EDİTÖRDEN Dergiciliğin, derginin ve benzeri neşriyatın günden güne eski yaygınlığını kaybettiği ve internet dönüşümüyle gazete başta olmak üzere birçok benzer neşriyatın elektronik âleme geçiş yaptığı günümüzde bu geleneği sürdüren insanların hele ki bunların arasındaki genç olanlarının kıymeti daha da artıyor. Daha önce iki sayısını çıkarmış olduğumuz bölüm dergimiz Ayyıldız Dergisi ve şu an neşre hazırlanan Dil Atölyesi Dergisi gibi çalışmalarımızdan sonra Yazma Atölyesi Fanzini ile yok olmaya yüz tutmuş bu geleneği sürdürmeye devam ediyoruz. Yazma Atölyesi Fanzini’ni anlamak için kısaca “Yazma Atölyesi nedir?” ondan bahsetmekte fayda var. Yazma Atölyesi, Dil Atölyesi Kulübü Akademik Danışmanı ve YTÜ Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü Araştırma Görevlisi hocamız Emre Yazıcı’nın öncülüğü ve Dil Atölyesi Kulübü Başkanı ve aynı bölümün araştırma “vazifelilerinden” hocamız Talha Göktentürk’ün desteğiyle devam eden, her hafta yaratıcı yazma çalışmaları yapılan bir Dil Atölyesi Kulübü faaliyeti. Bu faaliyetin içeriğine gelecek olursak Yazma Atölyesi katılımcıları her hafta çarşamba günleri kulübümüzle özdeşleşmiş mekânlardan C-206 sınıfında bir araya gelerek aynı konu üzerine çeşitli türlerde yaratıcı yazılar kaleme almakta. Her hafta ortaya çıkan bu güzide eserlerin yalnızca bize mahsus kalmaması ve siz kıymetli okurlarımıza da ulaşabilmesi adına her hafta yaptığımız bu çalışmaları bir fanzin aracılığıyla neşretmek fikrini naçizane ortaya attım. Hocalarımız ve arkadaşlarımızın verdiği destekle bugün fanzinimizi çıkartmış bulunuyoruz. Şu anda elinizde bulunan fanzin Yazma Atölyesi’nin ilk haftasında “Zaman Makinesi” konusu etrafında yazılmış olan seçkin yazılardan müteşekkildir. Fanzin türünün genel özelliklerine uygun olarak acemi bir ruhla tasarımını ve diğer aşamaları gerçekleştirdiğimizi belirtmek istiyor; bununla birlikte her türlü katkı, tavsiye ve tenkidinizi beklediğimizi bilmenizi istiyoruz. Bugün elinizde mevcut olan ilk fanzinimizin diğer haftalardaki fanzinlerle devam etmesini umuyor, yazılarımızı siz kıymetli okuyucularımızın beğenisine sunuyoruz. Eğer bizlere katılmak isterseniz sizleri de çarşamba günleri saat 17.00’de C-206’ya bekliyoruz.
Selçuk Emre Ergüt (Dil Atölyesi Kulübü Başkan Yardımcısı)
2|Yazma Atölyesi
ZAMANIN GELGİDİ
3
SANÇAR’IN İZAFİ BİR GÜNÜ
4
Edîb Yûnus
Muttalip Dursun
DEĞİŞMEYEN TARİH Elif Demirtaş
DERİNDEKİ SIR
8 10
Murat Demir
KENDİ ZAMAN MAKİNEM
14
SON
16
AYNADAKİ KADIN
17
Onur Doğan
Ümmühan Yanar
Onur Can Yılmaz
Yazma Atölyesi Yürütücüsü: Emre YAZICI Editör: Selçuk Emre ERGÜT
Yazarlarımız Onur DOĞAN Ümmühan YANAR
Yazı İşleri Sorumlusu: Muttalip DURSUN
Murat DEMİR
Danışman: Talha GÖKTENTÜRK
Elif DEMİRTAŞ
Kapak Tasarımı: Merve ÇAR
Onur Can YILMAZ Muttalip DURSUN
İç Tasarım: Selçuk Emre ERGÜT
Edîb Yûnus
3|Yazma Atölyesi bir film şeridi gibi gözümün önünden geçecek ve bütün bunları beynim çok kısa süre içerisinde algılayacak.
Ümit
ediyorum
ki
bu
cihaza
girdiğimde cihazımın başarılı olup bütün dünyada yankı uyandırdığını ve ismimin bilim tarihine altın harflerle yazıldığını görürüm. Ümit ediyorum ki dünya daha mutlu insanların yaşadığı keyifli bir yere dönüşmüştür. Ümit ediyorum ki hem mevcut ailemle hem de kurmayı planladığım ailemle mesut
ZAMANIN GELGİDİ
bir hayat sürmüşümdür. Ümit ediyorum ki adaletin mutlak
Edîb Yûnus
olarak
sağlandığı,
kötü
insanların
tutunamadığı ve iyi insanların ise bir arada, bütün İnsanlığın yüzyıllardır hayal ettiği bu makineyi sonunda tamamlamıştım. Laboratuvarımın tam ortasında karşımdaydı işte. Yatırımcımın yüzünü kara çıkarmamış, milenyumun ilk çeyreğinin son yılında “Zamanın Gelgidi” adlı zamanlar arasında
sağlık problemlerinden arınmış şekilde yaşadığı; yani maddi problemler yaşamadan hayat sürdüğü bir âlem ile karşılaşırım, basit ihtiyaçların artık olmadığı insanların tam olarak özgürleştiği bir hakikatin eseri olan âlem.
yolculuk yapılabilen cihazımı başarıyla ortaya koymuştum;
fakat
her
şey umduğum
gibi
Cihazıma giriyorum, hissettiklerimi anbean size
gerçekleşebilecek miydi, orası muamma…
aktaracağım.
İki zaman arasında kalma tehlikesi bir yanda,
Nasıl olduğunu anlayamadan bir anda gözlerimi
gelecekte hayal ettiğimi bulamamak diğer yanda. -
açtım, insanları görüyorum ilk olarak, mutlu,
bu arada elbette geleceğe gideceğim; tarih, tarih
huzurlu insanlar. Hem başarılı oldum hem de
oldu; şimdi, gözlerimin önünde; gelecek ise bir
gelecek hayal ettiğim gibi demek ki. Sanırım adalet
bilinmez labirent olarak zihnimde.- Gitmek
de sağlanmış, kötü görünümlü hiç kimse yok ve
istediğim zamanla şu an arasında kalma tehlikesini;
bütün insanlar genç, anlaşılan o ki sağlık
yani Araf’ta kalmayı ve diğer bütün riskleri göze
problemleri de çözülmüş. Şuna bak ey okuyucum,
aldım, bu cihazı tamamlayabildiysem, elbette ilk
geleceği nasıl da doğru hayal etmişim değil mi?
ben deneyeceğim; fakat gelecekle bugün arasında
Beklediğim gibi her şey! Bu arada cihazım da tıkır
kalan zamanda acaba beklediklerim olacak mı?
tıkır çalışıyor, bütün ömrüm bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor. Gerçek bir dâhi
Cihazı kullanmaya hazırım. Bu insan bedenine göre tasarladığım tabutvari cihaz umarım sonum olmaz. Peki ne mi bekliyorum? Tasarımıma göre bu cihaz sayesinde -geleceğe gideceğim içinbugünden ölümüme kadar olan ömrümdeki her şey
olmalıyım hakikaten; fakat bir dakika, durun durun, bir terslik var. Hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor; ama doğumumdan cihazımın içine girene kadar.
4|Yazma Atölyesi
Impala model arabasına bindiğinde karısının
SANÇAR’IN İZAFİ BİR GÜNÜ
öldürüldüğü güne gideceğini, cinayete engel
Muttalip Dursun
olabileceğini söyledi. Eğer bunlar yaşanırsa Sançar
Dün ile yarının bir farkının kalmadığı yıllarda,
hem karısını öldüren adamı öldürmeyeceği için
günlerin isimlerini söylemenin külfet sayıldığı
hapishaneye girmeyecek, hem de canından çok
zamanlardan biri idi o gün. Yılın her günü olduğu
sevdiği karısı ile mutlu bir yaşam sürecekti.
gibi, saat beşte ana barakanın yanındaki 2209A
Sançar, bu inanması güç rüyaya ilk başta anlam
isimli koğuş, gardiyanların mahkûm koğuşundaki
veremedi. Kol başları, mahkûmları yemekhaneye
demir putrele vurarak bağırması ile topyekûn
götürmek için tekrar koğuşa geldi. Sançar ve diğer
uyandı. Sançar, demir putrelden çıkan çınlama sesi
mahkûmlar yemekhaneye doğru hızlı adımlarla
bitmeden uyanırdı; çünkü yemekten önceki zaman
ilerledi. Yemekhanenin sıcak havası kapıdan giren
mahkûmlara aitti. Bu zaman içerisinde bazı
ayaz ile karışınca içerisi hamam gibi buğuyla
mahkûmlar ellerini soğuktan müdafaa etmek için
doldu. Hükümlülerden bazıları oturuyor, bazıları
eski astarlardan kılıf dikerdi. Bazıları ise kesesi
yer açılmasını bekliyordu. Sançar, tahta tepsisine
kabarık mahkûmlar çıplak ayakla yere basmasın
koyduğu bol sulu çorbasını ve bayatlamış lapasını
diye keçe terlikler dikerdi. Sançar, o gün gördüğü
afiyetle yedi. Bitiremediği ekmeğini pantolonun
rüya
Mahkûm
içine diktiği keçe cebe sakladı. Bu hapishanede
dolaplarının üzerindeki posterlere bakarak gördüğü
yemek sırasında bitirilemeyen ekmekler bir kutu ile
rüyayı daha iyi hatırlamaya çalışıyordu.
toplanırdı; çünkü mahkûmların ekmek parçalarını
Sançar, hayatının yarısını 2209A koğuşunda,
biriktirerek kaçmaya çalıştıklarına şahit olunmuştu.
Ayazdağ Hapishanesi’nde geçirmiş uzun boylu,
Yemeğini bitiren mahkûmlar toplu bir şekilde
geniş omuzlu, dar suratlı, çekik gözlü, siyah saçlı,
avluya doğru yürüdü. Sançar, akşam yemek için
koca burunlu, ihtiyar bir mahkûmdur. Karısını
ayırdığı ekmeği pantolonunun iç cebine dokunarak
öldüren katili öldürdüğü için hüküm giyen Sançar,
yokladı. Bu sırada bahçede hapishane müdürü
Ayazdağ Hapishanesi’ni evi gibi görüyordu.
Hâkimiyet Bey’in kırmızı, Impala model arabasını
Sançar, her daim beyaz bir gömlek ve eflatun,
gördü. Zihninden “Gerçekten hapishane müdürüne
düğmesiz bir yelek giyerdi. Omuzlarından aşağı
ait kırmızı Impala model araba bir zaman makinesi
sarkan yeleğini iğne ile sabitlerdi. Sançar, o gece
olabilir mi?” diye geçirdi. Bunu öğrenmenin tek bir
çok üzücü bir rüya görmüştü. Karısının cinayete
yolu vardı. Sançar, o kırmızı otomobile binmeliydi.
kurban gittiği günü o gece rüyasında gören Sançar,
Hapishane müdürü Hâkimiyet Bey, aracından
katilin karısını acımasızca öldürmesine şahit
iniyor, gardiyanlar kendisine eşlik ediyordu.
olmuştu.
Sançar,
sebebiyle
sersemlemişti.
Rüyasında
bir
ses
bu
anı
gruptan
ayrılarak
koşmaya
başladı.
değiştirebileceğini söylemiştir. Bu efsunlu ses
Gardiyanlardan birini
yere iterek hapishane
Sançar’a hapishane müdürü Hâkimiyet Bey’in
müdürüne gelişigüzel bir yumruk attı. Kırmızı
5|Yazma Atölyesi
Görsel: Ethem Onur Bilgiç
otomobile biner binmez inanılmaz bir acı duyarak
peşinden
çığlık attı.
yetişemiyordu. Eklemleri birleşerek tek bir parça
Duyduğu inanılmaz acının ardından uyandı. Eşinin öldürüldüğü geceye döndü. Impala model kırmızı otomobil ile kırmızı ışıkta duran Sançar, karısı Masumiyet’in öldürüldüğü
yaya yere
geçidinden
doğru
geçtiğini,
ilerlediğini
gördü.
Masumiyet gözden kayboldu. Tıpkı masumiyetin gönlünden silindiği gibi. Arabadan inip eşinin
koşan
Sançar,
bir
türlü
eşine
kemik hâline gelmiş gibi idi. Yol boyunca eşinin peşinden koşan Sançar, karısına ve onun katiline bir türlü yaklaşamıyordu. Sanki saniye, saniye değildi. Onların dakikaları, Sançar için saat gibiydi. Katil ve karısı ile kendisinin farklı zamanlara ait insanlar
olduğu
için
hareket
hızlarının
birbirlerinden farklı olduğunu anladı. Hiç burada
6|Yazma Atölyesi geçen saniyeler ile Ayazdağ Hapishanesi’nde
Sançar, zamanı elinde tutuyordu. Geçen her bir
geçen saniyeler bir olur muydu? Sançar, bir ışık
saniyenin bilincinde olan Sançar, bulunduğu
hüzmesi miydi? Katil, Masumiyet’i silahı ile
ortamdaki gölge yüzlü insanlar kadar hızlı
göğsünden vurdu. Masumiyet ölmüştü! Sançar,
yürüyordu. Hızlıca otomobile binerek eşini ilk
ağlayarak yerlere kapandı. Masumiyet’in ölü
gördüğü yaya geçidine gelene kadar hiçbir kırmızı
bedenine doğru koşuyordu. Karısı ve katili bir anda
ışık levhasında durmadı.
ortadan kayboldu. Sançar, kahkahası ile tanınan bir ihtiyardı; fakat o anda dünyanın en çaresiz insanı olarak gözlerini göğe dikmiş, ağlıyordu. Göz yaşları içerisinde kırmızı otomobiline döndü. Karısını kurtarmayı başaramamıştı. Otomobile bindiğinde hızlıca aracı sürmeye başladı. Kırmızı ışıkları teker teker geçti. Birkaç dakika sonra tekrar eşini ilk gördüğü trafik ışıklarında durdu. Gözlerine inanamadı. Eşi yaya geçidinden karşıya geçiyordu. Sançar bu defa arabadan inmeyerek, eşinin peşinden arabayla gitmeye başladı. Otomobil eşine yaklaştıkça yavaşlıyor gibiydi. Daha sonra eşini öldüren adamı gördü. Arabayı üzerine sürmeye başladı. Adam, o kadar hızlı koşuyor, otomobil o kadar yavaş ilerliyordu ki iki dağ birbirine kavuşsa bile adamı yakalayamayacağını anladı. Katilin eşini öldürmesini yine engelleyemedi.
Masumiyet Hanım, yaya geçidinden karşıya geçiyordu.
Sançar,
kol
saati
ile
beraber
otomobilden inerek karısına doğru koştu. Katil de Sançar ile aynı anda karısının yanına geldi. Sançar karısına “Masumiyet” diye bağırdı. Katil şöyle dedi: “Kimse, kimseyi yargılayacak kadar masum değildir!” Bu sözlerin ardından Sançar’ın karısı ağlamaya başladı. Sançar, katilin elinden silahı kapıp katilin kafasına dayadı. Masumiyet, kocasına doğru dönerek: “O adamı seviyorum. Yalvarırım onu öldürme!” dedi. Sançar’ın başından kaynar sular döküldü. Karısına, bu kişinin kendisini öldüreceğini söyledi. Karısı, sevgilisi Yek’in böyle bir şey yapmayacak kadar kendisini sevdiğini söyledi. Sançar ne dediyse karısını inandıramadı. Katil, kendisine silah doğrulttuğunda ağlamayan karısı, Sançar adama
Sançar, saatlerce kırmızı ışıkta durarak veya
silah doğrulttuğunda hüngür hüngür ağlamıştı.
kırmızı ışıkta araba ile geçerek karısını kurtarmaya
Sançar, silahı da alarak otomobile doğru aksayarak
çalıştı. Defalarca kendisini karısının yerine feda
yürüdü. Ağlayarak arabayı sürmeye başladı.
etmeye
Ağzından şu dizeler döküldü:
çalıştı.
Hiçbirinde
başarılı
olamadı.
Masumiyet, bir kere kaybedildiğinde bir daha geri dönmüyordu ki! Masumiyet kaybedildiğinde diğer
“Gözümde bir yol var; fakat gidemiyorum.
insanlardan seni ayıran kırmızı bir leke oluyordu.
bir yüklemsiz cümleyim,
Kırmızı leke, karısının göğsünün üzerinde idi.
ömürde var olan Yâr
Sançar, kolunda bir kol saati gördü; fakat kendisine
gönülde kaybolan Yâr
ait değildi. Ona bakarak yürümeye başladı. Daha önceden yürüdüğü yolu daha hızlı gittiğini fark etti.
Gözlerinin içinde masumiyet mi var? Yek’e verilen gönül;
7|Yazma Atölyesi Cellada verilen bir ömür.” Bu
sözlerinin
Gardiyanların
ardından
bir
hamlede
silahı
şakaklarına götürüp tetiği çekti. Yaşamına son verdiğinde dudaklarından dökülen son kelime “gönül” olmuştu. Sançar,
başında,
ve
ensesinde
inanılmaz bir acı ile uyandı. Vücudu tek bir parça gibi kaskatı kesilmişti. Başında hapishane müdürü
toplanmasını
isteyen
hapishane müdürü avluya çıktı. Bir gardiyan hapishane müdürünün yanına gelerek yeni bir mahkûm geldiğini söyledi. Hapishane müdürü, şaşkınlık içerisinde olmasına rağmen mahkûmun dosyasına
şakaklarında
acilen
istemsizce
baktı.
Dosyada
şunlar
yazıyordu: “Mahkûmun ismi: Yek Arlanmaz
Hâkimiyet Bey, doktor ve iki gardiyan vardı.
Suçu: Masumiyet Vurgulu isimli şahsı tabanca ile
Sançar, hapishane müdürüne yumruk attığında
öldürmek. Tabanca bulunamamıştır.”
gardiyanlar tarafından şok cihazı ile bayıltılmıştı. Eklemlerinde hissettiği acı dayanılması güç idi. Gayriihtiyari iç cebindeki ekmeği kontrol etti. Rüyasında hiç düşünmeden kendisini öldüren bir ihtiyar uyanır uyanmaz nasıl bir parça ekmeğinin kaybolmadığından emin olmak istiyordu? Göz yaşlarının al yanaklarına döküldüğünü hissetti. Doktor, gayet sağlıklı olduğunu söyledikten sonra odadan çıktı.
Hapishane müdürü gözlerine inanamadı. Avludaki bir taşın üzerine oturdu. Kulaklarında halen Sançar’ın güzel kahkahası çınlıyordu. Sançar’ın hayata gözlerini yumduğu revir odasına girdiğinde merhumun elinde bir tabanca gördü. Gözlerine inanamadı. Gardiyanlarla beraber elinden silahı almaya çalıştılar. Sançar’ın dudaklarında ince bir gülümseme belirdi. Belki de onlara öyle gelmişti. Silahı kavradığı parmaklarından üçü çözülünce
Kapı çaldı. Sekreter hapishane müdürüne bir posta
diğer parmağı daha fazla dayanamadı. Tıpkı
getirdi. Kâğıtta şöyle bir metin yazıyordu:
kalabalık olanların istediğini diğerlerine yaptırması gibi tabanca önce parmaklardan, sonra elden
“AYAZDAĞ HAPİSHANESİ’NE
ayrıldı.
Hâkimiyet Buyurgan, 1980 Aralık 18 tarihinde gece yarısı 17 defa kırmızı ışıkta geçtiğiniz, yüksek hızla otomobil kullandığınız için… 7
iş
günü
içerisinde
borcunuzu
Hâkimiyet Bey, tabancanın namlusundaki barut kokusunu fark etti. Sançar’ın göğsünde bir kan lekesi gördü. Gömleğinin cebini yokladı. Sançar’ın
ödemeniz
gömlek
cebinde
bulunan
karısı
Masumiyet
gerekmektedir.”
Hanım’a ait fotoğraf al kana bulanmıştı.
Hapishane müdürü gözlerine inanamadı. Gece
Dün ile yarının bir farkının olduğu yıllarda,
yarısından beri kırmızı otomobili hapishane
günlerin isimlerini söylemenin mecburi sayıldığı
bahçesinde durağan halde idi. Kahkahasının
zamanlardan biri idi o gün. Sançar’ın bir günü 24
güzelliği ün yapmış Sançar, sessiz bir kahkaha
saat mi sürmüştü bilinmez; fakat bir günü böyle
attıktan sonra şu sözü ile hayata gözlerini yumdu:
sona erdi.
“Masumiyet, bu gece öldü.”
8|Yazma Atölyesi
ediyordum. Böyle olmamalıydı diye geçiriyordum
DEĞİŞMEYEN TARİH
içimden. Bu kadar kötü başlamamalıydı. Hırs
Elif Demirtaş
insanın gözünü bu kadar karartmamalıydı. Nasıl
İlk kan döküldü. Kan döküldüğü anda kötülük baş
başlarsa öyle gider ya böyle başlamamalıydı.
gösterdi. O baş vücut buldu, gelişti. Vücut geliştikçe kötülük galip geldi. İlk kanın döküldüğü yerdeyim. Şam’da Kasion Dağı’nın tepesinde… Kâbil’in kardeşi Hâbil’i öldürdüğü yerdeyim. Nasıl mı oldu? Zaman makinesini bulup geçmişe gitmişken anlatayım. Tanrı insanı yarattı. Hz. Âdem ve Hz. Havva can buldu. Yasak elmayı yediler ve dünyaya geldiler. Yirmi ikiz, bir tek çocukları oldu. İnsanlığın soyunun
yürümesi
gerekiyordu.
Bu
yüzden
kardeşler birbirleriyle evlendirildi. Hz. Âdem ve Hz. Havva ikiz çocuklarını evlendirebilirlerdi;
ama
diğer ikizlerle
ikizleri
birbirleriyle
evlendiremezlerdi. Onlar kardeş değiller miydi? Hepsi kardeşlerdi. İlk kan kardeşin kardeşi vurmasıyla döküldü. İlk kan bir kız uğruna döküldü. Bu durum bundan sonra da devam etti. Bu kız uğruna dökülen kanın ilkiydi, ama sonu olmayacaktı.
Kâbil isyan edince Hz. Âdem hakemliği Allah’a bıraktı. Allah’a kurban sunacaklardı. Kimin kurbanı Allah katında kabul edilirse İklimyâ ile o
Asıl konumuza gelelim. Ben gittiğim zamanı
evlenecekti. Hâbil hayvancılıkla uğraşıyordu.
anlatayım size. Siz de bakın kötülük nasıl vücut
Hâbil en güzel koçunu seçti, süsledi ve Allah’ın
bulmuş. Hâbil kardeşi İklimyâ ile evlenecekti.
huzuruna çıkarmaya karar verdi. Gerçekten koçu
İklimyâ çok güzeldi. Kâbil ise İklimyâ ile evlenme
görülmeye değer bir güzellikteydi. Hâbil’in özenle
hakkını kendinde görüyordu. İklimyâ Kâbil’in ikiz
seçtiği koçu Allah’a verdiği önemi gözler önüne
kardeşi olduğu için bu mümkün değildi. Kâbil
seriyordu. Asıl önemli olan da buydu. Allah
isyan etti. Böylece insanlık tarihinde isyan da
kurbanı ihtiyacı olduğu için mi istiyordu? Hiç
istediğini elde etme hırsı da ilk kez ortaya çıkmış
sanmıyorum. Kendisine verilen değeri ölçüyordu.
oldu. Bense orada bu yaşananlara tanıklık
Hâbil’in gösterişli hediyesine karşılık Kâbil özensizce işine yaramayacak olan otları kurban
9|Yazma Atölyesi etmek üzere Kasion Dağı’na bıraktı. Kasion Dağı
gerekiyordu. Tanrı da kötülüğün bir yerden
dile gelseydi Kâbil’e sorardı ‘’ Tanrı’ya laik
başlamasını istemişti. Belki de bu şekilde iyilerin
gördüğün kurban bu mu?’’ diye. Ertesi gün kimin
iyi kalabildiğini görmek istiyordu. Onun için seçim
kurbanının kabul edildiğini görmek için Kasion
yapmak daha kolay olacaktı.
Dağı’na gittiler. Hâbil’in koçunun olmadığını görünce Hâbil’in kurbanının kabul edildiğini gördüm. Bu Kâbil’in Hâbil’i öldürmesi için geçerli bir neden olabilirdi. Ben bu sisteme karşı gelmek istedim. Kan dökülmesin istedim. Kötülük hiç var olamasın istedim. Dağın üstündeki Kâbil’in kurban ettiği
ot
parçalarını
aldım.
Böylece
kimin
kurbanının kabul edildiği anlaşılmayacaktı. Belki
Kimin kurbanının kabul edildiğini görmek için geldiklerinde
Kâbil’in
kurban
ettiği
benim
elimdeki otların aynısının dağın tepesinde aynı şekilde var olduğunu gördüm. Kâbil’in öfkesine engel olamadım. Kâbil’in tam tersi iyi huylu, sakin ve iyilikten ödün vermeyen Hâbil’in ölmesine de engel olamadım.
Kâbil bir gece uykusunda
yakaladı Hâbil’i. Bu Hâbil’in son uykusuydu. Hırstan ve öfkeden gözü dönen Kâbil Hâbil’i öldürdü. Ben ise kardeşin kardeşi öldürmesine engel olamadım. Ben kimdim? Zamanda yolculuk etmiştim. İlk kanın aktığı yere gitmiştim, kanın akmasına engel olmak istemiştim. Bunun mümkün olabileceğini düşünmem bile saçmaydı. Tanrı’nın zamanı yok demiştim ya bütün zamanlarda ne olacağını bildiği için yok. Geçmişi bildiği, geleceği gördüğü için yok.
Geçmişin
böyle
olması
geleceği
şekillendirdiği için elimden hiçbir şey gelmedi. Geçmiş geleceği var ediyordu. de İklimyâ iki kardeşle de evlendirilmez, böylece hırs insanoğlunun gözünü bürümezdi. Hiçbir şey tahmin ettiğim gibi olmadı. Benim zamanım vardı. Peki ya Tanrı’nın zamanı var mıydı? Tanrı’nın geçmişi, şimdisi, geleceği yoktu. Tanrı bütün zamanlara hâkim olduğu için ne zaman ne olacağını biliyordu. Bütün zamanlardan o sorumluydu. Her şeyi zamana göre planlamıştı. Demek ki Hâbil’in kurbanının kabul edilmesi
Ben ise kanın akmasına, kötülüğün oluşmasına engel olamadım. Geçmişi değiştirmenin mümkün olmadığını da bir kez daha yaşanılanlardan anlamış oldum.
10 | Y a z m a A t ö l y e s i
önündeki masaya dirseklerini koyarak bu geceki
DERİNDEKİ SIR
çalışmalarına
Murat Demir
son
noktasını
koymaya
hazırlanıyormuş gibi Thomas’a bakarak sitem dolu
Gecenin ilerleyen saatlerine doğru müstakil iki
cümleler sarf etti:
katlı evlerin bulunduğu Cambridge mahallesinin,
“Hey Thomas! Biraz da gelip şu kalan ödevlerle
ışıkları nadir açık olan evlerinin birindeki odanın
ilgilensen ve bana yardımcı olsan hiç fena olmaz
içerisine aniden başlayan fırtınayla pencereden
diyorum! Bütün gün bunlarla tek başıma uğraşmak
doluşan vahşi rüzgâr sürüleri, bir annenin
zorunda kaldım.”
çocuğunu Alman Nazi subaylarının çehresine bürünerek
emirleriyle
hatırlatan
bir
uyandırması
atmosferin
sahnesini
oluşmasına
neden
olmuştu. Bu durum, kuvvetli bir fırtınanın çıktığını tahmin
eden
Thomas’ın
pencereye
doğru
Thomas: “Sarah, biliyorsun ki aramızda bu konularda en iyisi sensin. Niye seni rahatsız etme ihtiyacı duyalım ki?” Jacop: “Thomas videoda biraz yaşlı çıkmışsın
yaklaşarak, dışarıya meraklı gözlerle bakış atıp
dostum, hahha!”.
pencerenin kolunu sıkıca bükmesi ve ne yapacağını
Sarah: “En iyisi ben miyim? Sınıf birincisi sen
düşünerek bir süre zamanını geçirdiği çalışma
değilsin o zaman!”.
masasındaki sıcak sandalyesine geri dönmesiyle son buldu. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü, evin görünen yakınlıklarından mor siyah bulutlara ışıklarını saçarak her zamanki ihtişamıyla varlığını yeryüzünde sürdürüyor ve yarın ağırlayacağı insan
Thomas: “Bunlar farklı şeyler biliyorsun.” Jacop: “Thomas, senin ikizin mi vardı?” Thomas: “Jacop şimdi olmaz”
kalabalığına hazır olabilmek için yorgun vücudunu
Jacop:
dinlendirmeye devam ediyordu. Genç odasında
söylüyorum, ekranda sana benzeyen bir çocukla
kâinattaki düzene karşı gelip tam bir tezat örneği
aynı karede çıkmışsınız!”
sunacak
hüküm
Göz yanılsaması olabileceğini düşünerek sayısız
sürmekteydi. Bu esnada bilgisayarın ekranında
kere bu görüntüyü oynatan Thomas ve Sarah’nın
Thomas’ın, kasesindeki çikolata dolgulu gevrekleri
bu şaşkınlık veren olay karşısındaki yüzleri hayalet
yemeye daldığı için izlemeyi ara ara sürdürdüğü
görmüş gibi donuklaşmıştı. Görüntüdeki gencin
geçen geceden kalma eğlence partisinin videosu
silueti kameraya bir işaret vererek televizyonun
oynatılmaktaydı. Odanın içindeki dağınıklığın kat
yanındaki çekmecelerden birine bir kutu bırakıp
kat fazlasını o görüntülerin içerisindeki hengamede
kalabalığın
kolayca bulabilmek mümkün görünüyordu.
kaybolmaktadır. Hızlı adımlarla merdivenlerden
Odada grubun proje ödevini beyninde zonklamalar
aşağıya inip çekmecenin etrafındaki yerini alan üç
yaratarak yapan Sarah, oturduğu geniş koltuğun
arkadaşın
yoğunlukta
bir
karışıklık
“Thomas
şaka
arasından
kafasında
yapmıyorum,
uzaklaşıp
kutunun
gerçek
sessizce
içerisinde
ne
11 | Y a z m a A t ö l y e s i olabileceği sorusu vardı. Çekmeceye dünya
sürüleri, içerisindeki canlıları fark edip hayret dolu
dışından gelen bir cisim yerleştirilmiş gibi elini
bakışlarla otomobilin gerisinde kalıyorlardı. Su
götürerek açan Thomas, bulduğu kutuyu hep
içmeye uyanan yaşlıların yaktığı ışıklar dışındaki
birlikte sıralandıkları yuvarlak bir masanın ortasına
sokak lambaları bomboş yolları aydınlatıyordu.
koydu. Thomas, “Bütün bunlar komik bir şaka olmalı!” diyerek kutunun kapağını kaldırdı. İçerisinde normal bir şekilde dünyaya ait olan bir tablet bilgisayar duruyordu.
Thomas: “Çocuklar içeriye girdiğimizde hızlı olmalıyız, yeteri kadar zamanımız kalmamış olabilir! Bu araba niye daha hızlı gitmez? Jacop, bassana şu gaza, körükle!”
Jacop: “Belli ki Thomas’a benzeyen birisi bilgisayarını partide unutmuş. Olamaz mı?” Bu sırada Thomas ekranın açılmasıyla kamera uygulamasının açık unutulduğunu gördü.
Jacop: “Tamam, tamam. Yeteri kadar basıyorum işte, gecenin bir saatinde kaza yapıp elektrik direğine çarpıp ölmek istemiyorum o kadar.” Sarah: “Çocuklar kulağımın dibinde bağırmayın
Jacop: “Thomas bu gerçekten sensin”
lütfen! Thomas’ın söylediklerini duyamıyorum.”
“Çocuklar buna asla inanamayacaksınız. Ben, ben
Thomas:
bir zaman makinesi inşa ettim ve… ve yakıtım bitti.
ekrandaki gelecekten gelen lanet bir hayalet o
Burada mahsur kaldım, geldiğim zamana geri
kadar!”
dönemiyorum. Yardımınıza ihtiyacım var. Bu şey, bu şey hidrojenle çalışıyor. Bunun için teknoparka gidip çok sayıda hidrojen tüpü almalısınız. Her şey buna bağlı. Bu zamanda çakılı kalabilirim ve geri
“Hey!
Gerçek
Thomas
benim, o
Sarah: “Hala bu olan bitenden sonra bana inanmadığını söyleme Thomas. Bu arabada ne arıyorsun o zaman?”
dönemem. Bir sonraki gece yarısında orta bahçede
Thomas: “Tamam tamam, inanıyorum. Sadece
buluşalım. Lütfen bana yardım edin!”
zamanında şu lanet yere gidip hidrojen tüplerini
Thomas: “Ne demek zamanda çakılı kalabilirim, bu
Massachusetts
şey lanet bir şaka olmalı!” Jacop:
“Çocuklar
sanırım
almak istiyorum o kadar.”
bu
gerçekleşmiş!
Thomas sen zaman makinesini bulmuşsun!”
Enstitüsü,
Teknoloji
bütün
ihtişamıyla onları her zamanki yerinde bekliyordu. Giriş kapısındaki güvenlik bölgesinde öğrenci kimliklerinin istenmesi sırasında üç arkadaşın
Gecenin ilerleyen saatlerinde bir kedinin çöpü
yüzlerinde
oluşan
yalancı
karıştırması dışında başka ses yoktu: Son sürat
beklemekten
hızla giderken yolda esintiler çıkmasına neden olan
çekmesine
bir spor arabanın dışında! Bir köpeğin vahşi
memurların ise zihninde her zamanki şaşkın
gölgesinde beliren azılı dişler, kedinin çöplük
öğrencilerle tekrar karşılaştıklarının şeması çoktan
içerisindeki karanlığa girip aniden kaybolmasına
çizilmişti bile. Demir kapının açılmasıyla ana
yetmişti. Otomobilin yanından geçen rüzgâr
kapıdaki güvenliği atlatan gençlerin zorlu sınavı
bunalmış neden
tebessüm
ruhların
olmuştu.
orada
dikkatlerini Güvenlikteki
12 | Y a z m a A t ö l y e s i esas şimdi başlıyordu. Yolda fırtınanın etkisiyle
oluşturup
yuvarlanıp bir yerden başka bir yere kaçışan çöpler
sağlamıştı.
ve rüzgârın estiği yöne doğru savrulup esneyen ağaçlar dışında başka korkunç şey yoktu.
onların
birazcık
rahatlamalarını
Derin sessizlikteki karanlık ve uzun koridorlar insanın ürkmesine yol açan psikolojik etkiyi
Thomas: “Sarah, yolda konuştuğumuz planı ve ne
rahatlıkla zihinlere yerleştiriyordu. Hem koşmak
yapman gerektiğini biliyorsun. Planın başarılı
hem de aradıkları şeyin bulunduğu odayı bulmaya
olabilmesi için ne yapıp edip o binanın içerisine
çalışmak iki arkadaş için de oldukça büyük zihin
bizi sokmayı başarman gerekiyor. Gerisini bize
karışıklığına yol açmıştı. Koşarlarken duvardan
bırak.”
baktıkları yazıları ve işaretleri takip ederek en
Çığlık çığlığa koşar adımlarla girişe yönelen Sarah’ı gören güvenliklerin Sarah’dan o an daha çok korktukları yüzlerinden okunuyordu. Hatta şaşkınlıkla ne yapacağını bilemeden silahını belinden
çıkarıp
eline
alan
tonton
suratlı
güvenliğin, arkadaşları tarafından yatıştırılması
sonunda bir köşede soluklanmak için durmak istemeleri aynı zamana tekabül etti. Thomas hızlı hızlı nefes alıp verirken bir yandan da duvardaki çerçeve halinde duran kat haritasında, bulundukları yerin konumunu telefonunun ışığıyla bulmaya ve gidecekleri yönü tayin etmeye çalışıyordu.
birazcık uzun sürdü. Olanları uzaktan bir köşeden
Jacop: “Dostum biz neredeyiz böyle? Umarım
ciddiyetlerini
izleyen
kaybolmamışızdır. Bir an önce tüpleri bulup
Thomas’ın ve Jacop’un yüzlerinde Sarah’nın
belirlenen yere gitmemiz gerek. Hem de hemen!
yaptığı oyunculuğu takdir eden bir hareket vardı.
Yoksa her şey için çok geç olabilir. Beni anlıyor
Sarah, eski çağlardan gelmiş bir canavar görmüş
musun?”
koruyamadan
gülerek
gibi elleriyle kapının dışarısındaki belirsiz bir bölgeyi işaret ederek güvenliklerden yardım istiyordu: “Yardım edin bana! Çok korkunç. Lütfen kurtarın beni o yaratıktan!” Güvenliklerin yerlerini bırakıp Sarah ile birlikte dışarı çıkmaları ve onun gösterdiği yöne doğru birlikte gitmeleri uzun sürmedi. Güvenliklerin gözden kaybolduklarını gören Jacop ve Thomas’ın, bekledikleri anın geldiğini düşünerek gizlendikleri ağaçların arkasından çita gibi fırlayıp kapıdan içeriye girmeleri bir oldu. Bu durum onlara, planın şu ana kadar başarıyla uygulandığının kanıtını
Thomas: “Sanırım tüplerin bu sefer nerede olduğunu
anladım.
Bunu
hala
başarabiliriz
dostum.” Thomas acele ederek önlerinde duran kapıyı açtığı zaman iki arkadaş da hayalet görmüş gibi şok geçirip hareket edemediler. Bu sırada peşine taktığı güvenlikleri uzunca bir koşunun ardından teknoparkı görmeyen bir yere getiren Sarah, korktuğu canavarı antrenmansız oldukları için tıkanan güvenlik görevlilerine gösterdiği esnada bezgin ruhların canının iyice sıkılmasına neden olmuştu: Büyük canavarımız iri bir lağım faresiydi!
13 | Y a z m a A t ö l y e s i Güvenlik: “34-50, merkez. Sanırım bize komik bir
arkasından hızla koşarak kendisine doğru sinsice
şaka yapmaya çalışan birkaç küçük ergenle karşı
yaklaşan köpeğin, hırıltılarıyla birlikte çantayı
karşıyayız, teknoparktan içeriye izinsiz girmeyi
ısırıp sağa sola çekmesi gerekti. Işık kümesinden o
başaranlar olmuş olabilir. Lütfen ekip gönderip
an uzanan bir el Thomas’tan yardım istercesine
kontrol edin.”.
kümeden bedenini çıkarmaya çalışıyordu. Thomas
Bu esnada Thomas ve Jacop ’un karşısında dikilmiş, suratlarına öfkeli bir bakış atarak telsizden gelen anonsa dikkat kesilen güvenlik elemanının üstüne acımasız yumrukların ve tekmelerin inmesiyle güvenliğin etkisiz hale gelmesi çok hızlı bir şekilde gerçekleşti.
kalan son enerjisini de harcayarak köpeğin arkasına doğru götürmek istediği çantayı da köpekle birlikte çekip ışık kümesinin kaynağına doğru dizlerinin üstünde yaklaşmayı denedi. Bunu yaparken de çok fazla acı çektiği belli oluyordu. Thomas, yanında sürüklediği çantaların diğerini ışık kümesinden içeriye atmayı başardıktan sonra en zor göreve
Jacop’un koşarken bir yerlerden bulduğu kırmızı
gelmişti.
itfaiye baltasıyla ikinci ve en sağlam vuruşunu
dişlerinden akan salyaları Thomas’ın eline bulaşıp
yaparak
elini kayganlaştırmasını devam ettiriyordu.
kapının
kilidini
parçalaması,
uzun
koridorlarda bağırışları hayalet uğultuları gibi yankılanan
güvenlik
görevlilerinin
aradıkları
Köpeğin
çantaya
geçirdiği
azılı
Thomas: “Bırak artık şunu. Hadi bırak, bırak!”
ergenleri bulmasına yardım etmişti. Alabildikleri
En sonunda köpeğin dişlerinden sıyrılıp kurtulan
kadar hidrojen tüplerini hazine bulmuş gibi
çantanın havada fırlayarak ışık kümesine girmesi
çantalarına tıka basa dolduran iki arkadaş kısa bir
ve o anda ışığın kapanırken oluşturduğu basıncın
süre için duraksayıp hızlıca bir plan yapmaya
etkisiyle çevresinde bulunan bütün cisimleri geriye
koyuldular.
doğru
Jacop:
“Thomas,
dostum!
Bunu
ikimiz
başaramayız, tüpleri al ve yalnız devam et. Ben onları oyalamaya gidiyorum.” Thomas: “Tamam o zaman. Sen onları oyala, hızlı olmalıyız. Zamanımız dolmak üzere”
savurması
aynı
zamanda
gerçekleşti.
Patlamanın ardında ortalığa büyük bir sessizlik hâkim oldu ve Thomas’ın gözlerinde uzun bir süre karanlık eksik olmadı. Sabaha karşı güneş ışıltılarıyla birlikte kuşların cıvıltısı sürerken Thomas, uyandığı bir hastane odasında kendine gelmeye çalışıyordu. Şok geçirir
Serin ve karanlık koridorlarda ve bu sefer tek
gibi derin nefes alarak kalkıp güvende olduğundan
kalarak, alması gerekenden İki kat daha fazla yüke
emin olmaya çalıştı. Yanında kocaman bir çiçeğin
maruz kaldığı için enerjisini hızla koşarak tüketen
içinde bir de notun bulunduğunu fark etti. Notu
Thomas, hayatının en büyük koşusunu yapıyordu.
alıp baktığına sesli bir şekilde şunları okudu:
Thomas, karşısında beliren ışık kümeciklerine kendisini bir rüyada zanneder gibi gözlerine inanamayarak bakarak bahçenin ortasında öylece kala kaldı. Onun bu rüyadan uyanması için
“Gelecek zamandaki kendini kurtardığın için teşekkür ederim Thomas, teşekkürler ben!”
14 | Y a z m a A t ö l y e s i
hulasa olarak şöyle şerh ve izah edeyim: Kişinin
KENDİ ZAMAN MAKİNEM
hayalini veya özlemini duyduğu bir zaman dilimine
Onur Doğan
gitmesi.
Hem
teknolojinin
hem
de
insan
ben
ilişkilerinin had safhada olduğu -belki hâlihazırda
kullansaydım kendisi ile kati surette geleceğe (uzay
hayalini kurmak bile mümkün olmayan- bir zaman
çağına) gitmezdim. Belki bu sözümden geçmişte
dilimi olsa ne de güzel olurdu mesela. Bu noktada
herhangi bir zaman dilimine gitmek istediğim gibi
çoğu kişinin benimle hemfikir olduğunu duyar
bir çıkarıma varabilirsiniz. Ancak durum öyle
(yahut daha doğru bir ifadeyle hisseder) gibiyim.
değil. Zira; kendi icat ettiğim bir zaman
Mamafih; zaten zaman makinesini bulan hiç kimse
makinesiyle hudutları önceden muayyen bir zaman
ilgili (arzu edilen zaman dilimine gitmeyi mümkün
dilimine gitmek kendi açımdan pek makul bir
kılan) fonksiyonun olması gerektiği fikrini göz ardı
fikirmiş gibi gözükmedi açıkçası. Dolayısıyla şayet
etmezdi diye düşünüyorum ki herkesin gerekli
zaman makinesini ben icat etmiş olsaydım ona
ayarları yapıldıktan sonra kendi istediği yere
şöyle bir program yahut fonksiyon/işlev eklerdim:
gidebilecek bir zaman makinesini arzuladığı
Kendisini kullanan kişinin tahayyülündeki yere
yadsınamaz bir gerçektir. Mezkûr istek kâh öyle
gitmek. Burada neyi ifade etmeye çalıştığımı
kâh böyle ancak bu herkesin müşterek tutkusudur.
Öncelikle
şayet
zaman
makinesini
15 | Y a z m a A t ö l y e s i Uzun bir girizgâh kısmının akabinde tarafıma
ilişkileri muhafaza etmek ve teknolojiyi şahsım ile
yöneltilen esas sorular olan “zaman makinesiyle
yaşadığım çevre adına müspet manada kullanmak”
nereye, neden gitmek istediğim” sorularına gelmek
olarak pekâlâ verilebilir. O dönemde teknolojinin
istiyorum. Aslında ilgili suallerin cevaplarını
salt kalkınma adına kullanıldığını görmek isterdim.
yukarıda kısmen de olsa verdiğimi düşünüyorum.
Zira; hâlihazırda yaşadığımız akıllara ziyan
Lakin; ilgili konudaki cevabımı biraz daha
durumlardan olan “iki adım ötedekiyle konuşmak
detaylandırmak istiyorum. Bu kişi hiçbir zaman
için telefon kullanma, malum selfie çılgınlığı,
geçmiş ya da gelecek ile bir hesaplaşma içerisinde
yediği her şeyi belli mecralarda paylaşma” gibi
olmadı. Bundan ötürü -yukarıda da bahsettiğim
enteresanlıklar fena hâlde yadırgamış olduğum
üzere- zaman makinesiyle gitmek istediğim
olaylardır. Son olarak “bu aracı kimin kullanmasını
herhangi yaşanan ya da yaşanacak olan bir zaman
isterdim?” sorusunun cevabını vermek istiyorum.
dilimi bulunmamaktadır. Bununla birlikte ilgili
Sanırım bu sorunun cevabı da “kendim kullanmak
makineyle gitmek istediğim ve sınırlarını önceden
isterdim” olacaktır. Zira; başkasının kullandığı
kendimin belirlediği bir zaman dilimi vardır. Bu da
aracın kendi istediğim rotadan sapma olasılığı söz
teknoloji ve toplum ilişkilerinin eş zamanlı bir
konusu olacak ve bu olasılık “yazımın başından
şekilde geliştiği bir zaman dilimidir. Bir diğer soru
beri üzerinde durmaya gayret gösterdiğim kendi
olan “o dönemde gördüklerim
tasarladığım zaman ve muhit”e giden yoldan
ve
yapmak
istediklerimin neler olduğu”na gelecek olursak o
sapmak
şeklinde
dönemde -naçizane- insanlar arasındaki ilişkilerin
Hasılıkelam;
belli bir çerçevede olduğu ve amiyane tabirle
makinesinin kendi direktiflerim doğrultusunda
teknolojinin insanları bozmadığı bir zaman dilimi
kullanıldığı ve dolayısıyla istediğim zaman ve
görüyorum. O zaman diliminde ne yapmak isterim?
muhite gidildiği sürece arzu ettiğim neticelerin elde
Bu sorunun cevabı ise “insanlar arasındaki güzel
edileceği kanaatindeyim.
ilgili
tezahür konudaki
edebilecektir. soruya,
zaman
16 | Y a z m a A t ö l y e s i bastıran kum fırtınası toprağı tepeme indiriyor. Fırtına başladığında (belki de sadece bir yanılsama) yeri titreten bir uğultu oluyor. Hayvan ve bitki kalıntılarına
dair
herhangi
bir
ize
henüz
rastlamadım ama mikrobik kalıntılara rastlamayı umut ediyorum. Umut dedim değil mi? Beşeriyete ait anlamlı anlamsız bu duygu ve düşünce sisi benimle birlikte dağılıp evrene karışacak. Sizin için bu önemlidir ya da değildir. Benim içinse varlığın yok oluşu o
SON
muhteşem ama yersiz endişelerimin azalması ile
Ümmühan Yanar
başladı. Neden mi yalnızım? Bizler zaten her zaman yalnız değil miyiz? Burada hissizlik beni
Sayın geçmiştekiler,
yok oluşa adım adım götürürken anılarıma
İnsan ne kadar şaşırtıcı değil mi? Doğumdan önce
tutunarak devam ediyorum. Bazen rüzgârın
başlayıp ne zaman biteceği kestirilemeyen bir
uğultusu ile konuştuğum oluyor. Hayır delirmedim.
yolculuğa başlarız. Fakat benim yolculuğum
Deliliğin gölgesine teslim olmamak adına bu
sizlerden biraz farklı bir patikaya sapıverdi. 996
konuşmaları yapıyorum zaten. Burada yaşamış,
gün
kahvemi
nefes alan son insan olmanın haklı gururunu
yudumlarken şu anı hayal etmiştim. Burada
yaşıyorum. Ben gelebildiysem başkalarının da
gördüklerimi ve göreceklerimi bir başkası da
buraya geleceğinin farkındayım. Olsun. Şimdilik
görecek mi yoksa son şanslı kişi ben miyim
düşünen, hisseden, endişelenen son ve tek canlı
bilmiyorum. En başından beri istediğim, ebediyet
benim. Bu yeterli.
dediğimiz
Ben
önce
büyük
kimsenin
bir
metropolde
tasavvur
edemeyeceği
Âdem.
Dünyanın
sonundan,
aktarma
noktadayım. Kime ulaşacağını bilmediğim bu
bölgesinin çekirdeğinden bunu size yazıyorum.
yazıyı ne hâlde yazıyorum inanın ben de
Ebediyet noktasının gerçekten burası olduğundan
bilmiyorum. Her yer uçsuz bucaksız kıraç bir
emin değilim. Kaldığım bu süre zarfında herhangi
topraktan ibaret. Başlangıç noktasını aktarma alanı
bir hayat belirtisine (mikrobik araştırmalar dahil
olarak belirledim; aktarma alanının kuzeyi, güneyi,
değildir.) rastlamadığımı bildiriyorum. Neden
doğusu…
geçmişe gitmediğimi merak etmeyin, geçmiş
Havanın kuraklığı insanı sürekli su içmeye
elimizdeydi fakat gelecek, bilinmez olan... İşte
zorluyor. Küçük bir yürüme mesafesinde yüzlerce
gerçek cezbedici olan bulunduğum noktaydı.
metre koşmuş gibi nefes nefese kalabiliyorum.
Sizlere buradan hiçliğin selamını gönderiyorum.
Yalnızca geceleri aktarma alanındaki çekirdekte saklanma ihtiyacı duyuyorum. Geceleri aniden
17 | Y a z m a A t ö l y e s i
düşündü. Kalabalığa bakılırsa tabloyu yapan kişi
AYNADAKİ KADIN1
tam orada sevenleriyle fotoğraf çektiriyordu.
Onur Can Yılmaz
Yüzündeki mimiksiz, donuk ifadenin sebebi
Her şeyin en önemli noktası başlangıcıdır.
sevenlerinin olması mıydı, yoksa sevenlerinin onunla
Sallapati
yürüyüşüyle
kaldırımda
yürürken
dükkânın camından kendini gördü. Bir an içeriden
fotoğraf
Yüzündeki
bu
çektirmek ifadenin
istemesi
miydi?
oluşmasına
sebep
olabilecek tek bir kötülük yoktu.
gelen müziğe ayak uydurup ritmik adımlar atmaya başladı. Düzensiz ve dengesiz hareketler yapıyor,
— Cenaze surat. Daha iyisini bu gece bile
yürürken omuzlarını iki yana sallıyor, bacaklarını
yapabilirim.
ahtapota benzer biçimde yana açıyordu. Geniş
Cadde sıra sıra sanat galeriyle doluydu. Işıkları
kaldırımlar sallapati yürüyüşüne dar geliyordu
bütün caddeyi aydınlatıyordu. Gözlerinde tıpkı çok
sanki. Dar omuzları sokak lambalarına çarparak
açlık çeken bir insanın yiyecek gördüğünde
asılı olan tabelaları devirecek diye korkuyordu.
gözlerinde beliren istek ve özlem gibi bir arzu
Aklındaki tüm bu düşünceleri silip atmak istiyordu.
belirdi. Hepsinin camlarının önünde yavaşça
Gözleri biraz ilerideki galerinin içinde duvara
geçerek eserleri ve sahiplerini inceledi. Yüzü alev
sabitlenmiş yağlı boya tabloya takıldı. Fırtınalı bir
alev yanarak, gözünü kırpmadan seyre daldı.
denizden koparak, ileri çıkmış bir kayanın üstünde
Kendini
patlayıp kırılan köpüklü dalgaların; göğü kaplayan,
vazgeçemiyordu. İçeri girmeye cesaret edemedi.
dinmek üzere olan bir fırtınanın tablosuydu bu.
Kalabalık onu içine alıp yok edecek gibi geliyordu.
Bulutların ve kırılan dalgalar dizisinin dışında, güvertesindeki
bütün
ayrıntılar
görülebilecek
şekilde orsasına yatmış bir yelkenli, gurup renklerine bürünmüş fırtınalı bir göğe doğru baş vermiş gidiyordu. Burada karşı konulmaz, çekici
sanatçıların
yerine
koymaktan
Bütün gün galerileri seyretmekten ayaklarına kara sular indiğinde kardeşi İrem için makarna yapıyordu. Gece geç saatlere kadar perspektif çizimleri yaptı.
bir güzellik vardı. Beceriksiz yürüyüşünü unuttu.
Pencereyi kapatırken “İlham denen şey her zaman
Resme yaklaştı, iyice yaklaştı. Güzellik tuvalin
gecenin 2'sinde gelmek zorunda mı?” diye
üzerinden uçup gitti. Biraz şaşırmıştı doğrusu.
söylendi. Camın kaç saattir açık olduğunu
Kendisine ustalıkla yapılmış gibi gelen yağlı boya
hatırlayamadı. İçerisi buz gibiydi. Her gün bu
resme uzun uzun bakıp ilerledi. Bütün güzellik
saatlerde önce birkaç satır yazı yazar, sonra bu
tuvalin
yazıyı resmederdi. Sabah babası ve 10 yaşındaki
üzerinde
yeniden
belirdi.
Tablonun
yanından ayrılırken “Aldatan bir resim” diye
Bu yazı 5 kişilik bir grubun “beşpeşe” kaleme aldığı bir yazı dizisinin ilk kısmıdır. Beş bölümden oluşacak yazımızın devamı ilerleyen zamanlardaki fanzinlerimizde olacaktır. 1
kardeşi için kahvaltı hazırlaması gerekiyordu.
18 | Y a z m a A t ö l y e s i Uyuyan kardeşinin başını okşadı, yorganı tüm
gemi turlarına çıkardı. Kafa dağıtması gerektiğini
vücudunu saracak şekilde örterek uyudu. Saatler
ve bunu gemi turlarıyla başardığını söylerdi. Evin
sonra babası tok sesiyle:
hâlleri onu çok da ilgilendirmezdi. Telefonu olur olmadık saatlerde çalıp bütün evi ayağa kaldırırdı.
—Uyanın! Bugün kahvaltılar şirketten.
Bazı zamanlar kendi kendine kahkahalar atar,
Bu espri vazifesini yerine getiremediği gibi
çocuklarının
Deniz’de ters etki yarattı. Anneleri sağken onları
görünce birden ciddileşirdi. Son zamanlarda
hep bu şekilde uyandırırdı. Yorganı ayaklarıyla
yaşadığı bu duygusal karmaşa hayatını önemli
itelerken tebessüm etti.
ölçüde etkileyecek kadar artmıştı. Daha dün
— Eski ve güzel günler… Erken gelmişsin,
Mikonos adası turunda mürettebattan biriyle kavga
beklemiyorduk baba.
etmiş, yüzü gözü mosmor olmuş şekilde eve
Annesini en son gördüğünde daha saçlarını erkek
ona
meraklı
gözlerle
baktığını
gelmişti. Deniz:
gibi kestirmemişti ve el tırnakları ojeliydi. Babası
— Boynundaki yara izi, baba? Nasıl oldu?
da bu kadar alkol almazdı. Eşini kaybettikten sonra
Ekrem Bey kuru dudaklarını ıslatıp gırtlağını
Ekrem Bey; ters dönen bir kaplumbağa gibi
temizleyerek:
hayatına tepetaklak biçimde değil, normal seyrinde devam etmek istiyordu. Ters dönmüş kaplumbağa ile arasındaki tek fark hayvanın olağanüstü çabasına
karşın
Ekrem
Bey’in
olağanüstü
vurdumduymazlığıydı. Her hafta sonu iki günlük
— Afganistanlının biri bıçağıyla yaptı, diye cevap verdi. Ufak bir kavga işte. Ben bıçağı elinden aldıktan sonra da burnumu ısırıp koparmaya kalktı.
19 | Y a z m a A t ö l y e s i Olayı sadeleştirerek ve sıradan
bir
şekle
büründürerek anlatırken Deniz’in gözlerinde; beyaz bir çizgi halinde uzanan kumsal, limandaki kömür yüklü vapurların ışıkları, sarhoş denizcilerin uzaktan duyulan naraları, itişip kakışan hamallar, Afganistanlın suratında alev alev yanan öfke, yumruğun suratında bıraktığı acıyla birlikte boşanan kan; birbirine kenetlenmiş, kumları savurarak yuvarlanıp duran iki vücut, onun
belli ederdi. Onunla biraz sohbet edebilmek için evden erken çıktı. Eylül ayında olmalarına rağmen havalar sıcak gittiği için yolun kenarındaki meşe ağacının dibine kızıyla birlikte oturmuştu. Deniz onları görünce elini çantasına attı ve kadına yaklaşırken bir yandan da çizimini kırıştırmadan çantadan çıkartmaya çalıştı.
vücuduyla Afganistanlının vücudu ve ta ötelerden
— Merhaba Zehra Abla, nasılsın?
bir yerden gelen tatlı, yumuşak bir gitar sesi
Zehra:
canlandı. Hayal dünyasında oluşan tablo böyleydi. “Acaba galerideki fırtınalı resmi yapan, bu tabloyu da yapabilir miydi?” diye kendi kendine sorarken
— İyiyim Deniz. Sen nasılsın? Nereye böyle hızlı hızlı? — İyiyim, okula gidiyorum ama hızlı hızlı
birden babasına döndü.
yürümemin sebebi bu değil. Sana bir hediye
— Geçmiş olsun.
getirdim. Duygu yüklü bir ses tonuyla söylenen bu kısa cümleye babası tepki vermedi. Deniz’i hayatın bu karmaşasından uzaklaştıran tek şey A3 kâğıtlarına yaptığı çizimlerdi. Yeteneğinin bir tek kendisi ve onu okula alırken yetenek sınavından geçiren hocaları farkındaydı.
— Ah, ne zahmet ettin… Deniz elindeki rulo şeklindeki kâğıdı açarak Zehra Abla’ya doğru uzattı. —Bu çok güzel! Çok benziyor bana, aynısını yapmışsın. Maşallah, Allah seni korusun inşallah.
görevi
Bunları söylerken gözleri dolmuştu kadıncağızın.
görüyordu. Anlatacağı şeyi resim yaparak daha
Deniz’den başka günde binlerce insanın geçtiği
etkili, estetik şekilde aktarabiliyordu ve bütün
yolda bir dakikasını ayırıp “Bir ihtiyacın var mı?”
sorunları, olumsuzlukları bu sihirli anahtarla
diye soran kimse yoktu. Çok fazla insanla
çözebileceğini düşünüyordu.
konuşmayan
Onun
için
resim
yapmak
konuşma
Kahvaltıdan sonra okula gitmek için boyalarını ve yaptığı çizimleri çantasına koydu. Otobüse binmek için yürüdüğü Duvar Yolu Caddesi’nde her gün mendil satan bir kadın vardı, Zahra Mahmoud. Her seferinde birkaç dakika durur kadının halini hatırını sorardı. Kadıncağız onun geldiğini görünce sıcacık gülümsemesiyle samimiyetini 50 metre uzaktan
ama
biri
mendil
almak
için
yanaştığında karşıdakini de mutlu eden bir tebessümle onu ağırlayan bir insandı Zehra Abla. 2014 yılında Suriye’deki iç savaşta içinde kocasının da bulunduğu fabrikaya varil bombası atılınca başlamış çileli günleri. Haberi alınca kucağında 4 aylık minik bebeğiyle sağa sola koşmuş, aklını kaçıracak gibi olmuş. Babası, dul
20 | Y a z m a A t ö l y e s i kadını kim ne yapsın düşüncesiyle onu 40 yaş
olduğunu fark etti. Mendil satarak hayatını kazanan
büyük bir adama vermiş. Zehra Abla hiç istemese
bir
de evlenmek zorunda kalmış. Evliliğin ilk günü bir
gülümseyebiliyorken işe veya okula giden insanlar
fırsatını bulup evden kaçmış. Kucağında bebeğiyle
yüzleri asık şekilde sırada bekliyordu. Durağın
düşmüş yollara. Kurtuluşun bu diyarda olmadığını
camından yansımasına bakarken kendi yüzünün de
düşünerek Türkiye’ye gitmeye karar vermiş.
asık olduğunu gördü.
Elindeki son parasını kaçak mal taşıyan kamyona binmek için vermiş. Ama kamyon şoförü onu ve diğer 5 kaçağı söz verdiği gibi Ankara’da değil Reyhanlı’da indirmiş. Burada 3 ayını geçirdikten sonra
yanındaki
birkaç
kadınla
birlikte
Yunanistan’a gitmek için Muğla’dan bir bota binmişler. Bot daha 20 metre açılmışken hava kaçırmaya başlamış.
kadın
bile
sabahın
bu
saatinde
“Okula gideceğim ve kimseye günaydın demeden, kimsenin günaydın dediğini duymadan yerime oturacağım. Sabahın bu kör saatinde birbirine kıkırdayan insanlar ve atılan alaycı bakışlar…” diye içinden konuşurken otobüsü gelmişti. Aracın içinde aynı sınıfta olduğu insanlar da vardı. Alnını silip kuruladı; gözlerinde, bir tuzak hissederek korkan
vahşi
hayvanlarınki
gibi
bir
ifade
Kucağında çocuk olmasına rağmen kıyıya kadar
bulunmasına rağmen sakin bir yüzle çevresine göz
yüzebilmiş. Küçükken Fırat Nehri’nde yüzmeyi
gezdirdi. Olabilecek herhangi bir olumsuz duruma
öğrenmesem ikimiz de şimdi yoktuk diyor Zehra
karşı
Abla.
zorunda
yürüdüğünün, ayaklarının kendini beceriksizce
kalmışlar. Orada birkaç ay kampta kalıp tekrar
taşıdığının farkındaydı. Elindeki çizim kâğıdına
yollara düşmüş. Kamptaki herkes kurtuluşun
bakıp gizliden gizliye atılan bir bakış hançer gibi
İstanbul’a gitmek olduğundan bahsedince o da
yaka yaka ta içine işledi. Bu bakışı görmüş ama hiç
kamptan binbir türlü güçlükle kaçmayı başarıp
belli etmemişti; çünkü hayatta öğrendiği şeyler
İstanbul’a doğru yola çıkmış. Reyhanlı’dayken
arasında dik durmak da vardı. Üstelik bu hançer
babası sürekli haber yolluyormuş “Ya köyüne geri
darbesi gibi bakış gururuna da dokunmuştu. Bu
döner ya da bu işi kökten çözeriz.” diye. Tüm
duyguyu yaşadığı için kendine kızdı; ama aynı
bunlara rağmen güçlü durmaya çalışıyordu kadın.
anda azimle, ne olursa olsun duruşundan taviz
Tekrar
Reyhanlı’ya
dönmek
— Bu kadar sevineceğini bilsem daha önceden çizerdim Abla.
içinde
bir
kuruntu
vardı.
Acemice
vermemesi gerektiğine karar verdi. Yüz çizgileri sertleşti,
gözlerinde
şimşeklendi.
Keskin
savaş
ruhunun
gözleriyle
pırıltısı çevresine
Küçük çocuğun saçlarını okşayıp otobüse binmek
umursamayan bir tavırla baktı; otobüsün içindeki
için yoluna küçük adımlarla devam etti. Daha fazla
bütün ayrıntıları beynine kazıyordu.
sohbet etmek isterdi ama onu ancak yarın görebilirdi. Çünkü okuldan dönüş saatinde Zehra Abla çoktan yerinden ayrılmış oluyordu. Otobüs sırasına girdiğinde herkesin ne kadar mutsuz
Görüş açısındaki hiçbir şey kaçmıyordu bu şahin gözlerden. Onlarca insan bir sürahinin içindeydi sanki. Sürahinin içi ve dışı sıcaklık olarak o kadar farklı ki herkesin gözü buğulanmış. Herkes
21 | Y a z m a A t ö l y e s i düşmemek için kollarını yukarı kaldırıp tutunuyor
— Neden bu kadar korkuyorsun? O senin
ama aynı zamanda sağa ve sola meyledip ayakta
ağabeyin. Sana kötü bir şey yapmaz. Korkma.
kalma mücadelesi veriyorlar. Tüm bedenler rengârenk fakat birbirlerine o kadar yakın ki
Zehra Mahmoud yere bakarak:
çizgiler iç içe geçmiş ve siyahlaşmış durumda.
— Bilmiyorsun.
Gözünde
— Neyi bilmiyorum Zehra Abla? Açık konuş artık
canlanan
bu
ahenkli
izlenimler
kalabalığını aslında sadece kendisi görüyordu.
derse gitmem gerekiyor.
Bu tabloyu göremeyenlerin neler kaçırdığını
Deniz’in gözlerinin içine bakarak:
düşünerek otobüsten indi. Tam okulun kapısına
— Öldürür beni, dedi. Deniz hareketsiz bir şekilde
doğru yürüdüğü sırada birinin ona seslendiğini
kaldı. Durumun ciddiyetini yeni anlıyordu. Kadın
duydu. Etrafına baktı ama tanıdık bir yüz göremedi.
onu kendisine yakın görüp bu haberi verebilmek
Zaten okuldan kimse ona seslenmezdi. Yürümeye
için okuluna kadar gelmişti. Ona bunu yaptıran
devam edip 10 adım atmamıştı ki yeniden aynı sesi
korku ya da başka bir duyguydu. Bilemedi. Zehra
duydu. Arkasını döndüğünde seslenenin Zehra
Abla’yı dinlemeye devam etti.
Abla olduğunu fark etti. Telaşla kendisine doğru yürüyordu.
—
Evlenemem,
giderim
buralardan
dedim.
Dinlemediler, kendinden 40 yaş büyük biriyle
— Gelmiş… O…
evlenilir mi hiç? Çok anlattım ama orada işler farklı
— Burada…
yürür. Seni dinleyen kimse yoksa konuşmanın
— Baktı… — Gördüm… — Az önce… — Bir sakin ol otur şöyle Zehra Abla, dedi Deniz. Kadını kaldırımın kenarına oturttu ve küçük çocuğun elinden tuttu. Çantasından suyunu çıkarıp ikisine de içirdi. Nefes alıp vermesi biraz düzene girince yumuşak bir şekilde: — Kim gelmiş? Ne gördün? Anlat bakalım, dedi. Zehra: — Ağabeyim İstanbul’a gelmiş. Duvar Yolu Caddesi’ni nereden biliyor? Anlamıyorum, nasıl olur? Beni bulması imkânsızdı. Ne yapacağım şimdi?
anlamı da yoktur. Sustum ve bekledim. Bir fırsat olur da kaçarım diye avuttum kendimi. Bir gün gelsin beni bulup öldürsün diye kaçmadım. Bu yavruyu düşündüm hep. Küçücük canın günahına girmesinler dedim. Bu küçücük yavrunun da hakkından gelecekler. Deniz, Zehra Abla’nın konuşmasına engel olan küçük çocuğun eline bir şeker verdi. Şimdi arkalarında sessizce şekerini
yiyordu
ufaklık. Dinlemeye devam etti. Zehra heyecanla: — Onu görünce dondum kaldım, ne yapacağımı bilemedim. Aklıma hemen sen geldin, minibüse atladım ama biraz erken inmişim. Koştum yetiştim sana. Buralardan gitmek lazım Deniz. Mendiller
22 | Y a z m a A t ö l y e s i meşe ağacının dibinde kaldı. Onları oradan almam
Zehra’nın başına toplanmış ona su içirip elleriyle
lazım. Gitmem lazım, dedi.
hava yapıyordu.
Deniz okula gitmek için çok geç kaldığını fark etti.
Bir süre sonra Zehra’nın koluna girdi ve onu
Bu saatten sonra gitmenin anlamı yok diye
karakola kadar götürdü. Oradan da doğruca eve
düşünüp:
geçtiler. Ona bir bardak su verdikten sonra:
— Ben de seninle geliyorum, dedi. Bir dakika...
— Şimdi daha iyi misin Zehra Abla?
Zeynep nerede?
— Nasıl iyi olayım Deniz? Şimdi çoktan kızımı
— Az önce buradaydı. Nerede? Zeynep! Zeynep!
Suriye’ye götürmüştür. Onu götürünce benim de
Deniz panikle etrafına bakınıyordu. Az önce zıplayarak elindeki şekeri yiyen çocuk şimdi
geleceğimi düşündüler, ondan aldılar kızımı. Ben onların ciğerini bilirim.
kaybolmuştu. Caddede yürüyen insanlara sormaya
Yaşama sebebimi aldılar ki peşinden gideyim. Ne
başladı. Zehra bir yandan deli gibi koşuyor bir
olacak? Nasıl olacak? Geri dönsem çare değil.
yandan da “Zeynep!” diye bağırıyordu. Küçük kız
Kalsam elim kolum bağlı nasıl yaşarım?
utangaç bir yapıya sahipti dolayısıyla annesi olmadan hiçbir yere gitmezdi. Zeynep’i arayarak
Deniz üzülerek dinledi ve tüm samimiyetiyle:
birkaç dakika çırpındıktan sonra Deniz, caddenin
— Şimdi evinde tek başına kalman doğru olmaz.
sonunda bir adamı kucağında küçük kızla birlikte
Bir süre bizde kal. Hem kardeşim için güzel
köşeyi dönerken gördü ve hemen Zehra’ya
yemeklerinden de yaparsın. Kafanı toplarsın, ne
gösterdi. Kadın birden can havliyle koşmaya
yapacağımıza sonra karar veririz. Bak benim hiç
başladı. Caddenin sonuna kadar koştu. Köşeyi
arkadaşım yok. Arkadaş olursun bana, fena mı
döndüğünde karşısında kalabalık bir sokak gördü.
olur? Zaten polisler robot resmi çizdi. Merak etme
— Neredesin? Neredesin ağabey? Deniz nefes nefese kalmış bir şekilde: — Ağabeyin mi? Zeynep’i kaçıran adam ağabeyin
kucağında küçük bir kız çocuğuyla fazla kaçamaz. Kısa sürede çözülür bu iş. Zehra, utana sıkıla kabul etti. İlk 3 gün çok zor geçti. Zehra durmadan karakola
mi?
gidiyor, bir haber var mı diye polislere soruyordu.
Zehra ağlamaktan cevap veremiyordu. Olduğu yere
Ama 3 gün geçmesine rağmen polis sadece kamera
yığılıverdi. Ağıtlar yakmaya başladı. Deniz onu
kayıtlarına ulaşabilmişti. Arama çalışmalarımız
sakinleştirmeye çalışırken aynı anda gözleriyle
devam ediyor, diyorlardı. Her gün Deniz ve kardeşi
küçük kızı arıyordu. Bir anda bağrışmanın nereden
okuldan gelene kadar yemekleri yapıp karakola
geldiğini anlamaya çalışan kalabalık etraflarına
gidiyor, Ekrem Bey gelince odaya çekiliyordu.
toplandı. Şimdi gözleri küçük kızı arayan Deniz, kuru kalabalıktan başka bir şey göremez olmuştu. İnsanları dağıtmaya çalıştı ama herkes çoktan
Deniz okula gitmediği bir gün onu alıp sanat galerilerini gezmek için zorla dışarı çıkardı.
23 | Y a z m a A t ö l y e s i Zehra’nın kolundan tutarak onu ilk gördüğü
ise onun farklı benliklerine ulaşma çabası olarak
galeriye soktu. Yağlı boya tabloların onlarcası
yorumlanıyor. Görebiliyor musun?
önünde
sıralanmıştı.
Büyük
bir
iştahla
ve
yüzündeki tatminkâr gülümsemeyle beyaz ışıklı,
Arkasını döndüğünde Zehra’nın geniş salonun
yüksek tavanlı, havalandırma borularının bilerek
ortasında üç ayaklı bir masanın üstünde duran
açıkta bırakılmış olduğunu düşündüğü geniş sergi
tabloya doğru yürüdüğünü gördü. Tablonun önüne
salonundaki resimleri incelemeye başladı. Kendisi
gelince durup kafasını kaldırmış ve dakikalarca
teker teker her eserin önünde durup incelerken
hareketsiz şekilde bakmıştı. Deniz onun yanına
Zehra çok da anlayamayan bakışlarla tabloları
doğru ilerledi. Onu neşelendirmek istercesine:
süzüyordu. Deniz, aynada kendi yansımasına bakan bir kadın tablosunun önünde anlatmaya başladı:
— Harika değil mi? Masmavi, berrak bir denizin ortasında upuzun saçları suyun üzerinde ama kendisi dibe batmakta olan bir kadın. Bu bir su
— Bak Zehra Abla. Bu tablodaki her bir rengin bir
gösterisi mi yoksa yüzmeyi bilmeyen bir kadının
anlamı var. Kadın aslında zarif ve makyajsız
tablosu mu anlayamadım ama yine de çok
olmasına rağmen aynada görünen yansıması kaba
etkileyici. Nasıl buldun?
ve makyajlı. Yansımaya bakıldığında daha koyu tonların hâkim olduğunu ve kadının daha yaşlı durduğunu görebilirsin. Aynaya doğru uzanan eli
— Güzel. Eve gidelim mi?
24 | Y a z m a A t ö l y e s i Deniz sadece “Olur.” dedi. Onu biraz da olsa
yolculuğunun midesini bulandırdığını fark etti.
keyiflendirmek isterken dönüş yolunda yüzü daha
Deniz ona odasını gösterdi ve ekledi:
çok asılmıştı. Anlayışla karşılamaya çalıştı. Psikolojisi çok sağlam olmayan bir insanı neşelendirmek düşündüğünden daha zordu. Ne
— İstersen ve korkacağını düşünürsen beraber kalabiliriz.
yapabilirim, diye düşündü.
Zehra:
Eve yaklaşmışken:
— Korkmam ben hiçbir şeyden. Uyurum hemen,
— Aaa! Aklıma çok iyi bir fikir geldi Zehra Abla.
korkmam.
Babam yarın her zamanki gibi tura çıkıyor. Biz de
Deniz odadan çıkıp kapıyı kapattıktan birkaç
gidelim onunla. “Halikarnas” vapuru çok güzeldir
dakika sonra telaşla içeri girdi.
ve içinde bir sürü odası var. Hem üç gün kafamızı
— Karakoldan aradılar. Kilis’te sakallı, 1.80
dağıtırız, biraz ferahlarız. Merak etme, her gün
boylarında bir adam yanında küçük bir kız
karakolu arayıp haber alırız. Elimizden bir şey
çocuğuyla bir marketin kamerasına yakalanmış.
gelmiyor ve artık günlerini üzülerek geçirmeni
Robot resimdeki çizime tıpatıp uyuyor, dediler.
istemiyorum. Lütfen beni kırma! Buna senin de çok
Görüntüler iki gün öncesine aitmiş. Şimdi Suriye
ihtiyacın var. Lütfen…
topraklarına geçmiş olma ihtimalleri üzerinde
Zehra, onu ilk kez bu kadar istekli görüyordu. Bir
duruyorlarmış.
şey diyemedi. Eve vardıklarında Deniz kapıyı
Zehra bütün geceyi ve ertesi günün tamamını
açarken gülümseyerek:
ağlayarak geçirdi. Kızını bir daha göremeyeceğini
— Üstümüze kıyafet bile almaya gerek yok. Zaten
düşünüyordu. Uykusuz ve bitmiş haliyle uzaklara
üç gün kalacağız çok iyi gelecek, bak göreceksin.
daldı. Ona göre hayat, bir hastanın gözlerini acıtan
Hava kararmaya başlamıştı. Akşam yemeğinde babasını tura kendilerinin de katılabilmeleri için
parlak, kuvvetli bir ışık halini almıştı. Acı veriyordu.
ikna etti. Ekrem Bey hiç hoşnut olmasa da turdan
Dayanılmayacak kadar acı veriyordu hayat. Bu
sonra Zehra’nın evine döneceğini öğrenince bu
koca su, sanki ötesindeki her güzelliği dalgalarla
isteği geri çeviremedi. Deniz gece yatmadan
ulaştıracakmışçasına ona bakıyordu. İşte kendisi de
kendilerine bir spor çanta hazırladı ve içine birkaç
denizin üstündeydi şimdi.
kitap koydu. Herkesin uyuması için erkenden
Bu melankoliden kurtulmak için ilgisini çekecek
ışıkları kapattı.
bir şey bulmaya çalıştı. Kamaradan çıkıp serin
Zehra ilk kez bir deniz turuna çıkıyordu. Bir eksikle
havayı içine kadar çekti. Vardiyasını tamamlamış
hayatına devam etmeye çalıştığı için yaptığı her şey
bir hizmetçi kadınla konuştu. Yemek yerken
anlamsız geliyordu. Hep bir şey eksikti. Bunun için
Deniz’e her şey için teşekkür etti. Ama kafasının
gemiye
içinde dönen bin türlü düşünceden kurtulmak için
bindiğinde
heyecanlanamadı.
Gemi
kamaraya gidip kendisini koltuğuna atarak kestirdi.
25 | Y a z m a A t ö l y e s i Yolculuk sırasındaki berbat durumu yetmiyormuş
değildi. Elleriyle tutunup sarksa ayakları suya
gibi, buna yeni bir perişanlık daha eklendi.
değecekti. Ses çıkarmadan suya bırakabilirdi
İstanbul’a tekrar varıldığında karaya çıkması
kendini. Hiç kimse işitmezdi. Bir dalga yüzüne su
gerekecekti. Deniz’ e teşekkür edip yeniden kendi
sıçratıp ıslattı. Dudaklarında tuzun tadını hissetti,
köhne evine gitmesi, toptan mendil alması, her gün
bu tat hoşuna gitti. Vakti yoktu, sabırsızlanıyordu.
onları satması gerekecekti. Arada sırada kendini bu çıkmazdan zamanlar,
kurtarmayı içinde
düşünecek
bulunduğu
dehşet
olduğu verici
ümitsizliğin farkına varıyordu. Asıl tehlike her gün başına ne geleceğini düşündüğü günlere dönmesi değil, tüm bu olacaklardan korku duymayışıydı. Bir korkabilseydi, o zaman hemen hayata yönelecekti. Korkmadığı için gitgide bu karanlığın içine gömülüyordu. Daha önce zevkle yaptığı hiçbir işte artık tat bulmuyordu.
Yakalanmamak için kamarasının ışığını söndürdü. Demirlerden önce ayağını geçirdi. Omuzları takıldı. Kendini zorla geri çekip, yan dönerek önce bir kolunu geçirerek tekrar denedi. Gemiye bağlı lastikler de ona yardım etti ve kendini dışarıda elleriyle asılı buldu. Ayakları suya değer değmez bıraktı ellerini. Kendini süt kadar tatlı olmayan, kahve kadar acı olmayan köpüklü bir suyun içinde buldu. Halikarnas’ın gövdesi siyah bir duvar gibi hızla geçip gitti. Hiç şüphe yok ki ona yardım
Halikarnas vapuru dönüşe geçtiği gün, Zehra’nın
etmek için hızlı gidiyordu. Geminin kıçında
perişanlığı önceki günden daha beter bir hal aldı.
kaynaşan
Artık uyuyamıyordu. Gözlerinden uyku akıyordu,
çalışırken buldu kendini.
ama o mecburen uyanık durup, hayatın parlak ışığına katlanmak zorundaydı. Hava yapışkan, rutubetliydi, bu boğuculuk ona nefes aldırmıyordu. Kapıya iki kez nazikçe vuruldu. Deniz, ses gelmeyince içeriye girdi. Zehra ablasını uyuyor görünce hiç ses çıkarmadan dışarı çıktı. O da uyumak için odasına yöneldi. Zehra ona zaten veda etmişti, daha fazla söze gerek yok diye düşündü. — Allah’ım ölüler dirilmez. Tek biricik sensin. “Sen varislerin en hayırlısısın.”
köpüklü
suların
içinde
yüzmeye
Bir Trakunya vücuduna sürtünüyordu, Zehra zorla gülümsedi.
Trakunya’nın
dikenleri
vücuduna
batmıştı. Bunun acısı neden orada olduğunu hatırlattı. Halikarnas’ın ışıkları giderek uzaklaşıp bulanıklaşıyordu. Zehra ise orada en yakını onlarca mil uzakta olan kara parçasına yaklaşmak ister gibi ayak çırpıyordu. Bu, otomatik olarak harekete geçen yaşama içgüdüsüydü. Ayaklarını çırpmayı bıraktı ama su ağzının üstüne çıkar çıkmaz, elleri aşağıdan
Hayat acı veren bir yorgunluk halini alınca bütün
yukarıya giden hareketlerle suyu dövmeye başladı.
bu yorgunluğu içinde dinlendirmek için ölüm
Kendi kendini yok edecek bir irade vardı onda.
hazırdı. Peki, daha ne bekliyordu? Tam zamanıydı işte.
Başını kaldırıp, hareketsiz yıldızlara baktı. Aynı zamanda ciğerindeki bütün havayı boşalttı. El ve
Kalktı, başını kamaradan dışarı uzattı, aşağıya, süt
ayaklarını hızla hareket ettirerek göğsünü yarıya
gibi denize baktı. Halikarnas büyük bir gemi
kadar suyun dışına çıkartacak kadar yükseltti
26 | Y a z m a A t ö l y e s i kendini. Bu aşağıya daha hızlı bir iniş yapmak için
yerde karanlığa gömüldü. Bu kadarını görebildi.
kendiliğinden gelişen bir hareketti. Kendini bırakıp
Bu kadarını bilebildi.
hareketsiz şekilde denize gömülmeye başladı. Suyu derin derin günlerdir nefes almıyormuşçasına içine çekti.
Boğulacağı
sırada
tamamen
bilinçsiz
hareketlerle tüm vücudu suyu dövüp onu yukarıya, suyun yüzüne çıkardı. Kendini boş yere, hava almamaya zorlarken yaşamak hırsı diye düşündü.
Deniz eve döndükten günler sonra dışarı çıktığında Duvar Yolu Caddesi’ndeki meşe ağacı artık yoktu. Geriye sadece kaldırımdan 1 metre yüksekliğe uzanan bir gövde parçası kalmıştı. Bir aya kadar kaldırım
taşları
komple
değişirmiş,
öyle
söylüyordu belediye görevlisi. “Taşlar değişince
Ciğerlerini iyice havayla doldurdu. Bu nefesle iyice
ağacın gövdesinin gölgesi bile kalmaz.” diye
derine inebilirdi. Baş aşağı dönüp, bütün gücü,
söylendi Deniz. “Gölgesi bile kalmaz.”
bütün hırsıyla suyu çekerek dalmaya başladı. Derine, daha derine indi. Gözleri açık, ışığın söndüğü noktayı seyretti. Kolları, ayakları yorulup kıpırdayamayacak hale gelinceye kadar derine daldı. Çok fazla derine indiğini fark etti. Kulak zarları üzerindeki basınç, dayanılmaz bir acı vermeye başlamıştı. Kafasının içinde de bir uğultu vardı. Tahammülü azalıyordu, ama kollarını kendisini daha derine sürükleyinceye kadar zorladı. Sonunda ciğerindeki hava bir patlayış halinde hızla boşaldı. Hava kabarcıkları minicik balonlar halinde yanaklarına sürüne sürüne yukarı doğru uçuşmaya başladı. Bunu acı bir boğuşma takip etti. Bulanan bilincinde bu acı ölüm değil düşüncesi dalgalandı. Daha
acı
şeyler
görmüştü.
Hayatın
ona
indirebileceği son darbeydi bu. Elleriyle ayakları zayıf çırpınışlarla suyu dövmeye başladı. Ama artık çok derindeydi. Bu eller ve ayaklar onu hiçbir zaman suyun yüzüne çıkaramazdı artık. Yorgun bir halde, rüya gibi bir dünyada sürükleniyor gibiydi. Her yanını ışıklar sarıp bütün denizi aydınlattı. Neydi bu? Bir afet gibiydi ama beyninin içindeydi. Bu şimşek gibi çakan ışık gittikçe daha hızlı çakmaya başladı. Gürültülü bir ses çıktı. Dipte bir
Bir hafta geçmesine rağmen ancak kendisine gelebiliyordu.
Olanların
bilincine
yeni
yeni
varmaya başlamıştı. Hava kararana kadar bir metrelik ağaç gövdesini izledi. Ne çizeceğini gece geç saatlere kadar tasarladı ve vakit gelmişti…