Sankt Georg 40 Jahre

Page 1

40 Jahre 1975 - 2015

Ă–sterreichisches Sankt Georgs - Kolleg und Handelsakademie ISTANBUL 1


2


40 Jahre 1975 - 2015

Ă–sterreichisches Sankt Georgs - Kolleg und Handelsakademie ISTANBUL

3


Sevgili Arkadaşlarım ve Hocalarım, 40. Yıl’ımızı kutlarken, özel günümüzün anlamlı, eğlenceli ve geri baktığımızda mutlulukla anacağımız bir gün olması için, her bölümden arkadaşımızın olduğu gönüllü bir grup arkadaş, elimizden geldiğince birtakım hoşluklar yapmaya çalıştık. Bunlardan bir tanesi de kitaptan ziyade dijital Scrapbook diyebileceğimiz bu albüm. Kitap fikrini ilk defa arkadaşımız Füsun Noyan 2000 senesinde önermiş, anılarınızı, fotoğraflarınızı yollayın demişti. Hatta Füsun’un mail’i üzerine, bazı arkadaşlar aralarında mailleşmiş, anılarını paylaşmışlardı, ben de o ara motive olup ne zamandır yazmak istediğim Yeniköy anılarımı yazmıştım. Malesef yazılar ve fotoğraflar yeterli sayıda yollanmamış o zaman. Kutlama günü programlarını konuşmak için toplandığımızda arkadaşlara dijital bir kitap/albüm fikrini önerdiğimde, onlar da sıcak baktılar ve böylece hazırlıklara başladık. Dijital olmasının muhteşem avantajları var tabii; dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım, bu linke girdiğimizde biz ve linki verdiğimiz herkes, hatta torunlarımız da bakabilecek. Yanmaz, taşınırken kaybolmaz, ebediyen kalıcı bir paylaşım. Diğer bir hoşluk da yaşayan bir albüm olması; arada bir update edilip, hatırlanan eski ve yeni anılar eklenebilir ve büyük ekranda izlenebilir. Herkesin bilgisayarına pdf 4


dökümanı olarak indirebileceği, istediği zaman bastırabileceği bu dijital kitabın yapım süresinde ayrılan zaman dışında bir yapım maliyeti yok. Hatıralara çok değer veren biriyim; 40. Yıl’ ımızda bir Avusturya Lisesi Ailesi albümümüz olsa diye bir hayal ile başladı bu proje. Eşim Faruk Görsel Yayın Yönetmeni /Grafik Tasarımcı olduğu, bir çok dergi yayınladığı ve geçmişte de birlikte çalışmalar yaptığımız için, bu hayali gerçekleştirebilirdik. Yazıların, fotoğrafların, dökümanların elden geldiğince anlamlı ve estetik olarak düzenlenmesi, okulun ruhunu yaşatması için Art Direktör arkadaşınız da sevgiyle zamanını ve emeğini verdi. Arkadaşları motive etmek gerekiyordu; kutlama hazırlıklarında hepimizi toparlayan, hop hop forza diye bizleri harekete geçiren sevgili Rennan’ın çabaları ile mümkün olduğu kadar çok arkadaşa ulaşmaya çalıştık. Haydi, şamata anılarınızı yazın, o günlerden kalan kopya falan yok mu, ya da okul civarında neler yapardınız, okulu kırınca nerelere giderdiniz gibi yaramaz sorularla harekete geçirmeye çalıştım herkesi ve bazı arkadaşlardan özellikle yazmalarını rica ettim... Yazışmalarımız, emeklerimiz boşa gitmedi, gelmeye başladı anılar. Hocalarımıza ulaşmak için Rennan ve Arzu çok emek verdiler, fakat sadece sevgili Unti’den İstanbul anılı, duygu yüklü güzel bir şiir geldi. Yollanan fotoğrafların tek tek scan edilmesinde de Jirayr büyük destek verdi. Anılarını yazan, dökümanları sağlayan ve fotoğraf yollayan arkadaşların katkıları ile bu albümü başlatabildik. Bu projenin ortaya çıkmasında çaba gösteren tüm arkadaşlarıma ve değişik formatlarda gelen yazılar ve fotoğrafların yerleştirilmesinde verdiği emek ile bu amatör çabama destek veren eşim Faruk’a teşekkür ederim. Yapmak zor, yapılanı kritik etmek kolaydır; eğer eksikler ve yanlışlar varsa kusurumuza bakmayın. Umarım yüzlerinizde mutlu bir gülümseme ile okursunuz. Nice yeni güzel anılar yaratmak üzere...

Ayşen Gürel Sile 5


Erguvan – Judasbaum Erguvan, Istanbul Erguvan, blütengesegnet Erguvan, behängt mit Menschennöten Erguvan, Wegweiser zum Frühlings-Licht Erguvan, lachende Kinderstimmen Erguvan, Friedhofsruhe Erguvan, sonnenüberströmter Bosporus Erguvan, lila Tränen Erguvan, weit offenes Fenster Erguvan, Tote des 1. Mai 1977 Erguvan, fröhliche Gesprächsfetzen Erguvan, und wieder Tote des Türkischen Frühlings Erguvan, Vergangenheit ohne Zukunft? Erguvan, Istanbul! 6


Liebe Absolventen und Absolventinnen,

in eurem Jahrbuch hatte ich vor 40 Jahren von „kritischem Bewusstsein“ und „Toleranz“ geschrieben und mir eingebildet, es würde eure Freiheit stärken. Heute kann ich euch keinen ‚Rat fürs Leben’ mehr mitgeben, dafür habe ich versucht, ein kleines, etwas melancholisches Gedicht über meinen Lieblingsbaum zu schreiben. Liebe Grüße, euer alter Lehrer Stephan Unterberger

7


Konuşmamı yaparken, Direktorin Sr. Hemma ve Sr. Reinholda ile

Sr. Hemma’dan ödülümü alırken, yanımda da Edebiyat Birinci’si Günhan. 8


9


Rennan ve biricik babası Eczacı ve Türk Klasik Müzik Sanatçısı Sayın Rıza Rit.

Sevgili Arkadaşlarım, Avusturya Lisesi Kız bölümünde okula başladığım gün, küçük bahçede – avlu mu desem – bilemedim, İstiklal Marşı söylenecek, iki direk arasında bank var; Babam o bankın üzerine çıkmış, veli ve öğrencilerin bir düzene girmelerini sağlamak için almış eline mikrofonu konuşuyor. Sesi inanın hala kulağımda, bilmem hatırlayan var mı? O gün adım atmışız okula, 5 sene orta ve de 4 sene lise toplam 9 yıl. 1975 senesinde de mezun olmuşuz. 10


27 Ağustos 2013 tarihinde Facebook aracılığı ile sizlere seslenmiştim. ‘’Quote Sevgili Arkadaşlarım, bu mesajımın gönderim sebebi, bazılarınız belki biraz erken diyebilirsiniz, ( ki tabii bu mesaja aaaaaaaaaaa çok var daha, ERKEN diyen oldu ) ancak Avusturya Lisesi mezuniyetimizin 40. senesinin dolmasına bir sene kalmasıdır. Yani özetle bir tane Strudeltag var sonra bizim 40. senemiz geliyor, zaman su gibi akıyor. Facebook’ ta olan arkadaşlarıma yazıyorum, lütfen irtibatta olduğunuz tüm arkadaşlara ulaşalım ve hazırlıklara başlayalım. Ne dersiniz, hepinizi sevgiyle kucaklarım. Unquote ‘’ Ve bugün ise mezuniyetimizin üzerinden 40 yıl geçmiş ve okuldan aldığımız bir mail bu olayın hakikat olduğu bilgisini almışız; işte bu gün 25 Nisan 2015 ! BURADA HEPİMİZ BİRLİKTEYİZ Sınıf hocam Unti’yi, beraber okuduğum devre ve sınıf arkadaşlarımın çoğunu bulabilmenin mutluluğu ile burada ben de aralarında olmak üzere 40. Yıl kutlamaları gönüllü emekçileri Sevgili Fusun Neyzi Noyan, Sevgili Meral Terem, Sevgili Nur Gürlek ve de sınıf arkadaşlarım Sevgili Arzu Doğusoy Unterberger, Sevgili Ayşen Gürel Sile, Sevgili Jirayr Gamsaragan TEŞEKKÜRLER. Hop Hop Forzaaaaaaaaaaaaaaaa Rennan Rit 11


Arzu, Rennan, Sebuh ve Yetvart ile...

40. YIL

Kırkıncı mezuniyet yıldönümümüz için birkaç satır yazıp yazmayacağım sorulunca, tabii ki aklıma onlarca anı geldi. Dile kolay mezun olalı 40 sene olmuş, bunun öncesi de hesaba katılınca elli seneye yaklaşan arkadaşlıklardan söz ediyoruz. Hani anne babalarımız birisinden elli senelik dost diye söz edince afallayıp hayal bile edemediğimiz bir süre. On yaşımızda kız kısmının o eski binasında, tatlı sert öğretmenimiz Frau Weiner’in ellerine teslim edildiğimiz sene ürkek bir avuç kızdık. Frau Lehrerin’i nasıl

12


anlayacağımızın ve bu lisanı nasıl öğreneceğimizin endişesi içindeydik. Aşırı sert Schwester’lerin kartal bakışları altında, bazı tuhaf anılar (Hazırlık 2’de Herr Urdl’un arabasının tamiri için bizden para istemesi, petrol sıkıntısı yaşanıp da kaloriferler yanmadığı için dersin başında ve sonunda Frau Weiner’le oturduğumuz yerde kol bacak hareketleri yapmamız gibi) yaşayarak piştik ve Orta 1’e geldiğimiz zaman hem Almancayı iyice sökmüş hem de St.Georg’un adetleriyle ilgili tecrübe sahibi olmuştuk. Tabii anılar çok: Orta 1’de Frau Karasek’in elindeki tek kitaptan Andersen’in „Deniz Kızı“ masalını anlamaya çalışıp anlayamamız, Orta 2 veya 3’te Yasemin’in (Özduman) dersin orta yerinde bayılıp yere düşmesi, Kültür Sarayı yandığı gün Herr Ammicht’in ağlaması, Arbeitsblätter für „Madame Curie“, Orta 3’de Frau Hölzl’ün Herr Paulin’le çıktığıni keşfettiğimiz gün bağırışıp kadıncağızı utandırmamız, Frau Thyri’nin (D’Isidoro) kendi diktiğini söylediği elbiseleri, vesaire vesaire...... Eğri oturup doğru konuşacak ve bugünkü yaşam tecrübemizle geriye dönüp bakacak olursak, hazırlık ve ortaokul yıllarında lüzumsuzca katı ve otoriter bir eğitim aldığımızı söylemek, yanlış olmaz. Yine o senelerde tahminen Türkiye’ye gitmeyi ve bu ülkede yaşamayı macera olarak gören, mesleki formasyonu pek yüksek düzeyde olmayan öğretmenlerimiz oldu. Eğer bunlara rağmen bazılarımız birşeyler öğrenip sınıf geçebildiysek, bu, kendi çabalarımız ve alınan özel dersler sayesinde oldu. Ortaokul yıllarında çok büyük olan sınıflarımızın radikal şekilde küçülmesi, pek çok arkadaşımızın okuldan ayrılmak zorunda kalması da, bence, bu gerçeğin altını çiziyor. Ortaokuldan sonra bazılarımız kız kıza bir yaşam ve Schwester’lerden kurtulup nihayet erkek tarafına geçebilmek için, bazılarımız ailelerimiz „üniversite okumasan bile, bir altın bileziğin olur, sekreter olarak paşalar gibi 5.000 lira kazanırsın“ dediği, bazılarımız da konuya ilgi duydukları için ticaret bölümüne geçtik. İlk şokumuzu, bizi anadili Almanca olan öğrenciler olarak kabul eden Almanca öğretmenimizle yaşadık. Deutsche Lautverschiebung ile ilgili ilk Zettelarbeit’ten neredeyse hepimiz 1 veya 2 alınca, ilk sınavımızın nasıl geçtiğini soran ortaokuldaki Almanca öğretmenimiz Herr Ammicht’i bir kez daha ağlattık. Arkasından Herr Salzmann, Herr Penz ve Herr Hofmüller gibi kişilikleri gibi dersleri de zor öğretmenler çıktı karşımıza. Yine bugün geriye dönüp bakınca „bal gibi Schikane“ dedirten olaylar, maalesef, yine pek çok arkadaşımızın okuldan ayrılmasına, okulu bitirememesine neden oldu. Herr Penz’le boyalı tırnak tartışmasına giren veya Herr Pöschl’e yaptığı hesapların yanlış olduğunu söyleyebilen medeni cesaret sahibi arkadaşlarımız, sınav erteletmekte ikna gücü çok yüksek olan sınıf mümessilimiz olmasaydı, o yıllar nasıl geçerdi bilmiyorum. Acısı tatlısı, iyisi kötüsüyle, yine de bugünkü bizleri biz yapmada Avusturya Lisesi’nin büyük ölçüde olumlu katkıları olduğunu düşünüyorum. Özellikle biz ticaret mezunlarının iş ahlâkı ve iş anlayışının, işimizi özenle, doğru ve dakik olarak yapmamızın ilk dersten itibaren bize verilen ve bazan zorla kafamıza sokulan ilkelerden kaynaklandığına eminim. Bizim sınıfımızda değilse de dönemin başka sınıflarında, St.Georg’un „batı emperyalizminin“ uzantısı olarak bir misyon üstlenmiş olduğu (ne de olsa Türkiye’nin politik olarak çok çalkantılı olduğu

13


dönemlerde okuduk) tartışmalarının yapıldığını bilsem de öğretmenleri yabancı bir kültürden gelen okulumuzda yaşadığımız bu kültürler sentezinin de kişiliğimize çok şeyler kattığına inanıyorum. Sonuç olarak ben, St.Georg Avusturya Lisesi’ni bitirmiş olmaktan mutlu ve gururluyum. Ich möchte keine Minute meines schulischen Lebens missen!

14

Arzu ve Yetvart


Bizlere emeği geçen Türk ve Avusturyalı, bazılarını maalesef kaybetmiş olduğumuz bütün öğretmenlerimizi şükranla anmak istiyor, hayatta olanlara sağlıklı ve huzurlu bir ömür diliyorum. Siz canım arkadaşlarıma „daha nice kırk senelere“ diyemiyeceğim ama, sizleri göreceğime çok seviniyorum ve sizlerle önümüzdeki senelerde farklı vesilelerle yine karşılaşmayı, sohbet edip gülmeyi çok arzu ediyorum. Bu önemli buluşma, organizasyonu üstlenen ve fikir üreterek yıldönümümüzün unutulmayacak anılarla bezenmesini sağlayan arkadaşlarımız sayesinde güzel ve unutulmaz olacak. „Kim uğraşacak, başkası yapsın“, deselerdi bu duygu dolu vesile gereğince kutlanamazdı. Emeğinize sağlık, çok teşekkürler hepinize! Last but not least ebediyete uğurladığımız arkadaşımız sevgili Anahit’i (Horozoğlu) anmadan geçmek istemiyorum. Liseyi bitirdikten uzun yıllar sonra Anahit’le tekrar buluştuğumuz zaman, kendisi maalesef ağır hastaydı. İyileşme ümidi gerçekleşemedi ve Anahit’imizi 2010 senesinde kaybettik. Huzur içinde yatsın. 1975 mayısında okula gitmeyip son muhasebe ve ticari aritmetik sınavları için Ferda’larda ders çalıştığımızı, nasıl güldüğümüzü hiç unutmayacağım. Arzu Unterberger

Sevgili Anahit, seni çok erken kaybettik. Mekanın cennet olsun sevgili arkadaşımız.

15


GEÇMİŞE YOLCULUK Füsun Neyzi Noyan

En sağda Füsun.

Ben hiç okulu kırmadım, kıramadım, belki de kırmaya cesaret edemedim. Onun için ne Tatlıcılar’ın alt katını bilirim ne de Galata Kulesi’nin kafesini. Düz bir öğrencilik miydi? Bence değildi. Orta 1’de sıraların üzerindeki yeşil, kalınlaşmış yağlı boyaları pergelin sivri ucuyla kesip sıyırarak kaldırdığım için disipline de çıktım, Lise 3’te fizikten ikmale de kaldım, mezun olurken okuldaki sosyal faaliyetlerimden ötürü bir kitapla da ödüllendirildim. İki yıllık Yeniköy cehennemini en az hasarla atlatarak okuldan mezun olduğuma inanıyorum.

16


Ayşen’in sorusundan sonra okulu hiç kırmamış biri olarak okula geliş-gidiş anılarımı kazıdım hafızamdan. Sabahları tüm aile Levent’ten yola çıkardık. Annem, Tophane’de ICI’da (Imperial Chemical Industries, eski bir Rus asilzadesi olan, Mr. Obolenski’nin sekreteri olarak) çalışırdı. Tophane’deki yokuştan soldan ilk sokağa saptıktan sonra çingene mahallesinden geçerek Kuledibi’ne çıkardık. O zamanlar çingene demek aşağılayıcı ve kötü bir anlam taşımazdı. “Roman vatandaşlarımız” gibi bir ayrım yapılmazdı. O mahalleden geçtiğimizde uyuşturucu kullanmış, çarpık çarpık yürümeye çalışan avurtları çökmüş esmer adamlardan birisinin arabanın önüne atlamamış olmasına bugün hala şaşıyorum. Levent’ten çıkıp o zor şartlar altında yaşayan mahalleden geçip rahibeler ve papazların yönetimindeki bir okula geliyordum. Hepsinden ayrı ayrı bir çok hikaye yazabileceğim o farklı ortamları yeterince gözlemleyemediğim için bugün hayıflanıyorum. Okul yolunda sınav ve yarım kalmış bir çalışmam yoksa uyuklardım. Sınav döneminde ise son dakikada biraz daha tekrar yapmaya çalışır, kafamı kitap deftere gömerdim. O nedenle etrafıma bakıp içinden geçtiğim o ilginç ve bana öğretilenlere aykırı dünyayı ne yazık ki bugün istediğim gibi inceleyememişim. Babam, beni ve Ablam’ı bıraktıktan sonra henüz araç trafiğe kapalı olmayan Beyoğlu’ndaki işyerine giderdi. Cumartesi günleri öğlene kadar çalıştığı için gelip bir de okuldan alırdı. Bugün ile kıyaslarsak, aile boyu servisti Babam’ın bir görevi de. Hafta içindeki okuldan eve dönüşlerim ise bana aitti. Çoğunlukla Tünel’den otobüse binerdim. Arada sırada karşıya geçen arkadaşlarım ile vapur iskelesine kadar yürüyüp oradan otobüse binerdim. Ancak Karaköy’e gelen otobüsler Eminönü’nden kalkıp Karaköy’e dolu geldikleri için o güzergahı pek tercih etmezdim . Tünel durağı çok şamatalı olurdu. Oraya ulaşana kadar Yüksekkaldırım’ın parke taşlı yokuşunu ağır ağır çıkardık. Çok ender tek başına olurdu bu yürüyüşler. Mutlaka yolda laflayacak bir arkadaşım olurdu yanımda. Bu yürüyüşlerden en çok Nadya’yı hatırlıyorum. O Ticaret’e geçtikten sonra da yolda karşılaşır, bazen Tünel’den otobüse binmez Taksim meydanına kadar birlikte yürürdük. Yüksekkaldırım esnafı çok çeşitlilik gösterirdi. Müzik enstrümanı, nota satanların yanı sıra keresteci, nalbur ve İstanbul’un en eski şapkacısı Pepo da o yolun üzerinde benim anımsayabildiklerim. Galata Kulesi’nin etrafı ise İstanbul’un gece hayatını renklendiren her türlü insanı barındırırdı. Avusturya Lisesi’ne giden öğrencilerin ailelerinin yaşamlarına uzaktan bile olsa dokunmalarından tiksineceği bu insanlar aslında bizim öğrencilik yaşamımızın tam ortasındaydılar. Onların kuaförlerinin, bakkallarının, kahvehanelerinin önlerinden geçip giderdik. Acaba onlar bizi görürler miydi? Tünel’e çıkınca ortam daha hareketlenirdi. Lale Plak ve birkaç plakçı daha, otobüs duraklarının hemen arkasındaki Üçgen Kırtasiye, adını hatırlayamadığım tostçular.

17


Lale Plak’tan harçlıklarımdan biriktirdiklerimle günün popüler 45’liklerini ve ayda bir Almanca gençlik dergisi Bravo veya Milliyet’in çıkardığı Hey Dergisi’ni alırdım. Tünel’de turnikelerin olduğu dört ayrı otobüs durağı vardı. Kurtuluş (40), Maçka (60), Levent (50) ve Şişli. Şişli kaç numaraydı acaba? Hatırlayanlar söylesinler. O zaman elektrikle çalışan troleybüsler de gelirdi bu durağa. Şişhane’den yukarı doğru ağır ağır tırmanırlardı yokuşu. Aynı zamanda Alman Lisesi de boşalırdı. Onlar, serbest kıyafetleri, biz gri etek, mavi bluz, lacivert ceketlerimizle hangi okuldan olduğumuzu ayırd edebilirdik. Durak en üst perdeden öğrenci gürültüsüyle çınlardı. Sıranın önüde bekleyen arkadaşın yanına kaynamak hoş görülmese de herkes kaynak yapardı. Ikış-tıkış otobüs beklenirdi, kaçamak bakışlar atılır, aşklar başlardı bu beklemeler sırasında. Kuyruğun arkalarında kalınca otobüs dolar, herkesin bildiği “ford”çulara maruz kalmamak için bir sonraki otobüsü beklediğim çok olmuştur. Tünel’den otobüse binmeyip Babam’ın, Vakko’nun karşısındaki işyerine veya havanın güzelliğinden faydalanıp, keyfe keder Taksim durağına yürüdüğümde uğradığım yerlerin başında Pam Pam büfesi gelirdi. Eve geç ve tok varma pahasına burada sosisli veya dönerli sandviç yemek en büyük keyifti. Pam Pam, Emek Sineması’nın köşesindeki büfeydi. Şimdi yerinde neresi var kimbilir? Okuldan kaçamasam da eve varmam gerektiğinden geç gitmek de bir kaçamaktı benim için. Hafta sonlarının ritüeli ise bir başkaydı. Sinemaya 14:15 veya 14:45 seansına gidilirdi. O haftanın popüler filmi Beyoğlu’nda Emek, Fitaş, Dünya, Valikonağı’nda Konak, Şişli’de Kent, Site veya Harbiye’deki As Sineması’nda oynuyorsa herkes orada olurdu. Film arasındaki yoğun sigara dumanı altında gençler birbirini görmeye ve bakışmaya çalışırdı. 13:10’da çıkılan okuldan sonra sinemaya gidene kadar aç karınları doyurmak için seçilen birkaç mekan vardı Beyoğlu’nda. Ailenin bütçesi veya yapılan organizasyonun kalitesine uygun olarak, benim hatırladığım iki seçenek vardı. Doğum günü veya yılbaşı gibi özel bir kutlama için Markiz Pastahanesi seçilirdi, daha gündelik bir sinema veya konser öncesi içinse Emek Sineması’nın karşısındaki Bab Kafeterya’ya gidilirdi. Bab Kafeterya gibi bir yer İstanbul’da bir daha olmadı. O konsepti yanılmıyorsam 60’lı yılların sonunda hayata geçirip 90’lı yılların başına kadar yaşatan girişimcilere bu günkü aklımla çok daha fazla saygı duyuyorum. O konsepti yıllarca sürdürdüler ve bizlere en lezzetli yemekleri, tatlıları sundular. Bab Kafeterya hangar gibi, kalabalık, birbirini tanımayan insanların sekiz-on kişilik masalarda oturduğu, tepsilere konan tabaklarda yemeklerini yedikleri, canlı bir lokantaydı. Bir de müzik kutusu vardı. O günlerin en çok dinlenen plakları bir kutuda toplanmış, her şarkı numaralandırılmıştı. 1 A, 2 B gibi seçeneklerle istediğimiz şarkıyı çalardık. Ama onun için önce jeton kutusuna, yanılmıyorsam, 1TL koymamız gereki-

18


yodu veya para karşılığında özel bir jeton almak. Parayı gereken oyuğa koyup, istediğimiz plağın numarasını ve harfini yazdıktan sonra otomatik bir kol plağı seçip dönen tabletin üzerine yerleştirirdi. Kimin ne seçim yapacağı belli olmadığından bazen beş kere üstüste aynı parça çalabiliyordu. Büyüklerimiz bunalsa da biz o günün en sevilen parçasını sürekli dinlemekten hiç sıkılmıyorduk, üstüne üstlük, büyük bir zevk alıyorduk. Markiz’e gitmek ise ayrı bir ritüeldi. Orada yüksek sesle konuşulmazdı, ağırbaşlı oturulurdu. Ben orada en çok rozbif yemeği severdim, yanında Rus Salatasıyla. Bir de kestaneli çikolatalı tatlısını hatırlıyorum. Adı neydi acaba? Babam ve Annem -ICI’dan ayrıldıktan sonra - bir süre eski Vakko Mağazası’nın karşısındaki apartmanın dördüncü katında çalıştılar. Vakko’nun yanında Hacı Bekir’in dükkanı ve aynı apartmanın üst katlarında imalathanesi faaliyetteydi. Babam’ın bürosunun tam karşısınsında Hacı Bekir’in lokumları üretilirdi. Şeritler halindeki lokumlar pudra şekerlerine bulanıp hızlıca kesilip tepsilere yerleştirilirdi. Bu manzarayı saatlerce ve hayranlıkla izlediğimi hatırlıyorum. Hacı Bekir’in yanındaki apartmanın girişinde ise Kara Kedi Plak Evi vardı. O bina H& M mağazası olmadan önce Kara Kedi güncel plakları çalmaya yıllarca devam etti. Kara Kedi, popüler parçaların sesini duyurup, satış yapabilmek için sürekli aynı şarkıyı çalardı. O sırada kim revaçtaydı Adamo, Rita Pawone, Cliff Richard, Beatles, Rolling Stones, Bee Gees, Abba, Françoise Hardy, Silvie Vartan, Johny Holliday, Demis Roussos, Mavi Çocuklar, Şenay, Melike Demirağ, Esmeray. Daha isim çok, sizler tamamlayın gerisini. Lale Plak olmazsa Kara Kedi’den birçok plak aldığım gibi kaset doldurma zamanında oraya da çok listeler vermiştim. Ama şimdi maalesef o da sustu. Kara Kedi çaldığı gibi ben de evde basit pikabımızda aynı şarkıyı üstüste saatlerce, hiç durmadan dinlerdim. Annem ve Babam, gündüz Kara Kedi’de akşam ise eve geldiklerinde odamda çaldığım plağı dinler ama hiçbir zaman isyan edip, “yeter artık” demezlerdi. Onlar bizim kaprislerimize katlandılar, biz de onların bize reva gördüğü Yeniköy kaprislerine katlandık ancaak üstesinden geldik... mi? Bugün burada hep birlikteysek, bir şekilde üstesinden gelmişiz demektir. Karaköy’e gelmeden önce Yeniköy’de iki yılımız yatılı geçti. Yeniköy zordu, sancılıydı, beni yorduğu zamanlar oldu, ama gene de beni eğitti, direnme gücümü arttırdı, arkadaşlarımla dayanışma gücü verdi, hayata karşı biledi, yonttu, şekillendirdi. Beni olgunlaştırıp bugünkü ben yaptı. O günün koşulları, benim bu günün koşullarında yaşamama yardımcı oluyor. Teşekkürler Yeniköy. Füsun Neyzi Noyan

19


OKUL CİVARINDAN ANILAR Hülya Örnek Çınar Okul civarında iz bırakan mekanlardan bahsederken Tünel Meydanı’nda yokuşun başındaki tostçudan bahsetmemek olmaz. Hemen hemen her okul çıkışı uğradığımız mekanlardan biriydi. İşin güzel tarafı, HALA AÇIK... HALA TOSTÇU..bizim memleket için nadir rastlanan bir durum yani.. Cuma günleri güzel havalarda Taksime doğru yürüken uğranılan mekanlardan biri de Emek Sineması’nın köşesindeki PAM PAM Büfe idi. Hayatımın en güzel dönerli sandviçlerini (ya da bana öyle geliyordu bilemiyorum) orada yedim. O sandviçin yumuşaklığı, dönerin güzelliği, arasına turşu koyarlardı.. Tarif edilemez. Bazı arkadaşlar, mesela Noyan dönerli yerine Kır pidesi yerdi. Sonra da hep birlikte doğru İnciye profiterol yemeye. Sonra da Haci Bekir’e uğrardık, yanlış hatırlamıyorsam Gülbin orada Uludağ tatlısı yerdi.. 60 numaralı Maçka Tünel otobüsünün de hayatımızdaki yeri büyük. Senelerce hepimiz farklı duraklardan aynı otobüsle gidip geldik. Özellikle sabahları şirket servisi gibiydi. Kimin, hangi duraktan bineceği, hangi koltuğa oturacağı belliydi. Bir keresinde çok komik bir şey olmuştu. Okuldan çıkmışız, tünelde durakta otobüsü bekliyoruz, bekle Allah bekle. Bizim okul, Alman Lise’si talebileri derken durağa sığmaz olduk, meydana taştık. Bayağı bir bekledikten sonra otobüs gözüktü, tabi bizler meydanda otobüsü protesto ediyoruz el kol hareketleri ile. Şöför de sinirlendi, bastı gaza, kapıları açmadan sürdü gitti.. Önce kalakaldık, sonra biri bağırdı, arkadaşlar yürüyün, kimse bizi ekemez, hep birlikte Galatasaray’a gidiyor, otobüse oradan biniyoruz diye. Caddenin iki tarafından savaşa giden yeniçeriler gibi doğruuuuu Galatasaray’a... Trafikten dolayı biz otobüsten önce durağa gelmiştik bile. Adam bizi orada görünce yine otobüse almadı.. bastı gaza.. doğru Taksim. 20


Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın misalı biz yine hurraaaa Taksim’e. Yine otobüsten önce durakta, caddenin ortasındaydık. Şerefsiz şöför yine açmadı kapıları, yine bastı gitti.. Sonrasında bizdede pil bitince herkes kafasına göre dağıldı, ama ÇOK EĞLENDİK. Tabi otobüs deyince kadrolu fortçuları da unutmamak lazım. Zaman içinde onları tanır, kendimizi onlardan korur, yaşı bizden küçük olanları da uyarırdık. Bir keresinde otobüste fortçu yüzünden olay çıkınca, otobüsteki ağabeyler, şöför ve biletçi ile birlikte fortçuyu sille tokat dövüp, yolunda ortasında dışarı atmışlardı. Öyle bir alkış kopmuştu ki, anlatamam...

AUFSATZ YAZMAK IZDIRAPTI Aufsatz yazmak ızdıraptı, kabustu... benim en büyük kabusum.. Ne çektim be... Ya yazamadığım için kırık alırdım, ya da yazdığım için... ”Hülya, du hast wieder Thema verfehlt.” Hiç unutmam, Werbung konusunu işliyorduk... Sınav günü Unti kolunun altında bir dosya ile çıkageldi. Ne kadar dergi, mecmua varsa, hepsinin reklam sayfalarını koparmış. Hepimize birer tane dağıttı, bunlardan Aufsatz yazacağız, yani “Mission impossible”.. Bana düşen reklamın tam ortasında ata binmiş yarı çıplak bir kadın, bir tarafta gürül gürül akan bir şelale... Diğer tarafta bir meşrubat şişesi.. Hoppala paşam, Malkara Keşan... Düşün babam düşün....Öyle düşünüyorum olmuyor, böyle düşünüyorum olmuyor.. Dedim ben en iyisi Nilüfer’den yardım isteyeyim, o mutlaka bunlar arasında bir bağlantı kurar.. Kağıttan kafamı kaldırdım ki, ne göreyim, Nilüfer taarruza uğramış, çapraz ateş altında.. Önden, arkadan, soldan herkes Nilüfer’e bir şeyler söylemeye çalışıyor.. Ben de potaya girdim ve seslendim : “Pısssst Nilüfer, ata binmiş çıplak kadın, meşrubat şişesi ve şelale ne demek ? Bombanın pimini çekmişim, haberim yok.. 21


Hiç unutmuyorum, Nilüfer kağıdı kaptı, kendini ittire ittire sıradan çıktı... Doğru kürsüye.. Hışımla kağıdı kürsüye bıraktı...Allah belanızı vesin deyip çıkıp gitti sınıftan... Zavallı kız, bizim yüzümüzden kafayı toplayıp tek satır bile yazamamış... O sınavda ne yazdım, neler saçmaladım hiç hatırlamıyorum.. Ama aklıma geldikçe hala düşünüyorum, o yarı çıplak kadının resmin ortasında ne işi vardı ???

CEYDA İLE...

Gül (Erali), Yetvart, Ceyda ve Hülya.

Bir Cuma günü...Dersler bitmiş.. İstiklal Marşı için bahçede toplanmışız.. Üzerlerimizde kabanlar, paltolar... Kızlar bir tarafta, erkekler bir tarafta bekleşiyoruz.. Ceyda saçlarını kısacık kestirmiş, parkasının yakasını kaldırmış, tam yanımda duruyor.. Bir anda Ceyda havalandı...Ayakları yerden kesildi.. Kafamı çevirdim, baktım Unti, yüzünde “işte seni enseledim” gibisinden hınzır bir tebessüm.. Ceyda havada o kocaman gözlerini açıp, ne oluyor yaa...diye kafasını çevirip Unti ile göz göze geldiğinde

ikisinin de suratını görmeniz gerekirdi... Unti şoka girip Ceyda’yı bırakınca, Ceyda yere sert bir iniş yaptı.. Tabi özür üstüne özür... Meğerse sevgili sınıf hocamız Ceyda’yı kız tarafına gizlice sızan erkek talebe zannedip, aklı sıra onu enselemeye çalışıyormuş.. Ceyda korktu, neye uğradığına şaşırdı, Unti yaptığı hatadan dolayı mosmor oldu...Ben çok eğlendim. O anın fotoğrafını çekebilseydim eğer, o resimle kesin ödül alırdım...

GALİBA SON SINIFDAYDIK... Her Almanca dersinde numara sırasına göre biri tahtaya kalkar, kendi seç-

22


tiği bir konuda bir şeyler anlatırdı, bazen spontane aklına ne gelirse söyler, bazen de önceden hazırladığı yazılı metni okurdu.. Yani Redeübung... Tabi benim gibi Aufsatz özürlü biri nasıl Redeübung hazırlayacak ?? Tabi ki hazırlayamayacak, o yüzden ben de Nilüfer’den yardım alırdım.. Onun kalemi harikaydı.Bazen yazmayı hemen kabul eder, bazen de işi yokuşa sürerdi. Ben de o zaman ona şantaj yapardım.. “Nilüfer, bak yakında muhasebe/ tic. aritmetik imtihanı var, sonra kapıma gelip yalvaracaksın... gibisinden”. Bir gün yine Redeübung sıram geliyor, Nilüfer’den bir şeyler hazırlamasını rica ettim, ofladı, pofladı, mecburen kabul etti.. O sabah geç kaldım, ilk ders Almanca, sınıfa Unti ile beraber girdik, dolayısıyla Redeübung’a bakma imkanım olmadı.. Yazıyı kaptığım gibi, tahtanın önünde dikildim.. Bir baktım, başlık aynen şöyle : Wie habe ich mich zum ersten Mal verliebt ? Bir anda kızardım, morardım... gafil avlandım....hiç bu kadar utandığımı hatırlamıyorum.. çocukluk işte... Sınıfın havası bir anda değişti, Unti de dahil herkesin suratında mutlu bir tebessüm, metni okumamı bekliyor.. Nilüfer’a baktım, sırtını duvara yaslamış, pişmiş kelle gibi sırıtıyor...Al sana Redeübung der gibisinden.. Morara, kızara okudum...Nilüfer gerçekten çok naif bir hikaye yazmıştı...Çok beğenildi...Alkış bile aldım... Dersin sonunda Nilüfer’in yakasına yapıştım tabi, ama öylesine mutluydu ki söylediğim hiçbir şeye aldırmadı..Duymadı bile... O hep yazar olmak isterdi... Sanki bu hikaye onun için doğru yolda olduğunun ilk adımıydı... Nilüfer bu hikayeyi devam ettirdi...İlk buluşma, ilk öpücük.. Ben de kızara bozara hepsini okudum... Keşke o Redeübungları atmasaymışım, keşke saklasaymışım.. Sevgili Nilüfer, o güzel Redeübung’lar için binlerce teşekkürler. Umarım 40. Yıl’da sen de aramızda olursun, hep birlikte tekrar o günlere gider, bol bol güleriz. Hülya Örnek Çınar

23


25. Diploma Yıldönümü

BİZ, TİCARET’E GEÇENLER... Neden Ticaret Bölümü’nü seçtim ? Sonra neden Güzel Sanatlar’ı ? Cevabı yazının devamında... “Leyli”, denilirdi; yatılı okuduğumuz Yeniköy yıllarında, “ihsari”, yani hazırlık yıllarındaki sıkı yönetimde. Sonra “nihari” derdik; Karaköy ilaç gibi gelmişti. Yarım gündü, öğlen okuldan çıkıp evime gitmek, annemin pişirdiği güzel yemekleri yemek, akşam Yeniköy’e bırakacaklar diye Pazar günleri akşamüstü içime hüzün çökmüyordu. Nasıl bir hafiflik, özgürlük duygusu kaplamıştı içimi anlatamam. Bizim dönemimizde erkeklerin bir sene, kızların ise iki sene Hazırlık okuması da hala bu gün bile hangi mantığa oturtulduğunu bilmediğim bir saçmalıktı. Erkek arkadaşların dalga geçmesine maruz kalırdık, kızların beyninin daha hafif olmasına bağlıyorlardı, halbuki biz çaçaron kızlar lisanı daha çabuk kapıyorduk o da başka.

Ortaokul tatlı geçti, sıra liseye gelince sanat okumak isteyen ben, kalemim iyi olmasına rağmen edebiyat sınıflarında okutulan Faülatun Faülün diye aramızda şakalaştığımız öğretileri sıkıcı bulduğumdan, daha çok özgürlük için sanat ile ilgili olmasa da Ticaret bölümünü seçtim. Nasıl olsa hayatta işime yarayacak konularda bilgim olacaktı. Kız erkek karışık olsa da aramızda Erkek Tarafı diye bahsettiğimiz, Fen ve Ticaret bölümlerinin olduğu o tarafta, daha çok özgürlük vardı ve Schwester’ler yerine entellektüel Avusturyalı hocalar çoğunluktaydı. Bölüm değiştirmemin beraberinde getirdiği bir güzellik de, Yeniköy, Karaköy, hem de Ticaret’ den arkadaşlarımın olması. 24


Suzan (Çekinirer), Nilgün (Canpolat), Tülin, Nuray Ferda, Ayşen, Zeynep (Cinisli)

Sınıf ve koro hocamız da olan Stephan Unterberger ve kibar İngilizce hocamız Thomas Köll en sevilenlerdendi. Aynı zamanda dostumuz oldular, sıkıntılarımızı dinlediler. Birlikte yemeğe gittik, içki içtik ama hiç bir zaman saygı - sevgi çizgisini aşmadık. Hatta benim doğum günü partime Thomas ve Unti gelmişti, ne çok eğlenmiştik. Hafta başı okula geldiğimizde saygımızı eksik etmedik hiç bir zaman. Penz’den korktuk, Paulin Ten Ten ile dengeli bir dostluğumuz vardı, Hofmüller takılmaları ile bazen güldürür, özellikle elementleri ezberlerken de epeyi bunaltırdı. Bize takma isimler takardı; hatta bana Blondy, Ayşegül’e gözlüklerini hep kafasının üzerinde taşıdığı için Raketen brille derdi. Dersler kolay değildi, yanılmıyorsam 22 ayrı ders, lise dersleri artı ticaret konuları. Çalıştık, soruları yürüttük, becerdik mezun olduk. Bazı yaptıklarımızı mezun olduktan sonra bir Boğaz yürüyüşünde rahmetli anneme anlatmıştım; iyi ki bana daha önce söylemedin, yüreğime inerdi, demişti. Bir virgül’ün yeri farklı olunca not kırardı Herr Penz Ticari Hukuk dersinde, eh biz de soruları yürütmeye başladık, teksir odası görevimiz tehlike mekanı idi, elebaşı Ayşegül ve ben. Çeşitli yöntemlerimiz vardı ağır derslerle baş edebilmek için ve de çok uyumlu ve birbirimize bağlı bir sınıftık,yürütülen sorular paylaşılır kim kaçlık yazacak kararlaştırılırdı, yoksa çaktırırdık bir çok şeyleri. Çok fırlama bir sınıftık kısacası, çok eğlendik, çok güldük. Bahar gelince okulu kırıp Boğaz’da yemek bir ritüeldi,deniz kenarına ilk masayı biz taşıttırırdık. Okulu kırınca Tatlıcılar’ın alt katında buluşmak da ritüellerdendi. Sınıfça birkaç hocamızla Büyük Ada’ya pikniğe gittik, sınıfça eşeğe bindik, ne şamata bir gündü o. Sınıfta birbirimize yazdığımız karınca duası gibi uzun mektupların trafiği oldukça yoğundu. 25


Çok güzel yıllardı ama Tic. 4‘de bir çoğumuzun yetti arık dediğini çok iyi hatırlıyorum. Resim hocamız Friedolin Deisenhammer sanata yöneleceğimi biliyordu. Babam çok zor bir okul bitirdin, Viyana’da devam et dediyse de Güzel Sanatlar’a gitmek istediğimi çekinerek söyledim. Hiç olmazsa bir imtihanına gireyim sonra karar versek deyip ikna ettim babamı. Çok iyi ama otoriter olan babam 3. olarak resim bölümünü kazanınca ve resimlerimi daha iyi satarım babacığım, ticaret yine işe yarar diye şakalaşınca pes etmişti.

Biz Olivetti daktilolarda öğrendik bakmadan hızlı yazmayı, bilgisayar evlerde de yoktu. Çocuklarımın ilkokul yıllarında bilgisayar dersleri başladı, klavye’de 10 parmak bakmadan hızla yazdığımı gördüklerinde yüzlerindeki hayran ifadeyi hala hatırlıyorum...... gözümün önüne elinde kronometre, dakikada kaç harf yazdığımızın hesabını tutan Hofmüller geldi... Teşekkür ederim dedim içimden. Ayşen Gürel Sile

Jirayr, Sait, Nuray, Yetvart, Rezzan,Ayşen, Zeynep (Cinisli) ve sınıf hocamız Unti.

26


TİCARET 4 ADA GEZİSİ

Arzu, Meral (Onur), Rezzan ve Unti.

Arzu, Meral (Onur), Rezzan, Unti ve bayrak ile Nurdan (Alasya)

27


Rennan, Ferda, Rezzan ve Meral

28

Rezzan ve Nurdan (Alasya)


Jirayr ve k覺zlar soldan F羹gen, Rezzan ve Meral

29


Elisabeth (Drakopulos), Rezzan, Meral (Onur) ve Jirayr

30


Nilg端n (Canpolat), T端lin, Nuray, Arzu, Ferda, Rennan

31


HATIRLIYOR MUSUNUZ?

Ayşen’in steno defteri 32

‘‘Am 29.1 warst Du nicht in der Schule. Warum hasst Du die Hausübung nicht am 30.1 abgegeben?’’


Karne - Zeugnis Feride Füsun Reha Neyzi Hazırlık 2.HB 1967 - 68

Rennan’dan... Taschenwörterbuch içindeki kopyaları.

33


KORO ANILARI

Liseler arası Koro Yarışması’nda koromuz Birinci oldu ! YIL 1975

Sevgili Unti’nin çabaları sayesinde tabii.....koroda söylerken hep çok mutlu oldum, hatta mezun olduktan sonra Alman Lisesi Öğretmenler korosundaki tek Türk olarak İstanbul’un en güzel, tarihi kiliselerinde orkestra ve gerçek kilise orgu eşliğinde Barok Müzik konserleri verdik. Çok küçük yaşlardan beri müzik önce piyano, sonra koro ile hayatımda mutlu bir yer tuttu, tutmakta. Koro gezimiz ise müzik keyfinin yanı sıra arkadaşlarla geçen mutlu zamanlardı. Koromuz Birinci olunca arkasından sevgili Unti birtakım organizasyonlar yaptı; Krems’de her 4 senede bir 7 den 70 Avusturya’nın başarılı koroları toplanır, konserler verirmiş. O sene Avusturya Başkanı olan Kreisky’nin

34

Stephan Unterberger yönetiminde koromuz sahnede.


Kreisky hepimizin tek tek elini sıkmıştı, bu resimde Özer ile.

davetlisi olarak okulumuzun korosu ve folklor grubu iki otobüs olarak hem Krems’de konser vermek, hem de Kreisky’nin bize özel resepsiyonuna davetli olduğumuz için yola çıktık;bütün masraflar da Avusturya Devleti’ne ait olmak üzere. Hatırladıkça gülümsediklerim....

Otobüste gidiyoruz, epeydir, canımız sıkılmaya başladı, o seneler pek bir

35


moda idi, güneşlenmeden yanık ten havası veren kremler. Yanımda getirmiştim bir tane.... Koromuzun muhteşem Basbaritonu Garo uyuyordu; Garo’nun yeri koroda Bariton olarak en arka sırada, ben Soprano öndeyim, tam arkamda Garo, şarkı söyleyince içimdeki ses tellerinin resmen titreşdiğini hissederdim.....neyse birkaç arkadaş başladık uyandırmamaya çalışarak kremi Garo’nun yüzüne sürmeye....sürerkenki kıkırdamaları, susun uyanacak uyarılarını, kahkahalarımızı zor bastırmalarımızı şu an bile yüzümde bir gülümseme ile anıyorum. Garo uyandığında dünyadan haberi yokdu, sonunda bir tuhaflık olduğunu çakınca aynaya baktı.....gelişigüzel bolbol sürülen krem ile Garo biraz Arap Bacı gibi olmuştu, birkaç gün öyle dolaştı zavallı Garo ama güldü, bozulmadı, zaten böyle şakayı kaldıracağını tahmin ettiğimiz şeker bir arkadaşdı. Edirne’den çıktık yurtdışına, Budapeşte’de tarihi, büyük bir otel hatırlıyorum, gece piyasa yapılan bir sokağı vardı, gençlik doluydu, nasıl olduysa bizim de orada promenad yapmamıza izin vermişlerdi.

Durduğumuz her benzin istasyonunda biraz hava almak için iniyoruz otobüsten.....Folklor ekibi her benzincide başlıyor dansa....... davul ve zurnacı ağabeylerimizin eşliğinde......dalga geçiyoruz Türkler geliyor diye. Krems’e geldik, üzüm bağları arasında çok sevimli bir kasabacık...Korolar toplandığında evler bile pansiyona dönüşüyor, bizim için de bir öğrenci yurdu ayarlanmış, hep beraber orada kalacağız. Akşam geç vakit dışarı çıkmamız yasak dendi.....durur muyuz, birkaç arkadaş tüymeyi becerdik ve şarap içmeye gittik, yakalanmadan da odamıza girebildik biraz maceralı olsa da.

Bir salonda konser verdik, repertuarımızda Carl Orff’dan Carmina Burana da, Hamsi Koydum Ta Ta Tavaya da vardı......Sevdiler koromuzu ve müziğimizi, bir kere de çok sevimli bir kilisede ve manastırda konser verdik. Konserler dışında da hep şarkı söyledik, hem de öylesine tatlı bir şekilde ki......sokakta yürüyoruz, bir köşede duruyoruz, başlıyoruz söylemeye........bir bakıyoruz karşı sokakta yürümekte olan koro da öbür köşede durup kendi repertuarından söylemeye başlıyor, bir biz, bir onlar...... Ya da birşeyler atıştırmaya, şarap içmeye gitmişiz, bakıyoruz başka bir koro da aynı restoranda, başlıyoruz içimizden gelen ortama uyan neşeli bir şarkı söylemeye, jamming ya da bizde dağlama gibi......alıyorlar sinyali ve başlıyorlar şarkıya. Bir akşam bakıyoruz stresli bir durumlar var, meğer gruptaki yaramaz ikizler bakıyorlar arabanın birinin kapısı açık ve anahtarlar da üstünde,bir za36


manlar böyleydi bunu da hatırlamış olalım, eh o yaşlarda araba hevesi de dorukta, bir tur atalım diyorlar. Biraz gidiyorlar ama bir türlü farların nasıl yandığını keşfedemediklerinde polise yakalanıyorlar......sonrası, bizimkiler karakolda. Grup pasaportumuz var, bir kişi eksik olsa dönemeyiz.....şimdi ne olacak ? Unti tabii ki çok kızgın, polisleri ikna etmeye çalışıyor, sonunda Kreisky bizi bekliyor falan diyor da özel olarak izin çıkartılıyor ikizlerin bırakılmasına.

Kreisky Koro ve Folklor ekibi için özel bir resepsiyon verdi..... Önce binanın önünde dışarda koromuz o balkona çıkınca şarkı söyledi, hangi şarkıyı söylediğimizi hatırlamıyorum ne yazık ki. Sonra tek tek hepimizin elini sıktı, ikramda bulunuldu, fotoğraflar çekildi.... biz de gurur duyduk okulumuzla, hocamızla ve ülkemizle....

Avusturya Başkanı Kreisky ve Koro Yöneticimiz Stephan Unterberger

37


38


Gül (Erali) ve Ceyda

Koromuz Avusturya’da

39


FOLKLOR EKİBİMİZ

40

Bazı arkadaşlarımız hem Koro hem Folklor’daydı.


Kreisky ve Folklor ekibimiz.

41


TİYATRO ANILARIM

Tiyatro provamız var deyip derslerden tüymek çok keyifli oluyordu. Diğer bölümlerden arkadaşlarla birlikte Liseler Arası Tiyatro Yarışması’na hazırlanıyoruz. Oyunlardan biri Avusturya’da Alplerde geçiyor, adını hatırlıyamıyorum, o oyunda Noyan (Kır) ve Mihran da vardı. Diğeri Necati Cumalı’nın “Ezik Otlar”. Yönetmenimiz rahmetli Candaş, elinde piposu ile, kürsüye ayaklarını uzatmış, bize direktifler veriyor. Ben Gülsüm, annem Meral (Onur) ağabeyim Ali (Otar). Gülsüm ve düşman ailenin çocuğu birbirlerine aşıktırlar, ağabey maçodur, ürkerek gizli gizli kırlarda buluşurlar. O senelerde ses teknisyeni olarak çalışan eniştemden rica etmiştim efekt konusunda bize yardımcı olmasını, sağ olsun bizi kırmamıştı... sıralama mı yanlıştı, tam nedenini bilemiyorum ama Gülsüm ve aşığı ormanda buluştuklarında Gülsüm Ağustos böcekleri ötüyor dediğinde, bekçi düdüğü, bekçi geliyor dendiğinde de, böceklerin sesi duyuldu... seyirciler kıkırdadılar tabii. Sahne arkasında dekorlara yardım eden okuldan bir görevli vardı, biraz heyecanınızı alır diye her sahne arkasına gidişimizde bize yerli tabii kanyak şişesini tutuyor, sahne arkasına her giden bir fırt alıyor, hepimiz biraz çakır keyifiz, yarışmada iddialı olacak halimiz yok farkındayız ama eğleniyoruz.

Oyuna dönersek....Bir türlü bir araya gelemez sevgililer, Gülsüm hastalanır veeee yatağa düşer... Tiyatro seviyorum da, uzun konuşmaları ezberlemek de sıkıyordu ve herhalde sınıftan kalan alışkanlıkla bir kopya hazırlıyorum hasta sahnesi için. Sahnede yer yatağında yatıyorum, ah uh, ateşler içinde yanıyor Gülsüm, annem başımda, bizim Meral(Onur) başı örtülü, ben onun başımda zırlayan baş örtülü halini, o da benim halimi gördükçe zor tutuyoruz kahkahayı patlatmamak için. Yorganın içine tutturmuştum kopyayı, bir güzel çaktırmadan okuyorum.

Durum çok vahim, kız hastalıkla cebelleşiyor, annesi başında ağlıyor derken... seyircilerde bir kahkaha kopuyor. Ne oldu diye fısıldıyorum Meral’e, yorgandan ayağım falan mı çıktı ? Yok diyor, sahneden kedi geçiyor... Ayşen Gürel Sile

42


‘‘BEN EFSANE YENİKÖY, YATILILARINDANIM’’ BERAT UYCAN

Fatma, İlknur, Nazan ve Berat

1965-1975 arası 10 yılımı geçirdiğim Avusturya Lisesi’nin değerini mezun olduktan sonra çok daha iyi anladım. Bugün ise bu değerli kurumda eğitim görmüş olmaktan gurur duyuyorum. Okula girişim de, mezuniyetim de olaylı olmuştu.Hayattaysa kulakları çınlasın Hocamız Feriha yahut Perihan Hanım rahmetli anneannemin poker ahpabı olması nedeniyle okula girişimde bana referans olduğu için mi bilinmez beni her köşede yakalar kulağıma küpe deliği açmak istercesine çimdiklerdi. Lise sonlara geldiğimde dahi beni sınıftan atmak için türlü bahaneler yaratmıştı. Ben efsane Yeniköy yatılılarındanım. Sevgili rahibeler daha körpecikken disiplin altında ezmeye çalıştılar beni de. Soğuk kış akşamları,üstümüzde birer kombinezon banyo kuyruğunda bekleşmelerimiz, gece Frau Sohar’ın kapısında buz gibi koridorda cezaya kalmalar, okulun girmemiz yasak olan o koca avizeli üst katı, bana büyülü gibi gelen o muazzam arka bahçe, benim için hala canlı anılarla dolu. Arkadaşlar hatırlar Cuma günleri öğlende değişmez mönü olan Karaköy’de pişirilmiş, lacivert okul minibüsü ile Boğaz’a gelen cambul cumbul yağı donmuş

43


kılçıklı balıkları. İşte o 13.Cuma ben balık yememeye and içtim ve daha önceden aile içi konuşmalardan duyduğum şeyi uygulamaya karar verdim.Cuma günleri öğle arasında genelde okul doktorumuz da Yeniköy’de olurdu. Hemen yanına ulaşıp sağ bacağım çekiliyor apandisitim varmış. Midem de bulanıyor dedim. Tuttu tabii. Annemi okula çağırdı. Etiler’den öyle bir öfkeli geldi ki arabaya bindiğimde korkudan gerçeği söyleyemedim. Haydi Alman Hastanesi’ne dedi annem, ohh dedim. Dr. Bedri Dayı kafa adamdır, o anlar gerçeği, Taksim’den gezer döneriz eve diye geçirdim. Nerdeee, uzun lafın kısası o gün gitti benim apadisit. Meğer gerçekten vahim bir durumdaymışım. Neyse 1 hafta içinde iyileştim amma o bana bir haftacık gelen süre içinde sınıf arkadaşlarım neredeyse tüm irregular fiil çekimlerini bitirip, kocca bir harita metot defteri doldurmuşlar. Sınıf, etüd, teneffüs, yatakhane bahçe ben harıl harıl ders yetiştirmeye çalışıyorum ama adım çıkmış dalgacıya. Kim inanır ders yaptığıma. O mermer antrede oturmuş fiil kopyalıyorum,dikildi başıma Sr. Philippa; lhh, tıhh, mıhh derken aşketti ottoman tokadını o bulaşıklı elleriyle, kudurdum. Tuttum o mermer masayı, havaya da kaldıramadım kütt diye devirdim Philippa’nın ayaklarına.Off kıyamet koptu okulda. Acil rahibeler toplandı bir Sr. Philippa girdi odaya, bir ben çağrıldım. Sonunda karşılıklı özür dilendi falan amma yemin ettim bir daha okulda bana tokat atanı durdurmaya. İşte bu yüzden de Orta 1’de sınıf temsilcisi olarak düzeni sağlayamadığım ve sınıfın bina dışına gelen yere yazı yazanı bildiğim halde söylemediğim için Urdl’un tokat atma girişimini, adamın elini havada yakalayarak engellemem sonucu kurul kararıyla sınıfta kaldım. Ve normal eğitim süremi 1 yıl daha uzatmış oldum, böylelikle uzun yıllarımı birlikte geçireceğim sizlerin sınıfına geldim. Karaköy yılları da talebe öğretmen ilişkimi düzeltemedi; Beden Eğitimci Sevinç Hanım, Edebiyat Hocamız Sülün Hn. bizleri sık sık Uludağa götüren Coğrafyacı Lütfiye Hanım ve tabiiki Tarihçi Rahşan Hanım bende derin iz bıraktı. Eminim onlar da ismimi unutmakta zorlanmışlardır. 1975 okulun son yılı da hafızamdan hiç gitmez. Artık dayanamayıp liseyi terk etmeye karar verdiğimde can arkadaşım Nazan Kavukçunun yatak odamda yüksek sesle ders okuması, Frau Kelp ve Or Noe nin okula dönmem için Nasıl kopya çekilir kitabı hediye etmelerini ve derslerinde bana göz yumacaklarını söylemeleri ile ite kaka son sınıfı bitirdim. Hatta erkek tarafından aşağı kalmayalım,biz de bütün sınıfı mezun edelim ve tarihimizde ilk defa Sankt Georg Kız Lisesi olarak da beyaz bayrak çekelimin diyerek benim ikmale kalışımı diplomama hal ve gidiş notunu 5’e indirerek görmezden geldiler. Tabii bu notun düşüşündeki tek neden ikmal değil, 1975 yılı içinde ilk dersi uyanamadığım için kaçırmaktan 23 kere disiplin kuruluna sevk edilmem diye de ekliyeyim. 44


BÜYÜK DEMİR KAPILARIN ARDINDAN KALANLAR Gül Selen

Gül Bayrak töreninde...

45


1966 yılı… Bir büyük demir kapı… Ardında okul. Kapının önündeyiz annemle… Zili çalıyoruz. Bir rahibe açıyor, güler yüzlü. Annem ona giriş sınavını kazandığımı, okula şöyle bir bakmak istediğimizi anlatıyor. Rahibe bana adımı soruyor, “Ayşe” diyorum; “mein Gott,” diyor, “sınıftaki 3. Ayşe’sin sen, başka adın var mı?” “Var, Gül,” diyorum. “Hah, bu güzel işte,” diyor rahibe, “sana bundan sonra Gül diyeceğiz.” İşte cümle âlemin Ayşe diye bildiği bendeniz cennet kuşunun Sankt Georg’ta Gül adıyla bilinmesi o büyük demir kapının eşiğinde vuku buluyor. Bir büyük demir kapı… Ardında deniz… Avluda yakan top oynuyoruz… Top denize kaçmasın diye büyükçe bir ağ gerili… Ya da bizden birisi kaçmasın diye… Nuray topu iyi atıyor, iyi vuruyor… Nurdan top üstüne gelince gözlerini kapatıyor ve vuruluyor… Kuşlara ekmek vermek istiyorum; tam bahçeye çıkacakken ayağım takılıyor düşüyorum, ekmekler yere saçılıyor… Yatakhaneye çıkan merdivenler… Yatakhane… 4.yatakhane… Yatmadan önce diş fırçalama sırası… Bir gece içimizden biri Schwester’in eteğine diş macunu sürüyor… Hepimiz ceza alıyoruz… Sabahları yatak toplama yarışı… Füsun hep beni geçiyor…

(Neyse, yatağımı iki kez güzel yapmayı başarmışım)

Görkemli merdivenlerle çıkılan bir ara kat var; çıkmamız yasak; tabii gizli gizli merdivenlerin yarısına kadar çıkıyoruz, ötesine cesaretimiz yok; muhteşem büyüklükte bir kristal avizeden başka bir şey göremiyoruz; yüreğimiz ağzımızda koşarak gerisin geri iniyoruz. Hazırlık I… Almanca öğrenmeye çalışıyoruz… Ben ineğin tekiyim… (İnekliğimin Schwester Jafreda imzalı tescili) 46


Okulda Türkçe konuşmak yasak… Kocaman bir düğme dolaşıyor ortalıkta: Knopf; Türkçe konuşanın eline sıkıştırılıveriyor… Gece yatakhaneye çıkarken sıraya giriyoruz; Schwester soruyor Knopf’un kimde olduğunu; cezası var…

(Ben artık nasıl uslu durduysam, Schwester Philippa ve Frau Sohar birlikte imzalamışlar)

(her seferinde ayrı kart yazmaya üşenmişler zahir, 3x yazmışlar)

Hazırlık II’de daimi yatılıyım… 1.yatakhane… Ranzanın üst katında yatıyorum… Alt katta Dilek yatıyor… Pazar sabahları okulda uyanmak…

47


Cuma günleri öğle yemeğinde balık yiyoruz, akşam yemeğinde kakao içiyoruz… Akşamına eğlence var… Günhan akordion çalıyor… Şarkı söylüyoruz, dans ediyoruz… Ben dizdiğim cam bardaklara vurarak müzik yapıyorum… Taklitler, komiklikler yapıyorum… Büyük tatile çıkmadan önce Bavul Odası’nın kapısında sıra oluyoruz… Büyük bavullarımızı alıyoruz… Çok zevkli büyük bavul hazırlamak, çünkü tatil büyük… 1968 yılı… Bir büyük demir kapı daha… Ardında Kartçınar Sokak… Karaköy’ün Kamondo Merdivenleri… Sokağın tekinsizliği, kasveti… Geceleri yatakhanede şarkılar söylüyoruz… Love Story filmi ortalığı kasıp kavuruyor… Cuma geceleri yatmadan önce Beyazıt Kulesi’ne bakıyoruz, yarın hava nasıl olacak diye… Hep yeşil, yani Cumartesi günü yağmurlu… Cumartesi 13.10’da hafta sonu tatili başlıyor… Pazar akşamı 15.00’te yine okuldayım… Tatile ve eve doyamıyorum… Atatürk Kültür Merkezi’nin yandığı haberi geliyor… Her yıl bir tiyatro oyunu çalışıyoruz; ben de oynuyorum; fasching’te sergileniyor oyun; sonra en iyi oyuncuya ödül veriliyor; ödülün adı Oscar! Oynadığım üç sene üst üste ben kazanıyorum Oscar’ı… Kendimi bir şey sanıyorum… Kız kıza bir fasching kutlanıyor balo salonunda… Kedi maskem var yüzümde… Erkek-kız karışık bir fasching kutlanıyor balo salonunda… Çok eğleniyoruz o gece… Dans ediyoruz… Geceleri erkekler yatakhanesinde “ayıp” şarkılar söylüyorlar, duyuyoruz, kıkırdıyoruz… Öğleden sonraları etüt saati; Kamer’le etütten çıkmak için olmadık şeyler yapıyoruz; Kamer kolonya içiyor; içi yanıyor, boğulurcasına öksürmeye başlıyor; etütten çıkıyor… Ben çıkamıyorum… Gülme krizlerimiz… Şifreli bir yazı icat ediyorum kendime; o yazıyla günlük tutuyorum; seri bir biçimde yazacak kadar ilerletiyorum meseleyi… Kimya ve fizikten nefret ediyorum… Kız tarafıyla erkek tarafı arasında “münazara”lar yapılıyor… Kıran kırana geçiyor tartışmalar… “Bir insanı suça iten kişi midir, toplum mudur?” Biz toplum olduğunu savunuyoruz ve kazanıyoruz…

Bir gün dersteyken yukarıdan, yemekhanenin ve yatakhanenin olduğu kattan korkunç bir şangırtı kopuyor. Biri deli gibi bağırarak eline geçen her şeyi yere atıyor, kırıyor… Ne olduğunu anlayamıyoruz, kendimizi pek iyi hissetmiyoruz… Yemekhanede yardımcı olarak çalışan bir kız var; o olaydan sonra onu bir daha görmüyoruz… 48


(Münazara erkek tarafında yapılmış; dönerken kazanmanın sevinciyle altına “Kız Tarafı Kazandı” yazmışım)

Avluda voleybol oynuyoruz… Musluğa ağzımızı dayayıp su içiyoruz… Kantinden gofret alıyoruz… Marifet onu tabaka tabaka ayırıp ince ince, uzun uzun yemekte…

Matematik hocamızı bir sinema artistine, Maximilian Shell’e benzetiyoruz; dersi kaynatmak istediğimizde bunu kendisine söylüyoruz; daha doğrusu kızlar hep bana söyletiyorlar bunu; hoca ciddiyetini bozmasa da belli ki hoşuna gidiyor; hafiften gülümsüyor; ders kaynamıyor… Bazen derslerde Diskussion saati yapıyoruz, serbest kürsü gibi bir şey… Ders kaynatmanın Almancası yani… Herkes istediği konuyu açıyor ya da istediği soruyu soruyor hocaya… Ben her keresinde her hocaya “solcular hakkında ne düşünüyorsunuz” diye soruyorum… Bütün sınıf çok sıkılıyor bu sorudan… Her hoca büyük bir ciddiyetle cevaplıyor sorumu… “Son tahlilde ekonominin belirleyici olduğu”nu bellememe birkaç yıl var…

49


(Günhan, Miftale, Füsun, ben 22 Mayıs 1973’te Bab Kafeterya’ya gitmişiz, okuldan nasıl da nefret ediyoruz) Ortaokul II… Tarih hocamız herkese tek tek hangi mesleği seçeceğini soruyor… Sıra bana geldiğinde, tiyatrocu olacağımı söylüyorum… Bütün sınıf gülüyor… Hoca gülmüyor… Yıllar sonra telefonla arıyorum tarih hocamızı; beni hatırlamıyor; “hocam, ben tiyatrocu oldum!” diyorum; ikimiz de ağlıyoruz. 50


(1973-1974, son pasom)

51


52


53


Gül (Selen), Ayşen, İsabella, Nazan, Meral ( Onur), Ethel

Yeniköy Anılarım ve Geride Bıraktıkları AYŞEN GÜREL SİLE

54


S

öze okulumu çok sevdiğim ile başlamak istiyorum. Okulumu evet ama Yeniköy yıllarını değil. Sankt Georg Avusturya Lisesi’nin bize sadece Türkiye değil, dünya standartlarında da farklılık yaratan düzeyli bir eğitim, iyi bir genel kültür verdiğine inanıyorum. Ayrıca sosyal konularda da en etkin okullardandı; koromuz Türkiye Birinci’si, orkestramız Üçüncü olmuş, geziler, tiyatrolar, bale, folklor, vals gibi birçok derslerin dışındaki aktivitelerle hayatın bir dengede olması gerektiğinin tohumlarını serptiler bizim ruhumuza. Sanki ” Work Hard, Play Hard” idi mesaj, bazılarımız “Play Harder” diye almış olabiliriz tabii... Gülümsediğinizi görür gibiyim. Polonez ve Vals yaparak veda ettik , özel ve güzeldi okulumuz. Hala hangi okulda okuduğum sorulduğunda hep mutlu bir gurur ile cevaplarım. Yeniköy’den sonra Kız Tarafı ve Ticaret Bölümü çok güzel senelerdi. Ama bu yazı Yeniköy anılarını kapsıyor... Kitaplar vardır, değişik yaşlarda okuyunca farklı etkilenir, yorumlar, farklı anlamlar yükleriz. Bazı düşüncelerimiz değişmiş, bazıları ise aynı kalmıştır. Şimdi nasıldı diye düşündüğüm Yeniköy yıllarım da böyle; geride bıraktığı tatlı ve acı anıları ile, bazı duygularım, düşüncelerim aynı kaldı, kimileri ise değişti. O zamanlar yatılıya leyli, hazırlığa ihsari denirdi...12 yaşındaydık, ne kadar yavru imişiz aslında. İlkokul yeni bitmiş. Hazırlık I çok zor gelmişti bana, hayatımın en kötü yılı idi derdim. Sonunda kıyamayıp beni Yeniköy’den kurtarır diye anneme

Nazan, Gül, Ayşen, Miftale, Hz. II’den arkadaşlarla 55


56


Türk filmlerini aratmayacak kadar acıklı, bol hüngürt Arabesk mektuplar yazmış, maalesef başaramamıştım. Ne de olsa annem de kolları arkasında çapraz vaziyette ders dinletilen Dame de Sion’daki Soeur’lerin eğitimini almış bir anneydi; pes etmedi. Yeniköy’de yatılı okuyanların Almancası Karaköy’de okuyanlardan çok daha iyi oluyormuş derdi annem her yakındığımda. Hımmm...Kafayı üşütse de çocuk, eğitim önemli; ne de olsa bir lisan bir insan değil mi ? Çocuklarına düşkün ama eğitime çok önem veren ebeveynlerin kararının kurbanı olduğuma karar vermiştim. Seneler sonra, nasıl oldu da o mektuplara rağmen beni oradan almadınız diye sorgulamıştım ama. Elizabet, kaçmayı becermişti, cesaretine helal olsun derken, ben niye yapamadım diye düşünüyorum şimdi. 1965 yapımı olan, o yıllarda 3 kere seyrettiğim “Sound Of Music” filmindeki otoriter ama sevecen rahibeleri düşünmüştüm Yeniköy’e gelirken. Hem de hikaye Avusturya’da, Salzburg yakınlarında geçiyordu. Sevgi kısmı hayal kırıklığı olmuştu doğrusu, din insanıdır, iyi kalplidir diye düşünürdüm rahibeler için o yaşlarda. Sadece kendim değil, diğer arkadaşlarıma da pek şefkatli davrandıklarını ben gözlemlemedim. Umarım bazılarımıza daha candan davranmışlardır da ben bilmiyorumdur. Nasıl ki aynı ailede büyüyen çocukların hepsi aynı hissetmiyorsa, biz Hazırlık II’de 50, Hazırlık II’de 50 kız da öyleydik. Orada okudukları için ailelerine müteşekkür olan arkadaşlarım da var ve bunu bilmek de çok güzel. 57


Sonradan candan arkadaşlıklar kurulunca aileden uzak olmaya katlanmak daha kolaylaştı. Ailesi başka şehirlerde olanlar için yatılı okumaktan başka çare yoktu ama okul Yeniköy’de, benim evimse Beşiktaş’taydı o seneler; bu da ağırıma gidiyordu. Veeeeee...Survivor Mode’a geçtim, geçmek zorundaydık hepimiz. Yemek meselesi ailemi, evimi özlemekten sonra beni en çok sıkan şeydi. İştahsız, zayıf bir çocuktum. Annem bir sabah avurdumda bir şiş kebap ile kalktığımı söyler dururdu, ağzıma tıkıştırılmıştı herhalde yine. Evde bile yemek seçen Ayşen... Durum vahimdi. Yemek saatlerini hatırlayın siz de bu satırları okurken; yemekler Karaköy’den soğuk gelir, palamut varsa kafalar Yeniköy’e. Elma illa soyulup yenecekti, sebebini sabah öğrendik, kahvaltıda elma kabuğu reçeli vardı. En fecisi tabağındaki yemek bitecek ! Gel de sevgili Nükhet’i anma. Ne eziyet ettiler o kıza. İçi kaldırmaz, zorla devam ettirir, bitirene kadar yemekhanede oturttururlardı. Yahu Schwesterlerden biri de, yazıktır dese karşı dursaydı. Çocuk psikolojisi falan hak getire...Bugün böyle bir davranış düşünebiliyor musunuz ? Yemek bitti...Gross Servis, Klein Servis, dındır dıngır tekerlekli arabalar mermer zeminde yemekhaneden mutfağa itilir. Yahu bizim anne babalar dünyanın parasını ödüyor bu özel okula, bize burada bulaşık yıkatıyorlar. Biz ezik miydik neydik kızlar? Galiba fazla otoriteden biraz öyleydik. Benim çocuklar Amerika’da doğdu ve büyüdüler; oğlum İlkokul 2. sınıfta bir ödev ile geldi. Konu: “How to question authority ?” Biz otoritenin sorgulanabileceğini bile aklımıza getirebilir miydik ? İkinci sene önlemimi aldım, iştahlı birkaç arkadaşımla aynı masada oturmayı becerdim, istemediğim, arkadaşların severim dedikleri yemekleri hemen onların tabaklarına transfer ediyordum, yiyemeyeceklerimi ise önlüğümün cebinden çıkardığım plastik torbalara doldurup, saklayıp çöpe atıyordum. Diyorum ya survivor vaziyetleri. Sonra birkaç arkadaş “rüşvet vermeyi keşfettik o yaşta”, hatırlamaya çalışıyorum ama aklıma gelmiyor, kızlar kim kim yapmıştık bunu ? Kapıcıya para verip, konserve dolma falan aldırıyorduk...Sonra da, sıkı durun, tuvalette görevimiz tehlike gizliliğinde yiyorduk. Hepimizin bir duvarda altlı üstlü küçük kare dolabı vardı; ufak tefek bir şeylerimizi koyduğumuz. Divan’ın çok sevdiğim ama artık yapmadığı bir kuru kek vardı, arasında incecik frambuaz reçeli olan. Bozulmadan uzun süre de dayanıyordu, annem hemen her hafta bir tane verirdi arada atıştırmam için. Dışardan yiyecek getirmek yasaktı ama malum çocuk pek yemek yemiyor; ekmek yok, pasta ye 58

Miftale Bayrak Töreninde...


misali. Bir gün dolaplara baskın yaptı Schwesterler...Hepimize dolaplarımızı açtırıp teftiş ettiler, içlerinde ne var ne yok didiklediler. Benim dolapta keki bulunca resmen bir talan havasında çıkartıp yemekhanede hemen birilerine verdiler yesin diye, tuhaftı, ganimet bulmuş gibi halleri çok garibime gitmişti. Doğum günü olanın dolabını süsler,resimler yapar, içine bir şirinlikler bırakırdık, artık neyimiz varsa. Dolap önünde başka bir sahne daha var aklımda; Philippa ile sanırım bir gerginlik olmuştu, Berat kahramanımızdı, ne cüret, Schwester’in tokat atmak üzere inmekte olan kolunu havada yakalamıştı. Şimdi ona ne ceza verecekler diye endişelenirken, cesaretine de hayran kalmıştım. Bir de teneffüslerde Philippa’nın matrak mini kantini açılırdı, gofret ve sandviç ekmeğinden başka bir şey var mıydı ? Sandviç ekmeğinin arasına koyup yerdik gofreti. Akşamları Günhan’ın akordeonu...Günhancığım senin etrafına toplanıp sayende ne güzel müzik dolu saatler geçirirdik, galiba en mutlu saatler bunlardı. Tuna Dalgaları favori şarkılarımızdandı. İkinci sene becerip pikaba izin alabilmiştim, bu Yeniköy tarihinde bir ilk idi. O senelerde Vantana Mera pek popülerdi, onun dansını yapardık. Bir akşam rutini de Hristiyan arkadaşlarımızın toplanıp Schwesterlerle korudaki küçük şapele duaya götürülmesiydi. Hayal meyal bir tiyatro oynadığımızı anımsıyorum, yasak olan üst katın merdivenlerinden falan inmeler. Sanki prensesli bir oyundu. Anıların yarım kalan parçalarını bakalım kimler tamamlayacak ? Bir puzzle’ın parçaları gibi bir araya getirelim hadi. Schlüssel, bazen de Knopf...Onda galiba! Ders arası bahçede volta atarken yanından geçmekte olan arkadaşlara kuşku ile bakmak. Aman Türkçe konuştuğumuz anlaşılmasın...Hemen Almancaya çevir. Arkadaşı arkadaşa ispiyonlatan bu yaptırımları da çok gıcıktı doğrusu. En az iki kere ben yok ettim Schlüssel’i itiraf edeyim. Kabahat işleyince Engelburga’nın cezaları hatırı sayılırdı; sınıfta tek başına 100 kere bir daha yapmayacağım gibi cümleler yazmalar falan, kendisi de yüksek kürsüden, gözlüğünün üstünden ters ters bakardı arada. Hayatımda ilk defa giydiğim kombinezon...Kolunda havlusu, elinde diş fırçası kombinezonlu 100 kız banyo sırası bekliyor. Aman Allahım ne kadar sürreal birşey aslında, keşke bugün elimde böyle bir fotoğraf olsaydı. Gestapolar da elini, yüzünü iyi yıkıyor, dişlerini fırçalıyor mu diye nöbet başında. Neydi o halimiz ya kızlar, ne çektik biz ya. Her sabah yataklar çil çil muntazam yapılacak, battaniyeler yanlara bir güzel tıkıştırılacak. Düzenli yatak sever ama yapmayı, hele yanları ve ayak ucu sıkıştırılmış yatak hiç sevmem. Acaba bilinç altından, o senelere mi uzanıyor dersiniz ? Annem esmesin diye pencereye yakın olmayan karyolalı bir yatak ayarlamıştı ve pek memnundu istediği gibi yaptırabildiği için ama o yatakta pek uzun süre kalamadım. Yataklar yakındı birbirine hani, daha üçüncü gece Engelburga beni yataktan yatağa atlarken yakalayınca, kimsenin pek tercih etmediği ranzaya, hem de üst katına terfi ettim. Alttaki arkadaş sağdan sola dönünce, ben yukarda hafif çaplı bir deprem olmuş 59


gibi sallanıyordum. Muzur bir çocuktum biliyorum ve aslında iyi Almanca bahane idi hissediyorum, herhalde bana biraz disiplin gerekli diye düşünülmüştü. Reviri sık sık ziyaret etmemden de belliydi. Aranızdan her fani reviri tattı mı bilmem ama revir büyük ceza; malikanenin bir ucunda, Lodos havada panjurları çarpıp, gıcırdayan, yollandığımız, tek başına yattığımız penceresi arkadaki karanlık koruya bakan ufak oda idi; aramızdaki uslular ve Yeniköy’ü bilmeyenler için açıkladım. Frau Sohar için arkadaşlardan biri negatif birşey yazmış. Diyorum ya, herkesin deneyimi farklı olmuştur, benim için de Frau Sohar Yeniköy’deki iyilik meleğimdi. Genelde Engelburga tarafından her revire yollandığımda, ki sanırım bana takmıştı, kısa bir süre sonra revire gelir, uykum olup olmadığını sorar, ben yok deyince beni odasına alırdı. Bir fincan çay verir, önüme kitaplar koyardı, bazen de pul defterine pulları yerleştirirdim; uykum gelene kadar beni oyaladığını hatırlıyorum; sayesinde korktuğum revirde daha az zaman geçirmiş oluyordum. Bana hala bu gün ne anlama geldiğini bilmediğim bir ad takmıştı:”Mein Schatz von Jackomini Platz”. Gözlerinin içi gülerek söylerdi ve sevildiğimi hissederdim. Bir bilen varsa söylesin ne demek istediğini. Şimdi valla Google yaptım, Wikipedia’da; Graz’daki bir meydan diyor ama ben niye Jackomini Platz’ın Schatz’ıyım bilmiyorum hala. Keşke zamanında sorsaydım... Akşam ışıklar kapatılınca anımsadıklarım... Işıklar akşam şak diye kapatılır, sabah da aynen kalk uyarısı, yakılırdı. Hüzünlü olarak anne ve babası ayrılan arkadaşımı teselli etmeye çalışmamı, üvey annesinin yaptığı haksızlıklara ağlayan arkadaşımla uzun uzun dertleşmelerimizi hatırlıyorum. Matrak olanlara gelince, kızlardan biri bazı akşamlar uykusunda mırıldanır, birşeyler söylerdi, etrafında toplanıp kıkırdardık. Geceleri eğleniyorduk genelde, fısır fısır konuşuyor, gülüşürdük. Bir de akşamları bir yaramazlığımız vardı, kim kim yapmıştık, isim veremiyorum...Heyecandan ölürdük koridorda parmak ucunda yürürken, diğer yatakhanelerdeki arkadaşları ziyarete giderdik, Schwesterlerin yattığından emin olduktan sonra tabii. Dişim ağrıyordu, söyledim inanmadılar. Eve gitmek için söylüyorsun dediler, sonunda yanağım hamster gibi şişince eve telefon etmeme izin çıktı. Hiç unutmuyorum, geceyarısı annem ve babam gelip beni aldı ve o saatte diş doktoru aramıştık. Dişim felaket apse yapmıştı. Bu da Yeniköy’deki bugün de şefkatsiz ve acımasız bulduğum, küçücük kızların üzerinde kurulan orantısız baskılardan en unutamadığım. Hazırlık I Schwester Jaffreda’yı hatırlıyorum, Gotik yazmasını öğretirken, bir de ağzımızın kenarına kalem koydurup Almancadaki “e” sesini söyletirken; tombiş Jaffreda aralarında tek sevecen olan Schwester’di bence, hiç olmazsa gülümserken hatırlayabiliyorum. Engelburga’yı gülümserken hatırlayan var mı ? Mine Hanım da güler yüzlü sevecen bir hocamızdı, şık şıkıdım giyinir, gelince pek bir mutlu olurduk, bir de Türkçe duymak, konuşmak da iyi gelirdi. Uzun boylu incecik Felgitscher sevdiğim bir hoca idi. İyi davranan, tatlı bir kadındı. Tahtaya çizilecek resimlere hep ben ve Mihrişah talip olurduk, sonunda ikimiz de Güzel Sanatlar Akademisi’nde Resim okuduk. Tahtayı ikiye böler, birlikte resim yapardık, hatta bir tanesini hatırlıyorum: İnsan derisinin katmanlarını çizmiş60


tik, renkli tebeşirlerle kara tahtada resim yapmak zevkli oluyordu. Sevinç Hanım Beden Hocamız; onu görünce çok mutlu olmuştum, çünkü İlk Okulum olan Şişli Terakki Lisesi’nde de hocamdı ve Beden Eğitimi’nde iyi olduğum için beni severdi. Yardım Kolu muydu Verem Kolu mu ? Birkaç kız Schwesterlerden biri ile Yeniköy rıhtımındaki bir bankaya para yatırmaya giderdik. Nerden para toplardık ve o paralarla sonra ne yapılırdı hiç bir fikrim yok. Ama bu vesile ile dışarı çıkmak, dış dünyayı görmek çok iyi gelirdi. Konsolosa ayrılmış olan üst kata gizlice çıkmıştık birkaç arkadaş. O yasak bölümü çok merak ediyorduk; burnumuzu cama dayayıp içerdeki salonu inceledik; üzerlerine örtüler konmuş antika mobilyalar, kristal lambalarla dolu bu mekan bizim yaşadığımız bölümlere göre masalsı bir dünya idi. Mermer sütunlar, zeminler, yüksek tavanlar, ince uzun pencerelerdeki kepenkler, bahçeye çıktığımızda balık ağı gibi filelerin arkasından baksak da, karşımızda Boğaz manzarası ile çok güzel bir yerdi okulumuz kuşkusuz. Arkadaki koruda bir, iki kere piknik ya da yürüyüş yaptığımızı hatırlıyorum. Hafta sonu üniformalar giyilir ve İstiklal Marşı söylenirdi, en sevinçli günümdü. Pazar akşamüstünü de hiç sevmezdim, dönüş saati geldiği için. Yaza doğru bir hafta sonu çıkışımı ise hiç unutmayacağım ve beni hatırladıkça mutlu eden bir anı. O zamanlar ufak bir teknemiz vardı; annem, babam ve ağabeyim okulun önündeki kıyıya yanaşmışlardı. Üniforma ile tekneye atladığımda kendimi Alkatraz’dan kaçanlar gibi hissetmiş,altıma bluejean’imi çekip hemen dümene, ağabeyimin yanına ilişmiştim. Tekne deyince, bir sene bizim okul lüfer denen teknelerden kiralamıştı, Boğaz’da yemekli gezi; çok da eğlenmiştik. Yeniköy’de bizim okulun önüne gelince, yatılı okuyanlar sanki sözleşmiş gibi yuh diye bağırıp, kaptana düdük çaldırtmışlardı. Çok kimseyi acıtmış demek burası diye düşünmüştüm. İngilizce olacak ama, şu deyiş var ya:” What doesn’t kill me, makes me stronger”. Seneler sonra bu deyimi ilk duyduğumda neden Yeniköy’de geçen yılları çağrıştırmıştı acaba bana ? O günler yuvadan uçtuğumuz, “Gerçek Hayata Hoşgeldin”e hazırlık imiş, Almanca’ya değil. Bardağın boş değil, dolu kısmını görmek güzel, Yeniköy yılları bizi güçlendirdi. O senelerde birbirimizde aradığımız destek ve paylaşımlardan çok farklı olsa da, yine birbirimiz için laf ola değil, gerçekten var olabilmek çok anlamlı ve 3 ay önce bir arkadaşımla yaşadık. Gül’ün (Erali) annesi sevgili Beraat Teyzem, annemin Dame de Sion’dan yakın arkadaşı idi. Biz de Gül ile ayrı kıtalarda yaşasak da, İstanbul’a geldiğim zamanlarda bazen bir kahve, genelde de birkaç bardak şarap ile paylaştık hayatımızda nerelerde olduğumuzu. Hayat ilginç, sonunda benim çok sevdiğim kayınvalidem ile Beraat Teyzem aynı huzur evinde kalıyorlardı. Ve biz Gül ile sözleştik; hangimiz giderse, diğerine de uğrayacak, ilgilenecekti. Öyle de yaptık, hep çiçeğimle ona da gittim. 1923 doğumlu anneciğim gibi ikisi de has Cumhuriyet kadını bu hanımlar için, bunlar burada (huzur evinde) her yer Taksim yaparlar, pankart açarlar diye gülüşüyorduk. Daha biz okuyamamıştık ama annelerin ikisi de Yılmaz Özdil’in son kitabını bitirmek üzereydi ve bunu öğrenince çok ortak noktamız var diyerek birbirlerinden hoşlanmışlardı. Beraat Teyze’mi kay61


betmeden bir gün önce çay saatinde onunlaydım. Gül telefonda ağlayarak haberi verirken, sakın Nihal Anne’ye ( kayınvalideme) söylemeyelim, hastanede diyelim dedi. Kendi kaybının acısı bu kadar yeni iken, inceliğine, bu düşünceli davranışına çok duygulandım tabii. Yaşlar ve şartlar bambaşka olsa da, iyi kız arkadaş seçilmiş kızkardeş değildir de nedir ?

Hepimiz dünyanın bir yanına saçılmış olsak, ben 30 senedir Amerika’da yaşıyor olsam da, kopmadığım arkadaşlarım geride kalan güzelliklerden. İyi ki varsınız, sevgiyle kalın, Ayşen Fort Lauderdale, Ocak 2014

Alkatraz’dan tüyerken... çok sevgili kurtarıcım, Ağabeyim Haşim Nur Gürel ile... 62


Schwester Engelburga’nın güzel el yazısı ile hatıra defterimden sayfa... 63


Frau Felgitscher’den bir hatıra... Hermann Hesse’den bir şiir. 64


Frau Sohar’dan bir anı...Bana daha o yıllarda yakıştırıp: Werde ein Künstler und bewahre Dir ein reines und frohes Herz, yazmış olması benim için ayrıca anlamlı. 65


YENİKÖY’ DEN KAÇACAKTIM, AMA NASIL ? ELİZABET ÖZSAHAKÇIYAN

Elizabet, Schwester Engelburga ve Meral (Terem) Canım arkadaşlarım, Size bir anımı anlatmadan edemedim... Belki bazılarınız hala benim cesaretimi hatırlıyorsunuz. Büyük bir sevinçle Avusturya Lisesi sınavlarını kazandığımı kutladık. Ailemin tek çocuğu olmama rağmen beni yatılı olarak Yeniköy’e yolladılar. Bu benim ailemden ilk ayrılışımdı ve buna hiç bir şekilde alışamadım. Hazırlık I’de iken bütün sene ağlayarak geçti. Bu arada her Cumartesi, Pazar anneme beni yatılıdan alması için yalvardım. Bizimkiler Nuh dediler Peygamber demediler. Hazırlık II’yi de Yeniköy’de okuyacağımı söylediler. Bu arada tabii ben de boş durmadım ve kurtuluş yolları aramaya başladım.... Nihayet bulmuştum ne yapacağımı:” Okuldan kaçacaktım ! Ama nasıl ? “ Sınıfta birinci sırada, cam kenarında oturuyordum. Bir gün tesadüfen bize Karaköy’deki okuldan yemek getiren kişilerin girip çıkarken büyük demir sokak kapısını açık bıraktıklarını gördüm. Koca termoslar içindeki yemekleri yemekhaneye taşıyorlardı. Birkaç gün aynı saatte gelip gittiklerini gördüm. Artık kararımı vermiştim; “O saatte okuldan kaçacaktım !” 15 gün sonra bir Pazartesi günü öğlen saatinde dersten lavabo izni aldım. Sınıfların önündeki büyük holde olan masanın altında saklandım. Yemekleri taşıyanlar yemekhaneye doğru ilerlerken, ben hemen bahçeye çıktım. Merdivenleri indim, kapının karşısındaki çeşmenin içine girdim ve etrafımı kontrol ettim. Ortalıkta kimseler yoktu, ben de hemen açık kapıdan dışarı çıkıp, okulumuzun çok yakınındaki otobüs durağına gittim. 41 A Otobüsünü bekledim, şansıma tam o ara durağa gelmez mi, hemen bindim. “Nihayet okuldan kurtulmuştum !” 66


Oturduğum semtin durağı olan Elmadağ’da indim. O zamanlar şimdiki gibi çocuk kaçırma gibi olaylar yoktu, korkmadan evime gittim. Ama kapı, duvar, kimseler yok evde. Bunun üzerine yakında oturan teyzeme gittim hemen. Teyzem beni yalnız görünce neredeyse bayılacaktı. O arada annem de koşarak teyzeme geldi, meğer annem alışveriş için bakkala uğrayınca bakkal amca beni gördüğünü söylemiş. Az sonra annem koşarak teyzeme geldi. Annem panik içinde beni okuldan atacaklarını düşündü ve üzüldü. Bense seviniyordum atarlarsa yatılıdan kurtulacağıma. Ne yazık ki beni Yeniköy’den atmadılar ve annem bir ders yılı boyunca beni sabah okula getirip, akşam üzeri aldı. Böylece rahmetli annem de cezalanmış oldu. Bu bana büyük bir ders oldu: İki oğluma da istemedikleri hiç bir şeyi yaptırmadım ve okulları ile ilgili bütün kararları her zaman birlikte aldık.

Önsıra: Saba, Meral (Teren), Elizabeth Arka sıra: Füsun (Neyzi), Günhan, Mifdale, Nilgün, Nurdan (Girginkoç) 67


40 YILLIK -A- ŞUBESİ ANILARI GÜLBİN EZEL

Jbid, Gülbin, Ceyda, Ferda Hazırlık 2 Matematik dersi, Schellenberg Gül’ü (Erali) susması için uyarıyor, Gül duymayıp: “Ne dedi, ne dedi?” diye sorunca Nurgül: “Çık dışarı dedi” diyor. Gül kapıya yönelince de Schellenberg “Nereye gidiyorsun, otur yerine!” diyor. Gül heyecandan anlamamaya şartlanmış ya yine “Ne dedi, ne dedi?” diye soruyor ve “Otur yerine dedi” diyoruz bu kez hep beraber. Gül oturuyor, sonra Gül tekrar konuşurken yakalanınca Schellenberg Gül’e: “Verschwind!” diyor, bizimki yine “Ne dedi, ne dedi?” diye soruyor? Çık dışarı dedi denince de “Yemezleer!” diyor ve oturmaya devam ediyor. Bizim kahkahalarımız arasında Schellenberg “Raus!” diye el kol hareketiyle bağırmaya başlayınca Gül çaresiz sınıfı terk ediyor.

Haydi, Schwesterlerimizi de analım: Schwester Hubertine (Fındık) sınıfa “Delik, Delik” diye seslenerek dergi satmaya geldiğinde, önce afalladık, sonra da Dilek’i (Özverim) çağırdığını anlamıştık, Schwester Egina ile hepimizin hoş, sıcak anıları vardı, değil mi? Schwester Reinholda: “Bir veriiyoor! “ Almayan var mı? Ya da “Turmrechnung”cezası almayan var mı? Schwester Osmunda: Müzik dersinde „Halbe Schokolade“ ile notaları anlatması.

ı?

Schwester Hemma, Direktorin: Orta 3’te her Pazartesi sınıfa girdiğimizde tahtaya sıra sıra yazılmış numaralar bulurduk. Tahtada numarasını gören Hemma’nın odasının önünde kuyruğa girerdi. Ben de (Gülbin) o kuyruğun müdavimlerindendim. İşin garibi, kimse hangi nedenle orada olduğunu bilmezdi, ama herhangi bir neden bulup özür dilemek zorundaydık. Bir keresinde yine kuyruktayız, ne desem diye düşünürken, Ferda’ya sıra geldi, o da resim dersinde kaleminin yere düştüğünü, vermesi için

68


Arka sıra: Tülin, Jbid, Nuray, Gülbin, Nurdan(Alasya), Ceyda, Ferda Ön sıra: Meral(Onur), Ayşen, Rezzan(Kolbaşı)

arkadaşına seslendiğini, o sırada Frau Pummer’in onu görüp sınıf defterine yazdığını söyledi.

Arkasından bana sorulunca ne yaptın diye, ben de gülmeme engel olamadan, ben de ona kalemini veriyordum demiştim. Hazırlık 1 de derste sınıfa bir Schwester girdiğinde nasıl hep beraber ayağa kalktığımızı, kalkarken o sıralardan (klappbare Stühle) çıkan takır takır sesleri ve hep birlikte asker gibi ama yaya yaya: “Grüβ Gott, liebeee Schwester ‘ diye selamladığımızı,

Orta 1 de Lyon’a nasıl kitle halinde aşık olduğumuzu,

Sözlüye kalktığımızda yardım almak için bir gözümüzün İris’te olduğunu,

Nilay’ın Lütfiye Hanım’ın Londra’nın nüfusu sorusuna İris’in el hareketleriyle çok kalabalıktır dediğini, Noyan’nın taklit ve pandomimlerini,

Suzi’nin yapmadığı coğrafya ödevlerini boş defterden nasıl başarıyla okuduğunu, tesadüfen ödev yaptığında da yazısını okuyamadığı için sözlüye kalktığını, Necla Hanım’dan sözlüyü atlatmış olmanın verdiği mutluluğu, Herr Ammicht’in ‘Grammatiktafel’indeki ‘çöpü’,

Saadet Hanım nezle olanları tahtaya kaldırmadığı, defterlerine el sürmediği için bazı derslerinde, kürsüye yakın oturan bir grubun, hapşırık tozu götürüp sözlüden yırttığını hatırlıyor musunuz? Liseye geldik. O güne kadar törenlerde ve sosisli sandviç almak için geçtiğimiz erkek kısmında ilk günler… Lise 4 te İngilizce dersi.. Thomas sınıfa girmeden önce yan sınıftan, B şubesinden bir kolonu, kablosunu kapının altından geçirip bizim sınıfa aldık, üstüne birkaç önlük atıp kapattık. Yandakilerin dersi boştu, müzik dinliyorlardı. Thomas geldiğinde müzik yayını yapmaları konusunda anlaştık. Müzik başladığında hepimiz tahtanın üstündeki hoparlöre bakacaktık, çünkü normal koşullarda tek yayın

69


Paulin’in odasından ‘Achtung, Achtung, dikkat dikkat’ , diyen Marcel Linguri’nin sesinden yapılırdı. Vee nihayet ‘Achtung, Achtung, dikkat dikkat’, hafif kikirdemeli bir ses geldi, hemen ardından da çılgın bir müzik başladı. Biz gözlerimiz hoparlörde, hahhahhaa Paulin radyoyu açık unutmuş diye gülüyorduk. Thomas tüm ciddiyetiyle sınıf başkanımız Serdar’a Paulin’e gidip radyoyu açık unuttuğunu söylemesini istedi. Yine Lise 4 te, ilkbaharda bir hafta sonu sınıftan büyük bir grup Schaider ve karısı Renate’yle birlikte Yalova’ya, termale gittik. Akşam yemeğinde, hepimizin çakırkeyif olduğu sırada Schaider artık hepimizin ona Gerhard ve sen diye hitap etmemizi istediğini söyledi, aksi halde o da bize siz diyecekmiş. Ardından kadehler kalktı, “Zum Wohl Gerhard!”. Ertesi gün ayık kafayla biraz zorlansak da Gerhard demeye azimle devam ettik. Bir de geziye gelmeyen sınıftakilere nasıl söyleyeceğimiz konusunda fikirler geliştirip eğlendik. Hafta başı Schaider’in Gerhard olarak ilk dersinde Suzi parmak kaldırdı ve “Gerhard, kannst du es bitte wiederholen, ich habe nicht gehört?” deyince Eftat’ın Suzi’ye dönüp ‘N’apıyorsun, manyak mısın? demesi, hele Schaider’in Suzi’ye dönüp “Ja Liebling, gerne” diye cevap vermesi üzerine, sınıftakilerin şaşkın yüz ifadeleri görmeye değerdi. Daha sonra tabii Schaider hepimizin Gerhard’ı oldu ve artık aramızda olmasa da öyle kalacak.

Lise 4’ün ikinci yarısında sabahları ilk dersi topluca Karaköy’de Geçit Kafeterya’da geçirmeye başladık, öyle ki garsonlar ilk gelene ‘çayınızı alır mısınız, yoksa arkadaşlarınızı mı beklersiniz?’ diye soru yorlardı. Bir sabah yine kakara kikiri çaylarımızı içerken Gerhard geldi, o da bize katıldı, daha sonra kalkarken de topluca hesabı ödedi. Okula geldiğimizde bir terslik olur da yakalanırız diye, bizden çok o heyecanlandı, biz bahçeye çıkana kadar da öğretmenler odasının kapısını tuttu…. Lise 3’teyiz.. B şubesinden bazı yatılıların matematik sınavı sorularını yürüttüğü günün akşamı soruları yürütenler ve diğerleri olarak Enis’lerin evinde toplandık. Vardığımızda, bir grup kapandıkları odada soruları çözerken, soruları yürütmüş olanlar da yaşadıkları heyecanın stresini atmaya çalışıyordu. Biz de telefonun başına geçip, soruları arkadaşlarımızla paylaşma işini üslendik. Ertesi gün B sınıfındaki arkadaşları kötü bir sürpriz bekliyordu, Schaider öğretmenler odasındaki dolabının dağınıklığından yatılıların soruları araklamış olabileceğini düşünmüş ve B sınıfına farklı sorular vermişti, bizden şüphelenmediği için de eski soruları vermekte bir sakınca görmemişti. Lise 4’ün son demlerinde bir gün sınıfta Gerhard’a biliyor musun, sınavlardan bazılarının soruları sınavdan önce elimize geçmişti diye itirafta bulunduğumda, tepki vermedi, sadece: “Yaşam bir savaş ve bu savaşta güçlü olan kazanır” dedi.

70


Fen A dan kaybettiklerimiz İlk kaybımız Yusuf Kıran ile sadece Lise 1 de beraberdik, daha sonra okuldan ayrıldı.Onunla ilgili fazla anımız yok ama, gülen yüzü ve sakin tavırları gözümüzün önünde.

Enis Öztürk’ü Avusturya’dan Almanya’ya bir tıp kongresine katılmaya giderken uçak kazasında kaybettik. Enis, zeki, gözlem gücü yüksek, derinlikli bir duygusallığı olan,sıradışı bir arkadaşımızdı. Kaç kişi farkındaydı bilmiyorum ama fikirleri ve tavırlarıyla zamanından ilerideydi.

Yine bir doktor olan Ali Göksu’yu dağcılık sporu yaparken bir kaza sonucu kaybettik. Zeki, çalışkan ve dil yeteneği gelişmiş, filozof görünümlü bir arkadaşımızdı. Hasan Geylani için sıradışı demek bile yeterli değil. Kendine özgü bir espri anlayışı vardı. Dış görünüşüyle, özellikle, kâh upuzun kâh 1 numara kesilmiş saçlarıyla şaşkınlığa uğratırdı bizi. Hasan’ımızı da Amerika’da kaybettik. Babür Turgul arkadaşımızı yakın zamanda kaybettik. Espri anlayışı fazlasıyla gelişmiş, gökgürültüsünü andıran kahkahasıyla hepimizi neşelendirirdi.

Melih Gösterişli arkadaşımızı da bir sağlık sorunu sonucunda kaybettik. Gülen yüzüyle, pırıl pırıl bakan gözleriyle, sakin ve efendi tavırlarıyla hepimizin sevgisini kazanmıştı. 40.yıl sebebiyle onları da anmış olduk.

Arkadaşımız Gülbin Ezel’e bu duyuruyu hazıladığı için teşekkür ederiz.

71


HAYDİ KENDİ İSMİNİZİ BULUN... O gün gazeteyi nasıl heyecanla bekleyip kendi isimlerimizi aradığımızı hatırlıyor musunuz? Rennan bu küpürleri 40 yıl saklamış.

72


73


Kamondo Merdivenleri’nde...

74

Şapkaları hatırlıyor musunuz?


75


76


‘‘Bizim sene, okulun son yatılılarının olduğu sene idi’’ diye not düşmüş Ömer Akad.

77


78


79


80


81


Yat覺l覺lar lang覺rt oyunu

82


Avusturya gezisi 1974

83


Avusturya gezisi 1974

84

Avusturya gezisi 1974


Avusturya gezisi 1974

Avusturya gezisi 1974

85


Avusturya gezisi 1974

86

Avusturya gezisi 1974


Avusturya gezisi 1974

Avusturya gezisi 1974

87


Avusturya gezisi 1974

88

Kimya Sınıfı önü


Avusturya gezisi 1974

Avusturya gezisi 1974

89


Avusturya gezisi 1974

90

Avusturya gezisi 1974


Nuri’nin yeri

Nuri’nin yeri

91


Nuri’nin yeri

92

Nuri’nin yeri


Schaider parti

Schaider parti

93


Schaider parti

94

Schaider parti


Schaider parti

Fasching

Fasching

95


Fasching

96


Rezzan, Ceyda, Sebuh, Arzu, Hülya, Yetvart, Gül (Erali)

Fügen, Ayşegül, Füsun, Rennan, Ayşen

97


WIENER WALTZER HILTON OTELI 1975

98


Nurdan (Alasya), Arzu, Sebuh, Ceyda ve Yetvart

Rennan ve Ali

Valsı bize öğreten hocamız Duschanek ile.

99


100


Ayşen ve Rezzan (Kolbaşı) İlkokul’dan beri arkadaş...

101


Nihat, Schaider ve eĹ&#x;i, GĂźlbin, Mine

Yalova Gezisi... 102


Schaider’in eşi Renate, Gülbin, Suzan, Asım ve Mine

Yalova Gezisi... 103


Yalova Gezisi...

Yalova Gezisi... 104


105


Nurdan, Nuray ve Tülin

Suzan (Çekinirer), Zeynep(Cinisli), Ayşen Ferda, Rennan, Rezzan, Elisabeth(Drakopulos), Gül(Erali), Nurdan(Alasya)

106


Ön sıradakiler: Suzan(Çekinirer), Fügen ve Ayşegül

107


Füsun(Akın), Fügen ve Sait

108


F羹sun(Ak覺n) ve Zeynep(Cinisli) Cinderellalar...

109


Sait, Ayşegül, Yetvart ve Jirayr

110

Rennan ve Arzu


111


Thomas Köll, Rezzan(Kolbaşı) ve Rennan Bulgar’ın Yeri...

112

Rennan, Rezzan, Jirayr, Fügen, Füsun, Sait ve Ethel

Ticaret 4 deki 4 erkek jimnastik dersi sonrası Sebuh, Sait, Yetvart ve Jirayr.


Fügen, Ethel ve Sait

Önden arkaya: Rezzan, Thomas Köll, Füsun (Akın), F,gen, Meral(Onur), Ethel

113


Ticaret sınıf: Yetvart, Sebuh, Sait, Jirayr Ayşen, Ayşegül, Füsun, Fügen, Ethel, Rezzan

114

Ön: Nurdan, Nuray Arka: Rennan, Rezzan


115


Paulin ve Schwester Elisabeth

116


117


Yatılılar etüd ağabeyleri ile hep birlikte...

118


L. 4 B derse girerken; önde Mihran ve Koray

Kemal Bey’in Coğrafya dersi L. 2 B

119


120


Okul bahçesi mezuniyet günü

121


122


Okul bahçesi mezuniyet günü

L.4 A Tarabya

123


124

Oya, Tscheppe, Mifdale ve Meral(Terem) ve รถnde Aynur


125


Koray...

126


Grinzing’de içerken...

127


128


129


130

Ali ve Rennan


131


132

Schaider ile mimozal覺 Ada Gezisi...


133


Urdl ile ...

134


Nur, Mehmet, Solmaz, Ă–zer ve Aydan

135


Aydan, Ă–zer, Nur, Loret, Solmaz

136


Son Yat覺l覺lar

Mahmadet Han覺m ile...

137


138


Fizik

139


Superior Ernst Raidl’ın yemeği

140


141


Galatasaray Lisesi önü: Aktivist Avusturya Liseliler...

142

Arka sıra: Nurdan, Nuray, Hülya, Ceyda, Fügen, Noyan, Rennan Ön sıra: Meral(Onur), Gül(Erali), Ayşen, Ethel, Füsun(Akın), Yasemin


Arka sıra:Füsun (Neyzi), Günhan, Gaye, Mifdale, Nuray, Serpil, Fatma Ön sıra: Zeynep, Yasemin, Ayşe

143


İlknur, Fatma, Serpil, Ülker, Kamer Önde: Nurdan (Girginkoç) ve Nilgün

144

Arka sıra: Aydan, Jbid, Alev, Mine, Ani Ön sıra: Suzan(Batu), Noyan, Sedef, Bahar


Edebiyat Bölümü 145


146

Yat覺l覺 K覺z Taraf覺 Fasching


G端lbin, Suzan(Batu) ve Mine

147


148


149


Ayşe, Semih ve Günhan

150


Aydan, Arzu, Nur ve Nihat

151


152


AyĹ&#x;e, Nihat ve Solmaz

153


154


H端lya, Noyan, Ceyda ve Rennan

155


156


Rennan, Noyan, Hülya ve Gülbin

Füsun(Neyzi), Meral(Terem), Rennan ve Nur 40. Yıl Organizasyon Komitesi’ndeki arkadaşlarımız, hepimizin bu özel gününün unutulmaz ve keyifli olması için çok gayret gösterdiler, hepsine çok teşekkür ederiz.

157


158


Nur, F端sun Meral ve Rennan

G端l(Erali) ve H端lya

159


Fen Bölümü buluşma

160

Strudeltag 1986


25. Y覺l Kutlamas覺

161


162


23 ŞUBAT 2015 40. YIL KUTLAMASI ÖNCESİ TİCARET 4 BULUŞMASI -LİTERA-

163


164


Ayşen ve Füsun(Akın)

Ayşen, Noyan, Rennan, Yetvart ve Hülya

165


Ayşen, Rennan ve Ayşegül

166

Ayşen ve Noyan; ne de olsa Tiyatro Kolu...


Ethel, Füsun(Akın), Sait ve Nurdan(Alasya)

Hülya, Ayşen ve Ayşegül

167


40 YIL YILDÖNÜMÜ öncesi bizim sınıf, yani Ticaret 4 buluşmak istedik. Fakat o gün kar bastırıp İstanbul’da trafik felç olunca, haftalar öncesinden kararlaştırdığımız buluşma suya düştü. Ama deriz ya, niyet varsa bir çaresi bulunur; becerdik ve 23 Şubat 2015 gecesi Litera’da biraraya geldik.

O akşam, bizim sınıf sanki aradan seneler geçmemişcesine çok candandı . Masaları birleştirterek hepimizin birbirini görebileceği bir düzeni yaptırmıştık. Hangi arkadaşın fikriydi hatırlayamıyorum ama şöyle dedi: ‘‘Herkes hayatında nasıl bir yerde, neler yaptı ve yapıyor anlatsın.’’ Sıra ile konuştuk, çok samimi ve içtendi tüm paylaşımlar; tabii ki arada laf atılıp şakalaşmalar, kahkahalar ile bazen kendini anlatacak olana bir türlü sıra gelmiyordu. Jirayr işte beni arkadaş bekliyor diye çın çın yaparken yakalamış. Neşeli, sevgili ve saygılı bir grupduk. Kaldığımız yerden devam etmek üzere arkadaşlığımızı kutlayacak nice güzel günlere... Sevgiyle kalın,

Ayşen Gürel Sile

168

O akşamı resimleyen sevgili Jirayr’ya teşekkür ederiz.


169


170


171


172


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.