Yasanacak Dunya

Page 1

05.05.2005

Dünya

T˙i YORU

EK

1

I˙M

20 03

˘ ˙i L. Eg

AYLIK GAZETE

K I RI N T

NYAYI

˙iS

Seite 1

Z,

Yaflanacak

13:11 Uhr

ID

YasancakDünya_1

2 EURO

Ba¤bozumu: Avrupa’n›n çeflitli ülkelerinden gelen, farkl› mesleklerden, de¤iflik yafl gruplar›ndan elli kifliyle gerçeklefltirildi. Onlar› tek bir amaç ve ideal bir araya getirdi... (Yaz›s› alt›nc› sayfada)

Ekonomik Durgunluk Vuruyor! Yaz›s› dördüncü sayfada

Ford’da iflçi k›y›m›

Cam kafeste özgürlük(!)

Bütün dünyada 350 bin iflçi çal›flt›ran Ford, Avrupa’da 4700 iflçinin ifline son verecek. Yata¤ını toplamadı diye yemek vermediler!

Bir süre önce ‹sviçre basınına yansıyan bir haber “demokrasinin vitrini buysa…” dedirtecek türdendi.

sanlık onurunu ayaklar altına alan cezalar uygulan yor. İnsanlar n cam bir kafes içerisinde saatlarce, hatta günlerce tutulduğu “Teşhir” cezası bunlardan biri. Binanın giriş katında 30 metrekare büyüklüğünde bir cam kafes yaptırılmış ve yoldan gelip geçenlerin göreceği biçimde dizayn edilmiş. Yatağını toplamayan ve temizlik kurallarına dikkat etmeyenler burada saatler, hatta günlerce oturtularak teşhir ediliyor. Bu olay basına yansıyınca, Federal Sığınmacılar Dairesi (BFF) sözcüsü Brigitte Hauser, uygulamayı savunarak, “insanlıkdışı” şeklindeki değerlendirmelerin abartılı olduğunu söylüyor. Hauser’e göre, “Sığınmacılar camekanlı yerin bitişiğindeki koridora çıkıp sigara içebiliyor ve telefon açabiliyorlar.” Eh yani, sigara içmeyi yasaklayıp, tuvalete de çıkarmasaydınız! Aslın-

da bu uygulamanın iki temel nedeni var; bununla hem yeni gelen s ğ nmac n n kişiliğinin yok edilmesi, hem de toplumun gözünde her türlü olumsuzluk nedeni, kriminal suçlu olarak gösterilmesi amaçlanıyor. Bu sığınmacının teşhiri değil, İsviçre devletinin kendini teşhiridir.

ö¤rettikleri (Sayfa 11’de)

Agenda 2010: Daha fazla sefalet

Almanya Başbakan Schröder, “Agenda 2010” ekonomik saldırı programın , “Barış ve Değişim için Cesaret” slogan yla 14 Mart’ta basına açıkladı. Sağc Helmut Kohl’ün bile cesaret edemediği saldırı paketi sol maskeli SPD-Yeşiller koalisyonunun “uyumlu” çalışmasıyla geçti. Böylesine kapsamlı bir ekonomik saldırı paketini geçirmek için neden beklendi? Saldırı paketinin kapsamına baktığımızda, sosyal haklarımızı bir silindir gibi ezip geçme özelliğine sahip olduğunu görü-

rüz. Uygun bir zaman kolland ğı açıktı. Adı sosyal demokrat fakat özde burjuvazinin çıkarlarını temsil eden SPD ile “toplumsal sorunlara duyarlı”, “insan hakları savunucusu”, çevreci Yeşiller koalisyonunun işbaşında olduğu zaman en uygunuydu. Paket, bu iki parti döneminde yaşama geçirilirse, emekçi kitleler için de inand r c olacaktı. Bu nedenle ekonomik-siyasi saldırı paketinin adı, “Barış ve Değişim için Cesaret” kondu. Egemen burjuvazinin azami kar-azami egemenlik hırsının

faturası daima ezilenlere çıkarılır. Örneğin, Türkiye’de burjuvazi, 24 Ocak Kararları adı altındaki ekonomik saldırı program nı kitle mücadelesinin yüksek olduğu 1980 öncesinde değil, ancak 12 Eylül faşist askeri darbesiyle uygulayabilmişti. Neyin “Bar ş ve Değişim için Cesaret”imiş birlikte irdeleyelim. “Agenda 2010” programının 2010 yılına kadar harfiyen uygulanması hedefleniyor. Saldırı paketinden çok çarpıcı olan birkaç madde: - Hastalık parası (Krankengeld) kaldırılacak.

ganıyla da, uzlaşmaz sınıf düşmanlarımızla barış içinde yaşamamız ve sefalete itilen yaşamımız için cesaretli olmamız isteniyor. Üstelik de bunu “değişim” olarak yutturmaya çalışıyorlar. Haklarımızın vahşice budanmasına karşı sessiz kalmamal y z; ama bunun yolu Bavyera eyalet seçimlerinde ezici bir zafer kazanan Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) gibi partilerden çözüm beklentisine girip onlara oy vermek değildir. Yenilginin nedenini Schröder, “... neden belli: zor bir reform döneminin tam ortasındayız. İnsanlar değişimden korkuyor” diye açıklıyor. SPD’nin büyük oranda oy kaybederek hezimete uğramasında kuşkusuz Ajanda 2010 programına karşı tepkinin payı var. Ama bizim yönelimimiz kötünün iyisini aramak olmamal . Seçim yenilgisiyle çılgına dönen Schröder ise, “Reformlara devam edeceğiz” diye meydan okuyor. Buna karşı çıkacağımızı anlatmanın en etkili yolu, sesimizi yükseltmek, gücümüzü sokaklarda, alanlarda, hayatın her alanında somut olarak göstermektir. “Agenda 2010” Programına karşı 1 Kasım’da Berlin’de yapılacak miting bizi bekliyor...

flanac

Dünya ak

Ekonomik sald›r› paketi “Agenda 2010”, SPD-Yefliller koalisyonunun “uyumlu” çal›flmas›yla meclisten geçti! - Hastalandığımızda tedavi için gerekli ilaç paras n n yüzde 15-20’sini kendimiz ödemek zorunda kalacağız. - 1 Ocak 2004’te yasalaşacak olan tasarıya göre artık doktora gitmek 10 Euro’luk vizite ücretiyle mümkün olacak. Bu ücret hastalığın ciddiyeti ve aciliyetine göre artabilecek. - Özellikle küçük işletmelerde işten atmalar kolaylaşacak. - 2004’ten itibaren işsizlik yardımı sosyal yardıma dönüşecek. Şimdiye kadar 32 ay verilen işsizlik parası, 55 yaşından küçük olanlarda 12 aya; 55 yaşın üstünde olanlarda ise 18 aya düşürülecek. Süre bitiminde yardım kesilecek. - Kadınlara, gençlere, göçmenlere danışmanlık hizmetleri kaldırılacak. - Emeklilik yaşı kademeli olarak yükseltiliyor. Şu an 62 olan sınır, kademeli olarak 64 ve 67 olarak artırılacak. Program, sosyal haklarımızın çoğunluğunu tırpanlayan bir içeriğe sahip. Bu yanıyla “Agenda 2010 Programı beni ilgilendirmiyor” yanılgısına ve rahatlığına kapılarak sessiz kalmak bizi tükenişe götürür. Euro’ya geçişle yaşam standartlarımız açısından zaten yüzde 40 yoksullaştırıldık. “Barış ve Değişim için Cesaret” slo-

da işçilerin öfkesini yumuşatmak için öncelikle 55 yaş s n r n geçenleri emekli etmeyi planl yor. Özellikle Almanya’da sosyal haklar n budanmas , işsizlik paras n n azalt lmas ile birleşen işsizlik emekçilerin durumunu daha da zorlaşt racak. Köln İş Dairesi Müdürü Peter Welters, “Ford fabrikas

Köln’de bin 700 işçinin işine son vermesi halinde kent ekonomisi sars l r. Ford’a yedek parça üreten yan sanayi de işçi ç karmak zorunda kalacak” uyar s nda bulundu. Bu uyar lar s n f kendi gücünü kullanarak yapmay nca hiçbir etkisi olmayacakt r.

Süreyya’n›n

Ya

İsviçre’nin Tages-Anzeiger gazetesinden al nm şt r.

İsviçre, kapitalist dünyanın “demokrasi ve özgürlük” vitrinidir. Geri kalmış ülkelerdeki s ğ nmac adaylarının hayallerini süsleyen ülkedir de aynı zamanda. İltica mahkemelerinin ilk sorularından biri olan “Neden İsviçre’yi tercih ettiniz?” sorusuna, “demokrasi ve insan haklarına saygılı bir ülke olduğu için” klasik yanıtı verilir. Bu s ğ nmac n n yaranma psikolojisinden de kaynaklanan genel bir inançt r. Bir süre önce İsviçre basınına yansıyan bir haber “demokrasinin vitrini buysa…” dedirtecek cinstendi. İltica başvuru merkezlerinden biri olan Kreuzlingen’deki kamp yetkilileri, “temizliğe dikkat etmeyen, yatağını toplamayan, agresif davrananlara” yemek vermeme cezası uygulamaya başladı. Yemeksiz ceza 10 gün süreyle uygulanıyor. Örnek “demokrasi” ülkesinde cezalar bununla da sınırlı değil; Bundan daha aşırı, in-

Amerikan Otomobil Tekellerinden Ford, Avrupa’daki fabrikalar ndan da işçi ç karma haz rl ğ içinde. Belçika’n n Genk kentindeki fabrikadan 3 bin, Almanya’n n Köln kentindeki fabrikadan ise bin 700 çal şan n bu y l sonuna kadar işlerine son verileceği aç kland . Dünya genelinde 350 bin işçi çal şt ran Ford gibi tekellerin, “tasarruf” deyince ilk ak llar na gelen işçi ç karmak. İşçi temsilciliği başkan Dieter Hinkelman’ n dediği gibi, “Ford şirketi, şampiyonlar ligi için 70 milyon Euro harcayacağ na işçilerin durumlar n iyileştirmeli”. Ford, Almanya’daki fabrika-

Dolar Karfl›l›¤› Asker Kan›

Her şeyi sat yorlar! “Özelleştirme” ad alt nda halktan kesilen vergilerle kurulan KİT’leri yağmalad lar önce... Onbinlerce işçi işsiz kaldı; üç otuz paraya satılan fabrika ve işletmelerin çoğu ya kapandı ya da ‘arsa’ olarak kullanıldı. Sonra sağlıktan eğitime kadar her şeyi paralı hale getirdiler. Açgözlü büyük tekellerin “daha fazla kâr, azami kâr” hırslarını doyurmaya bu da yetmedi. Bu kez hazine arazilerini satışa çıkardılar. Ardından doğa ve tarih değerlerinin yattığı SİT alanları… nehirler… göller… ormanlar derken, şimdi sıra asker kanı satmaya geldi. Türkiye Irak’a asker gönderiyor! Bir hafta öncesine kadar Meclis’in kararı belli değildi. AKP Hükümeti, her zamanki ikiyüzlülüğü ile, “Daha kesin bir karar vermedik, araştırıyoruz, değerlendiriyoruz” havalarındayd . Oysa hem hükümet hem de TÜSİAD ve MGK, bu kararı çoktan vermişlerdi. ABD ile aylardır Irak’ın hangi bölgelerine kaç asker gönderileceğinin ayrıntılı planlarını ve karşılığında alacakları paranın pazarlığını yapt lar. Ama kamuoyunun tepkisinden korktular; bu aşağılık tutumu halka nasıl benimsetebileceklerini planlad lar. Mart tezkeresi öncesi sokaklardan yedikleri tokadın acısını unutamadılar çünkü. Nihayet 7 Ekim’de, gizli otu-

(Devam› ‹kinci Sayfada)


YasancakDünya_1

05.05.2005

13:11 Uhr

Seite 2

Yaflanacak

Dünya 2

T

Editörden

(Bafltaraf› Birinci Sayfada)

rumda ald klar bir kararla tezkereyi Meclis’ten apar topar geçirdiler. Türkiye’nin Irak’ta ne işi var? “Türkiye’nin ulusal çıkarları... Ortadoğu’nun demokratikleşmesine katkı... Irak halkına insani yardım” palavralarını, ilkokul çocuklarına bile yutturamazlar. Amerikan askerlerine kalkan olması için, emperyalist işgalin tetikçiliğini yapması için isteniyor Türk askeri. ABD Irak’ta hiç ummadığı bir belaya çattı. Çürümüş Saddam diktatörlüğünü yıktığı kadar kolay sürdüremiyor Irak’taki emperyalist işgalini. Irak halkının direnişi karşısında her gün en az 3-5 askeri telef oluyor. Tuzukuru Amerikan kamuoyu bile Bush yönetimini sıkıştırmaya başladı : «Evlatlarımızı artık geri getirin!». Amerikan yönetimi, bu yüzden fedai arayışına çıkmış durumda. Nerede emperyalizme uşaklıkta sınır tanımayan, aynı zamanda ekonomisi iflas etmiş, 3-5 dolar için “anasını bile satmaya hazır” çürümüş rejimler varsa, onların kapısını çalıyor. Bunlardan biri de Türkiye. “Türkiye’nin bağımsız bir ülke olduğu ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda onurlu bir dış politika izlediği” masalları anlatılıp durulur yıllardır bizlere. Hangi bağımsızlık? Hangi onur? ABD’si, AB’si, IMF’si, Dünya Bankası... herbiri takmış bir taraf ndan boyunduruğu, istedikleri zaman istedikleri yöne güdüyorlar. Sırf şu Irak işgalinin başından beri yaşananlar ve yapılan pazarlıklar dahi, satın alınmaya dünden hazır nasıl bir uşaklık içinde olunduğunu bütün iğrençliğiyle gösteriyor. Tekelci basın, zaten tahmin edilen bazı gerçekleri şimdi şimdi ayrıntılarıyla yazıyor. Irak’a emperyalist saldırı öncesi Türkiye topraklarını istediği gibi kullanabilme karşılığı ABD yönetimi 15-20 milyar dolar arası bir fiyat öneriyor. Türk burjuvazisi ve Genelkurmay, “ABD bu harekatı yapabilmek için nasılsa bize muhtaç” hesabıyla fiyatı artırma pazarlığını uzatınca, “O zaman sırf üs ve limanları kullanabilmek için 5 milyar dolar veririz” diyorlar. Emperyalist işgal karşıtı eylemlerin baskısıyla bu yol da kapanınca, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, “İncirlik üssünü kullanma karşılığı 1 milyar dolar veririz ve bu son fiyat” diye kestirip atıyor. Türkiye’nin en büyük kanemicilerinden Sabancı’nın, “Büyük fırsatı o zaman kaçırdık, bari bu seferkini kaçırmayalım” diye hayıflandığı onursuz pazarlık bu işte. Şimdiki fiyat, “10 bin asker karşılığı 8,5 milyar dolar”! Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün şu sözü her şeyi açıkça anlatmıyor mu: “Irak’a asker gönderme milli piyango gibi. Almazsan asla çıkmaz!” ABD’nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman da aynı pervasızlıkla açık konuşuyor: “Irak’ta birlikte hareket edelim. Çünkü sizin ekonominizin buna ihtiyacı var”. Hatırlar mısınız, dünyanın en büyük asalaklarından spekülatör George Soros, geçen yıllarda, hem de Türkiye’de katıldığı bir toplantıda aynı şeyi söylemişti: “Türkiye, ihracatımı artıracağım diye boşuna uğraşıp durmasın. Türkiye’nin en önemli ihraç ürünü askeri gücüdür”. Tekellerin azami kâr hırsı, azami kan demektir! AKP hükümeti, MGK ve TÜSİAD şimdi asker kanı satıyor!..

L

U

M

“Göçmen daima bir yere ait olmayı özler.” “Biz hepimiz tek kanatl› melekleriz, ancak birlikte uçabiliriz...”

“Tafl› delen suyun gücü de¤il, damlalar›n süreklili¤idir....”

Gelin, Yaşanacak Dünya’yı birlikte kuralım!..

Yaflanacak Dünya

P

Özledi¤imiz yer neresi?

“Yaflanacak Dünya” neden ç›k›yor? ‘Yaşanacak Dünya’ aylık bir gazete olacak... Avrupa’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin siyasal, sosyal, kültürel sorun ve ihtiyaçlarına yanıt olmayı amaçlıyor... Avrupa’daki Türkiyeli göçmenlere yönelik bugüne dek birçok yayın çıktı. Bunların birçoğu kaybolup gitti, bazıları ise yayınını hâlâ sürdürüyor. Peki Yaşanacak Dünya’nın bunlardan bir farkı olacak mı? Evet! Yaşanacak Dünya, Avrupa’da bugüne kadar ve halen yayınlanmakta olan gazete ve dergilerden ‘farklı’ olmayı amaçlıyor. Yaşanacak Dünya en başta, hedef kitlesini oluşturan Avrupa’daki Türkiyeli işçi ve emekçilerin nabzını tutmak ve yans tmak amacında. Onun için bu kitlenin ekonomik, sosyal, kültürel ihtiyaç ve beklentilerine yanıt olmaya öncelik ve ağırlık verecek. İnsanlarımız Avrupa’da korkunç bir ‘sosyal yalnızlık’ ve ‘yabancılaşma’ içinde... Hemen hepimiz kendimizi sınırları çok dar ve küçük dünyaların içine hapsetmişiz. Avrupa’nın göbeğinde adeta ‘F tiplerinde’ yaşıyoruz! Paylaşımı, yardımlaşmayı, dayanışmayı, birbirimizle omuz omuza verip elbirliğiyle bir şeyler üretmeyi... büyük ölçüde ‘unutmuşuz’. Belki hepimiz bundan şikayetçiyiz, bize ‘insan’ olduğumuzu hissettirecek işler yapmayı, ilişkiler kurmayı istiyor ve özlüyoruz. Yaşanacak Dünya işte öncelikle bu tutukluğu kırmaya, bu arayışlara bir yanıt oluşturup önayak olmaya çalışacak... Yaşanacak Dünya’nın da bir dünya görüşü ve siyasal duruşu var elbette. İnsanlığın özgürleşeceği emekten yana, eşitlik ve kardeşlik dünyasının gerçekleşmesini hedefliyoruz! Yayın çizgimiz de bu dünya görüşü ve ideal doğrultusunda olacak. Ancak ‘siyasi tutum’ adına, sürekli belirli kalıpları tekrarlayıp duran kaba slogancı tutumlardan da kendimizi özellikle uzak tutmaya çalışacağız. Yaşanacak Dünya’nın, elimize aldığımızda sanki ‘başka dünyalarda’ yaşıyormuşuz duygusunu uyandırmayan, sizlerle iç içe, kendinizi bulduğunuz bir gazete olmasını istiyor ve hedefliyoruz. Bu hedefe ancak sizlerin aktif katkılarıyla, emeklerimizi ortaya koyup birlikte üretebildiğimiz taktirde ulaşabileceğimizin de bilincindeyiz.

O

“Göçmen daima bir yere ait olmayı özler.” Yaşamlarını doğup büyüdükleri yerlerde sürdürebilen insanlar da böyledir; sosyal bir ihtiyaç olan aidiyet duygusu bunu gerektirir çünkü. Yaşamını sürdürdüğü yerde bunu bir biçimde yakalar kişi. Fakat arada önemlice bir fark vardır. “Göçmen” bunu ölesiye, baştan aşağı yabancılık kestiği bir ortamda ister. Çitlerin olduğu bir dünyada ise, hele kafada da çitler varsa bu hiç kolay değildir. İnsanlar konuşmak ister; sen konuşmak, derdini anlatmak, karşındakini anlamak istersin; dil bilmiyorsundur. Tarihsel ve sosyal dokunun çizgileri belirgindir. Kültür ve alışkanlıklar farklı farklıdır. Yabancılık bir kama gibi girmiştir insanlar arasına. Umutsuz ve çaresiz hissedersin kendini çoğu zaman. Başka bir açıdan bakılacak olursa, göçmen olmak aynı zamanda bir “şans”tır. Kendini dışında hissettiğin bir topluma başka bir gözle bakabilmektir. Hem eleştirel, hem yapıcı olabilmenin dinamiklerini barındırabilir bu “nesnel” bakış. Müzik gibi, sanat gibi, insani bir ortak dilin yakalanabilmesinin de zemini olabilir. Boğuştuğumuz sorunlar, sıkıntılar, dertler de ortaktır çünkü. Açlık

da, yoksulluk da, yerinden yurdundan koparılmışlık da ortak... Mutlu gibi görünen derin mutsuzluğumuzu da özenle saklarız birbirimizden; yıkıcı umutsuzluğumuz da evrenseldir. Kelimelere ihtiyaç duymayan ortak yoksunluklarımızı gözlerimiz bile anlatır birbirine. Fakat kelimeler, acısını çektiğimiz yabancıl ğı katlanılır ve aşılır kılar. “Göçmen olmak” sonuç olarak biçimdir, görüntüdür. Yaşamda bir kesittir olsa olsa. Bugün işte zorunluluktan buradasınızdır. Önemli olan kafaca ve ruhça hep göçmen olarak kalmamakta. Özde “insan” olabilmekte. Yerliye de, göçmene de önce bu gözle bakabilmekte. Bu şansı yakalayanlar olarak bunu iyi kullanabilmekte. Bizi tepki ve önyargılarımızdan arındıracak farklı bir bakışın koşullarını yaratabilmekte. “Göçmen daima bir yere ait olmayı özler.” Belki bugün sosyal konumumuz nedeniyle biz “göçmen”izdir. Aslında bir biçimde herkes biraz göçmendir. Bedenimizin nerede bulunduğundan bağımsız olarak, aklımızın ve bilincimizin nerede olduğunda saklı bütün yanıt. İster burada isterse bir başka yerde olalım, özlediğimiz yer, özlediğimiz dünya neresi?

Eskiden Karasevda olunurdu o zamanlar Eskiden maniler dizilirdi Tanr›y› kutsard›k Bizden olmayan› ya yakar, ya dilini kopar›r, ya da gavur eylerdik. Evvel zamanda ermifllik vard› Büyükler büyük, a¤açlar yaflken e¤ilirdi Manas›z olmazd› hiçbir fley Eskiden al›nteriyle ifl, alt›nlarla bafll›k paras› vard› Gelin ats›z, dilan soytar›s›z olmazd› Koç olurdu erkek torunlar Dilekler adan›rd› ziyarette Koçu olmayan adamdan say›lmazd› Ölümüz olunca k›rk gün yas tutard›k Gökyüzünü kad›nlar›m›z›n a¤›tlar› süslerdi O zamanlar namusa el uzat›l›nca düello edilirdi Söz dinlemeyen sürgün, kurnaz olan muhtar olurdu Her fley kolayd›. Böyle bir fley yoktu Sofraya önce erkekler, sonra gizli reislerimiz otururdu O zamanlar adalet vard›, herkes etti¤ini bulurdu Bafllang›çta köyden köye yaya giderdik Dengbejler yön verirdi eskiden Kara k›fla, yaza, günefle inat ederdik Yolumuzda ölürdük de. Ne yapaca¤›m›z› bilirdik o zamanlar Leylekler getirmifl bizi Anam›z›n helal sütünü emerken Çatlayan toprakta çelik çomak ö¤rendik Zaman›nda düflmana kankusar, cana can olurduk. Masal kahramanl›¤›na bahse giriflilirdi Gül dikensiz olmazd› hiç De¤iflikti o zamanlar Hepimiz bir, birimiz hepimiz olurduk Eskiden davar›n kurdu, yo¤urdun kayma¤› vard› Her fley farkl›yd›. Hiç böyle bir fley yoktu eskiden... Aynur GÖK ... dilan: halay dengbej: türkü söyleyen veya masal anlatan halk ozan›

Restoran iflçili¤i:

Bir güne s›¤d›r›lan yaflam Restoran iflçisinin günü ikiye bölünmüfltür: 12 saat çal›flma, 12 saat dinlenme... Onun bir tek pazar günleri vard›r. Tüm yaflam›n›, duygular›n›, sevgilerini, öfkelerini, insani ihtiyaçlar›n› bu tek güne s›¤d›rmak zorundad›r...

Bir restorandan içeri giriyor ve siparişinizi veriyorsunuz. İstediğiniz yemek geldikten ve siz onu afiyetle yedikten sonra ücretini ödüyor ve günlük yaşam n ak ş na b rakt ğ n z yerden devam ediyorsunuz. Peki, hepsi topu topu yar m saatinizi alan o kesitin arka plan n , mutfak boyutunu hiç düşündünüz mü? O yediğimiz yemekler, hangi aşamadan geçerek, ne gibi emek üretkenliğinin sonucu önümüze geliyor? Şüphesiz yap lan her işin kendine göre zorluklar var. K ş n kar-k yamette inşaatta ter dökmek, bir büroda saatlerce bilgisayar n baş nda oturmak, konfeksiyonda saatlerce çal şmak, fabrikada band n baş nda

ömür törpülemek veya bir büronun kirini-pas n temizlemek... vb. Say lan bütün bu işlerin ortak noktas ise al n terimizi dökerek, emek gücümüzü satarak, hayat m z kazanmaya çal şt ğ m z gerçekliği. Ancak bütün bu işlerin içerisinde, çal şma koşullar n n ağ rl ğ ve çal şma süresinin uzunluğu ile restoran işçileri diğerlerinden bir ad m daha geride. Bizim yemek yemek için yar m saatimizi geçirdiğimiz mekanda, bir restoran işçisi gününün tam yar s n geçiriyor. Bir restoran işçisinin çal şma süresi, ortaçağ aratmayacak türden: günde tam 12 saat. Bu süre boyunca neredeyse hiç oturmadan çal şmak zorunda-

s n z. Buna bir de hizmet sektöründe çal şman n getirdiği müşteriye sürekli güler yüz gösterme, her istenilenin hemen yap lmas vb. gibi insan s k şt ran zorunluluklar da eklerseniz tam bir cendere içinde çal şmak zorunda kal nd ğ n anlars n z. Bazen çok s k şt ğ n z bir anda, müşteri verdiği siparişi önüne koyduğunuzda fikrini değiştirir ve başka bir sipariş verir. Siz o anda yemeği pek tabii müşterinin kafas na boca etmek istersiniz ama yapamazs n z. Asl na bak l rsa restoran işçiliğinin tek geliştirici yan n n da bu olduğunu söylersek, san r z konuyu fazla abartmam ş oluruz. Sab r... Restoran işçiliği insan n sinirlerini gerçekten çelik gibi yapar. Dükkana girip bir döner al rken sanki restoran

alacakm ş gibi kas lan müşterinin karş s nda en fazla yapacağ n z, 32’sini olmasa bile en az ndan dişlerinizin 16’s n

gösterip, yedi ceddine rahmet okumakla s n rl kalmak zorundad r. Restoran işçiliğinde hemen her gün ayn işi yapmak zorundas n zd r. Bu da insan n düşünsel, duygusal ve zihinsel gelişimini k s tlar. Yap lacak işler her gün kendi rutininde sürüp gider. Ustaysan z, döneri takar, etleri açars n z; ç raksan z, yerleri siler süpürür, bulaş klar y kars n z; garsonsan z, siparişleri al r, servis yapars n z. Bunlar n haricinde sizi geliştiren, ufkunuzu açan, araşt rmac yönünüzü sivrilten hiçbir faaliyette bulunamazs n z. Tek düze insan olur ç kars n z. Restoran işçileri her türlü sosyal hak ve güvenceden yoksun çal ş rlar. Bu sektörde genelde kaçak işçi çal şt r l r. Kaçak çal şan işçi-

ler de zaten neredeyse kar n tokluğuna çal şt klar için, sigorta, emeklilik vb. gibi sosyal haklar pek aramazlar. Gerçi kaçak olmasan z da durum pek değişmez. Resmi kay tl olarak çal şsan z bile bu sefer ücretiniz en düşük limit olan asgari ücretten gösterilir ve böylece emekliliğinizin üzerine koca bir çizik çekilir. Yasal çal şma süresi kamuda 37.5, özel sektörde 40 saat iken, restoran işçisi “yasal” olarak haftada 72 saat çal ş r. Restoran ortam n n insan ömrünü, ortalama 10 y l azaltt ğ

kan tlanm ş bir olgudur. Restoran sektöründe çal şan binlerce işçi, sendikal haklardan yoksun ve örgütsüz durumdad r. Restoran işçileri, resmi ve dini bayramlarda da çal ş rlar. Bir tek Pazar günleri çal şmazlar. Baz restoranlar bulunduklar

semtin halk pazar Pazar gününe denk geliyorsa Pazar günleri de aç kt r. Çal ş lan o gün yerine hafta içi bir gün kapan rlar. Bir çok restoran işçisinin y ll k izni on gün veya iki hafta ile s n rl d r. Bu emek yoğun ve y prat c çal şmadan dolay da restoran işçisinin sosyal hayat

olmaz. Arkadaşl klar , doğal çevresi, yaşam alan ya yoktur, ya da çok k s tl d r. Sinemayatiyatroya gidemez, bir arkadaş

grubuyla buluşamaz, sosyal hayat paylaşamaz. Niye mi? Çünkü bir tek Pazar günü vard r ve iş haricindeki koca hayat n

bir Pazar gününe s ğd rmak zorundad r. O gün de bir hafta boyunca posas ç km ş vücudunu bir dahaki zorlu haftaya haz rlamak için dinlendirmek zorundad r. Gerçekleştirdiği en büyük insani paylaş m ise, hat r gönül ilişkisine gitmek zorunda kald ğ düğünlerdir. Gündelik yaşam ikiye bölünmüştür. 12 saat çal şma, 12 saat dinlenme. Restoran işçisinin kendisine ay racak zaman yoktur. B rak n kendisine zaman ay rmay , çocuğuna, eşine bile zaman ay ramaz. Güneş doğmadan restorana giren ve güneş batt ktan sonra evine dönen işçi çoğu zaman ailesini göremez bile. Bir çok restoran işçisi, O evden ç karken ve eve dönünce uyuduğu için çocuğunu sadece Pazar günleri görür. Bu durumda çal şan restoran işçilerinin say s ne kadard r dersiniz? Paris ve çevresinde üç bin restoran olduğu biliniyor. Bir restoranda 4 işçinin çal şt ğ düşünüldüğünde, bu sektörde ortalama 12 bin işçinin istihdam edildiği ortaya ç kar. 12 bin insan ve bir güne s ğd r lan yaşamlar...

Yaflanacak

Dünya

AYLIK GAZETE

Der Verein interkulturelle Wissenaustausch (Inter-Wissen e.V.) derne¤inin deste¤i ile ç›kmaktad›r. Gazete adresi: Schleirmacherstr. 43 · 51063 Köln Telefon: +49-(0)221-29 77 791 Telefaks: +49-(0)221-29 77 795 e-Mail: yasanacakdunya@web.de


YasancakDünya_1

05.05.2005

13:11 Uhr

Seite 3

Yaflanacak

E

M

E

K

D

Ü

N

Y

A

S

3 Dünya

I

Ford iflçileriyle röportaj:

“2010 Sald›r› Paketi”ne çal›flanlar ne dedi?

“K›y›m›n nedeni, afl›r› kâr h›rs›”

“Geçmifli de¤ifltiremeyiz ama gelecek bizim olmal›!”

Şu an baz Avrupa ülkelerinde ve ABD’de Ford Otomotiv tekeli işçi ç kar yor. Bunu neye bağl yorsunuz? Ford işçisi: ABD ve Avrupa’da 10 bin civar nda işçi ç kart lacak. Bunun nedenlerini işçi temsilcileriyle konuşaam yoruz. ABD’deki yönetim karlar n koruyabilmek için, otomobil fiyat n düşürme onun için de malzemenin kalitesini düşürme stratejisi izliyor. Bu yüzden bütün fabrikalar na “işçi say s n azalt n” direktifini veriyor. Köln’de bin 700 işçi at lacak. Fabrikadaki çal şma koşullar ndan biraz bahseder misiniz? Ford işçisi: Ford’da yoğun bir art değer sömürüsü var. Vardiyalar halinde çal ş l yor. Makinalarda ileri teknoloji kullan l yor. Baş n işten kald ram yorsun. Bölüm şefinin gelip sizi uyarmas na gerek yok. İşçiler öyle bir al şt r lm ş ki, yavaş çal şt ğ n zda o uyar yor. Ford’da en son FK bölümünde kaporta, punto ve kaynak işlerini ropotlar yap yor. Eskiden bu bölüm işçi kaynard . Şimdi sadece teknik bir ar za olduğunda işçi gidip müdahale ediyor. Gündemde Ford’da işçi k y m

var. İşçilerin buna tepkisi ne? Ford İşçisi: Şuan kimse tam olarak birşey bilmiyor. Öğrenmeye çal ş yorlar. Yönetimin ne teklif edeceği henüz bilinmiyor. Fakat Türk işçiler, daha şimdiden ç kar l rken alacaklar paran n miktar na bak yorlar. Anlay ş olarak, “Emeğimin karş l ğ n verirlerse ç kar m” diyorlar. Örneğin otuz y ll k Ford işçisi Türkler var. Çal şma koşullar n n ağ r olmas ndan kaynakl olarak yorulmuş. 70-80 bin euro öderlerse bunu “kele-

pir para” olarak görüyorlar. Türk işçileri az çok birikim de yapt klar için, verecekleri para onlar çekiyor. Ama Alman işçilerin birikimi yok ekonomik olarak. “Neden böyle işçileri ç kar yorlar” diye sorguluyorlar. Ancak bu insani temelde bir sorgulama. Politik bilinç yok. Yaşl Türk işçiler, işçi ç karma konusunu tart şm yorlar bile. Neden? Ford işçisi: Çünkü onlar y llard r çal şm şlar bu fabrikada, ama ne o kendini Ford’un bir parças olarak görmüş, ne de Ford Türk işçisine o gözle bakm ş.Ford’un karar mekanizmalar nda onlar “d ş kap n n d ş mandal ” hissini uyand rm şlar.

İşverenin teklifi ne? Ford işçisi: Teklif netleşmediği için rakamlar da resmi değil. Bu yüzden kay ts z duruluyor. Ford işçilerinin Almanya’da özel bir yeri var. 1974’ten bu yana Almanya’da ki Ford işçileri grev yapmam ş. Şimdide net değil ama ç kar l rken para teklifi yapmalar ; önce yaşl

olanlar , emekliliği yaklaşanlar

ç karmalar işçilerde de bir kay ts zl k yarat yor. Bir de ç kar lacak say bin 700 olunca, kafalar nda küçültüyorlar sald r y . Sizce işçi ç karmalar n alt nda yatan as l neden nedir? Ford işçisi: Dev tekeller rekabet içindeler. İşçi ç karmalar n n tek nedeni, fazla kazanç

sağlamakt r. Üç işçinin işini bir işçi yapmak zorunda kal yor. iki işçinin paras da borsaya yat r l yor. Ford NASA’yla sadece otomotiv deyil yani. Bu arada üretimlerini gelişmekte olan ülkelere kayd r yorlar. Portekiz, İspanya, Türkiye, Polonya gibi. Çünkü buralar, ucuz emek cenneti olarak görülüyor. Sendika ise, bu azg n sömürü politikas n , “Otomobil başka ülkelerde üretildiği için kalite düşüyor, o zaman talepte azal yor. Yani Alman üretmediği için kalite düşüyor. O zaman da fabrika krize giriyor.” şeklinde milliyetçi bir yaklaş mla değerlendiriyor bu sald r y . Böyle düşünen bir sendika tabii direnişi de düşünmez.

İşçiler ç kar lacak. Birşeyler yapmak konusunda ortak bir görüş oluşturulamaz m ? Ford İşçisi: Birşeyler yapma konusunda bir duyarl l k, ortak bir bilinç, irade yok! İşçi temsilcileriğle oturup konuşacağ z, işin özünü anlamak istiyoruz. Buradan ç kan sonuca göre farkl tart şmalar gündemimize gelecek. Sendikan n tutumu ne? Ford işçisi: Asl nda sendika bunu (işçi k y m n ) aylar öncesinden biliyrdu. “Kriz var, kriz var” diyorlard . Belçika’da uyar grevi yap ld . Orada çal şanlar n üçte birinin ç kar lmas

gündemde. Belçika’daki fabrikay kademeli olarak toptan kapatmay düşünüyorlar. Almanya’da işçi say s n azalt yorlar. Almanya’da işçiler işverenin teklifinin cazipliğine (!) bak yorlar. Kötü olan, ne sendika, ne de işçiler bir tav r alma eğilimi içinde. Doğrudan Ford’la işçiler karş karş ya halbuki.

Sendikalar üretim organizasyonundaki de¤iflimlerin çok geç fark›na var›yor. Bu nedenle karfl› strateji gelifltirmede de çok yetersiz kal›yorlar. Ama as›l sorun politik önderlik bofllu¤unda...

Sendikadaki göreviniz nedir? Mehmet Akyol: 20 y ldan beri sendikac l k yap yorum. GBI (Yap ve endüstri işçileri) sendikas nda tekstil iş kolundan sorumlu sekreter olarak çal ş yorum. Ayn zamanda sendikan n göçmen komisyonunda aktif olarak görev yapmaktay m. GBI’nin üye say s ne kadar? MA: Şu an 95 bin üyesi bulunmaktad r. Bunlar n büyük bir bölümü inşaat işkolunda çal ş yor. Sendika üyelerinin üçte ikisi göçmen işçilerden oluşuyor. İşkolunuzdaki durum ne? MA: Sektörde Türkiye ve K.Kürdistan’l olarak 40 bin çal şan var. Bunlar n sadece bin 600’ü GBI sendikas na üyedir. Diğer sendikalarla birlikte 5 bin üyesi vard r. Üye say s çok düşüktür. Bunun nedeni ne sizce? MA: Türkiyeli göçmenler politik olarak etkin olmalar na rağmen sendikalar “sar sendika” olarak görüyorlar. Bu yüzden üye olmama eğilimi var. Bunun d ş nda kalanlar da sendikalara güvensizlik duyduklar

için üye olmak istemiyorlar. Bunlar düşünce olarak hakl

olabilirler ama işçi s n f mücadelesinde mevzi olmak isteniliyorsa bu sendikalarda örgütlenmeyle sağlan r.

Sendikaya üye olmaman n bir başka nedeni ise sendika hakk nda yeterince bilgi sahibi olmamak. Pek çok arkadaş soruyor: İsviçre’de sendika var m ? Grev oluyor mu? İsviçre’de pek çok sendika var. Sendikalara üye olanlar n say s 700 binden daha fazlad r. Elbette İsviçre’de de grevler oluyor. En son 4 Kas m 2002 tarihinde inşaat işçilerinin yapt ğ genel grev oldu. Bu greve 20 bin inşaat işçisi kat ld . Bu grevin sonunda inşaat işkolunda altm ş yaş nda emekli olma hakk kazan ld . Peki sendikalar aras nda dayan şma nas ld ? MA : İsviçre’de sendikalar aras dayan şma pek yayg n değildir. Bunun nedeni s n f mücadelesi düzeyinin düşük olmas d r. Ama bu grevde diğer sendikalar n küçük de olsa desteği oldu. İsviçre’de grev ve lokavt yasağ var m ? MA: İsviçre’de grev ve lokavt yasas yoktur. Ama İsviçre Anayasas grev hakk n temel haklardan biri olarak kabul eder. İsviçre’de diğer ülkelerdeki kadar grev oluyor. Bu doğrudur. Ama buradaki s n f mücadelesine denk gelen grevler oluyor. Bu toplu iş sözleşmelerinde bir sonuç alabiliyor musunuz? MA: Bilindiği gibi çeşitli işkollar nda sözleşmeler yap lmaktad r. Örneğin biraz önce söz ettiğim inşaat dal nda erken emeklilik talepleri vard . Erken

Dev tekeller tarihlerinin en büyük kârlarını bu dönemde yapıyorlar. Örneğin, Mercedes en büyük kârını bu yıl yaptı vb... İşte bu dev tekellerin kârlarına hiç dokunulmadan, devletin bütçesinde oluşan açıklar işçi ve emekçilerin üzerinden kapatılmaya çalışılıyor. Sizce bu saldırıları geriye nasıl püskürtebiliriz? S. Esenler: Şu an işçi ve emekçilerin örgütsüz oluşları bu sistemin yöneticilerinin en büyük kozu. Bu saldırıların püskürtülebilmesi için de yürüyüşler, mitingler, grevler vs. yapılmalı. Bunun yanı sıra da panel ve seminerler aracılığı ile de insanlar aydınlatılmalı. Düşünsenize, hem maaşımdan sağlık sigortas için para kesilecek, yetmiyormuş gibi bir de doktora gittiğim zaman para vereceğim. O zaman sağl k sigortasının bir anlamı olmuyor benim için. Ajanda 2010 paketi hakkında çevrenizdeki insanlarla konuşuyor musunuz? İnsanların tepkileri nasıl, bize aktarabilir misiniz? S. Esenler: Tepkiler oldukça

Sendikalar alternatif stratejiler önermeli GBI Yap Endüstrisi İşçileri Sendikas ’ndan tekstil iş kolunda sorumlu sekreter, Mehmet Akyol ile konuştuk.

Ben Serpil ESENLER, Volksbank Ludwigsburg Şubesinde memur olarak çalışıyorum.

emeklilik talebi genel grev sonucunda elde edildi. Ama geçen y l metal işkolunda haftal k çal şma saatlerinin düşürülmesi talebiyle yap lan grev başar s zl kla sonuçland . Başar , her iş kolunda verilecek mücadeleye bağl bir olayd r. Küreselleşmeye karş sendikan z n yaklaş m nas ld r? MA: Sendikalar küreselleşmeye karş şüphe ile bakt lar. Son dönemlerde sendikal hareket küreselleşme karş s nda olumlu örnekler ortaya koydu. Özellikle ilerici sendikalar antiglobal harekette aktif olarak yer almaya başlad lar. Örneğin, GBI sendikas Dünya Sosyal Forumu’na bir delegasyonla kat ld . Bu delegasyonun içeriğinden bahseder misiniz? MA: Genel olarak üçüncü dünya ülkelerinde çal şan işçilerin sendikal örgütlenmedeki haklar dile getirildi. Size göre GBI sendikas ilerici bir sendika m d r? MA : Sosyal bar ş anlaşmas n kabul eden veya etmek zorunda kalan bir sendika ne kadar ilerici olabilirse GBI sendikas da o kadar ilericidir. Yine de İsviçre’deki en ilerici sendika olduğunu söyleyebiliriz. Diğer sendikalar n küreselleşme karş t eylemlere yaklaş mlar nas l? MA: İlerici sendikalar küreselleşme karş t eylemlerde genellikle yer al yorlar. En son

Evian’da yap lan G-8 zirvesine karş protesto eylemlerine destek verdiler. Örgütlenme içerisinde de yer ald lar. GBI sendikas , bu Ev an eyleminde tren kald racağ n bildirmişti. Fakat son anda iptal ettiği söylediği söyleniyor. Buna ne diyorsunuz? MA : GBI sendikas üyelerine kat lma çağ r s yapt . Yol ücretleri sendika taraf ndan karş land . Tren tutma ve iptal etme diye bir kararlar yoktu. Kapitalizm, üretimi yeniden örgütlüyor. Sendikalar bunu nas l değerlendiriyorlar? MA: Bununla ilgili herhalde bir kitap yaz l r. Ama k saca şunu söylemek gerekiyor. Sendikalar kapitalist üretim organizasyonundaki değişimlerin çok geç fark na var yor. Bu nedenle karş strateji geliştirmekte epey zorluk çekiyorlar. Zaten sendikal krizin nedenlerini burada aramak gerekiyor diye düşünüyorum. Sizce işçi s n f n n nas l bir rota izlemesi gerekiyor; şu anki konumu ile burjuvazinin sald r lar na göğüs gerebilir mi? MA: Burjuvazinin sald r s

çok çeşitli alanlara yay l yor. Bu sald r lara bu alanlarda da cevap vermek gerekiyor. Mücadeleyi belli alanlarla s n rlamak yanl ş olur. Burada sorun işçi s n f n n politik önderlikten yoksun oluşudur. Bu önderlik boşluğundan kaynakl sendikal hareket de zay f ve etkisiz kal yor.

yoğun. Aile dostlarım ve görüştüğüm bir çok insan, özel emeklilik sigortası yaptırıyorlar. Çünkü emekli olduklarında yaşamlarını finanse edememekten korkuyorlar. Gelecek korkusu yaşıyorlar.

likte hareket ediyor. Son çıkan yasalarla ilgili sendikaların panel, seminer gibi herhangi bir çalışmaları var mı? S. Esenler: Hayır yok. Çalışanlar şu an var olan sendikaların hiçbirine güvenmiyorlar.

Yeni çıkan yasalar ve Euro’ya geçişin sizin işyerinize yansıması nasıl oldu? S. Esenler: Yatırımlar azaldı bir kere. Kredi alımında da büyük düşüşler yaşanıyor. Bunu her an yaşamımızın her alanında hissetmemiz mümkün. Alım gücümüz oldukça düştü, bir anda resmen ceplerimizi boşalttılar.

Gazetemiz hakkında düşünce ve beklentileriniz nedir? S. Esenler: Aktüel bilgilerin yer almasını, buna ağırlıklı olarak yer verilmesini isterim. Geçmişi çok tartışmak yerine, geleceğe yönelik alternatifler gösteren bir gazete olmalı. Gelecekte yapabileceklerimizi, gündemimizi oluşturmalı. Geçmişi değiştiremeyiz ama geleceği değiştirme şansına sahibiz. Tabii geçmişteki hatalarımızdan da ders çıkarmak koşuluyla. Söylemek istediklerim bu kadar. Bana bu fırsatı verdiğiniz ve benim de düşüncelerime gereksinim duyduğunuz için teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar.

İşyerinizde sendikal bir çalışma var mı? Hangi sendikaya bağlısınız? S. Esenler: Ver-Di diye bir sendikaya bağlıyız. Ben de üyeyim, ama biz sadece sendikaya para ödüyoruz. Sendikaların bizim yararımıza hiçbir çalışmaları yok. İşverenlerle bir-

Fransa’da Sosyal Hak Gasplar›na Karfl› Grev Fransa’da emeklilik yaş n n yükseltilmesine yönelik tasar lar, 25 May s 2003’te yürürlüğe girecekti. Geliştirilen yayg n grev, direniş ve işgallerle Raffarin hükümetine geri ad m att r ld . Ayn yasalar 1993-97 y llar

aras nda da Juppè hükümeti taraf ndan da geçirilmeye çal ş lm ş, kitlesel grev ve sokak gösterileriyle geri püskürtülmüştü. Juppè kendini sol arenada ifade ederken, Raffarin sağc

olarak varl k gösteriyor. Bu da gösteriyor ki, işçi s n f

ve emekçilerin tarihsel kazan mlar n ortadan kald rma girişimi, bir hükümet anlay ş ndan çok devlet ve sistem politi-

kas d r. Avrupa ülkelerinin tümünde ortalama emeklilik yaş 64 iken, Fransa’da emeklilik yaş 57.5. Yeni sald r larla bu 65’e ç kar lmaya çal ş l yor. Yine Fransa’da şu an kamu çal şanlar için haftada 37.5, özel sektör için 40 saat olan çal şma süresi art r lmak isteni-

yor. May s ay içerisindeki görüşmelerde, önce sendikalar n ek olarak gündeme getirdiği 14 madde kabul edilirken, daha sonra Çal şma Bakan Fillion, senato konseyine verdiği raporda, hükümetin uygulamalarda taviz vermesinin mümkün olmad ğ n , aksi takdirde sosyal sistemin çökeceğini ifade ediyordu. Bu sald r lar kapsam nda, May s-Haziran aylar nda yoğunluk kazanan eylem ve grevler, devletin oyalama manevralar yla gerilemişti. Ekim ay n n ikinci haftas ndan itibaren görüşmeler yeniden başlayacak. Fransa’da grev ve direnişler tekrar gündemde.

“DTÖ, çiftçileri öldürüyor” Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) toplant›s› önünde b›ça¤› kalbine saplayan Güney Koreli çiftçi Lee Kyung-Hae böyle hayk›r›yordu... “Ben 56 yaş nda Güney Koreli bir çiftçiyim. Çiftçilerin sendikal örgütlenme yoluyla sorunlar m z çözmesi için umutla çabalad m. Lakin başka pek çok çiftçi önderi gibi başar s zl ğa uğrad m. Uruguay toplant s kararlar

kesinleşince, biz Koreli çiftçiler kaderimizin art k ellerimizde olmad ğ n idrak ettik. Bu dalgan n ard ndaki nedeni ve gerçek gücü bulmaya çal şt m. Ve burada, Dünya Ticaret Örgütü’nün

lant s s ras nda Koreli çiftçi Lee Kyung-Hae, “DTÖ çiftçileri öldürüyor” deyip elindeki b çağ kalbine saplad ve dünyan n gözü önünde öldü. 56 yaş nda ve üç k z çocuğu babas olan Lee Kyung-Hae sömürüye karş öfkesini bu şekilde dile getirdi. kap s n n önünde sonuca ulaşt m...” Yer: Meksika, Cancun. Tarih: 10 Eylül 2003. Dünya Ticaret Örgütü top-

Y ğ nsal karş duruşlar ve eylemler geliştiremediğimiz sürece bu ve benzeri fotoğraflarla daha çok karş laşacağ z.


YasancakDünya_1

05.05.2005

13:11 Uhr

Seite 4

Yaflanacak

Dünya 4

G

Ü

N

D

E

M

Ekonomik Durgunluk Vuruyor! Avrupa’n›n ‘hasta adam›’: Almanya • Avrupa Birliği ekonomisi, bölgenin iki devi İtalya ve Almanya nedeniyle sıkıntılı günler geçiriyor. Yılın ilk çeyreğinde yüzde 0.1 küçülen Almanya, Nisan-Haziran dönemini de eksi 0.2 büyümeyle kapatınca resesyona girdi. • Leipzig Üniversite’sinin yaptığı bir araştırmaya göre, gelecek beklentileri açısından gençlerin ezici bir çoğunluğu büyük bir umutsuzluk içinde. • Kapitalizm koşullarında yaşamın çekilmez hale geldiğini düşünen gençler, bu durumun geçici olduğuna da inanmıyorlar. Ezici çoğunluğunun temennisi ise bu sistemin ortadan kalkmas yönünde. Devlet yetkilileri, "Sosyalizm düşüncesi kafalardan silinemiyor, bunları nasıl entegre edeceğiz" diye kara kara düşünüyorlar Avrupa’nın hasta adam’ı olarak nitelendirilen Almanya’nın sıkıntılı günler geçirmesi, Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Çünkü Almanya Türkiye’nin ihracat yaptığı ülkeler içinde ilk sırada yer alıyor. Almanya’da 4 milyon 352 bin işsiz bulunuyor. Ülkede ihracat azalırken, ithalatta belirgin bir yükseliş görülüyor. Dış ticaret açığı Mayıs’ta 10.4 milyar Euro’ya çıktı. Almanya’nın durgunluğa girmesi Alman Hükümeti’nin yeni sömürü ve soygun kararlar almasına neden oldu. Yine aynı reçete: Kısıtlamalar geldi Ekonomi uzmanlarına göre, kötü ekonomik gelişme bütçede yüzde 3,1’lik bir açık yaratırken, 2003 yılında öngörülen tasarruf önlemleri sayesinde bu açık ancak yüzde 2,3’lerde kalacak. Almanya’da tasarruf hedeflerine varılması için, devlet ve eyaletler arasındaki ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi ve devlet kasasından eyalet kasalarına 20 milyar Euro’dan daha az girmesi gerektiği belirtiliyor. Ekonomistler, Federal hükümete Avrupa Güvenlik ve Gelişme Sözleşmesi’ne bağlı kalmasını öğütlerlerken, ekonomik gelişmedeki durgunluk ve Almanya’nın bütçe açıklarını geçen yılların enkazlarına bağladılar. Doktorlar›n protestosu Sigorta doktorları, daha önce yüksek sesle eleştirdikleri hükümetin sağlık reformu paketini şimdi büyük gazetelere verdikleri ilanlar-

la protesto ediyorlar. Hükümet hazırladığı paketle kronik hastaların bakımında ve bu hastalara verilecek sağlık hizmetleri konusunda tasarrufa gidileceğini belirtmişti. Sigorta Doktorları Birliği tarafından yapılan açıklamada, “İnsan ve insan sağlığı bu programlarla ikinci plana atılarak sağlık hizmetlerinin kalitesi düşürülüyor” denildi. Sigorta Doktorları Birliği’nin kampanyas , “Daha Ucuz Sağlık Hizmeti” slogan altında yürütülüyor. Bakanlar Kurulu ayrıca yerel yönetimler üzerindeki mali baskıları hafifletmek için, kurumlar vergisi kapsamının genişletilmesini de onayladı. Doktor, avukat gibi serbest meslek sahipleri ve işyeri sahipleri, Kurumlar Vergisi’ne tabi tutulacaklar. Kendi konutlarını inşa edenlere sübvansiyon kaldırılırken, toplu taşıma araçlarındaki vergi indirimleri de sınırlandırılacak. Böylece orta sınıflar daha fazla vergilendirilerek yerel yönetimlerin bütçesine kaynak aktarılacak. Uluslararası Para Fonu Başkanı Horst Köhler, IMF icra Heyeti’nin gayrıresmi toplantısının ardından yapt ğ yazılı açıklamada, dünya ekonomisinin beklenenden daha fazla durgunlaşacağını belirtti. Köhler, “Dünya ekonomisindeki bu zayıflığın geçici olduğunu düşündüğünü” eklemeyi de ihmal etmedi.

dönük desteklerini çekiyorlar. Bu durumdan dolayı gençlerin büyük bir çoğunluğu ya eğitimlerini yarıda kesmek zorunda kalıyor ya da mesleki eğitim yeri bulamıyorlar. Hükümetin gençlere meslek eğitim yeri bulunacağı yönündeki vaatleri ise bir türlü yerine getirilmiyor.

Kapitalizme karflı hoflnutsuzluk artıyor

Meslek e¤itimi sunan iflyerleri azalıyor Ekonomik durgunluk gençleri vurdu Almanya’da gençler ekonomik durgunluk nedeniyle meslek eğitim yeri bulmakta zorlanıyorlar. Yarınlarımız olarak gördüğümüz gençlerin meslek eğitimi yapma koşulları her geçen gün azalıyor. Ekonomideki durgunluğu gerekçe gösteren işverenler, mesleki eğitim alanları kurmaya

Federal Meslek Eğitim Enstitüsü (BIBB) ve çalışma daireleri tarafından verilen rakamlara göre, ekonomide yaşanan durgunluğun faturası, işveren tarafından öncelikli olarak meslek eğitimi yapan gençlere kesildi. 2002 Aralık ayı sonu itibariyle açık durumda 8 bin 900 meslek eğitim yeri olduğu halde, meslek eğitimi yapmak isteyen 29 bin 500 öğrenci her-

Su damlas›nda savafl Su yaflam demek... Dünyada bugün 450 milyon insan ciddi su s›k›nt›s› çekiyor... Su krizi derinlefltikçe, petrol savafllar›n›n yerini su savafllar›n›n almas› kaç›n›lmaz... Johannesburg Zirvesi, sürdürülebilir kalkınma ile serbest piyasa arasındaki ilişkinin tartışılmasını hızlandırdı. Dünya Su Forumu, krizi, suyu özelleştirerek çözmeyi öneriyor. Bu ise tam anlamıyla ateşe benzin dökmeye benziyor. Dünyadaki canlıların kimyası suya dayanıyor, insan vücudunun yüzde doksan sudan oluşuyor. İnsan belli bir süre içinde gerektiği kadar su alamazsa önce aklını kaçırmaya, halisünasyonlar görmeye başlıyor. Kısa bir süre sonra da ölümler... Su besin maddelerinin üretilmesi, sanayinin çalışabilmesi, salgın hastalıkların önünün al nmas için de yaşamsal bir öneme sahip. İnsan yaşamı açısından suyun en temel özgürlüklerden bile önce geldiği söylenebilir. Bireysel özgürlükler temel insan haklarının parçası olduğuna göre, temiz içme suyuna sahip olmanın da insan haklarının parçası sayılması gerekmez mi? Burjuvazi için ise su ve herşey para demektir. Yıllar önce suyun da para ile satılacağını söyleseler gülüp geçerdik. Ama bugün insanlık için en temel sorunlardan birisidir. Atmosferdeki kirlenmenin h z n ve çap n düşünecek olursak, bir süre sonra burjuvazinin temiz hava istasyonları kurarak havay da satt ğ na tan k olacağ z. Aynen arabaların benzin aldığı gibi, insanlar da oksijen tankların n

önünde kuyruğa girerek bir kaç litre hava satın almak zorunda kalacaklar. Belki çok komik geliyordur, eğer insanlığın bu duyarsızlığı devam ederse bu gibi durumlarla karşılaşmamız mümkündür. Bilimsel araştırma kurullarının verilerine göre dünya su kaynakları yüzde 58 azaldı. Dünya Gelişme Raporu’na göre bugün küresel taze su kaynaklarının yalnızca yüzde biri içme

hangi bir yere yerleştirilemedi. Buna karşılık, bir yıl önce meslek eğitim yeri arayanların sayısı 26 bin 200 olarak tespit edilmişti. Alman Sendikalar Birliği (DGB) Başkanı, hükümetin bu konudaki vaatlerini yerine getirmediğini söyleyerek işverenden meslek yeri garantisi talep ediyor.

suyu olarak kullanılabilecek durumda. Bu verilere göre 450 milyon insan ciddi su sıkıntısı çekiyor. Gelişmekte olan ülkelerdeki ölümlerin yüzde 80’i suyla ilintili hastalıklardan kaynaklanıyor. Toplam kullanılabilir suyun yüzde 8’ini hane halkı, yüzde 23’ünü sanayi ve enerji, yüzde 69’unu tarım sektörü kullanıyor. Eğer bu ihtiyaç nüfus artışına paralel devam ederse 2025

yılında dünya nüfusunun yüzde 48’i su sıkıntısıyla karşı karşıya olacak. Su krizi derinleştikçe, tüm dünyada suyun metalaştırılması için kıyasıya rekabet sürüyor. Suyun özelleştirilmesi, ileriki yıllarda da petrol savaşlarının yerini su savaşların n almas kaç n lmaz. Ulusal ve uluslararası tekeller bugün GAP Projesi çerçevesinde Ortadoğu politikalarını şimdiden su üzerine şekillendirmeye yöneliyorlar. Ortadoğu’da Fırat ve Dicle üzerinde çevrilmeye çalışılan entrika ve dolaplar, su kavgalarına dönüşüyor. 20. yüzyılda petrol dünya için ne ifade ediyorsa, 21. yüzyılda su aynı anlam ve önemi ifade edecek. Emperyalist tekeller, içeceğimizden, yiyeceğimize kadar hayatımızın her alanını denetim altına almak için uzun süreli planlarını devreye sokuyorlar. Bu gelişmeye karşı çocuklarımıza yaşanacak bir dünya bırakmak istiyorsak, burjuvazinin planlarına karşı duyarlı bir duruşu dünya ölçeğinde sergilememiz gerekiyor. Çünkü yaşamımızın her hücresi saldırı altındadır. Ülkemizdeki su tekelleri suyun 1 litresini neredeyse 1 litre petrole eşit fiyata satmaktadır. Eğer bugünden önlemler alınmazsa ileride işçi ve emekçilerin nelerle karşılacaklarının verilerini de sunuyor. O halde yaşanacak bir dünya için el ele verelim.

Kapitalizm koşullarında yaşamın çekilmez hale geldiğini düşünen gençler, bu durumun geçici olduğuna da inanmıyorlar. Ezici çoğunluğunun temennisi ise bu sistemin ortadan kalkmas yönünde. Devlet yetkilileri, “Sosyalizm düşüncesi kafalardan silinemiyor, bunları nasıl entegre edeceğiz” diye kara kara düşünüyorlar. Leipzig Ünive r s i t e s i ’ n i n yapt ğ

bu araştırmalar 1990 yılında iki Almanya’nın birleşmesinden sonra, Doğu Almanya’daki gençlerin Batı Almanya ile birleşme sürecine ve geleceğe yönelik beklentilerini belirleme açısından daha farklı bir önem kazanmıştı. Toplumun bütün katmanlarından gençlerin görüşlerini yansıtmak üzere yapılan araştırmanın dikkat çeken bir özelliği ise, araştırma için seçilen adayların 1987 yılında bu yana aynı insanlardan oluşmaları. 1987 yılında 14 yaş nda olan toplam 420 gencin her yıl görüşleri alınmakta. 1990 yılında daha iyimser olan gençlerin çoğunluğu bugün büyük bir umutsuzluk içinde. Gençlerden hiçbiri, "İnsanlar arasındaki ilişkiler geçmişe göre bugün daha iyidir" görüşünü savunmuyor. "Sosyalizm silinemiyor" Yüzde 91 gibi ezici bir çoğunluk, Doğu Almanya’da sosyal güvenliğin çok daha iyi ol-

duğunu düşünüyor. Gençler arasında kapitalizm karşıtı görüşler hızla yaygınlaşıyor. Her yıl yapılan araştırmanın sürekli kötü sinyaller verdiğini bildiren Prof. Förster, gençler arasındaki kapitalizm karşıtı görüşlerin giderek yaygınlaştığını ve sosyalizm fikriyle bütünleşmenin dikkat çektiğini ortaya koyarken, "Sosyalist görüşler son 10 yıl içinde gençlerin kafalarından silinemedi" diyor. "Batı Almanya toplumu bu gençleri entegre edemedi" şeklindeki yakınmasını da sürdürüyor. Sosyalist ideallerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda gençlerin çok küçük bir bölümü bugünkü sistemin “kalıcılaşmasından yana” olduklarını; ezici çoğunluk ise sistemin “ebediyen kalmaması gerektiği”ni belirttiler. Kapitalizmin ölümcül hastalı¤ı fazla üretim, yetersiz tüketim 15 Avrupa ülkesinden 23 hükümet dışı organizasyonun oluşturduğu “Avrupa Yoksulluk Neti” Berlin’de bir toplant düzenledi. 130 delegenin katıldığı toplantıda ana hedef, Avrupa İnsan Hakları Beyannamesi’nin iyileştirilmesi, temel talep ise “herkese iş, konut ve yeterli gelir” idi. Avrupa’da 62 milyon kişinin yoksulluk sınırında yaşadığın n, bunun genel nüfusun yüzde 18’ini oluşturduğunun bir kez daha vurgulandığı konferans açılış konuşmasında, AB içinde yoksulluğun korkunç boyutlarda artacağını söylemek için falcı olmaya gerek olmadığı belirtildi. Tüketimdeki azalma nedeniyle fiyatların düşürülmesi her ne kadar ilk bakışta tüketiciler için olumlu bir gelişme olarak görülse de, firmaların birçoğu yatırımlarını kısmak ve çalışanlarını azaltmak yolunu seçmiştir. Sonuçta işssizlik artmış, reel ücretler ise azalmıştır. Bu da nihai olarak bireylerin gelirlerini düşürmüştür. Böylece düşük gelirli kitlelerin tüketimi daha da azalmış, durgunluk derinleşmiş, işsizlik daha da artmıştır. İnsanlık sanayide ulaşılan üretme kapasitesi kadar tüketmediğinde, birikme, fazlalık ortaya çıkar. Satışlar azalınca da kâr oranları düşüyor ve kârın oluşum sürecinde gecikmeler yaşanıyor. Bu durgunluk demektir ve kâr oranlarında azalmaya yol açar. Kapitalizmde üretim kâr amaçlı yapıldığından, bir yanda fazla diye satılmayan mallar, diğer yanda parası olmadığı için bu malları alamayan yoksullar görülür. Kâr için değil, toplumsal ihtiyaçlar için üretim, insanlık için üretim, ancak üretim üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmasıyla mümkündür.

Süpermarketlerin buzlukları morga dönüfltürüldü Bu y l Avrupa, son yılların en sıcak yazın yaşad . Temmuz sonu ile Ağustos başında insanlar adeta kavruldu. Sıcaklığın kimi yerlerde gölgede 40 dereceyi aştığı günlerde, kimi Avrupa ülkeleri tarihin sıcaklık rekorlarını kırdı. İtalya’da sıcaklardan 4 bin insanın yaşamını yitirdiği söyleniyor. Fakat sıcaklığın en fazla hissedildiği ve en fazla ölümün yaşandığı Avrupa ülkesi Fransa oldu. Sıcaklığın 45 dereceye ulaştığı günlerde kitlesel ölümler yaşandı. Sıcaklığın faturası neredeyse bir savaş bilançosu kadar ağırd . Fransa bir anda koca bir morga döndü. Kayıpların yüzde 80’ni, kalp, solunum yetmezliği veya beyin kanaması gibi nedenlerden ölen yaşlı ve emekli insanlardı. Bunlar n yüzde 64’ünü de kadınlar ve kimsesizler oluşturuyor. “Avrupa’da en iyi sağlık hizmeti verdiğini” iddia eden Fransa, sıcaklarla birlikte tam bir hezimet yaşadı. Carrefour, Inter-Marche vb. büyük alışveriş merkezlerinin soğuk hava depoları boşaltılarak devasa morglar haline dönüştürüldü. Bunlar da yetmeyince bazı bölgelerde çadır

hava depoları, seyyar morglar oluşturuldu. Fransa’nın en büyük soğuk hava deposu olan Rungis’e binlerce ceset taşındı. Yaşlı insanların çoğu evlerinde kendileriyle başbaşa yaşadıkları için ölümlerinden günlerce kimsenin haberi bile olmadı. Cesetlere ancak evlerde kokmaya başladıktan sonra ulaşılabildi.

Hükümetin Yalan Salvosu Sıcak havanın gelmekte olduğunu bildiği halde hiçbir önlem ve tedbir almayarak, kitlesel ölümlere davetiye çıkaran Fransa Sağlık Bakanlığı ve meteoroloji yetkilileri yalan üzerine kurulu politikalar geliştirdiler. Sağlık Bakanlığı ölü sayısını olduğundan az göstermeye çalışırken, meteoroloji sıcaklık derecesini gerçek rakamlarıyla açıklamad . “Panik yaşanmasının önüne geçmek” adına 45 derece olan hava sıcaklığı, günlerce 39 derece olarak açıklandı. Sağlık Bakanlığı, önceleri ölü sayını “23 bin” olarak açıklarken, kamuoyunda bu inand r c bulunmad . Kimi kaynaklar, ölü sayısının 13.500’e ulaştığını,

kimileri 15.000’i aştığını belirtiyorlardı. Ölü sayısının 18.000’lere dayandığını açıklayanlar bile vardı. 1-15 Ağustos tarihleri arasında yapılan devlet açıklamalarını inandırıcı bulmayan sağlık çalışanları, Mezarlıklar Müdürlüğü ve cenaze işleri kurumu çalışanları, Sağlık Bakanlığı’nı köşeye sıkıştıran, kamuoyunu bilgilendiren açıklamalar yaptılar. Sağlık Bakanlığı ise kamuoyunun baskısı sonucu aylar sonra “gerçek” rakamı açıklamak zorunda kaldı. Kamuoyundan saklanmaya çalışılan diğer bir gerçek ise ölümlerin en çok yaşandığı Paris, Lyon, Dijon ve Lemans kentlerinde kurulan prefabrik morglarda üst üste yığılan cesetlerdi. Başbakan ve Sağlık Bakanı’nın yüzündeki bu kara maskeyi de Mezarlıklar Müdürlüğü yırttı; Vitry, Vigneux ve Esson banliyölerinde oluşturulan seyyar morglardaki üstüste yığılan cesetlerin fotoğrafları basına yansıyınca toplumda şok etkisi yarattı. Fransa’da bir hafta içinde yaşanan insanlık dramı, kapitalist sistemin insan yaşamına vermiş olduğu değerin yansıması olarak, insanlığın bilincindeki derin izlerini hep koruyacak.


YasancakDünya_1

05.05.2005

13:11 Uhr

Seite 5

Yaflanacak

Çok fiükür!!! Bara girersiniz camsız, havasız kümes gibi bir yerdir. Bunlardan biri boşu boşuna adını “Ahır Bar” koymamıştır. Gayet güzel bir isim seçmiş sayın hemşerimiz!!! Kümes ve ahırlarda havalandırma sistemi yoktu bizim köylerde; Londra’daki barlarda da yok tabii ki… Sağlam adam buradan hasta çıkar! Londra’nın “sanatçısı” pek boldur, her türden “sanatçı” bulunur. Sesi iyi ya da kötü hiç fark etmez. Eline mikrofonu aldı mı bir daha bırakmaz böyleleri. Yaln z ömür billah müzik dinlemeye tövbe ettirirler adamı...

N

S

A

5 Dünya

N

Yaban eller !.. “Ekmek paras› derdine düfltük yollara...” Hepimizin hayalleri vard›... “Bir gün memlekete geri dönecektik”... Y›llar y›llar› kovalad›... Geldik bugüne... Geri dönmeyi eskisi kadar istiyor muyuz art›k?.. Mutlu muyuz?..

«Ekmek parası» derdine yıllar önce düştük yollara... Memlekette iş yoktu, toprak yoktu, dolayısıyla aş yoktu... «Avrupa» ise işçi arıyordu...

Hayallerimiz vard› «Yaban eller»di buralar bizim için. Dili farklıydı, dini farklıydı, kültürleri, adetleri, alışkan-

çirecektik.

E¤ri oturup do¤ru konuflal›m Yıllar yılları kovaladı, geldik bugünlere... Şimdi eğri oturup doğru konuşalım: “Memlekete geri dönmeyi” eskisi kadar düşünmüyoruz artık! Çoğumuzun dili yine söylüyor bunu belki

türlü ‘buralı’ da olamıyoruz. Hala bir ‘köksüzlük’ duygusu, ‘bir yerlere ait olamama’ psikolojisi yaşamayı sürdürüyoruz. Kendimizi kendi küçük dünyalarımıza hapsetmişiz. Bizler de Avrupa’da F Tiplerindeyiz!... Çoğumuz yıllardır kaldığı ülkenin dilini dahi öğrenme zahmetine girmemiş, Resmi bir işimiz olduğunda bize ‘tercüma-

“Uyuflturucular›m›z tazedir!!!”

İngiltere’ye göçün başladığı yıl 1989. On binlerce insanın, yurdunu terk ederek umutlarla geldiği ülke. Oturum yok, çalışma izni yok, dil yok, ev yok... yok da yok! Yıllar geçtikçe durum değişti; zaten değişmek zorundaydı. Sene 2003. Gazetelere bakıyorum, çete kavgası… mafya hesaplaşması,… “Dükkan basan polisler uyuşturucu buldu”… kadın ticareti…yerden mantar biter gibi açılan barlar... gazetelerin yarısını kaplayan barlardan eğlence fotoğrafları! Sauna ve masaj servisi (genelevlerin buradaki adı “sauna” ya da “masaj servisi”dir) reklamları, çıplak kadınlar… Türk mafyalarımız, saunalarımız, barlarımız, kahvelerimiz (hemen her köyün kahvesi bulunur buralarda) çetelerimiz... Türk usulü eğlencelerimiz var, var yani...

Art›k British olduk!!! Ehh artık British de olduk!!! Gerçi dil yok ama ziyanı da yok... Berbere mi gideceksiniz, onlarca Türkiye’li berber-kuaför var. Bakkal derseniz kıyamet kadar, her adım baş var, manav-kasap... var

mazsa hafta arasına alınan düşünlerimiz... Bu konuyu biraz açmak gerek; çünkü ben en çok düşünleri seviyorum. Kameralarımız dahi hangi güzeli çekeceğini şaşırır. Sonra, “Bas bas paraları Leyla’ya” parçası eşliğinde hem Leyla’nın önemine değinilir hem de paralar döktürülür...

Gazetede şöyle bir ilan: “Taze, paketi yeni açılmış yüzde yüz kaliteli her türden uyuşturucu bulunur!.. Lütfen ciddi olanlar arasın!..” Müracaat için telefon numarası ya da market adresi göremezsiniz, fakat bilirsiniz. Evet buradaki her dükkan sahibinin demeyelim de, birçoğunun ikinci mesleği uyuşturucu ticaretidir. Hatta marketten lahana alıp içinde toz bulursanız, “Lahana sarması için baharatı da koymuşlar” diye sevinmeyin, muhtemelen bu uyuşturucudur. Hiç şaşırmayın, bunlar yaşandı.

Dü¤ünler de olmasa...

“fiimdi hangi marka moda kardefl?...”

Hollywood yıldızlarını çatlatacak kıyafetler, makyajlar, sergilenen vücutlar… Kısmet nerede açılır? Tabii ki düğünlerde... Burası Londra, çeşme başında buluşmak köyde kaldı; aslında burada çeşme de yok. Düğünlerde buluşulur, pardon buna şimdi barları da eklemek gerekir. Eczanemiz bile var çok şükür!!! Bu “saygıdeğer” kurumumuzu anmadan geçmek olmaz zaten. Her derde deva olmuş(!), birçok ata sözüne esin vermişlerdir. Atasözü dedik de, “Kelin melhemi olsa başına sürerdi” deyimi geldi birden akl m za. Evet, kelliğin de melhemi bulundu, duyurulur!.. Han mlar m za zayıflatıcı haplar da yine buradan sunulur...

“Her başarılı erkeğin ardında mutlaka bir kadın vardır” sözünün hakkını veren hanımlarımızın işi ayrıca zor; ev işi, çocuk bakımının yanı sıra bir alışveriş çılgınlığı hepsini sarmış durumda... Alışveriş derken öyle sıradan alışveriş değil bu, bebek arabasını kapan soluğu Woodgreen’de (alışveriş merkezi) alıyor. Dil yok ama ziyanı da yok, çünkü para tüm kapıları açar!.. Hem zaten İngiliz dükkan sahiplerinin bazıları Türkçe öğrenmiştir, bilmeyenler ise çözümü Türkiye’li bir tezgahtar edinmekte bulmuştur. Şimdi moda, bebeğini ve çocuğunu Gap ya Next’ten giydirmekle takip edilir. “Vay be kadına bak, boğazından kesip çocuğuna bu markalardan giydiriyor

siyahlara, Kuzey Afrikalılara, Araplara, Romanlara, Hintlilere... küçümseyerek bakmıyor muyuz? İçinde yaşadığımız toplumlara ‘yabancılaşmışız’; buralara geliş nedenleri gibi gördükleri muameleler de bizlerden farklı olmayan başka uluslardan göçmenlere ‘yabancılaşmışız’... Sadece bu kadar da değil! Kendimizle, ailemizle, yakınlarımızla, eşimiz, dostumuz, hemşerilerimizle ilişkilerimiz sanki çok mu sıcak ve içten? Bunlarda da bir kopukluk ve ‘yabancılık’ yaşamıyor muyuz? Bu neden böyle? Açık ve dürüst olalım: Her şeye ‘çıkar’ odağından bakıyoruz. Küçük hesaplar ve menfaatlerin peşinden koşuyoruz. Kârı, çıkarı, parayı her şeyden önemli gören kapitalist sistemin insanı çürüten çarklarına bir biçimde biz de kendimizi kaptırmış gidiyoruz. Avrupalı’nın iş ahlakı, çalışma disiplini, bilgiye önem veren yöntemli düşünme ve pilanlı hareket etme alışkanlığı vb. özelliklerinden öğrenmek yerine, bireyci ve çıkarcı en kötü yön ve özelliklerini biz de bir biçimde benimsemişiz. Sonuç?... Sonuçlar ortada. Uzağa gitmeye gerek yok! Herkes kendi iç dünyasına, insani özellikleri bakımından nereden nereye geldiğine, çocuklarıyla, eşiyle, dostuyla, yakınlarıyla ilişkilerine şöyle durup bir baksın; neyi anlatmaya çal şt ğ m z anlayacaktır.

Mutlu muyuz?.. lıkarı farklıydı... Çoook sıkıntılar çektik bu yüzden.... Şimdilerde çoğunu gülerek anlatıyoruz belki birbirimize veya bizden sonra gelenlere ama, o yıllarda yaşadıklarımız hâlâ ince bir sızı yaratır yüreklerimizde... Başlarda hemen hepimizin hayali ortaktı: «Dişimizi sıkıp biraz para biriktirdikten sonra memlekete geri dönmek...» Kimimiz bir dükkan açıp sanatımızı sürdürmeyi düşlüyorduk, kimimiz biraz toprak alıp onunla uğraşacaktık, kimimizin hayali ise ele güne muhtaç olmadan rahat bir «emeklilik hayatı» sürmekti... Uzun lafın kısası, “eşşek gibi çal şt ğ m z” yılların acısını çıkararak ömrümüzün son demlerini doğup büyüdüğümüz topraklarda ge-

ama, içten içe kendimiz de biliyoruz ki, biz artık buralıyız!... Önceleri bir araba, giderek ev, dükkan atölye veya başka bir yatırım derken iyi kötü bir düzen kurmuşuz kendimize... Alışmışız buraların havasına, siyasal ve sosyal haklarına... Hele çocuklar, bizlerden fazla ‘buralı’ olmuş haldeler... Çoğu zaten buralarda doğup büyüme. Kimi okumuş kimi meslek yapmış... Arkadaşları, çevreleri hep burada. Birçoğu artık tatillerde bile Türkiye’ye gitmeyi istemiyor, sevmiyorlar...

Hem buralarday›z, ama bural›da olam›yoruz Fakat asıl sorunumuz şu: Artık hem ‘buralardayız’ ama bir

lık’ yapacaka eş-dost, arkadaş arıyoruz. İçinde yaşadığımız toplumla bağlarımız çok zayıf. Ne onlar bizi anlıyor, ne biz onları. İçlerindeki ırkçı faşist kesimlerin ‘yabancı düşmanı’ saldırıları da cabası. Hükümetlerin ve çoğu partinin yaklaşımlarının da onlardan bir farkı yok.

Kabahat hep baflkalar›nda m›? Fakat kabahati hep ‘dışımızda’ ve ‘onlarda’ arayarak kendimizi de kandırmayalım. Bizim hiç mi kusurumuz ve yanlışımız yok? Ayrıca bizler de bizden ‘farklı’ olan herkesi küçümsüyor, hatta ‘düşman’ gibi görmüyor muyuz? Bize küçümseyerek bakan Avrupalılar gibi bizler de

Buralara geldiğimiz yıllara oranla belki biraz para sahibi olduk, belki biraz daha iyi koşullarda yaşıyoruz, evimiz, arabamız, işimiz, tatil yapma imkanımız vb. vb. olabilir. Ama mutlu muyuz? Kendimizle barışık mıyız? Huzurlu muyuz? Eğer bunları kaybettiğmizi düşünüyor ve yeniden bulmayı istiyorsak, o zaman dostluğu, arkadaşlığı, paylaşımı, yardımlaşmayı yeniden hatırlayarak ve canlandırarak işe başlamalıyız! Bize bu zeminleri sunan ilişkilere ve örgütlenmelere olan ilgisizlik ve yabanc laşmam z kırarak ilk adımları atmalıyız! Davet bizden, gerisi size kalmış!...

Umutsuzlu¤a Al›flmak Umutsuzluktan da beteri var: Umutsuzlu¤a al›flmak!.. Ne kadar ço¤uz halbuki; hepimizin birbirimize ne kadar ihtiyac› var?.. Ahh, bu gerçe¤i bir görebilsek... Birbirimizle buluflman›n ad›mlar›n› bir atabilsek...

da var. Ailece eğlenmek mi istiyorsunuz? Yüzde yüz Türk usulü barlar var. Avukata işiniz mi düştü; hiç sorun değil, onlarca Türkiyeli avukattan birini seçip gidebilirsiniz. “Yahu bizim mahalle doktoru hâlâ Türkçe öğrenmemiş, olacak iş mi?” “Güzellik salonumuza da kavuştuk çok şükür bir de estetik ameliyatlarında indirim yapsalar da Türkiye’ye gitmek zorunda kalmasak...”

“Bas bas paralar› Leyla’ya...” Her hafta sonu, yeterli ol-

Mobilyacımız, restoranlarımız her şeyimiz var artık. Var da var; bolluk içindeyiz bugünlere de şükür!!!

Lüküs hayat, lüküs hayat

Al raporu, yan gel yat... Çok şükür, Türkiye’li psikologlarımız, psikiyatristlerimiz de var. Rapor alıp sene boyunca bastonla yürüyenlerin Türkiye’de yatları villaları var... Ehh adamcağız o kadar emek vermiş, dil dökmüş rapor almış, kıskanma ne olur, rol yap senin de olur!!!

Ad› üstünde: “Ah›r Bar”

ya helal olsun” dedirtebiliyor musunuz? Çok şükür; bu günlere de çok şükür!!!

“‹flinize gelirse...” diyorlar “Sevgili İngiliz adayı vatandaşlarım, en kısa zamanda İngilizce kursuna başlamanızı öneririm.” Irkç İçişleri Bakan D. Blunkett, vatandaşlığa geçmek isteyenlere dil öğrenme zorunluluğunu yasaya geçirmeyi başardı. 2004 yılının Ocak ayından sonra başvuru yapanların bülbül gibi olmasa da İngilizce’yi bilmeleri gerekecek. Bizden söylemesi...

“Sanki her şey yanımdan akıp geçiyor. Tutamıyorum. Bazen değiyorum, dokunuyorum. Kayıp gidiyor...” Bu sözleri belki kelimesi kelimesine duymamışsınızdır; fakat benzer yakınmalardan haberdarsınızdır. Şöyle bir durup düşününce, zaman zaman benzer duyguları kendinizin de yaşadığını farkedersiniz. Koca bir dünya, alelacele bir yaşam yanımızdan geçip gider de, elimizden “hiçbir şey” yapmak gelmez. Ya da “her şeye alışmış görünen” insanların, en sıradan bir olaya bile tepki vermesiyle şaşkınlığa düşeriz. Öyle bir kayıtsızlık ve karamsarlık hali yaygındır ki, bu öfkenin nasıl olup da bentlerini aştığını bir türlü anlayamayız. Her şeyi asıl olarak kendi mutluluğumuz ya da mutsuzluğumuzla değerlendirmeye alış-

tırılmışızdır. Bizi yalnızlaştıran biraz da budur. Bir araya gelip hatırı sayılır bir güç olmamızdan korkulduğu için bilincimizde yaratılan boğucu ve köreltici bir çemberdir bu. Her türlü araçla “bireyselliğimiz” ön plana çıkarılır; bununla da kalınmaz altı kalın kalın çizilir, her şeyden önemli olanın bu olduğu vurgulanır. Türkçede bu durumu tanımlayan bir sürü özdeyişe rastlanabilir: “Gemisini kurtaran kaptan”dır, “Her koyun kendi bacağından asılır”... Tek tek hareket etmemiz istenir ve bu sürekli olarak kışkırtılır. Kapılarımızı çekip kapatınca kendi kendimize kalacağımız işlenir: Kimse bize yardım edemez, kimse derdimizi paylaşıp çözüm öneremez! Kimse bizim için, kimse birbiri için kendini ortaya koymaz!..

Bu politika işe de yarar. Doğruyu bulmak değil, onu yaşamda uygulamak, herkesle paylaşmak ve bu kahredici yalnızlığımızı kırıp bizim gibi yaşayan, bizim gibi düşünen kardeşlerimizle ortaklaşmak için kullanabilmektir esas olan. Bütün bir dünya bizim dışımızda akıp gidiyorsa, biz gerçekte o dünyada yaşamıyoruz demektir. Egemenlerin kararttığı günümüzü ve geleceğimizi biz belirlemiyoruz demektir. Bu iradeyi göstermememiz için bilincimize ve ruhumuza ördükleri tecrit duvarları iş görüyor demektir. Derin bir umutsuzluk içine sürüklenen milyonlarca insan, ‘hayat’ın dışında demektir. Dünyayı yerinden oynatma gücüne sahip damarların herbiri kesik demektir. Umutsuzluktan beteri de var: Umutsuzluğa alışılması. Kanık-

sanması!.. Bunun dışında bir şeylerin olacağının hayal bile edilememesi. Ruhu da yavaş yavaş öldüren, insana derin bir hiçlik duygusu yaşatan işte budur. Onun için şaşırırız her şeye alışmış görünen insanların, onca baskı, aşağılama ve hiçe saymaya karşı çıkmayıp, “incir çekirdeğini doldurmaz” dediğimiz olaylar karşısında patlamasına... Onların iç seslerini duymuyoruzdur çünkü; umutsuzluğu yaşadıklarını ama umutsuzluğa alışmadıklarını farketmiyoruzdur. Kayıtsızlık ve karamsarlık görünümünün altında nasıl bir öfke nehrinin aktığını, kesik damarların nasıl birbirine başlandığını görmüyoruzdur. Gelin bir çay demleyelim; konuşacak, yapacak ne çok şeyimiz var...


YasancakDünya_1

05.05.2005

13:11 Uhr

Seite 6

Yaflanacak

Dünya 6

S

A

L

I

K

-

H

U

K

U

Bir Emek Seferberli¤i:

Hukuk Av. Ersin Esen

Ba¤bozumu

Almanya’da aile birleflimi yoluyla “oturum hakk›”

Eylül ay›nda Fransa’da 50 kadar devrimci bir hafta süreyle ba¤bozumu iflinde çal›flt›lar. Emek seferberli¤ini, Türkiye’deki mücadeleye katk› ve Ölüm Orucu gazilerinin bak›m› için düzenlemifllerdi. Bu anlaml› çal›flman›n deneyimlerini yaz›l› hale getirip bize de ilettiler. Seçmekte zorland›¤›m›z bu mektuplardan kimi bölümleri yay›nl›yoruz. Ara bafll›klar taraf›m›zdan konulmufltur.

Bugüne kadar s n f mücadeleleri tarihinde işçi s n f n n yaratt ğ k z l değerleri kitaplardan okuduk. Öykündük onlara... Bedeller ödedik bu düşlerin gerçekleşmesi için... Ve bugün, bireycileşmenin, bencilleşmenin ç ğ r ndan ç kt ğ , insana dair kolektif değerlerin hiç edildiği bir dünyada kolektif emek üretkenliğinin güzel örneklerinden birisini yaratt k. “K z l Bağbozumu” oldu bu güzelliğin ad . Avrupa’n n çeşitli ülkelerinden gelen elli kişilik yoldaş topluluğuyla gerçekleştirdik bu deneyimi. 13 yaş ndan 50 yaş na kadar bir kuşak harman n

oluşturuyordu bu topluluk. Dilini bilmediğimiz ama “Gözlerinizdeki gülümsemeden anlaş l yor s cakl ğ n z” diyen bir İspanyol arkadaş m z da vard

aram zda. Dilimiz farkl yd

belki, fakat ayn yürek s cakl ğ n taş yorduk Teresa yoldaşla. Teresa’y , sanki İspanya İç Savaş ’na kat lan Uluslararas Tugaylar’ n mirasç s gibi alg lad k. Biz “Non Passaran!” dedikçe, O, sağ yumruğunu coşkuyla kald r yordu. 6 ay önce feci bir kazada ağ r yaralanan bir yoldaş, çal şma yasağ na rağmen, üstün bir çal şma performans gösterdi. “Partim bana gözlerimi ve benliğimi verdi. Partime çok teşekkür etmek istiyorum” sözleri içimizi titretti.

Ayakta yürüyemeyecek kadar bel ağr s , çal şamayacak kadar hastal ğ olan arkadaşlar m z vard aram zda. Büyük bir özveriyle çal şt herkes. En küçük bir s zlanma yoktu dilimizde. Marşlar, türküler söylüyorduk; yar ş yorduk birbirimizle. S ras n

tamamlay p ç kan, hiçbir üşenme göstermeden yard m na koşuyordu geride kalanlar n. Yar şmalardaki tatl ‘rekabet’, bir iç dayan şmay getiriyordu beraberinde. Çal ş rken, yemek yerken, sigara içerken kendini değil öncelikle yoldaşlar n düşünen bir anlay ş. Bu hareket seyrimiz şaş rtm şt bağ sahiplerini: ‘Birbirini gözeten, kavga etmeyen bir ekiple ilk defa karş laş yorum’ diyordu. Kendi bireyci ç karlar

değil ortak değerler için biraraya gelinebileceğini, birbirinin üzerine basarak değil yard mlaşarak çal ş labileceğini ak llar

alm yordu. Yap lan iş zor ve zahmetliydi gerçekten. Bağ aras nda yokuş yukar sürekli çömelerek çal ş yorduk. Kimi zaman yaklaş k 1 saat sürekli üzüm keserek ancak ç kabiliyorduk yukar ya. ‘Normal koşullarda bu işte çal şmam’ diyenler vard . Sosyalizm mücadelesinin beslenip geliştirilmesi için çal şt ğ m z bilmek, zorluklarla başetme gücü veriyordu. (...)”

Düfl gezintileri Salk›m› kesmeye uzanan el titriyor, anl›yoruz üflüdü¤ümüzü *Daha başlad ğ m z gün sağanak yağmur yağm ş, slanm şt k tepeden t rnağa. Korunmak ad na yağmurluk yapm şt k çöp poşetlerinden. Üzüm salk m n dal ndan kesmeye uzanan el titriyor; anl yorduk üşüdüğümüzü.

“.. Elbette metalar dünyas

içerisinden, onun al şkanl klar ndan ç k p gelmiştik herbirimiz. Ar nmam z gereken birçok al şkanl ğ beraberimizde getirmiştik bu çal şma ortam na. Sistem içerisinde edindiğimiz kimi özelliklerimizle çat şmak durumunda kal yorduk. Baz lar m z hareket seyriyle öncü bir tutum

izlerken, kimilerimiz de al şkanl klar yla çat şmakta zorland . Ama ç kars z kurulan ilişkilerin, ç kars z yap lan işlerin doyumsuzluğunu yaşad k. Kendimizi, çal şma arkadaşlar m z , iş üretimini yönetmeyi öğrendik. Kimi zay fl klar m z, geriliklerimiz aç ğa ç kt ama başard k. İşçi s n f n n iktidar olduğu yeni bir toplumsal sistemin embriyonuydu yaşad ğ m z deneyim. Emek yoğun, yorucu bir çal şma olan üzüm kesmenin, sosyalizm koşullar nda nas l hafifletileceğine dair projeler geliştirdik. Bağ aralar nda çal şanlar n üzerine oturarak çal şabilecekleri motorlu taş t tasar mlar ortaya ç kard k. Günümüzün gelişim düzeyi ve teknik birikimiyle yap labilecekler üzerine düş gezintilerine ç kt k.”

Neden ‘k›z›l’ ba¤bozumu dendi¤ini anlad›m!.. “Sabah 04:30’da ayaktay m. Yar m saat sonra da yoldaşlar

uyand rd m. Kahvalt hemen yap lacakt . Herkese bir makas verildi ve nas l çal ş lmas gerektiği anlat ld . İlk bir saat içinde kimseden ses ç km yor. Biraz sonra bir arkadaş sessizliği bozuyor; ‘Neredesiniz, ben üçüncüye başl yo-

yor; 350 kasa toplamam z laz m. Üşüyen, titreyen yoldaşlar var. Her taraf m z çamur içinde, buna rağmen etrafta moral bozacak bir s zlanma yok. ‘Yeniden bağlara!’. Bu arada birkaç kişiyle birlikte benim de parmağ m makasla kesiliyor. Parmak yaralanmalar n n ard ndan şu espri patlat l yor: ‘Buna neden k z l bağbozumu dendiği şimdi anlaş ld . Durmadan kan m z ak yor...”

malar başlad . Ben, oldum olas yağmuru, daha doğrusu, yağmurda slanmay sevmemişimdir. Hani baz lar romantizm ad na özellikle

slanmak ister ya, benim de onlar anlamak için birkaç denemem oldu, bedelini yatağa mahkumiyetle ödeyince kendi kendime ‘romantizm senin neyine’ deyip, o gün bu gündür yağmur yağ nca slanmamak için elimden geleni yapar m.”

Bir Coflku Seli

Birinciyiz!

“Her akşam iş bittiğinde gelişen etkinlikler, gün içindeki yorgunluklar m z , yaralanmalar m z al p götürüyordu. Hep birlikte yemek haz rlaman n ve kurulan sofrada birlikte yemenin mutluluğunu yaş yorduk. Sohbetler, değerlendirmeler kolektif paylaş m n aç ğa ç kard ğ sonuçlar güçlendiriyordu. Herkes kendi bilincinin yön verdiği duygularla konuşuyordu. Doğall ğ nda söylenen şark lar, türküler, şiirler, davul-zurnayla çekilen halaylar, birlikte oynanan oyunlar coşku kabarmas n sağl yor, insani ilişkiler ve paylaş m doruğa ç kar yordu. Yorucu çal şman n ard ndan bu enerjiyi aç ğa ç karan şeyi hepimiz biliyoruz: Belli ideallere kilitlenmiş

“...Yağmur alt ndaki çal şma koşullar nda Sovyet romanlar ndaki kolhozlar yaş yormuş gibi hissettim kendimi. Sosyalist üretim tarz . Kendine çal ş yorsun, parti için çal ş yorsun. Tüm bu zorluklar içinde çal ş p s zlanmaman n nedeni de, hedefli ve bilinçle çal ş yor olmak. İş gerçekten zordu, buradan düşündüğümde de yine kendimi okuduğum romanlar n kahramanlar yla k yaslad m ‘Bizim yaşad ğ m z da zorluk mu?’ deyip şevkle sar l yorsun işe.” Herkesin beli ağr yor. İlk günün acemiliği kalmay p herkes birbirine biraz daha s n nca atmosfer daha bir güzelleşiyor, canlan yor. Alt kişilik bir yoldaş grubu h zl çal ş p bizi solluyorlar. İlkin ne olduğunu anlamad m. Bunlar yukarda yanyana dizilip bağ r yorlar: ‘Neredesiniz?’ Bu ikinci defa tekrarlan nca anlad m ki devrimci rekabet başlam ş. H zlar na öğlene kadar yetişemedik... Ama öğleden sonra ekip oluşturduğumuz bir arkadaşla işe öyle bir koyulduk ki... Bu kez biz bağ rd k: ‘Birinciyiz!’”

Biz de kendi roman›m›z› yaz›yoruz rum’. Ard ndan ortal ğ sohbetler, birbirine laf atmalar kapl yor. Ama herkes çal ş yor; saat 11:00 gibi homurtular başl yor; ‘Kahvalt ne zaman, çay yok mu, kahve yok mu? Yoksa greve gideceğiz...’ Hava çok ağ r, kapkara; işte yağmur da yağ yor. Önce hafiften at şt r yordu, ard ndan sağanak... Çöp torbalar

üstten ve kollar n geçeceği biçimde yanlardan kesilerek yağmurdan korunmaya çal ş yoruz. Taşeron, ‘Ara vermeyelim’ di-

K

bir gücün önünde hiçbir şey duramaz.”

Ya¤mur... “İlk günümüz yağmurla başl yor, haz rl ks z yakalan yoruz. İliklerimize kadar sland k. Bir süre yağmurun alt nda çal şmaya devam ediyoruz. Kimse halinden memnun görünmüyor. Zaten ilk gün kahvalt s z gittik, bunun üzerine öğle yemeği de saat 14:00’te gelince m r ldan-

“Başka bölgeden gelen bir arkadaşla hem çal ş yor hem de birbirimizi tan mak için sohbet ediyoruz; romanlardan bahsediyoruz. Tütün, Alyoşa’n n Bay r , derken biz de kendi roman m z

yaz yoruz. Bu defa roman n kahramanlar tan d k; bizleriz... Çal şma içinde akl ma çokça gelen bir soru ise şuydu: ‘Haydi biz buraya 1 hafta 10 gün için geldik; gideceğiz. Peki ya tüm yaşam boyunca bu koşullara mahkum edilenler...’

Almanya’ya aile birleflimi amac›yla Avrupa Birli¤i ülkeleri d›fl›ndan gelen efllerin oturum haklar›, ilk aflamada Yabanc›lar Yasas›’n›n 17. maddesinin gereklerine göre düzenlenir. Bu maddeye göre oturum müsaadesi, anayasal hakka dayanan aile birli¤inin Almanya’da gerçekleflmesi ve korunmas› amac›yla verilir. Bu oturum izni, di¤er eflin oturum izni ve aile yaflam›n›n sürdürülüyor olmas›na ba¤l›d›r. Dolay›s›yla Yabanc›lar Yasas›’n›n 19. maddesinde öngörülen en az iki y›l birlikte yaflama süresi doldurulmadan aile birli¤inin sona ermesi halinde, oturum hakk› da kaybedilir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, aile yaflam›n›n sona ermesinin resmen boflanmay› gerektirmemesidir. Yani, boflanma davas› açmadan ve boflanmadan önce de, aile yaflam› e¤er pratikte fiilen ortadan kalkm›fl ise, bu oturum hakk›n›n kayb›na da yol açar. Yaln›z geçici ayr›l›klar, örne¤in meslek, ö¤renim veya cezaevinde tutukluluk gibi durumlarda bu ayr›l›k evlilik yaflam›n›n bitmesi anlam›na gelmiyor ve bu tür ayr›l›klar oturum hakk›n› engellemiyor. Yabanc›lar Yasas›’n›n 19. maddesine göre, efllerin birbirlerinden ba¤›ms›z oturum elde edebilmeleri için en az iki y›l evli kalmalar› gerekiyor. Buna ra¤men iki y›ll›k sürenin doldurulmamas› halinde, ayn› maddede öngörülen baz› istisnai durumlarda oturum izni uzat›labiliyor. 1- Di¤er eflin Almanya’daki birliktelik süreci içinde vefat etmesi halinde, 2- A¤›r flartlar›n (besonderer Härtefall) olmas› ve Almanya’da kalmas› halinde bu a¤›r flartlar›n önlenebilmesi durumunda. Dikkate al›nan a¤›r flartlar (besonderer Härtefall) ise özellikle flunlar: Evlilik yaflam›n›n bitmesi sonucu ülkesine geri dönme mecburiyetinde olan›n korunmay› gerektiren yüksek menfaatlerin zedelenmesi tehlikesi varsa veya yüksek menfaatlerinin zedelenmesi dolay›s›yla aile yaflam›n›n sürdürülmesi onun için kabul edilemez bir durum oluflturuyorsa. Dikkate al›nan baz› a¤›r flartlar örne¤i ise flunlard›r: K›rsal bölgeden gelen bir Türk bayan›n evlili¤inin bitmesi nedeniyle ülkesine döndü¤ünde büyük (gravierend) toplumsal d›fllamalarla karfl›laflma riski; ailesi veya di¤er akrabalar›n›n takibine u¤rama tehlikesi; eflin kendi ülkesinde büyümemesi nedeniyle ülkesine adapte olamama veya toplumsal hayata entegre olamama olas›l›¤›n›n güçlü olmas›; e¤er efl hamileyse ülkesine döndü¤ünde zorunlu kürtaj tehlikesi ile karfl› karfl›ya olmas›. Bir di¤er a¤›r neden ise, buradaki aile yaflam› sürecinde di¤er efl tarafandan fliddet veya psikolojik bask› uygulamas›na maruz kalmas›. Ayn› zamanda ailede yaflayan çocu¤un zarara u¤ramas› (Beeinträchtigung des Kindeswohles) a¤›r flartlar durumu (besonderer Härtefall) say›l›r. Dikkate al›nmayan nedenler ise; ülkesinde karfl›laflaca¤› genel sorunlar, örne¤in ekonomik ve politik sorunlard›r. Bu durumlarda oturum izni ilk aflamada bir y›ll›¤›na verilir ve daha sonra süresiz oturum izninin flartlar› yerine getirilinceye kadar uzat›labilir. Di¤er bir oturum izni ise; EWG (Europäische Wirtschaftsunion) ve Almanya ile Türkiye aras›nda yap›lan (Assozialisierungsabkommen) uyum sözleflmesinin 6. maddesinin gereklerinin yerine getirilmesi halinde al›nabilir. Bu madde, esas›nda çal›flma izni içermesine ra¤men oturum hakk›n› da düzenliyor. Gerekçeler ise en az bir y›l yasal ve kesintisiz olarak ayn› iflyerinde çal›flm›fl olmakt›r. Fakat üç y›l içerisinde iflyeri de¤ifltirilmemesi gerekiyor. Üç y›l doldurulduktan sonra ayn› meslek alan›nda kalmak flart›yla iflyerini de¤ifltirme hakk› do¤uyor. Kifli istedi¤i ifl alan›na girme hakk›n› ancak dört ifl y›l›n› doldurduktan sonra elde ediyor. Befl ifl y›l›n›n dolmas›yla da, Yabanc›lar Yasas›’n›n 24. maddesine göre süresiz oturum hakk›n› alabiliyor. Bu çal›flma süreçleri içerisinde hastal›ktan veya kiflinin elinde olmayan bir nedenle (unverschuldete Arbeitslosigkeit) çal›flmaya ara vermeler (Fehlzeiten) d›fl›ndaki gerekçeler dikkate al›nm›yor. Devletler aras› uyum sözleflmesinin 6. maddesinden do¤an oturum izninden, sadece Almanya’da de¤il, EWG’ye ba¤l› ülkelerde yaflanan Türkler de yararlanabilirler.

• Hukuki sorunlar›n› Av. Ersin ESEN’e dan›flmak isteyen okurlar›m›z, sorunlar›n› gazetemiz arac›l›¤›yla iletebilirler.

Unutkanl›k ve Stres...

Sa¤l›k

Unutkanl k bir hastal k m d r? Kimimiz bir telefonu, kimimiz randevusunu, kimisi okuduklar n , kimimiz de eşyalar n

koyduğu yeri unutur. Peki bu normal mi yoksa hastal k derecesine varan önemli bir sorun mu? “Günlük yaşant y , kişinin performans n , sosyal uyumu bozmad kça unutkanl k hastal k olarak kabul edilmez. Ancak aksi bir durum, sorunun başlad ğ n gösterir ve tedavi gerektirir” diyor Prof. Dr. Tarhan. Unutkanl klar n nedenini strese bağlayan Prof. Dr. Tarhan, şu bilgiyi veriyor: “Stres hormonlar na bağl olarak be-

yinde bilgi ak ş zay fl yor. Anlama, kavrama, karar verme, plan yapma, strateji üretmeyle ilgili hücrelerin faaliyeti bozuluyor. Kişi yeni bilgileri ak lda tutmakta güçlük çekiyor. 1 - 2 dakikada öğreneceği şeyi 3 - 4 dakikada öğrenmeye başl yor. Eski bildiklerini zor hat rl yor. Zihinsel yavaşlama oluşuyor.” Unutkanl k ve Stres ilişkisi: Stres, insanl ğ n tarihinden bugüne bireyin zaman zaman kendini içinde bulduğu bir durumdur. Stresle unutkanl k aras nda yak n bir ilişki var. Stres, zihinsel olarak dikkati toplayamama, unutkanl k, uzun dönemde uyku bozukluklar , obsessif (tak nt l ) düşünceler

Temel bir gün okulda öğretmenine: “Öğretmenum, ben pir dakuka önce yaptiğumu şimdu unutayrum”. Öğretmen:“Neden hat rlamaya gayret etmiyorsun?” “Neyu hocam?!!!”

oluşturabilir. Fizyolojik, zihinsel ve duygusal etkilerin sonunda bireyde üretkenliğin azalmas , yaşamdan keyif alamama, çevreden uzaklaşma, geriye çekilme, boşluk ve anlams zl k duygular oluşabilir. Bireysel bütünlüğü bozan zorlayan stresin nedenleri, çevresel nedenler, sosyal stres yaratan nedenler ve ruhsal stres vericiler olarak değerlendirilebilir. Stres, çevre koşullar , sosyal yaşam, iş dünyas ve aile yaşam

gibi bireye d şardan gelen tetikleyicilerle başlayabildiği gibi; her bireyin kendi dünyas ndaki duygular, duygulan mlar, dürtüler, çat şmalar nedeniyle de oluşabilir. Stresle yaşayabilme, üstesin-

den gelme ya da stresle geçinebilme, bireyin kişilik donan m

ve bu donan mlar n kullanabilme yetisi ile ilişkilidir. Bireyin yeni yaşam koşullar na uyum sağlayabilmesi, yenilik ve değişimi kabullenebilmesi, kendini geliştirip zenginleştirmesi ve esneklik kazanmas

stresle başa ç kmada önemli etkenlerdir. Düşmanl k duygular , yarg lama, yineleyen bir biçimde kendini suçlama, aş r

duyarl l k gösterme, duygular n çözülerek ayak bağ olmas , aş r mant k kullanmak, olaylar ya çok iyi ya da çok kötü olarak iki uçta değerlendirmek, çocuksu davran şlar, insanlarla iletişim kuramamak ya da çekingen kişilik özellikleri, pasif tutumlar

stresle başa ç kmada zorlay c

ve başar s z kal nmas na neden olan unsurlard r.


YasancakDünya_1

05.05.2005

13:11 Uhr

Seite 7

Yaflanacak

K

Köle Olarak Do¤dum

A

D

I

7 Dünya

N

Kad nlar bekleşiyor bu akşam Kad nlar bekleşiyor bu akşam maden ocağ n n baş nda, dehşetten kalpleri ha durdu ha duracak, kirli gökyüzünde hortlaklar gibi bakan çarklara dikmişler asl nda esir hayat yaşanan ölü sessizliğindeki çarklara, kaderin sessiz çarklar na. F rt nadan kaç p s ğ nm ş koyunlar gibi toplanm şlar küme küme dururlar k m ldamadan, dururlar sessiz soluksuz. Ayaklar alt ndaki kuyularda az önce, kayal klar aras ndaki kömür damarlar nda yanan ve parlayan gaz birdenbire ölüm saçt dört bir yana.

Ad m Selma. 1956’da Moritanya’da doğdum. Annem ve babam köleydi; onlar n anne ve babas da ayn ailenin kölesiydi. Yürüyecek yaşa gelir gelmez her gün gece gündüz demeden çal şmaya zorland m. Hasta bile olsak çal şmak zorundayd k. Daha çocukken, ailenin reisinin ilk kar s ile onbeş çocuğunun bak m n üstlenmeye başlad m. Daha sonralar kendi çocuklar mdan biri yaralansa ya da tehlikede olsa bile, çocuğuma yard mc olamazd m. Çünkü önce kad n efendimin çocuklar yla ilgilenmek zorundayd m. Sopayla ya da meşin kemerle ikide bir dayak yiyordum. Bir gün annemi döverlerken dayanamad m. Onlar durdurmaya çal şt m. Efendi baba bana çok k zd . Ellerimi bağlay p beni k zg n ütüyle dağlad ve yüzüme vurdu. Yüzüğü yüzümü kesti ve bir yara izi b rakt . Okula gitmeme ya da Kur’an’dan birkaç ayet ve dua d ş nda herhangi bir şey öğrenmeme asla izin verilmiyordu. Ama ben şansl yd m, çünkü efendinin en büyük oğlu köyden uzakta bir okula gitmişti ve babas ndan farkl düşünüyordu. Bana gizlice Frans zca konuşmay ve biraz okuyup yazmay

öğretti. Galiba herkes bana tecavüz ettiğini düşünüyordu, ama o bana ders veriyordu. Diğer köleler özgürlükten korkuyordu. Nereye gideceklerini, ne yapacaklar n bilememekten korkuyorlard . Ama ben her zaman özgürlüğüme kavuşmak zorunda olduğuma inand m ve san r m bu inanç,

kaçmama yard mc oldu. Aşağ yukar on y l önce kaçmay denedim. Senegal’e ne kadar yak n olduğumuzu bilmediğimden iki gün boyunca yanl ş yöne doğru yürüdüm. Beni bulup gönderdiler ve cezaland r ld m. El ve ayak bileklerimi bağlad lar, sonra da beni çiftlik evinin avlusunun ortas ndaki bir hurma ağac na bağlay p bir hafta orada b rakt lar. Efendi baba bileklerimi ustura ile kestiğinden çok kan kaybettim. Yara izleri hâlâ kollar mda duruyor. Sonunda pazarda karş laşt ğ m bir adam, bana Senegal’in

rmağ n hemen karş s nda olduğunu söyledi. Yeniden denemeye karar verdim. Irmağa kadar koştum; orada bir adam küçük bir ahşap tekneyle beni Senegal’e götürmeyi kabul etti. Orada Moritanyal eski bir kölenin idare ettiği güvenli bir s ğ nağa ulaşmay başard m. Senegal’de birkaç y l kal p boğaz tokluğuna ev işi yapt m. Ama kendimi hiç güvende hissetmiyordum. Hep efendimin birilerine para verip izimi bulmas ndan ve beni eve geri götürtmesinden korkuyordum. ABD’ye gelince saç örerek geçindim. Yapt ğ m iş için ilk kez para ald ğ mda ağlad m. Hayat mda kimseye yapt ğ işe karş l k para ödendiğini görmemiştim. Bu, beklenmedik bir şeydi. Bana en zor gelen şeylerden biri çocuklar m geride b rakmakt ; ama önce kaçmam gerektiğini biliyordum. Burada geçirdiğim üç y l boyunca çocuklar m özgürlüklerine ka-

vuşturmak için çal şt m. Bulunmalar için insanlara para ödeyip onlar Senegal’e getirttim ve şimdi çocuklar m n okul masraflar n karş l yorum. Her sabah erkenden kalk p bir telefon kart al yor ve onlarla konuşuyorum. Çocuklar m Moritanya’ya dönmektense sokaklarda sersefil ölmeyi tercih ettiklerini söylüyorlar. En büyük k z m şu anda benimle ABD’ de. Öbür çouklar ma kavuşmay da çok istiyorum. Moritanya’da kendi çocuklar mla ilgili konularda kararlar alma hakk m olmam şt hiç. Burada her şey çok farkl . Moritanya’da devlet kurumlar na başvurmaya cesaret edemezdim, beni dinlemezlerdi. Yasalar n ne dediğinin hiç önemi yok, çünkü yasalar uygulanm yor. Belki orada köleliğin olmad ğ yaz l d r, ama bu doğru değil. Moritanya devlet başkan n n önünde bile Moritanya’da kölelik olduğunu yüksek sesle söyleyebilirim, çünkü art k ben de onun kadar özgürüm. ABD’ye ilk geldiğimde, geri gönderilmekten korkuyordum. Ama daha sonra avukat mla, bana yard m eden bir doktorla, “Free the Slaves” (Kölelere Özgürlük) örgütünden Kevin Bales’le ve İşkence Mağdurlar na Yönelik Bellevue Program ’yla tan şt m. İltica duruşmas ndaki yarg ç dürüsttü, işini gereğince yapt . Önce kan t istedi, ama sonra anlatt klar m

dikkatle dinledi ve art k hayat m ABD’de sürdürüyorum. National Geography, Eylül 2003

Gecikmifl bir “yenilik” ‹nsan olan herkesle, her zaman, her yerde, her fırsatta paylaflılacak bir fleyler mutlaka vardır ve bulunur. Merhaba, Yaşantımdaki yeni ama gecikmiş bir yeniliği sizlerle paylaşmak istedim. Oniki yıldır Fransa’da yaşıyorum. Hemen hemen hepimizin buralarda yaşadığı tüm zorluklarla az ya da çok ben de boğuşuyorum. Bunlardan ‘dil sorunu’na değinmeden edemeyeceğim... Geçenlerde gecikmiş olan Fransızca kursunu yapmaya karar verdim. ‘Tarzanca’ Fransızcamla zorlanarak da olsa bir okula kayıt yaptırdım. Kursun ilk günüydü. İlkokul çocukları gibi heyecanlı, bir o kadar da korku içindeydim: Acaba başarabilecek miyim? Sınıfımda yirmibeş öğrenci var. Sri Lanka’dan, Afrika’nın değişik ülkelerinden, Cezayir’den, Tunus’tan, Mısır’dan, Uzak Doğu ülkelerinden ve Yugoslavya’dan öğrenciler... İlk gün zoraki bir ‘merhaba’dan başka bir şey yoktu. Öğleden sonra tanışmalar başladı. İlk soru genellikle “Nerelisin?” oluyordu. Çok soğuk duran bir öğrenci

dikkatimi çekmişti. Ona, “Nerelisin?” diye sordum. Ani bir refleksle, “Sen de mi Arapları sevmiyorsun?” şeklinde kızgınlıkla yanıtladı. Şaşkınlığım geçtikten sonra onu anlamaya çalıştım. “Ben sadece insan olmayanları sevmiyorum” dedim. Yumuşamıştı, “Aslında hepimiz burada yabancıyız ve yabancı bir ülkede yaşıyoruz. Neden ırkçıyız, anlamıyorum” diye konuşmasını sürdürdü. İkinci gün her yanından tedirginlik ve hoşnutsuzluk fışkıran o kadın gitmiş, yerine adeta yeni birisi gelmişti. Önyargılarımızı kırabilmenin küçük bir adımını atmıştık; gerisi mutlaka gelecekti... Artık yirmibeş kişi birlikte çalışıyor, anlayan anlamayana öğretiyor, silgisini, kalemini beraber kullanıyor. Paylaşımın milliyeti ve belirli bir zamanı olmaz. İnsan olan herkesle, her zaman, her yerde, her fırsatta paylaşılacak bir şeyler mutlaka vardır ve bulunur. Oniki yıldır burada olduğum halde neden Fransızca öğren-

mediğimi sordular. Haklılar, yerinde bir soru. Çünkü onlar üç ay ya da en fazla üç yıldır buradalar ve benim konumumdalar. Bu soru karşısında hem üzüldüm, hem sorguladım kendimi. Maalesef bizler hep işin kolayına kaçarız. Doktorda ya da belediyede bir randevumuz olduğunda hep dil bilen birilerini götürürüz. Hep kendimizi kandırırız. ‘Çalışma ve yaşam koşullarının olanaksızlığı’ der yapmamız gereken işleri hep erteleriz. Lütfen arkadaşlar, benim gibi gecikmeyin! Şartlarınızı zorlayın; kimse bize zaman ve olanak bahşetmez, onu yaratacak olan sadece biziz. Akşamları ödevlerimi yapmak için küçük kızımla birlikte masaya oturuyorum. Zorlanıyorum, ama mutluyum. Yeni başladığım kurs, oniki yıllık tembelliğimi söküp attı. 55 yaşındaki insanla aynı masayı paylaşıyorum. Nasıl utanmam; aramızda çok büyük bir fark var. O üç aydır burada; ben ve benim gibiler ise yıllardır...

Gece, kapkara gece soğuk, yağmur yağ yor sis içinde. Atk lar , üstleri başlar s r ls klam çukur s ska yanaklar mosmor kad nlar bekleşiyor. Bir mucize kurtar r onlar kurtarsa kurtarsa, böyle geldiydi kad nlara haber. Ama kad nlar dönmeyecekler yuvalar na kad nlar ocaklar n n baş na dönmeyecekler. Bekleyecekler şafak sökene dek, başlay ncaya dek dönmeye çarklar yeniden, getirilinceye dek sedyeler içinde buraya sevdikleri, bağland klar erkekleri, güçlü, yumuşak, güzel erkekleri buraya getirilinceye dek bekleyecekler.

mürekkep harcam şlard hani, denizler dolusu, “endüstrinin y k c lar na” veryans n etmişlerdi hani, kimbilir şimdi ne ac kl öyküler döktürecekler. Ve halk üzülecek: “Ne ac !” diyecek, “Ne ac !”. Unutulacak ama her şey, haftas na varmadan ve milletvekili ve maden ocağ sahibi, ve papaz efendi ve gazeteler ve beyni y kanm ş kamu, devam edecekler zehirlerini, kinlerini depo etmeye, gelecek ilk büyük maden grevinde boşaltmak için. Bu akşam kad nlar maden ocağ n n baş nda bekleşedursun tanr bile görmüyor, tanr bile, ikiyüzlülüğünü ve utanc n bu oyunun. Joe CORRI

Saatinden tan yacaklar kimini, kimini bir düğmeden, kimini bir sezgiyle sadece. Ve üç gün sonra bütün bu ölüler hep birlikte gömülecekler büyük bir çukura. Sevgilerini ve üzüntülerini gönderecek kral hazretleri. O milletvekili de orada olacak, hani şu bilinen kişi, son grevde, madencilerin karş s na asker ç karal m, diyen görünecek çok kederliymiş gibi, parlak kara şapkas ş ldayacak baş nda, gidecek cenazenin arkas ndan ağ r ağ r ş k iskarpinli ayaklar . Ocağ n sahibi de orada olacak, o herif ki, belki yüz kere demişti, anam avrad m olsun madencilere at eti yedirmezsem. Papaz efendi de orada olacak. çocuklar n nafakas yla fare besleyen papaz efendi, dua edecek ağlamakl ağlamakl , yüreklerini parça parça edecek sevdiklerini yitirenlerin, basa basa sözcüklerin üzerine palavralar s kacak papaz efendi. Say p dökecek tehlikelerini maden ocağ n n, ve madencilerin değerini say p dökecek ve yiğitliğini. Ve bütün gazeteciler, zehirlemek için kamuyu,

“Mutlu de¤ilim; mutlu de¤iliz...” Çocu¤umla istedi¤im iletiflimi kurabildi¤im söylenemez... Seher han m kaç çocuğunuz var? Seher: Bir tane, 16 yaş nda. Peki, onunla iletişim kurabiliyor musunuz? Seher: İletişimi ben şöyle alg l yorum; ayn duygu ve düşüncelerde ortakl k. Bunu pek başarabildiğim söylenemez. Ayn şeylerden hoşlanm yoruz. O televizyonda genelde magazin ağ rl kl programlardan zevk al r; bense haber ağ rl kl

programlardan zevk al r m. Bir ara televizyonda yay nlanan Big Brother’s onun yaşam kaynağ

halini ald (giyim, konuşma biçimi, oturma ve davran ş biçimleri). Çocuğunuzla eğitimiyle yeterince ilgilenebiliyor musunuz? Seher: İçinde yaşad ğ m z sistemin bize dayatm ş olduğu ekonomik koşullardan dolay

büyük bir zaman m z onlarla geçiremiyoruz. Buran n yaşama koşullar n n d ş na ç kma imkan m z olmad ğ ndan anaokulundan meslek hayat na, medyas ndan tutun ilişkilerine kadar onlar n eğitimiyle belirleniyor. Burada da eğitimimizde yetersizlik hakim. Okullar çocuklar m za bir gelecek kurmak için cevap olabiliyor mu sizce? Seher: Şu anda topluma ve kendisine cevap olmada çocuğum zorlan yor. Bende de şu kan oluştu: Çocuklar m z, ge-

leceğe uzanan bir köprü olarak değil de varolan düzene daha iyi boyun eğen, sorgulama ruhundan kopar lm ş, toplumsal olgulardan uzaklaşt r lm ş insanlar olarak şekillendiriliyor. Okullar da çocuklar n geleceği için değil de kendi geleceklerini sürdürebilmek için, içi boşalt lm ş canl robotlar yaratmak için oluşturulan kurumlar olarak görüyorum. Varolan düzen dediniz; kendilerine gelecek haz rlayanlardan bahsettiniz. Neyi kastediyorsunuz? Seher: Tabii ki şu anda egemen olan kapitalist sistemden bahsediyorum. Kendi ç karlar

için insanlar n emeğini sömüren, bütün güzellikleri kendi taraf nda estiren, bizlerin yeteneklerini kendi emellerinde kullanan vampirlerden bahsediyorum. Fabrikatörler, Sabanc , Koç… Peki Seher Han m, çocuğunuz için devletin finanse ettiği mesleklerden yararlanabiliyor musunuz? Seher: İnan r m s n z art k beni her şey karamsarl ğa ve sorgulamaya doğru götürdü… Bak n, size baş mdan geçen bir şeyi anlatmak istiyorum: Çocuğumla birlikte Arbeitsamt’a (İşçi Bulma Kurumu) meslek yard m almak için başvurduk ve terminle oraya gittik. İstediği meslekleri sayd çocuğum, karş dan: “Bunlar sana bir gelecek

sağlamaz; yine işsiz kal rs n” cevab n ald . Biz yine srarla o mesleği tercih ettiğimizi söyledik ve ikinci bir yan t olarak “Büyük işverenler bu meslekleri finanse etmemizi istemiyor” dediler. Bu, beni orada bir şoka uğratt . Kendimiz için değil, onlar için yaşad ğ m z bir kez daha anlad m. Teknolojik gelişmenin (bilgisayar) ev hayat na girmesi, çocuğunuzun dünyaya bak ş n nas l etkiledi? Seher: Dünyaya bak ş bir yana ailesine, ailesini b rak n kendi yaşam na karş hiçlik olgusu geliştirdi. Daha çok bizi yabanc laşt rd birbirimize. Bütün zaman onunla geçiyor; chatleşmeler, oyunlar, hatta bilgisayar yüzünden bir y ğ n Satanist çocuklar… Avrupa’daki yaşam n çocuklar n z nas l etkilediğini düşünüyorsunuz? Kültür farkl l klar n nas l gidermeye çal ş yorsunuz? Seher: Çocuğum burada doğduğu için kendi çevresinde çok fazla kültür çat şmas yaşad ğ n

sanm yorum. Fakat kendi toplumumuzda bocalamalar yaşad ğ n gözlemleyebiliyorum. Nas l gidermeye çal şt ğ ma gelince, en çok zorland ğ m noktalardan biri bu. Hakim olan düzenden bana pek giderme şans kalm yor. Tabii olmaz diye bir şey söylenemez. Etkili olabildiğim oranda sosyal aktivite-

ler içerisine sokmaya çal ş yorum; tiyatro, folklor, saz… Şu anda içinde yaşad ğ n z düzenden hoşnut olmad ğ n z anlaş l yor... Seher: Koca bir EVET’le size yan t verebilirim. İnsani duygular öldürüp yaln zlaşt ran, karş l ks z bir fedakarl kla yetiştirdiğimiz çocuklar m z düşünme özürlü yapan, sevgi ve sayg s zl ğ n tohumlar n atan, boşgözlerle bakan insan y ğ nlar oluşturan, kendi bitmez tükenmez bilmeyen isteklerine ulaşmak için senin benim insanca yaşamas na f rsat vermeyen bu düzenden hoşnut olmad ğ m içtenlikle söyleyebilirim. Mutlu değilim. Mutlu değiliz, mutlu değil tüm ezilen insanlar. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var m Seher Han m? Seher: Buradan bütün annelere sesleniyorum: Bir düşünün, mutlu muyuz? Biz anneler, çocuklar m za gelecek haz rlama kayg s yla boğuşurken, çocuklar m z esrar, eroin, alkol ve sigara kullanmaya başl yor. Doğum kontrol haplar n kullanma yaş 11’e inerken, onlar da kendi yaşamlar nda boğuşuyorlar. Yine uzağ z… K sacas , içi boşalt lan ve boşlukta sallanan bir geleceksizlik var. Seyirci kalmadan hep birlikte çocuklar m za güzel ve yar nlar vaat eden bir yaşama doğru yürüyelim.


YasancakDünya_1

05.05.2005

13:11 Uhr

Seite 8

Yaflanacak

Dünya 8

G

E

N

Ç

L

K

‹nsanc›l s›z›lar›n müzisyeni:

Hiphop dedikleri…

“Outlandish”

Metropol gençli¤inin öfkeli ruhu

Fas’dan, Honduras’dan, Pakistan’dan geliyorlar. Isam Bachiri, Lenny Martinez ve Wagas Qadri, Kopenhag’dan çok kültürlü müzik esintileriyle dünya gençliğini coşturuyorlar. Varoş sokaklar nda birlikte futbol oynayarak başlayan arkadaşl klar , birlikte müzik yapma hayalleriyle beslenerek büyüdü. Günün birinde ABD’den gelen hiphop rüzgar onlar n da yüreklerini yalad . Radyolarda çalan şark lar üç genç dikkatlice kaydediyor ve taklide çal ş yorlard . Öyle özveriyle çal şt lar ki, art k kendi şark lar n yapar oldular. Ortaya güzel bir tarz ç kt , Latin ezgileriyle oryantal, Hindistan halk müziği ile Arap popu koyun koyuna girip kaynaşm şt . Bu çal şmalarla hiphop da yeni bir perspektif kazanm şt . Onlar

önce Fransa’daki Cezayirliler benimsediler.

Los ‹ndios Tabajara Her müzik grubunun bir hikayesi vard r. Bahsedeceğimiz müzisyen kardeşlerin ilginç öyküsü, Brezilya Yağmur Ormanlar ’n n kuzey doğusunda başlar. 63 y l önce 30 çocuklu Tabajaras kabile reisinin iki oğlu ormanda gezinirken yerde beyaz adamdan kalma bir gitar bulurlar. Bunun bir silah olmad ğ anlaş ld ktan sonra, ki Tabajara Kabilesi beyaz adamdan kalma birçok silah bulurdu ormanda, Ratalicio ve Antenor Lima gitarla oynamaya başlarlar. Ç kard ğ sese hayran kal rlar. Kendi kendilerine gitar çalmas n öğrenirler, yerel türkülerini okurlar müzik eşliğinde. 1936 y l nda gitar konusunda ilerleme sağlar kardeşler, bat müziğinden bihaberdirler. Ayn y l ailelerinin 16 üyesiyle birlikte Rio De Janeiro’ya 3 bin mil yürüyerek ulaş rlar. Burada iş bulmuşlard r. İki kardeş bu sayede yerel kulüplerde müzik yapabilecektir.

Sonra Almanya listelerinde bir numara oldular ve giderek dünya gençliği Aicha (Ayşe) ile coşmaya başlad . Outlandish’in ilk şark s Pacific to Pacific, Uluslararas Af Örgütü taraf ndan da desteklendi. Outlandish’in müziği,klip çekimlerinde pornografi, ağ r tak lar, limuzin görüntüleriyle geçmiyor. Zenginler alemine aitmiş gibi görüntüler veren, ticari bir dünyan n metas olma sevdas

üstüne kurulmam ş klipleriyle Outlandish insanc l s z lar n müzisyeni. Kapitalizmin aş nd rd ğ

kimliklerimizi sorgulat yor. Nerede olduğumuzu, gözümüzü nereye çevirmemiz gerektiğini yüksek bir müzik coşkusuyla veriyor. Aicha, s radan insan n günlük yaşam içindeki s k nt lar n

evrensel bir dille anlat r. Ve biz bu evrenin bir parças olduğumuz duygusunu tadar z.

Kulland klar teknik kötü fakat etkileyicidir; seyirciler sadece gülmek ve eğlenmek için dinlerler kardeşleri. Bunun üzerine kendilerini ciddi bir biçimde eğitmeye karar verirler. Bu süreç 7 y lda tamamland ğ nda art k gitarda ustalaşm şlard r. Meksika’ya gittiklerinde müzik konusunda teorik derslere başlarlar. İki kardeş bir süre ayr l rlar ve çal şmalar n

bağ ms z olarak sürdürürler. Büyük olan Natalicio melodi üzerinde yoğunlaş rken, Antenor ise ağabeyine eşlik eder. Natalicio piyano, keman ve orkestra dahil olmak üzere yaz lm ş klasik çal şmalar n çevirisini yapar; böylelikle kendilerine has özel bir teknik yarat rlar. İki kardeş 1949 y l nda tekrar biraraya gelirler ve bir y l sonra Şili turnesine ç karlar. Uluslararas başar lar n ise Avrupa turnesiyle pekiştirirler. Turneye başlad klar ilk ülke İspanya’da dinleyicileri alk şlarla karş lar onlar , Portekiz, İtalya, İsviçre ve Yunanistan’da konserler verirler. Brezilya’ya döndüklerinde ise anadillerini unuttuklar n farkederler; fakat bu arada birçok Avrupa dilini -çok iyi derecede- ve Portekizceyi öğrenmişlerdir. 1950 y l nda Amerika’ya gittiklerinde dinleyici bulmakta zorlan rlar. Üç sene boyunca TV’de değişik show programlar na ç karak bir prodüktörün dikkatini çekmeyi başar rlar. İlk albümleri olan “Sweet and Savage”da yeralan “Maria Elena” parças yla ünlerini beş y l sonra zirveye taş rlar. Kardeşler bu arada Brezil-

ya’ya dönmüş, çiftçiliğe başlam şlard r; aileyle birlikte olmak düşüncesi ağ r basm şt r. Anlaşt klar RCA plak şirketi, kardeşlerin izini bulmak için çal şmalara başlar ve onlar

Rio’da bir köyde bulur, fakat kardeşler müziği b rakm şt r. Görüşmeler üzerine New York’ta ikinci albüm haz rl ğ na başlar ve yedi y l içinde dokuz albüm yaparlar. 1963 y l nda ise ikinci Avrupa turnesine ç karlar. 1966 y l nda eserlerine klasik müzikten çizgiler ekleyerek Latin Amerika folk müziğinde özgünlük yakalarlar. Japonya ve Güney Afrika’da konserler verirler. Art k uluslararas üne kavuşmuşlard r. Onlar en güzel, 1970 y l nda Ohio Konseri sonras bas nda ç kan şu yaz anlat r: “Yetenekli gitarist kardeşlerin çal şmas ancak bir kelimeyle aç klanabilinir: Deha”. Brezilya’n n ormanlar nda tesadüfen bulunan bir gitarla gelen alçakgönüllü çal şma, onlara uluslararas ün sağlam şt r.

New York’un varoşlarından dünya metropollerine sıçrayan Hiphop, metropol gençliğinin öfkeli ruhu. Hiphop, bir müzik tarzı olarak kategorize ediliyorsa da bir kültürdür. Metropol gençliği kültürüdür. Bu kültürün temel unsurları; rap, break dans ve graffitidir. New York’un varoşlarında yaşayan Jamaikalılar, sözlü atışma, karşısındakini sözle mat etme tarzındaki müziklerini (Rap), oyun eşliğinde (Break dans) söylüyorlardı. Aynı zamanda bu kalabalık ailelerde giysiler bir iki numara bol alınıyor, daha uzun süre giyiliyordu. Aynı dönemde hem varoşlardaki gençlerin oluşturduğu gruplar ve çeteler graffiti yapıyor; özellikle postacılar, dolaştıkları semtlerin duvarlarına imza tarzında işaretler bırakıyorlardı. Sokaklardaki bol tişörtlü, ayakkabı bağcıkları gevşetilmiş gençlerin sayısı her geçen gün artıyor, duvarlarda ilginç desenlerde graffitiler görülüyor ve rap müzik bir küfürlü atışma olmaktan çıkıp hayattan memnun olmayanların öfkeli konuşmasına dönüşüyordu. 1970 sonlarında, Hiphop’un babası diye bilinen Jamaika doğumlu Kool Herc the Universal, Zulu Nation ve Afrika Bambaataa grupları artık dünya çapında tanınmışlardı. Graffiti ise duvarları, tren ve otobüsleri süsleyen bir sokak sanatı olmuştu. 1980’li yıllarda rap ve hiphop iyice özdeşleşti ve rap meydan okumaya başladı; bunu sisteme sözlü taarruz olarak yorumlayanlar dahi oldu. Hiphopun ye-

ni yetmeleri, nereden baksan 16-20 yaşlarındaki gençlerdi ve çoğu banliyö çocuğu idi. Dile getirdiklerinde, sıkıştırıldıkları lanet dünyayla çelişkilerini okumak mümkündü. Alt geçitlerde, metrolarda dansedenlere; trenlere, otobüslere graffiti yapanlara yasaklar geliyor ve hatta altgeçitlerde break dans yapan gençler tutuklanıyordu. Almanya’da tren ve otobüslere graffiti yasağı getirildi ve yasanın kaldırılması için yumuşak bir rica metni açık mektup olarak yayınlandı. Türkiye’de ise hiphop, büyük kentlerde oldukça hızlı yayılan bir kültürdür. Antalya gibi kentlerde hiphop festivalleri düzenleniyor. Birçok kentte hiphop kültür merkezleri açılıyor. Buralarda dayanışma, paylaşım gibi değerlerin yaşanacağı ve bunun da müzikle ifade edileceği iddia ediliyor. Cartell grubunu saymazsak hiphop Türkiye’de tam bir muhalif çıkış yaptı. Cartell çocukluğunu Almanya’da geçirmiş gençlerin

kurduğu milliyetçi bir gruptu ve Türk hiphopunu olumsuz etkiledi. Ardından Kara Öfke, Militanz, Ceza, Barikat gibi hiphopun ilerici bir kültür olduğunu iddia eden gruplar çıktı. Barikat, yalnızca metropollerde değil, Anadolu kentlerinde de konserler verdi. Ney, zurna gibi Anadolu çalgılarını da kullanarak kendilerini Anadolu hiphopu olarak tanımladılar. Basında şalvarlı hiphopçular olarak tanıtılan grup, bu tarzıyla Afrikalı siyahların yaşadığı Amerikan varoşlarına gönderme yapıyordu. Bursa Uludağ Üniversitesi’nde öğrenci olan Barikat grubu üyesi Murat Pakten kendini şöyle tanıtıyor. “Erzincan doğumluyum, 8 yaşına kadar Erzincan’da büyüdüm. Çobanlık bile yaptım. İlkokulu 1 Mayıs Mahallesi’nde bitirdim. Babam serbest meslek sahibiydi. Pazarcılıktan su satmaya, ayakkabı boyacılığına kadar birçok işte çalıştım. Liseyi de üniversiteyi de çal şarak bitirdim.” Murat Pakten, Jöntürklerin

ilerici yönlerinden esinlenerek de kod adını Jöntürk koyduğunu belirtiyor ve “sistemin yarattığı engellerin önümüzde barikat oluşturduğu düşüncesiyle grubun adını Barikat koyduk” diyor. Hiphop Türkiye’de sol tarafından horlanan bir müzik türüdür; emperyalizmin müziği olarak görülür. Halk arasında ise hiphop “serserilik” olarak adlandırılır. Murat Pakten, “Bir gençlik çığlığı Hiphop” adlı kitabında hiphopçuları da eleştiriyor ve “Bizim hiphopçuların şarkı sözlerine bakarsan dünyayı kurtaracaklar ama günlük yaşamda bir şey yok" diyor. Bu sözler kendi başına bir değer taşıyor aslında. Hatta müziği barlardan çıkarma yanıyla da önemli. Savaş karşıtı platformlarda yer almalarıyla da geniş kesimlerle buluşma, paylaşma fırsatı yakaladılar. Kenar mahalle gençliği kendini anlatmada entelektüel terimleri daha az kullanıyor. Anlatımı, öfke içerikli ve küfürlü dolays z sözlerden oluşabiliyor. Hiphop, konservatuarlarda öğretilen bir müzik değildir. Tam tersine sokaktan doğmuştur ve ilkin sokaklarda, duvarlarda kendini göstermiş bir tarzdır. Günümüzde hiphop, büyük medya tekellerinin pazarladığı bir meta haline geldi. Underground/yeraltı kültürü olmaktan çok bir popüler kültür oldu. Bu durum hiphopu iddiasızlaştırdı mı? Bu bir çelişki elbette. Hem protest bir underground kültür olma iddisında olacaksınız, hem de büyük emperyalist tekellerin pazarladığı bir meta olarak müzik üreteceksiniz. Bu “yaman” çelişkinin çözümü üzerine hepimiz düşünelim!...

Çocuklar›n dünyas› ve Samed Behrengi Okumayı öğrendiğim gün hâlâ belleğimde canlıd r. Çok mutlu olmuştum. Dokuz yaş ma girdiğim gün ald ğ m hediyelerden birisi de kitaptı. O akşam hemen okumaya bağlamıştım. O kitabı çok sevdim. Bana alınan ilk kitap olmasının etkisi vardır. Ayrıca kapak resmi ve hikayesi çok güzeldi; kiraz ağacıyla küçük bir kızın hikayesiydi anlatılan. Kendimi o küçük kızın yerine koymuş hayallere dalmıştım. Dedemle birlikte ektiğimiz kavak ağacı gelmişti aklıma. Kiraz ağacım yoktu ama ektiğim bir kavak ağacı vardı. Derslerimde tembellik ettiğimden bir ara annem tarafından yasaklandı okumam. Epey kabarık olan yasaklar listeme şimdi bir de kitaplar eklenmişti. Herşeyin çaresi vardır diyerek banyoda ve akşam yatarken gizli gizli okumaya başladım. Ömer Seyfettin’in “Kaşağı” ad-

lı kitabını iki gözüm iki çeşme okumuş ve yazara epey kızmıştım; ne hakkı vardı biz çocukları ağlatmaya? Gülten Dayıoğlu’nun kitapları da tat vermeyince kesmiştim. Uzun yıllar sonra Samet Behrengi’yi buldum. “Küçük Kara Balık” kitabını okumuş ve hayran kalmıştım. Yazarın en çok sevdiğim yanı, kitaplarında hem büyüklere hem çocuklara yazıyor olması. Çocukluğumun en büyük boşluğunu gördüm bu kitabı okurken; çocukken okuyabilseydim, çocuk dünyamı ne kadar zenginleştirirdi... Samet Behrengi, çağdaş İran-Azerbaycan Edebiyatı’nın genç temsilcilerindendir. 1934 yılında Tebriz’de doğdu. Çocukluğu yoksulluk içinde geçti ve zor koşullarda öğretmen okulunu bitirdi. Köy öğretmenliği yaptı. Mesleği gereği birçok insanla tanıştı. Azerbaycan kır-

sal kesiminde zengin Azeri folklorik örneklerle tanıştı. Yazdığı “Küçük Kara Balık” adlı masalıyla İtalya’da Bulumi Altın Ödülü’nü kazandı. Bu kitabın dışında dokuz kitap daha yazdı. Görüşleri nedeniyle, İran’daki Şah yönetimiyle ters düştü. Cesedi Aras Nehri’nde bulunduğunda henüz 29 yaşındaydı ve yıl 1968’di. Bir gün kitapçıya uğrayıp Samed Behrengi’nin tüm serisinin siparişini verdim. Nedir Behrengi’nin kitaplarını böyle güzel kılan? Öncelikle yazar inandığı yaşam felsefesine uygun hareket ederek diyalektik yöntemi kullanır ve masallarını yazar. Çocuk dünyasına, onun sorularına mantıklı cevaplar getirir, yalan-dolan yoktur, çocuğun anlayacağı dilden anlatır dünyayı. Ve bu yöntemle çocuk dünyasını geliştirir, zenginleştirir, eğitir. Doğru yöntemle düşünmeyi ve olaylara açıklık ka-

zandırmayı öğretir çocuklara. Haklıyı ve haksızı öğretir ve sadece öğretmekle kalmaz ne yapılması gerektiğini de verir. Sadece çocuklara yazmaz, onun kitabını okuyan yetişkinlere de birçok şey anlatır. Çocuk eğitimi nedir diye soranları yanıtlar Behrengi. O’nun, “Bir Şeftali Bin Şeftali” kitabının sonuç bölümüyle sonlandırmak istiyorum: “...İşte o günden bu güne, bilmem kaç yıl geçti aradan? Meyve vermiyorum artık. Bahçıvan bir tek şeftali bile koparamadı dalımdan. Bir tek şeftali bile tadamayacak... Ona boyun eğmeyeceğim. İster korkutsun beni, isterse yalvarsın... Boyun eğmiyorum işte!..” Bu güzel insanın, Samet Behrengi’nin anısına; çocuklarımıza, yeğenlerimize, kuzenlerimize, kardeşlerimize ve torunlarımıza O’nun bir kitabını hediye edelim.


YasancakDünya_1

05.05.2005

13:11 Uhr

Seite 9

Yaflanacak

K

Ü

L

T

Ü

R

-

DÜNYA 100 K‹fi‹L‹K B‹R KÖY OLSAYDI... Bugünkü dünyay 100 kişilik bir köy kadar küçültebilseydik, bu köy şöyle olacakt ; 57 Asyal , 21 Avrupal , 14 Amerikal (Kuzey, Orta, Güney) 8 Afrikal ...

‚‚‚ 1’i ölmek üzere, 1’i de doğmak üzere olacakt ...

‚‚‚ 1 kişi bilgisayar sahibi,

‚‚‚ 1 kişi de (evet, sadece 1 kişi) üniversite mezunu olacakt ...

‚‚‚ Şimdi bunlar gözönünde bulundural m:

‚‚‚ Eğer bu sabah hastal kl değil de sağl kl uyanm ş iseniz, 1 hafta sonras n göremeyecek olan 1 milyon insandan daha şansl s n z;

‚‚‚ Bir savaş tehlikesi ile, işkence görme ihtimali ile, Aç kalma korkusu ile karş

karş ya değilseniz, 500 milyon insandan daha iyisiniz...

‚‚‚ Bunlar n 52’si kad n, 48’i erkek olacakt ...

‚‚‚ 30 beyaz, 70 beyaz olmayan,

‚‚‚ Tutuklanmaktan, işkence görmekten, yahut öldürülmekten korkmadan ibadethaneyegidebiliyorsan z 3 milyar insandan daha şansl s n z...

‚‚‚ 30 Hristiyan, 70 Hristiyan olmayan,

‚‚‚ 89 Heteroseksüel, 11 Homoseksüel,

‚‚‚ Buzdolab n zda yiyeceğiniz, üzerinizde elbiseniz ve baş n z sokup uyuyabileceğiniz bir eviniz varsa, Dünya’daki insanlar n %75’ inden daha zenginsiniz...

‚‚‚ 6 kişi bütün servetin %59’na sahip olacakt , bunlar n hepsi ABD kökenli olacakt ...

‚‚‚ Bankada ve cüzdan n zda para varsa, dünyan n en imtiyazl %8’i aras ndas n z...

‚‚‚ 80 kişi kötü evlerde yaşayacakt ,

‚‚‚ ‚‚‚ 70 kişi okuma-yazma bilmeyecekti...

Dünya bu haliyle yaşanacak yer mi sizce?..

B

L

9 Dünya

M

Ahmet’in ‹çemedi¤i Su H2 O2 “Damlada Okyanus” adl direnme kitab n okurken sürekli “Damla=Su, Okyanus=Büyüklük” düşlerini kuruyordum. Acaba bir damla su gerçekten nedir? Düşümüzdeki büyüklük kadar enerji ortam yaratabilir mi? Evet sevgili Ahmet su nedir? Her suyu içebilir misin? Hemen bilgiç parmaklar n kald r p H2O diye bağ rmaya çal şacaks n, Acele etme lütfen biraz sab rl ol! Tan d ğ m z su, yak ndan (daha doğrusu, iyice yaklaş Ahmetciğim korkma!) bak nca farkl olabiliyor. Suyun ağ r biraz tehlikeli; ağ r bir hidrojen türü olan döteryum içeren bu su, hidrojen bombalar nda ya da 100 milyon derecenin atomlar birleştirmek bol, ucuz ve temiz enerji elde etmeye yönelik füzyon deneylerinde kullan l yor. Peki ağ r suyun varl ğ n kabul ettik de; suyun hafifi olur mu? Galiba evet!.. Üstelik, son y llarda yap lan baz deneyler, günümüzde pek moda olan light türlerin yaln zca suya özgün olmad ğ n , pekçok molekülde de görüldüğünü ortaya koyuyor Asl nda sert karakterli Ahmet’imizin içtiği suya dikkat etmesine gerek yok. Hafif su, içilebilecek bir şey değil. Zaten bizim Ahmet ve arkadaşlar bunu ay rt edemez. Nedeni, bu hafif türü yaln zca su molekülleriyle çarp şan nötron ve elektronlar n fark edebilmeleri, o da her çarp şmada söz konusu değil. Yaln zca süresi atto saniye (saniyenin katrilyonda birinden

H2 + O2 ➔ 2H2O daha k sa) olan çarp şmalarda sözkonusu. Deneylerde suyla birkaç attosaniye süreyle çarp şan nötron ve elektronlar, şöyle bir su görüyorlar H1,5O. Araşt rmac lara göre bu“attosaniye penceresi” bir zamanlar çok k sa sürdüğü için yakalanamayan dramatik Kuantum etkilerin gözlenebilmesini sağlayacak. Ancak, bu yeni gerçek, klasik ders kitaplar nda su ve öteki s radan moleküller hakk nda yer alan bilgilerin tümüyle değiştirilmesini de gerektirebilir. 1995 y l nda nötron bombard man yla çeşitli elementlerden foton at lmas (spallation) deneylerinin yürütüldüğü ISIS laboratuvar nda bir Alman-İngiliz araşt rma ekibi “Epitermal3” nötronlar diye adland r lan ve enerjileri birkaç yüz elektron volta kadar olan nötronlar , su molekülleri içeren bir hedefe çarpt rm şlar. Saç lan nötronlar n say s n ve enerji kay plar n inceleyen araşt rmac lar, nötronlar n beklenenden yüzde 25 oran nda daha az say da protonla çarp şt klar sonucuna varm şlar. Bu durum, hidrojendeki protonlar n bazen nötron problar na (hedefe çarparak çarp şma ürünlerinin incelenmesini sağ-

layan parçac k; sonda) “görünmez” olmalar anlam na geliyor. Bu olguya femtosaniye (saniyenin katrilyonda biri) süren dolan kl k olgusunun neden olduğu yönünde. Bu, kuantum duruma sokulan parçac k çiftlerinden birine yap lan bir müdahale, isterse evrenin öteki ucunda bulunsun öteki eşi de “an nda” etkiliyor. Araşt rmac lar, deney s ras nda birbirine komşu atomlardaki protonlar n (ve olas l kla çevrelerinde dolanan elektronlar n) saç lma deneyinin sonuçlar n

değiştirecek bir biçimde dolan k hale geldiklerini düşünüyorlar. Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi yararl , su gibi gerekli ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu, su gibi sakin olunabileceği gibi su gibi k yametler kopar c

olacaks n. Suyla ilgili tercih, senin geleceğe uzanan ellerinde hep senin olacak... T pk su moleküllerinin deneylerde oluşturduğu muhteşem sonuçlar gibi. Su, insan yaşam nda direnmenin, varolman n ve hayat n kendisi olduğunun bir kan t d r. Sevgili Ahmet, şimdi su olduğunu düşün ve kendi kendine, yaşanacak dünyaya merhaba de!

Çocuklar dünyaya monitörlerinden bak›yorlar Dünyan n en büyük pazar araşt rmas şirketlerinden Millward Brown taraf ndan ABD, Brezilya, Almanya, Hindistan, Çin ve Japonya’da, 1920 kentli çocukla yüzyüze görüşülerek yap lan BRANDchild araşt rmas 9-14 yaşlar nda olan yeni nesil tüketici portresinin, zay f hayal gücüne sahip, daha az yarat c ve güvensiz olduğunu ortaya koydu.

yalar n keşfetmek için zaman b rakm yor. Yeni nesil ayn zamanda güvensiz ve bunal mda. Artan boşanma oranlar , cinayetler ve savaş ç ğl klar bu ruh halini besliyor. Bu bağlamda araşt rmada korku, global çocuklar n birincil güdülerinden biri olarak ortaya ç k yor.

Güvensiz ve bunal›ml› yeni nesil

Günümüzde çocuklar birbirleriyle parklarda oynay p sohbet etmek yerine “chat”leşmeyi tercih ediyor. Doğal bir ilişki yerine sanal ilişki kurmak daha kolay geliyor.

Araşt rmaya göre bu kuşağ n ’’şimdi ve burada’’ tatmin edilmek istemeleri, onlara iç dün-

“Chat”ci çocuklar

Araşt rmaya göre, çocuklar n yaklaş k yüzde 10’unun kendilerine ait web siteleri var ve yüzde 45.7’si interneti düzenli olarak kullan yor. Düzenli olarak internet kullanma oran

ABD’de yüzde 72.8’i buluyor.

la geliri kontrol ediyorlar. Çocuklar n düne göre aile gelirinin daha fazlas n kontrol etmesi, pazarlama şirketlerinin taze beyinleri bombard mana tutmas na neden oluyor.

1.9 trilyon dolarl›k pazar Marka lobicileri Çocuklar, kendisi için markalar sat n almakla kalmay p, ayn zamanda anne-babalar na diğer markalar için lobi yap yorlar. Ailelerinin görüşlerine değil, reklamlara güveniyorlar. Bugünün çocuklar , geçmiş kuşaklardaki yaş tlar ndan daha h zl büyüyorlar ve daha faz-

Çocuklar sadece ABD’de y lda 150 milyar dolar doğrudan harc yorlar. Ayr ca evlerindeki al şverişlerin 150 milyar dolar n doğrudan etkiliyorlar. Küresel olarak çocuklar, direkt ya da etkileyici anlamda y lda 1.9 trilyon dolar gibi çok yüksek bir miktar n harcanmas n gerçekleştiriyorlar.

Ellerinde mouse ile doganlar BRANDchild araşt rmas n

kitapta toplayan pazarlama gurusu Martin Lindstrom, “Interaktif ve talepkâr olan bu çocuklar, ellerinde bir mouse ile doğuyorlar ve dünyaya odalar n n pencerelerinden değil, bilgisayarlar n n mönitörlerinden bak yorlar” görüşüne yer verdi. Sanal dünya sadece büyükleri değil geleceğimiz, umudumuz olan çocuklar m z n dünyas na da vargücüyle giriyor. İçine kapan k, güvensiz, paylaş ms z bir kuşak yetişiyor.

Zekam›z› ölçelim(?!) IQ’nun sözlük anlam “zeka niteliği”dir. Fakat günlük yaşamda akla hemen bir “Zeka Ölçüm Yöntemi”ni getirir. Zira okullarda ve iş yerlerinde bu amaçla kullan l r. “IQ Testi”nde asl nda kişinin zekas değil, dikkati ve soyutlama yeteneği ölçülmeye çal ş l r. Bu tür testlerde sorulan sorular, ağ rl kl olarak figürlerle say lar, say lar ile say lar, orant lar v.b. aras ndaki ilişkilerin bulunmas

üzerine kuruludur. “IQ Testleri”nin bir zeka ölçüm yöntemi olarak kullan m

tart şmal d r. Son y llarda gelişen bir diğer görüşe göre ise, “Duygusal Zeka” (EQ), IQ’dan daha önemli ve insanlar n davran şlar üzerinde daha belirleyicidir. Okuyucular m z n bu eleştiri ve tart şmalar da dikkate alarak daha çok keyif almalar ve “kendilerini s namalar ” için üç küçük sorumuz var... Sorular n yan tlar n gelecek say m zda bulacaks n z...

1. Yanda görülen şekil 180˚ 3.

döndürüldüğünde aşağ dakilerden hangisi oluşur?

Soru işaretinin yerine aşağ daki say lardan hangisi gelmelidir?

2. Soru işaretinin yerine hangi ş ktaki şekil gelmelidir?

2

+

3

= 24

1

+

2

= 11

2

+

1

= 14

0

+

?

A) 3

B) 6

2

= ?

C) 7

D) 8

E) 10


YasancakDünya_1

05.05.2005

13:11 Uhr

Seite 10

Yaflanacak

Dünya 10

H

A

B

E

Dünya’da neler oluyor? Capetown, Güney ka, 11 fiubat 1990

Afri-

Nelson Mandela, Apartheid rejiminin 28 yıl süren zindan zorbalığı ertesinde serbest bırakılıyor. Onun serbest bırakıldığını gösteren ve bütün dünyada canlı yayınlanan resimler, gözlerini güneşten korumaya çalışan bir adamı gösteriyor. Mandela zindan hayatının yarısından fazlasını, Ümit Burnu’nun hesapsız akıntılarının ortasında rüzgarlı bir kaya parçası olan Robben Island’da geçirdi. Kapstadt’a yedi millik bir mesafede bulunan ada, 1959’dan bu yana “beyaz olmayan adamlar” için yüksek güvenlikli tecrit hapishanesi olarak kullanılıyordu. Mandela ile birlikte Walter Sisulu, Ahmed Kathrada ve bugünkü Güney Afrika Devlet Başkanı Thabo M’beki’nin babası olan Goven M’beki de bu adada tutsak tutulmuştu. Mandela daha sonra “Robben Island bizim bundan böyle hiçbir zaman ideallerimiz uğruna savaşmaya cesaret edemeyecek sakatlar haline getirilmemizin aracıydı” diyecekti. 1964 yılında Mandela ve zindan arkadaşları tecrit bloklarından çıkarılıp, birbirlerine zincirlenerek adanın orta yerindeki bir taş ocağına götürüldüler. Taş kırıp, kireç çıkarmaya zorlandılar. Adanın sokakları ki-

reçle beyazlanıyordu. Günün sonunda siyah adamlar da bulandıkları kireç tozuyla beyazlamışlardı. Çalışmaları sırasında kireç taşı güneş ışığını güçlü bir şekilde yansıtarak tutsakların gözlerini kamaştırıyordu. Gözlerini koruyabilmek amacıyla defalarca güneş gözlüğü talep ettiler. Bu talepler hep reddedildi.

Mandela’yı serbest bırakıldığı günde ağlarken gösteren tek bir fotoğraf bile yoktur. Kireç taşının gözleri kamaştıran ışık yansıtmasının onun ağlama yeteneğini yok ettiği anlatılmaktadır.

Pennsylvania, ABD, 15 Nisan 2001 Haberlere göre dünya çapında en büyük tarihi fotoğraf koleksiyonlarından biri yakında, bütün zamanlar için kullanılmayan bir kireç ocağına gömülecek. Pennsylvania’nın batısında sapa bir yerde bulunan ocak ‘50’li yıllarda bir korugan haline getirilmişti ve bugün de “Iron Mountain National Underground Storage” adıyla bilinmektedir. Takriben 17 milyon fotoğrafa sahip olan Bethmann ve United Press Enternasyonal arşivi 1995 yılında Microsoft’un sahibi Bill Gates tarafından satın alındı. Gates’in Corbis isimli özel şirketi şimdi de New York’ta bulunan resimleri kireç ocağına taşıyacak ve onları 65 metre derinde bulunan az nemli ve klimatize edilmiş bir depoya gömecek. Bu taşımanın, resimleri konserve etmenin yanında onlara ulaşılmasını da imkansız kılacağından yola çıkılıyor. Gates resimlerin dijitalize edilmiş kopyalarını satmayı planlıyor. Son altı yıl içinde taranmış ve dijitalize edilmiş resimlerin sayısı 225 bin. Bu, arşivin ancak yüzde 2’si civarında bir rakam. Bu tempoyla gidildiğinde tüm arşivin dijitalize edilmesi için 453 yıl gerekecektir. Arşivde, Wright Kardeşler’i bir uçuş s ras nda gösteren, Kennedy’nin oğlunu babasının tabutu önünde selam dururke gösteren, Vietnam Savaşı’ndan önemli anları belgeleyen ve Nelson Mandela’yı hapiste gösteren resimler de var. Gates iki foto acentasının daha sahibidir ve dünya çapında birçok sanat müzesindeki eserlerin dijitalize reprodüksiyon hakkını da satın almış durumdadır. O şu anda 65 milyon resmin gösterme ya da gömme hakkına sahiptir. Bu örnekten de görüldüğü gibi burjuvazinin, herhangi bir ürün veya sanat eserini, yeni

R

-

Y

yükselir; Sacre-Couer (Beyaz Kilise). Aşağ dan yukar ya bakt ğ n zda, heybetli bir görüntüsü olan bu devasa yap ya isterseniz, yüksek merdivenlerden soluk soluğa yürüyerek, isterseniz bilet al p teleferiğe binerek ç kabilirsiniz. Nihayet girişe gelip baş n z kald rd ğ n zda, kap n n kenarlar nda iki sütunun üzerinde, Paris emekçilerine kan kusturmuş ordular temsilen dikilmiş atl asker heykellerini görürsünüz. Bu bina modern mimari ile yap lm ş en büyük kilise özelliğini taş r. Bronz kap lara “son yemek” gibi İncil’den çeşitli figürlerin işlendiği yap n n, d şar da bulunan oval kubbesi Paris’in en yüksek ikinci noktas d r. Bu ve benzeri

R

U

M

“Yüzüne tükürülen” Bush

keşfedilmiş bir tekniği, hatta insanın yaşamını etkileyen bir ilacı vs. topluma sunmasının tek nedeni kâr getirip getirmemesidir. Eğer kârlarına kâr katıyorsa binbir çeşit pazarlama yöntemini kullanarak piyasalara sürer. Eğer kâr getirmiyorsa toplumdan gizleyebilmek için yerin 65 metre derinliğine gömer ya da çelik kasalarına kilitler.

Amerika’n n ilk kadın Başkan adayıyım, benim de yaşamam lazım’ der ve ikinci paraşütü alıp atlar. Üçüncü yolcu: - ‘Ben George W. Bush. Amerika Başkanı’yım. Dünya üzerinde politik sorumluluklarım, bombalayacağım yerler var daha. Amerika tarihinin gelmiş geçmiş en zeki başkanının ölmesine izin veremezsiniz’ der ve al p atlar. Dördüncü yolcu Papa, son yolcu olan 10 yaşındaki çocuğun gözlerinin içine bakıp: - ‘Evlat ben yaşlı bir adamım, yaşayacağımı yaşadım, bu son paraşütü alıp atlamak senin hakkındır’ deyince, çocuk Papa’ya bakıp: - ‘Gerek yok amca, geriye 2 paraşüt kaldı, şu Amerika’nın en zeki başkanı benim okul çantamı alıp atladı.’

Kabil, Afganistan, 7 Ekim 2001 Kabil’e karanlık çöktüğünde ABD Hava Kuvvetleri Afganistan’ı vuran ilk saldırıları başlattı. Saldırıya katılıp Kabil’e bomba yağdıran uçaklar içinde 12 bin metre yükseklikte uçan B54’ler de vardı. Ayrıca 50 Cruise füzesi de Kabil’i vurdu. Başkan Bush saldırıyı, “sivil halk içinde kayıpları önlemek amac yla özenle seçilmiş hedefleri vuran bir saldırı” olarak adlandırdı.

Bush’un okul ziyareti

Yap›flmayan pul

Hava saldırısından kısa süre önce ABD Savunma Bakanlığı, Afganistan’ı ve komşu ülkelerini gösteren bütün uydu resimlerinin kullanım hakkını satın aldı. Bu anlaşma, askeri operasyonun etkin bir biçimde aklanmasını da sağlamış oldu. Pentagon operasyon bölgesinin uzaydan çekilmiş tüm fotoğraflarının sahipliğini elde ederek, kendi verdiği bilgilerin bağımsız bir kaynak tarafından sorgulanması imkanını engellemiş oluyordu. Batı medyasının bombardımanının uzaydan görünen sonuçlarını hükümet dışı bir kaynaktan edinmesi imkansız kılınmıştı. ABD’de ve Avrupa’da haber ajansları bu yüzden haberlerini ancak arşiv resimleriyle desteklemek durumunda kalmışlardı. Space Imaging Inc.’ın Şefi; “Varolan bütün resimleri satın alıyorlar” diyordu. “Görecek bir şey kalmamıştı.” (Kaynak: Güney Dergisi)

"Başkan Bush buyurmuş: - Üzerinde resmim olan pul bastırdım, başkanlığın bütün mektuplarında bu pullar kullanılacak. Bir süre sonra görülmüş ki, pullar zarfa bir türlü yapışmıyor. Başkan Bush küplere binmiş ve yetkiliyi çağırıp sormuş: - Üstünde resmim olan pullar yapışmıyormuş, arkalarına zamk sürmediniz mi? - Sürdük efendim, demiş yetkili ve eklemiş; . - Yapışmamasının nedeni,

özellikleriyle bilinen beyaz kilise Frans z turizminin Eyfel kulesinden sonraki en büyük gelir kaynağ d r. Beyaza boyanm ş dev bir kilise, “buran n hakimi benim” diyen bir görüntüyle ç kar karş n za. Esas nda bir çoğumuzun gördüğü veya görmek istediği bu yap n n pek de fazla bilinmeyen bir yan daha var. Şimdi isterseniz cilalanm ş bu görüntünün ard nda yatan gerçeklere birlikte bir yolculuğa ç kal m. Y l 1871; “Halk iktidara geldiğinde Paris ilkbahar da karş lam şt . Her taraf yemyeşildi. Doğa yeniden doğuşun zaferini insanlarla birlikte kutluyordu adeta. Fakat hiçbir zaman insanlardaki mutluluk Paris’te Mart ay n n ikinci yar s ndaki bu günler kadar coşkulu, gem vurulamaz ve mutluluk verici olmam şt . Her tarafta kendisini gösteren tehdit, sonunda tam bir özgürlük elde eden halk n azmini k rmam ş, tam tersine güçlendirmişti. Halk n bast r lm ş gücü kendisini göstermiş ve büyük insan kitlesinin elleri ve beyni hummal bir şekilde işlemeye başlam şt ”. (Ateşi Çalmak adl

romandan. IV. Cilt. Sf. 260) Bu cümlelerle anlat lan, tarihin gördüğü ilk işçi ve emekçi iktidar olan Paris Komünü’dür. İnsana dair güzelliklerin yaşand ğ Paris Komünü, 72 günlük iktidar deneyiminden sonra

herkesin pulun ön yüzüne tükürmesi”.

“Aptal” Bush Beş yolcusuyla seyahat eden uçak düşmek üzere, ancak 4 paraşüt var. Birinci yolcu;. - ‘Ben Shaquille O’Neill, NBA’in en kıymetli oyuncusuyum. Bana bir şey olursa LA Lakers zor duruma düşer, benim yaşamam lazım’ der ve birinci paraşütü al p atlar. İkinci yolcu: - ‘Ben Hillary Clinton, NY senatörü ve belki de gelecekte

George Bush bir ilkokulu ziyaret eder, çocuklara: - Sorusu olan var mı? der. Küçük Bob söz alır: - Benim üç sorum olacak: 1-Seçimlerde daha az oy almanıza rağmen nasıl oldu da Başkan oldunuz? 2-Hiroşima’ya atılan atom bombası sizce dünyanın en büyük terör eylemi değil midir? 3-Hiçbir neden yokken neden Irak’a saldırmak istiyorsunuz? Aniden zil çalar ve çocuklar teneffüse çıkarlar. Çocuklar geri döndüğünde bu sefer sözü küçük Tom alır: - Benim beş sorum olacak:

1-Seçimlerde daha az oy almanıza rağmen nasıl oldu da Başkan oldunuz? 2-Hiroşima’ya atılan atom bombası sizce dünyanın en büyük terör eylemi değil midir? 3- Hiçbir neden yokken neden Irak’a saldırmak istiyorsunuz? 4Bugün neden zil 30 dakika erken çaldı? 5- Bob nerede?.’

“Beyinsiz Bush” f›kras› Uluslararas bir kongrede üç doktor aralar nda konuşmaktad rlar. İngiliz doktor: - Tıp bilimi bizde öyle ilerledi ki, biz bir adamın beynini alırız ve başkasına koyarız, onu altı haftada iş arayacak hale getiririz. Alman doktor hemen at l r: - Bu hiç bir şey değil. Biz bir adamın beynini çıkarırız ve başkasına koyarız, onu dört haftada savaşa hazır hale getiririz. Amerikalı doktor, diğerlerine küçümseyerek bakar ve: - Beyler siz çok geridesiniz! Biz Teksas’tan bir beyinsizi aldık ve Beyaz Saray’a koyduk. Şimdi ülkenin yarısı iş arıyor, yarısı da savaşa hazırlanıyor.

Kim bu adamlar? Tanımakta fazla zorlanmayacaksınız: İtalya’n n başbakan Silvio Berlusconi ve dava arkadaşları... Kökleri Mussolini, Franko ve Türkeş’e kadar dayanmakta... Büyük sermaye sahibi, İtalya’nın önde gelen patronlarından... ‘90’lı yılların ortalarında büyük grevlerde yenik düşüp bir dönem iktidardan çekilmek zorunda kalmıştı.

Barbarl›¤a adanm›fl bir yap›: Beyaz

Burjuvazinin pineklediği, yoz ilişkilerinin ve soytar l klar n n şaha kalkt ğ , işçi aşklar n n ve eylemlerinin yaşand ğ şehir Paris. Ne kadar süslenirse süslensin, içindeki yoksul k z saklayamayan kent. Öyle bir şehir ki, iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini, doğruyu-yanl ş yani bütün ikilemleri içinde taş r. Bir tarafta, moda ve eğlence merkezi Champs-Elysèes, diğer tarafta emekçilerin yaşam alan St. Denis semti. Bir tarafta baş n

bütün ihtişam yla göğe dikmiş Eifel kulesi, diğer tarafta ç rp nan Sentier mahallesi. Bir tarafta kad n teninin pazarland ğ

Pigalle, diğer tarafta sevecen arka mahalleler. Ve işte bu şehrin en yüksek tepesinde bir yap

O

Prusya (Almanya) ordusunu da arkas na alan, Frans z monarşisinin kanl katliam yla yenilgiye uğrad . Paris Komünü’nün hemen öncesinde Prusya’ya savaş ilan etmiş olan Frans z monarşisi, işçi iktidar n y kmak için Prusya ile bar ş ilan etti. Bunun yan s ra sanayi ve stratejik aç dan Avrupa’n n önemli merkezlerinden biri olan Alsace (Strasbourg ve çevresi) bölgesi ile birlikte 5 milyar Frang da askeri yard m karş l ğ nda Prusya’ya hibe etti. İki ordunun birleşmesiyle birlikte ortaya ç kan devasa askeri güç halk tam bir k r mdan geçirdi. Komün’ün yenilgiye uğramas ndan sonra ise tam bir insan av başlat ld . Binlerce insan kurşuna dizildi. On binlerce insan giyotin tezgahlar ndan geçirildi. Bugünün moda ve para babalar n n al şveriş merkezi durumunda olan Champs-Elysèes girişinde bulunan Concorde meydan nda giyotinlerde on binlerce insan n kafas kesildi. Peki bütün bu anlat lanlar n Beyaz Kilise ile ne alakas var? Beyaz Kilise’nin tarihi esas nda 17. yüzy la dayan yor. Ama Komün’ün yenilgiye uğrat lmas ndan sonra kilise, Frans z burjuvazisi taraf ndan y k l p yeniden inşa edilmiş. Şehrin her taraf ndan görülebilen, Paris’in en yüksek tepesine kondurulmuş

Sermayenin işçi sınıfına karşı saldırılarının arttığı her dönemde ortaya çıkartılıverir. Aynı faşist MHP örgütlenmesinde olduğu gibi. Bakışları, mimikleri, işaretleriyle ne çok benzemekte yerli faşistlerimize. Başka yorum yapmakta sizin hakkınız olsun. Sadece dikkatli bakmak yeterli olsa gerek.

Kilise Beyaz Kilise, bu katliam yapanlar n zafer an t olarak dikilmiş. Bu yap yla Frans z burjuvazisi sözde ihtişam n ve büyüklüğünü sergilemekte ve insanl ğa, “benim iktidar ma göz dikerseniz yapmayacağ m katliam yoktur” dercesine kinini ve korkusunu kusmakta. Ancak bu kafatasç lar n unuttuğu küçük bir ayr nt var; o da “korkunun ecele faydas olmad ğ ” gerçeğidir. Sustular dürüstler, yiğitçe düşenler Mutsuz halk ad na isyan edenler, Sustu onlar n yaln z sesleri. Ama kudurdu ac mas z tutkular. Bir kötülük ve ç lg nl k kas rgas

Esip duruyor tepende, ey dilsiz ülke. Canl olan, iyi olan her şey eziliyor. Beslediğin karanl ğ n ortas nda. Şafağa durmayan gecedir duyulan ancak, Nas lda zafer ç ğl klar at yor düşmanlar, Öldürülen bir devin leşine üşüşen Kana susam ş akbabalar gibi, K vr l p giden zehirli sürüngenler gibi! Nekrasov’un komüncülere adanm ş dizelerinden.

Spécialités turques

DÖNER GRILLADES 190. Avenue d’Argenteuil Tel.: 01 47 33 09 01


YasancakDünya_1

05.05.2005

13:11 Uhr

Seite 11

Yaflanacak

H

A

B

E

R

-

R

Ö

P

O

R

T

A

11 Dünya

J

“Alman kimli¤imle ilgili belgeyi teslim ettiklerinde, yirmiyedi y›l sonra, ortal›¤› y›karcas›na ikinci kez a¤lad›m. Yine neler yitirmifltim acaba?” Günay Kahveci/ Ludwigsburg Y l 1973. Bir ayakkab y dahi taksitle almaya başlad ğ m z günler gelip çatm şt . Kendisiyle bar ş k zor gün insan yd m. Lise öğrenimini de, PTT’de yorucu mesai sonras akşamlar

tamamlam şt m. Onurumla yaşayabilmek, annem, iki kardeşim ve kendim için de gurbet kap lar na s ğ nmay tercih etmiştim. 10 Şubat 1973. Bir haftal k hengame sonucu, İstanbul havaalan na al nd ğ m zda, irade küpü olan ben, tuzla buz oluvermiştim. “Yirmibeşinci Saat” filmindeki bir sahneyi hat rlad m. Almanlar n, bir Macar askerini teslim al şlar akl ma geldi. Kader arkadaşl ğ m z n fideleri o an kök sal vermişti. Kader yolculuğunda insanlar n birbirlerine ihtiyaçlar vard . Sar lmal yd lar yitmemek için. Sar ld lar da göz yaşlar yla. Ayşe, Hacce, Fadime, Temel ailelerinin mücahidiydiler. Ayşe’nin kardeşi evlenmeliydi. Baba yaşl ve yoksuldu. Biricik oğlunun murad n görmeliydi. Ayşe erkek gibiydi de... Keşke annesi erkek çocuğu olarak doğursayd . Babas hep öyle dermiş. On saatlik fabrika, iki saatlik temizlik işinde çal şarak kardeşini ve babas n murad na erdirmişti. Sağl ğ söz konusu değildi.

Hacce’nin kay nbiraderinin evliliği içinde iyi bir sermayeye ihtiyaç vard . Hacce mant kl

kad nd . Kocas n karş s na al p, “Sen kömür ocağ nda güne hasret kalarak, ben de kenef temizleyerek kazand ğ m z üç beş mark da onlara kapt ramam. Eğer sen gönderirsen zehir z kk m olur” der. Olan olur. Ona hayat zehir ederler. Fadime’nin de annesi ameliyat olacakt r. Gerçek ihtiyac n üç kat kadar olan bir meblağ istenmektedir. Duygu sömürüsüyle doldurulmuş bir mektup gelir memleketten. Fadimem’de ana sevgisi, gurbet sanc lar , bir de ikinci s n f insan ezikliği vard r. İş bulamama şanss zl ğ da yoktur. Kimsenin tenezzül etmediği işler onun k smetidir. Ameliyat n gerçek giderlerini öğrenir. Yufka yüreklim, ihtiyaçlar vard r diye sineye çeker. Temel uyan kt r. Otuzunda bir gençtir. Yetmişlik bir nineye aş k oluvermiştir. Ninenin tek arzusu Temel’in yan nda olmas d r. Alt çocuk, bir de han m, üç bin kilometre uzakl ğ n ne önemi var ki, diye düşünür. Temel çocuklar n n maddi sorunlar n çözdüğünden, mükemmel bir babad r. Kas lmas gerekir. Abdo da memleketinde özgür değilmiş, zavall çok masum-

muş. Alman hükümetine, Türkiye’de sokağa ç kmaya korktuğunu ispatlayarak, Alman kimliğini alm ş. İstersen ilerde politikaya da at labilirsin demişler. Çal şmadan bütün ihtiyaçlar n

karş l yorlarm ş. Mercedes tahsis edivermişler. Hep zor gün insan ben, yüksek öğrenimi de başarm şt m. Annemi rüyamda öpüyorum. Korkulu bir duygu ile kardeşimi ar yorum. Sağl k haberini veriyor. “Abla, fotoğraf n avucunun içinde s karak ruhunu teslim etti” diyemiyor. Gerçeği söyleyemezdi de. Çünkü gidemezdim. Alt y ll k eşim o sabah uzaklarda omurilik kanseri teşhisi ile ameliyata giriyordu. Onun da benden başka kimsesi yoktu buralarda. Sab rl , cefakâr anama rahmetler diliyorum. Alman kimliğimle ilgili belgeyi teslim ettiklerinde, yirmiyedi y l sonra, ortal ğ y karcas na ikinci kez ağlad m. Yine neler yitirmiştim acaba? Medyadan, “bedenimizin burada, ruhumuzun orada olduğu o yer”in durumunu öğreniyoruz. Buruk buruk, naçar. Onlar bizi sevmiyor ki!.. Hep bizim sevmemizi istiyorlar. Ne yapal m gurbet vatandaş da olduk. Utanmamal y z da, utanmal lar diyebiliyoruz.

Süreyya’nın ö¤rettikleri

Gurbetteki Yak›nlar›m›z

Süreyya Ayhan’ı artık herhalde hepimiz tanıyoruz. Çankırı’nın yoksul bir köyünden çıkmış bir yetenek. Kendisi gibi “gariban” antrönüyle birlikte yıllarca yalnız başlarına uğraşıp didinmişler. Onun gibi nice yeteneğin keşfedilemeden kaybolup gittiği Anadolu’nun bozkırlarından dünya çapında bir atlet çıkmış ortaya. Bunu başarırken sadece imkansızlıklar ve ilgisizlikle boğuşmamışlar. Birbirlerini sevdikleri için onları ‘linç etmeye’ kalkışan namus bekçisi pozlarındaki namussuzlar alayının saldırılarını da göğüslemek zorunda kalmışlar. Atletizme hiç ilgi duymayanlarımız dahi Süreyya’yı tanıdıkça yarışlarını kaçırmıyor, hepimiz ona karşı gün geçtikçe büyüyen bir sempati duyuyoruz. Süreyya’da “farklı” bir şeyler var çünkü. Yaptığı işi iyi yapıyor en başta; şimdiden dünyanın en iyi 1500 metre koşucuları arasına girdiği halde, kendini sürekli daha da geliştirmeye çalışmaktan geri durmuyor. Her yarışta biraz daha iyi dereceler yapıyor. Sahip oldukları ve yaptıklarıyla yetinmemesinin diğer bir göstergesi, önüne hep yeni hedefler koy-

ması. Önce “Avrupa şampiyonluğu” dedi, başardı. Elde ettiği derecelerin ‘geçici’ ve ‘tesadüf’ olmadığını göstermek için sonra “istikrar” dedi. Dünya atletizm otoriteleri tarafından bile dünyanın sayılı 1500 metrecilerinden biri olarak kabul ediliyor bugün. Ardından çıtayı biraz daha yükseltip “dünya şampiyonluğu”nu hedefledi. Her sporcunun başına gelebilecek bir talihsizlik sonucu ulaşamadı bu hedefine; yarışın son 50 metresinde ikinciliğe düştü. Hiçbir emekleri ve katkıların n olmadığı “hazır bir başarı”ya konmaya hazırlanan leş kargaları hemen seslerini yükselttiler. Ne “korkaklığı” kaldı Süreyya’nın, ne “şımarıklığı”, ne “beceriksizliği”... O’nun güzel bir özelliğini daha keşfettik bu yaygaralar sırasında. Önüne koyduğu hedefe ulaşamamasının nedenlerini bahaneler icat etmeye kalkmadan, hiçbir kaçamağa başvurmadan çıktı dobra dobra koydu. Bu dürüst ve açıksözlü tutumundan dolayı biraz daha fazla sevdik Süreyya’yı. Zaten O’nun ‘tribünlere oynamadığını’, “Başkaları ne der” korkusuyla harekete etmediğini, kısacası rol yapmadığın daha önce uğradığı saldı-

rılar sırasında mertçe duruşundan da biliyorduk. Süreyya bu kişilikli tutumunu, girdiği yarışlar s rasında da gösteriyor. Rakiplerinin ne yaptığına bakarak değil, kendisine nasıl bir taktik belirlemişse ona göre koşuyor. Süreyya’nın sevdiğimiz özelliklerinden biri de, sadeliği ve alçak gönüllülüğü olsa gerek. Sanki bir ‘su damlas ’ gibi, içi dışı bir. Ne kazandığ başarılardan dolayı “alçak dağları ben yarattım” havalarına giriyor, ne de başardıklarını küçümsemeye yeltenenlere pabuç bırakıyor. “Niye dünya şampiyonu olamadın?” diyenlere, Türkiye’nin atletizm tarihinde dünya ikinciliği gibi bir başarının daha önce yanına bile yaklaşılamad ğını hatırlatmaktan çekinmiyor. Hedeflerine ulaşamayınca hemen moral bozukluğuna sürüklenip, yelkenleri suya indirmediğini de biliyoruz. Kaçırd ğı dünya şampiyonluğunun arkasından katıldığı yarışlarda peşpeşe elde ettiği başarılarla da bunu kanıtladı. Süreyya Ayhan bir atlet. Süreyya sadece koşmuyor, başarıları ve hayat karşısındaki duruşuyla bizlere çok şey anlatıyor. Süreyya’yı izliyor musunuz?

‹sviçre Ulusal Meclis aday› SEYD‹ AKS‹N:

“S›¤›nt› psikolojisini k›rmak zorunday›z” ma yerine edilgenliğe yol aç yor. Dili öğrenmiyoruz, “çünkü geri döneceğiz” diyoruz. Gerici yasalar ç k yor, “yerlilerin sorunu” deyip geçiyoruz. Yaşad ğ m z şehri tan m yoruz, “nas l olsa benim memleketim değil” diyoruz. Hücre tipi yaşam

kendi ellerimizle örüyoruz. Uyumla neyi kastediyorsunuz? Seydi Aksin: Uyumdan kast m asimile olmak yani dayat lan herşeyi kabullenmek değil. Kendi kimliğimizi yads madan yaşad ğ m z toplumun ileri yanlar n görmek, geri yanlar yla da mücadele etmek. Bizim savunduğumuz sosyalist kültürü buralara taş mak. Milliyete göre değil s n fa göre konumlanmak. İsviçre Ulusal Konseyi’ne seçilerek sorunlar n çözülebileceğini mi söylüyorsunuz?

19 Ekim’deİsviçre’de Ulusal Meclis seçimleri yap lacak. Seydi Aksin meclis aday . Neden aday olma gereği duydunuz? Seydi Aksin: Bunun için biraz gerilere gitmek istiyorum. Bizi buraya iten sebepleri anlatmam gerekecek. Bölgemize yerleşim daha çok 80’li y llara dayan r. Politik ya da ekonomik nedenlerle gelen hemen herkes geri dönme

umudunu içlerinde taş yor. Bu içimizde taş d ğ m z umut; fakat gerçeklik daha farkl . Burada kal c laş yoruz. Fark nda değiliz ya da kabullenmek istemiyoruz. Belki bir gün dönebiliriz fakat gidene kadar da burada yapmam z gerekenleri yapmal y z. Buradaki sorunlara kay ts z kalmak, kendimizi sürekli misafir gibi görmek uyum sağlamam z

zorlaşt r yor. Kendimizi s ğ nt gibi görüyoruz; bu da yaşamda aktif rol al-

Seydi Aksin: Sorunlar m z n çözümünün ulusal konseye seçilerek olacağ n savunmuyorum ama bu kürsüyü de kullanmam z gerekir diye düşünüyorum. Daha geniş bir kitleye seslenme olanağ n var. Bas n aç klamas yapt k, radyo ve televizyonlarla röportajlar yapt k, buralarda düşüncelerimizi söyledik. Neuchatel kantonunda yeni kurulan sağc UDC partinin yabanc lara ve ilticac lara yönelik gerici politikalar n teşhir ettik. Ordusuz bir İsviçre’yi savunurken, emperyalist savaş

teşhir ettik. “Başka bir dünya mümkün” slogan n savunurken de kapitalizmi teşhir ettik.

Hangi partiden adays n z? Seydi Aksin: Parti değil, SOLIDARITES ad nda bir grup. Neuchatel, Lausanne, Cenevre’de örgütlü ama İsviçre düzeyinde de diğer gruplarla birlik olarak gerici politikalara karş

birlikte hareket eden bir grup. Solidarités’nin ya da sizin kazanma olas l ğ n z hakk nda neler söyleyebilirsiniz? Seydi Aksin: Kazanmay sadece seçilmede görmüyorum. Şimdiden birçok kazanc m z oldu. Düşüncelerimizi söylüyoruz, benim bu konuda tecrübelerim art yor. Mesela, Türkiyelilerle ilişkilerimde motor gücü oluşturuyorum ama yerlilerle ilişkide sessiz bir kat l mc

gibiydim; şimdi bunu k r yorum, buralardaki çal şmalarda kendime olan güvenim art yor. Kazan m olay n soyut ele almamak laz m. Bir işi çok yönlü değerlendirme yap s na sahipsen, o zaman bu işten maksimum yaralanabilirsin. Aksi takdirde seçimi kazansan bile bu kazanç göreli bir kazanç olur. Ulusal olmasa da ileride grubumuzun (Umudun Iş ğ ) belediye seçimlerine temsilci göndereceğine eminim; bu bizim için bir başlang ç. Grubumuzun (Umudun Iş ğ ) etkisi art yor. Solidarités’nin kantonal düzeyde konsey üyesi var ama ulusal düzeyde yok. İş yapt kça, güç oldukça ciddiye al nd ğ n z m söylüyorsun? Seydi Aksin: Evet, küçümsenmeyecek yol katettik. Yerli

kuruluşlarla ilişkimiz şimdilik çok mükemmel olmasa bile iyi. PINATA (Gençlerin sokaktaki zamanlar n olumlu yönde değerlendirmelerine yard mc

olan bir kurum) içine girerek birlikte faaliyet yürütüyoruz ve bu kurumu bölge evine çevirttik, kapanmayla yüz yüzeyken canland rd k, şimdi orada dil kursu, Cuma akşamlar gençlere yönelik eğlence programlar

Perşembe öğlen yemek akşam

dan şmanl k saati oluştu. Sal

öğleden sonra anneler dönüşümlü olarak kreş açt lar. RECIF’le (Yabanc Kad nlar Entegrasyon Kurumu) ilişki kurduk. Faaliyetlerini takip ediyoruz. ADC (İşsizlerin Hakk n

Savunma Derneği) akşamlar

ve hafta sonu lokalini bize veriyor. ABC’de (Demokratlar n elinde olan sinema-tiyatro) sinema günleri düzenleyebiliyoruz. Daha s ralayacağ m ilişkiler var ama san r m çok uzun olur. İşin içine girdikçe kap lar n aç ld ğ n , olanaklar n artt ğ n görüyorsun. Çok mükemmel değil dediniz, daha iyi mi olmal d r demek istiyorsunuz? Seydi Aksin: Bu ilişkiler çok büyük bir çaban n ürünü değil, biz sadece baş m z kald rarak bu ilişkileri yakalad k. Bu ilişkileri kurmakla yükümlü bir komitemiz olsa çok daha iyi şeyler ç kacağ na inan yorum ve bu komiteyi kurma çal şmalar n başlatacağ z. Sendikalarla yeterli ilişkimiz yok, diğer göçmen dernekleriyle ilişkimiz yok, yani henüz bu işin baş nday z gibime geliyor. Sadece ilk ad m at ld ama

as l sorun bu kurumlarla ilişki kurmak değil bir güç olarak buralar dönüştürebilmek. Bunu başar rsak etkin bir ilişkiden söz edebiliriz. Savaş karş t

platfomda da bulunduk, buralarda büyük önderlik boşluğunu gördük. Neuchatel Ulusal Meclis’e 5 kişi gönderecek, 55 aday var. Kazand ğ n varsayal m, hedeflerin nelerdir? Seydi Aksin: Seçimler burju-

vaziyle işçi s n f n n birbirini yoklad ğ anlard r. Yasalar n

daha da pervas zlaşt rma ya da yumuşatmak için nab z yoklama dönemleridir diye düşünüyorum ve bizim bu zemini çok iyi kullanmam z gerekir. Elbetteki sorunlar n köklü çözümü sosyalizmle olacak, ama biz bunun ön haz rl ğ n yapmal y z. Bizim düşüncelerimizle çelişmediği sürece hiçbir arac

reddetme lüksümüz olamaz.


YasancakDünya_1

05.05.2005

13:11 Uhr

€urocular!..

Yaflanacak

Dünya Uzanlar›n ipi neden çekildi? lirler. Yugoslav göçmeni olan baba Kemal Uzan, eski bir nazi işbirlikçisidir. Nereden bulduklar

hâlâ bilinmeyen ilk sermayelerinin kaynağ da muhtemelen bu karanl k geçmişin karanl ki ilişkilerinde sakl d r. Uzanlar’ n piyasada boy göstermeleri, ‘60’lı yıllarda Yeni İstanbul gazetesini kurarak başlar. Bu, Babıali’deki ilk gazeteci satın alma operasyonudur aynı zamanda. Dönemin birçok ünlü gazetecisini büyük paralar karş l ğ transfer etmişlerdir. Yine Türkiye gazetecilik tarihinin ilk promosyon (siz dolandırıcılık diye anlay n) kampanyasının başlatıcısı, “kuponla ev vereceğiz” diye binlerce insanı dolandıran yine bunlardır.

Gelene a¤am, gidene paflam

Bir Uzanlar furyasıdır gidiyor. Doğan Holding’le kapışmaları, gazete sütunlarını da kaplıyor, birbirlerine demediklerini bırakmıyorlar. Kim bu Uzanlar? Neden bu denli gündemimizdeler? Son yirmi y lda öne ç kan “köşe dönücü” ailelerden biri olduklar için gündemimizdeler. Hayas z bir sömürü, talan ve vurgun sonucu büyüttükleri servetlerinin bilinen k sm nda şunlar var: Birçoğu mültitrilyon değerinde 50’ye yakın sanayi, ticaret, finans ve medya şirketi... Özelleştirme yağmasından yararlanarak el koydukları 10’dan fazla KİT... Yurtdışında en az yarım milyar dolar, yurtiçinde ise bunun birkaç misli nakit para... Yüz milyonlarca dolarlık kredi bağlantıları… Yatlar n n, katlar n n, çiftlik, ev ve arsalar n n ise haddi hesab

yok... Uçaklar, helikopterler...

Karanl›k geçmifl... Uzanlar’ın bugünü gibi geçmişleri de büyük ölçüde karanlıktır. Hiçbir şirketinin bilançoları açıklanmaz. Haklarında araştırma-inceleme yapmak isteyen gazeteciler, ekonomistler ya satın alınarak susturulur ya da tehditlerle etkisiz hale getiri-

24 Ocak Kararları ve faşist 12 Eylül darbesi, ardından Özal neo-liberalizmi, emperyalizm bağlantılı karapara çetelerinin saldırganlığına uygun bir zemin sundu. Uzanlar, ilk özel televizyon olan Star’ı kurdular. Uydu üzerinden yapılan bu yayın yasalara aykırı olmasına rağmen, bu engeli aşmak için Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal’ı ortak etme cinliğini gösterdiler. Bu sayede bürokrasi-

deki engelleri aşmaları da kolaylaşt . Özal imparatorluğu zayıf düşünce, ilk işleri Ahmet Özal’ı şutlamak oldu. Uzanlar ‘80’li yıllarda dev çaplı kredi batakçılığıyla servetlerine servet kattılar. Emlak Bankası ve Vakıflar Bankası’n

sat n alarak Özal döneminde yıldızı parlamış diğer asalakları faka bast rd lar. Öyle ki, nerede zarara düşen ya da satılığa çıkarılan şirket varsa, Uzanlar tepesine çörekleniyordu. İmar Bankası’nın kirli işleri 1987’de ayyuka çıkınca Hazine denetimine alındı. Uzanlar he-

men Ahmet Özal ile yeni bir ortaklık kurarak bu sorunu bertaraf ettiler. “Gelen ağam giden paşam” misali, ANAP hükümetten düşünce bu kez DYP ile flört etmeye başladılar. Daha öncekinin tersine, bu kez ANAP’a saldırarak DYP şakşakçılığı aldı yürüdü. Bu dönem aynı zamanda özelleştirme saldırısının en yoğunlaşt ğ kesittir. Uzanlar önce çimento sektörünün yağmas na giriştiler; ard ndan elektrik üretimi yapan ÇEAŞ ve dağıtım şirketlerini ele geçirdiler. Sonra telekomünikasyon alanına el attılar. Bu süreç aynı zamanda Uzanlar açısından “sonun başlangıcı” oldu. Sabancı ve Koç Holding başta olmak üzere diğer akbabalarla kapışmalarının tohumlar bu dönemde yeşerdi.

Tencere dibin kara... Bugün Aydın Doğan’a bağlı yazılı ve görsel medya Uzanlar’a karşı saldırıya geçmiş durumda. Üstelik bunu, “halkın parasının hortumlanmasına engel olmak” gibi bir maskeyle gizlemeye çalışıyorlar. En yüzeysel bir bakış bile bunun, “tüyü bitmemiş yetim hakkı”nın savunulmasıyla bir alakasının olmadığ nı görür. Uzanlar’ın iflas ettirilmesiyle medya pazarındaki payın büyük bir bölümünü Aydın Doğan’ın kapacağı açıktır. Kaldı ki bu, sadece bir medya pazarı da değil; elektrikten çimentoya, bankalardan finans kurumlarına dek uzanıyor bu pay kapma savaşı. Bugün iki sermaye gruplaşmas n n birbirini safdışı etme mücadelesinden söz edebiliriz. Bir yanda Koç, Sabancı, ve tetikçileri Ayd n Doğan grubu. Diğer yanda Kara Mehmet’ler, Toprak, Dinç Bilgin, Uzanlar… Birinciler ikincileri safdışı etme çabasındalar; ikinciler, bankalarına, enerji şirketlerine, medya tekellerine el konulmasına karşı ölümüne direniyorlar. Bu asalaklar, bugüne kadar halka karşı kullandıkları şantaj, tehdit, demagoji silahlarını şimdi birbirlerine karşı da kullan yorlar. Hiçbirinin eli ve sicili diğerinden daha temiz değil!

Irak’a asker gönderenler...

Eskiden “Alamanc›” idi ad›m›z, flimdilerde “Eurocular” olduk... Memlekete tatile mi gidiyoruz, yük mü tafl›yoruz belli de¤il... Biz, Avrupa’daki Türk göçmenler, senelik tatilimizi genelde ülkemizde geçirmeyi yeğleriz. Tatil öncesinde başlar bizim stres. Önce alışveriş, daha sonra tatilde giyeceğimiz kıyafetler... Ve sanki “yoklar ülkesine” gidiyormuşuz gibi valizlerimizi tıkabasa doldururuz; ard ndan birkaç kez açıp “eksikler var mı” diye kontrol üzerine kontrol ederiz. Sahil malzemelerimiz... çocukların malzemeleri... yolda yiyeceklerimiz... Bu yoğun telaş ve keşmekeş tatil dönüşüne kadar devam eder. Kimimiz uçaklarla, kimimiz arabalarla ver elini yollar... Kimimiz yollarda soyuluruz. Sırbistan, Hırvatistan, Bulgaristan derken bir “oh!” çekeriz. “Vatan göründü... vatan göründü...” çığlıklarıyla nihayet memlekete varırız.

maktad r artık. Kimisi daha fazlasını bekler, bu yüzden kırgın ayrılır. Annebaba desen ayrı bir dert. Hanım bir taraftan kaş-göz eder. Fırça yemek de var işin ucunda, biraz da kendi ailesine kalsın... Bu keşmekeş, bu onu-bunu memmun etme hali tatil boyunca sürer. “Ne gerek var bun-

rinden de veryansın ederler. Ve dönüş hikayeleri konuşulur s la günlerinde... Aslında ne birbirlerine yaklaşım, ne de bir uzlaşma vardır aralarında. Bir dönem birlikte yaşadığı insanlarla diyalog kurabilme yoktur. Bu bir yere kadar anlaşılabilir aslında; yaşan lan ülkedeki sorunlardan uzaklaşma bir hiçleş-

larla biz yüz yüzeyiz. İşyerinde, okulda, sokakta... Yabancılara yönelik yasa ve uygulamalar her gün daha da ağ rlaşt r l yor. Sokaklarda, alışverişte ırkçı faşist saldırılarla karşılaşıyoruz. Bu sorunlara karş sendikalarda, derneklerde, okul aile birliklerinde... birleşmek gerek. Bizler birey olarak davran-

lara, vermek zoruda mıyız?” denebilir. Ama ülkedekiler bir kez alıştırılmış bu geleneğe. Gidenler de, yurtdışında ezilmişliğin, horlanmışlığın, üçüncü sınıf vatandaş muamelesi görmenin ezikliği içinde, “çok varlıklı olunduğu” yolunda bol bol sıkılan palavralar eşliğinde buna çanak tutarlar. Ama içle-

meyi de beraberinde getirir. Ama hiçbir göçmen kendi ülkesindeki sorunlardan uzak da yaşayamaz. Çünkü eşi-dostu, tanıdıkları orada yaşamaktadır. Ölülerini bile memlekete götürüp gömmektedir. Tabii ki buradaki sorunlar temel alınmalıdır. Çünkü biz burada yaşıyoruz; buradaki sorun-

d kça, sorunlarımızı, s k şm şl ğ m z çözmek için cebelleşirken çıkmazlara daha fazla saplandığımızın farkına bile varmayız. Garip bir yalnızlaşma, çaresiz bir ruh halidir yaşadığımız. Oysaki yüzümüzü çevremize döndüğümüzde, çok daha farkl bir yaşam n olduğunu göreceğiz!..

“Alamanc›lar” de¤il, “Eurocular” olduk art›k... “Alamancılar” değil, “Eurocular geldi” olduk artık. Ortal k Eurocularla dolu... Avrupa’da yaşayanlar n memleketlerinde isimleri yok, lakaplar vard r: Eurocular... Frankçılar... Dolarcılar... Pointciler... Onlar sadece bir yabancı para birimi olarak görülür. Memlekete var ş n ilk günü konu komşu, dost, tanıdık akrabalar ziyarete gelirler. Ver halaya elli Euro... ver komşuya bir gömlek... çocuğa bir saat... içkiyle arası iyi olan yeğene kaliteli viski... Karton karton sigaralar doldurulan valizler boşal-

Türkiye hep en geride... Ankara Ticaret Odası, Türkiye’nin “rakamlarla portresini” çıkardı. ATO’nun çalışmasına göre: Kişi başına düşen 108 dolarlık sağlık harcamasıyla Türkiye, Benin ve Burkina Faso’nun bile gerisinde bulunuyor. Verilere göre ABD’de 3 bin 708, Almanya’da 2 bin 848, Avusturya’da bin 873, Arnavutluk’ta 670, Benin’de 370, Macaristan’da 306, Bunkina Faso da 230 dolar düzeyinde bulunan kişi başına sağlık harcaması Türkiye’de 108 dolarla sınırlı. Her bin kişiye 1.2 doktor düşüyor. Bu oran Almanya’da 3.3, Yunanistan’da 2.1, Avusturya’da ise 2.2 düzeyinde.

BU ÖFKE S‹Z‹ BEKL‹YOR!

Seite 12

Türkiye’de, ders başına öğretmenlere verilen ücret 1 dolarla sınırlı kalırken OECD ülkelerinde bu rakamın ortala-

ması 42 dolar düzeyinde bulunuyor. Türkiye’de bir öğretmen y lda 4 bin dolar kazan rken, Fransa’da bir öğretmen bunun on kat n al yor. Türkiye’de her 4 kadından biri okuma yazma bilmiyor. Okuma yazma bilmeyen 7,5 milyon kişinin 6 milyonunu kad nlar oluşturuyor. Eğitimli gençler aras ndaki işsizlik, Türkiye genelinde yüzde 31.1’e kadar yükselirken, kentlerde bu oran yüzde 33 s n r na dayand . Ekonomideki kamu pay aç s ndan, Türkiye OECD ülkelerinin gerisinde bulunuyor. İsveç’te yüzde 58, Almanya ve Fransa’da yüzde 53, Belçika’da yüzde 49, ABD’de yüzde 32, İrlanda’da yüzde 31 olan ekonomideki kamu pay , Türkiye’de yüzde 24 düzeyinde.

Sanayi sektöründe fiyatların tarım sektöründe olduğundan daha hızlı artması sonucunda, tarımdan sürekli kaynak transfer ediliyor. 1998 yılında 1 litre mazot için 2 kilo buğday gerekirken 2002 yılına gelindiğinde 1 litre mazotun karşılığını 6.5 kilo buğday oluşturuyor.

liye Bakanlığı verilerine göre, 1996 yılında incelenen matrahlarda tespit edilen vergi kaçakçılığı oranı yüzde 26.6.

Tarıma yönelik sabit sermaye yatırımları da sürekli azalıyor. 1980 yılında milli gelirin yüzde 7.6’sı oranında tarımsal yatırım yapılırken, bu oran 2002 yılında yüzde 4,3’e geriledi.

Türkiye, Avrupa genelinde “en pahalı benzin” kullanan ülke niteliğinde. Yunanistan’da 58, İrlanda’da 74, Portekiz’de 80, Almanya’da 81, İtalya’da 88, İngiltere’de 101 sent olan benzin Türkiye’de 110 sentten satılıyor.

Kay t d ş ekonomi Türkiye’de yüzde 40 düzeyinde. Bu oran ABD’de yüzde 9, İngiltere’de yüzde 11, Hollanda’da yüzde 12, Almanya’da yüzde 14, Fransa’da yüzde 15, İtalya’da yüzde 26, Malezya’da ise yüzde 39. Türkiye’deki vergi kaçakçılığı oranları da giderek artıyor. Ma-

2001 yılında bildirilen matrah tutarı 7.3 katrilyon lira olurken bildirimden saklanan matrah tutarı 13,4 katrilyon lira.

Türkiye’de asgari ücretle milletvekili maaş aras nda 25 kat fark bulunuyor. Bu gelir fark

Almanya’da 6, Danimarka’da 5, İtalya’da ise 4 kat. Artan iç ve dış borçlar sonucu 2002 yılında bütçenin yüzde 58’i faiz ödemelerine ayrıldı.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.