Akkor Fanzin-Sayı:1

Page 1

A KOR karanlığın olduğu her yere!

K

Sayı:1

Temmuz-Ağustos 2017

Fanzin


İÇİNDEKİLER Sayfa - 1 : Mezar başı - Hüseyin İlhan Sayfa - 3 : Egzem - Mehmet Fırat Sayfa - 5 : Kadınlar.. Erkekler.. Kadınlar - Umut Berfin Sayfa - 7 : Histeri - Felicita Sayfa - 11 : Film Önerileri - Müzik Önerileri Sayfa - 12 : Kitap Önerileri Sayfa - 13 : Seslenen Edebiyat Sayfa - 14 : Gidiyorum - Yusuf Kiraz Sayfa - 15 : Nazım Hikmet’ten Orhan Veli’ye - Hüseyin İlhan


Merhaba ! Kokuşmuş caddelere belediye arabası, tozlanmış raflara el süpürgesi, umutsuz bakışlara kuş dolu gök ve güneş manzaralı pencere , sevimsiz suratlara tokat atmaya geliyoruz.. Kimimiz farklı kimimiz aynı şehirlerden, okul sıralarından, iş atölyelerinden , mahalle kahvehanelerinden ayrılıp bir köşeye, dökerek içimizi bir kalemle bir kaç parça kağıda sonrasında taşıyoruz buraya.. İlk sayımızın heyecan ve amatörlüğü ile var ise bir hatamız affola.. İsmimizin anlamını bilmek için biraz sizden çaba..:) Eleştiri, öneri, uzaklara pdf hali, yeni gelişmeler ve bizimle paylaşmak istediğiniz yazılarınız için takip etmeyi unutmayın sosyal medya hesaplarımızı.. Keyifli okumalar, hoşçakalın.. :)

-Akkor Ailesi ‘’Karanlığın olduğu her yere.. ‘’ ILETIŞIM

Facebook/Akkor Fanzin akkor.fanzin@gmail.com Twitter/@birfanzin


Mezar Başı

Hüseyin İlhan -Devam et, dedi.. Bir kaç göz yaşı damlasıyla.. -Baba, nereye gittin öyle.. Kalk toparla beni küfürlerin ile.. Senin evin burası değil, hem yağmur da yağıyor ve sen de sevmezsin yağmuru, kalk gidelim evimize.. Tam da bu anda şiddetli bir şimşek sonrası kulak delici gök gürültüsü ile titremesini arttırdı vücudum.. Titremelerim mezarlıkta olduğumdan bilincimin uyardığı korku değil, babamın o toprağın altında olduğuna tanık oluşumdan kaynaklanıyordu. . Cellat ben gerçekleri görünce kılıcını beline koyup gitti.. Ben gerçekleri görmek istemediğinden kaçacaktım başta.. Ama artık çok geç.. Şiddetlenen yağmurla giderek çakılıyorum toprağa, kök salan bir fidan gibi.. İnsanların söyleyişini göre babamın asıl ölüm sebebi kalp yetmezliği imiş. Cüzdanımda gizlediğim neşteri çıkarıp ortadan ikiye yarmaya başladım göğsümü.. Kan yerine göz yaşı akıyordu göğsümden.. Ağlayamadığım günler buraya birikmiş göz yaşlarım.. Kalbimi olduğu yerden çıkarıp, babamın bedenine götürdüm. Toprak kaymaya devam ediyordu o noktada..

‘’05/07/2016-13.15 tarihinde bir hastane yoğun bakımında keybettiğim babam’a.. Özlem ve tarifi edilemeyecek bir acıyla..’’

B

ir mezarın başındayım. Ali İlhan yazıyor mezarın taşında, baban dediler orada yatan, inanmadım. Ağıtlarla dağıldı herkes. Ben bekledim. Titreme geldi vücuduma yavaş yavaş.. Bir sigara yakıp ürkek ellerimle tıklattım taşı.. Tık tık tık .. -Kimsin sen ? dedim. Cevap yok.. İlk önce bir duruldum, nefesim kesilir gibi oldu, sigara ağzımdan düştü. Tepedeki koyu bulutlardan ahmak ıslatan yağmur yağmaya başladı. Ben normal zamanlarda yağmuru görünce kaçarım kapalı bir yere ama durmam gerektiğini anladım. İçimde bir cellat ellerimi arkadan bağlamış ve beni buraya diki vermişti, arkamda duruyordu kılıcıyla, hareket edemezdim.. Derin bir nefes alarak cesaretimi toplayıp tekrar tıklattım mezar taşını.. Tık tık tık, tık.. -Kimsin diyorum sana ? Cevap yok.. Bedenim ağırlaşmaya başladı, yağmur hızlanıyor ve ben toprağa çakılıyordum.. Yaşlanmış ve titrek bir ses tonuyla, gerçekleri unutarak : -Baba, sen misin ? Ben oğlun Hüseyin.. Nasıl oldu bilmiyorum ama toprakta bir kayma gördüm.. Sırt üstü uzanmış bir bedenin tam da kalp noktasından.. Gözlerim düştü.. Sanki beynime kılıcını dokundurup çekiyor gibi oldu cellat arkamı döndüm gözlerimi yerde bırakarak.

-Baba.. Al bu yarı sağlam kalbim senin, sen kalk ben yatayım oraya.. Annemin sana çok ihtiyacı var bana değil, hadi sen evine dön, kalk, kalk hadi.. Toprak kayması aniden durdu ve oluşan boşluğa tekrar toprak dolmaya başladı.. Ben boğazı iple sıkılmış idamlık mahkum gibi can çekişiyordum.. Ve babam..

1


-Oğlum, ben o evin anahtarını sana bıraktım, annen de benim emanetimdir sana, var git annenin yanına, evimize.. Gel arada ama konuşturma beni, iyi ol hep, iyi adam ol.. Ve abilerin ablalarınla yürü hayat denen yolda.. Koy o güzel ve serin kalbini yerine.. Senin kalbini sen olmadıktan sonra neyleyim ben.. Bu can sizinle beden bulur.. Birer fidansınız siz mezarımın başında.. Gözlerinden öperim oğlum yolun açık olsun.. Galiba ölüyordum.. Bu sefer önümde bir melek, avuç uçlarımda sıkıştırdığım kalbi elleriyle göğsüme götürerek itti beni.. Gitmem gerektiğini söyledi.. Cellat mezarlığın tepesinde kendi kafasını uçurmuş, bedeninden ayrı düşmüş kellesinden sülfürik asit akıyordu.. Babamın ayaklarından öptüm, avuçlarımda kalbim, ağır ağır çıktım mezarlıktan.. Eve döndüğümde annem ağıt yakıyor, televizyonda Mahsuni Şerif’in türküsü çalıyordu..


Egzem Ş

u an içinde bulunduğumuz süreç, bence bir sınav süreci. Sınavın sorusu, içinde bulunduğumuz süreç,

cevabıysa süreç içinde bize, yani halka ne sunulduğu. Bize izletilen şeyler, okutulan ve tartıştırılan şeyler “süreç” sınavının cevapları. Televizyonu açıp bize ne izletiliyor bakalım. En popüler cevap: Beyaz Audi’li patronların Fakirellaların elinden tutup şatolarına çıkarışları oluyor. Bir de bunların altına, “Zenginiz ama hayat bizim için işkence. Siz fakirler o azıcık şeylerle ne kadar da mutlusunuz. Hep öyle kalın, bize çalışın.” mesajlı; entrika ,ihanet, fitne, fesat ve cinsiyetçilik yüklü dizileri, Katliamları meşrulaştıran, hatta onlara “estetik” katan “opıreyşın” dizilerini ve insanı insanlığından soğutan giyim, evlilik ve kader-kısmet programlarını da eklediğimizde, görüyoruz ki bize ne izletildiğinin cevabı çok yetersiz hatta yanlış. Ana akım kitapçılara –artık her şeyin bir ana akımı var!- örneğin “diyenara” gittiğimiz zaman en çok satanlara, daha doğrusu sattırılanlara bakıyoruzdur. Yeşilçam klişelerinden dahi daha klişe hale gelmiş “ okula yeni gelen Hanzo” temalı, 2-3 kendisine benzer yazar okumuş ve haliyle edebiyata doymuş kişilerin elinden çıkan kitaplardan, “seni çok sevmiştim sen neden bena bele yaptın” isyanıyla gönülleri işgal etmeye çalışan “daha usta” yazarların elinden çıkmış aşk kitaplarından veya “hadi dostum lanet olsun, bunu yapabilrsin” aragazıyla bize

3

Mehmet Fırat özgüven kazandırmaya çalışan kitaplardan gözlerimiz kanıyorsa , diyebiliriz ki bize ne okutuluyor sorusunun cevabı da hiç yeterli değil. Bir de ne tartıştırıldığına bakalım. Genelde tartışmalarımız, geride kalmışlığımızın hatta daha da geriye gidişimizin bir göstergesi olarak kadın ve çocuk üzerinden gidiyor. Hamile kadının dışarıda gezmesi (yazarken bile absürd ve sinir bozucu), kürtaj yaptırması, gece caddede, sokakta yürümesi, hatta bazı yerlerde sadece yürümesi, istediği şekilde giyinmesi… Sonra mesele daha da iğrençleşerek çocuklara döndü. Bu sefer cinsel istismar düzenlemesi diye bir düzenbazlıkla, istismara uğramış çocuklar için “rızası var” diyerek, çocukları istismar eden kişilerin cezasız bırakılması tartıştırıldı. Ardından “Apartmanı iyi yönetiyor diye, evinizin tapusunu yöneticiye verir misiniz?” diye bir soru soruldu ama onu geçelim. Markete kayyum atanan bir dönemdeyiz çünkü. Neyse. Diyeceğim o ki; ne tartıştırılıyor sorusu ile bırakın sınavı geçmeyi, okuldan atılmaları lazım Bu sınav bir insanlık sınavı. Ne izletildiği; oyuncunun, senaristin, yönetmenin, sunucunun, konuğun sınavının cevabı. Ne okutulduğu; yazarın, yayımcının sınavının cevabı. Ne tartıştırıldığı; iktidarın, medyanın sınavının cevabı. Cevaplar o kadar mide bulandırıcı, o kadar can sıkıcı ki , artık televizyonu açamaz, gazete okuyamaz, birbirimizle sohbet edemez, hatta çocukları sevemez olduk.



Kadınlar.. Erkekler.. Kadınlar..

Umut Berfin Bununla birlikte aynı baskılar erkek üzerinde uygulanmakta dolaylı yollarla da olsa. Erkeği kadın dan üstün kılma düşüncesi ile erkeğin sırtına bir çok yük yüklemeye çalışılır ve onu kendini kadından üstün gören bir canlı olması sağlanır. Örnek vermek gerekirse hepimizin ailelerimiz den çokça duyduğu “erkekler ağlamaz” düşüncesi. “karı gibi ağlama derler mesela, ya da” bu ne lan kız gibi salya sümük “bu söylemleri çokça duyduk ve yaşadığımız toplum tarafından bilinçaltına yerleşmiştir. Erkeğin duygusal olması kabul edilmiyor ve bunun üzerine erkeğin ağlaması acizlik olarak görülür. Ya da “evin direği ‘kavramı “erkek çalışır karısına çocuğuna bakar” lafı aslında sosyal yaşantıda kadın i ikinci hatta üçüncü plana atma çabası ve bununla birlikte erkeğin omuzlarına farkında bile olmadan çocukluktan beri yüklenmiş bir yüktür. Ve bu yüklenen yük erkeğin üzerine onu güçlü kılmak adına uygulanan baskı erkeği bir zaman sonra bir canavara dönüştürebilir. (Dönüştürüyor).Çok masum zannedip çocuklarımızın ellerine verdiğimiz oyuncaklar, cinsiyetini belli etmek amacı ile giydirdiğimiz giyecekler, bir tarafı baskı ile üstün kılmaya diğer tarafı aciz gösterme çabasından başka bir şey değildir. Ve ne yazık ki bu durumu yalnızca kırsal kesim ya da bilinçsiz toplumlar da görmüyoruz. Kızına ve ya eşi ne tam bir birey olarak gören davranan onun fikirlerine önem veren ve onu sosyal hayattan koparmayan birçok aile de baskın şekilde hissettirmese de bu baskıyı erkek ve kız çocuğuna hissettirmekte, farkında dahi olmadan yaşamlarında uygulamaktadır.

K

adının yeri ülkemiz de sosyoekonomik düzeye göre değişmekte. Erkeğin kadın üzerinde kurduğu hegemonya da öyle. Gelişen devlet düzenin de kadın in yeri olmamakla birlikte çalışan kendi ayakları üzerinde duran konuşan dile getiren bazen karşı koyan kadın profili istenmemektedir. Bu ilk aile de başlar. Daha küçük bir çocukken evcilik oynatılır ve evinde yemek yapan yalnızca çocuklarına bakan kocasını memnun eden kadın profili o küçük çocukların beynine yerleştirilir. Çocuk büyüdükçe bu baskı da büyür hayliyle. Babanın kurduğu baskı belki abi belki diğer akraba çevresinin kurduğu baskı ile kadın yönetilmeye yalnızca erkek egemenliği altında yaşayan bir canlı olmaya mecbur bırakılır bu aşılamış olur. Evliliği süresince kadın a söz hakkı tanınmaz “bey i ne derse o” öğretilir. Din üzerinden baskılar da başlar bir zaman sonra. Kadın in esi zoruyla kapanması misal. Bu erkeğin kadın üzerinde ki gücünü gösterme çabasıdır. Ya da etrafına kendi üzerinde kurulan baskıyı kadın a uygulayarak hafifletme çabası. Yaşadığımız coğrafya da kadın her daim susmaya boyun eğmeye mecbur bırakılmış söz hakkı elinden alınmıştır. Erkeğin ve hatta çoğu zaman bir başka kadınların kocasının kayınbabasının babasının kaynanasının dayağını yemiş ve aşağılanmasını duymuştur. Fakat ses çıkaramamıştır. Çünkü o daha bir çocukken annesi de ses çıkarmamıştı.

5


Mesela; hatta o çok bahsettiğimiz medeniyetler şehri İstanbul’da bile şort giyen kadınların kafasına tekme atılmakta parklarda spor yapan hamile kadınlara şiddet uygulanmakta. Kadının üzerinde kurulmayan çalışılan egemenlik isteği ve bunun yanında erkeğin üstünlük çabasıyla birlikte doğan baskı toplumun her kesiminde her an yaşanılan bir durumdur.


Histeri

Felicita

İ

mandan yoksunum dolayısıyla mutlu olamam çünkü kendi hayatının anlamsız ve şüphesiz bir ölüme doğru ilerlediğinden endişe eden biri mutlu olamaz. Mirasımda ne bir tanrı ne de herhangi bir tanrının dikkatini çekebileceğim sabit bir nokta yok. Ne kuşkucuların o güzelce kılık değiştiren öfkesinden, ne akılcının odysseusvari kurnazlığından, ne de ateistin safdil ateşliliğinden nasibimi aldım. *Ve bu nedenle, bende ne sadece kuşku uyandıran şeylere inananları, ne de kuşkusuna sanki kuşku değilmiş gibi yaklaşanı ve karanlıklarda kaybolanı taşlayabilirim. Attığım taş olsa olsa hedef olarak beni bulurdu çünkü emin olduğum bir şey varsa o da şudur : insanoğlunun ihtiyacı olan teselli arzusunun tatmini imkansızdır.

arzunum, sadece gurmeler bilir yaşamayı. Yalnızlığınım senin, hor görmelisin insanlığı. Ölüm arzunum senin, öyleyse ne duruyorsun, kesip bitir artık. Bıçak sırtı: hayatımı tehdit eden iki tehlike görüyorum: bir taraftan açgözlülüğün tokluk bilmez ağzı, diğer taraftan kendi kendisini besleyen ekşi cimrilik. Fakat orji ve asez arasında bir seçim yapmayı reddediyorum, bunun için arzularımın yanıp gitmesi işkencesini de göze almış oluyorum. Bana yetmiyor edimlerimizde özgür olmamamız yüzünden her şeyin affedilebilir olabilmesini bilmek. Benim aradığım, yaşamıma bir özür, bir mazaret değil, fakat bir özürün tam tersi: Af. Son tahlilde, şu fikir geliyor aklıma, benim özgürlüğümü göz önüne almayan her teselli yanılsamadır, sadece yansıyan bir imgesidir benim hayal kırıklığımın. Aslında düş kırıklığım bana şöyle seslendiği zaman; ‘güvenini yitir, çünkü her gün iki gecenin arasında bir duraktır’, sahte teselli bana şöyle diyor; ‘umut et, çünkü her gece iki günün arasında bir duraktır.’

Bana gelirsek, ben bu teselliyi tıpkı bir avcının avını kovaladığı gibi kovalıyorum. Ne zaman ormanda onu görüverdiğimi sansam silahıma sarılıyorum. Çoğu kez elde ettiğim tek şey, sadece boşluk oluyor fakat ara sıra avımı elde ettiğim de oluyor. Ve tesellinin ancak bir ağacın tepesindeki bir rüzgar uğultusu kadar sürdüğünü bildiğim için, avımın tadını çıkarmak için acele ediyorum. Bir de benim onları aramama gerek kalmadan gelip beni bulan teselliler var: odamı iğrenç fısıltılarıyla dolduran… — Hazzınım senin, sev onların hepsini, senin yeteneğinim, kötüye kullan beni, kendini kötüye kullandığın gibi. Senin tatmin

Fakat insanlığın ihtiyacı yok, tinsel kelimeler halinde dökülüveren bir teselliye, aydınlatan bir teselliye ihtiyacı var onun. Ve kötü olmak isteyen her kimse, yani tüm edimler savunulabilirmişçesine yaşayan birisi, en azından bunu başarabildiğinde farkına varabilmelidir.

7


Kimse, tesellinin mutlak gerekli olduğu anları sayıp dökemez. Kimse bilemez alacakaranlığın ne zaman ineceğini ve hayat, aydınlığı karanlığa bölerek ve günleri gecelere bölerek çözebileceğimiz bir problem değil. Bir gün bir deniz kıyısında yürürken aniden hissedebilirim, sonsuzluğun korkunç meydan okumasını varoluşuma ve dalgaların dur durak bilmeyen salıntısını ve rüzgârın dinmeyen kaçışını. O an zaman nedir ki, eğer insani olan hiçbir şeyin sürekli olmamasına bir avuntu değilse… Ve o ne sefil bir tesellidir öyle, sadece İsviçrelileri varsıllaştırır. Tehlikeye en uzak odalardan birinde ateşin önünde otururken birden bire ölümün usul ayak seslerini duyumsayabilirim. Tam da ateşin içindedir o, beni çevreleyen keskin her nesnede, çatının ağırlığında, duvarların kütlesinde, suda, karda, sıcakta ve damarlarımda. O an nedir ki insanın güvenlik duygusu eğer ölümün yaşama en yakın şey olmasına kısır bir avuntu değilse… Ve o ne sefil bir tesellidir ki, yeniden hatırlatır bize, unutturmak istediklerini! Özgürlüğü, bir ormanı süratle geçen bir hayvanda vücut bulmuş olarak görebilirim ve şöylece fısıldar bir ses kulağıma: basit yaşa, ele geçir arzuladıklarını ve korkma yasalardan! Fakat bu iyi tavsiyeler özgürlüğün kendisini reddetmekten başka nedir ki? Ve ne acınılası bir tesellidir o, insanoğlunun bir kertenkele dahi olabilmek uğruna milyonlarca sene geçirmesi gerektiğini bilene! Bir balığın suda yüzmesi misali ya da bir kuşun göklerde kanat çırpması misali bir felsefem yok hareket edebilmek için. Tek sahip olduğum bir düello ve bu karşılaşma bir yandan, ömrümün her anında, benim güçsüzlüğüme güçsüzlük katan ve umutsuzluğumu daha da derinleştiren sahte teselliler ve diğer safta beni geçici bir özgürleşmeye kavuşturan hakiki teselliler

arasında sürüyor. Belki de tek gerçek teselli demeliydim, tek çünkü aslında benim için bir tek gerçek teselli mevcut, o da bana özgü bir insan olduğum telkinini veren, parçalanamaz, bütünlüklü bir birey olmamı onaylayan ve kendi sınırlarıma sahip ve o sınırlar içerisinde hâkim birisi olduğumu gören bir teselli. Ancak, özgürlük kölelikle başlar, hâkimiyetse bağımlılıkla. Benim köleliğimin en bariz işareti, yaşama korkum. Özgürlüğümün en belirleyici işareti, korkunun yerini, bağımsızlığın dingin neşesine bırakması. Sanki bağımsızlığa, tam da, nihayetinde özgür bir insan olduğumu kavrayabilmek için ihtiyacım var ve sanırım bu hakikatin tam kendisi. Edimlerimin ışığında, yaşamımın sanki tek amacının kendi mutsuzluğumu ve acımı üretmek olduğunu görüyorum. Bana özgürlüğü sağlaması gereken şeyler, köleye çevirdiler beni, ekmek yerine kara taşlar sundular bana Deniz kıyısında olduğum için, denizi öğrenebilirim. Kimsenin denizden tüm vapurları taşımasını, ya da rüzgârdan sürekli tüm yelkenleri şişirmesini talep etmeye hakkı yok. Aynı şekilde, kimse de benden yaşamımın şu ya da bu görevin tutsağı olmasını talep edemez. Benim için her şeyden üstün olan ödev değil, yaşamdır her şeyden üstün olan. Tüm diğer insanlar gibi, bir adım kenara çekilmeye ve şu ‘dünya nüfusu’ dediğimiz kitlenin bir parçası olmanın ötesinde, kendi kendine yeten bir bütünlük olduğumu hissedeceğim anları yaşamaya hakkım var. Yalnızca buna benzer bir anda, hayatın daha önceleri beni hayal kırıklığına uğratan yanlarına karşı kayıtsız ve özgür olabilirim. Denizin ve rüzgarın benden sonra da varolmaya devam edeceklerini ve ebediyetin beni umursamadığını kabul edebilirim.

8


Fakat ben ebediyeti neden umursayacak mışım? Hayatım eğer onu yaşamın örsüne yerleştirirsem kısadır. Yaşam olasılıklarım, eğer onları, ölmeden önce yaratabileceğim kelimeler ve kitapların sayısıyla ölçersem, sınırlıdırlar. Fakat kim saymamı istedi benden? Zaman, yaşama yaraşan ölçü değil ki. Aslında, zaman bayağı bir ölçüm aleti çünkü, hayatımın zaten ilerlemiş eserlerine ulaşabiliyor. Fakat başıma gelen tüm önemli şeyler ve yaşamıma o harika içeriğini veren tüm şeyler şunlardan ibaret: sevdiğim bir varlıkla bir karşılaşma, tenimde bir okşama, zor bir anda yardım eden bir el, ay ışığını izlemek, denize açılmak, bir çocuğa verdiğim ufak bir sevinç, güzelliğin önünde titreyiş, tüm bunlar zamanın dışında cereyan ediyorlar. Çünkü Güzellikle bir saniye olsun karşılaşmak ya da bir asır seyretmek onu, ne fark eder ki? Saadet, sadece zamanın dışında bulunmuyor, fakat zaman ve saadet arasındaki tüm bağlantıları da reddediyor. Böylece kaldırıyorum omuzlarımdan zamanın ağır yükünü ve bu fırsattan istifade, benden beklenen performansların yükünü de. Yaşamım ölçülebilir bir büyüklük değil. Ne oğlağın sıçrayışı ne de güneşin doğuşu birer performans değiller. İnsan yaşamı da dolayısıyla bir performans değil, fakat büyümekte olan ve mükemmele ulaşmaya çalışan bir şey. Ve mükemmel olan performans filan üretmez, dinginlik içerisinde çalışır. Denizin gemiler ve yunuslar taşımak için yaratılmış olduğu ne kadar saçma. Tabii ki bunu da yapıyor deniz, fakat kendi özgürlüğünü koruyaraktan. İnsanın da, yaşamak dışında başka bir şey için yaratıldığına inanmak da o denli saçma. Tabii ki, makineler icat ediyor, kitaplar yazıyor, fakat bambaşka şeyler de yapabilirdi. Önemli olan özgürce et bu özgürlüğünün tıpkı yaratının tüm diğer ayrıntılarının da tam bilincinde olarak, kendi kendisinin ereği olması. Kendisinin içerisinde, bir çakıl taşının kumun üzerinde durması misali durmalıdır.

9

Yalnız, sürekli denizi seyretmek ve onun hürriyetini kendiminkiyle karşılaştırmak kudretine sahip değilim. Gün gelir, toprağa çevirmem gerekir yüzümü ve kurbanı olduğum zulmün tertip heyetine karşı koymam gerekir. İşte o zaman şunu kabul etmem gerekir, insan kendi hayatına, en azından görünürde, kendisinden daha kuvvetli şekiller vermiş. Yepyeni hürriyetimin gücüyle bile bu zincirleri kıramam, kaldıramam ağırlıklarını. Ancak, insanın omuzlarında taşıdığı icaplardan hangilerinin saçma, hangilerinin kaçınılmaz olduğunu görebilirim. Benim kanımca, belli bir özgürlük biçimi ebediyete değin ya da çok uzun bir zaman için kaybedilmiştir. Bu, kendi unsuruna sahip olabilme özgürlüğüdür. Balık kendisininkine sahip, tıpkı kuş ve karada yaşayan hayvan gibi. Fakat nerde şimdi insanoğlunun özgürlük içinde ve toplumun kemikleşmiş şekillerinin dışarısında yaşayabileceğini kanıtlayabileceğimiz ormanlar? Cevap vermek mecburiyetindeyim: hiçbir yerde. Yani yaşamak istiyorsam bu formların içerisinde olmalıyım. Dünya demek ki benden daha kuvvetli. Onun kudretine karşı koymak için elimde bir tek ben varım, bir yandan da muazzam bir güç bu. Niceliğin beni ezmesine izin vermediğim sürece, ben de bir kuvvetim. Ve kelimelerimi dünyanınkilere karşı koymakta kullandığım sürece de korkunç bir güç. Çünkü mahpushaneler kuranlar, özgürlüğü inşa edenlerden daha kötü ifade ederler kendilerini. Fakat benim gücümün sınır tanımayacağı an, sadece sükûtumla kendi dokunulmazlığımı koruyacağım andır, çünkü hiçbir balta ele geçiremez yaşayan bir sükûtu. İşte tek tesellim budur benim. Biliyorum ki, umutsuzluğa düşüşler çok ve derinler, ama özgürleşme mucizesinin hatırası kanadımmışçasına taşıyor beni, başımı döndüren amacıma doğru: bir teselliden daha fazla olan bir teselli, et bir felsefeden daha muazzam, yani bir yaşama sebebi.



FİLM ÖNERİLERİ Prestij Bilim Kurgu-Dram Hüseyin ilhan:

Yönetmenliğini Christopher Nolan’ın yaptığı 2006 yılı ABD/Birleşik Krallık yapımı bilim kurgu/dram filmidir. Başrollerini Batman karakteriyle tanıdığımız Christian Bale, X-Men filminden tanıdığımız Hugh Jackman’in paylaştığı benim fikrimce muhteşem ötesi olan bir filmdir. Aynı zamanda Christopher Priest’in romanının beyaz perdeye uyarlanmış halidir. Kitap özgün adını kaybetmemiştir yani kitabın adı da Prestij’dir. Arkadaş olan iki sihirbazın birbirlerine karşı giderek düşman haline gelip, o hırsla en iyi sihirbaz olma çabasındaki yarışlarını anlatmaktadır. Bunu kurgudan daha çok bilimsel yönleriyle darbe vurmuş bir film olarak çağrışım yapar. Bu düşünceme sebep olan şey ise filmde Nikola Tesla’ya da yer verilmesidir. Özellikle o rolü canlandıran David Bowie’nin, Teslayı da o derece muhteşem canlandırması, cümleleri, hayalleri.. ‘’Acaba güçler isteseydi Nikola Tesla’nın

tüm hayalleri gerçek olacak mıydı?’’ diye sorduran bir film aynı zamanda. Olma ihtimaliyüksek ki Tesla.. Neyse oyunculuk,senaryo,yönetmenlik yani bütün anlamıyla mükemmel diyeceğim bir filmi öneriyorum sizlere.. Keyifli seyirler..

Gergedan Mevsimi Drama Roza Ak:

Gergedan Mevsimi, Bahman Gobadi’nin yazıp yönettiği 2012 yapımı sinema filmidir. Başrollerinde Behruz Vüsuki, Monica Bellucci, Yılmaz Erdoğan, Caner Cindoruk, Beren Saat, Belçim Bilgin, Arash Labaf ve Ali Pourtash oynamaktadır. Unutulmaz bir aşkın başrollerini paylaşan Mina ve Sahlen Şoförleri tarafından ihanete uğrarlar ve İran İslam devrimi sırasında hapse atılırlar. Hapisten çıkan Sahlen intikam almak onun için daha da önemli olan eşi ve çocukları için istanbulda yaşamına devam eder. Aşkı ve intikam için savaşan Sahlen’ in yaşadığı acıları suskunluklari konu edinen muhteşem İran yapımı film.

MÜZİK ÖNERİLERİ Kulağınızın hoşuna gidebilecek aynı zamanda anlamla dolu olan müzikler seçmeye çalıştık kendimizce.. Kendi anlamlandırmalarımızca.. ‘’Kahrolsun Yoz Müzik! ‘’ *Ağaçkakan-Havadan Napalm *Tara Jaff-Yaran(Etnik Müzik-Fırat) Yağıyor(Spoken Word-Hüseyin) *Niyaz Ali Azzam-Arezou (Etnik Müzik-Fırat) *Kurban-İfirt (Rock-Hüseyin) *Mark Eliyahu-Journey(Klasik-Felicita) *Mehmet Atlı-Şinno(Özgün-Roza) *Khaled Mouzanar-Mreyte ya *Kardeş Türküler-Vizontele Film Mreyte(Enstrümantal-Felicita) Müziği(Özgün- Roza)

11


KİTAP ÖNERİLERİ -Charles Bukowski Ekmek Arası (Roman-Umut Berfin)

Fürüğ Ferruzad Yeryüzü Ayetleri (Şiir-Roza Ak)

Asla unutulmamali ki bu evrende bir yere gelmiş kişilerin iğrenç hayat öyküleri vardır.Bukowski’den ailesine,çocukluğuna,lise yıllarına,ruhuna dair birçok şey...

‘’O günler geçip gitti, O günler, kirpiklerimin arasından..’’ ‘’Benim için en önemli şey şiirdir. Ve şiir, kendime ve kişiliğime karşı duyduğum en büyük sorumluluktur. Hayatıma vermek zorunda olduğum yanıtların en önemlisidir aynı zamanda.. Furuğ’un konuları genellikle hayat, ölüm, mutluluk, keder, doğanın güzelliği, toplumsal baskı ve çirkinlikler, umut, umutsuzluk gibi evrensel temaların yanı sıra kadın ve sevişmenin mistik güzelliğini de kapsar..

-

SESLENEN EDEBIYAT Görme engeli yaşayan arkadaşlara önermeniz dileğimiz ile ilk önce onlara ve sonrasında sizlere tavsiyelerimiz… (önerileri Youtube’dan bulabilirsiniz…) Sesli Şiir/ *Ahmed Arif-33 Kurşun. (Kendi Sesinden ) Umut Berfin. *Arkadaş Zekai Özger- Çelişkili Kötü Şiiridir. ( Eser Gökay’dan) Mehmet Fırat. Sesli Öykü/ *Hulki Aktunç-Lodos Düğünü..(Celal Kadri Kınoğlu’nun sesinden) Hüseyin İlhan *Yusuf Atılgan-Saatlerin Tıkırtısı..(Hüseyin İlhan’ın sesinden) Felicita

12


Yusuf Kiraz - Gidiyorum Bir katırın sırtında Kaplumbağaları uçurmak için sarhoş atlar zamanına gidiyorum Cebimde sıcacık aşklar Üzerimde birgün geri dönmenin umudu ile Gidiyorum Burada kalmak sessiz bir haykırıştır İdam naraları atanlara darağacı işçisi olmaktır İdeolojik sloganlardan öteye geçmez artık bütün sarsıntılar Bu aneorobik toplum kalan herkesi öldürecek Gidiyorum İzmir’in tam ortasında taşlanan bir kadın görmek olacak kalanların tüm tercübesi Hem rakı da yasaklanır Sözde solcular rakı masasında enternasyonal devleti meze yapıp şerefine içmeyecekler Son sözleri “sistemi sıfırlayacağız” olan komünistler allahsız denilip bir bir asılacak Sağcılar rahat Okey masasında ümmeti birliğini gerçekleştirip Osmanlı’ya dönecekler Kürtler hiçbir zaman ulus olduklarını hatırlamayacaklar... Gidiyorum Hepinize sakladığım zulalarım var kanepenin altında Gazilerde arakladığım çok eski bir kaç plak Raflarda çürümüş isimsiz on tane kitap Yakamadığım bir sürü şiir... Gidiyorum Bu bir kaçış değil, sadece reddetmektir..

14


13


Nâzım Hikmet’ten Orhan Veli’ye..

N

âzım Hikmet’in yolu 1955 yılında Budapeşte’ye düşer…Bunu fırsat bilen kent radyosu Türkçe Yayınlar Servisi’nin edebiyat programına konuk eder şairi. Söyleşinin başında “sık sık” okuduğu kitaplardan söz açan Nâzım Hikmet’e spiker şu soruyu yöneltir: “Acaba bu sık seyahatleriniz esnasında yanınızda bu kitaplardan bulundurabiliyor musunuz? Bize bu kitaplardan bahsetseniz çok iyi olur.” Yolculuk için hazırlanan bir bavulda insanın asla vazgeçemeyeceği eşyaları bulunur: Diş fırçası, pijamaları, iç çamaşırları, çorap, tıraş takımı… Bavulun ağır olması istenmez. Ki, bu yüzden içine koyulacak her şeyin iyisi seçilir. İşte, Nâzım Hikmet’in spikere verdiği yanıt: “Şimdi size söyleyeyim, mesela benim bavulumda neler var. Bir defa tabii Orhan Veli var. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli bizim en güzel şairlerimizden biri. Çok genç öldü, yazık oldu. Ama ölümsüz…” Budapeşte radyosunun spikeri, Nazım Hikmet’ten, yanında taşıdığı Orhan Veli kitabından şiir okumasını rica eder… Nazım, “Hay hay! Hemen başlayalım” diyerek Orhan Veli’den”çok sevdiği” bir şiir okur:

15

Hüseyin İlhan

‘’Uzanıp yatıvermiş, sere serpe; Entarisi sıyrılmış, hafiften; Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor; Bir eliyle de göğsünü tutmuş. İçinde kötülüğü yok biliyorum; Yok, benim de yok ama… Olmaz ki! Böyle de yatılmaz ki!’’ Şiiri okuyan Nâzım’ın memleket özlemiyle dolu dudaklarından şunlar dökülür: “Ne güzel Türkçe. Sonra nasıl İstanbul, nasıl İstanbul kızı.. Nâzım Hikmet, radyo programında Orhan Veli’nin “Sereserpe” şiirinin ardından sırasıyla “Delikli Şiir”, “Vatan İçin” ve “Cevap” adlı şiirleri okuduktan sonra söyleşinin ilkgününde Orhan Veli’den son olarak “Gelirli Şiir”i okur…Ama, Gelirli Şiir’i okumadan önce şunları söyler: “Bir tane daha okuyayım. Doyum olmuyor ki…” Kaynak- Sunay Akın (İstanbul’un Nazım Planı, Sunay Akın, Çınar Yayınları, 8.Basım, sayfa 134, 135, 136)



Baylar! Bin dokuz yüz seksen birdeyiz, Karşınızda eylülün sesi Ağustosa çekildi, eylülün sesi Birazdan konuşacak “Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar.” - Edip Cansever (28Mayıs’a saygıyla...)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.