5__

Page 1

ÂŞIK VEYSEL’İN ŞİİRLERİNDE MİSTİK UNSURLAR Doç. Dr. Pakize AYTAÇ G.Ü. Fen Edebiyat Fakültesi ÖZET Âşık Veysel Cumhuriyet Dönemi Halk şiirinde gelenekle berâber değişim ve dönüşümü başarabilmiş âşıklarımızdan biridir. Çağının şartlarını büyük bir ustalıkla değerlendiren Veysel bir halk filozofudur. O, şiiri bir emek işi, bir bilgi işi olarak değerlendirir. Bu yazıda Veysel’in şiirlerindeki (8) mistik unsur üzerinde durulmuştur. Kâinatın yaradılışı, insanın yaradılışı, Allah Fikri, Vahdet-i Vücut anlayışı, Bilgi-Varlık-Ahlak Görüşü, Âşk, Gönül-Akıl, Nefis ve Ölüm kavramları, Veysel’in şiirlerindeki anlam derinliği eşliğinde yorumlanmıştır.

ABSTRACT MYSTICAL ELEMENTS IN THE POEMS OF ÂŞIK VEYSEL Âşık Veysel is one of our enraptured poets who was able to succeed in the alteration and conversion together with tradition in folk poem in Republican period. Veysel, who evaluated the conditions of his era with great proficiency, is a folk philosopher. He evaluates poem, is a work of labor, a work of knowledge. In this paper, it was emphasized on the mystical element in the poems (8) of Veysel. Creation of Universe, creation of human beings, the idea of God, the understanding of monotheism, Knowledge-existence-ethics view, love, heart-wisdom, soul and death concepts, have been interpreted in the poems of Veysel in the accompany of depth of meaning. Anahtar Kelimeler: Âşık Veysel, Şiir, Mistik. Key Words: Âşık Veysel, Poem, Mystical

Âşık Veysel Cumhuriyet Dönemi halk şiirinde gelenekle beraber değişim ve dönüşümü başarabilmiş âşıklarımızdan biridir. İşlediği konuların zenginliği, şiirlerindeki “klâsik eda yanında, yeni buluşlar, benzetmeler ve ifâde gücü” (Gökyay 1974: 1) ona çağdaş nitelikler taşımıştır. Çağının şartlarını şaşılacak bir sezgi gücüyle dile getiren Veysel, içinde yaşadığı toplumsal dinamiklerin zorlamasıyla aydın bir kitlenin içinde olmuştur. Ahmet Kutsi Tecer, Baki Sûha, Sabahattin Ali...gibi edebiyatçılardan aldığı fikirlerin yanı sıra; Yunus’tan, Karacaoğlan’dan tekke âşıklarından yorumlayarak oluşturduğu iç dünyası ona “halk filozofu” unvanını sağlamıştır. Gelenekle yenilik onda bir bütündür. Geleneğin belli başlı esaslarından biri olan “bâde içme” âşığımızın gelenekten aldığı unsurlardan biridir.


Kırk yaşımdan sonra kalbime ilham Erişti Mevlâ’dan bir ihsan oldu Hakk’ı bilenlere hazırdır heran

İnkâr edenlere sır nihân oldu ve Elinden bir dolu içtim Türlü türlü derde düştüm Cümle varlığımdan geçtim Senin yolunda yolunda

Ancak, çıraklık, mahlâs alma, hikâye anlatma ve irticalen şiir söyleme yoktur. O, şiiri bir emek işi, bir bilgi işi olarak değerlendirir. İbrahim Arslanoğlu’nun yaptığı bir röportajda: “... irticalen söylemek istemem. Manasız, mantıksız bir şey olur. Hem de ömürlü olmaz. Şiirde yaşama kudreti olmalı. Herkes benimsemeli.” diyerek şiirin bir ilham işi olduğu kadar, bilgi meselesi olduğunu da ifade eder. Veysel; hayatın ona getirdiği yükleri taşımasını bilmiş kaderine rıza göstermiş ve çileden saadete uzanan yolu bulmuştur. “Hayatım” adlı şiirinde : “Kader ile bölemedim kozumu” veya; “Talih, çile, kader sözü bir etmiş

Her nereye gitsem gezer peşimde” dese de; Gönlümde teselli kendimde buldum. beytinde, kendini sevgide buluşunu, sabra sığınışını ve teselliyi bu şekilde bulduğunu dile getirmiştir.

Bizim mistik düşüncemiz bütün Doğulu ve Batılı mistiklerden ayrıdır. Bizde mistikler, insanı ölümsüz bir yolculuğa çıkarmaktalar; hedefe (Fena fillah) ulaşan kişiyi tekrar ve faal olarak halka


döndürmektedirler. Tasavvuf buna “bekâ” da fark makamı demektedir. Mirâc bunun en bariz örneğidir. Bizim mistik dünyamız seyirlerini “ölmeden önce ölerek” tamamlar. Diğer mistik inançlarda hedefe ulaşan veya ideal makama (meselâ Nirvana’ya) ulaşan kişi faaliyetini tamamlar. Varlığın faaliyetini durdurması gerçekte bir başka bir ölümdür. Halbukî insan ölümsüzdür (Tatçı 1997: 507). Batı felsefesinde de aynı şeyler vardır. Nazarî ve kitabî teorilerde mahpus kalmış, sadece zihnî faaliyetleri geliştirmiş olan bu dünyanın meşhûr Nietzche’si bile üstün zekâsına ve bir felsefî ekolün zirve adamı olmasına rağmen acı bir feryat ile: “Tek başımayım. Vahşi bir ormanın içinde kaybolmuş gibiyim. Yardıma muhtacım.” çığlığını atarken, Veysel gibiler mütevazî kültürleri içindeki manevî antenleriyle, Batının bu kuru kalıplar içinde hapsolup kalmış cansız varlık anlayışı yerine, hayatın bütününe sirâyet etmiş ve bütününde söz sahibi olmuş, aktif ve canlı bir terbiye sisteminin derunî alışkanlıklarla törpülenip inceltilmiş manevî bünyesi ile kemâle ermişlerdir. Bizim hayat felsefemizi yoğuran düşüncenin hamurundaki mayada insan-ı kâmil olmaya karşı bir yöneliş ve akış vardır. Biz, şuuraltını fethederek büyük bir ruh ve mana medeniyeti, inanılmaz bir hikmet ve irfan saltanatı kurmayı başarabilmişiz(Ayverdi 1978: 343). Bu girişten sonra Veysel’deki mistik unsurlarla ilgili kavramsal çerçeveyi sekiz başlık altında ele alacağız : 1. Yaratılış 1.1.

Kâinatın Yaratılışı

1.2.

İnsanın Yaratılışı

2. Allah Fikri 3. Vahdet-i Vücût Anlayışı 4. Bilgi, Varlık, Ahlâk Görüşü 5.

Aşk

6. Gönül, Akıl 7. Nefis 8. Ölüm 1. Âşık Veysel’de Yaratılış Fikri : 1.1.

Kâinatın Yaratılışı

Veysel yaratılış konusunda derin bir tefekkür eseri olan şu mısraları


dile getirir. Göklerden süzüldüm tertemiz indim Yere indim yedi renge boyandım Boz bulanık bir sel oldum yürüdüm Çeşit çeşit türlü türlü boyandım Veysel yoktan geldim yok olup gittim Ben deyenler yalan, gerçeği seçtim Bir buhar hâlinde göklere uçtum Kayboldum o sırlı renge boyandım İnsanoğlu doğarken tertemizdir. Yere iner, kalıptan kalıba girerek varlık dairesini tamamlar. “Yedi renge boyandım.” tabiri nefsin yedi mertebesiyle ilgilidir (Nefs-i emmâre, levvâme, ülhimme, mutmainne, raziyye, marziyye, safiyye). Yoktan geldik yok olup gideceğiz. Allah’tan geldik, tekrar ona döneceğiz. Tabiata Veysel aşık Topraktan olduk kardaşık Aynı yolcuyuz yoldaşık mısralarında görüldüğü gibi, Veysel tabiata hikmet dolu gözlerle bakar. Mebde nrdur. Ondan ateş, ondan hava, ondan su ve ondan toprak olmuştur. Esas bu dört unsurdur. Isının, ateşin şiddetinden, buhar olmak suretiyle hava zuhur etmiştir. Rüzgâr bulutların oluşumunu sağlamıştır. Bu şemaya göre yaratılış tedrîcidir. Kimse bilmez dünya nasıl kurulmuş Her cisme birer zerre verilmiş Cümle varlık bir kuvvetten var olmuş Gelen ne, giden ne, yol ne, yolcu ne? Karanlıkları yırtacak bir ışık bir şimşek gibi dünyamıza düşen bu dörtlüklerinin izâhı bile sayfalar alabilecek derinliktedir. Nuru ile bu âlemi kapladı


Azîmdir Kerîm’dir Gafûr’dur adı. Allah, bütün mahlûkatta nar olarak tecelli etmiştir, düşüncesini mısrâlarda açıkça görüyoruz. Fizik verilerine bakıldığında âlemin madde ve enerji biçiminde şekillendiğini görüyoruz. “Quantum teorisi”yle dile getirilen “enerji”nin “nur” ile izahına çalışıldığı bilinmektedir. Nur’un hız kaybederek, ışık hızına düşmesiyle, kesikli yani “kuant denen enerji tesbihçileleri” biçiminde salındığı ve böylece maddeyi yarattığı savunulmuktadır. Maddenin asıl kökeninin enerji olduğu artık biliniyor. Neye benzediği bilinmeyen bu enerjinin tek yapısı ise “kuantlar” dır. Boyutsuz, sayısız noktacıktan oluşan kuantlar, evrenin tek yapı taşı zerrelerdir. Quant ismi, lâtince “kemiyet, miktar, sayım” sözünden türetilmiştir. Evrendeki kuant sayılı yani sonlu bir miktarda yaratılmıştır. Enerji ise sonsuzdur. Bu enerji nurdur. Kâinatın muhteşem nizâmı önünde ve tabiat kanunlarının asla şaşmayan hâkimiyeti karşısında düşünen insanın, bu nizâmın bir kurucusu bulunduğu inancına ulaşması güç bir şey değildir. Bunun için zihnî alışkanlıklardan sıyrılmak ve kibrin idare ettiği taassuplardan kurtulmuş olmak kâfidir. Sadece zekânın ve nazarî tefekkürün zihni ulaştırdığı bu inanış yolu, gece olup ayın doğduğunu, sabah olup güneşin doğduğunu gören Hazreti İbrahim’i bu hâdiseden, hepsinin hâkim ve sahibi olan bir Allah’ın varlığı şuuruna ulaştırmıştır. İngiliz fizikçisi Eddington da Madde Âleminin Yapısı adlı eserinde, bütün tabiat olaylarının bağlandığı ve kendileriyle açıklandığı tabiat kanunlarının, ancak bu kanunları yaratmış olan bu kudrete anlaşılması kabil olduğunu ifade etmektedir. Bu kudret, Allah’tan başka bir şey değildir. Elhasıl, her akıl sahibi olan ve her düşünebilen insan kâinata dikkatini çevirdiği zaman, onda hüküm süren ilâhî kudreti anlayabilir. Ancak dindar olmak için bu kadarı kâfi değildir. Allah’ın kendi üzerimizde de hâkimiyetini kabul etmek ve bu hâkimiyete teslim olmak lâzımdır. İnsan zekâsının, kâinat üzerinde mutlak hâkimiyete sahip bir kudretin varlığını tanıması pek güç değildir (Topçu 1978: 73) Bugünün bilim ve tekniği şu hakikati ortaya koymuştur ki, cansız sayılan her şeyde, insanların farkına varamadıkları bir canlılık, şuur vardır. Çünkü etrafımızda gördüğümüz bütün eşya, bütün varlıklar, atomlardan meydana gelmiştir. Her atomun ortasında proton ve nötronlardan ibaret bir çekirdek vardır. Bu çekirdeğin etrafındaki elektronlar akla şaşkınlık verecek bir hızla dönmektedir. Meselâ hidrojen atomundaki elektron, çekirdeği etrafında saniyede elli bin km. hızla döner. Sanki bir zerre yani bir atom, koca bir güneş sistemindeki eşsiz nizamın en mükemmel modelidir. Atom, bizim içinde bulunduğumuz güneş sisteminin bir örneğidir. Atomun çekirdeğinin güneş elektronlarını da yıldızlara benzetmek mümkündür. Atomların derinliklerine dalarsanız, bir zerreyi milyarlarca defa büyütürseniz, karşınıza koca bir âlem çıkar; akıl almayacak kadar müthiş bir âlem. Bir atomun çapı milimetrenin on milyonda biri kadardır. Bir zerre içinde bir güneş manzumesi gizli. Bu hakikati sezmiş Gülşen-i Raz sahibi: “Bir


damlanın gönlünü yarsan, ondan yüzlerce duru deniz meydana gelir.” diye yazmıştır (Gölpınarlı 1972: 89). Kâinattaki bu gizli kuvveti Veysel mısralarında söyle ifade etmektedir: Mevcûdatta olan kudret ü kuvvet Senden hâsıl oldu sen verdin hayat Yoktur senden başka ilâ-nihâyet İnanıp kanmışım sen varsın orda Sadece bu dünyanın değil, ötelerin maverasında iç gözüyle büyük hakikatler gören Veysel; bilişin, görüşün oluşun, kâmilliğin sembolüdür: Çeşitli çiçekler yeşil yapraklar Renklerin içinde nakşını saklar Karanlık geceler aydın şafaklar Uyanır cüml’ âlem sen varsın orda Eşyaya ya da varlıklara ruhu varmış gibi davranmak sıradan düşüncelerin kavrayabileceği bir olay değildir. “Camid denen eczamda da hayat mevcuttur. Yalnız onlardaki hayat bâtındır.” (Bayraktar 1989: 11). Görecek göz ister. İnsanın varlığa bakışı, farklıdır. Sebeplere bağlı yüze bakan ilimle, Allah’a bağlı yüze bakan mistisizmin, bakışları gibi ulaştıkları neticeleri arz edişleri de değişiktir. Muhyiddini Arabî hazretleri bu noktada şu tespitini lütfediyor : “Bu âleme üç hâl üzre yaklaşırız : 1. Aklî yaklaşma (Bundan müspet ilimler doğar.). 2. Hâli yaklaşma (Birinciyle, üçüncü arası bir keyfiyete sahiptir.). 3. Sırrî yaklaşma (Enbiya ve evliyanın yaklaşması). Bu yaklaşımların birincisinden aklî ilimler, ikincisinden hâl ilimleri (ulûmu’l ahvâl), üçüncüsünden de sırlara ait ilimler (ulûmu’l esrâr) doğar ...” Hz. Mevlâna diyor ki: “Her nefeste dünya ve içindekiler yeniden varolmaktadır; ancak varlık âlemindeki bu sürekli yenilenişten biz haberdar olamıyoruz. Ömür, akan bir nehir gibi hep yenilenmekte, fakat ceset şeklinde bize görünen oluş hep aynı sanılmaktadır.”.


Varlığın sebeplere bağlı yüzüne bakan ve o yüzden bir takım neticeler çıkaran akıl ve nefs olup, ancak varlığın basit mertebeleri olan halk ve şehadet âlemlerine nüfuz edebilirler. Felsefe de bu kategori içinde mütalaa edilmiştir (Sunar, 1974). Hû çeker iniler çalınan sazlar Kükremiş dalgalar coşar denizler Güneş doğar perdelenir yıldızlar Saçar kıvılcımlar sen varsın orda Cansız sayılan her şeyde, insanların farkına varamadıkları bir canlılık, bir şuurun var olduğunu söylemiştik, bu düşünce mısralara böyle siniyor. Kâinattaki bütün varlıkların Allah’a yönelmesi, onu tesbih etmesi insanı hem titreten hem de kendisine doğru çeken bir sırdır. Bu sır bizi sınırlı olanın hapsinden kurtararak sonsuzluğa tasarruf etmeğe götürür. Mevlâna bu konuda şunları söyler: “Ben öyle zerreler görüyorum ki, ağızlarını açmış dönüyorlar. Eğer onların küçüklüğünden bahsedersem söz uzar.”. Mevlâna, atomu görmüş ve bunu âdeta hiç değişmeyen ve hiçbir an sükûn bulmayan kâinatın zikîr ve hareketini bu suretle ifade etmiştir. Bizim cansız gördüğümüz varlıklar, bileşimleri sebebiyle bir iç dinamizme sahiptir. Fizikçiler bile artık kaos demekten vazgeçerek, âlemin çok ince bir kozmik düzene sahip olduğunu kabul etmekteler. Fizik “Her şey hareket hâlindedir.“ diyor. Kur’an da “Her şey Allah’ı tesbih eder.” diyor. Evrensel gerçekler, fıtrat kanunları ilimde buluşuyor; bunu Veysel şiirlerinde son derece açık biçimde ifade ediyor. Bu dünyayı kuran mimar Ne hoş, sağlam temel atmış İnsanlığa ibret için Kısım kısım kul yaratmış Kazması yok, küreği yok Ustası var, çırağı yok Gök kubbenin direği yok Muallakta bina çatmış


Allah’ın kâinatta tecelli ettiği fikrî tasavvufun önemli konularındandır : Zâhir bâtın her irenkten görünür Gâhi doğar amma gâhi durulur Nerde baksan orda hazır bulunur Kim demiş hakkında lâmekân oldu Veysel, tabiattaki, her renkte, her seste her nefeste, her duyulanda; yaratılışın, sonun, varlığın manasını arayan bir tefekkür sahibidir. Dalgın dalgın seyreyledim dünyayı İrenkler ne, çiçekler ne, koku ne? Bir arama yaptım kendi kafamı Görünen ne, gösteren ne, görgü ne

Hakikat arayışının sancılarını çeken âşığımız, tabiatı bir obje olarak değil, yaratıcıya atıfta bulunan bir varlık bütünü olarak görüyor: Göz ne görülmez duyulan sesler Nerden uyanıyor bizdeki hisler Şekilsiz gölgeler canlar nefesler Duyulan ne, giden ne, yol ne, yolcu ne? Kâinattaki varlıkların her zerresi her hareketi bir asla bağlıdır. Ondaki ihtişam göz kamaştırıcıdır. Arzın tekâmülünden sonra, insanın yaşamasına uygun bir ortam doğunca insanın yaratılışı ortaya çıkıyor. Evren insanoğlunun açılımıdır. Tohumla, tohumu içinde saklayan meyve arasındaki gidiş geliş, insanla evren arasında da yaşanır. Burada, insanın yaratılışını ele almak gerekiyor. Ancak, konuya girmeden önce şu hakikati belirtmekte fayda vardır: Şuur insanda tekâmül eder. Gerçi cansız varlıkların da ayrılıkları vuslatları vardır ama kendinin farkına varan şuur kâmil insanda mevcuttur. Bu şuur kâmil insanda kâinatın oluşuna iştirak ve varlıkla tasarruf şeklinde zuhûr eder. 1.2.

İnsanın Yaratılışı :


Batı’da insanın “herşeyin merkezi olarak ele alınıp değerlendirilişi, her ne kadar 18. yy.a kadar inerse de bu konudaki çalışmalar gerçek kimliğine 20. yüzyılda kavuşmuştur. Ekzistansiyalizm, Freudçuluk, Pragmatizm ve çok sayıda idealist öğretiler, antropolojik ögeler taşırlar. Bütün bu öğretilerde, insan temel hakikattir; dünya insanın tabiatından doğan bir olgudur. (Hançerlioğlu 1989: 87) Batı’nın ancak 20. yy.da sistemleştirdiği bu bilgi, bizde daha 13. yy.larda bile gündemdedir. Şöyle ki : Hak insandır, tecelli insandadır. Kâinattaki bütün varlıkların tecelliyatı kedine göredir. Bu nebâtın tecelliyatı unsurların yardımı ile fidan sürmek, bir ağacın tecelliyatı mevve yapmak bir hayvanın tecelliyatı yavrusuna bakmak kabilindendir. Bir insanın tecelliyatı ise bütün kâinatı maddi ve manevî idare etmek, tabii olayların önüne geçmek, icâtlarda bulunmak gibi yaratıcı bir tecelliyattır. Çünkü, insan küldür, Hakk’tır (Sunar 1974: 113). İnsan akla ve tefekküre sahip olduğundan her şeye ilmi ile tasarruf edebilir ve her şeyi idare edebilir. Yaratılmışların en şereflisi insan, kendisini idrâk etmek ve kendisini yaratan Allah’taki güzelliği sevmek, “gizli hazine” yi keşfetmek ve ona lâyık olmak üzere vücut bulmuştur. Yaradılışın sırrını çözmek, içe yönelmek beşerî benliği ilâhî benliğe ulaştırmak insanın aslî görevidir. Bu konuda Veysel’e kulak verilim: Gözümde saklarım güzelliğini Her neye baksam sen varsın orda Kâinatın güzelliğini özünde saklamak, tasavvufî açıdan yaratılışın sırrını iç âlemde keşfetmek, beşerî olandan ilâhî olana yürümek, cüz’ün küll’e yürümesi olarak değerlendirilir. Cüz kendini küll’e verince, Allah’ın zâtı ile zevke dalar ki ayni mirâçtır. Bu da o cüze en büyük nimettir. Çünkü, bu mertebede o kimse artık iki âlemin hakikatlarını keşf eder, yani milk ve melekût âlemlerindeki sırları bilip kavrar (Sunar 1974: 270). Arif kimse Allah’ı camiden ve Kâbe’den önce kendi zâtında bulur. Yeter ki kendi zâtını örten sıfatları, perdeleri aradan kaldırsın, bunun bilgisine ulaşsın. Eğer, bu bilgiye ulaşmamışsa taş toprak kabilinden kalır ki halkın hâli budur. Eşyayı bilmek, çokluğu incelemek, eksik ve yüzeysel ilime tekabül eder. Hakiki ilim, hakiki bilgi yalnız birliğin ilmindedir. O da ariflik (Gnosis)’le elde edilebilir. Arif duygudan düşünceye yükselendir. Arif irfanıyla önce kendi içine bakarak, içindeki âlemi görecek dışardaki âlemi bu yolla anlamaya çalışacaktır.


Arif irfanıyla, nefsi tabiatın potasında erimekten ve ruhu cemiyetin ocağında yanmaktan kurtaracaktır. Veysel’in hâli budur. İnsan kimliği ve özü itibarıyla sonludur; sonsuz varlığı yaşayamaz, ama düşünür ve bu düşünce insanî varlığın kendini aşmak için yaptığı en büyük çabadır. Eşref-i Mahlûkat payesi insana bu sebeple lâyık görülmüştür. Allah, “Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik, onlar emâneti yüklenmekten çekindiler, ona hıyanet etmekten endişeye düştüler de onu insan yüklendi.” buyurmaktadır. Bu emanetten maksat, Hakk Sureti ve Allah Bilgisi’ dir. Zira, insan, Hakkı’ın sûreti olmak üzere yaratılmıştır. Küll sûreti ancak, insandadır. İnsan, Rahmanî sureti kabulden önce maddesi bakımından pek zâlim ve gaddar ve pek cahil ve nâdân idi. O sureti kabul edince arif, âlim ve pek güzel ve yakışıklı oldu. Bu yüzden de melekler bile insana sacde ve boyun eğmekle emrolundu. Düşünen, gören, işiten, şuurla vazife yapan en şerefli bir mahlûk insan, bir gelişmenin varlığına delâlet eder. İnsanın çeşitli istihâlelerden sonra meydana gelişi, fizikî yapısının mayasının kuru veya yapışkan çamur oluşu, belki de onun hangi çeşit nefsanî arzularla dolu oluşunun bir tezahürüdur. Buradaki istihâle bizâtihi kendi aslındaki bir tekâmüldür. Arzın esas unsuru olan su ile toprağın karışımından meydana gelmiş olan çamurun madeni ayrılmış, ondan nebat ve hayvan zûhur etmiş, en sonunda da süzülmenin neticesi saf madde olarak insan yaratılmış ve bu ilahi laboratuarda süzülme işleminin son kademesi insan olmuştur (Sunar 1974: 171). Varlığın algılanması insanla olur. Allah’tan insana ve âleme doğru bir açılış vardır ki, âlemin anlaşılması bu sebeple insan iledir. Çünkü insan, tekâmülün zirvesidir. Veysel: Allah’ın varlığı mevcût insanda İlim, akıl, fikir, sermaye sende derken; insanın bir yandan kâinatın özeti oluşu, öte yandan ruhu bünyesinde şerefle taşıdığı için bütün kâinatı kapladığı fikri üzerinde durmaktadır. İnsan tabiatı gereği, maddesi gereği hayvanlığa meyyaldır. Bu hayvanlıktan kurtarabilmek, maddesini azaltmak ve bu suretle ruhunu kuvvetlendirip fazlaca hakikati tefekkür etmekle kabildir ki tefekkür nerede ise ruh da oradadır dedikleri de budur. Tefekkür sonunda insanın, her şeyin aşk ve sevgiye bağlandığını bilmesi, his etmesi ve fiilen o aşkı yaşaması lâzımdır. Bunu da yapacak tefekkürdür. Tefekkür olmazsa hakikat bilinmez, hakikat bilinmezse ona âşık olunmaz, bilgisiz ve aşksız bir hayat ise hayvanî bir hayattır (Sunar 1974: 388). Yedi yer yedi göğü


Dağ denizi her şeyi Uçmağ ile tamuyu Cümle vücûdda bulduk Tevrat ile incili Kur’an ile zebur’u Mânâsındaki nuru Cümle vücûdda bulduk Veysel’in bu saydıklarının hepsinin manasını insanın özünde görmek buraya kadar özetlediğimiz insan görüşüyle bütünleşmektedir. Zât-ı Bârî öyle bir hüviyet-i sâriyedir ki (her şeye ulaşan, her şeyde var olan güç) tahsis ile görünmekten soyutlanmıştır. Muhiddin-i Arabî: “Bazı bilgeler... Allah âleme nazar etmeden de bilinir” savındadırlar. Bu düşünce yanlıştır. Şüphesiz Allah zatının başlangıç ve sonu olmadığı bilinen bir gerçektir. İnsan (kul) bilinmedikçe zât’ın ilâh olduğu bilinmez. Öyleyse insan (kul) Allah’a kanıttır. Şüphe yok ki, evren denilen varlık, âyan-ı sabite süretlerinde Hakk’ın belirmesinden başka bir şey değildir. (Fusus ül Hikem: 64). 2. Allah Fikri :

Veysel’de Allah sevgisi, kuru; yapmacık, zihnî değildir (Tatçı 1997: 488). fazlı, irfanı, imam, ahlâk ve sanatıyla bir bütün oluşturan; halk irfanını mayalayıp bereketlendiren bu şair: Cümle canlı her topraktan Var olmuştur, Emir : Hakk’tan Rahmet dile sen Allah’tan Tükenmez rahmet kapısı derken, Allah’ın rahmet kapısının tükenmez ihsanını dile getirmektedir. Allah birdir peygamber Hak Rabbül âlemîndir mutlak Senlik benlik nedir bırak

İlmî,


Söyleyim geldi sırası derken de; insan olmanın, ruhunda inkılâp geçirmenin içten ruh değişmesine uğramanın, insanlık idealine ulaşmanın önemine işaret eder. Hayyam’a görünmüş kadehte, meyde Neyzen’e görünmüş kamışta, neyde Veysel’e görünür mevcûd her şeyde Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar Veysel’in Allah’ı kavrama mantığı rasyonel ve insanîdir. Dünyaya açılan penceresinin çapı oldukça geniştir. 3. Vahdet-i Vücûd Anlayışı : Lügat manası “varlığın birliği” demek olan vahdet-i vücûd tasavvufî bir terim olarak bilme, Allah’tan başka varlık olmadığının idrak ve şuuruna sahip olmak anlamına gelmektedir.

Vücûd’un yani varlığın tek olup bunun da Vücûd-ı ilâhîden ibâret olması ve ondan başka bir vücûdun varlığına imkân bulunmaması (Köprülü 1918: 15) şeklinde de izah edilir. Bu görüş bir çok mutasavvıf tarafından benimsenmiş ve üzerinde çok tartışılmıştır. “Bilhassa Muhyiddin ibnü’l-Arabî (560-630/1165-1240)’den sonra, belirli ve tertip edilmiş bir meslek olarak İslâm tasavvufunun mühim bir esasını teşkil etmiştir. Bundan sonra bu meslek, bütün İslâm âlemindeki mutasavvıflarda olduğu gibi, Türk mutasavvıflarının önemli bir kısmında hâkim görüş olarak benimsenmiştir. Vahdet-i vücûd nazariyesine sahip olan ehl-i tasavvufa göre, kendi zâtıyla kâim olan vücûd birdir ve bu da Allahû Teâlâ’nın vücûdudur. Bu vücûd, vâcip, kâdim ve ezelîdir. Çokluk, parçalanma, değişme ve bölünme kabûl etmez. Gölge nasıl, şahsın veya cismin vücûdundan başka vücûda sahip değilse, varlıklar da Allah’ın vücûdundan başka bir vücûda sahip değildir. Vahdet-i vücûd, varlığın birliği inancıdır. Bu fikre göre, bütün varlıklar bir vücûttan ibarettir. O da vacibü’l-vücûd olan Allah’ın zâtıdır. Görünen âlem Allah’ın esma ve sıfatının tecellîleridir. Onu zatıyla bilmek ve anlamak mümkün değildir. O, ancak sıfatlarıyla anlaşılabilir. Allah, her türlü noksanlıktan münezzehtir. Vahdet-i Vücûd’u ezelde, hâl’de ve ebed’de olmak üzere üç hâlde inceleyebiliriz. a. Ezelde Vahdet-i Vücûd : Ezelde Allah’ın “zat”ından başka hiçbir şey yoktu. Allah gizli bir hazine (Künt-ü kenz)’dir ve bilinmek istemiştir. Vahdet-i vücûd fikri Lâ-mekân, künt-ü kenz kavramlarıyla açıklanabilir.


Allah vardır. Onunla beraber hiçbir şey yoktur. Ezelde vahdet, ondan başka hiçbir varlığın olmadığı söylenerek bildirilir. O, baki’dir yani ebediyyen var olandır ve varlığı vazgeçilmez, olandır ki vâcib-ül-vücûd’dur. Her şey onun “kün” emriyle vücûda gelmektedir. Aşkımın temeli sen bir âlemsin Sevgi muhabbetsin dilde kelamsın Merhabasın, dosttan gelen selamsın Duyarak alırım sen varsın orda Mevcudatta olan kudreti kuvvet Sende hasıl oldu sen verdin hayat Yoktur senden başla ilânihayet İnanıp kanmışım sen varsın orda Veysel’i söyleten sen oldun mutlak Gezer daldan dala, yorulur ahmak Sen ağaç misali, biz dalda yaprak Meyve çekirdeksin, sen varsın orda Kâinattaki her şey birer “nakış ve sûret” ten ibârettir, hepsinin aslı Allah’tır. Alemdeki bütün mevcûdât, aslında Onun vücûdudur. Vahdet-i vücûd’a dayalı yaratılış inancına ve kozmik şuura sahip olan Veysel, zerreden küreye bütün yaratılmışın özündeki yaratıcı gücü şöyle dile getirir: Kimse bilmez dünya nasıl kurulmuş Her cisime birer zerre verilmiş Cümle varlık bir kuvvetten var olmuş Gelen ne, giden ne, yol ne, yolcu ne ?

onda “Vahdet-i vücûd” noktasına varan tasavvuf neşesi;


Saklarım gözünde güzelliğini Her nereye baksam sen varsın orda Kalbimde gizlerim muhabbetini Koymam yabancıyı, sen varsın orda mısralarında, şiirinin temel düşüncelerinden biri olan birlik düşüncesi, Yunus’ta felsefî bir dünya görüşüne dönüşürken, Veysel’de Karacaoğlan’ın güzellik duygusuyla kaynaşır. Pir Sultan Abdal’ın topluma seslenen yüreğiyle, Dadaloğlu’nun dağlar dolusu sesi bütünleşir. Ona göre; kâinat, bütün varlıkların bir tek nurdan var oluşunu belgeler: Nûru ile bu âlemi kapladı Azîmdir, Kerîm’dir, Gafûr’dur adı. Her nesnede mevcûd her cesedde can Anın için dedik biz ona cânân Evvel âhir Odur, Onundur ferman Ne sen var, he ber var, bir tane Gaffar Veysel; çokluk içinde dağılan iradeyi birlikte toplayıp; insanlığın yerdeki bütün bayağı ihtiraslara bulaşıp, kirlenip, kararmasına, körleşip hoyratlaşmasına engel olacak güzelliklere açılmasını diler. O cihana sığmaz ondadır cihan O mekâna sığmaz ondadır mekân O devrana sığmaz ondadır devran Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar “Ümidi ve dayanağı kaybolmuş topluluklara; ilâhi heyecanın, saf imânın, aşkın kapılarını açarak, onu bir ruh hijyerine götürmek” ona göre büyük bir hamledir. Irmak olup kavuşunca denize Dalgalandık coştuk biz bize Bu beyitte deniz vahdeti temsil eder. Dört bir yandan akan bütün ırmaklar geçici varlıklarını Cenâb-ı Allah’ın mutlak varlığında yok ederler.


Veysel, bu vahdet denizine dolmanın ancak, “kûşe-i vahdet”e varmakla mümkün olacağına inanır. Kûşe-i vahdete çekilsem dursam Mihnet-i dünyanın derdi bırakmaz Bitmez bu dünyanın kuru dâvâsı Çekil Veysel bir kûşe-i vahdete 4. Bilgi, Varlık, Ahlâk Görüşü: Âşık Veysel’in kâinat görüşünü açıklarken ifâde ettiğimiz bir nur enerjisi vardı. Bu nur enerjisi bizi, soyut âlemden somut âleme geçirmekteydi. İlim soyut ve somut bütün âlemleri içine almaktadır. Biz bir yandan, madde (nar enerjisi) öte taraftan manayı ifade eden ve kuantlaşma özelliği olmayan nur’un sebebi ve sonucu olan ilimin, bilginin insanoğlunun görüş ve değer yargılarıyla yorumlanması gerektiğini düşünüyoruz. Elmalılı’nın, tefsirinin 2. cildinin 212 sayfasında şöyle bir anlayışa rastlıyoruz: “Ezelden ebede doğru zincirleme olarak akıp giden sebep ve sonuçlar ilişkisi bir bütün hâlinde yaratılışın başlangıcı ve sonucu itibarıyla Allah’a dayanır. Bu, akıl ile ilmin alanıdır. Bu ikisi birlikte gözetildiği takdirde akıl ile kalp birleşecek ve o zaman insan, insan-i kâmil olacaktır” şeklinde özetlemektedir. Hz.Peygamber’in “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” hadis-i şerîfi üzerinde bu anlamda düşünmek gerekir. Bilme, görme, olma (ilm-el yakiyn, ayn’el yakiyn, hakk-el yakiyn) olgusunun nasıl uzun bir mücâdele ve mücâhade yoluyla kazanıldığı, keşfi hakikat bilgisine ulaşarak dünyayı bir bütün hâlinde kavramanın ne kadar zor olduğu bilinen bir gerçektir. Tasavvufî bilgi, bu sebeple, tefekkür üzerine oturtulmuş bir alandır. Tasavvuf dilinde görmeye idrâk denir. Özel anlamı ile her şeyi ruhen müşahede etmektir ki buna (istiğrak hâli) de denir. Şuhûd, görme hem dışa hem de içe aittir. Dışa ait şuhûd göz ile görmedir, içe ait şuhûd da ruh ile idratir. Tefekkür, idrak, tedbir her şeyi kemâle götüren araçlardır. Gerçek ilim küll’e varmakla olur, küll’e varılmazsa tefekkür noksan ve gerçekte ilim dışı olur. Tefekkür denizine dalmak, insanın, ezeldeki aslını aramaktır ki tekrar asla dönüştür. Tefekkür, tecelliyâtı doğurur ki ruhun terbiyesidir. Ruhlarını terbiye edenlerin en büyükleri Nebîlerdir. Onlar, bilgisiz aşk olmayacağını bilirler. Veysel bu sebeple;


“Cahil beni görebilmez” mısrasında , “akıl + idrâk + gönül gözü” ile görmeyi önemser. Gözsüz beni kim gördü ? feryadıyla bilgisiz insanların ne kâinatı ne insanı ve ne de Allah’ı bilemeyeceğini haykırır. Cahillere cennetin kapıları açılamaz, çünkü, cennete girmek bilgi işidir. Bilgisiz bir ruh nura ulaşamaz. Bilgisiz ruhlar ölümden sonra bilgisizlik derecelerine göre yıldızların birinde saplanıp kalırlar veya esfel’de dolaşıp dururlar. Semâların kapılarının açılması ancak bilgi ile mümkündür. Çünkü, Mirâc bilgi iledir. Kapıları açacak olan, yani bilinmeyenleri keşfedecek olan bilgidir. Bilgili ruh cennette, bilgisiz ruh da cehennemde sayılır (Sunar 1974: 387). Oysa, Veysel felsefenin başlıca konularından olan varlık, bilgi ve ahlâk konularını dile getirirken insan denen muammanın ne olduğunu sormuş, varlık sebebini çözmeye çalışmıştır. O mahviyyet sahibi, mistik bir otoritikçidir. Veysel, varlık sebebini çözmeye çalışırken mistik bir tavırla şöyle sızlanır: Varlık noktasını açık gösterdi İrâde-i cüz’ün eline verdi Hakk’ı bilen her eşyâyı hak gördü Vücûdun şehrine O sultân oldu Varlık konusundaki derinliğini şu şiirinde, mevcûdattaki kudret ve kuvveti düşünerek şöyle anlatıyor: Yıllarca aradım kendi kendimi Hiçbir türlü bulamadım ben beni Hayâl mıyım ürüya mı bilinmez Hiçbir türlü bulamadım ben beni İnsan mıyım mahlûk muyum ot muyum Ekilir biçilir bir nebât mıyım Yoksa görünüşte bir sıfat mıyım Hiçbir türlü bulamadım ben beni


Leylâ mıyım Mecnûn muyum çöl müyüm Arı mıyım çiçek miyim bal mıyım Köle miyim bir güzele kul muyum Hiçbir türlü bulamadım ben beni Varlığım yokluğum bir Veysel adım Gök kubbede kalacaktır ses kadim Elli üç yıl kendi kendim aradım Hiçbir türlü bulamadım ben beni (s. 227) Hakikat aşkına gönül veren Veysel, “Mutlu toplum erdemli bireylerden oluşur, erdemi sağlayacak olan da hikmettir.”, görüşüne sahiptir. Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak gerektiğine inanmaktadır. Türk ahlâkının dayandığı temeller incelendiğinde; “devirlere, dillere, medeniyetlere, modalar, fikirler ve ihtiyaçların değişmelerine rağmen her zaman aynı kalan bir güç vardır. Bu güce, yüksek ve insani konulara çevrildiği, yükseldiği ve yüceldiği zaman “aşk” adını veriyoruz”. Aşk, ruha teslim olmaktır. Rûh, eşyâyı âhenk içinde toplayan, fiillerimize bütünlük veren aşkla berâber kemâle eren bir varlık bilincidir. Fertte toplumu, insanda insanlığı sevmek parçaya değil bütüne ulaşmak mertebelerinde varlığın safha safha zuhurunu görmektir. İnsan gerçeği üzerine ahlakî binâ kurulduğu an, insanlık aşkın küllileşmesi; âlemin, insan denilen bir mihrak etrafında yer alması manasına gelir. Rûh ve ahlâk asaletinin, vehimler ve kuruntulardan uzak dünyasında; ahlâklı olmakla kuvvetli olmak arasında hiçbir fark yoktur. Yüce ve evrensel bir sevgi erdemine yol açan ahlâk, insanı bencilliğin tutsaklığından, negatif tutkuların baskılarından kurtararak gönüller arasında ruh kaynaşması sağlar. Rûh olmadıktan sonra kalıp neye yarar? İkbal hırsı ve çıkar kaygısı olmayan, ahlâki seviyenin, zamanlar ve mekânlar üstünde devam eden evrensel niteliği üzerinde durmak gerekir. 5. Aşk: Mistik idrâkin temelinde “aşk” vardır. Aşk, var oluşun sebebidir. Eşyanın sırrını da aşk ile öğrenebiliriz. Bu görüşe Âşık Veysel de katılır. Bir kıt’asında Veysel, aşk kavramını estetik olarak ele alır. (Buna göre, aşk “tütünsüz bir âteş”; “ceset sobasında, kalp ocağında yanan bir ateş”tir. Buradaki somut benzetme unsurları Anadolu köy evinin bir odasının tipik bir tasvirini gözler önüne


sermektedir: Sobalı, ocaklı küçük bir ev. Veysel, aşk gibi soyut bir konuyu anlatırken sosyal hayat ve geleneği edebî olanla çok güzel birleştirmektedir (Tatçı 1997: 500). El vurma yarama yaklaşma kardaş Derdimi söylesem tükenmez baş baş İçimde yanıyor tütünsüz ateş Ceset soba gibi kalbim bir ocak

Dünyaya mana ve hikmet dolu gözlerle bakan Veysel, hakikat ve marifetin diliyle konuşmaktadır. Yanmak nasıl bir oluş hamlesidir? Aşk oduna var mı evez Ona yanan yandım demez

Bu yangını görmeye akıl ve idrâk gözü yetmez, gönül gözü gerekir. “Gözsüz beni kim gördü?” Âşıklar Allah’ın dili ile konuşurlar. Bilgileri de vehbî’dir. Herkese gizlidir bu sırr-ı hikmet Her nesnede vardır bir türlü hikmet Veysel’i söyletir bir büyük kuvvet Söyleyen ne, söyleten ne Tanrı ne? İnsanın iç dünyasını yıkan, maddesiyle manasının arasına karlı dağlar koyanlara karşı o, aşkla seslenir: Aşk denilen bir deryaya Çıkamazsın girme gönül Marifet, bilgi; aşk ve sevgi varlığın iki temel gereğidir. Bu aşk bir deryadır, haddi bulunmaz. Aşka mahkûmuz ezelden


Bu menzilde dur durak yok, enginlere açılmak, sonsuzluğa âşık olmak, her gün yeni kıtalar keşfeden bir âşık gibi yol almak... Sevda derler bir sahile ulaştım Aşkım deryâsına daldı gizlendi Kâinatın mevcûdiyetine sebep aşktır, mevcudâtı hareket ettiren aşktır. Aşkı, lâyıkı ile tatabilmek için de sûflî ve ulvî bütün mertebeleri birer birer geçmek, kâh acılarla, kâh zevklerle dolu olmak gerekir ki, zaten hilkat de yaratılış da bu sûretledir; ezeli kanun da budur: Aşk, insanda tamamlanır. Çünkü, insan cevherdir, âlemin zübdesidir. Güzelliğin on par’etmez Bu bendeki aşk olmasa mısralarına göre, “aşk” ve “insanlık” iki büyük hakikat, “biri başlangıç, öteki sona ermek, biri yola çıkmak, öteki ulaşmak”tır. Aşk’a erenlerin birbirine hitabı gönül diliyledir. Onlar, kemâl ehlidir, ne vaaz ne nasihat ne de telkine ihtiyaçları vardır. Aşk’a erenler ruhlarında hürriyet olanlardır. Dışlarındaki hiçbir kuvvete, hiçbir varlığa, hiçbir kütleye muhtaç olmadan kendi başlarına bir şahsiyet olanlardır. Aşk ve şevkle pasif ve durgun toplulukları uyanık ve cevvâl bir zihniyete dâvet, ortak ülkülere bağlı irfân merkezleri kurmak suretiyle kolayca başarılabilir. Âşıklar, ilâhi hikmetin diliyle konuşurlar. Bilgileri de vehbîdir. O sebepten anlamak için üzerlerinde durmak ve düşünmek gerekir. Herkese gizlidir bu sırr-ı hikmet Her nesnede vardır bir türlü hikmet Veysel’i söyletir bir büyük kuvvet Söyleyen ne, söyleten ne, Tanrı ne?

6. Akıl, Gönül:


Türk tefekkürünün mayasında inceltilmiş bir mânevi bünye, insandan topluma yayılan fazilet, ferâgat, safvet ve sevgi gibi duygular, madde ile mananın arasını bulan bilgelerin, akıl ile gönül sentezi hâkim görüş olarak bireyden topluma uzanan bir felsefi zemindir. Maddeyi şahlandıran, manayı sindiren beşeri hırsları bileyen bugünün dünyasının bu uyarıcı ve istikamet verici felsefeye ihtiyacı vardır. Aklın irâde ile birleşmesi, hayalin hakikat hâline dönüşmesi, fikrin fiile ulaşması âriflerin dünyasıdır. Ârifler akıl ile, fakat tamamen zâtî bir görüş ve zâtî bir idrakle, vasıtasız olarak her şeyi idrak ederler ve hakikati bulurlar. Akıl ile hikmet arasında sıkı bir yakınlık vardır. Bir olayın ezeli gizli kanunlara bağlanması hikmettir, bağlanan yerde akıldır. Hikmet, Allah’ın sıfatlarındandır (Sunar 1974: 260). Akla, ilimle aydınlanmış akla ve ilme çok değer veren tasavvufi yapı Hz. Muhammed’in “Ben ilim şehriyim.”, vasfını dikkate alarak gönle yol kateder. Aşkın mekânı, gönül batınî (iç, öz) bir idrâk mahâllidir. Bütün soyut ve fizik ötesi olgular gönülde kavranır, bilinir. Veysel, insan kalbinin aslının “nur” olduğunu söyler. Varlık âleminde görünen kuvvet ve hakikat gönüldür. Bir yandan; Bilirim aslını nursun gevhersin Bütün mevcûdatta her şeyde varsın Yenilmez yorulmaz ne hoş damarsın derken, öte yandan da: Gönül der Veysel’e ey ahmak kişi Bensiz yürümüyor dünyanın işi Bütün dünya benden alır cümbüşü Bensiz damarlarda oynamaz kanın diyerek, güzelliklere yol bulmak, yaratılış sırrını anlamak, nerede gelip nereye gittiğini çözmek, içe yönelmek, hakikate gönül vermekle mümkün olacağına işâret eder. İnsanoğlu, âfâkta, dışarıda gezmekle kendi muammasını çözemez. İki zıt kutbu kendisinde toplayan insan, her an bir çatışma içindedir. Zıt kutuplardan sıyrılıp birliğe dönmek, kurtuluşa dönmek demektir. İnsan nefsinden; ikiliklerden, dünyanın engelleyici zorluklarından kurtulmak istiyorsa, “ben” inden hareket etmeli, beşeri benliğini, ilahî benliğe tebdil etmelidir. Bu da ancak, akılla gönlün bir arada seyriyle mümkün olabilir.


7. Nefis: Nefs, lügatte; ruh, can, ceset, kan; bir şeyin zâtı, aynî, cevheri, kendisi; azamet, hamiyyet, izzet, gıybet, irâde, işkence, ukûbet gibi çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Nefis veya ruh ayrıca Cibril, İsa, üflemek, Nebilik, emri, Allah hükmü ve emir... gibi anlamlara da gelir (Cebecioğlu 1997: 547). Kur’an daki nefisin sıfatları ile ilgili ayetlere ve nefisteki hakim olan özelliklere göre tasavvufta nefis mertebeleri şunlardır: 1. Nefs-i Emmare: Bu hâl, iç güdüsel dürtülere, maddi istek ve arzulara engel konulmasına karşı çıkan, bu konuda bir kural tanımayan, zevk ve eğlenceden başka bir şey düşünmeyen kişilerin bulunduğu hâldir diyebiliriz. 2. Nefs-i Levvame : Kötüleyici, kınayısı nefis demektir. Bu durumda olan insan kötülük yaptıktan sonra kendini ayıplar, pişmanlık duyar. Fakat tam olarak kötü hareketlerden kendini kurtaramaz. 3. Nefs-i Mülhime: İlham eden nefis demektir. Bu hâldeki nefis yapılması veya yapılmaması kötü olan davranışlardan sakınmak, güzel olana davranışları yaparak korunmak gerektiğini telkin eder. 4. Nefs-i Mutmainne : Emin olan, rahat olan nefis demektir. Bu hâldeki insan her şeyden çok Allah’ı sever. Kalbi onunla mutmain olmuştur. Gönlünden dünyaya ait maddi istek ve arzuları çıkarmıştır. 5. Nefs-i Raziyye : Allah tan razı olan nefistir. Bu hâldeki alemde var olan her şeyi, itirazsız, gönül hoşnutluğu ile kabul edip, haz ve zevk duyar. Yalnız Allah’la meşgul olur. 6. Nefs-i Marziyye : Razı olunan, Allah’ın razı olduğu nefistir. Övülmeye, övmeye, şöhrete ihtiyacı yoktur. 7. Nefs-i Kâmile : Manevî olgunluğun son basamağıdır. Burada mücahede tamamlanmış, nefis olgunlaşmış kemale ermiştir. İnsan, kendi iç varlığını araştırıp öğrendiği takdirde, kendini bilir, kâinatı anlar, onu yaratan yaratıcıyı kavrar. İlim-i ledün bilgisini elde edenler, “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.” , fikrine ulaşabilirler. Çünkü nefsini bilen kişi Allah’ı bilirmiş mısraında Niyâzi Mısrî’nin söylediği ile Âşık Veysel’in ifade ettiği, Topraktandır cümle beden Nefsin öldür ölmeden


aynı derinliği taşırlar. Nefsin özünü, zâtını ve mahiyetini kavramamız mümkün değildir; ancak onu işlevleri ile anlayabilir ve varlığını kabul edebiliriz. 9. Ölüm Anlayışı: Batı’da ölümü inceleyen, “Tanatoloji (Thanatology)” adlı bir bilim dalı geliştirilmiştir. Batı dünyası ölümü geniş bir perspektifle incelemiş, tartışmış ancak felsefî anlamda fazla mesâfe kat edememiştir. Paradoksal çözümler, rasyonel bakış açıları; kaos, boşluk ve hiçlik üretilmiştir.

Yunan felsefesine bakıldığında, ilkçağdaki Stoacılar “Ölüm her an hatırlanmalıdır.” derken; Epikürcüler “Biz var olduğumuz sürece ölüm yoktur, ölüm geldiğinde de biz yokuz.” (Öner 1989: 18) felsefesine sahip oldukları görülür. Bizim dünya görüşümüzde ölüm, ayrılık değil, “Hayât-ı ebediyenin mukaddimesidir, mebdeidir ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş yakınlarına kavuşmaktır.”. Yaşam ile ölüm, aydınlık ile karanlık gibi, ilk bakışta birbirine zıt görünmektedir. Ancak ölümün varlığı, hayatın yaşanan yönüne, yani yaşamın kendisine bir şekil ve anlam kazandırmaktadır (Geçtan 1994: 169). Ölüme yaklaşım tarzı ile varoluşa yüklenilen anlam arasında karşılıklı bir ilişkiden bahsedilir. İster genç olsun isterse yaşlı olsun bütün bireylerin varoluşsal yapılarının temelinde ölüm anksiyetesi, korkusu vardır.

Can kafeste durmaz uçar Dünya bir han, konan göçer Ay dolanır, yıllar geçer Dostlar beni hatırlasın Bireylerin bilinçaltında ve toplumun kültür düzeyinde ölüm olgusu kolay ve basit algılanmamış; bilâkis her çağda bireyler, ölümün basitliğini kabul etmeyip ölüm olgusuna bir takım sembolik ifadeler yüklemek sUretiyle, olguyu anlamlandırmaya çalışmışlardır (Hökelekli 1991: 153). Düşünülürse derince Irak, görünür görünce Yol bir dakka miktarınca Gidiyorum gündüz gece Ölüm bir kalıptan başka bir kalıba geçiştir ve bize çok yakındır.


Gemi bekliyor limanda Gideceğim bir ummanda Gözüm kalmadı cihanda Gelmez yola gidiyorum Veysel’de ölüm fikri derindir. İnsanın yok olup gitmediğini, varlık âlemini bir başka boyutta devam ettirdiğini düşünür. Ölümde hayatın ölmezliğini görmek, hayatın bir başka biçimde yenilendiğini hissetmek bize mahsus bir düşünüştür. Kültürümüzdeki bu temel anlayış Veysel’in de ölüm karşısında immoralist (ölümsüzlüğe inanan) olmasına sebep olmuştur. Ona göre ölüm basit insanların sonudur. Ölümü anlatırken, insanı toprakta kaybolup gidecek bir varlık olarak değerlendirmez. İnsanı şah damarından yakalayıp varlık âleminin içine bırakır. Ebedî bir hayatı yaşamaya hazırdır artık insan! Onda ölüm bu anlayışla yeni bir boyut kazanır (Tatçı 1997: 496-497). Aslıma karışıp toprak olunca Çiçek olur mezarımı süslerim Dağlar yeşil giyer bulutlar ağlar Gökyüzünde dalgalanır seslerim Evvel de topraktır, sonra da adım Geldim gittim bu sahnede oynadım Türlü türlü tebdilâta uğradım Gâhi viran şen olurdu postlarım Devriye türünde yazılan bu şiir’de (Bakara Suresi a.156) Allah’tan gelen Allah’a dönecektir ayetine atıf vardır. Derin bir tefekkürün eseri olan toprakla, yokluğu; çicekle yeniden doğuşu ifade eden Veysel, insanı ölümlü (toprak), ölümsüz (ruh) yönleriyle birlikte ele alır. İnsan, varlığı kendisinde toplayan şerefli yaratılmış yapısıyla ele alınmıştır. Ölümden ne korkarsın/ korkma edebî varsın veya Herdem yeniden doğarız bizden kim usanası diyen Yunus’la Veysel aynı eksendedir. Açar solar türlü çicek Kimler gülmüş, kim gülecek


Murat yalan, ölüm gerçek Dostlar beni hatırlasın Ölüm gerçek, yeter ki ruh olgunlaşıp, aslı ile birleşmeye lâyık hâle gelebilsin. Gaflet tuzağına düşmesin. Bir gemi deryada bocalar gibi Geçirdim gönümü gaflet içinde Evvel de topraktır sonra da adım Geldim gittim bu sahnede oynadım Türlü türlü tebdilâta uğradım Gâhi viran şen olurdu postlarım Bu dünya bir sahnedir. Herkes oyununu oynayacak ve birgün aslî vatanına dönecektir. Can bedenden ayrılacak Tütmez baca, yanmaz ocak Selâm olsun kucak kucak Dostlar beni hatırlasın Ölümü, bedenin tükenişi olarak düşünürsek; “tütmez baca”, “yanmaz ocak” terimleri bizi üzerinde düşünmeye davet eder. Ne zaman toprakla birleşir cismin Cümle mahlûk ile bir olur ismin Muradı, maksudu, hepsi yalan Ölümü dünyada hakikat gördüm O hakikat sırrına ermiş olduğu açık olan Veysel, ölmeden evvel ölmenin ne anlama geldiğini çok iyi bildiği için; Ecel gelir ölüm haktır Saklanmaya imkân yoktur


gerçeğine parmak basar. Çünkü pervâneye ateş mübâhtır Cesette emanet bir can görünür Her canlı bir gün emaneti teslim edecektir. Her mü’minin iki kapısı vardır : Bir kapıdan mü’minin ameli yükselip çıkar, ötekinden rızkı iner. Mü’min ölünce bu iki kapı ona ağlar (Tirmizî: 29) Âlimler âlemi ölçer biçerler Hanını hasını eler geçerler Bu dünya fânidir konar göçerler Veysel der ki: gel barışak küslerim. Dünya malına tamah edenlere şöyle seslenir: Nûşirevân Âdil nerede tahtı Süleyman mührünü kime bıraktı ? Bunların dışında, Veysel’in tasavvufî dünyasında zihnen ve manen bağlı olduğu iki mana sultanına şiirler vardır. Hacı Bektaşi Veli ve Mevlâna. Her ikisinin de 13. yy.da Anadolu’da Türk birliğinin kuruluşunda, İslâm’ın hoşgörü ve tefekkürünün yorumlanmasında payı büyüktür. Şâirimizin yazdığı bu iki Niyâznâme mutlaka bu gerçeği görmek açısından ele alınmalıdır. Sonuç: Dünyamızın mihver insandan mahrum kalması demek, beşeriyetin ölümü demektir. Kafası cemiyetin büyük davalarıyla uğuldayan Âşık Veysel’in, bu manada bize verdiği malzeme oldukça geniş ve derindir.

KAYNAKLAR AYVERDİ, Samiha; Milli Kültür ve Marif Dâvâmız, İst., 1978 BAKİLER, Yavuz Bülent; Âşık Veysel Kült. Bak. Yay., Ank., 1989 BAYRAKTAR, Mustafa; Tasavvuf ve Modern Bilim, İst., 1989


ÇELEBİOĞLU, Ethem;

Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ank.,1997

GENÇTAN, Engin; Varoluş ve Psikiyatri , İst., 1994 GÖLPINARLI, Abdülbaki; Gülşen-i Râz Şerhi, MEB, İst.,1972 GÖKYAY, Orhan Şaik; “Veysel, Şiirleri ve Yaptığı” TFA, Mart 1974, Nu: 296, Yıl 25, C.15 HANÇERLİOĞLU, Orhan; Felsefe Sözlüğü, İst., 1989 HÖKELEKLİ, Hayati; “Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikoloji” UÜİFD, C.3, S.3 Bursa,1991 KÖPRÜLÜ, Fuad; Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, İst.,1991 ÖNER, Necati; Stres ve Dinî İnanç, Ank., 1989 SUNAR, Cavit; Tasavvuf Felsefesi ve Gerçek Felsefe, Ank., 1974 SUNAR, Cavit; Melâmilik ve Bektaşilik, Ank., 1975 TATÇI, Mustafa; Edebiyattan İçeri, Ank., 1997 TOPÇU, Nurettin; Milliyetçiliğimizin Esasları, İst., 1978 ÜLKEN, Hilmi Ziya; “İslâm Düşüncesi”, II. İslâm Felsefesi Tarihi, İst., 1957


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.