ADAM - Bulten 2007

Page 1

BİRİNCİ BÖLÜM:

CUMA KONFERANSLARI

Ankara Düşünce ve Araştırma Merkezi (ADAM), gelenekleşmiş Cuma konferansları uygulamasını 2008 yılı içinde de sürdürmüş ve bu çerçevede her hafta Cuma günü 19.30’da konularının uzmanları kişilere konferanslar verdirterek müdavimlerinin çok değişik konularda birinci elden bilgi ve yorumlara ulaşmalarını sağlamıştır. Katılımcıların soru ve yorumlarıyla bu konferansların oldukça canlı ve verimli geçtiğini belirtmemek haksızlık olur. Bu bölümde konferansları veren uzman ve akademisyenlerin kendilerinin yaptıkları özetlerden ya da konferanslara katılanlarca tutulan notlardan oluşturulmuş bir derleme yer almaktadır.


1. KONFERANS Üretim ve Tüketim Tarzı Ekseninde Türkiye’nin Modernleşme Deneyimi Yrd. Doç. Dr. Mustafa ORÇAN Kırıkkale Üniversitesi Türkiye’de batılılaşma ve modernleşme kavramları genelde politik bir konu olarak tartışıldı. Yine her iki kavram çoğunlukla birbirinin yerine kullanıldı. Bu bakımdan bu kavramların sınırlarını politik temelden hareketle değil, ekonomik faaliyetlerden hareketle çizmeye çalışacağız. Öncelikli olarak her iki kavramın, çağdaşlaşma/muasırlaşma denilen sürecin iki farklı boyutunu temsil ettiğini belirtmemiz gerekir. Sanayi sonrası dünyada meydana gelen dönüşümlere bakıldığında, çağdaşlaşma adına toplumlarda iki farklı deneyimin yaşandığı görülmektedir. Birincisi modernleşerek çağdaşlaşma, diğeri ise batılılaşarak çağdaşlaşmadır. İkisi de batı orijinli olmasına karşın, farklı değişim deneyimine karşılık gelir. Birincisi, batının tüketim kültürü kadar üretim tarzını da dikkate alarak bu yönde politikalar üreten bir süreci ifade ederken, ikincisi, daha çok batının tüketim ve kültürel değerlerini önemseyen, bu değerlerle ekonomik kalkınmanın gerçekleşeceğini düşünen bir yaklaşımı ifade etmektedir. İlkinde üretim tarzının ya da ekonomik aktivitenin öncülüğünde değişim öngörülmekteyken, ikincisinde, zihinsel değişimlerle ekonomik kalkınmanın gerçekleşeceği ileri sürülmektedir.

Ekonomik temelli değişimlerin önemli bir özelliği, diğer sosyal değişmelerin kendiliğinden gerçekleşmesine izin vermesidir. Bireylerin üretim tarzı değiştiğinde, göçler başlayacak, sınıflar arasındaki geçişler hız kazanacak, eğitim seviyesi değişecektir. Fakat ikincisinde yani batılılaşmada, üretim tarzı tam olarak değişmediği için bunların hiçbirinde ciddi bir değişiklik görülmez. Ne göçler yaşanır, ne sosyal sınıflarda ciddi bir hareketlenme görülür, ne de eğitim seviyesinde bir iyileşme gözlemlenebilir.


Batılılaşmada, genelde tüketim ve tüketim tarzında, politikada, kültürde ve değerler alanında daha çok değişimler yaşanmaktadır. Modernleşmede ise yine batılı tüketim tarzı egemendir; fakat modern üretim tarzı da en az batılı tüketim tarzı kadar etkindir. Bu nedenlerle batılılaşma tipi değişimde daha çok yoksulluk içinde bir değişmeden söz edilirken, diğer değişme tipinde daha varsıl bir şekilde bu değişimler karşılanır. Bu genel çerçeveden sonra kendi deneyimimize ve şu anda dünyanın Amerika’dan sonra en büyük ikinci ekonomisi konumunda olup -Türkiye gibi- batı dışı bir toplum olan Japonya’ya bakıldığında, iki çağdaşlaşma seviyesinin hangi boyutta olduğu görülebilecektir. Türkiye yakın dönemlere kadar daha çok batılılaşarak çağdaşlaşmaya çalışırken, Japonya modernleşerek bu süreci izlemiştir. Batılı tüketim tarzıyla üretim tarzı arasındaki mesafe kısa tutulmuştur. Bu nedenden dolayıdır ki, Japonya dünyanın en büyük ikinci ekonomisi konumundadır. Türkiye ise onyedinci sırada yer almaktadır. Kişi başına düşen milli gelire bakıldığında 2008 yılı itibariyle Türkiye’de kişi başına düşen GSMH 9.000 dolar civarındayken, Japonya’da bu rakam Türkiye’nin yaklaşık dört katına tekabül etmektedir. Bu argümanlardan hareketle Türk modernleşmesi, tamamlanmamış eksik bir modernleşmedir denebilir. Modern tüketim tarzıyla üretim tarzı arasındaki süreç uzadıkça, modernleşme gecikir. Bunun bir sonucu olarak, Türk asrileşme deneyiminde bir sanayi devriminden söz edilemez. Fakat Japonya, İngiltere ve Amerika’dan sonra üçüncü sanayi devriminin gerçekleştirildiği ülke olarak bilinir. Japonya ile ilgili bugüne kadar gelmiş yanlış bir algılamayı da burada belirtmek gerekir. “Japonlar, üretim tarzını ve teknolojisini değiştirirken kültürel değerlerin değişmesine izin vermedi” gibi bir söylem çok iddialı bir söylemdir. Kültürel değerler, ekonomik ve teknolojik değişimlerden ayrı düşünülemez; bu değişimlerden payını alacaktır. Fakat değişim tarzı ve değişimin boyutları - yukarıda belirtildiği gibi- farklı olabilir. Bu bakımdan Türkiye’de değişimin önceliğini, her zaman için toplumun ve bireylerin refahını artıracak, ayrıca hayat standardının gelişmesine ve eğitim seviyesinin yükseltilmesine neden olacak olan üretim tarzına vermek gerekmektedir. Diğer alanlardaki değişmeler kendiliğinden gerçekleşecektir. Önceden gelişmişlik bakımından devlet toplumun önünde yer alıp öncülük yapmaya çalışırken, günümüzde devlet toplum ve bireylerin gerisinde kalmıştır. Üçüncü aşamada her ikisi arasında bir uyum ve sentez ortaya çıkabilir.


2. KONFERANS İslam Ülkeleri arasındaki Ekonomik ve Ticari İşbirliği Fatih Ünlü DPT Uzmanı

Küresel gelişmeler karşısında İslâm ülkeleri de dünya ölçeğinde ekonomik kalkınmada ‘örgütlü ve ortaklığa dayalı işbirliğini gerçekleştirme stratejisi’ne dayalı olarak en üst düzey siyasi kuruluşları olan İslâm Konferansı Teşkilatı (İKT) aracılığıyla bir dizi ticari işbirliği adımları atmışlardır. Bu bağlamda İslâm Konferansı Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) 1990’da Tercihli Ticaret Sistemi Çerçeve Anlaşmasını (TPSOIC) kabul etmiştir. Yine İslâm ülkeleri devlet başkanlarını bir araya getiren İslâm Zirvesi’nin 1994 yılındaki 7. Toplantısında imzalanan İKT Üye Ülkeleri Arası Ekonomik ve Ticari İşbirliğini Güçlendirme Stratejisi ve Eylem Planı, İSEDAK’ın 10. Toplantısında onaylanmıştır. Son otuz yıl içerisinde İslâm ülkeleri arasındaki genel ticaret seviyesini artırmak üzere akdedilen ticari anlaşmaların TPS-OIC ve özellikle PRETAS dışında amaç ve hedefler bakımından son derece genel hükümler içermesine rağmen yine de İslâm ülkeleri arasında karşılıklı bir ‘yakınlaşma’ sağlamıştır. Gerek genel ticaret seviyesine gerek ülkeler arası seviyeye gerekse sektörel seviyeye bakıldığında Bazı konjektürel ve lokal gelişmeler bir yana bu yakınlaşmanın etkisiyle karşılıklı ticaretin geçen süre içindeki mütevazi eğilimine rağmen özellikle son 20 yıl içerisinde artan bir seyir izlediği gözlenmektedir. Bu dönemin en belirgin özelliği arkasındaki güçlü politik destekle birlikte Tercihli Ticaret Sistemi Çerçeve Anlaşması’nın (TPS-OIC) yürürlüğe girmiş olmasıdır. Öyle görünüyor ki anılan yasal düzenleme ülkeler arası ticari işbirliğine olumlu düzeyde bir katkı sağlamıştır.


Bileşik büyüme oranı itibariyle 2007 yılından geriye doğru 5 yıllık ara dönemlere bakıldığında İslâm ülkeleri arası ticaretin TPS-OIC’nin yürürlüğe girdiği 2002 yılından itibaren geçmiş yıllara kıyasla önemli oranda artış gösterdiği görülmektedir. 2003-2007 yılları arasındaki 5 yıllık dönemde toplam ticaretteki değişim oranı %18.3 iken, 19982002 arası dönemde %13.7, 1993-1997 arası dönemde ise % - 0.6 gibi oldukça düşük bir seviyede gerçekleşmiştir. Aynı oranın bir önceki beş yıllık dönemde % -9.3 olduğu göz önüne alındığında İslâm ülkeleri arası ticaretteki 2003-2007 yılları arasında toplam ticaret sayılarına (ihracat ve ithalat) bakıldığında Türkiye, Suudi Arabistan ve Malezya İslâm ülkeleri ile ticarette dünyanın geri kalan ülkeleriyle ticaretinden daha büyük bir ilerleme göstermiştir. Listenin başında gelen Türkiye’nin belirtilen dönemde İslâm ülkelerine olan ihracaatı (%23.4) ithalatının (%22.2) önüne geçerek diğer dünya ülkeleriyle olan ticaretinin hatırı sayılır oranda üzerinde seyretmiştir. Şemada görüldüğü gibi Suudi Arabistan da Türkiye ile aynı tendi izlemektedir. Malezya’nın ithalatıyla ilgili verilere baktığımızda ise İslâm ülkelerinden yaptığı ithalat %19.2 oranında büyürken, diğer ülkelerden yaptığı ithalat yaklaşık %11.9 oranında büyüme kaydetmiştir. Bunlara ilave olarak kayda değer bir başka gelişme de İslâm ülkeleri ile yüksek ticaret büyümesine sahip olan Malezya ve Türkiye’nin Afrika ülkeleri ile olan ticaretlerindeki artışın en üst düzeyde seyretmesidir.


3. KONFERANS Yer/el/leşen Dünya’da Küreselleşen Türkiye: Ulus-çu-Devletin Krizi Yrd. Doç. Dr. Murat Cemrek Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Ulus-devlet modernitenin uzantısı olarak ortaya çıksa da, diğer modern fenomenler gibi, ya geleneği belli ölçüde korumak durumunda kalmış, ya da onu tersyüz etmiştir. Elbette, kadim olanla arasında bir bağ kurduğu kadar, kendi farklılığını da yansıtmayı başaran ulus-devletin en temel vasfı, meşruiyetinin kaynağını -Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin (1844-1900) “Tanrı öldü” ifadesindeki gibi- ilahî yerine dünyevi olandan almasıydı. Ulus-devletin territoryal (coğrafi sınırlara bağlı) vasfı, topraksız herhangi bir devlet olmadığından hareketle, kadim olana bağlanırken; kendisini belli bir alana hapsetmesi ile de geçmişin fütuhatçı siyasal ünitelerinden (küçük beyliklerden imparatorluklara kadar hepsi) ayrılıyordu. Ulus-devleti “yerel” kılan “yer”e gereğinden fazlasıyla bağlılığı idi. Bu “Tanrısal” irade, yine modernitenin küresel ölçekte getirdiği yerelleşme ile kurgusunu kaybetmeye başladı. Artık “yerel” ve/ya “ulusal” hiçbir şey kalmadığı gibi, mefhum-u-muhalifinden bir okumayla her şey fazlasıyla “yerel” ve/ya “ulusal” olmakta ama anlamlarında belirgin bir kayma yaşanmaktaydı. Bu ortamda daha fazla territoryal kalmanın veya kalamamanın sıkıntısını yaşayan bu siyasal ünite, “ulus” olarak kurguladığı yapının ulusçu (nationalist) boyutunu artık daha fazla gözlerden kaçıramayacaktı.

Yaldızlarının döküldüğünün farkına varıldığında ise meşruiyet krizine doğrudan ulusçuluk girerken, ulus da dolaylı olarak krizin muhatabı oluyorlardı. Bu teorik çerçevenin en iyi gözlenebildiği ülkelerden birisi de yukarıdan-aşağıya devlet eliyle – haliyle fazlasıyla cebrî- modernleştirme örneği Türkiye’dir. Türkiye’de etno-linguistik anlamda homojen bir ulus yaratma fikri küreselleşme ile bilgiye ulaşmanın bu kadar ucuzladığı bir çağda ironik olarak iki kere fiyasko ile sonuçlanmıştır. Birinci fiyasko, Lozan’da arkaik bir şekilde Türkiye’deki azınlıkların genç Cumhuriyet tarafından -kadim İslam imparatorluklarında uygulanan Millet sistemine benzeyen şekliyle- din merkezli


olarak tanınmasıdır. Bu pratik, Nüfus Mübadelesi ile taçlanırken bugünkü Türkiye’nin – en azından kâğıt üstünde- en homojen hali Müslümanlık olurken, ikinci fiyasko İslam’ın kamusal alandan çıkarılmasıdır. Böyle bir garabet uzun vadede sekülarizmden daha ziyade İslam yanında saf tutan devletin ironisini fark edilir kılmaktan başka bir işe yaramamıştır. Dahası, ne mezhepsel anlamda ne de etnik anlamda bir homojenliği olan toplumun fay hatları derinleşmiştir. İletişim ve ulaşım olanaklarının küresel bazda etkileşimi yoğunlaştırması, daha önce bastırılan kimliklerin önce “tanınma” ile başlayan taleplerini fazlasıyla “siyasal”laştırmıştır. Artık, Pandora’nın kutusunun açıldığı bu zamanda “milli birlik ve beraberlik” mesajlarının ulusu derleyip toparlama gücü sönükleşirken, bizatihi ulusçuluk fazlasıyla sorgulanmaya açılmıştır. Bu da ulus-devlet olarak kendini pazarlayan ulusçu devletin krizidir.


4. KONFERANS Makroekonomik İstikrar(sızlığ)ın Türkiye Ekonomisi Toplam Faktör Verimliliğindeki Rölü Raif CAN DPT, Planlama Uzmanı İktisat yazınında ülkelerin kalkınmasında makroekonomik istikrarın gerekli, fakat yeterli olmadığına dair çalışmalar vardır. Özellikle Fischer’in 1993 yılı Para Ekonomisi dergisindeki makalesi, ülkelerin kalkınmasında makroekonomik istikrarsızlığın olumsuz etkisini göstermektedir. Makroekonomik istikrar kısa vadede, enflasyon, faiz, döviz kuru, bütçe açığı gibi makro parametrelerin öngörülemeyecek derecede oynak olması şeklinde tanımlanabilir. Fischer’e göre makroekonomik istikrarsızlık kaynak dağılımını bozmakta; ekonomik birimleri verimli olmayan alanlara yönlendirmekte; karar birimlerini uzağı göremez hale getirmektedir. Ayrıca, ekonomiyi de daha kırılgan yapmaktadır. Uzun vadede kalkınmayı belirleyen en önemli faktörün toplam faktör verimliliği olduğu iktisat yazınında öteden beri savunulan bir diğer hipotezdir. İktisat yazınındaki çalışmalara paralel olarak, bu çalışmada uzun yıllar boyunca makroekonomik istikrarsızlık problemi yaşanan Türkiye ekonomisinde bu etkinin toplam faktör verimliliği performansını hangi kanallarla nasıl etkilediği incelenmiştir.

Çalışmada, regresyon analiz yöntemi kullanılarak, 1972-2003 dönemi için Türkiye ekonomisinde, makroekonomik değişkenlerin Toplam Faktör Verimliliği (TFV) büyümesi üzerindeki rolü incelenmiştir. Çalışmanın empirik bulgularına göre, döviz kurundaki istikrarsızlık ve reel kurun değerlenmesi TFV büyümesini olumsuz etkilerken, mal ihracatındaki artış, ara malı ithalatının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya oranı, kamu altyapı yatırımlarındaki reel artış ve cari işlemler açığının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya oranı TFV büyümesi üzerinde pozitif etkiye sahiptir.


Çalışmanın bulguları neticesinde makroekonomik istikrarın Türkiye ekonomisinin kalkınması için gerekli olduğu, ancak tek başına yeterli olmadığı anlaşılmıştır. Uzun vadeli kalkınma için beşeri sermaye stokunun kalitesini ve niceliğini artıracak yapısal reformlara ihtiyaç olduğu, büyüme teorileri çerçevesinde anlaşılmaktadır.


5. KONFERANS Evlâd-ı Fatihan Diyarından… Ali MASKAN TİKA Makedonya Koordinatörü

Osmanlı'nın İstanbul'u fethetmeden yerleşip bir medeniyetin tohumlarını attığı Balkan coğrafyasının, sadece geçmişte değil, gelecekte de Türkiye açısından büyük bir önemi haiz olduğunu geç de olsa idrak etmenin haklı gururunu yaşadığımız bu yıllarda, Balkanlar ve özellikle Makedonya üzerine birşeyler söylemek, umarım hafızalarımızdan silinmiş hatıraların yeniden canlanmasına vesile olur. 14. yüzyılda bölgeye giren Osmanlı gerek bölgede mevcut Türkler ve Müslümanların varlığı, gerekse de kitleler halinde Müslüman olan Arnavut ve Boşnakların desteği ile kısa sürede Balkanlarda hakimiyet kurabilmiştir. 20. yüzyılın başlarında Balkanlardan tamamen çekilmenin ardından yaşanan kopukluk insanların kalbinde yanan ateşi söndürmemiş, sadece üzerini küllendirmiştir; tâ ki Yugoslavya'nın parçalanıp savaşların çıkmasıyla birlikte orada yaşayan Müslümanların ve Türklerin varlığını bizler yeniden hatırlayıncaya kadar. Kaleleri, hanları, hamamları, camileri, çarşıları, köprüleri, evleri, insanları ve daha sayamayacağımız yüzlerce eserleriyle her geçen gün biraz daha küskün, varlığını sürdüren bu medeniyetin yeniden farkına varmak ve Anadolu'daki kardeşleriyle buluşturmak, sanıyorum tarihin bize yüklediği önemli görevlerden birisidir. Osmanlının bataklıkta gül yetiştirdiği Makedonya şehirleri şarkılarıyla, türküleriyle, folkloruyla, giyim kuşamıyla, yemekleriyle, arzuları ve tutkularıyla hep kendimizden birşeyleri hatırlatır bize. Arnavut kaldırımlı dar sokakların kenarlarına dizilmiş cumbalı evlerin önünden geçerken, eski Ohri mahallesinin atmosferi içinde kendinizi bir başka huzurlu hissedersiniz. Bir tarafta Camileri, bir tarafta Kiliseleri, diğer tarafta Sinagogu ile çevrili çarsıda gezerken, yüzyıllar öncesinde kasabalı beyefendilerin konuşmalarını hissedersiniz kulaklarınızda. Aniden Vardar ovasından gelen bir ılık rüzgar size Pikolomini'nin nasıl bu güzelim şehri baştan sona acımasızca yaktığını hatırlatır size, içiniz burkulur.


Doğu Makedonya'nın dağlarında yörük Türklerini duyarsınız. Toros dağlarının tepelerinde yaşayan yörüklerden hiç farkı olmayan bu fedakar bekçiler, yüzyıllardır hiç bıkmadan kendilerine verilen görevleri sorgulamaksızın hayatlarını sürdürmektedirler.

Sarışın yeşil gözlü çocuklar al al yanaklarıyla size tebessüm ederler; en temiz Türkçeleriyle, bir tek kelime Makedonca bilmeden. Tarihin donduğunu ve zamanın hiç geçmediğini düşünürsünüz, tütün toplayan genç kızların yaktığı türküleri dinleyince. Titrek elleriyle sardığı tütünü içine çekerken, yüzyılların özlem ve arzusunu içine çektiğini hissedersiniz yaşlı amcanın; "bunca yıldır yollarınızı bekledik, artık unutulmayı kader bildik" dediğini hissedersiniz gözlerinden. Gezdiğiniz her karış toprakta Sarı Saltuk'un nefesinizi hissedersiniz ensenizde; başka türlü bunca yıldır nasıl ayakta kalırdı bu medeniyet?... Allah rızası için, bu topraklarda gül yetiştiren bu insanların yüzü suyu hürmetine, bir tas su da biz dökelim bu gül bahçesine.


6. KONFERANS BOSNA’DA TÜRK BAYRAĞI DALGALANIYOR Doç. Dr. Bülent ARI TOBB ETÜ Tarih Bölüm Başkan Yardımcısı Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi’nin (TİKA) desteğiyle 14-15 Şubat 2008 tarihlerinde ADAM ve Uluslararası Saraybosna Üniversitesi (International University of Sarajevo: IUS) tarafından Saraybosna’da ortaklaşa “Doğu Batı İlişkileri: Geçmiş, Günümüz ve Gelecek” başlıklı bilimsel faaliyet düzenlendi. ADAM adına Prof. Dr. Ramazan Gözen, IUS adına Prof. Dr. Ertuğrul Taçgın’ın organizatörlüğünü yürüttükleri konferansa Türkiye’den Mehmet Bulut, Ramazan Gözen, Mustafa Acar, Kudret Bülbül, Metin Toprak, Nasuh Uslu, Murat Yülek, Selim Aslantaş ve Bülent ARI, Bosna’dan ise Ahmet Alibašić, Fikret Karcic, Mehmet Can, Emir Hadzikadunic, Muhidin Mulalic ve Elif Nuroğlu konuşmacı olarak katıldılar.

Katılımcılar, tarihi perspektif içinde Doğu-Batı ilişkilerine temas ettikten sonra günümüze kadar gelen süreç içinde, bilhassa Balkanlarda cereyan eden ticarî, iktisadî ve sosyal olayların genel bir değerlendirmesini yaptılar. Bu çerçevede, gelecekte, iki ülke başta olmak üzere, İslam dünyası ile Batı ve Türkiye ile AB arasındaki dinamiklerin nasıl seyredeceğini müzakere ettiler. Konuyla ilgili olarak 22 Şubat 2008 tarihinde Bülent ARI ADAM’da bir sunuş yaptı. Sunuşunda, Bosna seyahatine dair fotoğraflar ve haritalarla slaytlar gösterildikten sonra konferans notları aktarıldı. Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nin kuruluş ve faaliyetleri hakkında bilgi verildi. Sözkonusu üniversiteye Türkiye’nin hükümet ve sivil


kuruluşlar düzeyinde verdiği hem maddî ve idarî, hem de akademik destek anlatıldı. Buna göre, Türkî Cumhuriyetler kapsamında değerlendirilen IUS’te görev alan öğretim elemanları, 3 yıla kadar izinli sayılıyor ve Türkiye’deki maaşları da işliyor. Çok sayıda Türk işadamı ve gönüllüler, üniversitenin kuruluşunda emek vermiş. Bu destek halen de devam etmekte. İngilizce eğitim veren IUS, dünyanın her tarafından gelen öğrencilere evsahipliği yapıyor. Şu anda Avusturya döneminden kalan tarihi bir binada eğitim veren üniversitenin kampus inşaatı da hızla devam ediyor. ADAM üyelerinin konferansın ardından gerçekleştirdikleri geziye ait notlar sunuşta fotoğraflarla aktarıldı. Bunlar arasında 1992-1995 Bosna direnişinin simgesi haline gelen ve havaalanının altından geçen tünel de bulunuyor. Tünelin başladığı yerde evini bağışlayan yaşlı Bosnalı kadınla yapılan mülakat ve acımasız savaşın izleri nakledildi. Miljacka Nehri’nin aktığı vadi içinde kurulu Saraybosna içindeki tarihî doku, Anadolu’da pek örneği kalmamış Osmanlı şehir mimarisini bütün özellikleriyle yansıtıyor. Başçarşı, sade ve insanı yormayan bir alışveriş merkezi. Yol boyunca sıralı medreseler, bedesten, Gazi Hüsrev Bey Camii gibi yapılar aynen korunmuş. Tabii savaş yıkımının izleri temizlenip restore edilmiş haliyle. Şehrin diğer ucunda ise katedraller, kiliseler ve sinagog, bir arada yaşayan kültürlerin canlı şahitleri olarak hala ayakta. Kütüphane ise üzerinde binlerce merminin izi ve bombalamanın ardından geçirdiği yangının yaralarıyla hâlâ yardım için derinden inliyor. Bu dinginliğe rağmen, 1914 Haziran’ında I. Dünya Savaşı’nın başladığı yer olan Avusturya Veliahdının suikaste uğradığı köprübaşı, Saraybosna’nın makus talihini sürekli hatırlatıyor. Bosna’nın tarihi şehri Mostar seyahati, yakındaki Sarı Saltuk Tekkesi ziyaretiyle başladı. Şehirdeki Osmanlı izleri ve savaşın harap ettiği tarihi binalar, top yıkıkları ve mermi izleri hâlâ canlı bir şekilde yaşamaktaydı. Mimar Sinan’ın talebesi Mimar Hayreddin tarafından inşa edilen Mostar Köprüsü (1566) restore edilmiş haliyle ziyaret edildi. Koski Mehmed Paşa (1618) ve Karagöz Begova Camileri de (1557) Osmanlı mimarisinin Balkanlardaki şaheserleri arasındaki yerini muhafaza ediyor. Diğer bir tarihî eser ise 300 yıllık Muslubegovica Konağı. Osmanlı konak mimarisinin bütün özelliklerini barındıran konağın haremlik, selamlık ve hayattan oluşan yapısı, sadelik ve inceliğinden hiçbir şey kaybetmemiş. Şehir merkezi, bir bütün olarak tarihi dokusunu halen taşıyor ve her geçen gün savaşın izleri birer birer siliniyor. Dubrovnik yolu üzerindeki bir başka Osmanlı kasabası Pocitelj’e uğramak gerektiği rehber tarafından bildirilince Mostar gezisi kısa tutuldu. Nehrin aktığı bir vadide kurulu kasaba yamaca doğru yükselerek en tepede bir hisarla korunuyor. Kasabadaki camiin içinde minberde Türk bayrağının asılı olduğunu hatırlatmadan geçmemek lazım. Güneşli, fakat soğuk bir havada başlayan seyahat, akşam yoğun kar yağışı altında tehlikeli bir yolculukla Saraybosna’da tamamlandı. Ertesi gün havaalanından dönüş de yine kar altında idi. İstanbul’a tamamen kar ve tipili havada inildi. Bahar ve yazın yapılacak bir Bosna seyahatinin çok daha güzel geçeceği muhakkak.


7. KONFERANS Son Dönemde İsrail'in Ortadoğu’daki Politikaları ve Bölgeye Etkileri Sami Mehmet HIDIR Başkent Üniversitesi ADAM’ın 29 Şubat 2008 de düzenlemiş olduğu “Son Donemde İsrail'in Ortadoğu’daki Politikaları ve Bölgeye Etkileri” adlı seminerde İsrail-Filistin sorununun kısa tarihi ve İsrail’in işgal ettiği bölgeler tarihsel sıralama ile gözler önüne serildi. Ardından Siyonizm’in düşünce yapısı, hedefleri, diğer insanlara bakış açısı ve Filistin sorununa Filistin’e komşu ülkelerin gösterdiği tavır ele alındı. Daha sonra Filistin halkı tarafından son seçimde iş başına getirilen Hamas ve diğer örgütlerin soruna bakış açıları ele alınarak, çözüm için tarafların öne sürdükleri şartlar aktarıldı. Seminerin son bölümünde Filistin halkı içinden çıkarak halka daima bir moral ve mukavemet kaynağı olmuş Filistinli kanaat önderlerinin yaşamlarından ve mesajlarından kesitler paylaşıldı. Genellikle uluslar arası kamuoyunda Filistinli liderler ve kanaat önderlerinin barış istemediği, yalnızca savaş çağrısı yaptıkları yönünde bir algı mevcuttur. Böyle bir algının oluşmasında Siyonist güçlerin kontrolündeki medyanın büyük rolü vardır. Oysa duruma yakından bakıldığında sözkonusu algının tam olarak gerçeği yansıtmadığı anlaşılmaktadır. Örneğin, belirli odaklarca sürekli “terörist” yaftalamasına konu olan, Filistinli etkili kanaat önderlerinden Şeyh Ahmet Yasin’in şu beyanatı bu bakımdan öğreticidir:

“Bütün insanlığa haykırıyoruz ki, biz Yahudilerle, onların Yahudi olmalarından dolayı savaşmıyoruz. Bilakis onlarla bize saldırmaları, topraklarımızı, yurdumuzu ve evlerimizi elimizden almaları, evlatlarımızı, annelerimizi, babalarımızı öldürmeleri, bizi


öz yurdumuzdan kovmaları yüzünden savaşıyoruz. Biz "barış"ı sevmiyor değiliz. Bilakis "barış"ı seviyoruz. "Selam (barış)" Allah'ın adıdır. Ancak işgal yönetimi "barış"ı istemiyor. İnsanların haklarını gasp ederek onları yurtlarından kovan, haksızlığa uğratan, evlerini yıkan odur. O "barış"a inanmıyor. Biz Yüce Allah'ın yeryüzünde gerçekleştirilmesini istediği gerçek barışı istiyoruz. Filistin halkının hedefi tektir. Düşmanı da birdir. Haklarımızı ve topraklarımızı geri alıncaya kadar da savaşacağız. Bizim sahibimiz (velimiz) Allah'tır. O'ndan başka da sahip (veli) yoktur. Allah bizimledir. Onların beraberinde ise şeytandan başkası yok. Cihadsız bir toplum varlığını sürdüremez. Çünkü cihad İslam'ın istediği barışın yoludur. Cihad etmeyen bir toplum ölüler gibi olur. Şimdi biz niçin çarpışmayacağız? Evlerimizden ve yurtlarımızdan çıkarılmışız. Kendimizi savunma hakkımız olmayacak mı? Bütün semavi şeriatlar da, beşeri hukuk sistemleri de bize topraklarımızı savunma hakkı vermektedir.” Bu mesajdan da anlaşılması gerektiği gibi, İsrail-Filistin çatışması ile ilgili tartışmalarda belirli kişileri veya bütün bir toplumu “barış istemeyen teröristler” olarak damgalayan yaklaşımlara karşı dikkatli olmalı, bölgede kimin ne istediğine ve ne yapmaya çalıştığına daha yakından bakmayı denemeliyiz.


8. KONFERANS Ask ve Nefret Arasında Türkiye’de Toplumun Batı Algısı Doç.Dr. Kudret BÜLBÜL Kırıkkale Üniversitesi İİBF Öğretim Üyesi

Kudret Bülbül, Bekir Berat Özipek, İbrahim Kalın, SETA Yayınları, Ankara, Şubat 2008

Türkiye’de, herhangi bir temsil niteliği olmayan insan, Batı’yı ve Hıristiyanlığı nasıl algılıyor? Batı’nın dinine mi, kültürüne mi, siyasetine mi, yoksa “Batılı olan” her şeye mi karşı? Batı “medeniyetin beşiği” mi, yoksa “sömürgecilik” mi? Batı gelişmişliği mi, yozlaşmışlığı mı ifade ediyor? Batılı halklar, kendi devletlerinin savaş politikalarını onaylıyor mu? Uluslararası ilişkiler alanında yaşananlar, Türkiye’de toplumun AB’ye bakışını hangi yönde etkiliyor? Bu hafta Merkezimizde Doç. Dr. Kudret Bülbül, Bekir Berat Özipek ve İbrahim Kalın ile birlikte yaptıkları “Aşk ve Nefret Arasında Türkiye’de Toplumun Batı Algısı” isimli çalışmayı tanıttı. Çalışmalarında yukarıdaki sorulara yanıt aradıklarını, Türkiye’den görünen Batı’yı, toplumun çeşitli kesimlerine mensup insanlarla yapılan derinlemesine mülakatlar ve analizlerle ortaya koyduklarını belirten Bülbül, bunun için 10 farklı ile gittiklerini ifade etti. Farklı eğitim, gelir ve yaş gruplarından, değişik şehirlerden katılımcılarla gerçekleştirilen biçim kaygısından uzak, samimi ve yer yer de “köşeli” ifadelerle dolu söyleşilerin, akıcı bir üslup, bilimsel bir analiz ve değerlendirmelerle aktarıldığını dile getirdi. Bülbül’e göre çalışmada, Türkiye’de toplumda toptan bir Batı ya da Hıristiyan karşıtlığının değil, Batı siyasetine yönelik eleştirel bir tutumun varlığına dair bulgulara ulaşıldı. Kitaptan alınan aşağıdaki pasaj araştırma bulgularını kabaca özetlemektedir. “Katılımcıların büyük bir bölümünde genel olarak Batı`ya, onun kültürüne ve dinine yönelik toptan bir karşıtlık söz konusu değildir. Bu konularda katılımcıların büyük


çoğunluğunda Batı`ya dair sempati ve antipatiyi içeren 'parçalı bir Batı algısı`nın varlığı net olarak görülmektedir. Katılımcılar, Batı`nın dini olarak Hıristiyanlığa karşı ise çok daha saygılı ve bir ölçüde kutsallık içeren bir dil kullanmaktadırlar. … Bununla birlikte, katılımcıların neredeyse tamamının, Batı`nın gerek Türkiye'ye ve gerekse İslam dünyasına yönelik politikalarına tepki gösterdikleri de bu araştırmada belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştır.” Bülbül, Batı’ya dair tepkinin, ağırlıklı olarak Batılı devletlerin uluslararası politikalarına yönelmiş olması, çok vurgulanan “Müslüman-Hıristiyan çatışması,” “Doğu-Batı karşıtlığı” ve “Medeniyetler çatışması” gibi bir zeminin Türkiye’de derin köklerinin bulunmadığını göstermesi açısından da önemli olduğunu belirtti.


9. KONFERANS Singapur: Sanayi Politikaları ve Küreleşme Dr. Ali AKKEMİK Başkent Üniversitesi Öğretim Üyesi

Singapur yaklaşık 45 yıldan beri hızla büyüyebilen bir ekonomidir. Küçük bir ada devleti olan Singapur, ekonominin neredeyse her alanında yoğun devlet müdahalesini, serbest dış ticaret ve liberal bir yabacı yatırım politikasıyla birleştirerek, çoğu gelişmekte olan ülke için paradoks olarak nitelendirilebilecek bir kalkınma modeli benimsemiş ve bunu başarıyla uygulamıştır. Singapur’un yakaladığı başarının arkasında sadece yönetsel ve kurumsal değil, aynı zamanda iktisadi sebepler de yatmaktadır. Geç kalkınma (late development) kavramıyla da açıklanan geriden gelmenin getirdiği motivasyon ve bunun uluslararası politik ekonomi ile uyumlu bir şekilde yürütülmesi durumunda kaynak mobilizasyonunun buna uygun şekilde sağlanabilmesi şeklindeki bir açıklamaya, Singapur, G. Kore ve Tayvan gibi Doğu Asya ekonomilerinin başarılarını açıklamakta sıklıkla başvurulur. Singapur deneyiminden elde edilen sonuçlar, sanayi politikalarının diğer Asya ülkelerinde olduğu gibi tamamen yerel sermaye ve korumacılıkla değil, sınai üretimde dominant duruma getirilen yabancı sermaye ve serbest ticaret politikası ile de başarılabileceğini göstermektedir.

Singapur’un sanayi politikaları Asya krizsi öncesi öncesinde çok araştırılmasına rağmen kriz sonrasında gözden düştüğü için hak ettiği ilgiyi pek görmeyen, ama aslında hâlâ önemli bir konudur. “Sanayi politikası” kavramı günümüzde ne kadar genel bir


anlam kazanmış olursa oldun, özü itibariyle bir ülkenin refah seviyesini yükseltmek amacıyla sahip olmadığı mukayeseli üstünlüklerini zamanla sınai yapısını değiştirerek kazanması amaçlanarak yürütülen bir dizi plan ve politika setini ifade eder. Sınai yapının bu amaca uygun olarak değiştirilmesi, kaynakların da bu amaca uygun olarak yeniden dağıtımını gerektirir. Kalkınmanın erken aşamalarında kaynakların (emek ve sermaye) dağılımı özel sektöre tamamen teslim edilemeyecek kadar önemli olduğundan, devlet bu konuda müdahale ihtiyacı hisseder. Bu müdahaleler üretimin devlet tarafından yapılması ve üretim önünde getirilecek sınırlamalar şeklinde olmak zorunda değildir; ulusal firmaların disiplini, belli sanayilerin gelişimi için teşvikler oluşturulması, vb. şeklinde de olabilir. Her ne kadar Singapur küçük bir ekonomi imajı çizse ve kendi şartları itibarıyla Singapur’un kalkınma deneyimi gelişmekte olan ülkeler için genelleştirilemeyecek gibi görünse de, Singapur kurumsal anlamda bunun nasıl başarıldığı konusu üzerinde çalışılmaya değer bir konudur. Bu konuda Singapur hükümetinin yabancı sermayeden küçük yerel sanayilere teknoloji transferini özendirmek amacıyla yürütmekte olduğu sanayi güncelleme projesi gibi atılımlar özellikle dikkat çekicidir. Teknolojideki ilerlemeler sayesinde, piyasadaki boşlukları tespit ederek hızlı büyümeyi sağlayan Singapur’un özel (yerli ve yabancı) sermaye ve devlet işbirliği ile yürüttüğü bilimteknoloji politikaları da özellikle öğretici niteliktedir.


10. KONFERANS Büyükşehir Belediyesi Sınırları İçerisinde İlçe Kurulması Hakkında Kanunun Değerlendirilmesi Yrd. Doç. Dr. Bülent KENT Başkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Mahalli idareler; il, belediye veya köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları, yine kanunda gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzel kişilikleridir. Buna göre mahalli idareler, “mahalli müşterek ihtiyaçlar”ın karşılanması amacıyla kurulmaktadır.

Ülkemizin yerel yönetimlerle ilgili örgütsel, yönetsel ve kaynak kullanımına ilişkin önemli sorunları bulunduğu ve bunlara çözüm aranması gerektiği uzun süredir herkes tarafından sürekli dile getirilmiştir. Bu sorunların ortadan kaldırılması amacıyla yerel yönetimlere ilişkin kanunlarda köklü değişikliklere gidilmiştir. Bunlar, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu1, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu2 ve 5393 sayılı Belediye Kanunu’dur3. Kanun koyucu, inceleyeceğimiz konu ile bağlantılı olarak; bu düzenlemelerde, yerel yönetimlerin kuruluş kriterlerini ağırlaştırmış ve bu nitelikleri taşımayan yerleşim alanlarının kamu yararı amacı dışında, farklı kaygılarla belediye veya büyükşehir belediyesi statüsü verilmesini önlemek istemiştir. Diğer taraftan, katılma ve 1

10.07.2004 tarih ve 5216 sayılı Kanun, RG.:23.07.2004-25531. 22.02.2005 tarih ve 5302 sayılı Kanun, RG.: 04.03.2005-25745. 3 03.07.2005 tarih ve 5393 sayılı Kanun, RG.: 13.07.2005-25874. 2


birleşme usullerini önceki düzenlemelere nazaran kolaylaştırarak birbirine çok yakın yerleşim birimlerinin aynı çatı altında toplanmasına, böylelikle hizmette ve yönetimde etkinlik ve verimliliği arttırmaya çalışmıştır.4 Ancak, yerel yönetimlere ilişkin temel yasalar değiştirilmiş olmasına rağmen bazı sorunların devam ettiği, hatta yeni sorunların eklendiği görülmektedir. Nitekim 5393 sayılı Belediye Kanunu ile belediye kurulmasında aranan nüfus ve mesafe ölçeklerinin 5000 olarak belirlenmesi karşısında önceden kurulmuş olmakla birlikte, bu kriterleri sağlamayan belediyelerin durumunun ne olacağı sorusu gündeme gelmiştir. Günümüze kadar siyasi kaygıların da etkisiyle, nüfusu 2000’nin altına düşen birçok belediye, tüzel kişiliğini sürdürmüş, kaynak israfı, aşırı borçlanma gibi birçok sorun katlanarak artmış ve bu belediyeler yönetilemez duruma gelmişlerdir. 5 İşte bu sorunların ortadan kaldırılması için son olarak da 5747 sayılı Büyükşehir Belediyesi Sınırları İçerisinde İlçe Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun kabul edilmiştir.6 Bizim burada inceleyeceğimiz bu Kanuna7 göre, nüfusu 2000’in altına düştüğü gerekçesiyle 862 belde belediyesi yapılacak ilk yerel seçimlerden geçerli olmak üzere tüzel kişiliklerine son verilerek köye dönüştürülecektir. Kanunla ayrıca büyükşehir belediyesi sınırları içerisinde bulunan 283 ilk kademe belediyesi de kapatılacaktır. İlk kademe belediyelerinin Kanunda belirtilen ilçelerin mahallelerine dönüştürülmesi veya katılmaları öngörülmektedir. Kanunla kapatılan belediye sayısı bin 145’i bulurken, Türkiye’deki belediye sayısı da 3 bin 225’den 2 bin 80’e düşmektedir. Ancak kurulan 43 yeni ilçenin eklenmesiyle bu sayı 2 bin 123 olacaktır. Tüzel kişiliği kaldırılan bu ilk kademe belediyelerinin personeli, taşınır ve taşınmazları, hak, alacak ve borçları katıldığı ilçe belediyesine devredilmektedir. Belediye tüzel kişiliği kaldırılarak köye dönüşen yerlerde ise, hizmette devamlılığın sağlanması için söz konusu belediyelere genel bütçe vergi gelirlerinden verilmekte olan payların 10 yıl süre ile il özel idarelerine aktarılması öngörülmektedir.

4

Sezer, Yasin/Torlak, S. Evinç, Belediye ve Büyükşehir Belediyesi Kuruluş Kriterleri, Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, cilt: IX, sayı 3-4, s. 529. 5 Sezer/Torlak, s. 520. 6 06/03/2008 tarih ve 5747 sayılı Kanun, RG.: 22.03.2008-26824. 7 Çalışmamızda bu kanunu “Belediyeler Kanunu” olarak adlandıracağız.


11. KONFERANS XXI. Yüzyılda Küresel Gelişmeler ve İslam Dünyası Prof.Dr. Numan Kurtulmuş İstanbul Ticaret Üniversitesi Öğretim Üyesi Merkezimizde Cuma konferanslarının önemli konuklarından biri de Prof. Dr. Numan Kurtulmuş oldu. Kurtulmuş, konuşmasında, Batı medeniyetinin iflas ettiği, Batı’nın başarısının önemli bir kısmını İslam medeniyetine borçlu olduğu ama Dünya’ya İslam medeniyeti gibi barış ve mutluluk değil kan ve gözyaşı getirdiği üzerinde durdu.

Yeni Dünya sisteminin ortaya koyduğu değerlerin hiçbir toplumda kabul görmediğini bildiren Prof. Kurtulmuş, “Yeni Dünya düzeni aslında Yeni Dünya düzensizliğidir, gelinen noktada küresel bir uygarlık krizi yaşanmaktadır” dedi. Merkezimizdeki konuşmasında Kurtulmuş, yeni bir dünya düzeninden bahsetmenin mümkün olmadığını bildirdi. Bütün dünyada büyük bir düzensizlik ve kaosun yaşandığını belirten Kurtulmuş, “Yeni Dünya düzeni denen dönem, batının altın çağıdır. Ancak büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yeni Dünya sistemi diye ortaya konan bu sistem, artık çalışmıyor. Bir sistemin çalışmaması dışarıdakilerin tenkitleriyle olmaz. Bir uygarlığın yıkılması, başkalarının toplarıyla, tüfekleriyle olmaz. Bir uygarlık kendi değerleriyle çelişirse yıkılır. İşte yenidünya sistemi de esas itibariyle kendi ortaya koymuş olduğu vaadlerinin tamamında yıkılmıştır, çözülmüştür. Gelinen noktada küresel bir uygarlık krizi yaşanmaktadır” diye konuştu. Dünya üzerinde silahsızlanma diye ortaya atılan vaadlerin de boş çıktığına dikkat çeken Numan Kurtulmuş, açlık, kıtlık ve yoksulluğun bütün dünyayı olumsuz etkilediğini belirtti. Bütün dünyanın adeta birbiriyle yarışırcasına silahlanmaya yönelik yatırımlar yaptığını dile getiren Kurtulmuş, 30 binin üzerinde dünyanın çeşitli yerlerine yerleştirilmiş nükleer başlıklı silah bulunduğunu kaydetti. Sorunların tek çözüm kaynağının İslam Dünyası olduğunu ifade eden Kurtulmuş, burada ise en büyük görevin İslam dünyasının amiral gemisi olan Türkiye’ye düştüğüne işaret ederek, “Her gün hepimizin yüreklerini burkan bir taraftan katliam sesleri, bir taraftan cinayet ve soykırım haberleri geliyor. Dünyanın hemen her yerinde ülkeler, toplumlar içten içe çürüyen bir ağaç gibi ciddi sosyal problemlerle karşı karşıya.


Bireysel ahlak çözülüyor, aile değerleri çözülüyor, savaşlar ve silahlanma artıyor. Dünya sanki zembereği boşanmış bir yay gibi maalesef bir noktaya doğru süratle gidiyor. Modern değerler bugünkü problemlerin kaynağından birisidir. Hem çizdiği insan tipi itibariyle, hem dünyaya bakış açısı dolayısıyla, hem de dünyayı sahiplenmek bakımından böyle sonuçlar ortaya çıkıyor” şeklinde konuştu. Kurtulmuş son olarak, dünyanın yaşamakta olduğu medeniyet krizinde Türkiye’nin öncü bir rol oynayabileceğine işaret etti.


12 . KONFERANS Fikir ve Sanat Eserleri Üzerindeki Haklar ve Bu Hakların Sınırları Dr. Mustafa ATEŞ Rekabet Kurulu Üyesi İnsanın fikrî emek ve çalışmalarıyla ortaya koyduğu neticelere “fikrî ürün” denir. Hukuk kuralları, yalnızca sahibinin özelliğini taşıyan ve kişi ve toplum bakımından değer taşıyan fikir ürünlerine koruma sağlamaktadır. Hukuken korunmaya değer bir fikrî ürün meydana getiren kişiye de, eser sahibi denilmektedir. Fikrî ürünlerin hukukça korunmasından maksat, bu ürünleri meydana getiren kişilere, onlar üzerinde bir takım yetkiler tanınması demektir. Hukuken korunmaya değer görülen eser sahibinin mali ve manevi nitelikteki yetkilerinin bütününe ise “fikrî hak” denilmektedir. Hukuk düzeni fikir ve sanat ürünü üzerinde, onu vücuda getiren kişi lehine birtakım inhisarî (yalnız kendisine ait) yetkiler bahşederken, o eserden üçüncü kişilerin yarar sağlamasını bütünüyle ortadan kaldıracak bir koruma rejimi öngörmemiştir. Kanun koyucu eser üzerinde sahibine mutlak nitelikte yetkiler tanımışsa da, bu yetkilere bazı tahditler de getirmiştir. Bu tahditlerin amacı, toplum ve bireylerin de fikir ve sanat ürünlerinden yararlanmasını sağlamaktır. Ancak bu yararlanma eser sahibinin haklarına katlanılabilir olmakla sınırlı bir yararlanmadır. Eserlerden üçüncü kişilere tanınmış yararlanma yetkisi, eser sahibi yönünden bakılınca, onun haklarının bir istisnası görünümü arz eder. Bu sınırlamalar, tüm hakların sınırlanmasında olduğu gibi, ancak kanunla yapılabilir ve bunların sosyal, kültürel, bilimsel, kamu düzeni ve toplum yararı gibi kavramlarla açıklanabilecek gerekçeleri bulunmak durumundadır. Türk hukukunda eser sahibinin haklarının sınırları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ile belirlenmiştir.


Eser sahiplerinin haklarının sınırlandırılmasına ilişkin yasal düzenlemeler üç ana başlık altında ele alınabilir. Bunlardan ilki “süre bakımından getirilen” sınırlamalardır. Kural olarak fikir ve sanat eserleri, eseri meydana getiren kişinin hayatı boyunca ve ölümünden sonra da 70 yıl süreyle korunur. Bu süre dolunca eserden herkes serbestçe yararlanabilir. İkincisi kamusal mülâhazalara dayanan sınırlamalardır. Bunlar da kendi içinde “kamu düzeni” ve “genel menfaat” mülâhazasına dayanan sınırlamalar şeklinde ikiye ayrılır. Buna göre üzerinde ihtilâf söz konusu olan eserin, mahkeme ve sair resmi mercilerce olayın aydınlatılması yönünde kullanılması veya eserin yayılmasını, temsilini ve sair surette kullanılmasını yasaklayan bir kamu hukuku kuralının bulunması da, kamu düzenine ilişkin sınırlamalardır. Kamu yararı mülâhazasına dayanan sınırlamaların ilki resmen yayımlanan kamusal düzenlemelerden yararlanmayla ilgilidir. Resmen yayımlanan ve ilân olunan kanun, tüzük ve sair mevzuat ile mahkeme kararları bakımından tam bir yararlanma söz konusudur. Bunların dışında kalan eserler bakımından ise, mahdut bir yararlanma söz konusudur. Bunların başında, eserin eğitimöğretim amacıyla temsili ve aynı amaçla meydana getirilecek seçme ve toplama eserler için iktibasta bulunma ile eserin okullara mahsus radyo-televizyonlarda temsili serbestisi gelmektedir. Bunların dışındaki çok önemli bir istisna da eserden kültürel ve bilimsel amaçlarla yararlanma yani mevcut bir eserden özellikle bilimsel ve edebiyat eserleri başta olmak üzere diğer eserlere iktibas yapma serbestisidir. Üçüncü gruba giren istisnalar ise topluma bilgi ve haber verme amaçlıdır. Buna göre, resmi meclisler, kongreler ya da mahkemeler gibi mahallerde yapılan konuşmalar ile diğer fikir ve sanat eserleri, topluma haber ve bilgi vermek amacıyla belli ölçüde serbestçe kullanılabilmektedir. Eserin bu şekilde kullanıldığı tüm hallerde, kanunen getirilmiş sınırlar aşılamaz. Esere ve eser sahibine atıf şarttır. Eser sahibinin haklarına normalin ötesinde zarar verilmesi, hakkın sınırlarının aşılması sonucunu doğurur ve bu da hukuki ve cezai yaptırımlarla muhatap olunmasına yol açar. Eser sahibinin haklarına getirilen sınırlamanın üçüncüsü, hususî menfaat mülâhazasına dayanır. Bunlar, birtakım pratik zaruretlerden ötürü, eser sahibinin haklarına özel yarar gerekçesiyle getirilen sınırlardır. Nitekim, Kanunun 38. maddesine göre bütün fikir ve sanat eserleri, kâr amacı güdülmeksizin şahsen kullanılmaya mahsus olarak çoğaltılabilecektir. Eserden özel yarar mülahazasına dayanan yaralanma bireyseldir. Sahibinden izin almaksızın bir eserin bireysel kullanım hakkını aşacak şekilde kullanılması mümkün değildir. Mesela bireysel kullanım için çoğaltılan ve işlenen bir eser ticari bir amaçla ve normal yararlanma ölçüsünü aşacak şekilde kullanılamaz. Eser sahiplerinin meşru menfaatlerine zarar verilemez. Aksi halde Kanun ihlal edilmiş olur. Hakkın sınırlarının aşılarak kullanılması kullanan kişi bakımından hukuki ve cezai sorumluluk doğurur.


13 . KONFERANS Global Gelişmeler ve Türkiye Ekonomisi Dr. A.Yavuz Ege Dış Ticaret Eski Müsteşarı Türkiye'nin, son yillarda dünyada meydana gelen global ve bölgesel gelismelere ayak uydurmak, hatta bu gelismelerin ön safhasinda yer alma çabasi içinde olmak durumunda oldugunu vurgulayan Dr. Yavuz EGE, dünyadaki ticari gelismelerin genis bir panoramasini söyle çizdi: "Bir yanda dünya ölçeginde entegrasyonlar, bir de bölgesel entegrasyonlar var. Global entegrasyonlar içinde belki de en önemlisi Dünya Ticaret Örgütü (WTO) Antlasmasi, dünya ticaretinin daha liberal hale gelerek refah düzeyinin yükselmesini hedef almis bir antlasma olarak GATT'in yerini almis durumda. Yanisira son yillarda önemli bölgesel entegrasyonlar da var. Örnegin bir süredir bizim de içinde olmaya gayret ettigimiz, giderek daha sofistike hale gelen, ekonomik olmanin ötesinde baska boyutlar da kazanan Avrupa Birligi (AB) var. Onun disinda Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlasmasi (NAFTA) da önemli. Latin Amerika'da da Arjantin ve Brezilya'nin basini çektigi gümrük birligi benzeri bir gelisme var. Yakinlarimizda, Bagimsiz Devletler Toplulugu'nun bazi üyelerinin olusturdugu bir örgütlenme söz konusu. Biraz daha doguda da benzer olusumlar var”.Pratikte, Türkiye açisindan önem tasiyan sonuçları olduğunu belirtti. "Sınırsız Dünya" kavraminin gündeme getirildigini ifade eden Yavuz EGE, ileriye dönük birtakim tahminler, projeksiyonlardan da söyle söz etti: "Gelismeler, alistigimiz konvansiyonel dedigimiz politikalari geçersiz kiliyor, yeni politikalar üretmek gerekiyor. Küresellesme agirligini daha fazla hissettiriyor. Bazilari ABD, Japonya ve Avrupa Birligi etrafinda olusan 3 bloka "Yeni Süper Kita" da diyorlar. Bunlar piyasa ekonomisi dedigimiz bir yapi üzerine oturuyorlar. Giderek aralarindaki ekonomik farkliliklar azaliyor. Ortak amaçlari; basta enformasyon olmak üzere, para, mal ve hizmetler, insanlar ve sirketlerin kendi aralarinda serbestçe dolasimi. Onun için uluslarüstü örgütlenmeler ortaya çikiyor. Bu gelismelerin arkasindaki itici gücü herkes özellikle 'bilgi teknolojilerindeki gelismeler' olarak açikliyor. Öncelikle finans sistemleri uluslararasilasmaya basladi. Bunun en somut örnegi borsalar arasi, sermaye piyasalari arasindaki iliskiler. Bunun disinda ekonomilerin sanayi yapilarinda da degisiklikler olmaya basladi. Örnegin esnek üretim teknolojileri dedigimiz yeni teknolojiler var, kitlesel üretim bir kenara itilmeye basladi. Rekabet edebilmek için, daha küçük birimler halinde, talebe ve siparis özelliklerine göre üretim birimleri olusturulmaya baslandi. Üretim cinsine bagli olarak, özellikle hizmet sektöründe evlerde üretim yapilan teknolojik safhaya dogru bir gidis var. Bütün bunlar tarim ve sanayi hizmetleri seklindeki geleneksel ayrimin bittigine isaret ediyor. Hatta simdi 4. bir sektör olarak enformasyondan söz ediliyor. Bu gelismeler, verimliligi, istihdamin yapisini, çalisma saatlerini ve yeni örgütlenme biçimlerini de etkiliyor. Örnegin sendikasizlasmaya dogru bir gidis söz konusu. Çünkü üretim bireysellesiyor ve geleneksel sanayilerde de hizli bir otomasyon var. Daha az isgücünü gerektiriyor. Kollektif üretimin gerektirdigi sanayilerde bile giderek çok daha az insan gücü kullaniliyor. Bu gelismelerden endise edenler de var.


Bu endise genellikle issizligin artacagi seklinde. Issizlikle mücadele konusunda birtakim öneriler de var. Haftalik çalisma saatllerinin düsürülmesi, okul döneminin uzatilmasi, erken emeklilik, sermaye sahipliginin yayginlastirilmasi gibi. Bireylerin teknolojik gelismelere ayak uydurabilmeleri bakimindan en önemli faktör ögretim. Onun için de egitim ve ögretime sadece kamuda degil, özel sektörde de çok daha fazla kaynak ayriliyor. Sanayi ötesi topluma bireyleri, vatandaslari hazirlama yönünde çok ciddi çalismalar var. Bilgisayar teknolojileri de hizla artiyor. Hükümetlerin de yeni roller üstlenmesi gerekiyor. Hükümetler, sirketlerin degil, halkin çikarlarini koruyacak sekilde örgütlenmek durumundadirlar deniyor. Iyi egitim olanaklari saglayip, halki daha iyi aydinlatabilsinler ki insanlar seçim sansina sahip olabilsinler. Ayrica kisa dönemde, gelismis ekonomilerle gelismekte olan ekonomiler arasindaki farkin açilacagi söyleniyor".

Dr. EGE'ye göre bugünki durum söyle: "Sinirlar hala önemli. Piyasalar korunuyor. Para hareketi deregüle edilmis durumda. Bu gerçekler kurallari zorluyor. Rekabet gücüne sahip olmak sadece oyunu kurallarina göre oynamakla olmuyor. Rekabet hukukundan söz ediliyor. Ülkeler kendi pazarlarini rakiplerinden koruyacak tedbirler aliyorlar. Örnegin birlesmeler ve devralmalar rekabet kurullarinin denetimine tabi tutuluyor. Bölgesel güçler de aralarinda rekabet halinde iken kendi pazarlarini korumaya çalisiyorlar". Yavuz EGE'nin, Türkiye'nin dis ticareti ile ilgili son sözleri de sunlar: Türkiye, bu entegrasyonlarin disina düsmemeye çalisiyor. Dis ticaretini büyük ölçüde liberallestirmis durumda. OGT ile gümrük duvarlari asagiya indirildi. Haksiz rekabete karsi kurallar uygulaniyor. Ayrica yeni düzenlemeler için girisimler var. Anti damping ve telafi edici vergi uygulamalari söz konusu. Türkiye de iç pazarini korumak için, tarife disi engelleri karsilikli olarak uygulamak istiyor. GB'ni takip eden süre içinde dis ticarette özellikle de ithalatta bir siçrama var. Karsiliginda ihracatta sinirli bir hareket var. 1997'de ithalatin artisi ihracattan çok daha fazla oldu. Içerde iç talebi artirici politikalar izlenmese idi ithalat bu denli siçrama yapmaz, ihracattaki artis da bu kadar az olmazdi".


14. KONFERANS ULUSLARARASI GÖSTERGELER IŞIĞINDA EĞİTİM SİSTEMİMİZ Doç Dr. Cengiz Alacacı Bilkent Üniversitesi Türkiye son yıllarda eğitim sistemimizin çıktılarını değerlendirmek amacıyla uluslarararası çalışmalara katılmıştır. Bunlardan kayda değer üçü Uluslararası Öğrenci Başarısını Belirleme Çalışması (Program for International Student Assessment – PISA), Uluslararası Okuma Becerilerini Belirleme Çalışması (Program for International Reading Literacy Study – PIRLS) ve Uluslararası Fen ve Matematikte Başarı Eğilimleri Çalışması (Trends in International Mathematics and Science Study – TIMSS). Türkiye TIMMS’e 1999’da, PIRLS’e 2001 de, PISA’ya ise 2003 ve 2006 da katılmıştır. Bu çalışmalara Türkiye, ortaöğretim yaşındaki öğrencileri temsil edecek nitelikte ve sayıda örneklemlerle katılmıştır. Örneğin Türkiye PISA 2006’da değişik coğrafi bölgelerden yaklaşık 4900 kişilik bir örneklemle temsil edilmiştir. Üç çalışmanın sonuçları da benzer bir tablo çizmiştir: Türk öğrencilerinin başarısı, çoğunluğunu gelişmiş batılı ve uzak doğulu ülkelerin oluşturduğu katılan ülkelerin ortalamasının ¾ standart sapma altındadır.

Uluslararası ortalama 500 iken, 200 – 800 aralığındaki ölçekte Türk öğrencilerin başarısı 425 civarındadır. Ayrıca Türkiye’nin okullar arasındaki öğrenci başarısı ayrışması (varyans) diğer ülkelere göre en yüksek çıkmıştır. Bir başka deyişle gidilen okul türüne göre öğrenci başarıları Türkiye’de çok değişmektedir. Bu da doğal olarak okullarda verilen eğitimin kalitesi yanında, eğitimde eşitlik konusunu da gündeme getirmektedir. Öğrencilerin yüzde 95’ine hizmet veren genel liseler ve meslek liseleri Fen ve Anadolu liselerine göre temel becerilerin kazandırılmasında yetersizdir. Ayrıca Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki okullar ortalama öğrenci başarısında öteki


bölgelerdeki okullara göre daha yetersizdir. Ayrıca Türk okullarında ailelerin sosyoekonomik özelliklerine göre kaygı verici bir öğrenci homojenliği vardır. Bir başka deyişle zengin ailelerin çocukları daha yüksek oranda Fen liselerine ve Anadolu liselerine gitmektedir. Türkiye’nin milli hedeflerine ulaşması eğitim sisteminde kalite ve eşitliğin beraber iyileştirilmesine bağlıdır. Bu bağlamda yapılması gerekenler Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), Devlet Planlama Teşkilatı ve sivil toplum kuruluşları tarafından katılımcı bir süreçle tespit edilip, öncelik sırasına göre planlanarak uygulamaya konulmalıdır. Eğitim reformunda siyasi iradenin son yıllarda sevindirici başarıları olmuştur: MEB bütçesinin genel kamu bütçesine oranı ilk defa genel bütçede ilk sıraya yükselmiş, okul müfredatı 40 yıl sonra yenilenmiş, yüksek öğrenimde kapasite artırılmış, okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılmasına başlanmış ve özellikle bazı bölgelerde okula gidemeyen kız çocuklarının okula katılımında düzelmeler görülmüştür. Eğitimde reform politikaları hem girdilerin hem de çıktıların iyileştirilmesini kapsamalıdır. Girdiler öğrenci başına yapılan harcama, öğretmen sayısı ve niteliği, okul binaları ve derslikler, ders kitapları, okullardaki malzeme ve gereçler ile ilgilidir. Öğrenci başına yapılan harcama konusunda bölgeler arasında ciddi farklar vardır: Örneğin İstanbul’da ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki 8 ilde öğrenci başına yapılan harcama öteki illere göre üçte bir oranında düşüktür. Okul çıktıları ise öğrencilerin akademik başarıları ile ilintilidir. Okulların performansları için objektif kriterler ve standartlar getirilip, öğretmen ve idareciler bunların gerçekleşmesi için sorumlu tutulmalıdır. Bir başka deyişle okullarda kurumsal kapasite geliştirilmeli ve öğretmen nitelikleri iyileştirilmelidir. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilgili hedef ve taahhütleri ve uluslararası karşılaştırmalı çalışmalar, eğitimde iyileştirme politikalarının tespitinde ve sonuçların izlenmesinde faydalı bir perspektif sağlamaktadır.


15. KONFERANS Afganistan’daki Son Gelişmeler İhsan Bostancı TİKA Uzmanı Çok karışık bir etnik özellik gösteren Afganistan; esas itibari ile Afgan, Tacik ve Türklerden meydana gelmektedir. Ülkedeki ikinci büyük etnik grubu oluşturan Türklerin nüfusu, 5-6 milyon dolayındadır. Özbekler, Türk grupları içinde en çok nüfusa sahiplerdir. Bunlar; genellikle esnaf ve çiftçi olarak çalışırlar ve Afgan Türkistan"ı denilen bölgede yaşarlar. Bugün Özbek nüfusunun 3 milyonu geçtiği tahmin edilmektedir. Kunduz, Andhoy, Meymene, Akça ve Balar, Mugap, Katagon ve Bedahşah, Özbekler"in yaşadığı bölgelerdir. İkinci büyük Türk grubunu oluşturan Afganistan Türkmenleri, Özbekler"den farklı olarak hayvancılık yaparlar. Afganistan ihracaatında canlı hayvanın önemli bir kalem teşkil etmesinden ötürü Türkmenler, ülke ekonomisine büyük katkı sağlamaktadır. Herat, Meymene, Andhoy, Taş-Kurgan, Mezar-ı Şerif, Belh, Akça, Katagan, Bedehşan ve Bala ile Murgap, Türkmenlerin yaşadığı bölgelerdir. Türkmenler, hayvanlarına otlak bulabilmek için sık sık yer değiştirdiklerinden nüfusları kesin olarak tespit edilememekle beraber 600.000 civarında oldukları tahmin edilmektedir. Afganistan"da yaşayan Türkmenlerin çoğunluğunu Alieli boyu ile Teke, Salur, Sarık, Çavdar ve bilhassa Ersarı boylarından oymaklar teşkil etmektedir. Afganistan"daki üçüncü büyük Türk grubunu teşkil eden Kızılbaş Türkleri "nin sayıları, 400.000 dolayında tahmin edilmektedir. Bu Türkler, 1738"de Herat - Kabil arası güvenliği sağlamak için Nadir Şah tarafından yerleştirilen ataların torunlarıdır. Yukarıda belirilenlerin dışında en kalabalık Türk grubunu Kırgızlar oluşturmaktadır. Büyük ve Küçük Pamir dağlık bölgesinde yaşayan Kırgızlar"ın sayıları, 1950"lerde Doğu Türkistan"daki Çin zulmünden kaçanlarla birlikte 100.000"ni geçmiştir. Bunların dışında Afganistan"da, az sayıda Kıpçak, Karluk ve Çağatay Türkleri de yaşamaktadır. Ayrıca Türk-Moğol karışımı olduğu kabul edilen Hezare ve Aymak (oymak) gruplarının da son yapılan çalışmalarla Türk oldukları anlaşılmıştır. Böylece 25 milyon civarında olan Afgan nüfusunun yarısının Türk olduğu kabül edilebilir.


ve aralarında yürüttükleri gizli görüşmelerle, bir ara devlet oluşturmaya karar verdiler. Böylece 19. asırda bir Afganistan Devleti doğdu. Ancak Güney Türkistan"ı da kapsayacak bu devletin yönetiminde bölge halkı veya Türklerin bulunması, İngiliz ve Rus çıkarlarına uygun değildi. Böylece İngilizler, Penjab Sihlerini teşvik ederek ve silahlandırarak, William Cambell adlı bir İngiliz subayın sevk ve idaresinde bölgeyi işgal etmelerini sağladılar. Daha sonra Müslüman olduğu ve general ünvanı aldığı görünümü verilen Cambell, General Muhammed olarak beş şahın Genelkurmay Başkanlığı görevini yürütmüştür (Emir Şir Ali"den Emir Abdurrahman"a kadar). Yaklaşık bir asır önce cereyan eden bu hadise, Taliban olayında da tekrarlanacaktır. Taliban grubu, Pakistan"ın Peşaver şehrinde organize edildikten sonra Afganistan"a sokularak yönetime geçirilmiştir. Bu sefer, yerli Avghan kabileri silahları ile birlikte onlara katılmıştır. Sözlük anlamı öğrenci olan Taliban, Peşaver"deki medreselerde din dersleri alan gençlerin kurduğu bir örgüttür. Bu çocukların, çok üstün savaş tecrübesine sahip mücahitler karşısında başarı kazanması akıl ve mantıkla açıklanabilecek bir şey değildir. Talibanla savaşan yerli halkın çoğunluğunu; Türkler, Tacikler ve Pushtan olmayan Turanlılar oluşturmaktadır. Ayrıca Taliban kuvvetleri arasınada birçok gayrimüslümün de bulunduğu alınan esirlerden anlaşılmıştır. Özellikle iç savaş ve kardeş kavgası dramının yaşandığı dönemde Afganistan"da yaşayan halkların kaderine tesir edebilecek ve yaşadıkları derin ızdırapları azaltabilecek rolü, sadece Türkiye üstlenebilirdi. Çünkü; bölgedeki Türk soydaşlarının varlığı kadar diğer mücahit grupların güvenine sahip yegane ülke Türkiye idi. Ne var ki gerek Türkiye"nin aktif arabuluculuk girişimlerinin olmaması ve karşı taraftan da böyle bir talebin gelmemesi, bu fırsatın kaçırılmasına neden olmuştur. Yeni Afganistan Devletinin yapılanması, Saray"ın da belirtiği gibi, "Afgan, Türk ve Tacik bölgelerinden oluşacak bir federasyon ile Afganca, Türkçe ve Tacikce"nin resmi diller kabul edilmesi" şeklinde olması en mantıklı görülmektedir. Ancak bu şekilde ülkede kalıcı bir barış ve huzur tesis edilebilecektir.


16. KONFERANS Türk Kamu Personel Sisteminde Sorunlar ve Çözüm Yolları Hakan DULKADİROĞLU Devlet Personel Uzmanı Bugün hem özel, sektördeki hem de kamudaki organizasyonlar en değerli varlıkları olarak kuruluşun insan kaynaklarını görmektedirler. Bu durum, varolan kaynaktan nasıl en fazla verim alınabilir sorusunu da beraberinde getirmiştir. Kamu hizmetlerinden yararlanan vatandaşların sayısı gün geçtikçe artmakta, aynı zamanda hizmetten yararlananların beklentileri de yükselmektedir. Diğer taraftan, kamu çalışanlarının verimsiz olduğu, yeterince motive edilemediği ve sayıca fazla olduğu inancı bütün dünya ülkelerinde yaygın bir kanaattir. Bu nedenle, bir taraftan, varolan kamu çalışanlarından daha fazla verim alabilmek, motivasyonlarını artırabilmek için gerekli çabalar gösterilirken, diğer taraftan kamu çalışanlarının sayısını azaltmak amacıyla farklı yöntemlere başvurulmaktadır. Ülkemizde de kamu personeli ile ilgili reform yapılması gerektiği inancı çok yaygındır.

Türk kamu personel sisteminde reform ihtiyacı öne çıkan alanlar şu başlıklar altında toplanabilir. a) Ücret ve Maaş Sistemi: Kamu personel sisteminin en karmaşık konularının başında karmaşık, adil olmayan, kurumdan kuruma değişen, şeffaf olmayan ve çalışanlar arasında motivasyonsuzluğa neden olan ücret ve maaş sistemi gelmektedir. Maaş ve ücret sisteminin düzeltilmesinde ise teknik, ekonomik, hukuki, sosyal, siyasi ve kurum kültüründen kaynaklanan ciddi engeller bulunabilmektedir. Ülkemizde yaklaşık üç milyon kamu çalışanı bulunmaktadır. Adrese dayalı nüfus kayıt sistemi (ADNKS) verilerine göre 31 Aralık 2007 itibariyle ülkemizin nüfusunun 70.586.256 kişi olduğu


dikkate, alındığında toplam nüfusun yaklaşık yüzde 4’ünün kamuda çalıştığı anlaşılmaktadır. Bu oran, gelişmiş ülke ortalamalarına göre düşük bir orandır. Bütçe verilerine bakıldığında, vergi ödeyen vatandaşların vergilerinin yüzde 22,08’ inin personel giderlerine ayrıldığı görülmektedir. Bu veriler yapılacak bir reform çalışmasının kapsamını ve etkisini göstermek açısından fikir vericidir. Reform çalışmasının her şeyden önce ardında siyasi desteğin bulunması gerekmektedir. Reformun etkisi dikkate alınarak, geçiş sürecine ilişkin bir takvim belirlenmelidir. b) Yöneticilerin Atanması ve Görevden Alınması: Türk kamu personel sistemindeki diğer sorunlu bir alan, ehliyet ve liyakat ilkeleri çerçevesinde yöneticilerin atanması ve görev süreleri konusudur. Gelişmiş ülkelere bakıldığında, öncelikle yönetici kadroların ilan edildiğini, sonra bu kadrolara uygun şahısların başvurduğunu ve başvuruların bir komisyon tarafından atamayı yapacak siyasi yetkililere sunulduğu görülmektedir. Gelişmiş ülkelerdeki sistem atamayı yapacak siyasi otoritenin yetkisini sınırlamamakta, sadece uygun adayları bu makamlara bildirmede yardımcı olmaktadır. Diğer taraftan, bir makama gelen yöneticinin performansı sürekli izlenmekte; ataması belirli aralıklarla yeniden yapılmakta, ya da performansının yeterli bulunmaması halinde, görevi uzatılmamaktadır. c) Kamu-Özel Arasındaki Eleman Hareketliliği: Türk kamu personel sistemindeki diğer bir sorunlu husus, kamu ve özel sektör arasındaki eleman geçişinin zorlaştırılmış olmasıdır. Kamuya alımların merkezi bir sınav sistemine dayalı olarak ÖSYM aracılığıyla yapılması nedeniyle kamu bazı durumlarda istediği ya da ihtiyaç duyduğu çok nitelikli adamları bünyesine kolayca transfer edememektedir. Diğer taraftan, devlet memurlarının en fazla 2 defa istifa etme hakkının bulunması ve kamuya geri dönüşlerinin çok zor olması özel-kamu arasındaki hareketliliği engellemektedir. d) Bölgesel Orantısızlıklar: Türkiyenin batısı ve doğusu arasındaki gelişmişlik farkları aynı zamanda kamuda çalışanların belirli bölgelere yığılmasına yol açmakta ve kamu personelinin coğrafi dağılımı hantallıklara ya da aşırı iş yüklerine yol açabilmektedir. Bu durumun önlenebilmesi için, her bir yerleşim yerinde çalışan kamu personelinin veri haritası çıkarılmalıdır. e) Eğitim: Kamuda çalışanlarına bazı imkânlar sunmakla birlikte, gerekli eğitim altyapısını sunmakta yetersiz kalmaktadır. Örnek vermek gerekirse, bir çok kamu kurum ve kuruluşu çalışanlarına dizüstü bilgisayar verirken, bu bilgisayarın nasıl kullanılabileceğine dair eğitim alan personel sayısı çok azdır. Kamuda çalışan personelin verimli hizmet sunabilmesi için, iyi bir hizmet içi eğitime tabi tutulması gerekmektedir. Hizmet içi eğitimin hayat boyu sürmesi anlayışı benimsenmelidir. Teknolojik gelişmelere uyum sağlayan, güncel mevzuatı takip edebilen ve yorumlayabilen, vatandaş odaklı hizmet anlayışını benimseyen kamu çalışanlarına sahip olabilmenin yolu, herşeyden önce varolan çalışanların eğitimi yoluyla mümkün olabilecektir.


17. KONFERANS Türkiye’de Siyasal İslam Tartışmaları: Refah’tan Ak Parti’ye Doç. Dr. Menderes Çınar Başkent Üniversitesi ADAM’ın Cuma konferanslarının konuklarından biri de Başkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Menderes Çınar oldu. Dr. Çınar Türkiye’deki siyasal İslam tartışmalarını Refah Partisi örneğinden yola çıkarak Ak Parti’nin bu bağlamda nerede durduğuna ilişkin analizleriyle konferansa başladı. Dr. Çınar Milli Görüş Hareketinin ve aktörlerinin inişli-çıkışlı serüveninin içinde gizlenen sorunsalları, ‘siyasal olan’ın yol göstericiliğinde tartışırken, siyaset bilimi alanında çok sık gözlemlediğimiz bir açmaza düşmemiş; hareketi ve aktörlerini topluluktan, insan unsurundan, günlük yaşamdan ve sistemden soyutlayarak bir analiz yapmak yerine, tüm bu unsurları dikkate alarak konuya derinlikli bir bakışla yaklaşmıştır. Dr. Çınar, Refah hareketinin ve taşıyıcı örgütlerin rolünü, anlamını ve önemini hem kendi kişisel tarihimiz hem de siyasal sistemimizin tarihi ışığında, dahası, global sızmalarla iç içe ve karşılıklı etkileşim içinde anlamamıza yardımcı olabilecek analitik bir perspektif kullanarak tahlil etmiştir. Dr. Menderes Çınar’ın projesi, siyasetin çevre ile etkileşerek dönüşen ve dönüştüren potansiyelini zaman-mekan-ajan üçlüsünün ivmesi ile Siyasal İslam özelinde tartışırken, son 25 yılın neo-politikalarının siyaset kavramına indirdiği öldürücü darbelere de değinen kapsamlı bir perspektifle konuya yaklaşmıştır. Dolayısıyla, Dr. Çınar’ın bu konferansında geriye, siyasal İslam başlığı altında üst üste, yan yana, karmakarışık yığılmış verilerden çıkarılmış hep aynı, apolitik ve duygusal sonuçlar yerine “siyasal olan’a” taraf olmakla övünen, taze, bağımsız, zihin açıcı ve analitik tartışmalar kalmıştır.


Dr. Çınar’a göre Ak Parti, Refah Partisi'nin eleştirisi üzerine kurulmuş, 28 Şubat'tan dersler çıkarmış bir grubun kurduğu bir partidir. Erbakan'dan farklıdırlar; zira Erbakan, Türkiye'de siyasetin kurumsal yapısını değiştirmek istememiştir. O, Kemalist yapının içini İslam'la doldurmak istemiştir. Erbakan “İslamcı Kemalist”ti. Erdoğan değildir. İslamcı Kemalizm, aynen Kemalizm gibi homojen bir toplum tasarlar, toplumun içindeki farklılıkları kabul etmez, çoğulcu olmayan bir laikliği savunur ve siyaseti seçkinlerin faaliyeti olarak görür. İslamcı Kemalizm için sorun, devletin dini kontrol etmesi değildir. Sorun, devletin dini, 'laik bir anlayışla' kontrol etmesidir. Erbakan devletin din üzerindeki kontrolünü 'dindarlaşmayı sağlamak' için sürdürmek istiyordu. AKP ise devletin kurumsal yapısını sorun olarak görüyor ve yapısal bir dönüşüm istiyor. Devletin hâkim olduğu alanların küçültülmesini, toplumun önünün açılmasını hedefliyor. AKP, Refah gibi İslamcı bir parti de değildir. Erdoğan'ın meselesi, İslami kimliğin, dindar insanların, başörtülü öğrencilerin yaşam alanlarının genişletilmesidir. Çünkü '28 Şubat'ta laik devletin İslam'a bakışı değişmiştir. Ak Parti yeni bir merkez oluşturmak istiyor. Klasik merkez partileri gibi olmak istemiyor. Bu yüzden Tayyip Erdoğan 'İç ve dış siyasette statüko değişmeli' diyor. Taşları düpedüz oynatmaktır bu. Erdoğan, 'Ekonomik kalkınma, demokrasi olmadan olmaz. İnsanların ekmek kadar özgürlüğe de ihtiyacı var. Kıbrıs sorunu çözülmeli' gibi ilerici şeyler söylüyor. Kürt meselesine de 'Terör, neden değil, sonuçtur' diye bakıyor. Aslında, AKP'nin İslamcı geçmişi biraz mazeret olarak kullanılıyor. Varsayalım ki, AKP “takiyye” yapıyor, İslamcı hedefine ulaşmak için Türkiye'yi demokratikleştirmek istiyor. Böyle olduğu varsayılsa bile, demokratikleşmenin kimseye bir zararı yoktur. Dr. Çınar’a göre bugün Türkiye’de çok katı bir laiklik anlayışı vardır. Bunu esnetmek çok zordur. 1980 sonrasındaki laiklik anlayışıyla 28 Şubat sonrasının laikliği çok farklıdır. 1980 sonrasında Türk-İslam sentezi vardı. İslam, sol tehlikeye karşı kullanılmak isteniyordu. Kenan Evren konuşmalarında Kuran'dan ayetler okuyordu. Şimdiki Genelkurmay başkanının bunu yaptığını düşünebiliyor musunuz? Şimdi İslam'ın kendisi tehdit oldu. Hem dış konjonktürden, hem 28 Şubat'ın getirdiği tanımlamadan dolayı böyle oldu. Yargı dahil, çeşitli kurumların laiklik vurguları bu yüzden. Biz, laikliği demokrasiden vazgeçerek koruyoruz. Oysa demokrasinin kendisi laikliği korur; ama Türkiye bir türlü bu noktaya gelemiyor. Laiklik irtica kutuplaşması demokrasi aleyhine işliyor.


18. KONFERANS AB Proje Yönetimi Döngüsü ve Mantıksal Çerçeve Yaklaşımı Murat KUTLUKSAMAN DPT, Proje Yatırımları Değerlendirme ve Analiz Daire Başkanlığı Avrupa Birliği adaylık süreci, müktesebat uyumunun yanı sıra, Katılım Öncesi Ekonomik Program ile Avrupa Birliği’ne üyelik için uygun ekonomi politikalarının ve reformlarının belirlenmesini ve üyelik sonrasında Ekonomik ve Parasal Birliğe katılıma yönelik yapının oluşturulmasını hedeflemektedir. Bu kapsamda tüm aday ülkeler için bir yükümlülük teşkil eden söz konusu Program, öncelikli olarak Kopenhag ekonomik kriterlerinin karşılanmasını öngörmektedir. Katılım Ortaklığı Belgesi çerçevesinde hazırlanan ilk Katılım Öncesi Ekonomik Program 1 Ekim 2001 tarihinde ve diğerleri de sırasıyla, 14 Ağustos 2002, 15 Ağustos 2003, 30 Kasım 2004, 30 Kasım 2005, 30 Kasım 2006 ve Aralık 2007 tarihlerinde AB Komisyonu’na sunulmuştur. Ayrıca, adaylık statüsünün Helsinki Zirvesi’nde teyit edilmesinin ardından, Türkiye’ye sağlanan mali yardım miktarı da artırılmıştır. 2003 yılı içinde Türkiye’ye 300 milyon Euro olan mali yardım, 2005 yılında 500 milyona çıkmıştır. Avrupa Komisyonu, 2007–2013 yılları arasında aday ülkelere yapacağı mali yardımların çerçevesini belirlemek üzere yeni bir düzenlemeye gitmiş ve daha önceden farklı programlar altında yürütülen mali yardımlar tek bir program altına düzenlenmiştir. Katılım Öncesi Mali Araç (IPA) olarak adlandırılan bu yeni düzenleme ile AB, 2007–2013 yılları arasında tüm aday ülkelere 10 milyar Euro dolayında bir kaynak ayrılmasını öngörmüştür. 2007 – 2010 dönemi için Türkiye için öngörülen kaynak miktarının toplam 984,2 milyon Euro düzeyinde olması beklenmektedir. Şüphesiz öngörülen bu miktar, ülkemizin AB ile uyum süreci kapsamında ihtiyaç duyacağı miktarın çok altında kalmaktadır.


Her ne kadar daha önce üyelik statüsüne kavuşmuş olan benzer konumdaki aday ülkelerle kıyaslandığında geçmiş dönemlerde yapılan ekonomik yardımlar düşük miktarlarda gerçekleşmiş olsa da, söz konusu ekonomik yardımların kullanımına ilişkin yeterli sayıda ve nitelikli proje üretildiğini söylemek pek mümkün olamamaktadır. Fakat Türkiye’nin katılım sonrası faydalanma olanağına kavuşacağı ve temel olarak ekonomik ve sosyal alanda daha uyumlu bir bütünleşmeyi sağlamayı ve bölgeler arasındaki gelişmişlik farklılıklarının giderilmesini amaçlayan “Yapısal Fonlar” ile “Uyum Fonları”nın varlığı dikkate alındığında, Türkiye açısından üyelik sürecinin öngördüğü mali imkânlardan yararlanma fırsatının devam ettiği görülmektedir. Zira Yapısal Fonlar hem kapsam olarak daha geniş bir alana hitap etmekte, hem de miktar olarak daha büyük meblağları öngörmektedir. Nitekim Avrupa Birliğinde 2007-2013 döneminde Bölgesel Politika için öngörülen yaklaşık 348 milyar Euro’nun 278 milyar Euro’su Yapısal Fonlara ve 70 milyar Euro’su Uyum Fonu’na ayrılmıştır. Ancak belirtilen ekonomik yardımlardan etkin olarak yararlanılabilmesi için uyum sürecinin öngördüğü alanlarda çok sayıda nitelikli projelerin üretilmesi ve finansmanı öngörülen projelerin etkin olarak yürütülmesi gerekmektedir. Dolayısıyla projelerin geliştirilmesi ve yönetilmesi için sistematik bir yaklaşıma ihtiyaç duyulmaktadır. AB üyelik süreci kapsamında katılım öncesi ekonomik yardımlardan sınırlı da olsa faydalanma imkânı bulmuş olan Türkiye’nin, proje geliştirme ve proje yönetimi alanlarında elde ettiği deneyimler, üyelik sonrası yapısal fonlara hazırlık anlamında bir fırsat niteliği taşımaktadır. Nitekim katılım öncesi mali yardımların kullanımında Avrupa Birliği Komisyonu’nun 1992 yılında kabul etmiş olduğu Proje Yönetimi Döngüsü (PYD) kullanılmıştır. AB Proje Yönetimi Döngüsü mantıksal çerçeve analizi yöntemine dayanan, proje tasarımı ve yönetiminde kullanılan bir dizi aracı içeren, bir projenin fikir olarak doğuşundan tamamlanma sonrası değerlendirmeye kadar geçen tüm aşamalarının yönetimini ve söz konusu aşamalardaki karar alma süreçlerini içine alan bütüncül bir proje planlama ve proje yönetimi yaklaşımıdır. Proje Yönetimi Döngüsü, projenin süresi boyunca kullanılacak olan yönetim faaliyetlerini ve karar-alma prosedürlerini (kilit


görevler, roller, sorumluluklar, kilit dokümanlar ve karar seçeneklerini de dâhil ederek) tanımlamaktadır. Süreç boyunca projelerin planlanması ve yönetimi, birbirini takip eden aşamalar şeklinde gerçekleştirilmektedir. Bu aşamalar Programlama, Tanımlama, Formülasyon, Uygulama ve Değerlendirme aşamalarıdır. Belirtilen aşamaların her birinde projenin kalitesinin belirlenmesine yönelik kalite değerlendirme kriterleri, projeye ilişkin verilecek olan kararlara yönelik karar alma kriterleri, karar alma prosedürleri ile karar alma sürecinde kullanılacak kilit veri gereksinimleri belirlenmektedir. PYD süreçleri boyunca kullanılan bu sistematik yaklaşım sayesinde ana hedefler/stratejiler ile uyumlu ve yapılabilir projelerin geliştirilmesi ve finanse edilen bu projelerin faydalarının kalıcı olması hedeflenmektedir. PYD’nin en önemli bileşenini şüphesiz mantıksal çerçeve yaklaşımı oluşturmaktadır. 1970’li yıllarda geliştirilmiş olan mantıksal çerçeve yaklaşımı ilk olarak USAID yardım kuruluşu tarafından kullanılmış olup şu anda birçok ikili ve çok taraflı yardım kuruluşu tarafından kullanılmaktadır. Mantıksal çerçeve yaklaşımı, proje / program hedeflerinin, analiz sonuçları kullanılarak sistematik bir şekilde ve belli bir mantık dâhilinde ortaya konulmasını sağlamakta ve farklı seviyelerdeki hedefler arasındaki sebep-sonuç ilişkisini kurmaktadır. Ayrıca hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığının nasıl kontrol edileceğini ve proje / programın kontrolü dışında kalan ve projenin başarısını etkileyebilecek varsayımları ortaya koymaktadır. Bu sistematik yaklaşım neticesinde elde edilen bulgular, Mantıksal Çerçeve Matrisi olarak adlandırılan bir matris içerisinde özetlenmektedir. Dolayısıyla mantıksal çerçeve yaklaşımı sayesinde hedefler ile uyumlu proje geliştirilmekte, aynı zamanda geliştirilen projelerin sonuçlarının ve risklerinin izlenebilmesi için bir altyapı oluşturulmaktadır. Sonuçta bu yaklaşımın sistematik bir şekilde uygulanması neticesinde faaliyet planı, uygulama planı ve proje bütçesi ortaya çıkmakta, faaliyetlerin ve kaynakların kurulan sebep – sonuç ilişkileri sayesinde proje ve program hedefleri ile uyumu sağlanmaktadır. Proje hazırlayıcıların ve uygulayıcıların fikirlerini somut eylemlere dökmelerine yardımcı olan mantıksal çerçeve yaklaşımı bazı kısıtları içinde barındırmaktadır. Neticede daha sağlam bir mantık kurgusunun oluşmasına yardımcı olan mantıksal çerçeve yaklaşımı, sonuçlar ile uyumlu hedefleri ve faaliyetleri oluşturmakla birlikte bu faaliyetlerden sorumlu olacak organizasyon yapıları hususunda bir yaklaşım sunamamaktadır. Dolayısıyla bu yaklaşım ne kadar iyi olursa olsun, tek başına başarılı sonuçlar elde edilmesini garanti etmemekte ve proje / program başarısında birçok faktör, özellikle de uygulamadan sorumlu ekip veya kurumun örgütsel becerileri önem kazanmaktadır. Sonuç olarak Türkiye’nin modernleşme ve reform süreci kapsamında AB ile ilişkiler çerçevesinde kullanma imkânı bulduğu ve yapısal fonların devreye girmesi ile birlikte miktar ve kapsam olarak çok daha büyük boyutlara ulaşacak olan ekonomik yardımlardan tam ve etkin olarak yararlanabilmesi için hedefler ile uyumlu, yapılabilir ve yönetilebilir projeler geliştirilmesi ve bu projelerin etkin bir biçimde uygulanması gerekmektedir. Bu durum ise projelerin tasarımında ve yönetiminde daha sistematik bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır. Proje Yönetimi Döngüsünün ve Mantıksal Çerçeve Yaklaşımının yaygılaştırılmasının bu eksikliklerin giderilmesinde önemli bir rol üstleneceği düşünülmektedir. Ayrıca bu yaklaşımın sadece AB ekonomik yardımlarında


değil, aynı zamanda ulusal projelerde de benimsenmesi durumunda Türkiye’nin proje geliştirme ve proje yönetimi kapasitesinde ilerlemeler sağlanacağı aşikârdır.


19. KONFERANS Huzurun Davetçisi Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eski Rektörü Meleklerin kendileri için yapılan sınavı kazanmalarından, iblis ve avenesinin ise aynı sınavı kaybetmelerinden sonra; sünnetullah çerçevesinde sınav sırası Âdem ve zürriyetine gelmişti. Öyleyse bu azim sınav için Allah (cc) Âdem ve zürriyetini huzuruna alacaktı. İşte “elest bezmi,” yani “huzur” budur. Bu nedenle “huzur” kavramı, Allah’ın kullarını muhatap alarak “elestü bi Rabb’i küm/ Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” sorusunu sorduğu o unutulmaz anı hatırlatır, bizlere. O an, Kur’ani dille şu şekilde anlatılır: “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), bela/evet (buna) şâhit olduk, dediler. 7/172”

Dikkat edilecek olursa, Allah’a (cc) verilecek cevap, sorunun içinde saklıydı.


Halik-i Zülcelal “Ben kimim?”, ya da “Ben sizin neyiniz oluyorum?” diye sormuyordu da, kullarının, yani yeryüzünde Zat-ı Kibriya’sı adına tasarrufta bulunacak olan halifelerinin/ vekillerinin vermesi gereken cevabı sorusunun içinde saklıyordu, “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” diyerek. İyice düşünecek olursak, bu da, tıpkı eşyanın isimlerini Adem’e öğretip, meleklerle yaptığı ilk sınavı kazandırması gibiydi. Arka arkaya sınavlar kazanılmış ve yeryüzünün halifesi/yöneticisi olan insanoğlu bir kez daha ön plana çıkmış/çıkarılmıştı; hem de gönüllerine huzur nimeti konulmuş olarak. Bu sınav anı, kıyamete kadar yaratılacak olan bütün insanların topluca Allah’ın huzurunda oldukları ilk andı. Bu öylesine bir andı ki, bu anı ve bu anın kendilerine verdiği sonsuz zevki insanlar hiç ama hiç unutamadılar. Farkında olsunlar ya da olmasınlar, tarih boyu tüm insanlar tam anlamıyla hiç bir zaman tarif edemedikleri o ilahi zevkin arayışı içinde oldular. Çünkü gönül huzurunu, ruh sükunetini bu zevkte bulacaklarını hissediyorlardı. Bu hissin yönlendirmesiyle olmalı, kadınıyla erkeğiyle insanlar bu zevki kimi zaman karşı cinste, kimi zaman parada pulda, şanda şöhrette aradılar. Fakat buldukları hiç bir şey insanları aradıkları o ilahi zevke tam olarak yaklaştıramadı; “elest bezmi”nde olduğu ölçüde o ilahi zevki onlara tekrar yaşatamadı. Zaten doyumluk değil, tadımlık bir zevkti elest bezminde yaşananlar. İstendi ki, insanlar hep o unutulmaz zevkin peşinde olsunlar. Ömürleri boyunca, tadı damaklarında kalan o ilahi zevki arasınlar, bulmak için çaba harcasınlar, ter döksünler, uykusuz geceler geçirsinler, ağlasınlar, sızlasınlar, gözyaşı döksünler; bir kor gibi, bir köz gibi yüreklerinde taşısınlar, fakat kesinlikle unutmasınlar. Öyle ya, insanlar o zevke yaklaştıkları ölçüde huzur bulacaklar; ya da bir ömür boyu peşinden koştukları huzurun kıyısında köşesinde dolaşacaklardı. Bunun içindir ki, tarih boyunca Allah’ın yeryüzüne gönderdiği elçileri insanları hep o doyumsuz zevke davet ettiler. Çünkü yeryüzüne gönderilen bütün peygamberlerin asıl görevi, onları huzura davet etmekti de ondan. O güzel nebiler görevleri gereği biliyorlardı ki, insanlar ancak Allah’ın huzuruna dönecek olurlarsa; aradıkları, bilerek ya da bilmeyerek ömürleri boyunca peşinden koştukları o ilahi zevki yeniden yaşama imkânına kavuşacaklar, böylece huzur bulacaklar ve rahat yüzü göreceklerdi. Çünkü, Nebiler Nebisi’nin diliyle “dünyada rahat yoktu”. O Güzel Nebi’nin izine basan bir şair ise “asude olam dersen gelme cihane” diyerek aynı şeyi dillendiriyordu, asırlar sonra. Diğer bir ifadeyle, eğer gerçek rahat isteniyorsa o sadece ahiretteydi. Bunun içindir ki, ötelerin ötesinde, güzel ve rahat bir hayat yaşamak için ne gerekiyorsa, bu dünyada o yapılmalıydı. Nebevi dille ifade edilecek olursa “dünya Ahiret’in tarlası”ydı. Burada “ne ekilirse,” orada “o biçilecek”ti.


20. KONFERANS ADAM Avrupa Birliği Gençlik Projeleri: Mevcut ve Önümüzdeki Dönem Projeler Mehmet Sercan ARSLAN Savunma Sanayi Müsteşarlığı Avrupa Birliği Gençlik Programı, programa üye ülkelerde gençlerin girişimciliklerini ve sosyal katılımcılıklarını teşvik etmek amacıyla Avrupa Birliği tarafından verilen proje üyelik hakkını devam ettirebilmek adına, her yıl Gençlik Programı bütçesine belli bir miktarda katkıda bulunmak zorundadır. Böylelikle program üyesi ülkelerin katkılarıyla ortak bir havuz oluşturulmakta ve bu havuzdan uygun şartları sağlayan gençlik projelerine hibeler verilmektedir. Hibeler için ülke kotası bulunmamaktadır; böylelikle uygun yapıda en çok proje sunan ülkeler havuzdan en fazla kaynak almaya hak kazanmaktadır. Ne yazık ki ülkemizden bu havuza yapılan başvurular oldukça kısıtlı olup, ülkemize programa üye olmak için ödediği yıllık miktarın çok altında bir miktar proje hibesi olarak geri dönmektedir. Bu sorundan hareketle ADAM bünyesinde oluşturulan Gençlik Projeleri Grubu ile söz konusu hibelerden faydalanabilmek ve ADAM’ın misyonuna uygun projeleri hayata geçirebilmek amacıyla ilgili makama proje başvurularında bulunulmuştur.


İlk etapta, ülkemizde bu hibeleri dağıtmakla yetkili Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi Başkanlığıyla temasa geçilerek, merkezimiz bünyesinde gençlere eğitim vermeleri sağlanmıştır. Bu eğitim sonrasında Gençlik Projeleri Grubu tarafından başlatılan çalışmalar neticesinde 2008 yılında iki proje başvurusu yapılmıştır. Sunulan her iki proje de uygun görülerek hibe almaya hak kazanmıştır. Hayata geçirilen ilk proje ortaöğretim kurumlarındaki gençlere sosyal ve çevresel sorunlara karşı duyarlılık kazandırmayı amaçlamıştır. Bu kapsamda çeşitli seminerler, aktiviteler ve gezilerle gençlerin yaşadıkları toplumun ve çevrenin sorunlarına karşı duyarlılık kazanmalarına ve izleyici olmaktan çıkıp, katılımcı bireyler olarak toplumsal hayata dahil olmalarına katkıda bulunulmuştur. Hayata geçirilen diğer proje kapsamında uluslararası boyutta bir gençlik semineri düzenlenmesi hedeflenmiştir. Bu bağlamda Makedonya, Bulgaristan, Bosna-Hersek ve Türkiye’den gençlerin katılımıyla İstanbul’da dokuz günlük bir program düzenlenmiştir. Balkan ülkeleriyle ortak tarihimizin tartışıldığı, İslam ve Batı Medeniyeti arasındaki farklılıkların mukayese edildiği ve Osmanlı’nın medeni hayat ve insan hakları bakımından ele alındığı seminerde akademisyenler tarafından da çeşitli sunumlar yapılmıştır. Başarıyla biten iki projeden sonra alınan olumlu eleştiriler ve desteklerle 2009 yılında da benzer projelere imza atmak üzere Gençlik Projeleri Grubu çalışmalarını sürdürmektedir. Bu kapsamda iki yeni proje başvurusu daha yetkili makamlara sunulmuştur. Bunlardan ilki, lise çağındaki gençlerde uyuşturucu madde bağımlılığına karşı bilinç kazandırmak amacıyla konferanslar düzenlemeyi amaçlamaktadır. Diğer proje ise uluslararası katılımla Bosna-Hersek’te bir program düzenlemeyi amaçlamaktadır. Proje kapsamında Almanya, Makedonya, Türkiye ve Bosna-Hersek’ten gençler Etnik-Dini Ayrımcılık ve “İslamofobia” (İslam korkusu) konularını tartışmak üzere yedi günlük bir program kapsamında bir araya geleceklerdir. Bundan sonraki dönemlerde de yeni projeler sunularak, hem ADAM’ın misyonuna uygun projelerin hayata geçirilmesine, hem de ülkemizin gençlik projeleri için sunulan imkânlardan daha iyi faydalanmasına katkı sağlanmaya çalışılacaktır.


21. KONFERANS Avusturya Basınının 1967'den Bugüne Türklere Bakışı Faik TANRIKULU Viyana Üniversitesi Doktora Öğrencisi Osmanlı devletinin Viyana kapılarına iki defa dayandığı Avusturya’da Türk nüfusu 1967’den bugüne hızla artmıştır. Tarihten gelen izler bugünlerde Avusturya’da yaşayan 300 bini aşkın Türk tarafından anılmaktadır. Avusturya’da yazılı ve görsel basında Türkler hakkında çıkan çeşitli haber ve yayınlar Avusturya gündeminde önem arz etmektedir.

Viyana Üniversite’sinde yapılan bir araştırmada; Avusturya’nın yüksek tirajlı gazeteler ve internet sayfalarında yabancılar ve Türkler hakkında yer alan haberlerin basın tarafından nasıl ve ne şekilde yansıtıldığı incelenmiştir. Türklerin ilk olarak Avrupa ve Avusturya’ya göçleri 60’lı yıllarda başlamıştır. 1967 yılında Avusturya basınında Türklerin Avusturya ekonomisine katkısından, Türklersiz bir Avusturya düşünülemeyeceğinden söz edilmiş, genel olarak Türkler hakkında olumlu haberler medyada yer bulmuştur. 2008 yılında yapılan iki ay süren bir araştırmada, Avusturya’nın önde gelen gazeteleri ve internet siteleri incelenerek, bugünlerde medyanın bugünlerde Türklere bakışı tespit edilmeye çalışılmıştır. Araştırmada incelenen gazeteler sırasıyla, Die Neue Kronen Zeitung, die Presse ve der Standard’dır. Araştırmada günlük gazetelerde göçmenler hakkında 286 haber ve makaleye rastlanmıştır. Kronen Zeitung gazetesi Avusturya’nın en yüksek tirajlı gazetesidir. Göçmenlik ve azınlıklarla ilgili iki aylık sürede 123 haber yapılmıştır. Bu haberler incelendiğinde yabancılar hakkında yapılan haberlerin daha çok kriminal haberler olup, failin milliyetini belirten haberler olduğu görülmektedir. Verilen haberde kişinin isminden çok milliyetine vurgu yapılarak Avusturya toplumunda göçmenlere yönelik negatif bir etki uyandırmaktadır. Ayrıca verilen haberlerde tanımlamalar doğulu suçlular veyahut Kriminal Turistler şeklinde verilerek, topluluk içerisinde yabancılara bakış olumsuz etkilenmektedir.


Standard gazetesi ise sol eğilimli bir gazete olup toplam tirajın yüzde 5’ine tekabül eden 404.000 okuyucusu bulunmaktadir. Standard gazetesinde araştırma süresince 77 haber çıkmış olup, haberler göçmenlerin sosyal durumları öne çıkarılarak verilmiştir. Haberlerin 12’si azınlıklar, diğer haberler ise göçmenlerin statüleri hakkındadır. Bunun yanında genel olarak Standard gazetesinde olumlu haberler içerisinde göçmenleri ve azınlıkları ilgilendiren durumlar hakkında çeşitli yazı dizileri yayımlanmıştır. Kültür ve göçmen hakları gibi haberler daha çok objektif olup, arka planda yabancılara yönelik olumsuz imalar içermemektedir. Diğer önemli üç gazeteden biri de Presse gazetesidir. Presse gazetesinde araştırma süresince 32 haber yayımlanmıştır. Göçmenler üzerinde çıkan haberlerde ise daha çok politik, kriminal konular ele alınmıştır. Çıkan haberler içerisindeki 18 haber, daha çok milliyet vurgusu yapılarak kaleme alınmıştır. Genel olarak Presse gazetesinin haberlerinin 17’si objektif değildir; bunlardan sadece 9’u olumlu haber niteliğindedir. Daha çok kriminal ve suç olaylar okuyucuya sunulmustur. Avusturya’da siyasetin ve politikacıların önemli gündem maddelerinden biri, entegrasyon politikalarıdır. Entegrasyon ve yabancıların topluma uyumu Avusturya basınında sıkça yer almakta ve kullanılmaktadır. 1960’lı yılların Avusturya basınında Türklere ve yabancılara karşı egemen olan olumlu bakış açısı giderek değişmiş, artan yabancı sayısının etkisi ve bu arada ekonominin zayıflaması ile yabancılar hakkındaki haberler yerini olumsuz haberlere bırakmıştır. Avusturya’da giderek sağ partilerin daha çok yabancı ve Türk düşmanlığıyla oy toplaması ile basındaki olumsuz haberlerin yükselmesi arasındaki paralellik dikkat çekicidir.


22. KONFERANS Küresel Finansal Kriz: Nedenleri, Etkileri ve Çıkış Yolları Doç. Dr. Mustafa Acar Kırıkkale Üniversitesi, İ.İ.B.F. Öğretim Üyesi Halihazırda dünya yakın tarihin, 1929 Büyük Bunalımdan sonraki en büyük ekonomik krizini yaşıyor. Amerika’da patlak veren kriz dalga dalga yayılarak bütün dünyayı etkisi altına almış durumda. Çok sayıda banka ve finans kuruluşu birbiri peşisıra batmış, iflasını istemiş veya devlet tarafından elkonmuş durumda. Neler oluyor, dünya nereye doğru gidiyor? Acaba bu, alışık olduğumuz türden sarsıntıların bir yenisi mi, “yüzyılın krizi” mi, yeni bir Büyük Bunalım mı? Yoksa, daha da beteri, kapitalizmin sonu geldi mi? Bu krizin nedenleri nelerdir, çıkış yolu nedir? Bu seminerde bu sorular cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Önce ABD’deki ve dünya piyasalarındaki son gelişmeler özetlenmiş, ardından bugünkü krizin kısa ve uzun vadeli belirleyici dinamikleri üzerinde durulmuş, en sonunda da bu tür krizlerin tekrar etmemesi için çözümün nerede aranması gerektiğine değinilmiştir. Seminer’de dile getirilen görüşler şöylece özetlenebilir: Son zamanlarda ABD ekonomisinde, ona bağlı olarak dünya piyasalarında olan biten kısaca şudur: ABD ve dünya ekonomisinde büyüme yavaşlamıştı, faiz oranları 2000’li yılların başlarına kıyasla bir hayli yükselmiş, enflasyonist kaygılar ön plana çıkmıştı. 2007 yılının ortalarından itibaren çok daha önemli gelişmeler ortaya çıkmış, konut piyasası derin bir krize girmiştir. “Mortgage” adıyla anılan ipotek karşılığı uzun vadeli konut kredilerinin önemli bir bölümü batmıştır. Konut sektöründeki krize ve geri dönmeyen alacaklara bağlı olarak, son 5-6 yıldır bu piyasaya büyük paralar yatırmış, yüz milyarlarca dolar kredi vermiş bankalar, mortgage şirketleri veya finans kuruluşları zor duruma düşmüş, bunlardan 13 tanesine şu ana kadar Amerikan Hazinesi tarafından elkonmuştur. ABD Hazinesi’nin, kurtarmayı reddetmesi üzerine ABD’nin en büyük 4. yatırım bankası Lehman Brothers 613 milyar dolarlık bir borçla iflasını istemiş, bu olay gergin durumdaki piyasaları altüst eden kıvılcım işlevi görmüştür. Borsalar sarsılmış, endeksler dibi görmüş, yüz milyarlarca dolar kısa sürede buharlaşmıştır. Hükümetler ve merkez bankalarının bütün çabalarına rağmen ortalık sakinleşmemiş, kriz büyümüş, bazılarına “yüzyılın krizi” dedirten boyutlara tırmanmıştır. Anlaşıldığı kadarıyla en iyimser tahminle 2009 yılı ortaları olmak üzere daha uzunca bir süre krizin etkileri devam edecek, talep daralacak, büyüme oranları düşecek, işsizlik oranları yükselecek, birçok şirket iflas edecek, diğerleri borçlarını çevirmekte çok büyük sıkıntılar yaşayacaktır. Bu krizin ortaya çıkmasında rol oynayan başlıca görünür nedenler arasında, başta FED olmak üzere büyük ekonomilerin merkez bankalarının 2000’li yılların başlarından itibaren izledikleri düşük faiz-gevşek para politikaları, ABD hükümetinin Neocon zihniyetin etkisi altında giriştiği saldırı ve işgal politikalarının kabarttığı iç ve dış açıklar, bu açıkları kapatmak için uygulanan genişletici para-kredi politikaları, artan petrol fiyatlarının şişirdiği yüzer-gezer fonlar, likidite bolluğunun sağladığı imkânlarla özellikle konut, gıda ve enerji sektörlerine yönelik spekülatif hareketler, ve yatırım bankalarının, ödeme gücü olup olmadığına pek dikkat etmeksizin (ellerindeki fon fazlasını satmak,


aktiflerini kabartıp bilançolarını şişirmek ve patronlarının gözüne hoş görünmek amacıyla) hesapsız-kitapsız biçimde konut sektörüne para yatırmaları sayılabilir. İktisatta “konjonktür dalgaları” ya da “reel iş çevrimleri” adıyla anılan ve zaman zaman ortaya çıkan bu tür krizlerin daha derinlerde yatan nedenleri ise devletin karşılıksız para basma yetkisi, altın-para sistemi gibi sağlam para sisteminden vazgeçilmiş ve yerine karşılıksız basılan fiat para sisteminin benimsenmiş olması, insanoğlunun şeytani dürtülerinden kaynaklanan kolay yoldan zengin olma ve paradan para kazanma hevesleri, devletin ekonomiye sürekli müdahale etmesi ve kendi yaptığı hatanın bedelini vergi mükelleflerine ödetme alışkanlığında olması, ve nihayet bütün bunlara cevaz verip mantığa büründüren Keynesçi-müdahaleci iktisat politikası anlayışı olarak sıralanabilir. Dolayısıyla, bu bunalım serbest piyasanın değil, olsa olsa, devletçimüdahaleci kapitalizmin krizi olabilir. Defalarca yaşanan tecrübeler, karşılıksız para basma yetkisinin ve devlet gücünün kötü niyetli olarak kullanılabildiğine, kişisel menfaatlere alet edilebildiğine, piyasanın serbestçe işlemesine izin vermeyip belirli çıkar gruplarının menfaatini gözetmek üzere müdahale edilmesinin bedelini toplumun eninde sonunda kriz olarak ödediğine işaret etmektedir. Her “piyasayı paraya boğma” girişimini önce bir “şişme” ardından da “sönme” (genişleme ve daralma”) dönemi izlemektedir. İktisadın da doğa yasaları gibi, insanların keyfi tasarruflarından bağımsız işleyen belirli yasaları vardır; bunlara riayet etmemekle yasalar ortadan kalkmamakta, ama günün birinde bedeli kriz olarak ödenmektedir.

Yaşadığımız krizin Türkiye’yi nasıl etkileyebileceği konusunda biri olumsuz, diğeri olumlu iki farklı senaryodan söz edilebilir. Kötümser senaryoya göre, ABD ekonomisindeki kriz dalga dalga Avrupa ve Asya ekonomilerini etkileyecek, durgunluk talep daralmasına yol açacak, bu da ticaret ve sermaye akımları kanalıyla Türkiye’yi olumsuz etkileyecektir; ihracat duraklayacak, sermaye kaçacak, döviz kurları yükselecek, dış borcu epey kabarık olan özel sektör büyük sıkıntı çekecektir. İyimser senaryoya göre ise kriz aslında Türkiye için bir fırsattır. Yükselen piyasaların başında gelen Türkiye,


şayet son yıllarda yakaladığı ekonomik ve siyasi istikrarı bozmazsa, bölgesinde barış arayışlarında aktif rol almaya ve komşularıyla ilişkilerini iyileştirmeye devam ettiği sürece, Batının doymuş ve krize girmiş piyasalarından çıkacak sermayenin muhtemel güzergahlarından biri olacaktır. ABD’de bulunan 800 milyar dolarlık Körfez kaynaklı fonların küçük bir bölümünün bile Türkiye’ye doğrudan dış yatırım olarak gelmesi Türk ekonomisine büyük rahatlama sağlayacaktır. Kısaca her kriz aynı zamanda bir fırsattır, Türkiye bu fırsatı iyi değerlendirmelidir. Son olarak, şunu söylemek gerekir ki, şu anda yaşanan kriz kapitalizmin sonunu getirecek bir nihai kriz değildir. Kapitalizmin tarihinde pek çok kriz yaşanmış, ancak her defasında bunlar aşılmıştır. Bu tür dalgalanmaların temel nedeni, devletin karşılıksız para basma tekelinin sorgulanmaması, para ve kredi genişlemesiyle ekonomiyi canlandırma hesapları yapan devletçi ve müdahaleci iktisat anlayışı, bir de bedavadan zengin olma hevesindeki saadet zinciri girişimleridir. İslamcısından Marksistine, 3. dünyacısından ulusalcısına bütün radikalleri heyecanlandırsa da, bizim kanaatimizce şu anda “kapitalizmin sonu”nu getirecek genel bir bunalımla karşı karşıya değiliz. Özel mülkiyet kurumu, bireysel özgürlük, kâr arayışı, serbest ticaret ve sınırlı devlete dayalı piyasa ekonomisinin maalesef daha iyi bir alternatifi henüz geliştirilmeyi beklemektedir. Mevcut şartlarda yapılması gereken, eski alışkanlıklarımızdan vazgeçip, birilerinden aldığımızla başkasını zengin etmeye dayalı anlayıştan ve para basarak zengin olacağımız yanılgısından tez kurtulmak, küreselleşen dünyanın gerekli kıldığı yeni bir anlayışa ve yeni kurumlara vücut vermektir. Bu çerçevede devletin karşılıksız para basma tekelini sorgulayıp sağlam para sistemine, hatanın bedelini vergi mükelleflerine değil, bizzat hatayı yapana ödetecek bir sisteme geçmek, zenginliği paradan para kazanmaya dayalı spekülatif hareketlerde değil, üretim ve yatırımda aramak gerekmektedir.


23. KONFERANS Türkiye’de Asker ve Siyaset Dr. Levent Ünsaldı Paris Sorbonne Üniversitesi Dr. Levent Ünsaldı’nın Ankara Düşünce ve Araştırma Merkezimizdeki konferans konusu Türkiye’nin en çok tartışılan temel konularından olan asker-siyaset ilişkileri ile ilgili olmuştur. Demokrasinin yeşermesinin güç olduğu bir bölgede ender bir konuma sahip olan Türkiye, seçimlere dayalı iktidar değişiklikleri, sivil siyasi dönüşümler, farklı görüşlere sahip çoksesli bir toplum gibi demokratik yaşamın birçok niteliğini görünüşte taşıyor. Buna karşın, ordunun Türk siyasal sisteminde Batı Avrupa ülkelerinde benzeri bulunamayacak bir rolü var. Ordu, 1960, 1971, 1980, 1997’de ve yaşadığımız şu günlerde olmak üzere defalarca “ulusun yüce çıkarları” adına devreye girmiş ve gündelik yaşamda “siyasal yargıçlığa” soyunmuştur. Birleştirici, hatta yeniden yapılandırıcı bir güç olarak ortaya çıkan ordu, sonuçta “ulusun ta kendisi,” “anavatanın ve vatanseverlik inancının bekçisi” olarak görülmektedir. Silahlı kuvvetlerin sistem üzerindeki vasiliği bu gayriresmi toplumsal ve kültürel kabullenmelerden güç almakla kalmayıp, ayrıca Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi ile kurumsallaştırılmıştır. 1980 darbesinin ürünü olan ve halen geçerliliğini koruyan 1982 Anayasası da, TSK’yı Savunma Bakanlığı’na değil de doğrudan başbakana bağlamak suretiyle Silahlı Kuvvetlere yadsınamaz bir özerklik vermiştir. Askeri alandaki, soruşturma ve suçların yargılanmasına ilişkin adli çerçeve de, ordunun ayrı ve bağımsız bir adalet uygulamaya hakkı olan –bütünüyle ayrıcalıklı– bir kurum haline gelmesine katkıda bulunmaktadır. Bu çalışmada Türkiye’de ordunun siyasal rolüne ilişkin yeni bir açıklama modeli sunulmaya çalışılmıştır. Dr. Ünsaldı konferansı sırasında şu konularında bilgiler vermiştir: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ne tür örgütsel özelliklere sahip olduğu ve bir kurum olarak niteliklerinin neler olduğu; toplumsal çatışmaların üstünde, ne ölçüde homojen bir toplumsal grup oluşturduğu; siyaset sahnesinde sivillerle askerlerin iki ayrı ve muhalif cephe olarak karşımıza çıkıp çıkmadığı; askerin hangi nedenlerle ve hangi koşullar altında siyasal yaşama müdahale ettiği; askeri iktidarın hangi süreçlerden geçerek anayasal düzen içinde kurumsallaştığı; ulusal savunma harcamaları üzerinde kurumsal korporatif çıkarların etkisinin ne olduğu, askeri iktidarın ülkenin ekonomik yapısıyla ilişkilerinin ne şekilde ve nasıl geliştiği vb. Dr. Ünsaldı’ya göre Türkiye’de sağlıklı bir asker-siyaset ortamının sağlanması için öncelikle 35. madde kaldırılmalıdır. Genelkurmay başkanlığının, savunma bakanlığı varken başbakanlığa bağlı olması AB’de anlaşılabilir bir durum değildir. Askeri harcamalar denetlenmeden ordu demokratik bir çerçeve içine sokulamaz. Askeri mahkemelerin durumu tartışılmalıdır. Askeri mahkeme Fransa’da 1982’de kaldırılmıştır. Barış zamanında askeri mahkeme yoktur. Lojmanlarda biri birini öldürdüyse bu adli bir vakadır. Dünyanın birçok yerinde “Askeri Yargıtay” diye bir kurum yoktur. Türkiye'de ise sivil mahkemelere paralel, asker için ayrı bir hukuk vardır. Bu imtiyazlar zamanında verilmiş. Ne zaman siyasi iktidar yumruğunu masaya vurmuşsa, askerde bir geri çekilme olmuştur. Mesela Özal dönemi! Meclis çoğunluğu, toplumsal desteği olan bir iktidar


masaya vurursa, ordu halkı karşısına alamaz. Ordu 1960’larda siyasi bir aktör olarak dengelerin içinde yer aldı ve bir daha da çıkmadı. Nasıl ANAP, DP gibi siyasi partiler var, Ankara’da adeta bir de askeri bir parti var. Onun duruşu önemli ama o da herhangi bir aktör, mutlak gücü yok! Göz önüne alınması, sorgulanması ve hesaplarımızda hep bir şekilde yer alması gereken bir aktör.

OYAK konusuna da değinen Dr. Ünsaldı, OYAK’ın askere sunduğu hizmetin, maaşlarından zorunlu olarak kesilen yüzde 10’un çok gerisinde kaldığını belirtti. Bu kesintiler OYAK’a sıcak para girişi sağlamaktadır. OYAK 1960’larda askerin maddi ve sosyal seviyesini yükseltmek için kurulmuş; ama zamanla serbest piyasa ekonomisinin göbeğinde, kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışan, ayrıcalıklı bir şirket haline gelmiştir. Bu amaçla orduyu kullanmıştır, hâlâ da kullanmaktadır. OYAK benzeri kurumlar, mesela Mısır’da vardır. Mısır’daki kurum bir konserve fabrikasında askerleri işçi olarak kullanır, ürünü serbest piyasada satar, kârı yine ordu için kullanarak silah almaktadır. Türkiye’de OYAK’tan orduya doğrudan bir kâr aktarımı yoktur! OYAK kazandığı parayı kendi içinde yatırıma kullanmaktadır. Sunduğu krediler, imkânlar sivil bankalara göre cazip değildir. Bir de OYAK’ın çok önemli vergi muafiyetleri sözkonusudur. “İktidarın gücü yetiyorsa OYAK kanununu değiştirsin” diyen Dr. Ünsaldı, Avrupalı çevrelerin Oyak ile ilgili olarak, “Türkiye’de ekonominin yüzde ellisi OYAK’ın kontrolünde. Ekonomiye asker yön veriyor. Türkiye AB’ye giremez” diye düşündüklerini ifade etmiştir.


24. KONFERANS BİR SOSYAL OLGU OLARAK YOLSUZLUK Fahrettin DAĞLI Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu Eski Başkanı İçinde yaşadığımız dönemde, kamuoyu her geçen gün yeni bir yolsuzluk olayı ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu durum yolsuzluk olgusunun sık sık ve toplumun her kesimince tartışılmasına vesile olmaktadır. Sahip olunan ekonomik ve siyasal görüşten; karşı karşıya kalınan olaylardan hareketle yolsuzluğun birbirinden farklı onlarca tanımı yapılabilir. Ancak, çoğu zaman karşı karşıya kalınan yolsuz durum, farklı bir tanımlamayı da gündeme getirir. Yolsuz denildiği zaman genellikle anlatılmak istenen şey, kurallara aykırı, uygunsuz, yöntemsiz, düzensiz, yersiz, usulsüz, nizamsız bir durumdur. Yolsuzluk terimi ise bir görevi, bir yetkiyi kötüye kullanmayı, suiistimal ya da nizamsızlığı açıklar. Yolsuzluk sorunu son derece ciddî bir sorun olup, aşılabilmesi için -her ciddî sorunda olduğu gibi- her şeyden önce doğasının doğru bir şekilde anlaşılıp, tanımlanması gerekir. Bu ise, ne kadar tatsız olursa olsun, sorunun doğasına ilişkin hakikatlerle yüzleşebilme cesaretini göstermeyi, entellektüel etkinliğin dayanması gereken moral değerler dışında hiçbir sınırlamaya tabi olmadan onları sorgulayıp, soruşturmayı, kısaca gerçek anlamda düşünmeyi gerektirir. Siyaset ve bilim adamlarının, köşe yazarlarının ve ekonomistlerin büyük bir çoğunluğuna göre Türkiye’nin en büyük sorunu sosyal, siyasal ve ekonomik hayattaki tıkanma, yozlaşma veya çürümedir. Bu da bir hükümet problemi olmaktan ziyade, devletin yeniden yapılandırılması ile ilgilidir. Türkiye’de çok partili siyasî tecrübe, köylü kültürünün imkân aralıkları içinde gelişmiş ve sonunda köşeye sıkışıp tıkanmıştır. Siyasi anlayışımız veya pratiğimiz, köylü kültürü anlayışıdır. Bu anlayış hukuk anlamaz, istemez ve sevmez. Türkiye’de hukukun kültürümüz hâline gelmesi, kültürümüzün hukukileşmesi gerekiyor. Aksi takdirde, “verdimse verdim, aldımsa aldım, ne olmuş” kültürü ortaya çıkar. Bunun neticesinde; keyfine göre davranabilmek anlamında sınırsız iktidar peşinde koşan insanlar, kamusal alanın imkânlarını birer kralmış gibi kullanmak isterler. Siyasal sistemimiz veya siyasal kültürümüz, kamusal alanda kuralsız yaşamayı, bize sanki normalmiş gibi göstermektedir. “Bal tutan parmağını yalar” misali, bugün herkes kovana üşüşmüş vaziyettedir. Bir sürü insan, yasalarda ne yazarsa yazsın, eline geçen yetkileri, kendinin, eşinin, çocuğunun, damadının, bacanağının, mason locasındaki arkadaşının özel çıkarları için kullanmayı doğal saymaktadır. Bu noktaya geldiğimizde, eğer “takiyyecilik” veya “tatlı su aydınlığı” yapmaya tenezzül etmeyeceksek, gerçeği görmek mecburiyetindeyiz. Dilerseniz, sosyal çürüme veya dilerseniz sosyal yozlaşma diyebilirsiniz; ama çürüme veya yozlaşmayı en derin ve en kahırlı şekliyle kullanıyorum. Çözüm üretmek makamında olanlar, ufuksuz, geri, halkın ve ülkenin yarınlarını düşünmekten bir biçimde uzaklaşmışlar; zihniyetleriyle bu ülkeye ıstırap ve sıkıntı vermişlerdir. Şehirlerin plansızlığından, yeşil alanların tahribine, kamu mallarının


talanından, ihale fesatlarına kadar hemen her türlü bozukluk şaibesiyle kirlenmiş, yaralanmış ve sonuçta tüm moral değerlerini yitirmiş bir sosyal hayat anlayışıyla nereye varılabilir? Bu anlayışla hangi meselemizi çözebiliriz? Ülkemizde hem tarımsal planlarda, hem de tarih, tabiat ve kitle planlarında verilen krediler, talan ve tarumar edilmiştir. Talanın sorumlusu ilim ve hikmetten mahrum anlayışlar ve onun uygulayıcılarıdır.

Bu ülke böyle bir akıbete müstahak mıydı? Hayır! Yönetenlerin yarım asırlık gaflet ve dalaletleri, dışarıdan kotarılan hıyanetlerle birleşerek ülkeyi mahşer yerine döndürmüştür. Temel sebep, haram lokma haramilerinin talan ve yağmalarıdır. Peki, bu ülkenin imkânlarına ne olmaktadır? Bu noktada, Mevlâna’nın muhteşem sözlerinden birini hep hatırlıyorum. Diyor ki, “Yukarıdan ambara istediğin kadar çuval boşalt; eğer fare ambarı alttan delmişse gayretin nafiledir.” Bizim nimet ambarlarımıza musallat olmuş fareler var. Bu farelerin bertaraf edilmesi lazımdır. Yoksa nimet ambarlarımızda hiçbir şey birikmez. Görüyorsunuz, skandal skandalı izliyor. Bunlar küpün dışına sızanlarıdır. Bir de küpün içi var. Yasallaştırılmış hırsızlık ve soygunların ise adı bile anılmıyor: Ambardan bir delik açarak veya açılmış bulunan deliklerden birine yanaşarak kamu mal ve imkânlarından bir biçimde bir şeyler hortumlamak. Yönetmek makamında veya iddiasında olan herkese sesleniyorum; lütfen gökten Mesih beklemeyin! Sosyal ve ekonomik kurtuluşu sağlayacak Mesih’in nefesi bu ülkenin toprağındadır, bu ülkenin iklimindedir. Elverir ki ambarı, farelerin zehirli nefeslerinden arıtın! Eğer arıtmazsanız doğan günah bizi de, ülkeyi de boğar. Bu günahın sonuçlarının neler olduğunu bugünkü Türkiye'nin tablosu açıkça gösteriyor. Gerçek şudur: Türkiye'de sanayiden ticarete, dinden siyasete kadar hemen her alanda erdem ve ahlak, bir değer olmaktan çıkarılmıştır. Ahlak zemini tahrip edilip gösteri sanatı haline getirilmiş; koparabildiğini götürmeyi başarı ilan etmiş bir köşe dönmecilik ve nihayet kitleleri avutup, efsunlamayı deha sanan bir politika pazarı, ülkemizin bir tür alâmet-i fârikası olmuştur. Böyle bir platformda büyük halk yığınlarına ümitsizlik egemen olur.


Yarınlardan ümitsizlik başlar ve insanlar her türlü fesattan, ihanetten medet uman bir psikolojik atmosfere girerler. Kızılay'ından tutun her alan ve mekânı haram lokma tutkusunun istilasına uğramış bir ülke değirmeni, hangi taşıma suyla, nasıl, ne vakte kadar dönecektir? Haram lokma haramilerinin, yüzlerle ifade edildiğini bildiğimiz kirli dosyaları tek tek açılıp gereği yapılmadıkça, dışardan önerilen hiçbir formülün başarı şansı yoktur. Bütün bu anlattıklarımızı, hukuk diliyle ifadeye koyarsak şunu söyleyeceğiz: Güvenin ve adaletin olmadığı yerde zulüm vardır. Dolayısıyla halka sürekli zulmedilmiştir. Çünkü, bu ülkede sürekli bir biçimde kamu malı çalınıyor veya telef ediliyor. Kamu malından çalmanın yürüdüğü bir ülkede zulüm aktif hâldedir. Çocuklarımıza mutlu ve güzel bir Türkiye bırakmak için çileyi hemen ve bütün çıplaklığıyla göğüslemek mecburiyetindeyiz! Bir saniye dahi geçirmeden... Türkiye, haram lokma belasını aşmadan, özellikle kamu kurum, mal ve imkânlarının, arpalığa dönüştürülerek talan edilmesini durdurmadan hiçbir yere gidemez, hiçbir ufuk açamaz, hiçbir mutluluğu yakalayamaz. Hiçbir AB, hiçbir dış yardım ve hiçbir destek, çürümüş sosyal hayat yüzünden dizlerinin üstüne düşmüş Türkiye’yi yukarı kaldırıp ayaklarının üstünde tutamaz. Mensubu olmaktan ötürü utanmayacağımız bir siyasal kültüre sahip olmayı istemek en meşru hakkımız. Ama bunu istemek yetmiyor. Kendi ömür aralığımız içinde özlediğimiz sonucu alamayacak olsak bile, bıkmadan usanmadan, hayatımızın her alanında, erdemli insan olmaya çalışmak görevimizdir. Bu görevi, her insan tek tek yerine getirmek mecburiyetindedir ve bir bayrak yarışında imişiz gibi, çocuklarımıza ve torunlarımıza teslim etmeliyiz. “İleri, mutlu ve müreffeh Türkiye projesi başarılabilir mi başarılamaz mı ?” diye düşünmeden, biz görmeyecek olsak bile başarılacağına mutlaka inanmamız lazımdır.


25. KONFERANS Tarih - Sosyoloji İlişkileri: İbn Haldun Örneği Doç. Dr. Kadir Canatan Balıkesir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi İbn Haldun, bugün artık tüm dünyada sosyoloji biliminin kurucusu olarak tanınmaktadır. Fakat onun söz konusu bilimi nasıl keşfettiği ve farklı bilimler arasındaki işbirliği konusunda ne düşündüğü pek fazla bilinmemektedir. İbn Haldun, her şeyden önce bir tarihçidir ve o, bu kimliğinden hareketle sosyolojiye ulaşmıştır. Ona göre kendi dönemindeki tarih, “halk için anlatılan bir masal” haline gelmiştir. Oysa tarih bilimi, başlangıcında böyle değildi. Arap tarihçiliği zaman içinde giderek yozlaşmıştır. Tarihi haberler ve bilgiler konusunda tarihçileri yanıltan birçok faktör bulunmaktadır. Bunların başında taraftarlık, ravilere aşırı güven ve yöneticilere dalkavukluk (ya da günümüzün deyimiyle ‘resmi tarihçilik’) yapmak gelmektedir. Fakat bunların dışında bir başka faktör daha var ki, o tüm tarihçileri yanıltan gizli bir hastalıktır. Tarihçiler, zamanla toplumların ve kavimlerin hallerinde meydana gelen değişmeleri göz ardı etmişlerdir. İbn Haldun, tarihçilerin önyargı kaynakları ve bilgi hatalarını tespit ettikten sonra, bunlara karşı çözümler önermiştir. Bu çözümlerin başında “eleştirel ve sorgulayıcı” bir tarihçilik gelmektedir. Bu tarihçilik, onun taklitçi, takvimci, resmi ve mitolojik tarih anlayışına karşı önerdiği alternatif bir tarih anlayışıdır.

İbn Haldun’un tarihçilere önerdiği bir başka şey daha var: O da sosyoloji bilimiyle işbirliği yapmak. Sosyoloji ya da İbn Haldun’un deyimiyle “ilm-i umran” toplumsal


yaşamı, onun ilke ve kurallarını bilmektir. Toplumların her çağda belirli bir doğası vardır. Eğer tarihçiler, sosyolojik bilgiyi, tarihsel haber ve bilgileri test etmek üzere kullanabilirlerse pek çok hata ve yanılgının önüne geçeceklerdir. Çünkü sosyoloji, bir çağda neyin mümkün olup ya da olmadığını bildirmektedir. Bu görüşlerden anlaşılacağı üzere İbn Haldun, tarih biliminin sorunlarını araştırırken sosyoloji bilimini keşfetmiş ve tarihçiler için bunu olmazsa olmaz bir şart haline getirmiştir. Ona göre tarih ile sosyoloji arasındaki işbirliği ve diyalog, her iki disiplini de zenginleştirecektir. Tarihçiler, sosyoloji yoluyla tarihi bilgi ve belgeleri daha isabetli yorumlayacakları gibi, sosyologlar da tarihçilerin bilgilerini kullanarak uzun vadede toplumların nasıl geliştiklerini göreceklerdir. Sosyoloji, tarih için bir eleştirel yöntem; tarih ise sosyoloji için zengin bir veri kaynağıdır. Özellikle toplumlararası karşılaştırmalarda ve toplumsal değişimi anlamada tarih bilimi sosyolojiye ışık tutmaktadır. Bugün gelinen aşamada disiplinler-arası çalışmalar ve yaklaşımlar büyük bir önem kazanmıştır. Modern zamanlarda bilimlerdeki uzmanlaşma, bilginin parçalanmasına yol açmıştır. Modern bilgi ve bilinç, parçalanmışlık hastalığına; yani “şizofreni”ye yol açmıştır. Bilim alanındaki bu hastalık, sosyal ve siyasal yaşamı da kuşatmıştır. İsmet Özel’in dediği gibi modern “insan, hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır”dır. Bu sağırlığı aşmanın yolu, yüzlerce yıl ötesinden bize seslenen İbn Haldun’a kulak vermektir. O, sadece geçmişin değil, günümüz ve hatta geleceğin de en büyük bilgeleri arasında sayılmayı fazlasıyla hak etmiştir.


26. KONFERANS Dünya Ticaretindeki Gelişmeler ve Yeni Eğilimler Yusuf TÜRKOĞLU İGEME (İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi) Uzmanı Küreselleşme son yılların en çok konuşulan konularından birisidir. Küreselleşmeyi doğrudan etkileyen dört önemli etken olarak sermaye hareketleri, doğrudan yatırımlar, hizmet ticareti ve mal ticaretidir. Küresel GSMH’nin 60 trilyon doları geçtiği günümüzde küresel mal ticareti GSMH’dan yüzde 23’lük bir pay almaktadır. Dünya ticareti dünya GSMH’sından iki kat daha hızlı artmaktadır. Diğer bir deyişle, dünya GSMH’sı yıllık ortalama yüzde 3-4 artarken, dünya ticaretinin artış oranı yüzde 6-7 seviyesindedir. Dünyadaki korumacı yapıların azalmasıyla beraber kota, ticareti sınırlayıcı engeller, tarifeler, tarife dışı engeller ve daha birçok ticareti kısıtlayıcı engeller ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bu durum ticareti artırırken diğer taraftan da doğrudan yatırımların artmasına vesile olmaktadır. Yeni dünya düzeninde teknolojinin artan etki ve yardımıyla mesafelerin önemi azalmış, sermaye daha fazla kazanım yapabileceği ülkelere kanalize edilmiştir. Bu üretimde de etkisini göstermiş ve üretim faktörlerinin en uygun olduğu, yabancı yatırıma daha çok teşvik veren ülkeler yatırımı kendilerine çekmeye çalışmaktadırlar. Sonuç, 2007 yılında doğrudan yabancı yatırımlar küresel ölçekte bir önceki yıla göre yüzde 30 artışla 1.8 trilyon dolara yükselmiştir.


Dünya ticaretinde öne çıkan sektörlere bakıldığında; yüzde 17 ile akaryakıt sektörü başta gelmektedir. Bunu dünya ticaretinden aldığı yüzde 13’lük pay ile ofis telekom, bilgisayar malzemelerini ihtiva eden yüksek teknoloji sektörleri içerisinde yer alan sektörler izlemektedir. Ülkemizde de hızla gelişen makine sektörü yüzde 12 ile dünya ticaretinden aldığı pay açısından üçüncü sırada yer almaktadır. Kimyevi maddeler sektörü yüzde 11, Otomotiv yüzde 9, tarım sektörü yüzde 8, demir çelik sektörü yüzde 3, tekstil ve hazır giyim sektörleri ise yüzde 4 civarında pay almaktadır. Dünyada ihracat büyüklüğü açısından Almanya, Çin, ABD, Japonya, Fransa, Hollanda öne çıkmakta; ithalatta da benzer bir manzara ortaya çıkmaktadır. Ülkemiz 2007 yılında dünyanın en büyük 33. ihracatçısı olurken, ithalatta 19. sıradadır. 13.9 trilyon dolar olan dünya ticaretinden ülkemizin ihracattaki aldığı pay yüzde 0.7, ithalatından aldığı pay ise yüzde 1.1’dir. Ülkemiz dış ticaretinin, özellikle ihracatının başlıca yapısal sorunları olarak, ihracatın düşük teknolojik yapısı, ihracat ve üretimin ithalata bağımlı olması ile, düşük katma değer sayılabilir. Sürdürülebilir ihracat artışının sağlanması ve ülkemizin dünyanın en büyük ilk on ihracatçısı arasına girebilmesi yapılması gerekenler şu şekilde sıralanabilir: Ar-Ge’ye daha fazla önem verilmesi; yeni ürün üretim becerisinin geliştirilmesi; moda ve marka ürünlere yönelinmesi; bölgesel ve sektörel teşvik mekanizmaları ile kümelenme modelinin uygulanması, yeni tasarım ile pazarlama ve tanıtım becerilerinin geliştirilmesi, ve ülke imajı algısının değiştirilmesi yönünde çalışılması.


27. KONFERANS Petrolün Geçmişi ve Stratejik Önemi Doç. Dr. Ahmet Sami Derman Jeoloji Yüksek Mühendisi İnsanoğlunun çok eskilerden beri tanıdığı petrol erken yıllarda yol yapımı, inşaat, gemilerde sızdırmazlığı sağlayıcı malzeme ve bazı alanlarda da ilaç olarak kullanım alanı bulmuştur. Daha ilk yıllardan beri ticari bir meta olması nedeniyle çekişmelere sahne olan petrolün zamanla değeri daha da artmış, birinci dünya savaşı öncesinde İngilizlerin savaş gemilerini kömürden petrole çevirmeleri nedeniyle de zirveye tırmanmaya başlamıştır. Petrolün revaç bulmasının başlıca nedenlerinden birisi kolay taşınabilmesi, kömüre göre daha temiz olması ve modern hayatın vazgeçilmez yakıtı olması yanında Petrokimya sanayisinin en önemli girdisini oluşturmasıdır. Petrolden yakıt olarak faydalanmanın yanında 3000-5000 arasında farklı ürünün elde edilebiliyor olmasıdır. Petrolün ticari madde olarak ve bugünkü teknikle üretilmeye başlaması ilk defa Azerbaycan’da 1847’de gerçekleşmiş ve 33 metre civarında bir derinlikten ilk üretim sağlanmıştır. 1849 yılında Kanadalı bir jeolog olan Abraham Gesner petrolü ilk defa rafine ederek gazyağını bulmuştur. 1857’de Gaz lambası keşfedilmiştir (Michael Dietz). 1858 Kanada’da ilk petrol kuyusu açılmıştır. Daha sonraları 1859 yılında Amerika’da Albay Drake adındaki bir adam ilk petrol kuyusunu açan adam olarak kayıtlara geçmiştir. Ülkemizdeki ilk petrol arama faaliyetleri 1887 yılında İskenderun ve Çengen’de başlamış, 1897 yılında Trakya’da sondajlar yapılmış ve Trakya’daki kuyulardan 40 varil kadar petrol üretimi yapılmıştır. Hatta Osmanlını son zamanlarında petrol sızıntılarının olduğu alanlarda ruhsat almak için bürokratlar arasında oldukça ilginç çatışmalar yaşanmıştır. Özellikle doğu Anadolu’daki sızıntılar tarihsel dönemlerden beri bilinmekteydi. Cumhuriyet döneminde ise 1926 yılında Mürefte’de ilk petrol ruhsatı verilmiş, ancak arama faaliyetinde bulunulmamıştır. Aynı yıl içinde 792 sayılı Petrol Kanunu çıkarılmış ve 1927 yılında Van’da yapılan çalışmalar da hüsranla sonuçlanmıştır.


1933 yılında Devlet eliyle petrol işlerinin yürütülmesi amacıyla 2189 sayılı kanun çıkarılmış, 1934-1936 yılları arasında ilk derin petrol sondajı olan Baspirin-1 kuyusu 1327 metrede bitirilmiştir. 1935 yılında Maden Tetkik Arama Enstitüsü 2804 sayılı yasa ile kurulmuş ve petrol arama faaliyetleri ivme kazanmıştır. 1939 yılında Raman-1 kuyusunda petrol bulunmuş, 1945 yılında ise Raman’ın bir petrol sahası olduğu belirlenmiştir. Daha sonra ise Garzan sahası keşfedilmiştir. İran topraklarında arama çalışmaları 1900 yılında başlamış, 1901 yılında ilk kuyu açılmış, 1908 yılında keşif gerçekleşmiştir. 1911 yılında İngiliz Hükümetinin savaş gemilerini kömürden petrole dönüştürme kararı dünya politikasında da değişimin başlangıcı olmuştur. Bu kararla birlikte İngilizlerle Almanlar arasındaki kıyasıya çekişme su yüzüne çıkmış ve bu çekişme daha sonraki yıllarda Osmanlı’nın savaş alanına çekilmesi ile sonuçlanmıştır. İran’da 1908 yılında petrolün keşfedilmesi, 1911 yılında İngilizlerin savaş gemilerini petrolle çalışır hale getirmeleri, savaşın altında yatan neden olarak ortaya çıkmıştır. Uzun yıllar Almanlar ve İngilizler Osmanlı topraklarındaki petrolün varlığını tespit etmek üzere çalışmalar yapmışlardır. Bu dönemde İngilizlerin Arkeolojik kazı bahanesiyle jeolojik çalışmalarını yürüttüklerini, Almanların ise İstanbul-Bağdat demiryolu inşaatı sırasında jeolojik etüdleri bitirdikleri bilinmektedir. O dönemde bir tane jeolog olmadığı gibi bir yabancı asıllı Maden mühendisinden başka teknik eleman bulunmamaktadır. Lozan Görüşmeleri sırasında bile genç Türkiye Cumhuriyetinin konuya hakim elemanları ve danışmanları bulunmamaktaydı. Görüşmelerde İngilizlerin hedefi petrol iken Türkiye Cumhuriyetinin hedefi oradaki Türk halkı veya Osmanlı Tebaası olmuştur. Anlaşma yolunda görüşmeler uzayınca İngilizler konuyu Milletler Topluluğuna (Cemiyet-i Akvam) havale etmiş, ve büyük bir nüfuza sahip olduğu topluluktan istediği kararı çıkararak, Irak’ın manda olması kararını çıkarttırmıştır.


Daha sonraki yıllarda gittikçe artan keşifler Ortadoğu’yu en önemli politik arena olarak ortaya çıkarmıştır. Bu çekişmelerin nedenlerinden en önemlisi ekonomik çıkarlardır. Ancak bu ekonomik sebep sadece parasal bazda değildir. Zira günümüzde sanayinin en önemli girdisi petroldür. Yakıt olarak alternatif kaynak bulunsa bile petrokimya sektörüne petrolün yerine geçecek bir alternatif kaynak bulunamayacaktır. Günümüzün en önemli konusu artık petrolün kimin elinde olduğu değil, bu kaynağı kimin kullanabileceği konusudur. Zira paranız olsa bile satın alamazsanız, petrole ulaşamıyorsunuz demektir. Yani en önemli konu petrolün güvenli biçimde gelişmiş ülkelerin elinde olması konusudur. Bu konu savaş sebebidir ve günümüzdeki savaşlarda bu nedenden çıkmaktadır. İşbirlikleri bu konudaki sorunların çözümünde işbirlikleri belirleyici olacaktır. Günümüzde Amerika ve Avrupa ülkelerine karşılık Uzakdoğu’da Çin, Hindistan ve Kore pazarı en çok petrol tüketen pazar olarak ortaya çıkmış ve batıya alternatif pazar ve batının rakibi olarak karşımızda durmaktadır. İran petrolünü Çin’e satabildiği için rahatlıkla Amerika’ya kafa tutabilmektedir. Rusya İran’la anlaşmalar yaparak Doğal Gaz’da tekel oluşturmaya çalışmaktadır. Petrolün kontrolünü sağlayabilen ülkeler gelecekte en kuvvetli ve dünya siyasetine yön veren ülkeler olacaklardır.


28. KONFERANS Parti-içi Demokrasinin Önemi ve Anlamı Doç. Dr. Ömer ÖZYILMAZ 22nci Dönem Erzurum Milletvekili 1- Parti-İçi Demokrasinin Önemi: Siyasal partilerin, demokrasinin eseri, vazgeçilmezi, kalbi ve çalıştırıcısı olduğunu vurgulayalım. Demokrasi ile siyasal parti ilişkisi, insan bedeniyle kalp ilişkisine benzer. Demokrasi olmazsa partiler de olamaz. Bir ülkede demokrasinin olup olmadığını; şeklen varsa da işleyip işlemediğini, partilerin iç-yapılarında demokrasinin olup olmadığına veya işleyip işlemediğine bakarak belirleyebiliriz. Burada bir defa daha vurgulayalım ki, kalp bedeni çalıştırdığı gibi, siyasal partiler de demokrasiyi çalıştırır. Nasıl insan kalbi kendini besleyemez, iç sorunlarıyla hasta olur da, bedeni çalıştıramaz, hasta ve yorgun bırakır, hatta kalp kriziyle ölümüne sebep olursa; partiler de, demokratik kural ve uygulamaları kendi bünyelerinde uygulayamamak suretiyle kendilerini besleyemezler de iç hastalıklarıyla hasta, yorgun ve bitap düşerlerse, aynı akıbeti yaşarlar. Yani kalp kriziyle kendilerinin ve başkalarının ölümüne sebep olabilirler. Siyasal partilerin, demokrasiyi işler hale getirme fonksiyonu yanında, halkın yönetime katılmasının yegâne aracı olma işlevleri de vardır. Yani siyasal partiler olmazsa, halk asla yönetime katılamaz ve bu anlamda bir etkinlik de ortaya koyamaz. Yine siyasal partiler, yönetenlerin belirlenmesinin de aracıdırlar. Demokrasi ve siyasal partiler olmazsa, yönetimin böyle kolay el değiştirmesi, hatta bir parti iktidarda iken, diğerinin açıktan, onun yerine iktidar olması için hazırlık yapması asla mümkün olamazdı. Siyasal partilerin daha pek çok işlevleri de vardır. Ancak siyasal partilerin hem kendi varlıklarını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmeleri, hem de bütün fonksiyonlarını icra edebilmeleri, parti içi yapılanma ve iç işleyişlerinde demokrasiyle ilişkileriyle doğru orantılıdır. Dolayısıyla siyasal partilerin bütün fonksiyonlarını icra edebilmeleri için, rejimin demokratik olmasının yanında, parti içi işleyişin de demokratik olması şarttır. Bu yüzden parti-içi demokrasi, siyasal yaşam açısından çok önemlidir. Dolayısıyla parti içi demokrasinin olmaması sorunu, sadece partilerin bir iç sorunu olarak değerlendirilemez. Yani parti-içi demokrasi sorununa, partilerin içi işleri ile ilgili bir sorun olarak asla bakılmamalıdır. Daha sonra açıklayacağımız gibi, toplumun tamamını ilgilendiren, hatta gelişmeyi, ilerlemeyi ve kalkınmayı çok yakından ilgilendiren bir konudur. Çünkü iç işleyişinde demokrasiyi hayata geçirememiş bir partinin hem Ülke’de gelişme, ilerleme ve kalkınmayı sağlaması mümkün değildir, hem de Ülkeyi yönetirken demokratik olmasını beklemek fazlaca iyimserlik olur. Bu çerçevede, daha önce incelediğimiz “parti-içi yapılanma”nın, bir bedenin bölümlerini oluşturduğunu varsayarsak; parti-içi demokrasinin de o bedenin kanı, canı ve ruhu konumunda olduğunu düşünebiliriz. Bundan şunu da çıkarabiliriz: can ve ruh, sağlıklı ve sakat bedenlerde de bulunabilir. Fakat her iki bedendeki fonksiyonu değişik olur. Sağlıklı vücutta aktif, diri ve dinamik olurken; sakat bir bünyede her şeyiyle sınırlı olmak mecburiyetinde kalır. Bunun gibi, parti-içi yapılanması demokrasi, özgürlük,


üretkenlik, verimlilik ve insan hakları bağlamında gelişen, dolayısıyla sağlam bünyeye sahip partilerde, parti-içi demokrasi daha rahat uygulanır ve daha aktif, daha verimli olur. Parti-içi yapılanması oligarşik, bürokratik, hiyerarşik ve dikey sadakat anlayışı çerçevesinde oluşturulan, dolayısıyla hastalıklı bir bünyeye sahip partilerde, parti-içi demokrasi, hem kolay kolay uygulanamaz, hem de fonksiyonunu icra etmede daha sınırlı olur.

2- Parti-İçi Demokrasinin Anlamı: Şimdi bu ortaya çıkan sorunların, çağdaş bir yaklaşımla nasıl çözümlenebileceğini inceleyelim. Böylece parti içi demokrasinin ne olduğunu ve hem siyasi hayatımıza, hem de ülkemize neler kazandıracağını birlikte ele alıp inceleyelim. Bu çerçevede, a- Parti içi demokrasi, Parti İçinde Demokratik Yöntem ve Süreçlerin Egemen Olmasıdır. b- Aday Belirleme Sürecinin Demokrasilerdeki Yeri ve Öneminin Bilinmesidir. c- Demokratik Süreçlerin İlk Adımının, Delegelerin ve Adayların Belirlenmesinde Yattığının Bilinmesidir. d- Milletvekili ve Mahalli İdareler Genel Seçimlerinin Demokratikleştirilmesidir. e- Demokratik Süreçlerin Kilit Noktasının, Parti İçerisinde Genel Başkanın Konumuna Bağlı Olduğunun Bilincinde Olunmasıdır. f- Parti Politikalarının, Katılımcı Bir Anlayışla Belirlenmesidir. g- Siyasal Partilerde Düşünce ve İfade Özgürlüğünün Sağlanmasıdır.


h- Parti İçerisinde, Partiye Bağlı Ancak Yönetime Muhalif Oluşumların, Birer Zenginlik Olarak Algılanmasıdır.


29. KONFERANS Türkiye'de KİT’ler Taşkın TEMİZ Hazine Müsteşarlığı Sayın Taşkın Temiz Adam’ın haftalık seminerleri çerçevesinde 28 Kasım 2008 tarihinde Türkiye'de kamu işletmeleri hakkında bir seminer vermiştir. KİT’lerin tanımı, tarihçesi, kuruluş nedenleri hakkında bilgi veren Temiz, KİT’lerin dayandığı yasal çerçeve, öteki kamu kurumlarıyla etkileşimi ve ekonomiye katkılarını da tartışmıştır. Sayın Temiz’in konuşmasının kısa bir özeti aşağıda verilmiştir. Kamu İktisadi Teşebbüsü; iktisadi devlet teşekkülleri ile kamu iktisadi kuruluşlarının ortak adıdır. İktisadi Devlet Teşekkülü (BOTAŞ, TMO, TTK,…); sermayesinin tamamı devlete ait, iktisadi alanda ticari esaslara göre faaliyet gösterir Kamu İktisadi Kuruluşu (TCDD, PTT, DHMİ, KIYEM); sermayesinin tamamı devlete ait, kamu hizmeti ağırlıklı, tekel niteliği taşır Genel olarak kamusal kaynakları kullanarak ekonomik alanda faaliyet gösteren devlet şirketlerine KİT adı verilir. AB, IMF, OECD KİT’leri yönetim kontrolü merkezi veya yerel kamu idarelerinin elinde olan işletmeler olarak tanımlamaktadır.

1982 Anayasası, sermayesinin yarıdan fazlası doğrudan doğruya ve dolaylı olarak Devlete ait olan işletmeleri KİT olarak nitelerken, 233 s. KHK ve 3346 s. Kanun tanımı daraltmış ve pek çok istisna getirerek kavram tartışmalarına yol açmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca KİT’lerin gelişim seyri kabaca şöyledir: 1923 – 1930 Dönemi KİT’leri: Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası (1925), İş Bankası (1924), Emlak ve Eytam Bankası (1926).


1931 – 1950 Dönemi KİT’leri: Sümerbank ve Etibank (maden, sanayi ve enerji işletmeleri), Devlet Ziraat İşletmeleri. 1951 – 1960 Dönemi KİT’leri: TCDD, PTT, TDİ, DMO işletme haline dönüştürülmüş, TPAO, EBK, TDÇİ, Seka, T.C Turizm Bankası kurulmuştur. 1961 -1980 Dönemi KİT’leri: GERKONSAN, İSDEMİR, KBİ.

TEK,

ÇAYKUR,

TEMSAN,

TAKSAN,

KİT’leri kurulma amaçları şöyle sıralanabilir:  Ekonomik kalkınmayı sağlamak,  Tekelleri devlet eliyle işletmek,  Özel sektörün giremediği işleri yapmak,  Ekonomiyi yönlendirmek,  Özel sektöre öncülük etmek,  Gelir dağılımını düzenlemek, KİT’lerin başlıca sorunlarını şu şekilde sıralamak mümkündür:  Fiyatlama politikası  Pay sahipliğinin dağınık olması  Yatırım kararları  İhale mevzuatı  Aşırı müdahaleci bir yapı  Görev zararı mekanizması,  Karmaşık mevzuat,  Performans ölçen hesap verilebilir bir yapının bulunmaması,  Amaçlardaki belirsizlik (kâr, sosyal fayda, kamu hizmeti),  Malî şeffaflığın olmaması  İstihdam yapısının esnek olmaması  Aşırı ve karmaşık denetim. KİT’lerde çalışan personelin ortalama çalışma süresi 16,5 yıl, ortalama yaşı 42, % 75,2’si lise ve altı eğitime sahip, % 8,3’ü kadın, % 0,6’sı yabancı dil biliyor, sosyal sorumluluk ve yasal nedenlerden dolayı toplam personelin • % 2,3’ü özürlü, • % 1,3’ü eski hükümlü • % 0,2’si gazi-şehit aile yakını • % 0,4’ü Çocuk Esirgeme Kurumu’ndandır. • % 4,5’i özel güvenlik personeli olarak istihdam edilmektedir.


1986 yılında başlayan özelleştirme sürecinde bugüne kadar 199 KİT’in 188’i tamamen, 11’i kısmen özelleştirilmiş; bunlardan yaklaşık 37 milyar dolarlık gelir elde edilmiştir.


30. KONFERANS Kalkınma Bankacılığı ve Kurumsal Hastalıklar Dr. Zeki ÇİFTÇİ TBMM Bilgi İşlem Müdürü Bu seminerin amacı katılımcılara Kalkınma Bankalarının nasıl çalıştığına ilişkin bir fikir vermek ve buradan hareketle Kalkınma Bankalarının önünde bulunan engelleri ve çözüm yollarını irdelemektir. Ancak seminerde konuyu Bankacılık gibi sınırlı bir alanda bırakmayıp, bu engellerin öncelikle kamu kurumları olmak üzere, bütün kurumlarda iş görmenin önündeki engeller olduğu noktasına taşımak ve çözüm önerilerini tartışmak şekline dönüşmesi hedeflenmiştir.

Seminerin detaylarına eğilirsek Kalkınma Bankacılığı Türkiye Kalkınma Bankası örneğinden hareketle incelenmiştir. Bankanın misyonu, vizyonu ve genel işleyiş mekanizmasına eleştirel bir gözle yaklaşılmıştır. Burada hep üzerinde durulmaya ve kaçırılmamaya çalışılan temel nokta, “Bankanın ülke hedefleri doğrultusunda reel sektöre


önemli katkılar sağlayabilmesi için ne yapılması gerektiği” olmuştur. Bu makro anlayışın Bankaya önemli görevler yüklediği görülmektedir. Seminerin ikinci kısmında daha çok Banka örneği üzerinden giderek, kurumların ülke geleceği açısından misyonlarını gerçekleştirmede zaafa düşebilecekleri noktalar işaret edilmeye çalışılmıştır. Bu zaaflar bürokrasinin “kurumsal hastalıkları” olarak isimlendirilmiş ve çözüm yolları üzerinde durulmuştur. Konunun ilginç bir şekilde tamamen bireye, insan kalitesine, çalışma felsefesine, hayata bakışına kadar gittiği vurgulanmıştır. Dolayısıyla atılacak her adımın, yapılması planlanan her işin insanımızın anlayışı, ufku ve kapasitesi ile sınırlı olduğu tespit edilmiştir. “Bireyin gelişmesi kurumların ve bütün toplumun gelişmesini beraberinde getirecektir” ifadesi, bu kısmın özeti olarak görülebilir.


31. KONFERANS Sosyal Güvenlik Sistemi Mehmet AKKUL Sayın Mehmet Akkul Adam’ın haftalık seminerleri çerçevesinde 21 Kasım 2008 tarihinde Sosyal Güvenlik Sistemi hakkında konuşmuştur. Sayın Akkul’un konuşmasının kısa bir özeti aşağıda verilmiştir. Sosyal güvenlik; mesleki, fizyolojik ve sosyo-ekonomik herhangi bir risk sonucu, çalışma ve gelir elde etme olanağından geçici veya sürekli şekilde yoksun kalan bireyin insanca yaşamasını sağlayan önlemler ve katkılar bütünü olarak tanımlanabilir. Sosyal güvenlik kapsamı altına alınması önerilen 9 sosyal risk yer almaktadır: 

Yaşlılık

Malullük

Ölüm

Hastalık Yardımları

Sağlık

Analık

İş Kazası ve Meslek Hastalığı

Aile Yardımları*

İşsizlik


Ülkemizde, aile yardımları dışında diğer sosyal riskler kapsanmaktadır. İnsanların sosyal risklere karşı güvence altına alınabilmesi “sosyal yardımlar” ve “sosyal sigortalar” olmak üzere başlıca iki biçimde gerçekleştirilebilir. Türkiye'de daha önce SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı olmak üzere üç ayrı çatı altında faaliyet gösteren sosyal sigorta kuruluşları, 2008 yılında yürürlüğe giren sosyal güvenlik reformu ile Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) adıyla tek çatı altında toplanmıştır. SSK işçileri, tarım işçilerini ve isteğe bağlı sigortalı işçileri kapsarken, Bağ-Kur esnaf, sanatkarlar, çiftçiler, muhtarlar ve diğer bağımsız çalışanları; Emekli Sandığı ise devlet memurlarını kapsamaktaydı. Bunların yanı sıra bankalar, sigorta ve reasürans şirketleri, ticaret odaları, sanayi odaları ve borsalara bağlı sandıklar da üyelerine sosyal güvenlik hizmeti sunmaktadırlar. Nihayet bir de yarı kamusal bir sigorta şirketi olarak, sadece silahlı kuvvetler personeline hizmet veren OYAK vardır. Sosyal yardım programları üç başlık altında toplanabilir: 1. Sosyal Yardımlar (vatani hizmet tertibinde ödenen aylıklar; istiklal madalyası alanlara ödenen aylıklar; muhtaç asker ailelerine yardımlar; 65 yaş üzerindeki muhtaç ve güçsüzlere yardımlar; sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik fonu yardımları), 2. Sosyal Hizmetler (sosyal hizmetler ve çocuk esirgeme kurumu, yeşil kart sağlık hizmetleri), 3. Gönüllü Kuruluşlar (Kızılay, vakıflar ve dernekler). Daha önce yapılan yanlış uygulamalarla (düşük emeklilik yaşı, eksik denetim, suiistimaller,..) çökmenin eşiğine gelmiş olan sosyal güvenlik sistemi 2008 yılında hayata geçirilen bir reformla kendi ayakları üzerinde durabilir hale getirilmeye çalışılmaktadır.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.