1
KURBANIN KURBANI OLANLAR 1 Prof. Dr. Ali Demirsoy “Akıllı düşünenler doğruyu bulacaktır”
Hemen herkesin sık sık aklına gelen bir soru vardır. Acaba evrende bizden başka bir canlı, insan ya da insan benzeri bir canlı var mı diye? Onun olup olmadığını hiç kimse kesin bir şekilde söyleyemez. Ancak eldeki bilgilere bakarak bunun olasılığını söyleyebilir. Birçok bilim adamının üzerinde ortak birleştikleri görüş: Evrende birçok yerde, belirli koşulların olduğu yerlerin bir kısmında canlı diyebileceğimiz oluşumlar olabilir. İnsan ya da insana çok benzeyen bir canlı olabilir mi sorusuna ise pek çok bilim adamı çok temkinli yanaşırlar; olasılığının çok düşük olduğunu söylerler. Bu satırların yazarına sorarsanız; böyle bir olasılık yok denecek kadar azdır. Bundan, “evrende insandan daha gelişmiş canlı bulunmaz” yargısını kast etmiyoruz; daha gelişmişi de bulunabilir; ancak yapısı, işlevleri ve bilinen özelliklerinin tümü açısından aynı ya da benzeri bulunmaz yorumunu kast ediyoruz. İkinci önemli bir soru hep aklımızı karıştırır. Acaba böyle canlılar varsa, onların vücutları hangi element ve moleküllerden oluşmuştur? Bizden farklı element ve moleküller varsa, bunu nasıl başarmışlardır? Örneğin silisten ya da demirden ya da hidrojenden ya da bizim bilmediğimiz bir elementten yapılmış bir canlı olabilir mi? Bunun yanıtı kesinlikle hayırdır. Çünkü: 1
Kurban kelimesinin kökeni: Aslında kurb kökünden türemiş bir mastardır. Akraba sözcüğü ile aynı kökten gelir ve eş anlamlıdır. Mastar haline gelen “korban” kelimesi Arapçaya Aramice ve İbraniceden geçmiştir. Anlamı yakınlaşmadır. İslam tefsircilerine göre “Allah’la yakınlaşma, hediye verme, adak sunma” demekmiş. Ancak kurban kelimesinin hayvan kesmeyle ilgisi olmadığı, Kuran’ın Arapça orijinali incelendiğinde „Kurba vel yetem vel mesakini“ kelimelerinin yan yana geçtiğini bunun da kurban kesmeyle bir ilgisi olmadığını, yetim ve fakirlere yardım edilmesi gerektiğini ileri sürün araştırıcılar da bulunmaktadır. Bu yorumu dayalı olarak kurban kesmenin ibadet olmadığı ileri sürülmektedir (Eren Erdem’in Devrim Ayetleri kitabından).
2
1. Evrende sadece ve sadece ve her yerde 93 element (yüz küsuru bilinse de onların yarılanma – yani parçalanıp başka bir elemente dönüşme- hızı saniyelerle ölçüldüğü için bir yapı malzemesi olarak kullanılamaz) vardır. Bir elektron bir proton bir elementi –örneğin hidrojeni; iki elektron iki proton bir başka elementi –örneğin helyumu; üç elektron üç proton bir başka elementi –örneğin lityumu (sırasıyla devam eder,
93
elektron
ve
doksan
üç
proton
uranyumu
oluşturur),
oluşturduğuna ve bu oranların çeyreği ve yarısı ile bir element oluşmadığına göre, evrende dünyadan bilinen elementlerden farklı bir elementin olması söz konusu değildir. O halde bir canlı olacaksa, kesin dünyada bilinen elementlerden oluşacaktır. 2. Evrende oluşan bir canlının moleküllerinin bizim şu anda kullandığımız elementlerden farklı bir çatısı olabilir mi? Bunun yanıtı da kesinlikle hayırdır. Evrende bir canlı varsa –kimya bilimine de güveniyorsak- biyomer olarak adlandırılan moleküllerinin iskeletini karbon molekülü oluşturmak zorundadır. Böyle bir yargıya varmak için çok güçlü kanıtlarımız var. Ancak bu kanıtları vermeden önce bir canlının en büyük gereksinmesi nedir ki böyle bir yargıya kuşku duymadan varabiliyoruz. İlk olarak bunu bilmeliyiz: Canlı dış ortamla sürekli enerji ve madde alışverişi olan sistem olmalıdır ve yaşadığı sürece de belirli bir farkı korumalıdır. Bunun için çevreyi tanıyacak donanıma sahip olmalıdır ve en önemlisi taklit edilebilir moleküllerden oluşmamalıdır. Eğer yapısı taklit edilebilir moleküllerden oluşursa, 1) çevresindeki moleküller sessiz sedasız yapısına katılarak onun kendine özgün bir yapıda bulunmasını engeller, 2) bir canlı türünü diğer canlı türünden, aynı tür içinde ise bir bireyi başka bir bireyden ayıracak (biyolojik çeşitliliği oluşturacak) farklılaşmayı sağlayamaz. Çünkü taklit edilebilir moleküllerle yapısını oluşturmaya kalkışırsa bu
3
çeşitliliği başaramaz. Bu nedenle sadece hidrojenden ya da sadece karbondan ya da sadece silisten oluşan bir canlı meydana gelemez. Çünkü molekülün çeşitlenmesi sağlanamaz. Taklit edilebilir. Böyle bir çeşitliliğin sağlanması için öyle bir element kullanılmalıdır ki, hem kendi üzerinde birden çok kimyasal bağ yapabilsin hem de çeşitli elementler ya da atomlar böyle bir çatıya (ya da çekirdeğe) bağlanabilsin; en önemlisi de taklit edilme olasılığını çok küçültebilmek için oluşacak molekülün boyutlarını çok büyük ölçüde büyültebilsin. Yani canlıyı oluşturacak bir molekül binlerce atomdan oluşan bir omurgadan ve bu omurgaya bağlı binlerce atomdan oluşmuş devasa bir yapı olabilsin. Bu tip molekülleri yapısında bulunduran bir sistem –ancak- canlılığı geliştirebilir. Şu anda dünyadaki durum böyledir; evrendeki durum da –kesinlikle- böyle olacaktır. Kimyasal elementleri dizdiğimiz periyodik cetvelde bu özellikleri taşıyan neredeyse 10 kadar element var. Bu elementlerin ortak özelliği atomlarının dört bağ yapabilmesidir. Diğer elementler 1, 2 ve 3 bağ yapmalarına karşın; bu 10 element dört bağ yaparak aynı atom üzerinde çeşitliliği önemli ölçüde artırabilir. Dünyadaki canlıların moleküler çatı oluşturmak için kullandığı element –ayrıcasız- karbon atomudur. Bütün canlıların ana iskeletini bu element oluşturur. Aynı ya da benzer özelliği gösteren diğer dokuz element bir başka ortamda canlıları oluşturmak için niye kullanılmasın? Kural olarak kullanılabilir. Ancak geri kalan 9 elementin bazı fiziki ve kimyasal özelliklerinden dolayı, evrenin herhangi bir yerinde de canlı iskeletinin oluşumu için kullanılamaz. Çünkü bu elementler –örneğin karbona en yakın özellik gösteren, dört bağ yapabilen silisyum- bu çeşitliliği sağlayabilecek özellikleri taşımasına karşın, hiçbir yerde bir canlı vücudunun ana çatısı olamaz. Çünkü silisyum dioksit haline belirli sıcaklık aralıklarında gaz haline geçemez ve
4
suda çözünemez, dolayısıyla kimyasal tepkimelerin olacağı hiçbir ortamda
çözünmüş
olarak
bulunamaz.
Yani
belirli
sıcaklıklarda
tepkimeye giremez. Yüksek sıcaklıklarda bu istenen özellikleri gösterse de (örneğin gaz haline geçse ya da çözense de), bu sefer çok sayıda atomdan oluşmuş büyük (kompleks) moleküller oluşturamaz. Yaklaşık 70 kadarından fazlası kırılmadan birbirine bağlı olarak kalamaz (kovelent bağları kırılır); dolayısıyla büyük moleküller oluşturamaz. Dolayısıyla bir canlıyı oluşturacak yapının çatısını karbon atomu oluşturmak zorundadır. Bu karbon atomunun oluşturduğu yapı taklit edilemesin diye dev boyutlarda olmak zorundadır. Bu kadar büyük molekülün belirli bir mekânda bütün uzunluğunca özelliklerini koruyarak kalması çok zor olacağı için, oluşan bu molekülün, özellikle işlev gören ve tepkimelere katılan çeşitlerinde, belirli koşullarda kendi üzerine –özgün bir şekilde- katlanarak hacmini küçültmesi ve en önemlisi dış yapısı bakımından tanıyacağı ya da iş yapacağı diğer moleküllerle tanışıklığını sağlayacak yüzey şeklini alması gerekir (üçüncül yapı). Dolayısıyla şekil değiştirebilir olmalıdır. Amino asitlerin bir yanının zayıf asidik bir yanının zayıf bazik özellik taşıması, kuvvetli asitler karşısında bazik, kuvvetli bazlar karşısında asidik özellik göstermesine (amfoterlik özelliği) bu da vücudun ani asit değişmelerinde korumasına yardımcı olur. İşte omurgasını karbon atomunun oluşturduğu, birçok birimin katıldığı, yan dallarla sayısız denecek kadar çeşitlenmeyi oluşturabilen ve kendi üzerine kıvrılarak değişik üç boyutlu şekiller alabilen bu molekülün adı bilim dünyasında protein olarak bilinir. 3. Evrende eğer başka bir canlı varsa, bu canlı belirli bir sıcaklık aralığındaki ortamlarda yaşıyor olacaktır. Örneğin biraz artısı ve eksisi ile
5
0-100
derece
aralığında.
Çünkü
bu
derecenin
üstünde
büyük
moleküllerin yapısı bozulacaktır. Daha düşük sıcaklıklarda ise tepkimeler –aktivasyon enerjisi nedeniyle- istenen düzeyde gerçekleşemeyecektir. Proteinlerin ortaya çıkışı ve evrimleşmesi Proteinler, kural olarak bilinen 20 amino asitten yapılmıştır. Yaşamın moleküler başlangıcında bu yapıya katılan bilmediğimiz amino asitler olsa da, protein sentezleme sisteminin kodlama sistemi bunu bugüne kadar taşıyamadığı için bu konuda fazla bir şey söyleyemeyiz. Ancak bugün yaşayan canlıların tümünün, normalde canlılar tarafından meydana getirilen (sentezlenen); ancak zaman zaman canlı olmayan ortamlarda da oluştuğu bilinen hatta uzayda bile varlıkları saptanan amino asit dediğimiz birimlerden oluştuğunu biliyoruz. Dolayısıyla bilinen canlıların tümünün proteinleri 20 amino asitten yapılmıştır. Canlılar evrimsel olarak ortak atadan meydana geldiği için bu amino asitlerin kullanılması ve canlı vücudunda protein şeklinde yapılandırılması, protein sentezi dediğimiz evrensel bir mekanizma ile gerçekleşir. Bilinen, yani ortak atadan bu yana gelmiş geçmiş canlıların hemen hepsi, bu 20 çeşit amino asidi (bileşimleri farklı olsa da) hiçbir fark gözetmeden kullanabilirler. En önemlisi bu moleküllerin sentezlenmesini yapan sistemler hemen hemen hepsinde aynıdır (ribozomların, haberci RNA’ların evrensel oluşu buradan kaynaklanır). Ancak canlıların geçirmiş oldukları evrimsel süreçte farklı dizilimleri kodlayacak DNA zincirleri seçildiği için ortaya çıkan proteinin amino asit dizilimi bakımından farklı olması kaçınılmaz olmuştur. Örgü makinesi gibi, ip aynı, makine aynı, yalnız takılan şablon (haberci RNA olarak bilinen mRNA) farklı olduğu için elde edilen örgünün deseni de farklı olmaktadır. Örülen bir kazağı söküp, ipi, bu makineye takarsak yeni bir desenle yeni bir kazak örmemiz mümkün olur. İşte et yeme ya da daha bilimsel bir anlatımla protein alma
6
da böyle bir şeydir. Başka bir canlının sentezlemiş olduğu amino asitleri (tuğlaları)
kendi
vücudumuzun
yapımı
ve
işlevleri
için
yeniden
kullanmadır. Kendine özgüllük Her canlı farklı özellik kazanırken, taklit edilmesin diye farklı proteinleri geliştirirken, ortaya başka sorunlar da çıkmıştır. Başka bir canlının proteinini aynen alıp kullanmaya kalkışan bir canlı kendi özelliklerini yitirecekti. Bu nedenle başka birinin proteinini kullanmaya kalkışınca, o yabancı proteini temel molekülleri olan amino asitlerine kadar yıkmaya başladı ve böylece sindirim olayı gerçekleşti. Sindirim ana hatlarıyla bir proteini amino asitlerine ayrıştırma işlemidir. Eğer şu ya da bu şekilde protein ya da proteinin bir kısmı böyle bir işlemden geçmeden vücut içerisine girerse alerjik tepkimeler ortaya çıkar. Amino asitlerin özgüllüğü olmadığı için, canlılar tarafından bir çeşit ham madde olarak kullanılırlar (tuğla gibi, çimento gibi). Bu nedenle proteinin iyisi ya da kötüsü yoktur. Proteini alınacak canlının vücudunda başka formlarda zararlı maddeler bulunmadığı sürece, proteinlerin sağlayacağı yarar aynıdır. Ancak bazı canlıların taşıdıkları protein içeriği –amino asit bileşimi- bakımından farklı olması ya da bir canlının vücudundaki bazı kısımların protein bakımından daha zengin olması bakımından canlıların tüketilmesi ya da vücutlarının belirli kısımlarının tüketilmesi yarar açısından farklı olabilir. Örneğin kırmızı bir kas ile bir başka dokunun ya da bir hayvansal doku ile bir bitkisel dokunun –amino asit bileşimi ve zenginliği bakımından- sağlayacağı yarar farklı olabilir. Ancak, sindirim işleminden sağlıklı bir şekilde işlemden geçmiş hayvansal ya da bitkisel dokuların tümü, birim miktardaki yararlanılabilir içeriği farklı olsa da aynı etkiyi gösterir. Çünkü amino asitler evrenseldir;
7
fark gözletilmeden kullanılır. Bu açıdan bakıldığında şu hayvanın proteini bizim için zararlıdır ifadesini kullanmak doğru değildir. Olsa olsa bileşimi bakımından daha az yararlı olabilir diye söylenebilir.
Bitkiler neden et yemeye ihtiyaç duymazlar? Elimizdeki bilgiler dünyada ilk olarak inorganik yollarla da oluşabilecek 16 kadar amino asidin canlılar tarafından kullanıldığını; daha sonra 4 farklı amino asidin daha yapım sistemine eklendiğini göstermektedir. Bununla ilgili olarak protein sentezleme sisteminin kodlarında önemli bir eklenti olmuştur (bu nedenle bazı amino asitleri tanıyan üç harften oluşan kodonların sadece ilk iki harfi kullanılır; daha sonra eklenen amino asitler için kodonların üç harfi de kullanılır). Evrimsel süreç içerisinde geliştirdikleri mekanizmalar ile bitkilerin hepsi kendilerine gerekli olan 20 çeşit amino asidi sentezleyebilirler. Ancak daha sonra böcek yiyen bitkiler bir mutasyon sonucu bazı amino asitlerini sentezleyemedikleri için bu eksikliklerini çeşitli şekillerde avladıkları ve sindirdikleri böceklerin proteinleri ile karşılamaya çalışırlar. Hayvansal canlılar olarak nitelediğimiz canlılar 20 çeşit amino asidin
ancak
12’sini
kendi
vücutlarında
sentezleyebilmektedirler;
diğerlerini bitkilerden almak zorundadırlar. Dışarıdan alınması gereken bu amino asitlere esansiyel ya da temel amino asitler adı verilir. Bu amino asitler:
Valin, lösin, isolösin, treonin, metionin, lisin, fenilalanin, triptofan’dır.
Böylece hayvanların doğrudan ya da dolaylı olarak bitkilere bağımlılığı doğmuştur. Bitkilerin içerdikleri amino asit miktarları da hayvanlarla aynı olmadığı için sadece bir bitkiyle beslendiğimizde vücudumuza aldığımız amino asit miktarı ve oranı protein sentezi mekanizmasını randımanlı bir şekilde çalıştıracak oranlarda olmayabilir. En güzel örneği beyaz kuru
8
fasulye ile buğdaydır. Belirli amino asitler fasulyede daha çoktur (örneğin 4 tanesi) bunun dışında kalan dört amino asit miktarı bakımından da buğday ya da pirinç zengindir. Eğer kuru fasulye ile bulgur ya da pirinç pilavını 8 saat aralıkla yerseniz protein sentezleme sisteminiz randımanlı çalışmaz; çünkü sistem belirli amino asitleri bulsa da diğerlerini bulamaz ve sistem durur ya da randımanlı çalışmaz. Çünkü amino asitler depo edilmediği için bunları vücut bir araya getiremez. Eğer her ikisini aynı zamanda yersek birinde bulunan amino asit diğerini tamamlayacağı için sistem randımanlı çalışır. Kuru fasulye piştiği zaman yanında pilavın da pişmesi, bunun ikisini birden yiyen insanların daha sağlıklı olmasının gözlenmesinden kaynaklanan bir adet haline gelmiştir. Bu gelişme süreci içerisinde önemli bir sorun ortaya çıkmıştır. Bitkilerin vücutlarında bulunan proteinlerin amino asit bileşimi ve birim hacimde bulunan protein miktarı hayvansal canlılardan büyük farklılık gösterir. Hayvansal canlılarda belirli bir bileşim içerisinde oransal olarak belirli amino asitler daha fazla; belirli amino asitler ise daha az bulunur. Dolayısıyla
sadece
bitkisel
beslenen
bir
hayvanda
beslenme
bozukluklarının ortaya çıkması beklenir. Bunun üstesinden gelebilmek için bazı canlılar sindirim sistemlerinde ek önlemler almışlardır. En iyi bilineni
geviş
getirmedir.
Böylece
işkembede,
bitkisel
materyali
kullanmak suretiyle bir hücreli canlılara protein (amino asit) ürettirilir. Çoğu canlı sade bitkilerle değil, menülerine belirli miktarda hayvansal dokuları da katarak bu eskilliği gidermeye çalışırlar. İnsan, bu eksikliği bu yolla gidermeye çalışan bir varlıktır. Dolayısıyla beslenmeleri bitki ağırlıklı olsa bile sağlıklı beslenebilmeleri için menüsünde hayvansal proteinleri bulundurma zorunluluğu doğmuştur. Bunun iki önemli nedeni vardır: Birincisi sentezleyemediğimiz 8 amino asidi başka bir hayvansal doku ya da üründen yoğun olarak alma;
9
ikincisi ise bitkisel dokularda ve ürünlerde bulunan amino asit oranları, hayvansal doku ve ürünlerden önemli ölçüde farklı olması nedeniyle birim başına alınan besinin daha az yararlı olmasından kaynaklanır. Yani belirli bir amaç için hayvansal doku ve ürünlerden alacağınız uygun karışımlı amino asit miktarını, ancak çok daha büyük sayılarda alacağınız bitkisel doku ve ürünlerle karşılayabilirsiniz. Kaldı ki, bitkisel doku ve ürünlerden alacağınız amino asitlerin hepsini kullanamayıp, bir kısmını oran bozukluğundan dolayı vücudunuzdan atmak zorunda kalabilmektesiniz. Yani sadece bitkisel beslenme rasyonel bir beslenme tarzı görünmemektedir.
Amino asitleri depo edemiyoruz Evrimsel süreç içerisinde, vücutta aşırı birikmiş olan amino asitlerin belki tepkimelere girip de düzeni bozmaması için, ya da evrimin mekanizması bunun çaresini bulmada yetersiz kaldığı için, amino asitler vücutta 8 saatten fazla tutulamıyor ya yıkılarak başka bileşiklere (özelliklere yağlara) dönüştürülüyor ya da enerji olarak kullanılıyor ya da metabolize edilerek vücuttan atılıyor. Dolayısıyla düzenli olarak dışarıdan amino asit alınması zorunluluğu doğmuştur. Eksikliğinde beslenme yetersizlikleri ortaya çıkmakta; aşırı alındığında da vücuttan atılma sorunu ortaya çıkmaktadır. Sonuçta vücudumuzda amino asitler ancak bağlı
olarak
barındırılabilir;
çözünmüş
ya
da
serbest
olarak
saklanamazlar. Eksik alınan ya da aşırı alınan proteinler hangi zararlara neden olabilir? Bitkisel olarak iyi beslensek bile, bitkilerden aldığımız amino asit oranları hayvansal dokularınkine uymadığı için, her zaman belirli amino
10
asit çeşitleri açısından bir eksiklik, belirli çeşitlerinde de fazlalıklar ortaya çıkacaktır. Protein sentezleme sistemimiz de bu amino asit çeşitleri eksiksiz olduğu zaman randımanlı çalışabilmekte, bazılarının yokluğunda sistem durmaktadır. Sadece bitkisel beslendiğimizde bu oran tutmadığı için protein sentezleme sistemi sağlıklı çalışmamaktadır. Bu nedenle eksik amino asitler bakımından zengin olan hayvansal besinlerin tüketilmesi önerilmektedir. En zengin olanı açıkça hayvansal kaslar olmakla birlikte, bu gereksinme hayvansal ürünlerden de (süt, yumurta, peynir vs) karşılanabilmektedir. Bir insan, yaptığı işin yoğunluğuna, yaşa ve eşeye göre değişmekle birlikte, günde kendi kilosu kadar gram olarak kırmızı et ya da buna eşdeğer hayvansal ürün yemek zorundadır. Örneğin bir insan 60 kilogram ise günde 60 gram kırmızı et yemesi onun sağlıklı beslenmesi için yeterlidir. Bu miktarda düzenli amino asit alan insanların hücre duvarları ve organelleri çok daha güçlü yapılır; vücut direnci yüksek olur; hastalıklara karşı koyması daha kolay olur. Aksi durumlarda tek sıra tuğlayla örülmüş duvarlar gibi yıkılması kolay olur. Fazlasını alırsak ne olur? Vücut protein sentezleme sisteminde daha fazlasını sentez etmediği için, fazlasını, ya yağa çevirerek vücudun bir yerlerinde depo eder ya da enerji açığı varsa dolaylı olarak glikoza çevirerek yakar ya da metabolize ederek böbreklerden üre ya da ürik asit şeklinde dışarıya atar. Böbrekten aşırı üre ya da ürik asit atılması sağlıklı değildir. Doku bozulmasına neden olur. Ayrıca ürik asit belirli bir miktarın üzerine çıkarsa özellikle guanin kristalleri alt eklemlerden başlamak üzere dokulara birikerek –gut ya da nikris hastalığına- acılara ve önemli rahatsızlıklara neden olur.
11
Bütün bunları göz önüne alan, insanlara sağlıklı beslenmenin yolunu gösteren bir bilim dalı “beslenme ve diyetisyenlik” diye bir bilim dalı ortaya çıkmıştır. Ancak temel yaklaşım, evrimsel açıdan getirmeye çalıştığımız bu görüştür. Bunu her insanın iyi bilmesi gerekir. Bu beslenme tarzını bilen ve elindeki imkânları en doğru ya da en akıllıca kullanan toplumlar belli ki gelişmiş uygar toplumlara, olanaklarını savurganca ve bilinçsizce kullananlar da geri kalmış toplumlara dönüşmüştür. Bunun en tipik örneklerinden biri kurban kesmedir.
Kurban kesmenin geçmişine kısa bir seyahat Bir insan olarak şunu hiçbir zaman anlayamadım. İnsanoğlu, neden bir insanı yapma işlemini hep aşağılamış, onu bir suç ve günah eylemi olarak görmüş, bu işlemi gerçekleştirirken karınlık yerlere ve kuytulara çekilmeyi yeğlemiş de, bir insanı yasal ya da yasal olmayan yollarla asmayı, yakmayı, taşlamayı büyük meydanlarda gerçekleştirmeyi bir erdem saymıştır? Birilerine hoş görünmek için başka bir canlının eziyet çekmesini neden kutsal saymıştır? İnsanlık tarihine bakıyorsunuz, İnkalardan Mayalara, Azteklerden Mısırlılara,
Sümerlerden
Yunanlılara,
Romalılardan
Orta
Çağlara
insanları, olmadı ise hayvanları kurban etmek için büyük tapınaklar yapmışlar, büyük kuleler inşa etmişler. Doğa dinlerinin egemen olduğu yerler hariç her türlü eziyet etme kutsal sayılmış. Çoğu kültürde değişik şekillerde kurban etme ya da kurban kesme eyleminin görünmesi, belli ki kurban etme eylemi insanın dokusuna işlemiş bir tortu. Hepsinin özünde belirli bir çıkarı için başka bir canı ya da canlıyı feda etme, yerine göre korkutma, yerine göre doğaüstü güce yaranma, yerine gere çaresizliğini
12
gizleme ya da giderme; yerine göre de belirli bir kesimin karnını doyurma güdüsü görülebilir. En ürkütücü olanı kurban merasimlerinin olabildiğince çok kişinin görülebileceği şekilde yapılmasını sağlamadır; bu bir anlamda kişileri kan dökmeye alıştırma eylemi olarak görülmektedir. Üzerinde daha da düşünülmesi gereken husus, kurbanı kesenin bizzat kendi kurbanını kesme eylemini gerçekleştirmesinin en muteber eylem olarak sunulmasıdır. Yarın yapılacak bir katliam çağırısına hazırlık ve alıştırma demektir. Kurbanın olabildiğince kesim sırasında eziyet çekmesinin istenmesi ise başka bir dramı oluşturmaktadır. Kurbanın belli ki bir kitaba sığmayacak kadar geçmişi vardır. Ancak bizim mensup olduğumuz bölgenin kurban geleneğini biraz gerilere giderek öğrenmekte yarar vardır. Bunları yazarken de bu yazılanları dikkate alıp da başını ellerinin arasına alıp düşünen bir kuşak oluşturma ümidini taşıdığımı da zannetmeyin. Böyle bir kesimin değişmeyeceğini bilemeyecek kadar toplumsal gerçeklerden yoksun değilim. Binlerce yıldır
değişmeye
bir
adım
atmayı
denemeyenlerin
bu
yazıyla
kıpırdayacaklarını zannetmek saflık olacaktır. Benimki bilim adamı –bu sıfatı taşıyıp taşımadığımı bilemiyorum ama aydın- sorumluluğu, bir kişi çıkıp ne demek istediğimi merak ederse ve benimserse kâr kârdır derim. Biz ilk olarak mensubu bulunduğumuz bölgenin kurban geleneğinin çıkışından başlayalım.
Orta Doğuda kurban geleneğinin öyküsü Bilinen en eski yerleşim yerlerinden biri Tevrat ve Kuran’da da adı geçen, İbrahim Peygamberin çıktığı Ur ve Uruk şehridir. Uruk ve Ur,
13
şehir-devlet tarzı yerleşim yerleridir. Herhalde etrafı kerpiç duvarlarla çevrilmiş en fazla 300-400 kişinin ikamet ettiği yerler olmalı. Bilinen ilk yerleşim yerlerinden biri kutsal kitaplarda da adı sık sık geçen bugün sadece iz halinde kalıntıları bilinen İbrahim Peygamberin doğduğu söylenen “Ur ve birçok âdetin ortaya çıktığı Uruk” şehridir, daha doğrusu şehir devlet yapısıdır. Bu şehirlerde oluştuğu bilinen kültür, bugün bizim birçok yaşam tarzımıza etki etmiştir. İbrahim Peygamber’in de Ur şehrinden köken aldığına ilişkin, birçok dinsel belgede ve Tevrat’ta açıklamalar vardır. Amerikalıların Irak’ta en son girdikleri şehirdir. Burada bulunan yazıtları acele ülkelerine kaçırmışladır (galiba Vatikan da foyaları ortaya çıkmasın diye bu saklama işlemine katılmış. Binlerce yazıt (kitabe) Amerikalı askerlerce ya tahrip edilmiş ya da kaçırılmış ya da bunu fırsat bilen yağmacılar tarafından ticari meta olarak çeşitli kişilere satılmıştır. Dinlerimizin ve geleneklerimizin başladığı zaman ve mekân ile ilgili bilgiler böylece büyük ölçüde tahrip edilmiş bulunmaktadır. Bu tahribatın
bilinçli
olarak
yapıldığına
ilişkin
önemli
emareler
de
bulunmaktadır. Çoğu kişi bu tahribatı kutsal kitapları koruma eylemi olarak değerlendirmektedir. Uruk şehrinde, iyiliklerin doğu kapısından, kötülüklerin de batı kapısından geldiğine inanılmıştır. Bu nedenle ölüler, batı kapısında gömülmekte ya da duvar diplerine atılmaktaydı. Uruk şehri ilk tarım ıslahının ya da kültürünün yapıldığı yerlerden biri olarak biliniyor. Buğday tarımı buralarda başlıyor. Ancak hayvan yetiştirme henüz başlamamış. Bu nedenle güneş battıktan sonra sadece ruhban sınıfın kalmasına izin verilen ve köylülerin terk etmesi gereken şehir, bir anlamda kutsal bir merkez olarak da görev yapıyor. Bu şehre şu ya da bu şekilde gelmek isteyen duvar dışı halka – köylüler diyelim-
14
şehre geldiklerinde bir hayvan getirerek kurban etme geleneği konuyor. Kurbanın üçte biri yönetici-ruhban sınıfa (bunlar Ensi veya Patesi olarak adlandırılıyorlardı), üçte biri fakirlere, üçte biri de gelenlerin eşleri ve dostları ile birlikte yenmesine ayrılıyor. Böylece kurbanın üçe bölünme geleneği de başlatılmış oluyor. Bu bölgede yaşayan Sus sucrofa sucrofa bilimsel adıyla bilinen yabani domuz alttürü, her şeyi yediği gibi insan leşini de rahatlıkla, karın kısmını deşerek yiyebilir. Hatta ölülerin karnını deşmesin diye, karın kısımlarına bitum ya da zift sürdükleri tahmin edilmektedir. Tevrat’a göre koyun ve keçi tüccarı olan İbrahim Peygamber, elindeki keçi ve koyunları da satabilmesi için, ölüleri çok kötü bir şekilde deştiği için tiksinilen domuzu mekruh ilan edilmiş (ya da başka birileri tarafından edilmiş), yenmesi yasaklanmış ve yok edilmeleri bir çeşit dinsel bir amaç haline getirilmiş. Keçi mutena (en kıymetli) hayvan statüsüne yükseltilmiştir. • Ancak, sevmediğimiz domuz ormanlaştırmada, daha doğrusu ağaçlandırmada en önemli hayvandır. Çünkü orman dibinde yumru ve böcek ararken, yandaki dişleriyle çizdiği ya da bir çeşit herk ettiği topraklar, düşen bitki tohumlarının yeşermesi için en uygun derinlik ve gevşemiş topraklardır. Bu nedenle domuz ormanda bulunur, orman da büyük ölçüde domuz tarafından geliştirilir. • Keçi, bilinen yaşam tarzı nedeniyle, bu bölge için bilinen en tehlikeli ağaç düşmanıdır. Geliştirilen bu inanç ve ticaret nedeniyle, yukarı Mezopotamya daha sonra Anadolu’nun tümü, semavi dinlerin yaygın olduğu tüm alanlar, hızla orman tahribine uğrayarak stepleşti ve çölleşti. Hz.
İbrahim
=
Abraham
(Tevrat’taki
İbranice
adı).
Nuh
Peygamberin üç oğlundan (yani Sam, Ham ve Yafet) biri olan Sam
15
soyundandır, yani Sami ırktandır. Ortadoğuda koyun keçi yetiştirme ve ticareti ile uğraşan, Hz. İbrahimin mensup olduğu, çok tanrılı Habirular diye kavim yaşarmış (Arapçası İbrani Kavimi). Tevrat’a göre tek tanrılığın henüz ortaya çıkmadığı bir dönemde (Musevilik de dahil) Abraham’ın asıl adı Avram‘mış, koyun ve keçi yetiştirmesinin yanı sıra kayınpederinden killerden put yapmayı da öğrenmiş. Bir gün bu kadar tanrı olmas diye put yapımını sonlandırır ve tek tanrının Allah olduğunu söyler. Ur şehrini terk eder ve uzun bir seyahate çıkar. Babil, Harran (Urfa), Kadeş, Şam, Kudüs derken Mısır’a kadar gider. Onun gezdiği yerler Tevrat’ta ve dolayısıyla bugün İsrail tarafından vaat edilmiş kutsal topraklar (arz-ı mevut) olarak ilan edilir. Bu öykü Tevrat‘ta “İbrahim’in Akti” diye bilinir. Hazreti Muhammet Peygamber’e kadar bu gelenek böyle devam etti. İbrahim Peygamberin İsmail’i kurban etme öyküsü her dindarın bilmesi gereken bir öykü oldu. Nitekim Hazreti Muhammed’in amcası Hazreti Ali’nin babası Abdülmuttalip, Musevi dininin Arabistan’da yayılmış bir mezhebine mensuptu ve bilindiği kadarıyla da Hazreti Muhammedi 36 yaşına kadar mensup olduğu bu mezhebin Havra’sına (ibadethanesine) götürmüştü.
Yani
Hazreti
Muhammed
kurban
kesme
geleneğini
Musevilerinkinin bire bir aynısının yapıldığı bir ortamda büyümüştü. Hazreti Muhammet peygamber olduktan sonra çeşitli ganimetlerin bir araya toplanması ve deve sayısının artması ile kurban kesilecek hayvanlar listesine Hazreti Muhammet döneminde deve de eklendi. 2 Şu anda inandığımız
ve icra ettiğimiz kurban kesme
âdeti
Musevilerden aynen alınmış olmasına karşın, Museviler kural olarak iyi Musevilerde kurbanlık hayvanın geviş getirmesinin yanı sıra, tırnağının da yarık olması gerekiyor. Bunun için Musevilerde, geviş getirdiği halde tırnağı yarık olmayan, devenin kesilmesi caiz değildir. Nihayet, Tevrat’taki vahilerde Tanrı’nın kurbanlara ihtiyacı olmadığı sık sık tebliğ edilir. Fakat sonuçta yıkılan tapınaklarının onarımı yapılmadıkça kurban kesilmesine cevaz verilmemektedir. Ancak Mesih geldikten sonra kurban kesimine devam edilebilecektir. Malum, onların Mesihi, İsa değildir. http://www.beingjewish.com/unchanged/sacrifices.html 2
16
eğitilmiş daha bilinçli insanlardan oluşmuş bir cemaat oldukları ve muhtemelen, kurban kesmenin bir israf ve uygar insanlar tarafından benimsenemeyecek bir gelenek olduğunun farkına vardıkları için, kutsal kitaplarında bir buyruk olarak yazılı olmasına karşın, bu geleneklerini tümüyle bırakmış görünmektedirler. Museviler ticaret erbabı ve çıkarlarını çok iyi hesaplayan bir cemaat olmalarına karşın, nedense bu sefer sevap kazanma işini gönül rahatlığıyla Müslümanlara bırakmış görünüyorlar… Aslında, kurban geleneği, belli ki dünyanın dört bir tarafında tarih öncesi dönemlerde, İslamiyet’ten çok önce Tanrılara hoş görünmek için başlatılmış bir çeşit geleneğin uzantısıydı. Araplara, Arabistan’da yaygın olarak Musevilerden geçtiği söylenebilir. Nitekim Hz. Muhammed’in ataları ve yakınları da Musevi dininin üyeleriydi. Kuran’ın hiçbir yerinde adı geçmeyen Ramazan [æyd-el fitr (Fitre bayramı)] ve Kurban Bayramı [æyd-el adha (Adak bayramı)], aslında Hz. Muhammed’in yasaklamış olduğu Arap geleneğinin bir uzantısıdır; Kuran’ın hiçbir yerinde de bu bayramların
adı
geçmez.
Kurban,
Kuran’da
Müslümanlara
farz
kılınmıştır; ancak kurban Hacca gidenlerin sadece Mekke’de Kâbe’de (oranın dışında bile değil) kesmesi gereken bir farzdır. Her yerde kesilir diye Kuran’da herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Esas cehennemlik olacaklar, okuduğunu –çıkarı için - başkalarına yanlış anlatanlar olacaktır…
Museviler
ve
Hıristiyanlar
bir
yolunu
bulup
kurban
kesme
adedinden kurtuldular Diğer birçok dinde ya da inanışta olduğu gibi tek tanrılı semavi dinlerin de hepsinde kurban kesme geleneği var ve bu gelenek ortak inanış biçimiyle Tevrat’a, özü bakımından da Sümerlere uzanıyor.
17
Tevrat’a göre Hz. İbrahim’in, eşi Sara’dan çocuğu olmaz. Hz. İbrahim, Sara’dan bir çocuğu olması durumunda bunu Tanrı’ya kurban olarak adar. Sara bir oğlan doğurur. Oğlanın adını İshak koyarlar. Hz. İbrahim, Tanrı’nın isteği üzerine oğlu ile birlikte Moriah Dağı’na gider, orada bir sunak hazırlar, üzerine odun dizer ve İshak’ı, sunaktaki odunların üzerine yatırır. Tam onu boğazlamak için bıçağına uzanmıştır ki, Tanrı’nın meleği göklerden seslenir ve “Çocuğa dokunma!” der. “Ona hiçbir şey yapma. Şimdi
Tanrı’dan
korktuğunu
anladım,
biricik
oğlunu
benden
esirgemedin.”Hz. İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç görür. Gidip koçu getirir. Oğlunun yerine onu kurban eder. Musevilikteki kurban kesme töreni, yeraltı, yerüstü ve gökyüzünün kesişme noktası sayılan ‘Tapınak’ta yapılırmış. Tapınak, Hazreti İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban etmek istediği, meleklerin yeryüzüne inip çıktıkları
merdivenin
bulunduğu,
Kudüs
yakınlarındaki
Moriah
Dağı’ndaymış. Tarih boyunca kurban törenlerinin ifa edildiği Tapınak, MS 70 yılında Roma İmparatoru Vespesianus ve oğlu Titus tarafından yerle bir edilince, Tapınak yeniden inşa edilinceye kadar kurban âdetine ara verilmiş. Tapınak bir daha inşa edilmediği için de Museviler o tarihten bugüne kurban kesmiyorlar (keşke biz de herkesin benimseyeceği bir neden bulabilsek) Yeni Ahit’te (İncil), hikâye aynen tekrarlanır ancak, Hıristiyan inancına göre, İsa son kurban olduğu için, artık yeni kurbanlara gerek yoktur. Hıristiyanlar, kurban törenini, İsa’nın etini sembolize eden ekmek ile kanını sembolize eden şarabın kullanıldığı ayinlere dönüştürmüşlerdir.
18
Kur’an’daki ‘Bu kurbanlar atanız İbrahim’in sünnetidir’ ayeti, İslâmiyet’in kurbanı Musevilikten aldığını gösterir. Nitekim her iki din de ilk kurban olayını Hazreti İbrahim’in oğlunu kurban etme olayına bağlar. Yalnız Museviler ve Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında kurban edilen oğul konusunda önemli bir fark vardır. Hz. İbrahim’in cariyesi Hacer’den Yaşı ilerlemiş (100 ya da 125 yaşında?) olmasına karşın İsmail adlı bir oğlu doğar. İslâmi kaynaklara göre, olay, Moriah Dağı yerine
Mekke’de
geçmiştir.
Kur’an’da
Saffat
Suresi’nin
99-107.
ayetlerinde Hz. İbrahim’in, kavminin putlara tapması üzerine, ‘Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla” dediği, Allahın ona ‘uysal bir çocuk’ müjdelediği’, çocuk koşup oynayacak yaşa geldiğinde ise İbrahim’in rüyasından hareketle çocuğu boğazlamak üzere yüzüstü yere yatırdığında bir büyük kurbanlık vererek çocuğun hayatını bağışladığı anlatılır Kurban edilecek İshak mı İsmail mi? Kur’an’da çocuğun ismi açıkça belirtilmediği halde, İslâmi kaynaklar bu ismi ‘İsmail’ olarak verirler. Bilindiği gibi geleneğe göre İsmail Müslümanların atası, İshak ise Yahudilerin atasıdır. İslâm tefsircilerine göre Tevrat’ta kurbanlık oğul için ‘biricik’ tabiri kullanılmaktadır. İsmail, İshak’tan önce doğduğu için ‘biricik’ oğul İsmail olmalıdır. Eğer, ‘biricik’ ifadesi yanlışlıkla yer aldıysa, ikinci oğul olan İshak’ın kurban edilmesi, Tevrat’taki şükran için ilk mahsulün kurban edilmesi’ mantığına uymaz. İlahiyatçı olmayan yorumcular ise Sara’nın ‘ana kraliçe’ konumunda olduğu için, yüz yaşını geçtikten sonra doğurduğu tek oğlunun kurban edilmesine izin vermeyeceğini, hâlbuki Hacer’in hem cariye hem de genç olması yüzünden, oğlunun kurban edilmesine karşı çık(a)mayacağını söylerler. Ama her iki dinde de sonuçta oğlun kurban edilmediği kabul edilir. (Ayşe Hür’ün makalesinden ve Çetin Özer’in doktora tezinden).
19
Kurban geleneği niye korundu, korunmaya devam edecekse ne yapılmalı? Kurbanın bilinen birçok yaygın ve olumlu etkisi vardır. 1. Hayvan yetiştiricilerinin ellerindeki hayvanları paraya ya da takas yolu ile başka mallara çevirmesinin en kolay yolu, belirli zamanlarda kurulacak kurban hayvanları pazarı olur. 2. Fakirlerin en azından senenin belirli zamanlarında doyasıya et yemeleri sağlanır. 3. Kurban ile zengin-fakir gelir dağılımı biraz da olsa dengelenir. 4.
Kurban
sosyal
bir
etkileşime
neden
olarak
insanların
sosyalleşmesine belirli bir katkıda bulunur. 5. Kesilen kurbanın kazayı-belayı önlediği ve öbür dünyada sevap hanesine bir şeyler yazdıracağına inanıldığı için bir anlamda ruhsal bir rahatlamaya neden olur. Bugünkü haliyle ve bugünkü anlayışla birçok zararlı yönü bulunmaktadır. 1. Sokak ortalarında herkesin gözü önünde bir insanın ruhsal dengesini bozacak derecede vahşi manzaralar yaşanmasına neden olmaktadır. 2. Kurban sahibine bizzat kendi kurbanını kesme (çok yaygın uygulanmasa bile) önerisi getirilerek, insanların vahşi ve gaddar yönü kaşınmaktadır. 3. Senenin çeşitli zamanlarında gelen Kurban Bayramı, ne yazık ki, belirli zamanlarda birçok hayvanın döllenme ve gebelik dönemine denk geldiği için üreme işlemini tamamlamadan birçok hayvanın kesilmesi
20
büyük zararlara neden olmaktadır. Eğer bu evrensel bir uygulama olacaksa (olsaydı), kurbanlık hayvanların bu döllenme ve gebelik dönemleri dünyanın farklı yerlerinde farklı zamanlara denk gelecekti: Örneğin güney yarım kürede, güneş ışığının düzenleyici etkisinden dolayı, koyunlar ve sığırla kuzeydeki gibi çoğunlukla ilkbaharda değil son baharda doğururlar. Yani Ramazan ve buna bağlı olarak Kurban Bayramı takvimi evrensel gerçeğe uyum göstermemektedir. 4. Beslenme yetersizliği çekilen bir dünyada, bir hayvanın her parçasının ekonomiye kazandırılması akıl meselesidir. Boynuzu, kanı, tırnakları, yünü, kemikleri, derisi, hatta gübre olarak dışkısı en küçük kırıntısına kadar değerlendirilmek zorundadır. Bütün bu yan ürünlerden başlı başına bir sanayi bile kurulabilir. Hâlbuki kurban tam bir israf ve savurganlıktır. Alelacele özensiz kesilen deriler genellikle bir yerlerinden yırtılır ya da delinir. Yapağısı yeterince kullanılmaz. Kanı boşa akıtılır, tırnak, boynuz, iç organlar ve sakatat kısmı, dışkılar kural olarak o yana bu yana atılarak israf edilir, israf edilmeyle kalmaz, hijyenik birçok soruna neden olur. 5. Kurban Bayramı nedeniyle gerek kurban kesenler gerekse kurban eti alanlar bilinçsiz olarak et tükettikleri için birçok organını tahrip eder. Çünkü bir kişinin kendi kilosu kadar günlük gram cinsinden fazla et yemesi, karaciğer ve böbrek tahribatı demektir. Dinsel terminolojide bu kötü ve aşırı beslenmenin adı da “fakirin gözünün doyurulmasıdır”.
İlla ki kurban kesmede ısrar ediyorsak bunu nasıl yapmalıyız?
21
Öncelikle ailesine günlük olarak yukarıda verilen miktarlarda et sağlayamayan birinin senede bir ya da birkaç gün et için kurban kesmesi uygun olamaz. Diyelim ki kurban kesmesi için tüm dini ve ahlaki kuralları yerine getirmiş biri için, kurbanın senenin ancak belirli bir zaman diliminde (yavru tutma dönemlerinin haricinde) kesilmesi, tam teşekkülü bir kesimhanede bu kesme işlemini yaptırarak olabilecek tüm organ ve yapılarının ekonomiye kazandırması gerekir. Kurban etinin dağıtımı da yeniden bir esasa bağlanmalıdır. Diyelim ki belirli bir miktarını evi ve yakın dost ve akrabaları için ayırdı (geleneksel olarak 1-2/3’si); geri kalan kısmını belirli bir merkeze teslim etmeli. Bu merkez daha önce, özellikle yakın çevresinde, olmaz ise uzak yörelerde gerekirse yurt dışında tespit ettiği fakirlere, yukarıda verdiğimiz miktarlarda dağıtmalıdır. Bu dağılımda taviz verilmeyecek yönetim şöyle olmalıdır. Eğer bir aile fakir ise, aile bireylerini gerektiği şekilde besleyecek durumda değilse, bu ailenin başvurusu ve durumu incelendikten sonra, merkez, aile bireylerinin toplam kilosuna göre her gün belirli miktarda et teslim etmelidir. Örneğin çocukların, eşlerin ve varsa büyük anne ve babanın toplam kilosu 400 kilogram ise, o aileye her gün 400 gram et teslim edilerek dengeli beslenmesi sağlanmalıdır. Bu destek birkaç gün değil, sene boyunca yapılacağı için dengeli beslenme de sağlanmış olur.
Kurban kesme tarzını değiştirmeliyiz Her ne kadar bilim adamı ya da uzman olarak kabul edilen kişiler, dogmalarından bir türlü kurtulamadıkları için (bu nedenle bunlara bilim
22
adamı ya da uzman sıfatı vermek de doğru değildir) doğruyu söylemiyorlarsa
da,
suya
sabuna
değmemek
için
seslerini
çıkarmıyorlarsa ya da bilgisizliklerinden ve çıkarlarından dolayı halka yanlış bilgi veriyorlarsa da, kurban kesme tarzı da ne yazık ki hiçbir uygar insanın onaylayacağı bir tarz değildir. Söylediklerinin hiç biri de doğru değildir. Kurbanın kesilirken üç ayağının bağlanması bir ayağının ise kesilme sırasında çırpınması için serbest bırakılması ve en önemlisi boğazının belirli bir yere kadar kesilip, can çekişmesi için bir süre omuriliğinin kesilmeden bırakılması gerekiyormuş. Böyle yapılmasının nedeninin de kalbin durmayıp kanı boşaltması için yapıldığı söyleniyor Hiç kimse bunun doğru olmadığını söylemiyor ya da çekindiğinden dolayı söyleyemiyor. Çünkü omurgalıları tümü kalbi üzerinde taşıdığı iki düğüm ile (Sinoatrial –SA- ve Atrioventricular –AV- düğüm) kendi kasılmasını ve gevşemesini otomatik olarak düzenler. Yani kasılma ve gevşeme eylemini başka bir organdan emir almadan kendi düzenler. Bu nedenle kalbi çıkarıp uygun bir sıvının içine koyarsanız kalp çok uzun süre atmaya devam eder. En basit orta eğitim laboratuarlarında bile bu özellik kurbağa kalbinde gösterilir. Kurbağa kalbinin basit olduğu düşünülecek olsa bile aynı durum kalp nakillerinde vücuttan çıkarılan insan kalbi için de geçerlidir. Yaşamını destekleyecek uygun bir sıvıya alınan insan kalbi bu kapta çalışmaya devam eder. Ancak atmanın ritmi (yani hızlı ya da yavaş çarpması) omurilik aracılığıyla değil, beyin sapına (Medulla oblangata = omurilik soğanına) doğrudan bağlanmış Nervus vagus ve boyundaki kesilen yerden geçmeyen Nervus simpaticus diye iki sinir (simpatik ve parasimpatik) tarafından düzenlenir. Bu sinirlerin kesilmesi kalbin durmasını değil, ritminin bozulmasına neden olur. Yani siz
23
omuriliği kesseniz bile kalp durmadan vücuttaki kanı boşaltır; birden bire durmaz. Nitekim omuriliği boyun kısmında tahrip olmuş birçok insan felç olsa da yaşamasına devam eder. Keza laboratuar denemelerinde boynunu kırdığımız kobay ya da sıçanların kalbinin attığını biliyoruz. Dolayısıyla anlatılanlar tümüyle bilime aykırıdır ve insanlara yanlış bilgi verilmektedir.
Omuriliğin
kesilmesi
o
canlının
omurilik
kesilme
eyleminden sonra vücuttan gelen acıları duymamasını sağlar. Bu durumda bu tarz bir kesme eylemi bir canlıya acı ve ızdırap çektirmeden başka bir anlam taşımamaktadır. Hiçbir kutsallık bir canlıya acı çektirmeyi mubah kılmaz. Unutmayalım ki bu gerçeği sadece sınırlı sayıda insan değil dünyada çok kişi biliyor ve bizim bu tavrımızı hiçbir zaman uygarca bulmuyor. Halkı anlıyorum; biyoloji bilgileri yeterli olmayabilir; duyduklarıyla yetinmiş olabilirler. Biz bu bilim adamlarını ne için besliyoruz merak ediyorum…
Günlük manzaradan bir kesit: 27.11.2009 Tarihindeki kurban bayramının sadece birinci günde, kurban kesme eylemi sırasında, 2365 kişi hastanelere düşecek kadar yaralandı; ölüler de var. 16.11.2010 tarihinde bütün uyarılara karşın bu sayı 3326 yükseldi. Hastaneye gitmeyenler ve kayda girmeyenleri de düşünürsek bu sayı bunun katlarına ulaşır. Açıkta, yol kenarında, parklarda insanlık dışı görüntülere neden olmamak için kurban kesmesi hükümet tamimi olarak yasaklanmasına ve bunu yapanlara 2009 yılında yüz küsur, 2010 yılında 700 küsur lira para cezası kesileceği defalarca duyurulmasına karşın, görsel basından izlediğimiz
kadarıyla,
İstanbul
başta
olmak
üzere
parklarımız,
24
sokaklarımız, evlerimizin önü, yolların kenarı, kanların, bağırsakların, işkembelerin sağa sola serpiştirildiği ilkel bir mezbahaya döndürüldü. Ben Star Televizyonu’nun aynı gün ana haberinde izledim; büyük bir olasılıkla diğer
televizyon
kanalları
da
aynı
görüntüler
verilmiştir.
Gurur
duyduğumuz, duygusal şiirler yazdığımız, şarkılar bestelediğimiz İstanbul Boğazı’nın sahil kesimleri kırmızı kan ile karışık işkembe, bağırsak akıyordu. 2009 yılında bu görüntü ve eylemler aklı başında olanlarca kınandı. Düzeldi mi? Nerede? 2010 yılında İstanbul Boğazı yine kırmızı aktı; dünya basını geleceğin Avrupa Üyesi ülke diye alaylı bir şekilde bu görüntüleri verdi. Peygamberler şehri olarak dünyaya tanıttığımız Urfa’da Cadde ortasında, kurbanlık sığırın bacakları bıçakla doğranarak, hayvanın asfalt üzerinde sürünmesi Avrupa televizyonlarında gösteriliyordu. Kesilecek hayvana vurulan sopalar, zincirler, kovalamacalar, silahla atışlar ve benzeri vahşi manzaralar kurban bayramımızın alışılmış görüntüleri oldu. Avrupa şöyle düşünür böyle düşünür gibi –insanımızı uygarlaştırmayı sağlamak açısından - bir yaptırımın ya da gözdağı vermenin arkasına sığınmayı hiç düşünmedim. Bunun sadece insan olmanın bir gereği olarak düşünürüm. Niye böyle yapıyorsunuz dediğimizde, herkesin ortak verdiği yanıt: “Dinimizde böyle bir şey yoktur; kurbanlık hayvana eziyet edilmez” cümlesi olur. İyi de uyarıya, ceza tehdidine bile aldırış etmeden bu camianın bin dört yüz yıldır böyle davranmasını nasıl açıklayacaksınız? Eğitileceğini mi düşünüyorsunuz? Dogmatiğin dogmasını değiştirme dünyayı avucumuzun içine alma kadar zordur… Bütün bu ritüelin ve görüntülerin çok derin bir etkisi daha vardır ki, bunu çoğu düşünür dile getirmekten kaçınıyor. İnsanı insan yapan en
25
önemli özellik “Empati”dir. Yani –isten duygusu olsun ya da olmasın, ister dili olsun ya da olmasın, ister bir acıyı algılasın ya da algılamasın; ancak en önemlisi bir insan ise onun duyularıyla düşünebilmedir. Eğer ben bir şeyden acı duyuyorsam, başka bir canlının da aynı şekilde acı duyacağını içimde hissetmeliyim. Bu insan olmanın en önemli özelliğidir. Beslediği, oynadığı, arkasında gezdirdiği ve sevdiği bir kuzuyu ya da buzağıyı anası babası sevap kazanacak diye gözünün önünde üç ayağı bağlanıp, çırpınsın diye bir ayağı serbest bırakılan; acı çeksin diye omuriliği
kesilmeyen,
yere
yatırmak
için
dövülen,
boynuzundan
kuyruğundan çekilen bir hayvanı gören bir çocukta empati duygularının gelişmesi beklenemez. Sorarsanız, kurbana eziyet edilmez denir. Ancak bunu söyleyenler her tarafın kan gölüne çevrildiğini görmemezlikten gelir. Sonuçta empati duygusunun tam gelişeceği çağda, tam tersi bir eğitim alır ve – dindar insandan kötülük sadır olmaz- dense de en vahşi ve en gaddar eylemler bu kesimden çıkar. Bugün kadar dünyanın çeşitli yerlerinde tanıdığım aklı başında Müslümanların hemen hepsi,”bizim dinimiz en insancıl din; ama biz niye böyleyiz?” sorusunu hep birbirlerine sordular. Ancak hiç kimse gerçeği görmek istemedi. Malezya’dan Cezayir’e, Türkiye’den Somali’ye kadar benzer olumsuzlukların ortak noktalarını araştırmaktan çekindikleri için nedenini de hiçbir zaman anlayamayacaklar. Bu yazı bu amaç ile yazılmıştır…
Yazdıklarım işi yarayacak mı? Geçmişte Tanrılarına genç kızları kurban eden; bugün Hac Farizası diye bir günde 4 - 5 milyon hayvanı boğazlayarak etini çölün kumlarına gömen (neyse ki son zamanlarda bunların bir kısmının sadece etleri buzdolabına
kaldırılarak
fakir
İslam
ülkelerine
gönderiliyormuş),
26
yatırılarak deve kesmenin günah olduğuna inanan ve bu nedenle Arap Palası ile canlı hayvanı ayakta iken ayaklarını parça parça doğramaya başlayarak öldürmeyi (bu nedenle deve kurban edilirken görüntülemeye izin verilmiyor) kutsal sayan ve bu uygulamayı Tanrısal bir buyruk sayarak tartışmaya bile açmayan bir düşünceyi “bir bilim adamı, bir düşünür” olarak onaylamam beklenemez. Bilimsel bir değerlendirme ile bütün bunları tarafsız ve analitik bir bakış açısından dile getiren böyle bir yazının, dogmasından bir türlü kurtulamamış
bu
kesimin
takkesini
önüne
koyarak
yeniden
değerlendireceğini de beklemeyiniz. Kurban olayını bilimsel bir tartışmaya çekerek, insanlara yol göstermenin önemli bir zorluğu daha var. Kurban etinden, derisinden nemalanan birçok kurum
türemiş bulunmaktadır
(eğer
bir hata
yapmıyorsam, dolaylı ya da dolaysız nemalanan Diyanet Vakıfları, cami yaptırma dernekleri – bunların sayısının 50-60.000 civarında olduğu söyleniyor-, insani yardımlaşma adı altında kurulmuş birçok dernek ve vakıf,
Kızılay,
Türk
Hava
Kuvvetleri,
Mehmetçik
Vakfı,
yolunu
şaşırmışlara arka çıkan Deniz Fenerleri ve başkaları). Bunların bir kısmı beklenen hizmeti götürmesine karşın, bir kısmının siyasetin batağına saplandığı son zamanlarda açık açık manşetlere yansımaktadır. Nemalananların, bu kadar büyük geliri, birkaç bilim adamının, düşünürün sözüyle
bir
tarafa
bırakacaklarını,
hedef
kitlenin
bu
önerilerini
düşünmelerine göz yumacaklarını mı bekliyorsunuz? Çok beklersiniz… Gittikçe artan bir tutkuyla para hırsının arttığı dünyamızda, insani değerleri, dünya görüşü, geleneği ne olursa olsun, kazanmak için her şeyi mubah bilen bir dünyada, kurban gibi getirisi olan ve istismara açık bir sorunu bir kalemde gündemden çıkaramazsınız.
27
Yine de bu topluma hizmet etmek istiyorsanız, er ya da geç karşılaşacakları çıkmazlardan kurtarmak istiyorsanız, ilk olarak o topluma yeni koşullar karşısında dogmalarını değiştirerek doğru yolu bulmayı öğretmelisiniz. Bilim adamlarının, düşünürlerin, aydınların en önemli görevlerinden biri bu olmalıdır diye düşünüyorum. Böyle bir aydınlamaya da en çok İslam ülkelerinin ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Dogmasından kurtulamayanlar, dogmasını yeni koşullara göre değiştiremeyenler er ya da geç çıkmaza gireceklerini bilmelidirler. Bütün
bunları
yapabilir
misiniz?
Dogmaya
saplanmış,
katı
alışkanlıkları yaşam tarzı olarak benimsemiş insanlara hangi doğruyu sunarsanız sunun onları değiştirmek zordur. Ülkemizin hayvansal varlıkları yetmediği için 2010 yılında yabancı ülkelerden döviz ödeyerek getirttiğimiz hayvanları kesmeye başladık. Dövizle alınan sevap… Bu yazıyı ilk olarak 2009 yılında Siz değerli okuyuculara sundum, daha sonraki senelerde iki defa daha gönderdim. Aslında bu toplumun beni dikkate alacak aşamaya geldiğini düşünmüyorum. Kaldı ki tamamen bilimsel gerçeklere dayalı bu sunum, birçok çıkarcı ve fırsatçı kesim tarafından tehdit olarak algılanacak ve etkisini azaltabilmek için yer zaman yapıldığı gibi “inançlarımıza, geleneklerimize ve değerlerimize saldırı” olarak değerlendirilecektir. Böylece bu yazının ne demek istediğini anlama önlenecektir. Bakarsınız, bu ülkede, bir gün, benzer düşünceye ulaşmış ve halkın aydınlatılmasını en önemli görevi olarak benimsemiş çok sayıda bilim adamı yetişir ve onların aracılığıyla durumun olumsuzlu halka anlatılma fırsatı daha etkin bir şekilde yakalanmış olur. Eğer bu doğmaya saplanmışlar kendi yarattıkları bataklığın içinde o güne kadar boğulmazlarsa…
28
Ben bu yazılanları yapmalarını beklemiyorum; onun için daha birkaç fırın ekmek yenmesi gerekir. Yazılanları –şimdilik- sadece anlasınlar yeter diyorum… Prof. Dr. Ali Demirsoy Hacettepe Üniversitesi, Fen Fakültesi
Bilgi alınacak Türkçe kaynak 1 .KURBAN İLE İLGİLİ İNANÇ VE TUTUMLAR (Doktora Tezi) Özer ÇETİN, Danışman Prof. Dr. Hayati HÖKELEKLİ, BURSA 2008 2. Ayşe Hür, Kurban bir İslâm inancı mıdır? 29.11.2009
Sunuş yazısı (2009) Kurban bayramı geldi, her zamanki gibi çeşitli görüş ve tartışmalar da gündeme düştü. Acaba kurban kesme niye çıktı, bu hale niye geldi? Yapılanlar doğru mu yanlış mı; yanlışı ne doğrusu ne? Evrimci bir biyologun mantığıyla kurban öyküsünü ve bilimsel gerçekleri öğrenmek isterseniz, zaman ayırıp okumanızı öneririm. Bu yazı daha özet olarak 2009 yılında büyük bir olasılıkla adresinize gönderilmişti.
Bu vesile ile bayramınızı kutluyorum, esenlikler diliyorum.
13.11.2010 tarihinde ikinci göndermedeki sunuş yazısı Sevgili Kardeşim Kurban bayramı geldi, her zamanki gibi çeşitli görüş ve tartışmalar yine gündeme düştü. Bugüne kadar yapılan tartışmalardan farklı bir
29
sonuç çıkmadığı gibi düşünmemiz gerekenlerden daha da uzaklaştığımız anlaşılıyor. İnsanı insan yapan unsurların başında bir şeyin nedenini araştırma olduğuna göre bunu da masaya yatırmamız gerekti. Acaba kurban kesme niye çıktı, bu hale niye geldi? Yapılanlar doğru mu yanlış mı; yanlışı ne doğrusu ne? Evrimci bir biyologun mantığıyla kurban öyküsünü ve bilimsel gerçekleri öğrenmek isterseniz, zaman ayırıp okumanızı öneririm. Bu yazı daha özet olarak 2009 yılında büyük bir olasılıkla adresinize gönderilmişti.
Bu vesile ile bayramınızı kutluyorum, esenlikler diliyorum.
Tarihinde gönderilen üçüncü sunuş yazısı. 06.10.2013 Değerli Kardeşim Ne söylersek söyleyelim, hangi bilimsel sonuçları sunarsak sunalım, bu coğrafyanın insanının önemli bir kısmını belirli şeylerden– alıştığından, inandığından, geleneğinden, huyundan ve husundanvazgeçirmek, bırakın vazgeçirmeyi üzerinde bir defa düşünmesini sağlamanın bile kolay olmadığını öğrenmiş bulunuyorum. Ancak bilim adamı kimliğimle yine de uyarmanın bir görev olduğunu düşünerek bu yazıyı üçüncü defa da olsa görüşlerinize sunuyorum. 06.10.2013. Bayram tatilinizin sorunsuz geçmesini, ülkemiz ve dünyanın tüm insanları için mutlu bir geleceğin başlangıcı olmasını diliyorum. Saygılarımla