BAHAR/2010
3
ANADOLU’NUN KAYIP ŞARKILARI GÖKSEL BERLİN CAPETOWN CHARLES RICHARDS LOU RHODES KRONOS QUARTET LHASA de SELA ANADOLU POP THE BEATLES'DAN SEX PISTOLS'A, GRUP MENAJERLERİ
2
3
NIgel Kennedy QuIntet JImI HendrIx ExperIence @ Babylon
Üstün zekâların buluşması... Müziğin farklı uçlarında iki dâhi nasıl buluşabilir? Biri, kemanın üstün çocuğu, diğeri ise rock müziğin uzay ötesi gitaristi, bestecisi... 1970 yılında henüz 27 yaşındayken yaşamını yitiren Jimi Hendrix, 9-10-11 Aralık 2009'da Babylon'da, sahneye sığmayan hiperaktif Nigel Kennedy’nin kemanında yeniden vücut buldu sanki... Eski bir Hendrix hayranıyım. Kennedy’nin ise sarı tuğlalı yolunu hep izlemeye çalıştım. Konserlerin ilk gecesinde hem umduğumu buldum, hem de özlediğim Hendrix başyapıtlarını başka bir enerji akışında dinlemiş oldum. Ancak, Nigel Kennedy’nin salt klasikçi yanını belleyen bazı dinleyiciler, ki aralarında bazı Türk ve yabancı öğretim görevlileri de vardı, düş kırıklığına uğradılar... Bakış açısı, önemli. Hülya Tunçağ / Müzik Prodüktörü ve Yazarı
4
İmtiyaz Sahibi Pozitif Müzik A.Ş. adına Ahmet Uluğ
Yayın Koordinatörü (Sorumlu Müdür) Levent Dokuzer levent@babylon.com.tr
Genel Yayın Yönetmeni Aylin Güngör aylin@bant.tv/bant@bant.tv
Yazı Işleri Müdürü James Hakan Dedeoğlu jhd@bant.tv
Kreatif Direktör Batu John Dedeoğlu
İçerik ekibi Ekin Sanaç (editör) Doruk Yurdesin (editör) Sadi Güran Melikşah Altuntaş Yetkin Nural (*Babylon dergi içeriği ve tasarımı, dergisi tarafından hazırlanmıştır. )
Reklam Pazarlama Direktörü Elif Erdost elif@babylon.com.tr
Matbaa TEMPO Matbaacılık ve Ambalaj San. A.Ş. İkitelli Organize Sanayi Bölgesi Turgut Özal Cad. No: 116/1 İkitelli-İstanbul Tel : (0212) 549 34 60 (pbx) Faks: (0212) 549 34 64
Dağıtım: Pozitif Müzik Yapım
Yönetim yeri ve adresi Şehbender Sok No 8/2 Asmalımescit Tünel Beyoğlu/İstanbul Tel: (0212) 334 01 00 www.babylon.com.tr info@babylon.com.tr *Bu dergi basın meslek ilkelerine uymayı taahhüt eder. Yayın türü: Yerel süreli yayın.
Katkıda bulunanlar Murat Abbas, Reha Arcan, Okan Aydın, Mehmet Sait Benhisavi (aka Ras Memo), Aydan Çevik, Christopher Çolak, Petek Güner, Gülşah Güray, Sühan Gürer, Gökhan Kali, Murat Meriç, Seden Mestan, Baha Özer, Cem Özkan, Ece Sarıyüz, Tuba Şatana, Zekeriya S. Şen, Zeynep Yener
FOTO: Gökhan Kali
İllüstrasyonlar Kapak İçi İllüstrasyonları Saydan Akşit
Sadi Güran
Teşekkürler Elif Cemal, Ulaş Eryavuz, Özkan Özdamar, Semih Uludağ, Selen Zorlu, Deniz Sinan Eroğlu, Jay Dobis, Oya Şenarslan
Bİraz rötarlı bİr “Merhaba” 2009 yılının ikinci yarısı, Babylon için yoğun bir dönemdi. Yaz aylarını, herkesin tatil yaptığı bir zaman ve mekânda, her zamankinden daha çok çalışarak geçirdik. Bir tarafta günlük rutin işler, diğer tarafta da geride bıraktığımız 10 yılın muhakemesini ve geleceğe dair planlarımızı yaparken bulduk kendimizi. O planların arasında, Babylon’dan yayılan enerjinin sınırlarını, “Babylon” adını vereceğimiz farklı mecralar aracılığıyla daha da genişletecek, yeni yaratıcı projeler vardı. O projeler arasında da, ilk 10 yılı 432 sayfada (kısaca) özetleyeceğimiz bir kitap, Babylon’un müziğini dolduracağımız bir dizi toplama albüm, son teknoloji donanımlı yepyeni bir internet sitesi ve üç aylık periyotlar hâlinde yayımlanacak, müziğin kumanda ettiği bir yaşam kültürü dergisi... Yaz boyunca bizi sık sık toplantı masası etrafında buluşturan o fikirler, bir süre sonra hayata geçti. Babylon kitap, geçtiğimiz eylül ayında raflardaki yerini aldı. Babylon is Music adıyla piyasaya çıkan toplama albümlerin toplam sayısı dört etti. Şimdilik... Yeni babylon.com.tr, Ocak 2010 itibariyle yayına başladı. Babylon dergi çıktı ve hattâ üçüncü sayısına geldik bile. Bu arada “Merhaba” demeyi atlamışız. Artık, yoğun gündemimize ve peş peşe yaşadığımız ‘ilk’lerin heyecanlı telaşlarına verin... Babylon derginin mutfağında gerçek anlamda bir ekip çalışması var. Müziğe duyduğumuz ortak tutku bir yana, dergicilik kulvarındaki tecrübelerine çok güvendiğimiz Bant ekibi ile birlikte gerçekleştiriyoruz bu projeyi. Yakından tanıdığınız müzik yazarları da, her zamanki gibi bizi yalnız bırakmayıp, Babylon dergi içeriğinde kendilerine birer köşe ediniyor. Ama en önemlisi, her sayıda dergiyi hazırlayan ekibe Babylon ahalisinden tanıdık isimler dâhil oluyor. Bazen konu, bazen de konuk yazar olarak... Özetle, Babylon’u Babylon yapan müdavimleri bir araya gelip, dergisini de yapıyor. Buradan bir kez daha, başta Bant ekibi olmak üzere, herkese destekleri için tek tek ve çok çok teşekkürler…
Bir ara altmışlı ve yetmişli yıllardan kalma Anadolu pop plaklarımızı yeniden ortaya çıkarttık. Bütün dünya o plakların peşindeyken, çok da ortada bırakmamak lazımdı aslında. En az himayeleri altına aldıkları müzisyenler kadar efsane olmuş grup menajerleri ile zamanda yolculuk yaptık sonra. Ve hattâ yolda içlerinden bir tanesini, Japan ile New Romantics akımını başlatan, 1985 yılında Wham!’e Komünist Çin’de konser veren ilk Batılı grup olma unvanını kazandıran Simon Napier-Bell’i yakalayıp sorgu suale çektik. Düşler Akademisi ile tanıştık. Hayattaki tüm engellerin müzikle aşılabildiğini gösterdiler bize. İkinci buluşmayı, Babylon’da yapmaya karar verdik. Yönetmen Charles Richards’ın objektifinden, yolu İstanbul’a düşen müzisyenlerin portrelerine baktık biraz. İstanbul’un son birkaç yılda kimleri ağırladığını fotoğraf karelerinde hatırlayıp, yaşadığımız şehrin geldiği nokta ile bir kez daha gurur duyduk. Sonra yol bizi Berlin’e çıkarttı. Şehri kaplayan depresif perdenin ardında onu Avrupa’nın en ‘cool’ kenti yapan nedenleri sizin için bir bir sıraladık. Bir grup Babylon müdavimi Cape Town’a gitti. Dönüşte anlatacak çok şeyleri vardı, biz de onlara sayfalar verdik. En başından beri, bu şehri ve ülkeyi daha iyi bir yer yapmaya yönelik her türlü projeyi destekliyor ve Babylon dergi aracılığıyla duyurmayı hedefliyoruz. Bu sayıda UMA (Urla Müzik Akademisi) ve SAE Enstitüsü çıkacak karşınıza. Eğer siz de benzer yaratıcı projelerden bahsetmek istiyorsanız, unutmayın, Babylon dergide sayfalarınız var. Bize her zaman dergi@babylon.com.tr adresinden ulaşabilirsiniz. Sadece duyurmak istediğiniz projelerle değil, yorumlarınızla da yakından ilgileniyoruz.
Babylon derginin üçüncü sayısında ana rotamızda yine müzik var. Ve tabiî, müziğin bizi götürdüğü ‘başka’ yerler…
Babylon derginin üçüncü sayısı birazdan matbaaya gidiyor. Ofiste herkes sabırsızlıkla bu giriş yazısının bitmesini bekliyor. Burada bitsin, o zaman…
2004 yılında grubu Lamb ile yollarını ayırıp, müziğe solo devam eden Lou Rhodes, üçüncü stüdyo albümü One Good Thing ile çıktığı turne kapsamında, 21 Nisan gecesi Babylon’da sahne alacak. Bu konser öncesinde herkes dersini iyi çalışsın ve o sahnede gitarıyla kendini anlatmaya başlamadan biz sizi kendisiyle tanıştıralım istedik.
Ya da şöyle bitirelim:
Göksel ile Mektubumu Buldun Mu? albümünden konuşurken, Kibariye’den Sezen Aksu’ya uzanan, uzun bir sohbetin içinde bulduk kendimizi. Nezih Ünen rehberliğinde Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’nın peşine düştük. Karşımıza 90 dakikalık bir müzikal-belgesel çıktı. Oturduk, seyrettik. Ve çok keyif aldık. Bu işin perde arkasını merak edecek kadar…
6
Babylon, bir müzik kulübü. Babylon, bir kitap. Babylon, bir albüm. Babylon, bir internet sitesi. Babylon, bir dergi. Babylon, her zamankinden daha çok, sizin.
7
İÇİNDEKİLER 10_ Haberler
28_ Röp: Charles Richards
20_ Son Zamanlarda: Fatma Çolakoğlu 22_ Son Zamanlarda: Gökşin Ilıcalı 24_ Hangi Albüm: Tuğrul Eryılmaz
44_ Dosya: Anadolu Pop
26_ Soru-Cevap: Erel Eryılmaz – Şermin Ekinci – Mehmet Tez – Muammer Brav 36_ Güncel Projeler: SEA Enstitüsü 38_ Güncel Projeler: URLA Müzik Akademisi
52_ Röp: Göksel
40_ S.O.S.: Düşler Akademisi 42_ Playlist 50_ Lhasa 66_ Röp: Kronos Quartet 62_ Röp: Lou Rhodes
86_ Plak Şirketi: Tru Thoughts 88_ İstanbul Film Festivali 94_ Festival: Primavera Sound 95_ Mekân: Paradiso 96_ Mutfak Tınıları
56_ Röp: Anadolu’nun Kayıp Şarkıları
70_ Gezi: Berlin
98_ Expat: Pieter Snapper 100_ Köşe Yazıları: Noize – Pertavsız – Aksak Rıddım – Half Stereo
80_ Gezi: Capetown
104_ Albümler 110_ Babylon Is Music: Music Is Passion 112_ Kitap 113_ DVD 114_ Bu Kitabı Biliyor Musunuz? I’m With the Band 115_ Hi-Find 116_ !f Istanbul 118_ Babylon Lounge Röportajları: Daniel Stork – Aykut Oğut 120_ Babylon Program 122_ Babylon Highlights 126_ Babylon Backstage 128_ Babylon Shop 8
92_ Belgesel: Albert Maysles
76_ Dosya: Grup Menajerleri
9
FREKANSLAR
Yıllar geçtikçe en saygın ödül törenleri bile daha pop bir hâle geliyor. Olaya heyecan katmak, haber değerini artıracak bir ilginçlik yapmak, ödülleri hakkına teslim etmekten daha tercih edilir oldu. Ya da ödül törenlerini çok abartıyoruz. İşte en abartılısından bir ödül töreni daha gerçekleşti geçtiğimiz aylarda. Müzik dünyasının en ihtişamlı ödüllerinden Grammy’ler sahiplerini buldu. Tüm listeyi uzun uzadıya saymak mümkün olmasa da genel itibariyle törene damgasını vuran isimler, Taylor Swift, Beyonce, Lady Gaga, Kings of Leon, The Black Eyed Peas ve Eminem oldu.
Dünyanın en büyük ve en eğlenceli müzik festivallerinden biri kabul edilen Coachella, bu yıl 16-17-18 Nisan’da Indio, California’da gerçekleşecek. Dünyanın dört bir yanından sayısız müzikseverin akın ettiği festivalin her yıl ağız sulandıran bir konuk listesiyle karşımıza çıkmasına alışığız. Bu yılki program da yine insanı ufak bir kaçamağa teşvik ettirecek cinsten güçlü isimlerle dolu. Jay-Z, Muse ve Gorillaz’ın başı çektiği festivalin öne çıkan diğer isimleri şöyle: Pavement, Faith No More, Thom Yorke, LCD Soundsystem, Them Crooked Vultures, Vampire Weekend, Phoenix, Orbital, Spoon, Yo La Tengo, Grizzly Bear, MGMT, Gossip, Julian Casablancas, Dirty Projectors, Hot Chip, Deerhunter, Camera Obscura, The XX, The Whitest Boy Alive, Fever Ray, She & Him, The Cribs, Charlotte Gainsbourg, Yann Tiersen, White Rabbits, The Temper Trap, La Roux, Yeasayer, Beach House.
Alison Goldfrapp ve Will Gregory’den oluşan elektropop ikilisi Goldfrapp’in beşinci stüdyo albümü Head First, 9 Mart’ta piyasaya çıkıyor. Grubun bir anlamda en optimist ve naif çalışması olarak ele alınabilecek Seventh Tree albümünün ardından, synthleri bol, daha karanlık ve atmosferik bir yöne kaydığı Head First, grup üyelerinin hazırlık sürecindeki tüm yoğunluğa ve koşuşturmasına rağmen içine sinen bir çalışma olmuş. Grup, Head First’ün kayıtları sürerken bir yandan da John Lennon’ın gençlik yıllarını konu alan İngiliz filmi Nowhere Boy’un müziklerini yapmış ve bu çalışmayla da beğeni toplamıştı.
10
Bob Dylan’ın Slow Train Coming adlı albümünde yer alan “Man Gave Names to All The Animals” adlı şarkı, çocuk kitabı oluyor. Kitabın yaratıcısı Jim Arnosky, “Şarkının sözlerini ilk duyduğum andan itibaren aklımda eski zamanlara ait diyarların muazzam tasvirleri oluşuyordu, sonunda bir kitap fikri çıktı ve isim hakkı için de Bob Dylan’dan onay alabildiğimiz için çok mutluyum” şeklinde konuşuyor. Kitapta Dylan’ın şarkı sözleri de görsellere uyumlu bir biçimde yer alacak.
Grubun baş adamı Julian Casablancas’ın solo albümü ve konserleri sonrasında The Strokes yeni albüm hazırlıkları için yeniden bir araya geldi. New York’ta Avatar Studios’ta çalışmalara başlayan grup şu günlerde, daha önce Björk, Beck ve U2 ile çalışmış Joe Chiccarelli’nin yapımcılığındaki dördüncü albümü için gece gündüz şarkı çalıp kaydetmekle meşgul.
FREKANSLAR
Rakun Müzik, 2010 içerisinde yayınlamayı düşündüğü iki albümün haberini önceki günlerde müzikseverlerle paylaştı. Hayat adlı ilk albümü ile başarılı bir çıkış yakalayan Sakin’in şimdiden konserlerinde çalmaya başladığı yeni parçalarının yer aldığı ikinci stüdyo albümü, 2010 sonbaharında piyasaya çıkıyor. Mor ve Ötesi’nin merakla beklenen yeni albümünün ise son hazırlıkları tamamlandı. Albümün prodüktörü Tarkan Gözübüyük’ün Chris Sheldan ile ortak bir çalışma yürüttüğü bu yeni çalışma ise nisan ayının ortalarında dinleyicinin beğenisine sunulacak.
Dünyaca ünlü Amerikalı hip hop yıldızı Lil Wayne, bir süre önce yasadışı marihuana ve silah bulundurmaktan 1 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Şubat ayının ikinci haftası hapis cezası başlayan Wayne’in, aynı döneme denk gelen yeni albümünün tanıtım tur ve konserleri de böylece ertelenmiş oldu. Bir grup art niyetli dedikodu kaynakları ise hapis cezasının yeni albümle aynı döneme denk gelmesinin tesadüf olmadığı kanaatinde.
Her yıl yerli müzik piyasasına alternatif isimler kazandıran Miller Music Factory’nin 2009 birincileri belli oldu. Kategoriler ve birinciler şöyle: dans / Cueberk, elektronika / Fuji kureta, hip-hop / Zifo & Allame, alternatif rock / N.A.K.I.T, cover / Alternans, DJ / Junior.
Geçtiğimiz yıl yaşamını yitiren pop ilahı Michael Jackson’ın ölmeden önce hazırlandığı konser turnesinin prova çekimleri ve sahne hazırlıklarını anlatan belgesel film This Is It’in çift diskli koleksiyon versiyonu önceki aylarda ülkemizde de piyasaya çıktı. Tiglon tarafından Blue-Ray baskısı da piyasaya sürülen ve kısa sürede en çok satanlar listelerinin zirvesine yükselen filmin ekstraları arasında 30 dakikaya varan ek materyaller ve Jackson’ın efsane video kliplerinden Smooth Criminal da yer alıyor.
Amerikalı müzisyen M. Ward’ın solo çalışmalarının yanında Amerikan bağımsız sinemasının genç ve yetenekli isimlerinden Zooey Deschanel ile kurduğu She & Him’in merakla beklenen yeni albümü Volume 2, 23 Mart’ta yayınlanıyor. Indie-folk türünün son yıllardaki en heyecan verici gruplarından birine dönüşen ikilinin bu yeni albüm haberinin yanı sıra, Deschanel’in başrolünde yer alacağı, dünyanın en ünlü groupie’lerinden Pamela Des Barres’in anılarından uyarlanan I’m With the Band: Confessions of a Groupie adlı televizyon dizisinin çekilmeye başlandığının haberini de ekleyelim.
11
FREKANSLAR
Johnny Depp, Karayip Korsanları serisindeki Jack Sparrow karakterini yaratırken ilham aldığını defalarca dile getirdiği ve serinin son filminde beraber kamera karşısına geçtiği The Rolling Stones üyesi Keith Richards’ın hayatını anlatan bir belgesel çekmek için kolları sıvadı. Depp, gerçek hayatta da yakın dost olan ikilinin film projesiyle ilgili oldukça heyecanlı açıklamalar yapıyor.
İngiltere’nin en çevreci festivali Wood Festival, bu yıl 21-23 Mayıs tarihleri arasında Oxford yakınlarında gerçekleştirilecek. Plastik ve geri dönüşmeyen malzemeden tamamen arındırılmış bir sahne ve mümkün olduğunca doğal kaynaklı enerjiyle düzenlenen festivalde bu yıl Tunng, Fionn Regan, Martin Simpson gibi isimler yer alıyor.
Radiohead’in In Rainbows sonrası suskunluğunu bozmak üzere yeni bir albüm çalışması içinde olduğu söyleniyor. Grubun yapımcısı Nigel Godrich’in Hollywood Hills’te tuttuğu stüdyo-malikânede bir süredir yeni albüm kayıtlarını gerçekleştiren grup elemanları, 30 Ocak’ta evde büyük bir parti vermiş ve bu partide Godrich tarafından yeni albümün isminin In Rainstorms olabileceği söylenmişti. Yine de grubun resmî kaynaklar ve kendi internet siteleri üzerinden yapacakları açıklamayı beklemek en doğrusu gibi görünüyor.
40. yılında yine akıl almaz bir konuk listesiyle yine herkesin ağzını açık bırakmaya hazırlanan, birçoklarına göre dünyanın en büyük müzik festivali Glastonbury, bu yıl 23-27 Haziran tarihleri arasında gerçekleşecek. Yaklaşık elli sahnede, yüzlerce grubu ve 200 bine yakın seyirciyi ağırlayan efsane festivalin kurucusu Michael Eavis, geçtiğimiz aylarda, 26 yıllık laneti bozarak U2’yu nihayet bu yılki programın headliner’ı olarak göreceğimizin haberini vermişti. Eavis geçtiğimiz günlerde U2’ya eşlik edecek iki headliner’ın daha haberini paylaştı: Muse ve Stevie Wonder. Hot Chip, Dizzee Rascal, Jack Johnson, Vampire Weekend gibilerin ise U2 gecesi öncesi yer alacak isimler olduğu açıklandı. 500 civarı konser ve gösterinin yer alacağı programın tümünün açıklanacağı tarih içinse şimdilik birkaç ay daha bekleyeceğiz gibi görünüyor.
12
Yeah Yeah Yeahs’in solisti Karen O’nun müziklerine imza attığı Where The Wild Things Are soundtrack’i yılın belki de en başarılı albümlerindendi. “All Is Love” adlı parça kısa sürede hit oldu ve yıl boyunca Altın Küre dâhil olmak üzere sayısız ödül listesinde adaylık sahibi olunca, Oscar adaylığına da kesin gözüyle bakılmaya başlandı. Geçtiğimiz ay açıklanan aday listesinde adının yer almaması, bu nedenle büyük şaşkınlık yarattı. Benzer bir başarıyla yıl boyu adı anılan Paul McCartney’nin Everybody’s Fine filmi için bestelediği “I Want to Come Home” ve Jack White’ın It Might Get Loud için bestelediği “Fly Farm Blues” da adaylık almayarak sürpriz yapan şarkılar oldu. Akademinin seçimi, besteci Randy Newman’ın The Princess and the Frog için yaptığı iki şarkı, Nine adlı müzikalden “Take It All”, Fransız filmi Paris 36’den “Loin de Paname” ve country müzisyeni T-Bone Burnett’in Crazy Heart için bestelediği ve Altın Küre kazandığı “The Weary Kind” oldu.
13
FREKANSLAR
2003’te dağılan efsane topluluk Suede, dağıldıkları günden bu yana ilk kez bir araya gelerek bir konser vermeye hazırlanıyor. Genç kanser hastaları yararına Londra’da, Royal Albert Hall’de düzenlenecek konserde, 1994’te gruptan ayrılan gitarist Bernard Butler’ın bu yeniden buluşmada yer almayacağı açıklandı. Konserde Butler’ın yerine, gruba Richard Oakes eşlik edecek.
Massive Attack hayranları bu günlerde, grubun 8 Şubat’ta yayınlanan yeni albümü Heligoland’den kısa süre sonra piyasaya çıkacak yeni EP’nin sevincini taşıyor. Grubun lideri Robert Del Naja’nın yaptığı açıklamaya göre bu yeni EP, grubun Heligoland’e sığdıramadığı ve bir türlü tamamlayamadığı parçalardan oluşacak.
İzlandalı Sigur Rós üyeleri, yeni albüm için bir süredir dağınık bir çalışma sürdürüyordu. Bir türlü net bir takvime oturtamadıkları stüdyo çalışmalarına her defasında en baştan başlayan grubun lideri Jónsi Birgisson, bu durumu “Her dakika grup elemanlarından birinin yeni bir bebeği doğuyor” diye açıklıyor. Grubun dikkatini toparlayıp sıkı bir çalışma cetveli hazırlaması birkaç ayı bulacak gibi görünse de, Birgisson’un 22 Mart’ta piyasaya çıkacak yeni solo albümü Go, grubun hayranlarını da bir süre oyalayacağa benziyor.
14
Amerika’da ve tüm dünyada izlenme rekorları yeni müzikal dizi Glee’nin ilk 13 bölümü içinde çıkan iki farklı soundtrack albümü rekor bir satışa imza attı. Geçmişten günümüze sayısız hit parçanın dizinin yıldızları tarafından yeninden yorumlanmış versiyonlarının yer aldığı albümler tüm dünyada yüksek satış rakamlarına ulaşıp müzik listelerinde üst sıralara yerleşerek, ucu bucağı görünmeyen yeni bir soundtrack serisinin doğmasına da yol açmış oldu.
Daha önce 2002’de verdiği İstanbul konserinde sevenleriyle buluşan The Cranberries, yeniden bir araya gelerek çıktığı turne kapsamında 22 Temmuz’da İstanbul, 23 Temmuz’da İzmir’de Türkiye’deki hayranlarıyla tekrar buluşmaya hazırlanıyor. Unilife’ın organizatörlüğünde gerçekleşecek konserlerde grup, Dolores O’Riordan’ın solo albümünden parçaların yanısıra Cranberries hitlerine de yer verecek.
15
FREKANSLAR
29. Uluslararası İstanbul Film Festivali İstanbullu sinemaseverlerin hayatında iki haftalık bir bayram etkisi yaratan İstanbul Film Festivali, 29. yılında, festivallerin gözdesi ödüllü filmler, özel galalar, ulusal ve uluslararası sinemadan saygın konuklar, sayısız söyleşi, workshop ve proje ile yine dopdolu bir etkinlik cetveli çıkarıyor karşımıza. Bu yıl 3-18 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek olan festival yine son zamanlarda yurtiçi ve yurtdışı ödül listelerinde adı sıkça anılan yepyeni filmlerin yanısıra, döneminde yarattığı sarsıcı etkiyle ölümsüzleşen klasiklere de yer veriyor programında. Programın detaylı bilgileri ve çok daha fazlasını ileriki sayfalarımızda bulabilirsiniz. www.iksv.org/film
Sinemanın Arka Pencere’si Dergi yayıncılığının uzun bir süredir zor günler geçirdiği ülkemizde, basılı değil ama online bir dergi, birkaç ayda kendi kitlesini oluşturarak, basılı sinema dergilerine hoş bir alternatif oluşturdu. Cem Altınsaray, Bilgehan Aras, Kemal Ekin Aysel, Burak Göral, Murat Özer, Burçin S. Yalçın’ın yayın ekibini oluşturduğu, Tunca Arslan, Kerem Sanatel, Ferhat Neptün gibi isimlerin sıkça katkı sağladığı online dergi Arka Pencere, her hafta gösterime giren filmlerin ayrıntılı tanıtım ve kritik yazıları, oyuncu ve klasikleşmiş filmlere ayrılan sayfalar ve DVD eleştirileri ile doyurucu bir içeriğe sahip. Herhangi bir üyelik sistemi olmaksızın, kendi adresinden ücretsiz okunan dergi, aynı zamanda Bilgehan Aras imzası taşıyan, okuyucusunu zorlamayan şık tasarımı ve dergi sayfalarını tayin eden Hitchcock temasıyla da görsel açıdan da tam bir tatmin sağlıyor. www.arkapencere.com
Yeşilçam Klasikleri Restore Ediliyor! Tozlu raflara hapsolmuş eski film bobinleri, kanal yöneticilerinin insafına kalmış Yeşilçam klasiklerinin depolarda çürümeye yüz tutmuş kopyaları, artık düşündüğümüz kadar uzak ve ulaşılamaz olmaktan çıkıyor. Vipsaş Film Stüdyoları, televizyondaki tekrar yayınları bile binlerce seyirciyi ekran başına toplayan eski ve yıpranmış Türk filmlerini temizlemek, çapak ve kopuk şeritlerden arındırmak ve HD formatında sağlıklı bir görüntüye ulaştırmak için 750 bin dolarlık bir yatırım gerçekleştirdi. Şimdilik yalnızca Arzu Film ve Gülşah Film’in başvurduğu bu restorasyon hizmeti ile hem bu önemli yerli filmler sağlıklı formatlarda arşivlenebilecek, hem de örümcek bağlamış depolarda kayıp ya da telef olma ihtimalleri ortadan kalkacak... Restorasyon işleminden geçmiş bir filmin nasıl göründüğü ve ortaya ne kadar parlak bir iş çıktığını görmek için, geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz usta sinemacı Zeki Ökten’in çok sevilen taşlaması Kapıcılar Kralı'nın bir buçuk ay süren bir yenileme işleminden geçmiş halinin uzun fragmanını YouTube’da bulabilirsiniz
16
Ankara Uluslararası Film Festivali Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından düzenlenen Ankara Uluslararası Film Festivali, 11 - 21 Mart 2010 tarihleri arasında 21. kez izleyicilerle buluşuyor. Uluslararası Kısa Film Gösterimi ve Uluslararası Belgesel Film Gösterimi bölümlerinde dünyadan çeşitli festivallerde ödül almış kısa, canlandırma ve belgesel filmlerin gösterildiği festivalin Dünya Sineması bölümünde ise dünyanın hemen her kıtasından yeni filmler ve sinema sanatının önemli eserleri izlenebiliyor. www.filmfestankara.org.tr
FREKANSLAR
Santralatölye Santralistanbul’un farklı içeriklerde tasarladığı atölyeler Santralatölye adı altında şubat ayında faaliyetlerine başladı. Santralistanbul’da yürütülen bu yetişkin atölyeler, edebiyat, müzik, fotoğraf, dijital grafik ve animasyon, dans, yoga ve moda konularında uzman eğitmenler tarafından yürütülüyor. Aralarında Yaratıcı Yazarlık Teknikleri, DJ Atölyesi, Çizgi Roman, Stop Motion, Caz Tarihi, Modanın ABC’si ve Klasik Müziği Anlamak gibi içeriklerin bulunduğu atölyelerde günlük ya da haftalık eğitim programları, esnek saatlerle sunuluyor. www.santralatolye.com
Banané Magazine Online sanat platformu Banané Magazine, fotoğraf, illüstrasyon, grafik, moda, müzik, video gibi farklı alanlarda çalışan birçok sanatçının portföyüne yer veren, keyifli röportajlarıyla kendini okutan bir yayın. Hem İngilizce, hem Türkçe olarak görüntülenebilen Banané Magazine, yaratıcı içeriğiyle takip edilmeyi bekliyor. Geçtiğimiz aylarda Building Art, Food Lab & Apparel bünyesinde ilk kolektif sergi projesini hayata geçiren Banané, atılımlarını sürdüreceğe benziyor. www.bananemag.com
Ekodünya 2010 27-30 Mayıs 2010 tarihleri arasında, Yeşilköy’de düzenlenecek olan Ekodünya Fuarı ve Kongresi, çevre dostu ürün ve hizmetlere olan talebi ve duyarlılığı artırmayı hedefliyor. Ekodünya 2010 Fuar ve Kongresi, sürdürülebilir düşünce, çevre dostu yapılaşma, alternatif enerjiler ve sürdürülebilir kalkınma gibi başlıkları irdeleyerek ‘yeni sürdürülebilirlik’in tanımını yapıyor. Amaçlanan, ‘çevre dostu yeşil bina’ ve ‘sürdürülebilir kalkınma’ kavramlarının etkin bir şekilde duyurulmasıyla, ekolojik yaşam bilincinin yaratılması.
Dekorasyon, Mobilya ve Tasarım Fuarı i-deco İstanbul Dekorasyon, Mobilya ve Tasarım Fuarı, 3-7 Mart 2010 tarihleri arasında CNR Expo’da üçüncü kez kapılarını açıyor. Geçtiğimiz sene, çok sayıda yerli ve yabancı tasarımcıyı ağırlayan i-deas Salonu’nun 2010 yılı küratörlüğünü tasarımcı Tanju Özelgin üstleniyor. Yerli ve yabancı iç mimarlara, dekoratörlere, tasarımcılara ve zevk sahibi tüketicilere yönelik tüm dekorasyon ürünlerinin yer aldığı i-deco’da, özel tasarım mobilyalardan, duvar kâğıtlarına, perdelere, aksesuarlara kadar birçok yenilikçi ürün görmek mümkün. www.idecoist.com
Art By Chance Hızlı akan şehir hayatına tesadüfî olarak renk katmak ve insanları şaşırtmak amacıyla dünyada İstanbul dâhil 13 şehirde hayata geçirilen Art By Chance Ultra Kısa Film Festivali 2010 için katılımlar başladı. Dünyanın birçok ülkesinden sanatçıların ürettiği 30 saniyelik filmlerden yapılacak seçkiler, mayıs ayı boyunca dünyadaki halka açık alanlarda bulunan yaklaşık 10 bin adet dijital ekranda gösterime girecek. Festivalin bu seneki teması, modern insanın en büyük derdi ‘zaman’ olarak belirlenmiş. Kurmaca, belgesel, animasyon ve video sanatın her örneğine açık olan festivalde katılımcılardan bu temayı 30 saniyede işlemeleri bekleniyor. Son katılım tarihi 26 Mart 2010. www.artbychance.org
17
FREKANSLAR
Oyuncaktan Heykeller İngiliz sanatçı Robert Bradford, 6 metreyi aşabilen boyutlardaki figür heykellerini, atılmış plastik oyuncaklar, düğmeler, mandallar, kullanılmayan türlü malzemeler kullanarak oluşturuyor. Bradford, ahşaba vidalayarak kullandığı bu oyuncaklarla istediği her şekli yaratabiliyor. Ortaya da geri dönüşümlü, eğlenceli ve interaktif heykeller çıkıyor.
Bookbook MacBook ve MacBook Pro’lar için tasarlanan özel kılıfların en sonuncusu yıllanmış bir kitap görünümünde. Deriden yapılmış bu sert kılıf Bookbook olarak adlandırılmış. Bookbook, malzemesi sayesinde bilgisayarınızı olası darbelere karşı koruyor. Ayrıca bilgisayarınızı eski püskü bir kitap görüntüsüne sokarak onun çalınma riskini de azaltıyor. Her biri özel olarak üretilen Bookbook’ların biri birine benzemiyor, hepsi farklı olarak tasarlanmış.
Oyee Design Oyee Design koleksiyonu, elle yapılmış ayakkabıları orijinal tasarımlarla sunarak dikkat çekici ürünler ortaya koyuyor. Tüm tasarımlar elle boyanarak hazırlanıyor ve eğer koleksiyonlardaki modeller hoşunuza gitmezse ya da başka bir şey isterseniz, Oyee Design sizin için ‘kişiye özel’ ayakkabılar da hazırlayabiliyor ve bu ürünün aynısından bir tane daha yapmamayı garantiliyor. www.oyeedesign.com
Twitter’ın Gerçek Renkleri Sense Internet şirketi, internet teknolojileri üzerinden akıllı tasarımlar yürütüyor. True Colors Of Twitter isimli uygulamaları, Twitter üzerinde istediğiniz aramaları yapmanızı mümkün kılıyor. Bu eğlenceli arama motoru sayesinde aradığınız kelimelerin kim tarafından ne şekilde tweet’lendiği renkli baloncuklar içinde tek tek belirerek can alıcı grafikler ortaya çıkartıyor. www.sense.co.uk/truecolorsoftwitter
Charting The Beatles Grafiker Michael Deal’ın başlattığı ve sonradan pek çok grafikerin dâhil olarak geliştirdiği Charting The Beatles adlı proje, infografikler aracılığıyla Beatles’ın müziğini şarkılar üzerinden masaya yatırıyor. Diagram ve grafiklerin çoğu ikincil kaynaklara dayanmakla beraber, yalnızca satış rakamları, yazılmış biyografiler, kayıt notları ya da notalarıyla sınırlı kalmıyor. Kullanılan her renk, Beatles elemanlarının şarkı yazma sürecindeki işbölümleri hakkında ipuçları verirken, ziyaretçiler de bu projenin bir parçası olabiliyor. www.mikemake.com
18
19
SON ZAMANLARDA...
Son zamanlarda ne dinliyorsun? Pek çok fazla şey... Arctic Monkeys, Noah and the Whale, Julian Casablancas, Tunng, Flotation Toy Warning, The Beatles, Nico, Danger Mouse, Killers, Seu Jorge, Ralfe Band, Stars, Fionna Apple, The Dead 60s... Son zamanlarda okuyorsun? Ahmet Hamdi Tanpınar, George Perec, Alice Sebold, Julia Kristeva. Son zamanlarda nerelere takılıyorsun? Asmalı Meyhane’ye, Babylon ve Lokal’e, nenem ve teyzemlere… Son zamanlarda ne içmeyi seviyorsun? Cin tonik, votka martini, Yeni Rakı’nın yeni serisi. Son zamanlarda gittiğin en iyi konser hangisiydi? İyi konser son zamanlarda zor... Son beş aydır İstanbul dışına gidip geldim. İyi konserler kaçırdım. Son zamanlarda olmasa da PJ Harvey ve Beck diyebilirim. Son zamanlarda yaptığın en iyi keşif neydi? Paris’te Les Halles’de ufacık küçücük bir bar... Adını hatırlayamıyorum ama yerini çok iyi biliyorum. Son zamanlarda izlediğin en iyi film neydi? Inglorious Basterds, Whatever Happened to Baby Jane?, The Hangover. Son zamanlarda en sık hangi siteyi ziyaret ediyorsun? Boltart.net, artforum, BFI, wikipedia, rhizome, wired. Son zamanlarda hangi ülkeyi merak ediyorsun? Lumumba’dan ötürü Kongo’yu... Son zamanlarda nelerden sıkıldın? Bazı insanlardan... Adaletsizlikten, haksızlıktan... Son zamanlarda neyi özlüyorsun? Sirkeli ve tuzlu cips Son zamanlarda neyden korkuyorsun? Umutsuzluğa kapılmaktan, yeni yıkanmış dar kot giymekten ve çamaşır asmaktan. Son zamanlarda seni ne sinirlendiriyor? Yine bazı insanlar – gıcıklık, kendi beğenmişlik, kompleksli olmak – bunlar beni sinirlendiriyor. Bir de kendime sinirleniyorum zaman zaman. Olmadık yerlerde sakarlık yapmama, cep telefonu çaldırmama... Son zamanlarda hangi kelimeyi sıkça tekrar ediyorsun? “Dof dof”, sakarlık yaparken “Tania Tania.”
20
Fatma Çolakoğlu
İstanbul Pera Müzesi’nİN film, video ve iletişim programları yöneticisi Fatma Çolakoğlu’na son zamanlarda neler yaptığını sorduk. Hazırlayan: Yetkin Nural / Foto: Gökhan Kali
21
SON ZAMANLARDA...
Son zamanlarda ne dinliyorsun? Jordi Savall_İstanbul, Keith Jarrett_The Melody at Night with You, Taksim Trio, Glenn Gould_Goldberg Variations, Tom Waits_Alice. Son zamanlarda ne okuyorsun? The Sense of Order, America’s Secret War_George Friedman, Renovated Houses, Bursa Mutfağı_Ömür Akkor. Son zamanlarda gittiğiniz bar ve restoranlar? Marakeş’te Dar Yacout; İstanbul’da Urza, Asmalı Cavit, Mimolett; Cenevre’de Domain de Chateauvieux; Londra’da Le Gavroche; Kapadokya’da Argos in Cappadocia. Son zamanlarda gittiğin en iyi konser hangisiydi? Babylon’da Nigel Kennedy, Argos in Cappadocia’da Doremis. Son zamanlarda yaptığın en iyi keşif neydi? Tahinli kabak tatlısı, Londra gece hayatı ve Üçhisar’da kimsenin bilmediği 2000 yıllık bir kilisede güneş hüzmelerini seyretmek. Son zamanlarda izlediğin en iyi film neydi? Jim Jarmush’tan Ghost Dog – The Way of Samurai ve Coen'lerden No Country for Old Men. Son zamanlarda en sık hangi siteyi ziyaret ediyorsun? Hürriyet ve Argos’un web siteleri. Son zamanlarda hangi ülkeyi merak ediyorsun? Yemen, Libya ve Kamboçya. Son zamanlarda nelerden sıkıldın? Hasan Cemal – Cengiz Çandar ikilisinden ve İstanbul trafiğinden.
Gökşİn Ilıcalı Pek çok ünlü markaya hizmet veren Argos İletişim, Yapı ve Kültür Sanat’ın kurucusu ve başkanı, hepimizin Mercan Dede olarak bildiği Arkın Ilıcalı’nın ağbisi, bir şarap ve kapadokya tutkunu ve Babylon müdavimi olan Gökşin Ilıcalı’ya son zamanlarda neler yaptığını sorduk. Hazırlayan: Yetkin Nural
22
Son zamanlarda neyi özlüyorsun? Amsterdam, Fez ve mavi yolculuk. Son zamanlarda neden korkuyorsun? Üç kez dolandırıldığım biri tarafından dördüncü kez dolandırılmaktan. Son zamanlarda seni ne sinirlendiriyor? İşini iyi yapmayan insanlar, yalan, dolan, entrika… Son zamanlarda hangi kelimeyi sıkça tekrar ediyorsun? “Canım” ve “tatlı kızım”.
23
Exile On The Main Street_The Rolling Stones
24
12 Ocak tarihinde Haiti’de gerçekleşen depremin bilançosu insanoğlunun hafızasından uzun süre silinmeyecek ama bu, Türkiye’den binlerce kilometre uzaklıktaki ölüm kalım savaşı veren insanlara yardım edemeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Müziğin gücüne, müziğin insanları bir taraya getirebilen enerjisine inanan Babylon ekibi olarak Haiti’ye kayıtsız kalamazdık. Babylon’un evsahipliğinde UNICEF ve Çengi Performing Arts işbirliğinde düzenlenen Haiti’ye Yardım Gecesi: Music Helps, Teoman, Baba Zula, Bora Uzer, Sakin ve The Revolters gibi birçok ünlü sanatçı ve grubun katılımıyla 1 Şubat Pazartesi gecesi gerçekleşti. Beyoğlu Belediyesi ve Biletix’in de katkılarıyla düzenlenen gecenin tüm geliri olan 12 bin 932 TL, UNICEF aracılığıyla Haiti’deki depremden zarar gören çocuklar yararına aktarıldı. Müziğin gücüne inanan, sahne alan
babazula teoman
bora uzer
Öykü serter
ve geceye katılan herkese teşekkür ederiz.
25
SORU-CEVAP
Hazırlayan: Yetkin Nural
Erel Eryürek
yayıncı / dergici / DJ / blogger (2'debir) Eğer bu derginin genel yayın yönetmeni olsaydın, kapağa kimi koyardın? Dergici olduğum için tavlayıcı bir kapak görseli koyardım. Örneğin içeride yer verdiğim önemli bir müzisyenin özel bir kapak çekimi olabilir bu. Bir müzisyenin portresi olabilir veya müdavim fotoğrafı. İnsanlar yüze bakmayı seviyor. Ama kesinlikle yakın plan bir surat görseli… Eğer bir moda haftasının organizatörü olsaydın, koleksiyonlarını sergilemek için çağıracağın üç önemli isim kim olurdu? Marni, Marc Jacobs ve Miu Miu… Kendi ismini Google’lar mısın? Kendin hakkında okuduğun en garip/ komik yorum ne oldu? Evet, Google’lıyorum arasıra. Garip bir şey okumadım sanırım… Bir süre sonra Bülent Ersoy ile ilgili bilgilerin gelmesi enteresan oluyor, o ayrı! İşlerin hakkında maruz kaldığın en büyük yanlış anlaşılma nedir? Tuzu kuru biri olduğum sanılması. Öyle olmasaydı, ödemelerimi düzenli alırdım diye düşünüyorum. Hayatta seni ne sinirlendirir? Kibir, kendini bilmezlik ve kıskançlık… Modada en çok hangi döneme yakın hissediyorsun? 60’lar ve 90’lar ve 30’lar. Ama doğrusunu isterseniz ben bugüncüyüm, bu da gayet eklektik bir şey. Ayrıca sokak modası beni daha fazla heyecanlandırmıştır hep. Moda da ziyadesiyle sokaktan besleniyor zaten. Müzikte suçluluk duyduğun zevklerin var mı? Hiç yok, gururla dinliyorum hepsini… Ama şuna gülüyorum; kendi gençlik döneminde pop müziğe burun kıvıranlar, ‘oldies’ gecelerinde ABBA veya a-ha’ya nasıl da eşlik edebiliyorlar? Pop müzik yıllar geçince kulağa farklı geliyor herhalde. Günlük hayatta neyi görmekten bıktın? Pazar günleri kalksın, yerine iki gün çarşamba olsun mesela. İstanbul’da seni ne heyecanlandırıyor? Eski İstanbul, sürprizli olması, keşmekeşi, kaosu, pisliği, son zamanlarda güncel sanatla ilgili güzel işlerin olması. Senin için en büyük sanatçı kimdir? Joseph Beuys. Çocukken oynadığın favori oyun neydi? Şu anda hâlâ oyunlar oynuyor musun? Favori oyunum müzik dinlemekti. Ağbimle birlikte kasetler mikslerdik. Büyük zevkti. Eğer oyun yaratıcı işlerse, hâlâ oynuyorum. Hayatın diğer yerlerinde ise daha çok oyunbozanım. Birine vereceğin en önemli öğüt nedir? Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
26
mehmet tez
Milliyet müzik yazarı / blogger (hafifmuzik.org) Eğer bu derginin genel yayın yönetmeni olsaydın, kapağa kimi koyardın? Olmadan düşünmek çok zor... Bilmiyorum. Eğer bir müzik festivalinin organizatörü olsaydın, festivalin üç önemli ismi kim olurdu? AC/DC, The White Stripes, Groove Armada, Lady Gaga. Dört oldu, bari bir tane daha söyleyeyim: Konser sonrası için DJ Shadow. Şu anda aklıma geldiği şekliyle bu isimler… Kendi ismini Google’lar mısın? Kendin hakkında okuduğun en garip/ komik yorum ne oldu? Google’larım tabiî. “Azra Akın artık onunla ilişkisini yeniden gözden geçirir” diye bir şey okumuştum. Biri blogunda yazmış. Her şeye eyvallah da bu kadar hayal gücü artık alacakaranlık kuşağı mübarek… En sevdiğim yorum da şu oluyor genelde: “Kim bu Mehmet Tez denen adam, kendini ne sanıyor!” İşlerin hakkında maruz kaldığın en büyük yanlış anlaşılma nedir? İnsanlar her zaman her şeyi işlerine geldiği gibi anlarlar. Benim “Bu çok yanlış anlaşıldı” diye düşündüğüm bir şey yok. Ha şu var, pop müzik ile ilgili yazı yazmamı yanlış anlıyorlar. “Sen de mi Mehmet!” gibi yorumlar alıyorum. Müzik dinleyicisi tutucu olmamalı. İyi ve kötü müzik arasındaki farkı ayırt etmek yeterli. Sevdiğin tarzda müzik yapıyorlar diye kötü bir grubu dinlemek, tarzını beğenmiyorsun diye yetenekli bir sanatçıyı yok saymak kadar kötü. Bu kadar cemaatçi olmayalım. Hayatta seni ne sinirlendirir? İnsanlar. Müzikte en çok hangi döneme yakın hissediyorsun? 70’leri severim çocukluk yıllarımdır. 80’leri severim ergenlik heyecanıdır. 90’ları severim ama duygusal bir bağım yok. Daha ziyade mantık evliliği... Müzikte suçluluk duyduğun zevklerin var mı? Olmaz mı? Hall & Oates çok severim mesela. ‘Bakkal’ külliyatını bir de. Gazebo, Rockwell, Shannon. Bir kere kendimi Whitney Houston dinlerken yakaladım – sadece bir kere. Bir de evde Breakdance film müziği albümü plağım var. Yeter mi? Günlük hayatta neyin sesini duymaktan bıktın? Korna sesi, alarm sesi… Ve bir de yandaki evin bahçesinde havlayan köpeğin sesi. İstanbul’da seni ne heyecanlandırıyor? Kendine has şehir kültürü ve bu kültürü yansıtabilen müzikler yapan yeni gruplar. Vapur, balıklar, ‘leşoluğu’ ve pespayeliği bu şehrin. Senin için en büyük sanatçı kimdir? En az konuşan, en fazla düşünen, hiçbir şeyi umursamayan, varlığıyla hayatı çekilebilir kılan kişidir. Çocukken oynadığın favori oyun neydi? Şu anda hâlâ oyunlar oynuyor musun? Kızılderilicilik. Sence? Birine vereceğin en önemli öğüt nedir? Asla herkesi memnun etmeye çalışma, edemezsin.
Muammer Brav
Şermİn Ekİncİ
MUAMMER BRAV
menajer / organizatör / halkla ilişkiler uzmanı / müzikal direktör
sinema yazarı
Eğer bu derginin genel yayın yönetmeni olsaydın, kapağa kimi koyardın? Kings of Convenience. Son albümlerini çok beğendim. Eğer bir müzik festivalinin organizatörü olsaydın, festivalin üç önemli ismi kim olurdu? Arctic Monkeys, Pearl Jam, Kings of Leon. Kendi ismini Google’lar mısın? Kendin hakkında okuduğun en garip/ komik yorum ne oldu? Nadir de olsa evet. Duman’la çalışmaya başladığımda hayranlardan birinin “Iyy Duman’ın menajeri bu gıcık abla mı oldu?” yorumuna gülmüştüm. İşlerin hakkında maruz kaldığın en büyük yanlış anlaşılma nedir? Kritik kararlarda doğruyu bulabilmek adına zaman kazanma yöntemlerinin yanlış anlaşıldığı olur. Hayatta seni ne sinirlendirir? Konuşulanın başka, yapılanın başka olması. Müzikte en çok hangi döneme yakın hissediyorsun? Günümüze yakın hissediyorum. Indie gruplar, Brit rock… Müzikte suçluluk duyduğun zevklerin var mı? Hiç dinlemediğim bir müzik türünün yorumcusu olmasına rağmen İntizar’ın sesinden çok etkilenirim. Ne zaman duysam içimde bir yere dokunduğunu hissediyorum. Suçluluk yok... Günlük hayatta neyin sesini duymaktan bıktın? İstiklal Caddesi ve Tünel’de, hiç durmadan, 7/24, Issız Adam filminden “Anlamazdın Anlamazdın” şarkısını duymaktan! İstanbul’da seni ne heyecanlandırıyor? Ritmi, rengi, ruhu, tarihi, müziği, karışımı… İstanbul’un kendisi beni çok heyecanlandırıyor. Senin için en büyük sanatçı kimdir? Zor soru! Tek bir isim vermek benim için olanaksız. Üreten herkese saygım büyük… Çocukken oynadığın favori oyun neydi? Şu anda hâlâ oyunlar oynuyor musun? Çocukluğum taşrada geçtiği için çok şanslıydım. Sokakta oynayarak büyüdüm. Favori oyunlarımın hepsi sokak oyunlarıydı. Şimdi artık bilgisayar başında oynuyorum. Tek oyunum var: Farmville... Birine vereceğin en önemli öğüt nedir? Yolunu kendin çiz. Gözünü dünyada olup bitenden, kulağını içindeki sesten ayırma.
Eğer bu derginin genel yayın yönetmeni olsaydın, kapağa kimi koyardın? Evan Rachel Wood, genç kuşağın en yetenekli ve en güzel oyuncusu. Hem çok masum hem çok dişi… Hâlen beraberlerse, Sevgilisi Marilyn Manson’ı da yanına iliştirirdim; elbette makyajsız! Eğer bir şehirde yapılacak ilk sinema festivalinin organizatörü olsaydın, mutlaka göstereceğin üç film ne olurdu? Yaban Çilekleri_Ingmar Bergman, Funny Games_Michael Haneke, Masumiyet_Zeki Demirkubuz... Artık kullanılmasın dediğin bir film klişesi var mı? İyi bir anlatım içinde kullanılan hiç bir klişe beni rahatsız etmez. Ama korku filmlerinde sıkça kullanılan ‘aptal ve hoppa güzel ilk kurban olur’ artık kullanılmasa fena olmaz. Üstelik bu klişe Türk işi korkumsulara da bulaşmış durumda! Hayatta seni ne sinirlendirir? Son yıllarda ‘ben de film çekerim ağbi’ tavrıyla ortaya çıkan yönetmenlere sinir oluyorum. Berbat senaryolarla yola çıkıp, müsamere kıvamında işler ortaya koyan bu şahıslar, kendilerini kandırdıkları yetmezmiş gibi biz sinemaseverlere de azap dolu dakikalar yaşatıyor… Aklından çıkmayan bir film repliği? 80’lerde çekilmiş bir Türkan Şoray – Cihan Ünal filminde (büyük ihtimalle Seni Seviyorum) iki sevgili kumsalda yaptıkları yürüyüş sonrası eve girer. Şoray ayakkabısını çıkartıp içindeki kumu boşaltır (çıkan kum miktarı izleyiciyi dumura uğratacak kadar çoktur) ve Ünal’a gülümseyerek “Her tarafıma kum doldu” der. Unutmadım, unutamam! Sinema konusunda suçluluk duyduğun zevklerin var mı? Tam bir film manyağıyım. Her vizyona giren filmi izlemem gerekiyor duygusundan bir türlü kurtulamıyorum. Bu durumuma da sinir oluyorum. Lâkin geçen yıldan bu yana özellikle Türk filmleri konusunda daha seçici davranıp, daha az sinirlenmeye başladım. Günlük hayatta neleri görmekten duymaktan bıktın? Gerçek sanatçılar yerine magazinin zorlaması ile sanatçıya çevrilmeye çalışılanlardan ve onlara sanatçı muamelesi çekenlerden sıkıldım! İstanbul’da seni ne heyecanlandırıyor? İKSV’nin başta Film Festivali olmak üzere düzenlediği tüm etkinlikler, !F İstanbul ve Dot Tiyatrosu. Senin için en büyük sanatçı kimdir? Hitchcock, Bergman ve Haneke. Çocukken oynadığın favori oyun neydi? Şu anda hâlâ oyunlar oynuyor musun? Saklambaç oynamaya bayılırdım. Hâlâ da oynuyorum, oynamayan var mı? Ama yetişkinlerin oynadığı biraz daha farklı ve pek eğlenceli değil! Birine vereceğin en önemli öğüt nedir? Çocukluğumdan beri en nefret ettiğim şeylerin başında öğüt dinlemek gelir. Nefret ettiğim bir şeyi başkasına nasıl yapabilirim?
27
28
Röp: Ekin Sanaç
CHARLES RICHARDS’IN FOTOĞRAFLARI SÖZ KONUSU OLDUĞUNDA ASMALIMESCİT’İN ARA SOKAKLARINDAKİ MODEL PATTI SMITH OLABİLİR. YA DA BU ‘BÜYÜK’ ÇEKİMLERİN KADERİ BİR KAHVE MOLASINDA BELİRLENEBİLİR.
29
Yarı Amerikalı yarı Türkiyeli yönetmen Charles Richards, çektiği reklam filmleri ve müzik klipleri kadar fotoğraflarıyla da akıllara ismini kazıyor. Uzak diyarlara yaptığı yolculuklardan getirdiği kareleri kitapçıklara dönüştürmesinin ardından, Richards imzalı ünlü fotoğrafları da bir hayli kendinden bahsettirir oldu. Richards’ın makinelerinden çıkan portreleri yan yana koyduğunuzda, Müslüm Gürses’ten Prodigy’e uzanan bir ünlüler geçidiyle karşılaşıyorsunuz. Richards ile bu işlere nasıl giriştiğinden yöntemlerine uzanan bir sohbet gerçekleştirdik ve etkileyici kurgularının sırrının çekimden hemen önce kişilerle karşılıklı içtiği bir kahve ya da bir sigaradan ibaret olabileceğini öğrendiğimizde hiç şaşırmadık. Fotoğrafçılığa ne zaman ve nasıl başladın? Bu işe ilk koyulduğun günlerde neler seni etkiliyor, sana ilham veriyordu? Fotoğrafı, yönetmen olarak işlerimde sürekli skeç defteri olarak kullanıyordum. Yani oyuncu ya da mekân bakarken. Ama asıl fotoğrafçılığa Hindistan’da geçirdiğim sürede başladım. Fotoğraf sayesinde insanlarla kendi evlerinde ya da tapınaklarında iletişime geçebildim. Bir nevi hayatımda hiç bir zaman tanışamayacağım insanlar ya da göremeyeceğim mekânlar için çok iyi bir bahanem oldu. Örnek vermem gerekirse Hindistan’da insanlar beni elimde
30
fotoğraf makinemle gördüklerinde evlerine davet edip, “Hadi gel oğlumu çek” veya “Bak bizim evin manzarası çok güzel burayı çek” dediler. Ben de tabiî ki böyle bir şansı kaçırmadım ve girip onları kendi hayatları içinde çektim. Fotoğraflarını çeker çekmez de bana, “Hadi git” dediler. Ben de gittim. Bu gezilerim bana üç ayrı kitapçık kazandırdı: India Journal, Vietnam Journal ve Burma Journal. İşe ilk başladığım zamanlarda da şimdi de beni en çok etkileyen sanatçı Robert Frank oldu. Ama maalesef işlerim onunkine hiç benzemiyor. En çok hangi teknik ekipmanı / fotoğraf makinelerini kullanıyorsun? En çok kullandığım fotoğraf makinesi Leica M6 ve 35 mm objektif. Tabiî ki vazgeçemediğim Tri-X film de var. Bu küçük fotoğraf makinesi ve analog film sayesinde Patti Smith bana Asmalımescit’in ara sokaklarında süper bir model oldu. Birkaç aydır 6x6 fotoğraflar çekmeye çalışıyorum ama hâlâ tam olarak çözebildiğim söylenemez. İstediğin son kareye ulaşmak için yaklaşık kaç tane fotoğraf çekmen gerekir? Aslında benim için tamam bu son kare diye bir şey yok. Portre çekerken asıl önemli süreç çekime başlamadan önceki zaman.
Fotoğrafını çekeceğim insanla çekim öncesi sigara ya da kahve içerken kurduğum iletişim o kişiyi kısıtlı da olsa tanımama yardımcı olur. Fotoğraflarımdaki kilit nokta bana göre bu süreçtir. Portre çekimlerine başlamadan önce nerede nasıl bir kurgu sunacağını kafanda belirlemiş mi olursun? Yoksa kurguyu çekim ânına mı bırakmayı seversin? Aslında ünlü fotoğrafı çekerken aklında o kişiyle ilgili ister istemez bir önyargı var. Çünkü medyadan bir bakıma onu tanıdığını zannediyorsun ve kafanda çekimle ilgili bir kurgu oluşuyor. Ama o kişiyle tanıştığın zaman bir bakıyorsun ki aklındakiyle hiç alâkası olmayan biriymiş. Yani A planıyla çekime başlayacağımı sanıp B planına döndüğüm çok olmuştur.
ince ayarlarını sindire sindire yapabiliyorum. Bu da çok keyifli. Setlerde otoriter bir tutum takınır mısın? Otoriter bir tutum sergilemem söz konusu bile değil. O kişilerin fotoğraflarını çekebilmek beş yüz rica ve bin yalvarmadan geçiyor. Otoriter bir tutum içinde olsam adamlar ânında çekimi terk eder. Kariyerinde bugüne kadar en çok keyif aldığın çekim hangisiydi? Herhalde Tricky’le yaptığım çekimdi. Tricky’nin çok ‘cool’ ve rahat bir adam olması bir yana, çekim sonrası kız arkadaşımla konserini izlerken Tricky sahneden atladı ve insanların arasına kaynaşmaya başlarken bana dönüp 40 senelik arkadaşımmış gibi elimi sıkıp, “N’aber ahbap” dedi. Kız arkadaşımın yanında karizmam yüzde bin beş yüz arttı.
Fotoğrafların post prodüksiyonlarıyla da kendin mi uğraşıyorsun? Yoksa bir ekibin mi var? Post prodüksiyon kısmını Görkem Ergün’le birlikte yapıyoruz. Bu süreçte bana göre asıl önemli nokta hangi fotoğrafı kullanacağını bilmek. Örneğin İbrahim Tatlıses’in fotoğrafları beş aydır elimde. Herhangi bir dergiye yetiştirmek gibi kısıtlı bir zaman durumu olmadığı için fotoğraflar üzerinde istediğim kadar zaman harcayıp
31
32
“O KİŞİLERİN FOTOĞRAFLARINI ÇEKEBİLMEK BEŞ YÜZ RİCA VE BİN YALVARMADAN GEÇİYOR...”
CHARLES RICHARDS VE MÜZİK Bu aralar en çok dinlediğin müzik/albüm nedir? Biraz utanıyorum ama doğru söylemek gerekirse Noel dolayısıyla bu aralar en çok dinlediğim albüm Bob Dylan’ın Christmas in the Heart albümü. Son zamanlarda izlediğin en iyi performans hangisiydi? Geçen sene Babylon’da izlediğim Grand Master Flash konseri. Orta okuldan beri Grand Master Flash dinliyorum ama yine de bütün numaralarına kanmaya devam ediyorum. Yani konserin başından sonuna kadar adam tüm klişeleri çalıyor ama bunları o kadar iyi harmanlıyor ki sen ister istemez kendini müziğin ritmine kaptırıp dans etmeye başlıyorsun. Lise okul partilerinin unutulmaz tadı gibi. Süper bir performans. Hayatında iz bırakmış bir konser aklına geliyor mu? Hayatımda beni iki konser çok etkiledi. İlki 1979’da ağbimin beni istemeyerek götürdüğü Kiss konseri. İkincisi ise Los Angeles’ta 1997 yılında izlediğim Nusrat Fateh Ali Khan konseri. O dev adamın yaptığı tek şey sahnede oturup şarkı söylemekti. Biz sadece onun el kol hareketlerini görebiliyorduk. Ama performansı o kadar büyük inanç ve güçle doluydu ki tüm arenayı etkisi altına almıştı. Herkes ayaktaydı ve güvenlik güçlerini kimse sallamıyordu. Tam o sırada Eddie Vedder sahneye çıktı ve birlikte tek bir düet yaptılar. Arenadaki herkes coşkudan kopmuştu, ondan sonra Pakistan bayrakları açılıp havada tişörtler uçuşmaya başladı. Tek kelimeyle inanılmazdı. Ne yazık ki o konserden birkaç ay sonra Nusrat vefat etti. *Prodigy fotoğrafı Billboard dergisi için çekilmiştir.
33
GÜNCEL PROJELER Yazı: Petek Güner
Dünyanın En Eski ve En Büyük Özel Medya Eğitim Kurumu
S A E E nst İ tüsü
SAE Enstitüsü... 30 yılı aşkın süredir medya eğitimine uluslararası standartlar getiren, 5 kıtada 26 ülkeye yayılmış, 15 bini geçen aktif öğrenci sayısıyla ses, dijital film ve animasyon, web tasarımı ve geliştirme, ve oyun tasarımı alanlarında eğitim veren dünyanın en eski ve en büyük özel medya eğitim kurumu. SAE İstanbul ise bu köklü kurumun Türkiye’deki temsilcisi. Web sitelerinde de yer alan “Söyle bana, unutayım. Göster bana, hatırlayayım. Bırak ben yapayım, o zaman aklımda kalır.” (Konfüçyüs) sözü SAE’nin başarı felsefesini çok güzel açıklıyor. Çünkü SAE Enstitüleri ‘uygulamalı eğitim’ stratejisi izliyor ve insanın bir işi en iyi kendisi yaptığında öğreneceği inancıyla yollarına son hız devam ediyor. Tabiî bu kadarla kalmıyor. Uygulamayla en yüksek düzeyde bağlantı felsefeleri, bireye göre şekillendirilen öğrenim süreci ve meslek hayatında geniş bir alana yayılan görevlere çok yönlü hazırlık kavramlarıyla da birleştiğinde enstitünün neden ‘farklı’ olduğunu anlamak çok da zor değil. SAE’de öğrenciler modern, zengin donanımlı, son teknolojiye uygun stüdyolarda bağımsız çalışarak, basit alıştırmalardan profesyonel projelere varıncaya kadar birçok iş sürecini gerçekleştiriyorlar. Bir şeyi anlamak ve denemek için her insanın farklı sürelere ihtiyaç duyduğu, ve deneme-yanılma yönteminin yaratıcılık ve tekniği kullanma anlamında profesyonel kontrolün tek yolu olduğuna olan inançları ise bu işin dışında olan insanlarda bile hayranlık uyandıracak kadar önemli bir nitelik. Bu doğrultuda, öğrencilerin kendi uygulama alıştırmalarını kendi ihtiyaçlarına göre kendilerini planlamaları ve kendilerine esnek olarak sunulan çalışma ve alıştırma saatleri içinde zamanlamalarını diledikleri gibi ayarlamaları uygulamaları karşımıza çıkıyor. Tecrübeli öğretim üyeleri ise çalışma süreçlerini denetleyerek, sorulara cevap vermek ve yardımcı olmak vasıtasıyla her zaman desteğe hazır bulunuyorlar. Kuramsal dersler sınırlı sayıda öğrencinin bulunduğu sınıflarda gerçekleştiriliyor. SAE’de öğrenim birbirini izleyen üç aşamalı bir sistemden oluşuyor: SAE Diploması, Bachelor of Arts ve Master. Bachelor ve Master programları ünlü Middlesex University of London işbirliğiyle yürütülüyor ve mezun olan öğrenci her aşamada, öğrenimini bir sonraki aşamada sürdürüp sürdürmeyeceğine hemen karar verebiliyor.
36
SAE’den mezun olunduğunda da enstitünün öğrencilere sağladığı faydalar devam etmekte. Bu noktada ise SAE Alumni Association (SAE Mezunlar Birliği) ile tanışıyoruz. Öğrenim sürecinden itibaren katılma olanağı bulunan bu ağ, bütün dünyadaki SAE öğrencileri, mezunları ve öğretim üyeleri ile medya kuruluşları ve ileri gelenlerinin arasında bağlantı sağlıyor. Birliğin verdiği hizmetler arasında kendine özel bir iş borsası, isim yapmış uzmanlarla düzenli olarak yapılan atölye çalışmaları, birinci sınıf bir sektörel iletişim ağı ve iş ortaklarıyla özel avantajlı anlaşmalar bulunuyor. SAE Mezunlar Birliği’nin her yıl düzenlenen toplantısı Convention ise uluslararası üne sahip bir iş dünyası buluşması ve medya sektöründe gerçekleşen en büyük mezunlar kongresi. SAE sizin de ilginizi çektiyse, “Keşke ben de...” dediyseniz eğer, mart ayındaki ücretsiz seminerlere katılmak için yapmanız gereken, erken davranmak. Belki de bu tanışıklığın ardından, sizin de ‘keşke’leriniz bu köklü kurumda ayrıcalıklı bir eğitim sonrasında gerçeğe dönüşür?
SAE Mart 2010 Seminerleri: Akış ve Prototip Stratejileri & Teknik Altyapı 12 Mart 2010 / saat 17:00 Program & Genel İçerik Yaratımı ve Yapımı 19 Mart 2010 / saat 17:00 Pazarlama Politikaları & Sektörel İlişkiler 26 Mart 2010 saat /17:00 Ayrıntılı bilgi için: www.istanbul.sae.edu
37
GÜNCEL PROJELER Yazı: Petek Güner
URLA’DA TARİH ve MÜZİĞİN BULUŞMASI
URLA MÜZİK AKADEMİSİ URLA’DA GÖRKEMLİ BİR RUM KONUTU OLARAK 1800’LERİN SONUNDA İNŞA EDİLEN TARİHİ BİNA, UZUN YAŞAMINDA BU KEZ DE PROFESYONEL GENÇ MÜZİSYENLERİ USTA MÜZİK ELÇİLERİYLE BULUŞTURAN, EĞİTİMLERİNE, MÜZİK VE KÜLTÜR BİRİKİMLERİNE YENİ DERİNLİKLER KATAN, GENÇ YETENEKLERİN FARK EDİLMESİNİ SAĞLAMAYI AMAÇLAYAN BİR MÜZİK AKADEMİSİNE EV SAHİPLİĞİ YAPIYOR. Urla Müzik Akademisi (UMA) 25 Haziran 2009’da İnci Coşkuner ve Sedef Tunçağ kardeşler tarafından, binayı restore ettirip bir müzik evi kurma ideallerinin gerçeğe ulaştığı noktada göreve başlamış. UMA, aynı zamanda akademinin kuruluşuna da katkıda bulunan, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası sanatçısı Tolga Alpay’ın Fagot Kamışı Yapımı kursuyla ilk etkinliğini gerçekleştirmiş. Peşisıra, Avrupa’nın önde gelen orkestralarında çalan müzisyenlerin kursları ve workshopları ile yoluna devam etmiş. Yaz döneminde gerçekleştirilen bu eğitimlerin ardından, şu sıralar kış dönemi etkinlikleri başlamış durumda. Bu kapsamda, Helge Von Niswandt ile trombon, Ozan Çakar - Mahir Çakar ile korno, Hansjörg Schellenberger ile obua ve Christian Blackshaw ile piyano eğitimleri şu anda programdaki yerlerini almışlar. Kurslar özellikle genç müzisyenlere yönelik. Türkiye’deki konservatuvarlarda öğrenim gören veya mezun olmuş, kendini geliştirmek isteyen gençlerin ilk seçeneği önemli sanatçıların birikimlerinden faydalanabilmek için yurtdışına gitmek iken, geçtiğimiz seneden beri UMA sayesinde bu ustalarla Türkiye’de, Urla’da çok daha uygun şartlarla bir araya gelme ve yeteneklerini sergileme imkânı buluyorlar. Ayrıca yurtdışından da birçok yetenekli ve başarılı profesyonel müzisyen UMA çatısı altında dünya çapında ün yapmış profesörlerle buluşuyorlar. Yaz döneminde gerçekleşen hoca-öğrenci tanışmaları somut meyvelerini vermeye başlamış bile. Örneğin, obua ‘ustalık sınıfı’nda hocası Hansjörg Schellenberger’in ilgisini çekmiş bir öğrenci, UMA’da Schellenberger’den aldığı davet ile Madrid Reina Sofia’da okumaya hazırlanıyor. Viyolonsel ‘ustalık sınıfı’nda ise, hocası Heidi Litschauer tarafından “500 yılda bir rastlanacak yetenek” olarak
38
tanımlanan öğrenci, Salzburg ziyaretlerinin ardından bu yıl SalzburgMozarteum’a girmek için eğitmeniyle çalışmalarına devam ediyor. Ayrıca kendisi Dubrovnik’te katıldığı 13. Rudolf Matz yarışmasında da kategorisinde birinci olmuş. Bir diğer keşif ise, klarnet “ustalık sınıfı”nda hocası Guy Dangain tarafından burslu olarak Paris’e davet edilen bir öğrenci. Aynı genç müzisyen, Güher-Süher Pekinel’lerin organize ettiği “Türkiye Dünya Çapındaki Müzisyenlerini Arıyor” yarışmasını da kazanarak okul dışındaki masraflarını da karşılama olanağına kavuşmuş. Tabiî tüm bu gelişmeler UMA’nın daha ilk yılı dolmadan öncelikli amaçlarına ulaşmaya başlaması ve bundan sonrası için ivme kazandırması açısından tüm destekçilerini fazlasıyla memnun ediyor. Urla Müzik Akademisi yıllardır planlanan ve gecikerek gerçekleşen bir rüya aslında. Tarih kokan binadan müzik sesleri gelmeye devam ettikçe de, gönül vermiş olanların bile aklına gelmeyecek kadar büyük ve başarılı sonuçlar ile kendi sınırlarını zorlayacağa ve dünya çapında müzisyenlerin uğradıkları ilk adres olacağa benziyor. www.urlamuzikakademisi.com
YAZ DÖNEMİNDEKİ HOCA-ÖĞRENCİ TANIŞMALARI MEYVELERİNİ VERİYOR. ‘USTALIK SINIFLARI’NDA HOCALARININ İLGİSİNİ ÇEKEN ÜÇ ÖĞRENCİ, EĞİTİMLERİNİ YURT DIŞINDA SÜRDÜRME, EĞİTİM MASRAFLARININ KARŞILANMASI GİBİ OLANAKLARA KAVUŞTU.
39
Daha iyiye ve güzele giden yol sosyal sorumluluk bilincinden geçiyor... Amacımız birşeyleri değiştirme gücünün elinde olduğunu hisseden, umursayan ve eyleme geçen insanların bu çabalarına ışık tutmak, birey ile STK’ların buluşmasında bir köprü rolü üstlenmek, 'neden olmayacağını' değil, 'nasıl olabileceğini' tartışan ve gerçekleştiren insanlara selam durmak... Yazı: Petek Güner
DÜŞLER AKADEMİSİ’NDE SINIRLAR YOK DÜŞLER AKADEMİSİ, BEDENSEL VE SOSYAL AÇIDAN DEZAVANTAJLI GENÇLERE, ÖNLERİNDEKİ ENGELLERİ KENDİLERİNİN KALDIRMALARINI SAĞLAMAK HEDEFİYLE ONLARA KÜLTÜR VE SANAT EĞİTİMLERİNİN VERİLDİĞİ, PROFESYONEL SANATÇILARIN DA KATILDIĞI ULUSLARARASI BİR PROJE. Bir müzik enstrümanı çalmak, DJ olmak, güzel fotoğraf çekmek veya dans etmek çoğu insanın hayallerinde yer alabilir. Hayale ulaşmak ise, bu konuda hevese gelmeye bakar sadece, sonrasında da yol gösterebilecek aracılardan birini seçmeye. Kurs, dernek, atölye, okul... Seçeneklerden seçenek beğenmeye... Fakat engelliyseniz, olanca hevesinize rağmen hayallerinize ulaşmanıza aracılık edebilecek kurumların ve olanakların sayısı da azalıyor. İşte Düşler Akademisi, “Sanat-çı Engel Tanımaz” sloganıyla, dezavantajlı gençlerin “alternatif, yaratıcı ve üretken ruhlarının önündeki engelleri kaldırmalarına” yardımcı oluyor. Düşler Akademisi, engelli ve sosyal açıdan dezavantajlı gençlere ücretsiz olarak kültür ve sanat eğitimlerinin verildiği uluslararası bir sosyal sorumluluk projesi. Breakdance, drama, enstrüman, film, fotoğraf, kişisel gelişim, resim, ritim, vokal, Latin dansları ve DJ atölyelerine, bu sene işaret dili, sağlıklı yaşam için savunma teknikleri ve jonglörlük atölyeleri de eklenmiş. Öğrenciler üç aylık atölye eğitimi sonunda üretken ve yaratıcı bireyler olarak mezun oluyorlar, ilk senede üç dönem sonundaki mezun sayısı 307.
40
Akademinin İstanbul’daki en iyi performans mekânlarında atölyelerinin sahne alması konusundaki arzusu ise tamamen gerçekleşmiş durumda. Güncel mekânlar ve organizasyonlarda hip hop şovları, DJ performansları, canlı enstrüman performansları, fotoğraflar, resimler veya kısa filmlerle yer alınıyor. Projenin İstanbul dışındaki şehirlere de yayılarak kurumsal bir temel üzerinde ilerlemesi, Türkiye haricinde dünya çapında da turneler gerçekleştirilmesi, istihdam olanağı da sağlayacak üretim stüdyolarının kurulması gibi hedefler de kararlılıkla takip ediliyor. Akademinin güncel projelerinden biriyse, “Sanat Yoluyla Toplumsal Değişim” iddiası ve “Herkes İçin Müzik” konseptiyle yola çıkan Social Inclusion Band (www.socialinclusionband.org). Bu kapsamda profesyonel sanatçıların engelli gençlerle aynı sahneyi paylaşması yoluyla toplumda farkındalık yaratılması amaçlanıyor. Bu sosyal sorumluluk projesinde Pozitif’in kurumsal desteğiyle Babylon’da her ay farklı bir müzik tarzıyla sahne alacak profesyonel sanatçılar, Düşler Akademisi atölyelerinde sanat eğitimi almış amatör müzisyenlerle beraber sahneye çıkacaklar. Performansların öncesinde ise yine Babylon’da Farkındalık Atölyeleri gerçekleştirilecek.
Düşler Akademisi: Proje gönüllülük esasına dayanıyor. Siz de destek olabilirsiniz. Başvuru ve bilgi için; www.duslerakademisi.org info@duslerakademisi.org 0212 287 88 16
Proje Sahibi ve Yönetim: Alternatif Yaşam Derneği (AYDER) Proje Hibe Destek: Türkiye Vodafone Vakfı & UNDP Proje Ana Partner: Beşiktaş Belediyesi Proje Koordinatörü: Ercan Tutal
41
PLAYLIST
7 renk için 7 parça! Bu sayımızda yerli ve yabancı sevdiğimiz DJ ve müzisyenlere 7 tane renk ve bu renkler için de 7 tane parça seçmelerini istedik. Murat Abbas, Hakan Tamar, DJ Fucks (Ali Şahinbaş), Panda Loop (Aslı Arduman – Ayşe Telci), Fairmont, sevdikleri renkler ve müzikler arasındaki bağları bizlerle paylaştı. El Yazısı / Tasarım : Ece Sarıyüz Hazırlayan: Yetkin Nural
42
43
44
Yazı: Doruk Yurdesin
HEVES ÇOK, AMA daha çok kaynağı hak ediyor. İHTİŞAMLI YILLARI ÇOK UZUN SÜRMESE DE, DOĞU-BATI SENTEZİNİ İYİ YAKALAMIŞ VE HOŞ BİR SEDA BIRAKMIŞ OLAN BİR AKIM, TÜM EKSİK VE YOKLUKLARA RAĞMEN BİRKAÇ HEVESLİNİN ÇABASIYLA YENİDEN KEŞFEDİLİYORç, BU TOPRAKLARI AŞAN BİR İLGİ GÖRÜYOR ŞİMDİLERDE. İSMİ ANADOLU POP, ANADOLU ROCK, TÜRKÇE PSİKEDELİK, ETNO-PSİKEDELİK, VS... NE DERSENİZ.. Taner Öngür 1970’te Hey dergisine “Anadolu popta gaye, ileri teknikle zengin folk öğelerini birleştirmek” diyerek bu fenomenin adını ilk koyanlardan biri oldu. Altmışların ortalarında, Tülay German’ın “Burçak Tarlası / Mecnunum Leylamı Gördüm” plağıyla başlayan bir rüzgâr, hem Batı’yı hem Doğu’yu özgün biçimde eriterek, Hürriyet’in düzenlediği ve Anadolu’yu dolaşan Altın Mikrofon Şarkı Yarışmaları ve sonrasında dönemin birçok isminin bu türe el atmasıyla yaygınlaştı, yetmişlerin başında en parlak dönemini yaladıktan sonra bir kolunu artan bir pop ve aranjman merakına, bir diğer kolunu da arabeske bıraktı. Bugün dışarıda daha çok “Turkish Psychedelic” olarak tanınan, şaşırtıcı da bir ilgi gören ve etno-psikedelik bir damarda algılanan Anadolu pop, çoğunlukla İstanbullulardan oluşan birkaç orta sınıf gencin başlattığı bir deneye Anadolu’dan gelenlerin de eklemlenmesiyle bir harekete dönüşebilmiş bir müzik akımı. Arabeskten sonra kitlesel bir izleyicisi olabilmiş hatrı sayılır yegâne özgün akımımız da denebilir. Bugün, Cem Yılmaz’ın parodisindeki gibi, çobanlığa özenen aseksüel bir grup şehirlinin hikâyesi olarak görenler var elbet, ama iş o kadar basit değil. Pop tarafının ağır bastığı çalışmalar da var, sadece popüler olmaya namzet bir akımdan nemalanmak adına yapılan çiğ çalışmalar da... Diğer yanda da son yıllarda su yüzüne çıkan birçok yitik kayıt sayesinde bugün Batı’da alternatif tınılar peşinde koşan birçok orijinal DJ ve müzisyeni etkileyen, epey ciddî çalışmalar ziyadesiyle mevcut. Zaten kalıcı olup, günümüz müzik ortamının farklı seslerini etkileyenler de onlar.
Anadolu pop bir ‘mit’ değil. Dönemin müzik basınında epey yer alan “Ye-ye’ci kızlar” ve “Beatnik erkekler”le, hayalleri olan ve hem dertlenmiş hem de kısa süreliğine de olsa çok eğlenmiş görünen bir kuşağı, unutulmaması gereken bir dönemi temsil ediyor ve iyi de anlatıyor. O zaman gelin, dönemin silik ses bandını oluşturan isimlerin belli başlılarına bir göz atalım. Hepsini burada konuk etmek hem yer darlığı hem de enformasyon kıtlığı sebebiyle pek kolay bir iş değil. Açıkçası, birkaç heveslinin bulduklarını, hattâ ellerindeki orijinal kırkbeşlik ve albümlerden kopyaladıklarını başkalarıyla paylaşma sevdası olmasaydı, her şey bundan çok daha zor olabilirdi, bundan sonra da kolay olacak gibi görünmüyor. Ana akım müzik piyasasının içi boş yeni yıldızlar devinimi yaratıp tek albümde parayı götürme hırsıyla yürüdüğü bir ortamda bunların yeniden yayınlanması pek mümkün görünmediği gibi, internette her türlü paylaşımın üzerine gidip sansürü yaygınlaştırmanın yeni bir ‘geçmişi unutturma projesi’ne dönüşmesini kim engelleyecek, orası da meçhul çünkü.
*Konuyu biraz ileri götürmek isteyenler için burada iki internet sitesini özellikle not edelim. Buralarda çeşitli yazılar, fotoğraflar ve linkler bulunabilir: www.psychevanhetfolk.homestead.com/TurkishProgressive.html adresindeki İngilizce site ve www.anadolupop.com **Bu dosyaya Jay Dobis arşivindeki fotoğraflarla, Murat Meriç de hem fotoğraflar hem de dosya sonundaki alıntı derlemeleriyle katkıda bulundu, teşekkürler.
45
Barış Manço Lise yıllarında Harmoniler adlı grubuyla çalıştı, üç adet kırkbeşlik çıkarttı. 1963 yılında Belçika Kraliyet Akademisi’nden aldığı bursla orada okurken Les Mistigris adlı grubuyla kayıtlarına devam etti. Batı müziğinde altmışların ortasından itibaren giderek ağırlığını hissettirmeye başlayan Doğu ilgisini gördü ve Türkiye’nin müzikte iyi bir köprü olabileceğini fark etti, psikedelik tınılara böylece yöneldi. 1968’de Kaygısızlar ile çalışmaya başladı ve yedi tane kırkbeşlik kaydetti. Yetmişlerin başında kısa bir süre Moğollar’la da çalıştı, sonrasında daha elektronik altyapılı progresif rock türüne yöneldi.
Grup Bunalım (Bunalımlar) 1969’da gitarda Aydın Çakuş, basta Ahmet Güvenç ve davulda Hüseyin Sultanoğlu tarafından kurulan bir ‘power trio’dur. Hem psikedelik hem de ‘underground’ terimlerini hak edebilecek sayılı gruplardandır. Cem Karaca’nın menajerliğinde 1970 yılında “Taş Var Köpek Yok / Yeter Artık Kadın” 45’liğini çıkarttı. 1970 yılında Sultanoğlu’nun Kurtalan Ekspres’e geçmesiyle kadrosu sürekli değişim gösterdi. Daha sonra çıkan beş adet kırkbeşlikte ilk kadrodan sadece Aydın Çakuş yer aldı.
Moğollar
Edip Akbayram Müziğe, lise yıllarında kurduğu orkestrayla gazinolarda dans müziği yaparak başladı, 1968’de liseyi bitirdikten sonra Gaziantep’ten İstanbul’a gidip Anadolu Pop dalgasını yakaladı. İlk kırkbeşliğini Siyah Örümcekler isimli grubuyla çıkarttı. 1972 yılında, kısa bir süre Günaydın gazetesi tarafından düzenlenen Altın Mikrofon’da adını duyurdu, ancak asıl önemli çalışmaları 1974’te kurduğu Dostlar orkestrasıyla gerçekleşti. Bu grupla beraber, Edip Akbayram ve Nedir Ne Değildir isimli albümleri kaydetti. Yemişlerdeki çatışmalarda solda görülmesi, onu 1980 sonrasının TRT yasaklıları arasına soktu.
Silûetler’den ayrılan Murat Ses ve Aziz Ahmet, Selçuk Alagöz’ün orkestrasından ayrılan Cahit Berkay ve Engin Yörükoğlu tarafından 1967’de kuruldu. İlk çıkan kırkbeşlik “Eastern Love” ile beraber doğrudan psikedelik yorumlara girdiler. Taner Öngür’ün 1969’daki katılımdan sonra çıkılan Anadolu turnesi grubu halk müziğine daha çok yakınlaştırdı. Anadolu pop terimini ilk kullanan da bazı kaynaklara göre Murat Ses, bazılarına göre Taner Öngür oldu. 1970’te Fransa’ya giden grup, orada Danses et Rythmes de la Turquie-d’Hier d’Aujourd’hui albümünü kaydedip, Charles Cros Akademisi tarafından verilen Grand Prix du Disque ödülüne layık görüldü. Türkiye’ye dönüşten sonra önce Yörükoğlu sonra da Ses gruptan ayrıldı. Murat Ses farklı gruplarda çalıştıktan sonra kendi kurduğu grubu Ağrı Dağı Efsanesi’yle üç kırkbeşlik yayınladı. Geri kalan elemanlar, Moğollar adı altında faklı kadrolarla bir süre Selda, Ersen ve Cem Karaca’yla çalıştı. 1976’da Yörükoğlu ve Berkay’ın Fransa’da yaptığı çalışmalardan sonra grup 1993’e kadar dağıldı.
Berlinli tur menajeri, mekân sahibi ve DJ John “Fitz” Fitzgerald’a dünyanın
“Bu türe ilgi gösteren müzisyenlere bahsetmek gerekirse, son 5 yılda çokça
geri kalanında yeşeren Anadolu pop ilgisini sorduk:
etkilenilen bir tür olduğunu söyleyebilirim. Bunu ilk başlatan ve kayıtlarında
“Türk müziğine epey önem veren DJ’ler, Egon (Stones Throw Records kurucusu
yer verenler arasında Ben Chasny (Six Organs of Admittance) ve Sir Richard
ve sahibi), Andy Votel ve Dom Thomas (Finders Keepers), ve son olarak da
Bishop’ı sayabilirim. Ana akım müzikte ise Mos Def geçenlerde “Supermagic”
şu anda Anadolu ve ötesinden egzotik psikedelik tınıları şimdiye kadar en
parçasında Selda’da sample kullandı. Türkçe psikedelikten etkilenen bir diğer
iyi kullanan Mahssa Taghinia var. Kendisi İranlı ve geçenlerde İran’dan pop,
grupsa Animal Collective. Grubun son yıllarda kullandığı ritim ve tonlarda
psikedelya, folk ve Farsça, hepsi de yetmişler ortasında orada kaydedilmiş
açıkça belli olan Afrika etkisinin yanında 'Boğaz sedası' öğeleri de içeriyor.”
şarkılardan oluşan Pomegranates isimli bir toplama yayınladı.
46
Altmışlardan ve yetmişlerden alternatif seslerin bulunabileceği beş toplama: Hava Narghile, Turkish Rock Music 1966-1975
Erkin Koray Batılı dinleyicilerin aklını uçuranların başında onu saymak gerekir. İlk çalışmalarında (örn. “Bir Eylül Akşamı”) Doğu-Batı sentezini türküler değil, Türk Sanat Müziği üzerinden yapmış, bunu gitarına da yansıtmış olması da onu farklı bir yere koyar. Erkin Koray Dörtlüsü, Yeraltı Dörtlüsü, Ter, Erkin Koray Süper Grup gibi farklı gruplarla çalıştı. “Anma Arkadaş”, “Seni Her Gördüğümde”, “İstemem”, “Silinmeyen Hatıralar” gibi şarkıları birer psikedelik klasiği sayılabilir. 1974’ten sonra Almanya’ya gidip gelmeye başladı, “Estarabim”, “Arap Saçı” gibi Ankara Havası etkili çalışmaları da bu dönemde yaptı.
Ersen Bu tür toplamalar arasında en ciddî olanı denebilir. Jay Dobis ve Gökhan Aya’nın hazırladığı ve ABD’de yayınlanan albümün kapak içi notları da kayıtlar kadar değerli. Moğollar, Erkin Koray, Üç Hürel, Barış Manço gibi olağan şüphelilerin yanında az bilinen diğerleri de var. Go Larda - Turkish Beat And Garage 1963-69 Erkin Koray ve Fikret Kızılok’un çok erken dönem ‘cover’ çalışmalarının yanında, Ali Atasagun Dörtlüsü, Meteorlar, Beybonlar gibi grupları da dinleyebileceğiniz bir çalışma.
Kariyerine İspanyol dans müziği söyleyerek başlayıp 1970’ten itibaren folk popa yöneldi. Bir süre Moğollar’la çalıştı, ardından 3 Hürel’in eşliğinde bir kırkbeşlik kaydetti. Sonra Kardaşlar ve Dadaşlar’la çalıştı. Yetmişler boyunca 10’dan fazla kırkbeşlik, beş tane de albüm yayınladı. En sertinden en yumuşağına Batılısından Doğulusuna Anadolu Pop akımının her tarzını denedi. Türkiye’de grup müziğinin gelmiş geçmiş en önemli vokalistlerinden olmasına karşın, 1980’den sonra yaptığı çalışmalarda darbe sonrası yönetimi rahatsız etmeyecek uysal bir görüntü vermeye özen göstermesi, müzik dünyasındaki itibarını hayli sarstı.
Turkish 60s Music - Altin Mikrofon Hürriyet’in 1965-68 arasında dört yıl düzenlediği efsanevî yarışmadan seçmeler. Cem Karaca ve Apaşlar’dan “Emrah” şarkısının erken yorumu, Moğollar’ın ilk çalışmaları ve daha niceleri. Love, Peace & Poetry, Vol. 9 – Turkish Psychedelic Music
Selda Bağcan Dadaşlar grubuyla kaydettiği ve 1976 yılında yayınlanan Selda albümü İngiltere’de Finders Keepers tarafından 2006 yılında yeniden basılınca tanımlanmakta zorluk çekildi, “Uzay çağı, Anadolu, elektronik, progresifprotest, psych-folk-funk-rock” unsurlarının hepsinden biraz olduğu söylendi. İlk kırkbeşliği “Kâtip Arzuhâlim Yaz Yare Böyle” 1971’de çıktı. Avrupa’da birçok kez turnede yer aldı. Yine 1976’da yayınlanan ikinci albümünü Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi’de Timur Selçuk, Zafer Dilek, Arif Sağ, Uğur Dikmen, Cahit Berkay, Taner Öngür, Cengiz Teoman, Garo Mafyan ve Turhan Yükseler gibi isimlerden destek gördü. 1977’den sonra daha saz ağırlıklı bir müziğe yöneldi. Yetmişler boyunca müziğin en politik seslerinden biriydi, bu da kayıtlarının sudan sebeplerle sık sık TRT Denetim Kurulu’na takılmasına sebep oldu. İlerleyen yıllarda cezaevine girdi, seyahat yasağı getirildi.
Gökçen Kaynatan 1998’de yayınlanmaya başlayan ve dünyanın dört köşesinden bilinmeyen psikedelik rock parçalarını toplama iddiasındaki serinin Türkiye ayağı. 2005 tarihli bu çalışmada Alpay’dan Mazhar ve Fuat’a, Selda’ya, hattâ Erol Büyükburç’a kadar türlü isimlerden seçmeler var. Turkish Delights - Beat Psyche & Garage - 26 Ultrararities From Beyond The Sea Of Marmara Gökhan Aya tarafından derlenen, Hollanda’da yayınlanmış bir çalışma. Altın Mikrofon’dan arta kalan kayıtların yanında, İstanbul Erkek Lisesi ve İzmir Özel Karşıyaka Lisesi gibi lise gruplarının İngilizce yorumladıkları örnekleri burada bulabilirsiniz.
Altmışlarda Gökçen Kaynatan ve Arkadaşları orkestrasının dönemin en ateşli rock’n’roll gruplarından biri ve birçok müzisyenin kendisini göstermesini sağlayan bir okul olduğu söylenir, ama fazla kayıtlı materyal olmadığından bu biraz söylentiye dayalı bir bilgidir. O dönemde müzik yapımı piyasadan çok toplu eğlenceye dayanan bir sosyal yaşam biçimi olduğu için, Gökçen Kaynatan da bu anlayışa uygun olarak ilk kırkbeşliğini bir konser sırasında kendi kaydetmiştir. Altmışların sonunda genç grup elemanlarının devamsızlığından sıkılarak ‘insansız müzik’ yapmanın derdine düşmüş, deneysel elektronik alana kaymıştır. Bu dönemde çok sayıda beste yapmış, ancak iki adet kırkbeşlik yayınlamıştır. 47
Kaygısızlar
Cem Karaca Cem Karaca, 1961 yılında Kuartet-X ve Şen Gençler isimli iki grubun birleşmesiyle kurulan Apaşlar grubuyla 1967 yılında çalışmaya başladı. O yıl “Emrah” ile Altın Mikrofon Yarışması’nda 2. oldu. 1968’de Almanya’da Ferdy Klein Orkestrası ile birlikte kayıtlar yaptı, “Resimdeki Gözyaşları” bu dönemde ortaya çıktı. Muhtelif kadro dönemleri geçiren Apaşlar'ın en sürekli elemanları Mehmet Soyarslan ve Yalçınkaya Tümay’dı. Grup, 1970 başında dağıldı. Cem Karaca kariyerine bir süre Moğollar'la devam etti, "Namus Belası" bu dönemde ortaya çıktı. Yetmişlerin ortasında Dervişan grubuyla çalıştı, bilhassa şarkı sözlerinde sol hareketlere destek verdi. 1979'da Batı Almanya'ya gitti, oradayken Türkiye'de darbe yapılınca uzun süre dönemedi.
1966 yılında aralarında Fuat Güner’in de olduğu üç kişi tarafından kuruldu, Kaygısızlar ismini Mazhar Alanson katıldıktan sonra aldı. Grup 1967 yılının sonunda Barış Manço ile çalışmaya başladı, 1969 yılının sonuna kadar “Kol Düğmeleri”, “Bebek”, “Flower of Love”, “Ağlama Değmez Hayat”, “Kağızman” gibi birçok şarkıya imza attı. Gruba bir dönem Fikret Kızılok da gitarda eşlik etti, “Ay Osman” bu dönemde kaydedildi. Grup ayrıca Manço’nun yer almadığı, çoğu aranjman şarkılardan mürekkep dört kırkbeşlik de çıkarttı. Mazhar ve Fuat, 1974 yılında bir Anadolu pop klasiği olan “Sür Efem Atını” ve yıllar sonra MFÖ ile ünlü olan “Güllerin İçinden” parçalarının yer aldığı Türküz Türkü Çağırırız isimli albümü kaydettiler. Daha sonra aralarına Özkan Uğur ve Ayhan Sicimoğlu gibi isimleri alarak İpucu Beşlisi’ni kurdular ve daha pop işlere yöneldiler.
Haramiler
Mavi Işıklar İstanbul Erkek Lisesi kökenli grup, 1965’te ilk Altın Mikrofon yarışmasına katılınca tanındı. 1965’te “Helvacı” ve “Kanamam”, 1966’da da “Çayır Çimen Geze Geze” ve “Pınarbaşı” şarkılarıyla yarışmada iki yıl üst üste ikinci oldu. Müzikleri 1966’ya kadar türkülerin twist beat tadında yorumlandığı çalışmalarla devam etti. 1967’den sonra “The Great Air Plane Strike of 1967” (Paul Revere and the Raiders) yorumu ve 1968’de Lübnanlı The Cedars’ın “For Your Information” şarkısının “İyi Düşün Taşın” adlı aranjmanı grubu daha psikedelik tınılara taşırken ününü de pekiştirdi. Ağırlıklı olarak yabancı şarkıların yerli aranjmanlarından oluşan Mavi Işıklar adlı uzunçalar 1968’de çıktı. Kırkbeşliklerinin toplandığı Eski Kırkbeşlikler Serisi, Ada Müzik’ten 2002 yılında yayınlandı.
48
1966’da Altın Mikrofon’a katılan Ali Atasagun Dörtlüsü’nün solist hariç üç elemanı tarafından kuruldu. Bugün dönem müziği meraklılarınca en çok 1967’de “Çamlıca Yolunda” düzenlemesiyle bilinir. Altın Mikrofon’da 1968 yılında “Arpa Buğday Daneler” ve “Aya Bak Yıldıza Bak” isimli şarkıyla ikinci oldu. Bu iki şarkının A-yüzlerinde yer aldığı iki kırkbeşlik çıkarttıktan sonra grup dağıldı.
Mustafa Özkent Hem funk, hem psikedelik, hem de Anadolu folkundan etkilenmiş emprovize bir stili vardır. Altmışlarda Mustafa Özkent Orkestrası'nı kurdu, yetmişlerde Gençlik İçin Elele ve Elif isimli albümleri çıkarttı. Bir süre Belçika’da, bir süre de İstanbul’da Okay Temiz’le çalıştı. 1976 Montreal Olimpiyatları’nda büyük bir orkestrada aranjör ve gitarist olarak yer aldı, New York Madison Square Garden’da da çaldı. Bunlara rağmen 2006’da Gençlik İçin Elele İngiltere’de Finders Keepers tarafından tekrar basılana kadar Türkiye’de birkaç müzik meraklısı hariç kimse tarafından tanınmadı.
İlk çıkıldığında postlar, uzun saç sakallar filan vardı. Ve İngilizceydi repertuvar. O dönemde tabiî biraz tepki çekti. Halkla daha iyi ilişki kurabilmek için sonra saçlar kesildi, smokin gibi şeyler giyildi, repertuvara bir-iki piyasa parçası da eklendi. Onun sonucunda hepimiz bu saçma oyundan sıkıldık, “Biz bu değiliz ki” demeye başladık. İşte ondan sonra “Dağ ve Çocuk”, “Garip Çoban” gibi şarkılarla, geleneksel kıyafetlerle Anadolu pop dönemi başladı. Taner Öngür, Roll 18, Nisan 1998
Fikret Kızılok
Silûetler
1964’te Cahit Oben’le kurdukları Cahit Oben 4 grubuyla 1965 ve 1966’da iki kez Altın Mikrofon Şarkı Yarışmasına katılan Kızılok, daha çok “Halimem” ya da “Makaram Sarı Bağlar” gibi türkülerin twistleştirilmesi olarak tarif edilebilecek çalışmalarda arka plandaki psikeledik gitar tınısıydı. Altmışların ortalarından itibaren poptan ziyade türkülerin folk pop yorumuna, sonra da akustik çalışmalara eğildi. 1974’te Tehlikeli Madde isimli grubuyla çıkarttığı “Haberin Var mı” ve onun bir başka versiyonu “Ay Battı” şarkıları, daha progresif/psikedelik çizgideki çalışmalarındandır.
Sörf müziğinin psikedelikle birleştiği nokta. Mesut Aytunca’nın değişik efektlerle süslediği gitarının sürüklediği grup, onun önderlğinde farklı kadrolarla 1965’ten 1974’e kadar aralarında “Lorke Lorke” ve “Dede Efendi” gibi uyarlamaların bulunduğu sekiz kırkbeşlik ve çoğunluğu yabancı şarkıların aranjmanlarından oluşan bir LP çıkarttı. Aytunca’nın eşcinselliğinin müzik camiasında çekince yaratması sebebiyle kapasitesinin altında işler çıkartmak zorunda kaldığı, müzikten iyice uzaklaştığı söylenir. Aytunca, 1976 yılında bir arkadaşının evinde boğulmuş olarak bulundu.
3 Hürel Hem bir kardeşler grubu hem de bir power triodur. Feridun, Onur ve Haldun Hürel beraber müzik yapmaya başladıklarında onlu yaşlarının başındaydılar. İlk çalışmaları twist formatına sokulmuş sanat müziği uyarlamaları olsa da, kısa sürede kendi seslerini, hattâ kendi enstrümanlarını buldular. Feridun Hürel, kendi elektro saz-gitarını yaparak, Doğu-Batı sentezini farklı bir aşamaya taşıdı; Haldun Hürel ise darbukayla donattığı bir davul takımı kurdu. Grubun 1970-76 arasında çıkan dokuz kırkbeşliği, 3 Hürel ve Hürel Arşivi adlı iki uzunçaları vardır. 1996 yılında kardeşler bir araya gelerek yaptıkları Efsane Yeniden isimli bir albüm daha çıkartmışlardır.
TPAO Batman Orkestrası 1966-1968 yılları arasında üç kez Altın Mikrofon’a katılan ve son yarışmada “Meşelidir Enginde Dağlar Meşeli” yorumuyla birinci olan orkestra, Batman rafinerisinde müzikle ilgilenen mühendislerce kurulmuştu. Grubun müziğine psikedelikten ziyade twist caz demek daha doğru olur. Grup, yarışmalarda seslendirilen parçaların da aralarında olduğu beş adet kırkbeşlik çıkarttı. 1968’den sonra bir süre İlhan Telli Batman Orkestrası olarak devam etti. Grubun yarışmayı kazanma hikâyesi Kara Altından, Altın Mikrofona isimli belgeselde anlatıldı.
Cem (Karaca) müziğe rock’n’roll’la başladı, siyah deri ceketler, jilet gibi pantolonlar… Gerek o zaman esen rüzgârlar, gerek aile yapısı, ister istemez Cem’i İngilizce şarkılardan Türkçe şarkılara, Türkçe şarkılardan Türkçe melodilere götürmeye başladı. Ve bir sentez yaptı. Sevilmesinin sebebi, bozuk Türkçesine rağmen, yine o gavurca şarkı icra etme tavrına rağmen, kökteki o yerellik, yörelilik ve o sağlam yapıdır. Oğuz Aral, Roll 43, Haziran 2000 Kurtalan Ekspres, Kardaşlar, Ersen ve Dadaşlar’ın yetmişlerin ortalarına kadar yaptıklarını beğeniyorum. Üç Hürel değişik, fakat müzikleri çok zayıf. Mavi Işıklar bence Türkiye’nin Beatles’ıymış. Moğollar çok orijinal ve kuşkusuz şimdiki hâllerinden çok daha iyilermiş. Eski ruhu kaybetmişler. Fakat hiçbiri Erkin (Koray) kadar sofistike ve yetkin değil. Daha sınırlı bir çerçevede hareket etmişler. Onun müziğinde absürdizm, gerçeküstücülük, ilkellik ve virtüözite beraber. Bunalımlar’ı da Erkin kadar önemsiyorum. Beni çok heyecanlandırıyorlar. Jay Dobis, Roll 2, Aralık 1996 Bir türkücüyle ne aynı yaradılıştayım, ne aynı eğitimdeyim, ne de aynı psikolojideyim. Halk müziği bir zamanlar modaydı. Cem Karaca’lar, Fikret Kızılok’lar, Moğollar o sıralar folklora eğilmişti. Ben de o vesileyle bir baktım. Oturup âşıklar gibi yazmışım. Hayret ediyorum. Aslında biz hep melodilerde bizden bir şeyler olmasına dikkat ettik. Hep içinde bizden gamlar var. Öyle olması yararlı olduğu için değil, içimizden öyle geliyor hep… Mazhar Alanson, Roll 6, Nisan 1997 O zaman aranjman dediğimiz akım vardı Türkiye’de, Tom Jones fırtına gibi esiyor, onun şarkılarını Sezen Cumhur’un sözleriyle Ertan Anapa okuyor. Türkiye’de de Ertan Anapa fırtına gibi esiyor. Avrupa’da Tom Jones bitiyor, Türkiye’de de Ertan Anapa bitiyor. Fikret Kızılok, Barış Manço hâlâ gidiyor. Dedik ki, biz yine işimizi doğru yapıyoruz, bu yolda devam edelim. Edip Akbayram, Roll 11, Eylül 1997 O zaman müzik kavramı çok farklıydı. Amatörlük vardı. Enstrüman yoktu. Kompakt bir amplifikatör yapmıştık. Bütün gitarların sesi aynı yerden çıkıyordu. Bugünkü teknolojiyi 20-30 sene evvel yapmıştık. Daha basitti, daha primitifti ama olsun. Amfinin içinde teybi var, altı tane kanalı var. Altı enstrüman birden giriyor. Gökçen Kaynatan, Roll 7, Mayıs 1997
49
Yazı: Zekeriya S. Şen
Lhasa de Sela
HERHANGİ BİRİSİ VE HERKES
GEÇEN YIL ÇIKAN SON ALBÜMÜNDEKİ EN SON PARÇADA MUTLULUĞUNU VE HAYATINI “DÜNYA ÜZERİNDE AYAKLARIMI HİSSETMEK, BU EVRENDE BİR YERİM OLMASI VE HER ŞEYİN BİR ŞEKİLDE ÇÖZÜMLENMESİ” DİYEREK İFADE EDEN LHASA, 37 YAŞINDA ARAMIZDAN AYRILDI. 50
ÇOK GENİŞ BİR KİTLEYE HİTAP EDEN LHASA, BAZILARINCA “İNGİLİZCE, İSPANYOLCA VE FRANSIZCA ŞARKI SÖYLEYEN P.J. HARVEY” OLARAK DEĞERLENDİRİLİYORDU. Şarkıcı Lhasa de Sela, 1 Ocak 2010’da Montreal’deki evinde hayata gözlerini yumdu. Lhasa’nın web sitesindeki 3 Ocak tarihli duyuru, “Lhasa gittiğinden beri Montreal’de 40 saattir aralıksız kar yağıyor” cümlesiyle noktalanıyordu. Hastalığıyla mücadele ettiği bu zor dönem boyunca, neşesini ve güzelliğini çevresinden bir an olsun esirgemeyen sanatçı, en son albümünün kayıtları için stüdyoya girmiş ve 2009 Mayıs’ında Lhasa’yı yayınlamıştı. Ancak 2009 sonbaharında planlanan dünya turnesini maalesef iptal etmek zorunda kaldı, Victor Jara ve Violeta Parra parçalarından oluşması planlanan albümünü de gerçekleştiremeden çok genç bir yaşta bu dünyadan ayrıldı. Lhasa de Sela Con Toda Palabra, kısaca Lhasa olarak tanıdığımız sanatçı, 27 Eylül 1972 New York Eyaleti’ne bağlı Big India doğumlu bir Meksikalı. Ailesinin (toplam 10 kardeş) yoksulluğu, anne ve babasının teknolojiye olan mesafelerinden dolayı modern hayatın televizyon ve benzeri ‘kolaylık’larından uzak, bol peri masalları, kitaplar, mektuplar ve müzikle büyüdü. Böylece kendisine masal ve sihirden oluşan canlı bir hayal dünyası yarattı. Müziğindeki orijinalliğin ve eşsiz lezzetin, ebeveynlerinin sağladığı ev eğitiminden geldiği muhakkak. Ebeveynlerinin ayrılması sonucu 12 yaşında annesiyle San Francisco’ya taşınan Lhasa, kısa bir süre sonra annesinin koleksiyonunda bulduğu bir Billie Holiday albümünden büyülenip ilham alarak şarkı söylemeye başladı. 1992 yılında 20 yaşına geldiğinde yaşadığı hayattan sıkılarak Montreal’de sirk eğitimi alan üç kız kardeşini ziyaret etmeye gitti ve burada Quebecli sanatçı Yves Desrodiers ile tanıştı. Müziğe karşı olan samimî ve hüzünlü yaklaşımıyla bestelerini kuvvetli ve hassas bir sesle söyleyen Lhasa, kendisini Montreal’in barlarında şarkı söylerken buldu. O günlerde kendisinden desteğini esirgemeyen Yves Desrodiers ve basçı Mario Légaré gibi diğer Montrealli sanatçılardan oluşan bir grup ile yavaş yavaş sesini duyurmaya başladı. Sanatçının Meksika rançera, Fransız şanson ve Amerikana tarzlarına, hattâ Arap ezgilerine dayanan geniş müzikal kaynağı, daha önce duyulmamış, kendine hayran bırakan bir orijinallik içeriyordu. Aztek mitolojisinden izler taşıyan ilk albümü La Llorona’yı tamamen İspanyolca olarak evinin mutfağında kaydetti ve bu ilk meyvesi ile Kanada’da bravo seslerinin eşliğinde uzun süre ayakta alkışlandı. İlk albümün oluşumunda mutfakta okuduğu Federico Garcia-Lorca şiirlerinden, Latin folklorundan ve Avrupa Çingene müziğinden bolca etkilenerek yoğrulan La Llorona, bol müzikal açılımlarıyla tek bir kategoriye sığdırılmayan bir albüm oldu. Zamanla çokdilli sofistike kalabalığa hitap etmeye başlayan Lhasa, Bob Dylan, Leonard Cohen ve Edith Piaf gibi sanatçıların şiirselliği ile kıyaslanmaya ve gittikçe daha geniş kitleleri cezbetmeye başladı. Hattâ bazıları tarafından “İngilizce, İspanyolca ve Fransızca şarkı söyleyen P.J. Harvey” olarak bile değerlendirildi. Daha sonra 1997 yılında La Llorona albümü Kanada ve Fransa’da altın plak ödülü ile taçlandırıldı; 1998 yılında ise Kanada’daki ‘en iyi dünya müziği albümü’ olan Juno ödülüne layık görüldü. Kazanılan ödülle birlikte
Lhasa bir anda global müzik camiasında tanınan bir sanatçı oldu ve dünya müzisyenleri arasında yer aldı. Çok yoğun bir turne programından ve özellikle Kanadalı kadın sanatçıların yer aldığı Lilith Fair müzik festivalinden sonra kendisini bitmiş hisseden Lhasa deşarj olmak üzere kız kardeşlerinin kurduğu Pocheros adlı sirk ekibine dâhil oldu. İkinci albümünü, sirk performansı ile ilgilenen kız kardeşlerinin yanında, kendisini çevresinden dört yıl boyunca izole ettiği bir dönemden sonra kaydetti. Bu sirk ile neredeyse tüm Avrupa’yı dolaşan Lhasa, dört yıl sahnelerden ırak kaldıktan sonra 2003 yılında ana teması seyahat olan The Living Road albümü ile karşımıza çıktı. Her şarkının bir macera, bir öykü, ufak bir belgesel olduğunu söyleyen Lhasa bu albümünde İspanyolcanın yanısıra İngilizce ve Fransızca söyledi. Lhasa ‘yaşayan yolları’ dile getirdiği bu ikinci çalışmasında, sürpriz unsurunu sonuna kadar koruyarak, motifsel, kültürel harmanlama çatısı altında dinleyenlerinin huzuruna yeni açılımlar serdi. Özellikle “Con Toda Palabra” ve “La Marée Haute” adlı parçalar, kendi yoğun iç dünyasına açılan pencerelerdi. İlk albümünde olduğu gibi yine geleneksel stilleri modern enstrümanlar ile sentezleyip muntazam, bilinçli, algılanabilir ve duygusal bir karışım ile karşımıza çıktı. Elbette mükemmellikten bir an olsun ödün vermeyen sesi ise bu karışımın ana tuğlası. Bu albümü Lhasa’ya 2005 yılında BBC Dünya Müziği Ödülü kazandırdı. Hayat, Lhasa’ya göre, “sürekli değişen ve onun üzerinde olan bizleri de değiştiren bir yol”du. İkinci albümü ile birlikte özellikle Kanada ve Fransa’da tutkulu bir hayran kitlesi edindi. Britanya turnesi sırasında Nottinghamlı ‘karanlık’ grup Tindersticks’ten beraber çalışma daveti aldı. Kendisine olan ilgi her gün arttı ve parçaları The Sopranos televizyon dizisinde, bir Madonna belgeselinde ve 2009 tarihli Sophie Barthes filmi Could Souls’da yer aldı. Geçen sene, Lhasa tüm hayranlarına üçüncü albümünün müjdesini verdi. Bu defa 20 sanatçı yerine sadece beş kişilik bir orkestra ile çalışan Lhasa mümkün olduğu kadar canlı kayıt ve analog format üzerine yoğunlaştı. Albümün rötuş aşaması kanser teşhisine denk geldi, ancak sanatçının azmi ile 2009 ortalarında Lhasa adıyla raflarda yerini alabildi. Medyatik reklamdan daha çok ağızdan ağza dolaşan tavsiyeler ile ünlenen Lhasa’nın 12 yıllık kısa kariyeri boyunca ürettiği üç albümü de dünya çapında bir milyonun üzerinde sattı. Kendine has güçlü sesi, hüzünlü şarkıları, sahnedeki duruşu (14 Temmuz 2005 akşamı Sepetçiler Kasrı’nın muhteşem manzarası eşliğinde kendisini İstanbul’da misafir etmiştik), Lhasa’ya müzik dünyasında çok özel bir konum sağladı. Kültürüne bütünüyle hâkim olan sanatçı, müziğine kattığı özel dokunuşlarla popüler ve Dünya Müziği kulvarında en özel Güney Amerika sanatçılarının arasındaydı. Zamanı umursamayan, rüyalar ile beslenen, hayalî folk öyküleri ile süslenen, aşk, ilişki, doğal hayat temalı hüzünlü şarkıları bundan sonra da bizimle olacak neyse ki...
51
52
Röp: Murat Meriç Foto: Volga Yıldız
Göksel
BİZİM VE ONUN
ŞARKILARI GÖKSEL, TÜRKÜ TADINDAKİ UZUN UZUN YOLLAR VE FUNKY SABIR’LA KALBİMİZİ KAZANDI, ARDINDAN YAPTIĞI ALBÜMLERLE YERİNİ KALICILAŞTIRDI. YENİ ALBÜMÜ MEKTUBUMU BULDUN MU?’YU FIRSAT BİLİP KARLI BİR GÜNDE BULUŞTUK, AKLIMIZDAKİLERİ SORDUK.
Yollar ilk albümün ama öncesi de var… 1991’de şarkı söylemeye başladım. Boğaziçi Üniversitesi’nde felsefe okurken, aranjör Kıvanç K’yı zorlamıştım. Müzik piyasasına girmek, popüler müzik yapmak gibi bir niyeti yoktu aslında. Levent’te küçük bir yerde çalışmaya başladık. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Sahnedeyken çok fazla albüm teklifi aldım çünkü doksanlarda Türk pop müziği patlamıştı ve yapımcılar önüne gelene albüm yapmayı teklif ediyorlardı. Doksanların pop patlaması repertuarını etkilemiş miydi? İnanmayacaksın, doksanların şarkılarını hiç söylemiyordum. O zaman da eskileri söylüyordum. Livaneli, Ortaçgil, Sezen ve Ajda’nın çok eski şarkıları… Bir yandan da Beatles’tan popüler şarkılara uzanan İngilizce bir repertuvarım vardı ama Türkçe popüler şarkıları söylemek gelmiyordu içimden. Ne dinlerdin peki? Müzik dinleme hevesim Hümeyra’yla başlamıştır. Benim Şarkılarım albümü olağanüstü bir şeydir. Beni şarkıcılığa, şarkı yazarlığına yönlendiren albüm odur. Nükhet Duru’nun Bir Nefes Gibi’si ve Sezen’in ilk albümleri, yolun başında dinlediklerim. Zaman ilerledikçe yabancı şarkıcılar keşfettim. Sade, Suzanne Vega, Fionna Apple derken buraya geldim. Bir ara performans şarkıcılığına kafayı taktım, sonra genel olarak gruplara yöneldim. O dönemde Âşık Veysel’in, Neşet Ertaş’ın albümlerini bile uzun uzun dinlediğimi hatırlıyorum. Halk müziğini arkadaşlarımla keşfettim. Makedonya turnesinde BaBa ZuLa’ya gitarla eşlik etmiştim. Neşet Ertaş’ı biliyordum ama en yakın olduğum dönem o turne dönemidir.
53
“İNSANLAR ESKİ ŞARKILARI SÖYLEMEMİ İSTİYORLAR. ŞARKILARDAKİ YORUMUN KALPTEN OLDUĞUNU HİSSEDİYORLAR BELKİ VE BU BANA CESARET VERİYOR. BU SAYEDE YENİ DİNLEYİCİLER KAZANDIM, ŞARKICI OLARAK ÇOK MUTLU OLDUM.” Elazığlı bir aileden geliyorsun, evde halk müziği dinleniyor muydu? Hayır, babam alaturka meraklısıdır, onu dinlerdik. İnanılmaz geniş bir repertuvarı vardır, çok şarkı söyler. Bizim evde Suat Sayın, Esengül ve Neşe Karaböcek çalınırdı. O şarkılara kulağımın aşina olması oradan. Müziğime bakıyorum, çocukken babamla dinlediğimiz şarkılardan etkiler, onlara göndermeler buluyorum. Arabeskle aran nasıl? Uzak değilim. Tamamen dışladığım bir şey değil ama evde oturup sürekli dinleyemem. Yine de arabesk şarkıları, bugünün içi boş pop şarkılarının çoğuna tercih ederim. Kibariye’yi nasıl buluyorsun? “Kim Bilir”i bir hayli farklı yorumlamıştın… Tamamen kalbiyle şarkı söyleyen bir şarkıcı, söylediği her şarkıyı güzelleştiriyor. Tanımıyorum ama iyi insan olduğunu düşünüyorum. Biz, “Kim Bilir”in sözlerini ön plana çıkartmak istedik. Şarkı çok derin, ölümden bahsediyor. Bu yüzden bir eğlence şarkısı gibi söylenmesini doğru bulmuyorum. Benimki, sözleri öne çıkartan, daha sade ve günümüze daha yakın bir düzenleme oldu. Sezen Aksu’yu da en başından beri takip ettin herhalde? Başta büyük bir düşkünlüğüm yoktu. Onno Tunç’la çalışmalar yaptığı dönemde, Sen Ağlama’yı dinledikten sonra birden fark edip geriye döndüm. O tanıma sürecinde şarkılarını kendisinin yazıyor olması bana ilginç geldi. Altyapılarının farklı olması dikkatimi çekti. Onno Tunç’la çok güzel bir ikiliydiler… Onno Tunç’la senin yolun nasıl kesişti? 1995’te albüm yapmaya karar verdim. Bir arkadaşım Onno Tunç’un gençlere prodüksiyonlar yapmak istediğini söyledi ve Sezen Aksu’nun doğumgünü partisinde beni tanıştırdı. Birkaç gün sonra evine gidip ona şarkılarımı söyledim. Piyanoyla bana eşlik etmişti, unutamadığım güzel günlerden biridir. Beste yapmaya nasıl başladın? İlk besten bir Ahmet Haşim şiiri üzerineymiş… Üniversitede okurken bestelemiştim onu, nedense çok sevmiştim... Ortaokuldayken babam bir gitar almıştı bana, müziği sevdiğimi biliyordu. O zaman klasik eserler çalışıyorduk, ben gitarla onları değiştirip benzeyen şeyler yapıyordum, bunları beste sanıyordum. Bir yandan da şiir yazıyordum. Onlar sonra birbirini buldu. Ekşi Sözlük’te birisi senin için “şarkı sözlerindeki orijinal buluşları ‘acaba şiir mi dinliyorum’ hissi uyandırıyor” yazmış… Çok güzel söylemiş, teşekkür ederim ama ben kendimi acımasızca eleştiriyorum bazen. Daha iyi olabilirim diye düşünüyorum. Bazı sözlerimi çok seviyorum ama bazıları bugün bana pek hitap etmiyor. Yollar’ı beğeniyor musun? Dinlediğimde çok kızıyorum kendime. “Ne kadar çok bağırmışım” diyorum! O albümdeki şarkı sözlerimi de beğenmiyorum. Yalnız geçenlerde “Benim Şarkım”ı dinledim, Erkin Arslan’ın bestesi… Bir
54
an bana o kadar güzel geldi ki! İlk albümünü hazırlamış bir şarkıcı için fazla iddialı bir şarkı, fazla deneysel bir çalışma aslında. Hem çok uzun, hem de içinde Erkan Oğur’un çaldığı bitmeyen bir perdesiz gitar solosu var. Ama “Sabır”ın yeri ayrı, onun naifliğini çok seviyorum. Nasıl çıktı “Sabır”? Yavuz Çetin’le nasıl temas kurdun? Sarp (Özdemiroğlu) tanıştırmıştı bizi, bir şekilde şarkıya yakıştırdık. Kayıt sırasında çok heyecanlanmıştı. Bu kadar popüler olacağını beklemiyorduk, bu yüzden uzun bir gitar solosu koymuştuk. Çevremdekiler, plak şirketi dâhil bana “o şarkıyla sakın çıkma, deli misin, kimse sevmez” diyordu. Sonra şarkı çok sevildi ama benim için zor bir dönem başladı. Albüm çıkmadan önce her yerde sahne alırken albümle birlikte iş yapamamaya başladım. Promosyon faslını da hiç sevmedim; röportajlar, televizyon dünyası derken bir baktım hayatım değişiyor! O dönemde “eski hayatımı geri istiyorum” dedim ve albümden bir anda soğudum. Şarkıcıdan öte kadın olarak algılandım, bu da beni çok rahatsız etti. Sonra araya dört yıl zaman girdi. Ama şimdi dönüp bakıyorum, o üzüldüğüm zamanlar bana çok şey katmış. Her şey beni popüler kültürün bir parçası olmam için zorluyordu. Ben bunu istemedim ve galiba iyi yaptım. Belki de para kazanmak uğruna o yanlış bulduğum yöne gitseydim bugün burada olmayacaktım. En azından mutlu olmayacaktım. Körebe albümü, içindeki Neşe Karaböcek şarkılarıyla da sevildi ama asıl bomba “Depresyondayım” oldu. Biraz yanlış anlaşıldı sanki, içinde umut barındıran bir şarkı gibi geliyor bana o… Evet ama insanların çoğu maalesef öyle algılamadı. Çok sevildi ve beni boğmaya başladı. Neyse ki benimle beraber akla gelen tek şarkı değil. Türkiye’de insanlar yolda yürürken yanlarından bir şarkıcı geçince onun şarkısını mırıldanmaya başlarlar. Eskiden sadece “Depresyondayım”ı mırıldanırlardı, sonradan başka şarkılar onun yerini aldı. Sen hangi şarkınla anılmak isterdin? “Benden Geçti Aşk”ı çok seviyorum. O içimi çok cız ettiren bir şarkı ama istediğim yere gelemedi, birilerinin gizli favorisi olarak kaldı. Eski şarkıları söylemeyi çok seviyorsun… Bunları bir albümde toplamak nerden aklına geldi? Yeni şirketim Avrupa Müzik’le konuşurken “Uzun bir zaman istiyorum, canım ne zaman isterse o zaman albüm yaparım, şarkılarımı biriktirmem lazım” dedim. Kabul ettiler ama “Biz seninle bir ara albüm yapmak istiyoruz, zamanını boşa geçirme” dediler ve bu projeyi getirdiler. O an “Tamam” dedim ama böyle bir koşuşturma içine gireceğimi hiç tahmin etmemiştim. Albüm çıktığından beri durmadım! İnsanlar eski şarkıları söylememi istiyorlar. Şarkılardaki yorumun kalpten olduğunu hissediyorlar belki ve bu bana cesaret veriyor. Bu sayede yeni dinleyiciler kazandım, şarkıcı olarak çok mutlu oldum. Konserlerim eskisinden çok daha güzel geçiyor çünkü bu şarkılar repertuvarıma çok şey kattı. Bunun için de devamını yapıyoruz. İçimde kalsın istemiyorum. Bunu yaptıktan sonra da o sayfayı artık kapatacağım.
Repertuvarı nasıl oluşturdun? Rashit’in davulcusu Orkun’dan (Tunç) bana internet üzerinden eski şarkılar bulmayı gösterdi. Bir şekilde Gönül Yazar’ın kayıtlarına ulaştım, dinledim ve bir gece sabaha karşı “Mektubumu Buldun mu?” ile karşılaştım. O kadar güzel bir andı ki bu! Defalarca dinledim şarkıyı. Ben “Dudaklarında Arzu”yu çok severdim, evden âşina olduğum şarkılardan. Herkes, özellikle Orkun, bu şarkıyı söylememem için bana baskı yaptı ama inat ettim, söyledim. O şarkılarda zarif, romantik bir şey var ya, o çok hoşuma gidiyor. Bu yüzden onları kendime yakıştırıyorum. Anadolu pop hattıyla ilişkin oldu mu? Bir yerde senin için “Erkin Koray’ın dişisi” dediklerini okumuştum… Erkin Koray’ı çok ilginç buluyorum. Bazı şarkılarını sahnede de söyledim. Barış Manço da öyle mesela, çok olağanüstü şarkılar yapmış… Dinliyorsun, bir taraftan funk gibi gidiyor, diğer taraftan bizden. O hatla çakıştığım noktalar var, “Uzun Uzun Yollar” bunlardan biri. Türkü gibidir, aranjesi ve altyapısı çok güzeldir. Körebe’deki düzenlemeler de öyle. Tabiî Alper’in de (Erinç) etkisini unutmamak gerek. O retro durumu güzel sürdürdü. Körebe’de yaptıklarını çok dâhiyane buluyorum. “Depresyondayım”da elektro saz kullanmak onun fikriydi, çok da güzel oldu. Bu onun aranjör olarak başarısıdır: Benim üstüme çok uygun bir elbise dikti. Mektubumu Buldun mu? sonrasında çok yer gezdin… Büyük şehirler bir yana, Anadolu’da nasıl karşılandın? Çok güzeldi. Bazı şarkılarım bilhassa doğuda reaksiyon göremiyor, gittiğim yere göre değişik repertuvarlar yapmam gerekebiliyor. Bu albüm bu durumu iyice perçinledi. İstanbul’da yaşayan, entelektüel insanların dinlediği, bir yandan Anadolu’da da sevilen bir şarkıcıyım. Bu, beni mutlu ediyor.
Halk konserlerini mi tercih ediyorsun, kulüp konserlerini mi? İkisinin de tadı farklı. Babylon’da yaptığımız konserler inanılmaz zevkli geçiyor. Bir kere seyirciyle çok yakın temas hâlinde oluyorsun, onun zevki ayrı. Ama o kadar kalabalıkla bir duyguyu paylaşmak da bambaşka bir şey. Önemli olan, seyirciyle oluşturduğun enerji. O ambiyansı yakaladığın taktirde yeri çok da fark etmiyor. Yakın zamanda senden habersiz yayınlanan bir “best of” albümü var. Gördün mü? Geçen gün imza gününde getirdiler, imzalattılar. İki tane kapakçık, çok özensiz hazırlanmış, tuhaf bir şey. Israrla söylüyorum, o benim “best of”um değil, sadece klipli şarkılarımın toplaması. O kadar özensiz ki, klibi olmasına rağmen “Günün Birinde” bile yok! Telif ödemek istememişler, koymamışlar. Senin “best of”un nasıl olurdu? Elbette hitleri koymak zorundayım ama ben daha farklı şarkılar seçerdim. “Benden Geçti Aşk”ı mutlaka koyardım. “Uzatmalarda” da çok sevdiğim bir şarkıdır, muhakkak girerdi. “Gülümse”, “Körebe”, düşündükçe ilk albümden birçok şarkı giriyor! “Saadet Şerbeti” de çok güzel şarkıdır. Ay’da Yürüdüm’deki “Kardan Adamlar”ı çok severim ama o albüm çok sevdiğim bir albüm değildir, içime sinmemiştir. Onno Tunç albümüne giremediğim dönemde yapmıştım, stres altında… Şimdi baktığımda Alper’le evliliğimizin bitiş şarkılarını yazmışım meğer. Aramızdaki tatsızlık albüme yansıdı ve bu hoş olmadı. Bir önceki albüm Arka Bahçem’i çok severim. ”Aşk Zor” en sevdiğim şarkılarımdan birisidir, mutlaka girmesi gerekir benim “best of”uma.
GÖKSEL, 13 MART’TA BABYLON’DA
56
Anadolu’nun Kayıp Şarkıları
FAST-FOOD’A
KÜLTÜRLE DİRENMEK
2002 YILINDA EKİBİYLE YOLA ÇIKIP 40 BİN KİLOMETRE YOL GİDEN, ANADOLU’YU “İKİ DEFA” GEZEN, ÇEKİLEN GÖRÜNTÜLERİ 5 YILLIK BİR ÇALIŞMA SONUNDA BİR SİNEMA FİLMİ VE VİDEO EŞLİĞİNDE CANLI SAHNE PERFORMANSI HÂLİNE GETİREN NEZİH ÜNEN SORULARIMIZI CEVAPLADI. Röp: J. Hakan Dedeoğlu - Doruk Yurdesin
57
Bir söyleşi için klasik, ama böyle bir projede cevabı hayli merak edilecek bir soruyla başlayalım… Projenin ilk kıvılcımları neydi? Projeyi hayata geçirmeye nasıl karar verdiniz ve uygulamaya geçme süreci nasıl bir zamana yayıldı? Anadolu müziklerini modern anlayışla işleme fikri müziğe ilk başladığım yıllardan beri vardı. Yıllar önce yapmış olduğum ilk albümüm Planet’te Erkan Oğur ile çalışmıştım. Ben de flütü ney gibi üflemeye çalışıyordum. Daha sonra Peter Gabriel, Passion albümünü yayınlayınca hem dinlediğim müzikten mutlu oldum hem de bizim coğrafyamızın müziklerini bir İngiliz müzisyenin yapmış olmasına üzüldüm. Bir gün bunun daha iyisini yapmak istedim. Anadolu’nun Kayıp Şarkıları farklı dinamikleri ve disiplinleri içerisinde barındırıyor. Bir sinema filmi olmasının yanısıra bir de canlı performansa dönüşen bir tarafı var. Bunlara ek olarak bir de video ve canlı performansın kesiştiği, içiçe geçtiği, görüntülü ses kayıtlarının üzerine eşzamanlı canlı çaldığınız bir bölüm var konserler içerisinde. Projeye ilk başladığınız zaman sahne kısmı da var mıydı? Yoksa Anadolu’dan görsel ve işitsel malzeme toplandıkça mı gelişti bu fikir? İlk başta sadece sinema ve albüm fikri vardı. Konser fikri daha sonra oluştu kafamda. Solistlerin perdede olduğu bir konser fikri dünyada sanırım bir ilk. Konser ekibi nasıl ortaya çıktı, isimleri nasıl seçtiniz? Filmin çekilme aşamasında da beraber çalışıldı mı yoksa ekip sonradan mı şekillendi? Filmin müziklerinde beraber çalıştığım arkadaşlardan biri bas gitarist
58
Alp Ersönmez’di. Kendisi konser aşamasında da ekibin kurulmasına önayak oldu. Filmin ilk gösteriminden ve konserlere başladıktan sonra nasıl tepkiler aldınız? Anadolu’nun farklı renklerine yönelik ilgi beklediğiniz gibi miydi? Sizden esinlenip bu işi daha derinlemesine incelemek isteyenler oldu mu sizce? Filmin ilk montaj ve müzikleri ile 5-6 dakikalık kısa bir demo yaptığımda gelen tepkilerden müthiş bir iş ortaya çıkacağı belli olmuştu. Hattâ asıl zor olan o 5-6 dakikalık videodaki etkiyi 90 dakikalık bir filmde sürdürebilmekti. Birçok kişi bunun mümkün olamayacağını söylemişti. Ama sonunda filmin bütünü, fragmandan da etkili oldu. İlk konseri de Babylon’da yapmıştık.. Pek hazırlanma fırsatı bulamadığımız için ben biraz endişeliydim ama konserden sonra tepkiler müthişti. O geceden sonra gittiğim her yere konserin haberi bizden önce gitmişti. Hayli uzun bir çalışma süreci olmuş. Film iki yıl önce 27. İstanbul Film Festivali’nde de gösterilmiş ve epey bir bekleyeni de var. Peki yayınlanması neden bu kadar sürdü? Bu projede çoğu işi kendim yapmak zorunda kaldım. Yapımcılık – çünkü işin başında hiçbir yapımcı benimle çalışmaya hevesli olmadı – yönetmenlik, müzik ve montaj... Başka insanlarla çalışmayı da denedik, hem de en iyi isimlerle, ama projenin benzeri olmayan deneysel tarzı nedeniyle bu işleri kendim yapmam gerektiği ortaya çıktı. Böyle olunca da işler bende birikmiş oldu. Bir de ekonomik kriz ve sinema sektörünün vizyonsuzluğu yüzünden işbirliği yapabileceğimiz çözüm ortaklıklarının oluşmasında yaşanan zorlukları ekleyin.
“ASIL ZOR OLAN, BAŞLANGIÇTA DEMO OLARAK YAPILAN 5-6 DAKİKALIK VİDEODAKİ ETKİYİ 90 DAKİKALIK BİR FİLMDE SÜRDÜREBİLMEKTİ. SONUNDA FİLMİN BÜTÜNÜ, FRAGMANDAN DA ETKİLİ OLDU.”
59
Muhtemelen sayısız inanılmaz tecrübe ve deneyimle dolu bir süreç olmuştur ancak özellikle aklınızda gelen, aktarmak isteyeceğiniz, sizi en çok şaşırtan ve şok eden deneyim hangisiydi çekim sürecinde? Anadolu’yu görmek ve yakından tanımak. Film için 350 saatten uzun, 121 ayrı mekânda yapılan 133 performanstan oluşan bir çekim yapmışsınız. Gitmediğiniz ya da herhangi bir sebeple gidemediğiniz yer kaldı mı Anadolu’da? Anadolu çok büyük ve sırlarla dolu bir coğrafya. Daha yarısını bile görmedik. Nihayetinde bu 133 performanstan sadece 43 tanesi filmde kullanılmış. Bu elemeleri neye göre yaptınız? Estetik ve müzikal kaygılar hariç sizi seçim yapmaya zorlayan herhangi bir etken oldu mu? Dışarıda kalan malzemeler ileride başka projelerde kullanılacak mı? Çekimler sırasında ne çektiğimizi çok fazla irdelemedim. Daha sonra bütün malzemeyi önüme koyunca editoryal kararları verdim. Pek çok unsur vardı montajı belirleyen. O nedenle de yıllar sürdü son hâlini alması. Ortaya çıkan sonuçtan ne kadar memnunsunuz? Dönüp baktığınızda filmle ilgili “Keşke başka türlü yapsaydım” dediğiniz şeyler oldu mu? Tamamen memnunum. İş tamamlanmıştır. Zaten mükemmel olana kadar bitmez benim için bir iş. Filme planlar bazında bakarsanız “şunu şöyle çekseydik, bunu böyle yapsaydık”lar hiç bitmez ama bu tür projelerin doğasında spontanelik olduğu için bunlara takılmam. Önemli olan sonuçta ortaya çıkan kompozisyondur.
60
“PROJENİN DENEYSEL TARZI NEDENİYLE YAPIMCILIK, YÖNETMENLİK, MÜZİK VE MONTAJ GİBİ İŞLERİ KENDİM YAPMAM GEREKTİ. EKONOMİK KRİZ VE SİNEMA SEKTÖRÜNÜN VİZYONSUZLUĞU DA İŞLERİ ZORLAŞTIRDI.” Ses kayıtlarının üzerine icra ettiğiniz müziklerde daha modern tınılara başvurulmuş. Daha geleneksel enstrümanlarla icra etmektense neden böylesi bir tercihiniz oldu? Yıl, 2010... Anadolu’nun dünyanın en zengin coğrafyalarından biri olduğu tartışılmaz. Ama bu zenginliğe ne kadar sahip çıkılıyor, ya da çıkıldı? Son yıllarda değişen bir yaklaşım söz konusu mu sizce yoksa her şey aynı mı? Bugünkü çalışmaları ve çabaları yeterli görüyor musunuz? Anadolu’ya büyük bir özür borcumuz olduğunu düşünüyorum. Dünyaya ait bir değerin kıymetini bilmediğimiz için aynı şekilde dünyaya da. Ama hâlâ yapılabilecek şeyler var. Yeter ki siyaseti kültüre egemen kılmayalım, kamu yöneticileri de kendi kişisel çıkarlarını da ülke çıkarları üstünde tutmasın. Bunun için de halkın bilinç düzeyinin artması gibi klasik bir çözüme geliniyor galiba ama bunu lafla söylemek yerine iş yaparak sağlamak önemli. Filminizin Anadolu müziğini tanımaya yönelik genel bir eğilimin parçası olarak mı, yoksa kendi başına bundan bağımsız bir proje olarak mı görülmesinden yanasınız? Anadolu’nun Kayıp Şarkıları projesi, Anadolu özelinde aynı zamanda evrensel bir hikâyedir. Evrimle binlerce yılda oluşmuş yerel kültürlerin fast-food kültüre karşı direnme hikâyesi.
61
Lou Rhodes
HER DAİM YARATICI VE FARKLI 62
Yazı-Röp: Okan Aydın
DÖRT ALBÜMDEN SONRA DAĞILAN ELEKTRONİK MÜZİK İKİLİSİ LAMB’İN VOKALDEN SORUMLU ÜYESİ LOU RHODES, BİR OZAN VE ŞARKICI OLARAK, ÜÇÜNCÜ SOLO ALBÜMÜ ONE GOOD THING’LE BERABER DAHA ÇOK KENDİNİ ANLATMAYA YÖNELİK BİR YOL BELİRLEMİŞ GÖRÜNÜYOR. ‘Bilgelik sevgisi’ anlamına gelen felsefenin içine insan olgusunun girişi, felsefenin gelişim yönünü insanın irdelenmesine çeviren sofistlerle başlar. İnsana tutulan bu aynada görünen tekillik, sanatsal arenaya bireysel yaratıcılığın sürüklediği ve kendine ait bir ses oluşturma güdüsünün tetiklediği bir gayret olarak yansır. 90’lı yılların ortalarında gündemimize giren elektronik müzik ikilisi Lamb’in güçlü sesi Lou Rhodes’un üçüncü solo albümüyle artık iyice belirginleştirdiği müzikal yol da, ‘sadece kendini anlatma’ hassasiyetinden beslenen bir çalışma özelliği taşıyor. Manchester orijinli İngiliz ozan şarkıcı Lou Rhodes’un solo macerası, elektronik müziğin geniş skalasında her daim kayda değer nitelikte işler üretmiş ve ardında dört albümlük değerli bir hazine bırakmış olan Lamb ikilisinin vokalden sorumlu üyesiyken, ekip arkadaşı Andrew Barlow’dan ayrılıp ilk adımı atmasıyla başladı. 2006 yılında yayımlanan çıkış çalışması Beloved One beklentilerin üstünde olumlu bir tepki aldı ve adanın Grammy’sine denk gelen Mercury Ödülleri’nde yılın en iyi 12 albüm adayından biri oldu. Aralarında Muse, Editors, Hot Chip, Scritti Politti ve Thom Yorke gibi güçlü isimlerin olduğu bu listeden sıyrılıp ödülü alan Arctic Monkeys olsa da, bu adaylık Rhodes’un solo kariyeri açısından önemli bir başarı notuydu. Bu albüm Rhodes’un kendini fazlaca zorlamadan geniş müzikal birikim ve düşüncelerini yansıttığı bir çalışma olarak şekillenmişti. Özünde folk müzik olarak tanımlanabilecek çalışma şatafatsız, içten ve derinlikli bir zarla örülmüş hüzünlü bir dünyanın akustik yansımaları eşliğinde, Rhodes’un dinleyeni büyüleyen eşsiz vokallerini içeriyordu (ki aslında Rhodes’un tüm albümleri için benzer ifadeler kullanmak mümkün).
63
Albüm, Lamb çalışmaları için sıklıkla başvurulan trip hop, drum’n bass ve jazzy gibi tanımlamaların dışında, sıklıkla sadece gitarın Rhodes’un muhteşem sesine eşlik ettiği, zaman zaman zarif piyano dokunuşları ve yaylılarla zenginleşen bir çerçeveye sahipti. Lamb’in müziğinde ara pasajlarda karşımıza çıkan ve ipuçları Lamb parçalarına da gizlenmiş bir çerçeveydi bu. Aslında Lamb’in müziğine baktığımızda onu bu denli farklı kılan unsurların Rhodes’un etkileyici sesinin yanısıra, altyapılarda farklı janrların köşetaşlarının maharetle kullanılması ve bazı parçalarda bunlara canlı enstrümanların eşlik etmesi olduğu görüyoruz. Lamb bir anlamda birçok janrdan beslenerek kendi müzikal dilini yaratmış ve özel bir ikili olmayı başarmıştı. Bu unsurlar yanyana getirilip samimî birşeyler anlatma gayretiyle eritildiğinde, ortaya müzikal anlamda zengin, dinamik ve duygu vurgusu yüksek çalışmalar çıkıyordu. Özetle Lou Rhodes’un sadelik, Andrew Barlow’un karmaşıklık eksenleri üzerinden biçimlenen eşsiz bir formülasyondu, Lamb’inki. 2007 yılında Lou Rhodes bir insanın yaşayabileceği en derin üzüntülerden birini yaşadı ve kız kardeşinin ölümünün ardından İngiltere konser programını iptal etmek zorunda kaldı. Bu dönem âdeta hayatın türlü zorlukla Rhodes’u test ettiği ve kişiliğinde derin izler bırakan bir süreç olarak geçti. Tüm bu zorluklara göğüs geren Rhodes, Glastonburry’de 2007’de ikinci defa sahne aldı. Yılın sonlarına doğru da ikinci solo albümü Bloom’dan çıkan ilk single “The Rain” piyasaya verildi. İlkine oranla daha fazla efor sarfettiği bu albüm Rhodes için zaman zaman dile getirdiği, bir daha elektronik müzik yapmayacağına dair düşüncelerini ispatlar nitelikteydi. Ana omurgayı akustik gitar ve vokalin oluşturduğu albümde keman, kontrbas ve perküsyon eşliğinde işlenmiş romantik, duygusal ve kişisel vurgusu yüksek hikâyeler, Rhodes’un büyüleyici sesinden damıtılarak anlatılıyordu. Bahsi geçen “yeni ve farklı hikâyeler yaratma/anlatma güdüsü” aslında Lamb projesinin sona erişindeki giz perdesinin baş 64
aktörüydü. Rhodes bu tip bir projenin sürekliliği için devamlı güncel bir dil yaratmak ve farklı açılımlar getirmek gerektiğinden bahsederek, son Lamb albümünün ardından kendilerine bir sonraki adımın ne olacağını sorduklarında somut bir yanıt üretemediklerini ve bu yüzden artık var olma nedenlerinin ortadan kalktığını belirtmişti. Müziğinde kişisel bir dil yaratmış olan Rhodes’un hikâyelerinin özünde insana ait yaşantılar, duygular ve ilişkiler vardır: sevinç ve kederin bir anlamda sırt sırta durduğu, hayal kırıklıklarının da gülümsemeler kadar yakınımızda olduğu, bazen bir ânın/bakışın bile yaşamaya/yaşatmaya değer olduğu zarif, kırılgan ve duygu yüklü sade hikâyeler. Sonuçta iki çocuklu bir anne için bu sadelik kıyafetinin Rhodes’a yakıştığını da belirtmek gerek. Klişelerden uzak, gerçekliğin peşinde, samimî bir varolma gayretiyle çıkılan, çeşitli eşiklerden/evrelerden oluşan ve belli bir dönemde bir eşikten/evreden diğerine geçilerek her şeyin bir anlamda tekrar sıfırlandığı bir yolculuk. Basit ama sersemletici etkisi yüksek sözler ve içimizi titreten sıcak akustik tınılar, Rhodes’un puslu ve derin sesinin eşliğinde, her ânı ustalıkla nakışlanmış bir kurguyla tamamlanan parçalar olarak karşımıza çıkar. Her birinde hayaller ve sorgulamalarla donatılmış içsel bir yolculuğun bizleri beklediği bu parçalarda, üzerimizde akıldan çıkmayan, hipnotik ve ruhanî bir etki bırakan Lou Rhodes, kılavuz rolündedir. Kaygan bir zeminde hayata sıkıca tutunabileceğimiz, zorluklar içinden yeşeren güzellikleri görebileceğimiz, acıyı da sevinç kadar rahatlıkla kabullenebileceğimiz ve kendimize ait bir güzergâhı oluşturabileceğimiz bir ussal yolculuktur bu, ve o yüzden aslında içinde yoğun bir ‘felsefe’ vardır. Büyük ozan şarkıcı Leonard Cohen’in dediği gibi: There is a crack in everything, That’s how the light gets in
Lamb
LOU RHODES'A SORDUK
1996 Lamb (Fontana Records)
Lamb projesindeki 10 yılın ardından gelen ilk solo çalışmanız aslında bir meydan okuma içeriyordu. İkinci albümde daha az soru ve sorunla karşılaştığınızı düşünüyorum. Üçüncü albüm sonrası kendinizi olgunlaşmış bir ozan-şair olarak konumlandırıyor musunuz ? Hâlâ çıkılacak basamaklar var mı önünüzde ? Her zaman için. Bir sanatçının asla ürettiği işten tam anlamıyla memnun olacağını sanmıyorum. Şarkı yazma konusunda azımsanmayacak bir tecrübem var elbette – yaklaşık 16 yıl – ancak hâlâ yeni birşeyler öğrendiğimi hissedebiliyorum. Belki garip gelecek ama aslında ilk albümüm Beloved One’a kıyasla ikinci albümüm Bloom beni daha çok zorladı.
1999 Fear of Fours (Polygram Records)
Tam anlamıyla son çalışmanızı diğer ikisinden ayıracak olan tema ya da öz nedir ? Son çalışma One Good Thing bugün için bulunduğum yeri en layıkıyla temsil eden, dolayısıyla da çalışmalarım arasındaki en gerçekçi albüm. Albümdeki parçalar hayatımın oldukça zorlu bir dönemini ve oradan çıkışımı anlatıyor. Çalışmalar esnasında olabildiğince az elektronik kullandık. Oldukça sade, basit ve zamansız bir albüm yaratmaya çalıştım. Bu yüzden de kayıt aşamasında işin ruhunu zedelediğine inandığım dijital teknolojilerden kendimi sakındım.
2001 What Sound (Koch Records)
2003 Between Darkness and Wonder (Koch Records)
Lou Rhodes
2006 Beloved One (Cooking Vinyl)
2007 Bloom (A&G Records)
Elektronik müzik sıklıkla duygusal olamamakla eleştiriliyor. Bir elektronik müzik grubu olsa da Lamb projesinde belli bir duygusallık vardı aslında. Keza solo çalışmalarınızda da bu vurgu kuvvetli. Duyguları aktarmak konusunda akustik ve elektronik yapılar hakkında ne düşünüyorsunuz ? Akustik seslerle müzik yapmaya kıyasla elektronik seslerle aynı duyguları hissettirmenin oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Neticede elektronik müzik dediğimiz tüm yapı onlarca ikili koddan meydana gelen bir ürün. Oysa akustik müzik insanoğlunun bizzat ürettiği sesler için çoğunlukla ağaçtan kendisinin yaptığı enstrümanların kullanımından ortaya çıkıyor. Bu anlamda elektronikle kıyaslanamaz gibi geliyor bana. Lamb projesindeki duygular genellikle şarkıların kendi iç gücünden ve canlı enstrümanların – özellikle yaylıların – kullanımından geliyordu. Andrew Barlow’un ev stüdyosunda son çalışmamı kaydederken bir parçada aradaki farkın çok az olacağını düşünerek vokali analog ve dijital olarak iki farklı şekilde kaydettik. Ancak farkı gördüğümüzde çok şaşırdık. Analog kayıt çok daha samimî ve sıcaktı. Özetle dijital teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin hâlâ dolduramayacağı bazı boşluklar var. Duygulardan bahsetmişken aşkla, hüzün ve melankoli arasında sürekli bir bağın olduğuna inanıyor musunuz ? Değişik bir soru bu. Bugünlerde sıklıkla bir sanatçının rolünün devamlı olarak sınırları zorlaması olduğunu düşünüyorum. Öyle geliyor ki kendimi o boşluğun/alanın içinde hissettiğimde çok daha yaratıcı olabiliyorum. Melankoli sanırım mutlulukla mutsuzluk arasında bir yerlerde salınma hâli. Ama bu yine de sınırlayıcı bir tanımlama elbette. Bir defasında kendinizi tanımlarken duygu bağımlısı (emotional junkie) olduğunuzu belirtmişsiniz. Aşk dışında hangi kavram yada duygular çalışmalarınızı şekillendiriyor ? Evet, bir defasında böyle tanımlamıştım ama hâlâ geçerli mi emin değilim. Son birkaç yıl bu bakımdan üzerimde arındırıcı bir etki yaptı. Oldukça uzun zaman tek başıma kaldım ve bu süre sonunda “aşk adına aşka bağımlı olma” hissiyatından sıyrılmış gibi hissediyorum. Tüm duyguların yaratıcılığı tetikleyebileceğine inanıyorum. Ama yine de beni en çok besleyeni bahsettiğim, mutlulukla mutsuzluk arasındaki alan. Oralarda bir yerde olmanın beni insan olarak hayata bağladığını hissediyorum. Sahnede söylemekten en çok keyif aldığınız üç Lamb ve solo parçanız ? Lamb olarak Gabriel, Gorecki ve Trans Fatty Acid. Solo çalışmalarımdansa hepsi son albümde yer alan üç parça diyebilirim : “There for The Taking”, “One Good Thing” ve “Circles.” Sahnede sana eşlik etmesini hayal edeceğin efsane grup kim olurdu ve neden ? Efsane gruptan çok emin değilim; aslında bu efsane bir isim olurdu. Elliott Smith yada Nick Drake mesela. İkisinden biriyle sahnede olma fikrinin dahi beni yeteri derecede heyecanlandıracağını da belirtmeliyim.
2009 One Good Thing (Motion Audio)
LOU RHODES PRESENTS “ONE GOOD THING” 21 NİSAN’DA BABYLON’DA
Röp: Sühan Gürer İllüstrasyon: Saydan Akşit
Kronos Quartet
DÜNYAYI DERT EDİNEN YAYLILAR KURULDUĞU 1973 YILINDAN BU YANA GERÇEKLEŞTİRDİĞİ ONLARCA ÇALIŞMA İLE ÇAĞDAŞ MÜZİĞİN EN ETKİLİ VE ÜRETKEN GRUPLARINDAN OLAN KRONOS QUARTET, GEÇTİĞİMİZ AYLARDA FLOODPLAIN İSİMLİ YENİ BİR ÇALIŞMA YAYINLADI. Kronos Quartet’in “sularla çevrili bölgelere yerleşmiş ve yıkıcı sel baskınlarına teşne kültürlerden” yaylı dörtlü için derlediği, konsept bir albüm olarak nitelendirebilecek çalışması, aynı zamanda Tanburî Cemil Bey’in “Nihavent Sirto” eseriyle de dikkat çekiyor. Grubun lideri David Harrington ile yaptığımız röportajda Floodplain ekseninde Kronos’un benzersiz dünyasına bir kapı aralamaya çalıştık.
çalmıyoruz. Bugüne kadar hiç kaydedilmemiş çalışmaları da çalıyoruz, eski albümlerden de çalıyoruz. Turnede 40-50 parça çalıyoruz.
Yanılmıyorsam Avrupa turnesindesiniz. Bu turneden beklentileriniz nelerdi ve neler gerçekleşti? Floodplain, arka planını da işin içine katarsak, biraz daha konsept albümü olduğu için bu turne biraz daha değişik olabilir. Floodplain albümündeki çalışmaları toplayabilmemiz ve seçmemiz çok uzun zaman aldı. Aslında bu turnede sadece bu albümden parçaları
Bu albümü bizler için önemli kılan sebeplerden biri de Tanburî Cemil Bey’in “Nihavent Sirto” adlı çalışmasının yer alması. Kendisi çok tanınan bir Türk Sanat Müziği bestekârıdır. Onun müzikal tarzı ve parça yapıları, bilinen Avrupaî ve Amerikan yapılardan çok farklı. Bu parçayı nasıl seçtiniz ve sizin avangart tarzınızla yorumlamanız nasıl gelişti?
66
“Purple Haze” de yer alıyor mu bunların arasında? Aslında “Purple Haze”i çalmayalı yıllar oldu. Bush yıllarında Jimi Hendrix’in bu parçasını sıkça çalıyorduk.
Tanburî Cemil Bey’in çalışmalarını içeren birkaç albümlük bir seri yayınlandı yaklaşık 10 yıl önce. Bu albümlere bayılmıştım. Kronos Quartet’in her üyesinin çalması için birer parça seçmiştim. Herkes için birer solo seçmekti amacım. Aslında ben hariç diyelim, çünkü zaten çok fazla solom vardı albümlerde. John’ın (John Serhba) “Nihavent Sirto”yu çalışına hayran kaldık. Albüme de mükemmel bir şekilde uygundu. San Francisco’dan bir arkadaşımızla çalıştık. Şu anda dinlediğiniz aranjmanı yaptı kendisi. Biz de o aranjman üzerinde çalışarak son hâlini verdik. Peki bu tematik çalışma nasıl ortaya çıktı? Parçalar toplandıktan sonra mı aklınıza geldi, yoksa en başından beri çıkış noktanız bu muydu? Çünkü albümün külliyatı hakkında ilk bilgi edindiğimde bunun yeni bir serinin başlangıcı olabileceğini düşündüm. Bunun sebebi de doğal afetlerle haşır neşir olan kültürlerin duygusal açıdan çok daha zenginlik barındırıyor olması. Aslında bu türü baz alırsak sonsuza kadar yeni albümler ekleyebiliriz. Early Music, Caravan, You’ve Stolen My Heart, Nuevo ve Pieces Of Africa da var ve çok uzak değiller. Her yeni albüm yaptığımızda
yarattığımız ağaca yeni bir dal ekliyoruz. Artık bu ağaçta birçok dal ve farklı farklı yapraklar var. Floodplain’de yer bulamamış olan birçok çalışma var ve önümüzdeki albümlerde bir şekilde bunlar karşınıza çıkacak. Mesela eğer Early Music’i tekrar hazırlıyor olsak bu çalışmaların birkaçı kesinlikle orada yer alırdı. Keza aynısını Pieces Of Africa ve Black Angel için de söyleyebilirim. Bence sorunun cevabı bizim çalışmalarımızı bir şekilde organize etme çabamızdan geçiyor. Birçok önemli sanatçı tarafından sadece sizin için çalışmalar yazılıyor. Bu inanılmaz bir imkân. Terry Riley bunlardan biri ve en önemlisi herhalde. Bu yeni albüm için keşfettiğiniz Ramallah Underground da sizin için çalışmalar hazırlamış. Bu sanatçıların sizi sürekli beslemesi nasıl bir hissiyat doğuruyor? Bir müzisyen olarak kendimi çok şanslı addediyorum. Dünyadaki müzisyen topluluğunun bir parçası olarak hissediyorum. Birçok farklı yollardan kendimize destek olan sanatçılarla buluşuyoruz. Sahip olduğumuz tüm ilişkiler ve ortak çalışmaların birer hikâyesi var. Senin de söylediğin gibi Terry Riley inanılmaz biri. Bizim için çok uzun süredir
67
"BİR MÜZİSYEN OLMAK ÇOK CİDDÎ BİR SORUMLULUK. HERKES TÜM GÜNÜNÜ KENDİLERİNE SUNULAN MÜZİKLERİ DİNLEYEREK GEÇİRMİYOR. BU ŞANSA SAHİBİZ VE BU ŞANSI DİNLEYİCİLERE DE İLETMEKLE YÜKÜMLÜYÜZ.” çalışmalar hazırlıyor. Onun gibisi yok. Bizim için yazdığı 25. çalışmasını gönderdi geçenlerde. Şu anda yeni bir tane daha yazıyor. Eminim Ramallah Underground da bizim için çalışmalar yazacak önümüzdeki dönemde. Bakış açılarıyla ve müzikal yapılarıyla çok farklı bir grup. Albüme bakınca ilişkilerimizin her birinin kendi içindeki gelişimini yansıtıyor da diyebiliriz. Tüm dostluklarımız da, parçalarda olduğu gibi kendi devinimlerine sahip. Hattâ Tanburî Cemil Bey’in birkaç parçası daha var konserlerimizde çaldığımız. Bunlardan biri “Ut Taksimi” ki biz bunu viyolonsel solosu olarak yorumladık. Bu çalışma çok rahat albümde olabilirdi ama zaten birkaç viyolonsel solosu olduğu için onu ileriye saklamak durumunda kaldık. Doğru ifade etmek gerekirse, amansız bir MySpace takipçisi olduğunuzu biliyorum. Ramallah Underground’u da bu yolla bulmuşsunuz. Bu ilişkiler nasıl gelişiyor, onları bulduktan sonra derhal yeni çalışmalar için konuşmaya mı başlıyorsunuz? Ramallah Underground konusuna gelince... Onlarla bir şekilde bağlantı kurdum, daha sonra ellerinde olmayan birkaç albümümüzü onlara gönderdim. Onlar da duymamış olduğum bazı çalışmalarını bana ilettiler. Ben de yeni birkaç çalışma yazmalarını istedim. Bize birkaç parça gönderdiler. Ben de içlerinden bu albüm için “Tashweesh”i seçtim ama onların bize hazırladığı diğer çalışmalar da çok güzel ve konserlerimizde çalacağız. MySpace’ten tanışmış olduğunuz başka sanatçılar da var mı? Bunu sormamın sebebi şu anda bu sosyal ağ siteleri çok büyük bir kesime hitap ediyor ve moda olmuş durumda. Herkes onlardan bahsediyor. MySpace her ne kadar işin popüler yönüne hitap etse de sanatçılar için inanılmaz bir besin kaynağı. Hattâ benim gibi dinleyiciler için de öyle. Evet. Ben her gün MySpace’e giriyorum. Sürekli yeni sanatçıların müziklerini dinliyorum. Ama bugüne kadar bizim için çalışma hazırlamış sanatçılar arasında MySpace’ten tanışıp da ilişkimizi geliştirdiğimiz sadece Ramallah Underground var. Hani şu anda sadece onlar var ama ileride yenilerinin olma ihtimalini çok yüksek görüyorum. Çalıştığınız sanatçılar ve müzikal geçmişlerini göz önünde bulundurursak, çeşitlilik albümlerinizin temelinde yatan bir nokta. Daha sonra da bunları alıp kendi tarzınızla yorumluyorsunuz. Burada herhangi bir plana bağlı kalıyor musunuz? Daha önce söylediğiniz gibi ağacın birçok dalı var. Bunlar düzenli olarak mı gelişiyor yoksa karşınıza bir şey çıktıkça âniden mi yapılanıyor? Aslında ikisinde de biraz var. Genel olarak kafamda bir plan var diyebilirim ama anlık gelişmelere de açık duruyorum. Böylece biraz daha maceraperest oluyor. Daha bugün dünyanın çeşitli yerlerinden aldığım e-postalarla farklı müzikler dinledim ve bunların bizi nereye götüreceğini önceden tam olarak kestirmek zor. Temel olarak yaptığımız hazırlık, aslında her şeye hazır olup geleceğe yönelik atılımları beklemek. Herhalde planlama safhası burada işliyor. Kronos Quartet’in en çok takdir edilen yönü de bu elbette: geleceğe açık olmak. Birçok eleştirmenin sizden bahsederken yoğun olarak değindiği nokta, var olan türlerdeki çalışmaları ele alıp ileriye dönük, daha önce kulak kabartmadığımız eserler ortaya çıkartmanız.
68
Bu bahsettiğin şey bizim için çok önemli. Hattâ önemli olmasının yanında bir müzisyen olarak çok ciddî bir sorumluluk da aynı zamanda. Herkes günün 24 saatini kendilerine sunulan müzikleri dinleyerek geçirmiyor. Bu şansa sahibiz. Ancak bu şansı dinleyicilere de iletmekle yükümlüyüz. Sahneye çıktığımızda çaldığımız her parçanın dinleyene en uygun şekilde sunulması ve doğru hisleri uyandırması gerekiyor. Zaten böyle bir heyecan olmadan bu kadar albümün ortaya çıkması da mümkün olmazdı. 36 yıl içerisinde bizim için 700’den fazla parça hazırlandı. Bunların içinden seçmek işin sadece bir bölümü. Bununla birlikte şu anda birçok genç sanatçıyla da ayrı ayrı projelerimiz var. Steve Reich, Terry Riley, Henry Gorecki, Philip Glass ve bu üstatların yanında adını bilmediğiniz birçok genç sanatçı bize çalışmalar hazırlıyor. Şu anda çok güzel bir dönemdeyiz. Bu albümde yer alan parçaların birçoğu Irak savaşının gerçekleştiği bölgeye ya komşu, ya da çok yakın. Biraz önce de Bush hakkında bir yorum yapmıştınız. Sizin bu savaş hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? Bu albümün çalışmalarının temeli 2003 yılının başlarına dayanıyor. Bazı parçaları daha öncesinde de çalıyorduk ama albüm fikrinin oturması bu dönemi buldu. Sebebi de, Amerika menşeli demokrasi dağıtma safsatası üzerine kurulu bu vahşetti. Bana göre bu tam anlamıyla bir savaş suçu. Evet belki kemancıyım, ama benim işim duygularla ve kültürler de duygulardan oluşur. Bana göre bir kültürün bir başka kültür üzerinde böyle bir eyleme gitmesinin hiçbir mantıklı açıklaması olamaz. Biz kendi çapımızda Bush, Cheney, Rice ve diğerlerinin yapmaya çalıştıklarına karşı bir denge noktası oluşturmaya çalıştık. Bu albümün hazır olduğuna karar vermem 6 yılı aldı ama biliyorsun bazı şeyler biraz uzun zaman alabiliyor. Son sorum ise aslında sizin alternatif duruşunuzla alâkalı olarak gerçekten önemli bir nokta. İnternet, Kronos Quartet’e ne verdi, ya da bir katkısı oldu mu? Özellikle internetteki özgürlüklerin sınırlandırılması konusu son dönemde çok ön planda ve sizin görüşlerinizi de almak isteriz. Nereden başlasam bilemedim. Sadece bugünümü baz alalım. Endonezya’daki bir müzisyene e-posta attım. Rusya’daki bir başkasıyla da yazıştım. Daha sonra da Çin’deki bir müzisyenle. Eminim şu anda bana cevaplarını da yazmışlardır. Bu kadar uzak ülkelerden insanlarla böylesine hızlı ve başarılı şekilde haberleşebilmek, bağlantıya girip sonuca ulaşabilmek inanılmaz bir hediye bizler için. Bayılıyorum internete. Haklar konusunda geldiğimizde ise birçok sanatçının kendilerine göre haklı buldukları noktalarda tepki göstermelerini anlıyorum. Fakat özellikle internetin faydalarını bu denli hisseden biri olarak sınırlandırmalara gidilmesi bana hiç de âdil gelmiyor. Müziğin son dönemdeki hızlı gelişimi ve paylaşımı genel anlamda müzik kültürünün imkânı olan ve olmayanlara yayılması açısından çok önemli bir kaynak oldu. Elbette bunu kötü yönde kullananlar var ama sadece belirli bir kesim yüzünden bu yoğun iletişim engellenirse yarardan çok zarar getirir. Bunu ise diğer birçok konuda olduğu gibi gerçekleştikten sonra anlarlar ama iş işten geçmiş olur. Özgürlükler insanları her zaman daha iyiye götürmüştür.
69
Yazı-foto: Aylin Güngör – J. Hakan Dedeoğlu İllüstrasyon: Sadi Güran
DÖRT GÜNDE KOCA ŞEHİR, KOCA BERLİN GEZİLİR Mİ? GEZİLMEZ AMA BİZİM DE AMACIMIZ SİZE KLASİK BİR BERLİN TURU SATMAK DEĞİL. AZGIN TURİSTİK BİR DENEYİM YERİNE BERLİN’DE ‘TAKILMAK’ İSTEYENLER İÇİN BİR REHBER HAZIRLADIK SİZLERE. HEM VİZENİZ OLDUĞU TAKDİRDE GİTMESİ, İSTANBUL’DAN ANKARA’YA GİTMEKTEN BİLE DAHA UCUZ VE KOLAY OLABİLİR. Şimdi oturup İkinci Dünya Savaşı’nda yerle bir olmuş bir şehrin nasıl yeniden inşa edildiğini, Berlin duvarını, muhteşem müzeleri, tarihini, Almanları, göçmen Türkleri anlatmanın bir anlamı yok. Zira Berlin, Avrupa’nın en popüler şehirlerinden biri ve zaten bilineni yazmak, tekrar etmek gereksiz. Ama çok ucuz bilet fırsatlarıyla Berlin kısa kaçamaklar, müzik, sanat, alışveriş ve partilemek
70
için nefis bir şehir. Bu sayfalarda dört günlük bir Berlin gezisi tasarlayıp, turistik klişelerden uzak bir rehber hazırladık sizler için. Berlin’e bir Prag, bir Viyana muamelesi çekmeyin. Zira, dediğimiz gibi, vizeniz olduğu sürece Berlin’e sık sık gidebilir, burada şehrin yerlisi gibi takılabilirsiniz. Böylesi bir deneyim için de size naçizane önerilerimizi sıraladık.
TAVSİYELER >>Otelde değil de Craigslist’den bulacağınız bir evde kalın. Çok daha uygun fiyatlı olacaktır her tür hostel/otel fiyatlarına kıyasla. berlin. en.craigslist.de >>Kreuzberg ya da Mitte civarında metroya yakın olan bir ev bulmaya çalışın. >>Neredeyse her yer için geçerli olduğu gibi bahar ya da yaz mevsiminde gidin. >>Havaalanında iken uçaktan indiğiniz gibi bir haftalık toplu taşıma bileti alın. Bu 25 avro civarında ve üç günlük olan biletten bile daha ucuz. Çok avantajlı. >>Moleskine defterlerinin şehir serisi gözünüze çarpmıştır belki. İstanbul için olanı ne kadar kötüyse, Berlin için olanı da bir o kadar iyi. Demek ki Berlin gayet düzenli, her şey yerli yerinde duruyor. İstanbul olanında haritada Anadolu yakası yok mesela! >>Dönüş uçağınıza gitmeden önce online check-in yapsanız harika olur. Zira Berlin Tegel havaalanında öylesine uzun kuyruklar olabiliyor ki, online check-in yapmış olanlar business class bölümünden hemen ilk sıradan işlem yaptırabiliyor. Sanırım online check-in pek bilinmiyor o taraflarda, aman çaktırmayın da sıra beklemeden uçağınıza binin. Alacağınız bir şeyi duty-free’den alırım diye sonraya bırakmayın, duty free yok gibi bir şey. >>Berlin’e gitmeden önce last.fm’den konserlere bakın. Her akşam en az 2-3 güzel konser var!
SVEN FORTMAN Berlin merkezli Lodown dergisi, genel yayın yönetmeni ve Watergate sürekli DJ’i… En sevdiğin Berlin filmi. Sanırım Uli Edel’in yönettiği Wir Kinder Vom Bahnhof Zoo. En meşhur Alman ‘junkie’ destanıdır. Berlin’de en sevdiğin kulüp. Evet oranın sürekli DJ’iyim ve bu yüzden de taraflıyım ama house, elektro ve tekno seviyorsanız her zaman en iyisi Watergate’dir. Berlin’deki en iyi restoran. Canım güzel Alman yemekleri çektiğinde Weltrestorant Markthalle; lezzetli, mükemmel ve oldukça baharatlı Kore mutfağı istediğim zamanlarsa adresim Kimchi Princess. Rahatlamak istediğin zaman Berlin’deki adresin. Kreuzberg’de herhangi bir teras katındaki yasadışı bir barbekücü. Berlin’deki favori mahallen. Kreuzberg/Neukölln… Çünkü tek bir yapaylık bulamazsınız burada. Henüz.
KHAN a.k.a. Can Oral Müzisyen Berlin’de en sevdiğin kulüp. Uhland Strasse’deki Ficken 3000. Perşembe günleri iç çamaşırı partileri var! En sevdiğin Berlin filmi. Rosa Von Praunheim’in yönettiği Bettwurst. Adamı kişi olarak çok sevmiyorum ama bu filmi çok iyi. Diğer filmleri ise epey kötü. Berlin’deki en iyi restoran. Kreuzberg Weltlaterne. İtiraf etmekten nefret etsem de harika Yunan yemekleri yapıyorlar! Rahatlamak istediğin zaman Berlin’deki adresin. Pannier Strasse’nin Weser Strasse ile kesiştiği köşede olan Rita Café. Berlin’deki favori mahallen. Neukoelln-Weserkiez. Burası yaşadığım yer. Burası aynı zamanda arsız Türk kız öğrencilerin takıldığı, sigara içtiği ve sokaktan geçen erkeklere tavır aldıkları yer.
İPEK İPEKÇİOĞLU Berlin’in en önemli DJ’lerinden ve Gayhane partilerinin sorumlusu. Berlin’de en sevdiğin kulüp. Bar 25 En sevdiğin Berlin filmi. Good Bye Lenin! Berlin’deki en iyi restoran. Gel Gör isimli mekânda dünyanın en iyi köfte ekmeği ve mercimek çorbası var. Velakin restoran kıvamında değil. Ciddî restoran diyorsanız: Pagode. Rahatlamak istediğin zaman Berlin’de nereye gidersin. Freischwimmer. Berlin’deki favori mahallen. Kreuzköln
71
Mahalle: Kreuzberg Metro durağı: Kottbusser Tor İlk güne başlamak için Kreuzberg çok akıllıca, zira oraya tekrar gitmek isteyeceksiniz ve bunu yapabilmek için zamanınız kalacak.Tek garip yanı ise sadece Türkçe konuşarak her tür ihtiyacınızı giderebildiğiniz için kendinizi Eminönü-Tünel arasındaki yeni bir merkezde hissetmeniz. Keşiflerle dolu bol sürprizli bir gün geçirmek için harika bir yer.
Kahvaltı: Milch & Zucker Berlin’de kahvaltı için harika yerler olduğunu çok düşünmemekle birlikte sanki güzel geçiştirme mekânları varmış gibi... Yumurtalı, tostlu ya da müslili bol seçenek var. Özellikle taze zencefil ya da taze nane çayı her yerde var, ne güzel! Milch & Zucker, sabah gitmelik yerlerden belki de en sıcak ve ilginç kitleye sahip olanı. Çok arkadaşça bir ortam olduğunu söylemekle başlayabiliriz. Organik ürünler dışında harika bagel’ları var. Milch & Zucker oldukça tatlı bir kitlenin işe gitmeden önce uğradığı bir yer. Sanıyorum Birol Ünel ve Fatih Akın’ın da uğrak yerlerinden biri. Tatlıları ve kahveleri de çok güzel. Burada biraz uzun oturulabilir. Adres: Oranienstraße 37, Kreuzberg, 10999 Berlin
Alışveriş-gezinti: Kahvaltının hemen ardından Kreuzberg merkezinde gezintiye çıkıp iki kültürün kaynaşma(amama)sından oluşan bu güzide mahalleyi kendinizce keşfedebilirsiniz. Özellikle Oranienstrasse boyunca son derece güzel, her telden çalan değişik dükkânlar, minik galeriler, kafeler ve restoranlar var. Eğer plak avına çıkmış biriyseniz yine burası iyi bir durak. Elektronik müzik ağırlıklı Hard Wax, indie-rock damarında takılan Space Hall ve diğer önemli bir dükkân Soultrade görülmeye değer, açlık gidermek için ideal dükkânlar. Bunun dışında yine bu civarda görülmeye değer ikinci el, incik boncuk, ıvır zıvır dükkânları var. Gezinmeyi tamamladığınızda Kreuzburger isimli hamburgerciye çömüp sokaktan geçen insanları ve hemen karşınızda yükselen binanın ön cephesini seyre dalabilirsiniz. Koca binanın cephesi, az sonra fark edeceğiniz üzere –miş’li fiil çekimleriyle dolu! (Bina Ayşe Erkmen’in bir eseri, bilginize) “Hamburger sağlığa zararlı” diyorsanız az ilerideki suşi restoranına alalım sizi. Burada son derece yaşlı, aksi ve yavaş bir şef bekliyor olacak sizi. Ama beklemeye, o ıstırabı çekmeye değer!
72
Bar ve canlı müzik Möbel Olfe Bu akşam için ilk durak Möbel Olfe olmalı. Tam Kottbusser Tor metro durağının olduğu meydandaki hamburgerci ve falafelcinin arkasındaki geçitte yer alan Möbel Olfe akşamüstünden itibaren fokurdamaya başlıyor. Hiçbir zaman tam anlamıyla sakin ya da çılgın değil ama mürettebat çok keyifli görünüyor sürekli. Perşembe akşamları özel bir gay parti mekânına dönüşüyormuş burası. Kesinlikle gitmeye değer. Ama bir gecede çok yer görmek gibi bir planımızın olduğunu düşünürsek de burada çok uzun zaman harcamamakta yarar var. Adres: Reichenberger Str. 177 10999 www.moebel-olfe.de Roses Burası Mobel Olfe’den sonra daha da ısınmak için gidilesi bir yer. Harika bir gay bar. Duvarları pembe peluş olan bu mekândaki tasarım daha önce karşılaşmamış olacağınız gariplikte. Barmenler sizden daha sarhoş olma eğiliminde ve de içkileri doldururken de oldukça bonkör oldukları söylenebilir. Buradan eşinizi birilerine kaptırmadan çıkabilirseniz çok eğlenmişsinizdir ve şimdi bir konser izleme zamanı gelmiştir! Yine Kreuzberg’de ve doğru yerdesiniz. Yanınızda bu gece burada bitsin diyen arkadaşlarınız varsa onları otele eve yollayın. Daha uzun bir gece var sizi bekleyen. Adres: Oranienstr. 187, 10999 Monarch West Germany’nin yan binasında yer alan, Kreuzberg’in yeni gözde mekânlarından. Boydan boya camları, geniş bir dans pisti, garip tribünleri olan hoş bir yer. Sağlam DJ’ler çalıyor ve gece ısındıktan sonra sabah kadar dans ediliyor. Evet, Kreuzberg’de saydığımız tüm mekânlar gibi burada da sigara içiliyor. Buralar iyice kalabalıklaşmışken içeri girdiğinizde dumansız hava sahasına ne kadar çabuk uyum sağladığınıza şaşarsınız! Adres: Skalitzer Straße 134 10999 Berlin, Germany Festsaal Burası geceliği 500 avrodan başlayan fiyatlarla kiralanan bir Türk düğün salonu aslında. Ama harika fikirlerle dolu Berlinli müziksever organizatörler hemen bu tuhaf düğün salonunu konserler için kullanmaya başlamışlar. Hem de gayet büyük gruplar da burada konser veriyor; biz The Levellers ve Efterklang konserlerine şahit olduk. Konser mekânı olarak oldukça ilginç, gerçekten de birileri evleniyor, bar limonata dağıtıyor siz de az sonra halaya katılacakmışsınız gibi. Her an daha da fark ettiğiniz üzere oldukça yaratıcı bu Berlinliler. Peki ya biz İstanbul’da bir mahalledeki düğün salonunu kiralayıp bir sergi yapsak ya da konser? Nasıl olurdu? Yapabilir miydik? www.festsaal-kreuzberg.de West Germany Berlin’in en pejmürde ve en cool mekânlarından. Eski bir muayenehaneden bozma, kırık dökük duvarları, yırtık döşemeleri, pis yerleri olan, İrlandalı bir müzik müptelası DJ Fitz tarafından işletilen bu mekânın resmî bir programı yok onun için mail gruplarına girmek, last.fm’den takip etmek ya da şansınızı deneyerek kapılarını çalmanız gerek. Çok ufak bir mekân ama çok iyi gruplar sahne alıyor, Garip bir mekânın en üst katında… Binanın girişinde Efendi Optik var, oradan bulabilirsiniz burayı. Adres: Skalitzer Str. 133
Fotobooth’da fotoğraf çektirin Tam metro durağının girişinin karşı köşesinde harika bir fotoğraf kulübesi var. 2 avroya çok nostaljik görünümlü siyah beyaz dörtlü bir fotoğraf setine sahip oluyorsunuz. Çok eğlenceli bir etkinliğe dönüşebilir bu. Biz oradayken bir keresinde bu makinenin dörtlü setine bir önceki fotoğraf çekilenlerin son karesi girmişti. Yani bir kare yabancı kişinin üç kare bizim. O kişi de bizden o kareyi almak için beklemişti. Tabiî bizim dördüncü fotoğrafımız da bizden sonra gelen kişinin dörtlüsüne sarktı ve biz de o kişinin gelmesini ve ondan fotoğrafımızı almayı bekledik. Sonra o da bekledi sanıyorum. Bütün gün zincirleme tanışmalar yaşandı sanıyoruz o fotoğraf kulübesinin önünde.
Mahalle: Mitte/Prenzlauer Berg Metro durağı: Rosenthaler Platz Mitte mahallesini İstanbul’un Cihangir’i gibi düşünebilirsiniz. Tünel mahallesi hissi de var elbette ama daha çok Cihangir. Galeriler, ikinci elciler, tasarım dükkânları vs. Eğer bu mahallede ev tuttuysanız da çok hoş. Evler, sokaklar çok keyifli, geniş, boş ve uzun yürüyüşler için elverişli. Önce kahvaltı yapın, sonra Kastanienallee boyuca bir yürüyüş ve sonra da sağlı sollu sokaklara bakarak ilerleyin. Kahvaltı: Weltempfaenger Biz tesadüf eseri mi bulduk, nasıl oldu hatırlamıyoruz ama neredeyse Berlin’deki her günümüzü burada kahvaltı yaparak geçirdik. Güzel meyveli kahvaltıları var. Kahveleri, çayları, çalışanları ve müzikleri pek güzel. Yeni, trendy bir yer. Ucuz değil ama güne başlarken saatlerce bilgisayarınızla takılabileceğiniz bir kafe. Adres: Anklamer Straße 27 www.weltempfaenger-berlin.de
tasarımcının ikinci el ürünler burada! Bu sokak boyunca aslında birçok ikinci el ya da tasarım kıyafetler satan dükkânlar var. Zamanınız kısıtlıysa en tercih edilesi dükkân budur deriz. Adres: Oderberger Strasse 47 www.paulsboutiqueberlin.de Bit Pazarı Pazar günleri sabahın erken saatlerinden başlayarak gün boyunca şehrin bir iki farklı yerinde bit pazarı kuruluyor. Ama çok büyük pazarlar bunlar. Çok kıskanıyorsunuz Berlin’de yaşayanları, bu pazarı görünce. Herkes için birşeyler var. Fotoğraf meraklıları için kameralar, plakçılar için plaklar. Retro oyuncaklar, mobilyalar ve her şey oldukça uygun fiyatlara. Tek sorun, tuvaletinizin gelme ihtimali ve de üşümeniz. Yoksa yemek de yiyebileceğiniz noktalar var. Adres: Oderberger caddesinin sonundan itibaren başlıyor bu pazar. Ya da U8 hattındaki metro durağının ismi de Bernauer St.
Alışveriş
Kwik Shop Bir büfeden alışveriş yapıyormuş gibi hissetmeniz için dışarı açılan bir pencere yapılmış bu dükkâna ve vitrin de öyle düşünmeni sağlayacak şekilde tasarlanmış. Zira içerisi renkli ıvır zıvırla dolu. İskandinav etkisi çok ama Japonların ünlü, başparmağı ayrı duran ayakkabısından da var mesela. Tasarımı ilginç olan güzel ürünler var burada ama dikkat! Pahalı. Adres: Kastanienallee 44 www.kwikshop.de Paul’s Boutique Burası biraz tehlikeli bir dükkân. Hem sokak giyimi için hem de moda düşkünleri için iki dükkânları var yanyana. Sokak giyimi derken bir dolu ayakkabıdan bahsediyorum öncelikle. Yepyeni görünen ikinci el tasarım spor ayakkabılar. Pek İstanbul’da rastlamadığımız modeller. Aynı şey tişörtlerde de geçerli. Bir şey almasanız da buraya gelmeniz gerekli. Çok eğlenceli. Modayla ilgili olanlar için de Miu Miu’dan, Prada’ya, Alexander McQueen’den Yohji Yamamoto’ya kadar birçok önemli marka ve
Öğle Yemeği: Schwarzwaldstuben C/O Berlin’den çıktıktan sonra muhtemelen acıkmış olacaksınız ve doğru mahalledesiniz. Buradaki Schwarzwaldstuben restoranı bulmanız gerekiyor hemen. Kredi kartı geçmiyor. Zaten Berlin’de pek bir yerde geçtiğini söyleyemeyiz. Güney Alman spesiyalleri sunan bu restoranda ana yemekler için fiyatlar 7-15 avro arasında gidip geliyor. Adres: Tucholskystrasse 48 Dergi dükkânı: Do you Read Me? Harika bir dergi dükkânı. Burada olsaydı her hafta giderdiniz eminim. Sadece dergi de yok, fanzinler, bazı özel sanatçı kitapları, vs. de bulunabiliyor. Gidip kendiniz görün, daha fazla anlatmayalım. Daha sonra da bu sokakta yürümeye devam edin. Çok hoş bir-iki galeri ile karşılaşacaksınız. Adres: Auguststraße 28 www.doyoureadme.de
Galeri: C/O Berlin Rosenthaler Platz metro durağından itibaren başlayan Torstrasse boyunca sağlı sollu bir dolu galeriyi görebilirsiniz. Daha çok yeni ve hip sanatçıların işlerinin yer aldığı Merry Karnovsky Gallery ve Pool Gallery, önereceklerimizden bazıları. Fotoğraf merakınız ne kadar var bilemiyoruz ama eğer ki azıcık var ise C/O Berlin’e gitmek zorundasınız. Biz Nan Goldin ve Annie Leibovitz sergilerini orada görme fırsatı bulmuştuk ama her dönem bir başka özel ismi konuk ediyorlar ve yeni yetenekler için de bir kat ayırmışlar. Adres: Oranienburger Straße 35/36 www.co-berlin.info
Akşam Yemeği
White Trash Fast Food Akşam yemeği için ya da yemek sonrası birşeyler içmek için gitmeniz gereken yerlerden biri daha. Burası en turistik restoran, bar, kulüp, dövmeci, vs. İçerisi eski bir Çin restoranından bozma ama belli figürleri, detay doğramaları saklamışlar ve ona çılgın, renkli eklemeler yapmışlar. Yemekler de tam Amerikan fast-food mantığında ama Alman, Fransız, Meksika mutfağı füzyonu. Sadece restoran bölümünde takılıp kalmayın, aşağıda sahnesi var, gayet de ilginç tuhaf gruplara rastlayabilirsiniz orada. Dövme stüdyosu, tarot falcısı, vs. de aşağıya doğru kıvrılırken yolda gözünüze çarpacak eminiz. Bir de bildiğimiz kadarıyla sigaranızı içip filminizi izleyebildiğiniz “Smoking Cinema” ismi altında kült müzik filmleri gösteriliyor. Denemek lazım. Adres: Schönhauser Allee 6-7 Frarosa Weinerei Bu da diğer önerimiz... Berlin’in uzun yıllar bohem sanatçılarını ağırlayan Prenzlauer Berg / Mitte bölgesi, sonunda herkesin ilgisini çekip gittikçe pahalılaşan ve eski hissini kaybeden bir bölgeye dönüşüyor olsa da, meraklı turistler için hâlen oldukça keyifli. Bu pahalı kafe ve restoranlar arasında da Frarosa Weinerei, en ilginçlerinden biri. Burada ilk olarak bir avroya bir şarap bardağı ediniyorsunuz, sonra barın yanında duran şişe şişe beyaz, kırmızı, roze şarapları içebildiğiniz kadar içiyorsunuz. Yemek menüsünden de çorba, salata, ara, ve ana yemek olarak dört kademeli günlük yemek seçiminizi yapıyorsunuz. Sonra da hesap öderken ne ödemek istediğinizi kendiniz belirliyorsunuz. Çok tuhaf bir sistem; Türkiye’de işleme olasılığı nedir sizce? Ya da suiistimal edilme olasılığı? Burası özel bir yer, şarapları da çok güzel. Bu Weinerei fikri 12 yıl kadar once Jürgen Stumpf’un başının altıdan çıkmış ve şu an Berlin’de üç adet var. Adres: Zionskirchstrasse 40, Prenzlauer Berg www.weinerei.com/frarosa.html Bar: Ankerklause Ankerklause, Mitte’de yer almıyor ama her gecenin sonunda her neredeyseniz gitmelik ve geceyi sonlandırmalık bir bar burası. Perşembe geceleri özellikle dans partisi var. İçerde ayrıca harika bir müzik kutusu var ve DJ olmadan geceyi o müzik kutusuyla geçirebiliyorsunuz. Parçanız gelene kadar oldukça bekleyebilirsiniz ama... Bu mekânda garip bir çekicilik var. Tasarımı, 90’ların kötü estetiğiyle bezenmiş eski bir gemi gibi ve tam da bir kanalın yanında. Açık hava olan mini terasında da gecenin üçünde kuğuları uyurken görebiliyorsunuz. Inglorious Basterds filmi çekimleri sırasında da Quentin Tarantino sık sık bu bardaymış. Adres: Kottbusser Damm 104, Eastern Kreuzbe
73
Mahalle: Weinmeistertrasse Metro durağı: Hackesher Markt
berber tabelaları, Nijerya’dan film posterleri, Hindistan’dan yapboz çeşitleri gibi ürünler bulunabiliyor. Şaşırtıcı, eğlenceli, emsalsiz bir hediye dükkânı.
Berlin’in ucuz bir şehir olduğunu düşünürsek üçüncü günde hâlâ cebinizde sağlam bir alışveriş günü için yeterli miktarda para olduğunu da düşünebiliriz. Bu durumda eski ve yeni, meşhur ve keşfedilmeyi bekleyen, butik ve zincir ‘güzel’ mağazaların yer aldığı Berlin’in ‘şık’ mahallelerinden biri olan Hackester Markt üçüncü gününüze damga vurabilir. Kahvaltı: Forum Uzun bir alışveriş gününden önce gidilecek nefis ve içinizi ısıtacak bir mekân. İçerisi eski kanepeler, resimler ve masalarla donatılmış, Berlin’deki çoğu yer gibi hafif salaş ama bir tasarım fikriyle beraber. Son derce ucuz ve leziz sandviçler, tatlılar ve nefis çorbalar var gün boyu. Güne başlamak için ideal. Adres: Fehrbelliner Straße 57 www.weinerei.com
Kitap: Neurotitan Book Store Öğle yemeğinizden sonra ilk adresiniz: İşte Berlin’in en cilalı mahallesinde yükselen kirli bir bağımsızlık abidesi! Anne Frank müzesinin yanındaki pek tekin görünmeyen, bol grafitili dar yoldan girin ve sizi devasa mekanik bir canavarın karşıladığı avluya gelene kadar yürüyün. İşte bu avluda sizi tavlayabilecek, üç farklı yere açılan üç kapı var. Birincisi binaya giren kapı; buradan geçip üç kat yukarı çıkın: Neurotitan kitap evine hoş geldiniz! Burası dünyanın farklı yerlerinden gelen, sınırlı sayıda bulabileceğiniz sanat kitapları, çizgi romanları, el baskı posterleri bulabileceğiniz türünün en iyi mekânlarından. Ayrıca hemen arka tarafında da nefis sergilere ev sahipliği yapan kocaman bir galeri var. Avluya dönelim. Tabelasından ve girişinden fark edeceğin bir kapısı var. Buradan girdiğiniz zaman da kendinizi Total Recall setinde hissedeceğiniz Eschschloraque isimli bara geliyorsunuz. İçerisi mekân sahiplerinin yapmış olduğu garip figürlerle dolu. Canlı müzik de oluyor bazen, çalan müzikler ise her daim güzel. Üçüncü kapı ise sinema kapısı. Burada da kült ve festival filmlerini izlemeniz mümkün. Bu mekânların hepsi işletme olarak birbirine bağlı ve bu organik bağı bina kompleksinin tamamında hissedebiliyorsunuz. Kaçmaz bir mini ülke gibi burası. Adres: Haus Schwarzenberg Rosenthalerstraße 39 www.eschschloraque.de www.neurotitan.de
Grober Unfug Weinmeister metro durağının hemen çıkışında yer alan Grober Unfug, çizgi roman, tasarım oyuncak ve bunlarla bağlantılı ıvır zıvırlar arayanlar için Berlin’deki en iyi adreslerden biri. Bizim Gerekli Şeyler’in Berlin şubesi gibi. Elbette seçenekler biraz daha çeşitli. www.groberunfug.de Schoenhauser Design Burası benzerleri olmayan bir dükkân değil ama tasarım ev eşyaları satan bu dükkânda her daim kendinizi mutlu edebilecek, dünyanın farklı tasarım markalarından ürünler bulmak mümkün. Yanınızda mobilya taşıyamayacağınıza göre bu bölümü es geçip diğer sürprizlerle dolu ufak tefek ürünlerin olduğu bölüme yönelebilirsiniz
Alışveriş Yemek: MonsuerVoung – Hamy Café Uzakdoğu yemekleriyle aranızın nasıl olduğu umurumuzda değil, buraya gitmeniz gerek! Burası bizim keşfettiğimiz özel bir mekân değil, tam tersi Berlin’in en meşhur Vietnam mutfaklarından biri. Ama tartışmaya gerek yok; mekân tasarımı, atmosfer, servis ve her şeyden önemlisi parmak ısırtan yemekleriyle ‘gitmeyen dayak yer’ cinsinden bir yer. Fiyatlar ucuz değil, demedi demeyin ama karides sarmaları yemeden de dönmeyin. Voung efendinin portresinin süslediği mekân kaçmaz. Ama ben Vietnam yemeklerine bu kadar para vermem yahu diyorsanız adresiniz Hamy Café olacak. Zira burası da bir zamanlar Monseur Voung’un şefliğini yapmış olan bir şefin kendi mekânı ve fiyatlar Voung efendiyi ‘açgözlü’ sıfatına düşürecek kadar ucuz. Ama Hackesher Markt’değil, metroyla ufak bir yolculuk yapmanız gerekecek.
74
Bu mahalleyi genel olarak tek tek anlatmak zor, zira çok fazla marka ve dükkân var burada. Ama keyifli keyifli, süzüle süzüle buralarda dolaşırken karşınıza çıkabilecek kimi markalar arasında American Apparel, Muji, Peak Performance, Flip Flop, WeSC (nefis kulaklık markası), Coss, Birkenstock (markanın anavatınında fiyatlar çok daha uygun!) ve medar-ı iftiharımız Mavi işte bu mahallede. Macchina Café Kafein bağımlıları için nefis bir dükkân. Tasarım kahve makineleri, dünyanın farklı uçlarından çekici paketlerinde kahveler, onlara eşlik edecek nefis çikolatalar. Memlekete dönüşünüzde emsalsiz bir kafein aşırı dozu yaşamak isteyenler için gereken stok buradan temin edilebilir. O.K. Kişisel favorilerimizden. Bu dükkân 3. Dünya ülkelerinden ıvır zıvır satan bir ‘tuhaf’iye dükkânı gibi. Meksika’dan okul defterleri, Tibet’ten tıraş bıçakları, Rusya’dan kibrit kutuları, Senegal’den
Bar: Bang Bang Club Geceyi burada, Hackesher Markt’ta geçirecekseniz Bang Bang Club’a uğramakta fayda var. Özellikle bir cuma gecesi ise. Cuma geceleri Berlin’de son derece popüler olan Death By Pop geceleri düzenliyorlar. Flyer’da ‘indierock-electroclash party’ yazıyor, girmeye değer! Diğer günler ise yine partiler ve canlı konserler var. www.bangbangclub. net
Mahalle: Kuzey Kreuzberg ve Müzeler Adası Metro durağı: Schlesissches Tor
Berlin’e gelip müzeleri görmeden dönmek hele Krezuberg’in kuzeyinde kalan birkaç güzel mekâna da bakmadan dönmek olmaz. Berlin’in dünyaca meşhur birçok müzesi var; bunların birçoğunu oraya gitmemiş olsanız dahi biliyorsunuzdur. Almanlar bu müzeler sayesinde 100 yıldır ceplerini dolduruyorlar. Hem de bir kısmını Anadolu’dan kaçırdıkları eserlerle döşedikleri müzeler bunlar. Çalmadılar canım, biz vermişiz, hediye etmişiz... Kahvaltı: Café Crème Kahvaltı için bugün Café Crème’e gidebilirsiniz. Burası hoş bir kafe. Bol çeşit kahvaltı var ve kahveleri çok güzel.Mahalle de çok güzel, güne başlamak için ideal. Adres: Schlesische Strasse 6 Mekân: East Side Gallery Kahvaltı sonrası en gidilesi yer. Bacakları biraz açmak, antrenman yapmak için. Zaten bu bölgeye gelmişken şu meşhur Berlin duvarını da görmeden gitmek olmaz. East Side Gallery, duvarın yıkılmadan saklanan en uzun bölümü – 1,3 km kadar. 100’den fazla sanatçının yaptığı çalışmalar süslüyor duvarı. Hepsi çok ilginç değil ama oralardan geçiyorsanız da görmezden gelmeyin. Adres: Mühlenstraße 1 10243 Friedrichshain Alışveriş: Motto Dergi meraklısı değilseniz es geçin. Ama dergi severim diyorsanız yolunuzdan şaşmayın. Burası dünyanın dört bir yanından bağımsız dergilere kol kanat geren bir dergi tapınağı. Yemek: Weltrestorant Markthalle İllâ ki Alman yemeklerinin de tadına bakmak isteyeceksiniz. Ve Kreuzberg’e elveda deyip müzelere yönelmeden önce uğramanız gereken yer de burası. Her gün Türk ve Uzakdoğu sofralarında harcanan avrolardan sonra “Bir dakika, bu ülkenin kendi yemekleri yok mu” demekten kaçış yok. İşte size Berlin’in en hakikî Berlin restoranı. Kol kadar şnitzellere doyamayacağınız, fıçı biraları lıkır lıkır götüreceğiniz, eskiliğiyle de “Zamanında böyleymiş demek” dedirten bir mekân. www.weltrestorant-markthalle.de Sokak Sanatı: Kreuzberg’in özellikle de Kuzey tarafının en güzel yanı binaların boş kalmış yan yüzeylerini boydan boya süsleyen, ağzınızı açık bırakacak olan grafitiler. Özellikle Brezilyalı ikizler Os Gomeos’un çizimlerine özellikle dikkat edin. Bu işleri gördüğünüz zaman İstanbul’un duvarlarına acımadan geçemiyorsunuz.
Müze: Müzeler Adası Burayı size satmaya çalışacak değiliz. Zira zaten Berlin’e iner inmez tüm yolların sizi sinsice buraya götürmeye çalıştığını bir süre sonra fark ediyorsunuz. Yani çok ciddî bir müze karşıtı değilseniz soluğu burada alırsınız ama müzeler adası dışında görülesi birkaç müze daha var. DDR Müzesi Evet Berlin’i ortadan ikiye ayıran bir duvar vardı. Şimdi o duvarın parçalarını turistlere kakalıyorlar 10 avrolara... Ama duvarın öte tarafında, Doğu’da nasıl bir hayat vardı? Sosyalist Almanya’da, yani DDR’de onlarca yıl nasıl bir hayat sürüldü? İşte bu minik DDR müzesi bize bunları anlatıyor. Hem de interaktif bir yolla. Birebir dekore edilmiş odaları gezebiliyor, dolapları karıştırabiliyor, her
şeyi kurcalayabiliyorsunuz. Bir zaman tüneli gibi! Tavsiye edilir. Adres: Karl-Liebknecht-Str. 1, doğrudan Spree nehri üzerinde, Berlin Katedrali'nin karşısında, 10178 Berlin www.ddr-museum.de The Ramones Müzesi Neden olmasın! Hele bir punk rock sevdalısıysanız buradan yüzünüzde bir gülümseme ile çıkacağınızı garanti ederiz. www.ramonesmuseum.com Alman Teknoloji Müzesi Almanların teknolojiyle aralarının ne kadar iyi olduğunu biliyorsunuzdur. Teknolojinin müzesini siz düşünün! www.sdtb.de
75
Yazı-Röp: Zeynep Yener İllüstrasyon: Saydan Akşit
BANA MENAJERİNİ SÖYLE, SANA GRUBU ANLATAYIM BİR MÜZİSYENİ KARİYERİNİN BAŞINDA YAKALAYIP, ONU ZİRVEYE TAŞIMAK VE EN ÖNEMLİSİ ORADA TUTMAK, KOLAY İŞ DEĞİL. HEM DE HİÇ. HAYATLARINI BİR GRUP AKLI HAVADA GENCE AKIL FİKİR VERMEyE ADAYAN MENAJERLER DE, EN AZ ONLAR KADAR ALKIŞ ALMAYI HAK EDİYOR. 76
Levent: Babylon dergide yazmak ister misin? Ben: Ne münasebetle? Levent: Çünkü biz öyle istiyoruz. Babylon’a karşı pozitif duygular beslediğimden,“İşim gücüm var benim” burada doğru cevap olmaz. Elimin Balmain’i, Balenciaga’sıyla müzikli sayfalara yatay geçiş yapacaksam, bari konunun nispeten bildiğim
Mick Jagger’ın “Biz bir grup kurduk, çok ünlü olacağız” deyip, stüdyoya girdiğini ve oradan “As Tears Go By” ile çıktığını sanıyorsanız, elinizdeki dergiyi usulca bir köşeye bırakıp, bir daha içinden müzik geçen herhangi bir eylemde bulunmamak üzere, siz de aynı köşede kendinize oturaklı bir yer edinebilirsiniz.
yerden gelmesi derdindeyim. Ben: İstediğim konudan başlayabilir miyim? Levent: Konu nedir? Ben: Simon Napier-Bell ve diğerleri...
Yani, grup menajerleri… Çünkü, onlar harika insanlar. Temsil ettikleri sanatçı ve gruplar gibi… Ve aralarında menajerliğini yaptıkları isimler kadar ünlü olanlar var. Baştan söyleyeyim; kendime torpil geçip, esas adamı sona sakladım. Simon Napier-Bell’i anlatmaya gücüm yetmez diye, bıraktım kendi anlatsın. Büyük ihtimalle onu, 1985 yılında Wham!’e Çin’de konser verdiren adam olarak tanıyorsunuz. Tabiî, bu tarihî olayı sadece George ve Andrew adlı iki çaylak müzisyene mal etmeyecek kadar konuyla ilgiliyseniz... Ben ve benim gibiler içinse Simon, Japan efsanesinin menajeri. Müzik dünyasında hiç kimse kendi kendine ve sadece müziğiyle meşhur olmadı. Birileri çıkıp, “şurayı imzala, seni şöhret yapacağım” diyene kadar, çoğunun CV’sinde sayısız ümitsiz vaka var. “İyi şanslar… Hayatta başarılar… Kapı şu tarafta… Sıradaki…” gibi vakalar… İş sadece yeteneğe kontratı basmakla da kalmıyor. Ardından plak şirketi anlaşmaları, turne organizasyonları, liste savaşları, muhasebe hesapları, PR fırsatları, kılık, kıyafet ve davranış biçimleri danışmanlığı ve bebek bakıcılığı gibi, uzunnnn bir iş tanımı geliyor. Söz konusu iş tanımı, sanatçı menajerlerine ait. Himayeleri altına aldıkları müzik insanını, müziği ile olduğu kadar, imajıyla da ‘yıldız’ yapmakla yükümlü kişiler… Daha ticarî bir tanımla: Onlar olmadan, müziğin para etmediği iş adamları. Durumu iyice kavramak için, birtakım ‘ünlü’ grupların perde arkasındaki isimlere ve iki ucun karşılaşma hikâyelerine bakmak lazım. Rolling Stones ve Andrew Oldham, Beatles ve Brian Epstein, The Who ve Kit Lambert, Sex Pistols ve Malcolm McLaren… Liste uzadıkça, insanın “What a beautiful combination!” diye şarkı yapası geliyor. Ama öyle bir şarkı zaten yapılmış olduğundan (Bkz. “I Love to Hate You”_Erasure), hemen vazgeçiyor.
Rolling Stones, bir Andrew Oldham yapımıdır. Onları gazete manşetlerine (“Kızınızın bir Rolling Stone evlenmesine müsaade eder miydiniz?”) ve akabinde müzik listelerine taşıyan ‘kötü’ imajları, bizzat onun eseriydi. Ve bu eser, Stones’un rakip gösterildiği Beatles’a (öyleler miydi gerçekten?) karşı en büyük silahları oldu hep. Dahası Andrew Oldham, Mick Jagger ve Keith Richards’a sıkı bir ev ödevi verdi: “Blues şarkılarını cover edeceğinize, oturun kendi parçalarınızı yazın!” Andrew Oldham, Stones’un grup menajerliğini üstlendiğinde henüz 19 yaşındaydı. Beatles’ın menajeri Brian Epstein’ın yanında çalışırken, bir gece grup üyeleri ile tanıştı ve bu tesadüf sonrasında hayat herkes için sonsuza dek değişti. Henüz 20’sinden gün almamış birinden akıl, fikir ve emir almak, Mick Jagger ve Keith Richards için ne derece rock’n’roll bir durumdu bilinmez. Ama, sonuç ortada. Andrew Oldham, Rock müziği sanatsal formata sok(tur)an adam olarak tarihe geçti bile. Kendisinin grup üyeleri üzerinde uyguladığı formül de aynen şöyle: Düzene karşı çık, ahlak düzeyinin ayarıyla oyna, onu mümkün mertebe düşük tut ve hayatı boş ver! Andrew Oldham, Stoned ve 2Stoned adlı iki otobiyografik kitap yazdı. Şimdilerde uyuşturucu karşıtı Narconon adlı organizasyonun ve bağlı olduğu Scientology tarikatının savunuculuğunu yapıyor. … Diğer tarafta Brian Epstein’ın, Beatles’a verecek daha aklı başında fikirleri vardı. Pete Best’i gruptan atarak, yerine Ringo Starr’ı alması çok akıllıcaydı. Takım elbiseleri grubun üniforması yapıp, toplum içinde küfür etmelerini yasaklaması da, müziğin imajına getirdiği hijyenik bir yaklaşım oldu. Liverpool’da ailesinden kalma müzik dükkânında Beatles plakları satarken, bir konser sonrası grupla tanışması ve sıfır tecrübeye rağmen onlara
menajerlik teklif etmesiyle başlayan bir hikâye Brian Epstein’ınki. Konuyu ailesine açarken, bunun mevcut iş düzenini bozmayacak part-time bir icraat olacağını söyleyecek kadar da naif düşünüyor üstelik. Paul McCartney ondan hep “Beşinci Beatle” olarak söz etse de, Brian Epstein, özünde takım elbiseli, orta sınıf bir tüccardı. Belki de bu yüzden Beatles’ı, altmışlı yılları hatırlamaya değer kılması dışında, hiçbir zaman rock grubu olarak anamadık. Hayatının son günlerini, Beatles elemanlarının onunla çalışmaktan vazgeçecekleri korkusuyla yaşayan Brian Epstein, 32 yaşında öldü. Otopsi raporuna göre, ölüm sebebi tam olarak intihar değil, ama o gece bir dizi ilaç aldığı doğrulandı. … Kit Lambert, şansına kuradan The Who çıkan, başka bir adamdı... Aslında bu daha çok The Who’nun şansıydı. Zira grubun ismi dâhil, The Who tarihindeki her kilit noktada Kit Lambert’ın parmak izi var. Agresif yaşam stilini (başarılı bir opera bestecisi olan babasının bir süre sonra eleştiriler yüzünden kendini ölüme terk etmesi, onda büyük zaferlerin ardından illa ki bir facia gelmesi gerektiği fikrini yaratmıştı) grup üyelerine de aynen bulaştıran Kit Lambert, bu yüzden The Who’ya konser sonlarında enstrüman parçalamak gibi pahalı bir alışkanlık edindirtti. Gerektiğinde evdeki beyaz eşyaları sattı, yeni gitarlar için sermaye yaptı. İşi bittiğinde de mahkeme kararıyla kendini deli ilan ettirip, şahsî servetinden cüzî maaşlar çekerek yaşamak zorunda kaldı. Zaten çok da uzun yaşamadı. 46 yaşında bir gece kafası iyi annesinin evine gitti, merdivenden düştü ve ertesi gün hastaneden ölüm haberi geldi. The Who’nun dünyanın ilk rock operası olarak bilinen Tommy albümünün, bizzat Kit Lambert’ın fikri olduğunu söylemiş miydim? Tommy… Yani, operacı babanın intikamı… Kit Lambert, Londra’daki Brompton Mezarlığı’nda babasıyla aynı mezara gömüldü. … Kit Lambert’in fikirleri yetmişlerde demode olsa da, Malcolm McLaren, Sex Pistols’ın kariyerinde benzer agresif taktikler uygulamaktan çekinmedi. Adını “punk rock” koyup, yeni bir akıma “hayırlı olsun”a
77
gittik. 1975 yılında günlerden bir gün Kings Road’daki mağazasından içeri giren John Joseph Lydon’dan Jonny Rotten’ı yaratan Malcolm McLaren, o zamanki kız arkadaşı Vivienne Westwood’la birlikte dönemin müziğinin modası ve dönemin modasının müziğine imzasını attı. Ve bir jenerasyon, gruba sonradan dâhil olan Sid Vicious’ı idol tayin etti. 1978 yılına gelindiğinde gruptaki herkes birbirinden nefret ediyordu. Dağıldılar. Ama 2,5 yıl kadar kısa bir tarihçeye rağmen, tarih yazdılar. Tabiî, tüm bunlar Malcolm McLaren kendi solist yeteneğini keşfedip, “About Her” şarkısını Tarantino’nun Kill Bill 2 filmine bahşetmeden çok önceydi. Malcolm McLaren, hâlen Londra’da yaşıyor. Solo albümler ve sanat içerikli performanslarla hayat onun için devam ediyor. … Post punk çağında, elde Rob Gretton vardı. Sex Pistols’ın dağıldığı yıl Rob Gretton kendini, hayranı olduğu Joy Division’ın menajeri ilan etti. Önce onlara Factory Records ile kontrat imzalattı, ardından dönemin en etkin pazarlama mecrası rozetlerle promosyona başladı. Bu esnada basına da boy boy röportaj veren Joy Division, bir süre sonra Rob Gretton’ın utangaç ve konuşmayı sevmeyen karakterini benimsedi. Ian Curtis’in intiharının ardından, ‘ver elini New Order’ safhasında da işler sessizlik içinde devam etti. “Hakkında ne kadar az konuşulursa, efsane o kadar büyük olur!” Tony Wilson’la birlikte Haçienda’yı yaratıp, seksenlerde Manchester’ı müzik haritasına koyan Rob Gretton’dan inciler…
Fuller adını unutmak istesek de, o bize American Idol TV serilerinin yapımcısı olarak kendini hatırlatmak ve servetine servet katmak yolunu seçti. Sahibi olduğu 19 Entertainment adlı şirketin Amy Winehouse’u keşfetmesi de cabası, tabiî.
menfaatleri, yaptıkları paradan önce gelir. Tersi düşünenler de var, tabiî. Tecrübe kazandıkça, ikisi arasında denge kurmayı öğreniyorsun. Keyif almıyorsan bu işi yapmanın âlemi yok. Emeklerinin karşılığını maddî olarak almıyorsan da yok.
Kim, kiminle, nerede, ne zaman ve nasıl olduğu değişse de, grup menajerlerinin ortak bir özelliği var. O da, asla normal insanlar olmadıkları. Sanatçıların zaten bu tanıma uymadıkları malûm. Çoğunun hayat hikâyesi acıklı ve tuhaf çocukluk anıları ile dolu. Zaten bu yüzden ‘sanatçı’ olmuyorlar mı? İntikam ve kendini ispat duygusuyla… Peki, bir yandan kariyerleri ile uğraşırken, diğer yandan onlara bebek bakıcılığı yapmak, hangi aklı başında insanın seçeceği bir iş dalı olabilir?
Black Vinyl, White Powder kitabında, tanışma anınızı anlatışın çok komik. Sanki sen onu değil de, grubun solisti David Sylvian seni seçmelere çağırmış gibi hissetmişsin. Onun hakkında çok fazla şey okuduğumdan, zor biri olduğunu biliyorum. Senin için de çalıştığın isimler arasında en zoru muydu? Hayır. David dinlemeye ve öğrenmeye açık, harika bir insandı. Seçmeler sırasında yaşadığımız şey, George Michael ile ilk tanıştığımızda olanlardan farklı değildi. David grupta tek otoriteydi. Bu da bir menajerin en çok isteyeceği şey. Herkes eşit söz hakkına sahip olsa, olay tam bir kâbusa döner. Bir kişi grubu yönetir, menajer de o kişiyi muhatap alır. Diğerleri ne düşünürse düşünsün, sonuçta onun yolundan gitmek zorundadırlar.
… Ve yazının başında adı geçen Simon Napier-Bell… Merhaba Simon, neler yapıyorsun? Tayland’da yaşadığını ve üç kitap (You Don’t Have to Say You Love Me, Black Vinyl, White Powder, I’m Coming to Take You to Lunch) yazdığını biliyorum. Yoksa artık bir yazar mısın? Danışmanlık yapıyorum. Hayatım dünyayı dolaşıp, müzik endüstrisi ve gençliğe yönelik pazarlama teknikleri hakkında plak şirketleri, moda markaları ve daha az tecrübeli menajerlere tavsiyelerle geçiyor. Ayrıca üniversitelerde dersler veriyorum. TV ve radyo programları yapıyorum. Ve evet, kitap yazıyorum. Şimdi biraz ara verdim ama.
…
Japan’le başlayalım. Daha önce Yardbirds vardı ama ben o sıralar henüz ortalarda değildim, hâliyle grupla pek ilgim yok. Tek bildiğim, Eric Clapton ve Jimmy Page’in oradan çıktığı. Kitaplarımda onlar hakkında yeterince yazdım zaten. Boş ver. Konuyu Japan’e getirmek istediğini biliyorum.
Alan McGee, 90’larda Oasis’in elinden tuttu. Biz de cümleten “Brit pop” bitmeyen senfonisinin ilk bölümünü dinlemiş olduk. Bir yandan da Simon Fuller adlı dâhinin Spice Girls fenomenini, yüzlerce lisans anlaşması eşliğinde dünyanın en bilinen markasına dönüştürmesini izledik. Eski portföyünü (Annie Lennox, vs.) hiçe sayıp, sırf bu yüzden Simon
Japan’in kariyeri boyunca hep çok duygusal kararlar almışsın. Menajerler bu işi esas olarak para için yapmaz mı? 7 sene boyunca menajerleriydim. Bunun ancak son 3 yılında yaptıklarımın karşılığını alabildim. Sonuçta tabiî ayrıldık. “7 sene bir hiç için uğraşmışsın” da diyebilirsin. Ama o ‘hiç’in içinde eğlence ve iş tatmini var. Bazı menajerler için grubun
Rob Gretton, 1999’da kalp krizinden öldü. Cenazesinde Marvin Gaye’in “Abraham, Martin & John” şarkısı çalındı. Onu, tabiî ki, Manchester’a gömdüler.
78
Dusty Springfield’in “You Don’t Have to Say You Love Me” şakısının sözlerini sen yazdın. Japan’e de bu boyutta katkın oldu mu hiç? Japan her zaman David’in bebeğiydi. Aslında gruptaki herkesin kreatif açıdan büyük katkısı vardı. Her birinin dönemin diğer grupları üzerinde yarattıkları etki de çok büyüktü. Japan dağıldıktan sonra Mick Karn’ın baslarını Paul Young şarkılarında duymaya başladık. Mick Karn değil tabiî, onu kopya eden başka biri çalıyordu. Steve Jansen’in davul vuruşlarını, Richard Barbieri’nin aksak, sert akortlarını taklit edenler çıktı. Duran Duran, David’in saçını kopyaladı, Gary Numan da sesini… Hepsi o kadar yetenekli müzisyenlerdi ki, kreatif anlamda bana hiç ihtiyaçları yoktu. Ama bu ‘süper yetenekli’ gruptan yıllarca hit çıkmadı. Nihayet beklenen an 82’de “Ghosts” formatında geldiğinde de, dağılma kararı aldılar. İlk tepkin ne oldu? Hemen 12 ay sürecek bir dünya turnesi organize ettim. Bu sayede birlikte zaman geçirecekler ve tekrar düşünme fırsatı bulacaklardı. Sonuçta “devam” diyeceklerini umuyordum, ama bu imkânsızdı. Mick Karn bir sabah uyanıp, kız arkadaşı Yuka Fujii’nin artık David’le birlikte olduğunu öğrendiği an ayrılık gündeme gelmişti bir kere. Yine de ümitliydim. Provalar harika geçiyordu.
ANDREW OLDHAM VE ROLLING STONES, BEATLES VE BRIAN EPSTEIN, KIT LAMBERT VE THE WHO, MALCOLM McLAREN VE SEX PISTOLS, ROB GRETTON VE JOY DIVISION, ALAN McGEE VE OASIS. LİSTE BÖYLE UZAYIP GİDİYOR.
Turne biletleri 3 gün içinde tükenmişti. Hattâ Londra ayağına 9 gece daha eklemiştik. Şimdi neresiydi hatırlamıyorum, ilk konser gecesi kulise girdiğimde, David’in kız arkadaşını da getirdiğini gördüm. O zaman anladım, Japan’i gerçekten bitirmek istiyordu. Japan’deki Yoko faktörü, Yuka Fujii miydi yani? Dağılmalarında David kadar rolü olduğunu söyleyemem. David, ticarî başarıyı hep reddetti. Ama gruptaki diğer herkes büyük oynamak ve hemen zengin olmak istiyordu. Japan kayıt yaparken, ne zaman biri stüdyoya girse ve bir şarkıda hit potansiyeli görse, David hemen arkasından şarkıyı yok ederdi. Bunu o kadar sık yaptı ki, sonuçta bir karar almıştık: Hiç kimse beğendiğini söylemeyecekti. Dağılmasalardı ve David Sylvian ticarî başarıları sabote eden bir tip olmasaydı, Japan şimdi nerede olurdu? Bugünün Radiohead’i olurlardı herhalde. Ama bu gerçekten imkânsızdı çünkü David’in başarıyı algılayış biçimi, o kelimenin günlük hayattaki kullanımından çok farklıydı. Japan’in ardından, Wham! geldi. Onca yıl uğraştıktan sonra, epey bir rahatlamış olmalısın. Beklenen hit çabuk çıktı bu sefer. Aman ne rahatlama! Menajerlik işinden sıkılmaya başlamıştım artık. Keşke hemen oradan uzaklaşıp, başka yöne gitseymişim. O zaman, rahat yüzü görürmüşüm. Ama Wham! için çok çalıştın. 85’deki Çin konseri öncesi bir buçuk yıl uğraştın ve tarihe geçtin. Neden bu kadar önemliydi o konser? Bir şekilde Amerika pazarına girmek istiyorduk. George ve Andrew, o dönemde
İngiliz gruplar için bunun ne kadar zor olduğunu bilmiyormuş gibi sabırsız davranıyorlardı. Amerika listelerinde iki hit şarkıları vardı, ama orada isim olmak, en iyi ihtimalle 4-5 yıl alır. Bir gece yemekte şarabı biraz fazla kaçırıp, “Amerika’yı boş verin, neden Komünist Çin’de çalan ilk Batılı grup olmuyorsunuz” dedim. Pekin konseri sonrasında tüm Amerika Wham!’i duydu. George Michael ile hala görüşüyor musun? Bazen karşılaşıyoruz. Ama hâl hatır sormak dışında fazla bir şey konuştuğumuz söylenemez. Tutuklandığında ne hissettin? Bence hemen arkasından CNN’e röportaj vermesi halk gözündeki imajı için iyi bir fikirdi. Sen hâlâ menajeri olsaydın, ne yapardın? Aynısını. George benden çok şey öğrendi. David Sylvian ve George Michael kariyerlerinde bir noktadan sonra daha sofistike dinleyiciler hedefleyip, müzik stillerini değiştirdiler. Ve geçmişlerini unutmak, en azından bundan konuşmayarak unutturmak istediler. Neden? Bütün sanatçılar özünde aynı. Senin ve benim için olay sadece bir hit şarkıdan (resim, film veya heykelden) ibaret. Ama bu aslında onların iç dünyalarının acı verici biçimde dışavurumu. Garip ama gerçek. ‘Sanatçı’ dediğim insanlarda buna çok tanık oldum. Son zamanlarda neler yaptıklarına bakıyor musun hiç? Yeni çıkan albümlerini almak gibi… Ayrıldığımızdan beri ikisinin de hiçbir albümünü almadım. Menajerlik, bir iş. Eğer işim değilse neden bir albümü dinleyeyim ki? Belki denemek ve onlarla çalışmak isteyip istemediğime bakmak için… Ya da
sevdiğim tarz müzik yapıyorlardır. George ve David yapmıyor. Bazen radyoda George’un şarkılarına denk geliyorum aslında. Hattâ aralarında sevdiklerim de var. Son olarak, bu işe yeni başlayan birine en büyük tavsiyen? İyi bir menajer olmak için, iyi bir gruba ihtiyacınız var. Kontrat yaparken, onlardan dünya çapında bir grup çıkacağına emin olun. Çünkü onlar yapamazsa, siz de yapamazsınız. Hazır yakalamışken, Simon’dan diğer isimleri değerlendirmesini istedim. Ne hikmetse, o da bana “İşim gücüm var benim” diyemedi. Bir grubun müzik stili, imajı ve başarısını etkileyecek kritik bir karar ânında ortaya attığı yaratıcı fikirler sebebiyle, Andrew Oldham çok önemli bir isim. O, rock müziğin imajını yaratan kişidir. Aynı sebepten Brian Epstein’ı da önemsemek lazım. Sonuçta adam Beatles’a tertemiz bir imaj verdi. Sanki onları teyzesiyle beraber çay partisine götürüyormuş gibi... Kit Lambert, geçmişte opera eleştirmenlerinin babasına yaptıklarından duyduğu kin ve nefreti, The Who üzerinde çok yaratıcı bir formüle dönüştürdü. Malcolm McLaren da Sex Pistols için aynısını yaptı. Ama hiçbiri grup menajerliğini kârlı bir iş hâline getirebilmiş değil. Bu açıdan bakarsak, Simon Fuller’ı listenin başına almak gerekiyor. Yine de ben sadece o yönüyle değerlenmezdim. Sonuçta menajer için en zor kısım, grubun ilk çıkışını sağlamak. Sonrası aklı mantığı yerinde her insanın çok rahat yapabileceği şeyler. Bazen de, bu saydığımız isimlerin çoğunda olduğu gibi, o ilk bariyeri aşmak için biraz aklınızı kaçırmış olmak gerekir. Ya da Brian Epstein gibi, bu işe varınızı yoğunuzu koymak… Rob Gretton ve Alan McGee o kadar sıkıcılar ki, açıkçası onları nasıl değerlendireceğimi bilemedim.
79
Yazı: Aydan Çevik Foto: Hakan Kaya
CAPE TOWN
KAAPSTAD YA DA İKAPA NEREYE GİDİLİR, NE YENİR, NE İÇİLİR, NE DİNLENİR REHBERİ
İster sadece tatile, ister gözünüz kapalı yerleşmeye... Çok kısa ve öz. Hele bir de martta gitmeye kalkarsanız değmesin keyfinize. Rüzgârın insanı ısırır gibi esmediği, güneşin insanın kemiklerini ısıttığı Cape’in en güzel aylarında orada olmak bir ayrıcalık. Böyle bir imkânınız varsa sakın kaçırmayın. Ama unutmayın ki en zoru geri dönmek. Dönse de insanın aklı, fikri, ruhu, kalbi hep orda kalıyor... Hiçbir şey esirgenmemiş bu şehirden: fiyortlarla, Rio ve Sydney karışımı bir düş sanki. O nasıl bir şehir, nasıl bir manzara, nasıl bir doğa, nasıl hoş insanlar, erkekler ayrı yakışıklı, kızlar ayrı güzel ve hepsi zinde mi zinde... Nasıl yemek, içmek, nasıl! nasıl! diye daha sayfalarca sürer gider. Şarap bağları, plajlar, dağlar... Kendi dünyamızda hiç mi hiç karşılaşamayacağımız hayvanlarıyla ünlü Cape Town, artık tüm Afrika’nın tasarım başkenti olma yolunda hızlı adımlarla ilerliyor. Bu ilerleme de bu şehri daha cazip bir seyahat rotası hâline getiriyor. Unutmadan, eğer bu yazıyı okumaya vaktiniz yok veya Cape Town’a gitmek gibi bir niyetiniz henüz yoksa, durmayın kopartın sayfaları ve bir kenarda uyumaya bırakın. Ama gün gelir, fikirler değişir. İşte o an sizinle beraber oralara doğru yola koyulduğunda bütün keyifli anılar canlanır... Ama “Ya şu ırkçılık ?” derseniz, evet, hissetmemek mümkün değil. Yine de, artık yerli Afrikalılar da iş sahibi olup beyazların patronu durumuna geçebiliyorlar ki, bu da oldukça ümit vaat edici bir durum
80
NEREYE GİTMELİ Masa Dağı’na teleferikle çıkmalı. 365 günün 360 günü bulutların üstünden eksik olmadığı Masa Dağı (Table Mountain), Cape Town’ın sembolü gibi. Bazen yukarı çıkarken bulutların içinden geçip, tıpkı zirveye ulaşmış bir dağcı gururuyla tepeye, pırıl pırıl ışıldayan güneşe kavuşuyorsun. Simon’s Town’daki Boulder’s koyuna gidip penguenleri seyretmeli. Eskiden aralarında gezmek onlara bir nefes mesafesinde durmak serbestmiş, ama artık koruma altındalar ne yazık ki. Bu frak giymiş sevimli kendini beğenmiş yaratıklar hem çok komik, hem çok gururlu, hem de çok mağrurlar. (Gizli bir bilgi: Vaktiniz varsa bu koydan çıkıp biraz ilerleyip evlerin arasından tekrar denize inerseniz, küçücük bir gizli kumsal karşınıza çıkıyormuş ve işte burada bu sevimli penguenler sizlerle birlikte denize giriyorlarmış! Hout Bay – Fok Adası’na gitmeli. Tekneyle yapılan 15-20 dakikalık bir yolculuk sonrası küçücük bir ada. Bir grup yağ tulumu torpido bir sağa bir sola yalpalayarak dalıp çıkıyor, diğer bir kısmı miskince uyuyor ve ortalığa
81
dayanılmaz kötü bir koku salıyor. Hattâ rüzgârın yön değiştirmesiyle birlikte insanın nefes almasının bile imkânsız olduğu anlar hiç de az değil. Ümit Burnu – Cape Point’i mutlaka görmeli. Burası Afrika’nın en uç noktası, Atlantik Okyanusu ile Hint Okyanusu’nun kucaklaştığı yer. Ümit Burnu Millî Parkı’nı geçip deniz fenerine doğru yol aldığınızda uçsuz bucaksız bir doğa sizi kucaklıyor olacak. İki okyanusun buluştuğu çizgiyi hele insanın gözleriyle görmesi çok etkileyici. Buralardayken karnınız zil çalarsa, Two Ocean Restaurant bulunmaz nimet; şehirden bu kadar uzakta bu kadar güzel yemek insanı mest ediyor. Chapman’s Peak yolundan geçmeli. Göz alıcı manzaralarla dolu bir yol uzunca bir süre heyelandan dolayı trafiğe kapalıydı ama şimdi tekrar açılmış. Ümit Burnu’ndan şehre bu yoldan geçmek keyifli bir geri dönüş. Bo-Kaap’ta şöyle bir yürümeli. Müslümanların yaşadığı bölge olarak bilinen Bo-Kaap küçük, şirin ve rengârenk evlerin bulunduğu sokaklarıyla görülmeye değer. Township denilen teneke mahalleleri gözardı etmemeli. Şehre girerken otobüsten bile insanın dikkatini çeken bu mahalleler yarım günlük veya tüm günlük rehberli turlarla gezilebiliyor. Siyahların ezilmişliği, burada insanın içini acıtan sefalet manzaralarıyla birleşiyor.
82
Plajlar, plajlar, plajlar... Yüzmeyi bir kere bile olsa denemeli. Hep derlerdi “dondurucu derecede soğuk” diye ama uzaktan “daha neler; onlar Alaçatı’nın soğuk günlerini görmemişler herhalde” der, dururdum. Ama inanın ayağınızı sokunca zaten şok olup geri çekmeye gücünüz kalmıyor ve kuvvetli dalga sanki sizi içine doğru çektikçe çekiyor, hem uyuşturuyor hem de mıknatıs gibi yapışıyor. Camps Bay’de bakınmalı, görünmeli, ‘beach’ masaj yaptırmalı ve ardından sahil barlarında takılmalı. En özeli Caprice, gene de hatırlatmadan geçemedim. Clifton da hatrı sayılır plajlar arasında. Bu iki plaj, en iyi vakit geçirilebilecek yerler arasında ilk sıradalar. Ama “ben daha vahşî bir kıyıda kumların üzerinde güneşleneceğim ve bir uçtan öbür uca yürüyüp dalga sörfü yapanları dikizleyeceğim” derseniz, onun için kesin Liandudno’ya yönelin, doğa ile içiçe koskoca kayaların gölgesine sığınıp uyuklamaya bırakın kendinizi. Bu üç plajda da denize girmek ancak dalmak çıkmak boyutunda kalıyor. Sakın ola ki soğuk diye buradaki alışkanlıklarınızı hatırlayıp koşarak atlamayın, o zaman kalp krizi kaçınılmaz. Eğer biraz olsun denizle oynaşmak isterseniz Hint Okyanusu kıyısındaki St. James ve Müizenberg Cape plajlarına 25-30 dakika kadar yol yapmak durumundasınız. Şarap çiftliklerini görmeden kesinlikle dönülmemeli. Cape’ten 1-1,5 saat uzaklıktaki
Stellenbosch ve Franschhoek şarap vadisi, 20’den fazla alternatif sunuyor şarap sevenlere. Her bütçeye, her zevke uygun. Ama içlerinden birkaç tanesi gerçekten unutulmaz saatler geçirtiyor insana. Graf -La Residence ve Le Quartier Française onlardan en keyiflileri. Graf, bu güzel butik otel, neredeyse bir sanat galerisini andırıyor. Hele hele güneş batarken bahçedeki o ışık ve sessizlik, insanın içinin çekilmesine neden oluyor. Yemekler enfes, manzara delilik derecesinde etkileyici, şaraplar da bir o kadar dayanılmaz. Hele bir de 2010 da açılacak spa da tüm bu güzelliklere eklenince, gitti mi birkaç gün kalmalı insan. Ama Le Quartier Française’in de hakkını yememek lazım, ne de olsa İngiliz restoran dergisi San Pellegrino tarafından dünyadaki en iyi 50 lokantanın içinde sayılıyor. Eğer vaktiniz varsa şarap çiftliklerine giderken yol üzerindeki çita çiftliğine uğramadan yola devam etmeyin. Bir aylıktan bir yaşına kadar kafeslerde büyüyen çitaları sevmek apayrı bir deneyim ve bunun için verilen paranın tüm Afrika’daki hayvanların doğada rahatça yaşayabilmesini sağladığını bilmek insanın keyfine keyif katıyor. Kirstenbosch Botanik Bahçesi görülmeli. Kurulduğu günden beri dünyanın ünlü botanik bahçelerinden biri oldu. Eğer yolunuz buralara mart ayının sonuna doğru düşerse haftasonları en güzel şaraplar eşliğinde gerçekleşen Afrika müziği konserlerini kaçırmayın.
NEREDE EĞLENMELİ Barlar
Adrenalin tutkunları ne yapsın. Lion Head’de para-gliding, hem de bir Türk hocanın kanatları altında Camps-Bay. Hermanus’ta büyük beyaza dalmak. Hattâ şansınız varsa buraya giderken balinaları hoplayıp zıplarken su fışkırtırken görmek de cabası. Bu tur tüm bir gün sürüyor. Sizi bir metal kafesin içine koyup suya indiriyorlar, sonra da üzerinizden balık parçaları, kan, onu sizin etrafınıza toplayacak ne varsa döküp duruyorlar. Cesareti olan hiç durmasın. Dalga sörfü – Masa Dağı’na iple tırmanarak çıkmak – uçsuz bucaksız kumsallarda ata binmek – bisiklete binmek – sabahın köründe sahilde koşmak – yürümek, yürümek ve gene yürümek. Bunlar da buradaki hayatın bir parçası, olmazsa olmazları. Ve eğer Cape Town’a kadar kalkıp da geldiyseniz birkaç gününüzü de en keyifli safarinin yapıldığı Kruger Park’a ayırmalısınız, sakın es geçeyim demeyin. Ve bir de eğer ki 15 gün vaktiniz varsa, diğer kalan bir haftasında da o müthiş trenle Garden Route turunu ihmal etmeyin. Tren ayrı keyif, etrafın güzelliği ise cabası.
Salı geceleri en populer mekân Asoka – canlı caz performansı var, Kloof Street’te. Perşembe gecelerinın ise en gözde mekânı Jade – seksenler ve DJ performansı, Green Point’te. İçeri girmenin havalı ve seksi kadınlar için pek kolay olduğu mekâna erkeklerin girmesi oldukça zor. İçerdeki boy ortalaması kadınlarda bile 1,80 civarı. Perşembe ve haftasonu, kalabalıktan ayakta bile durmak imkânsız. Zaten etrafa bakınmaktan ayakta mı duruyorsun havada mı duruyorsun, pek fark etmiyor. Canlı rock müzik mekânlarının en ünlüsü Dubliner Joburg. Long Street’te… Kirschtenbosch Botanikgarden’de hafta sonları büyük caz ve rock konserleri var… Buena Vista Social Café’de dans geceleri. Çok Küba Küba bir kafe pub, Green Point’te… Green Dolphin. Caz ve popüler müzik, Waterfront’ta… Mercury, Güney Afrika rock müziği, canlı. O bar bu bar gezmek isteyenlere en iyi seçenek Long Street. Burası Cape’in Beyoğlu’su… Camps Bay’de Caprice adlı bar. Aslında burası kahvaltıyla dolmaya başlıyor ve gece yarısına doğru boşalıyor. Hele happy-hour saatinde, sığınacak bir köşe bile bulamıyorsunuz. Herkesin bu kadar hoş olması insana kendini kötü hissettiriyor ama gene de gözünü gelenlerden ayıramıyorsun. Bir de ‘passionfruit daiquiri’ var ki, insan kendini durduramıyor içmeye başlayınca. Onlarca bardak içtikten sonra gelen hesaba inanmak da imkânsız. Şok! Şok! Şok! Keşke daha çok içebilseydik.
bakabiliyorsunuz ve diğerlerinde de aklınız kalıyor. Yemekler müthiş lezzetli, mekân yemeklere taş çıkartacak kadar hoş, bir de üstüne sigara içilen barı var, insan daha ne bekler ki. Hele incecik dövülmüş karabibere sarılmış bonfile var ki, onu yemeden asla ve asla dönmeyin. Suşi ve deniz mahsulleri de en az o kadar lezzetli. Güney Afrika üzümü olan pinotage ve pinot noir şaraplarını kesinlikle deneyin, pişman olmayacaksınız. Bütün bu yemeler içmeler, adam başı şişe şarap dâhil 45 TL, kimse gözlerine inanamıyor. Öğlen bile dolu olan bu mekânda bu zevki yaşamak için mutlaka rezervasyon yaptırılmalı. www.beluga.co.za Baia. Balığın, istiridyenin, ıstakozun ve diğer tüm deniz böceklerinin en seçilmişi ve en lezzetlisi. (İstiridyenin en lezzetlisi Tanzanya ve Güney Afrika sularından çıkarılanıymış, sevenlerin dikkatine.) Waterfront manzaralı bu şahane yemek için rezervasyon şart. Bu yemek için uygun fiyatlı demek imkânsız ama değer mi, değer. www.baia.co.za Mama Africa. Cape Town’a gelip de buraya uğramadan dönmek yakışık almaz. Yemek tercihinizi yerel tatlardan yana yapmak doğru olur. Devekuşu, kudu, timsah, antilop gibi alternatifler var, veya ‘game food’ denilen tabakta hepsinden tadımlık var. Ben devekuşu denedim, güzel, lezzetli ama biraz sertti. Mama Africa’da canlı yerel müzik var her gece ve gerçekten eğlenceli ve keyifli. Müzik, yemekten sonrada devem ediyor; ister sadece barda durup dinleyin, isterseniz müziğe kapılıp dans edin. Rezervasyonu unutmayın, haftaiçi haftasonu fark etmiyor. www.mamaafricarest.net
Gece kulüpleri Chevelle. Buralarda oldukça popüler. DJ müziği ve çarşambaları canlı caz. Fashion TV Café. Eh, fazla lafa gerek yok. Ne olduğu ve kimlerin geldiği belli. Hemisphere. 70-80’ler çalıyor. 31. kattan tüm Cape ışıl ışıl...
NEREDE YEMELİ Kısacası önünüze gelen her yerde yiyebilirsiniz demeye insanın dili varmıyor, ama gerçek. Burada kötü yemenin galiba imkânı yok ama iyinin iyisi tabiî ki var. Yemeği sevenler için burası bir cennet. Sadece yemek yemeye bile gidilir deyip abartacağım biraz. Ama hak ediyor. Beluga. Bitmek bilmeyen lezzetlerin son durağı. Yenilen her şeyin bu kadar başarılı olması insanı ürkütüyor, çünkü ancak menüden bir kaç seçeneğin tadına
83
Five Fies. Mekân çok hoş, yemekler yaratıcı ve lezzetli, kalabalık gruplara ayrılan özel oda sanat galerisi gibi, puro bar ve lounge da cabası. www.fivefies.co.za Manna Epicure. City bowl'da bulunan bu mekân, dekorasyonu, tatlıları, yemek sunumu, brunch ve kahvaltı seçenekleriyle uğranması gereken bir yer. Hele hele kendi yaptıkları ekmeğin kokuları sokaklara kadar insanı takip edip, aklını başından alıyor. Ayrıca mekânda dekorasyon için kullanılan her şey satılık, bilgilerinize. www.mannaepicure.co.za Melissa’s. Buraların önünden geçerken kahve kokusu öyle davetkâr ki, kaçıp kurtulmak imkânsız ve tabiî ki kurabiyeler de bir o kadar dayanılmaz. Kloof Street, Waterkant Mall ve Green Point’te olmak üzere üç tane Melissa’s var, birinden kaçsanız diğerine mutlaka yakalanırsınız. www.melissas.co.za
NEREDE KALMALI İşte bu karar verilmesi en zor şeylerden biri. Öyle çok alternatif var ki. Ama gezip gördükten sonra kesin olarak Camps Bay diyorum. Hem plaj, hem manzara, hem eğlence, her şey bir arada. Twelve Apostles dağlarına sırtını dayamış iki-üç katlı mimarî harikası villalar, muhteşem doğada kaybolmuş gibi duran butik oteller, ardı arkası kesilmeden dizilmiş sıra sıra restoran ve barlar, upuzun beyaz kumsallı sahil, dizim dizim palmiyeler, yolda yürürken şaşkınlıkla yüzünüze bakan rakunlar, sanki oraların gerçek sahibi onlarmış gibi bütün sahilleri azgın dalgalardan koruyan koskocaman kayalar. İşte Camps Bay... Ve de Cape Town’ın en havalı tipleri... The Twelve Apostles. Müthiş manzarası ve Camps Bay’deki en iyi spa ile en çekici butik otel. Unutmayın eğer spa sizin için tatillerin vazgeçilmezlerinden ise mutlaka ve mutlaka gitmeden önce rezervasyon yapın. Aman dikkat bize kısmet olmadı. Kasım dedik, aralık ayına yapmışlar rezervasyonu. Onun için siz siz olun, iki kere kontrol edin. İnternette tüm spa bilgileri var. www.12apostleshotel.com Blue Views. 1 yatak odalıdan 7 yatak odalıya kadar her biri birbirinden güzel çatı katı ve villa kiralama imkânı var. Tümünde güzel manzara, aranılan tüm konfor, özel yüzme havuzu ve temizlik hizmeti mevcut. Biz 7 odalı olanını kiraladık ve müthiş keyifliydi. Çok modern döşenmiş bir villa, istemezsen kimse kimseyi görmeyebiliyor. Arkada Masa Dağı, önde koca taşlı muhteşem deniz manzarası, kocaman teras ve havuz. Bence böyle bir tatil için en iyi seçenek. www.blueviews.com Lion’s View. Tasarım ve dekorasyon harikası bir villa daha. Gene Camps Bay’de beş odalı ve iki odalı alternatifleri var. Filmlerin ve 84
dizilerin çekildiği yer müthiş mi müthiş. İletişim kurmak oldukça zor ama dayanan kazanır. www.lionsview.co.za Cape Heritage. Ben şehir içini tercih ederim diyenlere en keyifli seçeneklerden biri. Sanat galerisi, müthiş avlusu, sofistike Afrika tarzı dekorasyonu, yemekleri ve şarap mahzeni ile müthiş bir butik otel. www.capeheritage.co.za The Grand Daddy. Şehrin içindeki bu otelin şık döşenmiş odalarının dışında çatısında bulunan mobil katlarda konaklamak oldukça farklı bir deneyim. Her biri farklı konseptlerde döşenmiş beş-altı karavan, ortada lounge ve terasa kurulmuş bahçe. Bir-iki gün konaklamanın çok keyifli olacağı karavanların süit olanının dışarıdaki büyük banyo ve tuvaleti de çok hoş dekore edilmiş. Kalmasanız bile uğrayıp bir görmeye kesin değer bu karavan parkını. Bugüne kadar içeceğiniz en ucuz şampanyayla bir küçük alışveriş molasını da kendinize çok görmeyin. www.granddaddy.co.za
VE ALIŞVERİŞ Long Street. Ardı ardına dizilmiş sokak modası dükkânları, genç ve farklı kimlik arayanlara… Cavendish Square. Yerel tasarımcıların kendilerini özgürce ifade edebildikleri dükkânların bulunduğu meydan. Young Designers Emporium ve Jenni Button onlardan sadece birkaçı… Waterkant Street ve Waterfront Mall. Her türlü ihtiyacınıza cevap bulabileceğiniz mekânlar. Ha, sırası gelmişken, akşamları saat 19.00’dan sonra ve de cuma akşam gene saat 19.00’dan sonra herhangi bir yerden içki almanız imkânsız, onun için haftasonuna cuma akşamından stok yapmakta yarar var, aklınızda olsun… Greenmarket. Pazar günleri için ideal yer. Afrika ile ilgili hediyelik ne varsa aklınıza gelen, hepsi burada. Greenmarket’e yakın… Church Street’de ise her gün 10.00’dan itibaren el yapımı takılar, boynuz çatal kaşık, tahta tüm ev aksesuarları oldukça ucuz fiyata bulunmakta. Aslında çok fazla alternatif yok çünkü nerdeyse her tezgâhta aynı tip şeyler satılıyor… Woodstock. Biraz pejmürde fakat deli dolu bir mahalle. Birtakım binaların alınıp dekore edilmesi sayesinde bir sürü galeriye sahip olmuş. Binaların çoğu fabrikadan dönme ve ilk bakışta hangi binada ne oluyor pek anlaşılmıyor. “Şöyle bir kendi başıma etrafa bakınayım” sakın ha demeyin, Güney Afrika’nın en güvenli kenti olsa da ara sokaklara gene de, gündüz bile olsa, asla ve asla girmeyin!
En önemli galerilerin başında Micheal Stevenson geliyor. Biz ancak bunu gezebildik. Cumartesileri 13.00 gibi kapanıyor. Müthiş bir sergi vardı, gördüklerimiz hepimizi hayrete düşürdü. Goodman Gallery Cape, Whatiftheworld, Greatmore Studios ve Clementina Ceramics. Hepsini gezmek için ciddî vakit ayırmak lazım. Gene bu bölgede Old Biscuit Mill’de sadece haftasonu açık olan Neighbourgoods Market var. Burası cumartesi sabah kahvaltı edilmeden gidilmesi gereken bir mekân, hele hava güzelse değmesin keyfinize. Bir çadırın içinde 100’e yakın küçük küçük tezgâh ve her birinde bambaşka lezzetler. Tüm lezzetlerin kokuları birbirine karışmış durumda ve sizi yakaladığı andan itibaren bırakmıyor. Bundan sonra sıra, bu güzel yapının içinde ve bahçesindeki tüm dükkânlara girip çıkmakta. Sanat objeleri, tasarım bijular, eski tip giysi aksesuarları, Afrika ev eşyaları ve irili ufaklı daha niceleri. Gene aynı yerde pazar günleri Vintage Fair yapılıyor ve de bedava müzik eşliğinde. www.vintagefair.co.za Yani anlayacağınız bu güzel şehirde yapacak o kadar çok şey var ki insan günler nasıl geçti ve dönüş günü nasıl geldi çattı anlayamıyor. Eğer siz de bizim gibi daha özgür tatil yapmaktan, kimseye bağımlı olmadan, hoş olmayan birtakım sürprizlerle karşılaşmadan kendi turunuzu kendiniz organize etmekten hoşlanıyorsanız, size tüm Afrika programlarınız için çok profesyonel, keyifli, herkesin nabzına göre şerbet veren, ister dinlenme ister adrenalin ağırlıklı, yani hayallerinizi sizin için gerçekleştirecek bir arkadaşımız var. Tatil için Cape Town’a gidip sonra da dönemeyen bir dünyalı, Sarper Sesli (www.nolimits.com.tr ya da sarper@nolimits.com.tr). Hiç çekinmeyin, her türlü anlamlı veya anlamsız sorularınız için kendisi orada ve her an yardıma hazır. Onun için hiç düşünmeden ilk fırsatta Cape Town’a gidin. Sizi orada bekleyen biri var rahatlığıyla... Bol keyifli tatiller!
85
Plak Şİrketİ / BRIGHTON Yazı: Okan Aydın
İngiltere orijinli bağımsız plak şirketi Tru Thoughts geçtiğimiz aylarda 10. yılını 2 CD’lik özel bir çalışma ile kutladı. 1999 yılında Brighton’da Robert Luis ve Paul Jonas tarafından kurulan Tru Thoughts, bugüne değin zengin bir sanatçı profilinin ışığında funk, caz, soul, breaks, hip hop, latin ve reggae janrları arasında dolaşan kaliteli, ve bir o kadar da keyifli çalışmaları ile müzikseverlerin dikkatini çekmeyi başarmış bir etiket. Deeds Plus Thoughts grubunun üyelerinden biri olan Robert Luis, kuracağı etiket için düşündüğü adın bir yarısını buradan alırken, diğer yarısı için de Pete Rock’ın “Tru Master” isimli parçasından esinlenmiş. Aktif bir radyo programcısı, müzisyen ve DJ olan Robert Luis, Tru Thoughts’un misyonunu belirlerken yaratıcılığın ön planda olduğu, nitelikli bir ruhu olan ve orjinalitesiyle müzikal içeriği her daim bir adım ileriye götürecek bir iskelet kurmayı hedeflemiş. Küçük yaşlarda davul çalarak müzikle ilk sıcak temasını kuran Luis, ilerleyen yıllarda iflah olmaz bir hip hop hayranı olup çıkacak, ardından Gilles Peterson ve Norman Jay gibi ikonik figürlerin etkisiyle onların radyo programlarının müptelası olup, kulaklarını giderek daha da genişleyen bir müzikal yelpazeye kabartmaya başlayacaktır. Tru Thoughts zaman içinde üstleneceği ana çatı işlevi paralelinde funk ve soul türlerine ağırlık verirken, derleme çalışmaların yayımlandığı Unfold ve İngiltere hip hop sahnesine odaklanan Zebra Traffic gibi alt açılımlara da ev sahipliği yapacaktır. Robert Luis bir röportajında kendisine yöneltilen bugün için bağımsız bir plak şirketini yürütmenin zorluklarıyla ilgili bir soruya, majör firmaların bir albümden para kazanabilmesi için en az 50 bin adet satmaları gerekirken, bağımsızların 3 bin adet gibi bir satışla da dengeyi yakalayabildiğinden bahsederek, müzikseverlerin özellikle bağımsız plak şirketlerine destek vererek onların orijinal ürünlerine daha fazla rağbet ettiğinden bahsediyor. Bunu da yeri gelmişken ana akım dışındaki işlere kucak açmak gibi
86
BAĞımsız fİkİrler cesaret gerektiren bir işe girişen bağımsız plak şirketlerinin gerçekten böyle bir desteğe ihtiyaçları olduğunu da belirtelim. Firmanın zaman içinde genişleyen sanatçı kataloğunda ağırladığı bazı isimler, daha sonradan hatırı sayılır başka etiketlere transfer olsalar da (örneğin Bonobo ve Treva Whateva, Ninja Tune’a, Chris Clark da Warp Records’a geçerken, Hint ise tersi bir güzergâh izleyerek Ninja Tune’dan ayrılıp Tru Thoughts etiketine katılmış) Tru Thoughts’un bugün için bünyesinde barındırdığı isimlere yakından bakıp, ardı ardına listelediğimizde gerçekten etkileyici bir özet karşımıza çıkıyor.
Hip hop, blues ve soul arasında kendine özgü bir kimya yakalayan Belleruche; dinleyiciyi hemen kavrayan sıcak ritimlerini prodüktör, besteci ve vokalist kimliğiyle perçinleyen Flevans; downtempo ile jazzy ritimleri ve elektronikayı harmanlayan Hint; Tru Thoughts’un anlaştığı ilk Amerikalı grup olma özelliği taşıyan New Orleanslı Hot 8 Brass Band; kurucu Robert Luis’in TM Juke ile birlikte ortaya çıkarttığı Me & You projesi, funk ve hip hop üstatları Natural Self; Ben Lamdin’in funk, hip hop, caz ve psych tonlarına hâkim projesi Nostalgia 77; caz duygusunu kuvvetli ritimleri ile dans pistlerine taşıyan Quantic, Tru Thoughts’un bir hayli dikkat çekici kataloğunda bir adım öne çıkanlar olarak sıralanabilir.
Şu an Tru Thoughts bünyesinde olmasalar da Alice Russell gibi çok kuvvetli bir soul/caz vokal, Tru Thoughts’un ilk çalışmalarından birine imza atan Bonobo, TM Juke ve Diesler gibi isimler de aslında bir anlamda global müzik sahnesine Tru Thoughts etiketi altında yaptıkları çalışmalarla kendilerini tanıtmış isimler. Robert Luis’in merdiven altındaki derme çatma ofisinde başlayan bu zorlu ve keyifli yolculuğun ilk durağı olan Steady’nin Alarming Frequency isimli EP’sinden bu yana geride kalan 10 yıla yayılan 200’e yakın çalışmanın içinden toplanan 2 CD’lik özel 10. yıl derlemesi gerçekten kulak kabartmaya değer nitelikte. Quantic, Belleruche, The Bamboos, Hot 8 Brass Band, Stonephace, Nostalgia 77, Lizzy Parks, Flevans, Domu, Hint, Natural Self ve Kylie Auldist gibi isimlerin yanısıra Alice Russell, Bonobo ve TM Juke gibi eski Tru Thoughts neferlerinin de yeraldığı derleme, firmanın tarihçesinin oldukça renkli bir işitsel dökümü. Tüm Tru Thoughts çalışanlarının ve müzisyenlerin en beğendikleri parçaları bir araya getiren derlemede, zamanının en çok satan parçalarının yanında müzisyen ve vokalistlerin kendi tarzlarını en iyi yansıtan parçalara da yer verilmiş olması önemli bir artı. 10 yıllık diskografinin özetle söylediği tek bir cümle var aslında: Tru Thoughts amblemi gördüğünüz her albüm içinde mutlaka size keyif verecek, rahatlatacak ve her daim içinde farklı tarzlar olsa da mutlak suretle bir Tru Thoughts lezzeti bulacağınız nitelikli işler vardır.
Tru Thoughts ile ilgili detaylı bilgiler için: www.tru-thoughts.co.uk www.zebratraffic.co.uk Tru Thoughts / Robert Luis radyo programı için: www.tru-thoughts.co.uk/audio/ unfold-radio Tru Thoughts albümlerini satın almak için: www.etchshop.co.uk
Flevans The 28th Devil Funk-soul-elektronik
Bonobo Animal Magic Elektronik-future jazz-downtempo
Belleruche The Express Funk-soul-hip hop
Nostalgia 77 Everything Under The Sun Çağdaş caz-funk
Me & You Floating Heavy Breakbeat-soul-caz-dub
TM Juke Forward Elektronik-downtempo
Alice Russell My Favourite Letters Funk-soul-elektronik-downtempo
Quantic Death Of The Revolution Elektronik-latin-reggae-dub
87
belgesel
Yazı: Doruk Yurdesin
ALBERT MAYSLES
ORSON WELLES, BEATLES, MARLON BRANDO, TRUMAN CAPOTE, ROLLING STONES, VLADIMIR HOROWITZ, CHRISTO... HEPSİNİN ORTAK NOKTASI, HAYATLARININ BİR DÖNEMİNDE KENDİLERİNİ ALBERT MAYSLES’IN 55 YILDIR SIRTINDA GEZDİRDİĞİ FİLM KAMERASINA TESLİM ETMİŞ OLMALARI.
“Bana artık elinizde kamerayla insanlarla yakınlık kurmanın mümkün olmadığını, artık insanların kameranın fazla farkında olduklarını ve kameradan fazla çekindiklerini söylediler. Buna katılmıyorum. Benim deneyimime göre bu, insanların hayatına girmeye çalışanın kim olduğuna ve onlara nasıl yaklaştığına, nasıl baktığına bağlıdır. Eğer benim gibi empati kurarlarsa, onları hissederlerse, onları gerçekten oldukları gibi tanıtmak isterlerse, insanlar buna bayılır. Ve hep de bayılacaklar. Bu değişmez” diye anlatıyor Albert Maysles, 1964’te kardeşi David’le (1931-1987) beraber çektiği ve 2004’te The Beatles: First US Visit adıyla DVD formatında tekrar yayınlanan belgeselinin kamera arkası söyleşisinde. “Hattâ diyebilirim ki, filme ne zaman baksam bir tane daha yapmak için ilham alıyorum” diye de ekliyor. Nitekim bugün 83 yaşında ve film yönetmeni olarak geçirdiği 50 yılını anlattığı bir belgeselin yanısıra, dünyanın çeşitli yerlerindeki tren yolculuklarında gerçekleşen hikâyeleri çektiği In Transit ve 1913’te Avrupa’da gerçekleşmiş son töre cinayetini anlattığı Scapegoat on Trial üzerinde çalışıyor.
88
Alber Maysles’ın kamerayla ilişkisi 10 yaşındayken babasının 35 cente aldığı Univex kamerayla başlar. 1955 yılında Boston Üniversitesi’nde psikoloji yüksek lisansını bitirip orada üç sene ders verdikten sonra 16 mm.’lik kamerasıyla Sovyetler Birliği’ne gider ve hastanelerde yatan akıl hastalarını çekerek profesyonel anlamda olmasa da ilk filmini yapar. Ardından kardeşiyle beraber Münih’ten Moskova’ya bir motosiklet üzerinde yolculuk ederken Polonyalı öğrencilerin ayaklanmalarını çekerler ve ilk ortak çalışmalarına imza atarlar. Birlikte yaptıkları el kamerası ve senkronize ses sistemi sayesinde, her an her yerde olup hikâyenin kendi kendisini anlatmasını sağladıkları öncü bir yöntem geliştirirler. Bu teknoloji, hakikate bağlılık ve görüntüledikleri insan nesnesine saygıyla birleşince, beklenmedik sonuçlar alırlar. “Gözünüzü açık tutun; şeyler kendiliğinden olacaktır” demesi de bu yüzden zaten. Maysles, başarısının gözünü açık tutmak kadar şansa da bağlı olduğunu söyleyecek kadar alçakgönüllü, ama herhangi bir kış sabahı
bir telefon alıp birkaç saat içinde tarihî bir olayı filme almak gibi bir talihin her yönetmenin kapısını çalamayacağını da kabul etmek gerek. O sabah, yani 7 Şubat 1964’te, İngiltere’deki Granada TV’den Beatles’ın henüz yeni tanındığı ABD topraklarına ilk kez gelişini çekmeleri ve grupla iki hafta boyunca yolculuk etmeleri istenince Maysles telefonu eliyle örtüp kardeşine “Beatles kim, o kadar iyiler mi?” diye sorar. Şansına, kardeşi David olaydan haberdardır ve telefona gelip anlaşmayı yapar. Hemen toparlanıp havaalanına giderler; kaç kişinin geleceği belirsiz olan havaalanında toplanan 5 bin kişinin coşkusu eşliğinde, bugün Beatlemania denince en çok gösterilen görüntüleri çıkartırlar ortaya. Şans, Maysles kardeşlerin en önemli filmlerinde de söz konusu. Rolling Stones’un 1969 ABD turnesini belgeledikleri Gimme Shelter da, sinematograf bir arkadaşlarından aldıkları telefonla başlar. Mick Jagger başlangıçta rol yapmak zorunda kalacağını zannettiği için rahatsız olur ama Albert Maysles’ın tarzını anlayınca rahatlar. Üstelik, turnenin bitimine eklenen Altamont konserinde Stones’un özel güvenlik gibi kullandığı Hell’s Angels çetesinin bir üyesi 18 yaşında bir kızı bıçaklar ve bu olay gerilimi tırmandırarak bitirir filmi. Kardeşlerin 1976’da çektikleri Grey Gardens’ın başlangıcı ise, Jackie (Kennedy) Onasis’in kız kardeşi Lee Radziwill’in kendi çocukluğu hakkında bir film çektirmek istemesidir. Çekimler sırasında bir gün Radziwill, kuzeninden bir telefon alır – kızıyla yaşayan kuzenin başı sağlık kuruluyla derttedir… Radziwill’le beraber eve giden Maysles kardeşlerin ilgisi çok geçmeden, epey zengin bir muhitte geçmişin ihtişamının yıkıntıları arasında inzivada yaşayan bu anne-kıza kayar ve daha sonraları bir müzikal ve altı Emmy ödüllü bir televizyon filmine ilham olacak bir belgesel böylece çekilir.
Albert Maysles, 21’i kardeşiyle birlikte olmak üzere 40’a yakın film yapmış. Bunun yanında Maysles kardeşlerin, Uluslararası Belgesel Film Derneği’nin gelmiş geçmiş en iyi 25 belgesel listesine girmiş üç filmi var. Listede Gimme Shelter ve Grey Gardens’dan sonraki üçüncü film, 1968’de çektikleri, kapı kapı dolaşıp İncil satan bir adamın hikâyesini anlattıkları ve bugün bir ‘dolaysız sinema’ klasiği sayılan Salesman. Gerçeklere duyduğu tutku ve bunları çekme çabası yüzünden bazıları tarafından “Reality TV”nin öncüsü olmakla ya da sömürücü dikizcilik yapmakla suçlansa da, kendisi buna gülüp geçiyor. “Eğer nesnemi utandıracak bir şey olursa kameramı kapatırım. Onlara saygıyı bu şekilde gösteriyorum” diyor. Şimdiye kadar filmlerinde konu ettiği insanların, Salesman’deki konusu Paul Brennan da dâhil olmak üzere hepsiyle uzun süren arkadaşlıklar geliştirmiş, bir tanesi bile kullanıldıklarından şikâyet etmemiş. Jean-Luc Godard’ın bir zamanlar “en iyi Amerikalı kameraman” dediği Maysles, bugün filmlerinin dışında Shooting People adlı, 35 bin üyeli bir bağımsız film yapımcıları ağının yöneticilerinden. Bunun dışında bir de, 2005’te New York’ta kurduğu, kardeşiyle beraber yerleştirdikleri prensiplere uygun olarak “ilgimizi sadece hak eden değil, aynı zamanda buna ihtiyaç duyan” sıradan insanların filme çekilmiş hikâyelerinin gösterildiği Maysles Cinema’yla, imkânı olmayan sinema meraklılarının eğitim görüp staj yaptıkları, kâr amacı gütmeyen Maysles Institute’un başında, hakikate olan sevgisini insanlarla paylaşıyor: “Bir belgeselci olarak, yazgımı ve imanımı hakikate bırakmaktan mutluyum. Hakikat beni koruyor, bana hepsi de gerçekliğin gücü ve keşfin macerasıyla donanmış nesnelerimi, konularımı ve deneyimlerimi sağlıyor... Nihayetinde gerçek dünyayı bilmek, birbirimizi daha iyi anlamamız ve sevebilmemiz için tam da ihtiyacımız olan şey. Bu benim dünyayı daha iyi bir yer hâline getirme yöntemim.”
89
Yazı Melikşah Altuntaş
29. ULUSLARARASI İSTANBUL FİLM FESTİVALİ
29. ULUSLARARASI İSTANBUL FİLM FESTİVALİ
İSTANBUL'UN FİLMLERLE İKİ HAFTALIK FLÖRTÜ ÇEYREK ASRI AŞKIN SÜREDİR HER YIL İSTANBULLU SİNEMASEVERLERE İKİ HAFTALIK BİR FİLM BAYRAMI YAŞATAN ULUSLARARASI İSTANBUL FİLM FESTİVALİ, ŞAKİR ECZACIBAŞI’NIN GEÇTİĞİMİZ AYLARDA YAŞAMINI YİTİRMESİYLE YOLA BİR PARÇA EKSİLEREK BAŞLASA DA, GÜÇLÜ PROGRAMI VE SÜRPRİZ YAN ETKİNLİKLERİ İLE 3-18 NİSAN TARİHLERİ ARASINDA HAYATIMIZI YİNE SİNEMANIN BÜYÜLÜ ETKİSİYLE RENKLENDİRMEYE HAZIRLANIYOR…
90
Yeni Eklenen Bölümler Sanatın ne kadar değerli ve nasıl da ruhu doyuran, yaşamı kolaylaştıran, yaraları saran bir ihtiyaç olduğunu uzun uzun anlatarak başlamak isterdim bu yazıya. Sonra bu girişin, Nicole Kidman’ın Oscar konuşmasındaki “Because art is important… (Çünkü sanat önemlidir)” sığlığındaki yaklaşımına benzer şekilde algılanma ihtimali beni endişeye düşürdü. Halbuki sanatın tüm büyüsü ve etkisinin insanın kendisinden ileri geldiği gerçeğini göz ardı etmeden, yaşamın işlevselliğiyle sanatın görkemini aynı kâseye koyup karıştırmadan, sanatın kendisinden de söz etmenin mümkün olmayacağı kanısındayım. Evet, bazıları için temel hayatî kaygılar her şeyin üstünde ve sanatla insanın ilişkisinde önceliğin nerede konumlandırılacağına karar vermek oldukça zor. Ama bir ülkede sanatın o ülkenin insanlarıyla ilişki kurabilmesi için de tüm değerlerin birbirine denk düşmesi şart değil. Bu noktada kantarın topuzunu doğru ayarlayabilmek ve işi güdük durmayan bir şablon üzerinden yürütebilmek her şeyden önemli. İşte İKSV’nin, yani İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın senelerdir yaptığı hizmet de bundan farklı değil. Sanatın dallı budaklı kollarıyla insanı yakalayıp sarmaladığı hemen her alt türü ayrı bir festivalle kutlayan İKSV’nin belki de en geniş kapsamlı festivali, İstiklal Caddesi’ni kocaman bir sinema fanusunun içine koyup sinemaseverleri de bu fanusun içinde sağa sola koşturduğu o iki haftalık maraton geldi çattı.
Geçen yıl 162 bin seyirci toplayan festival bu yıl 3-18 Nisan arasında gerçekleşiyor. Dünya Festivallerinden, Genç Ustalar, Mayınlı Bölge, Geceyarısı Çılgınlığı, Yıllara Meydan Okuyanlar, Canlandırma Sineması gibi festival programında her yıl karşılaşmaya alıştığımız bölümlerin yanısıra, yine yepyeni bölümlerde sürpriz seçkiler de karşımıza çıkacak bu yıl. Bu yeni bölümlerden biri olan Ortadoğu Sineması, Altyazı dergisi ve Ortadoğu sinemalarını ve görsel sanatlarını tanıtma ve destekleme amacıyla kurulmuş olan New York merkezli sanat kurumu Arteeast’ten Rasha Salti’nin işbirliğiyle, Ortadoğu ülkelerinin çağdaş ve bağımsız sinemalarını bir araya getiriyor. Her yıl birden fazla usta yönetmenin retrospektifine ayrılan Ustalara Saygı bölümünün bu yılki konuklarından ilki, keskin mizah anlayışı Jacques Tati ve Buster Keaton’la karşılaştırılan Filistinli yönetmen Elia Suleiman. Filmlerinde Filistinli olmayı kendine özgü şiirsel tarzıyla sorgulayan ve özellikle festival seyircisinin aşina olduğu Elia Suleiman’ın 2009’da Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan son filmi The Time That Remains de dâhil tüm işleri, festival programındaki bu özel bölümde bir arada bulunuyor. Ustalara Saygı bölümünün bir diğer konuğu ise Bertolt Brecht’in sınıf arkadaşı ve yoldaşı, Harold Pinter’ın dostu ve ortağı, dışlananların şiddet dolu aşk öykülerinin yönetmeni Joseph Losey. Joseph Losey, McCarthy’nin komünist avında şimşekleri üzerine çekmesine rağmen Hollywood’a damgasını vuran büyük yönetmenler arasında sayılıyor. Losey’nin 40 yıla yakın süren ilginç sinema kariyerinden Fatih Özgüven tarafından seçilen filmler, insanın karşısına kolay çıkmayacak bir maceraya davet ediyor seyirciyi. Festivalin yarışma bölümleri de bu yıl yine her yıl olduğu gibi dünya ve ülkemiz sinemasının seçkin örneklerinin yarışacağı üç farklı programda karşımıza çıkıyor. Altın Lale için yarışacak uluslararası ve ulusal yarışma filmlerinin yanısıra Sinemada İnsan Hakları bölümünde yer alan filmler arasında da bir yarışma gerçekleşecek ve jürinin seçtiği bir film Avrupa Konseyi Sinema Ödülü FACE ve 10 bin avro ile ödüllendirilecek.
Ustalara Saygı bölümünün bu yılki konuklarından Elia Suleiman, tüm filmleriyle festivalde.
2009'da yitirdiğimiz Halit Refiğ'in güçlü sineması, seçilen bir filmiyle Anısına bölümünde hatırlanacak.
Türk sinemasının eşsiz yönetmenlerinden Zeki Ökten, geçtiğimiz aralık ayında yaşamını kaybetmişti.
Türkiye'nin ve Kültür Sanat Dünyasının Kaybı Festivalin bu 29. yılı aslında herkes için oldukça buruk bir haberle başladı. İKSV yönetim kurulu başkanı ve gerçek bir sanat aşığı Şakir Eczacıbaşı, Ocak ayının 23’ünde bir süredir tedavi gördüğü Amerikan Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. 1980 yılında Sinema Günleri adı altında başlatılan festivalin kurucuları arasında yer alan Eczacıbaşı, kısa sürede etkinliğin Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne dönüşmesine ön ayak oldu ve seneler senesi, festivalin en ufak detaylarıyla bile bizzat ilgilendi. Festivali uzun yıllardır izleyen sıkı takipçilerin emeği ve etkisine yakından tanıklık etme fırsatı buldukları Eczacıbaşı’nın özellikle sanatta sansürün absürtlüğü hakkındaki görüş ve çalışmalarıyla
1988’den itibaren festivaldeki tüm filmlerin sansürsüz gösterilmesine vesile olmasını da es geçmemek gerekir. Bu derin kaybın üzüntüsünü, festivalin coşkusuna karışarak ve Eczacıbaşı’nın sanat adına kurduğu düşlere ortak olarak geçirmek en doğrusu olacak gibi görünüyor. Neyse ki 2006’dan bu yana festivalin yönetmenliğini yapan Azize Tan ve ekibi bu yıl yine birbirinden önemli yeni filmler ve klasikleri, sayısız yan etkinlik ve organizasyonla, yüzlerce misafir ve uluslararası konuğun eşliğinde bir araya getiren bir programa imza atmış ve nisan ayını soluksuz bir film şenliğine dönüştürmeyi başarmış gibi görünüyor. 91
A Single Man
Life During Wartime
Yönetmen: Tom Ford Oyuncular: Colin Firth, Julianne Moore, Matthew Goode, Nicholas Hoult
Yönetmen: Todd Solondz Oyuncular: Shirley Henderson, Charlotte Rampling, Ally Sheedy, Ciaran Hinds
Dünyaca ünlü moda tasarımcısı Tom Ford’un ilk yönetmenlik denemesi olmasına rağmen son derece parlak bir iş ortaya çıkartarak sinemaya güçlü bir giriş yaptığı A Single Man, Christopher Isherwood’un aynı adlı romanına dayanıyor. Eşcinsel bir üniversite profesörünün, partnerini kaybettikten sonra yaşadığı boşluğu ve karmakarışık hâlet-i ruhiyesini anlatan film, başarılı sinematografisi ve güçlü oyuncularıyla, bu yılki festivalin gözdelerinden. Başroldeki Colin Firth’e yıl boyunca Oscar ve Altın Küre adaylıkları ve Venedik Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu ödülü getiren filmde, histerik görünümlü kadınları canlandırmadaki başarısı bilinen Julianne Moore da yine etkili bir performans veriyor.
En son altı yıl önceki festivalde Palindromes adlı filmini izlediğimiz Amerikan bağımsız sinemasının en önemli yönetmenlerinden Todd Solondz’un uzun zamandır merakla beklenen son filmi Life During Wartime, yönetmenin birçoklarına göre en iyi filmi sayılan Happiness’ın devamı niteliğinde bir kara komedi. Tıpkı hayatın içinde savrulan, genele uyumsuz, sorunlu karakterlerin arasında gezinen Happiness gibi, Life During Wartime da huzur, aşk ve bağışlanma bekleyen birbirinden farklı kişilerin yaşamlarına dair bir seyir sunuyor. Venedik’te Altın Aslan için yarışan ve en iyi senaryo ödülünün sahibi olan film, bir süredir hasret kaldığımız usta oyuncu Charlotte Rampling’i de etkili bir rolde izleme fırsatı sunuyor. Bu yılki programın kaçırılmaması gereken filmlerinden…
Visage (Face)
Madeo (Mother)
Yönetmen: Tsai Ming-liang Oyuncular: Lee Kang-sheng, Fanny Ardant, Laetitia Casta, Natalie Baye
Yönetmen: Bong Joon-ho Oyuncular: Bin Won, Hye-ja Kim, Ku Jin
Yakın dönem Tayvan sinemasının en başarılı yönetmenlerinden Tsai Ming-liang’ın bu yılki Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan filmi Visage, yönetmenin Fransız sinemasının Jeanne Moreau Fanny Ardant, Natalie Baye, Mathieu Amalric, JeanPierre Leaud gibi yıldızlarına yer verdiği, merakla beklenen son filmi. Louvre Müzesi’ndeki Salome efsanesi üzerine film çeken bir yönetmenin konu edildiği Visage, doğrudan Louvre’un siparişi üzerine çekilmiş bir ‘film içinde film’ hikâyesi. Festival seyircisini en son I Don’t Want to Sleep Alone ile büyüleyen Ming-liang’ın bu atmosferik filmi, programın ilgiye değer yapımlarından..
Birkaç yıl önce The Host filmi ile birbirinden farklı türlerin kırması niteliğinde bir işe imza atmış ve son yılların en yaratıcı filmlerinden birini çekmiş Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho, bir anne-oğul ilişkisi üzerinden toplumsal çöküş hakkında kallavi cümleler kuruyor. Joon-ho’nun bir kez daha türler arası geçiş yapmadaki marifetlerini sergilediği Madeo, seyircisini tıpkı daha önceki filmlerinden Memoirs of A Murder’da yaptığı gibi ruh daraltan bir çıkışsızlığın merkezinde konumlandırıyor. Festivaller ve ödül törenlerinden eli boş dönmeyen Madeo, kolayca içine girilebilen sert ve etkileyici bir film.
92
Chloé
Le Concert (The Concert)
Yönetmen: Atom Egoyan Oyuncular: Liam Neeson, Julianne Moore, Amanda Seyfried, Nina Dobrev
Yönetmen: Radu Mihaileanu Oyuncular:Aleksei Guskov, Melanie Laurent, Dmitri Nazarov, Valeriy Barinov
Bu yılki San Sebastian Film Festivali’nin açılışını yapan ve Kanadalı yönetmen Atom Egoyan’ın son filmi olan Chloé, bizzat yönetmeninin tâbiriyle “zekîce ve seksî” bir psikolojik gerilim. Hitchock gerilimlerini anımsatan film, kadın tutkusu, arzu ve şüphe gibi duygulara sırtını yaslayan hikâyesi ve akıcı anlatımıyla da ilgi uyandırıcı. Başroldeki Liam Neeson, Julianne Moore gibi usta oyunculara Mamma Mia! ile güçlü bir çıkış yapan Amanda Seyfried’ın eşlik ettiği film, Fransız yönetmen Anne Fontaine’in 2005 yapımı Nathalie adlı filmine de bir gönderme niteliğinde.
Önceki yıllarda Train of Life ve Go See and Become gibi filmleri festival seyircisinin ilgisiyle karşılaşmış Romen yönetmen Radu Mihaileanu’nun yazıp yönettiği Le Concert, mizahla dramı başarıyla harmanlayan keyifli bir film. Bundan otuz yıl öncesinde, bir orkestra etrafında geçen hikâyesi ve Moskova’dan Paris’e uzanan müzikal bir yolculuğu anımsatan anlatımıyla seyircisine hoş bir seyirlik sunan Le Concert, özellikle sinema ve müziğin içiçe geçtiği yapımlardan hoşlananlara hitap ediyor.
White Material
Kaçırılmaması Gerekenler
Yönetmen: Claire Denis Oyuncular: Isabelle Huppert, Isaach De Bakole, Christopher Lambert, William Nadylam
A Serious Man (Joel & Ethan Coen)
Geçen yılki festivalde 35 Rhums filmiyle eleştirmen ve seyircilerin gözdelerinden olan Fransız yönetmen Claire Denis, yıllar önce çektiği Chocolat’tan sonra bir kez daha uğradığı Afrika’da geçen, sömürgecilik karşıtı alt metinleriyle ilgi çeken bir filmle karşımıza çıkıyor. Denis’in Fransa’nın tanınan romancılarından Marie N’Diaye ile birlikte kaleme aldıkları hikâye, sivil ve etnik savaşın ortasındaki bir Afrika kentindeki yasadışı işlere bulaşan beyaz bir Fransız ailenin etrafında geziniyor. Denis’in Altın Aslan adayı bu etkileyici filmi, dünya festivalleri ile aynı anda İstanbullu seyirciyle buluşacak.
Sweetie (Jane Campion) The Limits of Control (Jim Jarmusch) I Killed My Mother (Xaier Dolan) Spring Fever (Lou Ye) Fish Tank (Andrea Arnold) Greenberg (Noah Baumbach) Seventh Continent (Michael Haneke)
The Cove (Louie Psihoyos) Enter The Void (Gaspar Noe) Trash Humpers (Harmony Korine) I Am Not Your Friend (Györgi Palfi) Dogtooth (Yorgos Lanthimos) Wild Grass (Alain Resnais) In The Loop (Armando Iannucci) Amreeka (Cherien Dabis)
93
FESTİVAL: PRIMAVERA SOUND Yazı: J. Hakan Dedeoğlu
HAVALAR ÇOK ISINMADAN
HER YIL, MAYIS AYININ SON HAFTASONU BARCELONA’DA DÜZENLENEN PRIMAVERA SOUND, MUAZZAM KATILIMCILARI, ORTAMI VE DÜZENLENDİĞİ ŞEHİR İTİBARİYLE INDIE, ELEKTRONİK VE TÜREVLERİNİ SEVENLER İÇİN ENFES BİR FESTİVAL FIRSATI. Barselona’da her yıl mayıs ayının son haftasonu düzenlenen Primavera Sound’u mercek altına almamızın iki ana sebebi var. Mükemmel şehir Barcelona’da gerçekleşiyor olması ve özellikle indie, elektronik, deneysel müzik ve türevlerini sevenler için bir hac niteliği taşıyor olması. İspanyol bira markası San Miguel’in (kanımca tadı da fena değildir) sponsorluğunda 6 yıldır düzenlenen festival, indie müzik namına dünyada düzenlenen en büyük festivallerden. 200’e yakın grubun sahne aldığı festivalde hem yeni gruplar keşfedebiliyor hem de geçen senelerde sahne almış olan Neil Young, Patti Smith gibi efsaneleri de izleyebiliyorsunuz. Festivalin Barcelona’da düzenleniyor olması da işe ‘tatil’ sıfatını da eklemenizi sağlıyor. Hem de mayısın son haftası; hava henüz çok ısınmamış, akşamları güzel bir esinti var. Barcelona’ya oldukça uygun fiyatlara uçak biletleri de bulunabiliyor. Gelelim festival reçetemize:
Faydaları ●● Hava çok büyük bir kazık atmadığı sürece yağmur yağma ve rezil olma olasılığınız yok. Yağmur yağsa bile her yer beton, çamur yok! ●● Barcelona gibi bir şehirde düzenlendiği için dünyanın dört bir yanından insan var festivalde. İspanyoldan çok İngiliz, İngilizden çok Fransız, Fransızdan çok Amerikalı var. Bir sürü tatlı insanla tanışıyorsunuz. ●● Oldukça samimî bir ortamda cereyan eden festivalde, sahne alan grupların elemanları da cirit atıyor ortalıkta. Sevdiğiniz grubun bir elemanını
Genel Bilgiler
yakalayıp fotoğraf çektirebilir, muhabbet
●● Festival bu yıl 27-29 Mayıs tarihleri arasında düzenleniyor.
edebilirsiniz.
●● Bilet fiyatları şu anda 140 avro.
●● Yeni ve dumur eden gruplar keşfetmek için
●● Şu anda 150 avroya Barcelona’ya o tarihler için bilet bulabiliyorsunuz.
birebir
●● Festivalde biri kapalı ve oturmalı olmak üzere farklı boyutta altı sahne var.
●● Yemek ve içki fiyatları çok uygun.
●● 200’e yakın grup sahne alıyor.
●● Alan çok büyük olduğu için hiçbir zaman tıklım
●● Festivale bağlı olarak şehir içinde de bazı etkinlikler düzenleniyor
tıkış olmuyor.
●● Festival, Barcelona’nın hemen dışında Park del Forum’da düzenleniyor, ulaşmak çok kolay.
●● Festivale gitmişken gül gibi bir şehir olan
●● ATP, Pitchforkmedia ve Vice gibi kuruluşlar ve medya kuruluşlarıyla birlikte çalışıyorlar ve festivalde her
Barcelona’yı da geziyorsunuz.
sene bu markalardan birinin kendi sahnesi oluyor.
●● Bu yıl the Pixies ve Pavement sahne alıyor.
●● İnternet adresi: www.primaverasound.com
Daha ne…
Yan Etkileri ●● İspanyolların saat kavramı biraz tuhaf. Festival gündüz 16:00 gibi başlıyor sabah 05:00’a kadar gidiyor. Bir de sabaha karşı çok iyi gruplar sahne alıyor. Bu grupları ancak bedeninizde derman kalırsa izleyebiliyorsunuz. ●● Festivalin gerçekleştiği yer, Park del Forum, tamamen beton zemin. Bu biraz sıkıcı olabiliyor bazen. İnsanın canı biraz da çayır çimen istiyor. ●● Yemek seçenekleri biraz daha iyi olabilir. Üç gün boyunca sosisli ve ucuz bira bünyeye ağır gelebilir. ●● Dediğimiz gibi mekân beton olduğu için zaten kamp kurulan bir festival değil. Her gün tıpış tıpış gidip gelmeniz gerekiyor. ●● O kadar çok grup çalıyor ki, aklınız karışıyor. Çok fazla performans çakışıyor, acı dolu tercihler yapmanız gerekiyor. ●● Bu yıl sahne alacak isimlerin tamamı henüz açıklanmadı ama bazıları şöyle: Pavement, Pixies, Lee “Scratch” Perry, Orbital, Mission Of Burma, Wire, The Fall, The Big Pink, The XX, Atlas Sound, Fuck Buttons, Here We Go Magic, Liquid Liquid, Low, Panda Bear.
94
MekÂn: Paradiso / Amsterdam Yazı: Ekin Sanaç
Eski hangarlar ve depoların, kulüplere, performans mekânlarına, müzelere dönüştürülerek hayatımıza girmesine aşinayız. İstanbul’da da son 10 yıl içinde yaygınlaşan bir yaklaşım bu. Ustaca hesaplanmış müdahalelerle bir konser sahnesine dönüştürülmüş bu gibi bir kütlenin cazibesi birçoğumuz için, yeni ve usûlüne göre inşa edilmiş bir mekânın cazibesiyle kıyaslanamaz. Kim bilir belki de böyle mekânlar insanda yarı sahipsizlermiş hissi uyandırdıkları için durum böyle. Fakat şu an karşısında durduğumuz bina, eşi benzerine pek de rastlanmayan bir evrimi geride bırakmış. Amsterdam’ın ünlü kulübü Paradiso, kiliseden bozma, görkemli bir performans salonu. Paradiso’nun büyüsü, normal şartlarda hiçbir konser mekânında bulunmayacak, sembolik yapılara özgü özellikleri doğal olarak içinde barındırıyor olması. Kubbeli tavanı, duvarlarındaki bezemeleri, sahnesinin arkasından yükselen vitraylı dev pencerelerinden içeri akan doğal ışığıyla içeri adım attığı ilk anda insanı kilise kavramına da, kulüp kavramına da yabancılaştırarak daha önce tatmamış olduğu duygularla sarmalıyor. 19. yüzyılda inşa edilmiş bu Protestan kilisesi 1965’te boşaltıldıktan sonra bir grup hippi tarafından 1967 yılında işgal edilmiş ve bu durumun üzerine de binanın yıkılmasına ilişkin girişimler çok geçmeden baş göstermiş. Paradiso bir sene içinde bu zorlu savaşı kazanmayı başarmış ve mekânın bir performans ve
MÜZİK MABEDİ
sanat merkezine dönüştürülmesine karar verilmiş. Paradiso, 1968 senesinde tıklım tıklım bir kalabalıkla ilk açıldığında film gösterimlerinin yapıldığı, yaratıcı atölyelerin kurulduğu, yerel ve uluslararası ünlü grupların sahne aldığı bir kulübe dönüşmüş. Böylece Amsterdam, şehrin göbeğinde, gece hayatının merkezinde, kulüplerin, tiyatroların, restoranların, kafelerin ve barlarının toplandığı Leidseplein meydanının çok yakınındaki Weteringschans’da, yaratıcı insanların ve entelektüellerin takıldığı bir ortam kazanmış. Gücünü, 40 yılı aşkın süredir pop kültürünün ve pop müziğin seçmecelerini sunmaya ve belgelemeye duyduğu heyecandan alan Paradiso, bugün aylık programları insanda imrenti uyandıran, ileri görüşlü bir müzik mekânı. Dev sahnesine (ana salon bin 500 kişilik, ayrıca farklı etkinliklerin düzenlendiği daha ufak salonlar da var) çıkıp çalmak bir ayrıcalık. Mekân bu şöhretini müzikal geçmişine de borçlu elbet. Punk ve new wave’in ağardığı 1977 senesi itibariyle mekânın sahnesinin kendini bu yeni hareketlere teslim etmesi bir milat sayılabilir. Sahnesinde Joy Division, Sex Pistols, Bad Brains gibi dönemin soundtrack’ini oluşturmuş grupları ağırlayan Paradiso, seksenlere vardığında yedi gün yedi gecelik ve çok çeşitli kitlelere hitap eden, dopdolu programına sahip olmuş. Doksanlardan günümüze Paradiso, mekânsal iyileştirmeye yönelik pek çok
hamlede bulunmuş ki bunların en önemlileri mekânın mimarî özelliklerinden kaynaklanan bol ekolu akustiğine yönelik. Seslerin, Paradiso’nun yüksek tavanlarına çarpıp geri dönmesi alışılmışın dışında, ayinsel bir ambiyans yaratıyor takdir edersiniz ki. Söz konusu Paradiso’ysa, benzersiz görsel ihtişamın yanısıra, muazzam bir işitsel algıdan da bahsetmek zorunlu. Sonuçta, “Bilmemkimi Paradiso’da izledim” diye bir kavram boşuna ortaya çıkmamış. Bu nedenle Amsterdam’a yolu düşenler, mutlaka Paradiso’da izlemek üzere bir konser gözlerine kestirmeli. Ve eğer bu 'büyük' bir konserse, yukarıdaki balkon alanları da izleyiciye açılmış olacağından, mekânın en görkemli hâlinin tadına bakacaksınız demektir. Zaman içinde Paradiso’nun farklı bir yere taşınarak binanın eski işlevine yeniden kavuşturulması belediye kurulu tarafından ara ara gündeme getirilen bir tartışma olmuş. Yakın gelecekte böyle bir risk yok gibi gözükse de bu olağanüstü müzik kilisesinin geleceğinden emin olmak ne yazık ki imkânsız. Hele de, özgürlüklerin bir bir kısıtlanmasına yönelik eğilimlerin giderek ivme kazandığı bugünlerde... Zaten Paradiso’nun bundan 40 sene önce değil de günümüzde dönüştürebilmesi size de çok düşük bir ihtimalmiş gibi gelmiyor mu? Biz elbette müziğin yanındayız ve müziğin bu bitmeyen mücadeleyi kazanmaya devam edeceğini umuyoruz.
95
Yemek Tınıları Yazı: Tuba Şatana İllüstrasyon: Sadi Güran
Deem sum – Dim sum Çin’de size “Let’s go yumcha” yani çaya gidelim derlerse anlayın ki, dim sum yemeğe gidiyorsunuz, çünkü dim sum, çayla yenen ufak tek lokmalık bir yemek türüdür. Kahvaltı ve öğle yemeği olarak yenir. Akşam dim sum servis eden yer bulamazsınız, bulsanız da turistiktir. Uzak durun. Önce ne içiyorsunuz sorusu: Cevap, çay. Gelen koca bir cam çaydanlık yasemin çayı, iki tane çin fincanı. Giriş tamam. Hazırız, başlasın geçit! Acı biberli sos, soya, chop sticklerimiz bile hazır. Gelişmeye gelelim... Saatler sürecek yemek ritüelinin başlama zili, masanıza süzülerek yaklaşırken gördüğünüz üzeri silme dolu tekerlekli arabalar. Ya bambularla dolu kat kat, ya da tabaklarla, tek sıra. Askerî düzen hâkim. Çin ordusu gibi. Menü gözleriniz, burnunuz, mideniz. Önce bir araba geliyor, onu bir sürü araba takip ediyor. Hepsi güler yüzlü Çinli garsonlar tarafından itilerek sürülüyor. Bir iki araba dolusu değişik dumpling geliyor önce. Değişik mantı, ağzı açıklar, bohçalar... Soruyoruz işaret ederek, o ne bu ne diye. Sormadıklarımızı onlar anlatıyor, öneriyor, çoğunun içine göremediğiniz için cevaplarla yetinip, seçmeye başlıyorsunuz. Karides-zencefil-sarımsak, domuz-taze soğan, bezelye, tavuk-baharat, ıspanak, ördek, salamura lahana, tofu, yengeç yumurtası, mantar... Hepsinin yapılış ve hamur nakış şekli farklı, hamurların malzemesi de. Yumurtalı buğday unu, yumurtasız un, pirinç unu, pirinç nişastası gibi. Buharda bambularda pişmiş, yağsız kızartılmış, derin yağda kızartılmış, hepsi farklı. Seçiyor ve bembeyaz masamızın gökkuşağına dönmesini seyrediyoruz. Seçtikçe masadaki minik kâğıda, ceplerinden çıkarttıkları ufak damgayı vuruyorlar. Kâğıt da bu renklerden nasibini alıyor.
Kelime kelime anlamı, ‘kalbe yakın’. Benim için ise ‘minik sonsuz yemek’. Dim sum’ca Pork Sui Mye: Karides ve domuz ile doldurulmuş Char Siu Bao: Fırında kızartılmış domuz ile doldurulmuş top şeklinde bir bohça Tsuenfun: Pirinç unundan yapılan incecik hamura sarılı kıyma veya karides Law Baak Go: Beyaz turp ve taro köküyle doldurulmuş
96
Sonra minik tabakların süslediği arabalar geliyor. Tepeleme yeşil fasulye indirgenmiş soya sosu ile pişirilmiş ve susamla süslenmiş. Mini çöp şişlere dizili tavuklar, teriyaki sos ile lezzetlendirilmiş, yanında ise yer fıstığı sosu. Kelebek şeklinde açılıp kızartılmış karidesler, chili sosu. Domuz kaburgaları, kalem kalem ayrılmış, pırıl pırıl parlıyor. Nar gibi kızartılmış kelimesine cuk diye uyan, kemiklerinden ayıklanıp ustaca dilimlenmiş bir ördek. Ya yumuşak kabuklu yengeç, kabukları ile derin yağda kızartılmış, kabukları ile yenilen yengeç! Aklımız kalıyor. Aklımızda kalacağına midemizde kalsın diyoruz. Sonuç: Mutluluk, kati ve uzun bir mutluluk. Çayımızı yudumluyor, bir ondan, bir bundan tadıyoruz. Son kalan parçaların akıbeti uzun sürmüyor. Sen ye - ben yiyeceğim diyemiyoruz bile. O kadar sakiniz ki. Yiyoruz işte. Sonra boşalıyor masamız, gene ilk hâline dönüyor ama bu sefer beyaz değil örtü; sos lekeleri ve çay lekeleri ile dolu. Hoşumuza gidiyor. Anlıyoruz neden herkes mutlu burada. Güzel sohbet, güzel yemek. Yasemin çayı gibi bir gün geçiriyoruz.
Trappist: Katolik rahipler tarafından manastırlarda sıkı kontrol altında, kendileri tarafından üretilen biradır. Dünyada üç ülkede üretilir ve bunlar gerçek Trappist kabul edilir. Belçika’da Orval, Chimay, Wastvleteren, Rochefort, Westmalle, Achel; Hollanda’da Koningshoeven; Almanya’da Mariawald.
Bilsek de mi saklasak?
Gurmand: Tek işi yemek yemek olan kişi, çok yemek yiyen, açgözlü bile denebilir. Hattâ tanıdığınız birisi ise yapma artık yeme diyebilirsiniz. Pisboğazlığa giriş biletidir.
The Doctor: Dün-geceden-kalma-yardımçağrısı. Çiğ yumurta, brendi, taze süt ve şeker karıştırılarak yapılır. Bir dikişte içilir. Bir nevi doktor. Civan doktor. Çin’in meşhur five spice isimli baharatı, tek bir baharat değildir, bir baharat karışımıdır. Yıldız anason, karanfil, rezene, tarçın ve SichuanŞizuan biberinden oluşur.
Eğer yiyecek olursanız, atın tadı tuzlu sert sığır etine, porsuğun eti koyun etine benzer. Kurbağa bacağı, tavuk kanadı gibidir, ama tereyağında kızartılması şartıyla! O zaman şahane olur. Salyangozun ise korkulacak bir tarafı yok, hele de sarımsaklı, maydanozlu tereyağı ile doldurulup fırınlanmışsa, bir anda kendinizi en sevdiğiniz yemeği yer sanabilirsiniz!
Deneme yanıl-mama! Ginger deyip durmayın, onun Türkçesi var: zencefil!
Bir. Domates suyu baştacımızdır. Hele de bundan yapılan gerçek bir Bloody Mary’nin ise yeri tartışılmazdır gönlümüzde. Bloody Mary’nize limon suyu yerine acı turşu suyu koyun. Sonucundan oldukça memnun kalacaksınız, hattâ müptela olabilirsiniz derim! Turşu suyunu güvenilir bir turşucudan almanız şartıyla. Mesela Cihangir’deki Asri Turşucu!
CIA: Bu sayfada bahsedilince, Culinary Instute of America olup, casus ve vurdulu-kırdılı filmlerinin baştacı CIA ile karıştırılmamalıdır! Bunda Bruce Willis oynamıyor.
İki. Haftasonu yumurtayı sucuklu yemekten sıkılmadınız mı? İki öneri: Küflü peynirli yumurta veya eski kaşar peynirinin kenarları ile sahanda yumurta yapın. Yerli küflü peynir bulmak, Fransız rokforunu bulmaktan zor, eğer peynirciniz yok ise, bir parça rokfor da işinizi görür. Kaşar peyniri için Eminönü’deki Temiz Peynir’e gidin. 97
YABANCI GÖZÜYLE İSTANBUL: PIETER SNAPPER - 1999’DA İSTANBUL’A YERLEŞTİ Röp: Ekin Sanaç
98
pIeter snapper
Kompozitör ve ses mühendisi Pieter Snapper, 10 yılı aşkın süredir İstanbul’da yaşıyor. Zekâsı, tecrübesi ve kayıt teknolojileri konusundaki bilgisiyle Dr. Erol Üçer Müzik İleri Araştırmalar Merkezi (MIAM) kadrosunun en değerli üyelerinden biri. Türkiye’de yayınlanan çok sayıda albümde prodüktör olarak onun adı yazıyor. Fakat o bu aralar daha çok Babajim İstanbul Studios & Mastering adını verdiği stüdyo projesiyle meşgul. Snapper’dan İstanbul’a, mesleğine ve yeni projelerine dair ipuçları aldık. 1999 yılında İstanbul’a taşındın. MIAM tarafından davet edildiğin için mi İstanbul’a gelmiştin? Evet, İstanbul’a 1999’da vardım. Depremden hemen sonra. MIAM’ın kurucu fakülte üyelerinden biri olmak ve MIAM Stüdyosu’nu başlatıp geliştirmek amacıyla geldim. İstanbul’a taşınacağın için heyecanlı mıydın? İstanbul beklentilerini nasıl karşıladı? MIAM’ın teklifini kabul ettiğimde hayatımı tanımlayacak bir değişim olacağının farkındaydım. Amerika’da güvenli, öngörülebilir ve iyi bir üniversitedeki eğitmenlik işimi sürdürebilir ya da bir boşluğa doğru adım atarak dünyanın en dinamik şehirlerinden birinde inşa edilecek çok özel bir şeyin bir parçası olabilirdim. İstanbul’u tarihinden ötürü tanıyordum. Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki İstanbul’a dair kafamda beliren hisler vardı. Ama oraya hiç gitmemiştim ve oradaki yaşantıya dair ancak tahmin yürütebilirdim. Biraz ürkütücüydü. Ama İstanbul benim en çılgın beklentilerimi bile alt etti. Bir an olsun bile verdiğim karardan ötürü pişmanlık duymadım. 10 yıldır MIAM’dasın. Bu zaman zarfı içinde birçok yeni müzik grubu türedi, ve hattâ birçok grup kayıtlarını MIAM’da gerçekleştirdi. İstanbul’daki müzik üretimiyle oldukça haşır neşirsin. Geldiğin günden bu yana nasıl bir ilerleme gözlemliyorsun? Türkiye’deki müzik sahnesi üzerindeki perspektifim büyük olasılıkla biraz tuhaf. İyi ya da kötü, endüstri son on yılda epey yol aldı. Ama o değiştikçe benim anlayışım da gelişti. İstanbul’daki müzik kültürü üzerine ilk fikirlerim yanlıştı. O yüzden gerçek anlamda ilerlemeyi değerlendirmek benim için neredeyse imkânsız. Ancak şunu söyleyebilirim ki, son yıllarda yeni grup patlaması yaşıyoruz ve bunların bazıları müzikal anlamda ilginç şeyler ortaya koyuyor.
Türkiye’deki sahne, yaratıcılık adına yepyeni bir dönemin eşiğindeymiş gibi hissediyorum. Seni en çok etkilemiş olan kayıt mühendisleri kimler? Burada beni en çok etkilemiş olan isimler Alp Turaç ve Çağlar Türkmen. Alp, Babajim Studios projesindeki ortaklarımdan biriydi ve olağanüstü bir mühendis olmanın yanısıra, bana stüdyoda en stresli anlarda dahi nasıl sakin, soğukkanlı ve yardımcı olunabileceğini gösterdi. Çağlar ise beni yüksek prodüksiyon standartları ve eksiksiz teknik uzmanlığıyla her daim etkilemiştir. Türkiye’de prodüktör olarak çok farklı tınılardaki müziklerle çalışıyorsun. Farklı müzik ve müzisyenleri kaydetmeye yönelik nasıl yaklaşımların var? Neyi nasıl kaydetmek istediğini bilen müzisyenlere alışkın mısın? Yoksa kayıtla ilgili kararları kendi başına vermek de aynı derecede rahat olduğun bir durum mu? Benim prodüksiyon felsefem oldukça basit: prodüktör olarak sanatçının müzikal hedeflerini ne şekilde gerekiyorsa o şekilde gerçekleştirmesine yardım etmek. Bazen müzisyen sadece çok narin bir yönlendirmeye ihtiyaç duyuyor. Bazen de kollarımı sıvayıp süreç içinde çok aktif bir müzikal rol almam icap ediyor. Hedef iyi müzik yapmak olduğu sürece her iki yaklaşımdan da memnunum. Müziklerini kaydetmek isteyen yeni gruplara ne gibi tavsiyelerin olabilir? Çok basit: performans, performans, performans. Sizin çalmanızı isteyecek her yerde çıkın ve çalın. Neresi olursa olsun. Herhangi bir sanat dalında uzmanlaşmanın tek yolu binlerce saat pratik yapmaktan geçiyor. Beatles’ın bir gecede kavuştuğu şöhretten önce Almanya’da, Hamburg’un berbat kulüplerinde 10 bin saat kadar çaldığı hesaplanmış bir veridir. Kimi zaman günde sekiz saat, kimi zaman haftada yedi gün çalmışlar. Bu sayede de şarkı yazma, sahne şovu kabiliyetleri gelişmiş ve izleyenlerin karşısında neyin iyi olup neyin iyi olmayacağını doğrudan algılayabilmeye başlamışlar. Elbette bu Türkiye’de doğrudan uygulanabilecek bir durum değil. Ama ciddî bir şeyler yapmak isteyen gruplar son enerjilerine kadar denemeye devam etmeliler. Bu böyle olduğu sürece kayıt yapmak hiç mesele değil. Gerçekten. Kimleri beğeniyorsun burada? Sana göre hangi gruplar gelecek vaat ediyor? Bu aralar o kadar çok iyi grup dinliyorum ki...
Benim için diğerlerinden ayrılan iki isim var: alternatif rock adına Proudpilot ve dans müzik prodüksiyon ekibi Gooseflesh. Oldukça iyiler. Peki eskilerden seni tesiri altına almış olan kimler var? Türkiye’ye ilk geldiğimde Münir Nurettin Selçuk beni kendimden geçirmişti. Olağanüstü bir şarkı yazarıydı ve sesi o güne kadar duymuş olduğum hiçbir şeye benzemiyordu. Diğer etkilendiğim isimler arasında Ulvi Cemal Erkin, Bülent Arel, Zeki Müren, Barış Manço, İlhan Mimaroğlu, Sezen Aksu, Cem Karaca, Erkin Koray ve Türk rap prodüktörlerinin doksanlardaki öncülerini sayabilirim. Bu aralar ne gibi projeler üzerinde çalışmaktasın? Hâlâ elektro akustik projen soqrmom olarak kayıt yapıyor musun? Bir yıldır soqrmom’u bir başka tutkum adına rafa kaldırmak durumunda kaldım. Bu tutku, İstanbul’un çılgınca ihtiyaç duyduğu stüdyo kompleksini inşa etmek. İnsana sıcak ve ev gibi bir ortam sunan, etkileyici ve zarif bir tasarıma sahip, müşterilerine fevkalâde ayrıcalıklar sunan, birinci kalitede bir tesis. Harika bir akustiğe ve mimarî tasarıma sahip. Süper analog ekipmanları, Fazioli piyanosu ve sıradışı bir mastering odası var. Yeri Beyoğlu’nda ve ismi Babajim İstanbul Studios & Mastering. İnternet sitesi: www.babajim. com. Sizler bu yazıyı okurken büyük olasılıkla site de açılmış olacak. Prodüksiyon anlamında son zamanlarda yürüttüğün projeler neler? Bugünlerde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın bir albümü üzerinde çalışıyorum. Ve ayrıca Aydan, yeni Smadj/ Cem Yıldız projesi, Erdem Helvacıoğlu, ve Ceren Necipoğlu anısına yapılan albüm gibi mastering yaptığım birçok kayıt var. Şehrin en sevdiğin noktaları neler? Bu liste sürekli uzuyor da uzuyor! Bizans mimarîsi ve sanatını çok seviyorum. O yüzden Kariye Müzesi ve Aya Sofya kesinlikle bu listenin içindeler. Onun dışında Asmalımescit meyhanelerini, Nevizade’yi, Sinan’ın artnouveau stilinde tasarladığı Karaköy’deki camiyi, Garipçe’yi ve Okmeydanı’nın kenarındaki güzel gecekondu mahallesini çok seviyorum. Şehirle ilgili en büyük şikâyetlerin neler? Yalnızca tek bir şikâyetim var. O da apaçık ortada: trafik!
99
Yazı: Mehmet Sait Benhisavi (a.k.a. Ras Memo) Açık Radyo Programcısı
Greetings in the name of His Imperial Majesty Haile Selassie the 1st… JAH RASTAFARI! Ever living, ever faithful, ever sure… Aralık ayında Hıristiyan dünyası Noel bayramını kutladı. Ancak genel olarak Rastalar, Babylon sistemin kutladığı hiçbir şeyi kutlamadıkları gibi Noel ve Paskalya’yı da kutlamıyorlar! Hz. İsa’nın 25 Aralık’ta doğduğuna ve Paskalya’da çarmıha gerildiğine de inanmıyorlar. Rastalar için kutsal günler Haile Selassie’nin doğumgünü (dünya günü) olan 23 Temmuz, Majesteleri’nin taç giyme günü 2 Kasım ve yine Haile Selassie’nin Jamaika’yı ziyaret ettiği gün olan 21 Nisan 1966’dır. Bu günler Nyahbingi denen ayinlerle Tabernacle denen çadır sinagoglarda kutlanır. Bazı Rastalar, Noel ve yeni yıla alternatif olarak Afro-Amerikalılar arasında yaygın olan Kwanza’yı kutluyorlar. Bazıları ise Etiyopya Kıptî Ortodoks Kilisesi’nin Noel günü olan 7 Ocak’ta kutlamalar yapıyor.
AKSAK RIDDIM skayı incelemiştik. Bu sayıda ise Rocksteady’i ele alıyoruz. Rocksteady (Rock Steady) Rocksteady’nin müzik sahnesine çıkması altmışlı yılların ikinci yarısına rastlar. Rocksteady, selefi olan Ska’nın tam tersi bir müzik karakteristiğine sahiptir. Ritim daha yavaş, daha rafine ve daha sakindir. Bu müzik türünün dansı da skanın aksine daha gevşek, daha serinkanlıdır. Skanın R&B den ödünç aldığı bas ritimleri rocksteady’de değişikliğe uğramıştır. Davul ve bas bu müzikte daha belirgindir. Nefesli çalgılar ise daha geri plana çekilmiştir, öncü olmaktan çıkıp destek rolünü üstlenmiştir. Ayrıca gitar ve klavye ön plana çıkmaya başlamıştır. Daha sonraki yıllarda ünlü reggae davulcusu Carlton Barret’in yaygınlaştırdığı “one drop” stilinin temeli rocksteady’de atılmıştır.
Reggae dünyası için en yaygın kutlama ise Bob Marley’in doğumgünü (dünya günü) olan 6 Şubat. Siz belki bu satırları okurken, dünyanın her yerinde bu müziğe gönül verenler gibi biz de İstanbul’da Bob Marley’in doğumgünü etkinliğini düzenlemiş olacağız.
Rocksteady’nin altın çağı Rude Boy devri diye adlandırılan 1966-1968 yıllarıdır. Rude boy terimi ile rocksteady ritmi ayrılmaz bir ikili gibidir. ‘Rude boys’ ya da ‘Rudies’, kenar mahallelerde, sokak köşelerinde vakit geçiren işsiz-güçsüz kavgacı gençler için kullanılan bir terimdir. Rocksteady parçalarında ‘rude boy’ teması yaygın olarak kullanılmıştır.
Reggae’nin türleri hakkında verdiğimiz bilgiye kaldığımız yerden devam ediyoruz. Geçen sayıda
Bir sonraki sayıda buluşuncaya dek her reggae titreşimine kulağınızı dört açın derim.
Various Artists _ Catch This Beat (Island, UK) Various Artists _ Duke Reid’s Treasure Chest (Heartbeat, US) Various Artists _ Duke Reid’s More Hottest Hits From Treasure Isle (Heartbeat, US) Various Artists _ Mojo Rocksteady (Heartbeat, US) Various Artists _ Explosive Rocksteady _ Joe Gibbs Amalgamated Label: 19671973 (Heartbeat, US) Various Artists _ Red Bump Ball: Rare & Unreleased Rocksteady 1966-68 (Pressure Sounds) Various Artists _ The Best Of Beverly’s Records (Or Masterpieces From The Works Of Leslie Kong) (Trojan, TRLS 199) Various Artists _ Put On Your Best Dress _ Sonia Pottinger’s Rock Steady 1967-1968 (Attack ATCD109) Various Artists _ Cables, Larry Marshall, Slim Smith, Termites, Willie Williams, Viceroys _ Six The Hard Way _ 1968 (Heartbeat / Studio One) Various Artists _ Rudies All Round (Rude Boy Records 1966-1967) (Trojan, CDTRL332)
100
Various Artists _ Put It On _ It’s Rock-Steady (Island, UK) Various Artists _ Phyllis Dillon, Tommy McCook, Alton Ellis, Duke Reid, etc. _ Judge Sympthy The Birth Of Trojan 11 x 7” Singles Box Set (Trojan) ALTON ELLIS (1944-2008) Jamaikalı şarkıcı Cry Tough (Heartbeat, US) Many Moods Of Alton Ellis _ 1972 (Makasound) Sings Rock And Soul _ 1967 (Studio One) The Legendary Alton Ellis (Attack, ATCD012) The Best Of Alton Ellis (Studio One, SOCD8019) DERRICK HARRIOT (1942) Jamaikalı şarkıcı, şarkı sözü yazarı ve yapımcı The Sensational Derrick Harriot Sings Jamaican Rock Steady Reggae (Jamaican Gold, JMC200213) From Chariot’s Vaults _ 16 Rock Steady Hits (Jamaican Gold, JMC200214) PAT KELLY (1949) Jamaika doğumlu şarkıcı True Devotion (Rhino, RNCD2113) Portrait Of A Living Legend (Angel, ANCD21)
PETER TOSH (19441987) Wailers gurubunun kurucularından, Jamaikalı şarkıcı The Toughest (Heartbeat, CD)
Lab/Studio One 1967) Slim Smith _ Let ’s Get Together / The Webber Sisters _ My World (Pressure Sounds)
BOB ANDY (1944) Jamaikalı şarkıcı ve besteci Song Book (Coxsone, JA)
THE UNIQUES Slim Smith, Roy Shirley ve Frankly White’dan (son iki isim daha sonra yerlerini Jimmy Riley ve Lloyd Charmers’a bırakmışlardır) kurulu Jamaikalı vokal grubu Watch This Sound (Pressure Sounds 21)
JACKIE MITTOO (19481990) Jamaikalı klavyeci, besteci ve müzik direktörü In London _ 1967 (Studio One CD) Keep On Dancing _ 1969 (Studio One CD) DELROY WILSON (19481995) Jamaika doğumlu şarkıcı The Original Eighteen Deluxe Edition _ The Best Of Delroy Wilson _ 1969 (Coxsone- Studio One, JA; Heartbeat, US) Dancing Mood _ (Studio One CD) SLIM SMITH (1947-1973) Jamaika doğumlu şarkıcı Early Days (Total Sounds, JA) The Best Of Slim Smith and The Uniques (1967-1969) (Trojan, CDTRL340) Slim Smith _ Hip Hug (Extended Mix) / Delroy Wilson _ Conquer Me (Extended Mix) _ 10” (Music
THE ETHIOPIANS Leonard “Sparrow” Dillon, Stephen Taylor ve Aston Morris tarafından kurulan Jamaikalı vokal üçlüsü The Original Reggae Hitsound (Trojan CDTRL228) THE HEPTONES Jamaikalı vokal üçlüsü. Kurucuları: Leroy Sibbles (1949 doğumlu ve hâlen hayatta). Diğer üyeleri, Earl Morgan ve Barry Llewelyn The Heptones (Studio One, SOCD9002) On Top (Studio One, JA) THE MELODIANS Brent Dowe, Tony Brevett, Trevor McNaughton ve Robert Cogle’dan kurulu Jamaikalı vokal dörtlü
Peace, Love and Inity!
Swing & Dine (Heartbeat, US) The Melodians Rock It With You (Mango 162539635-2) THE PARAGONS John Holt (1947), Tyrone Evans ve Howard Barrett’tan kurulu vokal grubu Golden Hits (The Great Treasure Isle Collection Volume 2) (Treasure Isle, France) On The beach (Treasure Isle, JA) My Best Girl Wears My Crown (Trojan, CDTRL299) THE TECHNIQUES Winston Riley, Slim Smith ve Frankie White’dan oluşan Jamaikalı vokal üçlüsü Rock Steady Classics (Rhino, UK) THE TERMITES Lloyd Parkes ve Wentworth Vernal’den oluşan Jamaikalı ikili Do The Rock Steady (Heartbeat, CDHB3506) DESMOND DEKKER (19422006) Jamaikalı şarkıcı Action! (Esoldun, France) DERRICK MORGAN 1939 doğumlu Jamaikalı şarkıcı 21 Hits Salute _ (Sonic Sounds CD)
KEN BOOTHE 1948 doğumlu Jamaikalı şarkıcı A Man & His Hits (Studio One, JA) Mr. Rocksteady (Studio One, JA) PRINCE BUSTER 1938 Jamaika doğumlu yapımcı ve şarkıcı Sings His Hit Song Ten Commandments _ 1962 (Reel Music CD) Original Golden Oldies Volume 1; 1962-1967 (Prince Buster LP) Original Golden Oldies Volume 2; 1961-1967 (Prince Buster LP) Wreck A Pum Pum _ 1965 (Prince Buster LP)
Yazı: Murat Abbas
NOIZE
2010’UN EN İYİ ALBÜMÜ GROOVE ARMADA’DAN
şovunun sahibi, efsane bir isim şehrinize
Çekirdek kadrosu Tom Findlay ve Andy Cato’dan oluşan
geliyorsa, bu konsere kayıtsız kalmayın.
İngiliz ikili Groove Armada, 28 Şubat’ta Black Light
Samimî olarak, iyi bir müzikseverin,
albümünü yayınlayacak olmanın heyecanını yaşıyor.
U2 Atatürk Olimpiyat Stadyumu’nda
Grubun dokuzuncu (altı adet stüdyo albümü mevcut)
olağanüstü bir sahne kurulumuyla, peşpeşe
albümü Black Light, aynı zamanda şimdiye kadarki
hitlerini sıralıyorken evinde oturabileceğine
Groove Armada diskografisinde en iyi albüm.
inanmıyorum. Bu sebeple de, son pişmanlık fayda etmez – naçizane – uyarımla, Playlist
En son stüdyo albümü Soundboy Rock’ı 2007’de piyasaya
kitabının “U2 Top-10” seçkisini dikkatinize
çıkartan grup, bu albüm turnesinde İstanbul’da, Radar
sunuyorum. (Bir iki minik itirazım olmakla
Live festivalinde de olağanüstü bir konser vermişti.
birlikte liste benim için de uygundur.)
Önceki albümlerinde ağırlıklı olarak house ve türevi müziklere ağırlık veren ikili son albümü Black Light’ta
1_Sunday Bloody Sunday (War)
yön değiştirmiş gözüküyor. Kendi tabirleriyle, biraz David
2_New Year’s Day (War)
Bowie, biraz Gary Numan ve çokça new wave / 80’ler
3_Party Girl (Under A Blood Red Sky)
havası hâkim albüme. Bunlara ilave olarak ciddî bir rock
4_Pride (In The Name of Love)
duruşu da söz konusu. Groove Aramada’nın biraz da
5_In God’s Country (The Joshua Tree)
kirli ve karanlık taraflarını yansıtan albümde ‘ünlü ses’
6_Until The End of The World (Achtung Baby)
olarak bu sefer sadece Bryan Ferry var. Konserlerde
7_Zooropa (Zooropa)
her zamanki gibi MC Madd yer alırken grubun daimi
8_If You Wear That Velvet Dress Tonight (Pop)
sesi ‘punky’ bir vokale sahip olan Saintsaviour olmuş.
9_Beatiful Day (All That You Can’t Leave Behind)
Black Light’tan ilk duyurulan ve oldukça rock formatlı
10_Silver and Gold (Suncity_Artists United Against
bir parça olan “Warsaw”da ise – şimdilerde dağılmış
Apartheid)
bulunan – Empire of The Sun’dan Nick Littlemore var. Grubun esaslı iki adamından birisi olan Andy Cato’nun
DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN YENİ GRUPLAR,
bir röportajında söylediği üzere Black Light öncesinde
SANATÇILAR
Groove Armada’ya kendisini uzak hisseden, müziklerini
Kimileri yetmişlerden sonra müzik öldü, doksanlarla
beğenmeyen veya önyargılı yaklaşan müzikseverlerin bu
birlikte bir kez daha helvasını yedik dese de, şahsen
albüm sonrası fikirlerinin değişeceğini iddia ediyorum.
ben özellikle son üç beş senedir gayet güzel, yenilikçi
Toplam 11 parçadan oluşan albümde bir tek parça dahi
seslerin, cesur denemelerin müzik dünyasına birer birer
vasatın altına düşmediği gibi, her bir parça farklı müzikal
adım attığını gözlemliyorum. Özellikle indie pop/rock,
açılımlar getiren altyapıları, yüzünü ‘belirsiz’ gelecekten
elektronik müzik, folk, vb. gibi türlerde hemen her sene
çok genellikle ‘iyi şeylerle hatırlanan’ geçmişe dönen ruh
birbirinden heyecan verici albümlerle karşılaşıyoruz. Bu
hâliyle, dinleyiciyle ânında interaktif bir ilişkiye giriyor. Her
isimlerden bir kısmını ‘yeni tatlar’ arayan müzikseverlerin
bir parça birbirinden güzel olsa da, şu ana kadar benim
dikkatine sunuyorum:
için öne çıkanı “Paper Romance” oldu. Sizler bu satırları
Wave Machines_Wave If You’re Really There
okuyorken (dergiyi ay başında okuyanlar için söylüyorum)
The Hidden Cameras_Origin Orphan
bendeniz de Black Light’ın lansman konseri için
General Fiasco_Buildings (22 Mart’ta piyasaya çıkıyor)
Londra’da bulunuyor olacağım. İzlenimler artık bir sonraki
Local Natives_Gorilla Manor
sayıya. Has müzikseverler bu albümü kaçırmasınlar ve
Memory Tapes_Memory Tapes
mümkünse plağını satın alsınlar. Arşivinizi en kıymetli
Darwin Deez_Constellations
parçalarından birisi olacağına hiç şüpheniz olmasın.
A Sunny Day in Glasgow_Ashes Grammar
Not: Groove Armada’yla ilgili her türlü bilgiye www.groovearmada.com adresinden ulaşabilirsiniz.
Health_Get Color Cold Cave_Love Comes Close MillionYoung_Sunndream
U2 İSTANBUL KONSERİNE HAZIRLIK Eğer sıkı bir müzik takipçisi iseniz U2’yu ister sevin ister sevmeyin, ya da grubun parçalarını çok sevmekle birlikte son senelerde oluşmayan başlayan Bono antipatisi sebebiyle kimi çevrelere yayılan negatif rüzgârın etkisinde kalın, ama şu an yeryüzünün bir numaralı canlı müzik
NOT: Hazır bu yeni keşifler konusuna girmişken, minik bir reklam yapalım... Bu ve benzeri yeni isimleri dinlemek ve keşfetmek istiyorsanız sizleri her pazar akşamı saat 21.00’da Radio Eksen 96.2’deki programım Fresh’e beklerim. Ayrıca kendi web sayfam olan www.mabbas.net adresini takip etmenizde de fayda var.
GEÇEN SENE EN BEĞENDİĞİM 30 PARÇA Bir önceki sayıda 2009’un en iyi albümleri listelerini yayınlamıştım. Şimdi sıra geldi, geçen sene en beğendiğim otuz parçaya. Sizler de parçaları merak ediyorsanız internet üzerinden (mesela www. mabbas.net) rahatlıkla bulup, dinleyebilirsiniz. 30_Twilight Sad_I Became A Prostitute (The Twilight Sad) 29_JJ_Things Will Never Be The Same Again (JJ No2) 28_The Antlers_Two (Two) 27_The Temper Trap_Sweet Disposition (500 Days of Summer Soundtrack) 26_Washed Out_New Theory (Life of Leisure) 25_The Hidden Cameras_He Falls To Me (The Hidden Cameras) 24_Health_Severin (Get Color) 23_Dananananakroyd_Black Wax (Dananananakroyd) 22_Death Cab For Cutie_Meet Me On The Equinox (New Moon-Twilight Soundtrack) 21_Japandroids_Sovereignty (Post_Nothing) 20_Bat For Lashes_Daniel (Two Suns) 19_Delphic_Counterpoint (Acolyte) 18_Telefon Tel Aviv_Immolate Yourself (Immolate Yourself) 17_White Lies_To Lose My Life (To Lose My Life) 16_We Were Promised Jetpacks_Quiet Little Voices (We Were Promised Jetpacks) 15_Fuck Buttons_The Lisbon Maru (Tarot Sport) 14_The XX_Crystalised (XX) 13_Wave Machines_Wave If You’re Really There (Wave Machines) 12_Kasabian_Where Did All The Love Go? (West Ryder Pauper Lunatic Asylum) 11_Lily Allen_Fuck You (It’s Not Me, It’s You) 10_Engineers_Sometimes I Realise (Engineers) 9_The Horrors_Sea Within A Sea (Primary Colours) 8_Metric_Twilight Galaxy (Fantasies) 7_Thom Yorke_Hearing Damage (New Moon_ Twilight Soundtrack) 6_Moderat_Rusty Nails (Moderat) 5_Cold Cave_Love Comes Close (Love Comes Close) 4_Wild Beasts_All The Kings’ Men (Two Dancers) 3_Kasabian_Underdog (West Ryder Pauper Lunatic Asylum) 2_The Veils_The Letter (Sun Gangs) 1_The Big Pink_Dominos (A Brief History Of Love)
101
Yazı: Gülşah Güray Radyo Eksen Yayın Yönetmeni
PERTAVSIZ
Şimdi çantayı şöyle ters yüz edip bu ay size öneri olarak sunabileceklerimize bir bakalım...
Kitap Öncelikle Patti Smith’in yeni kitabı Just Kids var karşımızda. Smith’in fotografçı Robert Mapplethorpe’la ilişkisini anlattığı kitap, 60’lar sonu 70’ler başında New York’ta geçiyor. Yani bir dönemin (çığır açan cinsten) aşk hikâyesiyle anlatıldığı güzellikte bir otobiyografi. Mapplethorpe’un ölmeden bir gün önce Patti Smith’e dönüp, “Sen beni, birlikte başardıklarımızı, öğrendiklerimizi yaşatacaksın” demesiyle ortaya çıkan bir hakikat. Mesela Chelsea Otel’i, mesela Max’s Kansas City’i, yani New York’un zamanında asıl yaşanması gereken yerlerini bir arkadaşınızdan dinlemek gibi. Patti Smith’in o zamanlar yaşadıklarını okurken, elde değil son dönemin tıkanan ve sürekli kendini tekrarlayan müzik piyasasını düşünüyorum. Beni bu yeni dönemin beş para etmez nota katili genç müzisyen mafyası mahvetti. Elbette hepsini boş bir çuvalın içine koyup, kızılcık sopasıyla üzerlerinde tepinelim demiyorum. Aradan çıkan iyileri ayırmaya çalışıyorum. Ama ben yine de önce bir genellemeyle dibe vurup, sonra tekrar su yüzüne çıkacağımız günü yakalayalım despotluğunda bir dışavurumcuyum. Şöyle “Ah ben ne kötü bir insanmışım da böyle saçma sapan şeyler düşünmüşüm” dedirtip beni utandıracak, tüm ettiğim lafları geri sardıracak bir yenilik bekliyorum. Aynı notaya dakikalarca basılan ezberci zihniyet silinsin yeryüzünden lütfen, rica ediyorum.
Film Eğer evde oturup eğlenceli bir şeyler seyretmek isterseniz ve tabiî hâlâ
Albüm
seyretmediyseniz 9 adlı film aklınızın bir köşesinde beklesin. Bizim biraz
Şubat ayında Massive Attack’in yeni albümü piyasaya çıktı. Bilmem kaç yıl
geç elimize geçti. Geçen seneki film festivalinde, sanırım Filmekimi’nde
aradan sonra ilk defa tamamı yeni şarkılardan oluşan bir albümle gelen
gösterilmişti. Eğer neydi diye hatırlamakta güçlük çekerseniz, prodüktör
Massive Attack’i ayakta selamlıyorum. Yanlarına aldıkları Hope Sandoval’lı,
koltuğunda Tim Burton var. Yönetmen Shane Acker’ınsa ilk uzun metraj
Martina Topley Bird’lü vokal dadaşları karanlık havayı zifir bir hâle sokup
denemesi olan 9, 2009 tarihli bir animasyon. Yenilerdense, pek sevgili
bırakacaklar belli ki. Bunu kötü anlamda demedim. Bazen insanın içini sıkması,
büyüğümüz Ian Dury’nin biyografisi Sex, Drugs and Rock & Roll’u unutmayın.
zaten sıkılmışken iyice karartması, var olan düzenini korumasına yardımcı
Adını Ian Dury’nin grubu Blockheads’le 1977 senesinde yayınladığı klasiğinden
oluyor. Pallas kedisi Massive Attack, bir yandan sevimli sevimli başını okşatırken
alan filmde Dury’i canlandıran Andy Serkis’e buradan sevgi ve saygılarımızı
bir yandan da üzerimize çökecek hiç fark ettirmeden.
iletiyoruz.
Bir diğer albüm önerisi de Tindersticks’den, Falling Down A Mountain. Şöyle
Eh tabiî asıl Johnny Cash’in yeni albümü piyasaya çıkmış olsaydı ondan
anlatmaya çalışayım. Bundan seneler önce, Londra’nın yağmurlu sokaklarında
bahsetmek çok isterdim.. Ama zaten siz bu dergiyi okuduğunuz sıralarda Rick
önümüzdekileri takip ederken nasıl bir yeraltı dünyasına gireceğimizden
Rubin prodüktörlüğünde, Johnny Cash ölmeden önce kaydedilen şarkıların
haberimiz yoktu. Merdivenlerden inip kapıdaki adama söylenen parolayla ve
toplandığı American Recordings serisinin altıncısı Ain’t No Grave piyasada
başımıza gelebilecek herhangi kötü bir olayın mesuliyetini kendi üzerimize
bulunuyor olacak. (Bazen Rick Rubin’in niyetinden şüphe ediyorum. Altı
çeken imzayla içeri girdik. 50’li yılların havasıyla sanki The Rat Pack elemanları
bölümlük serinin tamamını kendi elinden çıkarabilmek için çeşitli numaralara
bir olmuş karşımızda oturuyor, bir diğer uçta duran bardaki amiş şapkalı
başvuruyor sanki. Başka bir prodüktörün, Johnny Cash yorumları üzerine
adam, arkadaki altın varaklı aynadan bizi kesiyordu. Bu sırada çalan müzikle
söyleyeceği fikirleri de duymak istiyorduk belki sayın Rubin.) Bu arada Johnny
dans eden müdavimlerin tutturdukları ritim bile gözümüze bir başka güzel
Cash’in 1957 ile 1989 tarihleri arasında, her sene bir albüm piyasaya
görünüyordu. İşte o gece orada çalan müzikleri bir bir buraya yazacağımıza
sürdüğünü biliyor muydunuz? Peki Joe Strummer’ın aslında solak olduğunu
size Tindersticks’in yeni albümünü tavsiye edelim, neredeyse aynı hissiyatı
ama gitarını sağ eliyle çaldığını? Bu son yazdığımın konumuzla pek bir alâkası
yakalarsınız.
yoktu tabiî, onu unutabilirsiniz isterseniz.
The Rat Pack: 50’lerde; Frank Sinatra, Dean Martin, Sammy Davis Jr., Joey
İşte bir beşbenzemez öneri yazımızın daha sonuna geldik sayın okurlar. Umarız
Bishop ve Peter Lawford’dan oluşan grup.
önümüzdeki üç ayı keyifli geçirirsiniz.
102
Yazı: Christopher Çolak Halfstereo.com kurucusu, art direktör
halfstereo
Geçen sayıda yağmur bile yağmıyor derken şimdi her yer bembeyaz! Üstelik daha da ciddî soğuklarla baş etmemiz gerekecek gibi gözüküyor. Dolayısıyla Tünel ve civarı ve İstanbul genelinde şu günlerde sigara içmek için dışarı çıkan insanları pek göremiyoruz! Demek ki gerçekten soğuk olduğunda nasıl oluyorsa insanların içinden yeterince sigara içmek gelmiyor! Eğlence artık daha ‘sıkı fıkı’ ve iç mekân odaklı olacak. Baharın müjdecisi cemreler gelene dek bu böyle devam eder. Ben payıma düşeni aldım diyebilirim. Bir süredir nedense haftasonları dışarı çıkmama tercihindeyim. Hep hafta içi hattâ en çok salı ve perşembe geceleri dışarı çıkıyorum. Zaten uzun zamandır fazla dolanmadan nokta atışları yapıyordum, fakat son dönemde bu giderek belirginleşti. Bunun sebebi sanırım daha kompakt ve tanıdık bir kitleyle beraber hoşça vakit geçirmek ve yorulmadan ya da sigara kokmadan, balkabağına dönüşmeden eve dönmek. Tabiî istisnalar kaideyi bozmaz ama şu günlerde o İstiklal enerjisine maruz kalmak pek de hoşuma gitmiyor. Çok yoğun çalışmak haricinde geçtiğimiz 1-2 ay yaptığım en belirgin şey, hayatı ertelememeye çalışmak ve o anda aklıma düşen istekleri, arzuları elimden geldiğince gerçeğe dönüştürmek oldu. Daha önce hayatımda hiç olmadığı kadar çok yaptım bunu. Özellikle de bu son bir kaç hafta içinde. Sanırım insan zaman ve hayatın cilveleri karşısında birtakım tepkiler veriyor ve farkında olmadan değişimin eşiğine geliyor. “Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir” düsturuyla geçirilen bir ay oldu benim için. En zevkli kısmı ise final aşamasına gelen yüksek lisans derslerim için yaptığım çalışmalar oldu. Her cumartesi sabahı İlhan Bilge’nin ofisinde geçirilen 3-4 saat ve uzun sohbetler, ardından ‘eski şehir’de ufak bir gezinti ve lezzet duraklarına ufak yolculuklar. Gedikpaşa, Kumkapı, Mahmutpaşa ile sıkı fıkı oldum bu ay. Bir süredir üzerinde çalıştığım Kırk Harf isimli kitapta İstanbul’un çeşitli yerlerinde, tabelaların üzerinde, apartmanların giriş pencerelerinde veya dükkânların logo desenlerinde ve hattâ gizemli noktalarda hâlâ hayatlarını sürdüren kırk şanslı harfi mutlu ettim. Çoğumuz İstanbul’un uçsuz bucaksız sokaklarında yürürken, her gün önünden geçtiğimiz ve fark etmediğimiz onlarca ayrıntıyı ıskalıyoruz. Hayattaki birtakım şeyleri ıskaladığımız gibi. Ben bu ay İstanbul’da hiç gezmediğim kadar çok dolaştım, daha önce hiç girmediğim sokaklara girdim ve daha önce hiç bulunmadığım mekânlarda bulundum. Tüm bu deneyimden çok büyük zevk aldım. İnsanın kendi şehrinde turist gibi hissetmesi ne güzel şeymiş! Bu turlarıma ve keşiflerime bundan böyle aralıksız devam edeceğim. Tabiî bu yolculuklarımı ve sokakta gezerken gözüme takılan ayrıntıları belgelemeyi de ihmal etmiyorum. Kalan zamanda ise tahmin edebileceğiniz üzere müzik dinliyorum. Şu aralar en çok Emika ve Ceephax Acid Crew dinliyorum. Ceephax’in yeni albümündeki iki şarkının ismi akıllara zarar:
İllüstrasyonlar: Sadi Güran
“Denizlispor” ve “Trabzonspor”! Yeni albümünde ortaya karışık tüm hünerlerini sergilemiş Ceephax. Benim bu ay en çok hoşuma giden albümlerden biri oldu doğrusu. Emika ise Ninja Tune’un son keşfi olan İngiliz vokalist ve müzisyen, on parmağında on marifet şahsiyet. Yeni yılda yayınlanacak albümü bu yılın en iyilerinden biri olacak. Bunların haricinde İtalyan Riva Star, Balkan minimal soundunu ele geçirdi diyebilirim. Son albümü If Life Gives You Lemons, Make Lemonade, türünde en iyilerden biri olarak 2010 yılına daha yayınlanmadan damgasını vurdu. En sevdiğim isimlerden biri olan Dan Curtin’in yeni albümü de beni gerçekten çok heyecanlandırdı. Mobilee etiketiyle yayınlanacak yeni albümde Dan Curtin yine tüm hünerlerini konuşturuyor. Rush Hour misyonunu devam ettirerek Anthony ‘Shake’ Shakir retrospektifiyle seriyi sürdürdü ve harika bir işe daha imza attı. Mart ayında yayınlanacak yeni Autechre albümünü de heyecanla bekliyorum doğrusu. Yazımın devamına ve ayrıntılı listeye artık alıştığınız üzere www.halfstereo.com üzerinden ulaşabilirsiniz.
103
ALBÜMLER
TOM WAITS
HOT CHIP
Glitter and Doom Anti
7/10
Tom Waits çok konser vermediği gibi çok konser albümü de yayınlamıyor. En son yayınladığı konser albümü 1988 tarihindeydi, yani 22 yıl önce. Glitter and Doom, 2008 yazında çıktığı Amerika ve Avrupa turnesi sırasında, verdiği 17 konserin 10’unda yapılan kayıtlardan oluşuyor. İşin garip tarafı albümü dinlediğiniz zaman tek gecede, tek konserde geçiyormuş gibi. Elbette her Tom-sever, geniş arşivden bambaşka bir şarkı listesi seçerdi, ama sizin için özenle çekip çıkartılmış 17 parçayla idare etmek zorundasınız, ağlama sızlama yok. Yine de parça seçimleri oldukça doyurucu ve birbirlerini harika tamamlıyorlar. Waits’in piyanolu caz havalarından da var, karanlık polkalarından da... Eğer hakikî bir Tom hayranıysanız çift CD’lik versiyonu almak isteyebilirsiniz. İkinci CD, Tom’un piyanosunun başına geçtiği zamanlarda anlattığı hikâyelerden oluşuyor. Ve elbette o harika bir anlatıcı, hattâ bazen müziği yerine anlattığı hikâyeleri dinlemeyi tercih edebilirsiniz. Gelelim sonuca: yakın bir gelecekte ülkemize gelmesinden geçin, turneye bile çıkacak gözükmüyor, onun için bu albümü dinlerken gözlerinizi kapatıp kendinizi Açık Hava Tiyatrosu’nda hayal edebilirsiniz. J. Hakan Dedeoğlu
104
GORDON GANO U nder The Sun
One Life Stand EMI
8/10
2000 yılından beri ortalıkta olan İngiliz elektro pop grubu Hot Chip, iki sene önce yayınladığı Made In The Dark albümünden beri Grammy adaylığı ve dünya turneleriyle kariyerini parlatmakla meşgul. Geçtiğimiz sene ortasından beri üzerine titredikleri yeni albümleri ise kısa süre önce dinleyiciyle buluştu. Albüm, temasını tek gecelik bir ilişkinin bir hayata bedel olabileceği gerçeğinden alan, duygu yüklü bir bütün. Hot Chip’in bugüne kadar gözden kaçmış olması muhtemel yeteneklerinin tüm çıplaklığıyla sunulduğu, öncekilerden farklı tınlayan bir çalışma. Uzayıp giden synth arpejleri, 80’ler ve 90’lar elektro popuna ve klasikleşmiş erken house hissiyatına yaklaşırken, detoneleştirildiklerinde parçaların önünü açarak füturistik bir havayı da beraberinde getiriyorlar. Parçaların birçoğu dans pistlerine yaraşır bir enerjide seyretmelerine rağmen, One Life Stand disko etkileşimlerinin yoğun olarak hissedildiği, tempolu olmasına rağmen yumuşak ilerleyen bir albüm. Soul yüklü vokallerle dans enerjisini soul popa yönelten ve yer yer balladvâri girişimlerle alabildiğine romantize eden çalışma, yalnızca Hot Chip’in bugüne kadarki en cesur ve en yaratıcı çalışması olarak değil, aynı zamanda 2010’un en çok konuşulacak albümlerinden biri. Ekin Sanaç
Yep Rock Records
MARTA SEBESTYÉN I Can See the Gates Of Heaven 6/10
Gano ismi bu hâliyle çoğu kimseye pek bir şey ifade etmeyebilir. Ama kendisini Violent Femmes’i kuran, vokalistliğini ve şarkı yazarlığını yapan kişi olarak tanıttığımız zaman işler değişiyor elbette. 1983 yılında çıkarttıkları, kendi isimlerini taşıyan ilk albümlerini dinlemiş her müziksever Gordon Gano’nun ne kadar ciddîye alınması gereken bir şarkı yazarı olduğunu bilir. Ama 27 yıldır da bu albümün ötesine geçen bir çalışma çıkaramadığı da ayrı bir gerçektir. Dolayısıyla uzun bir aradan sonra yayınladığı bu solo çalışmasını da o ilk, efsanevî Violent Femmes albümünü dikkate almadan değerlendirmek gerek. Under The Sun, tartışmasız adamın son 19 yıl içerisinde yayınladığı en iyi çalışma. Vokaller her zamanki benzersiz ve kendine has. Punk, country, folk gibi türlere dokunan çalışmanın "Under The Sun" ve "Here’s A Guest" gibi melankolik ve çok güçlü parçaları var. “Oholah Ohbilah” polka ritimleriyle çok eğlenceli ve kendi için de bir hit. Violent Femmes’i hayatınızda hiç duymamış olabilirsiniz, o zaman daha da iyi; Under The Sun, farklı tarzları ve değişken hissiyatıyla iyi bir arkadaş gibi. Çok önemli bir çalışma değil ama mütevazı, eğlenceli ve güzel. J. Hakan Dedeoğlu
World Village
8/10
Bulunduğumuz iklimi en sıcak şekilde saran mevsimsel bir çalışma ile karşımızda The English Patient film müziklerindeki ses Marta Sebestyén. 1957 doğumlu Macar folk sanatçısı bu filmdeki katkısı sayesinde 1996’da hem bir Oscar hem de Grammy ödülünü avuçladı. Keskin korosal yapısı ile filmin açılışını yapan büyüleyici ninni havasındaki “En Csak Azt Csodalom” hâlâ kulaklarımızda bir yerde... Sanatçının bu dördüncü solo çalışması kendi şirketi Viva La Musica ile ilk üretimi. I Can See the Gates of Heaven adındaki bu yeni üretimi folk ve dinsel ağıtlardan oluşan bir geleneksel ve kültürel serüven. Bu macerada kendisine udist/gaydacı Mátyás Bolya ve zither/saksafoncu Balázs Szokolay Dongó gibi birbirinden değerli iki sanatçı eşlik etmiş, ortaya sorumlu ve derin bir çalışma çıkmış. Bir dizi ağıt, ayinsel ritimler, folklorik ezgiler, ninniler hepsi bir çatı altında oluşturulmuş. Pastoral şiirsel rapsodilerin hâkimiyetinde yoğrulan çalışma, Batı ve Doğu Avrupa’da aheste bir esinti gibi, dinleyeni savuruyor. Epik bir çağa, antik müzikal aksanla bakan Sebestyén, dinî vurgular yapmayı da unutmamış. Çetin, çaba gerektiren bir teklif, ancak algınız açık olduğu sürece çok sevilebilecek ve keyif verecek bir çalışma. Zekeriya S. Şen
ALBÜMLER
CESÁRIA ÉVORA Nha Sentimento Lusafrica
NICK CAVE & WARREN ELLIS
Senegal açıklarında bir adalar ülkesi olan Cape Verde’den bütün dünyaya ulaşan çok değerli bir ses, Cesária Évora. “Çıplak ayaklı diva” olarak tanıdığımız Évora, çalıştığı müzisyenlerle ve oluşturduğu albümlerinde ülkesinin müziği ‘morna’yı zaman zaman caz, folk ve Portekiz halk müziği fado ile birleştiriyor. Çok başarılı bulunan Mar Azul, Cabo Verde ve Voz d’Amor albümlerinden sonra denizin sıcaklığını bir kez daha hissettiren ve müzikal anlamda daha önceki albümlerinden farklılık içeren bu çalışmasıyla içimizi yine kıpır kıpır ediyor. Daha önce birçok kez birlikte çalıştığı Theofilo Chantre ve geçtiğimiz sene kaybettiğimiz şair ve müzisyen Manuel de Novas, bu albümdeki bestelerin çoğunda imzası olan isimler. Mısır ve dolayısıyla Arap müziğinin yoğun orkestrasyon düzenlemeleriyle birlikte sunulması bu albümün en farklı özelliği ve “Sentimento”, “Vento de Sueste” ve “Mam’bia E So Mi” gibi eserlerde bu etki fazlasıyla hissediliyor. Diğer eserler ise klasik Cesária Évora tınılarını içeriyor. İçerisinde bildik karizmatik Évora yorumları olmasa da, başarılı bir albüm olarak görülebilir. Cesária Évora ismi ise ağırlığından dolayı giderek daha da ulaşılmaz bir yere gidiyor, tıpkı Amália Rodrigues gibi. Baha Özer
Mute
THE EMBASSADORS
ECM Records
Nonplace
The Astounding Eyes of Rita
The Road 8/10
ANOUAR BRAHEM
7/10
Pek sevgili Nick Cave ve Warren Ellis’in ilk film müziği girişimi değil bu. Bilenler bilir, bilmeyenlere söyleyelim, ikili daha önce Proposition (ki Nick Cave bu filmin senaryosunun da yazmıştı) ve The Assasination of Jesse James’in de müziklerini yapmıştı. Şimdi de yönetmen John Hillcoat’un (kendisi Proposition’ın da yönetmeni) Cormac McCarthy’nin aynı isimli romanından uyarladığı The Road için kolları sıvamışlar. Başrollerinde Viggo Mortensen ve Charlize Theron’un oynadığı film, toprağın ve dolayısıyla hayvanlar ve tüm bitkilerin öldüğü post-apokaliptik bir dünyada daha iyi yaşam koşulları bulmak umuduyla sürekli güneye doğru, açlık ve ölüm korkusu eşliğinde yürüyen bir baba ve oğlun hikâyesini anlatıyor. Ama Waterworld veya Mad Max tadında bir film değil, The Road. Son derece ağır ve ince işlenmiş, geniş ve karanlık manzaralara, sessiz ve uzun anlara büyük yer ayıran bir film. Kanlı mı kanlı yamyam sahnelerini saymazsak tabiî! Daha fazla film kritiğine çevirmeden bu yazıyı albümle ilgili bir cümle ile bitirelim. İkili filmin karanlık havasına uygun adımlarla eşlik ediyor. Piyano ve kemanın mükemmel âhengi gerçekten etkileyici. Albümü edinmek için filmi izlemenize de gerek yok. J. Hakan Dedeoğlu
9/10
Filistinli şair Mahmoud Darwish’in en bilinen şiirlerinden biri olan “Rita And The Rifle”, Brahem tarafında adapte edilerek yeni albümünün temasını oluşturuyor. Albüm boyunca yer alan etkileyici ritimler şairin yazıtlarında ele aldığı mistikliği yaşatıyor ve müzik ile aynı kalıp içerisine sokuyor. Elbette bu şairinin kelamının müzikle bütünleşmesinin ilk örneği değil. Zira Marcel Khalife, “Rita And The Rifle” şiirinin farklı bir yorumunu kendi politik durumunu yansıtmak amacıyla geçtiğimiz yıllarda dile getirdi. Ancak Brahem’in albümü Rita’nın tüfeğinden daha çok Rita’nın bal gözlerine odaklı. Onun aşkına, onun mırıldandığı melodilere, onun iç huzuruna... Şiirin sözleri albümün kitapçığından tüm dikkatleri çekecek şekilde yerleştirilmiş, ancak albümde parça sözsüz, böylece içerdiği politik görüşler günışığına çıkartılmayıp yüzeyin derinliklerine gömülmüş. Daha çok Darwsih’in şiirselliğini yansıtan bir kavramsal çalışma, hüzünlü bir şiirdeki duyguyu irdeleyen bir araştırma. Kendini belli etmeyen yoğun bir dinamikliğin huzur ile buluştuğu bir kesişim noktası bu albüm. Sözsüz müzik ancak bir dörtlünün elinde bu kadar duygu yüklü ve derin olabilir. Zekeriya S. Şen
Coptic Dub
8/10
Bünyesinde birçok farklı ülkeden müzisyeni barındıran ve yeni kurulan topluluklardan olan The Embassadors, caz müziğini avangart bir şekilde işleyip, içeriğinde dünya müziği öğelerine de yer verebiliyor. 2008 yılında çıkan ilk albüm Healing The Music’te konuk sanatçı olarak Kenyalı multienstrümantalist ve vokalist Michel Ongaru’yu görmüştük. Doğu Afrika melodilerinin çok farklı füzyon anlayışıyla orta tempoda sergilenişinin başarılı bir örneği olan bu çalışmadan sonra Coptic Dub isimli yeni albümünde ise grubun daha deneysel ve daha nitelikli bir müzik oluşturduğunun farkına varıyoruz. Dünya Müziği taraflarına pek uğramadan özgür doğaçlama hissi veren, saksafon, trombon, çello ve 70’lerden kopup gelen Hammond org melodilerinin kullanıldığı değişik bir çalışma. Yeni Zelandalı müzisyen ve prodüktör Hayden Chisholm’un bu projede katkısı oldukça fazla ve Almanya, Güney Afrika ve Peru’dan oluşturduğu müzisyenlerin katılımıyla da bir çokseslilik yakalanmış. Albümdeki bütün besteler orta tempoda sürüp gidiyor ama bu durum en ufak bir sıkıntı yaratmıyor. Albümün açılışındaki “Sierra Alone”, “Albino Maori Dub” ve kapanıştaki “Big Amen” hemen dikkatleri üzerlerine çekiyor. Ne yapın edin bu enstrümantal albüme kayıtsız kalmayın. Baha Özer 105
ALBÜMLER
MASSIVE ATTACK
MAPSTATION
Virgin Records
Scapes
Heligoland
7/10
Senenin yüksek beklentilerle gelen ilk albümlerinden biri şüphesiz Massive Attack’inki. Çünkü Massive Attack, film müziği olmayan bir stüdyo albümünü en son yayınladığından bugüne tam 7 sene geçti ve bu sürede düşünsenize neler neler oldu... Bu durum büyük bir sorumluluğu beraberinde getiriyor elbet. Heligoland, seneler önce müzikal vizyonuyla çığır açmış bir grubun kendi aykırı çizgisini bir şekilde sürdürmesine rağmen hiçbir şekilde kokuşmuş tınlamayan bir eser. Bugünü yakalamadaki başarının en belirgin göstergesi, albümdeki konuk müzisyenler geçidi bile olabilir: Horace Andy elbette başta olmak üzere, Damon Albarn (Blur, The Good, The Bad And The Queen), Tunde Adebimpe (TV On The Radio), Guy Garvey (Elbow), Hope Sandoval (Mazzy Star), bu isimlerden bazıları. Özellikle Adebimpe’nin karakteristik sesiyle açılışı yapan “Pray For Rain”, 2000’leri devirmiş Massive Attack tınısını insanın aklına net olarak kazıyor. Albüm, trip hop geleneklerini takiben, Robert Del Naja’nın mikrofonu ele geçirdiği “Atlas Air” adlı son parçaya kadar kontrollü bir tempoda seyrini yapıyor, fırtına öncesi sessizlik havasındaymış gibi ilerliyor. Hiçbir şey fazla gelmiyor, tam kararında duruyor; Massive Attack nostaljisi layığını buluyor. Ekin Sanaç
106
RADIAN C himeric
The Africa Chamber 7/10
Hafızalarımıza Kreidler’in kurucu üyesi ve To Rococo Rot’un başat figürü olarak kazınan Stefan Schneider’in solo projesi Mapstation, bugüne değin Alman elektronik müzik sahnesinde özellikle Staubgold, Scape ve Karaoke Kalk gibi birbirinden değerli etiketlerden çıkarttığı albümlerle hatırı sayılır bir ilgiye mazhar oldu. Naif ve melodik yapısı kuvvetli, döngüler üzerine oturtulan minimal dokunuşlarla zenginleştirilmiş mütevazı bir çalışma olan The Africa Chamber’da zaman zaman Neu!, Kraftwerk ve DAF gibi ekol olmuş isimleri andıran ritmik ve tekrar üzerine kurulu yapılar etrafımızı sarıyor. Parçaların alt yapılarına hâkim olan Afrika öğeleri, Schneider’in bu çalışmasında efsanevî Fela Kuti’nin Africa 70 projesindeki onlarca isimden biri olan perküsyonist Nicholas Addo-Nettey ile birlikte çalışmasından kaynaklanıyor. “Bells and Lions”, “After All This Freedom” gibi parçalarla zaman zaman ruhanî bir ayin havasına bürünen albümde ayrıca davul ve trombon gibi enstrümanların kullanılması da akustik vurguyu kuvvetlendirmiş. Genellikle kısa süreli parçalardan oluşan albüm içiçe geçirilmiş uzun bir tek parça gibi akıp giderken, kulaklarımızda rahatlatıcı bir etki bırakıyor. Sade, dinlendirici, keyifli ve başarılı bir çalışma. Okan Aydın
Thrill Jockey
MOR KARBASI
The Beauty And The Sea 7/10
Davul, vibrafon ve elektroniklerde Martin Brandlmayr; gitar, synthesizer ve yine elektroniklerde Stefan Nemeth (bkz. Lokai) ve basta John Norman’dan oluşan Avusturyalı Radian grubu, açıkça belirtmek gerekirse her kulağa kolaylıkla hitap edebilecek bir müzik yapmıyor. Musique concrète, avant rock, özgür caz ve elektronika sularından devşirilen bu çalışmada doğaçlama, noise ve minimal/ deneysel yorumlamaların etkileyici bir karışımını bulmak mümkün. Aslında grup tüm bu kaotik yapının içinde oldukça kuvvetli, şaşırtıcı ve heyecan verici bir bütünlük yakalamayı beceriyor. Albümdeki tüm parçalar, bozulmuş / kötü kaydedilmiş hissi veren davul ve gitar sesleri, minik elektronik çatırtılar, key serpiştirmeleri ve endüstriyel tandanslı bir ana omurga üzerinde şekillenerek adım adım olgunlaşıyorlar âdeta. Çalışmanın en dikkat çekici yanını, birçok farklı janr arasından kendine özgü bir yol çizmesine rağmen bunu yaparken ilk çıkış noktalarındaki referans temaları kaybetmemesi olarak tanımlamak mümkün. 5 yıl aranın ardından gelen Chimeric, konsantrasyon gerektiren, yoğun, sert ve tavizsiz bir karaktere sahip. İçine nüfuz etmesi zaman alsa da, sınırları zorlamak isteyenler için iyi bir seçenek. Okan Aydın
Mintaka
8/10
MySpace.com sayfası sayesinde keşfedilen İsrail asıllı İngiliz Mor Karbasi, bu yılın Dünya Müziği platformundaki en dikkat çeken sanatçısı. İnanılmaz bir esnek sese sahip olan bu genç sanatçı, adını daha yeni duyurmaya başlamış olsa bile önemli bir diva olacak özelliklere sahip. 15. yüzyılda Hıristiyanlar tarafından İspanya’dan sürülen Musevilerin günümüzde yok olmaya yüz tutmuş olan Ladino (Judeo Espanyol) müziğini temsil eden Mor Karbasi, ülkemizde de çıkan ilk albümü The Beauty And The Sea ile yüzyıllar boyunca melodiler ile nesillerden nesillere taşınan Judezmo, Spanyolit, veya Sefarad olarak da bilinen Ladino müziğini bir adım öteye taşıyor. Albümün Grammy ödüllü yapımcısı Matt Howe ve aranjörü Joe Taylor’ın tüm parçalara işledikleri tecrübe her aşamada ortaya çıkıyor. Bazı parçalarda tahmin edildiğinden daha fazla ritimsel işlem gerçekleştiriliyor. Çok sayıda akustik ve elektrik gitar, ut, mandolin, bas, gibi enstrümanın arasında vurmalı, nefesli ve yaylı çalgılar ön plana çıkıyor. Karbasi’nin çaldığı klavsen ve harmonyum, parçalar arasına serpiştirilerek ayrı bir lezzet sunuyor. Kendisi ölmek üzere olan bir dilde şarkı söylüyor olabilir ama müziği çoğu tarza kıyasla çok daha canlı ve yaşam dolu. Zekeriya S. Şen
ALBÜMLER
CéU
INBAR BAKAL
Vagarosa Urban Jungle
COLD CAVE
Songs Of Songs
9/10
Genç yaşına rağmen müzik bilgisi, şarkı yazarlığı ve enstrümantalist kimliğiyle öne çıkan isimlerden birisi olan Brezilyalı Maria do Céu ilk albümündeki bossa nova, afrobeat, worldbeat, caz ve soul yapısını sentezlemesiyle büyük bir başarı elde etmişti. Bu başarıda ailesinin katkısı ve yardımı yadsınılmaz, fakat ikinci albümü Vagarosa ile aynı yapıyı sürdürüp geleneksel tınıları daha da geniş bir çerçevede ele alınca, bu başarısının tesadüfî olmadığı ortaya çıktı. Vagarosa çalışması Maria do Céu’nun özgür fikirleriyle şekillenmiş bir albüm olup, bünyesinde ihtiva ettiği 70’ler org tınılarıyla, klasik caz, soul ve folk müziğin yeterli düzeyde drum’n’bass etkileriyle birleştirildiği çok başarılı bir çalışma. Müziğinin modern yapısının aksine vokali üzerindeki Billie Holiday, Ella Fitzgerald ve Sarah Vaughan gibi klasik isimlerin etkisi çok ilginç, başarılı bir sentez ortaya çıkartıyor. Bu albümden büyük bir hit çıkartmak zor, çünkü her beste aynı düşünceyle oluşturulmuş ve birisinin ön plana geçmesi bu sebeple önlenmiş. Marisa Monte albümleri gibi dinlerken karmaşık duygular hissettiren modern, aynı zamanda geleneksel bir albüm, Vagarosa. Farklı müzik dinlemek isteyenler için. Baha Özer
Electrofone Music
BUIKA
Love Comes Close 8/10
Sadece altı parça ve 26 dakikalık Song of Songs, aslında bir albümden öte, tadımlık melodik çerez. Ancak özlüğüne rağmen karşımızda dikkat çeken bir üretim var. Inbar Bakal, şu an Los Angeles’ta yaşayan Iraklı ve Yemenli ebeveynlere sahip, İsrail doğumlu bir Yemen Yahudisi. Zorunlu askerlik hizmetinden sonra çocukluğundan beri hayalini kurduğu şarkıcılığı kovalamak için buraya yerleşmiş. Kısa bir süre sonra ise yolları prodüktör ve müzisyen Carmen Rizzo (Seal, Jem, Coldplay ve Paul Oakenfold gibi birkaç popüler grubun ses sentezini inşa eden ve aynı zamanda Niyaz’ın beyni olarak kabul gören önemli şahsiyet) ile kesişmiş. Rizzo’nun hâkimiyetinde Bakal, antik Yemen ezgilerini modern elektronik yerleştirmeler ile günümüz Dünya Müziği sevenlerinin kulağına taşıyor. Mezmur cümleleri Sebt coşkusu ile birleştiren albüm, Musevi ve Müslümanlar arasındaki göz korkutan sınırları yerle bir ediyor. Musevi, Arap, Hint ve Akdeniz izleri çıkıyor albüm boyunca karşımıza çıkıyor. Mistik bir harmanlama içerisine giren bu müzikler Bakal’ın sesi sayesinde bir bütünlük oluşturuyor. Niyaz, Azam Ali, Sussan Deyhim ve hattâ rahmetli Ofra Haza’yı sevenler, şüphesiz Inbar Bakal’ı zorlanmadan kucaklayacak. Zekeriya S. Şen
Heartworm
El Última Trago 8/10
Cold Cave’in dinleyiciye sunduğu 80’lervâri synthpop ezgilerini duyduktan sonra kurucusu Wesley Eisold’un hardcore punk geçmişinden haberdar olmak gayet sarsıcı bir etki yaratabilir. Some Girls, Give Up The Ghost gibi gruplarda yıllarca şarkı sözü yazarı ve solist olarak yer alan Wesley Eisold, o dönemlerde herhangi bir enstrüman çalamadığı için grupların müziğinde belirleyici bir rol üstlenmekten özenle kaçınmış, sonunda kafasındaki müziği yapabilmek için Cold Cave adı altında yoluna tek başına devam etmeye karar vermiş. Arkadaşlarından edindiği Casio org ve synthesizer ile kendi bestelerini yapmaya başlamış. Başlangıçta Eisold’un solo projesi olan Cold Cave, Dominick Fernow ve Xiu Xiu’dan Caralee McElroy’un da katılmasıyla çoktandır bir grup hâlini aldı. İlk Cold Cave albümü Love Comes Close ise kasım ayında Matadors tarafından piyasaya sürüldü. Albümün ilk single’ı “Love Comes Close”, “Youth And Lust” gibi parçalarda Eisold’un akıcı ritimlerle garip bir uyum oluşturan bariton sesini duymak mümkünken, “Cebe And Me” ve “Life Magazine”in vokallerini McElroy üstlenmiş. “I.C.D.K.” synthpopun şanına yaraşır hareketli bir şarkı. “Heaven Was Full” ise Cold Cave’in müziğinin ne kadar da karanlık olabileceğinin bir kanıtı. Seden Mestan
Wea International
9/10
İnsanın duygularını yerle bir eden ve bunu da sadece vokal melodileri ile başaran buğulu sesli Buika, Küba’nın efsanevî piyanisti ve bestecisi Chucho Valdés ile oluşturduğu El Última Trago albümüyle çok ilginç bir çalışmaya imza atıyor. Chucho Valdés’in etkileyici caz piyano melodileri yanında soul müziğin getirdiği bir ciddiyeti üzerinde taşıyan Buika, nefis gırtlak nağmeleriyle Kosta Rika doğumlu Meksikalı ünlü sanatçı ve yorumcu Chavela Vargas’ın ünlü eserlerini ustalıkla yorumluyor. Kendisinin Roman kültürüyle beslenmesi ise bu şarkılar üzerinde değişik ambiyanslar yaratıyor. Şarkılarda kullanılan caz altyapısı üzerinde çok yoğun olmayan flamenko etkisi, bunun yanında trompet soloların ve perküsyonların varlığı da, bu albümün çok çeşitli kültürlerden beslendiğini açık bir şekilde gösteriyor. Chavela Vargas’ın “Luz de Luna”, “Las Ciudades” ve “Canción de Las Simples Cosas” gibi klasik besteleri Buika’nın sesi ve Valdés’in sihirli parmaklarında bir daha anlam bulurken, El Última Trago albümü “bir aşkın resmedilişi” olarak müzik dünyasında yer alıyor. Kaydı Küba’da Havana’da yapılan bu muhteşem albümün tüm bünyelere anlamlı hatıralar yaşatacağı çok açık. Dünya Müziği’nin gurur duyulacak kayıtlarından bir tanesi. Baha Özer 107
ALBÜMLER
ÇEŞİTLİ SANATÇILAR
CHARLOTTE GAINSBOURG
2. Favourite Places Audiobulb
IRM 7/10
Favourite Places adlı ilk derleme, 2007 yılında piyasaya verilmişti. IDM, glitch, ambient ve saha kayıtlarından beslenen bir havzada yeşillenen bu derlemenin ikinci adımında yine önemli isimler karşımıza çıkıyor. Lawrence English, Sawako, Autistici ve Icarus, bunlar arasında dikkati ilk çekenler. Audiobulb etiketi elektronik müziğin daha deneysel uçlarında konumlanmış olsa da, duygusal vurgusu kuvvetli çalışmalara imza atan bir etiket. Proje için çalışmada yer alan müzisyenlere dijital/elektronik seslerden ve saha kayıtlarından yola çıkarak en sevdikleri yerleri anlatmaları istenmiş. Böylelikle çeşitli ses kayıtlarıyla ana kurgusu belirlenen çalışmada, dış dünyamızdan kendi içimize ulaşacak olan bir hikâye ortaya çıkartılmaya çalışılmış. Amaçlanan, dinleyicilerin de kendi pasif konumlarından çıkıp, sevdikleri mekânları (eviniz ya da sayfiyede bir bahçe, vb.) sadece görsel olarak değil işitsel olarak da dikkatlice süzgeçten geçirip, sahiplenmelerini (yada içselleştirmelerini) sağlamak. Bahsi geçen isimler dışında Yannick Franck, Michael Santos, Calika ve He Can Jog’un parçaları ambient / IDM arasında salınan, pastoral efektli süslemeleri ve naif kurgularıyla ekstra bir dikkati hakeder nitelikte. Okan Aydın
108
Elektra
9/10
1986 tarihli Charlotte For Ever, Serge Gainsbourg’un komutası altında kaydedilmiş bir albüm olduğundan, Charlotte Gainsbourg’un kendini müzikal olarak ifade edebilmesinde pek de faydalı olamamıştır. Buna rağmen, babasının vefatıyla birlikte Charlotte Gainsbourg da müziğe devam etme konusundaki cesaretini yitirmişti bir süre. Bir Radiohead hayranı olan Gainsbourg, Nigel Godrich’i kendisiyle çalışmaya ikna edemeseydi, ikinci albümü için çalışmalara belki hâlâ başlamamış olabilirdi. 2006 yılında tamamlanan 5.55’ın ardından Gainsbourg, üçüncü albümü IRM’i geçtiğimiz aralık ayında yayınladı. Gainsbourg’un bu seferki işbirlikçisi ise saygıdeğer müzik adamı Beck. 5.55 tayfası Gainsbourg’un müzikal alanda yolunu açsa da, sınırlarını zorlayıp geri plana attığı kişiliğini müziğine dâhil etmesini sağlayan Beck olmuş. IRM ile birlikte Gainsbourg da deneysel müziğe geçiş yapıyor. Bir Gainsbourg-Beck düeti olan “Heaven Can Wait” ve “IRM” gibi şarkıları dinlemek, Gainsbourg’un müzikal dönüşümünü anlamak için yeterli aslında. Yok eğer Charlotte Gainsbourg’dan ziyade Beck ile ilgileniyorsanız, size tavsiyemiz “Le Chat du Café des Artistes” ve sanki Sea Change’e aitmiş izlenimi yaratan “Time Of The Assassins”i dinlemeniz. Seden Mestan
MARINA ROSENFELD P lastic Materials
LAURA VEIRS
Room 40
9/10
RMB Records / Bella Union 8/10
Lawrence English’in Avustralya menşeli Room 40 etiketi, her daim gönül rahatlığıyla kulak kabartabileceğiniz, nitelikli soyut elektronika işleriyle rüştünü ispat etmiş ve kataloğuna arasıra göz atmanın sayısız nimetler barındırdığı adreslerden biri. Elimizdeki çalışma, daha önce Tomlab’in deneysel işleri sahiplenen yan kolu Softlmusic, Christof Kurzman’ın takdire şayan etiketi Charhizma ve Locust gibi etiketlerle çalışan Marina Rosenfeld’e ait. New Yorklu Rosenfeld, müzisyen kimliğinin yanısıra görsel sanatlar (video, fotoğraf, vb.) ile de yakından ilgilenen, çeşitli performans gösterileri ve ses yerleştirmesi işleriyle de bunları harmanlayan çizgi dışı bir isim. Albüm minimal bir kurgu içinde, hipnotik piyano dokunuşları ile deneysel ses öbeklerinin sinematik vurgusu kuvvetli bir arka plan dâhilinde incelikle işlendiği ve glitch janrına yakın bir atmosfere sahip. Keskin ve havada uçuşan sinyal sesleri, üst üste bindirilmiş parçalı vokal kullanımları ve dingin temposunun içine yedirilen anlık işitsel değişimler maharetle biçimlendirilmiş. Ziyadesiyle minimalist ve soyut bir alan üzerinde kendi yolunu çizen çalışmadan, her defasında başka başka ses parçacıklarının kılavuzluğunda benzersiz ve farklı lezzetler almak mümkün. Okan Aydın
Laura Veirs, yedinci albümü July Flame’le yine kemik dinleyicisine hitap ediyor. İlk albümünden bu yana belli bir kaliteyi koruyan çalışmalar üreten Veirs ilk dikkat çekici başarısını Amerika’nın batısını gezen bir kızı anlatan The Triumphs and Travails of Orphan Mae konsept albümü ile elde etmişti. Sonraki Carbon Glacier, Year of Meteors ve Saltbreakers albümleriyle de başarısını sürdürmüştü. Kendisinin bestelerine dikkat ederseniz vasat bir işle karşımıza çıkmadığını görürsünüz. Hep kaliteli müzisyenlerle çalışmış, bluegrass, country ve folk müziğini basit ama etkileyici süslemelerle modern hâle getirmiş ama şeytanın bacağını maalesef bir türlü kıramamıştı. My Morning Jacket’den Jim James’in vokal harmonileriyle dolu olan son albümü ise pek bir farklılık içermiyor. İlk olarak albümle aynı adı taşıyan “July Flame”deki yaylı desteği, eski tarz country gitar tonlarının kullanıldığı “Sun is King”, yol şarkıları kategorisine sokabileceğimiz “Life is Good Blues”, akustik ve yaylı enstrümanların dengede tutulduğu bu albümün dikkat çekici besteleri. Laura Veirs bu son çalışmasıyla Amerikan bağımsız filmleri gibi durgun bir atmosfer yaratarak, her şarkıda ters köşeye yatırıyor. Baha Özer
July Flame
ALBÜMLER
NIKAKOI
NUEARZ
Selected
Laboratory Instinct
KIRA NERIS
Saturation Point 8/10
Nikakoi ya da asıl adıyla Nika Machaidze, Gürcistan orijinli bir yönetmen ve film müziği bestecisi. Elektronik müzik camiasında zaman zaman Erast adıyla yaptığı çalışmalarla da adı duyulan müzisyenin iki CD’den oluşan bu özel çalışması, 2002 ve 2003 yıllarında yayımladığı Sestrichka ve Shentimental albümlerine ek olarak taptaze 10 yeni parçanın bir araya getirilmesinden oluşan 30 parçayı içeren etkileyici bir albüm. Sade ama derinlikli, gösterişsiz ama iyi işlenmiş bir IDM külliyatı olarak değerlendirebileceğimiz albümde, Nikakoi birbirinden tamamen farklı ses kümeleri arasında âhenkle dolaşıyor ve her birinde bir şekilde içimizi titreten noktaları deşifre ediyor. Yeri geldiğinde bu bir vokal oluyor, bazen bir piyano melodisi yada elektronik bir çıtırtı. Ama albüm boyunca karşımıza çıkan parçaların tümü, sanki farklı kollardan tek bir bütünü besler nitelikte. Ana güzergâhı çok fazla deforme etmeden, ancak bin bir çeşit ses/renk kullanarak ve genelgeçer kalıplara yüz vermeden ortaya çıkartılan çalışma, bu özelliğiyle IDM/ glitch tarzlarına yakın duranlar için arşivlik bir belge. Deneysel dokunuşlar, steril ve dokunaklı minimal yapılandırmalar eşliğinde nefis bir elektronik müzik dinletisi vaat ediyor Nikakoi’nin çalışması. Okan Aydın
Skam
FOUR TET
A Frozen Second 6/10
90’ların başından bu yana elektronik müzikseverlerin her daim kontrol listesinde olan Skam, bugüne değin bizleri Gescom, Freeform, Bola, Boards Of Canada, Team Doyobi gibi çok önemli isimlerle tanıştırmış kült statüsündeki etiketlerden biri. İlk albümü Saturation Point’i çıkaran Japon müzisyen Kazuhiro Okuda, yani Nuearz ise Skam’ın sunduğu yepyeni bir isim. Elektronika, IDM ve breakbeat janrları arasında hop oturup hop kalkan, oldukça renkli ve dinamik bir albüm elimizdeki. Zengin bir melodik yapı içine fazlasıyla bol miktarda döşenmiş elektronik doku ve vuruşlar, yoğun ve çok katmanlı bir yapı ortaya çıkartsa da, zaman zaman yıpratıcı bir müzikal dil yaratıyor. Ardarda sıralanmış bu biçimlendirmeler arasındaki hızlı geçişler bazen baş döndürüyor. Albüm genelindeki sıcak ve parlak tonlarla bezenmiş parçaların birçoğu bir şekilde bizi yakalamayı becerse de, bu kurgunun zayıfladığı bazı noktalarda birçok malzemenin eşzamanlı işlenmesinden çıkan hafif dağınık bir görüntü sergileniyor. Ara pasajlarda denk gelinen bazı ucuza kaçan melodilerin yanısıra, dinleyene pek nefes alma şansı tanımayan kurgusu, albümün tamamına sirayet eden keskin işitsel kimlikle beraber, dinleyeni biraz yoruyor. Okan Aydın
Faces / Futuristica Music
There Is Love In You 7/10
Behind Closed Doors adlı ilk albümüyle acid jazz türünde iyi bir yerlere gelmeyi amaçlamış Kira Neris, albümün açılış şarkısı “Open Doors” ile dikkatleri üstüne çekmişti. Müziğinde house ve dance türünün yoğun etkilerini caz ile birleştirip acid jazz’in yeni yeteneği olarak lanse edilen Fransa’nın bu ilginç ismi, birçok ünlü isimden de büyük destek görüyor. A Frozen Second adlı ikinci albümüyle ünlü İngiliz DJ Gilles Peterson’unda yoğun takdirini kazanan Kira Neris, ilk çalışmasındaki başarısını kısmen devam ettiriyor. Birbirini tekrar eden melodiler, downbeat ve groove bir yapı ile birleştirilip öyle sunuluyor, ama bir yerde de albümdeki bestelerde çok fazla çeşitliliğe gidilmemiş (soul etkiler çok etkili olabilirdi), bu da A Frozen Second’ın tekdüze yaklaşımını gözler önüne seriyor. Yer yer minimal müziğin çok iyi örneklerinin sergilendiği bu albümde neo soul’un kaliteli isimlerinden birisi olan Cecilia Stalin “Together” adlı çalışmada vokallerini bizden esirgememiş ve dikkatli dinlendiğinde çok zevk alacağınız bir çalışmaya imza atılmış. Hızlı ritimlerin klasik caz piyano ile buluştuğu “Rush!” ve tekno vuruşlarının cirit attığı “Long Live The Queen”, albümdeki en farklı çalışmalar olarak gözüküyor. Baha Özer
Domino Records
7/10
Four Tet’in underground elektronikası, her daim duygu yüklü ambiyansı ve samimiyetiyle insanın içine işlemeyi iyi biliyor. Müziğinin en etkileyici yanı, insanı sık boğaz etmeyen ve ferahlığından ödün vermeyen doğası. Canlı enstrümantasyonlardan yarattığı seslerle kurduğu organik bağlar, artık teşhisi kolay bir karaktere sahipler. There Is Love In You da insana, “Bu Four Tet’in yeni albümü mü?” dedirtiyor. Albümün kapağındaki renkleri andıran bir ses paletinden seçtiği seslerin, alışılmış 'Four Tet sesleri' olduğunu söylemek mümkün. Fakat albüm, genel havası itibariyle bugüne kadarki çalışmalarından daha gerçekçi tınlıyor. Melekleri andıran seslerle midtempo bir açılış yapan “Angel Echoes”un ardından albüme yayılan “Love Cry”, “Sing”, “This Unfolds” gibi parçalarla Four Tet’in saklandığı yerden çıkarak kendini karanlık kulüplere atışına tanık oluyoruz. Kullandığı sesler tanıdık gelse de, Four Tet bu albümle seyircinin karşısına kendinden daha emin bir hâlde çıkıyor gibi. Bir kulüp marşını andıran “Plastic People”ı dinlediğinizde Four Tet’in underground elektronik müziğin çağdaş isimlerini de paletine dâhil ettiğinden emin oluyorsunuz. Geçtiğimiz sene kendisiyle ortak bir çalışma ortaya koyduğu Burial’ı da bu isimlerin arasında saymak zorundayız. Albüm, insanı yer yer rüyaların içine çekse de, daha ziyade bilinçli bir tüketime uygun olarak tasarlanmış ve bu Four Tet’in üzerine çok yakışmış. Ekin Sanaç 109
Babylon Is Music... MUSIC IS PASSION
MUSIC IS PASSION, HIP HOPUN TUTKU DOLU RİTİMLERİNDEN, DİSKO VE SOUL'UN ÖLÜMSÜZ RUHLARI TARAFINDAN ELE GEÇİRİLMİŞ ELEKTRONİKALARA UZANARAK HAREKETLİ BİR SEÇKİ SUNUYOR.
01 _ Wax Poetic _ Cihangir (Brennan Green Remix) İlhan Erşahin ile DJ ve prodüktör Brennan Green, Cihangir’de New York tarzı bir buluşma gerçekleştiriyor, albüm, tempolu bir açılış yapıyor. 02 _ Beef Wellington featuring Swamburger _ Magnetic Hip hop, funk ve house ritimlerini birbirine harmanlayan “Magnetic”, prodüktör Beef Wellington ile MC Swamburger’i buluşturuyor. 03 _ Dub Pistols featuring Ashley Slater _ Back To Daylight Norman Cook ile birlikte Freak Power’ın kurucusu olarak tanınan çok yetenekli Ashley Slater, Dub Pistols ile bir araya gelerek tempoyu tırmandırıyor. 04 _ Katalyst featuring Mat McHugh _ Over and Over Gilles Peterson tarafından modern soul’un sesi olarak nitelendirilen Katalyst, uzay çağına ait funk, soul, hip hop ve rock karmasıyla aramızda. 05 _ Marcel _ Sword Progression Carmel olarak da tanınan Macar elektronika sanatçısından, hip hop vokalleri funky seslerle buluşturan dingin bir geçiş. 06 _ Tensnake _ Congolal Alman DJ, disko müziğin geleceğinin tasvirini yapıyor. 07 _ Sleazy McQueen featuring DJ Itek & Q-Burns Abstract Message _ Big Times, Big Things (B-Team Remix) Doksanlar tınısındaki vokaller, funky ve jazzy altyapılarla dengelenerek dans hissini tetikliyor.
110
08 _ Benny Berigan _ Caravan Duke Ellington'un “Caravan”ı Berigan'ın elinde nu jazz'in egzotik bir hâline dönüşüyor. 09 _ Karuan featuring Oddateee _ Reflections of a Poem Hip hop ritimleri üzerine gelen dub dokunuşlar MC Oddateee ile buluşuyor. 10 _ Sally Shapiro _ I’ll Be By Your Side (Tensnake Remix) ‘Italo disco’ geleneklerine, İsveç pop ritüellerini göz ardı etmeksizin öykünen Shapiro tınıları, Tensnake'in remiksinden geçerek albümün tepe noktalarından birine ulaşıyor. 11 _ Ghostland Observatory _ Stranger Lover Elektronik beat'leri old-school gitarlar ve baskın vokallerle bir arada sunarak özgün bir tat yakalayan Amerikalı ikili, albümün en karanlık dakikalarını hazırlıyor. 12 _ Secret Stealth _ Stealth 1 Daft Punk'ı akla getiren groove'larla gelen Secret Stealth, baştan çıkartıcı bir retro disko house şöleni sunuyor. 13 _ Society _ The Rules Of Attraction Seksenlerin karanlık elektronik müziklerini parlatarak kendine has gösterişte bir elektronika yakalayan İngiliz ekibin parçası dans pistlerine sesleniyor. 14 _ Rubies _ Diamonds On Fire (Pyramid Dub Version by Sorcerer) Californialı Rubies, yumuşak melodileri ve dinlendiren vokalleriyle – kendi deyişleriyle – dans edebileceğiniz bir folk ve ev yapımı diskoyu size getirerek albümün kapanışını yapıyor.
111
KİTAP - Hazırlayan: Melikşah Altuntaş DEAR ME Joseph Galliano Simon & Schuster Ltd Eğer 16 yaşındaki hâline mektup yazabilme şansın olsaydı, ona ne söylerdin? Muhtemelen o zamanki hâlinden daha ılımlı, daha az hırçın kelimeler seçerdin ya da belki öğütler sıralardın. Belki de “Aynen devam, oğlum!” derdin… İşte Dear Me de dünyanın önde gelen isimlerinin 16 yaşındaki hallerine yazdıkları bu mektupları içeren, hırçın, kararlı, destekleyici, olgun ya da son derece cıvık mektuplardan oluşan keyifli bir toplama. İleriki yıllarda gözde bir pop yıldızına, usta bir yönetmene, Oscarlı bir aktöre, çok satan romanlar yazarına, alanında eşsiz bir doktora, korkusuz bir kâşife ve hattâ bir başpiskoposa dönüşecek sayısız 16’lık ergeninin o anki hislerini, dünyalarını deşifre eden kitap, bu yönüyle her türden okuyucu kitlesinin ilgisini çekebilecek, güçlü bir materyale sahip. Hepsi de büyümek isteyen azılı bir ergenin iç dünyasına dair benzersiz bir öngörü sunuyor. Annie Lennox, Jackie Collins, Alison Moyet, Rosanne Cash, Yoko Ono, Emma Thompson gibi sayısız ünlü kişi ve çok daha fazlasının satırlarından oluşan Dear Me, hem sizin için, hem de anne babanız, kardeşleriniz ya da büyükanne ve büyükbabanız için, ama en çok da etrafınızda gezinen bir 16’lık varsa onun için, karşı konulmaz bir hediye.
MED SUD Í EYRUM VID SPILUM ENDALAUST Sigur Rós Chronicle Books Dinleyicisini ruhun iklimleri arasında geziye çıkartan dünyaca ünlü İzlandalı topluluk Sigur Rós’un, geçtiğimiz yıl çıkarttığı beşinci stüdyo albümü Med sud í eyrum vid spilum endalaust ile aynı adı taşıyan bir albüm-kitap yayımlandı geçtiğimiz aylarda. Kitap, Sarah Hopper tarafından düzenlenmiş, grubun “Kulaklarımızda bir vızıltıyla, sonsuz bir oyun” gibi Türkçeleştirilebilecek albümünün yapım sürecini, Eva Vermandel tarafından çekilmiş fotoğraflar ve Nicholas Abrahams’ın çektiği iki filmlik DVD ile belgeliyor. DVD kayıtlarından ilki, albümün en dikkat çekici parçalarından “Ara Batur”un Abbey Road’daki dev koro ve orkestrayla gerçekleşen nefes
112
kesici kayıt sürecini, ilgilisini tüm aşamaların içine bizzat dâhil ederek tadına doyulmaz bir seyirlikle sunuyor. İkinci disk ise grubun İzlanda, Meksika ve Amerika’da çıktığı turne görüntüleri, sahne provaları, grupla özel röportajlar ve efsane fotoğrafçı Ryan McGinley’nin katkılarıyla çekilen video klip “Gobbledigook”un çekim sürecini ele alan, görsel bir şiir niteliğinde… Vermandel’in kitapta yer alan fotoğrafları da albümün fikir aşamasından uygulamaya, kayıtlardan konser turuna kadar tüm yolculuğunu tek tek hayranlara sunan özel bir arşivlik malzeme sunuyor. Kadife bezden nefis kapağı ve dopdolu içeriğiyle bu başarılı albüm-kitap, başta Sigur Rós’un katıksız hayranlarına, sonra tüm müzikseverlere hararetle önerilir.
DEATH TO TRAD ROCK John Robb
Cherry Red Books Geçtiğimiz ay grubu The Membranes ile İstanbul’da, unutulmaz bir performansa imza atan İngiliz yazar ve müzisyen John Robb’un, 80’li yılların sıkıcı ve birbirinin aynı cıvık popunu, yeraltından çıkıp bir anda yıkan ve tüm dünyayı etkisi altına alan post punk akımını ele aldığı kitabı Dead to Trad Rock, bugüne dek eşi benzeri olmayan bir kaynak olma özelliği taşıyor. O günleri yaşamış ve akımın öncülleriyle beraber takılmış, birlikte müzik yapmış birinin ağzından, o zamana dair anı ve anekdotları okumanın keyfi elbette ki bambaşka. Dead to Trad Rock, işte böylesi bir tecrübeyi, derinlemesine ama sıkmayan analizler, bağımsız sahnenin tozuyla yoğrulmuş hikâyeler üzerinden son derece keyifli bir biçimde yansıtıyor. John Peel’in akıma katkılarını layığıyla teslim ederken, Three Johns, The Ex, The Wedding Present, A Witness, The Membranes, Bogshed ve Big Flame gibi grupları da es geçmeyen kitap, özellikle post punk türünün ilgilileri için bulunmaz bir kaynak, eğlenceli bir rehber.
THE WIRE PRIMERS A Guide To Modern Music Rob Young Versoi Karşınızda deneysel seslerin kutsal kitabı niteliğindeki bir derginin, modern müziğin gelişimi hakkında aydınlatıcı bir temel kitabı duruyor. The Wire dergisinin editörü Rob Young, yanına derginin tüm yazarlarını alarak evrensel müziğin ilahları ve eğilimlerini yansıtan bir rehber hazırlamış okuyuculara. Kitapta, Captain Beefhart ve The Fall gibi rock efsanelerinden James Brown ve Fela Kuti gibi funk ilahlarına, Sun Ra ve Ornette Coleman gibi deneysel cazın öncü isimlerinden John Cage ve Morton Feldman gibi yenilikçi bestecilere uzanan geniş bir yelpazede, bir anlamda müziğin çeşitliliği kutsanıyor. Turntable marifetlerinden öncü metal denemelere kadar çeşitli eğilimleri, Brezilya Tropicália gibi alternatif sesleri bir arada inceleyen kitap, ana akım müziğin altındakileri eşelemekten, yeni ve farklı dünyaları didiklemekten hoşlananlar için keyifli bir giriş kapısı.
THE OTHER ROOMS Yoko Ono
Charta/Wunternaum Press The Other Rooms, Yoko Ono’nun ilk kez 1964’te yayımlanan, 70’li yıllarda daha yaygın bir dağıtım ağıyla kısa sürede kült bir sanat kitabı klasiğine dönüşen Grapefruit adlı önceki çalışmasının devamı niteliğindeki yeni kitabı. Önceki kitapla cilt ve baskısı ile de mükemmel bir uyum gösteren The Other Rooms, Ono’nun daha önce göstermediği pencereler açıyor ilgilisine. Hayata oğlunun gözlerinden bakan bir kadının yaşamını, günlük hayatın mutlak kuralları ve takıntılarını, şekilci bakış açılarına meydan okuyan bir üslupla gözler önüne seriyor. Sahiplik hislerimizi gözden geçirmeye, eşyalar ve yazılı olmayan kurallar üzerindeki egemenliğimizi sorgulamaya itiyor. The Other Rooms bu mânâda, kapıların olmadığı bir yerde kapı açmanın bir yolunu bulan keyifli ve etkileşimli bir maceraya dönüşüyor.
Hazırlayan: Melikşah Altuntaş -
TRAINSPOTTING (1996)
HUNGER (2008)
Tiglon
Criterion
90’lı yılların en önemli filmlerinden Trainspotting’in, hayranları tarafından on yılı aşkın süredir beklenen DVD baskısı nihayet raflardaki yerini aldı. Türkiye’de daha önce yalnızca VCD formatında yayımlanmış olan bu önemli filmin Bir Film & Tiglon tarafından piyasaya sürülen baskısı, şık bir karton kapak ve başarılı bir tasarıma sahip. Ne yazık ki ekstraları itibariyle aynı zenginliğe sahip olduğunu söylemek mümkün değil. İnsan bunca yıl bekledikten sonra en azından bir çift diskli koleksiyoner versiyon bekliyor hâliyle. Yine de elimizdeki baskının da kıymetini bilmek lazım… Danny Boyle’un adını tüm dünyada hepten duyuran ve Ewan McGregor’ın yıldızlık mertebesine ulaşmasının sağlam basamaklarından biri olan Trainspotting, doksanlı yılların hızlı gençliğini dönemin şanına yakışır hızlı bir kurgu ve çarpıcı bir anlatımla harmanlayıp önümüze sunuyordu. Bir dönemin eğlence anlayışı ve yaşam biçimini tasvir ederken dinamizmi elden bırakmayan bu modern klasiği hâlâ izlememişler ve tekrar tekrar izlemekten bıkmamışlara hararetle öneriyoruz.
ÇIPLAK (1993) Tiglon Bir Film & Tiglon’un doksanlı yılların eşsiz filmlerini Türkiye’deki koleksiyonerlerle buluşturma hamlelerinden bir diğeri de Mike Leigh’in katıksız başyapıtı Çıplak / Naked. Antikahramanı Johnny ve Londra sokaklarındaki beyhude varlığının, ete kemiğe bürünmüş diyaloglar ve çarpıcı senaryosuyla beyaz perdedeki en özgün nihilizm yorumlarından birine dönüştüğü film, ülkemizde de küçük ama sağlam bir hayran kitlesine sahip. David Thewlis’in Johnny rolünde harikalar yarattığı, Londra’nın hiçbir filmde olmadığı kadar kasvet ve sıkıntılı göründüğü, perişanlığın had safhada yer aldığı film, Leigh’in sonradan çekeceği harika filmlerin de bir habercisi olup, döneminin en önemli yönetmenlerinden birine dönüşmesinin en hakikî nedenlerinden biri niteliğinde.
Geçtiğimiz yıl tüm dünyada hem seyirciyi hem eleştirmenleri kendine hayran bırakan, sert, zorlu ve insanın içine işleyen bir seyirlik, Hunger. Öyle ki, film bittikten sonra midenize inen yumruğu hazmetmek o kadar da kolay olmuyor… IRA militanı Bobby Sands ve arkadaşlarının hapiste yaşadığı zorlu süreci, bir başkahramanın yaşadığı olay örgüsü üzerinden değil de seyircisini tüm olay ve durumlar karşısında tanık sandalyesinden kaldırmadan anlatmayı seçmiş İngiliz yönetmen Steve McQueen, son zamanların belki de en güçlü ilk filmiyle karşımıza çıkıyor. Sean Penn’in başkanlığını yaptığı Cannes Film Festivali jürisinden özel ödül kazanmış Hunger, aynı zamanda Sands’i canlandıran Michael Fassbender’ın hem fizikî, hem ruhanî eforuna hayret ettiren gerçek bir oyunculuk gösterisi. Yeni ve yakın tarihli filmleri basmak konusunda seçici davranan, dünyanın en seçkin DVD şirketlerinden Criterion’ın şimdiden şık bir paketle onurlandırdığı filmi, olabilecek en iyi formatta koleksiyonunuza katmak için bu baskıyı ıskalamayın.
GLEE VOLUME 1: ROAD TO SECTIONALS (2009) 20th Century Fox Nip/Tuck’ın yaratıcısı Ryan Murphy’nin Fox kanalı için yarattığı müzikal komedi Glee, içinde bulunduğumuz televizyon sezonunun başından itibaren öyle sağlam bir seyirci kitlesi edindi ve öylesine büyük bir sükse yaptı ki, dizinin ilk sezonu henüz tamamlanmadan yapım şirketi tarafından ilk DVD seti piyasaya sürüldü. Ohio’da bir lisede idealist bir öğretmenin bir araya getirdiği ezik öğrencilerden oluşan şarkı ve koreografi kulübünde yaşananları konu alan dizi, her bölümde eyalet seçmelerine giden yolda yapılan hazırlıklara yer veriyor ve eski, yeni şarkıların diziye özel yorum ve dansları ile seyircisine keyifli dakikalar geçirtiyor. Eylül ayında başlayan ilk sezonda şimdiye dek
DVD
yayımlanan ve bir mini finale de sahip ilk 13 bölümden oluşan “Road to Sectionals” toplaması, Amerika’da bir fenomene dönüşüp, her bölümün yayını sonrasında iTunes’u göçerten hayranlarını bir süre yatıştıracak nitelikteki içeriğiyle de tatmin edici bir set. Geçtiğimiz Altın Küre ödüllerinde en iyi komedi dizisi ödülünün sahibi olan yapımı geç kalmadan keşfetmek için bu seti edinmekte fayda var.
THERE’S ALWAYS TOMORROW (1956) Eureka Entertainment Ltd. Imitation of Life, All That Heaven Allows, Written in the Wind gibi melodram klasiklerinin usta yönetmeni Douglas Sirk’ün incelikli sinemasının tüm kodlarını içinde barındıran, etkileyici bir film There’s Always Tomorrow. Yoğun mesai saatlerine sahip işinin altında ezilen evli ve çocuklu bir adamın, tamamen masumane bir ilişkiye başladığı bir başka kadınla, ailesinin kadından haberdar olduktan sonra içine düştüğü açmazı konu alan film, mizansen ustası yönetmeninin etkili anlatımından güç alan ışıl ışıl bir seyirlik. Yalnızca kendi döneminin sinemasında yarattığı şaşkınlıkla kitleleri etkilemeyi başarmış bir yönetmen olmakla kalmamış, aynı zamanda Fassbinder, Almodovar, Ozon, Solondz gibi sinemacıları da etkilemiş Sirk’ün nihayet hak ettiği yetkinlikte bir baskıya kavuştuğu There’s Always Tomorrow’un DVD’si, İngiliz koleksiyon serisi Masters of Cinema’nın yeni yılla birlikte raflarda yerini alan ürünlerinden.
113
Bu Kİtabı Bİlİyor Musunuz? Yazı: Ekin Sanaç
I’M WITH THE BAND Confessions Of A Groupie
I’m With The Band, 1984 yılında yayımlandığından beri turne minibüslerinin arka koltuklarında yatan, grupların yolculuklarının vazgeçilmezi ilan edilen bir kitap. Dünyanın belki de en ünlü rock’n’roll groupie’si Pamela Des Barres’ın “seks, uyuşturucu ve müzik”le geçirdiği gençlik yıllarını kaleme aldığı bu kitap, ünlülerden sık sık bahseden ve rock’n’roll tarihine dair birinci ağızdan anlatılan hikâyelerden hoşlananlar için biçilmiş kaftan. Ailesiyle California’da yaşayan Des Barres, küçüklüğünü The Beatles ve Elvis Presley dinleyip onlarla tanıştığı günün hayalini kurarak geçirmiş. Lisede kız arkadaşlarıyla kurdukları Beatles çetesinin ise Paul McCartney temsilcisiymiş. McCartney’e her gün mektup yazan ve onunla tanışmak için türlü maceraya atılan Des Barres, bir süre sonra The Rolling Stones’u keşfederek Mick Jagger için ölüp bitmeye başlamış. Bunu fark eden kız arkadaşlarıysa Beatles’ın üzerine Rolling Stones’u koklayan Pamela’yla yolları ayırmışlar. Pamela’nın esas maceraları ise tam olarak burada başlamış.
Pamela Des Barres, Frank Zappa ile...
114
Pamela’nın, The Doors, Rolling Stones ve The Byrds ile birlikte takılmaya başlaması, liseden bir arkadaşı aracılığıyla Captain Beefheart ile tanışmasına dayanıyor. Captain Beefheart aracılığıyla da Frank Zappa’nın arkadaşı olan Pamela, altmışlı yılların sonlarına doğru efsane müzisyenin çocuklarının resmen bakıcılığını da üstlenmiş. Los Angeles Sunset Strip’te, Frank Zappa’nın kulübesiyle ünlü kulüp Whisky a Go Go arasında mekik dokuyan Pamela ve kız arkadaşları, Zappa’nın prodüktörlüğü ve desteğiyle The GTOs isimli ‘groupie grubu’nu da bugünlerde başlatmışlar. Herhangi bir enstrüman çalmadıkları için başlarda dans koreografileriyle performanslarına başlayan The GTOs, sonradan sahnesini şarkı söyleyerek, dansı teatral öğelerle besleyerek farklı bir yaklaşım ortaya koymuş. İsimlerinin açılımı: Girls Together Outrageously (Saldırganca Birlikte Olan Kızlar) olarak tanınmış. 1969 yılında ilk ve son albüm Permanent Damage yayınlanmış. Bu albüm yayınlandıktan birkaç ay sonra, grubun bazı üyeleri uyuşturucu bulundurmaktan yakalanınca The GTOs da gizemli bir karanlığa gömülmek durumunda kalmış.
I’m With The Band, insanı altmışlı yıllardaki yaşantının içine sürükleyen bir kitap. Tüm hikâye, Des Barres’ın liseden, müzisyen Michael des Barres’le evlenene kadar geçen zaman boyunca özenle tutmuş olduğu günlüğü takiben anlatılıyor ki, bu disiplinli tutumun büyük ölçüde Frank Zappa’nın yüreklendirmesiyle gerçekleşmiş olduğunu öğreniyoruz. Zappa, âdeta gelecekte böyle bir kitabın yayımlanacağını o günlerden görmüş ve bu paylaşımı sürdürmesi için onu zorlamış. Aralardaki özenle seçilmiş fotoğraflar da cabası... I’m With The Band, sıradan bir groupie tarafından anlatılsaydı tüm o boş fikirler ve çığlıklarla tahammül edilmez bir kitaba dönüşebilirdi. Ama Pamela Des Barres sıradan bir groupie değil. Müziğe ve müzisyenlere tutkuyla bağlı olmasının yanısıra, defalarca uğratıldığı hayal kırıklıklarının hepsini büyük bir dürüstlük ve saflıkla karşılayarak insanı şaşkına çeviriyor. Onu tek farklı kılan kıvrak zekâsı değil, aynı zamanda da altmışlara damgasını vurmuş aşk ve barış felsefesini karşılayan yüreği. Tıpkı Captain Beefheart’ın bir gün kulağına eğilip fısıldadığı gibi: “Keşke hepsi senin gibi olsa...” İnsanı Jim Morrison ile sahne arkasına taşıyan bu kitap, Pamela Des Barres’ın olayları anlatışındaki çiğ ve saf tavırla özel konumuna kavuşuyor. Özellikle günlük notlarından bire bir alınan bölümler, aynı anda hem komedi hem de dram dolu. Yakınlaşmalar tüyler ürpertici bir gerçeklik içinde tasvir ediliyor. Çıkılan psikedelik yolculukların detaylı anlatımları ise oldukça sürükleyici. Kitabı okurken şunu fark ediyorsunuz ki, tüm bu hikâyeleri o rock yıldızlarının gözünden defalarca izlediniz ve dinlediniz. İşte hikâyeyi Pamela’dan dinlemek bekli de bu yüzden bu kadar zevkli. “Ateşli bir kucaklaşmanın ardından doğruldu ve, ‘Seni yeniden görebilmeyi çok istiyorum tatlım, buraya gel, beni gör ya da ne zaman istersen ara’ dedi.” (Jim Morrison’a dair) “Mücadele eden bir aktördü, ama ben pek de bir mücadele göremedim. Help Restaurant’ta avokado ve sandviç yiyerek geçen ilk randevumuzdan sonra beni centilmence yatak odasına doğru götürdü.” (Don Johnson’a dair)
HI-FIND Yazı: Reha Arcan
Eski günlere geri dönersek, mesela seksenli yıllara, ve de İstanbul’dan hi-fi almaya kalksak başımıza neler gelir? Öncelikle ne bulursanız almak zorunda kalırdınız. Aldıklarınızın en ufak bir garantisi olmazdı. Bu aletleri size öneren insanların en ufak bir müzikal bilgisi olmazdı. Sadece elde olan aletler tesadüfen eşlenir ve mutlu olunmaya çalışılırdı. Ve herkes bas sesler ve güç üzerine konuşurdu. Müzikal zevki daha gelişmiş alıcılar yurt dışından sistemler getirirlerdi. Bunun tek sebebi İngiltere, Almanya gibi ülkelerde bu satışı yapan insanların deneyimli ve alıcının dinleyeceği müziği anlayan ve bu yönde öneriler veren kişiler olmasıydı. Gelelim günümüze… Doksanlı yılların ortasında İstanbul’da ilk hi-fi mağazaları açılmaya başladı. Bunlar Akusta ve Lotus’tu. Dönemin ekonomik rahatlığı ve insanların ciddî ekipmanlara açlığı ile o yıllarda büyük patlama yaşandı. Bunda İstanbul Hi-fi Kulübü’nün otellerde yaptığı sistem tanıtımları ve Adnan Arduman’ın İstanbul’daki dostlarının sistem fotoğraflarını koyduğu web sitesinin etkisi büyüktür. Hem alışverişte hem de İHFİ sayesinde insanlar birbiriyle tanışıp görüşmeye başladılar. Bunlar içinde müzik konuşan küçük guruplar olduğu gibi, çoğunlukla sadece ekipman tutkusunu paylaşanlar da bir araya geliyordu. İki binli yıllarda ise pek çok hi-fi dükkânı açılmaya başladı. Timpani, Extreme Audio, Actuel Power, Mavi Hi-Fi, Audiogen gibi... Bu mağazalar dışarıdan bakıldığında sadece parası olanların alışveriş yaptığı, daha az bütçesi olan insanların uzaktan geçtiği yerler gibi görünürdü. Para önemli bir kıstasken, bilgi meselesi de çok önemli bir rol oynuyordu. İnsanlar buralara girerken çekiniyordu. Acaba yanlış bir şey söylerim ve bilgisiz görünebilir miyim, vs... Gelelim bu mağazalar neler getiriyor. Dünyada bulacağınız pek çok markayı buralarda bulmak mümkün. Bunlar 100 binlerce dolarlık ekipmanlar olabileceği gibi daha başlangıç seviyesindeki kullanıcıları ilgilendiren sistemler olabilir. Alıcı tipleri de mağazalar gibi farklılıklar gösteriyor. Kimi müşteriler bu sistemleri çok lüks arabalarla
İSTANBUL’DAN HI-FI ALMAK gösteriş yapma hissi ile alıyor. Kimi ise büyük müzik arşivini zevkle dinlemek için. Kimi de hi-fi konusundaki bilgisizliğini saklamak için ya da bilgisini göstermek için. Şimdi bunların hepsini anlatamayacağımıza göre bunlardan iki tanesine konuk olalım ve neler oluyor bakalım. Önce Adnan Arduman’ın sahibi olduğu Timpani’ye uğrayalım. Burası İstinye’de denize nazır, iki katı hi-fi ekipmanlarla dolu, bir katında ise müzik üzerine etkinliklerin yapıldığı bir bina. Adnan Arduman, hi-fi dünyasının yakından tanıdığı bir sima. Buraya gelen müşteri, her iki katta da devamlı çalışmakta olan 10’dan fazla sistemi aynı anda dinleyebilir ve bunlar arasındaki kombinasyonları istediği gibi kurdurabilir. Burası İstanbul’da âdeta hi-fi alımının küçük bütçelerle yapılıp, alınan sistemin çok çok üstünde ses elde edilen bir vaha. Özelikle Adnan Arduman’ın ekipman alan kişiye bunu müthiş müziklerle sunması, alan kişi için büyük bir şans. Burada lambalı amfiler, hoparlörler, dijital çalıcılar, pikaplar, kablolar, gitaristler için amfi lambaları bulunabilir. Bu sistemleri düşük bütçelerden en yüksek bütçelere kadar kurmak mümkün.
İlgili web: www.timpani.com.tr www.lotusconcept.com
İkinci konuk olacağımız dükkân ise Lotus Concept. Tunç Bozoğlu tarafından kurulmuş olan şirket doksanlardan beri iş başında. Tunç Bozoğlu hem eski bir kayıt stüdyosu sahibi hem de bir müzisyen. Lotus Concept, Etiler’de bir bahçe katında faaliyet gösteriyor. Burada daha çok üst seviye kullanıcılar için sistemler bulunuyor. Özelikle pikap ve analog konusunda pek çok köklü markayı barındırıyor. Yüksek bütçeli sistem kurulumlarında oldukça başarılılar. Rahatlıkla, müşteri üzerinde baskı kurmadan satış yapmak, temel prensipleri. İstanbul’daki birçok referans sistemi kurmuş olan bir şirket. Yukarıda bahsettiğimiz iki şirket aynı zamanda İstanbul Hi-Fi Kulübü’nün kurucularıdır. Şimdi baştaki soruya geri dönelim. İstanbul’da hi-fi alınır mı? Cevabı çok basit, alınır. Hem de dünyada olmayan çeşitlilik ve zevkle.
115
Festİval Güncesİ Yazı: Sarp Dakni Foto: Uluç Keçik - Gökhan Kali - Cem Özkan
! f S en Ç ok Yaşa ! Bağımsızlığının 9. yılını kutlayan !f İstanbul 9. AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali yaklaşık 2 hafta boyunca şehirde fırtına gibi esti. 13 bölüm başlığı altında yaklaşık 70 filmin gösterildiği festivalde, uluslararası yarışma keşif, partiler, galalar, ödül törenleri ve belki de en çok, dünyada ilk kez denenen yeni proje !f2: İstanbul'dan Canlı büyük ilgi gördü. Festivalin başlamasına sayılı günler kala !f ekibini mercek altına aldık ve festival sonuna kadar takip ettik. İşte festival süresince gözümüze takılan keyifli anlar...
Festivale sayılı gün kala Pelin, Serra ve Hakan kafa kafaya vermiş programı son haline getirmeye çalışıyor.
Eyvah, Hakan programın son haline itiraz ediyor!
!f İzleyicileri festival boyunca yönetmenleri soru yağmuruna tuttu.
116
Gala gecesi gerçekleşen Yeni Perspektif Ödülleri'nde Ayça Şen salonu kırıp geçirirken bir yandan En İyi Gülümseme ödülünü kazanana takdim ediyor.
Açılış partisinde Contakt ekibinden Magda ve Heartthrob ortalığı inlettti!
117
Röportajları Röp: Levent Dokuzer Foto: Cem Özkan
Daniel Stork İnsanlar seni muhtemelen partilerden ve İstanbul gece hayatından tanıyorlar. Bize aslında kim olduğunu ve burada ne yaptığını açıklar mısın? İsmim Daniel Stork. İstiklal Caddesi üzerindeki görkemli Hollanda Sarayı’nda, Hollanda Kraliyet Başkonsolosluğu’na bağlı muavin konsolos ve kültür ataşesiyim. Parti kısmına gelince; aslında bir parti canavarı değilim ama ben ve ailem her zaman herkesin dans edip eğlendiği partilere katılır ve partiler düzenlerdik. Bu durum yaşadığım her ülkede aynı şekilde devam etti. Birkaç yıl önce bu partileri bir adım ileriye taşımaya karar verdim ve kostümlü partiler vermeye başladım, yani olayı biraz daha gösterişli hâle getirdim. Bu partiler insanlarla tanışmak, işimle özel hayatımdaki insanlar arasında bağ kurmak ve Doğan Apartmanı’ndaki çok sevdiğim dairemde onlarla birlikte eğlenmek için muhteşem bir fırsat. Ne zamandan beri İstanbul’dasın? Buradan önce nerelerde yaşadın? İstanbul’a 2008’de yerleştim. Hemen öncesinde Amsterdam’da yaşıyordum. İşimden dolayı Buenos Aires ve Mozambik’te bulundum. Eğitimimi St. Petersburg ve Napoli’de tamamladım. Çocukluğumu ise Helsinki, Londra, Küba ve Romanya’da geçirdim. İstanbul’u tüm bu diğer ülkelerle/şehirlerle kıyasladığında neler söyleyebilirsin? İstanbul bana 24 saat dinmeyen enerjisiyle biraz Buenos Aires’i anımsatıyor, sahil şeridi ise Cape Town’ı. Aslında tüm favori liman şehirlerimin bir kombinasyonu gibi İstanbul. Yasadığım yer Galata ise gerçekten Napoli’ye benziyor.
118
İstanbul’da ‘güvenli bölgem’ diye tabir edebileceğin, kendinle özdeşleştirdiğin yerler var mı? Sanırım yine Galata, Tophane ve Cihangir. Ayrıca Kadıköy, Sultanahmet ve Samatya’yı da ekleyebilirim. Vespa motorumla gidebileceğim her yer aslında... Tatil için Türkiye’de nereleri tercih ediyorsun? Bozburun’a âşığım. Aynı zamanda yazları Ege sahilinden Alaçatı’ya bisikletle gitmeyi seviyorum... Yol boyunca yeni yerler keşfediyorum. Mesela Türkiye’nin en batı noktası olan Babakale, Assos’tan Lesbos’un manzarası, ellileri anımsatan tatil beldesi Ören, Ayvalık’ın zeytin ağaçlarıyla kaplı tabiatı ve tabiî ki Alaçatı geceleri, kumsal, müzik ve midye dolma... Antakya ve Sinop da çok sevdiğim şehirler arasında. Hollanda Konsolosluğu kültürel aktiviteler söz konusu olduğunda çok aktif. Sanırım senin de bunda payın büyük. Yeni projeler ve etkinlikler var mı yakın zamanda? Yapabildiğimizin en iyisini deniyoruz. Hollanda’da neredeyse 400 bin Türk yaşıyor ve iki ülke arasındaki 400 yılı aşkın diplomatik ilişki de göz önünde bulundurulduğunda tabiî ki bir çok kültür projesi söz konusu oluyor. 2010 İstanbul Kültür Başkenti kapsamında desteklediğimiz birçok proje var. !f İstanbul Festivali’nde çok enteresan Hollanda yapımı bir film gösterildi, Cemal Reşit Rey’de Hollanda Öğrenci Orkestrası’nın bir performansı gerçekleşti. 2010 Eylül ayında ise Dance Platform, Hollandalı bir balet ve bir modern dans topluluğunun muhteşem performanslarına ev sahipliği yapacak.
Hazır etkinlik ve partilerden bahsediyorken... Sen de kendi evinde gerçekleştirdiğin kostümlü partiler ile meşhursun. Yakın bir zamanda yeni bir parti olacak mi? Senede ortalama üç kere düzenliyorum. Sırada Victoria dönemine ait bir tane var. Genelde ekibimden biri ayrılırken veda partisi niteliğinde yapıyorum bunları. Peki ‘Stork Boat’u anlatır mısın bize? Teknende gerçekleştirdiğin partileri de duyduk... Ah evet! Amsterdam’da demirledi. Orada olduğum zamanlarda partileri teknemde düzenliyorum. İstanbul’a getirmeyi planlıyordum ama boğazın akıntısıyla baş edebilir mi bilemedim. Enteresan bir şey söyleyeyim mi? Stork Boat partileri hep bir aşk hikâyesiyle sonuçlanır. Gerçek bir aşk teknesi sanırım benimkisi. Yemeklerle de aran iyi sanırım. Türk mutfağından favorilerin neler? Türk yemeklerinin doğallığını ve tazeliğini seviyorum, sıradan bir lokantada dahi iyi yemek yeme fırsatınız oluyor. Çöp şiş, kebap ve yanında yoğurt, favorim. Zeytin ve zeytinyağı muhteşem burada... Aslında tüm kahvaltılıklar, özellikle de beyaz peynir ve domates. Menemene bayılıyorum, Türk kahvesine bayılıyorum, özellikle de şehir hatları vapurunda yapılanlara. Balık-rakı kültürünü es geçemem ve tabiî ki çeşit çeşit lezzetli mezeleri... Peki son olarak... Babylon Lounge’a ne sıklıkta geliyorsun? Babylon’da ne zaman konser dinlemeye gelsem, sonrasında mutlaka Babylon Lounge’a geçiyorum.
Röportajları Röp: Petek Güner Foto:Gökhan Kali
Aykut Oğut Dünyanın hangi şehirlerinde yaşadın diyerek başlayalım mı? İstanbul, Ankara, Miami, Palm Beach, Virginia, Washington DC, Maryland, New York, New Jersey, Los Angeles. Sanırım en kısa olanlar, toplam 8 ay gibi bir süreyle Miami ve Palm Beach oldu. “Sonunda dönüp dolaşıp geleceğim yer burasıdır” dediğin bir şehir var mı? Los Angeles eninde sonunda dönüp dolaşıp gideceğim yer olacaktır. Henüz hiç yaşamamış olmama rağmen bir gün mutlaka yerleşeceğim yer ise Hawaii adalarından bir tanesi olacak. Tatil için Türkiye’de favori yerin neresi? Neden orayı en az bir kez görmek gerek? Aslında kulağa biraz garip gelecek ama Türkiye’de hiç tatil yapmadım. Bir kere beş günlüğüne Bodruma gitmiştim! Ama çocukken annemin beni Peri Bacaları’na götürdüğünü, oradaki bir yeraltı şehrini hatırlıyorum, çok etkilenmiştim. İstanbul’da yaşamanın sence en eğlenceli tarafı ve en sıkıcı tarafı nedir? En eğlenceli yanı Quantum fiziğin dünyanın herhangi bir ülkesinden daha önce keşfedilmiş olması. Yoksa Galatasaray’ın küçücük sokaklarında tek yönlü bir yolda, zaten bir şerit park etmişken ters yönden gelen bir taksici ile bu taraftan gelen bir taksicinin çarpışması gerekirdi. Maddenin enerji hâlini kullanmayı o kadar güzel öğrenmişler ki iki taksici birbirinin içinden geçip yollarına devam edebiliyorlar. Sıkıcı tarafı ise dur durak bilmeyen bir göç olması. Işığı gören geliyor.
‘Kişisel gelişim’ ne demek? Şöyle açıklayayım: Bir bireyi kontrol altında tutmak istiyorsanız ona bazı gerçekleri empoze etmeniz gerek. Bugüne kadar, bizi kontrol altında tutmak için, duygusal sömürü veya ahlak kuralları gibi araçlarla, sahip olduğumuz bazı kişisel haklar hep bizden uzak tutuldu. Kişisel gelişim, bireyin zaten var olan haklarını ele alması demektir. Kitabının (Evrenden Torpilim Var) diğer binlerce kişisel gelişim kitabından farkı olduğu aşikâr. Sence bu farkı ne yarattı? Böyle gördüğün için teşekkür ediyorum. Sanırım farkı, kendimi hiç ciddîye almamış olmam ve kitabı büyük bir samimiyetle yazmış olmamdır. Beni ağzında piposu, boynunda kaşkolu, okuduğu kitapları referans veren, oturduğu yerden ahkam kesen biri olarak görsünler istemiyorum. Ben hayat denen havuzun içine atladım. Kimi zaman başardım, kimi zaman başaramadım ve hiçbirini saklamaya niyetim yok. Sanırım okuyucular da bu samimiyetime samimiyetle yaklaştılar. Kitabında “Umarım bu kitabı bir kez daha okumak zorunda kalmazsınız” diyorsun. Okurlarına asıl iletmek istediğin nedir? Bakın, inanın ya da inanmayın hiç önemli değil. Diyelim hepsi gerçek, belli başlı bütün dinler bile şunu söylüyor “Tanrı bir parçasını içinize koydu.” Eh o zaman bu sizi küçük bir Tanrı yapmaz mı? Bunu anladığınız zaman, zaten – ben dahil – kimseye ihtiyacınız olmayacak. Aynı zamanda workshoplar düzenliyorsun. Biraz da bunlardan bahsedebilir misin? Türkiye’ye geldiğimde fark ettiğim bir şey beni workshop düzenlemeye itti. İnsanlar kitaplar okuyup, seminerlere gidiyorlar. Çıktıklarında
kendilerini harika hissedip üç gün sonra aynı teraneye geri dönüyorlar. Dedim ki, ben de workshoplar yapacağım. Anlasınlar ki, üç beş günde bu iş olmaz, asıl olay öğrendiklerinizi pratiğe dökebilmekte. Workshoplarıma gelen insanlar, ilk yarıda geldiklerinden daha kötü hissetmeye başlıyorlar çünkü ‘sahte garantiler’ vermiyorum. Şunu anlamaları şart: kafanızı değiştirmedikçe istediğiniz ‘tekniği’ uygulayın vız gelip tırıs gidecek. Son derece interaktif bir web siten var ve bildiğim kadarıyla çok yakında çok değişik bir formatla yenilenmiş olarak karşımıza çıkacak. ayratown.com ve ayrasehri.com isimli bir site kurdum. Amacım pozitif düşünen herkesi bir araya getirmekti. Şu an 3 bin küsur üyemiz var. Eşim ile birlikte aktif olarak sitede gelen sorulara cevap veriyor, bültenler yayınlıyoruz. Martta bambaşka bir şekilde yeniliyoruz siteyi. Amacımız herkesi site üzerinden günlük egzersiz yapmaya, enerjilerini yükseltmeye ve en önemlisi, bu yolculukta yalnız olmadıklarını anlamaya teşvik etmek Biraz da yemekten, müzikten bahsedelim. En sevdiğin yemek ve senin için ilk üç müzisyen/grup/albüm kimlerdir, hangileridir? Her yemeği yerim. Fakat patlıcan yemeklerine karşı ekstra bir düşkünlüğüm var. Her türlü patlıcan yemeği listemin başında yer alır. Son yıllarda müzik grupları yerine film müzikleri ve Broadway müzikalleri daha çok ilgimi çekmeye başladı. Çünkü bütün albüm bir hikâyeyi anlatıyor. Müzikle bir hikâye anlatmak hayran olduğum bir şey. Size en sevdiğim üç filmin albümlerini söyleyeyim: Once Upon a Time in America, Scent of a Woman, Phantom of the Opera.
119
Dünya Prömiyeri Türkiye Prömiyeri İstanbul'da ilk kez Yeni Albüm Buluşma Parti
MART
BABYLON Mart-Mayıs Programı
01.03
02.03
03.03
04.03
Pazartesi
Salı
Çarşamba
Perşembe
Lokal Anestezi
Taylor McFerrIn wIth Bora Uzer Nublu Jam SessIon
123 / İlhan ErŞahİn's Love TrIo featurIng Taylor McFerrIn
EddIe Henderson Quartet featurIng JuınI Booth & Kenny Wollesen
05.03
06.03
07.03
08.03
Cuma
Cumartesi
Pazar//21:30
Pazartesi
İIlhan ErŞahin's İstanbul İlhan ErŞahİn's I Led SessIons featurIng Eddıe 3 LIves featurIng Henderson EddIe Henderson
Sarp Maden Quartet Alp ErsÖnmez Quartet
Sakız Adası'ndan Paleo Rembetiko
09.03
10.03
11.03
13.03
Salı
Çarşamba
Perşembe
Cumartesi
Yüreğine Sor Ekibinden Karadeniz Türküleri
PortIco Quartet Bugge Wesseltoft wIth frIends
ErIk Truffaz & Sly Johnson featurIng PhIlIppe GarcIa
Göksel — Naim Dilmener & Sarp Dakni ile Eski 45'likler
15.03
16.03
17.03
18.03
Pazartesi
Salı
Çarşamba
Perşembe
Lokal Anestezi
Gondula - Kapalı
Remoov Label Nıght
Baba Zula
19.03
20.03
21.03
22.03
Cuma
Cumartesi
Pazar
Pazartesi
Kim Ki O PIano MagIc
Bora Uzer
Düşler Akademisi - SocIal InclusIon Band
Soul Sendikası ile Funk & Soul Party
23.03
24.03
25.03
26.03
Salı
Çarşamba
Perşembe
Cuma
Ceylan Ertem Albüm Lansman
Marsis
Hüsnü Şenlendirici Quartet
WhIte Rose Movement
27.03
29.03
30.03
31.03
Cumartesi
Pazartesi
Salı
Çarşamba
OldIes But GoldIes
AudIovIsual Monday
Rashit Albüm Lansmanı
Bajar
120
Nİsan
Sakız adası'ndan PaLEO REMBETIKO
06.04
10.04
14.04
15.04
salı
Cumartesi
Çarşamba
Perşembeı
Sakız adası'ndan PaLEO REMBETIKO
Parov Stelar Band
OldIes But goldIes
Baba Zula
17.04
21.04
22.04
28.04
Cumartesi
Çarşamba
Cuma
Çarşamba
Shantel DJ set
Lou Rhodes presents One Good Thıng Kolektif İstanbul
www. babylon. com.tr
05.04 Pazartesi
Balthazar Gevende
30.04 Cuma
OldIes But goldIes
Mayıs
Konser tarihlerindeki olası değişiklikler için aylık kitapçığımızı ve www.babylon.com.tr'yi takip edin.
29.05
12.05
13.05
21.05
Cumartesi
Çarşamba
Perşembe
Cuma
OldIes But goldIes
BrelI Lagrene
OldIes But goldIes
Dub PIstols 121
BABYLON'DA BU SEZON Bu sezon Babylon sahnesi, yine zamanlar ve türler arasında parlayan isimler ve yeni keşifler ile kültleşmiş efsaneleri bir araya getirerek yürek hoplatıyor.
NUBLU JAZZ FESTIVAL ISTANBUL 02-11 Mart , Babylon "Hear the Music of Now!"
İstanbul yepyeni bir festival kazanıyor... İlhan Erşahin ve New York’tan hareketle tüm dünyaya kolları uzanan yaratıcı müzisyen dostları nublu Jazz Festival için bu kez İstanbul’da toplanıyor. Kasım ayında New York’taki kulübü nublu’da sürekli yenileri eklenen projeleri toplayan ve yanlarına caz efsanelerini de ekleyerek zengin bir programla gerçekleşen ilk festival o kadar ilgi gördü ki, bu yepyeni oluşumdan İstanbul’u mahrum bırakmak olmazdı. Slogan yine aynı “Music of now!” Maksat, caz efsanelerini genç yeteneklerle buluşturmak, bugünün sounduna ayak uyduran ve müziğin altın çağından beslenerek 21. yüzyıl cazının köşe taşlarını bugünden koyan usta ve çırak tüm isimleri bir araya toplamak! Festival kapsamında 70‘lerin efsane trompetçisi Eddie Henderson’dan, Avrupa cazının önemli isimleri Bugge Wesseltoft ve Erik Truffaz / Sly Johnson ikilisine; ev sahibi İlhan Erşahin’in İstanbul Sessions, Love Trio ve I Led 3 Lives projelerinden, vokal efsanesi Bobby McFerrin’in babasının yolundan giden müthiş yetenekli oğlu Taylor McFerrin ve İstanbul’daki ruh ikizi Bora Uzer’e; cazın yenilikçi ve enerjik yüzünün yeni nesil temsilcisi Rubin Steiner’den, İngiltere listelerinde sürpriz bir çıkış yapan, 2008 Mercury adayı Portico Quartet’e; Türk cazını canlı tutan genç isimler Sarp Maden, Alp Ersönmez’den, taptaze ve güçlü soundlarıyla 123’e... Enerjisi hiç düşmeyen, önceliği sanat ve müziğin ta kendisi olan bu müthiş müzisyenlerin buluşması İstanbul’a 21.yüzyılın, bugünün soundunu getiriyor... Şüphesiz, kaçıracağınız her konser, pişmanlık sebebiniz olur! Bugünün müziğinin inşasına şahit olun... Ve bolca eğlenin...
122
Remoov Label Night İstanbul merkezli bağımsız müzik yayımcısı Remoov Records, tüm ihtişamıyla Babylon sahnesinde. Remoov bünyesindeki grupların birbiri ardına sahne alacağı gece dans müzik ve elektronik titreşimleri sevenler ve bu anlamda yanı başında neler olup bittiğini merak edenler için kaçırılmaması gereken bir ziyafet. Indieelektronik sularında gezen, dans müziğine eklemlenen kışkırtıcı vokallerle apayrı bir kimya ortaya koyan ikili Bon Mod ve elektro popun parlayan yıldızı ve eğlenceli performansların adamı Ramadan albüm lansmanlarının, 80’ler new wave / post punk klasiklerine duyulan aşkı ve endüstriyel tınıları simsiyah besteleriyle taçlandıran ikili She Past Away ise EP lansmanının şerefine sahneyi ele geçiriyor.
17 Mart
Piano Magic / Kİm kİ o
2007 yılında Babylon'da gerçekleştirdiği unutulmaz performansla, duygu yüklü parçalarını olağanüstü bir enerjiyle seyirciyle paylaşan Piano Magic, çiçeği burnunda albümü Ovations'ı Babylon'da vereceği ikinci bir konserle kutluyor. Glen Johnson öncülüğünde 10 seneyi aşkın süredir farklı kadrolarla ve farklı tatlarda birbiri ardına ortaya koyduğu albümlerle yerini belirleyen İngiliz topluluk, dark wave, ambient pop ve elektronika geleneklerini harmanlayarak yarattığı özel tınılarıyla ‘kült’ mertebesine oturtulmuş bir isim. 2007 yılında gelen Part Monster albümüyle daha çiğ ve daha güçlü bir sounda yer açtıklarını müjdeleyen topluluk, bu enerjiyi gümbür gümbür işledikleri canlı performanslarıyla büyüleyici bir atmosfere sokmuştu. Ovations ise buz gibi synthleri, endüstriyel perküsyonları ve etnik füzyonlarıyla grubun The Chameleons, Joy Division, The Cure ve Dead Can Dance gibi etkileşimlerine karşı durduğu eşit mesafeyi özetleyen bir bütüne işaret ediyor. Nitekim Dead Can Dance elemanları albümdeki parçalarda konuk müzisyen olarak yer alıyorlar. Piano Magic, muazzam karanlık ve melankolik tınılarının üzerine Londra’daki şehir yaşantısının tüm soğukluğu ve acımasızlığını sayıkladığı performansıyla bir kez daha Babylon sahnesinde. Gecenin açılışını ise geçtiğimiz senelerde yaptığı Avrupa turnelerinin meyvesini baharda yayınlanacak yeni albümüyle toplamanın hazırlığında olan, synth ve bas gitar ikilisi kim ki o yapıyor.
19 Mart
Bora Uzer Soul, pop, R&B ve caz çizgileri taşıyan ve Doublemoon etiketi ile yayınlanan B1 adlı albümü ile İstanbul ve Babylon Alaçatı’da peşpeşe sergilediği performanslarla geçtiğimiz seneye damgasını vuran Bora Uzer, Babylon sahnesini yeniden ele geçiriyor. Bugüne kadar Kangroove ve Panic Attack projeleriyle tanınan Bora, dans müziğinin güçlü isimlerinden Ultra Nate ile çalıştıktan sonra Londra, Hamburg ve İstanbul arasında solo çalışmalarını sürdürdü. Ayrıca Beverly Knight, Jocelyn Brown, Estelle ve Roy Ayers gibi isimlerle de aynı sahneyi paylaştı. Enerjik canlı performansı ve sürprizleriyle Bora Uzer, mart ayında yeniden hayranlarıyla buluşuyor.
20 Mart 123
Marsİs Temelleri 2005 yılında İstanbul'da atılan Marsis, adını Kaçkar Dağları’nın zirvelerinden alıyor. Yedi kişilik kadrosuyla Karadeniz’e özgü enerjik ve çoşkulu müziği kemençeler, tulumlar, gitarlar ve davullarla, folktan rock müziğe uzanan farklı motiflerle süsleyen Marsis, bugüne kadar birçok festivalde sahne aldı ve konserler verdi. Kalan Müzik’ten yayınlanan ilk albümleriyle yöresel tatlara kendi yorumlarını katarak yorumlayan ekip, Babylon sahnesini, nükleer santrallere, savaşlara, bombalara karşı bir çığırtıyla renklendirmeye hazırlanıyor.
24 Mart
White Rose Movement / Wufi
Depeche Mode’un synth popunun aşinalık uyandıran tınılarının electroclash’in buz gibi beat’leriyle buluşması fikri sizin de yüreğinizi hoplatıyorsa doğru yerdesiniz. İsimlerini Nazi karşıtı direniş hareketi White Rose’dan alan Londralı ekip, gücünü de erken dönem post punk gruplarının dirilişini kutlayan akımdan alarak günümüze yakışır bir elektro ziyafet sunuyor. Bugüne kadar Nine Inch Nails, The Rakes, Gary Numan ve The Strokes gibi parlak isimlerle birlikte çıktıkları sahnelerin de vesilesiyle hatrı sayılır bir kitleyi ele geçiren White Rose Movement, stil ve enerji yüklü performanslarından birini mart ayında Babylon’a taşıyor. Gecenin açılışını ise geçtiğimiz sene yaptığı çıkışla Türkiye’deki elektronik müzik ortamına yeni bir soluk getiren Wufi yapıyor.
26 Mart
Rashİt Albüm Lansmanı Doksanların ilk günlerinden beri aktif müzik yapan ve Türkiye’de punk rock deyince akla gelen ilk isimlerden olan Rashit, dört şarkılık yeni ve mini albümle yaklaşık 5 yıl aradan sonra geri dönüyor. Kayıtları Doruk Öztürkcan (Remoov Records) ve Tolga Tolun (SAE Institute) tarafından Stüdyo Offbeat’te, Orkun Tunç prodüktörlüğünde gerçekleştirilen Dinozor, Ossi Müzik etiketiyle yayınlanıyor. Albüme ismini veren “Dinozor”un orijinali, doksanlarda faaliyet göstermiş ve kültleşmiş garage punk grubu Cmuk’a ait. Parçaya Rashit’in getirdiği yorum da böylece ilk kez “sansürsüz” olarak CD ortamına taşınmış oluyor. Mini albüm ayrıca vokalleriyle konuk olan Teoman ve Küçük İskender’le dikkat çekiyor. Dinozor, Rashit’in baharda çıkması planlanan stüdyo albümünün de bir girişimi niteliğinde. Enerjisiyle eski günlerini aratmayan Rashit, yeni albümünü hayranlarıyla canlı canlı ilk kez Babylon’da paylaşıyor. Hem de konuk müzisyenlerle birlikte!
30 Mart
Bajar
Kardeş Türküler’den Vedat Yıldırım’ın vokali eşliğinde, Ortadoğu müzik geleneği ile dünyadaki folk rock tınılarını Kürtlerin müzikleriyle buluşturarak çağdaş bir anlamda metropol hayatına taşıyan Bajar, Kürtçe ve Türkçe çalışmalarıyla çoğulcu ve melez bir üslubun peşinden gidiyor. Kalan Müzik etiketiyle geçtiğimiz sene yayınlanan albümünün ardından Bajar, kültürel hiyerarşinin neden olduğu ayrımcılığa karşı müziğini sarmalamış olan protest tavırla sizi de yanına çağırıyor.
124
31 Mart
Parov Stelar live Avrupa nu jazz müzik arenasının aranan yıldızlarından biri hâline gelmiş olan Parov Stelar, üç yıllık bir aradan sonra yeniden Babylon sahnesinde. Avusturyalı müzisyen ve DJ, house ve breakbeat’in döngüleriyle harmanladığı caz tınıları ve yüklü sample’lı remiksleriyle tanınıyor. Yaratıcı üslubu sayesinde müziğine birbirinden apayrı hisler sığdırmayı başaran Parov Stelar, geçtiğimiz sene yayınlanan son albümü Coco’nun ardından ekibiyle birlikte sizi kâh güldürüp kâh kızdırmaya hazırlanıyor.
10 Nisan
Shantel DJ set DJ/prodüktör Shantel, eğlenmeyi bilenler için bir kez daha DJ setiyle Babylon’da. Büyülü Balkan ritimleriyle tanınan Shantel, Güneydoğu Avrupa ve Balkan geleneksel melodilerini, günümüz elektronik hâkimiyetindeki dans pistlerine ustaca taşıyor. Bucovina Club serisi ile son yılların en ateşli, tutkulu ve duygu yüklü derleme albümlerini yaratan Shantel, çaldığı tüm kulüplerin altını üstüne getirmeye devam ediyor. Shantel’in, Goran Bregoviç, Boban Markoviç, The Rootsman, Fanfare Ciocarlia gibi Balkan ve Doğu Avrupa müziğinin önde gelen isimlerini bir araya getirdiği setlerinde sınırsız ve özgür Balkan melodilerine karşı koyamayacaksınız.
17 Nisan
Lou Rhodes presents
One Good Thing
Doksanların sonu ve ikibinlerin başında gönülleri fethetmiş ünlü İngiliz trip hop ikilisi Lamb’in buğulu sesi Lou Rhodes, 2006 senesinde yoğunlaşmaya başladığı solo kariyerini son albümü One Good Thing ile taçlandırdı. Bu albüm vesilesiyle Rhodes’un solo projesi Babylon’da gerçekleşen çok özel solo performansıyla ilk kez Türkiye’deki hayranlarıyla buluşuyor. Lamb’in yanısıra, 808 State, Funkstörung ve The Cinematic Orchestra gibi bir çok ünlü gruba vokaliyle destek vermiş olan ünlü müzisyen, solo kariyerini folk müziğin üzerindeki tesirine kulak vererek şekillendirmekten çekinmiyor ve zaman zaman da Lamb’in eklektik tınılarını ziyeret etmeyi ihmal etmiyor. Ağırlık verdiği akustik enstrümanlarla büyülü düzenlemelere imza atan sanatçı, bu sezon Babylon’un en özel konuklarından. Lou Rhodes’un solo performanslarında sık sık eski Lamb parçalarını seslendirdiğini de ekleyelim.
21 Nisan
Dub Pistols Big beat, dub ve punk rock’ı aynı çizgide buluşturmayı başaran dinamik İngiliz topluluk Dub Pistols, Babylon sahnesinde! Dub Pistols’ın temelleri, 80’lerin sonunda Londra gece hayatının önde gelen isimlerinden, eski kulüp işletmecisi Barry Ashworth önderliğinde bir araya gelen gitarist John King ve Bill Borez ile atıldı. Onlara yine seksenlere Ibiza kökenli house ritimleri ile damgasını vuran Malcolm Wax’in katılmasıyla çekirdek ekip tamamlanmıştı. Aynı zamanda Moby’den Korn’a pek çok isim için remix çalışmalarını sürdüren Dub Pistols, Blade II gibi birçok filmin soundtrack çalışmasına da imza attı. Kayıtlarına Terry Hall gibi isimleri konuk ederek gücünü katlayan Dub Pistols, bugün Avrupa ve Amerika'da büyük ses getiren popüler bir marka hâline gelmiş durumda. Geçtiğimiz sene başarıyla yayınladığı son albümü Rum & Coke’un ardından İngiliz ekip Babylon’u kasıp kavurmaya geliyor.
21 Mayıs 125
3-4 Şubat 2010 // İncognito
BACKSTAGE
2 Şubat 2010 // Peter Bjorn & John
29 Kasım 2009 // Woven Hand
126
22 Aralık 2009// Anadolu'nun Kayıp Şarkıları
9-10-11 Aralık 2009 // Nigel Kennedy Quintet “Jimi Hendrix Experience”
22 Kasım 2009 // Titi Robin Trio 127
Babylon Ürünlerini Babylon gişeden ve internet sitesinden satın alabilirsiniz.
Babylon dergi
Babylon dergisinin bahar sezonu, 3.sayısı haziran ayına kadar raflarda kalacak. İlk iki sayımızı kaçıranlar eski sayıları Babylon gişeden temin edebilirler.
Babylon 10. yıl kitabı
Bu kitap, İstanbul'un kültür ve eğlence hayatında büyük bir değişimi ve Asmalımescit'in bugün şehrin en gözde semtlerinden biri olma sürecini başlatan, canlı müzik mekânı Babylon'un geride bıraktığı ilk 10 yılın görsel ve yazılı bir özetidir.
Babylon is Music... Music is Love... Vol.1
Babylon is Music... Music is Soul... Vol.3
Babylon is Music... Music is Hot... Vol.2
Babylon is Music... Music is Passion... Vol.4
Babylon Hediye Çeki
Sevdiğiniz kişilere hediye olarak verebileceğiniz Babylon Hediye Çekleri yeni sezonumuzun fırsatları arasında. 30 TL, 50 TL ve 70 TL'lik hediye çekleri, tüm konserler için gerçerli olup Babylon gişede bilet tutarından düşülüyor.
128
Listen to Live Kadın S, M, L Erkek: S, M, L, XL Kırçıllı Gri & Kırık Beyaz Flock baskı
Music is Love Kadın S, M, L Erkek: S, M, L, XL Kırçıllı Gri////// Düz baskı
Babylon sweatshirt Kadın S, M, L Erkek: S, M, L, XL Gri////////////
t: ec sp L Re L , X is M, , L / ic S, , M // / us n M dı k: S /// Ka rke l// E şi Ye
Ba by E M rke Kad lon or k: ın K la // S // , M S, M sik // , L , : // , X L // L /
Babylon Klasik: Kadın S, M, L Erkek: S, M, L, XL Siyah/////////
Babylon Alaçatı: Kadın S, M, L Erkek: S, M, L, XL Pembe/////////
Music is Respect: Kadın S, M, L Erkek: S, M, L, XL Pembe////////
: tik L na , L Fo , M X n S L, / lo ın , // by a d , M / / / K :S / k // ke l/ Er eşi Y
B Ç ab 6 oc ylo M -8-1 uk 2 n A av 0 - 3 l a i, -4 çat Pe -5 ı: m be // //
Ba
Babylon Alaçatı: Kadın S, M, L Erkek: S, M, L, XL Mavi//////////
129
130
131
132