MALUM U MEÇHUL OLAN İNSAN (Human; Whose Existence is Unknown) Pakize AYTAÇ* Zât-ı Hak’da mahremi irfan olan anlar bizi, İlm-i sırda bah-i bî-pâyân olan anlar bizi, Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz, Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi, Katre nice anlasın, umman olan anlar bizi, Niyazî Mısrî “Gel ey bir danecik gaib, gel ey bir danecik mevcut” Mehmet Akif Ersoy ÖZET İnsan, varlık âleminin hiç şüphesiz en önemli unsurudur. İnsan yaratılış esasına göre iki taraflıdır; yani insanın görünen ve herkes tarafından bilinen bir fizikî yapısı ve tamamen iç âlemi ilgilendiren bir ruhi yapısı vardır. İşte bu yönüyle insan iki yönüyle de incelenmesi ve kavranması gereken bir varlıktır. “Malum-u Meçhul Olan İnsan” adlı bu çalışmada, gerek fiziksel gerekse ruhsal yönden tam olarak anlaşılması bir hayli zor olan insan, Hacı Bektaş Veli’nin “İnsan Felsefesi” anlayışı etrafında anlatılmaya ve kavranmaya çalışılmıştır. Bunu yaparken de insanın dış âlemi dediğimiz sureti ve iç âlemi adını verdiğimiz sireti esas alınmıştır. İnsanın madde – ruh – tabiat üçgeninde değerlendirildiği bu çalışma bize âlem-i sagîr(küçük âlem) ve âlem-i kebîr(büyük âlem) arasında rol oynayan insanı her iki yönüyle de tanıtmayı amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler: Hacı Bektaş Veli ve İnsan Felsefesi, Varlık Âlemi. ABSTRACT Searching human reality only in science caused to be untied that is one of the important problems of today. Fort his reason we have to recomment preceding values in a rationalistic and critical approach with the possibilities of experience and contemporary conscious. With the analytical and synthetic views we also have to examine our undamaged cultural valves from the ruins of tradition. Finally, we have to rebuild these valves according to the human needs. Hacı Bektash Veli is the fountain of spirit-material, subject-object, idea-action, ideal-reality synthesis. He founded a philosophy of nation good manners and esthetic by combining Turkish consciousness with the genvine of Islam. This philosophy made evaluations with the responsibility of being human, being sensıble and concious. These evaluations were about the physical appearence and its reflection to the human.The fact that the evaluations made were beyond the age for that time should make us think about this as the visible and invisible world of human was considered as a whole. Key Words: Physical appearence/body, anasır-ı Erbaa(Water, fire, air, soil), human body(head, eye, nose, foot, face), siret/meaning,(marifet, knowledge, mind, fehim, love, perception, conscience).
İnsanı suret yönünden ele alırsak o mevcut olur, mana açısından düşünürsek gaybdır. Dolayısıyla birinci ifadeye göre malum, ikinciye göre meçhuldür; ancak, kapalı hudutları aşabilenler ikiyi bir görebilirler. “İkiyi bir görmek” bir felsefe olarak sanırım, bugünlerde toplum hayatımızı şekillendirmede en çok ihtiyaç duyduğumuz bir konudur. Neden? Önce bu soruya cevap vermeye çalışalım:
*
Prof. Dr., Gazi Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
1
Türk felsefe geleneğinin en çetrefil problemi, insan nedir? Sorusuna cevap bulmaktır. Felsefe tarihi, insanı anlamanın tarihidir. Müstakil bir felsefi disiplin olan “insan felsefesi” üzerinde durmak ve düşünmek, günümüz dünyasının en önemli problemlerinden birisidir. Yaratılışının sırrını kavramaktan aciz bireylerin dünyaya anlam veremeyeceği açıktır. Kendisine, içinde yaşadığı kültüre ve onun ürettiği değerlere yabancı kalan insanlar; kimliksiz kalabalıklar olarak, özüne yabancılaşmayla sonuçlanan çözük değerlerin içinde bunalmaya mahkûm olurlar. Yabancı kültür eksenli bir bilinç kilitlenmesi yaşayan toplumumuz, geçmişten gelen değerlerle bağlantı kuramamakta, kalıcı sentezleyici yeni değerleri bu sebeple oluşturamamaktadır. Unutmamak gerekir ki, bir milletin kimliği düşüncesi ile oluşturulur. İçimizde kurulan düşman karargâhların temsilcileri, geleceğin teminatı olan gençlerimizin önüne zihinsel bloklar koyarak bizi ideolojik, tarihî, psikolojik, jeopolitik, etnik, ekonomik ve politik yönden kuşatıp; gücümüzü, millî reflekslerimizi ciddi anlamda kırılmalara uğratmaktadırlar. “Tarih duygusu” ve “mazi şuuru” bireylerin görüş mesafesini artıran kaynaklardır. İdeal insan, kemale ermiş insan veya üniversal insan; ahlak felsefesi açısından kâinatın gözbebeği, kalbi olan bir varlık alanıdır. Bu varlık sistemi gençlerimizin önüne konulduğu zaman, genç dimağlar; bir yandan geleneksel değerleri bir yandan Cumhuriyet değerlerini, millî bütünlüğü temsil eden kıymet hükümlerini (dil-din-vatan-soy-kültür-kader ve emel birliği); bir arada, dar kalıpları aşarak, sistemli bir düşünce ile ortaya çıkaracakları sağlam değer ölçüleriyle geleceği yeniden inşa etme gücüne erişeceklerdir Tarihini, kültürünü, çağını okuyabilen insanlar, değerlerini yeniden yaratabilirler ! Ancak; “ yaşanan hayatın gelir geçer yapısını kırabilenler, gönüllerindeki isyanı şuurla duyan ve yaşayanlar” yeni bir benlik tasarımını gerçekleştirebilirler. Önümüze koyulan düğümler bu çapta insanlarla çok rahat çözülebilir. İşte, Hacı Bektaş Veli Türklük bilincini, İslamiyet’in özünü, temel ahlak kurallarını, sevgi – saygı – hoşgörüye dayanan erdemleriyle halk terbiye ve estetiğinin felsefesini (Ülken. 1924 : 523) dayandığı bilgi ve hikmet pınarlarından bize taşıyan bir ilim, fikir ve ahlak kahramanıdır. İnsanı miskin bir tavırla değil, coşkun ve dinamik bir yöntemle ele alan Hacı Bektaş Veli, insanın Allah önünde sorumluluğu olan, kâinattaki bütün varlıkların özünü kavrayan, kendi özünün şuurunda olan tavrıyla, bütün insanlığa bir yaşam felsefesi sunmaktadır. İbnü’l-Arabi de insan “varlığın birliği” diye bilinen öğretisinin en önemli unsurunu oluşturur. Varlığın birliği öğretisi gerçekte Allah’ı Merkeze alan bir öğretidir; ancak, İ.Arabi Allah’tan bahseden veya merkezine Allah’ı alan bir öğretinin zorunlu olarak bir insan felsefesine dönüşeceğini bize ustaca göstermiş bir şahsiyettir.
2
İ.Arabi için insan bütün varlığın gayesidir. Füsusü’l – Hikem’de insanı gözbebeği olarak nitelendirir. Bazen insanı “gökkubbeyi ayakta tutan direk” diye niteler. Bazen “varlığın özü” bazen de “âlemin varlık sebebi ve cilası” olarak görür. İnsana sistematik bir düşünceyle yaklaşan İ.Arabi insanın hayat hakkı başta olmak üzere her türlü kabiliyet ve yeteneğinin korunup geliştirilmesinin temel bir insanlık ödevi olduğunu ifade ederken çağlar üstü bir düşünceyi dile getirir (Demirli. 2006 : 512). Aynı fikri Hacı Bektaş Veli’de de görüyoruz. İnsan olmanın sorumluluğunu, duyarlılığını ve bilincini Makalat’ın her cümlesinde dile getiren Hacı Bektaş Veli, bütün düşüncelerinde insana ve bütün varlığa duyduğu sevgiyi ve güveni yansıtmaktadır. Bu itibarla, Hacı Bektaş Veli’nin “insan felsefesi”ni iki ayrı noktadan görmeye çalışacağız: İnsanın mevcut yönü, bedeni, sureti ve meçhul tarafı, sireti, ruhu. Önce, beden – suret sistemini değerlendireceğiz: A- SURET / BEDEN : Suret, havas-ı zahire ile idrak edilebilen bir kavramdır. Zahir, nakş, ten, resm, şekk gibi kelimelerle de ifade edilir. Allah varlığının, Allah özünün, farklı niteliklerle, varlık türleriyle görüş alanına çıkmasıdır. Hakk’ın kâinatta tecellisi, insanla son noktaya vasıl olmuştur. Hakk insanla âlemde tasarruf eder. İnsanın Hakk suretinde olması demek; işiten, gören, bilen olması; yani Hakk’ın tüm sıfat ve isimleriyle donanmış olması demektir. Bu manada Hakk “ben onun işitmesi ve görmesi olurum” dedi ama; “gözü ve kulağı olurum” demedi. Bu iki âlem arasını ayırdı; yani iç ve dış. Öyleyse insan biçimsel açıdan evren, mana açısından ise Hakk’tır (Biliş, görüş, oluş). Burada suretin önemi, sireti taşıdığı içindir. Mevcudat ve mahlukatta mazhariyet vardır. Tam mazhar Âdem yüzüdür. Zatının ve sıfatının künhü yani icmali. İşte Adem’in sireti bu. Bu suret siretlerle donanmış. “Lekad halakne’l insâne fî ahsenî takvîm” âyetinde insan, ahsen-i takvime mazhar olmuştur. İnsanın suretiyle, siretiyle ve mazhar olduğu celal cemal tecellileriyle Allah’ın halifesidir. Suret ile siret birleşir nur olur (vücut, nura gark olur). Kâmil insan “nurul alâ nurdur”. Siretin nuru, sureti de kendi kapsamına; yani nur deryasına sokar. Sireti (içi) temaşa etmek, suretle mümkündür. Siret, soyut bir mefhum. O bir idrak, basiret işidir. Siret özdür, suret de onun elbisesidir. “Surette nem var benim sirettedir madenim” diyen N.Mısri; Bilmeyen asl-ı vücudu, bulunmayan Mevlâ’sını Suretâ insan gelir de, siretâ hayvan gider. mısrasında, lâtif ile kesif olanın aynı potada birleştiğine işaret eder.
3
Ruhun kemali için beden şarttır. Ruh tende kemale erer, ten de ona “vebal” olur, yani onun yükünü ve sorumluluğunu taşır (Ahmedi: 190). Her şeyden önce vücudu bilmek, oradan nefse yükselmek; yani maddeden manayı bulmak ve ikisini bir etmek gerekir; ancak bu takdirdedir ki akıl, kendi sınırlarını kendi parçalamış ve kalp denilen sonsuzluğa ve sınırsızlığa ulaşmış, Hakkı da orada bulmuş olur. Bu şekilde; maddeleri - manaları bir eden, yeri göğü seyreden kalpte artık Allah’tan başka bir şey bulunmaz. O kalp artık, Hakk’ın kalbidir. Hakkı’ın ilk zuhurudur. Ruh ve beden iki ayrı cevher değildir, birbirlerinin tamamlayıcısıdırlar. Biri diğerinin sonucu değildir. Sosyolojinin de temeli bu görüştür. Beden ve toplum, fert ve toplum aynı bütünün iki ayrı görünümüdür (çoklukta birlik). Ruh emir âlemindendir, nuranidir. İnsandaki bilen ve idrak eden lâtifedir. Künhünü idrak mümkün değildir. Ruh kalbin manasıdır. Cisim ise halk âlemindendir. Toprak ve çamurdandır. Zulmani ve hayvanidir. İnsanın “beden – suret” yapısı Makalat’ta bütün incelikleri ile dile getirilmiştir. “Arştan, tahte’s – sera’ya kadar âlemde ne var ise, karşılığı insanda vardır” düşüncesiyle hareket eden Hacı Bektaş Veli, insan vücüdu ile evren arasında ilginç bağlar kurmaktadır. Allah insanı dört türlü nesneden yarattı :
1. Topraktan 2. Sudan 3. Oddan 4. Yelden
diyen Hacı Bektaş Veli, bu unsurları şu şekilde tefsir eder. A1. Toprak : Toprak, dünya üzerinde hayatın var oluşunu sağlayan ana unsurlardan biridir. Teslim ve razı olmak makamıdır. Muhibler topraktandır. İnsan bedeni topraktaki cevherlerden oluştu, dönüşü onadır (Bakara 28/ Tâhâ 55). Hacı Bektaş Veli, Âdem’in yaratılışını anlatırken, onun vücudunu oluşturan toprağın özünün üç kıtadan getirildiğini beyan eder. Bu kıtalardaki toprağın Âdem’in vücudunda bir araya getirilmesi, hiçbir fark gözetilmeden bütün insanların bir mayadan geldiğine işaret olsa gerektir. A2. Su : 1. Saf Su Ağız Suyu Tatlıdır
2. Acı Su Göz Suyu Acıdır 4
3.
4.
Kavi Su Burun Suyu Kavidir
Diş Kokulu Su Kulak Suyu Pis Kokuludur
Ayrıca; ırmaklar tatlı, deniz ve göl suları acı, petrol koyudur. Bundan öte marifet ehlinin aslı sudandır. Bunlar tefekkür ve edep ehlidirler Dünyada (2) deniz vardır: Eğer Gözbebeği suyu Tatlı olmasaydı göz görmez olurdu.
Tatlı deniz Gözbebeği suyu
Eğer gözyaşı acı olmasaydı kokardı.
Acı Deniz Gözyaşı
Bunların ikisi de bir yerdedir; fakat birbirine karışmazlar (Rahman, 19, 20). Dahi var dünya içre yidi deryâ Muvâfıkdur ana gel gör bu deryâ İki gözler birbirin kılur fark Zihî deryâ ki görmekten kılur gark İki kulakdur iştmekde bular İki deryâ dahı bunlar dururlar Bu deryânun beşincisi nedür bil Sözile gark ider hep söylese dil Dünyada, gark edici boğucu yedi deniz var. İnsan teninde gark edici 7 deniz vardır. 1.
Göz görmekten gark eder
2.
3.
4.
Kursak eritmekten gark eder
5. Dil söylemekten 3.gark eder
Kulak işitmekten gark eder
6.
Karın acıkmaktan gark eder
Ağrı-sızı ölümle gark eder 5
7.
Sevda Mecnunlukla gark eder
Bu konuyla ilgili olarak Makalat ta önce, tehlikelerle dolu yedi tane denizin bulunduğu kaydedilir. Küçük denizleri saymazsak, gerçekten de yedi büyük denizin dünyamızı kaplamış bulunduğu görülür. Büyük Okyanus, Atlas Okyanusu, Hint Okyanusu, Kuzey Buz Denizi, Hazar Denizi, Akdeniz, Karadeniz. 13. yüzyılda yaşamış bulunan Hacı Bektaş Veli’nin zamanının şartları içinde böylesine güçlü bir coğrafya bilgisine sahip bulunuşu, elbette onun bilime vermiş olduğu değerin bir sonucudur. Denizler, üzerinde gezen gemileri ve o gemileri yöneten insanları; tedbirsizlikleri, dikkatsizlikleri, bilgisizlikleri, ya da denizcilik kurallarına uymamak gibi hâllerinden dolayı bir anda içine alıp yok edebilirler. Denizlerin yeryüzündeki hayat için, özellikle de insanlar için sayılamayacak kadar çok faydaları bulunduğu hâlde, onun kurallarına uygun olarak hareket edilmediği takdirde hiç kimseye de görüldüğü gibi hayat hakkı tanımamaktadır. Hacı Bektaş Veli’ye göre, insanlar için de durum aynı şekildedir: Bir insanın rahat ve huzurlu olarak yaşayabilmesi için, o kişinin, vücudunu oluşturan tüm organlarını yaratılış sebeplerine en uygun şekilde kullanabilmeleri gerekir. Aksi hâlde insanoğlunun başı hiçbir zaman dertten ve belâdan kurtulamaz. (Yalçın: 1991, 290) A3. Ateş : 1.
Taş Ateşi
2.
Ağaç Ateşi
Yeşil ağaçtan sizler için ateş çıkaran Allah’tır. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz.(Yasin, 80).
Bunu yapamazsınız ki elbette Yapmayacaksınız. Yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının; çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır. (Bakara, 24)
3.
Yıldırım Ateşi
4.
Cehennem Ateşi
6
Kâfirler için hazırlanmış olan o cehennem ateşinden sakının. (Âl-i İmran,131).
Münafıklar, yıldırımdan gelecek ölüm korkusuyla kulaklarını tıkarlar (Bakara 19). İnsanda da 4 türlü ateş vardır. 1. Sofra ateşi
2.Şehvet ateşi
3.Soğukluk ateşi
4.Muhabbet Ateşi
Yemede içmede aşırı gitmek, açgözlülük, aşırı istekler. Ateşin zıddı olan soğukluk kavramında Hacı Bektaş Veli sevgi duygusundan yoksun insanları kastetmektedir. Gönlünde sevgi taşımayan, insanı – doğayı sevmeyen Allah’ı da sevemez. Muhabbet ateşi sevmenin acı çekmekle ilgisine dikkat çekmekte, Kerem’in Aslı için çektiği acılardan gerçek sevgiye nasıl ulaşılacağını dile getirmektedir. A4. Yel : “Evvel bölük abidlerdir. Asılları “Yel”dir. Yel hem safidir ve hem kavidir. Zira ki, yel esmeyince daneler samanından ayrılmaz. Eğer yel esmeyeydi mecmu âlem kokudan helak olayıdı. (Makâlat: 26) Samanı buğdaydan ayıran, pis kokuları dağıtan yeldir. Hava yerine yel (rûzgâr) kullanılması ilginçtir. Zira hava esas itibariyle hareketsiz ve durgundur. “Yel” simge olarak dinamizmi çağrıştırır. Tabiatla ve karşılığında insanda “yel”le ilgili Hacı Bektaş Veli şöyle bir mukayese yapar: Dünyada 4 türlü yel vardır: 1. Dâbur
2. Şabâ
3. Cenub
4.Şimâl
İnsanda da 4 türlü yel vardır. 1. 2. 3. 4.
Câzibe (insanın yediğini kursağına sürer ) Hâzime (insanın yediğini kursağında bekletir) Kâsıma (Taksim eden yenen nesneleri damarlara üleştirir) Dâfra (Savurucu) (Yenen nesnelerin kepeğini dışarıya atar)
Dört unsurdan sonra, Hacı Bektaş Veli’nin “dağ” konusundaki düşüncesini de ele almak gerekir. Dünyada Dağlar =(insan vücudundaki kemik başları) 7
Ve hem dünyada tağlar var. Pes, âdemde süğük başları tağa benzer. Ve hem dünyada gark edici yedi deniz var. Pes, tende dahi vardır. Evvel: göz görmekten gark eyler. İkinci: dil söylemekten gark eyler. Üçüncü: kulak işitmekten gark eyler. Dördüncü: kursak eritmekten gark eyler. Beşinci: karın içine alup gark eyler. Altıncı: renci, elemle gark eyler. Yedinci: sevda, cünunluk birle gark eyler(Makalat : 70). Dünyada çeşitli dağların bulunduğunu, insan vücudunda mevcut olan kemiklerin, özellikle de eklemlerde yer alan kemik başlarının da bu dağlara benzediğini kaydeden Hacı Bektaş Veli’nin bu düşüncesi; yani kâmil kimseler, Kur’an-ı Kerim’de (78:7) dağ olarak nitelendirilmiştir. “Dağları birer kazık yapmadık mı? “ ifadesinden dünyayı dengede tutan dağların kâmil insana da işaret ettiği açıktır. Hacı Bektaş Veli’nin “dört unsur” telakkisinin ardından “vücudun” inceliklerini dile getiren değerlendirmelerine geçebiliriz: B. İNSAN VÜCUTU B1. Baş : Gel imdi âdamun vasfına sen gir Getürme gey sakın söz yüzine kîr Pes evvel kamu senden yokaru baş Kılupdur Hakk anı her a’zâya baş Çü baş ol hazneler vasfıdur iy yâr Zirâ baş üzre tokuz hâsîyat var Akıl uş fehm işitmeg (ü) görüşmek Bilişmek didâr görmek soruşmak Bularun turacak yirleri başdur Hakîkatda bilün kim başı Arş’dur Çü Arşdan aşağa arz oldı Uçmak Pes andan vâcib oldı sözin açmak Başın arşa benzetilmesi, feza gibi başında sırlarla dolu olduğunun ifade edilmesi; Hacı Bektaş Veli’nin yaşadığı çağa nispeten ileri fikirlerdir.
Baş Arş’a benzer
Akıl İlham İdrak Sevgi Aşk-ı didar
Baş=Arş (can hazineleri baştadır)
8
Marifet Bunlar bin mülkten üstündür. Kâinatın özü insanlardır, insandır. İnsanın özü de “Beyin”dir. Beynin başlıca görevi de ruh ve şuurun tecelli vasıtası olmasıdır. Ruh ve şuurdan maksat da bilgidir. Beyin aynı zamanda idrak merkezidir. İdrak toplamak manasınadır. Hissiyat, duymak manasınadır ki beş duyumuzun mevcudiyeti ile kaimdir. Beş duyu ve idrak veya hafıza veya muhakeme de yenimize, yani beyindeki girinti ve çıkıntılara dayanır. Bunların varlığı da maddeye dayandığından ruh da maddeye göre muhittir. Dimağda maddi ahenk tam olduğu zaman hissiyat da, yani beş duyu da vazifesini tam yapar ve ondan bütün tahassüsatta intikal ve intiba diye tarif ettiğimiz alana inkılap eder (Sunar: 1974 : 17). Başta bulunan akıl cevheri Hacı Bektaş Veli’nin üzerinde önemle durduğu bir konudur; çünkü ona göre, insan bir akıl varlığıdır. Bilginin kaynağına, hakikat sırlarına akıl cevheri ile ulaşılır. Yaşamın, ölüm ötesinin gerçeklerini idrak, aklın yüksek enerji potansiyeli ile açılıma kavuşması anlamına gelir. “Haliya sözden terk yok. Can ile akıl geldiği gün Münşir, ol kulu tamam eyler. Amma, bundan üç mana vardır. Bu üç mana kimde olursa akıl tamamdır. Ve kimdeki olmazsa akıl yoktur. Ve hem canı uyur. Lâkin bu mana ki kula taalûktur. Evvel: Kenduyi bilmek. İkinci: Tabu kılmak. Üçüncü: Kabri yurt kılmak. Pes, bu dediklerim devletlü kişilere değer. Ve bir mana da devlet, akl-ı lâtiftir. Bu üç nesne olduğu kimesneler devletlü kişilerdir. Kaalennebî : “Elaklü mizanün lillâhi filardı.” Manası budur ki; akıl, yeryüzünde Tanrı’nın terazisidir. Yeryüzünde akıl terazisinden yeğ nesne yoktur. Zirakim, yeryüzünde her iyi nesneyi buyuran akıldır.” (Makalat: 87). Hacı Bektaş Veli, aklın dört türlü nurdan oluştuğunu dile getirir. Bunlar; Ay, Güneş, Arş ve Sidret’ül münteha nurlarıdır. Akıl cevherini, insan bedeni denen ülkenin hükümdarı olarak gören Hacı Bektaş Veli; insan şahsiyetini oluşturan akıl+bilgi= olgunlaşma sistemi konusunda şöyle söyler: “Haberde şöyle gelmiştir ki; Hak Tealâ, üç karanlığı üç dürlü nesne ile aydın eder: Dünya karanlığını ay, gün ve yıldızları ile aydın kıldı. Ve hem âdemi dahi üç karanlıktan yarattı. Gene üç nesne ile aydın kıldı. Evvel: Çar-anasır karanlığından yarattı, akıl nuru ile aydın kıldı. İkinci : Cehl karanlığından yarattı, ilim nuru ile aydın kıldı. Üçüncü : Nefs karanlığından yarattı marifet nuru ile aydın kıldı.” (Makalat : 88). Hacı Bektaş Veli’nin; Âdem’in yaratılışı bahsinde, insanın yaratılıncaya kadar ana rahminde geçirdiği devreleri ayrıntıları ile dile getirdiği, kırk’ar günlük aralarla çocuğun uzuvlarının oluşumunu anlattığını görüyoruz. Bedenin tamamlanma sürecinin ardından ona “akıl” verilmesi ve yaratılışın tamamlanması konusu ilginçtir.
9
Başta gözün de önemi üzerinde durulmuştur. Göz görmeyi sağlar, terâziye benzer. Göz iki türlüdür : 1. Zahiri (dış) gözler 2. Bâtini (iç) gözler Devlet, saadet; bâtından (iç, kalp gözü) bakan içindir. Kâinatın ve yeryüzünün tüm güzelliklerini görebilen tek organımız gözlerimizdir. Kişi, gözleriyle kendisi gibi başka insanları da görebilir. Doğayı o gözlerle seyreder. Yüce Tanrı’nın kâinata yansımış bulunan o olağanüstü ihtişamını yine onlarla fark eder. Böylece, Tanrı’nın yüce varlığına ve O’nun sınırsız gücüne bir kere daha inanır. O’na bir kere daha gönülden bağlanır. Allah, gözü görmek için yarattı. Gözün görüş sırrı çok ince hikmetler ve çözümlenmesi güç olan sırlar taşır. Göz, “yedi” tabakadan meydana gelmiştir. Her tabakanın kendine has özellikleri vardır. Eğer bu tabakalardan biri yok olsa göz görmez. Göz berzahtır. İki cihanın nakşı buradan görünür. Hacı Bektaş Veli, göz için şunları söylüyor: “Ey kullar! Gözünüzü açın, görün, eşidin; ol kadim-i lâyezel, padişah-ı Lâyezel, Bizeval eder kim: Ey ibretli kullarım! Eğer beni dinlerseniz, yere bakın, saniim görün; göğe bakın, firâsetim görün; feriştehlere bakın, sırlarım görün; Dağlara bakın, ambarım görün; kıyamete bakın, hilkatim görün; Kur’an’a bakın menşûrum görün. Pes, sizleri sevdiğim için nice dürül karametler verdim (Velekad kerremnâ beniy-âdeme; İsra: 70) (Makalat: 80). Hacı Bektaş Veli, gözyaşının tabiattaki karşılığını da şöyle dile getirir. “Pes; göz yaşı acıdır, karn yaşı tatlıdır. İkisi bir evde dirliğin, birbirlerine katılmaz. Zira kim; göz aslı yağdır, tuza muhtaçdır. Ve eğer gözyaşı acı olmazsa göz göyünürdü ve kokardı. Ve hem dünyada buludlar, yağmurlar var. Pes, kaygu buluda, gözyaşı yağmura benzer. Ve hem artmak eksilmek var. Pes, tende dahi kuvvet var. Kimi yerde kuvvet eksilir, kimi yerde artar. Ve hem gönül bir kuşa benzer. Kuş uçarken kimi yerde azar. Lâkin, gönül azmaz. Zira gönül ile Hak Taalâ arasında perde yoktur” (Makalat : 72) Göz yaşı ile ırmaklar arasında da ilgi kuran Hacı Bektaş Veli’nin bir tıp âlimi gibi, insan vücutu ile kâinat arasındaki benzerliğe dikkat çekmesi ilginçtir. “Gök ağlar, yer güler; gökten yağar, yerden biter” özdeyişi de orijinal bir düşünceyi yansıtır. Burun konusunda da Hacı Bektaş Veli’nin dikkat çekici yorumları vardır. “Ve hem dünyada guristanlar var. Pes, burun guristanlara benzer. Amma burun iki deliktir. Bir delik dimağa gider. Ve biri boğaza gider.
10
“Pes, gur dahi iki deliklidir. Biri uçmaka biri tamuya gider. Nebi buyurur: El kabrü ravzatün min riyaz-el-cenneti ve hufretün mih huferenniyranı(Hadis-i Şerif); “Mezar bazı insanlar için cennetin iç açıcı bir bahçesi, bazıları için de ateşle dolu bir kuyudur.” (Makalat : 76) Gur, mezar; guristan ise mezârlık anlamındadır. Mezâr, insan ölümünün de bir simgesi sayılır. Burun biçim yönünden, az çok bir mezarı andırır. Mezara giren bir insan için nasıl gidilebilecek iki yer varsa, buruna gelen hava ya da kokular içinde gidilecek iki yer vardır: Bunlardan birincisi akciğer, ikincisi ise, koku alma merkezinin bulunduğu yer olan beynimizdir. Koku alma merkezinin insanın beyninde bulunduğunun farkında oluşu, Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin insan anatomisini de iyi bildiğinin bir başka işareti olmaktadır (Yalçın : 326). Hiç şüphesiz ağız da, insani ruha mail özelliği ile önemlidir. Zira, insanlık ağızla ifade okunur. Bütün hislerimizin toplanma ve ifade yeri ağızdır. Hacı Bektaş Veli ayaklar üzerinde de durur; ayaklar kuvvetullahtır. “Ve hem gök, yer var. Pes arka göğe benzer. Taban yere benzer. Başı arka götürür, arkayı taban götürür. Pes; arşı gök götürür, göğü yer götürür” Bu paragrafta Hacı Bektaş Veli’nin çağının şartları içinde, kapsamlı bir astronomi bilgisine de sahip bulunduğu görülmektedir. İnsanoğluna göre tüm kâinat; yer, gökyüzü ve arş; yani uzay denilen o sonsuzluktan ibarettir. İnsanın başını arkası, yani sırtı; sırtını da, tabanları (ayakları) taşır. Bunun gibi, dünyamız da gökyüzünü, yani atmosferi taşır. Bilindiği gibi atmosferin varlığı, yeryüzünde mevcut olan su bitki örtüsü ve yerçekimi gibi bazı özel durumların varlığı sonucunda oluşmuş bulunmaktadır. Yerçekimi gereken güçte olmasaydı, atmosfer denilen hava tabakasının dünyayı çepeçevre ve gerekli kalınlıkta sarması da mümkün olamayacaktı. Atmosferden sonra, içinde dünyamızın bulunduğu güneş sistemi ve sayısız yıldız kümelerinin yer aldığı arş, yani uzay başlamış olur. Dünya ve uzayın durumu insana benzetilecek olursa; arş insanın başını, atmosfer tabakası; yani gökyüzü sırtını, yer yuvarlağı da ayaklarını temsil eder (Yalçın : 306). İnsan vücudunu harflerle de ifade eden Bektaşi geleneği onu şöyle şekillendirir.
11
Harflerle şekillenmiş bir insan vücudu. Baş çifte Allah adıyla çevrelenmiştir. Omuz hizasında Hasan, Hüseyin, Muhammet, Ali; ayaklara doğru Fatma adı yer alır. Göğsün bir yanındaki nokta ise; Salik’in Allah adının nurdan temsilidir. “Hu” zamiri Allah’ın bir öteki adıdır. Bektaşilikte yüzün felsefesi de önemli bir yer tutar.
12
İnsanın yüzündeki çizgiler, hatlar Kur’anın birer esrarıdır; çünkü, insanın yüzü Kur’an’ın “Fâtiha”sı gibidir ve bütün insan vücudu da Kur’an gibidir. Nasıl, “Fâtiha” suresi bütün Kur’an’ın mana ve esrarını toplamış bulunuyorsa, insan vücudunun “Fâtiha”sı olan yüz de insanın bütün manasını, esrarını, ruhunu aks ettirmektedir. Yüz vücudun Fâtihasıdır. Besmele insanın kafasıdır. Besmeledeki nokta insanın kafasının içindeki şuurdur. İnsanın vücutu o noktadan olmuştur. Bektaşi inancına göre her harf, insan isminde bir uzvun, kâinattaki bir tecellinin misalidir (Ahmet Hilmi: 1974 : 335). Bu mezhebin esas itikadı şöyle özetlenebilir; Kelâm suretinde tecelli eden Hak, harflerle belli oldu ve bu harflerin hepsi insan-ı kâmilin yüzünde tespit edildi; bu yüzden bütün mevcudatın asli unsuru olan yirmi sekiz harfi insanın yüzünde görmek mümkündür(Köprülü, 1967 : 330-331). İnsanın yüzünde yedi “hutut-ı ümmiye” vardır. Bunlar: Dört kirpik, iki kaş ve sevad-ı azam denilen saç, her insan yüzünde bu hatlarla doğar. Bunun yanında yedi tane de “hutut-ı ebiyye” vardır. Bunlar ise sonradan zahir olur. Ve iki sakal kılları, iki yanağın iki tarafındaki kıllar, iki bıyık, bir de alt dudaktaki kıllar. Bunların toplamı on dörttür. Hâl ve mahal itibari ile ayrı ayrı ele alınınca 28 olur. Bu da Arap harflerinin sayılarının toplamıdır. İnsan yüzündeki burun “elif”, burnun iki yanı “lam”, gözler de “he” harflerini verir. Böylece insanın yüzünde simetrik yazılmış iki Allah sözcüğü ortaya çıkar. İnsan yüzünde ayrıca çeşitli hatlar vardır. İki kaş, dört kirpik ve saçtan oluşan yedi çizgiye “Ana Hatlar” (Hutut-ı Ümmiye) denir ve her insan yüzünde bu çizgilerle doğar. Hurufilikte insanın vücudu gibi yüzü de Tanrı’nın özel tezahürlerini açığa çıkarmaya yeterlidir; çünkü insanın yüzü evrenin yasalarına tabidir. Onun parçaları, uyumunu kozmosun armonisinden alır. Mikro ve makro yüzler hem estetik hem de matematiksel olarak birbirine bağlanmışlardır. İbnü’l Arabi, bu güzellik anlayışını Vahdet-i vücut (varlığın birliği) ile tanımlamıştır. İnsan yüzü Allah’ın aynasıdır. İnsan yüzünden seyredilen O’dur. O hâlde oraya yönelinip secde edilebilir. Yüzün Allah kelamının metni (Kur’an) söz ise, Rabb’ın ayetleridir. Bektaşi inancında bütün varlık sesten zuhura gelmedir. Ses de kemalini sözde bulur, bu da ancak insanda olur. Sözün aslı harftir. Evren, sesin ortaya çıkması ile var olmuştur. Allah gizli bir hazinedir(Kenz-i Mahfi). Allah’ın ilk belirişi “söz” (kelâm) ile olmuştur. Allah kuluyla konuşarak kendini dışa vurur ve bilinir kılar. Allah kendisini insanın yüzünde “söz” biçiminde görünür kılmıştır. Sözün öğelerinin sayısal bir değeri vardır(Nefs-i natıka, konuşan öz).
13
Allah, Âdem’i kendi suretinde yarattı (Hadis). Allah kendi isim ve sıfatlarının hepsini ihata eden suret vücuta getirmiştir ki bu suret Âdem’in sureti idi. Gazalî’ye göre bu hadis, insanın ruhu ile ilahi ruh arasında cevherde, sıfatta ve fiillerde bir benzerliğin bulunduğuna işarettir(Gazali 1933 : C.IV. 44,460). İmam Rabbani’nin bu konudaki düşüncesi şudur: İnsan “nüsha-i camia”; yani her şeyi bünyesinde toplayan bir varlıktır. Varlıkta parça parça bulunan her şey insanda toplanmıştır. Hadisin manası budur(Rabbani :I/95). Semi, basar, idrak, irade, kelâm ve tekvin; Cenab-ı Hakk’ın zatına ait bu sıfatların, Âdem’in varlığında belirmesi “insan benim sırrımdır” sözünün bir hükmüdür. C. SİRET / MANA : İnsanın mana yönünü anlamak için önce “can” (ruh) kavramına yönelmek gerekir. Yeryüzünde hayatı; yani var oluşu sağlayan cevherin, gücün adına “can” denilir. Akıl, irade, duygu, bilgi, sezgi, anlama, öğrenme, acıma, utanma gibi beyinle ilgili; hareket etmek, iş yapmak gibi bedenle ilgili faaliyetlerin tümü ise yaşama olayını meydana getirir (Makalat; 20). Bektaşi ve Mevlevi geleneğinde “gerçek insan”, üstün değerleri kendisinde barındıran insan, bu niteliklere “can” denilen ilahi bir varlığın lütfuyla sahip olmuştur. Tasavvufta “can” ve “ruh” aynı anlamda kullanılmıştır. Allah”ın zatındaki bu cevher (aslı nur) tene girince sureti nurlandırır. Suret de canı mekâna kavuşturduğu için önemlidir. İnsana en yakın olan candır; çünkü can bedende durduğu sürece insan var demektir. Allah-u Tealâ insanların ruhlarını lahud âleminde (ilâhi âlem), nur cevherinden Ahsen-i takvim (en güzel kıvam) üzere yarattı. Sonra bu eserini arşın üstünde yerleştirip kendi zatının ve sıfatının mazharı kıldı. Onları arşın üstünde (yerleştirip) bir süre müşahade makamında durdurdu. Bu makamda kullar, bilginin ve kulluk terbiyesinin icapları ile nitelendirildiler, bütün yaratıklardan en bilgili, en mükerrem ve en üstün olarak halifeliğe müstahak oldular. İnsan, ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet cami bir istidad verildiği için; esfel-i safilinden ta alâ-yı illiyyine, ferşten ta arşa, zerreden ta şemse kadar dizilmiş olan makamata, meratibe, derecata, derekata girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suûda giden iki yol onun önünde açılmış bir mu’cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san’at olarak şu dünyaya gönderilmiştir. “Ahsen-i takvim” sırrına mazhar olmayı hak eden insan, hem arşın hem de düşüncenin üstündedir(takvim=güzel suret).Bu imtiyaz sadece insana mahsutur.
14
İnsan “Ahsen-i takvim” dir ve ona “halifelik” verilmiştir. Halifelik, esasen, iki meseleye dayanmaktadır: Biri insanın, Allah’ın sureti üzre yaratılmış olması; diğeri de, insanın akıl sahibi olması, dolayısıyla, mutlak varlık hakkında gerekli bilgiye malik olabilecek biricik varlık bulunmasıdır. Halifelik kavramını idrak etmek bilgi meselesidir. Akıl ve bilgi ile hareket etmek; din ve dünya işlerinin ne olduğunu iyi bilme, onları birbirine karıştırıp çatıştırmama, bulunulan mertebe ve mahalleye göre davranmaktır. Bireysel anlamda her fert halifedir. Halifelik ruhun bedendeki etkinliği ve hükümranlığıdır. Her birey halifedir, ama her bireyin halifeliği, kendi imkân ve yeteneklerini geliştirmesi ölçüsünde derecelenmektedir. İnsan “vasat-ı camia”(maddesiyle toprak, özüyle ilâhi)dır. İnsan Lâhut ile Nasut’u birleştiren komplike bir varlıktır. Bütün kâinatı, bütün varlığı emrine alabilecek kapasiteye uygun yaratılan ve halifeliğe(Bakara 30) layık görülen insan, bu sebeple; nesnelerin, varlıkların, tabiatın derinliklerine inen; sıradan insana kapalı olan dünyayı kendisine açabilen bir varlıktır. İnsan, Allah’ın tezahür hâlindeki bilincidir. Buradan, kendisine ruh üflenen, halifelik makamına layık görülen varlığın “kendini bilmek” eylemine geçebiliriz. “Men arefe nefsehu fekad arefe rabbahu” hadisi, Hacı Bektaş Veli’de sıkça yer alan bir kavramdır. Kendi nefsini idrak eden, Allah’ın zafını da idrak edebilir. Hakikat mertebesinin 10. makamıdır. Kendini bilmek, Hakk’ı bilmekten daha zordur. Her insan kendi varlığı için bir gayedir. Yeter ki kendisi üzerinde tefekkür kılsın. Kâmil insan bütün ilâhi ve kozmik kitapları kuşatan bir kitaptır. Benlik bilgisi (kendini bilmek) gerçeğe ulaşmanın başlangıç noktasıdır. Bilmek eylemi, “ben” ve “ben ötesi”, “kozmik ben” i yakalamak; “tevhidi” (birliği) kavrayanlar için söz konusudur. İnsanda kuvveden fiile çıkan ilâhi isimlerin tümünü sergileme kapasitesi vardır. İnsan âlem denilen aynanın cilasıdır. Bu noktada “insan” âlem-i sagîrdir(mikrokozmoz). İnsanda ilâhi sıfatlar (semi, basar, idrak, irade, kelam, tekvin) tam olarak yer almışsa, insan, “Âlem-i Kebîr” (Makrokozmoz), yani insan-ı kâmil sıfatına layık olur. Bu “kozmik ben”e ulaşan kişi, kendi içinde bütünlüğünü yakalamış, iç dünyasını tanzim etmiş, dengeleri kurmuş demektir. Kendi içinde bu ahengi kuramayan bir insanın “ölümsüz ben”e varması imkânsızdır. Kur’an bu noktada şöyle bir ilke koyar : “Bireysel dünyanızda gereken değişmeyi yapmadığınız sürece Allah, sizi toplum olarak değiştirmez.” (Ra’d : 11).
15
Bu sebeple, meleklerde olduğu gibi insan da kendisine lutfedilen yüksek beşeri bilgi ve idrak (ilim ve akıl) kabiliyetiyle vasıtasız olarak Rabb’ini görebilir. Hakkıyla bilmek ancak “marifet”le mümkündür. Marifet; bilgi, akıl, fehm, aşk, idrak yoluyla “mutlak hakikati” bulmak ve anlamaktır. Keşif ve ilhamla edinilen vasıtasız bilgi; iç tecrübelerle öğrenilen şevk, muhabbet, iradet, kurbiyet, inayet (Makalat: 103) makamları gönlün sıfatı olan marifet nurunu arifin gönlüne yayar. Su ile özdeşleştirilen marifet, can için vazgeçilmez bir unsurdur. Güneşe benzeyen marifet, kâmil tabiat (Tıbâu’t-Tamm) olarak insana üflenmiş “tûmel ruh” sayesinde, arifin “eşya”nın bilgisine ulaşmasını sağlar. Arştan ferşe tüm mekânları aydınlatan marifet, ahlak süzgecinden geçirilmiş bilgilerdir. Bu bilgi vicdanın sesidir, ruhani duygularla estetize edilmiştir. Yapay, suni “ben”den, hakiki “ben”e tırmanıştır. Marifete ulaşanlar için “can”(ruh), mana sarayının arşı olur. Can insana izzet, vahdet, haya, edep huylarını veren bir kavramdır. Ruhun kavranılması marifetle mümkündür. Marifete ulaşan aklın, tecelli yeri gönüldür. Varlığın temeline “gönlü” koyan eski Türk düşüncesi bu kavrama çok değer verir. Türkçede “gönül” kelimesinin aslı “köngül” dür. Bu da “king” aslından müştaktır ki geniş ve ergin manasına gelir. Zaten geniş kelimesinin aslı dahi “kengiş” olması bunu ispat eder. Ezeli olan gönül, şehre benzetilmektedir. Bu şehir o kadar geniştir ki yerden göğe kadar yaratılmış ne varsa o şehre sığar. Bu şehirde biri Rahmani ve birisi şeytani olan iki sultan vardır. Bu sultanın adı akıl, yardımcısı iman, subaşısı miskinliktir. Yüreğin sağ tarafında yedi kale vardır. Bu kalelerin dizdarları ilim, cömertlik; ödü; haya, sabır, perhizgerlik, korku ve edeptir. Şehre benzetilen gönülün hisarı, teni; yani vücuttur. Hakk’ı isteyen talip daima gönül şehrini arıtmalı, riya ve tamağı gönlünden çıkarmalıdır(Coşan : 55). Hoşluk ve nahoşluğu bir arada barındıran gönlün yedi adı vardır. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7.
Kalp Canan Ruh Bal (Kanat) Halad Zamir Fuad (ve her birinin adının da yetmiş iki manası vardır.)
“Gönül bir şehristana benzer. Ve ten ol şehrin hisarına benzer. Ve göğüs içi galabası bazara benzer. Yürek, yağır, böbrek, dalak dükkâna benzer.
16
Sıdk, ikrar, isbat, iradet, riyazet, şevk, muhabbet, havf ü reca, yakın tevekkül metağlara benzer. İman, gevhere benzer. Ve tuhfe mescit çerağı duvarlara dokunur aydan aydın kılar; kumaşlara benzer. Us, mescide benzer. Marifet çerağıdır ki; arşdan, ferşden aydın eyler”(Makalat : 71). “Ve hem Beyt’ül - ma’mur var, Kâ’be var. Lâkin gönül ikisinden dahi yeğdir. Zira kim Beyt’ül-ma’mur göktedir, kerrubiler (melekler) tavaf eder. Amma gönül Pâdişâh-ı âlem Tanrının nazargâhı (baktığı yer)dir. Nitekim Saad bin Abdullah eder: Resul hazretlerinden işittim. Hakk Tealâ ile cümle nesne arasında hicab(perde) var, (ama) gönül ile Hakk Tealâ arasında hicab yoktur. İmdi, mü’min’in gönlü Kâbe’ye benzer. Kâbe’ye varan ayağıyla yürür. Gönül isteyen yüzü üzere yürüse gerek anınçün âşıklar yüzlerin yere sürerler.” Gönül, Kâbe’ye benzetilmektedir. Kâbe dokunulmaz, harim ve mübarektir. Allah’ın Evi’dir. Gönül de kutsiyeti ile Kâbe’ye benzetilmektedir. Hacı Bektaş Veli, gönül ile Kâbe münasebetini verirken hacıları esas alır. Kâbe’ye ziyarete giden kişinin ayağıyla yürüdüğünü ve fakat gönüle ulaşmak isteyen âşıkların yüzü üzre (mütevazi bir şekilde) yürüdüğünü belirten Veli, Kâbe’ye kılavuzsuz gidilemeyeceği gibi, gönül makamına da kılavuzsuz gidilemeyeceğini söz konusu der. Gönül ehlinin kılavuzu bizzat “Çalap /Tanrı” dır(Coşan : 76). İnsan; dış yüzünce halkın, iç yüzünce de Hak’kın hakikatının aksettiği aynadır. Kalbi ile cemale ait sıfatların, nefsi ile de celale ait sıfatların mazharıdır. İnsan, vücup ve imkân sahilleriyle kuşatılmış ve vahdet incileriyle dopdolu bir hikmet deryasıdır. Vücup ve imkânın hükümran olduğu diyar, insan vücududur. İnsan, bilgi cennetlerini ve cehalet cehennemlerini kendine toplayan kudret kaynağıdır. Hidayet güneşi olan kalbin ve cehalet delili olan nefsin zahir olduğu (Var-Yok) âlemi, insandır. Nur, güneş gibi, zahiri nurlarla müşahade olunduğu gibi; gayba ait manalar ve külli makuller de o tecelli nuru ile idrak ve müşahede olunur; ancak, zahiri nurlarla mahsusları idrak ve müşahede olunur; ancak, zahiri nurlarla mahsusları idrak eden et gözü; tecelli nurlariyle makulleri idrak eden de kalp gözüdür. Kalp gözünün hükmü de idrak ve müşahededen ve müşahede edilenlerin doğruluğundan ibarettir. Selim kalp ise Subhani kudretin parmakları arasında daima değişe geldiğinden ya(Yapmak) veya (Yapmamak) ile tedbir eder. Batıni hasselerin tecelli yeri ve beden memleketinin mutlak hâkimi dimağ ise de dimağın ihtiva ettiği Batıni beş hissin mutasarrıfı kalptir ve adı geçen hasseler için kalbin idrake ait icra aletleri olmakla, dimağın doğruluğunun ve üstünlüğünün veya eğriliğinin ve düşüklüğünün kalbe nispet edilmesi mecazdır. Gönül bütün bu yetenekleriyle “Mutlak Varlığı” taşımaya yönelmiştir. Allah’ın göklere, yere, dağlara arzettiği; onların çekinip korkarak kabul etmedikleri, insana yüklendiği ve insanın çok zalim ve cahil olduğu bildirilen “emanet” ten bahsedilmektedir(XXXIII. 72). Emanet, yapılması buyurulan, yapılmaması
17
emredilen şeyler, hükümler, farzlar; emanete ve ahde vefa etmektir denmiştir. Göklere, yere, dağlara arz edilmekten maksat, oradakilere arz etmektir diyenler olmuştur. Emanet bir anlayışa göre de akıldır (el-Müfredât; s. 75-76). Sûfîlere göre emanet; Tanrı sıfatlarına bir mazhar, bir ayna olmaktır ki bu sıfat ve kabiliyet yalnız insandadır; fakat insan, bu mazhariyeti bilmemekle pek zalim ve bilgisiz olmuştur. Oysa, insan kendisini çok boyutlu olarak tanıyan, geliştiren, tekamül ettiren bir varlık olduğu için; bir akıl ve şuur varlığı için; denizin ve karanın yüklemediği “biz halkız, cemadız, emre takadımız yoktur” demelerine rağmen; “kendi varlığından haberdar olan tek mahluk” insan; “O benim canımdır, ben yüklenirim” demiştir. Zira, Hakk; kalbin büyüklüğü, tanımlanmaya, kıyaslanmaya, hayal edilmeye sığar bir büyüklük değildir derken bu gerçeğe işaret etmektedir. Sonuç Olarak : İnsan, Allah ile âlemler arasında bir kavşak noktasıdır(Vücûb – imkân). Görünmez âlemin sırlarını da, maddi kâinattaki varlıkların sıfatlarını ve hâllerini de kendinde toplamıştır. İnsan, “ism-i azam”ın mazharıdır. İnsanın zati şerefliliği, onun mükerrem kılınmasındandır. İnsan; kalbi ile cemale ait sıfatların, nefsi ile de celâle ait sıfatların mazharıdır. İnsan; Allah ile âlem, zahir ile batın arasında bir berzah olduğu gibi; bütün ilahi kemal manaları, kendisinde gerçekleştiren bir varlıktır. Âlem Allah’ın tecelli ettiği bir aynadır. İnsan-ı kâmil bu aynanın cilâsıdır. İnsanın “berzâh-ı câmî” olması; manasıyla “nur-ı lâhûtî” ye, cismi itibariyle de “anâsır-ı maddiye”ye; yani “zulmânî” bir asla mensuptur. İsimlerin müsemmasını hisseden, idrak eden insan; şuur gibi büyük bir lütfun mazharıdır. Meleklerde bile şuur tam değildir. Kendisine böyle bir imkân verilen insan, bu yeteneğini kullanabilirse ikiler bir olur, hayat anlam kazanır.
18
FAYDALANILAN KAYNAKLAR Ahmet Eflâki. Menâkıb-ı Ârifin. Çev. Tahsin Yazıcı. C.I. İst. 1963. Filibeli Ahmet Hilmi Bey. İslâm Tarihi. İst. 1974. Ahmet Rıfkı. Bektaşiliğin Sırrı. Der. Saadet. 1327. Malik Aksel. Türklerde Dini Resimler. İst. 1967. Hüseyin Aydın. Muhasibî’nin Tasavvuf Felsefesi. (İnsan-Psikoloji - Bilgi – Ahlak Görüşü) Ank. 1976. 6. Mehmet Aydın. Din Felsefesi. İzmir. D.E.Ü. Yay. 1990. 7. Esad Coşan. Hacı Bektaş Veli ve Makalat. Ank. bs.t.yok. 8. Hamiye Duran. Hacı Bektaş Veli’nin Makalatında Din ve Tasavvuf Ank.1988. 9. Gazalî. İhyâm Ulûmi-d – Din. Mısır 1933. 10. Gazalî. Makâsidu’l – Felâsife. Nşr. Süleyman Dünya. Mısır 1961. 11. Abdülbaki Gülpınarlı. Velâyetnâme –i Hacı Bektaş Veli, İst. 1961. 12. Porf.Dr.Abdurahman Güzel. Hacı Bektaş-ı Veli ve Makâlât. 1992. 13. İbnû’l – Arabî . Fususu’l – Hikem. Çev. Ekrem Demirli. İst.2006. 14. İbn-i Haldun. Şifau’s Sail. Çev. S.Uludağ. 1977. 15. F.William Hasluck. Bektaşilik Tetkikleri. İst. 1928. 16. Mahir İz. Tasavvuf. İst. 1969. 17. Ferit Kam. Vahdet-i Vücût. İst.1931. 18. Fuad Köprülü. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvuflar. İst. 1967. 19. Kuşeyrî. Kuşeyrî Rîsâlesi. (hzl. S.Uludağ) İst. 1991. 20. Bedri Noyan. Bektaşilik ve Alevilik Nedir ? Ank. 1985. 21. Yaşar Nuri Öztürk. Tarih Boyunca Bektaşilik. İst. 1990. 22. Yaşar Nuri Öztürk. Kur’an ve Sûnnete Göre Tasavvuf. İst. 1990. 23. Annamaria Schimmel. Tasavvufun Boyutları. Çev. Ender Gürol. İst. 1982. 24. Prof.Dr.Cavit Sunar. Vahdet-i Şuhud ve Vahdet-i Şuhûd Meselesi.Ank.1960. 25. Prof.Dr. Cavit Sunar. Tasavvuf Felsefesi. Ank. 1974. 26. Prof.Dr.Cavit Sunar. Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi. Ank. 1978. 27. Belkıs Temren. Bektaşiliğin Eğitsel ve kültürel Boyutu. Ank. 1994. 28. Mûbahat Türker. Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti. Ank.Üniv.D.T.C.F.Yay. 1956. 29.Hilmi Ziya Ülken. Hacı Bektaş Veli. Mihrab Mecm. Nu: 15, 16. İst.1924. 30. Aziz Yalçın. Yorum ve Açıklamalarla Makalat-ı Hacı Bektaşi Veli Ank.1991. 1. 2. 3. 4. 5.
19