Fanatizm

Page 1

Vergi Harcamas覺

Analiz Kas覺m 2013

Siyasal ve toplumsal olaylara bakarken psikolojiden bir kilit kavram:

Fanatizm

Erol G繹ka



Fanatizm

Analiz Kas覺m 2013

Siyasal ve toplumsal olaylara bakarken psikolojiden bir kilit kavram:

Fanatizm

Erol G繹ka

1


ISBN 978-605-63903-5-7

2013 © Bütün yayın hakları saklıdır.


Fanatizm

İçindekiler Giriş

......................................................................................................................................................................................... 5

Fanatizmin psikolojisine nasıl bakmalı?

................................................................................................... 6

Fanatizme bireysel psikolojik yaklaşım

................................................................................................. 14

Topluluk psikolojisinde fanatizm................................................................................................................... 22 Sonuç ................................................................................................................................................................................... 28

3



Fanatizm

...............................................................................................................................................................................................................................

Siyasal ve toplumsal olaylara bakarken psikolojiden bir kilit kavram:

Fa na t i z m ...............................................................................................................................................................................................................................

GİRİŞ Siyasal ve toplumsal olayları açıklamaya çalışırken psikolojik bilimlerden elde edilen bilgiler oldukça işe yarayabilir. Psikolojik açıklamaya ihtiyaç duyulan olayların başında toplumsal şiddetle ilgili olanlar gelir. Aileden topluma, stadyumdan mahalleye, trafikten hastaneye, siyasetten eğlence yerine dört bir taraftan şiddet sarmalıyla kuşatılmamızda psikolojik faktörün rolü çok açıktır. Her zaman şiddet kadar kadar açık olmasa da “burada psikolojik faktörün bir rolü olmalı” dediğimiz birçok toplumsal ve siyasal durum vardır. Birkaç örnek vermek gerekirse: Tek parti rejimine, darbelere ve hatta darbecilerin seçilmiş yöneticileri idam etmelerine toplumun güçlü bir tepki vermemesi, 12 Eylül öncesi gençlik kesimlerinin birbirlerini yok edici bir şiddet stratejisiyle hareket etmeleri, 30 yıl süren terör olaylarına ve kışkırtmalara rağmen toplumda iç savaş benzeri bir manzaranın ortaya çıkmaması, Cumhuriyet tarihinin en büyük demokratik reformlarına imza atmış bir Başbakanın bazı mazeretler öne sürülerek “diktatör” diye nitelendirildiği, hatta yer yer vandalizmin meşrulaştırılmaya çalışıldığı Gezi olayları… Siyasal ve toplumsal olaylarda psikolojik faktörün rolünün araştırılması gerektiği konusunda kolayca hemfikir olsak da bunun nasıl bir yöntemle yapılması gerektiğini düşündüğümüzde işimizin çok zor olduğunu görürüz. Mesela yukarıda sıraladığımız tabloların her birinin ayrı ayrı başlıklar altında ele alıp etraflıca incelenmesi gerekir. Bunun için hangi bilginin, hangi olay sırasında, ne ölçüde işlevsel olabileceğine dair tutarlı bir akıl yürütmeye ihtiyaç vardır. Aksi halde bazı psikolojik formüller, psikanalitik yorumlar, her olay için “hap” gibi geçerli sanılmaya başlanır ki bu da faydadan daha çok zarar getirir. Tüm bunlar, her biri ayrı ayrı başlıklar altında ele alıp etraflıca incelenmesi gereken psikolojik tablolardır. Bu olaylar için tek bir psikolojik formül geliştirip bu doğrultuda bir açıklama yapmaya yeltenirseniz, söyledikleriniz hiçbir işe yaramayacağı gibi “indirgemeci” sıfatını da hak edersiniz.

5


6

Bu girişi siyasal-toplumsal olayların gündelik hayata etkisi belli bir yoğunluğa ulaştığında bizden hep olaylara psikolojik bir bakış istendiği, sanki birkaç cümleye sığan bir formülle “çekirdek çatışma”yı dillendirmemiz beklendiği için söylüyoruz. Oysa akademide psikolojik bilimler, birbirinden farklı birçok söylem ve çalışma alanına ayrılmış durumda. Hal böyle olunca, psikolojik bilimler tarafından incelenmiş temel kavramları okuyucunun dikkate sunmak, onun bu kavramlar refakatinde düşüncelerini zenginleştirmesini beklemek en yerinde tutum olacak gibi görünüyor. Bize göre siyasal ve toplumsal hayatımızda yaşananlara psikolojiden bakabilme fırsatı için en işe yarar kavram “fanatizm” gibi görünüyor. Birçokları, şu anda toplumuzda ve siyasetimizde yaşanan en büyük sorunun “kutuplaşma” olduğu kanaatinde. Biz tam olarak böyle düşünmüyoruz; gergin siyaset diline rağmen ülkemizdeki toplumsal hayatın “kutuplaşma” denilebilecek fenomenlere fırsat vermeden kendine özgü bir ritimde sürüp gittiği kanaatindeyiz. Ancak toplumda çoğunluğu oluşturmamalarına rağmen bu gerilimci siyaset diline hayat veren, bu dilin yaslandığı ve yankılandığı fanatik kesimler olduğu açıktır ve bize göre “kutuplaşma” sanılan manzaraya neden olanlar da bunlardır. Eğer bu kesimlerin topluluk ruh hallerini anlayabilirsek, gerilimci siyaset dilimizin nasıl kurulduğunu da görebilir, belki ileride çözümü konuşma fırsatı elde edebiliriz. Gerilimci siyaset dilini ve onların yaslandığı ve yankılandığı kesimleri anlayabilmek için konuşmamız gereken “fanatizmin psikolojisi”dir.

Fanatizmin psikolojisine nasıl bakmalı? Fanatizm, çokça kullandığımız bir kavram olmasına rağmen psikolojik bilimlerde üzerinde uzlaşma sağlanmış bir tanıma sahip değildir. İngilizce’de


Fanatizm

fanatic sözcüğü, “dinsel çılgın; hayalci ve mantıksız tutkuları olan kişi” anlamına geliyor. Fransızca’da ise fanatique sözcüğüyle “hastalık düzeyinde aşırı tutkusu olan veya kendisini bir davaya, dini, siyasi ya da felsefi bir doktrine mutlak ve sorgulanmamış bir inançla adamış, büyük hoşgörüsüzlüklere varan ısrarlı çabalarıyla aşırılıklara sebep olabilen kişiler” kastediliyor. Bu iki anlam da birbirlerine çok yakın, zira tarihsel olarak aynı Latince kelimeden geliyorlar. Fanatizm, köken olarak Latince fanum sözcüğünden geliyor. İsim olan bu sözcük, “tapınak veya kutsal yer” anlamında kullanılıyor. Fanaticus sıfatı ise, eski zamanlarda, kendini tam anlamıyla aşırı bir çılgınlıkla mabede adamış kimseleri nitelemek için kullanılıyordu.1 Arapça’da fanatizme en yakın kavram olarak, çok eskiden beri ta‘assub sözcüğü kullanılıyor; ta‘assub sahibi kimseye de muta‘assıb deniyor. İlk bakışta ta‘assub’dan “bir inanca körü körüne bağlanma, dinde aşırı gitme” hali kastediliyor gibi görünüyor. Ama kelimenin kökeni “sinir,” “kas kirişi” anlamına gelen ‘asab; bundan gelen ‘asabiye isminin ise “sinirlilik, gerginlik” anlamının yanı sıra bir cemaatin bireyleri arasındaki toplumsal bağlılık ve dayanışma anlamı da var.2 Nitekim ‘asabiye bu ikinci anlamıyla “kan bağıyla bağlı olduğu topluluğun değerlerini mutlaklaştırmak ve bu değerleri haklıyı haksızı gözetmeden saldırgan bir şekilde savunmak” şeklinde tarif ediliyor.3 Dolayısıyla ‘asabiye Arapça’da ta‘assub gibi fanatizm anlamında da kullanılıyor.4 Dikkatle baktığımızda, bugün fanatizm kelimesini, gerek Latince gerek Arapça’daki özgün anlamına benzer bir manada kullandığımız ortaya çıkar. Ama bu dikkatli bakış, bize hem Latince ve Arapça’daki kelimelerin benzerlikleri kadar farkları da olduğunu, hem de bugün “fanatizm”i eski zamanlardakinden biraz değişik kullandığımızı gösterir. Bir yanda, yaşanan birçok sorunun kökeni gibi görülen ve kendilerine “fanatik” denilen insanlar, gruplar, düşünceler var; bir yanda da oldukça belirsiz ve tanımlanması güç bir kavram alanı. Kavramın belirsizliği, onun olumsuz niteliklerini isteyenin istediği kişiye, gruba ve düşünceye yöneltmek için çabalamasına neden oluyor. Herkes bir başkasını “fanatizm”le, fanatik ol1 2 3 4

C. Çağla, “Fanatizm ve Sivil Toplum Üzerine Sorular,” Cogito 53 (2007): 15-26. Hans Wehr, A Dictionary of Modern Written Arabic, yay. haz. J. Milton Cowan, 3. Baskı (New York: Spoken Language Services Inc., 1976), 615. H. Poyraz, “Fanatizm, Bağlanma ve Ahlak,” Cogito 53 (2007): 27-36. Hans Wehr, A Dictionary of Modern Written Arabic, 615.

7


8

makla suçlayabiliyor ve aynı zamanda kendisini de bu etiketlemeden (stigmatisation) kurtarmaya çalışıyor. Bugün fanatizm dendiğinde “Bir felsefi, siyasal, ideolojik görüşe veya bilimsel iddiaya karşı sorgu ve eleştirisiz tam teslimiyet; bir görüş veya tavrın şiddete bile başvuracak ölçüde savunuculuğunu yapmak; benimsenen bir görüş, düşünce veya tavrın tartışmaya açılmadan, bütün eleştirilerin dışında tutularak savunulması; ateşli taraftarlık; körü körüne bağlılık”5 şekillerinde bir tanım anlaşılıyor. Ancak bu şekilde tanımlanan “fanatizm”i, mesela “fundamentalizm”den ayırt etmek imkânsızdır. Fanatizm ve fundamentalizm kavramları, çok farklı tarihçelere sahip olmalarına rağmen zaman içinde birbirlerine yakınlaşmışlardır. Bu kavramlarla anlatılmak istenen “aşırılık,” “dışlayıcılık,” “karşıtlık” ve “dogmatizm” şeklinde özetlenebilecek dört temel nitelik6 üzerine inşa olan bir sosyopsikolojik olgular demetidir. “Aşırılık,” “dışlayıcılık,” “karşıtlık” ve “dogmatizm” şeklinde özetlenebilecek bu olgular demetini, aslında Türkçe’deki “bağnazlık” sözcüğü çok iyi betimliyor. Gerçi Tietze’ye göre7 “bağnaz” sözcüğü, Almanca’da “köylü, cahil, dağlı, kaba insan” anlamındaki “banause” sözcüğünden dilimize girmiş, Almanca’ya da Yunanca’dan gelmiştir ama bugünkü anlamı oldukça farklıdır. “Bağnaz”a çok yakın bir anlam öbeğine sahip Türkçe’deki “yobaz” sözcüğü de, bugünkü anlamını kazanmadan önce “kaba saba, kuvvetli” anlamına geliyormuş.8 Bu şekilde muhtelif anlam kaymalarına uğradıktan sonra, “dar görüşlü, dar kafalı, örümcek kafalı, katı düşünceli, sığ düşünceli, sabit fikirli, ufuksuz” gibi anlamlar taşıyor bugün Türkçe’deki “bağnaz” ve “yobaz” sözcükleri. “Yobaz”da, dini inanca bağlılık vurgusu biraz daha öne çıkmış gibi görünüyor. “Bağnaz kimse” dediğimizde ise, karşımıza kapasitesi ve bağlılıkları itibariyle dar bir zihinsel çerçevede kalan, durağan, gelişmeye kapalı, ufuksuz bir kişilik çıkıyor. Türkçe’de bağnaz sözcüğüne karşılık gelmesi, fanatizmi, Latin kökenli dillerde ve Arapça’daki ruhsal bir durumu esas alan anlamından kurtarıyor; onu bir zihin durumuyla ilişkilendirerek daha nesnel bir resmin canlanmasına olanak veriyor. İnancına coşkuyla bağlı olan veya kan bağıyla kökleri-

5 6 7 8

Ö. Demir ve M. Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü (Ankara: Adres Yayınları, 2006). K. Emiroğlu ve S. Aydın, Antropoloji Sözlüğü (Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2003), 321-322. A. Tietze, Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügati (İstanbul: Simurg Yayınları, 2002). A. İnam, “Bağnazlığa Bir Bakış,” Cogito 53 (2007): 135-145.


Fanatizm

ne sımsıkı ve gergin bir şekilde bağlanan bir kimseden ziyade, dar düşünüşlü, sığ görüşlü, belli bir kalıba sıkışmış, değiştiremediği düşünceleri nedeniyle fikri sabitlenmiş birini anlatıyor bağnaz sözcüğü. Bir başka deyişle “bağnaz (-lık)” sözcüğü, hem fanatizm hem fundamentalizm için ifade edilen tüm nitelikleri kapsıyor. Fanatizmi, bağnazlık olarak anladığımızda kavram kargaşasını netleştirme imkanını elde ediyoruz. İnançlarına, akrabasına, ülkesine, milletine güçlü bağlarla bağlı olan insanların haksız yere “fanatik” diye nitelendirilmelerinin önüne geçmiş oluyoruz. “Fanatik” dediğimizde her inançtan, her düşünceden, her yaşama tarzından insanların bazılarında görülebilecek sığ bir zihin yapısı ve hastalıklı bir bağlanma biçimine gönderme yapıyoruz. Gündelik yaşantımız sırasında, gerek siyasi-ideolojik fikirlerine, gerek bir partiye, bir spor kulübüne, bir derneğe, hatta bir insana yönelik ilişki ve değerlendirmelerine bakıp “bu insanın bağlanma ve akıl yürütme biçiminde bir tuhaflık var” hissini duyduğumuz kimseleri daha iyi tanıma imkanı buluyoruz. Kendisini çok açık görüşlü, ilerici, aydın diye niteleyen bir kişinin inançsız, ateist olduğunu belirten bir kimsenin de pekala fanatik olabileceğini kolayca anlayabiliyoruz. En özgürlükçü olanları da dahil olmak üzere her düşüncenin fanatiği olabilir. Mustafa Kemal Atatürk’ün hepimiz için çok önemli tarihsel bir şahsiyet olduğu gerçeği ile yetinmeyip onun bulutlardaki siluetine bile bel bağlayanlara, güya çağdaş yaşamı savunma adına dindar insanları aşağılamaya varan tavırlar gösterenlere bakıldığında anlaşılır ki fanatizmde neyin savunulduğu değil, nasıl savunulduğu belirleyicidir. İnsanın bir şeyi nasıl savunduğunu ise onun kendine özgü zihinsel işleyişi, psikolojik yapısı belirler. Bağnazlığın dilimizdeki tam karşıtı olan sözcük, “hoşgörü”dür. Nasıl bağnazlıkta “aşırılık,” “dışlayıcılık,” “karşıtlık” ve “dogmatizm” nitelikleri belirleyiciyse, onun tam karşı kutbunda yer alan hoşgörüde de “esneklik,” “kapsayıcılık,” “kabul edicilik,” “ötekine saygı” nitelikleri belirleyicidir. Bağnazlık, hoşgörülü olmamaktır. Burada “fanatizm” adı altında, hoşgörünün karşı kutbunda yer aldığını varsaydığımız özellikleri içeren bir tanım alanından bahsedeceğiz; esnek olamayan, insani sorunları herkesi kapsayacak biçimde kavrayamayan, başkalarını kabul edemeyen ve onlara saygı göstermeyi beceremeyen bağnaz insanları, insan gruplarını ele alacağız. Bunların birbirlerine karşıt kutuplarda yer alan sosyopsikolojik olgu demetleri olduklarını söyledik ama bir noktayı açıklığa kavuşturmamız gerekiyor: Aslında bağnazlığa benzer kimi tutumlar, insan olarak hepimizin davra-

9


10

Kendi gerçeklik tasarımımıza (“benim doğrum” dememiz gerekirken), “doğru” diyoruz. Tikel ve bireysel olanı, genel ve kamusal bir hale dönüştürüyoruz.

nış repertuarlarında görülebilir; zaman zaman hepimiz bu olgular demetinin içinde yer alan davranışlar sergileyebiliriz. Pragmatist filozofların oldukça meşgul olduğu, “doğru” (true) ile “gerçek” (real) arasındaki fark sorununu anlayabilirsek, insanın yapısında bu karşıt kutupların niye yer aldığını çözmeye de yaklaşmışız demektir.

Nasıl ki yaşayıp giderken kendi bağnazlıklarımızın farkına varmıyorsak, gündelik hayatın içindeki “doğru” ile “gerçek” arasındaki ayrıma da hiç dikkat etmiyoruz. Doğru olanın gerçek, gerçek olanın da doğru olduğuna otomatik bir tarzda inanıveriyoruz. Bizim bu oldukça insani olan otomatizmamızı, doğru ile gerçek arasında bir ayrım olmadığını varsayan ve günümüz dünyasında zihinlerimizi belirleyen pozitivist bilim ideolojisinin yaygın söylemi ayrıca besliyor. Gündelik hayatın içinde “doğru” ile “gerçek”, birbirleriyle çok yakından bağlantılı olsalar da asla aynı şeye karşılık gelmiyorlar. Bir kere köken olarak farklılar; “doğru”, bilgiyle, felsefe diliyle söyleyecek olursak epistemolojik alanla, “gerçek” ise, varlıkla, yani ontolojik alanla ilgilidir. “Doğru” bireyin zihninin bir ürünü iken “gerçek” ise bireyden de, onun zihninden de bağımsız bir biçimde mevcuttur. Bizim fani (ephemeral) varoluşumuzdan, gerçekliğe baktığımızda ürettiğimiz gerçeklik tasarımına (represantation) “doğru” diyoruz. Bu anlamda kaçınılmaz biçimde hepimizin “doğru” ları, daha doğrusu önyargıları var. Bu yüzden Hans Georg Gadamer, önyargının herkes için kaçınılmaz olduğunu uzun uzun anlatmaya çalışıyor.9 İşte bağnazlıkların temelinde de her birimizin gerçeklikle ilişkisi sırasında üretmiş olduğu doğrularımız, önyargılarımız yer alıyor. Kendi gerçeklik tasarımımıza (“benim doğrum” dememiz gerekirken), “doğru” diyoruz. Tikel ve bireysel olanı, genel ve kamusal bir hale dönüştürüyoruz. Ontolojik olanı, epistemolojik olana dönüştürdükçe aslında gerçekliğe yalnızca kendi algılarımızın temellük edebileceğini iddia etmiş, yani kendi bağnazlığımızın sınırlarını koymuş oluyoruz. Hepimiz için önyargılarımız, hoşgörülü olamayacağımız bir alana geldiğimiz kırmızı hattır; o alana girmek, orasını değiştirmek çok zordur. Demek ki hepimiz için ilk bakışta bağnaz ya da fanatikmiş gibi algılanabileceğimiz bazı koşullar vardır. Hasta çocuğu için uğraşan bir ebeveyn, ülkesi 9

Hans Georg Gadamer, Truth and Method (New York: Seabury Press, 1975).


Fanatizm

işgal edilmiş bir yurtsever, girdiği sınavı kazanmak zorunda olan bir insan örneklerinde ne demek istediğimiz çok kolayca anlaşılabilir. Hepimiz için hoşgörümüzün bir sınırı, “yeter artık” diyeceğimiz, dayanma gücümüzün bittiği bir nokta bulunuyor. Hepimiz bazen fanatizme benzer tepkiler verebiliriz ama kelimenin tam anlamıyla “fanatizm” ile bu tepkiler her zaman aynı şey değildir. Bu sözleri fanatizmi meşru göstermek için söylemiyoruz. Hoşgörüyle uyuşmayan her davranışı “fanatizm” olarak kodlamak, günlük hayatımız sırasında hepimizin yapabileceği türden saçma ve tuhaf her davranışı şizofreni sanmakla eşdeğerdir. Hatalı olduğu gibi, etiketleme nedeniyle haksız ve tehlikelidir. Doğru ile gerçeği birbirine eşitlememiz ve önyargılarımızın olması gerçi fanatizme gidişin yolunu döşer ama aynı zamanda var kalabilmek için belli ölçülerde sahip olmamız gereken niteliklerdir. Önyargılarımız kaçınılmazdır ancak aşırı olduklarında, tüm zihin dünyamız onlarla dolduğunda, başka fikir ve inançların da kendine göre bir meşruiyeti olduğunu düşünemez hale geldiğimizde sağlıklı insan ilişkileri sürdürmemizin önündeki en büyük engeli oluştururlar. Çünkü kendimize ait ne kadar çok tartışmasız doğrumuz varsa, başkalarının doğrularını da o kadar reddediyoruz demektir. Başkalarının doğrularını hesaba katmayan bir anlayış, ideal iletişimi, anlaşma ihtimalini dinamitler. Özetle, insan psikolojisi söz konusu olduğunda iki yüzü olan bir madalyonla, belli bir mesafeyi uygun biçimde ve uygun hızda kat etmemizi ge-

11


12

Eğer çocukluk yaşantılarımız sırasında bizi yeterince anlayan, bizimle duygudaş olan bir sevgi ortamında büyümüşsek, başkalarını algılamamız, onların varlığını ve doğrularını kabullenmemiz daha kolay oluyor. Böyle hallerde en azından kendi doğrularımızın kesinliği konusunda daha esnek davranabiliyor, doğrularımızdan vazgeçmesek de onları diyalog boyunca askıya alabiliyoruz.

rektiren bir dansla karşı karşıya kalıyoruz. Önyargılarımızı en aza indirmeye çalışmalıyız ama hoşgörü adına insanlardaki, ilişkilerdeki ya da hayattaki olumsuzlukları kabullenen bir teslimiyetçi gibi de davranamayız. Bir başka deyişle inançlarımızın kıymetini bilmeli, onlardan üreteceğimiz değerler olmasaydı yolumuzu kaybedeceğimizin farkında olmalıyız ama bu başkalarını hiçe indirgememizi, insandan saymamamızı da gerektirmez. Gerçeklik hakkında kendi doğrularımızın “kesin” ve “genel” doğrular olduğunu ileri sürmek, aynı zamanda her türlü fanatizmin ortaya çıkmasına elverişli bir zemin hazırlıyor. Peki, neden kendi doğrularımıza böyle sıkı sıkıya yapışıyor, karşımızdakinin fikirlerini, hatta insan olarak varlığını yok sayıyoruz? Nedir bizi fanatik bir ruh haline iten dinamikler? Birazdan daha ayrıntılı biçimde ele alacağız ama mesleki jargonla konuşmaya başlamadan önce gündelik dille anlatmaya çalışalım:

Eğer çocukluk yaşantılarımız sırasında bizi yeterince anlayan, bizimle duygudaş olan bir sevgi ortamında büyümüşsek, başkalarını algılamamız, onların varlığını ve doğrularını kabullenmemiz daha kolay oluyor. Böyle hallerde en azından kendi doğrularımızın kesinliği konusunda daha esnek davranabiliyor, doğrularımızdan vazgeçmesek de onları diyalog boyunca askıya alabiliyoruz. Birçok karışık psikoloji teorisinin sorumuza verdiği cevap, üç aşağı beş yukarı bu ifadelerle özetlenebilir. İnsan olarak ilerlemek istiyorsak, karşımızdaki insanın varlığını da kabul etmek zorundayız ve bunun temelleri bebekliğimizde annemizin varlık nedeninin, tek görevinin bize bakım vermek olmadığını fark ettiğimiz zamanlara dayanıyor. Karşımızdaki insanın görüşlerini olmasa bile varlığını, ihtiyaçlarını onaylamak ve diyalog da bizim için kendi doğrularımız kadar gerekli ve önemli. Dünyanın merkezi biz değiliz; burada başkaları da var. İyi ki de var bu başkaları. Annemizin de “başkaları”na dâhil olduğunu düşünürsek, onlar olmasaydı hayatta kalmamızın mümkün olmayacağını, dahası onların içimizdeki sevgi ve anlayışın kaynağı olduğunu anlayabiliriz. Başkalarına güve-


Fanatizm

nebilmemiz, kendimize güvenimizi misliyle arttırır. Böyle düşünüp yaşadıkça kendimize güvenimiz de hoşgörümüz de dalga dalga büyür. Ama yetişme ortamımız anlayışsız ve düşman bir çevre tarafından işgal edilmişse, başkaları bizim için olumlu bir anlama gelmiyorsa, yaşama hevesimiz için başkalarıyla diyalogdan medet ummayız. Başkaları bizim için haz ve güven değil, korku ve tehdit kaynağı olur. Yaşama hevesimizi, arzularımızı kendimize doğru çeviririz. “Kötü” diye nitelediğimiz başkalarına karşı, kendi doğrularımızın zırhına sığınıp korunmaya çalışmaktan başka çaremiz kalmaz. Doğrularımızı ve kendimizi ne kadar abartırsak o kadar güvensiziz demektir -- başkalarına ve dolayısıyla da kendimize güvensiz.10 Fanatizm bu güvensizlik toprağında yeşerir, hayatın sonraki evrelerinde de güven ortamı oluşturulamazsa dal budak salar, tüm psikolojimizi işgal eder. Böyle baktığımızda görüyoruz ki fanatizm, birçok boyutu olmakla birlikte temelde psikolojik bir olgudur; onun ideolojik-siyasi görünümleri yalnızca görünüştedir.

Dünyanın merkezi biz değiliz; burada başkaları da var. İyi ki de var bu başkaları. Annemizin “başkaları”na dâhil olduğunu düşünürsek, onlar olmasaydı hayatta kalmamızın mümkün olmayacağını, dahası onların içimizdeki sevgi ve anlayışın kaynağı olduğunu anlayabiliriz. Başkalarına güvenebilmemiz, kendimize güvenimizi misliyle arttırır. Böyle düşünüp yaşadıkça kendimize güvenimiz de hoşgörümüz de dalga dalga büyür.

Söylediklerimizi aynı zamanda bir grup-varlık (group-being) olan insanın topluluk yaşantısına aktarmak, grup ve toplulukların nasıl fanatik oldukları sorusuna felsefi bir cevap bulmak artık güç değildir. Tıpkı insan tekinin olduğu gibi toplulukların da var kalma mücadeleleri, bunun için de fanatikçe, kıskançlıkla korudukları özellikleri vardır. Doğal felaketler, doğadan kaynaklanan güçlükler, kuraklık, açlık, ekonomik ve toplumsal kaoslar, siyasi zaaflar, savaşlar, çatışmalar toplumları içinden çıkılamaz güvensiz bir ortama sürükleyebilir. Böyle zor durumlarda, güvensizlik içinde yaşayan toplumlar, kendi özelliklerini fanatikçe abartma yoluna giderek tüm suçları diğer toplumlara ya da günah keçisi olarak seçtikleri bir topluluğa yükleyebilirler. Ama nasıl insan tekinin içinde fanatizmin olduğu gibi hoşgörünün de potansiyelleri varsa, toplumsal psikolojide de fanatizme olduğu kadar ba-

10

Erol Göka, Buradan Böyle (İstanbul: Okyanus Yayınları, 2001), 203-206.

13


14

Doğrularımızı ve kendimizi ne kadar abartırsak o kadar güvensiziz demektir; başkalarına ve dolayısıyla kendimize güvensiz. Fanatizm bu güvensizlik toprağında yeşerir, hayatın sonraki evrelerinde de güven ortamı oluşturulamazsa dal budak salar, tüm psikolojimizi işgal eder.

rışa ve diyaloğa da yer vardır. Hangi yanların öne çıkacağını, toplumun nerede, ne zaman, nasıl fanatikçe tepkiler vereceğini maddi yaşam koşulları belirler. Hiçbir toplum, doğuştan, özsel olarak fanatik değildir. Fanatizm üzerine genel felsefi bakışımızı bu şekilde ortaya koyduktan sonra artık ayrıntılara gelebiliriz. Önce fanatizmin bireysel psikolojisinin, yani tek bir insanda ortaya çıkışı ve görünümlerinin psikolojik bilimlerde nasıl ele alındığı üzerinde duracağız. Burada biraz yol aldıktan, fanatizmin bireysel psikolojimizde nasıl ortaya çıktığını iyice anladıktan sonra, toplulukların zihniyetlerinde fanatizmin nasıl bir psikolojik zemin bulduğuna sıra gelecek.

Fanatizme bireysel psikolojik yaklaşım Fanatizmin birçok farklı türü olabilir; bir düşüncenin, bir inancın, bir siyasi akımın, bir topluluğun, bir takımın, bir kişinin fanatik bağlılıkları olabilir. İlk bakışta bu bağlanma biçimleri arasında, sözgelimi hayatını bir futbol takımının başarı grafiğine göre ayarlamak ile şöhretli bir şarkıcının yaşama ritmine göre ayarlamak arasında bir benzerlik kurulamaz. Bırakın benzerliği, bir takımın fanatik taraftarı ile bir siyasi düşüncenin fanatikçe inananı arasında zıtlıktan bile bahsedilebilir. Ama insanımız inanılmaz bir sezgiyle fanatiklerin aynı kumaştan dokunduklarını fark etmiş, “takım tutar gibi parti tutma”ya hiç de prim vermemiştir. Elbette siyasi taraftarlık ile takım taraftarlığı arasında kimi farklar bulunur; ancak bir insana, bir nesneye bağlanmanın psikolojik temelleri titizlikle araştırıldığında, insan yavrusunun doğumundan itibaren gelişimi ve ilişkileri dikkatle gözlendiğinde, bu bağlanma biçimlerine büyük ölçüde benzerlik de sergilediği görülecektir. Fanatizm, eninde sonunda bir bağlanma biçimidir ve tüm insan-insan ve insan-nesne ilişkilerindeki hastalıklı bağlanma türleriyle ilgili olabilir. Ancak sapla samanı karıştırmamak da icap eder. Sözünü ettiğimiz fanatik bağlanma biçimleriyle mütedeyyin insanın dinine, yurtsever insanın ülkesine ve milletine, muhafazakâr insanın geleneklerine, sağlıklı taraftarın takımına, sağlıklı âşığın sevgilisine bağlılığı arasında dağlar kadar fark vardır. Hastalıklı ve sağlıklı bağlanma biçimleri arasındaki farklılık, her şeyden önce kişinin psikolojik yapısıyla ilgilidir. Hastalıklı bağlanma biçimleri, esasen hastalıklı psikolojilerin, kişiliklerin işidir.


Fanatizm

Summers,11 bir düşünceye, bir kitaba, bir lidere, bir gruba böyle fanatikçe bağlanma ihtiyaFanatik zihniyetin en cının altında psikolojik bir savunma mekanizbelirgin özelliklerinden masının yattığını söyler. Ona göre, benliğinin biri, mutlakçı oluşudur. (ego) bir bölümünü atmak pahasına, kendini Fanatik gruplar, varlıklarını çok katı kuralları olan bir grupla, kişiyle veya dayandırdıkları ilkeleri, ideolojiyle özdeşleştirmenin altında yatan ruh kuralları ve normları hali, insanın hayattaki belirsizliğe karşı kendisini savunma çabasından kaynaklanır. Summutlak kabul eder; mers, fanatiklerdeki bu hastalıklı bağlanma habunların yorumlanmasını, linin, hem bağlanan hem bağlanılan tarafından eleştirilmesini, karşılıklı olarak birbirini beslediği kanaatindedeğiştirilmesini dir. Fanatikçe bağlanılan gruplar ve ideolojiyasaklarlar. Esas ilkelerin ler, onlara bağlanan bireylerden, kendilerini tamutlak ve değişmez bir mamen gruba adamalarını ve farklı fikirler taşıbiçimde doğru olduğuna yanlara karşı şüpheci olmalarını ister. Hızlı geinanırlar. lişen teknolojinin ve hızla değişen yaşam tarzlarının etkisi altında modern çağa ayak uydurmakta zorlanan bazı bireylerin, içlerindeki birtakım ilkel kaygılara (primitive anxiety)12 karşı fanatizme saptıklarını söyler. Ona göre fanatizm modern zamanların ürünüdür. Modern zamanların yükünden başka türlü kurtulmayı başaramayan bireyler, kendi benliklerini grubun sarsılmaz derecede katı olan ve ötekileri dışlayan grup içi yapılanmasına dâhil ederler. Tüm bunlar, modern bireylerin kimliklerindeki kırılganlığa işaret eden gelişmelerdir. Fanatik zihniyetin en belirgin özelliklerinden biri, mutlakçı oluşudur. Fanatik gruplar, varlıklarını dayandırdıkları ilkeleri, kuralları ve normları mutlak kabul eder; bunların yorumlanmasını, eleştirilmesini, değiştirilmesini yasaklarlar. Esas ilkelerin mutlak ve değişmez bir biçimde doğru olduğuna inanırlar. Bu “ya hep ya hiç” tarzı “siyah-beyaz” düşünce yapısıyla kendilerini de dünyayı da bölerler (splitting). Bunu yapmalarının nedeni, Summers’ın dediği gibi, bu yolla benliklerini içlerinden gelen ilkel kaygılara karşı koruyacaklarını sanmalarıdır. Elbette bu sanı bilinçli değil bilinçdışıdır; yani kişi farkına varmaksızın psikolojik ihtiyaçlarına uygun bir zihin işleyişi geliştirir. Bu söylenenlerden fanatizmin insanın bilinçli bir seçimi değil, yaşa11 12

Frank Summers, “Fundamentalism, Psychoanalysis and Psychoanalytic Theories,” Psychoanalytic Review 93, 2 (2006), 345. James Springett, “Religious Fundamentalism and Primitive Projective Processes,” Psychoanalytic Psychotherapy 17, 4 (2003).

15


16

nan güçlükler karşısında bazı psikolojik mekanizmalarla savrulduğu bir durum olduğu ortaya çıkar.13 Eğer bir psikolojik olgu, bilinçli tercihlerden değil farkına varılmayan kaynaklardan köken alıyorsa, bu onu değiştirmenin ne denli zor olduğuna işaret eder. İnsanın, davranışlarının kökeni hakkında bir içgörüsü olmaksızın onu değiştirme çabası içine girmesi imkânsızdır. Fanatiğin dünyayı mutlak ve katı bir şekilde “siyah-beyaz” olarak algılamasının psikolojik nedenlerinden en önemlisi, psikolojik gelişim sürecinde kendisini (self; kendilik, öz) şu veya bu nedenle “öteki”nden ayıramamış ve bireysel sınırlarını kuramamış olmasıdır. Elbette burada “öteki” derken kastettiğimiz, anne ya da bebeğe birinci dereceden bakım veren kişidir. Bireyler benlik gelişim sürecinde, ilk başta kendi benliklerini anneyle bir bütün olarak algılarlar; çevredeki her şeyin kontrol edildiğine dair tümgüçlü (omnipotent) bir algılama ve fantezi dünyası içindedirler. Annenin iyi bakım vermesi, bebeğe zarar gelmesini engellemenin ve onun hayatta kalması için asgari koşulları oluşturmanın yanında, bebeğin psikolojik bütünlüğü için de çok önemlidir. Aynı zamanda bebeğin doğal olarak ortaya çıkan birtakım küçük hayal kırıklıkları ve yoksunluklar yaşaması da bu tümgüçlü algılamanın yumuşak bir şekilde gerçeğe dönmesine hizmet eder ve bebeğin anneden sağlıklı bir şekilde ayrılmasını, daha doğrusu psikolojik olarak ayrışmasını sağlar. Bebeğin doğumdan sonraki ilk aylarda kendisini annesiyle bir bütün olarak algıladıktan sonra yavaş yavaş annesinden farklı bir birey olduğunu 13

Frank Summers, “Fundamentalism, Psychoanalysis and Psychoanalytic Theories,” 329-352.


Fanatizm

hissetmeye başlaması, ayrı bir varlık olduğuna dair başlangıç bilgileri edinmesi, daha sonradan tutarlı ve sağlam bir kişilik geliştirmesinin ilk aşamasıdır. Bir başka deyişle, ötekinin ayrı bir öznelliğe (subjectivity) sahip olduğunun kavranması, bireyin kişilik gelişiminin sağlam olması açısından büyük önem taşır ve bunun psikolojik kaynakları bebekliğimizin ilk zamanlarına kadar uzanır. İnsan hayatındaki normal gelişim süreci, bebeğin fiziksel olarak anneden nasıl ayrışmışsa psikolojik olarak da benzer bir ayrışmayı başarabilmesi şeklinde işler. Ayrışmayı, bireyselleşme izler; bu ikisi at başı gider. Ne kadar ayrışabilmişsek kendi bireysel varlığımıza, kişiliğimize o kadar yol açmışız demektir. Yeterince iyi bir anne-bebek ilişkisinde (good enough mothering), bu ayrışmanın ve bireyselleşmenin sağlanabileceği temel güven ortamı vardır. Ama bazen çeşitli nedenlerle psikolojik ayrışma ve bireyselleşme başarılamaz. Bu nedenlerin başında, annenin çocuğa yeterince iyi annelik yapamaması gelir. Yeterince iyi anneliğin yapılamadığı, yani annenin bebeğin tümgüçlülüğünü travmatik bir şekilde yok ettiği ve kendisinden ayrılmasına izin vermeyecek şekilde ya fazla yakın ya da fazla uzak davrandığı durumlarda, bebek ayrışma sürecini normal seyrinde yaşayamaz. Anneden ayrılmayı, ayrışmayı ve bireyleşmeyi (separation-individualisation) tamamlayamadan erişkin yaşa gelmiş olan kimseler, annenin kimliğine karışmış bir benlikle yaşamlarına devam ederler.14 Ayrışma ve bireyselleşme süreçlerini tamamlayamadan erişkin hale gelen kişi, kendisine ait duygusal bir alan üretemez, öznelleşemez, kendini var etmek için hep başkasına bağımlı olduğu bir varoluş halinde kalır. Kendi varlığını ya hep bir ötekine “göre”, ya da ötekine “rağmen” kurar. Ötekileri, kendi başlarına farklı bireyler olarak görmek yerine ya kendini mutlu eden, bağımlı tarzda ilişkilere sahip olduğu “iyiler,” ya da kendini mutluluktan mahrum eden düşmanlar veya “kötüler” olarak görür. Ötekilerle ya sevgi ya nefret ilişkisi geliştirir. Ayrışma ve bireyselleşmeyi başaramamış kimseler, bunların haricinde, kendi başlarına kaldıklarında varoluş kaygısı ve yalıtılmışlık (isolation) duygusu yaşadıklarından gruplara bağlanma ve aidiyet alanında da sorun yaşarlar. Birey olarak var olamayanlar, kendi başlarına var kalmayı beceremeyenler, kendileri için yeterli bir bireysel kimlik duygusu geliştiremeyenler, fanatik özellikleri olan gruplar içinde bireyselliklerini yitirerek dünyayla 14

Margaret Mahler, Fred Pine ve Anni Bergman, The Psychological Birth of the Human Infant: Symbiosis and Individuation (New York: Basic Books, 1975); Donald W. Winnicott, The Maturational Process and the Facilitating Environment (New York: International Universities Press, 1965).

17


18

daha iyi baş eder hale gelirler. Bağımlılık ve bir başkasıyla bütünleşme ihtiyaçlarını, bir liderle ya da grubun fanatik ideolojisiyle birleşerek giderirler. Bunun karşılığında gruptan onay ve kabul görürler. Fanatik gruplarda ideolojinin mutlaklığı, grubun kendisiyle dış dünya arasında bazen fiziksel bazen de psikolojik sınırlar kurmasına yardımcı olur. Bu sınır koyma işini, bireyleşememiş kişi kendi başına yapamamaktadır. Bireyleşememiş kişi, kendisini ancak bağımlı tarzda bir ilişkinin içinde var edebilir ki fanatik gruplarda böyle bir bağımlılık ilişkisi zaten grup için bir normdur. Fanatik grupların tam sadakat beklentisi, kesin ve mutlak kuralları, bireyleşememiş kişinin hayatın içindeki doğal belirsizlikten duyduğu temel varoluş kaygısını yok eder. “Kutsal” olarak algılanan ideoloji ya da töreden kaynaklanan ilke ve normlara bağlı olmak, bu gruplarda yer alan bireyleşememiş insanların içsel yalıtılmışlık duygularını ortadan kaldırarak onlara nispi bir ferahlık hissi verir. Fanatik ruhlarda, farklılık getirecek hiçbir şeye yer ve tahammül yoktur. Fanatikler, hayat karşısında çok az bile olsa esneme payı bırakmazlar.15 Bu noktada yine bir uyarı yapmamız gerekiyor. Elbette mütedeyyin bir insanın dinine; yurtsever, muhafazakâr bir insanın ülkesine ve geleneklerine bağlılığından da bir hoşnutluk, ferahlık neşet eder. Ama bu hoşnutluk ve ferahlığın nedeni, görevini yapmış, sorumluluğunu yerine getirmiş olmanın rahatlığıdır. Onların hoşnutluğu, fanatik kimselerde görüldüğü gibi, yalnızlıktan kıvranan ruhlarını bir parça dizginleyebilmelerinden değil, hasbî (authentic) yaşantılarından kanaklanır. Kaldı ki sağlıklı bağlılıklarda, fanatik kimselerde görüldüğü gibi, insanın dünya hayatından kopması, kendini her şeyiyle, tüm varlığıyla hastalıklı bağlanma nesnelerine adaması söz konusu değildir. Bireyleşememiş kimseler, yer aldıkları (çoğunlukla marjinal, ideolojik) gruplarda, aynı zamanda, anneleriyle kendilerini bütün hissettikleri bebeksi tümgüçlülüğü yeniden yaşarlar. Fanatik gruplarda dünyayı grubun temel ilkelerine göre değiştirme isteği, en önemli motivasyonlardan biridir. Fanatik, kendisini o kadar adanmış ve o kadar güçlü hisseder ki, tüm dünyanın, kendisinin ve grubunun istediği gibi olmasının an meselesi olduğuna inanır.

15

Frank Summers, “Fundamentalism, Psychoanalysis and Psychoanalytic Theories,” 345.


Fanatizm

Fanatik gruplar oyun, sanat, mizah gibi insani yaşantılara genellikle yasak koyar veya ancak ideolojik ilkelerin hükümranlığındaki uygulamalara müsaade ederler. Çünkü bunlar farklı bakış açılarına izin veren, önceden tahmin edilemezlik ve belirsizlik yaratan, bireyselleşememiş kimselerin bakmaya tahammül edemeyeceği pencerelerdir.

Fanatik, kendisini o kadar adanmış ve o kadar güçlü hisseder ki, tüm dünyanın, kendisinin ve grubunun istediği gibi olmasının an meselesi olduğuna inanır.

Fanatiklerin liderleriyle ilişkileri de sorunludur. Liderlerine körü körüne boyun eğerler, onları yüceltirler ve bunu rasyonel olgusallıktan tamamen kopararak yaparlar. Dışarıdan zarar görme düşüncesiyle yoğun bir şekilde ilkel savunma mekanizmalarına başvururlar. Bu savunma mekanizmaları, ayrışma ve bireyleşme sürecinin en başında, bebekliğin ilk zamanlarında yaşanır; “ilkel” diye nitelenmelerinin nedeni de odur. Yaşamın ilk yılında güçlük ve çaresizlik içinde olan ve annesine tamamen bağımlı biçimde yaşayan bebeğin, zamanla, ayrışma ve bireyleşme süreci içinde yol aldıkça, bu ilkel savunma mekanizmalarını olgun düzeneklerle değiştirmesi beklenir. Bebekliğin ilk zamanlarındaki psikolojik yapılarla çok ilgilenen ve erişkin hayatımız için bu ilk yaşantıların temel oluşturduğunu öne süren Melanie Klein, Freud’un öğrencisi olmasına rağmen onun teorisinden oldukça farklı bir psikanalitik yaklaşım geliştirmiştir. Bebekliğin ilk aylarında devreye giren bu savunma mekanizmalarını ilk olarak onun çalışmalarından öğrenmeye başladık. Klein’a göre16 bebeğin yaşadığı kaygı o kadar büyüktür ki onunla baş etmek ve kararsızlık, belirsizlik ve ikilemler (ambivalance) karşısında dağılmamak için bebek yaşantılarını, algılamalarını keskin bir tarzda “iyi” ve “kötü” diye böler, birbirinden keskin çizgilerle ayırır (splitting); iyileri idealleştirirken (idealisation) kötüleri değersizleştirir (devaluation).17 Bunun neticesinde, dış dünyada bir takım düşmanlar belirler ve kendi bebek ruh haliyle onlarla sonuna kadar savaşmaya çalışır. Bebeklerin olgun olmayan iç dünyaları belirsizliğe tahammül edemez, kesinlikler arar.

16 17

Melanie Klein, “Notes on Some Schizoid Mechanisms,” International Journal of Psychoanalysis 27 (1946): 99-110.. James Springett, “Religious Fundamentalism and Primitive Projective Processes”; Otto Kernberg, “Psychology of Religious Fundamentalist Ideologies,” Sözlü Bildiri, New York Academy of Medicine, 30 Ekim 2001.

19


20

Klein’a göre bebeğin yaşadığı kaygı o kadar büyüktür ki, onunla baş etmek için, kararsızlık, belirsizlik ve ikilemler (ambivalance) karşısında dağılmamak için bebek yoğun biçimde yaşantılarını, algılamalarını “iyi” ve “kötü” diye böler, birbirinden keskin çizgilerle ayırır (splitting); iyileri idealleştirir (idealisation), kötüleri değersizleştirir (devaluation). Bunun neticesinde, dış dünyada düşmanlar belirler ve kendi bebek ruh haliyle onlarla sonuna kadar savaşmaya çalışır.

İlk olarak Melanie Klein tarafından tanımlanan bu savunma mekanizmalarına başvurmanın, daha doğrusu fanatik kişilerin yaşamın ilk yıllarına ait bu mekanizmaları kullanmasının, fanatizmi anlamak bakımından büyük bir değeri vardır. Öyle ki, sadece Klein’ın “bebek” dediği yerleri “fanatik” diye okusak bile fanatiğin iç dünyasındaki birçok noktayı anlayabiliriz. Fanatizmin bireysel psikolojisini anlamaya çalışırken bu anlattıklarımızın dışında bazı psikanalitik kavramlar da çok işimize yarar. Bunlardan birisi “geçiş nesnesi” (transitional object) kavramıdır.18 “Geçiş nesnesi,” çocuğun uykuya dalarken ya da rahatlamak için yanında olmasına ihtiyaç duyduğu, sadece kendisine ait olan yastık, oyuncak ayı, battaniye, tülbent gibi bir nesnedir. Çocuğun kendisi (self) ile kendisi olmayanı, yani ötekini ayırt etmeye ve anneden psikolojik olarak ayrılmaya başladığı dönemde ilk geçiş nesnesi ya da geçiş olgusu ortaya çıkar. Bu nesne, çocuk için, kendisinden ayırt edebildiği ilk “ben olmayan nesne”dir; ancak tam olarak dışsal gerçekliğe de ait değildir. Bu yönüyle tam manasıyla bir “ben olmayan nesne” değildir. “Ben” ile “ben olmayan” arasındaki belirsiz alanda yer alır.

Vamık Volkan, geçiş nesnesinin çocuk için işlevini deniz feneri analojisini kullanarak dile getirir. Bir tarafı ışık geçirir ve saydam, bir tarafı ise ışık geçirmez olan bir fener, çocukla dış gerçeklik arasında yer alır. Çocuk, rahat ve huzurluyken saydam tarafı dış dünyaya çevirir ve aydınlanan dış dünyadan gelen bilgiyi bu saydam taraf aracılığıyla içine alır. Dışsal gerçekliğin, kendisinden ayrı ve farklı olduğunu algılamaya başlar. Ancak rahatsız ve huzursuzken ışık geçirmez olan tarafı çevirir ve kendisini, düş kırıklığına yol açan dış dünyaya kapatır. Bu şekilde dışsal gerçekliği belli oranda kontrol altına alarak ve onu ortadan kaldırarak huzur bulmaya çalışır.19 18 19

Donald Winnicott, Playing and Playing and Reality: Transitional Objects and Transitional Phenomena (New York: Basic Books, 1971). Vamık Volkan, “Some Observations on Religious Fundamentalism and the Taliban,” Mind and Human Interaction 12, 3 (2001): 1-8; Vamık Volkan, Körü Körüner İnanç: Kriz Dönemlerinde Geniş Gruplar ve Liderleri, çev. Özgür Karaçam (İstanbul: Okuyanus Yayınları, 2005), 191-192.


Fanatizm

Dışsal gerçekliği değerlendirme gerekliliği duyulmayan bu ara-alanda dinlenme ihtiyacı, yetişkin bireylerde de görülür. Bireysel ve dışsal gerçeklik arasındaki mola yeri, sağlıklı biçimde değerlendirilebildiği gibi psikolojik rahatsızlıklara ve fanatizme de kaynaklık edebilir. Sanat, maneviyat ve büyük-grup kimliklerine bağlanma gibi sağlıklı işlevler bu mola sayesinde mümkün olur. Ama gerçeklikle yüzleşmeyi göze alamayanlar molayı her türlü uyuşturucu, keyif verici madde kullanımı ve bağımlılığına, fanatik bağlılıklara dönüştürürler. Fanatik inançlar, insanların “yanılsama ile gerçeklik arasında ayrım yapma” uğraşısı içinde bir dinlenme alanı oluşturur. Yetişkin bireyler, aradaki bu geçiş alanını, dünyayı daha derinlikli biçimde anlamaya çalışırken ya da büyüsel olanla gerçek olanı karıştırarak yaratıcılıktaki hazzı yakalamaya çalışırken kullanırlar. Fanatik olmayan insanların toplumda akılcı ve normal işlevlerini sürdürürken fanatik inanışlardaki irrasyonel ve büyüsel kısımlara kolayca inanabilmeleri bir ölçüde doğaldır. Ancak erken çocukluk dönemindeki gelişim sürecinde kötü anne-babalık görmüş ya da fanatik grupların içinde, onların propagandasını “gerçekler” diye benimseyerek büyümüş kişilerde geçiş nesnesinin geriletici (regressive) görünümleri

21


22

mevcuttur. Bu gibi durumlarda bireyler, istemedikleri ve kötü olarak algıladıkları dış gerçekliği, tümgüçlü tarzda sürekli olarak ortadan kaldırmaya çalışmakta, bunun için de sürekli fenerin ışık geçirmez tarafını kullanmaktadırlar.20 Fanatizmin bireysel psikolojisinde çok önemli sorunlar olduğunu gördük. Hepimiz zaman zaman gündelik hayatta karşılaştığımız güçlüklere bağlı olarak fanatik tepkiler versek de gerçek fanatiklerin, yani sürekli fanatizmde konaklayanların aslında kendi psikolojik dert ve tasaları nedeniyle bunu yaptıklarını anlamış olduk. Ama hepsi bu kadar değil; insanın toplumsallığıyla ilgilenmeden fanatizmi anlayamayız.

Topluluk21 psikolojisinde fanatizm Şimdiye kadar insan tekinin bireysel psikolojisinde fanatizmi ele alıp değerlendirmeye çalıştık. Oysa insan aynı zamanda bir grupvarlıktır (group-being). Kimliğin bireysel boyutunun yanısıra bir de toplumsal boyutu vardır. Bu nedenle fanatizmin bir de topluluk psikolojisindeki görünümlerini ele almak gerekmektedir. Toplumsal kimlik, bir grubu oluşturan bireylerin büyüme ve sosyalleşme süreci içindeyken içselleştirerek sahip oldukları kültürel-tarihsel-siyasal kodlardan oluşur. Kolektif kimlik adı verilen etnik, dinsel ve ulusal kimlikler, toplumsal kimliğin içinde yer alırlar.22 Bu kodlar, bireysel kimlik ile iç içe geçmiştir ve varlıkları özel durumlar dışında fark edilmezler. Toplumsal kimliğin kodları, bireylerin yaşamları boyunca işleyen içe alma, içselleştirme, yansıtma ve yansıtmalı özdeşim gibi oldukça incelikli bir takım psikolojik mekanizmalar yoluyla, kişisel kimliklerin şekillenmesi sürecinde yerleşir. Bu süreç sonunda dış dünya ile iç dünya arasında tam anlamıyla birbirine denk olmasa da bir paralellik ortaya çıkar. İç dünyadan dışarıya yansıtılanlar dış dünyayı etkileyip biçimlendirirken dış dünyadan gelen uyarımlar da iç dünyanın süzgecinden geçerek yerlerini alırlar. İç dünyamız ile dışsal gerçeklik arasında bu mekanizmalar aracılığıyla sürekli bir alışveriş vardır. Dışsal gerçekliği, iç dünyamızın “gerçek”lerini ona yansıtarak anlarız. Bu 20 21

22

Vamık Volkan, Körü Körüne İnanç: Kriz Dönemlerinde Geniş Gruplar ve Liderleri, 193-195. Gerek bilimsel gerek gündelik dilde “toplumsal” alandaki farklı görünümleri, farklı toplumsal yapıları ifade etmek için muhtelif birçok kavram kullanılır. Biz insanın genel toplumsal yaşantılarının tümünü kapsayacak biçimde “topluluk” ve “büyük grup” kavramlarını tercih ediyoruz. “Türk toplumu” gibi belli bir toplumdan bahsederken de “toplum” demeyi yeğliyoruz. Nuri Bilgin, Kimlik İnşası (Ankara: Aşina Kitaplar, 2007).


Fanatizm

sürecin sonunda dış dünya, aslında iç dünyamızın bir uzantısı haline gelir. Dolayısıyla iç dünyamızdan bağımsız bir dış gerçeklik yoktur.23 Toplumsal kimlik kodları, bireyleri birbirlerini hiç görmemiş ve görmeyecek olsalar da aralarında bir bağ oluşturmak suretiyle bir arada tutar; ”biz”lik duygusunun kaynağını oluşturur. Toplumsal kimliğin oluşturduğu, içeriyi ve dışarıyı belirleyen bu psikolojik sınır, bireylerin ilkel varoluş kaygıları ve korkularına karşı koruyucu bir kalkandır. Aynı zamanda dışarıdan gelecek tehdide karşı grubu bir arada tutarak hayatta kalma mücadelesinde önemli bir rol oynar. Lider, toplumsal kimlik ve ”biz”lik duygusu için önemlidir; grubu ayakta tutar ve ona yön verir.24 Toplumsal kimlik, bireysel kimlik ile iç içe geçmiş olması nedeniyle belirgin bir tehdit yoksa varlığından ve etkisinden pek haberdar olmadığımız bir parçamızdır. Ama davranışlarımızın bir bölümünü de her zaman toplumsal kimliğimizden kaynaklanan, parçası olduğumuz grupla paylaştığımız ortak davranışlar, yani “grup davranışı” oluşturur.25 İstesek de istemesek de farklı bireysel psikolojilere sahip olan insanlar olarak içine doğduğumuz, aynı dili paylaştığımız, aynı çocuk yetiştirme pratiklerinden geçtiğimiz toplulukla benzer davranışlar gösteririz. Siyasi görüşü, yaşama tarzı oldukça değişik hatta karşıt olsa bile, Türk ve Müslüman bir toplumda dünyaya gelen, yetişen bir insanın davranış repertuarı, toplumunkine bir ölçüde benzerlik gösterecektir. Bu nedenle fanatizmi öncelikle o topluluğun tarih boyunca sebat etmiş, değişime dirençli, adeta yapısal psikolojik özelliklerinde, grup davranışında aramak gerekir. Bir topluluğun grup davranışında, toplumsal kimliğinin oluşumunda yer alan fanatik öğeler, bu topluluğun fanatizme saplanmasına yol açacak özel koşullar oluştuğunda, fanatizmin şeklini ve yoğunluğunu belirleyici bir etkide bulunur. Her topluluğun kimliğini, grup davranışını oluşturan yapısal psikolojik özelliklerinin yanısıra bir de duruma, koşullara özgü psikolojik özellikleri vardır. Her toplum uygun koşullar oluştuğunda fanatizm psikolojisine doğru yol alabilir. Peki, nedir toplumsal fanatizmin ortaya çıkışına elverişli koşullar? Cevabımıza geçmeden önce bir noktayı belirtmemiz gerekiyor: Bireysel psikolojide olduğu gibi topluluk psikolojisinde de fanatizm hakkında söylediklerimiz, en başta yaptığımız fanatizm tanımı ve ölçütlerine göre değerlendiril23 24 25

Erol Göka ve F. Sevinç Göral Alkan, “Kahramanlarımız, Düşmanlarımız ve İç Dünyamız, Stratejik Analiz 87 (2007): 71-76. Vamık D. Volkan, Körü Körüne İnanç: Kriz Dönemlerinde Geniş Gruplar ve Liderleri, 29-79. Erol Göka, Türk Grup Davranışı (Ankara: Aşina Kitaplar, 2006).

23


24

melidir. Hatırlayacak olursak, fanatizm sözcüğüyle bağnazlığı kastediyor ve “aşırılık,” “dışlayıcılık,” “karşıtlık” ve “dogmatizm” şeklinde özetlenebilecek sosyopsikolojik bir olgular demetini anlatmak istiyoruz. Buna göre fanatik, fanatiği olduğu şeye aşırı bir biçimde, yani tamamen teslim olan ve tüm vaktini alacak şekilde bağlanan kimsedir. Onun bağlılığı militanca, diğer tüm ihtimallerin dışlanması şeklindedir. Fanatik, sürekli olarak kendisi gibi olmayanlarla zıtlaşıp onlara karşı koyar. İnançlarının tartışılması söz konusu değildir; o, sorgusuz sualsiz, kayıtsız şartsız, körü körüne bağlıdır. Demek ki topluluklar da değişik alanlarda ve değişik biçimlerde bağnazlık gösterebilir, fanatizme düşebilir ve bu ölçütlere göre tepkiler verirler. Bir toplumun bir alanda fanatik tepkiler vermesi, ille de şiddet; ve saldırganlık göstereceği anÖzellikle yaşanan ortak lamına gelmez ama fanatizmin şiddete ve salzorluklar sırasında, dırganlığa çanak tuttuğu, fanatizm alametleri sergileyen bir toplumun hem kendisine hem toplumsal kimliğin bireysel de tüm kötülükleri yansıttığı “öteki”ne zarar verolanın önüne geçtiği me potansiyelini daima barındırdığı da açıktır. zamanlarda, toplumsal Bunları hatırlattıktan sonra “toplumsal fanatizmin ortaya çıkışına elverişli koşullar nedir?” sorusuna dönersek, cevabımızı tek cümlede ifade edebiliriz: “Özellikle yaşanan ortak zorluklar sırasında, toplumsal kimliğin bireysel olanın önüne geçtiği zamanlarda, toplumsal fanatizm psikolojisine en uygun koşullar ortaya çıkar.” Bu cevapta toplumsal fanatizmi ararken bize hep ışık tutacak anahtar ifade, “toplumsal kimliğin bireysel olanın önüne geçtiği zamanlar”dır.

fanatizm psikolojisine en uygun koşullar ortaya çıkar.

Elbette gündelik yaşantımız sırasında bazı anlar vardır ki o anlarda toplumsal kimliğimiz bireysel kimliğimizin önüne geçer. Bunlar, toplum olarak övünç ve dayanışma veya acı ve utanç hislerinin ön plana çıktığı zamanlardır. Örneğin galibiyetle neticelenmiş önemli milli müsabakalar, atalarımızın bizim için verdiği emekleri yad ettiğimiz milli bayramlar, bizimle aynı toplumda yetişmiş bir insanın dünya çapında başarısı gibi olaylar içimizi gururla doldurur ya da tam tersine trafik kazalarında, sigara içme miktarında, çocuk ölüm oranlarında dünya birincisi olmamız, bir yurttaşımızın dünya çapında büyük bir yolsuzluğa karışması gibi olaylar karşısında hepimizi derin bir utanç duygusu kaplar. “Toplumsal kimliğin bireysel olanın önüne geçtiği zamanlar” diyerek ifade ettiğimiz, fanatizmin toplum psikolojisinde yeşerip gelişmesi için uygun koşullar, her toplumun başına gelebilecek arızi ve geçici durumlar değildir. “Toplumsal kimliğin bireysel olanın önüne


Fanatizm

geçtiği zamanlar,” çok daha kronik seyirli, uzun etkili nitelikler gösterir. “Kriz” zamanları, tam da bu tanıma uygun düşer. Böyle zamanlarda koşullar o kadar zorludur ki toplumun tüm bireyleri için “o toplumdan olmak,” kendi bireysel varlıklarından daha önemli hale gelir. Örneğin bizim Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminden beri Batı’yla karşılaşmamızda yaşadığımız zorluklar ve olumsuz hisler, toplumsal kimliğimizi sürekli olarak bireysel kimliğimizden önde tutmamıza neden olmuştur. Elbette bu tür zamanlarda toplumların neden karizmatik liderler etrafında kenetlendiğini anlamak zor değildir. Gruba dışarıdan ya da içeriden bir tehdit gelirse grubun “biz”lik duygusu artar, toplumsal kimlik daha belirgin hale gelir ve fark edilir. Bu tehdit gerçek bir tehlike olabileceği gibi, aslında gerçek olmayan, ancak öyle algılanan bir tehdit de olabilir. Savaş dönemleri, açlık, büyük doğal afetler, etnik temizlik, soykırım, sürgün gibi insan eliyle yapılan travmalar, toplumsal kimliğin uyanmasına yol açar ve bireylerin büyük fedakârlıklar yapabilmelerini sağlar. Geçmişte yaşanmış, ancak tam olarak yası tutulamamış acılar da toplumsal kimliğin öne çıkması için önemli bir ateşleyici olabilir. Büyük gruplarda tarihte yaşanmış acı olaylar zaman zaman olay bugün yaşanmış gibi büyük ve derin duygulara yol açabilmektedir. Volkan, buna “zaman çökmesi” adını vermiştir.26 Zaman çökmesi olduğunda, olay sanki dün yaşanmış, zaman geçmişten gelip “şimdi”nin üzerine çökmüş gibi, toplum içinde çok canlı duyguların yaşanmasına neden olur. Bundan sonra gruptaki bireylerin toplumsal kimlikleri daha da canlanır, grubu simgeleyen semboller ve lidere bağlılık önem kazanır. Grup güncel olayları geçmişin gölgesinde algılar. Dolayısıyla gerçeği olduğu gibi görebilme yeteneğini kaybeder. Burada ortaya çıkan psikolojik durum, literatürde “büyük grup gerilemesi”27 (regression of large-group) adı verilen olguya işaret eder. Büyük gruplar ve toplumlar da zor durumlarda tıpkı bireyler gibi bir gerileme yaşarlar, adeta çocuklaşırlar; ancak insan ve topluluk yaşamının erken dönemlerinde görülebilecek, bu nedenle ilkel (primitive) denen, “fanatizmin psikolojisi” bölümünde ele aldığımız savunma mekanizmalarına benzer tepkiler verirler. Grup, gerileme içine girdiğinde yapıcı (olumlu) dinamiklerin ye26 27

Vamık D. Volkan, Blood Lines: From Ethnic Pride to Ethnic Cleansing (Colorado: Westview Press, 1997), 36-81. Vamık D. Volkan, Körü Körüne İnanç: Kriz Dönemlerinde Geniş Gruplar ve Liderleri, 79-129.

25


26

Fanatizmi incelerken geçmişin acılarına bakmalıyız, yası tutulmamış acıların bugünkü önyargılarımıza etkilerini incelemeliyiz ama bir toplumun psikolojik incelemesinde asıl bakmamız gereken yer, zamanın çöktüğü değil süreklilik gösterdiği, dünün bugünün içinde yaşandığı durumlardır.

rine yıkıcı (olumsuz) olanları ön plana geçmeye başlar.28 “Büyük grup gerilemesi” kavramı, işte bu durumları anlatmaya çalışır. Demek ki büyük grupların, toplumların fanatizme düşme zamanları, toplumsal kimliğin bireysel kimlikten daha öne çıktığı büyük grup gerilemesi yaşanılan dönemlerdir. Gerileme içindeki gruplar, belli bir süre için, daha önceden çok iyi bildikleri güvenli bir limana sığınma ihtiyacındadırlar. Ancak gerileme katıysa ve bir süre sonra yok olmuyorsa, ortaya çıkan fanatizm benzeri tepkiler gruba ve çevreye zarar verici, sağlıksız bir hale gelir.

Volkan’ın ortaya koyduğu, “zaman çökmesi”nin, geçmişte yaşanmış ama yası tutulmamış acıların “büyük grup gerilemesi”ne yol açarak fanatizmi doğurduğu yönündeki tez, bize göre her ne kadar kolay anlaşılır, ufuk açıcı ve açıklayıcı olsa da yetersizdir. Fanatizmi incelerken geçmişin acılarına bakmalıyız, yası tutulmamış acıların bugünkü önyargılarımıza etkilerini incelemeliyiz ama bir toplumun psikolojik incelemesinde asıl bakmamız gereken yer, zamanın çöktüğü değil süreklilik gösterdiği, dünün bugünün içinde yaşandığı durumlardır. Devamı olduğumuz toplumun uzak geçmişteki psikolojik yapısının grup davranışı haline gelerek bugün toplumsal psikolojimizde nasıl sürdüğünün titizlikle araştırılması, toplumsal psikolojimizde fanatizmin ortaya çıkış nedenlerinin o düzlemde gösterilmesi gerekir. Geçmişin aynısı olarak şimdi devam eden özelliklerimizin fanatizmin ortaya çıkışındaki rolü, yası tutulmamış acılarımızdan daha fazladır. Geçmişin yası tutulmamış acı olaylarının elbette toplumsal psikolojimizde yeri vardır ama bir toplumun verdiği tepkileri, gösterdiği gerilemeyi bununla açıklayamayız. Volkan, toplumdaki fanatizmin yükselişini esasen geçmişte yaşanan acıların yasının tutulmamasıyla açıklamaya kalkınca, önerdiği çözüm de çok basit olmaktadır: Nasıl bir kaybın ardından uzun süreli ve komplike bir matem yaşayan bir kimsenin tedavisinde yasını yeniden yaşamasına imkan vermek gerekiyorsa, gerileme içine girmiş bir topluma da aynı “tedavi”yi uygulamak gerekir. Oysa bize göre fanatizmi geçmişle yüzleşerek, eski 28

Erol Göka, İnsan Kısım Kısım: Topluluklar, Zihniyetler, Kimlikler (Ankara: Aşina Kitaplar, 2006), 65-96.


Fanatizm

acı günlerin yasını tutarak tedavi edemezsiniz; çünkü kökenleri çok daha derinde ve tedavisi çok daha zordur. Tarihsel psikolojimiz, bize doğrudan doğruya atalarımızdan miras kalır. Dedemin yaşadığı bir olayın hatırası bugün hâlâ biliniyorsa, yası tutulmadığından izi canlı biçimde kalmışsa bu benim psikolojimi de etkiler; ama dedemle aynı genetik havuzu paylaşmamın, aynı dili ve grup davranışlarını göstermemin psikolojim üzerindeki etkisi çok daha doğrudan ve büyük olacaktır. Volkan, topluluk yapılarının tarih içinde nasıl ortaya çıktığını ve tarihsel psikolojimizin bireysel ve topluluk psikoloji üzerinde nasıl belirleyici bir etki yaptığını görmezden gelmekte ya da kavrayamamaktadır. Biz ise bu yazıyı hazırlarken temel aldığımız çalışmamızda29 yaptığımız gibi fanatizmin üzerinde yükseldiği tarihsel psikolojik zemini de bir kazıyla ortaya çıkarmaya girişiyor; toplumumuzda fanatizmin esasen hangi biçimleri alabileceği hakkında önerilerde bulunmaya çalışıyoruz. Bu noktada Vamık Volkan’ı eleştirdikten sonra ondan öğrenmeye devam edelim. Aslında onun “büyük grup gerilemesi” dediği şey de yalnızca geçmişte yaşanmış ve yası tutulmamış acılarla ilgili değildir; yukarıda belirttiğimiz gibi, aslında insanların psikolojik olarak zorlandıklarında, durumla baş edebilmek için, çocuklukları boyunca geçtikleri gelişim basamaklarına geri dönmeleri olgusunun büyük gruplar için kavramsallaştırılmasından ibarettir. Volkan’ın tanımladığı, büyük gruplar içinde ortaya çıkabilecek psikolojik gerilemenin işaretleri ise topluluk psikolojisinde fanatizmi anlamak için vazgeçilmez bir niteliktedir. Bu nedenle her toplumda fanatizm için en uy29

Erol Göka, Türklerde Liderlik ve Fanatizm (İstanbul: Timaş Yayınları, 2009).

27


28

gun zemin olan “büyük grup gerilemesi”nin işaretlerini ayrıntılı bir biçimde sunuyoruz. Volkan’ın tanımlamasına göre, gerileme yaşayan toplumlarda grup üyeleri bireyselliklerini yitirirler. Grup üyeliği ve grup kimliği, bireysel kimlik değerlerinden daha önemli bir hale gelir. Bireysel fikirler ve farklılıklar aşınırken grup kimliğine ait genellemeler ve önyargılar daha önemli ve yaygın bir konuma ulaşır. Grup, bütün olarak gözü kapalı bir biçimde liderin çevresinde toplanır. Lidere olması gerekenden, hatta bir insanın sahip olabileceğinden daha üstün nitelikler atfedilir ve onun kararlarına sorgulamadan boyun eğilir. Dolayısıyla büyük gruplar gerileme yaşarken çok kolay yönlendirilip hareketlendirilebilir. Grup içinde keskin bölmeler iyi-kötü, siyah-beyaz ayrımları, bölünmeler görülür. Bu keskinlik, grubun kutuplaşmasına ve uçlarda kalanların “kötü” diye damgalanmasına neden olur. Grup içindeki farklı görüşler hemen “hain”likle damgalanır ve bu damga kolay kolay silinemez. Grup, kendi içindeki hainleri bulmakla fazlaca meşgul hale gelir. Aynı keskin ayrımlar, grubun dışı için de geçerlidir. Dışarıdaki gruplar da kolayca düşman olarak damgalanır; bunu değiştirmek de hiç kolay değildir. Grup, kendi kimliğiyle düşman grup kimliği arasında keskin ayrımlar yapar. İki tarafın birbirine benzer olduğu tarafları göz ardı ederken farklılıkları abartır. Küçük farklılıklara odaklanmak, temel uğraşılarından biri haline gelebilir. Bilimde, sanatta, politikada ya da gündelik hayatta bu tür ayrımlarla daha sık karşılaşılmaya başlanır. Böylece liderle grup arasındaki bağımlılık ilişkisi artar ve liderin gücü kanıksanır, sorgulanmaz hale gelir. Topluluk, ahlaki değerler açısından daha mutlaklaştırıcı ve cezalandırıcı bir moda geçer. Kurallar katılaşır, uymayanlar sert biçimde cezalandırılır. İnanç sisteminin dışında kalan değerlere sahip diğerleri tümgüçlü bir tarzda düzeltilmeye, doğru yola getirilmeye uğraşılır. Başarılamazsa sert bir şekilde cezalandırılır.

Sonuç Toplumsal ve siyasal olaylara psikolojiden nasıl bakılabileceğini görmek amacıyla bir kilit niteliğinde olduğunu düşündüğümüz “fanatizm” kavramını ele alıp değerlendirdik. “Şu olayda fanatizmin etkisini şöyle müşahade edebiliriz” demek yerine, sunduğumuz bilgileri kendi müşahade ettiği gerçekliğe yerleştirme işini okuyucuya bıraktık. Fanatizmi örnek kavram olarak sunmamızın ana gerekçesi, toplumumuzun ve siyasetimizin “kutuplaşma” adı verilen bir tablodan zarar gördüğü iddi-


Fanatizm

asıydı. Biz psikolojiden baktığımızda toplumsal bir kutuplaşmadan ziyade siyaset tarzından ve dilinden kaynaklanan bir işleyişin fanatik oluşumları güçlendirmesi, onların etkilerini daha görünür hale getirmesiyle ilgili bir manzaranın söz konusu olduğunu dile getirmiştik. Öyle sanıyoruz ki fanatizm üzerine yaptığımız bu sunuştan sonra niye böyle düşündüğümüz de daha iyi anlaşılacaktır. Toplumumuzda fanatik zihniyette kişi ve gruplar olduğu, onların da toplumu kendi doğrultularında yönelendirmek istediği kesindir. Henüz tam manasıyla işleyen, geniş toplum kesimlerinin ihtiyaç ve taleplerine göre şekillenen, sağlıklı ve güçlü bir demokrasiye sahip olamamamız nedeniyle, siyaset dilimizin belagati ihmal etmemek durumunda kaldığını söyleyebiliriz. Siyaset dili, sivil toplumdan gelen ihtiyaç ve taleplerin yanı sıra belagate de başvurmak zorunda kalınca kaçınılmaz olarak fanatik akımlardan da etkilenmektedir. Kutuplaşma manzarasına neden olan esasen asıl bu görüntüdür. Nasıl iki güçlü takımın kıyasıya bir müsabakası sırasında tribündeki fanatik taraftarlarının sesinin en çok çıkması bu iki takımın taraftarlarının tüm ülke çapında birbirlerine girmek üzere oldukları şeklinde değerlendirilemezse, siyaset dilimize sızan kutuplaştırıcı fanatik tarz da toplumun topyekün kutuplaştığı manasına gelmez. Toplumumuzdaki “kutuplaşma” adını verdiğimiz tablo, psikolojiden bakıldığında, krize girmiş bir toplumsal işleyişin fanatik oluşumları güçlendir-

29


30

mesi, onların etkilerini daha görünür hale getirmesiyle ilgili gibi görünmektedir. Elbette okur olarak bizim gibi düşünmek zorunda değilsiniz. Fanatizmin psikolojisi üzerine sunduğumuz bu bilgiler, kendi müşahadelerinizle birleştiğinde çok farklı bir görüşe yol açabilir. Yine aynı şekilde buradaki bilgiler daha da genişletilebilir Fanatik ideolojik oluşumlar ve fanatik söylemler, bunların birbirleriyle ilişkileri, grup üyelerinin bireysel psikolojik sağlıkları ve nihayet kişilik gelişimleri, yeterli olmayan, fanatizme doğuştan yatkın kimselerin bu süreçteki rolleri ayrıca ele alınıp incelenebilir. Toplumun sessiz çoğunluğunun yükselen fanatizme direndiği veya direnemeyip etkisi altına girdiği, büyük bir savrulma ihtimalinin bulunduğu haller de incelenmeyi hak eder. Biz bu yazıda yalnızca toplumsal ve siyasal olayları analiz etmek için “fanatizm” gibi psikolojik kavramlardan yararlanmanın şart olduğunu, psikoloji açısından olaylara bakabilmenin ise bambaşka bir kavramsal çatı ve açı gerektirdiğini vurgulamaya çalıştık.


Fanatizm

Erol GÖKA 1959 yılında Denizli’de doğdu. Ortaöğrenimini Aydın’da tamamladı. 1983’te “Tıp Doktoru,” 1989 yılında “Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı” oldu; 1992 yılında “Doçent” unvanını aldı. 1998’de Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Şefi oldu. 2010 yılı başında Konya Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Psikiyatri anabilim dalına “Profesör” olarak atandı. Meram Tıp Fakültesi, daha sonra Necmettin Erbakan Üniversitesi’ne katıldı. Prof. Dr. Erol Göka Ağustos 2012’ye kadar Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu olarak görev yaptı. Psikiyatrinin birçok alanında yürütülen bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi daha çok psikiyatrinin sosyal bilimler ve felsefe ile kesişim noktalarına yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup varlığına olan ilgisi, onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. Türkiye Günlüğü ve Türkiye Klinikleri adlı dergilerin yayın kurullarında, birçok tıp ve beşeri bilimler dergisinin de danışma kurullarında bulunmaktadır. Yayınlanmış kitaplarından başlıcaları şunlardır: Psikiyatri ve Düşünce Dünyası Arasında Geçişler, Varoluşun Psikiyatrisi, Bilimlerin Vicdanı Psikiyatri, Buradan Böyle: Gündelik Hayatın Psikososyopolitiği, Psikiyatriden Psikiyatriye Bakışlar, Psikiyatri ve Felsefe, Felsefe ile Psikiyatri, Hayatın İçinde Psikiyatri, Hayata ve Aşka, Kadınlar, Erkekler, Aşıklar (Sema Göka ile birlikte), Ölme: Ölümün ve Geride Kalanların Psikolojisi, İnsan Kısım Kısım: Topluluklar, Zihniyetler, Kimlikler, Türkiye Vardır, Tarihsel Psikoloji, Türk Grup Davranışı (Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Fikir Adamı Ödülü, 2006), Türklerin Psikolojisi, Türklerde Liderlik ve Fanatizm, Türk’ün Göçebe Ruhu, Aşk Her Şeyi Affederse, Geçimsizler: Kişilikleri Tanıma ve Geçinmeyi Kolaylaştırma Kitabı (Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte).

31


32

Notlar



Ehlibeyt Mahallesi 1271.Sokak Ekşioğlu İş Merkezi 16/9 06520 Balgat - Çankaya / Ankara Telefon +90 312 232 6222 Faks +90 312 231 0111

ISBN 978-605-63903-5-7

9 786056 390357

grafiker.com.tr • 0 312. 284 16 39

info@asem.org.tr www.asem.org.tr


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.