Ateist Dergi 8. Sayı

Page 1

Tanrıyı inanç yaratır.

Kültürümüzde Tanrı

Hortumlar Nereden Geliyor?

Doç. Dr.

Pr . Dr.

Hasan Aydın

Hakan Yiğitbaşıoğlu

Ağustos 2014 Sayı: 8

Gezegenimizdeki Yaşamın Kısa Bir Tarihçesi (3. Bölüm) Bahar Kılıç

Evrenin Zaman Çizelgesi (1. Bölüm) Erhan Kılıç


Sıkça Sorulan Sorular 1. Ateistler Meclisi nedir? Ateistler Meclisi Türkiye’de yaşayan tüm ateistlerin haklarını siyasi, sosyal ve hukuki platformlarda savunmayı ve inançsızların haklarını aramayı ilke edinmiş ateist bireyler tarafından önce bir platform olarak kurulmuş, zamanla dernekleşme sürecine girmiş bir sivil toplum kuruluşudur. 2. Ateistler Meclisi’nin amacı nedir? Ateistler Meclisi’nin amaçları, Türkiye’de kendini dinlerden arınmış hisseden bireylerin düşüncelerini rahatça ifade edebilecekleri bir ortamı desteklemek, toplumu ateizmle tanıştırmak, ülkemizdeki ateist ve dinsizleri bir araya getirecek kültürel ve sanatsal etkinlikler düzenlemek ve ateist ve dinsizlere karşı oluşabilecek tehditlere karşı bir sosyal ve hukuki savunma mekanizması geliştirmektir. 3. Ateistler Meclisi’ne ait bir yayın organı bulunuyor mu? Ocak 2014 tarihi itibariyle Ateist Dergi isimli aylık yayın organımız yayın hayatına başlamıştır. Henüz e-dergi formatında ve ücretsiz olan Ateist Dergi’yi, şartların gelişimine göre en kısa sürede gazete bayilerinden satın alabileceğiniz aylık bir dergi haline getirmek için çalışmalarımız sürmektedir. Ateist Dergi’ye www.ateistdergi.com adresinden ulaşabileceğiniz gibi, Apple AppStore, Google Play (android), BlackBerry AppStore’dan da e-dergimizin tablet ve akıllı telefon uygulamalarını indirerek yayınlarımızı takip edebilirsiniz. 4. Ateistler Meclisi’ne katılabilir miyim? Ateist ve kendini dinsiz olarak değerlendiren herkese kapımız açıktır. Facebook ve Twitter hesaplarımızdan bizi takip edebilir, buraya tıklayarak (link) aylık dergi yayınımızdan ve toplantı / etkinlik duyurularımızdan düzenli olarak haberdar olabilir ve aramıza katılabilirsiniz. 5. Ateistler Meclisi’ni maddi-manevi nasıl destekleyebilirim? Bizi internet sitemizden takip edebilir, e-dergimize üye olarak, etkinlik ve toplantılarımıza katılarak destekleyebilirsiniz. Ayrıca, bize iletişim sayfamızdan da ulaşabilirsiniz. 6. Ateistler Meclisi yalnızca ateistlere mi hitap ediyor? Ateistler Meclisi, çoğunluğu ateistlerden oluşan ancak tüm inançsızları şemsiyesi altında toplamayı hedeeyen bir sivil toplum kuruluşudur. 7. Ateistler Meclisi’nin arkasında kimler var? Ateistler Meclisi’nin arkasındaki karanlık güç: Bilim ve eğitim ışığında ilerleyen aydınlanmacı bireylerdir. 8. Ateistler Meclisi’nin politik bir duruşu var mıdır? Ateistler Meclisi siyaset üstü bir kurumdur. STK’mıza destek veren bireylerin farklı siyasi görüşlerinin olması kaçınılmaz. Ancak üyelerin bireysel siyasi görüşleri Ateistler Meclisi’ne mal edilemez.


Tanrıyı inanç yaratır.

Kültürümüzde Tanrı Doç. Dr. Hasan Aydın

05 Hortumlar Nereden Geliyor Prof. Dr. Hakan Yiğitbaşıoğlu

Gezegenimizdeki 05 Yaşamın Kısa Bir Tarihçesi (3. Bölüm) Bahar Kılıç Dini İnançlardan 13 Nasıl Kurtuldum? Kamil Taşkın

15 Gemi Batıyor... (3. Bölüm) Taner Beyter

18 Evrenin Zaman(1.Çizelgesi Bölüm) Erhan Kılıç

21 Bildiğiniz Tıp Bu Değildi Garajımdaki Ejder

23

Ateistler Derneği Tanıtım

Merhaba sevgili okurlar.

,

Ateist Dergi'nin sekizinci sayısıyla karşınızdayız. Dergimiz sizlerin görüşleri, eleştirileri ve deneyimleriyle renklenirse daha da zengin bir içeriğe kavuşacaktır. Bu anlamda yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı veya dergiyle ilgili görüşlerinizi https://www.facebook.com/Ateistlerdernegi.org adresindeki Facebook sayfamız aracılığıyla bizimle paylaşmanızı bekliyoruz. Konu s eçiminde, dergimizin genel çerçevesine uygun olduğu sürece tamamen özgürsünüz; bu ister izlediğiniz bir lmle veya okuduğunuz bir kitapla ilgili düşünceleriniz olsun, ister yaşadığınız bir deneyim, sorgulama sürecine ilişkin önemli addettiğiniz bir yaklaşım ya da araştırdığınız bir konuda yazdığınız bir deneme olsun. Lütfen paylaşmaktan çekinmeyiniz. Bunun yanı sıra, 2 Mayıs 2014 tarihinde Ateistler Derneği (Ate-Der) ismiyle resmi statü kazanan derneğimize üye alımına da resmen başlamış bulunmaktayız. Bunun için Facebook sayfamızda duyurulan Tanışma ve Tartışma Toplantılarına katılarak, ancak birlik olursak aşabileceğimiz bu karanlık günlerde hepimize ait olan derneğimizden desteklerinizi esirgemeyeceğinizi umuyoruz. Gelin, ülkemizin aydınlanma sürecine el ele vererek katkıda bulunalım! Herkese iyi okumalar dileriz.


MAKALE

KÜLTÜRÜMÜZDE TANRI Doç. Dr. Hasan AYDIN

A

ta sözleri, deyimler, fıkralar, güfteler vb. âdeta bir toplumun bilinçaltının dışavurumudur. Bu dışavurum aslında o toplumun tarihin imbiğinden süzülerek gelen, insana, topluma, evrene, Tanrı'ya, bilime, felsefeye, sanata vb. bakış açısını görmek için önemli ipuçları barındırdığı açıktır. Bu bağlamda dilimizde kullanılan Allah'a ilişkin deyimler ve atasözleri, oldukça ilgi çekicidir. İşte birkaç örnek: “Allah, Allah!; Allah acısını unutturmasın; Allah akıl kir versin; Allah aratmasın; Allah aşkına; Allah bağışlasın; Allah bana, ben sana; Allah belanı versin; Allah'ın takdiri; Allah (bin bin) bereket versin; Allah beterinden saklasın; Allah bir dediğinden gayrı sözüne inanılmaz; Allah bir yastıkta kocatsın; Allah büyüktür; Allah canını alsın; Allah cezasını vermesin; Allah dert verip derman aratmasın; Allah eksik etmesin; Allah seni inandırsın; Allah'ın gazabı; Allah'ın işine bak; Allah'ın hikmeti; Yaradan'a kurban olayım; biz bilmeyiz, Allah bilir; doğrusunu Allah bilir; Allah, kulunu kısmetiyle yaratır; Allah verirse el getirir,

2

sel getirir, yel getirir; Allah'ın sopası yok ki; Allah'ın ondurmadığını Peygamber sopayla kovar; Allah aptala eşeğini kaybettirir, sonra buldurup sevindirir; Allah şaşırttı mı, dayıya hala dedirtirmiş; kör Allah'a nasıl bakarsa Allah da köre öyle bakar; Allah'ın sevmediğini kul da sevmez; kul azap çekmez Allah yazmayınca; Allah azap yazmaz kul azmayınca”… Bu atasözleri ve deyimlerde, ortaya çıkan Tanrı tasarımında üç husus oldukça dikkat çekicidir. Birincisi, iyi ve kötü her şeyi Tanrı'ya bağlamaktadır. İkincisi, Tanrı özgür iradesiyle her şeye müdahildir. Üçüncüsü ise, Tanrı insanbiçimcidir Bu aslında bildik bir Tanrı tasarımıdır; bu tasarıma felse dilde teizim adı verilir. İslam dünyasında Eş'ari ve belli kayıtlarla Maturidi geleneğinin savunduğu bir tasarımdır. Kuşkusuz bunun karşısında Farabi, İbn Sina gibi İslam lozoarı ve Hallac-ı Mansur, Suhreverdi ve Mevlana gibi İslam mistiklerinin savunduğu farklı tasarımlar da vardır. Ama İslam dünyasında ve Türk kültüründe, ilki yaygınlık kazanmıştır. Tezim diye nitelenen bu tasarımda doğal neden-sonuç ilişkisi

yoktur ve dolayısıyla evrende doğa yasalarından söz edilmez, evrendeki her an her şeyi Tanrı yaratır. Yani Tanrı dilemezse yaprak bile kımıldamaz. Mehmet Akif bu tasarımla ilgili bakın ne diyor: “Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba, Muvaffakiyete imkân bulur musun acaba? Hamâkatin aşıyor hadd-i i'tidâli, yeter! Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster! “Kader” senin dediğin yolda, şer'a bühtândır, Tevekkülün, hele hüsrân içinde hüsrândır. … Demek ki her şeyin Allah… Yanaşman, ırgadın o; Çoluk çocuk ona âit: Lalan, bacın, dadın o; Vekîl-i harcın o; kahyan, müdîr-i veznen o; Alış seninse de, mes'ul olan verişten o; Denizde cenk olacakmış… Gemin o, kaptanın o; Ya ordu lâzım imiş… Askerin kumandanın o; Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı o; Tabîb-i aile, eczâcı… Hepsi hâsılı o. Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu! Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu? Hudâ'yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ


Mehmet Akif'i bu Tanrı tasarımını böylesi katı bir dille eleştirmeye yönelten neden nedir? Bunu görmek için bu tasarımın bazı sonuçlarını anımsatmak yeterlidir: 1) Söz konusu tasarımda Tanrı hiçbir ilke ve kuralla sınırlanamayan iradesiyle her şeyi her an dilediği ve yarattığı için, bilimin temeline oturan evrendeki düzenlilik tehlikeye girmektedir. Tanrısal istence bağlı olarak her an değişebilecek bir evrende düzenli ilişkiler, diğer bir deyişle neden-sonuç ilişkileri aramak boşunadır. Bu, evrende ne yasaların ne de bunlar ekseninde evreni açıklamaya yönelen kuramların bulunamayacağı anlamına gelmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, boşluğa bırakılan nesneler çekim yasası gereği düşer. Oysa söz konusu anlayışta, bu yerçekimi anlık tanrısal irade ve yaratışın bir ürünüdür; bu açıdan böylesi bir doğa yasasından söz edilemez. Bir teist olan Gazzâlî'nin terminolojisiyle buna tanrısal âdet desek bile, Tanrı her an âdetini değiştirebilir. Bu anlayışa göre, yine İstanbul'un fethinin nedeni olarak Osmanlının ekonomik, siyasal, askeri, teknolojik anlamda Bizans karşısında üstünlüğü ileri sürülemez; bunların hiçbir etkisi olmadan da, Tanrı öyle istemiş olabilir. Bunlar gerçek nedenler değildir, sadece vesilelerdir; gerçek neden Tanrı'dır.

durmak isterim. Doktora öğrencisi olduğum yıllarda sık sık Ankara'dan Samsun'a gidip gelmek zorunda kalıyordum. Yolculuklar hem kitap okumak hem de yeni insanlarla tanışmak için önemli fırsatlar sunarlar. Bir keresinde, Ankara'dan Samsun'a gelirken, yanıma oturan yaşlı bir amca, bana dönerek 'Tanrı'nın hikmetine bak yolun bu tarafında kar var, ama diğer tarafında yok, O ne büyük' dedi. Ben de espirili bir dille, 'amca bir vadiden geçiyoruz, kuzey cephede kar var ama güney cephede yok, bunun nedeni, güneyin daha çok Güneş ışığına maruz kalması ve karların erimesi olmasın' dedim. Amca her şeyi Tanrı, onun deyişiyle söylersem Allah takdir eder ve yapar dedi ve sustu. Cumhuriyetin okuryazarlık eğitimi bile götürmede maalesef sorunlarla karşılaştığı Anadolu'da yetişmiş sevgili anneme onunla şakalaşırken sorduğum bir soruyu ve aldığım yanıtı da okuyucuyla

paylaşmak isterim. 'Anne koskoca tahta suda neden batmıyor da, küçücük bir taş batıyor? diye sordum. Annemin verdiği yanıt oldukça ilginçti: 'Haşa, Allah'ın işine karışma… O istediğini yapar, hikmetinden sual olunmaz', dedi. Annemin bakışına göre, yağmuru yağdıran, geceyi gündüzü oluşturan, her şeyi yapan Allah… Bu yüzden onun her soruya verdiği cevap aynı: Allah… Halk metaziği olarak nitelediğim bu dünya görüşünde bir şeyi araştırmaya gerek yok… Her şeyin yanıtı belli ve açık… Bilim düzenli bir evren ve nedensel ilişkiler varsayar. Bunlara yer vermeyen, her neden ve nasıl sorusuna, tanrı ile yanıt veren teistik iradeci anlayışın bilimi engellememesi olanaksızdır. Kuramda kim ne derse desin her şeyin doğrudan nedeninin tanrı olarak görüldüğü ve tanrının her an her şeyi yarattığı, irade ve kudretinin sınırsız olduğu savunulan bir paradigmada bilime yer olamaz. Çünkü tüm soruların

2-) Neden-sonuç ilişkisi zorunlu olmadığına ve tek neden tanrı ve âdeti olduğuna göre, hiçbir şeyi araştırmaya gerek kalmamaktadır. Bunu göstermek için yaşantımdan edindiğim birkaç örnek üzerinde

3


yanıtı bir ve aynıdır ve bu yanıt, 5) Bu tasarımda Tanrı tüm inTanrı'dır. sani niteliklere bürünür; sever, kızar, intikam alır, yazar, konu3) Tanrı'yı her şeye doğrudan şur, gelir, gider vb. Şimdi son müdahil kılan anlayış, insanı ha- bir soru sormak gerekiyor: Bu civat karagöz gölge oyunundaki Tasarımda İslam dinsel bildirilegürlere çevirir. Nasıl gizli bir el, rinin rolü nedir? kuklayı oynatıyorsa, teizmde de Gerçeği söylemek gerekirse, insan tanrı karşısında kuklaya dönmektedir. Her şeyi tanrının Kuran ve hadislerde betimlenen takdir ettiği, yazgıladığı, irade eli, yüzü, ayakları, parmakları ve kudretiyle anlık olarak yarat- olan, uyuklamadan tahtına oturtığı bir evrende, insanın üretken, muş1, evreni dilediği gibi yöneten2 çalışkan, girişimci ve var edici yönetimi hususunda hiçbir ilke olduğunu söylemek boşunadır. ve otoriteye bağlı olmayan3, kıBu yüzden, teistik anlayış ege- zınca intikam alan4, kendine tuzak mense insanlar atıldır ve orada kurana tuzak kuran5 ve oldukça herkes gözünü gök yüzüne dön- key hareket eden Tanrı da, İsdürmüştür ve her şeyi Tanrı'dan lam öncesi Arap toplumunun yakından tanıdığı Ortadoğu gelen bekler. eğindeki kralın/sultanın bir iz 4) Tanrı tüm kötülüklerin ne- düşümü gibidir. Bu durumu, İsdeni ve ilkesi haline dönüşüverir. lam kelamcılarının Tanrı'yı ve Dilimizde yer alan “Allah belanı eylemlerini açıklarken sık sık versin”, “Allah'ın sopası yok ki”, sultan benzetmesine başvurma“Allah utandırmasın” gibi deyiş- larından da çıkarsamak olasıdır.6 ler bu anlayışın ilginç izdüşüm- Kaldı ki Kuran ve hadisler, Tanrı lerdir. Adam birini öldürür, kader için melik, sultan deyişini kullankurbanıdır; trak kazası yapar maktadır.7 Kur'an'da Tanrı'ya iliştirilen sözcük ve kavramlardan tanrısal takdirdir vb.. yola çıkarak Kur'an'da sunulan Her şeyi hiçbir ilke ve kuralla Tanrı'yı betimlemeye çalışan sınırlanmayan tanrısal iradeye Halil Hacımüftüoğlu şöyle bağlayan, insanı edilgin sayan demektedir: bir düşünsel dizgede, insanın özne olmasını, eylemlerini yü- Özetle Kuran'a göre Allah, evrekümlülüğünü üstlenmesini, bilgi nin ve insanlığın sahibi; efendisi ve değer üretmeye yönelmesini (rabbu'ssemâvâti ve'l-ard, rabbu'n beklemek boşunadır. Geri kal- -nâs), kralı (el-melik, meliki'n mışlığımızda uluhiyet tasarımla- -nâs) ve ona güven ve sadakatle rımızın hiç mi rolü yoktur? bağlananların hamisi (el-mevlâ) Mehmet Akif Ersoy, bir Müslü- dir. Göklerin ötesinde bulunan man olarak bu olumsuz sonuçları görkemli bir tahta sahiptir (rabgördüğü için, söz konusu Tanrı bu'l-'arşi'l'azîm). Tahtının eşiği tasarımını eleştirmeye yönelmiş (kursiyyuh) gökleri ve yeri kuolmasın? Sonra söz konusu tasa- şatmıştır. Krallığına (mulk/merım biricik bir tasarım da değil lekût) hiç kimseyi ortak (şerîk) ki? Deist, panteist, pananteist kabul etmez ve gerçekte ortağı pek çok Tanrı tasarımı var… da yoktur (lâ şerîke leh). Bu ger-

4

çek kralın (el-melikul-haqq) yakın bir maiyeti (el-mugarrabûn), yüksek konseyi (el-meleu'l-a'lâ), kulları; hizmetkârları; köleleri ('ibâd), kâtipleri (seferah), askerleri ve orduları (cunûd) bulunmaktadır. O töre (ed-dîn) koyucudur. Evreni töresi ile idare eder. İnsanlık onun yeryüzündeki ardılıdır (el-halîfeh). Allah genellikle bizzat kendisi 'bulutların gölgeleri arasından gelerek' insanlığa mesaj ulaştırmak için yeryüzüne inmez. Önceden insanların arasından elçiler (er-rusul) ve haberciler (el-enbiyâ') seçer. Bu elçileri ve habercileri de aslında başka bir elçi veya elçiler (el-melâiketu ve'r-rûh, er-rusûl) vasıtasıyla aldıkları mesajları, buyrukları, fermanları, mektupları (kitâb) kendisi adına insanlığa iletirler. Çünkü Allah var ettiği insanı başıboş bırakmamış, ona daima yol göstermiş ve göstermeye devam etmektir. O hayat yolunda insanlığın lideri ve kılavuzdur (elhudâ/ el-hâdi). Allah ile insan arasındaki ideal ilişki, bir lidere (hudâ) duyulan 'güvenle bağlılık (imân), teslimiyet (islâm), aşk (eşeddu hubben) ve hayranlık (tesbih) duyguları ile dolu gönüllü kulluk olarak da özetlenebilir. O mutlak otoriteli bir kral olduğu gibi, bir yerde tebaası olan insanlığı karşı da bir ebeveyn gibi son derece insaıdır, müşktir; sevecendir (rahmân; rahîm).8

1.Bkz. Taha Suresi, 5. 2.Bkz. Bakara Suresi, 353. 3.Bkz. Enbiya Suresi, 33. 4.Bkz. İbrahim Suresi, 47. 5.Bkz. Enfal Suresi, 30. 7.Bkz. Ebû Hâmid el-Gazzâlî, İtikatta Orta Yol, çev.: Kemal Işık, AÜİF Yayınları, Ankara 1971, s. 41-42. 8.Kur'anda Tanrı'nın sultan olarak betimlenmesi konusunda bakınız. Halil Hacımüftüoğlu, Kral Tanrı/Allah'ın Krallığı, İletişim yayınları, Ankara 2009, s. 25 vd.


MAKALE

Hortumlar Nereden Geliyor?

Prof. Dr. Hakan Yiğitbaşıoğlu

H

ortumlar (Tornadolar) çok şiddetli hava olaylarından biridir. Kaba bir benzetmeyle, hortumlar doğanın elektrikli süpürgeleridir denilebilir. Hortumlar değişik şekil ve boyutlarda oluşmalarına rağmen genellikle bir ucu yere temas eden ve üstündeki buluta doğru dönerek yükselen bir sütun görünümündedir. Yere temas eden kısım ise havada uçan toz, toprak, bitki ve enkaz parçaları ile çevrilidir. Hortumların çoğunun dönüş hızı 175 km/saat'ten azdır, çapları ise 75 metre civarındadır ve sonlanmadan önce kilometrelerce yol alabilirler. Ancak çok güçlü hortumlarda hız 475 km/saat ve daha fazla, çap ise 3 km den daha geniş olabilir ve 100 kilometreden fazla ilerleyebilirler. Hortumların gücü EF (Geliştirilmiş Fujita Ölçeği) ile sınıflandırılır. Bu sınıandırma EF0 ile EF5 arasındadır ve EFO en haf EF5 ise çevresine en fazla zararı veren hortum sınıfıdır (Bkz. Şekil 1). Hortumlar, Antarktika dışında, dünyanın her yerinde oluşabilir. Bununla beraber, en fazla sayıda hortum ABD'nin orta kesimlerinde

görülür. Bu nedenle buraya “Tornado Alley” (Hortum Geçiti) adı verilmiştir. Hortum veya Tornado Geçit'i boyunca her yıl çok sayıda hortum oluşarak can ve mal kaybına neden olur. Bu bölgede

yaşayan bazı insanlar ve özellikle din adamları bunun tanrının bir cezası olduğunu ve halkın daha çok dua etmesi ile durdurulabileceğini düşünmektedirler. Ancak, ne kadar tören yapılırsa yapılsın veya dua edilirse edilsin sonuç değişmeyecektir çünkü bu olayın

Ĭ ŌŅ

Rüzgâr Hızı

Hasar

EF0

105-137 km/saat

Ağaçlara ve dayanıksız evlere zarar verir.

EF1

138-178 km/saat

Dayanıksız evleri temellerinden hareket ettirir, Kiremitleri uçurur

EF2

179-218 km/saat

Çatıları söker, dayanıksız evleri yıkar, büyük ağaçları köklerinden

EF3

219-266 km/saat

Çatı ve duvarları yıkar, arabaları yerlerinden fırlatır.

EF4

267-322 km/saat

İyi inşa edilmiş yapılar bile zarar görür, evlerin çoğunu temelinden

söker.

oynatır, arabaları fırlatır. EF5

> 322 km/saat

Yapılar temellerinden kaldırılıp parçalanır, arabaları metrelerce uzağa

fırlatır.

Şekil 1

5


nedeni farklı özellikteki hava kütlelerinin karşılaşmasıdır. Bir hortumun oluşabilmesi için ortamda hızlı bir sıcaklık değişimi olması gerekir. Böyle hızlı bir sıcaklık değişimi için nemli ve sıcak bir hava kütlesi ile soğuk ve kuru bir hava kütlesinin karşılaşması gerekmektedir. Bu iki farklı hava kütlesinin karşılaşma cephesi boyunca sıcak hava hızla yükselmeye başlar, yükselme hareketinin hızı arttıkça buluttan yere doğru uzanan ve hızla dönen Hortum meydana gelir (Bkz. Şekil 2). Hortumun oluşturduğu vakum gücü çok büyük boyutlara ulaşabilir. Bazı hortumlarda evlerin içindeki şişe mantarlarının bu etkiyle fırladıkları saptanmıştır. Hortum deniz üzerinde de oluşabilir, bu durumda kara üzerine ulaşınca denizden getirdiği balıklar ve diğer deniz canlıları yağmur gibi yere düşebilir. Aynı durum bataklıklar üzerinden geçen hortumlar için de geçerlidir ve Kurbağa yağışlarına yol açabilir. Türkiye'de de hortumlar oluşmaktadır. Bu hortumların oluşumu da yukarıda açıklanan nedenl e r d e n k a y n a k l a n m a k t a d ı r. Türkiye'deki dağılımına bakıldığında Akdeniz ve Karadeniz kıyıları ile iç kesimlerde hortum oluşumları görülmektedir. Akdeniz kıyılarındaki hortumlar genellikle Ekim-Mart, Karadeniz kıyılarında Ağustos-Eylül, iç kesimlerde ise Mayıs-Haziran ayları arasında oluşmaktadır. Özellikle iç kesimlerdeki hortumlar zaman zaman can ve mal kayıplarına yol açmaktadır. Bir Hortumla karşılaşıldığında yapılacak en doğru

6

Yer ile atmosfer arasındaki sıcaklık büyük ölçüde değiş ği zaman yerdeki nemli ve sıcak hava kütlesi hızlıca yükselerek yoğunlaşır ve r na bulutlarını oluşturur

Yükselen bu sıcak hava kütlesi daha yukarılardaki soğuk hava kütlesi ile çarpışarak etra nda çalkan lı rüzgârlar oluşturur.

Dönüş hızı bulut tabanından yere doğru huni oluşturacak yeterli gücü üre r. Huni, yolundaki toz ve parçaları yerden kaldırarak büyük bir hızla döner.

Şekil 2 davranış, olanak varsa, ilerlediği yönden farklı bir yöne doğru uzaklaşmak veya köprü altı ya da evlerin bodrumu gibi göreceli olarak güvenli sayılabilecek yerlere sığınmaktır. Yararlanılan kaynaklar Erol,O., 1988, Genel Klimatoloji, İÜ Yay. No:3526, İstanbul. http://dgf.uchile.cl/~dbozkurt/68_71_hortum.pdf http://www.hufngtonpost.com/2012/03/05/pat-robertson-tornadoes-prayer_n_1321686.html


EVRİM KÖŞESİ

GEZEGENİMİZDEKİ YAŞAMIN KISA BİR TARİHÇESİ (3. bölüm) Bir önceki yazıda, 488 milyon yıl önce meydana gelen Kambriyen-Ordovisyen Yok Oluşu ile Kambriyen Dönemi'nin sonunu getirmiş, Paleozoik Zaman'ın ikinci dönemi olan Ordovisyen'e kadar gelmiştik. Tabi bu arada Kambriyen ve Kambriyen öncesi canlılarını tanımış; böylece gezegenimizdeki yaşamın hiç de bilim düşmanlarının iddia ettiği gibi ilk kez ve aniden Kambriyen'de ortaya çıkmadığını, dolayısıyla da evrim kuramı açısından herhangi bir açmaz yaratmadığını görmüştük. Ayrıca Kambriyen'de meydana gelen en az dört küçük çaplı yok oluş olayı yüzünden birçok hayvan türünün neslinin tükendiğini; Kambriyen'in sonunda Burgess Shale faunasına ait birçok türün yok olduğunu da belirtmiştik. İşte bu yok oluşları atlatarak hayatta kalmayı başaran canlı grupları, Ordovisyen'den itibaren, gidenlerden geriye kalan yerleri hızla işgal ederek çeşitlenmiş ve denizlerde yaklaşık 200 milyon yıl hüküm sürecek olan Paleozoik Fauna'yı meydana getirmiştir. Evrimsel biyolojide adaptif yayılım (veya uyumsal yayılım) denilen çeşitlenme olayının en kapsamlılarından birisi Ordovisyen'de, deniz canlıları üzerinde gerçekleşmiştir. Özellikle çevresel koşulların değişmesiyle yeni kaynaklar ve rekabet ortamları doğar. Adaptif yayılım, bu değişen koşullara bağlı olarak canlıların hızla, çok sayıda yeni uyarlanım (adaptasyon) ve morfolojik/zyolojik özellikler kazanmasına denir. Bu sürecin sonunda fenotipik uyarlanım ve türleşme gerçekleşir. Örneğin kabuklu deniz canlılarına ait aile sayısı Kambriyen'in sonunda 150 iken, bu sayı adaptif yayılımın ardından Ordovisyen'in başlarında 400'e çıkmıştır. Deniz omurgasızlarında da büyük bir çeşitlenme olmuş, özellikle yumuşakça ve eklembacaklılar okyanusları istila etmiştir. Bu dönemde çok sayıda yeni eklembacaklı, yumuşakça, mercan, planktonik graptolit, derisidikenli (örneğin ilk deniz yıldızları), dallıbacaklı ve yosun hayvancığı türü evrilmiştir. Bir diğer çarpıcı değişiklik, süzerek beslenen canlılarda yaşanan artıştır. Kambriyen'in sonlarında görülmeye başlanan ve günümüze kadar neslini devam ettirebilen sadece 6 türü bulunan Nautiloidler ise bu dönemde çeşitlenerek yaygınlaşmış ve okyanuslardaki en güçlü avcı haline gelmiştir.

Şekil 1: Nesli tükenmiş bir nautiloid türü (Orthoceras)

7


İlerleyen süreçteki Devoniyen Dönem'de ilk Ammonitleri görmeye başlarız. Kafadanbacaklılar sınıfına ait, soyu tükenmiş deniz yumuşakçalarından olan Ammonitler, hızlı evrim süreçleri ve yaygınlıkları nedeniyle mükemmel indeks fosillerdir; paleontolog ve jeologlar tarafından jeolojik dönemlerin tanımlanmasında kullanılırlar.

Şekil 2: Bir ammonit cinsi (Asteroceras)

Gezegenimizde yaşamış en başarılı canlılardan olan trilobitler bu dönemde de varlığını sürdürmektedir; ancak Kambriyen'deki atalarından oldukça farklı yapılar geliştirmiş durumdadırlar. Ordovisyen'deki bazı trilobit türlerinde, avcılardan korunmaya yarayan diken, nodül veya göz sapı gibi yapılar evrilmiştir; ayrıca Aeglina prisca gibi yüzebilen trilobitler de mevcuttur. Karasal yaşamın tam olarak ne zaman başladığı konusunda bilimsel konsensusa varılmış değildir, ama karada az da olsa zaman geçiren ilk canlıların deniz ve göl kenarlarındaki algler olduğu düşünülmektedir. Hatırlayacağınız gibi bitkilerin evriminde, bu yazı dizisinin 1. bölümünde değindiğim Endosimbiyoz Kuramı ve dolayısıyla siyanobakteriler önemli bir rol oynamıştı. O zamanlar karalar gündüzleri kavurucu sıcağa, geceleri ise dondurucu soğuğa maruz kalan çıplak kayalıklardan oluşmaktaydı. Yaklaşık 450 milyon yıl önce görülmeye başlanan Kara yosunları (bryotler; vasküler olmayan kara bitkileri) ve onlardan çok daha önce yerleşmiş olan mantarlar haricinde karalar halen çoraktı. Bitkilerin karasal yaşama geçişinde hayati bir rol oynayan Kara yosunları, suyu iletecek dokulara sahip değildi; bu yüzden oldukça ufak ve suya bağımlıydılar. İlk kez Silüryen'de görülmeye başlanan ve bu dönemin sonlarında (yaklaşık 420 milyon yıl önce) çeşitlenip karmaşıklaşan Vasküler bitkiler (trakeotler) ise karasal koşullarda yaşamayı kolaylaştıran iki önemli adaptasyona sahipti: Birincisi, tübüler hücrelerden oluşan ve su ile besinin bitkinin içinde yukarı doğru ilerlemesini sağlayan bir içsel sistem geliştirmişlerdi. İkincisi, lignin denilen ve vasküler dokularının hücre duvarlarını sağlamlaştıran, bitkinin odunsu yapısına katkıda bulunan bir madde sentezleyebiliyorlardı. Bu iki özellik sayesinde ataları olan Kara yosunlarından çok daha fazla büyüme imkanı buldular, ayrıca nem bağımlılıklarını da azaltmış oldular. Bu döneme ait Cooksonia gibi türler, kök ve yaprak içermeyen basit, küçük bitkiler olmalarına rağmen zamanın baskın kara bitkilerindendir. Devoniyen Dönemi'nin ortalarına gelindiğinde bugün gördüğümüz kök ve yaprak gibi birçok yapı artık mevcuttu, bu dönemin sonlarında ise gerçek odun dokusuna sahip ağaç benzeri bitkiler evrilmişti (örnek: Archaeopteris.) Kökler bir kez Lycopodiophyta soy hattında, bir kez de diğer vasküler bitkileri oluşturan soy hattında olmak üzere en az iki kez evrilmiştir. Bilinen en eski ağaç fosili, dev bir eğrelti otuna benzeyen ve 385 milyon yıl öncesine tarihlenen Wattieza'dır.

8


Şekil 3: Kara yosunları (bryotler) Devoniyen'in sonlarında (yaklaşık 360 milyon yıl önce) ise tohumlar ve tohumlu bitkiler, dolayısıyla da ağaçlar ve ormanlar görülmeye başlandı. Tohumlar sert ve dayanıklı kabukları nedeniyle iyi fosilleşen yapılardır. Şu an için bilinen en eski tohumlu bitkiler, nesli tükenmiş olan Pteridospermlerdir. Çok sayıda bitki türünün böylesine hızlı bir evrim sürecinden geçerek oluşmasına “Devoniyen Patlaması” da denmektedir. Günümüzde biyolojik çeşitlilik büyük ölçüde tohumlu bitkilere bağımlıdır; bu anlamda tohumların evrimi canlılık tarihindeki en önemli gelişmelerden birisi sayılır. Çeşitlenen ve kalabalıklaşan su yaşamının gitgide daha da tehlike hale gelmesi, bazı canlılar için yeni habitatların keşni gerekli kıldı. Bir yandan da karasal bitkilerin evrimi, hayvanlar açısından basit bir karasal ekosistem oluşturmuştu. Gerçek anlamda karada yaşayabilen ilk hayvanlar çeşitli eklembacaklı türleriydi. Silüryen'in sonlarında kara bitkilerinin çeşitlenmesiyle oluşan ekosistemde kırkayak, çıyan, örümcek ve böceklerin atası olan eklembacaklı türleri bulunuyordu. Bu ekosisteme yine eklembacaklılara dahil olan bazı deniz kabukluları ve suda koruyucu kabuk geliştirmiş olan yumuşakçalar da katıldı. Eklembacaklılar karasal kolonizasyon açısından oldukça iyi ön-adaptasyonlara sahipti, çünkü nemi muhafaza edebilen ağır, eklemli dış iskeletleri sayesinde kurumaya ve yerçekimine karşı dirençliydiler. Bu eklemli yapıları, karada hareket etmelerini de kolaylaştırıyordu. Ayrıca vücutlarının altında gelişen ufak delikler, havadaki oksijeni absorbe eden içsel tüplerle bağlantılıydı. Bilinen en eski böcek fosili Devoniyen'den kalma (396-407 milyon yıllık) Rhyniognatha hirsti'ye aittir, fakat çene yapısı kanatlı böceklerinkini andırdığı için ilkin böceklerin bu tarihten daha eskiye dayandığı düşünülmektedir. Sonuç olarak Devoniyen'in sonunda ormanlarla kaplanan karalar önce bitkilerle, sonra da birbirileriyle beslenen hayvanlar tarafından yavaş yavaş istila edilmeye başlanmıştı. Denizlere dönecek olursak, Ordovisyen'in başlarında yaklaşık 440 milyon yıl önce ortaya çıkan en önemli canlı gruplarından birisi, gezegenimizin ilk omurgalıları ve günümüz balıklarının (dolayısıyla da tüm diğer omurgalıların) atası olan çenesiz balıklardır (Agnatha üst sınıfı.) Omurgaları kemik yerine kıkırdaktan oluşan bu üst sınıf, günümüzde yaşayan türlerin (siklostomlar) yanı sıra, nesli tükenmiş olan türleri (konodont ve ostrakodermler) de içerir. Ordovisyen ve ondan sonra gelen Silüryen ve Devoniyen dönemlerinde yaşayan çenesiz balıkların çoğu 3-5 mm'lik kemiksi/dikensi plakalarla kaplıydı. Bu nedenle kabuk-derili anlamına gelen ostrakoderm kelimesiyle tanımlanırlar. Solungaçlarını hem beslenme hem de solunum amaçlı kullanan eski kordalıların aksine, ostrakodermler solungaçlarını sadece solunum için kullanırdı.

9


Şekil 4: Günümüzde yaşayan bir çenesiz balık türü (Lampetra uviatilis)

Yaklaşık 420 milyon yıl önce ostrakodermlerden ilk gerçek dişe sahip çeneli balıklar evrilmiş ve denizleri istila etmiştir. Azalmaya başlayan başlayan ostrakoderm türleri ise Devoniyen'in sonlarında meydana gelen kitlesel yok oluş ile tamamen tükenir. Bu nedenle 417-359 milyon yıl aralığını kapsayan Devoniyen'e Balık Çağı da denilir. Bu zaman diliminde çeneli balıklar evrimleşerek dört ana gruba ayrılmıştır: Placodermi (Zırhlı balıklar), Acanthodii (Dikenli yüzgeçliler), Chondrichthyes (kıkırdaklı balıklar) ve Osteichthyes (kemikli balıklar). Neredeyse tüm omurgalılarda olduğu gibi bu ilkel balıkların çeneleri de kemik veya kıkırdaktan yapılma, üst ve alt olmak üzere iki çene parçasından oluşmaktadır. Şu an için elimizdeki en eski kemikli balık fosili 420 milyon, en eski Placodermi fosili (Entelognathus) ise 419 milyon yıllıktır. Kıkırdaklı balıklara ait en eski fosiller ise daha sonra, yaklaşık 395 milyon yıl önce ortaya çıkar. İlkel köpekbalığı türleri de (örneğin Cladoselache) ilk kez Devoniyen'de evrimleşmiştir Osteichthyes yani kemikli balıklar, Et yüzgeçliler (Sarcopterygii) ve Işınsal yüzgeçliler (Actinopterygii) olarak ikiye ayrılır. Modern balıkların birçoğu Işınsal yüzgeçlidir; oysa Et yüzgeçlilerden geriye sadece sekiz tür kalmıştır. Akciğerli balık ve “yaşayan fosil” olarak ünlenen sölekant (Coelecanth) bu sekiz türden ikisidir. Nesli tükenen bir Et yüzgeçli türü de yaklaşık 375 milyon yıl önce yaşamış olan meşhur Tiktaalik'tir. Et yüzgeçliler, tetrapodların atası olmaları ve sudan karaya geçişe işaret etmeleri bakımından evrimsel tarihimizde çok önemli bir yer tutar. (Tetrapodlar, ilk dört üyeli omurgalıları ve onların soylarını -yani tüm ambileri, sürüngenleri, kuşları ve memelileri- kapsar.) İlk karasal tetrapodlar olan ambilerin bacakları, Et yüzgeçlilerin yüzgeçlerinden evrilmiştir.

10


Şekil 5: Solda bir Sarcopterygii örneği (Sebastes norvegicus), sağda bir Actinopterygii örneği (Coelecanth, sölekant)

Tatlı suyun kendine göre dezavantajları vardır; ama çeşitli balık türleri bu zorluklarla baş edecek özellikler geliştirmiştir. Sınırlı alanlar olan göl, gölet ve bataklıklarda oksijen kısıtlıdır. Bazı balıklarda evrilen ilkel akciğerler, hayvana oksijen takviyesi sunar. Günümüzde akciğerlerini hala kullanan balıklar vardır (örnek: akciğerli balık, gar, bişir); çoğu kemikli balıkta ise bu ilkel akciğerler yüzme kesesi denilen bir yapıya evrilmiştir. Tatlı su sistemlerinin bir diğer dezavantajı da sık sık yosun veya kütük gibi maddelerle tıkanmalarıdır. Et yüzgeçlilerde bu sorunla baş etmelerini sağlayan, yüzgeçleri boyunca sıralanmış bir dizi kemik bulunur (geleceğin el ve ayak öncüleri.) Böylece vücutlarını iterek veya kazı yaparak tıkanık bölgeyi geçebilirler. Ayrıca belli mevsimlerde suyun buharlaşmasıyla kuruma tehlikesi altında olan bu bölgelerde yaşayan bazı balıklar, kendilerini çamura gömerek veya kurumuş bir alandan yakındaki sulak olan başka bir alana atlayarak hayatta kalmaya çalışmıştır. Bu, av yakalamak için de faydalı bir yoldur. Günümüzde hala bu yöntemleri kullanan birçok balık türü vardır (örnek: çamur zıp zıpı, bazı yılan balıkları, bazı yayıngiller.) Toparlarsak, Devoniyen'in sonunda çok sayıda bitki ve eklembacaklı türü karaları istila etmiş; dev resierle kaplı okyanuslarda ve tatlı sularda ise kemikli iskelete sahip omurgalılar evrilmiş durumdaydı. Bunlar kendilerini zeminde hareket ettirmeye yarayan kemikli eklemlere sahip üyelere ve suyun altında nefes almaya yarayan solungaçlara ek olarak, havadaki oksjieni solumaya yarayan akciğerlere de sahipti. Birçoğu esas olarak halen suda yaşıyordu (örnek: Acanthostega); yani aslında sadece parmaklı balıklardı. Bazıları ise (örnek: Ichthyostega) besin ihtiyaçlarının büyük bir kısmını karadan sağlıyordu. İşte “dört ayaklı” anlamına gelen ve ambileri, sürüngenleri, memelileri ve kuşları kapsayan Tetrapoda üst sınıfı bu iki canlı grubundan evrildi.

Şekil 6: Acanthostega

11


Devoniyen'in son diliminde -yaklaşık 374 milyon yıl önce- Dünya tarihinde toplamda 5 tane olan büyük kitlesel yok oluşlardan ikincisi meydana geldi. En az 20 milyon süren Devoniyen Kitlesel Yok Oluşu'nda tüm canlı ailelerinin %19'u, cinslerin %50'si ve türlerin %70'i tükendi. En çok etkilenenler, sığ ve ılıman sularda yaşayan tropikal deniz canlıları başta olmak üzere resif yapıcı canlılar oldu. Planktonik graptolitler tamamen yok oldu. Karasal ekosistemler ise daha az etkilendi. Bir sonraki yazıda, sudan karaya geçişe biraz daha ayrıntılı bir şekilde değinerek evrimsel tarihimizde ilerleyeceğiz. Önümüzdeki ay görüşmek üzere... Blog sitem: felis agnosticus http://www.baharkilic.org/

Kaynaklar: http://www.ucmp.berkeley.edu/ordovician/ordovician.php http://paleobiology.si.edu/geotime/main/htmlversion/silurian3.html http://paleobiology.si.edu/geotime/main/htmlversion/ordovician1.html Joseph E. Armstrong'ın “How the Earth Turned Green: A Brief 3.8-Billion-Year History of Plants” isimli kitabı http://news.nationalgeographic.com/news/2007/08/070801-jawed-sh.html http://www.ox.ac.uk/media/science_blog/110707.html http://fsc.fernbank.edu/STT/VertBio/agnatha.htm http://www.fossils-facts-and-nds.com/devonian_period.html http://www.geol.umd.edu/~tholtz/G104/lectures/104land.html http://www.biologyreference.com/Ep-Fl/Evolution-of-Plants.html

12


DİNİ İNANÇLARDAN NASIL KURTULDUM?

Kamil Taşkın

B

ir insanın en değerli hazinesi sorgulamasıdır.” demiş Aristo. Sonrasında Decartes ise, “Cogito, ergo sum”; yani “Düşünüyorum, öyleyse varım“ demiştir. Düşünmek ve sorgulamak eylemleri. Birincisi merak, araştırma ve öğrenmeyi, ikincisi ise edindiğimiz bilgilerin doğruluğunu analiz etmeyi ifade ediyor dersem yanlış bir ifade de bulunmuş olmam sanırım. Ben şu anda 50 yaşındayım. İlkokul 4. ve 5. sınıarda yaz dö-

nemlerinde camide açılan Kuran kurslarına gönderilmiştim babam tarafından. Hiç de sevmezdim. İmamın ezberlememiz için üzerlerine kağıtlar yapıştırdığı Arapça metinler bana hiçbir şey ifade etmezdi. Zaten onları anlamamız da, içeriğini bilmemiz de istenmiyordu. Sadece ezberlememiz yeterliydi. İmam, Kuran kursunda dini konulardan, insanların, dünyanın, hayvanların yaratılışından ve değişmezlikten bahsediyordu. İlkokulu bitirdiğimde sınıfımızın kütüphanesinden 2 tane dergi almıştım (keşke hala duruyor olsalardı.) Bu dergilerin birisinde gelecekteki insan formla-

rından söz edilmiş, biyolojik olarak nasıl değişim gösterecekleri resmedilmişti. Boylar uzayacak, saçlar dökülecek vs. Bu, değişim demekti ve imamın bahsettiği değişmezlikle çelişiyordu. İlk kıvılcımın o zaman çaktığını anımsıyorum. Bir de bizim zamanımızda mavi boyalı gezici otobüs kütüphaneler vardı ve ben ona üye olmuştum. Her hafta kitap değiştiriyordum, kitaplar ücretsizdi. Benim zamanımda bu büyük bir olanaktı. Ortaokulda okulum değişti ve ilk araştırdığım şey gezici kütüphanenin nerde durduğu oldu. Sonra ilk bilim dergimle tanıştım. TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi. Bu yayın, Ortaokul 3. sınıftan beri,

13


son AKP operasyonuna kadar aldığım bir dergiydi. Artık bilimsel konulara daha yakındım ve aybaşlarını iple çekiyordum yeni sayıları okuyabilmek, bilimsel bilgi açlığımı giderebilmek için. Bu dergide o zamanlar, evrimden tutun uzay çalışmalarına, dünyadaki bilimsel gelişmelerden parçacık hızlandırıcılarına kadar birçok konuda makaleler vardı. Popüler bilim konularındaki birikim doğaldır ki bilimsel bakış açısını ve bilimsel düşünme yetisini kazandırıyor insana. Evrenle ilgili, insanla ilgili her şeye sorgulayarak bakıyorsunuz ve ben bu hazineye sahip olmuştum: Sorgulamaya. Düşünmek, sorgulamak ve değişimin farkına varmak. İşte bunlar benim ateist olmamdaki temel etkenlerdir. Evrende değişmeyen hiçbir şey yoktur. Klişe bir söz vardır, bilirsiniz: “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” Hal böyleyken, birilerinin kalkıp değişmezliği savunması ve bunu topluma dayatması akıllara zarar bir davranıştır. Ancak eksik bir şeyler vardı. Değişmezliğe karşı çıkıyordum ama değişmezliği tam olarak incelememiş, araştırmamıştım. Bu amaçla her yıl Ramazan ayında gazetelerin hediye olarak verdiği Kuranlardan almak için kupon biriktirdim. Artık değişmezliği inceleyebilirdim. Evde de Kuran vardı ama onu çizerek, notlar alarak inceleyemezdim. Gariptir ki Kuran-ı Kerimi daha almadan, Tevrat ve İncil'i satın almıştım ve ilk olarak onları okudum. Tevrat ve İncil'i eni konu inceledikten sonra Kuran'ı inceledim ve sonuç

beni hiç de şaşırtmadı. Hepsi tam bir hayal kırıklığıydı. Tevrat ve İncil içerik itibariyle herhangi bir aşkın (transdantal ), zaman ve mekandan bağımsız yaratıcının ürünü olamayacak kadar basit ve insaniydi. Kuran'ın yüzde 60'ı da Tevrat ve İncil'den alındığına göre, o da boşa çıkıyordu. Aynı dönemlerde, yani lise ve üniversite çağlarında Turan Dursun, İlhan Arsel gibi islamiyeti sorgulama cesareti gösteren değerli yazarların kitaplarıyla tanıştım. Kafanızda inanç ve dinsel sistemler konusunda oluşan aykırı düşünceleri birilerinin kitap haline getirdiğini görmek, sanki bu kitapları kendiniz yazmışsınız gibi zevkle, haz alarak okumanızı sağlıyor. İnsanlık kendi tarihi süresinde iki tür bilginin peşinde koşmuş: Akli ve nakli bilgiler. Birincisi bilimi, ikincisi inanç sistemlerini; birincisi değişimi, ikincisi değişmezliği temsil ediyor. Toplumlar her türlü sosyal ve bilimsel konuda bu iki bilgi üzerine şekillenmiş. Günümüzdeki sonuçlara baktığımızda, sanayi, bilim ve teknoloji gibi tüm konularda akli bilgi ile yoğrulmuş toplumların diğerlerinden her anlamda üstün olduklarını görmekteyiz. Bu tür toplumlar düşünebilen, sorgulayabilen bireyler yetiştirmekte ve bu bireyler toplumun değişiminde motor güç olmaktadırlar. Nakli bilgi ile yoğrulmuş toplumlarda ne yazık ki bu tür bireyler yetişmediğinden toplumsal değişim sağlanamamaktadır. Sistemler kendilerini sorguladıkları, sorgulayan sistemi oluşturdukları oranda değişir ve gelişirler. Nakli bilgiyle yoğrulmuş toplumlarda sorgulayan bireyler

olmadığı gibi, sorgulayan sistemler de kurulamamaktadır. En yakın örnek olarak, günümüzdeki Arap coğrafyasında kurulu Müslüman ülkelere göz atmak yeterli olacaktır. Akli ve nakli bilgiler konusunda yeterince bilgi birikimine sahiptim. Bir Hitit atasözü der ki: “ Bunca bilgi edinmişsin, insanlara öğretmemişsin neye yarar?”. İnternet furyası Türkiye'yi sardığında ben de bir web sitesi altında ateizm ve din, ateizm ve bilim gibi tartışma grupları açtım ve bilgilerimi insanlarla paylaşmaya başladım. Öyle ya...Kendim aydınlanmıştım ama ya diğer insanlar? Ya hala din, inanç yalanlarına inananlar? Onlara da ulaşmalıydım bir şekilde. Bu böyle devam etti. İnançlı insanlara her zaman önerim şu olmuştur: İnandığınız dinin kitabını okuyun. Yalnız bir farkla: Orada yazılanları mutlak doğru olarak kabullenerek değil, sorgulayarak. Zaten ortalama zekaya sahip herhangi bir insanın, din kitaplarını sorgulayarak okuduğunda ulaşacağı nokta Deizmdir. Bundan ötesine, yani Ateizme ulaşması, bilimsel bilgi ile ne kadar ilgilendiğine bağlı. Evet, insanları din kitaplarını okumaya yönlendirmeliyiz. Sadece bu yapılsa bile nakli bilgiden akli bilgiye geçen insanların sayısında artış olacaktır. Son olarak, hayatımda hep şu sözü düstur edinmişimdir: Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir. Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak galliktir, deliliktir ve hatta hainliktir. (ATATÜRK) Hakan İLOĞLU (Hamiş)

14


DENEME

Gemi Batıyor … (3.Bölüm)

Taner Beyter “Liman, gemi kazasının bir seçeneği değil, kaçırılmış yaşam mutluluğunun bir mekanıdır.” Hans Blumenberg

İzleyicinin konumu üzerinden anlamaya çalıştığımız “gemi batışı” eğretilemesine Voltaire üzerinden devam ediyoruz. Voltaire böyle bir eğretileme mantığı üzerinden temellenen anlamlandırma sistematiğimizin gücünü merakın oluşturduğunu düşünüyordu. Ancak merak eden, edebilen “geminin batışına” dönük bir bakış açısı geliştirebilirdi ona göre, bu durumu insanın “içe dönüklüğü” olarak duyumsuyor ve Lucretius'un tutku duyumsamasını reddediyordu. Örneğin insanlık tarihinin derinliklerinden yola çıkarak bir paradigma oluşturmaya çalışan bir tarih felsefecesinin bu eylemi gerçekleştirmesindeki istencin temeli, eğildiği konuya dönük mutlak meraktır. İnsanın ilgilendiği her konu, insan eylemleri ile şekillenirken bu süreç bir içe dönüklüğü inşa etmektedir. Eyleyen bir varlık olan insanın en temel yapısı, merak olmalıdır; “içe dönüklüğü” Lucretius gibi salt bir tutku ile açıklamaya çalışmak eksik bir perspektif olurdu. Lucretius'un yanıldığını savunuyor ve insanlara denizde kazaya uğrayan gemiyi izlettiren dürtünün “merak” olduğu konusunda ısrar ediyordu. Tutku dahi kendisini tanımlama noktasında (bir içe dönüklük üzerinden) başka bir insan edinimine muhtaçtır. Bu noktada merak neyden doğar ve neden vardır sorusu sorulmalıdır? Açıkçası biz merak duygusunun, insanın gemiye binerken ya da karada izlerken olsun, varlığını sahiplenmesi ile isteyerek ya da istemeyerek elde ettiği bir istenç olduğunu düşünmekte ve “tamamlanmamış olma” olarak tanımladığımız insan var oluşunun eylemsel bir dışavurumu olduğunu görmekteyiz. Bu öyle bir dışavurumdur ki; Voltaire'nin sözleri ile “insan için merak ağır bastığında, kendisine ilişkin kaygıları dahi unutabilir”. Bu özne için aşkınsal bir durumdur ve inşa edebilmeyi bu aşkınsallığa borçludur; ancak merak edebilen bir insan inşa edebilir. Eğer geminin neden var olduğunu ve neden battığını “Tanrı” adlı kurgu ile bildiğinizi iddia ediyorsanız, tüm içe dönüklüğünüzü reddetmiş olursunuz.

15


Merak ve tutku ayrımında güdülerimizi “tutkuya dönüşen bir merak” üzerine temellendirerek Blumenberg'in deyimi ile “Geminin yönlendirilmesindeki sorunları çözümlemek ve tekniğin bilimin konusudur” görüşünü hakim kıldık. Bilim ile şekillenen gemi paradigmamız Horatius'un söylediği şekilde “daha çok görene daha çok yük düşer” olarak vücut buldu; izleyici etiği ve geminin batışı eğretilemesi arasındaki karşıtlığa dair düşüncelerimiz Bilim'in sistematik hale gelmesi ile farklı bir koldan farklı bir boyut kazandı artık. Gemi batmaya devam etmektedir. Peki değişen nedir? Lucretius, insanın korkudan kurtuluşuna değer vermişti. Geminin batıyor oluşunun doğurduğu korku, bilimin hakikati aramada “nesnel olma” ön koşulu ile farklı bir hal aldı. “Gemi batıyor mu? Lütfen bunu abartmayın, bu yalnızca bir doğa olayı! İnsan var oluşunda metaziksel ve özel bir anlam mı arıyor? Üzgünüz, bu dünyada çok özel bir konumuz yok, diğer tüm canlılar ile aynı kökenden geliyorsunuz!” Gemi batışı kadar içkin ve gerçekçi bir durum karşısında bilimin bize öğrettiği soğukkanlı olma ve öznelliğimizde doğan yanılgılarımızı asgari düzeye indirmekti. Her ne var ki bu birçok kişi tarafından “insanı basitleştiren ve değersizleştiren bir adım” olarak algılandı ve bilim özellikle Aydınlanmaya Çağı'nın ardındaki süreçte “insana değer vermeyen ve insanı unutan” olma ile suçlandı. Bu suçlamaları savuranlar elbette Geminin Batışı'ndan nemalanan ve çıkar elde eden kişilerdi. Din, “varoluşsal kaygı” adını verdiğimiz gemi batışının Kierkegaard tarzı yorumlamasını, birçok defa bir çıkar ve kontrol aracı olarak kullandı. Her ne olursa olsun Bilim'in, Din'in pençelerinden kurtuluşu yine soğukkanlılığı sayesinde olmuştur. Var oluşumuza dair hissettiğimiz ilk merak duygusunun “samimi bir tutku” yerine “kurgusal bir dünyanın çıkar aracı” olarak şekillendiği tarihimiz artık geri kaldı. İster “Karadaki izleyici”, ister “Geminin Güvertesi”nde olan olsun, bilim aklın kurtarıldığı bir eylemi imlemektedir. Yüzyıllardır (ve ne yazık ki halen) “Nereden geldik?” sorusuna Adem ve Havva anlatısı yerine “soğukkanlı bir şekilde” cevap verebiliyoruz. Bilgimizin sistematik bir hal alarak bir açıklama modeli oluşturamadığı o uzun geçmişimizde; açıklayamadığımız durum ve olgulardan dolayı duyduğumuz derin korku sadece bir acizlik belirtisi idi. Blumenberg bunu durumu şöyle açıklıyor; “Gemiye ve insanlara rastlamak ise tamamen tesadüften ibarettir.” Ana metnimizde Blumenberg, dikkat çekici bir şekilde Goethe'nin yaşamı ve kirleri ile bitirdiği “Hayatta Kalma Sanatı” adlı bölümden sonra; “İzleyici Etiğini Yitiriyor” adlı bölüme geçiş yapıyor. Biz bu bölümün çözümlemesini yapmadan önce Blumenberg'i bir noktada eleştirme gereği duyuyoruz. Geminin Batışı eğretilemesinin felsefe tarihindeki birçok farklı duyumsanma biçimini ele alan Blumenberg, şaşırtıcı bir şekilde “Yabancılaşma” kavramına hiç değinmiyor. “Geminin Batışı” ile “Yabancılaşma” kavramı kuramsal anlamda oldukça yakın konumdalar. Heidegger ve Marx'ın Yabancılaşması'nın, Gemi Batışı eğretilemesine oldukça yakın olduğunu düşünüyoruz. Heidegger, insanın bu dünyaya fırlatıldığını, bu dünyada unutulduğunu ve bu dünyaya terk edildiğini söylemektedir. İnsan bu dünyaya gözlerini açar açmaz kendini bir varlık kaygısı içerisinde hissetmesinin temeli de bu dünyaya fırlatılmış olduğu eğretilemesidir. Bu dünyaya fırlatılan ve öylece unutulan insan kendi varlığının anlamını bulma zorunluluğunun yükünün de sırtında olduğunu bilmektedir. Bu yük kendisiyle beraber getirdiği bir sorundur. “Neden hiçlik değil de ziyadesiyle Varlık?” sorusu ile biten “Varlık Ve Zaman” adlı yapıtında Heidegger, Varlık nedir sorusuna cevap veremiyor oluşumuza oldukça şaşırmaktadır; varlığın anlamını unuttuğumuzu ve bu nedenle varlığın tehlike altında olduğunu oldukça metaziksel bir dille ifade ederken; yapılması gerekilen şeyin varlığın anlamını bulmak olduğunu söylemektedir. Heideger'gil dil ile söylersek yapmamız gereken ”Varlık Yurduna” geri dönmektir. Bizi “Varlık Yurdu”na geri götürecek olanlar ise “Varlığın Çobanları”dır, yani; şairler. Çünkü “Dil, varlığın evidir” üzerine temellenen felsefesinde, dili en iyi kullanan şairlerin de varlığın çobanları olarak tarif edilmesi gayet normaldir ve hayatının son döneminde özellikle Alman şair Hölderlin etkisi altında kalması da bu

16


düşüncesi ile tutarlı bir eylemdir. Dünyaya fırlatılmış olmamız ile varlığın anlamını unutmuş olmamız bizde ki temel “Yabancılaşma”nın kaynağıdır. Yani Blumenberg'in eğretilemesi ile beraber ele alırsak Varlık'ın unutulmuş ve bu nedenle tehlike altında bulunuyor olması Gemi'nin denize indiği anda batmaya başladığı anlamına gelmektedir. Ama Blumenberg'den farklı olarak Heidegger'in felsefesinde “karada yani güven içerisinde, batan gemiyi izleyen” bir İzleyici bulunmamaktadır. Varlıktan herkes pay almaktadır ve herkes Havf içinde, unuttuğu Varlığın anlamını “Hiçlik” olarak inşa etmektedir. Bu inşa süreci varoluşsal bir kaygı içermektedir. Marx'ın “Yabancılaşma”sında “Gemi Batışı” eğretilemesini duyumsama şekli Heidegger'in duyumsamasından çok farklıdır. Heidegger'de insan ilk elden biraz edilgen bir durumdayken, Marx'da insan ilk elden etken bir yapıdadır. İnsan, Doğa içerinde Doğa ile beraber var olan ve “eyleyen” bir varlıktır. Kendi varlığını belirleme noktasında bir “ötekine” mutlak olarak ihtiyaç duymaktadır ve bu bir “öteki” aslında Doğa'nın kendisidir. İnsan, Doğa ile ilişkisi boyutunda varlığına anlam kazandırır ve Doğa ile ilişkisinden (çalışması ve doğayı işlemesi ile) “emek” doğmaktadır. Emek, insanın biricik özü ve kendi varlığının odak noktasıdır çünkü insan, emeği mutlak Doğa ile ilişkisi sonucu, kendi eylemi ile yaratır. Peki, insan biricik özünü satarsa ve ondan uzaklaştırılırsa ne olur? İşte tam bu noktada, Marx cevap vermektedir, “İnsan kendine Yabancılaşır”, çünkü kendi özünü para karşılığı, üretim araçlarını elinde bulunduran Burjuva'ya satmaktadır. “Gemi”, insan emeğini satmaya başladığı an batmaya başlar ve Marx'ın “Tarihsel Materyalizmi”ne göre insan yüzyıllardır emeğini satmaya zorlanmaktadır. Heidegger için “Gemi Batışı”ndan kurtuluş “Varlığın Anlamı”nı bulmak ve aramak iken, Marx'da bu kurtuluşun adı “Devrim”dir. Gemi Batışı'na dair bir sonraki adımımız Blumenberg'in “Hayatta Kalma Sanatı” adlı bölümü ile devam edecek. Daha önce olduğu gibi okuyucuya tekrar bir soru sorarak yazıyı bitirmek istiyoruz; “Acaba Gemi Batışı'nın en ilkel duyumsaması kendini Tanrı olarak mı açığa çıkarmıştı?”

Kaynakça: Blumenberg R., (2002), “Gemi Batıyor, Seyrediyorlar”, Çeviren Osman Toklu, Dost Kitabevi, Ankara. Rossi P., (2002), “Gemi Batıyor, Seyreden Yok”, Çeviren Durdu Kundakçı, Dost Kitabevi, Ankara. Marx, K., (2003), “Yabancılaşma”, Çevirenler Kenan Somer, Ahmet Kardam, Sevim Belli, Arif Gelen, Yurdakul Fincancı, Alaatin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara. Heidegger, M., (2011), “Varlık Ve Zaman”, Çeviren Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı, İstanbul. Weber A., (1998) “Felsefe Tarihi”, Çeviren H.Vehbi Eralp, Sosyal Yayınları, İstanbul.

17


BİLİM& TEKNOLOJİ

EVRENİN ZAMAN ÇİZELGESİ -Bölüm 1Erhan Kılıç

M

erhaba arkadaşlar. Bir süredir Big Bang'den günümüze, Evren'in gelişim ve evrim aşamaları hakkında yazmak istiyordum. Bu yazıyı hazırlarken iki bölüm halinde toplam 10 evreden bahsedeceğim. Bu iki bölüm bittikten sonra Evrenimizin öngörülen geleceği ile ilgili ayrı bir yazı, en sonunda da Big Bang ile ilgili daha detaylı bir yazı yazacağım. Evren'in zaman çizelgesi başlıklı yazı dizisi çok detaylı bir yazı olmayacak. Başlangıç amaçlı olduğundan, yıl yıl neler olduğunu anlatan bir metin değil. Daha çok Big Bang ânı, ilk yıldız oluşumu, galaksiler, bulutsular ve devamı şeklinde evrelere böldüm. Daha detaylı halini, yani yıl yıl evrelendirilmiş versiyonunu ileride yazmayı planlıyorum. Hadi başlayalım... Big Bang (Büyük Patlama) Big Bang yaklaşık 13,87 milyar yıl önce gerçekleşti. Evren büyük bir karışıklık ile başladı, uzay ve zaman oluştu. Tüm uzayın, zamanın, maddenin, enerjinin, entropinin, yani kısacası her şeyin kaynağı Big Bang'tir. Saniyenin ilk trilyonlarca trilyonlarca ve trilyonlarca küçük kısmında, evren Planck mesafesi dediğimiz bir mesafedeydi. Bu mesafe, atomun trilyonlarca trilyonlarca ve trilyonlarca kez küçük boyutudur. Daha sonra kozmik enasyon denilen, akıl almaz hızda (ışıktan da hızlı) bir genişleme süreci başladı. Hayal etmesi zor da olsa, bu genişleme sürecinin büyüklüğünü aklımızda canlandırmak için, bir nanometrenin 250 milyon ışık yılına genişlediğini söyleyebiliriz. Bu kozmik enasyon sonradan durdu ama Evren genişlemeye devam etti.

18


Evren genişledikçe ve soğudukça, simetri kırılmalarıyla 4 temel kuvvet ortaya çıktı. Bu kuvvetler yoluyla oluşan parçacıklar bir araya gelerek ilk hidrojenlerin, biraz helyumun ve çok az miktarda lityumun çekirdeklerini oluşturdular. Bu elementlerin yörüngelerinde elektronları yoktu; çünkü Evren o kadar sıcaktı ki aşırı enerji yüklü elektronlar yerinde duramıyordu. Bu aynı zamanda ışığın, yani fotonların hareket etmesini de önlüyordu. Bu yüzden Evren'in ilk zamanlarında ışık yoktu, Evren opak bir haldeydi. Big Bang'den 350 bin yıl sonra, Evren yeterince soğuduğunda elektronlar çekirdeklerin etrafında yörüngeye girdi ve ışık ilk kez hareket etmeye başladı. İşte Mikrodalga Kozmik Fon Işıması dediğimiz şey, bu ilk ışıktır. Bir diğer önemli nokta da başlangıçta Evren'deki madde ve anti-madde miktarının birbirine eşit olmasıdır. Bu ikisi bir araya gelerek enerjiye dönüşüp yok olurken, sebebi ve nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde madde baskın çıkarak görülebilir Evrenimizi oluşturdu. İlk Yıldızların ve Galaksilerin Oluşumu Evren genişliyor, soğuyor ve maddeler oluşmuş durumdayken, Big Bang anındaki çok küçük farklılıklar ve kütleçekimi sayesinde mevcut maddeler bir araya toplanmaya başladı. Bu şekilde ilk yıldızlar oluştu. İlk Nesil Yıldızlar diye adlandırılan bu yıldızlar devasa boyuttaydı. Daha sonra onların da bir araya toplanmasıyla ilkel galaksiler, diğer bir adıyla kuasarlar oluştu. Yıldızlar, çekirdeklerinde hidrojeni helyuma, helyumu da üçlü alfa süreci ile karbona dönüştürerek element çeşitliliğinde artışa yol açtılar. Üçlü alfa süreci şu ş ekildedir: İki helyum atomu birleşerek berilyum atomunu oluşturur; daha sonra berilyum atomu bir helyum atomu ile birleşerek karbon atomunu oluşturur. Yıldızlarda meydana gelen bu süreç, artık füzyon yapılamaz noktaya gelene kadar (atom numarası 9 olan demir elementine kadar) devam edebilir. Sürecin hangi elemente kadar devam edeceği yıldızın kütlesine bağlıdır. Demir elementinden sonra füzyonun devam edememe sebebi ise şudur: Demir atomunu füzyon ile birleştirirseniz, füzyon için gerekli olan enerji, füzyondan elde edilecek olan enerjiden daha fazla olacaktır. Bu yüzden ve yıldızın iç sıcaklığının yetersiz kalmasından dolayı demir elementinde füzyon gerçekleşmez. Yıldız, füzyonun durduğu bu evrede bir süpernova patlaması yaşar. İlkel galaksilerden söz ederken şu bilgiyi de es geçmemek gerekir: Zaman çizelgemiz değişmese de bu dönemde, günümüzdeki dev spiral galaksilere benzeyen, yıldız üretiminin durduğu galaksiler de gözlemlenmiştir. Hiç var olmaması gereken bu galaksileri gözlemleyebilmiş olmamızın sebebi, o zamanlar birçok ilkel galaksinin yoğun bir şekilde çarpışması sonucunda yıldız üretiminin daha da hızlanması, buna bağlı olarak da yıldızlararası tozun bitmesi olabilir. Yıldızlararası toz bittiğinde bulutsular da oluşamayacağı için, yıldız üretimi durmuştur.

19


Eğer bu doğruysa, o zamanlarda gezegenlerin ve biraz ilerisinde yaşamın oluşma ihtimali de mümkün. Ama bu, sadece bir hipotezden ibaret. Bununla ilgili şu yazımı okuyabilirsiniz: Erkenden Ölmüş Galaksilerin Gizemine Bir Bakış Büyük Moleküler Bulutsular İlk nesil yıldızlar ve ilkel galaksiler oluşurken bir yandan da yıldızlararası uzayda maddeler toplanmaya devam ediyordu. Bu toplanmalar ile büyük moleküler bulutsular meydana geldi. Bu bulutsular galaksilerdeki yıldızlararası uzayda bulunur ve galakside yeni oluşacak yıldızlar ve gezegenler için hammadde kaynaklarıdır. 300 ışık yılı genişliğindeki bir moleküler bulutsuda, bizim Güneşimize benzeyen 10.000 tane yıldız oluşturabilecek kaynak bulunmaktadır. Ama moleküler bulutsuların sadece %10′u yılŞekil: Kartal Bulutsusu dız oluşturmaya yetecek yoğunlukta olabilmektedir. Bu yeterlilik ise ortalama birkaç yüzden birkaç bin yıldıza kadar değişiklik göstermektedir. Moleküler bulutsular, 10 veya 100 milyon yıl dağılmaksızın bir arada kalabilir. Bulutsularda Yıldızların Doğumları Büyük moleküler bulutsular oluştuktan sonra, kütleçekimin etkisiyle kendi içlerinde topaklaşmalar başladı. Bu yoğunlaşma aynı zamanda ısıyı da artırdı. Isının artması ve yeterli yoğunluğa erişilmesiyle hidrojen atomları birleşerek helyumu oluşturmaya başladı ve önyıldız (protostar) dediğimiz yapılar oluştu. Bulutsular doğum sancıları çekiyordu. Fakat bu önyıldızlar görülebilir ışıkla gözlemlenemez, çünkü etraarı yoğun toz bulutu ile doludur; dolayısıyla ışık sadece bulutsuyu aydınlatır. Fakat şu anda bu yıldızları kızılötesi teleskoplarla gözlemleyebilmekteyiz.

Şekil: Yaratılış Sütunları (Bu ismi almalarının sebebi, bir sürü yıldızın burada doğmasıdır.)

20

Önümüzdeki sayıda yer alacak olan 2. bölümde şu başlıklara yer vereceğim: ·Yaşlı Yıldızlar ve Nükleosentez ·Yıldızların Ölümü ve Yeni Elementler ·Öngezegenimsi Diskler ·Gezegenimsilerin Oluşması ve Öngezegenlerin Yoğunlaşması ·Jüpiter, Dünya Gibi Gezegenlerin Oluşumları. ·Yaşamın Kimyası


KÜLTÜR SANAT

Bildiğiniz Tıp Bu Değildi Garajımdaki Ejder

S

iz de tarihin belli bir döneminde, özellikle 1900'lerde yaşama hayali kuranlardan mısınız? Eğer öyleyse, onlara Amerika'da yeni yayına giren bir diziyi, The Knick'i izleyip bir daha düşünmelerini öneririm. The Knick, o dönemin pırıltılı yanıyla bizi büyülemek yerine, daha gerçekçi bir yaklaşımla, bizi yaşamın pamuk ipliğine bağlı olduğu bir yere, bir hastane ortamına götürüyor. Ambulansları atların çektiği, elektriğin bile doğru düzgün sağlanamadığı, zenci hastaların hastaneye alınmadığı ve ortalama insan ömrünün 46 yıl olduğu (o da şanslı olanların) bir dönem bu. Başarısızlıkla sonuçlanan ürkütücü ameliyatların, korku lminden fırlamış gibi duran yöntemlerin uygulandığı bu yer ne kadar tekinsiz bir atmosfer çizse de, bunlar aslında modern tıbbın oluşumunu sağlayan sancılı sürecin ilk aşamaları. Dizi, bol kanlı prosedürlerin en ince (!) detaylarına değinmekle kalmıyor elbette (ki ikinci bölümde ilk bölümden daha azdı). Konu her bölümde katman katman çözülürken, ayakta kalma mücadelesi veren bir hastanenin kendi ekosistemine, hayatları doktorların ağzından

çıkacak kararlara bağlı olan hastaların trajedisine, doktor ve hemşirelerin yaşamına tanık oluyoruz. Böylelikle dizi bilimi sömürmeden, onu bir korku unsuruna dönüşme tehlikesine saplanmadan derdini anlatmayı başarıyor. Dönemin diğer yaralarına da parmak basmayı es geçmiyor tabii: Irkçılık gibi. İyi bir eğitim almış olan Dr. Algerno'nun, tüm dehasına rağmen beyaz doktorlar arasında sürekli dışlanması, önerilerine kulak asılmaması (özellikle Cliwe Owen tarafından canlandırılan Dr. John tarafından) ve bodrum katında kendi kliniğini açmak zorunda kalması, Amerikan rüyasının pek de öyle pembe olmadığını gösteriyor bizlere. Zavallı Algernon beyazlar kadar, yaşadığı

kenar mahalledeki zenci hemcinsleriyle de statüsü nedeniyle zor anlar yaşıyor. Yine de 2. bölümün nalinde kendisinin pek de o kadar kolay ayaklar altına (!) alınacak biri olmadığını görmüş olduk. (Spoiler vermek istemiyorum ama hem güldüm, hem de keyiendim o sahneye.) Dizinin ilerleyen bölümlerinde, aklını ve becerilerini kullanarak hastane hiyerarşisinde yükseleceğini söylemek çok da güç değil. İlk bölümde kocakarı yöntemiyle hastanedeki hamile bir kadının doğumunu hızlandırmaya çalışan rahibe karakteriyle, bilimde dogmaya yer olmadığının da altının çizildiği söylenebilir. İkinci bölümde ise aynı rahibenin gece, gizlice mahalle arasında kürtaj yapmaya gittiğini görüyoruz.

21


Ambulansın arabacısı tarafından takibe alınan rahibeyle hikâyenin bu kısmının nereye varacağı henüz belli değil. Fakat rahibenin, cana ruh üendiği için kürtajı günah olarak gören tipik dincilerden olmadığı kesin! Sinemayı bırakacağını söyleyen, body-horror türünün ustası, yönetmen Soderbergh'in (kendisi aynı

zamanda ateist olur) bir televizyon yapımıyla tekrar aramıza dönmüş olması açıkçası benim için bir sürpriz oldu. Soderbergh, kamerasını kırılgan ve aciz insan bedenine odaklar gibi görünse de asıl trajedinin bedenimizde yaşananlar değil, hayatlarımızın ta kendisi olduğunu gösteriyor bizlere.

Blog sitem: http://garajimdakiejder.blogspot.com

22

Not: Belki izleyenlerin dikkatini çekmiştir, dönem yapımlarının tam aksine lmin müzikleri tamamen elektronik. Bu sıradışı ve zekice hamleyle, günümüze bir köprü kurduklarını düşünüyorum. Garip, ama etkili.


NEDEN ATEİST BİR DERNEK? Birçoğumuz küçük yaşlarımızdan beri dinsel telkinlerle, ritüeller içerisinde büyüdük. Bizlere aşılanan din olgusu, okul çağında devlet eliyle verilen din dersleri vasıtasıyla da aşılanmaya devam etti. Toplumsal yaşamın içerisinde ise hep övüldü; iyiliğin doğruluğun, adaletin ve saığın sembolü olarak önümüze kondu din. İş, okul, aile ve arkadaş çevremizde, ''Dini bütün olmak'' genel geçer bir duruş olarak değerlendirildi. Ancak çok sık dikte edilen bir tümceyi alıntılamakla başlarsak; “%99'u Müslüman'' olan ülkemizde iyiliğin, doğruluğun ve adaletin hüküm sürdüğünü söylemek pek de mümkün değildir. Bunu, inanan veya inanmayan her insan rahatlıkla görebilir. Buradan hareketle dini bütün olmak ile söz konusu olumlu kavramlar arasında elle tutulur bir bağlantı bulunmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Diğer yandan, dikte edilen inancın sorgulanması ise her daim ayıplanan, tehlikeli bir davranış olarak gösterildi; inançsızlar tehlikeli, güvenilmez, ahlaksız vb sıfatlarla etiketlendi. Din, toplumsal yaşam ve sekülerizm Bütün bu olguları anlayabilmenin yegâne yolu dinin varoluşundan bu yana toplumsal işlevlerini araştırmaktır. Düşünce tarihi insanın varoluşuyla başlar. İnsanlar en eski ilkel çağlardan bu yana nasıl var olduklarını, yaşadığımız dünyanın nasıl bir yer olduğunu vb. pek çok konuyu sorgulamış, buna çeşitli yanıtlar bulmaya çalışmıştır. Öte yandan oluşan düşünce üretimi süreci, toplumsal yaşamın ne şekilde düzenlenmesi gerektiği konusundaki birçok düşünceyi de bu sorgulamalara verilen cevaplara koşut olarak meydana getirmiştir. İnsanın kendini ve doğayı algılama sürecinde yarattığı tanrı imgesi, o tanrıları memnun etmek adına gelişen birçok ritüele zemin hazırlamış, toplumların en ilkel hukuk kurallarının belirleyici unsurlarından birisi haline gelmiştir. Din, Aydınlanma Çağına kadar geçen zaman dilimi içerisinde toplumsal yaşamın belirlenmesi ve düzenlenmesinde zamanın her türlü hukuki ve ideolojik işlevini yerine getiren bir tutkal işlevi görmüştür. Fakat Aydınlanma Çağı diye adlandırılan dönemde yaşanan teknolojik, bilimsel ve düşünsel ilerlemeler nezdinde, dinin toplum üzerinde kurduğu hükümranlık da yıkılmaya başlamıştır. Bu süreçte Kilise, yaşanan her tür ilerlemeye karşı amansız bir savaş vermiş olsa da, akılcı toplum düzenine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Mülki anlamda Kilise mallarına el konulurken, ideolojik anlamda da akılcı görüşler ön plana çıkmıştır. Hukuk, kilise kurallarının aksine, aklı ve insanı özneleştiren bir tutum ile yeniden inşa edilmiştir. Böylece Orta Çağın karanlığı, Aydınlanma'nın ışığı ile tarihe gömülmüştür. Türkiye'de inanç ve inançsızlık Avrupa'da bütün bu gelişmeler yaşanırken Osmanlı toprakları ise büyük bir sessizlik içerisinde kalmıştır. Gerek teknolojik gelişmelerle, gerekse de aydınlanma düşüncesiyle neredeyse bir asır sonra tanışan Osmanlı ülkesinde materyalist düşüncelerin yayılması oldukça sancılı ve kısıtlı olmuş; bu süreç ancak Cumhuriyet'in ilanı sonrası yapılan düzenleme ve inkılaplar çerçevesinde ilerici noktalara taşınabilmiştir. Sünni İslam inancının büyük bir hegemonyasının olduğu ülkemizde inançsız olmak, hatta farklı inanç veya mezhepten olmak bile büyük baskıları beraberinde getirmiş, getirmeye de devam etmektedir.

23


Özellikle 12 Eylül döneminde yaşanan toplumsal hareketliliği bastırmak için zorunlu din dersleri vasıtasıyla devlet tarafından da pompalanan din kavramı, dinsel referanslı AKP iktidarının 11 yıllık politikaları neticesinde yaşamımızın her alanına girmiş, son 2 yıl içerisinde de büyük bir baskı aracına dönüşmüştür. Mantar gibi türeyen İmam Hatip liseleri ve giderek kalitesi düşen eğitim sistemiyle eğitim kurumlarına, paylaşılan dörtlükler yüzünden yargılanmaktan ötürü düşünce özgürlüğüne ve hatta kürtaj hakkının yasaklanmasıyla özel hayatın dokunulmazlığına kadar yaşamımızın içerisine doğrudan nüfuz eden din, artık en temel insani hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı bir noktaya varmıştır. Peki, gelecek bu kadar karanlık mı? İşte gözlerimizin önündeki bu karanlık tablonun daha da kararacağının sinyalleri verilirken, ateistler olarak bu gidişata dur diyebilmek adına önemli bir adım attık. Kendimizi “inançsız” olarak tanımlayan ve yıllardır gerek sosyal medyada, gerekse de çeşitli forum ve sanal tartışma ortamlarında düşüncelerimizi paylaşmanın yeterli olmadığını gören bizler, bu görüşlerimizi önyargılardan arınmış, demokratik bir platformda özgürce dile getirebilmek, inançsız kimliklerimizle toplumun dışlanmış bir parçası olmaktan çıkmak ve hakkımızda dillendirilen haksız ve asılsız iftiralara hem bir cevap, hem de bir son verebilmek için bir araya gelerek örgütlenme çalışmalarına başladık. Toplumdaki non-teistleri, birbirileriyle rahatça konuşup tartışabilecekleri bir platformda birleştirmek amacıyla 2013 Mayıs'ından bu yana çeşitli tanışma ve tartışma toplantıları düzenledik. Sonunda bu senenin Mayıs ayında da Ateistler Derneği'ni kurduk. Şu anda İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Antalya gibi birçok şehirde düzenli olarak TTT'ler düzenlemekteyiz. Ülkemizin içerisinde bulunduğu bu gericileşme döneminde zorlu ve yorucu bir çalışmanın ardından kurulan Ateistler Derneği sadece inançsızların değil, aynı zamanda egemen inanç sisteminin baskıları altında ezilen herkese sahip çıkmayı amaçlamaktadır. Ateistler Derneği, Türkiye toplumunun hümanist, bilimsel, akılcı ve özgürlükçü gelişimi için, aynı değerlere sahip bilimsel, akılcı ve özgürlükçü bir eğitim anlayışının gerekliliğini vurgular; böyle bir yapının oluşabilmesi adına demokratik çerçevede çalışmalar yapmayı hedeer. Dini inançların ve hurafelerin baskısı altında bilimden uzaklaşmış olan insanlara, bilimsel bilgiyi ve bakış açısını anlaşılır bir biçimde ulaştırmayı amaçlar. Bizim gibi düşünen, bu ülkeyi ve güzel insanlarını karanlığın ve geriliğin pençesinden kurtarmak isteyen herkes bize katılsın; çalışmalarımıza destek versin isteriz. Bu anlamda aşağıda verdiğimiz bağlantılardan çalışmalarımızı ve TTT'lerimizi takip edebilir, bu önemli süreçte sadece varlığınızla dahi olsa büyük bir katkı koyabilirsiniz. Dünya seninle, özgürken daha güzel…

Ateistler Derneği Facebook sayfası: https://www.facebook.com/Ateistlerdernegi.org Web sitemiz: http://ateistlerdernegi.org/ Twitter hesabımız: https://twitter.com/AteistDernek

24



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.