ESKİDEN ERZURUM’DA KADIN VE ERKEK GİYSİ BİÇİMLERİ
Erkeklerin alttan giydikleri şalvara Erzurum yöresinde "zığva" denir. Zığvalar genellikle cepsiz olurdu. Belden lastikli veya beli bir kaytanla bağlanarak tutturulan cepsiz zığvaları genellikle gelir düzeyi düşük insanlar giyerdi. Belki de ceplerinde taşıyacak pek bir şeyleri olmadığından cebe de fazla ihtiyaç duymuyorlardı. Bu şalvarlarda cep olmaz, yanlarda işlenen kaytanlar olurdu. Yine de isteğe bağlı olarak "yarma" denilen cepler açılırdı. Daha çok yaşlıların, köylülerin ve çiftçilerin giydiği bu zığvaya "güngörmez zığva" da denirdi. Meşakkatli hayat sürenlerin giydiği zığva? İlkel tezgâhlarda dokunan kumaşlardan; Tortum, Oltu, Yusufeli'de dokunan yerli şallardan (kumaşlardan) yapılırdı. Güngörmez zığvanın biraz daha dar paçalısı, genellikle orta yaşlıların giydiği "kadı biçimi zığva"da cep olurdu: yan cepler? Cepsiz olan daha dar zığvaya, "doğramalı zığva" denirdi ve gençler giyerdi. Yokluktan varlığa, gelenekten modern hayata geçtikçe cepli kıyafetler ve kıyafetlerdeki cep sayısı artmaya başlamıştı Anadolu insanının? Önceleri belden aşağı hiç cebi olmayan Anadolu insanı, daha sonra yan ceple tanışmıştı ve sonra arka ceple? Arka cep, pantolonla birlikte dünyamıza girdi. Kilot pantolondan (süvari pantolonlar) önce, halk arasında yaygın olan zığvalarda arka cep olmazdı. Kimi pantolonlarda sadece sağ arka cep kimilerinde iki arka cep vardı. Bu cepler, yan cepler gibi iç cep şeklindeyken 1960'lardan sonra pantolon arkasına yama gibi dış cepler dikilmesi yaygınlaştı. Yani kot pantolondan çok önce kumaş pantolonlarda arka cep dışarı atılmıştı bile? Anadolu insanı, arka cep yaptırmaktan imtina etmiştir. Müeddeb karakterin dışavurumuydu bu. Çünkü zatında değerli olan insan üzerinde taşıdığı her eşyası saygıya hürmete lâyıktı. Eski adamların her eşyası onun adeta dünya yoldaşıydı, birçok özel eşyasına evladına bakar gibi bakardı; eşyalara sadakat, eşyaları daha da kıymetlendiriyordu. Kıymetli olanı kalçasının üstünde, arkada taşıyamazdı. Eski adamlar kendisi için kullanılan ve yıpranan her nesneye saygı duyardılar? Değerli olan önde olurdu? 1
Anadolu insanı, bırakın arkaya cep yapmayı, ellerini arkaya atmaktan hayâ ederdi. Ellerin arkada veya cepte gezilmesi, bu halde birisiyle konuşulması edepsizlik sayılırdı. 7 yaşında babamın dükkânında atıldığım ticarî hayatımda ellerimin cepte olmasına babam şiddetle kızar, kardeşlerimle birlikte bizleri uyarırdı. Ellerin cepte veya arkada olması hamlık alâmetiydi. Şefkatin ve saygının sembolü olan ellerin cepte olması hem yorgunluk, çaresizlik, sıkıntı hali ve dalgınlık hem pervasızlık, umursamazlık anlamlarına gelir. Türk kültüründe el öpülmesi ellerin saygınlığını göstermektedir. El, samimi saygıdan ya da çaresizlik ve itaatten öpülür. Öpülesi saygın ellerin arkaya atılması, o elleri kişinin kalçasının üzerinde taşıması kültürümüzde hem ele saygısızlık hem beden hareketi olarak kibirlilik, otorite, üstünlük olarak kabul edilmektedir. Yukarıda belirttiğimiz gibi ellerin yan cebe koyulduğu halde durmak veya yürümek, ayıplanırdı. Ancak fotoğraf hayatımıza girdikten sonra fotoğraf çekilirken bir poz olarak ellerden genellikle biri cebe koyulurdu. O da yine gençlerin pozuydu? Velhasıl bedende "arka" hep olumsuzlanmıştır. Değerli olan hiçbir şey arkada, kalça üzerinde taşınmazdı! Neyse efendim, biz yine zığvaya/şalvara dönelim yine? Şalvarda her bacak sadece kendine dikili değildi. Tarlada, bağda, kırsalda, tezgâhta, atölyede çalışan ve üreten, kısacası devingen bir hayat yaşayan insanlar gerek ihtiyaca binaen ve gerekse edepleri öyle gerektirdiği için daha yeni diktirdikleri şalvarların arkasına iki bacağın birleştiği yere, kalça kısmına büyük bir yama diktirirlerdi. Bazen bu yama farklı renkte olabilirdi. Bu yama aynı zamanda, o canlı ve hareketli hayatın, (rençberlik hayatının) yükünü çeken bacaklardaki şalvarın ağının sökülme, yırtılma tehlikesine ve insanların toprakla taşla iç içe olması nedeniyle şalvarın oturma yerinin eskimesine karşı önceden alınan bir tedbirdi.
2
Hayatı at sırtında geçen insanlar, şalvarın atın eğerine denk gelen bacak kısmının diz hizasında iç tarafına ve oturma yerine, eğerin aşındırmasına mani olmak amacıyla da yama yaptırırlardı. Ayrıca namaz kılındığında aşınan diz üstlerinin de yamanması adettendi. Velhasılıkelam cepli/cepsiz şalvarın dizlerinde ve oturma yerine denk gelen kısmına yama vurulmasının birçok nedeni vardı. Zığva, meşinden yapılmış, bir ucunda toka, diğer ucunda uzunca bir kayışı olan ve kuşağın altından bele bağlanan ve "serhatlık" denilen içten bölmeleri (cepleri) olan bir kuşakla bele tutturulurdu. Serhatlığın bölmelerinde tütün tabakası, çakı, çakmak, ağızlık ve alınan bir şeyi içine koyup taşımaya yarayan büyükçe mendil, yani mahrama bulunurdu. Birkaç kattan oluşan aslında silah taşıma amaçlı bu kuşaklara "Silahlık" denirdi. Daha sonra İhsan Coşkun Atılcan'ın ifadesiyle "Silahlık adı Erzurum'da ya yanlış söylenmiş ya da zamanla bozularak Serhatlık'a dönüşmüştür. Serhatlık Nizamıcedit subaylarının giydikleri kırmızı ayakkabıdır.(İhsan Coşkun Atılcan, Erzurum Barları ve Yöresel
Giysiler, Erzurumlular Kültür ve Dayanışma Vakfı Yayınları-1, İstanbul 1991, s.86)"
Zığvaların yerini zamanla süvari ve redingot pantolonlar almaya başladı. Hem süvari hem de redingot pantolonlar Batı'dan aşırma bir kültürün parçasıydı. Anadolu'da kibrin, özentinin göstergesiydi ki özellikle körüklü çizme ile giyilen süvari pantolonu kazalarda, köylerde ağalar; şehirde kabadayılar giyerdi. Süvari pantolonların orijinal cebi kısa sürede delinir, yırtılırdı da yırtılan cebin yerine adeta telis (küçük çuval) dikilirdi.
3
Paçaları dar, dizden yukarısı yanlara doğru çok geniş "süvari" pantolonlarının ata binildiğinde eğere denk gelen kalça ve bacak kısımları yamalı olurdu. Bu pantolonların iki arka cebi olurdu. Kabadayılar veya bıçkın delikanlılar sol arka cepte eski evlerin odun kapılarının "firengi anahtarı" denilen bir karış uzunluğundaki demirden anahtarını taşırdılar. Bu anahtarın başı yine demirden yuvarlak veya kalp şeklinde, uç kısmı da dişli (kertli) olurdu. Bir dövüş esnasında sol arka cepten çıkarılan firengi anahtarları bir muşta vazifesi görürdü. Ortasından avuçla sımsıkı kavranan firengi anahtarı hasmın yüzüne kavisle vurulduğunda anahtarın her iki tarafı da hasmın yüzünde çok ciddi yaralar açardı. Özellikle tarımla uğraşan insanlar bu paçaları dar pantolonu tercih ediyorlardı. Dar paçalar, tabiattaki her türlü haşarata karşı önemli bir tedbirdi. Zaten pantolondan önce giyilen şalvarların paçaları, hem kirlenmeye hem haşarata karşı yaklaşık dize kadar şal çorapların içine konurdu. İngilizce "riding coat"un okunduğu gibi yazılmasıyla bu ismi alan "Redingot" aslında süvari ceketi demektir; ama Anadolu insanının alafranga kültüre uyumu bu kadar olur. Zorla değil ya! Biz de süvari ceketin değil, paçaları çizme içine girmeyen bu pantolonlara da redingot demişiz. Bu pantolon da şekil itibariyle süvari pantolonla hemen hemen aynıydı. Paçaları kopçalı, tokalı veya düğmeli dizden yukarısı yanlara doğru genişlerdi. Dizden yukarısının geniş olması durumuna halk "kilot" derdi. İşte hem süvari hem de redingot pantolonların ortak özelliği "kilot pantolon" olmasıdır. Redingot pantolonlar süvari pantolon gibi çizme ile giyilmezdi. Çünkü bu pantolonların en önemli aksesuarı ve havalı tarafı dar paçalardaki göz alıcı iri düğmeler, 4
kopçalar, tokalardı. Bu pantolonların yan cebi yoktu. İki arka cebiyle sağ önde, içte gizli bir saat cebi vardı. Arka ceplere tütün tabakası ve mendil konurdu. Golf pantolonları ise çok geniş paçalı olurdu. Pantolonun paçaları baklava dilimi desenli çorabın içine sokulur ve paçalar çorabı kapatmayacak şekilde çorabın üzerine biraz dökülürdü. Amaç o havalı çorapları göstermekti. Genellikle ekose (scotland yard) desenlisi makbuldü. Bu pantolon kafadaki şapka ile uyumlu olmalıydı. Aksi halde giyeni çok komik gösterebilirdi. 1940'ların modasıydı. Bu pantolon burjuvazi göstergesiydi. Bu pantolonun cepleri öyle hırdavat dolmazdı. Ceplerine en fazla mendil veya kâğıt para konurdu? Zamanla ithal pantolonların yerini bugünkü önce iki yan cepli, sonra iki yan-iki arka dört cepli klasik pantolonlar aldı. 1970'li yıllarda şehirlerde kemersiz, cepsiz ve dizlerden alabildiğince geniş paçaları olan pantolonlar tercih edilmeye başlandı. Gömlek cepsiz, pantolon cepsiz? Bu durumda cüzdan ve sigara paketleri çoraplarda taşınmaya başlandı. Çoraplar, dar; fakat iki derin cep olmuştu. Ama çoraplar taşınacaklara yetmedi. Cüzdan, çakmak, tarak, sigara, anahtarlık gibi birçok hacet bu yıllarda bileğe geçmeli küçük deri çantalarda (portföylerde) taşınır oldu. Nihayet seksenlerde bu cepsiz ve dar pantolonların yerini pili sayısı oldukça fazla, hem yan hem arka cepleri olan şalvar pantolonlar aldı. Arka cepler mana itibariyle değersiz şeylere ayrılırdı. Arka cepte peşgir (havlu) vazifesi gören mendille beraber tütün tabakası taşınırdı. Tütün tabakasının arka cepte taşınması bundandı. Cumhuriyetin ilk çeyreğinde "ay yıldızlı" tütün tabakaları vardı. Halk ay yıldızdan dolayı bu tabakayı arka cebinde taşımamaya özen gösterirdi. Bu tabakaları arka cepte taşımak resmen yasak mıydı bilinmez amma "Jandarma yakalar, götürür!" korkusuyla ay yıldızlı tabakaları arka cepte taşıyanlar dostları tarafından uyarılırdı. İlerleyen yıllarda daralan elbise modasında vücuda rahatsızlık verdiği için sigara tabakaları veya paketleri arka cepten de aşağı düştü ve çoraplara konulmaya başlandı. Arka cepte taşınan en önemli aksesuar ve gereçlerden biri de yuvarlak, adını üzerindeki resimden alan "horozlu aynalar"dı. Aynasız delikanlılık olmazdı. Bir delikanlı, bir meclise gireceği veya sevdiği kızın sokağından geçeceği zaman arka cebinden çıkardığı aynaya bakarak şöyle bir kaytan bıyıklarını, kaşlarını ve saçlarını sıvazlar tekrar cebine koyardı. Yakın zamana kadar arka cebe cüzdan ve namaz takkesi asla konmazdı. Çünkü herkes fesli, sarıklı veya şapkalıydı. Takkeye ihtiyaç yoktu. Takkeler piyasaya çıktıktan sonra da genellikle ceketin iç cebinde taşınırdı. Zığvanın veya pantolonun yan cepleri çok amaçlıydı. Çok farklı şeyler konduğu için de en fazla delinen, yırtılan cep; pantolonun yan cepleri olurdu. Hayatın yükünü yan cepler çekerdi? Ev reislerinin yan cebinde alışveriş filesi bulunurdu meselâ. Yumulduğu zaman bir avuca sığacak hacme dönüşen fileler cepte önemli bir yer işgal etmezdi. Eskiden küçük alışverişlerde ceketin cebinin 5
alamayacağı şeyler için kese kâğıdı kullanılırdı. İçini göstermeyen kese kâğıtlarından birkaç tanesi bu fileye konurdu ve file içine konan malzemenin şeklini aldığı için filenin içindekiler asla dağılmazdı. Fileleri alternatif cep olarak düşünebiliriz. Tespih de yan cepte taşınırdı. Tespih ve ağızlığın yapıldığı malzeme, kişinin statüsüne göre değişirdi. Konak sahipleri ve ağalar gibi varlıklı kişilerin tespihleri ve ağızlıkları genellikle sarımsı renk olan hakiki kehribardan olurdu. Halk ise kuka, Oltu taşı, bağa ve zeytin çekirdeği tespih kullanırdı. Çoğu kişi zeytin çekirdeğinden kendi tespihini yapardı. Zeytin çekirdeklerini bir tavada yağla kavurur daha sonra temizler ve ortadan kızgın şişle delip tespih yapardılar. "Bağa" tespih kaplumbağa kabuğundan yapılırdı. Hac'dan gelen tespihler de çok kullanılırdı. Tespihlerin püsküllerine hacı yağı (esans) sürülerek tespihlerin güzel kokmasına özen gösterilirdi.
6
Erkeklerde Üstyan Giysilerde Cepler: Erkeklerin üst yanına giydikleri zıbın ve içliğin, içliğin üstüne giyilen işlik veya hâkim yaka mintanın da cebi olmazdı. Kadınlar gurbete çıkan, uzun yola düşen kocalarına, evlatlarına; askerlik ve öğrencilik için ilk defa şehre veya kasabaya giden çocuklarına daha ehemmiyetli olduğu için içliğin içine zula denebilecek bir gizli cep dikerlerdi. Eskiden Türk parasını koruma kanununun olduğu vakitler Hac'a gidenler dövizlerini bu ceplerde gizleyerek taşırlardı. Bu cepler bazen içliğe dikilmez, içliğin de altında boyundan bir kaytanla veya iple göğüs hizasına asılırdı. Eskiden penye çamaşır, atlet yoktu. Her sene güzün evin reisi alışverişe çıkar, aile nüfusuna göre 10 m., 20 m. Amerikan bezi (halk arasında ucuz olduğu için "bitli bez" denirdi) alırdı. Evde kadınlar bu bezden fanila, içlik ve don dikerlerdi. İnce patiskadan yapılan ve ten giysisi olan bu iç fanilaya "köynek" de denirdi. Bir de "pılı pırtı toptancıları"nın, sattıkları kumaşları sardıkları, herkesin almaya gücü yettiği için adına "yetim bezi" denilen bezden yapılan mintanlar vardı. Farsça yarım beden demek olan mintan (min: yarım, ten: beden) iç gömleğin üzerine giyilen, önü yırtmaçlı olup üç dört düğme ile kapanan düz yakalı, boyu kalçaları kapatacak kadar uzun olup şalvarın içine sokulan erkek giyeceğiydi. Cebi yoktu. Zamanla mintan kısaldı ve gömleğe dönüştü. Gömleğin kalbin üzerine gelen sol cebi vardı. Anadolu insanı gömleğin veya mintanın üzerine çuha, hırka, yelek veya süveter giyerdi. Bu
7
durumda gömlek cebinin üstü örtülmüş olur, gömlek cebi bir iç cep olurdu. Böylelikle zaman zaman gizli cep rolünü üstlenirdi. Gömleğin üst cebine "banknot" gibi maddi değeri olan bir şey kondu mu gömlek cebinin ağzı firkete ile adeta kilitlenir, cepteki değerli şeyin düşme ihtimaline karşı tedbir alınmış olurdu. Bazı insanlar da kâğıt parada resim, suret olduğu için kalbinin üzerinde para taşımamaya özen gösterirdi. Kalbin üzerindeki cepte bulunan en değerli şey, sevgilinin yüreğini ve aşkını işlediği ipek mendillerdi. Erzurum'da gömleğin üzerine giyilen çift kapaklı ve açık yakalı, kaytandan ilikleri ve sigil denilen düğmeleri olan yeleği gençler, kapaklı denilen düğmesiz yeleği de daha çok esnaf takımı ve yaşlılar giyerdi. Cumhuriyetle birlikte gömleğin üzerine en çok kolsuz, önden düğmeli, arkası kopçalı yelek giyilirdi. Yeleğin önde iki cebi bulunurdu. Sağ cepte hali vakti yerinde olanların mutlaka köstekli saati olurdu. Köstek denilen zincirin bir ucu yeleğin alttan ikinci düğmesine çelik bir halka ile iliştirilir, zincir yeleğin sağından sarkıtılarak cebe kadar gelir ve zincirin diğer ucundaki kapaklı saat yeleğin sağ cebinde kendine yer bulurdu. Köstekli saatin deri veya el örgüsü bir kesesi, kılıfı olurdu. Köstekli saati olanlara halk "ağa, bey" gözüyle bakardı. Köstekli saatlerin en itibarlısı "Serkisoff" marka şimendifer kabartmalı olandı. TCDD'den emekli olanlara bir onur ve nişan olarak, her yıl devlet tarafından hediye edilirdi. İsviçre-Türk ortak yapımı olan "Nacar" köstekli saatler de çok yaygındı. Orijinal köstekli saatler çelik kasalı ve kurmalı olurdu, asla kararmazdı. Eskiler, saati en çok namaz vaktini ve radyodaki ajansları (haber bülteni) takip etmek için kullanırlardı. Yeleğin sol cebinde genellikle yuvarlak, ucuz tenekeden yapılmış, ilaç veya enfiye kutusu bulunurdu. Daha yaşlıların cebinde çayı beraberinde içtikleri akide şekeri pek eksik olmazdı. Şekerin zor bulunduğu senelerde dedelerimiz çok değerli olan Erzurum şekerinden bir iki tane yelek cebine koyar, çay içeceği zaman o kesek halindeki çok sert Erzurum beyaz şekerini başparmağı ile işaret parmağı arasında sıkıştırarak çok küçük parçalara ayırır ve az şekerle çok sayıda çay içerlerdi. Yeleğin ceplerinde eskilerin çayı birlikte içtikleri dut kurusu, kaysı kurusu, kişmiş, besni (kara) üzüm, akide şekeri bulmak mümkündü. Banknotun (kâğıt paranın) halkta fazla bulunmadığı, cüzdan taşımanın yaygınlaşmadığı dönemlerde madeni paraların konulduğu ağzı bağlanıp çözülebilen günlük hayatta kullanılan torbacıklar, para keseleri vardı. Para kesesi ya yeleğin cebinde ya da bele sarılan ve serhatlık denilen kuşak 8
arasında olurdu. "Kesene bereket" sözü bu küçük para torbalarının varlığıyla üretilmiş bir sözdür. Gömleğin, mintanın, cepkenin veya yeleğin üzerine mevsimine göre aba, hırka, kazeki daha sonra da yan cepleri olan ceket giyilmeye başlandı. Ceketten önce "yakasız ceket" de diyebileceğimiz kalın kumaştan astarlı olarak yapılan ve kaytanlarla işlemeli olan kazekiler giyilirdi. Cumhuriyetten sonra kazeki, yerini cekete bıraktı. Yaz kış ceketsiz dışarı çıkılmazdı. Ceket adeta erkeğin örtüsüydü... Ceket, erkeğin kalçalarını kapatırdı. Ceket bazen üzerinde namaza durulan seccade, yere serilen sofra bezi, uyku halinde kişinin üzerine aldığı örtü olabiliyordu. Ceket, kıyafetler içinde en fazla cebi olandı. İki yan cep, iki iç cep ve bir mendil cebi olmak üzere bir cekette en az 5 cep olurdu. Cepkenler, yelekler piyasadan kalkınca ceketlerin sol iç alt kısmına bozuk para vs. cebi eklendi. Bozuk para cebi zamanla kürdan cebi oldu. Hoş kürdandan evvel kullanılmış, tek yakımlık kibrit çöpleri ile dişler temizlenirdi. Kibrit çöpüyle beraber tel, elma ve ayva da diş temizlemede halkın başvurduğu yöntemlerdendi. Vermeyi, ikram etmeyi seven Anadolu insanının cepleri de kapıları ve gönülleri gibi ardına kadar açıktı. Anadolu insanının ceplerinde her an biriyle paylaşabileceği, bir çocuğa verip onu sevindireceği bir yiyecek; meselâ elma, ceviz veya şeker olurdu. Paylaşmayı bilmeyen modern insan sadece yüreğini, kapısını kapatmadı diğer insanlara... Ceplerinin dikişleri bile açılmadan elbiselerini, ceketini eskitti... Rahmetli Raci Alkır anlatmıştı: Alvarlı Efe Hazretleri, cebinde her zaman elma taşırmış. Raci Alkır'ın babasının evinde de zikir ve sohbet meclisleri olurmuş. Çocuk Raci'ye gazel okuttuktan sonra cebinden bir elma çıkarır çocuk Raci'ye verirmiş. Cepler arasında en çok kullanılan şüphesiz yan ceplerdi. Heybe taşıma alışkanlığının terk edilmesiyle heybe vazifesini ceketin veya paltonun yan cepleri almıştır, diyebiliriz. Ceketlerin yan cepleri de iç cepleri de çok doluydu, faaldi. Elde taşınabilecek küçük nesneler yan ceplere koyulurdu ve yan cepler doluluktan torbalanırdı... Anadolu insanının cepleri hırdavatçı dükkânı gibiydi. Eskiden her şeyin bulunduğu mağazalara "bonmarşe" denirdi. Aslı Fransızca "ucuz" anlamına gelen "bon marché" olup eskiden şehir merkezlerinde her şeyin satıldığı mağazalar için kullanılan "bonmarşe" gibiydi cepler. İşte cepler ilerleyen zamanlarda insanların hem omuz çantası, hem alet edevat çantası, hem cüzdanı oldu... Aynı anda bir cepte birbirinden ilgisiz birçok şey konuldu. Hele kırsal kesimde yaşayanların ve rençperlerin ceketlerinin ve sakolarının yan cepleri... Telis büyüklüğünde olan ceplerde neler yoktu ki: Hem sofra bezi hem bohça vazifesi gören mahrama, mendil, şeker, alet edevat, çakı, çakmak, misvak, tarak, kibrit, biley taşı, el yıkama sabunu, elma, çerez bohçası, Erzurum'da sımışka dediğimiz ayçiçeği çekirdeği...
9
Ateş ve bıçak taşımanın biricik Peygamberimizden kalan sünnet olduğuna inanıldığı için en zengininden en yoksuluna herkesin yan ceplerinde çakmak ve çakı bulunurdu. Çakı sonraki dönemlerde kemere geçirilmiş deri kılıflarda taşınır oldu. Çakının yanında biley taşının taşınması kaçınılmazdı. Bastonunun yanı sıra siyah, ahşap saplı çakısı dedemin en büyük yardımcısı, dostuydu... Çakı; ağaç yontmak, çırpmak, Elif cüzünü (supara) okuyan torunlarına odundan hilâl veya oyuncak yapmak, meyve soymak, çatal olarak kullanmak gibi türlü işlerde kullandığı çok amaçlı bir aletti... Çakı eski adamların eli koluydu... Dedem, cebinde bulundurduğu biley taşı ömürlük çakısını sık sık bilevlerdi. Eskiyen dünyamızda köy hayatı ve ahşap ne kadar çok yer tutuyorsa çakı da o kadar gerekli ve önemli bir gereçti. Ahşabı nakşeden, incelten, terbiye eden kibar bir kalemdi çakı... Çakı, değişen çağla misyonunu tamamladı ve ahşapla birlikte hayatımızdan çıktı... Düğünde, bayramda, misafirlikte getirilen çerezden bir avuç almayı hane sahibi kabul etmez, çerez tasını ısrarla ceketin yan cebine dökerdi. Bazen iki cep de çerez dolardı. Diğer cebe evde kalanların hakkı koyulurdu... Cebin bir kırağında unutulmuş birkaç çekirdeğe birkaç gün sonra rastlamak büyük keyifti benim için... Bir avuç çekirdeği yediğimde aldığım lezzetten ziyadesini cebin bir köşesinde unutulmuş ve umulmadık bir anda fark edilen o bir iki çekirdek tanesini çıtlatırken almışımdır. Veya uzun zaman giymediğimiz kıyafetin cebinde unutulmuş para bulmanın mutluluğu da 10
başkadır. Hiç hesapta yokken cüzdanımıza giren para, piyango gibidir. Bir rastlantıyla para, çekirdek gibi karşımıza çıkan sinema bileti, pastane fişi, üzerinde not yazılı bir kâğıt parçası gibi ceplerdeki unutulmuş nesneler, zaman tünelinde bizi bulmuş gibi olur. Zamanın ekranından uzanıp aldığımız bize bahşedilen geçmiştir, geçmişin geri gelmesi ve bir daha yaşanmasıdır bu anlar. Cepte para taşınır, altın taşınır, birbirinden değerli birçok şey taşınır; ama Kuran-ı Kerim dışında ceplerin taşıdığı en değerli şey kuşkusuz ellerimizdir. Bir öğretmen arkadaşımız bundan 10-15 sene evvel Erzurum'un bir köyünde öğretmenlik yaparken şahit olduğu bir olayı anlatmıştı. Havanın çok soğuk olduğu günlerde çocukların anneleri sobada patates közlermiş. Çocuklar, okula giderken elleri üşümesin diye, bu közlenmiş patatesleri annelerinin diktiği yan ceplerinde taşır, ellerinde tutarlarmış... Köylüler bazen bellerinde bazen yan ceplerinde kem, urgan ve sicim de taşırlardı. Farklı malzemelerden yapılan ve farklı kalınlıkta olan urgan ve kemler, köylünün ateş gibi bıçak gibi günlük hayatını kolaylaştıran önemli unsurlardan, yardımcılardandı. Tarladan erken gelen köylü, ay ışığında, keçilerin ve tosunların boynuzundan yapılan leydenlerde kındıra denilen (uzun çayır otu) otlardan ertesi gün işlerine lâzım olacak kem bükerdiler. Kemini kendi büken köylü urganı parayla alırdı. Köylü kem ile otu ve sapı bağlar; urgan ile hamak kurar, salıncak yapar, iki ağaç arasına gerip gölgelik yapar, atını bağlar, her türlü çekme işi için kullanır, sağlamlaştırmak istediği yeri sarar vb işlerde kullanırdı. Baki Akçay, Erzurum Lisesi'nde coğrafya muallimi olan Mehmet Müftügil'in ceketinin yan cebinde her zaman birbirinden farklı cinste ve uzunlukta ip ve sicim taşıdığını anlatmıştı. Bazen cebinden çıkardığı iple yazılı kâğıdını bağlar, bazen ipi uzunluk ölçmek için kullanırdı. Daha çok uçurtma yapımında kullanılan ve ince kenevirden yapılan kırnap ip taşırdı. 1956'da İstanbul Boğazı'nın buz tutmuş haliyle bir fotoğrafı vardır. İşte o fotoğraftakilerden biri de coğrafya muallimi Mehmet Müftügil'dir. Kendisi Erzurum müftüsü Solakzâde Sadık Efendi'nin eniştesidir. Soyadını evlendikten sonra "Müftügil" olarak değiştirmiştir. Köylüler toprakla, suyla, dağla, taşla, ormanla bütünleşmişler işlerine lâzım olacak her şeyi ceplerinde taşıdıklarından, zamanla yırtılan ceplerinin yerine ceketlerinin yanına dıştan yama cepler dikmişler, bu cepleri bir heybe olarak kullanmışlardır. Avrupa'da Dünya Kiliseler Birliği'ne Avrupalı zenginlerin bağışladığı az kullanılmış kıyafetler, az gelişmiş ülkelere satılır birliğe gelir elde edilirdi. Bu kıyafetler içerisinde Anadolu'da en çok rağbet gören "Suriye sakosu" da
11
denilen kaputlardı. Avrupa'nın ikinci el kıyafetleri Suriye üzerinden kaçak olarak yurda sokulmaktaydı. Suriye sakosu alacak gücü olmayanlar arasında askerden kaputunu getirerek sivil hayatta giyinenler olurdu. Şimdiki palto diyebileceğimiz kaputlar oldukça kalındı ve düğmeleri genellikle işlemeliydi. Kaputların yan cepleri oldukça büyüktü; öyle ki bu ceplerde halkın "goddo" adını verdiği ucu tornada deldirilerek başına ip geçirilmiş dövüş değneği taşınırdı. Dövüş sırasında değneğin başındaki ip, bileğe geçirilirdi. Eskiden kabadayılar, sallamayla, bıçakla değil özel yaptırdıkları ve isim koydukları değneklerle, halktan ve meskûn mahalden uzak yerlere faytonla gider, orada dövüşürlerdi. Dövüşlerde asla küfür edilmezdi. Küfür, affedilmezdi. Küfür edildiği zaman değneğin yerini bıçaklar, silahlar alırdı. Bir halk deyişimiz şöyledir: Yiğidi bıçak kesmez, bir kötü söz öldürür. Ceketlerin iç cepleri de yan cepler kadar dolu doluydu. İç sağ cepte nüfus hüviyet cüzdanı, lastikli cep defteri ve tarak; sol cepte de seçme sürelerin içinde yer aldığı Kuran'ın küçük bir antolojisi diyebileceğimiz "Enam" ve bir kalem bulunurdu. Enam'ın içinde şifa ayetleri, önemli dualar da olurdu. Enam cepteyken necis yerlere gitmek Kuran'a karşı edepsizlik sayıldığından Enam, ya deri mahfaza içinde ya da yedi kat naylona sarılıp taşınırdı. Ceketlerin iç ceplerinin en büyük talihsizlikleri taşıdıkları kalemin ucu tarafından delinmek, kalem mürekkep akıtıyorsa mürekkebe bulanmak. Öyle ki iç cebe akan mürekkep cebin temas ettiği gömlek cebini de ziyan ederdi. Böylelikle ceket cebinin kahrını gömlek cebi de çekmiş olurdu. Eski adamlar cep defterlerini yaptıkları alışverişleri yazdıkları hesap defteri; doğum, ölüm, askerlik, gurbet, yolculuk, düğün vb. tanık oldukları önemli olayları kayıt ettikleri hatıra defter, lüzumlu bilgileri not ettikleri cep ansiklopedisi mahiyetinde kullanıyorlardı.
12
İç ceplerin ağzı astara dikildiği için dış yan cepler kadar dayanıklı olmazdı. Günde birkaç kez karşıladığı nasırlı eller, astardan cebi zamanla koparır, sonra iç ceplerin ağzına terzi yama yapardı. Erkeklerin başı açık gezmesi ayıplandığı için erkekler şapkasız dışarı çıkmazlardı. Şapka kanununun tesiriyle şehirde fötr şapka, golf şapka kasabada ve köylerde kasket de dediğimiz 8 veya 6 köşeli şapka revaçtaydı. Cumhuriyet döneminde Hac'a gidenler şapkayı çıkarır, başlarına sarık sarardılar. Bir fesin veya takkenin etrafına sarılan sarık "hacı" olmanın nişanesiydi. Şapka devrimi yapılırken "gâvur icadı" denilerek muhalefet edilmemesi için güneş siperli başlık anlamına gelen "şems siperli serpuş" adı konan şapkanın da cebi vardı. Şapkanın iç kısmına, tam göbeğine dikilmiş ve şapkanın markasının yazılı olduğu bezden parçanın üç tarafı dikili, bir tarafı açıktı ve adeta küçük bir cepti. İşte bu cebe ve şapkanın güneş siperliğinin üstündeki körüğe (tereğe), yine mana itibariyle çok değerli şeyler konurdu: Asker fotoğrafı, bir adres, muska... Kürdanın yaygın olmadığı dönemlerde insanlar dişlerini iğne ile, iplik ile temizlerdi. Çiftçilikle uğraşanlar, ellerine batan kıymık ve dikenleri iğne ile çıkarırlardı. İşte buna benzer birçok işe yarayan iğne şapkaların siper kısmının ucuna geçirilirdi. Şapka modası bitince çok amaçlı iğneler ceketlerin yakalarında kendilerine yer buldular.
13
Kadın Giysilerinde Cep: Kadınların giydiği elbiselerde cep hiç olmazdı. Arapça karşılığı içe ait olan, içten giyilen tek parça elbiseye verilen ad olan entari zamanla Anadolu'da kadınların boydan giydiği elbiselere denmiştir. İstanbul yöresine ait "Entarisi Ala Benziyor" türküsünün sözlerinden (Entarisi biçim biçim/ Ölüyorum senin için/ Bekletme gel başın için/ Olamaza ne çare o nişanlıdır/ Kaytan bıyıklı delikanlıdır.) anlaşılacağı üzere entari, yakın zamana kadar erkeklerin giydiği uzun ve düz üstlüğe denilmekteydi. Kadın evin içidir kültürümüzde, yüreğidir, mahremidir; erkek ise evin dışı, kapısı, penceresidir, reisidir evin. Erkek kıyafetlerinde bile cebin bulunmadığı veya az sayıda bulunduğu dönemlerde kadınların hiçbir kıyafetinde cep olmazdı. Entarisinde, eteğinde, şalvarında cep olmazdı. Kadının iki cebi vardı: Biri göğsü, diğeri elde yün veya orlondan örülen yeleklerin sol içerisinde, artık bir kumaştan yama gibi dikilen veya örülen bir cebi. Çocuk doğuran ve onların tüm hizmetini yapan, tarlada, bağda, bahçede kocasına yardım eden kadının (hayatını idame ettirmek için yapmak zorunda kaldığı temel işleri bir kenara bırakırsak) dünyalık keyfi ve hayali işte bu küçücük cep kadardı. Bu cep onun dünyasıydı. Benim rahmetli anneannemin böyle bir cebi vardı. Dipsiz kuyuydu mübarek... O cep hiç boşalmazdı. Kadınlar
14
çok amaçlı bu küçücük cepte üç önemli şey taşırdılar: Namaz veya zikir tespihleri, kendilerince değerli eşyalarını koydukları sandıklarının anahtarları, çayı beraberinde içtikleri veya karşılaştıkları çocukları sevindirmek için her daim yanlarında taşıdıkları şeker, dut kurusu, kara üzüm, lokum gibi eğlencelikler. Yaşlı kadınlar kaybetmemek için tespihlerini, anahtarlarını, firkete (çengelli iğne) ile bu ceplerine tuttururlardı. Cepli yelekleri genellikle paşa kadınlar ve yaşlı kadınlar giyerdi. Yaşlı kadınların iç eteklerinde de gizli cep olurdu. Anneannem sandık anahtarını hep kaybetme korkusuyla taşırdı. Sık sık cebini kontrol ederdi. Anneannemin bu titizliği çocuk merakımı iyice kamçılar, o anahtarın açtığı sandıkta neler olduğunu öğrenmek ve görmek için can atardım. Anahtarın üzerine böylesine titrenmesi bende dinlediğim masallardan zihnime işlenmiş harami sandıkları getirirdi. O sandıkta hazineler, renk renk parıldayan mücevherler olduğunu sanırdım... Ve bir gün nasip oldu o sandığın içini görmek: Sandıkta köylü için o vakitler çok değerli olan çay, şeker, tütün, tapu veya hüviyet defteri gibi kâğıtlar, bir ipe dizilmiş altın liralar ve neler neler... Köylerde hanelerin kapısı sabah namazında açılır, akşam namazında kapanırdı. Yoldan geçen, acıkan kişi önünden geçtiği ilk evden meselâ bir parça ekmek ve peynir alır karnını doyururdu. Verme kültürüyle yoğrulmuş Anadolu insanının tek kilitlisi işte bu sandıklar olurdu. Yeleğin içine dikilen cebin işlevini kadınların kuşaklarına kaytanla bağladıkları gizli cepler de görürdü. Kaytanlı cep ev içinde kadınların bellerine bağladıkları siyah ya da kahverengi yünden örülmüş şal peştamalların veya kuşaklarının altında olurdu. Kaytanlı cep, kuşağın altında bele sarılan kaytanın iki ucuna dikilmiş işlenmiş deriden yapılırdı, daha çok keseye benzerdi. Evin veya sandığın anahtarını kadınlar kuşaklarının altından kaytanla bağladıkları bu cepte muhafaza ederlerdi veya anahtarı bellerine ayrı bir iple bağlarlardı. Kadınların, leçek ve yazmalarını alınlarından dolaştırıp başının arkasından bağlamasına kaççik denirdi. Kaççikler başın ön tarafında bir ince kuşak gibi cep oluştururlardı. İşte bu cebe sakız cebi diyebiliriz. Şöyle ki, 5-6 ay ömrü olup birçok rahatsızlığa ve özellikle diş etlerine iyi gelen kenger sakızını kadınlar, gün içinde dinlene dinlene çiğner, çeneleri yorulduğunda sakızı başlarına bağladıkları leçeklerin arasında muhafaza ederlerdi. Tekir sakızı da denilen kenger sakızları çiğnenmedikleri zaman, içinde su olan bir kapta muhafaza edilirdi. Para, gurbetteki erinden (kocasından), askerdeki oğlundan gelen mektup veya fotoğraf gibi çok değerli şeyleri kadınlar göğüslerinde taşırdılar.
15
Kadınların dışarı üst giysisi Erzurum yöresinde ihram/ehramdı. Ehramları, ev kadınlarının aile bütçesine katkı olsun diye yün eğirip yumurta karşılığı sattıkları culfa/culhalar örerdi. Komşuya giderken öylesine başa alınan ehram, misafirliğe gidilirken örtünmesine özen gösterilirdi. Ehramlarda asla cep olmazdı.
16