Biat kültürü ad

Page 1

1

BİAT1 KÜLTÜRÜ NEDEN BAĞIMSIZ DAVRANMAYI ÖNLÜYOR? Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi

“Yeterince ileriyi göremeyen insanların, önlerinde hep dertleri vardır. KONFÜÇYÜS”

Türkiye 10 Kasım 1938, özellikle 1946 yılından bu yana neden kendi başına karar veremiyor? Türk halkı, 1982 yılına kadar, ABD’nin, LOZAN antlaşmasını 18 Ocak 1927’den beri imzalamadığını bilmiyordu; 1982 yılında Teoman Erel isimli bir gazeteci durumu yazınca ilk defa bilgi sahibi olduk. Çünkü Amerika, doğuda bir Ermenistan ve Kürdistan kurulmasını istiyordu. Yönetimin bu durumu halkından neden sakladığı da bugüne kadar net bir şekilde açıklanamadı. Bugün gün geçmiyor ki yabancı basında Amerikan kurumlarından birine ait, Türkiye’yi bölünmüş olarak gösteren bir harita yayınlanmamış olsun. “Bir ağacın yapraklarında eğer sararma varsa, bu sararmayı teşvik eden ya da tasvip eden bir kök sistemi var demektir. KONFÜÇYÜS”

Türkiye 1920’lerde harpten çıkmış, okumuş kesimini büyük ölçüde yitirmişti; halk cahil ve eğitimsizdi. Köy çocuklarını eğitmek, aydınlatmak ve

onları

meslek

sahibi

yapmak

amacıyla

Türkiye’nin

kaderini

değiştirecek bir eğitim projesine girdi. 1938’de başlayarak 1940’ların ortalarında en gelişmiş şeklini alan ve bugün dünyanın en etkin ve akılcı eğitim projesi olarak kabul edilen Köy Enstitüleri Projesinin, en kolay ve en ucuz şekilde köylüyü iş sahibi yapacak yeteneğe kavuşturduğunu 1

Biat: Düşünmeden, yargılamadan, yorumlamadan birine körü körüne bağlı olma


2

gören ABD ve bazı Batılı dostlarımız (!) Cemiyeti Akvam’a (Birleşmiş Milletler’e) girebilmemiz için bu Köy Enstitülerini lağvetmemizi talep etti ve işbirlikçileri tarafından da bu dilek zamanla yerine getirildi. İşbirlikçilerine attırdıkları “bu okullarda Kuran yırtılıp tuvaletlere atılıyor, gayrimeşru çocuklar fosepstik çukurlarına gömülüyor” gibi ahlaktan, nizamdan ve inançtan yoksun çeşitli sloganlarla kapatılması için zemin de bir taraftan hazırlanmıştı. Bugün bağnaz olmayan o günün karşıtları dahi bunun bir ihanet olduğunu kabul etmektedir. Türkiye, böylece, okumuş cahillerin, beceriksizlerin, geçimini devlet kapısında arayan, kendi ayakları üzerinde duramayan yeteneksizlerin eline bırakıldı… Eğitim’deki belirsizlik bir süre devam etti, Nuri Kodaman’ın öncülüğünde, yine köy çocuklarının önünü açacak, mesleğinin aşığı eğitimci bir kuşak yetiştirmek için gerçek milliyetçiler tekrar kolları sıvadı ve lise düzeyindeki öğretmen okullarında okuyan, okullarında çok başarılı ilk 3 öğrenciyi alarak merkezi Ankara ve İstanbul’da olan Yüksek Öğretmen Okullarında çağın tüm olanaklarını kullanarak eğitimci olarak yetiştirmeye başladık. Bu çocukların tüm giderleri devlet tarafından karşılanıyor; ilk sene, normal lisedeki eksik dersler, o günün en değerli öğretmenleri ya da öğretim üyeleri tarafından veriliyor ve eğitimin temel dersleri olarak tanımlanmış, tarih, coğrafya, edebiyat, fizik, kimya, matematik ve biyoloji gibi ana konularda fakülteyi bitirerek o meslekte yeterince bilgi almasını; ayrıca dört yıl boyunca aldığı formasyon ya da pedagoji dersleri ile bir öğretmende beklenen öğreticilik yeteneği güçlendiriliyordu. Bu okulların çok önemli işlevlerinden birkaçı şöyle sıralanabilirdi: 1. Anadolu köy çocuklarının önü açılmıştı; önemli yerlere gelebilecek şansı yakalayabiliyorlardı.


3

2. Eğitimin önemli yerlerinde çağın en iyi eğitilmiş hocaları hem alan bilgisi hem de eğitimci formasyonları ile yer alıyorlardı. 3. Bu eğiticilere ülke sevgisi, Türk ülküsü ve en önemlisi gelecek kuşakların iyi yetişmesi için eğitim aşkı yerleştirilmiş bir kadro kuruluyordu. 4. İstanbul ve Ankara gibi en gelişmiş şehirlerimizin en güzide semtlerinde misafir edilerek, bu köy çocuklarının uygarlığın ulaştığı en önemli araçlarıyla tanışması sağlanmış oluyordu. Durumun vahametini sezinleyen ABD’li dostlarımız 1957 yılında bu okulları kapatmazsanız yardımı keserim tehdidinde bulunmaya başladı. Zaten Köy Enstitülerinden de sonuç alamadınız gibi bir de –dalga geçer gibi- suçlamada bulundu. Ne hikmetse Türkiye bu sefer biraz dayandı, bu okulları devam ettirdi, bu okullardan Türkiye’nin geleceğini etkileyen yüzlerce kişi mezun oldu ve büyük hizmetler yaptı. Ancak güzelliklerin içine güve sokmakta mahir olan dostlarımız ve onların içteki belirli kesime mensup uzantıları, büyük bir olasılıkla sağ eğilimli bir kesimi kullanarak, buradan solcu, komünistler çıkıyor şayiasını yaymaya başladılar. Sonuçta bu güzel kurum, siyasi çekişmelerin odağına itildi ve 1974 yılında kapatıldı. Böylece köy çocuklarının, Atatürkçü gençlerin, aydınlık yüzlü insanların, bilime yatkın kadroların, Türk ülküsünü kendine hedef seçmiş eğiticilerin önü bir daha kesildi. Çünkü buradan çıkan eğiticiler, tutucu kesim ve Batılı dostlarımız için büyük bir tehlike oluşturuyordu. Birincileri için tehlike oluşturuyordu; çünkü aydınlamayı sağlıyordu, ikincileri için tehlike oluşturuyordu; çünkü gerçek milliyetçi ve bilimsel bir kadronun yetişmesini sağlayarak Batı kapitalizmiyle yarışmaya girebilecek bir ülkenin temellerini atıyordu. Her zaman tuzağa düşmekte naif olan kendine sol kesim adını vermiş kesim,


4

bu provokasyona yine düşerek, bu ocağın yıkılmasına onlar da katkıda bulundular. Türkler bu gidişle yine bir çıkış yolu bulacağa benziyordu. Neyse ki Batılı dostlarımızın imdadına (eğer onlar organize etmemiş ise) 1980 İhtilali, cuntası yetişti. Öncelikle tehlikeyi görüp halka duyuracak aydınların etkisiz hale geçirilmesi gerekiyordu. Bunun için 1402 nolu yasa ile hiçbir itiraz hakkı olmadan, hiçbir gerekçe gösterilmeden, birçok kişinin Yüksek Öğretim kurumlarından atılması sağlandı. Böylece konuşan kesim uzaklaştırıldı; geri kalanlara da gözdağı verilerek silikleştirilmesi

sağlandı.

Geriye,

işbirlikçi,

kendi

çıkarlarını

ülke

çıkarlarından önde gören, silik, korkak, fikrini söylemekten aciz, çoğunluk çağ dışı bir gruba mensup bir öğretim üyesi kadrosu yaratıldı. Yine de genetik yapısı gereği, başını dik tutabilecek, aydın bir kesimin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Bunları nasıl dizginleyebilecektik. Bunu da yine YÖK’e devretmekte yarar vardı. İlk olarak, tamamen yabancı dilden eğitim yapan, kendi kültürümüzle değil yabancı bir kültür ortamında eğitilen; sadece parasını Türklerin karşıladığı bazı kuruluşların bu işi kotarması gerekiyordu. Çare kısaca bulundu: Yabancı dille eğitim yapan vakıf üniversiteleri. Devlet en güzel yerleri onlara tahsis etti, birçoğuna, öğrettiği öğrenci başına, devlet üniversitelerinde okuyan öğrenci başına ödediğinin katlarınca yardımda bulundu. En başarılı birkaç bin öğrenciye burs verilen, mezun olduğunda da yabancı ülkedeki işi garanti edilen, Türkiye’nin beynini sömüren, son zamanlarda beyin göçü olarak bilinen sistem de başarılı bir şekilde sistemimize monte edildi. Batı insan yetiştirmek için açıkça çok para harcamaktan kaçınıyor; bunu en iyi stratejik dostlarına yaptırabilirdi; öyle de yapıyor. Dili Türkçe olan bir milletin evlatları, hocası Türk olan, hizmet etmesi gereken kitle Türk olan bir ülkede, dili yabancı olan kültürü yabancı olan bir eğitim


5

alıyordu. Doğal olarak bu eğitimli alanlar eğitildiği kültürün yaygın olduğu yerlerde kendilerini rahat hissedecekleri için, mezun olur olmaz, yabancı ülkeye gitmenin yolunu arıyorlardı. Bu nedenle, örneğin Bilkent, Sabancı, Koç, Boğaziçi (eski mirasıyla Robert Kolej) üniversitelerinden mezun olan bir kişiye Kayseri ilinden, hatta Ankara’dan (Ankara’da bulunmaları gerekli olabiliyor; çünkü birilerine zaman zaman köprübaşı olmaları, daha sonra mensup oldukları kültürün, devletlerin çıkarlarını kollayabilmeleri için gerekiyor) daha doğuda rastlayamazsınız. Bunlar bizi (Bitlislileri, Ağrılıları, Siirtlileri, Muşluları vd.) Batıda gururla temsil ediyorlarmış!!! Böylece İngilizce tıptan neredeyse İngilizce Türkçe bölümlerine kadar tüm branşlar açıldı. Geri kalanların da Amerikan hayranı ya da taklitçisi olarak yetiştirilmesi gerekiyordu. Köy Enstitüleri ve Yüksek Öğretim okulları gibi millî modeller yok edilmişti. Yerine ne konacaktı? Bunun için çoğu Amerika’da eğitilmiş, -kendini milliyetçi hissetse bile- Amerikan modeli bir eğitim kurumu olan ve gizli gizli Amerikan hayranlığı ile eğitilecek, amacı bir Amerikalı gibi olmak olan gençlerin yetiştirileceği bir kurum olmalıydı. Çok geçmeden kuruldu. Bir zamanların Türk ülküsü ile yoğrulmuş Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü ve İstanbul Çapa Enstitüsü gibi millî duyguları ön plana almış enstitülerin yerine Eğitim Fakülteleri kuruldu. Türkiye eğitiminin kırılması da bu fakülteler ile başladı. Kimse sormuyor? Amerika’da 50 milyon insan sürekli esrar içiyor, bunun üzerine 70 milyon insan en az bir defa uyuşturucu kullanmış, 3 evliden ikisi eşini aldatıyor, 3 evlilikten ikisi boşanma ile sonlanıyor; 25 milyon insan ben çalışmıyorum diye deklare etmiş; 2,5 milyon insan köprü altlarında yatıyor; 18 yaşını geçmiş gençlerin %60’ı ailesini senede bir defa telefonla bile aramıyor; halkının sağlık giderlerinin yüzde ellisinden


6

fazlası psikolojik rahatsızlıkların giderilmesine gidiyor. Bu modeli kim getirdi, niçin getirdi? Geriye

kalan

olanakları

olmayanlar,

çoğunluk

tarikatçıların,

bölücülerin, çağ dışı grupların eline düşerek birçoğu Cumhuriyet düşmanı oldular. Mezun ettiğimiz öğrencilerin büyük bir kısmının cumhuriyet düşmanı olduğunu görmek başka türlü açıklanamaz. Atatürk’ün bu ülkeyi demir ağlarla ördük sloganıyla başlattığı demiryolu projeleri de 1946’dan sonra rafa kaldırıldı ve o günden bu yana, Batılı dostlarımızın bilinçli ya da bilinçsiz satılmış işbirlikçilerine attırılan “demiryolları komünist sistemin taşıma aracıdır” sloganıyla ihmal edildi. Hâlbuki Batı taşımacılığını %95 demiryolları ile yaparken, Türkiye’de bu oran %15’leri geçemedi. 1946 yıllarında Amerika Temsilciler Meclisi’nde görüşülen Hess Raporu’nda, gelişmekte olan ülkeleri “Amerikan sanayisi ile rekabete girmesin diye” olabildiğince demiryolları yapımından uzak tutun deniyordu. Karayolu yapımına destek verdi; araç hibe etti; ancak yedek parçalarını fahiş fiyatlarla satarak bu hibenin karşılığını kat be kat geri aldı. Türkiye ne zaman komşuları ile ticari ilişkiye girmeye kalkışırsa, sözüm ona stratejik ortağımız Amerika Birleşik Devletleri (ABD) devreye girerek, bu işbirliğinin hür dünya için tehlikeli sonuçlar doğrulabileceğini ve asla bu ilişkileri tasvip etmediğini beyan eder. Uzak tarihlerde değil son 20-30 yıla bir bakalım! İran, petrol araması ve bulması halinde işletebilmesi için, Türkiye’ye bir petrol alanı tahsis etmeyi gündeme getirince, ABD’li dostlarımız hemen devreye girerek, bu işbirliğinin NATO ve özgür Batı için tehlikeler doğurabileceğini, böyle bir işbirliğini onaylamadığını ültimatom biçiminde dünyaya duyurdu. Sert bir karasal iklime

sahip

Türkiye’nin

doğu

kesimini

ısıtabilmek

için

(çünkü


7

yakacağımız orman da artık kalmadı) İran ile doğal gaz boru hattı yapımını gerçekleştirmek ve geliştirmek amacıyla İran’la işbirliğine girince, yine dostumuz sert tepkisini gösterdi. Orta Asya ülkelerine uzanacak petrol ve doğal gaz boru hatlarına üstü kapalı olarak vize vermedi. Azerbaycan Yumurtalık boru hattında, Türkiye’nin payının %3’ün üzerine çıkmasına izin vermedi. Kime verdi? Binlerce kilometre uzakta yer alan, gerçek stratejik dostlarına. Dünyada en çok rezerv bizde var; stratejik madenimiz diye her gün gazetelerde ve televizyonlarda övünülen bor madenimizin ihracatına, 06.11.2008 tarihinde Avrupa Birliği ihracat kısıtlaması getirdi. Ne imiş? Toksik madde olarak üremeyi olumsuz etkiliyormuş. Sanki Türkiye bu madeni gıda maddesi olarak ihraç ediyormuş gibi. Dünyada ihracatı sınırlanan ya da yasaklanan tek element ya da maden böylece bizim borumuz oldu. Pillerde bile yaygın olarak kullanılan lityum, kadmiyum; keza her yerde kullanılan kurşun, cıva ve birçok benzer elemente ya da madene

neden

kısıtlama

getirilmiyor?

İyi

de

onlar

Türkiye’den

çıkarılmıyor ki; çıkarılsa da dünya piyasasını yönlendirecek zenginlikte değil de ondan. Galiba Brezilya dizisi “Köle İsaura”yı izleye izleye iyice benimsedik… Sovyet 1923’den

bu

Sosyalist yana

Cumhuriyetler Birliği ile olan ilişkilerimize hep

soğuk

bakıldı.

Hâlbuki

genç

Türkiye

Cumhuriyeti’nin kuruluş harcına en büyük pay bu ülkeden gelmişti. Rusya’nın zengin doğal gazının bir boru hattıyla (Mavi Hat) Türkiye’ye akıtılması, ancak Rusya’nın dayatması ile gerçekleşebildi. Ancak ABD, çok daha stratejik bir madde olan petrol hattının Türkiye üzerinden Yumurtalık’a bağlanmasını sabote etti ve sonuçta Rusya bu boru hattını, Bulgaristan ve Yunanistan üzerinden Ege’ye yani Akdeniz’e bağlayacak anlaşmaları yaparak, Türkiye’yi bir çeşit dışladı. Ancak, Türkiye sanki


8

petrol kaynağını garantiye almış gibi, Samsun-Ceyhan hattını harıl harıl yapmaya devam ediyor. Bakalım önümüzdeki günler, Türkiye, bu boru hattından, maliyetini kurtaracak miktarda sevk edecek petrol bulabilecek mi? Türkiye, binbir dalavere ile bölgeye yerleştirilen Musevilerin kurduğu İsrail Devleti’ni ilk tanıyan ülke oldu. İsrail Devleti’nin kurulmasının da etkisiyle, Lübnan’da 13 Nisan 1975'den itibaren 1990 yıllarına kadar devam eden Müslüman- Hıristiyan ayırımı ve mücadelesi, iç savaşa dönüştü. Türkiye ABD’nin yönlendirmesi ile tüm Müslümanları karşısına almayı göze alarak, Lübnan’daki iç savaşta Hıristiyanlara gizlice 35 uçak dolusu (filo komutanı bir yarbayın basındaki itirafına göre) silah sevkine aracı oldu ya da destek sağladı. Hür dünyaya katkı bahanesiyle; özünde, Amerikan çıkarlarını korumak için Kore’nin ikiye bölünmesine askeri destek sağladı. Osmanlı döneminde subayların giderek bazı düzenlemeler yaptığı hatta müdahalelerde bulunduğu Somali’ye, stratejik ortağımız ABD’nin zoruyla 600 kişilik bir birlik ve başlarına da bir Türk komutanı gönderdik (Orgeneral Çevikbir); demokrasiyi koruyacağız bahanesiyle Amerikan çıkarlarını Afrika’da korumak için maşa görevi yaptık. Hiçbiriniz sordunuz mu? Bu birlik gitti ve geri geldi; ne oldu diye? Yetmedi! Emperyalist ülkelere karşı vermiş olduğumuz tarihin ilk Kurtuluş Savaşı’nda,

ellerindeki yüzükleri,

kadınlarının

küpelerini,

boyunlarındaki altınları çıkararak bize destek sağlayan Afganistan halkına kan kusturan sevgili ortağımız ABD’ne destek vermek için neredeyse 10 yıldır komutanımız, askerimiz, hava alanlarımız ile seferber olmuşuz.


9

Irak’ta son 15 yıldır ABD’ne yaptığımız yardımlar ise babanın oğluna yapacak yardımları bile gölgede bırakır. Ancak Irak petrollerinin paylaşımına gelince, 28 Nisan 2008 tarihinde alınan bir kararla 43 ülkeye Irak’ta petrol arama ve işletme hakkı tanınırken, Türkiye listeye bile alınmadı. İnsanlar çoğunluk çıkarlarına zarar veren kurtlara saygı duyar; bu saygıdan dolayı çocuklarına kurt adı koyar, soyadı olarak alır ve bir insanı onurlandırmak için kurt sıfatını kullanır. Ancak köpek soyadını alan, çocuğuna bu adı koyan hiç kimse görülmemiştir. Hatta birine köpek diye hitap etme yasal olarak suç da sayılmıştır. Pekâlâ, hiçbir karşılık beklemeden hizmette kusur etmeyen bu hayvanlar neden aşağılatıcı bir sıfatın simgesi olmuştur? Almadan verenlere, bilinçsizce itaat edenlere köpek muamelesi yapılır ve toplumda hoş görülmez. Çünkü bir canlı ötekinin çıkarını kendi çıkarından daha üstün tutmaz; bu doğaya aykırıdır; kendini istismar edenden olabildiğince uzak kalmaya çalışır. Ancak bir defa biat (sorgusuz sualsiz söyleneni kabul) etmeyi bir alışkanlık haline getirmişseniz, sizin analistik düşünme yetiniz sınırlanmış demektir; artık güdümlenmeye, yönetilmeye hazırsınız demektir. Tarihe bir bakalım! Biat geleneği olan toplumlarda insanlar hep bilinçsiz olarak yönlendirilmiş, güdümlenmiştir. Kitaplı dinlerin birinci kuralı “söyleneni aynen düşünmeden kabul edeceksin (iman edeceksin), kalbinle tasvip edeceksin, dilinle ikrar edeceksin” (teyit edeceksin). Kuşku duyanın imanı zayıftır. Geçmişte Avrupa’ya bakıyorsunuz, Papa’nın bir lafıyla Avrupa Kudüs’e doğru yola dizilmiş; kilisenin bir tavrıyla afetlerin sorumlusu olarak 100.000’lerce çoğu kadın, cadı, şeytan, kötü ruh suçlamasıyla işkence görmüş ve yakılmıştır. Bir üniversitenin rektörü: “Bu kadar adam


10

yaktık afetlerde hiçbir azalma olmadı, yeniden düşünelim, belki de nedeni cadı dediğimiz kadınlar değildir” dediği için o da Vatikan’ın hışmına uğrayarak yakıldı.

Geçmişe ait binlerce örnek vermek

mümkündür. Pekâlâ, günümüzde durum nedir? Biat kültürü ile yetişmiş 100.000’lerce insanın bilinçsiz bir şekilde yönlendirildiği, terörizme itildiği bir dünyada yaşıyoruz. İnsanların akşam sabah vücuduna bomba bağlayarak suçsuz insanları öldürmeye gidişini başka türlü nasıl açıklayabilirsiniz? Belki, bu insanlar cahil, o nedenle güdümlenebiliyorlar diye düşünebilirsiniz. Ancak bunun okumuşlukla çok da bağlantılı olmadığını çeşitli örneklerle görebilirsiniz. Örneğin: Her yerde Müslüman kanı akıtan ABD başkanı Bush, Müslüman ülkelerde uçakların kapılarında en görkemli törenlerle karşılanıyor; inanılmaz yüceltici mesajlar veriliyor. Belki de Bush istese ….larını bile ikram edecek kadar alçalıyorlar. Bu Bush daha sonra, 2009 yılı başlarken İsrail’in Gazze’ye saldırarak en az 500 kişiyi (çoluk çocukları) öldüren,

2000

kişiyi

yaralayan

İsrail’i

değil,

öldürülen

Hamas’ı

suçlayacak, Hamas’ı kınamak için dünyaya çağrıda bulunacak. Batının desteğiyle ayakta kalan bu satılmış idarelerin hemen hepsi ne yazık ki İslami kuralları kendilerine rehber yapmış ülkelerdir. Türkiye’nin ılımlı İslam ülkesi olması için gerekli zemini hazırlayan ve bu bakışta olan politikalara açıktan ya da gizli olarak destek sağlayan, bu yolda açıklamalar yapan imamları bağrında barındıran, koruyan Amerika’nın oyunu açıktır: Diğer Müslüman ülkelere Kemalizm’le –onları kişilikli devletlere dönüştürmesi nedeniyle- kötü örnek olan Kemalist bakışlı Türkiye Cumhuriyeti’ni etkisiz hale getirmek… Bunu kiminle yapacak söylemi din olan partilerle… Geçmişte bir eyaletimizin (Suudi Arabistan) İngiliz oyunları ile seçilmiş kralının halefi, tipik bir emperyalist uşağı, yakın zamanda


11

ülkemizi ziyaret etti. Gerçekten krallar gibi karşılandı; resmî temaslarını bile, zahmet edip Türk resmî makamlarında yapmadı; bizimkilerini oteline çağırarak; resmî görüşmeyi otelinin odasında, daha yüksek bir sandalyeye oturarak, Cumhurbaşkanımızı bir yanına, Başbakanımızı diğer yanına alarak, arkasına da Suudi bayrağını astırarak yaptırdı. Kim bilir belki de bu iki üst düzey yöneticimiz, düşündüğümüzden daha mütevazı insanlardır da ondan!!! İyi ki Atatürk öldü de bu günleri görmedi; yoksa ölüm nedeni karaciğer yetmezliği değil, kahırdan olurdu. Biat kültürü olanların bir türlü kurtulamadıkları bir hâletiruhiye (yani ruh durumları ya da daha bilimsel bir anlatımla davranış şekilleri) vardır. Zayıf oldukları yerde köpekleşen, güçlü oldukları yerlerde aslanlaşan, bazen canavarlaşan bir tavır. Akşam sabah Avrupa Birliği’nin yetkilileri, insanın çocuğuna bile hitap etmekten hicap duyacağı tarzda, ülkemizin idarecilerini, yöneticilerini, hukukunu, hukukçularını, askerlerini aşağılıyor da aşağılıyor. Biz ne yapıyoruz? Bu adamların karşısında takla atıyoruz. Ancak, Suriye, Azerbaycan, Gürcistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ülkelerinin yetkililerine karşı başkan Bush rolünü oynamaya çalışıyoruz (herhalde BOP eş başkanlığı da bunu simgeliyor). Zayıfı ezmek marifet değildir; kuvvetlinin karşısında dik durmak marifettir. Gerçek Türk geleneği de bunu emreder. Bu onurlu davranışı yakın tarihimizde galiba sadece Atatürk başardı. Enerji krizi ve su krizi dünyada artmaya başlayınca, bu mantık içerisinde, Türkiye’nin yeni görevlerine ve Batı dünyası açısından yeni başarılarına tanık olacaksınız. Ancak bu başarılarımızı dünyanın mazlum milletleri hep nefretle anacaklardır; bunu şimdiden bilmiş olun. Türkiye’de hukuk-yargı sisteminde bir tasarı hazırlanıyor; yüksek yargı organları, barolar ve hukuk sisteminde söz sahibi olanlardan önce


12

Avrupa Komisyonunun üyelerinin görüşlerine sunuluyor. Bunun doğru olmadığını beyan eden bu konudaki yetkili kurumlar, siyasiler tarafından topa tutuluyor. Yani Avrupa’daki bir memur bizim hukuk düzeni konusunda yönlendirici ya da belirleyici beyanlarda bulunabilecek; ancak bu

yasaları

uygulayacak

kurumlarımızın

yetkili

kişileri

fikirlerini

söyleyemeyecek. Eskiden Fildişi Sahilleri’ndeki ülkelere gitmek ve oradaki idari yapıyı öğrenmek isterdim; ancak artık gitmeme gerek kalmadı diye düşünüyorum. Bu bir hatadan mı kaynaklanıyor diye düşünmek istiyor insan. Ancak, daha önce de anayasada yapılması düşünülen değişiklikler, Türk kamuoyuna ve bu konuda yetkili sayılacak kurumlara sunulmadan ABD’nin bir kurumunda görüşe sunulması, durumun düşündüğümüzden daha vahim olduğunu gösteriyor. Biz, geçmişte, ne yaparsak başarılı oluruz diye çok yüksek ücretlerle çok sayıda “güya” uzmana danıştık ya da getirttik. Bunların bir kısmı, özellikle 1960’lı yılların sonunda büyük beklentiler ile getirtilmiş olan, DPT’nin galiba birinci 5 yıllık planına (yani işe başlama yol haritasının çizildiği plana) şekil vermesi istenen, çok etkili ve yetkili Hollandalı bir uzman (galiba Tinbergen olacak): “Türkiye’nin sanayiye hiç yatırım yapmamasını ve tarıma ağırlık vermesini” önererek gitti. Bir üniversite öğrencisi iken, özünde, bize çiftçi-çoban kalmamızı öneren bu uzmanın önünde devlet adamlarımızın nasıl el pençe durduklarını bugün hala acı ile anımsıyorum. Birilerinin izine basarak yürümeye başlamışsanız, görünürde kolay yolu bulmuşsunuz demektir; ancak bu yolda birileri hep önünüzde olacak ve siz onun izlediği yolda kalacaksınız demektir. Türkiye’nin bu yola düştüğü tarih 1946’dır. Zamanla bu bağımlılık daha da derinleşmiş ise, ekonomimizi IMF, güvenlik sistemimizi ABD; hukukumuzu, ticaretimizi, yönetim biçimimizi, toplumsal organizasyonumuzu AB yönetmeye


13

başlamış ise bize ancak bu yolda rahmetli Âşık Veysel’in “İnce uzun bir yoldayım, gidiyorum gündüzgece” türküsünü söylemekten başka bir görev kalmamış demektir. Bütün bunların, yani yönlendirmelerin ve bağımlılığın başarılı bir şekilde sürdürülmesi için biat kültürünün sürdürülmesi gerekir. Bu nedenle her şeyimize müdahale eden Batılı dostlarımız, her nedense biat kültüründe yapılacak değişiklikleri, kişinin inancına müdahale olarak tanımlayarak,

tepki

göstermektedirler.

Hâlbuki

bu

inanç

sistemi

kendilerinin inanç sistemi ile tarihte büyük çatışmalar yaşamıştı. Hala da yaşamaktadır. Ancak, Batı, bugünkü haliyle biat kültürünün kendi çıkarları açısından en önemli bir araç olduğunu anlamıştır. Biz, batının bir zamanlar yaptığı, dogmalarımızı azaltacak, yani biat kültürünü değiştirecek reformlar yapmaya kalkışsak bile, göreceksiniz, uygar Batı, demokrasi yaygarası ile bu girişimimizi önleyecektir. Bir zamanlar Hindistan’da bir yönetici, protein kıtlığından kırılan halka, sığır etini de yiyebileceklerini öğütlemeye başlayınca, Hindistan’ın İngiliz Valisi çok sert tepki göstererek, “halkın inançları ile oynanmasına izin vermem” söylemi ile adamın sesini hemen kesmişti. Daha sonra bu vali hatıralarında, “eğer halkın sığır eti yemesini destekleseydim, proteinle beslenen halk daha sağlıklı-bilinçli olacaktı ve dogmalarının kırıldığında beklenen felaketlerin ortaya çıkmayacağını görünce de, İngiliz çıkarları Hindistan’da tehlikeye girebilirdi” diye yazıyor. Oradakilerin inancına bu denli saygılı olduğunu beyan eden İngiltere İmparatorluğu, uzun yıllar İngiliz kumaşı olarak bilinen ve tercih edilen tekstil ürünlerinin Hindistan’da çok daha ucuza üretildiğini görünce ve çıkarları tehlikeye düşünce, Hindistan’daki tekstil işçilerinin (bir


14

rakama göre 5.000 kişinin) sağ kolunu, tezgâhlarda artık çalışamasınlar diye Beethoven’in senfonisini dinleterek kestirmiş bir ülkedir. Uzun zaman (Mao’ya kadar) yönetiminde tutuğu Çin’i, tüccarlarının aracılığıyla afyon-esrar bağımlısı yapan ve uyutan İngiltere, yollarda sersefil yatan esrarkeşleri görmemezlikten gelmiş ve imparatorluğunun zenginliğini bu cesetlerin üzerine kurmuştur. Bir yöneticinin çıkıp da Çin’de esrar içilmesini yasaklamasıyla, kızılca kıyamet kopmuş; İngiliz İmparatorluğu yandaşları ile birlikte tüm gücüyle Çin’e saldırmış ve Pekin, Şangay’ı topa tutmuştur. Bu savaşın adı, tarihte “Afyon Savaşı” olarak geçer. Sonuçta yenilen Çin, İngiliz tüccarlarını rahatsız ettiği için, özür dilemeye mecbur edilmiş ve “bundan böyle İngiliz tüccarları, tütün, esrar ve afyonu hiçbir kısıtlama ve engellemeye tabi olmadan satabilecektir”

ibaresini

taşıyan

anlaşmayı

yutkunarak

imzalamak

zorunda kalmıştır. Yetmedi, ceza olarak da, İngiliz Armadasını ve tüccarlarını rahatsız ettiği için, Hong-Kong’u 100 yıllığına İngilizlere vermiştir. Yakın zamanlara kadar Hong-Kong’un bir İngiliz şehri olmasının nedeni bu iğrenç anlaşmadır. Bütün

bunlardan

kurtulabilir

miyiz?

Kurtuluruz.

Ancak

emperyalistleri kovmayla ya da onları kısıtlamayla bu mengeneden kurtulamayız; kurtulduğumuzu zannetsek de bunu ancak sınırlı bir zaman için yapabiliriz. Türkiye bu atağı 1920’de yaptı; ancak sonuçta şu ya da bu şekilde tekrar birilerinin izine düştü. Niye? Çünkü bir sürü reform geliştiren Türkiye, ne yazık ki düşünsel dünyasında özgürlüğe, bağımsız düşünmeye, analistik düşünmeye ulaşamadı; çünkü biat kültürü “dini inançlara saygısızlık” gerekçesiyle bir türlü kaldırılamadı, değiştirilemedi, böylece halk şeyhlerin, mürşitlerin, ağaların (buna bir defa partiyi ele geçirip delegeleri manüpile etmek suretiyle ölünceye kadar başkan kalan parti ağaları da dâhildir), dedelerin elinden yuları


15

kurtaramadı. Böylece içte kendine özgü oligarşik (yani bazı kişilere bağlı) demokrasi, dışta da her zaman güçlüye boyun eğen bir yönetim anlayışı ortaya çıkmış oldu. Türkiye’nin geleceğinde önemli bir atılım olacak Karadeniz Ülkeleri Ekonomik İşbirliği girişimine bir göz atalım. İfade çok açık, Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin işbirliği. Enerjinin denetlenebileceği bir bölge. Ekonomik potansiyeli yüksek. Birçok bakımdan bize ve bu ülkelere büyük yarar sağlayacak bir girişim olacaktı. Yapılan ilk girişimlerden sonra, çok emin değilim ama, Türkiye’nin teklifi ile Yunanistan’ın ve Ermenistan’ın da bu birliğe alınması istendi ve alındı. Alınma ile de kalmadı, bu birliğin mali başkenti Yunanistan’ın Selanik şehri olması kabul edildi. Yunanistan nere, Karadeniz nere; üstelik Yunanistan Avrupa Birliği’nin tetikçisi, Yunanistan kronik Türk düşmanı; Ermenistan desen ha keza… Ne oldu? Hiçbir şey olmadı, kurulduğundan kısa bir süre sonra işlevsiz hale geçti. Çünkü Batılı stratejik dostlarımız kendilerinin olmadığı bir birlik içerisinde bizim güçlenmemizi hiçbir zaman kabul edemezlerdi. Öyle de oldu… Bütün bunları görecek devlet adamları nerede? Görürseniz bana da haber verin… Türkiye’nin 10 Kasım 1938’den, özellikle 1946’dan bu yana kendi iradesi ile karar verdiği tek ve en önemli karar, 1974’deki Kıbrıs Barış Hareketi’dir. İlk defa sözde Batılı dostlarımızın onaylamadığı bir hareket yaptık. Vay sen misin bizim uslu çocuk, kişilikli davranmaya yeltenmek! Görürsün sen dendi. Bütün bu olanları anlayabilmek için Kıbrıs Hareketini baştan bir daha gözden geçirerek yorumlamak gerekebilir. Türkiye böyle bir onurlu harekete bir defa daha yeltenmişti. 1950 yıllarında Kıbrıs’ta başlayan bağımsızlık hareketi iki toplumlu bir ortak devletin kurulması ile sonuçlanmıştı. Rumlar sonuçta, Kıbrıs’ın tüm


16

yönetimine kendileri el koyma yoluna gittiler; anlaşmaları, uluslararası anlaşmaları çiğneyerek, anayasayı çiğneyerek ve Türkleri katlederek, 1963 yılında Ortak Devlet’i yıktılar. Anlaşmaya göre müdahale hakkımız olduğu için, zamanın Başbakanı İsmet İnönü (1963 yılı) Kıbrıs’a birkaç uçak göndererek –sanki çıkarma yapacağımız izlenimi yaratarak- ada üzerinde uçurdu; aynı anda Amerika Başkanı Johnson’dan Türkiye’ye zehir zemberek bir mektup geldi.

 “Johnson Mektubu” “Washington: 5 Haziran 1964 Sayın Bay Başbakan (İnönü)

Türkiye Hükümetinin, Kıbrıs’ın bir kısmının askeri kuvvetle işgal etmek üzere müdahalede bulunmaya karar vermeyi tasarladığınız hakkında Büyükelçi Hare vasıtasıyla sizden ve Dışişleri Bakanınızdan aldığım haber beni ciddi surette endişeye sevk etmektedir. En dostane ve açık şekilde belirtmek isterim ki geniş çapta neticeler tevlit edebilecek böyle bir hareketin Türkiye tarafından takip edilmesini, Hükümetinizin bizimle evvelden tam bir istişarede bulunmak hususundaki taahhüdü ile kabili telif addetmiyorum. Büyükelçi Hare, görüşlerimi öğrenmek üzere birkaç saat tehir etmiş olduğunuzu bana bildirdi. Yıllar boyu Türkiye’yi en sağlam şekilde desteklediğini ispat etmiş olan Amerika gibi bir müttefikin, bu şekilde neticelere olan tek taraflı bir kararla karşı karşıya bırakılmasının, Hükümetiniz bakımından doğru olduğuna hakikaten inanıp inanmadığınızı sizden sorardım. Binaenaleyh, böyle bir harekete tevessül etmeden önce Birleşik Amerika


17

Devletleri ile tam istişarede bulunmak mesuliyetini kabul etmenizi hassaten rica etmek mecburiyetindeyim. …. Aynı zamanda, Bay Başkan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik devletler arasında mevcut iki taraflı Anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda mevcut Temmuz 1947 Anlaşmasının IV’ üncü maddesi mucibince, askeri yardımın Hükümetinizin, Birleşik Devletlerin muvafakatini alması icap etmektedir. Hükümetiniz, bu şartı tamamen anlamış bulunduğunu muhtelif vesilelerle Birleşik Devletlere bildirmiştir. …. Bu şekilde size şunu bildirmek isterim ki, bizimle yeniden ve en geniş ölçüde

istişare

etmeyeceğinize

etmeksizin dair

bana

böyle teminat

bir

harekete

vermediğiniz

tevessül takdirde…”

(mektubun tam metni yazının altında) Çıkarsanız başınıza gelecekleri ben size söyleyeyim mealinde… Türk hükümeti bu mektubu yuttu. Zaten askerlerimizin adaya çıkacak durumda da olmadığı daha sonra anlaşıldı. Çünkü uçakların lastiği ve benzini Amerika’dan geliyormuş. Türkler adadan kös kös geri döndüler. Türkiye bu kadim dostuna inanmanın ne büyük bir hata olduğunu bir daha görmüştü; anladı mı derseniz, kuşkulu, bugün dahi aynı türküyle yola devam ediyoruz… Biraz kişilikli davransanız, her yılın 24 nisanında, bakın ha “Ermeni Soykırımını parlamentomda kabul ederim” diyerek şantaja devam ediyor. Her yıl bunu önlemek için bütçemizden belirli Amerikan lobilerine para aktarılıyor. Bir kişilikli yönetici çıkıp da “edersen et, bunun bedelini birlikte öderiz” diyemiyor…


18

Bıçak iyice kemiğe dayanmıştı. Kıbrıs’ta 1974’de Rumlar ayağa kalkmış, Makarios’u adadan sürmüş, Türkleri öldürmeye başlamışlardı. Türkiye sonuçta 20 Temmuz 1974 tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Garanti Anlaşması'nın III. fıkrasına dayanarak müdahale etti. Ancak bu süreci doğru anlarsak, şu andaki Türk dış politikasını daha iyi anlayabiliriz. Sonuçta Türkiye adaya çıktı, köprübaşlarını tuttu. Türkiye’nin derhal ateşi kesmesi ve geri çekilmesi emredildi. Türkiye durdu; ancak geri çekilmedi; askeri açıdan kendini garantiye almak için, bu emirlere karşı gelerek ikinci hareketi yaptı ve belirli bir alanı daha ele geçirdi. Batı, Türkiye’nin bu itaatsizliğini hiç unutmadı. İlk olarak ABD, Türkiye’ye 1974’den itibaren yaklaşık 4 yıl sürecek silah ambargosu uygulamaya ve uygulattırmaya başladı. Ordusunu Amerikan silahlarına göre donatan Türkiye çok zor durumda kaldı. Stratejik ortağımız ekonomik güçlükler çıkardı ve her siyasi platformda Türkiye’yi geri çekilmeye zorladı (hâlbuki esas stratejik ortağı olan İsrail, Filistinlilere bizim yaptığımızın bin katını yapmasına karşın kılını bile kıpırdatmıyor; hatta sürekli bu devleti yüreklendiriyor). Sonunda bir çıkar yol bulamayan Türkiye, bir onurlu davranış daha göstererek, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşuna yeşil ışık yaktı. Vay sen misin yeni bir devlet ilan etmeye izin veren! Bakın neler oldu neler… Her zaman karşılıksız dost elini uzatan Pakistan, bu defa da yanımızda yer aldı ve o gün, Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıdı. Sen misin tanıyan, sen misin Batının uslu çocuğunun şımarmasına destek sağlayan! Aynı gün stratejik ortağımız ABD, her kim ki Kıbrıs Kuzey Cumhuriyeti’ni tanırsa bizden (Batıdan) ekonomik ve askeri yardım almayacak; gerekirse ekonomik ambargo uygulanacaktır mealinde sert bir ültimatom yayınladı. Türk yetkililer alelacele Pakistan’a uçarak,


19

onların dostluğuna teşekkür edip, kararlarını geri çekmeleri için ricalarda bulundular. Pakistan tanıma kararını geri aldı. Batının içi soğumadı, hırsı hiçbir zaman dinmedi. Türkiye ne zaman ki ilgili ya da ilgisiz bir konuyu konuşmak için masaya oturdu ise, batılı dostlarımız Kıbrıs davasını ısıtıp önümüze koydular; izzetinefsimizi kıracak binbir öneride bulundular; sonunda 70 milyonluk Türkiye’yi birkaç yüz bin Rum’un önünde diz çökmeye zorladılar. Tabii Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne girmesine ve bizim için oy kullanma hakkını kazanmasına yeşil ışık yakan da yine Türkiye’nin geleceği gören (!) dar görüşlü, … siyasileri oldu. Hâlbuki geçmişteki antlaşmalarımıza göre, Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti’nin herhangi bir birliğe katılması ancak Türkiye’nin onayı ile olabilirdi ve Türkiye’nin üye olmadığı bir birliğe Kıbrıs üye olamazdı. Türkiye her zamanki gibi stratejik ortaklarına inandı ve geleceğine büyük haciz koydurdu. Şimdi birkaç Kıbrıslı Rum’un önünde diz çökün… Hâlbuki bu kişilikli kararı bir türlü içine sindiremeyen aynı Batı (AB ve ABD), Avrupa’nın göbeğinde, aynı soydan gelen, aynı dili konuşan, aynı dine mensup insanları ayrı devletler halinde parçalamada hiçbir sakınca görmedi ve her türlü olanağıyla destekledi; hatta güç de kullandı. Yugoslavya’nın parçalanma sürecini iyi bilmek gerekiyor. Aynı Batı, ne hikmetse ayrı ırktan, ayrı dilden, ayrı dinden 34 yıldır ayrı yaşayan Kıbrıs insanlarını bir araya getirmek için binbir yolu ve baskıyı deniyor. Acaba bizi çok mu seviyorlar dersiniz? Ancak biat kültürü ile yetişmiş olanlar bütün

bunları

tam

olarak

kavramakta

zorlanıyorlar.

Bakın

Batı

muhibbanlığımız (körü körüne bağlılığımız) son günlerde bile nerelere kadar ulaştı. İngiltere; Kerkük, Musul, Kuzey Irak ve Kıbrıs sorununu başımıza bela eden bir ülkedir ve Kraliçeleri de bu ülkenin siyasi oyunlarının geçmişten günümüze uzanan simgesidir.


20

Bu orta oyununun son bir perdesini de ben açıklayayım, bakalım bu yazıyı okuyanlar bu yazdıklarımı daha önce bir yerlerde okumuş ya da işitmişler midir? Eğer özel merakınız yok ise, stratejik dostlarımızın yakın çalışma arkadaşı olan hükümetlerimiz, size bu bilgileri büyük bir olasılıkla ulaştırmamak için büyük çaba göstermiş olmalıdırlar. Tarih kendini doğru okuyamayan idarelerin (bazen de idarecilerin) ait oldukları toplumların hazin akıbetleri ile doludur. Atatürk, ta 100 yıl önce, eğer Kerkük ve Musul’u verirsek, er ya da geç Kürtler ile Ermeniler Türkleri arkadan vuracaktır diyor. Şimdi mecliste stratejik dostlarımızın sıkıştırması ve cumhuriyetle kavgalı bir kesimin aracılığıyla, Atatürk’e hakaret serbest olmalıdır

yasası

onaylanmaya

çalışılıyor

ve

resimlerinin

resmi

dairelerden indirilmesi için AB baskı kuruyor. Barzani ile yapılan röportajda, Kürt Devleti kurulduktan sonra Suriye, İran ve Türkiye’den toprak talebiniz olacak mıdır diye sorulduğunda, hayır ne münasebet diyor; zaten oralar Kürt toprağıdır diye yanıt veriyor. Telefar, Suriye ile Irak Kürtleri arasında tampon görevi yapan tamamen Türk olan bir bölgedir; 1959 yılında burada çok büyük bir katliam yapıldı; hükümet bu katliam Türkiye’de duyulmasın diye basına sansür uyguladı (sağ kesimin simgesel ilahı Menderes Hükümeti); 1974 yılında tekrar katliam uygulandı; hükümet yine haberleri sansür etti (milliyetçi-mukaddesatçı hükümet tarafından). Stratejik dostlarımızın amacı, Kuzey Irak ile Suriye Kürtlerini birleştirmek ve Kuzey Irak Devleti’ni Akdeniz’e bağlamak. İkinci Irak Harekâtında, her Türkmen evine önceden GPS cihazı (uzaydan yer tespit eden cihaz) yerleştiriliyor ve daha sonra da bu cihazların yönlendirmesine göre katliam başlıyor. Bu olayı hiçbir Türk gazetesi yazmadı, hiçbir gazeteci buraya girmedi (ya da sokulmadı). Türkiye bu katliamı tek bir sözcük ile bile gündeme getirmedi, kınamadı. Bütün bunlara karşın 600.000 peşmerge askerini


21

getirip 2 yıl besleyen yine sağ kesimin ilahı sayılan muhafazakârmukaddesatçı Özal Hükümeti oldu. Bu peşmergelerin bir kısmı da Türkiye’nin başına sonradan bela oldu. 1995 yılında büyük devlet adamımız diye sunulan ve daha sonra Cumhurbaşkanımız olan Turgut Özal, 1995 yılında Mesut Barzani ve Talabani ile anlaşmaya oturarak, PKK’yı sürmeleri için onlara silah vereceğini söylemiş (güya bu ikisi PKK’yı sınır bölgesinden sürerek oraya Kuzey Iraklı köylüleri yerleştirecekmiş) ve büyük miktarlarda silah vermiştir (bizzat Sarı Zeybek olarak bilinen Osman Albay tanık olmuş) . Birkaç gün sonra ilk olarak Talabani, daha sonra Barzani PKK ile anlaşmaya oturarak, bu silahların yarısını PKK’ya vermiş ve binlerce Türk gencinin bu silahlarla, yani vergilerimizle aldığımız silahlarla öldürülmesine zemin hazırlamıştır. Büyük devlet adamı, birkaç gün sonrasını bile göremeyenlerden değil, Atatürk gibi yüzyıl sonrasını gören insanlara verilmesi gereken bir sıfattır. Sağcı basının her fırsatta büyük devlet adamı olarak sunduğu Başbakan-Cumhurbaşkanı Turgut Özal, başka bir anlaşmaya daha imza atmıştır (kimin zoruyla; tabii ki büyük stratejik ortağımız ABD’nin girişimiyle): Bu anlaşma, duyduğumuzda gururlandığımız (daha sonra öfkeye dönen), Kuzey Irakta konaşlanmasına izin verilen Türk birliğidir (bir rakama göre 5.000 bin, bir rakama göre 15.000; bir rakama göre 30.000 personelden oluşmuş). Ancak külah düşünce kellik göründü. Meğer masrafı bu fakir millet tarafından ödenen bu birlik, çoğumuzun zannettiği gibi oradaki Türkmenleri değil, Saddam’ın olası bir atağından Kürtleri korumak için gitmiş. Amerika oraya konaşlanınca, Kürtlerin korunmak için başka bir dayıya ihtiyaçları kalmadı. Ne mi oldu? Birliklerimizin güzide asker ve komutanlarının başına çuval geçirildi… Kendine saygısı olmayanların başkalarından saygı beklemesi yersiz


22

olduğu

için

yuttuk…

Ancak

halkın

uyutulabilmesi

ya

da

sakinleştirilebilmesi için Polatlı bir film ile öcümüzü sanal olarak aldık… Kafkaslarda da aynı biat kültürü sürdürülmekte; yarın başımıza neler açacağını göreceğiz. Gürcistan’da 2003 yılında yapılan Gül Devriminden sonra iktidara gelen Mihail Saakaşvili’nin Gürcistan halkına verdiği ilk söz toprak bütünlüğünü sağlayacağı yönündeydi. Gürcistan SSCB’den bağımsızlığını kazandığında aynı coğrafyada yer alan ayrıca 3 cumhuriyet özerkliğini korumuştu. Bunlardan ikisi, Abhazya ve Güney Osetya

savaşarak

bağımsızlığını

kazandı.

Saakaşvili

ilk

olarak

asimilasyona en zayıf halka olan Acaristan’dan başladı. Çünkü Türkiye’nin arka çıkmayacağını Batıdaki ağabeylerinden biliyordu. Acaristan savaşmadı. Burada Türkiye’nin etkisi büyük oldu. Bu özerk cumhuriyeti pısırıklığa iten Türkiye oldu. Türkiye’nin aslında Acaristan üzerinde garantörlük hakkı da vardı. Ama Türkiye hiçbir zaman bunu gündeme getirmedi (stratejik ağabeylerimiz izin vermemiş olmamalılar; kaldı ki Kıbrıs’taki garantörlüğümüzü zaten yüzümüze gözümüze bulaştırdık). Gürcistan, Acaristan Devlet Başkanı Aslan Abaşidze’yi Moskova’ya kovduktan sonra bu özerk bölgenin özerklik statüsünü ortadan kaldırdı. Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan ve Misakımillî sınırlarımız içerisinde yer alan Acaristan halkı toplu olarak kısım kısım Hıristiyanlığa geçirilmeye başlandı ve Acaristan bayrağına haç işareti ilave edildi. Bu özerk cumhuriyetin yutulmasına göz yumduk; bayraklarına haç takılmasını alkışladık. (bilgilerin bir kısmı Sinan OĞAN TÜRKSAM Başkanı, internetten, 08.08.2008). 08.08.2008 tarihinde Gürcistan Güney Osetya’ya saldırdı ve şehirlerinin büyük bir kısmını işgal etti; 2000’e yakın adamı öldürdü dendi. Türkiye’den, ABD’den, AB’den tısss yok. Kim mi tüm bunlara göz yumdu dersiniz; yanıt sizi şaşırtabilir: Dinle yatıp dinle kalkanlar ile


23

milliyetçiliği hiç kimseye bırakmayanlar… Uyuyun… (Oset halkı Kafkaslarda yaşayan ve kökleri Saka (İskit) halkına kadar uzanan eski bir halktır. Sakalar, M.Ö. 700 dolaylarında Karadeniz'in kuzeyinde egemen olmuş Türk halklarından birisidir. İskitlerden sonra bölgede Sarmat, Alan gibi Türk kökenli halklar egemen olmuşlardır. Daha sonra Batı Hunları bölgeyi ele geçirmişlerdir. Yani, bugün Gürcistan'ın ezmeye kalkıştığı Osetler, tarihsel kardeşimiz olan bir halktır. Stalin'in kasıtlı olarak iki parçaya böldüğü bu ülkeden Kuzey Osetya, Rusya Federasyonu içindedir. Burada 900 bin Oset yaşamaktadır. 1992 yılında Sovyetler dağıldıktan sonra Güney Osetya denilen bölgede yaşayan 100 bin kadar Oset, bağımsızlığını ilan etmiştir;

08.24.2008, Akşam Gazetesi).

Bu kadar vahşiliğe ve pervasızlığa göz yummanın, kendi geleceği açısından da büyük tehlike oluşturacağına gören Rusya, daha önce sözleşmelerin kendine verdiği haklara dayanarak, bölgeye askeri müdahalede bulundu ve gelen bilgilere bakılırsa hem Batıya hem de Gürcistan’a gerekli dersi verdi. Bu ülkelerin (Osetya ve Abazya) tam bağımsızlığını tanıyarak bölgeden çekildi. Geçmişte binbir zulüm gördüğü için Türkiye’ye sığınan bu ülkelerin, özellikle Abazya’nın halkı, Türkiye’de Abazalar olarak önemli bir topluluk oluşturdu. Bu insanlar kendine özgü gelenek ve göreneklerini de koruyarak ülkemizin en sadık vatandaşları oldular. Kafkaslarla Türkiye’nin ilişkilerinde en güçlü köprüleri oluşturdular. Geldikleri ülkenin tam bağımsızlığına kavuştuğunu duyunca İstanbul’da büyük kutlamalar yaptılar. Türk soyundan sayılan ve Müslüman olan bir ülke daha Milletler Topluluğu’na katılıyordu. Türkiye güç kazanıyordu. Sadece güç kazanma ile kalmıyor, Rusya’nın bu kararıyla, Kıbrıs davasındaki elimiz çok daha güçleniyor, örnek göstereceğimiz bir durum ortaya çıkıyordu. Türk milleti tümüyle bayram yapmalıydı.


24

Ne mi oldu? İlk olarak Türk Milleti’ni temsil ettiği varsayılan Cumhurbaşkanlığında oturan kişi, yani yasal statüsü hala tartışmalı olan Abdullah Gül, bu kutlamaları ve coşkuyu, ayrılıkçı, bölücü ve huzuru bozucu hareketler olarak tanımladı. Türkiye Batının gözü doymaz emperyalistlerine yaranması burada bitmedi; sadece sözlü yaranma ile yetinmedi. Kafkaslarda hep gözü olan ülkeler, burada, ayaklarının altındaki toprağın kaydığını görünce şiddetli kınamaların yanı sıra, NATO tatbikatı ve insani yardım altında her türlü silahlarla tam donanımlı her biri 70.000 tonluk iki firkateynin Karadeniz’e girmesi gündeme geldi. Ama uluslararası Montrö Antlaşması, bu büyük gemilerin Boğazlardan geçmesine izin vermiyordu. Türkiye'nin bugüne kadar işine gelen antlaşma Batıdaki dostlarımızın zorlaması ile delindi; gemiler geçti; hatta Rusya’nın burnunun dibine gönderdi. Rusya’nın uluslararası hukuka aykırı hareket ettiğini savunan iç işbirlikçilerimiz, ülkenin haklarının savunmasını garantileyen Montrö anlaşmasının delinmesine göz göre göre suskun kaldılar. Böylece 1936 yılında sağladığımız boğazlardan geçişi kontrol hakkımız, güçlü bir devletin (ABD’nin) bastırmasıyla delindi. Türkiye gelecekte bu yaranmanın acısını çok çekecektir. Yarın öbür gün Rusya da aynı gerekçelerle bastırırsa ne olacak? Yüzlerce yıldır politikamızın

temelini oluşturan Boğazlar

Sorunu,

bugüne kadar

Boğazlara egemen olan Türkiye Cumhuriyeti'nin, işbirlikçi iktidarıyla yaratmış olduğu yeni bir sorun olarak bizzat Türkiye'nin karşısına çıkmayacak mı? (sözleşmeye göre: Karadeniz ülkeleri haricindeki ülkelerin hafif su üstü gemileri, küçük savaş gemileri ve yardımcı gemileri, toplam tonajları 15 bin tonu ve sayıları 9'u geçmemek şartıyla Boğazlardan geçebilirler). Hâlbuki geçen tek bir savaş gemisinin bile tonajı 70.000. Türkiye bir de kendini haklı çıkarabilmek için, herkesi güldürecek bir saptamayı dünya kamuoyuna duyurdu. Füze ve diğer tüm silahlarla tam donanımlı bu gemiler Gürcistan’a çocuk maması ve insani


25

yardım malzemesi taşıyormuş. Dünyada ilk defa mama taşıyan bir savaş gemisi olgusu, Türk idarecilerin saptaması ile dünya siyasi tarihine girmiş oldu… Biat kültürü demek ki insanları aptallaştırıyor… Avrupa Birliği ile Türkiye arasında müzakereler başlasın mı başlamasın mı sorunu gündeme geldiğinde ve Avrupa’nın yan çizdiği günlerde, Rusya başbakanı Putin Türkiye’ye gelerek (bizim stratejik ortağımız diyerek) arka çıktığı Türkiye, Rusya’yı arkadan vuruyordu. Rusya gecikmedi, affetmedi; neredeyse 2008 yılında 38 milyar dolara (Türkiye açısından birinci ya da ikinci sırada ticaret ortağı olan bir ülke) ulaşan ticaretimize kota koydu, Türk kökenli malların Türkiye ve Avrupa üzerinden Rusya’ya girişine sıkı denetim getirdi. Türkiye’nin enerji bakımından bel bağladığı ve en çok gereksinmesi olan doğal gaz durumu da tartışmaya açıldı. Stratejik ortaklarımız uzaktan kıs kıs gülerken, kara kara düşünme sırası Türkiye’ye geldi… Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, anayasasında Türkiye’nin doğu kesimindeki toprakların Ermeni toprağı olduğunu ve Türkiye’den bu yönde talepleri olacağını madde olarak koymuş; Ağrı Dağı’nı bayrağına simge olarak almış; dünyanın tüm ülkelerinde yaptığı girişimlerle Türklerin soykırım yaptığına ilişkin yasa çıkarttıran ya da çıkarılmasına zorlayan, bize en zor günlerimizde her türlü desteği sağlayan Azerbaycan Devleti’nin Karabağ bölgesini işgal ederek on binlerce Azeriyi öldürüp, bir milyonuna yakınını göçe zorlayan bir devleti, geçmişte, bu devleti ziyaret edenleri ya da bu devletten gelecek ziyaretçileri (Cumhur Başkanı Turgut Özal’ın ölümü nedeniyle Türkiye’ye gelen Ermenistan Devlet Başkanı’nın ziyareti nedeniyle mecliste yaptığı konuşmada) kabul etmenin bir çeşit vatana ihanet eden o zamanın parlamenteri, bugünün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ne oldu da tüm bu düşüncelerinden vazgeçti? Ermenistan mı isteklerinden vazgeçti?


26

Görünürde böyle bir gelişme yok. Yoksa geçen bu süre zarfında Cumhurbaşkanının futbola merakı önüne geçilemez bir hal mi aldı? Bunu kimse anlamış değil! Belki, Türkiye’nin çıkarlarını korumakla yükümlü cumhurbaşkanımızın –halkın tüm muhalefetine karşın- bu 180 derecelik dönüşünü, bu ziyareti canı gönülden destekleyen (zorlayan da olabilir) ABD ve AB ülkelerinin dışişlerinden gelen açıklamalar önemli ipuçları verebilir? Türkiye’nin başına iyice çorap örebilmek için Azerbaycan’ın da Türkiye’nin yanından çekilmesi gerekirdi, öyle de olacağa benzer. Cumhuriyet Türkiyesi’nin meclislerinin (parlamentolarının) yıllık açılış törenlerinde bugüne kadar benimseyelim ya da benimsemeyelim Cumhurbaşkanlarımız konuşmalarını yaparken açılış geleneği olarak (belki de bir yönergeyle esasa da bağlanmış olabilir) frak ya da smokin giymişlerdi. Abdullah Gül, kendini oraya ulaştıran bir kesime ben sizdenim ve Batı değerlerini esasında benimsemiyorum mealinden göz kırpmak için olacak Türk parlamento tarihinde ceketle konuşma yapan ilk cumhurbaşkanı oldu. Kimse bir şey diyemedi, demedi. Ancak 12 Nisan’da (2008) başlayan İngiltere Kraliçesi III. Elizabet’in ziyareti nedeniyle, İngiltere sarayının bir protokol memuru, kraliçemizi frakla ya da

smokinle

karşılamak

zorundasınız

buyruğunu

dikkate

alan

Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, franklarını giyerek İngiltere Kraliçesini karşıladı. Doğrusunu isterseniz, Atatürk’ün onurlu Türkiye’sinin bir mensubu olarak, böyle bir franklı tabloyu içime sindiremedim. İşin en ilginç yanı Abdullah Gül’ün eşi sayın “First Lady” Fahrünnisa Hanımın ve Abdullah Gül’ün, haydi şimdi kadehlerimizi kaldıralım diyen III. Elizabeth’in dileğiyle, içinde ne olursa olsun (ister içki olsun ister olmasın, kadeh içecek kabı değil içki kabıdır ve içkinin simgesidir), bugüne kadar içkiyi günah saymış bir akımın temsilcisi olduğunu göz ardı ederek, halkın gözünün içine baka baka kaldırmaları ve “tıklatmaları”,


27

artık bunun bir dilek değil bir buyruk olduğu izlenimini doğurmuştur. Görüyorsunuz biat kültürü insana frak da giydiriyor, kadeh de kaldırtıyor. Bu Batının egemenliğini, Türkiye’nin de teslimiyetçiliğini tescil eden acı bir tablodur. Diyebilirsiniz ki bir ülkenin simgesi olan bir kişi, başka bir ülkeyi ziyaret

ediyorsa,

onu

memnun

etmek

için

kendi

usullerini

ve

alışkanlıklarını uygulama misafirperverliğin bir gereğidir. Pekâlâ, İran’ı ziyaret eden başbakanımıza, yere sofra bezi serilerek, onun üzerinde yemek ikram edilmesini ve bizimkilerinin de bağdaş kurarak bu sofraya yanaşmalarına ne diyeceksiniz? ABD başta olmak üzere, Batı, kendi dışındaki kişilikli devletlere ve yöneticilere hiçbir zaman hoşgörülü olmadı; olmayacaktır da. Hâlbuki Kıbrıs Harekâtı’nı bahane ederek, NATO’dan çekilen Yunanistan’ın tekrar geriye dönmesini veto eden Türkiye’ye vetosunu geri çekmek için baskı üzerine baskı yapıldı; birçok vaatlerde bulunuldu; sonunda 1980 darbesini fırsat bilerek (belki de bu nedenle de darbe yapılmış olabilir); yine birçok vaatlerle Türkiye’deki cuntayı kandırıp Yunanistan’ı tekrar NATO’ya aldırdılar. Vaatlere ne oldu derseniz, geçen 28 yıl içerisinde hiç birini yerine getirmediler; üstüne üstlük Türkiye’ye yeni yaptırımlar getirdiler. Esasında

Kıbrıs

Barış

Harekâtı’nda

Türkiye’deki

yönetimin

bağımsız hareket ettiğine ilişkin de önemli kuşkular mevcuttur. Bu hareketin yapılabilmesi için Kıbrıs’ta yıllarca milis hareketini (Kıbrıs Mücahitlerini) hazırlayan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir mensubundan öğrendiğim şu bilgilerin teyit edilmesi, yakın tarihimiz konusunda önemli ışık tutacaktır. Silahlı Kuvvetlerimiz beklenmeyen bir durum karşısında gerekli hazırlıkları yapma görevini o günlerde kontur gerilla olarak çok


28

tartışılan bir özel birlik aracılığıyla yapıyormuş. Kontr (ya da kontur) Gerilla olarak bilinen yasal durumu bilinmeyen bu düzenleme, 1970’lerin siyasilerinin en çok konuştukları konuydu ve halkın büyük bir kısmı da bunu bir türlü kavrayamamıştı. Böyle bir kuruluşun oluşunun doğru olup olmadığını şimdilik siyasi tarihçilere bırakalım. Ancak, bu Kontur Gerillayı da en çok tenkit eden Bülent Ecevit’ti. Harekâttan önce Kontur Gerilla Kıbrıs’ta çok sayıda milis eğitti (sayılarının 15.000 olduğu söyleniyordu); acil durumlarda köşe başlarını nasıl tutabilecekleri öğretildi. Bu harekâtın içinde olan yakın tanıdığım bir subay o günlerdeki gelişmeyle ilgili şunları anlattı: Başbakan Bülent Ecevit, İngiltere’ye gidip harekât için icazet aradığında, Türk Ordusu adaya çıkmak için harekâtı başlatmıştı. Bülent Ecevit olumsuz cevap alarak Türkiye’ye dönüp geldiğinde, komutanları odasına çağırarak, şimdi ne yapacağız diye sorduğunda, komutanlar “Başbakanım şu anda tüm hazırlıklar tamamlanmıştır” yanıtını almıştır. Bülent Ecevit şaşkınlığını gizleyemeyerek nasıl yani, orada köprübaşını oluşturmadan mı müdahaleye kalkışıyoruz diye sorduğunda, yetkili subay, “Sayın Başbakanım, yıllarca tenkit ettiğiniz Kontur Gerilla bu köprübaşlarını bizim için hazırlamıştı yanıtını veriyor (teyit için keşke o günün yetkili komutanlarının bilgisine başvurulabilse). Bu son paragrafta verilen bilginin muhakkak teyit edilmesi gerekir. Çünkü neredeyse son 3 çeyrek asırdır verebildiğimiz bağımsız, kişilikli tek kararın da bir topyekûn uzlaşma sağlanan bir hükümet kararı olmama olasılığını öğrenme de bu topluma çok şey kazandırabilir diye düşünüyorum. Türkiye karnını doyurmak için büyük ümitler bağladığı GAP (Güney Anadolu Projesi)’da Atatürk Barajı’nın yapımına ABD ve AB şiddetle karşı çıktı ve ABD, “kim kredi verirse o devlete yaptırım uygulayacağım” diye tüm dünyayı tehdit etti ve Türkiye’yi mali olarak sıkıştırdı. Türkiye


29

kendi olanakları ile barajı bitirdi; ancak dünyada sadece birkaç yabancı firmanın yapabildiği 800 tonluk savak kapağını ithal etmeye yeltenince, stratejik dostumuz(!), tekrar devreye girerek, “kim ki bu kapakları Türkiye’ye imal ederek gönderirse ona ekonomik ambargo uygularım” diye tehdit etti. Bu kapaklar sonunda Gaziantepli ustalarımız tarafından imal edildi ve yerlerine takıldı; en az bu ürün bakımından Batının monopolü de kırılmış oldu. AB ve özellikle ABD, Türkiye’yi soyan işbirlikçi bürokratlara, Türkiye’yi sinsi sinsi şeriat devletine çevirmeyi amaçlayan akımlara ve kişilere hem destek verdi hem de kollarını açtı; onları korudu ve Demokles’in kılıcı gibi üstümüzde tutulmasına destek sağladı. Yetmedi, Türkiye’de

binbir

emekle

okuttuğumuz

en

yetenekli

gençleri

sorgulamadan ülkesine çağırarak Türkiye’nin bilimsel potansiyelini (keza birçok başka ülkenin de) zayıflattı; beyin göçüne gerekli her türlü desteği verdi ve vermekte. Türkiye’nin başına bela olan PKK teröristlerinin elindeki modern silahların on binlercesinin Amerikan silahı olduğu tespit edildi; dağdaki teröristlere helikopterle yardım paketleri atarken fotoğrafları çekildi. Şimdi Türkiye’ye destek veriyor gibi görünüyorsa muhakkak bir hesap vardır; hele şu İran meselesini bir görelim… Esasında biz göreceklerimizi gördük; ama anlamadık; çok uzakta değil iki yıl önce yapılan bazı ziyaretlerden çok önemli sonuçlar çıkarmak mümkün; tabii bu sonuçları çıkarabilmek için ilk olarak biat kültüründen kurtulmuş olmak; gözlerimizin önündeki perdeyi kaldırmış olmamız gerekiyor. Bu, anlayanlar için göz açan olay neydi? Bakalım! Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush, NATO Zirvesi için Türkiye’ye geldiği tarih (28-29 Haziran 2004’de), Türkiye’nin Avrupa


30

Birliği’ne girip giremeyeceği henüz belli olmayan ve Avrupa’nın önde gelen ülkelerinin başkanlarının, Türkiye’yi din, büyüklük ve sosyal gerilik nedeniyle içlerine alamayacağı; sadece özel statü verebileceklerini açık açık dile getirdikleri bir tarihti. Bu ziyaretin Türkiye’ye destek için olmadığı, Orta Doğu sorunları ile ilgili olduğu sonra anlaşıldı. Bu ziyaretle başlayan olaylar yakın tarihimize ışık tutacak nitelikte görünmektedir. Gerçi Türkiye bu tip ikinci sınıf muameleye alışıktı. Büyük fedakârlıklarla, çok büyük bir başarıymış gibi gösterilen NATO’ya girişimiz de özünde onur kırıcıdır. NATO özünde komünizme, daha doğrusu Sovyetler Birliği’ne karşı kurulmuş bir ittifaktı. Birliğin temel anlaşmasında şöyle bir not düşülmüştü. Bir NATO ülkesine yapılan saldırı diğerlerine yapılmış sayılır. Ancak, Türkiye girdikten sonra “kanat ülkeleri” diye tanımlama çıktı. Bunun açılımı şuydu, eğer Sovyetler Birliği ani bir saldırıya geçerse, elit NATO ülkelerine zaman kazandırma için, bu saldırıyı ilk önleyecek ülkeler kanat ülkeleri olacaktır. Çünkü Kızıl Ordu harekete geçtiğinde, bu hareketin ilk durdurulabileceği yerin Ren Nehri (Fransa’ya birkaç 10 kilometre yakında) olacağı düşünülüyordu. Yani Almanya’nın yüzde 90’ı bile bu ilk saldırıda işgal ediliyordu. Norveç, Türkiye gibi ülkeler kanat ülkeler olarak tanımlanmıştı. Nedeni de birim alan başına düşen adam sayıları bu ülkelerde az olduğu için, zayiat daha az olsun diye böyle bir plan yapılmış. Sonunda anlaşıldı ki, bu anlaşmanın temelinde, kanat ülkelere yapılacak saldırılar topyekûn bir karşı koymanın nedeni de sayılmıyormuş. Bu ülkelere saldırılarda hiçbir suretle atom başlıklı bombalarla savunma yapılmayacakmış. Yani Türkiye Batının jandarması olarak bu anlaşmaya alınmış. Hem de nasıl? Tüm ordularını NATO emrine vererek. Daha sonra Ege sorunu çıkınca, Türkiye bağımsız hareket edecek 4. Orduyu (Ege Ordusunu) kurmak zorunda kaldı. Jandarmalık görevini yaptı mı? Yaptı diyebiliriz. O


31

dönemde komşularımızdan hiçbir ciddi tehdit olmamasına karşın, dünyanın en büyük birkaç ordusundan birini besledik (bugün hala öyle), böylece sevgili dostumuz Amerika ve Batı ülkelerine geceleri rahat uyuma fırsatını yarattık. Daha sonra da Afganistan’dan Sudan’a nerede bir çıkar çatışması olduysa, Batının jandarması olarak orada olduk. Türkçedeki şu özdeyiş, her ne kadar ülkemizdeki bir grup insan için söylenmişse de, bu özdeyiş bizim hepimiz için geçerli olacağa benziyor: “Alavere dalavere, Kürt Mehmet Nöbete”. Kendisine saygısı olmayan başkasından niye saygı bekler? Bush, büyük tantanalarla ve en üst düzey korumayla İstanbul’a indi, ancak ilk ziyareti herhangi bir Türk kuruluşu olmadı. Kendisi Kalvinist olmasına karşın, ben ilk olarak Ortodoks Patrikhanesi’ni ziyaret edeceğim dedi ve öyle de yaptı. Patrikhane’nin bir ekümenlik olacağını açık açık müjdeledi. Yani daha Türk makamları ile temasa geçmeden, Türkiye’nin göbeğinde, Türk yasalarından bağımsız olacak, kendi hukukuna sahip, yani yeni bir Vatikan’ın kuruluşunu Hıristiyan dünyasına müjdeledi. Türkiye’den ve diğer İslam ülkelerinden “tısss” yok. Bununla yetinmedi, Heybeliada Ruhban Okulu’nun derhal açılmasını talep etti; bununla da yetinmedi Kuzey Irak yönetimi ile siyasi temas kurmamızı önerdi. PKK ile mücadelede açık açık destek sözü de vermedi. Bush, gözümüzün içine baka baka Türkiye’nin başına bela sarıyordu; ancak biat kültüründen gelenler hürmette kusur etmemeliydi; etmediler de. Buraya kadar olanlar Türkiye için alışılagelmiş kazıklanmalardı; dolayısıyla fazla şaşırmadık. Ancak bu ziyareti izleyen birkaç gün içerisinde, tam da Avrupalıların Türkiye’yi dışlamak için açıklamalar yaptığı günlere denk gelen bir tarihte, Rusya Başkanı Vladimir Putin çıkageldi (4 Aralık 2004). Yeşilköy Havaalanına iner inmez, gazeteciler şu soruyu sordular: Patrikhaneyi ziyaret edecek misiniz? Kendisi de bir


32

Ortodoks olan Putin, orası neresi, ben öyle bir yer tanımıyorum diye, İstanbul Fener Patrikhanesini görmemezlikten geldi, daha doğrusu ekümenlik rüyasına büyük bir darbe vurdu; bu Türkiye’ye verilmiş önemli bir

destekti.

Putin,

bununla

da

yetinmedi,

Ankara’da

elini

Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in omzuna atarak, tüm dünya basını önünde şu sözleri açık açık beyan etti: Türkiye bizim stratejik dostumuzdur ve hep öyle de kalacaktır. Biz her zaman Türkiye ile yakın ilişkilerin olmasını arzu ediyoruz. Bu Batıya verilmiş en önemli yanıt ve Türkiye’ye verilmiş en büyük destekti. Avrupa’nın karar vermesine üç gün kala, dev Rusya’nın Türkiye’ye açık açık desteği göz ardı edilemezdi. Avrupa hemen çark etti ve Türkiye ile müzakerelere girilmesine karar verdi. Bizim siyasetçilerimiz de –fırsatı kaçırmadan- bu çark etmeyi kendi başarılarıymış gibi sundular. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra verilmiş en büyük destekti. Ancak bundan sonra olanlar Türkiye’nin medyasını da tanıma açısından son derece önemlidir. Putin’in Ankara’yı ziyaret ettiği gün, Türkiye’deki televizyonların yayınlarını bir incelemeye alalım. Bir ülkenin başkanı diğer bir ülkeyi ziyaret ettiğinde, iki ülkenin geçmişteki iyi ilişkileri dile getirilir; gelecekteki ilişkilerinin yararları anlatılır; yemeklerinden, folklorundan, müziğinden bahsedilir, yani kural olarak hep iyi şeylerden bahsedilir. Ancak, o gün televizyonları seyreden ve seyrettiğini anlayanlar şok olmuş olmalı. Yabancı adla Türkçe yayın yapan televizyonun biri, Ukrayna’yı anlatıyor ve yeni seçilen Başkanının nasıl Rusya yanlısı değil de Batı yanlısı biri olarak seçildiğini ballandıra ballandıra anlatıyor ve sanki bu müdahaleyi Türkiye yapmış gibi bir görüntü veriyordu. Canı sıkılan biri, yine yabancı adlı Türkçe yayın yapan başka bir kanala geçtiğinde, Rusya’nın Sibirya’da Almanları ve Türkleri nasıl öldürdüğünü en vahşi görüntülerle seyirciye ulaştırdığına tanık oluyordu; bu ihanete daha fazla tahammül


33

edemeyen biri başka bir kanala geçtiğinde de Gürcistan’da seçilen Rusya

yanlısı

Başkanın,

Amerika’nın

zorlamasıyla

nasıl

alaşağı

edildiğini, Rusya yanlısı 20.000 polisin nasıl etkisiz hale getirildiğini ve Amerikan yanlısı yeni Başkanın nasıl başa geçirildiğini ballandıra ballandıra anlattığını görecekti. Kaldı ki, yeni Başkan gelir gelmez, Gürcistan bayrağına bir haç simgesi yerleştirdi ve Gürcistan’ın kuzeyine yani güney Osetya’ya bir Amerikan birliğinin yerleşmesi için izin verdi. Bu yerleştirilen birlik özünde Türkiye’nin stratejik önemine büyük bir darbeydi. Bu televizyon kanalı neden bayram yapıyordu anlayan beri gelsin? Bütün bu yayın organlarını işbirlikçi ve satılmış olarak düşünen biri, doğal olarak millî kanallarımıza yönelecekti. Ben de öyle yaptım. Kumandayı TRT’ye zipledim. TRT, şu anda tam hatırlamıyorum, ancak Konya Spor-Çorum Spor gibi, ikinci dereceden takımların karşılaşmasını veriyordu; daha sonra da bir çocuk programı koydu. O zaman anladım ki Türkiye’nin işi çok zor. Atatürk’ün gençliğe hitabetinde yazılı olduğu gibi tersaneleri işgal edilmiş. Bütün bu anlattıklarımız özünde yeni bir şey değildi, Türkiye bugün çok kişinin ayrıntısını bilmediği çok daha onur kırıcı davranışlara muhatap olmuştu. Özünde perşembenin gelişi çarşambadan belliydi; ancak anlayanlar için. 1960’ların dünya ve özellikle Türkiye tarihini belirleyen iki olayı da anlatmak ve anlamak gerekiyor. Rejimini benimsesek de benimsemesek de her zaman birlikte yaşayacağımız komşumuz Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nin üzerinde, parlamentomuzun ve hatta büyük bir olasılıkla bakanlarımızın bile haberi olmadan, Türkiye üzerinden kalkan Amerika’nın U-2 olarak bilinen uçakları çok yükseklerden uçarak casusluk yaptılar. Sonunda SSCB, birini (1 Mayıs 1960’ta) bir füze ile yere indirince Türkiye’nin daha


34

doğrusu Türkiye’yi idare ettiği varsayılan insanların misyonu dünyaya deşifre oldu. Yetmedi!

Sovyet

Sosyalist

Cumhuriyeti

Amerika’ya

güvenilmeyeceğini anladığı için Küba ile stratejik işbirliği çerçevesinde, Amerika’nın Küba’ya saldırdığı (daha doğrusu 1959 yılında Domuzlar Körfezi olarak bilinen başarısız çıkarması) gerçeğini de göz önüne alarak, füze rampaları kurmaya başladı (1962 yılı); çok gergin bir ortam oluştu; Sovyetler başkanı Nikita Sergeyeviç Kruşçev ayakkabısını çıkararak Birleşmiş Milletler’in kürsüsüne vurdu. Amerika 22 Ekim 1962 tarihinde Küba’yı ablukaya almaya başladı. Sovyet askeri gemileri Küba’ya doğru ambargoyu delmek için yol almaya başladı; Amerika deniz kuvvetleri Sovyetlerin askeri gemilerinin önünü kesmeye kalkıştı; sonunda dünya nükleer bir savaşın eşiğine geldi. Birdenbire bu aşamada bir anlaşma oldu; Sovyet gemileri geri çekildi. Kısa bir zaman sonra durum anlaşıldı. Kruşçev, 27 Ekim 1962’de Kennedy’e gönderdiği mektupta, “ABD’nin Türkiye’deki benzer füzeleri sökmesi halinde (ABD 1960 yılında Türkiye’ye Jüpiter füzeleri yerleştirmişti) SSCB’nin de Küba’dakileri sökeceğini” belirtiyordu. Meğer Amerika, işbirlikçi Türk yöneticileri hariç, hiç kimsenin hatta meclisin bile haberi olmadan, uzan zamandan beri, komşumuz Sovyetleri vuracak atom bombalarını Türkiye’nin birçok yerine yerleştirmiş. Amerika bu füzeleri, Küba’ya nükleer silah sevkini durdurursa, geriye çekeceğini taahhüt ediyor. Türkiye halkının bunların hiçbirinden haberi yok tabii… Sonunda Batı gazetelerinin birinde durum yayınlanınca, Türk halkı da öğrenmiş oluyor (ancak bugün hala bunun ne anlama gelip gelmediğini anlayıp anlamadığı da tartışmalı). Son derece onur kırıcı bir durum ortaya çıkıyor. O günlerde gözde mizah dergisi olan (galiba) Akbaba Dergisi bir karikatür yayınlıyor. Üzerlerinde ABD ve SSCB yazan iki


35

tüccar ellerini uzatmış sıkı bir şekilde pazarlık yapıyorlar; aralarında Türkiye yazılan bir koyun da mel mel bakıyor… Yıllarca

özgür

dünyanın

kılıcı-kalkanı

ve

demokrasinin

yetiştirilmekte olan nadide çiçeği olarak dünyaya takdim edilen Türkiye, Avrupa ve Batı kapılarının önünde dilenci gibi bekletilip, her fırsatta aşağılanırken; ABD’nin dostları olmadığı için bir zamanların küçük görünen, küçümsenen Letonya, Litvanya, Estonya, Polanya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Romanya ve Bulgaristan, Sovyetler Birliği yıkılır yıkılmaz bir kalemde AB içine alınıp onure edilirken, yıllarca Batı dünyasının kılıcını savurmuş Türkiye, bu ülkelerin oylarına muhtaç hale getirildi. Sevgili stratejik dostumuz ABD ve Avrupa ülkeleri, NATO’ya giriş tarihimiz olan 1950 yılından bu yana, bir yerlere saldırmak için köprübaşı oluşturacak organizasyonlar hariç, Batının hiçbir uygarlık projesine ya da birliğine

katılabilecek

tarzda

bu

değerli

ortağını

hazırlamış

ve

benimsemiş değil. Bu genel mantık açısından Türkiye’nin bir kaybıdır; ancak Batının da bir ayıbıdır. Ancak, Batı, karşısında utanacak ya da kendini utandıracak bir yönetim (demokrasiyle idare edildiğimize göre bunları değerlendirecek bir toplum!) göremediği için, arsız arsız sırıtmaya devam ediyor…

“Eşek en fazla üç defa çamura batar” atasözümüz acaba niye söylenmiş?

Prof. Dr. Ali Demirsoy Hacettepe Üniversitesi


36

+++

Johnson Mektubu (tam) “Washington: 5 Haziran 1964 Sayın Bay Başbakan (İnönü), Türkiye Hükümetinin, Kıbrıs’ın bir kısmının askeri kuvvetle işgal etmek üzere müdahalede bulunmaya karar vermeyi tasarladığınız hakkında Büyükelçi Hare vasıtasıyla sizden ve Dışişleri Bakanınızdan aldığım haber beni ciddi surette endişeye sevk etmektedir. En dostane ve açık şekilde belirtmek isterim ki geniş çapta neticeler tevlit edebilecek böyle bir hareketin Türkiye tarafından takip edilmesini, Hükümetinizin bizimle evvelden tam bir istişarede bulunmak hususundaki taahhüdü ile kabili telif addetmiyorum. Büyükelçi Hare, görüşlerimi öğrenmek üzere birkaç saat tehir etmiş olduğunuzu bana bildirdi. Yıllar boyu Türkiye’yi en sağlam şekilde desteklediğini ispat etmiş olan Amerika gibi bir müttefikin, bu şekilde neticelere olan tek taraflı bir kararla karşı karşıya bırakılmasının, Hükümetiniz bakımından doğru olduğuna hakikaten inanıp inanmadığınızı sizden sorardım. Binaenaleyh, böyle bir harekete tevessül etmeden önce Birleşik Amerika Devletleri ile tam istişarede bulunmak mesuliyetini kabul etmenizi hassaten rica etmek mecburiyetindeyim. 1960 tarihli Garanti Antlaşması ahkâmı gereğince böyle bir müdahalenin caiz olduğu kanaatinde bulunduğunuz intibaındayım. Bununla

beraber

Türkiye’nin

mutasavver

müdahalesinin,

Garanti

Antlaşması tarafından sarahaten men edilen bir hal sureti olan takvimi gerçekleştirme gayesine matuf olacağı yolundaki anlayışımıza dikkatinizi çekmek

zorundayım.

Ayrıca,

söz

konusu

Antlaşma

teminatçı


37

devletlerarasında

istişareyi

gerektirmektedir.

Birleşik

Amerika

bu

durumda, tek taraflı harekete geçme hakkının henüz kabili telif olmadığı kanaatindedir. Diğer taraftan, Bay Başbakan, NATO vecibelerine de dikkat nazarınızı celp etmek mecburiyetindeyim. Kıbrıs’a vaki bir Türk müdahalesinin Türk-Yunan kuvvetleri arasında askeri bir çatışmaya müncer olacağı hususunda zihninizde en ufak bir tereddüt olmamalıdır. Dışişleri Bakanı (Dean) Rusk Lahey’de yapılan son NATO Bakanlar Konseyi toplantısında, Türkiye ile Yunanistan arasında bir harbin “kelimenin

tam

manasıyla

düşünülemez”

olarak

telakki

edilmesi

gerektiğini beyan etmişti. NATO’ya iltihak, esası icabı olarak, NATO memleketlerinin birbirleriyle harp etmeyeceklerin kabul etmek demektir. Almanya ve Fransa NATO’da müttefik olmakla yüzyıllık husumet ve düşmanlıklarını gömmüşlerdir; aynı şeyin Yunanistan ve Türkiye’den de beklenmesi gerekir. Ayrıca, Türkiye tarafından Kıbrıs’a yapılacak askeri bir

müdahale

Sovyetler

Birliğinin

meseleye

doğrudan

doğruya

karışmasına yol açabilir. NATO müttefiklerinizin tam rıza ve muvafakatleri olmadan Türkiye’nin girişeceği bir hareket neticesinde ortay çıkacak bir Sovyet müdahalesine karşı Türkiye’yi müdafaa etmek mükellefiyetleri olup olmadığını müzakere etmek fırsatını bulmamış olduklarını takdir buyuracağınız kanaatindeyim. Diğer taraftan Bay Başbakan, bir Birleşmiş Milletler üyesi olarak Türkiye’nin vecibeleri dolayısıyla da endişe duymaktayım. Birleşmiş Milletler adada sulhu korumak için kuvvet temin etmiştir. Bu kuvvetlerin vazifesi zor olmuştur, fakat geçen son birkaç hafta zarfında, Adadaki şiddet

hareketlerinin

azaltılmasında

tedrici

bir

şekilde

muvaffak

olmuşlardır. Birleşmiş Milletler Arabulucusu henüz işini bitirmemiştir. Hiç şüphem yok ki, Birleşmiş Milletler üyelerinin çoğunluğu, Birleşmiş Milletler gayretlerini baltalayacak olan ve bu zor meseleye Birleşmiş milletler tarafından makbul ve barışçı bir hal tarzı bulunmasına yardım


38

edebilecek herhangi bir ümide yıkacak olan Türkiye’nin tek taraflı hareketine en sert şekilde tepki gösterecektir. Aynı zamanda, Bay Başkan, askeri yardım sahasında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında mevcut iki taraflı Anlaşmaya dikkatinizi çekmek

isterim.

Anlaşmasının

IV’

Türkiye üncü

ile

aramızda

maddesi

mevcut

mucibince,

Temmuz askeri

1947

yardımın

Hükümetinizin, Birleşik Devletlerin muvafakatini alması icap etmektedir. Hükümetiniz, bu şartı tamamen anlamış bulunduğunu muhtelif vesilelerle Birleşik Devletlere bildirmiştir. Mevcut şartlar tahtında Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından temin edilmiş olan askeri malzemenin kullanılmasına Birleşik devletlerin muvafakat etmeyeceğini samimiyetimle ifade etmek isterim. Mutasavver (tasarlanan) Türk hareketinin fiili neticelerine gelince, böyle bir hareketin Kıbrıs adası üzerinde on binlerce Kıbrıslı Türk’ün katledilmesine yol açabileceği keyfiyetine en dostane bir şekilde dikkatinizi çekmek mecburiyetini hissediyorum. Tarafınızdan böyle bir harekete tevessül edilmesi, infiali mucip olacak ve girişeceğiniz askeri hareketin himaye etmeye çalıştığınız kimselerin pek çoğunun imhasını önlemeye yeter derecede müessir olması imkânsız olacaktır. Binleşmiş Milletler kuvvetlerinin mevcudiyeti böyle bir faciayı önleyemez. Sözlerimi pek fazla sert bulabilir ve bizim, Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin ilgisine karşı bigane olduğumuzu düşünebilirsiniz. Durumun böyle olmadığını size temin ederim. Gerek alenen gerek hususi olarak, Kıbrıs Türklerinin emniyetini sağlamakta ve Kıbrıs meselesinin nihai hal tarzının konuyla doğrudan doğruya ilgili tarafların rızasına dayanması hususu üzerinde ısrar etmekte gayret gösterdik. Amerika Birleşik Devletlerini sizin lehinize yeter derecede faaliyet sarf etmediği hissini taşımanız mümkündür. Fakat herhalde bilirsiniz ki politikamız Atina’da en sert şekilde infiale yol açmış (bizim aleyhimize orada nümayişler yapılmış) ve


39

Amerika Birleşik Devletleri ile Başpiskopos Makarios arasında esaslı bir uzaklaşma husule getirilmiştir. Daha birkaç hafta önce yaptığımız görüşme sırasında Dışişleri Bakanınıza da söylediğim gibi, Türkiye ile olan münasebetlerimize çok büyük değer veriyoruz. Sizi kendisiyle temel menfaatlerimiz olan büyük bir müttefik telakki etmişizdir. Sizin güvenlik ve refahınız Amerika halkı için ciddi bir alaka mevzuu olagelmiş ve bu alakamız en pratik şekillerde ifadesini bulmuştur. Biz ve Siz komünist dünyasının ihtiraslarına karşı koymak üzere birlikte dövüştük. Bu tesanüt bizim için büyük bir mana ifade etmektedir. Hükümetiniz ve halkınız için de aynı derecede bir mana taşıdığını ümit ederim. Kıbrıs’la ilgili olarak Türk cemaatini tehlikeye maruz bırakacak herhangi bir hal tarzını desteklemeyi düşünmüyoruz. Nihai çözüm yolu bulmaya muvaffak olamadık, zira bunun dünyadaki en girift meselelerden biri olduğu aşikârdır. Fakat Türkiye ve Kıbrıslı Türklerin menfaatleri konusunda ciddi şekilde alakadar olduğumuz ve alakadar kalacağımız hususunda sizi temin etmek isterim. Nihayet Bay Başbakan, en ciddi meseleyi, harp mı, sulh mu meselesini vazetmiş bulunuyorsunuz. Bu meseleler Türkiye ve Birleşik Devletler arsındaki iki taraflı münasebetlerin çok ötesinde giden meselelerdir. Bunlar, sadece Türkiye ve Yunanistan arasında bir harbi muhakkak olarak tevlit etmekle kalmayacak, fakat Kıbrıs’ a tek taraflı bir müdahalenin doğuracağı, önceden kestirilemeyen neticeler sebebiyle, daha geniş çapta muhasamata (çatışmaya) yol açabilecektir. Sizin Türkiye Hükümetinizin Başbakanı olarak mesuliyetiniz var, benim de Birleşik Amerika Başkanı olarak mesuliyetim mevcuttur. Bu sebeple, en dostane şekilde size şunu bildirmek isterim ki, bizimle yeniden ve en geniş ölçüde istişare etmeksizin böyle bir harekete tevessül etmeyeceğinize dair bana teminat vermediğiniz takdirde, meselenin gizli tutulması hususunda Büyükelçi Hare'e yaptığınız talebinizi kabul


40

etmeyecek ve NATO Konseyi ile Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyinin acilen toplantıya çağrılmasını istemek mecburiyetinde kalacağım. Bu mesele hakkında sizinle şahsen görüşebilmemizin mümkün olmasını isterdim. Maatteessüf, mevcut Anayasa hükümetimizin icabı dolayısıyla, Birleşik Amerika’dan ayrılamamaktayım. Teferruatlı müzakereler için siz buraya gelebilirseniz bunu memnuniyetle karşılarım. Genel barış ev Kıbrıs meselesinin aklıselime ve sulh yoluyla halli hususunda sizinle benim çok ağır mesuliyet taşımak olduğumuzu hissediyorum. Bu itibarla aramızda en geniş ve en samimi istişarelerde bulununcaya kadar sizin ve meslektaşlarınızın tasarladığınız kararı geri bırakmanızı rica ederim. Hürmetlerimle Lyndon B. Johnson (A.B.D Başkanı)”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.