1
Özüne Dönen Kadının Dergisi
2
Özüne Dönen Kadının Dergisi
http://www.biosense-tr.com
İnci GÜL Yazı İşleri Müdürü
AvangArt Kadın Dergisinin Sevgili Okuyucuları, Sayfalarımıza bir kez daha hoşgeldiniz! Umarız sizler de bizim kadar heyecanlı, bizim kadar sabırsızsınızdır bu buluşmada... Yazın sıcağına, nemine, tozuna, terine aldırmadan, sizlerle sanki ilk kez buluşacakmışız gibi heyecan ve coşkuyla yine karşınızdayız. Eğer ilk kez konuk oluyorsanız bize, mutlaka ilginizi çekecek yazılar, konular bulacaksınız; yok eğer düzenli olarak bizi takip ediyor ve her ayın ilk gününü sabırsızlıkla bekliyorsanız, aydan aya aynı çizgide ama hep ileriye gittiğimizi fark edeceksiniz. Her sayıda biraz daha gelişiyor, büyüyoruz çünkü. Yaşadığımız dünyaya karşı sorumlu, sorunlara karşı duyarlı bir anlayışla hep dertleri dile getirmek, ya da pespembe bir dünyada yaşıyormuşçasına sorunlara gözlerimizi kapatmak değil amacımız. Sorunları görüp dertlenmektense çözümler bulmak, bulunmasına aracı olmak istiyoruz. Dikkatinizi bir noktaya çekerken neler yapılabiliri ön plana çıkartmaya çalışıyoruz. Bu amaçla çalışan, bu yola baş koyan, girişimcileri, liderleri konuk ediyoruz. Bu ayki konuğumuz ise Didem Ünsür. O, çevre bilinci için, insan hakları için çalışan bir gönüllü. Onun mesajlarıyla yeni bir bakış açısı yakalayacağınızı düşünüyoruz. Şimdiye kadar büyüklerimizden duyardık, itiraf edeyim ben de artık söylüyorum: “Benim zamanımda...” diye başlayan ve geçmişe özlemi dile getiren tümceleri... Eğer siz de benim gibilerdenseniz gündem yazımız kesinlikle sizi ilgilendiriyor, belki siz de kolları sıvarsınız, ne dersiniz? Bir diğer gündem maddemiz de nükleer santralleri konu alıyor. Doğaya ve çevreye duyarlı bireyler olarak ele aldığımız bu konuyu merakla okuyacağınıza, üzerinde düşüneceğinize inanıyoruz. Geldi gelecek derken, daha dün günleri sayarken yaz tatilini yarıladık bile. Her ne kadar sıcaktan şikâyet edip çalışırken zorlansak da yazın güzel taraflarını da göz ardı etmemek gerek. Örneğin kavun, karpuz, üzüm, incir mevsimidir yaz. Kavun karpuzu kışın da buluyoruz deseniz de hiç kokusu yaz kokusuna benzer
mi? Örneğin vişne mevsimidir yaz, kırmızı kırmızı, sulu sulu sarkarlar ağaçlardan... Hem göze hem mideye seslenirler... ‘Yemek Kültürü’ köşemizi okuduktan sonra eminim sizler de bir başka gözle bakacaksınız bu asil meyveye ve tarifleri denemek için mutfağın yolunu tutacaksınız. Eğer tatile çıkamayanlardansanız üzülmeyin! Belki ayağınızı suya değdiremeyeceksiniz ama sadece yazıların üzerine tıklayarak Avustralya ve Yeni Zelanda’yı karşınızda bulacak, ya da spritüel bir yolculuğu tercih ederseniz, Rishikesh’deki Yoga Festivaline katılabileceksiniz. Yazı dizilerimizi ilgiyle takip edeceğinize inanıyoruz. Konular giderek heyecanlanıyor ve devamı merakla bekleniyor. Köşe Yazarlarımız sıcak demeden, tatil demeden kalemlerini ellerine alıp yüreklerinden geçenleri sizlerle paylaşmak üzere sayfalarımızda yerlerini aldılar. Onlarla kâh gülecek kah hüzünleneceksiniz, anılarını, deneyimlerini, bilgilerini paylaşacaksınız. Belki merak ettiğiniz soruların cevaplarını bulacaksınız, belki de aklınıza yeni sorular gelecek. En çok da kendinizden bir şeyler bulacaksınız. ‘Yalnız değilim’ diye düşüneceksiniz. Çünkü yalnız değilsiniz. Tüm yazarlarımıza ve siz sevgili okuyucularımıza iyi ki varsınız diyorum... Evinizde, işyerinizde, bir arkadaş toplantısında ya da bir tatil beldesinde, her nerede olursanız olun biz sizin bir “tık” ötenizdeyiz. Kendinize biraz zaman ayırın ve bize konuk olun. Sizi ağırlamaktan her zaman mutluluk duyarız, Bu ay da hoşgeldiniz! incigul@avangartkadin.com
EN SEVDİĞİM TINI
ISLIK SESİNDEN TANIRIM BEN DOSTUMU BİTTİ TÜM YALNIZLIK BİTTİ TÜM KARANLIK BİRDEN GÜNEŞ DOĞMUŞ AY GÜLÜMSEMİŞ OLUR ESİN KARAER Fotoğraf: Bodrum Sağlık Vakfı’ndan bir dost: Şafak Yaşar
Özüne Dönen Kadının Dergisi
EDİTÖRDEN
3
İÇİNDEKİLER
4 1. Editörden...3 İnci GÜL En Sevdiğim Tını (Şiir)...3 Esin KARAER 2. İçindekiler, Künye...4 3. Gündem...5 - 6 Türkiye’nin Nükleer Macerasında Son Durum Melda KESKİN Eski Mahallenizi Özlemenize Gerek Kalmadı Didem ÜNSÜR 4. Advertoryal...5 7 Gün 7 Gece Sema TUMATA 5. Girişimci Lider Kadın...8 - 9 Sivil Toplum Çalışanı Olmak Burçak ALKANLI, İnci GÜL 6. Çalış(k)an Kadın...10 Oğlumun Bana Öğrettiği Şebnem OAKMAN 7. AvangArt Anne...11 Öğrenciydim İlknur ERŞAHİN ÇAKICI 8. Eğitim...12 Kaybolan Yıllar mı? Yalçın SOYUBOL 9. Advertoryal...13 7. Likya Liderlik Yürüyüşü Başlıyor Likya İnsan Kaynakları Yönetim Akademisi 10. Can Sağlığı...14 - 15 Can Dolaşımı ve Tuz - 1 Enis KIRIMLI 11. Yemek Kültürü...16 Vişne Afitab Ümid GÜRGÜLER 12. Bitkilerle Yaşam...18-19 Bitkileri Alırken Nelere Dikkat Etmeliyiz? Nazım TANRIKULU 13. Hayvan Dostlarımız...20 Martının Boş Beşiği Berran AYDAN 14. Vatan ve Köklerimiz...22 -23 Asya’dan Anadolu’ya Ata Köprüsü Murat Sabri BAYSAN
15. Evimiz Dünya...24 - 25 Beslenme Biçimimiz, Sağlığımız ve Gezegenin Hali - II Melda KESKİN 16. Evrensel Değerler...26 - 27 Notaların Bize Anlattığı Dünya Metin RODOP 17. Hayata Yeniden Bakmak...28 Yine KPSS, Yeniden KPSS Semiha BATMAZ SALCI 18. Yuvarlağın Köşeleri...29 Gidenlere Nilay UZGÖREN PAPİLA 19. Akıllı Kalpler...30 Kişinin Kendine İnancı ve İyimserlik Eray BECEREN 20. Gülışığı...31 Bir İlah Kadar Güzel! Gülseren ALÇI 21. Kültür - Sanat...32 Naime Saltan Sevcan BİRGÖREN 22. Kitap...33 Tutkunun Kum Saati Aycan Aşkım SAROĞLU 23. Moda...34 - 35 Modernizasyon Aynur SEZGİN 24. Ev’lenelim...36 Yaz Gelince Selmi URAL 25. Advertoryal...37 Turgutreis Yelken Okulu Turgutreis Yelken Kulübü 26. Gezi...38 - 44 Avustralya ve Yeni Zelanda Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR 27. Yoga...46 - 47 Rishikesh Uluslararası Yoga Festivali Nedret GÜLCAN 28. AvangArt Etkinlik...48 Sağlıklı Zayıflama Etkinliği YOGA DARGA ile Pilates
Genel Yayın Yönetmeni Avangart Kadın Dergisi Bir Terra Yayıncılık ® kuruluşudur. Bu dergi içeriğinin tüm hakları saklı olup, kurumsal olarak TCK uyarınca ve yazarların eserleri 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu tarafından koruma altındadır. Alıntı yapabilmek için dergi yönetimine başvurunuz.
iletisim@avangartkadin.com 507.377 0629 Dergideki makaleler yazarların kişisel görüşlerini belirtmekte ve reklamlar reklam verenin sorumluluğundadır. 15 Aralık 2009’dan beri Online Yayındayız! 2009 - 2010 www.avangartkadin.com
Şafak Burçak ALKANLI
Seçici Bilim Kurulu Türkan COŞKUN Burcu YILMAZOĞLU İnci GÜL Şebnem OAKMAN Enis KIRIMLI
Yazarlık Danışmanı Türkan COŞKUN
Yazı İşleri Müdürü İnci GÜL
Logo Tasarım Selçuk ACAR
Resim Katkısı
Mustafa GÜRGÜLER (Kapak, Haziran Kapağı da ona aitir.) Şafak Burçak ALKANLI Melda KESKİN Didem ÜNSÜR Şebnem OAKMAN Afitab Ümid GÜRGÜLER Nazım TANRIKULU Berran AYDAN Murat Sabri BAYSAN Nilay UZGÖREN PAPİLA Gülseren ALÇI Sevcan BİRGÖREN Aynur SEZGİN Selmi URAL Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR Nedret GÜLCAN
Tasarım
Hakan ER
Özüne Dönen Kadının Dergisi
Melda KESKİN Radyo Programcısı
Türkiye’de nükleer santraller kurulması için, 1960’ların ortasından bu yana (45 yıldır!), birçok başarısız girişimde bulunuldu. 25 Temmuz 2000’de, CHP-ANAP-MHP Koalisyonu’nun Bakanlar Kurulu kararıyla iptal edilen Uluslararası Akkuyu Nükleer Santral İhalesi, bunların sonuncusuydu. 10 yıl sonra bugün, Rusya ile imzalanan anlaşmanın arka planı, önceki süreçlere göre çok daha ciddiyetsiz ve teknolojik, ekonomik ve toplumsal açılardan yetersiz! AKP Hükümeti’nin bu girişimi, sadece yanlış enerji politikalarını devam ettirmekle kalmıyor, aynı zamanda kapalı kapılar ardında hazırlanan, nükleer santral istemeyen halkın tepkisini görmezden gelen antidemokratik bir anlayışı da yansıtıyor. Yenilenebilir enerji kanunu, 3-4 yıldır Meclis’te bekletilirken, Türkiye’nin enerji geleceği, nükleer gibi kirli, tehlikeli ve pahalı bir yola sokuluyor ve bu da derme çatma bir anlaşmayla oldu bittiye getirilmeye çalışılıyor. Nükleer enerji, ABD, Rusya, Fransa, İngiltere hatta Japonya gibi bu teknolojinin anavatanı olan ülkelerde bile revaçta değil. Türkiye’nin nükleer macerası tüm diğer sakıncalarının yanısıra, sürdürülebilir bir geleceğin gereği olan yenilenebilir enerjiye dayalı, enerjinin az ve verimli kullanımına dayanan politikaların önünü tıkıyor. Rusya ile imzalanan nükleer anlaşmada 4 önemli açık var: Haksız rekabet koşulları içinde imzalanan anlaşma ile AB ile bağlar koparılıyor, TAEK’in güvenlik konusundaki yetki alanı sınırlandırılarak, nükleer güvenlik ve atık gibi konular Rusya’ya teslim ediliyor, atık sorununa bir çözüm getirilemiyor ve akıllı enerji sisteminin kurulması önünde dev bir engel oluşturuyor. Şimdiye kadar hiçbir nükleer santral, kredi ve teşviksiz inşa edilemedi ve işletilemedi. Bir nükleer santralin kurulması ve enerji üretmesi çok pahalı olduğundan hükümetler, şirketlere üretilen enerjiyi belli bir süre satın alma garantisi vermek zorunda kalıyor. Bu durumda ortaya çıkan tüm maliyet ve üretim dalgalanmalarının yükü, üretilen enerjiyi kullansalar da kullanmasalar da vergi mükelleflerinin sırtına biniyor. Her yıl üretilen çözümsüz ve çok uzun ömürlü nükleer atıklardan kurtulmanın olanaksızlığı, Çernobil gibi kazaların sınırlanamayan riskleri, çok yüksek ilk yatırım
5
maliyetleri, uzun yapım süreleri (ortalama 10 yıl), görece kısa ömrünün sonunda ortaya çıkan yüksek söküm giderleri ve düşük istihdam kapasitesiyle, nükleer enerji, ekonomik ve çevresel açıdan kârlı bir yatırım değil. Üstelik dünyanın en fazla barışa ihtiyaç duyduğu zamanımızda, atıkları atom bombası hammaddesi içeren ve bir ülkeyi evinde konvansiyonel silahlarla vurup, radyasyona bulamak isteyenlere hedef oluşturacak nükleer tesisler kurmak hiç mantıklı değil. Zaten dünyada en fazla reaktör satışı, 1960’lı yılların ortalarında gerçekleşmiş! Aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi, dünyada şebekeye bağlanan nükleer kapasite artık son derecede azalmış durumda:
Kaynak: PRIS.IAEA Power Reactor Information System Database, Subat 2007. Bu akıl dışı gidişata “hayır” demek ve Türkiye’nin yenilenebilir enerji geleceğinin önünü açmak için, Başbakan Erdoğan’a ve TBMM’ndeki milletvekillerine, nükleere “hayır” diyen 170.000 kişinin adının bulunduğu e-postayı gönderin. Nükleer çılgınlığa beraber son verelim. Nükleer enerji ve Türkiye’nin enerji durumu ile ilgili daha fazla bilgi edinmek isterseniz http://www.greenpeace.org/turkey/press/reports adresine başvurabilirsiniz. http://firtinakusu.net
Çernobil yakınındaki hayalet kent Pripyat
Özüne Dönen Kadının Dergisi
GÜNDEM - 1
Türkiye’nin Nükleer Macerasında Son Durum
GÜNDEM - 2
6
Eski Mahalleleri Özlemenize Gerek Kalmadı!
Didem ÜNSÜR Yazar
Eğer siz de benim gibi özlediyseniz eski mahallenizi, eski komşuluk ilişkilerinizi, eski eğlenceleri, eski muhabbetleri ve birlikte öğrenmeleri size çok güzel bir haberim var! Mahallenizi, özlediğiniz eski mahallenize dönüştürebilirsiniz. Ne kadar da hoş geliyor kulağa değil mi? Zor olabilir elbette ama bunu yapabilmeniz için önemli bir de desteğiniz var desem… Geçen sayıda Hangar Sanat Derneği, “Sokakta” sokak şenlikleri ve şenliklerin yeni şekli ile ilgili yazmıştım. Hangar’ın kapısı ardına kadar açık ve sürekli yepyeni şeyler oluyor içeride. Bana da bu kadar uzaktan sadece duyurması kalıyor. Baştan söyleyeyim, eğer şu anda Türkiye’de olabilseydim, kesinlikle bu çalışmaların tam göbeğinde yer alır, kendi mahallemde de bir benzerini organize etmeye çalışırdım. Bir grup sanatçının, kurumun ve kuruluşun, sivil inisiyatifin bir araya gelerek, yerel yönetimlerle ortaklıklarla, yereli güçlendirmek ve katılımcılığı sanat yolu ile arttırmak adına yola çıkmasının ardından oluşan HAYAT BAYRAM OLSA platformu sizi de “Yerinden Katılım” çalışmalarına çağırıyor. İstanbul’un çeşitli mahallerinde, mahalle kültürünü tanımak, birlikte yaşamı güçlendirmek, hak temelli yaklaşım ve mahalle sorunlarını kampanyacılık yolu ile dile getirmek, sanatın birleştirici ve farklı kültürleri bir araya getirip paylaşımı arttırma gücü ile çeşitli atölyeler yapmak ve mahallede yaşayıp yaşatmak niyetinde “Hayat Bayram Olsa” platformu. Bu platforma katılanlar mahalle içindeki güzellikleri, dertleri, kapalı sosyal grupları, ayrımcılığı, selamsız – sabahsızlığı, düğünü, çeşmeyi, binaları, levhaları, alışkanlıkları ve hareketi gözden kaçırmadan sokağa çıkmak ve dert edinmek için bir araya geliyorlar ve siz de davetlisiniz tabii ki bu buluşmalara. Mahallelerde yükselen ayrımcılık ve nefret söylemlerinin, kültürel farkların yarattığı uçurumların, her bir hanenin kendi derdini kendi kapalı kapısının ardında çözme gayretinin, yalnızlaştırma politikası ile sokaklardan uzaklaştırılan biz insanların farkındaysanız ve
Özüne Dönen Kadının Dergisi
rahatsızsanız siz de bu durumdan; çocukların gözünden mahalleyi görüntülemek, mahalle sakininin dile getirmediği, yazıya dökmediği dertlerine, kendilerinin daha fazla katılımlarına destek olmak, çevre için geri dönüşümün, insanlar için fark edilmenin önemini, kavramlar atölyesiyle, dilekçe yazma atölyesiyle, birlikte eğlenerek ve üreterek yükseltmek için harekete geçin öyleyse. Sokağa çıkmak, sokakta olmak, yaşamımızı bire bir ilgilendiren karar mekanizmalarına dâhil olmanın bir yolu olan, yerel yönetimlerdeki yerimizi var etmek için mahalle buluşmalarına katılın siz de. Platform, Kadıköy’ün Yeldeğirmeni Mahallesinde, Temmuz ayından itibaren çalışmalarını yürütmek, mahalleli ile birlikte dertleşmek, üretmek, atölyeler yapmak ve mahallelere sahip çıkıp HAYAT BAYRAM OLSA! demek için katılımınızı bekliyor. Yapılması Planlanan Atölyeler, sürekli faaliyetler ve anlıklardan bazıları 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10.
Çocuklarla Fotoğraf Atölyesi Kampanyacılık Atölyesi Geri Dönüşüm/ Üretim Atölyesi Piktogram Atölyesi Haklar ve Kavramlar Atölyesi Takas Pazarı Yemek Pişirme Dikiş Dikme (maske - kostüm) Atıl bir alan ya da mekânın canlandırılması Derdini Söyle Derman Olayım Atölyesi
Toplantılardan haberdar olmak ve sorular için Derya Kılıçalp ile temasa geçebilirsiniz: derya@hangar.org.tr Atölye yapmak için Ayşegül Kantarcı ile temasa geçebilirsiniz: minicikfare8@gmail.com *** Yazıya dair bilgi ve destek için Derya Kılıçalp’e teşekkür ederim.
7 Gün 7 Gece Sema Gökçedere / Türkiye 16–23 Ağustos 2010 Mevlana’nın şiirleri, manzum eserleri ve edebiyatı bütün dünyada yakinen tanınmaktadır. Bu eserler insanların kalbine dokunmakta ve onlara mutluluk vermektedir. Onun erdeminin zenginliği ve hayat tarzı kendisini Sema’da ifade etmiştir. Geçtiğimiz yıllarda 42 farklı ülkeden insanlar bir araya gelerek bu unutulan ayini gerçekliğe taşıdılar. Bunu, eski geleneklerin koruması ve kutsaması altında ve iki üstadın manevi şahsiyetinin desteği sayesinde gerçekleştirdiler.
Üç kere kırk gün kırk gece, iki defa yedi gün yedi gece, bir defa beş gün beş gece ve pek çok kez üç gün üç gece ve bir gün bir gece sema yaptılar • 40 gün ve 40 gece boyunca kesintisiz olarak şifa ve ilahi müzik dinledik! Bu müzikler ilahi ve emprovizasyonlarını bizlerle paylaşan gruplar halindeki müzisyenler tarafından icra edildi. • En az iki olmak üzere, doruk noktasında Allah-ı Teâlâ’yı yüceltmek için aramıza katılan 100 kişi ile birlikte 40 gün 40 gece Sema. • 40 gün ve 40 gece kesintisiz zikir! • 40 gün 40 gece organizasyon, yemek temin ve üretiminde bulundu! • 40 gün ve 40 gece herkes günlük görev ve sorumlulukları paylaşarak tamamladı. • 40 gün ve 40 gece kalpler açıktı! • 40 gün ve 40 gece bireysel şahsiyetimizle birlikte birliğin içine daldık. Bize gelen geri beslemelerden ve karşılaştığımız
sorunlar, zorluklar ve katlandığımız streslerden sonra Mevlana’nın şu sözleri ile ne demek istediğini anladık: ”Gel, gel, ne olursan ol gel İster kâfir, ister Mecusi, ister putperest ol gel Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...” Hazreti Mevlana Bizler farklılıklarımızla, fakat aynı niyetle; maddi dünyada bulamadığımız bir şeyi aramak üzere bir araya geldik. Hepimiz, içimizdeki ruhsal ve kutsal olanı arama ve bulma hisleriyle birbirimize bağlanmıştık. Bizler aşkı, hoşgörüyü, umudu ve inancı toplu halde hissetme şansına sahip olduk ve bu deneyim içinde uzun ve yoğun bir zamanı birlikte geçirdik. Bizler insancıl değerler sayesinde desteklendik ve devam etmemiz mümkün oldu. Çevredeki hayvanlar bile ayinin duygusal yönüne katıldılar. Tan zamanı büyük kuş sürüleri Sema evinin üstünde tam spiraller çizerek Sema yaptılar. Kaplumbağalar ve böcek çeşitleri bizleri ziyaret etti. Bir gece bir kelebek Semahane’de dans etti ve birkaç saat sonra bir yarasa bizlere konuk oldu. Katılımcılardan bazı alıntılar: “Işıkta ve gölgede dans ederken kendimi dengenin dingili üzerinde buldum.” “Birlikte büyüyoruz, birlikte büyüyoruz; bir ağaç gibi. Kökler toprağın derinliklerinde ve yapraklar göğe doğru uzanıyor.” Bu sene de 16-23 Ağustos tarihlerinde, yedi gün yedi gece boyunca aynı duyguyu yaşamak istiyoruz. http://www.tumata.com
Odalarımızda Kaplıca Suyu ve Jakuzi bulunmaktadır. Otelimizde özel banyo kabinleri vardır. Rezervasyon için: +90 (226) 675 71 33 +90 (226) 675 70 59 rezervasyon@termalsaray.com
http://www.termalsaray.com
Özüne Dönen Kadının Dergisi
ADVERTORYAL
7
8
Sivil Toplum Kuruluşu Çalışanı Olmak
GİRİŞİMCİ - LİDER KADIN
iyice soğuttu beni ve tam da bu sırada Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı ile tanıştım. TEGV’in depremzedeler için yapacağı Hayat Mahalleleri için NTV’de yapmış olduğu telefonda iki gün gönüllü olarak yer aldım. Ve bundan sonra artık kesinlikle bankada yapamayacağımı anladım. 2000 yılının Eylül ayında bankadan ayrıldım ve TEGV’de sadece gönüllülük yapmaya başladım. Bundan yaklaşık bir süre sonra Vakıf’ta çalışanlardan birine “Siz ne kadar şanslısınız ve ben ne kadar şansızım, sizinki gibi bir işe sahip olamadığım için” diye dert yandım ve herşey böyle başladı. Personel olabilmem için gönüllülük yaptığım birimden beni Vakfa önerdiler. Tesadüf demek istemiyorum, çünkü tesadüf diye bir şey yok bence, gönlümdeki önüme geldi sadece. Sonrasında herşey su gibi aktı çünkü gerçekten yapmak istediğim şeyi yaptım daima. Çok zevk aldığım bir işte çalıştım ve üzerine para kazandım Hobim ile geçimimi sağladım yani. - Sivil toplum, sosyal sorumluluk konularına ilgin nasıl başladı? Çocukluğumdan beri bu işlerin içerisindeyim aslında. Bazı zamanlarda oturduğumuz apartmandaki çocuklarla birlikte elimize poşetler geçirir, etraftaki çöpleri toplardık. Sürekli çevremizi güzelleştirmeye çalışırdık. Bir dernekle ilk tanışmam ise çocukluk yıllarımdaki komşumuz sayesinde oldu. Kristina Abla sokak hayvanları ile ilgili bir derneğin kuruluşunda yer almıştı, ben de hafta sonları gidip onlara yardım ederdim.
Burçak ALKANLI, İnci GÜL
Bu ay sizlere bir Sivil Toplum Kuruluşu Gönüllüsünü tanıtmak istiyoruz: Didem Ünsür. Dergimize yazdığı yazılardan onu zaten tanıyorsunuz. İçinde yaşadığı çevreye ve dünyaya karşı duyarlı, canlı, enerji dolu genç bir avangart kadın o... Bugüne kadar sayısız projede yer almış, gönüllü çalışmalarda bulunmuş. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın demek yerine elini taşın altına sokmuş ve daha iyi bir dünya için çalışmış, çalışmaya da devam ediyor. Bizim için onu tanımak, onun deneyimlerini paylaşmak çok değerli ve mutluluk verici. Bu nedenle sayfamızı ona ayırdık, onun sayesinde Didem’lerin sayısının artmasını diliyoruz... - Sivil toplum örgütlerinde çalışmak aklına nereden geldi? 98’de bir bankanın genel müdürlüğünde çalışmaya başladım, ilk ciddi iş deneyimimdi. 99 depremi sırasında bankadaki insanların olaya karşı tutumları, kayıtsızlıkları, kurumun depremzede çalışanlarına karşı tavrı zaten istemeyerek çalıştığım sektörden
Özüne Dönen Kadının Dergisi
- Kimlere, kaç yaşında başlamalarını önerirsin? Her zaman her yaşta gönüllülük yapmaya başlanabilir. Ancak anne-babalara önerin ne olacak diye sorarsan çocuklarına sosyal sorumluluk bilincini erken yaşta kazandırmalarını ve onları erken yaşta etraflarında gördükleri sorunlara çözüm üretmeye yöneltmelerini öneririm. Hatta anne-babalar çocuklarıyla birlikte çeşitli sivil toplum kuruluşlarını ziyaret edebilir, omuz omuza gönüllülük yapabilirler. - Bir sivil toplum örgütünde yer almak için nereden başlanabilinir? Bence kişiler öncelikle ilgilenmek istedikleri sorunu seçmeliler. Hangi alanda çalışmak ilgilerini çekiyor? O kadar çok yapılacak şey var ki aslında. Kadın, çocuk, gençlik, eğitim, istihdam, çevre, sokak hayvanları, sanat, engelliler, yoksulluk… - Kimler bu konuda hangi eğitimleri veriyorlar? Bu aslında yine kişinin ne yapmak istediği ile ilgili. Genellikle sivil toplum kuruluşları kendi bünyelerinde gönüllülerine çeşitli eğitimler veriyorlar. Eğer zaten bir sivil toplum kuruluşu üyesiyseniz Bilgi Üniversitesi
9 STK Birimi ve STGM’nin çok güzel eğitimleri var, üstelik ücretsiz. Eğer bu konuya bir şeyler okuyarak başlamak isterseniz yine STGM’nin web sitesini ve Bilgi STK’nın sayfalarını önerebilirim. - Kendi alanında aktivist olmak için bir sivil toplum örgütü nasıl kurulur? Öncelikle aktivist olmak için bir sivil toplum kuruluşu kurmaya gerek yok. Sadece bir platform oluşturularak da istenilen konuda savunuculuk çalışmaları yapılabilir. Mesela benim de içinde bulunduğum Kamu Harcamalarını İzleme Platformu bunun için çok güzel bir örnek. Platformun web sitesine http://www. kamuharcamalariniizlemeplatformu.org/index.html adresinden ulaşabilirsiniz. Eğer gerçekten bir dernek kurmaya ihtiyacınız varsa bu pek zor değil. Dernek kurma mevzuatı ile ilgili bilgiler her yerde mevcut. Vakıf kurma meselesi ise biraz daha zor ve karmaşık. Aslında yeni yeni oluşumlar kurmak yerine herkes savunuculuk yapmak istediği alandaki var olan oluşumlara, çalışmalara katılabilir. Böylesi sürdürülebilirlik açısından çok daha iyi olacaktır. - Devlet veya diğer ticari kuruluşlar böyle girişimleri ne derecede destekliyorlar? Finansal destekler var mı? Finansal destek bulmak tahmin edileceği gibi çok da kolay değil açıkçası. Genelde yapacağınız işin konusuna göre bağışçı aramanız gerekiyor. Sivil toplum kuruluşlarına devlet maddi açıdan destek sağlamıyor, zaten bir bakıma sağlamaması da gerekiyor, yoksa nasıl sivil toplum olunur. Ancak devlet ile başka şekillerde iş birliği yapılabiliyor. Ticari kuruluşlar için kurumsal sosyal sorumluluk kavramı yükselen bir değer olduğundan, şimdilerde bağış bulmak konusunda biraz daha şanslıyız ama yine de çok zor.
- Eğitim, çevre ve kadın dışında hangi alanlarda yeni sivil toplum kuruluşlarına ihtiyaç duyuluyor? Haklar (İnsan, çocuk, hasta, çevre, kadın, gay, sağlık, sosyal gibi her türlü haklar), çocuk, sanat, engelliler, sosyal politika, sağlık gibi konularda daha yapılacak o kadar çok şey var ki… Yani herkese bir iş düşüyor mutlaka. Bence herkes bir şekilde elini taşın altına koymalı! İllaki süper eğitimli olmak da özel bir mesleğe sahip olmak da gerekmiyor. Kamyoncu kamyonuyla bir şeyler taşıyabilir mesela, bir halk ozanı çocuklara bu eski geleneği öğretebilir, bir ilkokul öğrencisi hayvan barınaklarında köpekleri dolaştırabilir, temizleyebilir, yaşlı bir teyze oturup kendi yaşıtı ama kimsesi olmayan akranlarıyla sohbet edebilir. Kadın, erkek, çocuk, genç fark etmez, mesleği, eğitimi fark etmez herkesin yapacak bir şeyleri var! - Didem Ünsür bu güne kadar neler yaptı? Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nda 2 yıl Öğrenim Birimi sorumlusu, 2 yıl da Saha Planlama ve Teşkilatlanma sorumlusu olarak, Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda 2,5 yıl Proje Koordinatörü olarak, Pozitif Yaşam Derneği’nde ise 6 ay Genel Koordinatör olarak profesyonel olarak çalıştı. Hangar Sanat Derneği’nin kurucuları arasında, Gündem Çocuk Derneği ve Tüketici Bilincini Geliştirme Derneği’nin üyesi. Gönüllü olarak destek verdiği kurumları, projeleri burada yazamaz çünkü hatırlayamayacağı kadar çok…
- Avrupa Birliği veya başka bölgesel örgütlerden de bu alanda destekler ve teşvikler oluyor mu? Türkiye dışında birçok kurum, kuruluş, sivil toplum örgütleri ve konsolosluklar kendi ilgi alanlarına göre bağış yapabiliyorlar. Ancak yurtdışı kaynaklı bağışların, bağışçı kuruma raporlamaları daha detaylı ve zorlayıcı oluyor açıkçası. - Hangi ülkeler sivil toplum örgütleri açısından daha zengin? Hangi tip ülkeler bu konuda daha fakir? İstatistikleri bilmiyorum açıkçası ama Amerika, özellikle New York bu konuda çok çok çok zengin. Bence biz de fena gitmiyoruz, Türkiye’nin durumu oldukça iyi gidiyor.
Özüne Dönen Kadının Dergisi
10
Oğlumun Bana Öğrettiği
ÇALIŞ(K)AN KADIN
bakmıyordum ya, anlamazdı nasıl olsa ağlamaklı halimi. Dönüş yolunda elini sımsıkı tutup çok hızlı yürümeye başlamış olmalıyım ki nefes nefese kalan oğlum uyardı beni. “Anne, o kadar üzülme, ne yapalım, başka gün halledersin, şimdi biraz sakin ol, yavaş yürü, bir de elimi bu kadar sıkma.” Bir anda çok şaşırmıştım, oğlumdan böyle bir konuşma beklemiyordum. Sızlanmasını, oflayıp puflamasını, susamasını veya tuvaletinin gelmesini beklerken o bana ders veren bir konuşma yapmıştı. Küçük adamım, günün geri kalanında bana moral vermeyi sürdürdü; vapur beklerken ağaç tepesine yuva yapmış kuşu ve yavrularını Şebnem OAKMAN Yazar
Çocuklarımızın bizleri teselli edebileceğinin, güçlendirebileceğinin farkında mısınız? Hep tersi düşünülür; ağlayan çocuklarımızı avutmak, zor durumdayken onlara yardım etmek biz büyüklerin görevidir, onların bize ihtiyaçları vardır. Zor durumda olduğumuz anlarda, mutlaka duygularımızı saklamamız, güçlü görünmemiz, sarsılmaz rol modelleri olmamız gerektiğine inanırız. İşte ve evde çok yoğun çalışan, kendisini sürekli güçlü olmaya ve görünmeye programlayan bir anne olarak geçenlerde yaşadığım bir olay bana herşeye farklı bir gözle bakabileceğimi gösterdi. Devlet dairelerindeki bazı işlerimi yapmak için işten yarım gün izin almıştım. Tatile girmiş olan oğlum benimle gelmek isteyince onu da alıp yola koyuldum. İçten içe bunun bir hata olduğunu düşünsem de onu kıramamıştım. Bütün gün oradan oraya koşturduk ama hiçbir şey yolunda gitmedi. Günün sonunda; yaşadığım birçok bürokratik engel sonucu devlet dairelerindeki işlerimi halledememiş, boşa geçmiş günüme sinirlenmiş ve ofistekilerden aldığım telefonlardan bunalmış haldeydim. Üstüne üstlük beklenmedik şekilde bastıran yaz yağmuru, oğlumla beni sırılsıklam ettiğinden dayanacak gücüm kalmamıştı, neredeyse ağlamak üzereydim. Bir yandan ağlamamak için dudaklarımı ısırıp duruyordum, bir yandan da yanımda gezdirip durduğum oğlum sıkıntıdan patlamıştır diye üzülüyordum. Neyse ki bu kötü halimi oğluma çaktırmıyordum, yüzüne
Özüne Dönen Kadının Dergisi
gösterdi; vapurda giderken yük gemileri ile ilgili yorumlar yaptı, dalgakıranı sordu, bildiğim kadarını anlattım, o tamamladı; ben seviyorum diye bana limonata aldı… Ben de mutluluk ile katıldım onun bu çabasına. Hiçbir şey çözülmediği ve gelecek günlerde yapılacak bir sürü iş beni beklediği halde oğlumla birkaç mutlu saat geçirmeyi başarmıştım. Bu tamamen oğlumun sayesinde olmuştu. Bana kalsa gözyaşlarım yağmur damlalarına karışmış kös kös oturacaktım vapur yolculuğu boyunca. Oğlumu yanıma almak asla bir hata değildi, aksine kötü giden günün geri kalanını o kurtarmıştı. Bunun üzerine oturup düşündüm, o küçüçük kafalar ve yürekler bizim düşündüğümüzün ötesine geçebiliyordu. Bizlerin zaman zaman ne kadar zorlandığını, üzüldüğünü seziyor ve bize problem olan yaramaz çocuklardan, bizleri yaşama bağlayan rehberlere dönüşüveriyorlardı. Yaşama tutunmak için onlardaki inanılmaz yaşam coşkusuna, keşfetme arzusuna, neşeye ihtiyacımız vardı. Biz onları büyütürken onlar da biz güçlendiriyor, avutuyor, yaşamlarımızı anlamlı kılıyorlardı. Kendi çocuklarımız, yeğenlerimiz, akrabalarımızın veya arkadaşlarımızın çocukları… Etrafımızdaki çocuklardan öğreneceğimiz çok şey var, bunun için onlara içtenlikle kulak vermeliyiz. Ben oğlumu dinledim ve ondan bir ders aldım. Deneyin, hem keyif alacaksınız hem de hayata farklı bir açıdan bakmayı başaracaksınız.
İlknur ÇAKICI ERŞAHİN Yazar
Lise yıllarımda benim için arkadaşlıklarım, dostluklarım ön plandaydı, sanki onlar için gidiyordum okula. Öğretmenlerimin içinde çok sevdiklerim de vardı, görünce tüylerimin diken diken olanlar da… İnsana geçmişte yaşadıkları sanki izlediği bir filmi hatırlamak gibi geliyor; geriye kalan anılar, yani duygular... Çoğu çocuk gibi ben de beden eğitimi, müzik, resim gibi dersleri daha çok severdim. Sevmediğim derslerin en önemli özelliği o dersin öğretmenleri ve o dersten başarısız olacağım korkusuymuş… Aradan yıllar geçti. Yüksekokul hayatım başka bir şehirde, iş hayatım ve devamında evlilik hayatım başka bir şehirde olduğu için lisemle tek bağlantım ailemin yaşadığı şehir olarak kaldı. Aradan geçen uzun zamanda arkadaşlar olarak birbirimizden koptuk çünkü o zamanlar cep telefonları hatta ev telefonları bile yoktu. Birbirimizden haberimiz olmuyordu ya da bu tamamen rastlantısal olabiliyordu. Hep o ünlü okulların gazetelerde gördüğüm pilav günlerine özenmişimdir. Derken süper bir şey oldu. Meşhur paylaşım sitelerinden birisi sayesinde okul ve sınıf arkadaşlarımdan pek çoğuyla birbirimizi bulmaya hatta keşfetmeye başladık. Kolay değildi yıllar önce bıraktığın yerden devam edebilmek. Kim neredeydi, neler yapıyor, hayatında ne gibi değişiklikler olmuştu? Derken okulumuzun yıllardır habersiz olduğumuz bir pilav günü olduğunu öğrendim. Birçok arkadaş buluşma planları yaptık ve nihayet o gün geldi. Yıllar sonra bir 29 Mayıs günü Karadeniz Ereğli Lisesi’nin bahçesinde arkadaşlarımla İstiklal Marşı’nı okuyorduk. Öğrenciyken önemini anlamadığım, kikirdeştiğimiz, kaçmak için fırsat kolladığım marşımızı okurken gözlerimi kapadım ve gri okul jilemle lise yaşlarında olduğumu hayal ettim. Birazdan marşın bitmesiyle birlikte büyük bir gürültü ve koşturmacayla sınıflarımıza koşturacağımızı hissettim, duygulandım… Ne güzel yıllarmış, iyi ki de ben bu duyguları ve okul hayatını yaşayabilmişim dedim içimden. Pek çok arkadaşımla karşılaştım. Ben dâhil birçoğumuz şehir dışından gelmiştik. Görünce şöyle bir toparlandığımız öğretmenlerimizin, “Çocuklar görevimiz gereği sizleri kırdıysak, üzdüysek affola!” sözleri gözlerimi doldurdu. Belki o zamanlar biz de öyle hissediyorduk ama şimdi yaşadıklarım bana kocaman bir “Hayır hocam, hiç öyle şey olur mu?” dedirtti. Ne kadar da kutsal bir meslekmiş gerçekten. Bizler kendi arkadaşlarımızı bile hatırlamakta zorlanırken, bazı öğretmenlerimiz eminim isimlerimizi çoktan unutmuşlardı. Ama o güzel pilav günümüzde önemli olan tek şey, bir zamanlar yaşadığımız ortak güzelliklerdi, ötesini kimse hatırlamıyordu.
Gündüz ayrı, geceki yemeğimiz ayrı bir güzel geldi. O kadar eğlendim ki, yeterince fotoğraf çekmeyi bile akıl edememişim. Gelecek sene ve ondan sonraki senelerde bu kadar heyecanlanır mıyım bilmiyorum ama daha güzel, daha da kalabalık olacağına eminim. Hani o küçük şehirlerin alçak gönüllüğü vardır ya, menfaat gözetmeyen doğal duyguları içinde fiyatı ucuz, okulumuzun logosunu taşıyan fincanlar bana nasıl da paha biçilemez geldi. Biri evimize, ikisini iki oğluma aldım. Annelerinin okuluyla ilgili bir objeyi gözleriyle görüp dokunabilmelerini istedim. İyi ki gitmişim, iyi ki okuyabilmişim. Aileme, öğretmenlerime, yıllar sonra lise duygularımı yeniden yaşattıkları için okul derneği çalışanlarına ve organizasyonu yapanlara çok teşekkür ediyorum. En büyük teşekkürü de var oldukları, yanımda oldukları ve ben olmamdaki katkıları için bütün arkadaşlarıma ediyorum. Deniz Matematik Öğreniyor oyun seti 12 farklı biçimde oynanabilen ve sonsuz oynama olasılığı olan bir matematik setidir. Bu set, 3+ Yaş ve üzeri çocuklarının bilişsel, dil, duyu-motor (küçük kas gelişimi) algı, sosyal ve duygusal gelişim alanlarını desteklemektedir. Jean Peaget bilişsel gelişim tabanlı ve Maria Montessori eğitim teknikleri ile üretilmiştir ve bilimsel bir oyuncaktır. Çoklu zeka kuramına dayalı ve ideal okulöncesi eğitim teknikleri kullanılmıştır. Normal ve Engelli çocukların eğitim ve rehabilitasyonunda kullanılan entegre bir oyun setidir. Engelli gruplar: Otizm, MS, Mongolizm, Asperger, Bipolar, İşitme Engelliler, Dil ve konuşma bozuklukları, Küçük kas motor engelliler, zihinsel engelliler bu setten yararlanabilmektedir. Deniz Matematik Öğreniyor oyun seti eğitici ve eğlendiricidir. 48 adet geometrik şekil, 24 adet kavram kartı, çift yüzlü bir oyun tablosu ve oyun menüsü ile oynanmaktadır. 26X26X3 cm. ebatlarında kutulu ve bilimsel bir oyun setidir. Deniz Matematik Öğreniyor oyun setinin Perakende Satış Fiyatı: 20 TL MK Proje Adres : Yıldızevler Mahallesi 82. Sokak 17/8 06550 Çankaya - Ankara Telefon: +90 312 440 9397 +90 312 428 1986 GSM : +90 532 744 4481
Özüne Dönen Kadının Dergisi
AVANGART ANNE
11
Öğrenciydim...
12
Kaybolan Yıllar mı?
EĞİTİM
Yalçın SOYUBOL Eğitim Koçu
İnsan bir şey yaparak yıl kaybeder mi ya da bir yıl kazanır mı? Diyelim ki bazı gençler beğenmedikleri bir üniversiteyi bitirmek üzeredirler ama bu bölüm için yıllarını kaybettiklerini düşünürler ve bir tür bunalıma girerler. Bazı yetişkinler de beğenmedikleri bir işi yaparak yıllarını kaybettiklerini söylerler; ama bir taraftan da “Yeni bir işe ya da mesleğe geçmek için artık çok geç.” derler. Bazı ebeveynler çocuklarını okula erken başlatmak isterler. Erken başlatmak istemelerinin gerekçesi de “çocuk bir yıl kazansın” düşüncesidir. Altı yaşında okula başlayan bir çocuk, bir dizi sorunla karşılaşabilir. Altı yaşında bir çocuk fiziksel olarak yeterince gelişmediyse, kendisinden yaşça büyük olan sınıf arkadaşları tarafından hırpalanabilir. Sınıfın küçüğü olma sorunu ise ilköğretim boyunca devam edecektir. Bunlar bir yana, çocuk yıl kazansın diye çocuğunu okula göndermeye çalışan ebeveynleri pek anlayamıyorum. Çocuk okulları erken bitirse ne olacak, ona bir yıl daha az bakarak tasarruf mu yapmış olacağız? Bu çocuk erkenden çok başarılı mı olacak? Hayata erken atılınca ne olacak? Ne için acele ediyoruz? Birçok insan gençlik yıllarında şu ya da bu şekilde zaman kaybediyor. Hazırlık okuyarak, üniversite sınavı için bazen özel bir yıl ayırarak, askerden geldikten sonra iş arayarak ya da başka nedenlerle bir şekilde zaman kaybediyor. Zaman kaybediyor desem de, bu zamanları insan kazansa ne olacak erkenden kariyer başarısı mı gelecek? Kişi gidip evlenip çoluk çocuğa mı karışacak? Ne olacak? Ne için acele ediyoruz? Bazı üniversite öğrencilerinin şu ya da bu nedenle yıl kaybettikleri için ve “Artık her şey için çok geç” diye söylenmelerini de anlayamıyorum. İnsanın yaşamında yetişmesi gereken önceden belirlenmiş katı bir program mı var? 18 yaş civarında liseden mezun olan biri, 23 yaş civarında üniversiteden mezun olabilir. Ancak böyle bir zorunluluk yok. Üniversiteyi 30 yaşında da bitirebilirsiniz. Önemli olan amacınıza ulaşmaktır. Diyelim ki İzmir’de oturuyorsunuz ve amacınız İstanbul’a gitmek, ama bir şekilde yanlış otobüse bindiniz ve Van’a gittiniz. Orada yapmanız gereken “Geçti, bitti” demek yerine, tekrar İstanbul’a bir otobüs bileti almaktır. Ray Kroc, Mcdonald’s zincirlerini yapmak için çalışmaya 54 yaşında başladı. Peter Drucker’ın karısı Doris Drucker 80 yaşından sonra şirket kurdu. Dyson süpürgelerinin kurucusu, 1978’den 1991’e kadar şirketi kurabilmek için para aradı. Bu insanlar kaybettikleri yıllara hiç üzülmediler. Önemli olan değişik eğitim kurumlarında kaç yaşında bulunduğunuz değil, yaşamınızı değerli işler ve deneyimlerle doldurup dolduramadığınızdır. Kurumlara girmekte ya da kurumların içinde geç kaldığınız için
Özüne Dönen Kadının Dergisi
endişelenmekten çok, yaşamınızda yeni deneyimler kazanıp kazanamadığınıza, yeni şeyler öğrenip öğrenemediğinize endişelenebilirsiniz. Yeni deneyimlerin ve öğrenmelerin adresleri de, daha önce gitmediğiniz yerler, sormadığınız sorular, okumadığınız kitaplar ve dergiler, dinlemediğiniz müzikler, girmediğiniz fuarlar, konuşmadığınız insanlardır. http://www.ogym.org
13
ADVERTORYAL
7. Likya Liderlik Yürüyüşü Başlıyor!
http://www.likyaoutdoor.com/projeicerigi.htm
Xsanthos Kitabesi
Likya tarihinde Xanthos halkı onuruna düşkün ve özgürlük savaşçısı bir halk olarak bilinir. Heredot, Xanthos için; “Pers ordusu başlarında komutanları olduğu halde Xanthos Ovası’na indiği zaman, Xanthoslular bitmez tükenmez kuvvetlere karşı az sayı ile döğüştüler. Yiğitlikle nam saldılar ama yenildiler. Kadınları, çocukları, hazineyi ve köleleri kaleye doldurdular. Ateşe verdiler. Öyle ki, yangın kaleyi yerle bir etti. Göğe öyle bir ışık yükseldi ki, bundan sonra birbirlerine yeminle bağlanarak düşmana saldırdılar. Ve hepsi de savaşarak öldüler.”, diye yazmıştır. LİKYA_Lider İnsan Kaynakları Yönetim Akademisi, bu cesareti ve göğe yükselen bu ışığı örnek alarak; bilginin ışığını mümkün olan her yere ulaştırma amacıyla 2003 yılından bu yana hem projeleri, hem de yaratıcı insan kaynakları ve danışmanlık çözümleriyle çalışmalarına devam etmektedir.
“Evlerimizi mezar yaptık, Mezarlarımızı ev, Yıkıldı evlerimiz, Yağmalandı mezarlarımız. Dağların doruğuna çıktık, Toprağın altına girdik, Suların altında kaldık. Gelip buldular bizi, Bozdular birliğimizi, Alt üst ettiler bizi, Yakıp yıktılar, Yağmaladılar bizi. Biz ki analarımızın, Kadınlarımızın ve ölülerimizin uğruna, Biz ki onurumuz ve özgürlüğümüz uğruna, Toplu ölümleri yeğleyen, Bu toprağın insanları, Bir ateş bıraktık, Hiç sönmeyen ve sönmeyecek olan...”
http://www.likya.com.tr
Özüne Dönen Kadının Dergisi
14
Can Dolaşımı ve Tuz - 1
CAN SAĞLIĞI
Enis KIRIMLI Biomedikal Mühendis, Sağlıklı Yaşam Koçu
Sevgili okurlar, ünlü biyofizikçi Pete Ferreira’nın tuz konusunda verdiği bilgileri* heyecanla okuyacağınızı zannediyorum. Bu yazı dizisinin arkasından Tuzun CAN DOLAŞIMI üzerindeki etkisini anlatacağım. Su, uzun zamandır artık H2O olarak, tuz da NaCl olarak tanımlanmamaktadır. Gerçekten bunların arkasında daha fazla şeyler vardır. Biz de bugün bu konu üzerinde duracağız. “Benim adım Peter Ferreira ve biyofizikçi olarak “Institute of Biophysical Research” (Biyofiziksel Araştırmalar Enstitüsü) adlı bir Amerikan Araştırma Enstitüsü’nün yöneticisi ve Almanya’daki temsilcisiyim. Bir araştırma çerçevesinde kendimizi biyofiziksel bakış açısından “Su ve Tuz” konusuna adadık. Biyofizikçi olarak bitkiler, hayvanlar veya insanlardaki canlılığı araştırıyoruz. İlk etapta bizi ilgilendiren şey madde değil, saf enerjidir. Su ve tuzu seçmemizin nedeni, bedenimizin önemli oranda su ve tuzdan oluşmasıdır. Öncelikle biyofiziğe kısa bir giriş yapmak istiyorum. Konunun sadece su ve tuz olmadığını, bilgi (enformasyon) ve şuurluluk olduğunu çok hızlı bir şekilde anlayacaksınız. Bütün düşünceleriniz ve bunların kaynağı, su ve tuza bağlıdır. Burada daha sağlıklı olmak için değil, daha şuurlu olmak için belirli bir suyu içmeniz veya tuzu yemeniz söz konusudur, çünkü şuurlu olursanız, otomatik olarak daha sağlıklı olursunuz. Biyofizik, fiziğin bölümlerindendir. Fiziğe tam olarak baktığımızda, fiziğin doğa bilimi olmadığını görürüz, çünkü fizik ilk etapta mekanikle ilgilidir, tekerleğin mekaniği, daire üzerindeki tekerlek ve daireye aynı sonuca ulaşmak için sonsuz tekrarlanabilirlik için ihtiyaç duyarız. Eğer tek ve aynı deneyi 100 defa yaparsak ve aynı sonuca ulaşırsak, o zaman bilimsel olarak “Bu objektiftir, bu bilimsel olarak ispatlanabilir” deriz. Bu kural cansız varlıklarda çok iyi işlemektedir, peki ya canlılarda? Doğada daire olan hiçbir şey tanımıyoruz, her şey spiraldir, yani aynı noktaya tekrar geri geliriz, fakat yine de bambaşka bir düzlemde. Ortalama olarak 40.000 farklı hastalık tanıyoruz, bunlar için 58.000 farklı alopatik** ilacımız var ve bütün bu 40.000 farklı hastalıkla uğraşan yaklaşık 1.200 farklı tıp alanı var. Biyofizikte “Hastalık” kelimesini, biz enerjideki bir açıklık, eksiklik olarak tanımlıyoruz. Burada eksik olan bir şeyler vardır ve eğer bunun nedenlerine inersek, o zaman semptomlar kendiliklerinden ortadan kalkacaklardır. Çünkü eğer sadece semptomları tedavi edersek, muhtemelen alopatik ilaçlarla, o zaman semptomu bastırmış ve sonuç olarak bir şeyleri bloke etmiş oluruz. Hastalıklarla mücadele etmek yerine, onları tanımalıyız, çünkü hastalık çok iyi bir arkadaş
Özüne Dönen Kadının Dergisi
olabilir, çünkü hastalık bize bir şeyler söylemeye çalışır, bizi farklı bir yöne sevk etmek için bizi değiştirir. Eğer daha rahat bir yol olduğu için bunu sadece bloke eder ve bastırırsak, bu aynen şu örneğe benzer: Arabanızla tatile gidiyorsunuz, bir süre sonra kırmızı uyarı lambası yanar: Motorda yağ kalmamıştır! Bu ışık sizi rahatsız ettiği için lambanın üzerine sakız yapıştırarak kapatırsınız. En geç bir kaç kilometre sonra motoru sararsınız ve bütün araba bozulur. Bedenimizi de bu şekilde görmeliyiz. Son yıllarda kimyasal olarak çok fazla yönlendirildik. Endüstrileştik ve kimyasallaştık. Yemek yerken neye dikkat ediyorsunuz? Vitaminlere, minerallere, diğer elementlere, içinde ne kadar enzim olduğuna, hangi albümin yapılarının ve benzerlerinin olduğuna... Sonuçta bunlar sadece kimyanın konusudur. “Yaşamsal gıda” kelimeleriyle başlayalım. “Yaşamsal gıda” demek, yaşam aracı demektir, yaşamın kendisini ortaya koymaz, onun sağlayıcısıdır. Fakat eğer biz aracı olunacak bir şey kalmayacak şekilde işlemlerle bütünlüğünü bozarsak, o zaman yaşamsal gıdadan da söz edemeyiz, o zaman buna “ölümcül gıda” demeliyiz. Bu bizim maddeci düşüncemizden dolayıdır, çünkü her şeyi maddeyle ilişkilendiririz, yani kimya ile. Kimyanın maddeyi saptamasına, fiziğin ise, değiştirmesine rağmen. Burada söz konusu olan enerjidir ve enerji, bilgiden başka bir şey değildir ve biz enerjinin fiziksel açıdan asla yok edilemediğini biliyoruz. Eğer enerji, yaşamla özdeşleştirilirse, o zaman bu yaşamın yok edilemeyeceği anlamına gelmektedir. Burada yaşamın amacını da düşünmeye başlamak zorundayız. Prensipte hepimiz kendimizi gerçekleştirmek, şuurumuzu genişletmek için buradayız. Bu noktada gerçek doğa bilimine, yani matematiğe geliyoruz. Bunun adı neden “Matematik”tir? “Ma” madde, “te” tanrısal, “mati” ruhsallık. Bu mükemmel bir üçgen ortaya koymaktadır. Matematik, henüz bilim tanrısal öğretiden ayrılmadığı zaman ortaya çıkmıştır. Eğer enerjiyi hayat ile özdeşleştirirsek, ki zaten öyledir; o zaman bu, hayatı da yok edemeyeceğimiz anlamına gelir. Bu üçlü birlik, oluşuma kadar geri gitmektedir ve matematiğin bu üçlü birliği polarize olmak, maddeleşmek için yakaladığı yer, hepimizin bildiği gibi her şeyin başlangıcı olduğu yerdir. Ve yaşamın amacı, bu birliğe geri dönmektir. Bu yol için enerjiye ihtiyacımız vardır. Herkesin bedeninde 100 Watt’lık bir lambayı yakacak kadar çok akım, elektrik vardır. Biz bu elektrikle ilgilenmekteyiz. 1984 yılında İsviçreli Atom Fizikçisi Dr. Carlos Rieball, matematiksel olarak hesaplanabilen Naturhoustaute’yi (doğal sabite oranını) keşfederek Nobel Ödülü almıştır. Biz bununla enerji ve madde arasındaki ilişkiyi matematiksel olarak hesaplayabilmekteyiz. Yani herhangi bir şeyin
15 maddeleşebilmesi için ne kadar enerjiye ihtiyacı vardır? Madde titreşen enerjiden başka bir şey değildir. Bu enerji kendisini o kadar çok yavaşlatmıştır ki, maddeleşmiştir. Ancak eğer en derindeki çekirdeğe, atoma ulaşabilseydik, o zaman dokunulacak hiçbir şeyin olmadığını, her bir hareketin mevcut olduğunu saptardık. Her şey her an hareket halindedir; bu mantıkla enerji kendini hareket ettirmektedir ve maddeleşmesini sağlamaktadır. Bunun için doğal bir oran vardır, bu yaklaşık olarak 1:1 Milyardır. Buradaki 1 Milyar ölçülebilir enerjinin sadece tek bir birimi, maddeyi maddeleştirebilmek için bulunur. Şimdi bu ne demektir? Bu insanların aslında sadece gerçeğin bir milyarda biri ile uğraştığı anlamına gelmektedir. Yani sadece dokunabildiğimizle… Bizler kalite yerine sadece miktarla uğraşıyoruz. Bu şekilde her şeyde canlılığa dikkat etmeyi unutuyoruz. Örneğin henüz yeni bir yavru dünyaya getirmiş ineğin sütünü ele alalım. Dayanıklı olması için sütü alıp pastorize edelim ve 2 saat sonra bu pastorize edilmiş sütü yavru ineğe içirelim. Bunu yapmadan önce tabii ki sütü biyokimyagerlere inceletelim. Bu pastorize işlemi ile hiçbir şey kaybetmediğimizi saptarız: içinde aynı miktarda kalsiyum ve aynı miktarda albümin vardır ve bu nedenle de ambalaj üzerine her zaman bu yazılır. Şimdi eğer bu inek yavrusu bundan içerse, o zaman bu yavru ilginç bir şekilde 21 gün içinde ölmüş olacaktır. Bu nasıl olur? Her şey içinde, kimyasal-analitik olarak
hiçbir şey değişmedi. Peki değişen ne? Sütü pastorize ederek, canlılığını aldık, sütteki molekül yapısını bozduk, sütün geometrisini bozduk. Maddesel olarak baktığımızda sütte her ne kadar hiçbir şey eksik olmasa da, bizim “yaşamsal gıda” dediğimiz ayırıcı özellik eksiktir, artık o “yaşamsal gıda” değildir. Kendimize ne kadar yaşamsal gıda aldığımızı sormamız gerekir. Eğer miktara dikkat etmek yerine kaliteye dikkat ederseniz, organizmanın ne kadar az gıdaya ihtiyacı olduğunu saptarsınız. Amerika’da “junk-food sendromu” vardır. Burada insanlar bir masaya oturmak için bile kendilerine zaman ayırmazlar, ya arabada oturarak ya da bir Mc Donalds’dan diğerine giderek yemek yerler ve bu şekilde günden güne şişmanladıkça şişmanlarlar. Her iki saatte bir aynı açlık duygusu oluşur, çünkü beden alması gerekeni almamıştır.” Devam Edecek... * Peter Ferreira’nın “Su ve Tuz” adlı CD’ sinden Türkçe metin haline getiren yazar Jeff Say. **Geleneksel ilaçlar, allopatik (=allopathic) olarak adlandırılır. Allopatik doktorlar, vücutta yanlış giden bir durumu, problem olarak görüp düzeltmeyi amaçlarlar. http://www.biosense-tr.com
www.natur-med.com.tr.
Özüne Dönen Kadının Dergisi
16
Vişne
Afidab Ümid GÜRGÜLER Yazar
YEMEK KÜLTÜRÜ
İhtiyarlığın, halsizliğin şifasıyım ben, Ağrıların, sancıların, uykusuzluğun dermanıyım ben, İki kırmızı taneyim ben, Duyurun adımı vişneyim ben! “Madam Mery, güler yüzüyle kapıyı açtı. Gelen çifti buyur etti. Bütün misafirlerine ikram ettiği gibi gümüş tepsi içinde bir çift küçük kadehle vişne likörü getirmiş, yanına da çikolata koymuştu. Gelen çift, ev sahibinin sevecenliğinden mi yoksa vişne likörünün rahiyasından mı bilinmez, bir mutluluk bulutunun üstüne oturdular. Sohbetler sohbetleri açtı, eskiler anıldı, yeni yaşamlar tartışıldı. Konu döndü dolaştı içtikleri ev yapımı vişne likörünün ağızlarında bıraktığı inanılmaz lezzetin tarifine geldi.” İki kg. vişne, yıkanıp sapları ayıklandıktan sonra parmak büyüklüğünde kök tarçın, bir tatlı kaşığı dolusu karanfil, bir kg. şekerle bir kavanoza konulup ağzı kapatılır. Ortamın sıcaklığına ve ışık görmesine bağlı olarak kavanoz ara sıra sallanarak şekerin erimesi sağlanır. Yaklaşık bir, bir buçuk ay bu şekilde bekletilir. Şekerli vişneler iyice suyunu bıraktıktan sonra kavanoz açılır. Vişneler artık küçülmüş, özsuyunu bırakmıştır. Süzgeç yardımıyla vişneler süzülür. Kalan vişnenin suyuna; bir buçuk su bardağı kanyak, bir su bardağı votka, yarım bardak su ilave edilip, iyice karıştırılır. Koyu renkli şişelere koyup, bir ay serin yerde bekletilir. Kalan vişneleri, çok basit bir kek tarifinde kullanabilirsiniz: Üç yumurta, beş çorba kaşığı şekerle iyice çırpılır, 100 gr. bitkisel margarin eritmeden ilave edilip, karıştırılır. 7 çorba kaşığı tepeleme un, bir paket kabartma tozu ilave edilip, yağlanmış 25 cm çapındaki tepsiye dökülür. Likörden kalan vişneler, tepsiye dökülmüş kekin üzerine dizilir. 170 derecede pişerken vişneler kabaran keke kendiliğinden gömülüp kırmızı rengini vererek çok güzel bir görüntü ve lezzet sunacaktır. Ülkemizde hemen hemen her bölgede yetişen bu güzel meyve, kuvvetli bir antioksidandır. A, C, E vitaminlerinin dışında potasyum, sodyum, kalsiyum ve fosfor mineralleri bulunan vişnenin her gün bir bardak suyunun içilmesinin vücut sağlığına iyi geldiğini söylüyor uzmanlar. Midenin iyi çalışmasını, şekerin düşürülmesini sağlıyor, eklem ve kas ağrılarını gideriyor, kolesterolü, karaciğerde yağlanmayı ve en önemlisi, antosiyanin maddesi içerdiği için hücre yaşlanmasını önlüyor. Böylesine faydalı bir meyvenin; kompostosu, reçeli, likörü, peltesi, marmeladı, dondurması, suflesi, tatlısı hatta Osmanlı mutfağından vişneli eti gibi pek çok kullanım şekli de bulunuyor.
Özüne Dönen Kadının Dergisi
Kış mevsiminde bile meyve suyu ile yapabileceğiniz vişne peltesi mideye rahatlık verir, sindirimi düzenler. Yarım litre vişne suyuna 4 çorba kaşığı mısır nişastası, 2-3 çorba kaşığı şeker karıştırıp, orta ateşte kaynatın ve kadehlere dökün. Üzerini mevsim meyveleriyle süsleyip, Hindistan cevizi serperek servis yapın. İşte size sıcak yaz günlerinde sağlıklı bir tatlı! Vücuda bu kadar yararlı, içinde birçok vitamini barındıran, uykuyu düzenleyen, kolay yetişen bu meyveden vaktiniz ve haliniz varsa kışlık komposto da yapın. Vişneyi, komposto yapar gibi, bir kg. vişneye 1lt. su, 3 - 4 kaşık şeker, birkaç tane karanfil ve küçük parça kök tarçın koyarak, meyveler dağılmadan, yaklaşık 10 - 15 dakika kaynatın. Sıcak sıcak kavanozlara doldurun. Konserve kavanoz kapaklarını kaynar suya daldırıp kavanozun kapağını hemen kapatın. Kavanozları ters çevirip üzerlerini kalın bir örtü ile örtün. Eğer iyi kapatmışsanız sızma, akma olmaz. Hava almadığı için uzun süre saklayabilirsiniz. İster sulandırıp meyve suyu, ister şeker ilave edip komposto, ister sadece meyvelerini tatlı veya pastalarınızda kullanabilirsiniz.
17
Özüne Dönen Kadının Dergisi
18
Bitkileri Alırken Nelere Dikkat Etmeliyiz?
BİTKİLERLE YAŞAM
Nazım TANRIKULU Tıbbi Bitkiler Teknikeri
Bitkilerin doğru teşhis edilmiş tür olduğundan emin olmamız gerekir. Zira etken maddeler, tür farklarına göre de değişebilmektedir. Örneğin tıbbi papatya olarak, Latince adı Matricaria recutita olan papatya türünün satılması gerekirken bu türle hiç yakınlığı olmayan diğer papatya türleri satılabilmektedir. Diğer papatya türleri ya beklenen etkiyi göstermemekte ya da istenmeyen etkilere sebep olabilmektedir. Doğru tür için, ticaretini yapan kuruluşlara iki yol önerebiliriz: 1. Ülkemizde birçok fen ve eczacılık fakülteleri bünyesinde, bitkilerin teşhisinin yapıldığı herbaryumlar bulunmakta. Bitkiler ticari olarak toplatılmadan önce, alınan numuneler bu herbaryumlarda teşhis ettirilir. 2. Doğru türlerin tohumları temin edilip uygun bir arazide bitkilerin yetiştiriciliği yapılır. Hâlihazırda böyle bir uygulama olmadığı için doğru bitki türünü sattığından emin olduğumuz satıcılardan
Özüne Dönen Kadının Dergisi
alabiliriz. Müşteri sirkülasyonu yoğun olan doğal ürün dükkanlarından alışveriş yapmak, yeni mahsul ürün temini açısından oldukça önemli bir husus. • Tıbbi bitkiler, belirli dönemlerde etken maddece zengindirler. Etken maddece zengin oldukları dönemlerde hasat edilmeleri, hasat zamanlarınınetkili maddece zengin oldukları zamanlarınınbilinmesi gerekir. Özel istekleri yoksa çiçekler çiçeklerin tam açtığı zamanda (Althea officinalis - Tıbbi hatmi), yapraklar çiçeklenme zamanında (Salvia fruticosa - Anadolu adaçayı), kökler bitki üst aksamı tamamen kuruduğunda (Inula helenium - Anduzotu) hasat edilir. • Kurutma yöntemlerine riayet edilmelidir. Zira kurutma esnasında da etken madde kayıplarına sıkça rastlanmaktadır. • Drogların hazırlanma yöntemleri iyi bilinmeli, arınık olmayan ortamlarda drog hazırlanmamalıdır. • Droglarda etiket bulundurulmalı ve etikette şu bilgiler yer almalıdır: • Hazırlanan drog karışımsa, karışımdaki bitkilerin Latince - Türkçe isimleri, Latince drog ismi (bitkinin kullanılan kısmı) ve oranları • Toplandığı yer ve toplanma zamanı • Yan etkileri – etkileşimleri • Kullanım şekli (Nasıl kullanılacağı açık olarak belirtilmelidir. İnfusyon, dekoksiyon, maserasyon, tentür vb.) • Dozajı ve kullanım süresi • Son kullanma tarihi • Açıkta satılan droglar olmadığından satın alınmamalıdır. • Bitkisel droglar, etkilerini belirli bir süre içerisinde koruyabilirler. Bu sebeple satın alınacak drogların hasat tarihlerinin yazılıp yazılmadığı kontrol edilmelidir. • Drog bitkilerinin hasat edildiği (toplatıldığı) yer büyük önem arz eder. Zira bazı türler tozları, zararlı maddeleri hemen absorbe etme eğilimindedirler. (Satureja hortensis, Origanum sp, vd. Lamiaceae türleri) Buna göre yol kenarları, fabrika çevreleri, yoğun egzoz dumanına maruz kalan bölgelerden bu bitkiler temin edilmemelidir. • Tıbbi bitki toplayıcıları için bilinçlendirme çalışmaları yapılmalıdır. Sadece insan sağlığında kullanılmayıp, hayvan sağlığı ve bitkilerin bizzat kendi sağlıklarında kullanılan (insektisit özellikli tıbbi bitkiler vb.) bu grup bitkiler geçmişten günümüze bırakılan büyük bir hazinedir. Miras bırakılan bu hazinenin sonraki nesillere de ulaşması için muhafaza etme bilinci oluşturulmalıdır. Bunun için drog veren bitkileri, mutlaka kültüre (arazilerde üretim) alınmalıdır. Bu
19 yapılamıyorsa toplayıcılara bir sonraki yıl da bitkinin varlığını devam ettirebilmesi için bir bölümünü arazide bırakmaları salık verilmelidir. (Toplarken sadece kullanılacak kısmı toplanmalı. Herba kullanılacaksa köklere zarar verilmemeli gibi.) • Tıbbi bitkiler için kayıt sistemi oluşturulmalıdır. Toplayıcıdan temin edildiyse toplayıcıların adı, adresi, komisyoncunun adı ve adresi, toplanan yerin özelliği ve adresi, toplanan miktar, toplanma tarihi gibi konular kaydedilmelidir. Bu şekilde bir kayıt sistemi, ileride yapılacak çalışmalara yön verecektir. • Droglar mutlaka analiz edilmelidir. (Bunun için toplanan droglardan alınan örnekler, eczacılık
fakültelerinin ve bu konuyla ilgili araştırma merkezlerinin laboratuarlarına gönderilebilir.) • Drogların sunulduğu ambalaj materyalinin niteliği önemlidir. Örneğin şeffaf ve polietilen ambalajlar bitkisel droglar için uygun değildir. Bunun yerine droglar çekmeceli ahşap dolaplarda muhafaza edilmeli, kağıt vb. doğal ambalajlarda satışa sunulmalıdır. • Drogların bulunduğu ortamda oluşabilmesi muhtemel mikroorganizmaları engellemek için uygun havalandırma sistemi hazırlanmalıdır.
http://bitkisandigi.blogspot.com/
Yazarlarımızdan Nazım Tanrıkulu ve Melek Nihan Tuna 20 Haziran Pazar günü evlenmişlerdir.
Özüne Dönen Kadının Dergisi
HAYVAN DOSTLARIMIZ
20
Martının Boş Beşiği
Berran AYDAN Yazar
Nisan sonlarıydı. Apartmanımızın hemen önündeki komşu apartmanın çatısında, bacasının etrafında martılar her zamankinden sıkça uçmaya, günde birkaç kez gelip gitmeye başladılar. Hallerinde bir telaş, çığlık çığlığa sesler. Önce anlam veremedik. Ta ki bir sabah martılardan birinin bacanın üzerindeki ilave çıkıntıların arasında yattığını görene kadar. Oraya yuva kurmuşlardı. Dürbünle baktım, iki çıkıntı arasına ottan yatak yapıp yavrulamıştı dişi martı. Sürekli orada yatıyor. Erkeği gelip gidip yokluyor ve gagasında getirdiği yiyecekleri eşinin gagasına veriyor. Her sabah aynı saatlerde anne martı kalkıp biraz uçuyor, şöyle bir dolanıyor kısacık, o sırada baba adayı yumurtanın üzerinde yatıyor. Tam bir işbölümü ve de aile kavramı vardı. Ara sıra başka martılar ziyarete geliyorlar. Baba hep nöbette eşini yalnız bırakmıyor. Tüm apartmandakiler izliyoruz martıları. Hoşumuza gidiyor bu halleri. Bizi de bir heyecan aldı: Acaba yavru ne zaman çıkacak? Şaka yapıyoruz komşularla “altınları hazırlayın, bebek geliyor” diye. Eşim diyor ki: ne çok yattı, meğer ne zormuş bunların işi. İyi ki siz böyle yatmak zorunda değilsiniz. Ben de gelip gidip fotoğraflarını çekiyorum, zoomlayıp. (Baca kot farkından dolayı bizim balkonun hizasında) Seri yapacağım: Önce kuluçkaya yatan martı, baba martı yuvayı beklerken, sonra yavruyu çekeceğim. Bir aydan fazla zaman geçti, martıcık hala kuluçkada. Bizde bir merak… Derken bir gün, martıları izleyen bir komşu, dürbünle bakıp gördüğünü söyledi. Yavru çıkmıştı. Aman bir sevindik. Sanki bize torun geldi. Baba martı hep yanlarında, anne gene yatıyor ama lohusa ya... Ziyaretçileri geliyor. Çığlıklar atıp, üzerlerinde dönerek uçuyorlar ve gidiyorlar. Sanki onların sevinçlerini paylaşıyorlar. Bir sabah erken saatlerde martıların acayip çığlıklarıyla uyandım. Ama ne bağırmak… Ciyak ciyak. Yıkıyorlar ortalığı. İnsanın içi ürperiyor. Ne olduğunu anlayamadım önce. Sürekli ayaktalar ikisi de. Yüksek sesle haykırıyorlar, ama nasıl acı acı. Bacanın üzerindeki çıkıntıların en altında yanlarda delikler var. Gagalarını
Özüne Dönen Kadının Dergisi
Fotoğraf: Berran Aydan
o deliklere sokup bağırıyorlar. Sonra anladım ki, yavrularını kaybetti bunlar. Dürbünle baktık, anne artık yuvaya yatmıyor ve yuva boş… Büyük olasılıkla yavru kıpırdanırken o yandaki deliklerden içeri düşmüştü. Bunlar da ağıt yakıyorlar, ağlıyorlardı. İçimiz burkuldu o hallerine. Günlerce emek verip beklediler, bebeklerine kavuştular ve kaybettiler. İlk kez martıların böyle ağladığına şahit oldum. Hani elimden gelse çatının üstüne çıkıp arayacağım veya bacanın içine girip çıkartıvereceğim yavruyu. Günlerce, evet günlerce bu durum devam etti. Oradan ayrılmadan, yatmadan, ayakta sürekli ağıt yaktılar, yas tuttular. Belki de bir umutla beklediler. Sonra yuvayı dağıtıp gittiler. Ama evladının kabrini ziyaret eden anne-baba gibi her gün birkaç kez gelip orayı ziyaret ettiler. Unutmadılar yavrularını. Hala gelip gidiyorlar. Artık bacanın üstü bomboş. Ah be martıcık… Ne vardı gelip de apartman tepesine yuva yapacak? Benim bildiğim martılar yuvalarını deniz kenarındaki kayalıkların oyuklarına yaparlar. Kentli olmaya mı heves ettiniz? Yoksa şık bir apartmanın tepesine yuva yaparak sınıf atlamaya mı çalıştınız?
http://www.kuzeyorganik.com
12 - 15 Ağustos Çocuk’ça Bozcaada Yoga Tatili
21
Çocuklar, anneler ve babaların buluştuğu Bozcaada Yoga tatilimizde yogayı, Bozcaada’yı, doğayı ve denizi çocuklarımızla Çocuk’ça yaşayacağız. Bağbadem Tatil çiftliği (www.bagbadem.com) konaklama yerimiz, bağ ve bademlik içinde Bozcaada dokusuna uygun doğaya zarar vermeden oluşturulmuş. Mevsimine göre üzüm, çağla, taze bademi dalından koparıp yiyebileceğiniz gibi, incir, dut, nar, iğde, vb. meyve ağaçları da bizleri bekliyor. 5- 11 yaş grubu çocuklara ve ebeveynlere yönelik yoga tatilini, yoga seanslarıyla neşeli, keyifli ve en önemlisi onların gözüyle yaşayacağız. Sabahları kahvaltı öncesi yoga terapist Şebnem ile yoga seansımız, sonrasında Ayazma, Akvaryum ve nice güzel koylarda deniz keyfimiz ve kumsalda oyunlarımız ve akşam üstü yoga seansı, yaratıcılık atölyeleriyle çocuklarımızın yaratıcılığına eşlik edeceğiz. Birlikte resimler yapıp çocukların renkli dünyasının keşfine eşlik edeceğiz. Bozcaada’yı bu sefer çocuklarımız ile çocukça yaşamak için buluşuyoruz.
Ücret: Yetişkin: 550 TL + KDV Çocuk: 270 TL + KDV Bu bedele 3 gece 4 gün Konaklama + Kahvaltı + 6 seans yoga ve yaratıcılık atölyeleri dahildir. Rezervasyon için ön ödeme 200 TL’dir. Ayrıntılı bilgi için lütfen bizleri arayınız. Yogha +90 (212) 324 61 08 http://www.yogha.net http://www.yogaterapist.com
Özüne Dönen Kadının Dergisi
22
Asya’dan Anadolu’ya Ata Köprüsü:
VATAN VE KÖKÖLERİMİZ
Murat Sabri BAYSAN Araştırmacı - Yazar
(Orta Asya’nın en eski halklarından birisidir Kırgızlar. Asya’dan Anadoluya göçerken nice dilleri, kültürleri ve gelenekleri hal etse de, günümüze kadar özünü bozmadan gelebilmiş nadir topluluklardan birisidir. Kırgız köylerinde atalarımızın kültürü yaşamaya devam eder. Gelenek, görgü, sosyal birliktelik, insanlığın yüksek değerleri bu topluluklarda gözle görülür, yürekle hissedilebilir. Diğer Türk toplulukları gibi Kırgızlar da Göçerlerdir. Anadolu’ya göç edip yerleşen Kırgızlıları tanımak ve geçmişten günümüze bir “Ata Köprüsü” kurmak
Özüne Dönen Kadının Dergisi
isteyenler Van Erciş ilçesine bağlı Ulupamir köyünde Kırgızların yaşamlarına misafir olabilirler. Kırgızlar, Orta Asya’da Pamir Dağları’nın efendileriydiler. Özgürlük tutkusu Kırgızları ülkeden ülkeye savurdu. Kırgızistan, Sovyetler Birliği’ne bağlanınca Çin’e, sonra Afgan Pamir’ine, oradan da Pakistan’a geçtiler. Yüzyıla yayılan göç ve direniş, Van’ın Erciş ilçesine bağlı yeni bir köyde son buldu. Köye öz vatanlarına duydukları özlemi ifade eden bir ad verdiler: Ulupamir...) (Atlas Nisan 2008, sayı 181’den alıntıdır) 1986 yılında Güney Türkistan – Kuzey Afganistan’ın Pamir Dağları’ndan Erciş’e getirilerek, ilçe merkezine 30 kilometre uzaklıkta kurulan Ulupamir Köyü’ne yerleştirilen Kırgız Türkleri, kendi kültür ve geleneklerini halen sürdürüyor. Köyün büyükleri sürekli şehirlere yapılan göçleri şikâyet etse de elbet bir gün yeniden geri dönecekleri umudunu da kaybetmemişler. Eski Türklerin büyük bir kısmı Göklerin Tanrısı Gök Tengri’ye inandıklarından, dua, umut ve paylaşım hiç değişmeden günümüze kadar gelebilmiş. Ulupamir Köyü bu birlikteliği ve umudu gençlere hatırlatmak ve farkındalıklarını düşürmemek için her sene Ulupamir Köyü Kültür Şenlikleri düzenliyor. Şenlikte geçmişten günümüze bir köprü kuruluyor. Özel trans müzikleri atalarının ruhlarına, onların bıraktıkları miraslar gösteriliyormuşcasına büyük bir titizlikle ve heyecanla s u n u l u y o r. Dombralar alınıyor, Baksılar salınıyor, Ciritler atılıyor, atların üzerinde Buzkaşi ( K ö k b ö r ü ) oynanıyor, aşlar pişiriliyor. Bu ahenge köyün canları hep bir ritimde eşlik ediyor. Kırgızların farklı mitleri vardır. Ay ve Güneş Kırgızlar için çok önemlidir. Ay’ın şifalı bir gücü olduğuna inanırlar ve kadim tedavi uygulamalarında ay ışığından faydalandıkları
Van Erciş – Ulupamir Köyü Kırgızları
23
bilinmektredir. Güneş motifini bayraklarında kullanmaktadırlar. Şüphesiz ki, destanlar gibi efsaneler de bir milletin tarihteki uzun ömrü ile ilgilidir. Bugün dünyada yüzlerce millet ismi yer almasına rağmen, ancak birkaç millet tarihle birlikte anılmaktadır. Bunlardan birisi de Türk milleti ve Türk milletine bağlı Kırgız boyudur. Bu kadar uzun bir tarihî geçmişe sahip bir millet, hiç şüphesiz ki zengin bir destan kültürüne ve buna bağlı olarak efsane zenginliğine sahip olacaktır. Bugün dünyanın, yaşayan, en uzun, en hacimli “Manas” destanına sahip olan Kırgızları umumî Türk mitolojisi içinde diğer Türk kavimleri ile ortak ya da bizzat kendileriyle anılan efsanelerle tanımak mümkündür. Kırgız köyünü, kültürünü, dokusunu merak eden, geçmişle anına bir kanal açıp akanları gönlünde biriktirmek isteyenler için çok özel bir etkinlik yapıldı bu sene. Tümata – Ulupamir Seyahati Rahmi Oruç Güvenç’in 1976 yılında kurduğu “Ata Köprüsü”, Türk Müziğini Araştırma ve Tanıtma ve Araştırma Gurubu – Tümata, 2010 yılının Temmuz ayında (20-27 Temmuz) Ulupamir köyüne bir seyahat düzenledi. Oruç Güvenç’in yıllardır Türk kültüründeki insanlığın yüksek değerleri araştırarak elde ettiği sonuçlar (Müzik Terapi, Eski Türk Anadolu Yogası – Arşetipikal Hareketler, Manas Destanı İcrası, Baksı Dansı, İmaj Terapi) seyahate
katılımcılar ile birlikte Kırgız köyünde yeniden uygulandı, binlerce yıllık kültürümüzün hazineleri gönüllerde yeniden canlandırıldı. Aynı zamanda tarih, coğrafya, kültür, sanat, zenaat ilimlerinde kadim bilgeliklerin canlı örnekleri ayrı bir heyecan yaşattı. Harekette sır vardır, Sırda Perde vardır, Perdenin arkasına, Yine bize yol vardır. Kırgız Türklerinin duraklarından bir beldede, Van’ın Erciş’e bağlı Ulupamir köyünde hep birlikte olundu. Dinletiler, Musikiler, Sohbetler, Yemekler, Geçmişler, An’lar ve Gelecekler Dost sohbetinde paylaşıldı bütün maharetler. http://www.nevagelisim.com
Özüne Dönen Kadının Dergisi
24 Beslenme Biçimimiz, Sağlığımız ve Gezegenin Hali - II
EVİMİZ DÜNYA
Melda KESKİN Radyo Programcısı
Bu sayıda, geçen ay ele almaya başladığım “beslenme biçimimiz, maddi ve manevi sağlığımız, küresel ekolojik kriz” arasındaki bağlantılara kaldığımız yerden devam edelim. İnsan’ın, evi olan bu güzel gezegene ve onu paylaştığı komşularına yük olup zarar verdiği konusunda üç aşağı beş yukarı hemfikiriz zannedersem. Bilimsel araştırmalar, Yerküre’nin kendi kendini yenileyebilme (yani, ondan aldığımız kaynakları yerine koyabilme ve ona bıraktığımız atıkları halledebilme) hızını, 1980’lerin ortalarında aştığımızı söylüyor. Avlanan 1 balığın yerine artık 1 balık gelemiyorsa, atıklar “uzak” dediğimiz bir yerlerde ortadan kaybolmayıp, mutlaka suyumuza, havamıza, toprağımıza, besinlerimize karışıyorsa, ekolojik sınırları aştığımızın resmidir! Özetle, vazgeçmeye yanaşmadığımız yaşam tarzımızla hem onu hem de kendimizi yorup hasta ediyoruz. Ekolojik krizin alarm sinyallerinin ayyuka çıktığı 80’li yıllardan sonraki 30 yılda da (yani günümüzde bile) milyarlarca insan hiç istifini bozmadan, aynı yıkıcı “gelişme” ve “endüstrileşme” kalıplarını inatla sürdürdüğü için, bugün başımız ciddi dertte. Bu Gezegen’in üzerinde, yalnızca yaşam tarzımızla yarattığımız sistemli yıkım, “dışı seni yakar, içi beni” denebilecek boyutta. Bizi bugün başka canlılardan ayıran, kendimize, diğer insanlara, diğer türlere ettiğimiz bilinçli/bilinçsiz eziyettir; canlı ve cansız bileşenleriyle Toprak Anamız’a - Gaia’ya verdiğimiz geridönüşsüz zarardır; bilinçsizce artmaya devam eden nüfusumuz ve zehirli, tehlikeli endüstrilere kurban ettiğimiz değerlerin ardından döktüğümüz, timsah gözyaşlarıdır! Belki de olayı dışarıda gördüklerimizle/dışımızda açıklamak yerine, içimize bakıp dürüstçe şunu itiraf etmeliyiz: Özümüze dönük nefret, şiddet, öfke, güvensizlik sürekli olarak içimizde patlıyor ve tüm bastırma çabamıza karşın dışımıza da vuruyor. Bana kalırsa, sonu gelmeyen kronik hastalıklar, savaşlar, ekolojik kriz ve Exxon Valdez, Çernobil, Bhopal gibi etkileri hala devam eden endüstriyel felaketler, Meksika Körfezi’nde halen önlenemeyen petrol boşalımı (öncekilere “kazalar”; bu felakete ise “sızıntı” demek olayın boyutunu şirket-devlet politikaları doğrultusunda önemsiz göstermek, küçümsemek olur!), bu durumun göstergeleri. Peki, kendimizi nasıl seveceğiz bütün bunlara kaşın? “Dejeneratif hastalıklar” olarak bilinen “uygarlık hastalıkları”nın (kanser, AIDS, kalp, şeker, tansiyon, romatizma, obezite...) bunca yaygınlaşması da bana kalırsa bu umursamaz/aymaz halimizin bir başka göstergesi... Tabii bu noktada bile hala derslerimizi almayıp, gerçek çözümlere değil de semptom tedavilerine her yıl milyarlarca dolar harcayarak, dev
Özüne Dönen Kadının Dergisi
çevre ve tıp endüstrilerini daha da devleştirmekle meşgul olduğumuz için, Gezegen boyutunda şifa yaratacak kitlesel “yaşam tarzı” değişikliklerine bir türlü sıra gelemiyor. Peki, hangi canlı bindiği dalı keser? Bence yanıt şöyle: Rahat-sız olan. Yeryüzündeki diğer canlılardan farkımızı, aklımıza, zekamıza, sanatsal-teknolojik- endüstriyel üretimimize bağlayıp kendimizle övünme zamanı geçti. Ben duyarlı, çevre bilinci yüksek bir insanım deyip, ötekini suçlama zamanı da. Biz İnsan’ız, İnsanlık Ailesi’nin birer ferdi. Grubun hızını, en yavaş koşanın belirlemesi gibi, İnsan’ın Yeryüzü’ndeki “performansı”nı belirleyen de bizim beğenmediğimiz, çoğunlukla kızıp, aşağıladığımız duyarsız davranışları sergileyenler. Özetle, İnsan denilen tür olarak, mükemmel uyum içinde hareket eden bir balık sürüsü, bir kuş sürüsü, bir at sürüsü gibi, aramızdaki bağı hissetmek, “öteki” diye birşey olamayacağını kavramak, “bir” olmak, birlikte hareket etmekten başka çaremiz yok. Enerjimizi yükseltmek, Olan’ı tüm olumsuzluğuyla kucaklayabilmek ve kendi dönüşümümüzü yaratırken, başkalarını da esinlendirip, gayrete getirmek için enerjimizi paylaşmaktan söz ediyorum.
Fotoğraf: Berran Aydan
Yediğimize içtiğimize karar verirken yaptığımız (ya da yapmayı ihmal ettiğimiz) seçimler, bizim sağlığımızı, yediğimizi içtiğimizi elde etme süreçlerindeki seçimler ise gezegenimizin sağlığını belirliyor. Yapay gübre, pestisit, hormon vb kimyasal katkıları yaşamımızdan çıkartıp, doğal tarım yöntemleriyle üretilen taze, organik sebze ve meyveleri (ve sağlıklı suyu), doğru zamanlarda ve miktarlarda tükettiğimizde, hem kendi bedenimiz hem de Gezegen’in maddi manevi şifası için adım atmış oluyoruz. Kullanmaktan kurtulduğumuz her sentetik kimyasal, üretmekten kurtulduğumuz her tehlikeli/ zehirli atık, sürdürmekten kurtulduğumuz her yıkıcı endüstriyel etkinlik, müşterisi olmaktan kurtulduğumuz her işlenmiş, sentetik besin, teşhis-tedavi yöntemi, ilaç ve ameliyat ise yanımıza kâr kalıyor. Belki de yaşam enerjisiyle dolu, sağlıklı ve uzun bir yaşamı, sağlıklı bir ekolojik ortamda yaşayabilmek için
25 ne yapmamız gerektiğine değil de ne yapmamamız gerektiğine kafa yormamız iyi olur. Adbuster adlı karşıreklam dergisinin yazarlarının yıllardır dikkat çektiği gibi, belki de ekonomistler artık, kanser benzeri bir durum olan sonsuz ekonomik büyüme illetini bize dayatmak yerine, “çıkartma” işlemini öğrenseler iyi olacak. Ne de olsa, bilim insanları, dünyanın en uzun yaşayan insanlarının yiyip içtiklerini, yaşadıkları coğrafi bölgeleri araştırıp, pek de ortak bir yan bulamayınca; onların endüstri ürünü yiyecek tüketmediklerini, gün battıktan sonra yemeye devam etmediklerini; bir tapınağın 400 basamaklık merdivenlerini tırmanıp adaklarını sunmak ya da şu kadar kilometre ötedeki pazara ürünlerini götürmek dışında yapay spor etkinliklerinde bulunmadıklarını; ve gelecek endişesi, düşersem kim kaldırır korkusu taşımadıklarını tespit etmişler! Sentetik kimyasallardan olabildiğince uzak, doğal ritim ve döngülere uygun sade bir yaşam ve korkudan sevgiye doğru ciddi bir yöneliş... İşte, sağlığın önkoşulları bunlar imiş... Çevreye ve canlılara zararlı ilaçlar ve tıbbi müdahalelerin, endüstriyel tarım ve hayvancılığın, kömür, petrol, uranyum madenciliği ve enerji santrallerinin “yan etkileri”yle uğraşmak yerine
bilgisayarımızdaki “undo” (ya da ctrl+Z) uygulamasından esinlenerek, sağlık için “yaptıklarımızı yapmaya son versek” ve “yaşamımızdan neleri eksiltebileceğimize odaklansak” daha hayırlı olurmuş gibi geliyor bana... Ne dersiniz? http://firtinakusu.net/
http://www.organikyiyoruz.biz
Özüne Dönen Kadının Dergisi
26
Notaların Bize Anlattığı Dünya
EVRENSEL DEĞERLER
Metin RODOP Yazar
Serin bir İstanbul akşamında Osmanlı Padişahının sarayından çıkan bir grup saray görevlisi Sarayburnu açıklarında kendilerini bekleyen bir kayığa doğru yöneldiler. Orada kendilerini bekleyen iki güçlü devşirme ile birlikte, elleri ve ayakları bağlanmış bir vaziyette çuval içine yerleştirilmiş güzel ve alımlı bir kadın cesedini uzun ve süslü saltanat kayığına koyarak gecenin karanlığında gözden kayboldular. Bu, Sultanın veya Sadrazamın karılarından birinin, büyük olasılıkla bir harem ağası ile yaşadığı gizli aşkın hazin öyküsü olmalıydı. Bu esnada sarayda çalan saz ekibinde, udlar, tamburlar, tefler ve diğer sazlarla birlikte, sarayın tüm diğer cariyeleri koro halinde Sultan’ın diğer hanımlarını eğlendirmeye çaIışırken, boğazın derin sularında yavaşça gözden kaybolan bu güzeller güzeli Macar asıllı, mahzun ve çaresiz Prensesin dramına hiç kuşkusuz tanıklık edemiyorlardı. Çünkü çalınan müziğin sesi bu kadının haykırışlarını ve çığlıklarını öyle bir örtüyordu ki sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi herşey yeniden başlıyordu… Harem dairesinde cariyeler, bir gece ansızın ortadan kaybolan arkadaşları Katya’nın, yeni adıyla Ayşe Sultan’ın, aşkı uğruna ölümü göze almasını ve çaresizliğini şimdi şarkılarında dile getiriyorlar… Bugün, o dönemin bu ve bunun gibi dramlarını anlatan bestelerini duyduğumuzda, kimbilir kimlerin hayatında hala özlemle andığı aşk öykülerinin dramatik sahneleri canlanıyordur… Ama o sihirli notalar güzel Katya’nın yaşadığı aşkın sonsuzluğa uğurlanışına tanıklık etmemizi sağlıyor olmalı yine de… Bu açıdan bakıldığında duyduğumuz sesler, bu melodik yapı ve harmoni, sanki çok bilinmeyenli bir matematik denklemi gibi sadece bilmediğimiz değil aslında farkında olmadığımız değerlerin varlığını da yaşatıyor bize. Duyduğunuz anda sözlerin çok da önemli olmadığını anlıyorsunuz. Belli ölçülere göre bir araya gelen bu seslerin algılanması öteden beri aradığınız bir aşkın varlığını duyumsamanızı sağlıyor ya da kaybettiğiniz bir dostluğun hüznünü yaşatıyor. Tıpkı blues ya da jazz müziğinde olduğu gibi içinizi kaplayan öyle bir hüzün ki, sizi gerçek dünyadan koparıp evrende bir yerlerde yalnız başınıza kalmanızı sağlıyor; uzun zamandır aradığınız, hiç kimsenin veremediği bir özgürlük duygusu sarıp kuşatıyor tüm hücrelerinizi. Duyduğunuz sesler o kadar anlamlı ki orada inanılmaz bir uyum var. Bazen fa yerine sol olsa ya da sibemol yerine fadiyez olsa farkeder diye düşündüğünüz oluyor, ama yanlış sesler bestecinin huzurunu kaçırıyorsa, o yüzden besteci yakarışlarımızı veya çaresizliğimizi ama bir o kadar da yaşadığımız derin coşkuyu ve heyecanı anlatırken, o kadar uzaklaşıyor yeryüzünden. Kendini bir yerlerde arıyor olmalı. Doğru sesleri arıyor, tıpkı doğada olduğu gibi, herşeyin sihirli
Özüne Dönen Kadının Dergisi
bir bütünlük içinde olduğu eşsiz ve renkli uyumu arıyor,.. Yaşadığımız herşey dinlediğimiz müziğin içinde bir yerlerde gizleniyor. O sırları ve bilmediğiniz dünyayı sadece ruhunuzu özgür bırakarak dinlediğiniz takdirde görebilir, keşfedebilirsiniz. Tıpkı Çaykovski’nin Kuğu Gölü Balesi eserinde, büyücünün kuğu şekline soktuğu Prenses Odette’in tekrar eski haline dönmesinin sadece Prens’in onu bütün kalbiyle ve içtenliğiyle sevdiği takdirde gerçekleşeceği gibi... Bunu yapmak bazen kayıp kıta Atlantis’i bulmak kadar zor olsa da, ödülünüzün, hiç de hafife alınamayacak kadar değerli olduğunu söyleyebilirim. Birinin size bu şekilde değer vermesi ve önemsemesi dünyada hiçbirşeyin yerini alamayacağı kutsal ve paha biçilemez bir özgürlük duygusu yaratır ve bu herşeye değer... Dinlediğiniz müziğin içindeki labirentlerde bir yerlerde, sizi seven bir sevgilinin varlığı sizi heyecanlandırmaya yeter… Ben bunu dinlediğim her müzik parçasında duyumsarım. Her an kafamın içindeki harmonileri takip ederek kimsenin göremediği yerlerde, kimsenin tatmadığı aşkları yaşayabilirim. Müziğin tıpkı bir ruhun varlığı gibi var olduğunu ama anlatamadığımız duyguların somutlaştığı tek yer olduğunu ve benim orada olmam gerektiğini biliyorum. Soğuk bir nisan öğleden sonrası. Kilisedeki törende önümüzde duran tabutta 40 yaşında öleceğini söyleyen Carol… Niçin böyle düşündüğünü sorduğumda “Biliyorum, hissediyorum.” demişti uzun yıllar önce. Gerçekten o yaşına geldiğinde lösemiye yakalandı ve bir donör bulunmasına rağmen remisyona giremediği için iyileşemedi. Doktoru, artık yapacak birşey yok dediğinde hiçbir tepki vermedi. Eve döndüğünü ve bana bahçedeki çimlerin kesilmesi gerektiğini söylediğini anımsıyorum. Klasik müziğe bayılırdı… Ne zaman fırsatını bulsa Chopin’in polonozlerini, nocturnlerini veya preludlerini çalardı. Piyanonun sesleri kadar onu mutlu eden başka bir şey olduğunu sanmıyorum… Gözlerini kapar ve bahçede yetiştirdiği çiçeklerine bakardı… Şu anda bile çok iyi hatırladığım 2 no’lu nocturnü çalarken bahçedeki dallardan birine astığı yemliğe yem konması gerektiğini söylemişti, buna şaşırmıştım. Böyle bir duygusal travma içinde kuşların yemini düşünen Carol, yıllar sonra aynı eseri dinlerken işte bana bunları hatırlattı… O akşam onun sevdiği şarkıları çaldık, bütün arkadaşları ve sevenleri onun sevdiği Chopin ve Lizst’in besteleri ile birlikte sonsuzluğa uğurlanışına tanıklık ettik. Müziğin içinde herşey vardır… Chopin bestelerini yaparken olağanüstü ve derin anlamı olan aşklar yaşamıştı. Yazdığı eserlerin içine o aşkların kokusu sinmiştir. Bu muhteşem piyano eserlerini bir erkeğe ancak bir kadına duyulan güçlü ve ulvi bir aşk yazdırabilirdi, böyle de oldu… Chopin değişik kadınlara duyduğu sevgisini eserlerinde dile getirdi. Heyecanını, bir an yükselen kadanslarda veya aniden sakinleşen ve sonrasında sessizliğe doğru
27 yelken açan notalarında farkedebilirsiniz... Casablanca filminde, II.Dünya Savaşı’nda toplama kampından kaçan Viktor’un karısı Lisa ile gece kulübü sahibi Rick arasındaki aşkı anlatan sahnede, sonradan repliklere eklense de “Tekrar çal Sam” diyen Lisa nın, şarkıyı dinlerken bakışlarındaki anlamı keşfetmek, bizi filmde bir zamanlar yaşanmış umutsuz bir aşkın tekrar canlandığı sahnelere kolaylıkla taşır, çünkü orada sözlerin yerini artık notalar almıştır. Sam piyanonun başında “As time goes by” şarkısını çalarken Lisa’nın gözlerine odaklanan kamera, iki sevgilinin birbirlerini arzulamalarının ne kadar da olağanüstü bir paylaşım olabileceğini hissetmemizi sağlar… Bu anı özel yapanın müziğin kendisi mi yoksa aşkın varlığı mı olduğunu anlamakta zorluk çekersiniz. Ama hissedilen fırtınalı bir aşksa eğer, müzikle beraber gelen yağmurun sesleri gibidir. Dünya üzerinde farklı coğrafyalarda yaşayan farklı kültürde canlılar olarak içinde bulunduğumuz sistemlere
göre biçimleniyoruz. Bazen onlar istediği için mutlu oluyoruz, bazen de hüzünleniyoruz. George Orwell’in 1984 adlı eserinde olduğu gibi yaşamımızı gözlüyorlar, bize ne yapmamız gerektiğini, nasıl davranmamız gerektiğini söylüyorlar. Kime düşman olmamız ya da kimi sevmemiz gerektiğini söylüyorlar. Ama dostlarımız da düşman bildiklerimiz de aynı müziğin notaları eşliğinde dans ediyor, seviyor ve seviliyorlar. Kontrol edilemeyen tek şey bu... Böyle bir anda sanki bir çocuğun saflığı kadar duru ve içten oluyoruz, aynı şarkıyı birlikte söylüyoruz. Farketmiyor, bir yerlerde bir dram varsa onu anlatan müziği bütün uluslar aynı anda algılayabiliyoruz. Farketmiyor, hüzün ve sevinç veya yaşanılan aşklardaki coşku ve heyecan, tolerans, bağlılık ve sadakat, kaybettiğimiz bir şeyin yarattığı derin hayal kırıklığı, gözyaşlarımız ya da mutluluklarımız. Hepsini anlatan bir müziğin nağmeleri altında toplandık hepimiz.
Fitre ve Zekâtlar Engelli Çocuklara! 2009 yılı Ağustos ayında Bodrum Sağlık Vakfı (http://www.bodrumsaglik.org ) ve Bodrum Kar Sanat’ın (http://karsanat.org) birlikte düzenledikleri Barok Müzik konserlerinin ilki Kar Sanat bünyesindeki sanatçılar ve yurtdışından gelen kontrtenorlarla Didim’deki Apollon Tapınağı’nda gerçekleştirildi. Konser geliri Bodrum Sağlık Vakfı bünyesindeki Begonvil Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi’ndeki 140 engelli çocuğa destek oldu. Haydi, bu sene hep birlikte Fitre ve Zekâtlarımızı hayata eşit koşullarla başlamayan bu çocuklara yardım etme amacıyla verelim: Bodrum Sağlık Vakfı Garanti Bankası Turgutreis Şubesi Hesap No: 6298405
Özüne Dönen Kadının Dergisi
28
Yine KPSS, Yeniden KPSS
HAYATA YENİDEN BAKMAK
Semiha BATMAZ SALCI TV Programcısı ve Sunucu
Okulu yeni bitirmişti. Başarılı da bir öğrenciydi. Okul takımının en gözde sporcusuydu. “Öğretmen olduğunda, çok iyi sporcular yetiştireceksin” derlerdi hocaları. Evet, gerçekten de yetenekliydi. İyi bir sporcuydu. İyi de bir öğretmen olmak istiyordu. Fakat bu ülkenin çocuklarına, kendi formasyonunda iyi olmak yetmiyordu. Bunu o da biliyordu. Tarihte, coğrafyada, matematikte, Türkçede, dilbilgisinde de iyi olmak gerekiyordu. Hatta iyi olmak yetmiyor, süper olmak gerekiyordu. Seksen doksan almak bile, bazen öğretmen olmak için atanmaya yetmiyordu. Bu ülkenin fidanlarını emanet ettiğimiz öğretmenleri nasıl yetiştirdiğimizden, nasıl seçtiğimize kadar bir gözden geçirmemiz gerekiyor. Hangi öğretmen adayıyla oturup konuşsam, konu dönüp dolaşıp KPSS sınavına geliyor. Hatta bazıları sadece KPSS ile yatıyor, KPSS ile kalkıyor. En güzel yaşları olan yirmi ile otuzlu yaşlarını, üniversite sonrası gittikleri kurslarda geçiriyorlar. Sabah akşam test çözüyor, hiçbir sosyal aktiviteye katılmadan sadece sınava konsantre oluyorlar. Olmuyor baştan sınava giriyorlar, olmuyor yeniden…
Özüne Dönen Kadının Dergisi
Bu sınavdan usanmış, hatta hayattan usanmış o kadar genç var ki aramızda. Keşke gelecek ve ekonomik kaygıları olmasa da, kendi alanlarını geliştirecek kurslara ve çalışmalara katılsalar. Bu ülkenin istikbali için daha hayırlı olmaz mı? KPSS sınavında seksen, doksan puanlarla atanan öğretmenlerimiz her konuda çok bilgililer de, aileler neden çocuklarını hala dershanelere gönderiyor. Demek ki, seçme sınavında alınan puanlar, eğitimin kalitesini yükseltmek için yeterli değil. Oğlumu okula bu yıl başlattım. İdealist bir öğretmenin sınıfına düştüğümüz için çok şanslıydık. Okulun son gününe kadar ders yaptı ve çabaladı. Fakat son iki hafta, okul servisinde nerdeyse öğrenci yoktu. Okula giden öğrenci sayısı az olunca, öğretmenler ders yapmıyormuş. Konuştuğum öğrenciler ve ailelerinin yalancısıyım. O zaman çocuklar haziranda okula boşuna gidiyor gibi. Tablo böyle olunca, öğretmen olma şartlarını gözden geçirmek gerekiyor. KPSS sınavı yerine, formasyonunu almış öğretmen adaylarını, psikolojik bir testten geçirip, o işi yapmaya ruhen yeterli olup olmadıklarını tespit edip, çocukları seven, kendini geliştirmeye meraklı, yenilikleri takip eden ve idealist öğretmen adaylarını seçmek o kadar da zor değil.
Nilay UZGÖREN PAPİLA Yazar
Geçtiğimiz hafta sonu uzun zamandır göremediğimiz sevdiklerimizi de görebileceğimiz bir düğün için Ankara’da olacaktık. Eşimin babasını kaybettiğimiz haberi üzerine Ankara’ya düğünden bir gün önce gittik. Zihnimde fonda “Düğün ve Cenaze” albümünün yankılandığı duygu seli ile geçen ve sık sık geçmişe dönüşler yaşatan yoğunlukta geçti Ankara’da zaman. Ne çok tanıdık yüzler gördük, ne eski dost aktı dört bir yandan... Bu kadar güzel insanı bir araya toplamış olmak sevgili Mithat babamın bize son hediyesi oldu. Bütün bunlar olmadan önce de ironik bir şekilde bu ay “gitmek” ile ilgili bir yazı yazmayı planlıyordum ama amacım temelli bırakıp gitmekten değil, sadece geçici olarak yer değiştirmekten bahsetmekti. Sanırım bütün bu yaşanılanlardan sonra artık ikisini kaynaştırmalı, yapabiliyorsam kıyaslamalı ve yazı yardımıyla sizlerle birlikte düşünmeliyim. Altı yıl önce Kuzey Amerika’daki yedi yıllık yaşantımızı bırakıp ülkemize geri döneceğimiz sıralarda yazdığım bir yazıda “İnsan Hayatını Ne Kadar Değiştirebilir? - Bizim Hikayemiz” başlığını kullanmışım. Bilemezdim tekrara sıra geleceğini, yaptığımız değişiklikten daha büyük değişiklik yok gibi geliyordu. Varmış… Bunu tekrar geri dönmeyi değerlendirdiğimiz bugünlerde anladım. Hayat bir sarkaçsa, benimkinin bir salınımı ortalama altıyedi yıl sürüyor. Hayat altı-yedi yılda bir köklü değişim sunuyor bize. Şöyle demişim buraya dönerken veda ettiğimizi sandığım dostlarıma ve yeniden buluşacaklarımıza yazarken: “Hayatımızın gidişatına içimizdeki akarsuyun yön veremediği bir dönemde bundan çok uzun yıllar önce geldik bu kıtaya... Güneş ülkesi dedik sevindik iç sularımızın aslında bu yöne akmadığını gözlerimizle görene kadar. Tam altı kışı yaşamadan kurtardık, tam yedi çok sıcak yaz yaşadık. Güneş vardı burada evet ama suyumuzun kaynağı kilometrelerce ötede bambaşka bir kıtada ve o kıtada yasayan anne-baba-eş-dost-akraba’nın içine oluk oluk sevgi akıtıp sarıp sarmaladığı topraklardayken sadece suyumuzu kurutmaya yarayan bir güneşti bu... Öyle bir noktaya geldik ki burada akmadı hayat. Uzunca süre buradaki güzel yüzlerin bizimle aynı şekilde uzaklığı yaşayıp özlemi yaşayanlarla suyu iteledik diye hareket ediyor gibiydik ama hiç duymadık o çok rahatlayıcı suyun akma sesini... Kulağımızda Akdeniz, Ege, İstanbul’un dere suları çınladı durdu... Oysa içimizde yüzmek için sıra bekleyen müjdeli balıklar, akıntıyla yönünü bulmaya çalışan sürüler, kollarımızda ise kıpır kıpır, bilmediği bir ülkeyi sırf biz özlüyoruz diye
29
özleyen iki yaşında bir kız çocuğu vardı. Karar verdik, biz artık kendi doğduğumuz toprakları kızımızla tanıştırmaya; mesajı yazdığım ilk grupta iseniz yanınıza, ikinci grupta iseniz eninde sonunda bulaşacağımız topraklardaki hayata gitmeye - çok mutluyuz. İçimiz çok rahat - biliyoruz ki dip sularımızın aktığı yöne gidiyoruz bu sefer.” Hayatın gidişatına yön veren akıntılar bizi önce buraya getirdi ama bizi yukarıda yazdığıma tıpatıp benzer sebeplerden geri götürmeye hazırlanıyor. Çok kolay bir karar değil bu… Gitmeli mi gitmemeli mi, yoksa hiç kalkışmamalı mı derken Elif Şafak’ın “TED.com”da yayınlanan bir videosuna rastladım geçenlerde. Roman ve politika üzerine... Bilmeyenler için kısaca bahsedeyim: TED yayılmaya değer fikirler üzerine yılda bir kez “TEDGlobal” adlı bir konferansı Oxford, İngiltere’de gerçekleştiren ve kar amacı gütmeyen bir kurum. Elif Şafak akıcı bir İngilizce ile yaptığı konuşmasını Mevlana’dan alıntılarla taçlandırıyor ve kendisinden bahsediyor ağırlıkla. Konuşmasının genelini çok beğendim, beni en çok etkileyen ise yaptığı bir benzetmeydi. Göçebe bir hayat yaşadığından ama İstanbul’dan hiç kopamadığından bahsederken yaptığı benzetmede “Pergelimin sivri ucu sabit ve İstanbul’da ama diğer uç serbest ve farklı yerlere gidiyor ve merkez İstanbul’un etrafında irili ufaklı daireler çiziyor” diyor Şafak. Etkilendim. Çünkü kendimle bağlantı kurabildim. Ankara doğumlu bir İstanbullu olsam da benim pergelimin sabit ucu İstanbul’da sanırım. Diğer ayak Kuzey Amerika’yı da içine alacak kadar geniş açılmış, dünya üzerinde büyük bir alanı tarıyor. Ne kadar gezsem de, başka hayatlar kurup yaşasam da sonunda buraya dönüyorum. Yazının başında dedim ki “Kafam karışık. Gitmeli mi, kalmalı mı bilmiyorum”. Bu “pergel” benzetmesi ile sanırım karışıklık biraz rahatlayabilir. Ben değil miyim ki ne kadar gitsem de hep aynı yere dönüyorum, bu yüzden gitmeler olacaksa dramatikleştirmeden yapmalıyım. Can Yücel dizeleriyle bana destek veriyor. Bizim gidişimiz değil, asıl arkasında doldurulması çok zor boşluk bırakan Mithat babanın gidişidir dayanılması zor olan… Büyük usta bunu en güzel kelimelerle vurguluyor. “Dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile, en güzel yerde başlatılsaydı eğer. O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler, arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.”
Özüne Dönen Kadının Dergisi
YUVARLAĞIN KÖŞELERİ
Gidenlere
30
Kişinin Kendine İnancı ve İyimserlik
AKILLI KALPLER
Eray BECEREN Kişisel Gelişim Uzmanı
İşletme Fakültesi’ni bitiren öğrencim Şaziye İstanbul’da bir şirkette işe başlamıştı. Bu sevincini benimle paylaşmak üzere telefon açtı. Ben çok sevindiğimi ve ilk işinin hayırlı olmasını dilediğimi ifade ettim. Yeni mezun bir öğrencinin en mutlu olduğu anlardan biri sanırım bu an ve sevdikleri ile paylaşmak da mutluluk verici bir konu. Sanırım bu görüşmenin ardından 3 ay kadar geçmişti. Bir gün Şaziye’den telefon aldım. Bu kez sesi biraz hüzünlü geliyordu. “Hocam biliyor musunuz beni işten çıkarttılar” dedi. Ben gönlünü alacak ve umutlarını sürdürecek birkaç sözden sonra “İşte şimdi iş dünyası ile tanıştın” dedim. O buna çok kızdı ve “Hocam ben iş derdindeyim siz neler söylüyorsunuz” dedi. “Üzme kendini, iş hayatının başındasın ve önüne daha çok fırsatlar çıkacaktır, yeter ki sen hazır ol” dedim. O bu sözlerime karşılık, “Yok hocam yok, ben bu işi beceremeyeceğim” dedi ve ilave etti, “Ben bu işi beceremedikten sonra muhasebe konusunu, insan kaynakları ve eğitim görevlerini, yönetici asistanlığı görevlerini yapamam” gibi kendiyle ilgili birçok olumsuzluk sıraladı. Ben bir süre dinledikten sonra bir dakika “çok güzel bir fikrim var” dedim. “Madem iş konusunda başarısız olacağını düşünüyorsun, çevremdeki arkadaşlara söyleyeyim, ben de araştırırım, sana zengin bir koca bulalım” dedim. Sinirli bir iki söz söyledi ve kapattı telefonu. Aradan 20 gün geçmişti telefonumda Şaziye’nin ismini gördüm. Sesi çok mutlu geliyordu.
Özüne Dönen Kadının Dergisi
“Hocam haklıymışsınız, umudumu kaybetmedim, başaracağıma inandım. Bugün yeni işimde ilk günüm. Desteğiniz için çok teşekkür ederim” dedi. Şaziye bir yıldır bu işinde çalışıyor ve çok mutlu. Yaşamın içerisinde hergün herşey yolunda gitmiyor ne yazık ki. Ancak bu durumlarda tavır ve tutumumuz daha sonra olacakları etkiliyor. ABD’li Psikolog Dr. Martin E. P. Seligman’ın “KKK” formülünü kullanan kötümser, bu tür olumsuz durumlar için; “bu benimle ilgili (Kişisel), hep böyle olacak (Kalıcı), her alanımı etkileyecek (Kaplayıcı)” diyerek, umudunu, başaracağına olan inancını ve motivasyonunu kaybediyor. Bu tür durumlarda iyimser, “GSÇ” formülünü kullanarak; “bu da geçecek (Geçici), bu iş hayatımın sadece bir bölümü (Soyutlanmış), ve eğer daha çok çabalarsam başarabilirim (Çaba azlığı)” diyerek, umudunu, başaracağına olan inancını ve motivasyonunu koruyarak sürdürebilmektedir. Bu değerlendirmeler, kişiyi harekete geçirme konusunda da önem taşımaktadır. Yaşam içinde karşılaşılan olumsuzlukların iyimser bakış açısı ile değerlendirilmesi ve bunun nedeninin kendilerinden ziyade durumdan kaynaklandığını düşünmeleri bir sonraki denemede yaklaşımlarını değiştirebilmelerini sağlar. -Son Sözİyimserler de haklı, kötümserler de. Hangisi olacağınızın seçimi sizin... Harvey Mackay http://duygusalzeka.net/
Çemenzar Tünek Sk. Marmara Apt. No.4 Göztepe / İSTANBUL Tel. 0216 565 01 50
Gülseren ALÇI Yazar
1946 yılında Stockholm’de yapılan Avrupa Serbest Güreş Şampiyonası’nda 67 kilo güreşleri başladığı zaman, Celal Atik mindere çıkmış ve o sırada gazeteciler arasında eşiyle birlikte oturmakta olan yaşlı bir İsveçli hanım “Bu siyah saçlı gence bakın, ne kadar yakışıklı,” demiş. Celal Atik güreşi bitirip de rakibini pestil gibi bırakarak minderden inerken, çevresinde oturan dostları, hanıma sormuşlar: “Sizin yakışıklıya ne dersiniz?” Kadın coşkuyla alkışlarken söyle bağırmış: “Güreşe başlarken yakışıklı bir adamdı, şimdi ise bir ilah kadar güzel!.. ” Dünya ve Olimpiyat Şampiyonu Celal Atik’in başarılı kariyerini herkes bilir. Farklı özelliklerini ve “Türk Milli Takımı”nda baş antrenör olarak Türk güreşine katkılarını ise çok azımız biliriz. Oysa, Türk güreşinin mimarı Celal Atik antrenör olarak; 1960 Roma Olimpiyat oyunlarında Milli takımı Olimpiyat şampiyonu yaptı. 1964 Tokyo Olimpiyat oyunlarında 2 altın, 5 gümüş, 1 bronz madalya kazandırdı. 1968 Meksiko Olimpiyat oyunlarında 2 altın madalya kazandırdı. 1955-1971 yılları arasında yapılan tüm Dünya şampiyonalarının hepsinde takımına madalya kazandırdı. Yaşar Doğu’yu zorla güreşçi olmaya ikna etti ve onu Türk güreşine kazandırdı. Yetiştirdiği ve emek verdiği diğer şampiyonlar da şöyle: Tevfik Kış, Mustafa Dağıstanlı, Hamit Kaplan, İsmet Atlı, Mehmet Esenceli, Hasan Güngör, İsmail Ogan, Hüseyin Akbaş, Mahmut Atalay ve Ahmet Ayık. Dünya Güreş federasyonu FİLA’nın baş antrenörlüğüne getirilip her yıl ayrı bir ülkede tüm dünyadan gelen antrenörlere oyun tekniği konusunda dersler verdi. Fransa tarafından en yüksek ödül olan Legion d’honeur ile ödüllendirildi. Güreş tarihimizin gelmiş geçmiş en teknik, en zeki, en güzel vücuduna sahip ve en güzel yüzlü pehlivanıdır…
31
Ünlü güreşçi İsmet Atlı kitabında, Celal Atik’ten sevgiyle söz ediyor: “O, üstün özellikleri olan yiğit bir insandı, iyi bir arkadaştı. Cömertti. Güzel sesi vardı. Çok şık giyinirdi. Bir gün diplomatlar gibi giyinmişti. “Hocam bu ne güzel palto” diye takıldım. Hemen üzerinden çıkardı, üstümdeki eski pardösü ile değiştirdi.” “Güreşçilere para vermemeye yemin etmişti. Param yok diyene ödünç veriyor, geri alamıyordu. Bir gün Rüzgârlı Sokak’ta kendisini yakalayan Mehmet Kartal, “Hocam cebimde 5 kuruşum yok, çok ihtiyacım var.” diye yalvarmaya başlar. Celal Hoca “Yemin ettim oğlum, bundan sonra hiçbirinize para veremem.” dedikçe Kartal da yalvarmaya devam eder. Yalvarışlarına dayanamayan Celal Hoca, Mehmet Kartal’a ihtiyacını sorar, sonra, “Mehmet ben buradan gidiyorum, sen beni takip et” der. Kendisi önde, Kartal arkada yürürken, Celal Hoca, Mehmet’in ihtiyacı olan parayı cebinden düşürmüş gibi davranır. Kartal da yere düşen parayı alıp oradan ayrılır.” Kangal köpekleri, Arap ve İngiliz atları, Hint horozları yetiştirirdi. Hint horozlarını meraklılarına dağıtırdı. Amcam Celal Atik Atatürk ve İnönü’ye hayrandı. Kendine özgü renkli kişiliği, asaleti vardı. Sabahattin Ali’yi, Kemal Tahir’i, o dönemdeki Türk ve dünya yazarlarını amcamın anlatılarından, armağan ettiği kitapları okuyarak tanımıştım. Yanındayken bir saat, bir dakika gibi geçerdi. Etkileyici sesiyle Sabahattin Ali’den ezbere okuduğu şiirler ve öyküleri hala anımsarım. “1938 Yılında düzenlenen Türkiye Güreş Şampiyonası’nda hareketliliğinden dolayı, büyük kurtarıcı Atatürk, “Sen çok atik pehlivansın, senin soyadın Atik olsun,” demiş. O günden sonra Celal Doğan’ın soyadı Atik olmuş.” Büyük kurtarıcının verdiği soyadını amcam sayesinde evleninceye değin taşımaktan onur duydum. Yozgat Boğazlıyan’ın Gürden (Yazıkışla) köyünde doğan, askerlikle birlikte yaşamını Ankara’da sürdüren amcam Celal Atik’i 27 Nisan 1979 günü kalbimize sakladık. Fila Başkanı Raphael Martinetti, “FİLA Türkiye’nin evlatlığıdır. Türkiye de güreşin babasıdır.” der. Ata sporumuz güreşe, cirite değer verilmesi ve şampiyonlarımızın unutulmaması dileğiyle… 1989’da Büyükşehir Belediye Başkanımız Yüksel Çakmur’a, o zamanki “Meclis Üyeleri”mize Kültürpark’taki salona Celal Atik adını verdikleri için, Büyükşehir Belediye Başkanımız Aziz Kocaoğlu’na “Celal Atik Spor Salonu” adını altın harflerle yeniden yazdırıp, resimlerinden bir anı köşe yaptırdıkları için, “Celal Atik Güreş Turnuvası” düzenleyen (ancak 2 yıl yapılan) Hüsnü Oral ve Zekai Baykara’ya teşekkürlerimi yineliyorum.
Özüne Dönen Kadının Dergisi
GÜLIŞIĞI
Bir İlah Kadar Güzel!...
32
Naime Saltan
KÜLTÜR - SANAT
Sevcan BİRGÖREN Ressam - Seramik Sanatçısı - Yazar
Sevgili Kültür Sanat Okurları, Bu ay değerli hocam ressam, seramik sanatçısı ve yazar Naime Saltan’ı tanıtmaya çalışacağım. Aslına bakarsanız Naime Hocam, hepimizin Resim Öğretmeni… Hepimizin Sanat Öğretmeni... Aslında Sizlere uzun yıllar sayısız öğrencinin, sanatçının yetişmesine katkılarından, emeklerinden, paylaştıklarından ve çok daha fazlasından söz etmem gerekir... Birlikteliğimizde çalışma ve öğretme arzusunu her an hissettiren, yaptıklarınızı takip eden, ansızın bir telefonla size yeni ufuklar açan, yerinizden sıçratan, tarifsiz bambaşka bir yaklaşım, bambaşka bir duruş onunki. En son buluşmamızda yeni hedeflerinden, özellikle çok ama çok istediği Amerika sergisinden söz ettiğinde içim titreyerek dinledim... Bundan yaklaşık üç ay önce Ankara’daki evindeydim... 83 yaşının müthiş enerjisi ile kapıdan girdiğim an sıcacık gözleri, yerinde duramayan bedeni ile “Ben daha ne verebilirim?”, “ne öğretebilirim?” telaşındaydı... Bir çırpınışta adeta... Koridorlar, odalar, mutfak ve her yerde resim, resim, resim... Sanat tüm sihriyle alıverdi bizi içine... Hocam tek tek anlattı tekniklerini; nesi fazla, nesi eksik ise, açık açık... Başka bir yerdeyiz adeta... Bu çırpınışın o an bana ve yanımdakilere de geçtiğini açıkça söyleyebilirim; inanılmaz bir duygu ve şükranla karışık... Benim yapmam, öğrenmem gereken daha çok şey var düşüncesi, çalışmadan geçen her günün muhasebesi kaçınılmaz... Hocama karşı sorumluluğum daha da arttı. Bezin ve boyaların hayatlarımızı nasıl da eline geçirdiğini, duygularımıza nasıl da hizmet ettiğini, olmazsa da yaşayamayacağımızı bir kez daha gördüm. Türk resim sanatına ve sanatçısına büyük katkıları olan değerli hocam Naime Saltan’ın kısa özgeçmişinde birçok teknik kullanarak çalıştığına tanık olacaksınız. Ancak çini mürekkebi desenlerini, renklerini ve büyük boyutlu seramik panolarını, son dönem kendine has ebru yöntemiyle çalışmalarına taşıması çok etkili... Halen araştırmaya ve yeni çalışmalar üretmeye devam eden Sevgili Hocam’ın öğrencilere ve resim sanatına tutkulu herkese örnek teşkil etmesini gönülden diliyorum. NAİME SALTAN, 1-Haziran-1927’de Akşehir’de doğdu. İlk ve ortaokulu orada bitirdi. İstanbul Çapa Kız Öğretmen Okulu’ndan birincilikle mezun oldu. Bir yıl Kula’nın Menye Köyü’nde başöğretmenlik yaptı. Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nü bitirince, Hakkâri, Edremit, Eskişehir, İstanbul Kolej Öğretmen Okulu, Lise ve Ortaokullarında resim öğretmenliğinde bulunup 1976’da kendi isteği ile emekliye ayrıldı. Resme olan ilgisi ilk ve ortaokul yıllarında başladı. İlk sergisini 1950 yılında Hakkâri’de açtı. Pek çok sergi açmış, karma sergilere ve devlet sergisine katılmıştır. Eserleri yurtiçi ve yurtdışı koleksiyonlarında, özel ve resmi daire duvarlarında bulunmaktadır. Çeşitli
Özüne Dönen Kadının Dergisi
Naime Saltan
tekniklerde eserler veren sanatçı seramik panoları ile tanınmış, son yıllarda batik ve ipek boyamaya hız vermiştir. Ebru sanatını da kumaşa uygulayarak ona büyük panolarla ev dekorasyonunda yer vermiştir. Çocuk resim yarışmalarında öğrencilere dünya çapında büyük ödüller kazandırmıştır. Öğretmenlik yaparken çeşitli teşekkür ve takdirnameler almıştır. Abstre figüratif sanatı benimsemiş, kendine özgü bir stil geliştirmiştir. Okumaya ve incelemeye çok önem vermektedir. Eserlerinde doğa ve insan arasında sevgi, dostluk ve iyilik üzerine, Türk örf ve adetlerinin tanınması bakımından duygusal mesajlar taşımaktadır. Figürlerinde taş, su ve ağacın özelliklerini uygulamaktadır. Eski Türk mimarisinden modern çağa uygulanmış bir mimari düzen içinde yeni yapıtlar elde etmiştir. Müzik eşliğinde daha iyi yaratabildiğine inanmaktadır. Seminer, konferans ve kitap, dergi resimleme çalışmalarında epeyce yer tutar. Müzeciliğin Türk kültürüne olan katkısına inanmış, Eskişehir Arkeoloji Müzesine 184 parça, Seyitgazi Müzesi’ne 152 parça Türk el işlemesini çevreden toplayarak bağışta bulunmuştur. Çalışmalarında renk ve leke onun başlıca tutkusudur. Türk toplumunu gelişmiş, kültür ve refaha ulaşmış olarak görmeyi arzu etmektedir. Şimdiye kadar 47 özel sergi açan sanatçı, halen karma sergilere katılmaktadır. Naime Saltan 1998 - 2000 yıllarında Eskişehir’de Sakarya Gazetesi’nde sanatla ilgili makaleler yazmıştır... http://www.sevcanbirgoren.com
Tutkunun Kum Saati Aşk, tutku, masal, gizem, cinayet, intikam... Şamanlar, gezginler, büyücüler, yitik kavimler, kadim, gizli bilgiler... Gazeteci Aycan Aşkım Saroğlu biri novella, ikisi uzun öykü, birbirine geçen üç hikayenin anlatıldığı, Goa Yayıncılık’tan çıkan ilk kitabı, “Tutkunun Kum Saati”nde okuru ezoterik, erotik ve mistik bir gerilim yolculuğuna çıkarıyor. “Cevval gazeteci Harun Tez, vahşi bir cinayete kurban giden, birbirinden güzel üç gencin sır ölümünü araştırmak için, güneyde ücra bir tatil yerine gider. Tekinsiz bir temmuz dolunayında vardığı bu ıssız yerde, Türkiye’den Kanada’ya göçmüş, Rum restorancı Tango Charlie’nin, akıl almaz hikayesine, tarihten adları silinmiş gizemli ve ezoterik bilgilere sahip Samaros kavminin izlerine, Marjik, Darendau ve Metaaslı Meysunas’ın büyük aşk üçgenine ve paralel evrenlere çıkan bir kapıya rastlayacaktır. Akrep kadını mutlaka intikam alır. İffet, kendisini terk eden sevgilisinden intikam almak için soluğu, yanına gizli parolalarla girilen, Parapsikoloji Enstitüsü’nün Türkiye sorumlusu, “kötülükçü” adıyla anılan Cabbar Selam’ın yanında alır. İçimizdeki kötüye hizmeti sınırsız zevk sayan, bu milenyum büyücüsü ona karşı koyamayacağı bir intikam planı sunar. Ancak kusursuz cinayet olmadığı gibi yan etkisi olmayan bir intikam da yoktur... On yedi yaşlarından beri, her ağustos ayında bir Bodrum teknesiyle mavi yolculuğa çıkan Derin, Kumru ve Şems, artık otuzlarının ortalarına gelmiş, hayattan ve erkeklerden umutlarını kesmiş üç genç kadındır. O yıl da, her yıl olduğu gibi bir yelken teknesiyle Ege’nin lacivert sularına açılırlar ama bu kez yolları Rodos’un ücra bir köşesinde, tek başına yaşayan, Ignasio Vladimir Anastasov’la kesişecektir. Sık sık teknesiyle uzun yolculuklara çıkan, bu gizemli Şaman ve yakışıklı kozmik denizler kaptanıyla hayatlarının en büyük macerasına açıldıklarından habersizdirler.” Gazeteci Aycan Aşkım Saroğlu, yıllardır biriktirdiği “an”ları, bir araya getirdiği ilk kitabında gerçekle hayalin, uykuyla uyanıklığın, hayatla oyunun birbirine karıştığı üç muhteşem öykü anlatıyor. İster birer masal gibi dinleyin bu öyküleri, isterseniz hayatın anlamına dokunan birer ders gibi... Her iki “hal”de hayata bakışınızı tamamen değiştirecek.
K.Aycan Aşkım Saroğlu İstanbul’da doğdu, İstanbul Üniversitesi İngiliz-Amerikan Dili ve Edebiyatı’nı bitirdi. Hürriyet Vakfı’nda Yüksek Gazetecilik öğrenimi gördü. Hürriyet Gazetesi, Gezi Traveler, Aktüel Dergileri’nde çalıştı. Akşam Gazetesi’nde Brunch dergisini çıkaranlar arasındaydı. Akşam Gazetesi haftasonu eklerinde çalışmasının yanı sıra yine aynı gazetede köşe yazarlığı yaptı. HaberTürk Gazetesi haftasonu eklerinde çalıştı. “Tutkunun Kum Saati” yazarın yayınlanan ilk kitabıdır.
KİTAP
Aycan Aşkım SAROĞLU Gazeteci Yazar
33
Özüne Dönen Kadının Dergisi
34
Modernizasyon
MODA
Aynur SEZGİN Tasarımcı ve Stilist
Yaşanan zamanın özellikleri, kültürel birikimleri, şekilleri, renkleri, alıntı yapılan zamanın özelliklerinde kaynaştırılırken bir uyarlama ve harmanlama ile oluşur modernizasyon... Eşyada, mekânda, giyside bir dönemin kültürel özelleri, öze sadık kalınarak bir nevi yenileştirme ile uyarlanır. Giyside modacıların en çok tercih ettiği modernize kaynağı, göz alıcı görselliği ile sık sık Osmanlı ve Anadolu giysilerinin alıntı ile tekrarlanmasıdır.
Şalvarlar, kaftanlar, cepkenler az çok değişerek, şimdilerde şalvar pantolonlar, brokar dokulu ceket ve bolerolar olarak karşımıza çıkıyor. Bu kaynak çeşitliliğinin başlıca nedeni, Osmanlı Padişahlarının giyim kuşama önem vermeleri, lüks kumaşlardan dikilmiş kaftanlarının görkemli olmasına özen göstermiş olmalarıdır. Onların kalite titizliği, Anadolu’da dokumacılığın gelişmesine neden olurken, günümüze kadar uzayan etkileri ile modacılara ilham kaynağı olmaya devam edecektir.
Özüne Dönen Kadının Dergisi
35
Yabancı modacıların da Osmanlı ve Anadolu Kültüründen sık sık esinlendiği kuşkusuz... Sağlam kaynaklardan gelen bilgilere göre; Marc Jacops, tasarım ekibiyle birlikte geçtiğimiz aylarda gizlice Türkiye’ye gelmiş. Gezi sırasında Anadolu kültüründen etkilendiği Louis Vuitton’un yeni koleksiyonunda açıkça görülmektedir. Bu coğrafyanın kültürüne aşina olmayanlar için Louis Vuitton’un Sonbahar-Kış Sezonu Defilesi çok fazla bir şey ifade etmeyebilir, ama modadan az çok anlayan birisi, abartılı formların ve farklı kesimlerin baskın olduğunu, 80’lerden ilham alındığını ve “harem pants” denilen, Osmanlı ve Anadolu Kültüründen gelen şalvar kesimli pantolon biçimlerinin ön planda olduğunu söyleyebilir.
Aynı koleksiyona “Mevlana’nın Torunları” olarak yeniden bakmak gerek. Görülmeye değer; uzun tuhaf şapkalar ve eteklerle bu koleksiyon resmen açıklanmasa da gerçekten Anadolu izleri ve özellikle semazen etkileri taşımaktaydı. Marc Jacobs, Sonbahar - Kış Koleksiyonunu tasarlamadan önce gizlice Türkiye’ye gelip tasarım ekibi ile Kapalı Çarşı’yı gezmiş. Defilede modellerin podyumda yürüyüşleri sırasında, Mevlevilerin Sema ayini sırasında dönüşlerini andıran görüntüler ortaya çıktı. İşte modernizasyon böyle birşey; bugün bir Osmanlı, Anadolu Kültüründen, yarın da bir başka dönem ve esintiden... Önemli olan yaşanılan zamana uyarlanan, kaynaşan ama özünde mutlaka yaratıcılık gerektiren görsel ziyafet...
İşte o görkemli ve modacıları cezbeden kaynaklarla, modernizasyonu oluşturabilecek kültür zenginliğinin, dünden bugüne ulaşan kaynak birikiminin en görkemli olduğu yerdir coğrafyamız... Bugün Osmanlı, Anadolu yarın da bir başka esin kaynağı. Derin geçmişler, farklı yaşantılar, kültürler var oldukça, modacıların yaratıcılıkları, modernize yapma istekleri hiç bitmeyecek...
Özüne Dönen Kadının Dergisi
36
Yaz Gelince...
EV’LENELİM
Selmi URAL Gayrimenkul Danışmanı
Yaz ayları tatile gidemeyip çalışmak zorunda olanlar için bazen çekilmez olur, bilirim... İnsanların canı hiçbir şey yapmak istemez, sıcaklar tüm enerjiyi çeker alır. Kol kıpırdatmalarındaki ter fışkırma riskine karşı hareket etmek istemeyiz. Hele ki; benim gibi bahar aşığı biriyseniz bu çalışarak geçirilen kavurucu sıcaklar kâbus olabilir… İşte bu yüzden henüz tatile gidememiş, güneş depolaması yapamamış ama önümüzdeki 2 ayı düşünüp hala ümidini kaybetmemiş dostları da düşünerek bu ayki yazımda, mutlaka bilinmesi gereken KISA KISA yeniliklerden bahsedeceğim. EVİNİ “HABERSİZ” TAŞIYANA BÜYÜK CEZA Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’ne göre, taşındıkları yerin adres bilgilerini nüfus müdürlüklerine bildirmeyenlere para cezası uygulaması olduğunu biliyor muydunuz? Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nün 81 ilin valiliğine gönderdiği genelge ile adres değişikliği beyanı, taşınma işlemi gerçekleştikten en geç 20 iş günü içinde bağlı bulunulan Nüfus Dairesi’ne bildirilmez ise vatandaşlar 329TL para cezası ile cezalandırılacaktır. Genelde bu haberi birçoğumuz bilmiyoruz. Muhtarlıktan kaydımızın naklini istemek ve yeni muhtara gidip işlem yaptırmak bu güne kadar uyguladığımız yöntemdi ama bundan sonra Nüfus Dairelerine şahsen başvurmak gerekiyor... Bu haberin içeriğinde sizlerle paylaşmak istediğim başka bir nokta daha var... Okullar açılmadan kayıt işlemleri başlıyor ve her sene veliler çocuklarını daha iyi okullara yerleştirebilme telaşına düşüyor. Kimi zaman eş, dost, akraba evlerine nakil yapılıp, “Biz burada oturuyoruz” şeklinde beyan veriliyor... İşte bu noktada dikkat!!! Gerçek dışı beyanlarda ceza miktarı 660 TL. KIŞ GELMEDEN DIŞ CEPHE YALITIMINI YAPTIRMAK İSTEYENLER İÇİN Isınma ve soğutma giderlerini en az %50 azaltmanın yolu dış cephe yalıtımından geçse de, henüz sayıları çok çok az olan bu yalıtılmış binaların sayısını fazlalaştırmak ve enerji tüketimini azaltmak için Kat Mülkiyeti Kanunu’nda değişiklikler yapıldı. Bu güne kadar 10 dairelik bir apartmanın 10 kat maliki de EVET demeden dış cephe yalıtımı yapılamıyordu, oysa son çıkan kanunla birlikte çoğunluğun onay vermesi yeterli. 6 dairenin onayıyla başlatılabilecek dış cephe yalıtım çalışmaları, onay vermeyen dairelerin itirazlarını hiçbir şekilde hoş görmüyor... Mantolama sistemleri için XPS’li paketlerin seçilmesi
Özüne Dönen Kadının Dergisi
öneriliyor. Paket sistemler ısı yalıtımı uygulamasında kullanılan; birbiri ile uyumlu ısı yalıtımı levhası, yapıştırıcı, sıva, file, dübel ve yüzey kaplama malzemeleri bir arada sunuluyor. Mantolama çalışmaları düzgün uygulanırsa sadece ısı yalıtımı için değil, küf ve rutubet oluşumu, boya ve sıva çatlaklarına karşı da binaların korunmasını sağlıyor. YAZLIK YERLERDE KORSAN EMLAKÇILARA DİKKAT !!! Marmaris Emlak Müşavirleri Derneği Başkanı Yusuf Kenan Akkuş ve Bodrum Emlak Müşavirleri Derneği Başkanı Ömer Yetgin, Türkiye’de mülk edinmek isteyen yabancıları tercih ettikleri Ege ve Akdeniz sahillerindeki Korsan Emlakçılara karşı uyardı… İşlenen suç büyük… Sahte tapu düzenlemesi ile, bir mülk birden fazla kişiye satılıyor, üstelik mal sahibinin haberi bile olmadan... İşte Profesyonel Gayrimenkul firmaları ile çalışmak için bir sebep daha… Bu aylık paylaşmak istediğim konular bu kadar... Siz de gayrimenkulle ilgili merak ettiğiniz, sormak istediğiniz her şey için bana yazabilirsiniz… SEVGİLERLE... Re/max Bento Gayrimenkul Danışmanı selmiural@gmail.com
Fotoğraf: Selmi Ural
37
2008 yılında, Mimar H.Cevat Kalfa ve Turgutreis Belediyesi’nin önderliğinde ve D-Marin’in katkılarıyla kurulan Turgutreis Belediye Yelken Kulübü, bu kısa sürede Turgutreis’te yelkeni geliştirmek,özellikle gençler arasında popülerliğini arttırmak, daha fazla kişiye ulaştırmak adına faaliyetlerini sürdürüyor.Kulüp Başkanı Kalfa, daha modern tesisler kurmak , yelken sporuna gönülden hizmet edecek nitelikli eğitimciler sağlamak ve yelken federasyonuyla müşterek çalışmalar,yarışlar yaparak sosyal-kültürel faaliyetlerde bulunmanın da amaçları içinde yer aldığını dile getiriyor.Ayrıca bir ilki gerçekleştirerek deniz kenarında bir arsa üzerine yelken okulu,otel,restoran,kafeterya ve eğitim tesislerini içeren bir spor tesisini Bodrum Yarımadası’na kazandırma hedeflerini ve bunun için gerekli görüşmelere, proje çalışmalarına başlandığını sözlerine ekliyor. İlk adım optimist Günümüzün Amiral Turgut Reislerini yetiştirmek için yola çıktıklarını söyleyen kulüp yetkilileri, yelkenin ilk adımı olarak optimist takımını oluşturmanın önemini vurguluyor. Bu amaçlar çerçevesinde kulüp, yelkencide bulunması gereken bilgi, beceri, sporcu ahlaki gibi konulardaki eğitimi vermek amacıyla yaz kursları açıyor. Bu kurslara katılan optimistçilere sağlıklı beslenme bilgileri veriliyor,koordinasyon ve pedagojik destek çalışmaları gerçekleştiriliyor, sporcuların denizcilik seminerleri yurtiçi-yurtdışı yarışları ve kamplarına katılmaları sağlanıyor.
2010 yaz kursu dönem tarihleri 4.Dönem Kursları : 2 Ağustos – 13 Ağustos 5.Dönem Kursları:16 Ağustos – 27 Ağustos 6.Dönem Kursları: 30 Ağustos – 10 Eylül 0252 382 04 55
Yaz Kursu Açıklamaları Yaz kurslarımız 2 haftalık 6 dönemden oluşmaktadır. Hafta içi her gün saat 09:30 - 14:00 saatleri arasında eğitim verilecektir. Her kurs dönemi için belirlenen kontenjan sayısı optimist için 20 laser için 5 sporcudur. Her sporcu adayına 1 adet can yeleği kulübümüz tarafından eğitimlerde kullanılması için verilecektir. Dönem sonlarında başarılı sporcu adayları yarış takımı aday kampına alınacaktır. Kurs bitiminde sertifika verilecektir. Optimist kursu 1997 - 2004 yılları arasında doğan ve en az 25 kg olma şartına uyan sporcular katılabilecektir. Laser kursu 1997 öncesi doğumlu ve en az 55 kg olma şartı aranacaktır. Kontenjan takibi için ön kayıt yapılması rica olunur Servis hizmetimiz mevcut değildir.
Özüne Dönen Kadının Dergisi
ADVERTORYAL
Turgutreis Yelken Okulu
38
Avusturalya ve Yeni Zelanda
Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR
GEZİ
Emekli Fizik Öğretim Üyesi
Uzun uçak yolculuğumuzun en ilginç görüntüleri Avustralya çölleri üzerinde uçarken gördüğümüz olağanüstü renkler ve desenlerdi. Günün ilk saatlerinde beyaz bulutlardan süzülen güneş ışığı Avustralya çöllerini güzel bir şeker pembesine boyamıştı. Avustralya kıtasına 18. yüzyılda İngiltere’den sürgün edilen suçlular, buranın onbinlerce yıllık sahipleri olan Aborjinleri bu çöllere sürmüşlerdi. Aşağıda uzanan şekiller bir Aborjin ressamın soyut resim galerisiydi sanki. Düşünülebilecek her desen vardı; günün bu erken saatinde çöl ressamının tuvalinde pembe ve beyaz dışında renge rastlanmıyordu. Aborjinler için kutsal olan kırmızı bir tepe hariç... Alice Springs’den 200 mil sonra pilotumuz özel bir anons yapıyordu. Dünya mirası listesinde yer alan Ayers Rock ya da yerlilerin diliyle Uluru’nun üzerinden geçmekteydik. Kırmızı kumtaşından oluşan bu tepe Avustralya’nın merkez bölgesinde yer alıyordu.
Resim 1. Avustralya, Uluru tepesi
Kırmızı kumtaşından oluşan bu tepe Avustralyanın merkez bölgesinde yer alıyor.
Resim 2. Avustralya, Melbourne, Anzac Hatıra Anıtı
Özüne Dönen Kadının Dergisi
39
Resim 3. Avustralya, Melbourne, Yarra nehri üzerinde bir köprü
Yeni Zelanda ve Avustralya dünya haritasının bize çapraz gelen bir köşesinde yer alıyorlar; güney yarıkürede ve neredeyse dünyanın öbür yanında... Birbirine yakın oluşları ve eski İngiliz sömürgesi oluşları ortak yanlarını arttırıyor. İngiliz isimli sokaklar, semtler, tepeler... İngiltereden esinlenerek yapılmış binalar, anıtlar...
Resim 4. Avustralya, Melbourne, Dandenong milli parkında kırmızı Rosella kuşu
Özüne Dönen Kadının Dergisi
40
Resim 5. Avustralyadan bir çiçek
Diğer ortak yanları ise başka ülkelerde rastlanamayan, ancak buralarda görebildiğimiz bazı hayvan türleri, güney yarıküre bitkileri idi.
Resim 6. Avustralya, Brisbane yakınındaki Gold Coast kumsalı.
Yeni Zelanda serin fakat kışın da fazla soğuk olmayan iklimi ile kuzey yarıküreden gelenler için fazla ilginç görünmüyordu. Avustralya ise kuzey yarıkürenin kışında gelen birisi için cennet gibiydi. Brisbane yakınındaki Gold Coast (altın sahil), Sydneyin, Melbourne’ün yakınlarındaki kumlu plajlar çok cazipti. Okyanustan kalkan nemli hava her iki ülkenin kıyı şehirlerinde hiç ummadığınız değişiklikler yapabiliyordu.
Özüne Dönen Kadının Dergisi
41 Pırıl pırıl güneşli bir gün aniden, yağmurlu, sisli ya da kalın bulutlu bir güne dönüşebiliyordu. İstanbulu 4 Ocakta, dünyanın güneşe en yakın konumda olduğu kışın ortasında bırakmıştık. Dolayısıyla, aynı enlemde bizimkinden daha sıcak olan Avustralya yazıyla karşılaşmıştık. Biz turistler önce pek sevindik; sonra öf pöf demeler başladı. Sydneyde otuzlu derecelere tam alışır gibi olduğumuz bir gün aniden çıkan fırtınalı yağmur ve inanılmaz sıcaklık düşüşü karşısında kendimizi bir garip hissettik; haşlandıktan sonra derin dondurucuda şoklanan bir sebze gibi... Buna karşın, Yeni Zelandada serinlik devamlıydı ve valizlerde yünlüler, pardösüler aranıyordu.
Resim 7. Yeni Zelanda, Auckland, Albert Parkdaki görkemli eski bir ağaç
İngiltere etkisiyle olsa gerek; her iki ülke botanik bahçelerine önem vermişti. Buralar, turistler için farklı olabilen harika çiçekleri ve ağaçlarıyla tüm büyük şehirlerin en güzel gezi mekanlarıydılar.
Özüne Dönen Kadının Dergisi
42 Yeni Zelandada özenli ve nazik bir aksan katarak daha da güzelleştirilen bir İngilizce konuşuluyordu. Avustralyaya geçince İngilizce değişiverdi. Havaalanındaki anonsları bile anlayamaz olmuştuk. 1999da İngiltereden ayrılışları gibi kendilerine özgü bir dil arayışı içinde miydiler? Yoksa Yeni Zelandaya ilk gelen beyazların siyasi suçlu, Avustralyaya gelenlerin ise adi suçlu olması mı konuşma farkını yaratıyordu? İlk gelen beyazların köken farkının yerlilere karşı davranışlarına yansıdığı herhalde yadsınamaz. Yeni Zelanda; yerlileri olan Maorilere çok daha iyi davranmıştı. Sayıları az da olsa, beyazlara karışıp normal işlerde çalışanları var. Mauri dili İngilizcenin yanında ikinci resmi dil.
Resim 8. Yeni Zelanda, Mauri köyü Rotaruada turistlere gösteri yapan yerliler
Rotorua bölgesinde çok sayıda turisti ağırlarken kendi kültürlerini de tanıtıyorlar. Buna karşın, Avustralyanın yerlileri olan Aborjinlerin durumu çok hazindi. Birçok dükkanda onların süslü savaş sopaları, bumeranglar, ve Aborjin resimli turistik eşyalar satılıyordu. Fakat, Avustralyanın üç büyük şehrini dolaştığımızda tek bir Aborjine raslamadık. Tur rehberinden öğrendiklerimiz çok üzücüydü. Eğitim kampanyaları başarısız kalmıştı. Avustralyanın ortasındaki çöllerde vahşi hayvan yaşamı sürdüyorlardı. Yanlışlıkla buralardan geçen olursa saldırıya uğruyor ve günümüzde bile hala öldürülebiliyordu. Yemyeşil meralarında besili ve bembeyaz, tertemiz koyunları ile Yeni Zelanda doğaya uyumlu ve çok daha mutlu bir ülke izlemini veriyordu. Yeni Zelanda’da otobüsle kuzeyden güneye yol alırken yol boyunca her türlü büyükbaş, küçükbaş hayvana raslamak mümkündü. Bunlar bu adalara sonradan, buralara ilk yerleşen beyazlar tarafından getirmişlerdi. Yeni Zelanda’nın yerli hayvanlarının Kiwi gibi yumurtlayan hayvanlar olduğu biliniyor.
Özüne Dönen Kadının Dergisi
43
Resim 9. Yeni Zelanda, Muriwai tabiat parkındaki bir kaya üzerinde Gannet adlı martı benzeri kuşlar
Avustralyadan Yeni Zelanda’ya göçen Gannet adlı martı benzeri kuşlar turistik gezilerin vazgeçilmeziydi. Bunlar yılda bir defa Avustralyadan Yeni Zelandaya uçarak gelebiliyorlar. Avustralyada ise, Sydney, Melbourne, Brisbane ve Tasmania’daki hayvanat bahçeleri turistlerin mutlaka görmek istediği yerlerdi. Bu ülkeye has kanguru, koala, wombat, küçük penguenler gibi sevimli hayvanları görmek insanları mutlu ediyor, evrende farklı dünyalar olabileceğini düşündürüyordu.
Resim 10. Yeni Zelanda, Christchurch, Windsor Oteli
Özüne Dönen Kadının Dergisi
44 Yeni Zelanda şehirleri ile fazla ilgi çekemeyebilir; en renklisi Christchuch... Eski binaları, müzeleri, botanik bahçesi ile oldukça ilginç ve turistik bir şehir. Avustralya’da ise turistik ilgiyi en fazla Sydney çekiyor. İki ülke arasında yaşamsal önemi olan belirgin bir farklılık vardı: Yeni Zelanda sulak, Avustralya kuraktı... Avustralyada musluklar su tasarrufu düşünülerek yapılmıştı. Bir elinizle açık tutulmasını sağlayıp ancak tek elinizi yıkayabileceğiniz garip musluklara bile raslamıştık. Yeni Zelandada ise su boldu. Yağmur yağarken bile sulanmaya devam edilen meralar gördük. Suya para verilmiyordu. Yazın Avustralyada seyahat eden turistin elinden düşmeyen pet şişelere burada rastlamamıştık; Auckland’da otelin lobisine varınca ilk sorumuz bu oldu. Musluktan su içilebileceği söylendiğinde tadının çok iyi olabileceğine pek inanmamıştık. İsteksizce bir yudumu tattıktan sonra biz susamış turistler suyun harika tadına çok şaşırarak birkaç bardak suyu içivermiştik. Yeni Zelandadaki musluk suyu Avustralyada birçok şehirde 2.5-3.5 dolar ödeyerek aldığımız şişe sularından çok daha lezzetliydi. Buralardan ayrılırken belleğimde kalan izlenim; insan yaşamına ve doğaya daha saygılı, yemyeşil, tertemiz ve serin bir Yeni Zelandaydı. Buna karşın, Avustralya sıcacık yaz yaşayan, turistik plajları, renkli görüntülü büyük şehirleri ile çekiciydi. Fakat kara sinekleri ve turistlere pek yansıtılmadığı halde varlığını hissettiren su sıkıntısı ile itici yanları da olabilen şaşırtıcı bir ülkeydi. Ülkemize döndüğümüzde sanki farklı bir gezegene gidip dünyamıza geri gelmişiz gibi garip bir duygu vardı içimizde...
Özüne Dönen Kadının Dergisi
45
Özüne Dönen Kadının Dergisi
46
Rishikesh Uluslararası Yoga Festivali
YOGA
Nedret GÜLCAN Yoga Eğitmeni
Transandantel meditasyonla tanıştığımda henüz 22 yaşındaydım… Ve herşey böyle başladı. Doğu felsefesi sürekli beni kendine çekti. İngiltere’de Hatha yogayı keşfettim. Vivekananda Yoga Üniversitesi’nin kurslarına katılarak Yoga Eğitmenliği Sertifikası aldım. Uzun yıllar bar işletmeciliği yaptım, bunun da bir felsefesi olduğuna inanıyorum ancak yoga eğitmenliği kalbimle ve ruhumla çok bağdaştı. 2006 yılında her yıl Hindistan’ın Rihikesh kentinde düzenlenen Yoga Festivali’ne katıldım. Böyle bir organizasyona katıldığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Rishikesh, Himalayaların eteklerinde, Ganj’ın başladığı topraklarda bulunan, Ganj’ın iki yakasından birbirine yalnızca asma bir köprü ile bağlanmış, Hintlilerce kutsal sayılan bir şehir. Dünyada, her yıl düzenlenen Uluslararası Yoga Festivali ile tanınıyor. Dünyanın Yoga Merkezi olarak da biliniyor. Ruhu olan, güzel bir şehir. Parmarth Niketan Rishikesh Himalayas India Yoga Festivali, bir hafta süren, dünyanın dört bir tarafından gelen usta eğitmenlerin katıldığı, ders verdiği bir festival. Yoganın farklı türleri, pranayama, meditasyon dersleri, günbatımında Ganj nehri üzerindeki özel ışık töreni, Hindistan’ın ileri gelen ruhani liderleriyle yapılan söyleşiler (satsanglar), beden-ruh-akıl bütünlüğü konusunda okuma, kültürel şarkı-dans programları ile
Özüne Dönen Kadının Dergisi
müzikal performans ve Hindistan’a özgü vejeteryan yemek dersleri yer alıyor festival boyunca. Bu festivale her yerden önemli temsilciler, yoga yapanlar, yoga eğitmenleri, filozoflar, müzisyenler, öğrenciler ve yoga hakkında derin bilgi almak ve uygulama yapmak isteyen herkes katılıyor. Yoga dersleri ve meditasyon seansları yeni başlayanlar, kadınlar ve ileri düzey olarak ayrılıyor. Benim katıldığım festivalde, Kundalini Yoga derslerini Gurmukh Kaur Khalsa; Iyengar Yoga ve Pranayama derslerini Birjoo Metha; Power Yoga derslerini Brahmachari Viswa Pal Jayanji; Reiki derslerini Rohini Khatri; Meditasyon derslerini Swami Veda Bharatiji; Pranik Healing derslerini Laxmi Narayan Joshi; Yoga Nidra ve Nada Yoga derslerini Sadhvi Abha Saraswati; Tai Chi derslerini Sensei Sandeep Desai ile yaptık.
Festival boyunca aşramda kaldım. Geleneksel Hint kültüründe aşramlar ruhani değeri olan yerler. Özellikle de bu dönemde burada kalmak kültürel ve toplumsal değerleri derinlemesine hissetmek adına doğru bir seçimdi. Herhangi bir otelde kalmakla farkına varılmayacak, bilinmeyecek derin bir kültür ve birliktelik duygusu oluşturuyor... Gitmeden önce duyduklarım beni biraz ürkütmüştü ama korktuğum gibi olmadı. Aşram temiz ve çok güzel bir yerdi. Bazı odaların tuvaleti vardı. Odalar çok sade döşenmişti. Kolsuz ve diz gösteren giysiler giymek yasaktı. Aşramda yemekler de fena değildi. Batılıların damak tadına göre fazla baharatlı da olsa ben Hint yemeklerini sevdiğim için sorun olmadı. Gündüzleri 30 derece civarında olan sıcaklık geceleri -1 dereceye kadar düşüyordu. Ganj nehri ve Himalayaların arasında bir yere kurulmuş olan aşram beni büyüledi. Bir tarafta şırıl şırıl akan Ana Ganj nehri, bir tarafta muhteşem, yüce dağlar, yemyeşil ormanlar tüm benliğinizi kaplıyor. Buranın temiz, saf ve dingin bir atmosferi var. Beni rahatsız eden tek şey ise saat başı çalan çanlar oldu. Uykusuz kaldım, gündüz yemeklerden sonra çimler üzerinde şekerleme yaparak telafi ettim uykusuzluğumu.
47 Festivale dönecek olursak, güne sabaha karşı saat dörtte meditasyonla başlıyorduk. Aynı saatlerde 2 - 3 yoga sınıfı olduğu için istediğimiz hocanın dersine katılabiliyorduk. Program çok yoğundu. Eğitmenler, öğrenciler, vs. herkes her an iç içe yaşıyor: Hocalar çok samimi ve doğaldılar. Rishikesh küçük bir yer olduğu için dışarı çıkınca her an herkesle burun buruna gelmek kaçınılmazdı. Hocalar çok iyiydi, hepsinden yararlanmaya çalışayım derken biraz aşırıya kaçmışım anlaşılan, döndüğümde epey yorgundum. Ama keyifli bir yorgunluk...
Bu yolculukta beklediğimden fazlasını buldum desem yeridir. Hindistan’ı yaşadıktan sonra sanki içimde bir kapı daha açıldı. Bir kez gelmek yetmiyor. Daha ilk gidişimde “Bir daha ne zaman gelebilirim?”in planlarını yapmaya başladım... “Anlatılmaz, yaşanır!” sözü sanki Hindistan için söylenmiş. Hatta tekrar tekrar yaşanır. Burası bir farklılıklar ülkesi. Onca yoksulluğa karşın insan içinin zenginleştiğini fark ediyor. Ayrıca tam bir fotoğraf ülkesi... Fakat fotoğraf için ayrıca gitmeli... Aklımda Hindistan’a gitme planı hep hazır bekliyor. Öyle bir yer ki Hindistan, ya hiç sevmez ya da vazgeçemezsiniz. Hindistan’a, halkına bir kez kucak açtınız mı ruhunuza işliyor. Eğer ilk yolculuğunuz ise yaşamınız değişiyor. Eğer değilse zaten bunu biliyorsunuz! http://www.nedretgulcan.com
Dünyanın hemen her köşesinden gelen insanların oluşturduğu renkli, hareketli, çok uluslu bir kalabalığı vardı festivalin. Bazıları gruplar halinde gelmişler. Ben de Ankara’dan gelen çok cici yoga hocaları ile tanıştım, gezilere birlikte katıldık. Festival zamanı fiyatlar artıyormuş. Çok farklı fiyatlarla karşılaştık, çok iyi pazarlık yapmak gerekiyor. Bu açıdan bizden pek farklı değil kısacası... Bazı şeyler burada daha ucuz. Aşramdaki öğrenci çocuklara ve çalışanlara vermek için ülkemize ait hediyeler götürmek iyi olurmuş ama düşünemedik maalesef... Bu yolculukta bir de rahip okulunda okuyan çocuklar çok etkiledi beni... Bir akşam bize gösteri yaptılar. Çok başarılıydılar. Sahne ve sahne arkası yanyanaydı: Sahne arkası yok; açık yerde, sahnenin yanında hazırlanıyorlar... Hazırlanışlarındaki heyecanı paylaşmak çok etkiledi beni. Sahneden çok sahne arkasını izledim.
Özüne Dönen Kadının Dergisi
48
Uzun Ömürlü Sağlıklı Zayıflama Etkinliği
AVANGART ETKİNLİK
PİLATES, nefesi kullanarak iç organların en üst katmanındaki kas dokularını da çalıştırdığı için başta bel ve karın bölgesi olmak üzere, daha sağlıklı ve uzun süreli zayıflatır. Ayrıca vücudun merkezini güçlendirerek denge ve koordinasyonu arttırıp stresi azaltır. Yaz aylarında siz de 2 beden küçülmek istiyorsanız, 10 dersin sonunda farkı görüp, 20 ders sonunda ise uzun süreli zayıflama konusunda kesin sonuç almış olursunuz.
Pilates Eğitmeni: Sevcan Zabit Erberk Gazeteciler Sitesi No:74 Akatlar / Etiler Telefon: +90 (212) 270 84 89 Cep: +90 (532) 770 18 35 www.ipekdarga.com-
Yoga Darga, AvangArt Kadın Sağlıklı Zayıflama Etkinliğinde Haziran ayında Pilates’e başlayan okurlarımıza yaz boyu % 20 indirim imkânı sunuyor. Pilates Nedir? Günümüzün en güvenli ve en etkili egzersiz sistemidir. Joseph Pilates tarafından ‘kontroloji’ adıyla zihni ve vücudu ilişkilendirmek, kasları güçlendirmek, esnekliği artırmak ve vücudun genel sağlığını iyileştirmek amacıyla geliştirilmiş bir egzersiz metodudur. Minder üzerinde veya özel tasarlanmış aletlerle yapılır. Pilates, özellikle karın ve bel bölgesi olmak üzere vücudun her bölümünü çalıştırmayı amaçlayan bir egzersiz sistemidir. 20. Yüzyılın başında ortaya çıkan pilates 21. Yüzyılda Madonna, Uma Thurman gibi Hollywood yıldızları, ünlü sporcular, işadamları hatta kraliyet ailesi mensuplarının tercihi haline gelmiştir. PİLATES’İN FAYDALARI NELERDİR VE KİMLER YAPABİLİR? Pilates, vücudun merkezini güçlendirip, denge ve koordinasyonu artırarak stresi azaltmaktadır. Egzersiz güvenli ve kontrollü yapıldığından her yaş ve herkes için uygundur. Vücudumuzu tanımamızı sağlar. Üzerimizde günlük hayatımızda hissedeceğimiz farklar yaratır. En küçük kaslarınız bile çalışmaya katılacak. Sizde olduğunu bilmediğiniz kaslarınızı keşfetmeye başlayacaksınız. Merdiven çıkarken bile pilatesle tanışmış olmanın keyfini yaşayacaksınız. HAMİLE PİLATESİ Pilates, kadın-erkek ve her yaştan insan için ideal bir egzersiz sistemi olmakla beraber özellikle hamilelikte, hamileliğin ilk aylarından, son aylarına kadar kadını doğuma hazırlayan, güçlendiren, doğum sonrasında da tekrar eski formuna hızla dönebilmesini sağlayan mükemmel bir egzersiz sistemi. Beden kuvvetinin arttırılması, karın, bel, kalça bölgelerinin birbirleriyle desteklenen ve artan gücü sayesinde sırt, omurga bütünü, bel, kuyruk sokumu ve pelvik bölgeyi iyice dirençli hale getirmektedir. Kontrol edilebilirliği artan beden doğuma daha hazır ve doğum sonrasında daha kolay toparlanabilir olacaktır. Hamilelik boyunca değişen vücut dengesi boyunda, omuzlarda, sırtta, belde, kuyruk sokumunda pek çok gerilime sebep olacaktır. Bu bölgelerin güçlendirilmesi gerilimleri azaltacak ve gerilimlerin yaratacağı rahatsızlıkları da engelleyecektir. Karın kaslarının omurgaya yakın durmasını sağlayan pilates egzersizleri ile doğum sonrasında karnın düzleşmesi, sıkılaşması daha kolay olduğu gibi, bel bölgesi de incinmelere karşı daha dayanıklı olacaktır. Pilates egzersizlerinde tüm prensipler birbirini dengelemekte ve büyük önem taşımaktadır. Ama gevşeme, özellikle hamilelikte daha da önemlidir. Hamilelik ruhsal olarak fazlasıyla yıpratıcı olabilir, hassasiyet fazladır. Gevşeme ile beraber, imgelemeler ile dikkatin harekete ve hareketi yöneten gövde bölümüne odaklanması, nefesin akışıyla bir uyum içinde olmasıyla sağlanan rehabilitasyon, meditatif olarak anne adayını daha da rahatlatır ve dinginleştirir. BEL VE BOYUN AĞRILARI İÇİN PİLATES Bel ve boyun ağrıları günümüz Türkiye’sinin 45 yaş altının çok genel bir rahatsızlığı halini almıştır. Bu rahatsızlıklar çoğu zaman ameliyat gerektirmeden egzersiz, rejim ve biraz alışkanlık değiştirerek yenilebilecek durumdadır.
Özüne Dönen Kadının Dergisi
AvangArt Kadın Dergisi Etkinliklerinden Yararlanmak İçin Facebook Paylaşım Grubumuza Üye Olunuz: http://www.facebook.com/home.php?#!/pages/Avangart-KadinDergisi/232800139865?ref=ts
49
Sizleri ücretsiz ilk
SATYANANDA YOGA kursumuza davet etmekten mutluluk duyuyoruz
18-23 Eylül 2010 YUNUS EMRE ÇĠFTLĠĞĠ’nde Eğitimi Bihar Yoga Okulu’ndan Sannyasi Atmatattwananda verecektir Yoga program: Asana, Pranayama, Yoga Nidra, Meditasyon, Karma Yoga, Kirtanlar
Permakültüre giriş programı: Etik, prensipler, uygulamalar Özel sonbahar ekinoks kutlaması Yantra mandala, Mantralar, Havan
Kalış çiftlikte kamp şeklinde; vejetaryan yemek ve dostane bir ortam Katılım : “DAAN” formunda olacaktır: Ne vermeyi arzu ederseniz ya da verebilirseniz; Önemli olan, SĠZĠN VARLIĞINIZ, GÖNLÜNÜZ.
YUNUS EMRE ÇĠFTLĠĞĠ – YOGA EKOLOJĠ ÇĠFTLĠĞĠ ÇAMLIK - BUCAK - BURDUR
www.yunusemreyogapermaculturefarm.eklablog.com yunusemrefarm@yahoo.com cep tel 0537 499 4668
Özüne Dönen Kadının Dergisi
50
Özüne Dönen Kadının Dergisi