BİR KİTAP BİN DOST Aylık Edebiyat Kültür ve Sanat Dergisi
Nisan 2018 Yıl: 2 Sayı: 11
23 NİSAN ÇOCUK BAYRAMI KUTLU OLSUN
2018 Aylık Edebiyat Kültür ve Sanat Dergisi
BirKitapBinDost BİR KİTAP BİN DOST Aylık Edebiyat Kültür ve Sanat Dergisi Nisan 2018 Yıl: 2 Sayı: 11
Bu sayıda... 3 Editörden… 4 Muzaffer Özkan -Köy/Anı 7 Hande Ortay—Hayat Oyunu/Şiir 8 Gürcan Köftecioğlu—Cinayet /Öykü
Genel Yayın Yönetmeni
10 Lavinya Öz—Çocuk İşte/Şiir
ve Editör
11 Taylan Ö. Kumaş—Dua/Şiir
İlhan Özdemir
12 Aynur Karataş—Zamandan Kaçış/Deneme 14 Ebru Dişiaçık—Altı Üstü…/Deneme
Edebiyat Yönetmenleri Muzaffer Özkan Gürcan Köftecioğlu
15 Hatice Aydın—Bir Fotoğraf Bir Söz 18 İlhan Özdemir —Söyleşi/Güniz A.Küçükoğlu 21 Güniz A.Küçükoğlu—Portre/Canan Berber 22 Yasemin Bayındır—Yer ve Mekan/Cunda Adası
Kültür ve Sanat Yönetmenleri Emel Üstündağ Yasemin Bayındır Mehmet Saim Bilge Agim Krasniqi
İdari İşler Aziz Dur
24 Emel Üstündağ—Yemek Kültürü/Ağrı 26 Agim Krasniqi—Yer ve Mekan/Prizren 28 Gürcan Köftecioğlu—Sinema/Yavuz Turgul 30 Muzaffer Özkan—Kitap/Oysa Bir Umuttu 34 Burhan Ersan—Reng-i Su 35 Emel Üstündağ—Ebru 36—43 Resim: Hülya Bozkurt—Güniz A. Küçükoğlu-
Doğan Bayındır
Metin Aydın-Selma Top-Aneta Hasani-Gina G.TorresZehra Çakıcı-Özen Araser-Soltan Soltanlı
Kosova Temsilcisi
44—49 Fotoğraf: Aziz Dur-Bardhyl Spahiu-Saeed Mohammadzadeh-Şengül Yılmazkaya—Arjeta Miftari
(Representative in Kosovo) Agim Krasniqi Hakkımızda ve Yayın İlkeleri ilk iki sayımızda yayınlanmıştır.
50—67 Karikatür: M.Saim Bilge—Fadi Abou HassanAgim Krasniqi-Ana Maria Gonzalez Estrada-Marwa İbrahim-Mary Zins-Samira Saeed-Florent Espejel-Tvg MenonYoucef Aimeur—Makhmud Eshonqulov-Sepideh Seifizadeh-Aldo Garcia-Eren Sönmez-Cival Einstein-Pablo Sanchez-Mozhdeh M.Oghli-Fawzy Morsy
İletişim birkitapbindost@gmail.com Tüm içeriğin hakları saklıdır.
Arka Kapak: Ayın Dostu-Ana Maria Gonzalez Estrada Ön Kapak Resim: Emel Üstündağ
İzinsiz Kullanılamaz
@2017
2
Nisan 2018
Editörden...
23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI KUTLU OLSUN. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından tüm dünya çocuklarına armağan edilen 23 Nisan, dünyanın ilk ve tek çocuk bayramıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış bayramı olan 23 Nisan 1920, 1935 yılında Halkın Egemenliği Bayramı ile birleştirilmiş ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanmaya başlanmıştır.
23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı günün yıldönümü olarak kutlanmaya başlanan ulusal bayram, ilk kez 23 Nisan 1920’de “Hâkimiyeti Milliye Bayramı” olarak kutlanmıştır. Atatürk, 23 Nisan 1924’te, 23 Nisan gününün bayram olarak kutlanmasına karar vermiş, bu tarihten 5 yıl sonra ise 23 Nisan 1929’da bu özel bayramı çocuklara armağan etmiştir. 23 Nisan ilk defa 1929 yılında “Çocuk Bayramı” olarak da kutlanmaya başlanmıştır. Tüm dünyaya kardeşlik mesajlarının verildiği ve her türlü sorunun el ele, kardeşçe çözülmesi gerektiğinin hatırlatılması bakımından “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” çok büyük önem taşımaktadır. Atatürk’ün Türk çocuklarına armağan ettiği bu bayram, dünya çocukları arasındaki sevgi ve dostluk bağlarının gelişmesine katkı sağlamakta, tüm insanların barış içinde yaşaması gerektiğini en güzel şekilde ifade etmektedir. Çocuklar için çok büyük anlamı ve önemi olan
“23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI” tüm çocuklara kutlu olsun. .
.
.
Bu ay derginin kapak konusunu 23 Nisan'a ayırdık. Sevgili Emel Üstündağ’da her zaman olduğu gibi bu ayda dergi kapağı için çok güzel sulu boya bir resim yaptı. Bu güzel resim için Emel Üstündağ’a çok teşekkür ediyoruz, gönlüne ve fırçasına sağlık. Bir Kitap Bin Dost dergisinin Nisan ayı sayısına emeği geçen ve dergiye katkıda bulunan tüm dost ve arkadaşlara çok teşekkürler. İyi ki varlar ve iyi ki bizimle birlikteler... Sevgilerimle...
3
BirKitapBinDost
ANI Muzaffer Özkan Ankara
KÖY Köylerin meydanında genellikle çınar olur. Oysa bizim köyün meydanında yüz yıllık çınarlara taş çıkartacak büyüklükte dev bir çam ağacı vardı. Gölgesi bütün meydanı kaplardı. Bazı gençler belli yere kadar dallarına tırmanırdı, ancak biz çocuklar buna cesaret edemezdik. Her yaz yüzlerce kuş dallarına yuva kurar, neslini devam ettirirdi. Gövdesi o kadar genişti ki beş kişi ancak kucaklayabilirdi. Geçen zaman içinde kökleri hemen yanındaki köy çeşmesinin duvarlarını çatlatmış, yalaktaki mermerler patlamıştı. Biz çocukların sıcak yaz günlerinde en büyük eğlencesi bu çamın serin gölgesinde topaç çevirmekti. Saatlerce oynamaktan sıkılmazdık. Arada sırada meydandaki kahvede dinlenen büyükler, yalancıktan bize çıkıştığında dağılsak da en kısa zamanda tekrar toplanıp topaç çevirmeye devam ederdik. Meydanın bir köşesinde önü meydana bakan mülkiyeti köy muhtarlığına ait bir kahve vardı. Burada günün her saatinde sohbet eden kişileri görmek mümkündü. İhtiyarlar namaz saatini burada toplanıp bekler, tarladan veya işten gelenler, yorgunluk çayı içmek için geçerken mutlaka birkaç dakika da olsa oturur dinlenirlerdi. Burası köylünün yegâne sosyal mekânıydı. Günün en güzel sohbetleri bu kahvenin önündeki geniş meydanda yapılırdı. Burada buluşulur, ertesi gün yapılacak işler burada planlanır, kimin tarlasına tütün imecesine gidileceği, hatta üzüm kesme sırası bile hep burada belirlenirdi. Bu meydan her daim canlı ve hayat doluydu. Akşamüstü esmeye başlayan imbatın serinliğinde demli bir çay içmenin veya kahvecinin soğuması için meydanın köşesindeki kuyunun suyuna sallandırdığı yayık ayranını burada yudumlamanın tadına doyum olmazdı. Köyde daha elektrik yoktu. Akşamları yakılan lüks lambası belli aralıklara pompalanır, yaydığı ışığın şavkı meydanı gece yarısına kadar gündüz gibi aydınlatırdı.
4
Nisan 2018 Köy, dört mahalleden ibaretti. Mahallelerden gelen sokaklar köy meydanında birleşirdi. Güneydeki tepeye doğru giden sokağa Yukarı Mahalle, kuzeydeki mezarlığa doğru giden sokağa Aşağı Mahalle, doğudaki ilkokulumuza doğru giden sokağa Arap Mahallesi, batıdaki dağa doğru giden sokağa ise Hatice Gelin Mahallesi denirdi. Meydan ve sokaklar taş döşemeydi. Bizim ev, Hatice Gelin Mahallesinin meydana en yakın eviydi. Evin penceresinden bütün meydan görülür hatta konuşulanlar duyulurdu. Bu nedenle köyde ne olup bittiğini ilk biz öğrenirdik. Evimiz kerpiçten iki katlı bir binaydı. Babam evlendikten sonra iki buçuk liraya yaptırdığını söylerdi. Tamamı beton kaplı küçük bir avlumuz vardı ve annem bu dar avludan sürekli şikâyet ederdi. Çocukluğum bu evde geçti. Üst katları yatak odası, alt katları ise günlük yaşam mekânı olarak kullanırdık. Bizim evin karşısında, sokağın öbür başında Celil Ağanın evi vardı. Celil Ağa köyün en zenginlerinden biriydi. İlçeye gideceği zaman günde tek sefer yapan otobüsün en öndeki koltuğu mutlaka ona ayrılırdı. Aynı zamanda hacı olan Celil Ağa köyde herkesten saygı görürdü. Çok kalabalık bir ailesi vardı. Çocuklarından bir kısmı Arap Mahallesinde otururdu. Annesi doğumda vefat eden torunu, kız kardeşimle akrandı ve onların sokak kapısının gölgesinde sürekli evcilik oynarlardı. Sokak kapısı öküz arabalarının dahi girebileceği büyüklükte, çift kapılı, üstü kiremit kaplı kamelya gibiydi. Ortaokulda yurt müdürü aidatı geciktirdim diye yurttan kovduğunda, annemin Celil Ağa’dan aldığı yüz lira borç parayı götürüp vermiş, okula ancak devam edebilmiştim. Sokağın karşı tarafında Celil Ağanın evinden sonra Topal’ın evi vardı ve evde oğlu Mustafa Ali oturuyordu. Topal’ın gerçek adını biz bilmezdik, gençliğinde bir ayağı aksak olduğundan bu lakabı takmışlar ve hep bu şekilde anılır olmuş. Anlatıldığına göre Topal, evin bahçesinde karısını av tüfeğiyle vurmuş, ceset ertesi gün öğleye kadar bahçede kalmış. Cumhuriyet Savcısı ve Hükümet Tabibinin gelişinden sonra ancak ertesi gün ikindi namazına müteakip köy mezarlığına defnedilebilmiş. Söylentiye göre bütün bunları mahallenin devamındaki Oruç Gazi Tepesinde sırtını yasladığı çam ağacının dibinden izleyen Topal, karısının öldüğüne kanaat getirince gidip jandarmaya teslim olmuş. Yirmi dört yıl ceza alan Topal’ın hapisten sağ çıkacağına o zamanlar zaten kimse inanmıyordu. Çocuklarını, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun alıp götürdüğünü söylüyorlardı. Birçok kişi tepedeki kuruyan dev çam ağacının Topal’ın sırtını yasladığı o ağaç olduğunu, kurumanın nedeni olarak da o uğursuz günü sorumlu tutuyordu. Topal’ın evinden sonra ise bağ ve bahçeler başlardı. İlk tarla Demokrat Veli’nin, ondan sonrası da Aslanların Ali’nindi. Daha ileride içme suyu olarak kullandığımız Serenli Kuyu ve biraz ötede harman yeri yer alırdı. Burada yolun hemen kenarında yer alan incir ağacını unutamam. Siyah incirleri yumruk gibi büyük ve bal gibi tatlı olurdu. Ben o çocuk halimle en uç dallarına kadar çıkardım. O kadar çok incir olurdu ki yediğimizden fazlası dibine dökülürdü. Yaz boyunca sürekli yer, incire doyardık. Bizim evden sonra sokağın bu tarafında, sırayla dört amcamın ve çocuklarının evleri yer alırdı. Burada on adet ev ve ahırlar bulunuyordu ve bu evler uzaktan bakınca iple dizilmiş gibi bir hizada güzel bir görüntü oluşturuyorlardı. En sondaki evin ön tarafındaki evde ise Hatice Nine’ler oturuyordu. Hatice Nine bu eve gelin gelen ve mahalleye adını veren kişiydi. Kocası Birinci Dünya Savaşında şehit düşünce dört çocuğuyla genç yaşta dul kalıyor ve bütün ömrünü çocuklarına adıyor. Burada oğluyla kalıyordu.
5
BirKitapBinDost
.
Anılarımda onun o yaşlı halini çift koltuk değneğiyle güç bela yürümeye çalıştığını hayal meyal hatırlıyorum. O haliyle bile tiz sesi ve çığlıklarıyla biz çocukları korkutmayı başarıyordu. Geniş bir bahçeleri vardı ve ahşap çitle çevriliydi. Biz mahallenin çocukları için bu geniş avlu çok güzel bir oyun alanıydı. Zaman zaman Hatice Nine bize bağırdığında bu çitlerin arasındaki boşluklardan kaçar onun evin içine girmesini beklerdik. Torunu Veli ve Fehmi, benden birkaç yaş büyük mahalle arkadaşlarımdı. Ömer Seyfettin bir hikâyesinin başında “Ben Gönen’de doğdum. Yirmi yıldır görmediğim bu şehir yavaş yavaş hayalimden silinmeye başladı” diye öyküye başlar. Oysa ben anılarımı canlı tutmak için elli yıldır bu köye, yılda birkaç kez giderim. Yine de birçok şeyin anılara karışıp kaybolmasını önlemek mümkün olmadı. Her gidişimde gördüğüm değişime şaşırırım. Önce fiziksel yapı değişti, sonra da insanlar. Doğduğum ve çocukluğumu geçirdiğim ev yıkılalı yıllar oldu. Meydanı kaplayan çam ağacı ne zaman yok edildi ben dahi fark edemedim. Yol genişletme bahanesiyle incir ağacını dahi köklediler. Köyde yaşayanların yarıdan fazlasını artık tanımıyorum. O koskoca meydan dahi geçen gidişimde gözüme sanki biraz küçülmüş gibi geldi. Sonsöz; “Adamın birisi ruhsal açıdan gitgide kötüler. Ümidini, coşkusunu yitirir; karanlık, kendi içine dönük bir kişiliğe bürünür. Çevresindekiler yardım etmek isterlerse de ellerinden bir şey gelmez. Sonunda adamı hekimlere götürürler. Yapılacak bir şey yoktur, çünkü konuşmamaktadır. Çaresiz kalan hekimler sorunla uğraşırlarken, birdenbire hastanın gözlerini odanın duvarında asılı duran bir tablodan ayırmadığını fark ederler. Hasta sürekli olarak aynı noktaya bakmaktadır. Doktorlar uğraşır, didinir ve en sonunda anlarlar sorunu. Karlarla kaplı bir küçük köy manzarası olan resim, adamın geçmişini bıraktığı köyüne benzemektedir. Bunu kendisine söyler ve oraya gitmesini salık verirler; kapıdan çıkarken de kulağına hastalığının adını fısıldarlar: nostalji.” Şevket Süreyya Aydemir işte nostaljiyi böyle tanımlar. Tekrar görüşmek üzere, kalın sağlıcakla…
6
Nisan 2018
ŞİİR Hande Ortay İstanbul
HAYAT OYUNU Dizeler bembeyaz karanlıklarda Terk edilmiş bir şiir yalnızlığında Hayat rüzgârımda tutundum sana Elimde kasnaklı ince uçurtma İpinin ucunu yar sen bırakma Özgür sevinçlerle uçayım sana Dilim asidir ah sen olmayınca Dolanıp dururum yar etrafında Tutundum sana saf duygularımla Ürkek serçe kadar sokulsam da Anla, karşı koyamıyorum yüreğim ortada Sensiz olamıyorum bu hayat oyununda Hande ORTAY
7
BirKitapBinDost
ÖYKÜ GürcanKöftecioğlu İstanbul CİNAYET
Siz hiç cinayet işlediniz mi? Ya da bir cinayete tanık oldunuz mu? Ben hem cinayet işledim hem tanığı oldum. Üstelik ikisi bir arada! Yirmi sekiz yaşındaydım. Bir yaz akşamıydı. Tekrar yaşıyor gibiyim, anlatayım bakın neler oldu… Varol ile işten çıkıyor, arabamıza seğirtiyoruz. Önce Beşiktaş’a, oradan Çırağan’a uzanıyoruz, Ortaköy ana baba günü, trafik dur kalk ilerliyor. Sağda çok güzel iki kız görüyoruz, nefesimiz kesiliyor. Kızlar gezintiye çıkmış, biri buğday tenli, diğeri tam bir sarışın… “Ah!” diyor Varol, “Ne zaman şöyle birer sevgilimiz olacak?” Tam bu sırada önümüzdeki lüks spor arabadan kızlara bir el uzanıyor. Gürültüden ne dediklerini anlamıyoruz ama görüyoruz ki kızlar onları tersliyor. Fakat arabadakiler ısrarcı. Elle sarkıntılık yapıyorlar, derken arabadan biri iniyor. Kızlarla konuşmaya başlıyor. El kol hareketlerinden kızların rahatsız olduğunu gözlüyoruz. Daha Fazla dayanamıyorum, arabadan aşağı atlıyorum. Adamın, kızın beline sarılmış elini kartalın avını yakaladığı gibi pençeliyorum. Adam kızı bırakıp bana dönüyor “Ulan git işine! Sana ne oluyor?” diyor, ben direnince saniyesinde diğer eliyle bana bıçak çekiyor, “Yakarım seni şuracıkta,” diyor. Bu sırada, arkamdan üstüme çullanmak üzere spor arabadan bir adam daha geliyor. Varol durur mu? Derhal orada bitiyor, arkamdaki adama bir çelme takıyor, adam yeri boyluyor, sonra bir eliyle bıçak çeken adamın elini kavrayıp havaya kaldırıyor ve diğer elini yakaladığı gibi beline dokunduruyor. Montunun içindeki sert cismi tutturarak, “Bak, bunu kullanmak zorunda kalmayayım,” diye sertçe uyarıyor. Varol’un telefon kılıfı olarak kullandığı aksesuarı tabanca kılıfı biçiminde, bununla kızlara hava atıyor ve bir gün gerekirse göz korkuturum diye düşünmüş. Demek, o bir gün bugünmüş. Adam bu numarayı yutuyor ve tırsıyor. Soğuk terler dökerek, “Tamam abisi, biz kaçalım,” diyor ve yere kapaklanan arkadaşını da alarak uzaklaşıyor. Varol ve ben, üstümüzü başımızı düzeltip kızları bu dertten kurtarmış olmanın gururu ile onların gözlerine bakarak, “Geçmiş olsun!” diyoruz ama hiç ummadığımız bir cevapla karşılaşıyoruz: “Belki biz orospuyuz. Sana ne?” Şaşırıyoruz, kahroluyoruz, verecek karşılık bulamıyoruz. Gururumuz inciniyor, başımız öne eğiliyor ve arabamıza biniyoruz. Varol’a, “Ben daha fazla dolaşamayacağım. Gel şurada bir bara girelim,” diyorum. Arabayı park edip, Ortaköy âlemine dalıyoruz. Barmene, “Buzlu bardakta iki bira,” diye sesleniyorum. O da nesi? “Beylerin biraları bizden,” diyor gülüşen iki kadın sesi. Başımızı çevirdiğimizde gördüğümüz iki kız tabi ki onlar. Barda yan yana oturuyoruz. Kızlar yakından bakınca o kadar güzeller ki konuşurken bir pot kırmamak için ne yapacağımı şaşırıyor, sürekli sağa sola bakmaya çalışıyorum, heyecandan ellerim terliyor, belli etmemeye çalışıyorum.
8
Nisan 2018 Sarışın kız, “Adım Sara,” diye giriş yapıyor, “Yanımdaki en yakın arkadaşım Ebru…”diyor. “Babam İsveç Konsolosu, yıllardır İstanbul’da yaşıyorum ama korumalar olmadan İstanbul sokaklarında gezmem yasak o yüzden keyif yapamıyorum. Bu akşam Ebru ile birlikte bir davette olacaktık, korumaları atlatıp başka bir kapıdan çıktık, bir kaçamak yapalım dedik!” diye sürdürüyor. Ben de, “Tamam ama yolda bizi neden terslediniz?” diyorum. “Sizi sivil polis sandım. Yol ortasında diyaloga girmemek için oldu. Affedin, birilerinin çocukmuşum gibi beni korumaya çalışmasından nefret ediyorum. Zaten benim korumalardan zor kurtulduk,” diyor. Şimdi de özür dilemek için biralarımızı ısmarlıyormuş. Ben onu tatlı tatlı dinlerken yanağıma kondurduğu teşekkür öpücüğü ile uyanıyorum. “Peki, o adamlar sizi tanıyor mu?” “Ah evet. Geçenlerde bir gün bize asılmışlardı ama biz yüz vermeyince tartışmıştık, korumalarımızın gazabına uğramışlardı. Yedikleri dayağın acısını çıkarmaya yemin etmişler. O günden beri fırsat kolluyorlarmış,” diyor ve ekliyor, “Bugün korumalar yoktu ama şansımıza siz vardınız.” Ben de “Buna içilir,” diye bir kahkaha atıyorum, bardaklarımızı tokuşturuyoruz. İşte o anda olanlar oluyor… Barın kapısı gürültüyle açılıyor. Kapıdaki bar fedailerini aşan dört beş adam içeriye dalıyor. Bunların ikisi bizim karşılaştığımız tipler. Demek peşlerine destek alıp kızları bulmaya gelmişler. Ben hafiften küçülüyorum. İçerisinin loş olmasının etkisiyle beni fark etmiyorlar. Giren adamlardan en öndeki çok geçmeden bardaki sarışın kız, Sara ile göz göze geliyor. Adam silahını çekiyor, üst üste ateş ediyor. Herkes bağrışıyor, kaçışıyor, ortalık can pazarına dönüyor. Sara siper alırken kolundan yaralanıyor, Ebru vuruluyor ve düşüyor. Anlık bir refleksle Sara’nın karşılık vermek için çantasından çıkarmaya çalıştığı ama yarası nedeniyle yere düşürdüğü tabancasını elime alıyorum. Hiç düşünmeden adamlara silah çekiyorum. Karşılık verilince adamlar panik oluyor, tabanları yağlıyorlar ama kaçarken içlerinden biri yere yığılıp kalıyor. Bir an içinde yaşadığım gerilimle titriyorum. Varol elimdeki silahı alıyor. Ebru ve Sara için acil ambulans çağırıyor. Yere düşen adamın üzerine barın korumaları çullanıyor. Yanımda bir ölü, bir yaralı ve ben de bir adam öldürmüşüm. Cinayet tanığı olmuşum ve cinayet işlemişim, şoktayım… Polisler ve ambulans ekibi ardı ardına içeri giriyor. Hastaneye, karakola, savcıya ifade vermeye ve son durak Metris Cezaevi’ne kapatılıyorum. Artık tutukluyum. Şok üstüne şok yaşıyorum. Günler çok zor geçiyor. Ziyaret günü Varol geliyor, “Anlatsana,” diyorum. “Benim ifademi aldılar, serbest bıraktılar. Ebru kurtarılamadı. Sara siper aldığı sol kolundan ciddi bir şekilde yaralanmış, hastanede. Seni görmeyi çok istiyor ama belki gelecek sefere. Kaçan adamları polis yakaladı, onlar da burada başka bir blokta yatıyorlar…” Merakla soruyorum, “Peki ya vurduğum adam?” İfadesiz bir yüzle yanıtlıyor, “Ölmüş,” diyor. Fakat Varol’un içten içe güldüğünü hissedebiliyorum. “Oğlum ne gülüyorsun?” diyorum. “Sen çok şanslı bir adamsın,” diye yanıtlıyor. Bir şey anlamıyorum. “Söylesene ne oldu?” diyorum. “Kaçarken düşen adama, savcı otopsi yapılmasını istemiş,” diyor. “Otopside adamın kaçarken düştüğü ve başını demire vurduğu için ‘kafa travması’ nedeniyle öldüğü, senin attığın mermilerin barın duvarlarına isabet ettiği ve adamın sadece düştükten sonra ayağına bir isabet aldığı anlaşıldı,” diyor. Kuş gibi hafifliyorum. “Fakat” diyor, “Savcı seni hemen bırakmıyor. Buna rağmen adamın ölüm nedeni senin mermin olmadığından yırtıyorsun. Zaten isabet ayağa olduğundan cana kast etme sayılmıyormuş. Eh, nefsi müdafaa gibi hafifletici nedenler de var.” Devam ediyor, “Ayrıca Sara’nın konsolos babası senin için çok iyi bir avukat tuttu ve masraflarını üstlendi, avukatın birazdan seninle görüşmeye gelecek. Yani şu ki arkadaşım, hemen değil ama sanırım ilk duruşmada çıkarsın, tutuksuz yargılanırsın diyorlar ama hepsinden önemlisi…” “Nedir?” diyorum. “Buraya Sara ile gelecektik ama doktorlar henüz klinikten çıkmasına izin vermiyor, sana bu kalp şeklindeki yastığı yolladı,” diyerek ekliyor, “İçinde bir not varmış, sana özel!” “Kalbimle uyu, hep beni düşün… Hayat kurtarıcımsın, hayat öpücüğümsün, kahramanımsın, beni ömür boyu koruyup kollamaya hazır mısın? Beni kucaklayacağın anın hayali ile yaşıyorum… Seni seven, Sara” 9
BirKitapBinDost
ŞİİR
Lavinya Öz Diyarbakır ÇOCUK İŞTE! .
Göz kapaklarım ağırlaşıyor… Ağırlaşıyor ve çocukluğuma iniyoruz. Omuzlarımın hafif, yüreğimin kocaman olduğu çocukluğum. Gözlerim hep güleç. Sözlerim tüm iğnelerinden arınmış. Kapıyorum gözlerimi ve işte çocukluğumdayım: Almış beni sırtına oda oda dolaştırıyor dedem ve ben “ Deh!” demenin henüz “ayıp” olarak değerlendirilmediği yaştayım. Yumurtaya mıyırta, portakala körtopal, sarhoşa sarkoş diyorum. Dilim dönmüyor. Hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Midem bulanana kadar salıncakta sallanmak, gözlerim kamaşana kadar güneşe bakmak, uzanıp salonun halısına tavana parmaklarımla havadan sudan bir şeyler yazmak istiyorum. Kimse bir yere gitmesin diye tüm ayakkabıların bir eşini, yine; komşunun çöp tenekesine atmak istiyorum. Babamın her gittiği şehirden eşi bulunmaz oyuncaklar getirmesi yerine, yine; hiç gitmesin, oyuncaksız ama babamla kalayım istiyorum. Yemeğimi annem yedirsin, üstümü annem giydirsin, yalandan bir “Ay!” diye bağırınca, işini gücünü bırakıp koşa koşa yanıma gelsin, başucumda sabahlara kadar beklesin diye ateşim çıksın istiyorum. Yaptığım hatalar yüzünden özür dilemek zorunda kalmayacağım yaşta olmak istiyorum. “Çocuk işte!” Düşlerimiz hiç düşmesin. Hayallerimiz hiç küçülmesin. Bu mektup hiç bitmesin istiyorum. Çok şey mi istiyorum? “Hayal işte!” Lavinya Öz 10
Nisan 2018
ŞİİR Taylan Özgür Kumaş İstanbul
DUA Tanrılar mı bizi, biz mi tanrıları unuttuk? Oysa hepimizi uyutan Tanrıların Anası değil miydi? Dostoyevski'nin dadısından öğrendiği gibi “Tanrıların Anası, tüm güvenim sanadır. Esirgeme korumanı benden” diyemez miydik? İşte, ben de dadım olmadığından belki Duamı aramaktayım. Kırkıma yakın, Tarkovski’den ufak Ki bana tutumlu olmayı öğreten adamdır Bir de henüz öğrenemediğim yazmayı rüyalarımı Ki bir rüyası hep aklımdadır Kuzey kutbunda O’nu bir ayının ısıttığı. Köylülerin hediye ettiği kitapsa mühürlenmiş zamandır muhakkak O ise görevinin başına ışınlanıyor bak Bir daha gidebileceğine inanmadığı topraklara Ayak bastırmazmış insanı tabiat ana Sonrası hayata inat Ki tek hak edendir inadı hayat Hiç sönmeyecekmiş gibi Git Rüzgâra bir mum yak Acısını çekmene gerek yok Görevin ateşe vermek değil, belki de sadece taşımak Ateşi bulan kahrından ölünce Onun çürüyen kemikleriyle medeniyet aydınlandı bak. Taylan Özgür KUMAŞ 11
BirKitapBinDost
DENEME Aynur Karataş İzmir ZAMANDAN KAÇIŞ Zaman diye bir kavramımız var. Her şeyimizi buna bağlarız. Yatıp kalkmamız, gezip tozmamız hep ama hep bununla sınırlıdır. Zaman; hayatımızın içinde yaşama koyduğumuz sınırdır. Yıllar aylar günler demişiz, yetmemiş saatlere bölmüşüz. Ama bir türlü ayarını bulamamışız… Zamansız yaşayamamışız. Kendi ayağımıza prangalar vurmuşuz! Bu da gösteriyor ki hayatımızı istediğimiz gibi yaşayamıyoruz… Bunun da kuralları var. İşte bunun adı medeniyet. Ah!.. Medeni dünya hayatı, sen bizi görünmez kafeslere soktun. Bu kadar zamandan bahsettiğim yeter değil mi? İşte bu zaman ölçerlerden çok çektim bir zamanlar(!) Benim kuşağımın kolunda bir kaç arkadaşımızın dışında saat olmadı. Reşat Nuri Güntekin’in “Bilek Saati” isimli hikâyesini okuduğum da merak etmiştim, acaba insan da nasıl bir duygu yaratır saat takmak! Şimdi neredeyse köpeğin kuyruğuna bile takacaklar o hale geldik! Eşimin en büyük merakı saatlerdi. Saatçi vitrinlerine bakmaya doyamazdı! Evlendiğimiz zaman eve bir duvar saati almak istedi… Sanki her şey tamam da bir o eksik… Olmaz, ben kira evinde saat istemem, evimiz olsun o zaman… Hakikaten yıllar sonra bir evimiz oldu. Yarım yamalak taşındık. Ev yarım ama bize saray geliyor. Eşya deseniz yok… Bir gün eşim elinde tın-tın sesler çıkaran büyük bir paketle geldi. İtina ile paketi açtı, içinden “Duvar Saati”ni çıkardı… O kadar mutluydu ki… Evini yapmış ve büyük hayali duvar saatini almıştı artık. Evimizin duvarına ilk çiviyi o zaman çaktık. Ve o çivi demirbaşımız oldu. 12
Nisan 2018 Her şey o saate göre yerleştirildi… Onu kurmak, ona bakmak, saat başı din-don diye sesini dinlemek büyük keyifti bizim için. Kimselerde yoktu böyle bir duvar saati. Vallahi bu bakımdan da ayrı bir gurur duyuyorduk. Komşularımız bile bizim duvar saatimizin sesi ile zamanı beller olmuşlardı… Zamanla insan her şeye alışıyor. Evin kalabalığından biz bu sesleri duymaz olduk. Saat çalmış çalmamış farkında bile değildik, ta ki kızlar evlenip gidince bu din-don sesleri benim beynimi delmeye başladı… Hele bir gece sabaha kadar bana pat-lı-can, pat-lı-can diye terane tutturunca ilk işim sesini kesmek oldu… Yalnız kaldığımı başıma kakar olmuştu… Çıkardığı tik tak seslerini bile çekemez oldum, en sonunda duvarda ki saltanatı son buldu “Duvar Saati”nin! Şimdi başka bir evin duvarını süslüyor! Artık zaman diye bir kavramım yok… Takvimlere, saatlere ihtiyacım kalmadı. Zaman işliyor ama benim onu taktığım yok! Bunun için derinden bir oh çekiyorum… Kulağımda bir şarkı yankılanıyor! Ayla Dikmen söylüyor… “Son saatim çok erken, Çalsın istemiyorum. Beni dostlar yaşarken, Alsın istemiyorum...” Bu kadar dostlar… Her ne kadar istesek de zamandan kelebek olmadıktan sonra ‘’Kaçış yok!..’’
13
BirKitapBinDost
DENEME
Ebru Dişiaçık İstanbul
ALTI ÜSTÜ OYALANMACA Oyalanıyoruz. Oyalandığımız uğraşın adına “hayat” diyoruz. Sen, ben, o, biz, siz, onlar diye ayırmam hiç farketmiyor. Uğraşılarımız farklı, oyalanmamız hep aynı. Şu an bu satırları yazan el de, bu gidişatın kurbanı. Bahçeye acı acı silkeleyerek çamaşır asan Ayşe’nin de, seyehat eden Mehmet’in de, kızının sıfır aldığını öğrenip soluğu okulda alan Canan’ın da. Bu liste uzar gider. Lafı yerinde kesmek gerek. İki küçük erkek çocuğu düşünün ki, araba yarıştırıyor, yeri gelirse çarpıyor. Nedir farkımız? Gittikçe büyüyen gövdemiz mi, avuç avuç ilerleyen zihnimiz mi? Sadece oyuncaklarımız farklı. Ana tema hepimizde aynı. Biliyorum, ortalığı inletecek bir kahkahanın köşesinden tutmak istediğini. Yüzüme diyemediğin “hadi oradan” ı elinin tersiyle bel hizandan çevirdiğini. İnsanoğlu tekrara bağlar. Zamanla alışır, zamanla kanıksar. Şimdi yıllar öncesinden bir piyes takıldı aklıma. Hani bir zamanlar arkası yarın kuşağına taş çıkartan, kulakları dolduran piyesler vardı ya. Bir sonbahar günüydü. Ninem radyoya kulağını dayamış, tülbentini usulca sıyırmıştı. “Mühim mesele” derdi, eliyle susmamı işaret ederek. Yarına kalamazdı. Kaçırılan bir kelime, ilmek hatası gibiydi. Koca örgü bir çırpıda heba edilirdi. Piyes sonlanınca yanıma geldi, başımı okşadı.”Oyalanmaca” dedi, gevrek gülüşüyle. Her gün itina ile devam ederdi bu kare. Şimdi canım sıkıldığında deniz kenarında alıyorum soluğu. Sabahın ayazında ciğerlerime çektiğim hava burnumu sızlatıyor, yüzümü yakıyor. Kahve fincanına sarılıyorum iyiden iyiye. Yan masada iki emekli çaylarını yudumlayarak, feleğe söyleniyorlar. Kulak kabartıyorum. “Aynı işte, hep aynı. Oyalanıp duruyoruz. Başka bir şey yok.” İster istemez bir gülümseme oturuyor dudaklarıma. Oturmak yetmiyor, kahkaha orta yere düşüyor. Emekli amcalar yüzüme bakıyor, ayıplama halleri gözümden kaçmıyor. Kızaran yanaklarımla cevap veriyorum. “Oyalanmaca” diyorum.
14
Nisan 2018
BİR FOTOĞRAF BİR SÖZ
Hatice Aydın Ankara
Hayatında açtığı beyaz sayfaya gidiyordu adam Gözyaşlarıyla ıslanmış beyaz sayfaya yazıyordu kadın...
Fotoğraf ve Söz Hatice Aydın
15
BirKitapBinDost
ISSIZLIK Dinle çocuğum ıssızlığı. Dalgalanan ıssızlığı, vadilerin kaydığı ıssızlığı, yankıların olduğu ıssızlığı, alınları toprağa eğilten ıssızlığı. Federico Garcia Lorca
16
Nisan 2018
KÜLTÜR
17
BirKitapBinDost
SÖYLEŞİ
İlhan Özdemir İstanbul
GÜNİZ ARGUN KÜÇÜKOĞLU Dergimizin bu ayki söyleşi sayfası konuğu; Dergideki yazıları ve resimleri ile tanıdığımız Güniz Argun Küçükoğlu. Bu söyleşimize de tüm söyleşilerde olduğu gibi klasikleşmiş olan o ilk soru ile başlıyoruz. Öncelikle sizi tanımak istiyoruz, bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? GK: 19.01.1947 Kayseri doğumluyum. Babamın işi nedeniyle orada doğmuşum ama aslen Girit'liyim. İzmir'de yaşadım. Babam Arnavut. Lise mezunuyum, üniversiteyi yarım bıraktım. Evliyim, iki çocuğum var birisi cerrah diğeri ateşe. Bir torunum var, 17 yaşında. Hayatım böyle kısaca… İÖ: Bir Kitap Bin Dost ile yollarınızın karşılaşması nasıl oldu? GK: Çok değerli, Bir Kitap Bin Dost grubu İzmir bölgesi sorumlusu Sibel hanımın beni bu gruba üye yapmasıyla oldu. Bu grupta olmaktan çok mutluyum, bütün arkadaşlarımı çok seviyorum. Grubu ve dergiyi ilgiyle takip ediyorum. İyi ki bu gruba girmişim iyi ki üye olmuşum. İÖ: Resim yaptığınızı biliyoruz bunun dışında edebiyatla ilgilendiğinizi ben biliyorum. Bu ilgi ne zaman başladı, nasıl başladı, okumayı mı seversiniz yoksa yazmayı mı? GK: Ben edebiyat mezunuyum. Okumayı çok seviyorum ama yazmayı hiç düşünmemiştim. Bu dergiye girdikten sonra yazmaktan çok hoşlanıyorum. Ama genelde günlük duygularımı ya da gördüklerimden etkilendiğim şeyler üzerine ufak ufak yazılar yazıyorum. Dergide resimle ilgili yazılarım var. Okumayı çok seviyorum, resim yapmayı çok seviyorum. Günlerimi böyle geçiriyorum. İÖ: Peki hayatınız boyunca öğrendiğiniz en büyük hayat tecrübesi neydi? GK: En büyük hayat tecrübesi; vermek, almaktır… Bir kere bunu öğrendim. Verirseniz alırsınız, sevgiyi de her şeyi de. Ondan sonra, kimseyi yargılamamayı öğrendim, bu yaşımda. Çünkü yargıladığım her şey başıma geldi. İnsanları olduğu gibi kabul etmeyi öğrendim. Sevginin çok önemli bir unsur olduğunu öğrendim. Sevgi verdiğiniz zaman sevgi mutlaka size iki misli olarak dönüyor, size geri geliyor. Daha sakin, daha ılımlıyım, daha hoşgörülüyüm ama bazen de bir Arnavut damarım var bir tutu veriyor… değme gitsin, kimse yanıma yaklaşmasın. İÖ: Peki hayatınız boyunca yaşadığınız en heyecan verici tecrübe ne? Sizi en çok heyecanlandıran olay? GK: Torunumun dünyaya gelişi beni çok heyecanlandırdı. O zaman kendim iki doğum yaptığım halde torunum doğduğunda ilk benim kucağıma verdiler. Tanrım, açıp baktığım zaman yüzüne, ellerine ayaklarına ne kadar müthiş bir mucize olduğunu gördüm. Kendi çocuklarımda bunu hissetmedim. Kaldı ki ilk doğumumda çok gençtim asıl o zaman böyle düşünmeliydim herhalde ama yok bunu düşünmedim. Birde kendiniz doğum yapınca acılarınızla, ağrılarınızla uğraşıyorsunuz ama torunum doğduğu zaman tanrının mucizesine inandım. Bir insanın dünyaya gelmesi ne kadar büyük bir mucize ya rabbim, ellerine baktım, ayaklarına baktım, kokusunu kokladım, ya rabbim sen ne kadar büyüksün dedim, nasıl bir şeydir bu. Benim için beni en heyecanlandıran olay budur. Heyecan, sevinç, mutluluk, bütün duyguları yaşattı bana. İÖ: Şimdi de tam ters bir soru sorayım. Yaşayamadığınız için pişmanlık duyduğunuz bir şey var mı? Keşke şunu da yaşasaydım dediğiniz? 18
Nisan 2018 GK: Var tabi… Aslında hayatımda hiçbir şey için pişmanlık duymadım, kararlar hep benim kararlarımdı. Kararlarımı kendim verdim, kendim yaşadım, ne kimseye şikayet hakkım oldu ne de pişman oldum. Ama şöyle bir şey var; gençlere baktığım zaman pişmanlık yaşıyorum, niçin bu kadar erken evlendim diye… Gençliğimi yaşayamadım, sevgilim olmadı, kırlarda bayırla el ele tutuşup gezmedik… Birde erken evlilik nedeniyle okulu bitiremediğim için, hemen hamile kalıp okulu bırakmak zorunda kaldığım için zaman zaman üzüntü duyarım ama bunlarda geçmişte kaldı, geriye dönüp bakmıyorum. Sadece birer anı olarak hatırlıyorum buna da pişmanlık demeyelim. İÖ: Çok güzel resim yaptığınızı biliyorum. Böyle bir yeteneğiniz olduğunu ilk defa ne zaman ve nasıl hissettiniz? GK: Annem çok güzel resim yapardı dolayısıyla ufak boyalarla başladım. Bize boyalar alırdı, kağıtlar alırdı, teşvik ederdi, bizimle ilgilenirdi, oturup bizimle birlikte resim yapardı. Ama asıl lise yıllarında oldu gerçekten resme eğilmem. Resim hocam çok beğenirdi hatta birçok resmimi okulun tiyatro salonuna, koridorlarına asmışlardı. Asıl o zaman başladım. Resim dersi iki dersti, iki ders sonra matematik dersi vardı. Hanımlar matematiği pek iyi bilirler ya!.. Ben gizli gizli sıranın altında resim yapmaya devam ederdim. Matematiği dinleyen yok, resme devam… Daha sonra evlilikte çocukların küçük olması nedeniyle ara verdim. On sene aradan sonra tekrar başladım resme, şimdi iyi kötü devam ediyorum. İÖ: En büyük hayaliniz ve gerçekleştirmek istediğiniz en büyük projeniz? GK: En büyük hayalim, çalışan kadın olmak isterdim. Ben akıllı bir kadınım eğer çalışsaydım gerçekten çok iyi mevkilere gelirdim ve insanlara faydalı olurdum. Mesela bir doktor olmak isterdim veya insanlara faydalı olacak başka bir mesleği yapmak isterdim. Ama o olmayınca bende sosyal hizmetlerle insanlara faydalı olmaya çalıştım. Evime çocuklar aldım, baktım. Neden çalışmadın diye sorulursa cevabı, eşim… Ne yazık ki eşim çalışmama izin vermedi. İÖ: Ulaşamadığınız bir kişiyle tanışıp, sohbet etme olanağınız olsaydı bu kim olurdu? Ondan neler öğrenmek isterdiniz, ona ne sorardınız? GK: Şu anda ulaşmak istediğim hiç kimse yok… Ama keşke yaşım uygun olsaydı Atatürk'ü görmek isterdim. O mutluluğa annem erişmiş. Annem Ankara Olgunlaşma Enstitüsünde talebeymiş, Atatürk okulu ziyarete gelmiş. Zaten annemin babası da Atatürk'ün atlı subayıymış aynı zaman da veterineri. Atının adı bile var; Behiman… Bir şahlanmış at heykeli varmış, sonuna kadar saklamış o heykeli… Atatürk'ü çok görmek isterdim. Bırakın sohbet etmeyi onu görmeyi bile çok isterdim. Ondan zaten çok şey öğrendim, tanışmama gerek kalmadı. Laik bir Cumhuriyet kadını olabilmemi ona borçluyum, seçme seçilme hakkımı ona borçluyum, okuma hakkımı ona borçluyum, medeni nikahımı, her şeyi, Türkiye'deki her güzel şeyi ona borçluyum. Vatanımı çok seviyorum, insanlarımı çok seviyorum, keşke imkanım olsaydı da onu görebilseydim. İÖ: Dışarı çıktınız, yolda yürüyorsunuz, köşeyi döndünüz ve karşınıza siz çıktınız… Ne yapardınız? GK: Gülerdim, merhaba Güniz hanım, nasılsınız derdim tanıyorsam. Tanımıyorsam günaydın der geçerdim ve arkasından ne güzel kadın bu derdim… (Gülüşmeler…) İÖ: Bir şeyin orijinaline sahip olabilseydiniz, o ne olurdu? GK: Benim öyle orijinal eşya, orijinal resim, orijinal bilmem ne diye öyle hiç tutkum olmadı. Ya da ne bileyim elmas yüzük, bilmem ne kürk gibi öyle şeyleri de istemedim. Ben orijinal insandan hoşlanıyorum, kendi gibi olan insandan. Onları çok seviyorum, doğal kendi gibi olan insanlarla olmak isterim. İstediğim tek şey bu, bunun dışında orijinal olan hiçbir şeyle alakam yok.
19
BirKitapBinDost İÖ: Peki hayatın basit zevkleri arasında asla vazgeçemeyeceğim dediğiniz ne var? GK: Dostlarımla beraber olmaktan hoşlanıyorum. Sofralarda sohbet etmekten hoşlanıyorum, kahvaltılar yapmaktan hoşlanıyorum. İnsanları seviyorum, onlarla beraber olmaktan hoşlanıyorum. Çocukları çok seviyorum, özellikle sokaktaki kimsesiz çocukları, yaşlıları seviyorum onlara yardım etmeye çalışıyorum, hayvanları çok seviyorum, doğayı çok seviyorum velhasıl dünyayı çok seviyorum… İÖ: Hangi korkunuzdan sonsuza kadar kurtulmak isterdiniz? GK: Yükseklik korkumdan… Bunun dışında başka bir korkum yok. Yılandan, fareden, böcekten, hırsızdan, karanlıktan, hiçbir şeyden korkmam. Bir tek yükseklikten çılgınca korkuyorum. İÖ: Hayatınız boyunca beklediğiniz en uzun kuyruk hangisiydi? GK: Hiç kuyruklarda beklemedim ki, bekletmediler ki… Uzun süre beklemek olarak düşünürsek, torunum Yiğit'in doğumuydu… Çok uzun saatler bekledik, çok heyecan ve üzüntü çektim çünkü gelinim rahatsızlandı. Uzun saatler bebek kucağımda bekledim. O zaman çok stres yaşamıştım, çok heyecanlanmıştım. Çok şükür her şey yolunda gitti ama o anları hiç unutamam. İÖ: İsminizin sözlükte hangi kavrama karşılık olarak gelmesini isterdiniz? GK: Aslında benim adımın sözlükteki anlamı, -bunu da ben yeni öğrendim- "gün ışığı" demekmiş. Bugüne kadar ismimle ilgili bir sıkıntım olmadı, demek ki fena değilmiş… İÖ: İnsanlar hangi kelimeyi veya cümleyi daha sık söylesinler isterdiniz? GK: Birbirlerine güzel, tatlı laflar söylesinler. Canım desinler, hayatım desinler. Sen benim için çok önemlisin, çok değerlisin desinler. Tabi bunları söylerken gerçekten içlerinden geldiği için söylesinler yoksa sahte olduğunu insanlar zaten hisselerler. Böyle olunca da bir önemi, bir değeri kalmaz. İÖ: Yarın sabah bir günlüğüne bir başkası olarak uyanacak olsanız, kimi seçerdiniz, neden? GK: Marilyn Monroe… (Gülüşmeler…) Yok, yok bu işin şakası… Kimin yerine geçmek isterdim? Bilmiyorum, bilemiyorum ya… Kimsenin yerine geçmek istemezdim, hayatımdan memnunum ve hayatıma Güniz olarak devam etmek isterdim, o kadar… İÖ: Benzetildiğiniz birisi var mı? Dostlarınız veya arkadaşlarınızın, sen şu kişiye çok benziyorsun dedikleri birisi? GK: Benzetiyorlarsa da bana söylemeye cesaret edemiyorlar herhalde hocam... Bilmiyorum niçin? Kim bilir belki de ne cadı diyorlardır… (Gülüşmeler) İÖ: Şimdi geldik son sorumuza… Bu söyleşiyi siz yapmış olsaydınız, kendinize hangi soruyu sorardınız ve neden? Cevabını da istiyorum yani. GK: Derdim ki; niçin beni seçtiniz, neden benimle konuşmak istediniz, ne gibi özelliğim sizi ilgilendiriyor, niye beni bu güzel şeye layık buldunuz da benimle konuşuyorsunuz, hangi özelliğim size ilgi çekici geldi de bu söyleşiyi yapıyorsunuz diye sorardım? İÖ: Evet cevabını da bekliyoruz şimdi… Kendinize bu soruyu sordunuz ve şimdi cevap verin. GK: Ben soruyu sordum cevap sizden… İÖ: Hayır, siz kendinize sordunuz ve cevabı siz vereceksiniz. Kendinize bu soruyu sordunuz ve cevabı da siz vereceksiniz. GK: Bunun cevabı yok bende çünkü ben sıradan bir kişiyim, ekstra bir özelliğim yok sadece şöyle, dostlarımı çok severim, kimsenin arkasından konuşmam, kimsenin arkasından yumruk vurmam, tekme atmam, konuşacağım bir şey varsa da yüzüne karşı söylerim, onlar için canımı veririm, dostluklarım uzun sürer, iyi günlerinde de kötü günlerinde de yanlarında olmaya çalışırım… Onun için belki olabilir yani, o kadar başka da bir özelliğim yok. İÖ: Benim çok büyük bir keyif aldığım, okuyucularında büyük keyif alacağına inandığım bir söyleşi oldu. Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyorum, ağzınıza sağlık. Her şey gönlünüzce olsun.
20
Nisan 2018
PORTRE Güniz A.Küçükoğlu İzmir
CANAN BERBER Merhaba Bir Kitap Bin Dost Dergisi’nin sanatsever okurları. Bu ay sizlere günümüz sanatçılarından ve değişik bir stili olan genç bir kadından bahsedeceğim Canan BERBER, 1967 Merzifon doğumlu bir tekstil mühendisidir. Güzel İzmir'imizde okumuş Ege Üniversitesi mezunudur. Mesleğini bir müddet yaptıktan sonra Londra'ya gidiyor, orada modern sanat ve tasarım eğitimi alıyor. İstanbul'a dönünce çeşitli atölyelerde resim, renk, desen ve seramik çalışıyor. Daha sonra tamamen resme yöneliyor ve 2000 yılında ilk sergisini açıyor. Çocukluğundan beri resim yapan Canan BERBER 1977 yılında UNICEF'in düzenlediği “Dünya Çocukları” resim yarışmasında ödül almıştır. 2015 yılında resimleri UNICEF kartpostallarında yer almıştır. Halen İstanbul'da yaşamaktadır. Onun tablolarını görür görmez kendisine ait olduğunu anlamak mümkündür. Canlı renkler, desenler ve aynalar hep vardır. Özellikle “Hitit Kadınları” kocaman gözlü, süslü kadınlardır. Canan BERBER’in tablolarında en çok nar ve ayna motifleri görülür. SEMAZENLER koleksiyonu, en çok taklit edilen resimleridir. Tabloları, baktıkça insana güzel enerji veren eserlerdir. Umarım daha uzun seneler güzel eserler vermeye devam eder. 21
BirKitapBinDost
YER ve MEKAN / TÜRKİYE
Yasemin Bayındır İstanbul
CUNDA ADASI "İlk sevgilinin gülüşüne benzer Bir nisan havası değil mi esen? Zincirlere kelepçelere inat, Kanatlarımı açma zamanıdır..." demiş Cahit Sıtkı Tarancı, Bahar Sarhoşluğu adlı şiirinde. Ağaçlar çiçeklenmiş, kırlar yeşillenmiş, kuşlar cıvıl cıvıl ötüşürken ne yapsak diye düşünüyorsanız eğer; hadi... Zincirlerimizden kurtulup rotamızı Ege'ye çevirelim. Bu defa arnavut kaldırımlı sokaklar, gün batımında rakı balık, ay ışığında şarap eşliğinde sohbet ve Girit mutfağından değişik tatlar ve dünyada güneşin battığı en güzel yer olarak bilinen Cunda'dayız... Cunda (Alibey) Adası; Balıkesir'in Ayvalık ilçesine bağlı küçük turistik bir yer. Tarihine bir göz atacak olursak, buranın hep bir ağırlığı olmuş; 18. yüzyılda Osmanlı'dan özerklik almış. Kurtuluş Savaşı sırasında işgalcilere karşı ilk kurşun buradan atılmış. Cunda Adası’nın diğer adı olan Alibey Adası, işte bu kurşunu atan kişiden almış adını. Günümüzde her iki isimde kullanılmaktadır... Mübadele tarihine ilgi duyanların, fotoğraf tutkunlarının, özellikle midesine düşkün olanların ve sakinliği sevenlerin tercih edeceği yerdir Cunda. Kaldırım taşlı dar sokaklardan, tarihi fırınlardan ve antikacılardan yürüyerek Âşıklar Tepesi’ne çıkın. Orada Agios Yannis Kilisesi'ni görebilirsiniz. Eğer tepeye çıkmak sizi yordu ise Agios Yannis Cafesi’nde Churchill içerek serinleyebilirsiniz. Churchill nedir diye soranlara: Limon, soda, tuz ve buzdan oluşan yangın söndürücü dörtlü diyorlar... Cafe’nin hemen ötesinde Tarihi Yel Değirmenlerini gezmeniz mümkün. Cunda Adasının simgesi haline gelmiş olan yel değirmenlerinin hepsi ayakta olmasa da bir kaç tanesi restore edilmiş ve ziyaret ederek gezip görmeniz mümkün. Değirmenler rüzgâr alsın diye hep tepelere kurulmuş. Bu sebepten manzarayı, değirmenleri arkanıza alarak izlemek bir başka güzel. Gözlerinizi kapatın ve hayal edin. Bahar rüzgârı yüzünüzü yalarken, güneş içinizi ısıtacak ve arkanızda bıraktığınız bu değirmenler, kilise ve bu tepede neler neler yaşandı hayal edin. Eminim tepeyi inerken yüzünüzdeki gülümsemeyi fark edeceksiniz. Adanın en önemi sembollerinden sayılan Taksiyarhis Kilisesi: Ada'nın nüfusunun çoğunluğu Rum olduğu dönemlerde (1873) inşa edilmiş.
22
Nisan 2018 Adını aldığı bu kilise, koruyucu melek Cebrail ve Mikail'e atfedilmiş. Günümüzde halen Ada'nın en önemli anıt yapısı olarak kabul ediliyor. Mübadele zamanı Cunda’nın gerçek sakinleri olan Rumlar Buradan ayrılıp giderken, arkalarında bıraktıkları eserlerinin yüzyıllar sonra ayakta kalacaklarını düşünmüşler midir demeden edemiyor insan... Tepeden inip Tarihi Taş Kahve'de soluklanalım biraz. Burası gezdiğiniz müze ve kiliselerden daha çok üne sahip. Burası deniz kıyısında oldukça eski, içerisinde kuşlar uçan ve Cunda'ya gelen herkesin muhakkak uğradığı bir kahvehane. Yapıldığından beri kahvehane olarak kullanılmış. Mübadeleden önce içerisinde iki adet kuyruklu piyano varmış. Tüm Cunda halkı burada toplanır ve dans ederlermiş. Sakızlı Türk kahvesi, ayvalık tostu, ada çayı ve kavunlu dondurması ile meşhur. Halen geleneksel yöntemlerle taş havanda döverek çekiyorlar kahveyi. Nasıl tercih ederseniz edin ama mutlaka bir kahve için deniz kıyısında ki bu kahvehanede... Birazda Cunda sokaklarında dolaşalım. Taş sokaklarda dolaşırken, Despot’un Evi’ne rastlayacaksınız. Cunda’daki evlerin en muhteşem ve ihtişamlı olanıdır. Zaten Cunda’ya adım attığınızda ihtişamlı yapı dikkatinizi çekecektir. Burası 1862 yılında Yunanistan’dan Cunda’ya gelip yerleşen Despot adlı birinin malikânesi mi? Despot yörenin en zengini ve bütün malvarlığını malikânesinde saklayan biridir. Zaman içerisinde bu hikâye dilden dile dolaşarak dönemin hırsızlarının kulağına gitmesi uzun sürmez. Hal böyle olunca hırsızlar boş durmaz ve eve girerler. Despot hırsızlara karşı koymaya çalışsa da uzun süre savaşamaz ve evinde öldürülür. Evinde bulunan tüm değerli eşyaları yağmalanır. Daha sonra Osmanlı zamanında burası Osmanlılar tarafından satın alınır ve uzun süre öksüzler yurdu olarak kullanılır... Bu duraktan sonra Ayışığı Manastırı, Rahibe Okulu ve Cunda'nın merkezinde bulunan Güneş Saatini gezmeyi de unutmayın. Cunda'nın her bir köşesini bir günde gezmek mümkün. Haydi, o zaman ne duruyorsunuz. Bu güzel bahar günlerini değerlendirelim. Özellikle belirtmeliyim; eğer sakin sakin Rum mirası sokaklarda yürümek ve denizin sesini sessizlikte dinlemek istiyorsanız, bayram tatili ve okulların tatil olduğu dönemleri seçmeyin derim. Memnuniyetsiz dönmeniz olası, çünkü çok kalabalık oluyor. Önerim sezon sonu veya sezon başı gitmeniz. Yani şimdi tam zamanı. Küçük bir kaçamak yapmaya değecektir... Keyifli geziler dilerim.
23
BirKitapBinDost
YEMEK KÜLTÜRÜ Emel Üstündağ İstanbul
AĞRI İLİNİN YEMEK KÜLTÜRÜ Türkiye’nin kültürel öğeleri arasında çok önemli bir yeri olan ana başlıklardan bir tanesi, her ilin kendine özgü mutfak kültürünün olmasıdır. Yöresel lezzetler olarak da adlandırılan bu tatlar, her bölgenin imkânına ve bulunduğu koşullara göre pek çok lezzette farklı ürünün ortaya çıkmasıyla meydana gelmektedir. Türkiye’nin hemen her şehrinde olduğu gibi Ağrı ilinin de kendine has yöresel lezzetleri bulunmaktadır. Sebze yemeğinden et yemeğine, salata çeşitlerinden tatlılarına kadar Ağrı, kendini diğer şehirlerden ayırmaktadır. Doğu Anadolu Bölgesinde bulunan Ağrı ili, bulunduğu coğrafi şartlar itibariyle zengin bir mutfak kültürüne sahiptir. Ağrı iline özgü birçok meşhur yemek, içecek, hamur işi ve tatlılar vardır. Ama Ağrı denince akla ilk gelen yöresel lezzetler haşıl, hengel, kuymak, kete, erdek v.b. Bu yöresel lezzetlerin dışında Ağrı iline özgü diğer yöresel lezzetleri de anlatmaya çalışacağız. İşte sizlere Ağrı yöresine ait lezzetler… En tanınmış yemeği Abdigor Köftesi’dir. Doğubeyazıt ilçesinde yaygın olan bu köfte, içli köfteye benzer. Yağsız, sinirsiz, kemiksiz sığır eti, çok az miktarda soğan, bir adet yumurta ve baharatlardan yapılır. Hazırlanması taze et, bir tokmak ile taş üzerinde merhem şeklini alıncaya kadar dövülür. Hamur haline gelen et, soğan ve su katılarak elle çırpılır. Çırpıldıktan sonra bir saat dinlendirilen köfteler pilav üzerine konularak servis yapılır. Sahan kebabı ise, sahanda iki lavaş arasına kuşbaşı etin koyularak pişirilmesiyle hazırlanır. Goşteberg; et, tereyağı, soğan, salça ve aynı addaki ot harmanlanıp hayvan postuna doldurulur ve nemli toprağa gömüldükten sonra üzerinde ateş yakılarak pişirilir ki, buna buğulama da denir. Ağrı Sac Kavurma (Selekeli): Taze oğlak veya kuzu eti, sarımsaklı yoğurt ve tereyağından yapılır. Hazırlanışı; taze et doğranır, içine tereyağından eritilmiş salça konulur. Bu şekilde kızartılan et indirilip bir süre dinlendirilir, üzerine sarımsaklı yoğurt dökülerek servis yapılır. 24
Nisan 2018
Ağrı Alabalık: Balık Göl’ü, Cuma Çayı ve derecik sularında bulunan kırmızı pullu kızıl alabalık güzel tadından öte kırık, çıkık gibi ortepedik tedavilerde ilaç olarak kullanılır. Ağrı Hengel: Buğday unundan hazırlanan hamur bir süre dinlendirilir, yufka şeklinde ince olarak açılır ve kareler şeklinde kesilir. Kaynar suda haşlandıktan sonra süzülür ve bir tepsiye çekilir. Üzerine sarımsaklı yoğurt veya hengel sosu dediğimiz yöremize has kurut isimli bir malzeme ezilerek dökülür yine içinde küçük soğan parçacıkları kavrulmuş tereyağı dökülerek servis yapılır. Bekletilmeden ve soğutulmadan yenmesi gerekir. Ağrı Hasuda Hasuda tatlı bir yiyecektir. Önce şerbet hazırlanır. Şerbetin içine çok az un atılır ve çırpılır. Daha sonra tavada yağ ısıtılır ve içine hazırladığımız şerbetle un dökülerek karıştırılır. 5-10 dakika böylece ateşte pişirildikten sonra hazır olan hasuda yenmeye hazırdır. Ağrı Ayran Aşı: Kabuğu alınmış buğdayın güzelce suda kaynatılıp, ayran eklenerek nane ve doğranmış kabağın içinde kaynatılması ile yemeye hazır hale getirilir. Bunların dışında; Haşıl, Halise, Erişte, Kuymak, Yalancı Köfte, Murtağa, Kete gibi yemek çeşitleri vardır. Çevrede kendiliğinden yetişen sebze ve bitkiler de Ağrı mutfağında ayrı bir öneme sahiptir. Evelik, çiriş, mantar, çaşır, unluca, mendik, ışkın, yemlik, pancar, ısırgan, madımak, kuzukulağı, boğa dikeni, turp vb. inden çeşitli yemeklerde ve kete pişirmelerde faydalanılır. Bunların bir kısmı çiğ olarak yenir, çaşırdan turşu kurulur, evelik ve mantar kurutularak kışa saklanır. Mendik (banda) ve silim soğanı (yabani soğan) peynir ve lora katılıp otlu peynir yapılır. Ağrı'da hayvancılık temel geçim kaynağı olduğu için, süt ve süt ürünlerinin halk beslenmesinde vazgeçilmez bir rolü vardır. Zaten halk protein ihtiyacını büyük ölçüde bu besinlerden alır. Özellikle yoğurt öğle ve akşam yemeklerinde, akşam sofralarında bulundurulur. Köylerde herkesin kendi yaptığı, şehirlerde oturanların pazardan aldığı beyaz peynir ve lor, her mutfakta vardır. Yörede üretilen bal da yaygın olmamakla birlikte mutfaklarda yer almaktadır 25
BirKitapBinDost
YER ve MEKAN / KOSOVA
Agim Krasniqi Priştine
PRİZREN—KOSOVA Prizren seyahati... Evet, arkadaşlar. Yeni bir gün, sabah erken uyandım ve Prizren’i size tanıtayım istedim... Prizren; Kosova’nın en eski kasabalarından olup Novobrdajlen ve Vuqitirnilen ile birlikte anılıyor. Aslında bu iki kasaba hiç gelişmemiş ve geri kalmışlar. Diyorlar ki; Prizren kasaba iken Londra bir köymüş. Size Prizren’i tanıtmak benim için büyük mutluluk olacak… Yola yalnız çıkmak istemedim. Her gün kahve içtiğim arkadaşla birlikte yolculuğa başladık. Priştine’den Prizren’e birkaç yol var ve biz en cazibeli Priştine-Ferzoviq-Prevala-Prizren güzergâhını seçtik. Sabah güneş gülümsedi ve güzel bir yolculuk olması ümidiyle yola koyulduk. Arabamız kilometreleri yutmaya başladı ve kendimizi Şar Dağları’nın kıyısında bulduk. Dağlar karla kaplanmıştı ve arabamız hızla kilometreleri eritiyordu. Ferzoviq gerimizde kaldı ve kendimizi Prevala’da bulduk. Burası Prizren yolunda ve çok tanınan Turistik bir yer Prizren’e çok yakın ve yaz-kış Prizren’liler burayı mesire yeri olarak kullanıyorlar. Yazın piknik, kışın da kayak yapıyorlar. Havası çok güzel ve doktorlar her zaman burasını tavsiye ediyorlar.
26
Nisan 2018 Prizren’den Prevala’ya giderken yol, dağların arasında Bistrica Deresi’ni takip ediyor. Yol kenarı çok güzel restoranlar var. Buralarda balık ve tandır kuzu eti yenilebilir. Prevala’da birkaç resim çekiyor ve kendimizi Prizren’in girişinde buluyoruz.
Dağların arasından geçtikten sonra bu güzel ve eski kasabayı görmek beni her zaman mutlu ediyor. Sizlere tarihî detaylar anlatmak istemiyorum ama Prizren’in havasında o tarihi dokuyu sürekli hissediyorsunuz. O eski Arnavut kaldırım sokakları ve kasaba içindeki el sanatları dükkânları bu kasabayı ayrıcalıklı kılıyor. Havada ekmek fırınlarından yayılan taze ekmek kokusu, kebap kokusu ve ortasından geçen dere bu kasabayı daha çok sevdiriyor. Tarihe göre bu kasabada eski bir kale Osmanlı döneminde restore edilmiş ve oraya bir de cami yapılmış. Böylece bu topraklarda ilk cami inşa edilip ve ilk cuma namazı kılındığından bu camiye "Cuma Camisi" adı verilmiş. O zamandan kalan eski evler, camiler, eski taş köprü, saat kulesi, şadırvan, maraş mahallesi, bir kaç kilise... Bunların hepsi kasabaya değişik bir güzellik getiriyor. Kaleden Prizren’i görmek başka bir keyif... Tüm evler, camiler, kiliseler, yollar, sokaklar, dere... Avuç içi gibi görülüyor. Bu kasabayı ziyaret etmek ve görmek, eski sokakları gezmek, insani gerçekten mutlu ediyor. Siz okuyuculara Prizren’in çok güzel fotoğraflarını da paylaşıyorum. Fotoğraflara keyifle bakın… "Bir Kitap Bin Dost" dergisinin gelecek sayısında sizlere yazı ve resimlerle Jakova ziyaretini anlatmaya çalışacağım. 27
BirKitapBinDost
SİNEMA
Gürcan Köftecioğlu İstanbul
YAVUZ TURGUL 5 Nisan 1946 doğumlu film yönetmeni ve senaristidir. Her biri döneminde çok konuşulmuş, birbirinden güzel sekiz filmin yönetmenliğini yapmıştır. Aktif yönetmenliğe devam etmektedir. Fahriye Abla dışındaki yedi filminde başrolü Şener Şen’e ayırmış, o da “Yavuz Turgul deha sınırlarda…” sözüyle karşılık vermiştir. Bu sekiz filmin yanı sıra daha birçok filmin de senaristidir. Senaryosunu yazdığı yapıtlar arasında Züğürt Ağa, Çiçek Abbas, Sefil Bilo, Şekerpare, Kabadayı gibi önemli filmleri ve İkinci Bahar adlı TV dizisini sayabiliriz. Güçlü oyuncu kadroları ile zenginleştirdiği filmleri ve filmlerindeki oyuncularının sıra dışı performansları onun yönetmenlik becerilerinin çok açık bir göstergesidir. Yönetmenin, sanatçı Itır Esen ile evliliğinden iki çocuğu vardır. Filmleri: Fahriye Abla (1984) IMDB 7.3 Oyuncular: M.Ar, T.Tarcan. Turgul’un ilk filmidir. Ahmet Muhip Dranas’ın aynı adlı ünlü şiirinden esinlenilerek senaryosu oluşturulmuştur. Yoksul kız Fahriye’nin (Müjde Ar) gönül ilişkileri üzerine kurulu romantik bir dramdır. Muhsin Bey (1987) IMDB 8.6 Oyuncular: Ş.Şen, U.Yücel. Turgul’un Şener Şen ile başlayan film serisinin ilkidir. Öyle ki, bundan sonra yönetmen-oyuncu ilişkileri güçlenerek günümüze kadar sürecek ve ayrılmaz bir ikili olacaklardır. Eşlik eden usta oyuncu Uğur Yücel’in yanık sesli türkücü Ali Nazik karakterindeki performansı muhteşemdir. Komedi ve dram öğelerini birlikte barındıran bu başyapıt, köyden kente göçü ve kültür erezyonunu konu almaktadır. Aşk Fimlerinin Unutulmaz Yönetmeni (1990) IMDB 7.9 Oyuncular: Ş.Şen, P.Akkerman. Turgul, Yeşilçam gerçeklerini yine komedi ve dram öğeleriyle gözlerimizin önüne serer. “Aşk” filmlerinden “toplumsal içerikli” filmlere geçm ek isteyen bir yönetmenin dramatik öyküsü temelinde sinema dünyasına bir özeleştiridir. Gölge Oyunu (1992) IMDB 8.0 Oyuncular: Ş.Şen, Ş.Altuğ. Turgul bu kez dramın içine fantastik öğeler ekler. İstanbul’un gece hayatına, orada çalışan insanlara ve temiz yüreklerine ışık tutmaktadır. Komedyenlik yaparak geçinmeye çalışan iki kafadarın rol arkadaşları, pavyona düşen çok güzel ama sağır dilsiz bir genç kızdır.
28
Nisan 2018
Eşkıya (1996) IMDB 8.4 Oyuncular: Ş.Şen, U.Yücel. Türk sinemasının en iyi filmlerinden biridir. Suç, dram ve gerilim öğeleri içerir. Uzun süren hapisten çıkmış, hayatta ve ayakta kalmayı başarabilmiş eski bir eşkıyanın öyküsüdür. İstanbul’un tozunu yutmuş Cumali (Uğur Yücel) ile arkadaşlıkları, hapse düşmesine neden olan en yakın arkadaşının ihanetini öğrenmesi ve eşkıyanın ölümsüz aşkı üzerine kurgulanmış olağanüstü bir dramdır.
Gönül Yarası (2005) IMDB 7.8 Oyuncular: M.Cumbul, Ş.Şen. Güçlü oyunculardan kurulu kadrosuyla çok etkileyici performanları barındıran bir aile dramı ve dostluk öyküsüdür.
Av Mevsimi (2010) IMDB 7.5 Oyuncular: Ş.Şen, C.Yılmaz, Ç.Tekindor. Sıradışı oyunculuk performanslarıyla taçlandırılmış polisiye film, suç, dram ve gizem öğeleri içeriyor. Çözmeye çalıştıkları cinayet polislerin hayatını değiştirecektir. Yol Ayrımı (2017) IMDB 6.8 Oyuncular: Ş.Şen, Ç.S.Onat. Turgul’un son filmi eskilerinin muhteşem performansının biraz gerisinde kalsa da bunu ondan beklentilerimizi çok yukarıya çekmesine bağlayabiliriz. Mazhar (Şener Şen) devraldığı tekstil imparatorluğunu büyütmek isterken acımasızdır. Ancak yaşadığı trafik kazası çok şeyi değiştirir. Bir yol ayrımındadır… Yavuz Turgul Sözleri “Zamanın ve değişimin renkleri içinde yaşarız. Her renkten, her kesimden insan arşınlar caddeleri. Bu değişimle birlikte iyi ve güzel olan uzaklaşır ya da değişirken kaybettiklerimizin farkına varmayız. Onlar ki çoğu zaman yanı başımızdadır.” (“Muhsin Bey” filmi hakkında) “Zevkler o kadar değişti ve değiştirildi ki, farklı düşünceler var artık. Ama şu anda bu yaptıklarımızın hiçbiri yapılamaz. Hayal o. O özgürlük bitti.” (“İkinci Bahar” dizisi hakkında) “Sevdanın karşısında ne önemi var hayatın?” (“Eşkıya” filminde Baran’ın repliği)
29
BirKitapBinDost
KİTAP
Muzaffer Özkan Ankara
OYSA BİR UMUTTU (Hande Ortay) Günümüz genç yazarlarından Hande Ortay, 1993 yılında üç çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak Almanya’nın Stuttgart yakınlarında bulunan Heilbronn şehrinde doğdu. Karadeniz’in hırçın dalgaları gibi, gurbete çıkan ve Almanya’ya göç eden bir işçi ailesinin yaşadığı yaşam zorluklarının, kültür farklılıklarının ortasında yaşama ilk adımlarını attı. Ailesinin cesaretle hayata asılışının tüm öyküsünü gözlemleyerek, çocukluk ruhunun derinliklerinde biriktirdi. Irkçı ve nefret edici yaklaşımların, özgür ve barışçıl bir dünyanın değerlerini yok ettiği, sevgi ve duygunun eksik olduğu bir iklimde büyüdü. Hande Ortay, Almanya’da ilk ve orta öğrenimini ‘Rosenauschule’ ve lise eğitimini ‘Helene-Lange-Realschule’de tamamladıktan sonra 18 yaşında Türkiye’ye döndü. İstanbul Üniversitesi Almanca Öğretmenliği Bölümünde eğitim görmektedir. Yazarın bu ay tanıtacağım kitabı “Oysa Bir Umuttu” adlı öykü kitabı. Karadeniz’in hırçın dalgalarının vurduğu kıyılarda çocukluğunu yaşayan, dağ çiçekleriyle süslü yaylaların buz gibi havasında nefes nefes içine çocuksu bir sevdanın ılıman esintilerini dolduran bir yüreğin, okul yıllarında yaşadığı yalın bir aşkı kaleme aldığı bir öykü bu. Öyle bir öykü ki, yazarın kaleminin melankolik dokunuşlarıyla eski günlerdeki gibi çıkarsız, hesapsız, aşk öykülerinin sayfalarına hapsediyor insanı. Günümüzde böyle sevdalara az rastlanıyor. Öyle bir kalp ki, koşulsuz olarak teslim olmuş sevdiğine. Onun yaşadığını bilmek bile yaşama tutunma nedeni oluyor. Tutkuyla severken gideni, geride kanayan yaralarını gün be gün dindirmeye çalışıyor. İlk denemesini yapan yazar, içselliğini, gözlemlerini, duygularını sayfalara döküyor. Kaleminin gücü, yüreğinin tenhalığıyla bütünleşiyor. Sonbahar ağaçları gibi yaprakları dökülüyor, dalları kırılıyor ama yaşama sevincini asla kaybetmiyor. Geleceğe ilişkin güçlü hayaller kuruyor. Umudunu hep yanında taşıyor. 30
Nisan 2018 Kitabın arka sayfasında yer alan ve tanıtım bülteninde de aynen korunan Talat Fatih ULUÇ, Osman ÖZTÜRK ve Selçuk ŞİRİN’e ait değerlendirmeleri ben de buraya olduğu gibi alıyorum. Aşkın tanımını yapmaya kalksak inanıyorum ki hepimiz zorlanırız. Bu zorluk aslında aşkın karmaşık yapısından kaynaklanıyor olsa gerek. Ama her ne olursa olsun, Hande Ortay'ın da belirttiği gibi "umut var". Ortay, bu kitabında bizi bizden alarak aşkın o karmaşık ama bir o kadar da bağlayıcı dünyasına götürüyor. Okuyucu olarak bu yolculuğa hazır olup olmamak aşka ne kadar yakın olduğunuzla alakalı. Var mısınız bu yolculuğa? (Talat Fatih Uluç) Öyle bir öykü ki öğütler veriyor. Aşkın kutsallığını, eşsizliğini ve çaresizliğini vurguluyor. Issız gecelerin sabahında, tan kızıllığına bürünürken yüreği, baş edemiyor içini kemiren arsız duygularıyla. Ve bir okyanus ıssızlığına karışıyor o mavi gecede. (Osman Öztürk) Gurbet edebiyatı var. Bir de Almancılar edebiyatı. Hande Ortay bu iki klişeyi aşıp yeni bir yol çizmiş kendisine. Onun memlekette gurbet, gurbette memleket kokan bu kitabında insanlığın göçlerde birleşen ortak öykülerini bulacaksınız. Aşk hikâyeleri ve ötesini okuyacaksınız. (Selçuk Şirin) İlk baskısı 2016 yılında yapılan ve 244 sayfa aşka dair öyküleri içeren bu kitabı bir solukta okuyacaksınız.
Yazarın dergimizin geçen sayılarında yer alan bazı şiirlerini de içeren ‘Limanı Olmayan Âşıklar’ adlı şiir kitabını da anmadan geçemeyeceğim. Deniz ve aşka dair şiirlerini öyküler kadar seveceğinize eminim. İyi okumalar dilerim.
31
BirKitapBinDost
32
Nisan 2018
SANAT
33
BirKitapBinDost
RENG-İ SU Burhan Ersan Muğla
.
34
Nisan 2018
EBRU
Emel Üstündağ İstanbul
.
35
BirKitapBinDost
RESİM
Hülya Bozkurt İzmir
.
36
Nisan 2018
RESİM
Güniz A.Küçükoğlu İzmir
.
37
BirKitapBinDost
RESİM
Metin Aydın İzmir
.
38
Nisan 2018
39
BirKitapBinDost
RESİM Selma Top İzmir
.
40
Nisan 2018
RESÄ°M
Aneta Hasani Kosova
.
41
BirKitapBinDost
RESÄ°M Gina Gonzalez Torres Kolombiya
.
42
Nisan2018
RESİM
Zehra Çakıcı İzmir
.
43
BirKitapBinDost
FOTOĞRAF
Aziz Dur İstanbul
.
44
Nisan 2018
FOTOÄžRAF
Bardhyl Spahiu Kosova .
45
BirKitapBinDost
FOTOGRAF
Saeed Mohammadzadeh Ä°ran
.
46
Nisan 2018
47
BirKitapBinDost
FOTOĞRAF
Şengül Yılmazkaya İstanbul
.
48
Nisan 2018
FOTOÄžRAF
Arjeta Miftari Kosova
.
49
BirKitapBinDost
KARİKATÜR
Mehmet Saim Bilge Ankara
.
50
Nisan 2018
KARİK ATÜR
Fadi Abou Hassan Norveç
.
51
BirKitapBinDost
KARİKATÜR
Agim Krasniqi Kosova
.
52
Nisan 2018
KARİKATÜR
Ana Maria Gonzalez Estrada Meksika
.
53
BirKitapBinDost
KARİKATÜR
Marwa İbrahim Mısır
.
54
Nisan 2018
KARİKATÜR
Mary Zins ABD
.
55
BirKitapBinDost
KARİKATÜR
Samira Saeed
Mısır
.
56
Nisan 2018
KARİKATÜR
Florent Espejel Meksika
.
57
BirKitapBinDost
KARİKATÜR
Tvg Menon Hindistan
58
Nisan 2018
KARİKATÜR
Youcef Aiemur Cezayir
.
59
BirKitapBinDost
KARİKATÜR
Makhmud Eskonqulov Özbekistan
60
Nisan 2018
KARİKATÜR
Sepideh Seifizadeh İran
.
61
BirKitapBinDost
KARİKATÜR
Aldo Garcia Meksika
62
Nisan 2018
KARİKATÜR
Eren Sönmez Kayseri
.
63
BirKitapBinDost
KARİKATÜR
Cival Einstein Brezilya
64
Mart 2018
KARİKATÜR
Pablo Sanchez Meksika
.
65
BirKitapBinDost
KARİKATÜR
Mozhdeh Malek Oghli İran
66
Mart 2018
KARİKATÜR
Fawzy Morsy Mısır
.
67
AYIN DOSTU
MEKSİKA
(FRIEND OF THE MONTH) ANA MARİA GONZALEZ ESTRADA Ana Maria González Estrada is from CD Mexico. She was born on January 16, 1959. Her father, Rubén González López is the person who discovers in her the ease of the strokes and of which I inherit the taste for drawing. Her mother, Natalia Estrada Ramírez of profession nurse, an extraordinary woman. Ana Maria is the second of four children. She lived her childhood in the most popular neighborhood of the CD Mexico. She studied elementary and secondary school between 1965-1974. In 1976, she joined the UNAM University and started the nursing career. In 1978 she performed Social Service this is where she made her flipcharts with her drawing to give talks to the community about health issues. In 1981, she entered one of the IMSS social security institutions where she worked as a nurse for 28 years, working in the area of hospitalization, pediatrics and surgery. In 1983 debuted as mom. It is the best thing that life has given her. Her idol is her son. She retired in 2010. She enrolled for the first time to take a caricature course in 2013.
MEKSİKO
Ana Maria González Estrada, Meksika’nın başkenti Mexico City’de 16 Ocak 1959’da doğdu. Babası Rubén González López, onu keşfeden, onun kalem darbelerini kolaylaştıran ve çizim zevkini miras olarak bırakan kişidir. Mesleği hemşirelik olan annesi Natalia Estrada Ramírez olağanüstü bir kadındır. Ana Maria, dört kardeşin ikincisidir. Çocukluğu Mexico City’nin en sevilen çevrelerinde geçti. 1965-1974 yılları arasında ilk ve orta öğrenimini tamamladı. 1976’da UNAM Üniversitesi’ne katılarak hemşirelik kariyerine başladı. 1978’de Sosyal Hizmetler’de bulundu, burada sağlık sorunları hakkında topluma konuşmalar, sunumlar ve çizimler yaptı. 1981 yılında IMSS’e (Instituto Mexicano del Seguro Social, Meksika Sosyal Güvenlik Kurumu) girdi ve orada 28 yıl hemşire olarak, hastanelerde, çocuk hastalıklarında ve ameliyatlarda çalıştı. 1983’de çok sevdiği oğlu dünyaya geldi ve bunu hayatın ona verdiği en iyi şey olarak kabul etti. 2010 yılında emekli oldu. İlk karikatür eğitimini 2013’de aldı.
68