AvangArt Kadın Dergisi Eylül 2010

Page 1


2

Özüne Dönen Kadının Dergisi


İnci GÜL Yazı İşleri Müdürü

AvangArt Kadın Dergisinin Sevgili Okuyucuları, Uzun ve sıcak geçen bir yazın ardından, Eylül ayıyla birlikte yeni başlangıçlara, yeni heyecanlara, yeni mutluluklara yelken açtık... Sararıp dökülmeye başlayan yapraklar, hafif hafif esen rüzgarlarıyla sonbahar genelde bitişleri akla getirir... Oysa okulların açılması, tatilin bitip yerleşik düzene geçilmesi ile yeni başlangıçları da beraberinde getirir. Eylül ayı pek çoğumuz için yıllık planların yapıldığı bir dönemdir. Biz de AvangArt Kadın Dergisi olarak yaz boyunca sizlerle olduktan sonra yeni döneme, yeni yazarlarla, yeni planlarla merhaba diyoruz. Bu ay bizi bekleyen önemli olaylar var: Ramazan Bayramı, Anayasa değişikliği Referandumu, yeni eğitim ve öğretim yılının başlaması gibi. Birlik ve beraberliği, paylaşmayı, hoşgörü ve alçak gönüllülüğü getiren bir Ramazan ayının daha sonuna geldik. Önümüz bayram. Şimdiden bayramlık alışverişlerin, temizliklerin yapıldığını, tatlı bir telaşla bayrama hazırlandığınızı görür gibiyiz. Bu ayda içimize dolan tüm bu güzel duyguların hiçbir zaman bizi terketmemesi dileğiyle Bayramınızı kutluyoruz. Bayramın hemen arkasından yapılacak olan referandumun ise ülkemizin ve hepimizin yararına olacak şekilde sonuçlanması en büyük dileğimiz. Okulların tatile girdiği, yaz tatili planlarının yapıldığı günler daha dün gibi... Zaman yine farkına varmadan akıp gidiyor ve bu günlerde marketler yine okul malzemeleri ile dolup taşıyor, okul hazırlıkları başlıyor. Bu eğitim ve öğretim yılında tüm öğrencilerimize ve onların vefakar ve cefakar velilerine başarılar diliyoruz. Bu sayımızda da ilgiyle takip ettiğinizi düşündüğümüz yazı dizilerimiz Evimiz Dünya ve Can Sağlığı köşelerimizde sürüyor. GDO konulu yazımız ise Gündem’e damgasını vuruyor. GDO’nun yolculuğunu ayrıntılı bir şekilde okuyabileceksiniz. Daha önceleri olduğu gibi sadece Gezi sayfasını tıklayarak güzel bir yolculuğa çıkabilecek, Kuzey Kutup Bölgesi’nde bitmeyen gündüzün nasıl olduğunu hayal edebileceksiniz. Ya da Yemek Kültürü köşemizin yazarı Afitab Hanım’ın şiirsel anlatımıyla “Biber”e bambaşka bir gözle bakmaya başlayacaksınız.

Bitkilerle Yaşam’da bu ay büyük bir ümitle bel bağladığımız bitkilerin, bitkisel tedavi alanında uzman olmayan ellerde nasıl istismar edildiği ele alınıyor. Kuşkusuz pek çok derde deva olduğu bilinen bitkilerin, doğru ve yerinde kullanılması, denetimlerinin yapılması gerekiyor. Bu sayımızın Girişimci-Lider Kadın’ı Seval Özcan. Kendisi eşi ile birlikte kurdukları Yönetim Geliştirme Merkezini başarı ile yürütüyor. Geçenlerde sevgili eşini kaybeden Seval Hanım’a en derin duygularımızla başsağlığı diliyoruz. Çalış(k)an Kadın, AvangArt Anne, Akıllı Kalpler, Gülışığı, Vatan ve Köklerimiz, Yuvarlağın Köşeleri, Hayata Yeniden Bakmak, Hayvan Dostlarımız, Yoga köşelerimizde yepyeni yazılar, öneriler ve paylaşımlar sizleri bekliyor. Aramıza yeni katılan ve bundan böyle yazılarını severek izleyeceğinizi düşündüğümüz sevgili Hocamız Selman Gerçeksever’e de hoşgeldiniz diyoruz. Her ay sizleri bir etkinlikle tanıştırıyor, yararlanabilmeniz için indirim olanağı sunuyoruz. Bu ayki avangart etkinliğimiz ise “Yaratıcı Yazarlık Eğitimi”. Konuşurken sözcükler birbiri ardından çıkar gider dilimizden, öznesine nesnesine aldırmadan... Oysa iş yazmaya geldiğinde duygularımızı, düşüncelerimizi hizaya sokmak, kendimizi en doğru şekilde ifade etmek gerçek bir mücadele gerektirir. Elbette hepimizin okulda edindiğimiz temel bilgileri var, ancak bu her zaman yeterli olmayabiliyor. Yazı yazarken anlaşılır olmak, az ve öz anlatmak, etkili olmak ve yazıya egemen olmak, kısacası yazı konusunda bir eğitim almak istiyorsanız Türkan Coşkun’un atölyesi tam size göre. Samimi bir ortamda, güler yüzlü ve deneyimli bir öğretmenin yanında zamanınızı öğrenerek ve eğlenerek değerlendirebilirsiniz. İlk sayfasından son sayfasına kadar, yalnızca bir kez değil dönüp dolaşıp tekrar tekrar okuyabileceğiniz bir dergi olsun diye yine çok çalıştık. Biz bu ay da sizlerle buluşabildiğimiz için çok mutluyuz. Bu mutluluğun bulaşıcı olması dileği ile yine, HOŞGELDİNİZ! ANI Geçmişin zahire ambarı, yaşamın hasatlarıyla dolu. Nostaljiye gömülmedi. Gençliğine el salladı. Gülseren Alçı – Nano Öyküler

Özüne Dönen Kadının Dergisi

EDİTÖRDEN

3


4 1. Editörden...3 İnci GÜL Anı (Nano Öyküler)...3 Gülseren ALÇI 2. İçindekiler, Künye...4 3. Gündem...5 - 7 Hayır’ın Gücü Gülseren ALÇI GDO Mevzuatında İpin Ucu Kaçtı Ali Ekber YILDIRIM 4. Girişimci Lider Kadın...8 Blanchard International Türkiye’den Seval Özcan ile Röportaj Burçak ALKANLI, İnci GÜL 5. Çalış(k)an Kadın...9 Kafası Kopartılmış Tavuk Gibi... Şebnem OAKMAN 6. AvangArt Anne...10 Sesimiz Çıksın ya da Çıkmasın! İlknur ERŞAHİN ÇAKICI 7. Eğitim...12 - 13 Süper Hafıza ve Öğrenme Selman GERÇEKSEVER 8. Can Sağlığı...14 - 15 Can Dolaşımı ve Tuz - II Enis KIRIMLI 9. Yemek Kültürü...16 Biberin Hikayesi Afitab Ümid GÜRGÜLER 10. Bitkilerle Yaşam...18-19 Umudun “Doğal”Ticareti Nazım TANRIKULU 11. Masajla Terapi...20 Dokunuşla Gelen Şifa: Masajterapi Melek Nihan TANRIKULU

14. Evimiz Dünya...28 - 29 Beslenme Biçimimiz, Sağlığımız ve Gezegenin Hali - III Melda KESKİN 15. Evrensel Değerler...30 -31 Yaşlılık Ne Zaman Başlar? Metin RODOP Sonbahar Çarpar Seni Esin KARAER 16. Hayata Yeniden Bakmak...32 Dopdolu Bir Eylül Ayı Semiha BATMAZ SALCI 17. Yuvarlağın Köşeleri...33 Yeryüzü Kayıtları Nilay UZGÖREN PAPİLA 18. Akıllı Kalpler...34 Çocuklar ve Yetişkinler Eray BECEREN 19. Gülışığı...35 Kendimize Tatil Vermek Gülseren ALÇI 20. Evrende Zeki HAYAT...36 - 37 UFOLAR’la Karşılaşmanın İnsan Üzerindeki (Fizyolojik / Psikolojik) Etkileri Selman GERÇEKSEVER 21. Kültür - Sanat...38 - 39 Serpil SAYDAN

İÇİNDEKİLER

®

22. Kitap...40 Dünden Bugüne Şifacılık ve Ruhsal Şifa Selman GERÇEKSEVER 23. Advertoryal...41 Kalpten Tıbba Tıptan Kalbe TUMATA 24 . Gezi...44 - 47 Kuzey Kutbu Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR 25. Yoga...48 Salon ve Mutfak Tarımı Nedret GÜLCAN 26. AvangArt Etkinlik...49 Yaratıcı Yazarlık Etkinliği Türkan COŞKUN

12. Hayvan Dostlarımız...22 - 24 Yunus Terapi Şafak Burçak ALKANLI 13. Vatan ve Köklerimiz...26 Adakale Diye Bir Ada Denizhan SEZGİN

Genel Yayın Yönetmeni Avangart Kadın Dergisi Bir Terra Yayıncılık ® kuruluşudur. Bu dergi içeriğinin tüm hakları saklı olup, kurumsal olarak TCK uyarınca ve yazarların eserleri 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu tarafından koruma altındadır. Alıntı yapabilmek için dergi yönetimine başvurunuz.

iletisim@avangartkadin.com 507.377 0629 Dergideki makaleler yazarların kişisel görüşlerini belirtmekte ve reklamlar reklam verenin sorumluluğundadır. 15 Aralık 2009’dan beri Online Yayındayız! 2009 - 2010 www.avangartkadin.com

Özüne Dönen Kadının Dergisi

Şafak Burçak ALKANLI

Seçici Bilim Kurulu Türkan COŞKUN Burcu YILMAZOĞLU İnci GÜL Şebnem OAKMAN Enis KIRIMLI

Yazarlık Danışmanı Türkan COŞKUN

Yazı İşleri Müdürü İnci GÜL

Logo Tasarım Selçuk ACAR

Resim Katkısı

Mustafa GÜRGÜLER (Kapak) Seval ÖZCAN Şebnem OAKMAN Afitab Ümid GÜRGÜLER Nazım TANRIKULU TUMATA Denizhan SEZGİN Dianne DENGEL Nilay UZGÖREN PAPİLA Selman GERÇEKSEVER Serpil SAYDAN Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR Özge TORUN

Tasarım

Hakan ER


5

Gülseren ALÇI Yazar

Dr. Jaklin o ışıklı yüzüyle “Ne kadar çok evet derseniz başkasını yaşarsınız. Ne kadar çok hayır derseniz kendinizi yaşarsınız. Hayır sözcüğünde bir güç var.” dedi. Dr. Jaklin’in sözlerinden etkilenip derin düşüncelere daldım. Yakınlarım ve başkaları mutlu olsun diye ne çok “evet” dediğimi anımsadım. Herhangi bir iş ve eylem önerildiğinde içimin derinliklerine dalıp “Ben ne istiyorum? Hatır için mi evet diyeceğim, yoksa hayır diyerek kendimi mi yaşayacağım.” Hiç sorgulamamıştım. İstemsizce başkaları için, hatır için evet dediğim zamanlar, evetle hayır arasında duygularımın sallanıp durmasından yorulurdum. “Artık ben ne istiyorum?” diyerek, yıllardır kendini yaşayamamış olmanın yükünü atıp gerginlikten uzaklaşınca, zihnim huzur ve mutluluk yolunu bulmuştu. Kendi yolumu bulmanın huzurunu yaşıyorum ya, toplumsal mutlulukla ilgili düşlerimin hâlâ yaşama geçmemesinin hüznü bazen zifiri karanlıklar gibi sarıyordu. 12 Eylül 2010 tarihi, 12 Eylül 1980 Diyarbakır’da bir ay yaşadığım acı günleri anımsatıyor. Gönlüm isterdi ki, referandum yapılmasa, kutuplaşmalar yaratılmasa, onca zaman harcanılmadan, masraf yapılmadan önce bu sorun çözümlenseydi. Referanduma neden ve niçin hayır ya da evet denileceğinin halkımız tarafından iyice algılanıp algılanmayacağı konusu beni düşündürüyor. Binlerce, işsiz, aç insanımızın sorunları, yolsuzluklar, iç ve dış sorunlar, şehitlerimiz unutturulup 12 Eylül yargılanacak savıyla, iktidar evet dedirtmek için çalışıyor. Hayır’ın gücüne inanan birisi olarak… Güçlü değil, haklı kazansın istiyorum.

GDO Mevzuatında İpin Ucu Kaçtı

Ali Ekber YILDIRIM Tarım Yazarı ve Gazetecisi

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ile ilgili mevzuatta 10 aylık dönemde baş döndürücü değişiklikler yapıldı. İthalatçı, sanayici, tüketici değişiklikleri takip etmekte zorlanıyor. Son olarak GDO ve Ürünlerine Dair Yönetmelik, 13 Ağustos 2010 tarihli Resmi Gazete’de yayınlandı. Yönetmelik, 26 Eylül 2010 itibariyle uygulamaya girecek. GDO ile ilgili son 10 ayda 1 yasa, 3 yönetmelik ve 3 yönetmelik değişikliği Resmi Gazete’de yayınlandı. İlk olarak 26 Ekim 2009’da Resmi Gazete’de yayınlanan “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik” yapılan değişikliklerle adeta delik deşik oldu. İlk olarak 1990’lı yılların sonunda ülkenin gündemine giren ve zaman zaman tartışılan GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye girişi ile ilgili gelişmeler son 9 ayda büyük hız kazandı. Biyogüvenlik Yasası TBMM’nin gündemindeyken yasayı çıkarmak yerine Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın aceleyle bir yönetmelik çıkarması tartışmaları alevlendirdi. 26 Ekim 2009 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan yönetmelik hiç kimseyi memnun etmedi. Yönetmeliğin çıkarılması ile Türkiye’ye uzun zamandan beri GDO’lu ürünlerin zaten girdiği, bunun kontrol altına alınması gerektiği ifade edildi. Böylece Türkiye’de yıllardır GDO’lu ürünlerin tüketildiği kabul edilmiş oldu. Hükümet bu yönetmelikle, GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye girişine yasak getirildiğini savunsa da daha sonraki uygulamalar bu yönetmeliğin GDO’lu ürünlere kapıları sonuna kadar açtığını gösterdi. Önce Danıştay tarafından yönetmeliğin yürürlüğü durduruldu. Bakanlığın itirazı üzerine yeniden yürürlüğe girdi. Yönetmelik daha bir yıl dolmadan 4 kez değiştirildi. Yeni dönem 26 Eylül’de başlayacak Danıştay 10. ve 13.Dairesi 26 Ekim tarihli yönetmeliğin yürürlüğünü durdururken temel gerekçe olarak yönetmeliğin dayandığı bir yasa olmamasını gösterdi. Önce yasanın kabul edilmesi daha sonra yönetmeliğin çıkarılması gerektiğine işaret etti. Bunun üzerine Biyogüvenlik Yasası, TBMM’nde 18 Mart 2010’da kabul edildi ve 26 Mart 2010’da Resmi Gazete’de yayınlandı.

Özüne Dönen Kadının Dergisi

GÜNDEM

HAYIR’ın Gücü


GÜNDEM

6 Yasa, 26 Eylül’de yürürlüğe girecek. Yasa’da 3 ay içinde çıkarılması öngörülen iki yönetmelik ise yaklaşık 2 aylık gecikme ile 13 Ağustos’ta Resmi Gazete’de yayınlandı. GDO Yönetmeliği ve GDO Biyogüvenlik Kurulu ve Komitelerin çalışma esaslarını belirleyen bu iki yönetmelik de 26 Eylül 2010’da yürürlüğe girecek. Dolayısıyla, GDO’lu ürünler için 26 Eylül 2010 tarihi yeni bir dönemin başlangıcı olacak. Halen, çok tartışılan ve 9 ayda 4 kez değiştirilen 26 Ekim 2009 tarihli Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik uygulanıyor. Bu yönetmelikle yeni yayınlanan GDO Yönetmeliği arasında çok önemli farklılıklar var. Etiket zorunluluğu geliyor Uygulamadaki yönetmelik Biyogüvenlik Yasası kabul edilmeden çıkarıldığı için yasal dayanağı bakımından sorunlu. Ayrıca, Yasa’da yer alan pek çok uygulama 26 Ekim tarihli yönetmelikte yok. Biyogüvenlik Kurulu’nun kurulması, etiket uygulamasına geçilmesi, bebek mamalarında GDO’lu ürünlerin kullanımın yasaklanması gibi pek çok uygulama yeni yönetmelikte var. 26 Eylül’de uygulamaya girecek GDO Yönetmeliğine göre, binde 9’un üzerinde GDO içeren ürünlere etiket zorunluluğu getiriliyor. Buna göre, ürünün etiketinde GDO’lu olduğu yazılması şart. Ayrıca, GDO içermeyen ürün üretenler de ürünlerinin etiketine “GDO içermez” ibaresini kullanabilecekler. Tüketici, etiketine bakarak bir ürünün GDO içerip içermediğini öğrenebilecek. Ancak, Türkiye’de tüketicilerin büyük bölümünün etiketi bir yana son kullanma tarihine bile bakmadığı biliniyor. Tek yetkili Biyogüvenlik Kurulu Eski yönetmelikten farklı olarak yeni yönetmelikte GDO’lu ürünlerin ithalatı, izin verilmesi ve diğer pek çok konuda adeta tek yetkili Biyogüvenlik Kurulu’nun oluşturulması öngörülüyor. Yeni yönetmeliğin yayınlandığı 13 Ağustos tarihli Resmi Gazete’de Biyogüvenlik Kurulu ve Komitelerin Çalışma Usul ve Esaslarına Dair Yönetmelik de yayınlandı. Buna göre, GDO’lu ürünlerin ithalatına izin verecek olan Biyogüvenlik Kurulu 9 üyeden oluşuyor. Bu üyelerden 4’ü Tarım ve Köyişleri Bakanı tarafından atanıyor. İki üyeyi Çevre ve Orman Bakanı atarken, Sağlık Bakanı, Sanayi ve Ticaret Bakanı, Dış Ticaret Müsteşarlığının bağlı olduğu bakan ise birer üye atayacak. Böylece 9 üyeli Biyogüvenlik Kurulu 5 bakan tarafından belirlenecek. Kurul Başkanını ise Tarım ve Köyişleri Bakanı belirleyecek. Özerk ve bağımsız olacağı söylenen 9 üyeli kurul kendi başkanını bile seçemeyecek. Başkanı Tarım Bakanı seçecek. Kurul Başkanı ve üyelerinin görev süresi 3 yıl olacak. Kurulun oluşturulması ile ilgili tüm işlemleri Tarım Bakanlığı yapacak. GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye girişi, işlenmesi, kullanılması gibi hemen her konuda Biyogüvenlik Kurulu karar verecek. Halen yürürlükte olan 26 Ekim 2009 tarihli Yönetmelik kapsamında Biyogüvenlik Kurulu’nun işlevini

Özüne Dönen Kadının Dergisi

Bilimsel Komite yürütüyor. Bilimsel komite bugüne kadar GDO’lu 25 çeşit ürünün Türkiye’ye girişine izin verdi. Biyogüvenlik Kurulu çalışmaya başladıktan sonra her bir başvuruyu değerlendirmek üzere 11 üyeden oluşacak ayrı komiteler kurulacak. Bu komiteler Biyogüvenlik Kurulu’na bağlı çalışacak. TÜBİTAK ve üniversitelerden, araştırma enstitülerinden oluşacak komite üyelerinin yer aldığı bir uzmanlar listesi de oluşturulacak. Bugüne kadar komite üyeleri ve uzman listesinin kimlerden oluştuğu kamuoyuna açıklanmadı. Komite kararları ne olacak? 26 Ekim 2009 tarihli yönetmeliğe göre oluşturulan Bilimsel Komite bugüne kadar genetiği değiştirilmiş mısır, soya şekerpancarı, maya, patates, pamuk, bakteri biyokütlesi ve kolza(kanola)’nın toplam 25 çeşidine ithalat izni verdi. Bilimsel Komite kararlarında “mevcut bilgiler ışığında”, “insan ve hayvan sağlığı açısından istenmeyen bir etki oluşturmayacağı beklenmektedir” gibi kesin olmayan ifadeler kullanıldı. Yeni yönetmelikte, insan ve hayvan sağlığının yanı sıra çevreye etkileri, biyoçeşitliliğe etkisi, sosyal ve ekonomik etkisi gibi yeni kriterler yer alıyor. Bugüne kadar izin verilen ve yeni yönetmeliğin ve yasanın yürürlüğe gireceği 26 Eylül 2010’a kadar izin verilecek GDO’lu ürünlerin çevreye, biyoçeşitliliğe ve diğer alanlarda olumsuz etkisi nasıl belirlenecek? Bu ürünler yeniden değerlendirmeye tabi tutulacak mı? Bu ürünler şu anda zaten tüketimde, bir kısmı tüketildi. Olumsuz etkileri olursa bunun yaptırımı ne olacak? GDO’da neler yasak? İlk yönetmelikte “yasaklar” diye bir madde yer almazken yeni yönetmelikte GDO ile ilgili yasaklar açıkça ifade ediliyor. Buna göre; GDO ve ürünlerinin onay alınmadan piyasaya sürülmesi yasak. GDO ve ürünlerinin, Biyogüvenlik Kurulu’nun kararlarına aykırı olarak kullanılması veya kullandırılması, Kurul tarafından piyasaya sürme kapsamında belirlenen amaç ve alan dışında kullanımı da yasaklanıyor. Genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanların üretimi yasak. GDO ve ürünlerinin bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması da yasak. Avrupa Birliği şartı kalkıyor mu? İlk yönetmelik yayınlandıktan sonra yaşanan sert tartışmalar üzerine Hükümet, Avrupa Birliği kriterini getirdi. Avrupa Birliği’nde izin verilen genlere Türkiye’de de izin verilmesi kabul edildi. Yeni yönetmelikte bu yönde herhangi bir düzenlemenin yer almaması dikkat çekiyor. Avrupa Birliği kriterinin yeni yönetmeliğin uygulanacağı 26 Eylül’den itibaren istenip istenmeyeceği belli değil. GDO’lu ürünlerin ithalatı GDO’lu ürünlerin ithalatına Biyogüvenlik Kurulu karar veriyor. Kurul, gerekli değerlendirmeleri yaptıktan sonra gıda ve yem olarak piyasaya sürülmesi uygun


görülen GDO ve ürünlerinin ithalatına izin verilecek. İthalatta aranacak şartlar şöyle belirlendi: İthalatçı firmadan, ithal edilecek GDO ve ürünlerinin miktarı ve içerdiği gen çeşidi ile ilgili orijin ülke veya yüklendiği ülke yetkili otoriteleri tarafından düzenlenmiş belge veya uluslararası akredite bir laboratuvardan alınmış analiz raporu istenecek. Tarım Bakanlığı ayrıca denetim ve kontrol amaçlı analizleri yaptıktan sonra, denetim ve kontrol sonucu uygun görülen ürünlerin ithalatına izin verilecek. Bakanlıkça GDO’lu olarak ithaline izin verilen ürünlerin, firma ve GDO bazında kayıtları tutulacak. İthalat aşamasında Bakanlıkça yapılan kontroller sonucunda onaysız GDO veya Kanun kapsamında Kurul veya Bakanlıkça öngörülen diğer koşullara uygun olmayan onaylı GDO tespit edilen ürünlerin ithalatına izin verilmeyecek. Gıda ve yem haricindeki GDO ve ürünlerinin ithalatı, Kurul kararı doğrultusunda ilgili Bakanlık, kurum ve kuruluşlar ile işbirliği yapılarak gerçekleştirilecek. GDO’lardan elde edilen ürünler ile GDO’lardan elde edilmiş bileşen içeren ürünlerin ithalatında bu ürünlerin elde edildiği GDO’nun onaylanmış olması şartı aranacak. Sosyo-ekomomik değerlendirme Yeni yönetmelikle GDO’lu ürünlerin ithalatına izin verilmeden önce risk değerlendirmesinin yanı sıra sosyo-ekonomik değerlendirmenin de yapılması öngörülüyor. Bu değerlendirmeyi yapacak özel bir komite oluşturulması gerekiyor. Bu komite izin verilen GDO’lu bir ürünün çevreye ve biyoçeşitliliğe olduğu kadar çiftçiler üzerindeki etkisini de değerlendirecek. Böylece GDO’lu bir ürünün yerli üretime olumsuz etkisi tespit edildiğinde izin verilmemesi gerekiyor. Türkiye GDO cenneti olabilir Tarım ve Köyişleri Bakanlığı 26 Ekim 2009’da ilk kez yönetmelik çıkardığında GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye girişinin yasaklanması amacıyla bu yönetmeliğin çıkarıldığı iddia edilmişti. O dönemde Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, “GDO’lu ürünü hiçbir ‘babayiğit’ getiremez” (6 Kasım 2009 tarihli Dünya Gazetesi) demişti. Bakan GDO’lu ürünleri yemeyeceğini açıkça belirtmişti. O tarihten bu yana GDO ile ilgili pek çok düzenleme yapıldı. Hepsi de GDO’lu ürünlerin yasaklanması bir yana, Türkiye’ye girişini daha da kolaylaştırdı. Tarım Bakanlığı başlangıçta 27 ürünü analize tabii tutarken daha sonra ürün sayısı 9’a indirildi. Bugüne kadar 25 çeşit gıda ve yem amaçlı GDO’lu ürün ithalatına izin verildi. Bu hızla devam edilirse Türkiye yakın zamanda GDO’lu ürünlerin cenneti olabilir. 10 ayda GDO mevzuatı nasıl bir seyir izledi? 26 Ekim 2009 - Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik yayınlandı. 2 Kasım 2009 – GDO analizi yapılacak 27 ürün açıklandı.

Tarım Bakanlığı aynı gün 4 ilin Tarım İl Müdürlüğü’ne analiz laboratuarı kurulması için yazı gönderdi. 9 Kasım 2009 – Laboratuar yetersizliği nedeniyle analize tabi tutulacak ürün sayısı 9’a indirildi 20 Kasım 2009 - Yönetmeliğin 5 maddesi değiştirildi ve bir geçici madde eklendi. Yapılan değişiklikle 26 Ekim’den önce kontrol belgesi alan ve Avrupa Birliği kriterlerine uygun olan GDO’lu ürünlerin ithalatı 1 Mart 2010’a kadar serbest bırakıldı. 20 Kasım 2009 - Danıştay Onuncu ve Onüçüncü Daireleri Müşterek Kurulunca “Yasa olmadan yönetmelikle düzenleme yapılamaz” hükmü ile yönetmeliğin 11. ve 20. maddeleri hakkında yürütmenin durdurulması kararı verildi. 24 Aralık 2009 - Tarım ve Köy İşleri Bakanlığının Danıştay kararına itirazı, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından kabul edildi. 20 Ocak 2010 - Yönetmeliğin bazı maddelerinin uygulamasının 1 Mart 2010’a ertelenmesini öngören değişiklik yönetmeliği Resmi gazete’de yayınlandı. 18 Mart 2010 - Biyogüvenlik Yasası TBMM’nde kabul edildi. 26 Mart 2010 - Biyogüvenlik Yasası Resmi Gazete’de yayınlandı. 28 Nisan 2010 - Yönetmelik 3.kez değişti 11 Mayıs 2010 - 26 Ekim 2009 tarihli yönetmelik gereği oluşturulan Bilimsel Komite ilk kararını açıkladı. Kararda GDO’lu ürünlere ilişkin eşik değerin binde 9 olarak belirlenmesi, binde 9’un altında GDO içeren ürünlerin etiketlenmesine gerek olmadığı kararı alındı. Ayrıca Avrupa Birliği kriteri getirildi. 11 Mayıs 2010 - GDO’lu ürün girişine yasal olarak izin veren Bilimsel Komite’nin ilk kararı kamuoyuna açıklandı. 1 Haziran 2010 - Bilimsel Komite’nin ikinci toplantısının kararları açıklandı. 28 Temmuz 2010 - Bilimsel Komite’nin 3 ve 4. toplantısının kararları açıklandı. 13 Ağustos 2010 - GDO ve Ürünlerine Dair yönetmelik Resmi Gazetede yayınlandı. 13 Ağustos 2010 - Biyogüvenlik Kurulu ve Komitelerin Çalışma Usul ve Esaslarına Dair Yönetmelik Resmi Gazete’de yayınlandı. 26 Eylül 2010 - Biyogüvenlik Yasası ve GDO Yönetmeliği yürürlüğe girecek. www.tarimdunyasi.net

Özüne Dönen Kadının Dergisi

GÜNDEM

7


8

GİRİŞİMCİ - LİDER KADIN

Blanchard® International Türkiye ’den Seval Özcan ile Röportaj Burçak Alkanlı - Merhaba Seval Hanım. Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Seval Özcan - Ben aramızda kalsın 1952 yılında doğdum. İlk, orta ve lise öğrenimimi Ankara’da Ankara Koleji’nde tamamladım. Daha sonra İstanbul’a geldim ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Kimya Mühendisi olarak mezun oldum. Okulu bitirdikten bir ay sonra da 7 yıldır çıktığım, 3 yıldır nişanlı olduğum Mehmet Özcan ile evlendim. 21 yaşındaydım. B.A. - Yönetim Geliştirme Merkezi ne zaman, nasıl ve hangi amaçla kuruldu? O zamanın şartlarında bir ilk miydiniz? S.Ö. - Yönetim Geliştirme Merkezini, 1983 yılında eşim Mehmet ile İstanbul’da kurduk. Evet, o zamanın şartlarında bir ilktik. İlk günden itibaren amacımız, genel müdürden sekretere şirketlerin birçok değişik kademelerinde çalışanların A’dan Z’ye kişisel gelişimini sağlamak ve bu şekilde daha verimli, daha etkin şirketler yaratmak oldu. Sevgili eşim 2001 de rahmetli oldu. Bizler de onunla aynı amaçlara hizmet etmeye devam ediyoruz. B.A. - “Lider” sizce kimdir? S.Ö. - Kişilerin içindeki potansiyeli ortaya çıkarmalarına yardım ederek, onları en üstün performanslarına ulaştırmak için çalışan herkes bir liderdir. Lider kişileri yöneten değil, onlar ile birlikte ‘bahsettiğim amaca doğru’ çalışan kişidir. B.A. - Aklınıza insanlara liderlik etmeyi öğretecek bir kurum kurmak nasıl geldi? İnsanlar sizce neden liderliğe ihtiyaç duyarlar? S.Ö. - Bu fikir, Amerika ve İngiltere’de o zamanlar katıldığımız eğitimler sırasında gelişti. 1980’lerde liderlik konusu ülkemizde çok iyi bilinmiyor, şirketlerin verimliliğinin daha çok kalite kontrol ve üretim ile ilgili teknik alanlarda arttırılabileceği düşünülüyordu. Halbuki bahsettiğim gibi insanları potansiyellerine ulaştırabilen iyi bir lider, sadece kısa vadede verimliliği değil, uzun vadede çalışan ve müşterilerin de şirkete bağlılığını maksimuma ulaştırabilir. B.A. - Kurumunuz “Blanchard® International” ile bir ortaklık sürecine girmiş. Bu durum Türkiye’deki konumunuzu nasıl etkiledi? S.Ö. - Blanchard® International, dünyada en iyi liderlik eğitimi veren 7 şirketten biri. Eğitimleri yüzlerce kişilik araştırma kadrolarının çalışmaları ile geliştiriliyor. Kişilerde somut, takip edilebilir sonuçlar yaratması nedeniyle de Türkiye’de çok ilgi gördü.

Özüne Dönen Kadının Dergisi

B.A. - Kaç yıldır nerelerde (hem coğrafik hem de şirket büyüklükleri açısından) faaliyet gösteriyorsunuz? S.Ö. - 1983 yılından beri “Yönetim Geliştirme Merkezi” olarak, 1994 yılından beri de “Blanchard® International Türkiye” olarak İstanbul ve Türkiye’nin diğer büyük şehirlerinde hizmet veriyoruz. Holdingler, ilaç firmaları, bankalar gibi büyük şirketlerin yanında orta büyüklükte de birçok şirketle çalışıyoruz. B.A. - Çalışan Türk kadınlarının yerini dünya içinde nasıl görüyorsunuz? Türkiye’nin ekonomisinin dünya çapında daha fazla ön plana çıkması için Türk kadınlarına tavsiyeniz nedir? S.Ö. - Türk kadını, gerçekten çalışkan, akıllı, duyarlı ve dayanıklı. Sadece ülkemizde değil, dünyada da liderlikte başa oynayabilecek özelliklere sahibiz. Bunun için öncelikle güç ve değerimizin farkında olmalıyız. Büyük düşünmek de gerek, yurtiçinde ve yurtdışında birçok eğitim fırsatları var ama birçok yönetici bunların farkında olmuyor. Bülten ve haberlerle gündemi takip etmeli, kendimizi geliştirme fırsatları kollamalıyız. Biz bu konuda yöneticilere yardımcı olmak için her ay Etkile! adlı bir e-bülten çıkarıyoruz. Burada yöneticilik hakkındaki en son haberleri, yurtiçi ve yurtdışındaki eğitim olanaklarını ve başarı hikayelerini yayınlıyor, böylece okuyucularımıza hem bilgi hem de ilham vermeyi umuyoruz. Bültenimize www.blanchard.com.tr adresinden kayıt olabilirsiniz. B.A. - İçimizdeki lideri uyandırmak ve Türkiye için başarılı işler yapmaya başlamak için hem biz kadınlara hem de toplumdaki resmi mercilere düşen görevler sizce neler? S.Ö. - Kadın olarak kendi kendimizin lideri olup, almayı bilmeliyiz. İstemeliyiz. Haklarımızı iyi anlayıp bunları toplum yararına kullanmalıyız. Resmi merciler hem bizim taleplerimize cevap vermeli hem de toplumun temel taşı olan kadınların her alanda gelişebilmesi için fırsatlar sunmalıdır. B.A. - Çağımızı ve geçirdiğimiz değişimleri destekleyecek güçleri siz bir firma yöneticisi olarak hangi kaynaklardan sağlarsınız? S.Ö. - Bunun için de hem insanların içindeki potansiyeli çıkarmak, hem de son teknolojiler ve sosyal medyadan yararlanmak gerekiyor. Değişimleri iyi anlamak, yorumlamak ve anlatabilmemiz lazım. Kişilerin içinde değişim nedeni ile oluşabilecek korkuları anlamak ve gidermek lazım ki çağımızın gereklerine uygun gelişimler yaşanabilsin. Biz “Blanchard® International” olarak Değişimlere Liderlik etmeyi de bir eğitim olarak müşterilerimize sunuyoruz. www.blanchard.com.tr


9

Şebnem OAKMAN Endüstri Mühendisi

Günlük telaşın dışına çıkıp kendime dışarıdan bakabilmeyi becerdiğimde, annemin tabiri ile kafası koparılmış tavuk gibi oradan oraya koşturan bir kadın görüyorum. Dişi türler pek bir yatkındır yavrularını, yuvalarını kollama, toparlama adına kendilerini paralamaya. Ben de kendimi böyle paralanmış, tükenmiş buluyorum. Bu şehirde yaşamaya, çalışmaya ve bir de çocuk büyütmeye çalışırken öyle bir stres hormonu salgılıyorum ki, bu ancak ilkel çağlarda, vahşi bir hayvandan kurtulmak için yavruları ile karanlık bir mağaraya sığınan bir dişinin salgıladığına eşit olmalı. Hormonlarımızın milyonlarca yıllık genetik hafızayı taşıdığı söylenir ya, kendimi dışarıdan izlerken bunu düşünüyorum. Ancak birşeyin farkına varıyorum ki, korku, stres, panik gibi duyguların eşik değerleri gittikçe düşmüş, daha da düşüyor. Gözümün önüne, vahşi hayvanların tek lokmada yutabileceği yavrularını kucağında, sırtında taşıyıp kalbi çılgınca atarak koşan dişi geldikçe modern yaşamda karşıma çıkanların aslında sabun köpüğünden hallice olduğunu düşünüyorum. Olup olacağı bir işe gidip çalışmak gerekliliği, masana otur, işlerini yap, birkaç kişi ile gerilimli konuşma yap, patrona kız, iş arttı diye sıkıl... Ama öğlen yemeğinde karnını doyuruyorsun, donmuyorsun, yanmıyorsun, tamam, geçen hafta ofiste klima bozuldu ama yelpazeni alıp yellendin birkaç gün, ne var ki- evine gidiyorsun yavruların karnı tok, sırtı pek, hayvan saldırısından, parçalanıp yutulmaktan uzak, güvenli yuvalarında oturuyorlar, evet bakıcıya ne yapması gerektiğini söylemek bir dert ama sonuçta çocuklarına bakan birisi var sen yokken, aç değiller açık değiller. Bir yerden bir yere giderken koşman, ayaklarının parçalanması filan da gerekmiyor, araba, otobüs, minibüs gibi taşıtlar var. Yağmur yağsa, şiddetli rüzgar esse sığınacağın yerin, her öğün yiyeceğin yemeklerin, bedenini soğuktan, güneşten koruyacak giysilerin yok mu, var elbette. Kavurucu sıcakta, karda buzda yiyecek aramaya çıkmışlığın mı var yoksa ağaç dallarından yonttuğun silahını kullanma gereksinimin mi? Hiçbirinin yeri yok güvenli, konforlu, temiz ve rafine hayatında.

Gelgelelim izlediğim dişi, yani ben, uyuduğu zamanlar hariç neredeyse her an ya çok telaşlı, ya çok gergin ya da çok yorgun. Gözünü açar açmaz başlayan bu duygular uyuyana kadar bırakmıyor peşini... Çünkü bu dişinin çok fazla beklentisi var yaşamdan; ilkel çağdaki hemcinsi kendisi ve yavruları tok, fiziksel tehlikelerden uzakta iken sakinken, onun sakin ve mutlu olabilmesi için neler lazım neler... İşinde başarılı olması, kendisine göre minimum şartları yerine getirecek parayı kazanması günümüz dünyasında bu minimum standardın tanımı giderek muğlaklaşmakta ve minimuma dahil edilenler hergün artmaktadır-, eşi ile mutlu olabilmeyi beceren bir kadın olması, çocuklarının sağlıklı olmalarına ek olarak okullarında başarılı -ama hangi okul, elbette toplumun geneli tarafından iyi olduğu kabul edilen okullardan birisi olmalı-, sosyal çevreleri ile uyumlu, arkadaşları ile oynamayı bilen, spor yapan, bir sanat dalı ile uğraşan bireyler olması, kendisine güzel giysiler alıp giymesi, saçını, başını güzelleştirmesi, etrafındakiler tarafından iyi, başarılı, olgun ve güçlü kadın olarak algılanması ve buraya sığmayacak daha bir çok şartın yerine gelmesi gerekir... Ama yine de yeterli olmayabilir, bunlara sahip olanların sayısı arttıkça ayırt edici başka şartların oluşması gerekir. Beklentisi bu düzeyde olan dişinin, bunlardan herhangi birisi yerine gelmediğinde ya da geldikten sonra tehlikeye girdiğinde o kadar stres ve korku hormonu salgılaması anlaşılır hale gelmektedir. Dolayısı ile ilkel çağlardaki hemcinsinin gıpta edeceği koşullarda deli gibi oradan oraya koşturup mutsuz olmaktadır. Sonra durup düşünüyorum. İnsan, zaman ilerledikçe, araştırıp buldukça, icat ettikçe keşfettikçe yaşamı kolaylaştırmıyor. İnsan düşüncesinin, zekasının amacı da bu değil zaten gördüğüm kadarı ile. Değil ki yaşam gitgide zorlaşıyor, karmaşıklaşıyor. Vahşi hayvandan kurtardığımız bedenlerimizi modern yaşamın hizmetine sunuyoruz sorgusuz sualsiz. İlkel çağdaki hemcinsim - bir ad verseydik ona da keşke, sizce de bir adı hak etmiyor mu sarf ettiği çabalarla, bugüne bugün büyük büyük anneannemiz kendisi- gibi olamayacağımı biliyorum bilmesine. Ama yine de biraz dursam, durulsam, dinlensem fena olmayacak. Dişilerin kaderinde korumak, kollamak, toparlamak var elbet, çağ ne olursa olsun. Ama en azından şu kafası koparılmış tavuk metaforuna takılmadan yapsam bu işleri. Büyük büyük anneannemin mağaraya sığındığı andaki huzurunu hissetsem bazen, bana bu da yeter...

Özüne Dönen Kadının Dergisi

ÇALIŞ(K)AN KADIN

Kafası Kopartılmış Tavuk Gibi...


10 Sesimiz Çıksın ya da Çıkmasın...

AVANGART ANNE

İlknur ÇAKICI ERŞAHİN Yazar

Engelli olduğumuzu farz edelim. Doğduğumuzdan beri işitme engelliyiz. Tabii duyamadığımız için büyük olasılıkla konuşamıyor olacağız. Eğer şanslıysak okuma yazmayı öğrenmiş bir parça da eğitim almış olabiliriz. Evet değiliz ama bir süreliğine, belki bir günlüğüne öyle olduğumuzu varsayalım. Acaba yaşamımız nasıl olurdu? Hemen hayallere daldığınızı tahmin edebiliyorum. Tabii ki bütün seslerin çok önemi var ama bir sıralama yaparsak, örneğin benim için müzik ilk sıralarda gelir. Çünkü gerçekten de müzik benim ruhumun çok önemli bir gıdası. Şöyle bir hayal edelim birlikte: Sabah uyanıyoruz, aynı evi paylaştığımız insanlar birbirlerine bir şeyler söylüyorlar gibi. Belki günaydın, ne güzel bir gün filan diyorlar ya da hava çok soğuk çıkarken kalın bir şeyler giymeli diyorlar. Ama siz bunları duymuyor hiç anlamıyor ve tabii onlara da herhangi bir şey söyleyemiyorsunuz. Ya da belki biri sizin yanlış yere koyduğunuz diş macununun nerede olduğunu soruyor, ama siz hiç bir şey anlayamıyorsunuz. Birazdan hep birlikte kahvaltıya oturuluyor. Belki yine birileri çay mı meyve suyu mu diye soruyor ama siz sadece refleks olarak bardağınızı biraz öne doğru itiyorsunuz ve çayınız dolduruluyor. Siz herkesin birbirine teşekkür ettiğinden bile habersiz, içgüdüsel olarak gülümsüyorsunuz. Kahvaltı bitti, sonrasında herkes birbirine sizin anlamadığınız bir şeyler söyledi ve işte siz de dışarıdasınız. Belki ucu ucuna kaçırdığınız dolmuşun arkasından bağırmak istiyorsunuz ama sesiniz çıkamıyor. Neyse bir sonraki dolmuşa biniyorsunuz, kimseye rica edemeyeceğiniz için şoföre son durak kadar tutan ücreti kendi ellerinizle uzatıyorsunuz. Eğer bu engelli durumunuz çalışmanıza da engel olamadıysa ve bir işiniz, geliriniz varsa pek çoklarına göre gerçekten şanslı sayılırsınız. İşte o zaman kıyısında beklemek yerine biraz daha dalabilirsiniz hayatın içine. Belki çok kızdığınız bir şey var, belki ne olduğunu hiç bilmediğiniz küfürleri etmek istiyorsunuz, söylemek istiyorsunuz kızgınlığınızı, ama hiçbir şey çıkamıyor ağzınızdan. Ya da çok beğendiğiniz insanla yan yanasınız. Onu ne kadar çok sevdiğinizi söylemek, onun da sizi ne kadar çok sevdiğini duymak istiyorsunuz. Ama hayır, sonuç yine sıfır. Ağzınızdan hiçbir şey çıkmıyor, çıkamıyor. Nüfus kağıdına baktığında, görüyor: Adı yazıyor, soyadı yazıyor, bunun gibi bir çok şey daha. Ama duyamadığı halde adıyla seslenildiğini belki de hiç bilmiyor. Hepimiz, bizim gibi olduğunu düşündüğümüz insanların yanında

Özüne Dönen Kadının Dergisi

kendimizi daha iyi hissetmez miyiz? Acaba onun dışında herkes duyabiliyor ve konuşabiliyor mu yoksa bilmediği bu koca dünyada herkes mi onun gibi. Bir yerlerde birileri kendi gibi olabilir mi yoksa? Bu güne kadar sahip olduğumuz duyma ve konuşma yeteneğimizi birden bire kaybetseydik ne olurdu? Ben en çok müzik dinleyemeyeceğim için üzülürdüm sanırım. Sevdiklerimle birlikte bir konsere asla gidemeyecektim. Bu kadar az notayla yapılabilen bu kadar çok şarkıyı asla dinleyemeyecektim. Çok duygulu ya da çok çılgın, harika bir konserdi, iyi ki geldik, birlikteyiz diyemeyecektim asla. Çocuklarımın kulağımdaki anne diyen seslerini, tüm sevdiklerimin sevgi dolu sözlerini duyamayacağım için üzülürdüm. Sahi nereden bileceğiz bu engellerle karşımızdaki insanın bizi sevdiğini ya da biz nasıl anlatacağız onu çok sevdiğimizi, ona sırıl sıklam aşık olduğumuzu. Hem de engelsizken bile engeller koyabiliyorken kendi kendimize. Boğazdan geçen bir vapurun sesini, İstanbul için yazılmış onca şiiri şairinin sesinden dinleyemeyecektim boğaza karşı. Alt yazılı olabilirdi ama film izlemekten de ne kadar keyif alınabilirdi acaba? Kedimin miyavlamasını, simitçinin taze simit diye bağırmasını, uzaklardaki sevdiklerimin telefondaki seslerini duyamayacaktım hiç bir zaman. Belki sağlıklı kullanamayacağım için ehliyetim ve arabam olamayacaktı, şehirlerarası yolda şöyle keyfimce müzik de dinleyemeyecektim. Gece ışıkları da kapatıp yatağına uzandığında, o zifiri karanlıkta hiçbir şey duymazken bir de yanına hiçbir şey görmemenin eklendiğini düşünelim. Hiçbir ses hiçbir görüntü yok. Sanki sonsuzluk, içinde zamanın olmadığı kocaman bir boşluk. Hayata açılan pencerelerimizden ne kadarı kapalıysa hayatla birbirimizden o kadar uzaklaşıyor muyuz acaba? Hayatta çok güzel sesler var. Sanırım kötü bulduklarımızı da elimizden geldiğince azaltabiliriz. İhtiyaç duyduğumuz seslere ulaşmaya çalışmalıyız ve tabii sesimize gereksinim duyanlara. Bizim için ne kadar değerli olduklarını duyuralım ve duymak istediğimizi söyleyelim. Dünyaya kapalı olanları aralamaya çalışırken açık pencerelerimizi de çiçeksiz bırakmayalım. Sporu seviyorsak başarıda, üzüntüde, her golde bağıralım hep birlikte. Her şarkıda her konserde sesimiz kısılana kadar eşlik edelim. Bol bol konuşalım ve tabii bolca da dinleyelim. Her şeyin, herkesin, yaşamın sesini hissedelim. Ne kadar güzel konuşabiliyorum ve duyabiliyorum, bu yüzden de çok mutluyum diyebilmek… Ne dersiniz? Bence elimizden geldiğince hayata sessiz kalmayalım, sesimiz çıksın ya da çıkmasın…


11

Özüne Dönen Kadının Dergisi


12 Süper Hafıza ve Öğrenme - 1

EĞİTİM

Selman GERÇEKSEVER Derleyen

Normal koşullarda ilk, orta, yüksek öğrenim derken, şu kadar yılımız belirli şeyleri öğrenmek (ve bir meslek sahibi olmak için) okullarda geçer. Sınıf geçmek için öğrenmek ve yeri gelince (sınavlarda) anımsamak için, bireysel özelliklerimize/kapasitemize göre ve hatta çevre koşullarına bağlı olarak gayret sergiler öğreniriz ama yeri geldiğinde aynen anımsayacağımızın garantisi yoktur. Çünkü bazı psikolojik araştırmalarda elde edilen bulgulara göre, öğrendiğimiz materyalin; % 45’ini 20 dakika. Sonra % 55’ini 60 dakika. Sonra, % 75’ini de 24 saat sonra unutuyoruz. Bir öğrendiğimizi tekrardan öğrenmek ya da tekrarlamak zorunda kalmasaydık, yani her şeyi bir seferde öğrenebilseydik ve gerektiğinde olduğu gibi anımsayabilseydik, başka bir deyişle “anımsayamama” diye bir şey olmasaydı, herhalde enerji ve zaman bakımından kazancımız büyük olurdu. Bu kaybımızı (ya da zayıflığımızı) en aza indirmek için; öğrenmeyi (algılamayı), hafızada tutmayı, gerektiğinde anımsamayı engelleyen etmenleri gözden geçirmekte ve bunlara dikkat etmekte yarar var. Bu etmenleri iki grupta toplayabiliriz: 1- Çevreden kaynaklanan fiziksel etmenler, 2- Kendimizden kaynaklanan psikolojik etmenler. Bunlar öğrenime elverişli olmayan koşullar ya da etmenlerdir. Psikolojik/bireysel etmenlerden; endişe, gerilim, korku öğrenmenin “baş düşmanları” denebilecek olumsuz/ elverişsiz hallerimizdir. Çünkü sinirlerin uç kısımlarında bulunan iletişim bağlantıları (şinapslar) endişe ve gerilim anında bloke durumdadır. Gerilim halini yaratan koşullar ortadan kaldırılmadıkça, zihin tam alıcı (yani öğrenime elverişli) durumda değildir. Zihnin öğrenime elverişli en iyi durumu, ayrıntılarına ilerleyen paragraflarda yer yer değineceğimiz “derin gevşeme” durumudur. “Öğrenme olgusu; derin gevşeme durumunda, sevinç ve istek duyguları eşliğinde yapılırsa, daha verimli olur.” – Prof. Hans SELYE. Doğal Öğrenme Çocukların gerilimsiz, korkusuz, gülerek oynarken nasıl öğrendiklerini hepimiz biliriz. Bu, “doğal öğrenme süreci”dir. Doğal öğrenmede, algılama % 100’e yakın olduğundan; bilginin akılda tutulması, gerektiğinde hemen hemen eksiksiz bir şekilde açığa çıkarılması daha olasıdır. Söz konusu bu durum; sofrolojik(1) çalışmalardan biri olan, “zihnin alfa durumuna sokulması”yla olasıdır. “Kişi alfa durumuna girmeyi; ya kendi kendine telkin ile ya da bir ‘yardımcı’ ile başarabilir. Bu ‘yardımcılar’; bu konuda uzman biri (operatör), özel bir müzik, banda kaydedilmiş telkin

Özüne Dönen Kadının Dergisi

olabilmektedir.” (İspanyol Psikiyatri Prof. Dr. Caycedo -1958). Bunlara ek (daha doğrusu “hazırlık çalışması”) olarak “mistik teneffüs” de yapılabilmektedir. İyi bir öğrenme için derin gevşemenin olmazsa olmazı olan alfa ritminin (8–12 döngü) devreye sokulması (özellikle dil öğretiminde) beyin ve uyku araştırmalarıyla bağlantılı olarak 1984’te Prof. Dr. DIETERICH tarafından güncelleştirildi. “Güncelleştirildi” diyoruz, çünkü aslında konunun temelleri (öncü çalışmalar) Bulgar Prof. LOZANOV tarafından atılmıştı. Ünlü parapsikolog LOZANOV, bunun için Raja Yoga’yı yıllarca incelemiş, doğrudan doğruya kendisi uygulamış, sonra da bunu batı insanının uygulayabileceği şekle getirmiştir. Lozanov’un, Sofya’daki TELKİN BİLİM VE PARAPSİKOLOJİ ENSTİTÜSÜ’ndeki (60’lı ve 70’li yıllar) bu uygulamasının bir kısmını da “Ruhsal Şifacılık” oluşturuyordu. Yani derin gevşemenin, asıl konumuz olan öğrenmenin yanı sıra; duyular dışı algılama (DDA)’nın ortaya çıkması, Ruhsal Şifa gibi alanlara da yaygınlaştırılması söz konusudur. Prof. LOZANOV’un temellerini attığı bu yöntem, kendi ülkesinden sonra, dışa doğru bir yayılımla; Rusya, ABD, Kanada, Fransa, Almanya ve Macaristan’a kadar ulaşmıştır. Hatta yurdumuzda da (SITA İngilizce Kursu’nda - İstanbul, Kadıköy) 90’lı yılların başlarında yabancı dil öğretiminde kullanılmıştır. Dinlenirken Öğrenme Bu tekniğin başka bir adı da “Dinlenirken Öğrenme” dir. Bilinen klasik öğrenme yöntemleriyle karşılaştırıldığında, aynı süre içinde öğrencilerin ötekilerden üç kat daha fazla bilgiyi alıp, özümlediklerini görüyoruz. Ayrıca, bu durumda öğrenme; kolayca, yorulmadan ve haz verici olarak gerçekleşmektedir. Bu şekilde, unutma (daha doğrusu anımsayamama) sorunu büyük ölçüde ortadan kaldırılmış olmaktadır. Dinlenirken öğrenmede alfa (gevşemiş uyanıklık) hali ile sağlanan “değiştirilmiş şuur hali” sayesinde; yaratıcılık, algılama ve zihin berraklığı en üst düzeydedir. Bundan dolayı da öğrenim; sadece kolay ve hızlı değil, aynı zamanda başarılı ve kalıcı olmaktadır. Gevşemiş uyanıklık (ya da alfa ritmi) içinde dinlenme yaparken, algılama yükseltgendiği için, zihnin bu haline “süper bellek”, öğrenim şekline de “süper öğrenme” denilmektedir. Prof. Dr. Lozanov’un temellerini attığı ve öteki bilim insanlarınca da geliştirilen söz konusu yöntem aslında “telkin bilim”e (Suggestology, Suggestopedia) dayanır. Esasen Lozanov tarafından Sofya’da kurulan enstitünün orijinal adı da “Telkin Bilim ve Parapsikoloji Enstitüsü”dür. Sözünü ettiğimiz “süper öğrenme” genel telkin bilim’in bir dalı olarak ortaya çıkmıştır. Bunun resmen dünyaya tanıtılması 1968’de “Moskova Uluslararası Parapsikoloji Kongresi”nde Prof. Dr. Lozanov tarafından yapılmıştı. Süper öğrenmenin temelinde bulunan telkin bilim


13 (Suggestology); zihin ve beyin yeteneklerinden azami derecede yararlanmanın bilimidir. Ayrıca telkin bilim, beden ile sağ/sol beyin yarım kürelerinin birlikte ve uyumlu bir şekilde çalışmalarını sağlamanın ve bundan yararlanmanın bilimidir. Bunlara ek olarak, telkin bilim; uygulama alanı olarak zaten öğretime uygulanmadan önce, hastalıkların iyileştirilmesinde, acının/sızının kontrol altına alınmasında kullanılıyordu.

Makbul durum, elbette ki “İlim ve irfan sahibi olmak…” tır. Yaşam içinde, kolayca anımsayabildiklerimiz ve sorun çözmede, yaşamın zorluklarını göğüslemede kullandıklarımız idrak edilmiş bilgilerimizdir, demiştik. Durum böyle olunca, öğrenme “Beşikten mezara kadar…” sürüp giden bir süreçtir. Bu arada, anımsayamamanın küçümsenmeyecek beşeri bir noksanlık olduğu ortada… Anımsayamadıklarımız ve gerektiğinde uygulamaya koyamadıklarımız, genellikle idrak edilmemiş bilgilerimizdir. İşte Dr. LOZANOV ve benzeri bilim insanları telkin bilim’i, “süper öğrenme”ye uygulayarak, anımsayamama zaafımızın giderilmesine de hizmet etmişlerdir. “Öğrenmede devrim” sayılan bu teknikle; öğrenme için zihnin en alıcı duruma getirilmesi ve gerektiğinde anımsanması olası hale getirilmiştir. Gevşemiş Uyanıklık

Telkin Bilim ve Anımsama Telkin bilimin en belirgin niteliği (öğrenmeyle bağlantılı olarak) anımsamayla ilgilidir. Klasik yöntemlerle (yazımızın girişinde de belirttiğimiz gibi) öğrenme sırasında % 100 başarılı olsak bile (psikolojik araştırmalar göstermiştir ki) öğrendiğimiz materyalin; % 45’ini 20 dakika. sonra , % 55’ini 60 dakika. sonra, % 75’ini de 24 saat sonra unutuyoruz. Yani başka bir ifadeyle, bir gün önce öğrendiğimizin ancak % 25’ini bugün anımsayabiliyoruz. Elbette ki öğrenme; sadece okulda/kursta ya da kitap okuyarak olmaz, günlük yaşamda da çeşitli/değişik haletler içinde pek çok şey öğreniriz. Daha doğrusu; okulda/kursta kitaplardan öğrendiklerimizi uygulama içinde idrak ederiz. Bilginin kendisinden çok, onunla ne yaptığımız ve nasıl yaptığımız önemlidir. Esasen asıl öğrenme (bilginin, varlığın kendi malı olması) uygulama içinde idrak oluşumuyla gerçekleşen öğrenmedir. Zaman içinde yeri geldikçe kolayca anımsayıverdiklerimiz ve uygulamaya koyuverdiklerimiz de idrak edilmiş bilgilerimizdir. “İrfan sahibi olmak” gibi makbul bir durum ancak, idrak edilmiş bilgilerimizle oluşan şuurlanma ile olasıdır. Birey “ilim sahibi” olabilir ama “irfan sahibi” olmayabilir.

Telkin bilimin uygulama alanlarından biri olan “Gevşemiş Uyanıklık” değiştirilmiş bir şuur halidir. Değiştirilmiş şuur hali ise; psikoloji ile parapsikolojinin en önemli sınır konularından biridir. Bu bakımdan, telkin bilim ve gevşemiş uyanıklık parapsikoloji açısından da ele alınmaya değer konulardır. Örneğin, alfa gevşemesi durumu DDA’nın ortaya çıkmasına elverişli, uyku ile uyanıklık arasında, zaman zaman da (spontan olarak) kendiliğinden deneyimlenen özel bir haldir. Özellikle parapsikolojik ve telkinbilimsel çalışmalardan anlaşılmıştır ki insanın bilinen beş duyusunun ötesinde de algılamaları vardır. Buna, alışılmış adıyla “altıncı duyu” denip geçildiğini biliyoruz ama insanın DDA’ları bundan çok daha fazladır ve günümüz bilimi parapsikoloji dalıyla bu konuya eğilmiştir. Bu nedenle, Lozanov’un başlattığı çalışmalarda, insanın bilinmeyen yanlarına ve yeteneklerine doğru; daha doğrusu, insanın (sonsuz/sınırsız olan) ruhsal yanına doğru bir pencere daha açılmıştır. İşte bu bağlamda; “süper öğrenme” tekniğine göre yapılan bir öğretim, bireyin duyular ötesi yanında gerçekleşen bir öğretimdir. Bundan dolayı da gerçek doğamıza en uygun bir öğretim ve öğrenimdir. Yine bununla bağlantılı olarak, tekniğe başka adlarda verilmiştir: Tam hafıza, fotografik hafıza, hızlandırılmış öğrenme vb. Devam edecek... (1) Tıpta tedavi edici, eğitici ve koruyucu bir amaca bağlı olarak, fiziksel ve ruhsal araçlardan hareketle; tüm şuur halini ve tüm şuur değişikliklerini inceleyen bir bilim dalıdır sofroloji,

Özüne Dönen Kadının Dergisi


14 Can Dolaşımı ve Tuz - 2

CAN SAĞLIĞI

Enis KIRIMLI Biomedikal Mühendis, Sağlıklı Yaşam Koçu

Sevgili okurlar geçen sayımızda “Institute of Biophysical Research” (Biyofiziksel Araştırmalar Enstitüsü) adlı bir Amerikan Araştırma Enstitüsü’nün yöneticisi ve Almanya’daki temsilcisi olan ünlü biyofizikçi Pete Ferreira’nın tuz konusunda verdiği bilgilere kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu yazı dizisinin arkasından Tuzun CAN DOLAŞIMI üzerindeki etkisini anlatacağım. Su, uzun zamandır artık H2O olarak, tuz da NaCl olarak tanımlanmamaktadır. Gerçekten bunların arkasında daha fazla şeyler vardır. Biz de bir müddet bu konu üzerinde duracağız. “Bir araştırma çerçevesinde kendimizi biyofiziksel bakış açısından “Su ve Tuz” konusuna adadık…” diye başlamıştı konuşmaya Pete Ferreira, ve devam ediyor: “Eğer biz canlılık almazsak, evrim almazsak, o zaman beynimiz haberci maddeler salgılar. Bu haberci maddeler, bizim gıda almamız gerektiğini bize hatırlatırlar. Aldığımız gıdada canlılık eksikse, o zaman en son besin değişiminden sonra yine acıkırsınız. Şimdi enerji bile almadınız, tam tersine enerji çaldınız. Çünkü ölü gıdayı hazmetmeniz için ölçülebilir enerjiye ihtiyacınız vardır. Bir de bunları hazmetmeniz için şöyle bir uzanmalısınız, aynı aslanlar gibi, çünkü ayağa kalkmak için artık enerjiniz kalmamıştır. Sadece bir elma yeseydiniz, o zaman ayık olurdunuz, canlı olurdunuz. Beden neye ihtiyacı varsa, onu öz olarak ortaya çıkarıp alır. Elmayı sadece canlılığa ulaşmak için kullanır. Eğer içinde canlılık yoksa, o zaman elmaya ihtiyacımız yoktur. 70’li yılların sonunda İngiltere’de mikrodalga ile ilgili olarak ev kedileri üzerinde tanınmış Oxford incelemesi yapılmıştır. - Lütfen evinizde bunu kendi kedinize yapmayınız.- Burada mikrodalganın besinlere etkisi test edilmiştir. Gıdalar mikrodalgalarla kimyasalanalitik olarak ne derecede değişmekteydiler? Testin sonucunda kimyasal-analitik olarak hiçbir şeyin değişmediği saptandı ve bu daha sonraları güçlü bir şekilde mikrodalganın propagandasına yol açtı. Hatta mikrodalga işleminden sonra vitamin içeriği, yemeğinizi pişirdiğinizdekinden daha çok olduğu görüldü. Fakat vitamindeki enformasyon içeriği hala korunuyor mu, bunun içinde hala canlılık var mı? Bunu kritik olarak bir defa incelemeliyiz. Bu deneyde kediler haftalarca sadece mikrodalgadan geçmiş gıdalarla beslendiler. Aynı şekilde hayvanların içtikleri su da mikrodalgadan geçiriliyordu. Kediler istedikleri yemeği yiyebiliyorlardı, herşey serbestti. İki-üç hafta sonra kedilerin doğallıklarını kaybettikleri saptandı. İlk etapta homoseksüel davranışlar ortaya koydular ve dört-beş hafta sonra da öldüler. 8000 kedi, kimyasal-analitik olarak gıdalarda her şey mevcut olmasına rağmen öldü, hem de sürekli

Özüne Dönen Kadının Dergisi

olarak yemelerine rağmen açlıktan öldüler. Bu deneme kapalı ortamlarda yapıldı. Hayvanların güneşten gıda almalarına izin verilmedi. Çünkü doğru değerlendirmek gerekirse biz gıdayı önemli ölçüde solar frekanslarından (güneş ışınlarından) alırız, yani güneşten her gün dalga boylarıyla enerji, evet canlılık alırız. Katı besinler bu gıda zincirinin en sonunda bulunurlar. Bizler her zaman yemek yemenin en önemli şey olduğunu düşünürüz, oysa en önemsizidir. Şimdi Kızılderilileri bir hatırlayalım; onlar bize 350 yıl öncesinin bir atasözünde, dolu tabaklarımız olacağını, ama yine de yiyecek bir şeyimizin olmayacağı günleri yaşayacağımızı söylemişlerdi. Onların beyaz adamla savaşmasına gerek yoktu. Beyaz adamlar zaten kendi kendilerini yok edeceklerdi. Şimdi herkes kendi kendine sormalıdır: “ne kadar gıda alıyorum?” Bir gıdanın kalitesi nerede sağlanmıştır? Burada çok önemli bir gıdadan bahsedeceğiz. Su’dan. Su, kimyacıların severek tanımladıkları gibi sadece H2O değildir. Bunun ispatı için matematiğin bir kolu olan geometriye ihtiyacımız vardır. Geometri sözcüğü: Geo: Dünya, Metri: Ölçü, yani “Dünya Ölçüsü”nden geliyor. Bunun arkasında tanrısal bir dünya ölçüsü vardır. Biz bunlara, kendilerini her zaman tekrar eden aynı mükemmel geometri ile yapılandıran, platonik yapılar diyoruz. İkisi de aynı olan hiçbir dağ kristalinin mevcut olmadığını biliyoruz, fakat hepsi tamamen aynı yapıya, yani aynı altı köşeli geometriye sahiptir. Eğer böyle bir kristali fiziksel olarak incelersek, o zaman içlerinde elektrik olduğunu, yani gerçekten ölçülebilen elektrik olduğunu saptarız. Biz bunu Pizoelektrik olarak tanımlıyoruz. Elektrik, enerjidir. Şimdi enerjiyi; bir tarafta enformasyon (bilgi), diğer tarafta canlılık olarak tanıdık. “Enformasyon” kelimesini bir düşünün: bir şeyi tekrar kendi asli formuna döndürmek/getirmek, bir geometriyi tekrar yapılandırmak. Hiç bilgisayarınızın ana parçasının ne olduğunu düşündünüz mü? Bilgisayarınızdaki bu çok küçük mikro çipi? Bir kuvars kristali. Bu kristalin geometrisi, enformasyonlarınızın orada hafızalandırılmasını sağlar. Bu kristaller sadece silikon üzerine basınç ile üretilir, bunlar doğal dağ kristalleri değildir. Ancak sonuçta burada söz konusu olan sadece geometridir. Buradaki durumda kuvarstaki altı köşeli yapı ve sudaki davranışı da hiç farklı değildir. Mısırlıların piramitlerde sadece geometrik yapı ile inisiyasyon amacı için kendini kullandıran enerji alanları kurduklarını biliyoruz. Şimdi küçük bir deney yapalım: Burada küçük bir bakır piramit bulunuyor. Aslında bunu doğru yönlere, yani kuzey ve güneye yöneltmeliydik, ancak açı derecesini Keops piramidine uygun yaptık. Geometrik açıdan Keops piramidi ile aynı. Şimdi bir parça et alalım ve bunu ortadan ikiye ayıralım. Bir yarısını piramidin


15 altına koyalım, diğer yarısını da piramidin yaklaşık 20 cm yanına koyalım. Birkaç gün sonra piramidin yanındaki etin çürüdüğünü, piramidin altındaki etin ise sadece kuruduğunu saptarsınız. Bu nasıl mümkün olabilir? Burada sadece 8 bakır çubuk olmasına rağmen, nasıl oluyor da başka enerji yasaları geçerli olabiliyor? Bu “Geometri” dir. Kör bir traş bıçağını piramidin altına koysak ve yaklaşık 60 saat bekletsek tekrar keskinleşir. Bu, büyü değildir. Bu elektromanyetik alanların yönlendirilmesidir. Bunlar geometri ile oluşur. Bu şekilde dünyadaki her şey, ot sapına kadar geometriye göre kurulmuştur, yani platonik yapılardan ve platonik yapıların kendilerini sınıflandırmalarına göre hiçlikten enerji alanları kendilerini yapılandırırlar. “Christos” kelimesini biliyorsunuz, “Şuur” demektir ve kristalde bu da vardır. Christ / Krist: Şuur, all: All (her şey), Allbewußtsein (Tam Şuurluluk). Bu insanlarda da böyledir, sağlıklı ve güzel oldukları sürece neden böyle göründükleri, nasıl göründükleri gibi hiçbir şeyle ilgilenmezler, ancak daha burunları akmaya başladığında hemen kendileri ile ilgili bilgi almaya başlarlar. Başkalarıyla konuşurlar, sebebini öğrenmeye çalışırlar, vs. Bunu neden yaparlar? Çünkü bu bir basınç yapmıştır. Peki, kristaller nasıl büyürler? Basınç geometrinin oluşmasını sağlar. Sıradan bir karbon alın ve yeteri kadar basınç uygulayın, o zaman mükemmel bir geometrisi olan mükemmel bir elmasa sahip olursunuz. İnsanlarda da aynı şekildedir, çünkü eğer gönüllü olarak yoldan gidilmezse, acı formunda bir basınç, hastalık formunda bir basınç alırlar ki bu daha sonra sizin sonunda şuurunuzu genişletmeye başlamanızı sağlar.

Bunun için yaşamsal gıdaya ihtiyacınız vardır, sadece tabaktaki veya camdaki gıdaya değil. Burada daha fazlası var, çünkü her konuşulan kelime süptil maddesel düzlemde bir gıdadır. Konuştuğunuz her kelimeyi önceden düşünmüş olmalısınız. Bu düşünceniz bir dalga boyu üretir. Her şey her zaman sadece bu dalga boylarıdır. Fizikte ve aynı zamanda biyofiziksel mantıkta, eğer farklı kaynaktan iki aynı dalga boyu girişim yaparsa, birdenbire yeni enerji alanları oluştuğunu biliyoruz. Biz bu şekilde sadece yaşam (enerji) elde etmez, aynı zamanda yeni enerji formları da inşa ederiz. Kimyada biz bunu molekül evliliği olarak tanımlarız. Ve biz insanlarda da bu evliliktir (düğündür). İnsanların düğününde ne oluyor, aşık olduğunuz zamanı bir düşünün. Birdenbire o insanı, çok kısa bir süre önce tanımanıza rağmen, tanıdığınızı düşünürsünüz. Bunu yalnızca bir duygu nedeniyle yaparsınız ve bu duygu sevgidir ve sevgi enerjidir, bu aynı elektromanyetik bir içtepidir, bu sizi mıknatıs gibi çeker. Gençler bunu birbirlerinin gözlerine derin derin baktıklarında, bir güven hissettiklerinde yapıyorlar. Sonra ne oluyor? Karıncalanmalar başlıyor, bedeninizdeki elektrik aktifleşiyor. Bunu kendinize açıklayamazsınız ve karıncalanmaları olan insanlara ne söylersiniz? “Kimyaları uyuyor, o benimle aynı dalga boyunda.” O gerçekten de sizinle aynı dalga boyundadır. Ve eğer o sizinle aynı dalga boyundaysa, eğer bu karşılanırsa, o zaman canlılık içeren ve yeni canlar inşa eden en önemli şey ortaya çıkar: Rezonans! * Peter Ferreira’nın “Su ve Tuz” adlı CD’ sinden Türkçe metin haline getiren yazar Jeff Say. Devam edecek... www.biosense-tr.com

www.notecomputer.com Özüne Dönen Kadının Dergisi


16 Biberin Hikayesi

YEMEK KÜLTÜRÜ

Afidab Ümid GÜRGÜLER Yazar

Yeşilim var, kırmızım var, Tatlım var, acım var, Kebaplar bensiz, sofralar turşusuz olmaz, Yemek, salçasız, bibersiz olmaz. Biber, Türkiye’nin her yerinde, özellikle güney bölgelerinde; tüm tarım alanlarında, hatta balkonlarda, saksılarda yetişebilen bir bitkidir. Ülkemizde pek çok çeşidi olan biber, çabuk yetişen, bakımı kolay bir sebzedir. Yapısında bulundurduğu vitaminler vücudumuz için çok önemlidir. İçerdiği yüksek lif oranı sayesinde bağırsakların iyi çalışmasına yardımcı olur. Vücut direncini arttırır, soğuk algınlığına faydası vardır. P-K vitamini içerir. P vitamini damarları yumuşatır, K vitamini kanın pıhtılaşmasını sağlar. İyi bir antioksidandır. İçindeki A, C, B1, B2, D vitaminleri mideyi kuvvetlendirir, iştahı açar, vücudun toksinlerden arınmasına yardımcı olur. Ayrıca katarakt oluşumunu da engeller. Türkiye’nin heryerinde dört mevsim yetişen biberin, mide salgılarını arttırdığı bilinir, bununla birlikte midesinde gastrit ve ülser hastalığı olanların çiğ tüketmemesi gerekmektedir. Yağda kızartılan biberin kalorisi de yüksek olur. Biber tuzla değil, limon sıkılarak tüketilmeli. Biberin dolması, kızartması, turşusu, salçası, konservesi, baharatı yapılır, kurutularak da kullanılır. Eylül ayı kışlık hazırlıkların yapıldığı, yaza vedaya hazırlanılan, tatlı rüzgarların, hafif yağmurların olduğu bir ay. Hayatımızdaki teknolojik gelişmeler bizi doğallıktan o kadar uzaklaştırdı ki kışlık hazırlıkları bile unuttuk. Çocukluğumuzu hatırlarsak; sonbaharda her evde mutlaka turşular, reçeller, salçalar, tarhanalar hazırlanırdı. Şimdi her ihtiyacımızı marketlerden alır olduk. Ben de bu eylülde şifa kaynağı biberden iki - üç çeşit yemek hazırlayalım istedim. Kolay biber turşusu sevgili kayınvalidem Bedriye hanımın tarifi. Sizin de zevkle yiyeceğinizi umuyorum: Biber seçimi sizin zevkinize kalmış: Çarliston, acı veya tatlı sivri biber kullanabilirsiniz. Biberlerin tohumlarını çıkararak yarım parmak büyüklüğünde doğrayalım. Yarım kilogram biber için; bir çay bardağı kaynar su, bir çay bardağı sirke, bir çay bardağı sıvı yağı, bir çorba kaşığı tuz ve bir tatlı kaşığı şeker. Hepsi bir tencereye konulur. Kaynarken biberler ilave edilir. 5 dakika kaynadıktan sonra kevgirle kavanozlara alınır. Yarım kilogramlık kavanoz için iki diş sarımsak, arzu edilirse 1-2 yaprak kereviz, bir kahve kaşığı karabiber ve tenceredeki kalan karışımdan sıcak su; sıcak kavanozlara doldurularak kapağı kapatılır. Kavanoz ters çevrilir, bir gece bekletilir.

Özüne Dönen Kadının Dergisi

Uzun zaman dayanabilen yağlı, bir o kadar da lezzetli turşunuz her dem hazır, her yemeğin yanına garnitür olur. İçinde çok tuz olmadığı için sağlığınıza da zararlı değildir. Bu tarif çarliston biberinden çok güzel oluyor. Şimdi yazacağım zeytinyağlı, bulgurlu kırmızı biber dolmasının tarifi ise anneannemin. Lezzeti kadar sunumu da güzel olan bu dolma için 8-9 adet kırmızı salçalık biber(düzgün formda), tohumları ayıklanmış olarak hazırlanır. İçi için, bir çay fincanı bulgur (ince yada kalın, hangisini tercih ederseniz), bir kahve fincanı sıvı yağ, iki adet soğan, iki diş sarımsak, bir çorba kaşığı domates salçası, bir çay kaşığı kuru nane, bir çay kaşığı dolma baharı, bir tatlı kaşığı tuz, yarım tatlı kaşığı şeker ve arzu ederseniz pul biber ya da kara biber. Soğanları doğrayıp yağda pembeleştirelim. Salçayı, sarımsağı soğanlı yağda hafifçe karıştıralım. Yıkanmış, süzülmüş bulguru, baharatlarını ilave edip, bir çay fincanı su koyup orta ateşte beş dakika pişirelim. Bulgurlar tam pişmiş olmadan demlenmeye bırakalım. Hazırladığımız biberlerin içine kaşık yardımıyla bulguru dolduralım. Yayvan kuşhane tencereye dizelim. Üzerine birazcık tuz, sıvı yağ, 3/4 çay fincanı su ilave edip yumuşayıncaya ve suyunu çekinceye kadar pişirelim. Servis tabağına alırken kırmızıbiberin kabuklarını bıçak yardımıyla soyup, tabağa yerleştirelim. Arzunuza göre üzerine maydanoz veya taze nane doğrayarak servis edelim. Hiç vaktiniz yoksa, evde de biraz kalmış biberiniz varsa; teflon tavaya 2 kaşık sıvı yağ koyup, biberleri doğrayın. Orta ateşte 5 dakika karıştırıp, hafif sararırken, 1-2 domatesin kabuğunu soyup, 1-2 diş sarımsakla beraber doğrayın. Domatesler pişince tavanın altındaki ateşi kapatın. Soğuduktan sonra tuz ve bir tutam şekeri ilave edin. Sofranızda zeytinyağlı olarak, meze olarak veya garnitür olarak servis edebilirsiniz.

Fotoğraf: Mustafa GÜRGÜLER


“BU SAYFAYA REKLAM VERMEK İSTER MİSİNİZ?” 0-507-377 06 29


18 Umudun “Doğal” Ticareti

BİTKİLERLE YAŞAM

Nazım TANRIKULU Tıbbi Bitkiler Teknikeri

Bitkilerin tedavide kullanımı konusu istismara en açık konulardan biri... İstismar edenlerse genellikle kanser vb. çaresiz hastalıklara çare (?) bulduklarını söyleyerek, umutları istismar ediyor; umudun ticaretini yaparak bitkilere güveni de zedeliyorlar. İnternet ortamında, kendilerine ülkemizde olmayan bir takım unvanlar atfederek fahiş ücretlerle % 100 tedavi garantisi (?) veriyorlar. Yazıktır ki bu konuda herhangi bir denetlemeye de tabi tutulmuyor. Bu kadar abartılı beyanatlar verilen bir yerde çarenin barınamayacağını aşikar... Konunun popülerliği basılı ve görsel medya tarafında da fütursuzca kullanılıyor. İnsanlarımızı araştırmadan kullandırmaya yönlendiren bu türden yayınlara her gün şahit oluyoruz. Kulaktan dolma veya güvenilir olmayan kaynaklardan yapılan bilgi aktarımı tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor... Bitkisel ürünlerin pazarlanmasında, yazıktır ki dinimiz de kullanılıyor. “Dini yayın”lar izleyiciyi toparlamak için kullanılıyor. Sonra da dini söylemlerle “mucizevi” ürünlerini pazarlıyorlar. Sadece bitkisel ürünleri pazarlamak amaçlı açılan bu tür radyo/televizyonlara da dikkat etmemiz gerekir.

Şifalı bitkilerle ilgili etraflı bir yasal düzenlememizin olmaması; denetim mekanizmasının yetersizliği/ işlememesi, istismarı kolaylaştıran belli başlı unsurlar. Bu konuda işleyen bir yasal düzenleme yapılması zaruridir. Bu tasarı hazırlığı ile ilgili, bu güne değin birçok girişim olmuşsa da, bu girişimler, mevcudu bir grubun elinden alıp ötekine verme niyetinden öte geçememiştir. Amaç, ülkemizin tabii değerlerini değerlendirip korumaya yönlendirmek ve ilgili her meslek grubunun – hiçbirini dışlamadan- bu konuda görüşleri alınarak dünya standartlarını yakalayabilecek bir düzenleme yapmak olmalıdır. Bu konuda trajikomik bir diğer nokta ise, bitkisel ürünlerin satışının yapıldığı aktarların açılabilmesi için her hangi bir yeterlilik istenmemesi. 1985 yılında hazırlanan bir genelge ile aktariye işi kuruluyor. Genelgede aktariye dükkânı açabilmek için aşağıdaki şartlar gerekmektedir:

Özüne Dönen Kadının Dergisi

1. 2. 3. 4. 5. 6. 7.

En son mezun olduğu okuldan diploma sureti Dilekçe İkametgah senedi Vergi levhası 2 adet resim Savcılık belgesi Hiç bir bitkisel karışım, sıvı veya katı preparat hazırlanmayacağı ve satılmayacağına dair dilekçe (Bu dilekçede Aktar ve Baharatçılarda satılması mahsurlu ve tehlikeli madde taşıyan drogların satılmayacağı da belirtilmelidir) Burada da görüldüğü gibi yedinci madde hariç diğer şartlar, bakkal dükkânı açılırken de istenebilecek türden şartlar. Şahit olduğum birçok örnek var bu konuda. Özellikle son zamanlarda, getirisinin fazla olması sebebiyle aktar dükkânı açmak isteyenlerin sayısında epey bir artış var. Bunun için birkaç ay kitap karıştırıp açanı da var, hiç araştırmadan açanı da.. Özellikle denetim eksikliği, merdiven altı tabir edilen üretimleri arttırmış durumda. İçinde ne olduğu belli olmayan ürünler günbegün önümüze koyuluyor. Sayısız firma şaşalı reklamlarla, son derece modern tesislerinde üretim yapıldığını beyan ediyor. Ancak durum hiç de öyle gösterildiği gibi değil. Bu tür firmalar genellikle sadece kapsüllere dolum veya gelen dolu ambalajlara etiketleme yapıyor. Yüzde yüz bitki özlü tabletler diye iddia ettikleri de genellikle bitkilerin kullanılan kısımlarının “toz” edilip kapsüllenmesinden ibaret. Bu şekilde kullanılan kapsüllerin de ne yazık ki hiç yararı görülemiyor. Olması gerekense ekstrelerin kapsül ve tablet şeklinde standardize hale getirilmesi. Ancak bu şekilde faydalı bir etkiyi bekleyebiliriz. Son zamanlarda afrodizyak ve zayıflatıcı özellikli “bitkisel!” ürünleri ithal eden konuyla “paradan” başka ilgisi olmayan firmaların sayısında da artış var. Piyasaya sürdükleri ürünlerin, kısa zamanda maksimum düzeyde etki ettiğini iddia ediyorlar. Belirli bir etki de görülüyor. Ancak ürünlerin etkisi “tamamen doğal!” olan ürünlerindeki “kimyasal” maddelerden. Bu kimyasal maddeler insanda geri dönüşü olmayan tahrifatlara sebebiyet veriyor. Zayıflama ürünlerinde genellikle sibutramin; afrodizyak ürünlerde de sildenafil sitratı kullanıyorlar. İki madde de doz aşımında ciddi yan etkiler yapabiliyor. İçinde sibutramin kullanılan “bitkisel!” zayıflatıcılardan birisini kullanan bir insanımız, yakın zamanda bu ilaç yüzünden yaşamını yitirdi. Umarız bu yazımız ilgililer tarafından okunur, dikkate alınır ve bu konuda acil önlem alınır. Yoksa bitkilerin masumiyeti, insanların hilekarlığı altında ezilip yok olacak...


19

www.kuzeyorganik.com


20 Dokunuşla Gelen Şifa: Masaj Terapi

MASAJLA TEDAVI

Melek Nihan TANRIKULU Tıbbi Aromatik Bitkiler Teknikeri, Masöz

Günlük hayatta birçok olayla karşılaşırız, günümüzün büyük bölümünü geçirdiğimiz stresli ortamlarda üzüntü, sıkıntı, öfke gibi maruz kaldığımız birçok duygu durumu bedenimizi olumsuz bir şekilde etkiler. Sinir sistemimiz organlarımızla doğrudan bağlantılıdır. Sinir sistemimiz bozulduğunda, vücudumuzun sistemlerinde de bozulmalar ve sonucunda hastalıklar meydana gelir. Bu yüzden hastalıkların temeli, uzun süreli stresli ortamlarda ister istemez kalmamıza dayanır. İnsan vücut ağırlığının %60’ını oluşturan kaslarımız; olumsuz düşünceler, zihinsel ve fiziksel yorgunluk, duruş pozisyonu, terleyip soğumak, hiç çalıştırmadığımız kasları çalıştırmaktan dolayı oluşan hamlık gibi etkenlerden dolayı gerginleşir, kasılır ve ağrı meydana gelir. Böyle durumlarda ovulmak ve dokunulmak isteriz. Fakat masaj hareketlerini bilinçsizce uyguladığımızda, kasılı kalmış sert bir kasa, sert hareketle cevap verdiğimizde, kasta bir sonraki gün çürük gibi bir ağrı olur ve sonuçta bedeni rahatlatmak isterken tam tersini yaparız.. Masajterapi, insan bedenine bilinçli dokunuş, stroking (derin basınçla sıvazlama), kneading (yoğurma), friction (parmaklarla yapılan içten dışa yuvarlak hareketler), tapotament (ardı sıra hafifçe vurma), vibration (titretme) gibi temel hareketlerden oluşan tedavi sistemidir. Bilinen en eski tedavi yöntemlerinden biri olan masaj, eski çağlardan beri, ağrı ve rahatsızlıkların giderilmesinde çeşitli kültürler tarafından tedavi amaçlı kullanılmıştır. Kökleri Geleneksel Çin tıbbına dayanmaktadır. Yazılı ilk kanıtlar M.Ö. 2000 yıllarına uzanmakta olup, M.Ö. 500’lü yıllara ait Mısır, Pers ve Japon tıp tarihi literatüründe çok sayıda masaj referansı yer almaktadır. Tıbbın babası Hipokrat ve Asclepiades birlikte masaj ve egzersizden söz etmiştir. Hipokrat burkulma ve çıkıklarda friksiyon tekniğini önermiştir. M. Ö. 100 – 44 yılları arasında Julius Caesar, nevralji ve epilepsi ataklarının iyileştirilmesinde masaj tedavisinden yararlandığını, her gün tüm vücuda pinching (çimdikleme) uyguladığını belirtmiştir. Terapistin özellikleri Terapiyi yapan kişinin ellerinin, esnek ve sıcak olması, sağ ve sol kolunu birlikte, sağ kolunu ayrı, sol kolunu ayrı hareket ettirmesi, insan anatomisi ve fizyolojisini bilmesi gerekir. Terapi yapacağı kişiye, saygı ve sevgiyle dokunmalı, bedenindeki sorunlu yerleri iyi tespit edip elini gözü gibi kullanmalı, sabırlı, güler yüzlü ve nazik olmalı, sağaltım yaptığı kişiden aldığı geri bildirimleri olumlu bir şekilde karşılamalı ve sonucu iyi değerlendirmelidir.

Özüne Dönen Kadının Dergisi

Masajın etkileri Masaj, klasik tıbbın çare bulamadığı kronik hastalıkları da tedavi edebilmektedir. Masajın, başta kas-iskelet sistemi, sinir sistemi, kardiovasküler sistem olmak üzere çeşitli sistem ve yapılar üzerinde bazı temel, fizyolojik ve psikolojik etkileri vardır. Masajterapisi, bağ dokusunu ve kasları etkiler, kan dolaşımını hızlandırarak, kan damarlarını etkiler ve lenf sistemini harekete geçirir, metabolizmanın ürettiği toksinler terapiyle çıkartılır, zaman geçtikçe kulunçlar yok olur, bağ dokusu yoluyla iç organlar etkilenerek, bozulmuş sistem kendi kendini tedavi etmeye başlar. Terapiyle kasın direnci ve sıklığını da arttırabiliriz.

Masaj yapılamayacak durumlar Her tedavi sisteminde kaçınılması gereken durumlar, masaj terapisi için de geçerlidir. Bunlar; • Kırılmış ve kanamalı yerlere masaj yapılmaz. • Varisli bölgelere masaj yapılmaz. • Ciddi omurilik ve kemik rahatsızlıkları olan bölgelere (kemik erimesi, disk kayması, kemik çatlakları vb.) masaj yapılmaz. • Hamilelere ilk üç ay içinde masaj yapılmaz. Daha sonraki aylarda masaj yapılacak olursa hamile kadın yüzüstü uzanıp, bir dizini karnına doğru çekmeli ve dizinin altına bir yastık koyarak hafif yan yatar pozisyonda uzanmalıdır. • Bilgili ve tecrübeli olmayanlar omuriliğe masaj yapmamalıdır. Masaj esnasında, kaslarda kayganlığı sağlamak ve kasları rahatlatmak için zeytinyağı, badem yağı, susam yağı gibi cilde uygun yağları, aromaterapide kullanılan uçucu ve sabit yağ karışımlarını ve yağlı ciltler için talk pudrayı kullanabiliriz. bitkisandigi.blogspot.com Kaynaklar: İnci Yüksel. Masaj Teknikleri. İstanbul: Alp Yayınevi, 2007


21

Özüne Dönen Kadının Dergisi


22

HAYVAN DOSTLARIMIZ

Yunusla Terapi

Şafak Burçak ALKANLI Yazar

Kendim balık burcundan olduğumdan mıdır bilemiyorum oldum olası bu deniz memelilerine hayranlık duymuşumdur. Özellikle de onların insanlara yardım etmeleri ve bizlerle sempatik bağlantılar kurmaları çok hoştur. Bilimsel anlamda yapılan son araştırmalarla bir çeşit ses dalgası yayan sonarlarının incelenmesi ile yunusların kendi aralarında konuştukları tespit edilmiştir. Ayrıca tıp alanında da bu şirin balıklarla insanoğlu arasında ilgi çekici yardımlaşmalar gerçekleşmektedir. Maalesef yunusların akıllı (tam bilinçli) canlılar oldukları tüm dünyada bilinmiyor ve bazı ada halkları ve hatta bizler bile “ton balığı” adı altında onların etleri ile besleniyoruz. Oysa onlar yaşadıklarının ve var olduklarının farkında olan ve zarar görüp yok edildiklerinde ise kalpleri kırılan canlılardır. Ayrıca onlar bu güzelim dünyaya geldiğimiz günden beri insanoğluna can dostu olmuştur. Karada insan, denizde ise yunus ve balinalar olarak dünyanın koruyuculuğunu birlikte üstlenmişizdir. Bugün bu kadim bilgiler unutulsa da yunuslarla insanoğlunun işbirliği halen devam etmekte. Marmara denizinde onları bir çember oluşturmuş halde yüzüp oyunlar oynarken görebilir ve içiniz mutlulukla dolabilir ya da evcilleştirilmiş şifacı yunusları görmeye çeşitli yunus parklarına (dolfinaryum) gidebilirsiniz. Denizlerde özgürce dolaşan yunuslar arasında çok vahşilerinin olduğu gibi insana daha sempatik bakan farklı cinsleri de vardır. Bunlar siz deniz kenarına ya da havuz kenarına geldiğinizde hemen sizi incelemek üzere yaklaşırlar.

Özüne Dönen Kadının Dergisi

Bugünkü konumuz, insanoğluna sağlığına kavuşmada yardım etmekte olan yunuslar yani terapi yunusları. Bu yunuslar nesilden nesile insanoğlu ile el ele vermiş ve örneğin Rusya’da Ukrayna ve Kırım’da denize açılımı olan havuzlarda pek çok hastanın şifası için çalışmaktalar. Bizlerle birlikte çalışma şekilleri daha önce belirttiğimiz gibi beyinlerindeki bir bezden üretilen ve sonor adı verilen bir sinyal vasıtasıyla ve sempatik gülümsemeleriyle yüzerken insanoğluna dokunmaları ve hatta insanları sırtlarındaki yüzgece taktırarak yüzdürmeleri gibi temas ile gerçekleşiyor. Oraya tedavi için gelen kişiler özellikle sinir sistemleri doğuştan ya da sonradan bir şekilde sekteye uğramış insanlar. Sadece epilepsi, akut solunum hastalıkları, kanser ve diğer kaplıca ortamlarındaki rehabilitasyon kursları için geçerli olan genel sakıncalı hali olanlar bu terapi şeklinden yararlanamıyor. Biyolojideki bazı problemli toksinler ancak (genetik bilimi konusu olan) tam bilinçli biyoloji ile belli bazı frekansları hastanın üzerine yayarak çözülebilir. İşte yunuslar, hasta ve terapisti ile havuzda birlikte olduklarında, kendisinden zayıf durumda olan hastayı farkeder, onu adeta tarayarak incelerler. Böylece tıkanık ve sorunlu bölgelere DNA yapısında düzeltme yapacak şekilde sinyaller gönderirler. Bu şekilde tıkanıklıkları açma yönünde terapist ile ortak bir çalışma yürütülmektedir. Yunuslar telepatik olarak iletişim kurarlar. Otistik çocukların ailelerinin yunus terapisine başvurmasının nedenlerinden birisi de onların da konuşamıyor olmalarıdır. Beynin sol tarafı sağ tarafına oranla daha gelişmiş olduğundan bu şekilde bir iletişim ön plana çıkmaktadır. Bu hayvanların yardımıyla terapi yapan tanıdığım kişilerden bir tanesi de aynı zamanda Ergoterapist(1) -müzik terapist Azize Güvenç. Onunla yaptığımız sohbette yunusla terapide aynı zamanda pentatonik gamlı canlı Türk müzik ve hareket terapisini de kullandıklarını; yunus, çocuk ile etkileşime geçtikten sonra çocuğun aile bireylerinin de bulunduğu ve rahatladığı bir ortamda terapistin çeşitli tedavilere başlayabildiğini yani o tedavi ile diğer tedavilerin çocuk tarafından alımının kolaylaştığını söyledi.


23

Bu tür bir tedavide alınan olumlu bir sonuç “Kalpten Tıbba, Tıptan Kalbe” isimli Tümata’nın (Türk Müziğini Araştırma ve Tanıtma Grubu) Yalova’daki 2007 uluslar arası sempozyumunda dünyanın çeşitli yerlerinden gelen fizik tedavi uzmanları ve doktorların da bulunduğu bir ortamda şu şekilde ifade edildi: “Normalde hiç konuşmayan otistik bir çocuk terapinin sonunda ilk kez konuştuğunda “İplik diktim!” dedi. Bu çok ilginç zira çocuğun kurduğu bu cümle adeta DNA’nın yapısındaki ipliklerin onarıldığını ifade etmekteydi. Belki de yunuslar bulunduğu ortamdaki DNA çift sarmalını etkileyebiliyor, sesin yönlendirebileceği bir iyileşme sağlanabiliyor.” Tedavilerde anlatılan bir gerçek de yunusların hem sempatik hem de sosyal iletişimleri kuvvetli varlıklar olmalarından dolayı çocukların daha fazla motorik ve psişik olarak uyarılmalarıdır. Ailesi tarafından sosyal anlamda bu derece doğada heyecanla oyun oynama şansı bulamamış bireyler ise müthiş motive edici bir duyguya kapılmaktadırlar. Hatta yaşlı insanlar yunuslarla havuza girdiklerinde 2 hafta sonra yaşadıkları mutluluktan dolayı kalpleri heyecana maruz kalmaktadır. Bu tedavinin kuvvetli olabilmesi için yunuslarla en az iki haftalık karşılıklı etkileşim gereklidir. Gözlemlerimize göre çocuklarının yunuslarla daha sık oynamalarını sağlamak için yaşadıkları şehri terkedip bu havuzların bulunduğu yere yerleşen aileler de mevcuttur.

Kalbi şifalandırmak, göğsün etrafındaki enerji sistemlerini açmaya istekli olmak ve onları çözmek hissetmeyi gerektirir. Kalp açılınca hayatlarında aslen zihinsel olan insanlar duygusal bedenle bağlantıya geçerler. Hissetmek algıda bir değişim sağlar. Sevgili okurlar, hepimiz insanız dolayısıyla bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde bir varlığın kalbini kırmış olabiliriz. Şunu bilmeliyiz ki başımıza çeşitli hastalık veya olayların gelmesinin başlıca sebebi bu alanda yapmış olduğumuz hatalarımızdır. O halde bunların affedilmesi için öncelikle kendimizi affetmemiz gereklidir. Dünyaya ve üzerinde yaşayan bu güzelim varlıklarına çeşitli yollarla neden işkence ediyoruz? Bizi besleyen hastalanınca iyileştiren bu canlılar topluluğu hepimiz için birer sınavdır aslında. Sadece sevdiklerimize değil, yakın çevremizde bulunan doğaya bile bu şekilde davranıyor, canlıların doğal habitatlarını yok ederken dünya üzerinde kendi kuyumuzu da kazmış oluyoruz. Bilinçsizce de olsa zarar vermek; sevgi değil, hükmetme ve sahiplenmenin örüntüsüdür. Dünyadaki tüm hastalıklar, bizlerin düşünce formlarının fiziksel olarak görüp algılayabilmemiz için yaratılmış formlarıdır. Eğer hissetmiyorsak felç oluruz. Eğer artık kendimizi ve başkalarını sevmiyorsak kalp krizi geçiririz. Eğer çevremizdekileri duymak istemiyorsak kulağımız, görmek istemiyorsak da gözlerimiz bozulur. Bu bilinçle artık insanoğlu bir parazit gibi yaşamayı bırakıp dünyaya

Özüne Dönen Kadının Dergisi


24 hizmet etmeye geri dönmelidir. Psikonöroimmünolojiye göre insan kaslarını ve sinir sistemini kendi kendisi tahrip etmektedir. Bu, ya şimdiki hayatımızda ya da daha sonra doğacak nesillerde kalıcı bir DNA hasarı olarak iz bırakmaktadır. Yerli halkın davullar çalıp dans ederek dünyanın kalp atışları ile hizalanma ritüeli ve ona asla zarar vermeme bilgeliği bugünün teknolojik olarak yok edici insanında maalesef yok, kalmadı. Genetiğimiz yediğimiz GDO’lu gıdalardan önce bizler tarafından bozuldu bile. Bir insan artık çocukluğundaki saflığını, ruhsal gelişimini devam ettiremiyor. Dünyada her geçen gün öyle doğan veya virüslere karşı aşı olmak için vücuduna gereksiz yere kalıcı toksin civayı alıp sonradan otistik olan çocuk oranı şu an 1/25’e kadar arttığı tespit edilmiş. Eğer ahenksiz düşünce şekli dönüştürülürse birey ya da grup yeniden akışa ve ahenge geri döner. O halde sevgiyi bu güzel yunusları geceleyin uyumak üzere yattığımızda rehberlikleri için yanımıza çağırarak düşünce ve yaşam tarzımızın daha iyiye gidebilmesi için dönüştürmek üzere çağıralım ve onları varlıklarından dolayı kutsayalım! Açıkçası karma ya da kader olan DNA bozukluğu bedenin alanında (enerji bölgelerinde) ve şeklin biyolojisinde yer ve zamanda sıkışmış enerjiyi göstermektedir. Bir alandaki olumsuz düşünce şeklini tutan bu karma veya

Özüne Dönen Kadının Dergisi

kaderdir. Eğer ahenksiz düşünce şekli dönüştürülürse birey ya da grup yeniden akışa ve ahenge geri döner. Bizler de sonar tonları hareket ettirerek tıpkı yunuslar gibi kendi evimizde veya Dünyamızın çeşitli tıkanık bölgelerinde toprağı temizleyebilir veya tıkanık enerjiyi hareket ettirebiliriz. Yararlanılan Kaynaklar: Hawaii Sirius Enstitüsü Catacean (yunus ve balina) Araştırmaları ekibinin bilgileri. “Yunus Terapisi”, CEO’s /2005/ Sayı: 24 Tumata: Kalpten Tıbba, Tıptan Kalbe Uluslararası Sempozyumu www.ascendpress.org (1) www.tumata.com dan alınan bilgilere göre Ergo; yunanca ergon kelimesinden gelir. Oluşturmak, imal etmek anlamındadır. Ergoterapi de, hastanın iyileşmesi için bir yöntem oluşturmak ve uygulamak anlamına gelir. Her insanda tedavi olabilmek için bir imkan olduğu düşüncesinden hareketle, insanlara yardım edebilmeyi amaçlar.


25

Özüne Dönen Kadının Dergisi


26 ADAKALE Diye Bir Ada

VATAN VE KÖKLERİMİZ

Denizhan SEZGİN Yazar

Adakale, Tuna Nehri üzerinde Sırbistan ile Romanya sınırında yer alan ve bu nehrin üzerinde 1972 yılında kurulan barajın suları altında kalan tarihi bir ada. Kısa tarihi ise şöyle, Adanın Osmanlılar tarafından ilk olarak fethedilme tarihi tam olarak bilinmiyor. Yalnız Osmanlı fethi öncesi adanın bir korsan yatağı olduğunu sanılmaktadır. 17.yy’da Avusturyalıların eline geçen ada, Belgrad’ın yeniden fethinden sonra sadece 400 kişilik bir birlik gönderilerek 1691’de geri alındı ve uzun süre Osmanlıların Avrupadaki önemli savunma noktalarından birisi oldu. 18. yüzyıl başlarında yeniden Avusturyalıların eline geçen Adakale 1738’de, Sultan I. Mahmud döneminde Osmanlı sınırlarına tekrar dahil edildi. Mühimme Defteri’ndeki bir kayıtta bizzat padişahın diliyle, “kilid-i memleket-i Erdel ve Macar ve miftah-ı ülkât-ı Belgrad ve Tamşıvar”, yani “Macaristan’ın kilidi ve Sırbistan ve Romanya’nın anahtarı” diye adlandırılmış.

Adakale’nin zamanında diğer isimleri “CarolineAdası” ve “Yeni-Orschowa” olmuştur. Balkanlarla ilgili anlaşmalarda unutulmuş toprak parçası 1960’lı yılların sonlarına kadar 1000 kadar Türk’ün yaşadığı 160.000 m² yüzölçümündeki Adakale’de bir cami, bir Vauban stilinde inşa edilmiş bir kale, küçük ortodoks bir kilise, pazar yeri ve birkaç kahvehane bulunmaktaydı. Adada yaşayan Türkler tütün ekimi, kayıkçılık ve ticaretten geçimlerini sağlarlardı. Adakale, Tuna nehri üzerinde uzunluğu 1800, genişliği 400 metre olan bir ada. Romanya [Soft Break]tarafına 300, Sırbistan tarafına ise 400 metre mesafede. Türkler buraya, 15. yüzyılda, Rumeli’nin fethiyle birlikte yerleşmişler. Burası, beşyüz yıl boyunca, Tuna nehri üzerinde Osmanlı Devleti’nin karakolu olmuş; ayrıca gümrük görevi de görmüş.

Özüne Dönen Kadının Dergisi

19. yüzyılın başlarında Osmanlı yenilmeye, yenildikçe de geri çekilmeye başlar. Avrupa’daki topraklar birer ikişer elden çıkmaktadır.  1878 yılında yapılan Berlin Kongresinde, Türkler, Moldav ve Valah prensliklerinin bağımsızlıklarını tanımak zorunda kalırlar. Fakat nasıl olduysa olmuş, bu küçük Tuna adası unutulmuş, daha doğrusu gözden kaçmıştır. Adakale, Romanya topraklarında olmasına rağmen, Türk olarak, Osmanlı Devleti’nin bir parçası olarak kalır. Nüfusunun tamamına yakını Türk olan Adakale, Balkan ülkeleri bağımsız olduktan sonra yapılan anlaşmalarda da unutulur ve kara bağlantısı bulunmamasına rağmen, hukuken Türkiye’nin bir parçası olmaya devam eder. 1923 yılına gelindiğinde, Lozan Konferansı sırasında, özellikle İsmet İnönü, adanın Türkiye’ye bağlılığının devam etmesi yönünde ısrarcı olur. Türkiye Cumhuriyeti, sınırlarından yüzlerce kilometre uzakta bulunan küçük bir ada üzerinde egemenlik iddiasında bulunmaktadır. Bu duruma, Lozan’a katılan yabancı heyetler çok şaşırır. Hatta, İsmet Paşa’nın Adakale ısrarı yüzünden, Lozan Konferansı kesintiye uğrama tehlikesi geçirir. Sonuçta; İsmet İnönü, 28 Mayıs 1923’de Adakale’den vazgeçmek zorunda kalır. Artık Adakale, resmen Romanya’nın bir parçasıdır. Ancak, Türk halkı adada yaşamaya devam edecektir. Adakale’nin Romanya’ya bırakılması, TBMM’nin gizli oturumlarında günlerce tartışılır. Fakat yapacak bir şey yoktur. Türkiye Cumhuriyeti, Lozan’dan sonra da Adakale’nin peşini bırakmaz. 1965 yılında, Romanya ve Yugoslavya, Tuna nehri üzerine büyük bir baraj inşa etmeye başlarlar. Ve Adakale sular altında kalır. Son nüfus sayımına göre, 167 hanelik adada 680 kişi yaşıyordu ve bunların tamamına yakını Türk’tü. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel, bizzat bu olayla ilgilenir ve Eylül 1967’de Romanya’ya gider. Dönüşte, Adakaleli Türklerin çoğunu yurda getirir.


Özüne Dönen Kadının Dergisi


28

EVİMİZ DÜNYA

Beslenme Biçimimiz, Sağlığımız ve Gezegenin Hali - III

Melda KESKİN Radyo Programcısı

Evet, yazının başlığı uzun, ama içeriğinin kısa ve öz olmasını hedeflemiştim. Konumuz çok önemli, cilt cilt yazılsa yeridir de demiyorum, çünkü buna ne zaman, ne zemin, ne de hal var bugünlerde. “Bazı şeyler anlatılamaz yaşanır” diyorlar ya aslında öyle. Çoğumuz ciddi bir sorun yaşayıncaya kadar “Ekolojik ürün mü? Hmm, hiç ilgimi çekmiyor”; “Sigarayı bırakmak mı? Aaa! dünyada yapmam,” “Çevre mi? Eee! çevre de önemli tabii, ama zamanım yok uğraşamam,” kabilinden sözlerle oyalanıyoruz. Sonra da hastalık kapıya dayanınca, 35 senedir içtiği sigarayı 3 gün içinde bırakanlar mı istersiniz? hiç ilgisini çekmeyen ekolojik üründen başkasını yemeyen mi? yıllardır duyarsız kaldığı çevre sorunlarına karşı çözüm peşine düşenler mi? “Bir musibet, bin nasihatten iyidir,” dememişler boşuna. Ama hemen şimdi kararımızı verip, güzellikle de değişmeyi seçebiliriz. Yıllarca aymazlık ve inatla zarar verdiğimiz bedenimize, ruhumuza, doğaya yazık değil mi? Sizlere lafı dolaştırmadan, şöyle demek geliyor içimden: Can boğazdan geldiği gibi... gidiyor da! Doğamıza aykırı olduğu halde sanki bize seçeneksizmiş gibi sunulan, böyle bir çevrede, böyle beslendiğimiz zaman, sağlığımızın ve çevremizin gittikçe bozulmasına şaşırmak niye? Doğal Tarım’ın babası merhum Masanobu Fukuoka, bundan 20 yıl önce bize neyi hatırlatıyordu? Bugün yediklerimiz toprağın ürünü değil, petrolle yapılan sanayi mamulleri. Canlı değil ölü; doğal değil sentetik; saf değil katkılı, tehlikeli! Bizi hastane ve ilaçlardan uzak tutmak, sağlıklı kılmak için değil satacak görüntü, uzun raf ömrü, maksimum kâr elde etmek uğruna üretiliyorlar. Yaygın olarak satılan ekmek ve yapıldığı buğdayın türü bile böyle! Ticari olarak mantıklı, ama sağlık ve çevre açısından zararlı. Bu üretim ve tüketim sürdükçe, endüstriyel, teknolojik, tıbbi açıdan hangi gelişme(ler) olursa olsun, ne kanser vakalarının sayısı azalır ne de ekolojik krizin şiddeti! Bu noktada Albert Einstein’ın sözleri de bize esin kaynağı olabilir: “Hiçbir sorun, onu yaratmış olan bilinç düzeyinden yola çıkılarak çözülemez.” Başka bir deyişle, kendisi hastalık üreten ve bundan kâr eden bu sistemin,

Özüne Dönen Kadının Dergisi

sorunumuzu çözmesini beklemek, kesinlikle akıllı işi değil. İçinizi karartmak istemiyorum ama kendinizi kandırmanızın bedeli çok ağır! Daha barışçıl bir dünya için, uyanmak, silkinmek ve bir önceki sayıda söylediğim gibi, belki de artık bir şeyleri yapmamak zorundayız. Kendimize (ve Dünya’ya) hangi eylemlerimizle ister istemez zarar verdiğimizi şöyle bir düşünelim. Ekolojik Ayak İzi hesaplarında hangi kalemler ele alınıyorsa, onlara bakmamız kabaca yeterli olabilir. Yaşamımızı sürdürmemiz için ülkemizde ve dünyamızda neler (mallar, hizmetler, atıklar) üretiliyor? Biz ne tüketiyoruz, nasıl besleniyoruz? Atıklarımız neler, onları nasıl uzaklaştırıyoruz? Ulaşımımızı nasıl sağlıyoruz? Ne tür enerjileri, ne için kullanıyoruz? Bunların ardından gelen en önemli soru ise şu: Herşeyin birbiriyle bağlantılı olduğu bu sistemde, zararlı etkilerimizi azaltmak ve ortadan kaldırmak için hangi değişiklikleri, hangi vadede yapmayı hedefliyoruz? Sorumlu davranıp belli bir süreç içinde kendi kaderimizi değiştirebilir, daha sağlıklı bir dünya yaratabiliriz. Bugün sanayi ürünü paketli hazır yiyeceklerle beslenmek, petrokimya ürünü kozmetikleri, sözde “temizlik” malzemelerini kullanmak, hem sağlığımızı bozuyor, hem de petrole bağımlı üretim ve taşımacılık nedeniyle, iklimi, ekolojik dengeyi altüst ediyor. İstanbul’daysanız organik pazarlardan haftalık, başka yörelerdeyseniz yapay gübresiz, zehirsiz, hormonsuz üretim yaptığını bildiğiniz yerel üreticileri bulup onlardan günlük alışveriş yapmak ya da kendi yiyeceğinizi yetiştirmek, atabileceğiniz en olumlu adımlar olabilir. Tek kullanımlık plastik ambalajları değil, birden fazla kez kullanılabilecek camı, kartonu, metali, plastik alışveriş torbaları yerine bezi tercih etmek, organik atıkları ise mümkünse kompostlaştırarak toprak üretmek, böylece atıkları kaynağında engelleyip en aza indirdikten sonra geridönüşüme başvurmak ciddi seçenekler. Türkiye’de ne yazık ki elektriğimizin de ulaşım, ısınma, imalat vb. işler için gereken diğer enerjinin de büyük bölümü, iklimi değiştiren, çevreyi mahveden, sağlığımızı bozan kömür, doğalgaz, petrol gibi fosil yakıtlardan ve ekolojik etkileri tartışmalı su santrallarından geliyor. Bu durumda gereksiz enerji tüketmemek için ne yapılabiliyorsa yapmamız; mahalli ölçekte örgütlenerek sağlıklı bir yaşam için çeşitli siyasi talepler geliştirmemiz şart. Bedenimizi atıl bırakıp kalp, damar vb hastalıklara, obeziteye yol açan ne kadar “kolaylık” varsa belki de onlardan kurtulmamızın zamanı da çoktan gelmiştir. Otomobilli yaşamın bizi avucunda tutmasına izin vermeyip, başlangıçta arada sırada da bile olsa yürümeyi, bisiklete binmeyi, toplu taşıma araçlarını tercih etmeyi deneyebiliriz. Çeşitli elektrikli aletler, televizyonlar, bilgisayarlar, kablosuz internet ve telefonlar, cep


29 telefonları, baz istasyonları, yüksek gerilim hatlarından kaynaklanan elektromanyetik alanların “kobay”ları olarak yaşamanın gerçekte nelere mal olduğunu henüz yaygın olarak bilmiyoruz, ama burada da “tedbirli yaklaşım ilkesi”ne uygun davranarak, henüz kanıtlanmamış olsa da riskleri azaltmanın yollarını bulup uygulayabiliriz. Tüm bu araçları daha az kullanmaya çalışabiliriz. Bu son bölümün, sonbaharın başına denk gelmiş olması, bence güzel bir arınma mesajı için çok uygun. İç ekolojimize özen gösterdikçe, bunun dışımıza da yansıyacağı kesin: • Sabahları uyanınca, derin birkaç soluk verip alarak kandolaşımımızı hızlandırmak, kısa bir karın masajı ve birkaç gerinme hareketinin ardından halimize şükredip zihnimizi güne hazırlamak; • Kalkınca biraz limon ya da elma sirkesi eklenmiş bir bardak su içerek bedenimizin içini kanser gibi hastalıkların gelişimine uygun olmayan, alkali ortama çevirmek; suyumuzu seçerken Ph derecesi 7,4’ten yüksek (alkali) olanını yeğlemek; yapabiliyorsak, suyumuzu bir kaynaktan taze olarak temin edip, hayatımız boyunca sayısız pet şişe tüketip çöp dağları yaratmaktan kurtulmak; buna olanak yoksa, suyu küçük şişeler değil büyük damacanalarda satın

alıp, gün içinde yanımızda minik bir suluk / termos ile taşımak); • Mevsiminde çiğ ya da buharda pişmiş sebze meyva ağırlıklı beslenerek rafine şeker, un, ve yağlardan uzak durmak; paketli ürünleri prensip olarak tüketmemek; • Gün içinde bol hareket edebilmenin, olumlu bir zihin durumunu korumanın yollarını bulmak, maddi manevi sağlıklı kalabilmek için, hastalanmadan önce, bağışıklık güçlendirici doğal tıp uygulamaları (ve uzmanları) ile ilişki kurmak; • Belli aralıklarla organ temizlikleri, açlıklar, meditasyonlar yaparak bedeni ve zihni arındırmak; • Güneşin, ayın evrelerine, biyolojik saatimize duyarlı olmak ve en uygun seçimlerde bulunmak; • “ben” ile “biz” arasındaki dengeyi koruyarak aşırı uçlardan uzak, merkezinde yaşamak. Maya Takvimi’ne göre, 2011’in Mart ayına kadar süreceği bilinen 260 günlük “niyetler ekme” döneminin hazır içindeyken, bu ve benzeri hedeflerimizi kendimizi ve başkalarını strese sokmadan güle oynaya gerçekleştirmenin, elimizden birşey gelmediği durumlarda “herşeyde bir hayır vardır,” deyip işi oluruna bırakabilmenin, “teslim olma”nın, akışta kalmanın yolunu bulabilmeye niyet edelim. Öyle olsun!

Özüne Dönen Kadının Dergisi


30 Yaşlılık Ne Zaman Başlar?

EVRENSEL DEĞERLER

Metin RODOP Yazar

Oldukça loş bir odadayız, perdeler çekilmiş. Yazın son günlerini yaşadığımız sıcak günlerden birindeyiz; Eylül ayının son günleri ama yine de sıcak… Her zaman dinlediği el radyosunu artık dinlemiyor yaşlı adam, oturduğu kanapede iki büklüm bir şekilde öne doğru uzanmış ve gözleri artık bizi seçmekte zorlanıyor. Bana “sen misin?” diye seslendiğinde, büyük bir üzüntü ile irkiliyorum. Herşeyin farkında olan bilge ihtiyar artık beni tanımakta güçlük çekiyor. Bu esnada ona; “önümüzdeki yaz da bizimle birlikte olacak mısın?” dediğimde “Sanmıyorum, ama kışın belki beraber oluruz.” diyor… Bu, neredeyse yüz yaşına gelmiş yaşlı adamla son yıllarda aramızda geçen, bize özgü ilginç diyaloglardan biri sadece. Evde kimsenin olmadığı anlarda kalkıp odanın lambasını dahi açamıyor, yürüyemiyor ve okyanuslar kadar derin bir yalnızlığın pençesinde karanlıkta ölümünü bekliyor. Yaşadığı anın ötesinde bir yerde, kendini hazırladığı bir başka dünyanın huzurunu özlemle arıyor besbelli. Yıllardır el radyosunu hiç elinden bırakmamıştı, sürekli çalan şarkılar onun canlı olduğunun bir kanıtı gibiydi. Ama şimdi müziğin anlamını yitirdiği, yaşlılığın başladığı bir yerdeyiz. Yaşlı adam artık duymak istemiyordu el radyosunda çalan şarkıları, halbuki orkestra yerini almış onun için çalıyor ve onun öyküsünü anlatıyor gibiydi. Aradan aylar geçti. Şubat ayının soğuk günlerine geldik. Daha önce, önümüzdeki yaz aylarında sizinle olamam diyen ihtiyar adam, tüm yaşamı boyunca verdiği tüm sözleri tuttuğu gibi, buna da sadık kaldı. Bir yaşamın ve umudun tükendiği anlar işte böyle başlıyordu. Yaşlanma sürecinde yaşadığınız anın ötesine geçtiğiniz anlar size geçmişin sırlarını verir, dinlediğiniz müzik ise bu anı anlatır. Caretta kaplumbağalarının yumurtalarından çıkıp denize doğru yüzmesi gibi farkında olmasanız da bir sona doğru gidersiniz. Ya da somon balıklarının binlerce kilometre yolu tersine yüzüp yuvalarına ulaşmaya çalışmaları kadar doğal ve içgüdüsel bir süreçtir başlangıç ve bitişin öyküsü. Somonlar yumurtalarını bırakır ve ölürler. Bir ihtiyarın son yolculuğunun dramatik öyküsünde olduğu gibi final

Özüne Dönen Kadının Dergisi

Resim: Dianne DENGEL

sahnesini çektiğinizi bilirsiniz. Radyoyu kapatmanız, müziği susturmanız ona göre yaşlanmanın da sonu yani yaşamın bittiği andır. Gençliğinin esen bir yel gibi geçtiğini, yaşlılığın ise fırtınalı bir kış gibi aniden çöktüğünü söylüyor 80’lerindeki bir başka yaşlı kadın. Yaşlılık aniden gelen bir olgu mu? Elbette değil, hergün yaşlanıyoruz. Yaşlılık tıpkı sonbahar gibi beklenen birşey... Yaşlı kadının bu sözleri, bu sürecin tahmin edilenden çok daha hızlı geçtiğinin farkına varan bir insanın şaşkınlığını anlatır aslında... Bilimsel olarak doğduğumuz andan itibaren yaşlanıyoruz, hayvanlarda daha kısa süren yaşlılık süreci insanlar için, ortalama 30 bin gün kadar sürüyor. Yaşlanmak dediğimizde nasıl bir süreçten söz ediyoruz? Saçlarınızdaki beyazlıkların artması, ellerinizdeki kahverengi lekelerin çoğalması ya da gözünüzün, kulağınızın eskisi kadar iyi durumda olmaması ne kadar da sıradan gelir yıllar geçtikçe. Bu sürece hazırlıksız yakalanma kaygısı her zaman vardır. Çünkü beklenen


31 birşeydir ama sanki size ani bir baskın yapmış, tuzağa düşürmüş, tanımlayamadığınız bir düşman gibidir yaşlılık. Gerçekten hüzünlü bir çöküş gibi algılanır, bir yalnızlık duygusu kaplar benliğinizi. Arkadaşlarınız birer birer göçüp gitmektedir, çocuklarınız birer yetişkin olarak evden ayrılmışlardır. Hergün kendinizi daha iyi hissetmek istersiniz ama bu hiçbir zaman olmaz. Her gün yeni bir coşku ararsınız ama bulamazsınız ve artık bir hedef bulmanız güçleşir. Böylece sonbaharın dökülmüş yaprakları arasında tekrar yalnızlığınıza dönersiniz. Beyninizdeki ve vücudunuzdaki hormonların sizi yavaş yavaş yüzüstü bıraktığı bu biyo-kimyasal süreçteki plan öyle haince ve sinsice uygulanır ki kaçmanız olanaksız gibi gözükür, tıpkı avının en uygun anını bekleyen bir atmaca gibi. İnsanlar yaşlanırken, bedenlerinin niçin ölümlü olduklarını düşünmezler. Ancak onlar için olmasa da doğada bunun bir anlamı olmalıdır. Döllenmiş bir yumurtadan bir vücut meydana getirmek en fazla 50 hücrenin ikiye katlanmasını, derinizi onarmak için ise bundan birkaç yüz hücre fazlasını gerektirir. İnsan vücudu matematiğin kurallarını uygular aslında, yumurta hücresi bir defa bölünür, ardından oluşan her yavru hücre de bölünür ve bu böylece sürer gider. Hücre sayısı kırk sekizinci kez ikiye katlandığında bedeninizin 100 trilyondan fazla hücresi olur. İşte yaşlılığın sırlarından biri. Hücrelerden bazıları sayısal katlanmaya devam ederken bazıları bundan vazgeçerler. Ama bu esnada vücudunuzdaki dokuların kendilerini onarmaları için de kromozomların kendilerini sürekli kopyalamaya devam etmesi gerekir. Niçin yaşlandığımızın yanıtını arayan insanlar farklı sorular sorarlar ama aldıkları cevap hep aynıdır. Herkes bir gün yok olacaktır. Kutsal kitaplar bunu ölümün başlangıcı ve ruhun özgürlüğüne kavuşması olarak kutsallaştırırlar ama yaşlanmanın aslında nasıl olduğunu 14.kromozomda yer alan TEPI isimli gene baktığımızda görüyoruz. Çünkü TEPI geninin ürünü olan protein telomeraz isimli küçük bir biyokimyasal makinenin parçası, yani telomeraz eksikliği yaşlanmaya yol açıyor. Telomeraz eklenmesi ise bazı hücreleri ölümsüz kılıyor. İşte ölümsüzlüğün ve ölümün sırrı burada yatıyor. Ama kromozomlarımız her kopyalandığında bir miktar telomer eksiliyor ve yaşlanma süreci devam ediyor. Kısaca telomerler hücrelerdeki bölünmeleri sayarlar ve kontrol ederler, ancak belli bir noktada sınıra ulaşır ve durdurulurlar. 25-30 bin gün yaşayan insan vücudunun yaşlanma süreci işte böyle başlar. Orta yaş diye kabul edilen yaşları geçmekte olan bazı kadın ve erkeklerin içinde yaşadıkları türbülans, kozmetik sanayine milyonlarca dolar kazandırırken yaşanılan kasırga sonrası geriye kalan duygusal hasarın boyutları çok daha fazla. Yaşlanmaya meydan okumak başka, sağlıklı bir hayat sürmek başka birşeydir. Yaşlanmak bir umutsuzluk hali ya da bir çöküş olmamalı,

yaşamın bir parçası gibi algılanabilmeli. Aksi takdirde o yolunuzu kaybetmiş ve şaşkın bir halde sizi yavaş yavaş içine alan bir kara deliğe dönüşür. Bu durum tam bir psikolojik travmadır ve kendinizi bir anda sizi sarıp sarmalayan bir kaosun tam ortasında bulursunuz... Buna izin verecek miyiz? İnsan kaybedeceği bir savaşa girmemeli ama kazanacağınız anı bilmelisiniz, bu bir duruştur, bu bir felsefedir. Ruhunuz yavaşça sizi terk etmek ister ama zamanını ve sonucunu etkileme şansı her zaman size aittir. Elveda demenin de zamanı ve sırası gelir, bu bir yenilgi değildir bu doğa ile bir uzlaşmadır. Bir sahnenin içine girdiniz, oyununuzu oynadınız, alkışlar şimdi kulaklarınızda. Öyleyse “Perde!” demenin zamanı gelmiştir.

SONBAHAR ÇARPAR SENİ Esin KARAER Sonbahar çarpar seni… Ayağına çarpan sarı yapraklar, Kestaneler kabuğundan ayrılmış, Özlemeye başlarsın kelebekleri, Güneşi, denizi, kumu. Sonbahar çarpar seni, Sarı yapraklar sarsar. Teselliyi ararsın, Beyaz perdenin büyüsünde, Tiyatronun zerafetinde… Fotoğraf: Mustafa GÜRGÜLER

Özüne Dönen Kadının Dergisi


32

HAYATA YENİDEN BAKMAK

Dopdolu Bir Eylül Ayı

Semiha BATMAZ SALCI TV Program Yapımcısı ve Sunucusu

İçinde maneviyatı, coşkuyu, heyecanı ve bereketi barındıran koskoca bir aya giriyoruz. Eylül her anlamıyla hareketli geçeceğe benziyor. Orucun son haftasının eylülde tutulması, ardından ramazan bayramı, referandum heyecanı ve gerginliği ve son olarak da okulların açılması. Önce, o bütün güzellikleri içinde barındıran ramazan ayından bahsederek başlamak istiyorum. İnsanların her geçen gün hoşgörüsünün azaldığı, yardımlaşmanın kalmadığı günümüzde. Ne güzel bir hatırlatma yapıyor ramazan ayı. Yiyeceği olmayan insanın durumunu yaşatıyor bizlere. Kötü düşüncelere kapılmayın, kötü söz söylemeyi n diyor. Daha çok paylaşmayı, veren elin alan elden hayırlı olan olduğunu hatırlatıyor bizlere. Bütün gün aç susuz kaldıktan sonra bir lokma ekmeğin, bir yudum suyun ne kadar değerli olduğunu hissettiriyor. Ramazan sofrasının bereketini, sahurda annelerin gerekliliğini hatırlatıyor. Anneler en güzel böreklerini, çöreklerini sahur sofralarına saklarlar. Sonra kalkman

için onlarca kez sana seslenir. Zor zahmet kalkarsın ve o muhteşem sahur sofrasının karşısında hayran olup bir an kalırsın. O nedenledir ki, çocukluğumun sahurlarını o kadar özlerim ki, şimdilerde annesiz geçen sahur sofralarının bence hiç tadı yok. Büyük şehirlerde insanlar, daha iyi bir yaşam için karı koca çalışıyorlar. Hatta haftanın altı günü koşturarak çalışıyorlar. Ne kendilerine, ne de çocuklarına zaman ayırmadan. Bayram gibi üç dört günde olsa molaları tatil olarak algılamaları çok normal geliyor bana. Tatile gidilmeden büyükler e ziyarete gidilebilir. Ya da bir tatile onlarla birlikte gidilebilir. Kalp kırmadıktan sonra hayatta olayların bir tek çözüm yolu yok. Yeter ki isteyin yaşam en güzel çözümü size sunar. Eylül ayının önemli olaylarından biride anayasa değişikliği için yapılan referandum. Genel seçim havasında geçen referandum turları, ülkemiz için en hayırlı şekilde çözülür inşallah. Kendi çıkarlarından çok, ülke çıkarlarını ön planda tutan siyasileri gördüğümüzde, bugün yaşanan referandum krizi yaşanmayacağını düşünüyorum. Koskoca yaz tatili bitti. Okula yeni başlayacaklar, bir üst sınıfa geçecekler. Hepsi çok heyecanlılar. Kolay değil, üç aylık bir tatilin ardından okula adapte olmak. Her yönüyle dopdolu bir ay bekliyor bizi. Kendi menfaatlerimizin önüne, bütünün hayrının geçtiği günleri görmek dileğiyle. Hayırlı ramazanlar, İyi bayramlar, Ülkenin menfaatlerini düşünen bir anayasa Başarılı bir eğitim yılı diliyorum.

Fotoğraf: Şebnem OAKMAN

Özüne Dönen Kadının Dergisi


33

Nilay UZGÖREN PAPİLA Yazar

Sabancı Üniversitesi kampüsünde geçen hafta müthiş bir şey oldu. Daha sıcak yerlere gitmek üzere yola çıkmış bir leylek sürüsü geldi ve tam kampüsün üstüne kondu! Kampusün çocuk parkının bulunduğu yerde tam bir görsel şölen yaşadık. Binalardan birinden diğerine uçan çoklu gruplar, elektrik direkleri üzerinde sıra sıra leylekler... Aradaki geçişlerde “leyleği havada gören” bizler şaşkındık. Çocuklar sevinç çığlığı atıp bir o yana bir bu yana koşuyor ve hep birbirlerine uçan leylekleri göstermeye çalışıyorlardı. Çocukların ve hatta bizim sevinç çığlığımızı duyan tüm lojman sakinleri çocuk bahçesinde toplandı. Kendi çocukluğumun Ankara yıllarında çok ama çok nadir görülen; büyüklerin birbirine müthiş bir haber olarak sundukları ve de gelecekte yapılacak seyahatlerin habercisi olan bu “leyleği havada görme” olayı uzun zaman anlatılırdı. Bizim şahit olduğumuz olayda ise bir sürü leylek çatıdan çatıya sürekli geçişler yaparak tam anlamıyla şov yapmaktaydı. Parkta bir yandan çocuklar gibi şenleniyor bir yandan da nerelere gideceğimizin hayallerini kuruyorduk. Leyleklerin gücünün bir araya getirdiği ve uzun zamandır bu kadar kalabalık olarak bir

araya gelmemiş bizler müthiş bir doğa olayının parçası olmaktan mutluyduk. Leylekler benim de hayalgücümün düğmesine bastı. Parkta bir yandan günlük konuşmaları takip ederken bir yandan da gözümü her kapatışımda anlık ışınlanmalarla başka mekanlara gidebildim. Birinde bir hafta sonra yola çıkacağımız Kuzey Amerika kıtasına ulaşmış, henüz tutmadığımız evimizin arka bahçesinde kızlarım ve olmayan köpeğimizle oynuyordum. Ya da orada okula başlayacak olan kızımın okul çıkışında bahçede onu beklerken buldum kendimi. Başka bir leylek havalanınca sevdiklerimden birini daha parktan aldım kendi hayalimizin yanına koyuverdim. Annemlerdi sanırım leyleklerin hayalimdeki kıtadaki düş bahçesine ilk kondurdukları, sonra sıra sıra sevdiklerimi getirdi her uçan leylek bana. Doğa işaretlerini okumaya sürekli enerji harcayan beynim leyleklerin ziyaretini gidişimizle ilgili şans olarak algıladı. Ece Temelkuran gibi ben de sanırım “yeryüzü kayıtları tutan biriyim” ve bu leylek ziyareti de anne olduğum ilk yıl evimizi uğur böceği bastığı zaman gibi veya kelebeklerin istilasına uğradığımız bu yaz gibi kayıtlarıma girdi. Leylekler işaretiyse bu şehirden gitme vaktinin ve İstanbul’a veda etme zamanı geldiyse bunu ancak Nazım’ın nefis bir şiiri ile yapabilirim. O şiir aslında bir Paris şiiridir. Nazım Paris der, yok yok İstanbul bu derim. Bir İstanbul sevdalısı içinse o şehir olsa olsa İstanbul’dur. İşte bu şiirle bu yazımı bitiriyorum. Şimdilik hoşçakal güzel şehrim! Doyamadım henüz şarabına, yine geleceğim…

Hangi şehir şaraba benzer? Paris... İlk bardağı içersin, Buruktur. İkincide dumanı vurur başına. Üçüncüde mümkünü yok masadan kalkmanın... Garson bir şişe daha getir! Ve artık nerede olsan, nereye gitsen, Paris’in ayyaşısın iki gözüm!

Özüne Dönen Kadının Dergisi

YUVARLAĞIN KÖŞELERİ

Yeryüzü Kayıtları


34 Çocuklar ve Yetişkinler

AKILLI KALPLER

gibi duruyordu. Birtakım problemleri olduğu apaçık ortadaydı.

Eray BECEREN Kişisel Gelişim Uzmanı

Geçtiğimiz günlerde İstanbul sıcaklarından kaçmak ve serinlemek için açık alanda kurulmuş boğaz manzaralı bir kafede oturuyordum. Kahvemi yudumlarken dört kişiden oluşan bir aile yan masaya oturan aile dikkatimi çekti. İşim insanların duyguları ve ilişki tarzları olduğundan sık sık gözüm onlara takılıyordu. Onları izlerken aklıma bir anda 6 yıl önce Amerikalı Duygusal Zeka araştırmacısı S.Hein’ın yazdığı bir yazı geldi. Hein benzer bir durumla bir Güney Amerika ülkesinde karşılaşmıştı. Neredeyse her yönüyle ortak hikayemiz insanı anlatıyor ve şöyle... Baba, menüyü istedi. 7-8 yaşlarında olan kızları baba ile garsonun konuşmalarını ilgi ve merakla izliyordu. Kızın bakışı sanki garsonun çok heyecanlı ve ilgi çekici bir şeyler söylemesini bekler gibiydi. Kafede ve açık havada olmaktan çok mutluydu sanki ve bir taraftan da yandaki çocuk bahçesindeydi gözü. Kızdan daha küçük olan erkek kardeşi annesinin kucağındaydı. Küçük çocuğun kaşları sanki birine sinirlenmiş gibi çatık vaziyetteydi, ama bir yandan da durmaksızın bacaklarını oynatıyordu. Neden bu çocuğun kaşları çatık diye düşünürken gözüm anneye takıldı. Buldum; küçük çocuk aynen annesini taklit ediyordu. Annenin de kaşları çatıktı. Zaman zaman kızın yüzüne bakıyordum. Kız bütün heyecanıyla ve merakıyla etrafını inceliyordu. Göz göze geldik ve ona gülümsedim. O da bana gülümsedi ve bilgisayarıma baktı. Acayip bir merakla bilgisayarıma bakıyordu. Annesi de bana baktı ve göz göze gelince bakışını kaçırdı. Kadının gözlerinin altında torbalar vardı. Baba, Trakyalıya benziyordu. Saçları sarıya yakın ve düzgünce kesilmişti. Teni de açık renkti. Gömleği ütülüydü. Küçük bir sakalı vardı. Daha sonra onlar yemek yerlerken onlara yine baktım ve Hein’ın yazısını hatırladım. İşte benim kahramanlarım da bunlar dedim. Kız, bahçenin her tarafına merakla bakıyordu. Etrafa bakarken beni yine gördü ve hemen bana gülümsedi. O küçücük beynine gördüğü her şeyi kaydediyordu ve etrafa da bakmaya devam ediyordu. Tamamen yaşama sevinciyle doluydu. Ona karşın ailesi ise ölü gibiydi. Babası sanki bir kenara atılmış, atıl bir nesne

Özüne Dönen Kadının Dergisi

Baba, çocuklarını izlediğimi fark etti. Gülümsedim, ama öfkeli görünüyordu ve karşılığında bana gülümsemedi. Anne ve baba, çocuklarına hiçbir şey söylemiyordu, aslında gördüğüm kadarıyla birbirleriyle de konuşmuyorlardı. Onlara her gülümsediğimde fark ettim ki, anne çatık kaşlarına rağmen kendini daha rahat hissediyordu. Sonra gitmek için masadan kalktıklarında, anne bana gerçekten bir gülücük verdi. Baba ise hala rahat görünmüyordu. Kız ise ayaklarını yerde sürümeyle meşguldü ve bana bakmadı. Oğlan da dışarı bir an önce çıkabilmek için acele eder gibi bacaklarını son hız sallıyordu. Anne gerçekten daha rahattı. Kafeden çıkarken eşine gülümsedi, eşinin kolunu omzuna koydu. Acaba benim onlara gülümsemem yardımcı mı oldu? Bilmiyorum ama bu hoş bir düşünce. Ama aklıma gelen esas konu çocukların ne kadar canlı ve heyecanlı olduklarıydı, enerji ve yaşama sevinci dolu olmaları, öğrenmeye ve araştırmaya meraklı olmalarıydı. Küçük bir hikaye, küçük bir karşılaşma ya da gözlem “insan” ile ilgili neleri hatırlatıyor, çağrıştırıyor insana… • Çocuklar herşeyimiz, geleceğimiz. Çocuk yetiştirmek çok önemli, zor ve emek isteyen bir konu. Özellikle 6-7 yaşına kadar çocuğa söylediklerimiz, izlettiklerimiz, yedirip içirdiklerimiz, ona karşı yaptıklarımız tüm yaşam boyunca hayatlarını etkiliyor. Bu yaşlara kadar yaşananlar eğitim hayatından, ruhsal dünyalarına kadar her konuda çok etkili oluyor. • Duygular bulaşıcı. Karşılaştığımız bir güler yüz, bir görüşmeyi, bir konuşmayı, bir tartışmayı ve hatta komple bir günü olumlu etkileyebiliyor. Aksini düşünmek ve yazmak bile istemiyorum. • Ve işin en ilginç yanı şu: Bu aileyi hiç tanımıyorum. Sadece karşılıklı birbirimize gülümsedik. Bu kadar şeyi bana yazdıran ise, bazı önyargılarım ve aile bireylerinin beden dili. www.duygusalzeka.net


35 Kendimize Tatil Vermek başladık. Benzer duygular ve düşüncelerde buluşmanın keyfini yaşadım.

Gülseren ALÇI Yazar

“İçimdeki tüm savaşların acısını, iç organlarım yanında, içimin yüzü, bedenim de çekti. Cildim vaktinden önce kırıştı. Saçlarım dökülmeye başladı. Hepsinden kötüsü çok kilo aldım. Ayaklarım bedenimi çekmez oldu. Arada bir de, bedenimi bakımdan geçirmeyi, kendime tatil vermeyi düşünüyorum.” diyenlerin uğrak yeri “Natur Med”i merak etmeye başlamıştım. Bu merakımın beni yönlendirmesi üzerine geçen hafta Natur-Med’e gitmek üzere yola çıktım. Kuşadası-Davutlar’da çam ormanları arasındaki cennet yerdeyim. Daha kapıdan içeri girerken, “Natur-Med’te hiçbir mekânda sigara içilmez”. Biraz ilerleyince, “Yaşam biçiminizi değiştirmeye hazır değilseniz, size kimse yardımcı olamaz.” - Hipokrat sözünü okudum. Bir an duraksadım. Disiplinli bir yer, ne güzel, tam bana göre dedim. Güler yüzlü çalışanlar, temiz odalar, bahçenin güzelliği kucakladı beni ilk anda.

Dr. Yaşar Bey, “dinlenmek, arınmak, zayıflamak, ağrılarınızdan, ilaçlarınızdan kurtulmak istiyorsanız, bedeninizdeki eczaneyi keşfedeceksiniz. Burası size bedeninizdeki eczaneyi kullanmayı öğreten bir yer.” diyerek ilginç deneyimlerini anlattı. Bol oksijenli ortamda, güzel yemekler yiyerek, sağlık dostlarıyla birlikte, zamanı üreterek tüketmek isteyenlerin uğrak yeri Natur-Med’te üç gün yaşamak bana iyi geldi. Özellikle Dr. Dündar Bey’in akşam 18.00’de verdiği “Sağlıklı Yaşam Dersleri”nden ilginç bilgiler öğrendim. İsterdim ki, gelen sağlık dostlarına bu bilgilerden kitapçık oluşturulup verilsin. Natur-Med’ten ayrılırken “tatilin böylesi daha anlamı değil mi?” dediğimde çalışanlar beni yürekten gülümsemeleriyle uğurladılar. www.natur-med.com.tr 0 (256) 657 22 80

Çamlar, değişik meyve ağaçları, çiçekler arasında gezinirken, ortamla uyumlu levhalara güzel yazıyla yazılmış bilgelerden özlü sözler ilgimi çekti. “Tedavi edilemeyecek hasta yoktur; iyileşmeye niyeti olmayan hastalar vardır.” - İbni Sina, “Geleceğin doktoru ilaç vermeyecek, fakat beden sağlığının korunması, beslenme, hastalıkların nedenleri ve hastalıklardan korunma yollarıyla ilgilenecek.” - Thomas Edison. “Yoğun endüstrileşmiş bir toplumda insanlar herhangi bir şeyi yapmaya değil de almaya koşullanmışlardır; kendi yaratacaklarına değil, satın alabileceklerine değer vermek üzere eğitilmişlerdir. Öğrenmeyi, iyileşmeyi ve kendi yolunu bulmayı değil de öğretilmeyi, götürülmeyi, tedavi edilmeyi ya da yol gösterilmeyi isterler.” - Ivan Illich Doğal güzelliklerin kucakladığı düşündüren özdeyişler öyle çok ki, ilk fırsatta hepsini yazmalıyım diyerek Dr. Yaşar Bey’le görüşmeye gittim. Doğal bilincin verdiği huzuru soluduğumuz Dr. Yaşar, Dr. Dündar Beyler ve Dr. Abide Hanım’la söyleşmeye

Özüne Dönen Kadının Dergisi

GÜLIŞIĞI

Ozon tedavisi, manüel terapi, kolon hidroterapi, açık ve kapalı termal havuzlar, orman yürüyüşü, yüzme, jimnastik yoga, masaj, solunum egzersizleri, meditasyon, sağlıklı yaşam okulundan yararlanarak sağlıklı yaşam alışkanlıkları kazandırmak, kür yapmanın yararlarını anlattılar.


36 U F O L A R’ la KARŞILAŞMANIN İNSAN ÜZERİNDEKİ (FİZYOLOJİK / PSİKOLOJİK ) E T K İ L E R İ... EVRENDE ZEKİ HAYAT

Selman GERÇEKSEVER Derleyen

UFOlar ya da UFOlar’la gelenlerle karşılaşmalarda (yakın karşılaşmalarda, özellikle de 2. ve 3. tür yakın karşılaşmalarda) dünya insanının bundan nasıl etkilendiği konusu bazı araştırmacıların dikkatlerini çekmiştir(1). Söz konusu etkileniş, insanın psikolojisini de aşarak ruhsal yanına doğru uzanmıştır. Konuyla ilgili literatür, bu durumla ilgili örneklerle doludur; bunlardan bazılarını aşağıdaki derlememizde bulacaksınız: Beşeri fizyolojinin ve psikolojinin, UFOlar ile yakın karşılaşmalara olan en genel ve yaygın tepkilerini şöylece sıralayabiliriz: Yaralanma, yanık, geçici felç, rahatlık ya da bir rahatsızlıktan kurtuluş, göz kararması, nöbet(kriz), zamanda kayış, hafıza kaybı / güçlenmesi, zekâ düzeyinde artma / azalma, psikoz. Bunlara ek olarak ve daha çok gözlemci kişinin ruhsal yanıyla ilgili olmak üzere şu tepkilere de rastlanmıştır: 1-Telepatik iletişim ve durugörü, 2-Önsezi ya da kehânet, 3-Materyalizasyon, de-materyalizasyon, apor(2) 4-UFOlar’la gelenlerin (aniden) ortaya çıkmaları ve görünmez hale gelmeleri, 5-Telekinezi (hareket eden eşyalar, nedeni bilinmeyen sesler ve tıkırtılar, radyo, TV, telefon ve öteki elektrikli cihazların çalışmalarının etkilenmesi, 6-UFOlar’ın ruhsal / düşünce fotoğrafları, 7-UFOlar’la ilgili ses bantı kayıtları, 8-Gözlemcilerin ya da eşyaların teleportasyonları(3), 9-Levitasyon(4) ve 10-Tekinsizlik ve poltergaist (5) olayları. Görüldüğü gibi; dünya dışı canlılık ya da evrende zeki hayat konusu ile parapsikoloji (hatta metapsişik) arasında birçok bakımlardan bağlantı bulunmaktadır ve biz de zaten böyle bir yaklaşım içinde sizlere aktarımlarda bulunmak istiyoruz... Söz konusu bağlantılara rağmen, UFO olaylarının ya da UFOlar’la ilgili deneyimleri bulunan insanların şimdiye kadar en az incelenmiş yanı budur; yani işin (astronomik ve fiziksel yanına oranla) psikolojik(6), parapsikolojik hatta parapsişik / metapsişik yanı... Bununla birlikte, az da olsa, şimdiye kadar yapılan araştırmaların bir ürünü, UFOlar’la gelen zeki varlıklarla görüşenlerin ortak bir yanını ortaya çıkarmıştır ki, o da; bu kimselerin ipnoza olan yatkınlıklarıdır. Evet, bu insanlar, ruhsal uyarana son derece duyarlı kimselerdir. Dünya beşerinin UFO fenomenine olan söz konusu psikolojik ve ruhsal tepkilerine bazı örnekleri bu yazımızda, bazılarını da başka yazılarımızda vereceğiz. UFOlar’ın; insan, hayvan ve çevre üzerinde yaptıkları geçici / kalıcı etkiler: İkinci türden yakın karşılaşmaların bazılarında, olayı gözlemleyen tanıkların bir kısmında; şok, buhran,

Özüne Dönen Kadının Dergisi

açıklanamayan korku ve huzursuzluk olmakta, bir kısmında ise (özellikle 3.türden yakın karşılaşmalarda) rahat olması gerektiği, korkmasının anlamsız olduğu gibi açıklanamayan zihinsel telkinler hissetme durumu deneyimlenmiştir. Bu sırada ortaya çıkan; şok, bilinç kaybı, ani sıcak basması şeklindeki durumları radyasyon ya da elektromanyetik etkiyle, alınan telkinleri içeren bir deneyim Brezilya’da cereyan etmiş bir olayda yaşanmıştır(7). Olayın kahramanı Antonio Bogado La Rubia, görevine servisle gitmek üzere, sabaha karşı 02:15’te evinden çıkmıştı. Servis aracının durağına giden yol ıssız bir yöreden geçiyordu. Çünkü, Antonio’nun evi zaten şehir dışında nispeten ıssız bir bölgedeydi ve evinin yakın çevresinde birkaç küçük kulübeden başka mesken de yoktu. Servis aracını kaçırmamak için hızlı adımlarla durağa doğru ilerlemeye çalışırken, az ileride (kendi ifadesiyle) “şapkaya benzer bir şey”i aniden gördüğü zaman doğal olarak irkilmiş ve olduğu yerde sanki donakalmıştı. Durur durmaz da, iki yanında (yine onun ifadesiyle) “iki adam” tarafından yakalanıvermişti. Antonio çok geçmeden kendisini, “o şey...” olarak adlandırdığı bir mekânda buldu. Orada sanki boşlukta duruyor gibiydi. Burada, her iki yanında boyları hemen


37 hemen kendisininki kadar yaklaşık 10-12 “adam” vardı. Antonio bu “adamlar”ın soluk alıp verişleri dışında hiç bir ses duymuyordu. Bir ara paniğe kapılan Antonio bağırmak istedi ama sesinin çıkmadığını hayretle fark etti. Bu ilk mekandan sonra, Antonio; mavi ve beyaz ışıkların egemen olduğu yan mekana alındı. Burada sağ elinin orta parmağından kan örneği alındı. Bu sırada ekrandan kendi görüntüsünü (ama yakın geleceği de içeren görüntülerini) izlemekteydi. Bir ara tüm gücünü toplayarak birden bire şiddetle haykırabildi: “Siz kimsiniz, benden ne istiyorsunuz?” Yanında bulunan “adamlar” Antonio’dan herhalde böyle bir tepki beklemiyorlardı ki, hepsi birden, telaşla bir iki adım geri sıçradı. Ama hemen hemen aynı anda Antonio’nun üzerine yöneltilen bir ışık hüzmesiyle kahramanımızın sesi kesilivermişti. Sesini çıkarmak bir yana, elini-kolunu bile kıpırdatamıyordu. İçinde bulunduğu bu hali Antonio sonradan şöyle betimlemeye çalışmıştır: “Bir an, adamların beni canlı canlı kızartmak niyetinde olduklarını sanmıştım. Sanki, alev alev yanıyordum. O ışığın altında nar gibi kızarmıştım. Işığı üzerimden çektikleri zaman, bir parça rahatladım...” O acayip yerde ne kadar kaldı, bilmiyor; nasıl olduğunu anlayamadan, kendisini ilk götürüldüğü / alındığı yerin yakınında terk edilmiş bir kulübenin içinde buluverdi. Kendine geldiği zaman, saatine baktı, 03:55’i gösteriyordu. Demek ki, “o şey”in içinde 40 dak. geçmişti. Güçlükle işyerine geldiğinde, hâla ateş gibi hissediyordu kendisini. O kadar ki, arkadaşlarından, üzerine hortumla su sıkmalarını istedi. Ama fayda vermedi ve onu, işyerinin sağlık merkezine götürdüler: Vücut ısısı 42 dereceyi gösteriyordu. Sağlık merkezinde Antonio doktorlar tarafından, yarı çıplak durumda muayeneden geçirilirken, “o şey”in içinde bulunduğu sırada ekrandaki kendi görüntüsünü anımsadı. Evet, bu an kendisine “o şey”in içinde izlettirilmişti, hem de saatlerce önce... Bu tıbbi muayeneden sonraki saatlerde kahramanımızın duygusal belirtileri / tepkileri aynen bir çocuğunki gibiydi; hatta, bebek gibi ağladığı zamanlar oluyordu. Ateşi zaman zaman inişler-çıkışlar gösterdi. Vücudunun bazı yerlerindeki hafif şişliklerin yanı sıra, kusma ve ishal durumları sürüyordu. Vücudunun bazı kısımlarını kaşımaktan yer yer kızartmıştı. Ne kendisine dokunulmasını, ne de üzerine bir şey giymek istiyordu. Hemen hemen sürekli olarak kuruluk hissettiği ağzı sanki alev alev yanıyordu. Antonio’ya psikolojik testler de uygulandı ama hepsinden normal çıktı. Öte yandan, konuyla ve Antonio ile elbette ki, UFO araştırmacıları da ilgilendi. Bunlardan birisi olan yerel araştırmacı Irene Granchi 1968 yılında Mendoza Peccinetti, Villegas’ta Antonio’nun başından geçen olaya benzer bir üçüncü türden yakın karşılaşma olayını ilgililere anımsattı: O olayda da, orta parmaktan kan örneği alma ve TV izletme durumları vardı...(8)

Değerli okuyucularımız, dünya insanının UFOlar ile karşılaşmasının etkileri elbette ki, böyle birkaç örnekle sınırlı değil. Öteki örnekleri daha sonraki yazılarımıza bırakarak, bu yazımızı burada noktalıyoruz. Evrende yalnız değiliz, bizden başkaları da var… ..................................... (1) UFO GÖZLEMLERİ sınıflaması ünlü UFOlog ve astrofizikçi Prof.Dr.Allen Hynek tarafından yapılmıştır. UFO GÖZLEMLERİ SINIFLAMASI: 1. Gece / gündüz uzaktan gözlenen UFO, 2. Radar ve gözle izlenen UFO, 3. Yakın karşılaşmalar (kendi içinde ayrıca 3 türe ayrılır). (2) MATERYALİZASYON: Maddeleşmek, görünür hale (beş duyu ile algılanabilir hale) gelmek, dört ve daha yukarı boyutlardan gelen varlıkların 3.boyutta tezahür etmesi. Uzaylılar bunu, titreşimlerini düşürerek yaptıklarını (yani, görünür hale geldiklerini) söylemektedir. (3) TELEPORTASYON: İnsan bedeni de dahil, canlı / cansız her şeyin (anında) bir yerden bir yere nakli, aktarımı. Bilim kurgu romanlarındaki ‘ışınlama’ya benzer bir olay ki literatürde görgü tanıklı ve kanıtlanmış birçok teleportasyon (eski Türkçe ifadesiyle ‘tay-ı mekan’) örnekleri / vakaları bulunmaktadır. Teleportasyonun parapsikolojideki karşılığı ‘telekinezi’dir ki, bu da; zihin ya da düşünce gücüyle eşyaların etkilenmesi (hareket ettirilmesi ya da şekillerinin değiştirilmesi...) anlamına gelen bir sözcüktür. (4) LEVİTASYON: İnsanların ya da eşyaların, yerçekimine rağmen, havada asılı gibi kalması yada hareket etmesi / uçması. İncil’de ve deneysel ruhçulukla ilgili birçok kaynakta pek çok (doğruluğu kanıtlanmış) levitasyon örneği yer almıştır. (5) POLTERGEIST: ‘Hayalet’ olarak bilinen (genellikle gürültücü) bedensiz ya da materyalize varlıkların neden olduğu tekinsizlik vakaları: Nereden geldiği ve nedeni açıklanamayan gürültüler, eşyaların yer değiştirmesi, taş / kömür parçalarının fırlatılması, insan seslerinin taklidi, ıslık sesleri ve fısıltılar yaygın tekinsizlik vakalarındandır. Başta İngiltere olmak üzere, dünyanın birçok yerinde poltergeist / tekinsizlik vakalarına tanık olunmuştur. (6) Konunun psikolojik / psikiyatrik yanıyla ilgilenen araştırmacılardan biri (Mayo Klinik’ten) Prof. Dr. Adelaide M.Johnson’dur. (7) Pacienca kasabası, Brezilya (Rio de Janeiro yakınları) (8) Kaynaklar: International UFO Reporter, Encyclopedia of Extraterrestrial Encounters, Ronald D.Story Metapsişik Terimler Sözlüğü, Ergün ARIKDAL

Özüne Dönen Kadının Dergisi


38

KÜLTÜR - SANAT

Serpil Saydan Merhaba Sevgili Kültür-Sanat Okurları, Bu ay size İstanbullu ressam bir sanatçımızı resimleri ile tanıtacağız. Serpil Saydan 1957 yılında İstanbul’da doğdu. Küçük yaşlardan itibaren karakalemle portreler çizmeye başladı. 2000-2002 yılları arasında Sultan Ahmet Caferağa Medresesi’nde el sanatlarını geliştiren tekniklerle ilgili eğitim aldı. 2002 yılında hızlı manzara tekniği ile yağlı boya çalışmalarına başladı. Daha sonra Mehmet Karaman Atölye’sinde çalışmalarına devam etti. Resim çalışmaları olgunlaştıkça kendi dünyasını keşfetmeye başladı. Okumak , doğayı seyretmek ve insan vazgeçilmezleri oldu. Sanatla yaşamaya başlayınca tüm öncelikleri insan oldu. Yaptığı yağlı boya tablolarda genellikle insan portreleri öncelik kazandı. İnsan her evrimi ile ilgisini çekti. Canlı ve doygun renkleri kullanmayı kendi yapısı ile bağdaştırdı. Siyah ve beyazın ulaşılmaz gizemini fırçasından aktarmaya çalıştı. Mevlana felsefesini okudu ve resimlerine yansıttı. Tuval üzerine dokulu bir zemin hazırlayarak farklı bir bakış açısı ile semazenleri yorumladı. http://serpilsaydan.blogspot.com

Özüne Dönen Kadının Dergisi

Açtığı Karma Sergiler ; 2005 – Yunus Emre Kültür Merkezi 2005 – Açık Hava Resim Sergileri ( Parklar ) 2006 – Basın Müzesi Sanat Galerisi 2006 – Yunus Emre Kültür Merkezi 2007 – Harbiye Askeri Müzesi 2007 – Yunus Emre Kültür Merkezi 2008 – Harbiye Askeri Müzesi 2009 – Kültür Üniversitesi ( Kişisel Sergi ) Şuandaki çalışmaları yazı ile resmin renklerle buluşmasını anlatan ilginç bir tarz. Ayrıca hayata geçirmeyi planladığı başka bir çalışma da çocuklarla “Renklerle Dans” adını verdiği bir proje. Çocuklarda yaratıcı gücü ortaya çıkartma amaçlı bir çalışma uygun zaman ve mekanın oluşumunu beklemekte… Serpil Saydan altı yaşından bu yana yaşadığı serüvende “İnsan ve Aşk” temalı yazılar ve şiirler yazmaktadır.


39

Özüne Dönen Kadının Dergisi


40 Dünden Bugüne Şifacılık ve Ruhsal Şifa

KİTAP

Şafak Burçak ALKANLI Yazar

Size bu ay İngilizce öğretmenim Sn. Selman Gerçeksever’in şifanın bilinmeyen yönleri ve en güzel örnekleriyle bizi karşılaştırdığı son kitabını tanıtmaya çalışacağız. Kendisi sayesinde ilk UFO (Dünya dışı canlılık) videolarını öğrencilik yıllarımda izleyebilmiş, dünyanın bizim bildiğimizin dışında da farklı bir yüzü olabileceğini öğrenmiştim. Çok değerli bu bilim insanı bugüne kadar özellikle ruhçuluk, insanın gelişimi ve insanın gerçek doğası üzerine pek çok çalışma yapmıştır. Bunlardan bazıları Ruh ve Madde Yayınlarından 80’li, 90’lı yıllarda çıkan kitapları; “Yıldızlardan Gelen Tanrılar”, Ruhsal Şifa” ile yolda olan pek çok kitap, “Kristallerin (ve tüm öteki değerli taşların) burçlara göre kullanımı”, “Kadın hakları” ( özgürlük, eşitlik/eşitsizlik, ayrımcılık ve bunların temelinde olan egoistlik, kendini bilmezlik vs…), “Mucize Nedir”, “İçsel Eğitim”, “Erdemli Çocukların Yetiştirilmesi”, “İndigo ve Kristal Çocuklar” alanındaki seminerlerdir.

Özüne Dönen Kadının Dergisi

Şimdi kitabın tanıtımına yer verelim: “Kitabın konusu olan “Ruhsal Şifa”, 1850’li yıllardan itibaren kendini hissettirmeye çalışan Spiritüalizm’in (Ruhçuluğun), uygulamaya dayalı ve daha çok ‘Spiritzim’ ile ilgili alanlarından biridir. Aslında, sadece ruhçuluğun ve genel anlamda ‘şifacılığın’ değil, ‘ruhsal şifa’nın da geçmişi, bu kitapta da görüleceği gibi sanıldığından çok daha eskilere dayanır. Ruhsal şifa uygulamaları, sadece Kadim Mısır ve Yunan mabetlerinde değil; spritüel öğretmenler, Çin’de lamalar, Tibet’te Gurular tarafından, Hintistan’da ve hatta Galile Gölü çevresinde İsa Peygamber ve havarileri tarafından yapılıyordu. Ruhsal Şifa’dan Romalıların da haberi vardı; ilk Hıristiyanlar, Ruhsal Şifa’yı birbirine öğretiyordu. Günümüz bilimleri maddeci kesimi -bilimsel bir ‘tutuculuk’ içinde- Deneysel Ruhçuluk ve Parapsikoloji ile elde edilen birçok kanıta rağmen, insanın metabiyolojik yanına inanmıyor ama bu iki alanda kazanılan kanıtlara ve bilgi birikimine ek olarak ‘genel şifacılık’ın ve ‘Ruhsal Şifa’nın geçmişiyle ilgili belge ve bilgilerde insanın gerçek doğası hakkında pek çok kanıt içermektedir. Tutuculuktan uzak, ön yargılardan arınmış bir zihin ile konuya yaklaşmak gerek. Daha yaygın adıyla ‘alternatif tıp’ olarak bilinen ruhsal şifa ve onun çağdaş tedavi şekilleri, günümüz tıbbının önerdiği ilaçlara değerli bir ek olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Hatta şimdilerde İngiliz Medikal Kurumu bile, modern tıbbın başarısız olduğu bazı tıbbi tedavilerde ruhsal şifanın başarısını kabul etmiş görünmektedir. Oldukça kapsamlı bir literatür taraması ile Ruhsal Şifa’nın tarihsel süreçlerini içine alan bu yapıtta ayrıca günümüzde; Aromaterapi, Ses ve Yoga ile Şifa gibi pek çok şifa tedavi yöntemlerini içine alan çalışmaları da bulacaksınız.”

Selman Gerçeksever


41 Rejeneratif Tıp ve Spiritualite Kalpten Tıbba, Tıptan Kalbe Geleceğe Hazırlık Sempozyum–Semineri 7 18–19 Eylül 2010 09:00–18:00 Başlangıçta ve Horasan kültüründeki tıbbi gelişmede, sağlık; ruh–beden birliği ve dengesi ile oluşur düşüncesi vardı. Zamanla tıp yalnızca bedene yönelen bir araştırma ve uygulama alanı haline geldi. Her ne kadar psikoloji, psikiyatri ve pedagoji bilimleri olgunlaştıysa da, geniş anlamda sonsuz bilgiye ve sonsuz algılamaya açık olan insanın spritüel imkanları ihmal edildi. Özellikle 20. yy.´da tıp bu eksikliklerini fark ederek telafi yoluna gitti. Bütün bu çabaların ve tarihi gelişimin özetine ulaşmak ve bu bilgileri günümüz şartlarında değerlendirmek için “Tıptan Kalbe, Kalpten Tıbba – Geleceğe Hazırlık Semineri 7” toplantısı düzenlendi. www.tumata.com

Kayıt Sempozyuma dinleyici olarak ya da tebliğ vermek amacıyla katılacakların kayıtları başlamıştır. Kayıt için aşağıdaki iletişim bilgilerinden bize ulaşabilirsiniz. Ücret Dinleyiciler için sempozyum katılım ücreti günlük 50TL´dir. Bu fiyata öğle yemeği dahildir. Adres: Atatürk Köşkü Termal, Yalova


42

GEZİ

Kuzey Kutup Bölgesi

Gülçin ERİŞKİN KANDEMİR Emekli Öğretim Üyesi

Longyearbyen’de Kutup Başlığında Haziran 1997’de Longyearbyen Havaalanı’na indiğimizde iyonosferle ilgili toplantı tarihinin çok uygun seçildiğini düşünüyorduk. 11 gün beyaz geceleri ya da “geceyarısı güneşi”ni yaşayabilecektik. 70-80 kuzey enlemleri arasındaki Norveç’e ait Svalbard adası “kutup başlığı” içinde kalıyordu. Adanın en kalabalık şehri Longyearbyen ise 78 derece kuzey enleminde yer alıyordu. Hazirandan başlayarak 4 aylık yaz döneminde buralarda güneş hiç batmıyor, yalnızca gün boyunca yukarı baktığımızda güneşin konumu bir daire çizerek değişiyordu.

Resim 1.Svalbard müzesindeki içi doldurulmuş kutup ayısıyla. Sahicisini uzaktan görmenin bile o insanı yemesine yeterli süreyi sağladığı söyleniyordu.

Özüne Dönen Kadının Dergisi


43 Havaalanında elimize tutuşturulan korkunç resimli bir uyarı yazısına şaşırdık. Resimde beyaz kutup ayısı kıpkırmızı kanlar içinde bir canlıyı parçalıyordu. Kutup ayısı görünce koşarak kaçmanın gereksiz olduğunu, çok hızlı koşan ayının insanı mutlaka yakalayacağını, bunun için ayıyı görür görmez ateş edip vurmamız gerektiğini yazıyordu. Longyearbyen’de bulunduğumuz 11 gün içinde limana günlük uğrayan gemilerden çıkan turistlere tüfek dağıtıldığını gördük. Televizyonda izlediğim bir belgeselde Kanadalı turistlerin otobüslerle çok daha zevkli bir şekilde dolaştırıldığını ve kutup ayılarının resmini çektiğini görmüştüm. Norveçlilerin turistlere tüfek dağıtıp ayıların bulunduğu bölgeye yollamasını anlamak çok güçtü. Bölge ilgi çektiği için daha fazla turistik tesise ihtiyaç vardı ve herhalde bölgeyi beyaz ayılardan temizlemek için az tepki çekecek bir çözüm düşünmüşlerdi. Dağdan gelen insanoğlu bağdaki ayıcığı kovuyordu.

Resim 2.Lonyearbyen’den Svalbard’ın başka bir şehrine kuzey buz denizine özel gemilerle gitmek mümkün.

Gece hasreti Bindiğimiz otobüsün şoförü bir ara saati sordu, biz de söyledik. Şoförümüzün yüz ifadesinden yanıtımızı beğenmediği anlaşılıyordu. “Üç olduğunu benim saatim de gösteriyor; benim anlamak istediğim öğleden sonra üç mü, yoksa gecenin üçü mü?” deyince yanıtımızı neden beğenmediğini anladık ve geceyarısı güneşinin henüz küçük bir sorunuyla karşılaşmış olduk.

Özüne Dönen Kadının Dergisi


44

Resim 3.Longyearbyen’de eski binalar baraka görünümünde olmalarına karşın özenle restore edilip korunuyordu. Eskiden kömür maden işçileri böyle binalarda otururlarmış; soğuğa karşı hepsi mükemmel yalıtılmıştı. Dışarda kalan tesisat boruları da kat kat yalıtım maddesi ile sarılıydı.

Svalbard’a gelene kadar geceleri pek sevmez ve birkaç güneşli bir gezegenin sürekli güneşe bakan yüzünde yaşamayı hayal ederdim. Gecelerin kıymetini bilmek için buralara gelmem gerekliymiş. Svalbard’da kaldığımız 11 gün süresince derin bir uyku çekmemiz mümkün olmadı. Pencerelerde kalın perdeler vardı. Fakat perdeleri düzgün örtmek için ne kadar özen göstersek bir yanından ufacık bir ışık sızıntısı bilinçaltımız uyandırıyor; fazla derin uyumamamız gerektiği mesajı veriyordu. Dönüşte Oslo’da uçak aktarmak gerekiyordu ve uçuş saatleri uyuşmadığı için orada bir gece kalmamız gerekti. 60o kuzey enleminde bulunduğu için bu mevsimde gece oldukça kısaydı; birkaç saatlik de olsa “hele şükür” dedirtmeye yetecek bir gece vardı. 11 gecedir (ya da 11 adet 24 saatlik gündüzdür) ilk kez güzel bir uyku çektik ve kendimizi sağlıklı hissettik. İlk kez gecelerin güzelliğini takdir ediyorduk. Güzel gece insanları sarıp sarmalıyor ve uyutuyordu. İster melatonin salgılanmasıyla bilimsel açıklamasını, ister “geceyi ve gündüzü sizler için yarattım” sözleriyle teokratik açıklamasını yeğleyin, geceyi yaşamak gerekliydi ve bu enlemler zor uyuyanlara pek uygun değildi. Ağaç hasreti Kutup bölgesinde parçalı bulutlu günler fotoğraf çekmek için çok uygundu ve bulutların arasından süzülüp denize vuran “arktik” ışıkları yaz günlerinin 24 saatinde yakalayabiliyordunuz. Svalbard’da bol bol karlı dağ manzarası seyrettik. Fakat bu manzaraları Uludağ ya da Kartaltepe’dekilerden farklı kılan birşey vardı: Atmosferin özelikleri, güneş ışınlarının farklı eğimi gibi etmenler değişik yansıma ve kırılmalı arktik ışıklara neden oluyordu. Bulutların durumuna göre arktik ışıklar çok güzel görüntüler oluşturabiliyordu.

Özüne Dönen Kadının Dergisi


45

Resim 4, 5.Kutup bölgesi manzaraları bu bölgeye has garip ışıklı ve renksiz bir güzellik sergiliyordu.

Özüne Dönen Kadının Dergisi


46 Yalnızca siyah ve beyaz tonlarla resim yapmış olan Norveçli ressam Kare Tveter buralarda yaşamış ve bu ışıkları, renksiz güzellikleri tuvaline yansıtmış. Svalbard’da bir sanat galerisi var; büyük bir kısmı Tveter’un resimlerine ayrılmış. Tveter’in renkli boya kullanmadığını gözleyen bir turist şöyle diyordu: “Burada ne diye renkli film satıyorlar bilmem; hiç gereği yok. Zaten herşey siyah-beyaz”...

Resim 6. Siyah, beyaz, gri ve donuk mavinin yanında hiç yeşillik göremiyorduk.

Svalbard’a vardığımızdan belki birkaç saat sonraydı ki bir şeyin daha eksikliğini farkettik: bir tek ağaç yoktu. Ağaçtan vazgeçtik ve çevremize bakındık ki çalı dahi yoktu. Nereye gidersek gidelim; görünürdeki tek bitki yerlerdeki 5-10 cm boyunda sararmış otlardı. Zavallı ren geyikleri bu otlarla doymaya çalışıyorlardı. Ren geyikleri belden aşağısı keçi, belden yukarısı boynuzlu inek görünümünde hayvancıklardı. Restoranlarda genellikle onların etinden yapılmış yemekler satılıyordu. Aradan birkaç gün geçtiğinde ağaç olmayışı rahatsız etmeye başlamıştı ki oralarda yaşamakta olan birine nedenini sorduk. Kışın -30 dereceye inebilen soğuğun fazla önemli olmadığını, esas nedenin bitkilerin kışın sürekli karanlıkta fotosentez yapamayışı olduğunu öğrendik. 13 yıl sonra Arktik Görüntüler Bu yıl Şubat ayında eşimle birlikte katıldığımız kıtalararası bir seyahatte uçağımız kuzey kutbu üzerinden geçerken karların, buz dağlarının 13 yıl öncesine göre çok azaldığını fark ettik. Grönland üzerinde uçarken kırılıp düşmek üzere gibi görünen buz dağları daha önce, hem de Haziran ayında gördüklerimize pek benzemiyordu. Grönland üzerinde uçmak 13 yıl önceki Svalbard anılarımızı tazelemişti. O günlerde başka bir gezegende bulunmaya en yakın konumu yeryüzünde yakalamıştık sanki. Fakat sonuçlarından memnun kaldığımızı söyleyebilir miydik? Gecesiz kalmak, bitkisiz kalmak hiç hoş değildi.

Özüne Dönen Kadının Dergisi


47

Resim 7. Grönland üzerinde uçaktan çekilen bu resimde kırılıp kopmak üzere olan buz kütleleri görülüyor.

Özüne Dönen Kadının Dergisi


48 Salon ve Mutfak Tarımı

YOGA

Nedret GÜLCAN Yoga Eğitmeni

Beslenmek bir sanat dalı olmaya başlarken sanatçı olmak da bize kalıyor. Kafamızı karıştıran bilgi akımından en sade kurtulma yolu, salon ve balkon tarımına yöneltti beni... Masamın üzerindeki çimleri kesip salatama katarken içim rahat, kafam dinç... Çimlerim salonuma oksijen takviyesi ve enerjisiyle katkıda bulunurken ayrıca bütçemi de koruyor... Uzmanlara göre besinin değerini artırmanın en kısa yolu, bazı bitkileri çimlendirmektir. Vitaminler üzerindeki araştırmalarıyla tanınan Prof. Stepp, B1 vitaminin ensülin hücrelere ulaşmasını kolaylaştırarak şekeri düşürdüğünü ileri sürer. Bir tohum filizlendiği zaman vitamin oranı yüzde yediyüz’e kadar çıkar. Filizler B12 vitamini bile içerirler. Filizlenme sürecinde nişasta basit şekerleri basit şekerlere, yağları yağ asitlerine ve proteinleri de amino asitlere bölünür. Tohum bu haliyle, kısmen sindirilmiştir

ve bu yüzden kolayca özümsenir. Filizler en iyi gençleştirici besinlerdir. ÇİMLENDİRME Bir avuç esmer buğdayı yıkadıktan sonra bir gün suda bekletip süzün ve düz bir tabağa yayarak koyun. Her gün suyunu kontrol ederek sulayın; nemli kalmasını sağlayın, çok sulamayın. Çimler uzadığında, üstten makasla keserek alın. Salatalarınıza, çorbanıza, yoğurdunuza katarak yiyebilirisiniz. Çimenler uzadıkça üstten taze, kesilir kesilmez yendiğinde klorofil yoğunluğu inanılmaz derecede yüksektir. Bitkilerin çoğunda bulunan klorofil güneşten gelen enerjidir ve biz çimen suyunu içerek ya da yiyerek bu enerjiyi direk kendi hücrelerimize veririz. Klorofilin içinde yüksek miktarda vitaminler, mineraller ve protein bulunur. • Çimen suyu toprakta bulunan 102 mineralden 92’sini içinde barındırıyor. • Çok yüksek enzim oranı olduğundan %70 klorofil içeriyor. Çimenin saymakla bitmeyecek faydalarından bazıları şöyledir: Vitamin ve mineral eksikliklerini kapatmakta etkilidir. Hücreleri, kanı ve organları tıkayan artıkların vücuttan atılmasını sağlar. Kilo vermeye çalışanlarda, kan dolaşımını ve metabolizma hızını yükseltmeye yardımcı olur. Bağışıklık sistemini güçlendirir.

FİLİZLENDİRME İhtiyacınız olan şey, orta boy cam bir kavanoz, lastik, tül ya da tülbent bir de çimlendirmek istediğiniz tohum. Soya, maş fasulyesi, mercimek tercih edebilirsiniz. Bir yemek kaşığı tohumdan yeterince çıkıyor. Tohumlar çimlendikten sonra fazla bekletmeyin. Mümkünse iki gün içinde tüketin. Kaseye 1 kaşık tohum koyup üzerine bol su doldurun. Tülü üzerine örtüp lastiği geçirin. Karanlık bir yere yerleştirin (dolap içi olabilir) ki kendilerini toprak altında sansınlar. Altı saat sonra suyu döküp durulayın. Günde iki defa Fotoğraflar: Özge TORUN

Özüne Dönen Kadının Dergisi


49 AvangArt Kadın Dergisi Ekim ayında yeni bir etkinlik daha başlatıyor. Katılım için yazmaya ilgi duyuyor olmanız ve herhangi bir alanda yazma isteğinizin olması yeterlidir. Ekinlik süresince yapılacak eğitimlerde yeteneklerinizi keşfetmeniz ve hangi alana daha yatkın olduğunuzu öğrenerek geliştirmenizin yanında yazıyla şifa çalışmalarını içeren bir program da uygulanacak. Eğer aşağıdaki soruları içinizden ya da yüksek sesle soruyorsanız: Ben yazabilir miyim? Nereden başlamalıyım? Nasıl devam etmeliyim? Yazarak düşünme nedir? Deneysel düşünme nasıl gerçekleşir? Yaratıcı yazarlık öğrenilebilir mi? Kurgulama biçimleri nelerdir? Nasıl yazdığımın bir önemi var mı? Yazarken bir felsefem olmalı mı? Yapıtlarımı nerede / nasıl yayımlayabilirim? Edebiyat ve sanatın içinden hayata bakabileceğimiz bir atölye hayal ettik ve yaşama geçirdik. Sorularımıza cevaplar bulduğumuz ve yeni sorular sorduğumuz, yazının iyileştirici etkisiyle birbirimize yaklaştığımız bir adreste buluşuyoruz. Dali’nin fırçasında renk olmak, Sait Faik’in semaverinde demlenmek, Nazım’ın dizelerinde sevmek, Woolf’un odasında oturmak, Çehov’la insanı tanımak, Gogol’un paltosundan yeniden doğmak için yola çıktık. “Kimsenin gidip de, bize yol göstermek için dönmediği bir ormana çağrılıyoruz” diyor Marguerite Duras, yazı için. Bu büyüleyici yolda bizimle birlikte yürümek ve keşfe çıkmak ister misiniz? Katılım Şartları: Yetişkinler Çocuklar (09-12 / 13-15) yaş aralığı Atölye Programı: Hafta İçi (Gündüz/Akşam) Hafta Sonu (Gündüz/Akşam) Ders Saati: 2 saat

İletişim: Türkan Coşkun Yaratıcı Yazarlık Atölyesi Osmanağa Mh. Kırasiyeci Sk. No: 40/12 Bahariye Kadıköy-İstanbul Tlf: 0537 7271414

Avangart Kadın Okurları için %20 indirim uygulanmaktadır.

Özüne Dönen Kadının Dergisi

AVANGART ETKİNLİK

Yaratıcı Yazarlık Atölyesi Öykü Atölyesi


50

Özüne Dönen Kadının Dergisi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.