Adem Güneş _ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır. UYARI: www.kitapsevenler.com Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir. www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz. Bilgi paylaşmakla çoğalır. İLGİLİ KANUN: 5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir." Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." Teşekkürler. Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara. TÜRKİYE Beyazay Derneği www.kitapsevenler.org www.kitapsevenler.com e-posta: kitapsevenler@kitapsevenler.com kitapsevenler@gmail.com
Adem Güneş _ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar Çocuk terbiyesinde doğru bilinen yanlışlar pedagog ADEM GÜNEŞ çocuk terbiyesinde doğru bilinen yanlışlar pedagog ADEM GÜNEŞ Tarayan: Süleyman Yüksel Yayın Yönetmeni: Dr. Veli Sırım Editör: özlem Golcü Mizanpaj: Özlem Golcü Kapak: Kenan Bıyıklı Üretim: Ali Osman Macit ISBN: 978-975-269-476-3 Baskı: Şubat 2009 Baskı-Cilt: Nesil Matbaacılık Beymer San. Sit. 2. Cad. No: 23 Yakuplu - B. Çekmece / İstanbul Tel: (0212) 876 38 68 pbx NESİL YAYINLARI Sanayi Cd. Bilge Sk. No: 2 Yenibosna 34196 Bahçelievler / İstanbul Tel: (0212) 551 32 25 pbx Faks: (0212) 551 26 59 Internet: wuw.nesilyayin1dri.com e-posta: nesiKSnesilyayinlari.com NESİL © Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince bu eserin yayın hakkı anlaşmalı olarak Nesil Basım Yayın Gıda Tic. ve San. A.Ş.'ye aittir. İzinsiz, kısmen ya da tamamen çoğaltılıp yayınlanamaz. çocuk terbiyesinde doğru bilinen yanlışlar pedagog ADEM GÜNEŞ Adem Güneş 1969'da Ankarada doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ankara'da, lise öğrenimini Çankırı Askeri Lisesi'nde tamamladı. Eğitim hayatını yurt dışında devam ettiren yazar, Rotterdam Üniversitesi Pedagoji bölümünden mezun oldu. Uzunyıllar yurtdışında bulunan Pedagog Adem Güneş, Avrupadaki çocuk terbiye modellerini, okul ve eğitim sistemlerini yakından inceledi. Yurt içi veyurtdışında verdiği yüzlerce konferansta Anadolu aile yapısına uygun, Türk insanının kendi değerleri ile barışık çocuk terbiyesi yöntemlerini ön plana çıkartmaya gayret etti. Halen Fatih Üniversitesi'nde Öğretim Görevlisi olan yazar, Türkiye ve yurt dışında yayınlanan çeşitli gazete ve dergilerde çocuk terbiyesi ile ilgili yazılar kaleme alıyor. Pedagoji biliminde Antropedagoji (Güneş, 2005) düşünce akımının kurucusu olan Adem Güneş, evli ve dört çocuk babasıdır. pedagog ADEM GÜNEŞ e-mail: ademgunes@gmail.com YAYINLANMIŞ ESERLERİ ¦ Anababatarm Korkulu Rüyası: Çocuklara Yönelik Taciz ¦ Çocuk Terbiyesinde Köşe Taşlan ¦ Bilmezsen Korkarsın Tabi / Korku (Çocuk Terapi Hikayeleri -1) ¦ Rahat Bırakın Beni / Sosyal Fobi (Gençlik Terapi Hikayeleri -1) ¦ Anne-Baba ve Çocuklar İçin Tatil Rehberi ¦ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar /
içindekiler Giriş_________________________________________________15 Embriyo Psikolojisi___________________________________19 Genetik karakter nedir?______________________________20 Psikolojik karakter nedir? ___________________________20 Kölelik ruhu________________________________________21 Beyaz adamın "sadık köle" merakı ___________________21 Şizofrenik bir araştırmanın kurbanı anneler____________22 Embriyo psikolojisi nedir?___________________________23 Anneyle Çocuk Arasındaki Büyük Sır_________________25 Televizyon ve kumanda arasındaki iletişimsizlik______25 Doğumu takip eden ilk saatlerin önemi _______________26 Çocuğun özellikleri bilinçaltına kaydediliyor __________27 Anne Sütü, İlk Altı Aydan Sonra Gereksiz mi?________29 İlahî ikram: anne sütü________________________________30 Anne sütü, bebeğin her şeyi_________________________32 Anne sütü, kanseri önlüyor__________________________33 Anne sütünün ağız sağlığıyla bağlantısı_______________34 Emzirme ve uyum süreci____________________________34 Çocuk İhtiyaç Duyduğu An Sevgi Alabilmeli___________36 İhtiyaç duyulduğu an sevgi__________________________37 Ofis ile kreş arasında sıkışan anneler__________________ 38 O halde anneler çalışmasın mı? ______________________39 Çocuklar kaç yaşında anneden kopar? ________________39 Kreş mi, büyük anne mi?____________________________39 Tatmin edilmemiş duygular, ruhta iz bırakır___________41 Anneyi, Anne Olmaya Zorlayan Süreç: Tuvalet Alışkanlığı___________________________________ 42 Tuvalet alışkanlığı, bir rahmet sürecidir_______________45 Anne ile çocuk arasındaki İlahî yapıştırıcı_____________46 Tuvalet alışkanlığı psikolojiktir ______________________46 Pratikte neler yapılabilir?____________________________46 Anne-Babaları Bekleyen Büyük Tehlike: "Evlatkoliklik"_______________________________________49 Bağımlılık mı, sosyal hayata hazırlanamama mı?______50 Çocuk, hata yaptıkça tecrübe kazanır_________________51 Bağımlı ebeveynin çocuğunu bekleyen birkaç tehlike___52 Anne-babalar ikaz ediliyor__________________________53 "Bağımlılık" kaos, "bağlılık" huzur doğurur___________53 Çocuk Eğitimi mi, Çocuk Terbiyesi mi?________________55 İyi eğitilmiş çocuk, iyi terbiye edilmiş çocuk mudur?___55 "Çocuk eğitimi" ile "çocuk terbiyesi" arasındaki fark nedir?_____________________________________________56 O halde "çocuk terbiyesi" nedir?_____________________57 Çocuk Tanınmadan, "Çocuk Terbiyesi" Olmaz________59 Şahin'in korkak bir kargaya dönüşme hikâyesi________59 Çocuğunuzu yeniden keşfedin_______________________61 Çocuğu tanımada, "başarı" mı "başarısızlık" mı ölçü olmalı? ____________________________________________62 Çocuğu en iyi tanıyan, annedir_______________________63 Akıllı Usju Çocuk, Terbiyeli Çocuk mudur?____________65 Çocuk Terbiyesi İçin Mükemmel Fırsat: Ramazan_____69 Çocuktan terbiye olmak______________________________70 İftar davetleri ve çocuk terbiyesi______________________70 Teravih namazları ve çocuk terbiyesi _________________71 Sahur ve çocuk terbiyesi _____________________________73 Mukabele ve çocuk terbiyesi_________________________74 Sadaka ve çocuk terbiyesi___________________________76 Bayram ve çocuk terbiyesi____________________________76 Sosyalleşme ve Ramazan_____________________________77 Pembe Babalar, Hırçın Anneler_______________________79
Anne gibi anne, baba gibi baba olmak_________________79 Baba, ailede otorite temsilcisidir______________________80 Anne, aile içinde şefkat temsilcisi, denge unsurudur___81 Çocukların, Çocuk Olduklarını Unutmayın!____________84 Çocuklar İçin Oyun, Oyun Değildir___________________89 Oyun, oyun değildir_________________________________90 "Hadi, git biraz oyna!"_______________________________91 Oyalamak mı, oynamak mı?_________________________91 Çocukla oyun oynamak, beceri ister__________________92 Çocuk oynadığı oyunun hükmedicisidir_______________92 Oyun, amaçsızdır___________________________________93 Oyuncak, modaya değil, çocuğa uygun olmalıdır______93 Asıl Tehlike Oyuncak Silah Değildir__________________97 Anormal davranış çok çabuk bulaşır__________________98 Oyuncak silah merakı, çocuğun dünyasındaki kırık noktaların işaretçisidir______________________________99 Çocuklara "Kendine Güvenmeyi" Öğretmek Doğru mu?_______________________________101 Kendi ayakları üzerinde durmak, insanı yorar_______102 Otonom çocuk yetiştirmek, bela yetiştirmektir_______106 Kendine güvenen çocuk yetiştirmeyin _______________107 Çocuğunuzun Öfkesini Söndürmeyin________________108 Öfke, sosyal hayatı bilinçaltından düzene sokar______109 Öfke, çocukları tacizden koruyan bir silahtır_________110 Öfkenin önüne geçilmezse zararlı olmaz mı?__________111 "Öfke" zehir, "vicdan" panzehirdir__________________111 Vicdan ve öfke dengesi ____________________________112 Çocuklar, anne babasının yankısıdır_________________113 Anne babanın vicdanı, çocuklarının vicdanının tohumudur________________________________________114 Bahane, vicdanı öldürür____________________________115 Din, vicdanı besleyen şah damardır, suni davranışlar bu damarı tıkar_______________________________________117 İlahiler, ezgiler ve çocuk vicdanı ____________________117 Yalan, vicdanı zehirler______________________________120 "Yalan söylemedim, sadece şaka yaptım!"____________120 Kardeş, Kardeşin "Kumaşıdır!"______________________123 "Kıskançlık onun kanında var" _____________________123 Tahrip edilen duygular kıskançlığı başlatır___________124 Çocuklara eşit davranmak, kıskançlığı körükler______124 Adaletsizlik, kıskançlık doğurur ____________________126 Adaletsizlik, güvensizliği; güvensizlik, kıskançlığı tetikler__________________________________126 Statü kaybı ve kıskançlık___________________________127 Çocuklar arası yaş farkı, kıskançlıkta rol oynar_______127 "Tıpkı babası gibi gözleri var"______________________128 Çocuğum Yaramaz mı, Hiperaktif mi?________________129 Hiperaktiflik nedir?________________________________130 ADHD'nin belirgin özellikleri nedir? ________________130 ADHp nasıl oluşur?________________________________131 ADHD'nin tedavisi var mıdır?______________________132 Son bir tavsiye_____________________________________133 Anne Babaların Hazırlıksız Yakalandığı Soru: "Allah Nerede?"____________________________________134 Bilinçaltında büyüyen öcü__________________________135 Her kalpte Allah varsa kaç tane Allah var?____________136 "Bana dinden imandan bahsetmeyin"________________137 Pembe Renk, Kız Çocuğuna Yakışır; ama_____________139 Çocuklarınızı ateşe atmayın________________________140 Peki, kız çocuklarında hangi renk tercih edilmelidir? __141
I Teşekkür Evet; ben ki bu eserin yazarı olarak görünüyorum, öyle ise kitapta rastlayacağınız her türlü kusurun şahsıma ait olduğunu bilmenizi isterim. Tüm kusurlarımıza rağmen bu kitabın oluşmasında fikrî katkılarını esirgemeyen Dr. Veli Sırım Bey'e, Kitap ile bütünleşerek okuyucuya hazır hale getirilmesinde ciddi emek sarf eden Özlem Golcü Hanımefendi'ye, Kitabın yayma hazırlanmasının her aşamasında emek veren tüm kardeşlerime teşekkür ederim. Yeni Baskı Jçin Elinizde bulunan bu eser, okuyucusuyla buluştuğu ilk günden itibaren büyük bir ilgiyle karşılandı... Kısa bir sürede internet sitelerinde "En Çok Satan" ilk on kitap arasında, Çocuk Terbiyesi ile ilgili eserler içinde de ilk üçte yer almayı başardı. Okuyucularımızdan gelen onlarca takdir ve teşekkür dolu mesaj, yeni çalışmalar için ayrı bir heyecan verdi. Kitabımızın farklı dillere tercüme edilmesi için yapılan müracaatlar Anadolu Pedagojisi'nin ne kadar da "makul" ve "insancıl" yöntemlerle dolu olduğunu bize bir kez daha gösterdi. Umuyoruz ki kendi Anadolu insanına ait bu yeni pedagojik yaklaşımlar, çocuk terbiyesinde bunalım geçiren, bütün dünyaya da yeni bir bakış açısı kazandırır... İlk baskıları hemen tükenen kitabımıza olan ilgiyi karşılamak için yeni konular da ilave etme kararı aldık. Kitabımıza gösterilen bunca ilgiden dolayı bütün okurlarımıza, anne-baba ve eğitimcilere teşekkür etmeyi borç kabifil ediyoruz: Teşekkürler... « Pedagog Adem Güneş İstanbul, 2008 Giriş Rus psikolog Ivan Pavlov'un meşhur "şartlı refleks"ini bilirsiniz. Hani Pavlov, üzerinde deney yaptığı köpeğine, et vermeden önce zil çalıyor ve arkasından da et veriyor ya... Önce zil çalıyor, sonra et veriyor... Önce zil, sonra et... Bir süre sonra artık köpek ne zaman zil çalınsa et geleceğini umarak kuyruğunu sallıyor. Yemek hevesiyle salyası a-kıyor. İşte bilim tarihinde bu olaya, "Şartlı Refleks" deniliyor. Bunda ne var da bilim tarihine geçsin demeyin sakın! Çünkü ilerleyen yıllarda şartlı refleks hayatın her alanında hayvanları eğitmekte kullanılmaya başlandı. Hatırlar mısınız? Bir zamanlar, sokaklarda tef çalarak ayı oynatanlar vardı. Bir ayı oynatıcısı elindeki tefi çaldıkça ayı bulunduğu yerde zıplaya zıplaya oynamaya çalışırdı. Tef sustuğunda ise burnunda kocaman halkası bulunan ayı, yerine otururdu. Peki, bu ayı tef çalındığında neden zıpİaya zıplaya oynuyordu biliyor musunuz? 1 Çünkü tef çalan kişi, ayıyı eğitmek için onu, önce bir kafesin içine yerleştiriyordu. Altı metal bir plaka ile kapalı bu kafesin tabanında bir ateş yakıyor; sonra da ayının karşısına geçiyor ve tef çalmaya başlıyordu. Kafesin altı ısındıkça ayının ayağı yanıyordu. Bu esnada da ayı oynatıcısı tef çalmaya devam ediyordu. Ateş gittikçe yakıcı hale geldiğinde, ayının ayakları yanmaya başlıyordu. Hâlâ oynatıcı tef çalmaya devam ediyordu. Ayı artık acı ile bağıra bağıra kafesin içinde zıplıyordu. Oynatıcının bu acı umurunda değildi bile, o tefini çalmaya devam ediyordu... Bu olay günlerce, haftalarca devam ediyordu. Artık ayının psikolojisi o hale geliyordu ki kafesin içinde ateş olmasa bile tef sesi duyunca -zavallı ayıcıkayağının yanacağını düşünerek zıplamaya başlıyordu... Bu eğitimin ardından da meydanlarda zıplayan ayılara rastlanırdı. İşte sizin zevk içinde zıpladığını sandığınız ayıcık, ayağının yanacağı korkusuyla ha bire çırpınmaktan başka bir şey yapmazdı! Hayvanların eğitildiği yöntemler ile insan terbiye edilebilir mi? Ne yazık ki bugün, çocuk terbiyesine hâkim olan yöntem, şartlı reflekse dayandırılmaktadır. Etrafınızı gözlemleyin lütfen; çocuklardaki istenmeyen
davranışları değiştirmek için kullanılan yöntemler, çoğunlukla ceza ve şiddet etrafında şekillenmiyor mu? Şiddetten kastettiğimiz sadece fiziksel değil, kitabın ilerleyen bölümlerinde de görüleceği üzere-"duygusal" ve "psikolojik" şiddettir. Gece yatağına gitmekte zorlanan çocuğa, "Eğer şimdi yatmazsan bir daha seni sevmeyeceğim" demek, duygusal şiddet değil midir? (Burada, çocuk, anne sevgisini kaybetmemek için kendini yatağa gitmeye şartlandırmaktadır.) Misafirliğe gelen çocuk ile ev sahibinin çocuğu kavga etse ve evin hanımı, oğluna/kızına "Çabuk odana git ve sakın dışarı çıkma" diye bağırsa bu psikolojik ve sosyal bir ceza olmaz mı? (Böylece çocuk, anneden gelecek bir ceza korkusu ile tehdit edilir ve yapılması istenilen davranış zorunlu hale getirilmiş olur.) Bu iki örnek neyi hatırlatıyor? Ayağının yanacağından endişe eden ayının, tef sesini duyduğunda zıplamaya başlamasını değil mi? İşte ceza verileceği korkusuyla da çocuk, kendi davranışlarını değiştirmeye çalışıyor. Böylece ayı için kullanılan eğitim yöntemi, çocuğa da tatbik ediliyor. Aslında çocuk terbiyesinde günlük olarak uyguladığımız bu ve benzeri yöntemlere öyle alışmışızdır ki hiç de tuhafımıza gitmez. Problemle baş başa kalındığında el altında ilaç gibidir, ceza korkusu ile çocuğu "adam" etmeye çalışmak... Unutmayın ki hayvanları şartlandırılmış refleks davranışlarla istediğiniz gibi terbiye edebilirsiniz: Köpeği aç bırakır, açlıkla terbiye ederek istediğiniz hareketi yaptırabilirsiniz. Ayının ayaklarını yakarak tef çalar ve karşınızda oynatabilirsiniz; ama insan... İnsanda bir izzet, onur, vicdan, akıl, ruh, kalp ve sır vb. var. Hayvan, belki aç bırakılarak, acı verilerek terbiye edilir; ama insan, asla!.. Pedagojide derin Darvinizm izleri Ne yazık ki hayvanlar ile insanların aynı soydan geldiği inancı, hayvanlar üzerinde olumlu sonuçlar veren davranış değiştirme metotlarını insanlar üzerinde de uygulanmasını yaygın hale getirdi. Pedagoji ve psikoloji fakültelerinde, "İnsan davranışı nasıl değiştirilir?" dersleri olarak gösterildi ve ne yazık ki bazı uzmanlar tarafından da bu yöntemler anne babalara tavsiye edildi. Sonuç? Sonuç ortada: yeni tip insan modeli. Çocukluk yıllarında, otur, deyince oturan, kalk, deyince kalkan, yat, deyince ceza korkusu ile yatan minik çocuklar; bir süre sonra ergenlik dönemi ile birlikte "isyankâr" kişilikleri ile okulda öğretmene kafa tutan, evde babaya asi, sokakta komşusuna yaka silktiren insan modeline dönüştüler. O güzelim Anadolu insanının çocuk terbiyesinde hedef olarak seçtiği, insan gibi insan olma; tevazu, alçak gönüllülük, hoşgörü ve vicdan kültürü temellerine göre çocuk yetiştirme metotları gitti. Bunlar yerine kendine güven duymaya zorlanan, başarmaktan zevk alması için eğitilen, bireysel yaşama göre programlanmış, egoist, hedonist, materyalist yöntemlere göre şartlanan çocuk terbiyesi modelleri geldi. Hem de öyle geldi ki dönüp kendimize baktığımızda, çocuğumuza uyguladığımız terbiye yöntemlerinin hiçbiri tuhafımıza gitmeyecek kadar ruhumuza sindi. İşte bu kitapta, çocuk terbiyesinde ruhumuza kadar sinmiş olan bu yanlışları bir araya getirmeye çalıştık. İnanıyoruz ki bu mütevazı çalışma kendi pedagojimizin sıcaklığını yansıtma adına bir değer taşır... Embriyo Psikolojisi Anne karnında dokuz ay geçiren bir çocuk, bu zamanı öylesine mi geçirir yoksa tıpkı fiziksel görünümünü gün be gün şekillendirdiği gibi- psikolojik ve ruhî gelişiminin temellerini mi atar? Hamile bir anne, abdest aldığında, namaz kıldığında, Kur'an okuduğunda yahut yalan söylediğinde, gıybet ettiğinde, günaha meylettiğinde karnındaki çocuk ne haldedir? "Bizim çocuk çok çekingen. Kalabalık bir ortamda kendini ifade edecek iki kelimeyi yan yana getirmekte zorlanıyor" diye dert yandığımızda, acaba çocuğun anne karnında yaşadığı psikolojinin etkisinden mi bahsediyoruz? Başka bir ifadeyle, "çocuğun karakteri" derken embriyonun anne karnında gün be gün
şekillenen ve bir ömür boyu üzerinde izlerini taşıdığı psikolojiden mi söz ediyoruz? 20 ¦ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar Mademki "genetik karakter" anne-babadan alman | genlerin tesiri ile anne karnında oluşur, o halde "psikolojik karakter" de yine anne karnında şekillenmeye başlar. 1 Genetik karakter nedir? Hani hep deriz ya "Tıpkı babası gibi uzun boylu" veya "Aynı annesi gibi neşeli, cana yakın"; bunun sebebi genetik karakterdir. Yani bir çocuğun anne ve babasından aldığı genlerin karışımının ve özetinin kendi fiziğinde veyahut karakterinde şekillenmiş olmasına, "genetik karakter" diyoruz. Çocuk, anne karnına düştüğü ilk an, bir kısım özelliklerini babadan (veya baba tarafından), bazı özelliklerini de anneden (veya anne tarafından) alarak yeni bir birey olmaya doğru ilk adımları atar. Anne ve babadan alınan bu özellikler, sadece fiziksel değil, aynı zamanda çocuğun bir ömür boyu taşıyacağı "karakter"in de temel verileridir. Belki de "Can çıkar, huy çıkmaz" atasözü genetik karakteri anlatma açısından kullanılan en anlamlı sözdür. Ebeveynin ortak genetik özelliklerinin çocuk üzerinde nasıl şekil alacağı konusunda, anne-babanm ne haberi ne de doğrudan bir tesiri olabilir. Bu oluşum tamamen anne-baba iradesinin dışındadır. Örneğin, anne öfkelidir; ama baba çok sakindir. Anne esmerdir, baba kumral... Çocuğun anne karnındaki oluşumu bir de bakmışsınız ki anneye değil, babaya göre şekillenmeye başlamıştır bile. Bilemez, anlayamaz ve ayarlayamazsmız. Genetik oluşumun ayarlanmasında tek bir söz sahibi vardır o da sonsuz Kudret sahibi olan Allah ve bu oluşum, tam bir sırdır!.. Psikolojik karakter nedir? Genetik karakterin haricinde, bir de çocuğun anne karnına düştüğü ilk andan itibaren şekillenmeye başlayan "psikolojik karakter"i vardır. Psikolojik karakter, annenin sevinçleri, öfkesi ve üzüntülerine bağlı olarak "genetik karakterin" üzerine inşa edilen ikinci bir karakterdir. Anne karnında, dokuz ay geçiren bir çocuk, sadece bu süreyi tamamlamak için beklemez, aksine annenin yaşadığı her .acıyı, her sevinci ve her duygusal değişimi birebir yaşayarak bir ömür boyu ana hatları ile kullanacağı karakter alfabesinin ilk harflerini de dizmeye başlar. Genetik karakterin oluşumunda her ne kadar, anne ve baba söz sahibi olmasa da psikolojik karakterin oluşumunda, özellikle anne doğrudan tesir sahibidir. Yani anne, eğer isterse karnındaki çocuğun "pısırık, korkak" yahut "sakin ve huzurlu" olabilmesi adına ciddi bir rol oynayabilir. Nasıl mı? Annenin çocuk üzerindeki etkisine başlamadan önce kısa bir Afrika yolculuğuna çıkalım ve embriyo psikolojisini Afrika'dan bir örnekle daha da belirgin hale getirelim. Kölelik ruhu Eğer "psikolojik karakter"den bahsedeceksek Afrika'dan söz etmeden geçemeyiz; çünkü Afrika, çocuk psikolojisinin bir numaralı laboratuarı ve en acımasız deney tahtasıdır. Bir çocuğun gelişimini takip etmek, bir annenin psikolojisini bozup yeniden yapmak, daha sonra da bunu, bilim dünyasına hediye etmek isteyen bilim adamlarının (!) ilk adresi Afrika'dır; hatta Afrika'nın talihsiz ülkesi Kongo ... Beyaz adamın "sadık köle" merakı Kongo'nun sömürüldüğü yıllarda, beyaz adam, Kongo'da daha rahat hareket etmek için Kongo'nun yerli insanlarından yardım almak zorundaydı. Ama en büyük sorun, siyah insanın öfkesine maruz kalmaktı. Para ile tutulan köleler Fatma Yavuz, Yağmur Dergisi, "Müjde Kongo'ya Gidiyoruz", sayı 35, Nisan-MayısHaziran 2007. y w ^ h iv ı<-luı/CJIIIUC L/UyiU UIIINCn T Ctl I I I Ş I d T her zaman sadık değillerdi. Fırsat buldukları ilk anda, efendilerine ihanet edebiliyorlardı. Ayrıca acıya dayanıksızlardı. Hakaret edildiğinde, dayak
yediklerinde, canları yandığında, her insan gibi isyan edebiliyor, eş ve çocuklarına olan bağlılıklarını "normal insanlar" gibi canlı tutabiliyorlardı. Hâlbuki bu özellikler bir kölede olmamalıydı. Çünkü köle, efendisi ile hiçbir şey kıyas etmemeliydi. Canı yansa da efendisine sadık, kendi adına karar veremeyecek kadar korkak ve pısırık olmalıydı. Yani kölelik genlerine kadar işlemeliydi. İşte beyaz insanın sıkıntısı buradan kaynaklanıyordu. Para ile satın alman Kongolu köleler, her şeyi çok iyi yapıyorlar; ama iş kritik bir noktaya geldiğinde, beyaz efendiyi tehlikede bırakabiliyorlardı. Sorun, "Kölelik ruhu genlerine kadar işlemiş köleler nasıl yaratılır?"da kilitlenip kalıyordu. Sonunda beyaz adam, köleliği, ruhuna kadar sindirmiş "köle yaratma (!)" fikrini, Kongolu anneler üzerinde denemeye karar verdi. Şizofrenik bir araştırmanın kurbanı anneler Yapılacak şey, başlangıçta, her ne kadar üzücü de olsa sonuç itibari ile beyaz adama sadık köleler edinme fırsatı vereceği için vicdanlar bir süre susturuldu. O günlerde Kongo'da, sokak sokak, ev ev, hamile kadın arandı. Kimisi üç, kimisi beş, kimisi de dokuz aylık hamile olan anne adayları, zor kullanılarak büyük bir meydana getirildi. Bu alanda zorla toplanılan genç anne adayları arasından dokuz aylık hamile bir kadın seçildi. Doğum yapmasına birkaç gün kalmış olan bu anne adayı, yere doğru gerilerek mancınık haline getirilmiş bir ağaca bağlandı. Etrafta, yüzlerce siyahı hamile annenin korku dolu bakışları arasında, bu annenin bağlı olduğu ağacın ipi kesildi. Doğumuna birkaç gün kalmış olan bu kadın, yavrusu ile birlikte havaya fırlatıldı. Bir annenin karnındaki çocuğuyla birlikte havada parçalanışınu şahit tutulan etraftaki diğer anneler, çığlık çığlığa sağa sola kaçışsalar da beyaz adamın elinden kurtulmayı başaramadılar. Yaşadıkları bu olayı haftalarca üzerlerinden atamayan hamile anneler, beyaz adamı nerede görseler kendilerine bela bulaşmasın diye büyük hürmet göstermeye başladılar ve anne karnındaki çocukların ruhu, bu korkuyla karışık hürmet duygusu ile şekillenmeye başladı. Henüz bu olayın travmasını üzerlerinden atamayan anneler, bir sonraki ay, yine aynı meydanda zorla toplandı ve içlerinden yine bir anne adayı seçilip mancınıkla havaya fırlatıldı. Yüzlerce hamile anne, her ay, içlerinden seçilen birinin mancınıkla havaya fırlatılışına, kimi zaman havada, kimi zaman yere düşerken parçalanışına şahit tutuluyor ve dokuz ay boyunca, yarının annelerine ve karmlarındaki bebeklere korku travmaları yaşatılıyordu. Hamileliğinin daha ilk aylarından itibaren, anne karnında, bu korku nöbetlerini yaşayarak dünyaya gelen çocuklar, tam da tahmin edildiği gibi "korkuyu ruhuna sindirmiş ve efendisine ölümüne sadık (!)" birer köle olmaya başlamışlardı bile. Beyaz adam için paha biçilmez kıymetteki "sadık köleler"di artık onlar. Daha anne karnındaki ceninin psikolojisini, travmalarla şekillendiren beyaz adam, bilim adına da bir çığır açtığını düşünüyordu. Bunun adı embriyo psikolojisi idi!.. Embriyo psikolojisi nedir? Embriyo psikolojisi, anne karnındaki embriyonun anne vasıtası ile yaşadığı psikolojiye verilen addır. Kısaca diyebiliriz ki hamilelik süresince bir anne ne ile meşgul oluyorsa, duygu dünyası ne ile şekilleniyorsa karnındaki embriyonun da duygu dünyası aynı olaylarla şekillenmektedir. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, eğer anne korku nöbetleri ile hamileliğini geçirmiş ise muhtemel ki doğacak çocukta da bu korku nöbetlerinin izleri bir ömür boyu devam edip gidecektir. Veya çok karşılaşılan başka bir durum da istenmeyen bir hamileliği mecburi olarak yaşayan bir annenin ruhsal halidir. Böyle bir annenin bebeği, dokuz ay boyunca kendisini istemeyen bir annenin psikolojik baskısı altında eziklik hissedecektir. Bu ezilmeler, çocuğun bir ömür boyu taşıyacağı "psikolojik karakterin" en belirgin özelliği olarak bir gölge gibi onu takip edecektir. O halde bebek bekleyen bir anne, bir baykuş gibi ciddi ve dikkatli olmalı. Karnındaki yavrusuna fizyolojik olarak bağlı olduğu gibi psikolojik olarak da bağlı bulunduğunu asla hatırından çıkartmamalıdır. Bir anne, okuduğu Kur'an'ın sadece kendisine değil, karnında taşıdığı yavrusuna da okuduğunu bilmeli. Aldığı ab-destin, kıldığı namazın verdiği huzur ve
sakinliğin, sadece kendisine değil, minik yavrusuna da tesir ettiğini asla unutmamalı. Annenin yaşayacağı, korku, öfke, hırs, günah, yapacağı gıybet, söyleyeceği yalan, kısacası vicdanını sızlatan her bir durum, çocuğuna da inceden inceye zehir gibi sızar. Anne bunu bilerek hareket etmelidir. Bu itibarla bakıldığında, çocuk terbiyesinin daha anne karnında başladığına şahit oluyoruz. Özetlersek bir anne, çocuğunun nasıl bir karaktere sahip olmasını istiyorsa kendisi de hamilelik döneminde o karakterin izlerini taşımalıdır. Sadece hamilelik döneminde değil tabii ki bebeğin dünyaya geldiği ilk dakikalar, anne ile bebek arasındaki ilk iletişim de hayatî önem taşımaktadır. Anneyle Çocuk Arasındaki Büyük Sır Pedagoji bilimi, anne ve çocuk arasındaki bağı araştırırken büyük bir hakikatin perdesini farkında olmadan araladı. Bugüne kadar büyük bir bilmece olan bu perdenin aralan-masıyla anne-çocuk arasındaki o müthiş bağın gizemli sırrı birazcık daha anlaşılır olmaya başladı. Bu sırra geçmeden önce hafızamda hâlâ tazeliğini koruyan bir anımdan bahsetmek istiyorum. Televizyon ve kumanda arasındaki iletişimsizlik Çok sevdiğim bir arkadaşı ziyarete gitmiştim. Bir kış akşamının, uzun uzadıya devam eden sohbetlerinden birini yapıyorduk. Sohbete öylesine dalmıştık ki televizyonda akşam haberlerinin başladığını geç fark ettik. Arkadaş, haberlere bakmayı teklif etti ve elindeki kumandayı televizyona doğrultarak televizyonu açmaya çalıştı. Arkadaşım, televizyonun kumandasına basıyor, basıyor, basıyordu; ama televizyon "tık" demiyordu. Kumanda televizyonu açarriamıştı. Kumanda ile televizyonu açamayacağını anlayan arkadaşım, kalktı televizyonun yanma gitti ve düğmesine basarak televizyonu açtı. Oturduğu koltuğa tekrar dönerken tebessüm etti ve "Bazen tutukluk yapıyor" diyerek izahatta bulundu. Televizyon açılmıştı açılmasına; ama haberlerin bulunduğu kanal yoktu ekranda. Arkadaş, yeniden kumandayı aldı eline. Kumandayı avuç içine vurarak tekrar televizyona doğrulttu. Olmadı. Tekrar denedi, yine olmadı. Sinirleri gerilmişti. "Aaa yeter ama sende!" dedi ve tekrar televizyonun yanına giderek haberlerin bulunduğu kanalı, eli ile tuşlara dokunarak ayarladı. Demek ki kumandada bir sorun vardı. Televizyon ile kumanda iletişime geçemiyordu. Biz haber seyretmek istiyorduk, kumanda ile ayarlayamadığımız televizyon Karadeniz oyunlarını gösteriyordu bize. Tıpkı birçok anne ile çocuğu gibi... Birçok anne, çocuğunun istediği gibi davranmamasından, çocuğu ile uyum içerisinde olamamaktan şikâyetçidir. Anne ile çocuk arasındaki iletişim sorunu, kumanda ile televizyon arasındaki iletişim sorunu gibi olsa o zaman kolay. Bazen kumandanın pilini değiştirir bazen de bir tamirciye gider sorunu çözebilirsiniz; ama anne ile çocuk arasında yaşanan uyum sorununun çözümü çok defa bir pil değiştirecek kadar basit değildir. Sorunun çözümünün basit olamaması, çok defa sorunun nerede yattığının bilinmemesinden kaynaklanır. Doğumu takip eden ilk saatlerin önemi Çocuk ile anne arasındaki "kopuk"Iuğun en önemli halkasını, çocuğun doğumunu takip eden dakikalarda annenin yanında olmaması olduğunu biliyoruz. Bu anların büyük bir rol oynadığını görüyoruz. Çünkü doğumu takip eden dakikalarda, anne beynindeki Hipofiz adlı salgı bezinden salgılanan "prolaktin" hormonu, annenin yeni doğan bebeğiyle arasındaki sinyalleri ayarlamak üzere büyük bir hızla harekete geçer. Anne beynindeki bu hormon, tıpkı uzaktan kumanda cihazı ile televizyon arasındaki uyum gibi, anne bünyesini minicik bedene göre ruhsal olarak uyuma sokar. Çocuğun özellikleri bilinçaltına kaydediliyor Çocuğun dünyaya gözlerini açtığı ilk dakikalardaki ağlama sesi, vücudu hormonla uyarılmış olan annenin hafızasında özel olarak kayıt altına alınır. Bu ağıt sayesinde, anne, çocuğuna karşı pedagojik bir simetri oluşturur. O yüzden de birlikte geçirilen ilk dakikaların hayatî önemi vardır. Anne, kendi yavrusunun ağlamasını, "ana ses tonu" olarak bilinçaltına, özel olarak kayıt eder. Böylece anne, ilerleyen aylarda ve günlerde, farklı tonlarda ağlayan bebeğinin sesini,
etraf ne kadar kalabalık ve gürültülü olursa olsun, özel bir yetenekle duyabilme becerisi kazanır. Bu açıdan bakıldığında annenin doğum yaptığı ilk anda, kendi çocuğunun sesini duymasını engellemek, anneye verilebilecek en büyük cezalardan biridir. Anne yorgun olmasına aldırmadan, kendi çocuğunun bu ilk ağıtlarını özellikle dinlemelidir. Bu an, annenin çocuğundan gelen sinyalleri alarak "annelik hormonunu" salgılaması açısından en önemli andır. Doğumu takip eden ilk dakikalarda bebeğin anne ile ten, göz ve koku teması sağlaması da hayatî önem taşımaktadır. Nasıl ki bebeğin ilk sesi, annenin hafızasında özel kayıt altına almıyor, bebeğinin tenine dokunan anne, ondan aldığı pozitif enerjiyi ve hissi yine hafızasının en özel yerine saklıyor. <lo ¦ vocuk leroıyesınde uogru Bilmen Yanlışlar Anne, beyninden salgılanan prolaktin hormonunun kazandırdığı bir yetenek ile tıpkı fotoğraf makinesi özelliği alarak bu kayıt işlemlerini doğumu takip eden birkaç gün içinde gerçekleştirir. Böylece çocuk ile anne arasında ilk sinyal alışverişi oluşmaya başlamıştır. Çocuk anneye sesini, kokusu ve teninin yumuşaklığını verir, anne de çocuğundan aldığı bu ilk sinyalleri, pedagojik simetri oluşturmak üzere bilinçsizce kayıt altına alır. Bu algıyla, annenin çocuğuna karşı hissedeceği empati duygusunun da temeli atılmış olur. Eğer anne, doğumu takip eden ilk saatlerde, bebeği ile böylesi bir veri alışverişine girmediyse bebeği ile kendi arasındaki ilk "kopuk"luğu oluşturduğunu bilmelidir. Anne ile bebek arasında adım adım gelişen empati duygusunun en önemli yapı taşlarından biri de bebeğin anneden süt almasıdır. Bu yüzden ilk iki yıllık süre çok önemlidir. Anne ile bebek arasında iki yıl boyunca devam etmesi gereken emzirme süreci, ne yazık ki birçok defa asılsız söylentiler ve bilimsel olduğu iddia edilen araştırmalar ile daha kısa sürede bitirilmekte. Bu da anne ile çocuk arasında, bir daha telafisi çok zor olan kopukluğun yaşanmasına neden olmaktadır. Anne Sütü, İlk Altı Aydan Sonra Gereksiz mi? Sahibi olduğum "çocuk terbiyesi" e-mail grubuna, bir yazı gönderen değerli bir Doçent, anne sütünün ilk altı aydan sonra besleyicilik özelliğinin kalmadığını yazmışü. Bir bilim adamından böyle bir ifadeyi okumak, beni gerçekten üzdü. Hâlbuki anne ile bebek arasında, emzirme döneminde büyük bir ilişki başlar. Biz çoğunlukla biyolojik beslenmenin etkileri üzerinde dururuz. Oysa emzirme sürecinin önemli bir katkısı da ruhî beslenmeyedir. Yani anneyle bebek arasındaki ilişki hem biyolojik hem de ruhî beslenmeyi kapsar. Süt içen çocuğun ruhî beslenmesini hesaba katmadan, sadece beden gelişimini önemseyerek "ilk altı aydan sonra anne sütünün besleyiciliği azalıyor" demek, anneye ve bebeğe yapılabilecek en büyük eziyettir. Kaldı ki bilimsel araştırmalar, anne sütünün ilk altı aydan sonra da besleyicilik özelliği ı-uıs ı er myemıue uogru öiıınen y anı ı ş ı ar taşıdığını ortaya koymaktadır. Öyleyse anne sütü hakkındaki yaygın hataları bir bir ele alarak yanlış bildiklerimizi doğruya çevirelim. < İlahî ikram: anne sütü Çocuğun dünyaya gelişini takip eden ilk yıllarda anne ile bebek arasında mucizevî bazı olaylar yaşanır. Bunların başında bebeğin anne tarafından emzirilmesi gelir. Emzirilmenin pedagojik boyutuna geçmeden önce fizyolojik etkilerine değinmekte fayda var. Çünkü anne sütü, teknolojinin bütün imkânlarına rağmen taklit edilmesi, üretilmesi imkânsız tek besin maddesidir. Bu nedenle bugün bu besin maddesinin yeri doldurulamıyor, yarın da onun yerine geçebilecek bir gıdanın yapılması imkânsız olacaktır. Bebeğin doğumunu takip eden ilk dakika, anne ve çocukta aynı anda bir biyometre (biyolojik kronometre) çalışmaya başlar. Bunu ne annenin ne de bebeğin ruhu duymaz bile. Bu biyometre, anne ile bebeğin bünyesinin birbirine uyumunu sağlar. Örneğin, bebeğin dünyaya geldiği ilk gün, anne bünyesindeki bu biyometrik saat, çocuğun ilk ilacının hazırlaml-masınm vaktinin geldiğini beyne iletir.
Beyne iletilen bu sinyaller ile anne bünyesi, bebeğe bir antibiyotik hazırlar. Annenin normal sütünden biraz daha koyu olan bu ilk süte, "Kolostrum" denir. Kolostrum içerik olarak bebeğin ilk ilacı hükmüne geçer. Anne bünyesinde çalışan bu biyometrik saat, bebeğin hangi gün, hangi saatte neye ihtiyacı olduğunu anne beynine hatırlatır. Bu, Allah'ın sadece annelere verdiği muhteşem bir hediyedir. Sadece ilk sütte değil, aynı zamanda ilerleyen günlerde de anne sütünün içinde hastalıklardan koruyucu "prebiyo-tik"ler bulunur. Anne sütüne karıştırılmış bulunan prebiyo-tikler, bebeğin bağırsaklarındaki yararlı bakterileri arttırarak ^ U L U \\ IC I IJ I J C .¦> I I I U C \j \j y ı u ı_».....vıı ı uıııunu onun karşılaşabileceği muhtemel hastalıklara karşı dayanıklılık geliştirir. Özellikle 40 haftadan önce doğan prematüre bebeklerde sık rastlanılan "kolit" hastalığına, anne sütü ile beslenen bebeklerde hemen hemen hiç rastlanmamaktadır. Yapılan araştırmalar, anne sütü ile beslenmeyen çocuk-lardaki ölüm oranının beslenenlere göre % 600 daha fazla olduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü'nün yapüğı araştırma sonuçlarına göre, bütün bebeklerin anne sütü ile beslenmesi halinde, yılda, 1,5 milyon çocuğun hiçbir ilaçlı tedaviye ihtiyaç duymadan hayatta kalabileceğinin altı çizilmektedir. Anne ile bebek arasında sütle başlayan ilk ilişkinin faydaları bu kadarla sınırlı mı? Tabii ki değil. Bahsettiğimiz biyometrik saat sayesinde, anne bünyesi, bebeği gün be gün takip eder. Tıpkı kurulu bir çalar saat gibi, bebeğinin hangi ayda (yaşta), neye ihtiyaç duyduğunu anne beynine sinyaller göndererek hatırlatır. İşte buna "annelik içgüdüsü" adını veriyoruz. Annelik içgüdüsü sayesinde, anne bazen bilinçli bazen de bilinçsiz olarak bebeğinin tüm ihtiyaçlarını karşılamak üzere harekete geçer. Zira bebeğin 15 günlük iken ihtiyaç duyduğu besin değerleri ile 1 aylık olduğu zamanki besin değerleri birbirinden farklıdır. Hiçbir anne, bebeğinin hangi ayda, hangi besin değerlerine ihtiyacı olduğunu bilmez. Bebeğin birinci ayında, yüzde kaç oranında demir, yüzde kaç oranında proteine gereksinim duyduğunu hesaplayabilmesi mümkün değildir. Hâlbuki bu oran öyle hassas ayarlanmalı ki bebeğin ilk defa çalışacak olan iç organları, aldığı besinlerden zarar görmesin. İşte bu noktada, anne bünyesindeki biyolojik saatin nasıl da önemli bir işlevi yerine getirdiğini görüyoruz. Anne bünyesinde, bebeğin doğumu ile başlayan bu biyolojik saat, bebeğin kaç aylık olduğunu anne ¦^^^^^^^^^^^^¦¦H beynine iletir. Anne beyni aldığı bu sinyaller ile o aya en uygun olan besinleri mikrogram hesabı ile hesaplar ve anne göğsüne, bebeğe sunulmak üzere gönderir. Anne bilincinin dışında gelişen bu olay, sessiz; ama müthiş bir mucizeden başka bir şey değildir. Bebeğin günlük ihtiyacına göre içeriği her an değişen anne sütünün taklit edilmesi böylece imkânsız hale gelmektedir. Anne sütü, bebeğin her şeyi Bebeğin dünyaya gözünü açtığı ilk anlarda, özellikle kemik ve sinir sistemi çok naziktir. Anne karnında iken yumuşak ve esnek bir kemik sistemine sahip olan bebek, anne vücuduna zarar vermeden 9 aylık süre zarfında gelişimini tamamlar. Ancak doğumu takip eden günlerde, kemik yapısının hızlı şekilde güçlenmesi ve sertleşmesi gerekir ki dıştan gelebilecek darbelerde kemikler zarar görmesin. İşte bu noktada anne sütünün kemik sistemini en üst seviyede desteklediğini görüyoruz. Bebek, anneden aldığı süt ile yumuşak ve hassas kemiklerini en uygun besin maddeleri ile hızlı şekilde güçlendirmektedir. Sadece kemiklerin sertleşmesi yeterli değildir, aynı zamanda kemiklerin içinden geçen sinir sisteminin de en iyi şekilde yapılanması gerekir. Özellikle sinirlerin (sanki) milyonlarca ince kablo bağlantısı gibi toplu olarak geçtiği omurganın içinde en sağlıklı şekilde gelişmesi lazımdır. İşte anne sütünde bulunan folik asitin, -"nöral tüp sağlığı" dediğimiz- çocuktaki omurga içinden geçen sinir sistemini en uygun biçimde desteklediğini görüyoruz.
Bununla birlikte, sindirim sistemi henüz tam faaliyet sergileyemeyen çocuk, protein miktarı düşük besinler almalıdır. Protein açısından yüksek değer taşıyan besinler, çocuğun mide ve sindirim sistemini aşırı derecede yorar. Anne sütünde çocuğun bu ihtiyacına uygun şekilde hazırlanmış düşük miktarda protein bulunur. Böylece çocuğun sindirim sisteminin aşırı çalışmasının önüne geçilmekte ve ilerleyen yıllarda aşırı kilolardan ve vücudun aşırı çalışmasından kaynaklanan hastalıklardan da korunması sağlanmaktadır. Anne sütü üzerinde titiz araştırma yapan vicdan sahibi uzmanlar, böyle bir formülün Allah tarafından bebeklere özgü bir ikram olduğu konusunda hemfikirdirler. Eğer bu özel formül insanlar tarafından taklit edilebilseydi yeryüzünün miligram cinsinden en pahalı besini, herhalde anne sütü olurdu. Düşünün lütfen, çocuğun ihtiyaç duyduğu ve zekâsını doğrudan etkileyen, "Omega-3 yağ asidf'ni bulabilmek için Kuzey Denizi'ndeki somon balıklarının peşine düşmek gerekirdi. Zira somon balığı Omega-3 yağ asidi açısından zengin bir yiyecektir. Oysaki hiçbir annenin kendi çocuğunun zekâsına doğrudan tesir edecek olan bu besin maddesini bulmak için Kuzey Denizi'ne gitmesine gerek yok, zira anne sütü Omega-3 yağ asidi açısından çocuğun ihtiyaç duyduğu oranda, İlahî bir mucize ile anne göğsünden bebeğe ikram edilmektedir. Anne sütü, kanseri önlüyor Anne sütü, bebeğin bağışıklık sistemi için de hayatî önem taşımaktadır. Anne sütünde bulunan, "immunglobin" ile bebeğin bağışıklık sistemi güçlenmektedir. Bunla beraber, anne sütü almayan çocuklarda, lösemi (kan kanseri) ve lentome rahatsızlıkları, anne sütü alan çocuklardan çok daha fazla görülmekte. Ayrıca anne sütü yerine suni besin ile beslenen çocuklarda "hodgin" hastalığına daha sık rastlanmaktadır. Anne sütünün ağız sağlığıyla bağlantısı Anne sütü, sadece içeriği açısından değil, çocuğun annesini emmesi sırasında oluşan özel durumlar nedeni ile de çocuğun fiziksel gelişimini desteklemektedir. Zira anne sütü ile beslenen çocukların diş yapılarının anne sütü emmeyenlere göre daha düzgün olduğu görülmektedir. Bebek, annesini emerken damağı ve diş etleri, anne göğsü tarafından bir çeşit masaja tabi tutulmakta ve dişlerin en düzgün şekilde oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Öte yandan, emziren annelerin birçoğunun rahatsız olduğu bir konuya da açıklık getirmekte fayda var. Birçok anne, bebeklerinin emzirme sırasında anne göğsünü tam yakalayamamalarından dolayı rahatsızlık duymaktadırlar. Hâlbuki bebek, anne göğsüne yaptığı bu başarısız hamleler sayesinde çene ve kas yapısını geliştirmektedir. Anne göğsünden süt emme mücadelesi vermemiş çocukların çene yapısı ve çene kaslarının zayıf olduğu dikkat çekmektedir. Emzirme ve uyum süreci Bebekle anne arasındaki uyum sürecinde en önemli unsurlardan biri emzirme anıdır. Çünkü emzirme anında psikolojik veri alışverişi gerçekleşir. Anne, bebeğini emzirirken farkında olmadan bebeği ile kendi arasında bir "güven" köprüsü kurmaktadır. Bir yandan bu köprü kurulurken diğer yandan da anne ile bebek arasında farklı bir bağ gelişir. Bebeğin hastalanması, uyuması, uyanması ve kendi ihtiyaçlarını karşılayamaması aslında anne açısından bir eziyet değil, İlahî bir rahmettir. Çünkü anne, bebeğinin ihtiyaçlarını karşılarken bir yandan da onunla derin bir iletişim kurmaktadır. Bu hiçbir ilişki türünde görülmeyen bir bağdır. Yapılan araştırmalar, bebeğinin bakımı ile bizzat ilgilenmeyen annenin çocuğuyla arasında bir tür kopukluk yaşadığını ortaya koyuyor. Anne çocuğuna karşı hem tahammülsüz olabiliyor hem de anne gibi olmakta zorluk çekiyor. Bebek için ihtiyaçlarının annesi tarafından karşılanması, büyük'"bir ikramdır. Allah isteseydi çocukları kendi ihtiyaçlarını görecek şekilde de yaratabilirdi; ama yaratmadı. Çünkü annenin çocuğuna psikolojik olarak bağlanmasında, çocuğun aciz olduğunu bilmesi büyük bir önem taşımaktadır. Çocuğun her bir ihtiyacı anneyi yıpratıyor gibi görünse de aslında bunlar, anneyi, anne olmaya sürükleyen cebri yolculuklardır.
Çocuk İhtiyaç Duyduğu An Sevgi Alabilmeli Hangimizin iç dünyasına bir göz atsak karşımıza sevgiye muhtaç minicik bir çocuk çıkmaz ki! Başı okşandığında tebessüm etmeye hazır, karşılıksız sevgiye delice susamış, büyüklüğün büyüklüğüne inat, "Hadi" denildiğinde annesinin sıcacık koynuna girmeye hazır, kocaman kocaman minicik adamlar, minicik kadınlar... Hangimizin uykuda tebessüm ederkenki halini soruşturmak için rüyasının perdesini aralasak karşımıza çocukluk yılları çıkmaz ki? Hangimiz sofradaki yemeğini henüz tamamlamadan gözü dışarıda oyun oynayan arkadaşlarına takılmış, annesinin "Hadi az kaldı, yemeğini bitir, sen de çık oyna" dediğini işitmeyiz ki? Ya da kavgalarımıza ve hırçınlıklarımıza baksak hangi çılgınlığımızın temelinde "sevgi" ihtiyacımız yatmaz ki? Her birimiz sevilmeye muhtaç; ama (maalesef) her birimiz sevgi isteyene kaşları çatık... Meşhur Psikiyatr Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı isimli eserinde, çocukluk yıllarında anne babalarından yeterli sevgiyi alamamış kişilerin, bir ömür boyu o doyamadıkları sevgiyi başkalarında arayacağından bahseder; ama bu sevgi arayışı boşunadır. Çünkü çocukluk yıllarında anne babalarından bir türlü doyasıya sevgi alamayan bu kişilerin karşılarına asla sevgi ihtiyacını karşılayabilecek birileri çıkmayacaktır. Çünkü o sevgi özeldir. O sevgi, "zaman" itibarıyla özeldir. Karşılıksız verilmiş olması itibarıyla özeldir. İhtiyaç duyulduğu an verilebilmesi itibarıyla özeldir... İhtiyaç duyulduğu an sevgi Çocukluk yıllarında yemeden, içmeden daha önemli olan şey, çocuğun sevgiye doymasıdır. Bir çocuk için anne sevgisi farklıdır. Doyurucu ve özeldir. Başkalarının sevgisine benzemez. Herkesten yeterince sevgi alsa da bir çocuk, anne sevgisine yine de muhtaçtır. Ve anne sevgisine doyamadan büyümüş bir çocuk, bu ihtiyacını bir ömür boyu sırtında bir yük gibi taşıyacak, kendisini delice sevenler olsa da sevgi ihtiyacını bir türlü doyuramayacaktır. Tabii ki yanlış anlaşılmasın, "Hangi anne çocuğunu sevmez ki?" demeyin lütfen. Bizim bahsettiğimiz şey, çocuğun ihtiyaç duyduğu an anne sevgisini alabilmesidir. Yarın değil... Akşam değil... Bugün! Hem de hemen şimdi! Yoksa kedilerin bile yavrularını sevmek zorunda bırakıldığı bir kâinat düzenini anlatmak değil niyetimiz; aksine, kendisini yavrusunu sevmek zorunda bırakılan annelerin bir türlü çocuklarına vakit ayıramamasıdır sevgi açlığımızın altında yatan asıl sebep. Çocuklar, özellikle ilk dört yaş döneminde, anneye "muhtaç"tır. Bu öylesine bir muhtaçlıktır ki çocuğun her gözünü açtığında annesini görebilmesi, korku ile ürktüğü her an annesinin sesini duyabilmesi ve teselli alabilmesi, a-cıktığında, susadığında annesini karşısında bulabilmesi hayatî önem taşımaktadır. Çocuk bu "güven" içinde, üu sevgi zenginliği içinde hayata adım atmalıdır. Çocukların annesine muhtaç olduğu bu döneme "bağımlılık dönemi" diyoruz. Çocuk bu dönemi ne kadar rahat atlatırsa sevgiye muhtaçlığı o kadar az olacaktır. İhtiyaç duyduğunda annesini karşısında göremeyen çocuk, ilerleyen yıllarda anne sevgisini başkalarından temin etmeye çalışacaktır ki, bu sevgi onu hiçbir zaman anne sevgisi gibi doyurmayacaktır. Ofis ile kreş arasında sıkışan anneler Bu durumda hemen akıllara gelecek soru, çalışan annelerin durumlarıdır. Acaba çalışan annelerin çocukları anneye ihtiyaç duyduğunda ne olacak? Bu soruya hemen cevap vermek gerekirse; özellikle çocukları dört yaşını doldurmamış bir annenin çocuğundan ayrı kalmasını tavsiye etmiyoruz. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki çocukların ilk dört yılda anneye olan muhtaçlıkları kesintiye uğrarsa ileriki yıllarda "güven" sorunu oluşmaktadır. Annesinden kopuk olarak büyümüş çocuklar hayata güven duymakta zorlanmakta, etrafına yeterince güven du-yamamaktadır. Bu öylesine bir güvensizliktir ki evlendiğinde eşine karşı güveni zayıf, iş yerinde arkadaşına karşı güvensizdir. Ayrıca böylesi çocuklar yetişkinlik döneminde bir yandan annelerinden tamamlayamadıkları sevgiyi etraflarından devamlı aramakta, öte yandan kendilerinden sevgi bekleyen kişilere karşı da yeterince sevgi verememektedirler. Sanki sevgi kanalları kapanmış gibi hem sevgiye aç hem de sevgi cimrisi olmaktalar.
Zaten çalışan anneler çocuklarını kreşe bırakıp işe giderken çocuklarının kendilerine olan bu muhtaçlıklarını en derin hislerle hissetmektedirler. Zannetmiyorum ki hiçbir anne, çocuğunu kreşe bırakıp işe giderken huzur içinde olsun. Olamaz; çünkü böylesi bir ayrılık anne olma fıtratına da aykırıdır. Fıtrata aykırı olan bu ayrılık ileriki yıllarda annenin başını ağrıtmaya adaydır. O halde anneler çalışmasın mı? Bir yandan "maddî yetersizlikler" bahanesi, bir yandan modern hayatın pembe düşleri, maalesef anneleri çalışma hayatına itmektedir. Hâlbuki bir annenin en mutlu olduğu an, bebeğine annelik yaptığı andır. Hiçbir anne, bebeğini kucağında sallarken aldığı huzuru başka bir yerde bulamaz. Hem anne hem de çocuk açısından bakıldığında (ilk dört yaşta) annenin çocuğunu bırakıp çalışmasını tavsiye etmiyoruz. Çocuklar kaç yaşında anneden kopar? Çocukların ilk dört yaşını atlattıktan sonra anneleriyle olan "bağımlılığı" zayıflar. Artık çocuk annesinden alacaklarını hem maddî hem de manevî olarak almış olur. Sevgiyi kesintisiz olarak almış ise bu sevginin kendisine yüklediği pozitif enerjiyle artık dış dünyaya adım atmaya başlayacaktır. Zaten çocukların bu dönemi hemen fark edilir. Çocuklar bu dönemde hafif bir kriz yaşarlar. Agresif olurlar, inatçı olurlar, hırçın olurlar, ne söyleseniz tersini yaparlar... İşte bu dönem, çocuğun anneden yavaş yavaş koptuğu dönemdir. Dört yaşından sonra çocuklar annelerine artık "bağımlı" değil, "bağlı" olmaya başlarlar... İşte bu dönemde anneler çocuklarından bir süreliğine ayrılabilir ve çalışma hayatına başlayabilirler. Kreş mi, büyük anne mi? Birçok anne çalışma hayatına atıldığında çocuklarını e-manet edecekleri yer konusunda tereddüt yaşamakta. Çok defa yakınları ile kreş arasında sıkışıp kalmakta. O halde, sormak gerekirse anneler, işe giderken çocuklarinı kreşe mi yoksa büyük anneye mi (veya yakın akrabaya mı) bırakmalı? Bu tereddüdün asıl kaynağı, çocukların kreşe gitmesi durumunda okul hayatına alışıp alışamayacağı, kreşte yeni tanışacağı arkadaşları ile sosyalleşip sosyalleşemeyeceği, bunun yanında ise büyük annelerin, daha güvenilir olmasıdır... Çok defa anne-babalar kreş mi, büyükanne mi sorusunun içinden rahatlıkla çıkamayabilir. Aslında "çocuk, büyükanneye veya akrabalardan birinin yanma mı, kreşe mi emanet edilmeli?" sorusuna cevap vermek hemen hemen imkânsızdır. Çünkü her kreş farklı özellikte olduğu gibi, her büyük anne de farklı özelliktedir. Kimi kreşler öylesine güzel imkânlarla çocukların hem sosyal hem motorik hem de zihinsel gelişimine imkân sunarken kimi kreşler de çocuklarda var olan gelişimlerin hepsine engel olabilecek kadar pedagojik yaklaşımdan uzak olabilir. Bu açıdan "Kreş mi, büyük anne mi?" sorusuna cevap vermek yerine, her birinin avantaj ve dezavantajlarından bahsetmekte fayda var. Genel itibarıyla çocukların sosyal gelişimi için tabii ki kreşlerin oynadığı rol büyüktür; ama unutulmamalıdır, her ne kadar çocuklar kreşte arkadaşları ile oynuyor olsa da evlerinde oynayacak kardeşleri yoksa yine "asosyal" olma riski taşımaktadırlar. Bu itibarla bakıldığında, her çocuğun mutlaka en az bir kardeşi olmalıdır. Sosyalleşme kreşteki çocuklarla değil, ilk etapta kardeşle, daha sonra akraba, konu komşu ile olmalıdır. Bununla birlikte, kreşlerin düzenli bir program takip etmelerinin çocuğun gelişimine katkısı vardır. Düzenli yaşama alıştırma açısından kreşlerin oynadığı rol büyüktür. Kreşlerdeki oyun ortamları ve profesyonel öğretmenlerin çocukların gelişimine büyük destek olacağı da kesindir. Tüm bunların yanı sıra, kreşler her imkânı sunsa da eğer samimi sevgi ortamını sunamıyorlarsa sundukları avantajların hiçbir kıymeti yoktur. ݧte bu noktada, büyük annelerin özelliği ön plana çıkmaktadır. Her ne kadar kendilerinde profesyonel imkânlar olmasa da torunlarına verebilecekleri samimi sevgi her şeye bedel olabilmektedir. Tatmin edilmemiş duygular, ruhta iz bırakır Çalışma hayatı tabii ki içinde bulunduğumuz sosyal ve ekonomik hayatın annelere sunduğu bir imkândır. Özellikle çalışma hayatına alışmış bir anne için ev hanımı
olmak oldukça zordur ya da sosyal alanlarda gönüllü olarak hizmet eden annelerin evde bulunmaları kolay değildir. Bu, bir yaşam tarzı değişikliğidir ve bu değişiklik kolay gerçekleşmez. Tüm bunlar günümüz yaşantısının bir gerçeğidir; ama unutulmaması gereken bir gerçek daha var: evlerde ve kreşlerde annelerini bekleyen çocukların muhtaç olduğu duyguların tatmini! Bu duyguları "vaktinde" tatmin edilmemiş bir çocuk, bir ömür boyunca bunun ruhunda bıraktığı izle yaşamak zorunda kalacak. Her önüne çıkan yeni birilerinden bu sevgi boşluğunu doyurmasını bekleyecektir. Tıpkı bugün etrafımızda her an herkesten ilgi ve sevgi bekleyen ve bir türlü sevgiye doyamayan yetişkinler gibi... <^ Anneyi, Anne Olmaya Zorlayan Süreç: Tuvalet Alışkanlığı Çocuk eğitimi ile ilgili gittiğim bir konferansın sonunda, bir anne yanıma yaklaşarak: - Bana bir formül söyleseniz de 3 yaşındaki oğluma bir an evvel tuvalet alışkanlığı kazandırabilsem. Artık halıları silmekten, çarşaf değiştirmekten, pijama yıkamaktan canım burnuma geldi, demişti. Ben de ona çok pratik bir çözüm sundum: Oğlunuzu hâlâ sünnet ettirmediyseniz sünnet ettirin... Bir süre sonra aynı anneden teşekkür e-maili aldım: "Allah razı olsun, oğlum sünnetten sonra tuvaletini altına kaçırmamaya başladı." Fakat daha sonra bu anneye böyle pratik bir ipucu verdiğime pişman oldum. Aslında, anneleri bunca sıkıntıya sokan sürecin ne anlama geldiği bilinse sanıyorum ki hiçbir anne çocuğu ile girdiği bu zorlu dönemde, "Of!" değil, "Elhamdülillah" derdi. Niye böyle düşündüğümü bir örnekle açıklamak istiyorum. Bir baba, yetişkinliğe doğru ilk adımını atan oğlunu yanma çağırır ve der ki: - EVladım artık sen de bir yetişkin oldun. Hazırcılık buraya kadardı. Artık sen de rızk nasıl kazanılır, nasıl harcanır öğrenmelisin. Bugünden tezi yok, sen de çalışacak, evimizin rızkını temin etmek için destek olacaksın... Delikanlı, babasının bu teklifinden çok da hoşlanmaz. Annesinin yanına gider. Annesinden her gün için bir altın vermesini rica eder. Annesi, oğluna bu isteğinin nedenini sorsa da delikanlı, bunun sebebini söylemez. Anne, oğlunun bu ısrarlı isteğini yerine getirir. Artık her günün sonunda, delikanlı annesinin yanma gelir ve annesinden bir altın alır. Bir hafta sonra babası delikanlıyı çağırır: - Bir hafta geçti. İş bulup çalıştın mı, diye hesap sorar. Çocuk hiç tereddüt etmeden: - Evet, baba hem de öyle bir iş buldum ki haftada yedi altın veriyorlar, der. Baba memnun olur bu cevaba. Oğlundan bir haftada kazandığı altınları vermesini ister. Delikanlı, yedi altını babasına uzatır. Baba, altınları alır ve bir kuyunun yanına gider. Çocuk babasını meraklı gözlerle seyrederken baba altınlardan birini alır ve kuyunun içine bırakır. Sonra diğer altını... Diğerini... Çocuğun şaşkın bakışları altında baba yedi altını tek tek kuyuya atar. Delikanlı bunun nedenini sorsa da baba: - Bir gün gelir öğrenirsin, diyerek açıklama yapmaz. Ertesi hafta delikanlı yine yedi altın getirmiştir. Baba bu yedi altını da alır ve tek tek kuyuya atar. Delikanlı, yine şaşkındır; ama vardır elbet bir sebebi, diyerek ses çıkarmaz. Sonraki hafta yine aynı... Bir sonraki hafta yine aynı... Daha sonraki hafta, çocuk annesinin yanına gideijve alışık olduğu gibi yine yedi altın ister. Annenin artık kıyıda köşede biriktirdiği altınlar bitmiştir ve oğlunun isteğini karşılayamaz. Çocuk telaşa kapılır. Haftalardır babasına söylediği yalan ortaya çıkmasın diye, çaresizce ve hemencecik iş aramaya koyulur. Bulduğu işler hiç de öyle yüksek ücretli değildir. En iyi işveren, haftada sadece bir altın verebileceğini söyler. Delikanlı, çaresiz kabul eder. Hafta tamamlandığında delikanlı kazandığı bir altını eve götürür. Babasına: - Babacığım artık haftada yedi altın değil, sadece bir altın kazanıyorum, der. - Olsun oğlum, Allah'a şükür, der baba ve yine kuyunun başına gitmek için ayağa kalktığı sırada, çocuk irkilir.
- Baba, yoksa yine mi kuyunun başına gideceğiz, diyerek şok geçirir. Baba, gayet sakince sorar: - Evet, oğlum, neden heyecanlandın ki birdenbire? Delikanlı şaşkın ve perişan bir halde: - Ama baba, sen, bir altın nasıl zor kazanılıyor biliyor musun? Ben bir hafta boyunca sabah akşam işe gittim, güç bela bir altın kazanabildim, senin bunu bir çırpıda dipsiz bir kuyuya atman doğru mu? Babası acı acı tebessüm eder. - Evet, oğlum doğru değil, der. Şimdi anlıyorum ki babana karşı gelmek pahasına, sahip çıktığın bu tek altının gerçek sahibi sensin. Acısını ve ıstırabını çekmeden, emek vermeden sahip olduğun diğer altınların sana ait olmadığı belliydi. Eğer onlar da sana ait olsaydı şu tek bir altını koruduğun gibi her hafta kuyuya atılan yedi altına da sahip çıkardın. Unutma ki insan, acısını ve ıstırabını çekerek kazandığı şeylere sahip çıkar. Tuvalet alışkanlığı, bir rahmet sürecidir Çocukların doğdukları andan itibaren bu dünyaya alışma sürecinde yaşadıkları her bir olayın bir hikmeti vardır. Çocukların gece ağlamaları, çarçabuk hastalanmaları, altlarını ha bire ıslatmaları... Buna benzer birçok olay, aslında anneye ıstırap veriyor gibi görünür. Oysa bütün bunlar, annelerin çocuklarına delice sahip çıkmalarının psikolojik zeminidir. (Örnekteki çocuğun emek vererek kazandığı altına sahip çıkması gibi.) Yani bu hadiselerde bir rahmet vardır. Bu yaşananlar birer rahmet sürecidir. Bir gün, çocuğunun tuvalet alışkanlığı ve benzeri sıkıntılı dönemlerini atlatmak için evine yatılı özel bakıcı tutmuş bir anne, "içimde garip bir sızı var, çocuğumun en zor günlerinde yanında değildim ve tuhaf bir pişmanlık içimi yakıyor" demişti... Her anne çocuğunun sıkıntılı anını paylaşmak ister. Bu yüzden çocukları ile girdikleri bu sıkıntılı dönemleri anneler, kendileri ve çocukları adına bir kazanç kabul etmeli ve bu dönemi en dengeli şekilde nasıl götürebilirimin hesabını yapmalıdırlar. Bu dönem, gerçekten anneler için gereksiz bir yük olsa idi Allah neden böylesi bir dönemi her anneye yaşatacaktı ki? Allah, eğer isteseydi her bir çocuk, iki yaşma geldiğinde, kafasına sanki sihirli sopa ile vurulmuşçasma birden altını ıslatmaz, hemen tuvalete koşardı. Her şey bir anda öğrenilirdi. Eğer anne ile çocuk arasında bu çile alışverişi bilinmez ise belki altı ay, belki de bir yıl sürecek olan tuvalet alışkanlığını kazandırma süreci, anne için cinnet nöbetleri halini alabilir. « Anne ile çocuk arasındaki İlahî yapıştırıcı Mademki Allah, her anne ile çocuk arasına bu ıstırabı İlahî bir yapıştırıcı olarak sürmektedir, o halde hem bu süreci aksatmadan hem de "Çocuğa zarar vermeden tuvalet alışkanlığı nasıl kazandırılır?" sorusuna cevap aramak gerekir. Bu süreçte şunları bilmekte fayda vardır. Tuvalet alışkanlığı, çocuğun mesane yollarının çocuk tarafından kontrol edilebildiği dönemde başlamalıdır. Bu dönem, her çocukta farklılık gösterse de ortalama olarak 2-3 yaşlarına denk gelmektedir. Çocuk her ne kadar iki yaştan itibaren mesane yollarını kendi iradesi ile kontrol altında tutabilme becerisine sahip olsa da bu beceriyi nasıl kullanacağını öğrenmesi gerekir. Bu itibarla bakıldığında, iki yaşma gelen her çocuk idrar yollarını kullanma becerisine haiz olsa da "psikolojik" olarak hazır değilse tuvalet alışkanlığının kazandırılması oldukça zordur. Tuvalet alışkanlığı psikolojiktir Tuvalet alışkanlığını kazanmak, her ne kadar fizyolojik bir olay gibi görünse de tamamen psikolojiktir. Çocuk, psikolojik olarak ne kadar rahat ve huzurlu ise bu süreç o kadar çabuk atlatılacaktır. Tuvalet alışkanlığı kazandırılmaya çalışılan çocuk ne kadar baskı altında tutulur, utandırılır, mahcup edilir ve bunaltılır ise bu süreç o kadar uzar. Pratikte neler yapılabilir?
1. Tuvalet alışkanlığı, önce büyük abdestten başlanılır, ardından gündüz küçük tuvalet alışkanlığı ve en son olarak da gece alışkanlığı kazandırılmaya çalışılır. 2. Tuvalet alışkanlığı kazandırılmak istenilen çocuğun altına artık hiçbir şartta bez bağlanmamalıdır. Çocuk bazen bezli bazen de bezsiz olursa yavaş yavaş kazandığı bu alışkanlığı çarçabuk kaybedebilir. 3. Çocuk, gündüz altını ıslattığında (hava soğuk değilse ve sosyal ortam müsaitse) birkaç dakika ıslak alt ile bırakılır. Bu süre çok uzatılmadan temiz bir iç çamaşır ile alt değiştirilir. 4. Çocuğun altı değiştirilirken ne psikolojik ne duygusal ne de fiziksel şiddet uygulanmamaya gayret sarf edilmelidir. Çocuk ilk defa karşılaştığı bu ıslak olma ve utanma hissini kendi iç dünyasındaki dinamikleri denge kurarak çözmeye çalışmalıdır. Bazen "offf bıktım ya" demek bile çocuğun oluşturmaya çalıştığı bu iç dinamikleri bozmaya yeter de artar bile. 5. İki yaşını geçmiş hiçbir çocuk altı ıslak olarak dolaşmaktan zaten hoşlanmaz. Sizin ayrıca bir şey söylemenize gerek kalmaz. Söyleyeceğiniz her bir ezici söz, süreci uzatacağı gibi çocuğunuzda farklı davranış bozukluklarının görülmesine de yol açabilir. O yüzden dikkatli olmalısınız! 6. Gece kazandırılacak tuvalet alışkanlığında, çocuk gündüz saatlerinde bol su ve sıvı içecekler içmeli, ancak yatmadan en az bir saat önce sıvı içecekler kesilmelidir. Susamaya neden olacak, yağlı, tuzlu ve tatlı yiyecekler yedirilmemelidir. 7. Gece kazandırılacak tuvalet alışkanlığında, çocuğun altını ıslattığı saatler, bir çizelge ile tespit edilmeli. O saatlere denk gelecek şeklide, çocuğun tuvalete götürülmesi gerekir. (Teheccüd namazı alışkanlığının kazanılması için de bulunmaz bir fırsattır!) 8. Çocuk, gece kaldırıldığında, tuvalet ihtiyacını giderirken uykulu olmamalı; önce uykusu ve bilinci açık hale getirilmeli. Daha sonra ihtiyacını gidermesi istenmelidir. 9. Çocuğuna tuvalet alışkanlığı kazandırmaya çalışan bir anne, bol bol yedek çarşaf ve nevresim ile temilz yedek iç çamaşırı bulundurmalıdır. 10. Gece tuvalete kaldırılacak çocuk, altını ıslatmış ise asla örselenerek veya hırpalanarak kaldırılmamalıdır. Uyku anında çocuğun örselenmesi ve hırpalanması, akıl sağlığı açısından tehlikelidir. 11. Uykusu ağır olan çocuklara gece tuvalet alışkanlığı kazandırılması zor olabilir. Böyle durumlarda, daha fazla gayret gerekebileceği normal kabul edilmelidir. 12. Erkek çocukları sünnet ettirildikten sonra daha kolay tuvalet alışkanlığı kazanırlar. 13. Uzun süreli uğraşlar neticesinde kazandırılamayan (özellikle) gündüz tuvalet alışkanlıklarında, psikolojik veya fizyolojik sorunlar olabileceği hatırlanmalıdır. Anne-Babaları Bekleyen Büyük Tehlike: "Evlatkoliklik" Anne ile çocuk arasında hamilelik döneminden itibaren oluşan duygu alışverişi, emzirme dönemiyle birlikte daha da güçlenir. Bu bağın eksikliği kadar fazlalığı da zararlıdır. Eğer kontrolden çıkarsa hem çocuğun hem de anne-babanm gerek dünya hayatını gerekse ahiret âlemini kâbusa çevirme riski taşımaktadır. Kontrolden çıkan bu bağa, bağımlılık diyoruz. Yani "evlatkoliklik". Aslında her anne-baba, potansiyel bir "çocuk bağımlı-sı"dır. Eğer vaktinde çözüm üretilmez, tedbirler alınmaz ise bu "potansiyel bağımlılık riski" harekete geçer; hem çocuğun hem de anne-babanın hayatını kâbusa çevirebilir. Doğrusu, genel olarak bizler, ebeveyn bağımlısı çocukları biliriz. Evlat bağımlısı anne-babalar dikkatimizi fazla çekmez. Acaba çocuklar mı annebabalarına karşı bağımlı olma riski taşırlar yoksa anne-babalar mı çocuklarına karşı? Han. Kozadan çıkmaya çalışan kelebeğin çırpınışlarına acıyan gisi daha risklidir? kelebek, yavru kelebeğinin bütün bir hayatının kararÇocukların anne-baba bağımlısı olma riski çşk daha azmasına sebep olabilir. Böyle bir kelebek, artık kendi hayatını dır, aslında. Çocuklarda var olduğu zannedilen "anne-baba devam ettirebilmesi için "başkalarına bağımlı" hale
gelecek-bağımlıhğı", bir "davranış sapması"dır. Bu davranış sapma.tir. Kendisini tehlikelerden koruyamayan bu kelebek, de-sı daha çok, "güçlüye teslim olma" ya da "güçlüye yapışma' vamh surette tehlike anını önceden haber veren veya sürekli şeklinde kendini göstermektedir. kendisine yiyecek getiren başka bir kelebeğe ihtiyaç duyaBağ,mhl,k mı, sosyal hayata hazırlanamama m,? cakbr. Böylece hayatını birine yapışarak bir asalak gibi sürHürmek zorunda kalacaktır. Çocukların, aile içindeki halleri, koza içindeki kelebeğe benzer. Bir kelebek için "koza yaşantısının her saniyesi çol "Kelebek ve koza" örneğinde olduğu gibi, anne kelebeğin önemlidir. Hatta kelebeklerin kozadan çıkışı bile çok özeldir yaptığı tarzda, "aşırı koruma hissi" ile çocuklarına sahip çı^ • • , , . . , it,, , kan anne-babalar, çocuklarına iyilik yaptıklarını zannettikleKoza içindeki hayatını tamamlayan kelebek, yumuşacık* '* , , i , , baŞ1 ile önce kozayı deler. O narin ve hassas vücudu ile ko-ri halde' zarar vermektedirler. Onların hayata hazırlanması-zada açtığı küçücük delikten dışarı çıkmaya çalışır. Ama buna izin vermeyerek sosyal hayatlarını başkalarına bağımlı çok da kolay olmaz. Çünkü delik küçük, kelebeğin vücuduhale getirmektedirler. Aşırı koruyucu aile içinde yetişen ço-ise büyüktür. Yavru kelebek, önce kafasını, sonra vücudunu ^lar, kozadan suni müdahale ile çıkartılan kelebek gibi, o incecik delikten dışarı çıkartmak için mücadele eder. Ren-sosval hayata atılmak için gerekli donanımı hazırlayama-gârenk ve hassas kanatları "ha yırtıldı, ha yırtılacak" korku- maktadırlar, su ile bir sağa, bir sola yalpa yaparak dışarı çıkmaya başlar. Çocuk, hata yaptıkça tecrübe kazanır Eğer anne kelebek olarak yavru kelebeğin bu kıvranışla- Çocuklar genel ahlak kurallarını çiğnemedikçe hata yap-rına üzülür ve "yavrum dışarı daha kolay çıksın" diye, deli- malarına göz yummak gerekir. Çünkü çocuklar hata yaptık-ği genişletirse kelebek bir ömür boyu uçamaz. Çünkü yavru ça tecrübe kazanırlar. Tecrübe, başarıya yürüyen bir insanın kelebek, o daracık delikten dışarı çıkmaya çalışırken koza en guçıu hafızasıdır. Çocuk pratikte bir şeyler yaptıkça yaiçinde, vücuduna bulaşmış olan bir sıvıyı da kanatlarından pabileceği şeyleri keşfeder. Eğer anne-baba, "Aman oğlum sıyırmaya çalışmaktadır. sen yapm3/ ben hallederim" diyorsa "Aman kızım, sen yaAnnenin kozadan zorlanarak çıktığım zannettiği yavru pamazsın..." diye çocuklarının pratik tecrübe kazanmaları-kelebek, aslında, kanatlarındaki sıvıdan kendini kurtararak na izin vermiyorlarsa bu tür çocuklar, hayatlarının geri kauçuşa hazırlanmaktadır. Yavru kelebek, kozadan çıkarken lan kısmını, birilerine muhtaç olarak geçirme temayülü içeri-kanatlarındaki sıvıyı, kozadaki o dar delik vasıtası ile sıyır- sine girebilirler, mamış ise hiçbir zaman uçamayacaktır. Aşırı korumacı ve "evlatkolik" bir aile içindeki çocuk, Her kanat çırpışında, ıslak kanatları ya birbirine yapışır kendini ve kendi kabiliyetlerini tanıyamaz, hata yapmaktan ya da kanatlarını ağırlıktan taşıyamaz. JC¦ y u \, u rv ı cı uıycoıımc L/uyı u uıı ı ııcıı ı aıııuıaı korkar, hata yapmadıkça ve risk almadıkça da atacağı her adımda, tereddüt ve kararsızlık içinde kalabilir. Davranışları bu yönde olan, sosyal hayata hazırlanama-mış çocuklar için "annebaba bağımlısı çocuk" demeyi tercih etmiyoruz. Çünkü bu haldeki bir çocuk, çocukluk döneminde anne-babasına bağlı olsa da yetişkinlik döneminde, okuldaki grup liderine, evlendiğinde de eşine bağımlı olma meyli taşır. Farklı kişilere olan yapışma ihtiyacı bir "davranış sapması"dır. Hâlbuki anne-babaların çocuklarına olan bağımlılığı, "sadece ve kesinlikle kendi çocukları içindir." Çocuklarının yerine başkasını kabul etmezler. Anne-babanın bağımlılığı tek bir noktada ve tek hedefte kilitlendiği halde, çocuklardaki bu durum, o an çevrede bulunan en yakın "güçlü" kişiye yönelebilmektedir. Bağımlı ebeveynin çocuğunu bekleyen birkaç tehlike 1. Bağımlı anne-baba, çocuğunun yapması gereken işleri kendisi yaptığı için çocuk, hayata yeterince hazırlanamaz.
2. Çocuk, aşırı sevgiden rahatsız olabilir ve bu hali suis-timal edebilir ve sevgisizlik anında boşluğa düşebilir. 3. Çocuk bağımlısı anne-baba, çocuklarını, kendi arzu ve isteklerine göre meslek seçmelerini ister, çocuklarının istek, imkân ve kabiliyetlerini dikkate almaz. 4. Çocuğunu evlendirse bile, eşi tarafından ihmal edildiği ve gerekli değerin verilmediği endişesini taşır, bağımlı anne-baba. Çocuğunun yeni hayatına da aşırı müdahil olur. 5. Bağımlı anne-babanın çocuğu, yetişkin bile olsa her an bir hata yapacağı endişesini üzerinden atamaz. Bu hal, hem anne-babayı hem de çocuğu gergin bir bekleyişe iter. Elbette sadece çocuklar olumsuz etkilenmez. Bağımlı anne-babanın hayatını da bekleyen birçok zorluk vardır. Mesela, bağımlı anne-baba, ölümle yaşanacak ayrılık gerçeğine hazır değildir. Böyle bir anda ağır zihnî travma geçirebilir. Bağımlı anne-baba, kendi huzur ve mutluluğunu çocuğuna endekslediği için mutluluk ve huzur duyulacak asıl kaynakları ihmal edebilir. Ayrıca böyle ebeveynin karşılaşacağı en büyük'risk, "manevî boşluğa düşme tehlikesi"dir. Anne-babalar ikaz ediliyor Mademki anne-babalar, böyle kaygan bir fay hattının üzerinde duruyorlar ve çocuklarına karşı "bağımlı olma" riski taşıyorlar, o halde, Allah (c.c.) kelamına kulak verelim. Bu konuda anne-babalar nasıl uyarılmışlar? Kur'an-ı Kerim'in, Teğâbun Suresinin 15. ayet-i kerimesinde, Allahu Teala, "Doğrusu mallarınız, evlatlarınız, sizin için sadece bir imtihandır..." buyurarak çocukların bir imtihan mevzuu olduğuna ve gerçekte hayatın asıl gayesi olmadığına dikkat çekmektedir. Aşırı evlat tutkusu, insanı birçok değerden alıkoyabilir. Hatta çocuklara olan aşırı düşkünlük "gayretullah"a da dokunabilir. Bu manevî tehlikeye "muhabbetin dozunu ayarla-yamamak" denilebilir. "Bağımlılık" kaos, "bağlılık" huzur doğurur Madem her bir anne-baba, potansiyel bir "çocuk bağımlısı" dır, o halde, insanların hayatını altüst edebilecek bu risk, kontrol altına alınmalıdır. Kontrol altına alınmış olan ebe-veyn-çocuk ilişkisine, "bağlılık" diyoruz ki sağlıklı bir anne-babanın çocuğu ile ilişkisi, bağlılık durumundadır. Bağlılığın azalması ile "ilgisiz anne-baba", bağlılığın çoğalması ile de "bağımlı annebaba" oluşur. Anne-babaların çocuklarına karşı bağımlı olma riski taşıyor olmalarına rağmen çocuklar anne-babalarına aynı riski taşımamaktadır. Çocuklarda var olduğu düşünülen "bağımlılık" hali, asıl itibariyle bir "davranış sapması"dır. O yüzden bu durum, çocukların hayata hazırlanmasındaki "kırılmalar" olarak değerlendirilmelidir. Çocuk Eğitimi mi, Çocuk Terbiyesi mi? Katıldığım birçok toplantıda anneler, "Çocuklarımızı en iyi şekilde nasıl eğitebiliriz?" tarzında sorular yöneltiyor veya "çocuk eğitimi" ile ilgili kitap tavsiyeleri istiyorlar. Hâlbuki anneler "çocuk eğitimi" diye kurdukları cümlelerde, çoğu zaman "çocuk terbiyesi"ni kast etmektedirler. Çünkü anneler çocuklarını en güzel ahlaka sahip olarak yetiştirmek için çaba sarf ederler. En güzel ahlaka doğru giden sürece verilen isim de çocuk eğitimi değil, çocuk terbiyesi-dir. İyi eğitilmiş çocuk, iyi terbiye edilmiş çocuk mudur? Bir baba, yaşadığı olumsuz tecrübelerden yola çıkarak çocuğunun eğitimi üzerinde ısrarla durmaktadır. Çocuğunu, çok erken yaşlardan itibaren dikkatli ve özenle eğitmektedir. Bunda da başarılıdır. Bu çocuğu görenler, hayretlerini gizle_JO ¦ ^uluk. ıcıuıyciiııuc L/uyıu uıııııcıı i dllllMdr yemezler. Öyle ki çocuk, kısa bir tramvay yolculuğu esnasında, hiç kimseye fark ettirmeden, onlarca kişinin cüzdanını çalabilmektedir. Hatta çaldığı cüzdanların içindeki paralan aldıktan sonra cüzdanları yine kimseye hissettirmeden, aynı ceplere koyabilmektedir. Babası, oğlunun bu başarısı ile gurur duymaktadır. Çünkü kendisi, geçmişte, kapkaççılık konusunda ciddi bir eğitim almadığı için birçok defa polislere
yakalanmıştır. Can sıkıcı karakol olaylarını çocuğunun da yaşamaması için onu, en iyi şekilde eğitmiştir. Şimdi soracak olursak: Bu çocuk, iyi eğitilmiş bir çocuk mudur? Cevap, "Evet, bu çocuk, çok iyi eğitilmiş bir çocuktur" olacaktır. Yani eğitimde başarı yakalanmıştır! Peki, bu çocuk, "İyi terbiye edilmiş bir çocuk mudur?" Cevap, "Hayır, bu çocuk, iyi terbiye edilmiş bir çocuk değildir." "Çocuk eğitimi" ile "çocuk terbiyesi" arasındaki fark nedir? Kelime anlamı olarak baktığımızda, belli bir konuda bilgi, beceri ve tecrübe kazandırmaya, "eğitim" diyoruz. İyi eğitilmiş çocuk da belli bir konuda, bilgi, beceri ve tecrübe kazandırılmış çocuk demektir. Yani kapkaççılık konusunda çok iyi bilgi ve beceri kazanmış usta bir çocuk, iyi kapkaççılık eğitimi almış çocuktur. Kötü eğitilmiş çocuk ise eğitilmesi düşünülen konuda, eğitici tarafından, yetersiz bırakılmış çocuktur. Bu noktada altını özellikle çizmek istiyorum ki iyi eğitim, "eğitimin iyi" olduğuna vurgu yapmaktadır, eğitimin içeriği ve konusunun iyi olduğuna değil. Bu açıdan baktığımızda, kötü eğitim ^1/v.ur ı cı uıyeaı uue uuyru Diıınen Yanlışlar ¦ b/ ise "eğitimdeki başarısızlığa" vurgu yapar, eğitilen kişinin kötü olduğuna değil. 0 halde "çocuk terbiyesi" nedir? Terbiyenin kelime anlamı, çocuğun "ruhen" ve "cismen" yükselmesi, olgunlaşması, kemale ermesidir. Örnekteki iyi bir kapkaç eğitimi almış çocuğu, iyi terbiye almış olarak kabul edemeyeceğimiz çok açıktır. Çocuk, yankesicilikle "cismen" olgunlaşmış olsa da "ruhen" cüce kalmıştır. Bununla birlikte çocuk eğitimi ve çocuk terbiyesindeki önemli farklardan biri de "hedeftir. Çocuk "eğitimi"nde varılacak en son hedef önemlidir. Çünkü başlangıçta tayin edilmiş olan hedefe çocuğun ulaştırılmış olmasına, "eğitimde başarı" diyoruz. Örneğimizde, baba, çocuğunu "usta bir kapkaççı" olarak yetiştirmeyi hedef olarak seçmiştir. İyi ve disiplinli bir eğitim süreci ile çocuğunu da o hedefe ulaştırmıştır. Bu itibarla, bu eğitimde başarı yakalanmıştır diyebiliriz. Çocuk "terbiyesi"nde ise hedeften önce, başlangıç noktası önemlidir. Bunu "referans nokta"sı olarak isimlendiriyoruz. Çocuk terbiyesindeki referans noktaları olarak normlar (evrensel kabul görmüş değerler, örf-adet, kültür, din) alınıyorsa artık buna çocuk eğitimi değil, "çocuk terbiyesi" diyoruz. Örneğe yeniden dönecek olursak yankesici baba, "Ben çocuğumu iyi bir kapkaççı olarak terbiye etmek istiyorum" dediğinde, karşısına, "normlar" çıkacak ve babanın kendi çocuğunu kapkaççı olarak eğitmesine izin vermeyecektir. Eğer baba, çocuğunu ısrarla kapkaççı yapmak isterse o takdirde bu çocuğu -norm dışı hareket eden anlamına gelen- "anormal davranışlı" diye adlandıracağız. JO ¦ LULU1\ ICIUiyCOlMUC l^uylU UIIIIICII I dil I I Ş I Ü l Yani bir çocuğun, eğitimde başarı sağlayamamış olması, asla o çocuğun anormal olduğu anlamına gelmez. Yahut eğitimde başarı sağladığı halde din, kültür, ahlak ve norm dışı davranışlar sergileyen kişiye de normal biri diyemeyiz. O halde biz çocuklarımızı iyi bir terbiye ile eğitmeliyiz! Çocuk Tanınmadan, "Çocuk Terbiyesi" Olmaz Hiçbir çocuk bir diğeri ile aynı değildir. Nasıl ki gökyüzünden dökülen milyarlarca kar tanesi birbirine benzediği halde, hiçbiri birbirinin aynı değilse her bir çocuk da bir diğerinden farklıdır. Hepsi ayrı karaktere sahiptir. Bu, kardeş bile olsa... Eğer çocukların bu farklılıkları göz önüne alınmadan, karakterleri tanınmadan çocuk terbiyesine soyunulur ise şahin karakterli bir çocuk, bir süre sonra korkak bir kargaya dönüşme riski taşır. Nasıl mı? Şahin'in korkak bir kargaya dönüşme hikâyesi Yaralı şahin kuşu, bir yaşlı kadının bahçesine kondu. Yaşlı kadın perişan görünümlü şahine acıdı, merhamet etti ve yanına aldı.
w v yuvui's. ihiuı/vjiKuı, \j \j y ı u uıııııcıı I alilindi Aç şahinin Önüne çocukları için hazırladığı hamur bulamacını koydu. Şahinin birden önüne konan tasa gagasını daldırmasıyla başını sallayarak geri çekmesi bir oldu. Çünkü şahin et yerdi; bu yüzden de hamur bulamacını yiyemedi. Yaşlı kadın, şahinin bu halini görünce üzüldü; "Vah!" dedi. "Gagan uzamış, kıvrım kıvrım olmuş. Yumuşacık bir hamur bulamacını bile yiyemez olmuşsun. Senin önceki sahibin hiç mi Allah'tan korkmazdı ki şu gaganı düzeltmemiş" dedi ve eline aldığı kör makas ile şahinin gagasını kesmeye çalıştı. Şahin, yaşlı kadının elinden kurtulmak için çırpınsa da nafile, kaçamadı. Sonunda yaşlı kadın şahinin gagasını kesti. Şahin çırpmırken yaşlı kadın, şahinin kanatlarım gördü. "Vah" dedi. "Senin eski sahibin sana hiç bakmamış, şu kanatların ne hale gelmiş? Kimi uzun kimi kısa kalmış..." Bu düşünceyle eline makası alarak şahinin güzelim kanatlarını düzeltmeye başladı. Şahin acı ile kıvrandı, çırpındı... Çaresizce pençelerini kadının koluna attı ve tırnaklarını kadının koluna geçirdi. Yaşlı kadın şahinin kanatlarını -güya- düzeltirken koluna batan tırnakları gördü. "Vah, vah! Önceki sahibin ne kadar merhametsizmiş. Bir kere bile tırnaklarını kesmemiş. Tırnakların ne de çirkin olmuş" dedi ve elindeki makas ile şahinin avlanırken kullandığı pençelerini söktü attı. Cahil, yaşlı kadının elinde rezil olan şahinin gözleri doldu. Yaşlı kadın, şahinin bu halini görünce hiddetlendi: "Kimseye iyilik yaramıyor ki... Ben iyilik yapıyorum, kuş ağlıyor" dedi ve elindeki kuşu, "Git hadi bildiğin yere" diyerek kaldırdı, havaya attı. Şahin çırpındı uçmak için; ama kanatları kesilmişti bir kere, uçamadı. Acı ile yere inmek istedi, tırnakları sökülmüştü y w v. u r\ iLlliljCJIIIUC U U y [ U L> I I I I I C I I T Ü IH I Ş I d T ¦ Ol yere de konamadı. Kendini yan üzeri bir kulübeciğin arkasına attı. Koca koca avları, gökyüzünde süzüle süzüle avlayan cesur şahin kuşu, cahil kadının elinde korkak bir kargaya dönüşmüştü... İşte birçok anne baba da -bu bilgisiz kadın gibi- çocuklarını yeterince tanıyamadıkları için ellerindeki "şahin" bakışlı çocukları, kargaya çeviriyorlar ve bunu fark etmiyorlar. Hâlbuki çocuk terbiyesinin birinci ve en önemli maddesi çocuğu tanımaktır. Çocuğunuzu yeniden keşfedin Albert Einstein'ı bilirsiniz. Hani dünyanın en zeki adamı olarak kabul edilen ünlü Alman fizikçi... Albert Einstein, çocukluk yıllarında ne öğretmenleri ne de ailesi tarafından yeterince keşfedilememişti. Öğretmeni Einstein'ı her defasında babasına şikâyet ediyor, "Çocuğunuz öğrenim zorluğu çekiyor, bu da diğer çocuklara öğreteceğim konuların hızını kesiyor" diyordu. Einstein'ın babası artık okulun bu baskılarından bunaldığı için oğlunu okuldan aldı ve "hiç olmazsa bir mesleği olsun" diyerek meslek okuluna kayıt ettirdi. 12 yaşına kadar oğlunun eğitim problemleriyle boğuşan baba, çocuğunun dünyanın en zeki insanı olduğunu fark edemedi. Anlasaydı şayet, her sinirlendiğinde, "Senin kadar aptal bir çocuk daha dünyaya gelmemiştir" diye bağırıp çağır-mazdı herhalde. Einstein okulda başarısızdı; çünkü öğretmenin öğretmeye çalıştığı konular onun ilgisini çekmiyordu... O dönemde ta2 Mevlana Hazretleri'nin Mesnevi eserinde yer alan doğan kuşu hikâyesinden esinlenilmiştir. 0£ ¦ ^ULUK I eruıytilMUC uuyru uımıcıı i d ı ıı ı i ı d. r rım toplumu olan Almanya'da, "İnek nasıl sağılır? Toprak nasıl gübrelenir? Ağaç nasıl budanır?" konulan çocuklara öğretiliyordu. Einstein için bunlar anlamsız şeylerdi. O yüzden dikkatini veremiyordu bir türlü anlatılan derslere... O, kâinattaki ince dengenin nasıl kurulduğunu, maddenin ötesindeki mananın nasıl şekillendiğini merak ediyordu.
Yıllar sonra Einstein'in farklılığı anlaşılınca bilim dünyası, onun her konuşmasını nefesini kesip dinlemeye başlamıştı. Ne yazık ki her çocuk, Einstein kadar şanslı değil... Derslerinde başarısız olan binlerce çocuğun, bir ömür boyu karga muamelesi yapılarak tırnakları, gagası, kanatları yolunarak şahini şahin yapan tüm özellikleri kopartılıyor da kimsecikler çok defa fark etmiyor bile. Sadece Einstein değildir; aynı kaderi yaşayan. Daha kimler var... Mesela Van Gogh. Dünyaca ünlü ressam Van Gogh'un tabloları bugün paha biçilemeyecek kadar değerli olduğu halde, yaşadığı dönemde kimsecikler dönüp onun yaptığı resimlere bakmıyordu bile. Hatta eşi ona bir gün, "Bırak şu gereksiz işleri de git adam gibi bir işte çalış, evinin ihtiyacını karşıla, evde yemek yapacak bir şeyimiz kalmadı" dediğinde, öyle sinirlenmişti ki atölyesinde bulunan onlarca tabloyu o gün sokak ortasında bir parça ekmek karşılığında satmıştı. Dün bir ekmek karşılığında satılan o tablolar, bugün kimin elinde ise o kişi dev bir hazinenin sahibi durumunda... Çocuğu tanımada, "başarı" mı "başarısızlık" mı ölçü olmalı? Çocuğunun eğitimi konusunda tavsiyeler isteyen bir anne: - Kızım Tarih ve İngilizcede çok zayıf. İstemeye istemeye özel derse gönderiyorum. Bu da onu çok yoruyor. Onu moi^ocuk leroıyesınae uogru bilinen Yanlışlar ¦ 63 tive edebilmem için ne tavsiyelerde bulunursunuz, diye sormuştu... Bense bu kız çocuğunun hangi derslerde iyi olduğunu merak etmiş ve sormuştum. Anne: - Matematikte çok başarılıdır kızım, demişti. - Peki, neden kızınızı matematikte özel derse yazdırmıyorsunuz, diye sorduğumda ise anne, omuz silkerek: - Gerek görmüyoruz, çünkü kızım çocukluğundan beri matematik dersinden hep on üzerinden on alır, demişti... Şaşırmıştım annenin "Gerek görmüyoruz" deyişine... Çünkü bu anne, kızının başarısız olduğu derslere verdiği önemi, başarılı olduğu derse göstermiyordu. Hâlbuki bu çocuğun kabiliyeti, matematik sahasında ayan beyan ortaya çıkmıştı. Anne kızının bu başarısını "Gerek yok" diye geçiştiriyordu... Hem kendinize hem de etrafınızdaki ebeveynlere bakın, aynı örnekteki bu anne gibi davrandığınızı fark edersiniz. Genelde çocukların başarısız oldukları alanlarda daha fazla yardıma ihtiyaç duydukları düşünülür ve bu sahalar takviye edilir. Oysa asıl önemli olan çocuğun başarılı olduğu alanlarda destek görmesidir. Ne yazık ki günümüz eğitim sistemi, her şeyden bir şey öğretmeye yönelik olduğu için bir şeyden her şeyi bilmeye yönelik kabiliyet taşıyan çocuklar arada kaybolup gitmekte-ler. Hâlbuki anne babalar, çocuklarının başarısızlığına dikkat çektiği ve özen gösterdiği kadar (ve hatta daha da fazla) çocuklarının başarılı oldukları sahalara da eğilmeli, onların meyillerini takip etmeli, o konularda yollarını açmalı, destek vermeliler... Çocuğu en iyi tanıyan, annedir Hiçbir kişi, bir çocuğun kabiliyetini keşfetme konusunda anne-baba kadar bilgiye sahip olamaz. Özellikle anneler, çocuklarının doğduğu ilk günden son güne kadar hangi kabiliyetlerinin olduğunu anlayabilecek özel donanıma sahiptirler. Yeter ki bu donanımı "empati" kanallarını tıkamadan kullanabilsinler. Tabii ki her anne-baba iyi niyetlidir ve çocuklarının geleceğini en iyi biçimde şekillenmesini ister. Ancak iyi niyet, her zaman iyi netice vermez. Yaşlı kadın da iyi niyetliydi, bahçesine konan şahinin kanatlarını, pençesini iyi niyetle kesmişti; lakin o güzelim şahin, iyi niyetli; fakat bilgisiz yaşlı kadının elinde rezil olmaktan kendini kurtaramadı. O halde bir ebeveyn olarak yapılacak ilk şey, daha anne karnındayken çocuğun psikolojisini yakından takip etmek ve doğduğu andan itibaren onu tanımaya gayret sarf etmektir. / Akıllı Uslu Çocuk, Terbiyeli Çocuk mudur? 38 yaşında, üç çocuk annesi olan Nisa Hanım, çok önemli bir soru sormuştu:
"Çocuklarımızı yetiştirme konusunda eşim ve ben çok hassas davranmaya çalıştık; ama 16 yaşındaki büyük kızımın bana söylediği bir söz vicdanımı sızlaüyor. Kızım bana, 'Sizin yüzünüzden, ben hiç çocukluğumu yaşamadım' deyince şok oldum. Hâlbuki kızım çok sakin bir çocukluk geçirmişti. Ne beni ne de babasını üzecek bir şey yapmadı bu yaşa kadar. Kızımın, yıllar sonra mutlu geçen çocukluğu için böyle söylemesine anlam veremiyorum. Ben nerede hata yaptım?" Bu soru, aslında, bizim çocuk terbiyesinde ne kadar yanlış yollarda gezdiğimizin de bir işaretidir. Çünkü ne yazık ki bizim çocuk terbiyesinden anladığımız şey, akıllı uslu çocuk yetiştirmek. Hâlbuki "akıllı, uslu" diye tarif ettiğimiz çocukların normal çocuk olmama ihtimali oldukça yüksektir. Lakin biz, anne babalar çoğu zaman bunu fark etmeyiz; tıpkı Nisa Hanım ve eşinde olduğu gibi. Size bir sır vermek istiyorum ve lütfen bu sırrımı herkesle paylaşın! Çünkü anne babalar bu sırrı bilmedikleri için çocuk terbiyesinde ciddi yanlışlara düşüyorlar ve yıllar sonra çocukları tarafından yüzlerine vuruluncaya kadar da bu yanlışı fark etmiyorlar. Lütfen oturup kalktığınız ve tanıdığınız tüm anne-babalara söyleyin ki akıllı uslu zannettiğimiz çocukların; aslında yanlış terbiye edilmiş olma ihtimalleri çok yüksektir. Neden? Çünkü akıllı uslu çocuk yoktur. Çocuk, delidir... Ne kural bilir ne de kaide... Henüz dünyaya gelmiş bir çocuktan hangi kural ve kaideye uymasını bekleyeceksiniz ki!.. Çocuk bu. Koşacak, coşacak, düşecek; bazen cam kıracak bazen de kalp... Eğer bir çocuk bunları yapmıyor; sanki büyük bir adam gibi, evin bir köşesinde akıllı uslu oturuyorsa muhtemelen o çocuk ya velidir ya da üzerinde yoğun duygusal veya psikolojik baskı vardır. Tıpkı Nisa Hanım'ın sorduğu sorunun satır arasında gizli olan gerçek gibi. Nisa Hanım ne demişti? "Kızım, bugüne kadar, ne beni ne de babasını üzecek bir şey yapmadı!" Nisa Hanım'a şöyle bir soru yöneltmiştim: "Kızınız, neden sizi üzecek bir şey yapmadı yahut yapamadı? Sakın kızınız, sizin sevginizi kaybetmekten korktuğu için, sizi üzmemek için, çocukluğunun deli dolu yanlarını yaşamaktan vazgeçmiş olmasın? Siz farkına varmadan kızınıza 'Eğer yanlış yaparsan üzülürüm' duygusal baskısını hissettirmiş olmayasmız ve kızınız da sizin sevginizi kaybetmemek için 'akıllı uslu olmalıyım' sahte kimliğine bürünmüş olmasın?" Ne yazık ki birçok anne baba, akıllı uslu çocuk hayali kurarken kızlarının/oğullarının üzerinde yoğun bir duygusal baskı oluşturduklarını farkına bile varmazlar. Hâlbuki anne babanın aslî görevi, çocuklarına baskı yaparak karakter değişikliğine zorlamak değil, aksine daha bebeklikten itibaren çocuklarını iyice tanıyarak onların kabiliyetlerini ve zayıf yanlarını keşfetmektir. Keşfettikleri kabiliyet ve zaafları hesaba katarak onların hem ahlakî hem de zihinsel gelişimlerinin önünü açmaktır. Eğer bu söylediklerim size birazcık tanıdık geliyorsa işte hata yaptığınız yer de orasıdır. Peki, Nisa Hanım ve onunla aynı kaderi paylaşan aileler böyle bir durumda neler yapabilir? Nisa Hanım'a ve onun nezdindeki bütün ailelere sesleniyorum: Aslında yapacağınız çok da bir şey yok. Zaman geriye dönmüyor. Size tavsiyem, çocuğunuzla oturup çok açık yüreklilikle konuşun. "Kızım/oğlum seni öyle seviyorduk, öyle seviyorduk ki bir şeyler yanlış gidecek, diye, senin çocukluğunu yaşamana bile fırsat vermedik. Belki de çocuk yetiştirmekte çok bilinçli değildik. Keşke bize hakkını helal etsen" deyin. Çekinmeyin, deyin. Göreceksiniz bu sözünüz, kızınızın/oğlunuzun boğazm-daki düğümlenmiş kördüğümü çözen sihirli söz olacakür ve sizin bu samimi itirafınız, onun gözünde büyük değer kazanmanızı sağlayacaktır. Bu cevaptan da anlaşılacağı üzere, anne babanın çocuk terbiyesinde aslî görevi, çocuğunun fıtratını değiştirmek ve onu akıllı uslu, sessiz sakin bir çocuk
yapmak için mücadele etmek değil, aksine çocuğunun özelliklerini keşfedip o özelliklerine göre onu yetiştirmek ve onun kendisi gibi olma yolunu açmaktır. Hani derler ya, "Karga, serçenin yürüyüşünü taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü şaşırmış" diye. İşte anne babalar, çocuklarının yaradılıştan sahip oldukları fıtratı çok iyi tespit etmeli ve o fıtrata uygun, yol açıcı yardımcı olucu bir eğitim/terbiye metodu geliştirmelidirler. Terbiyedeki asıl maksat, koltuğun bir köşesine oturmuş, büyük adamlar gibi sessiz sedasız bekleyen çocuk yetiştirmek değil, aksine çocuğun kendi ruhu ile özgürce; ama belirli kurallar dâhilinde kendini sergilemesine yardımcı olmaktır. Çocuk Terbiyesi İçin Mükemmel Fırsat: Ramazan Hangi yetişkine sorarsak soralım, çocukluğun en güzel anılarının gizli sandukasından bayram kıyafetleri ve Ramazan telaşı çıkar. Dün bizim için "Ah, o eski Ramazanlar!" olan hatıralar, yarın kendi çocuklarımızın da ağzından duyacağımız ifadelere dönüşecektir. Ramazan hatıralarını özel kılan şey, eski Ramazanların güzelliğinden daha çok, çocukların "saf" ve "temiz" duygularla o günleri yaşamasıdır. Bir anne baba olarak bize düşen şey, bugün yanı başımızda bizden habersiz kendi dünyası içinde Ramazan yaşayan çocuklara öyle Ramazan hatıraları yaşatmak olmalıdır ki, çocuk, yıllar sonra kendi Ramazan hatıralarını anlatırken anne ve babasını muhabbet ve dua ile yâd etsin. O saf ve tertemiz kalbi ile sizin yanınızda gördüğü her şeyi, hiçbir süzgeçten geçirmeden zihninin en silinmez noktalarına nakşetsin. Çünkü Ramazan, çocuk terbiyesi açısından bulunmaz bir fırsattır. Hem anne baba hem de çocuk için... Çocuktan terbiye olmak Eğer anne baba, çocuklarının Ramazanını dolu dolu geçirmek için gayret sarf etmek üzere bir Ramazan hazırlığına girerse, aslında farkında olmadan kendi Ramazan günlerini de dolu dolu geçirecektir. İşte biz buna "çocuktan terbiye olmak" diyoruz. Hani kendisinden sigara içmemesini isteyen ancak kendisi sigara içen anne babaya çocuğun "O halde sen neden sigara içiyorsun?" yanıtından sonra kendine çekidüzen veren ve dürüst bir anne baba olmak için "çocuğumdan istemediğim şeyi kendim yapmamalıyım" diyerek sigarayı bırakan birçok anne babaları bilirsiniz. İşte çocuktan terbiye olmak! Ramazanı çocuğuna dolu dolu yaşatma sevdasına kapılan anne babaların farkında olmadan kendilerinin de dolu dolu Ramazan yaşaması... Ramazana bu itibarla bakıldığında, Ramazanda çocuk terbiyesi konusunda nelere dikkat edeceğimizle ilgili birkaç ipucu vermeye çalışacağız: İftar davetleri ve çocuk terbiyesi Birçok bilinçli ailenin pedagog ve psikologlara en özel sorusu "Çocuğumun sosyalleşmesi için ne yapmahyım?"dır. Şahsen bu konuda yüzlerce soru ile karşılaştım ve bu soruların onlarcasma tavsiyem, (Ramazan ayma denk geldiği için) "Evinizde bol bol iftar daveti verin"dir. Evet, iftarın kendine has bir sevabı ve dinî anlamı olsa da pedagojik açıdan baktığımızda karşımıza mükemmel bir sahne çıkar. Ezik, içe kapanık, utangaç birçok çocuk iftar davetlerinin kendine has sosyal atmosferi içinde kendine gelebilir ve Ramazan öncesi hallerinden eser kalmayabilir. Nasıl mı? Bilinçli bir ailenin iftar hazırlık saatleri bir yardımlaşma ve telaş içinde geçmelidir. İftar sofrası hazırlamak sadece annenin vazifesi olmamalıdır. Mutfak sadece annenin sırtına bir kambur gibi yüklenmemeli, aksine bir yandan salataların hazırlanışı, bir yandan Ramazan hoşaflarının kâselere konusuyla aile içinde herkesin bir şeyler paylaştığı dakikalar olmalıdır. İşte bu gibi ortamlarda evdeki çocuklara da mutlaka vazife verilmelidir. Örneğin evin genç kızının iftar sofrasının nasıl hazırlandığını, geminin ikinci kaptanı gibi, devamlı gemi kaptanı olan annesini izlemesine fırsat verilmelidir. Evin genç delikanlısına kendi yaşı itibarı ile bazen bir ekmek sepetini masaya koyması için yardımcı olması ricasında bulunulduğu gibi, yaşı ileri ise, ona enfes bir "cacık" yapma imkânı sunulmalıdır. Ailece yaşanan bu telaş, yıllar sonra sizin bir anne baba olarak çocuklarınız tarafından dua ile anıldığınız hatıralar olarak anlatılacaktır. Teravih namazları ve çocuk terbiyesi
Sadece iftar davetleri değil, teravih namazları da bir çocuğun terbiyesi açısından bulunmaz fırsattır. Çocukluk yıllarımı hatırlıyorum. Ramazan yaz aylarına denk gelmişti. İftar yemekleri yenildiğinde, hafif hafif evin içinde bir kıpırdanma başlardı. Abdestler alınır; sanki ailece akşam yürüyüşüne çıkılır gibi, güle oynaya teravih namazının yolu tutulurdu. Sokağa çıktığımızda sokaklar dolu olurdu. Onca insan birbiriyle sohbet eder ve yavaşça dere yatağına akan bir su gibi, herkesin yolu mahallemizin camisine doğru yönelirdi. Yolda giderken karşımıza çıkan falanca ile selamlaşılır, cami avlusunda soluklanan filanca ile hasbıhal edilir ve tüm bunların şahidi de çocuklar olurdu. Teravih namazlarına ait unutamayacağım en önemli şey -vefat etti ise Allah rahmet etsin- mahallemizdeki caminin gür sesli imamının heyecan dolu sohbetleriydi. Biz çocuklar olarak ezan okunmasına birkaç dakika kala içeri girerdik; ama cami imamının o gür sesi öteki mahalleden duyulacak kadar güçlü idi. İtiraf etmeliyim ki imama saygının ne demek olduğunu işte bu teravih namazlarında öğrendim. Gecenin o saatinde, yüzlerce kişiye bıkmadan, usanmadan Allah ve din anlatan bir insan, nasıl olur da çocuğun gözünde saygın olmazdı ki? "Çocuğuma cami ve hoca sevdiremiyo-rum" diyen anne babaların kulakları çınlasın. Bunun da ötesinde, o yıllara ait unutamayacağım başka bir hatıram ise teravihte cami gezmeleri idi. Bugün bu camide teravih kılar, ertesi gün başka bir camide teravih kılmak için yola koyulurduk. Her gittiğimiz caminin avlusunda, şadırvanında ya yeni birileri ile tanışır ya da -kim bilir- okul arkadaşlarımızla karşılaşırdık... Hayat olabildiğince sosyal ve doğaldı. Şimdilerde teravih namazlarına gitmeyen -veya gidemeyen- anne babalar gözüme çarptıkça -dinî boyut bir yana-çocuk terbiyesinde neleri kaybettikleri hayalime geliyor ve içimde tuhaf bir sızı hissediyorum. Onlarca insan dışarıda oluk oluk sosyal hayaün unsurlarını doyasıya yaşarken mahallenin hemen kenar evinde bulunan başka bir çocuğun, bilmem kaç metre kare evin içine hapsedilmiş ve dışarıdaki sosyal hayat ile irtibatı kesilmiş olduğunu düşündükçe bunu kabullenmekte zorlanıyorum. Anne babalar böylesi bir fırsatı neden heba ediyor ve sonra da yanımıza gelip "Çocuğunun içe kapanık ve asosyal" olduğundan şikâyette bulunuyor? Teravih namazları ve teravihte cami ziyaretleri çocukların sosyal hayata güçlü girmesi adına bir fırsattır. Belki Rama^ u ı, u ı\ ı cı uıycjımjc L/uyı u uı ı ıııcıı ı anıl jiai ¦ l J zanm kendine has bir yorgunluğu olsa da çocuk terbiyesine soyunmuş bir anne baba bu zahmete katlanmak zorundadır. Bu zorunluluğu yerine getirirken aslında kendisi de kârlı çıkacaktır ve "çocuktan terbiye olma" kazancı ile de Ramazan teravihlerini camilerde kılmanın sevabı da alınmış olacaktır. Sahur ve çocuk terbiyesi Bana bir yetişkin gösterir misiniz acaba, anne babası sahura kalkmış olsun da kendisi sahura kalkma heyecanı duymamış olsun? Yaşamın o masum yıllarında, gecenin yarısında sahura kalkan anne ve babasının yanında olmak istemeyen çocuk yoktur. İşte anne ve babalar sahura kalkma konusuna bir de bu açıdan bakmalıdır. Sahuru bir yük, bir zahmet olarak değil, aile içindeki bağların daha da güçlendiği dakikalar olarak kullanmak gerek. "Sahur, aile bağlarını neden güçlü kılar?" diye soracak olursanız hemen söyleyelim: Sabah namazları ve gece sahura kalkmalar "gizli" ibadet kapsamındadır. Gecenin o örtücü ve gizleyici maviliği arasında birçok kişi uykusunda iken sessizce kalkmak... O sırada uyku uyuyan herkese inat uyanmak... Gecenin o saatini anne ve baba ile değerlendirmek... Daha sonra da kıvrılıp yatağa yeniden girmek... Bütün bunlar bir çocuk açısından müthiş bir gizemdir. Çocuklar ise gizemi severler. Gizemli dakikalar kiminle yaşandı ise o kişiler de özeldir. Gecenin bir vaktinde anne babası ile uyanmış, sahur için bir şeyler yapılmış ve ardından namazlar kılınmış ve kimsecikler görmeden yeniden herkes tekrar yerine geçmiş... Böylesi bir duygu, çocuk ile aile arasında "sır" paylaşımını doğurduğundan dolayı aile ile çocuk arasındaki bağlar güçlendirir.
Sadece çocuklar için değil, özel dakikaların paylaşıldığı herkes birbirine göre "özel kişi" olur. Düşünün lütfen nice insanlar vardır ki paylaştıkları "sır" ve "özel dünyalar" nedeni ile birbirleriyle can ciğerdirler. Çünkü "sır", dostluğu pekiştirir. Belki sırf bu yüzdendir ki Müslümanlar kendilerine "hayırhah"lar seçer ve dostluklarını daha da perçinlerler. Hayırhahlar ile kimseyle paylaşılmayan sırlar ve gizem dolu anılar paylaşılır. Eğer anne babalar, çocukları ile dostluklarını daha da perçinlemek istiyorlarsa onları gece sahura kaldırmayı ve sabah namazına onları da şahit etmeyi ihmal etmemelidirler. Mukabele ve çocuk terbiyesi Ramazanın çocuk terbiyesindeki yerini saymakla bitiremeyiz. Bunlardan bir tanesi de Ramazan aylarında okunan mukabelelerdir. Mukabele, Kur'an okuyan birinin etrafında bulunanlar tarafından, okunan Kur'an'ı kendi kitaplarından takip etmeleridir. Bu metot çocukların Kur'an öğrenmeleri teşvik açısından önemlidir. Ancak bizim burada dikkatleri çekmek istediğimiz başka bir nokta daha var ki, o da, çocuklar Kur'an mukabeleleri sırasında "kitap okuma alışkanlığı" edinirler. Birçok anne babanın şikâyet ettiği "Çocuğum kitap okumayı sevmiyor" sorusunun cevabı, işte bu bir ay devam edecek olan mukabele sürecinde rahatlıkla çözülebilir. Çünkü kitap okuma alışkanlığına tesir eden en önemli faktör olan, "Zaman planlaması, kitap okuma atmosferinin oluşturulması ve okuma sürecinin başkaları tarafından da desteklenmesi" mukabeleler esnasında otomatik olarak oluşmaktadır. Çünkü mukabeleler birkaç kişi ile birlikte yapıldığı için mecburî bir "zaman planlaması" vardır. Mukabeleye katılacak kişiler aynı saatte bir araya gelirler. Aynı saatte okumaya başlarlar, işte bu davranış kitap okuma alışkanlığının kazanılmasının bel kemiğidir. Biz, çocuklarına kitap okuma alışkanlığı kazandırma noktasında sıkıntı çeken ailelere, "Kitap okuma saatleriniz özel olsun. Kitap okumaya rastgele anlarda değil, mutlaka belli bir saatte başlayın ve belli bir saatte de bitirin^ diyor ve zaman planlaması olmadan çocuklara okuma alışkanlığının kazandırılmasının zor olduğunu anlatıyoruz. Bunun da ötesinde, her ne kadar zaman planlamasını yapsanız ve çocuk hangi saatlerde kitap okuyacağını bilse de evin içindeki "atmosfer" kitap okumaya müsait değilse kitap okumanın bir anlamı kalmaz. Anne televizyon seyrediyor, baba müzik dinliyor, diğer kardeş de gürültü yapıyorsa kitap okuma alışkanlığının kazanılması zorlaşır. İşte Ramazan mukabeleleri bu sorunu da otomatik olarak çözüyor. Çünkü mukabele esnasında, telefonlar kapatılır, televizyonlar susar, sessiz bir ortam içinde Kur'an okunur ve Kur'an takip edilir. Böylesi bir yöntem, kitap okuma alışkanlığının kazanılması açısından hayatî önem taşımaktadır. Kitap okuma alışkanlığının son faktörü ise "okuma sürecinin başkaları tarafından da desteklenmesi"dir ki mukabeleler birbirine kenetlenmiş bir grup tarafından, grup bilinci ile yapıldığı için "ben bugün Kur'an okumak istemiyorum" düşüncesini ortadan kaldırmaktadır. Mukabele sırasında kişi, yürüyen bir bandın üzerinde otomatik bir süreç takip etmektedir ki böylesi bir yöntem Ramazan sonrasında çocuklarda kitap okuma alışkanlığının devam etmesi açısından bulunmaz bir fırsattır. Çocuğun Kur'an okuma yaşında olmaması ya da Kur'an okumayı bilmiyor oluşu mukabele alışkanlığını terk ettirmemeli; aksine anne babalar kitap okuma ve kitap okunurken sessiz bir atmosfer oluşturulması noktasında çocuklarına görsel örnek olmalıdırlar. Sadaka ve çocuk terbiyesi Ramazan ayının en önemli özelliği fakir ve fukarayı düşünmektir. Batılı birçok düşünürün hayran kaldığı bu yönteme günümüzde "sosyal empati" adını veriyoruz. Kişi sadece kendi adına yaşama değil, başkalarını yaşatma adına kendi tatlarından vazgeçebilme gücünü ortaya koyabilme kabiliyeti kazanıyor Ramazanda. Kendisi ile boks ringine çıkıp kendi yakasından tutup kendine gücünün yettiğini delikanlıca ispat ediyor. Böylesi bir insan, aç ve susuz olduğu halde, önünde hazır duran sofraya elini uzatmamanın verdiği güç ile güçlendiği gibi, açlık hissinin verdiği ıstırabı iliklerine kadar hissederek toplumun diğer sosyal
katmanlarında açlık çeken insanların ıstırabını hissedebilme becerisi de kazanıyor bütün Ramazan boyunca. Ve ötesinde, Ramazan sonunda "bayram" yapmadan önce, bir fakiri bulup ona sadaka verebilmek için hassasiyet kazanılıyor. Çocukların, fakir birine yardım edilmesi gerektiğini öğrenmesi, çocuğun daha o yaşlarda "sosyal empati" kazanması adına büyük bir başarıdır. Çocuk, yardımlaşmanın, başkalarını düşünmenin (ve böylece yarın da kendisinin zor durumda kalması durumunda kendisinin de başkaları tarafından düşünüleceğinin) verdiği rahatlık ile sosyal hayatta tebessüm ederek yürüyebilir. Yoksa "hayat bir mücadeledir, ne kadar kimden ne kopa-rırsan kârdır" mantığı içinde yetişen çocuklar pedagojik açıdan sorunlu çocuklar olmaya adaydırlar. Bayram ve çocuk terbiyesi Az önce bahsettiğimiz gibi, "sosyal empati" ve "kolektif şuur" kazanma açısından bakıldığında bayramlar, çocuk terbiyesinde ihmal edilmemesi gereken günlerdir. İhmal edilmemesinin ötesinde, dolu dolu yaşanması gereken günlerdir. Teknolojik kolaylıklara kapılıp bayramda dostlara hazır SMS'ler göndermek, suni bir iki cümle ile telefonla bayramlaşmalar yerine yüz yüze ziyaretlerle, tatlı ve şeker ikramla-rıyla ve çocuklara hediye almalarla bayramlar yaşanmalı ve çocuklara bu atmosfer teneffüs ettirilmelidir. Bir büyüğün etrafında toplanma, bayram sofrasına kavga dövüş, cümbür cemaat oturmak, belki de kalabalıktan dolayı aç kalkmak, yıllar sonra çocuğunuzun hasretle yâd edeceği hatıralar arasında yer alacağından emin olabilirsiniz. Özetle Ramazan dinî atmosferin yaşandığı özel bir ay olduğu gibi, insanın doğal bir psikolojik tedavi sürecini yaşadığı aydır. Eğer Ramazanın kendine has sürükleyiciliğine direnmeden aile içinde Ramazan atmosferi oluşturulmaya çalışılır ve Ramazandan ailecek istifade edilmeye çalışılırsa Ramazan ayı bulunmaz bir fırsattır. Sosyalleşme ve Ramazan Hollanda'da tanıdığımız ve sevdiğimiz bir Türk-Müslü-man aile, 2006 yılında neredeyse otuz Ramazan iftar daveti verdikten sonra son günlerin birinde hemen yan komşusu olan Hıristiyan Hollandalı aileyi de davet etmişti. Kendisinin iftara davet edilmesinden çok mutlu olan Hollandalı aile, o gün özel kıyafetlerle ve çok özenerek davet edildiği ailenin iftar yemeğine gitmek üzere komşu kapının zilini çalmış. İftara henüz yarım saatlik bir zaman olduğu için beklemek zorunda kalan Hollandalı aile, iftar hazırlığı sırasında aile üyelerinin telaşını ve heyecanına bizzat şahit olmuş. Bir yandan salataları evin beyi yapmaya çalışıyor, diğer yandan sofranın dizaynı ile evin genç kızı ilgileniyor, mahallede herkesin yaka silktiği delikanlı çocuk ise anne babasının kendisine verdiği yemekleri masaya yetiştirmek için çaba sarf ediyor. Manzara bir Hollandalı aile için büyüleyici! Müthiş bir birliktelik! Büyük bir dayanışma! İşte size doğal çocuk terbiyesinin en güzel sahnesi. Mahallenin en sorunlu çocuğu sanki iftar terapisi yaşar gibi evin içinde ailesi ile baş başa. İftar saati yaklaştığında, masaya oturuluyor. Herkesin gözü dakikalarda. Kimi çocuk "Anne acıktım" diye naz yaparken kimisi de gözleri kapalı bildiği duaları okuyor iftar hurmasını ağzına götürmeden önce. Hollandalı aile yaşanan bu dakikaların her saniyesini bilinçli bir gözle gözlemliyor. İftar için saat geldiğinde, neşe içinde herkes sofra nimetlerine uzanıyor. Yemekler yenilmeye başlasa da aile içindeki dayanışma yine devam ediyor. Çocuk tuz istiyor, anne uzatıyor. Babanın çorbası bitiyor, kız boş çorba kâsesini hemen görüyor ve babasının tabağına yemek hazırlıyor. Misafirlerin bir eksiği mi var acaba diye delikanlı, misafirleriyle ilgileniyor. 2006 yılında yaşanan bu iftar olayı, Hollandalı aileye öylesine tesir etmiş ki bu olaydan sonra kendileri de iftar yemekleri düzenlemek üzere karar almışlar. Geçen yıl; yani 2007 yılının Ramazan ayında, neredeyse tüm Ramazan boyunca bu Hollandalı aile kendi komşularını iftar yemeğine davet etti, kendileri de bütün Ramazan ayını oruçlu geçirdiler. Herkesi hayretler içinde bırakan bu Hollandalı ailenin yaptığı şey, zaten akim gereği idi. Böylesi sosyal bir ortamın hazırlanmasına katkı sağlayan Ramazan ayından neden kendileri istifade etmesindi ki!
Ramazan iftarlarına bir de bu Hollandalı ailenin penceresinden bakıldığında manzara çok açık. "Çocuğumun sosyalleşmesi için ne yapmalıyım?" diyen ailelere, hiç tereddütsüz diyorum ki "Otuz Ramazan iftar daveti verin, görün bakın Ramazan Bayramı'nda çocuğunuzun asosyal davranışlarından hiç eser kalacak mı?" Pembe Babalar, Hırçın Anneler Birçok anne-baba, çocukları ile olan iletişimlerinin mükemmel olduğunu düşünür. Bu belki kendi açılarından doğrudur; ama ya çocuk açısından? Acaba gerçekten çocuk açısından bakıldığında her şey yine güllük gülistanlık mıdır? Anne gibi anne, baba gibi baba olmak Sağlıklı aile modellerinde, anne "annedir", baba da "baba". Çocuk da zaten anne gibi anne, baba gibi baba görmek ister. Ne yazık ki günümüz sosyal yaşantısı, anne babaların aile içindeki rollerini altüst etti. Altüst olmuş aile içi yaşantı karşısında çocuklar da şaşkına dönmüş durumdalar. Artık kapısını araladığımız evlerin birçoğunda "pembe babalar" ile "hırçın anneler"e rastlamak çok normal geliyor hepimize. Hâlbuki sağlıklı aile yapısında, anne, "şefkat ve sevgi"yi, baba da aile içinde "otorite"yi temsil eder. Baba, ailede otorite temsilcisidir Otorite kelime anlamı olarak "Kural koyma ve konulmuş olan kuralların uygulanmasını sağlamaktır." Aile içinde otoritenin yanlış olarak kullanılmasına; yani suistimal edilmesine, ya "ilgisizlik" ya da "diktatörlük" diyoruz. Otorite, zorla oluşturulamaz. Yani otoriteye yanlış bir anlam yüklenmemeli, otorite, diktatörlük, baskıcılık gibi kabul edilmemelidir. Otorite sahibi olan kişiye bu görev, aile fertleri tarafından "gönüllü" olarak verilmişse otorite, otoritedir. Zorla elde edilmeye çalışılan otorite, şiddeti ve geçimsizliği doğurur. Kişinin saygınlığını kaybettirir. Otoriter olmak, zor kullanmak, asık suratlı ve sert yapılı olmak anlamına da asla gelmemelidir. Gerçek otoriter kişi, sevecen yanı ile kural koyucu yanını karıştırmadan dengeli hareket eder. Örneğin öğretmen sınıf içinde bir otoritedir. Öğretmensiz bir sınıf kaosa döner. Bir yandan öğretmen sınıfındaki öğrencilere başarısızlık durumunda kırık not verirken öfkeli ve asık suratlı olmak zorunda değildir. Aksine düşük not alan öğrencisine, "Bir dahaki sefere daha yüksek not alacağını umuyorum" diyerek hem smıf içindeki otoritesini elinde tutar hem de sevecenliğini muhafaza eder. Başka bir misal vermek gerekirse kalabalık bir aile düşünün. Ailenin en büyüğünün taşıdığı otoriteye dikkatlerinizi çekmek isterim. Birçok ailenin en yaşlı bireyi, o ailenin otoritesidir. Bayramlarda, seyranlarda ve düğünlerde ailenin en yaşlı bireyi bir köşede sessizce oturur. Belki fizik olarak ailenin en zayıf ve güçsüzüdür; ama üzerinde taşıdığı otorite vasfı ile aile içinde sözüne en çok itibar edilen kişi de çoğunlukla odur. Bu misalde de olduğu gibi, ailedeki en yaşlı şahıs taşıdığı otoriteyi ne asık suratlılığı ile ne de bağırıp çağırması (böyle kişiler de yok değildir!) ile etrafına hissettirir. Aksine o yaşlı belki de sevimli ve tonton haliyle aile içinde en çok sevilen kişi konumunu da korumaktadır. İşte aile içinde otoriteyi temsil eden baba, asla asık suratlı, öfkeli, sinirli hali ile "Bu evin otoritesi benim!" dememeli. Evde terör havası estirmemeli. Zaten böyle bir babanın üstlendiği rol, otorite değil; "zayıf kişiliğin dışa yansıyan yö-nü"dür. Bunun tam zıddı olarak bazen babalar, otorite konusunda tam ters istikamette zafiyetler taşıyabilmekteler. Böyle bir baba, başındaki otorite tacını taşıyamayacak kadar hafif meşrep, laubali, aile içindeki sorunlardan ve sorumluluklardan habersiz olmaktadır ki evde kimse ona hak ettiği otoriteyi verme taraftan olmaz. Birçok babanın, "Beni evde dinleyen kimse yok" diye yaptığı serzenişin altında böylesi zafiyetlerin yattığına dikkatlerinizi çekmek isterim. Anne, aile içinde şefkat temsilcisi, denge unsurudur Doğal aile modelinde, anne, aile içindeki dengeleri sağlayıcı bir stabilizatör (dengeleyici) gibidir. Doğal aile yapısında, annenin çocuklarına karşı beslediği sevgi ve şefkat hissi ile aile içinde bozulması muhtemel dengeleri her an düzeltici bir rolü vardır. Bu itibarla bakıldığında, kelimenin tam anlamı ile
aile içindeki "Şefkat pınarı" hükmündedir. Anne, fıtratına en yakın olan bu rol sayesinde, evin içinde dengeleri sağlamaktan huzur bulur. Ne yazık ki günümüz aile yapısında, annenin sevgi ve şefkat rolü üstlenmesine "pasiflik" olarak bakılıyor olması, annelerin bu görevleri yerine getirmelerinde psikolojik bir engel teşkil etmektedir. Çocuklarına karşı fıtratlarının gereği olarak şefkat sunan annelere, çevre tarafından çok defa, "Bu kadar yumuşak olma, çocuklar yarın seni dinlemez" ikazlarının yapılması, o annelerin "doğal anne" olmaları önünde, psikolojik bir baskı unsuru olmaktadır. Böylece gelecek adına endişe taşıyan anne, çocuklarına karşı, bol bol şefkat şerbeti içirmektense -aslında babanın rolü olan- otoriter olmayı tercih etmektedir. Hâlbuki burada altını defalarca çizmek istediğimiz bir husus var ki annelerin sinir sistemi ve taşıdıkları ruhanî yapı, otoriter olmalarına engeldir. Bir anne, otoriter olmaya soyunur ve babanın rolünü üstlenirse ortaya "şiddet" çıkar. Düşünün lütfen; eve geç gelmemesi konusunda kendisine ikaz edilen genç kız, geç geldiği bir gün, ilk önce babasının evde olup olmadığını anlamak için ayakkabılarına bakmaz mı? Kapıyı açan anneye, ilk sorusu "Babam geldi mi?" olmaz mı? Eğer babası evde ise "Ufff ne olacak şimdi?" demez mi? İşte tüm bunlar, babanın doğal olarak üzerinde taşıdığı "otorite"nin, bir kız çocuğu üzerindeki tesirleridir. Hâlbuki bu kız, kapıyı açan anneye karşı aynı tedirginliği yaşamaz. Anne ona, "Nerede kaldın? Biz sana eve erken gel demedik mi?" diye serzenişte bulunsa, bağırsa, çağırsa bile... Muhtemel ki kız, annesine karşı, "Ne olmuş yani, kötü bir şey mi yapıyoruz.? Güvenmiyor musunuz bana? Yeter artık!.." diye karşılık verebilir. Sakin bir anne, olayı dengelemeyi bilir. Otoriteyi elinde bulundurmaya çalışan bir anne ise muhtemel ki kendisine böyle karşılık veren kızma karşı, daha da sertleşecek, belki de şiddet uygulayacaktır. İşte bu örnekte olduğu gibi, eğer anne, babanın doğal otoritesini -o veya bu sebeple- kendisi yerine getirmeye kalkarsa evin içinde öfke, şiddet ve huzursuzluk nöbetleri baş gösterir. Çocuklarınızın anne gibi annelere, baba gibi babalara ihtiyacı var. Çocuk terbiyesinde yalnızlığa terk edilmiş bir annenin evin içinde mutluluk tebessümleri sergilemesi neredeyse imkânsızdır. Hadi, babalar otoritenize sahip çıkın! i Çocukların, Çocuk Olduklarını Unutmayın! Anne baba olmanın zorunluluklarından biri de "kontrollü tecrübe aktarımı"na "hakemlik" yapmaktır. Kontrollü tecrübe aktarımı hem zor hem de zahmetli olduğu için anne babalar, daha çok çocuklarına -sözlü- "bilgi aktarımını" tercih etmektedirler. Çocuklar, hiç tanımadıkları bu evrene geldiklerinde, bir yandan "şaşkın" bir yandan da her şeyi "hemen öğrenme" arzusundadırlar ve onlar için "olamaz" diye bir şey yoktur. Her şey olabilir... Elindeki cam bardağı havaya atan çocuğun bardağın yere düşüp kırılacağını bilmesi için yer çekimi kuralını tatması ve öğrenmesi gerekir. Ona göre bardağın havada durmaması için bir sebep yoktur. Örneğin siz, çok titiz bir annesinizdir. Ev dekorasyonuna çok önem verirsiniz. Salondaki "fiskos masanızın" üzerine serdiğiniz saten masa örtüsü ile üzerine koyduğunuz aynı renkteki çiçekli vazonuzu çok beğeniyorsunuzdur. Bu renk kombinasyonu size zevk veriyordur. 1 Allı pullu, cicili bicili bir masa ve aynı tonlara yakın bir vazo... Oluşturduğunuz bu köşe, sizin dünyanızda, evinizin bütünlüğü ile uyum içinde bir değer ifade etmektedir. Hatta masanızın yanından her gelip geçtikçe masa örtüsünü hafif düzeltir ve en ufak bir dağınıklığa meydan vermemeye çalışırsınız. Ama -ne yazık ki- o masa, o saten örtü ve üzerindeki o çok cicili bicili vazo, çocuğunuz için hiçbir şey ifade etmeyebilir. Aslında, çocuğunuz açısından bakıldığında, oluşturmaya çalıştığınız o köşe, ne kadar alacalı bulacak, süslü püslü ise o kadar çok merak edilecek bir yerdir. Çocuk, ne orijinal dede yadigârı vazonun kaç para olduğunu bilir ne de biraz sonra gelecek misafirlere karşı evin dağınık bulunmasının ne anlama geldiğini! Onun için
etraftaki her ilginç şey, bu garip gezegeni tanımak için el atılması gereken "deney tahtası" dır. Düzen içinde hazırladığınız bu köşe ve üzerindeki vazo, çocuğunuzun kafasında birçok soru işaretinin oluşmasına neden olabilir: Bu vazo havada nasıl duruyor? Acaba havada durma özelliği vazonun kendisinden mi, yoksa masa örtüsünden mi kaynaklanıyor? Bu ve benzeri sorulara cevap bulmak için masa örtüsünü ucundan çekebilir. (Masa örtüsünü çeken çocukların birçoğu, masa üzerindeki vazonun hâlâ havada duracağını zanneder. Aşağıya düşüp kırılacağım hesap edemez; bu yüzden de masa örtüsünü çeker.) Anormal davranış girdabına henüz girmemiş hiçbir çocuğun niyeti, ortalığı dağıtmak ve kaos oluşturmak değildir. "Hayatı tecrübe" ederek tanımaya çalışırken vazoyu masadan düşürebilir. Böylece çocuk, vazonun altında masa olmadığında vazonun havada durmadığını öğrenmiş olur. Bu tarz bir'tecrübeyi kazanan çocuğa kızmak, bağırmak ve ceza vermek, çocuğun hayatı "tadarak" tanımasına engel olacaktır. Bir anne babanın yapması gereken şey, "Bırak kırsın" ı kabullenebil-mektir. Bunun aksini düşünelim. "Bırak kırsın" anlayışını taşımayan bir anne baba, "Kırılacağım ben anlatırım; bu şekilde öğrenir" diye düşünüyorsa çocuklarında sadece bilgi birikimi oluşmasını sağlar. Peki, tecrübe ne olacak? Bu tarz hareket eden anne babaların çocukları, hayatlarında tecrübe eksikliği olduğu için her zaman birilerinden duydukları bilgilere dayanarak hareket edecekler. Yani merdivenleri tecrübeyle çıkmayacak, işittikleri bilgilere göre çıkacaklar. Bunun ne zararı olabilir? Bu, çocuğun "kişilik gelişimini" ve "irade gücünü" tehlikeye atmak demektir. "Bilgi ile hayatı tanıyan" çocuklar, "hayatı tadarak tanıyan" çocuklara nazaran daha "bilgisiz" ve daha "istikametsiz" olabilmektedirler... Hayatı bilgi ile öğrenen çocukların, "birilerine kanmaları" ve "kandırılmaları" daha kolaydır. O yüzden "Feleğin çarkından geçme" değimi, çocuk terbiyesinde de büyük önem taşımaktadır. Evli bir çift, çocuk sahibi olduğunda, yani yeni bir "Dünyalıyı evlerine "buyur" ettiklerinde, artık tüm yaşantılarını bu dünyalıya göre ayarlamalıdırlar. Eski alışkanlıklar, ev dizaynları ve dekorasyonlar değişmelidir. Çocuk ne kadar "dokunma yasak'Tı bir evde büyürse o oranda, kendinden ve yapacağı işten tereddüt duyabilir. Eşyayı tanımada başarısız olabilir. Tüm bunlar, tecrübesi sıfır olan çocuğun temel bilgi ihtiyacıdır. Tatmak ve tanımak... Anne babanın görevi ise "öğrenme" ve "hayatı tatma" konusunda merak dolu olan bu yeni dünyalıya, "kontrollü tecrübe akışını" sağlamak olmalıdır. Yeni ve dünyalar tatlısı bir misafiri "buyur" etmiş bir an-ne-baba, evlerinin içindeki her şeyi çocuğa göre yeniden gözden geçirmelidir. Kırılması ve kırılmaması gerekli olan eşyaları bu yeni dünyalıya göre seçmelidirler. Boyaması ve karalanması gereken duvarın hangisi olduğuna karar vermeli çocuk. Videonun düğmesine bastığında ekrana görüntü geldiğini sevinerek öğrenmeli. Müzik setinin düğmesini açtığında evin içinin gürültüye boğulduğunu duymasına anne baba müsaade etmelidir. Tüm bu tecrübeleri geciktirmek, hem çocuk hem de anne baba için bir gün hayatın zorlaşmasına neden olabilir. Nasıl mı? Örneğin, nezaket ve hürmet ile kabul edildiğiniz bir aile dostunuzun evinde misafirlikte olduğunuzu düşünün. Çocuğunuzun dikkatini, vitrin içindeki müzik seti çekiyor. Yanına gidip sesini bir açıp bir kapatarak kendisine göre "akustik keşfe" çıkıyor. Ancak bu ses, misafirlikte bulunduğunuz ortamı rahatsız ediyor. Eğer çocuğunuzun, bu tecrübeyi kendi evinizde yaşamasına izin vermemişseniz, onu tatmin olma noktasına kadar özgür bırakmamışsanız o anda, misafirlikte ne deseniz fayda etmez. "Dur", "çek elini", "bozarsın yapma" deseniz de çocuğunuz için bu uyarılar pek bir şey ifade etmeyecektir. Şimdi de masa olmadan, vazoların havada duramayacağı tecrübesini kendi evinde yaşamamış olan bir çocuk hayal edin. Bu çocuk annesiyle komşu ziyaretine gitmiş olsun. Komşunun, fiskos masası üzerinde duran "dede yadigârı" vazo, çocuğun
dikkatini çekecektir. Zaten evde annesi, sürekli engellemiştir onu. Kimsenin fark etmediği bir anda o güzelim vazonun altındaki masa örtüsünü çekince şangır şungur bir sesle irkiliverir anne ve komşu. Oysa ne de güzel sohbet ediyorlardı! Artık yapacak bir şey yoktur. O çocuk; masa örtüsü çekildiğinde artık vazonun yere düşüp kırılacağı gerçeğini öğrenmiştir. Ama olan komşunun vazosuna olmuştur. Hem anne mahcup olmuştur bu durumdan hem de manevî değere sahip olan vazonun kırılması komşuyu üzmüştür. O yüzden, çocuk terbiyesinde anne-babalara tavsiyemiz: Bırakın ilk tecrübeyi sizinle iken yaşasınlar... Bırakın kırsınlar... Bırakın tatsınlar... Çocuklar İçin Oyun, Oyun Değildir "Defol!.. Gözüm görmesin seni artık" dediğinde dünyası başına yıkılmıştı Ali'nin. "Hâlbuki ben onu her şeyden daha çok seviyorum" diyordu. Gözyaşları ile çıktı odadan. Arabasını aldı. Bunaldığında koştuğu sadık arkadaşıydı arabası... Hiç beklemeden gaza bastı, trafiğin yoğunluğuna aldırmadan hız yapıyordu. Kırmızı ışıkta durmak istemiyordu. Etrafındaki arabalar kornaya basıyordu; ama o aldırmıyordu. Kulağmdaki tek ses: "Defol!.. Gözüm görmesin seni"ydi. Bir yandan ağlıyor bir yandan da gaza bastıkça basıyordu, içindeki o sese hıçkırıkla cevap vermekten başka bir şey gelmiyordu elinden: "Defolmuyorum... Defolmuyorum işte... Sen, beni sev-mesen de ben seni çok seviyorum. Babamı özlüyorum. Keşke şu an yanımda olsaydı!" isteğine cevap gelmişti işte. Birden başına uzanan elin sıcaklığını hissetti. "Oğlum! Neden ağlıyorsun?" diyordu babası. Yaşlı gözlerle dönüp başını okşayan babasına baka kalmıştı. "Gel hadi kucağıma" diyordu babası. Arabasını, yemek masasının hemen kenarına yavaşça park edip babasının kucağına oturmuştu. "Annem, beni sevmiyor, baba" diyordu Ali. "Bana, 'Defol, gözüm görmesin seni' dedi." Babasının o sıcacık eli gözyaşlarını siliyor, "Annen seni çok seviyor oğlum" diyordu. Tam o sırada Ali'nin annesi girmişti odaya. Söylenenleri duymuştu tabii. Hemen oğlunun gönlünü almak istercesine: "Ama oğlum, sen de beni çok bunalttın. Ben mutfakta iş yapıyorum, sen benden olmayacak şeyler istiyorsun." Sonra Ali'nin üzgün bakışlarını gören annesi, "Özür dilerim, haklısın. Bağırmamalıydım" diyordu. Ali' nin gönlü olmuştu. Gülümseyerek annesinin kucağına yerleşmişti bile... Oyun, oyun değildir Tıpkı yukarıda Ali'nin annesi ile yaşadığı olayda olduğu gibi, duygusal boşluğa düşen çocukların ilk sarıldıkları terapi yöntemidir oyun... Yetişkinler, çocukların oyun oynadıklarını sansalar da çocuklar için oyun, oyun değildir. Oyun, çocuğun dünyasında büyülü bir masal ülkesidir (Ali'nin üzüldüğünde çıktığı yolculuk gibi). Orada sizin tanımadığınız; ama çocuğunuzun arkadaşı olan birçok şey gizlidir. Sizin göremediğiniz eşyaları, sesini duyamadığınız birçok şarkıları vardır... Oyun, çocuk için bazen sığınılacak bir liman bazen öğrendiklerini uygulayacağı bir deneme yanılma tahtası bazen de kendisini en rahat hissettiği gizemli dünyasıdır. "Hadi, git biraz oyna!" Birçokr anne-baba, günlük işlerini daha rahat halledebilmek için çocuklarını oyuna teşvik etseler de bir çocuk için oyunun anlamı, asla "Hadi, git biraz oyun oyna" emrinin karşılığı değildir. Oyun, konsantre olmayı gerektirir. Oyun, çocuk ile oyunun ruhunun bütünleşmesini gerektirir. Oyunda, çocuk kendine ait bir dünya oluşturur/hayal eder. Elindeki arabası, o arabanın küçücük tekerleri, sizin göremediğiniz; ama onun görüp konuştuğu arabanın içinde oturan yolcuları, arabasının yolları ve yolların kenarında yanan trafik lambaları, kırmızı ışıkta bekleyen yayaları vb. çocuğun
dünyasında oyun sırasında harekete geçen sihirli kahramanlardır. Tıpkı Ali'nin salonun ortasındaki arabasıyla yolculuğa çıkması gibi. Oyalamak mı, oynamak mı? Birçok anne baba, çocukları ile "oyun oynar gibi" yapar. Hâlbuki bir çocuğun en tahammül edemeyeceği şey, kendisi ile "oyun oynar gibi" oyun oynayan kişilerin varlığıdır. Çocuk, kendi hayal gücü ölçüsünde, oyun oynadığı bölgeyi tamamen kontrol altına alır. Çocuğun o anda tuttuğu sadece küçük bir bebek olsa da (kim bilir) o bebeğin görünmeyen annesi, markete gitmiş onun için süt alıyordur. Yine (kim bilir) o küçük bebeğin başı ağrıyordur da doktora gitmesi gerektiği için babası beklenmektedir... Kısacası, çocuğun oyun esnasında hayal gücü sınırsız şekilde çalışır. /l ¦ yutur ı cf uı/cjıııuc L/uyıu u ı ı ı 11 c 11 ı diııı^idr İşte tüm bunlar bilinmeden, çocuğun hayal dünyası kavranmadan, çocukla oyun oynamaya kalkmak, çocuk açısından sıkıntıdan başka bir şey oluşturmaz. Her ne kadar anne baba kendilerini kandırmak için "Bak seninle bir saattir oyun oynuyorum" dese de çocuk için böylesi geçen bir saat, oyun değil; ancak "oyalanmak"tır. Çocukla oyun oynamak, beceri ister Tüm bu gerçeklerden yola çıkarak baktığımızda diyebiliriz ki oyun, "çocuğun fantezi dünyasına girip onun dünyasındaki gizli kahramanlar ile tanışmak ve onun hayal dünyasındaki kuralları öğrenerek o kurallara tabi olmaktır." Yoksa çocuğun yanında bulunup onun arabalarından birini alıp masanın üzerinde "düüt düüt" diyerek araba sürmek, çocukla oyun oynamak anlamına gelmez. Çocukla oyun oynamanın ilk ve temel şartı, çocuğun sizi oyun oynayabilecek "kabiliyette" bulması ve sizi kendi hayal dünyasına "kabul etmesi"dir. Çocuk, kurallarını kendisinin koyduğu, kahramanlarını kendisinin oluşturduğu bu özel dünyaya, herkesi hemencecik kabul etmez; bu kendi anne-babası da olsa. Çocuk oynadığı oyunun hükmedicisidir Her ne kadar siz çocuğun dünyasına girmiş olmaya hak kazansanız ve o liyakatle onun yanında bulunuyor olsanız da onunla oynamanın püf noktasını ihlal ederseniz çocuk, sizi anında o masal dünyasındaki özel bölgeden dışarı atar. Oyunun püf noktası, "Her çocuk kendi oyununun hükmedicisidir" kuralıdır. Siz her ne kadar anne de baba da olsanız, anneliğiniz ve babalığınız kendi evinizin içinde geçerlidir. Çocuğun fantezi dünyasında annelik ve babalık hükümsüzdür... Orada hüküm ve kurallar çocuğa aittir. Çocukla oynamayı kabul etti iseniz kuralları siz koymamalısınız. Çocuğun kurallarına uymalısınız. Küçük oyuncak arabalarınızı masanın üzerinde yavaş yavaş sürerken birden çocuğun durVfUUUl*. ıtrıuıycillıuc uuyıu u.....en laıııı^ıaı ¦ 7j duğunu gördüğünüzde, kırmızı ışığın yandığını unutmamalısınız. Sakın ola ki "Kırmızı ışık nerede?" diye sormayın, çocuk böylesi bir soru karşısında hayal kırıklığına uğrar. Oyun, amaçsızdır Çocuk oyuna başladığında, ne bir amacı vardır ne de daha önce yazılmış bir senaryosu. Her şey bir anda gelişir. Bu durum çocuğun bir yandan hayal dünyasını olağanüstü hızla geliştirirken diğer yandan çocuğun sorunları çözme kapasitesini de artırır. Oyun sırasında hiç beklenmedik bir sorunla karşılaşan çocuk, anlık bir karar verme ile (kendince) o sorunu çözebilme kabiliyetini de elde eder. Örneğin küçücük araba ile hız yapan bir çocuğu durduran (hayalî) trafik polisi, "Neden hız yapıyorsun?" diye sorduğunda çocuğun vereceği her bir alternatif cevap, çocuğun analitik düşünme gücünün artmasına da neden olacaktır. Oyuncak, modaya değil, çocuğa uygun olmalıdır Teknolojinin baş döndürücü gelişimi, oyuncak seçiminde anne babayı etki altına almaktadır. Ebeveynler, çoğu zaman, çocuklarına oyuncak seçerken onların ihtiyaçlarına göre değil, teknolojinin büyüsüyle (reklamların bilinçaltmdaki etkisiyle) tercih yaparlar. Ya da kendi çocukluk yıllarında, içlerinde kalan özlemleri gidermek isteğiyle oynayamadıkları o-yuncak ve hediyeleri çocuklarına alarak mutlu olmaktadırlar. Her iki durumda da çocuğa uygun oyuncak değil, oyuncağa uygun çocuk yetiştirme gayreti dikkat çekmektedir. Çocuğun zihinsel, motorik (fizyolojik) ve duygusal gelişimini destekleyecek oyuncaklar ne yazık ki oyuncak mağazalarında hiç dikkat çekmeyen yerlerde boynu bükük beklemektedir.
Öyle ise hangi yaştaki çocuğun, hangi oyuncak türüne ihtiyaç duyduğunu da bilmek çok önemli: 6 aylıktan küçüklere Bu kategorideki bebeklere tercih edilecek oyuncaklar, onların zihinsel ve motorik gelişimini hızlandıracak özellikler taşımalıdır. 6 aydan küçük bebeklere, renk, ışık ve ses veren oyuncaklar seçilmeli. Böylece beş duyu organına daha çok sinyal akışı sağlanabilir. Bu dönemde kendiliğinden hareket eden, ses ve ışık veren oyuncaklar tercih edilmelidir. Bunun yanı sıra, çocuğun elini uzattığında tutabileceği; ancak ağzına tek parça olarak alamayacağı ve kimyasal boyası bulunmayan, farklı sertlikteki oyuncaklar yeğlenmeli, ayrıca hedef çocuğun dokunma ve hissetme kabiliyetini artırmak olmalıdır. 2 yaşma kadar Bütünü parçalara ayırmak, kutuyu doldurup boşaltmak, basit kule, köprü bina yapılabilecek yapboz oyunları, bebeklik döneminde, zihinsel ve motorik gelişime katkı sağlayacaktır. Yine bu yaşta, kendiliğinden hareket eden, ses ve ışık veren oyuncaklar tercih edilebilir. 3 yaşından sonra Üç tekerlekli bisiklet, çocuğun bacak kaslarının gelişimine, dikkatini bir noktada toplamasına ve bütün vücudunu uyum içinde kullanmasına katkı sağlayacağından dolayı özellikle seçilebilir. Bununla birlikte, bu evredeki çocuk, tahta blokları kullanarak birbirinden ayrı parçalardan bir bütün oluşturmaktan büyük keyif alır. Buna benzer oyunlar, çocuğun zihinsel gelişimini destekleyeceği gibi fantezi dünyasının derinleşmesine de pozitif tesir oluşturur. Ayrıca kum, oyun hamuru gibi üzerinde şekil verebileceği, el becerisini kullanabileceği oyunlar da bu yaş grubu için ideal oyun gereçleri olabilir. 3-5 yaş arası Bu yaş grubu çocuklar için fantezi ve keşfetmeye (evcilik oyunu, okulculuk oyunları ile bebekler, mutfak ve doktorcu-luk oyunları), dil gelişimine destek veren oyunlar/oyuncaklar, (renkli tuşları olan piyano, müzik ve öykü kasetleri ile kuklalar gibi) ve aritmetiğe hazırlamaya yol açan oyunlar/oyuncaklar, (resim ve sayı eşleme oyunları; domino, kızmabirader, takva yarışı ve sayı kartları) tercih edilebilir. Özellikle sekiz yaşma kadar olan çocuklar oyuncak seçiminde yeterince bilinçli davranamaz ve nasıl bir oyuncağa ihtiyaç duyduklarını kavrayamazlar. Kimi zaman renklerin kimi zaman da ses ve ışığın cazibesi, çocuğu yanlış tercihe sürükleyebilir. Sekiz yaşma kadar olan çocuklara oyuncak seçiminde sınırsız tercih imkânı sunmak yerine, anne-baba-lar, onların gelişim sürecini göz önünde bulundurarak bilinçli, sınırlandırılmış oyuncak alternatifleri oluşturmalılar. 6-8 yaşları arasında Sosyal gelişim sürecinde bulunan bu yaş grubu çocuklar için grup halinde oynayabilecekleri oyunlar tercih edilmeli, çocuğun işbirliği kapasitesinin artışı gözlemlenmelidir (sessiz sinema, isim-eşya-bitki-hayvan isimlerini tahmin etme, bulmaca, top oyunları -örneğin yakan top- seksek, dama, minyatür arabalar...). Zihinsel beceriler ve algılama becerilerini artıran oyunlar ve oyuncaklar alınmalıdır (minyatür maketler, yap-boz oyunları...). Üretici zekâyı teşvik eden hikâye kahramanlarının figürleri ile kuklalar (Hacivat karagöz, keloğlan) vs. tercih edilebilir. 9-11 yaşları arasında Sorun çözme yeteneklerini artırıcı oyunlar/oyuncaklar, (hafıza kartları, karmaşık masa üstü oyunları ve video oyunlan), ince ayrıntılı hareket becerileri kazandıran oyunlar/oyuncaklar (küçük parçalı, karmaşık yap-boz oyunları, üç boyutlu model uçaklar, uzaktan kumandalı araçlar, kumaş boyama, ağaç işleme ve akvaryum bakımı) ve stratejik yeteneklere yönelik oyun ve oyuncaklar (sözcük türetme, monopol, tenis, ping-pong ve golf) bu yaş grubu için idealdir. 12 yaşın üzerinde Soyut düşünme ve akıl yürütmeye yönelik oyun ve oyuncaklar (basit mikroskop veya teleskop, kimya yahut elektronik setleri gibi) ile bağımsız yaşam becerileri kazanmaya yönelik (yürüyüş, bisiklete binme), ailecek ve grup halindeki geziler,
piknikte oynanan toplu oyunlar, bu yaş grubu çocukların dâhil olmaktan keyif aldığı oyunlardır. Asıl Tehlike Oyuncak Silah Değildir Anne babaların sıkça soldukları sorularından biri, oyuncak silahlar konusundadır. Birçok anne baba, çocuklarının ileride silah kullanma alışkanlığından endişe ettiği için oyuncak silahların "S"sini bile çocuklarına bulaştırmamaya gayret ederler. Yine bir kısım anne baba da var ki çocuklarının kendini savunabilmesi ya da ezilip horlanmaması için şiddet içeren oyuncakların kullanılmasında bir sakınca görmemekte. Peki, oyuncak silahlar veya şiddet içeren oyuncakların pedagojik boyutu nedir? İşin aslı, çocuğun dünyasına zarar veren şey, oyuncak silahın "kendisi" değil, çocuğun o silahla bütünleştirdiği (çizgi) film kahramanının davranışlarıdır. Eğer çocuğun oynamayı arzu ettiği oyuncak silaha ruh verecek bir "kahraman" veya "idol" yoksa öylesi bir oyuncak silah, çocuk açısından bir değer ifade etmez. Çocuklar kahramanı olmayan silahla oynamaya ilgi duymazlar. Örneğin çok az çocuk vardır ki uzay silahlarına ilgi duysun. Çünkü bu silahlan kullanan kahramanlar, televizyon ekranlarında ya da güncel hayattaki haberlerde öyle sık sık boy göstermezler. Yani uzay tabancasına "ruh verecek" bir kahramanın ortalarda çok bulunmuyor oluşu, çocukların bu türden oyuncak silahlara duyduğu ilgiyi de azaltır. Bunun yerine çocukların asıl ilgi duyduğu silahlar, günümüzde güncel olarak en çok kullanılan ve bir kahramanı olan silahlardır: bazukalar, roket atarlar, makineli tüfekler, suikast tabancaları... Çocukların böylesi silahlara ilgi duyuşu, silahın kendisinin "güzel" oluşundan değil, o silahı elinde bulunduran kahramanın "çok kuvvetli" ve "kudretli" bir imaj ile çocuğun dünyasına sunulmasından kaynaklanmaktadır. Anne babanın asıl dikkat etmeleri gereken, oyuncak silahın kendisi değil, çocuğun, o oyuncak silahla hangi kahraman veya sembolik şahısla bütünleşecek olmasıdır. Anormal davranış çok çabuk bulaşır Elinde silah ile çocukların hayal dünyasına giren bu kahramanların her bir davranışı çocuk için "bire bir" kopya edilecek özelliktedir. Tehlike de bu noktada başlamaktadır. Örneğin (çizgi) filmde elinde silahlı bir şahıs, silahlı olmanın verdiği cesaretle bir grup insanla kavga edecek olsa ve kavga ettiği kişilere ağır küfürlerle hakaretler etse bu görüntüleri izleyen çocuk da kahramanın bu davranışlarını kendi davranışı olarak ezberleyecektir. Çocukla bu kahramanı bütünleştiren şey ise ikisinin de aynı silahı taşıması, kötülerle mücadelede aynı yöntemi izlemesidir. Bu açıdan bakıldığında, elinde oyuncak silah ile gezen bir çocuğun, anormal davranışları, -çok büyük bir ihtimalle- bir yerlerden kopyalanmış taklit davranışlardır. Eğer çocuk kendine örnek aldığı bu kahramanın davranışlarını benimser ve alışırsa o takdirde, bu davranışlar çocuğun gerçek karakteri olmaya aday olacaktır. Oyuncak silah merakı, çocuğun dünyasındaki kırık noktaların işaretçisidir Televizyonda ya da gerçek hayatta silah kullanan kişilerin silahtan cesaret alması, silahın karşı taraftaki kişileri korkutuyor olması çocuk için çok önemlidir. Zira hayatının belli dönemlerinde "eziklik", "önemsenmeme", "hakaretlere uğrama" gibi davranışlarla karşılaşmış çocuklar için tıpkı bir imdat simidi gibidir oyuncak silahlar. Silah ne kadar büyük ve korkunç olursa çocuk kendi dünyasındaki kötülere karşı o kadar güçlü olacağını düşünür. Oynadığı oyunlardaki kötü insanları vuruyor ve öldürüyor olmanın verdiği hazzı yaşamaya çalışır. Bu itibarla da bakınca biz uzmanlar olarak silah kullanan çocukların dünyasında bir takım kötü insanların bulunma ihtimalini not alır ve böylesi çocukların kendi eziklik ve ör-selenmişliklerini oyuncak silahlarla atmaya çalıştıklarını gözlemleriz. Oyuncak silahlardan çocuk nasıl uzak tutulmalıdır? Eğer çocuğunuzun oyuncak silahlarla adım adım şiddete doğru kaydığını düşünüyorsanız aşağıdaki tedbirleri almadan çocuğunuzun silah hevesi ile mücadeleye girişmemenizi tavsiye ederiz: 1. Çocuk, şiddet içeren (çizgi) filmlerden uzak tutulmalıdır.
2. Teknoloji ve bilgisayar oyunlarında şiddet sıfır noktasına indirilmelidir. 3. Çocuk aile içinde örselenmemen, ezilmemeli, ihmale uğratılmamalıdır. 4. Aile içinde şiddet yaşanıyorsa evdeki çocuğun hatırına bu davranışlara son verilmelidir. 5. Çocuğun mahalledeki oyun arkadaşları, şiddete meraklı ya da silahla kendini ifade eden tiplerden seçilmemelidir. 6. Çocuğun silah merakının önüne geçebilmek için belli bir dönem, daha makul ve daha güzel oyuncaklar alınmalı. Hatta oyuncaklardan bazıları sosyal oyunları teşvik etmeli. (Örneğin kızmabirader vb.) 7. Çocuğun dünyasından oyuncak silahın çıkabilmesi için o silaha ruh veren kahramanın da çocuğun dünyasından çıkması gerektiğini unutmamak gerekir. Çocuklara "Kendine Güvenmeyi" Öğretmek Doğru mu? Anne-babaların en büyük isteğidir geride kalan çocuklarının kendi ayaklarının üzerinde durabilecek kabiliyete erişmesi. Kimi zaman "öz güven" kimi zaman da "kendine güven" diye tarif edilen bu terbiye yöntemi ne kadar doğrudur? Birçoğu yabancı eser olan, "Kendine güvenen çocuk nasıl yetiştirilir?" konulu kitaplar, bizim terbiye metodumuza ne kadar uygundur? Ya da soruyu farklı bir biçimde sorarsak kendine güvenen çocuk yetiştirmek doğru mudur? Batı kaynaklı pedagoglar, terbiye açısından sağlıklı bir çocuğu tarif ederken "kendi ayakları üzerinde durabilen ve hayatının geri kalan kısmını kimseye muhtaç olmadan yürütebilecek cesareti kendinde bulan çocuk, sağlıklı yetiştirilmiş çocuktur..." diye tarif etmektedir. Ne yazık ki günümüzdeki çocuk terbiyesinin hedefi, bu mantık üzerine şekillenmekte! Kendi ayakları üzerinde durmak, insanı yorar Üniversite yıllarımda, "Çocuk Psikolojisi" dersine gelen Hollandalı bir Profesörün sözleri hâlâ kulaklarımda çınlar: "Çocuklarımıza kendi ayakları üzerinde durup kimseye muhtaç olmadan yaşamaları gerektiğini öğretirken ne yazık ki büyük bir hata yaptık. Bir şeyi hesap edemedik; günümüz insanı artık kendine çok güveniyor ve her şeyi yapmaya cesaret duyabiliyor. Hiç çekinmiyor. Korkmuyor. Artık insanlar kendilerinin dışında kimseye güvenmiyorlar. Maalesef bu mantıkla, hastalıklı ruha sahip insanlar meydana getirdik. Hayat bir mücadeleden ibarettir, mantığına sahip bireyleri yetiştirdik. Bu yüzden insanlar, hayatta kalabilme tedirginliği yaşadıkları için artık birbirleriyle savaşmaktan çekinmiyorlar. Benim kliniğime gelen hastalarımın birçoğu, kendi ayakları üzerinde durma mücadelesi verirken yorulup pes eden veya yıkılan kişilerden oluşuyor. İlk bakışta, kendine güvenen insan modeli kulağa çok hoş geliyor; ama pratik tecrübelerimle gördüm ki kendine güvenmek insanı yoruyor ve bu yorgun yaşantı bir yerde akıl sağlığını tehlikeye atıyor. Ben, sağlıklı insanı, 'kendi ayakları üzerinde durabilen değil, başkaları ile yardımlaşarak ayakta durmaya çalışan insan' olarak tarif ediyorum..." Bu sözler, emekliliğine az kalmış ve tüm ömrünü on binlerce ruh hastasını gözlemleyerek geçirmiş, yaşlı bir klinik psikiyatrın samimi tespitleri idi. O halde, anne ve babalar, çocuklarını yetiştirirken onların ileride taşıyamayacakları yüklerin altına girmelerini teşvik etmemeliler. Tek başına ayakta kalma mücadelesine yönlendirmek yerine, sosyal çevreleriyle yardımlaşarak ve dayanışarak hayatlarını sürdürmeyi öğretmeliler. Sırtına, taşıyamayacağından fazla yük yüklenmiş, hayatı bir mücadele ve ayakta kalabilme savaşı olarak tanımış çocuklar, korku, endişe ve şüphe içinde kalarak etraf ile iletişim kuruyorlar. Her an bir darbe alacağının, her an aldatıla, cağının ve her an mahvolacağının endişesi ile çevrelerine şüphe ile bakıyorlar. Bu gergin bekleyiş, bir gün akıl zembereğinin boşalmasına kadar devam ediyor. Kendi 'ayakları üzerinde durma mücadelesi veren çocuğun hali, bir gemide deniz yolculuğuna çıkmış şu yolcunun haline benziyor: Bir adam, uzun bir yola çıkmak üzere gemiye biner. Kimseye muhtaç olmadan ve kendi ayakları üzerinde durarak yolculuğunu sürdüreceğine inanır. Kimseye güven duymamaktadır ve sırtındaki yükü de bu yüzden yere koymamaktadır. Kendisinin bu garip tutumuna şahit olan diğer yolcular, "kendine yazık ediyorsun, yolculuğumuz çok uzun, sırtındaki yükü indir ve dinlenmek üzere otur" dediklerinde, onun cevabı "hayır ben eşyamın kaybolmasını istemiyorum. Kendi ayaklarım üzerinde
durabilecek ve kendimi idare edebilecek gücüm de var" diye cevap verse ne kadar akıllıca bir cevap olmuş olur? İşte insan da tıpkı bu yolcu gibi uzun deniz yolculuğuna çıkmıştır. Geminin kaptanına güvenmelidir. Sırtındaki yükü güven içinde yere indirmeli, aynı gemide yolculuk yapan diğer yolcularla tanışmalı ve dayanışmalıdır. Yoksa bu yolculuğun belli bir noktasında, taşımaya çalıştığı yükün ağır baskısı altında kalarak yere yığılabilir. İşte yukarıda bahsettiğim psikiyatrın "Çocuklarımıza kendi ayakları üzerinde, kimseye muhtaç olmadan yaşaması gerektiğini öğretirken ne yazık ki büyük bir hata yaptık. Hastalıklı ruha sahip insanlar yetiştirdik. Korku, panik ve güven duygusundan yoksun insanlar oluşturduk" derken sırtındaki yükü indirmeden, korku ve endişe ile hayat yolculuğuna devam eden yolcuların halini anlatıyordu. Hollanda Devlet istatistik Enstitüsü'nün (CBR) yaptığı araştırmaya göre 8 ila 11 yaşları arasındaki çocukların % 7'si ağır psikolojik problem yaşıyor. Yine aynı kurumun yaptığı araştırmaya göre, stres ile tanışma yaşı 8'e inmiş durumda. Hâlbuki daha ergenlik çağında bile olmayan bu çocuklar için hayat, rengârenk ve eğlence dolu bir lunapark gibi olmalıydı. Ne oldu da daha hayat yolculuğunun başladığı ilk yıllarda, çocuklar, ağır psikolojik problemler yaşar hale geldiler? İnsan, sosyal bir varlıktır. Kendi ayakları üzerinde durarak yaşamayı beceremez. En güçlü insanlar bile en basit zaaf ve ihtiyaçlarını tek başlarına karşılayamazlar. Düşünün lütfen!.. Bütün insanlar bir gün dünyayı terk etseler ve Mars'a gitseler, dünyadaki her şeyi de size bıraksalar... Bütün arabalar park yerlerinde öylece beklese ve hepsi sizin olsa... Tüm ülkelerin başbakanlık, krallık/kraliçelik makamına sahip olsanız... Dünyadaki tüm avro'lar, dolarlar ve TL'ler emrinizde bulunsa... Evler, apartmanlar... Kısacası gözünüzün görebildiği her şey sizin hâkimiyetinizde!.. İşte size tek başınıza ayakta durabilecek tüm güç, kuvvet ve servet. Ama sizden başka bu dünyada tek bir kişi dahi yok! Mutlu olur musunuz? Tüm bu imkânlar sizde olsa kendinize bir Cumartesi gününü ayırıp çarşıda alışverişe gitme heyecanı duyar mısınız? Bir bayram sabahı heyecanla erkenden kalkıp o günün mutluluğunu yaşayabilir misiniz? Yaşayamazsınız... Çünkü insan, tek başına ayakta durmak üzere programlanarak yaratılmış bir canlı değildir. Aksine her bir ihtiyacı için başka biriyle dayanışma içinde olmaya ihtiyaç hisseder. Bir marangoz ne kadar maharetli de olsa söküğünü dikecek bir terziye ihtiyaç duyar ya da bir terzi ne kadar usta da olsa bozulan kilidini tamir edecek bir çilingirciye ihtiyaç hisseder. Tüm bunları teker teker analiz ettiğimizde görüyoruz ki insanın tek başına ayakta durmaya çalışması onun ruhen yıpranmasından başka bir şey değildir. Sağlıklı terbiye almış çocuk, "sosyal çevresi ile birlikte uyum sağlayarak ayakta durmaya çalışan çocuktur." Hatta sosyal çevresi ile uyum sağlaması bile bizce yeterli değildir. Düşünün ki sosyal yaşantısı çok iyi olan bir çocuk var. Ama hayvanlara eziyet ediyor. Kuşların kafalarım kopartıyor. Kedilerin kuyruklarından tutup yere vuruyor. Bu çocuk sağlıklı terbiye edilmiş midir? Elbette, hayır! O halde, sağlıklı yetiştirilmiş çocuk, "hem sosyal çevre ile hem de hayvanlar ile uyum içinde olan çocuktur" dersek yeterli mi? Tabii ki değil. Varsayalım ki sosyal çevresi ve hayvanlar ile ilişkisi mükemmel olan bir çocuk var. Ama önüne geçen ağacın yapraklarını yoluyor. Çiçekleri kopartıp dallarını kırıyor. Elindeki kimyasal ve zehirli maddeleri sağa sola savuruyor. Bu çocuk ruhen sağlıklıdır diyebilir miyiz? Tabii ki değildir. O halde tanımımızı genişletirsek "sağlıklı terbiye almış çocuk, sosyal çevresi ile dayanışma ile yaşayan ve kendi dışındaki, canlı ve cansız varlıklar ile uyum içinde olmaya çalışan çocuktur" diyebiliriz belki. Bu ifade, sağlıklı bir terbiye metodunu kapsamlı bir şekilde tarif etse bile yine de yeterli değildir. Çünkü insanın ihtiyaçlarının içinde bir de sonsuzluk isteği vardır. İnsan ölümü sevmez. Yok olmayı istemez. Bir insan, bir gün yok olacağına, her şeyin birden sona ereceğine inanıyorsa o insan her ne kadar ruhen sağlıklı gibi görünse de beyninin bir köşesini kemiren "yok olma endişesinin" ağır baskısına yenik
düşecektir. O halde "sağlıklı terbiye nedir?" sorusuna, "sosyal çevresi ile dayanışma ve yardımlaşma ile yaşamaya çalışan, kendi dışındaki, canlı ve cansız varlıklara değer veren, sonsuzluk istek ve heyecanını yok etmemiş çocuk, sağlıklı terbiye edilmeye çalışılmış çocuktur" diyebiliriz. Gemide yolculuk yapan birini örnek olarak vermiştik; hatırladınız mı? Sırtındaki yükü indirmeden "tek başıma ayakta duracağım" stresi ile yoluna devam ediyordu. Bu stresli yolcuya, bir de "bu gemi bir süre sonra batacak ve hepimiz yok olacağız" deseniz onu ne hale getirirsiniz? Hayatın bu yorucu yükü ve her şeyin boş olması, çıkılan yolculuğun yo-ruculuğu bu insanı pes ettirmez mi? Bu yolcu sonunda, kendini sarhoşluğa itip her şeyi unutmaya çalışmaz mı? Otonom çocuk yetiştirmek, bela yetiştirmektir Anne babalar çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmeye çalışırken bir yandan onları kendi ayakları üzerinde durmaya teşvik ettikleri gibi diğer yandan da onları otonom (bağımsız) olmaya yönlendirmektedirler. Uzun yıllar üniversitelerde ders vermiş bir psikolog, otonom çocuk yetiştirmeyi "başa bela" yetiştirmekle eş değer görüyordu. "Hayatı ben merkezci olarak algılayan çocukların ne zaman, ne yapacağı ve kimin başına hangi belayı açacağı bilinmez" diyordu. Böylesi bir çocuk için hayatın anlamı, zevktir. Hayatın anlamı, özgürlüktür. Hayatın anlamı, "ben"dir. Ona göre, "problem çözmek ve başkalarının derdi ile dertlenmek bir ahmaklıktır." Belki çocukluklarda, bebeklik yıllarındaki o sempatik ve sevimli hal, bu davranışın çirkinliğinin görünmesine engel olabilir. Ancak yetişkin olmaya başladıkça ve ergenliğe doğru adımlar attıkça otonom çocuklar, anne ve babaları için birer kâbus halini alabilirler. Örneğin trafikte arabalar her ne kadar birbirinden bağımsız hareket ediyor olsalar da her bir trafik kuralı, her bir sürücüyü bir diğerine bağlı hale getirmektedir. Siz; trafikteki bir araba sürücüsü olarak ben bağımsızım ve kimseye uymak zorunda değilim, diyerek dönüşlerde sinyal vermeden dönet5ilir misiniz? Kırmızı ışıklarda durmadan yolunuza devam edebilir misiniz? Hız sınırı konulmuş yollarda "hiç umurumda bile değil" diyerek sürat yapabilir misiniz? Tabii ki yapamazsınız. Yaparsanız trafik canavarı olursunuz. O halde nasıl ki trafikte bağımsız olunamıyorsa sosyal yaşantıda da bağımsızlık diye bir şeyden söz edilemez. Eğer bir çocuk bu düşünce ile yetiştirilmeye çalışılırsa üpkı trafik canavarının trafiği kâbusa çevirdiği gibi, böylesi bir çocuk da sosyal yaşantıyı kâbus haline getirebilir. Bundan da en başta, anne ve babalar zarar görür. O halde, anne-babalar çocuk terbiyesinde hedef olarak otonomiyi ve bağımsızlığı değil, vicdan kültürünü ve bağlılığı seçmelidirler. Kendine güvenen çocuk yetiştirmeyin Güçlünün her zaman kazanacağı düşüncesi ile hayata alıştırılan çocuklar, genellikle kendilerinden güçlü kişilerin gücü altında ezilmeye de mahkûm olmaktadırlar. Her şeyi güç ve kendi başarısı ile elde ettiğini düşünen çocuklar, bunun böyle olmadığını ve olamayacağını anladıkları an, büyük bir ruhî çöküntü ile karşılaşmaktadırlar. Hayat zordur. İnsan ise zayıf. Bu zayıf insanın ihtiyacı sınırsızdır. Sınırsız ihtiyaç sahibi insanın imkânları ise sınırlıdır. Tüm bu zafiyet içindeki insanın kendi sınırlı güç ve kuvvetine güvenerek değil, Allah'a güvenerek yaşaması onu ruhen daha da mutlu edecektir. O halde, anne ve babalar, kendine güvenen değil, Allah'a güvenen çocuklar yetiştirmelidirler. Çocuğunuzun Öfkesini Söndürmeyin Ne yazık ki günümüz çocuk terbiyesinde doğrular ve yanlışlar iç içe girdiğinden, anne-babalar, çocuklarını terbiye ederken sağlıklı bir insanda bulunması gereken birçok özelliği de bilinçsizce köreltmektedirler. Bunların başında da çocuklarda yok edilmeye çalışılan "öfke" duygusu gelmektedir. Öfke, doğuştan her insanda var olan, tehlikelere karşı o insanı korumak üzere programlanmış bir refleks davranıştır. Bilinenin aksine, öfke, sağlıklı her insanda olmazsa olmaz olan bir duygudur.
Güçlü veya güçsüz fark etmez, öfke anında insan vücudunda salgılanan hormonlar, kendisinden onlarca kere güçlü olan birini yere serebilecek kadar enerji kaynağıdır. insan içinde taşıdığı öfke sayesinde, kendini sosyal hayatta güvende hisseder. Öfke sayesinde, onurunu korumaya çalışır. Öfke sayesinde, namusuna uzatılan ele karşılık verir. Öfke refleksi kırılmış bir insan ise -kitabın başında vermiş olduğum örnektekipençesi koparılmış şahin kuşu gibi korkak ve çaresiz olur. Merhametli; ama cahil bir yaşlı kadın ne yapmıştı şahine? Cesur bir kuşu, korkak bir kargaya dönüştürmüştü. İşte öfkesi sindirilen bir çocuk da kendisine yönelecek tehlikelere karşı, kanatlarını açamaz. Dişlerini ve yumruklarını sıkamaz. Ses tonunu değiştirip hasmının üzerine yürüyemez... Böylesine önemli işlevi bulunan öfke, ne yazık ki çocuk terbiyesi sırasında anne-babalar tarafından, çok defa "Çocuğum saldırgan davranıyor" diyerek sindirilmeye çalışılmaktadır. Oysaki öfke, çocuğu tehlikelerden koruyan, şahin kuşunun pençesi gibidir. Öfke, sosyal hayatı bilinçaltından düzene sokar Bir kapkaççı, kendisinden çok güçsüz olan bir genç kızın çantasını çarptıktan sonra neden kaçar? Ya da hırsızlar ellerinde silah olduğu halde neden sessizce ve gizlice hırsızlık yapmaya çalışırlar? Çocuk tacizcileri, neden acele etmeden, adım adım ve sabırla planlarını yürütürler? İşte tüm bunların altında yatan sebep, maruz kalınacak "öfke" den korkudur. Gerek toplumun gerekse mağdurun öfkesinden korkan hırsız, yankesici veya tacizci, planladığı eylemi, öfkeye maruz kalmayacak şekilde uygulamaya çalışır. Farkında olunsun ya da olunmasın, her insanda potansiyel bir "öfke" duygusu olması, sosyal hayatın düzen içinde gitmesi için en ö-nemli unsurlardan biridir ve insana musallat olabilecek birçok fenalığı yok etmeye yarayan koruyucu bir kalkandır. Öfke, çocukları tacizden koruyan bir silahtır Yapılan araştırmalar ve pratik tecrübeler gösteriyor ki tacize uğrayan çocukların tacizcinin elinden kurtulamamasının en önemli nedenlerinden biri, "Çocuğun öfke duygusunu kullanamaması"dır. Ne yazık ki anne babalar, bilerek veya bilmeyerek çocuklarını eğitirken onların doğal koruyucu kalkanı olan "öf-ke"yi bastırmakta, yok etmekte veya kullanılamaz hale getirmektedirler. Öfkenin faydaları düşünülmeden, sadece zararları göz önünde tutularak uygulanan terbiye yöntemleri, çocukları kötü niyetli kişilerin tuzaklarına düşmeye fırsat vermektedir. Tacize uğrayan çocuklarla yapılan röportajlarda, "Neden karşı koymadın?" sorusuna çocukların büyük çoğunluğunun, "Karşı koyarsam bana kızacağından korktum" diye cevap verdikleri görülmektedir. Hâlbuki işte öfke, tam bu noktada devreye girmeliydi. Çocukların taciz anında yaşadıkları korku ve endişe ile öfke duygusunu kullanmaları, bağırıp çağırmaları, ortalığı birbirine katmaları gerekirdi. Ne yazık ki bu çocuklar öfke reflekslerini harekete geçiremedikleri için bir kuş gibi çaresizce tacizcilerin ellerinde kalmışlardır. Tacize uğrayan çocukların aile yapıları incelendiğinde, aile içinde psikolojik ve duygusal baskı altında tutuldukları dikkat çekmektedir. Bu tür ailelerin, çocuklarının aile içinde öfke refleksini kullanmalarına müsaade etmedikleri görülmektedir. Hâlbuki aile ortamı bir jimnastik salonudur. Çocuk orada kendini geliştirecek, kendini o ortamda hayata hazırlayacaktır. Tıpkı şahin kuşu örneğinde olduğu gibi, yanlış terbiye yöntemleri ile çocukların aile içinde, gagaları kesilir, kanatları yolunur ve pençeleri kırılırsa kendilerine yönelecek tehlikelere karşı tabii ki karşı koyamayacaklardır. Öfkenin önüne geçilmezse zararlı olmaz mı? Çocuk terbiyesi ile meşgul bir anne babanın aklına bu yazıyı okuduktan sonra şu soru takılabilir: "Çocukların öfkesinin önüne geçmez isek bu öfke yarın hem çocuğun kendisine hem de çevresine zarar vermez mi?" Bu sorunun cevabına "Evet, verir" diyebiliriz. Eğer çocuk terbiyesinde, çocuğun öfkesini nasıl kullanacağı yönünde bir metot izlenmez ise o takdirde, öfke, hem çocuğun kendisine hem de çevresine ciddi zararlar verebilir. O yüzden burada sorulması gereken esas sorular şunlardır:
O halde öfkede denge nasıl kurulur? Bir yandan öfke duygusunun önü açılırken diğer yandan da öfkenin gerektiği yerlerde kullanılması hangi terbiye metodu ile gerçekleşir? Unutmamalıdır ki öfke bir duygudur. Akıl, öfkeyi önlese bile öfke, aklı başarabilecek kadar güçlüdür. Bu nedenle, öfkeli bir insana sadece "aklını kullan", "sakin ol" demek bir anlam ifade etmeyebilir ya da "öfke anında derin nefes al ve 10'a kadar say" tavsiyeleri pratikte çok geçerli olamayabilir. Böylesi tavsiyelerin hele ki çocuk terbiyesinde hemen hemen kullanılması imkânsızdır. Öfkeyi kontrol altına alıp dengeyi kurmak isteyenlerin sıkça yaptığı yanlışlardan birkaçıdır bunlar. Mademki öfke bir duygudur, bu duygunun yok olmadan düzen içinde tutulmasının da yine duyguların yardımı ile olacağı açıktır. O halde, öfkeyi öldürmeden onu iç dünyada dengede tutacak olan duygu hangisidir? "Öfke" zehir, "vicdan" panzehirdir Öfke terbiyesinde, "vicdan" duygusunun kullanılması hayatî önem taşımaktadır. Anne babalar, 4 yaşından itibaren lld ¦ V^yv.uı\ ı cı uijicjiiiuc uuyı u unıncıı ı aını^ıaı çocuklarmdaki vicdan mekanizmasını çalıştıracak terbiye metotlarını hayata geçirmelidirler. Sadece bununla da kalmamalı, zaman zaman, çocuklarını vicdan testine tabi tutup vicdan mekanizmalarının doğru çalışıp çalışmadığını da kontrol etmelidirler. Vicdan ve öfke dengesi Öfke gelişir, vicdan terbiyesi unutulursa o çocuğun ileride bir baş belası olmaması içten bile değildir. İşte bu noktada, çocuklarda öfkeyi öldürmeden vicdan hissinin nasıl geliştirilebileceğinden bahsetmekte fayda var. Bununla ilgili bir baba-oğlun diyalogunu aktarmak istiyorum: Bir baba ile oğlu, rengârenk çiçeklerle bezenmiş, yüksekçe bir dağda geziniyorlardı. Çocuğun bir an ayağı bir taşa takıldı ve düştü. Canı yanan çocuk, ayağına takılan taşa öfke ile bağırdı: - Allah seni kahretsin! Çocuk birden bire, boşlukta, bir ses duydu: - Allah seni kahretsin! Çocuk korktu. Kimdi o bağıran? Neden kendisine böyle sesleniyordu? Çocuk, boşluğa doğru döndü ve seslendi. - Sen kimsin be? Karşıdan cevap gecikmeden geldi: - Sen kimsin be? Çocuk kayalıkların arkasına gizlenmiş ve ortaya çıkmaya korkan biri olduğunu düşündüğü sesin sahibine, öfke ile yeniden seslendi: - Sen bir korkaksın, korkak olmasan saklanmazsın, çık ortaya hadi. Karşıdan gelen ses, pes edecek gibi değildi, o da çocuğa seslendi: - Sen bir korkaksın, korkak olmasan... Olanlara bir anlam veremeyen çocuk, korku ve şaşkınlıkla, babasına döndü: - Baba, kim bu? Neden bana bağırıp hakaret ediyor? Baba, gayet sakin ve tebessümle, sesin geldiği yöne doğru döndü ve: - Seni çok seviyoruuummm, diye bağırdı. Karşı taraftan aynı şekilde bir karşılık geldi: - Seni çok seviyoruuummm!.. Çocuk şaşırdı: - Ama baba, o kişi neden bana kötü söz söylüyor da sana seni seviyorum, diyor ki? Baba, çocuğun saçlarını okşarken tebessümle cevap verdi: - Buna "yankı" denir oğlum, sen ne söylersen ondan aynı karşılığı alırsın. Eğer sen onu sever ve sevdiğini söylersen o da sana sevgiyle karşılık verir. Eğer sen ona, bağırır çağırır ve hakaret edersen hiç bıkmadan usanmadan o da sana aynı ifadeleri kullanır, dedi.
Çocuk utandı. Çünkü yankıya ilk kötü sözü o söylemişti. Eğer yankı o kötü sözü duymamış olsaydı kendisine kötü karşılık vermeyecekti. Çocuk o günden sonra kimseye kötü söz söylememeye yemin etti. Çocuklar, anne babasının yankısıdır Çocuklar, anne babasının birer yankısıdır. Anne baba çocuklarına nasıl seslenirse çocuklar da anne babalarına aynı karşılığı verirler; tıpkı yukarıdaki örnekte olduğu gibi. Çocuklar, özellikle ilk 4 yıl, anne babalarını taklit ederek hayatın kurallarını öğrenirler. Yeni doğan bir bebek, annesi yürüdüğü için emeklemeyi bırakıp ayaklarının üzerinde durmak için bir şeyler yapmaya çalışır. Annesi konuştuğu zaman onun dudaklarına bakar ve kendi de aynı sesleri çıkartmaya gayret eder. Bütün yeni doğan bebekler, yeni bir insan olma yolunda, bu kopyalama sürecini çok kısa sürede başarırlar ve ilk dört yaşa kadar öğrendikleri bu davranışları geliştirerek bir ömür boyu sürdürürler. Çocuk, bu taklit sürecinde, anne babadan sadece konuşmayı ve yürümeyi değil, hangi olaylara, hangi tepkiler vereceğini de öğrenir. Mesela anne, ayağının altına gelen bir karıncaya basmak üzere iken "Aman üzerine basmayım yoksa karıncanın ayakları kırılır ve yuvasına gidemez" diyerek çocuğuna böyle bir davranış gösteriyorsa çocuk annenin bu hassas ve vicdanî davranışını anında kopyalayacaktır. Dolayısıyla çocuklar, anne babalarının sadece davranışlarını değil, vicdanlarını da kopya ederler. Anne babanın vicdanı, çocuklarının vicdanının tohumudur Çocuklardaki vicdan duygusunun gelişiminin ilk ve temel şartı, anne babanın taşıdığı vicdanın hassasiyetidir. Anne babanın vicdanı ne kadar hassas ise çocuklar o hassas vicdanı, kendi vicdanlarının tohumu olarak gönüllerine ekeceklerdir. Anne babanın vicdanı ne kadar katı ve sert ise çocuklar da o sertlikten nasibini mutlak surette alacaktır. Mademki anne-babanın vicdanı, çocukların vicdanının tohumu niteliğindedir, o halde anne baba kendi vicdanlarının ne kadar hassas olduğunu ölçmelidir. Özellikle çocuk terbiyesine soyunmuş bir anne-babanın, kendine soracağı en önemli soru şudur: "Benim vicdanım ne kadar hassas?" Ama kimsenin elinde vicdan terazisi yok ki kimin ne kadar vicdan sahibi olduğunu nasıl öğreneceğiz? Yeryüzünde çok nadir insan vardır ki kendisine, "Ben çok vicdansız biriyim" diyebilsin. Kime sorsanız, kendi vicdanının hassasiyetinden bahseder. Bir katil, vurup öldürdüğü kişinin çocuklarını gördüğünde yüreği sızlar ve "Şu yavruları görünce vicdanım dayanmıyor" diyebilir... Bir hırsız, çaldığı paraların bir kısmını yolda karşılaştığı bir dilenciye verebilir ve verirken "Şu insanları görünce vicdanım kanıyor" diyebilir. Örneği birazcık daha genişletirsek öfke anında annesine bağıran bir çocuğa, anne, "Çabuk çık odadan gözüm seni görmek istemiyor" diyebilir. Neden böyle yaptığını da "Onun iyiliği için yaptım tabii ki. Kuralları öğrenmesi gerek..." diye izah edebilir. İşte bu son söz, kişinin kendi vicdanını tanımada en önemli ipucudur. Anne, "Ama ben onun iyiliği için böyle yaptım" derken kendi vicdanını susturmak için bir bahane söylemektedir. Vicdan o bahaneyi ne kadar kabul ederse içeride verdiği rahatsızlığı o oranda azaltacaktır. Bir katil, bir adamı vurmadan önce içinde çılgınca itiraz eden vicdanını susturmak için bahaneler bulmaya çalışır: "Ama o adam bana yanlış yaptı..." ya da "Ama o adamın yaşaması bu topluma zarar veriyordu..."; "Ama... Ama... Ama..." Bahane, vicdanı öldürür "Vicdanım ne kadar hassas?" diye merak ediyorsanız, kullandığınız "Ama" kelimelerine dikkat edin. Ne kadar çok bahane buluyor, ne kadar çok "Ama" diyorsanız bilin ki o "ama"lardan sonra kullandığınız her söz ile kendi vicdanınızı öldürüyorsunuz. 116 ¦ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar 5 yaşındaki bir çocuğun öğretmeni tarafından demir sopa ile dövüldüğünü düşünün. Bu dayağın verdiği acı ile çocuğun baygınlık geçirmesi, her insanda farklı
farklı vicdanî tepki oluşturur. Vicdanlarda oluşan bu tepkinin farklılığı, olaya şahit olan insanın kendi vicdanına söylediği bahaneler adedince azalır. Örneğin, dayak yiyerek baygınlık geçiren bu çocuğun, aslında ne kadar yaramaz ve baş belası olduğunu bilen okuldaki başka bir öğretmenin "Böyle bir olayı kesinlikle tasvip etmiyorum; ama çocuk da gerçekten çok yaramazdı" dediğine şahit olabilirsiniz. İşte bu "ama"dan sonra söylenilen şeyler, vicdan sızısını azaltan birer "bahane"dir. Bahaneler, insan vicdanmdaki sesi kesen birer "akıl cambazlığıdır". Duru bir vicdan, bahanesizdir. Hiçbir şeyden etkilenmeden karar verir. Hassas bir vicdandan çıkan ses, "Bir çocuğu döverek baygınlık geçirtmek, tek kelime ile vicdansızlıktır. Hem de ama'sız bir vicdansızlıktır" diyecektir. Kişi kendi dünyasındaki vicdanı ölçerken olaylara karşı verdiği tepkilere ve bu tepkiler karşısında kullandığı kelimelere bakmalıdır. Siz ha bire bahane üreten biri misiniz? Size sunulan her olaya, "ama" diye mi karşılık veriyorsunuz? O halde, siz büyük bir ihtimal ki kendinize ve sizin insan gibi insan olmanızı sağlayan vicdanınıza karşı çok haksızlık yapıyorsunuz. Öyleyse çocuk terbiyesi ile meşgul bir anne-baba, ne kadar vicdan sahibi olduğunu sorgularken kendisini iyice göz-lemlemelidir. Karşılaştığı ve vicdanını yokladığı olaylar karşısında, ne kadar çok bahane üretiyor, ne kadar çok "ama", "fakat", "ancak" gibi kelimelerle akıl cambazlığı yapmaya çalışıyor, dikkat etmelidir. Çocuk i eroıyesmae uogru cııınen rarmşıar ¦ x±ı Unutmayın ki karşılaştığınız her bir olay karşısında vicdanınızı susturmayı alışkanlık haline getirmişseniz susturmaya çalıştığınız o vicdan, çocuğunuzun vicdanının çekirdeği olacaktır. Çocuğunuzun susturulmuş bir vicdan ile hayata ilk adımı atmasını ister misiniz? Din, vicdanı besleyen şah damardır, suni davranışlar bu damarı tıkar Din, vicdanı besleyen "şahdamar"dır. Vicdan bu damardan gelen kan ile coşar ve hassasiyet kazanır. Dinî duyguların zedelenmesi, aynı zamanda vicdanın da zedelenmesi anlamına gelir. Gerek aile içinden gerekse çevresinden "samimi" dinî duygularla değil, "suni" ve yapmacık dinî söylemlerle beslenen bir çocuğun gelişmiş bir vicdan sahibi olacağını düşünmek hata olur. Anne babalar, çocukluk dönemini iyi değerlendirmeli ve hayatlarının bu safhasında, çok daha fazla çocuklarının samimi dinî değerlerle tanışmalarına özen göstermelidirler. İlahiler, ezgiler ve çocuk vicdanı Bir anne-baba, çocuklarına dinî eğitimin bir parçası olarak gördüğü, ilahiler ve ezgiler dinletmeye özen gösteriyor olabilir. Ancak bu ilahileri/ezgileri söyleyen sanatçı ile ilahinin/ezginin sözleri arasında bir uyumsuzluk var ise işte o zaman şah damardan vicdana akan kan, vicdanı besleyici değil, vicdanı zehirleyici özellik taşır. Örneğin, sanatçı, bir ilahide, "Seni andıkça gözlerimden ırmak gibi yaş boşalır, neredesin ya Nebiler Nebisi..." diyor; ama gözlerinden bir damla yaş akıtmıyorsa bu ilahiye muhatap olan çocuk, vicdanen kirlenmeye, ikiyüzlü olmaya, olmadığı gibi görünmeye adaydır. Vicdanına bu tür suni duygular akan çocuk, içinde taşımadığı duyguları sanki taşıyörmüş gibi gösterilebileceğinin örneğini bu ilahi ile öğrenecektir. Böylesi bir hal ise vicdan eğitimi açısından bir yıkımdır. ıiü ¦ ^umft ıcıuıycjıııuc uuyıu uınııtıı i d n ıı i ı d r Bu noktada, anne-babalar -her ne kadar iyi niyetli olarak da olsa- evlerinde, arabalarında, bu türden suni ilahi/ezgi ve şarkı dinliyor ve çocuklarına dinletiyorlarsa ciddi endişe taşımalıdırlar. Vicdan eğitimi konusunda çocuklarına karşı bilinçli bir yol izleyecek annebabalar, sözleriyle davranışları arasında tezatlık taşımamalılar. O yüzden böyle ilahileri kendileri gözyaşı içinde ve samimi olarak söyleseler yetiştirdikleri çocukların vicdanında binlerce kez daha olumlu tesir oluştururlar. Böylece suni atmosferleri çocuklarına yaşatmazlar. Ayrıca anne-babalar, çocuklarına dinî eğitim verirken veya dinî eğitim verecek bir şahsı tespit ederken azami ölçüde dikkat etmelidirler. Çocuğun gittiği bir sohbette ya da dinî derste, sohbeti yapan kişi "Allah, derken kalbim duracak gibi oluyor, kendimden geçiyorum" dese; ama sohbet bitene kadar da kendinden geçmese, sohbetin sonunda da "Çok yorulduk; şöyle güzel ikramlar gelse de
sohbetin tadı çıksa" diye espri yapsa bu ortamın çocuğun vicdanını geliştireceğini düşünmek çok doğru olmaz. Çocuk, gerek aile ortamında gerekse dinî eğitim sırasında karşılaştığı her türlü iletişimde gayet samimi kişilerle muhatap olmalıdır. Yine bir örnek vermek gerekirse; okunan bir Kur'an-ı Kerim, ne okuyan kişide ne de dinleyenlerde tesir oluşturmu-yorsa çocuk böyle ortamlara şahit tutulmaktan kaçınılmalıdır. Ne zaman ki okunan Kur'an-ı Kerim'in tesiri ile ses boğazda düğümleniyor, gözlerden yaş geliyorsa çocuk bu ortamdan etkilenecektir. Çocuk, gözyaşları içinde, Kur'an okuyan anne-babasının o halini bütün bir ömür boyu vicdanında sıcacık bir hatıra olarak taşıyacaktır. Çünkü din ve dine ait değerler vicdana aracısız olarak, "doğrudan" tesir eder. Çocuk din ve dinî değerlerle muhatap olduğu her dakika, vicdan kapısını açık tutar. Samimice açılmış olan bu I^OCUK lerDiyesınae uoyru Diıınerı idinışidr ¦ j.j.7 ¦ vicdan kapısından suni duygular girdiği takdirde, çocuk vicdan kapısını açmakta tereddüt geçirir. Karşılaştığı olaylara şüphe ve tereddütle bakar. Olayları vicdan muhasebesi ile değil de "akıl" hesabı ile değerlendirmeyi öne çıkartır. Köşe başında vurulmuş bir kişi için "Ne kadar üzücü, vicdanım sızladı" demek yerine, "Bir suçu olmasa köşe başında vurmazlardı" diyecek karaktere doğru adım adım yaklaşır. Bu konudaki örneklerden biri de namazla ilgilidir. Çocuk, namaz kılan annebabasmı, dede ve ninesini gayet ciddi ve vakarlı bir vaziyette görmüyorsa, namaz kılan kişi laubalice hızlı hızlı yatıp kalkıyorsa çocuğun vicdanını besleyen o şahdamarm yavaş yavaş tıkanıyor olduğu bilinmelidir. Çocuklar, özellikle dört ila yedi yaş arasında bu samimi gözyaşları ve duygularla tanışmalıdır. Bunun tam tersi olarak da (dört-yedi yaş da dâhil olmak üzere) özellikle ergenlik çağma gelmiş bir çocuğa, yukarıda örneklerini verdiğimiz, sahte duygu ve hisler taşıyan ortamlar oluşturulmamalıdır. Sadece dinî duygulardaki sunilik değil, aynı zamanda, günlük yaşantıda da çocuğa çok samimi ve içten davranmalı, yapmacık davranışlardan kaçınılmalıdır. Hissetmediği şeyi hissediyormuşçasma konuşmalar, yaşamadığı duygulan yaşıyor gibi göstermeye çalışmalar, gelişmekte olan çocuğun vicdanını perişan eder. Örneğin, komşuları vefat etmiş bir aile, çocukları ile birlikte taziye ziyareti yapıyor olsun. Ziyarete giden anne-baba çocuklarının yanında, rahmetlinin ne kadar dürüst ve iyi bir insan olduğunu söylese; hatta üzüntüden gözyaşı dökse taziye bitip eve doğru giderken aynı anne-baba, çocuklarının yanında vefat eden kişinin aslında ne kadar da kötü bir hayat yaşadığından bahsedecek olsa, bu çocuğun vicdanında koca bir yük olarak bir ömür boyu asılı kalır. 120 ¦ Çocuk Terbiyesinde Doğru bilinen Yanlışlar Çocuk, taziyedeyken gözyaşı döken anne-babasmın, kendi evlerine giderken farklı bir karaktere büründüğüne şahit olur ve yalancı duyguların nasıl ve ne zaman kullanılacağı hakkında bilgi depolar. İşte bu yüzden anne-baba, günlük hayatın her safhasında samimi davranışlar sergilemeli ve yalanın zerresine bulaşmamalıdır. Çünkü yalan vicdanı zehirleyen bir kobra yılanı gibidir. Yalan, vicdanı zehirler Bir çocuğun nasıl ki yapmacık dinî davranışlarla karşılaştığında, vicdanı katılaşıyorsa yalan söyleyen insanlarla muhatap olduğunda da vicdanı körelir. Bazen küçük ve tatlı yalanlar bazen de "şakacıktan" söylenilen "pembe" yalanlar, çocukların vicdanına zehir akıtır. Zira hiçbir vicdan söylenmiş olan bir yalan karşısında sessiz duramaz. Eğer kişinin vicdanı ölmedi ise söylenen bir yalan, o vicdanı ha bire rahatsız eder. Vicdanın verdiği bu rahatsızlıktan bunalan kişi, sonunda vicdanının sesini bastırmaya ve söylediği yalanı meşru göstermeye gayret sarf edecektir ki bu da vicdan duygusunun dibine dökülen zehir niteliğindedir. Gelişmesi ve berrakça parlaması arzu edilen vicdan, üzerine dökülen bu zehrin tesiri ile gün geçtikçe yok olup gidecektir. O halde çocuğun vicdanını geliştirmek ve o vicdanı berrak vaziyette tutmak isteyen bir anne-baba, yalandan, yılandan kaçar gibi kaçmalı. Çocuklarına yalanın zerresi bulaştığında, onların vicdanlarında açılan yarayı hesap etmelidir. "Yalan söylemedim, sadece şaka yaptım!"
Çocuklar, bazen "Yalan söylemedim, sadece şaka yaptım" bahanesine sığınırlar ve söyledikleri yalanlar ile "şaka" arasındaki farkı net olarak bilemeyebilirler. Anne-baba bu noktada çocuklarına devamlı yol gösterici olmalı ve bu konuda şu şekilde açıklamalar yapmalılar: "Yalan, aldatmak maksadı ile gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi göstermeye denir. Şaka ise güldürmek, eğlendirmek amacıyla karşısındakini kırmadan yapılan hareket veya söylenen söze denir. Yalan ile şaka arasındaki en bariz fark, birinde gerçek dışı bir şeyin gerçekmiş gibi gösterilme gayretidir. Diğerinde ise gerçekler farklı bir açıdan esprili bir şekilde dile getirilmektedir..." Bu duruma en güzel örnek Arifin annesine yaptığı şaka-dır.1 7 yaşındaki Arif, mutfakta yemek yapan annesinin yanına gelir ve annesine mahcup bir şekilde sorar: - Anne, hani dedemin sana hediye ettiği, senin de çok sevdiğin aile fotoğrafı var ya... Anne meraklı gözlerle Arifi dinler: - Eeee... Arif devam eder: - Ben onu yırtsam kızar mısın? Anne birden çok üzülür. - Nasıl yaparsın Arif, o babamın bizle beraber çektirdiği son resimdi, der. Arif devam eder: - Yok anne yırtmadım da yırtsam kızar mısın diye sordum, der... Anne birden rahatlar ve Arife sarılır. Arif çok zekice, annesini şaşırtan bir şaka yapmıştır. Annesinin çok sevdiği bir resmi kullanarak ona soru sormuş, anne de sorulan sorunun gerçek olduğunu düşünerek birden heyecana kapılmıştır. Bu örneğe başka bir açıdan bakalım: Arif, annesinin yanma gelip "Anne dedemin sana hediye ettiği fotoğrafı yırt122 ¦ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar tim. Bana kızar mısın?" deseydi işte o zaman bu söz bir yalan olurdu. Çocuklar bu ve benzeri örneklerle şaka ile yalan arasındaki farkı kavramalı, onların yalana bulaşmalarına izin verilmemelidir. Ama şaka yapmalarına da mâni olunmamalı-dır. Çünkü espri ve şaka yapmak, aynı zamanda çocuğun zihnini de geliştirmeye yarar... / Kardeş, Kardeşin "Kumaşıdır!" Birçok anne babaya yaka silktiren konudur kardeş kıskançlığı. Kimi zaman öylesine işin içinden çıkılmaz hal alır ki evin içi savaş alanına dönüverir hiç umulmadık bir anda. Bir yanda birbirine yan gözle bakan iki kardeş, bir yanda onları ayırmak için trafik polisi gibi çırpınan anne-babanın çaresizliği gözlerden okunuverir. Peki, nedir kardeşi, kardeşe düşüren, anne babayı çaresiz bırakan kardeş kıskançlığının aslı? Kardeş, kardeşi neden kıskanır? Kıskançlık çocuğun karakteri midir, sonradan mı gelişir? "Kıskançlık onun kanında var" Birçok anne-baba, çocuklarının kıskançlığını tarif ederken "ta çocukluğundan beri böyle işte, kardeşi ile bir türlü anlaşamaz. Kıskançlık onun damarlarında var" tarzındaki ifadeleri kullanırlar. Acaba bu tanım ne kadar doğrudur? Gerçek124» Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar ten kıskançlık duygusu, kişinin genleri vasıtası ile nesilden nesle mi aktarılmaktadır? Bu soruya hemen cevap vermek gerekirse diyebiliriz ki kıskançlık insanın yaradılışında hazır bulunan bir mayadır. Allah, her insanı yaratırken insanın hayatını devam ettirebilmesi için duygu dünyasının hamuruna, "kıskançlık" mayasını da yerleştirmiştir. "Öfke" duygusu yaradılış gereği her insanda vardır ki o insan kendisine zarar verebilecek ellere karşı kendini koruyabilsin. Tıpkı bunun gibi, kıskançlık duygusu da her insanda yaratılış itibari ile vardır ki insan kendi elinde olan değerlere sahip çıkabilsin. Tahrip edilen duygular kıskançlığı başlatır Madem insanın mayasında kıskançlık duygusu vardır, o halde neden bazı insanlar, cinnet noktasında kıskançlık krizlerine kapılır da bazılarına hiç uğramaz bu
duygu? Bazılarının umurunda bile olmaz, kıskanmaları gerekli olan şeylere el uzatılması? Bu soruya pedagojik açıdan vereceğimiz ana cevap; "çocuk terbiyesinde izlenilen yanlış metotlar"dır. Yanlış metodoloji, bir insanın sahip olabileceği en masum duygu olan kıskançlık duygusunun ya aşırı derecede tetiklenmesine ya da tamamen öldürülmesine neden olabilmektedir. Birçok anne-baba, çocuklarının kıskançlıklarını onların karakterinin bir parçası olarak görseler de o parçayı, karakter haline getiren asıl etken, çocuğun duygu dünyasının (farkında olunmadan) tahrip ediliyor olmasıdır. Çocuklara eşit davranmak, kıskançlığı körükler Pratik tecrübelerimize dayanarak söylemek gerekirse günümüzde kardeşler arasında oluşan kıskançlığın ana nedençocuk ı erbıyesınde uogru bilinen Yanıışıar ¦ i<ü> lerinden biri, anne-babaların çocuklarına karşı eşit davranma heyecanıdır. Zira hiçbir çocuk, bir diğeri ile eşit değildir. Gerek karakter yapısı itibari ile gerek önce veya sonra dünyaya gelişiyle her bir kardeş, bir diğer kardeşten farklıdır. Bu farklılıkları gözetmeden bir anne-baba şefkatiyle çocukları eşitlemeye çalışmak, eşitlik çizgisinin ilerisinde bulunan çocuğu ezmek anlamına gelir. İnsanın başka biri yüzünden eziliyor olması, kıskançlığı ha bire körükler. Düşünün lütfen; yaşlan birbirine yakın iki çocuğunuz var. Bu iki kardeş birbiri ile kavga ediyorlar. Siz de araya girip kavgayı durdurmak için kardeşleri ayırıyorsunuz. Sonra ikisine de aynı cezayı veriyorsunuz. Siz iki çocuğunuzu da birbirinden ayırt etmeden aynı muameleyi göstermiş olsanız da farkında olmadan çocuklarınızdan birini (veya ikisini) diğerine karşı ezmiş olabilirsiniz. Örneğin bu çocuklardan biri, bir diğerinin ağabeyi (ablası) ise büyük ve küçüğün aynı cezayı alması doğru mu acaba? Aynı suçu işlemiş iki kardeşe, aynı cezayı vermek, görünüşte "eşif'lik gibi görünse de çocuk terbiyesinde böylesi bir eşitlik "adaletsizliği" doğurur. Aynı örnek üzerinden düşünmeye devam edelim: Aynı kabahati işleyen bu iki çocuğunuzdan biri, çok duygusal, diğeri ise vurdumduymaz olsun. Siz duygusal olan çocuğunuza -belki- "öte git" deseniz kalbi kırılabilir ve bir hafta sizin yüzünüze bakmayabilir. Vurdumduymaz olan çocuğunuza, "öte git" deseniz umurunda bile olmayabilir; hatta ertesi gün aynı kabahati fazlası ile işleyebilecek cesareti kendinde bulabilir. Bu durumda, siz her ne kadar kendinizi çocuklarınıza karşı eşit davranıyor sansanız da çocuklarınızın iç dünyasında uyandırdığınız duygular itibari ile bu eşitlik, adaletsizliği barındırmaktadır. ızb ¦ gocuK lerDiyesınae uogru Diıınen ranıışıar Adaletsizlik, kıskançlık doğurur Anne babalar çocukları ile kurdukları iletişimde eşitlik ilkesine sadık kalayım diye uğraşırlarken bir yandan da çocuklarının duygu dünyasının röntgenini çekmeyi ihmal etmemelidirler. Hâlbuki çocuklara eşit davranmak çocuğun iç dünyasında uyanan duygu itibari ile eşitlik taşımalıdır. Bir örnek daha vermek gerekirse anne baba olarak çarşıya çıktığınız bir gün çocuklarınıza hediye almayı planladınız ve aynı yaştaki iki erkek çocuğunuza, birbirleri ile kavga etmesinler diye- aynı hediyeyi aldınız. Acaba doğru mu yaptınız? Çocuklarınızdan birisi, sosyal yönlü oyuncakları, diğeri matematiksel oyunları seviyorsa aldığınız aynı oyuncak her iki çocuğunuzda da aynı sevinci uyandırabilir mi? Eve gidip büyük bir sevinçle hediyeleri verdiniz. Fakat çocuklardan biri çok sevindi diğeri kenara geçip "zaten en güzel oyuncağı hep kardeşime alıyorsunuz..." diye içindeki duyguları size aktardı. Siz de bu söylem karşısında, 'Ama ikinize de aynı oyuncağı aldım' diye mi düşündünüz? İşte çocuklar ile anne-baba arasında daha çocukluk yıllarında başlayan anne babaya göre eşitlik; ama çocuklara göre "adaletsizlik", insanın doğuştan var olan kıskançlık duygularının alev almasını sağlar. Adaletsizlik, güvensizliği; güvensizlik, kıskançlığı tetikler Çocuk terbiyesinin en can alıcı noktası adalet duygusudur. Eğer çocuk o ya da bu sebeple kendisine haksızlık yapıldığı, anne babasının kendisine adil
davranmadığı hissine kapılırsa bunun sonucu, güven bunalımıdır. Çocuk, anne babasına bir defa güvensizlik hissederse kıskançlığın ikinci tetikçisi harekete geçmiştir bile. gocuk lerDiyesınae uogru bilinen Yanlışlar ¦ ızı Statü kaybı ve kıskançlık Çocuklara yönelik adil olmayan davranışlar, çocuklar arasındaki statü kaybına da neden olmaktadır. Statü kaybı ise kıskançlığı körükleyen en önemli sebeplerden biridir. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, çocuklardan biri, diğerine göre büyük ise büyük olma statüsüne dikkat edilmeden çocuklarla iletişime geçmek, büyük çocuğun statü kaybına yol açacağı için kıskançlık duygusunu da tetikleyecektir. Eve yeni gelen en küçük kardeşe olan aşırı ilgi, büyük kardeşi rahatsız edebilir. Kendisi daha önceden evin tek hâkimi iken birden bu hâkimiyetin kaybolduğu hissine kapılabilir. Sevgiyi tek başına kazanıyorken, anne babasının tek sahibi kendisi iken, elinde tuttuğu bu statüyü birden kaybetmek, çocuğu paniklettirebilir. Böylesi durumlarda, anne babanın yapacağı şey, büyük çocuğuna büyümüş çocuk muamelesi yapmak, yeni kardeşe de bebek muamelesi yapmak olmalıdır. Büyük kardeşe daha önceden sahip olduğu hiçbir statünün kaybolmadığı gösterilmeli; hatta ağabey olmakla evde daha da önemli bir pozisyona geldiği hissettirilmelidir. Çocuklar arası yaş farkı, kıskançlıkta rol oynar Sadece anne babanın çocuklarına olan davranışları değil, bazen hiç beklenmedik dış etkenler de kardeş kıskançlığında rol oynar. Bunlardan biri de kardeşler arası yaş farkıdır. Eğer bir çocuk, 3-4 yaşları arasında yeni bir kardeşe sahip olursa kuvvetli ihtimal ki bu iki kardeş arasında büyük bir kıskançlık yaşanacaktır. Çünkü çocuklar, 3-4 yaşları arasında "ben" merkezcidirler. Paylaşmayı sevmezler. Minik ergenlik dönemi denilen bu evrede çocuk kardeş sahibi olursa evdeki ilginin azalmasından, eşyalarının paylaşılacak olmasından, dikkatlerin başka birinin üzerinde yoğunlaşmasından ciddi rahatsız olur. Bu nedenle anne babalar çocuk terbiyesinin zorİZÖ m (^ocuk lermyesınae uogru d 11 ineri idiııı^mr luğuna bir de kardeş kıskançlığını eklemek istemiyorlarsa çocuk sahibi olmayı planladıkları döneme dikkat etmelidirler. "Tıpkı babası gibi gözleri var" Kardeş kıskançlığının körükleyici, diğer bir nedeni de kardeşler arasında kıyas yapılması, bir kardeşin aile büyüklerine benzetilmesi, diğer kardeşin kendini aile halkası dışında hissetmesidir. İki kardeşten birine yönelik söylenen, "Maşallah gözleri de tıpkı babası gibi" ya da "Gülüşü ne de çok annesine benziyor" tarzındaki ifadeler, diğer kardeşin kıskançlık damarını kabartır. Özetle, diyebiliriz ki çocuk terbiyesinde izlenilen yanlış metotlar gayet doğal ve en insanî duygu olan kıskançlık hissini tahrik etmektedir. Bu itibarla bakıldığında, anne babalar, çocuklarının iç dünyalarını tanıyarak ve onların aile içindeki konumlarını dikkate alarak onlarla iletişime geçmelidirler. Çocuk ile anne-baba arasında yürütülen ilişki, eşitlik temeline göre değil, adalet anlayışına göre şekillenmelidir. Çocuk, kendini aile içinde her zaman güven ve huzur içinde hissetmeli, duygularının kırıldığı hissine kapılmamalıdır. Unutmamalıdır ki kardeş, kardeşin kumaşıdır. Oturuşunuz, duruşunuz konuşmanız, en ufak kaş-göz işaretiniz çocuklarınız tarafından yanlış anlaşılabilir ve o evin atmosferi birden bire aleyhinize çevrilebilir. Çocuğum Yaramaz mı, Hiperaktif mi? Günümüzde o kadar yaygın hale geldi ki Hiperaktivite kelimesi, çocuk azıcık koşacak olsa, sağda solda zıplayıp enerjisini boşaltacak olsa, anne babalar hemen telaşa kapılıp "Yoksa bizim çocuk hiperaktif olmasın?" diye tedirgin oluyorlar. Oysa hiperaktif oldukları sanılan çocukların birçoğu ADHD değil, sadece yaramazdır. Birçok çocuk, alt alta, üst üste sıkıştırılmış apartman hayatının verdiği bunalım sonucu koltuklar üzerinde koşmakta, yerlerde taklalar atmakta, yemek masasında bir türlü rahat oturamamaktadır. Bu tür çocuklar, genelde ADHD değil, üzerlerindeki statik enerjiyi toprağa boşaltamayan yaramaz çocuklardır. Zira
ADHD'li çocuk, yaramaz çocuk değil, çok tuhaf davranışlı çocuktur. ADHD olan bir çocuk, Otistik, Down Sendromlu bir çocuk gibi -belirtileri aynı olmasa da-psikolojik rahatsızlık taşır. Hiperaktiflik nedir? Dünya üzerindeki birçok çocuğu pençesinde kıvrandıran bu rahatsızlığın Psikoloji literatüründeki adı, Attention-Deficit and Hyperactivity Disorder'dır (ADHD). Türkçeye ise Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu olarak çevrilmiştir. Hollanda'daki ailelerin yüzde 3'ü, Amerika'daki anne babaların yüzde 5'i ve İngiltere'deki velilerin yüzde l'i, çocuklarındaki bu rahatsızlıklarla mücadele etmektedir. Türkiye'de ise bu rakam yüzde 5'tir. ADHD olan bir çocuğun davranışları, "normal" çocuklar gibi olmadığından, Avrupa'da bu tür çocuklar "özürlü çocuklar" için açılmış okullara yönlendirilmekte, psikolog ve pedagogların yardımı ile eğitim sürecini tamamlamasına gayret sarf edilmektedir. ADHD'nin belirgin özellikleri nedir? ADHDTi bir çocuğun en belirgin özelliği, kendisini dur-duramayıp düşünmeden "her an" hareket halinde olmasıdır. Çocuk sanki üzerine yüklenmiş olan fazla enerjiden kurtulmak istercesine her an bir şey yapma, birilerine sataşma, ayağa kalkma, havaya zıplama veya oturduğu yerde elleriyle, ayaklarıyla hareket etme ihtiyacı içindedir. Çocuk, tıpkı pilli bir oyuncak araba gibi, yere koyduğunuz her an bir tarafa doğru gitmek için çırpmır. Hiperaktiflik diye bahsedilen şey, işte budur. Yoksa çocuğun masum koşuşturmacasına ve annesini yormasına Hiperaktiflik demiyoruz. Bununla birlikte, ADHD olan bir çocukta dikkat dağınıklığı mevcuttur. Örneğin, altı yaşındaki bir çocuk, normal şartlar altında dikkatini dağıtmadan 20 dakika boyunca kendini bir konuya odaklayabildiği halde, ADHD olan bir çocuk bunu başaramaz. Bir konuya odaklanmak istese de her an dikkati dağılır. Ya etraftaki bir şeylere yönelir ya aklına gelen bir şeyi yapmak için o anki ortamdan uzaklaşır ya da konuyla ilgisi olmayan o anda aklındaki bir soruyu sorar. Ancak burada dikkat edilecek bir püf nokta daha vardır ki o da bazı çocukların bazı dersleri (konuları) sevmemesi veya öğretmenin (anne babanın), çocukların seviyesine inememesi ve bunun neticesi olarak çocuğun kendisini o derse (konuya) verememesi... Bunları, ADHD belirtisi olarak kabul etmiyoruz. Böyle bir durum çocuğun rahatsızlığı değil, eğiticinin yetersizliğidir. ADHDTi bir çocuğun yine en belirgin özelliği hırçınlığıdır. O, her an herkes ile kavga yapma ve sataşma potansiyeline sahiptir. Çevresi ile uyumsuzdur. Çevresindeki çocuklara verdiği zarardan dolayı arkadaş edinmekte zorluk çeker, bu ise ADHD'li çocuğu daha da hırçınlaştırır. ADHD nasıl oluşur? Bir çocukta ADHD oluşmasının dört temel sebebi vardır. Bunlardan biri, annenin hamileliği sırasında yaşadığı olaylardır. Doğumda çocuğun 2,500 gramdan daha az kilo ile doğmuş olması, annenin hamilelik sürecinin 32 haftadan daha az olması, annenin hamilelik sırasında sigara ve alkol kullanması, ana rahminin fonksiyonlarını tam yerine getirememesi, doğacak çocuğun ADHD'li olarak doğmasına neden olduğu bilinmektedir. Annenin hamileliği sırasında yaşadığı bu negatif tecrübelerin yanı sıra, bir de çocuğun doğduktan sonra kuralları olmayan, düzensiz bir ailede yetişiyor olması ADHD riskini artırır. Çocuğun aile hayatının kaos içinde olması, aile içinde kendini değersiz hissetmesi ve statüsünü bulamaması gibi durumların, ADHD davranış sapmasına neden olduğu bilinmektedir. Tüm bunlara ek olarak çocuğun erken yaşlarda televizyon ve bilgisayar (türevi) ile tanışmış olması ADHD riskini artıran etmenlerdir. ADHD'nin sebeplerinden üçüncüsü ise çocukların tükettikleri gıdalarla ilgilidir. Özellikle kimyasal katkı ile tatlandırılmış, cips, çikolata ve dondurulmuş gıdalar ile içerisine kimyasal boya katılmış meyve suları çocukların bu rahatsızlığa yakalanmasına neden olduğu görüşü üzerinde durulmaktadır. Bununla birlikte, çocuğun yediği yiyeceklerde hormon bulunuyor olması da ADHD'yi tetiklemektedir.
Ayrıca ADHD'li çocuklar üzerinde yapılan araştırmalar gösteriyor ki bu rahatsızlığın bir kısmı da genler vasıtası ile anne babadan geçmektedir. ADHD olan bir anne baba büyük ihtimalle çocuğuna da bu rahatsızlığı aktarmaktadır. ADHD'nin tedavisi var mıdır? ADHD'nin tedavisi vardır; ancak burada dikkat edilecek bir husus, anne babanın ADHD olan çocukların tedavisi için tercih edeceği yöntemdir. Zira birçok veli, ilaçla tedaviyi tercih ediyor hem kolay olduğu için hem de bazı doktorların yanlış yönlendirmesiyle bu yola başvuruyorlar. Hâlbuki şu an, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu teşhisiyle ilköğretim çağındaki on binlerce çocuk gereksiz yere uyarıcı ve antidepresan ilaçlar kullanmaktadır. "Gereksiz yere kullanmaktadır" diyoruz; çünkü ADHD'nin tam bir teşhisi yoktur. Psikolojinin bugün ulaştığı nokta itibari ile hiçbir çocuğa "kesinlikle sen ADHD'sin" diye teşhis konulamamaktadır. Konulan teşhisler daha çok ihtimal hesapları üzerinedir. Bu rahatsızlığın birinci boyutunun böyle olduğunu düşünürsek belki de gereksiz yere çocuklara bu türden ilaçlar vermenin ne kadar da vahim bir hata olduğu, gözler önüne serilebilir. Bununla birlikte (muhtemel) ADHD teşhisi konulmuş çocuklara genellikle, uyarıcı özelliğe sahip "Ritalin" isimli ilaç verilmektedir. Ritalin, kokain gibi tesiri olan ve kırmızı reçete ile satılan bir ilaçtır. Bu ilaç, yerinde bir türlü duramayan çocuğu uyuşturup sakinleştirmeye yönelik bir özellik taşıdığı için birçok hekim tarafından tereddütlü ilaçlar listesinde yer almaktadır. Özellikle Avrupa ülkelerinde, çocuklara verilen uyuşturucu türevi ilaçların bağımlılık yaptığı ve etik olmadığı gerekçesi ile kullanımı giderek azalmasına rağmen (maalesef) Türkiye'de, bu konu hakkında yeterince bilgisi olmayan ailelerin ve (ne yazık ki) ihtiyatsız davranan uzmanların sayesinde bu tür ilaçlar çok rahatlıkla kullanılabilmektedir. Ayrıca Houston Kanser Merkezi'nde 12 çocuk üzerinde Ritalin'in kanser ile bağlantısına yönelik yapılan araştırmada, Ritalin kullanan çocuklardaki kanser riskinin, Ritalin kullanmayan çocuklara nispeten 3 kat daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Tüm bu faktörler göz önüne alındığında, kesin teşhisi bile henüz olmayan bu rahatsızlık için çocuğa erken yaşta uyuşturucu özelliği taşıyan ağır ilaçların verilmesini doğru bulmadığımızı belirtmeliyiz. Avrupa'da, ilaçlı tedavi yöntemi tavsiye edilmeyen ADHD için ilaçsız psikoterapi yöntemleri kullanılmaktadır. Son bir tavsiye Çocuklarında hiperaktiflik özellikleri gören/tahmin eden anne babaların sofralarına koydukları gıdalara göz atmalarını tavsiye ediyoruz. "Teknoloji" gıdası olarak adlandırdığımız suni gıdalar, kimyasal yöntemlerle dondurulmuş veya konserve ürünler, çeşitli kimyasal katkı maddeler (E ürünleri), suni olarak tat ve koku verilmiş cips, şekerleme vb. gibi yiyecekler, kimyasal boyalarla renklendirilmiş ve sıkıştırılmış gaz ilave edilmiş içecekler... Bu tarz gıdaların çocuklarda bu ve benzeri rahatsızlıkları tetiklediği hatırdan çıkarılmamalıdır. Anne Babaların Hazırlıksız Yakalandığı Soru: "Allah Nerede?" Çocuklar etrafı ve etrafta şekillenen olayları kavramaya başladıkları yaşlardan itibaren anne babalarını soru yağmuruna tutarlar. "Bu nedir? Bu niye böyledir? O kim?" gibi sorular anne babayı oldukça yorar; ama bu sorular içinde öyle bir tanesi daha vardır ki birçok anne baba ansızın yakalanır buna ve doğru cevabı bulmanın telaşını yaşar. O soru, "Allah nerede?" dir. Küçüktüm, hayal meyal hatırlıyorum. Anneme sormuştum: - Anne, Allah nerede? Annem bütün kalbî samimiyeti ile cevap vermişti: - Allah nerede anarsak orada oğlum. Bu cevap kafamda yeni soruları da beraberinde getirmişti. "Allah'ı nerede anarsak oraya geliyor. Teşbih çekenlerin neden hızlı hızlı Allah, diyerek teşbih çektiğini anlamıştım o an. Hep Allah'ı yanlarında hissetmek istiyorlardı demek ki!.." '
Zihnimde onlarca soru dolaşırdı. Mesela "Peki ya Allah'ı anmazsak?" diye düşündüğümü hatırlıyorum gece vakti yatağımda uyumaya çalışırken. Bir süre sonra mahallemizdeki caminin hocası, aynı soruya farklı bir cevap vermişti. Yaramaz arkadaşım Ramazan, "Allah nerede Hocam?" diye sorunca Hoca sağ elini kalbine götürerek "Allah kalbimizde oğlum" demişti. Bu cevap annemin verdiği cevaptan daha çok düşündürmeye başlamıştı beni. "Allah kaç tane ki? Herkesin kalbinde Allah varsa o zaman neden 'Allah bir' diyoruz? Allah insanların kalbine niye giriyor ki?" gibi birçok soru aklımdan geldi, gitti, durdu. Tüm bu sorularımı çocukluk yıllarımda ne kimseye sorabildim ne de bu soruların sorulduğu bir ortamda verilen cevapları duyabildim. Bilinçaltında büyüyen öcü Geçenlerde Televizyon kanallarının birinde, çocuk terbiyesi konusunda bir programa rastlamıştım. İzleyicilerden gelen sorulara cevap vermeye çalışan bir psikologa, bir anne, çocuğu ile ilgili bir soru sordu: "5 yaşında bir oğlum var. Israrla bana 'anne, Allah nerede?' diye soruyor, ben de 'Oğlum Allah kalbimizde' diye cevap veriyorum. Sizce nasıl cevap vermeliyim?" Televizyonda soruları cevaplandıran uzmanın cevabı göz yaşartıcıydı. İ^ÖB^ULUK ItrUiytSHlUC L/UyiU l_lllllit.ii -•«¦**-y--*ı "5 yaşındaki bir çocuğa kalbinde Allah var, diye cevap vermeniz, çocuğun aklına yeni birçok soru işaretlerini doğurabileceği için doğru bir cevap değil. O nedenle, oğlunuzun bu sorusuna 'Allah çoooook uzaklarda onu biz göremeyiz' diye cevap vermenizi tavsiye ederim" deyiverdi. Televizyon ekranlarındaki bu diyalogu duyunca çocukluk yıllarıma döndüm ve o yıllarda aklıma takılan sorulan hatırladım. Bizzat o dönemi yaşamış biri olarak ve konuyla yakından ilgilenen bir pedagog nazarıyla bu cevap, beni çok üzmüştü. "Allah nerede?" sorusuna verilen bu tür yanlış cevaplar, çocuğun bilinçaltına yerleştirilmiş saatli bir bomba gibi "tik tak" ederek patlayacağı anı bekler. Eğer uygun bir zamanda uzman birileri tarafından saatli bombanın kabloları çekilmez ise çocukluk yıllarını atlatan gencin içinde dev gibi bir patlama olmaması içten bile değildir. Her kalpte Allah varsa kaç tane Allah var? Henüz eşyalar arasında ilişkileri tam kuramamış yedi yaş grubundan önceki çocuklara verilecek "Allah kalbimizde" cevabı, çocuğun zihninde birçok yeni soruyu daha ürmala-yacaktır: "Her kalpte bir Allah varsa kaç tane Allah var?" "Kalbimizde Allah nasıl nefes alıyor?" "Allah içimde kımıldarsa ben korkarım." Çocuğun hayal gücü nispetinde yeni yeni sorular ortaya çıkacaktır. İç içe geçmiş, anne babanın artık cevap veremeyeceği yeni sorular... Annemin ben daha çok küçükken söylediği, "Allah nerede anarsan oradadır" cevabı da yine soyut düşünme dönemine geçen 7 yaş grubu çocuklarda, "Ya Allah'ı anmazsak... O zaman Allah orada yok mu?" gibi paradoksların yaşanmasına neden olacaktır. . "Bana dinden imandan bahsetmeyin" Bütün bu fikrî iç savaşla yetişkinliğe doğru ilerleyen çocuğun elinden bir gün birileri tutmaz ve bilinçaltmdaki bu çelişki, akrep ve yılanların yuva kurduğu örtüyü kaldırmaz ise bir gün o akrep ve yılanlar çocuğa artık "bana dindenminden bahsetmeyin, boş verin böyle şeyleri" dedirterek zihinsel "es geçmelere" neden olabilir. Peki, "Allah nerede?" sorusuna nasıl cevap verilmelidir? Bu soruya verilecek cevapları, çocukların yaş dönemleri dikkate alınarak üç kategoride topluyoruz: Yedi yaşına kadar olan çocuklar Bu yaş grubundaki çocukların "Allah nerede?" sorusun-daki kasıtları, ismini duyduğu eşyaların zihinde şekillendirme çabasıdır. Çocuk en iyi bildiği kavram ile yeni duyduğu şey arasında kıyas yaparak çevreyi tanımaya çalışır. Örneğin, "Bir hafta sonra teyzene gideceğiz" dediğinizde, çocuk "bir hafta"nın ne demek olduğunu henüz bilmiyorsa "Yedi kere akşam olacak, ondan sonra gideceğiz" tarzında a-çıklama yapmalısınız. Yani çocuk, bir önceki tanıdığı ile bir sonraki
tanınacak arasında ilişki kurarak hayatı algılamaya çalışır. Bu itibarla, çocuk eğer "Allah çoook uzaklarda" diye duymuşsa bu uzaklık onun zihninde bir şeylerle kıyasa tabi tutulacaktır. "Ankara kadar uzakta... İstanbul kadar uzakta... Yıldızlar kadar uzakta..." gibi. Bu nedenle bu yaş grubundaki çocuklara verilecek cevaplar, bir mesafe, şekil, görüntü içermemeli, aksine ileriki yaşlarda kendisinde merak hissi uyandıracak, Allah arayışını kesmeyecek cevaplar olmalıdır. Verilecek olan cevap, zihnin bir köşesinde alarmı kurulmuş bir soru olarak her an mevcudiyetini korumalıdır. Bu yüzden bu yaş grubu çocuklara verilecek cevap konusunda, çocuk ile aile arasında şu iletişimi tavsiye ediyoruz: "Oğlum, ağaçları yaratan Allah. Kuşları yaratan Allah. Çiçekleri yaratan Allah. Bizi yaratan Allah. Onun yarattığı her şeyi etrafımızda görüyor, hissediyoruz... Ama O nerede ben bilemiyorum. Hissediyorum her an O bizimle... Ama nerede olduğunu bilemiyorum." Bu yaştaki bir çocuğun "Allah nerede?" sorusuna aradığı cevap, filozofik, tasavvufî ve bilimsel derinlikte ve yoğunlukta olmamalı, aksine verilecek cevap, bir sonraki zihinsel yaşta verilecek cevaba hazırlık niteliğini taşımalıdır. On dört yaşına kadar olan çocuklar Bu yaş grubu çocuklara verilecek cevapta, akıl ve mantık ön planda olmalı veya soruya, soru ile karşılık verilmelidir. Çocuğa kendi zihnî kapasitesi ölçüsünde ufuk ve düşünce boyutu açacak yaklaşımlar sergilenmelidir. Örneğin "Allah'ı görmemiz mümkün değil. Nasıl mı? Bana havayı gösterir misin? Gösteremezsin. Çünkü gözlerimiz her şeyi göremiyor. Göremiyoruz; ama havanın varlığını her an, her yerde hissediyoruz. İşte bunun gibi, Allah'ın varlığını her an, her yerde hissediyoruz. Çiçekleri yaratışında hissediyoruz ki hemen yakınımızda. Kuşları yaratışından hissediyoruz ki bizimle beraber. O, her an, her yerde... Nefes alırken, uyurken, uyanıkken hep bizimle..." Yirmi bir yaşına kadar olan çocuklar Bu yaş grubundaki gençlere ise bu yazının başında geçen (tasavvufî) açıklamalar yapılabilir. Gençlerle, şu anlayışta bir iletişim içinde olunmalı: "Allah kalbimizde. Eğer kendimizi ve kalbimizi keşfedebilirsek onun bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu göreceğiz" ya da "Allah ötelerde. Kürsüsünde. Arşında... O kâinatı her an kuşatmış hali ile her an her zerrenin hâkimi ve sahibi..." Pembe Renk, Kız Çocuğuna Yakışır; ama Renkler, insan hayatının vazgeçilmezidir. Renklerin yok olduğu, cismin tek renk olduğu bir dünyayı hayal etmek bile zor. Düşünün, yer, gök tek renk... Ağaçlar, çiçekler tek renk... Hatta aynada baktığınız cildiniz bile tek renk. Ne mahcup olurken kızarıyor ne de korkunca sararıyorsunuz... Renksiz bir dünyada yaşamak kadar, renklerin uyumsuzca tasarlandığı bir âlemde hayat sürmek de insan psikolojisini altüst ederdi. Hayal edin: Su yeşil. Süt sarı. Bir kulağınız mavi, diğer kulağınız mor. Eşinizin gözleri kırmızı. Komşularınızın dişleri siyah... Tıpkı korku filmi gibi değil mi? İşte bu noktada insana düşen görev, insan psikolojisinde bu kadar tesir oluşturan renklerin anlamını öğrenmektir. Zaten modern bilim de renklerin insan psikolojisi üzerindeki etkisini en ince ayrıntısına kadar hesap etmektedir. Örneğin kırmızı rengin, insan üzerinde, canlandırıcı, kışkırtıcı, heyecan verici, tahrik edici bir etkisi vardır. Kışkırtıcı bu renk yiyecek ve içeceklerin ambalajında kullanıldığında, insanda "acıkma" hissini kamçılamaktadır. Dev gıda firmalarının (Coca Cola, Pizza Hut, MC Donald's, Burger King) ambalaj ve dizaynlarında kırmızı renk tercihi bundan kaynaklanmaktadır. Kırmızı rengin insanı motive edici bu özelliğinin yanı sıra, uzun süreli kullanımında özellikle sinirlerde gerginliğe ve strese sebebiyet verdiği bilinmektedir. Bu nedenle hasta odalarında kırmızı renk kullanmak ve hastane bahçelerine toplu halde kırmızı çiçeklere yer vermek uygun olmaz. Kırmızı renge
uzun süre maruz kalan insanın tansiyonu yükselir, kan akışı hızlanır, sinirleri gerilir. Kırmızı rengin en bilinen başka bir özelliği de cinsel duyguları kamçılamasıdır. O yüzden, gerek erotik dergiler ve erotik internet siteleri, kırmızı rengi tercih etmekte ve kırmızının her tonundan bu amaçla faydalanmaya çalışmaktadırlar. Özellikle cinsel arzuların tesiri altında ezilmiş ve nefsini kontrolde zorluk çeken kişiler için kırmızının dayanılmaz bir çekiciliği vardır. Çocuklarınızı ateşe atmayın Kırmızı rengin insan psikolojisinde uyandırdığı duyguları yukarıda izah etmeye çalıştık. Peki ya pembe? Pembe renk ise kırmızı rengin içerisine 1/3 oranında mavi ilave edilerek elde edilen, kırmızının hafif maviye çalan bir tonudur. Yani aslında pembe renk, kırmızının biraz daha tatlımsı akrabasıdır. Kırmızı rengin insanda uyandırdığı duygular ne ise pembe renkte uyarılan duygular da aynıdır. Yani pembe de canlandırıcı, kışkırtıcı ve heyecan verici, cinsel duyguları kamçılayıcı bir özellik taşır. O halde anne babalar, kız çocuklarına kırmızı ve pembe tonlarda kıyafetler giydirirken bir değil, binlerce kere düşünmelidir. Anne babalar, çocuklarına şefkat ve merhamet ile baktıklarından dolayı, kırmızı ve pembe renkli kıyafetlerin çocuklarına ne kadar da çok yakıştığını düşünebilirler; ama unutulmamalıdır ki o çocuğa bakan her gözde bir anne baba şefkati yoktur. Bu kadar bariz tahrik edici özellik taşıyan renkten oluşan kıyafetlerle dolaşan kız çocuğunun "dengesiz insanların" hedefi haline gelebileceği unutulmamalıdır. Çocuğuna gözü gibi bakan anne babalar, böyle risk taşıyan bir renk ile çocuklarını ateşe atmamalıdırlar. Peki, kız çocuklarında hangi renk tercih edilmelidir? Peygamber Efendi'miz (a.s.m.), kızı Hz. Fatma'nın bebeği doğunca hiçbir şey yapılmadan kendisine haber verilmesini ister. Doğum gerçekleşir ve Peygamber Efendi'mizin torunu Hz. Hasan dünyaya gelir. Müjdeli haber Peygamber dedeye ulaştırılır. Efendi'miz, bebeğin yanma geldiğinde, Hz. Hasan'in "sarı" renkli bir kundağa sarılmış olduğunu görür. Bu durum hoşuna gitmez. Sonra etrafındakilere dönerek tarihi mesajını verir: 3 "Sarı, kızlar için; beyaz, erkek çocukları içindir." Peygamber Efendi'mizin bu işaretinden yola çıkıldığında ilginç bir gerçekle karşılaşmaktayız. Zira Efendi'mizin (a.s.m.) 3 i. Canan, Prof. Dr., Hadis Ansiklopedisi/Kütüb-i Sitte, Akçağ Yayınları, Nisan 2003, c. 1,s. 306. kızlara tavsiye ettiği sarı renk, insanda "şefkat, huzur, samimiyet ve merhamet" duygularını tetiklemektedir. İşin daha da ilginç yanı, tıpkı sarı renk gibi, kız çocuklarının fıtratlarında da "şefkat, samimiyet ve merhamet" duygularının ön planda olduğunu görmekteyiz. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki kızlar, duygusallıkta, samimiyette ve şefkatte erkeklerden daha fazla potansiyele sahipler. İşte Efendi'miz, sarı rengi kız çocuklarına tavsiye ederek onların zaten doğuştan yoğun olarak barındırdıkları bu potansiyel duyguların daha da aktif hale getirilmesinin yolunu da göstermiştir. Böylece sarı ve tonlarından oluşmuş kıyafetler giyen kız çocuğu, kırmızı ve pembe renklerde olduğu gibi, çevresinde, tahrik edici, kışkırtıcı duygular değil, şefkat ve merhamet duygularının oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Öyle ise anne babalar, tüm bu bilgiler ışığında, kız çocuklarına kırmızı ve pembe renk tercih etme alışkanlığını bir kez daha ciddi olarak gözden geçirmeli ve sarının en güzel tonlarının kullanımını yaygınlaştırmayı son Peygamber'in bir işareti olarak kendilerine görev kabul etmeliler değil mi? Anne-Baba ve Çocuklar için TATİL REHBERİ Pedagog Adem Güneş
224 sayfa İJESİL (0212) 551 32 25 Tatilin kendine has bir psikolojisi vardır. Umutlar, heyecanlar ve aynı evin içinde farklı farklı tatil planları... Bir yandan tatilde huzurlu ve mutlu olabilmek bir yandan bütün aile bireylerinin tatil beklentisini karşılamak bir yandan da çocukların eğitim faaliyetlerini sürdürmelerine yardımcı olmak için bilinçli bir tatil planına ihtiyaç vardır. Çocuklar tatilde ders çalışmalı mı? Yaz okuluna göndermek doğru mu? Yazın Kur'an okumayı öğrenmeleri gerekir mi? Daha binlerce soru anne-babaların zihinlerini meşgul eder. İşte bu kitapta, bir yandan A'dan Z'ye tatil psikolojisi, hikâye tadında ele alınırken bir yandan da tatili güzel geçirebilmek için ipuçları veriliyor. Güzelim ülkemizin cennet misal yerlerindeki gezilip görülecek en önemli mekânları, tarihî ve kültürel mirasları toplu halde sunuluyor. Evinizde, ailenizle birlikte ne zaman tatil konusu gündeme gelirse bu kitap sizin için en ideal "tatil rehberi" olacaktır. RAHAT BIRAKIN BENİ Utangaçlık, sıkılganlık, çekingenlik her gencin az ya da çok karşılaştığı sorulardan biridir. Kiminde az, kiminde çok... Bu kitap, çevresi ile kolay iletişim kuramayan, rahatsız olan, çekinen ve sıkılan gençlere yönelik özel olarak hazırlandı. Kitap bir yandan sosyal fobisi olan Emre'nin başından geçen olayları anlatırken, diğer yandan da utangaç ve çekingen yapılı gençlere bilinçlice yaşama ve sorunlarını tanıma fırsatı vermektedir. 96 Sayfa BİLMEZSEN KORKARSIN TABİ Her anne baba, çocuklarının belirli yaş aralıklarında yaşadığı korkuların şahididir. Aslında, basit yöntemlerle atlatılabilecek olan bu geçici dönem, bazen, anne babaların eksik/yanlış tutumları sonucu, çocukların bütün bir hayatına yayılabilecek izler bırakabilmektedir. Bu kitap, birtakım korkular yaşayan 5 yaş ve üzeri çocuklar için özel olarak hazırlandı. Kitap, 64 Sayfa beş güne yayılmış farklı hikâyelerden oluşmaktadır. Çocuklar bir yandan hikâye kahramanının yaşadığı serüveni heyecanla takip ederken, diğer yandan da farkında olmadan bilinçaltına yerleşmiş korkularını yenmektedirler. Korkularla baş edebilmek sadece çocuğun üstesinden gelebileceği bir sorun değildir. Özellikle anne babaların da bu konuda titiz davranması gerekir. Bu düşünceyle, hikâyelerin içerisinde, anne babaların, korkular yaşayan çocuklarına nasıl davranmaları gerektiği konusunda ipuçları da verilmektedir. IESİL Tel: 0212 551 32 25 / www.nesilyayinlari.com DOğPU Bilinen Yanlışlar Pedagog ADEM GÜNEŞ Ne zaman ki biz, bizi kaybettik, çocuklarımızı da kaybettik... Bizim zamanımızda çocuk suçlan olarak okul koridorlarında koşmak, istiklal marşı okunurken düzgün durmamak, el kaldırmadan öğretmenle konuşmak geliyordu. Ya da bayramda, bayram namazına geç kalmak, şeker toplarken birkaç şekere birden el uzatmak, arabaların arkasından koşmak, çocuk suçları olarak konuşuluyordu. Ne oldu bize ki artık çocuk suçlan olarak annesini kesmek, babasını silahla tehdit etmek, sokakta araba yakmak, öğretmenini köşe başında şişlemek, güvenlik kamerasına el sallayarak hırsızlık yapmak kayıtlara geçer oldu? O çocuklar mı başkaydı, bu çocuklar mı başka? O anne babalar mı başkaydı, bu anne babalar mı başka? O günkü terbiye metotları mı başkaydı, bugünkü terbiye metotları mı başka? Biz nerede hata yapıyoruz? Yapıyoruz ki yanı başımızda büyüyen o masum yüzlü sevimli çocuklar, bir süre sonra dünyamızı zehir edecek hale geliyorlar. İşte bu kitapta, bu soruların cevaplarını bulabilmek için bir mum yakılıyor.
Çocuk terbiyesinde doğru zannedilen yanlışlarla yüzleşiliyor. Belki de herkes kendisi ile yüzleşiyor... Çünkü kendimizi kaybettiğimiz yerde, çocuklarımızı da kaybettik, biliyoruz... 5.50 TL «booh<«w 9 789752"694767 www.nesilyayinlari.com Adem Güneş _ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır. UYARI: www.kitapsevenler.com Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir. www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz. Bilgi paylaşmakla çoğalır. İLGİLİ KANUN: 5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir." Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir.
Ne mutlu ki, bir görme engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp, kitapsevenler@kitapsevenler.com veya kitapsevenler@gmail.com Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz. Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz. Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz... Teşekkürler. Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara. TÜRKİYE Beyazay Derneği www.kitapsevenler.org www.kitapsevenler.com e-posta: kitapsevenler@kitapsevenler.com kitapsevenler@gmail.com
Adem Güneş _ Çocuk Terbiyesinde Doğru Bilinen Yanlışlar