FASiZME KARSI DiRENiS - BEYAZ GÜL

Page 1

FAŞİZME KARŞI DİRENİŞ BEYAZ GÜL

Prof. Dr. Emel Huber Nisan 2015 1


GİRİŞ 1943 yılında Münih Üniversitesinden altı öğrenci ve bir profesörleri, Hitler faşizmine karşı direnmek üzere, Beyaz Gül Bildirileri adı altında bildiriler yazıp dağıtmaktan ötürü tutuklanır ve vatan hainliği (Alm. Hochverrat und Landesverrat) suçundan idama mahkum edilir. Giyotinle idam edilen Beyaz Gül üyelerinin infaz tarihleri: - Christoph Probst, Hans Scholl ve Sophie Scholl 22. 2. 1943, - Prof. Dr. Kurt Huber ve Alexander Schmorell 13. 7. 1943, - Willi Graf 12.10.1943, - Hans Leipelt 29.1.1945.

BU YAZIYI NİÇİN YAZDIM 2013 yılı idamların 70. yıldönümüydü. Bunun dışında, 2013 yılında, on yıl süreyle sekizi Türk, biri Yunan asıllı yurttaş ve bir Alman polis olmak üzere on kişiyi öldürmüş olan NSU (Nationalsozialistischer Untergrund) adlı örgüt ortaya çıkarıldı ve hayatta olan üye ve destekçilerinin mahkemeye verilmesi sonucunda duruşmalara başlandı. Bu iki etmen, günümüz Almanyasında faşizm ve ırkçılık konularının yeniden ve çok yoğun bir biçimde ele alınmasına ve Beyaz Gül direnişi üstünde durulmasına yol açtı. Almanya dışındaki Avrupa ülkelerinde de, örneğin İtalya’da ve Fransa’da da Beyaz Gül yeniden gündeme geldi. Sophie Scholl’le ilgili bir film çevrildi ve film toplumun her kesiminde çok büyük bir ilgi uyandırdı. Son yıllarda Beyaz Gül şimdiye dek görülmemiş bir güncellik kazandı. Ben bu yazımda Beyaz Gül Grubunu tanıtmak istiyorum. Bunun, son yıllarda Almanya’da yeniden çok üstünde durulması dışında da değişik nedenleri var: Birincisi, ben 1968 kuşağındanım. İstanbul Üniversitesinde öğrenciler arasında politik hareket başladığında ben ikinci yarıyıldaydım. Üniversite öğrencisinin yurdunu nasıl sevdiğini, yurdu için ölümü bile göze aldığını çok yakından bilen, yaşayan bir insanım.

2


Ben Deniz Gezmişleri yaşadım. Biz de o zamanlar, Beyaz Gül Grubu gençleri gibi, yirmili yaşlarımızın başlarındaydık ve gene onlar gibi ülkemizin demokratik, özgür, insan haklarının geçerli olduğu, adil ve hepimizi mutlu edecek bir ülke olması için canımızı vermeye hazırdık. Yani ben Beyaz Gül grubu gençlerini çok iyi anlıyor, onlara kendimi çok yakın hissediyorum. İkincisi, yıllar yılı profesör olarak çalıştım, tüm hayatımı üniversite öğrencileriyle birlikte, son otuz yılımı da Almanya üniversitelerinde geçirdim. Bu beni doğal olarak üniversite kökenli bu direnişe çok yakınlaştırıyor. Üçüncüsü, Beyaz Gül grubundaki profesör Kurt Huber benim kayınpederim. Her ne kadar öldürüldüğünde ben daha doğmamış idiysem ve kocam Prof. Dr. Wolfgang Huber daha dört yaşında idiyse de, yani değil ben, kocam bile kendisini tam olarak tanımıyorsa da, gene de ailevi bir ilişkim var. Kurt Huber’in karısı Clara Huber rastlanabilecek en sevgi dolu kayınvalidelerden biriydi. O döneme olan ilgimi görünce hiç yorulmadan o dönemi ve yaşadıklarını anlattı. Yani Beyaz Gül ve çevresi bana insan olarak çok yakın. Ayrıca, Kurt Huber’le olan akrabalığım dışında, idam edilen öğrencilerin ailelerinden hayatta olanları da tanıyorum, bazılarıyla arkadaşlık denebilecek yakınlıktayız. Bütün bu insanları ve niçin öldürüldüklerini günümüz insanlarına anlatmayı görevim addediyorum.

Dördüncüsü, faşizm ne yazık ki günümüzde de değişik ülkelerde gene gündemde. Bugünkü gençlerin Hitler faşizmi dönemini tanıması, değişik biçimleriyle faşizmi anlamaları günümüzde de çok önemli. Beyaz Gül üyeleri, yukarıda da söylediğim gibi, Hitler’e karşı giriştikleri direniş nedeniyle giyotinle öldürüldü. Peki, neydi bu Beyaz Gül? Hitler neden korktu bu küçücük üniversiteli gruptan? Neden apar topar Berlin’den özel yetkili bir hakim yollandı? Neden infazlar, en azından ilk infazlar, idam kararının alındığı gün hemen gerçekleştirildi? Kimdi bu Beyaz Gül’ü oluşturan tehlikeli grup? Beyaz gül imgesi saf, iyi niyetli, zararsız kavramlarını, sevgiyi, dostluğu, barışı çağrıştırıyor. Bugünkü başkaldırı biçimlerinden tanıdığımız ‚falan filan ordusu‘ gibi değil. Altı öğrenci ve profesörlerinin idam edilmesinin, onyedi öğrencinin

3


değişik sürelerde hapis cezasına çarptırılmasının nedeni, faşizme, insan haklarının yok edilmesine, başta düşünme özgürlüğü olmak üzere özgürlüklerin kaldırılmasına ve bütün acımasızlığıyla sürmekte olan vahşi savaşa, kısacası Hitler ve rejimine karşı olduklarını yaklaşık birer sayfalık metinler halinde, el ilanları olarak yazıp dağıtmış olmalarıydı. Yani beyin ve kalemlerinin dışında hiçbir silahları yoktu. Bugün yaşadığımız dünyada son derece saf ve zararsız olarak görülecek, son derece günlük olay olarak ele alınabilecek olan bildiri yazma neden Hitler faşizmi döneminde bu denli önemliydi? Bunu anlayabilmek için Hitler dönemine biraz bakmak, bildiri yazma ve dağıtmayı o günkü koşullar içinde değerlendirmek gerekir. Buna açıklık getirmek amacıyla aşağıda Hitler faşizminde yaşamak nasıldı sorusuna değineceğim. Bu yazımda, bir yandan o dönemi yaşamış olanlardan duyduklarımı, bir yandan da genelgeçer bilgileri aktaracağım. Bu iki ayrı bilgi kaynağı doğal olarak yazıma ve özellikle eylem çekim eklerine de yansıyacak. Metinde, bana sözlü olarak aktarılan olaylar için kullandığım mİş’li eylem çekimlerinin hemen yanında genelgeçer bilgileri aktarmak için kullandığım İr’li eylem çekimi yer alacak. Umarım bu, siz okurları çok yadırgatmaz.

HİTLER FAŞİZMİ DÖNEMİNDE YAŞAM Hepimiz bu döneme ilişkin değişik şeyler duyduk, okuduk. Ben burada, son yıllarda yeni öğrendiklerimi, bana yeni gelen bazı şeyleri özetlemek istiyorum. Aktaracağım şeyler, başta kayınvalidem olmak üzere o dönemi yaşamış olanlardan duyduklarıma dayanıyor. Ondan sonra da faşizm döneminde hayatı belirleyen korku, mahalle baskısı ve sansür üstünde durmak istiyorum. Faşizm ilk başladığında, yalnızca Yahudiler ve solcular için korkulacak bir şey diye bakmış halk. Halkın çoğu da zaten Avrupa’nın her yanında çok uzun zamandır var olan Yahudi düşmanlığının etkisinde olduğu için ırkçı görüş çok kolay yayılmış. Asıl rahatsızlıklar, insan

4


haklarına karşı yasaklar gelmeye, konuşma başta olmak üzere değişik bireysel özgürlükler kaldırılmaya, insanların günlük yaşamlarına karışılmaya başlandığında ortaya çıkmaya başlamış. Faşizm dönemiyle ilgili duyduklarım arasında beni en şaşırtan konu belki de kadınlar oldu. Çünkü, kadın ya da erkek o dönemi yaşamış olan kiminle konuştuysam hepsinin söylediği şey, Hitler’in bu denli güçlü olmasında kadınların payının çok büyük olmuş olması. Kadınların çoğu aşıkmış Hitler’e. Ben bunu anlamakta çok güçlük çektim. O kadar itici, o kadar çirkin geliyor ki bana. Bu konuyu çok konuşmuşuzdur evde. Öyle anlaşılıyor ki kadınlar güçlü erkeklere aşık oluyor. Hitler kadar yakışıksız bile olsalar. Ve kadınları kendine aşık etmeyi başardıktan sonra diktatörün yolu çok rahatlıyor. Oysa Hitler kadınlara hep aşağılayarak bakmış. „Ey yüce Alman kadınları…“ diyerek onları eve kapanmaya yönlendirmiş: „Kadınların yeri evdir, görevleri çocuk doğurmaktır.“ Kadınlar evde kalacak (Almanca olarak „Frauen gehören an den Herd“ denmiş, yani „kadınların yeri ocak başıdır“ anlamında) ve Führerlerine çocuk hediye edecek. Führere hediye edilecek evlilik dışı çocuklar için Lebensborn adında çocuk yuvaları kurulmuş. Bütün Almanya’da yapılan bu Lebensborn yuvalarından birisi de Münih’te, Almanya’yı terkeden Thomas Mann’ların evinde kurulmuş. Bu ev 2015 Şubatında 30 milyon Euroya satıldı. Kadınlar çocuklarına bakmak istemediklerinde, ya da bakamayacak durumda olduklarında, çocuklarını bu Lebensborn yuvalarına verirmiş. Her kadının en az iki ya da üç çocuğunun olması istenmiş. Ama çocuk konusunu yalnızca Hitler söylememiş, tüm parti ileri gelenleri söylemiş. Bu arada öngörülen çocuk sayısı da değişmiş. Örneğin Himmler en az dört çocuk diyenlerdenmiş. Hatta kadınlar ve görevleri, 1943 yılında Münih Üniversitesinde Gauleiter Giesler’in konuşması sırasında ciddi olaylara neden olmuş. Gauleiter, Hitler döneminde oluşturulmuş bir yönetim makamı; çok büyük alanlara egemen, yetkileri çok genişletilmiş valilik gibi bir makam. İşte, Güney Almanya’da Gauleiter olan Giesler, üniversiteyle hiçbir ilişkisi olmamasına karşın, üniversitenin en büyük salonu olan Audimax’ta bir konuşma yapmaya karar vermiş ve yapacağı konuşmaya tüm öğrencilerin katılmasını zorunlu kılmış. Katılma-

5


yan öğrencilerin bir sonraki yarıyılda derslere girmesini yasaklamış. Bu nedenle, o yıllarda üniversitede okumakta olan Rosmarie teyze de bu konuşmada oradaymış. Yani ben bu olayı yalnızca okuduklarımdan değil, Rosmarie teyzeden de öğrendim. Giesler konuşmasının sonuna doğru, „Kız öğrenciler burada böyle anlamsız işlerle uğraşacaklarına, (yani üniversite eğitimi alacaklarına) Führerimize çocuk hediye etsinler. Eğer kendileri bunda yardımcı olacak kimse bulamazlarsa benim SA delikanlılarım göreve hazırdır,“ demiş. Bunun üzerine kız öğrencilerin çoğu salonu terketmiş, erkek öğrencilerle SA kuvvetleri arasında ciddi dövüşler olmuş. Bu olay derhal bütün Münih’te duyulmuş. Faşizm karşıtı kesimde büyük bir umut oluşmuş, SA kuvvetleriyle dövüşmeyi başkaldırı başlangıcı olarak görmüşler. Ertesi sabah üniversitenin duvarları kahrolsun Hitler, kahrolsun faşizm sloganlarıyla dolmuş. Hatta Scholl kardeşlerin fütursuzca el ilanlarını dağıtıp balkondan aşağıya atmasında da bu olayın etkisi olduğu düşünülüyor. Hitler’in bu denli güçlü olmasında, kadınlardan sonra, ya da bir o kadar, çocuklar ve gençlik çok önemli olmuş. Hitler faşizmi derhal çocuk ve gençlere el atmış. Okullar ve dersler ele alınmış. Ders içerikleri ırkçı ve faşizan içerikli hale getirilmiş. Faşist ideolojiyi öğreten yeni dersler konmuş. Öğretime ilişkin bana en ilginç gelen bir örneği bize yıllar önce Jürgen Wittenstein anlattı. Jürgen Wittenstein Beyaz Gül grubu içindeymiş, ama ne tutuklanmış ne de mahkemeye verilmiş. Varlıklı bir ailenin oğluymuş, o nedenle fotoğraf makinesi bile varmış. O döneme ilişkin çoğu fotoğrafı o çekmiş. O da Münih Üniversitesinde tıp okuyor ve Kurt Huber’in felsefe derslerini izliyormuş. Hatta öğrenimini bitirince doktora tezini onun yanında yapacakmış. Savaş sonrası Almanya’dan ayrılmış, Kaliforniya’da kalp cerrahı olarak çalışmış. Tanıştığımızda emekli olmuştu. Karısıyla birlikte bize geldiler. İşte o gün anlattı. Bir derste teşhis koyma konusu işleniyormuş. Profesör değişik noktaları ele aldıktan sonra şöyle bitirmiş: „Ama bazan gene de teşhis koyma güçlüğü çekebilirsiniz. İşte ben o zaman Führerimin resminin önünde dikilir, ona bakarım ve teşhisin içime doğmasını beklerim.“ Jürgen Wittenstein bunu bize anlattığında kocam da ben de şaka yapıyor sandık, ama değilmiş. Gerçekten böyle demiş profesör. Üstelik de herhangi bir ülkede değil, Almanya gibi, bilimde ve felsefede son derece ileri bir ülkede.

6


Faşizm döneminde bana yeni gelen başka bir yön de Nazizmin bir tür dine dönüştürülmüş olması. Yukarıdaki Wittenstein örneğinde olduğu gibi, Hitler yüce güce sahip, nerdeyse kutsal bir kişi olarak sunulmuş. ‚Hitler’in içine doğdu‘ sözü çok yaygınlaşmış. Özellikle kendisine karşı düzenlenen suikast girişimlerinden kurtulduğunda hep bu söylenmiş. Ve sonunda Hitler, hiç şaşmayan, hep doğruyu yapan bir yüce kişi konumuna getirilmiş. Hatta Hitler-duaları yapılmış. Örneğin anaokullarında çocuklar yemeğe başlamadan önce birbirinin elini tutar ve şu duayı okurmuş: „Händchen falten, Köpfchen senken und an Adolf Hitler denken Hitler gibt uns Brot und befreit uns von der Not Amen“ Yani aşağı yukarı şöyle: „Ellerini aç, başını eğ ve Adolf Hitler’i düşün Hitler bize rızkımızı verir ve bizi yokluktan kurtarır Amin“

Faşizm, insanları kendine bağlamak ve birbirlerine karşı konumlarını belirlemek üzere değişik göstergeler oluşturmuş. Örneğin yeni dil kullanımları geliştirmiş. Selamlaşma (Heil Hitler ve el kaldırma) biçiminden başlayıp günün değişik saatlerine yayılan yeni ritüeller, yeni giyim ve saç modaları yaygınlaştırılmış. Bu şekilde yandaş ve karşıt olanlar birbirlerini daha görür görmez anlar ve ona göre davranır olmuşlar. Halk tümüyle ikiye bölünmüş, biz Hitlerciler ve bize, yani Hitler’e karşı olanlar diye. Kayınvalidemin en çok üstünde durduğu noktalardan birisi de, haber alamadıklarıydı. Özellikle savaş başladıktan sonra ne oluyor, durum nedir, hiç bilmezdik diye anlatırdı. Bütün gazete ve radyo haberleri yönetimin belirlediği şeyleri bildirdikleri için, gerçeğin ne

7


olduğunu öğrenemezler ve bu ‚bilememek‘ onları daha da ürkütürmüş. Örneğin „Her cephede savaşı kazanıyoruz“ diye söylenirken yığın yığın çocuğun orduya alınıp cepheye yollanması ve kısa bir süre sonra şehit düştü haberinin gelmesi doğru haber alamadıklarını gösterirmiş. Ama bunun yanısıra öyle yoğun bir propaganda ağı kurulmuş ki, sonunda halk her söylenen yalana inanmaya başlamış. Hele bunları söyleyen Hitler olunca başta kadınlar, herkes inanırmış. Halkın propaganda ile inandırıldığı yalanların bence en inanılmazı, savaşa kendilerini korumak için girdikleri yalanı. Bütün dünya, savaşı Almanların başlattığını bilirken, Hitler bunu o muazzam propaganda çarkıyla halkına, ‚biz kendimizi korumak için savaşıyoruz‘ diye sunmuş ve insanlar buna gerçekten inanmış. Kendilerine düşmanın saldırdığına, kendilerini korumak için savaşmak zorunda olduklarına gerçekten inanmış büyük yığınlar. Halk hipnotize olmuş bir haldeymiş yani. Aslında yalan söyleyip söyledikleri yalanı propagandalarıyla gerçek olarak yaymaya daha 1933’te başlamışlar. Bunun en ünlü örneği hükümet binası olan Reichstag yangını. Somut gerçekleri, özellikle de savaşın giderek kaybedilmekte olduğu gerçeğini halk her ne kadar bilmiyorsa da, bildikleri de bir çok şey varmış. Hani savaştan sonra, o dönemi yaşayanlar, özellikle toplama kamplarını ve Yahudilere yapılanları bilmiyorduk dedi ya hep, kayınvalidem „çoğunu bilirdik“, derdi. Hatta o kadar bilirlermiş ki, kocam şöyle bir anısını anlatır: Daha üç-dört yaşlarında çok küçük bir çocukmuş, sokakta oynarlarken çok gürültü yapmışlar. O da, tehlikeli durumlarda söylendiğini duyduğu sözü yinelemiş ve „Yapmayın, yoksa hepimiz Dachau’a gideriz“ demiş. Bunu duyan bir komşu derhal kayınvalideme gitmiş, şikayet etmiş. „Oğlunuza göz kulak olun, tehlikeli şeyler söylüyor, hepimizin başını yakacak,“ demiş. Yani halk gayet de iyi biliyormuş Dachau toplama kampını. O kadar ki, küçük bir çocuk bile bu sözü öğrenmiş. Faşizm döneminin en belirgin görünümlerinden birisi de Hitler ve yandaşlarının aydınlara karşı olan düşmanca tavrıymış. Okur-yazar olmak son derecede olumsuz bir değer olarak sunulmuş. O dönemin en ünlü ve en çok başvurulan sözlüğü olan Brockhaus Sözlüğünde entellektüel sözcüğünün açıklaması şöyle: „kökü olmayan, yaratamayan insan“ (wurzelloser, unschöpferischer Mensch). Aydınlar, akl-ı selim sahibi „gerçek halk“ diye bir grubun karşısına konumlandırılmış. Gerçek halkın anlaması için herşey, karmaşık yapılı olgular

8


bile, kolaya kaçılarak açıklanmış, yani açıklanmamış. Sorunların nedeni olarak birkaç genelgeçer neden varmış, hep onlar kullanılmış. Bunların başında da Yahudiler geliyormuş. Örneğin halk işsizlikten mi şikayetçi, „Yahudiler nedeniyle“ denmiş ve herkes bunun neden bildiren bir açıklama olduğunu düşünmüş. Faşizm döneminde günlük hayatta bana çok ilginç gelen bir şey de değerlerin değişmesi. Buna ilişkin en önemli örneklerden biri, yukarıda sözünü ettiğim aydınların değerlendirilmesindeki değişiklik. Ama başka örnekler de var. Örneğin Alman kültüründe başkalarını şikayet etmek, gizliden gizliye ispiyonlamak, jurnalcilik etmek, kalleşlik olarak görülür ve olumsuz olarak değerlendirilirmiş. Oysa Hitler döneminde bunu çok desteklemişler, Nazi karşıtı kişileri kendi adlarını bile vermeden, anonim olarak ispiyonlayanları yurtsever olarak değerlendirmişler. İspiyonlamak yurtseverlik olarak sunulmuş ve olumlu bir değer olarak yayılmış. Ya da örneğin eskiden seçimlerde kimse oy kullanana bakamazmış. Oysa Hitler döneminde SA üniforması giymiş delikanlılar „halka yardım etmek“ üzere görevlendirilmiş, seçmene nereye ne yazması gerektiğini bunlar göstermiş. İstedikleri yere istedikleri işareti koymayanları da dövmüşler. Ve bu da yurtseverlik olarak değerlendirilmiş. Aşağıda, Hitler faşizmi döneminde hayatı belirleyen jurnalcilik, mahalle baskısı, korku, sansür ve özsansür konularına değinmek, hepimizin bildiği bu gerçekleri panoramik bir durum özeti olarak vermek istiyorum .

JURNALCİLİK, MAHALLE BASKISI VE KORKU Hitler Almanyasında Yahudilerden alışveriş yapmak, hatta Yahudilerle konuşmak yasaktır. Politika hakkında değil yazmak, politika hakkında konuşmak da yasaktır. Hitler’i, hükümeti eleştirmek, savaşa hayır demek, yasaktır. Cezalar çok yüksektir. Örneğin 27 Temmuz 1943 günü, Fritz Göbbe adlı kişi, yakın bir arkadaşına, „Hükümet istifa etmeli. Bizde de durum İtalya gibi olacak. Ölümlere son verilmeli. Göring ve Goebbels paralarını yurtdışına kaçırmış bile“ dediği için idam cezasına çarptırılır. 16 yaşındaki Walter Klingenbeck „Hitler savaşı kazanamaz, ancak uzatabilir“ diye bir el ilanı yazdığı için, daha dağıtmasına fırsat kalmadan yakalanıp idam edilir.

9


Halk korku içindedir. Biraz birşeyler söyleyen hemen idam edilmese bile toplama kamplarına yollanmaktadır. Toplama kampları, Gestapo ve özellikle de anonim şikayetler müthiş bir korku havası yaratmıştır. İnsanlar herhangi birisi hakkında, „falancayı bir Yahudi’yle konuşurken gördüm“, „falanca savaşa karşı konuşuyor“ gibi suçlamaları polise bildirebilmekte, kendi adını bile vermeksizin anonim olarak suçlamalarda bulunabilmektedir. Suçlanan kişiyse derhal cezalandırılmaktadır. Komşu komşusuna, ana-baba çocuğuna, arkadaşlar birbirine güvenemez haldedir. Herkes birbirinden korkmaktadır. Mahalle baskısı doruk noktaya gelmiş durumdadır. Halk tam anlamıyla sinmiş, susmuştur. Bazılarının söylediği gibi, Almanya dilini kaybetmiş, dilsiz bir ulus olmuştur. Örneğin 25.7.1944 tarihli Bad Aibling karakolunun yayınladığı notta şöyle denmektedir: „Halkta büyük bir suskunluk ve çekingenlik gözlemlenmektedir. Herkes korku içinde. Tanınmayan kişiler jurnalci olarak algılanıyor, kimse hiçbir şey konuşmuyor. Bunun sonucu ürkütücü bir suskunluk hakim.“ Yani bütün bu yasaklar içinde Beyaz Gül çevresindeki arkadaşların, akşam evlerde buluşup konuşmaları, Hitler’i, savaşı, yasaları, uygulamaları, faşizmi eleştirmeleri, başlı başına her biri, birer idam cezasını „haketmektedir“.

SANSÜR Hitler’in yönetimi üstlendiği 1933 yılından savaşın bitimine, yani 1945’e dek Almanya’da insanlara bilgi yalnızca yazılı basın (gazete, dergi) ve radyo yoluyla ulaşmaktadır. Televizyon gerçi ilk biçimiyle oluşmuştur, ama yalnızca Berlin’de ikibin dolayında özel bazı parti ilerigelenlerinde vardır. Yani halk ne televizyona sahiptir, ne bilgisayara. Ne twitter vardır, ne facebook, ne tumblr, ne de youtube. Bırakın cep telefonunu, sabit telefonu bile olan aile çok çok azdır, yok denecek kadar az. Halk radyo dinlemekte, gazete okumaktadır. Ama bunlar da tamamen Hitler’in denetimi altındadır. Naziler tüm medya kontrolünü ellerinde tutmaktadır. Her tür basın ve yayın sansür altındadır. Sırf bu amaca yönelik bir Reich Kültür Odası (Alm. Reichskulturkammer) oluşturulmuş ve yönetimi Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı (Alm. Reichsminister für Volksaufklärung und Propaganda) olan Goebbels’e verilmiştir. Sansür, iki yanlı sürdürülür; hem yazıl-

10


maması istenenler belirlenmiştir, eğer bunlar yazılırsa cezası vardır, hem de nelerin yazılması gerektiği belirlenmiştir. Toplam 80 binin üstünde basın talimatı (Alm. Presseanweisungen) oluşturulmuştur. Bu talimatlar ve yasaklar da halktan gizlenmektedir, çünkü halkın manipüle edildiğini bilmemesi gerekmektedir. Belirlenenler dışında şeyler yazanlar çok ağır cezalara çarptırılmakta, hatta çoğu idam edilmektedir. Örneğin Walter Schwerdtfeger adlı gazeteci, yabancı basından, Almanya’da sansür olduğu bilgisini aktardığı için 1945 yılına dek toplama kampında tutulur. Sansür bütün hayatı belirlemiş durumdadır. Yalnızca yazılı basın değil, radyo yayınları da aynı sansüre tabidir. Halk savaş hakkında bile sağlıklı bilgiye ulaşamaz. Hitler’in radyoları savaştaki kayıpları söylememekte, hep kazandıklarını anlatmaktadır. Sansürün farkına varanlar, bilgilenmek için yabancı radyoları dinlemeye çalışır. İngilizce bilenler BBC’yi, İngilizce bilmeyenler de, Almanca yayın yapan İsviçre radyolarını dinler. Örneğin kocam, evlerinde İsviçre radyosu dinlendiğini gayet iyi hatırlıyor. Oysa yabancı radyo dinlemek yasak, cezası da çok ağır. Sansürler ve yasaklarla insanların bilgilenme özgürlüğü tümüyle yok edilmiş durumda. Bilgilenmediklerinin farkında olanlar da var, olmayanlar da. İşte bu koşullar altında, hiçbir sansüre tabi tutul(a)mayan bildiriler yazıp el ilanları olarak dağıtmak Hitler faşizmi için son derecede tehlikeli ve cezası da idam.

TESLİMİYET VE ÖZSANSÜR Sansür konusunda çok ilginç bir konu da, insanların kendi kendilerine koydukları özsansür. Bu konuyu çok değişik kişilerden duydum. Bazı durumlarda, açık seçik yasaklanmış olmayan konularda bile insanlar kendi kendilerine bazı şeyleri yasaklıyor, örneğin yapmıyor, yazmıyor, söylemiyor, asıl da önemlisi düşünmüyormuş. Korku herkesi ve tüm hayatı belirliyormuş. Yani halk tümüyle yönetime teslim olmuş durumdaymış. Bu konuda beni en çok etkileyen teslimiyet örneği gene Beyaz Gül’le ilgili: Beyaz Gül öğrencileri, bir yandan paraları olmadığı için, öte yandan da çok sayıda posta pulu alındığın-

11


da Gestapo’nun dikkatini çekeceklerinden korktukları için, bildirilerini ancak birkaç yüz nüsha olarak dağıtıyorlarmış. Posta yoluyla eline bildiri geçenlerse, bunları derhal Gestapo’ya bildirmiş. Gestapo’nun eline yüzlerle bildiri ulaştırılmış. Gestapo, aşağı yukarı bunları alan herkesin kendilerine getireceğini o kadar tahmin etmemiş ki, bildiri sayısının binleri aştığını sanmış ve Beyaz Gül grubunu olduğundan çok daha büyük, organize bir terör örgütü olarak değerlendirmiş. Yani Gestapo bile, halkın ne kadar sinmiş olduğunu, tümüyle teslim olduğunu tahmin edememiş, doğru değerlendirememiş.

HUKUK DEVLETİ, YASA DEVLETİ 1945 yılında savaşın bitmesinden sonra, Amerikalıların önderliğinde, ünlü Nürnberg Duruşmaları dönemi başlar. Hayatta kalan ve yakalanan Nazi sorumluları mahkemeye verilir, duruşmalar da Nürnberg kentinde yapılır. Davaların temelini, kısaca, insanlık ve savaş suçları olarak adlandırabileceğimiz suçlar oluşturmaktadır. Duruşmalarda, bütün Nazi suçluları, suçsuz olduklarını savunurlar ve görevlerini yapıp yasaları yerine getirdiklerini ileri sürerler. Çok benzer bir durumu Almanya, Doğu Almanya’nın çökmesi ve iki Almanya’nın birleşmesinden sonra da yaşadı. O zaman da insanlık suçu işlediği, örneğin Berlin duvarını geçmek isteyenleri öldürdüğü için suçlananlar, „Biz yalnızca görevimizi yaptık ve yasaları uyguladık“ dedi. Yalnızca hukuk açısından değil, tarihte yaşananlardan ötürü de Almanya bu konuyla çok ilgilendi. Yasa, adalet, hukuk devleti kavramları halkın anlayabileceği biçimde tartışıldı. Yasaya uygun davranmak, doğru ve adil davranmak mıdır sorusu üstünde duruldu. Yıllardır bu konuda kitaplar yazılmakta, gazetelerde, radyo ve televizyon programlarında tüm halkın anlayabileceği türde tartışmalar yapılmakta. Ben hukukçu değilim. Umarım aşağıda bu konuyla ilgili vereceğim özet doğru ve anlaşılır olur.

12


Günümüz Almanyasında hukuk devleti ve yasa devleti ayrımı yapılmakta, Nazi Almanyasıyla Doğu Almanya birer yasa devleti olarak görülmekte, ama hukuk devleti olmadıkları düşünülmekte. Bu konudaki tartışma, Gustav Radbruch’un 1946 yılında yazdığı Yasal Haksızlık ve Yasalarüstü Hukuk (Alm. Gesetzliches Unrecht und übergesetzliches Recht) adlı çalışmasıyla başlamış. Belki buna yasal adaletsizlik ve yasalarüstü adalet de denebilir. Hukuk devleti olmak iki ilkeye bağlanmakta. Birinci ilke: Yasalar adil olmalı, yasa önünde tüm insanlar eşit olmalıdır. İkinci ilke: Nulla poena sine legge olarak dile getirilen ilke, yani yasasız ceza olmaz ilkesi. Oysa Nazi Almanyasında iki ilkeye de karşı davranılmış, yani hem yasalar adil değil hem de yasa olmadan ceza verilmiş. Bu nedenle bugün, Üçüncü Reich’ın bir hukuk devleti olmadığı, yalnızca yasaların olduğu bir devlet, yani‚ yasa devleti‘ olduğu düşünülmekte. Örneğin, Naziler bir yasa çıkarmış ve Yahudilerin evlerinde radyo bulundurmalarını yasaklamış. (Bkz.: J. Walk. Das Sonderrecht für die Juden im NS-Staat, 2. Auflg. UTB. 1996. S. 305). Bir kere bu, insanların eşit haklara sahip olması ilkesine karşı. Bunun dışında, savaş sırasında gelen hava hücumları hep radyodan duyurulmakta olduğu için, Fliegerwarnung denen bu hava hücumu ikazlarını duyamayan Yahudilerin kendilerini koruma ve kaçma şansları da ellerinden alınmış olmakta. Yani bu yasa, adil olmayan bir yasa. Böyle bir yasa çıkaran devlet, hukuk devleti değildir, diye düşünülmekte. Hitler Almanyasında bunun gibi pek çok yasa bulunmakta. Hukuk devletinde yasaları meclis çıkarır. Oysa Üçüncü Reich’ta Hitler ya da Goebbels gibi Nazi ileri gelenleri, yasa değeri taşıyan talimatlar çıkarmışlar, yasal olarak yasak olmayan sözde suçlarla insanları hapse atmışlar, hatta idam etmişler. Bu, hukuk devleti kavramına uymaz. Hukuk devletinde, eskiye dönük geçerli olmak üzere yasa çıkarılamaz. Oysa Üçüncü Reich’ta, vatan hainliği kavramı yeniden düzenlenmiş ve bu kavrama eskiye yönelik de geçerlilik tanınarak insanlar bu suçtan idam edilmiş. Yani, yaptıkları ne idiyse, yaptıkları

13


anda suç değilken, sonradan suç haline getirilmiş. Bu da hukuk devleti ilkesine karşı olarak görülmekte. Bugün üstünde en çok durulan konulardan birisi de sansür. Çünkü Goebbels’in yönetiminde radyo ve gazetelere konan sansürün, iki türlü bilgisizlendirme yaptığı düşünülüyor: Bir yandan gerçekleri aktaran bilgileri halka söylemek yasak, öte yandan halka verilen bilgiler gerçekleri yansıtmıyor. Oysa dünya ve olgular hakkında doğru bilgilenme her insanın hakkıdır. Yani bilgilenme hakkı bir insan hakkıdır. Goebbels bu hakkı yalnızca Yahudiler için değil, tüm Alman halkı için yok etmiştir. Öteki nedenler dışında bu nedenle de Üçüncü Reich hukuk devleti değildi denmektedir. Hukuk devletinde, bağımsız mahkemeler vardır. Oysa Hitler, özel mahkemeler (Alm. Sondergerichte) oluşturmuştur. Özel mahkemeler kapsamında bir de Halk Mahkemesi (Alm. Volksgerichtshof) adını taşıyan daha özel bir mahkeme kurulmuştur. Berlin’de olan bu Halk Mahkemesinde yalnızca vatan hainliği ve Hitler’e hakaret davalarına, örneğin „20 Haziran“ olarak anılan, subayların Hitler’i öldürmeye teşebbüsü davasına bakılmıştır. Halk Mahkemesinin başkanı Roland Freisler Beyaz Gül davası için alelacele Berlin’den Münih’e yollanmış ve Beyaz Gül üyeleri de işte bu mahkemede idama mahkum edilmiştir. Hukuk devletinde, hakimlerin ceza verebilmesi için, dayanak oluşturacak bir yasa bulunması gerekir. Oysa halk mahkemesinde cezalar, sağlıklı halk algılaması (Alm. Gesundes Volksempfinden) diye ne olduğu bilinmeyen bir nedenle de verilebiliyordu. Bunun tek ölçütü, Freisler’in düşüncesine göre doğru ya da yanlış olmasıydı. Hukuk devletinde, insanları dövmek, işkenceye tabi tutmak ve öldürmek yasaksa ve bir kişi ya da grubun bu eylemleri gerçekleştirdiği kanıtlandıysa, bu kişiler mahkemeye verilir ve cezalandırılır. Oysa Üçüncü Reich döneminde, Hitler’in vurucu gücü olan SA (Sturmabteilung), herkesin gözü önünde insanları dövüp yaraladığında, hatta öldürdüğünde, suç duyurusu bile yapılmamıştır. Hukuk devletinde, herhangi bir edimiyle suçlanan kişiye, kendini savunma hakkı verilir. İddia makamının da ileri sürülen suçun gerçekleştiğini kanıtlaması gerekir. Oysa Nazi

14


Almanyasında bu ilkelere de uyulmamıştır. Örneğin, 1942 yılında, Leo Katzenberger adında bir Yahudi hakkında, Irene Seiler adındaki Ari ırktan olan bir Alman kadınla ilişkiye girdiğine ilişkin bir ihbar yapılır. Nürnberg özel mahkemesinde görülen duruşmada, gerek Katzenberger gerekse Seiler suçu işlediklerini inkar ederler. Kadın mahkeme önünde sözkonusu kişiyle hiçbir ilişkisi olmadığı yönünde yemin eder. Buna rağmen, sanki bu suçun işlendiği kanıtlanmış gibi, Katzenberger idam edilir, Irene Seiler iki yıl hapse mahkum edilir. Katzenberger duruşması, savaşın bitiminden sonra da konu olmuş, Federal Alman mahkemelerinde 1947 yılında yeniden ele alınmış, bu idamın hukuk dışı olduğu kararına varılmış ve hakim hakkında, insan öldürmekten ömür boyu hapis cezası verilmiştir. Ama bu hakimin sonradan cezalandırılması çok az örnekten biridir. Nazi döneminde, hukuk devleti kavramıyla bağdaşmayan pek çok karar vermiş olan çoğu hakim savaş sonrası hiçbir ceza almaksızın mesleklerini sürdürmüştür. Oysa toplumun bütün kesimlerinde olduğu gibi, hukukçular arasında da faşizmi destekleyen çoktur. Desteklemeyen hukukçular da öylesine sindirilmişlerdir ki, Hitler’in çizgisinden dışarı çıkmamış, Hitler’in bütün istediklerini yerine getirmişlerdir. Eğer yaşasaydı, büyük olasılık Freisler Nürnberg duruşmalarında mahkum edilirdi, ama bir hava saldırısında ölerek kurtulmuş. Aşağıda, üniversiteli direnişçilerin ölümüne neden olan Freisler’in bir resmini aktarmak, sonra da Beyaz Gül üyelerini tanıtmak istiyorum.

15


Pek çok insanı olduğu gibi Beyaz Gül grubunu da idama mahkum eden hakim Freisler

16


BEYAZ GÜL Almanya Nazi Faşizmini yaşadığı yıllarda, Münih Üniversitesinden Alexander Schmorell, Hans Scholl ve Christoph Probst adlı öğrenciler kendi aralarında buluşup faşizmi, baskı rejimini ve savaşı eleştirmeye başlar. Üçü de tıp öğrencisidir ve çok yakın arkadaştırlar. Alexander Schmorell ve Hans Scholl 1942 yılında, tartıştıklarını, düşündüklerini bir bildiri olarak kaleme alır. El ilanı niteliğindeki bildirilerine Beyaz Gül Bildirileri başlığını koyarlar. Bu şekilde dört bildiri yazarlar. Başka arkadaşlarının da yardımıyla bildirileri Münih ve çevresinde postayla dağıtırlar. Bu üç arkadaş her ne kadar tıp okumaktaysalar da, faşizm ve Hitler karşıtı tavrıyla üniversitede öğrenciler arasında ün yapan felsefe profesörü Kurt Huber’in derslerine girmeye başlarlar. Bir süre sonra, profesörlerine güvenleri birey olarak da artınca, kendisine bildirilerinden söz ederler ve yardımını isterler. Profesör Huber henüz dağıtılmamış bir taslak niteliğinde olan, Hans Scholl’ün yazdığı bildiride (Beyaz Gül grubunun beşinci bildirisinde) değişiklikler yapar, sonra da kendisi bir bildiri yazar. Bildiriler arasında, Royal Air Force’un bombalarla birlikte uçaklardan milyonlarca sayıda tüm Almanya üstünde atarak dağıttığı en ünlü bildiri, Kurt Huber’in yazdığı bu altıncı bildiridir. 1943 yılında, Hans’ın kız kardeşi Sophie de bildiri yazma girişiminden haberdar olur ve iki kardeş birlikte altıncı bildiriyi Münih Üniversitesinde dağıtırlar. İki kardeşin bu planından Huber’in ve Probst’un haberi yoktur. Schmorell’in haberi olup olmadığı bilinmiyor. Ama grup üyelerinin hiçbirinin haberi olmadığı düşünülüyor. Çünkü bu, öylesine tehlikeli bir iş ki, grup üyelerinin haberi olsaydı, buna kesinlikle engel olurlardı diye düşünülüyor. İki kardeş, ders saati olduğu ve herkesin dersliklerde bulunduğu, kimsenin ortalıkta olmadığı saatte bildirileri koridorlara, dersliklerin önüne ve merdivenlere bırakır. Ama sonra (Sophie’nin Gestapo’da söylediği gibi) bir düşüncesizlik yaparak kucak dolusu bildiriyi üniversite binasının içindeki büyük avluya, balkondan aşağıya yağmur yağdırır gibi atar.

17


Bildiriler ikinci kattan atılmış. Fotoğrafı iyi çekememişim, ama gene de ikinci kat görünüyor. Altta, sağ duvarda Beyaz Gül köşesi var.

18


Balkonun altında, sağ duvardaki Beyaz Gül köşesi. İdam edilenlerin adları sol alt köşede yazıyor, ama mermerin üstünde iyi görünmemiş fotoğrafta. Buraya genellikle küçük bir vazo içine gerçek beyaz gül koyuyorlar.

19


Üniversite kapıcısı el ilanlarını görür, derhal Gestapo’ya haber verir. Gestapo zaten üniversitededir. İki kardeş anında yakalanır.

Probst’un yazdığı yedinci bildirinin taslağı Hans

Scholl’ün yanında bulunmaktadır. Gestapo bunu görünce Probst’u da derhal buldurur. Bu üç genç derhal idam edilir. Gestapo diğer grup üyelerini aramayı sürdürür. Birkaç ay sonra Schmorell ve Huber yakalanır ve ikisi birlikte idam edilir. Sonraki aylarda Willi Graf ve Hans Leipelt adlı öğrenciler de idam edilir. Bilindiği gibi, Hitler dönemi Almanyasında, Hitler rejimine karşı büyük çaplı ve düzenli bir başkaldırı olmamıştır. Bugün, Hitler’e direnen yaklaşık yedi bin kişinin olduğu düşünülmekte. Ama bunların çoğu tek tek bireylerin girişimi ve bu direnişlerin bilimsel kanıtı ve dökümleri yok. Çoğunun adı bile bilinmiyor. Direnişçiler arasında en iyi organize olanlar Die Rote Kapelle adlı bir komünist grup, bir de Zwanzigster Juni adıyla bilinen (soylu) subayların Hitler’i öldürme girişimi. Tarihçiler, bu iki direniş grubunu, komünistlerin girişimiyle subayların girişimini solcu direniş - milliyetçi direniş

karşıtlığı içinde ele almakta. Beyaz Gül

direnişiyse bu şemaya hiç uymuyor. Hitler faşizmine karşı organize direnişler, başta Fransa olmak üzere, Alman ordularının istila ettiği ülkelerde oluşmuş. Ama bu direniş, yabancı bir düşmana karşı direniş, istila eden bir düşmana karşı. Oysa Beyaz Gül direnişinde yabancı bir düşman yok, kendileri de Alman, düşmanları da. Sayıları az da olsa, Hitler dönemindeki Alman direnişçilerin asıl direnme konuları savaşa son verilmesi ve Almanya’nın yok olmaktan kurtarılması. Bunların olabilmesi için de Hitler’in öldürülmesi gerektiği. Onun için hep Hitler’i öldürmeye çalışmışlar. Oysa Beyaz Gül direnişinde temel ağırlık bireysel özgürlükler ve insan hakları. Elbette savaşa son verilmesini de istiyorlar. Ama en çok üstünde durdukları, düşünme ve konuşma özgürlükleri başta olmak üzere bireysel özgürlükler, insan hakları. Bunun dışında, Yahudilerin canavarca katledilmeleri de gene yalnızca Beyaz Gül grubunda dile getirilmiş. Öteki direnişçiler bunu hiç dile getirmemiş. Beyaz Gül grubunun, özellikle Alexander Schmorell’in önerdiği faşizmden kurtulma yolu sivil direniş. Kurt Huber öteki direnişçilerle işbirliğine girmeyi düşünüyormuş, ama buna zamanları olmamış.

20


Beyaz Gül grubu, büyük bir çoğunluğu öğrenci de olsa, öğrenci olmayan yetişkinlerin de desteklediği bir grup. Yetişkinler, Münih’te yaşayan aydınlar, değişik mesleklerden, aralarında sanatçılar da var, işadamları da; bazıları para yardımı yapıyor (örneğin Eugen Grimminger), bazıları buluşabilmeleri, tartışabilmeleri için evlerine gelinmesine izin veriyor (örneğin piyanist Frau Dr. Gertrud Mertens, Schmorell ailesi, Manfred Eickemeyer atölyesi), bazıları bildirileri çoğaltıp postaya veriyor (örneğin Franz Joseph Müller, Hans Hirzel), bazıları çoğaltma makinesini kullandırıyor, bazıları bildirilerin basılabilmesi için kağıt veriyor (örneğin Wagner). Yukarıda da kısaca söylediğim gibi, Beyaz Gül grubunun çekirdeğini Alexander Schmorell, Hans Scholl ve Christoph Probst adlı üç üniversite öğrencisi oluşturmakta. Bu üç arkadaşa sonraları, Profesör Kurt Huber, Willi Graf, Hans Leipelt ve Sophie Scholl dışında başkaları da katılıyor. İlk başlarda yalnızca Münih’teler. Ama aralarındaki Ulm ve çevresinden okumaya Münih’e gelenler, bildirileri kendi kentlerinde de dağıtıyorlar. Oralardan da sempatizanlar ekleniyor. Bavyera’nın değişik yörelerinden sempatizanları oluşuyor. Scholl kardeşlerin yakalanmalarından sonra, Münih’te Roland Freisler başkanlığındaki Halk Mahkemesinin Scholl kardeşleri, Probst, Huber ve Schmorell’i idam cezasına çarptırmasından sonra da az sayıda kişi tarafından da olsa, altıncı bildiri postayla dağıtılmaya devam ediliyor. İşte Willi Graf bu dönemde idam ediliyor. Leipelt yoluyla bildirilerin Hamburg’a da iletilmesi sonunda Hamburg’ta da bir grup oluşuyor ve Beyaz Gül Hamburg’ta da mahkemeye veriliyor. Hamburg duruşmalarında da ağır cezalar veriliyor. Beyaz Gül grubunun yapısı ve yaklaşımıyla ilgili çok değişik görüşler ileri sürülmüş ve sürülmekte. Aslında grup hiç de homojen değil. Grup üyeleri birbirinden çok değişik yapıdalar. Aslında grup üyeliğinden bile söz etmek güç, çünkü Beyaz Gül, üye olunan bir dernek niteliğinde değil; arkadaşların, ahbapların bir araya gelerek konuştukları, tartıştıkları bir grup. Hiçbir resmi niteliği yok. Değişik dönemlerde ve yerlerde, Beyaz Gül hakkında çalışma yapanlar, grubu kendi görüşlerine yerleştirmeye çalışmışlar. Örneğin Doğu Almanya’da Beyaz Gül solcu, komünist bir grup olarak tanıtılmış ve en önemli kişisi Hans Leipelt olarak

21


sunulmuş, çünkü Leipelt komünist. Batı Almanya’da, dinci, özellikle de katolik bir grup olarak ele alınmış, çünkü Willi Graf katolik. Oysa grubun içinde hepsi var. Örneğin, dediğim gibi, Leipelt komünist, Graf katolik, Schmorell ortodoks, Scholl kardeşler protestan, Probst vaftiz bile edilmemiş, idama gitmeden önce ölüme hazırlık olarak kendini vaftiz ettirmiş. Huber katolikmiş, ama kayınvalidemin söylediğine göre ne kiliseye gidermiş, ne de dinle bir ilişkisi varmış. Dolayısıyla, dinsel inançlarından ötürü yapmamışlar direnişi. Solcu ya da komünist ise çoğu değilmiş. Ama hepsini birleştiren bir nokta varmış: İnsan hakları ve özgürlüklerine uyulması, ölümlerin durdurulması, savaşa son verilmesi. Ben aşağıda yalnızca idam edilenlerle ilgili bazı bilgiler aktaracağım. Oysa Beyaz Gül çevresinde, yakalanıp farklı sürelerle hapse mahkum edilenler de var, hiç yakalanmayan ve mahkemeye bile verilmeyenler de var. Genel bir bakışta, ister idam edilenler olsun ister yakalanmamış bile olsunlar, Beyaz Gül grubundakiler hep hali vakti yerinde, okur yazar, aydın ailelerin çocukları. Hepsi felsefe ve edebiyata ilgi duyan, soran, irdeleyen, düşünen insanlar. Hepsinde çok temel bir insan hakları ve bireysel özgürlük özlemi var. Hepsi, dinsel inancı ve ırkı açısından insanları ayrımlaştırmayan aydın insanlar. Bu nedenle de Hitler faşizminin yasaklayıcı, baskıcı ve yozlaştırıcı tavrı ilk karşı koydukları noktalar olmuş. Buna giderek savaşa hayır başkaldırısı eklenmiş. Aşağıda Beyaz Gül grubu içinde çalışan ve idam edilenleri geleneksel olarak uygulanan alfabetik sıraya göre değil, gruba katılmaları sırasına göre ele alacağım. Bu yolla grubun gelişmesi de izlenebilir belki. Ama önce gençleri ele alacak, Kurt Huber’i en sona bırakacağım. Bunun da değişik nedenleri var. Birincisi, British Royal Air Force onun yazdığı bildiriyi bütün Almanya üstünde uçaklardan atarak dağıtmış ve bunun sonucu olarak Gestapo en çok onun yazdığı bildiriyi büyük tehlike olarak görüp heyecanlanmış. İkincisi, hem yaşça büyük olması, hem de profesörleri olması açışından konumu farklı. Üçüncüsü Alman ailemden en çok onunla ilgili bilgi edindiğim için anlatacaklarım daha çok.

22


ALEXANDER SCHMORELL 1917 - 1943

23


Alexander Schmorell, aile içindeki adıyla Şurik, idam edildiğinde 25 yaşındadır. Biri erkek (Erich) biri kız (Natalie) olmak üzere (baba bir, ana ayrı) iki kardeşi vardır.

Alexander Schmorell’in babası Alman asıllı bir tıp doktorudur, Rusya’da yaşamaktadır. Rus asıllı bir kadınla evlenir ve 1917’de Alexander doğar. Daha bir yaşında bile değilken annesi ölür. Üç yaşına geldiğinde babası ikinci kez evlenir. İkinci karısı Alman’dır, ama o da Rusya’da yaşamaktadır. Alexander’in iki kardeşi işte bu evlilikten olur. 1917 devriminden sonra Almanlar kendilerini Rusya’da güvende hissetmez ve Schmorell ailesi Almanya’ya, Münih’e döner. Alexander, annesinin kültürü doğrultusunda Rus-Ortodoks kilisesi çizgisinde yetiştirilir. Yanlarında getirdikleri Rus bakıcı yalnızca onun değil, iki kardeşinin de yetiştirilmelerine destek verir ve aile bireyi olarak birlikte yaşar. Her ne kadar Alman asıllı da olsalar, uzun yıllar Rusya’da yaşamaları sonucu evde Almancanın yanısıra çoğu zaman Rusça da konuşulur ve üç çocuk da ikidilli yetişir. Çocuklara Rusçalarını pekiştirmek üzere evde Rusça dersi verdirilir. Okulu bitirdikten sonra Alexander Münih’te tıp okumaya başlar. Daha okul yıllarından çok yakın arkadaşı olan Christoph Probst da aynı dönemde Münih Üniversitesinde tıp okumaya başlar. Öğrenimleri süresinde Hans Scholl’le de iyi arkadaş olurlar. Alexander zaten aile çevresi içinde okur-yazar bir ortamda yaşamıştır. Kendi çevresi de doğal olarak aydın okur-yazarlardan oluşur. Edebiyata, felsefeye ve politikaya olan ilgisi her gün giderek artar. Münih aydınları arasında yapılan okuma akşamlarına katılır. Bu yolla yeni aydınlarla tanışır. Zaten Hitler faşizmine karşı bir aile ortamından çıkmıştır, arkadaşları arasında yaptıkları tartışmalarla daha da bilinçlenerek Hitler rejimi karşıtı tavrını giderek daha da güçlendirir. Yaz tatilinde bütün üniversite öğrencileri gibi Alexander ve arkadaşları da askere alınır ve tıp okudukları için sağlık personeli olarak cepheye gönderilirler. Önce Fransa’da, sonra Rusya’da görev yaparlar. Alexander Rusça bildiği için, yasak olmasına karşın, Rus askerleriyle konuşur, ahbaplık ederler. Hans Scholl de arkadaşı sayesinde bu konuşmalara katılabilir. Görürler ki, Ruslar hiç de Nazilerin söylediği gibi geri ve aşağılık insanlar değildir.

24


Edebiyat konusunda, özellikle sevgili yazarları Dostoyevski hakkında konuşur, birlikte şarkılar söylerler. Rusları yakından tanıyabilmeleri iki arkadaşın Nazi karşıtı tavırlarını güçlendirir ve askerlik görevleri sona erip Münih’e döndükten sonra dört ay kadar kısa bir süre içinde ilk dört bildiriyi yazarlar. Sonra da profesörleri Kurt Huber’e gidip kendilerine yardım etmesini rica ederler. Yazdıkları bildirilerde Alexander Schmorell yaşına göre çok olgun ve bilinçli bir insan görünümü sunmakta. Görüşleri politik, yazdıkları çözümleyici ve eleştirel. Oysa Hans Scholl romantik, iyi niyetli, aydın bir genç yapısında. Yazdığı bölümler edebiyattan, felsefeden yapılan alıntılarla dolu. Alexander de alıntı yapıyor, ama Hans gibi bulutların üstünde uçmuyor. Benim daha ilk okuduğum günlerden bu yana favori öğrencim hep Alexander Schmorell oldu. Çok genç yaşına rağmen son derece bilinçli, ayakları yere basan, politik tavrı belirgin bir kişilik sergiliyor el ilanlarında. Eğer onun haberi olsa Hans’a bildirileri kesinlikle attırmazdı balkondan aşağı. Hans ve Sophie Scholl’ün yakalanmalarından sonra Alexander Schmorell kaçmaya çalışır, ama başaramaz ve o da Kurt Huber’den iki gün sonra tutuklanır. Huber ailesinde olduğu gibi Schmorell ailesinde de ‚aile hapisleri‘ yapılır, Alexander’in iki kardeşi ve anne babası üçer hafta hapsedilir.

Ben Alexander’in erkek kardeşi Erich Schmorell’i tanıma şansına sahip oldum. 1993 yılında kendisiyle uzun bir söyleşi yaptım, ayrıca bazı sorularımı yazılı olarak da yanıtladı. Babaları gibi, Erich Schmorell de doktordu. Tam bir aydın ve beyefendiydi. Ne yazık ki birkaç yıl önce öldü, ama oğlu Markus Schmorell’le ahbaplığımız sürüyor. Alexander Schmorell Kurt Huber’le aynı gün, 13 Temmuz 1943’te giyotinle idam edilir. İdam edilenlerin veda mektupları ailelerine verilmez, ama aile bireylerinin okumalarına izin verilir. Alexander’in veda mektubunu da babası okur ve kendi el yazısıyla kopya eder.

25


ALEXANDER SCHMORELL’İN VEDA MEKTUBU, Stadelheim Hapishanesi, 13.7.1943 „Sevgili anne ve babacığım, Sonunda, Tanrı’nın isteği doğrultusunda, bugün, hiçbir zaman bitmeyecek olan ve hepimizin birbirimizle buluşacağımız hayata başlamak üzere, dünyevi hayatım sona erecek. Bu yeniden buluşma sizin teselliniz ve umudunuz olsun. Bu feleğin sillesi sizin için bana oranla ne yazık ki daha güç, çünkü ben, yüzde yüz inandığım düşünceme ve gerçeğe hizmet ettiğim bilinciyle gidiyorum. Bu, benim yaklaşan ölüm anını rahat bir vicdanla beklememi sağlıyor. Dışarıda, savaş alanlarında hayatını kaybeden milyonlarla genç insanı düşünün - onların kaderi benim de kaderim. Bütün sevdiğim tanıdıklarıma selam söyleyin! Ama özellikle Nataşa, Erich, Nyanya, Toni teyze, Maria, Alyonuşka ve Andrey’e. Birkaç saat sonra daha iyi bir hayatta, annemin yanında olacağım ve sizleri unutmayacak, sizler için Tanrı’dan teselli ve huzur dileyeceğim. Ve sizleri bekleyeceğim. Herşeyden önce sizden özellikle rica ederim: Tanrı’yı unutmayın!!! Oğlunuz Şurik Benimle birlikte Prof. Huber de gidecek. Sizlere selam yolluyor.“

26


HANS SCHOLL 1918 - 1943

27


Hans Scholl, Baden-Württenberg Eyaletinde, belediye başkanı bir babanın ilk çocuğu olarak dünyaya gelir. 1939 yılında Münih Üniversitesinde tıp okumaya başlar. Üniversitede Alexander Schmorell, Christoph Probst, Willi Graf’la tanışır. Arkadaşlarıyla birlikte sağlık personeli olarak önce Fransa, sonra da Rusya cephesinde görevlendirilir. Özellikle Rusya dönemi Hans üstünde çok etkili olur. Irkçı faşistler Rusları, Ari ırktan olmadıkları için, değersiz - cahil - barbar insanlar olarak tanıtmaktadır. Oysa Alexander Schmorell Rusça bildiği için Rus askerlerle konuşabilirler, dostluklar kurarlar. Birlikte şarkılar söylerler. Çok sevdikleri yazar olan Dostoyevski hakkında konuşurlar. Rus askerlerinin en az kendileri kadar sevgi dolu, candan ve zeki insanlar olduğunu görürler. Zaten karşı oldukları Hitler rejimine olan eleştirileri daha da yoğunlaşır. Hem savaşa hem Hitler faşizmine karşı iyice bilenirler. 1942 yılında Schmorell’le birlikte Hitler rejimine karşı direnişe geçmeye ve bu amaçla bildiriler yazmaya karar verirler. Bildirilerin bir bölümünü Schmorell, bir bölümünü Hans Scholl yazar. Duruşmalarda, kimin hangi bölümleri yazdığı somut olarak söylenmiş. Biliniyor yani. İlk aylarda dört bildiri yazarlar. Sonra, grubu genişletmeye karar verirler. Felsefe seminerlerine katıldıkları ve faşizme karşı olduğunu bildikleri profesörleri Kurt Huber’i ziyaret eder, kendilerini desteklemesini isterler. Yazılan bildirileri çoğaltıp dağıtırlar. Hans Scholl, bu arada Münih’te okumaya başlayan kızkardeşi Sophie’ye politik çalışmasından hiç söz etmez. Açık açık sorması üzerine de, önceleri, yaptıkları işin çok tehlikeli olduğunu bildiği ve kardeşini korumak istediği için inkar eder. Ama sonra, özellikle Giesler olayından sonra, umudu artınca söyler ve son bildiriyi birlikte dağıtmaya giderler. Scholl kardeşlerden hiçbir veda mektubu elimizde yok. Ama bilinen bir şey var: Hans’ın giyotine giderken söylediği son söz yaşasın özgürlük ( Es lebe die Freiheit).

28


CHRISTOPH PROBST 1919 - 1943

29


Christoph Probst, aile ve arkadaşları arasındaki biçimiyle Christel, Sanskritçe ve doğu dinleri konusunda uzman bir babanın oğludur. Babasıyla annesi boşandıktan sonra babası Yahudi bir kadınla evlenir. Bu nedenle tüm aile üyeleri gibi Christel de Nasyonalsosyalistleri daha ilk günden başlayarak büyük bir tehlike olarak görür. Gerek evde, gerekse gittiği okullarda temelli ve çok iyi bir hümanist eğitim alır. Okulda, 1935 yılında, Alexander Schmorell’le arkadaş olur ve bu arkadaşlıkları okul dışında da sürer. Okuldan sonra Münih Üniversitesinde tıp okumaya başlar. 21 yaşında evlenir ve iki cocuğu olur. Tutuklandığı gün karısı üçüncü çocuklarını doğurmak üzere hastanede yatmaktadır, onun için kendisine kocasının tutuklandığı ve idama mahkum edildiği çok sonra söylenir. Christoph idam edildiğinde üç çocuk babasıdır. Christoph Probst çoluk çocuk sahibi olduğu için Beyaz Gül çevresinde ta ilk baştan beri birlikte olmasına karşın, korunmaya çalışılır. Ama sonra, kendisi de bir bildiri yazar ve okuması için Hans Scholl’e verir. İşte Hans tutuklandığında üstünde bulunan bu bildiridir. Yırtıp yok etmeye çalışmasına karşın Gestapo bildiriyi ele geçirir ve bu yolla Christoph Probst’un da grup üyesi olduğu ortaya çıkar. O da bulunup idama mahkum edilir. Ben Christoph Probst’un büyük oğlu Michael’le tanıştım. Kocam Wolfgang’la yaşıt gibiydiler. Babası gibi o da tıp okumuştu, ünlü bir doktordu. Birkaç yıl önce aniden ölüverdi. Christoph Probst’un öteki çocukları Hambutg’ta yaşıyor, kocam tanışıyor, ben görmedim.

CHRISTOPH PROBST’UN VEDA MEKTUBU, Stadelheim Hapishanesi, 22.2.1943 „Sevgili anneciğim, Bana hayatı verdiğin için sana teşekkür ederim. Düşündüğümde, bakıyorum da, Tanrı’ya giden bir yolmuş. Ama bu yolda çok uzun gidemediğim için, son bölümünü bir zıplayışta

30


atlıyorum. Tek derdim, sizlere acı çektirmem. Benim için çok fazla üzülmeyin, yoksa bu bana ebediyette acı verir. Ama şimdi cennete gidiyorum ve orada sizler için harika bir karşılama töreni hazırlayacağım. Demin bir saatim kaldığını öğrendim. Şimdi vaftiz olup kutsal komünyonu alacağım. Başka mektup yazamazsam, lütfen bütün sevdiklerime selam söyle, A., H., L., H. Onlara, ölümümün kolay ve sevinç dolu olduğunu söyle. Harika çocukluk yıllarımı, harika evlilik yıllarımı düşünüyorum. Bütün bunların arasından senin sevgi dolu yüzün pırıldıyor. Ne kadar itinalı ve sevgi doluydun. Tanrı’ya doğru giden yoluna devam et. Hep ve ebediyen Christel’in, oğlun, sevdiğin Anacığım, sevgili anacığım“ (Sayfanın arkasında:) „Şimdi üç tane Christel’in oldu.“

Christoph Probst’un mektubunu annesi Katharina Kleeblatt Gestapo’nun gözetiminde bir kez okumuş, sonra aklında kalanları yazarak tümüyle kaybolmasını engellemiş.

31


SOPHIE SCHOLL 1921 - 1943

32


Sophie Scholl, Baden-Württenberg eyaletinde beş kardeşten dördüncüsü olarak dünyaya gelir. Okulu bitirince 1942 yılında Münih Üniversitesinde biyoloji ve felsefe okumaya başlar. Ağbisi Hans Scholl de orada okumakta olduğu için bir süre sonra onun arkadaşlarıyla tanışır. Hans, kardeşini korumak için, uzun süre politika dünyasından ve özellikle de bildirilerin yazılması ve dağıtılması eylemlerinden uzak tutar. Ama sonunda Sophie de gruptan haberdar olur ve birlikte çalışmak ister. Ağbisi Hans’la birlikte üniversitede el ilanlarını dağıtmaya gider ve bir çocukluk yaparak (kendisi sonra duruşmada, „bir düşüncesizlik oldu,“ der) kağıtları balkondan aşağıya atarlar. Derhal üniversitenin kapıcısı tarafından yakalanıp zaten üniversitede bulunan Gestapo’ya teslim edilirler. Sophie Scholl de ağbisi Hans ve Christoph Probst’la birlikte idam kararının verildiği gün giyotinle idam edilir. Ağbisi gibi Sophie’nin de veda mektubu günümüze ulaşmamış. Okuduğum kadarıyla Sophie Scholl çok canlı, doğa ve insan sevgisiyle dolu, cıvıl cıvıl bir genç kızmış. Özellikle edebiyata çok ilgi duyar, çok okurmuş. O da ağbisi Hans gibi daha çok romantik ve yaşı daha çok genç olduğu için aslında politikaya ilgisi Münih’te yeni yeni başlıyor. Oysa Almanya’da, özellikle de son Sophie Scholl filmiyle birlikte Sophie faşizme başkaldırının simgesi haline getirildi. Örneğin filmde Sophie, Beyaz Gül grubunun kurucularından gibi gösteriliyor, bildirileri yazan, düşünceler üreten `baş kişi` olarak sunuluyor. Sophie figürüne, Sophie’nin gerçek hayatta kesinlikle söylemediğini bildiğimiz şeyler söyletiliyor. Ve bugün çoğu çevrelerde, özellikle gençler arasında, Beyaz Gül dendiğinde filmdeki Sophie figürü biliniyor. Bu son gelişmelerle, toplumda efsanelerin nasıl yaratıldığına tanık olmaktayız. Sophie yeni bir Alman Jean d’Arche’ı yapılmakta. Gencecik, herkesin seveceği masum bir genç kız koskocaman bir faşizme karşı koyuyor. Bu yolla herkesin direnişe ilgisi uyandırılıyor. Herkese, sen de başkaldırabilirsin mesajı veriliyor. Oysa yukarıda da söylemiştim, grubu oluşturan, direnişi başlatan ve grubun bildiri yazan gençleri arasında en politik olan, en bilinçli olan aslında Alexander Schmorell. Geçenlerde Alexander Schmorell’in yeğeni gelmişti bize, onunla da konuştuk bu konuyu. „N’apalım,“ dedi, „kadınlar bunca yıl yok sayılmıştı, eminim amcam da anlayış gösterirdi bu gelişmeye.“

33


WILLI GRAF 1918 - 1943

34


Willi Graf Saarbrücken’de, katolik inançlı bir ailede, din etkisi altında büyür. Daha 16 yaşındayken katolik bir gençlik grubu olan Grauer Orden adlı gruba katılır, ki bu grup Neudeutschland adı altında günümüzde de hala var. 1937 yılında Bonn Üniversitesinde tıp okumaya başlar. 1940 - 1942 yılları arasında tüm yaşıtları gibi askere alınır ve sağlık personeli olarak savaş alanlarında görev yapar. Genel olarak savaşın yol açtığı pek çok acı, pek çok ölüme ek olarak Yahudilere yapılan katli de görür. 1942 yılında tıp öğrenimine devam etmek üzere Münih Üniversitesine gelir ve Beyaz Gül grubuyla tanışır. 1942 yazında Alexander Schmorell ve Hans Scholl’le birlikte Doğu Cephesinde görevlendirilir. Görev sürelerinin bitiminde Münih’e döndüklerinde Beyaz Gül grubunda çalışmaya başlar. El ilanlarının çoğaltılmasında ve özellikle Münih dışında dağıtılmasında etkin olarak çalışır ve el ilanlarını Saarbrücken, Kölln, Bonn, Freiburg ve Ulm’de dağıtır. Scholl kardeşlerle aynı gün Gestapo tarafından yakalanıp hapse atılır ama idam kararı hemen infaz edilmez. Gestapo Willi Graf’ı, Beyaz Gül grubunda başka kimlerin olduğunu anlamak için yarım yıl kadar sorguya çeker, ama hiçbir bilgi alınamayacağı görülünce idam cezası giyotinle infaz edilir. Willi Graf veda mektubunu annesi, babası ve iki kız kardeşine hitaben yazmış. Mektubu Willi Graf’ı infaza hazırlayan rahip cezaevinden kaçırarak ailesine teslim ettiği için bugüne kadar saklanabilmiştir.

WILLI GRAF’IN VEDA MEKTUBU: Stadelheim Hapishanesi, 12. 10. 1943 „Sevgili anneciğim, babacığım, sevgili Mathilde ve Anneliese, Bugün hayattan ayrılacak ve ebediyete gideceğim. Bana en çok acı veren şey, hayata devam edecek olan sizlere bu acıyı veriyor olmak. Ama dayanma gücü ve sabrı Tanrı’da bulacaksınız, bunun için son anıma kadar dua edeceğim, çünkü sizin için benden daha güç olacağını biliyorum. Anne ve babacığım, size verdiğim acı için beni affetmenizi bütün kal-

35


bimle rica ederim. Çoğu zaman, özellikle son sıralarda, hapiste, size yaptıklarımdan ötürü çok pişmanlık duydum. Beni affedin ve benim için hep dua edin. Beni iyi olarak hatırlayın.Güçlü ve sabırlı olun, şu anda çok büyük acı da verse, herşeyi en iyi biçime yönlendiren Tanrıya güvenin. Sizi ne kadar sevdiğimi hayattayken söyleyemedim, ama şimdi, son anlarımda, maalesef bu kuru kağıt üstünde de olsa, hepinizi bütün kalbimle sevdiğimi ve saydığımı söyleyebiliyorum. Bana hayatta verdiğiniz herşey için, sevginiz ve ihtimamınızla bana olanaklı kıldığınız herşey için. ( Burada tümcenin yüklemi olan ‚teşekkür ederim’ unutulmuş.) Hepiniz sevgi ve güvenle birbirinize destek olun. Tanrının sevgisi hepimizi sarar ve biz Onun affına güveniriz, Tanrı hepimizin affedici hakimi olsun. Sevgili anneciğim, babacığım, Mathilde, Ossy, Anneliese, Joachim, tüm akraba ve arkadaşlarım, hepinize son selamım. Tanrı hepimizi kutsasın. Sağlıcakla kalın ve güçlü ve imanlı olun. Ebediyen sizi seven Willi’niz“

36


HANS LEIPELT 1921 - 1945

37


Viyana’da dünyaya gelen Hans Leipelt’in hem annesi hem de babası kimya mühendisidir. Annesi Viyana’nın önde gelen Yahudi ailelerinden birisinin kızıdır. Zaten onun için kimya mühendisi olabilmiştir, yoksa o dönemlerde kızlar elbette okumamaktadır. Annesi Yahudi kökenli olmasına karşın protestan inancındadır. Hans ve kardeşi de protestan olarak vaftiz ettirilip yetiştirilir. Aile Hans daha çok küçükken Hamburg’a göç eder. Hans Leipelt 16 yaşında liseyi bitirir ve kendi isteği üzerine orduya alınır. 1939 Polonya savaşında asker olarak savaşa katılır. 1940 yılında Fransa savaşına katılır ve Demir Haç nişanıyla ödüllendirilir. Ama o sırada çıkarılan „yarı Yahudi“ askerlerin ordudan atılması yasası uyarınca, annesi Yahudi kökenli olduğu için Hans Leipelt de ordudan çıkarılır ve nişanı geri alınır. Bunun üzerine Hans Leipelt Hamburg Üniversitesinde kimya okumaya başlar. Bu arada babası ölür. Ailedeki tek Ari kan olan babanın ölümüyle Leipelt ailesi her gün yeni bir felaket yaşamaya başlar. Büyükanne başta olmak üzere aile bireyleri toplama kamplarına götürülür ve öldürülür. Üniversitelerde Yahudilerin ve yarı Yahudilerin okuması yasaklanınca Hans Leipelt Münih Üniversitesine gider. Münih Üniversitesi kimya fakültesinde kürsü başkanı, Nobel ödülü almış çok ünlü bir kişi olduğu için Nazilerin pek dokunmak istemediği profesör Heinrich Wieland’dır. Profesör Wieland Ari ırk yasaklarını göz ardı etmekte ve diğer üniversitelerde okuyamayan yarı Yahudi ya da solcu ve Nazi karşıtı kişilerin fakültesinde okumasını sağlamaktadır. Hans Leipelt bu dönemde Marie-Luise Jahn ile tanışır. Birbirleriyle önce çok iyi arkadaş olurlar, sonra da nişanlanırlar. Birlikte Kurt Huber’in yazdığı altıncı el ilanını kopyalayıp altına „Ve ruhları gene de yaşıyor“ diye ekleyerek dağıtırlar. Hamburg ve çevresinde Beyaz Gül grubunu tanıtıp yeni destek bulurlar. Birlikte Huber ailesi için para toplarlar. Sonunda yakalanıp mahkemeye verilirler. Hans Leipelt duruşmada bütün suçu üstlenir, avukatına, „Yahudi, kendisine aşık olan masum Ari genç kızı kötüye kullandı“ diye savunma yapmasını söyler. Bu şekilde kendisi idam cezasına çarptırılırken Marie-Luise Jahn 12 yıl hapse mahkum edilir. Hans Leipelt ve arkadaşı Heinz Kucharski Beyaz Gül grubunun Hamburg öbeğini oluşturur. Beyaz Gül içinde komünist olduğu bilinen yalnızca bu ikisi, yani Hans Leipelt ve Heinz Kucharski’dir. Hans Leipelt gibi, Kucharski de idam cezasına çarptırılır, ama tam idam edilmek üzere götürülürken, British Royal Air Force hava taarruzuna başlar. Kucharski’yi idama götürmekte olan polis memurları bombalardan korunmak için sığınağa kaçar.

38


Heinz Kucharski ise başka yöne doğru kaçarak idamdan kurtulur. Zaten savaşın son ayları olduğu için de bir daha yakalanmaz ve hayatta kalabilir. Oysa Hans Leipelt’in idam cezası infaz edilir. Benim Marie-Luise’yle tanışma şansım oldu. Tanıştığımızda seksenli yaşlarındaydı. Sağlığı iyi değildi, yürüme güçlüğü çekiyordu. Ama gözleri ve beyni pırıl pırıldı. Okullarda Nazi dönemiyle ilgili konuşmalar yapar, her isteyene bıkmadan usanmadan ırkçılığı ve faşizmi anlatırdı. Her ne kadar ben burada idam edilen grup üyelerinin fotoğrafını vermeye niyetliydimse de, o kadar harika bir insandı ki, şu resmi de aktarmadan geçemeyeceğim. İnanın doksanına doğru da böyle pırıl pırıldı. Birkaç yıl önce onu da kaybettik.

39


Hans Leipelt’in iki tane veda mektubu bıraktığı bilinmekte. Birisi kız kardeşi Maria’ya, ötekisi nişanlısı Marie-Luise Jahn’a. Nişanlısı, mektubun çok özel olduğunu söyleyerek yayınlanmasını istemedi. Kardeşine yazdığı veda mektubunun kopyasını, kendisini infaza hazırlayan protestan rahip Dr. Karl Alt’a verdiği için, rahip mektubu hapishaneden kaçırabilmiş. Karl Alt, yayınladığı Ölüm Adayları adlı kitapta, Hans Leipelt’in, veda mektubunun üstüne, metnin yazarı olarak cand. mort., yani ölüm adayı yazdığını söylüyor. Leipelt’in mektubu iç içe geçmiş çok uzun tümcelerle yazılmış. Ben çevirirken bazılarını bölmek zorunda kaldım. Öteki veda mektuplarında olduğu gibi, Leipelt’in mektubunda da din ve Tanrı üstünde duruluyor. Özellikle hapiste, idamı beklerken dine yaklaştığı söyleniyor. Mektupta, dinsel söylemin biçimleri ve yerleşik kalıpları yer yer aynen, yer yer değiştirilerek kullanılıyor. Bunları Türkçeye aktarırken çok güçlük çektim. Umarım çok bozmamışımdır. Veda mektupları içinde en güç çevirdiğim bu mektup oldu.

HANS LEIPELT’İN VEDA MEKTUBU Münih, 29 Ocak 1945 „ Sevgili kardeşçim, şu anda sana bir kart (ve bir mektup) yolladım, son hafta öğrendiğim Cottbus’taki yeni adresine ilk yazdığım mektuplar bunlar - ve bugün idam edileceğim. Bu haberin - eğer bu mektubum şimdiki trafik ve savaş koşullarında eline geçerse - sana ne denli büyük bir acı vereceğini biliyorum. Şu anki tüm çaresizliğini ve terkedilmişliğini daha çok hissedeceksin, çünkü sana gerçekten en yakın olan insan da alınıyor senin eliden, o insan ki - şimdi senin kadar çaresiz de olsa - sana savaştan sonra elinden gelen her yardımı yapacak, sonsuz sevgiyle dolu bir hayatta onun için ve onun yüzünden çektiğin acıları geçirmeye çalışacaktı. Ama kardeşçim, gene de yalnız kalmıyorsun. Savaştan sonra seni bulacak ve yaşamını garantiye almaya çalışacak iyi insanların olduğunu biliyorum. Bunun dışında, seni Tanrı’ya emanet ediyorum. Tanrı hepimizi elinde tutar ve korur ve bu koruma ve tutmanın bizden esirgendiği sanıldığında da bu bizim iyiliğimiz için olmalıdır. Bazan Tanrı’nın yollarını anlamasak ya da çok sert bulsak da, ona güvenebiliriz, evet ona güvenmek zorundayız. Senden bütün hayatın boyunca Tanrı’ya olan bu güveni korumanı rica ederim,

40


bunun için şu son anlarımda dua edeceğim. Becerebilirsen, benim için üzülme, hiç olmazsa endişelenme. İçimde, sözcüğün tam anlamıyla tanrısal bir sükunet hissediyorum ve Tanrı’nın affını umarak korkusuzca ölüyorum, ki Tanrı’nın affı benim için, hele de ona karşı işlediğim günahları düşününce, müthiş gerekli. Hapishanenin Protestan rahibi son duamı yapacak. Son olarak, senden de, sana karşı olan sevgisizliğimi, bencilliğimi, özellikle de, seni de mutsuzluğa sürüklememe neden olan kendime hakim olamamamdaki sınırsızlığımı affetmeni rica ederim. Elveda sevgili kardeşçim! Seni yeniden Tanrı’ya emanet ederim. Yeniden buluşacağımızı biliyorum. Seni seven kardeşin Hans“

41


KURT HUBER 1893 - 1943

42


Kurt Huber idam edildiğinde nerdeyse elli yaşında, evli ve iki çocuk babası bir profesördür. Karısı Clara Huber ev kadını, kızı Birgit 12 yaşında bir öğrenci ve oğlu, yani kocam, Wolfgang dört yaşında çok küçük bir çocuk olarak yalnız kalırlar. Kurt Huber 1939 yılında kızı ve oğluyla birlikte:

43


Kurt Huber’le ilgili bilgim, doğal olarak, idam edilen öteki Beyaz Gül üyelerine oranla çok daha fazla. Ayrıca, elli yaşına gelmiş bir profesörün yaşadıkları ve dolayısıyla hakkında söylenecek şey elbette yirmilerindeki gençlere oranla daha çok. Burada aktaracaklarım, okuduklarım dışında, kocamın, görümcem Birgit’in, Rosmarie teyzenin ve özellikle kayınvalidemin anlattıklarına dayanıyor. Kurt Huber felsefe ve müzikbilim uzmanıymış. Bugün bu iki çalışma alanı ayrı disiplinler olarak görülüyor, ama o zaman felsefe ve müzikbilim profesörü olunabiliyormuş. Felsefe alanında özellikle Leibniz ve Spinoza’yla ilgilenmiş, bu nedenle de kendisini çok tehlikeye atmış, çünkü Spinoza Yahudi, yani yasak. Hapiste olduğu sırada yoğun bir biçimde Leibniz kitabını yazmayı sürdürmüş. Ama bitirememiş. Ölümünden sonra karısı elyazısı notlarını kitaplaştırmak üzere Kurt Huber’in öğrencisi Inge Köck’e vermiş, ama ne yazık ki iyi bir kitap ortaya çıkarılamamış. Kitabı hapiste yazmaya çalıştığı için elinde ne kaynakları varmış ne de notları. Yazdıkları yalnızca beynindekilere dayanmakta; o nedenle kitaplaştırılırken bunların göz önünde bulundurulması, tamamlanması gerekirken Köck bunları hiç yapmamış ve kitap, kitaptan çok kopuk kopuk notlar niteliğinde kalmış. Müzikbilim alanındaysa yalnızca o dönemde değil, bugün de benzeri olmayan bir Avrupa halk müziği tipolojisi yapmış. O dönemde müzikbilimde yapılan geleneksel çalışmalar, halk türkülerini toplamak ve milli özelliklere göre sınıflandırmak; bu yolla da Britanya, İskoç, Bavyera, İspanya vb halk türkülerini oluşturmak. Oysa Kurt Huber milli sınırlardan bağımsız, hepsinin üstünde, müzikbilim ölçütlerini ve ritmi temel alan, tüm Avrupa’yı kapsayan bir tipoloji oluşturmuş. Bu çalışma sonucunda, tipik Alman olarak görülegelen bazı halk türküsü özellikleri tipik Alman olmaktan çıkmış. Bu da Nazilerin hiç hoşuna gitmemiş. ‚Soylu Alman halk türküsü ’nü Ari olmayan Yugoslav ya da İspanyol türküleriyle paylaşmak olacak iş değil çünkü onların gözünde. Bu çalışmalar dışında ses kuramı, özellikle de ünlü kuramı (Vokaltheorie) üstünde çalışmış. Ünlülerin ve müzik notalarının çözümlenmesi için bir aygıt geliştirmiş. Bu aygıtla, seslerin titreşimlerini, temel ve üst sesleri ölçmüş. Bugün bilgisayar döneminde herkesin birkaç dakika içinde yapabileceği bu iş için aylarla uğraşmış. Elle yaptığı ölçüm sonuçları bugünkü sonuçlarla örtüşüyor.

44


Kurt Huber Münih Üniversitesinde çalışmaktaymış.

Yaptığı çalışmalar, verdiği dersler

nedeniyle açık olan bir profesörlük kadrosuna atanması gerekiyormuş; ama Nazilerin devlet yönetimini ele geçirmelerinden sonra rejim aleyhtarı tavrıyla dikkat çektiği için profesör yapmamışlar. Bunun üzerine, açık olan bir profesörlük kadrosuna atanmak üzere Berlin’e gitmiş. Ama profesör Besseler ve arkadaşları, rejim için tehlikeli olduğunu söyleyerek atanmasını engellemişler. Bunun üzerine yeniden Münih’e dönmüş ve bu kez profesörlüğe atanmış. Kurt Huber 24 Ekim 1893’te doğmuş. Annesi ev kadını, babası iktisat profesörüymüş. İki kız, iki erkek kardeş olmak üzere dört kardeşlermiş. Tüm kardeşler iyi okumuş, hatta kız kardeşleri de okumuş, ki bu, o dönem için hiç de alışılmış ve yaygın birşey değilmiş. Aynı evde büyüyen bu dört kardeşin faşizm karşısındaki tutumları çok farklı olmuş. Onun için biraz anlatmak istiyorum. En büyük kardeş Paula, Hitler ve faşizm karşıtı, katolik ve feminist bir kadınmış. Katolik Bavyera Kadınlar Birliği’e üyeymiş (Katholischer Bayerischer Frauenbund) ve Bavyera Halk Partisi’nde (Bayerische Volkspartei BVP) sempatizan olarak çalışmış. İsveç asıllı Ellen Ammann’ın özel kalem müdürlüğünü yapmış. Ellen Ammann, uzun yıllar unutulmuş, ilk olarak 2013 yılında hakkında yazılar yazılmaya başlandı. Oysa çok önemli bir kişi. Bavyera Kadınlar Birliğinin kurucusu ve Bavyera Halk Partisi BVP’den seçilen Eyalet Meclisi üyesi. Bavyera’da kadınlara seçme-seçilme hakkı 1918’de tanınmış ve Ellen Ammann 1919’da seçilerek meclise giren ilk kadın olmuş. Bu partideki faaliyeti nedeniyle, 1923’te Hitler’in Münih’te giriştiği devleti yıkma girişiminden haberi olmuş, derhal polisi bilgilendirmiş ve ordu birlikleri Münih’e gelerek hareketi bastırmış. Çatışmalarda 16 kişi ölmüş, Hitler de hapse atılmış. Ellen Ammann 1932’de ölmüş. Çok mutlu ölmüş olmalı, çünkü Hitler’in 1933’te iktidara gelmesini yaşamamış. Ellen Ammann gibi Paula da ilk feministlerden ve gerçek bir Hitler karşıtı. (Kurt Huber de BVP partisi üyesiymiş; bu önemli, çünkü BVP başından beri Hitler’e karşı bir parti, hatta NSDAP üyelerinin Bavyera’da üniforma giymesini yasaklamış. Hitler’in 1933’te iktidara gelmesinden sonra parti lav edilmiş.) Kurt Huber’in tutuklanmasından sonra Paula da aile hapsi

kapsamında kayınvalidemle birlikte

hapse atılmış, ama Hitler’in NSDAP partisi üyesi olan öteki iki kardeş aile hapsinden muaf tutulmuş.

45


Yaş sıralamasında Paula’dan sonra gelen kardeş Richard kulak-boğaz-burun doktoruymuş. İnanan, bir bakıma ‚iman etmiş‘ bir Naziymiş. Yalnızca Hitler’in partisi olan NSDAP üyesi değil, aynı zamanda SA üyesiymiş. Kolunda SA bandıyla dolaşırmış. Hatta bazan muayenehanesine bile SA üniformasıyla gittiği söyleniyor. Kardeşinin Hitler karşıtı bir vatan haini olduğunu duyunca müthiş öfkelenmiş, Kurt Huber’in karısı ve çocuklarıyla olan bütün ilişkisini kesmiş. Ne cenazesine gitmiş, ne kardeşinin aile mezarlığına gömülmesine izin vermiş, ne defnedilebileceği başka bir mezar bulunmasında yardımcı olmuş, ne de yengesi ve yeğenlerine herhangi bir yardımda bulunmuş. Yaş sırasında Richard’tan sonra Kurt, sonra da en küçük kızkardeşleri Dora geliyor. Dora da büyük ağbi Richard gibi Nazi ve NSDAP üyesiymiş. O da Kurt Huber’in faşizm ve Hitler karşıtı olmasını, Beyaz Gül çevresinde çalışmasını hiç onaylamamış, açıkça söylemese de ağbisini vatan haini olarak görmüş ve idamından sonra hiç yanlarına yaklaşmamış. Çok sonraları, hala olarak yeniden görüşmeye başlamışlar. Biz evlendiğimizde bir tek Dora hayattaydı. Dolayısıyla ben bir tek onunla tanışabildim. Dora, doktora yapmış bir lise öğretmeniydi. Benim üniversiteden olmamı, doktora ve doçentliğimi yapmış olmamı beğendi. Ama gene de yeğeninin bir Türk kadınıyla evlenmiş olmasını hiç onaylamadı. Bu nedenle vasiyetini değiştirerek Birgit’le Wolfgang’a birer tane kalmasını öngördüğü iki dairesinin ikisini de Birgit’e bıraktı. Ben kocama biraz pahalıya maloldum yani… Ayrıca, „Bir kere Nazi, hep Nazi“ sloganının yalnızca slogan olmadığını gayet yakından yaşamış olduk hep birlikte. Görüldüğü gibi dört kardeşten ikisi Nazi, ikisi Nazi karşıtı. Ama Huberlerde görülen bu aile bireyleri arasındaki ayrılık onlara özgü değil, duyduğum, okuduğum kadarıyla tüm Beyaz Gül ailelerinde Naziler de varmış. Paula ve Dora hiç evlenmemiş. Richard evliymiş, çocukları da varmış. Ama onlar da Nazi yanlısı oldukları için Huberlerle hiç görüşmemişler. Dolayısıyla benim Alman ailemde, aile dendiğinde hep kayınvalidemin ailesi olan Schlickenriederler anlaşılır. Kayınvalidemin on

46


kardeşi varmış. Ben aileye girdiğimde yalnızca Hanni, Hedwig ve Rosmarie teyzeler hayattaydı. Üçü de hiç evlenmemiş, yalnız yaşayan kadınlardı. Üçü de son derecede yakın, sevecen, kibar insanlardı. Ama Hanni ve Hedwig kısa bir süre sonra öldü. Ben en çok kayınvalidem ve Rosmarie’yle yakın bir akrabalık yaşadım, hatta gerçek anlamda arkadaşlık yaşadım. Benim Türk olmama değil karşı olmak, bunu tam tersine çok hoş olarak karşıladılar. Keşke kayınpederin de seni tanıyabilseydi dediler. Özellikle Rosmarie benden tavsiyeler aldı ve pek çok Türk yazarının yapıtlarını okudu. Türk kültürünü tanımaya, anlamaya çalıştı. Kayınvalidem inanan bir katolikti. Annem de inanan bir müslümandır. Birbirleriyle bu açıdan çok iyi anlaştılar. Herhangi bir hastalığımız ya da derdimiz olduğunda kayınvalidem, „Ara anneni size dua etsin“ diye telefon ederdi. Ya da annem benzer durumlarda, „Söyle kayınvalidene, size mum yaksın“ derdi. Schlickenrieder ailesi zaten tümüyle Hitler karşıtı bir aileymiş. Gerçi hiçbiri Kurt Huber gibi doğrudan direnişte bulunmamış, ama zaten kaç kişi buna cesaret edebilmiş ki… İdam edildiğinde cenazesine onlar katılmış, gömülebilmesi için kendi aile mezarlarını onlar vermiş, açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalan aileye ellerinden geldiğince onlar destek olmuş. Faşizm ve savaş yıllarını ben en çok kayınvalidem Clara Huber’den dinledim. Kocam ve görümcem de bazı şeyler anlattıysa da onlar o zaman çocuk olduğu için anlattıkları çocuk dünyasına ilişkin şeyler. Kayınvalidem dışında, kız kardeşi Rosmarie de epey şey anlattı. Örneğin Bezay Gül bildirilerini Scholl kardeşlerin üniversitede balkondan atmasını o yıllarda üniversite öğrencisi olan Rosmarie teyze de yaşamış. Dersten çıktıklarında etrafı Gestapo’yla dolu olarak görmüşler. Bir yandan büyük bir sessizlik, ama aynı zamanda da büyük bir hareket varmış. İnsanlar koşuşturuyormuş. Koridorda yerlerde darmadağınık bir şekilde kağıtlar duruyormuş. Rosmarie bunları gördüğüne göre, dersten, bildirilerin atılmasından hemen sonra çıktıkları anlaşılıyor. O gün birilerinin yakalandığı haberi çok çabuk yayılmış. Rosmarie korkmuş, hiçbir şey yapamamış. Oysa birlikte olduğu arkadaşı bildirilerden birisini alıp çizmesine sokmuş. Rosmarie hayıflanarak anlatırdı, o kız kadar cesur olamadığına yanardı hep. Rosmarie aynı üniversitede profesör olarak çalışan eniştesi Kurt Huber’in odasına gidip gördüklerini aktarmış. „Sustu, sapsarı oldu“, diye anlatırdı eniştesinin tepkisini. Huber bildiri dağıtma eyleminden Rosmarie’nin anlatması üzerine haberdar

47


olmuş. Ondan sonra da çok sinirli ve keyifsiz günler geçirmişler. Kızları Birgit okula gittiği için ona birşey yapamamışlar, ama dört yaşındaki oğulları Wolfgang’ı anneannesinin yanına, Münih dışına göndermişler. Scholl kardeşler ve Probst’un yakalanmasından sonra, kendi yakalanmasının da gün meselesi olduğunu düşünen Kurt Huber küçük çocuğun bunları yaşamasını engellemek istemiş, onun için de çocuğu evden uzaklaştırmışlar. Gestapo Kurt Huber’i almak için eve geldiğinde baba-kız yalnızmışlar. Birkaç gün sonra, aile hapsi ( Sippenhaft ) kapsamında karısını da hapse atmışlar. Birgit o zaman 12 yaşındaymış. Annesinin de evde olmadığı birbuçuk ayı evde hep yalnız geçirmiş. Bütün bu dönemde o kadar korkmuş ki, hep kusmuş. Ve bu onda hayatı boyunca kalmış. Birgit hayatı boyunca ne doğru dürüst yemek yiyebildi, ne de 42 kilonun üstüne çıktı. Huber yalnızca idam edilmekle kalmamış, doktorası ve profesörlüğü de lav edilmiş ve maaşı kesilmiş. Karısı ev kadını olduğu ve kendi geliri olmadığı için, maaşın kesilmesinden sonra aile hiç gelirsiz kalmış. Clara Huber, dikiş dikerek, evlere çalışmaya giderek para kazanmaya çalışmış. Ama vatan hainliğinden idam edilen birisinin karısına kimse iş vermek istememiş. Kendi ailesinden yardım edenler olmuş, ama savaş tüm hızıyla sürmekteymiş. Kimsenin maddi durumu iyi değilmiş. Huber ailesi aç kalmakla karşı karşıya kalmış. İşte o sıralarda Münih Üniversitesi kimya fakültesi öğrencisi Hans Leipelt ve tıp öğrencisi Jürgen Wittenstein, Huber ailesi için para toplamışlar. Wittenstein parayı Rosmarie’ye bir zarf içinde vermiş. 3000 Reichsmark toplanmış. O zaman için çok büyük bir tutar olan bu para yardımı sayesinde aile açlıktan ölmekten kurtulmuş. Ama Leipelt kurtulamamış. Huber ailesi için para toplamaktan ve Beyaz Gül grubunun düşüncelerini Hamburg’ta da yaymaktan ötürü idama mahkum edilmiş ve savaşın bitimine çok çok az kala, 29.1.1945 tarihinde cezası infaz edilmiş. Kayınvalidem, Leipelt ve Wittenstein’ın topladığı para dışında da kendilerine yardım edenler olduğunu anlatırdı. Bazı günler posta kutularından kimden olduğu belli olmayan, adsız zarflar çıkarmış, içinde biraz para. Bazan kapılarının önünde biraz ekmek bulurlarmış. Bu yardımlar hep anonim kalmış.

48


Savaşın bitimi, faşizmin ve halk arasında yaygın hale getirilmiş olan faşist düşüncenin bitmesi anlamına gelmemiş. Vatan hainliği suçundan idam edilen Beyaz Gül üyelerinin aileleri, çevrelerinde uzun yıllar vatan haini olarak görülmüş. Örneğin kocam Wolfgang ilkokula gitmeye başladığında, savaş çoktan bitmişmiş. Ama sınıf arkadaşları kendisine hiç iyi davranmamışlar. Çoğu çocuk kendisiyle oynamak istememiş. Sınıf arkadaşları, kendisini göstererek, „Bak, bak, kafası kesilen vatan haininin oğlu işte!“ diye fısıldaşmışlar. Bazıları, „Babanın yalnızca başı kesilmemeliydi, dörde bölünmeliydi“ demiş. Oysa Wolfgang’a babasının öldürüldüğü, hele hele de başı kesilerek giyotinle idam edildiği söylenmemiş. O hep babasının hastanede olduğunu ve orada öldüğünü sanıyormuş. Okulda arkadaşlarının söylediklerini duyunca ağlaya ağlaya eve koşmuş ve annesine anlatmış. „N’oldu babama anne?“ diye sormuş. Bu, gerek Wolfgang gerekse annesi için en güç anlardan biri olmuş. Altı yaşında bir çocuğa babasının başı kesilerek öldürüldüğünü anlatmak çok zor gelmiş anneye, söyleyememiş, hastanede öldü yalanını sürdürmüş. Kayınvalidem bunu hep ağlayarak anlatmıştır bana. „Biraz daha büyümesini bekledim“ derdi. Bu ve benzeri aşağılama ve dışlamalar nedeniyle iki kardeş de okulu ve sınıf arkadaşlarını hiç anmak, konuşmak istemez. Kayınvalidemin anlattıkları arasında bana en ilginç gelen şeylerden biri de aslında savaş sonrasına ilişkindir: Savaşın bitiminden sonra, müttefikler, özellikle de

Amerika Birleşik

Devletleri, Entnazifizierung diye adlandırılan, ‚Nazilikten döndürme‘ ya da ‚Nazilikten arındırma‘ diyebileceğimiz girişimi başlatmış. Nazi yandaşlarına cezalar verilmeye, bunlara, toplama kamplarında faşistlerin neler yaptığı gösterilmeye başlanmış. Cezadan kurtulmak için de herkes Nazi yandaşı olmadığını kanıtlama derdine düşmüş. Bu amaçla, kesinlikle Nazi olmadığı bilinen kimselere gidip kendilerinin de „temiz“ olduklarını belgelemelerini istemeye başlamışlar, bir tür temiz kağıdı istemek yani. Halk ağzında buna Almanca Persilschein, yani Persil belgesi denirmiş. Kayınvalidem de bu amaç için biçilmiş kaftanmış. Pek çok kişi gelmiş, kendisinden Nazi olmadıklarına dair yazı vermesini istemiş. Bunların arasında, Kurt Huber’in idamından sonra yolda karşılaştıklarında başlarını çeviren, kaldırım değiştiren, vatan hainleriyle aynı sokakta oturmak nasıl oluyor diye avaz avaza dert yanarak konuşan komşuları çoğunluktaymış. Oysa gizliden gizliye kendilerine yardım eden, kah zarf içinde birkaç lira para koyan, kah kapılarının önüne biraz ekmek ya da

49


yumurta bırakanlar hiç gelip temiz kağıdı istememiş. „Oysa bilirdik onları“, derdi kayınvalidem. Ve işte bir tek onlar gelmemiş. „Benden belge almak için gelenlerin çoğu, çocuklarıma vatan haininin piçleri diye bağıranlardı.“ Temiz kağıdı almak için ünlülerden de Kurt Huber’in adını kullanan çok olmuş. Bunların içinde en meşhuru herhalde Carl Orff’tur. Carl Orff’la Kurt Huber çok yakın arkadaşmış. Üstelik aynı sokakta oturan çok yakın komşuymuşlar. „Carmina Burana bizim evde yazıldıydı“ diye anlatırdı kayınvalidem. „Carl Orff saatlerce konuşurdu kocamla, sonra bazı parçalar çalardı. Kurt eleştirirdi. Birkaç gün sonra gelir, yeni biçimlerini çalardı. Birlikte piyanonun başına geçtiklerinde saatlerce çalışırlardı. Yalnızca sonradan kocama ithaf ettiği Agnes Bernauerin parçası değil, öteki yapıtları Carmina Burana ve Der Mond’u da Kurt’la beraber oluşturmuştu.“ Carl Orff son olarak Huber’lere, Kurt Huber’in tutuklanmasından bir gün sonra gelmiş ve o zaman duymuş tutuklandığını. Duyduğunda „Peki ben ne olacağım?“ diye bağırmaya başlamış. Kayınvalidem bana bunu anlattığında kendisinin de tutuklanmaktan korktuğunu sandım. „Hayır, hayır,“ dedi Clara Huber, „Kurt’suz nasıl çalışacağını bilemedi de ondan.“ Ve o günden sonra da bir daha yanlarına gelmemiş. Hatta kısa bir süre sonra ortadan yok olmuş. Savaş sonrası, Kurt Huber’le yakın arkadaş olduğunu söyleyerek temize çıkmaya çalışmış. Bir başka örnek de Heidelberg Üniversitesinden profesör Besseler. Besseler, Hitler karşıtı olduğunu ileri sürerek Kurt Huber’in Berlin’de müzik profesörü olmasını engelleyen müzikbilimci. Savaş sonrası o da kendisiyle meslektaş ve dost olduklarını, aynı dertleri paylaştıklarını ileri sürerek temize çıkmaya çalışmış. Yani bu insanlar ne Hitler döneminde utanmış, ne de sonrasında. Başka bir örnek de profesör Alexander von Müller. Profesör von Müller o dönemin son derece önemli ve saygın olan Bilimler Akademisi’nin başkanı. O da Kurt Huber’in arkadaşıymış. Ailece de görüşürlermiş. Tutuklanma sonrası bir daha evlerine ayak basmamışlar. Yalnız bir gün karısı Clara Huber’le ormanda buluşmuş, bir daha görüşemeyeceklerini, kocasının her türlü ilişkiyi yasakladığını söylemiş. Ve savaş sonrası, Alexander von Müller de Kurt Huber’le çok yakın arkadaş olduklarını ileri sürerek cezadan kur-

50


tulmaya çalışmış. Oysa Kurt Huber hapisteyken kendisinden yardım istediğinde cevap bile vermemiş. Beyaz Gülü olayını bilen tanıdığım çoğu Alman gibi ( inanın, hala her Alman bilmiyor bu olayı ! ) ben de düşünmüşümdür hep: Hadi gençler gençti, her genç gibi idealistti, iyi bir dünya istiyor ve bunun için gözlerini karartıp kendilerini tehlikeye atabiliyordu, ama ya elli yaşındaki evli barklı, çoluk çocuk sahibi, aklı başında bir profesör nasıl oluyor da bu denli tehlikeli bir eyleme girişebiliyordu? Bunun yanıtını Kurt Huber duruşmadaki savunmasında kendisi vermiş: Öyle davranmalısın ki, sanki sana ve senin eylemine bağlıymış gibi Almanya’nın kaderi ve tüm sorumluluk seninmiş gibi Bu dörtlüğü 1922 yılında Albert Matthei (bazan Matthai olarak da yazıldığını gördüm) ‚Fichte için‘ başlığıyla yazmış, ama sonraları işler karışmış ve dörtlüğün Johann Gottlieb Fichte tarafından yazıldığı söylenir olmuş. Kurt Huber’e hapiste olduğu dörtbuçuk ay süresince (22 Şubat - 13 Temmuz 1943) iki haftada bir mektup yazma izni verilmiş. Karısına ve çocuklarına yazdığı mektuplarda üstünde durduğu temel konulardan birisi, çocuklarının kendisinden utanmaması dileği. Bunu veda için yazdığı şiirlerde de görüyoruz. İdam edilenler arasında yalnızca Kurt Huber’in veda mektubu orijinal olarak günümüze dek kalmış, bizim evde, kocamın belgeleri arasında duruyor. Öteki veda mektuplarını Gestapo ailelere vermemiş. Huber’in mektubunun ailesinin eline geçmesinin nedeni, ayrı bir kağıda mektup olarak görülebilecek bir biçimde yazılmamış olması. İdam haberini aldığında ünlü kuramı üzerine çalışmaktaymış. Yazmakta olduklarını kesip hemen aynı sayfada veda mektubuna başlamış. Gestapo, idam sonrası, çalışma notlarını olduğu gibi karısına teslim etmiş. Notlar arasında veda mektubu olduğunun farkına varmamışlar. O nedenle de mektup günümüze dek belge olarak kalabilmiş. 51


Aşağıdaki fotoğrafta da görüldüğü gibi, Kurt Huber küçücük kağıtlara yazmış çalışmasını. Nerdeyse okunamayacak denli küçük bir yazıyla. Bütün kağıtlar en üst sol köşeden en alt satıra dek yazıyla dolu. Bir santimi bile boş değil. Herşey gibi kağıt da yokmuş çünkü. Üstte Vokaltheorie diye çalışmanın adı görülüyor. Yazmakta olduğu sırada idam kararı haberini almış. Satırbaşı yapmış, biraz içeri kaydırmış ve veda mektubunu yazmaya başlamış.

KURT HUBER’İN VEDA MEKTUBU 13.7.1943

52


„Çok sevdiğim zavallı Claracığım, çok sevdiğim sevimli Birgit, ve benim tatlı küçük Wolficiğim (günlük dilde Wolfgang adının kısaltılmış biçimi) Bugün sizler için yaptığım çalışmanın tam ortasında, çoktandır beklediğim haber geldi. Sevgilim! Benimle birlikte sevinin! Ben, vatanım için, savaştan sonra muhakkak oluşacak olan adil ve daha güzel bir anavatan için (ölmek sözcüğünü ya yazamamış, ya da aceleden unutmuş. Tümce yüklemsiz kalmış.) Ben her an seninle ve sevgili çocuklarımızla birlikte olacağım, ta ki sizler de arkamdan, bir daha ayrılığın olmadığı o yere gelinceye dek. Sevgili çocuklarımızın kader ve eğitimini senin sevgi dolu, özenli ellerine bırakıyorum. Babalarını düşüneceklerini, sevgili annelerine tüm mutlulukları vereceklerini ve bunu gözlerinden okuyacaklarını biliyorum. Sevgili Clara! Bir yıl önce birlikte, mutlu, güzel Mösern’e gitmiş, lacivert Blindsee’ye bakmıştık. O harika saatleri, çocuklarımızla birlikteliğimizi düşün ve tüm acıları unut! Çocuklarımızla birlikte Kutsal Haç’ın altına sığın, sizden alınan herşey yüz kat, bin kat fazlasıyla verilecek size. Ve, gurur duyun, siz de yeni bir Almanya için verilen savaşta payınıza düşeni taşıyorsunuz. Siz de babalarını cephede yitiren kadın ve çocuklar gibi birer kahramansınız. - Sevgili Clara, bu güç aylarda bana öylesine sonsuz sevgi gösterdin ve acılı zamanımı öylesine güzelleştirdin ki sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Orada, daha güzel başka bir dünyada sana destek olacağımı bilmesem, çaresiz bir dilenciye dönerdim. Ama şimdi sana ilelebet minnettar kalacağım.

Canım kızım Birgit! Yaşam yolun ilk başta ciddi ve karanlık, ama gelecekte aydınlık olacak. Senin ve anneciğinin mektupları benim için sonsuz bir teselliydi. Biliyorum, annene destek ve dayanak olarak kalacaksın. Baban seni unutmadı ve sizin için dua ediyor. Tanrı sana büyük yetenekler, nimetler vermiş. Yararlan bunlardan, müzik ve edebiyattan zevk almaya devam et ve bizim için şimdiye dek olduğun sevgili iyi melek olmayı sürdür. Canım, cesur küçük oğlum Wolfi! Tüm güzel yaşam senin önünde daha. Efendi bir çocuk, mükemmel bir insan, annenin koruyucusu ve gururu olacaksın! Ve günün birinde hayat zor gelirse eğer, hala sevgili oğlunun üstüne titreyen babanı düşün hep!

53


Canlarım! Benim için ağlamayın - ben mutlu ve güvendeyim. Sevgili dağlarımızdan yolladığınız son selamınız olan Alp gülleri solmuş olarak önümde durmakta. İki saat sonra, yaşamım boyunca uğruna savaştığım gerçek dağ özgürlüğüne intikal edeceğim. Sevgilim! Son küçük bir saat! Son isteğim! Tanrım, ey Tanrım, ben hazırım, Senin dost elinden tutarak neşeyle ebediyete gitmeye! Almanya vatanımızı kutsa, Karımı ve çocuklarımı kutsa benim, tüm acılarında teselli et yeryüzündeki sevdiklerine Tanrı huzuru bağışla! Herşeye kadir olan Tanrı sizi kutsasın ve korusun! Sizi seven babanız“

Günümüzde de aydın çevrelerde, düğün, yılbaşı, doğumgünü vb türünden kutlamalarda Almanlar kendi yazdıkları şiirleri okur. Eskiden, kayınpederimin yaşadığı dönemlerde, bu daha da çok yaygınmış. Bu alışkanlıkla Kurt Huber, veda mektubu dışında veda şiirleri de yazmış. WOLFİ İÇİN Söyle cesur oğlumuza, sorduğunda, Yurdumuz için şehit olduğumu, Gururlu bir resmini taşısın yüreğinde Babasının. Söyle ona, herkese söyle bunu: Şehit oldum ben Almanya’nın özgürlüğü, Gerçek ve onur için. Sadık kaldım Bu üçlüye hep son kalp atışına dek. 54


Söyle oğlumuza ama, büyüdüğünde, Sizi sevgiyle kutsayarak öldüğümü, Güçlenmiş, arınmış; tüm nefrete karşı koyarak Ve yeniden görüşme gününü umarak.

BİRGİT’E Sevgili çocuk, sarışın başını Son olarak hafifçe öptüm, Bildim ama inanmadım Bunun bir son olduğuna. Şaka yaptın, güldün Ama ruhun yaralıydı. Beni mutlu, gururlu kıldın, Benim ruhum sağaldı. Güç saatlerimde bana Cesaretinle destek oldun. Kahraman çocuğum! Teşekkürü sana Özgür bir Almanya getirsin!

KARIMA Siyah bir elbise hediye etmiştim sana, Koyu renk güllerle göğsünde, gördüm seni, Çevik adımlarla fuayeye girdiğini, Ah, bu elbiseyi şimdi giymen gerekti, Sevgi ve aşkımızın çocuklarıyla Dua etmek için kazılmış bir mezarda! Kader yolumuzu böyle yöneltti. 55


VEDA MEKTUPLARININ KARŞILAŞTIRMASI Aslında biz Türkler, çok değişik koşullarda ve konumlarda da olsa, vatanları için ölümü göze alan ve idam edilen gençleri tanıyoruz. Onlar da ailelerine veda mektupları yazmış. Aşağıda, örnek olarak üç tane de Türkiye’de yazılmış olan veda mektubunu aktarmak istiyorum. 6 Mayıs 1972’nin ilk saatlerinde, gece yarısı 1 - 3 arasında, idam edilen Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve Deniz Gezmiş’in veda mektupları:

YUSUF ASLAN’IN VEDA MEKTUBU 3 Mayıs 1972’de, yani idamından üç gün önce yazdığı mektubu parkasının iç cebinde taşıdığını idam edildiği gün savcıya söylemiş.

„Sevgili babacığım, Bu mektubu aldığın zaman ben ebediyen bu dünyadan göç etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir buçuk seneden beri, benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz malum. Bu son olayı da metanetle karşılamanızı sadece dileyebiliyorum.

Babacığım, bu olayda da annemin ve Yücel'in, senin tesellilerine ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için ne kadar metin olursan hem senin sağlığın için hem de onlar için o kadar iyi olur. Elbette ki yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğlun bir günde öldürülmesi, kolay göğüslenecek bir olay değildir. Fakat siz benim ne için, kimlere karşı mücadele verdiğimi biliyorsunuz. Ben bu açıdan rahat ve vicdan huzuru içinde gidiyorum. Sizlerin de bu bakımdan rahat ve huzur içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum. Babacığım annemin ve Yücel'in, senin desteklerine muhtaç olduklarını söylemiştim. Onları rahat ettirmek için bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım, burada şunu ilave edeyim ki Yücel'in hastalığından kendimi sorumlu hissediyorum. Yücel için her şeyinizi ortaya koyacağınız konusunda da kuşkum yok.

56


Ablamlar için söyleyeceğim: Fazla üzülmesinler. Olayın sarsıntıları geçtikten sonra normal hayatlarını devam ettirsinler. Mehtap'a ne diyeyim. Benim için her zaman bol bol öpün. Babacığım, cezaevinde kalan arkadaşları ara sıra yoklarsan, hallerini hatırlarını sorarsan çok memnun olurum. Her birisi oğlun sayılır. Dışarıda bizler için uğraşan dostlarım ve dostlarını hiçbir zaman unutmayacağını biliyorum. Mektubum burada biterken sizi, annemi, Yücel'i, ablamı, Aziz abiyi, hasretle kucaklarım, babacığım. Sağlıkla kalın… Hoşça kalın… Yusuf Aslan Not: Akrabalara da bir mektup yazdım. Fakat belki vermiyebilirler…“

57


HÜSEYİN İNAN’IN VEDA MEKTUBU 5 Mayıs 1972’de „cezaevinde yazdırdı“ deniyor „Babama, anneme, kardeşlerime ve yakın akrabalarıma, söyleyecek fazla söz bulamıyorum. Bir insanın sonunda karşılaşacağı tabii sonuç, bildiğiniz sebeplerden dolayı erken karşıma çıktı. Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum. İleride durumumu çok daha iyi anlayacağınız inancındayım. Metin olunuz. Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız. Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selamlar Sevgiler!.. Yazılacak çok şey var; fakat hem mümkün değil, hem de sırası değil... Candan selamlar. Hüseyin İnan“

DENİZ GEZMİŞ’İN VEDA MEKTUBU 5 Mayıs 1972, Ankara Merkez Cezaevi

„Baba, Mektup elinize geçmiş olduğu zaman, aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben, ne kadar üzülmeyin desem, yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar ve ölürler… Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde, fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle ben, erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldı ki, benden önce giden arkadaşlarım, hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de etmeyeceğimden şüphen olmasın. Oğlun, ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir. Bu yola bilerek girdi. Sonunda da bu olacağını biliyordu. 58


Seninle düşüncelerimiz ayrı; ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye’de yaşayan Kürt ve Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum. Cenaze için, avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara’da 1969’da ölen arkadaşım Taylan Özgür’ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul´a götürmeye kalkma. Annemi teselli etmek sana düşüyor. Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et. Onun bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir. Son anda, yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir seni, annemi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım… Oğlun Deniz Gezmiş Merkez Cezaevi“

Görüldüğü gibi, gerek Almanca, gerekse Türkçe yazılmış veda mektuplarında hem çok büyük benzerlikler, hem de büyük farklar var. En dikkat çekici benzerlik, idama gidenlerin hepsinin, ailelerini düşünmesi, kendi idamlarının ailelerini ne denli üzeceğinin bilincinde oldukları ve bu üzüntüyü kısmen de olsa azaltmaya çalışmaları. Hatta, ailelerinden, kendilerine acı çektirdikleri için özür dilemeleri.

Ama aralarında çok büyük farklar da var. Benim için en büyük fark, Almanca yazılmış mektuplarda din öğesinin çok üstünde durulmuş olmasına karşılık Türkçe yazılmış mektuplarda buna hiç değinilmemiş olması. Bunu nasıl açıklamak gerek, bilmiyorum. Belki de, Almanya’daki Hitler faşizmi dine karşı bir duruş istediği için, gençler dine inanarak da faşizme karşı direnme gösteriyordur. Oysa Türkiye’de dine inanma hiç yasaklanmadığından, din gayet normal birşey olarak algılanmış, konu edilmemiş olabilir. Dinin en çok vurgulandığı mektup, bence, Hans Leipelt’in mektubu. O da belki, komünist olarak dinle hiç ilgilenmediği, ya da belki hatta, dine karşı olmuş olduğu içindir. Bana çok ilginç gelen başka bir fark da, Türk gençlerinin babalarına yazmış olmaları. Alman gençlerse anne ve babalarına birlikte yazmışlar. Bir tek Christoph Probst’un mektubu 59


yalnızca annesine hitaben. Bunun nedeni de belki, annesiyle babasının boşanmış olmasıdır. Türk gençlerinin mektuplarında babalar daha güçlü olarak algılanıyor ve onlardan, zayıf olan annelere destek olmaları isteniyor. Yani ataerkil yapı 70’li yılların devrimci gençlerinde de görülmekte. Ölüme giderken de politik tutumlarını belirten mektuplar olarak, Kurt Huber, Deniz Gezmiş ve Alexander Schmorell’in mektupları benzerlik gösteriyor. Değişik biçimlerde söylenmiş de olsa, bu üç mektupta da, ölüme gitmelerinin nedeninin politik duruşları olduğu ve yaptıklarından pişmanlık duymadıkları dile getiriliyor. Ailelerinin kendilerini ve edimlerini anlamaları isteniyor. Alexander Schmorell, „Yüzde yüz inandığım düşünceme ve gerçeğe hizmet ettiğim bilinciyle gidiyorum. Bu benim yaklaşan ölüm anını rahat bir vicdanla beklememi sağlıyor.“ diyor. Deniz Gezmiş, „Oğlun, ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir. Bu yola bilerek girdi. Sonunda da bu olacağını biliyordu. … Seninle düşüncelerimiz ayrı; ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye’de yaşayan Kürt ve Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum. … Son anda, yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir seni, annemi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım.“ diyor.

Kurt Huber bu konuda en çok şey yazan, çünkü çocuklarına vatan haini olarak tanıtılacağını biliyor. Ve çocuklarının da buna inanmasından, kendisini vatan haini olarak görmesinden korkuyor. Mektubunda, „Ben, vatanım için, savaştan sonra muhakkak oluşacak olan adil ve daha güzel bir anavatan için (ölüme gidiyorum)“ diyor. Özellikle oğluna yazdığı şiirde bunu en açık bir şekilde dile getiriyor. Oğlu henüz okuma yaşında olmadığı için karısına hitaben yazdığı şiirde söyledikleri, oğlunun kendisini yanlış anlamasından ne denli endişe ettiğini gösteriyor: „Söyle cesur oğlumuza, sorduğunda,

Yurdumuz için şehit olduğumu, Gururlu bir resmini taşısın yüreğinde

60


Babasının. Söyle ona, herkese söyle bunu: Şehit oldum ben Almanya’nın özgürlüğü, Gerçek ve onur için. Sadık kaldım Bu üçlüye hep son kalp atışına dek.“

BİLDİRİLER

40’lı yıllarda Münih’te, okur-yazar çevre ‚okuma akşamları‘ (Leseabende) düzenlemekte, aydınlar bir araya gelerek yazın ve felsefe konularında okumalar yapıp tartışmaktadır. 4 Haziran 1942’de de profesör Mertens’in piyanist olan karısı Gertrud Mertens böyle bir grubu evlerine davet eder. Davetliler arasında Alexander Schmorell, Hans Scholl, Kurt Huber, Sophie Scholl, Willi Graf, Christoph Probst, Wolf Jäger ve Hubert Furtwängler vardır. Yazınsal konular dışında politikadan da söz edilir. Huber, „birşeyler yapmak gerek“ diye çıkış yapar. Ama bu konu üstünde çok durulmaz. Bugün ‚okuma akşamı’ niteliği taşıyan bu birlikteliğe grubun oluşmasının başlangıcı olarak bakılmakta. 1942 Haziranının sonlarında, bu kez politik içerikli konuşma olarak planlanmış bir toplantıda Schmorell’lerin evinde buluşurlar. Toplantıda Alexander Schmorell, Hans Scholl, Willi Graf ve Kurt Huber bulunur. Bu toplantıdan sonra, 27 Haziran - 12 Temmuz arası Hans Scholl ve Alexander Schmorell ardı ardına dört bildiri yazar ve dağıtırlar. Bu bildiriler, DINA4 boyutundaki kağıtlara daktiloyla önlü arkalı yazılmış, Beyaz Gül’ün Bildirileri başlığını taşıyan el ilanı niteliğinde yazılar. Bildirileri yolladıkları arasında Kurt Huber ve Christoph Probst da vardır. Ama ikisi de evli ve çocuk sahibi oldukları için onları korumak amacıyla ilk başta bildirilere karıştırmazlar.Yani Kurt Huber’in bildirilerden haberi vardır, ama kimin yazdığını bilmemektedir. 1942 sonbaharında Kurt Huber’e bunu açıklarlar ve bildirileri kendilerinin yazdığını söylerler. 1943 Ocak ayında Kurt Huber, Hans Scholl ve Alexander Schmorell Schmorell’in evinde toplanırlar. Bu toplantıya birisini Hans Scholl’ün, birisini Alexander Schmorell’in yazdığı iki bildiri taslağı getirirler. Kurt Huber Schmorell’in yazdığı bildiriyi çok komünist nitelikli bulur. Schmorell buna kızar, toplantıyı terk eder ve konsere gider. Hans Scholl ve Kurt Huber

61


Hans’ın taslağı üstünde çalışırlar. Huber değişiklikler ve eklemeler yapar. Bu şekilde beşinci bildiri oluşur. O da çoğaltılır ve dağıtılır. Huber sonra kendisi altıncı bildiriyi yazar. Scholl kardeşlerin, Huber’in yazdığı bu altıncı bildiriyi üniversite koridorlarında dağıtarak ve sonunda da balkondan atarak yakalanmasından sonra Gestapo yoğun bir aramaya girişir ve beşinci bildiri de ele geçirilir. Gestapo, bu bildirilerin yabancı kaynaklı olduğunu düşünmekte, özellikle de İngiliz’lerden şüphe etmektedir. Bildirileri, bilirkişi olarak çözümlemesi için, o zamanın ünlü filoloji profesörü Richard Harder’e verir ve incelemesini isterler. Profesör Harder inanmış bir Nazi’dir. Ama aynı zamanda son derece iyi bir bilimadamıdır. Nefis bir metin çözümlemesi yapar, ve raporunda biçemsel özelliklerden, dil kullanımından, dile getirilen içeriklerden yola çıkarak bu iki bildirinin de bir Alman bilimadamı tarafından yazılmış olduğunu, bu kişinin çok büyük bir olasılıkla Münih Üniversitesinden olduğunu, çok büyük bir olasılıkla insanbilimleri konusunda uzman olduğunu saptar. Yani yaptığı çözümleme öylesine doğrudur ki, nerdeyse bir tek Kurt Huber’in adını verememiştir. Bu arada Gestapo ilk dört bildiriyi de ele geçirir ve profesör Harder’e rapor hazırlaması için iletir. Harder, hazırladığı ikinci raporda, bu dört bildiriyi öteki bildirilerin yazarından ayrı birisinin yazdığını, bu insanın daha romantik yapılı ve daha genç olduğunu, politik yanının bulunmadığını saptar. Yani Harder sonuç olarak, bir tek metin yazarlarının adlarını verememiş olur.

Ben, bu raporları okuduğum günden beri, bir metindilbilimci olarak, bu kadar iyi metin çözümlemesi yapabildiği için Harder’e hep gıpta ederek baktım.

HİTLER FAŞİZMİ DÖNEMİNDEKİ VE BUGÜNKÜ ÜNİVERSİTE Faşizm döneminde, tüm üniversiteler gibi Münih Üniversitesi de bilim dünyasına hiç yakışmayacak denli faşist yönetime yoldaşlık yapmış. Bir örnek olarak aşağıya o dönemdeki üniversite kitaplığının kapısındaki levhayı aldım:

62


Kitaplık hergün 12 - 20 arası açıktır. Yahudilerin kitaplığa girmesi yasaktır!

Üniversitede faşizmin desteklenmesi hemen başlamış. Örneğin 1933 yılında, Hitler yönetime geçer geçmez, yasaklanan kitapları Gestapo ya da SA yakmamış, bizzat üniversite öğrencileri yakmış. Profesörler, dekanlar ve rektörler kah gerçekten kendileri de faşist olduklarından, kah korkularından Hitler’i desteklemiş. Faşist ideolojiyi bilimin temeline oturtmuşlar, ki bu bana en inanılmazı geliyor. Profesörlerin, ırkçı faşizmi, (güya) bilimsel çalışmalarına temel almasına ilişkin iki örnek vermek istiyorum: Profesör Alfred Grunsky ve profesör Theodor Maunz.

63


Alfred Grunsky, Münih Üniversitesinde felsefe profesörü ve bu nedenle de profesör Kurt Huber’in en yakın meslektaşıymış. Gerek doktora tezinde gerekse derslerinde Einstein’ın görecelik kuramının (Relativitätstheorie) yanlışlığını şöyle ispat etmiş: Yalnızca Ari ırktan olanlar felsefe yapabilir. Einstein’ın kuramı felsefi bir kuramdır. Einstein Ari ırktan değildir, Yahudidir. Dolayısıyla kuram yanlıştır. Bu yazdığım şaka değil, gerçek. Ve bu, Grunsky için bir tek örnek. Bütün dersleri ve yazıları böyleymiş. İnsan bunun, Almanya gibi felsefede bu denli ileri bir ülkede mümkün olabileceğine inanamıyor,. Ama olmuş işte. Ve insan bunları duyunca, o günlerde ve o koşullarda, yan sınıfta meslektaşı bu felsefe derslerini vermekteyken ve kapıda Gestapo ya da SA dikilmekteyken, derslerinde Yahudi Spinoza’nın felsefesini öğreten Kurt Huber’e sonsuz bir saygı duyuyor. Grunsky Einstein kuramının yanlışlığını yukarıda aktardığım biçimiyle doktorasında da yazmış. Doktora hocası, Tübingen Üniversitesi felsefe profesörü olan Theodor Haering. Profesör Haering’in özel çalışma alanı ırk bilimi, ırk sağlığının korunması, akla ilişkin ırk bilimi (Rassenkunde, Rassenhygiene, geistige Rassenkunde). Bu konuda yazdığı yazı ve kitaplarında Ari ırktan olan birisiyle Yahudi olan birisinin ayrı düşündüğünü, ayrı düşünmek zorunda olduğunu ispat etmiş. Savaş sonrası, 1945 - 1949 yılları arasında ders vermesi yasaklanmış. Ama sonra gene ders vermiş ve 1959 yılında, yani faşizmin güya bitirilmesinden ondört yıl sonra, Federal Liyakat Ödülü (Bundesverdienstkreuz) nişanını almış. İkinci örneğim profesör Theodor Maunz, o dönemin en ünlü hukuk profesörüymüş. Özel çalışma alanı, ‚en üst hukuki merci Führer’in isteğidir‘ konusuymuş (Führerwille ist die oberste Instanz). Bu konuda kitabı da var. Savaşın bitiminden sonra, 1948 yılında, aynı bu profesör, Alman anayasasını hazırlayan komisyonda çalışmış.

Bu örneklere benzer pek çok olay duydum, okudum. Önceleri, nasıl olup da faşist ideolojiyi

64


destekleyen bu kişilerin savaş sonrası da yıllarla Almanya’nın düşünsel gelişmesinde rol alabildiklerini hiç anlamadım. Özellikle öğretmenler, bilimadamları ve hukukçular beni çok ürküttü. Örneğin ayakkabımı yapan ya da satan eski bir faşistse belki o kadar büyük bir tehlike olmayabilirdi, ama çocuğumun öğretmeni, profesörü faşistse, ya da düştüğüm mahkemedeki hakim faşistse… Ama kolay değil elbette… Ne bir anda insanların beyinleri değiştirilebiliyor, ne de bir anda demokrat, insan haklarına saygı duyan ve uyan öğretmen ve bilimadamı yetiştirilebiliyor. Onun için de Federal Almanya yıllardır uğraşıyor. İşte bu antifaşist uğraş günümüzde yeniden ivme kazandı. Okullarda, radyo ve televizyonda, yazılı basında, hayatın her alanında demokratik olmak, insan haklarına bağlı olmakla ilgili yazılıyor, konuşuluyor. Televizyonda Hitler dönemiyle ilgili yayın ya da filmin olmadığı hafta yok gibi. Her ne kadar Almanya, savaş sonrası da faşizmin etkisinden çabuk kurtulamamış, faşist ideoloji beyinlerden kolay kolay silinememiş ve bu nedenle, Beyaz Gül grubu da dahil bütün direniş grupları, büyük yığınlar tarafından uzun yıllar vatan haini olarak görülmüşse de, toplumun bütün kesimlerine yönelik olarak sürdürülen antifaşist çalışmalar sonuç verdi ve bugün Alman üniversiteleri gerçek anlamda bilimsel çalışma yapılan kurumlar haline geldi ve bu arada Münih Üniversitesi de, Beyaz Gül’le gurur duymaya başladı. Üniversitede Beyaz Gül Vakfı (Die Weisse Rose Stiftung) kuruldu, küçük özel bir salonda grubun el ilanları, resimleri ve belgeleri sergileniyor. Konferanslar düzenleniyor, okullarda konuşmalar yapılıyor. Kocam da bu alanda çalışıyor. Bilgilerimin çoğunu zaten ondan alıyorum, ya da birlikte okuyoruz. Üniversitenin önünden geçen büyük caddenin iki yanında kalan alana Scholl Kardeşler Alanı ve Profesör Huber Alanı adı verildi. Aşağıya resimlerini koyuyorum.

65


66


67


Beyaz Gül’ün bildirileri de üniversitenin gurur duyduğu metinler olarak algılanmaya başlandı. 80’li yıllarda bildiriler taşlara yazıldı ve üniversitenin büyük giriş kapısının önüne Arnavut kaldırımı gibi döşenmiş yola, taşların arasına yerleştirildi. Taşa işlenmiş bildiriler bugün bütün alana yayılmış olarak duruyor; kah tek tek, kah üst üste düşmüş gibi. Aşağıda, üst üste yığılmış duran biçiminin fotoğrafını çekmiştim, onu koyuyorum. Fotoğrafta yerdekiler sanki kağıtmış gibi görünüyor, ama bunlar taş.

68


Alman halkı, çok çekmiş, çok çektirmiş. Ama faşizmin ne olduğunu en iyi bilen bu halkın şu sözü çok umut verici

NIE WIEDER FASCHISMUS

FAŞİZM, BİR DAHA ASLA

69


BEYAZ GÜL’E İLİŞKİN YAYIN SEÇKİSİ Benz, Wolfgang, Hermann Graml und Hermann Weiß, ed. 1997. Enzyklopädie des Nationalsozialismus, (dtv) München, 900 S. Chaussy, Ulrich und Gerd R. Ueberschär, 2013. „Es lebe die Freiheit“ Die Geschichte der Weißen Rose und ihrer Mitglieder in Dokumenten und Berichten, (Fischer) Frankfurt a. M. 534 S. Ghezzi, Paolo 2014. La Rosa Bianca non vi dará pace, Abecedario della giovane resistenza, (Il Margine) Trento, 319 p. Heiber, Helmut 1991-1994. Universität unterm Hakenkreuz, Teile I, II 1 und 2: (Saur) München. Huber, Wolfgang 1995. La Rosa Bianca e l'ideologia del fascismo, in: Humanitas 50, 2/2003, 232-252. Huber, Wolfgang 2005. "Stalingrad ist mein Schicksal geworden" - Kurt Huber im Widerstand der "Weissen Rose“. in: Detlef Bald, ed., "Wider die Kriegsmaschinerie", 2005, S. 118-129. Huber, Wolfgang 2008. Hans Alfred Grunsky – Kurt Hubers nächster Fachkollege, in: Elisabeth Kraus, ed. 2008, Die Universität München im Dritten Reich,
 Aufsätze, Teil II, S. 389-412. Huber, Wolfgang 2013. La Rosa Bianca: la rivolta della coscienza cristiana contro la religione politica, in: Marta Perrini, ed., La Rosa Bianca - La sfida della responsibilità,
 IPOC Milano, p. 45-61. Moll, Christiane, ed. 2011. Alexander Schmorell, Christoph Probst, Gesammelte Briefe, (Lukas Verlag) Berlin, 944 S. Petry, Christian 1968. Studenten aufs Schafott. Die Weiße Rose und ihr Scheitern. (Piper) München, 258 S. Schneider, Michael C. und Winfried Süß 1993. Keine Volksgenossen - Studentsicher Widerstand der Weißen Rose - the White Rose, (Rektoratskollegium der Ludwig-Maximilians-Universität München) München. Scholl, Inge ed. 1982. Die Weiße Rose, (Fischer) Frankfurt a. M., Erstausgabe 1955, erw. Neuausgabe 1982.

70


Sherratt, Yvonne 2013. Hitler’s Philosophers, (Yale Univ. Press) New Haven and London, xx,302 p.

Wagner, Walter 1974. Der Volksgerichtshof im nationalsozialistischen Staat, Quellen und Darstellugen zur Zeitgeschichte, Band 16/iii "Die deutsche Justiz und der Nationalsozialismus", Teil III, (Deutsche Verlangs-Anstalt) Stuttgart. Zentner, Christian und Friedemann Bedürftig, ed. 1985. Das große Lexikon des Dritten Reiches, (Südwest) München, 686 S.

71


1933’de, üniversitenin önünde, öğrencilerin Hitler yönetiminde yasaklanmış olan kitapları yakması. Öğrenciler kısmen SA üniforması giymiş, çoğu Hitler selamı vermekte.

72


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.