1
2
3
Nouvelle Vague @ Babylon Aya Yorgi...
Nouvelle Vague sahne aldığında 1200’ü aşkın izleyici neler olacağını az çok tahmin ediyordu. Gerald Toto, “Relax, Don’t do it!”in akustik yorumuyla tüm seyircileri hipnotize etmeyi başarırken, Melanie & Karina “Too drunk to f***” ile enerjiyi zirveye çıkardı. Ama o akşam bizi bekleyenler bunlarla sınırlı değildi. Karina “encore” sırasında sahnede duramayıp, seyircilerin arasına karıştığında konserin orada biteceğini sanalara “Yaz konseri denizde biter!” dedi. Aya Yorgi’nin serin suları Karina’nın önderliğinde Babylon severleri kucakladı ve Nouvelle Vague bir kez daha hayallerimizi gerçekleştirdi...Sonrasında ise herkes Karina’nın talimatına uydu ve gece denizde son buldu... Cozi Namer 4
İmtiyaz Sahibi Pozitif Müzik A.Ş. adına Ahmet Uluğ
Yayın Koordinatörleri (Sorumlu Müdür) Levent Dokuzer levent@babylon.com.tr Okan Aydın okan@pozitif-ist.com
Genel Yayın Yönetmeni Aylin Güngör aylin@bantmag.com/bant@bantmag.com
Yazı Işleri Müdürü James Hakan Dedeoğlu jhd@bantmag.com
Kreatif Direktör Batu John Dedeoğlu batu@bantmag.com
İçerik ekibi Ekin Sanaç (editör) ekin@bantmag.com Doruk Yurdesin (editör) doruk@bantmag.com Sadi Güran sadi@bantmag.com Melikşah Altuntaş meliksah@bantmag.com Yetkin Nural yetkin@bantmag.com (*Babylon dergi içeriği ve tasarımı, dergisi tarafından hazırlanmıştır. )
Reklam Pazarlama Direktörü Elif Erdost elif@babylon.com.tr
Matbaa TEMPO Matbaacılık ve Ambalaj San. A.Ş. İkitelli Organize Sanayi Bölgesi Turgut Özal Cad. No: 116/1 İkitelli-İstanbul Tel : (0212) 549 34 60 (pbx) Faks: (0212) 549 34 64
Dağıtım: Pozitif Muzik Yapım
Yönetim yeri ve adresi Şehbender Sok No 8/2 Asmalımescit Tünel Beyoğlu/İstanbul Tel: (0212) 334 01 00 www.babylon.com.tr info@babylon.com.tr *Bu dergi basın meslek ilkelerine uymayı taahhüt eder. Yayın türü: Yerel süreli yayın.
Kapak Fotoğrafı
Katkıda bulunanlar
FOTO: Gökhan Kali
Atıl Altaş, Reha Arcan, Neylan Bağcıoğlu, Alper Dede, Simge Doğancan, Petek Güner, Gökhan Kali, Barış Kaya, Sami Kısaoğlu, Seden Mestan, Burcu Orhon, Baha Özer, Ece Sarıyüz, Tuba Şatana, Zekeriya S.Şen, Zeynep Yener,
Teşekkürler Deniz Kuzuoğlu, Işıl Kılkış, Ekmel Ertan, Betül Ebcioğlu, Esra Ocak, Öykü Özünal, Elif Cemal
5
Nerede kalmıştık? Herkes yerli yerine yerleşti mi? Yazlık evlerin panjurları indirildi, deniz, kum, güneş defterleri kapatıldı mı? Şehre inildi, şehrin havasına suyuna gidildi mi? Şimdi kâğıtlar, kalemler çıksın, herkes tatili nasıl geçirdiğine dair girişli, gelişmeli, sonuçlu kompozisyon yazsın. Babylon derginin de yazdan kalma anıları, özet çıkartıp anlatacakları var. Yolu Babylon Aya Yorgi’ye düşenler ve Monk’tan geçenler… Ama, esas konumuz, ille de sonbahar. Zira yeni bir sezon başlıyor. Müzik, kültür, sanat ve başka şeyler, yeniden kentimize geliyor. Yeni sezonda Babylon’un kapıları Tindersticks ile açılıyor. 90’lardan günümüze, Nottingham’dan İstanbul’a, melankolik müzikler âleminden Babylon’a… Açılış konseri öncesi son durum raporu almak için, grubun vokalisti Stuart Staples ile röportaj yaptık ve hiç "neden müzik" diye sormadık. Bu saatten sonra o soru pek uygun düşmezdi zaten. Sonbaharın gelişi, Akbank Uluslararası Caz Festivali’nden belli olur! Yerli-yabancı, usta-çırak, solo-duo-trio-quartet-quintet demeden kulaklarımızın pasını atmaya hazırlanırken, Türkiye’de caz yapan genç nesli yakın markaja aldık. Çoğunluğu lisans ya da yüksek lisans seviyesinde caz eğitimi görmüş olan bu isimlerle siz de mutlaka tanışın. Son birkaç yılda caz müziği adına ne kadar ilerleme kaydettiklerini okuyunca, tanıştığınıza asla pişman olmayacaksınız. Oradan kalktık, oraya oturduk. Yeni albüm çıkartacakları haberini alınca, BaBa ZuLa ile Vita yağ tenekelerinden saksılar yaptıkları "henüz adı konmamış" müzikleri üzerine konuştuk. Filmin sonunu söylemek gibi olmasın ama, bu müziğin isim babası galiba BaBa ZuLa.
dönemde, kendimizi sokak sanatı grafitinin geçmişinde bulduk. Herkesin hedefi Banksy olmak olmasa da, modern zamanların hiyeroglifleri hakkında bilgi edinmenin, genel kültür departmanında arşivlenecek cinsten muhtelif faydaları var. Yüz hatlarından şehir analizi… 2008 Berlin çıkışlı uluslararası fotoğraf projesi Facity’i, projenin Türkiye ayağı Emrah Altınok anlattı. Fransız-Alman kültür kanalı ARTE’nin talebiyle İstanbul’a gelen Albert Knechtel de, Boğaz’a odaklanan, beş bölümlük İstanbul belgeselini… Konu belgesellerden açılmışken… Kendisine "Doors müptelası" teşhisi koyan Neylan Bağcıoğlu’nun When You’re Srange’in yönetmeni Tom Dicillo’ya yazdığı mektubu ele geçirdik. Okumakla da kalmayıp, yayımladık. Kendisinin izniyle, tabiî… Eski rock’çılardan kim kaldı? Otel odası yıkıp, dökmelerin grupların turne takvimlerinden kalkmış olmasını, beş yıldızlı otellerin spalarına bağladık. 2010 Avrupa Kültür Başkenti sıfatıyla tüm gözler İstanbul’dayken ve bu durumu nitelikli projelerle değerlendirememiş olmaktan dolayı hafif de rahatsızken, British Council’in Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi ve Anadolu Kültür ortaklığıyla yürüttüğü Benim Kentim - My City projesine ve de üstelik başka şehirleri de kapsayacak olmasına sevindik. Hazır ekim ayı için geri sayım başlamışken, Mardin, Trabzon, Çanakkale, Konya ve İstanbul’da, söz konusu kentlere artı değer katacak sanatsal projelere yakından baktık.
Nouvelle Vague azası Melanie Pain ve son Bahialı Marcia Castro ile de Çeşme rüzgârına karşı soru-cevap oynadık. Birine Fransız mutfağını, diğerine Brezilya’nın plajlarını sorduk. İkisi de sınavdan başarıyla geçtiler.
Ve tabiî yaz boyunca bol bol gezdik… Barcelona sokaklarında dolaşırken rahat insanlar, keyifli müzikler ve kırık sandalyelerle dolu bir bar, El Mariatchi’yi keşfettik. Bangkok’ta tapınaklardan geçip, üç dinin kutsal şehri Kudüs’te üç tam gün geçirdik. Aynı toprakları paylaşan farklı inanç, dil ve kültürlere barış dileyip, oradan ayrıldık. Ve bir kompozisyonun daha sonuna geldik.
Sonra kalktık, dünün grafiticilerinin bugünün sanatçıları olduğu ve İstanbul sokaklarının da çaktırmadan galeriye dönüştüğü bir
Şimdi, yeni bir sezon başlıyor. Biz önümüzdeki konserlere bakalım. Babylon’da, sahne yakınlarında biryerlerde karşılaşmak üzere...
6
7
İÇİNDEKİLER 12_Frekanslar 20_Son Zamanlarda: Zeynep Erekli 22_Son Zamanlarda: Berti Palambo 24_Hangi Albüm: Hakan Girgin 26_Q&A: Kaan Özcan_Çağdaş Ertuna_ Seçil Atan_Alp Ersönmez
54
28_Röp: Ahmet Polat
50
34_Güncel Projeler: Amber Festival 36_Güncel Projeler: My City 38_S_O_S: Sakız Ağaçları 40_Playlist: Dearhead_Sadi Güran_İlhan Erşahin_ Hünkar Uğur_Mabbas 42_Dosya: Türkiye’de Genç Nesil Caz 48_Akbank Caz Festivali 50_Röp: Tindersticks 54_Röp: BaBa ZuLa 58_Hercules & Love Affair
28
60_Röp: Efterklang 64_Remoov Records
76
66_Rock Gruplarının Değişen Turne Alışkanlıkları 70_Gezi: Kudüs 76_Gezi: Kamboçya 82_Röp: Albert Knechtel 86_Şehir: Antwerp ve Brüksel 90_Şehir: Beyoğlu Grafiti 94_Röp: Emrah Altınok ve Facity Projesi 98_Expat: Kenji Kume 100_Koleksiyonerler: Muammer Ketencoğlu
70
86
102_Plak Şirketi: 20. Yılında Ninja Tune 104_Mekân: El Mariatchi 105_Belgesel: People Are Strange 106_Mutfak Tınıları 108_Film Ekimi 110_Bu Kitabı Biliyor Musunuz? 111_Hi-Find
90
42
112_Albümler 118_DVD 119_Kitap 120_Babylon 3 Aylık Programdan Seçmeler 124_Babylon Monk Röportajı: Marcia Castro
82
126_Babylon Aya Yorgi Röportajı: Melanie Pain 128_Babylon Shop 66 8
9
Manic Street Preachers'ın 1995'te esrarengiz bir biçimde ortadan kaybolan ve bir daha haber alınamayan üyesi çok yakında piyasaya çıkıyor. Gazeteci yazar Ben Myers tarafından Richey'nin hayatındaki gerçeklerden yola çıkarak yazılan yarı-kurgu kitap, Manic Street Preachers'ın 20 Eylül'de İngiltere'nin en saygın ödüllerinden Mercury'nin bu yılki adayları, geçtiğimiz temmuz
yayınlanacak yeni albümü Postcards From A Young Man'den
ayında açıklandı. Bir yıl içinde İngiltere veya İrlanda'dan çıkmış en başarılı albümün
on gün sonra satışa çıkacak.
sahibine verilen Mercury Ödülü, 7 Eylül'de sahibini bulacak. Son albümleriyle bu prestijli ödüle aday gösterilen grup ve müzisyenler ise şöyle: Biffy Clyro, Villagers, Corinne Bailey Rae, Mumford & Sons, Paul Weller, Wild Beasts, Kit Downes Trio, Laura Marling, Dizzee Rascal, Foals, I Am Kloot ve The XX.
F REKA N
S LAR
Richey Edwards'ın hayatını konu alan Richard adlı kitap
2008 çıkışlı Only by the Night albümleriyle büyük beğeni ve bolca Grammy toplayan Followil kardeşlerin yeni albümü için geri sayım başladı. 2000'lerin adından en çok söz ettiren gruplarından Kings of Leon'un merakla beklenen beşinci stüdyo albümü Come Around Sundown, 18 Ekim'de İngiltere'de, 19 Ekim'de ise Amerika ve tüm Avrupa'da satışa sunulacak.
The Arcade Fire'ın iki yılı aşkın süredir beklenen yeni stüdyo albümü 8 Ağustos'ta yayınlandı ve İngiltere'de çıktığı hafta sürpriz bir satış rakamı elde ederek en çok satan albümler listesinde bir numaraya yerleşti. Grubun The Suburbs adını taşıyan albümü, Recovery albümüyle bir numaradaki yerini haftalardır muhafaza eden Eminem'i de zirveden indirdi. Albümün çıkışıyla birlikte geniş bir Avrupa turnesine de çıkan The Arcade Fire'ın The Suburbs'ü, hem dinleyicilerden hem de eleştirmenlerden tam not alarak, bir önceki Neon Bible albümünün yarattığı olumsuz dalgayı hafızalardan silmeyi başardı. İki yıl önce çıkardığı The Hawk is Howling'den beri sesi soluğu çıkmayan Mogwai grubunun gitaristi Stuart Braithwaite'in yaptığı açıklamaya göre yedinci albüm yolda. Interesting adını taşıyacak yeni albümün son hazırlıkları içindeki grubun, albümü Şubat 2011'e yetiştirmeye çalıştığı gelen bilgiler arasında. Braithwaite, stüdyo çalışmalarındaki emprovize gidişattan ilham alarak Interesting isminde karar kıldıklarını da sözlerine ekliyor.
10
Paul Smith, ilk solo albümünü yayınlamaya hazırlanıyor. 11 Ekim'de piyasaya
olan Eddie Vedder (Pearl Jam), filmler için yazdığı şarkılara bir yenisini daha
çıkacak solo albümünün, Maxïmo Park'ın gidişatını olumsuz etkilemeyeceğini
ekledi. Julia Roberts'ın başrolünü oynadığı ve aynı adlı kitaptan uyarlanan bir
özellikle belirten ve grubun bütünüyle hareket etmekten büyük bir
kendini bulma öyküsü olan Eat, Pray, Love'ın soundtrack albümünde "Better
memnuniyet duyduğunu belirten Smith'in Margins adını taşıyan bu ilk solo
Days" ile yer alıyor Vedder. Marvin Gaye, Bebel Gilberto, Neil Young gibi
albümünün yaratacağı etki merak konusu.
isimlerin parçalarının da olduğu albümde, Vedder'in 1996'da Nusrat Fateh Ali Khan'la özel bir düet gerçekleştirdiği "The Long Road" adlı parça da var .
öncesi, 30 Ağustos'ta yeni bir EP ile sevenlerinin karşısına çıktı. Beş parçadan oluşan EP, Swanlights'ın ilk single'ı "Thank You For Your Love" ile birlikte, John Lennon'ın "Imagine"ı ve Bob Dylan'ın "Pressing On"unun yorumlarına da yer veriyor. Thank You For Your Love adını taşıyan EP'de "You're The Treasure" ve "My Lord My Love" adını taşıyan iki yeni şarkı da yer alıyor.
Amerikalı deneysel rock grubu Battles'dan üç yıldır yeni bir albüm haberi
Animal Collective'in kurucularından Avey Tare (Dave Portner), bir süredir yan
almak için bekleyen hayranlarının, geçtiğimiz haftalarda grubun yaptığı bir
taraftan sürdürdüğü solo çalışmalarını nihayet bir albüm altında derleme
açıklamayla bir süre daha bekleyecekleri garantilendi. Grupta vokal ve gitarda
kararı alıp stüdyoya girmişti. New York'tan gelen haberler, albümün hazır
yer alan Tyondai Braxton, solo projelerine ağırlık vermesi ve turne modunda
olduğunu ve 26 Ekim'de piyasaya çıkacağını söylüyor. Down There adını
olmadığı gerekçesiyle gruptan ayrılma kararı aldı. Bunun üzerine bir süredir
taşıyan bu ilk solo çalışması, tüm beste ve düzenlemeleri Tare'in kendisine
beklenen yeni albümle ilgili çalışmalar, 2010 sonlarına ertelendi.
ait dokuz parçadan oluşuyor.
11
S LAR
Antony and The Johnsons, ekim ayında çıkacak yeni albümü Swanlights
REKA N
İngiltere'nin sevilen indie rock topluluklarından Maxïmo Park'ın vokalisti
yapan ve başta Altın Küre ödülü olmak üzere pek çok ödül ve övgünün sahibi
F
Geçtiğimiz yıllarda, Sean Penn'in ses getiren filmi Into the Wild'ın müziklerini
Haiti kökenli Amerikalı müzisyen, yapımcı Wyclef Jean, geçtiğimiz ay açıkladığı sürpriz bir kararla şaşkınlık yarattı. 2005'te kurduğu Yele Haiti Fonu'yla çeşitli yardım kampanyaları düzenleyen Jean, geçtiğimiz aylarda yayılan dedikodulara resmiyet kazandırdı ve yapılacak ilk seçimlerde Haiti cumhurbaşkanlığı için adaylığını koydu. Öte yandan deprem felaketinden bu yana Haiti'de bulunan ve yardım çalışmalarında aktif rol oynayan Sean Penn ise Wyclef'in bu adaylığına şüphe ile bakanlardan. Penn, Wyclef'in bu iş için uygun olmadığını ve Amerikan kuklası
S LAR
olacağını düşünüyor.
Hakkında bir süredir konser ya da turne
F REKA N
haberinden başka bir şey çıkmayan İngiliz elektronik müzik topluluğu Underworld, 90'lardaki parlak günlerinin izini süren yepyeni stüdyo albümünün çıkış tarihini açıkladı. Underworld'ün,
Bizler, müzisyenleri çoğunlukla yaptıkları müzikle değerlendirip, kafamızda ve kalbimizde, icralarının
dünyaca ünlü Alman trans müzik tanrısı Paul van
bizde uyandırdığı hislere göre konumlandırsak da onlar da bu işi babalarının hayrına yapmıyor elbette.
Dyk'ın yapımcılığında gerçekleştirilen ve tüm kayıt
Bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri, geçtiğimiz aylarda dünyaca ünlü ekonomi dergisi Forbes'un
ve post prodüksiyonu tamamlanan Barking isimli
yayınladığı bir listeyle iyice gözümüze çarptı. Tüm dünyanın en çok kazanan müzisyenlerinin
sekizinci stüdyo albümü 13 Eylül'de satışa çıkıyor.
sıralandığı listenin bir numarasında 84.9 milyon poundla U2 yer alıyor. İlk ondaki en düşük meblağ 31,3 milyon poundla Coldplay ve Black Eyed Peas'e ait. Listedeki diğer isimlerse AC/DC, Beyonce, Bruce Springsteen, Britney Spears, Jay-Z, Lady Gaga, Madonna ve Kenny Chesney şeklinde sıralanıyor.
Less Than Zero, The Rules of Attraction ve American Psycho gibi kült romanların yazarı Bret Easton Ellis, aynı zamanda her romanına müzisyenleri eklemesi ya da sevdiği müzisyenlere
Amerikalı alternatif rock topluluğu Weezer, sekizinci stüdyo albümü Hurley ile 13 Eylül'de karşımıza
(bazı örneklerde kitap isimleriyle) gönderme
çıkmaya hazırlanıyor. Grubun artık büyük bir şirketin himayesi altında olmak istemediğini belirterek,
yapmasıyla bilinir. Ellis, birçoklarına göre en iyi
uzun yıllardır çalıştığı plak şirketi Geffen'den ayrılıp Epitaph Records'la anlaşma imzaladıktan
romanı sayılan Less Than Zero'nun 25 yıl sonra
sonra daha özgür bir hisle kaydettiği Hurley'nin albüm kapağı da oldukça ilginç. Geçtiğimiz aylarda
gelen ve tamamlanmak üzere olan devam kitabı
biten fenomen dizi Lost'un Hurley'sini canlandıran Jorge Garcia'nın gülümserkenki bir fotoğrafını
Imperial Bedrooms'a bu kez son yılların sevilen
hiçbir yazı ve amblem olmaksızın albüm kapağına taşıyan grup elemanları, albümün adını da bu
topluluklarından Bat For Lashes'ı konuk ediyor.
fotoğraftan esinlenerek koyduklarını açıkladı.
Ellis'in grubu ne şekilde kullanacağı ise şimdiden merak konusu.
12
F REKA N
Bir süredir yeni bir albüm yayınlamayan Fransız elektronik müzik ikilisi Daft Punk, kasım ayının ortalarına doğru müziklerini yaptığı bir filmin soundtrack albümüyle karşımıza çıkacak. Disney'in Tron: Legacy filmi için geçen yıl stüdyoya girerek 24 yeni parça hazırlayan ikilinin bu albümü, 17 Kasım'da gösterime girecek filmden bir hafta sonra piyasada olacak.
S LAR
Her yıl eylül ayında düzenlenen ve yılın en iyilerinin ödüllendirildiği MTV Los Angeles'taki Nokia Theatre'da
D E M O N AT I O N F E S T İ VA L İ
gerçekleştirilecek törenle sahiplerini
Ekim ayının ilk günleri İstanbul’u yenilikçi bir festival bekliyor. Demonation Festivali, buralı olan
bulacak. En iyi video kategorisinde
ve üretimlerini bağımsız yollarla sürdüren müzisyen ve grupların peş peşe sahne alacağı iki
Video Müzik Ödülleri, 12 Temmuz'da
"Bad Romance" ve Beyonce ile
günlük bir müzik ziyafeti. Sennheiser’in sponsorluğunda, Bant dergisi organizasyonuyla 2-3
gerçekleştirdiği "Telephone" düetiyle
Ekim tarihlerinde Tamirane’de düzenlenen festivalde, büyük plak şirketlerine bağlı olmaksızın,
iki adaylık birden kazanan Lady Gaga
kendi demolarını kendi yayınlamakta olan ve herhangi bir ticarî baskı ya da kaygıdan muaf bir
oldukça şanslı görünürken, en iyi
tavırla müziklerini icra etmekte olan grup ve müzisyenler sahnenin tozunu atıyor. Yaklaşık 15
rock videosunda ise MGMT "Flash
grubun sahne alacağı Demonation Festivali’nde deneysel noise’den indie pop ve indie folk’a,
Delirium", Muse "Uprising", Paramore
post rock’dan post punk’a, garage punk’a çok çeşitli tınılar üreten, Türkiye’nin umut vaat
"Ignorance", Florance + The Machine
eden gruplarından keyifli bir seçki izlemek mümkün. İki gün süresince Tamirane’nin etkileyici
"Dog Days Are Over" ve 30 Seconds to
mekânında sahne alacak olan gruplar: Erkin Gören, Ekin Fil, Mermaids, Nekizm, Seni Görmem
Mars "Kings and Queens" videolarıyla
İmkânsız, Kutu, She Past Away, Solardip, On Your Horizon, Bicycle Day, Soft Gates, Oak, The
yarışıyor.
Raws ve Post Dial.
13
Arp ile Her Telden Haziran 2009’da hayatına veda eden arp sanatçısı Ceren Necipoğlu’nun anısına 2010 yılı boyunca farklı ülkelerden arp ustaları İstanbul’da dinleyici ile buluşuyor. Proje kapsamında performanslar, atölye çalışmaları, Erdem Helvacıoğlu tarafından hazırlanan "Âlem-i Aks-i Seda" isimli eser gibi beste siparişleri, galalar, albüm kayıtları ve tüm yıla yayılan konserler İstanbul’un dört bir yanına ulaşacak şekilde planlanmış. Eylül ve ekim aylarındaki konser ve atölye çalışmaları internet sitesinden takip edilebilirken, aralık ayında ise İstanbul’u 1. Uluslararası Arp Buluşması’nın beklediğini duyuralım. www.arpilehertelden.com
Tarlabaşı’nda gitar sesleri Bu proje, Tarlabaşı Toplum Merkezi’nde Tarlabaşı semtinde yaşayan 8-16 yaş grubu çocuklarla çeşitli
F REKA N
S LAR
vurmalı, yaylı, telli, nefesli çalgıların eğitimine yönelik bir çalışma yürütüyor ve ortaya çıkan çalışmalar, solo gitar, düo, trio gibi oda müziği gruplarıyla Kasım/Aralık 2010 tarihlerinde yapılacak konserlerle sunuluyor. Program kapsamındaki konserlerin tarih ve mekânları şöyle: 27 Kasım – Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü 5 Aralık – Muammer Karaca Tiyatrosu 8 Aralık – Avni Akyol Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi 19 Aralık – Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü Cent Pour Cent / Yüzde Yüz Geçtiğimiz ocak ayında 37’incisi düzenlenen Black Pencil
Angouleme Çizgi Roman Festivali bu seneki
Gücünü Mehmed Siyah Kalem’in minyatür sanatının anlatım gücünden alan Black Pencil performansı,
programında Cent Pour Cent / Yüzde Yüz adlı
Hollanda’da yaşayan beş müzisyenden kurulu müzik grubuna ait. 23 Kasım akşamı saat 20:00’de Koç
bir sergiye de yer vermişti. 7 Temmuz - 13 Eylül
Üniversitesi Sevgi Gönül Kültür Merkezi’nde gerçekleşen performansa ayrıca Marcel Wierckx tarafından
tarihleri arasında, bu sergiden seçkileri Fransız
hazırlanan video projeksiyonu eşlik edecek.
Kültür Merkezi’nde görebilirsiniz. Angouleme’de yeni kurulan Çizgi Roman Müzesi’nde sergilenen eserlerle farklı ülkelerden çizerlerin bu eserlere getirdiği çağdaş yorumları bir arada sunan serginin
Gelecekten Masallar – Tales Of Future
İstanbul ayağına, günümüzün önemli çizerlerinden
Gelecekten Masallar, İstanbul Boğazı'nın akustik potansiyeli ve yerel vurmalı çalgılar arasında metafor
Enki Bilal, Lorenzo Mattoti, Yves Got, Moebius
kurmayı hedefleyen bir yerleştirme projesi ile Sinan Bökesoy’un Tales of Future adlı albümünden
ve Albert Uderzo katılacak. Türkiye’den ise Ersin
yola çıkan multimedya konser etkinliklerini kapsıyor. Taksim Metro Sanat Galerisi ve Sabiha Gökçen
Karabulut, Galip Tekin, Memo Tembelçizer ve
Havalimanı’ndaki yerleştirmelerin ardından projenin konser ayağı da 20 Eylül’de Çırağan Sarayı’nda
OKY gibi ünlü çizerlerin de konuk olacağı Cent
gerçekleşiyor. www.talesoffuture.com
Pour Cent / Yüzde Yüz, Uluslararası Çizgi Roman ve Görüntü Merkezi ile Uykusuz dergisinin işbirliği sayesinde gerçekleştiriliyor. www.madflag.com
Sanat Fuarı Artist, 20 yaşında
Ortak Frekans
Bu sene 20. yaşını kutlayan Türkiye’nin
Ortak Frekans, yapımcı radyocuların buluştuğu
en kapsamlı Sanat Fuarı olma özelliğini
ortak bir platform. "İnsanların gözleri meşgul,
taşıyan İstanbul Sanat Fuarı Artist
ama kulaklarından onlara ulaşabiliriz" diyen bu
2010, sergiler ve yurt dışından ağırladığı
platformun amacı radyo altında birleşen insanların
sanatçılarla 30 Ekim tarihinde izleyiciye
manifestolarını ve fikirlerini radyoseverlere
açılıyor. Büyükçekmece’deki TÜYAP Fuar
duyurabilmeleri, paylaşabilmeleri. Şubat 2010’da
ve Kongre Merkezi'nde 7 Kasım’a kadar
hayata geçirilen Ortak Frekans’ın etkinliklerinden
gezilebilen Sanat Fuarı’nın bu seneki
haberdar olmak isteyenler internet adresine
teması ise Görünmeyen İstanbul.
tıklayabilir. www.ortakfrekans.org
Mimarlık Üzerine Bir Sergi Beyoğlu, Tünel’de yer alan ALANistanbul’da, beş adet mimarlık/sanat kolektifi ile mimarlık bağlamında çalışmalar yapan iki sanatçının katılımı ile gerçekleşen Mimarlık Üzerine Bir Sergi - An Exhibition on Architecture isimli sergi 2 Eylül - 24 Eylül tarihleri arasında hayata geçiriliyor. Çalışmaların her birinin ayrı birer yerleştirme biçiminde izlenebildiği serginin kendine böyle bir düzlem seçmesinin nedeni, mimarlığa yönelik, gelişmekte olan kavramsal ve sanatsal bakış alanlarını arttırmak. Katılan ekipler ve sanatçılar ise fotoğrafçı Metehan Özcan, Superpool, F-Flat Architectures, Zemin, Nil Aynalı & C. Alper Derinboğaz & Enise Burcu Karaçizmeli, Rowan Mersh ile Gül Çağın & Arzu Arda Koşar. Sergi eylül ayında ALANistanbul’da gezilebiliyor. www.alanistanbul.com
14
15
Japonya Medya Sanatları Festivali Pera Müzesi’nde 3 Ekim’e kadar iki farklı sergiyle birlikte bir Japon rüzgârı esiyor. Pera Müzesi’nin üçüncü katında yer alacak Ikuo Hirayama - Türkiye, Batıyla Doğu Arasında Bir Kültür Kavşağı başlıklı ilk sergi, Nihonga resminin ustası, geçtiğimiz sene hayatına veda eden Ikuo Hirayama’nın 38 resminden oluşuyor. Japonya Medya Sanatları Festivali İstanbul’da - 2010 başlıklı ikinci sergi ise, Pera Müzesi’nin 4. ve 5. katında, Japon kültürünü yüksek teknoloji odaklı medya sanatları aracılığıyla izleyiciye sunuyor. Japonya’da on küsur seneden
S LAR
beri düzenlenen bu kapsamlı festivalden seçmelerden oluşan bu sergide, manga, animasyon, oyunlar ve interaktif sanat bölümleri var. www.peramuzesi.org.tr
F REKA N
deforme plaklar Ya Da tasarım, alışılmışın dışında çizgilerle tasarladığı beyaz defterlerin ardından bozulmuş, çizilmiş, kırılmış plaklardan nesneler üretmeye başladı. Ya Da, "deforme plaklar" olarak adlandırdığı seride plakları plak olarak geri dönüşüme kazandırıyor ve defterler, çantalar, lambalar, tepsiler, aynalar yaratıyor. Plakların ortasındaki yazılı ve renkli alanlar özellikle korunuyor ki kullanıcıya çağrışımda bulunsun, Awful Library Books
hayatın farklı işlevlerde birer parçası olsun. Ya
Herhangi bir kitapçının Kişisel Gelişim
Da’nın "deforme plaklar" serisi hem estetik, hem
bölümündeki kitaplara göz atmak, gündelik
de çevreye gösterdiği özen anlamında büyük ilgi
eğlencenin bir parçası hâline getirilebilir
görüyor.
pekâlâ. Bu türde yazılmış en nadide eserleri ise bu blogda bulmak mümkün. Michigan'lı iki kütüphaneci, raflar arasında karşılarına çıkan ve daha başlıklarıyla kendilerini ele veren kitapları, 2009'dan beri sürdürdükleri blogda paylaşmaya koyulmuşlar. Blogdaki kitapların çoğunun basımı yıllar önce durdurulmuş olsa da içerdikleri bilgiler okuyucunun hayatını kolaylaştırmaya
Istanbul Eats
devam ediyor. Modern araç gereçlerle rahat bir
Ansel Mullins ve Yigal Schleifer’ın yazarlığını
kamp tatilinin nasıl yapılacağına dair tüyolar
yaptığı, Boyut Yayın Grubu tarafından yayımlanan
içeren rehberden, alkolik bir ergenin ibret dolu
Istanbul Eats, Exploring The Culinary
deneyimlerini anlattığı anı kitabına kadar pek çok
Backstreets isimli kitap piyasada. Köşebaşındaki
yol gösterici eser, detaylı bilgiler eşliğinde Awful
nohut-pilavcıdan mahallenin esnaf lokantasına,
Library Books’ta meraklısına sunulmuş. Hayatta
ruhu olan yemekçileri konu edinen kitap,
kalmanızı sağlayacak(!) pratik bilgilere ihtiyacınız
İstanbul’un yemek yemek için harika bir şehir
olmasa da sadece kitap kapaklarına bakmak
olduğunun kanıtı. Tam 80 yemek mekânı tanıtan
için bile Awful Library Books arşivi karıştırılmaya
Istanbul Eats, yabancılar için bulunmaz bir
değer. awfullibrarybooks.wordpress.com
nimetken, buralılar için de keyifli ve son derece faydalı bir kitap.
17
Efes Pilsen Blues Festivali bu yıl sırasıyla 20 farklı şehri gezecek. Festivalin rotasında Denizli, Antalya, Konya, Kayseri, Mersin, Adana, Antakya, KKTC, Gaziantep, Diyarbakır, Erzurum, Trabzon, Ankara, Edirne, Çanakkale, Balıkesir, İzmir, Eskişehir, Bursa ve son durak İstanbul yer alıyor.
Kenny Neal
Efes Pilsen Blues Festivali’ne sayılı günler kaldı. Her yıl Blues müziğinin en başarılı müzisyenleri ile Türkiye’nin dört bir köşesini dolaşan festival, bu sene 1 Ekim - 7 Kasım 2010 tarihleri arasında 21. kez gerçekleşecek. Gittiği her yerde yoğun bir ilgiyle karşılaşan Türkiye’nin en uzun soluklu müzik festivali Efes Pilsen Blues’un bu seneki konukları, kendine özgü tarzıyla Kenny Neal, New Orleans’a özgü blues’u tekrar yorumlayan Mitch Woods & His Rocket 88s ve blues müziğinin en dinamik isimlerinden Samuel James. Kenny Neal Bir blues sanatçısı olmak New Orleans doğumlu Kenny Neal’in kaderinde varmış demek kesinlikle yanlış olmaz. Usta solist ve mızıkacı Raful Neal’in oğlu olan Kenny Neal’in hayatı Lazy Lester, Buddy Guy ve Slim Harpo gibi blues müziğin efsaneleri arasında geçmiş. İlk mızıkasını Slim Harpo’dan alan müzisyen, 13 yaşında babasının grubunda başladığı müzik kariyerine Buddy Guy’ın basçısı olarak devam etmiş. Hayatı boyunca B.B. King, Bonnie Raitt, Muddy Waters, Aaron Neville ve John Lee Hooker gibi isimlerle aynı sahneyi paylaşmış olan sanatçı, çıkardığı albümlerle modern blues çevresinin en parlak isimlerinden biri olarak kabul ediliyor. Birçok enstrümanda ustalaşmış olan Neal, müzisyen kimliğinin yanında ödüllü bir tiyatro oyuncusu olarak da kariyerine devam ediyor. Doğup büyüdüğü yer olan Louisiana müzik kültürüne modern bir bakış getirip, Baton Rouge blues’uyla sentezlediği, kendine özgü kaygısız müziğiyle Kenny Neal, festivalin en merak edilen performanslarından birine imza atacak. Mitch Woods Efes Pilsen Blues Festivali’nin bu seneki en eğlenceli performanslarından birini sergileyecek olan Mitch Woods & His Rocket 88s, sahne performansında dansa ve harekete oldukça önem veren bir blues grubu. 1951 yılında Brooklyn’de doğan Woods, 11 yaşında piyano çalmaya başladı. Asıl eğitimi klasik müzik ve caz ağırlıklı olan sanatçı, gençlik döneminde bu alanda farklı gruplar
18
Samuel James
Mitch Woods
kurarak sahne ve müzikle olan ilişkisini pekiştirdi. Bunu izleyen yıllarda San Francisco’ya yerleşip, müzik hayatına orada devam eden Brooklyn’li müzisyen, bu şehirdeki müzikal akımlardan da etkilenerek yepyeni bir grup kurma kararı alıdı ve yoluna Mitch Woods & His Rocket 88s olarak devam etmeye başladı. 1984 yılında yayınlanan ilk albüm Steady Date'in birçok otoriteden olumlu eleştiriler almasıyla beraber grup hızlı bir yükselişe geçti ve turne programını hızlandırdı. O dönemden bugüne kadar turne ve albüm çalışmalarına hız kesmeden devam eden Mitch Woods ve takım arkadaşları, genelde ilhamlarını 1940 ve 1950’li yılların blues müziğinden alıyor. Mitch Woods’un New Orleans’e özgü blues tarzına eğlenceli şarkı sözlerini de ekleyerek sergileyeceği sahne performansı Efes Pilsen Blues Festivali’nin en öne çıkan konserlerinden biri olacak. Samuel James Bill Withers ve Tom Waits’in müzikal kişiliğine James Brown’un o bitmek tükenmez bilmeyen enerjisini ekleyin. Bunun üzerine P.T. Barnum’un karizmasını da ekleyin. İşte karşınızda Samuel James! Küçüklüğünde ünlü blues üstatları Sonny Terry ve Skip James’in plaklarını dinleyerek ilham alan James, savaş öncesi Blues müziğine daha güncel ve farklı bir yorumlamayla hayat veren sıradışı bir müzisyen. Blues çevrelerinde eşsiz bir ozan olarak tanımlanan ve parçalarında her daim farklı hikâyeler anlatan Kanadalı sanatçı, tek kişilik sahne şovu kavramını seyircinin gözünde yücelterek, solo performansını tüm sahneye yayan eğlenceli bir gösteriye çeviriyor. Rolling Stone dergisi tarafından övgü dolu kritikler alan Samuel James, sahneye gitar, piyano, banjo ve mızıka eşliğinde çıkarak konserlerinde tüm multi-enstrümantalist yeteneklerini sergiliyor. Amerika’da başarıyla devam eden turnelerin yanısıra tüm Avrupa’da da konser programlarında hız kesmeyen blues müziğinin en dinamik isimlerinden Samuel James, Toronto merkezli plak şirketi Northern Blues’un da öne çıkan sanatçılarından biri.
SON ZAMANLARDA... Hazırlayan: Yetkin Nural
Zeynep Ereklİ
BASINDA ÇEŞİTLİ YAYINLARDAN TANIDIĞIMIZ EDİTÖR VE SEYAHAT YAZARI ZEYNEP EREKLİ’YE SON ZAMANLARDA NELER YAPTIĞINI SORDUK. Son zamanlarda ne dinliyorsun? Yaz aylarında albümlerin içine dalmak zor oluyor. Tek tek şarkılarla geçiyor günler. Şu sıralar; Empire of The Sun’dan "We Are The People" ve ne yalan diyeyim, Lady Gaga’dan "Alejandro." Son zamanlarda ne okuyorsun? Hans Ulrich Obrist ve Marina Abramovic: The Conversation Series. Son zamanlarda nerelere takılıyorsun? Yeni bir favorim yok. Yazları İstanbul’dayken işe yakın olduğu için Aşşk Kafe, eve yakın olduğu için Moda Deniz Kulübü’nün havuzundayım. Son zamanlarda ne içmeyi seviyorsun? Genzimi yakacak kadar zencefilli kokteyllere sardım. Son zamanlarda gittiğin en iyi konser hangisiydi? Sepetçiler Kasrı'ndaki John Zorn ve Masada konseri kısa, tatlı, minik bir yumruk gibiydi. Yer yer midem kelebeklendi. Son zamanlarda yaptığın en iyi keşif neydi? Yoga. Son zamanlarda izlediğin en iyi film neydi? Inception. Son zamanlarda en sık hangi siteyi ziyaret ediyorsun? Bir sürü Amerikan dergisine yazı yazan Devin Friedman’ın devinfriedman.com sitesini. Epeydir güncellenmiyor ama okunacak malzeme öyle bol ki, hâlâ bitiremedim. Son zamanlarda hangi ülkeyi merak ediyorsun? Bask Bölgesi ve Kolombiya. Son zamanlarda nelerden sıkıldın? Çok sevdiğim "etnik" kelimesinin Türkiye’nin gündelik lisanında geldiği yerden. Son zamanlarda neyi özlüyorsun? Lise zamanlarımı. Son zamanlarda neyden korkuyorsun? Hayatımda bir ritim değişikliği olmamasından…
20
21
SON ZAMANLARDA... Hazırlayan: Yetkin Nural
Son zamanlarda ne dinliyorsun? Arabada, Power FM, Power XL Extra Lounge, rakip analizleri açısından zaman zaman diğer radyolar. Haber için ise NTV Radyo. Beyoğlu’nda sokakta müzik yapan bir grubun CD’sini dinliyorum son günlerde bir de Light in Babylon Project. Evde ise son zamanlarda sürekli, sokakta bir eskiciden aldığım Columbia Canta isimli plağı. Son zamanlarda ne okuyorsun? Cüneyt Orhon’un Radyo Günlerim ve Falih Rıfkı’nın Yeni Rusya isimli kitapları. Son zamanlarda nerelere takılıyorsun? Evimin bahçesi ve deniz gören yerler. Son zamanlarda ne içmeyi seviyorsun? Su, bol sulu açık ayran (çok sevmeme rağmen uyku getirdiği için fazla içemiyorum), yarı tatlı şaraplar, rakı, tekila ve Jack Daniels shot. Son zamanlarda gittiğin en iyi konser hangisiydi? Bi’Büyük Fest’teki Yeni Türkü konseri. Sahnede müthiş bir enerjileri vardı, çok keyif aldım.
Bertİ Palambo POWER FM’İN YAKINDA DÜZENLEYECEĞİ ORGANİZASYONLARIN ARKASINDAKİ İSİMLERDEN, POWER FM’İN ETkinlik VE pazarlama DİREKTÖRÜ BERTİ PALAMBO’YA SON ZAMANLARDA NELER YAPTIĞINI SORDUK.
Son zamanlarda yaptığın en iyi keşif neydi? Altı yıl öncesi son zamanlar sayılırsa: Bozcaada. Adım attığın anda seni kendi huzurlu dünyasının içine çekiyor. Son zamanlarda izlediğin en iyi film neydi? American Gangster, Slumdog Millioner. Son zamanlarda en sık hangi siteyi ziyaret ediyorsun? Etkinlik takibi için biletix.com. Son zamanlarda hangi ülkeyi merak ediyorsun? İran’daki hayat akışını merak ediyorum. En çok gitmek istediğim yer ise Küba. Son zamanlarda nelerden sıkıldın? Aslında hiçbir şeyden. Son zamanlarda neyi özlüyorsun? Konser ve festival organize etmeyi... Bir süre ara vermiştim, yakında yeniden başlıyoruz. Power FM önemli projelere hazırlanıyor. Son zamanlarda neyden korkuyorsun? Araba kullanırken kaza yaparsam bana bir şey olmayıp, yanımdaki kişiye zarar gelmesinden.
22
HANGİ ALBÜM?
İlk aldığın albüm neydi? Ahmad Jamal Trio _ The Awakening En son aldığın albüm neydi? Keith Jarrett - Charlie Haden _ Jasmin Seyahate çıktığın zaman mutlaka yanına alacağın albüm? Miles Davis _ Kind of Blue Cannonbal Adderley _ Somethin’ Else John Coltrane _ My Favorite Things Keith Jarrett _ At the Deer Head Inn Güne hangi albümle başlamayı seversin? Lars Danielssen _ Tarantella Keith Jarrett _ The Köln Concert En iyi pazar albümü hangisidir? Bill Evans _ Paris Concert Pat Metheny _ Offramp Hangi albüm hayatını değiştirdi? Miles Davis _ Kind of Blue Uzun bir günün ardından hangi albüm yorgunluğunu alır? John Coltrane _ Ballads Charlie Haden & Kenny Barron _ Night and the City Hangi albümden yıllardır dinlesen de sıkılmadın? Miles Davis _ Kind of Blue Cannonbal Adderley _ Somethin’ Else Branford Marsalis Quartet _ Eternal Hangi albümden hiç sıkılmadan bahsedebilirsin? Dave Holland _ Extensions John Coltrane _ Ole Coltrane David Darling _ Cycles Senin için bir partide çalınabilecek en iyi albüm hangisidir? Blue Note Trip _ Sunset/Sunrise En iyi uyku albümü hangisidir? Steve Kuhn _ Mostly Ballads Bill Evans _ Conversations with Myself Sevdiğin kişiye hediye olarak hangi albümü verirdin? Chet Baker _ Sings Again Steve Grossman Quartet with Michel Petrucciani
Hakan Gİrgİn HAKAN GİRGİN İSMİ İSTANBUL GECE HAYATININ TARİHSEL GELİŞİMİNİ YAŞAMIŞ İSİMLER İÇİN OLDUKÇA BİLDİK. ZİRA KENDİSİ 20 SENEYİ AŞKIN BİR ZAMANDIR İSTANBUL GECELERİNİN HEM MUTFAĞINDA, HEM SAHNESİNDE BULUNAN NADİR İSİMLERDEN BİR TANESİ. GECE HAYATINA DJ’LİK YAPARAK BAŞLAYAN HAKAN GİRGİN, DAHA SONRALARI NEW YORK’TA DA SET BAŞINA GEÇTİ. KENDİSİNİ DJ OLARAK DİNLEME FIRSATINI BULAMAYANLAR İSE, İSTANBUL GECELERİNDE ONUN KURDUĞU VEYA İŞLETTİĞİ MEKÂNLARDA MUTLAKA EĞLENDİLER. BİR "CAZ DELİSİ" OLDUĞUNU İTİRAF EDEN GİRGİN, RÖPORTAJIMIZ ÖNCESİNDE HAYATINDA MÜZİĞİN, GÜZEL BİR ŞARAP VE LEZİZ BİR YEMEK KADAR ÖNEMLİ OLDUĞUNU BELİRTTİ. BİZ DE BUNUN ÜZERİNE KENDİSİNE ÇEŞİTLİ SIFATLARLA ALBÜMLER SEÇTİRTTİK. BAKIN HANGİ İSİMLERİ VERDİ… Hazırlayan: Yetkin Nural
24
25
SORU-CEVAP
Hazırlayan: Yetkin Nural
Kaan Özcan
DJ – Restoran Ondokuz'un Sahibi Eğer bu derginin editörü olsaydın, kapağa kimi koyardın? Kapağına Betty Boop’u koyardım. Veya barış işareti, arka kapağa ise İstanbul’un minareli ufuk çizgisi. Günlük hayatta neleri görmekten/duymaktan bıktın? Medeniyetsizlik, saygısızlık ve sevgisizlik… Eğer istediğin bir Guinness rekoru kırabilecek olsaydın, bu ne olurdu? En uzun DJ seti. En sevdiğin kitap karakteri? Superman. Eğer meclisten istediğin bir kanun çıkartabilecek olsan bu ne olurdu? Savaşma, seviş. En son harcadığın en iyi para ne içindi? Biraz evvel Bodrum’da tekneye verdim.
Çağdaş Ertuna
Gazeteci – Milliyet Gazetesi Yazarı Eğer bu derginin editörü olsaydın, kapağa kimi koyardın? Bu derginin editörü olacak kadar müzik bilgim ne yazık ki yok. Bir bilene danışırdım. Daha şimdiden BRMC (Black Rebel Motorcycle Club) için istek aldım. En sevdiğin üç sıfat nedir? En sevmediklerimi saymak daha kolay: keyifli, seviyeli, havalı… Eğer tekrar bir çocuk olsan nereye tatile çıkmak isterdin? Güney Afrika’ya safariye gidip hayvanları görmek eğlenceli olurdu. Eğer istediğin bir Guinness rekoru kırabilecek olsaydın, bu ne olurdu? En uzun seyahat rekoru beni çok mutlu eder. En sevdiğin kitap karakteri? Çocukluktan kalma, Catcher in the Rye’daki Holden Caulfield. Eğer meclisten istediğin bir kanun çıkartabilecek olsan bu ne olurdu? Sansüre hayır!
Eğer üç dönemden üç parça seçecek olsan hangi parçaları seçerdin? Müziği yıllara veya türlere ayıramayacak kadar çok seviyorum. Her an eski bir şarkı, bir edit veya yeni bir prodüksiyondan çok hoşlanabilirim. Zaten günümüzde müzik de çok hızlı bir şekilde tüketiliyor.
En son harcadığın en iyi para ne içindi? Kesinlikle iPad. Hep yanımda olmasından belli.
Son zamanlarda duyduğun en aptalca şey neydi? 25 bin dolarlık saati denize atmak.
Eğer üç dönemden üç parça seçecek olsan hangi parçaları seçerdin? 60’lardan "Blowin’ in the Wind" - Bob Dylan; 70’lerden "Bohemian Rhapsody" - Queen; 80’lerden "Billie Jean" - Michael Jackson ve 90’lardan "Losing My Religion" - R.E.M.
İstanbul’da değiştirebileceğin bir şey olsaydı? (Trafik hariç!) Çirkin yapılaşma. Sence dünyanın sekizinci harikası nedir? İstanbul. İşinle ilgili batıl inançların var mı? Pek yoktur. Dünyadaki en çirkin manzara nedir? Savaş manzaraları...
Sinema konusunda suçluluk duyduğun zevklerin var mı? Olmaz mı? Romantik komediler, Twilight, Sex and The City… Say say bitmez. İstanbul'da seni ne heyecanlandırıyor? Bu şehirde her an her şey olabilir. Bazı şeyler burada yaşamayan birine anlatılamayacak kadar komplike. Sence dünyanın sekizinci harikası nedir? Jost Van Dyke. Karayipler’de 200 kişinin yaşadığı minik bir ada. Birine vereceğin en önemli öğüt nedir? Sevdiğin işi yap.
26
Seçİl Atan Sanatçı Menajeri
Eğer bu derginin editörü olsaydın, kapağa kimi koyardın? Mick Rock'ın kadrajından David Bowie ile Alison Mosshart... Bu arada çekimin moda editörlüğünü de ben yapıyorum. Sence dünyanın sekizinci harikası nedir? Terracotta Army. İşinle ilgili batıl inançların var mı? Aman tahtaya vuralım, bütün batıl inançlarımdan sıyrılmış durumdayım... Dünyadaki en çirkin manzara nedir? Açlık... Hem fiziksel hem gözde olanı... Çok şanslı olduğunu hissettiğin bir an oldu mu? Yaşam içerisinde ansızın kaybettiğim her şey, yaşadığım her ânı şanslı yapıyor. Hayatta seni ne sinirlendirir? Çeşitli koşullarda kendini bilmezlik... Müzikte en çok hangi döneme yakın hissediyorsun? 70’ler, disko funk'tan rock’n’roll’a, bugün bile çeşitli kombinasyonlarda altyapı olarak ortaya çıkışıyla favorim... Sinema konusunda suçluluk duyduğun zevklerin var mı? Ne kadar sinema kategorisine sokulur, zevk midir zevksizlik midir bilemedim, ama uzunca bir süre reddedip sonunda Recep İvedik'e çok güldüm! En sevdiğin üç sıfat nedir? Düzensiz sıfatları çok seviyorum galiba... En sevdiğim hâllerden biri olan karmakarışık, apaçık… Bir de dilimden düşmeyen "pis." Eğer tekrar çocuk olsan nereye tatile çıkmak isterdin? En yakın dostlarımı 20'li yaşlarımla başlayan süreçte edindim. Onlarla beraber çocukluğumuza dönüp bir sürü yaramazlık yapabileceğimiz bir yaz kampında olmak isterdim. Eğer istediğin bir Guinness rekoru kırabilecek olsaydın, bu ne olurdu? Ne kadar çok yersen o kadar zayıflatan dünyanın en lezzetli yemek tarifini bulmuş olmak istiyorum.
Alp Ersönmez
Müzisyen – Kangroove, Quartet Muartet, İstanbul Sessions Kendi ismini Google'lar mısın? Kendin hakkında okuduğun en garip/ komik yorum ne oldu? Google'lamışlığım vardır. Komik benzetmelerle yapılan iltifatlar okudum çoğunlukla. Bir besteme dair yapılan şu yorum hoşuma gitmişti: "quartet muartet ile izledik, sevdik beğendik destekledik, bir ileri bir geri dans ettik." En sevmediğin üç sıfat nedir? Hevessiz, inançsız, duygusuz… Eğer tekrar çocuk olsan nereye tatile çıkmak isterdin? Çocukken tatiller için gittiğim yere: Gencerli, Yenifoça. Eğer istediğin bir Guinness rekoru kırabilecek olsaydın, bu ne olurdu? Bir seferde en fazla sayıda kötü politikacıyı siyasetten uzaklaştırma rekoru. En sevdiğin kitap karakteri? Orhan Veli'nin "Ağacım" şiirinin ağzından yazıldığı adam. Eğer meclisten istediğin bir kanun çıkartabilecek olsan bu ne olurdu? İnsan aklının, yeteneğinin ve görgüsünün geliştirilmesine yönelik her türlü çalışmaya tam devlet desteği veren ve Anayasa'nın ilk üç maddesi gibi değiştirilemez olan bir kanun. Eğer üç dönemden üç parça seçecek olsan hangi parçaları seçerdin? 1700’ler Mozart, "40. Senfoni"; 1800’ler Debussy, "Jeux", 1900’ler Stravinsky, "Bahar Ayini." Son zamanlarda duyduğun en aptalca şey neydi? "Alkol yerine üzüm yesinler." İstanbul’da değiştirebileceğin bir şey olsaydı? (Trafik hariç!) Şehirde yaşayıp şehir hayatını kabullenmeyen insanların zekâsı. Sence dünyanın sekizinci harikası nedir? Kadın. İşinle ilgili batıl inançların var mı? Dolu… Hangi kabloyla çalacağımdan, hangi şapkayı takacağıma kadar o kadar çok şey var ki! Ama bunların hepsi değişken olduğu için bunlarla eğlenebiliyorum.
27
Röp: Ekin Sanaç
İSTANBUL’U TAKİP EDERKEN İSTANBUL’UN TÜKENMEYEN ENERJİSİ İÇİNDE AKAN İNSANLARI DOĞAL HÂLLERİYLE ETKİLEYİCİ KILAN KARELERE YERLEŞTİREBİLMEK İÇİN, HATTÂ ONLARIN ÇOĞU ZAMAN FARKINDA BİLE OLMADIKLARI ŞEYLERİ GÖSTERMELERİNİ SAĞLAYABİLMEK İÇİN AHMET POLAT OLMAK GEREKİYOR.
29
İSTANBUL, HEM AVRUPALI YANIMIN HEM DE ANADOLULU YANIMIN KENDİLERİNİ "EVDE" HİSSETTİKLERİ BİR YER.
Yarı Hollandalı yarı Türk fotoğrafçı Ahmet Polat, hayatına Hollanda’nın güneyinde yer alan küçük bir şehir olan Roosendaal’da başlamış. Ailesini ve köklerini araştırmak, fotoğraflamak diye başlayan, Türkiye’nin dört bir yanına uzanan sık ziyaretlerin ardından 2004 yılında ise soluğu temelli olarak İstanbul’da almış. Bugüne kadar Young Turks (bu seri ekim ayında kitap olarak yayımlanıyor) ve Turkish Youth gibi fotoğraf serileriyle özellikle gençlerin yaşantılarını bir ifade aracı olarak kullanmayı seven fotoğrafçının işlerindeki sıcaklık, onların en çekici yanı. Tabiî bu sıcaklığı yaratmak demek, İstanbul kazan siz kepçe oradan oraya gitmek, insanları takip etmek, izlemek, fotoğrafladığınız anları resmen yaşamak demek. Ekim ayında Amsterdam’da açılacak kişisel sergisinin hazırlıkları ve Vogue Türkiye için yapmakta olduğu yoğun çekimlerin arasında Babylon dergiye de vakit ayıran Polat’a merak ettiklerimizi sorduk.
Fotoğraf hayatına nasıl girdi? Bir aile geleneği miydi? Yoksa bir çocukluk hayali mi? Küçüklüğümden beri insanları izler ve suratlarının resimlerini yapardım. Televizyondan bile yapardım, Kemal Sunal portreleri çizerdim. Yaptığı esprileri anlamazdım ama yüzünü soktuğu şekiller inanılmazdı. Liseden mezun olana kadar, büyürken sürekli resim çizip durdum. Finaller sırasında bir öğretmenim sınav kâğıtlarımın yanında duran bazı resimlerimi gördü ve hiç sanat okumayı düşünüp düşünmediğimi sordu. Bunu hiç düşünmemiştim. Ama başıma gelebilecek en güzel şeydi. Fotoğrafla bu sayede tanıştım. İlk resim çektiğin makine neydi? Babamın Canon AE1’iydi. Makineyi ben doğmadan önce almıştı. Belli ki fotoğraf çekmeyi seviyordu çünkü bir sürü lensi ve her şeyi vardı. O yüzden, neden sanat okumak istediğimi anlamasa da bir fotoğraf makinesine ihtiyacım olacağını anlamıştı. Bu yüzden de bana bu hediyeyle bir sürpriz yaptı. Bugün ne gibi makineler kullanıyorsun? En sevdiğin makinen hangisi? Bugünlerde farklı kameralar kullanıyorum. 28 mm. 1.8 lensi ile Canon 5D Mark 2 bayağı hoşuma gidiyor. İlk makine kullandığımda sahip olduğum hissin aynısını yakalamak harika. Ayrıca halen Pentax 6x7 gibi orta format makinelerle resim çekiyorum. Hollanda’dan Türkiye’ye ne zaman taşındın? Türkiye’de fotoğraf çekmeye 1996 yılında başladım. Çalışmalarımı dört bir yana yolculuk ederek gerçekleştirdim, ama sonunda hep İstanbul’a dönerdim. Bu yüzden 2004 yılında bu şehre taşınma kararı aldım.
32
Fotoğraflarında "ev" ve "evden uzak olma" gibi temalar baskın olarak hissediliyor. Burada kendini "evde" hissediyor musun? Bu temalar seni nasıl etkiliyor? İstanbul’a taşınmamın ardından buranın çılgınlığına ve bitmeyen enerjisine alışmam birkaç senemi aldı. İstanbul, hem Avrupalı yanımın hem de Anadolulu yanımın kendilerini "evde" hissettikleri bir yer. Ben buraya aidim. Ve inanıyorum ki beş senenin ardından İstanbul da beni çok sıcak karşıladı ve beni kabul etti. 2004 yılında Iraklı heavy metal grubu Acrassicauda’nın fotoğraflarını çekmek üzerine bir iş almışsın. Bu deneyimi biraz anlatabilir misin? New York’tan Vice dergisi beni aradı ve grup üzerine bir belgesel yapıp yapamayacağımızı sordu. Suriye’den yeni ayrılmış ve İstanbul’a gelmişlerdi. Ben grupla Ankara’ya giderlerken ve buradan vize almayı denerlerken çalıştım. Bazı konserlerini çektik ve onların evinde kaldık. Ama Amerika’ya gidebilmeyi çok istiyorlardı. İnanıyorum ki hepsi sonunda Amerika’ya gidebildi. Her biri, en iyisi olduğuna inandığı şeyi yapmaya çalışan genç adamlardı. Hayallerini takip etmek adına yollarda çok fazla şey kaybettiler. Umuyorum ki hâlâ bu hayali takip edebilecek durumdadırlar. Profesyonel bir fotoğrafçı olarak çok fazla seyahat ediyor olmalısın. Bugüne kadarki kariyerin süresince yaptığın en heyecan verici yolculuk hangisiydi? Altı aylığına Brezilya’da çalışmıştım. O zaman boyunca Rio’daki Favellas’dan Victory’e ve oradan da Amazon nehrine seyahat ettim. Sekiz saatlik bir bot yolculuğunun ardından Amazon nehrinin ortasında küçük bir ada bulduk. Bazı insanlar ateşte
balık pişiriyorlardı. Karnım çok açtı ve balığın tadı harikaydı. Ama en büyük sürpriz elime tutuşturdukları soğuk biraydı. Bir şekilde yanlarında bir soğutma kabı vardı. Kesinlikle şimdiye dek yaptığım en iyi yolculuklardan biriydi. Genç insanlar ve onların yaşantıları fotoğraflarının odağında yer alıyor. Türkiye’deki gençler ve yaşantıları seni nasıl etkiliyor? Türkiye başlı başına çok genç bir ülke. Birçok insan onun için neyin en iyi olduğunu bildiğini sanıyor ama benim büyük bir değişimin geldiğine dair güçlü hislerim var. Gençlerin ne hissettiği ve ne yaptıklarına dair büyük bir ilgim var çünkü birkaç sene sonra buraların geleceğini onlar tanımlıyor olacaklar. Young Turks adlı projen ekim ayında bir kitap olarak yayımlanacak ve aynı zamanda bir de sergin açılacak. Onun dışında başka neler üzerinde çalışmaktasın bu aralar? Ekim ayında Amsterdam’daki FOAM müzesinde kişisel sergim açılacak. Yeni kitabım da aynı zamanda çıkacak. Onun dışında Vogue Türkiye için moda çekimleri yapmaktayım. İlkini geçtiğimiz temmuz ayında yapmıştık. İleride daha çok çalışma yapacağımız harika bir takımımız var. Bakalım bu nereye doğru gidecek! İnsanları bu kadar doğal ve güzel fotoğraflama adına nasıl bir strateji izliyorsun? Anlık karelere mi yoksa onlarla konuşmaya, arkadaş olmaya, takılmaya ve bir nevi onları belgelemeye mi daha yakınsın? İnsanlara sataşmayı çok seviyorum. Hattâ bazen onları şok etmeyi... Ama her zaman şeffafım. Fotoğraf makinemin arkasına saklanmam. Çoğu zaman insanlar "Bu kadar mı?", "Çekim dediğin bu muydu?"
diye sorarlar. Ama bir şekilde insanları farkında bile olmadıkları birşeyler göstermeleri için ikna ederim. Böyle çekimlere bayılırım. İstanbul’un en sevdiğin yerleri nereler? Nerelerde takılmayı en çok seviyorsun? İstanbul’un içinde bile çok fazla yolculuk yapıyorum. Çoğu zaman şehrin içinde birkaç yerde kalınır ama İstanbul’un sunacağı çok fazla şey var. Bu aralar Tarabya ve Zincirlikuyu çevresindeki alanları yeniden keşfediyorum. Ama ardından daima ilk aşkıma, Asmalımescit’e dönüyorum. Bugünlerde en çok neler dinlemeyi seviyorsun? Bu aralar kendimi biraz nostaljik hissediyorum. Bu yüzden de sık sık MC Solar, Guru, Emily, U2, The Verve, Dead Can Dance, Ravi Shankar gibi eski favorilerimin üzerinden geçiyorum. Bu yaz izlediğin çok iyi bir konser var mıydı? Amsterdam, Paris ve İstanbul arasında seyahat etmekten konser izlemeye fırsat bulamadım. Keşke Massive Attack’i görebilseydim. Büyük bir hayranıyım. Fotoğrafın yanısıra hayatta ne gibi tutkuların var? İyi arkadaşlarla takılmak, mezeler, içkiler ve uzun sohbetler.
33
GÜNCEL PROJELER Yazı: Petek Güner
MODERN KENTE YENİ BİR TANIM
V E R İ K E N T " D ATA C I T Y " AMBERFESTİVAL SANAT VE TEKNOLOJİ ALANINDA TÜRKİYE’DE FESTİVAL DÜZEYİNDE GERÇEKLEŞTİRİLEN İLK, TEK VE EN GENİŞ ETKİNLİK OLARAK HER YIL KASIM AYININ İKİNCİ HAFTASINDA İSTANBUL’DA GERÇEKLEŞTİRİLİYOR. FESTİVALİN 2010 TEMASI HER TÜRLÜ VERİNİN ÜRETİLMESİ VE KULLANILMASININ KENT VE KENT HAYATINDAKİ ARTAN ÖNEMİNİ DİKKATE ALARAK VERİKENT OLARAK BELİRLENMİŞ VE AMBERKONFERANS 2010 DA AYNI TEMAYI PAYLAŞACAK. Günümüzde global kentsel nüfusun kırsal nüfusu aştığı ve kentlerin insanlığın esas yaşam alanları hâline geldiği bir dünyadayız artık. Sanayi devrimiyle yükselen modern kentin gereklilikleri ve günümüz teknolojilerinin sağladığı imkânlar da kenti veriden oluşturan bir gerçeklik hâline getirmiş durumda. Buna paralel olarak da, büyüyen ve karmaşıklaşan kenti anlamanın ve anlamlandırmanın yolu, ürettiği veriyi okuyup işleyebilmeye koşullanıyor ve gelişen teknolojiler de her türlü veriyi toplama ve işleme kapasitesini arttırarak bu gerekliliğe hizmet ediyor. Yani artık veri, stratejik bir öneme sahip. Zira verinin toplanması, saklanması ve işlenmesi, gündelik hayatımızın görünen ve görünmeyen pratiklerinden biri olarak hukuktan etiğe, insan haklarından sağlığa kadar geniş bir alanda kimileri için mutlak bir yarar kimileri için bir tehdit unsuru hâlini almış durumda. amber’10 da Verikent başlığıyla modern kenti diğer tanımlarının yanısıra bir veri kümesi olarak tanımlamayı öneriyor. Sanatçıları, Verikent’in yaşam formlarını, üretim-tüketim biçimlerini ve politikalarını sanat ve teknolojinin ekseninden yorumlamaya çağıran bir festival. Bu doğrultuda gerçekleştirilecek sahne performansları, etkileşimli yerleştirmeler, seminerler ve atölye çalışmaları ile sanatsal değişim ve işbirliği için bir fırsat yaratılması amaçlanıyor. Bu paylaşımlardan hem İstanbullu sanatseverler hem de genç sanatçılar üretilen işlere katılarak, yorumlayarak, tartışarak paylarını alma imkânı bulacaklar. Üretilen işlere katılmak konsepti, festivalin farklarından birini de teslim ediyor aslında. Çünkü amberFestival kapsamında, bilindik sanat-izleyici ilişkisinden farklı olarak, izleyicinin sanat eserine bedensel anlamda katılması ve eserin bu katılımla oluşması öngörülüyor. Böylelikle, izleyici için her sanat eseri bir deneyime dönüşebilecek. Eserlerde enformasyon teknolojileri, bilgisayarlar, elektronik elemanlar, sensörler, hareket algılama cihazları ve özel yazılımlar önemli rol oynamakla beraber, festivalin yeniliklere açık yüzünü de gelişmekte olan bio-sanat, nano-sanat, genetik sanat gibi yeni alanlar temsil ediyor. 34
Festival kapsamında dikkat çeken bir diğer unsursa, aynı zamanda bünyesinden çıkan ve komşu ülkeler, Ortadoğu, Kafkaslar ve Türkî Cumhuriyetleri kapsayan yeni teknolojiler ve sanat ağı amberNetwork’ün buluşma noktası olması. amberNetwork, İstanbul’u Doğu ile Batı arasında bir paylaşım ve işbirliği merkezi hâline getirmeyi de hedeflerinin arasında değerlendiriyor. Festival'in ana mekânı 5 No.’lu Antrepo olacak. İstanbul Modern Sinema işbirliği ile gerçekleşecek amberKonferans, 4 Kasım'da İstanbul Modern Sinema tarafından temaya bağlı olarak seçilen filmlerin gösterimi ile başlayacak. 5 Kasım'da iki ders/atölye, 6 ve 7 Kasımda makalelerin sunumu ile devam edecek. Festival kapsamındaki etkinliklerle ilgili dikkat çeken birkaç bilgi daha vermek gerekirse: son yılların en başarılı dans gruplarından Avusturalyalı Chunky Moves'un teknolojik altyapısını hazırlayan Freider Weiss’in dans ve interaktif teknolojiler konusundaki atölye çalışması, Dance-tech.net isimli sosyal web sitesinin kurucusu Marlon Solanas'ın sosyal ağlar ve sanat ilişkisi üzerine yapacağı öğretici uygulamalı atölyesi, çok ortaklı bir Avrupa projesi olan TelePlateau'nun ilk gerçek uygulamasının İstanbul ile Dresden arasında dans sanatçılarının performanslarının yanısıra izleyicilerin katılımı ile gerçekleşecek olması, Prag'dan sanat ve Teknoloji alanında çalışan ve amberFestival ile geçen senelerde de ortaklık yapan CIANT'ın kamusal alanda gerçekleştireceği Lazer- Dans performansı, programdaki yerlerini almış durumda. İlgilenenler için festival bu sene 5-14 Kasım 2010 tarihlerinde İstanbul'un heyecan verici kültürel panoramasını yansıtan çeşitli mekânlarda hayat bulacak. Katılımcı veya izleyici olarak daha fazla detay için, www.amberplatform.org.
GÜNCEL PROJELER Yazı: Petek Güner
SANAT VE KÜLTÜR KILAVUZLUĞUNDA
BENİM KENTİM’DEYİZ İSTANBUL’UN KÜLTÜR BAŞKENTİ UNVANINI TAŞIDIĞI 2010 YILI BAŞINDAN BERİ PEK ÇOK ETKINLİĞİN DÜZENLENDİĞİNDEN, YAZILI-GÖRSEL BASINDAN TAKİP EDEREK VEYA ŞEHRİN İÇİNDE BİZZAT YAŞAYARAK, HEPİMİZ HABERDARIZ. BRITISH COUNCIL DA BU ETKİNLİKLERE DAVET EDİLEN KURULUŞLARDAN BİR TANESİ ASLINDA... AMA ONLAR BİR FARK YARATARAK, SANAT VE KÜLTÜR ETKİNLİKLERİNİ SADECE İSTANBUL’DA DEĞİL, TÜRKİYE’NİN FARKLI KENTLERİNDE GERÇEKLEŞTİRMEK ÖNERİSİYLE GELMİŞLER. SONUÇ: EKİM 2010’DA MARDİN, TRABZON, ÇANAKKALE, KONYA VE İSTANBUL’DA HAYAT BULACAK OLAN "BENİM KENTİM - MY CITY" PROJESİ.
36
Benim Kentim projesinin ana amacı Türkiye’nin ve farklı kentlerinin Avrupa’da tanıtımına katkıda bulunmak ve bu kentlerde kamusal mekân, sanat ve kültür alanlarına yatırım yapmak. Avrupa Birliği tarafından finanse edilen Kültür Köprüleri Programı kapsamında, British Council’in Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi ve Anadolu Kültür ortaklığıyla yürüttüğü Benim Kentim - My City projesinin hazırlıkları 2009 yılının başlarına kadar dayanıyor. Davet edilecek Avrupalı sanatçılar, tanınmış uluslararası küratörlerden oluşan bir kurul tarafından aday gösterildikten sonra Biritish Council ve Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi ile birlikte seçilmiş ve projeye katılacak kentler proje kurulunun araştırma seyahatleri sonucu belirlenmiş. Devamında ise, bu sanatçılar Türkiye’ye davet edilmiş, çok yönlü izlenimlerde bulunmuşlar, izlenimleri ışığında da kendi kentleri için kamusal mekân sanat projeleri tasarlamışlar. Şehir, sanatçı ve etkinlikler hakkında biraz daha detay verecek olursak; Mardin: Alman sanatçı Clemens von Wedemeyer’in kent için tasarladığı ve "faydalı bir heykel" olarak tanımladığı projesi, eski Mardin’de taşlardan inşa edilecek olan bir açık hava sinema perdesi; Trabzon: Finlandiyalı sanatçı Minna Henriksson ve Trabzonlu gençlerin beraber yürüttüğü, kentlerinin nasıl algılandığına dair sosyal ilişkiler üzerinden şekillenen bir seri proje; Çanakkale: İngiliz sanatçı Mark Wallinger’in "Sinema Amnesia" adını verdiği ve boğazın en dar noktasına yerleştireceği video enstalasyonuyla kentin günü ve yakın geçmişine coşkulu bir göndermede bulunacağı proje; Konya: Polonyalı sanatçı Joanna Rajkowska’nin Osmanlı alfabesi ve dilini Walter Benjamin’in bir yazısıyla birleştirerek gelenek ve çağdaşlık arasındaki karmaşık ilişkiyi sorguladigi proje ve İstanbul: Avusturyalı sanatçı Andreas Fogarasi’nin İstanbul’un farklı mekânlarına taşınacak panoramik bir yapı üzerindeki çalışmaları. Projeyi daha da ilginç kılan unsur ise, paralel olarak, Türkiye’den başarılı sanatçıların da, Avrupa’nın önde gelen sanat kurumlarında ağırlanmak üzere davet edilmiş olması. Her biri kendi alanlarında
son derece başarılı çalışmalara imza atmış olan Caner Aslan, Berlin’de; Işıl Eğrikavuk, Dortmund’da; Leyla Gediz, Helsinki’de; Güneş Terkol, Londra’da; Can Altay, Varşova’da ve Gülsün Karamustafa da Viyana’da birikimlerini sergileme imkânı bularak, Türkiye ve Avrupa arasındaki kültürel bağların güçlendirilmesine ve Türkiye’deki çağdaş sanat uygulamalarının Avrupa’da tanıtılmasına katkıda bulunacaklar. Benim Kentim, sadece görkemli sanat yapıtları üretilmesini amaçlayan bir proje değil. Genç nüfus oranının son derece yüksek olduğu ülkemizde, bu genç insanların tartışabilecekleri, müzakere yapabilecekleri ve kentlerinin planlanmasına katkıda bulunabilecekleri bir forum oluşturmak da öncelikli amaçları arasında. Kamusal alanlarda gerçekleştirilecek sanat ve kültür aktiviteleri ve kamusal alanda sanat konusunda ileri gelen kişilere ev sahipliği yapacak olmaları dolayısıyla, yerel ve uluslararası basında yürütülecek medya desteği de göz önünde bulundurulduğunda, ilgili kentlerimizin yurtiçi ve yurtdışında etkin biçimde tanıtılacak olması ve Avrupa Kültür Kentleri haritasına eklenmeleri de programın ne denli etkili ve anlamlı olduğunun bir diğer göstergesi. Sokaktaki halktan kentsel politikayı oluşturan üst düzey kişilere kadar yaşamın her kesiminden ve her yaştan insanın katılımını sağlayacak olan projeyle ilgili gelişmelerin yer aldığı, proje kentlerini Avrupalı izleyicilere, kendi sakinlerinin kaleminden tanıtmayı ve okuyucularının gerek makaleler, gerekse okuyucunun yorumuna sunulacak konularda katılımcı olmasını hedefleyen, aylık olarak hem İngilizce hem de Türkçe yayınlanan bir elektronik dergi de mevcut: www.benimkentim.org/edergi. Ülkemizin farklı renklerinin tanıtımına ciddî anlamda katkıda bulunacağı tartışılmaz olan ve bunu kültür-sanat yoluyla gerçekleştirmeyi hedefleyen bu projenin bir parçası olmakta veya ulaşılabilirliğindeki kolaylık da cazibesini iyice arttırıyor. Benim Kentim, Ekim 2010’da...
37
Daha iyiye ve güzele giden yol sosyal sorumluluk bilincinden geçiyor... Amacımız birşeyleri değiştirme gücünün elinde olduğunu hisseden, umursayan ve eyleme geçen insanların bu çabalarına ışık tutmak, birey ile STK’ların buluşmasında bir köprü rolü üstlenmek, 'neden olmayacağını' değil, 'nasıl olabileceğini' tartışan ve gerçekleştiren insanlara selam durmak... Yazı: Petek Güner
38
ÇEŞME’DE
YENİ BİR HAYAT SAKIZ… TADI VE DİĞER FAYDALARI HAKKINDA HEPİMİZİN SAKIZ HAKKINDA BİR FİKRİ VARDIR DA, KOLAYCA YETİŞEBİLDİĞİ NADİR COĞRAFYALARDAN BİRİ OLAN ÇEŞME YARIMADASI’NDA SAKIZ AĞAÇLARININ YOK OLMA TEHDİDİYLE KARŞI KARŞIYA OLDUKLARINDAN HABERDAR OLMAYABİLİRİZ. ÜSTELİK TABİAT ANA, ÇEŞME'YE SAKIZ AĞACI YETİŞTİRMEK İÇİN BÜTÜN KOŞULLARI DA BAHŞETMİŞKEN, TÜRKİYE’NİN YILLIK 20 TON OLAN SAKIZ İHTİYACININ ÇOK BÜYÜK ORANININ İTHAL EDİLDİĞİNİ DE BİLEMEYEBİLİRİZ. YA DA… 10-15 YIL İÇİNDE BU SENARYOYU TERSİNE ÇEVİRMENİN ASLINDA MÜMKÜN OLDUĞUNU… TEMA VAKFI VE FALIM SAKIZLARI’NIN 2008 YILINDA BAŞLATTIĞI VE TÜM HIZIYLA DEVAM EDEN PROJE BU AMACIN GERÇEKLEŞEBİLMESİ İÇİN YAPILAN EN KAPSAMLI ÇALIŞMA: "SAKIZ AĞACINA SEVGİ AŞILIYORUZ" Çoğumuzun dondurmada, muhallebide, kahvede, reçelde afiyetle tükettiği, bunların dışında ekmeklerde, içkilerde, diş macunlarında, parlatıcı ve verniklerde, parfümlerde, bakım kremlerinde ve ilaçlarda da kullanılan sakız bitkisi, Sakız Adası ve Çeşme yöresinde doğal olarak yaşıyor. Tarihi de binlerce sene öncesindeki Eski Yunan’a kadar dayanıyor. Eski Yunanlar, sakız ağaçlarından elde ettikleri ve mastiche (mastika) adını verdikleri maddeyi sakız diye çiğniyorlarmış. Daha sonraları da Yunan doktorlar, sakızı çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanmaya başlamışlar. Günümüzde de üretimin büyük bölümü Yunanistan tarafından yapılıyor ve ürünün yüzde 60’ını ihraç ederek son derece önemli gelir elde ediyorlar. Türkiye’de ise, tüm olanaklara sahip olunmasına rağmen ülke yıllık ihtiyacının ancak ithalatla karşılanabildiği fakat –güzel haber– proje kapsamındaki ağaçlardan yeterli verim alınması hâlinde ekonomiye önemli bir katkı oluşturacak ve ihtiyacımızı kendi üretimimizle karşılayabilmemizin mümkün olabileceği bir senaryo var. Buna paralel olarak, projenin hedeflerinden biri de, sakızı ekonomik ağaç olarak vatandaşa benimsetmek. 2008’den beri devam eden proje kapsamında proje sahasının dikenli tellerle çevrilmesi gibi saha koruma çalışmaları, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’ne ait proje sahasının temizlenmesi, sakız ocaklarının canlandırılması, canlandırma kesimi yapılan ağaçların aşılanması gibi yabanî sakız ağaçlarının kazanılması amaçlı çalışmalar, fidan ekimleri ve ay teras yapım
çalışmaları yürütülüyor. Hedef, toplam 20 bin adet nitelikli sakız ağacına ulaşarak örnek bir sakızlık alan yaratmak. Çeşitli zorluklara rağmen kararlılıkla sürdürülen proje ile Türkiye’de sakız ağacı yetiştiriciliğine geçişin sağlanabilmesinin önemi vurgulanıyor. Çünkü yaz kış yeşil kalan, normalden fazla oksijen üreten, bakımı zor olsa da oldukça dayanıklı olan bu bitkiye nedense halk fazla ilgi duymamış. Oysa Çeşme yerel halkının büyük kısmı hâlen bahçecilik seviyesinde çiftçilik yaparak geçimini sağlıyor. Bırakın ekonomik yüzünü, güzelliğiyle de mümkün olan her yerde bulunması gereken bu büyülü ağaca gerekli dikkatin çekilmesi âdeta bir zorunluluk aslında. Dolayısıyla, uygun şartlar sağlanana kadar projeye destek verilmesi ve sonrasında ise asıl sahipleri olan yerel halka devredilmesi söz konusu. TEMA Vakfı ve Falım Sakızları işbirliğiyle devam eden projeye İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü başta olmak üzere, Alaçatı Turizm Derneği ve Çeşme ile Alaçatı Belediyeleri de destek veriyor. Sakız ağacını Egelilere sevdirerek, üretim yapmalarını sağlayıp katma değer yaratacak boyuta getirmek konusundaki çalışmaların doğal ve belki de en anlamlı sonucu da Ege Bölgesi’nde özellikle Çeşme’de bu mirası tekrar canlandırmak olacak. Sakız ağaçları Çeşme’de yaşama tutunacak.
39
PLAYLIST Babylon dergisinin 5. sayısında seçmiş olduğumuz 6 DJ’den haftanın yedi gününe, yedi şarkı seçmelerini istedik. İşte İlhan Erşahin, Mabbas, Hünkar Uğur, DearHead, DJ Hayk ve Sadi Güran’ın 7 güne 7 şarkı seçkileri. El Yazısı / Tasarım : Ece Sarıyüz Hazırlayan: Yetkin Nural
Yazı: Sami Kısaoğlu
Türkİye’de Genç Kuşak Caz GİRİFT, SOFİSTİKE, AVANGART OLANI ARAYAN, MERAKLI, ARAŞTIRMACI, YENİLİK İLE OLDUĞU KADAR GELENEKSEL OLAN İLE DE FLÖRT EDEN, YENİ ÖNERİLERE VE ÖNERMELERE AÇIK, BAZEN AKUSTİK BAZEN İSE ELEKTRONİKANIN SINIRLARINDA DOLAŞAN, EKLEKTİK, KİMİ ZAMAN MELODİK KİMİ ZAMAN İSE OLABİLDİĞİNE KAOTİK VE SÜRPRİZLE DOLU... BU TANIM VE SIFATLAR 70’Lİ YILLARIN SONLARINDA VE 80’LERDE DOĞAN GENÇ KUŞAK TÜRK CAZ MÜZİSYENLERİNİN SON ON YILDA YARATMIŞ OLDUKLARI MÜZİKLERİN ORTAK ÖZELLİKLERİNDEN SADECE BİR KAÇI ASLINDA.
42
Büyük bir çoğunluğu lisans ya da yüksek lisans seviyesinde caz eğitimi almış ve bu müziğe yürekten bağlı olan müzisyenlerin oluşturduğu genç kuşak Türk caz müzisyenler, son yıllarda gerek yurtdışı yarışmalarda aldıkları önemli dereceler, gerekse yurtiçi ve yurtdışı festivallerde göstermiş oldukları katılımla isimlerinden sıklıkla söz ettiriyorlar. Sahne performanslarının yanısıra kayıt alanında da olabildiğince aktif olmaya çalışan bu kuşak arasında albümlerini bağımsız plak şirketlerinden çıkartan isimlerin yanısıra kendi plak şirketini kurmayı seçenler de var. Geride bıraktığımız son on yılda başta İstanbul olmak üzere İzmir ve Ankara’daki caz festivallerinin sahnelerini genç caz müzisyenlerinin projelerine daha fazla açması Nardis, Babylon, Jazz Stop, Akbank Sanat gibi mekânların programlarında bu kuşaktan müzisyenlere yer vermeleri, yeni sesleri ve isimleri tanıyabilmemiz adına atılan olumlu adımlar arasındaydı. Tüm bunlara ek olarak Anadolu Üniversitesi Caz Kulübü’nün gerçekleştirdiği Amatör Caz Müzisyenleri Festivali ve Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü’nün kurmuş olduğu Caz Korosu gibi oluşumlar da bir yandan caz müziğinin üniversiteler bünyesinde yaygınlık kazanmasını sağlarken bir yandan da piyasa için yeni caz müzisyenlerinin yetişmesine önayak oluyordu. Enstrümanlar bakımından çeşitliliğe bakacak olursak piyano ve gitar genç kuşak Türk caz müzisyenleri arasında en yaygın olan iki enstrüman konumunda. Tıpkı klasik müzik alanında olduğu gibi caz alanında da genç kuşaktan iyi piyanistler yetişmekte. Özellikle piyano trioları formatında ortaya çıkan kayıtların ve projelerin orijinalliği ve caz piyanistlerimizin yurtdışındaki yarışmalarda aldıkları dereceler güzel gelişmeler arasında yer alıyor. Davul ve kontrbas enstrümanları gitar ve piyano derecesinde yaygın olan diğer iki enstrüman. Nefesliler alanında her ne kadar ritim enstrümanlarında olduğu kadar geniş bir kadro yer almasa da, özellikle saksafonda geçtiğimiz on yılda Türk caz sahnesine önemli isimler katıldı. Uzunca bir zamandır performanslarıyla adından sıkça söz ettiren isimler arasında Engin Recepoğulları, Korhan Futacı, Serhan Erkol, Barış Ertürk ve Çağdaş Oruç ilk aklıma gelen isimler arasında. Son birkaç yılda Türk caz sahnesinde isimlerinden sıkça söz ettiren diğer bir grubu ise genç kuşak caz vokalistleri oluşturuyor.
43
Yurtdışındaki Genç Türk Cazcılardan Güzel Haberler
Son yıllardaki başarılarıyla yurtiçi ve yurtdışında adından sıkça söz ettiren Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü Caz Korosu her iki yılda bir dünyanın çeşitli büyük kentlerinde düzenlenen ve bu yıl da Çin'de gerçekleştirilen 6th WORLD CHOIR GAMES 2010'da katıldığı iki kategoride de altın diploma kazandı. Bu yaz bir güzel haber de Hollanda’daki Prins Klaus Konservatuvarı’nda caz vokal eğitimine devam etmekte olan Sanem Kalfa’dan geldi. İsviçre’deki Montreux Caz Festivali’nde düzenlenen "Shure Montreux Jazz Voice Competition 2010"da birinci seçilen Kalfa geçtiğimiz yıl da "Nederlands Jazz Vocal Concour"da ikincilik ödülü almıştı. Geçtiğimiz yıl (Mayıs 2009) yurtdışından gelen güzel haberler arasında Estonya’nın başkenti Tallinn’den de bir haber yer alıyordu. Nömme Caz Festivali kapsamında düzenlenen Uluslararası Genç Caz Vokalistleri ve Enstrümantalistleri Yarışması’nda (Jazz Artist 2009) Ercüment Orkut (piyano) ikinci olurken, İpek Dinç (vokal) üçüncülüğü elde etmişti. Ayrıca Ercüment Orkut halk jürisi tarafından birincilik ödülüne layık görülmüştü. 2009 yılından bir güzel haber de Berklee’de film müziği ve caz kompozisyonu dallarında çift lisans yapan fusion caz grubu Betone üyelerinden Utar Artun’dan gelmişti. Hacettepe Üniversitesi Perküsyon Bölümü mezunu olan Artun geçtiğimiz aylarda "Berklee Contemporary Symphony Orchestra Composition Competition"da onur ödülünü alarak adından söz ettirmişti.
44
Stüdyo’dan Haberler Sonbahar bu sene caz müziği adına her zamankinden daha hareketli olacağa benziyor. İstanbul’daki caz kulüplerinin sezonu açması, Akbank Caz Festivali’nin yoğun programı ve genç caz müzisyenlerimizin peşpeşe yayınlayacak oldukları albümler göz önünde bulundurulduğu zaman sonbaharın cazla dolu olduğunu görmek son derece olası gibi. Türkiye’nin en aktif tuşlu çalgılar müzisyenlerinden biri olan Çağrı Sertel, Çağrı Sertel Trio - Newborn isimli albümünün son hazırlıklarıyla uğraşıyor. Albüm, Pozitif Müzik etiketiyle raflardaki yerini almış olacak. Son olarak Abbey Road Stüdyolarında, Londra Philharmonia Orchestra ile Alan Broadbent yönetiminde Kerem Görsev Trio + Ernie Watts albümü için stüdyo’ya giren baterist Ferit Odman da bu sonbaharda ilk albümünü çıkaracak isimler arasında. Nommo ismini taşıyan ve iki yıl önce New York’ta kaydedilen albümde Grammy ödüllü trompetçi Brian Lynch, Vincent Herring, Burak Bedikyan ve Peter Washington yer alıyor. Albüm kasım ayının sonlarında Equinox Music Entertainment etiketi ile yayınlanıyor. Birlikte çalıştığı müzisyenlerin çeşitliliği bakımından kırılması güç bir rekoru elinde bulunduran İzmirli basçı Alp Ersönmez’in solo albümü Yazısız da Pozitif Müzik etiketi ile yayınlanacak olan bir diğer albüm. Albümde Alp Ersönmez, Turgut Alp Bekoğlu ve Genco Arı’dan oluşan trioya, Erik Truffaz, Erkan Oğur, İmer Demirer, Sibel Köse, Akın Eldes gibi usta isimler birer parçada eşlik ediyor. Alp Ersönmez Quartet, 26 Eylül Pazar saat 19.00’da Akbank 20. Caz Festivali kapsamında Babylon sahnesine konuk oluyor. 2007 yılında Fulbright bursu ve William Paterson Üniversitesi’nden burs alarak New Jersey’de caz vokal yüksek lisansı yapan Ece Göksu şu sıralar
kendi albümü üzerine çalışan isimler arasında. Çoğunlukla Göksu’nun kendi bestelerinin ve düzenlemelerinin yer alacağı solo albüm projesine ek olarak şarkıcı eylül ayında Türk sanat müziği bestecileri Refik Fersan ve Faize Ergin'in bestelerinin aranjmanlarının bulunacağı bir albümde de konuk olarak yer alıyor olacak. Şu sıralar Bodrum’da sahne alan Göksu, sonbaharda konserlerine New York’ta devam edecek. Eylül-ekim döneminde dinleyebileceğimiz bir diğer vokal caz albümü ise New York'taki yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul’da çalışmalarına devam eden Elif Çağlar-Muslu’ya ait. İngilizce olan albümde yer alan tüm beste ve sözler Muslu’ya ait. Genel tavrı caz olan albümde Serkan Özyılmaz, Ozan Musluoğlu, İmer Demirer, Cengiz Baysal, Bilal Karaman ve Ferhat Öz gibi isimler yer alıyor. 2010 yılının sonlarına doğru ise Berke Can Özcan, Feryin Kaya, Burak Irmak ve Dilara Sakpınar’dan kurulu olan 123’ün üçüncü stüdyo albümü Arve’yi dinlemek mümkün olacak. Norveçli trompetçi Arve Henriksen’in de bir şarkıda gruba eşlik ettiği albüm 123’ün ilk kitaplı albümü Aksel’in devamı niteliğinde. Arve albümü fotoğraflarla dolu bir kitapla birlikte hazırlanıyor. Albüm grubun kendi plak şirketi Aisha Records üzerinden yayınlanıyor olacak. Grubun ajandasında 26 Kasım'da Borusan Müzik Evi’ndeki özel konser ve 19 Mayıs 2011'de Ender Sakpınar şefliğinde İzmir Senfoni Orkestrası’yla birlikte çalacak oldukları ilginç projeler yer alıyor. İstanbul’daki müzik eğitiminin sonrasında New England Conservatory (NEC) Contemporary Improvisation bölümünden master derecesi alan Serhan Erkol (alto saksafon) caz alanında gerçekleştirdiği çalışmaların yanısıra Kolektif İstanbul ve Pinhani topluluklarının üyesi. Erkol’un yer aldığı bir diğer topluluk olan Teneffüs’ün albümünün yaz sonuna doğru çıkması planlanıyor. Çalışma grubun davulcusu Ediz Hafızoğlu'nun kurduğu Lin Records etiketiyle yayınlanıyor olacak.
45
Son Birkaç Yıldan Birkaç Albüm Tamburada’nın 2004 tarihli Fantastik albümü o dönemde yapılan çalışmalar arasında belki de en çok ses getireni olmuştu. Modern caz yaklaşımları ile etnik unsurları, elektronik ritimler ile dans müziğini son derece yalın bir dille bir araya getiren grubun üyeleri ilk albümleri sonrasında yollarını ayırmıştı. Tamburada’nın o zamanki kadrosunun dağılmasının sonrasında Korhan Futacı, Berke Can Özcan, Feryin Kaya ve Burak Irmak’tan oluşan ekip DANdadaDAN topluluğunu kurmuştu. DANdadaDAN’ında bir süre sonra dağılmasının ardından bugünde birlikte müzik yapmakta olan Korhan Futacı ve Kara Orkestra’nın yanısıra 123 toplulukları kurulmuştu. Bestecilik kariyerinin yanısıra perdesiz gitar konusunda Türkiye’nin en önemli isimlerinden biri olan Cenk Erdoğan, Amerika'da Berklee College of Music ve Queens College of Music'den aldığı davetler sonrasında perdesiz gitar üzerine atölye çalışmaları düzenlemiş bir isim. Besteci kimliği ile dizi ve belgesel projelerinin müziklerinde sıklıkla imzasına rastladığımız Erdoğan’nın üçlüsüyle kaydettiği İle albümü, barındırdığı müzikal renklerin zarifliği ve yarattığı duygusal yoğunluk bakımından 2008 yılının en güzel albümlerinden biriydi. Albümde perdesiz gitar, e-bow ve yaylı tambur çalan Erdoğan, perdesiz gitarda bağlama ve tamburdan etkilenen özel bir teknik kullanarak caz armonizasyonlarını geleneksel melodilerle birleştiriyordu. Türkiye’de bir rüya takımını bir araya getiren ender albümlerden biri olan Genco Arı’nın 2008 tarihli Wizart’ı, gerek bestelerdeki başarı gerekse yakalamış olduğu üst düzey müzikaliteyle her zaman hatırlanmaya değer bir albüm. Piyanistin konservatuvarda öğrenci olduğu dönemde kendisine takılan wizard (büyücü) lakabına yapılan küçük bir değişiklik sonrasında Wizart ismini alan albümde bestelerin bir tanesi hariç tamamı Genco Arı imzasını taşıyordu. Genco Arı bu albümü yıllardır birlikte çalıştığı arkadaşları ile yapmayı gönlünden geçirmiş olsa da, nihayetinde Dave Weckl, Anthony Jackson, Mike Stern ve Bob Franceschini’den kurulu bir kadro ile tamamlanmıştı albüm. Genco Arı’nın henüz 25 yaşındayken kaydetmiş olduğu albüm, piyanist egosundan uzak, tüm müzisyenlerin eşit ölçüde ön planda oldukları ve sadece bir müzisyenin hayatında neler olup bitiyorsa onları anlattığı bir albümdü. Kontrbas müzisyeni Ozan Musluoğlu'nun Coincidence ismini taşıyan ilk albümü 2008 yılında çıkan ve es geçilmemesi gereken bir diğer albüm. Engin Recepoğulları, Ferit Odman, İmer Demirer ve Ülkem Özsezen'in katkıda bulundukları albüm gerek, ortaya çıkan genel tını anlamında, gerekse bireysel yaratıcılıklar anlamında dikkat çeken bir albümdü. Albüm Türkiye’nin en başarılı saksafon müzisyenlerinden biri olan Engin Recepoğulları’nın enstrümanında ne derece usta bir isim olduğunu tanımak adına da iyi bir fırsat sunuyor.
İnternette ve Sosyal Ağlarda Genç Türk Cazı MySpace bu yazıda yer alan neredeyse tüm müzisyenlerin ortak buluşma alanı. Her birinin kendi besteleri, konser programları ve biyografileri hakkında bilgileri paylaştıkları birer MySpace sayfası mevcut. MySpace’in yanısıra Facebook ve Twitter da birçok genç caz müzisyenin son dönem projelerinin takip edilebileceği bir ortam. Ayrıca aşağıdaki siteler'de genç caz müzisyenlerimizden haberleri takip etmek için birebir. www.genccazcilar.org www.myspace.com/genccazcilarorganization/ www.cazkolik.com www.turkjazz.com www.cazci.com www.caz.anadolu.edu.tr www.turkjazz.blogspot.com
46
Takip Edilmesi Gereken Birkaç İsim Vokal: Ece Göksu, Ferhat Öz, Sanem Kalfa, Elif Çağlar, Julide Özçelik Kontrbas: Ozan Musluoğlu, Kağan Yıldız Bas gitar: Alp Ersönmez Davul: Ferid Odman, Ediz Hafızoğlu, Cem Mısırlıoğlu Klavyeli çalgılar: Burak Bedikyan, Genco Arı, Çağrı Sertel, Ercüment Orkut Gitar: Cenk Erdoğan, Bilal Karaman, Bora Çeliker, Onur Ataman, Cem Tuncer Saksafon: Engin Recepoğulları, Korhan Futacı, Serhan Erkol, Barış Ertürk, Çağdaş Oruç Topluluklar: Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü Caz Korosu, Kaan Mete Swing Band, Evo Trio
47
Yazı: Sami Kısaoğlu
Akbank 20. Caz Festİvalİ’nden Alternatİf Etkİnlİkler Rehberİ Cazın mavi notaları bu sonbaharda bir kez daha İstanbullu müzikseverlerle buluşuyor, İstanbul'daki müzikal çeşitliliğin baş aktörlerinden biri olan Akbank Caz Festivali 20. yılını kutluyor. Özgün ve yaratıcı programıyla 19 yıl boyunca cazseverleri cazın sınırları aşan heyecanını paylaşmaya davet eden Akbank Caz Festivali bir kez daha cazın onlarca farklı rengine kucak açıyor. Üç hafta boyunca yirmiyi aşkın mekânda kırkın üzerinde canlı performansa evsahipliği yapacak olan festival konserlerin yanısıra atölye çalışmalarına, film gösterimlerine ve çeşitli sürprizlere programı kapsamında yer veriyor. Müzikseverler için bir hayli yoğun ve zengin bir program hazırlayan Akbank Caz Festivali’nin konukları arasında yer alan The Count Basie Orchestra, Diane Schuur, Miroslav Vitous, John Surman, The Sun Ra Arkestra, Omar Sosa, Nils Petter Molvaer ve Hindi Zahra isimleri, festivalin müzikal anlamda ne derece renkli geçeceğinin habercisi sayılabilir. Festival’de konserlerin yanısıra bir de yan etkinlikler var ki aslında festival içinde festival havası yaratıyor. Atölye çalışmaları, yarışmalar, film gösterimleri, brunch’lar ve daha onlarca etkinlik. Festival zamanı ve öncesinde performanslarını izleyecek olduğumuz sanatçılar hakkında bolca yazı ve röportaj olacağını düşünerek Akbank 20. Caz Festivali’nden alternatif etkinlikler rehberi hazırladık. İşte Akbank 20. Caz Festivali’nden öne çıkan bazı yan etkinlikler ve kısa ayrıntılar. Kampüste Caz ●● Geçtiğimiz yıl İstanbul’daki üniversiteleri dolaşan Kampüste
Caz serisi bu yıl Türkiye’nin farklı şehirlerindeki üniversitelerde de gerçekleştiriliyor. Kampüste Caz etkinliğinin İstanbul ayağında Türkiye’nin en yetenekli caz gitaristlerinden Sarp Maden ve arkadaşları, modern akustik caz ekseninde her an değişen, yeniden şekillenen, sürprizlere açık performanslarıyla, 04-12 Ekim tarihleri arasında Galatasaray Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi’nde gençlerle bir araya gelecek. ●● Etkinliğin Anadolu ayağında ise funk, rock, pop ve Avrupa klasik müziğini caz müzikle harmanladıkları geniş repertuvarlarıyla Selen Gülün Trio, Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Ankara Hacettepe Üniversitesi, İzmir Ege Üniversitesi, İzmir Ekonomi Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde 4-8 Ekim tarihleri arasında performanslarını sergileyecek.
Sosyal Ağlar Dünyasında Akbank Caz Festivali Festivalin takipçilerine bu seneki en hoş sürprizlerinden biri de 13 Eylül - 1 Ekim tarihleri arasında Akbank Sanat Facebook sayfası üzerinden gerçekleştirilecek olan bilgi yarışması. Doğru yanıt verenler için konser davetiyeleri, festival tişört ve albümleri gibi ürünlerin yer aldığı hediyeler arasında bir de büyük ödül var. Yirmi günlük yarışma sonucunda katılımcılardan bir kişi ve arkadaşı Akbank Caz Festivali’nin konuğu olarak kasım ayındaki Londra Caz Festivali’ne gitme şansını elde edecek. Ayrıntılar için www.akbanksanat.com ve www.facebook/akbanksanat.com adreslerine göz atılabilir. Düşler Akademisi "Sanat-çı engel tanımaz!" sloganı ile yola çıkan Düşler Akademisi bu yıl da 10 Ekim 2010 Pazar günü Babylon’da gönüllü müzisyenleri ve sosyal dezavantajlı gençleri bir araya getirecek. Katılımcıların farkındalığını arttırmanın hedeflendiği interaktif ritim atölyesi, perküsyon sanatçısı Alfred Menhert’in yönetiminde gerçekleştirilecek. Filmlerde Caz Cazın içinden geçtiği ve usta caz sanatçılarının müziklendirdiği klasik filmler 24 Eylül - 17 Ekim tarihleri arasında festival kapsamında Pera Müzesi’nde gösteriliyor olacak. Orijinal dilinde Türkçe altyazılı olarak gösterilecek olan filmlerin detayları için www.akbanksanat.com ve www.peramuzesi.org.tr adreslerine bakılabilir.
Bir Festival Hikâyesi Akbank Caz Retrospektif: 20. Yıl Belgeseli Özel Gösterimi Akbank Caz Festival’nin yirmi yıllık öyküsünü konu alan belgeselin gösterimi Akbank Sanat’ta gerçekleştiriliyor. Gösterime ek olarak gerçekleştirilecek olan panelde cazın Türkiye’deki yolculuğunu ilk ağızdan anlatacak olan Seda Binbaşgil ve Selen Gülün gibi konuşmacılar yer alacak. Gösterim tarihi: 28 Eylül 2010
AKBANK 20. CAZ FESTİVALİ KONSER PROGRAMI 23 Eylül – 12 Ekim 2010
Lezzetli ve Müzikli Teklifler Festival bu sene üç ayrı mekânda üç ayrı Cazlı Brunch’a evsahipliği yapıyor. Brunch’lar Moda Teras’ın yanısıra Akbank Sanat Kafe ve Mutfak Sanatları Akademisi’nde gerçekleştiriliyor. Festivalin bu seneki en ilginç ve lezzetli etkinliklerinden biri, Dünya Çikolata Şampiyonu Mickael Azouz ile "Çikolata ve Caz Atölyesi" yine Mutfak Sanatları Akademisi’nde gerçekleştiriliyor. Detaylar için www.akbanksanat.com ve www.msa.tc
İSTANBUL LÜTFİ KIRDAR ULUSLARARASI KONGRE VE SERGİ SARAYI 23 Eylül, Perşembe
> 21:00 > The Count Basie Orchestra dir. by Denis
Mackrel featuring Carmen Bradford AYA İRİNİ 24 Eylül, Cuma
> 20:30 > John Surman with Chris Laurence &
The Trans4mation String Quartet
25 Eylül, Cumartesi
> 20:30 > Paganini Trio
CEMAL REŞİT REY KONSER SALONU 29 Eylül, Çarşamba
> 20:00 > Miroslav Vitous “Remembering Weather
Report” featuring Franco Ambrosetti
30 Eylül, Perşembe
> 20:00 > Diane Schuur
01 Ekim, Cuma
> 20:00 > The Sun-Ra Arkestra
02 Ekim, Cumartesi
> 20:00 > Omar Sosa Afreecanos Trio featuring
Special Guest Paolo Fresu
AKBANK ART CENTRE 24 Eylül, Cuma
> 15:00 > EJN PANEL / Global Jazz – Local Jazz
> 19:00 > Kaiser & Semih - Composer Duo Music
27 Eylül, Pazartesi
> 19:00 > Barbarlar featuring Craig Harris
06 Ekim, Çarşamba
> 19:00 > Joost Lijbaart & Wolfert Brederode
> 19:00 > Evo Trio featuring Manuel Dunkel
BABYLON 23 Eylül, Perşembe
> 22:30 > İmer Demirer Quartet
24 Eylül, Cuma
> 21:30 > Okay Temiz 3 + 1 Project - Xavier
Akbank Sanatta Atölye Çalışmaları ve Paneller Festivalin programı kapsamında cazdan modern dansa, plak kapağı ve tişört atölyelerinden çocuk atölyelerine 7'den 77'ye herkes için bir çalışma söz konusu.
Desandre Navarre, Minino Garay & Nedim Nalbantoğlu
> 23:30 > Aka Moon & Mısırlı Ahmet
25 Eylül, Cumartesi
> 21:30 > Aydın Esen & Wolfgang Muthspiel
> 23:30 > İlhan Erşahin’s Istanbul Sessions
26 Eylül, Pazar
> 19:00 > Alp Ersönmez Quartet
> 21:00 > Barbarlar featuring Craig Harris
27 Eylül, Pazartesi
> 20:30 > Graham Haynes / Hardedge
●● Europe Jazz Network: Küresel Caz - Lokal Caz/Global
28 Eylül, Salı
> 21:30 > Nils Petter Molvaer
Jazz - Local Jazz 24 Eylül 2010 ●● Mavi Jeans Tişört Tasarım Atölyesi 25 Eylül - 2 Ekim 2010 ●● Banane Mag "Plak Kapağı Tasarım Atölyesi" 07 Ekim 2010 ●● Beyhan Murphy / Dans’la Etkileşim paneli 08 Ekim 2010 ●● Ezo Sunal Çocuk Atölyesi "Çocuklarla Caz" 09 Ekim 2010 ●● Aykut Uslutekin / Caz Portreleri Atölye Çalışması 10 Ekim 2010 ●● Popüler Müzikte Caz’ın Yeri 29 Eylül 2010
29 Eylül, Çarşamba
> 21:30 > Wax Tailor
30 Eylül, Perşembe
> 22:30 > Burhan Öçal & Jamaaladeen Tacuma &
Wolfgang Puschnig
01 Ekim, Cuma
> 23:00 > Aronas
02 Ekim, Cumartesi
> 23:00 > Calibro 35
03 Ekim, Pazar
> 19:00 > Instant Composers Pool Orchestra
10 Ekim, Pazar
> 19:00 > Düşler Akademisi
GHETTO 08 Ekim, Cuma
> 22:30 > Hindi Zahra
NARDİS 06 Ekim, Çarşamba
> 21:00 > Roggenkamp; Focan; Luebke Trio
07 Ekim, Perşembe
> 21:00 > Roggenkamp; Focan; Luebke Trio
THE SEED 07 Ekim, Perşembe
> 21:00 > Tuluğ Tırpan Trio My Green Color /
Konuk Sanatçı: Sertap Erener
09 Ekim, Cumartesi
> 21:00 > Selen Gülün by Selen Gülün
SALON 29 Eylül, Çarşamba
> 20:30 > Baki Duyarlar OnQ Band “Overseas”
06 Ekim, Çarşamba
> 20:30 > Oguz Buyukberber; Simon Nabatov; Gerry
Hamingway
CAZLI BRUNCH 26 Eylül, Pazar
> 11:00 – 15:00 > Moda Teras
03 Ekim, Pazar
> 11:00 – 15:00 > Mutfak Sanatları Akademisi
10 Ekim, Pazar
> 11:00 – 15:00 > Akbank Sanat Merkezi
49
50
90’LARIN BAŞINDAN BU YANA ALTERN ATİF ROCK SAHNESİNİN EN İÇTEN, HÜZ ÜNLÜ VE SAMİMÎ SESLERİNDEN BİRİ ORTALARINDA VERİLEN KISA MOLANIN TINDERSTICKS. 2000’LERİN ARDINDAN DAHA RAFİNE VE OLGUN BİR TINDERSTICKS ÇIKMIŞTI KARŞIMIZA. KADROSUNDAN ÜÇ KİŞİYİ KAYBETMİŞ GRUP, KURUCU OLSA DA, DERİNLERDE BİR YERLERDE SİZİ YAKALAYIP PEŞİNDEN SÜRÜKLEYE VE EŞSİZ VOKAL HÂLÂ DİMDİK AYAKTA N O MELANKOLİK MÜZİK ...
TINDERS TICKS LLIK SAMİMÎ SESİ
ALTERNATİF ROCK SAHNESİNİN 20 YI Yazı-Röp: Okan Aydın
Klavyenin başına özel bir Tindersticks yazısı için kurulmadan, grubun ilk albümünün 1993 tarihli olduğunu görünce insan, orta yaş kulvarında bir düşük vitesle yol almaya başlayan biri olarak, zamanın ne denli hızlı ve geri dönülemez biçimde yol aldığını düşünmeden edemiyor. Bugüne değin dünya müziğinin önemli temsilcilerini İstanbul’a taşıyan Mavi Jeans Geceleri kapsamında 20-21 Eylül’de Babylon’un sezon açılış konserleri için sahne alacak olan Tindersticks’in 20 yıl boyunca zihinlerimize akıttığı benzersiz işitsel ve görsel hatıralar arasında biraz da iç geçirerek yapılan bu yolculuğun seyir defterinde, hüzün ve melankoliye sarmalanmış zaman ötesi bir müzikal dil ve küçük seslerle söylense de çok derinlere işleyen etkileyici hikâyeler var. Aslında 1988 yılında kurulan Asphalt Ribbons grubu birkaç yıl sonrasında 90’ların en önemli ve etkili İngiliz gruplarından biri olacak olan Tindersticks’in bir nevi çekirdeğidir. Grubun Old Horse EP’sindeki ekip tek bir müzisyen dışında ilk Tindersticks kadrosu ile aynıdır. Stuart Staples (vokal), Dave Boulter (org ve akordeon), Neil Fraser (gitar), Dickon Hinchliffe (gitar ve yaylılar), Al Macauley (davul ve vurmalılar) ve John Thompson’dan (bas) oluşan kadrodan basçı John Thompson’ın ayrılması ve yerine Mark Colwill’in gelmesiyle birlikte Nottingham çıkışlı grup Tindersticks de kendi yolculuğuna başlayacaktır. 1992 yılında ilk demosunu kaydetmeye başlayan grup, yılın sonunda "Patchwork" isimli single çalışmasını ve ardından 1993 yılında kendi adıyla anılan ilk albümünü yayımlar. 90’lı yıllara silinmeyecek izler bırakacak olan Tindersticks müziğinin tüm ipuçlarının benzersiz bir maharetle işlendiği nefis bir dinletidir bu ilk albüm. Yaylı partisyonuyla unutulmazlar arasına giren açılış parçası "Nectar", Staples’in abartısız bariton vokallerine eşlik eden keman sesleri ve derinlikli atmosferiyle "Tyed", gitar riffleri ve keman arasında gidip gelen yüksek temposuyla dikkat çeken "Whiskey and Water" gibi parçaların yanısıra, bugün bile ilk akla gelen Tindersticks klasikleri arasında sayılabilecek "City Sickness", "Milky Teeth", "Jism" ve "Her" parçalarını barındıran bu muhteşem ilk albüm, grubun farklı lezzetler içeren müzikal kimyalarının ispatı niteliğindedir. İki yıllık bir aradan sonra grup yine isimsiz olarak (2. Albüm olarak da anılmaktadır) This Way Up etiketiyle yeni bir albüm çıkarır. İlk çalışmaya paralel olarak hemen hemen tüm İngiliz müzik basını tarafından yılın en iyi 10 albümü arasında gösterilen çalışma, İngiltere listelerinde 13 numaraya kadar yükselecektir. "My Sister", "Tiny Tears", "Talk To Me" ve The Walkabouts grubundan Carla Torgerson’un Staples ile vokalde düet yaptığı "Traveling Light", albümün öne çıkan parçalarıdır. Tindersticks’i 90’lar indie/alternatif rock sahnesinin en önemli topluluklarından biri yapacak olan bu iki albümün dikkat çekici yanı grubun müzikal kimliğindeki olgunluktur. Grup elemanları arasında yakalanan denge ve zaman zaman Ian Curtis (Joy Division), Tom Waits ve Nick Cave gibi isimlerle adı anılacak denli eşsiz bir vokali olan Stuart Staples’in başrolde olmasına rağmen müzikal anlamda yaratılan eşitlikçi ortam, ortaya çıkartılan zengin içeriğin ana hayat damarlarıdır. Grup elemanları açıklamalarında sadece
yapmak istedikleri müziğe odaklandıklarını ve nihayetinde aslolanın yarattıkları müziğin grup olarak kendilerini nasıl hissettirdiği olduğunu belirtecektir. Kastedilen samimî ve gerçek müziği yapmanın formülüdür aslında.
orkestrasyonun ciddî biçimde azaltıldığı, parça dinamiklerinin minimal bir kurguyla ele alındığı bir yapıyı da beraberinde getirecektir. Staples’in insanı peşinden sürükleyen ve akıldan çıkmayan vokalleri elbette ki albümün yine başat figürüdür.
Tindersticks öncesi evredeki Asphalt Ribbons parçalarına bakıldığında, yüksek bir tempo ve daha tavizsiz, sert bir atmosfer olsa da, bazı parçalarda Tindersticks müziğinin izdüşümlerini yakalamak mümkündür. Staples’ın koyu, derin ve didaktik vokaline eşlik eden yaylılar, arka planda bu iki ana figür için minik bir orkestra gibi çal(ış)arak eşsiz bir ambiyans yaratan gitar, davul ve vurmalılarla kaynaşarak bir yandan melankolik ve hüzünlü bir resim ortaya koyarken, bir yandan da zarif, incelikli ve samimî bir dil oluşturmaktadır. Bu anlamda Asphalt Ribbons dönemini Tindersticks’in albümlerindeki olgun, oturmuş ve güzergâhını belirlemiş çizginin hazırlık safhası olarak da değerlendirmek olasıdır.
Tindersticks iki yıllık ara geleneğini bozmaz ve 2003 yılında Waiting For The Moon’u yine Beggars Banquet’ten piyasaya sürer. Ardından yoğun bir turne dönemi gelir. Turneler yorucu olsa da grup elemanları sahnede olmaktan ve hikâyelerini birebir dinleyici ile paylaşmaktan mutludurlar. 2003 tarihli bu albüm orijinal Tindersticks kadrosuna sahip son çalışma olacak, ilerleyen yıllarda vokalist Stuart Staples kendi solo albümlerine (Lucky Dog Recordings 03-04' - 2005 ve Leaving Songs - 2006) ağırlık verirken, grup 2006 yılında ana kadrosundan üç ismi kaybedecektir. 2008 yılına dek sürecek bir sessizlik/dağılma döneminin ardından tekrar stüdyoya giren üç kişilik çekirdek Tindersticks kadrosu ise bu defa The Hungry Saw albümüyle hayranlarının karşısına çıkacaktır. Yeni albümle birlikte ana kadronun yarısını yitirmiş olan Tindersticks yola Stuart Staples (vokal), Dave Boulter (org ve akordeon) ve Neil Fraser (gitar) kadrosuyla devam kararı vermiştir. Ekibe davulda Thomas Belhom ve basta Dan McKinna eşlik etmektedir. Naif piyano melodileri ile açılan albüm "Yesterday, Tomorrows", "The Other Side of the World", "The Hungry Saw" ve "The Turns We Took" gibi etkileyici parçalarla Tindersticks hayranlarını bir hayli sevindirecektir.
TInderstIcks’in 20 yıla yayılan uzun yolculuğunun en son durağı FallIng Down a MountaIn'da Staples’ın dumanlı vokaliyle örülmüş masalsı bir atmosfer hâkim. 1997 yılında grubun üçüncü stüdyo albümü olarak yayımlanan Curtains öncesi Tindersticks, Fransız yönetmen Clare Denis’in 1996 tarihli filmi Nenette et Boni’nin müziklerini yapar. Tesadüf gibi görünen bu birlikteliğin arka planında Tindersticks’in loş bir fon üzerinde yükselen siyah-beyaz notalarının yarattığı sinematik vurgusu yüksek müzikal dilin etkisi olduğu aşikârdır. Takip eden yıllarda grup yine bir Clare Denis filmi olan Trouble Every Day’in de müziklerini yapacaktır. Curtains albümü aslında grubun ilk iki albümü sonrası işlerin biraz da grup insiyatifinden çıktığı zorlu bir dönemin, yorucu bir çalışmasıdır. Dickon Hinchliffe, bir röportajında o dönemki müzik yapım sürecinden keyif alamadıklarını açıkça belirtecektir. Dönemin bir özeti, turneler arasına sıkışıp kalmış Tindersticks’in kendini anlattığı "Ballad of Tindersticks" parçasıdır. Simple Pleasures, yine iki yıllık bir aranın ardından gelir. "Can We Start Again?" adını taşıyan açılış parçası âdeta yeni dönemin habercisidir. Curtains albümünde grubu bir nebze ikinci plana atan yoğun orkestrasyonun yerine tekrar grup elemanları ön plana çıkmış ve albüm geneline yansıyan pozitif bir hava yakalanmıştır. Grup elemanları bu albümle birlikte kendilerini ifade edebilmenin yolunu artık bulduklarını ve 97-98 dönemine kıyasla daha mutlu bir evre sonucunda albümü kaydettiklerini belirteceklerdir. "Before You Close Your Eyes" bu keyifli havanın notalara yansıdığı nefis bir çalışmadır. 2001 yılında Beggars Banquet etiketiyle yayımlanan Can Our Love aynı çizgide devam eden bir çalışma olarak kayıtlara geçecektir. Staples’ın hiç aceleye getirmeden âdeta mırıldanarak içimize işleyen vokali, yaylı ve üflemelilerin incelikle yarattığı atmosfer dinleyicilere oldukça rafine bir arka plan dâhilinde sunulur. Staples ilk üç albümlerinden sonra artık gidecek daha fazla yerlerinin kalmadığını hissettiklerini ve Simple Pleasures ve Can Our Love ile müziğe farklı bir formülasyonla yaklaştıklarını belirtecektir. Bu yeni meydan okuma çok daha dingin, bahsi geçen yoğun
52
Tindersticks’in 20 yıla yayılan uzun yolculuğunun şimdilik en son durağında ise 2010 çıkışlı Falling Down a Mountain albümü var. Grup elemanlarının yanlarına vokal ve gitarda Davit Kitt’i, davulda Earl Harvin’i kattıkları bu albüm aynı zamanda 4AD etiketiyle çıkardıkları ilk çalışma. "Black Smoke", "She Rode Me Down" ve "Peanuts" gibi parçaların ön plana çıktığı albümde Staples’ın dumanlı vokaliyle örülmüş masalsı bir atmosfer hâkim. İlk albümlerdeki iddialı melodilerin yerini sakinliğin, oturmuşluğun ve 20 yılın görmüş geçirmişliğinin aldığını gördüğümüz albüm, Staples’ın Babylon dergiye verdiği röportajda belirttiği gibi dinleyici ile grup arasında kurulacak ilişkinin samimiyetini yükseltecek derecede içten bir çalışma.
Babylon dergi sordu, Stuart Staples yanıtladı "Kendi sesini bulmak, bazı şeyleri kaybetmekle alâkalıdır" şeklinde bir ifadeniz var. Kasıt kendi tarzını bulabilmek için zamana yayılan bir öğrenme süreci mi? Sanırım kendi sesime oldukça yaklaştım. Müzik yapmaya başlamadan hâlihazırda onlarca şeyden etkilenmiş oluyorsunuz. Bu etkilere açık olma hali zaman içinde kademeli olarak devam ediyor. Kendi sesimi bulmak için yapmaya çalıştığım, bu yüklerden ve etkilerden sıyrılmak aslında. The Hungry Saw albümüne ilişkin bir notunuz var; o albümde kendi sesinizi bulduğunuza dair... Açıklaması biraz zor, her defasında sonuca daha da yaklaştığınız bir olgu bu. Bir parçayı yazarken, belli bir noktada parçanın var olmadığına dair bir hisse kapılırsınız. O an için düşüncelerinizin akıp gitmesine izin vermelisiniz; ta ki müziğin var olduğunu ispatlayacağı ilk ilham noktasını keşfedinceye dek.
İnsanların Tindersticks’in müziğiyle ilgili düşüncelerini pek umursamıyorsunuz galiba. Bu hâlâ geçerli mi? İlk zamanlarda tek tek ya da grup olarak 10 yıl kadar bir süre insanların pek de ilgi göstermedikleri müzikler yaptık. İlk albüm çıktığında orada gerçekten biz vardık. İnsanların müziğimizde kendilerine ait birşeyler bulmaları çok hoş ve cesaretlendirici. Ama konu müzik yapmaya gelince başkalarına değil kendinize bakmalısınız. Müzik yaparken dış seslere maruz kalmak, kendi benliğinizden uzaklaşıp gerçekliğinizi yitirmenize yol açar. Tindersticks, melankolik ve depresif ifadelerini akla getiriyor. Oysa ben "zamansız ötesi" ifadesini tercih ediyorum. Sizce? Birileri yaptığımız müzikte gerçek ve samimî bir an yakalayabiliyorsa, o zaman müziğimizin zaman ötesi olduğundan bahsedebiliriz. İlk albümlerimiz çıktığında Tindersticks’e benzeyen gruplar yoktu. Yaptığımız o günün ya da zamanın müziğinin dışındaydı. Bu samimiyeti müziğimize hep yansıtmaya çalıştık. Birkaç yıl önce kurucu kadroda yer alan üç isim gruptan ayrıldı. Bu müziğinizi etkiledi mi? Hem evet, hem de hayır. Ben, Dave ve Neil çoklukla grubun genel tarzını belirleyen kişilerdik. Bir yandan güçlü olabilmek için bu Tındersticks'İn, Babylon açılış konserİ 20-21 Eylül’de
özü korumak, bir yandan da yeni isimlerin gruba getireceği farklı yaklaşımlara ve dinamiklere açık olmak gerekiyordu. Şu an için daha büyük bir aile olduk, hep yakınımızda olan yaklaşık 15 kişilik bir ekip var. Böylelikle farklı formlara girebiliyoruz. Daha esnek ve dışadönük bir grup hâline geldik. Evet, hâlâ o özü ve bizi biz yapan ruhu koruyoruz ama farklı meydan okumalara da açığız. Yakında solo albüm var mı ? Müziğe ilişkin ne hissettiğinizle ilgili bir durum bu. 2003 yılında grup yaratıcılık açısından iyi bir ortam sunmuyordu ve solo albüm yapmak o an için mantıklı görünen bir seçenekti. Şu an durum oldukça farklı. Zaman içinde anlatmak istediğim somut fikirler oluşursa yeni bir albüm yapmak konusunda herhangi bir çekincem yok. Kendinizi bir şair olarak görüyor musunuz? Sanırım şarkı sözü yazmakla şairlik farklı. Söz yazarken kâğıt üzerine notlar alıp kelimelerin anatomisiyle uğraşmıyorum. Kafamın içinde oluşuyor şarkıların hikâyeleri. Şairlik kendi içinde farklı formlara bürünebilir ama ben hiç masa başında şarkı yazdığımı hatırlamıyorum.
53
Röp: Doruk Yurdesin Foto: Alper Ertuğ
Yeni albümle gelip, WOMEX 2010'a gidiyorlar
GEcekondudan dünyaya
54
23 TEMMUZ CUMA GECESİ BEŞİKTAŞ’TAKİ ABBASAĞA PARKINDAYDI BABA ZULA. KÜÇÜK AMFİTİYATRONUN SIRTLARINDAN Sahneye BAKAN demokrasi şehitleri HEYKELLERİNİN ARASINDA VE HEMEN ALTINDA TOPLAŞAN MAHALLE SAKİNLERİ SAATLERCE DİNLEDİ, ALKIŞLADI, İYİCE HARARET ARTTIKÇA GÖBEK ATTI. HALK KONSERİNİN HEMEN ERTESİ GÜNÜ GRUBUN İKİ TEMEL TAŞI MURAT ERTEL VE LEVENT AKMAN’LA, ÖZELLİKLE SONBAHARDA ÇIKACAK SÜRPRİZLİ ALBÜME ODAKLANAN BİR SOHBET YAPTIK.
"Saptanmış doğaçlama", "oryantal dub" ve "uzay yolu oryantal müziği." Bunlar şimdiye kadar okuduğum röportajlarda sizin ya da başkalarının, BaBa ZuLa’nın müziğini tanımlamak için kullandığı terimler. Siz kariyerinizin bu aşamasında kendinizi hangisine daha yakın buluyorsunuz? Murat Ertel: "Oryantal dub" müziğimizin içinde olsa da, tanımlamak için yeterli gelmiyor. Tabiî ki dub müziği çok seviyoruz ve BaBa ZuLa’nın içinde öyle bir şey var ama bildiğimiz anlamda reggae ve dub seven dinleyici konserlerde tam bunu bulamaz. Aslında bir tanımın içine girmek çok zor ve bizim de içinden çıkamadığımız bir şey. Levent Akman: Folk desen değil, halk müziği tam değil, belki modern halk müziği olabilir. ME: Hem geçmişle bağlantı kurup hem de geleceğe yönelik olmak istiyoruz. Anadolu rock da değil, ama İstanbul gibi bir coğrafî konumlandırma yapılabilir. "İstanbul uzay müziği" gibi şeyler de diyoruz. Gelenekselle ilişki kurup geleceğin makinelerini kullanan, eski teknolojilerden de yararlanan geniş bir tür. Tarif, insanların hep istediği bir şey. Siz n’apıyorsunuz diye soruyorlar. Biz de İstanbul’dan müzik yapıyoruz diyoruz. Ama bir taksiciye anlattığınızda ha siz modern halk müziği yapıyorsunuz diyor. Herhalde en mutabık kalınan şey o. Bu röportajların bazıları epey eski olduğundan, kafanızda bu anlamda ne gibi değişiklikler olduğunu merak ediyordum aslında. Tek anladığım, bu terimlere daha da sığamamaya başlamanız oldu. ME: Psikedelik müzik de var. Biz her zaman o müziğin içinde de yer almış olsak da, onu pek ön plana çıkartmadık. Ama şimdi biraz daha çıkıyor sanırım. Çok ayrıksı kalıp da n’apıyor lan bunlar dedirten bir durumumuz zaten var. Eskiden bizim içimizde psikedelik birşeyler de var dediğimiz zaman altmışları yaşamamış insanların anlayamaması gibi bir durum vardı ama şimdi genç insanlar da bunu anlayabiliyorlar, bununla dans ediyorlar. Funk da var, Afro müzik de var, punk da var, rock’n’roll da var. Batı’dan da Doğu’dan da… BaBa ZuLa’nın başlangıcını 1996 olarak alırsak, 14 yıldır var olan bir gruptan bahsediyoruz. Ve hâlâ alanında tek görünüyor.
55
LA: Bu konuda çok üzüntülüyüz. İsterdik ki en azından on tane grup olsun, birbirimizden feyiz alalım, hem yarışma ortamı olsun hem de ortak birşeyler yapabilelim. ME: Yakın gördüğümüz gruplar var ama tam değiller. Gevende, Kırıka, Dinar Bandosu, Fairuz Derin Bulut gibi sevdiğimiz gruplarla bir tür akrabalık var. Ama o ilişki zaman zaman alâkasız gruplarla da kuruluyor. LA: Uzun süredir bu müzikle iç içeyiz ve grupların devamlılığı olmadığını görüyoruz. Saman alevi gibi çıkıp kayboluyorlar. Belki egodan, belki hayatın insanları başka yollara sürüklemesinden… Belki de zamanında Zen grubu alanında tek olduğu için şanslıydınız. O ilginin size yoğunlaşması daha rahat müzik yapmanızı sağlamış olabilir mi? LA: Ben şansa pek katılmıyorum. Doksanları düşündüğüm zaman çok az çaldığımızı, pek bir gelirin olmadığını hatırlıyorum. Cebimde sadece stüdyoya gidip gelme parası olurdu. Şansı biraz da biz yarattık. Şimdi belli bir müzik kitlesi oluştu. İnsanlar daha çok araştırmaya başladı. Biz o yıllarda eski Peyote’de pazartesi geceleri DJ BaBa ZuLa yapıyorduk. Gelen genç kızlar göbek atmaktan, halk müziği dinlemekten utanıyordu. Saz, darbuka korkunç şeylerdi, Türkçe rock yapılır mı diye konferanslar düzenleniyordu. Böyle yerlerden geçtik. Oysa oraya gelen belli bir kitleyi hatırlıyorum, benim de üniversiteden arkadaşlarım olan. Bunlar göbek atmaktan pek çekinecek tipler değillerdi. Şanstan kastım buydu aslında. Motivasyon. LA: Zayıf da olsa yavaş da bir gelişim gördük. Bundan on sene önce Derdiyoklar’ın Babylon’u doldurabileceğini hayal edemezdin. Kimse de getirmezdi oraya zaten. Şimdi biletler tükendi, insanlar üst üste düğün havasında dinledi. On yıl öncesi daha kapalı, konservatifti. Sonbaharda albüm çıkacak. Kökler bir öncekine göre farklı bir albümdü, daha minimal, kadronun daraltıldığı… "Köklerimize döndük" dediniz. Bu albümde nasıl bir atlama var? ME: Doğaçlamayı azalttık Tamamen doğaçlama olan şarkı şimdilik yok. Bu anlamda Kökler’in epey zıddı. Daha şehirli bir albüm olduğunu düşünüyorum. Konuklara da hayır demedik ve birdenbire kendiliğinden bir sürü konuk geldi. "Titi" Robin’le tanıştık mesela Fransa’da, kendisi çağırdı bizi beraber çalmak için. Bugge
56
Wesselthoft da öyle. innerviews adlı, ödüllü bir müzik sitesi olan Anil Prasad isimli bir gazetecinin tavsiyesiyle Asian Dub Foundation’ın basçısı Dr. Das’la tanıştık ve onunla kayıtlar yaptık. Bir de, biz hep Türkçe müzik yapıyorduk. Bu albümde bir Fransızca, bir Makedonca şarkı var. Belki bir tane de İngilizce olacak. Eskiye kıyasla epey değişik bir projeden bahsediyoruz. ME: Albümün ismini belirlemek bize çok yardımcı oldu. Gecekondu olarak düşünüyoruz, tasarım ve görsellerinde de bir kavramsal ağırlık olacak. Şehirli ya da Avrupaî değil de, daha buraya ait bir şehirleşme çözümü gecekondu. Bir nevi buraya ait bir işgal evi. Ama yoktan var etme var ve fena bir çözüm de değil. İki katlı, bahçeli, hayvan ve bitkilerle var olabilen bir mimarî yapılaşmadan bahsediyoruz. Her ne kadar çarpık filan da olsa, kendi estetiğini yaratabiliyor. Vita yağ tenekeleri saksı oluyor. Çöp olarak gördüğümüz birçok şey ev yapısı içerisinde kullanılıyor. Bir geri dönüşüm de söz konusu. Görsel tasarım nasıl olacak? Kim yapıyor? ME: Ben sanat yönetmenliğini yapıyorum ve bayağı yol aldık. Hayatımda tiyatroyla ilgili önemli noktalardan yararlandım. Küçükken Abdülcanbaz ve Keşanlı Ali’nin bütün provalarına katıldım. Keşanlı Ali de 60-70’lerde gecekondularda geçen bir oyun. Çekoslovakya’da bir prodüksiyonu olmuştu ve babam Mengü Ertel, Karagöz seyirlikleri ve gecekondu estetiği arasında bir bağ kurarak dekorları ve kostümleri yapmıştı. Onlar üzerinden çalıştık. Bu albümün Abdülcanbaz’ın bir macerası üzerine olacağını okumuştum... ME: "Abdülcanbaz" isimli bir parçamız var. Bir de bunu hem görsel hem müzikal bir konser projesi hâline getirme fikri vardı. Bunun üzerinde çalışıyoruz ama albüme yansıması tek parçalık olacak. Abdülcanbaz’ın karakterini anlatan, dayım Turhan Selçuk’un yazdığı bir metni Serra Yılmaz’la seslendirdik. Başka projeler de var mı? LA: 1920’lerde İstanbul’da çekilmiş bir sessiz filme müzik yaptık ve Amsterdam’da Paradiso’da seslendirdik. Belki Antalya Film Festivali’nde de seslendirilecek. Abdülcanbaz’ın bir macerasını da Paris’te seslendirdik. Böyle projeler var.
World Music Expo’da (WOMEX) yer alacağınızı duydum. ME: Dünya Müziği’nde olup biten her şey Avrupa’da belirli merkezlerde toplanıyor. Buralarda sıradan izleyici dışında prodüktörler, organizatörler, plak şirketi temsilcileri de oluyor. WOMEX bunların belki de en önemlisi. Katılmak için bir jüriden geçilmesi gerekiyor. Türkiye’den ilk katılan isim siz mi olacaksınız? ME: Mercan Dede ve Taksim Trio katıldı daha önce. Mesela Shantel’in dünyada tanınmasını sağlayan bir olay oldu. Bu arada, albümde Shantel’le de bir çalışmamız olacak büyük ihtimalle. Bizimle çalışmak istediğini söyledi. Onunla çok iyi bir ilişkimiz var, kendisini ve müziğini çok seviyoruz. Yurtdışı projeleri daha yoğun görünüyor. ME: Öyle. Ama yurtiçindeki konserler de artmaya başladı. Eskiden sadece üç büyük şehirde birtakım konserler verirken, şimdi Antalya’da, Adana’da, Eskişehir’de, Diyarbakır’da da çalmaya başladık.
Bir de TRT meselesi var. Birçok iş yapıyorsunuz orada ama bazı şarkılarınız yasaklı. LA: Orada bizi yasaklayanlar da küçük bir zümre, belli bir şube aslında. ME: Program yapımcıları, diğer çalışanlar çok açıklar ve destekliyorlar. Denetim Kurulu yasaklıyor, müzikal olarak da karışıyor. Bizde sözel sakınca görmüşler. "Dört duvar arasına kapanmaz ki sendeki özgür ruh" dediğin zaman ne anladıklarını çok iyi görebiliyorum aslında, çünkü korkunç gerçeklerle karşı karşıyayız. Taksim’de TAYAD için imza verdim, bu sene 300 kadar kişinin nezarethane ya da hapishanede öldüğünü söylüyorlar. Ve bunu protesto etmek isteyen insanlar da şu anda içeride.
Hangi konserler daha tatmin edici oluyor sizin için, içeridekiler mi dışarıdakiler mi? Buradaki konserlerden aldığınız tatminde bir artış var mı? ME: Kesinlikle var. İnsanlar çok daha ilgili ve bilgili. Avrupa’da çalmak çok farklı, çünkü çok açıklar. Ama Türkiye’de de gitgide daha çok kabul görüyoruz. Sizce BaBa ZuLa’yla ilgili en büyük yanlış anlaşılma nedir? ME: Adamlar enstrümanları almışlar, kafalarına göre öööle takılıyorlar anlayışı. Oysa epey büyük bir emek ve birikim var arkada. Sade bir müzik yapmayı ve doğaçlamaya yer vermeyi biz seçiyoruz. İsmini caz koyunca büyük bir saygı oluşuyor ama denmeyince küçümseniyor. Halk müziği denince de böyle... Bazı şeyler basit gibi görünebilir ama aslında kuşaklardır süren büyük emek, düşünce, tartışma ve kültürel birikim söz konusu. Bu, müzikal elitlerin yanlış anlaması. Halk tarafından bir yanlış anlaşılma söz konusu mu? LA: Halkla hiçbir sorunumuz olmadı. Ne zaman halk konseri versek hep mutlu indik BAbazula 7 ve 13 ekİm cuma Babylon'da
sahneden. İlk veri, çocuklar ve yaşlılar zaten. Eğer bir konserde bunlar kendilerini kaybetmişlerse olay bitmiştir. ME: Halkla bir sorun olmuyor ama tutup feministlerle sorun çıkabiliyor. Bunların en rahatsız olup yargıladıkları durumlar da bizim en radikal feminist sanatçılarla çalıştığımızda oluyor üstelik. Çünkü buradaki feminizm biraz geri ve cinselliksiz. Sözlerle ilgili bir yanlış anlaşılma oluyor mu? ME: Mesela Hacı Bektaş Şenlikleri’nde sahneden indirilmemize sebep olan şey... "Pırasa"yı söylerken, vay, Bektaş Veli’ye hakaret ettiler dediler. Oysa ailelerimizde Bektaşî olanlar var ve Bektaş Veli’ye saygı ve sevgimiz derindir. Neyse ki Belediye Başkanı bizi yine davet etti bir sene sonra, tekrar çaldık. LA: Belli bir yönetici sınıftan geliyor tepkiler. Oradaki güvenliği sağlamaya çalışan gençler de dâhil herkes bizimle beraberdi ama organizasyon komitesinde sorun vardı. Belli konuma gelmiş, komplekslerini aşamamış insanlar.
Söylemek istediğinizin anlaşılıp bir tepki alması bir yandan sizin için iyi bir şey galiba. ME: Yasaklanan, hapse atılan müzisyenlerle ilgili Zülfü Livaneli’ye Almanya’da bir sanatçı, "Biz burada bir sürü şey söylüyoruz, kimse iplemiyor, ama sizde sanatçıları çok ciddîye alıyorlar" demiş. Bir yandan da üzücü tabiî. Düşünce özgürlüğü dediğin zaman ifade özgürlüğü diye düzeltiyorlar mesela ya hani, oysa düşünce özgürlüğü doğru tanım. Çünkü biz burada artık düşünürken bile paranoyaya kapılıyoruz. Bu, sanata gem vuran bir otosansür. Ama bunu aşacağız. İstanbul’un kültür başkentliğinin özgürlüklere bir katkısı oldu mu sizce? LA: Geçenlerde bir araştırma gördüm, İstanbul’a gelen turist sayısı düşmüş bu sene. [Milliyet, 10 Temmuz 2010] Hiçbir işe yaramadı. Herkes kendine yonttu ve yazık oldu, heba oldu. Koskoca bir kültür zenginliğinden yararlanamadılar. ME: Macaristan’da Pécs’e gittik. Beşiktaş kadar bir yer. Koskoca kitaplar çıkartmışlardı, her yer her an etkinlikle doluydu. Burada bütün seneye yayılamadı ve artık çok geç. İstanbul’un kültür başkenti olması bile başlı başına büyük bir başarıydı ama orada kaldı, içi doldurulamadı. Peki, bütün bu ahval içerisinde hâlâ size devam etme gücü veren ne? ME: Her şeye rağmen, her şey yine ilham veriyor. Gecekondular da, Nişantaşı’ndaki Teneke Mahallesi de hâlâ cesaret veriyor. LA: Şu anda hâlâ bir dil bariyeri var dünyada, sınırlar var, savaşlar var ama hepimiz insanız. Ve müzik bunu kıracak bir gün, bin sene sonra olsa da. Hâlâ da yapacak şeyler var.
57
Yazı: Seden Mestan İllustrasyon: Sadi Güran
58
Ö N C E İ S TANBU l, A R D IN DA N ALBÜM
Yıllar yıllar sonra, nostalji meraklıları için "2000’lerin en iyi dans hitleri" başlıklı bir albüm yayınlanırsa eğer, Lady Gaga ve türevlerinin yanında "Blind" şarkısıyla Hercules And Love Affair de tüm azametiyle yerini alacaktır hiç kuşkusuz. Hercules And Love Affair’den haberdar olanların grupla tanışması da "Blind" sayesinde olmuştur muhtemelen. 70’lerin disko ritimleriyle Antony Hegarty’nin vokallerinin bir arada duyulduğu bir şarkıdan söz ediyoruz. Kayıtsız kalmak ne mümkün! 2007 yılındaki İstanbul konseri sırasında kendisinden bir Beyoncé cover’ı dinlemiş olsak bile bir gün Antony’nin söylediği bir şarkı eşliğinde dans edeceğimiz kimin aklına gelirdi ki! Antony Hegarty’nin kendine has vokaline Antony And The Johnsons albümlerindeki hüzünlü şarkılardan aşinaydık ne de olsa. "Antony ile ortak arkadaşlarımız aracılığıyla tanıştık ve Alison Moyet ile Cocteau Twins’e olan hayranlığımız bizi birbirimize bağladı. Antony’nin sesini elektronik bir yapının üzerinde duymak istedim sadece. Bir şarkı hazırladım ve sözlerini yazdım. Antony’nin benim yazdığım bir şarkıyı söylemesi beni çok duygulandırdı." Antony’nin Hercules And Love Affair şarkılarına katkıları "Blind" ile sınırlı değil. Hercules And Love Affair’in beyni Andy Butler, Antony’nin kapısını ilk çaldığında elindeki tek şarkı "Blind" olsa da, ikili sonradan daha kapsamlı bir projeye koyularak, grubun 2008 çıkışlı ilk albümündeki beş şarkıyı birlikte kaydetmiş. Tabiî bir de Andy Butler’ın şarkı sözlerini yazarken Antony’nin tavsiyelerinden yola çıkması durumu var. "Antony bana her zaman kendi deneyimlerimden ve kim olduğumdan yola çıkarak yazmamı söylerdi" diyor Butler. Vokallerde yine Antony’nin eşlik ettiği "You Belong" tam da böyle bir şarkı. "Kele’nin oldukça özel ve vahşî bir sesi var. Neredeyse yabanî bir ses ama o kadar güzel ki! Bir gün stüdyodaydık ve ona dans şarkıları söyletiyordum. Bir anda akustik gitarı eline aldı ve şarkı söylemeye başladı, yaptığımız kayıtlardan sıkılmıştı." Grubun kendi adını taşıyan ilk albümünün üzerinden zaman hızla geçerken, Butler’ın bir sonraki albümde de başka müzisyenlerle çalışacağını belirtmesi dinleyicinin Hercules And Love Affair’e dair merakını had safhaya getirmişti ki, Butler açıklayıverdi: gelecek sene ocak ayında yayınlanacak olan ikinci albümde bu sefer Bloc Party’nin solisti Kele Okereke’nin vokalleri olacak! Antony gibi, sesi dans müziğiyle tezat oluşturacak bir isim seçilecekse Kele Okereke’den daha iyi bir tercih olamazdı herhalde.
Hercules And Love Affair 23 Ekİm’de Babylon’da
İLK ALBÜMÜNÜN ÜZERİNDEN GEÇEN İKİ YIL, HERCULES AND LOVE AFFAIR’E DAİR SABIRSIZLIĞIMIZI ARTTIRIRKEN, GRUBUN KURUCUSU ANDY BUTLER, YENİ ALBÜMÜN YOLDA OLDUĞUNU HABER VERDİ. BU BİLE HEYECANLANMAMIZ İÇİN YETERLİ ASLINDA AMA ÖNEMLİ BİR HABER DAHA EKLEYELİM: HERCULES AND LOVE AFFAIR, KONSER İÇİN EKİM AYINDA İSTANBUL’A GELİYOR! BİZ DE ANDY BUTLER’IN RÖPORTAJLARINDAN YAPTIĞIMIZ BİR DERLEMEyLE KONSER ÖNCESİ HAZIRLIKLARINA KOYULALIM DEDİK. "Bence bir DJ’in yapabileceği en iyi şey dinleyici için heyecan verici ve öğretici bir set hazırlamaktır. Çoğu zaman bu, risk almak ve dinleyicinin nasıl tepki verdiğini görmekle ilgilidir. En çok bu anlarda dinleyiciyle bağ kurabilirsiniz." Adını Hercules And Love Affair ile duyurmuş olsa da Andy Butler, müzik kariyerine on beş yaşında DJ’lik yaparak başlamış. Bir gün yerel radyolardan birinde çalan Yazoo’nun "Situation" kaydını duymasıyla birlikte dans müziğin nasıl olması gerektiğine dair fikirleri kafasında oluşturmaya başlamış. Kendi müziğinin esas şekillenmesi ise New York’a taşınmasının ardından gerçekleşmiş. Brooklyn’de tanıştığı bir arkadaşı, dinlemesi için kendisine bir Arthur Russell kaydı tutuşturup bu müziği takip etmesini söylemeseydi işler bambaşka bir yöne gidebilirdi belki de. Oldukça düşük bir bütçeyle ilk albüm için işe koyulan Butler, garsonluk yaparak kazandığı paralarla her fırsatta stüdyoya girip kayıtları tamamlamış. LCD Soundsystem olarak da tanıdığımız James Murphy’nin kurucularından olduğu DFA Records ile yollarının kesişmesi Butler’ın albüm üzerinde daha detaylı bir şekilde çalışmasını gerektirmiş. DFA Records’un albümü yayınlayacağı kesinleşince başka müzisyenlerin de katılımıyla kayıtların üzerinden tekrar geçilmiş ve son hâlini alan albüm 2008 yılında piyasaya sürülmüş. "Blind" ile birlikte albümün yaptığı sükse, grubun Avrupa ve Amerika’yı kapsayan bir turneye çıkmasını kaçınılmaz kıldı. Turne sırasında Hercules And Love Affair’e Antony eşlik etmese de, grup konserler sırasında oldukça kalabalık bir kadroyla sahne alıyor. Bir de, aslında Andy Butler bu konunun üzerinde durulmasından pek hoşnut olmasa da, grubun sahne şovları LGBTT hareketi içerisinde önemli bir yerde tutuluyor. "Güzel bir müzik dinliyorken bunu yapanların cinsel tercihleri hakkında konuşmanın ne gereği var" diyor Andy Butler, ama diğer yandan sahnede kendisine eşlik eden transeksüel şarkıcı Nomi Ruiz ile lezbiyen hip hop müzisyeni Kim Ann’in cinsel kimliklerini ve politik duruşlarını konserlerde de cesurca ifade etmeleri, grubun etkinliğini müzikal sınırların dışına taşıyor. Önümüzdeki aylarda ikinci albümünü yayınlayacak olan Hercules And Love Affair’e bu sefer Kele Okereke’nin eşlik edeceğini söylemiştik. Bunun yanısıra albüm kayıtlarında iki yeni vokalist daha yer alacak: Shaun Wright ve Aerea Negrot. Dinleyici her ne kadar albümü dinleyebilmek için sabırsızlansa da kayıtlar henüz tamamlanmadı ama mutlu bir haber, 2011’den evvel ikinci Hercules And Love Affair albümü elimize ulaşacak ve daha da güzeli bu süre içerisinde kendilerini İstanbul’da canlı izleme fırsatımız olacak!
59
Röp: J. Hakan Dedeoğlu Çeviri: Yetkin Nural
DANİMARKALI YENİ DOSTLARIMIZ
EFTERKLANG
İSTANBUL SEYİRCİSİ ADAMI REZİL DE EDER VEZİR DE, BAĞRINA DA BASAR TEKMEYİ DE. GÖRÜNEN O Kİ EFTERKLANG İSTANBULLU SEYİRCİLERİ FETHETMEYİ BAŞARAN O GRUPLAR KATEGORİSİNE GİRMEYİ BAŞARDI. POP HİSSİYATİ YÜKLÜ SON ÇALIŞMASI MAGIC CHAIRS’İN DE BAŞARISIYLA BİRLİKTE DANİMARKALI TOPLULUK EFTERKLANG KISA BİR AYRILIĞIN ARDINDAN YENİDEN İSTANBUL’DA. 60
İstanbul’da İskandinav topluluklarının hatırı sayılır bir kitlesi olmuştur her zaman. İster caz olsun, ister death metal, naif Kuzey insanlarının tınılarına karşı, henüz çözemediğim bir zaafımız var. Danimarkalı atmosferik ve orkestral indie pop grubu Efterklang da bir istisna değil. Zaten geçen yılki ilk İstanbul konserindeki seyirci akını, grubun buradaki hayran kitlesini gösteriyordu. Neden hayran kitlesi olmasın ki? Melankolik ve büyük şarkılar yazan, bunları orkestral bir tavırla sahneye taşıyan, sahne performansıyla gözleri kamaştırabilen, muhteşem bir görsel bütünlük taşıyan, şarkı yazarlığındaki ustalıklarını her albümde biraz daha öteye taşıyabilen ender gruplardan biri. Hem memleket dinleyicisinin sevdiği o karanlık damar da var hem de İskandinavlar, üstüne üstlük adamlar İstanbul sevdalısı. Gel de onları sevme! Evet, Efterklang ikinci İstanbul seferine ekim ayında çıkıyor ve fethedilmemiş gönül bırakmamak için ant içiyorlar. Grubun beyni sayılan Rasmus’a sorularımızı yönelttik... Görünen o ki, Efterklang İstanbul’da gittikçe daha fazla biliniyor. Son konserinizden bu yana daha bir sene bile olmadı ve şimdi Babylon’daki konseriniz için tekrar geliyorsunuz. Yeni bir yeri keşfetmek ve ele geçirmek hakkında ne düşünüyorsunuz? "Yeni bir yeri ele geçirmek" bu durumu anlatmak için çok doğru bir söz değil ama genel olarak müziğimizin yeni dinleyicilere ulaşmasından oldukça memnunuz. Ve kişisel olarak eklemem gerekir ki, sonunda bu inanılmaz şehirde konserler verebildiğimiz için çok heyecanlıyım. İlk konserinizin atmosferi nasıldı? Neler düşündünüz ve bu yeni konser hakkında beklentileriniz neler? Geçen sefer iyi bir deneyim yaşadık. Yeni bir şehirde gerçekleşen ilk konser için oldukça fazla insan vardı ve bu çok hoşumuza gitti. Konsere gelenlerden birçoğunun daha önce bizim müziğimizi dinlemediği açıktı ve ne bekleyeceklerini bilmiyorlardı. Umarım o kişiler, bu sefer müziğimizin içine bir adım daha atmaya hazır olarak, bu konsere de gelirler. Bir de onların üstüne kalbini kazanacağımız yeni bir kalabalık daha bekliyoruz.
Son albümünüz Magic Chairs ile birlikte albüm şirketinizi değiştirdiniz ve efsanevî 4AD şirketine geçtiniz. Bu nasıl gerçekleşti ve grubun üzerinde nasıl bir etkisi oldu? Favori 4AD gruplarınız kimler? Geçtiğimiz yıllar içerisinde 4AD’den pek çok farklı kişi konserlerimize geliyordu. Bunun birikimi kendini geçen sene Austin Texas’ta gerçekleşen South by Southwest (SXSW) festivalinde kendini gösterdi ve tüm 4AD ofisi bizi Magic Chairs’den birkaç parçayı çalarken izledi. Kısa süre sonra da parçaları onlarla beraber söylüyorduk. Şimdi kesinlikle daha büyük bir ağın parçası olduğumuzu hissediyoruz ve bu da müziğimizin daha çok kişiye, zamanla da bu kişilerin kulaklarına ulaşması demek. 4AD’den çıkan favori gruplarım arasında The National, Cocteau Twins ve Blonde Redhead var. Albümlerin grupların hayatında belli başlı bazı dönemleri yansıttığını düşünüyor musun? Eğer öyleyse, Magic Chairs nasıl bir dönemi yansıtıyor? Bu soruyu cevaplamadan önce bir 20 sene bekleyelim. Magic Chairs ile beraber Efterklang daha anlaşılır ve kolay dinlenebilir bir müziğe doğru büyük bir adım attı. Bu albümle beraber daha geniş bir kitleye ulaşacağınızı düşünüyor musun? Ve daha büyük bir albüm şirketiyle beraber, Danimarkalı bir grup olarak, Amerika’daki ününüz ne durumda? Bu albüm bugüne kadar yaptıklarımız arasında en kolay erişilebilir olanı ve bu durum kesinlikle yeni bir dinleyici kitlesine kapı açıyor. Aslında böyle bir amacımız yoktu, fakat güzel bir artı oldu. Bizim ana fikrimiz daha basit bir albüm yapmaktı. Daha az melodi ve ritme odaklanmak istedik, bir grup olarak kayıttan önce de parçaları beraber çalabilmek bizim için önemliydi. Aslında bu eylül ve ekimde Amerika’ya dördüncü kez gidiyoruz. Ve durumumuz gayet güzel. Bütün albümlerimiz orada da piyasaya çıkıyor ve çıktığımız turneler sayesinde sağlam bir dinleyici kitlesi edindik.
61
İlk albümünüz Tripper piyasaya çıktığında hayalleriniz nelerdi? Bu hayallere ulaştınız mı? Efterklang daha fazlasını hedefliyor mu? Gerçekten de çocukluktan beri düşlediğimiz hayatı yaşıyoruz şu anda. Arkadaşlarınla beraber oluşturduğun toplu projeden hayatını kazanmak ve onun sayesinde dünyayı dolaşmak gerçekten inanılmaz bir düşten daha azı değil. Artistik açıdan hâlâ heyecan verici pek çok fikir ve gerçekleştirilecek pek çok hayal var. Zaten böyle olmasa bir grup olarak var olamayız. Efterklang sahneden geniş bir grup. Ancak parçaların basit iskeletlerinin oluşumunun arkasında kimi görebiliriz? Bir Efterklang parçası nasıl gelişiyor? Genelde ben ve Mads başlatıyoruz parçaların oluşumunu. Stüdyomuza ve özellikle bilgisayarlarımıza oldukça bağlıyız bu konuda. Burada parçalarımızı inşa ediyor, kişisel parçaların ufak taslak kayıtlarından bitmiş şarkılar oluşturuyoruz. Bu genelde çok gürültülü ve net olmayan bir süreç, buraya biraz ekleyip şuradan biraz çıkarmalar falan… Belli bir noktada taslak kayıtları Rasmus ve Thomas’a çalıyoruz, onlar da bize fikirlerini söylüyorlar. Ve sonunda bir şekilde hep beraber bitiriyoruz bu işi.
62
Sahnede bütün grup sanki tek bir vücutmuş gibi hareket ediyor, gerçekten inanılmaz! Efterklang’ın sahnesi renkler ve grup elemanlarının arasındaki inanılmaz uyum sayesinde bir festivale dönüşüyor. İlk Efterklang konserleri nasıldı? Ve canlı performansınız bu ihtişamlı ve etkileyici hâle nasıl ulaştı? Çok teşekkür ederim! İtiraf etmeliyim ki ilk zamanlar şu andakinden çok daha fazla ayakkabılarımızı izliyorduk. Başlarda Karim Ghahwagi isminde bir film yapımcısı ile çalışıyorduk ve tüm parçalarımız için video kolajları yapıyordu. Bu yüzden bizler –müzisyenler olarak– biraz odak dışı kalıyorduk ki o zamanlar bunun için müteşekkirdik. Seni uzun ve gösterişli bir konuşmadan kurtarıp bu cevabı burada bırakacağım. Canlı performanslardan albüm kapaklarına Efterklang’ın eşsiz bir görsellik ve sanat anlayışı da var. Grubun bu görsel tarafı nasıl oluşuyor? Son dört senedir Hvass&Hannibal (hvasshannibal.com) isminde bir tasarım stüdyosundan harika sanatçılarla çok yakın bir işbirliğimiz var. Üç albüm kapağımızı, "Performing Parades" için tam bir sahne tasarımı ve daha pek çok şey yaptılar. Onlara oldukça güveniyoruz ve beraber çalışmak için iyi bir uyum oluşturduk. Onların çalışma
Foto: Aylin Güngör
stilleri de bizimkine oldukça benziyor, inisiyatif alan ve olaylar geliştikçe onlara hızlı cevap verebilen bir çalışma stili bu. Efterklang tarafında yeni haberler neler? Albüm geçtiğimiz kış piyasaya çıktı… Sırada ne var? Bu sonbahar ve 2011 kışı için planlarınız neler? Şu anda ve yılın geri kalanında albümü tanıtmak için turnelere devam edeceğiz. Daha önce de söylediğim gibi bu eylül ve ekimde Amerika turnemiz olacak ve ondan sonra kasım ve aralıkta İstanbul’daki konserin de içinde bulunduğu bir Avrupa turnesi söz konusu. Ve önümüzdeki ilkbaharda, şubat ve mart boyunca Magic Chairs albümü için son bir turneye çıkacağız. Bundan sonra biraz ara verip yeni Efterklang maceralarına çıkmadan önce kafamızı toplayacağız. Neredeyse üç buçuk senedir durmadan turne yapıyoruz ve bir nefes almak doğru seçim gibi geliyor. Bugünlerde neler dinliyorsun? Favorilerin kimler? Son zamanlarda Ariel Pink’in Haunted Graffiti albümünü ve Sam Amidon’un yeni albümü I See the Sign’ı dinliyorum sık sık. Ayrıca Mohammed Jimmy Mohammed’e de kafayı taktım, gerçekten inanılmaz bir müzik. Efterklang 27 EKİM’de Babylon’da
Bundan sonra biraz ara verip yeni Efterklang maceralarına çıkmadan önce kafamızı toplayacağız. Neredeyse üç buçuk senedir durmadan turne yapıyoruz ve bir nefes almak doğru seçim gibi geliyor. 63
Yazı: Melikşah Altuntaş
BAĞIMSIZLARIN ELÇİSİ
iSTANBUL'DAN
REMOOV RECORDS Bir süredir İstanbul'da sürekli kendini yenileyen, çoğalan, ivme kazanan, çeşitlenen ve daha çok kişiye ulaşan bir bağımsız müzik sahnesinden söz etmek mümkün. Indie rock, elektronika, synth pop gibi bol harmanlı ve tamamen renkli müzik türlerinin üreticileri feci hâlde artıyor, ve dahası, ilgili kitleye pek çok koldan ulaşmayı başarıyor. Bu iletişimde üreticiyle hedef kitleyi aynı gemiye bindirip yolculuk ettirme işiyse hâlâ biraz ite kaka yürüyor açıkçası. Çünkü İstanbul'da bağımsız sahnenin sürekli devinim hâlinde bir oluşuma dönüşmesi, gözünü karartıp meseleye tüm cesaretiyle yaka paça dalacak müzik yayıncılarının inisiyatifinde. Sözünü ettiğimiz cesareti göstermeyi başaran yayıncılardan biri de geçtiğimiz yıl Remoov Records'u başlatan Doruk Öztürkcan... Bon Mod, Ramadan, Solardip, She Past Away gibi grupları dinleyiciyle buluşturan, Remoov geceleri düzenleyerek bu grupları İstanbul'un gözde performans mekânlarında toplayıp albümlerini yayınlayan Remoov Records, bir plak şirketinden çok bağımsız bir müzik yayıncısı ve kelimenin en naif anlamıyla gönüllü bir müzik elçisi. Bu etikete bağlı, çeşitli mekân ve festivallerde sahne almış, albümleri yayınlanmış gruplar ise şöyle:
SOLARDIP Geçtiğimiz yaz çıkardıkları Dip Inside EP'siyle ilgi çeken ve 2007'den bu yana çeşitli mekânlarda peşisıra performanslar düzenleyen Solardip, Yiğit Gürcihan, Duygu Aba ve Emir Arkman'dan oluşan bir elektro indie grubu. Dans müziğinin kapılarını, daha önce tahayyül etmediğimiz cinsten bir manevrayla aralamak gibi mucizevî bir niyetleri olmadığından, kendilerini o kadar da ciddîye almayan ve fakat ciddiyetsizliğin kılıksız durmadığı bir şekle de bürünmüş Solardip, İstanbul'un bağımsız müzik sahnesinin en genç ve en yetenekli üyelerinden... Geçtiğimiz aylarda çıkarttığı ikinci EP Diply in Love’la üzerine oynanan hiçbir bahsi boş çıkarmayan grup, hem göze hem kulağa hitabı elden bırakmayan sahne performansıyla da kısa sürede kemik bir izleyici kitlesi elde etti. Grubun "Paralyze Me", "Pieces" ya da "Tonight" gibi parçalarını dinlemek, muhtemelen yukarıda okuduğunuz tüm cümleleri haklı çıkartacaktır... www.myspace.com/solardip
64
BON MOD
Remoov Records'un kurucusu Doruk Öztürkcan ile Aslı Köse'nin iki yıl önce başladığı müzikal birliktelikten doğan Bon Mod, Türkiye'de birkaç popüler ismin denemeye giriştiği fakat bir türlü beceremediği elektro disko türünün hakkını veren oldukça eğlenceli bir grup. Türkçe ve İngilizce sözlerinin ikili tarafından yazıldığı, çoğunlukla Öztürkcan'ın elinden geçerek son hâlini alan şarkılarıyla kısa sürede ilgi çeken Bon Mod, Ekim 2009'da yayınlanan iki parçalık EP Chocolate Cheesecake ile önemli bir çıkış elde etti. Grubun geçtiğimiz mart ayında yayınladığı ilk albüm olan Idolize Yourself ise hem Türkiye'de, hem de dünyanın önde gelen MP3 dükkânlarında satışa çıktı. Yakın dönemden The Ting Tings, Yelle ve Desire gibi grupları çağrıştıran ve bununla beraber tamamen özgün tınlayan Bon Mod'un müziğine giriş yapmak için doğru şarkı ise kesinlikle "Stanbul." www.myspace.com/bonmod
RAMADAN Benzer türde müzik yapanların bir elin parmağını geçmediği bir ülkede synth pop janrına bağlı kalıp, kitleleri yaptığı müziğin içine vakum hızıyla çekmek, benzerine sık rastladığımız bir durum değil. Ramadan'ın da yarı Londralı hâli, çok da şaşırtıcı değil bu yüzden. Yine de yayınladığı ilk EP olan Tarzına Kurban'dan itibaren Ramadan'da feci hâlde buralı bir şey de çarpıyor insanın kulağına: kıç sallayarak dans etme tutkusu! Yaptığı müzik, tipinden sahne şovuna, albüm kapaklarından vokalinin tınlamasına kadar her türlü detaya sirayet eden birkaç şarkıcıdan biri olan Ramadan, gerçekleştirdiği performanslarla kulaktan kulağa yayılarak küçük bir efsaneye dönüşeli bir yıldan fazla zaman oldu. Bu bir yılda Ramadan ilk albümü Hazır Mısın?’ı tamamladı ve albüm geçtiğimiz aylarda Remoov Records'tan yayınlandı. Ramadan'ın müziğine ve tarzına doğrudan giriş yapmak için ilk video klibi "Aşık Olasım Var"ı, www. asikolasimvar.com adresinden izleyip, şarkıyı indirmek mümkün... www.myspace.com/ramadanofficial
S H E PA S T AW AY Bursa'da müzik öğretmenliği yaparken birlikte müzik üretmeye başlayan Volkan Caner ve İdris Akbulut'un blok flütleri bir kenara bırakıp, keskin synthlerin izinden giderek yollarını bulduğu bir çeşit post punk atağı niteliğindeki She Past Away, goth rock türünün Türkiye'deki yegâne temsilcilerinden. Bir yılı aşkın süredir çeşitli mekânlarda düzenli olarak sahne alan ikili, geçen zaman içerisinde daha kalabalık ve daha kendinden emin bir hâl aldı. Remoov'un yayınladığı ilk EP Kasvetli Kutlama ile kayıtlarını takipçileriyle paylaşan grubun sahne performansı görülmeye değer. She Past Away'in EP ile aynı adı taşıyan parçası "Kasvetli Kutlama" ile "Ruh", Joy Division, The Sisters of Mercy gibi kült gruplara benzetilme şerefine nail olmuş grubun muhakkak dinlenmesi gereken parçaları... www.myspace.com/shepastaway
.
NEDEYİM TUR EN, F T Z Ü I L S AT ! H N ARÇA RA R P İRİM. İ B , ZE İL P İ İ B S D ETMEYİ E E N R E E R İ B V B A IK E DAN
e eyn ı: Z Yaz
p Ye
ner
AM TSIZL RL İ CAM E Y I A İ N Z H İ I Ç A S N R E R DA ÜNİT GE . O L M OTE İZYON ABİLİRİ OK V Ç T TELE I FIRLA . ARTIK İ Ğ AŞA KİDEND S O, E TİM. İŞ Ğ E D
66
67
Ben: Sen sormadan ben söyleyeyim Levent’çim, bu sayıda rock yıldızlarının konaklama eğilimlerine eğilmeyi düşünüyorum. Levent: OK. Müzik grupları söz konusu olduğunda, 60’larda başlayıp, 80’lerde tam gaz devam eden "sex, drugs and rock’n’roll" hâlet-i ruhiyesi, üç vakte kadar tarih olmak üzere. En son ne zaman bir rock grubunun, otel odası vukuatları ile gündeme geldiğini duydunuz? Sizin gibi, housekeeping ekibinden de pek duyan olmadı. Zira günümüzün rock yıldızları, konaklama seçimleri ve konaklama esnasındaki davranış biçimleriyle 30 yıl önceki meslektaşlarından epey bir farklılar. Beş çaylarını porselen fincanlarda otel lobisinde alıp, iki kat alttaki nezih spada sinir stres atıyorlar. Anlayacağınız, hedonizm denilen şey, artık tek dişi kalmış canavar. Sebepleri var, elbet. Otel odası yıkıp dökme, yangın çıkartma, tavana mobilya yapıştırma, en olmadı, pencereden aşağı televizyon fırlatma… Tüm bu kırıcı olayları arka arkaya sıralayınca, o dönemlerde otel yöneticileri ile rock yıldızlarının birbirlerinden pek haz etmedikleri sonucunu çıkartmak çok da zor değil. Her ne kadar iki tarafı da gazete manşetlerine taşıyıp, en âlâsından PR malzemesi olmuşlarsa da, bahsi geçen vukuatlar taraflar için aynı zamanda ağır faturalar anlamına geliyordu. Yine de bazı oteller, rock dünyasına tam pansiyon hizmet sunmaktan hiç vazgeçmediler. 60 ve 70’li yıllarda, Continental Hyatt House (şimdiki adıyla, Andaz West Hollywood), Sunset Bulvarı üzerindeki konumu ve dolayısıyla dönemin popüler gece kulüplerine (misal, Whisky a Go Go) yakınlığı sebebiyle, Los Angeles’ın en önemli turne pit-stop’larından biri hâline gelmişti. Led Zeppelin’in 1975 yılındaki turnesi sırasında, Robert Plant’in otelin Sunset Strip cepheli balkonuna çıkıp, tüm dünyaya som altından Tanrı olduğunu ("I am a golden God") ilan ettiği an, rock tarihi kayıtlarına da altın harflerle kazınmış bir olaydır. Robert Plant’in bu iddialı beyanatının, Continental Hyatt’a hiçbir zararı dokunmadı elbet. Ancak Rolling Stones azası Keith Richards, aynı otelin 1015 numaralı odasının camından televizyon fırlatmış ve yine bir Led Zeppelin üyesi davulcu John Bonham, tesis koridorlarında motosikletle tura çıkmıştı. Jim Morrison da, vücudunu pencereden aşağı sokağa sarkıtmak suretiyle otel yönetimini paniğe sokup check out’a teşvik edilinceye dek, bir süre Continental Hyatt House’da yaşamıştı. Zaman içinde otele, halk arasında kısaca Riot House denmeye başlandı. Keza, aynı dönemlerde sahnede âlet edevat parçalamalarıyla ünlü The Who elemanları da, konser öncesi ve sonrasındaki zamanlarını Continental Hyatt House’da geçiriyor, bu özel zamanlarda otel alarm konumuna geçerek, grup elemanları ve şürekâsı dışında pek kimseleri tesise kabul etmiyordu.
68
LED ZEPPELIN’İN 1975 YILINDAKİ TURNESİ SIRASINDA, ROBERT PLANT’İN OTELİN SUNSET STRİP CEPHELİ BALKONUNA ÇIKIP, TÜM DÜNYAYA SOM ALTINDAN TANRI OLDUĞUNU (“I AM A GOLDEN GOD”) İLAN ETTİĞİ AN, ROCK TARİHİ KAYITLARINA DA ALTIN HARFLERLE KAZINMIŞ BİR OLAYDIR
Bugün Continental Hyatt House gerçek anlamda bir rock’n’roll mâbedi. Her ne kadar adı değişmiş ve otel ciddî anlamda renovasyondan geçmiş olsa da... (Almost Famous adlı filmde Continental Hyatt House’da geçen sahneler, bizzat otelde çekilmiştir.) 70’lerde turne yolunuz Cleveland’a düştüğünde, sizin için tek bir adres vardı: Swingos. Müzik sektöründeyseniz, San Francisco sınırları içindeki ikinci eviniz, illa ki Phoenix Hotel’di. Ve eğer adınız Keith Moon, mesleğiniz de davulculuksa (The Who), otel tuvaletlerine patlayıcı maddeler yerleştirip sifonu çekme alışkanlığınız yüzünden hiçbir Holiday Inn müessesesine alınmıyor, Waldorf Astoria’da da pek hoş karşılanmıyordunuz. Bir defasında da, kaldığınız otel odasının mobilyalarını tavana çivilemiştiniz. O dönemlerin rock yıldızları, duvar kâğıtları sökülmüş, rutubetli odalarda konaklamaktan şikâyetçi değillerdi aslında. Ne de olsa, yaşadıkları bohem hayatın, konaklama cinsinden uzantılarıydı bu müesseseler. Evden uzak evlerinde, evlerden uzak vukuatlar sergilemeleri, yani kırıp dökme ve yıkıp yakma eylemleri, günler, aylar süren konser programının küçük molalarında stres atma tekniklerini uygulayış biçimleriydi sadece. Zira, otellerin jetlag recovery terapisi veren spaları yoktu henüz. Günümüzde, turne kapsamında yolu Londra’ya düşen müzik gruplarının, Bayswater’daki tarihî Columbia Hotel ya da Portobello yerine Olympia yakınlarındaki K West’i tercih ediyor olmaları, durumu gayet güzel özetliyor aslında. Artık albüm satışlarından değil, konserlerden dünyalığını yapan gruplar, başta turne menajerleri olmak üzere, bunun bir iş seyahati olduğunun fazlasıyla farkındalar. Öncelikle konser alanı ya da kayıt stüdyosu gibi iş merkezlerine yakın ve kolay ulaşılabilir adreslerde konaklamayı tercih ediyorlar. Ama onlar için esas önemli olan, hızlı internet, koyu renk perdeler ve rahatlatıcı spalar. Ve tabiî, gündüz uyku, akşam iş tempolarına uygun oda hizmetleri... New York’ta da aynı sebeplerle, Chelsea ya da Gramercy Park’ın yerini, çoktan 21 katlı camdan kule tesisleri ile Hotel on Rivington almış durumda. Özetle, rock’n’roll dünyası, artık beş yıldız talep ediyor. Sid ve Nancy, hangi odada, neyle ve nasıl… Kimin umurunda?
69
Yazı: Zekeriya S. Şen
70
İnançların Gerİlİmlİ Kesİşİm Noktası: Kudüs İBRANİCE ADIYLA YERUŞALEM (JERUSALEM) YANİ "BARIŞ ŞEHRİ", ARAPÇA ADIYLA AL-KUDS ŞERİF, YANİ "KUTSAL MÂBET"... TARİHİN, FARKLI İNANIŞLARI, DİLLERİ VE KÜLTÜRLERİ BİR ARADA YAŞAMAYA ZORLADIĞI COĞRAFYA. ACABA İNANÇLARINI AYNI YARATICIYA YÖNELTEN FARKLI CEMAATLERİN YAŞADIĞI BU ŞEHİR, İBRANİCE ADININ İFADE ETTİĞİ BARIŞ ŞEHRİ OLABİLECEK Mİ? Kudüs… Üç semavî dinin üç kat kutsal şehri, İsrail’in resmî başkenti ve ülkenin en büyük şehri. İsa’dan önce 14. yüzyıldan 21. yüzyıla uzanan tüm tarihi sırtında taşıyan şehirlerin şehri; Altın Şehir. Yazılarak, okunarak değil ancak görülerek ve yaşanarak inanılacak ve algılanabilecek bir toprak parçası, farklı inançların, diyalogların, kültürlerin ve geleneklerin bir arada var olmaya çalıştığı bir kent. Çelişkilerin, çekinmelerin ve çeşitliliğin içerisinde huzuru ve ahengiyle ağırlığını koyan bir şehir. Adı ilk olarak Mısır metinlerinde geçen, Davut Peygamber’in İÖ 10. yüzyıl civarında İbrani kabilelerin yaşadıkları krallığına başkent yaptığı bu eski kentin popüler ünü, 1948 yılından beri var olan İsrail topraklarına adım attığınız andan itibaren sizi sarmalıyor. Zira Kudüs, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği, Yahudilerin kutsal Ağlama Duvarı’nın bulunduğu, Hz. Muhammed’in Burak’ın sırtında Mekke’den geldiği ve yedi kat göğe yükseldiği, Hz. Süleyman’ın ilk mâbedinin bulunduğu, Hz. İbrahim’in oğlunu Tanrı’ya kurban etmeye giriştiği yer. Kudüs’e ulaştığımızda ilk andan itibaren farklı bir havayı solumaya başladığımızı hissediyoruz. Kudüs’te geçirdiğimiz üç tam gün boyunca ilk durağımız Zeytin Dağı (Falih Rıfkı Atay’ın aynı adlı romanını okumanızı öneririm) oldu. Burada ayaklarımızın altında, âdeta bir avuç kara parçası içine sığan bir tepenin doruğunu taçlandıran El Aksa Camii çevresinde milyonlarca Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman’ı birleştiren panoramik manzara var. Üç dinin birbirlerine geçmiş mezarlıkları ne kadar huzuru temsil etse de, yine de yüzyıllardan beri süregelen sürtüşmelerin en ürkütücü yansıması. Tam karşımızda duran, Hz. İbrahim’in Tanrı’ya karşı ilk büyük sınavını verdiği Mariah tepesinin eteklerine serpiştirilmiş mezarlar, Hz. İsa’nın Kudüs’e son kez bakarak ağladığı bu noktadan geri gelişini karşılamak için bekleşiyor. İncil’e göre burada yatanlar mahşer günü ilk dirilecek olanlar, bu nedenle bu mezar yerleri olağanüstü fahiş fiyata satılıyor. Anlaşılan diğer tarafta da pek huzur yok. Kentin surlarının hemen dışında kalan bu kutsal toprak parçasında bugün Tüm Uluslar Kilisesi adında bir ibadethane yer alıyor. Bu kilisenin özelliği, dünyanın her köşesinden getirilen Meryem Ana mozaikleri içeriyor olması. Brezilyalı siyahî Meryem Ana ile çekik gözlü Japon Meryem Ana dikkatinizi çeken ilk tasvirler. Topuz biçimli
klasik kubbesiyle Rus Ortodoks Kilisesi’yse tüm ihtişamıyla bu dinsel cümbüşün içerisinde ben de varım diyor. Zeytin Dağı’ndan ileriye baktığınızda önünüzde Kanuni’nin yaptırdığı şehir surlarını ve sekiz giriş kapısını seçebiliyorsunuz. Arka planda ise nefes kesen, göz kamaştıran muhteşem kubbesiyle Kubbet-üs Sahra’yı görüyorsunuz. Sekiz kapının sadece bir tanesi yüzyıllardan beri sürekli kapalı. Adının Altın Kapı olduğunu öğrendiğimiz bu kapının kapalı olmasının nedeni, Mahşer günü Mesih’in buradan geçerek kente gireceği inancı. Kentin kullanılabilen yedi kapısından birinden adım atıyoruz. Eski Kudüs bizi ezan, ilahi ve çan seslerinin birbirine karıştığı bir ortam içerisinde karşılıyor. Öğreniyoruz ki şehrin yerleşim planı aslen üçe ayrılıyor. Doğu Kudüs (çoğunlukta Arapların oturduğu, 1967’deki 6 Gün Savaşı’na kadar Ürdün’ün elinde olan bu kısım, günümüzde de Filistinlilerin yaşadığı, fakir mahallelerden oluşan bir toprak parçası), Batı Kudüs (1948 tarihinde İsrail Devleti’nin kurulmasıyla yabancı ülkelerden göç eden Museviler tarafından oluşturulan bölge) ve Eski Kent. Şehrin yüreği hiç şüphesiz, yüzyıllardır hiçbir değişikliğe uğramadan, aynı ritimle günümüze gelmiş Eski Kent. Bu bölgede üç büyük dinden herhangi birine mensup insanlarla gerginliğe yol açmadan birşeyleri değiştirmenin neden imkânsız olduğunu çok kısa bir süre sonra algılamaya başlıyoruz. En ufacık bir taşın hareket ettirilmesinde bile yüzlerce insanın tepkisini çekmeniz işten bile değil. İsrail’in geneline oranla daha dindar Musevilerin yoğun yaşadığı Kudüs’e girişimiz Şabat’ın başladığı cuma akşamına denk geldi. Şabat, cuma günü güneşin batmasıyla başlayıp cumartesi aynı saate kadar süren dinî tatil günü. Her türlü faaliyetin yasak olduğu bu günde, dindar Musevilerin bazıları elektrikli âlet bile kullanmıyor. Hattâ otellerde her katta kendiliğinden bir süre bekleyen Şabat asansörüne bile rastlayabilirsiniz ama umarım rastlamazsınız. Bu eski kentin dar sokaklarında tertemiz bayramlıklar giymiş genç, yaşlı, çocuk Yahudilerin şarkılar söyleyerek, eğlenerek, onlar için dünyada en kutsal yer olan Batı Duvarı’na akmalarına şahit olmak eşsiz bir tecrübe hiç şüphesiz. Batı Duvarı’nın önüne geldiğimizde, fotoğraf makinelerimizi kaldırarak (zira Şabat’ta fotoğraf çekmek her koşulda yasak) rehberimizden bu kutsal mekânın Yahudi inancındaki öyküsünü dinledik. 71
KUDÜS SENDROMU DENİLEN BİR HASTALIK BİLE VARMIŞ: HASTANELERDE KUDÜS’E İLK DEFA GELİP KENDİSİNİN HZ. İSA, HZ. MUSA YA DA HZ. MUHAMMED OLDUĞUNU İDDİA EDEN BİRÇOK HASTA YATIYORMUŞ.
İÖ 6. yüzyıl başında Babil hâkimiyeti esnasında baskılara dayanamayan Yahudilerin başkaldırması sonrasında, Babilliler bu mâbedi yıkmaya karar veriyor ve Yahudi toplumunun liderlerini Babil’e sürüyorlar. Pers egemenliğinin başlamasıyla birlikte Yahudiler bu kutsal topraklara geri dönüyor ve mâbedi onarıyorlar. O günden beri mâbet tüm Yahudileri birleştiren en kutsal yer olarak varlığını sürdürüyor. Günümüzde gördüğümüz duvar ise İÖ 1. yüzyılda Kral Herod döneminde inşa edilen yeni mâbedin dış batı duvarı. Bu yeni mâbet de İS 70 yılında Romalılar tarafından yerle bir ediliyor ve işte bu olaya Yahudiler yaklaşık iki bin yıldan beri, ayakta kalan Batı Duvarı önünde ağlıyorlar. Dileklerini kâğıtlara yazıp da duvarın bir köşesine sıkıştıranlara da sık rastlanıyor. Hattâ bu iş için kurulmuş bir şirket, yurtdışından sipariş verilen dilekleri yazıp duvara sıkıştırıyormuş. Adım adım yürüyüşümüzün ilk durağı, Eski Kudüs’ün merkezinde, aralarında El Aksa Camii, Kubbet-üs Sahra gibi çok önemli anıtların da bulunduğu kutsal olan Haram es Şerif. Haftanın belirli günleri Müslüman olmayan ziyaretçilere kapalı olan bu alana Batılı görünümlü Türkler olarak ancak kapıda nöbet tutan Dürzî askere TC kimliklerimizdeki din kısmını göstererek girebiliyoruz. Girilen meydanın tam ortasında bütün haşmetiyle Kudüs’ün en görkemli anıtı Kubbet-üs Sahra yükseliyor. Rehberimizden, bu yapının 1960 yılında Ürdün Kralı Hüseyin’in sağladığı 1,5 milyon dolarla tamamen onarıldığını ve kubbesinin 85 kilo ağırlığında altınla kaplandığını öğrenince deklanşörlerden gözümüzü çekip şöyle uzun uzun süzüyoruz. Kubbet-üs Sahra, Müslümanlar için Mekke ve Medine’den sonra yeryüzündeki en kutsal üçüncü mekân. Bunun nedeni kubbenin altında yatan Sahra adlı kutsal taş. Bu taş, Hz. Süleyman’ın oğlu İshak’ı Tanrı'ya kurban etmek üzere olduğu hikâyeye konu olan, Hz. Muhammed’in Miraç olayında üzerine basarak göğe yükseldiği taş. Üstelik, mahşer günü Azrail’in gelerek üzerinde borusunu üfleyeceği yer de burası. Rehberimizin namaz vakti erkek olarak ortalıkta dolaşmanın pek hayırlı olmayacağı mesajını alıp, kendimize kuytu bir yer bularak fotoğraf makinemiz ile hız denemesi yapıyoruz. Namazın bittiğini zanneden bir arkadaşımıza yaklaşan Filistinli gizli polisi de kuytumuzdan dehşetle izliyoruz. Daha sonra esprili bir şekilde öğrendiğimize göre, Turist Ömer gibi dolaşan sivri kafalı, sakallı, sıpa gözlü arkadaşımıza yanaşan polis, İngilizce "sen Müslüman değilsin" demiş. Polise aksini ispatlamaya çalışan arkadaşımız oldukça zorlanmış, zira polis kendisinin bir Musevi’ye benzediğini ve burada olmaması gerektiğini bozuk bir plak gibi tekrarlamış. Dostumuz çocukluğundan hatırladığı tüm dua ve sûreleri dili döndüğünce gizli polise tek tek aktarmaya başlayınca, biraz olsun aradaki buzlar erimiş. Yine de polis ancak arkadaşımızın gösterdiği TC kimliği ile ikna olmuş.
73
BURASI PARADOKSLAR ÜLKESİ. FANATİK MUSEVİ, MÜSLÜMAN VE HIRİSTİYANLAR BİR ARADA, BİR TARAFTA ELİNDE OTOMATİK SİLAHLA 19-20 YAŞINDAKİ GENÇ ASKER, DİĞER TARAFTA İŞSİZ FİLİSTİNLİ. BİR YANDA TAKIM ELBİSEYLE KOŞTURAN BİR İŞADAMI, DİĞER YANDA DİNDAR MUSEVİLER.
Tatsız tecrübeden sonra İbrani-Arap, Yahudi-Müslüman çatışmasının neye dayandığı sorusuna aldığımız cevap da bizleri hayrete düşürüyor. Her üç dinin de bir anlamda kaynağını oluşturan Hz. İbrahim’in yaşantısı ile ilgili tartışmalar yüzlerce yıldır süregelmekte ve doğal olarak bazı çatışmaların da başlangıcını oluşturmaktaymış. Şöyle ki, Hz. İbrahim, İbrani kökenli eşi Sura’dan İshak’a, Arap kökenli Hacer’den de İsmail’e sahip olmuş. Tanrı, Hz. İbrahim’den en sevdiği oğlunu kurban etmesini istediğinde, Yahudilere göre İshak’ı, Müslümanlara göre ise İsmail’i tercih etmiş. Bundan çıkan ayrışma da dış etkenlerle katmanlanarak günümüze kadar gelmiş. Eski Kent’te Romalılardan kalma eserler, Yahudi krallarının mezarları da bulunuyor. Ancak bunlar, kutsal mekânların manevî ve haşmetli büyüklüğü karşısında gölgede kalıyorlar. Yıllar boyunca kitaplardan okuduğunuz, hakkında hikâyeler dinlediğiniz kutsal mekânlarla karşı karşıya kalmak insanı hayal ile gerçeklik arasında bir serüvene sürüklüyor. Burada bu etkinin yarattığı Kudüs Sendromu denilen bir hastalık bile varmış: hastanelerde Kudüs’e ilk defa gelip kendisinin Hz. İsa, Hz. Musa ya da Hz. Muhammed olduğunu iddia eden birçok hasta yatıyormuş. Kutsal mekânların yarattığı hayal etkisi, var olan politik durumun gerçekliği ile büyük bir tezat yaratıyor. Bu sizi fazla şaşırtmamalı, burası zaten paradokslar ülkesi. Fanatik Musevi, Müslüman ve Hıristiyanlar bir arada, omuz omuza. Bir tarafta elinde otomatik silahla tetikte 19-20 yaşındaki genç asker, diğer tarafta işsiz Filistinli. Bir yanda takım elbiseleri içinde işine koşturan bir işadamı, diğer yanda dinî kurallara göre yaşayan dindar Museviler. Dünyanın en ilginç başkentlerinden biri ki başkentliği bile hâlâ tartışmalı. Çoğu ülke, büyükelçiliklerini eski başkent Tel-Aviv’de tutmayı tercih ediyor. Eski Kudüs gezimizi, 10. yüzyıldan sonra ortaya çıkan bir inanca göre Hz. İsa’nın çarmıhını oluşturarak kalasları taşıdığı yol olan Via Dolorosa’yı (Acılı Yol) başından sonuna kadar yürüyerek tamamlıyoruz. Günün sonunda, adım adım gezdiğimiz eski Kudüs’ün bir ruhu, bir kişiliği olduğu daha iyi anlıyoruz. Her ne kadar paylaşılamayan şehir diye bilinse de gerçekte eski Kudüs en küçük parçasına kadar çeşitli dinî cemaatler arasında tam anlamıyla paylaşılmış ve öylesine bir denge oluşmuş ki, hiçbir grup bir diğerinden ne daha fazlasını talep edebiliyor ne de bu dengeyi bozmaya cesaret edebiliyor. Farklı dinî cemaatler Kudüs’ün tek bir taş parçasının bile çok değerli olduğunun ve burada çıkabilecek bir huzursuzluğun hepsi için bir felaket anlamına geleceğinin bilincinde, bu hassas dengeyi korumaya özen gösteriyorlar ve siyasî otoritelerin bu küçücük alanı politik çekişmelerin merkezine çekme girişimlerine karşı temkinli olmaya çalışıyorlar. Yeruşalem (Jerusalem) yani "Barış Şehri", Kudüs (Al Kudüs) yani kutsal şehir Kudüs... Farklı inanışlar, farklı diller, farklı kültürler... Tarihin onları bir arada yaşamaya zorladığı bu coğrafyada varlıklarını korumaya çalışıyorlar. Bu çeşitlilik ve zenginlik, bu maddî ve manevî miras, Kudüs’ü eşsiz yapan olgu. Acaba inançlarını aynı yaratıcıya, aynı tek tanrıya yönelten farklı cemaatlerin yaşadığı bu şehir, şehrin İbranice adı Yeruşalem’in ifade ettiği gibi Barış Şehri olabilecek mi? Üç büyük dinin buluştuğu bir barışçıl inanç merkezi olabilecek mi? Farklı kimliklerin, farklı etnik kökenlerin, farklı inanışların bir arada yaşamaya çalıştığı yeryüzünün belki de en kozmopolit mekânı olabilecek mi? Bu çeşitliliğin ve manevî zenginliğin verdiği heyecanı yakalayın, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
74
Yazı-Foto: Barış Kaya İllüstrasyon: Sadi Güran
MELEKLER ŞEHRİ’NDEN ANGKOR’A... BİR YOL HİKÂYESİ BU, GÜZEL ÇOCUKLARIN ÜLKESİNE... GÜLÜMSEMENİN, HER KAPIYI AÇTIĞI MASALLAR DİYARINA... SIRTIMIZDAKİ YUMURTA SEPETLERİNDEN KURTULMA VAKTİ GELDİ. HADİ GELİN... BERABER ÖZÜR DİLEYELİM, DUYARSIZ VE İKİYÜZLÜ DÜNYAMIZ ADINA BU GÜZEL ÇOCUKLARDAN... AF DİLEYELİM, AFFEDELİM... MELEKLER ŞEHRİNİ TAVAF EDİP, ŞAFAKLA DANS EDELİM ANGKOR WAT’TA... HADİ GELİN...
76
77
Bangkok
Kuş misali uçup, güne erkenden melekler şehri Bangkok’ta uyanıyoruz. İlk göze çarpan, safran rengi giysiler içerisindeki Budist rahiplerin günlük yiyecek toplama seansları oluyor. Halk, büyük bir saygıyla gönüllerinden kopanları rahiplerin ellerindeki kaplara bırakıyor. Bu arada, Tuk Tuk şoförleri ya da motosikletliler ikide bir yolumuzu kesip, 10 baht karşılığında şehir turu öneriyorlar. Bu cazip teklife aldanmamak lazım... Çünkü adım başı bir mağazada mola verip, birşeyler satın almaya zorlanabilirsiniz. En iyisi içgüdülerinize kulak verip, yoldan geçen bir Tuk Tuk’u çevirmek ve pazarlık etmek. Aynı şekilde kutsal mekânların temizlik ya da tatil yüzünden kapalı olduğunu söyleyenlerden de uzak durmak gerekiyor. Bangkok tam anlamıyla bir kanallar şehri. Doğu’nun Venedik’i tâbiri boşuna söylenmemiş. İçimizden, Chao Phraya nehri olmasa, Bangkok da olmazmış diye geçiriyoruz. Bangkok’ta kaldığımız süre boyunca ulaşımımızın büyük bir kısmını bu nehir üzerinden, Choa Phraya Express’le yapıyoruz. Hem ucuz ve keyifli hem de şehrin İstanbul’u sollayan trafiğinden kurtulmanın en kestirme yolu. Şehirde görülmesi gereken en önemli yerler arasında önceliği Wat’lar (Budist tapınakları) alıyor. Kutsal mekânlar arasındaki ilk durağımız: Wat Phra Kaew ve Kraliyet Sarayı... Tayland’da kutsal mekânlara şort, kolsuz tişört ve kapriyle girmek yasak. Bu kural, hem kadınlar hem de erkekler için geçerli. Ama dert etmeyin, eğer kıyafetiniz mekâna giriş için uygun değilse, kibarca kıyafet odasına yönlendiriliyor ve 200 baht depozito ödeyerek uygun kıyafeti kiralayabiliyorsunuz. Wat Phra Kaew, Tayland’ın en kutsal ve turistik Budist tapınağı. Ayrıca tek parça zümrütten müteşekkil Emerald Buda’ya da ev sahipliği yapıyor. Kompleksin kapısından adım atar atmaz, kendimizi bir masal dünyasında buluyoruz âdeta. Rengârenk mozaikler, kapıları koruyan yaksha adı verilen mistik gardiyanlar, çan şeklindeki Phra Sri Ratana Chedi’si ve epik Hindu destanı Ramayana’yı anlatan duvar resimleri arasında kayboluyoruz. Bu kompleksin hemen yanında, Tay sanatı ve mimarîsinin en güzel örneklerinden biri olan Kraliyet Sarayı yer alıyor. Sırada Bangkok’un en eski tapınağı Wat Pho var. Bu tapınak yerleşik rahipleri, okulu ve masaj pavyonuyla klasik bir Tay tapınağı... Enlerin tapınağı olarak da adlandırabiliriz. Ülkenin en uzun Buda heykeli bu tapınakta yer alıyor zira. 46 metrelik uzunluğu ve 15 metrelik yüksekliğiyle devasa boyutlarda... Uzanmış yatar hâlde Buda’yı tasvir eden bu figür, Buda’nın Nirvana’ya ulaşma, yani her şeyi bilme ve farkında olma hâlet-i ruhiyesini tasvir ediyor. Ayrıca Wat Pho, ülkenin en geniş Buda koleksiyonuna da sahip.
78
Açlığımıza yenik düşüp kendimizi Chao Phraya nehri kıyısına atıyoruz. Bangkok’ta yemek denince akla, seyyar arabalarda pişen envai çeşit yiyecek geliyor. Muzlar bile şişlere dizilip kızartılıyor bu şehirde. Bizim favori yiyeceğimiz, Pad Thai oldu. Pad Thai’de, pirinç eriştesine eklenen yumurta, balık sosu ve kırmızı acı bibere, tercihe binaen karides, tavuk ya da tofu (soya peyniri) eşlik ediyor. Bangkok’a gelip de börtü böcekten tatmadan olmaz deyip, aperatif niyetine ağzımıza bir iki çekirge, kurbağa, solucan ve karafatma da atıyoruz. Sırada nehrin diğer yakasındaki Wat Arun, nam-ı diğer Seherin Tapınağı var. Tapınağın orta kısmında yer alan piramit şeklindeki kulesi Khmer sanatının etkisini hissettiriyor. Deniz kabukları ve porselenle kaplı bu kuleye tırmanmak için oldukça dik merdivenlerle başa çıkmak gerekiyor. Ama emeğimizin karşılığını Bangkok’a kuşbakışı bir selam göndererek alıyoruz. Yorgunluktan adım atacak mecalimiz kalmamış bir şekilde Khoa San Road’a geri dönüyoruz. Aslında küçük bir sokak burası. Sırt çantalıların en çok rağbet ettikleri mekân. Hâl böyle olunca kalacak yer konusunda çok sayıda alternatifi barındırıyor. Alışveriş için de ideal: Kopya DVD’ler, tişörtler, çantalar, Bangkok’un sokak sanatçılarının birbirinden ilginç çalışmaları beğeninize sunuluyor. Yeni güne Çin Mahallesi’yle başlıyoruz. Dar sokakları, iğne atsan yere düşmeyen kalabalığı, sokak satıcıları ve rengârenk ambiyansıyla epey albenili bir mahalle burası. Kaybolmak fiilinin hakkını verip, kayboluyorsunuz çabucak. Tayland’ın en büyük marketi olan Pak Khlong ve beş buçuk ton ağırlığındaki altın Buda Wat Traimit de mahallenin ev sahiplerinden. Bangkok’un masaj kültürünü deneyimlemenin sırası geldi. Bangkok’ta masaj, günlük yaşamın bir parçası. Adım attığınız her yerde bir masaj pavyonuna denk geliyorsunuz. Taylandlılar yemek yer, su içer gibi masaj yaptırıyorlar. Kalite, masajın niteliğine göre değişiyor. Geleneksel Thai masajı, rivayetlerin aksine giyinik olarak ve yağ veya losyonlar kullanılmadan diz, ayak, parmak, dirsek ve önkol kullanılarak yapılıyor. Altında yatan felsefeyse, beden, akıl ve ruhu dengeye ve ahenge getirerek iyileşmeye zemin hazırlamak. Eğer kendinizi ilk defa Taylandlı bir masörün ellerine bırakıyorsanız, bu tecrübe hem keyifli hem de acı dolu olabilir. Masaj sırasında hafif sarsılıyorsunuz, yoganın belirli pozisyonlarına getiriliyorsunuz, bacak ve kollarınız gerdiriliyor ve ritmik hareketlerle kaslarınıza bastırılıyor... Emin olun ki, işin sonunda kendinizi kuş gibi hafiflemiş hissediyorsunuz.
Tayland’da yolculuk ve Kamboçya
Bangkok faslını kapatıp, Siem Reap’e doğru uzanma vakti geldi. Lonely Planet’e inat 11 saatlik otobüs yolculuğunu seçiyoruz. Amacımız, kötü bir üne sahip, rivayetlere gebe bu yolculuğu deneyimlemek. Epey maceralı bir yolculuk oldu aslında. Önce otobüs bozuldu, sonra küçük bir minibüse balık istifi gibi yerleştirildik. Sonrası mı?.. Yaklaşık dört saat süren bir yolculuğun ardından, Aranyaprathet’te, sınıra yakın bir restoranda mola veriyoruz. Restorandakiler vizemiz olup olmadığını soruyorlar. Amaç, neredeyse vize bedeline yakın bir bedeli komisyon olarak almak. Bu oyuna gelmemek lazım. Grupta yer alan iki Portekizli 1400 baht (43 dolar) ödeyerek pasaportlarını ilgili elemanlara teslim ediyorlar. Konu hakkında bilgi sahibi olanlar ya da daha önceden bu tecrübeyi yaşayanlar ise söz konusu vizeyi sınırda almak istediklerini söylüyorlar. Sınırda, vize bedelinin 20 dolar olduğuna ilişkin tabelaların yer almasına rağmen, sınır polisi 25 dolar talep ediyor... Elbette itiraz etme hakkınız saklı, lâkin akşama kadar bekleyip de vize alamama ihtimali de var. Sınırı Tayland tarafından geçer geçmez, kumarhaneler karşılıyor bizi. Tayland'da kumarhaneler yasak olduğundan, Taylandlı kumarbazlar bu serbest ara bölgeyi mesken tutmuşlar. Peşisıra dizilen kumarhaneler, mini etekli kadınlar, toz bulutuyla beraber ilerleyen çek çeklerine asılan çıplak ayaklı insanlar oldukça ilginç bir atmosfer oluşturuyor. Sanki paralel bir evrene geçiyormuşsunuz gibi geliyor. Klimalı ortamda alınan Tayland’dan çıkış damgasını, terden sırılsıklam olmuş Kamboça'ya giriş damgası izliyor. Kamboçya devleti e-vize uygulaması sunuyor. www.mfaic.gov.kh adresini tıklayıp, ilgili formu doldurup kredi kartıyla ödemenizi yaptıktan sonra, e-postanıza vizeniz düşüyor. Bu arada e-vizenin gazabından mıdır, yoksa dillere destan lacivert pasaportumuzun karizmasından mıdır bilinmez, sınırın Kamboçya tarafında epey beklettiler. Pasaportumuzu evirip çevirip durdular, soğuk damgasına baktılar... Perdeyle ayrılmış paravanın arkasında sır olup, acabalarla
bizi baş başa bıraktılar. Neyse ki korkulan başımıza gelmedi, 15 dakikalık bir araştırma faslından sonra ülkede bir ay kalabileceğimizi belirten giriş damgasını pasaportumuza kondurdular. Poi Pet otobüs terminalindeki kısa mola sonrası, otobüsümüze atlayıp, tekrar yola koyuluyoruz. Sağlı sollu pirinç tarlaları eşlik ediyor bu yolculuğa. Yağmur bastırıyor, bardaktan boşanırcasına… Muson yağmuru, böyle bir şey olsa gerek diye içimizden geçiriyoruz. 14-15 kişiyiz klimalı otobüsümüzde. Sohbeti koyulaştırıyoruz. Muhabbet ağırlıklı olarak Pol Pot, Kızıl Khmerler, Ölüm Tarlaları ve Kamboçya tarihi üzerine yoğunlaşıyor. Kamboçya tarihi, iyi, kötü ve çirkin zamanları bir arada barındırıyor. Khmer İmparatorluğu zamanında altın çağını yaşayan Kamboçya, zaman içinde çevre ülkelerin saldırılarıyla zayıflayarak, Fransız Çinhindi’nin bir parçası oluyor. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Japon İmparatorluğu işgalini, 1953 yılında kazanılan bağımsızlık izliyor. Sonrasında Vietnam Savaşı ve akıllara zarar Kızıl Khmer rejimi... Pol Pot idaresindeki Kızıl Khmer rejimi sırasında, 1 milyon 700 bin Kamboçyalı ya idam edildi ya da açlık ve ağır çalışma koşulları yüzünden yaşamını yitirdi. Pol Pot’un, "Sıfır Yılı" adını verdiği Marksist ve Maoist etkileşimlerle dolu ideali, ülkeyi ne pahasına olursa olsun tarıma dayalı bir ekonomiye çevirmekti. Kentler bir günde boşaltıldı. İnsanlar kıt kanaat, saatlerce tarlalarda çalışmaya zorlandı. Ülke, kısa sürede sınıfsal ayrımın, paranın, kitapların, okulların ve hastanelerin olmadığı zorunlu bir çalışma kampına dönüştü. Eski rejimle bağlantısı olanlar, eğitimli aydınlar, rahipler idam edildi. Bugün "ölüm tarlaları" olarak adlandırılan toplu mezarlar, yaşanan vahşetin boyutlarını açıkça gözler önüne seriyor. Ülke hâlâ yakın geçmişinin yaralarını sarmaya çalışıyor.
Ve Angkor Wat...
Dört saatlik yolculuk ertesi, şehir merkezine yaklaşık 10 dakikalık bir mesafede dört beş otobüsün park hâlinde bulunduğu bir yerdeyiz. Tuk Tuk’lar bizleri bekliyor. "One dollar"la ilk tanışmamız da burada oluyor. Kamboçya’da bulunduğumuz sürece en çok duyacağımız cümle bu.
79
Bu cümlenin beni bu kadar etkileyebileceğini hiç düşünmemiştim. İzlenimleri kelimelere dökerken bile, kulaklarımda bu cümle çınlıyor: One dollar, one dollar, one dollar… Kalacağımız yer konusunda internette yaptığımız ön araştırma hayat kurtarıyor, zira yorgunluktan bayılmak üzereyiz. Hostel arayacak mecalimiz yok. Tuk Tuk şoförümüze "Golden Temple Villa" diyoruz, ertesi gün için de sözleşerek. Düşük sezon olmasına rağmen odalar dolu. Üç günlük kalış için fanlı odamıza 24 dolar ödüyoruz. Odada mini bar, televizyon ve lavabo da mevcut. Sevimli mi sevimli… Hoş geldin minvalinden 30 dakikalık Khmer masajı da müesseseden. Hemen masaj faslına geçiyoruz. Masaj ertesi, Khmer sitilinde hazırlanmış deniz ürünlerinden oluşan yemeğimizi ısmarlıyoruz. Elbette, pirinç pilavı masanın gediklilerinden... Angkor birası da masanın medar-ı iftiharı... Amacımız, Angkor Wat’ı gün doğarken fotoğraflamak. Sabah beşte yola çıkıyoruz. Angkor Arkeolojik Sit Alanı’na tek günlük giriş için 20, üç günlük 40 ve haftalık kombine bilet içinse 60 dolar ödemeniz gerekiyor. Biz tek günlük giriş biletini tercih ediyoruz. Fazla zamanımız yok. Fotoğrafınızı çekip, giriş biletinizi veriyorlar. Aman biletinizi kaybetmeyin, zira birçok tapınağa girişte sizden bu bileti göstermeniz istenecek. Angkor Wat’a 10 dakikalık bir yolculuk ertesi varıyoruz. Gördüğüm karşısında kelimeler kifayetsiz kalıyor. Ne söylesem laf-ı güzaf, yine de deneyelim... Angkor tapınakları aslında sembolik yapılar. Tapınakların çoğu kutsal Meru dağını simgeliyor. Budist ve Hindu kozmolojisi, Meru dağını fizikî, ruhanî ve metafiziksel evrenin merkezi addediyor. Güneş sistemi ve sistemin bütün gezegenlerinin –ki Dünya da buna dâhil– bir bütün olarak bu dağın etrafında döndüğüne inanılıyor. Tapınakların etrafındaki su hendekleri Meru dağının etrafındaki kozmik okyanusu, tapınaklarda yer alan beş kule de kutsal dağın beş zirvesini sembolize ediyor. Tapınağa giden ana taş yolun iki yanında dikdörtgen biçiminde iki yapı dikkat çekiyor. Bu yapılar, kütüphaneler. Neredeyse bütün tapınaklarda bu yapılar mevcut. Kütüphaneleri geçer geçmez yolun sol kısmında nilüferlerle dolu bir yapay göl yer alıyor. Angkor Wat’ın göle yansımasıyla oluşan manzara tek kelimeyle büyüleyici. Ne yazık ki hava kapalıydı ve güneşin doğuşunu fotoğraflama şansımız olmadı. Sabahın serinliğinden yararlanıp, kalabalığa da kalmadan Angkor Thom’a yöneliyoruz. Angkor Thom, Khmer şehirleri arasında en büyüğü... Dokuz kilometrelik bir alan üzerine inşa edilmiş. Merkezinde Bayon Tapınağı yer alıyor. 49 adet –kimi kaynaklara göre 54– gülen yüzlü kuleden oluşan Bayon, Khmer sanatı ve estetiğinin doruk noktası. Günümüzde bu kulelerden 37’si ayakta… Çoğu kulede güney, kuzey, doğu ve batı yönlerine bakan dört adet gülen yüz yer alıyor. Bayon sonrası, sırasıyla Bapuon, Elephant ve Leper King Terrace, Tep Pranam (devasa boyutlardaki oturan buda heykeli), Thammanon, Ta Keo, Banteay Kdei’ya uğruyoruz. Affınıza sığınarak, yer darlığından bu faslı es geçiyoruz. Lara Croft: Tomb Raider’da, filmin âdeta bir karakteri hâline gelen Ta Prohm’a değinmeden olmaz. Devasa boyutlardaki ipek pamuğu ağaçlarının sevişircesine tapınağı sarıp sarmalaması gerçekten
80
görülmeye değer. Ertesi gün göreceğim Bang Melea’nın ağaçlarla olan korumasız ilişkisini çok daha romantik bulduğumu da eklemeliyim. Akşamüstüne doğru Angkor Wat’a geri dönüyoruz. Arka cepheden tapınağa giriş yapıyoruz. Tek kelimeyle in cin top oynuyor bu noktada. Tapınağın merkezine yaklaştıkça kalabalık artıyor. Belki de gezimizin en hazin anlarını burada yaşıyoruz. Maalesef, fotoğraf makinemizin pili bitiyor. Cep telefonumuzun kamerasına sarılıyoruz. İlginç bir görüntü oluşturuyor olsak gerek. Tayvanlı kadınlar fotoğraf makinemiz varken neden cep telefonumuzla fotoğraf çektiğimizi, açıklamanın ardından da beraber fotoğraf çektirip çektiremeyeceğimizi soruyorlar. Egomuzu okşayan böyle bir teklife nasıl hayır diyebiliriz ki?.. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber, Chong Kneas’a doğru yol alıyoruz. Amacımız nehir üzerindeki yaşama bir göz atmak. Kamboçya’nın gerçek yüzüyle burada karşılaşıyoruz. İnsanlar derme çatma evlerde, gerçekten çok ama çok zor şartlarda yaşıyorlar. Bu hüzünlü tabloyu, size kocaman gülümseyen dünya tatlısı çocuklar dağıtıyor. O kadar içten gülümsüyorlar ki... Tuk Tuk şoförümüz bizi Korelilerin işlettiği, küçük teknelerin yer aldığı bir limana bırakıyor. Nehirdeki turistik faaliyetler Korelilerden soruluyor. Bir saatlik tekne gezisi için 25 dolar istiyorlar. Buna anlam veremiyoruz. Kamboçya’da yaşayan insanlar için o kadar büyük bir para ki bu. Hesapta kazanılan paraların bir kısmı, alt yapı yatırımlarına ve bölge halkının ihtiyaçlarına gidiyor. Ne yalan söyleyeyim, bana külliyen yalanmış gibi geldi. Can sıkıntımızı gizleyerek, Bang Malea’ya yöneliyoruz. Yaklaşık bir buçuk saat süren bu yolculuk hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor. Aç olmamamıza rağmen, vicdanımıza yenik düşüp birşeyler atıştırmak için duruyoruz. Restoranlarla ilginç bir anlaşmaları var Tuk Tuk şoförlerinin; yemek yediğiniz takdirde onlara da ücretsiz olarak yemek sunuluyor. Vicdan da bu noktada devreye giriyor. Bang Malea’ya giriş için beş dolar ödüyoruz. Bizce Angkor tapınakları arasında en bakir ve romantik olanı. Ta Prohm’un kalabalığından eser yok. Bir başımızayız... Tapınağın etrafındaki mayınlar da yakın zamanda temizlenmiş. Hâl böyle olunca istemeden de olsa, adımlarımızı patikada tutmaya çalışarak yürüdüğümüzü fark ediyoruz. Rengârenk kelebekler ahenkle dans ediyorlar etrafımızda. Taştan taşa sekip, tırmanıyoruz. Maceracı ruhumuzu okşuyor bu engebeli tapınak. Gün bitmeden, Kompong Phuluk’u da görelim istiyoruz. Ne yazık ki bu arzumuz, nehrin sığ sularına takılıyor. Bambu gökdelenleri göremeyeceğiz. Eh, iklim değişikliğinden muson yağmurları da nasibini almış. Nehir suları çekilmiş. Tonle Sap gölünde kısa bir gezintiye çıkamayacak kadar da yorgun hissediyoruz kendimizi. Dönüyoruz, Siem Reap’e; oradan da Bangkok’a. Son demlerimizi Khoa San Road’da yaşayıp, Kamboçya’ya ve güzel insanlarına son bir selam göndererek...
81
Röp: Doruk Yurdesin Foto: Felix Sorger - Frank Lehmann
Her şeye rağmen
boĞazİçİ EYLÜL AYININ SON HAFTASINDA FRANSIZ-ALMAN KANALI ARTE’DE BİR HAFTA SÜRESİNCE İSTANBUL’UN ÇEŞİTLİ YÖNLERİNİ ANLATAN BELGESEL VE FİLMLER GÖSTERİLECEK. BU BELGESELLERDEN BOSPORUS’UN SENARİSTLERİNDEN BİRİ VE AYNI ZAMANDA YÖNETMENİ OLAN ALBERT KNECHTEL’LE DETAYLARDAN, ŞEHİR HAKKINDAKİ İZLENİMLERİNDEN VE ÇEKİMLER SIRASINDA BAŞINA GELENLERDEN KONUŞTUK.
82
83
Belgesel fikri nasıl ortaya çıktı, proje ne zaman başladı? Fransız-Alman kültür kanalı ARTE, 2010 sonbaharı için İstanbul’a odaklanan tüm bir hafta planladı. Benden beş bölümlük bir belgesel çekmemi istediler. İstanbul’a 2009’da geldim ve senaryoyu birlikte yazdığımız Tuğrul Artunkal’la buluştum. Kendisi Parisli eski bir film yapımcısı. Geçmişte iki kere beraber çalıştık ve bence bu işteki en iyi yapımcı. Filmi şu şekilde yapılandırmaya karar verdik: Yoğun Boğaziçi: Boğaziçi’ndeki ve etrafındaki trafik sıkışıklıkları. Kent olarak Boğaziçi: Hızla kalkınan İstanbul; mimarî ve tarih, kent planlaması. Tutkulu Boğaziçi: Futbol, milliyetçilik ve İslam. Dişi Boğaziçi: Cinsiyet ayrımı Genç Alman Boğaziçi: Almancılar "Genç Alman Boğaziçi"nden kast edileni açıklayabilir misin? Aslına bakarsan, çekimler sırasında odaklandığız meseleleri yeniden düzenledik. Çünkü başlangıçta planladığımız gibi sadece "Genç Boğaziçi"ne odaklanmanın fazla yüzeysel olacağını fark ettik. Üç yıl önce Türkiye’de ilk kez Ankara’ya gelmiştim. Beni en çok şaşırtan ve ülkeniz hakkında en bilgisiz olduğum mesele, toplumun ne kadar genç olduğuydu. Eğer yaş ortalamasını kıyaslarsanız Almanya 15 yıl daha yaşlıdır. Ya da biraz abartırsak, arada bir kuşak fark var. Bu yakında ekonomik sonuçlar doğuracak demografik bir sorun. Her şeyi bununla alâkalandırabilirsiniz; bu şehirdeki enerji, insanların göze alabildiği riskler. Bu yüzden bölümlerden birinin bu "genç Boğaziçi"ne odaklanmasına karar verdim. Ama iyi bir senaryo yazmak için mükemmel bir araştırmaya ihtiyaç vardır ve bizimki yeterince iyi değildi. Ben de odağı "genç Boğaziçi"nden "Almancılar"a, yani "Almanyalılar"a çevirdim. Bu trendin değişmesiyle ilgili bir mesele. Şimdi genç Türkler mezun olduktan sonra Türkiye’ye dönüyorlar. Hazırlanma aşaması nasıldı? Çekimler ne kadar sürdü? Oldukça uzun bir çekim süreci geçirdik. Zira beş kez gidip geldik ve şehrin içi ve çevresinde çekimler için 75 gün kaldık. Hava şartları açısından da şansımız yaver gitmedi. Dört hafta yağmur yağdı. Muhtemelen bir hafta da trafikte taksiler içinde gitti... Daha önce Brezilya’da çalışmıştım, bu yüzden Türkiye’de çekim yapmamın daha kolay olacağını sanmıştım. Ama her şey için resmî izin almanız gerektiğinden, çok daha karmaşık oldu. Hazırlanma dönemine gelince: Buraya geldik, insanlarla konuştuk. Türkiye’deki ekibimle konuştum; en çok da Tuğrul Artunkal’la. Onun buraya uyum sağlamamda bana çok yardımı oldu. Bölümlerin temalarına nasıl karar verdiniz? Örneğin ilk bölüm, buraya ayak bastığında trafikte tıkılıp kaldığın için mi ortaya çıktı? Çekimlere başladıktan sonra senaryo nasıl değişti? Başlıkları bulmak zor olmadı. Almanya’yı biraz bildiğimiz ve klişeleri de bildiğimizden, amacımız bu klişelerin hakkından gelmek, sınırlı çerçevemizde bu şehrin binlerce farklı yüzünden bahsetmek ve buraya geldiğimizde gördüğümüze odaklanmaktı: önce genç insanları görüyorsun, sonra Boğaz’ı görüyorsun, sonra bir sürü güzel kadın görüyorsun ve bütün bunlar olurken fonda bazıları şan dersi alması gereken müezzinleri dinliyorsun. Sonra bir baktık ki hakikaten de müezzinler için şan dersleri var. Biz de gidip çektik ve bence harika oldu, çünkü Avrupa’nın iyice kuzeyindeki bölgelerinde İslam deyince insanların kafalarında belli bir imge var... Tabiî ki en çok şeyi insanlarla konuşunca öğreniyorsun. Böylece Türkiye’de dinî normalleşmeyi öğrendik; her ne kadar kamusal alanda daha fazla peçeli kadın görünse de... Ama sonra Suada’ya gidiyorsun ve neredeyse g-string bikiniler görüyorsun. Bu harika. Bence İstanbul’daki bu çok katmanlılık birçok açıdan şehri eşsiz kılıyor. Trafiğe gelince... Çekim yaparken asıl çekim mahallinden daha fazla zamanı taksilerde geçirince, tabiî ki bunu bir konu hâline getiriyorsun. Buna mecbur kalıyorsun. En acayibiyse, yakında burada bir Autopia’nın, dünyanın en büyük araba pazarının açılacak olması. Bu çok komik. 84
Sadece bir Autopia’mız değil, şehrin nüfusunu bir kez daha üçe katlayacak bir üçüncü köprümüz de olacak... Peki, İstanbul’u öngördüğün gibi kapsayabildiğini düşünüyor musun? Ele almadığın için seni hayıflandıran bir mesele var mı? Bu şehri kapsamak imkânsız. İstanbul’u bir örtünün altına sığdırmak mümkün değil. Cidden de bu şehir, bu mega kenti cebine sığdırdığını iddia etmek gibi bir ukalalığı yapmak için çok büyük. Beni hayıflandıran şeyler, bazı insanların sözlerini tutmayıp çekimlere gelmemeleri, bunun gibi şeyler... Mesela Almanyalı eski bir Türkiye Güzeli vardı. Almancası Türkçesinden daha iyiydi. İşbirliği yapmaya çok meraklıydı, birçok söz verdi, sonunda da ekiverdi. Nedenini bilmiyoruz. Ama bunlar bu meslekte alışıldık meseleler. Aslında hayıflandıran meseleleri bırakıp beni sinir eden meselelerden konuşmak lâzım. Bürokrasi! Çekim izinleri! Kamusal alandayken gelip çekim iznimiz olup olmadığını soran bekçi köpekleri. Türkiye’de çekim yapmak kolay değil; Brezilya’da çekim daha kolay. Bunu beklemiyordum. Ve bir de dil meselesi... Türkçe bilmiyorum ve eğer Türkiye’de film çekecekseniz bu büyük bir hata. Bu noktada kendimi eleştiriyorum. Birkaç bölüm daha çekseydin ne üzerine olurdu? Sadece Boğaz üzerine, balıklar, kokusu üzerine bir film ekleyebilirdim... İstanbul’un tınısı üzerine bir film olabilir... Gerçi Fatih Akın zaten bunu harika biçimde yaptı, ben ne diye yapayım? Ve ordunun rolü üzerine bir film olabilirdi. Bu toplumu anlamak için kilit bir mesele sanırım. Ama diğer yandan, amacım eksiksiz olmak değil. Bu sadece bir temenni olurdu. İstanbul’u çekmeye yıllarca devam edebilirim. Hazır ordunun rolünden bahsetmişken... Oto-sansürüne takılan, editleme aşamasında dışarıda bıraktığın malzeme var mı? Hayır, oto-sansür olmadı. Ama burada eğer üzerinde üniforma varsa bir çocuğu bile çekemiyorsun. Bu biraz abartı oldu tabiî ama Dolmabahçe’nin önündeki nöbetçileri çekmek istediğimizde, ki her gün yüzlerce turist fotoğraflarını çekiyor, bir başka asker gelip bize uzamamızı söyledi. Google ve YouTube devrinde bunlar komik şeyler. Ama pardon, sizde YouTube yok...
Fark ettim ki, sana daha çok zorluklar, pişmanlık gibi şeylerle ilgili sorular soruyorum. Ve söylediklerinin ilginç bir yönü de var. Çekim aşaması feci zor geçmiş gibi görünüyor ama bir yandan da birçok şeyden acayip heyecan duymuşsun. Bu projeyi yapmaya karar vermeden önce İstanbul’a gelmiş miydin? Hayır, ilk kez proje için geldim. Gelmeden önce, Avrupalıların az evvel bahsettiğin imgelerini paylaşıyor muydun? Önyargıların var mıydı? Geldikten sonra fikirlerin nasıl değişti? Elbette, kafamdaki birçok düşünceyi tashih ettim. Tek bir sokağa bu kadar insanın sığabileceğini beklemezdim. İstiklal’den bahsediyorum. Ve bu insanların bu kadar genç olması... Bu kadar çok Ferrari ve şantiye alanı görmeyi de beklemiyordum. Gerçekten hızla gelişen bir şehir. Bu kadar çok çelişki de beklemiyordum ama burayı bu kadar heyecan verici kılan da bu çelişkiler. Gençken büyüdüğüm şehrin kulübünde futbol oynadım ve takımızda dört tane Türk oyuncu vardı. Bu yüzden hiç Türklerden üstün olduğumu düşünmedim, zira iki tanesi benden iyi oyunculardı. Özellikle seni çok etkileyip, çekim aşamasındaki zorlukları unutturan anlar oldu mu? Seni gerçekten tatmin eden anlar? Çubuklu 29’daki bir düğün... Ve Boğaz’ın her hâli. Güneşin doğuşu, batışı, gündüz, gece, suyun üstünde ve kenarındayken... Suyun kenarındaki küçük restoranlarıyla Karaköy’deki balık pazarına bayıldım. Metin ve Zeynep Fadıllıoğlu da harika evsahipliği yaptılar ve fikirleriyle çok yardımcı oldular... Buradaki konukseverlik ve insanların arkadaş canlısı olması... Daha önce ziyaret ettiğin metropollerle kıyasladığında İstanbul’un ayırt edici özellikleri hakkında ne diyebilirsin? Şehir plancılarına bir tavsiyede bulunmak isteyebilirim: bu şehre tecavüz etmeyi bırakın. Burası çok güzel, ve bırakın olduğu gibi kalsın. Her şey zaten var!
85
BELÇİKA’NIN MERKEZİNDEN KUZEYİNE BİR KULÜP YOLCULUĞU
Brüksel yanıyor, Antwerp parlıyor 86
Yazı: Atıl Altaş
KOZMOPOLİT ŞEHİR KÜLTÜRÜNÜ YANSITAN FARKLI GECE HAYATLARIYLA BRÜKSEL VE Antwerp, YÜZLERCE ÇEŞİT BİRASIYLA, NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR GECE KULÜPLERİYLE VE SABAHLARA KADAR SÜREN PARTİLERİYLE EĞLENCEDE ÇEŞİT ARAYANLARA, KÜRESEL ALTKÜLTÜRLERE KARIŞMAK İSTEYENLERE BİREBİR. Bira, patates kızartması ve çikolata, Belçika'nın turistik üçlüsü… Ülkenin en büyük kenti ve başkenti olan Brüksel aynı zamanda NATO ve Avrupa Birliği'nin merkezine ev sahipliği yapmakta. Bu durumda şehir, Avrupa'nın başkenti konumunda. Brükselliler kenti Avrupa'nın kalbi olarak tanımlıyorlar. Brüksel'in nüfusu iki milyon civarında. Kentin yüzde 40'ı göçmen yabancılardan oluşuyor. Şehirde, kozmopolit şehir kültürünü yansıtan farklı bir gece hayatı var. Brüksel, trendy yeraltı gece kulüplerinden, şampanya partileriyle ünlü gece kulüplerine, sofistike caz kulüplerinden, Belçika'ya özel 600'ü aşkın toplamda 2 bin farklı bira çeşidini tadabileceğiniz pub’ları ile keşfedilmeyi bekleyen bir şehir. Oldukça küçük bir şehir olmasına rağmen üç büyük tren istasyonuna sahip. Şehir merkezine ulaşmak için Central Station’da inmek en mantıklısı, fakat kuzey istasyonda bile inmiş olsanız merkeze ulaşmanız 15 dakikayı geçmiyor. Metrolarda turnike sistemi kullanılmıyor fakat bu metronun bedava olduğu anlamına gelmiyor. Efendi gibi biletinizi alın, bilet kontrolü yapan görevlilere denk gelirseniz, yaklaşık 20 bilet ücreti olan 40 avro cezayı ödemek zorunda kalabilirsiniz. Gece geç saatler dışında ulaşımda sorun yaşamıyorsunuz. Taksi ücretleri yüksek. Belçika'da içki içmek, bira demek. Brüksel'in merkezi olan Grand Place çevresinde birçok gece kulübü, restoran, kafe ve pub bulunmakta. Tabiî şehir merkezi içinde, genelde turistik, ucube eğlencelerin olduğu, tadı tuzu olmayan mekânlar da yok değil. Biz bu mekânları mümkün mertebe görmezden gelip, kendine özgü, alt kültürlere yakın mekânları inceleyeceğiz. Bunlardan nevi şahsına münhasır olanı Delirium Café. Burada her bira markası kendine özgü bardağı ile servis edilmekte. Dört litrelik birahilerini de es geçmemek gerekli. Aynı zamanda 500 farklı Flaman cin türü, votka, tekila ve viski konusunda da geniş bir menüye sahip. Farklı tatlar keşfetmeyi sevenler için bulunmaz bir mekân. Üstelik Brüksel'e değil de Tokyo'ya giderseniz Tokyo'da da Delirium Café'nin bir şubesi açılmış durumda. Şerefe. Grand Place'dan devam edelim, Rue des Pierres'de duralım. Brüksel'in özellikle gay sahnesinin önemli pub’larından olan L'Homo Erectus'da bulunmak bir ayrıcalık. L'Homo Erectus, disko topları, kitch dekorasyonu, gökkuşağı bayrakları ile öğleden sonra saat üç civarı kapılarını açıyor. Tasarımcılar, sanatçılar, modacılar tarafından ilgi görmekte. Arkadaş canlısı barmenler mekânı keyifli kılıyor. Canlı DJ setler ile disko hitlerini dinlemek mümkün. Drag queen gösterileri ile ünlü L'Homo Erectus, her yıl mayıs ayının ikinci haftası düzenlenen Brüksel Gay Pride döneminde bitmek bilmeyen enerji ve eğlenceyi ziyaretçilerine sunuyor. Brüksel gay sahnesi içinde You Club ayrı bir özellik taşıyor. Rue Duquesnoy'da bulunan kulüp, You Gay Tea Dance organizasyonları ile adından sıkça söz ettirmekte. Birbirinden farklı dans performansları, happeningler ile şekillenen You Gay Tea Dance partilerinin müziği house türevleri. Glam kültürünü yücelten hipster’lar farklı kostümler ile partilerde boy gösteriyor. You Club, eğlencenin garanti olduğu, kitlenin parti konseptine direkt olarak katılabildiği aynı zamanda yeniden ürettiği bir deneyime dönüşüyor.
87
BİRALARINIZI KAFATASI ŞEKLİNDE BARDAKLARDA İÇERKEN, PUB’IN NE KADAR BÜYÜKLÜKTE OLDUĞUNDAN EMİN OLAMAYACAĞINIZ KARANLIĞINDA, TABUTTAN YAPILMIŞ MASALARI SIRA SIRA GÖRMEK, TUHAF BİR DUYGU. ÖLDÜK AMA FARKINDA MI DEĞİLİZ HİSSİ İÇİNDE EĞLENMENİZ MÜMKÜN.
Brüksel, kış aylarında soğuk bir şehir, kar, yağmur (neyse ki çamur yok) eksik olmaz. İnsanları da ilk başlarda çok sıcakkanlı değiller, fakat bir süre geçtikten sonra ilk hâllerinden eser kalmıyor, geç açılıyorlar. Ancak bir pub var ki orada pek sıcakkanlı insanlar görmek zor. Le Cercueil adlı pub’ın (Türkçe, tabut anlamına geliyor) konsepti, bir cenaze evi şeklinde olması. Biralarınızı kafatası şeklinde bardaklarda içerken, pub’ın ne kadar büyüklükte olduğundan emin olamayacağınız karanlığında, tabuttan yapılmış masaları sıra sıra görmek, tuhaf bir duygu. Öldük ama farkında mı değiliz hissi içinde eğlenmeniz mümkün. Eğer kendinizi gotik tarza yakın hissediyorsanız, Le Cercueil tam size göre. Brüksel'de Blaesstraat'da müzik hiç durmuyor. Fuse Club, 1994 yılından beri kentteki underground tekno ve elektronik müziğin kendine özgü mâbedi olarak kabul ediliyor. Mekânın içi büyük eski bir garajı, hattâ kapalı yüzme havuzunu andırmakta. Üç katlı bir kulüp. Genellikle akşam 11'den sabah saat 7'ye kadar süren partileri ile ünlü. House ve türevleri, trance, elektronika, dubstep gibi türler de çalıyorlar. Kulübün resident DJ’leri, Belçika'daki elektronik müzik kültürüne yön vermiş olan Pierre, T-Quest ve Deg. Aynı zamanda Aphex Twin, Jeff Mills, Carl Cox, Derrick May, Ricardo Villalobos, Laurent Garnier, Dave Clarke, Ritchie Hawtin gibi isimler de Fuse'da yer almış ve almaya devam ediyor. Belçikalılar genelde geç dışarı çıkıyorlar ve kulüp genelde saat sabah 2'den sonra headliner ile ısınmaya başlıyor. Fuse'a gelen kitlenin çok katmanlı olduğunu söyleyebiliriz fakat iki saat makyaj hazırlığı, parfüm banyosu yapmış şıkır şıkır hanımlar ve onların erkek modellerini Fusa'da görmek biraz zor. Daha çok trendsetter olmaya oynayan, moda, tasarım insanlarından, Taksi filminden fırlamış Marsilya tarzı elemanlara, üzerinde pek bir giysi olmayan hanımlara rastlamak mümkün. Fuse'da cumartesi akşamları her şey olabilir. Ufak bir uyarı: çıplak dolaşmak yasalara aykırı. Brüksel'in yeniden yapılandırılmakta olan kanal bölgesi içinde yer alan gece kulüpleri ve bu kulüplerle işbirliğinde olan organizasyonların yarattığı konsept partiler hiç olmadığı kadar ilgi görmeye başladı. Avenue Du Port'ta bulunan K_Nal'da yapılan partiler bunların başında geliyor. K_Nal, haftanın çeşitli günleri farklı dekorlu, konseptli, müzik ve kitleli gece kulüplerine dönüşüyor. Her cuma K-Nal'da düzenlenen Fight Klub, bu partilerin en önemlilerinden. Fight Klub partilerine
88
Round adı veriliyor. Roundlarda VIP kavramı yok. Herkes eşit. Fight Klub sizin ne kadar önemli biri olduğunuz ya da aylık kazancınızın ne kadar yüksek olduğu ile ilgilenmiyor. Önemli olan sizin, Roundlara ne katabildiğiniz. Brüksel'de dresscode saçmalığından bıkmış ciddî bir kitle var. Fight Klub işte o kitlenin kendini ifade ettiği, mikro altkültürlerin etkileşimde bulunduğu özgürlük alanı. Dubstep, mash-up, tech-house, progressive house, Fight Klub partilerinin vazgeçilmez türleri. Duo olarak DJ setleriyle ünlü Mashed Paper Klub, Roundların çoğunda çalıyor. Onları dinlemek bir ayrıcalık. Yeni, yetenekli, heyecanlı DJ’lerin ve duoların sahne aldığı partiler, kendilerine ait eklektik kitlesi ile gelişerek devam ediyor. Brüksel'e 25 dakikalık otomobil yolculuğu uzaklığında ulaşılan Antwerp (Flemenkçe, Antwerpen), Kuzey Belçika-Flanders bölgesinin en büyük şehri. Dünya elmas piyasasının yüzde 70'inin ticareti Antwerp üzerinden yapılmakta. Antwerp, güzel yemek, stressiz hayat tarzı, rahat hayat demek. Brüksel kadar büyük olmasa da Antwerp limanı ve Hollanda ile sınırı sayesinde ciddî ekonomik güce sahip, hayat standartlarının yüksek olduğu bir şehirde gece hayatı buna paralel olarak çeşitlilik göstermekte. Aynı zamanda Antwerp, tekno-elektro müzik kültürünün Belçika'da geliştiği önemli şehirlerin başında gelmekte. Yıl 1989. Yer Antwerp'in redlight district bölgesi. Daha önceleri
sinema, kilise, depo olarak kullanılan binadaki yenileme, düzenleme ve yapılanmayı, çevredeki fahişeler ve onların iş arkadaşları meraklı bir şekilde izlemeye başlar. İlk başlarda Café d'Anvers, pek çok kimsece devamlılığı olamayacak bir macera olarak görülür. Bu yıl 20. yılını kutlayan Café d'Anvers, geçen 20 uzun yıl içinde yüzlerce DJ’i misafir ederek, yıllar içinde toplamda onbinlerce kişinin eğlendiği bir mekâna dönüşür. Antwerp'teki tekno-elektronik müzik kültürünün gelişmesine büyük katkı sağlar. Antwerp'te artık Café d'Anvers öncesi ve sonrası vardır. İlk yıllarda özellikle gay ve lezbiyen kitlenin kendini ifade edebileceği kilit bir kulüp konumundan, geçen yıllar içinde farklı tarz ve hayat biçimine yakın durmuş ama özellikle piyasadan uzak kalmayı başarabilmiş ender bir oluşum. Oluşum… Çünkü artık Café d'Anvers artık sadece bir gece kulübü değil. Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen ziyaretçileri ile global alt kültürlerin buluşma mekânı. Tam anlamıyla trendsetter kavramını hak eden bir kulüp. Aynı zamanda bunu devam ettirmek için 2010 Eylül-Aralık programına bakmak yeterli. Laurrent Garnier, Sven Vath, Josh Wink, Steve Blug, Dominik Eulberg sahne alacak DJ’lerden sadece birkaçı. Aynı zamanda "21 years Café d'Anvers", "20 years Paradise", "Circoloco" da büyük ilgi çeken, yıllar içinde gelişerek kulüp ile özdeşleşmiş organizasyonlar. İç tasarımı distopik bilimkurgu ile köhne genelev tarzının bir karışımı olan kulüpte, Flaman biralarından yanardöner kokteyllere kadar
farklı içki seçenekleri sunuluyor. Perşembeleri giriş ücretsiz. Café d'Anvers sadece Antwerp'te ve Belçika'da değil, Avrupa'da tekno yeraltı kültürünün gelişimini destekleyen merkez kulüplerden biri. 20 yıldan beri dünyanın sayılı DJ ve prodüktörlerinden setlerle geceleri sabaha bağlamaya devam ediyor. Café d'Anvers'e lokasyon olarak yakın bir başka ultra hip, altkültür kuluplerinden biri de 1997 yılında açılmış olan Red And Blue. Flaman bölgesindeki gay-lezbiyen sahnesinin en önemli kulüplerinden biri olarak tanımlanmakta. Cumartesi akşamları sadece erkekler için açık. Ayda iki defa ülkenin en seksî lezbiyen partileri olarak öne çıkan Cafe de Love ve Cafe Deluxe kaçırılmamalı. Kulübün her yıl performans takviminde yer alan ve kulüp ile özdeşleşmiş partileri de, mart ayında Circuit ve Flesh, Toolroom Knights, mayıs-haziran sonu Antwerp Gay Pride dönemindeyse Navigaytion. Antwerp, Belçika'nın moda başkenti. Bu durumda Café d'Anvers'te ve Red And Bleu'da modacı ve tasarımcılar, ne iş yaptığı belli olmayan ama ultra trendy marjinallerin yanında öğrenciler, drag queenler, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen tekno-elektronik-house-garaj tarzı ziyaretçileri görebilirsiniz. Partiler, saat birden sonra ısınmaya başlıyor ve sabah yediye kadar devam ediyor. Belçika, Avrupa'daki coğrafî konumu ile birçok konser ve festivale evsahipliği yapıyor. Gece kulüplerinde eğlence yüksek kalitede. Belçika'ya özgü içkiler lezzetli. Büyük şehirleri kozmopolit ve heyecan verici. Kısaca, Belçikalılar eğlenmeyi biliyor.
89
Yazı: Simge Doğancan
İŞTE SOKAK SANATI…
"SANAT DİYE BİR ŞEY YOKTUR ASLINDA. YALNIZCA SANATÇILAR VARDIR. BİR ZAMANLAR BU ADAMLAR RENKLİ TOPRAKTA BİR MAĞARANIN DUVARINA KABACA BİZON RESİMLERİ ÇİZİKTİRİYORDU; BUGÜN DE BAZILARI BOYA SATIN ALIP DUVAR YA DA TAHTA PERDELERİ RESİMLİYOR VE DAHA BİRÇOK BAŞKA ŞEYLER ÜRETİYORLAR." -ERNST H. GOMBRICH
Tunç "Turbo" Dindaş
Gün batımı ile doğumu arasındaki bir zamanda sokağa çıkıyorlar, yakalanmamak için. Ellerinde sprey boyalar, stensiller, etiketler ertesi gün en fazla insanın görebileceği noktalara ya isimlerini yazıyor ya da insanlara görmelerini, duymalarını, istedikleri konularda sosyal veya politik içerikli mesajlarını vermek için siz sıcak yatağınızda uyurken sanatlarını icra ediyorlar. Sokak Sanatı aktivistleri, belki bizim de aklımızdan geçen ama unuttuğumuz gerçekleri bize hatırlatıyor, mega kenti eleştiriyor, ya da her gün yürüdüğümüz sokakları, gri çevremizi renklendiriyor, monoton şehir hayatını özgün ve eğlenceli kılıyorlar. İletişimin modern bir mantraya dönüştüğü, çevremizin billboardlar, posterler, reklamlarla dolu olduğu günümüzde, grafiti veya stensil, sokak sanatçılarının toplumla iletişim kurma biçimi. Sokak sanatı, muhalif kaynaklı (örneğin hükümete veya resmî sanata karşı olan) sanata atıfta bulunmasına rağmen, kamu alanında –yani sokaklarda– uygulanan her türlü sanatı içeriyor. Grafiti bazı çetelerin kendi bölgelerini belirlemek ya da o bölgede çetelerin olduğuna işaret etmek amacı ile de kullanılıyor. Sokak sanatının ilk örneği diyebileceğimiz Graffiti, oldukça eski bir geçmişe, mağara duvarlarına çizilen şekillere, MÖ 4. yüzyılda, Roma İmparatorluğu’nun başkenti Pompei’deki duvar yazılarına dayandığı söyleniyor. Eski Mısır döneminde, insanların seyahat ettikleri yerlerdeki duvar ve kayalara bıraktıkları çeşitli şekil ve yazılardan oluşan mesajlar, grafitinin ilk adımları sayılsa da, günümüzdeki anlamıyla grafitinin çıkışı 1940'lı 2. Dünya Savaşı yıllarına denk gelir. Almanya'yı Doğu ve Batı olarak ikiye bölen Berlin Duvarı'nın her iki yanı protestocular tarafından boyanarak, yazı ve sloganlarla bezenmiştir. 1960'lı yıllarda ABD’de politik grupların görüşlerini duyurmak için bu yöntemi tercih etmesi, gençlerden oluşan sokak
90
çetelerinin, kendi denetimleri altındaki bölgeleri belirlemek için duvar yazılarını kullanmasına yol açmıştı. Ardından bağımsız bireyler grafitiyi geliştirdi. Sosyal içerikli iletiler dışında, bireysel seçimleri de yansıtmaya başlayan grafitiler giderek renklendi. 1970'lere gelinirken, bu görsel uygulama, şehir duvarlarından metro duvarlarına geçerken, New York'tan ABD'nin hemen tümüne yayıldı. Bilinen ilk modern stil grafiti Antik Yunan’daki Efes’e uzanıyor (bugünkü Türkiye toprakları, Selçuk). Herkesin Özgür İfade Alanı Sokak… Grafiti, bazıları tarafından sanat dalı olarak değerlendirilirken, bir başka bakış açısı da grafitiyi Vandalizm olarak değerlendirmek. Bu nedenle bugün dünyanın birçok yerinde yasadışı bir uygulama olarak kabul ediliyor ve çoğu grafitici bu yüzden kimliklerini gizliyor, uygulama sırasında yakalananlar hakkında da yasal işlemler yapılıyor. Yazının araştırması için Tunç "Turbo" Dindaş - "S2K" ile görüşürken onun da 80’lerde ilk grafiti yapmaya başladığı yıllarda polis tarafından yakalandığını ve bir buçuk yıllık hapis cezası aldığını öğrendim. Hiçbir sanat eylemi yasalar tarafından suç kabul edilmezken sokak sanatı böyle bir uygulama ile karşı karşıya. Ortak söylemleri "yakalanmak yok, iz bırakmak yok" olan sokak sanatçıları, yazmak, çizmek, anlatmak istediklerini kısa bir süre içerisinde icra edip ortadan kaybolmak durumundalar. Emek verilmiş bu eserler, sokaklarının gri boyalı olmasından memnun, hayat şartlarının o ezici etkisini görmezden gelip, mutlu hayatlarına devam etmek isteyen, o monoton hayatının birazcık olsun değişmesinden korkan, aslında korkudan korkan insanların
Tunç "Turbo" Dindaş
etkisi ile siliniyor. Sokak sanatçıları, eserleri belki sabaha silinecek bile olsa, her gece sanatlarını icra etmeye devam ediyorlar. Bu uygulamaların çoğu bugün silinmiş. Kayıt altına alınmamış binlerce çalışma var. Tehlikeli yerlere boyama yapılması eylemin değerini arttırıyor, eylemi yapanın kim olduğunun bilinmemesi onu gizemli hâle getiriyor. Yazıcılar, seçtikleri isim ve motiflerle kendilerini ifade ediyorlar. İnternet kanalıyla iletişime geçiyorlar. Bunun yanısıra fanzinleri iletişim için araç olarak kullanıyorlar. Politik tavır olarak sokak sanatı Önceleri Sirkeci ve Haydarpaşa Garı'nda başladı her şey. Grafiticilerin ilk tercihi geceleri en tenha olan yerler garlardı. Bugün Beyoğlu sokaklarını dönüşüme uğratıyorlar. İstiklal Caddesi'nin arka sokaklarında, Tünel'de, Cihangir'de stensil ve grafiti örneklerine her gün bir yenisi ekleniyor. Tenha sokakların, eski kirli apartmanların,
trafoların, bankamatiklerin üzerlerindeki grafiti ve stensil uygulamalarını gördüğümüzde aklımıza Berlin'in, Paris'in banliyöleri, New York metrosunun duvarları geliyor. "5 bin km2’lik İstanbul’da sokak sanatının Beyoğlu, Cihangir, Tünel ile sınırlı kalması çok yazık; İstanbul, sokak sanatı için çok iyi bir tuval" diyor Tunç "Turbo" Dindaş ve 90’lardan beri sokak sanatına, grafitiye ilgisi olan herkesi bir araya toplamaya çalışıyor. Bunun için sokaktaki grafiti, stensil ve diğer örneklerden oluşan Street Soul adlı iki kitap çıkartmış. Kitabın içerisinde Türkiye’de grafiti ve stensil yapmış hemen herkesin eserlerine ulaşmak mümkün. Biri neredeyse tükenmek üzere, diğeri de piyasaya yeni çıktı. Bugünlerde, sanatçılar sadece kendi şehirlerinde değil, ülke çapında da gün ışığına çıkıyorlar, her tarafta farklı grafiti türlerinin karışımını sergiliyorlar. Grafiti, ayrıca para kazanma yolu hâline de
91
cins
geldi. Grafiti sanatı, ayrıcalıklı galerilerde gösterilmiş ve etkisini dünya grafik tasarımında göstermiştir. Türkiye ölçeğinde ise, son zamanlarda İstanbul'da sokak sanatı uygulayıcısı olup, çalışmaları galerilerde gösterilmiş olanlar arasında Tunç "Turbo" Dindaş, Ari Alpert, Flypropaganda, OYDAĞLAR Nalan Yırtmaç yer alıyor. Tunç "Turbo" Dindaş - "S2K" aralarında en eski grafiticilerden. "80’lerin başıydı, evde babamın plaklarını karıştırıp breakdance yaptığım zamanlardı, breakdance müziklerine ulaşmak için plakçılara gittim, orda gördüm grafitileri, plakların üzerindeki grafitileri taklit etmeye çalışıyordum, Beat Street’i de izleyince gaza geldim sokakta yazmaya başladım" diyor. Bugün özellikle Taksim, Tünel ve Cihangir’de görmeye alışkın olduğumuz sokak sanatı örnekleri Sinekler de ilk işleri sticker propaganda olan Flypropaganda’ya ait. "Her ay kendi belirlediğim konularla ilgili sticker yapıyordum ve kendi çevremde dağıtıyordum. Bir tek Necdet Ozalit’in olduğu zamanlar, her şey evde hazırlanıyordu. Burası Türkiye, korkuyordum, hâlâ da korkuyorum bazen ama devam ediyorum. Sokak benim galerim, insanlara bu şekilde ulaşmaktan keyif alıyorum" diyor. Sokak Sanatı Sokağı Yaşayabilmektir… Bugün Avrupa’nın hemen her ülkesi, İngiltere, Amerika, başta
92
olmak üzere Ortadoğu’da İsrail, İran, Birleşik Arap Emirlikleri, Güney Amerika’da Brezilya, Uzakdoğu’da Japonya’ya kadar birçok ülkenin sokakları modern grafiti ve sokak sanatı örnekleri ile dolu. Türkiye’de de başta İstanbul olmak üzere grafiti ve sokak sanatı her geçen gün daha fazla gencin ilgi alanı içerisine girmekte. İstanbul şehrinin kalbi olan Beyoğlu’nda sokak sanatı önemli ölçüde varlığını hissettiriyor. Beyoğlu’nda veya ara sokaklarında yürürken, Asmalımescit’te bir şeyler atıştırır veya içerken karşımıza çıkan stensil ve grafiti örnekleri aklımıza kazınmaya başladı bile. Bugün Türkiye’de küçük bir kitle de olsa grafiti ile ilgilenmekte, ne olduğunu, ne anlatmaya çalıştığını bilmek istemektedir. Son zamanlarda özellikle genç kitlenin sokak sanatı ve bu kültürle ilgili birçok şeye artan ilgisini görüyoruz. Devletin çarpık politikası, hızla büyüyen metropol, ileri teknoloji kitle iletişim araçları, abartılı reklam tabelaları karşısında bir tepki olarak sokak sanatı da birçok altkültür uygulaması gibi popülerleşme tehlikesi ile karşı karşıya. Punk nasıl rock müziği dönüştürülmeye çalışıldığı parıltılı, şöhret oyunundan kurtarıp sokaklara geri döndürmüşse, sokak sanatçıları da sanatı büyük müzelerden hayatın nabzının aktığı sokağa indirmeye çalışıyor. Sokak sanatının amacı ses çıkartamayanlara ses olmak, sokak ise bu sanatın galerisi.
Stensil
Tunç "Turbo" Dindaş
Kesilerek oluşturulmuş (kâğıt, karton, metal veya diğer malzemelerden kesilmiş olabilir) karikatür, rakam, harf, resim, baskı veya diğer şekil ve görüntülerdir. Özellikle siyasî tavır sergileyen sanatçılar tarafından –örneğin İngiliz sokak sanatçısı Banksy veya Fransız Blek le Rat– yaygın bir biçimde kullanılıyor.
cins
Meraklısına Şinasi Güneş, Sokak Sanatı, ARTES Yayınları www.sokagacik.com blog.sokak-sanati.com www.99rooms.com bir sanat projesi olarak doğmuş. Duvar resmi, fotoğrafı, animasyonu, sesi ve animasyonu bir araya getiren bu proje Kim Köster tarafından faaliyete geçmiş. www.vandalsquad.com sitesinde bir treni, duvarı ya da size önerilen bir alanı dilediğiniz şekilde boyayabiliyorsunuz. Site üzerinden yarışmalara katılmak da mümkün.
Modern grafiti sanatının çıkışına dair iki hikâye Amerika. Grafiti, 60'lı yıllarda iki ayrı grup tarafından kullanılan bir yöntemdi. Politik gruplar görüşlerini belirtmek için, sokak çeteleri ise hükmettikleri bölgeleri belirleyip herkese duyurmak için sokak duvarlarına imzalarını bırakmaya başladılar. Coolbread ve Cool Earl adında iki genç kamuoyunda ilgi çekmek için bombing diye de bilinen, şehrin tüm duvarlarına isimlerini yazma işlemini ilk uygulayan iki kişi. Grafitinin şehir duvarlarından metrolara, yani yeraltına inmesi TAKI-183 takma adıyla tanınan Yunan bir gencin oradan oraya haber taşırken sprey boyalarla metroların üzerine adını yazmasıyla başladı. TAKI bu gencin adı yerine kullandığı bir kısaltma, 183 ise yaşadığı caddenin adıydı. Çoğu metro istasyonunda rastlanan bu ad herkesin ilgisini çekti. Benzerleri olan JULIO 204, FRANK 207 ve daha birçoğu metrolara isimlerini ilgi çekecek şekilde yazdılar. Bu isimler çoğaldıkça, rekabet ortamının zorunluluğu olan farklılıkla öne çıkma arayışları da başladı. En ilgi çekici, en renkli yazı biçimini kullanarak adını yazma uğraşı, ortaya yepyeni stiller çıkarttı. Ve böylece tag adı verilen grafiti yazarı imzasına semboller, ilgi çekici resimler eklendi. Zamanla kullanılan harflerin boyutları büyüdü, harflerin içi desenlerle süslenmeye başladı, yaratıcılık sinir tanımadı. Almanya. 2.Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Bloku’nu belirlemek için yapılan Berlin Duvarı, uzun süre insanlar üzerinde özellikle Doğu Almanya halkı için bir baskı oldu. 1970’lerin basında protesto amacıyla getto insanları çeşitli yazılar yazmaya başladı. Yazıların amacı sadece mevcut düzene başkaldırmaydı, yani hiç bir sanat ruhu taşımıyordu. 80'lerde grafiti kültürü gelişmeye devam etti, artık insanlar sadece mesaj vermek yerine görselliğe de önem veriyorlardı. Berlin ve Münih grafiti sanatçıları (writer) bu konuda çok uzmanlaştılar. Şehrin her yerini kafasına göre boyayan bu anonim sanatçılar medyanın da ilgisini çekti çekmesine ama haklarında en fazla bir iki yazı yazılıp geçildi. Grafiti bir üniversite öğrencisinin ilgisini çekene kadar, yeraltı sanatçıları tarafından icra edilmeye devam edildi. Hugo Martinez adlı öğrenci, grafitideki potansiyeli fark edip, United Graffiti Artists derneğini kurdu ve grafiti örneklerini bir sergide sanatsever kitlelere sundu.
cins
YÜZÜM, ŞEHRİMDİR
FACITY
Röp: J.Hakan Dedeoğlu
Emrah Altınok farklı melekeleri, farklı meşgaleleri olan biri. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde eğitim görevlisi, gitaristi olduğu Etreh isimli bir psych rock grubu var, bugüne kadar iki şiir kitabı yayınlandı, GAK isimli bir fanzin çıkartıyor ve profesyonel bir fotoğrafçı. Emrah Altınok’un farklı kişiliklerinden biriyle yapabilirdik bu röportajı ama Facity isimli online fotoğraf projesinin Türkiye temsilciliğini üstlenmesi ve projenin son derece dikkat çekici olması fotoğrafçı kimliğiyle röportajı gerçekleştirmemize neden oldu. Facity, 2008’de Berlin’de başlayan, 2010 senesinde uluslararası platforma taşınan bir online portre fotoğraf projesi, en basit tanımıyla. 100 farklı şehirden 300 fotoğrafçının katılımıyla oluşan Facity projesi katılımcılarına belli kurallar veriyor ve bu minvalde çekilen portrelerin mümkün olduğunca doğal ışıkta, makyajsız ve müdahalesiz olmasını istiyor. Ortaya çıkan sonuçlar bir arada bakıldığında harikulade bir metin oluşturuyor; insan yüzünün detaylarını fark ediyor, sorguluyor, şehirden şehre oluşan farklılıkları yavaş yavaş anlamlandırmaya başlıyorsunuz. Emrah Altınok ise katılımıyla İstanbul Facity platformuna taşıyor. Çektiği isimler arasında Selçuk Yöntem, Derya Alabora, Koray Candemir, Serra Yılmaz gibi önemli simalar da var.
"FACITY HAYATTAN BİR KESİT. ÇÜNKÜ FACİTY İLE DÜNYANIN BİRÇOK FARKLI ŞEHRİNDEN İNSANIN YÜZÜNÜ ŞİMDİYE KADAR HİÇ YAPILMAMIŞ BİR YOLLA SERGİLEMEYE ÇALIŞIYORUZ. YAKINDAN, TAM KARŞIDAN, SPONTANE, ÇIPLAK, DOĞAL VE İÇTEN…"
Facity projesinin tam olarak nasıl işlediğini, neyi anlattığını, projeye nasıl dâhil olunabildiğini, Emrah Altınok’a sorduk.
95
Emrah Altınok fotoğrafçılığa nasıl başladı, başlıca meşguliyeti nedir? Fotoğrafa üniversite yıllarında Serap Gecü’yle başladım. O benden önce zaten bir analogla fotoğrafa başlamıştı ama işin abecesini birlikte öğrendik diyebilirim. Daha sonra ben de güzelim Canon A1’in klik sesine âşık olunca, macera başlamış oldu. Hayatta bana mutluluk veren on şey listesi yapsam, o klik sesi ve filmlerin banyo sürecini heyecanla beklemeyi bu listeye kesinlikle koyardım. İlerleyen yıllarda çeşitli dijital kameralar da edindim elbet; ama hâlâ analog aşkı ağır basıyor diyebilirim. Kelepir vintage makinelere rastladıkça onları satın alıyor ve yeni keşiflere devam ediyorum. Çünkü bana göre fotoğrafın sırrı hâlâ analog süreçte gizli. Bu yüzden, John Lennon’a da göndermeyle, "fotoğrafçılık bu sırrı çözene dek başımızdan geçenlerdir" diyebilirim. Başlıca meşguliyetime gelince, elbette fotoğraf özellikle bu sıralar başı çekiyor ama en az onun kadar öneme sahip başka uğraşlarım da var. Müzik mesela. Etreh adında bir grubum var. Tamamen doğaçlamaya dayalı psikedelik rock yapıyoruz; neredeyse yedi
düşünüyorum. Şiir benim için sinemadaki kısa film gibi. Ama hem ironik hem de politik bir kısa film gibi…
senedir. Başlarda iki kişiydik. Elektrik gitarda ben ve davulda Arda Engin. Sonra kadro bir genişledi bir daraldı. Şu anda bir gitarist daha var: Batuhan Akkaya. Bakalım ilerleyen yıllarda neler olur bilemiyoruz. Ha unutmadan, Güley Alagöz’le de ara ara buluşup kayıtlar almıyor değiliz. Müziğin dışında yazıyorum bir de. Yayımlanmış iki kitabım var. Bir süredir yazmaya ara verdim. Bu aralar yazamayacak kadar günlük hayatla ilişki içerisindeyim.
insanların yüzlerini sergilemek... Bunu, belirli periyotlarda güncellenen sitenin anasayfasında fotoğrafları yayınlayarak yapıyorlar. Bugün itibariyle, dünyanın 100 farklı şehrinde yaşayan ve siteye fotoğraf gönderen 300 ayrı fotoğrafçı projeye destek veriyor. Sitede yayımlanmış fotoğraf sayısı ise 2 bin 700 civarında ve bu sayı her geçen gün artıyor. İstanbul ayağı için fotoğrafları da ben çekiyorum. Fotoğrafların sitede yayınlanabilmesi için kesinlikle projenin manifestosuna uygun olmaları gerekiyor. Örneğin manifestoya göre modelin gülümsemesi kesinlikle yasak. Hattâ netlik noktaları gözler olacak şekilde diyafram değeri bile 2.8 ile sınırlanmış durumda. Bunun dışında başka birtakım teknik detaylar da var. Fotoğraf modelin tam karşısından, 50 mm. objektifle çekilecek, baş ve yüzün konumu kameraya göre açısız olacak, makyaj minimum düzeyde olacak, omuz hizasına kadar kıyafet görünmeyecek, temiz bir arka fon olacak ve bu fonun kapanmaması için modelin saçları mutlaka toplanacak.
Peki yazarlık kariyerinden de biraz bahsedebilir misin? Fotoğraf dışında iki kitap yayınlamış olman da oldukça yoğun bir gündemin olduğunu gösteriyor... Şiir yazıyorum 1998’den bu yana. İlk kitabım Aradaki, 2005’te Çınar Yayınları’ndan çıktı. İkincisi 2048, Pan’dan çıktı yakın zamanda. Şiir meselesi daha girift bir konu benim için. Burada konusu açılırsa bayağı uzatabilirim. Ama şunu söylemeden edemem, Türkçedeki şiir kelimesinin direkt çağrıştırdığı şiiri yazmıyorum. En azından ben öyle
Bir fotoğrafçı olarak favori kameran hangisi? 50 mm., 1.4 diyafram açıklıklı Canon objektifimle beraber Canon A1’im... Onsuz olmaz. Facity projesini nereden duydun ve nasıl dâhil oldun? StumbleUpon’da stumble yaparken rastladım. Düz cepheler ve o yakın kare kadrajlar hoşuma gitti. Hannes’e (Caspar) mail attım. Portfolyo linkimi verdim; ben de çekeyim mi dedim, çek dedi. Başladım çekmeye. Facity projesini biraz da senden dinleyebilir miyiz? Projenin çıkış noktası ve amaçları neler? Facity, Hannes Caspar, Kerem Ergun ve Martin Wunderwald’a ait uluslararası bir fotoğraf projesi. Adı İngilizce face ve city kelimelerinden geliyor. Amaç dünyanın farklı şehirlerinde yaşayan
Dijital SLR fotoğraf makinesiyle çekilmiş fotoğrafların, projede yayınlanabilmesi için belli bir yakınlık düzeyinde kare formata getirilmesi gerekiyor. Projenin belki de en ilgi çekici yanı ise, çekimlerde stüdyo ekipmanının kullanılamaması. Projeye göre fotoğrafçı iyi ışık alan bir pencere önünden başka, herhangi bir haricî ışık kaynağı ya da destek ekipmanı kullanamıyor. Çekim sonrası yapılacak dijital ortamdaki müdahaleler de kısıtlanmış durumda. Fotoğrafın mümkün olduğunca doğal görünmesi gerekiyor. Sonuç olarak Facity ile portre fotoğrafçılığının önemli bir boyutuna odaklanılmış olduğunu söyleyebilirim. Fotoğrafa bakan kişinin dikkati, modelin yüzünden başka hiçbir detay yüzünden dağılmıyor. Böylece izleyici salt modelin yüzü ve bakışlarındaki detaylarla baş başa kalıyor. Bu da projeyi, dünyanın her yerinden binlerce yüzü bir arada ve arka arkaya görme olanağı sayesinde daha da ilginç kılıyor. Bu arada Facity anasayfasına yüklenen fotoğrafları seçen bir ekip yok. Projenin herhangi bir şehir ayağını çekme şansını yakalayan fotoğrafçılar, siteye yüklenen fotoğrafları da kendileri değerlendiriyorlar. Yani fotoğrafları yine çekimleri yapan 233
olduğundan, portrenin tek başına çarpıcı olabilmesi ancak buna bağlı çünkü. Modelin yüz hatları birşeyler anlatmalı. Eğer bunu yakalayamıyorsam o birşeyleri gözlerle aktarmaya çalışıyorum. Bu da modeli bazı ruh hâllerini yansıtmaya zorlamak oluyor. Hâliyle çekim aşaması vesikalık çekimine pek de benzemiyor. Modelin yüzünün hissettirdiğiyle benim çekim esnasında hissettiklerim bir şekilde çekim odası atmosferinde birleşiveriyor. 100 kare çektiysem eğer, o bileşimin ürünü mutlaka en az üç dört karede kendisini gösteriyor.
fotoğrafçı oyluyor. Bu oylamanın özelliği ise fotoğrafın yalnızca manifestoya uygun olup olmamasından ibaret… Yani projeye göre modellerin güzel ya da çirkin olmaları mühim değil. Çekilen portrenin kurallara uygun olması yeterli… Projenin şimdilik ne kadar daha süreceği belirsiz denebilir. Proje ilk olarak Berlin’de 2008’de başlamış, Ocak 2010’dan bu yana da uluslararası kapsamda sürüyor. Tüm bu detaylara rağmen bazılarının aklına şu soru takılmaya devam ediyor olabilir: Ne gereği var şimdi bunun? Projenin fikir babaları bu soruyu şöyle yanıtlıyorlar: "Facity hayattan bir kesit. Çünkü facity ile dünyanın birçok farklı şehrinden insanın yüzünü şimdiye kadar hiç yapılmamış bir yolla sergilemeye çalışıyoruz. Yakından, tam karşıdan, spontane, çıplak, doğal ve içten."
Facity sayfan da tanınmış simalar da var; onlarla nasıl iletişime geçtin ve projeye dâhil ettin? İnternet sayesinde. İnternet çağın sihri. Çoğaltıyor, değiştiriyor, yaratıyor, yok ediyor. Her işe yarayabiliyor. Tamamen zararlı bir canavara da dönüşebiliyor. Ama bu sanal mahlûkatla ilişki kurmasını bilince, onu kendi lehine ehlileştirebiliyorsun. Ben de çekmeyi çok istediğim yüzlere internetten mesaj göndererek ulaşmayı tercih ettim. Proje ilerledikçe onlardan olumlu yanıtlar gelmeye başladı. Olaylar böyle gelişti.
Projeyi duyup fotoğrafını çektirmek isteyen ve seninle iletişime geçenler oldu mu? Olmaz mı? Hem de fazlasıyla. Hattâ çekimleri bitirmemin bir sebebi de bu oldu diyebilirim. Talep arzı ezdi. Peki, fotoğrafının çekilmesini isteyebilecek insanlar için soruyorum... Ne yapması gerek böylesi bir isteği olanların? Hımm, bana ulaşıp beni de çekmek ister miydin diye sormaları gerekiyor…
Olmasını isteyeceğin ancak henüz iletişime geçmediğin ya da haber beklediğin başka tanınmış simalar var mı? Var evet birkaç kişi. Mesela Şener Şen ve Halûk Bilginer’i çekmek istiyorum ama henüz girişimde bulunmadım.
Facity İstanbul’da yer alacak isimleri nasıl belirliyorsun, belirli kriterlerin var mı? Çekim aşaması nasıl ilerliyor? Çekeceğim yüzlerin çok alışılmış yüz hatlarına sahip olmamalarına dikkat ediyorum. Projeden beklenti nötr bir yüz ifadesi
97
YABANCI GÖZÜYLE İSTANBUL: 2002’DE İSTANBUL’A YERLEŞTİ
KENJI KUME Röp: Ekin Sanaç
98
ÇAĞDAŞ SANATLARDAKİ SIÇRAMA, TUTUCU TOPLUMLARDA ÇELİŞKİDEN BESLENEN SÜRTÜŞMEYLE HEP DAHA KUVVETLİ GÖSTERİR KENDİNİ. Kenji Kume, Japonya’dan ayrılışının ardından hayatına uzunca bir süre Londra’da devam etmiş. Orada geçirdiği yıllar boyunca –ki bu yıllar İngiltere müziği adına oldukça hararetli geçen 80’li yılları da kapsıyor– müzik de yapmış, animasyon da, yemek de... Kendisi 10 seneye yakın süredir ise İstanbul’da yaşıyor. Onu tanıyanlar, İstanbul’un birçok mekânında boy göstermiş bir sushi şefi olarak bilirler. Ama anladığınız üzere Kume aynı zamanda müzik, resim ve tasarım gibi diğer yaratıcı alanlarda da bilirkişi ve yetenekli bir üretici. Buranın kendine has yaşantısını seviyor. Kiraladığı evlerin sahipleri dışında İstanbul’la oldukça sıcak ilişkiler içinde gibi gözüküyor. Kume, Babylon’un sorularını yanıtladı. İstanbul’a ne zaman taşındın? Nasıl ve neden burada soluğu aldın? İstanbul’a ilk kez sekiz sene önce Divan Oteli’nde çalışmak üzere çağrıldım. O dönem uzun zamandır Londra’da yaşamaktaydım, teklif geldiğinde hiç aklımda olmadığı için tereddüt ettiysem de neden olmasın diyerek buraya geldim. Sonrasında da kopmadım, çok zengin bir kültür yatıyor bu şehirde. Avrupa’da çok fazla metropolde çalışmış olmama rağmen İstanbul farklı... Bu şehir bitmiyor, tam her şeyi bildiğinize inandığınızda, bir köşeyi dönüyorsunuz ve hiç görmediğiniz bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Nerede yaşıyorsun? İlk geldiğinden beri orada mısın? İlk geldiğimde otelde kalıyordum, hem iş yoğunluğu yüzünden hem de şehre alışma turları diyebiliriz. O zamanlarda restoranın öğlen ve akşam servisi arasındaki servise kapalı olduğu sürelerde çıkıp yavaş yavaş otelden uzaklaşmaya başladığımda ilk ulaştığım yer çok şaşırmayacağınız gibi İstiklal Caddesi ve Taksim civarı oldu. İstiklal Caddesi’ni öğrenmeye hattâ esnafla sohbeti ilerletmeye başlamamla Çukurcuma’yı keşfetmem yaklaşık aynı döneme rastlar, sonrasında Cihangir ve çevresi. İlk çıktığım ev Cihangir’deydi, hâlâ da orada oturuyorum. Yani üç ev değiştirdim ama Cihangir sabit kaldı. Buraya taşınmadan önce İstanbul’a geliyor olmak seni heyecanlandırıyor muydu? İstanbul beklentilerini nasıl karşıladı? Gelirken çok fikrim varmış gibi gelmiştim, yani o an için sorsan bilinçli bir karar. Beni nelerin beklediğini biliyorum! Nasıl da yanılmışım, en ufak bir fikrim dahi yokmuş aslında... İstanbul güzel, enerjisi çok cezbediyor beni. Bir de insanlar; sıcak ve içten. Hareketli... İstanbul’un belirli mutfaklarında sushi şefi olarak çok iyi tanınıyorsun ama şu an tam zamanlı olarak bu işi yapmıyorsun. Bu aralar neler üzerinde çalışıyorsun? İçimden ne gelirse demek doğru olacak sanırım, mutfak işi deneysel zeminde devam etmekte özel projelerde daha tasarım tarafı kuvvetli işler çıkarıyorum. Abra Cadabra’da bu tarz özel gecelerimiz oluyor. Bir mobilya fuarında geçen yaz pleksi sandalyelere takım rengârenk sushiler yaptım mesela. Aydınlatma ürünleri de tasarlıyorum, yemekle alakası yok biliyorum ama ben zaten sanat eğitimi aldım. Ufak biblolar yapardım eskiden çamurdan sonra onları
renklendirirdim, bu aralar daha büyük şeyler çalışmak hoşuma gidiyor... Evet, çizim, heykel, tasarım alanlarında çalışan bir sanatçısın aynı zamanda. İstanbul’daki genç sanatçılar ve yaratıcılık anlamında fikirlerin neler? Buraya geldiğinden beri bu ortamda ne gibi bir büyüme gözlemliyorsun? Evet, İstanbul’daki çağdaş sanat sıçraması bence seyretmesi ve takip etmesi çok keyifli bir süreç. Gerçekten başarılı sanatçılar var, özellikle illüstratörleri yenilikçi görüyorum. Tutucu temelleri olan toplumlarda bu sıçrama, çelişkiden beslenen sürtüşmeyle hep daha kuvvetli gösterir kendini. Bu bağlamda esas tepe noktanın önümüzdeki beş senelik süreçte kendini göstereceğine inanıyorum. En çok hoşuma giden şehir detayı, açılan ufacık sanat galerileri zaten. Ama benim en yoğun değişim olarak gözlemlediğim ilerleme kesinlikle müzikte. Çevre barlarda ve performans mekânlarında sahneye çıkan şarkıcı ve gruplarda altı yedi senede izlediğim değişim inanılmaz. Bunda performans merkezlerinin çağırdığı yabancı sanatçı profilinin değişmesi ve renklenmesinin rolü büyük. Peki, şu an üzerinde çalıştığın özel, sanatsal ya da değil, bir proje var mı? Ben çok fazla önceden tasarlayıp plan yapmayı sevmiyorum, sürekli devam eden birşeyler oluyor zaten. Bu aralar kendi konseptim bir yer açmak gibi bir fikre odaklandım. Onu oluşturmakla meşgulüm. Çok sanatsal olmadı belki ama. Şehrin en sevdiğin noktaları nereler? Hımmm, çok zor, çok dinamik, bir sevdiğin noktadan ertesi gün hattâ aynı gün nefret edebiliyorsun. Zor bir soru, sen cevaplayabilir misin mesela? Ama Arnavutköy, Bebek taraflarını hafif hissetmek için, Taksim taraflarını kafa dağıtmak için, Büyükada’yı düşünmek için seviyorum. Cihangir, evim zaten. İstanbul’la ilgili şikâyetlerin neler? Çok yok. Ben kaostan, trafikten ve gürültüden çok rahatsızlık duymuyorum. Bazen iklim olabilir... Bir de ev sahipleri. Bunu şehre dâhil edebilir miyiz dersin? Eğer İstanbul’dan gitmen gerekse ilk özleyeceğin şeyler ne olurdu? İstanbul’un yalnızları şanslı, kimse gerçekten yalnız değil. Her an biri sizinle sohbet edebiliyor, özellikle alışveriş yaparken. Bu özlemek mi olur tam bilemedim ama çok buraya özgü bir şey. Bu aralar en çok dinlediğin müzikler hangileri? Bu aralar daha çok müzik yapıyorum, Londra’dan bir DJ arkadaşım bana geldi. Beraber müzik yapıyoruz. Memleketinden, Japonya’dan gelmiş geçmiş en sevdiğin müzisyen/grup kim? Japonya’nın güneyi Okinawa’nın müziklerini çok seviyorum. En son gittiğin ve en çok keyif aldığın konser hangisiydi? Küçük olarak kim ki o, büyük olarak ise The Who.
99
KOleksİyon HİkÂyelerİ
Kültürlerİn İçİnde Seslerle Örülü Bİr Yaşam Röp: Sami Kısaoğlu Foto: Burcu Orhon
Muammer Ketencoğlu dünyanın dört bir yanından halk müzikleri toplayan, araştıran ve paylaşan bir akordeon ustası. Müzisyen ve besteci pasaportlarının yanısıra önümüzdeki aylarda Açık Radyo’da 15. yılını kutlayacak olan Tuna’nın Beri Yanı programının yapımcısı. Ketencoğlu yıllarca hep saf folklorun peşinde olmuş, tozlu sahaf raflarının kokusunu içine çekmiş, çeşitli coğrafyalardan müzik antolojileri düzenlemiş, onlarca farklı müzisyenle projeler gerçekleştirmiş ve topluluklar kurmuş bir isim. Geçtiğimiz haziran ayında kendi bestelerinden oluşan ilk beste albümünü Gezgin'i çıkaran Ketencoğlu ile binlerce plak ve CD’den oluşan koleksiyonu üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Müzik albümleri toplama konusunda ilk ateş nasıl düştü içinize? Nasıl başladı her şey? Halk müziğiyle ilgilenmeye ve bugünkü kariyerime başladığım dönem Boğaziçi Üniversitesi’nde okuduğum dönemdir. Üniversite yıllarımda Robert Kolej’den kalma bir plak arşivi vardı Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’nde. Dünyanın çeşitli ülkelerinden folklor müziği içeren kayıtlardı bunlar. Seksenli yılların ortalarında bu kayıtlardan aktif olarak faydalandım. Elime geçen, benim ilgi alanımla bağlantılı ilk folklorik kayıtlar bu arşivdendir. Bunun yanısıra İstanbul’da o dönemde yine geleneksel müzikler konusunda güzel bir koleksiyonu olan BFS isminde bir dükkân vardı Ortaköy’de. 1980’lerin ortalarında o zaman çok güç bulunan Bulgaristan’dan Arnavutluk’tan, Afrika’dan vb. yerlerden gelen geleneksel müzik plaklarını kasetlere kaydettiriyorduk. O zamanlar bu plaklara sahip olamazdım çünkü hem pikap sahibi değildim, hem de bu plaklar tek olduğu için kasetlere kaydedebiliyorduk. Seksenlerin sonunda Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından o coğrafyadan gelen insanlar evlerindeki her şeylerini bavullarına doldurup İstanbul’a gelmişlerdi. Plaklar da bu insanların getirdikleri eşyalar arasında yer alıyordu. O zamanlar gücüm yettiği oranda bavul ticareti yapan insanların plaklarını sergiledikleri yerlerden yada bu plakları toplayan plak sahaflarına giderek, sürekli plak almaya başladım. O zamanlar gittiğim sahafların biri Narmanlı Han’daydı. Sovyetler Birliği’ne ait bütün coğrafyalardan, Balkanlar’dan, Bulgaristan’dan Romanya’dan, Eski Yugoslavya’dan özellikle o dönemde çok zengin bir plak akışı oldu İstanbul’a. Ben de o zamanın bar müzisyeni olarak gücüm ne kadar yeterse plak topladım, Benim baştan beri çizdiğim rota belliydi, tamamen halk müziği örneklerini topluyordum, yoksa sayıca ve çeşit olarak halk müziğini çok aşan örnekler de gelmişti o zaman. O dönemin pop, rock, caz, müzikleri.
100
SSCB’nin dağılması sonrasında Türkiye gelen plaklardan neler almıştınız? O dönemde meşhur Köroğlu Destanı’nın Azeri aşıklar tarafından söylenmiş dört plaklık bir setini almıştım. 1973 yılında Asya Ülkeleri Folk Müziği Festivali adı altında düzenlenen festivalden (ağırlıklı olarak Sovyetler Birliği coğrafyasından) otantik müzik yapan müzisyenlerin bir seçkisi olan üç plaklık çok güzel bir set almıştım. Onun dışında daha az olmakla birlikte o dönemde eski Çekoslovakya’dan Çek yada Slovak müziği içeren, Polonya folklor müziği içeren plaklar da çok aldım. Biraz arşivinizin içeriğinden bahseder misiniz? Meksika’dan tutun, Kuzey Avrupa’ya kadar dünyanın her yerinden saf folklor olmak koşuluyla ne bulursam alıyordum. Mesela foklor festivallerini olabildiğince takip ediyordum ve gelen gruplar yanlarında kaset veya plak getirmişlerse bu kayıtlardan alıyordum. Galatasaray Lisesi’nin geleneksel bir festivali vardı. Oraya doksanlı yılların ortalarında Kanarya Adaları’ndan bir folklor grubu gelrmişti. O gruptan iki plak ve bir CD aldım. Bambaşka, hiç tanımadığım bir coğrafyadan. Çok hoşuma gitmişti. Hiç beklemediğim, pek öyle kayda değer birşeyler çıkmayan bir sahaftan bir gün UNESCO desteği ile yapılmış, sanıyorum üç ya da dört plaklık bir set buldum. İspanyol folkloruyla ilgili İspanya’nın her bölgesinden otantik kayıtlar içeriyordu. Türkiye’de CD’lerin yaygınlaşmasıyla öncelikle ülkeye gelen otantik folklor CD’lerini izlemeye çalıştım. Ayrıca yurtdışına konser için gittiğim dönemlerde hangi ülkeyi ziyaret ettiysem o ülkede geleneksel müzik çeşidi bulabileceğim dükkânlara gittim. Bir de Yunanistan’ın arşivimde çok önemli bir yeri var. Başlangıçta 1988 yılında rebetiko plakları ile başladı Yunan müziği toplayışım. Şimdi rebetiko alanında çok geniş arşivim var. Daha sonra halk müziği toplamaya başladım, Yunanistan küçük bir ülke ama folkloru çok zengin bir ülke, bu anlamda belki arşivin zenginliği açısından en iddialı olduğum alanlardan biridir. Yunan coğrafyasından müziklere ek olarak başka neleri eklemek istersiniz? Dediğim gibi koleksiyonumda dünyanın her tarafından geleneksel müzik var. Maldiv Adaları'ndan tutun, bildiğimiz bilmediğimiz küçücük
ülkelere kadar dünyanın her tarafından müzik var. Kayıtların bir kısmı Batı kaynaklı CD’lerden, bir kısmı kişisel koleksiyonlardan, bir kısmı MİAM Kütüphanesi’nden. Genel olarak bütün dünyadan geleneksel müzik, ama ağırlıklı olarak Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’nden başlamak üzere Balkanlar, Anadolu, Kafkasya, Orta Asya, yani Türkî Asya diyelim, ağırlıklı. Öte yandan Çin’den ve İran’dan da kayıtlar var. Son dönemde benim arşivimin en önemli parçalarından biri de insanların kendi kişisel arşivlerini internette paylaşmaları sonrasında arşivime katılan kayıtlar. Artık dükkânlarda hiçbir şekilde bulamayacağınız otuz sene önceki folklorik kayıtları internetten indiriyorum. Arşivinizde akordeon kayıtları ile ilgili nasıl bir dağılım var? Madagaskar’dan Kolombiya’ya ve Balkanlar’a geniş bir dağılım. Kendi zevkim için çağdaş akordeoncuları da dinliyorum. Ayrıca Arjantinlilerin kullandığı bandoneon ya da çeşitli başka diyatonik akordeonlardan kayıtlar var. Akordeonun arşivimde oldukça büyük bir yeri var. Özellikle folklorik müzik kayıtları ile tavsiye edebileceğiniz firmalardan birkaç isim öğrenebilir miyiz? İsviçre’den Face Music (www.face-music.ch), İngiltere’den Topic Records (www.topicrecords.co.uk), Fransa’dan Ocora, Radio France ve Musique Du Monde en bilinen örnekler. Bir de sadece kendi ülkelerinin folklorik müziklerini yayınlayan ve dünya pazarına yönelik işler yapmayan firmalar var. Mesela Romanya’da Electrecord (www.electrecord.ro), Bulgaristan’da Balkonton, Slovakya’da Opus Record, Macaristan’da Hungaroton (www. hungaroton.hu) bu firmalardan bazıları. Bulgaristan’da Balkonton, beş altı sene öncesine kadar faaliyetlerini sürdürdü. Bu firmalar hem plak ürettiler hem de daha sonra CD teknolojisine adapte oldular ama sonra Balkonton battı. Ayrıca benim arşivimde büyük bir yeri olan, Rusya’dan Melodia Record var.
Tüm bu firmalar sürekli olarak kendi geleneksel müziklerini mi kaydediyordu o dönemde yoksa istisnalar var mıydı? İstisnalar var. Macarlar mesela Türkî müziklerle çok ilgileniyorlardı. Mesala Béla Bartók’un Türkiye’de Anadolu’yu dolaşarak kaydettiği yüze yakın türkü Macarların Hungaroton firması tarafından ilk kez dinleyici ile buluşturulmuştur. Hungaroton’un kataloğunda yalnız Türkiye değil, Moğol, Kırgız ve diğer Türkî cumhuriyetlerden de kayıtlar yayınlanmış. İngiltere’deki Saydisc (www.saydisc.com) firması da Anglosakson folklorundan Tibet ve Hindastan’a, İtalya’dan Pasifik Adaları’na uzanan bir coğrafyada kayıtlar yayınlayan bir firma. Mesela ilk derli toplu klezmer müziğinin eski kayıtlarını Saydisk yayınlamıştır. Arşivinizin büyük bir kısmı yurtdışı kaynaklı. Yurtdışına kayıt almak için gider misiniz? Özellikle folklorik müziklerin bulunabileceği mağazalardan birkaç isim verir misiniz? Yalnızca folklor malzemesi toplamaya gittiğim ülkeler oldu. Konser için değil sadece müzik albümleri toplamak için. Arnavutluk ve Romanya’ya CD ve plak toplamak amacı ile gitmiştim. Dükkân olarak Fransa’da hâlâ en çok çeşit büyük Fnac mağazalarında bulunuyor. Almanya’da Berlin’de Gusman çeşitlilik bakımından en zengin yerlerden biridir. Son olarak, geçtiğimiz aylarda yayınlanan ilk beste albümünüz Gezgin’den bahseder misiniz? Gezgin albümü şimdiye kadar olan çalışmalarımın kişisel bir özeti. Bugüne kadar geleneksel müziklerden ne öğrendiysem ve hangi bölgelerin müzikleriyle ağırlıklı olarak çalıştıysam o bölgelerden izleri içeren besteler var. Anadolu ve Yunan temaları ağırlıklı olarak var ama Bulgaristanlı müzisyenlerle çaldığımız bir parça ya da Brezilya’nın en eski çalgılı halk müziği türü olan chorinho formundan etkilenerek yazdığım bir müzik de var. Gezgin albümündeki parçalar 2005 yılından bu yana yaptığım bestelerin bir araya gelmesi ile oluşuyor. Geleneğin kokusu olan ama aynı zamanda benden de izler taşıyan bir albüm.
Plak Şİrketİ / Londra www.ninjatune.net
20. YILINDA
NINJA TUNE
Yazı: Okan Aydın
Londra merkezli bağımsız plak şirketi Ninja Tune, aynı zamanda kurucuları olan Jonathan More ve Matt Black’ten müteşekkil Coldcut ekibinin, bir Japonya seyahatleri sonrası 1990 yılında Bogus Order adıyla yayımladıkları Zen Brakes ismini taşıyan albümü ile müzik piyasasına attıkları maceraperest adımın 20. yılını kutluyor. More ve Black, nam-ı diğer Coldcut, İngiltere’de 80’ler sonuna doğru yükselişte olan hip hop / elektro sahnesinin gözde isimlerinden biriyken başlattıkları Ninja Tune oluşumuyla, büyük plak şirketlerinin yaratıcılığa, yeni açılımlara ve deneyselliğe ket vuran kısıtlarından arındırılmış daha underground bir ses yaratmayı hedeflemişlerdi. Oysa geride kalan 20 yılda Ninja Tune, sektöre kazandırdığı onlarca yeni isim ve albümün yanısıra, çatısı altında barındırdığı farklı etiketler (Big Dada, Counter, Motion Audio Records) ve alternatif/ enstrümantal hip hop, trip hop, nu jazz, drum’n’bass, elektronik gibi janrların dinleyicileri için dahi vazgeçilmez bir referans noktası olmayı başararak, bu minik haykırışı kocaman bir çığlığa dönüştürdü. Bahsi geçen ilk albümü takiben Coldcut ekibinin yanlarına Patrick Carpenter (aka PC) ve Kevin Foakes’u (Strictly Kev) alarak oluşturdukları DJ Food adıyla yayımladıkları Jazz Breaks Volume I, II ve III adlı çalışmalar acid jazz, downtempo ve hip hop sularında gezinse de, sonrasında adım adım genişleyen sanatçı listesi ve zengin tarz yelpazesi, Ninja Tune’u birbirinden farklı lezzetlerin iyi müzik felsefesiyle harmanlandığı estetik ve eklektik bir etiket hâline getirdi. Özellikle 1995 yılında yayımlanan Funkjazztical Tricknology isimli derleme albüm, Ninja Tune adının bilinirliğini önemli derecede artırdı. Ninja Tune bir yandan Coldcut, DJ Food, Kid Koala, Funki Porcini, The Herbaliser, DJ Vadim gibi güçlü isimlerin albümlerini yayımlarken, bir yandan da müziği alışageldik kalıpların dışına çıkararak farklı formüller üzerinden deneyimlemek isteyen benzer kafa yapısındaki müzisyenlerin de ilgi gösterdiği bir çekim alanı oluşturdu. Bu tetikleme bir anlamda Ninja Tune etiketinin hip hoptaki vokalleri yoğun sample kullanımlarıyla daha abstre bir kimliğe büründürerek başlattığı
102
deneyci kimliği başka alanlara ve türlere taşımasını sağladı. Sonuçta Ninja Tune merkezden uzakta, iyi organize edilmiş ve sağlıklı büyüyen periferik bir hareket olarak sisteme karşı duruşun ve alternatif bakış açısının en güçlü temsilcilerinden biri oldu. Bu bir yönüyle belki de punk ruhunun ve isyankâr tavrının 90’ların elektronik müziğine bir tutum olarak ilk ciddî sızmasıydı. Müzikal tarzlar arasındaki geçişkenliklerin ışığında Ninja Tune daha ziyade enstrümantal/deneysel hip hop ve caz üzerine odaklanmakla birlikte, zaman içinde elektronik, rock ve soul tarzlarıyla da kesişimler içeren çok katmanlı bir yapıya kavuştu. 20 yılın ardından belki Ninja Tune tarzı olarak tek bir janr anılmasa da, bir tavır, model ve yaklaşım olarak kesin hatlarla oluşturulmuş bir Ninja Tune estetizminden ve kimliğinden bahsetmek oldukça mümkün. Bu çokyönlü prizmanın ara katmanlarından yansıyan ışıklar arasında Amon Tobin’in yaratıcı dehâsını, Kid Koala’nın pikaplar arasında gezinmedeki benzersiz yeteneğini ya da The Cinematic Orchestra’nın eşsiz müzikal lezzetini görmek mümkün. Trip hop, grime, dubstep gibi birçok tarzın belki de ilk örneklerine ev sahipliği yapan bir etiket olarak Ninja Tune, başlangıçtaki misyonu paralelinde nitelikli müzik arayan kulaklar için araladığı perdenin öte yanında, aslında iyi müziğin kendi hükümranlığını sürdüğü bir özgür ruhlar ülkesinin müzikal izdüşümlerini yarattı. 20. yıl anısına Eylül 2010’da piyasaya verilen 6 CD’lik muhteşem sette ise birçok yeni parça ilk defa hayat buluyor. Üç parçadan oluşan setin ilki 6 CD, ikincisi 6 adet 7" single (poster ve çıkartma setleriyle birlikte) ve üçüncüsü de Stevie Chick imzasını taşıyan NINJA TUNE: 20 Years of Beats & Pieces isimli kitabı içeriyor. Sınırlı sayıda basılan bu set bir yandan Ninja Tune tarihçesinin eşsiz ve arşivlik bir dökümü, bir yandan da idealler peşinde taviz vermeden sabırla koşan bir grup müzisyenin aslında ne kadar çok şeyi değiştirebileceğinin de somut bir ispatı. Ninjalara içten teşekkürlerimizle!
Ninja Tune’dan yeni isimler Toddla T, Eskmo, Jammer, Emika, Andreya Triana, Grasscut, King Cannibal, Zomby, Actress, DELS, Dorian Concep
Ninja Tune’dan seçmece isimler Ninja Tune’dan seçmece parçalar DJ Food - Dark Lady
Ninja Tune: Amon Tobin, Blockhead, Bonobo, The Bug, The Cinematic Orchestra, Coldcut, Daedelus, DJ Food, Hexstatic, Jaga Jazzist, Kid Koala, King Cannibal, Mr Scruff, Skalpel, Toddla T, zero dB
Jaga Jazzist - Toccata
Counter: Ape School, The Death Set, The Heavy, Pop Levi, John Matthias
Bonobo - Eyesdown
Motion Audio: Lou Rhodes
The Cinematic Orchestra - All That You Give Mr Scruff - Get a Move On Amon Tobin - Bloodstone DJ Vadim feat. Sarah Jones - Your Revolution The Heavy - How You Like Me Now Daedelus - Make It So Spank Rock - Rick Rubin
Kısaca Ninja Tune tarihçesi Eylül 1990 Mart 1995 Ağustos 1997 Haziran 1999
İlk albüm: Bogus Order (aka Coldcut), Zen Brakes İlk derleme albüm: Funkjazztical Tricknology Big Dada etiketinden ilk albüm: Alpha Prhyme, Misanthropic Mr Scruff’tan en çok satan Ninja Tune albümü: Keep It Unreal
Mart 2000 Eylül 2000 Ağustos 2001 Şubat 2002 Mayıs 2003 Ocak 2005 Eylül 2009 Eylül 2010
Ninja Tune etiketli ilk Kid Koala albümü: Emperor’s Main Course In Cantonese XEN CUTS (10 yıl) Roots Manuva’dan en çok satan Big Dada albümü: Run Come Save Me Ninja Tune’un ilk rock albümü: Fog, Fog The Cinematic Orchestra’dan bir başyapıt: Man With A Movie Camera Amon Tobin’den bilgisayar oyunu için müzikler: Splinter Cell Speech Debelle’e Mercury Music ödülü: Speech Therapy NINJA TUNE XX (20 yıl)
İşgalcİlerİn ve Müzİsyenlerİn Barı
El MariaTchi Barcelona
El Mariatchi, çoğu kişinin bildiği kadarıyla sağlam bir tekila markası ya da aromalı bir bira. Kimisi ise Yazı: Yetkin Nural Robert Rodriguez’in 1992 yapımı aksiyon filmini getirecektir aklına. El Mariatchi esasen Meksika’da halk ozanı olarak tabir edebilecek tiplere verilen isim. Ve bütün bunların yanında, Barcelona’nın, dar sokaklardan oluşan, eski ve yıpranmış görünümlü mahallesi Barrio Gótico’ya (Gotik Semt) gizlenmiş ufak bir bar. Aslında bu bölgede, okupas denilen, bölgenin kullanılmayan evlerinde yaşayan işgalcilerin para kazanmak adına derme çatma eşyalarla bir araya getirip işlettiği, dışarıdan kendini pek belli etmeyen, içeri girildiğinde ise insanı şaşırtan bu tarz barlardan bulmak, nereye bakmak gerektiğini bilen gözler için çok da zor değil. İşte biz de bunu bildiğimizden, yanımıza bu gözlerden iki çift alıp çıktık Barcelona tatilimize. Barrio Gotico’nun grafitiler ve yırtılmış posterlerden oluşan kolajlarla kaplı daracık sokaklarında sexy cola adı altında, Pakistanlı göçmenler tarafından 1 avroya satılan biralardan alarak ilerliyoruz. Barcelona’da çiğnenecek yasak bulmak bir hayli zor. Öğrendiğimiz iki yasak var: sokakta bira içmek –ki bu bir hayli teoride kalmış bir durum, zira sokaktan aldığınız birayı bitirdiğiniz anda hemen bir sonraki Pakistanlı arkadaştan yenisini almanız işten değil– ve sokaklara işemek… El Mariatchi’ye ilerlerken ilk yasağı elimizdeki kırmızı kutularla deliyoruz, sokaklar ise ikinci yasağın sık sık delindiğine dair kokular ve manzaralar yayıyor. El Mariatchi, Códols ve Rull caddelerinin kesiştiği köşede kalıyor, tam adres vermek gerekirse: Carrer dels Códols, numara 14. Tam karşısında başka bir mağazanın kapısından dışarı doğru bir manken bacağı sokağa doğru uzanıyor. Kelimenin en güzel hâliyle garip ve leş bir yer Barrio Gótico’nun bu sokakları. Bara, bir grafiti ve poster kolajı nehri gibi akan bina duvarlarının arasından, kendini hiç de belli etmeyen bir kapıdan giriyoruz. Ufak bir yer, El Mariatchi. Mekânı neredeyse boydan boya kaplayan bir barı var. İçerisi sokaktaki kolâjı aratmıyor: posterler, el ilanları, resimler ile tıka basa doldurulmuş duvarlar, ahşap bar sandalyeleri, her biri birbirinden farklı mobilyalar, loş bir ışık, masa niyetine kullanılan bira fıçıları… Monitörü bozulmuş bir Mac’den ska, reggea ve dünya müzikleri çalınıyor. İspanyolca –veya Katalanca– parçalara yüksek sesle eşlik eden, gizemli, sarhoş ve alışılmadık bir kalabalık var içeride. Masaların çevresine yerleşmiş grupların kimisinden kesif bir porro (esrarlı sigara) kokusu yükseliyor. Barmen’e yaklaşıp "Burada ne içilir?" diye soruyoruz. Bir garip, içeriği anlaşılmaz kokteyller listesi söz konusu ama barmen "Valla ben bira içiyorum genelde" dediğinden olsa gerek, herkes bira ısmarlıyor. Sözlerini anlayamadığımız hâlde müzik oldukça eğlenceli, yeri geldiğinde kalabalıkla beraber hafif hafif dans ediyor, yorulunca barın kimisi kırık, kimisi kırılmak üzere olan sandalyelerine oturuyoruz. Yerli arkadaşlardan öğrendiğimiz kadarıyla El Mariatchi, şehir müzisyenlerinin de favori mekânlarından. Biz ne yazık ki denk gelemedik ama sık sık müzisyen müşterilerin spontane jam
104
sessionlarına rastlamak olası. Hattâ rivayet, El Mariatchi’nin Manu Chao’nun favori mekânlarından biri olduğu yönünde. Bu rivayete inanmak oldukça kolay, zira duvarlardaki posterlerin pek çoğu Manu Chao’ya ait. Hattâ mekânda şişeyle satılan Hydro-Miel (Bal Likörü) ve vermutun Manu Chao’nun çiftliklerinde üretildiği bilgisini veriyor bize barmen. Gene barmenin yalancısıyım, Hydro-miel, yani bal likörü, dünyada üretilen ilk içkilerdenmiş. İkram olarak bir shot dolduruyor bize. Boğazı ısıtan, o-kadar-tatlı-ki-acı bir tadı var. Üç beşten sonra insanın bal gibi ağır ve akışkan bir hâle geleceğine şüphe yok. Bir shotta bırakıyoruz. Söz barın kendi ticaretine gelmişken; El Mariatchi’de nerdeyse her şey satılık: posterler, küçük kavanozlarda zeytinler, mekânın kendi derlemesi olan müzik CD’leri ve bahsettiğim Hydro-Miel ve vermutla dolu şişeler. Anlayacağınız, turist olduğunuzu bol bol bağırabileceğiniz, para tuzağı sayılamayacak kadar komik rakamlara satılan hediyeliklerle dolu barın arkasındaki raflar. İlk gidişimizde biraz utanıyoruz, "İlk günden o kadar da turist olmayalım" diyip, son güne saklıyoruz iştahımızı. Ama ne iştah; son gün elindeki son birlikleri ağzı açık izlediği striptizciye uzatan müşteriler gibi bara abanıyoruz: şişe şişe vermut, iki kavanoz zeytin, iki poster, üç CD… Bir şişe vermut daha… Barmen alışık olsa gerek, suratında ne ufak bir sırıtış ne de bir alay ifadesi olmadan paketliyor siparişlerimizi. Her durumda bu son gece, nasıl olsa uzun bir süre daha gelemeyeceğiz El Mariatchi’ye. Tam olarak ifade edilemeyen, nedenini pek anlamadığımız bir hâlde oldukça eğlendiren bir atmosferi var bu derme çatma barın. İnsanlar rahat, müzikler keyifli, fiyatlar makûl. Bu puslu çekiciliği etkili olsa gerek ki, tatil bitmeden birkaç kere daha uğradık El Mariatchi’ye. Her seferinde eğlendik, sarhoş olduk, güzel müzik dinledik ve mekânın diğer müşterileriyle muhabbet ettik. Kısacası, El Mariatchi hiç düş kırıklığına uğratmadı bizi. Dolayısıyla bu yazıyı okuyup yolu bir gün Barcelona’ya düşenlerin, Barrio Gótico’nun hem gri hem de rengârenk olmayı başaran sokaklarında dolaşıp, okupasların işlettiği bu ufak cevherleri ziyaret ederek güzel ve farklı bir gece geçirmelerine önayak olmak istedik. Viva okupas!
Belgesel
THE DOORS'U BELGELEMEK
Bİr Doors müptelasından Tom Dicillo'ya mektup Yazı: Neylan Bağcıoğlu
Sevgili Tom, Sana Tom diyorum, alınmazsın umarım. When You're Strange’i senin çektiğini duyduğumda şaşırmıştım. Doors'u çok severim ben, öyle böyle değil. Hattâ Beatles'la aynı gece konser verseler, epey düşünürüm hangisine gideyim diye. Neyse hâl buyken, Oliver Stone'un 1990 yapımı filmi The Doors'un yarattığı hüsranı biraz olsun hafifletirsin diye düşündüm. Peşin olarak söyleyeyim; hafifledi biraz, doğruya doğru, ama yeni hüsranlar da oluşmadı diyemem. İyisin, hoşsun. Daha önce en fanatik Doorscuların bile seyretmediği kayıtları ele geçirmişsin. Hem de iyi kalitede kayıtlar. Filmin başına Jim Morrison'un ta kendisinin, film okulundan arkadaşı Paul Ferrara ile beraber çektiği filmi koymuşsun. Seni suçluyorlarmış, eski kayıtlara yeni çekimler ekleyip yapıştırdın diye. Biz biliyoruz onun aslında Jim Morrison'un kendi filmi HWY olduğunu, sevgili Tom. Hattâ sana olan teşekkür borcumuzu bir kez daha katlıyor, bunları sonunda herkesin görebiliyor olmasını sağlaman. Paul Ferrara'nın 1970 yapımı Feast of Friends'ini de kullanmışsın ona da ayrıca teşekkürler. Hadi bu kayıtları kendine göre yorumlamışsın, birşeyler katmışsın, ona da hayhay da, şimdi belgesel deyip uzun bir müzik klibinden hâllice bir şey sununca seyirci de biraz içerlemiyor değil. Yeni nesiller, ya da eski nesil olup da epeydir Doors dinlememiş olanların hayatına biraz da olsa cazla karışık rock dinleme imkânı katıyorsun 80 küsur dakika boyunca ama pek de yeni bir şey söylemiyorsun sanki, değil mi Tom? Hayattaki grup elemanlarının onayını almışsın diye duydum amma ve lâkin onların da belki söylecekleri birşeyler vardı. Hiç sormadın mı Tom? Belli ki, bildiğimiz konuşan kafalı belgesellerden yapmak istemedin. Johnny Depp'e dış sesi okutmayı bilmişsin ama. Havalı olur diye düşündün tabiî. Haklısın, ama Johnny Depp, belgeseline çok bir şey de katmamış gibime geliyor. Hepsi bunların birer seçim, Tom, farkındayım. Alınacak bir şey yok. Başta söyledim, Oliver Stone'un yapamadığını yapmaya çalışmışsın. Niyetin iyi. Ama neden hayatta olan elemanlardan biraz daha destek almadın? Onlara da biraz kamera önü şansı tanımadın? Filmin yüzde yetmişi Jim Morrison zaten; grup için de olduğu gibi. Ama o öldü Tom. Ne yazık ki. Ölmeseydi n'olurdu ben merak etmiyorum. John Lennon ölmeseydi ne olurdu, merak ediyorum mesela. Ama bu Jim Morrison'ın asiliğini tasvip etmediğimden filan değil, yanlış anlama. Bilakis. Jim Morrison anlatılırken başvurulan, çoğunluğun da işine gelen hızlı yaşa, genç öl ya da seks, uyuşturucu ve rock&roll işte yersen prototipinden imtina ediyorum. Jim Morrison, en nihayetinde utangaç biri. İlk konserinde seyirciye sırtını dönüp şarkı söylemesi harbilikten değil elbette. Evet, asit, alkol, kokain derken ipin ucunun kaçtığı ortada ama neden şu ana kadar hiç bir psikiyatrist ya da psikolog bunun bir açıklaması var mı diye sorgulamadı? Sorguladıysa da neden biraz oralardan dem vuran çıkmadı. Öyle mi böyle mi –cennetle cehennem arasında sıkışmış bir şair mi, yoksa buhrana girip yüksek dozdan giden asi rakçı mı– ikilemiyle kapılar açık bırakılmasın. Daha da güzeli, bir cevap olmayacaksa, o kapı hiç açılmasın. Darılmadın değil mi Tom? Doors'u sevdiğimden bu kadar üstüne geldim. İyi etmişsin tüm bu materyali toplayarak. Sonlara doğru duygulanmadım desem de yalan olur. 60'lar güzel zamanlarmış. İnsanları da güzelmiş keza. Ama en güzeli müzik. Müzik bitince ışıkları söndürmeyi unutmazsın, değil mi Tom...
105
Mutfak Tınıları
SOFRAMDA SONBAHAR Yazı: Tuba Şatana www.istanbulfood.com İllüstrasyon: Sadi Güran
Sonbaharda Şanlıurfa sokakları isot kokar. Toplanan yerli kadınlar damlarında kuruttukları biberleri, çekme makinesi olan komşularına götürüler. Sonra hep beraber yer, içer, biberlerini öğütürler. Akşamüstü evlere dağılırken ellerinde rengârenk leğenler, leğenlerin içinde ise kırmızının her tonunda isot olur. Ev yapımı isot, gurur meselesidir Urfa'da; övünç kaynağıdır, kahvehane konusudur. O isot ki sonra ciğerlerin üzerine avuç avuç dökülecek, çiğköftelere katılacak, hattâ o kadar çok olacak ki, çiğköftenin rengi karaya çalacak, salatalara eklenecek, ekmeklere katık edilecektir. Yağlı olur isot, tuzlu olur, iyisi belli olur. İşte bu mevsimde olur. Ege'de ise durum farklıdır, zeytinlikler dolu doludur. O binlerce yıla uzanan tarihiyle zeytinyağına uyanır Ayvalık, Edremit, Burhaniye... Meyvesi yenir, yağı içilir, sabunu yıkar zeytinin. Bir de Olive Oyl, Popeye’nin sevgilisidir. Zeytin hasadı ile kutlanır yıllık hasat, şenlik olur, eğlence olur. Zeytinyağı kokar etraf. Zeytin toplamaktan kararmış eller tek tek toplar o güzelim meyveyi. Tek tek toplanmak ister o. Zedelenmeden sıkılmak ister. İlk sıkımdaki tadı bambaşkadır zeytinyağının. O ilk damlaları görmek, müjdelidir. Zeytinin suyu, zeytinyağı, yeşilin tüm tonlarında çalar kendini. Koyudur, açıktır, bulanıktır bazen. Meyve kokar, limon kokar, toprak kokar bir başka sefer. Kültürümüzde kahvaltı sofralarından eksik olmayan meyvesi, çeşit çeşit kurulur, içi doldurulur, reçeli yapılır.
Antakya'daki salatası dillere destandır zeytinin. Yeşili Martini'nin olmazı, siyahı ançüezli pizzanın her şeyidir. İsimleri de kendi gibidir, gizemli: Memecik, Gemlik, Çekişte, Kalamata, Sarı Ulak, Tavşan yüreği, Nizip Yağlık, Halhalı... Kadehimizin yegâne meyvesi üzüm ise başlamıştır toplanmaya da, hattâ bir kısmı sıkılıp tanklara doldurulmuştur bile. Bağbozumu zamanıdır. Tekirdağ'da Mürefte, Şarköy, Hoşköy derken, aşağı doğru inince Denizli'de, içeri doğru gidince de Ankara'da, Diyarbakır'da, Elazığ'da sabah güneşin ilk ışığı ile kalkılır, bağlara yollanılır. Kasalara, sepetlere büyük bir şefkatle ve sabırla toplanır üzümler. Sonra işleme tesisine gidecek ve suları sıkılıp tanklara dolacaklardır. Karalahana, Bornova misketi, Narince, Kalecik Karası, Öküzgözü, Boğazkere, Papazkarası, Kuntra, Emir, Yapıncak, Vasilaki, Çal karası bazı yerli üzüm isimleridir. Kimisi mono sepaj (tek üzüm) kimisi kupaj (iki veya daha çok üzüm) şarap olarak üretilir. Beyazı, kırmızısı, pembesi, köpüklüsü, tatlısı yapılacak, kadehlerimize dolacaktır, bizleri mutlu edecektir şarap. Tanrıların içkisi yeryüzüne inmiştir ve şimdi mey zamanıdır. Şarabın bizi büyülemesine izin versek de, efsane der ki, şarabı fazla kaçırıp sarhoş olanlarda yedi hayvanın karakteri görünür. Ya aslan gibi cesur, ya kaplan gibi yırtıcı, ya ayı gibi kuvvetli, ya köpek gibi kavgacı, ya horoz gibi gürültücü, tilki gibi kurnaz ya da saksağan gibi geveze olurmuş. Şişenin sonunda maymun olmak da var!
Deneme – Yanılmama Şarap-yemek-uyum... Korkacak bir şey olmamakla beraber, birkaç ufak kural hayat kolaylaştırır! Mesela, - Ne yemek, ne şarap birbirini maskelememeli, - Damakta ikisi de eşit etki bırakmalı. - Hem yemek şarabın tadını kuvvetlendirmeli, hem de şarap yemeğin tadını. - Aynı bölgede yetişen ürünler, birbirini dengeler. - Ağır ve yoğun bir yemeğe, aynı yoğunlukta ve zenginlikte bir şarap eşlik etmeli. - Yanlış şarap değil, yanlış uyum vardır... Dökme o şarabı! - Beğenmediğin, bitiremediğin şarapları dökeceğine, sirke olarak, tatlandırıcı olarak salatalarda yemeklerde kullanabilirsin. 106
Bİlsek de mİ saklasak?
Şişe deyip geçme! Magnum, dondurma da değil, silah da! 1,5 litrelik şarap şişesinin adı. Marie-Jeanne: O Fransız kız değil, 2,25 litrelik şampanya şişesinin adı. Rohoboam ise Lord of The Rings'deki yerlerden birinin adı değil, 4,5 litrelik bir şişe. Dünyanın en büyük şarap şişesi ise adı üstünde Maximus ise 1,35metre boyunda, boşken 153 kilo, doluyken içine 173 şişe şarap alıyor. Bana bir şişe şarap lütfen! Şampanya: Kabarcık/baloncuk ne kadar küçük olursa, şampanya o kadar iyi demektir. Bir de o minicik baloncuklar alkolün kanınıza daha hızlı taşınmasına yardım eder, sizi daha çabuk sarhoş ederler. Benim balonlarım vardı...
Marilyn Monroe ise şampanya ile küvet doldurmayı sevenlerdenmiş, 350 şişe şampanya ile küveti doldururmuş-muş. Bana bir pipet, ona bir küvet.
Etiket okumak mı seyretmek mi? Şarabın yüzüdür, kimliğidir etiket. Rothschild, her şarap serisinin etiketlerini ünlü ressamlara çizdiren şarap üreticisi. Şaraplarının etiketleri 1958'de Dali'nin, 1969'da Miro'nun, 1970'te Chagall'ın, 1975'te Warhol'un, 1973'te Picasso'nun çizgileri ile bezendi ve satıldı. Şarap zaten içilen bir sanat değil mi?
Meyhane argosunda rakıya akyazılı, gıravatlı, duziko, piyiz; içki içmeye çakıntı, çekizlemek, gagayı ıslatmak, piyizlenmek, çümbüşlemek; ayyaşa dede, fıçı, köftün, pangodoz, tıpa; sarhoşa akıntı, çağanozu, kandil, kozmonot, tinton, vilisipit, elli dirhem otuz; sarhoşluğa deveye binmek, mastorlamak, matiz olmak, orsa boca, sızaki, istim tutmak; meyhaneye ise baloz, bitirimhane, küplü gibi isimler kullanılır. Müdavim müşteri ise takılgandır. Atılgan ile bir ilgisi olmasa da, ikisi de uçucudur.
107
‘Emek’ Olmadan İlk Kez
Yazı: Melikşah Altuntaş
BU YIL 8-14 EKİM TARİHLERİ ARASINDA DOKUZUNCU KEZ DÜZENLENECEK FİLMEKİMİ, SONBAHARIN TAM GÖBEĞİNE YIL BOYUNCA ÇOK KONUŞULMUŞ VE MERAKLA BEKLENEN FİLMLERDEN BİR DEMET DİKİYOR VE SİNEMAYA MERAKLI KİTLENİN AĞZINA BİR PARMAK BAL ÇALIYOR.
Balın miktarı gerçekten de bir parmaktan fazla değil. Zira FilmEkimi, İstanbul Film Festivali’nin artçısı ya da ondan taşanların, yılın bu zamanına denk gelen gıcırlar da eklenerek vadesi dolmadan tek bir pakette, bir hafta süreyle servis edilmesi bir nevi. Fakat bu yıl önemli bir değişiklik göze çarpıyor hemen. Bu değişiklik ne film adedinde, ne de onların niteliğinde gizli. Ne yazık ki sekiz yıldır bu nefes açıcı festivale evsahipliği yapan Emek Sineması, bu yıl eski dostu ve neredeyse manevî evladı FilmEkimi’ne dahi kapılarını açamayacak durumda. Yeri gelmişken Emek Sineması’nın son durumuyla ilgili bilgiyi de araya sıkıştıralım: koca bir hiç. Yeni ve daha etraflıca hazırlanması hüküm verilen bilirkişi raporunun ölüm yavaşlığındaki bekleyişi sürüyor ve yalnızca İstiklal’in ya da Beyoğlu’nun değil, İstanbul’un, Türkiye’nin ve hattâ Avrupa’nın en değerli sanat merkezlerinden birinin gözümüzün önünde çürümeye terk edilişi büyük bir kayıtsızlıkla devam ediyor. Hâl böyle olunca seyirci kapasitesi de göz önünde bulundurularak FilmEkimi’ne bu yıl –biz dergiyi yayına hazırlarken henüz kesinleşmemiş olan– iki farklı salon evsahipliği yapıyor. Bu moral bozucu meseleyi kendi çaresizliğine bir süre daha terk edip her zaman yaptığımız gibi daha eğlenceli bir başka konuya geçecek olursak, festival bu yıl yine birbirinden önemli ve ilginç filmlerle dolup taşıyor. Bir hafta süresince otuza yakın filmin gösterileceği ve eylül sonunda biletleri satışa çıkacak FilmEkimi’nden öne çıkan bazı yapımlar ise şöyle:
The Ghost Writer Yönetmen: Roman Polanski Oyuncular: Pierce Brosnan, Ewan McGregor, Kim Cattrall, Olivia Williams Roman Polanski’nin tutuklu olduğu süre içinde, İsviçre’de ev hapsindeyken tamamladığı son filmi The Ghost Writer, Robert Harris’in çok konuşulan romanından bizzat kendisinin senaryolaştırdığı hikâyesi ve güçlü anlatımıyla dikkat çekiyor. Eski bir İngiltere başbakanının anılarını yazmak için tutulan fakat araştırma yaptıkça eski başkanın kirli geçmişine dair gizemli bilgilere ulaşan bir hayalet yazarın hikâyesini konu alan film, Polanski’ye Berlin Film Festivali’nden en iyi yönetmen ödülü getirmişti.
108
Get Low Yönetmen: Aaron Schneider Oyuncular: Robert Duvall, Bill Murray, Sissy Spacek, Lucas Black Görüntü yönetmenliğinden gelme ve buna rağmen 2003 yapımı kısa filmi Two Soldiers ile Oscar kazanmış bir yönetmen Aaron Schneider. Dolayısıyla henüz ilk uzun metrajında Robert Duvall, Sissy Spacek ve Bill Murray gibi usta oyuncuları ikna etmesi zor olmamıştır çok yüksek bir ihtimalle. 1930’lar Tennessee’sinde yıllarca kasabaya korku salmış bir adamın, kendi cenazesini düzenleyip, kasabalıları da bu cenazeye davet etmesinin hikâyesini anlatan film, geçtiğimiz sezonun kalburüstü yapımları arasında yer alıyordu.
Baaria Yönetmen: Giuseppe Tornatore Oyuncular: Monica Bellucci, Francesco Scianna, Margareth Made, Raoul Bova Cinema Paradiso, The Legend of 1900 ve Malena gibi filmlerin bol ödüllü İtalyan yönetmeni Giuseppe Tornatore’nin kendi hayatından izler taşıyan son filmi Baaria, Venedik Film Festivali’nden ödülle dönmüş bir epik-dram. Sicilya’nın Baaria köyünde yaşayan bir ailenin 40 yıllık öyküsünü anlatan film, bu yılki Oscarlarda İtalya adına yarışmış ve yabancı dilde en iyi film dalında Altın Küre adayı olmuştu.
Bedevilled Yönetmen: Cheol-so Jang Oyuncular: Hwang Min-ho, Je Min, Jeong-hak Park Güney Kore sinemasının en ünlü yönetmenlerinden Kim Ki-duk’un pek çok filmde yardımcı yönetmenliğini üstlenmiş Cheol-so Jang’ın yazıp yönettiği Bedevilled, kızı öldürülen bir kadının, bu cinayeti işlediğini düşündüğü adamdan intikamını konu alan güçlü bir gerilim. Bir ilk film olarak son derece başarılı bulunan ve ilk kez seyirci karşısına çıktığı Cannes Film Festivali’nden övgüyle dönen Bedevilled, Güney Kore sinemasının vazgeçilmez temasına dönüşen intikamı ele alış biçimiyle de merak uyandırıcı.
The Tree Yönetmen: Julie Bertucelli Oyuncular: Charlotte Gainsbourg, Marton Csokas, Tom Russell, Aden Young İlk filmi Since Otar Left ile pek çok ödül kazanarak dikkatleri üzerine çeken Julie Bertucelli’nin bu yılki Cannes Film Festivali’nin kapanış filmi olarak gösterilen The Tree’si, kocası ölen dört çocuk annesi bir kadının ve ailesinin yaşadığı yas sürecini anlatıyor. The Tree’nin, evin küçük kızının ölen babasının ruhunun bahçedeki ağaçta yaşadığına inanmasıyla başlayan, evdeki diğer insanların da bu fikre kapılıp ağaçla konuşmaya başlamasıyla süren film, yılın etkileyici yapımlarından.
Route Irish Yönetmen: Ken Loach Oyuncular: Stephen Lord, John Bishop, Najwa Nimri, Trevor Williams Usta İngiliz yönetmen Ken Loach’un ilerleyen yaşına rağmen sinemasındaki dinamizmden zerre yoksun olmadığının kanıtı niteliğindeki Route Irish, iki eski askerin Irak’ta özel güvenlik şirketi elemanı olmalarıyla birlikte, ülkede perde arkasında yaşanan uluslararası yolsuzluklar ve skandalların göbeğine düşmelerini konu alıyor. Politik sinemanın yaşayan en üretken ve yetkin yönetmenlerinden Loach’un filmi, Cannes Film Festivali’nin bu yılki favorileri arasında gösteriliyordu.
Inhale Yönetmen: Baltasar Kormakur Oyuncular: Diane Kruger, Dermot Mulroney, Rosanne Arquette, Sam Shepard 101 Reykjavik, The Sea, Jar City gibi filmleriyle festival kitlesinin yakından tanıdığı İzlandalı yönetmen Baltasar Kormakur’un İzlanda dışında çektiği İngilizce filmi Inhale’de, Diane Kruger, Vincent Perez gibi uluslararası yıldızlar yer alıyor. Kızları için akciğer donörü bulmak üzere tehlikeli bir yolculuğa çıkan genç bir çiftin hikâyesini anlatan Inhale, Los Angeles ve Meksika’yı mesken tutan bir gerilim.
109
HI-FIND
Astral seyahat, ama nereye? Yazı: Reha Arcan
Hi-fi meraklıları için ekipman almaktan çok daha eğlenceli aktiviteler var. Bir ekipmanı alma süreci ekipmanın sahibi olmaktan daha zevkli ve daha uyarıcı bir süreçtir. Şimdi gelelim bu eğlencenin (obsesif) nasıl işlediğine…
Bir müzik sistemini alma aşamasında en önemli adım, alacağınız CD çalar, pikap, kablo ya da hoparlör için bilirkişiler tarafından yazılmış test yazıları ve karşılaştırmaları okumaktır. Bu yazılar ne işe yarar? Aradığı ekipmanın sesinden öte aldığı ödül ("Best CD player", "Golden ear" gibi) okuyan kişinin koltuklarını kabartır. Sanki o aletin tasarımını kendi yapmış gibi, başka bir deyişle o aletle organik bağ kurar. İnsanla elektronik bir aletin bu ilişkisini tuhaf bulabilirsiniz, ama bu da farklı bir ilişki kurma türü. Bu okuma seansları sizi birlikte mutlu yaşadığınız bir müzik sistemine ilerletir. Okuyarak karar verdiğimiz bu sistem, dinlediğimizde hayal kırıklığı ihtimali olan bir yola bizi sokar. Okuma aşaması, dinleme aşamasına dönüştüğünde çeşitli satıcılar gezilir. Farklı ekipmanlar kıyaslanır. Bu oyun ne kadar uzun sürerse, alan kişi hem eğlenir, hem de kişisel ses zevki gelişir. Bir elektronik aleti alırken hi-fi dışında hiç bir şekilde bu kadar detaylı, hattâ satan kişinin de katıldığı karşılaştırma seanslarına şahit olamazsınız. Satan kişi de alan kişiyle aşağı yukarı aynı hislere sahiptir. O da sattığı hi-fi ekipmanın daha başarılı olmasından çocukça bir zevk alır. Sonuçta alan da satan da aynı takıntıya sahip insanlardır, iki tarafa da sorarsanız. Takıntının karşılığı, tutku tanımıdır. Satın aldığınız alet, alım oyunun bittiğini müjdeler, ikinci bir bakış, satın alınan aletle beraber dışarıdaki başka ekipmanlara göz kaydırma fırsatı yaratır. Bir rivayet, evli odyofillerin eşlerini aldatmamak için birçok alet değiştirdiğini söyler. Evinizdeki sistem oluştuktan sonra mutlu mesut müzik dinleyin, ama ne mümkün...
110
Bu sefer aynı (tutkuyu) paylaşan odyofillerin olduğu forumlar, alım satım siteleri daha da ötesi başka meraklıların ev sistemlerinin fotoğraflarını incelemek, yorumda bulunmak, forumlar sayesinde sanal dostluklar kurmak. Kendini belli kamplara ayırmak. Örnek: dijital iyidir, anlog en iyisidir, lambalı amfiler harika, solid state’den nefret ederim gibi... Gördüğünüz gibi bütün bu konuştuklarımız müzik dinlemekle ilgili gözükebilir. Ama altında yatan, alet fetişidir. Bu fetiş zaten insanın doğası gereğidir (estetik, dokunma, seyretme, vs.). Hi-fi, sahip olmayla sonlanan bir etkinlik değildir. Bu ruh hâlini anladıktan sonra, şimdi ülkemizde okuyup, seyredip, karşılıklı konuşabileceğimiz hangi siteler var onlara bakalım. Bunların ilki www.arduman.com. Adnan Arduman tarafından hazırlanan site, 1990’ların sonundan beri yayında. Burada İstanbul ve dünyadan odyofil sistem resimleri, Adnan Arduman’ın kendi tasarladığı lambalı amfi projesi, CD tavsiyeleri bulabilirsiniz. Bir diğeri, www.stereomecmuasi.com. Hakan Cezayirli tarafından hazırlanan site, içeriğinde periyodik bir web dergisi, tartışma forumları, hi-fi tarihi üzerine yazılar barındırıyor. Alım satımla ilgileniyorsanız, www.nonamehifi.com. Özhan Atalay tarafından hazırlanan sitede ücretsiz ikinci el hi-fi ve hi-end ekipman alım satımı yapabiliyorsunuz. Görüldüğü gibi satın almak gibi okuma araştırma bölümü de gayet zevkli bir alan. Yukarıda bahsettiğimiz siteler, bu konu ile en ciddî ilgilenen siteler. Hi-fi konusunda pek çok şey öğrenme yanında, yeni dostluklar kurma, iyi müzikler dinleme fırsatını yaratıyor. Son olarak, Van Morrison ne demiş, NO METHOD, NO TEACHER, NO GURU...
BU KİTABI BİLİYOR MUSUNUZ?
TOY INSTRUMENTS Yazı: J. Hakan Dedeoğlu
Koleksiyonerlere hayranlık duymamak, imrenmemek elde değil. Hele hele pul, plak gibi klişe değil de koca dünyada ancak birkaç kişinin aklına gelebilecek objelerin koleksiyonlarını yapanların yeri apayrı. Eric Schneider de bu kümede yer alan koleksiyonerlerden; kendisi oyuncak enstrüman istifliyor yıllardır. Böylesi bir saplantının da bir travma sonucu başladığını söylüyor Bay Schneider. 1979 yılında televizyonda reklamını gördüğü Stylophone’u Noel hediyesi olarak o kadar çok istemiş, hediye olarak o kadar çok dua etmiş ki, annesi karşılığında the Concept Lite’n Learn isimli başka bir oyuncak enstrüman alınca buhranlardan çıkamamış yıllarca. Ancak 20 sene sonra eski bir bilgisayar dergisinde bu oyuncağın beş yıldız almış eleştirisini görünce aslında çocukken elinin altındaki şeyin bir hazine olduğunu anlamış; ve böylelikle the Concept Lite’n Learn’i bulmak için yollara düşmüş. Tabiî bir kere bu dünyaya adım atınca da durmak bilememiş kendisi, aradığı şeyi bulana kadar bambaşka 250 adet oyuncak enstrüman almış. Doğal olarak zehir bir kere bulaşmış kanına ve nihayetinde dünyanın sayılı oyuncak enstrüman koleksiyonerlerinden olmuş travmatik Bay Schneider. Hâl böyle, koleksiyon da uçsuz bucaksız olunca bir müze ve bir kitap da farz olmuş. İşte bu sayımızın kitabı, Eric Schneider’in bu renkli koleksiyonunu konu alıyor. Özellikle son yıllarda birçok grubun müziğinde önemli bir yer teşkil eden oyuncak enstrümanların renkli ve garip tınılı dünyasında gezinmek isteyenlere, özellikle bu tip ıvır zıvırlara ilgi duyanlara muhteşem bir rehber niteliğindeki Toy Instruments, Mark Batty yayıncılık tarafından derlenmiş.
111
MANU KATCHE
AL B Ü MLER
Third Round
KETIL BJØRNSTAD Remembrance
THORNBJØRN RISAGER Track Record
JAH WOBBLE & THE NIPPON DUB ENSEMBLE Japanese Dub
ECM Records
ECM Records
Cope/VME
30 Hertz Records
Müzikal yaşantısının büyük bir bölümünü Omar Hakim gibi caz ve pop müzik sanatçılarına eşlik etmekle geçiren Fransız davulcu Manu Katche son albümü Third Round ile takipçilerine sıkı bir sürpriz yaptı. Bugüne kadarki kariyeri pek parlak olan bu nitelikli davulcu, başta Sting olmak üzere Jeff Beck, Dire Straits, Simple Minds ve Peter Gabriel gibi isimleri dünya çapında olan birçok isme eşlik etmiş ve daha sonra kendi tarzını yaratarak davulda bir isim sahibi olmayı başarmıştır. Cazda kendi stilini çoktan yaratmış bir davulcu olarak oluşturduğu bestelerde de Afrika ritimlerini modern unsurlarla buluşturmuştur. Third Round’da Manu Katche, ünlü Norveçli saksafoncu Tore Brunborg ile çalışarak kendi ritimsel zenginliğini daha da ön plana çıkararak yanındaki müzisyenleri de bir anlamda ihya etmiştir. Öyle ki albüm bu üçlü sayesinde sekteye uğramadan bir nehir gibi akıp gidiyor. Bas gitara Pino Palladino, piyanoya da Jason Rebello'yu yerleştiren Katche, albümün açılışındaki "Swing Piece"de ustalığını konuşturmaya başlıyor. "Keep On Trippin'"ve "Springtime Dancing"deki çağdaş caz örnekleri ve albümün tamamında bünyelere nüfuz eden ruhanî duygular Katche'nin bize notalarla ulaştırabildiği yegâne sürprizlerden birkaçı. Ritmik notalarla birlikte. Baha Özer - 8/10
Norveç ve piyano deyince akla gelen belki de ilk isimlerden birisidir Ketil Bjørnstad. Piyanoda klasik tarzda yetişmiş, 70'lerden bu yana oluşturduğu albümlerde ise gerek caz müziğine gerekse de avangart diyebileceğimiz diğer müzik türlerine bulaşmaktan da geri kalmamıştır. Bjørnstad, Norveç caz müziğinde bir markadır. Kendisinden sonra gelen nesli derinlemesine etkileyerek karamsar müzikal bir portre ortaya çıkarmıştır. Bunun en büyük örneği ise Tord Gustavsen olmuştur. Remembrance albümüyse Bjørnstad'ın yanına saksafoncu Tore Brunborg ve perküsyoncu Jon Christensen'i aldığı, konsept bir temaya sahip, melankolik, şiirsel ve romantik duygulara hitap eden nitelikli bir çalışma gibi duruyor. Besteleri duyduğunuzda Bjørnstad'ın tarzını hemen hissediyor ve önceki albümlerine nazaran biraz daha melankoli dozu azaltılmış olduğunu anlıyorsunuz. Christensen'in yumuşak davul stili ve zil seslerindeki o hâkimiyeti Bjørnstad'ın o nüans dolu etkileyici tuş dokunuşlarıyla kaynaştığında dinleyene inanılmaz hazlar verebilecek nitelikte duruyor. Çok durgun melodiler değil ama tam da yerli yerine düşen orta hızdaki melodi dokunuşları, Remembrance albümünü bir başyapıt olmasa da çok iyi bir albüm mertebesine yükseltmiş! Baha Özer - 9/10
Blues bu sefer Danimarka'dan yükseliyor. İskandinavya sularında yetişmiş ama müziğine bakılırsa kökten Amerikalı olan Danimarkalı Thorbjørn Risager, 2010 imzalı Track Record kaydında önceki çalışmalarını aratmayan bir yapı sergilemiş. Vokal olarak Ray Charles'dan bayağı etkilenen Risager, bestelerinde Amerika'nın köklü müziğini çok iyi analiz etmiş bununla da kalmayıp blues içerisine R&B, roots rock, gospel ve funk türlerini de başarılı bir şekilde adapte ederek yeni nesil blues sanatçıları arasında dikkat çekmeye başlamıştır. Risager'in gitarist olarak saf bir şekilde blues çaldığını itiraf edemeyiz ancak birçok türü başarıyla harmanladığından kendi gitarından çok farklı tınılar duymaktayız. Bazen yine yeni nesil sanatçılardan Eric Lindell'i andırdığından söz edeceğim. İkisi müzikal olarak bayağı birbirine benzemekte, ancak Risager farklı bir duruşuyla biraz daha önde gözükmekte. Track Record’un müzikal kadrosu da Danimarkalı müzisyenlerden oluşmakta. Saksafon ve trompet gibi enstrümanları da müziğine katan Risager'in, bu albümünde Jarno Varsted'in kullandığı armonika ise bir Delta blues etkisi yaratmaktan geri durmuyor. Bestelerin hepsi grup elemanlarına ait olan bu kayıt blues'un pek görünmeyen gizemli yüzünü ifade ediyor. Baha Özer - 7/10
Jah Wobble, ilk olarak punk veteranları Sex Pistols’ın dağılışının ardından John Lydon’un yola devam ettiği Public Image Limited ekibinin, tıpkı kendisi gibi içinde büyük bir reggae ve Dünya Müziği sevgisi taşıyan ilk basçısı (onlarla yalnızca iki sene çalmış) olarak kendini dünyaya tanıttı. O gün bugündür sayısız ortaklık ve onlarca albümle yola solo olarak devam eden Wobble, dub, caz, rock ve folk titreşimlerini birbirine kenetlediği müziğini bundan iki sene önce Uzakdoğu’ya çevirmiş ve Chinese Dub isimli, büyük beğeni toplayan bir albüme imza atmıştı. Wobble bu sefer de Japonya’ya özgü tınılar üzerine bildiğini okumayı seçmiş. Geleneksel akustik enstrümanlarla çalınan Japon ezgileri, ustanın bas gitarı ve programladığı ritimlerle gelen dub muamelesinden nasibini almış. Çekiciliğini titizlikle iç içe geçirilmiş, organik bir hâl almış olmaktan alan bu birlikteliğin kulağa çalınışı sandığınızdan daha melodik, geniş, sakin ve sıkı. Japanese Dub ile Jah Wobble, yine müptelası olunacak formüllerinden birini ortaya atıyor. Ekin Sanaç - 9/10
112
KONONO NO.1
ARİF MARDİN
LCD SOUNDSYSTEM
MAX RICHTER
Crammed Disc
Equinox Music
Nonesuch
FatCat
Assume Crash Position, Kongolu sokak grubu Konono No.1’ın Crammed müzik firmasından çıkan Congotronics dörtlü serisinin en yeni üretimi. Altı yıllık bir sessizlikten sonra albüm Mayıs 2010’da raflarda yerini aldı. Bir kez daha Kinshasa’da, Congotronics dizisinin yapımcısı Vincent Kenis yönetiminde kaydedilen albüm, Konono'nun 2005 tarihli ilk albümünden sonra heyecanla beklenen bir çalışma oldu. Björk, Herbie Hancock ve Matt Groening gibi sanatçılar ile müzik birlikteliğine giren Konono No.1, bu yeni çalışmasında profili nispeten daha düşük ama bir o kadar müzikal derinliğe sahip olan yerel sanatçılar ile çalışmayı uygun görmüş. Açılışı yapan "Wumbanzanga", grubun şu ana kadar sokulmadığı kadar geniş bir müzik paleti ile dinleyenleri karşılıyor. Albümdeki atmosfer semavî ve coşkun ve tüm süresine yayılmış durumda. Çoklu kültürel çakışma olabilecek en marifetli biçimde her ritme işlenmiş. On dakikanın üzerinde olan parçalar ihtiva eden albüm, grubun şu ana kadar çıkarttığı çalışmalar içerisinde ruhunu birebir yansıtıyor, ses skalası her nasılsa orijinal tarzlarından ödün vermiyor, daha katmanlı ve derin tınlıyor. Zekeriya S. Şen - 8/10
Büyük usta Arif Mardin’e saygı duruşu niteliğinde olan albüm, Amerikan popüler müzik tarihinin son 30 yılından birçok önemli ismi bir araya getiriyor. Mardin’in bir müzik adamı olarak dehâsını bir kez daha gözler önüne seren albümde Chaka Khan, Norah Jones, Raul Midón, Phil Collins gibi şarkıcılara David Sanborn, Randy Brecker, Joe Lovano gibi caz dünyasından isimler eşlik ediyor. Mardin’in hayatının son beş ayında dostlarıyla birlikte kaydettiği albümün en güzel sürprizi Bette Midler ve Marc Shaiman’ın kendisi için yaptıkları parça. "The Greatest Ears in Town" isimli parça gerek müzik gerekse şarkı sözleri bakımından bir parçada mizah duygusunun nasıl olması gerektiğinin dersini veriyor. Albümde Mardin’in Türkiye’den ayrılmadan önce yazmış olduğu "Longing For You" (1955) ve Berklee’de öğrenciyken bestelediği "Dual Blues" gibi erken tarihli parçaların yanısıra son birkaç yıl içinde yazmış olduğu parçalarda yer alıyor. Şık kartoneti ve albüm notlarıyla da göz dolduran albüm, 40 yılı aşkın kariyerinde 40’ın üzerinde Altın ve Platin Plak kazanmış, 12 kez Grammy Ödülü'ne değer görülmüş olan Mardin’in kariyerinin müzikal anlamda özeti sayılabilir. Sami Kısaoğlu - 9/10
Spike Jonze’un "Drunk Girls" parçası için çektiği videoya biryerlerde rastlamışsınızdır ya da öylesine girdiğiniz bir dükkânda "I Can Change"in çalındığını duymuşsunuzdur belki. Tüm bunlar sizin için hiçbir şey ifade etmeyebilir de. Öyleyse açıklayalım: LCD Soundsystem üçüncü albümü This Is Happening’i geçtiğimiz mayıs ayında yayınladı ve albüm daha şimdiden yılın en popüler albümlerinden biri hâline geldi. James Murphy’nin müzikal projesi olan LCD Soundsystem, çoktandır bir grup hâlini almış olsa da, şarkıların oluşturulmasında Murphy’nin baskın rolü devam ediyor. Önceki albümlerde olduğu gibi This Is Happening’de de James Murphy, idollerinin izinden gitmiş. Albümdeki parçalarda 70’ler ve 80’lere dair pek çok ses duyabilmek mümkün. "I Can Change", Diana Ross’un "I Feel Love" parçasını anımsatacak kadar 70’lerin tınısıyla yüklü. "All I Want" ise David Bowie ile Brian Eno’nun birlikte yazdığı "Heroes"un James Murphy tarafından sil baştan yaratılmış hâli gibi. 1977’de David Bowie "Heroes" değil de "All I Want" ile seyircinin karşısına çıkmış olsaydı tarihin akışı değişirdi muhtemelen. Yıllarca zihinlere yerleşmiş sesleri kendi yorumunu katarak, yepyeni bir şekilde dinleyiciye sunmak ancak James Murphy’nin altından kalkabileceği bir iş zaten. Seden Mestan 7/10
Max Richter’in son çalışması 2008 yılında The Royal Opera House’da (Londra) sahnelenen bir bale gösterisi için kendisine sipariş edilmiş 25 dakikalık eserden yola çıkıyor. Albüm versiyonu piyano, elektronikler ve bir yaylılar beşlisi için genişletilmiş olan çalışmada Richter’in çağdaş bir besteci olarak yalın, zarif, belki biraz kırılgan, ama bir o kadar da kendinden emin müzikal dilinin yansımaları var. Almanya doğumlu İngiliz besteci/piyanist Richter, Infra’da kendine has bir akıcılığın içine yerleştirilmiş naif melodiler arasında keyifli bir yolculuğa hazırlıyor bizleri. Michael Nyman ve Philip Glass gibi isimleri anımsatan çalışmada özellikle yaylı partisyonlarında derin bir hüzün seziliyor. Albümün genelinde ise gizemli ve keşfedilmeyi bekleyen tınılar arasına ustalıkla yerleştirilmiş bir kararsızlık hâlinden bahsetmek mümkün. Zaman zaman gerginleşen kurgusuyla albüm âdeta bir film müziği olarak gözlerimizde fiktif sahnelerin canlanmasına yol açıyor. "Journey" ve "Infra" isimleriyle numaralandırılmış 12 parçadan oluşan albümde özellikle elektronik motiflerle zenginleştirilmiş bölümler, çalışmaya farklı bir lezzet katıyor. Belirgin ana temalar üzerinde minik oynamalarla gelişen albüm, Richter’in âdeta enstrümanlar üzerine kurguladığı bir diyaloğu anımsatıyor ve bestecinin yeteneğini başarıyla gözler önüne seriyor. Okan Aydın - 8/10 113
Assume Crash Position
All My Friends Are Here
This Is Happening
Infra
AL B Ü MLER
MARIA POMIANOWSKA AND FRIENDS
PAN SONIC
ASHA BHOSLE
M.I.A.
MTJ
Blast First
Nascante
XL Recordings
Çoklu kültürel bir tema üzerine oturtulan bu albüm, efsanevî piyanist Chopin’in besteleri üzerine yapılandırılmış, dikkat çekici bir çalışma. Piyanistin engin repertuvarından seçilen eserler dünyamızın farklı köşelerine götürülüp, oradaki ezgiler, geleneksel enstrümanlar ve sanatçılar tarafından tekrar elden geçiriliyor. Kısaca Chopin bir dünya turu atıyor. Farklı etnik ve klasik enstrümanların liderliğinde Fredéric Chopin'in müziği bir füzyon işlemine sokuluyor. Beş kıtadan gelen nağmeler bestecinin eserlerine hiç aşina olmadığımız bir açıdan yaklaşıyor. Bu müzikal turda Chopin, İran, Endülüs, Uzakdoğu, Ortadoğu ve Latin Amerika’da duraklıyor. Her durakta ise hâlihazırda bilinen Chopin ezgileri yerel müzisyenler ile diyaloga girip yeni pencereler açıyor. Bunu yaparken kullanılan enstrüman ordusu ise saymakla bitmez. Maria Pomianowska ve arkadaşlarının emeğiyle gerçekleşen bu çalışmada, klasik müziğin birebir yerel ritimlere indirilmesinin oldukça başarılı bir örneği yer almakta. Zekeriya S. Şen - 9/10
90’lardan bu yana elektronik müzik sahnesinin en önemli isimlerinden biri olan Pan Sonic (Ilpo Vaisanen ve Mika Vainio) yeni albümüyle bizi tekrar yerimizden sıçratmayı becermiş görünüyor. Hemen tanınabilir tarzlarıyla ve her daim farklı projelere nitelik katan varlıklarıyla Pan Sonic, deneysel elektronik müziğin önemli referans noktalarından biri aslında. Gravitoni, ikilinin elektroniklerde neredeyse sınır tanımaksızın uçlarda gezindiği ve sıklıkla endüstriyel vurguları ön plana çıkan sert, tavizsiz ve kendi sözünü dikte eden bir çalışma. Örneğin açılışı yapan "Voltos Bolt" ve takip eden "Corona" veya "Trepanointi" gibi parçalarda bir an kendinizi darbeli matkap sesleri arasında yıkılan bir binanın içindeymiş gibi hissedebilirsiniz. Öte yandan "Fermi" ve "Kaksoisvinokas" gibi parçalarda ilk dönem Pan Sonic tınılarını ve sıcaklığını da yakalamak mümkün. Daha melodik, canlı ve rafine seslerden kurulu bu parçalar, albümün bir nebze dengelenmesini sağlıyor açıkçası. Bunlar arasına serpiştirilmiş geçiş parçaları ise özellikle grup elemanlarından Mika Vainio’nun solo albümlerinde rastlanan daha drone tandanslı, karanlık ambient öğeler barındırıyor. Pan Sonic ne yapsa dinlenir diyerek arşive koymakta fayda olmakla birlikte, cihazın ses ayarlarını kontrol etmeden çal düğmesine basmamanızı tavsiye ederiz. Okan Aydın - 8/10
Bhosle'nin kariyeri boyunca 20 binin üzerinde kayıt yaptığı tahmin edilmekte. Kendisi Hindistan'ın önde gelen film müziği şarkıcılarından biri, hattâ tüm kadın aktrislerin sesi desem hak yerini bulur. Bollywood'un playback kraliçesi olarak bilinen bu efsane, laf yerindeyse her filmde yer alan müziğin kadın vokali. Playback Kraliçesi başlıklı bu çalışma Asha Bhosle'nin 40 yıllık kapsamlı repertuvarını enine boyuna yansıtıyor. Bollywoood olarak bilinen Hint sinema dünyasının da müziksel bir sergisi var huzurlarımızda. Bundan dolayı elimizde tuttuğumuz bu çalışmaya Asha Bhosle'nin kariyeri bir yansımasından öte, aynı zaman da Hint Sineması’nın da müzikal bir tarihçesi olarak tanımlayabiliriz. İki kardeş CD'nin yan yana gelmesiyle, 37 parçadan oluşan albüm ortalama 175 dakikanın üzerinde. Albümün birinci CD'sinde baştan çıkartıcı Asha, çok iyi bilinen iyimser özellikler taşıyan, Hindistan’ın ötesindeki tarzlar ile etkileşim gösteren parçalarla dinleyeni sallıyor; aynen bir müzikal salıncak gibi. Her zaman olduğu gibi parçalarda caz, Latin, Uzakdoğu ritimleri birçok melodi ile iç içe geçmiş durumda. Dikkat çekenler "Dum Maro Dum" ve nefis ahenkli "Chura Liya Hai Tum Ne." İkinci CD, daha yavaş, geleneksel tempolu, ve adanmışlık içeriyor. Toplamında ise karşımızda Hint ve Dünya Müziği’nde efsane konumunda olan bir kraliçenin başarılı külliyatı var. Zekeriya S. Şen - 8/10
M.I.A.’ya dair hiçbir şey göründüğünden ibaret değildir. Evet, kendisi gerek kıyafetleriyle olsun gerekse de magazin basınını meşgul eden evliliğiyle, popstar olmanın sabun köpüğü vazifelerini yerine getirmekten kaçınmıyor. Ne var ki tüm bunlar, M.I.A.’nın müziğiyle haşır neşir olanların da bildiği üzere, kendisinin politik fikirlerini ifade etmekte benimsediği yöntemlerden bazıları. Kendisinin de belirttiği gibi "hiçbir şey söylemiyormuş gibi yapıp da çok şey söylemek" ve en umulmadık anlarda dinleyiciyi olduğu yerde sarsmak, M.I.A’nın popstar kişiliği gibi müziğini de özgün kılıyor. Nitekim, temmuz ayında yayınladığı üçüncü albümü Maya da türlü yanılsamalarla yüklü. Albümle ilişkiniz "XXXO" veya "Teqkilla" gibi radyolarda sıkça çalan parçalarla sınırlıysa dans hitleriyle dolu, kolay dinlenen bir albüm diye kestirip atmanız mümkün. Lâkin, Google’ın hükümetlerin kontrolünde, yanıltıcı bir haber kaynağı hâline gelmesini anlatan "The Message" ya da Çeçen kadın intihar bombacılarına göndermelerin olduğu "Lovalot" gibi şarkılar, albümün hangi yönde baskın olduğunu anlaşılır kılıyor. Önceki albümlerden alışık olduğumuz, ustaca kurgulanmış detayların oluşturduğu kakofonik sesleri bu albümde de duymaya devam ediyoruz. Yine de M.I.A.’nın deneyselliğe daha çok yer vermesi ve farklı sesleri müziğine dâhil etmesi bakımından Maya, ilk iki albümden ayrı bir yerde duruyor. Seden Mestan - 8/10
AL B Ü MLER
Chopin On 5 Continents
114
Gravitoni
The Playback Queen: The Very Best Of
Maya
TAYLOR DEUPREE
LOKUA KANZA
THE NATIONAL
UNITE
12k
World Village
4AD
Mule Satellite
Taylor Deupree her daim kulaklarımızı kabarttığımız Amerika orijinli 12k etiketinin kurucusu olarak oldukça üretken bir müzisyen profiline sahip. Yaklaşık üç yıllık bir aranın ardından kendi etiketinden çıkardığı Shoals albümü enteresan bir arka plan hikâyesini de içinde barındırıyor. Deupree 2009 yılında York Üniversitesi Müzik Araştırma Merkezi tarafından dersler vermek için İngiltere’ye davet ediliyor. Sonrasında okulda karşılaştığı zengin gamelan enstrümanları (Endonezya’nın Java ve Bali adalarına ait) koleksiyonu aklını çeliyor ve enstrümanları çalmak yerine farklı yöntemlerle (vurma, sürtme, vb.) elde ettiği ses ve tınıları özel bir bilgisayar programında harmanlıyor. Bu esnada bol miktarda farklı ses de (Deupree’nin etrafta dolaşması, enstrümanları temizlemesi gibi sesler) kayıt altına alınıyor. Sonrasında tüm bu döngü, ses ve tınılar bir kez daha 12k stüdyolarında detaylı bir işçilikle gözden geçirilip, sonuçta dört uzun parçadan meydana gelen Shoals albümü ortaya çıkıyor. Shoals, derinlikli yapısı, çok katmanlı atmosferi ve bunlar arasında gizlenmiş incelikli dokusuyla enfes bir dinleti sunuyor. Oktavı artırılmış rafine elektronik seslerle zenginleşen çalışma hipnotik ve sakinleştirici kurgusuyla gerçekten dikkatli bir dinlemeyi ve yüksek bir notu ziyadesiyle hak ediyor. Okan Aydın - 9/10
Konuğumuz Lokua Kanza. Kendisi Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nden bir sanatçı. Kanza’nın yeni çalışması geçtiğimiz günlerde çıktı ve pek çok olumlu eleştiri ile taçlandırıldı. tikabasamuzik.com’a göre de bu yeni çakışması Nkolo özellikle bir önceki albümüne kıyasla çok daha başarılı ve dinleyeni kavrayıcı özelliklere sahip. Kendisi özellikle Ruanda'da yaşanan insanlık trajedisi döneminde pek çok yerli insanın kulağından eksik etmediği bir ses. Nkolo kendisinin altıncı albümü olmasına rağmen World Village sayesinde ilk uluslararası çalışması. 1993'ten beri müzik yapan Lokua Kanza, 52 yaşında ve özellikle çok renkli vokali ile tanınmakta. Beş yıl önce gelen Plus Vivant adlı tamamıyla Fransızcadan oluşan albümünün ciddî başarısızlığından sonra piyasaya çıkan Nkolo, sanatçının tekrar başarılı olduğu kulvara dönüşünün müjdecisi. Tek problem, beş yıl sonra gelen bu albümün çok kısa olması, ama ne demişler, her şey mükemmel olamaz. Zekeriya S. Şen - 7/10
En sevdiğiniz The National albümü Alligator veya Boxer’dan birisi olmayabilir fakat grubun diskografisinde yer alan bu iki kaydın başarısı sebebiyle The National’ın yayınlayacağı her albüm, öncekilerle kıyaslanmaya mahkûm. Buna bir de grubun sessiz kaldığı üç sene boyunca dinleyicinin giderek artan beklentileri de eklenince, yeni albüm çalışmaları için stüdyoya giren The National’ın bir şaheser yaratması bir nevi zorunluluk hâlini almıştı. Grubun elindeki tüm kozları kullandığı ve Sufjan Stevens, Richard Parry, Justin Vernon (Bon Iver) gibi müzisyenlerin de kayıtlar sırasında gruba eşlik ettiği High Violet, hakikaten de kusursuz bir albüm. Yine de belirtmekte fayda var: Bu kusursuzluk hayranlık verici olsa da bazı şarkılarda aşırı profesyonellikten ileri gelen bir ruhsuzluğa sebep olmuş. Grubun fanatikleri buna katılmayabilir belki, ama bu üzerinde fazlaca uğraşılmış pürüzsüzlük dinleyici ile şarkılar arasında rahatsız edici bir mesafe yaratıyor. Hâliyle, Matt Berninger’in şarkıları yanıbaşınızda söylüyormuş hissini yaratan önceki albümlerini –kıyaslamalardan özellikle kaçınsanız bile– anmamak elde değil. Albümden yayınlanan ilk single "Bloodbuzz Ohio" bir yana, "Lemonworld" ve "Afraid of Everyone" gibi şarkılarıyla High Violet defalarca dinlenebilir. Seden Mestan - 7/10
UNITE (Urban Native Integrated Traditions of Europe - Avrupa’nın Entegre Olmuş Yerli Kentsel Gelenekleri), Britanya menşeli Transglobal Underground’ın üyeleri Hamid Man Tu ve Tim Whelan’ın bir hayali, bir vizyonu ve bir projesi. Yoğun bir emeğin sonucu bir araya getirilen bu albüm, A Gathering of Strangers, bir toplama çalışma. Geleneksel ritimlerin öncülüğünde Avrupa boyunca yapılan çağdaş melodilerin bir araya toplanması. Bir müzisyenler birleşmesi ve ortak üretimi. Göç ve seyahat, çalışmanın ana teması. Dinleyenleri Kelt folklorik ritimlerinden Çekoslovak dub yansımalarına, oradan Viktoryen müzik salonlarına ve nihayetinde Balkan ve Macar ezgilerine taşıyor. Bu kadar geniş ve derin bir toplamadan herkesin beklentisi mutlaka farklı olacaktır, zira sunulan müzikal kapılar birbirinden oldukça farklı. Var olan âni dönemeçler açık olmayan kulaklar için oldukça keskin olabilir. Ancak "sabreden derviş, muradına ermiş" atasözünden yola çıkarak bu toplama albümde herkese sunulan bir lezzet var. Geleneksel Avrupa folk ritimleri ile modern ezgilerin bir araya gelmesi hiç olmadığı kadar cazibesini koruyor. A Gathering of Strangers’ın sunduğu serüvene biraz sabırlı yaklaşmanız gerekiyor zira ilk birkaç dinleyişte güzelliklerini önünüze sermekte oldukça çekingen. Zekeriya S. Şen - 8/10
Shoals
Nkolo
High Violet
A Gathering Of Strangers
AL B Ü MLER
115
ÇEŞİTLİ SANATÇILAR
GREIE GUT FRAKTION
SHINING
SMOD
Freemuse/Grappa
Monika
Indie Records
Because Music
Dünyanın dört bir yanındaki müziklerin sansürlenmesine karşı sıkı bir mücadele yürüten ve müziğin hiçbir koşulda susturulamayacağını tüm kalbiyle savunan Freemuse organizasyonunun yarı Norveçli yarı Pakistanlı sanatçı Deeyah ile kolları sıvayarak hazırladığı bu toplama albüm, İran, Afganistan, Kamerun, Lübnan, Sudan, Fildişi Sahilleri ve Türkiye gibi birçok coğrafyada sansürlenmiş, mahkemelik olmuş, hattâ işkence görmüş müzisyenlere kulak veriyor. Albümdeki müzikleri birleştiren unsur, müzikal ifade özgürlüğünün korunması gayesinin altında buluşmakta yatıyor. Yer yer hareketlenip yer yer durulan çağdaş folk tınılarından oluşan bu derlemeyi bir arada tutan bir diğer unsur da her parçadan belli düzeyde bir melankoli ve acı tat alabiliyor olmanız. Her biri kültürlerinde oldukça iyi tanınmış bu müzisyenleri bir araya getiren albümün en tatmin edici yanı ise, her müzisyenin hikâyesinin ayrı ayrı anlatıldığı kitapçığı şüphesiz. Listen To The Banned, herkesin duyarlı olması gereken bu başlığa ilgili olanlar için mutlaka sahip olunması gereken bir albüm ve sıkı bir belge. Ekin Sanaç - 8/10
Greie Gud Fraktion, en nihayetinde birlikte bir albüme imza atma kararı almış çok önemli iki Alman kadın müzisyenin ortak projesi. AGF adıyla da bilinen şair ve şarkıcı Antye Greie Fuchs ile, geçtiğimiz yıl Babylon’da da sahne almış olan ve son 30 yılın Almanya’daki elektronik müzik sahnesinin et etkin figürlerinden biri olan Gudrun Gut’un ortak çalışması olan Baustelle, Gut’un kendi plak şirketi olan Monika etiketiyle yayımlandı. Her ikisi de salt müziğin ötesine geçmeyi başarabilmiş bu iki ikonik figürün çalışması da nefes kesici bir dinleti vaat ediyor aslında. Karizmatik vokaller, primitif perküsyon darbeleri ve bunlar arasında serpiştirilmiş elektronik kurgular tam bir kulak ziyafeti sunuyor. Ara pasajlarda sertleşen ve hırçınlaşan parçalarda ikili özgün bir dil yakalamayı beceriyor. AGF’nin solo albümlerinde de karşımıza çıkan yankılı ve katmanlı ritimler Gut’un bir Almanca öğretmeni tarzındaki vokaline eşlik ediyor. Albümde bol bol törpülenmiş endüstriyel tınlar arasına yedirilmiş kırılgan ve naif bir çizgi de var. Gut sonrasında, özellikle solo performanslarını çok güçlü görsellerle destekleyen Antye Greie Fuchs’u da tez zamanda memleket sınırlarında canlı seyredebilmenin ümidiyle şiddetle tavsiye ettiğimiz bir çalışma. Okan Aydın - 8/10
Norveçli ekip Shining –evet isimlerini Kubrick’in o filminden alıyor– beşinci albümüyle birlikte yaptığı müziği kabullenip bağrına basıyor ve ona bir isim de veriyor: Black Jazz. Daha çok bir akustik caz grubu olarak yola koyulan, ardından yavaş yavaş metal geçmişini grubun kimyasına dâhil etmeye başlayan grup, Black Jazz ile bu dönüşümün doruk noktasına ulaşıyor. Shining, bugüne görülmemiş bir kıvamda metal ve cazı birleştiriyor, ki bir önceki çalışma Grindstone’da da bunun etkilerini görmek mümkündü. Ama son çalışmayla birlikte bu emsalsiz eğilimin üstüne iyice eğiliyor ve geliştiriyor. Norveç’in etkili ve yenilikçi caz etiketi Rune Gramafon’dan yayınan dört albümden sonra Indie Records isimli şirkete transfer olan grubun 2008 yılındaki Babylon performansını izlemiş olanlar aslında bu albümün de temelini birebir, canlı canlı izlemişlerdi. Grubun beyni Jorgen Munkeby’nin gitarlara da ağırlık vererek coşturduğu bu beşinci Shining albümü, yeni sularda yüzmek, biraz coşmak, biraz da kulak pası atmak isteyenler için birebir. Alper Dede - 8/10
Smod’u Manu Chao gerçeğini göz ardı etmeden tanıtmak ve dinlemek imkânsız. Evet, Smod’un müziği harikulâde, kendinizi bir deniz yatağının üzerinde hissediyorsunuz her parçada ama Manu Chao efendinin sihirli parmakları onlara dokunmasaydı ne yaparlardı, bunu bilemeyiz. Üç göçmen Fransız’dan oluşan Smod, Manu Chao’nun prodüktörlüğünde haziran ayında hayat buldu. Manu Chao ise kendi müziğini bir kenara bırakmış gibi, bu aralar prodüktörlük koltuğunda vakit geçirmeyi tercih ediyor. Manu, 2005 yılında Amadou et Mariam için yaptığını Smod için de yapabilir mi, bunu zamanlar göreceğiz. Elbette Manu Chao’nun klasik etkilerini görmek mümkün: repetitif sesler, keskin akustik gitarlar… Ve ortaya yabancısı olmadığınız, kolaylıkla uyum sağlayıp, ayak uydurabileceğiniz, kendiniz hissedeceğiniz bir müzik çıkıyor. Smod, Manu Chao’nun yeni hazinesi mi? Bence değil, ama Fransız menşeli, soslanmış, funky Dünya Müziği sevenler için de sevilesi bir albüm. Alper Dede - 7/10
AL B Ü MLER
Listen To The Banned
116
Baustelle
Black Jazz
Ca Chante
PQ
You'll Never Find Us Her
ÇEŞİTLİ SANATÇILAR Clicks & Cuts 5.0 Paradigm Shift
AMANDA JENSSEN Happyland
ORCHESTRE NATIONAL DE BARBES Randez-Vous
Mille Plateaux
Sony Music
Le Chant Du Mondel
Maarten Vandewalle ve Samir Bekaert’ten oluşan pq, Belçika orijinli bir grup. İlk albümünü Benge, Vessel, Stendec, Flotel, Sovacusa gibi isimlere evsahipliği yapan Expanding Records etiketiyle çıkaran grubun çalışması dingin sularda gezinen, akustik piyano ve gitar tınılarıyla bezenmiş başarılı bir indietronica denemesi. Sinematik vurgusu da bir hayli kuvvetli olan albümde, ambient-akustik melodilerin elektronik serpintilerle bezendiğini görüyoruz. Hemen tüm parçalarda gitarın bir adım ön planda olduğu çalışmada, melodik yapıları kuvvetli ve daha dengeli bir yapı üzerine kurgulanan "La Chapelle", "The Blind Architect", "Hidden Track","In Praise" ve "Hold Me" isimli parçalar bir adım daha öne çıkıyor. pq bu ilk albümüyle takdiri hak ederek sonraki çalışmalarına kulak kabartmakta fayda olacağının sinyalini veriyor olsa da, grubun elektroniklerde yakaladığı nitelikli kurguyu akustik enstrüman kullanımlarına pek yansıtamamış olması, albümün zayıf noktalarından birini oluşturuyor. Akustik kısmın daha statik ve uyuklatıcı bir modda olması sorununun zaman zaman aşılabildiğini en iyi gösteren parça, minimal tekno tandanslı kurgusuyla dikkat çeken, yüksek ritimli kapanış parçası "Somebody Should Repeat My Summer." Okan Aydın - 7/10
Mille Plateaux (isim, felsefeci Gilles Deleuze ve Felix Guattari ikilisinin aynı adlı kitabından geliyor) etiketi glitch, clicks & cuts, minimal tekno, velhasıl deneysel elektronik müzik sevdalılarının 90’lı yıllardaki bir numaralı mâbediyken, dağıtım ayağında yaşanan finansal sorunlar nedeniyle 2000’li yıllarda birkaç minik yeniden canlanma denemesi dışında etkin bir role bürünemeyen bir etiket hâline geldi maalesef. Nihayet son olarak Total Recall isimli dağıtım zinciri yörüngesine giren etiket, 2010 yılında üç çalışma birden yayımladı. 2000’lerin başında özellikle glitch janrı için en nadide derleme albümler olarak anılan Click & Cuts serisinin devamı olan bu çalışmada Aoki Takamasa, Ametsub, Loom, Marow ve Alinoe gibi grupların parçalarında görece dingin ve minimal yapılandırmalar eşliğinde örülen elektronik bir ses atmosferi bizi karşılıyor. Daha ziyade kulaklıklarda ses hanesine yüklenerek meditasyon şeklinde dinlenebilecek bu parçalar daha önceki Click & Cuts derlemelerine paralel bir kimyaya sahip. Ancak albümün adından anlaşılacağı üzere kalan parçalarının birçoğunda daha gergin, hırçın ve agresif bir söylem söz konusu. Özetle Mille Plateaux mu? Koy sepete… Okan Aydın - 8/10
Geçtiğimiz sonbaharda yurtdışındaki müzik marketlerde yerini alan İsveç’in 22 yaşındaki pop prensesi Amanda Jenssen’ın son albümü Happyland, bizde de biraz gecikmeli olarak tezgâhlardaki yerini aldı. İlk albümü Killing My Darlings (2008) ile ülkesinde önemli bir satış başarısı yakalayan şarkıcının Happyland albümü de aynı başarının izini sürüyor. Remiksler ve akustik yorumlarla birlikte 17 parçanın yer aldığı albümde söz ve müzikler ağırlıklı olarak Jenssen ve The Wannadies’den gitarist, şarkıcı Pär Wiksten’a ait. Kayıtları büyük ölçüde İsveç’in efsanevî Atlantis stüdyosunda yapılan albümde Jenssen’ın ilham perileri olan Edith Piaf, Nina Simone, Nick Drake ve Tom Waits’ten izlere rastlamak mümkün. Nefesli çalgılardaki usta işi arajmanların yanısıra geri vokallerdeki uyumlu kombinasyonlar ile ayrı bir zenginlik kazanan albüm, uzun yıllar geniş kitlelerce dinlenebilecek bir çalışma. Happyland hiç şüphesiz son zamanlarda pop müzik parkurunda Kuzey ülkelerinden çıkan en dikkate değer albümlerden. Sami Kısaoğlu - 8/10
Mağribî, Afrika ve Batı etkileşimlerinin akıl almaz birleşimi Orchestre National de Barbes uzun zamandır beklenen son çalışmasıyla kaldığı yerden uçmaya devam ediyor. Uçmak fiilini kullanıyorum çünkü gerçekten Youssef Boukalke ve ekibi, yarattığı müzikle insanların aklını uçurmayı başaran ender gruplardan. 1997 yılında yayınlanan konser kayıtlarından başlayarak Dünya Müziği sahnesinin en sevilen ve en saygı gören topluluklarından biri olan Orchestre National de Barbes'in hayranları arasında The Rolling Stones üyeleri dahi var. Duyduğumuza göre grubun özellikle canlı performansları efsanevî oluyormuş ancak henüz bu topraklardaki müzikseverlere nasip olmadı onları izlemek; ama canlı performanslarındaki enerji albüm kayıtlarına ne kadar yansıdığı tartışılır. Randez-Vous kesinlikle nefes kesen bir albüm ama 1997 tarihli In Concert'ı dinlediğiniz zaman adamların canlı performanslarında yakaladıkları enerjiye şapka çıkartmamak imkânsız. Kısacası Randez-Vous mutlaka edinilmeli! Alper Dede - 9/10
117
AL B Ü MLER
Expanding Record
Hazırlayan: Melikşah Altuntaş
DARK SPLENDOR David Lynch
KITA P
Hatje Cantz Kapalı bir kutu ve bir imgeler silsilesi olarak adlandırılan sineması on yıllardır tartışılan ve geçen süre içinde bir yönetmenden çok bir yöntem veya kavrama dönüşmüş olan David Lynch'in örtülü dünyasına kopuk bakışlar fırlatmak için doğru bir adres, Dark Splendor. Sanatçının, sinemasını da besleyen ve pek çoklarına göre filmlerinin esin kaynağı olarak öne çıkan çizim, fotoğraf, baskı, yerleştirme, boyama ve son dönemlerde bu listeye eklenmiş olan kompozitörlük gibi birbirinden farklı prensiplerin Lynch'in zihninden dökülen serbest bir toplaması niteliğindeki Dark Splendor, Lynch'in karanlık bir ironi ve güçlü bir sürrealizmle harmanladığı işlerinden oluşan oldukça ilginç bir kitap. Lynch'in dünyasındaki derin çukurların içinden bütünüyle bir muvaffakiyet hissi çıkartmaktan çok, o çukurlarda geçirilecek zamanın kendisiyle ilgilenen kitap, geçtiğimiz aylarda Türkiye'yi de ziyaret etmiş sanatçının, yönetmenliği dışındaki yönlerini keşfetmeyi amaçlayanlar için bulunmaz bir giriş kitabı.
P.Ç GÜVEYSİNDEN HALLİCE Aras Öztürk Çolak (samihazinses) OkuyanUs Sosyal iletişim sitelerinin büyük bir ivme kazanmasıyla, kendi ünlülerini yaratması da gecikmedi. Son bir yıldır Türkiye’de de güçlü bir salgın hâline gelen Twitter’ın 140 karakterle harikalar yaratan ve retweet rekorları kıran ünsüz ünlüleri OkuyanUs yayınlarının sahibi Cem Mumcu’yu da
118
harekete geçirdi. Dizüstü Edebiyatı adlı seriyle Twitter ünlülerinin peşisıra kitaplarını yayınlamaya başlayan Mumcu’nun seriden çıkardığı ilk kitap, 15 bine yakın takipçisi olan PuCCa nickli kullanıcının günlük bir dilde ilişkiler ve kadın olmaya dair yazılarından oluşan Küçük Aptalın Büyük Dünyası’ydı ve kitap geçtiğimiz mayıs ayında piyasaya çıkıp, kısa sürede dördüncü baskıya ulaştı. Serinin ikinci kitabı bir diğer Twitter ünlüsü samihazinses’e ait. P.ç Güveysinden Hallice adlı kitap, edebî değerinden çok, güçlü mizahı ile genç ve ağzı bozuk üslûbuyla öne çıkıyor. "Düzgün adam yok ama bir sor bakalım niye yok!" şeklindeki mottosuyla serinin bir önceki kitabına da gönderme yapan P.ç Güveysinden Hallice, günümüzün fırsatçı ve kaybeden genç erkeklerinin harbici anekdotlarla bezeli saptamalar silsilesi şeklinde de ele alınabilir. Kısacası kendini ciddîye almayan, hafif ve kolay okunan mizahî bir çalışma olarak ilgiye değer bir ürünle karşı karşıyayız.
ÇİMEN TÜRKÜSÜ Truman Capote Sel Edebiyat tarihinin en sıradışı isimlerinden Capote’nin Soğukkanlılıkla, Tiffany’de Kahvaltı gibi kült romanlarının arasında her nedense kaynamış ve yeterli ilgiyi görmemiş bir roman, Çimen Türküsü. Öyle ki, yazarın tüm kitaplarını yeniden basan Sel Yayıncılık’ın bile aklına en son gelen kitap oluyor bu özelliğiyle. Yıllar önce Varlık Yayınları’ndan çıkmış olan baskıya yetişemeyenler için Türkçede bulunabilecek en sağlıklı çeviriye sahip kitapta Capote, sadık okurları ve henüz onunla tanışmamış olanları, insanın başını okşayan bir annenin avucundaki şefkati kırık bir hüzünle harmanladığı üslûbuyla, Güney Amerika’da küçük bir kasabaya davet ediyor. Annesinin ölümünün ardından babasının iki yaşlı kuzeninin yanına gönderilen 11 yaşındaki Collin’in birlikte yaşayan bu iki kız kardeş ve onların hizmetçileriyle geçirdiği günleri anlatan Capote, pastoral tasvirleriyle insanın içine işleyip, çocukken yanlarına gönderildiğimiz akraba evlerinin yabancılığını yeniden hatırlatıyor bizlere.
Yazarın Başka Sesler, Başka Odalar’da olduğu gibi aidiyet ve yuva gibi kavramları irdelediği Çimen Türküsü, toplumun dışına ittiği kahramanları ve onların hayata bakışındaki nüanslarla da tadı damakta kalan bir roman.
TAKE 100: THE FUTURE OF FILM: 100 NEW DIRECTORS Phaidon Yayınları Editörleri Phaidon Bir on yılı kapatıp, bir diğer on yıla girmişken yapılması en zevkli şeylerden biri herhalde listeler hazırlamak. Hazır fırsatını bulmuşken önceki yılların en iyileri, en kötüleri, en sıradışı ve ezber bozanı ardısıra listelenir ve bu listeler illa ki ilgilisine ulaşır. Phaidon'un editör ekibi son on yılı baz almış olmasa da sinemanın son yıllarına genel bir bakış atmış ve film sanatının geleceğinde adını sıkça duyacağımıza kanaat getirdikleri yönetmenlerden 100 tanesini ardı ardına sıralamış. Take 100: The Future of Film: 100 Directors, içlerinde Tom Ford (A Single Man), Sarah Polley (Away From Her) gibi popüler isimleri de barındırsa da, ağırlıklı olarak Christian Mungiu (4 Months, 3 Weeks and 2 Days), Florian Henckel von Donnersmarck (Lives of Others), Ari Folman (Waltz With Bashir) ve Maren Ade (Everyone Else) gibi uluslararası festivallerden büyük ödüllerle dönen festival yıldızlarına, bağımsız sinema ve sanat sinemasının yeni dönem çıkış yapan yönetmenlerine odaklanıyor. Hattâ bu konuda o kadar net bir tavır takınıp popüler sinemada çığır açan yeni yönetmenleri öylesine net bir biçimde görmezden geliyor ki, dünyaca ünlü sinema dergisi Empire'ın son sayısı, kitaba "Verdiğiniz paraya değmeyecek kadar kullanışsız" yorumunu yapabiliyor. Doğrusu ortada o kadar da vahim bir durum yok. Zira kitap, ilgilisi için değerli bir dönem dökümü olmayı beceriyor.
SAVAŞ SIRASINDA YAŞAM (2009) Kanal D Home Video
THE THIN RED LINE (1998) Criterion
CLINT EASTWOOD: 35 FILMS 35 YEARS Warner Home Video Bugün artık 80 yaşındaki Clint Eastwood hakkında şimdiye dek dillendirilmiş en matrak ve en doğru yorumu sanırım yönetmen Edgar Wright yapmıştır: "En sevdiğim ve saygı duyduğum yönetmen Clint Eastwood... Yalnızca yüzüne bakmanız yeterli. Adamın yüzü Rushmore Dağı gibi!" Gerçekten de Eastwood'un alnındaki her bir çizgi, onun Amerikan sinema tarihine
BORED TO DEATH (2009) HBO Home Video Sevgilisi tarafından çok fazla esrar ve beyaz şarap içtiği gerekçesiyle terk edilen ve bir süredir zorlu bir tıkanma dönemi geçiren beş parasız yazar Jonathan Ames'in para kazanmak için başladığı ufak tefek dedektiflik işleriyle değişen yaşamını konu alan Bored to Death, özgün dili ve keyifli anlatımıyla, geçtiğimiz sezonun HBO dizileri arasından başarıyla sıyrılmıştı. Son dönemin yıldızı parlayan genç oyuncularından Jason Schwartzman'a, Hangover'la önemli bir çıkış yaptıktan sonra yakın dönem komedi filmlerinde yan rollerde görmeye iyice alıştığımız Zach Galifianakis ile en son Damages ve Curb Your Enthusiasm'da konuk oyuncu olarak gördüğümüz deneyimli aktör Ted Danson'ın eşlik ettiği dizinin sekiz bölümden oluşan ilk sezon DVD'si de geçtiğimiz günlerde Amerika'da satışa çıktı. Oliver Platt, Jim Jarmusch, Parker Posey, Kristen Wiig gibi isimlerin konuk oyuncu olarak yer aldığı bu sevimli dizinin eylül ayında başlayacak ikinci sezonu öncesinde edinip, kaçırdığınız bölümleri bir an önce tamamlamak için oldukça işlevsel bir DVD setle karşı karşıyayız.
119
DVD
Sean Penn, George Clooney, John Trovolta, Adrien Brody, John Cusack, Nick Nolte, Woody Harrelson, James Caviezel, John Savage, Elias Koteas, Thomas Jane, Jared Leto, Ben Chaplin, Tim Blake Nelson, Nick Stahl ve döneminin en yeteneklileri arasından bir araya getirilmiş daha nicesi, dudağının arasından dökülecek bir çift söz için Terrence Malick'in etrafını sarmış ve üç saatlik bu vakur destanın başlıca rollerine yerleşmişti bundan 12 yıl önce. İnce Kırmızı Hat / The Thin Red Line, sinema tarihinin görüp görebileceği en naif ve en yalın anları, bir savaş filminin atmosferinde nedamet, öfke, boşluk gibi hislere bulayıp, pahalı bir Hollywood prodüksiyonunun zihinde oluşan tüm algı ve kalıplarını meditatif yöntemlerle darmadağın ediyor. 70'li yılların iki katıksız başyapıtı Badlands ve Days of Heaven’ın yönetmeni Terrence Malick'in 20 yıl sonra dönüş yaptığı beyaz perdeye, üstünden başından ustalık akan bir kucaklaşma niteliğindeki armağanı The Thin Red Line, nihayet hak ettiği saygınlıkta bir sürüm ile Criterion Collection'dan eylül sonu itibariyle arşivlerimize katılıyor.
Amerikan bağımsız sinemasının nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden Todd Solondz'un 90'lı yılların ikinci yarısına damgasını vuran filmlerinden Mutluluk/Happiness’ın izinden gidip, benzer bir şablonu 2000'li yıllara uyarladığı son filmi Savaş Sırasında Yaşam / Life During Wartime, bu ay Kanal D Home Video tarafından yayınlanıyor. Amerikan aile değerlerini ironik ve keskin bir mizahla alaya alırken, karakterlerine son derece korumacı ve itinalı yaklaşan Solondz'un birbirine irili ufaklı bağlarla eklemlenmiş bir grup insanın hayat içindeki kıvranışlarını, birbirinden bağımsız ruh hâllerine sahip mizansenler üzerinden ele aldığı Savaş Sırasında Yaşam, Solondz'un aradan geçen zamana rağmen zerre kan kaybetmediğini kanıtlar cinsten. Geçtiğimiz yılki İstanbul Film Festivali'ne filmiyle birlikte konuk olan ve buradaki hayranları tarafından da ilgiyle karşılanan Solondz'un Savaş Sırasında Yaşam’ının aynı zamanda geçen yıl Venedik Film Festivali'nden en iyi senaryo ödülüyle döndüğünü eklemekte yarar var.
sunduğu bir armağandır. Bu çok yönlü sanatçının uzatmalı yapım şirketi Warner Bros. da ustaya saygıda kusur etmeyerek bu armağanları, şık bir antolojide bir araya getirerek, Eastwood'un sevenlerine sunuyor. "Clint Eastwood: 35 Films 35 Years", sanatçının hem oyuncu hem de yönetmen olarak yer aldığı 34 filmini, The Eastwood Factor adını taşıyan bir belgesel, bir kitapçık ve görsel seti ile birleştiren eşsiz bir box set. Hem Eastwood sinemasını yakından tanıyıp sevenlerin, hem de yıllardır ertelediği bu buluşmaya nihayet teşrif etmek için bir bahane arayanların ilaç niyetine temin edebilecekleri set, eylül ayı ile birlikte Amerika'da ve çeşitli Avrupa ülkelerinde satışa çıkıyor.
BABYLON'DA BU SEZON İşte karşınızda Babylon’un önündeki 3 aylık programından öne çıkan isimler...
Tindersticks 20-21 Eylül
Ada’nın efsane ismi Tindersticks, Charm Music işbirliğiyle 20 ve 21 Eylül tarihlerinde iki gece üst üste Babylon’da sahne alıyor. Stuart A. Staples’ın bariton vokalleri önderliğinde 20 seneye yakın süredir üretimine devam eden Tindersticks’in büyüsü rock altyapılarına kattıkları soul ve caz çeşnilerinde; aranjmanları ve performanslarında yer verdikleri piyano, glockenspiel, vibrafon, keman, trompet, klarnet, org ve fagot gibi alışılmışın dışında enstrümanlarda yatıyor. Orkestra düzenindeki bu görkemli performansları, onları zaman içinde indie rock camiası tarafından el üstünde tutulan bir topluluk hâline getirdi. Staples, 2005 yılında solo çalışmalarına ağırlık vererek iki albüm yayınladıysa da, bu Tindersticks için bir son değildi. Yeniden yapılanan grup, birkaç kadro değişikliğinin ardından bu sene sekizinci albümü Falling Down A Mountain ile yeniden çalma listelerinde yerini aldı. Kendi çalışmalarının yanısıra Trouble Everyday ve White Material gibi Fransız filmlerinin müziklerine de el atan bu efsaneyi canlı canlı izlemeye hazırlanın.
Roberto Fonseca
4 KASIM
Kübalı jazz piyanist Roberto Fonseca, müzikle içli dışlı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve henüz 24 yaşındayken Javier Zalba ve Temperamento grubuyla kaydettiği ilk albümü En El Comienzo’yu yayınlayarak “Küba’nın En İyi Jazz Albümü” ödülüne layık görülmüş. Müthiş karizması, büyüleyici sesi ve olağanüstü tekniğiyle yükselen bir kariyer çizen Fonseca, Buena Vista Social Club ile yaptığı turneler, Rubén González, Ibrahim Ferrer, Cachaito, Guajiro Mirabal ve Manuel Galbán gibi isimlerle yaptığı ortak çalışmaların ardından kendi kompozisyonlarına yönelmiş. Ona yön veren klasik müzik, jazz ve geleneksel Küba tınılarından yola çıkarak yarattığı dünyayla son olarak 2009 yılında gelen Akokan isimli albümde karşılaşmıştık. Büyük gelecek vadeden, Küba müziğinin bu parlayan yıldızının etkileyici performansı bu sezon Babylon sahnesinde.
120
Sophie Ellis Bextor
10 ARALIK
İngiliz pop müziğinin çekici ismi Sophie Ellis-Bextor’u, 2000 yılından beri sürdürdüğü başarılı solo kariyeriyle tanıyoruz. İlk olarak, çıktığı sene yılın şarkısı seçilen “Groovejet (If This Ain’t Love)” adlı parçası ve nefes kesici vokalleriyle kulağımıza yapışan Bextor’un müziği pop, disko ve 80’lerin kalıcı izlerini taşıyan dinamik bir yapıya sahip. Geçtiğimiz yaz Straight To The Heart isimli dördüncü albümünü yayınlayan sanatçı, pop müzik dünyasındaki 10. yılını kutladığı bugünlerde, baştan çıkaran şarkıları, en az kendisi kadar güzel olan sesi ve müthiş danslarıyla Babylon sahnesini ele geçiriyor.
Us3 20-21 EKİM 20 senedir faaliyette olan Londralı jazz-rap topluluğu Us3 ismini, prodüktörlüğünü Blue Note Records’un kurucusu Alfred Lion’un üstlendiği Horace Parlan kaydından alıyor. Geoff Wilkinson’un kurucusu olduğu Us3 tınıları, Blue Note kataloğundan klasikleri sample’layarak şekillendirdikleri füzyonlarıyla yola çıkmış olsa da sonradan Wilkinson’un nu jazz ve Latin sevdasıyla çeşnilenmiş ve onları dünya turnelerinin kucağına bırakmış. 90’ları devirirken The Independent tarafından Yılın En İyi Caz Müzisyenleri tanımına layık bulunan ekibin milenyumdaki dönüşü son olarak geçtiğimiz sene gelen Stop. Think. Run isimli albümle taçlandı. Us3’nin eklektik müziğini kalabalık kadrosundan canlı dinlemek bir ayrıcalık. Babylon sahnesinde iki gece arka arkaya gerçekleşen bu performans için sıkı tutunun.
Hercules & Love AffaiR 23 EKİM
New York kulüp kültürünün yetiştirdiği prodüktörlerden olan Andrew Butler, 2008 yılında "Blind" isimli single’ını yayınladı. Bu single için Antony & The Johnsons’ın sesi Antony Hegarty vokallerini bahşedince hâliyle ortalık yerinden sallandı. Butler’ın Tim Goldsworthy ile birlikte hazırladığı, kısa süre sonra gelen ilk albüm ise elektro disko ve erken house klasiklerine duyulan sevginin pekiştirilmesiyle Hercules & Love Affair’i arananlar listesine aldı. İkinci albümünü 2010 sonbaharına saklayan ekip, bu yeni albümün turnesine Bayblon’da yapacağı performansı da dâhil ediyor ve hayranlarının yüreklerini hoplatıyor.
121
Senor Coconut 16 Aralık
90’ların başında onlarca farklı müzik altına girerek dans müziği prodüksiyonlarını dünyayla paylaşan Alman sanatçı Uwe Schmidt’i, 1996 senesi itibariyle Señor Coconut olarak da tanımaya başladık. Kendisi bu zman zarfı içinde Avrupa’dan uzaklaşarak Şili’ye yerleşti ve 2000 yılında El Baile Alemán isimli, Kraftwerk klasiklerini Latin enstrümanları ve ritimleri kullanarak yorumladığı bir albüm hazırlayarak dikkatleri üzerine çekti. Ardından gelen Fiesta Songs ise benzer bir muameleyi aralarında “Smooth Operator”, “Beat It” ve “Smoke On The Water” gibi hit’lere yapıyordu. Señor Coconut 2006’da yine karizmatik bir hamle yaparak Japonya’nın Yellow Magic Orchestra’sına ithafen Yellow Fever’ı kaydetti. 2008’in Around The World’u ise Schmidt’in dünya çapındaki hit’lerden elektro-Latin parçaları yarattığı, yine sihirli bir albümdü. Bugüne kadar Towa Tei, Burnt Friedman, Mouse On Mars, Akufen, Schneider TM ve Nouvelle Vague gibi çok sayıda sevgili isimle birlikte çalışmalar yapmış Señor Coconut ile Babylon, sezonun en kıpır kıpır ve en heyecan verici gecelerinden birine hazırlanıyor.
Seu Jorge & Almaz 5-6 kasım
Brezilyalı müzisyen Seu Jorge, aktörlük kariyeri ve kaydettiği film müzikleriyle yaygın olarak tanınan bir sanatçı. Kendisini City Of God’daki rolünün yanısıra, asıl olarak Wes Anderson’un etkileyici The Life Aquatic With Steve Zissou filminden de hatırlamak mümkün. Jorge, bu filmin müziklerinde Portekizce yorumladığı David Bowie şarkılarıyla büyük sükse yapmış, dikkatleri üzerine toplamıştı. Bu sene içinde, Nação Zumbi ekibinden davulcu Pupillo ve gitarist Lucio Maia ile müzisyen Antonio Pinto’yu da yanına alarak Seu Jorge & Almaz olarak kaydettiği soul yüklü albümünü yayınlayan Seu Jorge’nin güçlü bariton vokali görkemli bir enstrüman yerine geçiyor. Etkileyici sahne performansıyla izleyiciyi heyecanlandırarak müziğin içine hapseden Jorge, Brezilya müziğinin kudretini paylaşmak için geliyor.
Lou Rhodes
10 Kasım
Lou Rhodes, kışın soğuk rüzgârlarını eşsiz vokaliyle kırmaya geliyor. Lamb grubunun solisti ve şarkı yazarı olarak bilinen Rhodes, grubun dağılışının ardından 2006’da kendi plak şirketi Infinite Bloom’u kurarak solo albümlerini yayınlamaya başlamıştı. Lamb’e aşina, fakat folk yanı daha ağır basan tınıların peşinden giden sanatçı, eşsiz vokali ve yoğun duygusallıktaki şarkı anlatımlarıyla İngiltere’nin yetiştirmiş olduğu en önemli şarkı yazarlarından biri sayılıyor. Geçen yıllar Lamb’i yeniden bir araya getirip turnelere çıkardıysa da Rhodes solo kariyerinden ödün vermedi. Bu senenin başlarında gelen One Good Thing adlı yeni albümü, bundan sonra yapabileceklerinin habercisi oldu. Kasım ayında İstanbul Rhodes’a Babylon’da kavuşuyor. 122
Uluslararası Akbank Caz Festİvalİ Babylon’da Bu sene 20. yaşını kutlayan Uluslararası Akbank Caz Festivali, Pozitif organizasyonuyla 23 Eylül – 12 Ekim tarihleri arasında izleyiciyle buluşuyor. İmer Demirer Quartet_ 23 Eylül Festival, Türk cazının saygın trompet sanatçılarından İmer Demirer ve arkadaşlarının performansıyla açılışı yapıyor.
Graham Haynes 27 Eylül Caz davulcusu Roy Haynes‘in oğlu Graham Haynes, sentezin içinde yer bulduğu sürükleyici bir performansla geliyor.
Okay Temiz 3+1 Project // Aka Moon & Mısırlı Ahmet 24 Eylül Festivalde vurmalıların ustası Okay Temiz, Fransız perküsyoncu Xavier Desandre Navarra ve Minino Garay’ın eşliğinde Nedim Nalbantoğlu’nun büyüleyici kemanını da konuk eden yepyeni projesi 3+1 ile sahne alıyor. Aynı gece, eklektik müzik araştırmaları kapsamında Türk müziğini mercek altına alan Aka Moon, Mısır ve Türk geleneksel müziğinden ilham alan Mısırlı Ahmet’in darbukasıyla Babylon sahnesinde yerini alıyor.
Nills Petter Molvaer 28 Eylül Norveç modern caz ekolünün temsilcilerinden Nils Petter Molvaer, caz ve ambient müziği birleştiren çekici tarzıyla izleyicilerle buluşuyor.
Aydın Esen & Wolfgang Muthspiel // İlhan Erşahin’s İstanbul Sessions 25 Eylül Piyanist Aydın Esen’in Avusturyalı usta gitarist Wolfgang Muthspiel ile gerçekleştirdiği ortak performansın ardından İlhan Erşahin’in İstanbul ile arasındaki bağlarını yansıtan Istanbul Sessions sahnede. Alp Ersönmez Quartet // Barbarlar feat. Craig Harris_ 26 Eylül Kangroove, Quartet Muartet, Wax Poetic, İstanbul Sessions gibi grupların yanısıra Sertap Erener ve Nil Karaibrahimgil gibi Türk popçularının da bas gitaristliğini yapan Alp Ersönmez ve arkadaşlarının performanslarından sonra festivalin en özel konuklarından biri, modern cazın usta ismi Barbarlar, ünlü tromboncu Craig Harris ile birlikte sahnede.
Wax Tailor 29 Eylül Tarzı DJ Shadow ve RJD2 gibi isimlere benzetilen Fransız trip hop/hip hop prodüktörü Wax Tailor Babylon’u keyifli bir geceye hazırlıyor. Burhan Öçal & Jamaladeen Tacuma 30 Eylül Festivalin en çarpıcı buluşmalarından bir diğeri de darbuka ustası Burhan Öçal ve Amerikalı efsanevî funk basçısı Jamaaladeen Tacuma’nın buluşması. Aronas 1 Ekim Aslen Yeni Zelandalı, şu an İngiltere’de yerleşik sanatçı, klasik piyano, caz, punk, rock ve Karayip perküsyonlarını birbirine harmanlamaya hazırlanıyor. Calibro 35_ 2 Ekim 60’lar ve 70’ler İtalyan klasiklerini ve film müziklerini çağdaş dokunuşlarla harmanlayan ekip Calibro 35’in zamanın ötesindeki tınıları Babylon sahnesinde. Instant Composers Pool Orchestra_ 3 Ekim Festivalin beklenen konuklarından Hollandalı emprovize müzik ve caz topluluğu ICP Orchestra’nın güçlü kadrosuyla Babylon heyecan yüklü bir atmosfere bürünüyor.
123
BABYLON ÇEŞME'DEYDİ Babylon, iki yepyeni mekanı Babylon Aya Yorgi ve Monk by Babylon ile Çeşme’de dolu dolu bir yaz geçirdi.
124
Marcia Castro Marcia Castro kimdir? Müziğe, insanlara ve hayata âşık birisi. Bu yoğun duyguya âşığım ben, bu yüzden de buradayım ve sizler için müzik yapıp şarkı söylüyorum. Müzikal kariyerin nasıl başladı? Müzik kariyerime 16 yaşımda başladım ve sonrasında da kendimi müziğe adadım. Bahia Federal Üniversitesi’nin müzik bölümünde okumaya başladım ve birkaç müzikal tiyatroda solist ve akustik gitarist olarak yer aldım. 2003’te, 25 yaşındayken ilk solo şovum olan No Arco de Lua, a Linha do Sol’u gerçekleştirdim ve bu şov ile Bahia bağımsız müzik camiasında çok önemli kabul edilen üç Caymmi ödülüne layık görüldüm. Sonrasında prodüktörlüğünü Luciano Salvador Bahia’nın yaptıgı Pecadinho isimli ilk albümümü kaydettim. Albüm 2007 yılında piyasaya çıktı. Devamında ilk olarak Brezilya’da, kısa bir süre içinde de dünya çapında konserler birbirini takip etti. Sao Paulo’ya yerleştim, bu şehir benim ilham kaynağım. Tüm dünyadan farklı tarz müzik ve müzisyenlerle tanışıp müzikal açıdan beslenmemi sağlıyor. Müziğinde seni en fazla etkileyen faktörler nelerdir? Kendi hayatım, tanıştığım insanlar, gün içinde başıma gelen sıradan olaylar, tatile gittiğim şehirler... Tam anlamıyla hissederek yapıyor olduğum her şey, tüm bunlar benim ilham kaynaklarım. Sana göre en iyi üç müzisyen/grup/albüm kimlerdir, hangileridir? İlk üçü seçmek oldukça zor!!! Yüzlerce sayabilirim... Nina Simone, Chico Buarque de Holanda, Serge Gainsbourg, Polar Bear, Tom Waits, Elza Soares, Mulatu Astatke, Nação Zumbi, Tom Zé... ve daha niceleri…
Röp: Levent Dokuzer Foto: Gokhan Kali
Bir Brezilyalı olarak, tatil için Brezilya’da nereleri tercih edersin, bize nereleri tavsiye edersin? Bahia, doğdugum bölge. Brezilya’nın tamamı muhteşem aslında, tüm plajlar ve sahil şeridi görülmeye değer... Praia do Forte, Boi Peba, Moreré, Itacaré.... Yemekle aran nasıl? Brezilya mutfağından favorin nedir? Brazilian Acarajé ve Bahia tarzı Moqueca de Camara. Geleneksel Bahia tarzı, tek kelime ile muhteşem. Türkiye’ye ilk gelişin. Senin gözünden Türkiye’yi dinleyebilir miyiz? Evet, ilk kez geliyorum ve muhteşem vakit geçiriyorum. Samimî insanların ve atmosferin keyfini çıkartıyorum. Bence Türkler ve Brezilyalılar birçok yönden birbirine benziyor. Kendimi burada hiç yabancı gibi hissetmedim, çok enteresan ama evde gibiyim... Peki, Türkiye’de sana en garip gelen nokta nedir? Burası [Çeşme] için konuşuyorum: rüzgâr... Çok kuvvetli ama yine de sevdim ve alıştım. Son olarak, bizi bekleyen sürprizler var mı? Yeni projelerin nedir? Monk’ta çaldığım yeni ekibimle birlikte (hepsi muhteşem sanatçılar) ikinci albümümü kaydediyorum, gelecek sene çıkmış olacak. Umarım albüm çıktıktan sonra yine Türkiye’ye gelip çalma ve müziğimizi paylaşma fırsatımız olur.
125
126
Röp: Levent Dokuzer Foto: Gokhan Kali
MELANIE PAIN Melanie Pain kimdir? Melanie Pain, Fransız bir şarkıcıdır... Son beş senedir Nouvelle Vague ile birlikte turnelere çıkıyorum. 2009 Eylül ayında ilk albümüm olan My Name’i piyasaya çıkarttım ve sonrasında gittiğim her yerde kendi şarkılarımı söyledim. Müzikal kariyerine nasıl başladın? Kaza eseri... Yakın arkadaşım Villeneuve’e yeni albümü için vokal yaptım ve bu esnada Marc Collin demoları duydu... Olanlar oldu. Marc, Nouvelle Vague’ın ilk albümünde cover şarkılar söylemem için beni çağırdı. Gerçekten çok stresliydi benim için. Söylediğim ilk şarkı "This Is Not a Love Song", ilk konserim ise Paris konseri oldu, sonrasında hep turnedeydim... İşte böyle... Müziğinde seni en fazla etkileyen faktörler nelerdir? Melankoli. Üzgünlüğün verdiği keyif, mutluluğun verdiği mutsuzluk... Karmaşık duyguları seviyorum, bana gerçekten ilham veriyorlar ve şarkı sözü yazmam için gerekli enerjiyi ve ilhamı sağlıyorlar. Sana göre en iyi üç muzisyen/grup/albüm kimlerdir, hangileridir? Diğerlerini sınırlamak zor ama ilk üç sanatçım kesinlikle Nina Simone, Sam Cooke ve Cat Power. Tatil için Fransa’da nereleri tercih edersin, bize nereleri tavsiye edersin? Province (taşra) bölgesi: lavanta kokuları, şarap, zeytin ağaçları, derin mavi gökyüzü... Fransız mutfağından favorin nedir peki? Hımm... Şarap. Yemekle gelen iyi bir şaraba asla hayır demem. Türk mutfağında ise börek ve Türk kahvesi… Bildiğim kadarıyla Türkiye’ye birçok kez geldin. Senin tarifinle Türkiye nasıl bir ülke? Evet, beş altı kere geldim. Çoğunda İstanbul’a, iki kez de Çeşme’ye. Söyleyecek çok şey. Tek kelimeyle fantastik. Türkiye’de sana en garip gelen nokta nedir? Nouvelle Vague’ın büyük başarısı… Gerçekten çok şanslıyız. Hâlâ Türkiye’de verdiğimiz konserlerde tüm şarkılara herkesin eşlik etmesine ve tüm hayranlarımızın enerjisine inanamıyorum. Bir keresinde Babylon konserimizde mikrofonu bir dinleyiciye uzattım ve mikrofonu elimden kapıp şarkımızı A’dan Z’ye tek bir hata yapmadan müthiş bir şekilde söyledi. Neler hissettiğimi anlatamam... Bizi bekleyen yeni projelerin nedir? Nouvelle Vague’ın dördüncü albümü için birkaç yeni şarkı yazdım. Çok heyecanlıyım ama bir müddet daha turnelere devam.
Babylon Ürünlerini Babylon gişeden ve internet sitesinden satın alabilirsiniz.
Babylon tişörtleri:
Babylon tişörtleri yeni serisi ile dönüyor. Sekiz yeni tasarımıyla yepyeni tişörtler Babylon shop'lardan satın alınabilir.
Babylon dergi
Babylon dergisinin sonbahar sezonu 5. sayısı kasım sonuna kadar raflarda kalacak. İlk dört sayımızı kaçıranlar eski sayıları Babylon gişeden temin edebilirler.
Babylon is Music... Music is Love... Vol.1
Babylon is Music... Music is Hot... Vol.2 Babylon is Music... Music is Soul... Vol.3 Babylon is Music... Music is Passion... Vol.4 Babylon is Music... Music is Fresh... Vol.5
Babylon 10. yıl kitabı
Bu kitap, İstanbul'un kültür ve eğlence hayatında büyük bir değişimi ve Asmalımescit'in bugün şehrin en gözde semtlerinden biri olma sürecini başlatan, canlı müzik mekânı Babylon'un geride bıraktığı ilk 10 yılın görsel ve yazılı bir özetidir. 128
Babylon Hediye Çeki
Sevdiğiniz kişilere hediye olarak verebileceğiniz Babylon Hediye Çekleri yeni sezonumuzun fırsatları arasında. 30 TL, 50 TL ve 70 TL'lik hediye çekleri, tüm konserler için gerçerli olup Babylon gişede bilet tutarından düşülüyor.
Babylon’un müzİğİ her an yanı başınızda. Radyo Babylon yayında. Pozitif’in canlı müzik mekanı Babylon’un geçtiğimiz aylarda test yayınlarına başlayan, internet radyosu projesi yeni sezonla birlikte dinleyicilerine merhaba diyor. 1999’dan bu yana müzik ekseninde giderek genişleyen bir dönüşüm hareketinin sürükleyicisi olan Babylon, kendi adına çıkardığı kitap, derleme CD ve dergi projelerine yeni bir halkayı da Radyo Babylon ile ekliyor. Radyo Babylon, Babylon’un 10 yıllık geçmişinin ve Pozitif’in 20 yıllık sektör birikiminin bir yansıması olarak nitelikli, seçilmiş ve yenilikçi bir içerikle, geniş bir müzikal yelpaze üzerinden dinleyenlerine ulaşmayı hedefliyor. Radyo Babylon bir internet radyosu olarak, coğrafi sınırları aşıp müziğin evrensel diliyle ritim, melodi ve seslerden örülü bir dünyaya kapı aralamayı amaçlıyor. Oldukça zengin ve eklektik bir müzikal yelpaze içinden, 10 yıl boyunca Babylon ile bir anlamda özdeşleşmiş önemli müzik tarzlarının en nitelikli ve güncel örneklerinden oluşan, seçilmiş parçalar ve belirli türlere odaklanan özel kuşak programlar Radyo Babylon’un ana omurgasını oluşturuyor. Günün 24 saati “iyi müzik” ekseninde yeniliğin, yaratıcılığın ve farklılığın şekillendirdiği Radyo Babylon’da caz, rock, indie, latin, reggae ve elektronik tınıların yanısıra dünya müziğinin de en seçkin örneklerini bulmak olası. Farklı janrlar arasında dengeli ritim ve melodilerin rehberliğinde oluşturulan yayın akışı, özel DJ programları ve belli türler üzerine odaklanan kuşaklarla daha da zenginleşecek. Eskiyle yeninin, gelenekselle modernin, akustik ile elektroniğin uyumlu birlikteliklerinden süzülecek tınılarla müziğin sınırsız coğrafyasının heyecan verici seslerine kulak kabartmak için sizleri www.radyobabylon.com adresine bekliyoruz.
IndIe NatIon @ Babylon !
90’lardan bu yana müzik piyasasındaki büyük ve ticari bazlı plak şirketlerinin yörüngesinden çıkmak ve majör firmaların sanatçılara empoze etmeye çalıştıkları kısıtlardan sıyrılmaya çalışan; böylelikle kendilerine alternatif bir üretim ve dağıtım yolu olarak bağımsız plak şirketleri ile çalışmaya karar veren müzisyenler, aslında zaman içinde hem bir müzikal tavrın hem de bir tarzın isim babası oldular. O günden bu yana bir anlamda bu karşı duruşu temsil eden “Indie” kelimesi (bağımsız anlamına gelen Independent kelimesinin kısaltılmışı), müzikseverlerin de standart formların dışında farklı lezzetler barındıran müziklere ulaşabilmelerinini de yolunu açtı. İşte Babylon yeni sezonla birlikte punk erasının “kendi kendine yap” (DIY – Do It Yourself) mottosunun bir anlamda 90’lar ve 2000’lerdeki temsilcileri sayılabilecek bağımsız gruplara ev sahipliği yapacağı yeni bir seriyi yine Ekim ayı ile birlikte başlatmayı hedefliyor.
Paso MÜzİk kart Pozitif titreşimlerin müdavimlerine özel PasoMüzik kartı, müzikseverlere ayrıcalıklar sağlıyor. Babylon Istanbul, Babylon Aya Yorgi ve Monk by Babylon mekanlarında tüm yiyecek-içecek alışverişlerinizde, belirli etkinlik girişlerinizde ve Babylon Shop’ta avantajlı pasonuz olacak PasoMüzik kartınızı Babylon Gişe’den temin edebilirsiniz. PasoMüzik dünyasından yenilikler için takipte kalınız...
Babylon’da Akustik Geceler !
Zengin programını her daim farklı projelerle geliştiren Babylon aynı zamanda yerli sanatçılar için de önemli bir performans merkezi olmayı hedefliyor. 20-21 Eylül tarihlerinde düzenlenecek Tindersticks konserleriyle 2010-2011 sezonun açılışını yapacak olan Babylon’un Ekim ayı ile birlikte müzikseverlere sunacağı yeni projelerinden biri de “Babylon Unplugged” serisi olacak. Etkinlik kapsamında Türk Rock müziğinin önde gelen isimleri akustik performanslarıyla Babylon sahnesinde sevenlerine farklı bir frekanstan seslenecekler.
Babylon’dan bir yenilik daha. “Label NIghts !”
Bugüne dek çok farklı müzik tarzlarından yüzlerce müzisyeni sahnesinde ağırlayan Babylon, yeni sezonla birlikte farklı bir geceye daha evsahipliği yapacak. Proje kapsamında elektronik müzik sahnesinin önde gelen plak şirketlerinin sanatçıları hem canlı performanslarıyla hem de DJ setleriyle Babylon müdavimlerinin karşısına çıkacak. Her ay farklı bir plak şirketinin konuk olacağı gecelerde Kompakt, Warp, Bpitch Control, Ninja Tune, Get Physical ve Poker Flat gibi saygın ve her biri referans kabul edilen plak şirketleri tanıtılacak. Ekim ayı ile birlikte başlayacak olan serinin ilk konuğu ise Köln / Almanya orjinli Kompakt plak şirketi. 1998 yılında kurulduğundan bu yana elektronik müzikteki “Köln” tarzının en önemli temsilcilerinden biri olan Kompakt, sadece bir plak şirketi olmanın ötesinde çatısında barındırdığı farklı alt-etiketler, temsil ettiği geniş müzisyen ve DJ portföyü ile Kıta Avrupası minimal elektronik müziğinin en söz sahibi adreslerinden biri. 22 ekim tarihlerinde ilki gerçekleştirilecek olan serinin ilk ayağında Kompakt etiketinden Michael Mayer ve Robag Wruhme DJ setleriyle, Jatoma ise “live” performansıyla müzikseverlerin karşısına çıkacak.
129
130
131
132