Bizler avcı ve toplayıcıydık. Keşif alanımız her yerdi. Sadece Dünya, okyanus ve gökyüzü ile sınırlıydık. Halen uzun yol bize sakince sesleniyor. Su ve karadan oluşan küçük dünyamız. Yüzlerce, binlerce, milyonlarca dünyanın sanki tımarhanesi. Kendi gezegenimizi, evimizi bile düzene sokamayan biz rekabet ve nefretle paramparça olduk. Bütün bunların üzerine uzaya açılmaya cüret edebilecek miyiz? Bize en yakın başka bir güneş sistemine yerleşmeye hazır olduğumuzda değişmiş olacağız. Gelip geçen pek çok nesil bizi değiştirmiş olacak. İhtiyaçlar bizi değiştirmiş olacak. Bizler uyum sağlayabilen türleriz. Ama Alpha Centauri ve yakınındaki yıldızlara ulaşanlar bizler olmayacağız. Bize çok benzeyen bir tür olacak; Fakat güçlü yönleri daha fazla, zayıf yönleri daha az. Daha özgüvenli, öngörülü, becerikli ve basiretli... Tüm başarısızlıklarımız, sınırlarımız ve hatalarımıza rağmen biz insanlar büyük olmayı becerebiliriz. Acaba şu an hayal edilmemiş hangi büyük fikirler bir sonraki nesilde edilmiş olacak? Ya da bir diğer nesilde? Göçebe türümüz gelecek yüzyılın sonuna doğru ne kadar uzağa gidebilmiş olacak? Ya da gelecek binyılın? Ortak mirasları, ana gezegenlerine saygıları ve başka nasıl bir yaşam tarzları olursa olsun evrendeki insanların sadece Dünya'dan geldiği bilgisi ile güneş sistemi ve ötesinde pek çok dünyaya usulca yerleşen uzak nesillerimiz bir bütün haline gelecek. Gözlerini yukarı dikip kendi gökyüzlerinde mavi noktayı bulmaya çalışacaklar. Saf potansiyel kaynağın bir zamanki narinliği karşısında hayran kalacaklar. Bebekliğimiz ne kadar da tehlikeli... İlk adımlarımız ne kadar da alçakgönüllü... Yolumuzu bulmadan önce daha kaç nehir geçmemiz gerekiyor? Carl Sagan
duyular
"dönüş yolunda ters yöne giden ben oldum hep. varılacak nokta belki bir nebze olsun ruh ise, daima terse gittim izninle. “ anlatamadığım şu ki ben konuşamıyorum fazla. yürüyemiyorum. göremiyorum. duyamıyorum. hissedemiyorum dokunan elleri tenimde - belki bir nebze ama bir içim var beş duyu organının beşini de fazlasıyla barındırıyor derin bir yerde. rüzgar esiyor. yüzüm üşüyor yalnızca. içimde fırtına. yağmur yağıyor. görüyor musun? göremiyorum ben gözlük camlarım ıslandı ve onlar mütemadiyen kirli. içimde sel. kalabalığı yarmak için koşuyorum. ayaklarım dirençsiz. kollarım güçsüz. kalabalık derin ve gürültülü duyuyor musun? ben duyamıyorum da. ben sesleri ayırt edemiyorum galiba. sadece yıllar önce kanal değiştirirken karıncalı ekranların çıkardığı o sesler geliyor kulaklarıma. içimde bir bando ayaklanıyor. otobüse binmek için bekliyorum. bir kol çarpıyor omzuma. sonra bir kez daha. loş bir barda içiyorum elimde yalnızca kapa ve yüzlerce dudağa maruz kalmış eski bir bira bardağa. geçip
karşıma elimden tutuyor. tutuyor musun? affedersin. ben hissetmiyorum da. içimde tenim kaynıyor değen her parmak ucunla. rüyamda bekliyorum sokağın başında. neyi, kimi bekliyorum? ne zaman gelecek? inan bilmiyorum. üstüme üşüşen insanlardan kaçmaya çalışıyorum. sözde yardım edeceğini düşündüklerim bağırmaya çalışırken. duymuyorlar. hayır. onlar duyuyorlar. hem de öylesine iyi duyuyorlar ki birbirlerini daima anlıyorlar. bağırıyorum. bağırıyor muyum? benim sesim asla çıkmıyor. içimde dilinin bağı çözülmüş bir adam boyuna bağırıyor, sövüyor, içerliyor, dertleniyor. içinden geleni içime kusuyor. sen hep böyle misin? ben hep böyleyim. biliyorsun. hayır biliyorsun. gerçeği söylediğim için soruyorsun bunu. farkındayım. gerçekler hoşuna gitmiyor insanın. yalanlara inanmaya ihtiyacımız* var bolca. biliyorum. yalan da söyledim. belki onlarca, tonlarca. sen hep böyle misin? ben. ne yazık ki hep böyleyim. diyorum sana. ben demesem de diyor ya yazar o kitabında. "Bütün söylenecekler söylendi bütün susulacaklar susuldu. Bütün bunlardan geriye bir şeyin külü kaldı ama neyin külü derseniz Allah belamı versin ki bilmiyorum. Ben iyi bir başlangıçtım sadece. Bazı insanlar sadece iyi bir başlangıç yapmasını bilirler, sıkılırlar, sürdüremezler. " not düşüyorum buraya; "Ben iyi bir başlangıçtım sadece. Bazı insanlar sadece iyi bir başlangıç yapmasını bilirler, sıkılırlar, sürdüremezler "
HAKAN KESKİN
MODERN FUTBOLA KARŞI DURAN USTA AYAKLAR Fanzinimizin ilk sayısına Endüstriyel Futbola tepki veren Futbolcuları konu aldık.Soldan atan yapan futbolcular Kapitalizm'in en büyük oyunu olan futbolda, paralara tapmak çok kolay oldu sadece bu oyunu zevk için oynayanların yerine Medyanın yıldız futbolcu olarak nitelendirdiği oyuncular aldı (C.Ronaldo,Messi,Neymar) gibi , sözümüz aslında bu futbolcuların oyunlarına değil Endüstriyel futbola tepki vermemeleri , hiç bir zaman Matias Jesus Almeyda gibi olamayacaklar ("Biz futbolun sahte dünyasının içindeyiz. bu tamamen düzmece bir Dünya. bize basit bir oyun oynamamız için milyonlarca dolar ödeniyor. ama biz sadece sistemin devam etmesi için kendini satan köleleriz. ben sadece futbolcu Almeyda değilim. bir İnsanım, bir Babayım ve bir Çiftçiyim. işte bu benim. ve Futbolun içinde kaldığım her gün gerçek Almeyda’dan uzaklaşıp, kişiliğimi yitiriyorum'') bu özlü sözü yıllar sonra yeni jenerasyondan duyamayacağız. Madem politik futbolcuları konu aldık ilk yazımızda Javier Zanetti'li olmazdı heralde , Meksika hükümetinin , Chipas bölgesine yaptığı saldırının ardından Efsane kaptan ,Zapatista Gerillalarına 5 bin euro ve bir ambulans yardımı göndermiştir.(Efsane diye boşuna demedik) Yardımın ardından İtalyan ve Meksika Hükümetinin tepkilerine maruz kalan Zanetti ve İnter yönetimi. Javier Zanetti'nin kararlı bir değişle ''yardımları sürdüreceğiz'' demesi Meksika ve İtalyan hükümetine atılmış gol kadar değerli bir sözdür.Ah bir de planladıkları maç yapılsa ne güzel olur ( EZLN- İnter) ,Hep Latin Amerikalı futbolcuları da yazacak değiliz ya , Galatasaraylı efsane (''çizgi Metin'')Metin Kurt'u yazmadan olmazdı fanzinimize , Futbol oynadığı dönemde, futbolcuların haklarını almak ve korumak için söylediği, sendika sözcüğü ve sosyalist söylemler tehlikeli bulundu. Futbolcu arkadaşlarını greve götürdüğü gerekçesiyle, hakları gasp edilerek
Galatasaray futbol takımı'ndan uzaklaştırıldı. Ardından Kayseri 3 yıl oynadıktan sonra futbolu bırakmıştır .24 Agustos 2012'de kalp yetmezliği nedeniyle hayata gözlerini yummuştur, geride bıraktığı o meşhur sözü kalmıştır. ''Futbol borsada değil ,Arsada güzeldir.'' Günümüz futbol artık borsada oynansa da tepki koyacak futbolcular her zaman olacaktır.
Devrim kapitalizm'in oyunu olan Futbolla başlayacak. Bu söz Sócrates Sampaio de Souza Vieira de Oliveira yani Doktor Soktates'den başka birine ait değildi , Futbol oynadığı dönemde Brezilya halkının faşist cunta rejimine karşı tepkilerini yeşil sahalara taşıyan adam oldu.Günümüz Futbolda halâ uygulanan Maçtan bir gün önceki zorunlu kamp uygulamalarına karşı çıktı. Corinthians takımında 6 ay süren mücadele sonrasında zorunlu kamp uygulaması kaldırıldı. Sezon sonunda şampiyon olan Corinthians’lı futbolcular, Corinthians Demokrasisi’ni ilan edercesine Socrates’in önderliğinde sahaya sırtlarında “demokrasi” yazan formalarıyla çıktılar. Socrates’in anti-profesyonelliği, endüstriyel futbolun disiplin uygulamalarına karşı önemli bir zafer kazanmıştı. “Profesyonel bir futbolcunun nesine gerek” dedirtecek işler yaptı. Tıp fakültesini bitirdi ve “doktor” diye anılmaya başladı; üstüne bir de felsefe doktorası yaptı ve Brezilya halkından “filozof futbolcu” ünvanını aldı. Doktor Sokrates'i saygıyla anıyoruz.
TANRININ ELİ
YALNIZ VE GÜZEL ADAM “Yalnız ve güzel” ülkemizin kötü bir huyudur hakkını arayanları toplumdan dışlayıp satış listesine koymak ve Metin Kurt yalnızlığın en çok yakıştığı insanlardan biridir futbol dünyamızda. 1978 yapımı Kibar Feyzo’nun unutulmaz sahnesidir; Feyzo (Kemal Sunal) çalıştığı inşaattan yevmiyesini almak için kuyruğa girer, herkes 300 lira alırken Feyzo’ya 100 lira ödenir, sonrası şöyle; – Kardeş benimki niye onlardan eksik? – Onlar sendikalı. – Ben de Harranlıyam. – Git ulan işine! me İşte tam da o yıllarda 30 yaşındaki Metin Kurt takım arkadaşları ve ülkede geçimini futboldan kazanan herkesin hakkını koruması gerekliliğini savunduğu için 6 senesini verdiği Galatasaray’dan Feyzo’nunkine benzer bir şekilde def edilmiştir. Sürgün olarak gittiği bir başka sarı kırmızılı ekip Kayserispor’da her zamanki gibi soldan, halkına daha yakın olmak için her daim sol açıktan akan Metin Kurt o sahneyi izlediğinde duygulanmış mıdır? Genç futbolseverler yetişemedi Metin Kurt’a. Öyle ki futbolun güzel tarafına merak duyan, Doktor Socrates’i idol olarak benimseyen birçok gencin dahi ondan çok sonra haberi oldu. Çünkü biz burada sadece yabancıları değil, hakkını ısrarla arayanları da sevmezdik. Futbol borsada değil, arsada güzel! Başlıktaki etkileyici cümlenin sahibi Metin Kurt, hayatını adadığı
mücadelesinde hep yalnız kalsa da elbette tarih onu hak ettiği yere getirecektir. Onu tanıyanlar ve bilenler içinse o zaten hak ettiği yerdedir; sol yanımızda. Bugün onsuzluğun 1. yıl dönümü. Onu ağlayarak değil, uğruna mücadele ettiği değerleri yücelterek analım. Son olarak kendisi için bestelenmiş şu şarkıya da kulak verelim; a. b. İnandığın her şeyi attığın kalbinde c. İnanmadığın her şey yedek kulübende d. Haydutlar ölmeden son bir dans ne dersin? e. Sen mi güzeldin yoksa hayat mı güzel f. Kula kulluk etmezdin çok yanlış biriydin g. Sen mi güzeldin yoksa hayat mı güzel? CAN ÇALIŞKAN 24 AĞUSTOS 2013 Tarihinde Fourfourtwo'da yayınlanmıştır.
MÜZİKSİZ DÜNYANIN MİDYELERİ - KISIM-1
Olay yurdumuzdan uzak memleketlerin birisinde geçer. Devrin iktidarına başkaldıran bir siyasi suçlu idam edilmek üzere sehpaya çıkarıldığında, Savcı sorar: -Bir dileğin var mı ? -Bir orospu ile yatmak. Bu cevabı alan Savcı soruyu sorduğuna önce pişman olsa da, daha sonra, “Nasıl olsa bu adam ölecek, bu arzusu da olsun” der. Mahkumu bir orospu ile kapatırlar. Ertesi sabah savcıya çıkan kadın, “Beni bu adamın yanına niçin bıraktnız, elini bile sürmedi” diye sorar. Durumu savcı da merak eder. Asılmak üzere sehpaya çıkartılan adamın kulağına, “Ulan hem kadın isterim dedin, hem de nediye yatmadın” diye sorunca mahkum tiksinti ile çevresine bakarak, “Dünyada o kadar çok orospu çocuğu var ki bir de benden olmasın dedim” cevabını verir. Salonda önce çıt çıkmadı. Herkes külahını önüne koyarak düşünmeye başladı. Mini eteğinden beyaz donu görünen, babası Kent sigaraları satarken yakalanan armatör kızından, saçlarının çokluğundan kulaklar görünmeyen kırmızı pantolonlu Umursamaz Şükrü’ye kadar herkes burnunun ucuna kadar kızardı. Uzun uzun birbirlerine baktılar. “Patavatsız ne anlattı?” dediler. “Acaba bize taş mı attı?” dediler. Sonra anlamsız anlamsız gene birbirlerine, “Fıkradaki orospu çocukları biz değiliz di mi” diye bakakaldılar. Hepsi birden, bir orkestranın üyeleri gibi, “Hayır biz değiliz, biz değiliz di mi?” diye kafa salladılar. Büfeden birer kadeh almaya gittiler, kimisi de şaşkınlıktan elindeki dolu
kadehi bırakıp boşunu aldı eline. Patavatsız tam formundaydı bu akşam. “Noldunuz be, başlarken sözümüz meclisten dışarı demedik diye mi bozuldunuz ?” Çevresini küçümseyen bakışlarla süzmüyordu, acıyordu, tümüne acıyordu. Çoğunluktaydı orospu çocukları. Bu fıkradan utanç duyanlar bile bir elin on parmağını geçmiyordu. “Üzülmeyin, haydi üzülmeyin. Şu dünyada zaten orası ellenmeyen iki kadın kaldı. Birisi Nana’nın ki, öbürü de ananızın ki.” Kahkahadan inliyordu salon. Nişan evinde anlatılacak fıkra mıydı bu. Sevgilisi ağlamaya başlamıştı bile. Yine en anlamlı kadın o çıkmıştı, hiç olmazsa ağlamasını biliyordu. Hızını alamamıştı patavatsız. Konuşmaya devam etti. "Beyler ben ortaokul bitirinceye kadar adım sorulduğunda kızarır bozarırdım. Doğru dürüst konuşamazdım. Öyle büyüttüler bizi, sorulunca konuşulur, büyüklerin yanında susulur diye bellemiştik. Büyüdükçe açıldım. Şimdi bütün susuk yıllarımın acısını çıkarıyorum. Türkiye’nin neresinde hastaların yemeğini yiyebildiği bir hastane var sanıyorsunuz. Neresinde ikibuçuk lirayı almadan bir hastabakıcının iğne yaptığını ya da ilaç verdiğini sanıyorsunuz? Sinop infaz savcısı kimdir ? Yedi yıldır aynı yerde sürdürülen şair Berrin Taşan’dır. Verin iki fotoğraf, verin ikibin lira, beş gün sonra ehliyetinizi eve getirsinler. İkide bir sokaklardaki su boruları patlar, neden? İyi eklenmez de ondan. Ben kaç tane sokağın su borusu eklenirken gördüm. Gelin gidelim Suadiye’ye, bakalım Kaptan Arif’teki, Etem Efendi’deki su borularına nasıl eklenmiş. Yarın odaya su verilince hepsi patlayacak. Onu öyle monte eden müteahhidin kafasını patlatan nerede? Okullarda öğetmenler, tapularda memurlar, bazı karakollarda bazı polisler rüşvet alır. Sahte üniformalı hırsızlar, sahte diplomalı doktorlar memleketi olmuşuz, haberiniz yok mu? Yemeyeceğim sizin o güzel dolmalarınızı işte. Kusarım sonra onları. Bütün Kadıköy lağım suları içinde, Venedik gibi yüzüp duruyor. Gece olunca dörtbin liralık motoru takan lağım sularını sokağa akıtır. Kokudan geçemezsin. Hiç boşuna şikayet etmeyin. Çevre sağlığı diye basın toplantıları yapan, hacdan dönen hacıları karantinaya alan Sağlık Müdürlüğü, açıktan akan lağım sularına el sallar, göz kırpar, hatta saygı duruşuna geçer. Bütün güvercinler, bütün köpekler bu sulardan içer. Kediler de dahil. Sarılıkla, tifoyla akrabayızdır. Bidanjör arabası getirsen, adamlar arabanın yarısını doldurup senden otuziki lira alır, artan yarısına da açıktan yirmi lira verenin pisliğini doldurup gider. Parayı da cebine atar tabii. Karakola haber verip bekçi yollatsan, o da gidip yüz lira alır, olayı da görmezlikten gelir. Artık bazı bekçileri zengin etmemek için haber de vermiyorum. Bandırma’dan İstanbul’a gelmek için elli lira verip kir kamara bileti alabilir misin acaba? Gemiye binince, kâtibe açıktan yirmi lira ver, açsın sana istediğin kamarayı." Kimse dinlemiyordu artık Patavatsızı. Fakat o mesleği olan gazeteciliğin verdiği rahatlıkla anlatmaya devam ediyordu. "Geçende arabası çalınan arkadaş için gitmiştik, sorumlu fitil gibi sarhoştu. Kibrit çaksan infilak ederdi. Konsomatrisin birisini de içeri
atmıştı. Garsoniyere dönen karakolun çalınmış arabayı bulamayacağını anlayınca, şikayetimizden vazgeçtik. 1973 yılında Erenköy İlkokulunda mezuniyet günü için öğrencilerden makbuzsuz ellişer lira toplanmıştı." Memelerinin yarısı dışarıda, göbeğinin bütün güzelliği meydanda bir kız Patavatsızın yanına geldi, elindeki yarım midyeyi uzattı. “Bak Patavatsız, bunun içindeki çiğ balık eti, iki saat limonda kalıyor. Üstündeki soğanları da öyle güzel ki ye de bak, bırak öbür laflar ı. Kim dinliyor, bir tane var mı seni dinleyen ?” Patavatsız çevresine baktı.. Doğruydu. Kolundaki kız bile horlamaya başlamıştı. Bu sefer kız ona bindiriyordu. "Sen amatör bir vatanperversin. Memleketleri profesyonel vatanseverler kurtarır. Meclislerde kanun yaparlar. Yönetimde kanunları uygulayanlar kurtarır. Sen-ben… Biz üç-beş çapulcu hep amatör vatanseveriz. Bize profesyonel vatanseverler lazım. Mecliste, Senatoda, Denizyollarında, Havayollarında, Devlet Demiryollarında bütün işletmelerde şakır şakır para alan, temeddü alan, prim alan, çift makam arabalarıyla gezen, sekreterlerini geceleri de klüplerde gezdiren profesyonel vatansızlar yerine profesyonel vatanseverler lazım. Yoksa bizim her iki kadehin arasında, bir acı kahve yudumunun içinde memleketimizi kurtarmamız, dertleşmemiz amatör vatanperverlikten öteye geçemez. Yönetimde vatanperverlik gerek. Sen burada nutuk atmayı bırak. Bunlar senin gibi düşünse nolucak düşünmese nolucak? Gir bir partiye, alın oyları, düzeltin memleketi. Yalan mı?" "Sen de haklısın ulan gaco" dedi, kıza. Çiğ balıktan bir tane daha attı ağzına. Ekşi, limon, acı soğan, çiğ balık. Nefisti, senfoni gibiydi. Bıçak gibiydi Patavatsız kendince homurdanıyordu. "Eski insanlar çok muharebe ederlermiş. Boyna savaşırlarmış. Fakat bunu da efendice yaparlarmış. Muharebe onlar için hayatın bir bölümü, bir dilimiymiş. Muharebe ederken de güzel güzel yaşamlarını sürdürürlermiş. Biz şimdi yaşamımızı muharebe eder gibi yaptığımızdan, savaşmamıza gerek kalmamış ki. Babam anlatırdı. "Biz harplerimizi bile mertçe, efendice, şovalyece yapardık. Çanakkale harbinde, Buvet zırhlısı batarken, siperlerdeki bütün topçu bataryalarımız toplarının taretlerini yukarıya doğru kaldırdı, düşman yaralılarını rahatça toplayıp kurtarsın diye. Onlar bu işi yaparken biz batan Buvet zırhlısını selamlıyorduk. Fransızların bir bölüğü de gemilerini terketmeyerek milli marşları Marseyyezi çalarak, bayraklarını selamlaya selamlaya öldüler." Artık dostluklar bile mertçe yapılamıyor. Şimdilerde insanlar sandviç çocukları, tost çocukları. Yıllara göre değil mevsimlere göre değişiyorlar. Eskiden iyi bir insan ölene kadar iyi gidermiş. Şimdilerde insanlar yıllara göre değil, aylara göre değişiyor. "Bir Macar yazarı varmış. Gençmiş, fakirmiş. Tuna nehrini başından sonuna gezmek istermiş. Bunun için gereken bol bol vakti varmış. Parası olmadığı için dileğini uygulayamazmış. Yıllar geçmiş, orta
yaşlarındayken parası da arzusu da olmuş. Ancak Tuna’yı gezecek vakit bulamamış. Yıllar geçmiş, ihtiyarlamış. Parası da zamanı da olmuş Tuna’yı gezmek için. Bu sefer de adamın arzusu kalmamış." Patavatsız bir alemdi bu gece. Bıraksalar sabaha kadar konuşacaktı. Oradan oraya büyük bir keskinlikle geçiyordu. Kızlardan birisi, “Ne ilginç adam sineroman gibi” dedi. Bir başkası fotoroman anladı. “Hangisinde oynuyordu?” dedi. Uzaktan Boğaziçinin ışıkları sönmeye başlayan Anadolu sahili geceye yumruk sıkıyordu. Bu yumruklar fakir semtlerin, ihmal edilmiş, bakımsız bölgelerin, kayrılan bölümlere isyanı vardı. Boğaziçinin iki sahilinde bile aradaki mesafe bir kanat çırpışlık olduğu halde hemen ilgi ayrımı görülür. Bölgecilik ruhumuza işlemiş, iliklerimize dek bizi sömürmüştür. Okullarda, dairelerde, mahallelerdeki yaşantılarda, askerlikte, özel sektörde, kamu sektöründe bu hep böyledir. Donanmada denizaltıcıları, suüstü personeli çekemez. Avukatlarla hakimlerin, edebiyat öğretmenleriyle matematik öğretmenlerinin aralarının iyi olduğunu hiç gördünüz mü siz? Bu ayrıntıların sonunu hiç düşündünüz mü? Ne eğitimimize, ne dünya görüşümüze, şu bizi zayıflatmaktan başka işe yaramayan davran ışların yerine yenisini getirecek bir babayiğit de çıkmıyordu. Bir kadın yanındaki kadna: "Elbisem Larbenin bir modelidir. Bilirsin Larbenin modelinde etek pililidir. Fakat bunun eteklerinde pili yok, üstü gayet yelektir. Gördüğünüz gibi üst tarafında elbisenin parlayan bu kısmı bir yelek biçimindedir. Kolları manşetli iki düğmelidir. Benim asıl terzim Mualla’dır ama, ona yeni bir elbise yaptırmaya vaktim olmadığı için bunu Melinadan aldım. Mevsim sonu son modeli bu kalmış elinde. Sol göğsümdeki pırlantadan yapılmış bir broşdür" diyordu. Çilli kız: “Bırak bu laflar ı da Patavatsız, şu midye kabuğunun içinde iki saattir bekletilmiş çiğ balığı ye. Bak yerinde durabilir misin? Bak önündekine pantolonun nasıl dar gelir. Hoş senin buna da ihtiyacın yoktur ya” diyor. Az ötede, rıhtımın hemen kenarında üç kişilik amatör bir orkestra, müzikle bir adam boğazlıyormuş izlenimini veren, sanatla hiç bağdaşmayan, müzik dışı bir gösteri yapıyorlar. Ya gününü gün edip, vurdum duymaz kör ayvaz bir yaratık olacak, yan gelip yatacaksın. Ya da her şeyi kendine dert edeceksin. Gastrit, ülser, kanser, miyokart falan filan olup erkenden tahtal ı köyü boylayacaksın. Işıkları varla yok arası Kaderin Körolası misali bir şehirhattı yolcu gemisi ağır aksak Çubuklu’dan Paşabahçe’ye doğru kıvrılıyor. Boğaziçinin bütün evlerinde insanlar günlük yaşantılarını sürdürüyorlar. Kiminde uyuyorlar erkenden işe koşumak için. Kiminde uyanıyorlar akşam vardiyalarına yetişmek için. Patavatsız çevresine bakıyor, huzursuz olan yalnız o değil. Gerekli ya da gereksiz bir yığın genç elle tutulurcasına görülen bir büyük bir karanlık boşluk içinde. Kimisi fakülteyi bitirmiş, Yedeksubaya gidememiş bekliyor. Kimisi liseyi bitirmiş, fakülteye gidebilmek için bekliyor. Kimisi her nasılsa hem fakülteyi, hem askerliği bitirmiş, işe girmek için bekliyor. Kimisi hem fakülteyi hem askerliği hem işe girme süresini bitirmiş, evlenebilmek için yeterli maddi olanakları kazanmak
için bekliyor. Toplumda beklemeyen bir sarmaşıkların arasında dolaşıp, ikide bir arka ayağını kaldırıp işeyen ‘Duman’ kalmış. O da gerçekte yalnızca garaj kapısını bekliyor. Görevine öylesine dört elle sarılmış ki, sıkıysa geçenlerden birisi duraklasın da bir bak, nasıl dünyayı ayağa kaldırır. Çilli kız Patavatsızın koluna girip Domenico Mudugno’nun Questo e la mia vita'sını, İva Zanicchi’nin Addio amore ciao'sunu mırıldanıyor. Patavatsız bunun sonunu bilir. Artık çilli kızı kimse durduramaz, o tam bir seks çılgınıdır. Dileğince çekinmeden “İstiyorum” der. Kendisini de aktarmasız, takdimsiz verir. Olduğu gibi görünür. Çilli kız göründüğü gibidir. Birazdan başka şarkı söyler. “Donum yok ayağımda, oram üşüyor” der. Bilir Patavatsızın boş yanını. Köpekler gibi bahçede bir ağaç altı, bir köşenin kenarını ararlar. Bulurlar da. Hayvanlar gibi orada, ayaküstünde, ya da çimenlerin rutubetini duya duya yatarlar. Yattılar da… MR.BLUNK DEVAMI SONRAYA..
Medya ve siyasetçiler hep bizi bölen şeylerden bahseder. Bizi birbirimizden farklı yapan şeyler. Bütün toplumlarda ki yönetici sınıflar hep böyle çal ışır. Geri kalan insanları bölmeye çalışırlar. Zenginler parayı alıp kaçmak için alt ve orta sınıflar ı birbirine kırdırır. Oldukça basit bir şey ve hep işe yarar. Farklılıklara vurgu yaparlar. Irk, din, etnik ve milli geçmiş, iş, gelir, eğitim, sosyal statü, cinsiyet. Birbirimizle kavga etmemiz ve onların bankaya gidebilmesi için herhangi bir şey. GEORGE CARLİN
8 Alengirli Şiir.. Ben seni severim sevmesine de toplum buna hazır değil Nükleer denemeler kyoto sözleşmesi küresel ısınma falan. Belki sen çok küçüksün belki benim ruhum ölü Biraz Nietzsche biraz Kant kafan karışmış belki Parlıamanet'i de bozdular tutunacak dalımız mı kaldı? Pavyonda tanıdığım bilge bir pezevenk vardı! Kötü kitaplar okumak kötü yaşamak gibidir derdi. İyi kitaplar okudum bir boka yaramadı.. Ben seni severim aslında da düzenim bozulur diye korkuyorum Durduk yere başımıza saçma sapan bir aşk çıkar Sinemaya gitmeye ele ele tutuşmaya falan kalkarız İşin yoksa çiçek al, saç tara, parfüm sık. Küsmesi, barışması, ayılması, bayılması Hatta eninde sonunda kaçınılmaz ayrılması Meyhanede tanıdığım gerzek bir filozof vardı! Güzel kadınlar insanın ömrünü uzatır derdi. Bir sürü güzel kadın girdi hayatıma Hepsi ağzıma sıçtı.. Ben seni severim belki de rabbim buna hazır değil. Her şeyin güzelini sever o ideal birliktelikler ister Seninle benim yan yana oturacağımız çekyata Ne ilahi adalet sığar ne de diyalektik.. İçime çöreklenmiş sığ bir sığır var benim. Ben seni severim sevmesine de İş çıkarmasana şimdi ne gerek var güzelim.. ALİ LİDAR
Sayfa 1
Zihinsel Fışkırtılar: Mastürbasyon* Mastürbasyon yapmanın erkeğin karar mekanizmasında fazlasıyla etkili bir araç olduğuna karar verdiğimde 24 yaşındaydım. Şu sıralar yaşım 25. İlkokul sıralarından aklımda kalan tek bir bilgi varsa o da öğretmenimizin sıklıkla kullandığı “bir şeyi yapmadan önce iki kere düşünün” öğretisiydi. Ki o sıralar ne 24 ne de 25 yaşındaydım. Altı yaşında falandım o sıralar. Belki de yedi. İnsanın altı yaşında olmasının her zaman komik bir tarafı olduğunu düşünüyorum şu sıralar – belki de yedi. Bilmiyorum. İki kere düşünmüyorum artık karar verirken. Karar verirken genelde mastürbasyon yapıyorum ve bu yazıya başladığımdan beri iki kez “mastürmasyon” yazdım ve sildim. Yazdım ve sildim. Sonra sildim, sildim, sildim. Sonra tekrar yazmaya başladım. Uzun zamandır yazmadığımı ve hatta belki de yazamadığımı fark ettiğim nadir anlardan biriydi. Sonra mastürbasyon yaptım. Hatta kelimenin tam anlamıyla 31 çektim. Çünkü ilkokul öğretmenimin uyarısını dinlemeli ve karar vermeden önce iki kez düşünmeliydim. Ve biliyordum, bir erkek doğru bir karar vermek için önce 31 çekmeliydi. Onu şu an gerçekten yanımda istiyor muydum? Burada olmasını istiyor muydum? Onunla vakit geçirmek istiyor muydum? Onu sadece göğüsleri için mi yoksa sabah uyandığımızda yüzündeki şaşkın ifade için mi seviyordum? Kokusu için mi seviyordum? Onu gerçekten, seviyor muydum? Yoksa tek amacım bir geceyi daha seks yapmadan geçirmemek ya da yeni güne yalnız uyanarak başlamamak mıydı? Ona ne kadar ihtiyacım vardı? Ona gerçekten ihtiyacım var mıydı? Sorular kafamda, elim sikimde, sikim, orada sikim olmasa vücudumun tarifini zor yap acağım bir yerinde… Sonra boşalıyorum. Tüm sorunlar kendiliğinden çözülüyor. Tüm sorular istemsizce cevaplanıyor: Yalnız kalmak istiyorum. Peki bazen, çok sık değil ama bazen, neden ağlıyorum? Her şey ilkokuldaki öğretmenimin suçu. Bana “iki kere düşün” diyor, “bir karar vermeden önce mutlaka iki kere düşün.” İki kere düşünmek istemiyorum. Çünkü iki kere düşündüğüm her seferde yalnız kalıyorum. Yalnız kalmak istemiyorum. Henüz tanıştığım bir kadının cümleleri geliyor sonra aklıma; “Herkes yeşil ışıkta geçerken bana kırmızı yanıyor” diyor, “o kadar doydum ki ölüme” diyor “babam da öldü benim.” Karar veremiyorum. İki kere düşünmem gerekiyor. *** Yer: Kadıköy’de Bir Çatı Katı İmza: Bir Üstüngel Arı
* Bu yazı ilk olarak 1 Temmuz 2014 tarihinde benideoku.com’da yayınlanmış olup Etik Fanzin için gözden geçirilmiş ve yeniden düzenlenmiştir.
ustungelari@gmail.com
toplumsallığın getirdiği hastalıklar, yeni denekler yaratır. biz denekler, topluma yabancıyızdır. yaşadığımız anı en ince ayrıntıları ile yaşamak ve sorgulamak, bizim nasıl dipsiz bir kuyunun içine doğru düştüğümüzü hatırlatır her seferinde. kuyunun dibi, ölümdür. kuyudan düşüş ise yaşam. tüm bu toplumsallığa lanet okuyarak, insanın üremesini durdurmasını temenni ederiz fakat durmaz. kuyudan aşağı hızla düştükçe, dünya nüfusu onlarca kat artmaya devam eder. ve onlarcası daha bu kuyuya düşer. biz denekler lanetler okuyarak, düşüşümüzü renklendirmeye çalışır ve bir ruh yaratırız. bu ruh, iç dünyanın derinlerinde saklanmıştır. dünya kadar sınırlı değildir, uzay kadar sınırsız da değildir. bu iç dünyada her an bulunmak isteriz, düşüşümüzü unutmak için, fakat acıyla girer rüyalarımıza; karanlık. alaycı gülüşler, ciddi bakışlar, siyasi söylemler, dini yargılar, pazarlayan ağızlar, gösteriş budalası suratlar, para sayan eller, ölmüş ve sürekli ölmeye mahkum hayvanlar ve öfke. kuyunun dibine doğru çeker. karanlık, daha da karanlık, az biraz daha karanlık derken, güneş birden doğar ve yeni bir gün daha başlar. güneşin hatrına yaşam devam eder, aydınlık için. yeni bir gün doğar, yine bir gün batar, sonra bir gün daha doğar, dahası bir gün daha batar. yaşadığımız anlar, biriktikçe birikir, ince ayrıntılar, hafızanın derinlerinde yer edinir kendine, her geçen saniye bir arayış içine sokar ruhu, sorgular, seni meraka sokar ve bir anda kuyunun içinde bulursun kendini. ve düşüş, geceleri yakanı bırakmaz. ay bile engelleyemez bu düşüşü, ona bile lanetler okursun. hepimiz sınırlıyız, fazlasıyla duvarlı, fazlasıyla dumanlı. ve bir denek olarak, her gün uyuyarak, her gün uyanarak, her gün yiyerek, her gün sıçarak daha ne kadar ve ne için yaşayacağımızı deniyoruz. sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, düşündüklerimiz, düşünmediklerimiz, hepsi uzay boşluğuna yayılan sadece anlamsız sesler bütününden öteye gidemiyor, bu yüzden düşüyoruz. düşüyoruz. düşüyoruz. ve bum! tüm lithium, tüm serotonin kuyuya fışkırıyor. fşşşhhh! BLUNK