İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ FEN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ Mimarlık Anabilim Dalı
OLAĞANÜSTÜ DURUMLARDA FARKLILAŞAN MEKAN VE MEKAN KAVRAYIŞININ SORGULANMASI
Ayşe Dede
Mimari Tasarım Programı Yüksek Lisans Tezi Haziran 2018
İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ FEN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ Mimarlık Anabilim Dalı
OLAĞANÜSTÜ DURUMLARDA FARKLILAŞAN MEKÂN VE MEKÂN KAVRAYIŞININ SORGULANMASI Ayşe Dede
Meltem Aksoy Tez Danışmanı İstanbul Teknik Üniversitesi Ayşe Şentürer Jüri Üyesi İstanbul Teknik Üniversitesi Ferhan Yürekli Jüri Üyesi Maltepe Üniversitesi
Mimari Tasarım Programı Yüksek Lisans Tezi Haziran 2018
İÇİNDEKİLER KISALTMALAR ŞEKİL LİSTESİ ÖNSÖZ ÖZET SUMMARY I. TEZE YAKLAŞIM I.I. Amaç I.II. Sınırlar I.III. Kapsam I.IV. Yöntem II. KONUYA YAKLAŞIM: ÖZNE-NESNE-ARALARINDAKİ ETKİLEŞİM VE ÇEVRE III. OLAĞANLIK VE OLAĞANÜSTÜLÜK III.I. Tanımlar ve Kavramlar III.II. Olağanlık: Mevcut Sistem ve Limitleri III.II.I. Atomdan kozmosa: sistem içinde sistemler III.II.II. Mevcut sistem ve genel ilkeleri III.II.III. Mevcut sistemde insan faktörü III.III. Mekânda / Mimaride Olağanüstülüğün Oluşumu III.IV. Problem Çözümü Olarak Adaptasyon ve Olasılıkları IV. OLAĞANÜSTÜ DURUMLARDA DEĞİŞEN MEKÂN VE İNSAN İLİŞKİLERİ IV.I. Yer çekimi Etkisi ve Tanımladıkları: Düşeylik, Yönler, Düzlemler ve Bedenin Hareketleri IV.II. Havanın Nitelikleri ve Birlikte Anılanlar: Boşluk, Doluluk, Maddenin Hâlleri ve Solumak IV.III. Işığın Hâlleri ve Atfedilenler: Aydınlık, Karanlık, Renk ve Görmek IV.IV. Sıcaklık Değerleri ve Oluşturdukları: İç, Dış, Sıcak, Soğuk ve Yalıtılmak V. KONU EDİLENLER ÜZERİNE KAYNAKLAR ÖZGEÇMİŞ
v vii xi xiii xv 01 03 05 08 09 11 17 19 21 22 25 28 33 39 45 49 69 79 90 105 113 123
KISALTMALAR Bakınız International Space Station (Uluslararası Uzay İstasyonu) Japan Aerospace Exploration Agency (Japonya Havacılık ve Uzay Araştırmaları Ajansı) Underwater Museum of Art (Sualtı Sanat Müzesi) Aeronautics and Space Administration (Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi) Türk Dil Kurumu
bkz ISS JAXA MUSA NASA TDK
v
ŞEKİL LİSTESİ Olağanlık, olağanüstülük ve ilişkili kavramlar Atomdan kozmosa oluşumlar Varoluş süreleri: evren, dünya, canlı, insan Sistemler bütünü içerisinde olağan tasarım alanı Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi İnsan ve olağanın birlikte oluşumu Süper Mario üzerinden insanın dijital dünyada genişleyen sınırları Tenniel, J., Alice’in yediği kek ve içtiği sıvılarla boyutunun değişmesi, 2000 Yerka, J., Gardener’s Garden Aşırı koşul-insan ilişkiside çözüm/adaptasyon yöntemleri Çalışmada yer alan olağanüstü durumlara dair örnekler Dünyada yer çekimi ile tanımlı düşey doğrultu Yer çekimsiz ortamda farklılaşan düşeyde olma durumu Bedenin yön değiştirmesi ile değişen düşey doğrultu Bedenin yön değiştirmesi ile tanımsızlaşan veya yeniden tanımlanan düşey doğrultu Kiesler, F., Endless House (Sonsuz Ev) projesinin modeli ve iç mekân görünüşleri, The Museum of Modern Art, New York, 1960 Nolan, C., yer çekimsiz ortamda mekânın yüzeylerinde hareket, 2010 Nolan, C., filmin karakterleri kıvrılan şehirde dolaşırken, 2010 Derrickson, S., (yukarda): cephenin zemine dönüşmesi, (soldan sağa): şehrin katlanması, şehrin küplere dönüşmesi 2016 Yer çekimsiz ortamda değişen merdiven algısı Farklı yüzeylerdeki mekân açıklıkları Alleswirdgut, TurnOn projesi: sol üst: prototip, sol alt: TurnOn ve insan bedeninin ilişkisi, sağ: TurnOn için kavramsal ilkeler, 2001 Kubrick, S., mekânın farklı yönlerdeki kullanımı, 1968
Şekil 3.1 Şekil 3.2 Şekil 3.3 Şekil 3.4 Şekil 3.5 Şekil 3.6 Şekil 3.7 Şekil 3.8 Şekil 3.9 Şekil 3.10 Şekil 4.1 Şekil 4.2 Şekil 4.3 Şekil 4.4 Şekil 4.5 Şekil 4.6 Şekil 4.7 Şekil 4.8 Şekil 4.9 Şekil 4.10 Şekil 4.11 Şekil 4.12 Şekil 4.13 vii
Şekil 4.14 Escher, M. C., Relativity, 1953 Şekil 4.15 Çok katlı ya da uzun bina Şekil 4.16 “Yürümek” eyleminin yer çekimsiz ortamda “süzülmek” eylemine dönüşmesi Şekil 4.17 Ulugün, Tuna, T., ‘Vertigo’ Proje 4L, Istanbul Museum of Contemporary Art, 2002 Şekil 4.18 Fukuhara, T., Space Dance Project Şekil 4.19 Yerka, J., sol: Bathyscaphe, sağ: Boudoir Şekil 4.20 Solda: Japonya Havacılık ve Uzay Araştırmaları Ajansı (JAXA)’ndan Koichi Wakata, uyku istasyonundaki uyku tulumunda, sağda: Rus kozmonot Alexander Skvortsov, mürettebat odasındaki bölmesinde Şekil 4.21 Yer çekimsiz ortamda yatma eylemi Şekil 4.22 Solda: Neufert, yemek masası ve oturma elemanı ölçüleri, 1936, sağda: yer çekimsiz ortamda masa ve oturma elemanı ile kullanıcı ilişkisi Şekil 4.23 Noordung, H., Noordung Space Station (Noordung Uzay istasyonu), sol: istasyonun dış görünüşü, sağ: habitat tekerleğine ait kesitler ve yaşam önerisi, 1928 Şekil 4.24 O’Neill, G. K., Island One, sol: Bernal Küresi dış görünüşü, sağ: Bernal Küresi iç tasarım, 1976 Şekil 4.25 NASA, Stanford Torus (Toroidal kolonileri)(soldan sağa): Stanford dış görünüşü, habitatın kesit perspektifi, konut alanına dair görünüş, 1975 Şekil 4.26 Doluluk boşluk olarak uzay, gökyüzü, yeryüzü, yer altı Şekil 4.27 Mekânın dolarak insana yer tanımaması Şekil 4.28 Diller, E. ve Scofidio, R., Blur Building, İsviçre, 2002 Şekil 4.29 Solda: NASA, Olağan dışı Ortamlarda Görev Operasyonu (NASA Extreme Environment Mission Operations project/NEEMO), Aquarius, Florida, sağda: Sualtı Sanat Müzesi (Museo Subacuático de Arte), Meksika Şekil 4.30 Solunumu sağlama amaçlı eklentiler ile potansiyel bedenler Şekil 4.31 Miró’, J., The Harlequin’s Carnival, 1925 viii
Kutuplarda güneş hareketi Dokunarak algılamak, tümevarım Tek renkli dünyalar Wachowski, L., filmin karakterleri Construct programının beyaz kurgusu içersindeyken, 1999 Color Factory, San Francisco Museum of Ice Cream, San Francisco Hofman, F., Beukelsblauw, Rotterdam Yer altında/toprak arasında şehir örneği Köstebek yuvası örneği Solda: hasat toplayıcı karınca yuvası örneği; sağda:yaprak kesici karınca yuvası örneği Jeunet, J. P., Caro, M., kanalizasyonda yaşam, 1991 Jeunet, J. P., Caro, M., kanalizasyondaki dünyaya ulaşım, 1991 Derinkuyu Yeraltı Şehri, Nevşehir Lang, F., cephelere izin veren yer altı şehri, 1927 İnsanın temas ettiği, iç ve dış katmanlar Dali, S., The Persistence of Memory (Belleğin Azmi), 1942 Solda: Francis, C., iglolardan oluşan bir köy, 1865, sağda: Inuit Igloo’sunun iç görünüşü Yamal Yarımadası’ndaki Nenetler ve Hantılar, Sibirya Kutuplarda göç, Dolgan köyü, 2012 Soğuktan korunmak için kolu kapalı kıyafetler, Dolgan köyü, 2012 Solda:dünyada ev yalıtımı için kullanılan br malzeme, sağda: Uluslararası Uzay İstasyonunun çok katmanlı yalıtım malzemesi Bedevi çadırı; khayma Gardaya Vilayeti, Mizâb, Cezayir Şibam Şehrinin plan ve görünüşü, Yemen Tunus yer altı konutu planı ve görünüşü Kaya Saray, Mesa Verde Ulusal Parkı, Colorado City Sand Kulesi görünüşü ve konspet çizimleri, Sahra Venedik Mimarlık Bienali, İsviçre sergisi, Svizzera 240: House Tour, 2018
Şekil 4.32 Şekil 4.33 Şekil 4.34 Şekil 4.35 Şekil 4.36 Şekil 4.37 Şekil 4.38 Şekil 4.39 Şekil 4.40 Şekil 4.41 Şekil 4.42 Şekil 4.43 Şekil 4.44 Şekil 4.45 Şekil 4.46 Şekil 4.47 Şekil 4.48 Şekil 4.49 Şekil 4.50 Şekil 4.51 Şekil 4.52 Şekil 4.53 Şekil 4.54 Şekil 4.55 Şekil 4.56 Şekil 4.57 Şekil 4.58 Şekil 4.59 ix
Şekil 4.60 Ittelson, W. H., Ames odası; izleme noktasından tam boyutlu çarpıtılmış oda, 1952 Şekil 4.61 (soldan sağa): Fuller, B., Manhattan’ı kaplayan kubbe, 1960, Ardley, N., Buz çağında kubbeli şehir, 1982, Dubai Holding, Mall of World, 2016 Şekil 4.62 Yalıtım amaçlı kıyafet ile hacmi artan beden Şekil 5.1 Keşifler ve icatlar kendinden önceki dönemler için olağanüstü durumlar yaratır
x
ÖNSÖZ Mimarlık lisans ve yüksek lisans eğitimi ve tez çalışması sürecindeki paylaşımları, motivasyonu, desteği ve güveni için danışmanım Meltem Aksoy’a, bu sürece ilgi ve değerli katkıları için görüşlerini çok önemsediğim Ayşe Şentürer ve Ferhan Yürekli’ye, önceki çalışmalarımı yorumlarken Normal Şartlar Altında terimini kullanarak tezimin şekillenmesine yardımcı olan Ozan Avcı’ya; Sevgi ve desteklerinin daim olduğunu bildiğim biricik ve canım ailem; Meral Dede, Selahattin Dede, Ahu Dede, Elif Dede’ye; her an yardımıma koşmaya hazır Aysel Yörük’e ve üzerimde büyük emekleri olan Ali Yörük, Semiha Yörük, Fikret Gülbahar ve Hilal Gülbahar’a; Hayatımı anlamlandıran dostluklarıyla Cavidan Bayraktar, Ilgın Avcı, Pelin Arıbaş ve Yağdır Çeliker’e; On yıllık dostluğumuzun çok daha uzun yıllar sürmesini dilediğim Çağlar Yılmaz, Efecan Tirelioğlu, Erhan Sevinç, Taylan Kılıç’a; Paylaşım ve yardımları ile yüksek lisans sürecini birlikte geçirdiğim arkadaşlarım Gencay Çubuk ve Oğuzhan Saygı’ya; Delft’te geçirdiğim süreçte ailem hâline gelen Belinda Hajdini, Benjamin Graber, Erika Galligani, Paola Valicenti ve Rei Morozumi başta olmak üzere tüm arkadaşlarıma; Beni beslemiş olan tüm kitaplara, beyin fırtınalarına, tartışmalara, karşılaşmalara, paylaşımlara... çok teşekkür ederim. Ayşe Dede xi
ÖZET OLAĞANÜSTÜ DURUMLARDA FARKLILAŞAN MEKÂN VE MEKÂN KAVRAYIŞININ SORGULANMASI Çalışma genel olarak olağan-olağanüstü, sistem ve adaptasyon kavramlarını merkeze koyar. Olağanlığı ve olağanüstülüğü sorgularken insanın ve mekânın sınırlarını, limitlerini inceler. Bu sınırlar ile tasarımların ve mimari bakış açısının ne kadar bütünleştiğini açığa çıkarmaya çalışır. Aşırı koşulların mekâna ve mekân kavrayışına dair ne gibi değişimler meydana getirdiğini sorgulamayı amaçlar. Bu yeni kavrayış ile normal şartlar altındaki (NŞA) tasarımlar için bazı farkındalıklar veya mekâna dair farklı bakış açıları geliştirmek mümkün olabilir. Bu doğrultuda hedef, anormal olana odaklanarak, mimarlık kuramında normalin ne olduğunu tartışmaya açmak; bir sistemin içinde yaşadığımıza ve koşullarda meydana gelecek değişikliklerin farklı sistemler oluşturacağına vurgu yapmaktır. Çalışmada yer alan tartışmalar doğrudan mimarlık ile ilişkilendirilerek değil, mimarlık alanının çevresinde dolaşarak ele alınmıştır. Mimarlık alanına uzaklaşarak bakılmasıyla üretilen/üretilebilecek tartışmaların, farklı bakış açıları yaratması hedeflenmiştir. Çalışma, “dünyanın insan için ideal olan fiziki koşullarının dışına çıkmak, olağanüstü koşullar altında yaşamak ne gibi ihtiyaçlar ve sorunlar barındırır; mekâna ve mekân kavrayışımıza dair ne gibi değişimler meydana getirir; bahsedilen durumlarda özne-çevre ilişkisi nasıl tanımlanır?” sorularına cevap arar. Kavramsal literatür araştırmalarından ve doküman analizi ile örneklerin incelenmesinden yola çıkılarak çalışmanın yöntemi oluşturulur. Betimsel araştırmalarla elde edilen veriler ve analizler ile mevcut ve mevcut olmayan duruma dair değerlendirmeler yapılır/ öngörülür. Çalışmaya kısaca mevcut sisteme dair özne-nesne ilişkisini kavramaya çalışarak başlanır. Böylece çalışmanın bu kavramlara dair durduğu
xiii
pozisyon da belirmiş olur. Bunu izleyen aşamada olağan ve olağanüstülük kavramları kurcalanmakta; sistem ve insan faktörü irdelenmektedir. Olağanlığa dair bilgiyi ve düşünceyi ayrıntılandırmak, sistem tanımını kavramayı ve olası diğer sistemlere dair ipuçları edinmeyi sağlar. Bu amaçla mevcut sistemin oluşumu ve yasaları incelenir, sistemin tanımladığı ve onu tanımlayan insan ve insanın sınırları araştırılır. Ardından mekânda olağanüstü olarak tanımlanan durumlar ortaya konur ve adaptasyon biçimleri üzerine düşünülür. Devamında olağanüstü durumlarda değişen mekân ve insan ilişkilerini ayrıntılandırmak için sistemin bileşenleri diye nitelenebilen seçili koşullara odaklanılır. Bu koşulları oluşturan yer çekimi etkisinin, havanın niteliklerinin, ışığın hâllerinin ve sıcaklık değerlerinin aşırı oranda yani insan yaşamını tehdit eden ya da alışılmamış yeni bir durumu niteleyen değişimleri mekân-insan etkileşimi üzerinden örneklerle incelenir ve bu değişimlerle birlikte adaptasyon önerileri ortaya konur. Bahsedilen olağanüstü durumlar boşluk, doluluk, iç, dış kavramlarını, düşeyliği, yön algısını, mimari tanımları, mekâna uygulanan kuvvetleri, mekânın bileşenlerini, şeklini, kurgusunu, yoğunluğunu, sıkışıklığını, duygusunu, hareketini, yerini, rengini, bedenin biçimini, hareketlerini, ihtiyaçlarını etkiler. Çalışmada bu etkiler, mevcut sisteme dair olağanüstü durumlar olarak ele alındığı gibi tanımlanabilecek veya imgelenebilecek farklı kurallara sahip farklı sistemlerdeki olasılıklar olarak da hayal edilir. Böylece olağanlığa ve olağanüstülüğe yaklaşımın derinleşmesi sağlanır.
xiv
SUMMARY QUESTIONING DIFFERENTIATED SPACE AND SPATIAL PERCEPTION IN EXTREME CONDITIONS The study focus on the ordinary-extreme, system and adaptation concepts. As questioning ordinariness and extremeness, it investigates the limitations and boundaries of human and space. It tries to disclose these limits are integrated with the design and architectural point of view. The aim of this study is to query the differences of space and spatial perception caused by extreme conditions. With this new perception, it may be possible to generate different perspectives on space and place and some awareness for designs under normal conditions. The main concern is to discuss “normal/ usual” in architecture theory, focusing on the “abnormal/unusual” and to emphasize that the people live in a system and the changes in conditions create different systems. The study seeks to answer the questions; “What are the needs and problems for out of the conditions of the world that are ideal for human? Under extreme conditions, what kind of differences regarding space and spatial perception emerges? How is the subject-environment relationship defined in the mentioned conditions?” The methods of the study is formed by conceptual literature research and examine references with document analysis. Existing and non-existent situations is evaluated by the analyzes and data obtained by descriptive researches. The study begins with a brief explanation of the subject-object relationship of the existing system. Thus, this explanation enables the position of the study about these concepts to occur. In the following part of the study, ordinary and extreme concepts are argued; system and human factor in the system are examined. Elaborating the knowledge and the thought about ordinariness allows to get clues about other possible systems. For this purpose, the formation and laws of the existing system are examined, and human, defining the system and defined by the system, and the
xv
limits of this human are investigated. Then, the conditions described as extreme is introduced, and adaptation methods for these conditions are considered. Adaptation is necessary for the continuation of life in extreme conditions. Various adaptation methods can be mentioned, such as human evolution exists during overcoming the extreme condition; human can be differentiated by genetically modified or by body devices and artificial body parts; human can be protected by a life capsule; the extreme condition can be blocked by framing or covering; a buffer zone or a transit area can be created between human and extreme conditions. Next, selected extreme conditions, which can be described as components of the system, are given in order to detail space and human relationship differentiated in extreme conditions. It can be said that ordinariness creates and limits the design in this ordinary conditions to the extent that conditions and limitations of the system determined the design. Staying out of the ordinary conditions of the existing system creates various situations; losing the meaning of the ground in non-gravity, formation of the whole environment by liquid or solid state of the matter, possible transformations of the body for perception of the environment without seeing in darkness, separation occurring more between inside and outside concepts by extreme values of temperature. Extreme conditions, threatening human life or describing a new and unusual situation, formed by the gravity effects, the qualities of the air, the states of the light and temperature values, is examined with space-human interaction examples. With these extreme conditions, the proposals of adaptation methods are discussed. These extreme conditions affect void and solid, interior and exterior, verticality concepts, sense of direction; architectural definitions; forces applied to the space; shape, fiction, density, emotion, movement, location, colour and components of the space; shape, movements and needs of the body. In the study, these effects on space and human are also discussed in different possible systems with different rules that can be defined/imagined, as discussing in extreme conditions regarding the existing system. Thus, consideration with both imaginary and existing example contributes a deep understanding of the approach to ordinary and extreme concepts. xvi
Discussions in the study are handled not by directly related with the architecture but by nearly related with architecture field. It is considered important that zooming out the topic creates different potential aspects. Normal/ordinary concepts can be defined separately for each condition and for each person; if the condition is out of the subject’s normality/ ordinariness, it is also extreme for the subject. In this direction, universes with different laws, space, biosphere, underwater, poles, equator contains extremeness for the people lived in existing universe, in the world, underground, on terrestrial field, in the tropic areas, in moderate climatic conditions respectively. The looking system from outside to inside finds out the limits of the system, and can lead to new perspectives on design and investigations about all existing architectural approaches. Different perception about existing system is occured as producing new questions for the conditions adopted unquestioningly. The person recognizes the ordinariness, discovering the extremeness.
xvii
I
TEZE YAKLAŞIM
I.I. Amaç Çalışma esas olarak mekânın koşullarına dair olağanlık ve olağanüstülük kavramlarını merkeze koyar. “Olağan” normal, alışılmış, uygun kelimeleri ile “olağanüstü” ise olağan dışı, anormal, sıra dışı, aşırı, sınır ve sınır ötesi kelimeleri ile çalışmada yer alır. Bu kavram çiftinin oluşturduğu çerçevede sistem, limit ve adaptasyon kavramları konu edilir. Olağanlığı ve olağanüstülüğü sorgularken özne olarak insanın ve özne ile etkileşim hâlinde olan nesne olarak mekânın sınırlarını, limitlerini inceler. İnsanın sınırlarını konu ederken insan fizyolojisini ve gereksinimlerini araştırır. Olağanüstü durumları merkeze alarak, sınır koşulların mekâna ve mekân kavrayışına dair ne gibi değişimler meydana getirdiğini sorgulamayı amaçlar. Bu doğrultuda hedef, anormal olana odaklanarak, mimarlık kuramında normalin ne olduğunu tartışmaya açmaktır. Çalışma, olağan olmayan durumlar üzerinden özneye dair mekân ihtiyaçları ve bu durumların meydana getireceği yeni tanımlamaları sorgular; aşırı koşullar ile ortaya çıkan bu yeni ihtiyaç ve tanımlamalar doğrultusunda, insan için olağan olarak kabul edilenin bir sistem tanımı olduğunu ve iki ayrı normal ve normal olmayan başlıkları yerine, normalin olası sistemlerden biri olduğunu savunur. Çalışmada insanın fizyolojik gereksinimlerini, dolayısıyla temel yaşama koşullarını sağlayamayan ve insanın alışık olmadığı, bu nedenle yeni olarak nitelendirilebilecek aşırı koşullarla tanımlanabilecek farklı sistemler ve insan bedeninin bu koşullara uyum sağlamaya çalışması, adapte olması ve bu uyum için nelerin gerekli olduğu araştırılır. Sözü edilen farklı fiziksel koşullar ile, insanın algısında ortaya çıkabilecek yeni durumlar ve mekân tasarımındaki yeni gereklilikler fiziksel ve davranışsal çerçevede incelenir. Kimya deneyleri için belirli koşulları (1 atm basınç ve 0°C’yi) işaret eden “normal şartlar altında” (NŞA) terimi, çalışma kapsamında mimari alanda insanın fizyolojik ve psikolojik gereksinimleri için aşırı ya da eksik koşulları barındırmayan, yaşamını sürdürebilmek
03
için ihtiyaçlarını karşılayabileceği, sıra dışı olmayan durumları ifade etmek için kullanılmıştır. Mekâna dair bazı parametrelerin değişimi ile farklı fizyolojik ve psikolojik gereksinimler normal şartlar altında bir tasarım gerektirmeye devam ederken; sıcaklık, basınç, yer çekimi... değerlerindeki uygun aralığın dışındaki değişimler normale alışmış bireyler için olağanüstü koşullar yaratır. Burada bahsedilen uygunluk bu koşulların insana fiziksel olarak zarar vermeyen ve insanın benimsediği değerleridir. Olağanüstü koşullar, insanın farklı bir kavrayış geliştirilmesini gerektirir. Bu yeni kavrayış ile normal şartlar altındaki yaşamlara dair bazı farkındalıklar ya da mekân ile ilgili farklı bakış açıları geliştirmek mümkün olabilir. Çalışma, olağan ve olağanüstü kavramlarını tanımlarken ve olağanüstü durumları incelerken konuyu doğrudan mimarlık ile ilişkilendirerek ele almak yerine mimarlık alanının çevresinde dolaşmayı ve bu şekilde üretilen/üretilebilecek tartışmaların mimarlığa yansımalarında farklı bakış açıları yaratmayı hedefler. Çalışmada olağan-olağanüstü kavramlarına yoğunlaşılmasındaki temeldeki amaç bir sistemin içinde yaşanıldığına ve koşullarda meydana gelecek değişikliklerin farklı sistemler oluşturacağına vurgu yapmaktır. Bir başka deyişle çalışma, mekân algısını incelemeye, tasarıma dair bakış açısını genişletmeye çalışır; mevcut sisteme ve mevcut sistemdeki mimarlığa dair algıyı sorgulamaya açmayı amaçlar; insanın, vücuda, dolayısıyla sınırlara sahip olduğu mevcut dünyaya dair normal koşulların, nasıl algılandığını ve bu koşullar ile tasarımların ve mimari bakış açısının ne kadar bütünleştiğini açığa çıkarmayı dener. Çalışmada var olan durumu, var olunması zor ya da var olmayan durum üzerinden sorgularken, verilebilecek cevapların önemi kadar, ortaya çıkartabileceği yeni soruların potansiyeli de önemsenir. Farklı ortamların farklı tasarım şartları gerektirdiğini kabul eden bu çalışma, temelde dünyayı ve mevcut sistemi, farklı biçimde kavrayabilme üzerinedir. Bahsedilen olağanüstü koşullar ses, koku, ışık, yer çekimi, sıcaklık, nem, basınç, rüzgâr değerlerine; havanın ve zeminin özelliklerine, 04
ortamın kirlilik miktarına ve ortamı oluşturan ögelerin boyutlarına, dokularına, materyallerine... bağlıdır. Bu başlıklar ayrı ayrı çalışma konusu olabilecek niteliktedir; ancak bu çalışmada yapılmak istenen, farklı koşulların yarattığı birbirinden ayrı ortamları örneklerle inceleyerek, farklı sistemlere dair ipuçları yakalayarak yeni bakış açıları oluşturmak; olağan olmayan durumları inceleyerek sistemi anlamaya çalışmak; sistemin sınırlarının farkına varmaktır. Yani sistemi, sistemin dışına çıkmaya çalışarak olağanlık ve olağanüstülük üzerinden sorgulamaktır. Kozmostan atoma sistem içi sistemlerden oluşan bir evrende -dünyanın, hatta dünyanın optimum koşullarının bir sistem olduğu ve bu koşulların bu sistem içinde yaşayan insanın normali, olağanı olduğu kabulü ile- olağana ve olağan dışına odaklanılır. Bu doğrultuda bir çeşit sistem çözümü denemesi oluşturmak istenir. Aşırı koşullara sahip ortamlar, özne-çevre ilişkisini etkiler ve farklı tasarım şartları gerektirir. İnsanların bu farklı koşullara uyum sağlaması, bu konuda fiziksel ve mental ihtiyaçlarının karşılanması yaşanabilirlik için esastır. Çalışmada insanın bu farklı çevre ile ilişkisi anlaşılmaya çalışılır. Örnek oluşturabilecek ortamlarda temel ihtiyaçları barındıran eylemler, durumlar göz önünde bulundurulur. Konu ile ilgili çalışmalar araştırılarak olağanüstü koşullarda insanın fiziksel ve mental sağlığını etkileyen durumlar üzerinde durulur. Çalışma, “dünyanın insan için ideal olan koşullarının dışına çıkmak, olağanüstü koşullar altında yaşamak ne gibi ihtiyaçlar ve sorunlar barındırır; mekâna ve mekân kavrayışına dair ne gibi değişimler meydana getirir; bahsedilen durumlarda özne-çevre ilişkisi nasıl tanımlanır?” sorularına cevap arar. Olağanüstü durumları insan üzerinden, mimari çerçevede incelerken; bedenin konumunun ve aktivitelerinin nasıl farklılaştığını; yönleri, düzlemleri, arkitektonik elemanları ve bunların yeni tanımlarını ele alır. I.II. Sınırlar Çalışmanın ana unsurlarını oluşturan, kozmosun içinde yer alan ve atomlardan oluşan dünyanın tanımladığı, mevcut sistem ve bu sisteme uygun oluşan ve evrimleşen insan sınırlı bir ilişkiyi 05
tariflemektedir. Sistemin ve insanın sınırlı oluşu, çalışmanın çıkış noktasıdır. Mevcut sistem insan faktörü ve olağanlık-olağanüstülük kavramları üzerinden sorgulanır. Bu sorgulama deneyimleyenin değil imgeleyenin sorgulamasıdır. Bu yüzden çalışmanın insan öznesi ve olağanüstü koşullar ile sınırlarını çizdiği sistemleri tartışmaya açarken sınırın, bunu ortaya koyup tartışanın/tartışanların algı kapasitesi ve hayal gücü olduğu söylenebilir. Özne olarak insanın seçilmesi, insana dair genel bir tanım ile yola çıkılması, fiziksel koşullara odaklanılması ve bu koşullardan seçili olanların ele alınması çalışmanın sınırlarını belirleyen diğer başlıklardır ve aşağıda kısaca ele alınmıştır.
Özne olarak insanın seçilmesi; Çalışmada farklı koşulların farklı sistemler ortaya çıkarabileceği söylenirken, farklı sistemlerde özne olarak ele alınabilecek bir insan tanımı olmayabileceği de göz önünde bulundurulmalıdır; farklı varlıklar ile farklı bir mimari söz konusu olabilir. Hatta bu farklılaşma ile mimarisi olmayan sistemlere de ulaşılabilir; ancak bu çalışma özne olarak insana odaklanması sebebiyle insana yönelik sorular ve cevaplar ile çerçevelenir. Yani insan üzerinden sistemi anlamaya çalışmak söz konusudur.
İnsana dair genel bir tanım ile yola çıkılması ; Hem fizyolojik hem de psikolojik farklar gözetildiğinde insanların ihtiyaçlar, öncelikler ve çevre ile kurulan ilişkiler açısından ayrıştığı görülebilir. Dünyanın gerçekliği her insanın kendi kavrayışındadır ve bireysel kavrayışlardaki farklılıkların üzerine eğilmek, bunu ortaya dökmek başka gerçeklikleri ortaya koymayı ve kişinin kendi gerçekliğine başka açılardan bakmasını olanaklı kılar. Ek olarak, insan çevre ilişkisinde yanılsamalar vardır; her insan için çevre onun algılayabildiği, duyularının izin verdiği kadardır. Diğer yandan bu farklı kavrayışlara odaklanmadan, insana dair genel bir algı tanımı ile yola çıkmak da başka bilgilere görüşlere ulaşmamızı sağlar. Bu doğrultuda çalışma, özelde her insanın gereksinimlerinin ve çevre ile ilişkilerinin farklı olduğu gerçeğini yadsımadan, genel bir insan 06
tanımını esas alır. İnsana dair bu genel tanım besin ve su ihtiyacının karşılandığı, çevresel sıcaklığın zarar vermeyecek düzeylerine, dünyanın yerçekimi değerine ve benzeri optimum koşullara alışmış, fizyolojik olarak sağlıklı olan insanları ifade eder. Çalışmada bireysel farklılıklar üzerinde durulmamakta ve kavrayışlardaki, ihtiyaçlardaki temel değişimlere vurgu yapılmaktadır.
Fiziksel koşullara odaklanılması ; ‘İnsanın önce iç dünyası mı oluşuyor yoksa insan fiziksel uyaranlara cevap vererek mi bir iç dünya yaratıyor’ ikileminde bir taraf seçmemek ile birlikte; önce benliğin oluşması dâhilinde bile, kişiliğin şekillenmesinin çevredeki uyaranlarla ilişkiler sonucu ortaya çıktığı kabul edilebilir. Yani fizyolojik ve psikolojik etkilerin fiziksel uyaranlarla oluştuğu sonucuna varılabilir. Böylece sosyal çevrenin önemini göz ardı etmemek ile beraber fiziksel dış çevrenin ve bunun yarattığı iç etkilerin önemi kavranabilir. Bu doğrultuda çalışmada fiziksel sınırların insanda yarattığı etkiler ile oluşan olağan ve olağanüstü tanımlarına odaklanılır. Fiziksel koşulların değişimi ile insanın fiziksel limiti ile karşı karşıya kalması ve bu durumun yarattığı fizyolojik ve psikolojik etkiler üzerinde durulur.
Fiziksel koşullar içinden seçili olağanüstü koşulların ele alınması; Çalışma, bütün olağanüstü koşullara yer vermemekte ve bunları bazı seçilmiş durumlarla sınırlamaktadır. Koşullar seçilirken insanın temel ihtiyaçları ile ilişkisi göz önünde bulundurulmuştur. Seçilen bu koşullar; yer çekiminin dünyadakinden farklı değerlerine, havanın farklı niteliklerine, ışığın ve sıcaklığın aşırı yüksek ve düşük değerlerine sahip koşullar olarak dört başlık altında incelenmektedir. Dünyadaki olağan koşulların başka bir seçeneği olarak görülebilecek olağanüstü durumlar; dünyanın aşırı koşullarında, uzay ortamında, dijital dünyada ve sanal evrende örneklendirilebilir. Çalışma, olağanüstü durumlara dair arayışta, dünyanın aşırı koşullarında ve uzay ortamında (dünyanın yörüngesinde, uzay 07
boşluğunda ve farklı gök cisimlerinde) üretilen projelerle, inşa edilen yapılarla, filmlerdeki, kitaplardaki ve resimlerdeki anlatılarla, düşüncelerle sınırlı kalmaktadır. I.III. Kapsam Çalışmada amaç, kapsam, yöntem ve sınırların belirlenmesinin ardından ilk olarak mevcut sistemdeki özne-nesne ilişkisi, insan ve yer/mekân ilişkisi üzerinden tanımlanır. İnsan-çevre ve insanmekân ikili kavramlarının karşılıklı etkileşimlerini, birbirlerine göre anlamlarını tarifler ve insanın mekân algısını sorgular. Bu doğrultuda, çevrenin insan üzerinde yaratabileceği etkinin ve bu etkinin insanın kavrayışı üzerindeki sonuçlarının araştırıldığı “konuya yaklaşım” bölümü ortaya çıkar.
08
Bunu izleyen bölümde, normallik/olağanlık ve anormallik/ olağanüstülük kavramları ve bu kavramlara yakın kelimelerin çalışmada nasıl yer aldığı tanımlanır. Mekândaki/mimarideki normalliği/olağanlığı ve genel kabulleri sorgulayarak incelemeye başlar. Çalışmada sistem kavramının nasıl ele alındığı aktarılır ve insan için uygun koşullar sunan dünyanın mevcut durumunun, diğer bir deyiş ile mevcut sistemin limitleri araştırılır. Çalışmanın devamında sistem içerisindeki insan faktörüne odaklanılır. Dünyanın koşullarına bağlı olarak evrimleşmiş ve sistemin bir parçası olan insana dair limitlerin, kısıtların ve olabilirliklerin farkına varmaya çalışılır. Bu limitler ve kısıtlar doğrultusunda insan için gerekli minimum yaşama koşulları ve yaşanabilirlik tariflenir. Farklı koşulların farklı sistemler yaratabileceği üzerinden farklılık ve olağanüstü durumlar açıklanır. Bu bölüm ile birlikte adaptasyon kavramı üzerinden, insanın bu koşullar ile ilişkisinin tekrar uygun hâle getirmeye, yani normalleştirmeye yönelik çözüm önerileri sorgulanır ve olağanüstü koşullara adaptasyon durumları ortaya çıkarılır. Işık, sıcaklık, yer çekimi, rüzgâr, zemin, hava...’nın yukarıda bahsedilen genel insan tanımı için uygun değerlerde olmadığı ve dünyanın sahip olduğu fizik kurallarının dışına çıkılarak tanımlanabilecek yeni dünyalarda olduğu gibi “olağanüstü” sıfatı verilebilecek durumları, aşırı koşulları
barındıran yerler üzerinden değil, aşırı koşulların kendisi üzerinden, örneklerle inceler. Olağanüstü koşullarla birlikte olası adaptasyon durumları da konu edilir. Özetle, çalışmada ilk aşamada kısaca normal olarak adlandırılan mevcut sisteme dair özne nesne ilişkisi kavranmaya çalışılmaktadır; bunu izleyen aşamada olağan ve olağanüstülük kavramları kurcalanmakta, sistem ve insan faktörü irdelenmektedir. Devamında sistemin bileşenleri diye nitelenebilen koşullardan seçili olanların aşırı oranda değişimlerine mekân-insan etkileşimi üzerinden odaklanılarak sistemin sınırları ve sınırlarının dışı sorgulanmaktadır. Seçili koşulları yer çekimi etkisinin, havanın niteliklerinin, ışığın hâllerinin ve sıcaklık değerlerinin aşırılığı oluşturur. Bu aşırılıkta ortaya çıkan durumlar örneklerle incelenir ve insanın bahsedilen durumlara dair adaptasyonları üzerine düşünülür. I.IV. Yöntem Çalışma literatür araştırması yoluyla insan-mekân ilişkisine/ etkileşimine ve mekân algısına dair kavramları, insanın fizyolojik ve psikolojik ihtiyaçlarını tartışmaya açar. İnsana dair ihtiyaçlar üzerinden mekân kavrayışına ve mekân tasarımına ilişkin yaklaşımları inceler. İnsandan, özellikle de insan bedeninden yola çıkarak mekâna dair normalliği, olağanlığı ele alır. Çalışma, bir yandan dünyanın mevcut, olağan mimarlığına farklı bir yaklaşım getirebilme amacıyla zıt bir kavram olan olağanüstü koşullara odaklanır; diğer yandan, normal ve anormal, olağan ve olağanüstü gibi zıt olarak görülen kavramları, zıtlık içerisinde ele almayıp, normal’i, sistem olasılıklarından biri olarak tanımlayıp, anormal’in diğer olasılıkların genel tanımı olabileceğini savunur. Olağanüstü durumlara örnek gösterilebilecek koşulları örneklendirip, betimleyerek ve görsellerle destekleyerek inceler ve bu koşullarda yaşanabilirlik için üretilmiş önerileri ve üretilebilecek potansiyel önerilerdeki gereksinimleri sorgular. Çalışmada konu ile ilgili sorulan sorulara cevap aranırken, kavramsal literatür araştırmalarından ve doküman analizi ile örneklerin 09
incelenmesinden yola çıkılarak çalışmanın yöntemi oluşturulur. Betimsel araştırmalarla elde edilen veriler ve analizler ile mevcut ve mevcut olmayan duruma dair değerlendirmeler yapılır/öngörülür. Mahfuz Zariç’in (2014) aktarımıyla Berna Moran, edebiyat eserlerine dair eleştiri kuramlarını dört başlıkla sınıflandırır: “eseri yazıldığı dönem ve sosyal çevreyle ilişkilendiren, eseri yazarıyla ilişkilendirip izaha çalışan; eseri okurla ilişkilendirip değerlendiren; edebi eserin kendisini gaye edinen ve merkeze alan”*. Bu sınıflandırma mimarlığa dair yaklaşımlar üzerinden ele alınırsa bu başlıklar; • mimarlığa yaklaşımı, dönem dönem inceleyip sosyal çevreyle ilişkilendiren • mimar ile ilişkilendirip izaha çalışan • kullanıcı ile (kurduğu bağ olarak) ilişkilendirip değerlendiren • mimarlığa yaklaşımın kendisini gaye edinen ve merkeze alan halinde yorumlanabilir. Çalışma, bu başlıklar üzerinden değerlendirilirse mimarlıkta olağanlığı ve olağanüstülüğü irdelemesi ve sisteme ve sistemin bir parçası olan mimarlığa farklı bir bakış açısı ile bakmayı amaçlaması sebebiyle mimari bir ürünü değil, mimarlığın kendisini dert edinen ve merkeze alan, alışılmış olan sistemi irdeleyip, onu olağanüstü durumlar üzerinden tartışmaya açan eleştirel bir yaklaşım ortaya koymaya çalışır. Ancak aynı zamanda çalışmanın, farklı sistem tanımlarında öznenin yeniden tariflenen ihtiyaçlarına ve kavrayış biçimlerine odaklanması ve değişen koşullar ile değişen mekân tasarımlarını özne üzerinden betimlemesi ile mimarlığa yaklaşımı, mekânın kullanıcı ile kurduğu bağ olarak ilişkilendirip değerlendiren bir yöntem izlediği de söylenebilir.
10
* Çalışmada geçen tüm doğrudan ve dolaylı alıntılar, alıntının başlangıcına ve sonuna dair fikir verebilmek için italik font ile gösterilmiştir.
II
KONUYA YAKLAŞIM: ÖZNE-NESNEARALARINDAKİ ETKİLEŞİM VE ÇEVRE
Algılama yeteneği olarak tanımlanan duyu; uyarılanın duyum eşiğinin altında olmayan uyarıcının, canlıda fizyolojik ve/veya psikolojik etkilere yol açmasıdır. Görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma duyularına ek olarak basınç, ısı, denge, uzay, zaman, yön gibi duyular da bulunmaktadır. Duygu ise duyusal verilerin bilinçte yarattığı ruhsal durumu ifade eder ve belirli nesne, olay ya da kişilerin, insanın iç dünyasında uyandırdığı izlenimler olarak tanımlanır. Algı bundan daha fazlasıdır; bilinçli bir farkına varmadır (TDK). Nesne, öznenin önceki edinimleri ve nesnenin öznenin üzerindeki etkisi ile birlikte algılanıp, kişinin zihninde yer eder. Nesne, eğer yerin ya da mekânın kendisi değil ise bu kavrayış bulundukları ortamın şartlarına da bağlı olur. Diğer bir deyişle özne, özne-nesne etkileşimi sırasında ve ardından, çeşitli duyular ve duygularla edindiği verileri kullanarak nesneyi algılar ve zihinsel olarak kavrar. Duyusal (fiziksel) ve duygusal olan bu verilerin değişimi, özne için nesnenin değişimi, yeniden tariflenmesidir. Nesneyi algılamayı, var olan verilerin ve bu verilerin değişiminin yanı sıra olmayan verilerin oluşturduğu olasılıkların bir bütünü olarak ele almak ona dair bakış açısını genişletir. Verilerdeki bu değişimler aşırı oranlarda ise çok daha farklı açılımlar edinilmesini sağlar. Girdiler ve girdi olmayanların potansiyeli ile bütünün oluştuğu kabul edilirse; olağan/normal ile olağanüstünü/anormali birlikte anlamaya çalışmanın özneye farklı bir pencere açacağı söylenebilir. Çalışma özneyi insan, nesneyi mekân olarak ele alır. Öznenin yeri ve mekânı kavrayışı, insanın geçmiş edinimlerinin, duyusal ve duygusal durumunun yanı sıra, çevreyi oluşturan her bir ögenin özelliklerine ve kişiye hissettirdiklerine bağlıdır. Atilla Yücel (1971)’in aktarımıyla Stanley A. Cain’in çevre tanımı; “canlıların duyarlık gösterdikleri ve tepkide bulunabilecekleri; nesne, koşul ve güçlerden meydana gelir; aynı zamanda uyarıcıların şiddet ve yönlerindeki değişimleri de kapsar” şeklindedir. Bu tanım üzerine Atilla Yücel (1971); “insanı etkileyen, dolayısıyla fiziksel anlamda kontrolü gerektiren çevrenin 13
varlığından söz etmek için, insanın o çevrenin -ya da çevreyi meydana getiren bileşenlerin her birinin- varlığını dolaysız veya dolaylı bir şekilde duyması gerektiğini” söyler. Yani, çevre ve koşulları, onlarla karşılaşılmasıyla veya karşılaşmanın zihinde betimlenmesiyle insanı etkilemeye başlar. Varlık çevresi ile o kadar bütündür ki, “bir nesnenin yerinin değişmesi ile -kutuptaki bir nesneyi ekvatora götürünce nesnenin ağırlığının ve ısı artışı yüzünden biçiminin değişmesi gibinesneye ait özelliklerin de değiştiği gözlemlenebilir” (Ponty, 2005). Bu etkileşim çift taraflıdır; uzamdaki şeyler uzamın kendisinden ayırt edilemeyeceği gibi insan da içine bulunduğu çevreden ve o çevreye ait koşullardan bağımsız düşünülemez (Ponty, 2005). Sosyal çevreyi ve fiziksel çevreyi içine alan geniş bir kavram olan çevrenin insan ile karşılıklı ilişkisi sosyoloji, psikoloji, felsefe, coğrafya, biyoloji, mimarlık, gibi birçok disiplin altında incelenen bir başlıktır. Sosyal psikolojinin dallarından biri olan çevre psikolojisi ise hem çevrenin insan psikolojisi ve davranışlarına etkisini hem de insanın çevre üzerindeki etkisini ele alır. İnsan ve bulunduğu çevre birbirlerini karşılıklı olarak etkiler ve değiştirir. Olağanüstü durumlarda insan ve çevre koşulları arasındaki ilişkiyi incelemesi bakımından bir anlamda çevre psikolojisine temas eden bu çalışma, bir bütünü oluşturan insan ve çevre kavramlarından birinin farklılaşması üzerine diğerinin de farklılaştığını savunur. İnsanın çevresinden soyutlanmış olarak değerlendirilememesi gibi potansiyel çevresinin/çevrelerinin ve kendisinin potansiyel hâllerinin de bu bütünün parçaları olduğu gözardı edilmemelidir. İnsanın, mental olarak hem var olandan hem de olabilecek olandan etkilendiği göz önünde bulundurulursa; sadece var olan çevrenin değil, olasılıklar dâhilindeki çevrelerin ve kişisel özelliklerinin de etkisi altında olduğunu sonucuna ulaşılabilir. Belirli zamanda ve yerdeki mevcut durumu tanımlayan koşulların ve insanın sahip olduğu özelliklerin farklı hâlleri bu olasılıkları oluşturur. Sonuç olarak çevre sadece insanı mevcutta çevreleyen alan veya fiziki şartlar değil, aynı zamanda bunların olası durumlarını içeren bir bütündür. 14
İnsan, sosyal ve fiziksel çevredeki karşılaşmaları üzerinden kendi dışı ile ilişki kurar. Bu ilişki, çevreden gelen verilerin kişiyi fizyolojik ve ardından -fizyolojik verilerin kişi tarafından değerlendirilmesi ilepsikolojik olarak etkilemesi ile süreklilik içerir. İnsanın nesnelerle olan ilişkisi mesafeli değildir. İnsan çevresi ve çevre de insan üzerinde yaptırımlara sahiptir* (Ponty, 2005). İnsana göre, insan ve çevre ilişkisine dair katmanlar; iç dünya, beden ve dış dünya olarak -aslında birbirleri ile bütünleşik olan- başlıklara ayrılabilir. Beden bu iç ve dış arasında iletişimi sağlayan şey/mekânizma hâlindedir. Bedenin izin verdiği ölçüde dış dünya içeri sızar. Zihinsel özellikler gibi beden de kişiden kişiye değişiklik gösterir; boy farkları, bedenin kapladığı alan, bedensel engeller, dayanımlar vb. özellikler değiştikçe çevre ile kurulan ilişki de değişir; yoğunlaşır, kısıtlanır, engellenir ya da farklı tanımlamalar getirir. Ancak beden yine de dış ve iç arasındaki geçiş olma özelliğini korur. Yani insanın çevreye ulaşımı bedeni aracılığıyladır. İnsan, içinde konumlandığı uzamı sınırlı bir perspektiften görür; onunla vücudu üzerinden bağ kurar. Bu bağ; “ete tene bürünmüş sınırlı bir varlıkla bilmeceli bir dünya arasındaki ikircikli bağdır” (Ponty, 2005). Diğer bir deyişle insan bedenin alabildiği ve algılayabildiği etkiler, dış dünya ile olan ilişkiyi oluşturmaktadır. İnsan, duyu organları aracılığı ile bu etkileri kimyasal ve mekânik olarak edinir. Etkinin hissedilebilmesi için algı eşiğinin üstünde olması gerekir. Farklı etkiler beden ile farklı şekilde ilişkiler kurar. Bu ilişki biçimleri görerek, işiterek, dokunarak, hissederek, tadarak, koklayarak duyumsama şeklindedir. Genel bir insan bedeni tanımı ise çevre ile olan ilişkideki iniş çıkışları, çevre koşullarındaki değişikliğe bırakmış olur. Etkilerin şiddeti, büyüklüğü, sabitliği, değişkenliği, farklılığı algılamaya dair süreci ve etkilenme miktarını değiştirir. Duyumsama ortamdaki ses, koku, ışık, yer çekimi, sıcaklık, nem, basınç değerleri, havanın ve zeminin özellikleri, ortamı oluşturan ögelerin boyutları, dokuları, materyalleri gibi fizyolojik ve psikolojik veri sağlayan etkenlerle oluşur. Bu etkenlerdeki değişim, * Çevirinin orjinalinde bu cümledeki ‘çevre’ kelimesi yerine ‘şeyler’ kelimesi kullanılmıştır.
15
insanın uyum sağlayabildiği aralığın dışında ise yaşanabilirliğin devamı için uyumun tekrar sağlanmasına dair çözümler üretilmesi beklenir. Örneğin barınmanın -psikolojik ihtiyaçlar göz ardı edilmeksizin- özellikle yüksek veya düşük sıcaklığa sahip çevreye ve diğer doğa şartlarına uyum sağlayamayan insan için üretilen bir çözüm olduğu; hatta barınma ihtiyacının, tasarlanmış mekânın ortaya çıkışını tetikleyen unsurlardan biri olduğu söylenebilir. Burada bahsedilen doğa şartları aşırı seviyelere ulaşmamıştır, “NŞA” sınırı içinde tanımlanabilir. Yani olağanüstülük barındırmayan, olağan olarak algılanabilecek koşullarda da fiziksel çevre ile insan arasındaki uyumu sağlama gereksinimi vardır. Çevre koşullarının uygun aralıklarda oluşu, insan için yaşanabilirliği, normalliği tarifler. “Normal”de insan için oluşturulan mekânlar uygun fiziksel koşullar altında veya bu fiziksel koşullar için tasarlanır. Yani insanın uyum sağlayabildiği ve dünyanın, hatta dünyanın da belirli yerlerindeki optimum aralığa dair koşulların, limitlerin, insan için üretilen tasarımları belirlediği söylenebilir. Bahsedilen optimum koşulların ne olduğu, sınırları tartışılabilir muğlaklıktadır; ancak insanın fiziksel yapısı ile uyum sağlayamayacağı, barınamayacağı, sık karşılaşmadığı koşullar aşırı olarak kabul edilebilir. Çevrenin olağanüstü düzeyde farklılaşması ile yaşanabilirlik ortadan kalkar ve insanın uyum sağlayamadığı ya da uyum sağlamak için ek çözümlere ihtiyaç duyduğu ortamlar açığa çıkar. İnsan fizyolojisi ve psikolojisinin ihtiyaç duyduğu dünyanın optimum koşullarından farklı ortamlar, değişen mekânsal ihtiyaçları, farklı tasarım metotlarını, yeni bir kullanıcı-çevre ilişkisini beraberinde getirir; öznenin yaşayışını ve/ veya yapıyı, yapının kurgusunu değiştirir.
16
III
OLAĞANLIK VE OLAĞANÜSTÜLÜK
III.I. Tanımlar ve Kavramlar Olağan ve olağanüstü kavramları, özneye ihtiyaç duyan kavramlardır. Çünkü bir olasılıklar bütünü içerisinde neyin olağan neyin olağanüstü olduğunu belirlemek bunların kime göre tanımlandığını açıklamak ile başlar. Olağan kelimesi ile özneye göre alışılmış, normal, beklenilen, doğal, tipik, adapte olunan durumlardan bahsedilmektedir (Şekil 3.1). Özne için uygun, uyumlu, dengeli, standart, elverişli veya ideal olanı anlatır. Çalışmada olağan ile aynı anlamda kullanılan ve ölçüt, uyulması gereken kural anlamlarına gelen ‘norm’ kelimesinden türemiş normal geneldir; kurallara uygun ya da alışılagelmiş olandır. Ortalama bir durumu; aşırılığı, eksikliği ve taşkınlığı olmama durumunu belirtir (TDK). Bir şey için normallik, o şeye uygunluğu gerektirir. Uygunluğun, normalliğin ve alışılmışlığın tariflediği olağanlık, çalışmada öznenin nesne ile olan ilişkisinde sorun yaratmayan, sıra dışı olmayan, denge durumu olarak ele alınmaktadır. Bu durum öznenin kendini değiştirerek, adapte olarak kendini çevreye göre normal hâle getirmesini ya da çevrenin -çevrenin kendisi ya da özne tarafından- değiştirilerek elverişli, yararlı, oranlı hâle getirilmesini içerir (TDK). Olağanlık gereği, çevrenin ya da öznenin bahsedilen değişimleri de yine normal kabul edilebilecek sınırlar içerisindedir. Olağanın ve normalin dışına çıkmak aşkınlığı, aşırılığı, sınır durumları, sınırın ötesini, sıra dışı olmayı ve olağanüstülüğü ifade eder. Olağanüstü durumlar öznenin kendi limitlerini zorladığı, uç, aşkın, aykırı durumlardır. Olağanüstü olan anormaldir. Anormallik ise genel olana ve alışılmışa aykırı olanı, bilinenin veya kuralın dışında olanı, dengesi yerinde olmayanı anlatır (TDK). Normal olana kıyasla tuhaf, sorunlu ve kusurlu görülebilir. Bu açıdan çalışmada öznenin uyum sağlayamadığı, uyum sağlamakta zorlandığı ve özne için standart olmayan durumları anlatan bir olağanüstülük söz konusudur. 19
Olağanlık, seçeneklerden ya da olasılıklardan özne için uygun olanıdır. Çünkü özne o olağanlığın bir parçasıdır ve diğer seçenekler ya da olasılıklar, özne için olağan dışı olarak kavranır. İnsan için olağan olan ise içinde evrimleştiği sistemdir. Mevcut sistemin kuralları insanı ve onun limitlerini oluşturmuştur. Dünya insanın olağanıdır; ancak dünyanın sahip olduğu farklı koşullar göz önünde bulundurulursa benimsenmiş olan yaşama koşullarına göre insanın normalinin değiştiği söylenebilir ya da aşırı olarak görülen durumlar zamanla benimsenerek olağan hâle gelebilir. Bu doğrultuda kutuplardaki veya çöllerdeki koşullar bölge insanları için olağan olarak nitelendirilebilirken, diğer insanlar için aşırı durumları yaratabilir, dolayısıyla dünya yaşamı için tek bir normallikten söz etmek mümkün olmaz. Ancak bu çalışmada, olağanüstü koşulları belirlemek için, önce olağanı ortaya koyma gereksinimi ile normallik, dünyanın optimum koşullarında aranmıştır.
Şekil 3.1 : Olağanlık, olağanüstülük ve ilişkili kavramlar
20
Çalışma, olağanüstülük ifadesi ile sık karşılaşılmayan veya hiç karşılaşılmamış durumlarla birlikte insanın yaşanabilirliğini tehdit eden durumları ele almaktadır. Bu durumlar insan için optimum koşullara sahip olmayan durumlar olarak ifade edilebilir. Bahsedilen optimum koşulları tanımlamak gerekirse, kimya deneylerinde belirli koşulları anlatmak için kullanılan NŞA ifadesinin 1 atm basınç ve 0°C’yi tanımlamasına benzer olarak, havanın oksijen oranının %19.5 ile %23.5 (McManus, 1999), sıcaklığın -neme bağlı olarak etkisinin değişebileceği de göz önünde bulundurularak- 10°C ile 30°C (Parsons,2003), yer çekiminin 9,7 ile 9,9 m/s2 (Boynton, 2001) aralığında olduğu ve benzeri insan yaşamını tehdit etmeyen veya alışılmış olan değerlere sahip çevre koşulları olduğu söylenebilir. Normal ve olağan ifadelerine dair yapılan bu çerçeveleme ise sözü edilen optimum koşullara alışmış ve fizyolojik olarak sağlıklı olan insanlar içindir. III.II. Olağanlık: Mevcut Sistem ve Limitleri Sistem, üst ve alt mekanizmaların oluşturduğu ilişkiler ağı olarak ele alınabilir; onu oluşturan parçalara ya da alt sistemlere ve kurallara sahiptir. Sistemin bir amacının olup-olmadığı tartışılabilir olsa da bir işleyişinin, düzeninin olduğu söylenebilir. Yani sistem tanımında sistemin bileşenleri, bileşenler arasındaki ilişkiler, sistemin kuralları, kurallar çerçevesindeki işleyişi, kurallarla birlikte oluşan sınırları ve sınırların getirdiği sistemin normali öne çıkar. Bu doğrultuda Ludwig von Bertalanffy (1969), Genel Sistemler Teorisi’ni bütünlük bilimi olarak ele almış; bu teoriyle disiplinler arasındaki yapısal benzerliklerden ve eş yapılardan yola çıkarak sistemlere uygulanan genel prensiplerin türetilmesini ve formülasyonunu amaçlamıştır. Kenneth Boulding (1956) ise Genel Sistemler Teorisi’nin düzenlenmesinde birbirini tamamlayan iki olası yaklaşımdan bahsetmiştir. İlk yaklaşım, farklı disiplinlerdeki genel olgularla bir model oluşturmaya yöneliktir. İkinci yaklaşım ise karmaşıklık hiyerarşisi içinde teorik sistemlerin ve yapıların düzenlenmesidir. Bu yaklaşım evrenin anatomisi ve statik yapının oluşturduğu sistemin çerçevesi, zaman faktörünün de rol 21
aldığı basit dinamik sistemler, bilginin iletilmesi ve yorumlanmasının sistemin parçası haline geldiği denge durumuna gelme eğilimine sahip yapılar, canlı ve cansızlığın ayırt edilmeye başlandığı kendi kendini idare eden birimler, bitkiler aleminden hayvanlar alemine ve insana doğru artan bilgi alınımı, yayılımı, birikimi ve özbilinçlilik durumu ve nihailer, mutlaklar ve bilinmeyenler gibi farklı sistematik analiz seviyeleriyle ele alınmıştır. Genel Sistemler Teorisi’ni bilimin iskeleti olarak nitelendirmiş ve gidilmesi gereken yolun belirlenmesinde yardımcı olduğunu söylemiştir. Bu kapsamda sistemi anlayabilme ve sorgulayabilme, sadece bileşenlere yoğunlaşmayı değil, aynı zamanda bütünün kendisine, bileşenleri ile çift yönlü ilişkisine ve çevresi/dışı ile arasındaki etkileşime odaklanmayı gerektirir. Mevcut sistem sorgulandıkça diğer sistem olasılıkları da açığa çıkar. Olası sistemlerden insan için olağan olanı anlamak ve sınırlarını kavramak, sınırlarının dışını yani olağanın dışını kavramayı da sağlar. Olağanlığı meydana getiren unsurlar, bir anlamda sistem tanımı yaparken, olası diğer sistemlere dair de ipucu sunar. Bu nedenle mevcut sistemin oluşumunu ve yasalarını inceleyerek, sistemin tanımladığı ve onu tanımlayan insanı ve insanın sınırlarını araştırarak olağanlığa dair bilgiyi, düşünceleri ayrıntılandırmak olağanüstülüğün daha derin olarak kavranmasına ortam oluşturur. III.II.I. Atomdan kozmosa: sistem içinde sistemler
22
Atom altı parçacıklardan oluşan ve kendisi bir sistem tarifleyebilecek olan atomdan moleküle, organele, hücreye... hücrelerden dokuya, organa, organ sistemlerine, organizmaya... organizmaların oluşturduğu popülasyonlara, komünitelere, ekosisteme, dünyaya... dünya ve diğer gezegenlerden güneş sistemine ve diğer gezegen sistemlerine, galaksilere ve sonunda kozmosa... ve belki de kozmoslara (Şekil 3.2). Yapı taşından yapıya; tek ya da çift yönlü bir oluşum ve oluşumlar. Bahsedilen alt ve üst sistemler -evren ile beyin hücresi, güneş sistemi ile atomun benzeşmesi gibi- benzer ve farklı kurallara sahiptir. İç içe olan bu ‘evren’ler, kurallar çerçevesinde ya da kuralları ile birlikte oluşmuştur. Evrene ve evrenin kurallarına dair
Şekil 3.2 : Atomdan kozmosa oluşumlar
soruların ve ardından araştırmaların da düşünen insan ile birlikte başladığı iddia edilebilir. Aristoteles (MÖ384 - MÖ322) sonsuz ve durağan bir zamanda sonlu bir evren tarif etmiştir; İlk defa Copernicus (1473-1543) dünyayı evrenin merkezinden çıkarıp, onun güneşin çevresinde dönen bir gezegen olduğunu söylemiştir. Büyük ölçekteki evrenin ilk matematiksel teorisi ise Newton’un (1643-1727) kütle çekim teorisidir. Bu teoriyi genişleten Einstein’ın (1879-1955) evrenin durağan ve homojen olduğuna dair teorisinin homojenlik varsayımını korurken durağanlık varsayımını sorgulayan Friedman (1912-2006) 1922’de evrenin, yoğunluğu son derece yüksek bir durumdan başlayarak zamanla genişlediği sonucuna ulaşmıştır. 1929 yılında ise Edwin Hubble (1889-1953) Friedman’i doğrularcasına, evrenin genişlemekte olduğunu keşfetmiştir. Yaklaşık 15 milyar yıl önce oluşan evrende, 4.5 milyar yıl önce dünyanın şekillendiği kabul edilmektedir (Pak, 2010). Yaşamın ise yaklaşık 4 milyar yıl önce başladığı dünyada, ortaya çıkan canlılar dünyanın koşullarına uyum 23
sağlayarak ve sistemin bir parçası olarak evrimleşmişlerdir. Varlığı 300.000 yıl öncesine dayanan modern insan ise dünya sisteminin bir parçasıdır (Şekil 3.3) ve ancak dünyanın belirli koşullarında yaşamını sürdürebilecek kapasiteye ve özelliklere sahiptir (Url-1).
Şekil 3.3 : Varoluş süreleri: evren, dünya, canlı, insan
24
İnsanın sahip olduğu kapasite ve özellikler onun gereksinimlerini belirler. İnsanın gereksinimleri ise aynı zamanda onun sınırlarıdır. Burada bahsedilen sınır ulaşılabilecek limitleri ifade eder. İnsanın kendini inşa etmesi sınırları keşfetmesi ile başlar. Limitleri onu hem engeller hem var eder. Sınırların farkına vararak onlara verdiği cevapları ve müdahaleleri ile, onlardan edindiği deneyimler ile varlığını oluşturur. “İnsanoğlu, doğal çevresindeki sınırları deneyimleyerek, iç güdüleri ile kendi sınırlarını yaratmaya; mekân oluşturarak kendini çevreden ayırmaya ve kendi çevresini yaratmaya başlar” (Sorguç, Selçuk, 2016). Karşılaşılan veya fark edilen sınırlar, ulaşılan limitler, zaman ve mekân ile birlikte öznenin ilişkilerini tanımlar ya da yeni ilişkiler açığa çıkartır. Robert Venturi (1991), yaşamın her düzeyinde var olan çeşitlilik ve karışıklığın kabul edilmesinin ve insanın yarattığı tüm düzenin özleri gereği sınırlı olduğunun bilinmesinin düzeni bozmak için iki haklı gerekçe olduğunu savunur. Koşullar ve durumların düzene karşı olduğu durumlarda düzenin bu koşullara uyum sağlaması veya bozulması gerektiğini söyler ve kural dışı durumların ve belirsizliklerin mimarlığa geçerlilik kazandırdığını hatırlatır. Sınır ya da sınır ötesi koşullarda olmak ya da olmaya çalışmak, olağan dışı durumlar için tasarlamak; sınırlar içerisinde sınırlar oluşturarak, onları biçimlendirerek, dönüştürerek onlara müdahale etmeyi ve mekân/mekânlar yaratmayı ve daha önemlisi onları anlamayı gerektirir (Şekil 3.4).
Şekil 3.4 : Sistemler bütünü içerisinde olağan tasarım alanı
III.II.II. Mevcut sistem ve genel ilkeleri
Canlılık; Yaşanabilirliğin temelinde yatan canlı-cansız kavramları, mevcut sistemin yapı taşlarıdır. Altı aylık bebeklerin, diğer deneyimlerinin sonucu olarak gelişmiş olması mümkün olmak ile birlikte, canlı ve cansız varlıklara duyarlı olduklarını kanıtlayabilecek bulgular mevcuttur (Molina vd., 2004). İnsanın gelişim sürecinde farkına varabildiği canlı ya da cansız varlıklar arasındaki bu ayrım neye göre yapılır? Yaşayan hücre, canlı olarak; diğer tüm biyosferik ve hücresel kimyasallar ve moleküller, cansız olarak (Andrulis, 2011) tanımlandığında ise şu soru sorulabilir; “yaşayan nasıl tespit edilir?” Bir varlığın metabolizması olması, büyümesi, gelişmesi, üremesi, hareket etmesi, etkiye tepki göstermesi yaşayan sıfatını alması için yeterli midir? Önceki cümlede canlılığa atfedilen fiziksel ve kimyasal olguların, cansızlarda örneklendirilmesi durumunda, hangi yeni tanım canlı-cansız sınırını belirler? Cansız diye nitelendirilen yapı taşlarından oluşan canlı hücreler, hangi aşamada bu özelliği edinir? Ahmet Turan (2009) canlı ve cansız varlıkların ayrımı konusunda ontolojik alanda iki temel hipotezden bahseder. İlki canlılara dair ortak bir özellik, temel bir ilkenin varlığı; ikincisi canlı 25
sistemlerin yaşam belirtisi olan özel bir “gerçeklik seviyesi”ne sahip oldukları’dır. Humberto Maturana ve Francisco Varela (2008; 1980) ise canlı-cansız ayrımını, otopoietik (autopoietic) ve allopoietik (allopoietic) kavramlarını ortaya koyarak yapmaktadırlar. Canlıyı, kendi kendini var etme hâli (autopoiesis) olarak tanımlarlar. Organizasyona sahip ve özerk olmayı, sadece canlıya ait özellikler olarak sınırlamamakla birlikte, canlının belirgin özellikleri olarak belirtirler. “Organizasyon”u, bir şeyin var olması için gereken ilişkiler olarak anlatırlar ve canlı organizasyonuna dair üretenin de ürünün de canlının kendisi olduğunu; canlının, sürekli kendisini üreten bir mekânizma olarak, özerk bir sistem olduğunu savunurlar. Buna karşılık allopoietik mekânizmalar, kendilerinden farklı bir işlevin ürünüdürler ve rolleri farklı bir sistem tarafından tanımlanır. Başka bir açıdan İlya Prigogine (1997), canlı ve cansız varlıkların arasındaki farkı onları oluşturan maddede aramış ve canlının, enerji akışını kullanan fakat enerjinin neden olduğu entropiden (düzensizlikten) kendini koruyan düzenler olduğunu öne sürmüştür (Url-3). Ancak ara formların varlığı göz önünde bulundurulursa, bu iki kavram arasındaki ayrımın keskin olmayabileceği yargısına da ulaşılabilir. Bu görüş, La Mettrie’nin (1980) maddenin, daima sahip olduğunu belirttiği uzam özelliğinin yanı sıra hareket etme kuvvetine ve duyumlama yetisine de sahip olduğu düşüncesi ile savunulabilir. Aynı paralellikte Bausch da (2002), sistem teorisinin tarihi köklerinden bahsettiği yazısında; Genel Sistem Teorisinin, süreç modeline maddenin ne canlı ne cansız olduğu; her ikisi de olduğu fikrini aşıladığını, La Mettrie’yi de anarak, belirtir. Buna karşılık Kant’ın (2014) işaret ettiği gibi insan kendi algılayış biçimi ile sınırlıdır ve nesnenin dünyasının, onun kendi içindeki doğasının ne olabileceğine bakarken bu sınır kaldırılamaz. Başka bir ifadeyle, özellikle keskin bir ayrımı içeren canlı-cansızın tanımlarında, canlı başlığı altına koyulan insan, cansız dünyanın tanımını kendinden bağımsız olarak yapamaz.
26
Canlı ve cansız veya bunların toplamı olarak varlık, evren bütününü oluşturan parçalardır; aynı zamanda evrenin kendisidir. Canlı-cansız birlikteliği ile oluşumuna devam eden evrende canlının, daha da
özelleştirilirse dünyada insanın, varoluşu canlı ve cansız varlıkların birbirleri arasındaki karmaşık ilişkiler ile mümkün olmaktadır.
Dünyada var olmak ve fizik yasaları; Atomdan evrene iç içe sistemleri oluşturan yapılar, benzer bir dil bütünlüğü içerisinde birbirlerine göre üst ve alt kümeleri oluşturur. Dünya sisteminin koşulları ile oluşan insan ise bu koşullarda barınan başka bir sistemdir. İnsanın oluşum süreçlerinde bahsedilen farklılaşmış hücre insan için neyse, insan da dünya için ve hatta dünya da evren için odur. İnsan dünyanın bileşenlerinden biridir. Bu açıdan dünyada var olmak, dünya sisteminin bir parçası olmaktır. Dünyada var olmak, La Mettrie’nin maddeye atfettiği -yukarıda sözü edilen- koşullara yani bir uzama, hareket etme kuvvetine ve duyumlama potansiyeline sahip olmaktır. Dünyada var olmak, var olan ve var olunan yer arasında çift yönlü bir ilişki başlatır: dünya/ çevre insanın özelliklerini etkilerken, insanın sahip olduğu özellikler de onun dünya/çevre ile ilişkisinin limitlerini belirler. İnsanın fiziksel varlığı biyolojik ihtiyaçları beraberinde getirir ve varlığının devamı bu ihtiyaçların sağlanmasını gerektirir. Aynı zamanda insanın organizmasının çalışması, dünyanın keşfedilen veya keşfedilmeyen fizik kurallarına bağlı olarak gerçekleşir. Fizik yasalarının keşfi, dünyanın ve evrenin keşfidir, içinde yaşanılan mekânizmayı anlama çabasıdır. Bu mekânizmaya ait kanunların değişimi, sistemin kendisini değiştirir, başka sistemler yaratır. Mevcut sistem varlıkların, enerjilerin, kuvvetlerin, yüklerin sistemidir. Yer çekimi/kütle çekimi etkisi ile galaksiler, yıldızlar, güneş sistemi, dünya ve bunların hareketleri oluşur. Newton’un tanımladığı kütle çekim kuramını, Einstein genel görelilikte uzay-zaman bükülmesi ile açıklar. Yer çekimi/kütle çekimi maddeden gelir ve bu nedenle maddenin varlığı, uzay-zamanda sapmalara veya bükülmelere neden olur. Madde uzay-zamana nasıl eğrileceğini ve uzay-zaman maddeye nasıl hareket edeceğini söyler (Schombert, 2015). Bu bağlamda Newton ve Einstein iki farklı çağda iki farklı evren betimlerler: Newton için mutlak olan uzay ve zaman değişmez, rijit bir sahne gibi herkese göre
27
her yerde aynıdır ve evrenseldir. Einstein’e göre ise uzay ve zaman sahne değil, sahnededir ve oyunun bir parçasıdır; gezegenlerden, kuyruklu yıldızlardan veya elmalardan ayrı değildir (Kaiser, 2009). Diğer açıdan, dev gaz ve toz bulutunun kendi çekim etkisi ile sıkışması ve sıkışıp yoğunlaştıkça dönmesi ve daha hızlı dönmesi, merkezinde güneşin ve çevresinde gezegenlerin, uyduların, asteroitlerin ve kuyruklu yıldızların olduğu sistemi meydana getirir (Url-4). Yasalara sahip bir mekânizma olan dünya, muhafaza ettiği ‘yaşam’ı oluşturmak için de yasalar barındırır: dünyanın kendi ekseni ve güneşin etrafındaki hareketi dünya yaşamında gece ve gündüzü, mevsimleri, günlük ve yıllık sıcaklık farklarını, basınç farklılıklarını, rüzgârları, okyanus akıntılarını oluşturur. Mevcut sistemin beraberinde getirdiği diğer bazı fizik yasaları şöyledir: başka bir kuvvetin etki etmediği cisim, mevcut hareketine/duruşuna devam eder; cisme kuvvet uygulanması ile cisim ivme kazanır; etkiye karşılık tepki meydana gelir; zıt yükler birbirini çeker, aynı yükler birbirlerini iter; enerji dönüşebilir, ancak yok olmaz; entropi, diğer deyişle düzensizlik, sistemden yüzde yüz verim alınmasını engeller; sistemi oluşturan madde katı, sıvı, gaz, plazma ve ara fazlarda bulunabilir. Fazlar arası geçişlerde maddenin hacmi, yoğunluğu, düzensizliği ve onu oluşturan taneciklerin arasındaki boşluklar artar veya azalır, maddenin şekli değişir. Varlık/madde fiziksel olarak aynı anda ayrı hacimler kaplayamaz. Madde bir uzama sahiptir, canlı çoğalır, ışık aydınlatır, gemi suda yüzer, insan nefes alır, cam kırılır, balon uçar, elma yere düşer... Fizik yasaları ile sistem, bir makine gibi çalışır ya da makine, çalışmak için özünde kendi yasalarına sahiptir. III.II.III. Mevcut sistemde insan faktörü
İnsanın fizyolojik sınırları; Özbek’in (2000) aktarımıyla Mc Elroy ve Swanson göre “insan, tüm canlılar gibi molekül, hücre ve dokulardan oluşan, ama bunun 28
yanı sıra başarıları, başarısızlıkları ve kusurları bulunan, kendince hayalleri ve vizyonları olan bir yaratıktır”. Bir başka tanımla insan, hareket hâlindeki kozmosta dönüşmüş ve dönüşmeye devam eden dünyanın bir parçasıdır. Dünyadaki canlılardan biri, bir sistemler bütünü içinde, başka bir sistemler bütününden oluşmuş olan bir organizmadır. Her insan organizması, tek bir hücre ile yaşama başlar. Bölünerek çoğalan bu hücreler değişerek ve özelleşerek farklı görevler üstlenir ve organizmayı oluşturur. Organlar bütünü olan beden, içinde barındırdığı sıvı ile organlar arası alışverişi ve dolayısıyla canlılığının devamını sağlar. Vücudun bir bölümü, bu sıvıyı bedene pompalar ve kanallarla hücre topluluklarına yani organların yapı öğelerine ulaştırır. Başka bir bölüm, beden ve beden dışına dair bir alışveriş ile karbondioksit ve oksijen dengesini sağlar. Vücudun başka bölümleri ile olan bir başka alışverişte, besinler ve su ile insan mekânizmasının yakıtı sağlanır ve atıkları uzaklaştırılır. Diğer bir bölüm ile yabancı maddelere karşı savunma gerçekleştirilir. Vücudun iskeleti ile destek ve korumanın yanı sıra hareket sağlanır. İçteki ve dıştaki değişimlerin algılanması, tepki verilmesi, bilinç ve öğrenmeyi oluşturan bölüm ise insanın zihinsel dünyasını oluşturur ve vücut içi birçok aktivitenin düzenlenmesinden ve yönetiminden sorumludur. Bu bölümlerin/ sistemlerin tamamı vücudu koruyan ve sıcaklığın düzenlenmesine yardımcı olan bir örtü ile kaplıdır (Widmaier, Raff, Strang, 2008). Özet olarak, insan vücudu farklılaşmış hücre topluluklarının oluşturduğu sistemler bütünüdür. Bahsedilen bu sistemler organizmanın varlığını, bedeni çevreden ayıran fiziksel sınırları ve insanın fizyolojik limitlerini oluşturur. Çevre ve beden aynı yapı taşından oluşmuştur. Hanczyc (2011) insanın, kendini çevreden ayırmak için gerekli bedene ve çevredeki kaynakları temel yapı elemanlarına dönüştürme işlemi olan metabolizmaya sahip olduğunu ve bu şekilde varlığını sürdürüp kendini inşa edebileceğini ifade etmiştir. Bedenin oluşum aşamaları ile birlikte çevreden ayrıştığı söylenebilir; ancak aynı zamanda bedenin, insanın iç ve dış dünyası arasında geçiş bölgesi oluşturduğu göz önünde bulundurulursa bir ayrıştırma değil, birleştirme ögesi
29
olduğu da iddia edilebilir. Bununla birlikte, daha önce sözü edildiği üzere, fizyolojik limitleri oluşturan beden, dış dünya ile olan ilişkilerin sınırlarını belirler. Tersten okunduğunda çevre, hem etkileri ile bedeni meydana getirir hem de bedenin varoluşunu tehdit edebilecek unsurlar barındırarak onu kısıtlar. İnsan, soluyabileceği havaya, tüketebileceği besine ve suya, atıkları vücudundan uzaklaştırmaya, belirli sıcaklık ve nem aralığına, belirli yer çekimine... ihtiyaç duyar. Nefes almanın, beslenmenin, bedeni dinlendirmenin canlılar için genel gereksinimler olduğu söylenebilir; ancak her canlının ihtiyaçları ve dayanıklılığı aynı değildir. İnsanın dayanabileceği sınırların ötesinde düşük ve yüksek sıcaklık değerlerine sahip veya aşırı kurak ortamda yaşamını sürdürebilen, radyasyon direnci yüksek olan canlılar mevcuttur. Hayvanlar âleminden eş zamanlı yüksek sıcaklık farklarına maruz kalabilen pompei solucanı (alvinella pompejana) (Url-2), yaşam döngüsünü değiştirip gençleşebilen bir denizanası (turritopsis nutricula) (Bavestrello vd., 1992), kirlilik ve sıcaklık değişimi gibi koşullara adapte olabilen mummicog balığı (fundulus heteroclitus) (Nacci vd., 1999), 6000m yükseklikte bulunabilen bir örümcek (euophrys omnisuperstes) (Wanless, 1975), yeryüzünün derinlerindeki düşük oksijen seviyelerinde ve aşırı karanlıkta yaşayabilen bir kurtçuk türü (halicephalobus mephisto) (Allen, 2017) ve uzay koşullarına dahi dayanıklık gösterebilen su ayıları (tardigrada) (Rebecchi, 2010) insan için aşırı olan koşullarda yaşamlarını sürdürebilmektedir. İnsan ise hem iç hem hem dış etkilerle sınırlandırılmış bir mekânizmalar bütünüdür. İnsana dair tanımlanan yaşanabilir çevre, bazı canlılar için geçerli olandan daha dar bir tanıma sahiptir; ancak insan gelişmiş beyni ile yaşanabilir çevreye dair sınırlarını, üretilebileceği farklı çözümlerle genişletebilir. Farklı fiziksel yapıya, kültüre ve psikolojiye sahip insanların farklı ihtiyaçları farklı sınırları olsa da; genel bir insan tanımı için yaşanabilirliğin minimum koşulları vardır. İnsanın yaşam alanı için, istediği değil, ihtiyaç duyduğu bu koşullar; ses, koku, ışık, yer çekimi, 30
sıcaklık, nem, rüzgâr, kirlilik miktarının ve hava ve zemin özeliklerinin insanı fizyolojik olarak tehdit etmeyen değer aralığını kapsayan fiziki ve zorunlu durumlardır; mekânda sağlanması beklenen, insanın varlığını sürdürebilmesi için gereken minimum koşullardır.
Yaşanabilirlik; Yaşanabilirlik (livability) yeterlilik, elverişlilik, minimum, gereklilik, uygunluk kavramlarını içerir. Özne, yaşam, yaşama yeri ve koşulları ise yaşanabilirliği tarifleyen diğer unsurlardır. Dünya sistemi içindeki her canlı bir yaşama ve beraberinde yaşam süresine, biçimine, koşullarına sahiptir. Yaşam, canlının varoluşunu sürdürmesi veya varoluşuna devam ettiği süre olarak tanımlanabilir. Canlının yaşam yeri, yaşama koşullarını da barındırır. Yaşam yeri ve onun sahip olduğu koşullar, özne ile uyumun nasıl olduğunu dolayısı ile öznenin yaşam biçimini tarifler. Bu koşullar canlının yaşam süresini etkilerken, sadece yaşama biçimini değil aynı zamanda ona adapte olan, olmaya çalışan canlının kendisini de tanımlar. Yaşanabilirlik, mutluluğu, refahı ve tatmini içeren tanımlamalardan farklı olarak, bir bölgedeki insanların kapasitesi ve ihtiyaçları ile bölgenin koşullarının ve gerekliliklerinin birbirine uyma derecesi şeklinde de tanımlanabilir (Veenhoven, 1996). Bir başka deyişle yaşanabilirlik, öznenin temel ihtiyaçları ile çevrenin koşullarının canlılığı sürdürebilmek, yani yaşamsal faaliyetleri gerçekleştirebilmek için yeterli oranda, minimum olarak örtüşmesidir. İnsanın yaşanabilirliğinin koşulu olan temel ihtiyaçları, öncelikle fizyolojik ihtiyaçlardır. İnsan yaşamı hakkındaki kuramlardan biri olan ihtiyaçlar hiyerarşisi kuramında Maslow, insanın ihtiyaç ve isteklerini önem sırasına göre beş basamakta toplar (Şekil 3.5). İhtiyaçlar hiyerarşisinde açıklanan insana özgü ihtiyaçlar, insanın davranışlarını etkilemektedir (Kahraman, 2014). Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde en altta, temelde, yaşanabilirliğin sağlanması için gerekli fizyolojik ihtiyaçlar olan hava (nefes alma), su, gıda, vücudun iç dengesi, boşaltım, uyku, barınak, cinsel içgüdü bulunmaktadır. Zihinsel ihtiyaçların karşılanmaması durumunda
31
kişi bahsedilen temel fizyolojik ihtiyaçları da karşılayamayacak duruma gelebildiğinden bu ihtiyaçların birbirinden kesin çizgilerle ayrılamayacağı da dikkate alınmalıdır.
Şekil 3.5 : Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi
Yaşanabilirliğinin devamı için vücut içi dengenin sağlanması gerekir. Bu da iç ve dıştan kaynaklı etkenlere karşı vücut sıcaklığı, kan basıncı, kan şekeri, kandaki oksijen ve karbonmonoksit gibi değerlerin belli sınırlar içinde tutulmasını gerektirir. İnsan bedeni dış çevredeki aşırı olmayan değişimleri ve bunun iç sistemine yansıması ile değişen bu değerlerini tekrar eşik değere döndürebilir. Çevresel sıcaklığın, basıncın, nemin ve benzeri etkenlerdeki değişim, insan bedeninin tolere edemeyeceği koşullarda ise insan için yaşanabilirlik zorlaşır ve imkânsız hâle gelir. Öznenin ihtiyaçları göz önünde bulundurulduğunda yer ile öznenin uyumu; birbirlerine karşı yeterliliklerini, uygunluklarını ve yerin yaşanabilirliğini açığa çıkarır. İnsan için yaşanabilirlik, insanın temel fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamayı içerir ve mekâna dair önemli bir gereksinimdir. Bu gereksinim karşılanmasından sonra Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde yukarı doğru çıkılabilir. Ancak yaşanabilirlik sağlandıktan sonra kullanıcının konfor ve yaşam kalitesi arayışı başlayabilir.
32
Koşullarda gözükmeye başlayan aşırılıklar, insanın fizyolojisi gibi psikolojisini de etkiler. Aşırı koşullardaki zihinsel ihtiyaçlar; huzursuzluk, stres, güven ve aidiyet duygusunun eksikliği... temelli olabilir. Olağanüstü durumların kişide yaratabileceği psikolojik baskıların aşırılığı, fizyolojik yaşanabilirliğin sağlanmasını da engeller. Bu açıdan olağanüstü durumlar ile insan fizyolojisinin
fiziksel koşullara uyumu, önemini birincil derecede sürdürürken, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde daha yukarıda yer alan psikolojik ihtiyaçların da temel ihtiyaçlara eklenmesi gerektiği söylenebilir. III.III. Mekânda / Mimaride Olağanüstülüğün Oluşumu Öznenin mekân kavrayışının ve mekân ile ilişkisinin değişimi; öznenin özelliklerinin, eylemlerinin, algısal faktörlerin ve süreçlerin yanı sıra mekân tasarımı, öznenin mekâna dair gereksinimleri ve bu gereksinimleri karşılayan elemanlar, çevresel uyarıcının içeriği gibi birçok parametreye bağlıdır. Bu parametrelerin değişimi sonucu özne, farklı mekân deneyimlerine sahip olur. Bu şekilde mekânın değişmesi ile öznenin mekân kavrayışı da değişir ve gelişir. Bu değişimin aşırı oranlarda olması, normal şartların dışına çıkması öznenin uyum kapasitesini aşan olağanüstü koşullar yaratır. Yaşanabilirliğin devamı için üretilen çözümlerle özne, olağanüstü durumlarda varlığını sürdürebilir. Öznenin bu koşullarda bulunma amacı ya da zorunluluğu, olumsuz gelecek senaryoları, araştırma, merak... ne olursa olsun, bu yeni deneyimi ile özne yeni ve farklı bilgi, beceri ve kavrayışlar edinir. Olağanüstü koşullar dünyadaki olağan koşulların başka bir seçeneği olarak değerlendirilebilir. Ancak bu koşullar, insanın olağanının dışında olduğundan dolayı onun için farklı kanunlara sahip yeni dünyalar tanımlar. İnsan için, tariflenen farklı bütünlüklerdir. Söz konusu aşırı/sıra dışı koşulların konum, topoğrafya, iklim, ekonomi, siyasi, sosyal gibi birçok hâli olabilir. Çalışmanın üzerinde durduğu durumlar, insanın bedensel olarak limitli oluşunu açığa çıkartan fiziksel kaynaklı koşulları barındırır. Bu koşullar dünyanın, uzayın, dijital âlemin ve sanal evrenin koşullarıdır. İnsanın ve birçok canlının yaşamını sürdürmekte zorlanacağı ya da sürdüremeyeceği ya da sürdürmek için ek sistemlere ihtiyaç duyacağı sınır ve sınır ötesi koşullarla yer altında, su altında, su yüzeyinde, volkanik alanlarda, çöl ikliminde, kutuplarda, yüksek dağların zirvelerinde, hava, su, toprak gibi çevreyi oluşturan unsurlardaki kirlilik seviyesinin aşırı durumlarında ve diğer sağlık tehdidi olan bölgelerde, afet
33
ve acil durum gibi olağanın olağanüstüne ani olarak dönüştüğü durumlarda; radyasyon, sıcaklık, rüzgâr, yağış ve nemdeki aşırı değerlerde, nefes almayı etkileyebilecek atmosferik değişimlerde, yer çekimsiz ortamlarda, dünyanın üst atmosferinde, uzaydaki farklı gök cisimlerinde ya da uzay boşluğu için tasarlanan yaşam alanlarında; araştırmalar için özel olarak üretilen ortamlarda; oluşabilecek bir distopyada... karşılaşılabilir. Bahsedilen bu farklı koşullara adapte olmuş ve bu koşullarla bir ilişki geliştirmiş organizmalar bulunmaktadır; ancak bu koşullarda insan için yaşanabilirliğin sağlanması amacıyla farklı sistemlerin tasarlanmasına ihtiyaç duyulur. Bu yeni yaşanabilir ortam, farklı bir çevre tanımlar veya insanın çevresi ile olan ilişkisini yeniden tarifler. Mevcut duruma dair alışılmış algılar, davranışlar, kurallar değişerek başka gerçeklikler oluşturur. Aynı paralellikte sanal ve dijital dünyanın olağan dışı koşullarında da bu farklı tanım gerektiren ilişkilerle karşılaşılır. İnsan, yaratılan dijital veya sanal mekâna fiziksel ihtiyaçları ile girmediğinden dolayı bu mekânlar daha farklı açılımlar sunacaktır.
Başka Bir Sistem; Deleuze (2010), Bergson’un doğru ve yanlış kavramlarının çözümlerde değil problemlerde başladığını ve problem kavramının köklerinin de yaşamın kendisinde olduğunu ifade eder. Bergson organizmayı hem bir bir problemin ortaya konuşu hem de o problemin çözümü olarak ele alır. Bu nedenle problem kategorisi, olumsuz bir kategori olan ihtiyaçtan çok daha büyük bir biyolojik öneme sahiptir. Bergson yanlış problemleri “var olmayan problemler” ve “kötü ortaya konmuş problemler” olmak üzere iki türe ayırır. Var olmayan problemler, yokluk, düzensizlik ya da olanaklılık problemlerini içerir. Bergson’un bu konudaki analizleri, yoklukta, düzensizlikte ve olanaklıda; varlığa, düzene ve gerçeğe oranla eksi değil artı bulunduğunu gösterme üzerinedir. Yokluk fikri, varlığın beklentiye uygun düşmediği durumlarda, özneyi ilgilendiren şeyin olmayışı olarak kavranır. Düzensizlik fikri, aslında beklenilenden farklı bir düzen ile karşılaşmayı içerir. Olanaklılık fikri ise gerçeklik 34
fikrinden daha fazla şeye sahiptir. Olağanüstü koşullar, Bergson’un var olmayan problemler kategorisi üzerinden okunduğunda, bu koşullara sahip ortamların yokluğun, düzensizliğin ve olanaklılığın potansiyeline sahip olduğu sonucuna ulaşılabilir. Organizmaların olanaklılığından bir durumu/gerçekliği oluşturan insan, kendi ile birlikte olağan koşullarını da yaratır ya da koşullar, kendisini normal olarak belleyecek insanını oluşturur (Şekil 3.6). Başka bir ifade ile ancak olağan olarak belirlenen durum için diğer seçenekler olağanüstülüğü tanımlar. Bu durumda olağanın dışını araştırmak; istenilen veya uygun olan durumun yokluğunun başka bir durumun varlığına işaret ettiğini kabul etmek, beklenilenden farklı bir düzeni ve bir gerçeğin ardındaki diğer olası gerçeklikleri araştırmaktır.
Şekil 3.6 : İnsan ve olağanın birlikte oluşumu
Farklı oyunların farklı kurallar içermesi gibi iki ayrı sistem birbirinden farklı koşullar barındırır, barındırabilir ya da tersten okunduğunda ayrı koşullar ayrı sistemler yaratır. Dünyanın bambaşka fiziksel koşullar altında olduğu senaryoda evrimleştiği varsayılan insanın, kendisinin de, doğal habitatının da mevcut durumdan farklı olacağı tahmin edilebilir. Aynı şekilde ortaya çıkan yeni insanın üreteceği mekânın da alışılmışın dışında özellikler taşıması beklenir. Farklı bir sistem tariflendiğinde gereksinimler de değişecektir. İnsanın mevcut habitatı ile karşılaştırıldığında bu değişimi ortaya çıkarabilecek sistemler/ ortamlar dünyanın ekstrem koşullarında bulunabileceği gibi daha açık bir farkla ortaya koyabilecek uzay koşullarında, dijital evrende
35
ve sanal dünyada da yer alabilir. Yapı taşı atom olan bir evrenden yapı taşı 0 ve 1 olan dijital evrene, hiper-mekâna geçildiğinde bu evrenin de kendine ait bir sistemi olduğu görülür. Dünyadaki ‘olağan’ mimari, çevrenin fiziksel şartları ile çerçevelenmiştir; dijital evrende ise başka şartlarla. Dijital evrenin sınırları, mevcut sistemin koşullarına değil, onu sanal olarak tasarlayan ve dijital olarak kodlayan özneye ve öznenin kullandığı araçların, bilgisayar yazılımının ve donanımının kapasitesine bağlıdır. Bu nedenle Super Mario’nun kendi boyunun birkaç katı olan yüksekliğe zıplayabilmesi gibi ‘normal’in dışına çıkabilir (Şekil 3.7). Ancak yaratılan dijital ortamdaki koşullar, zihni ve zihin aracılığı ile dolaylı olarak bedeni etkileyebilir olsa da ‘gerçek’ fiziksel etkiye sahip değildir ve olağanüstü koşullar yaratma cesaretini buradan alır. Diğer yandan, sanal gerçeklik gözlükleri ile dijital evrenin içine daha çok girilir ve artırılmış gerçeklik teknolojisi sayesinde dijital dünya ile mevcut sistem buluşturulur. Gelişen dijital evren, sadece ekran arkası deneyimleri ile değil, daha gerçekçi bir “mış gibi”lik ile zaman, hız, eylemlerin yapılışı, mekânın devinimi ve benzeri konularda normalden farklı tecrübeler sunmaktadır.
Şekil 3.7 : Süper Mario üzerinden insanın dijital dünyada genişleyen sınırları 36
Sanal âlem için de benzer bir durumdan söz edilebilir. Sanal, fiziki olarak gerçek olmayandır, zihnin ürünüdür. Bu doğrultuda sanal mekân, zihinde üretilen ve tasarlayanın izin vermesi ile zihindeki varlığını sürdürebilen mekân ya da mekânsal his olarak tanımlanabilir. Zihinde tasarlanan dünya, tasarlayanın kurallarına sahip bir sistemdir. Bu zihinsel mekân, beyinden beyine aktarım olmadığı takdirde, onu üreten kişiye özgüdür. Diğer yandan kitaplarda, filmlerde, resimlerde... tasvir edilen dünyalar okuyan, izleyen kişilerin zihinlerinde farklı olarak yaratılsa da temel özellikleri hikâyeyi yazan tarafından oluşturulur. Zihinde yaratılan bu mekânların dünyanın fiziksel kanunlarına uyum sağlaması gerekliliği bulunmadığından olağanüstü durumları içerme potansiyeli vardır. Lewis Carroll’un Alice’s Adventures in Wonderland (Alice Harikalar Diyarında) kitabında okuyucu boyutlarla, ölçekle, zamanla, var olmayla, varlıkların dönüşmesiyle ilgili mevcut bilgiyi başka bir biçime sokan bir dünyaya davet edilir (Şekil 3.8). Douglas Adams’ın The Hitchhiker’s Guide to the Galaxy (Otostopçunun Galaksi Rehberi) kitabında ise gezegen üretiminden, yer çekimine karşı gelmekten, bulutların üstündeki binadan, kişilik sahibi sirkülasyon elemanlarından ve bilgisayarlardan, hareket edebilen mobilyadan bahseder ve uzay-zaman algısını sorgulatır.
Şekil 3.8 : Tenniel, J., Alice’in yediği kek ve içtiği sıvılarla boyutunun değişmesi, 2000 (Alice Harikalar Diyarında kitabından alınmıştır.) 37
Jacek Yerka’nın her kenarından asılmaya uygun dört taraflı resimlerinden Gardener’s Garden, yer yön duygusu üzerine tekrar düşündürür (Şekil 3.9). Sonuçta zihinde veya dijital ortamda üretilen olağanüstü durumların dünya gerçekliğinden ne kadar uzaklaşabildiği, onu yaratan insan beyninin kapasitesine ve özelliklerine bağlıdır.
Şekil 3.9 : Yerka, J., Gardener’s Garden (Url-11)
Dijital ve zihinsel evrenin fiziksel bağımsızlığı ile sahip olduğu olağanüstülüklerin yanı sıra dünya ve uzay ortamının keşfedilen ve henüz keşfedilmeyen fizik kurallarına bağlı olağanüstülükleri de normalden farklı sistemler tanımlar. Yer çekiminin dünyadakinden az veya çok olması ya da hiç olmaması, havanın ya da nefes alınabilecek havanın yokluğu gibi farklılıklara sahip ortamlar uzayın olağanüstü koşullarından birkaçıdır. Dünya’da ise kutuplarda, çöllerde, denizaltında, yer altında karşılaşılabilecek olağanüstü durumlar, aşırı sıcak ve soğuğu, oksijensiz ve/veya ışıksız ortamı barındırır. 38
Olağanüstü durumlar için üretilen projeler ve düşünceler ile teknolojiyle birlikte mimarlığın aşırı koşullarda insanın yaşaması/ çalışması konusunda ihtiyaçlara cevap verebilir hâle gelmesinden dolayı hayata geçmiş projelerde, mimarlığın sadece inşa edilmiş yapılardan oluşmadığının farkındalığı ile inşa edilmemiş tasarımlarda, ütopyalarda ve distopyalarda, filmlerde ve kitaplarda yaratılan dünyalarda karşılaşılır. Bu karşılaşmalar, çalışmanın sınır şartlar altında tasarımın mekânı neye dönüştürdüğü, mekâna dair nasıl açılımlar getirdiği sorularına yoğunlaştığı “Olağanüstü Durumlarda Değişen Mekân ve İnsan İlişkileri” bölümünde ele alınır. III.IV. Problem Çözümü Olarak Adaptasyon ve Olasılıkları Önceki bölümlerde fiziksel etmenlerin ideal aralığın dışına çıkmasının, ideal koşullardan sapmasının, minimuma ya da maksimuma yaklaşmasının kişi için olağanüstü durumu tariflediğinden bahsedilmiştir. Bu olağanüstülük içinde öznenin varlığını devam ettirebilmesi için şartlara uyum sağlaması ya da şartları kendisi için uygun hâle getirmesi gerekir. Bu durum bir tasarım problemi ortaya çıkartır. Christopher Alexander’a (1964) göre “Her tasarım problemi iki şey arasında uyum sağlama çabası ile başlar: biçim ve bağlam. Biçim, sorunun çözümüdür; bağlam ise problemi tanımlar. Diğer bir deyişle, tasarımdan söz ederken, tartışmanın asıl amacı tek başına bir biçim değil, biçim ve onun bağlamının oluşturduğu bütünü kapsar”. Bu doğrultuda tasarım problemini ve bu probleme nasıl yaklaşılacağını belirlemek gerekir ve tasarımın, kişinin uyum sağlayamadığı problemi çözme üzerine eğilmesi beklenir. Yani insanın alışık olmadığı aşırı durumlar, insan için öncelikle yaşanabilirliği engelleyen koşullara cevap verebilecek şekilde bir tasarım öngörülmesini gerektirir. Olağanlığı devam ettirebilecek, etkenlerin optimum olduğu durumlarda tasarımlar, koşulların farkında olmamışcasına gerçekleştirebilir. Ancak mimarlığın/tasarımın sınırları sadece olağan durumlar için üretilen tasarımlardan çok daha ötededir. Normal olandan uzaklaşmak insan için ideal ortamı -tekrar tekrar-yaratma amacının ötesine geçer; aşırı 39
ortamları deneyerek ya da zihinde canlandırarak mevcut duruma yaklaşımımızı değiştirir. Farklı olasılıklar ve sıra dışı durumlar üzerine düşünmek aynı zamanda mekâna ve mekânın kullanıcısına dair farkındalığın artmasına ve bütünün her yönüyle anlaşılmasına yardımcı olur. Diğer yandan kısıtlar/limitler hem engellemeler yaratır hem de eş zamanlı olarak çözüme giden yolu kolaylaştırır. Sözlükte “bir sınırlama, bir engelleme ya da bir dar boğaz” anlamı taşıyan ‘kısıt’, matematikte optimum çözüme ulaşmak için kolaylaştırıcı bir rol oynar. Kısıtlar, tasarımda aşılması/ulaşılması ya da (aşılmaması/ ulaşılmaması) gereken sınırlar olup tasarım sürecini şekillendirirler ve fiziksel ortamda ise sınırlayıcı/sınır belirleyen ve farklı etkileşimlere olanak verirler (Sorguç ve Selçuk, 2016). Normal durumlar ile aşırı durumlar arasındaki sınır, tasarımın ulaşabileceği noktaları kısıtlarken aynı zamanda, belki de farkına varılmayan, tasarım girdilerini oluşturur. Tasarım, tasarının içinde bulunduğu koşulların, gerektirdiği parametrelerin, kısıtların farkında olarak tanımlanan koşullar ve olanaklar içinde, olasılıklar arasından belirlenir/tasarlanır. Üst sistemler ve etkin koşullar göz önünde bulundurulduğunda problemi çözmenin, çerçeve içine başka çerçeveler çizmek anlamına geldiği söylenebilir.
40
İnsanın çevresine uyum sağlama kapasitesi sınırlıdır ve varlığını ancak belli koşullar altında sürdürebilir. Sözü edilen uyum sağlama süreci ve çözümleri ise çalışmada adaptasyon olarak ele alınabilir. Uyarlama, uyum, uyma kelimelerini işaret eden adaptasyon bireyin çevreyle olan ilişkisinde sorun yaratmayan denge durumu; bir bütünü oluşturan öğelerin birbirine ya da baskın öğeye uygunluğu anlamındadır (TDK). İnsanın yeni koşula ve/veya yeni koşulun insana uyum sağlayamadığı durumlarda, aşırı çevre koşullarında, aradaki ilişkiyi tekrar uygun hâle getirmek, adaptasyonunu tekrar sağlamak için ne gibi çözümlere odaklanılabilir? Bahsedilen aşırı koşulların sönümlenmesi, ortadan kaldırılması bir çözüm olabilir; ancak bu çalışmada koşulun/koşulların etkinliğini koruduğu durumlardaki mücadeleye yer verilmektedir. Çözüm/adaptasyon önerileri insan üzerinden, koşul üzerinden ve bu ikisinin aralarındaki ilişki üzerinden üretilebilir (Şekil 3.10). Aşağıda
ayrı ayrı üzerinde durulan adaptasyon yöntemleri, insan üzerinden üretilmeye çalışıldığında insan bedeni zamanla başkalaşabilir, aşırı koşullar ile baş edilmesini sağlayan eklentiler ile yeni bir hâle getirilebilir ya da genetik değişimler geçirebilir. Yeni koşulda insanın yaşamını devam ettirmesi bir yaşama kapsülü ile sağlanabilir.
Şekil 3.10 : Aşırı koşul-insan ilişkiside çözüm/adaptasyon yöntemleri
Adaptasyonun insan yaşamını tehdit eden unsur üzerinden sağlanması durumunda ise bu unsuru çevreleyerek insan ile olan ilişkisini sınırlandırma yoluna başvurulabilir. Yapılan tasarımlar ile aşırı etkinin insana ulaşması engellenebilir. İnsan ile aşırı durum arasında bir tampon bölge oluşturulabilir. • Canlı, mevcut sistemine uyumsuz bir durum ile karşılaştığında bu durumu yok etmeye çalışmanın yanı sıra, dışarıdan baskın bir müdahale olmaksızın, ona uyum sağlayabilir. Aşırı koşulla uyum sağlayabilecek niteliklere sahip bir canlıya evrilebilir. Bu evrimin, bir sürecin sonucu olması beklenir. Suda yaşayabilen canlının, su dışına uyum sağlayabilmesi gibi insan nesli de zaman içerisinde aşırı koşul ile uyumlu hâle gelebilir. 41
• İnsanı koşula uygun hâle getirmek için bedene yapılan eklentiler ile farklı bir insan bedeni tariflenebilir. Aşırı koşul için oluşturulan bu farklı insan bedeni, farklı sınırlara sahip olacağından söz konusu koşul ile baş edebilir. Solunum için gerekli havanın yetersiz olduğu durumlarda oksijen tüpü ya da bedene eklenebilecek ve dışarıdaki mevcut havadan insan için gerekli gazları üretebilecek bir sistem, zeminin olmadığı bir ortamda havada süzülme ya da uçma işlevini yerine getirebilecek ek bir uzuv bu duruma örnek oluşturur.
42
• Yeni bir insan tanımı ile üretilebilecek bir diğer çözüm genetiği değiştirilerek farklılaşmış insandır. Ortaya çıkan yeni insan biçiminin, sahip olduğu yeni kapasite ile aşırı koşullarla farklı bir ilişki geliştirmesi beklenir. İnsanlık tarihi boyunca görülen; limitlerin dışına çıkma, yetenekleri ve kapasiteyi arttırma, hastalık ve yaşlılık ile mücadele etme amacına yönelik arayışlar insanın bir parçasıdır. İnsanın kendi sınırlarını genişletme isteği; Gılgamış Destanı’ndaki (~M.Ö. 1700) bir kralın ölümsüzlük arayışında, kaşiflerin Gençlik Çeşmesine ulaşma çabalarında, simyacıların Yaşam İksirini hazırlama uğraşlarında ve Prometheus’un ateşi Zeus’tan çalıp insanlara vermesinde (Bostrom, 2005) görülebilir. Bu konudaki çalışmaları konu alan transhümanizm kavramını, -insan türünün istediği takdirde kendisini aşabileceğini iddia eden- Julian Huxley (1957); insanın, kendi doğası için yeni olasılıklar gerçekleştirerek, mevcut insanı geride bırakarak kendini aşması tanımı ile ortaya koyar. Transhümanizm insanın teknoloji ile evrimleşmesini ve böylece yeni bir insan biçimi yaratmayı hedef alır. Genetik değişimler ile farklılaşan insanın, edineceği yeni bedenle ve karşılaşabileceği farklı koşullarla yeni bir algı geliştirmesi olasıdır. Genetik çalışmaların, ateşin, elektriğin, telefonun, televizyonun, internetin... keşfinin dahi değiştirdiği savunulabilecek insan tanımı için farklı ve nispeten büyük bir başkalaşım getirmesi beklenir. Amerika’da ve Çin’de insan embriyonlarının
genetiğini değiştirme konusunda yapılan çalışmalar (Connor, 2017) ile genetiği değiştirilmiş insana doğru giden yol daha da açılmıştır. Ancak genetik çalışmalar konusunda, özellikle teknolojinin insanı insandan uzaklaştırdığı savıyla, etik değerlerin de göz önünde bulundurulması gereklidir. • İnsanı çember altına almak ise bedene müdahale etmeden insan üzerinden geliştirilebilecek bir çözümdür. İnsan için ideal koşulların bir yaşam kapsülü ile sağlandığı durumlardır. Özellikle aşırı koşula hükmedilemediğinde bu çözüme duyulan ihtiyaç artabilir. Uzayın olağanüstü durumlarında insanın, varlığını sürdürmesi için tasarlanan Uluslararası Uzay İstasyonu, insan için üretilen yaşam kapsülleri alanında gerçekleştirilmiş bir projedir. Ek olarak, Antartika’daki araştırma istasyonları da bölgenin aşırı koşullarında insan için yaşama olanağı sağlayan yapılardır. • K oşullara hükmedilebildiğinde ise aşırı durumu çevreleyerek, örterek ya da engel koyarak kişiye ulaşılabilirliğini kısıtlamak ya da önlemek bir başka çözüm önerisi olarak değerlendirilebilir. Hollanda’da yükselen deniz seviyesi tehdidine karşılık taşkın yatakları ve dayklar oluşturulması bu çözüme örnek olarak gösterilebilir (Broekx vd, 2010). • İnsan ve aşırı koşul arasına tampon bölge veya geçiş alanı oluşturarak ikisi arasındaki ilişkinin kontrol altında tutulması sağlanabilir. İnsanın bedeni değişen koşula uyum sağlamak için zamana veya alıştırılmaya ihtiyaç duyabilir. Örneğin sıcak ve soğuk ortamlar arası ani geçiş, bedeni olumsuz etkiler. Olumsuz etkilerden korunmak için bir ortamdan diğerine geçmeden önce ara değerlere sahip bir ortama geçiş sağlanabilir. Yer çekimsiz bir ortam, görüşümüzü kısıtlayan bir durum ve benzeri farklı olağanüstü koşullar ile insan arasındaki fiziksel uyumun, farklı bir çözüme ihtiyaç duyularak veya duyulmayarak 43
sağlanmasının yanı sıra olağanüstü koşul nedeniyle veya uyum sürecinde öznenin mekânsal ihtiyaçları değişebilir, arkitektonik elemanlar işlevlerini yitirebilir veya yeni işlevler kazanabilir. Artan fiziksel kısıtlarla insan bedeninin hareketlerindeki farklılaşmalar sonucu yeni eylemler ortaya çıkabilir. Sonuç olarak olağan koşullardan gelen insanla olağanüstü koşullara sahip mekânın tanışması gerekir. Bu tanışma ile insan ve olağanüstü koşullar, yeni bir özne çevre ilişkisi tanımlar. Olağanüstü koşullar ile fiziksel uyumun yanı sıra algısal olarak bir uyum ve değişim süreci de mevcuttur. Aşırı koşullarla karşılaşma ya da bu koşulları yaratma-tasarlama durumları keşfetme, öğrenme, kazanç sağlama isteği ya da maruz kalma durumları ile ortaya çıkabilir. Yer çekimi, hava, ışık, sıcaklık, basınç, derinlik, hareket, ses, koku, kirlilik gibi fiziksel koşulların oluşturacağı aşırı durumlarla insan kişilik, beden, deneyim, kültür, yaşam biçimi, bilgi birikimi gibi kişisel özelliklere dair farklılıklar dahilinde karşılaşır. Kendisi için yeni olan bir durumla karşılaşan insanın, bilinmeyenin veya tehlikeli olanın getireceği stresi yaşaması beklenir. Yaşanan stresin veya şaşkınlık, korku, kaygı, yorgunluk gibi duyguların kişiden kişiye değişmesinin yanı sıra aşırılıkla karşılaşma durumunun aniliği, karşılaşma öncesi duruma dair bilgi edinme, benzeri deneyimlere sahip olma, ortamdaki diğer insanların vereceği tepkiler, aşırılık oranı/miktarı gibi unsurlar da açığa çıkacak duygunun yoğunluğunu etkiler. Olağanüstülüğün doğrudan yaşanabilirliği tehdit etmediği durumlarda ise yeninin getireceği heyecan, merak, hoşnutluk gibi farklı duyguların hissedilmesi de olasıdır.
44
IV
OLAĞANÜSTÜ DURUMLARDA DEĞİŞEN MEKÂN VE İNSAN İLİŞKİLERİ
Mevcut sistemle iç içe olan yer çekiminin, havanın, ışığın ve sıcaklığın oluşturduğu koşullardaki olağan dışı değişimler mekân ve insan ilişkilerine düşeylik, yön algısı, boşluk, doluluk, iç, dış kavramları; mimari tanımlar; mekâna uygulanan kuvvetler; mekânın bileşenleri, şekli, kurgusu, yoğunluğu, sıkışıklığı, duygusu, hareketi, yeri, rengi; bedenin biçimi, hareketleri, ihtiyaçları üzerinden yansıyabilir. Olağan dışı değişiklikler, dünyada yaşanabilirliği tehdit eder ve bu tehdide karşılık yaşamın devamı, adaptasyon yöntemleri geliştirilerek sağlanır. Mevcut sistemdeki aşırılıkları, sistemin normali üzerinden ele almak gibi fizik yasalarını değiştirip farklı denklemler oluşturmak ve bu yeni denklemlere sahip sistemlerde olasılıkları hayal etmek de olağanlığa ve olağanüstülüğe yaklaşımın derinleşmesine olanak verir. Gerçek ve hayali durumları bir arada tartışmak olağanüstülüğe dair farklı katmanların ortaya koyulmasını sağlar. Yer çekiminin, havanın, ışığın ve sıcaklığın oluşturduğu ve oluşturabileceği olağanüstü ortamlar ve adaptasyonlar uygulanmış ya da uygulanmamış projelere, filmlere, resimlere, kitaplara, dans gösterilerine, giysilere, hayvanlar alemine ait özelliklere ve mimarilere, çeşitli eylem ve oluşlara yer verilerek örneklendirilmiştir (Şekil 4.1). Bu örneklerle aynı zamanda olası benzer durumları imgelendirmek amaçlanmıştır. Konu edilen koşulların olağanüstülüğü, önceki bölümlerde bahsedildiği gibi, havanın oksijen oranının, sıcaklığın, nemin, basıncın... insan yaşamı için tehlikeli bir durum yarattığı ya da yer çekimininin farklılaştığı, ışık tanımının olmadığı veya tek renge sahip evrenler gibi dünya yaşamı için alışılmamış olarak nitelenebilen durumlara göre belirlenir.
47
Şekil 4.1 : Çalışmada yer alan olağanüstü durumlara dair örnekler 48
IV.I. Yer çekimi Etkisi ve Tanımladıkları: Düşeylik, Yönler, Düzlemler ve Bedenin Hareketleri İnsanın mekânı kavrayışında etkili çevresel parametrelerden biri olan yer çekimi/kütle çekimi* etkisi, insan ile yeryüzü arasında bir bağ gibidir. Bu çekim kuvvetinin dünyadaki değerinden (9.8 m/s2) farklılaştığı fiziki yerler olarak deniz altı (azalır), dünya yörüngesi ve uzay boşluğu (mikro düzeydedir), başka gök cisimleri (kütleleri oranında değişir), dünyada özel olarak yaratılan mekânlar (farklı değerlerde olabilir) örnek gösterilebilir. Yer çekimindeki farklılaşmalarla ortaya çıkan yeni gereksinimler yapıyı, yapının kurgusunu ve/veya öznenin yaşayışını değiştirebilecek niteliktedir. İnsanın fiziksel ve mental olarak gereksindiği dünyadaki yer çekimi değerinden farklı değerlere sahip ortamlar, mekânsal ihtiyaçları değiştirdiği için farklı tasarım metotları gerektirir. Yer çekimsiz ya da farklı yer çekimli koşullara insanın fizyolojik olarak uyum sağlayabilme sorununun yanı sıra bu koşullar fiziksel ve davranışsal olarak kullanıcının mekânı tekrar öğrenmesini ve kullanıcı-çevre ilişkisinin tekrar ele alınmasını gerektirecek durumlar barındırır. Dünya şartlarında mimarlık, yer çekimi ile bağlantılı olarak oluşturulur. Yer çekimsiz veya mikro yer çekimli ortam ile dünyadaki normal şartların güvenilir kollarından ayrılmak, mekâna dair duyusal bilginin farklı değerlendirilmesi ve arkitektonik elemanların tanımının yeniden yapılması gereksinimini doğurur, yataylık-düşeylik dâhil birçok kavramı ele alışımızı değiştirir. Mekânın tasarımını ve kullanımını dünya şartlarına göre ters yüz eden yer çekimsiz ortamlar bedenin hareketlerini kısıtlar, genişletir veya karmaşık hâle getirir; öznenin düşeyde olma durumunu, yönleri, üst-alt kavramlarını, zemin-duvar tanımlarını, durmak ve bir noktadan diğerine ulaşmak için gereken hareketleri yeniden ele almayı gerektirir. Yer çekimsiz ortamda insanın yatmak, oturmak * Gök cisminin üzerinde bulunan nesnelere uyguladığı kuvvet olarak tanımlanabilen yer çekimi kuvveti ifadesi, çalışmada kütle çekimi ya da çekim kuvveti ifadelerinin de yerine kullanılmıştır.
49
gibi eylemleri dünya koşullarındaki gibi tanımlaması mümkün değildir; bu farklı durumda farklı yatma ve farklı oturma gibi eylemler söz konusudur. Ayrıca insan fizyolojisinin bu yeni duruma uyum sağlayabilmesi ve kendini, sağlığını, koruyabilmesi için yeni zorunluluklar ortaya çıkar. Mevcut sistemde her an karşılaşılan bir güç olan yer çekimine karşı insanın davranışları, farkına varılan ya da varılmayan bir rutin hâlindedir. Yer çekiminin varlığı, düşeyliği oluşturur ve yukarı-aşağı kavramlarını belirler. Dünyada yakın mesafeler için aynı kabul edilen düşey doğrultuların, uzak mesafeler için dünyanın şekli ve yer çekiminin etkisi ile farklı olduğu görülür; ancak yeryüzünün ortak nokta olması ile tanımlı bir düşey doğrultu söz konusudur (Şekil 4.2). Diğer yandan yer çekimsiz, yani boşlukta serbestçe yüzdüğümüz, vücudun tek bir hareketi ile üstün yan, yanın üst olduğu, bir ortamda düşey terimini ve düşeyde olma durumunu tanımlamak karmaşıklaşır (Şekil 4.3, 4.4). Bu terimin, yer çekimsiz ortamda tanımının imkânsızlaşabileceğini savunmak da insan vücudundan yola çıkıp yeni bir tanım yapmak da mümkündür. Mekân, insan bedeninden bağımsız düşünüldüğünde ya da insan bedeninin hareket ederek sonsuz doğrular tanımlama potansiyeline odaklanıldığında, artık düşeylik anlamını yitirmeye başlayabilir. Yer çekimsiz ortamda geçirilen zaman arttıkça önceki deneyimlerden edinilen düşeylik bilgisinin körelmesi ile bu kavrama yabancılaşılabilir. Bununla birlikte mekândan bağımsız salt insan bedeni ele alındığında bedenin, dünyanın bir parçası olarak evrimleşmesinden geldiği savunulabilecek bir düşeylik içerdiği görülebilir. Bedenin bu niteliği ile yeni bir düşeylik tanımı yapmak mümkün olur. Yeni tanımda, insanın başından ayağına kadar algılayabileceği düşeylik, mekândan bağımsızlaşır ve bedenin, her hareketinde, mekâna göre değişen konumu ile yeniden tanımlanır (Şekil 4.5). Ancak mekâna ve insana etki eden güçlerden biri olan yer çekiminin olmaması bir merkezin kaybıdır ve bu durumda insan bedeni de merkezini, dolayısıyla yön duygusunu kaybedebilir. 50
Şekil 4.2 : Dünyada yer çekimi ile tanımlı düşey doğrultu
Şekil 4.3 : Yer çekimsiz ortamda farklılaşan düşeyde olma durumu
Şekil 4.4 : Bedenin yön değiştirmesi ile değişen düşey doğrultu 51
Şekil 4.5 : Bedenin yön değiştirmesi ile tanımsızlaşan veya yeniden tanımlanan düşey doğrultu
Dünyadaki yer çekimi kuvveti -hayatın ayrılmaz bir parçasıymışcasınamutlak ve değişmez duruşu ile mimarinin sabit bir girdisi gibidir. Yer çekimsiz ortamda yapıya etki eden düşey kuvvetlerin yok oluşu, yapının statiğini ayakta durma amacının ötesine taşır. Yapı ne kendi ağırlığından kaynaklı bir yüke ne de içindekilerin sebep olduğu hareketli yüklere maruz kalır. Temel, kolon, kiriş mevcut hâliyle anlamını yitirir; sarsıntının, rüzgârın, sıcaklığın ve benzeri faktörlerin oluşturabileceği etkilere dayanıklılık, kuvvetlerin etki edebileceği tüm yapı yüzeyleri için söz konusu olur. Normalde yer çekiminin etkisi ile üstündekiler için aktif bir yüzey olan zemin, bu gücünü yitirerek diğer yüzeylerin pasifliğini sergiler. Düşeyde olma durumundaki değişiklik, yer çekimsiz ortamı çevreleyen düzlemlerin tanımlarını da onlara olan algıyı da etkiler. Yer çekimsel yörüngelerin ve hareketlerin ışığında, zeminin ve düşeyliğin yeniden kavramsallaştırılması, (...) yapı ve yapı elemanları için düşeylikten başka yönelimlere dair olanaklar sunar (Lynn, 1999). Yer çekimi etkisini arkitektonik elemanların tanımlarından çıkarmak, bazı tanımlamaları değiştirirken bazılarını olanaksız kılar. Yer çekimsiz ortamda, yatay kesit olarak tanımlanabilecek, plan çizimi diğer kesitlerden farklılaşan anlamını kaybeder; çünkü vücudun yön değiştirmesi ile zemin, duvar, tavan işlevleri yer değiştirir. Bu durumda duvar, zemin, 52
tavan/çatı birbirinden farklı olan anlamlarını yitirir ve aynılaşır. Bir başka deyişle bahsedilen yapı bileşenlerinin artık olmadığı iddia edilebilir ya da yapının tüm yüzeyleri zemin, duvar veya tavan olarak tanımlanabilir. Dünyanın normal koşullarındaki bu farklı işlevli mimari öğeler artık çevresi ile benzer ilişkiler kurar. Mekânı oluşturan ve mekânın sınırlarını belirleyerek çevresinden ayıran bu öğeler yeni durumda yapının yüzeyleri, cepheleri, kabuğu ve örtüsü olarak adlandırılabilirler. Mekânı saran kabuk artık, söz edildiği gibi, hem dış duvar, hem zemin, hem çatıdır. Bir anlamda mekân, Kiesler’in Endless House’u (Sonsuz Ev) hâline gelir (Şekil 4.6). Sürekliliği sağlamak için döşemenin duvara, duvarın döşemeye devam ettiği Kiesler’in 1950’li yıllarda tasarladığı Sonsuz Ev’de sorgulanan döşeme, duvar ve tavan içe içe geçmeye çalışarak birbirinden ayrılan sınırlarını yitirmişlerdir (Boucher 2017). Yer çekimsizlik ile Kiesler’in Sonsuz Ev’i sahip olduğu sonsuz sarmal mekânlarını öznenin deneyimine açmış olur ve yapı neredeyse gerçek anlamını bulur.
Şekil 4.6 : Kiesler, F., Endless House (Sonsuz Ev) projesinin modeli ve iç mekân görünüşleri, The Museum of Modern Art, New York, 1960 (Url-12) 53
Vücudun yönünü değiştirmesi ile değişen mekân ve yön algısı, Christopher Nolan’ın yönetmenliğini yaptığı Inception (2010) filmindeki sahnelerde de görülür (Şekil 4.7). Film, rüya sürecinde bilinçaltına sızılması üzerinedir. İnsanın fizik yasalarından bağımsızlaşabilen zihni ise filmin geçtiği ana mekândır. Koşulun hükmettiği insan ve mekân yerine bilinçaltının hükmettiği insan, mekân, ve koşullar söz konusudur. Zihnin sahibi, farklı fizik kuralları yaratarak rüyasında inşa ettiği kenti dünya koşullarından ayrıştırmıştır. Bu rüya kentinde yapılar, yeryüzünün katlanması ile kendi yer çekimlerine sahip yüzeyler arasında kalmıştır (Şekil 4.8). Scott Derrickson’ın yönettiği Doctor Strange (2016) filminde de benzer sahneler tasarlanmıştır. Yer çekimi kuvveti, varlığını korur; ancak karmaşık hâle gelerek normalin dışında mekânlar yaratılmasında rol oynar. Mirror Dimension (Ayna boyutu)’da geçen sahnelerde, yapıların cepheleri zemin olarak kullanılmış; yeryüzü kırılıp katlanarak birbirini dik veya ara açılarda kesen yüzeyler oluşturmuştur. Diğer bir sahnede yeryüzü, tüm dış yüzeylerinde yapıların yükseldiği küplere parçalanmıştır (Şekil 4.9). Bu ve benzer kurgular, izleyiciye farklı kuralların yarattığı yeni evrenlere dair ipuçları sunar.
Şekil 4.7 : Nolan, C., yer çekimsiz ortamda mekânın yüzeylerinde hareket, 2010 (Inception filminden alınmıştır.) 54
Şekil 4.8 : Nolan, C., filmin karakterleri kıvrılan şehirde dolaşırken, 2010 (Inception filminden alınmıştır.)
Şekil 4.9 : Derrickson, S., (yukarda): cephenin zemine dönüşmesi, (soldan sağa): şehrin katlanması, şehrin küplere dönüşmesi 2016 (Doctor Strange filminden alınmıştır.) 55
Yer çekimsiz ortamda düşeylik yeni bir anlam kazansa da yukarıaşağı algılarının değişmesi ile düşey dünyadaki anlamını yitirmiş olur. Bu nedenle yukarıdaki bir birime veya aşağıdaki bir kata ulaşma ve bu ulaşım için gerekli merdiven, asansör gibi mimari elemanlara yer çekiminin yokluğunda ihtiyaç duyulmaz (Şekil 4.10). Katlar arası, yukarı-aşağı doğrultuda çalışan asansör ve benzeri elemanlar bir bölümden diğer bölüme, bir yönden diğer yöne ulaştırma işlevi gören mekânizmalar durumuna gelir. İşlevini kaybeden merdiven ise bir yüzey biçimi hâlini alır. İnsanın boşlukta ilerlerken hız kazanmak amaçlı kendisini itmek için destek alabileceği yapı elemanları, yeni merdivenler olabilir. Yer çekimsiz ortam için tasarlanan yapılarda, yapının tüm yüzeylerinin kullanım potansiyelinin açığa çıkarılmasıyla bir bölümden diğer bölümlere geçişleri (mekânın giriş-çıkışlarını) sağlayan ve aydınlatma veya havalandırma ihtiyacını karşılayan açıklıkların, diğer bir deyişle kapı ve pencerelerin, mekânın farklı yüzeylerinde yer alabilmesi ve değişken yönlere sahip olması beklenir (Şekil 4.11). Zeminin işlevini yitirmesi ve boşlukta salınan beden ile bu açıklıkların yüzeydeki yerleri de serbestleşmiştir. Bunlar ve benzer mimari elemanların hafızada yer etmiş imgelerinin etkileri bir yana bırakıldığında yer çekimsiz ortam, bir bebeğin çevresini öğrenme aşamaları gibi bedenin ve zihnin yeniden öğrenmesini gerektiren unsurlar barındıran süreçleri içerir.
Şekil 4.10 : Yer çekimsiz ortamda değişen merdiven algısı. 56
Şekil 4.11 : Farklı yüzeylerdeki mekân açıklıkları.
Avusturya tabanlı Alleswirdgut mimarlık ofisinin 2001 yılında yenilikçi konut sergisi için tasarladığı TurnOn adlı modüler yaşam alanı projesi, arkitektonik elemanların sorgulandığı ve yer çekimsiz ortamda kendini daha çok ortaya çıkartabilecek bir projedir (Şekil 4.12). Farklı işlevli benzer modüller ve bunların kombinasyonlarından oluşan proje tekerleğe benzer yapıya sahiptir. Dönme özelliği ile yer çekimsiz ortamdaki gibi zemin, tavan ve duvar arasındaki çizgiyi
Şekil 4.12 : Alleswirdgut, TurnOn projesi: sol üst: prototip, sol alt: TurnOn ve insan bedeninin ilişkisi, sağ: TurnOn için kavramsal ilkeler, 2001 (Url-13) 57
bulanıklaştırır (Randl, 2008). TurnOn, yapının tekerlek gibi dönme özelliğine sahip olup olmaması fark etmeksizin, tüm yüzeylerin kullanılması ile yer çekimsiz ortam için üretilebilecek bir tasarımdır. Aynı zamanda yapı, Stanley Kubrick’in yönetmenliğini yaptığı 2001 A Space Odyssey (1968) filminde yer alan mekânlar gibi bir çemberin iç yüzeyine bürünmüş hâlindedir (Şekil 4.13). Kubrick’in filmindeki çember şekilli mekân, yer çekiminin farklılaştırılması ile 360 derece kullanılabilmiştir.
58
Şekil 4.13 : Şekil 4.13 : Kubrick, S., mekânın farklı yönlerdeki kullanımı, 1968 (2001: A Space Odyssey filminden alınmıştır.)
Bağımsızlaşan bedenin mekânın yüzeylerinden ayrılması ve zeminin anlamını kaybetmesi, boşluğu ön plana çıkartır. Normal şartlar altında mekânı belirleyen sınırların olmazsa olmaz öğesi olan zeminin yokluğu ile beden, mekânda ya da boşlukta yüzmeye başlar. Doğan Kuban’ın (2002) deyişiyle hareket ancak boşlukta olabilir. Bu nedenle maddenin çevresindeki boşluğun artması hareketin ya da -bu yeni ortamdaki harekete yabancı olunması sebebiylehareket potansiyelinin artması demektir. Mekânın, içindeki boşlukla oluştuğu ve boşluğun, hareketle değerlendiği yargılarıyla yer çekimsizliğin, mekânın ölü olan niteliklerini açığa çıkartması beklenir. Diğer açıdan ayakları yere basma ihtiyacının yokluğuyla bedenin hareket potansiyelinin artması, mekânın/yerin yokluğunu ya da boşluğun yeni mekânın/yerin hâlini almasını mümkün kılar. Boşlukta asılı kalan, mekânın yüzeyleri ile temas zorunluluğundan kurtulmuş beden hiçlik hissini arttır ve belki Georges Perec (1999) aradığı yararsız uzamı yer çekimsiz ortamın yarattığı zeminsizlikte bulabilir. Boşluğun insanda yaratabileceği hiçlik hissi ile belirgin bir biçimde işlevsiz olan ya da hiç bir şeye göndermesi olmayan mekân daha anlamlı olarak ortaya çıkabilir. Bununla birlikte boşluğun ve zeminsizliğin, yeni bir durum ile karşılaşmanın neden olduğu kaygının ötesinde bir kaygı yaratabilir. Çünkü zeminsizlik sadece mekân ile ilgili değildir ve sadece koşulların aşırılığını ifade etmez; aynı zamanda öznenin özgürlüğünün artmasıdır. Özgürlüğün beraberinde zeminsizliği getirmesi (Yalom, 2012) gibi zeminsizlik de özgürlüğe yol açar. Yer çekimi ile evrimleşmiş olan bedenden yer çekimsizlik ile zemini almak, insanı alışmış olduğu durumun dışına çıkartarak limitlerini genişletirken, hiçliğin ve özgürlüğün kaygısını da sunar. Zeminsizlik ile bedeni dört bir yandan saran boşluk, yer-gök birlikteliğini/bütününü bozar; havada asılı bir yaşam olasılığını ortaya çıkartır. Boşlukta uzay gemisi gibi yüzen ya da hareketsiz asılı duran yapılar, sokaksız meydansız şehirler betimler ya da zeminsiz sokaklar ve meydanlar oluşturur. Çünkü mevcut sistemde, ağacın kökleri ile yere tutunduğu gibi temelleri ile yere tutunan yapıların yer
59
çekimsiz sistemde artık temele ihtiyaçları yoktur. Yapı biçimleri ve boyutlarına dair yer çekiminin yarattığı kısıtlar, teknolojik gelişmelerle aşılmaya çalışılsa da bu etkinin ortadan kalkmasıyla yüzen ya da bir yere bağlanan yapıların biçimlerinin ve boyutlarının daha çok özgürleşmesinin yolu açılır. Yer çekimsizliğin tanıdığı olanaklarla yapıların dış görünüşleri ve iç yaşantıları, boşlukta asılı bir küreyi nitelendirebilecek net ve sakin sıfatlarıyla da, Escher’in Relativity (1953) eserindeki kaos duygusuyla da betimlenebilir (Şekil 4.14).
Şekil 4.14 : Escher, M. C., Relativity, 1953 (Url-43)
60
İnsanlar arsında mevcutta var olan algı farkı, yer çekimsizliğin sunduğu hareket potansiyelleri ve mekân kullanım olasılıkları ile daha çok artar. Söz gelimi, kişinin yapıya göre pozisyonu ile kimisi için çok katlı gözüken yapı, bir diğer için sadece uzun olarak nitelendirilebilir (Şekil 4.15). Bu durum aynı zamanda yükseklik kavramının anlamını yitirmesi ile mümkün olur. Yükseklik kavramı ile beraber yükseklik korkusunun yok oluşu da başlar. Böylece bazı kaygıları ve korkuları başlatan ya da artıran yer çekiminin yokluğu, bazılarının da sonlanmasına ya da sadece önceki deneyimlerden edinilmiş veya genetik olarak aktarılmış bir dürtü olarak kalmasına sebep olur. Artık ne çok katlı yapılar ne düşme eylemi ne de düşme korkusu vardır. Bir yandan zeminsizlik ile birlikte hareket potansiyeli
ve özgürlüğü artarken bir yandan da yer çekimi ile tanımlı beden hareketleri, eylemler dağarcığından silinir ya da silikleşir.
Şekil 4.15 : Çok katlı ya da uzun bina
Beden ve mekân, insanın mekânı kavramasında önemli etkenlerden biri olan hareketin iki ayrılmaz unsurudur. Serhat Kut (2013)’un aktarımıyla Merleau-Ponty’e göre “(...) mekân, farklı katman ve boyutlardan oluşmakta ve bu boyut ve katmanlar, mekânda hareket eden bedenlerde belirli değişimlere yol açmaktadır”. Yer çekimsiz ortam vücudun sabit duruşunu değiştirir. Bir yere ulaşmak veya dengede durmak için normalden farklı vücut hareketlerine ihtiyaç duyulur ve yürümek eylemi süzülmek eylemine dönüşür (Şekil 4.16). Tuğçe Ulugün Tuna’nın Vertigo isimli gösterisi (2002), farklı yüzeylerinin kullanılması ile mekânın barındırdığı hareket potansiyellerinin ortaya çıkması üzerinedir (Şekil 4.17). Birbirine iplerle bağlı bedenler, aynı anda farklı yüzeylerde dans ederek izleyicinin algısı ve mekânın boyutlarıyla oynarlar. Hareketin farklı zeminlerdeki uyumunu/ uyumsuzluğunu ve değişimini yansıtan çalışma, duvarı tavana, tavanı duvara çevirerek mekânı yeniden tanımlar (Balaban, 2009). Bedenin farklı mekânsal deneyimi ile ilgili diğer bir çalışma, Tetsuro Fukuhara’nın Space Dance (Uzay Dansı) Projesi’dir (Şekil 4.18). Yerden yaklaşık 1,5 metre yükseklikte ve 10 metre uzunluğunda kumaştan oluşan bir tüpün içinde gerçekleşen Uzay Dansı, sarıp, sıkıştırarak bedenle yoğun temas kuran bir mekân üzerinden vücudu
61
keşfetmeyi ve dijital dünya ile, rahatlık arayışıyla yitirilen kinetik duyguları yeniden canlandırmayı, beden ile boşluk/mekân arasındaki ilişkiye dair farkındalık yaratmayı hedefler (Url-5). Günlük hayatın bir parçası olmayan, vücudun hafızasında ancak doğum öncesi rahim yaşantısı ile yer etmiş olabilecek bu mekânlarda hareket, yer çekimsiz ortamlardaki gibi kişi için öğrenme ve alışma sürecini gerektirir. Yer çekimsiz veya yer çekiminin düşük/yüksek olduğu ortamda hareket hızları da değişir. Yer çekiminin artmasıyla insanın hareketlerinin yavaşlaması ise kişinin zaman algısıyla oynayabilir.
Şekil 4.16 : “Yürümek” eyleminin yer çekimsiz ortamda “süzülmek” eylemine dönüşmesi
Şekil 4.17 : Ulugün, Tuna, T., ‘Vertigo’ Proje 4L, Istanbul Museum of Contemporary Art, 2002 (Url-14). 62
Şekil 4.18 : Fukuhara, T., Space Dance Project, (Url-15).
Alışılmış olan durumda yürümek, oturmak, kalkmak, yatmak gibi bedenin pozisyonu değiştirmek, mekânla farklı ilişkiler kurmayı ifade ederken yer çekimi etkisinden bağımsızlaşmak ve sadece bedenin kısıtları ile kalmak, sözü geçen eylemleri de mekân-beden ilişkisinin potansiyelini de farklı boyutlara taşır. Yer çekimsizlikte mekân, bütün yüzeyleri ile -yüzey herhangi bir işlev için özelleşmedikçe- kişiyi aynı düzeyde sarar. İnsanın psikolojik olarak mekâna temas etme ihtiyacı varlığını sürdürebilir; ancak bu temasın zorunluluğu ortadan kalkmıştır. Böylelikle insanın veya nesnenin boşlukla olan ilişkisi artar. Yukarı, aşağı, yan ve bunların arasındaki yönlerin mekânın içindeki insana göre aynılaşması, insanın eylemlerini gerçekleştirmesi için bütün yüzeyleri ve boşlukları kullanabilir duruma getirir. Bu durum, odadaki nesnelerin sabitlenmesi kabulüyle, Jacek Yerka’nın Bathscaphe ve Boudoir eserlerinin (Şekil 4.19) canlanması gibidir. Yapı içi kullanım potansiyeli ve sirkülasyon seçenekleri artmıştır. 63
Şekil 4.19 : Yerka, J., sol: Bathyscaphe, sağ: Boudoir (Url-11)
Dünyayı güneşin çevresinde, insanı dünyada tutan yer çekiminin yokluğunda, mekânın kullanım potansiyeli ile birlikte insanın eylem kapasitesinin arttığı savunulabilir; ancak yeni durum insan bedeni için yabancıdır ve beden, potansiyelini keşfetmesi için zamana ihtiyaç duyar. Bu durumda insan oturmak, yatmak gibi ağırlığa, yani yer çekimine, ihtiyaç duyan eylemleri gerçekleştirebilmek için yeni yöntemlere başvurur. Uzay istasyonlarında dik konumda duran yataklar ve bu yatakların uyuma esnasında boşlukta hareket etmesini önlemek amacıyla istasyon duvarına sabitlenmesi bu yöntemlerdendir (Şekil 4.20, 4.21). Çünkü bu yeni koşulda nesne artık durağan değildir ve öznenin kontrolünden çıkma eğilimindedir. Mekândaki özneler gibi nesneler de süzülürler/yüzerler. Yönü belirlenip ilk hareketi kazandırılan nesne, o yöne doğru süzülerek ilerler. Boşlukta yüzen, ilk hareketini kazanmış nesneler bunu diğer nesnelere de aktarmaya hazırdır ve bu karmaşıklığa sebep olabilir. Mekânda oluşabilecek bu kaosu önlemek için nesnelerin hareketlerini kısıtlamak ya da sabitlemek, yani nesnelere hükmetmek gerekir. Bedenin hareketlerindeki farklılaşma veya tanımsızlaşma gibi durumlar, nesneler için de geçerlidir. Akmak, dökülmek, düşmek gibi yer çekimi ile mümkün olan eylemler artık gerçekleşemez. 64
Şekil 4.20 : solda: Japonya Havacılık ve Uzay Araştırmaları Ajansı (JAXA)’ndan Koichi Wakata, uyku istasyonundaki uyku tulumunda (Url-16), sağda: Rus kozmonot Alexander Skvortsov, mürettebat odasındaki bölmesinde (Url-17)
Şekil 4.21 : Yer çekimsiz ortamda yatma eylemi
Yer çekimsiz ortamda vücudun bulunduğu pozisyonlar da değişir. Le Corbusier’in Modulor’undaki ve Neufert’in Architects’ Data (Yapı Tasarımı)’sındaki ölçüler ve oranlar normal şartlar altındaki (NŞA) mimarlık için belirlenmiştir. Dolayısıyla yer çekimsiz ortamlar için yeni antropometrik boyutlar oluşturulmalı (Şekil 4.22), yeni ölçüler tanımlanırken öznenin ve nesnelerin değişen eylemleri, mekânda/ boşlukta asılı olma hâli, zeminsizlik, mekânın her yüzeyinin kullanılabilir olması göz önünde bulundurulmalıdır. 65
Şekil 4.22 : solda: Neufert, yemek masası ve oturma elemanı ölçüleri, 1936 (Architects’ Data kitabından alınmıştır), sağda: yer çekimsiz ortamda masa ve oturma elemanı ile kullanıcı ilişkisi
66
Sadece yer çekiminin yokluğunda değil, farklılaşmasında da bedenin hareketleri dolayısı ile mekân kavrayışı değişir. Dünyanınkinden daha küçük bir kütleye, buna bağlı olarak da daha küçük çekim kuvvetine sahip olan aya seyahatlerde, düşük yer çekiminde zemin ile kurulan bağlantının zayıfladığı gözlemlenir. 1969’da aydaki ilk adımların sahibi Neil Armstrong ve Buzz Aldrin için yürümenin, yeni koşullara alışma ihtiyacı ve kıyafetlerinin hareketlerini kısıtladığı da göz ardı edilmeden, düşük yer çekiminde zorlaşmış olduğu söylenebilir (video için bkz Url-6). Bunun yanı sıra ilk ay yürüyüşünde Armstrong ve Aldrin, düşük yer çekiminin sunabileceği avantajlardan yararlanmadan düz adımlarla ilerlemeye çalışmışlardır; ancak sonraki görevlerde astronotlar sıçrama yürüyüşü (a loping gait), sekerek adım (skipping stride), kanguru zıplayışı (kangaroo hop) gibi farklı yürüyüş biçimlerini denemişlerdir (Url-7). Gök cisimlerinin bir madde üzerindeki çekim kuvveti gök cisminin kütlesi ile orantılı olarak değişir; gezegenin kütlesi arttıkça çekim kuvveti de artar. Yer çekiminin dünyadaki değerinden yüksek olduğu durumlar (hiper kütle çekimi), bedenin alışık olduğundan daha fazla ağırlığa sahip olması anlamına gelir. Zemine bağlantı artar, eylemleri gerçekleştirmek için daha
fazla güç gerekir ve kişi daha fazla yorulur. Hiper kütle çekiminin yaşama izin veren, kabul edilebilir değerlerinde, kan dolaşımının da bu kuvvete karşı koyacağını göz önünde bulundurarak vücudun iç mekânizmasının daha fazla zorlanması beklenir. Uzayın yer çekimsiz ortamı* için üretilen ilk projelerde (Noordung Space Station [1928], Island One [1976], Stanford Torus [1975]) dünya koşullarını yaratma amacı okunabilir (Şekil 4.23, 4.24, 4.25). Bu önerilerde merkez kaç kuvveti ile yer çekimi yapay olarak yaratılmıştır. Alışılmış koşulların tekrar yaratılması, yapı formları için dünyadaki benzerlerine yer verilmesini olanaklı kılmıştır. Bu habitat projeleri bir makine gibi betimlenirken ve yeni bir şey olarak yaratılırken içindeki yapılar, dünyadaki örneklere benzemektedir. Projelerin fizikçiler tarafından önerilmiş olması ve sadece uzayda yaşamı değil, uzayda dünya yaşamını yaratmanın amaçlanmış olması ihtimali bu durumun nedenini açıklayabilir. Aynı zamanda insanın dünya dışında yaşam kurması gibi olağanüstü bir durumda, alışıla gelmiş yaşama ortamına sahip olması, sadece fizyolojik gereksinimlere cevap verebilen bir öneri olması sebebiyle değil, bilindik olanın güven duygusu sunma ve psikolojik olarak rahatlatma beklentisi sonucu olduğu söylenebilir.
Şekil 4.23 : Noordung, H., Noordung Space Station (Noordung Uzay istasyonu), sol: istasyonun dış görünüşü, sağ: habitat tekerleğine ait kesitler ve yaşam önerisi, 1928 (Url-18, Url-19)
* Uzay ortamı tamamen yer çekimsiz değildir; ancak mikro düzeydeki çekim kuvveti (microgravity) nedeniyle yer çekimsiz olarak ifade edilmiştir.
67
Şekil 4.24 : O’Neill, G. K., Island One, sol: Bernal Küresi dış görünüşü, sağ: Bernal Küresi iç tasarım, 1976 (Url-20)
Şekil 4.25 : NASA, Stanford Torus (Toroidal kolonileri)(soldan sağa): Stanford dış görünüşü, habitatın kesit perspektifi, konut alanına dair görünüş, 1975 (Url-20, Url-21)
68
Uzay boşluğu için tasarlanmış ilk habitat önerilerinde yer çekimsizliğin olumsuz etkilerinden korunmak için yer çekimini oluşturma yoluna başvurulmuştur. Yer çekimsiz koşulla insanın uyumunun sağlanması için farlı adaptasyon yöntemleri de ön görülebilir. Örneğin Uluslararası Uzay İstasyonu’nda (International Space Station / ISS) kas ve kemiklerin düşük yer çekiminden zarar görmesinin önüne geçmek için mürettebata egzersiz programları uygulanır. Bu durumunda egzersiz yaşamın, dolayısıyla mimari programın vazgeçilmez bir parçası hâline gelir. Teknolojideki yenilikler ile yer çekiminin farklılaşan etkisine karşılık bedenle bütünleşmiş sistemler üretilebilir. Kişinin ayağına eklenebilecek ya da giyilebilecek bir nesne ile mekânın yüzeyinin/yüzeylerinin birlikte çalıştığı bir mekânizma, bir çeşit mıknatıs, üretilebilir. Diğer taraftan, bir çekim kuvveti yaratmaya çalışmadan insan, yer çekiminin farklı olduğu koşullarda yaşamak için fiziksel ve mental olarak evrilebilir veya bu değişim dışarıdan müdahale ile gerçekleştirilebilir.
Mevcut sistemde insanın alışık olduğu; kendini, duyularını ve dolayısıyla duygularını etkileyen yer çekimi -farkına varmadanmücadele ettiği bir kuvvettir. Dünyadaki yaşamın mutlak bir parçası olarak nitelenebilen bu etki, insanın dünyaya doğuşundan itibaren algılama ve öğrenme süreçlerine eşlik eder. Bu nedenle yer çekimsiz ortamın mekânda meydana getirdiği değişimler ile farklılaşan mekân kavrayışını sorgulamak, insanı içten ve dıştan sarmalayan bir unsura dair sorular sormak ve başka yaşam biçimi olasılıklarını ortaya çıkarmaktır. Bir başka deyiş ile yer çekimsizlik farklı bir sistem yaratır. “Mimarlığa mutlaklığı ile katılan yer çekimi kuvveti modelinden, uzamdaki kütlelerle daimi ve bütünleyici yer çekimi kurgusuna geçiş, tarafsız ve zamansız mutlak mekân anlayışından, sürekli dinamik bir mekâna geçişi sağlayacaktır. Eğer mimarlık yer çekiminin bu çok karmaşık yapısını kavrayabilirse, onun tasarım teknolojileri aynı zamanda zaman ve hareket faktörlerini de içermeye başlayacaktır” (Lynn, 2006). Yer çekimsizlik ya da yer çekiminin farklılaşması, alışılmışın dışında mekân kavrayışı ile birlikte gündelik olmayan mimari yapıları ve yapı elemanlarını ortaya çıkartır. Koşulların ve koşullarla birlikte mimari yapıların değişmesiyle, beden-mekân ilişkisi tariflerinde yer çekimi parametresinin, varlığı veya yokluğu ile ayrılamayacak bir girdi olduğu anlaşılır. Bu durumda bedenin dışı ile etkileşimi farklılaşır ve bu farklılaşmanın mental yansımalarının da görülmesi olasıdır. IV.II. Havanın Nitelikleri ve Birlikte Anılanlar: Boşluk, Doluluk, Maddenin Hâlleri ve Solumak Maddeler bütünü katı, sıvı, gaz, plazma ve ara fazlardaki formlarına ayrışarak fiziksel olanı, yani nesneyi ve özneyi tarifler. Bu bağlamda farklı hâllerde kendi kimliklerine bürünen madde, mekânı oluşturur. Diğer yandan mekân esas olarak birbirine zıt ama iç içe olan ve bütünü oluşturan doluluk ve boşluk kavram çifti ile tariflenir. Mekân, sadece boşluğu çerçeveleyen ve sınırlayan değildir; çerçeve ve boşluğun oluşturduğu bütündür. Normalde mekânın doluluğu ile katı formundan; mekânın boşluğu ile gaz formundan bahsedildiği 69
söylenebilir. Sıvı formun -ayrı olarak değerlendirmeme çabası ile- bazı durumlarda katı bazı durumlarda gaz özellik gösterdiği söylenebilir. Gaz formuyla ifade edilmek istenen mekânın boşluğunu dolduran ve mekânı saran havadır. Boşluk kavramı hiçlik’e işaret etse de maddenin gaz hâlindeki havanın mekândaki boşluğu tanımlayabilmesi, boşluğun şeklini alarak doldurmasından ve tanecikleri arasındaki mesafenin fazla oluşuyla diğer maddelerin hareketine izin vermesinden kaynaklıdır. Bu nedenle çalışmada boşluk, sesteş bir kelime gibi ele alınıp hem maddenin yokluğu, hem de dünyayı saran renksiz, kokusuz, akışkan gaz karışımı hâlindeki hava anlamlarında kullanılır (TDK). Yeryüzü ve gökyüzü, doluluk ve boşluk kavramlarıyla eş olarak gösterilebilir. Yerin altı ve göğün üstü’nün (uzay), yani doluluğun ve boşluğun kesişiminde canlıların yaşadığı alan, yeryüzü ve gökyüzü uzanır (Şekil 4.26). Yer ve gök, zıtlıkları sunan öğelerdir ve oluşumlarına dair birçok inanç mevcuttur. Japon mitolojisinde bir yumurta olan evrenin içindeki tohumlardan gökyüzü ve yeryüzünün doğduğuna; Çin mitolojisinde havanın içinde beliren bir yaratıktan güneşin, ayın, ırmakların, denizlerin, dağların, rüzgârların, gök gürültülerinin meydana geldiğine; Yunan mitolojisinde düzensiz
Şekil 4.26 : Doluluk boşluk olarak uzay, gökyüzü, yeryüzü, yer altı 70
boşluktan (Khaos) çıkan toprağın (Gaia) göğü ve denizi yarattığına; Sümerlerde ilkin var olan su’dan göğün (An) ve toprağın (Ki) doğduğuna; Hintlilerde bir devin parçalanarak başından gökyüzü, ayaklarından yeryüzünün oluştuğuna inanılır (Hançerlioğlu, 2000). Bu görüler, yeryüzü ve gökyüzünün ya birbirleri içerisinden doğmuş ya da bir şeyin parçalanması ile ortaya çıkmış olduğunu iddia eder. Bu ortaya çıkış aynı zamanda varlığın/doluluğun ve yokluğun/boşluğun oluşumudur. Boşluğun ve varlığın birbirlerinin yokluğu olduğu savunulabileceği gibi tersi bir yargıya, yani varlığın sadece boşluğun ve boşluğun da sadece var olanın yokluğu olmadığına da ulaşılabilir. Başka bir deyişle boşluk/hiçlik ve varlığın birbirlerinin olumsuzlaması olabileceği de olamayacağı da savunulabilir; ancak burada önemli olan bu ikili kavramın bir bütün oluşturması ve ikisine dair bu yargıların çift yönlü olarak doğruluğudur. Yokluğun sonsuzluğunda birdenbire beliren bir varlıktansa ya da yokluğun ancak varlıkla ortaya çıkabilme ihtimalindense varlık ve yokluğun betimlediği bütünün sonsuzluğu esastır. Bu durumda Jean-Paul Sartre’nin (2010) varlığın hiçliğe gereksinmediği; ancak bunun tersi olarak olmayan hiçliğin varlığını varlıktan aldığı ve varlığın tümden yok oluşu ile hiçliğin de aynı anda silinip gideceği ifadesinin öznenin gözünden ve öznenin varlığına bağlı kalınarak yapılan bir tanımlama olduğu söylenebilir. Çünkü öğrenilmiş bir durumun veya alışılmış ve varlığı kabul edilmiş nesnenin ya da öznenin olmama hali, tek başına bir yokluk/boşluk değildir; bu onun varlığı olduğu gibi onun yokluğu/boşluğudur. Bu boşluğu kanıtlamak için var olanın onayı gerekmemektedir. Birlikte oluşsun ya da oluşmasın birbirinden bağımsız tasavvur edilemeyen varlık ve yokluk, maddeyi birlikte yaratır. Bu durum katı maddenin tanecikleri arasında boşluklar bulunurken gaz hâldeki maddenin boşluğun içindeki tanecikler olması gibidir. Yani boşluk/hiçlik ve doluluk/varlık, yin ve yang gibi birbirlerini bütünleyen, oluşturan kavramlardır ve bu çalışma bu kavram çiftinden birinin üstünlüğünü savunmaz. 71
Mekânı oluşturan unsurlardan olan boşluk, doluluk gibi hayat ve anlam verir. Boşluğun getirdiği anlamı Lao Tzu (2013; 2015); (...)
Ortada buluşur otuz tekerlek teli, Fakat merkezindeki boşluktur tekerleği döndüren. Kil ile şekil verilir kaba, Fakat içindeki boşluktur suyu tutan. Kapı ve pencere yerleri açılır bir evde Ve bu boşluktur evi kullanılabilir kılan. (...)
72
şeklinde ifade etmiştir. Yani mekânı oluşturan boşluk, mekândaki özneye yer vererek ve öznenin hareketine izin vererek mekâna anlam verir. Maddenin boşluktaki devinimi olan hareket, insandan yola çıkıldığında, varlığın yapı taşları arasındaki boşluğun kendisininkine göre daha çok olduğu formlar içinde veya boşlukta yer değiştirmesi olarak tanımlanabilir. Canlı varlık olmanın getirdiği hareketli olma niteliğiyle insan, bedeniyle veya bakışlarıyla mekânda hareket eder. Duyuları ile hareket ederek veya bedeni ile yer değiştirerek mekânı algılar, anlar ve onun sınırlarını keşfeder. Bir başka deyişle mekân, barındırdığı hareket olanaklarıyla tanımlanır (Kuban, 2002). Bu olanaklar ise boşluk ile mümkündür. Ayakta durmak, oturmak, yatmak ve diğer birçok eylemde beden dolulukla birlikte boşluk ile temas hâlindedir. Boşluk/hava üç boyutlu olarak bedeni ve çevreyi kaplamış durumdadır. Mekândaki doluluk oranının artması edinilmiş hareket olanaklarını azaltmasıyla kişide kısıtlılık, sıkışıklık, bunalma, baskı altında hissetme duygularının arttırması beklenir. Dolulukboşluk oranının açığa çıkardığı fiziksel ve zihinsel durumlar, mevcut sistemin parçası olmanın sonuçlarıdır. Bu ve benzer durumların öğrenilmişliğinden koparak mekânın yoğunluğunun farklı olabileceği
bir başka sistemde farklı duygulara ulaştırabilir. Gaz formunun veya boşluğun olmadığı farklı bir sistem tanımında öznenin de bu doluluk içerisinde varoluşundan bahsedilebilir. Bu durum mekân ile temasın artması ve hatta fiziksel sınırların yok olması anlamına gelir, dolayısıyla sürekli hissedilen dokunma duyusu da zamanla yitirilebilir. Bahsedilen bu yoğunluk ışığa izin vermez. Bu nedenle görme duyusunun da işlevini yitirmesi beklenir. Taneciklerin titreşimi ile iletilen ses dalgalarının ise maddenin yoğun hâllerinde daha hızlı iletilmesi işitme duyusunda da farklılıklar oluşacağını gösterir. Yani doluluğun arttığı farklı bir sistem tanımında duyu organları yeni tanımlarına kavuşur veya yok olurlar. Bu durumda yeni görme, duyma biçimleri ve farklı duyular açığa çıkabilir. Böylece farklı niteliklere sahip yeni bir insan tanımı oluşur. Mevcut sistemde doluluğun artması ve boşluğun tükenmesi mekânı yoğunlaştırır ve yoğunluğun artması oranında hareketi azaltır veya ortadan kaldırır ya da sadece küçük salınımlara izin vererek sabitliği getirir. Aynı zamanda maddenin gaz hâlinin yok oluşu anlamına geldiği için mekânın maddeyle birlikte aynılaşmaya başladığı yargısına da ulaşılabilir. Normal şartlar altında mekânı betimleyen hacmin tamamen dolu olmasının, öznenin hareketi bir yana öznenin kendisine de izin vermeyeceği söylenebilir (Şekil 4.27). Ancak boşlukla temasını sürdüren bazı dolu ortam tanımları canlının kapladığı hacme yer açabilir. Boşluğun tamamen farklı hâldeki madde ile dolması yine duyuların niteliğini ve bedenin hareket kapasitesini değiştirir. Tamamen su ile çevrilmiş olan deniz altı hayatında böyle bir durum söz konusudur. Sıvı form ile sarılı canlılar hareketlerini ve yaşamlarını akışkan bir dolulukta gerçekleştirirler. Toprak altı yaşayan solucanlar veya kum altındaki midyeler için benzer durum, katı bir form içinde yaşam olarak görülür. Sıvı içinde veya hareketin kısıtlı olsa da sağlanabileceği parçalı veya esnek katı maddeden oluşmuş mekânlarda bulunmak, insana boşluksuz/ havasız ya da boşluğun/havanın kısıtlı olduğu durumlarda var olma deneyimini sunar. Bu deneyim, Italo Calvino’nun Argia şehrinde olmak gibidir. Alberto Manguel ve Gianni Guadalupi
73
(2007), Hayali Yerler Sözlüğü’nde bu yer altı şehrini betimlerken hava yerine toprakla kaplı olduğunu ifade ederek devam ederler:
Sokaklar tamamen toprakla örtülüdür, odaları tavana kadar balçık doldurur, her merdivenin üzerinde baş aşağı bir merdiven daha vardır. Evlerin çatıları üzerinde bulutlu semalar gibi kayatoprak tabakaları asılıdır. Sakinler, solucanların açtığı dehlizleri ve köklerin yol açtığı çatlakları genişleterek şehirde dolaşabilirler mi bilinmez; rutubet insanların vücutlarını çürütür, çok güçsüz bırakır; kıpırdamadan, yüzükoyun uzanmak herkesin hayrınadır; zaten her yer de karanlıktır.
Şekil 4.27 : Mekânın dolarak insana yer tanımaması
74
Doluluğun/katı formun azalması durumunda bedenin tarayabileceği alan artar. Engeller azalır, sınırlar silikleşir ve geçirgenlik çoğalır. Bu durumda akışkan madde her yerdedir. Mekâna dair keskin tanımlardan uzaklaşılır. Maddenin tanecikleri birbirinden uzaklaştıkça yapıların sis kümeleri gibi belirsiz olması beklenir. İnsan bedeni formunu koruduğu takdirde ortamdaki tek katılık hâline gelir; yerin ve dolayısıyla yer çekiminin varlığını sürdürmesi durumunda yapılar, yeryüzüne inmiş bulutlara dönüşür ve bulutsuluğun içindeki varlıkların düşmemesi, akmaması için yapıların tek katlı olarak
sınırlanması beklenir. Betimlenen durumda zeminin varlığıyla mekân katılığını tam olarak kaybetmemiştir. Ancak yapılarla birlikte yeryüzünün de faz değiştirmesi durumunda yer çekimi de ortadan kalkar ve dünya yerini insanın içinde süzüldüğü bulut kümelerine bırakır. Dev gaz kütlesi ile oluşan gezegenlerde yaşam, gaz denizinin içinde şekillenir (zeminsizlik için bkz 4.1). Bir başka gerçeklikte beden, formunu yitirerek mekânda dağılabilir. Bu durum bedenin salt katılık içindeki konumu ve çevresi ile olan ilişkisine benzer; maddenin bir hâlinin tek başına yeni bir sistem tanımlamasıdır. Mevcut gerçeklikte ise mekânın gaz formu ile oluşması durumu 2002 İsviçre Expo Fuarı için Elizabeth Diller ve Ricardo Scofidio’nun tasarladığı Blur Building (Bulanık Bina) yapısında görülebilir (Şekil 4.28). Yapı platform ve su buharının oluşturduğu bir sis kütlesi şeklindedir. Bu bulanık yapıya girildiğinde görsel ve akustik referanslar silinir. Sadece beyaz bir sis ve sisteme dair bir uğultu mevcuttur (Url-8). Projedeki platform hesaba katılmadığında tamamen bir bulutun içinde olunduğu varsayılabilir. Maddenin gaz hâlinin yoğunlaşarak -katı hâle geçmeden- mekânlar oluşturması görmeyi engelleyebilir; yön bulmayı zorlaştırabilir ve dokunma duyusunu değiştirebilir. Blur
Şekil 4.28 : Diller, E. ve Scofidio, R., Blur Building, İsviçre, 2002 (Url-8) 75
Building’in görülecek değil hissedilecek bir sergi hâlini alması gibi insanın çevresi ile olan ilişkilerindeki değişiklikler, ihtiyaçlarının ve mekânların/yapıların işlevlerinin farklılaşmasına yol açar. Maddenin gaz hâle geçmesi ile yapı taşları arasındaki boşluğun artması ses dalgalarının yayılmasını azaltır. Tam bir boşluk ise sessizliği getirir. Bu açıdan katılık azalıp boşluk arttıkça mekân-insan ilişkisi de seslerden bağımsız olmaya başlar. Mekânın formu sessizliğe alışan duyuların yeni hâlleri ile kavranır.
76
Çevreyi kuşatan boşluk olarak tanımlanan hava, yeryüzünü sarar (TDK) ve evrimleşerek havanın varlığına uyum sağlayan canlının yaşamı için elverişli ortamı sunar. Hava, insanın solunumu için gerekli belirli oranlardaki azot, oksijen ve diğer gazları içerir. Bu nedenle, mevcut sistemin kurallarına göre, havasız ortamda yaşamın sürdürülmesi solunumun sağlanmasına bağlıdır. Yani havanın yokluğundaki yaşamlar ve böylece tasarımlar, ortamdaki koşulların oluşturacağı ilişkiler ağından etkilenerek Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde en altta olan solunumun tekrar sağlanmasının yollarını arayan yaşama biçimleri ortaya çıkartır. Uluslararası Uzay İstasyonu (ISS), NASA’nın denizaltı laboratuvarı Aquarius, MUSA yani Meksikodaki Sualtı Sanat Müzesi (Museo Subacuático de Arte) mevcut sistemde yer alan havasız ortamlardaki yapılardır (Şekil 4.29). ISS, bir yaşama kapsülü gibi mürettebatı havasız ortamdan korur. MUSA’yı gezmek için ise Aquarius’un kompartman dışı görevlerinde olduğu gibi dalış setine ihtiyaç vardır. Havanın yokluğunda adaptasyon biçimleri olarak da ifade edilebilecek bu durumlar, astronot ve dalgıç kıyafetlerinin barındırdığı oksijen tüpleri gibi bir çeşit bedene eklenti olarak kabul edilebilecek bir mekânizma ile var olmayı içerebilir. Uzay boşluğu gibi oksijene ulaşılamayan veya nefes almaya imkân vermeyen ya da organizmaya zarar veren gazlara sahip ortamlarda solunumu yerine getirmek için bedene yapılan eklentiler zorunlu hâldedir. Bu durum insan bedeninin yeni biçimlerini de beraberinde getirir (Şekil 4.30). Suda yaşama durumunda ise insan, sıvıda çözünen oksijeni kullanabilme amacıyla doğal olarak ya da dışardan müdahale ile evrimleşebilir/değiştirilebilir. Sudaki oksijeni solunuma uygun hâle
getiren vücuda eklenen veya giyilen ekipmanlar da söz konusu olabilir ya da suda oluşan canlının evrimleşerek karaya çıkması gibi insanın da suda çözünmüş oksijeni kullanmak üzere tekrar değişmesi olasıdır. Canlının deneyimlediği diğer bir sıvı ortamla anne karnındaki mekânda ve süreçte karşılaşılır. Yaklaşık dokuz ay olan bu yaşam, amniyon sıvısı içerisindedir ve annenin solunumundan yararlanarak gerçekleşir.
Şekil 4.29 : Solda: NASA, Olağan dışı Ortamlarda Görev Operasyonu (NASA Extreme Environment Mission Operations project/NEEMO), Aquarius, Florida (Url-22), sağda: Sualtı Sanat Müzesi (Museo Subacuático de Arte), Meksika (Url-23)
Şekil 4.30 : Solunumu sağlama amaçlı eklentiler ile potansiyel bedenler
Havanın uyguladığı kuvvetlerin değişmesi de olağanüstü koşullar yaratabilir. Aşırı hareket hâlindeki havanın, fırtınanın veya kasırganın sürekliliğinden bahsetmek bu koşullara göre yaşam tasarlamayı zorunlu kılar. Bu durum “dışarısı” ile temasın azaltılmasına yol açabilir. Kapalı, korunaklı sokakları veya özel kıyafetleri gerektirebilir.
77
Havanın, iç ve dış farketmeksizin, sürekli ve aşırı hareketli olması ise mevcut sistemin ötesinde yaşam senaryoları sunar. Uçuşan nesneler ve hatta özneler kaos ortamı yaratabilir. Bahsedilen, yer çekimsizliğin meydana getirebileceğinden farklı bir karışılıktır. Çünkü yer çekiminde hareket için ilk kuvvete ihtiyaç duyan nesneler, aşırı hava hareketlerinde kuvvetlerin devamlı etkisindedir. Bu kaos ortamı benimsenerek mekânın Joan Miró’nun The Harlequin’s Carnival (Harlequin’in Karnavalı) eserindeki kargaşa hâline bürünmesine izin verilebilir (Şekil 4.31) ya da sabitleme veya hareketi kısıtlama yöntemlerine başvurulabilir.
Şekil 4.31 : Miró’, J., The Harlequin’s Carnival, 1925 (Url-24)
Sonuç olarak, doluluk ve boşluğun birlikteliği evreni, galaksileri, gezegen sistemlerini, dünyayı, canlı ve cansız varlıkları, maddeyi oluşturur; aynı şekilde mekânı da meydana getirir. Doluluk ve boşluğun yani katı ve gaz hâllerin oranının değişimi mekânı farklılaştırır. Ancak bu oranın sınır değerlerinde -tamamen dolulukta ya da tamamen boşlukta- mevcut mekân tanımı yapılamayacak hâle gelir. Gaz hâlin tarifleyebileceği boşluk, insanın solunumu için gerekli ve yeryüzünü sarmış olan hava olarak da ele alınabilir. Havanın, diğer bir deyişle solunum imkânının yokluğu veya farklılığı durumunda farklı duyular, yeni beden biçimleri ve yeni yaşama olasılıkları ortaya 78
çıkar. Bedeni, mekânı içten ve dıştan sarmalamış olan havanın aşırı deviniminde ise insan, alışması veya değiştirmesi gereken dinamik mekâna ve yaşama sahip olur. IV.III. Işığın Hâlleri ve Atfedilenler: Aydınlık, Karanlık, Renk ve Görmek Duyuları ile var olan insan, çevresini de yine duyuları ile kavrar. Bu kavrayış, uyaranın ve bu uyarıyı duyanın niteliklerine, yani duyu organlarına ve dış dünyanın koşullarına bağlıdır; dışın içe etkisidir; dış ile için iletişimidir. İç görerek, işiterek, dokunarak... çeşitli yollarla bu iletişimi kurar. Görmek çevreden göze gelen ışıkların beyne ulaşması ile mümkündür ve görme devam ettiği sürece bu işleyiş tekrarlanır. İnsanın görme kapasitesi sınırlıdır; yani insan her frekanstaki sesi duyamadığı gibi her dalga boyunu da göremez. Belirli hızdaki cisimleri algılayabilir; belirli renkleri seçebilir. Görmek için gerekli veri ise ışıktır. Güneş, yıldızlar, bulutların hareketi sonucu oluşan şimşek, lav, ateş, elektrik, ateş böceği, fener balığı, ışıldayan denizanaları (aequorea victoria, atolla jellyfish), parlayan mantarlar (panellus stipticus, mycena chlorophos)... mevcut sistemin ışık kaynaklarıdır. Işık, aynı zamanda mevcut insan yaşamının vazgeçilmezi olan oksijen ve organik madde üretimi olan fotosentezi başlatır. Ayrıca bazı hormonlarının salgılanmasında da etkilidir. Yani mevcut sistem ışık ile iç içedir. Işık, aydınlık getirir; aynı zamanda mutluluk, sevinç, parıltı demektir. Canlılığı hatırlatır; güneş ışığı, pencereye ulaştığında gün başlar, evlerin ışıkları yanıyorsa o şehirde yaşam olduğuna inanılır. Ancak ateş ile özleştirildiğinde felaket, acı, öfke, hırs, hınç kelimelerini de çağrıştırır. Aydınlığın hissettirdiği olumlu duygulara karşın gölgeyi de oluşturan ışığın iki yönü vardır; mutluluğu da acıyı da simgeler. Işığın yokluğu karanlığa ise olumsuzluklar yüklenir. Karanlık üzüntüdür, sıkıntıdır, perişanlıktır (TDK). Karanlık tehlikeli ve belirsiz olandır. Ancak sadece karanlıkta değil, ışığın aşırı değerlerinde de görme işlevi gerçekleştirilemez. Işık yol gösterici olarak varsayılsa da özne, bir durumda karanlığın diğer durumda ışığın yoğunluğunun içinde kalır.
79
Dünyayı ışıtan ve ısıtan güneş, varlığı ve yokluğu ile yoğun karanlık ve aydınlık koşulları yaratır. Karanlık ile güneşin olmadığı durumlarda, okyanus diplerinde, yer altında, mağaralarda, üretilmiş kapalı alanlarda... karşılaşılır. Aydınlığı sistemin parçası olarak öğrenmiş insan, karanlığa karşı ateş, meşale, kandil, mum, gaz ve elektrik lambası, floresan, led ve lazer ile ışığı üretmiştir. Güneşin ısıtma ve benzeri işlevlerini yerine getirdiği ancak aydınlatmadığı bir senaryoda insanın, mevcut koşullarını devam ettirmesi için üretilmiş ışıkla yaşamsal döngüsünü oluşturması olasıdır. Dünyada haftalarca, aylarca devam eden kutup gecesi ve gündüzü, aydınlık ve karanlık döngüsünü güne dair olmaktan çıkartarak gece-gündüz ve gün anlamlarını değiştirir (Şekil 4.32). Güneşin hareketleri ile belirlenmiş olan gün, -dünyanın geri kalanı ile senkronize olma koşulu aranmadığında- yirmi dört saatlik sürecini aylara yayar ya da insanın biyolojik saatinden yola çıkılıp yeniden tanımlanır. Yine güneşin hareketlerine bağlı olan günün bölümleri “sabah, öğle, akşam”ın, “ilk, orta ve son bölüm” olarak değişmesi beklenir. Işığın yokluğunda da devam edecek olan uyuma-uyanma gibi bedensel döngüler aydınlık-karanlık ile olan ilişkisini kaybeder.
Şekil 4.32 : Kutuplarda güneş hareketi 80
Aydınlığa alışmış özne için görmeyi engelleyecek kadar yüksek ve düşük seviyelerdeki ışık miktarı, bilinmezlik hissini çağırır ve dolayısıyla tedirginlik, korku duyguları yaratabilir. Işığa dair edinmişliğin olmadığı durumlarda ise zaten bilinmeyen bir olgunun yokluğu ile baş etmek gerekmemektedir. Işıksız bir sistem tanımı içerisinde olmak doğrudan duyuları etkiler; bazı köstebek, solucan, balık... türleri gözle görme yetisine sahip değildir ve bu canlılarda farklı duyuların gelişmiş olduğu gözlemlenebilir. Görme ve işitme dünyasına sahip olmayan yıldız burunlu köstebeğin farklı bir duyusal uyarlama olan yıldız biçimli burnu dokunma organı gibi davranarak yiyecek bulmasını kolaylaştırır (Catania, 2005). Etrafını sarmış toprak dokusu içindeki köstebeğin sessiz ve karanlık dünyası, gelişmiş dokunma duyusu ile şekillenir. Işık ile alınan veri azaldıkça bilinç, bulunduğu mekânın formunu bir görüntü olarak göremez hâle gelir; ama köstebek gibi dokunarak, duyarak algılayabilir. Görme esnasında beyinde beliren iki boyutlu görüntü yerini dokunmanın üç boyutlu hissine bırakır. Genel bir bakış açısıyla özel bir kısıtlama hedefi yokken görsel algı, bilince bütünü sunar. Bu durumda sahip olunan verinin daha iyi kavranması, edinilen görüntünün detaylarına odaklanılması ile mümkündür, dolayısıyla görmek bir çeşit tümdengelimdir. Dokunarak çevreyi algılamak ise tümevarımdır; çevre temas edilen yüzey miktarı ile parça parça zihinde belirir (Şekil 4.33). Görmek şehir planına sahip olmak ise dokunmak sokakları dolaşmaktır. Bu yüzden görsel olarak bütünün sunulması yerine farklı duyularla mekânı anlamak, ona dair formu zihne daha çok yaklaştırabilir. Görmek, karanlığın dünyasında bilmek değildir. Işık tanımının olmadığı bir sistemde insan, sahip olduğu duyularda artabilecek hassasiyet ve sahip olabileceği yeni duyular ile mekânı kavrar. Bu yeni kavrayış, köstebekler gibi dokunarak, yayın balıklar gibi tadarak, yarasalar gibi sesle, yılanlar gibi ısıyla, güvercinler gibi manyetik alıcılarla çevreyi algılama, görme şeklinde olabilir. Sahip olabileceği daha hassas ya da yeni duyularla potansiyel edinimleri düşünmek var olan duyularının yokluğunu anlamaktan geçer. Görme duyusu olmadan ateş, yaydığı ısıya dokunarak ve sesini duyarak keşfedilebilir;
81
Şekil 4.33 : Dokunarak algılamak, tümevarım
işitme duyusu olmadan müzik, sesin titreşimlerini hissederek ve müziğe dair hareketlerin ritmini görerek algılanabilir. Yani özne, parçası olduğu sisteme ait duyularla hissedebildiği, ama göremediği ya da duyamadığı bir olguyu da ortaya çıkartabilir; ancak bu durumda ateşin parlaklığının da renginin de farkına varamaz. İnsanın da mevcutta keşfettiği ama başka özelliklerinin farkına varamadığı ya da sahip olmadığı duyular nedeniyle hiç keşfedemediği birçok şeyin mümkünlüğü düşünüldüğünde insanın kısıtları ve bu kısıtların onu tanımladığı bir kez daha anlaşılabilir.
82
Karanlık, farklı duyular geliştirip yeni tanımlamalar getirdiği gibi aydınlığa bağlı olan bazı eylemlerin, kavramların yitirilmesine neden olur. Karanlıkta insan için dünyanın bir parçası olan gölgeler, renkler ve saydamlık kaybolur. Çünkü saydamlık ışık geçirgenliğine sahip maddeyi, renkler ışığın farklı dalga boyalarını, gölge ışığın önündeki engellin oluşturduğu karaltıyı gösterir. Karanlıkta mekânın formu, doluluk-boşluğu, boyutu, dokusu, sesi, kokusu, ısısı, zamanı, yönü vardır; ancak rengi ve rengin getirebileceği sıcak, huzurlu, sakin, heyecanlı, ihtişamlı, sıkıntılı, tehlikeli olma durumu ve daha birçok duygunun görsel edinimleri yoktur. Var olan veya
algılanabilen renk aralığının sadece yokluğu ile değil, azalması ya da artması ile de başka gerçeklikler oluşur. Ayrı ayrı bembeyaz, siyahbeyaz, aşırı renkli, neon, soluk, kırmızı, mavi, yeşil, sarı, mor, pembe dünyalardan/sistemlerden söz edilebilir (Şekil 4.34). Her yerin tek bir renk ve tonlarından oluştuğu yeni sistem yaşanabilirliği tehdit etmez; farklılaştırır. Bu sistemde görsel bilgi vardır; ancak sınırlıdır ve sınırlayıcıdır. Bu konudaki deneyimlerden gelen bilginin devamlılığı söz konusuysa tek renk kısıtlayıcı, sıkıcı, sinir bozucu gelebilir ya da rengin sonlanmadan sürüp gitmesi sonsuzluğu, tarifsizliği, hiçliği vurgulayabilir. Lilly ve Lana Wachowski’nin yönetmenliğini yaptığı Matrix (1999) filminde karakterler, giysi, donanımlar, silah, eğitim simülasyonları dâhil her şeyin kişiye yüklenebilmesi için kullanılan program Construct (Kurgu)’ın içindeyken dijital benliklerinin zihinsel yansımaları beyaz bir ortamda gösterilir (Şekil 4.35). Karakterler Neo ve Morpheus, tanımsız bir ortamda iki beden olarak gölgelere dahi yer vermeyen, bembeyaz, sonsuz gözüken ve sonsuz gözüktüğü içinde tanımsız ve belirsiz olan mekânda sıkışıp kalmış gibidirler. Benzer bir durum kutuplarda kar ve buzun oluşturduğu çevrede yaşayanlar için de söz konusudur. Tek renkli yaşama dair diğer renklerin oluşturacağı ya da uyandıracağı duygulardan yoksun bu ve benzeri birçok varyasyon üretilebilir. San Francisco’daki Color Factory’nin (Renk Fabrikası Sergisi) farklı bölümlerindeki farklı renklerin (Şekil 4.36), Museum of Ice Cream’indeki (Dondurma Müzesi) pembeliğinin (Şekil 4.37) ya da Rotterdam’daki Beukelsblauw’daki maviliğin (Şekil 4.38)... bu mekânları ele geçirmeleri gibi kendileri dışındaki renkleri unutturarak tüm dünyaya yayılabilecekleri varsayılabilir. Bu durumda insanlar için yaşamda o renkle ilişkilendirilen sakinlik, mutluluk, huzur, saflık, temizlik, heyecan, güç, yalnızlık, boşluk, sıkıntı, üzüntü, kötülük, korku, öfke ve benzeri olumlu veya olumsuz duygular baskın olabilir ya da gözün tonlar konusunda ustalaşmasıyla bahsedilen duygular tonlara atanabilir. Renkte farklılaşmaya gidilemediği durumlarda doku ve desenin daha çok ön plana çıkmasının kaçınılmaz olduğu söylenebilir. Daha renkli dünyalardan daha az renkli dünyalara bakıldığında renklerin oluşturduğu karmaşıklık azalır; 83
ancak aynı renkteki her şeyin oluşturduğu hacimsel karmaşıklık artar. Siyah-beyazlıkta da durum benzerdir. Farklılığı siyah ve beyazda, kuvvetlenen karanlık ve aydınlığın gölgeler haricinde de çatışması/ birlikteliği sürer. Karmaşayı arttıracak olan ise siyahlık ile gölgelerin karşışıp algıyı bulanıklaştıracak olmasıdır.
Şekil 4.34 : Tek renkli dünyalar
Şekil 4.35 : Wachowski, L., filmin karakterleri Construct programının beyaz kurgusu içersindeyken, 1999 (Matrix filminden alınmıştır.) 84
Şekil 4.36 : Color Factory, San Francisco (Url-25)
Şekil 4.37 : Museum of Ice Cream, San Francisco (Url-26)
Şekil 4.38 : Hofman, F., Beukelsblauw, Rotterdam (Url-27) 85
Dünyada yeryüzündekiler için aydınlık ve karanlık, gökyüzü ve yer altıdır. Yeryüzü-gökyüzü kavramlarına hiç sahip olmamış bir sistemde ya da tüm yaşamın yer altına taşındığı durumda toprak arasında beliren şehirler, normalden farklı yaşamlar tarifler (Şekil 4.39). Köstebek yuvaları gibi yer altında inşa edilen yapılar alt, üst, yan tüm yüzeyleri toprakla sarıldığı için gizlenmiş şekildedir (Şekil 4.40). Mevcut sistemde bazı hayvanların ve mevcut sistemin tehlike ve ihtiyaç durumlarında insanların yaşam alanlarında benzer durumlar görülür. Karınca yuvaları genel olarak toprak altı yaşamı tarifler. Hasat toplayıcı karıncalarının (Pogonomyrmex badius) meydana getirdiği yuvalar, düşeydeki tüneller ve yataydaki odalar olmak üzere iki temel birimden oluşur. Aşağıya doğru oda sayısı azaldıkça aralarındaki boşluk artar (Tschinkel, 2004). Bu odalarda kraliçe karınca, genç ve yaşlı işçi karıncalar, yumurtalar, yiyecek depoları bulunmaktadır. Dev yuvalara sahip olabilen yaprak kesici karıncalar (Atta capiguara) ise bu odalarda mantar bahçeleri ve atık bölümlerine de sahiptirler (Forti vd., 2017) (Şekil 4. 41).
Şekil 4.39 : Yer altında/toprak arasında şehir örneği 86
Şekil 4.40 : Köstebek yuvası örneği
Şekil 4.41 : Solda: hasat toplayıcı karınca yuvası örneği; sağda:yaprak kesici karınca yuvası örneği (Tschinkel, 2004; Forti vd., 2017)
Toprak altında veya deniz dibinde yaşayan canlıların habitatlarının yanı sıra insanlar da yer altı şehirleri, sığınaklar, metrolar, kanalizasyonlar gibi güneş ışığından uzaklaşıp yeryüzünden ayrışan ve yer altı ile bütünleşen yapılara sahiptir. Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro’nun yönetmenliğindeki distopik bir dünyada geçen Delicatessen (Şarküteri) (1991) filminde troglodistler olarak adlandırılan insanlar yerin altında, kanalizasyonda yaşarlar (Şekil 4.42). Bu insanların yaşamları, nemli ve karanlık ortam ile baş edebilmek için giydikleri yağmurluklar ve kafa lambaları ile bütünleşmiştir. Yaşam alanlarına ulaşım kanalizasyon kapakları ile mümkündür (Şekil 4.43). Yeryüzündeki yapıları desteklemek amaçlı inşa edilmiş bir altyapının, kanalizasyonun servis, hizmet ve ulaşım amaçlı mekânlara dönüşümü söz konusudur. Kapadokya bölgesindeki Derinkuyu Yeraltı Şehri gibi yer altında barınma amacıyla üretilmiş yapılar da bulunmaktadır (Şekil 4.44). Şehir, kayalara oyulmuş sekiz katlı,
87
Şekil 4.42 : Jeunet, J. P., Caro, M., kanalizasyonda yaşam, 1991 (Delicatessen [Şarküteri] filminden alınmıştır.)
Şekil 4.43 : Jeunet, J. P., Caro, M., kanalizasyondaki dünyaya ulaşım, 1991 (Delicatessen [Şarküteri] filminden alınmıştır.)
88
birbirine bağlı odalardan ve dar tünellerden oluşur; havlandırma sistemine, su kuyularına sahiptir; depo, eğitim ve dini vb. amaçlı kullanılan mekânlara, toplanma alanlarına yer verir (Url-9). Yer altında tüneller sokakların, tünellerin genişleyip odalara dönüştüğü alanlar odaların/dairelerin/yapıların yerine geçer. Bu durum aynı zamanda cephesiz mimariyi ortaya çıkartır. Çünkü cephe, yapıyı örten yüzeyin dışarısı ile temasıdır. Diğer bir ifadeyle, cephe için boşluk gerekir. Yer altında ise yapılar, mekânın sınırlarını belirleyerek değil, mekânın boşluğunu ortaya çıkartarak doluluğun oyulmasıyla meydana gelir. Yani şehir, boşluğu doldurarak değil, doluluğu boşaltarak inşa edilir. Farklı yöntemler de mümkündür; yer altının dolu dünyasında önce şehir için boşluk oluşturulabilir ve ardından bu
devasa olarak nitelenebilecek boşlukta yapılar meydana getirilebilir. Bu yöntem, yapıları sadece içeriden değil, dışarıdan da görme imkânı sağlar; cephelere izin vereceğinden insanın mevcut dünya bilgisine daha yakın yaşamlar oluşturur. Metropolis (Fritz Lang, 1927) filminde benzer bir durum söz konusudur (Şekil 4.45). Yukarıdaki şehri besleyen bir yer altı şehri mevcuttur ve iki şehir “zengin ve hükmeden”, “fakir ve çalışan” olarak birbirinden ayrılmıştır. İşçilerin şehirleri yer altında olmasına karşın çok katlı yapılardan oluşmuştur. Bu betimlemede şehir, üstü örtülü bir dünya gibidir.
Şekil 4.44 : Derinkuyu Yeraltı Şehri, Nevşehir (Url-28)
Şekil 4.45 : Lang, F., cephelere izin veren yer altı şehri, 1927 (Metropolis filminden alınmıştır.) 89
Işık ile ilgili sözü geçen tüm değişimler göz önüne alındığında aşırı aydınlığa ve karanlığa uyum sağlamak için insan, evrimleşerek ya da genetiği değiştirilerek farklı görme biçimleri edinebilir. Ek uzuvlar ile mekâna daha çok temas ederek dokunma duyusunu geliştirebilir. Üretilebilecek çeşitli mekânizmalarla mekâna dair ışık, renk, şekil, konum, yön gibi veriler duyulardan bağımsız olarak bilince ulaşabilir. Rengin azaldığı durumlardaki aynılaşmaya karşılık dokunun ve desenin farklılaştırılması arttırılabilir. Işık, şehir için güneşi ve yaşamı simgeler; mekân için atmosferi, duyguyu anlatır. Işık aydınlıktır; karanlıktır; renktir; görmektir. Çevre koşulu olarak ışığın aşırı değerlerinde, duyular değişebilir ve yeni duyular insanı başka yaşam tariflerine götürebilir. Güneşin olmadığı, karanlık gökyüzüne sahip bir dünyada insanların yaşam döngüleri ve hatta bedenleri farklılaşabilir. Mağaralarda yaşayan canlılarda görüldüğü gibi görme yetilerinin önemini kaybetmesi beklenir. Güneşten izole yer altı yaşamı ise gökyüzü ve yeryüzünün aynılaştığı, cephenin yitirildiği farklı bir mimari anlayışı ortaya çıkartır. Işığın değişmesi ile birlikte mekâna ait renkler faklılaşabilir, azalıp artabilir. Bu durumun da doğrudan duyguları yani insanı etkiler. IV.IV. Sıcaklık Değerleri ve Oluşturdukları: İç, Dış, Sıcak, Soğuk ve Yalıtılmak
90
Yer çekimi, boşluk, ışık gibi mekâna dair görünmezlerden biri olan sıcaklığın yüksek ve düşük değerleri, canlının yaşamını tehdit eder. Çünkü temas hâlindeki maddeler, sıcaklık-soğukluk farkını kapatarak ısıl dengeye ulaşmak isterler. Burada bahsedilen ısı, enerjidir; maddenin taneciklerinin sahip olduğu fiziksel enerjidir. Maddenin genleşmesine, buharlaşmasına, erimesine, sıcaklığının artmasına veya bir iş yapmasına neden olur (TDK). Sıcaklık ise bu enerjinin hissedilen değeridir ve göreceli bir kavramdır. İdeal değer kişiden kişiye değişse de yaşamın sürdürülebilmesi için canlıya ve bulunduğu ortama dair belirli sıcaklık aralığı bulunmaktadır. İnsan, çevrenin olağanüstü olmayan sıcaklık ve soğukluğuna uyum sağlayabilmek için dahi bedenini (kıyafet) ve bedenin çevresini (yapı) kaplamaya
ihtiyaç duyar. Dünya’nın ideal sıcaklığından uzaklaşmak ise adaptasyon için alınan bu önlemleri arttırır. Çünkü çöllerde, volkanik alanlarda, yüksek dağların tepelerinde, kutuplarda, dünyanın üst atmosferinde, uzay boşluğunda, farklı gök cisimlerinde, özel olarak tasarlanan mekânlarda veya bir distopyada karşılaşılan aşırı sıcak ve soğuk değerler canlıda yapısal bozulmalara yol açabilir. Sıcaklık değişimleri temas veya ışıma ile gerçekleşir. Denge arayan ısı nedeniyle insan çevresinin sıcaklığından etkilenir. Bu etkilenme, iç ve dışın iletişimi/ çatışmasıdır ve sistemin gereğidir. Çünkü sistem katmanlardan ve bunların ilişkilerinden oluşan karmaşık bir ağdır. İnsanın merkezde olduğu bir durumda başka bir boyuttaki katmanlaşmayı içeren zihnin, zihni barındıran ve insanın uzamını oluşturan bedenin, bedenin bir parçası olarak onu saran tenin, ten ile temas hâlindeki ortamın, bulunulan iç mekânın, mekânın çevresinin ve bulunduğu yapının, yapının yerleştiği alanın, şehrin, bölgenin... birbirleri ile olan temasının bu ilişkiler ağını oluşturduğu söylenebilir (Şekil 4.46). Her kapsayıcı bölge farklı sıcaklıkları barındırabilir. Bu farklar, mekânların birbirlerine doğru enerji akışlarını oluşturur. Bu akışlar ile iç ve dış kavramlarının birini diğerinden hariç tutmak ve böylece bu kavramların -sınırların içinde bulunma/bulunmama durumunu anlatan- mevcut tanımlarına ulaşmak zorlaşır. Çünkü bir anlamda ısının sınırları yoktur. Yani ısı tarafından bakıldığında sınırlar bulanıktır. Beden tarafından bakıldığında ise farklı bir durum söz konusudur. Bedeni yaşayan bir
Şekil 4.46 : İnsanın temas ettiği, iç ve dış katmanlar 91
bütün olarak ele alıp iç dengeyi çevreden gelen etkilerden koruma amacı, iç ve dışa dair tanımlamayı da tekrar sunar. Var olma amacının yanı sıra koşulların şiddetinin artması da gerilimi yükselteceğinden dolayı bu iki kavramı daha belirgin kılar. Aynı zamanda iç ve dışın çift yönlü iletişimini azaltmak da sınırları ortaya çıkartır ve iki durumun/ maddenin birbirinden ayrılmasına neden olur. İnsan için de mekân için de benzer durum söz konusudur. Buradaki ayırım ifadesinin mutlak bir keskinlik barındırmadığı ve alış-veriş’in, iletişimin, ilişkinin, mücadelenin gereksindiği iki tarafı yaratacak kadar olduğu; ancak aşırılıklarla birlikte ve bakılan konuma göre keskinleşeceği söylenebilir. Yani insan, kendi bedenini veya mekânı, sıcaklık ve soğukluk üzerinden ele aldığında koşullar aşırılaştıkça -üst başlıkta ayrılamaz olan- iç ve dış kavramlarının birbirinden ayrılmaya başladığını, iki taraflılığın ve zıtlığın belirginleştiğini görür. Maddenin sıcaklık ve soğukluktaki şekil ve faz değişiminin doğrudan yapı bileşenlerine yansıdığı ancak insan bedeninin bu değişimden korunduğu bir gerçeklikte mekân, ısı ile birlikte şekil değiştirir. Bu sistem hava şartları ile eriyen, buharlaşan, yeniden katılaşan yapıyı ortaya çıkartır. Salvador Dali’nin (1942) -bir fransız peyniri (camembert) üzerinden “çok yumuşak”lığın felsefi problemlerini düşünürken ortaya çıkarttığı- The Persistence of Memory (Belleğin Azmi) eserinin yarattığı dünyada olmak gibidir (Şekil 4.47); yumuşayan malzemeler ve hâlâ ayakta durabilenlerin oluşturduğu mimari eriyen rijitlikle birlikte geçişi, devinimi ve belirsizliği hissettirir. Bu gerçeklikte yapı, sıcaklıkla birlikte hareket hâlindedir. Yapının faz değiştirmesinin yapıyı tekrar tekrar oluşturma sürecini de getirmesi beklenir. Sözü edilen eriyen mimari, mevcut sistemde kutup ve çevresinde kardan yapılmış evlerin (iglo) yaz mevsimi ile birlikte erimeye bırakılmasına benzetilebilir ya da sıcaklık nedeniyle değil, ama değişmemek için eriyeren Calvino’nun (2002) kenti Zora gibi yok olabilir;
Ben bu kenti görmek için boşuna koyuldum yollara: daha iyi anımsanmak için hep aynı kalmak ve hareketsiz durmak 92
zorunda olduğundan, Zora eridi, çözüldü ve yok oldu. Yeryüzü unuttu onu.
Şekil 4.47 : Dali, S., The Persistence of Memory (Belleğin Azmi), 1942 (Url-29)
Başka bir sistemde kentler, içlerindeki yaşam ile birlikte mevsimsel olarak var olabilirler; sıcaklığın artması ile eriyip, ideal değerinde canlanıp, düşmesi ile donabilirler. Baharda, ağaçların çiçek açması, uyuyan doğanın uyanmasıgibi canlılar da bu kenti doldurmaya başlayabilir. Mevcut sistemde kutuplar ve ekvatorun birbirleri ile iklim değiştirdiği bir başka senaryoda insanlar, yeni koşula uyum sağlayabilir ya da taşınıp bölgeler arası bir değiş tokuş gerçekleştirebilir. İklimlerin, dolayısıyla sıcaklıkların aşırı değişiminde ise insanlar bedensel ve mimari farklılaşmalar ile yeni yaşam biçimlerine geçme durumundadır. Çünkü iklim, bir yapıyı sadece yüzeysel olarak değil, karakterinin derinliklerine de ulaşarak dıştan ve içten sarar (Ghadiali, 1959). Sıcaklık değerinin düşmesi ile gelen soğuk üşümeye, donmaya, buz tutmaya yol açar. Soğuktan gelen tehdit arttıkça dışarıdan uzaklaşarak içe dönen bir yaşam belirir. Isı kaybını azaltmak için kıyafetlerde ve yapı kabuğunda yalıtımın ve opaklığın arttırılmasına başvurmak, 93
insanları ve yapıları bir anlamda birbirlerinden uzaklaştırırken yüzey hacim oranını küçültmek amacıyla daha yakın konumlanma ihtiyacı, birbirlerine yaklaştırır. Yalıtılmışlık nedeniyle engellenmişlik, insanın etkileşim hâlinde olduğu dünyayı küçültebilir. Bahsedilen salt bir küçülme değildir; aynı zamanda yakınlaşma ihtiyacı ile birlikte yoğunluk ve sıkışıklık da meydana gelir. İçeridekilerin karşılaşma ihtimali artar. Çünkü yaşamak için tanımlanan alan darlaşmıştır. Bu durum genel olarak maddenin faz değiştirerek katılaşması ve katılaştıkça küçülmesi, büzüşmesi, yoğunlaşması gibidir. Kutuplardaki yaşam ise buz ve karın beyazlığında şekillenir. İnuit ve Yupikler neredeyse tek renkli, donmuş bir çevrenin içindedirler (tek renkli yaşam için bkz 4.3). Zemin artık buz ve kardan oluşur. Bu açıdan Nuttal’ın işaret ettiği gibi mekânın zemini, yerle/toprakla sınırlı değildir; Inuitlerin yaşadığı deniz ve buzu da kapsar (alıntılayan Whitridge, 2004). Buz ve kar igloların da temel bileşenidir (Şekil 4.48). Bu evler, daha önce sözü edildiği gibi, sıcaklığın artması ile yok olmaya bırakılır. Rusyanın kuzeyinde yaşayan ve ren geyiği sürüleri ile göçebe ve yarı-göçebe bir topluluk olan Yamal Nenetleri, bez ve ren geyiği derisinden yapılma çadırları, aileleri ve sürüleri ile mevsimsel bir döngü içinde çayırlara göç ederler (Golovnev ve Osherenko, 1999) (Şekil 4.49). Koşullar evlerin, kurulup-toplanabilir olmasını gerektirir. İki kişilik geniş ailelerden oluşan normal bir Dolgan köyü ise ren geyiği
Şekil 4.48 : Solda: Francis, C., iglolardan oluşan bir köy, 1865 (Arctic Researches and Life Among the Esquimaux kitabından alınmıştır.) (Url-30), sağda: Inuit Igloo’sunun iç görünüşü (Url-31) 94
sürülerine beslenme alanı bulmak için neredeyse her hafta kelimenin tam anlamıyla taşınırlar (Şekil 4.50). Evleri ren geyiklerinin çektiği bir karavan gibi yıl boyunca hareket hâldedir. Ayrıca bu hayvanların kürkünden yapılmış kıyafetler giyerek soğuktan korunurlar. Kürkler her ne kadar iyi bir yalıtım sağlasa da soğuğa karşı önlemi arttırmak için çocukların kıyafetlerini kolları kapalı şekilde yaparlar (Şekil 4.51), (Frozen Planet, 2012). Kutuplardaki kar, buz ve soğuk, bir yandan yalıtım ihtiyacı ile hareketleri kısıtlarken diğer yandan yaşama alanlarını sürülerin ihtiyaçlarına göre ya da mevsimsel olarak yapma-bozulma, kurma-toplama, yerleşme-taşınma gibi eylemlerle bütünleştirerek hareketi zorunlu kılar.
Şekil 4.49 : Yamal Yarımadası’ndaki Nenetler ve Hantılar, Sibirya (Url-32)
Şekil 4.50 : Kutuplarda göç, Dolgan köyü, 2012 (Frozen Planet filminden alınmıştır.) 95
Şekil 4.51 : Soğuktan korunmak için kolu kapalı kıyafetler, Dolgan köyü, 2012 (Frozen Planet filminden alınmıştır.)
Uzay boşluğunda durum farklıdır. Uzay boşluğu, mutlak sıfıra çok yakın görünen bir ısıya sahiptir; çok az enerji yayar ve önemsiz miktarda ısı iletimi sağlar. Bu nedenle ısı alışverişinde termal ışıma önemli hâle gelir (Sundén ve Fu, 2016). Bir başka deyişle gök cisimlerinden bağımsız bir uzay boşluğunda enerji alışverişinin tek yönlü veriş hâline gelmesiyle madde, sadece yapılan ışımayla enerji kaybeder. Gök cisimlerinin varlığında ise enerji değişimindeki roller çoğalır. Dünyanın yörüngesindeki bir cismin termal deneyimi, malzemenin termo-optik özelliklerine ek olarak bulunduğu konumun güneş ve dünya ile olan doğrudan ve dolaylı ilişkisine bağlı olarak değişir (Finckenor ve Groh, 2015). Isının dengeyi aramasına karşılık taşıma ve iletim yolu ile aktarılamadığı bu dünyada bahsedilen sıcaklık farklarında var olmak, termal kontrol sistemleri ile mümkündür. Termal kontrol sistemlerinin yokluğunda yörüngedeki Uluslararası Uzay İstasyonunun Güneş’e bakan tarafının sıcaklığı, 121°C’ye yükselirken karanlık taraftaki -157°C ye düşer. İstasyonun yalıtımı, iletim (hava molekülleri arasındaki çarpışmalar) ve taşıma (hava sirkülasyonu veya genişleme hareketi) yolu ile ısı aktarımı olmadığı için dünyadaki yalıtımlardan farklıdır; yüksek derecede yansıtıcı bir örtüye benzer (Şekil 4.52). Ayrıca yer çekiminin olmaması (ısınan havanın yukarı çıkmaması) nedeniyle içeride sıcak soğuk dengesini sağlamak için gerekli hava akışı da gerçekleşmez. Termal kontrol sistemleri aynı zamanda içerideki hava akışını ve yaşam ile oluşan ısının da dışarı atılmasını sağlarlar (Price, Phillips 96
ve Knier, 2001). Çünkü insanın iç mekânizmasının çalışmasıyla ortaya çıkan sıcaklık artışının, dışarısı ile yapılan ısı alışverişi sonucu dengelenmesi gibi yapılar da -bir anlamda iç mekânizmaları olancanlı yaşamlarına sahip oldukça bu yaşamların devam etmesi için üretilen fazla ısının dışarı atılmasına ihtiyaç duyarlar.
Şekil 4.52 : Solda:dünyada ev yalıtımı için kullanılan br malzeme, sağda: Uluslararası Uzay İstasyonunun çok katmanlı yalıtım malzemesi (Url-33)
Dünyada sıcaklık farkının yoğun olarak yaşandığı yerler olan çöller* kuraklığa, kum fırtınalarına, yakıcı sıcağa ve dondurucu soğuğa ev sahipliği yaparlar. Çöller, kuru dağlık alanlar da tuzun, kayanın, kumun oluşturduğu düzlükler de olabilir (Url-10). Bulunduğu mevsime ve bölgeye göre değişen +50°C ve -50°C’lere kadar çıkabilen/düşebilen sıcaklık değerlerine sahiptir. 1891 yılında, California Death Valley’de, günlük sıcaklık farkı 41°C’ye kadar çıkmıştır (Laity, 2008). Genel anlamda kutuplarda buz, uzayda boşluk ve çöllerde kumla karşılaşılır. Sıcaklık farkları, kuraklık ve rüzgârın taşları çözüp parçalanmasıyla oluşan kumlar başka bir tek renkli yaşam getirir. Sahra çölündeki kum tabakası, rüzgâr ile dalgalanan bir zemin gibidir. Dünyanın tamamen çöl denizinden ve kuru kayalardan oluştuğu bir senaryoda ise çöllerin mimarisi, bedevilerin rüzgâra göre konumlandırdıkları çadırları khayma’dan * Çöller sadece sıcak ve kurak değil aynı zamanda soğuk ve kurak alanları kapsar; ancak burada çöl kelimesi ile bahsedilen sıcak çöllerdir.
97
(Şekil 4.53), Mizâb yerleşimleri gibi bulunduğu araziye sıkıştırılmış şekilde yayılan birimlerden (Şekil 4.54), Hadramut vadisindeki Şibam şehri gibi dar sokaklardan ve yüksek kerpiç bloklardan (Şekil 4.55) veya Matmata’nın evleri gibi yer altı yapılarından oluşturulabilir (Şekil 4.56); yeryüzü sıvımsı katı hâlde olsa da içerisinde varlığını koruyabilen kayalara sığınarak Anasazilerin kaya evleri gibi inşa edilebilir (Şekil 4.57) ya da Paris tabanlı OXO Architectes ofisinin projesi gibi kaya görünümlü korunaklı bir kütle içerisinde düşey bir şehir ile yaratılabilir (Şekil 4.58). Kültürel arka planları ile birlikte bu yapılarda sıcaklık farklarından korunma, yalıtımı arttırma, kum ve toz
Şekil 4.53 : Bedevi çadırı; khayma (Url-34)
Şekil 4.54 : Gardaya Vilayeti, Mizâb, Cezayir (Url-35) 98
fırtınlarına karşı önlem alma, sokaklar için gölge oluşturma, yiyecek ve su bulmak için hareket hâlinde olma, daha kompakt yaşama, doğal soğutma sistemlerine sahip olma amaçları görülebilir.
Şekil 4.55 : Şibam Şehrinin plan ve görünüşü, Yemen (Url-36, Url-37)
Şekil 4.56 : Tunus yer altı konutu planı ve görünüşü (Url-38)
Şekil 4.57 : Kaya Saray, Mesa Verde Ulusal Parkı, Colorado (Url-39) 99
Şekil 4.58 : City Sand Kulesi görünüşü ve konspet çizimleri, Sahra (Url-40)
Sıcaklığın artması kutuplardaki buzların erimesine ve kentlerin su altında kalmasına yol açar. Bu durumunda su üstünde kalan alanlara göç ile daha sıkışık yapılar ve yaşamlar ortaya çıkar ya da yeni yaşama biçimleri yüzen yapılarla sağlanır. Başka bir açıdan ısıyla birlikte maddenin taneciklerinin hareket enerjisinin artmasından yola çıkıp başka bir sistem kurgulanabilir. Bu sistemde artan sıcaklıkla insanın parçacıklarının hareketinin artması, dolayısıyla insanın daha hareketli hâle gelmesi söz konusudur. Yani hava sıcaklığı ile değişen, hızlanıp yavaşlayan bir yaşam tanımı ortaya çıkar. Soğukta tembel hayvanın yavaşlığındaki insanın, hava sıcaklığı arttıkça çitanın hızına kavuştuğu durumda zaman algısı da sıcaklıkla birlikte değişebilir. Hareket miktarına bağlı olarak aynı mekân daha büyük ya da daha küçük algılanabilir. Sıcaklık ile genleşen, uzayan ya da büzüşen insanların ve mekanların olduğu diğer bir senaryoda ise insan-mekân ilişkisinin, 2018 Venedik Mimarlık Bienalindeki İsviçre’nin Svizzera 240: House Tour sergisinde olduğu gibi, farklı boyutların ilişkisine dönüşmesi beklenir (Şekil 4.59). Uzayıp kısalma süreçlerinde mekân içindeki beden, Ames odası’nda yürüyormuş izlenimi yaratır (Şekil 4.60). Sıcaklık değerindeki farklılaşma, insan bedenini doğrudan etkiler. Dışarı ve içerisi arasında yalıtım sağlama ihtiyacı belirir. Bu koşullara karşı insan, sıcaklığın ideal değer aralığını sunan bir dünya inşa edebilir. Buckminster Fuller’in Manhattan’ı örten jeodezik kubbesi (1960), Neil Ardley’in Fact or Fantasy (World of Tomorrow) kitabındaki 100
Şekil 4.59 : Venedik Mimarlık Bienali, İsviçre sergisi, Svizzera 240: House Tour, 2018 (Url-41)
Şekil 4.60 : Ittelson, W. H., Ames odası; izleme noktasından tam boyutlu çarpıtılmış oda, 1952 (Url-42)
kubbe ile örtülü şehir (1982) ve Dubai için üretilmiş iklim kontrollü dev boyutlardaki alışveriş merkezi projesi (2016) ve benzeri projelerle olağanüstü koşullar dışarıda bırakılabilir (Şekil 4.61). Daha küçük ölçekte ideal koşullar yaşama kapsülü ile sağlanabilir. Bahsedilen kapsül içerisidir; uzay gemileri, iglolar, çadırlardır. Koruma alanını daha da daraltmak ise yaşam alanından beden alanına geçiş demektir. Sıcaklığın olağan dışı durumlarında dalış veya uzay elbiseleri gibi kıyafetler giyilmesi süreklilik gerektireceğinden bedenin bir parçası olurlar. Yeni durumda bedenin hacmi artar; hareket kabiliyetinin de azalması beklenir (Şekil 4.62). Isı yalıtımını sağlayabilecek yeni bir insan derisi üretilebilir. Sıcaklığın veya soğukluğun getireceği 101
kuraklıkta su ihtiyacı, kaktüslerin yapraklarında biriktirdiği su ya da develerin hörgüçlerinde su için depoladıkları yağ gibi vücuda yapılacak bir eklentiyle karşılanabilir. İnsan aşırı sıcak, soğuk ve kurak koşullara, bu koşullara sahip iklimlerde yaşamını sürdürebilen canlılar gibi, evrimleşerek ya da genetiğini değiştirerek uyum sağlayabilir. Soğukta uyumaya geçip ideal şartlar tekrar sağlanınca uyanan canlılara dönüşebilir. Çölleşme ile mücadele için üretilen, kumu nemli tutan ve bir araya toplayarak savrulmasını önleyen “nanoclay” gibi teknolojiler ile sıcaklıktan etkilenen malzemeye müdahale edilebilir (Url-10).
Şekil 4.61 : soldan sağa: Fuller, B., Manhattan’ı kaplayan kubbe, 1960 (Url44), Ardley, N., Buz çağında kubbeli şehir, 1982 (Fact or Fantasy kitabından alınmıştır), Dubai Holding, Mall of World, 2016 (Url-45)
Şekil 4.62 : Yalıtım amaçlı kıyafet ile hacmi artan beden 102
Sonuç olarak beden-özne analizine dair Ponty’nin söylediği gibi dünya tamamen insanın içinde, insan da kendi dışındadır; iç ve dış ayrılamaz (alıntılayan Jack Reynolds, t.y.). Ancak insan kendini korumak için dışarının koşullarından kendini ayırmaya çalışır ve koşullar bedenin iç dengesinden uzaklaştıkça iç ve dış da birbirinden uzaklaşır. Mevcut sistemde soğukluk ve sıcaklık insan vücuduna yayılarak onu ele geçirir. Kendini bu koşuldan yalıtmak ise daha içeride, daha sıkışık yaşamlar; daha kalın bedenler ya da farklı deriler anlamına gelir. Sıcaklık değerleri kuraklıkla ve/veya rüzgârla birlikte zemini, malzemeyi de değiştirir. Eriyen, buharlaşan, donan yapılar, mimarinin var olma-yok olma döngüsü hızlandırır.
103
V
KONU EDİLENLER ÜZERİNE
“Başka yer, negatif bir aynadır.
Yolcu sahip olduğu tenhayı tanır, sahip olmadığı ve olmayacağı kalabalığı keşfederek.” Italo Calvino
Konu edilenler; Yaşam bir sistemdir. Sistemin kahramanları ise özne nesne ve bulundukları çevredir. Bu çevreyi diğer özneler, nesneler ve koşullar oluşturur. Özne ve çevre, öznenin bedenine yani duyularına, bedeni aracılığıyla daha önce edindiklerinin oluşturduğu duygulara, çevrenin barındırdığı koşullara ve bu ikisinin olası durumlarına bağlı olarak çift taraflı bir etkileşim hâlindedir. Çevre tarafından değerlendirildiğinde insan, sadece onu oluşturan unsurlardan biri değil, aynı zamanda oluşumunu yönlendiren bir etken ve onu algılayarak zihninde var edendir. İnsan için çevre ise içinde yer ettiği, ayrılamadığı, kendi sınırları dâhilinde kavrayabildiği, bedeni aracılığıyla ulaştığı, sürekli iletişim hâlinde olduğu, onu saran, içini etkileyen dışıdır. Çalışmada çevre sadece var olan, fiziksel olarak karşılaşılan hâliyle değil potansiyel durumlarıyla ve zihinde canlandırılan biçimleri ile birlikte öznenin etrafındaki olasılıklar bütünü olarak ele alınır. Çevrenin sahip olduğu koşullar yer çekimi hava, ışık, sıcaklık gibi unsurların oluşturduğu etkilerdir. Sürekli karşılaşılan, alışılmış olan, insan için yaşanabilirliği engellemeyen koşullar normal olarak kabul edilir ve insanın olağanını oluşturur. Koşulların aşırı seviyeleri ise olağanın dışını/olağanüstünü tarifler. Olağanüstülük aynı zamanda bütüncül çevreyi oluşturan olasılıkları ifade eder. Olağan ve olağanüstünü birlikte kavramak, bütünü anlamayı sağlar; olağanın bütünü oluşturan olasılıklardan bir seçenek olduğunu, diğer seçeneklerin de olağanüstü olarak ifade edildiğini ortaya koyar. Bir sistem olan olağanı kavramak, diğer sistemleri oluşturan olağanüstünü tartışabilmeyi sağlar. Olağanı anlamak ise kime göre tanımlandığını,
107
oluşumunu ve kurallarını açıklamayı gerektirir. Çalışmada ele alınan özne insandır. İnsanın tanımladığı ve onu tanımlayan dünyanın ideal koşullarının olağanlığını anlamak, esas olarak kozmostan atoma içe içe geçmiş sistemlere, sistemi oluşturan ya da sistemin oluşturduğu fizik kurallarına, genel özne tanımı için özneyi özne yapan canlılığa, dünyada var olmaya, insana, ihtiyaçlarına, yaşanabilirliğe, bağlıdır. Böylece olağanlığın temel parçaları ayrıntılandırıldıkça olağanüstülük kavramında da derinleşilir; olağanüstü durumların nasıl oluşabileceğine dair ipuçları edinilir. Mevcut sistemdeki koşulların aşırı değerleri de, farklı denklemlerle oluşabilecek farklı gerçeklikler de olağanüstülüğü yaratabilir. Olağanüstü durumlarla dünyada, uzayda, dijital âlemde ve sanal evrende karşılaşılabilir. Kutuplar, çöller, denizaltı, yer altı, uzay boşluğu, dünyanın yörüngesi, ay, mars, diğer gök cisimleri, fizik kurallarına bağlı kalmayan bilgisayar oyunları, Metropolis, Matrix, Delicatessen, Inception, Doctor Strange, Alice Harikalar Diyarında, Otostopçunun Galaksi Rehberi, Görünmez Kentler gibi bilim-kurgu ve fantastik kurgu filmleri ve kitapları olağanüstü koşulları barındırır.
108
Sistemin bileşenleri olan koşulların, kısıtların tasarımları belirlediği ölçüde, olağanlığın bu olağanlık içindeki tasarımları meydana getirdiği/sınırladığı söylenebilir. Mevcut sistemin olağanının dışına çıkmak, yer çekimsizlikte zeminin anlamını yitirmesi, maddenin gaz hâlinin yokluğu ile sıvı ve katının etrafı sarması, karanlık bir dünyada çevrenin görmeden algılanması, aşırı sıcak ve soğukta içdış ayrımının keskinleşmesi gibi boşluk, doluluk, iç, dış, düşeylik kavramlarını; yön algısını; mimari tanımları; mekâna uygulanan kuvvetleri; mekânın bileşenlerini, şeklini, kurgusunu, yoğunluğunu, sıkışıklığını, duygusunu, hareketini, yerini, rengini; öznenin yaşayışını; bedenin biçimini, hareketlerini, ihtiyaçlarını; kullanıcı-çevre ilişkisini değiştiren durumları yaratır ve yaşamın devamının sağlanması için çeşitli adaptasyon/uyum yöntemlerini ortaya çıkartır. Aşırı koşulla uyum sağlanması amacıyla insan evrilebilir, genetiği değiştirilerek ya da bedene yapılan eklentiler ile farklılaşabilir, bir yaşam kapsülü ile insan çember altında alınabilir, aşırı durum çerçevelenebilir veya
örtülebilir, insan ve aşırı koşul arasında arasına tampon bölge veya geçiş alanı oluşturulabilir. Yaşanabilirliğin sağlanması durumda ya da kurgularla yaratılan dünyada olağanüstü koşullar mekânın sağır yüzeyine bir pencere açarcasına insana farklı gerçeklikleri ve farklı sistemlere dair ipuçlarını sunar; bir sistemin içerisinde yaşandığını ve koşulların değişmesiyle sistemin de değişebileceğini açığa çıkartır. Kişi, olağanüstünü/anormali keşfederek, sahip olduğu olağanı/ normali tanır*. Çalışmada yer alan tartışmalar doğrudan mimarlık ile ilişkilendirilerek değil, mimarlık alanının çevresinde dolaşarak ele alınmıştır. Alandan uzaklaşarak alana bakmanın farklı bakış açıları yaratma potansiyeli önemsenmiştir. Normal/olağan kavramları, her koşul ve her insan için ayrı ayrı tanımlanabilir; bir koşulun merkeze alınan öznenin normalinin/olağanının dışına çıkması sonucu o özne için olağanüstülük barındırdığı söylenebilir. Bu doğrultuda ılıman kuşaktaki insanlar için ekvator, tropikal kuşaktakiler için kutuplar, deniz üstündekiler için deniz altı, yer altındakiler için yeryüzü, dünyadakiler için uzay, mevcut evrendekiler için farklı fizik kurallarını barıdıran evrenler... olağanüstülüğü barındırır. Bulunulan sisteme sistemin dışından bakmaya çalışmak sistemin sınırlarını anlayarak tasarıma dair yeni bakış açıları, mevcut tüm mimari yaklaşımlara dair sorgulamalar getirebilir. Varlığı sorgulanmayacak kadar benimsenmiş koşullar için yeni sorular üretildikçe mevcut sisteme dair farklı biçimlerde kavrayışlar ortaya çıkabilir.
Sonuç olarak; Olağanüstülüğün sınırları sahip olunan bilgi ile şekillenir. Milattan önce 100.000lerde lamba, 5000ler için takvim, 4000ler için tekerlek, 2000ler için para, 1000ler için yuvarlak bir dünya, elektirik; milattan sonra ilk yüzyıl için barut, 1100ler için gözlük, 1300ler için matbaa, 1500ler için hücre, teleskop, 1600ler için telgraf, otomobil, 1700ler *Bu cümle, Italo Calvino’nun yukarda yer verilen yazısından yola çıkarak oluşturulmuştur.
109
için fotoğraf, telefon, 1800ler için elektronik bilgisayar, internet, akıllı telefon, uzay yolculuğu olağanüstü olarak tanımlanabilir (Şekil 5.1). Çünkü eldeki bilginin ötesine geçmek yeni yaşam biçimlerini getirir. Bu açıdan olağanüstülük insanlık tarihine yönelik gelecekten ya da farklı olası senaryolardan geçmişe doğru bir bakış açısı sunar. Bu bakış açısı/değerlendirme ölçütü tarihe ait olmayanlar veya henüz keşfedilmemişler üzerindendir. Diğer taraftan olağanüstülük, insanın fiziksel ve zihinsel limitleri etrafında belirlenir. Renklerin var olduğu ancak görülemediği bir dünyada, farklı renkteki maddelerin ışığı farklı miktarda yansıtması/soğurması ile farklı ısı enerjilerine sahip olması, renkler üzerinden açıklanamayacaktı; bu durumda maddeler benzerlik ve faklılık gösterebilen bir “X” özelliğine/katsayısına sahip olacaktı. Bunun gibi olağanüstü durumlar duymayan birinin duymaya başlaması gibi açığa çıkabilecek farklı duyularla, iki boyutludan üç boyutlu dünyaya geçmek gibi hiç edinilmemiş olgularla ya da yer çekiminin yitirilmesi, sıcaklığın azalması, sesin artması gibi var olan koşulların farklılaşmasıyla oluşabilir.
Şekil 5.1 : Keşifler ve icatlar kendinden önceki dönemler için olağanüstü durumlar yaratır.
Olağanlığın ve olağanüstülüğün ilişkisini kurcalamak, beraberinde mevcudu sorgulamayı getirir. Mevcut sistemi çözerek, farklı sistemlerin potansiyel durumları ortaya çıkartılabileceği gibi olası farklı sistemler üzerine düşünerek mevcut sistemin çözülmesi 110
sağlanabilir. Bu çözülme, sisteme dair, bilinen ya da henüz farkına varılmamış, kabulleri ve kuralları da su yüzüne çıkarabilir. Böylece başlangıçta düzensiz olana sonradan düzen verilmiş gibi dünyanın mevcut durumunun kural, düzen ve biçim olarak görüldüğünü; ancak kuralsızlığın derinliklerde yattığını ifade eden Schelling’in bahsettiği kuralsızlığa ulaşılabilir (alıntılayan Bektaş, 2013). Olağanüstü durumları incelemek, sisteme dışarıdan bakma olanağı verir; olağanın sınırlarını, yani mevcudun ve insanın normalini ve limitlerini kavrama yolunu açar ve yaşamın, tasarımın, mimarlığın bu sınırlar içinde yapıldığının farkına varılmasını sağlar. Bu şekilde mimari formun da, insanın da içinde barındığı koşulla şekillendiği görülür. Çünkü sistemlerin, kendisinin bir parçası olan, kendisine bağlı/bağımlı özne ve nesneler yarattığı söylenebilir. Sistemin öznesi insan sistem içinde bir yaşama rutinine sahiptir ve onun uyguladığı kuvvetlere karşı belkide farkına varmadan mücadele hâlindedir. İnsanın olağanüstü koşulla uyum sağlaması, bir anlamda kendi sisteminden başka bir sistemde var olmasıdır. Başka bir sistemde var olabilen insan ise yeni insandır; uyum sağlama süreçleri ile değişmiştir. Edindiği yeni yaşama biçimi ile belki doğasının açık olmadığı kadar dönüşebilir ve bu dönüşümü sindirme sürecinin fizyolojik olduğu gibi psikolojik çatışmaları içermesi beklenir. Eğer insanın özünün olağan ile uyumlu olduğu kabul edilirse, teknolojinin insanı kendine yabancılaştırması gibi olağan dışı durumlara adapte olmuş bir yaşamın, insanı özünden uzaklaştırdığı söylenebilir. Ancak insan, Dasein (insanın varoluşu, benlik, orda-varlık), fırlatılmış ve fırlatıldığı dünyaya düşkün hâle gelmiş olarak ele alınırsa insanın özünün fırlatıldığı yerde, dünyada değil bulunuş içinde olmakta olduğu sonucuna ulaşılır (Heidegger, 2008). Yani başka bir gerçekliğe fırlatılan insanın, bu gerçeklikte de kendini bulabilme potansiyeline sahip olduğu söylenebilir. İmkanları dâhilinde ve olabilirlikler içinde var olan insan başka gerçekliklerde bulunma hâline kendine değil bir önce fırlatılmış olduğu dünyaya yabancılaşır. Bir taraftan da insan diğer sistem olasılıklarını kavradıkça sahip olduğu sisteminin 111
yüceliğini yitirmeye başlayabilir. Çünkü bu bakış açısı tek ve mutlak bir gerçekliği reddedip, olasılıklara odaklanır. Diğer taraftan olağanlık-olağanüstülük üzerinden mevcut sistemi ele almak, tasarım süreçlerinde farkına varılmayan, benimsenmiş koşullara karşı da duyarlılık oluşturabilir ya da diğer olasılıkların farkına vararak tasarımların normalin tekdüzeliğinden ve alışılmışlığından ayrılıp yeni deneyimler sunmasını sağlayabilir. İcatlar ve yeni yaşam düşüncelerinin olağanüstü durumları çeşitlendirmesi gibi olağanüstü durumlar çoğaltıldıkça hem mevcut gerçekliğe dair farklı bakış açıları üretilmiş, hem de olumlu/olumsuz gelecek senaryoları, fantastik yaşam kurguları, bilimsel ve teknolojik icatlar beslenmiş olur. Sistemin sınırlarının ötesinde derinleşmek aynı zamanda varlığın sadece zamansal değil, durumsal olarak olanaklı olduğunu da ortaya çıkartır.
112
KAYNAKLAR Alexander, C. (1964). Notes On The Synthesis Of Form, Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts. Allen, S. E. (2017). Horizontal gene transfer as a mechanism of adaptation to an extreme subterranean environment by the nematode halicephalobus mephisto (yüksek lisans tezi). American University, ProQuest Dissertations Publishing, Andrulis, E. D. (2011).Theory of the Origin, Evolution, and Nature of Life, Department of Molecular Biology and Microbiology, Case Western Reserve University School of Medicine, Cleveland, USA, Erişim: 28 Mart, 2018, Adres: www.mdpi.com /2075-1729/2/1/1/pdf Balaban, Ö. C. (2009). Çağdaş Dans Üzerinden Beden-Mekân BirlikteliğiBölüm 2. Bausch, K. C. (2002). Roots and Branches: A Brief, Picaresque, Personal History of Systems Theory, Institute for 21st Century Agoras, Los Angeles, California, USA. Bavestrello, G., Sommer, C., Sarà, M. (1992). Bi-directional conversion in Turritopsis nutricula (Hydrozoa), Aspects of Hydrozoan Biology. Bektaş, O. E. (2013), İdealizmin Ötesinde Yeni Bir Schelling İmgesi, Erişim: 02 Haziran, 2018, Adres: http://dergipark.gov.tr/download/articlefile/149821 Bertalanffy, L. (1969). General System Theory: Foundations, Development, Applications, G. Braziller, New York. Bostrom, N. (2005). A History of Transhumanist Thought, Bostrom Faculty of Philosophy, Oxford University, Erişim: 10 Nisan, 2018, Adres: https:// nickbostrom. com/papers/history.pdf
113
Boucher, M. (2017). Bölüm 6 : Architectures of Aliveness : Building Beyond Gravity. The Routledge Companion to Biology in Art and Architecture. New York. Boulding, K. E. (1956). General Systems Theory-The Skeleton of Science, Journal Management Science, Cilt 2, Sayı 3. Boynton, R. (2001). Precise Measurement of Mass, Space Electronics, Inc., Berlin. Broekx, S., vd., (2010). Designing a long-term flood risk management plan for the Scheldt estuary using a risk-based approach, Springer Science +Business Media B.V. 2010, Erişim: 11 Nisan, 2018, Adres: https:// link.springer.com/ content/pdf/10.1007%2Fs11069-010-9610-x. pdf Calvino, I. (2002). Görünmez Kentler, çev. Işıl Saatçıoğlu, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Catania, K. C. (2005). Star-nosed moles, Current biology : CB, Sayı 15, Elsevier BV. doi: 10.1016/j.cub.2005.10.030 Connor, S. (2017). First Human Embryos Edited in U.S.: Researchers have demonstrated they can efficiently improve the DNA of human embryos, MIT Technology Review, Erişim: 11 Nisan, 2018, Adres: https://www.technology review.com/s/608350/first-humanembryos-edited-in-us/ Dali, S. (1942). The Secret Life Of Salvador Dali, Dover Publication, Inc., New York Deleuze, G. (2010). Bergsonculuk. Otonom Yayıncılık, İstanbul, Türkiye. Finckenor, M. M., Groh, K. K. (2015). A Researcher’s Guide to: Space Environmental Effects, NASA ISS Program Science Office, Erişim: 25 Mayıs, 2018, Adres: https://www.nasa.gov/sites/default/ files/files/NP-2015-03-015-JSC_Space_Environment-ISS-MiniBook-2015-508.pdf 114
Forti, L., vd. (2017). Discovering the Giant Nest Architecture of Grass-Cutting Ants, Atta capiguara (Hymenoptera, Formicidae), Preprints, doi:10.20944/preprints 201702.0027.v1 Ghadiali, J. H. (1959). Effect of Climate on Architectural Expression In Seminar On Architecture, New Delhi: Lalit Kala Akademi. Golovnev, A. V., Osherenko, G. (1999). Siberian Survival: The Nenets and Their Story, Cornell University Press, USA. Hanczyc, M. (2011). The Line Between Life and Not-life, TedSalon London Spring, (Vidyo), Erişim: 17 Şubat, 2018, Adres: https://www.ted. com/talks/martin_ hanczyc_the_line_between_life_and_not_life/ transcript Hançerlioğlu, O. (2000). Dünya İnançları Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul. Heidegger, M. (2008). Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, Agora Kitaplığı. Huxley, J. (1957). New Bottles For New Wine, Chatto and Windus LTD., London. Kahraman, M. D. (2014). İnsan İhtiyaçları ve Mekânsal Elverişlilik Kavramları Perspektifinde Yaşanılırlık Olgusu ve Mekânsal Kalite. Erişim: 06 Mart, 2018, Adres: http://www.journalagent.com/planlama/pdfs/ PLAN-29591-REVIEW-DEMIR_KAHRAMAN.pdf Kaiser, D. (2009). Time Since Einstein Konferansı, World Science Festival, New York, Alındığı tarih: 17 Nisan 2018, Adres: https://www.world sciencefes tival.com/videos/time-since-einstein/ Kant, I. (2014). Critique of Pure Reason. İstanbul: Hiperlink. Alındığı tarih: 28 Mart 2018, Adres: http://eds. b.ebscohost.com/eds/ebookviewer/ ebook/bmxlYmtfX zc4NTkxMV9fQU41?sid=08b31110-0f49-42d8976b-6e0086be8686@sessi onmgr120&vid=0&format=EB&rid=1 Kuban, D. (2002). Mimarlık kavramları: tarihsel perspektif içinde mimarlığın kuramsal sözlüğüne giriş, Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, İstanbul 115
Kut, S. (2013). Sibertektonk Mekân. (Dotora tezi), İstanbul Teknik Üniversitesi. La Mettrie, J. O. (1980). İnsan Bir Makina, Havass Yayınları, İstanbul. Laity, J. (2008). Deserts and Desert Environments, Wiley-Blackwell Publications, Chichester, United Kingdom. Lynn, G. (1999). Animate Form, Princeton Architectural Press, New York. Lynn, G. (2006). Canlanan Biçim. Özetleyerek çev. Nuray Togay. Manguel, A., Guadalupi, G. (2007). Hayali Yerler Sözlüğü: 1.Cilt, çev. Sevin Okyay - Kutlukhan Kutlu, Yapı Kredi Yayınları, İstabul. Maturana, H. R., Varela, F. J. (1980). Autopoiesis and Cognition: The Realization of the Living, D. Reidel Publishing Company, Dordrecht: Holland, Alındığı tarih: 06 Nisan 2018, Adres: https://link.springer. com/content/pdf/10.1007% 2F978-94-009-8947-4.pdf Maturana, H. R., Varela, F. J. (2008). Bilgi Ağacı: İnsan Anlayışının Biyolojik Temelleri, çev. Mahir Ünsal Eriş, Metis Yayınları, İstanbul. McManus, N. (1999). Safety and Health in Confined Spaces, CRC Press, Florida. Molina, M., Van de Walle, G. A., Condry, K., Spelke, E. S. (2004). The Animate-Inanimate Distinction in Infancy: Developing Sensitivity to Constraints on Human Actions, Journal of Cognition and Development, Lawrence Erlbaum Associates, Inc. Nacci, D., vd. (1999). Adaptations of wild populations of the estuarine fish Fundulus heteroclitus to persistent environmental contaminants. Marine Biology, Springer-Verlag, Berlin, Erişim: 21 Mart, 2018, https://doi.org /10.1007/s002270050520 Neufert, E. (1980). Architect’s Data (Yapı Tasarımı), İkinci (Uluslararası) İngilizce Baskı. Collins, London. 116
Özbek, M. (2000). Dünden Bugüne İnsan, İmge Kitabevi, Ankara. Pak, N. K. (2010). Evrenin Oluşumu, Bilim ve Ütopya Dergisi, No. 195, (Sf.1215), Bilim ve Ütopya Kooperatifi, Ankara, Erişim: 17 Şubat, 2018, Adres: http://www. physics.metu.edu.tr/uploads/Admission.ADM146/5-Evrenin-Olusumu-BilUt195-ey10.pdf Parsons, K. C. (2003). Human Thermal Environments: The Effects of Hot, Moderate, and Cold Environments on Human Health, Comfort, and Performance, Taylor & Francis, Londra ve NewYork. Perec, G. (1999). Species of Spaces and Other Pieces. çev. John Sturrock, London, England ; New York, N.Y., USA, Penguin Books. Ponty, M. M. (2005). Algılanan Dünya, Metis Yayınları, İstanbul, Türkiye. Price, S., Phillips, T., Knier, G. (2001). Staying Cool on the ISS, Erişim: 25 Mayıs, 2018, Adres: https://science.nasa.gov/science-news/scienceat-nasa/2001 /ast21mar_1 Prigogine, I. (1997). The End of Certainty: Time, Chaos and the New Laws of Nature, The Free Press, New York. Randl, C. (2008). Revolving Architecture : A History of Buildings That Rotate, Swivel, and Pivot, Princeton Architectural Press. Rebecchi, L., vd. (2010). Resistance to extreme stresses in the Tardigrada: experiments on Earth and in Space and astrobiological perspectives, Astrobiology Science Conference 2010: Evolution and Life: Surviving Catastrophes and Extremes on Earth and Beyond, İtalya, Erişim: 21 Mart, 2018, Adres: https://www. lpi.usra.edu/meetings/ abscicon2010/pdf/5262.pdf Reynolds, J. (t.y.). Maurice Merleau-Ponty (1908—1961), The Internet Encyclopedia of Philosophy, Erişim: 23 Mayıs, 2018, Adres: https:// www.iep.utm.edu/merleau
117
Sartre, J. P. (2010). Varlık ve Hiçlik, çev. Turhan İlgaz, Gaye Çankaya Eksen, İthaki Yayınları, İstanbul. Schombert, J. (2015). Relativity,Cosmology Ders Notları, Department of Physics University of Oregon, Eugene, Oregon. Sorguç, A., Selçuk S. (2016). Sınırlanmıştan Sınıra: Sınırdan Arayüze: Sayısaldan Fiziksele, Mimarlık Dergisi, No. 388, (Sf. 54-58), Türkiye Mimarlar Odası, Ankara, Erişim: 19 Ocak, 2018, Adres: http://www. mimarlikdergisi.com/ index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=402& RecID=3875 Sundén, B., Fu, J. (2016). Heat Transfer in Aerospace Applications, Academic Press. Turan, A. Z. (2009). Tasarımı Anlamada ve Açıklamada Bütünsel Bir Model, Doktora Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü. Tschinkel, W. R. (2004). The nest architecture of the Florida harvester ant, Pogonomyrmex badius, Journal of Insect Science, Sayı 4. Tzu, L. (2013). Tao te Ching. çev. Tahsin Ünal, Notos Kitap Yayınevi, İstanbul. Tzu, L. (2015). Tao te Ching. çev. David Hinton, Counterpoint, Berkeley, California. Veenhoven, R. (1996). Happy Life-Expectancy: A Comprehensive Measure of Quality-of-Life In Nation, Social Indicators Research, Vol. 39, No. 1, (Sf. 1-58), Springer. Venturi, R. (1991). Mimarlıkta Karmaşıklık ve Çelişki. Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, İstanbul, Türkiye. Wanless, F. R. (1975). Spiders of the family Salticidae from the upper slopes of Everest and Makalu, British Museum, Londra, Erişim: 21 Mart, 2018, Adres: http://britishspiders.org.uk/bulletin/030505.pdf 118
Wachowski, L., Wachowski, L. (Yönetmen/Senaryo Yazarı). (1999). Matrix. Amerika: Warner Bros. White, E., Wilson, E. (Yönetmen). (2012). Frozen Planet: The Last Frontier. London, England: BBC. Whitridge, P. (2004). Landscapes, Houses, Bodies, Things: “Place” and the Archaeology of Inuit Imaginaries, Journal of Archaeological Method and Theory, Sayı 11, Springer. Widmaier, E. P., Raff, H., Strang K. T. (2008). Vander’s Human Physiology : The Mechanisms of Body Function, McGraw Hill Higher Education, London, United States. Yalom, I. D. (2012). Love’s Executioner: & Other Tales of Psychotherapy, Basic Books, New York. Yücel, A. (1971). Tasarlama ve Çevre Sorunları: bazı sistematik yaklaşım eğilimleri, İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, İstanbul. Zariç, M. (2014). Berna Moran ve Yeni Eleştiri, Hece, Sayı 213, s. 144- 149, Ankara. Url-1 <http://www.csun.edu/~psk17793/G%20Biology/ GB%20history_of_living_ things.htm> erişim tarihi 12.02.2018. Url-2<https://serc.carleton.edu/microbelife/topics/marinesymbiosis/pompeii. html>, erişim tarihi 21.03.2018. Url-3 <http://www.biyolojiegitim.yyu.edu.tr/fizkuantumpdf/kuantumfraktal. pdf> erişim tarihi 18.04.2018. Url-4 <https://spaceplace.nasa.gov/review/dr-marc-earth/earth-rotation.html> erişim tarihi 21.03.2018. Url-5 <http://www.ne.jp/asahi/tokyo/sd/A_e.html> erişim tarihi 08.05.2018. Url-6 <https://www.nasa.gov/mission_pages/apollo/apollo11.html> erişim tarihi 09.05.2018. 119
Url-7 <https://www.hq.nasa.gov/alsj/a11/a11.gaits.html> erişim tarihi 09.05.2018. Url-8 <https://dsrny.com/project/blur-building>, erişim tarihi 16.05.2018. Url-9 <https://www.muze.gov.tr/tr/muzeler/derinkuyu-yeralti-sehri> erişim tarihi 16.05.2018. Url-10 <https://www.nationalgeographic.org/encyclopedia/desert> erişim tarihi 26.05.2018. Url-11 <http://www.yerkaland.com/paintings-galleries/4siders> erişim tarihi 28.05.2018. Url-12 <https://www.moma.org/explore/inside_out/2015/07/16/theanimation-of- frederick-kieslers-endless-house>, erişim tarihi 12.12.2017. Url-13 <http://www.awg.at/en/project/trn-e> erişim tarihi 12.12.2017 Url-14 <https://www.youtube.com/watch?v=1cBwqdazgWA> erişim tarihi 12.12.2017 Url-15 < http://sd-museum.com/sd-t/> erişim tarihi 08.05.2018 Url-16<https://www.nasa.gov/mission_pages/station/research/astronauts_ improve_sleep> erişim tarihi 12.12.2017 Url-17<https://www.nasa.gov/sites/default/files/atoms/files/np-2015-05022-jsc-iss-guide-2015-update-111015-508c.pdf> erişim tarihi 12.12.2017 Url-18 <https://history.nasa.gov/SP-4026.pdf> erişim tarihi 05.2016 Url-19<http://images.adsttc.com/media/images/5385/07ce/ c07a/8031/7a00/00fa/large_jpg/Slovenia_01_Noordung. jpg?140227164> erişim tarihi 05.2016 120
Url-20 <https://settlement.arc.nasa.gov/70sArtHiRes/70sArt/art.html> erişim tarihi 05.2016 Url-21 <http://saintannsny.org/depart/computer/classes/spacol/articles/ sp41(1975_nasa+oneill.pdf> erişim tarihi 05.2016 Url-22<https://www.nasa.gov/mission_pages/NEEMO/about_neemo.html> erişim tarihi 18.05. 2018 Url-23 <http://musamexico.org> erişim tarihi 18.05.2018 Url-24 <http://paintingandframe.com/prints/joan_miro_carnival_of_harlequin -21655.html> erişim tarihi 18.05.2018 Url-25 <http://www.colorfactory.co/contact/ > erişim tarihi 21.05.2018 Url-26 <https://www.museumoficecream.com/ice-cream/> erişim tarihi 21.05.2018 Url-27 <http://www.florentijnhofman.nl> erişim tarihi 21.05.2018 Url-28 <https://www.muze.gov.tr/tr/muzeler/derinkuyu-yeralti-sehri> erişim tarihi 30.05.2018 Url-29 < https://www.moma.org/learn/moma_learning/1168-2> erişim tarihi 30.05.2018 Url-30 <https://archive.org/stream/arcticresearche00hall#page/268/ mode/2up/ search/igloo > erişim tarihi 30.05.2018 Url-31 <https://www.visindavefur.is/svar.php?id=9064> erişim tarihi 30.05.2018 Url-32 <http://arcticcircle.uconn.edu/HistoryCulture/Russia/nenets.html> erişim tarihi 26.05.2018 Url-33 <https://science.nasa.gov/science-news/science-at-nasa/2001/ast21 mar_1> erişim tarihi 26.05.2018
121
Url-34 <http://moussemdetantan.org/en/khayma/index.html> erişim tarihi 26.05.2018 Url-35 <https://i1.wp.com/voirenvrai.nantes.archi.fr/wp-content/ uploads/2017/05/ ghardaia.jpg?ssl=1> erişim tarihi 26.05.2018 Url-36 <http://unesdoc.unesco.org/images/0007/000719/071939eo.pdf> erişim tarihi 26.05.2018 Url-37 <https://whc.unesco.org/en/documents/109048> erişim tarihi 26.05.2018 Url-38<http://acikerisim.kirklareli.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle /20.500.11857 /438/fiziksel%20%C3%A7evrede%20ya%C5% 9Fama%20k%C3%BClt%C3 %BCr%C3%BC. pdf?sequence=1&i sAllowed=y> erişim tarihi 26.05.2018 Url-39 <https://www.nps.gov/meve/learn/historyculture/cd_cliff_palace.htm> erişim tarihi 26.05.2018 Url-40 <http://www.oxoarch.com/front/project/la-tour-des-sables> erişim tarihi 26.05.2018 Url-41 <http://www.labiennale.org/en/architecture/2018> erişim tarihi 26.05.2018 Url-42 <https://archive.org/details/amesdemonstratio00itte > erişim tarihi 30.05.2018 Url-43 <http://www.mcescher.com/wp-content/uploads/2013/10/LW389MC-Escher-Relativity-19531.jpg> erişim tarihi 08.05.2018 Url-44 < http://guides.temple.edu/c.php?g=205187&p=1353669> erişim tarihi 30.05.2018 Url-45 <https://www.archdaily.com/526113/dubai-plans-mall-of-the-worldthe-first-ever-temperature-controlled-city?ad_medium=gallery> erişim tarihi 30.05.2018 122
ÖZGEÇMİŞ Ad-Soyad Ayşe DEDE Doğum Tarihi ve Yeri 1989 İstanbul E-posta ayseded@gmail.com Ortaöğretim 2007, Kabataş Erkek Lisesi Lisans 2013, İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimarlık Bölümü Yüksek Lisans 2018, İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı 2017, Delft Teknik Üniversitesi (Erasmus Programı) Portfolyo Linki https://issuu.com/aysedede
123
AyĹ&#x;e Dede ayseded@gmail.com