Lavoisier i tanıyın

Page 1

1

Lavoisier’i tanıyın, geleceğinizi ona göre kurgulayın Prof. Dr. Ali Demirsoy, Hacettepe Üniversitesi, Biyoloji Bölümü

“Yoktan var edilemez, vardan yok edilemez” ilkesini insanlığa kazandıran büyük insan

Antoine Laurent LAVOISIER (Antuan Loran Lavuaziye) (1743-1794) Zengin bir tüccarın oğlu olan Lavoisier, Mazarin kolejinde okudu, astronomi dersleri aldı. 23 yaşında "Paris İçin En İyi Aydınlatma Sistemi" adlı inceleme yazısıyla, Fen Akademisi'nden ödül aldı. Daha sonra, "Dağ Tabakaları Üzerine İnceleme ve Paris Civarındaki Alçıtaşlarının Analizi" adlı iki çalışma daha yayınladı. General Baudon'un yardımcısı oldu ve sonunda

fermier

general

oldu;

barut

ve

güherçile

fabrikasının

müdürlüğünü (bu sırada kara barutun kalitesini geliştirdi) yürüttü, ölçü ve tartı aletlerini geliştirmekle yükümlü komisyonun üyeliğini yaptı; maliye bakanlığında vergi reformu yapmak için görevlendirildi ve bu konuda bir eser yazdı. 1793 yılında fermier generallerin tümünün tutuklanması emredildi; 1794 yılında ölüm cezasına çarptırıldı ve aynı gün (8 Mayıs) giyotinle idam edildi. Modern kimyanın kurucusu olarak bilinir. Maddenin ağırlığı olduğunu ve bu niteliğiyle tanımlanması gerektiğini ileri sürdü; kütlenin ve elementlerin korunumu ile ilgili yasaları buldu; ilk defa oksitlenmeyi açıkladı; Laplace ile birlikte ilk defa havada oksijen ve azotun olduğunu buldu ve bunları karıştırarak havayı yeniden yaptı; ilk defa hidrojeni oksijenle yakarak su elde edilebileceğini ispatladı; 1780 yılında karbonu oksijenle yakarak karbon dioksitin bileşimini açıkladı; ilk defa Laplace‘la


2

birlikte kalorimetrik ölçümleri gerçekleştirdi; asitlerde ve bazlarda oksijenin varlığını saptayınca, kimyasal maddeleri yeniden adlandırma girişimlerine başladı (1789 da bu sistemin kullanıldığı "Temel Kimya" adlı bir kitap yazdı); canlılarda vücut ısısının karbon ve hidrojenli organik maddelerin yıkılmasıyla ortaya çıktığını ileri sürdü; teraziyi geliştirerek yaygın olarak kullanılmasını sağladı. Lavoisier hakkında anlatılan ilginç bir öykü, gerçek bir bilim adamının niteliği ve bilimin bir insanı nasıl geliştirdiği konusunda önemli ipuçları verebilecek niteliktedir. Lavoisier, ölüm cezasını alır almaz, ilk olarak kendisi gibi bilimle uğraşan en yakın arkadaşını aratır ve şöyle der: "Ben nasıl olsa başımı verdim; bari bu başı verirken bilimsel bir denemeyi de gerçekleştirelim. Acaba bir insan, kafası kesildikten sonra da belirli bir süre düşünebilir mi? der ve ilave eder -benim başım kesilip sepete düşer düşmez, eğer ben düşünebiliyorsam, göz kapaklarımı üç defa açar kapatırım ve sen de anlarsın ki ben kafası kesildikten sonra düşünebiliyorum". Gerekli izinler alınır ve arkadaşı kesilen kafada, gözkapaklarının üç defa açılıp kapandığını gözler... Lavoisier, hidrojeni oksijenle yakıp su elde eden ilk insandır. Ancak, o güne kadar maddenin yok olacağı ya da yeniden oluşturulabileceği (örneğin yakılan bir ağacın kütlesinin de yakılma ile yok olacağı ya da bazı

tepkimelerle

yeniden

madde

kazanılacağı

daha

doğrusu

yaratılabileceği) zannediliyordu. Lavoisier, tepkimeye giren oksijeni ve hidrojeni tartı ve daha sonra çıkan suyu tartı, sonuçta tepkimeye giren oksijen ile hidrojenin ağırlığı kadar su oluştuğunu gördü. Kaybolan hiçbir şey olmamıştı. Kazanmak için de bir o kadar girdinin olması gerektiğini saptadı. Sonuçta: Evrende hiçbir şeyin yoktan var, vardan yok edilemeyeceği kuralını bilim dünyasına kazandırdı. Ancak bunun sadece kimyasal bir tepkime için değil, evrenin tüm işlevleri ve insani işlevler için


3

de geçerli olduğu anlaşıldı (tabii anlayanlar için). “Yoktan var edilemez, vardan yok edilemez” ilkesi doğru bir mantığın vazgeçilmez bir yasası oldu. Bu kuralı bilmeyenler, bilip de uygulamayanlar er ya da geç bir çıkmaz sokağa girdiler. Böyle bir kuralın toplumumuzda sadece lise kitaplarında kimya okunurken öğrenilip, daha sonra hiçbir sosyal işleve uygulanmaması ile ilgili bir geziye çıkalım. Böyle bir gezinin sonunda siz hala eski düşüncenizde ısrar ediyorsanız ya bu satırları yazan gözlemini, düşüncesini ve derdini anlatamamıştır ya da okuyanlar geleneksel katı düşüncelerinden arınacak kadar geniş ufuklu değillerdir ya da zihinsel bir sorun var demektir. İlk olarak Anayasamızın sosyal devlet ilkesinden başlayalım. Sosyal devlet ilkesinden bu güne kadar ne anlaşıldı ve ne yapıldı? Her devletin vatandaşlarının arkasında olması bir gerekliliktir; vatandaşların da devletin emrinde olması kaçınılmazdır. Böyle bir açıdan bakıldığında sosyal devlet ne olmalıdır sorusu yeniden gündeme gelmektedir. Ne olursa olsun, hangi koşulla ya da zorlukla karşılaşılırsa karşılaşılsın, akıllı, seciyeli, ahlaklı ve evrensel mantığa sahip bir sistemde şu dört unsur istismar edilemez. 1. Halkının geçici ve günlük gereksinmeleri için doğanın ve çevrenin tahribine göz yumamaz. 2. Halkının geçici ve günlük gereksinmeleri için, jeolojik devirlerde oluşmuş ya da birikmiş doğal kaynak olarak bilinen değerlerini (su kaynaklarını, madenlerini, ormanlarını, topraklarını, kıyılarını, denizlerini, meralarını ve benzer değerlerini) tahrip edemez, yağmalatamaz, hor kullanmasına izin veremez. 3. Bu kaynakların kullanımında herkesin aynı ölçüde hakkı olduğu gerçeğini benimsese dahi, kullanımını ancak ve ancak yetkin ve bilimsel olarak en iyi kullanacakların emrine verilmesi hususunu ilke olarak kabul


4

etmelidir. Bu kaynakların birilerine kullandırılmasını çıkar kapısı olarak göremez. 4. Her verilen ya da sunulan şeyin bir girdisinin olacağı gerçeğini yani “Yoktan var edilemez, vardan yok edilemez” ilkesini dünya görüşünün ve idari sisteminin anayasası olarak benimsemelidir. Ancak bu ilkelerin anlaşılması, benimsenmesi ve uygulanabilmesi için tek bir şeyin bu toplumda yerleşmesi gerekir: Lavoisier’nin “Yoktan var edilemez, vardan yok edilemez” ilkesi. Bunun için bir engel mi var diye düşünebilirsiniz. Evet! Büyük bir engel bulunmaktadır. Sanki hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünmesine karşın toplumun mucizeye ve sevaba inanmış olması, bilimsel ve mantıklı düşünceye vurulan en büyük prangadır. Eğer bir toplum mucizeye inanıyorsa, o toplum girdisi olmadan çıktısı olan bir sisteme inanmıştır. Elde etmesi gereken şeyleri, çalışmadan kolay yoldan elde etmenin kolay yol olduğuna, bunun için bir bedel ödemesine gerek olmadığına, yani mucizeye inanmıştır. Çalışmayana, alın teri dökmeyene yardım etmenin

bile

Tanrı

katında

ödüllendirileceğine

yani

sevap

kazandıracağına inanma da toplumu yıkan başka bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun için duygusal olmaya gerek yok; tarihe ve dünyamızın bugünkü coğrafyasına bakmamız yeterlidir. Hangi toplum mucizeler dünyasına belini bağlamış, hangi toplum sevabın peşine düşmüş ise ülkesinin kaynaklarını en çok tahrip etmiş ve en fakir kalmış, dünya uygarlığına en az katkıyı yapmış; bırakın katkı yapmayı, olanı da tahrip etmiş toplumlardır. Ancak bu hususların, yani mucizenin ve sevabın her ikisi de – dünyanın her coğrafyasında ve toplumunda- inanç sisteminin iki ana unsurunu oluşturmaktadır. Bu iki unsurdan arandırılmış bir inanç sistemi, -kolaydan kazanmanın yolunu tıkayacağı için- çekiciliğini büyük ölçüde


5

yitirecektir. İnanç sistemi eğer bir de çıkarın ve siyasetin emrine girmiş ise, bu iki olumsuz husus, dolaylı olarak devlet idaresinin gizli lokomotifi durumuna geçmiştir. Artık devlet adamları halkın bu zaafını en etkili şekilde kullanabilir. Örneğin önceden bilinen ya da tahmin edilebilen; ancak gerekli önlemler alınmadığı için uğranan felaketleri ya da bir krizin etkisini azaltmak ve yatıştırmak için şu nutukları atmaya başlar. •Allahın izniyle (ya da inayetiyle) bu zorlukları aşacağız (tabii Allahın bizi bu krize neden soktuğu gerçeğini dile getirmeden) •Evvel Allah bu zorlukları aşacağız (tabii Allahın bizi bu zorluklara neden uğrattığı gerçeğini dile getirmeden). •Taktiri İlahi, elden bir şey gelmiyor. •İnşallah yakın zamanda …yı da başaracağız. •…yapmak bize nasip oldu (ya da bize nasip olacaktır). •Nasipse …da yapacağız. Benzer yüzlerce söylem geçmişteki kusurların kılıfları olarak halkın yatıştırılması için kullanılır. Halk da bu söylemlere inanmak için zaten önceden hazırlanmıştır. Bu nedenle bu tip toplumlarda halk ayaklanması ya tepkisi sadece inanç sistemlerine dil uzatıldığı zaman harekete geçer ya da geçirilir. Böyle bir toplumun mensupları, yaptıklarının neden olacağı toplumsal ve dünyevi tahribatı da düşünmez, düşünemez; esas olan öbür dünyaya sevapla gidebilmesidir. Bunun için varını yoğunu bu yolda harcamaya

hazırdır,

isteklidir.

Toplumumuz

işsizlikten

kırılırken,

çocuklarına iş kuramayanların; belediyenin dağıttığı ekmek, kömür ve yiyecekleri havada kapanların; köyünde akacak suyu olmayan köylülerin, yeşil kart kullananların, çocuğunu okutmayanların binlerce dolar harcayarak Hacca gitmesini hangi mantıkla açıklayabilirisiniz? Bunun akla aykırı olduğunu söylediğinizde, görünürde demokrasi havarileriliğine soyunmuş çıkarcı ve ahlaksız kesim, bu bir demokratik haktır,


6

demokratik tercihtir diye arka çıkmaktadır. Bu nedenle artık hiç kimsenin demokrasiye de saygısı ve güveni kalmadı. Bakın en çok demokrasiden söz edenler bölücüler, devleti soyanlar, çıkarcılar, işbirlikçiler ve gizli servislerin –birçok ülke için- yıllar sonra açıkladıkları belgelerden anlaşıldığı gibi bu servislerden el altından maaş alan yazarlar ve kendine aydın sıfatı takmış bazı işbirlikçilerdir. Ancak bu anlatılanlar kişinin kendi tercihi gibi görünmesine karşın – ki politikacılar ve din simsarları hep böyle söylüyor- ortaya çıkardığı karadelikler hepimizi yutacak duruma getirmiş durumdadır. Sosyal devlet söylemi altında, bin zorlukla toplanan vergiler, bu tembel

ve

çıkarcı

katmana

peşkeş

çekilerek,

çoğunluk

seçim

dönemlerinde (artık şimdilerde sürekli) “fakire yardım” altında çarçur edilmektedir. Mikrofonu kimin ağzına dayasanız, devlet bunu neden yapmıyor, neden vermiyor gibi bir istek ya da şikâyet dinlersiniz. Hiç kimse devlete gerekli girdileri ya da katkıları yapamıyoruz diye üzüntüsünü söylemiyor. İki haneli köye gidiyorsunuz, yol, su elektrik, öğretmen, imam, cami, sakatına ve yaşlısına maaş, çalışmayanına sosyal güvenlik, karşılıksız tedavi istiyor. Yapılanı da kendi malı gibi korumuyor, düşman malıymış gibi davranıyor. Herkes yüksek maaş ya da ücret talep ediyor; ne ürettiğini gündeme getirmiyor. Hayatı boyunca tek bir kuruş sigorta parası ödemeyen kişi, hastaneye gittiğinde gerekli itibarı görmeyince, basın ya da hasta yakınları “devlet nerede?” diye bağırıyor. Ağzımızı açtığımızda devlet bunu niye yapmıyor, böyle devlet olur mu, böylesi devletin diye konuşmaya başlıyoruz. İşi gücü, geliri olmayanlar onlarca çocuk yapıyor, bu devlet bana niye bakmıyor diye yakınıyor; görsel basın da bunu bir marifetmiş ve insanlık dramıymış gibi her gün kamuya sunuyor. Hiç kimse çıkıp da, bu adam yatağa girmeden önce bana danışmadı da, çocuklarını nasıl doyuracağı kerteye geldiği zaman mı


7

danışmak istiyor diyemiyor. Sorduğunuzda Allahın takdiri diyor. Hiç birimiz bunu konuşmaya hakkımız olup olmadığını irdelemiyor. Bu insanlara ne verdin ki ne istiyorsun demiyor, diyemiyor. Ancak bundan şu sonuç da çıkarılmamalı: Devlet dört dört işliyor da, halk boşuna yakınıyor. Devlet, Anayasamızın vazgeçilmez ilkesi olan “Sosyal Devlet” ilkesinin arkasına sığınarak, eldeki imkânları ya peşkeş çekiyor ya da çarçur ediyor; bunu gören halk da bu parsadan ne koparabilirim diye bangır bangır bağırıyor. Çünkü mucize edebiyatına inanmış bir halk, kendince iyi bir sistemin, karşılık olmadan bile sürekli ulufe dağıtacağına inanmıştır. Niye olmasın? İnancı, karşılığı ya da girdisi olmadan, havadan kazanmanın yolunun “yani mucizenin” mümkün olacağını öğretmişti. Eğer bir aksaklık varsa, mucizeyi yaratamayanlara aittir. Bunun en iyi yolu da dine biraz daha bağlanmak, itikadı biraz daha güçlendirmek olmalıdır. Böylece dine daha çok kaynak aktarılmalıdır. Ülkemizdeki 140.000 cami ve mescit bir o kadar imamın varlığını neye borçluyuz dersiniz? Dini istismar edenlerin de canına minnet; çünkü tüm varlığı ile kendi yanında yer alabilecek –devlet eliyle beslenen- bu kadar yandaşı kimse bulamaz. Her türlü yolsuzluğu, rezilliği, keseceği bir kurban, yapacağı bir Hac ziyareti, kılacağı birkaç rekât namaz ile ödeyebileceğine inanmış toplumun gideceği yer nereyse oraya gidiyoruz, daha doğrusu batıyoruz; hem de en hızlı şekilde. Sadece biz mi? Bizim gibi olan tüm toplumlar aynı kaderi paylaşacak. Bu son da çok uzak değil; bu yazıyı okuyanların çoğu, büyük bir olasılıkla bu acı sonu görebilecektir. Artık bu geminin daha fazla sağlıklı yol alamayacağı anlaşıldı. Atatürk’ün

ölümüyle

başlayan

akıldışı

uygulamalar

bir

sonraki

gelişmelere önemli ölçüde dayanak sağladı. Özellikle 1950 yılından bu yana kaynakların peşkeş çekilmesinin sonuçlarını acı bir şekilde görmeye başladık. Bu gidiş, sadece ekonomik zorlukların kara habercisi


8

değil, bir devletin yitirilmemesi gereken onuru ile de yakından ilgili bir sürecin başlangıcı gibi görünüyor. Bu acı kaderden kurtulabilir miyiz? Kurtuluruz! İlk olarak bir şeyi – öncelikle- öğrenmemiz gerekecektir: “Yoktan var edilemez, vardan yok edilemez” ilkesini. Her elde edilen bir şeyin ödenmesi gereken bir bedeli vardır ve bu bedel, olanağı elde edenin er ya da geç ödemesi gereken bir bedel olacağının; bu bedeli başkasına ödeten ya da ödettirenlerin ise insanlıktan, ahlaktan ve hatta sosyal devlet anlayışından yoksun olduğunun bilinmesi ve açık açık dile getirilmesi ile olabilir. Elinde girdisi olmadan –sırf kendi çıkarı için- gelecek nesilleri borçlandırarak (örneğin kendi halkından ya da dışarıdan borç alan), kaynaklarını talan ederek ya da ettirerek bir miktar daha imkân sağlayıp, bu imkânları, mucizeye ve sevaba inanmış, girişim yeteneği olmayan, hep isteyen; ancak hiç vermeyen bir kesime katık yapanlar, devletine ve toplumuna ihanet içerisindedirler. Hiçbir sosyal devlet kavramı böyle bir yağmaya izin veremez. 14.12.2008 tarihinde devlet bakanı Hayati Yazıcı, Adapazarı’nda şöyle diyor, biz Sosyal Devlet olarak kömür de vereceğiz başka yardımları da yapacağız; yoksa bu halk kaçak elektrik kullanacak, ormanları yakacak. Kimse sormuyor, sayın bakan ne zamana kadar? Sosyal devlet aç doyuran değil, beceri geliştiren, iş bulan devlet olmalıdır. İş sağlayamadığınız açları doyurma, daha çok açın topluma eklenmesi ve yaranın derinleştirilmesi demektir. Bu satırları yazan kişinin uzmanlık alanı zoolojidir; açılımı kural olarak hayvanlar âlemini iyi bilen kişi demektir. Amip denen bir hücreli bir canlı vardır, çoğunuz eğitiminiz sırasında görmese de, kitaplarda okumuştur. Bu canlıya

besin

sağladığınız sürece, durmak usanmak bilmeden, geleceğini düşünmeden çoğalır; öyle ki, eğer olanak olur, bu canlı ve zürriyeti sürekli beslenebilirse, kuramsal olarak kendisi ve zürriyetiyle birlikte vücut


9

ağırlıklarının toplamı neredeyse bir haftanın sonunda dünyanın ağırlığına eşit olabilir. Doğanın işletim sistemi buna izin vermediği için, koşullar sınırlanınca, bireyin çoğalma ve sınırsız egemen olma sınırları da daraltılır. Çünkü böyle hesapsız ve kitapsız bir desteğin, hem kendinin hem de kendiyle birlikte olan diğer tüm canlıların sonu demektir. Görüyorsunuz aklı olmayan amip bile, kendi içerisinde bir denge oluşturmuş. Tek marifeti üremek olan ve geleceğine ilişkin gelişme potansiyeli tartışmalı olan bir gruba sosyal devlet adı altında destek sağlanır ve bir de oy toplama ve inançlarını okşama adına sürekli üremeleri telkin edilirse, bu toplumun amipten ne farkı kalır? Toplumunu amip olarak gören yöneticilerin saygınlığı ne olur? Düşünmeyi öğrenmiş insanın evrimleşerek ortaya çıkması yaklaşık 3.5 milyar yıl sürdü; tekrar geriye dönmeyelim derim… Orta eğitim görmüş herkes kimyadaki şu formülü çok iyi bilir. A (insan) + B (yer altı yer üstü zenginlikler) ----------- C (ürün) +D (ürün) Burada A’yı insan, B’yi dünyadaki yer altı ve yer üstü varlıklar (zenginlikler) olarak kabul edersek; ikisinin etkileşiminden C ve D diye nitelendireceğimiz ürünler çıkacaktır. Bu ürün bilime katkı, sanat, kolaylaştırılmış yaşam, iyi konutlar, düzgün şehirler, karşılıklı saygı, toplum bilinci ve insana ait iyi olarak nitelendirilmiş sayısız özellik olacaktır. Burada A’nın ve B’nin miktarları ürünlerin miktarı ve kalitesi üzerinde etkilidir. B, yani doğal olanaklar kısıtlı olduğu sürece, A’nın yani insanın yapabileceği fazla bir şey yoktur. A’nın sayısının artırılması ürünün miktarını ve kalitesini değiştirmeyecektir (hatta bozacaktır). Esasında Lavoisier’in denklemi bir anlamda budur. Ancak A’nın B ile tepkimeye girebilmesi için yani insanoğlunun doğayı düzgün olarak kullanıp verimli ürünler elde edebilmesi için,


10

bilimsel katkıda bulunabilmesi için, sanatı geliştirebilmesi için, sosyal düzenin ilkelerini kurabilmesi için, çoğu tepkimede olduğu gibi bir başlangıç enerjisine gerek vardır; buna kimya dilinde “Aktivasyon Enerjisi” denir. Eğer bu enerjiyi vermez iseniz tepkime başlamaz. Bunun sosyal olarak açılımı, insanı belirli bir yaşa kadar iyi bir şekilde eğitirseniz,

gerekli imkânları

sağlarsanız,

toplum olarak sonuçta

beklediğiniz ürünleri elde edebilirsiniz. İşte bu aktivasyon enerjisinin sosyal bilimlerdeki karşılığı sosyal yardımdır; yani başlangıçta, sonu düşünülerek, daha sonra karşılığı alınmak üzere verilmiş olan destektir. Siz eğer koşullar (B) uygun olmadan (plansız yatırımlarda olduğu gibi) ya da oy almak, hoş görünmek, sevap kazanmak gibi nedenlerle çok daha verimli yerlerde kullanabileceğiniz kaynakları A’ya yatırmış iseniz, yatırımınız sadece A’nın sayıca çoğalmasını sağlamış olursunuz; kalitesi yükselmemiş, sayıca artmış A’nın egemen olduğu bir ülkede ya da toplumda, sizi batmaktan kimse kurtaramaz. İşte Türkiye’deki sosyal yardım adı altında yapılan yardımların büyük bir kısmı yarayı derinleştirmekten başka bir şeye yaramamıştır; yaramayacaktır, gittikçe genişleyen kara deliğin anaforu hepimizi yutacak gibi görünmektedir. Hesapsız yapılan iyilikten maraz doğar (anonim) Bütün bunları bilmeyen ya da bilemezlikten gelen bir toplum bakın son 10 yıl içerisinde hangi çıkmazlara düştü. Bankalar daha çok kazansın diye; yöneticiler günlerini gün etsin seçmenine hoş görünsün, kendi dönemlerinde ticari işlemler artmış görünsün diye; bırakın yarınını, yaşadığı günün bile planını yapamayan bir kesime, 48 aylık taksitlerle kredi ya da kredi kartıyla ile ödeme şansını tanıdı. Halk da bu ülke yönetiminin geçmişte defalarca tekrarlandığı gibi, yağmayı meşru hale getireceğini bildiği için gözünü kırpmadan bu yağmalamaya girişti. Zaten


11

denklemi bilmediği için, işin sonunu nereye varacağını da düşünmemişti. Şimdi kimin ağzına mikrofonu uzatsanız aynı sözler duyuyorsunuz: Kredi kartı borçlarımızı ödeyemiyoruz diye sızlanan insanları ekranda görmek, devlet faizini almasın, af etsin gibi ipsiz sapsız sözleri duymak günlük haberler arasına girdi. Bu paraların girdisi olmadan ödenebileceğini zanneden, akşam sabah dinden imandan, ahlaktan, demokrasiden, insan haklarından bahseden bu topluluk aslında benim alın terimle ödediğim vergilere el koymak istiyor. Bir de hepsinin ayrıcasız olarak söze başlarken, “dört, beş, altı çocuğum var, bunlar aç mı kalacak?” diye duygu sömürüsü kokan sözlerin görsel ve yazılı basında abartılarak verilmesini eklerseniz, sağduyu sahiplerinin gösterebileceği çözümlerin tümünü de ortadan kaldırmış oluyorsunuz. Hiç kimse kalkıp da ey gafil “yatağa girerken ya da kredi kartı kullanırken bana mı sordun?” demiyor, diyemiyor. İş güvencesi olmayan, enflasyonun yüksek seyrettiği bir ülkede 48 ay sonra ödenecek taksiti kim garanti edebilirdi? Hiç kimse. Çünkü girdisi olmayan bir para şu ya da bu şekilde peşkeş çekilmişti. Daha bugünden kredi kartlarının batağının 80 katrilyon Tl olduğu anlaşıldı. Hükümet, faiz indirimi, af gibi yollarla bunu gidermeye çalışıyor, çalışacak. Bu savurganlık burada bitmiyor; 100.000 hacının 88.000’nin yeşil kart kullandığı söyleniyor; Türkiye’de en az 20 milyon insanın cami ve imam ile hiç ilişkisi olmamasına karşın, yaklaşık 100.000 imamın maaşı, emekliliği, sağlık giderleri; 140.000 caminin suyu, elektriği, ısıtma giderleri, lojman giderleri vs. bu hizmeti almayanların sırtına yükleniyor. Bu nasıl bir adaletli sosyal devlet anlayışıdır? Hizmet almadığınız, alamayacağınız bir kesime –sizin rızanız olmadan- yatırım yapılıyor, destek veriliyor. Pekâlâ, bu hesapsızlığı kim ödeyecek? Dünyanın en pahalı benzinini, en pahalı elektriğini, en pahalı doğal gazını alan, iletişimde,


12

araç alımında en yüksek vergiyi ödeyen, dünyanın en yüksek KDV (gıdada bile)’lerinden birini ödeyen, devlete bir defa yakasını kaptırıp, vergi ödeme girdabına kapılarak perişan olan namuslu vatandaşlar. Sosyal devlet bu mudur? Devletin sosyalliği her kesime –herkesin kullanabileceği- belirli olanakları sağlamayla sınırlı olmalıdır. Örneğin belirli bir yaşa ve aşamaya kadar okuma olanağını yaratma, herkese temiz su, temiz hava sağlama, belirli bir yaşa kadar karşılıksız sağlık hizmeti verme, sağlıklı besin elde etmeyi kolaylaştırma ve benzeri şeyler. Akşam sabah sigara içen, alkol ve uyuşturucu kullanan, vücudunu hor kullanan, sağlıklı olup dilenen, çalışıp bir kuruş sağlık sigortası ödemeyen bir insanın sağlık hizmetlerini üstlenme; oyunu birkaç besin paketine satan insanlara, çalışan insanların alın terini, emeğini peşkeş çekme, sosyal bir olgu değil, üstelik anti sosyal bir davranıştır. Bu, insanı devletten ve çalışmadan soğutan bir anlayıştır.

Yeni

bir yasa

hazırlanıyormuş: Hamile kadından, çalışmayanlara kadar geniş bir spektrumda, insanlara açıktan 500-1400 Tl maaş ödenmesi; halbuki asgari ücretle çalışanlar sadece 600 Tl kadar para alabiliyor. Çalışmayanların çalışanlardan daha çok ücret alacağı bir sistem. Bu neyle gerçekleşecek? Mucizeyle! O halde mucizeye inanmış ve destekleyen bir iktidara gerek var!!! Bakarsınız dünya tarihinde olmayan bir şey bizim için gerçek olur; kim bilir!!! Bu kesimin – çoğumuzun zannettiği gibi- acıma doygusu yoktur. Başka birinin alın terini sömüren ya da sömürten bir insanın insani değerlerinden söz edemeyiz. Onu bazı hallerde günahla korkutabilirsiniz. Ancak günahın sevapla silinebildiği ya da ödendiği bir inanç sisteminde bunun da yararı olmayacaktır. Çünkü birileri sadece kendine ve Tanrısına çalışmayla (ibadetle), başka birine ödemesi gereken borcunu ödediğini düşünüyorsa; bu hesap hiçbir zaman denk gelmeyecektir ve


13

çalışanın aleyhin hep açık verecektir. Şu anda kökten dinciliğin egemen olduğu toplumlardaki durum budur. Artık bir şeyi açık açık anlamamız gerekir. Evrende hiçbir şey karşılıksız verilmemiştir; verilmeyecektir. Her şeyin ödenmesi gereken bir bedeli vardır. “Yoktan var edilemez, vardan yok edilemez” ilkesinin evrensel anlamı budur. Kendi alın terinden ekmek yemeyen insan haram yer. İnsan toplumu diğer hayvanlardan farklı olarak çok uzun bir gelişim sürecinin sonunda erginleştiği için ve bu süreç içerisinde bulunduğu topluma katkısı olamayacağı ve gelecekte yapabileceği katkının durumu belirsiz olduğu için, toplum, genç bireylere belirli olanakları, geçmiş nesillerin

birikimini

ve

gelecek

nesillerin

hakkının

bir

kısmını

kullandırarak, onu yaşama hazırlar. Ne için? Kazandığı bu becerileri, toplumun yararına kullanması ve gelecek nesil için yeni değerler üretmesi için. Eğer kişi belirli bir yaşa kadar topluma yararlı olacak beceriyi kazanmamış ise, kazanmış da kullanmamış ise, o kişiye yardıma devam etme, gelecek nesillerin hakkını peşkeş çekme ya da jeolojik olarak birikmiş kaynakları boş yere heba etme anlamına gelecektir. İşte burada, Anayasamızda da yazılı olan sosyal devlet kavramının sınırları belirlenmiş olmalıdır. Siz, gerçek ihtiyacı olmayanlara bu kaynakları kullanıyorsanız, bu ülkenin ve gelecek nesillerin altını oyuyorsunuz demektir. Hem ahlaki açıdan yanlış yapıyorsunuz hem de evrensel adalet anlayışıyla suç işliyorsunuz demektir. Sosyal yardım gereksinmesi, bir toplumun o anda elinde olmayan nedenlerden dolayı da ortaya çıkabilir. Örneğin bir deprem, sel ya da yangın

vs

gibi.

Gerçekte

bunların

hiç

biri

felaket

olarak

değerlendirilemez. Çoğu doğal olaylardır. Sağlam ve usulüne uygun ev yaparsanız depremden; doğru yere yerleşir, meralarınızı ve ormanlarınızı korursanız selden; uygun malzeme kullanır gerekli önlemleri alırsanız


14

yangından vs. korunursunuz. Ancak diyelim ki bunlar kişinin o anda yaptığı kusurlardan değil de geçmişlerinden kaynaklandığı için gerekli halde sosyal bir desteğe gereksinmesi vardır. Pekâlâ, bu yardımı yapalım; ancak belirli bir dönemi atlatmak ve belirli bir zorlu dönemi aşmak için. Kişi kendini toparlarsa, toplum yeniden yararlı bir bireye kavuşmuş olacaktır. Hoş karşılanabilir. Şu andaki durum acaba böyle mi? Böyle olduğu durumlar da var. Ancak, son yarım asırdır, çok partili demokrasi adına, sürekli alan ve vermeye hiç yanaşmayan ya da yükün altına girmekten kaçınan bir nesil yetiştirdik. Devleti şu ya da bu şekilde tırtıklamak; kendini acındırarak yardım almak; oyunu çıkarları için satmak; sürekli devletten şikâyet etmek ve her şeyi devletten beklemek genel bir davranış şekli oldu. Sosyal yardımlar bu gurubu küçültmeyi ve bir zaman sonra üretici olmayı hedeflemesi gerekirken, uygulamadaki laçkalık nedeniyle tam tersi bir durum ortaya çıktı: Gittikçe artan dilencilik ve devlet kapısından yararlanmak isteyen dev bir güruh türedi. Bunların sayıları ürkütücü bir şekilde artmaktadır. Çünkü çıkarcı kesim, böyle bir grubun artmasını, -geçici de olsa- kendi siyasi etkinliğinin artması olacağını bildiği için, söyleminin böyle bir gruba hitap edeceğini bile bile, çocuk yapın çoğalın sinyalini vermeden de geri kalmıyor. Pekâlâ, üretmeyen, kendi olanakları ile ayakta duramayan bu kesimin çocuklarını hangi olanaklarla eğiteceksiniz, yetiştireceksiniz, onlara onurla yaşayabileceği bir çalışma ortamı nasıl hazırlayacaksınız? Bugün bir çocuğun uygar dünya vatandaşı standardına ulaşabilmesi için, bugünkü değerlerle sadece eğitimine en az 200.000 Tl harcamanız gerekiyor; onun insanca yaşayabilmesi için kuracağız çalışma ortamı için de en az bu kadar gerekiyor. Bütün bunları neyle karşılayacaksınız; bir avuç vergisini ödeyen

insanın

alın

teriyle

mi?

Hayal

görmüyorsanız,

hesap


15

bilmiyorsunuz demektir. Yoksa bugüne kadar hiçbir ülkeye nasip olmayan bir mucize size mi geleceğini düşünüyorsunuz? Bunun adı toptan fakirleşmedir. Birçok dünya ülkesi, kaynaklarını hızla tüketirken, fakirleşmeleri de hızla devam etmektedir; işte bu nedenle. Böyle bir coğrafyada üretici ve düşünür yetişemeyeceğine göre, ne yetişebilir? Yer altı servetini yitirmiş; yer üstü kaynaklarını hor kullanmadan dolayı tahrip etmiş bir toplum, artık sadece insanlığın baş belası

olacak

Meksika’dan

terörist,

anarşist

Brezilya’ya

kadar

yetiştirir. olan

Malezya’dan

coğrafyaya

bir

Cezayir’e, bakın

ne

görüyorsunuz? Her gün birbirini yiyen terörist ve anarşistleri. Birkaç yıl sonra Türkiye’nin büyük şehirlerinde akşam karanlığı bastığında güvenle gezenlerin sayısı tahmin edebileceğinizden çok daha az olacaktır. Batı dünyası, daha doğrusu kapitalist batı, sosyal yardım kullanmadan mı bu duruma geldi? Hayır, belli ki sosyal yardımın en yüksek tutulduğu yerler bu ülkeler olmuştur. Bilime, sanata ve güzel sanatlara ayrılan kaynaklar da bu ülkelerde çok yüksek düzeylerde olmuştur. Acaba bize gelmeyen mucize onlara mı geldi dersiniz? Hayır, onların mucizesi, başka bir insanlık ayıbına dayandığı için bu sosyal organizasyonlarını geliştirdiler. Başka insanların (toplumların, ülkelerin) kaynaklarını sömürdükleri ve sömürgeci ülkeler oldukları için. Sosyal yardımlar için kullanılan bu artık değer, kendi iç dinamiğinden değil, başka ülkelerdeki insanların alın terinden karşılandığı için atılımlarını yaptılar ve çarklarını döndürmeye başladılar. Burada akla bir soru gelebilir: Osmanlı niye başaramadı? Osmanlı kaynaklarını hiçbir zaman bilime ve gerçek sanata yönlendirmedi de ondan; egemen olduğu toplumların kaynaklarını sadece askeri harcama, saray giderleri ve benzer şeyler için kullandı da ondan. Batı bu sosyal desteği bugün sürdürebiliyor mu? Tüm dünya için bir genelleme yapmak zor; ancak ulaştıkları ileri teknoloji ürünlerini


16

pazarlamalarından dolayı bu saltanatı belirli bir süre daha sürdüreceğe benziyorlar. Türkiye ve Türkiye gibi olan ülkeler bu durumda ne yapabilirler? Başka bir ülkeyi silah zoruyla sömürme yani sömürgecilik devri bitti. O zaman iki yol kalıyor ya yabancı ülkelerin birikimini bu ülkeye çekmek ki, bunun için tüm yollar deneniyor. Ancak, yabancı sermaye özellikle bizim ülkemiz için hem tarihsel ilişkilerimiz nedeniyle hem de şu andaki sosyal yapımızdan dolayı çekindiği için bir koyup da dört alabileceği (bankacılık, süper marketçilik, bayilik vs gibi) alanlarda geliyor; bu da çarpık giden ekonomiye gittikçe yük getiriyor. Eğer

sosyal

yardım

altında

kaynaklarınızı

savurganca

tüketiyorsanız ve ikbalinizin sürmesini yine bu avuçlarını açarak dilenmeye hazır kitleye dayandırmış iseniz, sonunda en önemli kaynaklarınızı da bu sefer sizin her zaman sinsi düşmanlarınıza peşkeş çekmek zorunda kalabilirsiniz. Bankalarınızı, uzun yıllardır ülkedeki insanların alın teriyle kurmaya

çalıştıkları sanayinizi,

kıyılarınızı,

otellerinizi, madenlerinizi, akarsularınızı ve hatta çeşitli bahanelerle en yumuşak bağrımız olan sınırlardaki topraklarımızı. Bu değerleri satarak beslemeye, daha doğrusu üretmeye çalıştığınız kitleyi, bu varlıklarımızı havada kapan ülkeler, pasaportla bile –geçici olarak- ülkelerine almamakta diretiyorlar. Avrupa birliği bu kitleyi eriterek bize gelin demesine karşın, Avrupa Birliğine girmek için her şeyini verecek iktidarlar ne gariptir ki bu kitleyi büyültme peşindeler. Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerin dayanabilecekleri tek sürekli ve güvenilir kaynak kendi halkının organizasyonunu doğru yapma olarak görünüyor. İşte bu ince çizgide kime kaynak ayrılacak, kime kaynak ayrılmayacak; kime ne zaman diliminde kaynak ayılacak sorusu gündeme geliyor. Bugünkü sosyal devlet anlayışı ile bu sorunu çözemeyeceğiniz anlaşıldı. Yani karşılığı olmadan dağıtmanın hepimiz


17

için bir felaketle sonuçlanacağı; hepimizi fakirleştireceği artık bilinen bir gerçek oldu.

2009

yılı

yerel

yönetimlerin

seçimlerinde

halka

verilenlere ve söz verilenlere bir bakın. Sosyal yardım adı altında birçok ilde –basına göre- iğneden ipliğe, her türlü ev eşyası, devletin en yetkili makamı tarafından ev ev dağıtılıyor (seçim yasalarına aykırı olduğu Yüksek Seçim Kurulu tarafından ifade dilmesine karşın). Belediye başkan adayları her eve en az 600 Tl girecek şekilde aylık bağlanacağını; eski belediye işçileri kalmak kaydıyla, on binlerce yeni işçinin alınacağını müjdeliyor. Asgari aylıkla bile iş bulamayanların kol gezdiği bir ülkede, seçim nedeniyle, evinde oturanlara asgari aylıktan bile fazla yardım edeceğini söyleyen herkes ya aklını yitirmiştir ya bu ülkeyi yıkmak için bir misyon yüklenmiştir ya da hiç kimsenin bilemediği bir kaynağa sahiptir ya da mucize yaratacak demektir. Buharlı trenlerin işletimde olduğu dönemlerde büyük istasyonlarda duruma göre lokomotiflerin bir kısmına kömür atılarak yedekte bekletilirdi. Bu, zaman yitirmemek ve gerektiğinde lokomotifi hemen sisteme sokabilmek için bir önlemdi; çünkü bir lokomotifin sıfırdan istim kazanması oldukça uzun zaman alırdı. Bu lokomotifler sürekli atılan makul bir miktardaki kömürle istim üzerinde tutulurdu. Bu lokomotifler er ya da geç işe koşulurdu. Ya yolda arızalanan bir lokomotifin yerine ya da bakıma alınacak bir lokomotifin yerine. Hiçbir zaman lokomotifler tümü sürekli istim üzerinde bekletilmezdi. Sosyal yardım, elinde imkânı olmayan insanları, sisteme sokmak için ön hazırlık olmalıdır, yani istim verilmesi için kullanılmalıdır. Ömrü boyunca istimde tutulan –ihtiyaç olsa da sefere çıkmayan- bir lokomotif er ya da geç sistemden çıkarılmalıdır. Bunu ayıramayan devlet, devlet değildir; sosyal da değildir; adil de değildir.


18

Görünürde

geleceğimizin

en

önemli

kurtuluş

yolu,

kaynak

kullanımının en akıllıca yapılmasından, üretime yönelik girişimlere ve girişimcilere ayrılmasından geçtiğinin; fakirlik edebiyatı yapmanın ve fakir avlama

için

kaynakların

çarçur

edilmesinin

hepimizin

sonunu

getireceğinin bilinmesi, bu ülkenin esenliği için bu yazıda açıkça dile getirilmiştir. Prof. Dr. Ali Demirsoy Hacettepe Üniversitesi, Biyoloji Bölümü

SUNUŞ YAZISI Sevgili Kardeşlerim Birçok dünya ülkesi gibi bizim ülkemizde de çok kısa zaman diliminde önemli sosyal çıkmazlar gündeme (gelmiştir) gelecektir. Bunun bir kader değil, çok kötü bir tezgâh ve bir akılsızlık sonucu olduğunu anlayabilmemiz için bu yazıyı okumanızı öneririm. Bilim, geleceği yaşamadan okuyabilmenin yoludur. Mucizeye inanan herkesin er ya da geç çıkmaza saplanacağını; yoktan var edilemez vardan yok edilemez yasasını bilmeyenlerin ülkeyi nasıl bir çıkmaza sürüklediklerini göreceğiz. Yardımsever ve insancıl olabilmenin yolunun, akıllı düşünmeden geçtiğini herkesin öğrenmesi gerekir. Sevgilerimle


19

Not: Bundan böyle yazı almak istemeyenler lütfen bu adrese bilgi versinler.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.