ara Sayı 1 Kış 2012
1
ara
|
KIŞ 2012
2
ara
|
KIŞ 2012
3
ara
|
KIŞ 2012
4
ara
|
KIŞ 2012
Koç Üniversitesi Adına İmtiyaz Sahibi: Prof. Dr. Sami Gülgöz Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Çağla Alkan Editör: Kübra Işıklı Yasemin Göker Fotoğraf Editörü: Onur Gürkan Reklam ve Pazarlama: Berk Can Tüzün, Begüm Keleş, Ezgi Tuğçe Demir, Tuğçe Soykara Katkıda Bulunanlar: Ahmet Faruk Yiğitbaş, Alihan Baloğlu, Başak Bıyık, Başak Kocatepe, Begüm Başkan, Begüm Keleş, Berk Can Tüzün, Burak Süslü, Can Şeren, Cansu Özman, Ceren Çetinoğlu, Ece İşmen, Elif Aslı Sençopur, Ezgi Utan, Ezgi Tuğçe Demir, Tuğçe Soykara, Kübra Işıklı, Metin Akdülger, Onur Gürkan, Pavel Georgiev Nikolov, Saige Martin, Yasemin Göker, Tuğçe Durukan, Can Köroğlu. http://aradergisi.ku.edu.tr Koç Üniversitesi Rumeli Feneri Yolu 34450 Sarıyer İstanbul Tel: 0212 338 1000 aradergisi@ku.edu.tr
Șubat 2012 Merhaba, Elinizde tutmakta oldugunuz Ara Dergisi’nin ilk sayısı, 2011 sonbaharında Koç Üniversitesi Medya ve Görsel Sanatlar Bölümü tarafından sunulan MAVA 350: Magazine Publishing dersinin ögrencileri tarafından hazırlandı ve tasarlandı. Ara’yı geliştiren ve derginin isim ana-babalıgını yapan bu grup dergiyi hayata geçirirken sadece dersten alacakları notu düşünmediler. (En azından bana öyle söylenmedi.) Dergiyi hazırlarken hedefimiz Koç kampüsünün ruhunu yansıtan, meselelerini tartışan, eglenceli, kültürlü ve okunabilir bir okul dergisi yaratmaktı.
Ortaya çıkan ilk sayı hedeflerimizi pek çok açıdan tatmin etse de, Ara’yı bütün Koç ögrencilerine açık, yaratıcı ve eleştirel bir platform olarak koruyabilmek sizlerin elinde. Sizlerden gelecek yazı, fotograf, tasarım ve her türlü fikir Ara'yı kampüsümüzü renklendiren unsurlardan biri olarak sürdürmeyi mümkün kılacak. Çagla Alkan Yazı Íşleri
Kapak Fotoğrafı: Onur Gürkan Koç Üniversitesi Medya ve Görsel Sanatlar Bölümü
1. "ULUSLARASI" CEP TELEFONU FOTOĞRAF YARIŞMASI
ara 'ya fotoğrafını
gönder reeder® kazan Cep telefonun ile öğrenci hayatını anlatan bir fotoğraf çek aradergisi@ku.edu.tr adresine yolla. Birinci gelen fotoğrafa bedava reeder®, finalistlere fotoğraflarını ara'da sergileme firsatı sunuyoruz.
SON KATILMA: 30 MART 2012 AYRINTILI BİLGİ İÇİN http://aradergisi.ku.edu.tr
5
ara
|
KIŞ 2012
45
Ruhsal Abla her türlü sorununuza deva
6
ara
|
KIŞ 2012
22 11
34
40 5
ara 'dakiler LİSTE
İyi, Kötü ve Çirkin
11 KAMPÜS *Sınav Zamanı Kütüphane
40
İNTERNET
45
RUHSAL ABLA
46 51
*Okulda tanışma sanatı *Rapport Between Turkish and International Students
20
34
*Koç’ta Amerikan Futbolu Güncesi
TASARIM ve MODA *Yurttan Kareler: Yurt odalarından değişik objeler ve dekorasyon fikirleri.
58
2011’e damgasını vuran internet trendi; foto-mimler. Ruhsal Abla, Ruhsal Abla, bana da al bir araba!
SİNEMA
Ayrılık Acısına En İyi 10 Film
YORUM
*Bir Son Sınıf Öğrencisinin Mezuniyet Öncesi Demleri *Sıfır Sorun Politikası *İnançlar Hakkında
TEKNOLOJİ
Koç Öğrencilerine En Faydalı IOS Uygulamaları
60
SANAT
*M-Takımı moda tavsiyesi isteyen 3 Koç öğrencisine yardım eli uzattı.
64
RÖPORTAJ
GEZİ
68
A’dan Z’ye Galata
70
Fotoğrafa Dair KU Radyo’da Yeni Bir Dönem ve Yeni Sesler: Uzun Bardak
İLİŞKİLER
Erkekler ve Aşk Acısı
KİTAP Steve Jobs
20
70
17 7
ara
|
KIŞ 2012
BU BİR REKLAMDIR Rezervasyon ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 223 53 44 -64
TİRYAKİ KEBAP HOUSE İ
stanbul’un her semtinden damak tadına önem verenlerin uğrak mekânlarından biri olan Tiryaki Kebap, Ulus’tan sonra Yeniköy’de de hizmete açıldı. Yaklaşık iki yıldır Boğaz’a kebap keyfi getiren Tiryaki, Sarıyer’in en gözde mekânlarından biri oldu. Geniş bahçesi ve 4 katlı kapalı alanıyla toplam 200 kişilik alana sahip olan Tiryaki'de doğum günü partisi, sevgililer günü, ve benzeri günlerde ya da keyifli bir akşam yemeği için özel katlarda rezervasyon yaptırabilirsiniz. Ayrıca Sarıyer’in tek ve vazgeçilmez spor muhabbetinin yapıldığı mekânda, kaliteli ve güzel yemeklerin yanı sıra içkinizi yudumlayıp D-Smart ve Lig TV’nin keyfini, tıpkı evinizdeki gibi yaşayabilirsiniz. Spor Toto Süper Lig, Bank Asya 1. Lig, Avrupa Ligleri, Avrupa Kupalarını, Uluslararası, Basketbol ve birçok maçı bahçede bulunan dev ekranda ya da her katta bulunan LCD TV'de izleme imkânınız bulunmaktadır. Koç Üniversitesi öğrencilerine özel menü seçeneklerinin sunulduğu mekânda, değerli öğrencilere %15 indirim ve ikramlar yapılmakta olup yapmanız gereken sadece rezervasyon yaparken bunu belirtmenizdir.
8
ara
|
KIŞ 2012
LİSTE
İyi,Kötü ve Çirkin
Ekranlarda izlediğimiz pek çok şeyin kaliteli olmadığını itiraf etmek lazım. Ne var ki izlediğimiz kötü oyunculuklar da bizi kaliteli performanslar kadar eğlendirebiliyor. Sizler için kötü oyunculuklarıyla hayatımızı renklendiren isimleri ve en şahane performanslarını derledik. YAZAR: METİN AKDÜLGER
Film: Baba Aktör: İbrahim Tatlıses Dizi: Gerçek Kesit Aktör: Cahit “Sarı Bıyık” Kaşıkçılar Flash TV’nin altın çağlarında ürettiği muhteşem prodüksiyon Gerçek Kesit’i bilen bilir. Ekrana her çıktığında müthiş oyunculuğu ile gönlümüzü fetheden Cahit Kaşıkçılar’a buradan bir alkış. Kendisi bu rolü sayesinde son zamanların sevilen yapımı Leyla ile Mecnun dizisinde bile oynadı. Aşağıda Cahit Kaşıkçılar'ın bir psikopat katil karakterini nasıl yorumladığını yorumsuz bulabilirsiniz. Rahat uyu Marlon Brando.
Dizi: Aşk-ı Memnu Aktör: Kıvanç Tatlıtuğ Kendisi benim Türkiye’de en saygı duyduğum oyunculardan birisi ve bir başarı hikâyesi. Fakat Aşk-ı Memnu dizisinin final sahnesi o kadar abartılı, öylesine zorlama ki burada bahsetmemek ayıp olacak. Tekleyerek ilerle(me)yen sahne ve ak(amay)an gözyaşları bir tarafa sahnenin makyaj işçiliği bile göze batıyor. Behlül’ün hafızalarımıza kazınan final repliği “Behlül kaçar!” ise bir popüler kültür klasiği oldu bile. Sahneyi izlerken isyan etmemek mümkün değil: Allahım! Neden böyle kötü şeyler iyi oyuncuların başına gelir?
Madem ki eskilerden dem vuruyoruz İbrahim Tatlıses’in Baba filmindeki flüt sahnesini anmamak olmaz. (Bilenler bilmeyenlere anlatsın.) Bu sahnede dikkat edilmesi gereken nokta senaryonun matematiği: İbrahim Tatlıses’in oğluna flüt alamadığı için düştüğü kederden kurtulmasının tek yolu meyhaneye gidip kendine rakı masası donatmaktır. İbo’nun bu yoğun, duygu dolu sahnesi ve oyunculuğu belki de Milli Eğitim’in hala okullarda flüt konusunda ısrar etmesinin sebebi olabilir mi?
Dizi: Çocuklar Duymasın Aktör: Tamer Karadağlı Dizi: Arka Sıradakiler Aktör: Hepsi Bu diziyi genel olarak katlanılmaz bulanlar olabilir, ancak dikkatli izlediğiniz zaman oyuncuların arasında kalibre farkı olduğunu ve bunun ortaya çıkardığı kaosun izlemeye değer olduğunu fark edeceksiniz. Burada belli bir oyuncuyu göstermek gereksiz. Bence hemen bilgisayarınızı kapın ve bir bölüm Arka Sıradakiler patlatın. Hayatınızdaki dakikaların kıymetini anlayın. 9
ara
|
KIŞ 2012
Kendimizi kandırmayalım. Hepimiz bu diziyi bir süre izledik. Zamanının iddialı durum komedisi Çocuklar Duymasın okuldan gelindiği zamanlarda televizyonda olması sebebiyle hepimizi bir süre karşısına kilitledi. Ben hayatta istikrarlı adamı severim, mesela halen yayında olan Çocuklar Duymasın’da her zaman istikrarını koruyan Haluk karakteri bence kolektif sanatların son temcit pilavı olarak belleğimizde yerini aldı bile.
Dizi: Kurtlar Vadisi Aktör:Necati Şaşmaz Kitleleri peşinden sürükleyen, karakterleri ölünce helva dağıtılan müthiş yapım Kurtlar Vadisi’nin temel direği Polat Alemdar. Ben bu adamı ekranda her gördüğümde önce bir ürperiyorum sonra çocukluğum geliyor aklıma. Uzun bir irdeleme sürecinden sonra anladım ki Necati Şaşmaz’ın kütük halleri bana yuvada izlediğim kukla gösterilerini hatırlatıyor. Terapi faturamı kendisine yollayacağım.
10
ara
|
KIŞ 2012
KAMPÜS
Fotoğraf: PAVEL NIKOLOV
SINAV ZAMANI KÜTÜPHANEDE ÖĞRENCİ HABİTATI
Sınav dönemi Koç öğrencilerini kendi doğal habitatları olan kütüphanede inceledik. Çalışmalarımız sonucunda birçok değişik tür ve onların farklı alışkanlıklarıyla karşılaştık.
Y
YAZARLAR: EZGİ TUĞÇE DEMİR, TUĞÇE SOYKARA
diğer alışkanlıklar arasında sakız çiğnemeyi ve özelikle dişilerin tercih ettiği diyet bisküvi ve kuru meyveleri sayabiliriz. Diğer üniversitelerde çok sık rastlanan cips gibi fazla kalorili besinlerin tüketiminden özellikle kaçınıldığı ilgimizi çeken bir diğer unsur oldu. Vize ve final zamanları her türden Koç Üniversitesi öğrencisini kütüphanede görebilirsiniz. Bu dönemlerde, özellikle geceleri, kütüphanede alışık olmadığımız bir yoğunluk gözlemlenir.
an masadan çaktırmadan gözetlemek methodu kullanarak elde ettigimiz bulgular sonucu Koç Kütüphanesi kullanıcılarını çalışma alışkanlıklarına göre beş farklı gruba ayırdık. Bu grupları; Çalışkanlar, Grup Halinde Çalışanlar, Takılanlar, Parazitler ve Uykucular olarak tanımlayabiliriz . Her tür kendi içinde farklı alışkanlıklara sahip olsa da beslenme alışkanlıklarının birbirlerine çok yakın hatta neredeyse aynı olduğunu fark ettik. Kütüphaneyi mesken tutan Koç Üniversitesi Öğrencisi’nin (kütüpgiller) diyetini oluşturan başlıca besin maddelerini şu şekilde sıralayabiliriz: çay, kahve, mandalina, muz, elma, çikolata, kola ve soda gibi soğuk içecekler. Bunların dışında fark edilen 11
ara
|
KIŞ 2012
İlk türümüz olan Çalışkanlar, zamanının büyük kısmını kütüphanede geçiren, sosyal çevresi kütüphane olan, sınavlarına günü gününe çalışmayı ihmal etmeyen, ödevlerini her seferinde eksiksiz tamamlayan, yani kısacası her öğrencinin olması gerektiği gibi olan öğrenci tipidir. Bu nadir bulunan cinse genellikle çift anadal yapmakta olan, derece sahibi öğrenciler arasında rastlanır. Kütüphanede sıkça rastlanan diğer bir tür, grup halinde çalışmayı yaşam tarzı haline getirmiş ve bu sayede derslerin zorlularıyla baş edebilen öğrenci tipidir. Bu türün üyeleri kendi grupları dışında kimsenin grubuna dahil olmadıkları gibi kendi gruplarından da asla ayrılmazlar. Grup üyelerinin tamamının çalışması gereken bir dersi olmasa da içlerinden birinin kütüphanede olması gerekiyorsa, diğerleri de mutlaka çalışacak bir şeyler bulur. Toplu hareket etmeyi alışkanlık
haline getirdikleri için farklı derslere çalışsalar bile aynı masada oturup çalışmayı tercih ederler. Koç Üniversitesi habitatında karşınıza sık çıkabilecek olan bu türe kütüphanenin her köşesinde rastlamak mümkündür. Üçüncü türümüz Kütüphanede Takılanlar, kendine ve diğer türlere farkında olmadan zarar verebilen bir organizmadır. Bu tür kütüphaneye genellikle iyi niyetle çalışmaya gelmiş olsa da dikkati çabuk dağılan bir cins olması dolayısıyla kendini sık sık sigara molasında veya kahve içip sohbet ederken bulur. Bu türün kurbanları kütüphaneye gerçekten çalışmaya gelmiş fakat takılanlar tayfasının yoğun sorgulamaları sonucu iki sayfa bile okuyamamış mağdurlardır. Kütüphanede takılanlara en çok kahve makinesinin önünde ya da sigara içmeye çıkmış oldukları için kütüphanenin önünde yakalanma riskiniz vardır. Eğer bu bölgeleri yakalanmadan geçebilirseniz güvenli bir şekilde ders çalışabilirsiniz.
Kütüphanede yaşamını sürdüren diğer bir tür Parasitidae familyasına mensup bir organizmadir. Bu tür hakkında bildiğimiz en önemli özellik sınavdan tam bir gece önce diğer bir türe yapışıp bir türlü yakasından düşmeyerek O’na bilmediği bir konuyu anlattırdığı ya da ders çalıştırması için yalvardığıdır. Bu gurubun öncelikli hedefi ilk gurupta bahsettiğimiz çalışkan türdür. Fakat sınava az zaman kala kütüphane habitatındaki her-
Fotoğraf: PAVEL NIKOLOV
KAMPÜS
12
ara
|
KIŞ 2012
KAMPÜS kes tehlike altındadır. Parasitidus kütüphanede genellikle telaş içindedir ve kendisiyle aynı dersten sınavı olanları yakalama dürtüsüyle hareket eder. Bu grup derslerden devamsızlığı çok olan bir türdür. Derse girmedikleri için, nelerin önemli olduğu, nelere çalışılması gerektiği gibi soruların cevabını da çoğu zaman bilmezler. Gelelim Uykucular’a. Bu önemli olduğu kadar incelemesi zor olan bir tür çünkü bu grup gecenin belirli saatlerinden sonra ortaya çıkıp sabahın erken saatlerinde ortadan kaybolur. Araştırmamız esnasında aklımıza takılan sorulardan bir tanesi, bu tür Koç Üniversite’sinde hep var mıydı yoksa popülasyonları son zamanlarda bir artış mı gösterdi? Eğer bir artış söz konusu ise bunun Uykucuların nedeni sınav ve prosayısında bir artış jelerin yoğunluğunun artması mı yoksa o çok söz konusu ise rahat görünen ve insanbunun nedeni uyuma hissi yaratan sınav ve projelerin da koltuklar mı? Bu soruyoğunluğunun ların hiçbirinin cevabını artması mı uykuculardan alamadık yoksa o rahat deri (uyuyorlardı çünkü) ama yaptığımız spekükoltuklar mı? lasyona göre çoğu öğrenci ders çalışmaktan kaçmak için deri koltukları bahane ediyor. Sonuçta koltuklar deri ve hiç de hijyenik durmuyor. Yani kim evinde ya da yurt odasında konforlu ve temiz yatağı dururken kütüphane köşelerindeki deri koltuğa yapışıp iki büklüm uyumak ister? Bizim aklımız almıyor. Acaba bu türün kütüphanede uyumaktaki amacı vicdanını rahatlatmak mı yoksa uyku ve çalışma arasındaki dengeyi kurabiliyor mu harbiden? Bu mühim soruları gelecekteki kütüpgil çalışmalarına bırakıyoruz. Uykucular familyasına mensup ama varlığı henüz kanıtlanamadığı için halen bir şehir efsanesi olan bir başka tür de sınav zamanı kütüphanede yaşayan öğrenciler. Elimizde kesin bilgi olmamasına rağmen kulaktan dolma bilgilerle şunları söyleyebiliriz ki; bu öğrenciler sınav haftaları geldiğinde günün 24 saatini kütüphanede geçiriyor ve bunu haftalar boyunca devam ettirebiliyor. Yanlış duymadınız, burda kullandığımız zaman birimi“hafta.” Bu tür, bahsi geçen süre zarfında evine gidip bir duş alma ihtiyacı hissetmiyor mu? Eğer hissetmiyorsa bu kendisi ve habitatını paylaştığı diğer cinsler için bir tehlike arz etmiyor mu? Ayrıca, bu derece kütüphanede sürünerek ders çalışmak gerçekten gerekli mi? Bu soruyu cevaplamak için gereken GPA verisini toplamadan kütüphaneyi terk ediyoruz. Evimizin yolunu tutuyoruz. Şehir efsanesinin parçası olmaya niyetimiz yok çünkü. 13
ara
|
KIŞ 2012
Fotoğraf: PAVEL NIKOLOV
CEM YILMAZ`IN GÜLDÜREMEDİĞİ ADAM Kütüphanemizin Engin Abi’siyle çok özel bir röportaj yaptık. Sizlerle paylaşmak istedik.
Koç Üniversitesi ailesiyle olan hikayenizi kısaca anlatır mısınız? Öncelikle benimle böyle bir röportaj yaptığınız için çok teşekkür ederim. Koç ailesinde ilk olarak 1999 yılında güvenlik departmanında çalışmaya başladım. Daha sonra başıma gelen talihsiz bir olaydan dolayı görevime 2007 yılında kütüphane sorumlusu olarak devam ettim. Nedir bu talihsiz olay? Aslında sağlığımda hiçbir problem yoktu. Herşey aniden kampüsteyken oldu ve bir anda kendimi hastanede beyin kanaması geçirmiş olarak buldum. Bu olay tabi ki hayatımda büyük izler bıraktı örneğin; ağlama ve gülme yetilerimi yitirdim. Kampüste geçirdiğiniz yıllardan unutamadığınız bir anı var mı? Evet, başıma ilginç iki olay geldi, bunları sizinle paylaşayım. İlki okuldaki herkesin iyi bildiği bir olay olan Cem Yılmaz’ın stand up programı esnasında beni güldürememesi. Tabii sonradan O’na bunun bir sağlık sorunu olduğunu açıkladım. Sağolsun Cem Bey daha sonra bir arkadaş ile haber gönderip “Engin Bey hala gülemiyor mu?” diye sormuş. İkincisi ise kütüphane çalışanlarının da yardımıyla Acun Ilıcalı’yı Sevgi Gönül Oditoryumu’ndaki söyleşiye getirmekti. Bu benim için çok önemliydi. Hastalığımdan sonra tekrar kazandığım özgüven ile kürsüye çıkıp “Arkadaşlar Acun Ilıcalı’yla söyleşiye var mısınız yok musunuz?“ diyebildim. Okulda o kadar seviliyorsunuz ki herkes size Engin Abi diyor. Bunun sebebi nedir? Benim iki tane ailem var. Birincisi kendi çekirdek ailem diğeri ise Koç Üniversitesi ailesi. Aile demişken, kızımı tanıyorsunuz muhtemelen. İsmi Deniz Akkaya... Bildiğimiz manken Deniz Akkaya mı? Bakın arkadaşlar, siz farkında olmadan burda bir espiri yaptım. Gülemiyor olmam espiri yapmama engel oluşturmuyor. Son olarak eklemek istediginiz? Hastalığım sonrasında sayın Ömer Koç ve Azize Saylan benden yardımlarını esirgemediler. Ben sabahları evden çıkıp Koç Üniversitesi’ne geldiğim zaman kendimi Türkiye’den çıkıp Avrupa’ya gitmiş gibi hissediyorum.
Fotoğraf: ONUR GÜRKAN
KAMPÜS
14
ara
|
KIŞ 2012
KAMPÜS
KAMPÜSTE TANIŞMA SANATI GÖRÜP DE BEĞENDİĞİNİZ, BEĞENİP DE TANIŞAMADIĞINIZ BİRİ Mİ VAR? SİZLER İÇİN ARAŞTIRDIK. PLATONİK AŞIKLARA PRATİK BİLGİLER DERLEDİK!
A
YAZARLAR: KÜBRA IŞIKLI - CANSU ÖZMAN
ltı fakülte, yirmi bölüm, sekiz yüz yirmi yedi derslik, yedi kafeterya ve iki ayrı kampüse sahip bir okulda bir kez görüp beğendiğiniz kişiyi ikinci bir kere görememe ihtimali son derece yüksek. Bu durumda, beğendiğiniz kişiyi görmek ve tanışmak tesadüflere mi kalıyor? Yoksa tanışmak istediğiniz kişiye ulaşabilmek için uygulanabilecek taktikler mevcut mu? Sizler için araştırdık.
Sizlere benzer durumlarda yardımcı olabilmek adına etrafımızdakilere bir takım sorular sorduk. Bu araştırmacı gazetecilik çalışmamız okulda tanışma mevzusuyla ilgili uzun süredir şüphelendiğimiz bir bulguyu doğruladı: Araştırmalarımız gösterdi ki, okuldan biriyle tanışmanın en kolay yolu gidip onunla tanışmak! Yeterince cesarete sahipseniz eğer, çok kompleks gibi gözüken bu yöntem aslında düşünüldüğünden daha basit ve etkili.
Öğrenci Merkezi’nde tipik bir sabah: Düşük voltajlı öğrenci tayfası uykulu gözlerle ortada gezinmekte. Kimisi ayılmak için kahvesini yudumlarken, kimisi de kafasını masalara yaslayıp uyuklamaya devam ediyor. Sen bu sabah kalabalığına dahil olmuş peynirli tostunu didiklemekle meşgulken kendi peynirli tostuyla yan masaya çöken bir şahıs radarına takılıyor. Ve radara yakalanan her dikkat çekici tanımlanamayan nesnenin yaratacağı etkiyi yaratıyor: Uyku gözlerden siliniyor, omurga dikleşiyor. Bütün sistemler alarmda! Birdenbire, en beklenmedik anda, okula gelmek için yeni bir sebep çıkıveriyor. İşte sen bu ruh halinde, yan masaya odaklanmış balayınızın detaylarını planlarken kimliği henüz belirlenememiş şahsiyet her şeyden habersiz kalkıp gitmesin mi? İyi de bir daha ne zaman görüşeceksiniz? Böyle bir durumda tekrar karşılaşmak hatta karşılaşmanın ötesinde haberleşip buluşmak için ekstra bir yardıma ihtiyaç olduğu kesin.
Yaptığımız çalışmalara göre her beş KU öğrencisinden ikisi hoşlandıkları kişiyle tanışabilmek için bir ön araştırma yapıyor. Ne var ki bu tip bir ön araştırmayı yürütebilmek için öncelikle beğendiğiniz kişinin adını öğrenmeniz gerekli. Bunun için Öğrenci Merkezi'nde oturup arkadaşlarının ona ismiyle seslenmesini bekleyebilir veya KUAIS’teki picture bookları kullanabilirsiniz. Picture book ile ilgili dikkat etmeniz gereken nokta; KUAIS'teki resimlerin genelde eski oldukları, ve ergenlik ve üniversite sınavından yeni çıkmış kişilerin vesikalıklarında en iyi şekilde gözükmeyebildikleri. Bir başka deyişle, sevgili adayınızın kurba halini görmeye hazır olun. Platonik ilişkinin bu zorlu aşamasını atlattıktan sonra sosyal medya kaynakları sayesinde beğendiğiniz kişi hakkında ayrıntılı bilgi edinmeye devam edebilirsiniz.
Kızların çekingenliği ve ilk adımı atanın erkek olması gerekliliğine olan inanç ; gururla birleşince zaten zor olan tanışma işleri daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. 15
ara
|
KIŞ 2012
Beğendiğiniz kişinin Facebook hesabına ulaştıktan sonra, O'nun hakkında bilgi toplamaya başlayabilirsiniz. Facebook size bu şahsın takıldığı mekanlar, ilgi duyduğu alanlar, bölümü ve hatta burcu ile ilgili gerekli bilgileri temin etmenin ötesinde bu kişiyle tanışabilmeniz için hayati önem taşıyan bir bilgiye ulaşmanızı sağlayacak: Ortak arkadaşlar! Araştırmamıza katılan öğrencilerin neredeyse tamamı sevgilileri ile ortak arkadaşları sayesinde tanıştıklarını söylediler. Bunun çalışmamızdaki en çarpıcı bulgu olduğunu söyleyebiliriz. Ortak arkadaşın bulunmadığı durumlarda ise bu arkadaşların her ne şartla
OKULDA TANIŞMAK İÇİN EN İDEAL 5 MEKAN: 1- ÖMER 2- Spor Salonu 3- Kütüphane 4- Dersler 5- S-Yurdu ve Planet olursa olsun edinilmesi bir zorunluluk. Konuştuğumuz kişilerden biri olan Ahmey (21) eski sevgiliyse tanışmak için bu yöntemi kullanmış. Gelin bir de onun ağzından dinleyelim: Biz aynı okuldaydık. Her şey uzaktan kesişmelerle başladı. Çok beğeniyordum; ama bir türlü yaklaşamıyordum. Adını öğrenince Facebooktan ekledim. Yakın arkadaşlarını da hemen akabinde ekleyerek gerekli ortak arkadaş ortamını oluşturdum. Daha sonra facebook chat’ti, msn’di, ichat’ti, icq’ydu derken bir de baktık ilişkinin ilk adımları atılıyor. Gerisi görüşüp konuşmaya kaldı. Peki ya ön araştırmanız sonuç vermediyse? Beğendiğiniz şahıs Facebook kullanmıyorsa (belki yeterince fotoğrafı yok, ya da arkadaşı veya fotojenik değil) ya da siz O'nun ismini bir türlü öğrenemiyorsanız? Sorularımızı yönelttiğimiz başka bir arkadaşımız olan Tuğçe (20) kendi tecrübesinde tam olarak bunu yaşamış. Tuğçe bir gece kütüphanede çalışırken, sekizinci kahvesini yeni bitirmiş olmanın yarattığı enerji patlamasıyla göz-ayak koordinasyonunu yitirmiş bir genç ona çarpıyor. Çarpmanın bilinçaltına gönderdiği romantik sinyallerin bir sonucu olarak, Tuğçe gözlerinin adeta kalp şeklini aldığını iddia ediyor. Tuğçe bu romantik çarpışmanın ardından bahsi geçen yakışıklı kafein bağımlısını pek çok kereler gördüğünü fakat onun hakkında en ufak bir bilgi edinemediğini; ismini öğrenmek için aklına gelen tek yolun bu kişi tuvalet molası verdiği sırada kitaplarını karıştırmak olduğunu bizlere
KAMPÜS üzülerek anlattı. Tuğçe’nin yaşadıklarını başka mekanlarda , benzer öykülerde , farklı suretlerde pek çoğumuzun yaşadığını biliyoruz. Kızlar ve erkekler her ne kadar farklı tutumlar sergiliyormuş gibi görünseler de , aslında her iki taraf da aynı şeylerden şikayetçi. Okulda ister istemez oluşan bir sosyal baskı var; ve kimse itibarını romantik olmak adına tehlikeye atmak istemiyor. Kızlar tanışmak için çaba harcarlarsa karşı tarafın onları çok ciddiye alacağından sanki evlenme teklifi almışcasına paniğe kapılacaklarından ve kendilerine birtakım sıfatlar yapıştırılacağından korkuyorlar. İçten içe karşı taraftan reddedilme ve hatta sonrasında dalga konusu olma korkusu da kızların kendilerini geri çekme nedenleri arasında. İlk adımı atmak demek, ilişki içinde diğerinin peşinden koşacak kişi olmak demek çoğu kişi için. İlişki süresince o dengenin hiçbir zaman tam olarak kurulamayacağını ve kendilerinin inisiyatif alan taraf olduklarından daha
“Umursamaz görüntülerinin arkasında erkekler de benzer sosyal baskıları yaşıyorlar.” az ilgi göreceklerini düşünüyorlar. Ulastığımız ilginç bir bulgu, erkeklerin umursamaz görüntülerinin arkasında, kadınlarla benzer sosyal baskıları yaşıyor oldukları. Konuştuğumuz erkek öğrencilerin hemen hemen hepsi okulda biriyle gidip tanışmanın imkansız olduğunu; çünkü herkesin kendilerini izlediği hissine kapıldıklarını söylediler. Yani bu işler iki taraf için de zor. Reddedilme korkusu her şeyin önüne geçen bir korku. Konuştuğumuz erkek öğrencilerden L.T. en ufak bir kafa çevirilişinde ya da göz kaçırılışında bile cesaretinin kırılabildiğini söyledi bize. Öte yandan tanışmaya çalışılan kızın bir erkek arkadaşının olup olmaması da erkekler için bir sorun. Aynı zamanda erkekler ilk adımı atan olmanın gerekliliğini bilseler bile, kızlar gibi kendilerine yapıştırılabilecek ‘’yılışık, sırnaşık’’ gibi sıfatlardan çekiniyorlar. Ve
1) Kimseyle "Aman O eziktir, kimseyi tanımaz’’ diye arkadaş olmamazlık etmeyin. Kimin kiminle yakın arkadaş olduğunu ya da aynı liseye gittiğini asla bilemezsiniz.
bir adım atarken olabilecek en soğukkanlı hâli yakalamaya çalışıyorlar ki, bu
onların ‘’umrumda değil’’ imajlarının
oluşmasındaki büyük bir etken. Erkekler bunu bir gurur meselesi haline getirebil-
ecekleri için bir kızla tanışabiliyor olmayı
kendilerine bir başarı, arkadaş çevrelerinde onları popüler hale getirecek bir
olay olarak görebiliyorlar. Onlar için
başarısızlık, kızlar için olduğundan daha büyük anlamlar taşıyabiliyor. Kızların
çekingenliği
ve
ilk
inanç , erkeklerin bu gurur meselesiyle birleşince zaten zor olan tanışma
işleri daha da içinden çıkılmaz bir hal
alıyor ve aşk ikinci plana düşüyor. Yine
de umutsuzluğa kapılmayın. Sonuçta kampüste her geçen gün artan çift sayısı
gösteriyor ki, kadın-erkek ilişkilerini denetleyen sosyal normlara rağmen aşk yine de tomurcuklanıyor. Gelelim
henüz tomurcuklanamamış aşklar için derlediğimiz önerilere:
10 T
AVS oturmuş görürseniz, elalem ne der kaygısıyla İYE: konuşmaktan çekinip bu fırsatı kaçırmayın. Eski bir samuray atasözünün dediği gibi, “Zayıflar firsatlarını beklerler, güçlüler firsatlarını yakalarlar.”
6) Oda arkadaşınızın facebook arkadaş 2) Sosyal olun. Kulüplere girin. Erkekler kızların yoğun listesine mutlaka hakim olun. Odaya gelebil-
ilgi gösterdiği dans kulübünde veya pilates derslerinde şanslarını deneyebilirler; tabi yakın arkadaşlarının onlarla dalga geçme ihtimalini göz önünde bulundurarak. Kızlar ise mutlaka bir spor kulübüne dahil yakın bir erkek arkadaş edinmeliler ki, diğer üyelerle rahatlıkla tanışabilsinler; maçları ya da antremanları izlemeye gidebilsinler.
3
) Kaygılarınızdan kurtulun. Ne giyerim, güzel gözükür müyüm, kimle giderim tasasına kapılıp okul partilerine gitmeyi ihmal etmeyin. Ne giydiğinizden, ya da nasıl gözüktüğünüzden daha önemli olan doğru zamanda doğru yerde olmak. Ayrıca, kendine güvenli bir duruş kadar çekici bir kıyafet bulabilmeniz zor. ) Kendinizi gösterin. Ders aralarında yatağıma kurulayım, keyfime bakayım demek yerine Öğrenci Merkezi'nde oturmayı tercih edin. Kimin nerden, ne zaman çıkacağı belli olmaz.
4
5) Beklemeyin. ÖZ: SON S
Eğer hoşlandığınız kişiyi tek başına
ecek yakınlıktaki arkadaşları iyi öğrenin. Pijamalarınızı, duvara astığınız küçüklük fotoğraflarınızı ona göre seçin.
7
) Yalnızlıktan korkmayın. Ara sıra belki de birilerinin sizinle tanışmak için fırsat kolluyor olabileceğini düşünerek tek başınıza vakit geçirin. Başkalarının size yaklaşmasına fırsat tanıyın.
8
) Bayanlar, "Evet" demeyi öğrenin. “Ben kendi işini kendi halledebilecek, bağımsız ve becerikli bir bireyim’’ diye düşünüp gelen yardım tekliflerini geri çevirmeyin. Birisi kahvenizi taşımayı mı teklif etti; ya da sadece yüksek raftaki bir kitabı uzatmayı ; kabul edin. Belki karşı taraf da sizinle tanışmaya çalışıyor. Neyin taktik olduğunu bilemezsiniz.
9
) Kendiniz olun. Ne olursa olsun, asla ilgi çekeceğim diye kendinizden vazgeçmeyin. Doğal olun.
10
)Yaratıcı olun! Üstünde biraz düşünerek çok başarılı tanışma bahaneleri üretebilirsiniz.
Tüm bu önerileri uyguladınız ve amacınıza ulaştınız: artık bir sevgiliniz var ; hem de kampüsten! Bu iyi senaryo. Peki ya bunları uygulamanıza rağmen hâlâ o kişiyle tanışamadıysanız? Hâlen sonuca ulaşamadıysanız üzülmeyin; çünkü doğru kişiyle tanışmak adına attığınız adımlar size bir sevgili kazandıramamış olsa bile başka şeyler kazandırdı. Mesela artık daha cesaretli ve tecrübelisiniz. Kendinize daha çok güveniyorsunuz. Siz herkesin cesaret edemediğini yaptınız. Bundan sonraki ilişkileriniz ve ilişki kurma çabalarınız daha sağlam temellere dayanacak. Kampüs pek çok genç ve ilgi çekici insanla dolu. Asla umutsuzluğa kapılıp kendinizi geri çekmeyin. Unutmayın: Oturarak başarıya ulaşan tek varlık tavuktur.“
16
ara
|
KIŞ 2012
adımı
atanın erkek olması gerekliliğine olan
Photograph: JANNELYN OCAMPO-TAN
KAMPÜS
WHY CAN'T WE BE FRIENDS?
A small panel of exchange and Turkish students discussed why two groups lack interaction.
RELATIONSHIP BETWEEN TURKISH AND EXCHANGE STUDENTS IS SUFFERING FROM MUTUAL APATHY. WE ASKED OUR PANEL:
WHAT’S GOING ON? BY SAIGE MARTIN • METIN AKDÜLGER
Y
our flight is booked. Your bags are packed. The $53 USD visa neatly stamped in your passport. You sit nervously at the departure gate waiting to board your flight. You’re fumbling with your boarding pass, seat 22B, perfect you think, a middle seat. Destination? Istanbul, Atatürk Airport. That’s it, your time has come, you’re officially an exchange student, or Erasmus as some call it. A million and one questions flood your mind. How will I order food? Will I have friends? What if they don’t like me?
But as the landing gears screech across the tarmac in the muggy Istanbul summer heat all of your worries seem to melt away, at least temporarily.
The first weeks fly by, you go to Taksim, Sultanahmet, and Bebek. You meet more people than you ever thought possible. It seems that just the exchange students are on campus for the first week or two wondering if ‘real’ students will ever join us. And then it happens: move in day! Your roommates move in, and you have your first awkward interactions, scoping one another out, thinking, ‘is this gonna work??’ The days turn to weeks, the weeks to months, and 17
ara
|
KIŞ 2012
before you know it your semester abroad is almost over. But what do you remember most? American songs from a thumping club in Küçük Beyoglu? Maybe a Euro trip or two that you took over the Bayram holiday? What most exchange students don’t remember is their Turkish friends. Why you ask? Because generally they don’t have many, if any at all. So why is it that exchange students chose Istanbul as their destination yet seemingly chose to create a coup of exchange students that rarely interacts with Turkish students? Why come all the way to Istanbul just to shop at H&M or drink coffee at the Starbucks in Bebek and all the while never reaching out or establishing relationships with the people we came here to meet?
Walking around our campus it is easy to notice who the exchange students are and who are the Turkish students are. They are generally in pairs or in a cluster, speaking their native tongue and staring at the seemingly endless flow of students who enter the student center. So I went out looking for answers to the questions, why don’t exchange students and Turkish students interact? And what can the administration do to better integrate the
KAMPÜS
two groups to make the exchange program work to the benefit of everyone? When asking a panel of 5 students (2 Turkish and 3 exchange) their answers for why the two groups don’t interact, varied. “It's easier to interact with fellow exchange students, even if not all of them can speak English that well either. There's just an understanding that we belong to the same group. Also, there aren't a lot of opportunities for interaction. I have classes with Turkish students, but we don't talk during the lecture and rarely do we meet up outside of class” said, Jannelyn Ocampo-Tan an exchange student majoring in engineering from the Philipines.
much English and they really don't feel like trying either” said, Hanane Naoum, an exchange student from Norway. While, Gülin Ölçer, a Turkish student had this to say about her experience: “I do not interact with them because I'm too busy with my life and my 6 courses and all of their papers, exams, projects, and the applications for masters programs.... These days I do not even have time to spend with my own friends”
What most exchange students don’t remember is their Turkish friends. Why? you ask. Because generally they don’t have many, if any at all.
Atacan Muftuoglu, a Turkish student who is a mentor for exchange students had a different take on the issue. “I do interact with them because I'm a mentor so I had the opportunity to be friends in exchange student's first weeks.” Joilynn Hollies an exchange student from New Orleans adds, “there is rarely an opportunity to communicate with people from the opposite groups. Group projects start the interaction, but fear of rejection I think hinders interaction on both sides.”
“First of all, most of my classes have some exchange students that I already know which means I prefer to sit next to them. I have not really tried to make that many Turkish friends, because I feel, to be honest.. that the Turkish students have not been that easy to get to know. I know some and I have been to movie nights or dinner with them. But that is because they have made the first move on inviting me to do that. I also feel it is easier to be with exchange students, because they are in the same situation as me. Some other reasons I have been mostly with exchange students is problems with communication. Turkish don't speak that 18
ara
|
KIŞ 2012
Ölçer went on to say that, “Also there is not an opportunity that brings these two types of people together. In order to interact you have to have an exchange student in your class or accidentally engage in a conversation at the student center, which is very rare. So the possibilities to interact are close to nothing.
“The language is big barrier of course. Even though English is the language for education in Koç, many Turkish people, especially the ones who do not feel comfortable with their English refuse integrating English in their daily lives and conversations” she said.
And perhaps differing reasons for being at Koç can hinder the potential relationships. Ölcer went on to explain that, “an exchange student and a regular student differs a lot in their motivation for being in Koç. An exchange student do not really care about classes but rather look for places to go and book flights for each weekend. A regular student lives an ordinary life at Koç. The interests of these two groups do not match due to the different lives-motivations. But this is not just a problem in Turkey, it's everywhere. Exchange students are bound to interact with each other more often because they have common interests at that time, travelling.” So we can see the underlying issues for lack of interaction and communication, bonds are formed
KAMPÜS between exchange students before Turkish students even arrive on campus, there are language barriers and both groups have perceptions of one another that hinder any steps toward intercultural integration. So what can Koç do about it? Ocampo-Tan suggests that exchange students need, “more than just mentors, maybe social gatherings with other Turkish students that aren't mentors.” The, “first weeks in Koç is very important for exchanges to socialize with Turkish students so there can be some integrating events during the first month. (with the students other than their mentors)” is what Muftuoglu thinks. And Hollies feels strongly that, “pressure from some teachers to do group projects together helps, but the idea of exchange students as ‘real students’ needs to be an idea held by everyone not just the international office.” “I would love to have more interaction with the Turkish students, like dinner parties where the Turkish makes the food and the exchange students could come and eat. Or more activities with the students, like trips and parties” says
“There is rarely an opportunity to communicate with people from the opposite groups. Group projects start the interaction, but fear of rejection I think hinders interaction on both sides.” Naoum. Naoum also said that, “more socializing with Turkish students is needed, and do not separate us from the rest when we get that much of a different orientation week. We made groups in the beginning of the semester and stuck mostly to that one.” Ölçer thinks that, “parties of these two groups should be integrated. There should not be "exchange student parties" rather there should be "school" parties which everyone attends.” No matter the outcome it is personal decisions of every Koç student and every
exchange student to take the first nervous step and strike up a conversation. Cultural barriers and differences surely make this difficult but it is my assumption that most exchange students didn’t choose Istanbul because it would be a easy transition but because it was exotic and different and challenging. The university administration has many ways that they could promote the integration of the two groups. Why separate exchange and first year students orientation sessions? We all need to learn the campus, we all need to learn about procedures and policies so why don’t we have mixed sessions and groups for the similar programs? Ölçer also pointed out the language barrier. Koç courses are taught in English yet outside of the classroom students rarely try to speak it or want to speak it. If these students have dreams of working for international corporations maybe they should see the presence of exchange students on the campus as an opportunity to improve their language skills and learn to overcome the cultural barier in building relationships.
♥
NOSTALJÍMETRE
LOVE the 90's 100 Koç öğrencisine sorduk:
90'lardan hangi şarkıcıyı hatırlıyorsunuz?
%38 19
ara
|
KIŞ 2012
%22
%15
%25
Fotoğraf: ONUR GÜRKAN
KAMPÜS
20
ara
|
KIŞ 2012
KAMPÜS
MEŞİN YUVARLAK DEĞİL Karadeniz soğuk ve nemli bu akşam. Soluduğum hava sahanın üzerinde asılı sise karışıyor. Eğilip sahayı örten yapay çime dokunuyorum. Zemin ıslak. Yanı başımda Alper’in gözlerinde tanıdık bir ifade. Belli ki biraz önceki çarpışmanın yarattığı adrenalini henüz tüketmemiş. Diğer yanımda İlke sakin, dişliğini takıyor. Gözlerim karşımdaki adama kilitli, beklemeye başlıyorum . Derken kısa bir düdük sesi bıçak gibi kesiyor puslu havayı. Osman Can’ın eli havada: “Vuruyom Kıbleye! Salıyom Kobrayı! Hadii!” Top havalanıyor. İşte başlıyoruz. Bacaklarım beni adamıma götürüyor. Baaam! Kafam iki duble yuvarlamış gibi dönüyor. İlk vuruş sert oldu, güzeeel...
S
YAZAR: METİN AKDÜLGER
izlere anlattığım sıradan bir hafta sonumdan sıradan bir sahne. Üniversite'de ikinci yılım olan 2007’den beri hafta sonlarımı normal insanlarinkine nazaran daha aksiyon yüklü geçmekte. Tabii yukarıda anlattığım şekilde geçirilen bir 4 saat vücudunuzda belirgin ipuçları bırakıyor. Kollarınızdaki morluklar ve yürüyüşünüzdeki spastiklik Pazartesi sabahı Math 102 sınıfının kapısında meraklı bakışlara ve sorulara maruz bırakıyor sizi. “Fight club Sarıyer’e şube mi açtı?” şeklinde başlayan sorgulamalar çoğu zaman zat-ı alinizin Amerikan futbolunun Türkiye’deki tarihçesi hakkında verdiği brifing ile son buluyor. Evet, Türk halkını Amerikan futbolu hakkında bilgilendirmeyi üstüme vazife edinmiş bulunmaktayım ve bazen bunu yaparken asabı bozuk bir adam olabiliyorum. Ne var ki sevgili okuyucu, niyetim kötü değil. Ben sadece bu güzel sporun (ya da nicelerinin değimiyle Amerikan topu sporunun) kayıtsızlık ve önyargıya kurban gitmesini istemiyorum. Bu yazıyı yazmaktaki amacım da Amerikan futbolu ile hiç ilgilenmemiş veya az buçuk ilgi gösterse de zaman ayıramamış spor meraklısına ne kaçırmakta olduğunu anlatmak. Amerikan futbolu Amerika‘da doğmuş olsa da aslen, annesi üçüncü göbekten futbol ve babası birinci kuşaktan rugby olur. Amerikan futbo-
21
ara
|
KIŞ 2012
lu bugünkü şeklini 1800’lerin son çeyreğinde almaya başlıyor. Bu spor ABD’de profesyonel seviyede olduğu kadar lise ve kolej seviyelerinde de çok popüler. Bunun sonucu olarak Amerikan futbolu okullardaki spor eğitiminin ve okul kültürünün önemli bir parçası. Bugün Amerika’daki birçok lise ve kolej atletizm programı, bütçelerinin büyük bir kısmını Amerikan futbolu programlarına ayırıyorlar. Bunun karşılığında başarılı futbol programları okullara ciddi miktarda para ve saygınlık kazandırıyor. Örneğin, Kasım 2011’de korkunç bir skandalla çalkalanan Penn State Üniversitesi Futbol Programı’nın okulun kasasına bıraktığı senelik net kâr 50 milyon dolar civarında. Şu an Amerikan Kolej Ligi'nde yıllık net kârı 20 milyon doların üzerinde olan 18 takım bulunuyor. Peki, okullarına bu paraları kazandıran üniversiteli
Bu topallama
da nereden çıktı şimdi? FIGHT CLUB Sarıyer’e
şube mi açtı?.
KAMPÜS
Koç’a ilk geldiğimde 19 yaşında, cılız, üniversite hayatına ve yeni geldiğim bu şehre ayak uydurmaya çalışan biriydim sporcular bu işten ne kazanıyorlar? Çok iyi olanlar (takım arkadaşım Batur Kaplan’ın deyimiyle “it factor” olanlar) kolej liginde kazandıkları tecrübe sayesinde profesyonel ligde (NFL) oynayabiliyorlar ve milyon dolarlık kontratlara imza atıyorlar. Ortalama bir kolej takımı oyuncusu ise NFL’e gidemese de futbol programından aldığı burs sayesinde son derece pahalı olabilecek üniversite eğitimini bedavaya getiriyor. Örneğin Texas’ta yaşayan liseli bir Amerikan genci futbol bursu sayesinde Stanford’da mühendislik veya Duke Üniversitesi'nde sanat tarihi okuyabiliyor. Amerikan futbolunun eğitim sistemi içindeki yeri sporun bu derece revaçta olmasında önemli bir etken. Düşünün bir kere, Amerika’da binlerce lise ve üniversite her yıl çok sayıda organizasyonda, kupada, ligde sahaya çıkıyor ve bu takımlardaki çok sayıda genç sporcu bu oyunla duygusal bir bağ kuruyor. Bunun yanı sıra organizasyonları takip eden aileler, arkadaşlar ve taraftarlar da aynı şekilde bu sporla aralarında yıkılması güç bir gönül bağı oluşturuyorlar. Bu sayede spora tükenmek bilmeyen bir seyirci stoğu yaratılıyor. Neticede kamuoyu araştırmaları ve TV reytingleri gösteriyor ki Amerikan futbolu bugün spor tutkunu Amerikan halkı arasında açık arayla en popüler spor. Kamuoyu araştırma şirketi Harris Interactive’in yaptığı 22
ara
|
KIŞ 2012
yıllık araştırma sonuçlarına göre Amerikan futbolu popülerlik yarışında son 25 senedir en yakın rakibi beyzbol ile aradaki farkı düzenli olarak açmış. 2010 senesi araştırmasına katılan 2331 yetişkinin %31’i Amerikan profesyonel futbol ligini en sevdikleri spor dalı olarak seçerken, ikinci sıradaki beyzbolu seçenler sadece %17’de kalmışlar. Üçüncü sırada bulunan spor dalı ise kolej futbolu, yani yine Amerikan futbolu! (Aynı araştırmada basketbol %6 ile 5. sırada, Türkiye ve Avrupa’da popüler olan erkek futbol ligi ise %4 ile 7. sırada) Amerikan futbolunun anavatanında bu derece popüler olmasındaki diğer önemli etken oyunun gerektirdiği atletik beceri ve çeşitli stratejiler Amerikan Birinci Futbol Ligi’nde (NFL) oynayan oyuncuların sahip oldukları hız ve güç insana fizik kurallarını sorgulatacak seviyede olabiliyor. Öte yandan bu yıl NFL’de bulunan Cowboys’un 250 sayfalık, Chargers’ın 300 sayfalık ve 49’ers takımının 400 sayfalık oyun stratejisi kitapçıkları kullandıkları iddia ediliyor. Oyun bu kadar stratejik hamleler üzerine kurulu anlayacağınız. Oyunun popülerliğindeki diğer bir etken de Amerikan futbolunun yarattığı seyirci kültürü ve Amerikan halkının hamurunda olan eğlence alışkanlıklarıdır. Maçlar Bowl denen dev statlarda büyük bir şölen havasında oynanıyor. Buralar insanların sosyalleşebildiği, aileleriyle beraber olabildikleri keyifli ortamlar olduğu için Amerikan futbolu geleneksel bir dokuya sahip diyebiliriz. Bowl’lar için Romalıların iki milenyum önce gladyatörleri izledikleri arenaların modern zamanlardaki muadilleri diyebiliriz.
Fotoğraf: ONUR GÜRKAN
Türkiye’de Amerikan futbolu kısa bir tarihçeye sahip ama bu tarihçe birçoklarının zannettiği kadar da kısa değil. Bu spor Türkiye’de ilk olarak seksenli yıllarda (Dallas ve Star Trek’in tek kanallı televizyonlarda döndüğü devirden bahsediyorum) Amerikan kolejlerinde ve üniversitelerde oynanmaya başlamış. Türkiye’de oynanan ilk büyük Amerikan futbolu maçı 1987’de Boğaziçi Üniversitesi’nde Amerikan donanması ve İstanbul karması arasında oynanmış. Bunu takip eden senelerde Boğaziçi Elephants ve İstanbul Pistons takımlarının öncülüğünde İzmir, Ankara ve Kıbrıs’ta yeni takımlar ve küçük müsabaka organizasyonları başlatılmış. Amerikan futbolunun Koç Üniversitesi’ne gelişi ise 2004 senesine rastlıyor. Başlarda okul desteği olmadan kurulan Koç RAMS kısa sürede üniversite liginde mücadele edebilecek seviyeye geliyor. Bugünkü RAMS, kurucu oyuncuların maddi ve manevi desteğine çok şey borçlu. Takımın ilk yıllarında aralarında kurucu üyelerinden ve takımın vazgeçilmezlerinden Saygun Ofluoğlu’nun da bulunduğu birkaç öğrenci bu işi öğrenmek adına Gazi Üniversitesi’nin antrenmanlarına katılıp kendilerini geliştiriyorlar. Ancak bir süre sonra daha düzenli ve profesyonel bir takım oluşturmak adına RAMS kurucuları bir çalıştırıcı arayışına giriyorlar. Koray Koç’la başlayan düzenli ve sistematik RAMS idmanları sonraki dönemlerde Deniz Somersan ve Daniel W. Gray gibi isimlerle devam ediyor. Son iki yıldır üniversitenin takımı Rams ile profesyonel lig takımı Yıldız Stallions birleşerek yeni bir profesyonel takım kurdular. Bu oluşumun profesyonel ligdeki ayağının ismi Stallions fakat üniversite turnuvalarında Koç’u hâlâ Rams temsil ediyor. Gelelim benim hikâyeme. Türkiye’de, Koç Üniversitesi’nde Amerikan fut23
ara
|
KIŞ 2012
bolu oynamayı seçen bir üniversite öğrencisini nelerin beklediğini kendi tecrübelerime dayanarak sizlere anlatmaya çalışayım. Öncelikle söylemek istediğim şey Amerikan futbolunun ve Koç Rams’ın bana hayatımın inişli çıkışlı bir döneminde azımsanmayacak kadar destek sağladığı ve çok şey öğrettiğidir. Hayatımdaki en sağlam dostlarımı Amerikan futbolu sayesinde tanıdım. Beni hayatımın iyi ve kötü zamanlarında bırakmayan belki de tek şey Amerikan futbolu ve takımım oldu...
NFL oyuncularının sahip oldukları hız ve güç insana fizik kurallarını sorgulatacak seviyede olabiliyor Koç’a ilk geldiğimde 19 yaşında, cılız, toy, üniversite hayatına ve yeni geldiğim bu şehre ayak uydurmaya çalışan biriydim. Üniversite yıllarının başında yaşanan bu garip zaman dilimi birçok üniversite öğrencisinin atlatması gereken bir dönem. Benim için bu ilk zamanlar genellikle yurt odasında, bilgisayarın karşısında ve muhtelif yerlerde geçti. Taa ki ELC dersinde muhabbetim olan bir gruptan Amerikan futboluyla ilgili bir şeyler duymaya başlayana kadar. Ellerinde playbooklar (takımın oyunlarının yazdığı kitapçıklar), üzerlerinde formalarıyla Amerikan gençlik filmlerinden fırlamış gibi duran bu grup, atılan hava bir yana, eğlenceli bir şeyler yapıyormuş gibi görünüyorlardı. Onların arasına katılmak ve sıkıntıyla geçen bu döneme bir son vermek iyi bir fikir gibi gelmiş
365 X 5000 = 1/4 GEÇTİĞİMİZ SENE İÇERİSİNDE 5000 KOÇ ÖĞRENCİSİNİN TOPLADIĞI PLASTİK KAPAKLARLA KAÇ ADET TEKERLEKLİ SANDALYE KAZANDIRILDIĞINI BİLİYOR MUSUNUZ? 1/4!
2010 senesinde Ataşehir Belediyesi’nin başlattığı Mavi Kapak Kampanyası Türkiye genelinde bir çok kuruma yayıldı. Koç Üniversitesi olarak 2011 senesinde bir tekerlekli sandalye alabilmek için gereken 250 kilogramın sadece 1/4’ünü toplayabildik. Hem geri dönüşümü destekleyen hem de engelli vatandaşlara tekerlekli sandalye kazandıran bu sosyal sorumluluk projesini yari yolda bırakmayalım. KU Çevre Topluluğu olarak tüm Koç Üniversitesi öğrencilerini, görevlilerini ve çalışanlarını kampanyamıza katılmaya davet ediyoruz.
Su, kola ve diğer plastik sişe kapaklarını okul genelindeki ve yurtlardaki sepetlerimize atın. Hem kapakların geri dönüşümüne yardımcı olun hem de tekerlekli sandalye alımına katkı sağlayın.
24
ara
|
KIŞ 2012
Koç Stallions, 2012.
Fotoğraf: SERHAN KİRAZ
“Çevremdekilere ve aileme son derece yabancı hatta itici görünen bu sporu sevdiğime ve bu sporu yapmak için gereken fedakârlığa katlanmaya karar verebilmek özgüven gerektiren bir hareketti. Büyük bir ihtimalle aynı özgüven, yine aykırı gözüken bir karar alıp hayatta en sevdiğim şey olan oyunculuğu bir kariyer olarak seçebilmeme yardım etti.” olsa da bunun için çok geç kalmıştım. Ben yurt odasında pineklerken seçmeler yapılmış, takım kurulmuştu bile. O yıl saçma bir şekilde seçmeyi kaçırınca bu saatten sonra takıma giremem diye düşünüp olayın peşini bıraktım. Sonradan anladım ki bu büyük bir hataymış. O yıl olmasa da bir sonraki sene takıma girmek için kendime söz verdim. O sene spor salonunda takılmaya, vücudumu tanıyıp geliştirmeye başladım. 9 aylık bir süre zarfında 70’ten 76 kiloya çıktım. Yine de bu sene, hazırlık senesi, diğer üniversite yıllarıma kıyasla akademik ve sosyal açıdan sönük bir yıl oldu. Kendimi yeni tanıştığım insanların partilerinde sızmış, bazen tanımadığım evlerde uyanmış buldugum zamanlar oldu. Bir açıdan arayış yılıydı bu ilk sene. Neyse ki kazasız belasız bitti ve ardından yeni ve keyifli bir dönem başladı benim için. Birinci sınıfın ilk haftası, takım seçmelerinin ve ilk antrenmanın yapılacağı Salı akşamını sabırsızlıkla bekleyerek geçti. Salı akşamı gelip de sahaya adım atınca irili ufaklı bir sürü yeni yetmenin arasında dikkatimi çeken ilk şey, elinde Starbucks kahvesiyle etrafa emirler yağdıran Koray Koç oldu. Bu ortam pek benlik değil, dedim içimden ama yine de devam ettim, çünkü bir yılı daha hazırlıktaki gibi geçiremezdim. Takım içerisindeki şakalaşmalar, eskilerin bir tarafları beş metre halleri, bana hem komik hem de itici 25
ara
|
KIŞ 2012
geldi. O gece antrenman kondisyon ağırlıklı oldu ve çeşit çeşit istasyonlar yaptık. Hatırladığım kadarıyla bu zorlu ilk çalışmanın ardından beş kişi sahaya kustu ve ayakta kalanlar da son derece yaratıcı küfür repertuarlarını çevreyle paylaşmaktan geri durmadılar. Bu ilk antrenmanın ardından odama döndüğümde, karşılaştığım tavır “Ne haber Amerikan futbolcusu aldılar mı seni takıma? RAAMS!” ayarındaydı. Bu tavır bana çok dokundu ama göstermedim. Hatta geri dönüp baktığımda bu tip dalga geçercesine yapılan yorumların beni takıma daha da bağladığını düşünüyorum. Dönem ilerledikçe ilk antrenmana katılan yetmiş kişiden kala kala on kişi kaldık. Ekipman dağıtımı yapıldıktan sonra ise her şey daha da ciddi bir boyut kazandı. Amerikan futbolu ekipmanı Türkiye’de kolay bulunan bir şey değil ve bu yüzden oldukça değerli. Bu ekipmanların sorumluluğunu almak takımın sizi kabul ettiğinin ve size güvendiğinin işareti. Tabii bu arada düzensiz ve kayıtsız iş yapmanın zararlarına dair de iyi bir ders aldım. Sene sonu geldiğinde ekipmanların neredeyse yarısı kayıptı. Takım ekipmanlarıyla kontak antrenmanına çıktığım ilk gün, beş yıllık Amerikan futbolu hayatımın en sert darbesini yediğim gündür. Hava o kadar soğuktu ki o gün insan durduğu yerde zor nefes alıyordu. Koray Koç bir şans verdi, bana “Çık Metin, short out” dedi.
devamı: sayfa 67
MODA & TASARIM
YURTTAN KARELER YURT ODALARINDA DEKORASYON ADINA NELER OLUYOR MERAK ETTİK. GEZDİK GÖRDÜK. İLGİNÇ OBJELERİ VE FİKİRLERİ SİZLER İÇİN GÖRÜNTÜLEDİK. YAZAR: BERK CAN TÜZÜN, FOTOǦRAF: ONUR GÜRKAN
FEMİNEN KOLYE MANKENİ Etraftan gördüğüm kadarıyla kızların çok sayıda kolyesi var. Asu’nun odasında bulunan bu kolyelik benim bile dikkatimi çekti. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duyduğunu sorduğum zaman bana kolyelerinin dolanmasından nefret ettiği için böyle bir takı askısı aldığını söyledi. Asu, bu yatırımına rağmen kolyelerinin dolanmasına engel olamıyormuş.
ALTIN FİLTRELİ KAHVE MAKİNASI Doruk odasında tipik bir yurt odasında göremeyeceğiniz şeyleri barındırmak konusunda usta. Hollanda’da rast geldiği bir fabrikada her bir işçinin elleriyle hazırladığı kahve makinalarını görünce kendisini cennette sanmış. Kahve makinalarının Rolls Royce'u sayılan bu makinaların en büyük özelliği filtresinin saf altından olması.
KITSCH FAKTÖRÜ Eda’nın odasında bulunan bu Kız Kulesi resmi Sarıyer’de bir kırtasiyeden 10 TL’ye alınmış. Aslında çok sıradan olan bu resmi alıp yurt odanıza koyduğunuz zaman sıradanlıktan çıkıp ilginç ve yaratıcı bir nesneye dönüşüyor. Başka bir deyişle bildiğimiz alaturka “kitsch” olup çıkıyor. 26
ara
|
KIŞ 2012
MODA & TASARIM
YARATICI DEKORASYON Sadece film şeridi, ip ve mandal kullanarak yurt odanızı dekore etmeniz mümkün mü? Pınar için mümkün. Film şeridinin kenarlarında bulunan deliklerden geçirdiği iplere hayatında önemli yer tutan insanlardan gelen ya da ziyaret ettiği yerlerden topladığı kartpostalları tutturmuş. Böylece kendine has bir “günlük” oluşturmuş. Her kartpostalın arkasında başka bir hikaye yazılı. Örneğin dedesiyle gittiği yerlerden aldığı ya da en yakın arkadaşının Amsterdam'dan yolladığı kartpostallar farklı hikayeler anlatıyorlar. Pınar başını her kaldırdığında hayatının bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyormuş, doğal olarak.
MUZ HAMAĞI Siz de benim gibi muzlarını buzdolabında çürüten fanilerden misiniz? Neyse ki bu konuya gereken ihtimamı gösteren arkadaşlar mevcut. Doruk'tan bahsediyorum tabii ki. Kendisi muzları çabuk çürümesin, uzun süre taze kalsın diye bu muz hamağını edinmiş. Aslında bize de lazım bir tane.. (Yaptığımız ufak çaplı Google araştırması gösterdi ki “Banana Hammock” başka bir anlama da geliyor. Doruk’un odası vizyonumuzu genişletti resmen. Bravo!)
TOKYO HATIRASI Benim için demlik demek siyah çay demek, kahvaltı demek. Doruk için ise bu demlik, Japonya’ya yaptığı seyahat ve orda bol bol tükettiği toz halindeki yeşil çayı demekmiş. El yapımı ve dökme demirden yapılmış olan bu demliği İstanbul’a taşımak kolay olmamış. Doruk henüz içinde çay yapma fırsatı bulamadığı bu demliği dekoratif olarak kullanıyor. 27
ara
|
KIŞ 2012
Fotoğraf: ELİF AKICI
MODA & TASARIM
MODA YARDIMI YOLDA
Kararsızlar, moda özürlüler, görme engelli arkadaslar ve ‚ erkekler! Merak etmeyin, M(oda) takımı tüm stil sorularınız için yardıma hazır. Ekibimiz Elif ve Ceren bir büyüklük yaptı ve Koç Kampüsü'nü arsınlayan 3 moda gönüllüsüne ‚ yardım eli uzattı YAZARLAR: CEREN ÇETİNOĞLU - ELİF ASLI ŞENÇOPUR 28
ara
|
KIŞ 2012
Ilk Randevu
Ilk
MODA & TASARIM
S
elen Us. 20 yaşında. Sosyoloji bölümü öğrencisi.
İlk randevuya hazırlanırken kişinin rahat bir şıklık yaratabilmesi gerekir. Göze batmayacak kadar şık, ama gerektiğinde olay mekanından tüyebilecek kadar da rahat! Selen’in dolabını açmadan önce kafamızda bir kaç kombin belirlesek de zorlandığımızı itiraf ediyoruz! Dolabı açtığımız an Selen’in kendi tasarımı olan bir sürü uzun etekle karşılaştık: rengarenk ve sıradışı. Bu etekleri bir başka güne saklamaya karar verdikten sonra içinde kendini rahat hissedeceği bir kıyafet arayışına girdik.. Kot pantalon, tayt ya da muz çorap önceliklerimizdi.. Kendisini en çok taytın içinde rahat hissedeceğini öğrendikten sonra jean kumaşından dikilmiş bir taytı seçtik. Yeterli mi? Bakkala gidiyor olsaydı, belki. Birazcık daha karştırdıktan sonra mini eteklere ulaştık; şifon, tül, dantel.. Evet, Selen alışverişi seviyor. Etekleri bir kenara koyup, üst bakmaya başladık. Seçenekleri bir şekilde azaltmamız gerekiyordu. Biz de önceliği gömlek ve şifon bluzlara verdik. Lacivertkrem tonlarındaki çizgili şifon gömleği giydirdik Selen’e.. Ve gecenin renkleri ortaya çıkmaya başladı. Kahve tonlarına devam etme kararı alarak mini eteklere yoğunlaştık.. Krem rengi şifon pilise etek adeta bizi çağırıyordu!
Fotoğraf: CAN KÖROĞLU
İlk buluşma, ilk heyecan ve ilk tedirginlik! Bunlarla dolu bir gün yaşadık Selen’le. ‘Günlük hayatta değil ama buluşmalarda ne giyeceğimi bilemiyorum’ diyen Selen’in bir anlamda imdadına yetiştik.
Ve sıra geldi aksesuarlara. Ayakkabı için biz Selen’in İtalya tatilinde ayakkabısının ayağını vurması üzerine aldığı H&M kahverengi kısa botları seçtik. Bir taşla iki kuş! O gün Selen’in ayaklarını kurtaran ayakkabılar bugünkü ilk buluşmanın da baş kahramanı oldular. Kahverengi sade bir çanta tam aradığımız parçaydı. Selen dore minik bir gece çantası konusunda ısrarcıydı ama ilk buluşmanın altın kuralı altından uzak durmaktır. Bir başka deyişle, şıkırdamayın! Sonunda dore çanta savaş alanını terketti (savaş alanını görmek için sol sayfadaki fotoğrafa bakmanız yeterli) ve zafer marşı kahverengi sade çanta için çalındı!
lıcı ve Göz A z a y e B Siyah
Beyaz gömlek
İlginç dokulu parçalar
Payet
Desenleri bir arada kullanırken bu kadar çizgiye ne gerek var demeyin, bizim gibi lacivert çizgilere bir de kırmızılarını ekleyin. Geometrik desenleri bir arada kullanarak çok farklı bir hava yaratabilirsiniz. Kemer bunu uygulamanın en rahat yolu belki de! Ayrıntıları gözden geçirirken eksik olan şeyin biraz parıltı olduğunu farkettik ve takı seçimimizi kolye ve bilezikten yana kullandık. Gömleklerle çok yakıştırdığımız sarmal bilezikler bu noktada tercihimiz oldu. Ve böylece sona geldik. Selen’in deyimiyle “iki süper kahraman” gibi yetiştik imdadına ve onun ilk heyecanına konuk olduk. Bakarsınız uğurlu gelmişizdir!
EDİTÖR LAFI
payetli diyorsanız mü? !" z e m it b e c sonra ge ih . Kürk "Yemekten ne gömlek iyi bir terc şortun üzeri etiniz! bil Partiye giriş 29
ara
|
KIŞ 2012
Fotoğraf: ONUR GÜRKAN
MODA & TASARIM
O
¡s‚ Görüsmesine Giderken ‚
sunduğu opsiyonlardan hedeflediğimiz “business casual” görüntüyü yaratmakta çok zorlanmadık. Orhun ile ilgili Orhun’un çoğu renkli pantalonlar, kotlar ve baskılı karșılaștığımız tshirtlerden oluşan gardobunda siyah takım elbiseyi bulup çıkarmak çocuk oyuncağıydı. Beyaz gömlek ile en büyük moda klasikleştirdiğimiz kombinimize eklediğimiz bordo engeli, emektar askılar kıyafete hem biraz renk hem de biraz risk kattı. Converse’lerinden Erkek modasında son zamanlarda en çok gözümüze çarpan aksesuar mendil. Ama sıradan sıkıcı mendilayrılmayı red lerden bahsetmiyoruz biz.. Milan, Paris ve Londra’daetmesi oldu. ki moda evleri kreasyonlarında canlı renkler, göz alıcı desenler ve yaratıcı şekillerde mendiller sergiliyorlar. Mendil siluetinizi değiştiremez elbet ama kıyafetinize Erkekler için iş görüşmesi demek kumaş karakter katabilir. Mendilinizin ucuna ufak bir düğüm atarak pantalon, gömlek ve cekettir diyenler yanılıyorsunuz! ciddi bir takıma biraz espri anlayışı katmak mümkün örneğin. İş görüşmesinde öncelikli olan şeyin özgüven olduğunu düşüBiz istediğimiz ironiyi mendil yerine askılarla sağlamaya çalışnerek Orhun’a içinde kendini en rahat ve özgüven sahibi hissettiği kıyafeti sorduk. ‘Siyah Converse'lerim!’ yanıtını verdiği tık. Siyah Converseler konusunda ise korkularımız asılsızmış. an işlerin hiç de kolay gitmeyeceğini anladık. İş görüşmesine Sonuç fotoğraftaki gibi.. Kimi zaman, cesaret modanın önüne gidecek ve spor ayakkabı giyecek! Bu mümkün müdür? Bunu geçer. Ve kimi zaman, aldığınız risk sizi ikinci mülakata taşır, öğrenmenin tek bir yolu vardı... Orhun’un gardrobununun nitekim Orhun’a da öyle oldu. rhun İlalan, 23 Yaşında, Uluslarası İlişkiler Öğrencisi. Hani bazı insanlar hayatları boyunca kot ve tshirt giyerler ya? Orhun da onlardan. Belki kıyafet seçimleri belki de yüzünde eksik olmayan umursamaz ifade nedeniyle Orhun’u sorduğumuz arkadaşları O’nu öncelikle 'rahat’ olarak tanımladılar bize. Tüm bunlar moda ekibimiz için tehlike çanları niteliğinde olsa da yılmadık ve Orhun’u gidecegi iş görüşmesine, tarzından çok taviz vermeyerek, hazırladık!
GECE ÇIKMASINA HAZIRLANANLARA GARDROP MÜZİĞİ OUR DRESS-UP PLAYLIST* 30
ara
|
KIŞ 2012
Gramatik- Hit That Jive
Flight Facilities - Crave you Feat. Giselle SBTRKT- Right Thing To Do (Feat Jessie Ware) Parov Stelar- Wanna Fete
Goldfish- Get Busy Living
Flight Facilities - Foreign Language (Drop Out Orchestra Remix)
Tom Fire Feat Matthew McAnuff- Brainwash Solomun - Something We All Adore (Original Mix)
Variety Lab- Money (That’s What I Want) Feat Yelle- Je Veux Te Voir Mona Soyoc
Fotoğraf: ONUR GÜRKAN
MODA & TASARIM
Sergi Acılısı ‚ ‚
M
üge Karaoğlu. 23 yaşında. Sosyoloji bölümü öğrencisi. Açılışlar yeni başlangıçları kutlamak içindir. Müge enerjisiyle her daim kutlamaya hazır bir insan. Bizim görevimiz Müge’ye bir stil başlangıcı sunmaktı. Bazı insanlar karakterlerini de koyar kıyafetlerine, iddiasını, asiliğini ve kendine güvenini. İşte Müge de bu insanlardan.. Kendine özgü bir tarzı olduğu için başımıza geleceklere hazır gittik Müge'yle buluşmamıza. Katılacağı sergi açılışı için ‘Düz siyah bir elbise ya da kot giyerim herhalde’ dediği an gözlerimiz parıldadı. Bizim Müge için vizyonumuz çok daha iddialıydı: 80'ler, FAME, post-Olimpia Ajda! Bunu için Müge’nin dolabına ziyaretimiz başladı. Ne var ne yoksa döktük yatağına: Uzun ipek elbiseler; yeşil, siyah, mavi kürk yakalar.... Hepsi vintage ve dolaptan çıkarılmayı bekliyorlar. Biz Müge'ye tercih ettiği parçaları soramadan O pantalonlarıyla karşımıza dikildi. Bu sırada Amerika’da bir vintage butiğinden alınmış ve bir kere bile giyilmemiş olan iki muhteşem elbise dikkatimizi çekti. Müge elbiselerden bir tanesini bayılarak ama denemeden almış. Uzun süre Amerika’da kalmış olmanın verdiği "şişkinlikle", eve dönüp de elbiseyi denediğinde üzerine olmamış. O gün bu gündür dolapta bekleyen bu parçayı gün ışığına çıkarmak, Müge’yi pantolonlarından kurtarmak adına attığımız ilk adımdı. Bir kaç denemeden sonra –pantalonlu kombinler dışındakilerin zorlu geçtiğini tahmin edersiniz turuncu üstüne siyah desenleri olan elbisede anlaştık. Çok severek aldığı ama giyemediği bu elbise O'nun için yeni bir tat olmuştu. Çoğumuz 24 saat Kim Kardashian gibi gezmesek de arada seksi görünmekten hoşlanıyoruz ve kadınların bunun için gardroplarında ilk başvurdukları şey de topuklu ayakkabılar
oluyor. Bizim de Müge için tercihimiz bu yönde oldu. Bu sezonun öne çıkan parçalarından olan 70'lerin hafif sivri burunlu topuklularından etrafta görmüşsünüzdür. Tavsiyemiz onları çekinmeden kullanmanız. Bu topuklular diz altı eteklerle eşlestirildiğinde kontrollü bir seksapel yaratıyor. Müge’nin yatağının üzerinde bulduğumuz siyah bolero kürk en başından beri aklımızdaydı. Onu kullanmama gibi bir olasılık olamazdı! Sıra parlamaya geldiğinde ise Müge’nin yeterince ışıldadığına karar verdik. Bu nedenle, aksesuar olarak elbisesinin desenine karışan bir altın zincirle sınırladık kendimizi. Müge'yle çıktığımız retro serüven böylece sona erdi!
EDİTÖR LAFI
zunsa Saçlarınız u . yruğu yapın u k t a ir b l a doğ konuşsun! r le e is lb e ın Bırak
KIŞ 2012
|
ara
31
ŞEHİR REHBERİ
A’dan Z’ye GALATA YAZARLAR: AHMET F. YİĞİTBAŞ - EZGİ UTAN - YASEMİN GÖKER
Fotoğraf: AHMET F. YİĞİTBAŞ
Galata maceramız, kendimizi Alfred Hitchcock’un filmlerindeymişiz gibi hissettiğimiz sisli bir Kasım sabahı başladı. Galata’nın tarih kokan taş binalarıyla süslü ara sokakları bir gün boyunca şehrin monotonluğundan uzak tuttu bizleri. İşin doğrusu o gün keşfedeceğimizi sandığımız Galata ile günün sonunda keşfettiğimiz Galata arasında dağlar kadar fark vardı...
32
ara
|
KIŞ 2012
ŞEHİR REHBERİ
2003 yılında adımları atılan kentsel dönüşüm projesi, Galata’nın
bir zamanlar girmeye tereddüt ettiğimiz sokaklarını, dolaşmaya can atacağımız bir semte dönüştürmüş. Bu değişimin en güzel taraflarından biri, Galata’nın geçmişine ait kültürel çeşitliliği ve esnaf ahalisini kısmen koruyabilmiş olması. Yeni Galata, eski görkemine kavuşturulmuş Levanten mimarisinin içinde cok zengin ve heyecan verici bir deneyim sundu bizlere. Ufak bir semaver kazası ve Güney Doğu Asyalı sokak satıcılarıyla yaşadığımız vukuat bir tarafa, Galata gezimizden büyük keyif almış olarak dönüyoruz Sarıyer’e.
A
LMAN SANATÇI MİRİAM DORSCH: Galata’da dolaşırken şans eseri karşılaştığımız sıcak kanlı bir İstanbul ziyaret-
Miriam Dorsch henüz bitmemiş eseri ‘cat playground’ u bizlere gösterirken.
çisi. Ayaküstü yaptığımız sohbet sonrası
bizi stüdyosuna davet ediyor ve şu an üzerinde çalış-
makta olduğu projeyi, sokak kedileri için tasarladığı oyun alanını gösteriyor. 100m2’lik bir alana tavandan
sarkan iplerin, kağıt parçalarının ve tahta basamakların karışık bir şekilde yerleştirildiğini ve değişik renkli ışıklarla birleştirildiğini hayal edin... Bize şu
an üzerinde çalışmakta olduğu bu eserin 2 ay sonra tamamlanacağının müjdesini veriyor.
B
EREKETZADE CAMİİ: İstanbul’un fethi sonrasında Galata bölgesinde inşaa edilen ilk cami.
Tarihi caminin aslı 1948’de yıkılmış. Yerine yapılan
cami 2006'da tamamlanmış. Bereketzade Camii’nin giden gizli bir geçit bulunuyor.
L
ATİN KİLİSESİ: Dominikler tarafından 1841-
1843 yılları arasında inşaa ettirilen Roma Katolik Kilisesi’nin kütüphanesi İstanbul'daki
Latin Cemaati’nin 18. yüzyıldan günümüze kadar olan değişimini belgeleyen dökümanları barındırıyor.
G
ALATA KULESİ: İstanbul’un en önemli sembollerinden biri olan
Galata Kulesi, 528 yılında Bizans
İmparatoru Anastasius tarafından Fener Kule-
si olarak inşaa edilmiş. 1204 yılındaki 4.Haçlı Seferi sırasında büyük zarar gören kule, Cenevizliler tarafından onarılmış.
33
ara
|
KIŞ 2012
Fotoğraf: AHMET F. YİĞİTBAŞ
içinden Galata Kulesi’ne çıkan ve Karaköy limanına
K
ARTAL KANATLAR: Hezarfen Ahmet Çelebi 1638 yılında (IV. Murat dönemi), tahtadan yaptırdığı
kartal kanatlarını takıp Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçuyor.
Bu uçuş Avrupa’da ilgi ile karşılanmış,
İngiltere’de bile bu uçuşu
gösteren gravürler yapılmış.
İLÜSTRASYON: TUĞÇE DURUKAN
ŞEHİR REHBERİ
34
ara
|
KIŞ 2012
ŞEHİR REHBERİ
35
ara
|
KIŞ 2012
F
ŞEHİR REHBERİ
OTOĞRAF STÜDYOSU: Nostalji seviyorsanız birbirinden gü-
zel kostümleriyle
müşterilerini zamanda yolculuğa çıkaran GiyÇek fotoğraf stüdyo-
suna bir uğrayın. Burada Osmanlı İmparatorluğu’nun heybetli bir
padişahı, saraylı bir hanımefendi, şık bir Üsküdar kâtibi, isyankar
ruhlu bir külhanbeyi ya da gözü
pek bir yeniçeri kılığına girmeniz mümkün. Nostaljik portreniz için ihtiyacınız olacak bütün
aksesuarları stüdyo temin ediyor. Fotoğraf çekimi için randevu almanız bile şart değil..
Z
İFİRİ KARANLIKTA YEMEK: Görme duyunuza bir kaç saatliğine paydos verin. Yemek servisini görme engelli garsonların yaptığı, duyarak, koklayarak, dokunarak ve tadarak geçireceğiniz bir deneyim yaşayın. Galata Kulesi’ne 5 dakika yürüme mesafesinde olan Karanlıkta Yemek, bir Kör Fotoğrafçılar projesi ve bu projede görev alan çalışanların hepsi görme engelli. Görme duyunuza vereceğiniz iki saatlik mola sayesinde görme engelini daha görünür yapabilirsiniz.
İ
NGİLİZ KARAKOLU: 1904 yılında Büyük Britanya İmparatorluğu'nun Sivil Hapishanesi olarak inşaa
edilen bu bina sonradan Pierre Fournail ailesinin
M
EVLEVİHANE: İstanbul’un ilk mevlevihanesi olan Galata Mevlihanesi, zamanında
birer okul niteliği taşıyan ve Mevlevilere gerekli
konutu olarak kullanılmış. Günümüzde Galata Evi diye
bilgileri, tarikat kurallarını, Mevlevi törenlerini ve
tedir. Lokantanın menü-
şu anda müze olarak kullanılıyor ve yüzyıllardır
geleneksel rus mantısı
Bekçilere dil dökmemize rağmen, dört yıldır resto-
çok değişik lezzet seçe-
görme imkanı bulduk.
bilinen mekan bir Rus lokantası olarak hizmet vermek-
müziğini öğreten eğitim merkezlerinden biri iken
sünde borş çorbasından
alışık olduğu onarımlardan birini daha yaşıyor.
pilmenikiye kadar pek
rasyonda olan mevlevihanenin sadece avlusunu
neği bulunuyor.
V
İTAMİN
Galata'da her
köşe
BAR:
hemen
başında
bir vitamin barla karşılaşmak mümkün. Galata dik yokuşlu bir semt, bu bölgeyi yürüyerek
keşfedebilmek için taze meyve
suyundan alacağınız enerjiye ihtiyacınız olacak.
36
ara
|
KIŞ 2012
J
azz Club: Caz müziği sevenlerin dilinden
düşmeyen Nardis Jazz Club, şaşaalı caz kon-
serlerine kıyasla daha sıcak ve samimi bir
ortam sağlıyor müzik severlere. Bizce bu müzik Galata’ya caz çok yakışıyor. İstanbul Caz Festivali kapsamında Galata Kulesi’nde gerçekleşen konserleri izleme fırsatı bulan caz severler de bu gözlemimize hak vereceklerdir.
Y
ŞEHİR REHBERİ ENİ NİŞANTAŞI: Galata birkaç senedir Nişantaşı ile şehrin moda merkezi olabilmek için yarışıyor. Pek çok genç tasarımcının ve ilginç butiğin
bulunduğu semt, modacılar kadar modaseverler için de cazip bir adres! Galata’daki butikler alışveriş
severlere seçkin ve özel üretim ürünler sunuyor; ParisTexas, Building, Sodapop bu butiklerden bir
kaçı. Galata ve moda denince akla gelen ilk isim
Arzu Kaprol’dür çünkü O daha önce tercih edilmeyen bir semte modayı taşıyarak büyük bir risk aldı. Tasarımcının kendi imzasıyla çıkan ürünler
tarihi Kamondo Apartmanı’nda bulunan Arzu Kaprol Gallery’de yer alıyor.
H
ANGİSİ DOĞRU?: Galata’nın isminin nere-
den geldiği konusunda bir kaç farklı teori var.
Bir rivayet Galata’nın Yunanca’da süt anlamına gel-
en ‘gala’ sözcüğünden türediği. Daha çok destekçisi olan diğer teoriye göre Galata Cenova lehçesinde
yokuş anlamına gelen ‘caladdo’ sözcüğünden gelmiştir.
Fotoğraf: AHMET F. YİĞİTBAŞ
YMA ATÖLYESİ: İbrahim Usta 1970’ten beri Galata’da birbirinden güzel tahta oymaları yapıyor. Bir müzeyi andıran atölyesini gezerken size çay ikram edecek ve Galata ile ilgili başka yerden duyamayacağınız hikayeler anlatacak.
ara
benzetemeyeceğiniz bir yer olmasına karşılık dünyanın ilk
darbuka okuluna ev sahipliği yapıyor. Sting’le 2010 senesinde
aynı sahneyi paylaşmış olan usta müzisyen Mısırlı Ahmet, bu kafe rahatlığındaki dersliğinde ritim meraklılarına darbuka dersleri veriyor.
U
LAŞIM: Okuldan Galata’ya en kısa ve masrafsız yol;
Sarıyer-Beşiktaş minibüsüyle
Hacıosman metro durağında inmek ve
sonra en son durakta yani Taksim’de inip karşı platformdan Şişhane’ye geçmek.
Metro çıkışından Galata’ya yürümeniz zaten en fazla beş dakika sürecektir.
O
37
D
ARBUKA DERSLERI: Galata ritimhanesi ilk görüşte okula
|
KIŞ 2012
ŞEHİR REHBERİ
T
RAJEDİ: 1973 tarihinde ünlü şair Ümit Yaşar Oğuzcan’ın oğlu Vedat,
Galata Kulesinden atlayarak intihar ediyor. Vedat kendisi de intihar
R
takıntılı olan babasına bir not bırakıyor: “Baba, intihar öyle değil, böyle
edilir.” Şair oğlunun ölümü üzerine Galata Kulesi adlı şiirini yazıyor.
P
ULKO BAHADIR PUL EVİ:
1970’ten beri hizmet veren Pulko
Pul Evi pul,madalyon,nişan ve eski
para koleksiyoncuları için önemli bir adres. Buradan eski para ve pulların yanı sıra
koleksiyonculuk için gereken malzemeleri de temin etmek mümkün.
C
OUSSEAU: Fransa’nın en önemli düşünürlerinden Jean
Jacques Rousseau’nun babası bir süre Galata’da yaşamış. Kendisi bir saat tamircisi olan Issac Rousseau Topkapı
Sarayı’nda senelerce saray saatçisi olarak hizmet vermiş. Rousseau uzmanı Remy Hildebrand’a göre, Jean Jacques Rousseau babasının izinden gidip hayatının son senelerini İstanbul’da geçirmek istemiş ama tümüyle yabancı bir yere nasıl kalkıp gidebilir? Maalesef cesaret edememiş.
OLLEGE DES FRERES SAİNT PİERRE: Galata sokaklarında Saint Pierre kilisesini ararken
keşfettiğimiz eski bir misyoner okulu. İlk bakışta nerede olduğumuzu anlamakta zorlandık. Karşımıza çıkan tarihi
avlu, bir tarafında bir ağaç evi, öbür tarafında şık şamdanlarla süslü bir restoranı barındırıyordu. Neyse ki Wisteria
Restaurant’ın işletmecisi Uğur Sevinç bize okulun geçmişi ve geçirdiği dönüşüm hakkında bilgi verme inceliğini gösterdi.
Uğur Bey bize binanın 1934 senesine kadar Saint Pierre Papaz Okulu olduğunu ama öğrenci sayısının azalması nedeniyle kapatılıp ticaret hanı haline getirildiğini anlattı. 2010’da lokantaya dönüştürülen ve 2012 ilkbaharında üst katında butik otel açılacak olan bu mekan gerçekten görülmeye değer.
Fotoğraf: AHMET F. YİĞİTBAŞ
w
38
isteria, Galata'da 150 senelik bir binada hizmet veren restaurantcafe. Restaurantın bahçesindeki mor salkımlar mekâna karakterini veren unsurlardan.
ara
|
KIŞ 2012
Fotoğraf: AHMET F. YİĞİTBAŞ
ŞEHİR REHBERİ
N
EVE ŞALOM SİNAGOGU: Galata için yola çıktığımızda İstanbul’un bu en büyük sinagoguna ziyaret izni
alabileceğimizden emin değildik. Neyse ki güvenlik görevlileri üstünde çalıştığımız projeyi öğrendikten sonra bize sinagogu gezmemiz için izin verdiler. Kurşun geçirmez kapıların arkasında gerçekten etkileyici bir yapı var.
Sinagog çalışanları bize 2003’teki büyük patlamadan sonra binanın görünümünün değişmediğini ve sanılanın aksine binaya
büyük derecede bir hasar gelmediğini soylediler. Ancak bu olaydan sonra guvenlik önlemlerini arttırmak zorunda kalmışlar. Sinagogu randevu alarak ziyaret etmek mümkün. Fotoğraf: AHMET F. YİĞİTBAŞ
E
NGİNAR
CAFE:
Kahvenizi
yudumlarken
Galata
Kulesi’nin tadına varacağınız sıcak bir mekan arıyorsanız
Enginar Cafe tam size göre. İlk açıldığı yıllarda bölge esnafı tarafından “çılgınlık” diye nitelenen Enginar, aslında Galata bölgesinin değişimine ön ayak olan mekanlardan biri.
S
U ÜSTÜNDE SANAT: Geleneksel ebruların yanı sıra modern ebruların da yer aldığı muazzam bir sanat galerisi olan Galatart’da klasik ebru dersleri alabilir
veya workshoplara katılabilirsiniz. Galata’nın tarihi dokusunda geleneksel bir sanatla tanışma fırsatı sağlayan atölye
aynı zamanda, gelenekselden moderne, kağıttan ahşaba ve taşa kadar birçok ebrulu esere de ev sahipliği yapmaktadır.
Ezgi ebru sergisini gezerken.
39
ara
|
KIŞ 2012
İNTERNET
Fotoğraf: ONUR GÜRKAN
“Facebook sayfanız ya da email adresiniz yoksa bu teknoloji adaptasyonuyla ilgili bir sorun olmaktan öte varoluşsal bir kriz sizin için.”
40
ara
|
KIŞ 2012
İNTERNET
PLANKING
GEÇİCİ İNTERNET
BAKİ
Planking ile başlayıp farklı pek çok formatta var olmaya devam eden foto-mimler sosyal iletişimin evriminde yeni bir basamak mı yoksa abesle iştigalin son raddesi mi? Sizler için soruşturduk.
1971
YAZAR: BEGÜM BAŞKAN yılında Amerikan Savunma Bakanlığı adına Cambridge’deki bir laboratuvarda çalışan genç mühendis Roy Tomlinson, yanı başındaki bilgisayara dünyanın ilk elektronik postasını yolladığı sırada yaptığı şeyin medeniyet için önemini tahmin etmiyordu muhtemelen. Eğer etseydi elektronik ortamda başarılı şekilde gönderilmiş olan bu ilk mesaj kendi deyimiyle “qwertyuiop tarzı anlamsız bir şeyden” fazlası olurdu belki. Bugün elektronik posta ve kullanım alanlarının günlük hayatımızın ne derece önemli bir parçası olduğunu söylemeye gerek bile yok. KU kampüsünü arşınlayan hemen her fani bir email adresine, facebook sayfasına, twitter hesabına, yani kısaca elektronik ortamda tanımlanmış bir kimliğe sahip. Facebook sayfanız ya da email adresiniz yoksa bu teknoloji adaptasyonuyla ilgili bir sorun olmaktan çok öte varoluşsal bir kriz sizin için. “Dijital Devrim” sürecinde kâğıtla olan iliş-
41
ara
|
KIŞ 2012
kimiz de geri dönüşü olmaz şekilde değişti. Bu ilişki son 35 senedir giderek artan bir erozyon yaşamakta. Kâğıt, yerini sıvı kristale bırakmayı sürdürdükçe insan ilişkileri geri dönülmesi mümkün olmayan metamorfozuna devam ediyor. İlişkiler posta hızından ışık hızına çıkıyor, tarih öncesinden kalma ilişki normları uzay-zaman aralığında bükülüyor, galaksinin derinliklerinde bir yerlerde birileri tüm bu metaforlara başparmak havada “like” gönderiyor. Bu yeni düzende insan ilişkileri konusunda ne derece yetkin olduğunuzun pek bir önemi de yok. Facebook arkadaş sayınız ne kadar sosyal olduğunuzu ifade ediyor sizin için. Eğer hedefiniz artist olmak ise ihtiyacınız olan şeyler bir video kamera ve internet bağlantısı. Oscar heykelciğine layık performansınızı videoya çekip, youtube’a ekliyorsunuz ve internet tanrılarına dua ediyorsunuz. Bu tanrılarının kutsadığı videolara ne mi oluyor? Bu sorunun
cevabı iki kelime: Justin Bieber!
J
ustin Bieber bu yazının yazıldığı sıralarda 671,069,814 izlenme ile dünyanın en çok izlenen Youtube videosu olma ünvanını elinde bulunduruyor. (büyük bir tesadüf eseri bu sayı yeryüzünde internet bağlantısına sahip ergenlik-öncesi kız çocuklarının sayısıyla eşit.) Justin Bieber’i “en çok izlenenler listesi”nde takip eden isimler, Jennifer Lopez, Lady Gaga, Eminem ve Charlie. Eğer “Charlie de kim?” diyorsanız siz muhtemelen hayatının 56 saniyesini bir yaşındaki Charlie Dabies-Carr’in üç yaşındaki abisi Harry’nin parmağını ısırdığı Youtube vidyosuna feda etmiş 394,579,321 internet kullanıcısından biri değilsiniz. Charlie ve Harry’nin videosuna gösterilen bu olağanüstü ilgi üzerine dünyanın dört bir yanında hayran kulüpleri kuruldu, Charlie t-shirtleri piyasaya sürüldü, Gerber isimli çocuk markasıyla yüklü bir reklam anlaşması yapıldı ve ilk videonun devamı olan videolar çekildi. Tanısanız da tanımasanız da Harry ve Charlie günümüzün en büyük sosyal medya starları arasında.
H
arry ve Charlie’nin hikayesi internet mimi kavramına çok iyi bir örnek. Bahsi gecen mim kavramı olağan üstü esnek bir tanıma sahip. Mim olarak tanımlayabileceğiniz şey bir klip, bir fotoğraf, web sitesi, link, email ve hatta bir imla hatası bile olabiliyor. Diğer bir deyişle, mim internet tarafından popülerleştirilmiş herhangi bir formatta var olan herhangi bir fikir olabilir. Dünya’nın bir ucunda bir veya bir-
kaç kişi tarafından ortaya atılan, yapılan bir durum veya olay çok kısa bir sürede coğrafi sınırları aşıp gezegenin dört bir köşesine yayılıyor ve birçok insan tarafından benimseniyor. Böylece her dakika kolektif hafızamıza katılmaya aday yeni bir internet trendi dünyaya geliyor.
2
011 yılına damgasını vuran mimlerden bir tanesi şüphesiz planking. İlk olarak komedyen Tom Green tarafından 1994 yılında ortaya atıldığı iddia edilse de, bir mim olarak dünyayı kasıp kavurduğu tarih 2011 senesidir. Avustralya’da başlayıp dünyaya yayılan planking bir internet gönüllüsünün uygunsuz bir yere yüzükoyun uzanarak fotoğraf çektirmesini gerektiriyor. Yapacağınız kısa bir Google araştırması size insanların bu trendi ne kadar ciddiye aldığını ve bu kolektif çabanın yarattığı binlerce ilginç imajı ve bir trajik planking kazasının ayrıntılarını verecektir. (evet, planking yüzünden olduğu bilinen ilk kişi Avustralya’da planking yapmak için çıktığı 7. kattaki balkondan düşerek hayatını kaybeden 20 yaşındaki Acton Belae adlı gençtir). Sebep olduğu can kaybına rağmen planking birçok insan tarafından benimsendi ve temelde değişik pozlarda fotoğraf çektirmeye dayanan yeni trendlere yol açtı. Bunlardan owling baykuş gibi bir yerde tünemek; batmanning, yarasa gibi ayaklardan asılıp bas aşağı poz vermek; horsemaning (ya da Headless Horseman) kafayı vücuttan ayrıymış gibi göstermek; leisure dive, havuza/suya doğru olabildiğince yükseğe zıpladıktan sonra kameraya bakıp poz vermek suretiyle gerçekleştirilen mimler. Her hafta bir yenisi çıkan ve daha birçok örneği olan bu trendlerin hepsinden bahsetmek çok zor. Fakat bu trendlerin en ilginçlerinden olan Plumbking’den bahsetmeden geçmek olmaz. Plumbking gönüllüsü kişi bu mimi gerçekleştirebilmek için kendisini baş aşağı sarkıtarak kafasını klozete sokmak gibi yaratıcı olduğu kadar hijyen acısından şaibeli bir pozisyonda poz verir kameraya. Peki zihinsel gelişimini normal şekilde tamamlamış bir insana kafasını klozete sokturmaya ikna edebilecek güce sahip bir mim nasıl bir psikolojik ve sosyal motivasyondan kaynaklanmakta?
Mim, internet tarafından popülerleştirilmiş herhangi bir formatta var olan herhangi bir fikir olabilir
Storking internetteki "yeni" mimlerden. Siz bu satırları okuyana kadar o da tarih olacak.
42
ara
|
KIŞ 2012
43
ara
|
KIŞ 2012
Fotoğraf: ONUR GÜRKAN
Soldan sağa: Horsemanning, leisure diving, batmanning.
A
slında mim dediğimiz şey insanlığın başlangıcından bu yana süregelen basitçe kopyalarak veya taklit ederek toplumda var olmaya dayanan, toplumdan dışlanmamak için insanların doğasında var olan bir eylem. Internet’in hayatımıza girmesi ile bu kopyalama dürtüsü internet mimleri olarak yeni bir hal kazandı. Gerçek hayattaki mimler her ne kadar insan doğasının ve hayatta kalma mücadelemizin bir parçası olsalar da internet mimleri için bu çok farklı bir durum.. Internet mimleri amaçsız jestler olsa da birçok insan tarafından takip ediliyorlar. Bunun altında çok sayıda neden olabilir. Örneğin hepimizin muhakkak almış olduğu “3 dakika içinde 3 kişiye gönderirsen bu gece dileğin gerçekleşecek” tarzında, tehdit ve vaatlerle dolu emailler önemli internet mimlerinden biri. Bu tip mimin yaygın olmasının sebebi insanın doğasında var olan inanç ögesini kullanması. Toplumdan topluma bu emailin içeriği o toplumun genel inanışlarına göre değişmekte, topluma adapte edilmektedir. Bu da insanların bu tehdit ya da vaatlere inanmasını kolaylaştırmaktadır. Sıra dışı fotoğraf çekmeye dayalı mimler için bu tip bir dayatmalar yok elbette. İnsanlar farklı nedenlerle bu mimleri uygulamaktalar. İnsanların bu sınırları zorlayan mimleri yapmasındaki temel nedenlerden biri kendisinin “özgür ve sınır tanımaz” olduğuna dair mesaj veren bir gruba ve
44
ara
|
KIŞ 2012
kültüre ait olma isteğidir bence. Önemli nedenlerden bir diğeri de insanları güldürme isteğidir. Internet mimleri üzerine araştırmalarıyla bilinen Susan Blackmore bu eğilimi söyle açıklıyor; “insanları güldürmek istemek doğal bir eğilimdir. Eğer birilerini güldürme olasılığı bulunan bir şakayı pas geçerseniz, bu insan doğasının çok derin bir yönünü tamamlamaktadır. Burada mimler ortaya çıkmaktadır”. Planking ve benzeri en çılgınını yapmakla ilgili bu internet mimleri de bir yerde temelde kendini kanıtlamaya ve insanları güldürmeye dayalıdır.
İ
nsanları güldürmek için ya da bir topluluğa ait hissetmek için, nedeni ne olursa olsun bu tur fotoğrafa dayalı internet trendleri ışık hızıyla gerçeklesen kültürel tüketimden nasibini alarak sürekli bir değişim içerisindeler. Eski tür tüketilip sürekli yeni bir tur çıkmakta ve gezegene yayılmaktadır. Çılgın pozlar vermeye dayalı fotoğraf çekme eylemi bir internet mimi olarak bir yerde kendini tüketecektir. Hatta okumuş olduğunuz bu yazı, basılı bir yayını hedefliyor olması dolayısıyla, ister istemez konusu olan trendlerin ancak arkasından bakabilmektedir. “O-hoo siz hala orda mısınız?” deyip sayfayı çevirmiş okuyucu haksız değildir, ama değişimin kendisini irdelemek için arada kenara çekilip bakmak da gerekli..
Kendin için doğru olanı düşünmek baydı mı? Hayatla ilgili sorular uykunu mu getiriyor? Kolayı var! ruhsal_abla@ku.edu.tr adresinden Ruhsal Abla’na iki satır karala cevap anahtarına kavuş!
Ruhsal Ablacığım, Bu sene okuldaki yedinci senem. Yakın bir gelecekte mezun olmam da mümkün görünmüyor. Ne var ki bu zamana kadar sorgu sual sormamış olan ailem kuzenimin boş boğazlığı yüzünden üniversite eğitiminin 4 sene olduğunu öğrendi. Açık seçik söylemiyorlar ama yakında mezun olacağım beklentisine girdiler sanki. Stres oluyorum. Bana bir çare! K.K. Sevgili Kalın Kafalı, sınavına çalışmak yerine Bebek Kahve'ye kamp kurarsan okulu yeni milenyuma taşırsın tabi! Bu laubali tavrına rağmen sana yardım etmek benim ablalık görevim. Ama karşılığında senin de önümüzdeki senelerde mezun olmanı bekliyorum. (Sene senin sandığın kadar kısa bir zaman birimi değil benim düşük IQ’lu civcivim) Şimdi aç kulağını dinle ablanı. Öncelikle yapman icap eden şey aileni mezun olduğuna ikna etmek. Mevcut göstergeler ailenin buna inanacak mizaçta insanlar olduğu hissiyatını uyandırdı bende. Yine de kendine bir üniversite mezunu havası vermek adına bir adet sahte diplomaya, bir adet sahte mezuniyet partisine ihtiyacın olacak. Eminim senin zihinsel kabiliyetlerine sahip biri bile bunu ayarlayabilir. Daha sonra sahte diploman ile dürüst bir iş bulup çalısmaya başlayacaksın, tabii bir yandan dersine de çalışacaksın. Okul taksitleri, düzenleyeceğin mezuniyet partisi ve alacağın yasadışı sahte diploma başta bir nakit sorunu yaratabilir, bu çok doğaldır. Bu problemi çözmek için annenin göz önünde durmayan takılarını "ödünç alabilirsin" çocuğum. Zihin açıklığı dilerim.
Ruhsal Abla, Derslerim felaket, GPA’im yerlerde sürünüyor. Parti dünyasından derslere zaman kalmıyor. Ne yapmalıyım? S.D. Sevgili Boş Gezenin Boş Kalfası, hiç tasalanma doğru yoldasın. Bugünün partisi yarına bırakılmaz. Aferim.
45
ara
|
KIŞ 2012
RUHSAL ABLA’YLAN
HAYAT BİLGİSİ Ruhsal Abla, Erkek arkadaşımla 3 senedir beraberiz, bana olan ilgisi son zamanlarda çok azaldı. Ne zaman mesaj atsam ya arkadaşlarıyla ya işi var. Dikkatini nasıl çekebilirim? Rumuz: Çileli Sevgili İlgi Fukarası, uzun süreli ilişkilerde sevgilinin ilgisi azalabilir, bu normaldir. İki insan birbirlerini sıkarak da uzun vadeli bir ilişki sürdürebilir (buna halk arasında evlilik denir). Fakat ısrarla ilgi istiyorsan bunun yolları var. Biraz oyunculuk, biraz da bedava mesaj hakkı sana bu konuda gerekli yardımı sağlayacaktır. Benim önerim, beklenmedik saatlerde sevgiline histeri dolu mesajlar göndermen. Misal veriyorum, gece burnunun kanadığından, muhtemelen lösemi olduğundan ve büyük bir ihtimalle 2 aydan az ömrün kaldığından bahseden trajik bir msn sorununu bir süreliğine (yaklasık 2 ay) çözecektir. Ölmek üzere olduğunu bilmek az da olsa sevgilinin dikkatini çeker kanaatindeyim. Burada unutmaman gereken şey erkeklerin garanti görünen kızlardan hoşlanmadığı. Ona her an yanında olmayacağını hissettirmelisin.
Ruhsal Hocam, Eli yüzü düzgün yirmi yaşında bir delikanlıyım, ama boyumun kısa olması kızlarla şansımı gözle görülür derecede azaltıyor. Ne önerirsin? Rumuz: Yine Yeni Yeniden Sevgili Bodurcan, üzüldüğün şeye bak. Kısa boy söylediğin gibi sorun olsa bugün Tom Cruise Mission Impossible 11’i çevirebilir miydi? Bak sana bir sır vereyim. Kadınlar gönül ilişkileri hususunda erkekler kadar yüzeysel düşünmezler. Bir erkeğin güzel bir arabası ve platin Rolex’i varsa kısa boylu da olsa bir şansı var demektir. Ama ben illa sırım gibi bir delikanlı olayım, itfaiye kulesi gibi dolanayım diyorsan sana önerim yeni modayi takip etmen (hayır Fashion TV’yi demiyorum, kadınların takip ettiği gerçek modadan bahsediyorum). Bir bayan mecmuasını açıp bakarsan göreceksin ki bol paça pantolonlar yeniden moda. Senin gibi kabiliyetli bir delikanlı eminim o bol paçalı pantolonların altına giyecek bir çift 48 numara topuklu bulabilir. Yalnız sana ablan olarak tavsiyem çok ince topukları tercih etmemen çünkü İstanbul arnavut kaldırımı bol olan bir şehir biliyosun. Bana ince topuk yakışmaz, erkekliğim zedelenir diye hayıflanıyorsan üzülme, uygun fiyata sahip olabileceğin şık platform topuklar da piyasada mevcut. Allah akıl fikir versin.
KENDİNE VAKİT AYIRMANIN TAM ZAMANI! Ayrılık acısına sevgililer gününün yol açtığı toksik şok eklenince sonuç iç açıcı olmuyor haliyle. Begüm Keleş yılın bu en romantik zamanında ayrılık acısı çekenler için Koç Üniversitesi kütüphanesindeki en iyi 10 ayrılık filminin listesini derledi. Bu soğuk kış günlerinde battaniyenin altına girip romantik bir film izlemekten daha iyi bir ilaç var mı aşk acısına? Varsa da biz bilmiyoruz. YAZAR: BEGÜM KELEŞ
Sevgilisinden yeni ayrılanlar için 10 film: Tiffany’de Kahvaltı - Breakfast at Tiffany’s (1961) IMDB: 7.8/10 Gözyaşı: 2/10 Neden İzlemeli: Pek çoklarının tarzına ve gardrobuna ilham vermiş olan ikonik Audrey Hepburn zerafeti işte hep bu filmden çıkma. Hepburn siyah Givency elbisesi ve yüksek topuzuyla öylesine göz alıcı ki bu filmde, insan 1950’lerin New York’unda yaşamadığı için hayıflanıyor. Komşusu yeni yetme yazar Paul Varjak ile arkadaşlıktan aşka dönüşen ilişkisinin mutlu sona ulaştığı hayli romantik son sahneyi izlerken malumu ilam etmekten başka çare kalmıyor: “Gerçek hayat asla filmler kadar romantik olamayacak!” Truman Capote’nin romanındaki orjinal Paul karakterinin eşcinsel olması bile bu gerçeği değiştirmiyor maalesef. Klişe Faktörü: Audrey sonunda aşkı paraya tercih ediyor.
Pop Kültür: Holly Golightly isimli İngiliz asıllı bir şarkıcı olduğunu ve “Slowly but Surely” gibi hayli romantik şarkılara imza attığını biliyor muydunuz? Hem de bu isim kendisine ailesi tarafından verilmiş.
İlk Aşk, İlk Dans - Dirty Dancing (1987) IMDB 6.3/10 , Gözyaşı 2/10 Neden İzlenilmeli: Bu filmi izledikten sonra yeniden aşık olmak ve dans etmeyi öğrenmek isteyeceksiniz. Konu: Bir tatil köyünde dans öğretmenliği yapan Johnny Castle, iş dışında diğer dansçılarla dans etmektedir. Ailesiyle tatile gelen Baby yakışıklı dans öğretmenine aşık olur. Gelişen olaylar ikiliyi hem sevgili hem de dans partneri yapar. Klişe Faktörü: İnsanların dans ettiği romantik bir filmden bahsediyoruz burada. Jön Faktörü: 80’li yillarin genç kız odaları bu filmden sonra Patrick Swayze posterlerinin işgaline uğruyor.
Trivia: Film’de Baby’yi oynayan Jennifer Grey filmin basarısından sonra yükselen Holywood kariyerini yaptırdığı burun ameliyatı yüzünden yitiriyor.
46
ara
|
KIŞ 2012
Özel Bir Kadın - Pretty Woman 1990 IMDB 6.7/10, Gözyaşı 1/10 Neden İzlenilmeli: Külkedisi hikayesinin Holywood uyarlaması. Eleştirel dürtülerinizi 90 dakikalığına rafa kaldırıp genç Julia Roberts’ın ekranı nasıl aydınlattığını bir izleyin. Konu: Zengin ve yakışıklı işadamı Edward etrafındaki kadınlardan ve hayatının tekdüzeliğinden sıkıldığı bir akşam Holywood Bulvarı’dan arabasına Vivian isimli güzel bir hayat kadınını alır. Beraber geçirdikleri büyülü bir geceden sonra aralarında bir anlaşma yaparlar. İkili bir hafta boyunca sevgili olacaklar ancak hafta bittikten sonra ikisi de kendi hayatlarına devam edeceklerdir. Klişe Faktörü: Zengin ve yakışıklı adam güzel ama fakir hayat kadınını kurtarıyor. Klişenin sözlük tanımı bu olsa gerek. En sevdiğimiz sahne: Kendi kıyafetleriyle alışverişe gittiği üst-sınıf Rodeo Drive’da ciddiye alınmayan Vivian, ertesi gün Edward tarafından alışverişe çıkartılınca işin rengi değişir. Vivian, Edward ve cüzdanının yardımıyla Holywood Bulvarını bekleyen seks işçisinden Beverly Hills hanımefendisine dönüşür. Günün sonunda kendisine bir gün önce kaba davranmış olan butik çalışanına yaptığı hatayı gösterir. Trivia: Boxofficemojo.com’un raporuna göre Özel Bir Kadin(1990) halen 463 milyon dolar ile sinema tarihinin en çok gelir getiren romantik komedisi.
Annie Hall (1977)
IMDB 8.2/10 , Gözyaşı 1/10
Neden İzlemeli: Woody Allen’in Marshall Brickman’la beraber yazdığı, oynadığı ve yönettiği bu film sinema tarihi için önemli olduğu kadar eğlenceli bir klasik. Entellektüel bir romantik komedi izlemek istiyorsanız Annie Hall bulabileceğiniz en iyi seçenek.
Diane Keaton faktörü: Film, Woody Allen ve başrolde oynayan Diane Keaton’ın gerçek hayattaki ilişkilerinden ve ayrılıklarından esinlenmiş. Diane Keaton’ın filmdeki Oscar’lı oyunculuğu kadar tarzı da dikkat çekici. Annie Hall karakteri bugün bile moda editörlerinin başvurdukları bir referans. Erkek izleyici tarafindan izlenebilme faktörü: Hayli yüksek. Annie Hall iki cinse de hitap eden ender romantik komedilerden. Alıntı: Bir adam psikiyatriste gider, ‘doktor bey, kardeşim kendisi tavuk sanıyor’ der. Doktor neden kardeşini akıl hastanesine yatırmadığını sorunca cevap verir:‘yatırırdım ama yumurtalarına ihtiyacım var.’” Hikaye: New York’lu komedyen Alvy Singer aşkın peşinden gitmek istese de, yaşadığı entellektüel ortamda aradığını bulabileceği konusunda umutsuzdur. Derken kendisi kadar nevrotik olan şarkıcı Annie Hall ile tanışır. Yoğun olduğu kadar farklı bir ilişki yaşamaya başlarlar.
Kissadan Hisse: En derin aşklar bile bir gün bitebilir. İnsanlar hayatlarına devam ederler.
47
ara
|
KIŞ 2012
Unutamadığım Aşk - An Affair To Remember IMDB 7.3/10 , Gözyaşı 5/10 Neden İzlenilmeli: Seyirciyi içine alan, duygu yüklü bir klasik. Bu filmin son sahnesinde ağlamayacak bir homosafiyen tanımıyoruz Romantizm fakörü: Film Amerikan Film Enstitüsünün “En Romantik 100 Film” listesinde beşinci sırada.
Konu: Yakışıklı çapkın Nicky Ferrante ile caz şarkıcısı Terry, Avrupa’dan New York’a giderken gemide tanışırlar ve aşık olurlar fakat ikisinin de beraber oldukları başka insanlar vardır. İkili birbirlerine 6 ay sonra Empire State Binası’nın çatısında buluşmak üzere söz verirler.
(1957)
Oyunculuk: Cary Grant yakışıklı, karizmatik ve kültürlü olduğu kadar sempatik bir kişilik.(İnsanların Amerika’ya gemiyle gittikleri zamanların George Clooney’si.) Deborah Kerr de izleyiciyi tam kalbinden vuruyor. Türk Filmi havası: Bu film eski Türk filmlerinin “kör adam zengin kadın”, “kör kadın zengin adam”, “şoför ile armatörün kızının aşkları” ve benzeri temaların çıkış kaynaklarından biri.
Popüler Kültür: Sleepless in Seattle’dan Gossip Girl’e Yeşilçam’dan Bolywood’a popüler kültüre etkisi hayli yüksek bir film.
Not Defteri - The Notebook (2004) IMDB 7.9/10, Gözyaşı 9/10 Neden İzlenilmeli: Ryan Gosling!
Konu: Sınıfsal farklılıklarına ve ailelerine rağmen aşklarını sürdürmeye çalışan iki gencin, Noah ve Allie’nin hikayesi. İlişkilerinden memnun olmayan ailesi tarafından kasabadan uzaklaştırılan Allie başka biriyle evlenmesine sayılı günler kala son bir kez Noah’yi görmek için kasabaya döner. Jön faktörü: Ryan Gosling!
İntihar eğilimleri: Taze ayrılık acısı yaşayanlar bu filmi izledikten sonra bileklerinizi kesmek isteyebilirler, dikkat. MTV Movie Awards: Annie ve Noah’ın yağmur altında teşhir ettikleri öpüşme ekstravaganzası MTV’nin “Yılın en iyi öpüşme sahnesi ödülü”nü kazandı, haklı olarak. 48
ara
|
KIŞ 2012
Bulunduğumuz Yol - The Way We Were (1973) IMDB 6.9/10, Gözyaşı 4/10 Neden İzlemeli: Çook çook uzun zaman önce, 70’li senelerden bahsediyorum, daha Carrie Bradshaw ve Lady Gaga kolektif hafızalara kazınmadan çok önce popüler kültürde başarılı, akıllı ve başına buyruk kadın modelini temsil eden başka bir isim varmış: Barbra Streisand. (Bana inanmıyorsanız Wikipedia’ya bakabilirsiniz, yalnız Barbara değil Barbra olacak. O hikayeyi de başka bir gün anlatırım.)
Hikaye: Bulunduğumuz Yol’da Barbra ideallerinden ödün vermeyen solcu aktivist Katie Morosky rolünde son derece inandırıcı. Ne var ki Katie apolitik ve pragmatik deniz subayı Hubbell’a aşık oluyor. (Robert Redford filmde o kadar yakışıklı ki aşık olunmayacak gibi değil.) Ünlü senarist Arthur Laurent’in yazdığı ve Sydney Pollack’in yönettiği film halen geçerli bir temayı işliyor: Dünya görüşleri farklı iki insanın ilişkisi bu baskıya dayanabilir mi? Klişe Faktörü: Aşk mı politika mı? Günümüz Türkiye’sinde genç çiftlerin karşılaşabildikleri bir sorun.
Jön Faktörü: Hayli yüksek. Denizci üniformasının içinde genç bir Robert Redford’ın üzerine başka bir jön var mı ki? Sex and the City: Yapımcısı Michael Patrick King’in en sevdiği Sex and the City bölümü olan 2. sezonun final bölümünde The Way We Were’den esinlenmiş. Bölümün sonunda nişan partisinden çıkan Mr. Big ve Carrie, The Way Were’in son sahnesinde karşılaşan Katy ve Hubble gibi New York’un ünlü Standard Hotel’inde önünde vedalaşıyorlar.
Sil Baştan - Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004) IMDB 8.5/10 , Gözyaşı 6/10 Neden izlemeli: Görsel yaratıcılık açısından dahi sayabileceğimiz Michel Gondry ile metinsel yaratıcılık açısından dahi sayabileceğimiz Charlie Kaufman’ın ortaklığı elbette sıradan bir romantik komediden fazlasını sunuyor izleyiciye. Jim Carry’nin canlandırdığı Joel ile Kate Winslet’in canlandırdığı romantik ve fevri Clem’in aşk hikayesini anlatan film, aşk acısı üzerine bugüne kadar yapılmış belki de en orjinal film.
Hikaye: Montauk dönüşü trende tanışan Joel ve Clementine aslında uzun süreli bir ilişki yaşayip ayrilmiş iki insandir. Ne var ki ayrılmalarının ardından Dr. Mierzwiak’ın geliştirdiği hafıza silme teknolojisini kullanarak birbirlerini hafızalarından sildirmişlerdir. Çift tanışmalarından kısa bir süre sonra aslında beraber bir geçmişleri olduğunu fark ederler ve hafızalarında silinen şeyin peşine düşerler. Surreal: Yönetmen Gondry hafıza silme işlemi sırasında bizi Joel’in beyninin içine götürüyor ve bize orda Clementine ile vedalaşmasını gösteriyor. Sevgiliyle 49
ara
|
KIŞ 2012
olan anıların sırayla yitip gitmesine tanık olduğumuz sahneler absürd olduğu kadar etkileyici ve hüzünlü. Özellikle de başınızdan yeni bir ayrılık geçtiyse. Trivia: Yönetmen Michel Gondry’i filmlerinden önce ünlü yapan şeyin Bjork için çektiği sürrealist video klipler olduğunu biliyor muydunuz?
Aşk ve Gurur -
Pride & Prejudice (2005)
IMDB 7.8/10 , Gözyaşı 4/10 Neden İzlemeli: Jane Austin’in kitapları modern romantik komedinin prototipi sayılır. (Tabi Austin’in kitaplarının standard Holywood romantik komedisinden çok daha komik ve romantik olduğunun altını çizmemiz gerek.) Zamanı için son derece bağımsız ve eleştirel bir karakter olan Elizabeth Bennet İngiliz edebiyatının muhtemelen en ünlü ve popüler kadın karakteri. Romantizm dozu: Viktorya dönemi feminizm bir yana Aşk ve Gurur seyretmesi son derece zevkli ve romantik bir dönem filmi. Döneme ait ultra feminen kostümler romantizm dozunu arttıran etkenlerden. Jön Faktörü: Yüksek. Mr. Darcy bayan okuyucular/izleyiciler icin formüle edilmiş/edilebilecek en romantik erkek karakter muhtemelen. Gururlu ama romantik, zengin ama alçakgönüllü, iyiliksever ama gösteriş meraklısı değil. Mathew Macfadyen bu gururlu ve aşık İngiliz centilmenini canlandırırken başarılı bir performans göstermiş.
Hikaye: 19.yüzyılın başında, sınıf bilincinin hakim olduğu İngiltere’de beş kız kardeş olan Bennet’ların babaları ölmeden kendilerine uygun birer koca bulup geleceklerini güvence
altına almaları gerekmektedir. Fakat zeki ve neşeli bir mizaca sahip olan Elizabeth, kendisine düşkün olan babasının da desteğiyle hayatını daha farklı yaşamaya kararlıdır. Klişe Faktörü: Jane Austin’in klişe olabilmesi mümkün değil. Ne bu yüzyılda ne gelecek yüzyılda....
Trivia: Aşk ve Gurur’un 1995 tarihinde BBC için çekilmiş TV dizisi versiyonu en az Keira Knightley’li film versiyonu kadar zevkli ve romantik. BBC versiyonunda Mr. Darcy’yi Colin Firth canlandırıyor, ki bu konu başka bir kurgusal karakterin, Bridget Jones’un, takıntılı olduğu bir mevzu.
Ah Nerede Vah Nerede (1975) IMDB 7.5/10, Gözyaşı 1/10 Neden İzlenilmeli: Bu bir Tarık Akan-Gülşen Bubikoğlu filmi. Türk sinemasının bal-kaymağı, tahin-pekmezi, tuzu-biberi, roka-balığı... Klişe Faktörü: Sizce?
Hikaye: Zengin ailenin üç çocuğu İstanbul’da üniversite okumaya çalışıyorlardır. Birisi çapkınlık, birisi kumar, birisi de siyaset peşinde koşmaktadır. Ferit birgün genç bir kıza sırılsıklam aşık olur ve onunla birlikte olmak için elinden geleni yapar. Ancak Ferit yalnız değildir, üç tane daha sevgilisi vardır. Babası İstanbul’a gelip çocuklarının paraları savurduğunu öğrenince hepsini toplarlayıp memlekete götürür. Ancak hasrete daha fazla dayanamayan Ferit geri döner ve sevdiği kızın kalbini kazanmak için elinden gelen her şeyi yapar.
Trivia: 1975 yapımı olan bu filmin aynı dönemde, aynı isimde erotik furyanın ilk örneklerinden olduğunu biliyor muydunuz?
50
ara
|
KIŞ 2012
MEZUNİYETİ BEKLERKEN
YORUM
Bu yazıyı kaleme aldığım şu an itibarıyle mezun olmama 193 gün 3 saat ve 49 dakika kaldı (Her şey yolunda giderse tabii.) Okuldaki zamanımın sayılı olması, çoğu son sınıf öğrencisine olduğu gibi, beni de okul sonrası hayatın bilinmeyenleriyle yüzleşmeye zorluyor. Hayatımın bu evresinde “bilinmeyenler” anahtar kelime sanırım...
K
YAZAR: ALİHAN BALOĞLU
ampüs duvarlarının öte tarafinda beni neyin beklediği büyük bir muamma. Hangi şehirde yaşayacağım, hangi kariyere yöneleceğim, hangi firmada iş bulacağım, hangi tip insanlarla çalışacağım... Bunların hiçbirini bilmiyorum. Burada belirsizliğin temelinde yatan şey kendim için ideal olanın ne olduğunu da bilmemem. Bildiğim bir şey varsa o da öğrencilikten iş hayatına geçişin zor olacağı çünkü uzun zamandır alışkın olduğum düzene ve kimliğe veda etmem gerekecek. Düşünün bir kere, sinema bileti alırken “öğrenci!” diyemeyeceğim. Yaz için uzun planlar yapmaya son! Üstelik bundan sonra hayatımın bütün sorumluluğu benim omuzlarımda olacak. Yeni veya eski, üniversiteden mezun olmuş kiminle konuşursanız konuşun size bu dönemle ilgili benzer şeyler söylüyorlar. Bu sıra dışı zaman dilimini atlatabilmek için kişinin sıradışı bir azim ve soğukkanlılıkla belirlediği hedefe doğru kürek çekmesi gerekiyor. Çok değil bir süreliğine. Fırtınayı atlatana dek…
S
on sınıf öğrencilerinin mezuniyet sonrası için beklentileri neler? TNS Piar’ın “İşveren Seçimi” araştırmasına göre Türkiye’nin en gözde üniversitelerinin yeni mezunları, en çok eğitim 51
ara
|
KIŞ 2012
Bütün üniversite mezunlarının kariyerlerine istedikleri ve eğitim gördükleri alanda başlayacaklarını düşünmek aşırı iyimser olur. aldıkları alanda çalışmak istiyorlar. Yani pek çok öğrenci üniversiteye girerken bölümünü isteyerek seçmiş ve bölümüne ilerde o alanda çalışabileceğini düşünerek girmiş. Bütün üniversite mezunlarının kariyerlerine istedikleri ve eğitim gördükleri alanda başlayacaklarını düşünmek aşırı iyimser olur. Bir kısım üniversite mezunu kariyerine belki de hiç düşünmedikleri, kendilerini yaparken hayal etmedikleri bir mesleği yaparak başlayacaklar. Ve belki de bu yüzden ümitsizliğe ve karamsarlığa sürüklenecekler.
B
öyle bir durumda unutulmaması gereken şey mezuniyet sonrası gireceğiniz her türlü işin tecrübe niteliği taşıdığı ve ilk defa bir işe girildiğinde yapılan iş kadar, kişinin olgunlaşması, deneyim kazanması ve iş disiplinini anlamasının da önemli olduğu. Kariyerinin ilk dönemleri kişinin kendisini yetiştirmesi için bir fırsat aslında. Bu fırsatı iyi değerlendirirseniz istediğiniz işe ve konuma bir süre sonra ulaşabileceğinizi düşünüyorum. Sonuçta iş hayatına patrona çay ge-
tirmek tipi angarya işlerle başlayıp sonradan başarıyı yakalamış pek cok insan var. Bunlara örnek olarak iş hayatına tezgahtarlık ve garsonluk yaparak başlamış olan Xerox’un genel müdürü Mehmet Sezgin’i, küçük yaşlarda bulaşıkçılık ve Ramazan davulculuğu yapmış olan Reis Gıda’nın sahibi Mehmet Reis’i ve üniversitede okurken hamburger satan Finansbank’ın patronu Hüsnü Özyeğin’i sayabiliriz. Bu kişiler çalıştıkları ilk işlerini sadece maddiyat olarak görmeyip, tecrübe ve olgunluk kazanmaya çalışmışlar, bunun sonucunda da iş hayatında başarıya ulaşmışlardır.
P
eki kampüs duvarlarının ötesine dair ekonomik göstergeler neye işaret ediyor? TÜİK’in açıkladığı verilere göre 2010 yılı işsizlik oranı yüzde 11.9. Ayrıca 2011 yılı itibariyle üniversite mezunları arasında işsizlik oranı yüzde 9.7. Evet, yanlış okumadınız. Bu son derece yüksek bir oran. Ancak bu oran iyi bir üniversitenin mezununu ne kadar etkiliyor? 2010 yılına dair işsizlik rakamlarının açıklanmasından hemen sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye’de işsiz olan kesimin aslında yeteri kadar vasıflı olmadığını ve şirketlerin de kalifiye eleman bulmakta zorlandığını belirtti. Bu görüşe ben de katılıyorum. Bu demek oluyor ki ortada belli bir teknik bilgi
52
ara
|
KIŞ 2012
YORUM ve beceri isteyen pek çok pozisyon var fakat bu pozisyonlar gerekli vasıflara sahip insanlarla eşleşemiyor. Bunun bir nedeni üniversite öğrencilerinin kendilerini yeterince geliştirmemesi olabilir. Benim kişisel tecrübem, mezun olmadan önce kendisini geliştiren ve belli bir hedefi olan öğrencilerin, istedikleri işlere, diğerlerine nazaran daha kolay ulaştığı şeklinde. Burada diğer önemli bir nokta da üniversitelerin öğrencileri hayata ne kadar donanımlı yolladığı. 2011 Kasım aylarında uzun süre Ankara Üniversitesi’nde hizmet vermiş olan Profesör İlber Ortaylı ve Başbakan Tayyip Erdoğan arasında geçen bir polemiği hatırlarsınız belki. Başbakan Erdoğan meclis konuşmasında çok sayıda yeni üniversitenin açıldığını belirtmiş ve bunun eğitimde büyük bir aşama olduğunu ve uzun vadede işsizliği düşüreceğini söylemişti. Buna karşılık Prof. İlber Ortaylı nicelik kadar nitelikliliğin de önemli olduğunu ve Türkiye’deki üniversitelerin mezunlarının yeterince nitelikli olmadığını vurgulamıştı. Peki eğitim seviyesi hayli yüksek bir okulun mezunuysanız o zaman yuksek işsizlik rakamlarından korkmalı mısınız? Muhtemelen bu sorunun cevabı hem evet hem hayır. İş arayan çok fazla insanın olduğu bir ortamda muhtemelen istediğiniz işi kısa sürede bulma ihtimaliniz yüksek değil. Ama hedefiniz için çalışmaya devam edip pazarın istediği nitelikleri kendinize kazandırırsanız uzun vadede istediğinize ulaşma şansınız son derece yüksek.
G
elelim bu son sınıf öğrencisinin naçizane beklentilerine. İş hayatına deri koltuklu köşe ofiste başlamanın gerçekçi bir istek olmadığını biliyorum. Burdan müstakbel işverenime seslenmek istiyorum: kumaş da benim için uygun bir seçenek. Şaka bir yana kariyerimin başındaki hedeflerimin kariyerinin ortasındaki bir insanin beklentilerinden farklı olması gerektiğinin farkındayım. Bu noktada beni en çok ilgilendiren şey ilgi duyduğum bir alanda çalışabilmek. Benim için önemli olan diğer bir konu da kaliteli bir ortamda çalışabilmek. Beraber çalıştığı insanlara saygılı ve takım ruhu barındıran iş ortamında kendimi daha iyi geliştirebileceğime inanıyorum. Maaş konusununda beklentilerin ne olduğu konusuna gelince, bu konu biraz karışık. Bu konuda konuştuğunuz pek
53
ara
|
KIŞ 2012
...bu doğrultuda yüksek lisansa harcayacağım para ve zaman bana kayıpmış gibi görünüyor. çok Koç Üniversitesi öğrencisi size maaş konusundaki beklentilerinin alçakgönüllü olduğunu, ilk başta çok yüksek meblağlar beklemediklerini, kariyerinin başında paradan çok tecrübenin önem kazandığını söyleyecektir. Ben de bu kişilerden biriyim. Ne var ki iş gerçekten bir rakam vermeye gelince Koç Üniversitesi öğrencilerinin aklındaki alçakgönüllü rakam ile piyasanın ortalama rakamı birbirine ne kadar yakın? Diğer bir soru da bu rakamı çok aşağılara çekmeye razı bir üniversite mezunu aslında kendisinin sömürülmesine izin vermiyor mu? Yani bu rakamın ne sömürü boyutunda az ne de gerçekçi olmayan düzeyde yüksek olması gerekiyor. İyi de nedir bu sayı? Miktar hakkında bir şey söylemek zor çünkü şirkete ve şehre göre işe giriş maaşları çok değişiyor. Kabaca bir yeni mezun için İstanbul şartlarında 1000 liranın altına sömürü, 2500 liranın üstüne de fazla diyebiliriz.
M
ezun olduktan sonra yurtdışında yüksek lisans yapmak benim için başka bir seçenek olabilir. Bu konu hakkında çok düşündüm ve araştırdım ama sonuçta elde ettiğim şey yine kararsızlık oldu. Öncelikle yurt içi yüksek lisans yapmayı düşünmediğimi söylemeliyim. Bana göre yurtdışında en az 1 veya 1,5 sene yaşamak bana kendi
ayaklarımın üzerinde durabilmek adına çok şey katacak. Yurtdışında okuyarak kazanacağım bakış açısının, Türkiye’ye döndüğümde bana iş hayatında avantaj sağlayacağı fikrindeyim. Kişisel gelişim için farklı bir hayat tarzı ve farklı bir sosyal çevre tanımak kesinlikle çok önemli. Tabii yurt dışı derken Amerika, İngiltere ya da Almanya gibi gelişmiş Batı ülkelerinden bahsediyorum. Artısıyla ve eksisiyle düşününce yüksek lisansın iş hayatına geçişte bana avantaj sağlayacağı aşikâr. Daha üst bir mevkiden işe başlama, başlangıçta daha yüksek maaş alma ve bir şirkette daha hızlı kademe yükselme şansı, iyi bir yüksek lisans eğitiminden sonra artıyor. Ama benim hayattaki amaçlarım arasında bir şirkete girip, orada yıllarca çalışmak geçmiyor. Ben işe girmeye daha önce belirttiğim gibi tecrübe kazanmak olarak bakıyorum. Ne amaçladığım konusuna gelirsek, ben ilgi duyduğum bir alanda işe girerek, yapacağım mesleği iyice öğrenmeyi, sonra da öğrendiğim ve uzmanlaştığım iş ile ilgili kazandığım bilgi ve birikimlerden yararlanarak kendi işimi kurmayı hedefliyorum. Bu doğrultuda yüksek lisansa harcayacağım para ve zaman bana kayıpmış gibi görünüyor. Bir yandan da artık öğrenciliğin bitişiyle yüzleşip hayata atılmak istiyorum.
Ü
niversiteden mezun olmak bir geçiş dönemi. Her geçiş döneminden olduğu gibi, bu da insanın alışması ve ayak uydurması gereken bir süreç. Bu geçiş döneminde önemli olan değişime ayak uydurabilmek ve hedef belirleyip o doğrultuda emin adımlarla yürüyebilmek. Tabi ki iş hayatına geçiş sürecinde sorunlarla karşılaşabiliriz ya da her şey hayal ettiğimiz gibi yürümeyebilir ama önemli olan her daim insanın kendine inanması ve kendini iş hayatında karşılaşacağı zorluklara karşı güçlü hissetmesi. İlk etapta büyük beklentiler, iş hayatının bize sağladığı şartlar yüzünden karşılanamayabilir ama bu noktada önemli olan kişinin sadece işine odaklanması ve kendini donanımlı hale getirmesi. Zaten yaptığı işi seven ve ona inanan bir insan, zamanla hedeflerine ulaşacaktır. Yazımı, nereden duyduğumu hatırlayamadığım ama kendime çok sık tekrarladığım bir sözle noktalamak istiyorum: İnsan bir şeylere sahip olmaya değil, bir şeyler olmaya çalışmalıdır.
54
ara
|
KIŞ 2012
YORUM
Sıfır Sorun: Ağabeylikten Düşmanlığa
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve takımının dış ilişkiler stratejisinde önemli yapı taşlarından olan “sıfır sorun” politikası geçerliliği ve uygulanabilirligi açısından tartışmalı bir konu. Sıfır sorun, kağıt üstünde mantıklı gözüken, pragmatik bir kuram. Ancak Türkiye ve komşularını barındıran coğrafyanın şartları göz önünde bulundurulduğunda bu kuramın ne derece işlevsel olduğu tartışılır. YAZAR: ONUR GÜRKAN
F
arklı politik sistemlere,farklı uzun vadeli hedeflere ve farklı ortaklıklara sahip ülkelerin çıkarlarının birbirlerine ne derece paralel gideceği şaibeli bir konudur. Buna ilaveten, bir ortaklığın uzun vadeli yürütülebilmesi için bu ortaklığa dahil olan ülkelerin hepsinin benzer faydalar sağlaması şarttır. “Sıfır sorun” politikasi güç ibresini Türkiye’nin lehine çevirdiği vakit “sıfır sorun” bu politikanın ortağı olan diğer ülkeler için geçerli bir seçenek olmaktan çıkacaktır.
S
ıfır sorun politikası, ilk başta komşu devletlerle daha dogrusu bu devletlerin liderleriyle sıfır sorun demekken; şu anda özellikle Arap Bahar'ından sonra komşu devletlerin “halklarıyla” sıfır sorun haline dönüştürülmüştür. Bu değişimin önemli iki örneği İran ve Suriye ile olan ilişkilerimiz. Otokratik rejimler tarafindan yönetilen bu iki ülkenin yönetimi kendi halkalarına karşı şiddet ve baskı politikası uyguladığı durumlarda Orta Doğu’da demokratik-İslam ülkesi modelinin bayraktarlığını yapan Türkiye istemediği bir ikileme düşmektedir. Nitekim şu an Suriye ile ilişkililerin aldığı hal bu ikilemi çok iyi yansıtmaktadır. Buna rağmen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu sıfır sorun politikasını işlevsel olduğu konusunda ısrarcıdır. Davutoğlu 18 Eylül 2011 tarihinde CNN Türk kanalına verdiği röportajında “Komşularla sıfır sorun politikası doğru bir politikaydı, bugün de doğrudur, yarın da doğru bir politika olacaktır” demiştir. Yine de mevcut durumda Türkiye’nin ne komşularıyla ne de komşu ülkelerin halklarıyla sıfır sorun politikası yürüttüğünü söyleyebilmek mümkün değil.
S
uriye örneğine tekrar döndüğümüzde bu ülke ile olan ikili ilişkilerin son senelerde oldukça inişli çıkışlı geçtiğini görüyoruz. 2009 senesi sonbaharında karşılıklı vize şartlarının kaldırılması ve iki ülkenin birbirine tanıdıkları ekonomik ayrıcalıklar Suriye ile olan ilişkilerimizde son derece olumlu adımlar
atıldığının göstergesiydi. Suriye ile yaşadığımız bu “balayı” döneminin belki de en iyi göstergesi Başbakan R. Tayyip Erdoğan ve Beşar Esad ailelerinin birlikte çıktıkları tatildir. Esad, Erdoğan'a yeri geldiğinde “ağabey” şeklinde bile hitap etmişti. Şu anki durumda ise “küçük kardeş”in halkına yaptığı öne sürülen eziyetlerden dolayı her iki ülke ilişkileri neredeyse kopma noktasına gelmiştir. Financial Times’a yazdığı yazıda Gideon Rachman bir süredir Esad’ın dostluğunu kazanmaya çalışan Erdoğan’ın, şimdilerde Ona ‘Hitler’ benzetmesi yapmasının ilişkilerin vardığı kopma noktasının göstergesi olduğuna değinmiştir.
İ
kili ilişkilerde yaşanan değişime Beşar Esad’ın verdiği tepki bölgedeki politik söyleme uygundur. Esad Türkiye ile bozulan ilişkilerin sorumlusunun Amerika Birleşik Devletleri olduğunu ifade etmiş, hatta Türk hükümetinin Amerikan hükümetinin bölgedeki sözcüsü konumuna geldiğini öne sürmüştür. Türkiye’nin ve AKP’nin Amerika ile olan ilişkisi ve ortaklığı Esad’ın ifade ettiğinden elbette daha kompleks bir yapı içerir.
T
ürk kamuoyununda , özellikle de AKP’nin taban seçmeninde, son yıllarda artan İsrail karşıtlığına rağmen Erdoğan ve Obama uyumlu hareket eder gözümektedirler. Öyle ki Washinghton Post gazetesinin ABD’li gazeteci David Ignatius, Obama ve Erdoğan’ın Arap dünyasındaki değişimle birlikte çok önemli bir çalışma ikilisi olduğunu, hatta bu durumun İsrail tarafında rahatsız-
lık oluşturduğunu belirtmiştir. Aslında bu yakınlaşmanın altında yatan gerçek, Obama’nın ‘karşılıklı saygı ve karşılıklı çıkar’ formulüyle, Türkiye’nin ‘sıfır sorun’ politikasının parallel olduğu inancıdır. Şahsi görüşüm bunun bir yanılgı olduğudur.
K
anımca Suriye ile olan ilişkilerde göz ardı edilmemesi gereken bir nokta Müslüman Kardeşlerin AKP tabanı için Esad yönetimine oranla daha uyumlu bir ortak olmasıdır. Şii ve laikçi Esad hükümetinin karşısında Suriye için demokratik bir seçenek olarak gösterilen Müslüman kardeşlerin, politik kimliğini belirleyen asli ögeler Sünnilik ve tutucu dindar tutumlarıdır. Bu durumda AKP hükümetinin dış politikasındaki değişim ne derece Suriye’deki gelişmelere bağlanabilir ne derece kendi ideolojisinden kaynaklanan bir değişimdir bu bir soru işaretidir. AKP, şu günlerde sıfır sorun politikasını halkla gerçekleştirmek adına Müslüman Kardeşler ' le yakınlaşmayı doğru bir diplomasi hareketi olarak gösterse de Müslüman Kardeşlerin Türkiye için laik ve despot Esad hükümetinden daha iyi bir opsiyon olduğuna dair ortada somut bir gösterge yoktur. “Sıfır sorun” politikası açısından bakıldığında ise ne Müslüman Kardeşler'in liderliğinde bir Suriye ne de Esad rejiminin yönettiği bir Suriye Türkiye’nin “sıfır sorun” çerçevesinde yapacağı bir ortaklığa uygun gözükmektedir. İki opsiyon da Türkiye’nin mevcut politik yapısı ve diplomatik hedefleri açısından farklı sorunlara yol açacaktır. Bu durumda “sıfır sorun” konusunda ısrarcı olmak gerçekçi bir politika anlayışı gibi gözükmemektedir. KIŞ 2012
|
ara
55
YORUM
İNANMAK NİYE? K
YAZAR: BAŞAK BIYIK
açımız sokakta siyah kedi görünce yolumuzu değiştiririz? Ya da uğur getirsin diye kapımıza at nalı asarız? Ve hatta bunlarla yetinmeyip, falcılardan geleceğimiz hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışırız? Bazılarımız bu saydıklarımdan fazlasını, bazılarımız daha azını yapıyor; çünkü bu saydığım şeyleri yapmak tam olarak neye, ne kadar inandığınızla ilgili. Hepimizin farklı batıl, dini veya felsefi inançları var. Ama hepimizin ortak bir noktası var, o da bir şeylere inanmak için duyduğumuz ihtiyaç.
D
urup düşünecek olursak, hepimiz bir şeylere inanıyoruz. Kimimiz Tanrı’nın varlığına, kimimiz yokluğuna, kimimiz bir dine, kimimiz çekim yasasına, kimimiz ise paranormal olaylara. Bu durumda akla gelen bir soru şu: Acaba DNA’larımız bir şeylere inanmaya mı programlı? Bristol Üniversitesi’nde bilişsel gelişim alanında çalışan Profesör Bruce Hood'a göre, insan beyni paranormal, yani doğaüstü olaylara inanmaya doğası gereği yatkın. Hood, beynimizde bulunan ve inanç sistemimizi aktive eden fiziksel bağ sayesinde dinlerin doğup geliştiğini iddia ediyor. Hood, aynı zamanda, bu tarz inançları terk etmenin neredeyse imkânsız olduğunu, çünkü inançlarımızın beynimizin en temel seviyesinde olduğunu vurguluyor. Bu temel seviyeyi yıkmak da çok zor bir durum. Hood bu temel seviyenin korunması hakkında da bir takım varsayımlarda bulunmuş. Ona göre, insanoğlu büyüyüp geliştikçe, inançlarının yerini daha mantıksal ve dogmatik olmayan öğelere bırakıyor. Yani insan bir nevi, etrafını ve düşüncelerini sorgulamaya başlıyor. Bu da insan zihninin en önemli özelliklerinden biri; sorgulayıcı olma. Bu konuyla ilgili bir diğer yaklaşım ise evrimsel biyolog Stephen Jay Gould’dan geliyor. Gould’a göre, inançlı olarak evrimleşmemizin çok basit bir sebebi var; o da doğal seleksiyon. Bilim adamlarınca doğal seleksiyon, dış çevreye uyum sağlama konusunda daha başarılı olan organizmaların, uyum
56
ara
|
KIŞ 2012
sağlamakta güçlük çeken organizmalara göre, yaşama şansının daha yüksek olması ve bu sayede de hayatta kalması olarak açıklanıyor. Gould, bu tanımdan yola çıkarak, binlerce yıl önce yaşamış mağara adamlarının yaşam standartlarını ele almış ve doğadışı olaylara neden inandığımızı sorgulamaya çalışmış. Binlerce yıl önceki yaşam şartları, her an tetikte olmayı gerektiriyordu; bu yüzden o dönemdeki insanlar, en ufak bir yaprak kımıldamasına bile duyarlı olmak ve anlamlandırmak zorundaydılar. Evrimin bir sonucu olarak DNA’mız yeni kodlar barındırmaya başladı. Gould’a göre insanlar, genlerine işlenmiş bu tarz dürtüler nedeniyle çevrelerinde olan olayları anlamlandırmaya programlılar. Bu da, insanların doğaüstü olaylara inanmasına yol açan bir dürtü.
P
eki, bu dürtüyü günlük hayatımızda nasıl yorumluyoruz? Kimileri bu tarz dürtüleri doğaüstü olarak yorumlamıyor. Zaten bu şekilde yorumlamayan insanlar da doğaüstü hiçbir deneyim yaşamıyorlar. Genelde bu tip kişiler, çevrelerinde mantıklı ve aklı başında olarak nitelendirilen tipte insanlar olarak kalıyor. Kimileri ise bu tarz dürtülerden heyecan duyuyor ve onları beyinlerinde olduklarından farklı olarak algılamayı seçiyor. Asıl soru şu ki, neden bilimdışı addedilen olaylar, parapsikolojiye meraklı insanların başına geliyor da, şüphecilerin başına gelmiyor? Bunun nedeni bazılarımızın doğaüstü yaşamayı seçerken, bazılarımız seçmemesi mi? Ünlü psikologlar Fritz Heider ve Marianne Simmel, bazı insanların doğadışı kavramları kafalarında yarattığını kanıtlamak için bir deney yapmışlar. Deneklere, üçgen ve dairelerin hareketlerinden oluşan kısa bir film izlettirilmiş. Daha sonra, izledikleri film hakkında yorum yapmaları istendiğinde, deneklerin neredeyse hepsi, izledikleri şeyi anlatırken “kovalamak” ve “yakalamak” gibi fiilleri kullanmışlar. Kısacası, ekranda uçuşan basit şekiller görmek yerine, bu şekillerin neleri temsil edebileceğini görmeyi tercih etmişler. Bu ve bunun gibi deneylere bakarak bilimle açıklanamayan olaylara kendi yorumumuzu kattığımızı ve onları yaşamayı tercih ettiğimizi söylemek mümkün mü? Hayaletler neden onların varlığını kabul eden insanlara görünüyor da şüphecilere görünmüyor? Ya da neden falcıların söyledikleri, onlara inanan
insanlara çıkar da inanmayanlara çıkmaz? Bu durumda tüm yaşadığımızı veya gördüğümüzü sandığımız şeyler, bilinçaltımızın bizlere sunduğu birer göz yanılmasından ya da halisülasyondan mı ibaret?
M
erve doğaüstü olaylarla ilgili rahatça konuşabildiğim ve bundan zevk aldığım insanlardan. Bu konuya olan ortak ilgimiz bizi gecenin geç saatlerine varan nice hararetli muhabbete sokmuştur. Merve'ye göre doğaüstü olaylar gerçekten olmakta fakat bunu herkes göremiyor. Bu aktiviteleri ancak bunlara inanan kişiler görebilir. İnanmayanlar ise, bu olaylar burunlarının dibinde olsa bile göremezler. Merve'nin bu konuda kendinden emin olmasının nedeni kendisinin bizzat bir paranormal deneyim yaşamış olması? Merak ediyorsanız okumaya devam...
M
erve bir gün okuldan eve dönerken bir şeyin onu takip ettiği hissine kapılmış. Arkasına dönüp baktığında bir şey görememiş fakat nereden geldiğini tam olarak kestiremediği ayak sesleri duymuş. Tekrar arkasına dönüp baktığında yine kimseyi göremeyince biraz paniğe kapılmış. Adımlarını hızlandıran Merve, ayak seslerinin de sıklaştığını fark etmiş. Ne var ki, apartmana girince sesler kesilmiş. Olanları anlattığı annesi sokaktaki gürültüleri yanlış duymuş olabileceğini söyleyerek olayın üzerinde fazla durmamış. Fakat Merve gece yatmadan önce banyoda aynanın karşısına geçtiğinde aynanın önünde bir anda bir melek kafasının kısa süreli de olsa belirip gittiğini söylüyor. Bazılarının dinlediğinde tüylerini ürpertebilecek, bazılarınınsa “hadi oradan, saçmalık!” diye silebileceği, bu deneyim acaba Merve’nin bir uydurması mı, beyninin yanılsaması mı, yoksa gerçek mi? Bu sorunun cevabını işin dogrusu bilmiyorum. Arkadaşım olduğu için bir yandan Merve'ye inanıyorum, bir yandan
57
ara
|
KIŞ 2012
da bu olayı kendi hayatımın parametreleri çerçevesinde anlamlandımadığımdan inanmıyorum.
Ç
oğu psikolog ve bilim adamı, duydukları bu tip hikayeleri bir dikkat çekme aracı, ya da gerçeklerden kopma isteği olarak yorumlasa da; bu tip olaylara inanan insanların sayısı azımsanacak derecede değil. Sigmund Freud bile paranormal olaylara inanmak istiyor fakat karar veremiyordu. Onun bilim adamı kimliğiyle ters düşen bu özelliği, birçok psikolog tarafından göz ardı edilen bir yönü. Kaçınılmaz olarak, Freud’un bu tip inançları, çalışmalarına da yansımış. Freud, telepati gibi, bilimin açıklayamadığı ve bunun sonucu olarak da kabul etmediği bir olguya inanıyordu. Ona göre telepati vardı ve ancak duygusal yönden birbirlerine bağlı iki insan arasında gerçekleşebilecek bir durumdu. Bu yolla, düşünceler bir zihinden ötekine aktarılarak, insanlar arasındaki iletişim sağlanmış oluyordu. Freud’un inandığı bir başka şey ise batıl inançlardı. Ona göre, insanlar parapsikoloji hakkında çok az şey bildikleri için, başlarına gelen olayları sadece birer tesadüf olarak yorumluyor, olayların ötesini ve altında yatan mesajları göremiyorlardı. İnsanların neden bilim dışı olaylara inandığını tartışan bilim adamı Dr. George Devereux’e göre ise; insanların doğaüstü güçleri başarma fantezisi, metafiziğe inanmalarına yol açıyor. Ben bu görüşe katılıyorum. Paranormal dünya materyal yaşamın acımasız gerçekliğine çekici bir alternatif sunuyor. Belki de bu yüzden günümüzde reiki gibi felsefeler popülerlik kazanıyor. Bu ve bunun gibi yeni trendler, insanlarda “ben güçlüyüm, evrenin sırlarına hâkimim ve bu dünyada sıradan bir insan değilim” duygusunu ön plana çıkarıyor. Bu kadar sıradanlığın ve acımasızlığın olduğu bir dünyada fantastik bir dünyada yaşamayı ve melek gibi doğaüstü varlıkların olabileceğine inanmak mantıksız mı? Bence değil.
TEKNOLOJI
Koç Üniversitesi Öğrencileri İçin En İyi iOS Uygulamaları Son yıllarda mobil cihazlarımız hayatımızın çok önemli bir parçası haline geldi. Neredeyse her işimizi bu mobil cihazlar üzerinden organize ediyor ve takip ediyoruz. Ekim ayında Koç Üniversitesi öğrencileri arasında gerçekleştirdiğimiz anketin sonuçlarına göre iOS destekli cihaz (iPhone, iPod Touch ve iPad) kullanan öğrencilerin oranı 57%’den fazla. Eğer siz de bu cihazlardan birini kullanıyorsanız işte okul hayatınızı kolaylaştıracak 10 iOS uygulaması. YAZAR: BURAK SÜSLÜ KU Mobile İlk önereceğimiz uygulama KU mobile. iOS destekli cihazlar java desteğine sahip olmadıkları için mevcut tarayıcılar üzerinden Kuais’a erişim sağlayamıyor. KU Mobile uygulamasının önemi de burada ortaya çıkıyor. Uygulama, Kuais üzerinden yapabildiğiniz her şeyi iOS destekli cihazının üzerinden yapabilmenize olanak sağlıyor. Fiyat: Ücretsiz Destek: iPhone, iPod Touch, iPad Gereksinim: iOS 4.0 ve üzeri
Pages Hangi bölümde olursanız olun, okulda kaçıncı yılınız olursa olsun makaleler, raporlar peşinizi bırakmayacaktır. Bu nedenle ister istemez word dosyalarıyla haşır neşir oluyoruz. Telefonunuzdan bu word dosyalarını görüntülemek, gerekirse de düzenlemek için en uygun alternatif, Apple’ın Mac OS’den de tanıdığımız programı, Pages olacaktır. Fiyat: $9.99 Destek: iPhone, iPod touch, iPad Gereksinim: iOS 5.0 ve üzeri
58
ara
|
KIŞ 2012
Evernote Evernote isimli program, iOS destekli cihazınız üzerinden her türlü notu alabilmenizi sağlıyor. Program bize yazılı, görüntülü, sesli not alma seçenekleri sunuyor. En önemli özelliği ise aldığımız bu notları anlık olarak bilgisayarımızla veya diğer iOS destekli cihazlarımızla senkronluyor olması.
Fiyat: Ücretsiz Destek: iPhone, iPod Touch, iPad Gereksinim: iOS 4.0 ve üzeri
Dropbox Dropbox uygulaması dosyalarınıza her yerden ulaşabilmenizi sağlıyor. Program sayesinde bilgisayarınızla upload ettiğiniz dosyalarınıza iOS destekli cihazınızdan, iOS destekli cihazınızdan yüklediğiniz dosyalara ise bilgisayarınızdan anında ulaşabiliyorsunuz.Ayrıca F drive’ın bize sağladığı kısıtlı alan göz önünde bulundurulursa programın bize sunduğu 5gb’lık alan bazı durumlarda çok faydalı olacaktır. Fiyat: Ücretsiz Destek: iPhone, iPod Touch, iPad Gereksinim: iOS 3.1 ve üzeri
TEKNOLOJI
Kindle
Quickoffice
Ders kitaplarımız her zaman yanımızda olmayabiliyor. Özellikle iPad kullanıcılarına şiddetle tavsiye edeceğimiz program sayesinde kitaplarınızı online olarak satın alabilir ve cihazınız yanınızda olduğu sürece kitaplarınıza her yerden ulaşabilirsiniz.
Fiyat: Ücretsiz Destek: iPhone, iPod Touch, iPad Gereksinim: iOS 3.0 ve üzeri
Quickoffice uygulaması sayesinde Microsoft Office dosyalarınızı iOS destekli cihazınız üzerinden açabiliyor, editleyebiliyor, isterseniz de sıfırdan yeni bir Office dosyası oluşturabiliyorsunuz. Programın kendi depolama alanı dışında sağladığı Dropbox desteği sayesinde Dropbox hesabınızda bulunan dosyalara da kolayca müdahale edebilyor olmanız da bir başka artısı. Fiyat: $9.99 (iPhone), $19.99 (iPad) Destek: iPhone, iPod Touch, iPad Gereksinim: iOS 4.0 ve üzeri
Wikipanion
iStudiez Pro
Wikipanion uygulaması sayesinde Wikipedia’nın uçsuz bucaksız arşivine iOS destekli cihazınız sayesinde kolayca ulaşmak mumkun. Ayrıca ilginizi çeken makalelere daha sonra kolayca ulaşabilmek için makalelerinizi yer imlerine ekleyerek istediğiniz zaman okuyabilirsiniz.
iStudiez Pro adlı uygulama ile sınav tarihlerinizi ve sınav yerlerinizi takip edebilir, bu sınavlar için çalışma planı çıkarabilirsiniz. Programın bir diğer özelliği ise notlarınızı hafızasına girdiğinizde size anlık GPA’inizi göstermesi.
Fiyat: $2.99
Fiyat: Ücretsiz
Destek: iPhone, iPod Touch, iPad
Destek: iPhone, iPod Touch, iPad
Gereksinim: iOS 4.1 ve üzeri
Gereksinim: iOS 3.2 ve üzeri
Graphing Calculator Sıradaki uygulama daha çok matematik dersi alanları ve mühendislik öğrencilerini ilgilendiriyor. Graphing Calculator uygulaması ile en komplike denklemlerin bile grafiklerini sadece birkaç saniye içinde bulabilirsiniz.
Fiyat: $1.99 Destek: iPhone, iPod Touch Gereksinim: iOS 4.1 ve üzeri
iTranslate Gerek dersler için yabancı makalelerden yararlanırken, gerekse de dil dersleri alırke bir sözlüğe ihtiyaç duyuyoruz. iTranslate ise bize bir sözlükten çok daha fazlasını sunuyor. Kelimelerin yanı sıra cümle çevirisi de yapabilen iTranslate 52 ayrı dilde çeviri yapabiliyor.
Fiyat: $1.99 (iPhone), Ücretsiz (iPad) Destek: iPhone, iPod Touch, iPad Gereksinim: iOS 3.2 ve üzeri
KIŞ 2012
|
ara
59
SANAT
Eski Arçelik Fabrikası, Topkapı, 2011. www.onurgurkan.com
60
ara
|
KIŞ 2012
SANAT
Fotoğraf; hayattan, yaşa(yama)dıklarımızdan ve bizleri yapan her şeyden ayrı olmadığında fotoğraf ve ancak o zaman var. YAZAR: LALEPER AYTEK FOTOĞRAF: ONUR GÜRKAN
Aşağıda okuyacağınız yazı ilk bakışta fotoğrafla ilgili değil gibi görünse de öncelikle hayatlarımıza bakmayı, sizlerle hayatın içinden buluşmayı istiyor. Fotoğraf hiçbir zaman bu hayatın dışında olmadığı ve olamayacağı için, sözlerimi fotoğrafla buluşturarak okuyacağınıza inanıyorum. Geçtiğimiz günlerde karşılaştığım genç fotoğrafçıların benden isteği, fotoğrafa yeni başlayanları bilgilendirecek ve yüreklendirecek yazıların yazılmasıydı. Böyle yazıların gerekliliğine ben de inanıyorum ama emin olun, bu ve böyle yazılanların hiçbiri fotoğrafın dışında(n) sözler değil çünkü fotoğraf da yaşadığımız hayata dair.
61
ara
|
KIŞ 2012
SANAT
Eski Arçelik Fabrikası, Topkapı, 2011.
İ
şöyle devam ediyor; “bu asla yaşamdan çekilme, vazgeçme ya da yerini gençlere bırakma gibi bir önermeyi açık ya da gizli olarak içeren bir anlayış değil. Bir olgunluk, bir duruş belirtisi. Aynı zamanda bir doygunluk, alınan dönemeçleri, geçilen yolları insanın kendi hayatına bir yerlere yerleştirme hali.”
İşte fotoğraf ; o duygudur, o duyguda(n)dır. Ve hepimiz aslında o duygu(lar)dan yaşamayı erteleriz. O duygulardan korkmadan bakmaya başladığımızda yolun yarısı geçilmiştir artık.
Bir İsveçli mahkumun fotoğrafçı Anders Petersen’in kendisine yönelttiği “nasılsın?” sorusuna verdiği; “piramidimi keskinleştiriyorum” cevabı da bir tür balkona çıkıştır. Derin bir nefes almak için çıkılan onca yoldan, içinden (yaralanarak da olsa) geçilen onca aynadan sonra, dünyaya fazlalıklarından arınmış bir halde (eteğindeki taşları dökmüş olarak), daha sade, yani ‘kendin’ olarak bakabildiğin noktadır.
nanmak için önce kendini, sonra da başkalarını görmek gerekir. Yüzleşmek ve suskunluğunu bozmak, korkulardan sıyrılmak ve insanların gözlerinin ta içine bakmak. Doğrudur ; “aynadan yara almadan geçilmesi” zordur, geçilemez hatta. Ama galiba en önemlisi Murathan Mungan’ın da söylediği gibi; insanın ‘kendine’ yerleşmesidir. Yaptıklarınıza inanıyorsanız, geçtiğiniz yollara, bıraktığınız izlere, deneyimlerinizin başka insanların yaşamlarındaki yankısına sahiden inanıyorsanız, zaten bir ölçüde kendiliğinden gelip içinize yerleşecek bir duygudan söz ediyorum.
O duygu(lar) olmadığında görüntü de yoktur , yazı da, söz de, şarkı da ve aslında kendimiz de... Murathan Mungan; ömrün dönemeçlerinde orta yaş ile başlayan süreci balkona çıkmaya benzetiyor. Hayata biraz daha yukardan, biraz uzaktan bakmaya, kişileri, şeyleri, olayları daha genel, topluca görmeye benzetiyor ve bunu “bir bakış derinliği ve serinliği” olarak ifade ettikten sonra 62
ara
|
KIŞ 2012
İyi bir fotoğrafçı olmak için de , zamanı biraz fotoğrafta ve fotoğrafla eskitmek, piramidin tepesine doğru yol alıyor olmak; şeylere, olaylara, insanlara ve kendine bir tür balkondan bakmak gereklidir. Ve fotoğraflarını daha kendinle, kendinde olanla çekmeye. Ece Temelkuran gibi; “söylemiştim oysa; ben gürültüde kalıcı değilim” diyebilmek ve “dar odaların oyuncak yaygaralarında çok vakit kaybettikten” sonra kendine ait tüm suretlerinle bir bir yüzleş(ebil)mek ve bakabilmektir onlara korkusuzca.
SANAT
Eski Arçelik Fabrikası,Topkapı, 2011.
inanmak için önce böyle bir karşılaşma gerekir. cesaret isteyen bir iştir ve aynalar yalan söylemezler,
çek(e)mediğin “o” fotoğraf görüntüsüzdür,
kendinde olanı ya da olmayanı tüm çırılçıplaklığıyla gösterir.
söyle(ye)mediğin “o” şarkının sözü yoktur, yazılamamıştır.
bakması kolay değildir, inanması ve yola çıkması...
tutulamaz ve içine yer etmez bir türlü.
ama inanmadığında; ne sevebilirsin, ne yazabilirsin,
akıllarda
sanki senin değil, sana ait değil ama başkasınınmış gibidir.
bazen kırmak gerekir aynaları ve geçmek için kanatmak oranı buranı, içini, duyguları, sesleri, çünkü: kolay değildir kendine bakmak, yıkmak öncesini, bugünü ve içindeki seni ortaya çıkarmak. Mutluluk sendedir ve sendendir: duygularındır seni büyüten, ifade edildiklerinde, ertelenmediklerinde, kimsesiz bırakılmadıklarında ve saklanmadıklarında –ve bir bahar sabahı balkona çıktığında, aldığın derin bir nefestedir.
ya çektiğin fotoğrafa,
aynalardan baktığındır,
ne şarkıların olur, ne de fotoğrafların. yaptıkların sahici olmaz, eğreti durur,
ya yazdığın yazıya, ya sevdiğin insana ama mutlaka bir yerlere vurur/siner bu sensiz’lik hali, bu kendileşememenin biriktirdikleri... bu başkası olmak ve bu uzaklık... 63
ara
|
KIŞ 2012
sokaklarda yürüdüğün, ve çektiğin artık “o” fotoğraftır izleri derin, izleri senin olan, belki de senden bir ilk görüntüdür sonraya kalan...
RÖPORTAJ
Kim Bu Uzun Bardak? KU Radyo'da İsmail Ertoy ve Alper Orhan tarafından sunulan Uzun Bardak çoğunlukla geyik, ancak yeri geldiğinde ciddi konulara da değinebilen bir sohbet programı. Neredeyse tamamı doğaçlama olan ve internet üzerinden yayınlanan programının, sohbetin gidişatına göre John Lennon’dan Orhan Gencebay’a uzanan bir müzik yelpazesi var. Dinleyiciler ile etkileşime önem veren program yapımcıları bazen Skype bazen telefon bağlantısı ile dinleyicileri sohbete dahil ediyorlar. İsteyenler internet sitesindeki chat kısmından da görüş beyan edebiliyorlar. Perşembe akşamları saat 23.00’te başlayan programın saat kaçta bittiğini sorduğumda İsmail'in cevabı net: ¨"Uykumuz ne zaman gelirse." YAZAR: CAN ŞEREN Radyodaki geçmişinizi kısaca anlatır mısınız? İ.E: Alper başta benden daha istekliydi. Ben ona göre bir sene geç girdim radyoya. Tabii o zamanlar bir radyo odamız vardı… Radyonun ¨Koridor Radyosu¨ olarak anıldığı zamanlar...
“
Bazen Alper ile telefonda konuşurken; “Sus, bunlar radyoya saklanacak muhabbetler!” diyorum.
İ.E: Aynen öyle. O zaman orda yayın yapıyorduk. Öğrenci Merkezi’ne yapılan yayının ses kontrolü bizde değildi, tartışmalar oluyordu, bir gün geldik ki oda kapatılmış. Biz de oda kapanınca bari internetten yayın yapalım dedik. Mayıs 2010’da başladık yayına. Ben size ilk programınızı sorayım o zaman. A.O: Ben sana bir soru sorayım. Meyra kim? Kimdir bu Meyra? A.O: Geçen sene Okan Bayülgen’in Engelsiz Show’u vardı, bir gidelim görelim dedik. Ciddi bir ortam, arkada Şizofreni Derneği başkanı oturuyor, onun yanında Engelliler Tiyatro Kulübü falan... İ.E: Meyra bir anda çıktı ve olay anında ¨Aşklayalım¨a döndü. O noktadan sonra bir daha konsantre olamadık. Daha önce sohbet programı yapmıyorduk biz, o akşam muhabbeti bir açtık tam açtık. Dinleyicilere sorduk: ¨Aşklayalım nedir?¨ diye. Cevaplar gelmeye basladı. Programın ismine gelelim... A.O: Kaydı durdurabilir miyiz ? Yok yazamazsın çünkü … (KAYDI BİR SÜRELİĞİNE DURDURUYORUZ. ALPER ANLATIYOR.)
“
İ.E: Uzun Bardak, Alper’in başına gelen bir şeyden çıktı. Biz daha ortada yayın yokken oturup muhabbetlerimizi kaydediyor, ertesi gün de dinliyorduk. Bir baktık muhabbetlerin içinde bu anı geçiyor. A.O: Biz de "Alper ve İsmail ile Muhabbetli Geceler" yerine "Uzun Bardak" olsun dedik . İnsanlar gelip soruyor, Uzun Bardak nedir, diye gizemini koruması için söylemiyorum. Sen de yazmazsan sevinirim. Programa hazırlanma sürecinize gelirsek... Sanırım hazırlanmıyorsunuz? İ.E: Programa hazırlanma süreci dediğin? A.O: Yani yalan olmasın bazen gördüğümüz ilginç haberleri şarkı aralarında konuşalım dediğimiz oluyor. İ.E: Bazen Alper ile telefonda konuşurken; “sus bunlar radyoya saklanacak muhabbetler!” diyorum. 64
ara
|
KIŞ 2012
Fotoğraf: ONUR GÜRKAN
RÖPORTAJ
İsmail Ertoy ve Alper Orhan, Uzun Bardak'ı odalarından hazırlayıp sunuyorlar.
Ne tür müzik çalıyorsunuz?
sevmediğim bir şey.
İ.E: Ben genelde Klasik Rock ve Blues seviyorum. Alper Indie ve Alternatif seviyor ama bir arasını buluyoruz. Gecenin ilerleyen saatlerinde biraz yavaşlıyoruz; John Lennon, Johnny Cash, Eric Clapton, Pink Floyd’a falan geçiyoruz. Muhabbet iyice oturunca Tanju Okan, Dario Moreno, Orhan Gencebay, Erkin Koray falan çaldığımız oluyor.
A.O: Ferhan Şensoy’un bir lafı var: ¨"Küfür virgül gibidir" diye. Cümle arasına sıkıştırılabilirsin ve kimse de bundan alınmaz, kimse bunu duyunca ¨ah benim ahlakım bozuldu¨ demez. Onu biz de yapıyoruz arada ama ben radyoda küfür ediyorum demek için edilen bir küfür yok.
A.O: Bir saatten sonra eskilere dönüyoruz. Yonca Evcimik falan...Yonca Evcimik de nerden çıktı ya? İ.E: Tahtaya vur. A.O: Neyse... Hit pop müzik olarak tanımlanabilecek bir şey çalmıyoruz yani. İ.E: Yani Soner Sarıkabadayı duyarsanız, anlayın ki radyo ele geçirildi. Sansürle ilgili sıkıntınız oluyor mu? Program üzerinde bir denetim mekanizması var mı yoksa otosansür mü uyguluyorsunuz? A.O: Ben merak edip bunu MAVA’dan bir hocaya sordum, nedir bizim sınırımız diye; Türkiye Radyo ve Televizyon Kanununa tabii olduğumuzu söyledi. Alkol, uyuşturucu ve sigara övmek yasak; övmüyoruz. İ.E: Bizim yayın yapan arkadaşlarımıza dediğimiz şu, yayınlarınızda şahsa ve kuruma yönelik bir küfür veya hakaret edilmesin. Zaten çirkin bir durum, 65
ara
|
KIŞ 2012
Peki içeriği belirlerken? A.O: Bizim "şunu konuşamayız" gibi bir durumumuz yok. Ama mesela politika konuşurken işin derinine inersek ben o zaman biraz oto-sansür uyguluyorum. İ.E: Ben çizgiyi aşabiliyorum bazen. A.O: Evet hatta oyle zamanlarda İsmail’e ¨oğlum bak sabahın köründe polis yollayacaklar kapatalım bu konuyu¨ diyorum. Ama şaka bir yana her şeyi konuşuyoruz, en azından bize dayatılan bir şey yok. Program hakkında eleştiriler aldığınız oldu mu hiç? İ.E: Eleştiriler oldu. Mesela Fazıl Say’ın Twitter’dan Müslüm Gürses’e, Sezen Aksu’ya, Orhan Gencebay’a söylediklerini eleştirdik. Müslüm Gürses’e ve Sezen Aksu’ya istediğini söyleyebilir ama Orhan Gencebay’a sataşması kızdırdı beni. ¨Sen kim oluyorsun¨ falan bile dedim. Ondan sonra "Fazıl Say hakkında nasıl böyle şeyler söylersiniz?" gibi geri dönüşler oldu. Bu da bizim düşüncemiz sonuçta.
66
ara
|
KIŞ 2012
Fotoğraf: ONUR GÜRKAN
RÖPORTAJ
İsmail Ertoy, muhabirimiz Can Șeren, Alper Orhan. KU Radyo hakkında daha fazla bilgi için: http:radyo.ku.edu.tr
Fazıl Say başka sanatçılarla ilgili düşüncesini nasıl ortaya koyuyorsa, siz de O’nun hakkında düşündüklerinizi koyuyorsunuz ortaya. İ.E: Aynen öyle. İçimizden ne geliyorsa onu söylüyoruz. A.O: Ben de Fazıl Say’ın tavrını yersiz bulmuştum. Oradan mesela sanatçıların politik görüşüyle ilgili bir muhabbete geçtik. İ.E: Ben sanatçıların muhalif olmaları gerektiğine inanıyorum. A.O: Sanatçı her zaman daha iyisini aramalıdır anlamında yani. İ.E: Evet, sanatçı her zaman daha iyisini aramalıdır ve eleştirel bir ses olarak kalmalıdır. Bu herhangi bir partiye yönelik bir ifade değil; iktidarı daha iyi yola sokmaya çalışmalıdır. Denetleme görevi görmelidir yani? İ.E: Aynen öyle, bunu halk ve insanlar için yapmalıdır bence. A.O: Bu muhabbeti bayağı yaptık o gece. Bir eleştiri de o zaman aldık...Muhabbeti çok uzattığımızda eleştiri alıyoruz. Haklılar, her zaman farkında olmuyoruz. İlk programınızdan bugüne neler değişti? A.O: Kaşarlandık. Radyoda ilk konuşacağım zaman inanılmaz gerilmiştim, sesim nasıl çıkacak, karşı taraf nasıl algılayacak diye... İyi hazırlanmıştık aslında ama gerçeğini yapmakla denemesini yapmak arasında çok fark var. İ.E: Şundan da bahsetmeden geçmemek lazım: bizi başlangıçta radyo konusunda en fazla teşvik eden şey, Kaybedenler Kulübü’ydü. Bire bir aynısını yapmaya çalışmıyoruz, ama çok ilham aldık. . 67
ara
|
KIŞ 2012
A.O: Kaybedenler Kulübü’nü izlemeden önce radyo ile ilgili aklımda her zaman soru işareti vardı nereye kadar gidebiliriz diye ama onu izledikten sonra, nasıl bir sohbet programı yapmak istediğimi anladım. Bazen "Siz Kaybedenler Kulübü’nün çakmasını yapıyorsunuz" diyenler de oluyor ama alakası yok. Bizimki daha laçka, garip, anlamsız bir şey. Onlarınki biraz daha… güzel. Peki insanlar neden Uzun Bardak'ı dinlemeli? İ.E: Rahatlamaya ihtiyaçları var çünkü. A.O: Güzel bir şey olduğu zaman zaten dinliyorsun, bunun için illa çok farklı, çok yaratıcı olması, çok güzel bir şey olması gerekmiyor. Sadece seni rahatlatan, seni eğlendiren ve güldüren bir şey olması yeterli. Çok yetenekli olduğumuzdan veya olayı aşırı derecede iyi çözdüğümüzden değil. İ.E: Çünkü radyoda yetenek olarak gösterilecek kriterler ne olabilir? Diksiyon, konuşmanın akıcılığı, muhabbeti belli bir çerçevede tutabilmek. Bunlar bizde yok, dürüst olmak gerekirse. A.O: Doğal oluyor sanırsam. Geyik yapma beceriniz için yani. İ.E: Benim beceri olduğunu düşündüğüm tek şey akıcılık. Beraber konuşurken muhabbet durmuyor, sürekli yeni bir şeyler geliyor aklımıza. Bunu sayabiliriz en fazla… A.O: Sohbet programlarında işin esprisi doğallık bana soracak olursan. Pekala sizlerin eklemek istediği başka bir şey var mı? İ.E: Benim eklemek istediğim şey, kimya dersine yarım saat kalmış.
Erkekler ve
AŞK ACISI
Yakın çevremdeki erkek arkadaşlarımın romantik ilişkilerinde başlarına gelenler, beni erkekler ve aşk acısına dair düşündüklerimi sorgulamaya itti. YAZAR: BEGÜM KELEŞ adın erkek ilişkileriyle ilgili genel bir görüş kadınların “Venüs’ten” erkeklerin “Mars’tan” olduğu şeklinde. Siz de bu iki türün farklı gezegenlerden olduğunu düşünenlerden misiniz? Açıkcası ben öyleyim. Bana kalırsa kadınlar ve erkekler düşünce tarzı, mizaç ve verdikleri duygusal tepkiler açısından birbirlerinden uzak dünyalarda yaşayan ve bu yüzden de zamanlarının büyük bir bölümünü birbirlerini anlamaya çalışarak geçiren varlıklar. Bu kadar farklı olan bu iki cins başlarindan bir ayrılık geçtiği zaman da farklı tepkiler gösterip, kendilerini farklı şekillerde tedavi etmeye çalışıyorlar. Bir kadın olarak, kadınların ayrıldıktan sonra hangi duygusal evrelerden geçtiklerini az buçuk biliyorum sanırım. Benim merak ettiğim, terazinin diğer tarafındakilerin, yani erkeklerin bu dönemde neler yaşadıkları. İşte bu soruya cevap vermek için yakın çevremde küçük bir araştırma yaptım. İşin doğrusu bu tip bir araştırma için doğru bir zamandı. Yakın çevremdeki erkek arkadaşlarımdan bazıları yakın zamanlarda “aşk acısı” ile baş etmek zorunda kaldılar. Ben de kadınlar tarafından çok merak edilen bu süreç hakkında öğrendiklerimi sizlerle paylaşmaya karar verdim.
K
göre kadın ya da erkek hiç farkmez taraflardan birisi ayrılık sonrası mutlaka diğerinin değerini anlıyor ve onu kaybetmemek için ilişki boyunca sarf etmedikleri çabayı sarf ediyor. Örneğin bu konuda konuştuğum arkadaşlarımdan S.A. son derece gururlu olmasına rağmen aşık olduğu kadını geri kazanmak adına hiçbir zaman giymediği takım elbisesini giyinip, ona güller alarak romantik bir Sevgililer Günü hazırlamış. Lakin sevgilisi ile çok acı bir şekilde ayrıldıkları için ona hiçbir zaman kendisini affettirememiş. aman her şeyin ilacıdır diyorlar. Ancak çoğu erkek arkadaşım şu an güçlü gibi görünseler de aslında içlerinde bir burukluk taşıdıklarını düşünüyorum. Ayrılık konusunda ortaya atılan teorilerden bir tanesine göre, ayrılık acısının geçmesi için gereken süre, toplam ilişki süresinin yarısına eşit. Bana kalırsa bu çok iptidai bir görüş. Benim tecrübemde bu toparlanma süresi geniş bir varyasyona sahip. Aşk acısı yaşayanların kimisi 2 yılda, kimisi 6 ayda toparlanıyor. Burada daha önemli olan şey, ayrılık yaşayan hemen herkesin belli bir süre “acı” veya “iç sıkıntısı” yaşadığı. Yani en gösteremeyebilen için bile ayrılık zor bir dönem. Örneğin arkadaşım Z.Y. yaşadığı ayrılık sonrası yaşadıklarını etrafıyla çok paylaşmamış olsa da eski kız arkadaşıyla karşılaşmamak için şu an ciddi ciddi İstanbul’dan taşınmayı düşünüyor. Oysa ki yer kürenin hangi koordinatına giderse gitsin sorunları da onunla beraber gidecektir. Hele de post-facebook çağında...
UMURSAMAZ GÖRÜNEN DIŞ CEPHENİN ARDINDA ERKEKLER DE AŞK ACISINA KARŞI BİZ KADINLAR KADAR SAVUNMASIZ
B
ir erkek değer verdiği bir kadından ayrıldıktan sonra ilk verdigi tepki “şok” oluyor. Çoğu erkeğin gerçekten ayrıldıklarını kabul etmesi biraz zaman alıyor. Ayrılığı izleyen günlerde sanki her an telefon çalacak ve karşıdaki ses onlara “sevgilim” diyecek umudu ile yaşıyorlar. Ancak aradan belli bir zaman geçtikten sonra gerçeklerle yüzleşip ayrıldıklarını kabul ediyorlar. Şok evresi geçip de kabullenme safhasına geldiklerinde ise herbiri karakterlerine bağlı olarak farklı şekillerde acılarını hafifletmeye çalışıyor. Kadınların aksine erkekler acıları hakkında konuşmayı “gururlarına” yediremiyorlar. Bunun yerine sıkça başvurdukları aktiviteler arasında şiir okumayı, müzik dinlemeyi, sarhoş olmayı, gitar çalmayı ve de kimse ortalıkta yokken gizlice ağlamayı sayabiliriz. açan kovalanır teorisi sanırım ayrılık sonrasında insanların yaşadıklarından dolayı ortaya çıkan bir kavram çünkü benim yaşadıklarıma ve gözlemlediklerime
K 68
ara
|
KIŞ 2012
B
Z
en dahil çoğu kadın yaşamının bir döneminde erkeklere yönelik duygusuz, ilgisiz, düşüncesiz, ruhsuz ya da kısaca “öküz” tabirini kullanmıştır. Ne var ki yakın erkek arkadaşlarıma ve çevreme baktığım zaman fark ettiğim şey erkeklerin de kadınlar kadar (hatta bazen daha fazla) ayrılık acısından muzdarip oldukları ve hatta gerçekten “aşık” olduklarına inandıkları insanları unutmakta kadınlardan daha bile zorlandiklari seklinde. Yani bana sorarsanız, o umursamaz görünen dış cephenin arkasında erkek milleti de aşk acısına karsı biz kadınlar kadar savunmasız.
Koç'ta Amerikan Futbolu
Sayfa 67'nin devamı: o gün insan durduğu yerde zor nefes alıyordu. Koray Koç bir şans verdi, “Çık Metin, short out” dedi. Bu bir tür koşu rotasıydı ve topu rotanın sonunda yakalamam gerekiyordu. Henüz topla aram çok iyi olmamasına rağmen topu yakalamayı becerdim. Top elimde “işte yakaladım” derken, alttan bana şimdiki en sağlam savunma badim olan Alper Akal ve üstten kaptan Saygun öyle bir vurdular ki havada bir takla atıp yerime oturdum. Bir çeşit NFL ağır çekim anıydı bu an. Darbenin şiddetiyle kafamda bir soru isareti oluştu: “Ben bu sporu gerçekten yapmak istiyor muydum?” Cevap, muhtemelen yere sertçe vurmamın da etkisiyle, çok hızlı bir “EVET” oldu. Amerikan futboluyla aramdaki mazoşist ilişkinin ilk büyük anı budur işte. Takımla ilgili baştaki karasızlık dönemini atlattıktan sonra her şey daha kolay gelişti. Artık kafamda soru yoktu, bir hedefim ve yapılması gereken bir görevim vardı. Amerikan futbolundan aldığım en önemli hayat dersi işte burda yatıyor. Kendi kendime aldığım bir kararın sorumluluğunu üstlenmeyi ve bunun gereğini yapmayı okul takımının bir parçası olduktan sonra öğrendim. Çevremdekilere ve aileme son derece yabancı hatta itici görünen bu sporu sevdiğime ve bu sporu yapabilmek için gereken fedakârlığa katlanmaya karar verebilmek özgüven gerektiren bir olaydı. Büyük bir ihtimalle aynı özgüven, yine aykırı gözüken bir karar alıp, hayatta en sevdiğim şey olan oyunculuğu bir kariyer olarak seçebilmeme yardım etti. İşte bu sayede bugün hayatta en çok sevdiğim işi yapıyorum. Bu arada takımdaki yerimi sağlamlaştırmanın ve kendimi ispat etmenin çok kolay olmadığını söy69
ara
|
KIŞ 2012
lemem gerek. Rams’teki ilk senemde takımımızın koçu Koray Koç’la ilişkim çok iyi gelişmedi. Babamın hastanede yattığı bir dönemde Koray Koç’a maça gelemeyeceğimi söyleyip izin aldım. Ne var ki maç günü babam kendine geldi ve bana maça gidebileceğimi, başında yeterince insan olduğunu söyledi. Ben de bunun üzerine maça gittim. Soyunma odasına forma üzerimde girip Koray Koç’a “Ben geldim” dedim. Fakat Koray Koç’un buna cevabı “çıkar üstündekileri onu başkası giyecek,”oldu. O an tepemden kaynar sular indi. Soyunma odasından kendimi dışarı attığımda dokunsalar patlayacak vaziyetteydim. Bu sırada yanıma kaptan Saygun geldi “Ne var neden takımın yanında değilsin?” diye sordu. Saygun’un bu hareketinin benim için anlamını tam olarak anlatabilmem zor. Ama kısaca diyebilirim ki bir takımın parçası olmanın ne olduğunu o an daha iyi anladım. O günün sonunda maça çıktım ve az da olsa oynadım. İçinde bulunduğum halde çıkıp oynayabilmek kolay olmadı ama sanıyorum bu hareketim Koray Koç’un da saygısını kazandı. O maçtan sonra bana oyunda daha çok şans tanıdı ve ilişkimiz daha verimli oldu. O seneden sonra 83 kiloluk sert bir savunma oyuncusu oldum. Zamanla yeni koçlar geldi, onlarla da inişli çıkışlı günler yaşadım. Ama her zaman sahada olanı sahada bırakmayı bildik. Benim için en önemli şey takım arkadaşlarımla aynı sahada terleyip, beraber iyi zaman geçirmekti. Tabi ki maçlara çıkıp kazanmak ve galibiyeti kutlamak da güzel şey ama işin aslı ben o yıllarda, takım oyununun insanlardan ibaret olduğunu ve insanlarla kazanıldığını öğrendim.
Ben takıma ilk geldiğimde yeni hayatına adapte olmaya çalışan yalnız birisiydim, şimdi ise yakın çevresinde pek çok dostu olan ve insanları daha iyi anlayan biriyim. Beraber aynı evi paylaştığım insanlar, takım arkadaşım Batur Kaplan ve dünyanın en beyaz zencisi Osman Can Çubuk, gerçekten yakın olduğum ve dostluğuna çok değer verdiğim insanlar. Amerikan futbolu olmasa onları ve birçok değerli insanı hayatımda bulamayacaktım belki de. Hatta diyebilirim ki; takımın ve dostlarımın desteği olmasaydı okulu bırakmış bile olabilirdim. İşte bu yüzden, bugün geriye dönüp baktığım zaman tüm fiziksel hırpalanmaya ve sakatlanmalara rağmen Koç Rams için sarf ettiğim bir saniyeden bile pişmanlık duymuyorum, iyi ki yapmışım ve yapabileceğim müddetçe de devam edeceğim diyorum. Artık kariyerime hız vermem gerektiği için oyuna çok fazla vakit bulamıyorum. Her antrenmana katılamıyorum ama her bulduğum fırsatta antrenmanlara ve maçlara gidiyorum. Sert vuruyorum, eğleniyorum, sakatlanıyorum. Her sene gelen yeni oyuncuları görünce içimde bir şeyler kıpırdıyor. Sahadaki cılız gençleri izlemek garip bir his, kendimi başkasının vücudunda izlemek gibi biraz.
KİTAP
Steve Jobs Hakkında Bilmedikleriniz Bilgisayar, müzik ve cep telefonu endüstrisine getirdiği yenilikler ile teknolojiye yeni bir yön veren Steve Jobs’un biyografisi, çıktığı ilk günden beri rekorlara doymuyor. 24 Ekim’de çıkmasına rağmen 2011 yılının en çok satılan kitabı olan biyografi kitabı Times dergisinin eski başeditörü Walter Isaacson’ın eseri. Kitapta Jobs hakkında oldukça ilginç bilgiler mevcut. Sizler için kitaptan gözümüze çarpanları derledik. İşte Jobs hakkında az bilinenler. YAZAR: BURAK SÜSLÜ
•
Jobs Suriye’li bir babanın ve 20 yaşındaki ABD’li bir üniversite öğrencisi olan annenin evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya geldi. Henüz çocuk sahibi olmaya hazır olmadığı için annesi tarafından evlat verilmek istenen bebek Paul ve Clara Jobs tarafından evlat edilinildi. Çift bebeğe Steven Paul adını verdi.
•
Henüz 8. sınıftayken kendisine hediye edilen bir setteki eksikliği farkeden Jobs devreyi daha detaylı incelediğinde eksikliği buldu ve HP’nin kurucusu William Hewlett ile telefon görüşmesi ayarlayarak sorunu bizzat kendisine bildirdi.
•
Steve Jobs bir üniversite mezunu değildi. Birinci döneminin ardından gittiği üniversiteyi bırakan Jobs, ilgisini çeken derslere girmeye devam etti. Böylece kendisi için gereksiz olduğunu düşündüğü derslerle zaman kaybetmemiş oldu.
•
70
Steve Jobs Budizm’e inanıyordu. Üniversiteyi bıraktıktan sonra sokaklarda boş şişe toplayarak ve ufak işlerde çalışarak para biriktiren Jobs, Budizm hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için Hindistana gitti ve bir süre burada kaldı.
ara
|
KIŞ 2012
•
ABD’ye döndükten sonra yakın arkadaşı Stephen Wozniak ile tanıştı. Elektroniğe çok ilgili olan iki arkadaş, henüz 20’li yaşların başındayken bedava telefon görüşmesine olanak sağlayan Blue Box isimli bir cihaz geliştirdiler. Bu yasadışı cihaz sayesinde $6000 kazanan Jobs ve Wozniak ilk ortak icatlarını da yapmış oldu.
•
Jobs tümüyle biraraya getirilmiş bilgisayar üretip satma fikrini Wozniak’a sunduğunda Wozniak bu fikre pek sıcak yaklaşmadı. Ama daha sonra Jobs “ En azından torunlarımıza, hayatımızın bir döneminde kendi şirketimizi kurduğumuzu söyleriz” diyerek Wozniak’ı ikna etti ve ilk bilgisayarlarını Steve’in garajında tamamladılar.
•
Satacakları bilgisayar için bir şirket adı gerekiyordu. Bu dönemde de Beatles çok popüler olduğu için Jobs Beatles’ın yapım şirketi Apple Record’un adını önerdi ve Wozniak bu fikri çok beğendi.
•
Jobs’ın hayatındaki en önemli dönüm noktalarından biri ikinci bilgisayarları Apple II’nin piyasaya sunuluşuydu. Apple II 2 milyonluk satış rakamıyla Jobs’u 25 yaşında 100 milyon dolarlık bir servetin ve 4000 çalışanı olan bir şirketin sahibi yaptı.
•
1983 yılına gelindiğinde Apple ABD’in en büyük 500 şirketinden biriydi. Bu başarıdan 2 sene sonra Jobs için oldukça beklenmedik birşey oldu ve 30 yaşındaki Jobs kendi kurmuş olduğu şirketten kovuldu.
•
Aylar süren işsizliğin ardından Jobs NeXT adında bir şirket kurdu. Daha sonra da Pixar animasyon stüdyosunu 10 milyon dolara satın aldı. 4 yıllık bir çalışmanın ardından beyazperdeye sürdükleri Toy Story filmi 362 milyon dolarlık hasılat yaptı. Bundan kısa bir süre sonra da Jobs 10 milyon dolara aldığı Pixar’ı 7.4 milyar dolara Walt Disney’e sattı.
•
2000 yılında Apple NeXT’i satın aldı ve Jobs tekrar CEO olarak Apple’a geri döndü.
•
2004 yılında Jobs’a pankreas kanseri teşhisi kondu ve karaciğeri iflas etmişti. Haziran 2004’te geçirdiği organ nakliyle sağlığına kavuştuğu düşünülen Jobs’ın yeni karaciğeri de 2010 yılında iflas etti ve pankreas kanserinin tekrar nüks ettiği ortaya çıktı. 24 Ağustos’ta CEO’luk görevini Tim Cook’a devreden Jobs, 5 Ekim 2011’de aramızdan ayrıldı.
mikabistro Mika Bistro kapĹlarĹnĹ lezzet tutkunlarĹ ve canlĹ performanslarĹyla mßzik severler için açĹyor
' %! ' ) ) "
paket servis ve rezervasyon
342 42 22 $ # ' % % ' '
www.mikabistro.com KIĹž 2012 | ara 71
72
ara
fiesta pluspaket 21x29.7cm.indd 1
|
KIĹž 2012
29.12.2011 16:04