Kasım / November 2014 | Sayı / Ausgabe: 32 | berlinturk.com | twitter.com/berlinturk | facebook.com/berlinturk
Berlintürk Nachrichten Zeitschrift / Berlintürk Haber Dergisi
Duvar’ın yıkılışının 25. yılı Sağlıkta Senato’yu neler bekliyor? CDU göçmen seçmene yöneldi Berlin’de Müller dönemi eurogıda’da Aşure Günü
Jörg A. Zimmer mann O, hizmet için var
Ab
S.
33
in
De
ut
sc
h
SICAK SİYASET
SICAK SİYASET
BERLİN HABER
BERLİN HABER
İÇİNDEKİLER
04 S A Y F A
Duvar’ın yıkılışının 25. yılı
08 S A Y F A
BERLİN HABER
20 S A Y F A
eurogıda’da Aşure Günü
CDU’dan göçmen atağı
10
Eğitime “Melek” eli değdi
S A Y F A
S A Y F A
PORTRE
Berlinli canlar Aşure Günü’nde bir oldu
S A Y F A
SAĞLIK
BERLİN HABER
24
19
29 S A Y F A
Sağlıkta Senato’yu neler bekliyor?
07 17 27 28 32
Berlin’de Müller dönemi
SAĞLIK
31
S A Y F A
Boğaz ağrısında antibiyotik kullanılmalı mı?
YEŞİLİN TÜKENİŞ ÖKÜSÜ - Rıza Baran
S A Y F A
Berlin’den Azerbaycan’a bir köprü
S A Y F A
Özoğuz: Almanya hiç olmadığı kadar çeşitli hale geldi
S A Y F A
11 S A Y F A
Karalama Analizi - Dr. D. Deniz Nergiz
S A Y F A
Jörg Zimmermann
Kitap - Century üçlemesi
S A Y F A
kostenlos / ücretsiz
Almanyalılaştırdıklarımızdan mısınız? On yedi milyon Yüzde 20,5 e takabül eden bu oran „göç“ yoluyla Almanyalı olmuş kitle. Bu rakam 2014 yılı itibariyle daha da artacak. 2015’de daha daha artacak. 2020’lere gelindiğinde... Bu ülkenin yaklaşık yüzde 40’lık bir kesimi yabancı kökenli olacak. Bunlardan belki de 20 milyonu, Almanya pasaportu taşıyacak. Köprünün altından farklı derecelerde sular akacak. Almanya siyasi , ekonomi ve medya alanında, etkin ve yaptırım gücü olan yabancı kökenli denilen insanların yurdu olacak.
Sevim Ercan
Almanya- Türkiye ilişkilerinde çok daha şeffaf bir siyaset izlenecek. Almanya, dahası Avrupa Türkçe bilmeyen muhabirler ve diplomatlar gözlüğünü atacak. Almanya ve Türkiye her iki dili ve kültürü özümsemiş insanlar tarafından topluma aktarılacak. Ülkeler arası anlaşmaların altında sözkonusu bu kişilerin imzası olacak. İletişim belirli medya güçleri ekseninde seyretmeyecek. Çağdaş bilgilenme, Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlileri de olumlu yönde etkileyecek. Almanyalılaşacağız Avrupalılaşacağız Sizce, şimdilerde Almanya’nın ruh hali ne durumda? İsterseniz, bu soruya yanıt için, Almanya’nın durağanlaşan ekonomisinde gezinelim. 2014 yılı Almanya ekonomisi üçüncü çeyrek gelişme oranı 0,1. Aslında 0,0’a kıl payı uzaklıkta. Almanya ekonomisi felç. Fizik tedavisine, iğneye, ilaca, yoğun bakıma ihtiyacı var. Alman ekonomisi, İşverenlerin, asgari ücret mecburiyeti ile daha da zorlanacağı bir ülke oldu. Almanya’da atılgan bir ekonomik büyüme beklentisinde olmak yanlış. Yatırımcıların, orta ve küçük ölçek işletmelerin, teşvik ve desteği sıkıntılı bir süreçte. Dünya metropolleri arasında önemli bir yere doğru tırmanan Berlin’de ise bu durum daha da içler acısı. Özellikle ufak ölçek göçmen kökenli esnafa teşvik sancılı. Kaldı ki kalifiye elamanın çamla çırayla arandığı bu kentte, alt katmanlardaki esnaf korunmalı. Ki bu şehirde başarmışlara, varlık gösterenlere alkış tutuluyor. Küllerinden doğanlara, sıfırdan başlayanlara değil. Gelelim, Dünya ekseninde önemli bir yer edinen Berlin siyasetine. Klaus Wowereit koltuğunu 50 yaşındaki Micheal Müller’e teslim etti. Yeni kabinede bir kaç değişiklik daha olacak. Amma velakin, Berlin 2016’da seçimlere gidiyor. Seçim kampanyası ile geçecek olan 2016 yılını geçin. Geriye sadece 2015 yılı kalıyor. Müller için bu tek yıl, Berlin Eyalet Kabinesinde huzurlu geçmeli. Bunun için de gereken her türlü çabayı gösterecektir. Berlin Eyalet Parlamentosunun önünde halletmesi gereken işler yığınla. Kentin konut ve kira sorunu kronikleşti. Buna rağmen, ufukta kalıcı çözüm gözükmüyor. Yine de, 11 Aralık 2014 Michael Müller için dönüm noktası olacak. Berlin Eyalet Parlamentosu seçimini yapacak. Keza, Michael Müller, Berlin Hükümet eden Belediye Başkanlık koltuğuna oturacak. Berlin Tempelhoflu Müller, Berlin’in çağdaş yüzü olabilecek mi? Bekleyip göreceğiz.
3
Berlin Duvarı’ın yıkılışının 25. yılı Almanya’da Berlin Duvarı’nın yıkılışının 25. yıl dönümü halk şenliğiyle kutlandı. Berlin’de tarihi Brandenburg Kapısı’nın önünde kutlanan şenliğe Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, Başbakan Angela Merkel, bakanlar, Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz, eski Sovyetler Birliği’nin lideri Mihail Gorbaçov, Polonyalı eski sendika lideri Lech Walesa, eski Macaristan Başbakanı Miklos Nemeth, davetliler ile yüz binlerce kişi katıldı.
gerçekleştirdikleri için teşekkür ettiğini, kararlılık ve cesaretlerinden dolayı da önlerinde eğildiğini kaydetti. Almanya’nın yakın tarihinin en mutlu gününde Doğu’dan Batı Berlin’e geçerken ölenleri de andıklarını belirten Wowereit, ‘’Özgürlük ve demokrasi hediye değildir. Onlar için mücadele edilmesi ve korunması lazım” diye konuştu. Daha sonra havai fişek gösterisi yapıldı.
Şenlikte tanınmış sanatçılar ve gruplar sahne aldı. Dev ekranlarla görüntülerin yansıtıldığı şenlikte Doğu’dan Batı Berlin’e geçerken hayatlarını kaybedenlerin resimleri de gösterildi.
Sosyal duvar kalkmış değil
Işık Duvarı (Lichtgrenze) adlı etkinlik kapsamında kenti 1961’den sonra 28 yıl boyunca ikiye bölen Berlin Duvarı’nın geçtiği hattın 15 kilometrelik bölümüne helyum gazıyla şişirilmiş yaklaşık 8 bin balon kısa süreli aralıklarla teker teker havaya bırakıldı. Böylece Berlin Duvarı’nın yıkılışı 25 yıl sonra yeniden temsili olarak canlandırıldı. Berlin’de cuma günü yerleştirilen balonların her beri farklı bir mesaj taşıyordu. Berlin Eyaleti Başbakanı Klaus Wowereit’ın Brandenburg Kapısı’nda havaya uçurduğu ilk balonun barış ve özgürlük mesajı taşıdığı bildirildi. Söz konusu hat üzerinde toplanan on binlerce kişi balonlar yükselirken sevinçlerini alkış tutarak gösterdi. Sahnede şef Daniel Barenboim’in yönetimindeki Devlet Orkestrası Ludwig van Beethoven’in 9. senfonisini çaldı.
İki Almanya’nın birleşmesinin ilk adımı olarak görülen Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından, komünist rejimden çıkan eski Doğu Almanya’yı kalkındırmak için Federal Almanya, büyük yatırımlar yaptı,
Gorbaçov’a özel ilgi Wowereit, balonların havaya uçurulmasından önce Cumhurbaşkanı Gauck’u, Walesa’yı, Gorbaçov’u ve Nemeth’i sahneye çağırdı. Şenliğe katılanlar Gorbaçov’a sevgi gösterisinde bulundu ve “Gorbi, Gorbi” tezahüratı yaptı. Berlin Duvarı’nın yaklaşık 30 yıl boyunca Almanya’nın ve Berlin’in bölünmüşlüğünün sembolü olduğuna işaret eden Wowereit, tam 25 yıl önce ise burada bulunan Berlin Duvarı’nın üzerinde insanların dans ettiğini ve kucaklaştığını hatırlattı. “Doğu Berlin’de, Doğu Almanya’da, Orta ve Doğu Avrupa’daki insanlar tarih yazdı” diyen Wowereit, bu insanlara barışçıl bir devrim
4
Duvarın yıkılışının 25. yılı kutlanadursun, doğu ve batıda yaşayan nüfus arasında eşitlik halen sağlanabilmiş değil.
Berlin Duvarı’nın yıkılışından 10 ay sonra Fransa, İngiltere, ABD, eski Sovyetler Birliği, Federal Almanya ve eski Doğu Almanya arasında imzalanan sözleşmeyle iki Almanya’nın birleşmesinin yolu açıldı. İki Almanya da bu arada kendi aralarında eski Doğu Almanya’nın Federal Almanya’ya katılmasını içeren anlaşma yaptı ve bu sözleşme 3 Ekim 1990 tarihinde yürürlüğe girdi. Böylelikle 1989’un yazında başlayan ve 9 Kasım 1989 tarihinde duvarın yıkılışıyla üst noktaya gelen Alman halkının özgürlük ve birleşme arzusu tümüyle gerçekleşti. Bu tarihten sonra çok fazla gelişmemiş olan ülkeye yeni katılan bölgelerin batıdaki eyaletler ile aynı düzeye gelmesi için maddi ve manevi olarak çaba sarf edildi. Batı ve doğudaki hayat standartlarının eşitlenmesi, hükümet ve devletin en önemli önceliği oldu. Uzmanlar, Almanya’nın, ülkenin doğusundaki eyaletlerin kalkınması için bugüne kadar yaklaşık 2 trilyon avro yatırım yaptığını ifade ediyor. Berlin Hür Üniversitesi’nde Doğu Alman rejimi konusunda araştırma yapan Klaus Schröder, 1990-2014 yıllarında doğu eya-
letlere yapılan yaklaşık 2 trilyon avro yardımın yüzde 60 ila 65’inin sosyal alanlara harcandığını belirterek, bunun büyük bir bölümünün de emekli ücretlerine gittiğini belirtti. Schröder, ancak yine de doğu eyaletlerde alt yapı yatırımı için kullanılacak yeterince kaynağın bulunduğunu kaydetti.
Farklılıklar devam ediyor Duvarın yıkılışından 25 yıl sonra insanların birçok alanda yaşam şartlarında olumlu gelişmeler sağladığı ancak tüm bu gelişmelere rağmen doğu eyaletlerde, özellikle ekonomik gücün ve maaşların eşitlenmesi ile istihdam
piyasasında, batıdaki eyaletlere göre hissedilebilir farklılıkların devam ettiği ifade edildi. Raporda, eski Doğu Almanya’nın Federal Almanya’ya katılımıyla serbest piyasa ekonomisine geçişte sanayi alanında çok sayıda kişinin işten çıkarıldığı, bunların daha sonra yeni açılan sanayi şirketlerinde veya hizmet sektöründe kısmen istihdam edildiğine işaret edildi. Doğu eyaletlerin ekonomik rekabet edebilirliğini artırmak için alt yapıya önemli yatırımlar yapıldığına dikkati çekilen raporda, şimdiye kadar yaklaşık bin 900 kilometre yolun yapılması veya tamir edilmesine 34 milyar avro ayrıldığı vurgulandı. Bunun yanı sıra demiryollarına ve turistleri çekebilmek için şehirlerin modernizasyonu ve konut yapımına önemli kaynaklar aktarıldı. Doğu eyaletlerinin ulaşım alanında batı eyaletlerini yakaladığına işaret ediliyor.
Yüzde 53 birleşmeden memnun Alman Birinci Televizyonu ARD’nin bünyesinde bulunan MDR radyo ve televizyon kurumu tarafından yapılan ankete göre, Berlin Duvarı’nın yıkılışından 25 yıl sonra ülkenin doğusunda yaşayanların yüzde 74’ü, iki Almanya’nın birleşmesinin kendileri için avantaj getirdiğini ifade ederken, batı eyaletlerde bu oran yüzde 48’de kalıyor. Ülke genelinde ise halkın yüzde 53’ü birleşmeyi olumlu buluyor.
www.jivagoparfum.de
ITS Universal Fehmarner Str. 25 13353 Berlin
by Miri
Mobil: 0172 58 69 708 Telefon: 030 55 27 70 40 Fax: 030 89 62 55 27
info@itsuniversal.de
6
YEŞİLİN TÜKENİŞ RÜYASI Bu yazımı, tıpkı Sevim Ercan’ın yazısında olduğu gibi, giriş sayfanızda yayımlamanızın beklentisindeyim. Sevim hanımın ‘Yeşilin Tükeniş Türküsü’ başlıklı yazısı, Yeşiller Partisi’nin kuruluşunda ve gelişiminde emeği olan beni de rüyalara daldırdı. Yazıdaki rüyanın gerçek yaşantıyla ilgisi olmadığını belirtmek istiyorum. Yaklaşık 35 yıldır bu hareketin aktif olarak tam da içinde yer alan biri olarak yazıda yer alan belirlemelere değinmek istiyorum. Sevim Ercan, Yeşiller Partisi’nin mezarını daha da derin kazdığını iddia ettiği yazısında Yeşiller Partisinin oy oranının yüzde 28’lerden 8’lere düşüşünün nedenlerini açıklamaya çalışıyor. Asıl üzerinde durmak istediğim, Sevim hanımın bu eleştirilere neden gerek gördüğüdür. Örneğin, Sevim hanım partinin yakında öleceğini ilan ettiği yazısında bir gerekçe olarak Kobani’deki popülist siyasetin de olduğunu öne sürüyor. Bunlar ciddi iddialardır. Yeşiller partisi kuruluşundan beri doğru bildiği eleştirileri seslendirmekten asla kaçınmadı. Eleştiri gerçekse buna sahip çıkmak hepimize kazandırır.
içerisinde bir partinin eşbaşkanı olan Cem Özdemir’i küstah diye nitelemesini de doğru bulmuyorum. Yeşiller Partisinin demokrasi, insan hakları, kadın hareketi, azınlık sorunları, kamu reformları vs hakkında Almanya’ya düşündürttüklerini ve kazandırdıklarını kim yadsıyabilir? Ekonomi ile ekoloji arasındaki ilişkiyi saptayan ve en açık haliyle göz önüne serenler partilerden biridir. Almanya’ya demokrasi anlayışını tabandan tavana doğru yerleştirmeye çalışan bir partidir. Eksik ve olanı yansıtmayan bilgilerle yazı yazmak yerine partimizi ziyaret ederek ya da görüşme talep ederek bilgi edinebilirdi, sorularına yanıt bulabilirdi. En azından bana ulaşılabilirdi ve hala da ulaşabilir. Sevim hanım sanıyorum yeni Türkiyecilerin kafasıyla Almanya’yı eleştirmeyi denemiş. Yeşiller partisini eleştirmek için Almanya’ya Almanya’dan bakması gerekiyordu. Yeşiller Partisinin meclise verdiği önerilere isteyen herkes online ulaşabilir. Yeşiller Partisi’ni çağın gerisinde kalmış olarak nitelenmesini ve bunun için partiyle ilgisi olmayan eleştiriler sıralamasını da yadırgadım.
Sevim hanım oy oranımızın %28’den 8’e düştüğünü hemen giriş cümlesine belirtmiş. 2009 yılında genel saçimlerde 10.7 olan oy oranı, 2013 yılında 8.4’e geriledi. Günümüzde yapılan kamuoyu yoklamalarında da oy oranının %10-12 arasında değişmektedir. Ağırlıklı olarak çevresel problemleri merkezine almış bir partinin bu oy oranlarına sahip olması küçümsenmemesi gereken bir başarıdır ve oy oranının daha da artması hem Almanya hem de dünyanın geri kalanı için çok önemlidir.
Sevim hanımın başlattığı bu öfkeli düşüncelerin nedenleri konusunda elbette söylenecek çok şey var. Yukarıda kısaca değindiğim yazarın Kobani açıklaması tartışılmalıdır. Eğer dergide olanak sağlanırsa bu tartışmayı memnuniyetle devam ettiririm. Amacımız yerinde, samimi, saygılı eleştirilerle geleceğimize yön vermektir. Nedeni belli olmayan ya da nedenleri konusunda daha farklı bilinçaltı problemlerini barındırdığını düşündürten eleştirilerin de karşısında durmak gerekmektedir.
Yazarın andığı % 28 rakamı ise kamuoyu yoklaması sonuçlarıdır, yani anket verileridir. Yeşiller Partisi hiçbir zaman %28’lik oy alarak meclise girmemiştir. Bu %28’lik mesele ise yine 11 Mart 2011 günü Japonya’daki nükleer santral kazasının ardından yapılan bir kamuoyu yoklaması sonucunu yansıtıyordu; çevresel endişe ve önerilerimizin toplum tarafından farkına varıldığı ve sahiplenildiğinin ifadesiydi.
Sevim hanım emin olsun ki; eğer Yeşiller Partisi ölürse arkasından ağlayanı çok olacaktır ve bu ağıt sadece anılarla ilgili değil daha çok geleceğin kaybıyla ilgili olacaktır. Almanca bir atasözü ile yazıma son veriyorum: Totgesagte leben länger!
Eğer Yeşiller Partisi ölmek üzereyse Sevim hanım partimizi ziyaret edip endişelerini belirtmeliydi. Bir partinin programının içinin boşaldığını iddia ediyorsanız bunu kanıtlamak zorundasınız. Yazı
Rıza Baran
Tercübeli bir ekip tarafından yürütülen geni kapsamlı bir tedavi veya psikiyatrik yardıma ihtiyacıınız varmı? Zamanında kriz önleme ile hastanede yatarak tedavı görmenin önüne geçmekmi istiyorsunuz? O halde Psikiyatri Polikliniğimize başvurunuz. Doktorlar, psikologlar, uzman hemşiriler, sosyal hizmet uzmaları ve ergotherapistlerden oluşan ekibimiz sizler için göreve hazır. Tedavi kapsamımıza giren hastalıklar: şizofreni, duygudurum ve şizoafektif bozukluklar, ağır kişilik bozuklukları, alkol ve uyuşturucu madde bağımlılıkları ile psikotraumalar. Göçmen kökenli hastaların tedavisi sunduğumuz tedaviler arasında önemli bir yer tutmaktadır.
Görüşme saatleri: /// Pazartesi: 10.00 – 18.00 /// Salı: 08.00 – 19.00 /// Carşamba: 10.00 – 14.30 /// Perşembe: 08.00 – 19.00 /// Cuma: 08.00 – 16.00 Telefon: (030) 23 11 - 21 20 Psychiatrische Universitätsklinik der Charité im St. Hedwig-Krankenhaus Psychiatrische Institutsambulanz (Josefshaus, 5. Etage; mit Aufzug) Ärztliche Leitung: PD Dr. med. Meryam Schouler-Ocak Große Hamburger Straße 5–11, 10115 Berlin E-Mail: st.hedwig@alexius.de Internet: www.alexianer-berlin-hedwigkliniken.de
CDU da artık geleceği göçmenlerde görüyor Almanya’daki göçmen kökenli nüfusun yoğunluğu, ülkenin siyasi yapısını da değiştirmeye devam ediyor. Farklı kimliklerin siyasete katılımı konusunda son adım, muhafazakârlığıyla bilinen CDU’dan geldi.
Hristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU), göçmenlere yönelik açılım politikası kapsamında faaliyetler yapıyor. Bu doğrultuda göçmenlerin de parti içinde görev almaları için, başta partinin Genel Sekreteri Peter Tauber ve milletvekilleri bir dizi programlar gerçekleştiriyor. Bu kapsamda Konrad Adenauer Evi’nde göçmenlere yönelik “Çeşitliliğin Fırsatları” konulu konferans düzenlendi. Toplantıya CDU Genel Sekreteri Tauber, partinin çeşitli kademelerinde yer alan göçmen kökenliler ve üyeler katıldı. Konferansta konuşan Almanya Başbakanı ve CDU Genel Başkanı Merkel, göçün getirdiği fırsatların daha iyi kullanılması çağrısında bulundu. Değişimin getirdiği olanakların kullanılması gerektiğini ifade eden Merkel, 1989 yılında duvarın yıkılmasından önce Berlin’de Bilimler Akademisi’nde çalıştığını, daha sonra siyasete girdiğini hatırlatarak, hayatın inanılmaz olanaklar sunduğunu kaydetti. Ülkesinin, birleşme sürecini başarıyla gerçekleştirdiği için takdir edildiğini belirten Merkel, “Aynı şekilde iyi bir uyum ülkesi olma potansiyeline ve olanaklarına sahibiz” dedi. Almanya’ya sonradan gelenlerin rahat etmesi gerektiğini vurgulayan Merkel, göçmenlere yönelik bazı davranışlarda hemen kötü niyet aranmamasını istedi ve bazı davranışların bilgisizlikten kaynaklanabileceğini belirtti. CDU’nun geçmişinde Hristiyanlık anlayışının bulunduğunu, ancak inanmayanların da bu partide siyaset yaptıklarını söyleyen Merkel, CDU’da birlik, hak, özgürlük, dayanışma ve adaletin ortak değerler olduğunu ifade ederek “Herkes fırsat eşitliğine sahip olmalıdır” diye konuştu. “Saldırılara karşı ortak değerleri savunmamız lazım. Bu hepimizin görevi” diyen Merkel, bundan dolayı Müslümanların birkaç hafta önce dinin istismar edilmesine karşı yaptıkları eylemleri önemli bir sinyal olarak değerlendirdi. Terörist gruplardan dolayı insanların, İslam’ın yanlış tarafta olup olmadığını sorma tehlikesinin bulunduğunu ifade eden Merkel, “Sizin bunun böyle olmadığını söylemenize müteşekkirim” şeklinde konuştu.
“İslam Almanya’nın bir parçasıdır” Her tarafta dini kötüye kullanmanın olduğuna dikkati çeken Merkel, “Cumhurbaşkanı Wulf’un söylediği gibi; artık İslam’ın, Almanya’da bize de ait olmasının, sizin için önemli bir sinyal olduğuna inanıyorum” diyerek, sözlerini söyle sürdürdü: ‘’Aynı zamanda sizin de, Yahudiler’e, kiliselere ve camilere saldırıların ortak temel değerlere saldırı olduğunu düşündüğünüzü biliyorum. Birlikte her türlü hoşgörüsüzlüğe karşı çıkmamız lazım. Bunları uluslararası düzeyde savunmamız gerekir. Bundan dolayı her yerde insan hakları için çaba göstermemiz lazım.” Merkel, göçmenlerle aynı aile görüşünü paylaştıklarını belirterek, ailede herkesin herkes için sorumluluk aldığını ve ailenin güven verdiğini ifade etti. Ülkeye gelen mültecilere de insanca ve anayasaya uygun bir şekilde davranılmasını isteyen Başbakan Merkel, mültecilere yardım edenlere de teşekkür etti.
8
Cemile Giousouf
Cemile Giosouf: “Merkel çok zeki bir kadın” CDU Milletvekili Cemile Giosouf da konuşmasında, göçmenlerin Almanya’yı geliştirmek istediklerini belirtti. CDU’nun Almanya’da “hoş geldin” kültürünün oluşması için önemli katkılarda bulunduğunu ifade eden Giosouf, Başbakan Merkel’in uyumu merkezi konu olarak görerek Başbakanlık’ta ilk kez Uyum Bakanlığını oluşturduğuna ve CDU’nun ilk kez Türk kökenli bir bakan atadığına işarete etti. Ülkede gerçekten fırsat eşitliğinin sağlanması gerektiğini ifade eden Giosouf, eğitimin velilerin gelir düzeyine bağlı olmaması ve herkesin yüksek okul mezunu olma imkanına sahip olması gerektiğini kaydetti. Berlintürk mikrofonlarına özel açıklamalarda bulunan genç milletvekili, CDU’nun Almanya’da parti olarak göçmenlere yönelik en çok adım atan parti olduğunu, ancak toplumdaki algının bunun tam tersi yönünde olduğunu dile getirdi. Yapılan bu organizasyonla, partinin kapılarının herkese açık olduğunu sembolik olarak da gösterme imkanı bulduklarının altını çizen Giosouf, Almanya’daki diğer partiler gibi CDU’nun da yaşlandığını ve bu nedenle daha çok gence, kadına ve bugüne kadar siyasetten uzak kalmış göçmen kökenlilere ihtiyaç duyduğunu sözlerine ekledi.
Aygül Özkan
Cemile Giosouf, Angela Merkel’in bugüne kadar, özellikle İslam’ın Almanya’daki rolü hakkında verdiği mesajlar ve mesafeli tutumu hakkındaki soru üzerine şu ifadeleri kullandı; “Angela Merkel çok zeki bir kadın. Göçmen kökenlilere göre bugüne kadar uyguladığı politikalar da bu durumu kanıtlıyor. Ayrıca, Sayın Merkel’in sürekli tekrarladığı bir konu da, kendisinin Doğu Almanyalı olmasıdır. Bir Doğu Alman olarak bugün geldiği konumu örnek olarak vere Merkel, Almanya’da bazı engellerle karşılaşan göçmen kökenlilere yılmamaları ve bu sorunlar hakkında birlikte mücadele etme tavsiyesinde bulunuyor.” Angela Merkel’in herkesi partiye davet etmesinin çok önemli olduğunun altını çizen Giosouf, sadece CDU’nun değil, aynı zamanda yeni bir döneme girdiğini ve Türkler ve Müslümanlar da dahil olmak üzere, göçmen kökenlilerin bu yeni dönemde çok önemli bir role sahip olacaklarını ifade etti.
“20 yıl önce bugünleri hayal bile edemezdik” Kuzey Ren Vestfalya Bölgesi’nde CDU çatısı altında aktif olarak siyasi hayatını sürdüren işadamı Bülent Arslan ise, yirmi yıl için gördükleri değişimin kendisini çok mutlu ettiğini ifade etti. Partiye ilk girdiği yıllarda, CDU’da göçmen kökenli insanların yok denecek kadar az olduğunu belirten Arslan, aradan geçen kısa zamanın ardından, başkent Berlin’de, CDU’nun genel merkezinde, Başbakan’ın da bizzat katılımı ile göçmen kökenlilere yönelik böyle bir organizasyonun yapılmasını hem partisi hem de Almanya’da yaşayan göçmenler ve göçmen kökenliler için büyük bir başarı olarak tanımlıyor. Bugüne kadar yaptıkları çalışmalarla, CDU’ya pek çok üye kazandırdıklarını ifade eden Bülent Arslan, Berlintürk’e yaptığı açıklamalarda şu ifadeleri kullandı; “Bugün gelinen nokta hakikaten büyük bir başarıdır ama bunun devam etmesi lazım. Eyalet meclislerinde, parti meclislerinde çok daha fazla insana ihtiyacımız var. Bu da, partilere üye olmakla başlıyor.
Bülent Arslan (CDU)
Özellikle, muhafazakâr insanlarımız için CDU’da geniş bir siyaset alanı var, bu yüzden de kendilerini davet ediyoruz ama başka partilere gitmek isteyenleri de destekliyoruz. Çünkü bizim için önemli olan katılımın artmasıdır.” Toplantıya CDU Genel Sekreteri Tauber, partinin çeşitli kademelerinde yer alan göçmen kökenliler ve üyeler katıldı Toplantıya CDU Genel Sekreteri Tauber, partinin çeşitli kademelerinde yer alan göçmen kökenliler ve üyeler katıldı.
9
Eğitime “Melek” eli değdi Stiftung: Bildung! Eğitim! tarafından gerçekleştirilen KomMENT: Kompetenzentwicklung durch Mentoring projesinin tanıtım toplantısı 16 Ekim 2014 tarihinde Berlin’de düzenlendi. Toplantı, Şahinler Holding’in sahibi ve aynı zamanda derneğin başkanı olan Kemal Şahin’in yanı sıra, Almanya’nın Federal Göç, Uyum ve Mültecilerden Sorumlu Devlet Bakanı Aydan Özoğuz ve Türkiye Cumhuriyeti Almanya Büyükelçisi H. Avni Karslıoğlu’nun katılımıyla Beuth-Hochschule für Technik’te gerçekleştirildi.
Dernek başkanı Kemal Şahin yaptığı açılış konuşmasında, 2014 yılı Ekim ayının ortasına kadar geçen sürede, “Melek” adı verdikleri eğitim gönüllülerinin Kuzey RenVestfalya bölgesindeki 60 okulda 1200 öğrenciye ulaştıklarını dile getirdi. Bugüne kadar ulaşılan gençlerin, eğitimlerini daha ileri seviyelere taşıma konusunda motive edilmeye çalışıldığını belirten Şahin, Kuzey Ren-Vestfalya bölgesindeki çalışmalarının ardından, projeyi Berlin’e taşımayı hedeflediklerini dile getirdi. Çocukların başka dilleri konuşup farklı kültürleri tanıdıklarını anlatan Şahin, bu çocukların büyük potansiyel ve aynı zamanda bir zenginlik olacağını kaydetti. Öğrencilere hayatlarında yardımcı olmak istediğini belirten Şahin, bu bağlamda şirketler ve üniversitelerle çalışma yaptıklarını söyledi. KomMENT projesinde bugüne kadar yapılan çalışmalar için Kemal Şahin’e teşekkür ederek sözlerine başlayan Almanya Göç, Mülteciler ve Uyumdan Sorumlu Devlet Bakanı Aydan Özoğuz, ülkede özellikle okullarda, üniversitelerde ve iş piyasasında ayrımcılık olduğunu belirterek, bunun ciddiye alınması gerektiğini söyledi.
Kemal Şahin
Özoğuz, ülkede doğan her üç çocuğun göçmen kökenli olduğuna işaret ederek, ‘’Biz bir göç toplumuyuz. Bizim toplum üzün süre göçün ne olduğunu anlamadı’’ dedi. Uzun bir zaman öğrencilerin değişik derecelere göre okullarda ayrıştırıldığını hatırlatan Özoğuz, bu eğitim sisteminin revize edildiğini kaydetti. Ailenin eğitim sisteminin yapısını bilmediğini, bu boşluğun kapatılması gerektiğini vurgulayan Özoğuz, bunun da Stiftung Bildung Eğitim Vakfı tarafından düzenlenen ‘’KomMent’’ gibi değişik rehberlik projeleriyle yapıldığını kaydetti. Özoğuz, çocukların başarılı olması için olumlu örnek insanlara her alanda ihtiyaç duyulduğunu ifade ederek, birçok göçmen futbolcunun yer aldığı Alman Milli Takımı’nın bir örnek olduğunu belirtti. Çocukların spor gibi boş zamanı değerlendirecek derneklerde faaliyet göstermelerini isteyen Özoğuz, bu tür faaliyetlere katılanların daha başarılı olduklarının görüldüğünü ve bu kişilerin belki de birbirine yardım ettiklerinden dolayı bu başarıyı yakaladıklarını kaydetti.
’’Yabancı gençler isimlerinden dolayı mülakata çağrılmıyor’’ Özoğuz, birbirine yardım ederek çok şeyin yapılabileceğini söyledi. Uyum alanında her şeyin iyi olmadığı, bunu uzmanlar tarafından yapılan raporun ortaya koyduğuna işaret eden Özoğuz, raporun birçok olumlu konuların yanında belirli grupların ayrımcılık tecrübesine sahip olduklarını saptadığını kaydetti. ‘’Ayrımcılık özellikle okullarda, üniversitelerde ve iş piyasasında oluyor. Bunu ciddiye almak lazım’’ ifadesini kullanan Özoğuz, raporda bir iş yeri için müracaatta bulunan göçmen gençlerin isimlerinden dolayı mülakata çağrılmadığının örnek verildiğini bildirdi. Özoğuz, sadece kişinin isminin birisinin davet edilip edilmemesi için yeterli olmaması gerektiğini belirtti. Yılda bir kez düzenlenen ve Başbakanlık’ta yapılacak Uyum Zirvesi’nin bu seneki ana konusunun meslek eğitimi olduğunu anlatan Özoğuz, meslek eğitimi alan gençlerin sayısını artırmayı hedeflediklerini söyledi. Özoğuz, birçok velinin meslek eğitimini küçümsediğini, oysa bunun önemli olduğunu kaydetti. Bakan Özoğuz’dan sonra söz alan Büyükelçi Karslıoğlu da, Stiftung: Bildung! Eğitim! ve Kemal Şahin’e teşekkür etti. özellikle iki dilli anaokullarının açılmasını memnuniyetle karşıladıklarını belirten Karslıoğlu, bu sayede ileride daha başarılı ve donanımlı bireylerin ortaya çıkmasını umduğunu söyledi. Açılış toplantısı kapsamında, T.C. Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen, geçmiş dönemde dış işleri müsteşarlığı görevini yürüten Dr. Wolf-Ruthart Born ve Fachhochschule Münster’den Prof. Dr. Aladin El-Mafaalani’nin katıldığı ve Almanya’daki göçmen kökenli gençlerin motivasyonunun nasıl arttırılabileceğinin konuşulduğu bir tartışma düzenlendi.
KomMENT projesi, ortaöğretime devam eden göçmen kökenli gençlerin motivasyonlarını arttırarak, onların ileri seviye eğitim almalarını amaçlıyor. “Eğitim yoluyla entegrasyon” mottosuyla yola çıkılan projede, gençler “Angel” (Melek) ismi verilen ve aldıkları eğitim sayesinde toplum içerisinde belirli bir başarıyı yakalamış rol modellerle bir araya geliyor. Özellikle, 8. ve 9. sınıfa giden ve hayatıyla ilgili önemli kararlar verme arifesinde olan gençleri hedef alan projede, gençlerin yüksek eğitim ya da meslek eğitimi konusunda gerçekçi hedefler belirleyerek birer meslek sahibi olmaları amaçlanıyor.
10
Jörg A. Zimmermann
“
Bugüne kadar her gün mütemadiyen daha fazlasına ulaşmaya çalışmasaydım, şimdi bulunduğum yerde olamazdım
”
Berlintürk - Sie waren Arzt in der Unfall-, Wiederherstellungs- und Brandverletztenchirurgie. Wenn Sie zurück blicken, was hat Sie an diesem Bereich am meisten fasziniert? Dr. Jörg Zimmermann - Als Medizinstudent wollte ich Kardiologe werden, weil mich die Zusammenhänge im Inneren des menschlichen Körpers interessierten. Am Ende meines Studiums wurde mir aber klar, dass ich in der Inneren Medizin Krankheiten nur behandeln, aber nicht heilen kann. Deswegen hat mich die Unfall- und Wiederherstellungschirurgie fasziniert. Nach einem schweren Unfall oder einer Brandverletzung ist eine vollständige Heilung leider nie erreichbar - aber man kann als Arzt sehr viel dazu beitragen, dass die negativen Folgen des Unfalls so gering wie möglich sind. BT - Und allgemeiner: Wieso sind Sie Mediziner geworden? Gibt es einen Auslöser/ ein Motiv oder eine Begebenheit, die Sie zu diesem Entschluß gebracht hat? J.Z. - Ich habe im Beruf des Mediziners viele Aspekte gesehen, die ich in dieser Kombination in keinem anderen Bereich
Berlintürk – Siz aslında kaza sonrası ve yanık cerrahisi alanında uzmanlaşmış bir doktorsunuz. Sizi bu uzmanlık alanına iten nokta neydi? Jörg Zimmermann – Tıp fakültesinde öğrenciyken, sürekli kardiyoloji alanında uzmanlaşmak isterdim. Çünkü, insan vücudu içerisindeki bağlantılar, benim her zaman ilgimi çekmiştir. Ama eğitimimin sonuna geldiğim farkettim ki, iç hastalıkları alanında karşılaştığım hastalıkları belli bir oranda tedavi edebiliyorum ama hiçbir zaman bu hastalıkların izlerini yüzde yüz silemiyorum. Örneğin, ciddi bir kaza ya da ciltte bir yanık sonrası, kaza öncesine yüzde yüz dönüş bugüne kadar sağlanamadı. Buna karşın, siz bir doktor olarak insanların hayatındaki bu acı olayların olumsuz izlerini çok büyük oranda yok edebilirsiniz. BT – Peki, bunun da öncesine gidersek, tıp doktoru olmaya ne zaman karar verdiniz? Bu fikrinizi tetikleyen özel bir olay var mıydı? J.Z. - Bana göre, tıp alanında görüp de, başka mesleklerde bulamayacağınız bazı özellikler var. Bir yanda, çözümleri için yüksek bir bilgi birikimi gerektiren bir
finden konnte: eine hohe intellektuelle Herausforderung, die komplexen, dabei aber logischen Zusammenhänge, die Notwendigkeit einer absoluten Präzision. Aber auch Dinge wie Verantwortung und Hilfe für andere, etwas tun zu können, was - im positiven Sinne - eine Wirkung hinterlässt. BT - Wenn Sie zurück in Ihre Kindheit blicken, sehen Sie dann schon eine Verbindung zu den Themen „Pflege und Gesundheit“? Wo sind Sie aufgewachsen? J.Z. - Ich bin in Freiburg aufgewachsen, einer eher kleinen Großstadt mit rund 200.000 Einwohnern im Südwesten Deutschlands, nahe der Grenze zu Frankreich und der Schweiz. Mein Vater war Rechtsanwalt, meine Mutter Dolmetscherin, mein Bruder ist Investment Banker. Die einzige “Prägung” in Richtung Medizin waren die Erzählungen meines Vaters über meinen Großvater, einem Allgemeinarzt am Bodensee, der leider lange vor meiner Geburt verstorben war. Mit dem Thema Pflege hatte ich in meiner Kindheit und Jugend keinerlei Berührungspunkte, zumal meine Großeltern und Eltern vor ihrem Tod nie pflegebe-
karmaşıklıkla mücadele ederken, diğer yanda çok büyük bir dikkat ve hassasiyet taşıyor olmanız gerekiyor. Ama tabi, bunun yanında sorumluluk almak ve başkalarına yardım ediyor olmanın da sağladığı olumlu etkileri de göz ardı edemeyiz. BT – Nerede büyüdünüz? “Sağlık ve yardım” konuları gençliğinizin de bir parçasıydı? J.Z. - Ben, Almanya’nın en Güneydoğu’sunda, hemen İsviçre ve Fransa sınırında, yaklaşık 200 bin nüfusuyla küçük sayılabilecek bir şehir olan Freiburg’da büyüdüm. Babam hukukçuydu, annem ise çevirmenlik yapıyordu. Şu anda yatırım bankacılığı alanında çalışan bir de erkek kardeşim var. Benim tıbba ilgimi sağlayan yegâne şey ise, babamın dedemle ilgili anlattığı hikayelerdi. Konstanz Gölü kıyısında aile hekimliği yapan dedem, maalesef, ben doğmadan uzun bir süre önce hayata gözlerini yummuş. Açıkçası, bu hikayelerin dışında çocukluğumda yardım ve sağlık konuları çok fazla yer tutmadı. Özellikle, büyükanne ve büyükbabalarımın ölene kadar herhan-
dürftig wurden. BT - Warum sind sie selbständig geworden und haben sich der häuslichen Pflege gewidmet? J.Z. - Ich bin ein analytisch-konzeptionell-kreativ denkender Mensch. Damit kommt man im System der “klassischen” Karriere als Arzt an gewisse Grenzen. Es war deswegen fast unvermeidbar, dass ich vor mittlerweile rund 15 Jahren den Entschluss fasste, den alten Beruf zu verlassen und mich selbständig zu machen. Zu diesem Zeitpunkt hatte ich zwar schon viele Jahre als Klinikarzt gearbeitet, aber die Aussicht auf ein Leben als Unternehmer erschien mir attraktiver. Ich habe diesen Entschluss auch nie bereut. Ich habe in den Jahren vor der PflegeBox schon andere Unternehmen im Gesundheitsmarkt gegründet. Die häusliche Pflege, der Pflegemarkt im Allgemeinen, ist aber derzeit sicher einer der attraktivsten Märkte. Ich habe einige andere Bereiche innerhalb des Gesundheitsmarktes angeschaut, aber keinen gefunden, bei dem man noch so viel bewegen und Gutes tun kann.
gi bir şekilde yardıma muhtaç olmamasından ötürü, bu konunun bizim evin bir parçası olduğu söylemem zor. BT – Ticarete girme fikrine nasıl ulaştınız? J.Z. - Analitik, kavramsal ve yaratıcı düşünmeye çalışan bir insanım. Tıp alanında bir doktorun “klasik” kariyer seçenekleri sizi belirli sınırlar içinde tutuyor. Bu sebeple, bundan yaklaşık 15 sene kadar önce, eski işimi bırakıp yeni bir alana girmek, benim için kaçınılmaz bir karardı. Tabi, ben bu kararı aldıktan sonra bir süre daha doktorluk yapmaya devam ettim, ama ticaret hayatı benim için her geçen gün daha cazip bir hal aldı. Bugün baktığımda, bu kararımdan hiçbir zaman pişmanlık duymadığımı söyleyebilirim. Pflegebox’u kurmadan önce, sağlık sektöründe kurduğum başka şirketlerim de oldu; ancak günümüzde “evde hasta bakım” piyasasının çok geniş imkanlar sunduğu bir gerçek. Sağlık ve bakım sektöründeki başka alanları bu dönemde inceledim, ancak bu alanların size o kadar geniş bir hareket alanı sunmadığını farkettim.
13
BT - Wie haben sie die „Pflegebox“ entdeckt? J.Z. - Ich war vor vielen Jahren Aufsichtsrat eines börsennotierten Medizintechnikunternehmens. Wir wollten mit unseren Produkten in den Pflegemarkt; also habe ich mir diesen Markt erst einmal genau angeschaut. Dabei fand ich im Gesetz eine Regelung, dass Menschen mit Pflegestufe einen Anspruch auf Pflegehilfsmittel haben. Mir wurde schnell klar, dass die meisten Pflegebedürftigen nichts von diesem Anspruch wussten, geschweige denn ihn nutzen. Also habe ich mir gesagt: Man muss den Menschen einen Komplettservice anbieten, bei dem sie sich praktisch um nichts mehr kümmern müssen. So ist die Idee der PflegeBox entstanden. BT - Welche Bedeutung hat die „Pflegebox“ für Sie? J.Z. - Die PflegeBox ist mein “unternehmerisches Baby”. Sie ist das Wichtigste, was ich nach meiner Zeit als Arzt getan habe. Vielleicht wird die PflegeBox zu meinem Lebenswerk werden, ich würde mir das sehr wünschen. BT - Wie würden Sie die Situation in der häuslichen Pflege in Berlin beschreiben? J.Z. - Der sicher wichtigste Unterschied zwi-
14
schen Berlin und anderen Großstädten in Deutschland ist die Tatsache, dass hier deutlich mehr pflegebedürftige Menschen mit Migrationshintergrund leben. Das ist für alle, die im Pflegemarkt arbeiten, eine große Herausforderung. Es geht darum, diesen Menschen den Zugang zu unserem Sozialsystem der Pflegeversicherung zu erleichtern. Das hat mit sprachlichen und kulturellen Barrieren zu tun, die wir überwinden müssen.
wir auch darüber diskutieren, ob der Pflichtbeitrag jedes Einzelnen für die Pflegeversicherung ausreicht oder ob wir eine zusätzliche, steuerfinanzierte Lösung brauchen. Warum schenken wir Steuerzahler den Familien ein Elterngeld, wenn sie Kinder bekommen - und tun nicht das Gleiche, wenn sie einen Angehörigen pflegen?
BT - Was könnte man in Berlin – und insgesamt in Deutschland- in der Kranken- und Altenpflege verbessern?
J.Z. - Ich will mit der PflegeBox, aber auch mit weiteren Hilfsangeboten, zu einem der wichtigsten Ansprechpartner für Pflegehaushalte in Deutschland werden.
J.Z. -Es gäbe hier so viele Punkte, dass ich sie nicht alle aufzählen kann: die Neudefinition des Pflegebedürftigkeitsbegriffes, mehr individuelle Wahlmöglichkeiten der Pflegebedürftigen bei den Leistungen der Pflegeversicherung, eine Pflegeberatung, die sich viel stärker an den tatsächlichen Notwendigkeiten des Einzelnen orientiert. Mir ist klar, dass das alles Geld kostet, was letztlich die Gesellschaft tragen muss. Ich denke aber, dass wir uns alle darauf einstellen müssen, in Zukunft mehr für die Versorgung im Alter und in der Pflegebedürftigkeit bezahlen zu müssen. Hier sollten
BT - Was ist Ihre Vision für die „Pflegebox“ (Ideen, Entwicklung, Innovationen)?
BT - Wo sehen Sie sich persönlich in 5 Jahren? J.Z. - An der Spitze eines wirtschaftlich erfolgreichen Unternehmens, das etwas für die Gesellschaft, für die Kunden und für die Mitarbeiter bewegt hat. BT - Sind sie zufrieden, mit dem was sie bis jetzt geleistet haben? J.Z. -Ja. Ich wäre aber kein guter Unternehmer, wenn ich nicht jeden Tag versuchen würde, noch mehr zu erreichen.
BT - “Pflegebox”u kurma fikri nasıl oluştu? J.Z. - Yıllar önce, medikal teknolojiler geliştiren bir şirketin danışma kurulu üyesiydim. Orada, bazı ürünlerimizi hasta bakım sektörüne sunmak istiyorduk, bu nedenle ben de piyasayı yakından inceleme fırsatı buldum. Bu sırada, bakıma ihtiyaç duyulan kişilen, bu bakımı almaya hakkı olduğuna dair bir yasa olduğunu keşfettim. Kısa zaman içinde, bu yasayı kullanmak bir yana, pek çok hastanın böyle bir yasanın varlığından haberi olmadığını farkettim. Bunun üzerine, kendime kendime düşünürken şöyle bir sonuca vardım; öyle bir ürün ve hizmet sunmalıyım ki, bu bakımdan faydalanmak isteyen insanlar, başka hiç bir konuyla ilgilenmek zorunda kalmasın ve ihtiyaçları olan hizmete, hiç bir uğraşa girmeden sahip olabilsinler. Bunun üzerine, bugün görmüş olduğunuz “Pflegebox” fikri doğmuş oldu. BT - “Pflegebox” sizin için ne ifade ediyor? J.Z. - Pflegebox benim ticaret hayatımdaki çocuğum gibi. Doktorluk hayatımdak yaptığım en önemli şey diyebilirim. Belki de, Pflegebox benim hayatımın işi olacak ki,
bunun olmasını çok isterim. BT – Berlin’deki evde bakım sistemini nasıl buluyorsunuz? J.Z. - Berlin ile Almanya’nın diğer önemli şehirlerini ayıran en önemli özellik, burada çok sayıda göçmen kökenli insanın yaşıyor olması. Bu durum, hasta bakım sektöründe hizmet veren herkes için büyük bir zorluk. Bu insanların, bizim hasta bakım sigortası sistemimize girmelerinin kolaylaştırılması gerekiyor. Bunu yapmak için de, dil ve kültürel sorunlarının aşılması gerekiyor. BT – Hasta ve yaşlı bakımının geliştirilmesi için Berlin ve Almanya’da neler yapılması gerekiyor? J.Z. - Bu konuda sayamayacağım kadar çok noktanın düzenlenmesi gerekiyor: “bakım” konseptinin tanımı yeniden yapılmalı, uzun süreli bakımlarda bireysel taleplere daha fazla karşılık sağlanmalı, bireylerin gerçek ihtiyaçlarını daha iyi anlamaları için onlara bakım danışmanlığı sağlanmalı. Bu masrafların toplum içinde bölüştürülmesi fikrine katılıyorum. Ama öte yandan, yaşlılık ve bakıma muhtaç olma durumlarında çok daha büyük maddi yüklerle kar-
şılaşacağımızı herkesin anlaması gerekiyor. Bu noktada tartışmamız gereken esas konu, her birey gerçekten kendi sigorta masrafını karşılıyor mu, yoksa bu sorunu yeni bir vergilendirme formülüyle mi çözmeliyiz? Neden çocuk sahibi olan ailelere “Aile Yardımı” verirken, çocuk bakımı üstelenen ailelere bu yardımı sağlamıyoruz? BT – Pflegebox ile ilgili vizyonunuz nedir? J.Z. - Pflegebox ve bunun yanında çıkardığımız pek çok ürün ve sağladığımız hizmetler sayesinde, Almanya’nın evde bakım konusunda en önemli ve en çok aranan ismi olmak istiyorum. BT – Peki, kendinizi beş sene sonra nerede görüyorsunuz? J.Z. - Beş sene sonra kendimi, topluma, müşterilerine ve çalışanlarına etki etmiş, ekonomik olarak güçlü bir şirketin tepesinde görüyorum. BT – Son olarak, bugüne kadar yapmış olduklarınız sizi tatmin etti mi? J.Z. - Evet. Ama bugüne kadar her gün sürekli daha fazlasına ulaşmaya çalışmasaydım, bugün bulunduğum yerde olamazdım.
16
Berlin’den Azerbaycan’a bir köprü Azerbaycan Öğrenci Ağı (Azerbaijan Student Network) kuruluşunın 3. senesini Berlin’de düzenlenen bir etkinlikle kutladı. Avrupa ile Azerbaycan arasındaki bağları kuvvetlendirmek maksadıyla bundan 3 sene önce kurulmuş Azerbaycan Öğrenci Ağı, sadece Azeriler için değil, Azerbaycan’a ilgi duyan bütün öğrencilerin bir araya gelebilecekleri geniş bir ağ. Yılda ortalama otuza yakın etkinlik düzenleyen ve pek çok projeye imza atan örgüt, aynı zamanda kendi projelerini hayata geçirmek için isteyen gençler için de uygun bir platform. Derneğin genel başkanlığı görevini yürüten İbrahim Ahmadov, Berlintürk için yaptığı değerlendirmede, dernek olarak geride kalan üç yıl içerisinde çok önemli işlere ve projelere imza attıklarını belirtti. Kapılarının Azerbaycan ve Avrupa arasındaki bağı kuvvetlendirmek isteyen herkese açık olduğunu belirten Ahmadov, bugüne kadar kendilerine bu bağlamda gelmiş olan pek çok projeye ev sahipliği yaptıklarını ve maddi destek sunduklarını belirtirken, aynı zamanda bu sayede, üyelerinin yaratıcı fikirlerinin de somut birer projeye dönüşmesine yardımcı olduklarını söyledi.
Elshan Atayaroğlu İsmayilov
Türkiye’den sonra, en fazla Azerbaycanlı öğrencinin Almanya’da bulunduğunu belirten Ahmadov ve bu nedenle Öğrenci Ağı’nın başlangıç noktası olarak Berlin’i seçtiklerini söyledi. İbrahim Ahmadov, Berlin’deki şubelerinin yanı sıra 2013 yılında, Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’da da bir şube açtıklarını ve Avrupa’nın başka şehirlerinde de şubeler açmayı düşündüklerini ve bu konuda çalışmalara başladıklarını vurguladı.
Örgütün genel sekreterlik görevini yürüten Elshan Atayaroğlu İsmayilov ise, yurt dışında okuma isteyen Azeri öğrencilerin, Azerbaycan devleti tarafından desteklendiğini, bu sebeple de Azerbaycanlı çok sayıda gencin yüksek öğrenimlerini yurt dışında sürdürdüğünü dile getirdi. Azerbaycan Öğrenci Ağı’nın Türkiye’den gelen öğrenciler için de önemli bir platform olduğunu belirten genel sekreter, “Almanya’da çok fazla Türk yaşıyor. Bu nedenle, Azerbaycan’dan Almanya’ya gelen öğrenciler ilk başta burada yaşayan Türklerle iletişim kurarlar. Yani, buradaki Türkler, Azerbaycan’dan gelenler için de bir köprü görevi görmektedir” dedi. Türkiye ve Azerbaycan arasındaki yakın ilişkilerin, başka ülkelerden olan insanları kıskandıracak ölçüde yakın ve güçlü olduğunu belirten Elshan Atayaroğlu İsmayilov, Türk öğrenci dernekleri ile de ortak çalışmalar yaptıklarını belirtti ve önümüzdeki dönemde bu işbirliğini arttırmak istediklerini söyledi.
İbrahim Ahmadov
Merkez ofisi Berlin’deki Friedrichstrasse’de bulunan Azerbaycan Öğrenci Ağı’nda, haftanın dört gün boyunca öğrencilere danışmanlık hizmeti de sunuluyor.
17
18
Berlin’de Müller dönemi başlıyor Berlin Aralık ayında büyük bir değişim yaşamaya hazırlanıyor. Şehrin Hükümet eden Belediye Başkanı Klaus Wowereit’ın 26 Ağustos’ta yaptığı 11 Aralık’ta görevi bırakacağını açıklamasının ardından, gözler Sosyal Demokrat Parti’ye (SPD) çevrilmiş ve yeni başkanın kim olacağı merak konusu olmuştu. SPD kulislerinde iki aya yakın süreyle devam eden hareketlilik, Ekim ayı içerisinde yerini yeni bir telaşa bıraktı. Zira, 29 Ağustos’ta başkanlık için adaylığını açıklayan Berlin Şehir ve Çevre Bakanı Michael, partisi tarafından bu görev için lâyık görülen isim oldu. 18 Ekim’de SPD içinde yaklaşık 11 bin parti üyesinin katıldığı seçimde, yüzde 59.1 gibi yüksek bir oy oranına ulaşan Müller, bu sonucu hem mutluluk hem de şaşkınlıkla karşıladığını dile getirdi. Müller’in rakiplerinden Berlin SPD Başkanı Jan Stöss oyların yüzde 20.8’ini alırken, SPD Meclis Grubu Başkanı Raed Saleh ise yüzde 18.6’lık bir oranla üçüncü oldu. Müller’in 11 Aralık’ta Berlin Eyalet Meclisi’nde görevi devralabilmesi için, Hristiyan Demokrat Parti’nin (CDU) desteğine ihtiyacı var. Ancak bu konuda herhangi bir problem çıkması beklenmiyor. Zira, SPD’nin Berlin’deki koalisyon ortağı CDU’nun Berlin Şefi ve aynı zamanda Wowereit döneminde İçişleri Senatörlüğü görevini yürüten Frank Henkel daha önce yaptığı açıklamada, seçime gerek duymadıklarını ve yeni bir başkan seçerek SPD ile koalisyonu devam ettirmek istediklerini açıklamıştı. 13 sene yürüttüğü başkanlık görevini bırakan Klaus Wowereit için, “O’nu hep Berlin’i bir dünya metropolü yapan isim olarak, iyi bir şekilde anacağız” ifadelerini kullanan Henkel, yine de Berlin yönetiminde bazı kökten değişiklikler yapılması gerektiği inancında. Bu vesileyle, Michael Müller hükümetinin, Wowereit döneminden farklı olması gerektiğinin altını çizen CDU’lu siyasetçi, özellikle güvenlik konusunda bütçe ve personel artışı konusunda somut adımlar atılması gerektiğinin altını çizdi.
Başta kendi partisi SPD içinde olmak üzere, güçlü bir desteği arkasına almış görünen Michael Müller için ofisi devraldıktan sonra yine de stresli günlerin geleceği beklentisi yüksek. Öncelikli olarak, Berlin Almanya içerisinde en fakirliğin en yüksek olduğu şehirlerin başında geliyor. Wowereit, Berlin’in içinde bulunduğu durumu “fakir ama seksi” şeklinde nitelemiş ve bu açıklama uzun zaman boyunca şehrin sloganı gibi algılanmıştı. Müller de, adaylığını açıklamasının ardından, şehirdeki ekonomik durumun düzeltilmesinin öncelikli planları arasında yer aldığını ifade etti. Bu hedefin kısa süreli projelerle gerçekleştirilemeyeceğini belirten Müller, Senato olarak meslek eğitimlerine verdikleri desteği arttırmayı ve kamusal alanda yeni iş imkanları yaratmayı amaçladıklarını belirtti. Wowereit hükümetinde Şehir ve Çevre Bakanlığı görevini yürüten Michael Müller’in, özellikle yeni havaalanı, merkez otobüs terminali (ZOB) ve kongre merkezi (Berlin Messe ICC) ile ilgili inşaat planları ilgili eleştirilere göğüs germesi gerekiyor. Berlin’in yeniden düzenlenmesi ve önemli inşaatların bir türlü sonuçlandırılamaması konularında halihazırda eleştiri oklarının hedefi halinde olan Berlinli siyasetçinin, bu konularda atacağı somut adımlar da, şimdiden merak konusu olmuş durumda. Berlin’in bir diğer kemikleşen sorunu olan ev konusunda da konuşan Müller, şehrin çok yüksek rakamlarda yeni evlere ihtiyaç duyduğunu ve bu konuda gerekli adımların atılacağının altını çizdi. Devlet destekli konutların, özel finanse evlerden daha pahalı olduğuna da değinen müstakbel başkan, bunun kabul edilemez bir durum olduğunu ve üst limit belirleme yönünde çalışmaları olacağını da ifade etti. Eski başkan Wowereit ile selefi Müller arasındaki bazı ciddi farklar da, hem Berlin’in geleceği, hem de Berlinlilerin karşılaşacağı yönetim anlayışı açısından bazı soru işaretleri doğuruyor. Wowereit döneminin en çok eleştiri alan konularından olan, şehrin özel sektör eliyle yeniden inşası ve bazı kamu şirketlerinin özelleştirilmesi konusunda iki siyasetçi arasında büyük fikir farkları olduğu biliniyor. Berliner Zeitung gazetesine verdiği röportajında, Wowereit ile başta özelleştirme olmak üzere, finansal pek çok konuda fikir ayrılıkları yaşadığını itiraf eden Michael Müller, yeni dönemde devlet destekli işletmelerin Berlin’de daha aktif bir rol alacağını belirtiyor. “Berlin’in yeniden inşası tek başına özel sektöre bırakılamayacak kadar önemli bir konu” ifadelerini kullanan Müller’e göre, mevcut devam eden sistemi bir anda değiştirmek mümkün değil ama bazı adımlar atılabilir. Finans konusunda, geçmiş dönem hakkında eleştirilerde bulunan Michael Müller, Klaus Wowereit’ın ardından istifasını açıklayan Berlin Finans Senatörü Ulrich Nußbaum’un yerine kimi getireceği ise henüz bilinmiyor. Bu anlamda, Müller ve yeni Finans Senatörü’nün üzerinde durmaları gereken en önemli konuların başında, Berlin’in 60 Milyar Avro’ya yaklaşan borcu olduğu da bir gerçek. Genel itibariyle bakıldığında, 2001 yılında seçim öncesi yaptığı devrimsel “Ben bir eşcinselim ve bu iyi bir şey” açıklamasıyla göreve başlayan ve görevde bulunduğu 13 sene boyunca sürekli ezber bozucu tavır ve açıklamalarıyla sık sık gündemde kalmayı başaran Wowereit’in yerini, siyasete sendikal faaliyetler başlayan ve başta çevre politikaları olmak üzere, pek çok konudaki sivri tutumlarıyla ön plana çıkan Michael Müller’e bırakacak olması Berlin’in geleceğini ciddi boyutlarda etkileyecektir. Bu etkinin nasıl sonuçlar doğuracağı ise, bugünlerde başkentte yaşayan milyonların kafasını kurcalayan temel sorulardan biri olarak görünüyor.
19
eurogıda’da Aşure Günü Berlin’de etnik ekonominin önemli temsilcilerinden eurogıda’nın önde gelen isimler, düzenlenen Aşure Günü etkinliğinde bir araya geldi. eurogıda ekibini bir araya getiren etkinlik renkli görüntülere sahne olurken, yapılan aşurelerin büyük kısmı dağıtılmak üzere paketlendi.
Aşure Günü nedir? Aşure (Aşura) Arapça 10 anlamına gelen “Aşara” kelimesinden türemiştir. Sözcük, benzer kullanılış şekilleriyle pek çok Sami dilin içinde geçmektedir. Muharrem Ayı’nın onuncu gününe gelen Aşure Günü ise içerisinde çok farklı anlamlar barındırıyor.
20
Âdem’in işlediği günâhtan sonra tövbesinin kabul edilmesi, İdris’in diri olarak göğe yükseltilmesi, Nuh’un gemisinin tufandan kurtulması, İbrahim’in ateşte yanmaması, Yakup’un oğlu Yusuf’a kavuşması, Eyyub’un hastalıklarının iyileşmesi, Musa’nın Kızıldeniz’den geçip İsrailoğulları’nı firavun’dan kurtarması, Yunus’un balığın karnından çıkması, İsa’nın doğumu ve ölümden kurtarılıp göğe yükseltilmesi gibi pek çok olayın Aşure Günü’nde bu günde gerçekleştiği düşünülmektedir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in de Aşure Günü’nde oruç tutulmasını öğütlediği ve bugün oruç tutmanın çok kıymetli olduğunu söylemesi de, Hadis kitaplarında sıkça yer almaktadır. Muharrem ayının 10’u, Hz. Hüseyin ve beraberindeki 72 kişinin Hicri 61 senesinde Kerbelâ’da katledilmesinin yıl dönümüdür. Bu nedenle, Alevi inancına göre On İki İmamlar’ın acılarını anmak ve Hz. Hüseyin’in katledilişi sebebiyle on iki gün boyunca tutuan mâtem orucunun sonunda, Muharrem ayının 10’unda aşure yapılmakta ve dağıtılmaktadır.
21
Berlin’de Cumhuriyet Bayramı coşkusu Cumhuriyet’in ilanının 91. yıl dönümü sebebiyle Türkiye Büyükelçiliği ve Berlin Başonsolosluğu tarafından düzenlenen kutlamalar renkli görüntülere sahne oldu. Büyükelçilik konutunda gerçekleştirilen törene, Hristiyan Demokrat Parti (CDU) milletvekili Cemile Yusuf, pek çok ülkenin Berlin’deki temsilciliklerinden misyon şefleri, iş ve sanat dünyasının tanınmış isimlerinin yanı sıra, Türk ve Alman davetliler katıldı. Resepsiyonda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gönderdiği özel kutlama mesajı hem Türkçe hem Almanca olarak okundu. Erdoğan’ın mesajında şu ifadeler yer aldı; “Görev yapmakta olduğunuz bu dost ülkede bulunan tüm vatandaşlarımızın Cumhuriyet Bayramı’nı kutluyor; Cumhuriyetimizin kuruluşunun 91’inci yıl dönümünün ülkemiz, milletimiz, tüm dost ve kardeş ülkeler için hayırlar getirmesini Allah’tan niyaz ediyorum. Cumhuriyetimizin kuruluşunun 91. yıl heyecanını bizlerle paylaşan dost ve kardeş ülkelerin temsilcilerine, onların nezdinde tüm dost ve kardeş halklara, temsilcilik çalışanlarımıza da bu anlamlı günümüzde barış ve dayanışma mesajlarımızı iletiyor, milletimizin en kalbi selamlarını gönderiyorum. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada barışı, dayanışmayı, adalet ve refahı savunan; her ülkenin iç işlerine ve toprak bütünlüğüne saygı gösteren, uluslararası hukuku, evrensel insani değerleri, insan hak ve özgürlüklerini her şeyin üzerinde tutan bir dış politika anlayışına sahiptir. 91 yıl boyunca hassasiyetle muhafaza ettiğimiz ve savunduğumuz bu değerler, bugün ve bundan sonra da Türkiye dış politikasının sarsılmaz temel ilkeleri olacaktır.Türkiye, her meselede adaletin, hakkaniyetin ve barışın yanında yer almayı, mazlum ve mağdurlar için cesaretle hakkı savunmayı sürdürecektir. Türkiye, istikrarla büyüyen ekonomisi, standartları yükselen demokrasisi, kararlı Avrupa Birliği Süreci, G-20 üyeliği, uluslararası platformlardaki etkin tutumuyla, bölgesel ve küresel barış için tecrübesini insanlık adına seferber etmekten de kaçınmayacaktır. Bu düşüncelerle, orada yaşayan tüm vatandaşlarımızın, tüm kardeşlerimizin, akrabalarımızın Cumhuriyet Bayramlarını tekrar tebrik ediyorum. Bu anlamlı günde, heyecanımıza ve coşkumuza ortak olan dost ve kardeş ülkelere, onların halklarına ve temsilcilerine, ülkem ve milletim adına şükranlarımı sunuyor; selam ve sevgile-
rimi yolluyorum.” Türkiye’nin Almanya Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu, yaptığı konuşmada Atatürk ve silah arkadaşlarına minnetlerini sunarken, cumhuriyetin çok zor koşullarda kurulduğunun altını çizdi. Cumhuriyetin 91. yılını, pek çok farklı ülke temsilcisinin katılımıyla kutlamaktan ötürü duyduğu memnuniyeti dile getiren Karslıoğlu, bu önemli günde kendilerini yalnız bırakmadıkları için, diğer büyükelçilere ve ülke temsilcilerine teşekkürlerini sundu.
Başkonsolosluk’un kutlaması Cumhuriyet’in ilanının 91. yılı münasebetiyle bir diğer kutlama da Türkiye’nin Berlin Başkonsolosluğu tarafından düzenlendi. Berlin Belediye Merkezi’nde (Rotes Rathaus) düzenlenen resepsiyon, geniş bir katılıma sahne oldu. Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen ve eşi Birgit Şen’in ev sahibi olduğu kabule Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu ve eşi Gamze Karslıoğlu ile Türk kökenli milletvekilleri, eyalet milletvekilleri, konsolosluk çalışanları, Alman davetliler, iş adamları, sivil toplum örgütü temsilcileri katıldı. Resepsiyon, Atatürk ve silah arkadaşları için gerçekleştirilen saygı duruşu ile başlarken, saygı duruşunun ardından İstiklal Marşı’nın okunması esnasında Başkonsolos Ahmet Başar Şen’in eşi Birgit Şen’in marşa piyanoyla eşlik etmesi renkli görüntülerin oluşmasına sebep oldu. Mesajın okunmasının ardından konuşan Başkonsolos Ahmet Başar Şen Atatürk ve silah arkadaşlarının Cumhuriyeti kurarken verdikleri mücadeleye atıfta bulunarak, dünyanın 16. büyük ekonomisi olan Türkiye’nin bugünlere gelmesinde yurt içinde olduğu kadar yurt dışında yaşayan vatandaşların da büyük katkısı olduğunu ifade etti. Başar Şen Almanya’da yaşayan genç Türklerin başarılı olması için çok iyi Almanca öğrenmeleri gerektiğine işaret ederek Türk sivil toplum kuruluşlarının gençlere sahip çıkmasını istedi.
Deniz Can Beyaz
22
Hüseyin Avni Karslıoğlu
23
Berlinli canlar Aşure Günü’nde bir oldu Berlin Cemevi Yönetim Kurulu Başkanı Halit Büyükgöl, Berlintürk mikrofonlarına yaptığı açıklamalarda, Aleviler olarak Kerbelâ’da şehit edilen Hz. Hüseyin ve beraberindekilerin yanı sıra, 12 İmamlar’ın yası için tuttukları orucun ardından, Aşurelerini tüm Berlinlilerle paylaştıklarını dile getirdi. Hem beraber oruç açtıkları günlerde, hem de aşure dağıtılması sırasında Berlin’deki Cemevi’nin çok büyük bir kalabalığı ağırladığını dile getiren Büyükgöl, burada Cemevi binasının bu talebi karşılamakta zorlandığını belirtti. Karşılaştıkları yoğun ilgiden dolayı cemaat temsilcileri olarak büyük mutluluk duyduklarını söyleyen Halit Büyükgöl, öte yandan karşılaştıkları bu durumun kendileri için bir uyarı olduğunu vurguladı ve bu konuyla ilgili bazı girişimlerde bulunacaklarını söyledi.
24
Oruç süresince 12 gün boyunca bin ilâ bin 500 arası misafirle birlikte oruç açtıklarını söyleyen Büyükgöl, bu 12 gün boyunca verilen yemeklerin masraflarını karşılayan ve yemeklerin yapılmasında emekleri geçen tüm gönüllülere teşekkür etti. Hizmetlerinden ötürü, Cemevi’nin daha önceki yönetimlerine de teşekkürlerini ileten Halit Büyükgöl, bundan sonraki süreçte Berlin Cemevi’ni zamanın koşullarına daha uygun hale getirmek için çalışacaklarını, bunun için de tüm üyeleri işin içine katmayı planladıklarını söyledi.
25
OYUN
Sunset Overdrive Bugüne kadar bildiğiniz bütün kıyamet senaryolarını bir kenara bırakın Resistance, Spyro the Dragon ve Rachet and Clark gibi birbirinden başarılı işlere imza atan Insomniac Games, bugüne kadar stüdyolarında geliştirdiği hemen hemen bütün olumlu özellikleri toplamış, renkli ve parıltılı çizgi karakterle süslemiş ve insanın içini kıpır kıpır yapan seslerle birleştirerek Sunset Overdrive’ı yaratmış. Oyun 2027 yılında, distopyan bir dünyada bulunan Sunset City şehrinde geçiyor. Oyuna başladığınızda, Overcharge Delirium XT isimli yeni bir enerji içeceğini piyasaya çıkartan ve bu ürünün tanıtımı için devasa bir parti veren FizzCo şirketinin çalışasınız. Ancak, piyasaya çıkan enerji içeceğiyle ilgili bazı şeyler ters gidiyor ve bir anda kendinizi OD adı verilen mutantlarla çevrelenmiş olarak buluyorsunuz. Oyundaki karakterinizin ten rengini, cinsiyetini, yüz, saç şekillerini ve vücut yapısını seçme şeklini seçme şansına sahipsiniz. Oyundaki amaçlarınızdan bir tanesi de, Sunset City’de sizin gibi mutantlaşmamış karakterleri bulmak ve onlarla ittifaklar kurmak. Zira, şehir karantina altına ve giriş çıkışlar tamamen yasaklanmış durumda. Tabi, hayatta kalmak için çabalarken, pek çok akrobatik hareket yapmak, size verilen görevleri takip etmek ve mutantlarla savaşınızda ihtiyacınız olan yeni silahlara ulaşmak zorundasınız. Sunset Overdrive’ın en önemli özelliği ise, Microsoft Cloud üzerinden interaktif bir hâl alması. Yani, oyunla ilgili her türlü yorum, eleştiri, talep ya da yeni silahlar anında oyuna eklenebilecek. Microsoft ve Insomniac Games arasındaki işbirliği ile ortaya çıkan bu gerçek dünya modunun, oyun dünyasında çığır açması da beklentiler arasında. Bir açık dünya, üçüncü şahıs nişancı oyunu olan Sunset Overdrive’ın, oyun severlere eğlenceli saatler vaat etmenin yanı sıra, oyun dünyasına getirdiği yeniliklerle de, piyasaya çok hızlı bir giriş yaptı demek, her halde çok da abartılı bir ifade olmaz.
Forza Horizon 2 Forza Horizon 2, hem Xbox 360 hem de Xbox One için piyasaya sürüldü. Daha önceleri, bir simülasyon olarak başyapıt olarak değerlendirilebilecekken, eğlenceye, hıza ve adrenaline önemin verildiği bir arcade özelliği olmayan Forza, Horizon 2 ile birlikte beyaz bir sayfa açmış gibi görünüyor. Zira, bu oyunda çılgın yarışseverlerle tozu dumana katmanız mümkün. Horizon 2, yine de Forza’nın en temel yapı taşı olan gerçekçilikten tamamen uzaklaşmış değil. Sürüş dinamikleri gerçeğe yakın olarak korunmuş. Ama oyunun esas amacının eğlence ve adrenalin olduğunu da ilk bakışta farkedebilirsiniz. Forza Horizon 2’nin bir diğer önemli özelliği de yarış oyunları için büyük denebilecek bir harita ve yüzlerce farklı yarış seçeneği olması. Basit yarışlarla başladığınız oyunda, zamanda içinde büyük turnuvalara geçiyor ve hızın heyecanını daha derin yaşama şansına sahipsiniz. Oyun, hız ve oyun tutkunları için toplamda 200’ün üzerinde araç kullanma imkanı sunuyor. Ancak bu araçlar içersinde Porsche’nin olmaması gerçekten büyük bir hayalkırıklığı. Araçların modifikasyon özellikleri ise, hem modifiye hastaları için detaylı bir şekilde sunulurken, çok uğraşmak istemeyenler için de otomatik şelilde ayarlanmış. Gelelim oyunun grafik özelliklerine. Bu noktada, altı çizilmesi gereken önemli bir konu, Forza Horizon 2’nin XBox 360 ve XBox One modellerinin farklı firmalar tarafından piyasaya sürülmüş olması. İçeriği, hikayesi ve hatta konsepti bile aynı olan iki sürümün arasındaki en temel fark görüntü kalitesinde ortaya çıkıyor. Şunu iddialı bir şekilde söylemek mümkün ki, oyunu XBox One ortamında 1080p çözünürlük ve 30FPS ekran hızında oynayan bir oyuncunun, yeniden XBox 360’a dönmesi oldukça zor görünüyor. Bu görüntü özelliklerinin, muhteşem araç sesleriyle süslendiğini söyleyebiliriz, ancak oyundaki radyolar yerine kendi müziğinizi açmanız tavsiye olunur. Genel anlamda bakacak olursak, Forza Horizon 2 kusursuz bir oyun diyemeyiz. Oyunda yer yer fizik kurallarının dışına çıkan saçmalıklar olmuyor değil. Ama şurası bir gerçek ki, XBoxOne sahibi ve yarışı tutkunu ise, bu oyunu mutlaka denemeniz gerekiyor.
26
DİYALOG
Özoğuz: Almanya hiç olmadığı kadar çeşitli hale geldi Federal İstatistik Dairesi, Almanya’da göçmenlerin sayısının 16,5 milyon olduğunu açıkladı. Uyum ve Göçten Sorumlu Devlet Bakanı Aydan Özoğuz, bu verilerin Almanya’nın göç ülkesi olduğuna delil niteliği taşıdığını söyledi. Özoğuz, “Ülkemiz hiç olmadığı kadar daha çeşitli hale geldi.” dedi. 80,6 milyon nüfuslu Almanya’da 16,5 milyon göçmen ikamet ediyor. Böylece göçmenlerin oranı yüzde 20’ü de geçmiş bulunuyor. Sosyal Demokrat Partili (SPD) Federal Hükümetin Uyum ve Göçten Sorumlu Devlet Bakanı Aydan Özoğuz, “Federal İstatistik Dairesi’nin yeni verileri son yıllardaki gelişmeyi bariz bir şekilde gözler önüne seriyor: Ülkemiz hiç olmadığı kadar daha çeşitli hale gelmiştir.” açıklamasında bulundu. Göçmenlerin büyük çoğunluğu (10 milyonu) Alman vatandaşı olduğuna belirten Özoğuz, “Üçte biri Almanya’da doğmuş ve böylece buraya göç etmemiştir.” diyerek bu konuyu dile getirdi. Özoğuz, Göçmenlerin üçte ikisi Avrupa ülkelerinden geldiğini aktardı. Etnik köken olarak Türkiye’den gelenlerin sayısı hâlâ en önde gelmeye devam ettiğini dile getiren Özoğuz, ancak şu gelişmeye dikkat çekti: “Türkiye’den göç tersine işliyor, ülkemizi terk edenlerin sayısı gelenlerin sayısını geçti.” Özoğuz, istatistikî verilerin ‘Almanya bir göç ülkesidir’ ifadesini kanıtladığını vurguladı. “Çeşitlik ülkemizde günlük hayatın her alanında karşılaşılan bir gerçektir.” diyen bakan, Almanya’nın göç toplumu olması yönünde biraz çekinceli olsa da ilerlendiğini ifade etti. Opsiyon modelinin kaldırılması gibi olumlu adımlar atıldığını dile getiren Özoğuz, ancak yapılması gereken bir çok işin mevcut olduğunu belirtti. Özoğuz, özellikle çocukların eğitimdeki başarısının hâlâ sosyal kökenine bağlı olmasından yakındı. Çocukların ne okul ve ne de mesleki eğitimde böyle bir sorunla karşılaşmaması gerektiğini vurgulayan Özoğuz, “Ülkemizdeki tüm insanlar için kökeninden bağımsız olarak eşit katılım hakkı gereklidir.” diye sözlerini tamamladı. Almanya’da göçmenlerle ilgili 2005 yılından bu yana istatistik tutuluyor. Göçmen kökenlilerin yüzde 12,8’ini Türkiye’den gelenler oluşturu- Berlin Duvarı’nın yıkılışının 25.yıldönümü kutlandığı bu günlerde şu yor. Yüzde 11,4 ile Polonya’dan gelenler ikinci en büyük göçmen gru- detay dikkat çekti: Göçmenlerin neredeyse hepsi (yüzde 95) eski Batı bunu oluşturdu. Üçüncü sırada ise yüzde 9 ile Rusya’dan gelenler var. Almanya ve Berlin’de ikamet ediyor.
Sahin Beratung
- Businessplanerstellung - Gründungsberatung & Coaching - Finanzierung- & Fördermittelberatung - Trainings, Seminare &Workshops - Fachkundige Stellungnahmen
„Unser Ziel ist es, Sie so schnell und so gut wie möglich für den Markt fit zu machen.” Sahin Beratung - Potsdamer Str. 69 - 10785 Berlin Tel.: 0176 / 48 59 70 88 - www.sahin- beratung.de 27
DEVRİMSEL GÜNDEM
Karalama Analizi Dr. D. Deniz Nergiz
Çoğumuz bunu yaparız … Bir toplantıda veya gündüz düşleri görürken, önümüzdeki boş kâğıtlara çiçekler, üçgenler, çemberler ve anlamsız görünen daha nice sekiller karalarız, değil mi? Bu sayıdaki yazımda, en süslüsünden en basit olanına karaladıklarımızın psikolojik olarak ne anlama geldiğine dair bilim insanlarının açıklamalarına yer vereceğim. İşte çizgiler ve anlamları Bilim insanları okların sıklıkla cinsel gerginliği ifade ettiğini belirtiyor. Ancak oklar yukarıya doğruysa hırsın , yatay olduklarında güçlü sezgilerin, her yönü gösterdikleri zaman da açık bir zihnin göstergesi olarak yorumlanıyor. Düz çizgiler çizen insanlar, genelde sözünü sakınmayan, az ve öz konuşan tipler olma eğiliminde. Sıfırlar ile çarpılar rekabete açık insanları ifade ediyor, idealist olanlar genellikle yıldız çiziyor. Beş köşeli yıldız hırsa, altı köşeli yıldız konsantrasyon yeteneğine işaret ediyor. Daireler hayalperestlerce daha çok tercih edilirken, kutular pratik, akılcı ve net karakterleri yansıtıyor.
Dr. D. Deniz Nergiz (31), Siyaset Bilimci/SosyologSiyaset Danışmanı
El yazınız karakterinizi ele veriyor İngiltere eski başbakanı Tony Blair’in yazısı sağa yatıkmış. Yatıklığın fazla olması kişinin dışa dönüklüğü olarak yorumlanıyor. Dikey yazı stili ise otokontrolü, geriye doğru yatık yazı ise isyankâr kişiliği gösteriyor.
Prenses Diana Bir harfin ortalama boyu, 3 mm. olarak ölçülmüş. Ingiltere eski prensesi Diana’nin el yazısında olduğu gibi, bundan daha büyük olan harfler coşkulu ve açık sözlülüğü, daha küçük olanlar ise çekingenliği ifade ediyor. Örneğin imzasında ilk harfi büyükçe yapan Diana’nın böylece dikkat çekme isteği anlaşılıyormuş. El yazınızda harfler birbirine bağlı ve bitişikse bu sizin iyi eğitimli, akılcı ve ne istediğini bilen kişiliğinizi gösterirmiş. Ayrıl yazı karakterleri ise güçlü sezgilere işaret edermiş.
Nâzım Hikmet Dünyaca ünlü şair Nâzım Hikmet de el yazısı ile kâğıda bol miktarda enerji aktaranlardan. Yazı karakterlerine bakılırsa içinde hiçbir şey bırakmadan kendini akıtıyor. Yazıdaki yatay genişleme ise dikkat çekiyor. Meselâ dikey yüksekliği daha fazla olan yazı karakterleri ile yazan kişilerde akıl ön plandayken, Nâzım Usta’nın yazısı onda duyguların ön planda olduğuna işaret ediyor.
Bill Gates’in karalamalarını da masaya yatırdık Yazılım devinin aklından neler geçiyor? 2005’te Isviçre’nin Davos kentinde gerçekleştirilen Uluslararasi Ekonomik Forumu’nun toplantısında, konuşmacılardan birine ait karalamalarla dolu bir kâğıt bulundu. Önce Ingiltere eski Başbakanı Tony Blair’in oldugu sanılan kâğıt, Ingiliz Grafoloji Enstitüsü’nden Elaine Quigley’e verildi. Ancak daha sonra kâğıdın, Bill Gates’e ait olduğu belirlenmiş. Karalamalardan anlaşıldığı kadarıyla Gates biraz hayalperest (yumuşak daireler ve düzensiz harfler buna işaret), ama yine de sorunlarını çözerken pratik ve yapıcı davranıyor (üçgenler). İşte Gates’in iç dünyasına açılan küçük bir pencere: Kutular, keskin bir zekâya sahip Gates’in gündeminde büyük konular olduğunu gösteriyor. Birbirinden ayrı harfler, önceliklerin belirlenmesi konusunda bir çatışmaya ve her konuya hakim olma çabasına işaret ediyor. Halkalar bağımsız bir zekânin, çizimin yumuşaklığı ise gündüz düşlerine yatkınlığın göstergesi. Harflerin genellikle birbirine bağlı olması, sabit fikirliliğin işareti. Porto Alegre ise (kağıtta yanlış yazılmış), bir dahaki toplantinin
28
yapılacağı kent. “Borç ertelemesi” kavramının diğerlerinden daha büyük harflerle not edilmesi, Gates’in bu konuya verdiği önemin belirtisi. Sağa yatık yazı, dışa dönük kişiliği ve hırsı temsil ediyor. Futbol kalesi figürü, toplantıdan sonuç alma kararlılığını gösteriyor. İlmek seklinde yapılmış d harfi, dıştan gelen baskıya ve eleştirilere karşı hassasiyeti temsil ediyor.
Çizgileriyle Atatürk Nursu Marmara, insan yönünü az tanıdığımız büyük önderin iç dünyasına bir pencere aralıyor. Genellikle askerlerde, kalem vuruşları kılıç darbelerini andırır. Örneğin Napolyon’da bu böyledir. Atatürk de askerdi ve basınçlı, yatay çizgilerle hareket eden, maskülen bir yazıya sahipti. Ancak o müdafaa ediyordu, saldırmıyordu. İmzasına bakıldığı zaman, bitiş darbesinin keskin uçlu olmadığı görülüyor. Kas gerginliği ve gevşemesi arasındaki denge, onun liderlik vasfına işaret. Bazı kaynaklarda Atatürk’ün imzasının kendisine ait olmadığı, verilen pek çok imza örnegi arasından onun seçim yaptığı söylenir. Atatürk’ün çesitli imzalarına da rastlamışsınızdır belki. Kendine ait olduğu bilinen imzalardan biri, Mustafa Kemal Atatürk olarak atılmıştır. Orada M harfi çok miniciktir, Kemal ve Atatürk ise daha iridir. Kemal ismini kendisine hocası vermiştir, Atatürk soyadını ise milletinden almıştır. Mustafa ise öz be öz doğuştan beri kullandığı ismidir ve Atatürk’ün gerçek kişiliğini simgeler. Atatürk’ün yazı stiline bakıldığında uzmanlar sezgisel alanı ve kontrol mekanizmalarının çok yüksek olduğunu belirtir. T çizgileri, otoriter bir tarzı, iddialı bir denetleyici ve planlayıcı kişiliği yansıtıyor. I noktaları, yoğun bir zihinsel ve fiziksel çabanın habercisi. Bu gayret, yer yer yazı hızını azaltıyor. Kalem vuruşlarındaki koyulaşmalar; yüksek enerji potansiyelinin ve duygusal enginliğin, beyin yanı korteks ile olağanüstü şekilde kontrol edildiğini gösteriyor. Harfler arasındaki bağlantı noktalarının çelenkvari (u seklinde) oluşuysa özgür, teklifsiz, açık ve alıcı bir karakterin işareti. Kendisi de “Bağımsızlık benim karakterimdir” dememiş mi zaten? Bu yazıda elbette tüm karakterlere yer vermek imkansız. Ama eminim siz de yazı stilinize ve iç dünyanıza dair bir takım izlere rastlamışsınızdır.
Sağlık’ta Senato’yu neler bekliyor? Berlin’in Hükümet Eden Belediye Başkanı Klaus Wowereit’ın istifa etmesinin ardından, Michael Müller döneminde Senato’yu ne tarz değişikliklerin beklediği merak konusuydu. Berlintürk mikrofonlarına konuşan Berlin Sağlık Senatörlüğü Müsteşarı ve Eyalet Meclisi Milletvekili CDU’lu Emine Demirbüken-Wegner, yeni kurulacak Senato’da, koalisyon anlaşmasının devam edeceğini ve bu nedenle yaşanan değişimin, SPD’nin bir iç dönüşümü olarak algılanması gerektiğini belirtti. Senato’da kendisi de dâhil olmak üzere, CDU’lu siyasetçelerin bu değişiklikten etkilenmeyeceğini belirten Demirbüken-Wegner, 11 Aralık sonrası süreçte koalisyonun aynı kalacağının, ancak çalışma stratejileri ve programın uygulanmasındaki öncelikler konusunda bazı yeniliklerle karşılaşabileceklerinin altını çizdi. Michael Müller’in çok başarılı bir siyasetçi ve Senatör olduğunu söyleyen CDU’lu siyasetçi, bu başarının yeni hükümete de yansıyacağını umduğunu dile getirdi. Sağlık Senatörlüğü’nün çalışmaları hakkında da bilgi veren Emine Demirbüken-Wegner, şu ifadeleri kullandı; “Bu görevde üçüncü yılımızı geride bırakıyoruz. Geride kalan iki sene, büyük değişiklikler yapmamız için aslında çok kısa bir süre. Yine de, geride kalan üç yılda çok önemli adımlar attık. Örneğin, son dönemde yeni bir hastane yasası geçti ve bu yasa sayesinde, 10 yıl sonra ilk defa hastane bütçelerinde bir artış sağlayabildik. Bu Berlin’deki hastaneler için çok önemli bir başarı. Bununla beraber, özellikle yaşlılara ve akut hastalara yönelik, hastanelerin ilk yardım sistemindeki oluşumlarda bazı değişiklikler yapıldı ve yapılmaya devam edecek.” Senatörlük olarak, önleyici sağlık hizmetlerine büyük önem verdiklerini söyleyen Demirbüken-Wegner, çocukluktan yaşlılığa kadar oluşturulan yaş kategorilerinde insanları bilgilendirmeye çalıştıklarını ve bu amaçla sürekli güncellenen bir web sitesi kurduklarını sözlerine ekledi. Emine Demirbüken-Wegner, ayrıca “2015 yılı ‘Göç ve Sağlık’ yılı olacak. Bu sebeple biz de büyük bir sağlık kongresinin hazırlıkları içerisindeyiz” dedi. Türkçeyi de Berlin’deki sağlık sisteminin önemli bir parçası yapmaya çalıştıklarını belirten müsteşar, bu sebeple Türkçe el ilanları hazırladıklarını belirtti ve Berlin’de Türkçe yayın yapan medya kuruluşlarına verdikleri destek için teşekkür etti.
Emine Demirbüken-Wegner (CDU)
Almanya`da yapılmış olan Yasal Sağlık Öntedbirleri Türkiye`de de geçerli mi? Dergimizin önceki sayısında Almanya`da yapılabilecek Yasal Sağlık Öntedbirleri nelerdir, nasıl yapılabilir konularına değinmiştik. Bu sayımızda ise alınabilecek bu Yasal Sağlık Öntedbirlerinin Türkiye`de geçerli mi, nasıl geçerli yapılabilir bu konulara değineceğiz. Türkiye`de de Hasta Onamı, Kayyımlık Talimatnamesi ve Tedbir Vekaletnamesi ile ilgili yasal hükümler olmakla beraber, Federal Almanya yasal düzenlemelerinden farklılık gösterir. Buna rağmen vatanlarına dönmeyi düşünen Türkiyeli göçmenlerin ciddi durumlarda hazırlıklı olmaları için talimatname ve vekaletnamelerin Türkçe versiyonlarını doldurmaları faydalarına olur. Türkiye´de esas itibariyle tıbbi müdahaleler bakımından hayati tehlike söz konusu olan bir durumda, doktorların ne gibi tedbirler almaları gerektiğine hemen kara verebilmeleri gerekir. Hastanın bilinci yerinde ise, hasta durumu ile ilgili kendisi karar verir. Şayet hastanın bilinci ara sıra gelip gidiyorsa, bu durumda doktorlar tarafından, hastanın bilinci tekrar yerine geldiğinde, hastadan yapılacak işlemler için yazılı talimatname talep edilir. Eğer hastanın genel olarak karar verebilme yetisi yoksa, bu durumda yapılacak işlemlere aile bireyleri veya vekili karar verir. Aşağıda Almanya`da alınabilecek Yasal Sağlık Öntedbirlerinin Türkiye`de ki geçerliliklerini ve nasıl geçerli yapılabileceğini ele alacağız. Hasta Onamı (Patientenverfügung) Türkiye`de Almanya`da olduğu gibi „Hasta Onamı“ bulunmamaktadır. Fakat Almanya`da yazmış olduğunuz Hasta Onamının Türkçe yazılmış ya da tercüme edilmiş olanını Almanya`da bulunan Türk Konsolosluğu`na giderek onaylatabilirsiniz. Bu şekilde vekil tayin ettiğiniz kişi de, isteklerinizde Türkiye`de geçerli olur. Bu bağlamda Türkiye`de ötenazinin yasak olduğunu da belirtmekte fayda var. Organ bağışı ise 18 yaşından itibaren mümkündür. Tedbir Vekaletnamesi (Vorsorgevollmacht) Türkiye`de de gerekli durumlarda başka kişileri görevlendirmek ve kişi adına faliyette bulunabilmelerini sağlamak için Almanya`da ki Tedbir Vekaletnamesi`ne benzer yazılı vekaletname bulunmaktadır. Böyle bir vekaletname hayatın tüm alanını yani tıbbi müdehaleleri de kapsayabilir. Vekaletnamenin verilmek istendiği alanların vekaletnamede tek tek belirtilmesi ve noter tasdikinin olması gerekir. Almanya`da yazılmış daha doğrusu onaylatılmış vekaletnamelerin Türkiye`de de geçerli olması için Türk Konsolosluğu´nda onaylatılmış olması gerekiyor. Burada gerekli şart, vekaletnamenin Türkçe yazılmış olmasıdır. Kayyımlık Talimatnamesi (Betreuungsverfügung) Mahkeme kararıyla yapılan kayyımlıkta Türkiye tarafından tanınmaktadır. Kayyım ya da vekil olarak aile bireylerinin önceliği vardır. Türkiye`ye geri dönmüş olan göçmenlerin, Almanya yasalarınca atanmış kayyımları varsa, Türkiye`de bu durumun mahkemeye gidip onaylatılması gerekir. Bunun içinde Alman Mahkemesi`nin vermiş olduğu kararı Türk Mahkemesine sunmak gerekir. Türk Hukukuna göre Almanya`da yapılmış olan talimatname ve vekaletnamelerin geçerliliği olduğu için, Hasta Onamı, Kayyımlık Talimatnamesi ve Tedbir Vekaletnamesi`nin Türkçe yapılması yararlı ve mantıklı olur. Konu ile ilgili daha ayrıntılı bilgiyi VdK`nın „GÖZ AÇIP KAPAYANA KADAR HERŞEY DEĞİŞEBİLİR“ broşüründe bulabilirsiniz. Ayrıca aşağıdaki adresimizde ücretsiz danışmanlık hizmetimizden yararlanabilirsiniz. Danışma Adresi: Sozialverband VdK Berlin-Brandenburg e.V., Rubensstr.84/12157 Berlin Telefon: 030 78 00 66 68 veya 030 85 62 918 30
30
Boğaz ağrısında antibiyotik kullanılmalı mı? Soğuk algınlığı sezonunda boğaz ağrısına genellikle virüsler sebep olmaktadır. Bu durumda yapılacak en iyi işlem: Almanların deyimi ile Beklemek ve çay içmektir, yani oturup sabırla beklemek. Zira antibiyotikler sadece bakterilere karşı etkilidirler ve ayrıca yan etkileri vardır. Üniversite öğrencisi Mehmet L. soğuk algınlığına yakalanmış ve boğazı ağrımaktadır. Fakat önemli bir üniversite sınavı yaklaştığı için çabucak iyileşmesi gerekmektedir. 23 yaşındaki genç ev doktorundan bir antibiyotik ister. Ancak bir reçete yerine kendisine dinlenmesi ve bol sıvı tüketmesi tavsiye edirilir. Almanya Bağımsız Hasta Danışmanlığı`ndan (UPD) Havva Arik “Gerçekten de böyle bir durumda antibiyotikler pek işe yaramazlar”, diyor. “Üşütmeye bağlı boğaz ağrılarında sebep genellikle virüslerdir ve bunlara karşı bu maddeler etkisizdir.” Antibiyotikler bakteriyel iltihaplanmalarda, örneğin bademciklerde rahatlama sağlayabilirler. Ancak burada da etki sınırlıdır. Sağlık Hizmetlerinde Kalite ve Verimlilik (IQWiG) Kurumu’nun verdiği bilgilere göre araştırmalar şunu göstermiştir: Antibiyotik kullansın veya kullanmasın hastaların hepsinin şikayetleri bir hafta sonra sona ermektedir. Aynı şekilde antibiyotikleri boğaz enfeksiyonlarında orta kulak iltihabı gibi olası komplikasyonları önlemek amacıyla kullanmak da zordur: Bunlar başka bir hastalığı bulunmayan kişilerde oldukça nadirdir ve sorunların ortaya çıkacağı vakalar önceden kolaylıkla tespit edilememektedir. “Bu sebeple genel olarak ne zaman antibiyotik kullanılacağı doktorla birlikte iyice düşünülmelidir”, şeklinde açıklıyor Hasta Danışmanı Havva Arik. Zira sınırlı faydaya karşı belli riskler mevcuttur: İshal ve deri döküntüsü olası yan etkilerdir. Ayrıca antibiyotikler çok sık kullanıldığında bakteriler etken maddeye karşı duyarsızlaşabilirler. Solak: “Bu durumda gerçekten ağır hastalıklarda maddeler etki edememektedir.”
+++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++ UPD önerisi: İster virüslerden, ister bakterilerden kaynaklanan, boğaz ağrısını hafifletmek isteyenler boğaz pastili, çay veya boğaz sargıları gibi geleneksel yöntemlere başvurabilirler. Akut bademcik iltihabında ağrı kesici ve ateş düşürücü ilaçlar şikayetleri azaltabilirler.
Sağlık sorunlarınız mı var?
Biz yardım ediyoruz!
Danışma hizmetimiz: bağımsız, tarafsız ve ücretsizdir. UPD Berlin` de
Tel. 030.856 29 18-30
c/o Sozialverband VdK Rubensstr.84 12157 Berlin
Almanya genelinde telefon hattı (ücretsizdir):
0800 0 11 77 23
Pazartesi ve Çarşamba saat 10 – 12 ve 15 –17 arası 31
KİTAP KULÜBÜ
Century üçlemesi - Ken Follett Berlintürk Kitap Kulübü’nde bu ay tanıtacağımız kitaplar Galli yazar Ken Follett’in yazdığı tarihsel roman üçlemesi Century. 2010 yılında Sturz der Titanen (Fall of Giants) ile başlayan serinin ikinci kitabı ise 2012 senesinde yayımlanan Winter der Welt (Winter of the World) oldu. Geçtiğimiz ay yayımlanan Kinder der Freiheit (Edge of Eternity) ise serinin meraklıları için yepyeni bir soluk ve heyecan oldu. Ken Follett’in geniş tarih bilgisi, her üç romana da yansıdığı gibi, insanların hayatlarına yaptığı samimi dokunuşlar, okuyucuları 20. yüzyıl boyunca bir yolculuğa çıkartıyor. Serinin ilk kitabı olan Sturz der Titanen, 20. yüzyılın başlarında, I. Dünya Savaşı’nın başlamasından kısa bir süre önce başlıyor. Galler’in bir maden şehrinde yaşayan Billy Williams; sevgilisinden yeni ayrılmış olan ve henüz Woodrow Wilson’un başkan olduğu Beyaz Saray’da bir iş bulmuş olan Amerikalı hukuk öğrencisi Gus Dewar; Amerika’ya gitme hayalleri kuran, ancak dönemin zor koşullarından ötürü bu hayalleri sekteye uğrayan iki Rus yetim kardeş olan Grigori ve Lev Peshkov; Billy’nin aristokrat bir ailenin evinde çalışan ablası Ethel; ve Ethel’in çalıştığı evin hanımı olan ve Londra’da Almanya için casusluk yapan Walter von Ulrich ile yasak aşk yaşayan alımlı bayan Maud Fitzherberts... Bütün bu hikayeleri bir araya getiren ise, dünyanın içinde bulunduğu durumdur. 1. Dünya Savaşı, Rus Devrimi ve kadın mücadelesinin yoğun yaşandığı bu dönemdeki mücadeleler ve sıkıntılar, dünyanın farklı yerlerindeki bu insanları ve daha nicelerini büyük oranda etkilemiştir. Hikayenin başlangıç noktası ise, Galler’de Follett tarafından kurgulanmış olan Aberoween. 1911 yılında, İngiltere Kralı V. George’nin tahta çıktığı gün, esas adı Billy Williams olan, 13 yaşındaki “Çifte Billy”nin Aberoween’deki bir madende ilk kez işe gitmesiyle başlıyoruz seriye. Sturz der Titanen, okurları bir anda Washington’dan St.Petersburg’a götürebilen, bir tarafta gösterişli hayatların arasına sokarken, diğer yanda bir kömür mağdeninin en altında hayat mücadelesi sokabilen önemli bir roman. Century serisinin ikinci kitabı olan Winter der Welt, Sturz der Titanen’in kaldığı yerden devam ediyor. İlk kitap boyunca birbirleriyle bağlantılı beş ailenin yaşadıkları mücadeleli dönemlerin sonunda, bu romanda karşımıza çıkan manzara çok daha zor bir süreci yansıtıyor. Dünya’da hızla yayılmakta olan ekonomik krizin etkileri ve krizle beraber gelen siyasi problemler, beş ailenin hayatını derinden etkilemeye devam ediyor. Ailevi kökeni İngiliz ve Alman olan Carla von Urich, Almanya’da Üçüncü İmparatorluk’un (Drittes Reich) yükseldiği bu dönemde, kendisini Nazi Partisi’nin içerisinde bulmuştur. Amerikalı kardeşler Woody ve Chuck Dewar, sırlarıyla beraber birer yana savrulmuş, birisi Washington diğeri Pasifik kıyısında, başlarına gelen olaylarla mücadele etmektedir. İngiliz öğrenci Lloyd Williams’ın hayatı ise, İspanya İç Savaşı ile başka bir noktaya ulaşmıştır. Komünizmin de en az, faşizm kadar savaşılması gerektiğine inanan Williams’ın hayatı bu mücadele içinde savrulmaktadır. Lev Peshkov’un büyük kızı olan Daisy, Amerika’da sosyeteye girmeye çalışmakta, bu sebeple sadece popüler olmayı ve hızlı bir hayat yaşamayı hedeflemektedir. Buna karşın, savaş ortamı Daisy’nin hayatını pek çok kez etkilemiştir. Öte yandan, Grigori Peshkov’un oğlu olan ve herkes tarafından Vlodya olarak çağırılan Vladimir Peshkov, Sovyet Gizli Servisi’nde önemli bir rol edinmiştir ve onun edindiği bu rol, hem mevcut hem de gelecek savaşların kaderini etkileyecek ölçüdedir. 20. yüzyılın bu en kanlı dönemini yaşayan karakterlerimiz, en zirveden en aşağıya kadar hayatın her tecrübesini yaşamaktadır. Kanın ve savaşın dumanlarının her tarafı sardığı bu dönemde, bu beş ailenin üyelerinin hayatları yeni dramlarla daha büyük bir karmaşa içine sürüklenmektedir. Serinin üçüncü ve son kitabı olan Kinder der Freiheit, ilk iki romanın başarısından ötürü çok yüksek bir beklentiyle piyasaya çıkmanın tehlikesini yaşadı. Ancak, Follett’in üstün becerisi ve geniş tecrübesi, bu endişeleri gidermiş görünüyor. Zirâ, karşımıza çıkan bu son eser de, aynı ilk iki romandaki gibi seyirci de bir an önce bir sonraki sayfaya geçme merakını uyandırıyor. Kinder der Freiheit, 1961 yılında Doğu Berlin’de öğretmen olan Rebecca Hoffman’ın Stasi tarafından takip edildiğini anlaması üzerine yaptığı düşüncesiz ve bütün ailesini paramparça eden bir eylemle başlıyor. 20. yüzyılın ikinci yarısına geldiğimiz bu romanda, hikayenin kahramanı beş ailenin hemen hemen hepsinde artık üçüncü jenerasyonlar ön plana çıkıyor. Kremlin’deki siyasi kavgalardan, Vietnam’daki savaşa, Küba’daki nükleer krizden, Amerikan Başkanı Richard Nixon’u koltuğundan eden Watergate skandalına kadar pek çok siyasi olay ön plana çıksa da, John F. Kennedy’nin skandallarla dolu aşk hayatının, rock’n rollun yükselişine kadar yüzyıla damgasına pek çok olay bu beş ailenin hayatları vesilesiyle okuyucunun önüne sunuluyor. Century üçlemesi, hem tarih hem de roman severler için mutlaka okunması gereken çok önemli bir eser. 1911 yılında başlayıp, binlerce sayfanın sonunda bizleri yüzyılın sonuna getiren serinin Berlin Duvarı’nın düşmesiyle son bulması ise, hiç de tesadüfi seçilmiş bir son olarak görünmüyor. Zira, Ken Follett’in sonuna eklediği ek yazıda, bir anda 2008 yılına atlamış olması ve Lev Peshkov’un hayatı boyuncu renk ayrımcılığına karşı siyasi mücadele yürütmüş siyah torunu George Jakes’in Obama’nın Beyaz Saray’daki yemin törenini izlerkenki görüntüsünü, Follett’in siyasi anlamda bir tarihin bitişi ve bir diğerinin başlangıcı şeklinde algılanabilecek yorumu olarak değerlendirmek mümkün. Serinin üç kitabını da, Dietmar Schmidt ve Rainer Schumacher’in çevirileriyle Almanca olarak bulmak mümkün.
32
NACHRICHTEN IN DEUTSCH
34 35 37 38 43
Mauerfall 2.0: Die andere Perspektive von Murat Ham
S E I T E
Dilek Kolat und Dr. Eric Schweitzer zu Besuch bei Pfizer
S E I T E
berlintürk zu Gast bei Via Nova von Michael Groys
S E I T E
S E I T E
S E I T E
“berlintürk” zu Gast in der exklusiven Weinhandlung “Vinothek“ von Michael Groys 8 Mio. Euro zusätzlich für die Migrationsberatung erwachsener Zuwanderer
40 S E I T E
Die “City-West” erlebt beispiellosen Bau-Boom
Türkische Spezialitäten und Köstlichkeiten das Tugra entführt Sie in die Welt der Sultane
Kurfürstendamm 96, 10709 Berlin Tel. 030 - 323 40 27 | Fax 030 - 324 21 93 info@restaurant-tugra.de | www.restaurant-tugra.de
Mauerfall 2.0: Die andere Perspektive Von Murat Ham
Alle Welt schaut auf Deutschland, als 1989 die Mauer fällt. Ein getrenntes Volk findet wieder zueinander. „Was meine eigenen Augen zu sehen glauben und hören, kann doch nur ein Traum sein“, erzählt meine Geschichtslehrerin im Unterricht. „Mein Mann und ich haben im Fernsehen Menschen auf der Mauer – vor dem Brandenburger Tor – feiern sehen. Das ist unser Symbol der Einheit. Unglaublich – wie in der Nacht vom 9. zum 10. November 1989 mitten in Berlin der Kalte Krieg zwischen Ost und West mit einer riesigen Straßenfeier zu Ende geht. Menschen stehen zwischen den Säulen. Darüber ist die angestrahlte Quadriga zu sehen. Von 1961-1989 ist dieses Symbol deutscher Geschichte von der Mauer für uns Braunschweiger versperrt geblieben. 28 lange Jahre. Die Einheit zwischen Ost und West ist irgendwie trotzdem noch unvollständig. Denn die nächste Einheit, zwischen Bürgern deutscher und ausländischer Herkunft, steht noch an.“
schen Republik gewesen ist und seit dem 13. August 1961 bestanden hat. Die 160 Kilometer lange Grenze um West-Berlin hat die Stadt gespalten und Familien, Freunde, Nachbarn voneinander getrennt. Als wir Mitte Oktober 1989 morgens um 8:30 Uhr am Braunschweiger Bahnhof gestanden haben, ist es ein wenig später losgegangen. Der Zug ist langsam angerollt, und wir sind kurze Zeit danach eingestiegen. Wir haben aus Braunschweig keine halbe Stunde Fahrtzeit gehabt und sind in Helmstedt angekommen. Ich habe die Grenzschützer dort noch gut im Kopf. Ihre unbewegten Gesichter haben eine sehr ernste Miene gehabt. „Murat, ich stell dich mal dem Polizisten vor. Besonders spannend finde ich, dass du eine türkische Herkunft und nicht – wie die meisten anderen Schüler – Verwandte in Ost-Deutschland hast. Ich freue mich auf deinen Artikel.“
Deshalb hat sie im Oktober 1989, kurz vor dem Mauerfall, eine Rundfahrt am damaligen Grenzübergang Helmstedt–Marienborn organisiert, was ein wichtiger Grenzübergang an der innerdeutschen Grenze gewesen ist. „Murat, du schreibst den Bericht für die Schülerzeitung. Deshalb führst du das Interview mit einem Polizisten dort. Braunschweig und Helmstedt sind nah beieinander, so dass du für ein Zweitgespräch von Braunschweig problemlos jederzeit wieder mit dem Zug dort hinfahren kannst.“
Bevor ich den Polizisten angesprochen habe, hat mir der Blick auf meinen Fragebogen geholfen. „Finden Sie es nicht ungerecht, dass DDR-Bürger einen Pass mit Visum brauchen? Wie unterscheiden sich die Pässe von einem Braunschweiger und einem beispielsweise Ost-Berliner? Ich habe im Osten keine Verwandten, aber die Erzählungen meiner Geschichtslehrerin verursachen tiefe, emotionale Empfindungen, eine gefühlt merkwürdige Solidarisierung, die fast meine Kehle eingeschnürt hat. Die trennende Mauer löst Trauer bei mir aus.“ Die Antworten vom Polizisten kommen prompt: „Meine Eltern leben in Ost-Berlin und haben einen anderen Pass. Wenn sie mich in Helmstedt besuchen wollen, beantragen sie ein Visum. Ich wünsche mir nichts mehr, als dass die Mauer schnell abgerissen wird. Grenzübergänge ermöglichen und keine weiteren Passkontrollen. Das wünsche ich mir zutiefst.“
Ich sollte ebenso neben den Stationen das Zusammenprallen der verschiedenen Staats- und Wirtschaftssysteme dokumentieren. Vor meinem Interview habe ich recherchiert, dass 1945 die Panzer der Roten Armee am Brandenburger Tor vorbeigerollt sind. Im Jahr 1953 haben die Machthaber in Ostberlin den Aufstand des 17. Juni dort blutig niedergeschlagen. In Büchern habe ich gelesen, dass die Berliner Mauer während der Teilung Deutschlands ein hermetisch abriegelndes Grenzbefestigungssystem der Deutschen Demokrati-
Ein paar Stunden später sind wir nach Braunschweig zurückgefahren. Ende Oktober 1989 habe ich den Polizisten für ein zweites Gespräch wieder getroffen. Ich erinnere mich an meine Notizen für die Schülerzeitung noch heute ganz gut. Als ich Mitte November 1989 den fertigen Bericht an meine Lehrerin gegeben habe, hat sie Tränen in den Augen gehabt. „Wir gehören alle zusammen. Deinen Bericht werde ich mir einrahmen“, hat sie noch über ihre Lippen gebracht und mich für ein paar Sekunden umarmt.
Im November 1989 bin ich 14 Jahre alt gewesen. Ich habe meiner engagierten Geschichtslehrerin gerne zugehört, weil sie authentisch ihre Erlebnisse mit ihren Verwandten aus Ost-Berlin uns Schülern damals erzählt hat. „Geschichtsunterricht muss hautnah sein“, erinnere ich mich an ihre Worte.
34
Dilek Kolat und Dr. Eric Schweitzer zu Besuch bei Pfizer
Im Rahmen der gemeinsamen Kampagne „Frauen an die Spitze!“ der Senatsverwaltung für Arbeit, Integration und Frauen und der IHK Berlin besuchten Senatorin Dilek Kolat und der Präsident der IHK Berlin, Dr. Eric Schweitzer, die Berliner Zentrale der Pfizer Deutschland GmbH. Das weltweit tätige Pharmaunternehmen zeichnet sich durch besonderes Engagement im betrieblichen Diversity-Management aus und ermöglicht dadurch insbesondere weiblichen Nachwuchsführungskräften den beruflichen Aufstieg. Mit dem zweiten Unternehmensbesuch der Reihe „Unternehmen mit Frauen an die Spitze“ haben sich Senatorin Dilek Kolat und IHK-Präsident Dr. Eric Schweitzer über gute Beispiele betrieblicher Praxis informiert, sich über Handlungsoptionen ausgetauscht und diese diskutiert. Der Besuch fand bei der Pfizer Deutschland GmbH statt. Das weltweit tätige Pharmaunternehmen beschäftigt in Berlin 550 Mitarbeiter, deutschlandweit sind es knapp 2.000 an drei Standorten. Chancengerechtigkeit beim beruflichen Aufstieg verankert Pfizer in einer ausgeprägten Diversity-Strategie - dazu sagt Annett Enderle, Mitglied der Geschäftsführung und Personalleiterin für Zentraleuropa: „Vielfalt im Unternehmen ist für uns eine große Bereicherung. Wir arbeiten intensiv daran, eine Unternehmenskultur zu schaffen, in der sich alle offen und vertrauensvoll begegnen und unterschiedliche Persönlichkeiten wertgeschätzt werden. Alle Kollegen sollen ihr volles Potenzial entfalten können, um Pfizer in Deutschland zu einem attraktiven Arbeitgeber und so erfolgreich wie möglich zu machen. Wir unterstützen unsere Mitarbeiter bei der Vereinbarkeit von Beruf und Familie, wollen die Karrierechancen für Frauen weiter verbessern und bestehende – teilweise unbe-
35
wusste – Vorurteile abbauen.“ Dilek Kolat, Senatorin für Arbeit, Integration und Frauen, stellte fest: „Es ist der richtige Weg, das Konzept Diversity Management und Frauenförderung zu unternehmerischen Stärken auszubauen. Vielfalt, Chancengleichheit sowie Frauenförderung sind immer wichtigere Erfolgsfaktoren für zukunftsorientierte Unternehmen. Wer diese Entwicklung mitgestaltet, hat einen Wettbewerbsvorteil.“ IHK-Präsident Dr. Eric Schweitzer lobte das Engagement von Pfizer: „Vielfalt erfolgreich managen bedeutet: Unterschiede zu Stärken machen und Diskriminierung vermeiden. Der Einsatz des firmeneigenen Fair Play Teams ist dabei beispielgebend für eine moderne mitarbeiterorientierte Personalführung – ein Engagement, von dem nicht nur der weibliche Nachwuchs, sondern alle Mitarbeiter profitieren.“ Mit der Unterzeichnung der gemeinsamen Erklärung „Frauen an die Spitze!“ im März 2012 haben sich Arbeitssenatorin Dilek Kolat und IHK-Präsident Dr. Eric Schweitzer dazu bekannt, die Förderung von Frauen in Führungspositionen in Berliner Betrieben stärker in das Licht der Öffentlichkeit zu rücken. Mittlerweile haben 66 Unternehmen die Erklärung unterzeichnet und sich dadurch öffentlich zum Thema bekannt. In Veranstaltungen, Workshops und Netzwerktreffen wurde kontinuierlich der Austausch zwischen den Betrieben ermöglicht. Handlungsempfehlungen, eindrucksvolle Beispiele und Porträts von Berliner Frauen in Führung werden fortlaufend auf der Plattform der Kampagne www.frauen-an-diespitze.berlin veröffentlicht.
35
zu Gast im Restaurant ViaNova von Michael Groys
Anlässlich des 25. Jahrestages des Mauerfalls besuchte ich das italienische Restaurant Via Nova auf Deutsch ,,Neues Leben“, welches kurz nach dem Fall der Mauer in den 90er Jahren diesen prägenden Namen erhielt. Das in Familienbetrieb geführte Restaurant existiert seit 2004 im hippen Universitätskiez in Mitte. Das erste Stammhaus befindet sich in der Revalerstraße in Friedrichshain. Zu Beginn beeindruckt Via Nova mit seiner Location. Hohe Decken, warme orange Wandfarben und vor allem sehr starke Betonung von Kunst durch Skulpturen. Das Personal ist freundlich und vor allem sehr locker, was eine heimische Atmosphäre herstellt. Via Nova ist ein Restaurant, welches sehr geschickt alle drei Teile des Restaurantalltages möglichst professionell manged : Frühstück, Lunch und Abendessen. Ich hatte das Vergnügen den dritten Teil zu bewerten. Als Einführung, bestellte ich eine typische italienische Vorspeise: Carpaccio di Manzo und Vitelo Tonato. Für mich ist es immer besonders wichtig eine reguläre Speise zu bestellen um den Vergleich zu anderen Restaurants herzustellen. Besonders interessant war der Vitello Tonnato mit gebratenen Pilzen, was der feinen Tuhnfischsoße noch eine besonders schmackhafte Note gab. Hinzu probierte ich einen hervorragenden Büffelmozzarella aus Norditalien mit Tomaten und selbstgemachten Pesto. Insgesamt waren die Vorspeisen durchaus positiv zu bewerten, jedoch wurd eich vor allem von der Hauptspeise überwältigt. Ich bestellte weder Pizza noch Nudeln als Hauptspeise sondern meine Leidenschaft: Fleisch! Das argentinische Rumpsteak mit Barolorotweinjus und schwarzem Pfeffer war ein geschmackliches Erlebnis. Hier ist besonders die Sauce hervorzuheben, die das eher durchschnittliche Fleisch zum Leben erweckte. Eine derart leidenschaftliche, würzige Sauce habe ich selten gegessen. Der Preis von 19,90€ ist eindeutig gerechtfertigt und fair. Zum Hauptgericht gab es einen wunderbaren italienischen Merlot ,,Calanica“ Jahrgang 2011. Dieser starke trockene Wein verstärkte den Geschmack und war perfekt. Anschließend teste ich noch einen türkischen Rotwein von der Beere Syrah Viognier präsentiert durch den ersten türkischen Sommelier Ahmet Tosun.
Abschließend überraschte mich der Chefgastronom mit seinem Dessert: Frische Feigen mit Vanilleeis, Orangenbalsamicocreme und grünem Pfeffer. Die Kombination aus süß und würzig war ein Spiel mit den eigenen Geschmackssinnen. Auf jeden Fall war das der krönende Abschluss meines Besuches. Zusammengefasst ist Via Nova ein empfehlenswertes Restaurant für größere Gruppen und Business Meetings. Es ist entspricht dem Geist von Mitte und ist ein wunderbarer Ort um einen anstrengenden Abend ausklingen zu lassen.
36
Essen *** * ungen체gend
37
Atmosp채hre *** ** mangelhaft
*** befriedigend
Preis/Leistung ***** **** sehr gut
***** hervorragend
37
zu Gast in der Vinothek von Ahmet Tosun von Michael Groys
In vino veritas- die Wahrheit liegt im Wein vor allem, wenn man den Wein versteht. Ja, nach dem Besuch bei Herrn Tosun habe ich gelernt, dass Weine verstanden werden müssen. Es gibt keinen guten oder schlechten Wein, es gibt einen der einem schmeckt oder nicht schmeckt. Dieser Grundsatz mag im Kern richtig sein, jedoch findet man in der Weinhandlung in der Bambergerstr. weitaus mehr Informationen und Hintergründe zu den edlen Produkten aus allen Ländern der Welt. Angefangen von hier in Deutschland wenig bekannten hervorragenden georgischen Weinen bis hin zum deutschen Riesling, der nach den Worten des Sommeliers seinen Höhepunkt in der deutschen Weinherstellung erreicht hat. Ahmet Tosun ist nicht nur ein Mensch mit großem Herz sondern ein Sommelier der höchsten Klasse. Über 20 Jahre Erfahrung in der Weinbranche, Teilnehmer und selbst Jury Mitglied von großen Weinwettbewerben und vor allem verzeichnet im bekannten Weinatlas, der die auserlesensten Weine der Welt zeigt. Er ist ein vieltalentierter Mann, der Prototyp eines Hedonisten und Gastronomen in einer Person. Tosuns Rat und die klaren Anweisungen bei meinem Tasting haben mir ein großes Wissen mitgegeben, welches ich noch Jahre später verwenden werde. Ich bitte euch nun mit mir gemeinsam in die Welt der Weine zu tauchen und vor allem der Kunst der Weinverkostung.
38
Als einer der wichtigsten Organe beim Degustieren von Weinen ist die Nase. Nach dem der Wein auf Sauberkeit, Abfluss und Durchsichtigkeit mit dem Auge kontrolliert wurde, kann man durch die Nase die wesentlichen Töne eines Weines heraus riechen. Anschließend nimmt man einen kleinen Schluck und versucht den Wein im ganzen Mund zu verbreiten um die Vielfalt der Aromen zu spüren. Herr Tosun legt einen großen Wert auf die Meinung des Kunden und fragt jedes Mal von Neuem nach seinem Geschmacksempfinden. Geschmäcker sind so unterschiedlich wie die Menschen, sodass jede Weinverkostung ein zwischenmenschliches Erlebnis ist. Nach dem ersten Schluck soll man im zweiten größeren Schluck schon ganz andere Noten raus schmecken. Wichtig sind bei den Weinen die Böden, die Lage, Sonnentage, die Beeren und natürlich auch der Hersteller. Alle diese Kompontene ergeben ein Strauß von Genuss, den Herr Tosun immer wieder betont. An diesem Tag habe ich vier verschiedene Weine probiert, die nach Preisklasse und Anbaugebiet unterschiedlich geschmeckt haben. Besonders ist mir aber der Riesling Reichsgraf von Kesselstatt,,Sommerpalais“ aus dem Jahr 2013. Dieser fruchtige besondere Charakter mit Elementen von grünen Äpfeln und Birnen ist mir im Gedächtnis geblieben. Sehr zu empfehlen sind die westtürkischen Weine. Diese Weine können locker mit Weltklasseweinen aus Spanien und Frankreich mithalten. Der mineralische Boden und die sorgfältige Produktion machen die Türkei zu einem neuen Hit unter Kennern. Die Reak Weinfachhandlung ist mehr als ein Laden, es ist ein Show Room in dem Weine präsentiert werden, wie ein Hochzeitskleid. Dort wird das Gefühl vermittelt, dass der Kunde gleichzeitig ein Sommerlier ist. Die Offenheit im Dialog und die Kopetenz zeichnen diese Weinfachhandlung in Berlin Wilmersdorf aus! Wer Weine liebt, wer das Leben liebt, der darf sich diesen Laden und seinen charismatischen Sommerlier nicht entgehen lassen!
39
39
Die "City-West" erlebt beispiellosen Bau-Boom
Endlich verschwindet das hässliche Aschingerhaus am Zoo. Nach dem erfolgreichem Bau des “Waldorf Astoria” und der Fortführung der “City-West” Erweiterung, nach der Erneuerung des “Zoo Palastes” und des “Amerika Haus’es”, die Eröffnung des “Bikini-Haus” und der laufende Bau der “Upper West” war es eine logische Konsequenz auch dieses Grundstück neu zu planen. Der Sex-Laden, die Wechselstuben und die vielen schnell Imbisse hatten schon lange gewirkt. “Es wird Zeit für einen Neubau, das ist für die Zukunft des Bezirkes von hoher Bedeutung sagt: Marc Schulte (CDU), Baustadtrat von Charlottenburg-Wilmersdorf. Im Frühjahr 2015 beginnen die Bauarbeiten. Nach bisherigen Plänen sollen die Neubauten bis 2017 fertig sein. Die aus Schwaben stammenden Brüder August und Karl Aschinger hatten 1892 in der Nähe des Spittelmarktes ihre erste “Aschingers Bierquelle” eröffnet, eine Stehbierhalle nach dem Prinzip “billig und schnell”. Bald machten die Aschingers eine Reihe von Filialen auf, meist im Umfeld der großen Bahnhöfe, unter anderem auch in der Joachimstaler Straße gegenüber dem Bahnhof Zoo. Diese wurde 1943 bei einem Luftangriff zerstört, am 15.2.1950 wieder eröffnet. 1969 verkauften die Aschinger-Erben das Grundstück an die Firma Protos, die nach Entwürfen des Architekten Dietrich Garski bis 1973 für 26 Mio DM das neue Aschinger-Haus errichten ließ. Mieter wurden zunächst unter anderem Dietrich Garski, ein Aschinger-Restaurant und das Bekleidungshaus Leineweber, das bereits 1955 im Nebengebäude eine Filiale eröffnet hatte. Bis Ende 2010 befand sich in dem Haus auch das legendäre Restaurant Holst am Zoo. Wegen Zahlungsunfähigkeit der Protos KG wurde das Haus 1976 zwangsversteigert. Auch Aschinger schloss am 1.10.1976. Dietrich Garski kaufte das Haus für 12,8 Mio DM und verkaufte es noch im gleichen Jahr an die Freiherr von Hardenberg Grundstücksgesellschaft, die den Architekten Hinrich Baller mit dem Umbau beauftragte. Schließlich übernahm die IVG-Tochter Botag das Gebäude. Den Zuschlag für den neuen Entwurf bekam das Architekturbüro Hascher Jehle. Im Untergeschoss, Erdgeschoss, im ersten Stock und im zweiten ziehen Geschäfte ein. Der obere Teil werden Büroräume. Vor allem wird die offene 150 Meter lange Schaufensterfront wieder Licht in diesen dunklen Gang bringen hoffen Anwohner. 2014 wurde bekannt, dass die US-Amerikanische Investorenfirma Hines das Gebäude abreißen und auf den Grundstücken ein neues
40
Geschäftshaus bauen will. Der US-Investor Hines, das unter anderem am Alexanderplatz ein 150-Meter-Hochhaus plant, ist sehr zufrieden mit der Planung und freut sich die positive Entwicklung der “City-West” mitzugestalten. Auch der Blockplatz zwischen Bahnhof Zoo und Zoologischem Garten, Hardenbergstraße und Hertzallee wird erneuert. Der Platz wird vor allem als PKW- und Reisebus-Parkplatz genutzt. Hier starten und enden wichtige Buslinien der BVG, so der legendäre “Hunderter”, der dank seiner Sightseeing-Route bei Touristen sehr beliebt ist. Zur 750-Jahr-Feier Berlins 1987 wurde der Platz umgestaltet. Hinter dem BVG-Informationspavillon wurde der Bronzenachguss einerBüste Karl August Fürst von Hardenbergs von Christian Daniel Rauch aufgestellt. Im Zusammenhang mit den Planungen für ein riesiges Aussichtsrad hinter dem Bahnhof Zoo wird seit 2006 über eine Neugestaltung des Hardenbergplatzes und seiner Umgebung diskutiert. So unter dem Platz eine privat finanzierte Tiefgarage errichtet werden. Seit August diesen Jahres wird er für ein Pfandpflaschenprojekt genutzt. Der große Wurf, wird mit der Grundsteinlegung des höchsten Wolkenkratzers, das “Hardenberg” erreicht. Auf der Nordseite des Hardenbergplatzes soll ein 209 Meter hoher Turm gebaut werden und das “Waldorf Astoria” um das doppelte überragen. Entsprechende Pläne wurden von der “AG City”, ein Zusammenschluss von Geschäftsleuten und Hauseigentümern in der City West, sowie dem Architekten Christoph Langhof vorgestellt. Man bezweckt hiermit am Ende der Joachimsthaler Strasse ein städtebauliches Ausrufezeichen zu setzen. Der Turm wird 52 Stockwerke hoch sein und wäre damit das höchste Haus Berlins. Einzelhandel und Gastronomie wird es im Erdgeschoss geben. vom 1. bis zum 12. Stock wird ein Hotel mit 230 Zimmern entstehen. Ab der 13. bis zur 30sten Etage werden Büros einziehen. Dann kommt die Techniketage und ab dem 32. ten Stockwerk bis zum 48. Stock Wohnungen und dann schließlich von der 49. bis zum 50. Stock wird es eine “Sky-Bar” mit einer Aussichtsplattform geben. Die letzten 2 Etagen sind wieder für die Technik vorgesehen. Im Moment wird der “Hardenbergplatz” als Abstellplatz für PKW genutzt.
41
41
Künye Bütün Dergiler
Kulturstaatsministerin Grütters: Freiheit des Wortes ist Gradmesser für Demokratie Vor 80 Jahren gründete ein Zusammenschluss emigrierter deutsch-sprachiger Autorinnen und Autoren den deutschen PEN-Club im Exil (Exil-PEN) in London. Aus diesem Anlass hat Kulturstaatsministerin Monika Grütters ein Symposium mit dem Thema „Sprache ist Freiheit – Freiheit ist Sprache“ in Berlin eröffnet.
Berlinturk.com
İmtiyaz Sahibi / Inhaberin: Sevim Ercan berlinturk Bundespressekonferenz Raum: 5315 Schiffbauerdamm 40 10117 Berlin Mobil: 0176 228 505 74 Büro:+49(0) 30 / 537 933 90 E-Mail:sevimercan@yahoo.de www.berlinturk.com Steuernummer: 24/279/61277 Yazı İşleri Müdürü / Redaktion: Kapak / Potre Fotos by Metin Yılmaz Redaktör / Redaktion Görsel Yönetmen / Layout: Çağdaş Özbakan Editör/Herausgeber Görsel Yönetmen / Layout: Özgür Özata oezata@berlinturk.de Danışma Kurulu: Dr. Attila Doğan, PD Dr. med. Meryam Schouler-Ocak, Mustafa Öztürk, Seyhan Yiğit, Cihan Sendan, Hüseyin Yılmaz, Mehmet Can Özer ve Ali Özçelik Baskı / Auflage: 10.000 / Sonderausgabe Fotoğraflar / Fotos: 123rf.com, fotolia.de, photodune.net, Anadolu Ajansı, Cihan Haber Ajansı Reklam için: Mobil: +49 176 228 505 74 E- Mail: sevimercan@yahoo.de Basım Evi / Druckerei: MOTIV OFFSET DRUCKEREI Prinzessinnenstraße 26 10969 Berlin
Monika Grütters erklärte: „Die Gründungsautoren waren fest entschlossen, das geistige Erbe Deutschlands und die Werte einer humanen Gesellschaft in der Fremde zu bewahren und zu verteidigen, während in Deutschland die Freiheit der Künste zu Grabe getragen und die Grundfeste der Demokratie in Schutt und Asche gelegt wurden. Gerade mit Blick auf diese, unsere Geschichte stehen wir besonders in der Pflicht, der künstlerischen Freiheit und der Freiheit der Sprache heute Zuflucht zu bieten. Der Exil-PEN hat die lebendige Kraft des freien Wortes im Ausland erhalten können – zu einer Zeit, als Sprache in Deutschland als Werkzeug für Ideologie und Propaganda missbraucht und ihrer Vielfalt an Ausdrucksmöglichkeiten beraubt wurde. Wir haben aus zwei Diktaturen gelernt: Die Freiheit des Wortes, die Freiheit der Kunst sind Gradmesser für eine Demokratie. Wir brauchen die mutigen Dichter, die Vordenker einer Gesellschaft, denn sie sind es, die uns vor neuerlichen totalitären Anwandlungen zu schützen imstande sind. Sie sind der Stachel im Fleisch unserer Gesellschaft, der verhindert, dass intellektuelle Trägheit oder politische Bequemlichkeit die Demokratie einschläfern. Die Freiheiten der Kunst zu schützen, ist deshalb heute oberster Grundsatz verantwortungsvoller Kulturpolitik.“ Die zweitägige Veranstaltung hat sich zur Aufgabe gemacht die Bedeutung von Sprache im Hinblick auf Heimat, Identität und Freiheit in all ihren Facetten zu beleuchten– ein Thema, mit dem sich viele zur Emigration gezwungene Autorinnen und Autoren aus Deutschland während der NS-Diktatur beschäftigten. Vor diesem Hintergrund bauten sie 1934 den deutschen PEN-Club im Exil auf. Zu ihnen gehörten etwa Heinrich und Thomas Mann, Lion Feuchtwanger und Bertolt Brecht. 1948 benannte sich der Exil-PEN um in PEN-Zentrum deutschsprachiger Autoren im Ausland. Als selbständiger Verband besteht er neben dem PEN-Zentrum Deutschland bis heute fort. Ausrichter des Symposiums ist das Moses Mendelssohn Zentrum. Die Bundesregierung engagiert sich aktuell in verschiedenen Projekten zum Thema Exil. Aus dem Etat der Kulturstaatsministerin fördert sie z.B. das 1999 ins Leben gerufene Programm „Writers in Exile“ des PEN-Zentrums Deutschland. Die Initiative bietet bis zu sieben Exilautoren über zwei Jahre einen sicheren Aufenthalt in Deutschland. Zudem fördert der Bund die Auseinandersetzung mit Exilkunst und dem Schicksal exilierter Künstler mit dem 2012 gegründeten virtuellen Museum „Künste im Exil“ unter Federführung der Deutschen Nationalbibliothek. Die digitale Ausstellung greift auf Bestände zahlreicher renommierter Kulturund Forschungseinrichtungen zurück.
8 Mio. Euro zusätzlich für die Migrationsberatung erwachsener Zuwanderer Mit Freude wurde der Beschluss des Haushaltsausschusses des Deutschen Bundestages, die Haushaltsmittel für die Migrationsberatung um acht Millionen Euro zu erhöhen aufgenommen. Hierzu erklärt die Beauftragte der Bundesregierung für Migration, Flüchtlinge und Integration, Staatsministerin Aydan Özoguz: "Mehr Geld für Integrationsberatung für Einwanderinnen und Einwanderer. Die Erhöhung der Haushaltsmittel um zusätzliche acht Millionen Euro für die Migrationsberatung für erwachsene Zuwanderer (MBE) ist ein großartiges Signal für alle in der Integrationsarbeit Engagierten. Denn mit den zusätzlichen Mitteln stärken wir die Arbeit der Spitzenverbände der Freien Wohlfahrtspflege und des Bundes der Vertriebenen. Für die Migrationsberatung stehen nunmehr insgesamt 34 Millionen Euro bereit. Zur Migrationsberatung kommen viele Menschen, die Hilfe und Unterstützung brauchen, um in unserem Land zurechtzukommen. Viele Beraterinnen und Berater machen Überstunden, weil sie helfen möchten, aber nur wenige Stunden bezahlt bekommen und immer mehr Menschen zur Beratung kommen. In Zeiten hoher Einwanderungszahlen sind die zusätzlichen 8 Millionen ein wichtiges Signal des Bundes. Mit der MBE erreichen wir auch, dass die Menschen, die in unser Land gekommen sind, die für sie passenden Integrationskursangebote finden besuchen. Wir helfen ihnen mit der Beratung, dass sie die Kurse auch erfolgreich zu Ende bringen. Und wir helfen mit der MBE, dass es die Absolventen hiernach einfacher bei ihrer Integration in die Gesellschaft haben. Ich freue mich sehr, dass es gelungen ist, diesem Thema mehr Aufmerksamkeit und Unterstützung zukommen zu lassen.“
Türk - Alman Hasta Bakım Servisi dtp GmbH
24 saat yoğun bakım merkezleri
„Leben, unbeschwert in den eigenen vier Wänden“
DTP - Zentrale
DTP Frankfurt
Lützowstr.21 10785 Berlin
Königsteinerstr. 83 65929 Frankfurt am Main
Tel: 030 25 79 79 51
www.dtp-pflege.de