SÜPER KAHRAMANLAR PAKTI
YENİLMEZLER
VÜCUT aTEŞİN DÜŞTÜĞÜ YER EKÜMENOPOLİS: UCU OLMAYAN ŞEHİR SELAM SİNEMA NAR
04 - 10 MAYIS 2012 / SAYI: 132
CELSE AÇILIYOR (The ParadIne Case, 1947)
BUGÜNDEN İTİBAREN RAFLARDA BULABİLİRSİNİZ...
D
eğerli eleştiri kalemleri Atilla Dorsay ve Uğur Vardan’ın değerlendirme yazılarıyla açılıp; Murat Özer, Ali Ulvi Uyanık, Burak Göral, Okan Arpaç, Burçin S. Yalçın, Kemal Ekin Aysel, Tunca Arslan, Müjde Işıl, Çağdaş Günerbüyük, Ebru Çeliktuğ, Erman Ata Uncu, Nil Kural, Olkan Özyurt, Elif Tunca, Janet Barış, Kerem Sanatel, Müge Turan, Şenay Aydemir, Berke Göl, Evrim Kaya, Selin Gürel, Serdar Kökçeoğlu, Vuslat Saraçoğlu, Cem Altınsaray, Ceylan Özgün Özçelik, Cumhur Canbazoğlu, Melis Behlil ve Talip Ertürk’ün eleştirileriyle vücut bulan, görsel tasarımını Bilgehan Aras’ın yaptığı, Mürekkep Yayınları tarafından basılan Arka Pencere’nin ilk yıllığı bugünden itibaren raflarda. 31 Aralık 2010 ile 30 Aralık 2011 tarihleri arasında Türkiye sinemalarında gösterim şansı yakalayabilmiş 298 filmi eksiksiz olarak bulabileceğiniz “Arka Pencere 2011 Sinema Yıllığı”, yıl boyunca Arka Pencere’de okuduğunuz eleştirileri 28 kalemin imzasıyla bir araya getiriyor. Türkiye’de ‘film eleştirisi’ geleneğinin geldiği noktayı tespit etmek adına da önemsediğimiz bu yıllık, görselliğiyle de öne çıkıyor. Arka Pencere yazarları tarafından ‘2011’in En İyi Filmi’ seçilen, SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) üyelerince de ‘2011’in En İyi Türk Filmi’ olarak tescillenen Nuri Bilge Ceylan imzalı “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile Natalie
Gizli Teşkilat (North By Northwest, 1959)
Portman’lı Darren Aronofsky başyapıtı “Siyah Kuğu”dan (Black Swan) oluşan ‘ikili’ bir kapak çalışması var yıllığın. Baskı sayısını paylaşan bu iki kapak, renkli içerikle de destekleniyor ve kütüphanelerinizin raflarına layık bir çalışma olduğunu her haliyle hissettiriyor. En azından biz Arka Pencere’cilere göre!!! Yıllığın CELSE AÇILIYOR’undaki tespitimizse, sanıyoruz film eleştirisini ve etkilerini daha nesnel bir bakışla görmek/anlamak için ‘en doğru’ yaklaşım... Orada söylediğimizse şu: “Bugün film eleştirisi belki eskisinden de önemli, çünkü sessiz sedasız ilerleyen dijital devrim sayesinde dünyanın dört bir yanında üretilen filmlerin sayısı katlanarak artıyor. Bunların birçoğu, nicedir bir iki salonla da olsa artık ülkemizde gösteriliyor. Anlayacağınız, dünya film piyasası bu sanatın yaklaşık 120 yıllık tarihinde hiç olmadığı kadar hareketli. Bu hareketliliği yorumlamak, dünya sinemasının nerelerden nerelere gitmekte olduğunu anlamak için elbette eleştirmenlerin üzerinde daha önce hiç olmadığı kadar sorumluluk var. Bugün her sinemaseverin küçük resimde filmleri anlamlandırmak, büyük resimde ise film piyasasında kaybolmamak için eleştirmenlerin rehberliğine şiddetle ihtiyacı var. Türkiye’de de vizyon piyasası hayli çetrefilli bir manzara barındırıyor. Dolayısıyla, belki her zamankinden daha çok tartışılan film eleştirmenlerinin omuzlarına da daha fazla yük ve sorumluluk düşüyor.” Doğruya doğru, durum bu... Güle güle, düşüne düşüne okuyun!!!
YAYIN KURULU: Bİlgehan Aras bilgehanaras76@gmail.com OKAN ARPAÇ oarpac@gmail.com Burak Göral burgoral@yahoo.com Murat Özer cinemozer@gmail.com Burçİn S. Yalçın burcyalc@hotmail.com GÖRSEL YÖNETMEN: BİLGEHAN ARAS LOGO TASARIM: Erkut Terlİksİz HTML UYGULAMA: BAŞAR UĞUR Katkıda Bulunanlar: TUNCA Arslan, OLKAN ÖZYURT, EBRU ÇELİKTUĞ, Çağdaş Günerbüyük REKLAM İLETİŞİM: EMEL GÖRAL emel.goral@hotmail.com
www.arkapencere.com k 04 - 10 Mayıs 2012 / arkapencere
3
kuşlar THE BIRDS (1963)
6 ÇOK BİLEN ADAM
Yenilmezler (The Avengers); Vücut; Ateşin Düştüğü Yer; Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir; Paris’te Çılgın Macera (Un Monstre À Paris); Sevimli Balık Pupi (SeeFood).
19 KAPRİ YILDIZI
Arka Pencere yazarlarının film değerleme yıldızları...
20 TRENDEKİ YABANCI
Tunca Arslan’ın “İslami Sinema’nın Çıkmazı” başlıklı yazı dizisinde dördüncü halka: “Tarkovski Meselesi...”
22 AŞKTAN DA ÜSTÜN
İran sinemasının ustalarından Mohsen Makhmalbaf, sinema sevdasını belgeliyor: “Selam Sinema” (Salaam Cinema).
24 AİLE OYUNU
Berlin Kaplanı; Nar; Tutku Günlükleri (The Rum Diary).
30 SAPIK
Onur Ünlü’nün yeni filmi; Sabahattin Ali sinemada; 1 Mayıs’ta sinemacılar; Red Kit’in Türkiye Serüveni; Ali Özgentürk sinema yazarlarına karşı!.
k 04 - 10 Mayıs 2012 / arkapencere
5
Çok Bilen Adam BURAK GÖRAL The Man Who Knew Too Much (1934)
YENİLMEZLER ORİJİNAL ADI The Avengers YÖNETMEN Joss Whedon OYUNCULAR Robert Downey Jr., Chris Evans, Mark Ruffalo, Chris Hemsworth, Scarlett Johansson, Jeremy Renner, Tom Hiddleston, Samuel L. Jackson, Clark Gregg, Cobie Smulders, Gwyneth Paltrow, Stellan Skarsgård YAPIM 2012 ABD SÜRE 142 dk. DAĞITIM UIP
Marvel’in bu filme ulaşmak için çektiği beş filmin ardından nihayet “Yenilmezler”, dev bir eğlence parkı olarak karşımızda. Her kahraman kendi filmindeki çizgisini başarıyla sürdürüyor. 6
k arkapencere / 04 - 10 Mayıs 2012
Ç
ocukken en büyük eğlencelerimizden biriydi “Süpermen’le Örümcek ADAM dövüşse hangisi döver?” diye saatlerce tartışmak... Ya da birbirlerini tanıyor olsalar ve birlikte savaşsalar ne olurdu diye hayal etmek... DC Comics 1960’ta kendi süperkahramanlarından “Adalet Takımı” diye bir ekip kurmuş ve başarılı da olmuştu... Ebedi rakipleri Marvel Comics ise buna karşılık 1961’de “Fantastik Dörtlü” ile ‘tamamı süperkahraman olan ekip’ formülünü tutturunca 1963’te bazı kahramanlarını daha bir araya getirmeye karar vermişti. Artık iyice eskimiş olan 1941 doğumlu karakterleri Kaptan Amerika’nın başını çektiği ve yayın hayatına 1963’te başlanan Demir Adam, 1962 doğumlu Thor ve yine 1962 doğumlu Hulk’un yanısıra yine aynı yıllarda yaratılan Wasp ve Karınca Adam’ın (Ant-Man) katılımıyla “Yenilmezler” takımı oluşturulmuştu... Kimilerine göre Marvel Comics tek başlarına pek de parlak başlangıçlar yapamayan kahramanlarını artık demode olmuş Kaptan Amerika’yla birleştirerek yeni bir başlangıç yapmıştı. Yayımlanan ilk sekiz sayının senaryolarını bizzat Stan Lee yazmıştı. Lee’nin sağlam açılışı peşisıra 400’e yakın sayı getirdi... 1990’lı yıllarda da bir ara yeni maceraları yayımlandı. Hatta 90’ların sonunda animasyon dizi olarak da yeni neslin karşısına çıkartıldı. Marvel’in sinema konusunda hep DC Comics’in gerisinde kaldığı bu yılların sonunda 2000’lere yeni ve daha cesur bir film stratejisi ile girmesiyle “Yenilmezler” takımının hem içinde hem de dışında kalan süperkahramanların yolu da açılmış oldu. Nitekim “Yenilmezler”in kahramanlarının herbirinin kendi filmi de büyük potansiyeller taşıyordu. “Demir Adam” (Iron Man) Robert Downey Jr.’ın olağanüstü katkısıyla iyi bir başlangıç yaptı. “Yenilmezler”in geldiğini de ilk kez bu filmin jenerik sonrasında ekibi toplamakla görevli olan Nick Fury’nin görünmesiyle anlamıştık... Aynı yıl Ang Lee’nin pek bir sanatsal bulunan “Hulk”una alternatif çekilen yeni “Hulk” ‘idare eder’ bir skor yakalmıştı. “Iron Man 2” zayıf
hikayesine rağmen “Yenilmezler”e yeni bir kahraman ekleme işlevi gördü: Seksi ajan Natasha Romanoff, yani “Kara Dul”. 2011’de gelen “Thor” ‘Shakespeare’yen’ altmetnine yakışır bir şekilde Kenneth Branagh’a çektirildi. “Kaptan Amerika” (Captain America) bu filmlerin en zayıfıydı denilebilir çünkü yaratılışı gereği Amerikan milliyetçiliğinden mustaripti ne de olsa... Her filmin jenerik sonunda “Yenilmezler”e bir adım daha yaklaşıldı ve nihayet olanca çekiciliğiyle karşımızda! Bir defa elinizde kendi filmleri olan dört süperkahraman var... Bu, aynı zamanda bir süperkahraman filmine yaptığınız efektin neredeyse dört katı efekt gösterisi yapmak zorundasınız demek. Ama ortaya öyle bir karmaşa çıkabilir ki hep nedense biraz ‘avam’ görünmekten kurtulamayan “Fantastik Dörtlü” filmi de olabilir, sadece ses ve görüntü kirliliği yaratan “Transformers 3” gibi bir film de olabilir... Bunun önüne geçebilen bir yönetmeninin olması “Yenilmezler”in en önemli avantajı... Televizyon dünyasına “Buffy” ve “Angel” dizilerini armağan eden Whedon’un mesela Michael Bay gibi ‘teknisyen’ yönetmenlere göre daha entelektüel ve yaratıcı bir bakışı var. “Yenilmezler”in orijinal hikayesine sadık kalan senaryosunda Whedon’un “Buffy” dizisinde çok iyi becerdiği diyalog anlayışını görmek mümkün. Onun bu bakışı sayesinde bu dört süperkahraman aksiyonun durulduğu sahnelerde hem kendilerini hem de birbirlerinin varlıklarını ve kimliklerini sorgulayabiliyorlar. Orijinal hikayedeki gibi Thor’un üvey kardeşi Loki’nin kendisine dünyadışı bir ordu toplayarak dünyayı istila etmesi gibi basit bir hikayesi var filmin. Buna karşılık Nick Fury’nin bir araya getirdiği süperkahramanlara ‘dışardan’ yardım eden normal/anormal sınırındaki insanlar Hawkeye ve Black Widow da var. Zaten filmi çekici kılan şey kötülerle savaşmak değil, bu kahramanların birbirleriyle yakalamaya çalıştıkları ve tabii ki sonunda yakalamayı başardıkları uyum... Whedon senaryo yazımında en çok buna kafa yormuş anlaşılan, gerisi zaten
Çok Bilen Adam The Man Who Knew Too Much (1934)
Televizyona “Buffy” ve “Angel”ı armağan eden Joss Whedon’un mesela Michael Bay gibi ‘teknisyen’ yönetmenlere göre daha entelektüel bir yaklaşım biçimi var. 8 arkapencere / 04 - 10 Mayıs 2012 k
artık Hollywood için oldukça kolay... Hiçbir kahraman, Demir Adam’da Robert Downey Jr.’ın karizmasına rağmen, diğerlerini gölgede bırakmıyor. Hikayeye geç dahil olan Thor da geride kalmıyor, hayli pırıltısız duran Kaptan Amerika da rahatsız etmiyor. Bruce Banner’ken bile eğlenceli olan Hulk’un ortaya çıkışı ise filmin eğlence boyutunu adeta ikiye katlıyor... Whedon’ın “Buffy”de de başarıyla işlettiği espri anlayışı “Yenilmezler”e de yansıyınca 142 dakikalık süresine rağmen film, izleyicisini yoğun aksiyonun dışında da sıkmadan eğlendirebiliyor. “Yenilmezler”, nükleer silahların gün gelip de işe yarayabileceği mesajını doğrudan kullanan ve bunu dillendiren ender filmlerden biri de aynı zamanda. Anlaşılan Joss Whedon aynı mesaja sahip birçok filmin bunu sanki ‘çaktırmadan’ yapıyor olmalarına tavır almış gibi. Fury’nin bu
fikre karşı çıkışı ise filmin zirve noktalarından biri. Kahramanların her biri kendilerine ayrılan sahnelerde kendi filmlerindeki karakter çizgilerini başarıyla sürdürüyorlar. Robert Downey Jr. bu konuda bir nebze daha avantajlı çünkü içlerinde en çok malzemesi olan o. Mark Ruffalo ise böylesi bir karışıklığın içinde ilk kez canlandırdığı Hulk karakterinde kaybolmuyor. Bu anlamda en zayıf halka tahmin edilebileceği gibi Chris Evans. Scarlett Johansson ve Jeremy Renner’ın karakterleri ise orijinal hikayede birbirlerine ilgi duymaktayken film bunun altını belli belirsiz çiziyor.
Loki’nin Hulk’a “Ee yeter artık ben Tanrı’yım yahu” diye çıkıştığında başına gelenler son yılların en komik sahnelerinden... Filmin üç boyutlu ve IMAX versiyonu çok ihtişamlı bir seyir yaşattığı gibi belli bir oranda da yoruyor, dikkat diyelim...
OKAN ARPAÇ Çok Bilen Adam The Man Who Knew Too Much (1934)
VÜCUT
E
linizde çekici bir öykü ve iyi bir senaryo varsa, çekeceğiniz filmin ‘berbat olma’ ihtimalini yarı yarıya azaltmışsınız demektir. İlk yönetmenlik sınavında Mustafa Nuri de yola bu özgüvenle çıkıyor ve alnının akıyla seyirciyi selamlıyor. Evet, baştan söyleyelim “Vücut” iyi bir film. Anlattığı insan öykülerinden ritmine, şahane oyunculuklardan diyaloglarına kadar tıkır tıkır işleyen bir ‘kaybedenler’ hikayesi. Mustafa Nuri’nin tabii en büyük avantajı, Hatice Aslan gibi geç fark edilmiş, halen yeterince değerlendirilememiş bir aktrisi heybesinde taşıması... Nuri Bilge’nin “Üç Maymun”undan sonra bir kez daha ‘varoş’ kadınında döktürüyor, büyüyor, bedeninden taşıyor Aslan. Canlandırdığı karakter; 40’lı yaşlarında, ruhen ve bedenen çöküşün eşiğindeki bir porno film oyuncusu. En güzel yıllarını ‘sevdiği adam’ Yılmaz’a feda eden, Almanya’da onun çektiği porno filmlerde oynayan Leyla, artık İstanbul’dadır. Beraber gelmelerine karşın Yılmaz’dan ayrılması gerektiğini bilir. Bu ilişki onu beslediği kadar tüketmektedir de... Yılmaz ise ‘sermayesi’nin peşini bırakmaz. Uyuşturucu, alkol eşliğinde son bir filmde daha oynatmak ister Leyla’yı. Karşısındaki erkek oyuncu ise, para için bu işe internet aracılığıyla başvuran İzzet adlı delikanlıdır. Fakat işler umulduğu gibi gitmez, İzzet görür görmez etkilendiği Leyla ile film gereği ilişkiye girmek yerine, onunla platonikromantik bir yakınlaşma kurar. Zamanla Leyla da neredeyse oğlu yaşındaki bu gence gönlünü kaptıracak, yıllardır Yılmaz’dan alamadığı sevgiyi, göremediği ilgiyi onda cisimleştirecektir. “Ben senin gördüğünü yaşamıyorum ki…” sloganıyla afişe çıkan film, aslında göz ucuyla bakıp ‘görmemeyi’ tercih ettiğimiz yaşamlara kamera tutuyor. Pornolarda filmlerde rol alan oyuncuları da, varoştan çıkıp gelen yeni yetmeleri de, orada ‘sıkıştırılmış’ hayatlar süren insanları da başka türlü gördüğümüzü; gerçekte o insanların da tıpkı ‘steril’ hayatlar yaşayan diğerleri gibi duyguları, özlemleri, acıları, hevesleri ve kalp kırıklıkları olduğunu göstermeye çalışıyor. Örneğin
Leyla’nın o filmlerde ancak ‘kafası iyiyken’ oynayabildiğini, sokak ağzıyla konuşsa da kalbinin bir kuş kadar ürkek olduğunu, sevdiği adam karşısındaki gelgitlerini, kırılganlıklarını ve en mühimi de hepimiz gibi sevgiye muhtaç olduğunu fark ediyoruz. Pornocu sevgilisinden hem ayrılmak istiyor, hem bugüne dek onsuz bir hayat bilmediği için, bunu yapamıyor da... Bir ara, yıllardır görmediği ablasına sığınmaya çalışıyor Leyla. Ancak aradan geçen bunca yıl ve ‘mesleğinden’ ötürü, orası da almıyor onu. Genç İzzet’e bırakamıyor kendini, zira bu yaşa kadar yaptığı yanlışlara bir yenisini daha eklemekten korkuyor. Öte yandan film, isminin hakkını fazlasıyla veriyor. Gördüklerimiz ve anlatılanlar, aslında gerçekten de tamamen ‘vücut’larla ilgili. Leyla filmlerde vücudunu kullanıyor, sevgilisi Yılmaz o vücuttan yararlanıyor. Onu evinde istemeyen ablası, vücudunu çoktan ailesine adamış; önce birinin ‘karısı’, sonra da vücudu aracılığıyla çocuk doğurup ‘anne’ olarak... İzzet problemli bir aileden geliyor; babası yıllar önce ölmüş. Aşırı kilolu bir annesi ve yine kilolu bir kız kardeşi var. Kendilerini zor taşıyan, mutsuzluklarını durmadan ‘vücut’larına yiyecek yükleyerek gidermeye çalışan insanlar bunlar. Anne rolündeki Şeyla Halis’in buradaki oyunculuğuna dikkat çekmek gerek. Tecavüz ve şiddet seven kocasını ‘vücuduyla’ öldürmüş olduğunu öğrendiğimiz sahne benzersiz. İzzet’in sürekli vücut çalışan ve gay’lerle para karşılığı birlikte olan arkadaşını da ekleyince, filmin adı daha bir anlam kazanıyor diyebiliriz. Klasik bir Yeşilçam öyküsü olabilecek senaryoyu doğru dokunuşlarla modernize eden Mustafa Nuri’nin bundan sonraki çalışmalarını merakla beklememize vesile bir yapıt “Vücut”. Bu iç acıtıcı aşk öyküsünde Hatice Aslan’ın, Şeyla Halis’in ve İzzet rolündeki Hakan Kurttaş’ın Altın Koza kazandıklarını da belirtelim.
Leyla’nın porno film setinde “Nerde kaldı bu tüpçü” diyerek patlıcan soyduğu sahne uzun süre akıllardan çıkmayacak. Giriş sahnesi, kimi sarkmalar ve uzatılmış bölümler mevcut elbette. Bunu da ‘ilk film’in cilveleri sayalım.
YÖNETMEN Mustafa Nuri OYUNCULAR Hatice Aslan, Hakan Kurtaş, Cengiz Bozkurt, Şeyla Halis, Şebnem Dilligil, Neslihan Yeldan YAPIM 2011 Türkiye SÜRE 104 dk. DAĞITIM Tiglon (Ran Productions)
Bir ‘ilk film’den beklenmeyecek kadar başarılı diyebileceğimiz filmde Hatice Aslan zirvede. Yine 'varoş' kadınında bedeninden taşıyor Aslan. k 04 - 10 Mayıs 2012 / arkapencere
11
OLKAN ÖZYURT Çok Bilen Adam olkanozyurt@gmail.com
The Man Who Knew Too Much (1934)
ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YER
C
elal Tan Ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi", "Bir Zamanlar ANADOLU'DA, "Nar", "Gelecek Uzun Sürer" ve "Ateşin Düştüğü Yer." Bu filmler sanki 'öldürme' üzerine tematik bir projenin parçaları gibi bir algı yaratıyor insan üzerinde... Oysa birbirinden bağımsız çekilen yapımlar bunlar. Ama neler oluyor da yönetmenler 'öldürme' üzerine bu kadar yoğun düşüncelere dalıp, böyle filmler çekiyor? Aslında memleketin halini düşününce şaşırma faslını çoktan geçmemiz gerektiği sonucu ortaya çıkıveriyor. Birbirimizi boğazlama konusunda hiç bu kadar istekli olmamıştık galiba. Katillerin eylem sonrası rahat rahat dolaşıp TV programlarına katıldıkları, suçlarını milyonların önünde itiraf ettikleri, tıpkı Uludere'de olduğu gibi masum insanların öldürülüp suçluların bahanelerle unutturulmaya çalışıldığı, her gün birkaç kadının vahşice katledildiği bir ülke oldu Türkiye. Yönetmenler de belli ki solungaçlarıyla, durumu çok iyi duyumsuyor ve meseleyi kendi perspektiflerinden aktarmaya çalışıyor. Muhafazakar kesimin önemli sinemacılarından İsmail Güneş, 12 Eylül üzerine çekilen bir yapım olsa da “Gülün Bittiği Yer”de toplum olarak bir anlamda yaşama değil, ölüye kıymet verdiğimizi anlatıyordu. Şimdi son filmi "Ateşin Düştüğü Yer"de bu öldürme güdüsünün peşine düşüyor ve bir katilin iç dünyasına perde açıyor. Gerçek bir hikayeden yola çıkan Güneş'in tartışmaya açtığı konu "Normal bir insan çok sevdiği öz kızını nasıl olur da yavaş yavaş öldürmek ister? Aklı, vicdanı hiç pişmanlık duymaz mı?" Hikayenin odağında Akdeniz taşrasında bir kızın sevdiği bir adamla yaşadığı bir ilişki sonucu hamile kalması var. Ailesi bu olayı bir hastalık sonrasında öğreniyor. O ana kadar kızının hayatını kurtarmak için her şeyi göze alan baba, kızının hamile olduğunu öğrendiği an, onu öldürmenin planlarını yapıyor. Film yüzeyde bir töre cinayeti görünümlü yapıya sahip. Ama özde toplumsal rollerin, kuralların insanları nasıl birbirinden uzaklaştırdığı anlatılıyor. Güneş, her gün birlikte vakit geçiren bir
baba ile kızın yan yana dursalar bile ne kadar birbirlerine uzak olduğunu gösterdikten sonra, çok küçük insani paylaşımların bile bu mesafeyi azalttığını, insanların birbirinin kalbine dokundukça değişimin başlayacağını imliyor. Ki kızını öldürmek isteyen babanın pişmanlığı da böyle bir değişim sonrası beliriveriyor. Türkiye'de özellikle kadın katillerinin, eylemi gerçekleştirmeden önce yaşadıkları yoğun duygusal farklılaşma pek de bilinmediği için, Güneş'in çabası belki 'tehlikeli' bir deneme gibi algılanabilir, ama sorunun çözümü açısından önemsiz olmadığı da kesin. 70'lerden beri sinemanın içerisinde olan İsmail Güneş'in izleyebildiğimiz filmleri arasındaki en iyi filmi diyebileceğimiz "Ateşin Düştüğü Yer" açılıştaki plan sekans çekilen sahne ile rüya sahnesi ve dua sahnesiyle unutulmayacak gibi görünüyor. Özellikle erkek egemen dünyanın kadınlar üzerindeki etkisini anlatan, bir anlamda bu memleketteki 'kadının kötü kaderine' vurgu yapan rüya sahnesi mana ve sinematografik olarak üzerine düşünmeye açık bir sahne. Filmin ilk yarısında olayların gelişimiyle ikinci yarısındaki durağanlık arasındaki ritim dengesizliği ise, "Ateşin Düştüğü Yer"in öne çıkan birkaç problemli tarafı. Hakan Karahan'ın "Gölgesizler"deki performasına denk bir oyunculuk sergilediği filmin bizce yıldızı ise genç oyuncu Elifcan Ongurlar. "Meleğin Düşüşü"ndeki Tülin Özen'i hatırlatan Ongurlar, herhalde İsmail Güneş'in keşfi olarak kalmayacak ve oyuncu olarak daha birçok filmde oynayacaktır. Son söz olarak, Antalya Film Festivali'nde ön jüriyi geçemeyen “Ateşin Düştüğü Yer”in hakkının fena halde yendiği ortada. Festivaldeki en az üç dört filmden daha iyi bir yapım olduğunu görmek, festival ön jürilerinin daha özenli davranması gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor.
İsmail Güneş, diyaloglar üzerinden mesaj verme kaygısından sıyrıldığı an görsel olarak yeteneklerini daha iyi gösterebiliyor. Filmdeki Avrupalı kadın tipi hikayeye beklenen katkıyı yapamıyor.
YÖNETMEN İsmail Güneş OYUNCULAR Hakan Karahan, Elifcan Ongurlar, Yeşim Ceren Bozoğlu, Abdullah Şekeroğlu YAPIM 2012 Türkiye SÜRE 105 dk. DAĞITIM Pinema (İsmail Güneş Film)
70'lerden beri sinemanın içerisinde olan İsmail Güneş'in izleyebildiğimiz filmleri arasındaki en iyi filmi. Unutulmayacak birçok sahnesi var filmin. 04 - 10 Mayıs 2012 / arkapencere k
13
Çok Bilen Adam BURÇİN S. YALÇIN The Man Who Knew Too Much (1934)
EKÜMENOPOLİS: UCU OLMAYAN ŞEHİR YÖNETMEN İmre Azem YAPIM 2011 Türkiye-Almanya SÜRE 88 dk. DAĞITIM M3 (Kibrit Film)
Belgesel bir miktar gecikmeli gösterilse de, İstanbul’daki kimi meseleleri uzmanlar eşliğinde ele alıyor. k 14 arkapencere / 04 - 10 Mayıs 2012
B
ugün İstanbul ile Anadolu’daki diğer 80 kent arasındaki ekonomik uçurum giderek açılıyor. Mevcut hükümetin politikalarıyla İstanbul iyiden iyiye cazibe merkezi haline getirilirken, geriye kalan 80 ile aynı hızla yatırım gitmiyor. Kısacası İstanbul göç için bugün dünden bile çekici bir konumda. İmre Azem’in SİYAD’dan ödüllü belgeseli “Ekümenopolis”, İstanbul’un nasıl plansız programsız ‘büyüdüğünün’ (daha doğrusu ‘büyütüldüğünün’) kapsamlı bir fotoğrafını çekiyor. İnşaat ve otomotive endeksli ekonomimizin adım adım İstanbul’u nasıl içinden çıkılmaz bir curcunaya sürüklediğini altı yaşında bir çocuğun anlayabileceği sarihlikte tasvir ediyor. Belgeselleri sıkıcılıktan kurtarmada Amerikalıların üstüne yoktur. “Ekümenopolis” de ele aldığı konuyu anlatımını renklendirerek sunuyor. Bu noktada araya giren animasyon görüntüler hem ilgili konuyu aktarmakta işlevsel duruyor hem de üslubu rutinin dışına çıkarıyor.
Film bir miktar gecikmeli gösterilse de, İstanbul’da hâlâ gündemdeki kimi meseleleri uzman görüşler eşliğinde ele alıyor. İnşa edilmesinde başbakanın Nuh deyip peygamber demediği üçüncü köprü hadisesinden şu sıra kentsel dönüşüm etiketi altında işlenen sosyoloji cinayetine dek İstanbul’un mevcut dertlerini enine boyuna masaya yatırıyor. Elbette, TOKİ’nin ‘insan odaksız’ garabetlerine ses çıkarmayıp Kars’taki İnsanlık Anıtı’nı ‘ucube’ ilan eden ve heykeli yıktıran bir başbakandan mimari anlamda vizyon sahibi bir deha beklemek safdillik olur. Peki, TOKİ’nin bugün ‘toplu konut’ adı altında inşa ettiği ‘ucube’ler 20 yıl sonra İnsanlık Anıtı’yla aynı kaderi paylaşmayacak mı sanıyorsunuz? O zaman hep beraber haykırmaya devam: "Emek bizim, İstanbul bizim!"
Ayazma ve Sulukule’den çıkarılan insanlar çareyi örgütlenmekte buluyor. Birlikten kuvvet doğuyor. Film, İstanbul’da ikamet edenler için, yarının nasıl bir kaosa gebe olduğunu maalesef ayan beyan ortaya koyuyor!
“Film çekmek insanın farklı yaşlarda kendi fotoğrafını çekmesi gibi bir şey. Hepsi farklı görünür, ama aslında hepsi aynıdır.” Wong Kar-Wai
“Sinemayla büyüyenlerin dergisi”
Her ay bayilerde
Çok Bilen Adam EBRU ÇELİKTUĞ The Man Who Knew Too Much (1934)
ebruceliktug@gmail.com
PARİS’TE ÇILGIN MACERA ORİJİNAL ADI Un monstre à Paris YÖNETMEN Bibo Bergeron SESLENDİRENLER Mathieu Chedid, Vanessa Paradis, Gad Elmaleh, François Cluzet, Ludivine Sagnier YAPIM 2011 Fransa SÜRE 90 dk. DAĞITIM Tiglon
Andersen Masalları’ndan “Güzel ve Hayvan”a çeşitli referanslarla eğlenceli bir animasyon. k 16 arkapencere / 04 - 10 Mayıs 2012
A
nimasyonUN sınırsız evreninde 1910’ların Paris’ini GÖRMEK DE varmış! DreamWorks’ün deneyimli isimlerinden Fransız yönetmen Bibo Bergeron “Paris’te Çılgın Macera”da Paris’i mükemmel bir görsellikle perdeye nakşediyor. İncelikli bir senaryo, bol aksiyon, romantizm ve mizahla harmanlanan filmde sinema sanatına olan sevgi ve saygısını gösterirkense, Michel Hazanavicius’un “Artist”te (The Artist) yaptığı gibi Hollywood’a göz kırpmıyor; Martin Scorsese gibi George Méliès’ye selam çakmayı tercih ediyor. Seine Nehri’nin taştığı, Parislilerin zor günler geçirdiği günlerde, utangaç ve minyon sinema makinisti Emile ile taşımacılık yapan, tam tersi karakter ve fizikteki Raoul ile tanışıyoruz önce. İkisi teslimat yaptıkları bir laboratuarda, ortalığı karıştırıp kimyasal bir madde sayesinde bilmeden bir pirenin boyutunu değiştiriyorlar! Aslında kimseye zararı olmayan zavallı pire, doğası gereği zıpladığında tabii binaların çatılarına ulaşabiliyor. Selden dolayı zaten siniri bozuk olan Parisliler bir
de bu uzun boylu, kırmızı gözlü ve kıllı yaratıkla karşılaşınca olayın boyutları da büyüyor. Raoul’un çocukken âşık olduğu şarkıcı Lucille ile Canavar’ın karşılaşmaları ise “Güzel ve Hayvan” masalını akla getirse de arada aşk olduğunu söyleyemeyiz. Lucille korkudan düşüp bayılsa da Canavar’ın sesinin güzelliğinden etkileniyor, onu ilginç bir kostümle insan içine çıkacak hale getiriyor ve birlikte sahne alıyorlar. “Paris’te Çılgın Macera”, sadece çocuklara hitap eden bir animasyon gibi başlasa da, özellikle Canavar’ın ortaya çıktığı sekanstan itibaren temposunu gitgide yükseltiyor. Kovalamaca sahnelerinde Paris sokaklarının tasviri konusunda gösterişli bir dönem filmine dönüşüyor. Sanki film ilerledikçe diyaloglar, espriler de olgunlaşıp, senaryonun matematiği yerine oturuyor.
Türkçe dublaja rağmen neyse ki Vanessa Paradis ve Sean Lennon’ın seslendirdiği şarkıları orijinal dinleyebiliyoruz. “Farklı olanın yanlış anlaşılması ve haksızlığa uğraması” teması, epeydir demode…
Çok Bilen Adam ÇAĞDAŞ GÜNERBÜYÜK The Man Who Knew Too Much (1934)
gunerbuyuk@gmail.com
SEVİMLİ BALIK PUPİ ORİJİNAL ADI SeeFood YÖNETMEN Aun Hoe Goh SESLENDİRENLER Steven Bone, Colin Chong, Chi-Ren Choong YAPIM 2011 Malezya-Çin SÜRE 93 dk. DAĞITIM Duka Film
Animasyonla ilgili izleyici için tanıdık bir öykü var. Film için 'Malezyalı Nemo' dersek anlaşılır olur. k 18 arkapencere / 04 - 10 Mayıs 2012
B
ir balığın çeşitli deniz canlılarından ve diyetteki bir köpekbalığından oluşan arkadaşlarının da yardımlarıyla ailesini arama hikayesi, canlandırma sinemasıyla ilgili her izleyici için tanıdık olmalı. “Sevimli Balık Pupi” için ‘Malezyalı Nemo’ dersek bu benzerlik daha anlaşılır olur. Nemo’yu yaşı yetişmeyen çocuklar bilmiyorsa daha iyi, ama muhtemelen farklı kuşaklardan küçük izleyiciler için bir klasik oluverdi o. Yine de elbette Pupi’nin öyküsüyle Nemo’nun maceraları birebir aynı değil. Pupi, bir bambu köpekbalığı. Bir gün, başka bambu köpekbalığı yumurtaları görünce, arkadaşlarının uyarılarına rağmen onların izini sürüyor ve bir deniz ürünleri lokantasının yumurtaları satmak üzere topladığını fark ediyor. Pupi kurtarma çalışmaları sırasında karada da nefes alabildiğini öğrenince, eğlenceli, hareketli ve arkadaşları tarafından takibi zor maceralar başlıyor. Yani, çeşitli karakterlerle zenginleşen filmde, giderek Nemo’nunkinden ayrılan bir yolculuk beklemek daha doğru.
Köpekbalıklarına karşı kendilerini savunmayı öğrenen tavukların çıktığı kısımlar, filmin en komik olduğu yerler sayılabilir. “Arkadaşlar yenmez” olarak özetlenebilecek dayanışma temelli mesaj, sadece deniz canlılarını değil, tavukları bile kapsayacak kadar geniş. Filmin kötü adamları olarak dalgıçları ve denizi kirletenlerden oluşan başka insanları görsek de, onlar bir şekilde gözden kayboluyor. Başlıca düşman olarak da lokantacılar beliriyor. Bambu köpekbalıklarının, Hint Pasifiği olarak adlandırılan bölgenin sığ sularında yaşayan, diğer köpekbalığı türlerine göre küçük ve adından anlaşılacağı gibi uzun kuyruklu bir tür olduğunu bu film vesilesiyle öğrenenlerin sayısı herhalde az olmayacaktır. Pupi ile dünya çapında küçük hayranlarının sayısını artırması işten bile olmaz.
Art arda vasat çizgi filmlerin vizyona girdiği bir dönemde, belli bir seviyenin üstünde bir film olduğunu teslim etmek gerek. Elbette bu, sadece çıkış noktasını değil, birçok unsurunu borçlu olduğu Nemo’dan daha iyi olduğu anlamına gelmiyor.
KAPRİ YILDIZI (Under CaprIcorn, 1949)
ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YER
EKÜMENOPOLİS: UCU OLMAYAN ŞEHİR BİLGEHAN ARAS
ARPAÇ
ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YER
HH
EKÜMENOPOLİS: UCU OLMAYAN ŞEHİR
PARİS'TE ÇILGIN MACERA SEVİMLİ BALIK PUPİ
BURAK
MURAT ÖZER
HHH
HHH
HHH
HH
HHHH
HHHH
HH
AŞKIN RENKLERİ
HHH
BATTLESHIP
H
H
H
ÇAPRAZ ATEŞ
HH
HHH
ÇİFTE SOYGUN
HH
DEHŞET KAPANI
HHH
DOĞAÜSTÜ
H
HH
KARA ALTIN
HHH
KORSANLAR!
HHH
HHH
KUZGUN
HH
HHH
HH
H
YENİLMEZLER
MAR
tunca
YENİLMEZLER
GÖRAL
VÜCUT
OKAN
PARİS'TE ÇILGIN MACERA
aRslan
BURÇİN S. YALÇIN HHHH
HHH
HHH HHH HH
MARIGOLD OTELİ'NDE HAYATIMIN TATİLİ
HH
MEZARINA TÜKÜRECEĞİM
HHH
HH
HHH
HHH
H
HHH
HHH
ÖLÜMÜN SESİ
HH
HH
PAZARLARI HİÇ SEVMEM
HH
HHHH
HHH
HHHH
HHHH
HHH
HHH
HH
HH
HH
H
HH
HHHH
HHH
HHH
HHH
HHHH
HHH
HHH
HHH
HHH
ÖBÜR DÜNYADAN
YERALTI BERLİN KAPLANI NAR
TUTKU GÜNLÜKLERİ
HHH
HHH
Haftanın filmleri Gösterimi devam edenler Haftanın DVD'leri k 04 - 10 Mayıs 2012 / arkapencere
19
TRENDEKİ YABANCI TUNCA ARSLAN (STRANGERS ON A TRAIN, 1951)
tuncaarslan@yahoo.com
İSLAMİ SİNEMA’NIN ÇIKMAZI-4 TARKOVSKİ MESELESİ...
20
arkapencere / 04 - 10 Mayıs 2012 k
Tarkovski filmlerinin, ‘tasavvufi okuma’ya uğratılmasına hiçbir itirazım yok ama bu çabanın sonucunda ortaya İslami sinema için bir modelin çıkabileceğine inanmak, kusura bakılmasın ama tamamen beyhude bir iştir.
İ
slami camiada sinema sanatı üzerine kalem oynatıp düşünce geliştirmeye çalışanların bir kısmının, özellikle de genç ve orta kuşağa mensup yazarların, beyazperdedeki ‘hikmet ve hakikat’ arayışlarına Andrey Tarkovski’den başlamaları, dahası kendilerini böyle bir zorunluluk içinde hissetmeleri bana hep hüzün vermiştir. Bu bağlanma çabasında derin bir çaresizlik hissinin etkili olduğunu düşünürüm. Bir model bulma gayreti, bir köke sarılma ihtiyacı, bir usta edinme çırpınışı… Kuşkusuz ki sinema dili anlamında yalnız İslamcılara değil, çok geniş bir düşünsel yelpazeye ilham kaynağı olabilir Tarkovski… Onun en genel tanımla ‘şiirsel gerçeklik’ başlığı altında toplanabilecek yapıtları, Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Budist, Şamanist, Komünist, Anarşist, Nihilist, Ateist, Deist vb. her kesimden sinemacı için yol gösterici özellikler taşıyabilir, neresinden bakılsa büyük bir sinemacı vardır karşımızda ama yola Tarkovski’yle çıkan İslamcı bir sinemacının yarı yolda kalacağı da çok açıktır. Peki örneğin neden Bergman’a, Bresson’a, Angelopoulos’a, Kiarostami’ye ya da Erksan’a değil de ille Tarkovski’ye meyletmeye çalışır İslamcı yazar çizerler? Neil Armstrong’un uzayda, Kaptan Cousteau’nun okyanusun derinlerinde ezan sesi duyup Müslüman olmaya karar vermiş olmaları (!!!) gibi bir durum mu söz konusudur, “Tarkovski, en güzel sanat eserinin Allah’a dua etmek olduğunu söylemiştir” türünden garip iddialarda da… “Zaman Zaman İçinde” başlıklı günlüklerinde (Afa Yay., 1994), “Din insan tarafından güçlüyü tanımlamak için yaratılmış bir alandır”, “Ardında yatanı kavramayacak durumda olan insan için bilinmeyen, Tanrı’dır. Ahlaki anlamda Tanrı, sevgidir”, “İyi bir zamanda misyoner olabilirdim”, “Şimdi yalnızca bir dahi
insanlığı kurtarabilir -bir peygamber değil, hayır!- yeni bir manevi ideal formüle edebilecek bir dahi. Fakat bu Mesih nerede? Bize geriye sadece onurumuzla ölmek kaldı”, “Ben ne azizim ne de melek. Ben tek korkusu sevdikleri tarafından acı çektirilmek olan bir egoistim” şeklinde laflar eden Tarkovski, bizim İslamcı sinemacılarımıza nasıl bir ışık tutabilir acaba, çıkmazdan kurtulmak için nasıl bir yol gösterebilir, benim için ciddi merak konusudur. Tarkovski, Hıristiyanlığın tahrif edilmiş olduğunu düşünen, Tanrı’ya inanmak isteyen, Tanrı’yı arayan ama bir türlü bulamayan, ‘kötü bir zamanda yaşadığı’ için acı duyan bir yarı-Hıristiyan’dı… Bir tür Dostoyevski sendromu içinde olduğu da söylenebilir: Tanrı’ya inanmak istemiş ama becerememişti. Aynı zamanda da kimi sıkıntılar çekmekle birlikte hiçbir zaman büyük baskılar yaşamamış bir Sovyet yurttaşıydı. SSCB’den belli şikayetleri vardı, örneğin “Bu nasıl bir ülkedir ki benim sırtımdan para kazanmak istemiyor” vb. demiş, kendi parasızlığından da yaka silkmiş, film çekim süreçlerindeki bürokratik engellerden sıkça söz etmişti ama öncelikli derdi komünizm, sosyalizm ya da parti değil, umudunu kaybetmiş ve aydın tavrı göstermeyen aydınlardı. Hiçbir zaman cezaevine girmedi ya da akıl hastanesine kapatılmadı, polis baskısı yaşamadı, sürgüne gönderilmedi, tam tersine sinema sanatına büyük katkılarından ötürü Lenin Nişanı’yla ödüllendirildi. Mistik yanları vardı kuşkusuz ki ama bu da onu, -gençliğinde bir dönem Arapça kurslarına devam etmesinin ‘işe geldiği gibi’ yorumlanması dışındatasavvuf ve tarikat ehli yapmaya yetecek oranda değildi. Kısacası, bizim İslamcılarımızın işine yarayacak ölçüde bir
‘muhalif’ değildi Andrey Tarkovski. Tarkovski filmlerinin, ‘tasavvufi okuma’ya uğratılmasına hiçbir itirazım yok ama bu çabanın sonucunda ortaya İslami sinema için bir modelin çıkabileceğine inanmak, kusura bakılmasın ama tamamen beyhude bir iştir. Döne döne sinemanın gerçekçi bir sanat olması gerektiğini savunan, bunu yaparken ‘gerçeğin yansımaları’nı da araştıran Tarkovski’den fizik ötesi manalar çıkarmaya çalışmak, uzunca ama dar bir çıkmaz sokağa girmekle eş anlamlıdır. “Mühürlenmiş Zaman”da (Afa Yay., 1992) “Ben halkımın bir parçasıyım. Aynı topraklar üzerinde yurttaşlarımla birlikte yaşadım ve onlarla -yaşımla orantılı olarak- aynı tarihi deneyimleri edindim, aynı yaşam süreçlerini gözlemledim ve yansıttım. Ve şimdi de burada, Batıda bile, halkımın bir evladı olarak yaşıyorum. Onun küçük bir damlası, ufacık bir parçasıyım; kökleri kültürel ve tarihi geleneklerin derinliklerinde yatan düşüncelerini dile getirmeyi umuyorum” diyen bir Rus sanatçı, Türk sinemasına elbette ki genel ölçülerde yön gösterebilir, göstermelidir, göstermiştir de ama özel olarak İslami sinemaya sunabileceği bir ‘mucize’ olabileceği kanısında değilim açıkçası. Hele bir de “Koca bir evreni içinde taşıyan insan: İşte benim tek ilgi odağım. Zira hayat, her zaman hayal gücümüzden daha zengindir. Bu yüzden gerçek bir sanatçı, ancak kendisi açısından hayati bir zorunluluksa yaratma hakkına sahiptir. Ben de sinema sanatıyla seyirciye, hayatın gerçek akışını neredeyse hiç bozmadan aktarma yeteneğini taşımak istiyordum” dediği düşünülürse… İslami sinema camiasında bir Tarkovski’dir tutturulmuş gidiyor gitmesine de, nereye kadar? Haftaya görüşmek üzere. Sinema salonunu en son siz terk edin!
k 04 - 10 Mayıs 2012 / arkapencere
21
TUNCA ARSLAN AşktaN da Üstün tuncaarslan@yahoo.com
(NotorIous, 1946)
SELAM SİNEMA “Selam Sinema”, sinemanın doğasına ilişkin en unutulmaz, en güzel anları yan yana duran iki genç kız üzerinden sunar. Makhmalbaf, ağlamalarını, hemen sonra gülmelerini ister. Çekeceği filmde rol kapmaları için zorlu bir sınava sokar adeta, silkeledikçe silkeler, zorladıkça zorlar...
K
amera önce binlerce kişinin beklediği bir kuyruk boyunca ilerler. Başka bir kamera tarafından da sürekli kayda alınan erkekler ve kadınlar ayrı ayrı beklemektedir. Sonra bahçe içindeki bir binanın demir kapısı önündeki izdihamı izlemeye başlarız. Öne geçmek isteyenler kapıyı zorlamakta, megafonla seslenerek tekrar düzen sağlamak isteyen görevlilere kulak asmamakta, havada uçuşan kağıtları kapmak için birbirlerini ezmektedir. Önceleri hiçbir anlam veremediğimiz büyük kargaşa dakikalarca sürer... Oysa film çoktan başlamıştır! Muhsin Makhmalbaf, sinemanın 100. yılı dolayısıyla çekeceği film için gazeteye ilan vererek oyuncu seçimi yapacağını duyurmuş, adaylar kapının önünde birikmeye başlayınca da “Motor!” demiştir. Karşımızda pür ve pak bir sinema olayı vardır. Tahran’da bir sokakta başlayıp sonrasında kapalı mekanda masa başında geçen, tüm malzemesini yönetmen ile oyuncu adaylarının konuşmalarından alan 75 dakikalık “Selam Sinema” (Salaam Cinema), tam anlamıyla ‘belgeselden bile gerçek’ bir filmdir ve yedinci sanatın haiz olduğu gücün sonsuzluğuna dair mükemmel bir örnektir. Ülkemizde İstanbul Film Festivali’nde seyirci karşısına çıkan “Selam Sinema” (1995), “Neden oyuncu olmak istiyorsunuz... Neden bu filmde rol almak istiyorsunuz?” gibi gayet yalın bir sorudan hareketle, uçsuz bucaksız bir dünyaya dalar, oyuncu olmak isteyen İran vatandaşlarının, İran’ın ve sinemanın tüm gerçekliğini mükemmel bir akış ve kurgu içinde seyirciye sunar. ‘Sinema sinemaya bakıyor’ örneklerinin en çarpıcısına, en özgününe, en gerçekçisine, en fantastiğine ve en yaratıcısına imza atmış
olan Makhmalbaf, aynı zamanda sinemayla müthiş bir hesaplaşmaya girmiş, benzersiz bir meydan okumada da bulunmuştur. Hayır, kesinlikle Bresson’un ‘Sinema, filme alınmış tiyatrodur’ yaklaşımının bir karşılığı değildir Makhmalbaf’ın yaptığı; ‘Film, kameranın kaydettiği gerçektir’i kanıtlamıştır usta yönetmen. ‘Kamera arkası görüntüleri’ kıvamındaki her şey, döngüsel olarak bir film yaratmaktadır. Kameranın önü arkası sağı solu bütünleşmiştir ve kameramanlar da filme dahil olmuştur. Sinemanın, diğerlerine göre ‘ihtimalleri daha fazla’ bir sanat dalı olduğuna inanan Makhmalbaf, tüm ihtimalleri, tüm ayrıntıları, tüm mimikleri değerlendirmiştir. Adaylar, Makhmalbaf’ın oturduğu masanın karşısına geçtikleri andan itibaren birer ‘aday’ olmaktan çıkıp, aslında gerçek oyuncu haline geldiklerinin, ‘filmde rol aldıklarının’ farkına varmadan kendilerini anlatırlar doğallıkları içinde. Bizler de seyirci olarak, oyunculuğun ne denli zor bir iş olduğu konusunda görsel bir ders alırken buluruz kendimizi. Yeteneklerini sergilemek isteyen amatörlerin sıkıntı ve acı çekişleri ama buna karşın bir filmde belki de en kolay yoldan yer alışlarına, esriklik verici bir atmosferde tanıklık ederiz. “Selam Sinema”, sinemanın doğasına ilişkin en unutulmaz anları yan yana duran iki genç kız üzerinden sunar. Makhmalbaf, ağlamalarını, hemen sonra gülmelerini ister. Çekeceği filmde rol kapmaları için zorlu bir sınava sokar adeta, zorladıkça zorlar... Şarkı söylettirir, taklit yaptırır, hedef şaşırtır, provoke eder. Kızlardan biri dayanamayıp “Çok acımasızsınız...” deyince de sinema tarihine geçecek şu lafı eder: “Acımasız olan ben değilim, sinema!" Hemen arkasından da yerini onlara bırakıp adayları kendilerinin
değerlendirmesini ister. Ne yalan söyleyeyim, kızlar da gerçekten acımasız çıkar! Bir başka ilginç nokta... Filmin başlarında bir genç kız, ‘rolünü’ canlandırmaya çalıştıktan sonra Makhmalbaf’ın yanına yaklaşmak için izin ister. Kamera gene kayıttadır ve genç kız diğerlerinin duymasını istemeden, fısıltıyla kendi ‘gerçeğini’ anlatır. Oyunculukta gözü yoktur, filmde yer almak istemesinin tek nedeni, politik nedenlerle İran’a gelemeyen, Fransa’da yaşayan nişanlısını görebilme isteğidir: “Eğer ben bu filmde rol alırsam, film de Avrupa’daki festivallere katılırsa, belki kavuşabiliriz!” Shaghayeh Djodat adındaki bu genç kızın sevgilisine kavuşmuş ve bunun Makhmalbaf’in yardımıyla gerçekleşmiş olması kuvvetle muhtemel çünkü, yalnızca “Selam Sinema”da değil iki yıl sonraki “Gabbeh”te de başrolü almış ve film Cannes değilse de Japonya, Singapur, İspanya’daki festivallerde ödüller kazanmıştı. Sizce başka hangi film bu denli yoğun bir aşktan da üstün duyguyla çekilebilmiştir! 1982’den bu yana “Boykot”tan (Baykot) “Bisikletçi”ye (Bicycleran), “Seyyar Satıcı”dan (Dastforoush) “Aşk Nöbeti”ne (Nobat E Asheghi), “Bir Zamanlar Sinema”dan (Nassereddin Shah, Actor-e Cinema) “Ayın Ardındaki Güneş: Kandahar”a (Safar E Ghandehar) muazzam bir filmografiye imza atmış durumda Muhsin Makhmalbaf... Tıpkı filmde rol aldıklarına inanmayan oyuncu adayları gibi, inanılması güç bir film olan “Selam Sinema” ise onun, sinemanın herkes için olduğunu ve sinemada herkese yer bulunabileceğini anlatan en özel çalışması... En ham ve en olgun haliyle sinema sanatını anlatan bir film aranıyorsa eğer, “Selam Sinema” demek yeterli olacaktır. 04 - 10 Mayıs 2012 / arkapencere k
23
Aile Oyunu OKAN ARPAÇ (FamIly Plot, 1976)
BERLİN KAPLANI YÖNETMEN Hakan Algül OYUNCULAR Ata Demirer, Necati Bilgiç, Nihal Yalçın, Tarık Ünlüoğlu, Özlem Türkad, Cemil Özbayer YAPIM/SÜRE 2012 Türkiye, 99 dk. GÖRÜNTÜ/SES 1.85:1, 5.1 DD Türkçe ŞİRKET Tiglon (BKM)
"Eyyvah Eyvah"larda yakaladığı çizgiyi bu filmle ne yazık ki aşağı çekiyor Ata Demirer... 24 arkapencere / 04 - 10 Mayıs 2012 k
B
iraz, Arzu Film ekolünün sıcak aile komedisi anlayışı, biraz “Rocky”, garanti formüllere dayalı hoş bir senaryo ve Ata Demirer’in yeteneği... Hepsi bir arada fakat eksik bir şeyler var yine de... “Osmanlı Cumhuriyeti”yle yakaladığı ‘serbest oyunculuk’ frekansını, kendi yazdığı “Eyyvah Eyvah” filmlerinde epeyce yukarı taşıyan Ata Demirer, daha seyirciyle buluşmadan evvel dört gözle beklenen “Berlin Kaplanı”nda bu çizgiyi ne yazık ki koruyamıyor. Gişeleri sallayan ve eleştirmenlerden de genelde olumlu puanlar alan “Eyyvah Eyvah”ların verdiği gazla, tam da bu işi kıvırdığını sandığı noktada tuzağa düşüyor. Evet, ikinci kuşak ‘Alamancı’ Türkler’i çok iyi gözlemlemiş; onların konuşma tarzını, aksanını, davranış biçimlerini hatta düşünce yapılarını yalayıp yutmuş olabilir Demirer... Ana akım (popüler) sinemanın formüllerini, karakter çeşitliliğinin ne olması gerektiğini, hikayenin yükseliş noktalarını da harfiyen etüt etmiş belli. Ama “Berlin Kaplanı”nda,
bütün bunlara ve o enfes ‘tek kişilik performans’a rağmen, güdük kalan, ‘olmamış’ bir şey var. Kısa sürede yıldızı parlayan, “Yalan Dünya” dizisi ve “Yeraltı” filminde zirveye oturan Nihal Yalçın, öyküye ‘sevgili’ kontenjandan son anda eklenmiş bir ‘yama’ gibi duruyor örneğin. Yıllar sonra aileyle bir araya gelme ve bu kurumun önemini kavrama merasimi, bazen Trakyalı Hüseyin’i hatırlatan ‘kaçmış’ mimikler, öykünün daha zayıf oluşu ve Demet Akbağ gibi ikinci bir başrol karakterin eksikliği, “Berlin Kaplanı”nın eksileri... Rafting sahneleri, “Karayip Korsanları”na yapılan göndermeler gibi kimi detaylarıyla elbette güldüren, en başta boksu merkeze koymasıyla da sinemamızda pek görülmeyen bir ayrıcalığa sahip olan film, gişede de fena sayılmayacak bir hasılat etti. Ama “Berlin Kaplanı” başarılı bir komedi mi; işte bu tartışılır...
Almanya’da boksörlük ve bodyguard’lık yapan Ayhan Kaplan rolünde Ata Demirer, ‘oralıymış’ gibi bir performans sergiliyor. “Eyyvah Eyvah”larla tam bu işi kıvırdı derken Demirer’in geri adım atması, üzücü.
"Sİnemacılık ve Fİlmcİlİk Yararına Bağımsız İletİşİm Platformu"
Aile Oyunu BURÇİN S. YALÇIN (FamIly Plot, 1976)
NAR YÖNETMEN Ümit Ünal OYUNCULAR Serra Yılmaz, İrem Altuğ, İdil Fırat, Erdem Akakçe YAPIM/SÜRE 2011 Türkiye, 81 dk. GÖRÜNTÜ/SES 1.85:1, 5.1 DD Türkçe ŞİRKET Tiglon (Arti)
Hiç kuşku yok, Ümit Ünal’ın bu ülkedeki sosyolojik çarpıklıklara kati bir itirazı var. 26 arkapencere / 04 - 10 Mayıs 2012 k
E
ğer “Anlat İstanbul”u da sayarsak, “Nar”la filmografisinin yedinci filmine ulaşan Ümit Ünal, büyük kent varsıllarıyla hesaplaşmasını sürdürüyor. “Anlat İstanbul” hariç neredeyse tüm filmleriyle empati kurmakta zorlanan biri olarak şunu söyleyebilirim ki, İzmir Film Festivali’nde en iyi film dahil dört ödül kazanan “Nar” onun bugüne kadarki en iyi filmi. Film varoştaki evinden çıkıp Boğaz’a nazır lüks bir apartman dairesine gelen falcı Asuman’ın (Yılmaz) hikayesi aslında. Geldiği dairede Asuman, kapıyı açan Deniz’i (Altuğ) doktor Sema (Fırat) zanneder. Fal bakmak üzere kapıdan içeri giren Asuman, çantasından çıkardığı tabancasıyla Deniz’i rehin alır. Aralarında çıkan arbedeyi duyan kapıcı Mustafa (Akakçe) da olay mahalline dahil olur. Her şeyin iyiden iyiye kördüğüm olduğu bir noktada Sema’nın belirmesiyle heyecanlı bir ‘dörtlü zirve’ ile öykü noktalanır. “9” ve “Ara”dan da biliyoruz ki, Ünal dar alanda sinema yapmaya meraklı bir yönetmen. Burada da
“9”daki ‘aşağıdakiler” ile “Ara”daki ‘yukarıdakiler’, yani iki ayrı dünyanın insanlarını bir dairede yüzleştiriyor, çarpıştırıyor. Hiç kuşku yok, Ümit Ünal’ın bu ülkedeki sosyolojik çarpıklıklara kati bir itirazı var. Neredeyse tüm filmlerinde bu itirazını dillendiriyor. Olay örgüsü, diyalogları, anlatım biçimi, tekniğiyle bunu bugüne kadar en ustaca dile getirdiği film oluyor “Nar”. Senaryosundan sanat yönetimine sinemasının pek çok öğesini akıcı bir üslupta bir araya getiriyor. Bir senaristin en büyük endişesi yönetmenin senaryoyu mahvetmesidir. İlginçtir, Ümit Ünal’ın senaryoları kağıt üzerinde iyi dursa da, bunlar bugüne dek biraz da kendi yönetmenliğine kurban gidiyordu. “Nar” ise ‘kağıda yazdım bir tane, perdeye aktardım bin tane’ zenginliğinde bir film olmuş.
Dörtlünün en iyisi kesinlikle İdil Fırat. Erdem Akakçe, Serra Yılmaz ve İrem Altuğ sırayla onu takip ediyorlar. “Nar” ismi, tek kelimeli isimlerden oluşan diğer Ümit Ünal filmleri arasında yeni bir dip nokta.
Aile Oyunu MURAT ÖZER (FamIly Plot, 1976)
TUTKU GÜNLÜKLERİ ORİJİNAL ADI The Rum Diary YÖNETMEN Bruce Robinson OYUNCULAR Johnny Depp, Aaron Eckhart, Michael Rispol, Amber Heard, Richard Jenkins, Giovanni Ribisi YAPIM/SÜRE 2011 ABD, 115 dk. GÖRÜNTÜ/SES 1.85:1, 5.1 DD İng. ve Tr. ŞİRKET As Sanat (Universal)
Hunter S. Thompson, Bruce Robinson ve Johnny Depp ortaklığının ‘keyif vericiliği’... 28 arkapencere / 04 - 10 Mayıs 2012 k
Y
azarı hikayenin merkezi haline getiren ‘Gonzo gazetecilik’in mimarı HUNTER S. Thompson’ın yarı otobiyografik romanı “Tutku Günlükleri” (The Rum Diary), aslında yazarın ilk romanı ama 1998’e kadar yayımlanmamış bir eser. 1960’ların başlarında kaleme aldığı bu roman, Thompson’ın karakteristik takıntılarını aynen yansıtan bir çalışma diyebiliriz. Porto Riko’ya bir gazetede çalışmak üzere gelen Paul Kemp’in, bu ‘arka bahçe’de yaşadıklarının üzerinde yapılanıyor filmin hikayesi. Kemp, ülkenin kokuşmuş ilişkilerinin içine giriyor, paraya teslim oluyor önce. Daha sonraysa, rastlantıların tetiklediği hataların ve bir miktar da aşkın etkisiyle ‘idealist’ bir gazeteciye dönüşüyor. Alkol ve uyuşturucu ise her Thompson metninde olduğu gibi burada da kahramanın değişmez yoldaşları arasındaki yerini alıyor... “Tutku Günlükleri”, bir başka Thompson uyarlaması olan “Vegas’da Korku Ve Nefret”te (Fear And Loathing In Las Vegas) olduğu gibi, ‘keyif
verici’ bir kaba inşaatın arkasındaki ayrıntılarda ciddileşiyor, eleştirel yaklaşımını buralarda derinleştiriyor. ‘Arka bahçe’leştirilmiş bir ülkenin, kendi insanlarından nasıl saklandığını, giderek yasak edildiğini gözler önüne seren film, başkahramanın ‘değişken’ motivasyonunu da hikaye içinde önemli kılmayı başarıyor. Gonzo gazeteciliğin risklerini de bu karakter üzerinde test ediyor film, kendisini haberin öznesi haline getiren Kemp’in özelinde hedeften sapma handikabını öne çıkarıyor. “Vegas’da Korku Ve Nefret” kadar yoğun bir ‘kayboluş’ etkisi yaratmasa da, Thompson dinamiklerini saygıyla perdeye taşıyan bir film “Tutku Günlükleri”. Başta Johnny Depp ve Michael Rispoli olmak üzere oyuncu kadrosunun ‘çuvallamaktan korkmayan’ performansları da yönetmen Bruce Robinson’ın elini güçlendiren unsurlardan biri olmuş.
Epeydir suskun kalan Bruce Robinson, kendine yakışır bir projeyle gerçekleştiriyor dönüşünü. “Vegas’da Korku Ve Nefret”i görmüş olmak, bu filmi izlerken bir handikap olarak kendini gösteriyor.
SAPIK OLKAN ÖZYURT (Psycho, 1960)
olkanozyurt@gmail.com
1 - Onur Ünlü’nün yeni filmi Onur Ünlü, bu ayın sonunda yeni filmi için seti kuruyor. Ne çekecek derseniz o biraz karışık… Ama “Leyla İle Mecnun”da birlikte çalıştığı Ali Atay başrolde olacak. Eee, tez elden filmi çekmesini ve hemen de gösterime girmesini isteriz! 2 - Sabahattin Ali sinemada Sinema dünyası Sabahattin Ali’yi çok ihmal etti diyorduk ki, Selim Güneş’in “Kar Beyaz” filmi geldi önümüze. Sinemacılar, şimdi de Ali’yi beyazperdede göstermek için uğraşıyor. Şu aralar henüz proje aşamasında olan Köy Enstitüleri’yle ilgili bir filmde Sabahattin Ali canlandırılacak. Usta kalemi canlandırması için düşünülen oyuncu ise Cansel Elçin. 30
k arkapencere / 04 - 10 Mayıs 2012
3 - 1 Mayıs’ta sinemacılar Geçen hafta kutlanan 1 Mayıs’a sinema emekçileri de her yıl olduğu gibi Sine–Sen saflarında katıldılar. Hatta “Leyla İle Mecnun” dizisinin set emekçileri ayrı bir pankart açarak yürüdüler kortejde. Yürüyüşü belgelemek de eski fotoğrafçı, yönetmen Reis Çelik’e düştü. Elde makine deklanşöre bastı da bastı Çelik. 4 - Red Kit’in Türkiye Serüveni Vahşi Batı’nın yalnız kovboyu Red Kit çok yakında Türkiye’ye geliyor! 10 Mayıs’ta Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde kapsamlı bir sergi açılacak. Bu etkinliğin en dikkat çekici kısmı ise “Red Kit’in Türkiye Serüveni” başlıklı söyleşi. Söyleşide İzzet Günay’ın rol aldığı “Red Kit” filminin perde arkası da anlatılacak.
5 - Ali Özgentürk sinema yazarlarına karşı! Ali Özgentürk’ün sinema yazarlarına karşı önyargısı zamanında basına yansımıştı. Hatta kimi yazarlarla polemiğe bile girmişti. Aradan yıllar geçti ama Özgentürk cephesinde sinema yazarları ile ilgili bir fikir değişikliği yok. New York’taki bir konferansta Özgentürk’ün sinema yazarlarını hedef tahtasına koyduğunu, sağ olsun sosyal medyadan öğreniverdik!
ROCK FM 94.5
7. CADDE
SİNEMA VE SOUNDTRACK DÜNYASINA KEYİFLİ BİR YOLCULUK BİLGEHAN ARAS’LA 7. CADDE HER ÇARŞAMBA 22.00 - 00.00 ROCK FM 94.5'DE
1949'da artık gerilim ve korku filmleri uzmanı olarak görülüyordum. Ama ‘Kapri Yıldızı’ (Under Capricorn) iki türün hiçbirine uymuyordu. Hollywood Reporter, ‘Filmde ilk korku anını yaşamanız için 105 dakika beklemeniz gerekiyor’ diye yazmıştı.
Alfred Hitchcock