BirKitapBinDostAralık2017

Page 1

BİR KİTAP BİN DOST Aylık Edebiyat, Kültür ve Sanat Dergisi

Yıl 1 Sayı 7 Aralık 2017

3 ARALIK DÜNYA ENGELLİLER GÜNÜ

Aylık Edebiyat, Kültür ve Sanat Dergisi


KÜNYE BİR KİTAP BİN DOST Aylık Edebiyat, Kültür ve Sanat Dergisi Yıl 1 Sayı 7 Aralık 2017 Genel Yayın Yönetmeni ve Yazı İşleri Müdürü İlhan Özdemir ilhanozdemir@birkitapbindost.com

Editör İlhan Özdemir Tasarım ve Görsel Yönetmen Gürcan Köftecioğlu Edebiyat Yönetmeni Gürcan Köftecioğlu Muzaffer Özkan Kültür ve Sanat Yönetmeni Emel Üstündağ Yasemin Bayındır Teknik Sorumlu Aziz Dur Doğan Bayındır Hakkımızda ve Yayın İlkeleri ilk iki sayımızda paylaşılmıştır. İletişim info@birkitapbindost.com

Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. ©2017

İÇİNDEKİLER 3

Editörün Gözünden - İlhan Özdemir

24 25 26-27 28

Edebiyat Öykü - Öncesini mi? Sonrasını mı? - İlhan Özdemir Öykü - Kireç Kuyusu - Gürcan Köftecioğlu Deneme - İki Derginin Düşündürdükleri - Muzaffer Özkan Deneme - Yüzde Yüz Aşk - Ahmet Zeki Yeşil Deneme - Değdi mi - Ebru Zeynep Dişiaçık Anı - Kırk Yıl, Dört Kadın ve Dört Gün... - Seniye Ümit Fırat Deneme - Aşka Düşelim mi, Aşık Olalım mı? - Kübra Erbay Deneme - Özgürlük Napolyon Diktatörlük - Aynur Karataş Deneme - Ödünç Gamzeler - Lavinya Öz Bir Fotoğraf Bir Öykü - Beni Buradan Kurtar Gidelim!.. Hüseyin Kekiç Bir Resim Bir Öykü - Ayla Angın Bir Fotoğraf Bir Söz - Hatice Aydın Şiir - Sen Gibi, Sana Benzer - Taylan Özgür Kumas Şiir - Bugün - Mehmet Ali Tan

30-31 32-33 34-35 36-37 38-39 40-42

Kültür Yemek Kültürü - Makedonya Mutfağı - Emel Üstündağ Yer ve Mekan - İspanya Katalonya - Yasemin Bayındır Sinema - Stanley Kubrick - Gürcan Köftecioğlu Portre - Rodrigo’nun Gitar Konçertosu - Güniz A.Küçükoğlu Kitap Tanıtımı - Tanrı’nın Temsilcileri - Muzaffer Özkan Söyleşi - Nilüfer Yazgan - İlhan Özdemir

4-5 6-7 8-10 11 12-13 14-15 16-17 18-19 20-21 22-23

Sanat 44 Reng-i Su – Burhan Ersan 45 Ebru – Emel Üstündağ 46-54 Resim – Tanya Doncova, Güniz A.Küçükoğlu, Aneta Hasani, Soltan Soltanlı, Selma Top, Nilgün Altan, Özen Araser, Adamou Tcihiambiano, Emel Üstündağ 55-61 Fotoğraf – Yasemin Bayındır, Aziz Dur, Eren Demir, Hüseyin Kekiç, Necmi Tekin, Şengül Yılmazkaya, Tijen Köftecioğlu 62-69 Karikatür – Mehmet Saim Bilge, Aşkın Ayrancıoğlu, Raşit Yakalı, Eren Sönmez, Uğur Pamuk, Adriana Mosquera, Ali Al Sumaikh, J. Bosco 70 Aneta Hasani - Friend of the Month - Ayın Dostu Kapak Resmi (Suluboya): Emel Üstündağ


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 EDİTÖRÜN GÖZÜNDEN

3 ARALIK DÜNYA ENGELLİLER GÜNÜ Uzun yıllar önce, bir sabah işyerine gitmeden evvel girmiş olduğum börekçi dükkanında karşılaşmıştım onunla ilk defa. Önümdeki masada annesi ile birlikte oturuyordu. Önce sandalyeden sarkmış ve sürekli salladığı sağ bacağı dikkatimi çekmişti. Sonra da sanki sürekli konuşuyor ve annesine bir şeyler anlatıyor gibi gelmişti bana. Ve masadan kalkıp yürümeye başladığında da sol bacağındaki demir bacaklığı fark etmiştim... İşte o küçük kız sayesinde öğrenmiştim, RLS yani yorgun bacak sendromu hastalığının demir eksikliği anemisi nedeniyle meydana geldiğini. Ve RLS’nin, bacakları sürekli hareket ettirme dürtüsü uyandıran bir bozukluk olduğunu. Yalnızca bu mu? Serabral Palsi (duruşu ve hareketleri etkileyen fiziksel engellilik) diye bir hastalık olduğunu da beş yaşındaki o küçük kız sayesinde öğrendim... . . . "Fotoğraf çekmek beni çok heyecanlandırıyor. Herkesin baktığı yere bakıyor ama kimsenin göremediği güzelliği ya da çirkinliği, bazen ilginçliği, bir detayı acıyı belgeliyorum. Bunu ben yaptım, ben çektim demek çok keyifli, motive edici ve özellikle benim durumumdaki biri için tarifi olmayan bir haz. Fotoğraf çekmek mücadele etmek ve başarmak demektir benim için. İsteyen insanın başaramayacağı hiçbir şey yoktur. Fiziksel engeli olmuş, gözü görmez, kulağı duymaz olmuş hiç önemli değildir; aklının sağlıklı çalışması yeterlidir. Benim fotoğraflarım da bunun en güzel kanıtıdır ve bu konuda mütevazi olmayacağım çünkü sadece fotoğraf olmanın ötesinde bir anlam taşırlar, yaşama mücadele ederek tutunuşumu temsil ederler. Fotoğraflarımı sergiliyor olmakla sadece ALS hastalarına değil tüm fiziksel engelli insanlara örnek olduğumu biliyorum. Bu konuda farkındalık yaratmış olmak, diğer insanlara da farkındalık bilincini aşılamış olmaktan çok mutluyum." Ali, 25 yaşında ALS teşhisi konmuş, doktorlar tarafından kendisine en fazla üç yıl yaşayabileceği söylenmiş, yalnızca sağ elinin baş parmağı ve işaret parmağı ile sol ayağının baş parmağını kullanma dışında vücudunun hiç bir yerini kullanamayan, yürüyemiyen, konuşamayan, tekerlekli sandalyede oturmaya mahkum, tekerlekli sandalyede otururken öne düşen başını bile kaldıramayan, rahat nefes alabilmesi için trakeotomi (boğazda delik açılması) yapılan, beslenmesi için PEG (mideye delik açılıp, tüp takılması) ile midesine hortum bağlanmış olan, eşi tarafından yaşatılmaya çalışılan, yaşam kaynağı olan küçük kızını çok seven bir baba... Ve Ali, doktorlara inat 7 yıldır yaşayan, yaşam mücadelesi veren, gerçek bir yaşam savaşçısı!.. . . . Bildiğiniz gibi 3 Aralık Dünya Engelliler Günü. Dergimizin bu ayki kapak sayfasında da, bu güne özel olarak sevgili Emel Üstündağ tarafından yapılmış olan suluboya bir resim var. Öncelikle bu güzel ve anlamlı resim için sevgili Emel’e çok teşekkür ediyorum. Fırçasına, emeğine ve gönlüne sağlık. . . . Unutmayın dostlar; engelli olmak, engel değildir... Ve onlara, herhangi bir Aralıkta değil, her zaman yanlarında olduğunu hissettirelim... Bir Kitap Bin Dost dergisinin Aralık ayı sayısına emeği geçen ve dergiye katkıda bulunan tüm dost ve arkadaşlara çok teşekkürler. İyi ki varlar ve iyi ki bizimle birlikteler... Yeni yılın ilk ayında, Ocak 2018 sayısında görüşmek üzere. Sevgilerimle...

3


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 ÖYKÜ

ÖNCESİNİ Mİ? SONRASINI MI? ... İçerisi oldukça kalabalıktı. Duvar kenarındaki boş olan masaya oturdu. Vermiş olduğu siparişin gelmesini beklerken, içeride bulunan insanları gözlemlemeye başladı. Hemen önündeki masada; bir kadın ve kadının karşısında da küçük bir kız oturuyordu. Kadının sırtı dönük olduğu için yüzünü göremiyordu ama büyük bir ihtimalle küçük kızın annesi olmalıydı. Küçük kız, sandalyeden sarkmış olan sağ bacağını sürekli sallarken annesi de önündeki tabakta bulunan böreği ona yedirmeye çalışıyordu. Bir ara kız hapşırınca, çatalın ucundaki börek yere düştü. Kadın yere düşen böreği almak için eğildiğinde küçük kızla göz göze geldiler... Kadın kızı oturduğu sandalyeden yere indirip sandalyenin arkasındaki anorağı giydirdi. Bu sırada küçük kızla tekrar göz göze geldiler... Kadın kızın elinden tuttu ve yürümeye başladılar. İşte o anda, yürümek için ilk adımını attığında kızın sol bacağındaki demir bacaklığı fark etti. ... . . . ... Son üç gündür her sabah bu parka gelip, aynı bankta oturuyor ve sohbet ediyorlardı. Aslında sohbet etmekten daha çok bu parka ilk geldikleri sabah; adam börekçide ilk karşılaştıkları gün kadının yanında olan küçük kızı sormuş ve kadın da, serebral palsi hastası olan küçük kızın hikayesini anlatmıştı, ilk iki gün...

Buraya geleli yaklaşık yarım saat olmuştu. Adamın gözleri yerde, kadın ise sanki çok uzakta bir yerlere bakıyormuş gibi sessizce bankta oturuyorlardı. Kadın bu sessizlikten çok rahatsız olmuş olmalıydı ki, bakışlarını adama çevirdi ve bu sessizliğe son vermek için konuşmaya karar verdi. “Niye sormuyorsun?” “Neden sorayım? Nasıl olsa bu soruyu sana bugüne kadar yüzlerce erkek sormuştur ve sende her seferinde onlara farklı farklı hikayeler anlatmışsındır... Cevabının doğru olmayacağını bildiğim bir soruyu neden sorayım? Şimdi ben sana, ‘Nasıl düştün?’ diye soracağım... Sen de bana anlatacaksın... Öncesini mi? Sonrasını mı?” Kadın bakışlarını yere indirdi. “Sonrası mı? Hiç sonram olmadı ki benim. Şu hayatta sahip olduğum tek şey: ‘Hiçbir şey!’ Hiçbir şeyin sahibi olmak nedir bilir misin?” “Bilmem” dedi adam. Aklından bir gün onu, sonrayı anlatırken görme düşüncesi geçti. Keşke hiçbir şeyin sahibi olan bu kadına, her insanın mutlaka bir şeyin sahibi olduğunu gösterebilse ve onu teselli edebilseydi... “Haklısın, doğru söylüyorsun... Anlat deyince anlatılamaz!.. Aslında ilk başlarda, bana anlat denmesi delirtirdi beni... Zaten oldum bittim ifrit olurum bu ‘anlattırma’ merakına... Ulan gelmişsin,

4


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

işini görmüşsün, siktirip gitsene, yooo ille anlattırmak isterler, ver, sana ait hiçbir şey kalmasın!.. ‘Anlat nasıl düştün?’ Sana ne ulan, diye bağırmak gelirdi içimden. Bağırırdım da, herkes bilirdi deliliğimi, mamayı da iplemezdim, paramı kesecekmiş, şuymuş, buymuş, hiçbir şey umurumda olmazdı. Bağır çağır kapı dışarı ederdim bok herifleri! Bilen bilirdi huyumu, bilmeyenlere de öğretirdim!” ... . . . ... “Güneydoğuda; ıssız, sessiz, yolu izi olmayan bir köyde doğdum ben... Hayvanlarımız vardı. Köyün çobanı her sabah güneş doğmadan gelir onları ahırdan alır, güneş batmadan tekrar ahıra geri getirirdi. Hayvanlar ahıra geldikten sonra kardeşimle birlikte ahıra gider onları sağardık. Bir gün, kardeşimin işi olduğu için tek başıma gittim ahıra. Ondört yaşındayım.Dilimde bir türkü parmaklarımın arasında Sarıkız’ın memeleri, dalıp gitmişim... Bir an belimde iki el hissettim. Bu eller beni önce havaya kaldırdı sonra da samanların üstüne fırlatıp attı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken bir anda üstümde babamı gördüm. Soğan sarımsak kokusuna karışmış rakı kokulu nefesiyle üstümdeydi... Bir eliyle ağzımı kapadı diğer eliyle elbisemi sıyırdı göğsüme kadar... Sonra... Elini bacaklarımın arasında hissettim. Parçalı külotumu ayak bileklerime kadar sıyırdı ve bacaklarımı iki yana doğru açtı. Bağırmak istiyordum ama sesim çıkmıyordu. Gözlerimi sımsıkı kapadım dişlerimi dudaklarıma kenetledim. İşte o gün ilk defa samanların çıtırtıları üstünde tanık oldum bir semen’e, karnıma akıyordu babamdan!.. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Kardeşimin sesini duyar gibi oldum. Zorlanarakda olsa gözlerimi aralamaya çalıştım ve başımı yana doğru çevirdim. “Ablam... ablam... ne oldu ablama? Ne yaptın ablama?” Daha önce hiç duymadığım ve tanımadığım bir ses: “Yok bir şey kızım, yok bir şey kızım...” diyordu kardeşime. Aynı ses: “Kalk, kalk... Rezil edeceksin beni.” deyip, çekip kaldırdı kolumdan. Ayakta duramıyor, birinden külotumun sarktığı bacaklarımın üstünde gidip geliyordum. Bir anda yığılıverdim yere çuval gibi. Orada samanların üstünde o şekilde ne kadar kaldım bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda eve getirilmiştim... Kendimi bildim bileli annem hiç konuşmaz etmezdi. Hep yatardı. Ağzından verilirdi yemeği, altından alınırdı kakası... Babam günler geceler boyu eve

gelmez ve uğramaz oldu. Köydeki herkes yok saymıştı beni, bu olaydan sonra. Bir süre sonra da öldü yaşadığını bilmeyen annem... Bir gün babam bir kadınla birlikte geldi eve. O gitti, başkası geldi, o da gitti. Söylentilerle yüklü bulutlar çatımızın, bacamızın üstünden gitmedi... Bir gün yanında genç bir çocukla geldi eve babam. “Seni bu adama verdim. Artık bu senin kocan, o ne derse onu yapacaksın” dedi... Köyden ayrıldık. Bilmediğim, daha önce hiç görmediğim bir yerde, eğri büğrü duvarları, küçücük camları olan toprak bir eve taşındık. Su yok, kupkuru her yer ve her şey... Tepeler uzakta... Irmak tepelerin ardında... Babamın beni verdiği adam, fabrika da çalıştığını söylemişti. Her sabah erkenden gidiyor, gece yarıları sarhoş olarak eve geliyordu. Bir süre sonra fabrikada birlikte çalıştıkları bekar arkadaşlarının olduğunu söylediği çamaşırları getirmeye başladı eve. Çeşmeden taşıdığım sularla arkadaşlarının çamaşırlarını yıkamaya başladım bahçede. Daha sonraları arkadaşları gelmeye başladı eve... Bahar geçti, yaz geçti, güz geldi. Arkadaşlarının çamaşırları ellerimden, kendileri üstümden geçti... Kocam olacak adam kapının önünden bile geçmedi... Herkesten selam sabah kesilince, soktum çentikleri koynuma, iki pılı pırtıyı da giyecek diye torbaya. Evdeki tüm eşya denilecek şeyleri topladım bir araya. Gaz lambasını devirdim odanın ortasına, gecenin karasında vurdum kendimi yollara... Her bir yolu, izi öğrendim şu geçen yıllarda. Her bir şeyi... Birinin gözüne baktım mı, onu okumayı, yüzünde, bedeninde taşıdığı izleri yorumlamayı ve gerektiğinde iz bırakmayı. Nerede konaklayacaksın, nereden göçeceksin anlamayı, kalmanın ve gitmenin zamanını... Açılacağın ve kapanacağın insanın suretini, sözün hükümsüz olduğu bir dünya resminde gölgesiz çizgi olabilmeyi... Ve semen akıtmanın binbir yolunu, semeni akarken erkek soyunun nasıl zayıf olduğunu, dünyanın ellerinden ne kolay kayabildiğini yaşadım, içime kattım. O anları kolladım son darbelerinde bacaklarımın...” ... (“Namıdiğer: Ayperi” isimli karalamadan) İlhan Özdemir İstanbul

5


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 ÖYKÜ

KİREÇ KUYUSU Küçük Selim, ilkokul öğrencisiydi. Ortaokula giden ablası Aslı, ondan üç yaş büyüktü. Okulları evlerine uzaktı, çünkü anneleri, babalarıyla baş başa vermiş maddi zorluklarına rağmen çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlayabilmek için, şehrin merkezindeki gözde bir okula kayıtlarını yaptırmayı zar zor başarmışlardı. Ancak okullarına, otobüsle ya da dolmuşla gidip gelmeleri gerekiyordu. Annelerinin her sabah verdiği para yola harcanıyordu. Artanıyla da anca ya bir simit, ya bir gazoz alınabiliyordu.

“... Biriktirdiklerimi de eklersek, her gün uzaktan görünce dolmuşun camını yaladığın pastane var ya!..” diye sürdürdü Aslı. “Yoksa?!” “Evet! Orada pasta ve limonata ziyafeti...” der demez teklife şahin gibi atladı. “Hadi yürüyelim,” diye haykırdı. Uzun yürüyüşe koyuldular. Pastane, okullarıyla evlerinin ortalarındaydı. Yolda yürürken canı sıkılan Selim, günlerdir hayallerini süsleyen pastalardan hangisini seçeceğini yazı tura oyunuyla belirlemek istiyordu. Aslı’yı kandırıp, bozuk paraları elinden aldı. “Çikolatalı yazı, meyveli tura,” ya da “vişneli yazı, portakallı tura,” derken çok eğleniyordu. Böyle epey bir yol aldıktan sonra, heyecanla bütün bozukları bir anda atıp tutmak istedi. İşte ne olduysa o anda oldu. Aceleyle en yükseğe attığı bozuk paralara bakarken güneş gözüne geldi ve paraları tutamadı. Bütün paralar yerlere saçıldı. Saçılmasıyla da kalmadı, bozuk paraların çoğu sıçraya, yuvarlana yanından geçmekte oldukları inşaatın kireç kuyusunu boyladı.

O gün okul çok güzel geçmişti, abla kardeş, öğretmenlerinden “Aferin!” almışlar, çıkışta okul kapısında buluşmuşlardı. Aslı’nın keyfi yerindeydi. Birkaç gündür harçlığını biriktirmeye çalışıyor, gereksiz hiç para harcamıyordu. Durağa giderken kardeşine en sevecen sesiyle, “Selim, sana bir teklifim var...” “Öff abla ya, ne diyeceksin? Yine tuhaf bir şey söyleme!” “Eğer bugün edersen...”

eve

yürüyerek

dönmeyi

kabul

Selim’in “Eyvah!” diye attığı çığlıkla birlikte, Aslı’nın gözleri kuyunun dibine kilitlendi. Kirecin üstündeki bozukluklar parıldıyor, her an o katı sıvı arası balçığın

“Edersem ne olacak?” diye sözünü kesti. “Ben çok yoruldum. Öğle arasında maç yaptık zaten.”

6


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

içine batacakmış gibi duruyordu. Hiç düşünmeden sırtından çantasını çıkardı ve tahta merdivenden kireç kuyusuna inmeye başladı. Aklınca, merdivenden kuyunun üzerindeki kalasa geçecek oradan da bozuklukları toplayıp geldiği gibi çıkacaktı. Fakat hesabı tutmadı. O kalasın üstünde biraz ilerledikten sonra kalas kirecin içine çökmeye başladı. Aslı’nın ayakları da yavaş yavaş kirecin içine giriyordu. Kireçten bir bataklıktaydı.

Kuyunun içindeki kızın ağırlığı, üzerine yapışan kireçle birlikte kat kat artmıştı. Öte yandan, Selim boş durmamıştı. Kendi gücüyle diğer taraftaki kurtarıcısı bekçiyi çıkaramayacağını anlayınca, halatı yakındaki bir direğe bağlamış ve bekçiye uzatmıştı. Yaşlı bekçi kendisini yukarıya çekemiyordu ama en az azından daha fazla batmaktan kurtulmuştu. Az sonra, iki işçi güçlükle kızı yukarı çekmeyi başardılar. Son bir çaba daha göstermeleri gerekiyordu. Çok geçmeden, işçiler, bekçi Mehmet’i de yukarı aldılar.

Ablasının zor durumunu izleyen Selim, daha fazla bekleyemedi ve kendisinin daha hafif olduğunu, bunu başarabileceğini düşündü. O da çantasını atıp merdivenden inmeye başladı. Ne yazık ki, bu kez Selim’in de kalasa basmasıyla birlikte, batmayan taraf da kirece gömülmeye başladı. İkisi de kımıldayamıyorlardı. Çakılıp kalmışlardı. Dizlerine kadar batmışlardı ve batmaya devam ediyorlardı. Yapacakları tek bir şey kalmıştı. Aynı anda,

Gözü yaşlı Selim hemen ablasının yanına koştu. Neredeyse bütün vücutları kireç kaplı olmasına rağmen daha önce hiç olmadığı kadar sımsıkı sarıldılar... İşçilerle birlikte, şantiyenin çeşmesindeki hortumla, bol suyla hepsi yıkandılar. İşçiler onları yedek kıyafetlerle, havlularla sarıp, ısıttılar.

“İmdaaattt!” diye bağırmaya başladılar. Onlar korku içinde bağırırken inşaatın yaşlı bekçisi koşarak geldi. Bekçi de hızla kuyuya indi merdivene yakın olan Selim’e elini uzattı. Zorlukla ona ulaştı ve bir çırpıda koluna yapıştı. Güç de olsa onu çekip merdivene doğru itti. Selim yukarıya çıkmaya başladı fakat bu kez bekçi kirece gömülmeye başladı ve çıkamıyordu. Aslı ise etek hizasına kadar gömülmüş ve yalvaran gözlerle olanları izlemek dışında bir şey yapamıyordu. Bekçi, Selim’e,

Şantiyenin otoparkında farlarını yakan lüks bir araba onları aldı ve evlerine götürmek üzere yola çıktı. Anneleri kapının önünde kaygıyla bekliyordu. Tam önünde duran aracın içinden, el sallayan çocuklarının indiğini görünce, bu saate kadar nerede kaldıklarını, neden bu arabayla geldiklerini anlamaya çalıştı. Çocuklarının üstleri başları da tuhaftı, fakat yüzleri gülüyordu. Annelerinin soracak çok sorusu vardı ama çocukların ellerindeki poşetlere takıldı gözleri. Aslı, “Giysilerimiz anne, değiştirdik, biraz kirlendi de,” dedi. Bu kez bakışları Selim’in üstünde idi, “Bu bir sürahi limonata, bu da portakallı pasta anne, en sevdiğinden, yazı turada çıktı...” dedi sulu gözlerle. İndikleri son model araba manevra yaparken, direksiyondan selam veren iyi giyimli adam, “Çocuklar size anlatır, iyi akşamlar hanımefendi,” diyerek uzaklaştı...

“Şantiyeye koş! Yardım iste. Çabuk... Halatları alıp kuyuya gelsinler...” diye telaşla bağırdı. Kireçten ayağı yanan Selim yalpalayarak şantiye doğru koştu. Aslı ile bekçi kuyuda baka kalmışlardı. Her ikisi de bel hizasına kadar batmıştı. Kuyunun içine göçmüş kalastan eğreti bir destek alarak korku ve endişeyle bekliyorlardı... Onlara bir yıl kadar uzun gelen birkaç dakika sonra, iki adam ellerinde halatlarla yetiştiler. Adamlardan biri, “Amanin! Mehmet Usta...” diye çığlık atınca, bekçi “Beni bırak, önce kızı kurtarın,” diye onu gösterdi. İki adam ellerindeki halatın ucunu halka yapıp kıza uzattılar, “Tut kızım!” Neredeyse göğsüne kadar gömülü olan kızı çıkartmak kolay olmadı.

Gürcan Köftecioğlu İstanbul

7


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 DENEME

İKİ DERGİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Mürted ovasına girdiğinde Ankara artık arkasında kalmıştı. Elmadağ sırtlarından kendini gösteren güneş bir ateş topu gibiydi ancak ışığının şavkı ovayı henüz aydınlatamıyordu. Geceleyin oluşan çiğ taneleri birden buharlaşmış ve tüm ovayı kalın bir sis tabakası kaplamıştı. Birkaç gündür hep aynı şey yaşanıyor, Ankara’nın alçak yerleri sis içinde kalıyordu. Otoban gişelerini geçmiş, İstanbul’a doğru hızla yol alıyordu. Saatine baktı tam 07.11 idi.

ve sanat alanındaki gelişmeleri daha sonraki yozlaşmaları çok güzel anlatıyordu. Kitapta yazılanları bir bir aklından geçirmeye başladı. Ankara nasıl Türkiye’nin kalbi ise Atatürk Bulvarı ve çevresi de Ankara’nın kalbiydi. Kuruluşundan başlayarak yeni Ankara’nın planlanmasında Atatürk Bulvarı da Ankara’nın kalbi olarak düşünülmüş ve başlangıçta gelişme de bu yönde olmuştur. Ankara’nın imarı ve Başkent olarak kurulma süreci ile Atatürk Bulvarı’nın ve çevresinin bir yaşam biçimi olarak Ankara’nın sosyal hayatında yerini alması ve kurumlaşması arasında büyük bir paralellik vardır.

Dergi Kurulu’ndaki arkadaşları bu ayki aylık toplantı için onu da İstanbul’a davet edince hiç tereddüt etmemişti. Hem kendini ödüllendirmek hem de dergideki arkadaşlarını görmek için yola çıkmıştı. Bir araya gelen bir grup sanatsever arkadaşıyla birlikte beş aydır sanal ortamda aylık bir edebiyat ve sanat dergisi çıkarıyorlardı. Her aybaşında yaşanan heyecan ve haz uzakta da olsa ona da sirayet ediyor, bu coşkuya o da ortak oluyordu. Bu anları doğumevinde doğacak bebeği beklemeye benzetmiş, arkadaşları da onu bu heyecana ortak olmaya davet etmişlerdi.

Her ülkede, dünyanın büyük ve tarihi kentlerinde ve başkentlerinde olduğu gibi Başkent Ankara’da da simgeye dönüşmüş meydanlar, caddeler ve sokaklar vardır. Bu mekânları yalnız o kentin insanları değil bütün ülke bilir ve tanır. Çünkü bu mekânlar ülke tarihi ile ilgili anılarla yüklüdür. Buraları, ülkenin güzelliklerinin, kültür ve sanatının sergilendiği ve insanların birbirleri ile buluştuğu ve kaynaştığı, kent insanının ve hemşerisinin yaşamını kendince sürdürdüğü alanlardır. Atatürk Bulvarı ve onun çevresinde kurulan Yenişehir, bu mekânları barındıran, Cumhuriyetin ve Ankara’nın

Cankurtaran geçidine doğru tepeleri tırmanırken dün akşam okuduğu bir kitaba aklı takıldı. Kitap, Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak günümüze kadar Ankara şehrinin modernleşme çabaları, kültür

8


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

kuruluşundan bugüne gelen 90 yılın coşku, özlem ve anılarıyla dolu uzun bir öyküdür.

Sıhhiye Kızılay, Kolej arası; tek ve iki katlı konutlar ile Hıfzıssıhha Okulu ve Tesisleri, Türk Eğitim Derneği Okulları.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk Bulvarı’nın ve Yenişehir’in yapımına başlanıldı. Bulvarın planlanmasında ve yapımındaki temel düşünce;

Kızılay Bakanlıklar arası; Güven Park, Güven Anıtı, Bakanlıklar Yerleşkesi, Tarım Bakanlığı ve TBMM.

Kentin ilk merkezi ve çevresi ile yeni kurulmakta olan Yenişehir’i birbirlerine bağlamak ve eski kent ile yeni kenti bütünleştirmek.

Bakanlıklar Kavaklıdere arası; sefaretlere ayrılan ve tahsis edilen alanda Rusya, Almanya, İtalya, Bulgaristan, Macaristan, Mısır, Yugoslavya, Polonya, Çekoslovakya ve ABD sefaret binaları.

Yeni yapılacak Bulvar üzerinde Ulus’tan Çankaya’ya kadar kenti en güzel binalarla donatmak ve Bulvar üstünü ve çevresini yeşil alanlar ve anıtlarla süslemek.

Yapılan devlet ve kamu destekleri ve tahsisleri ile kurumlara ve sivil toplum örgütlerine verilen binalar; Türk Hukuk Kurumu, Türk Kooperatifçilik Kurumu, Türk Ekonomi Kurumu, Muallimler Birliği, Türk Eğitim Derneği gibi.

Bulvarın başlangıç noktası olan Ulus Meydanı’ndan itibaren Yenişehir’e doğru çoğu kamuya ait olmak üzere Bulvar üzerinde yapılan bina ve yeşil alan ile anıtları şöyle sıralayabiliriz.

Yenişehir’deki diğer kamu yapıları; Dikmen yolundaki Harp Okulu Binaları, Yedeksubay Okulları (bir bölümü bugün Kara Kuvvetleri Komutanlığı), Anıttepe’deki Polis Koleji ve Jandarma Tesisleri, Sarar İlkokulu, Namık Kemal İlk ve Ortaokulu, Mimar Kemal İlkokulu ve Atatürk Lisesi.

Ulus Gençlik Parkı kavşağına kadar; Merkez Bankası, Ziraat Bankası, Etibank, (Vakıflara ait bina), Osmanlı Bankası, Posta Sarayı, Emlak Kredi Bankası, Vakıflar Başmüdürlüğü Binaları.

Atatürk Bulvarı ve Yenişehir’de planlanan hedefe 1938 yılında geniş çapta ulaşıldı. Yapımı devam eden binalar da 1940’lı yıllarda tamamlandılar. 1950’li yıllara gelindiğinde Ulus’tan başlayarak Kızılay ve Bakanlığa doğru Bulvar ve çevresinde yer alan bütün kurumlar (kamu kurumları, bankalar, eğitim kurumları, sağlık tesisleri ve sosyal kurumlar) kuruluşlarını tamamlayarak işler hale gelmişlerdi. Ayrıca Kızılay’ın Cebeci ve Beşevler-Bahçelievler yönündeki yol ve ulaşım bağlantıları tamamlanmıştı.

Gençlik Parkı Kavşağı, Opera Kavşağı arası; Belediye Tesisleri (İtfaiye ve Hastane), İller Bankası, Hukuk Fakültesi Binası (şimdi Vakıf Eserleri Müzesi), Sergi Evi (sonradan Opera Binası). Opera kavşağı Sıhhiye Arası; Türk Hava Kurumu, Radyoevi, İsmet Paşa Kız Enstitüsü, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Belediye Otobüs Garajları (şimdi Abdi İpekçi Parkı), Bulvar ile bulvarı takiben akan İncesu Deresi’nin öbür tarafındaki Ambarlar Yolu (bugün Adliye Sarayı), sonradan yıkılan Hububat Silosu ve Tekel Ambarları.

Bütün bunlar ve yaratılan güzellikler yalnız fiziki bir planlama ve yapılanma ile gerçekleşmedi. Bulvar ve çevresinde toplanan kültür ve sanat kurumları ile sosyal yaşam merkezleri, Bulvarda Cumhuriyetin kurucularının özlediği canlı bir kültür, sanat ve yaşam ortamını oluşturdular. Bu oluşumun altında yatan yaşam merkezleri ve etkinliklerini şöyle sıralayabiliriz; Sinemalar, tiyatrolar, müzik etkinlikleri, kitapçılar, kültür heyetleri ve kitapları, sergi alanları, Sanat Sevenler Derneği, güzel ve kaliteli mal satan mağazalar, pastaneler, Piknik ve benzeri ayaküstü yiyecek servisi yapan işletmeler, Sakarya Caddesi çevresinde yer alan lokantalar, konaklama tesisleri, gece kulüpleri, atkestanesi ağaçları ile yeşillendirilmiş Bulvarda yapılan

Bulvarın Opera-Sıhhiye arasında kalan bölümünün Eski Ankara-Samanpazarı yönünde; Gazi Lisesi, Ticaret Lisesi, Kız Lisesi, Numune Hastanesi, Türk Ocağı (Halkevi), Etnografya Müzesi, Hava Kuvvetleri Binaları. Sıhhiye Kızılay arası Bulvar üzerinde; Sağlık Bakanlığı, Sıhhiye’den Kızılay’a kadar iki taraflı sıralanan apartmanlar (bugün iş hanları), Orduevi, Danıştay Kızılay Binaları, Zafer Parkı ve Anıtı.

9


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

akşamüstü gezileri ve Yenişehirli gençlerin kurduğu Yenişehir Spor Kulübü.

Gerede’yi geçmiş, Bolu tünellerine az kalmıştı. Koltukta geriye doğru yaslandı. İçini bir hoşluk kaplamıştı. Çıkardıkları Bir Kitap Bin Dost Dergisi ile Mavi Dergisi arasında bağlantılar kurmaya başladı. Onlar da kendileri gibi bir avuç edebiyat ve sanata gönül veren kişilerdi. Kim bilir hangi zorlukları yaşamışlardı. Kendi çıkardıkları dergiye katkı sağlayanların içinde gelecekte Mavi dergisinde yazanlar kadar önemli kişiler çıkacak mı diye içinden geçirdi. Niye olmasın diye kendi sorusunu kendisi cevapladı.

Yenişehir ve Ankara’nın kültür ve sanat yaşamında Ankara Atatürk Lisesi’nin yetiştirdiği gençlerin önemli bir yeri vardır. Yenişehir’de oturan bir grup Atatürk Liseli genç 1952 yılında MAVİ isimli bir edebiyat dergisi çıkardılar. Derginin kurucuları Bekir Çiftçi, Teoman Civelek, Ülkü Arman ve Ümran Kıratlı liseli dört arkadaştılar. Mavi, ellili yıllarda edebiyat dünyamıza yeni bir ses ve soluk getirdi. Mavi topluluğuna kuruluşundan kısa bir süre sonra, bir sanatçı usta, dost ağabey katıldı. Atilla İlhan, o çevredeki gençler üzerinde etkili oldu.

Sonsöz; hayal etmek başarmak demektir. Hayallerin son kullanma tarihi yoktur. Derin bir nefes alın ve yeniden deneyin. Asla vazgeçmeyin.

Mavi Dergisi’nde, ileriki yıllarda sanat dünyasında önemli yerlere gelecek olan, Ahmet Oktay, Yılmaz Gruda, Fikret Hakan, Güner Sümer, Hasan Pulur ve Hilmi Yavuz gibi o günün genç isimleri de yazdılar. Mavi 26 sayı çıktı. Mavi adı, Cumhuriyet Ankara’sının kültür ve sanat yaşamında, tatlı, heyecanlı ve gençlik dolu bir anı olarak kaldı. Günümüzde bu dergi etrafında birleşenler, Maviciler akımı diyerek incelenmektedir.

Tekrar görüşmek üzere, kalın sağlıcakla… Muzaffer Özkan Ankara

Üç harf yanyana kaç şekilde gelir bilir misin? Aşk dersin. Sen dersin. Ben dersin... Sen, ben biter; biz dersin... Gün gelir git dersin... Peki dur kelimesinden haberdar değil misin? Dur demeyi bilmez misin? Git demek kolay, Dur diyebilecek kadar yürekli misin? Can Yücel

10


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 DENEME

YÜZDE YÜZ AŞK Sandık başında yapayalnızdık.

Aksesuar olarak kullanılırsa geldiği gibi gidebilir.

Sevgilisi olanla olmayan arasında bir fark yoktu.

Aşkta demokratik özerklik ise, fanteziden ibarettir.

Yüzde yüz aşk kazandı.

Daha fazla demokratik aşkın tek reçetesi, Aşkın Kanunu'nu yeniden yazmaktır. “Geçim sıkıntısından değil aşktan kıvranıyorum” numarasına yatmayalım.

Çünkü aşk ölmez, yatalak kalır. İleri derecede demokratik aşk hepimiz içindir.

Zaten aşk, kıvırtmaya gelmez.

Varsa yoksa aşk...

Aşka burun sokulmaz.

Fatmagül'ün suçu hariç hiçbir şey umurumuzda değil.

Akil adamlar, aşka müdahale etmesin.

Kutuplaşmasak, daha fazla sevsek iyi olur.

Avrupa Birliği istiyor diye aşkı az, seksi çok bir ülke olamayız.

Halkımız kucaklaşmalı ve önüne bakmalıdır. “Üç çocuk beni zorlar” diyenler araya yastık koymalıdır.

İşbirliği değil, ilkeli aşktan yanayız. Herkesin aşkı kendinedir.

Aşık kalplere adil düzen gelsin artık! Kalbimize çökmesin.

doğru

açtığımız

duygusal

Daha sevişken bir Türkiye'ye merhaba!

tüneller

Helal Aşk Sertifikası olmasa da olur. Bir gün nasıl olsa yeniden başlayacak hayat.

Her yedi dakikada bir aşk kazası beklerken, iş kazası oluyor.

Ve herkes yeniden aşık olacak, aşık ölecek...

Aşk israfına acilen çözüm bulmalıyız. Aşk, aşırı kullanımdan dolayı anlamını yitirmemeli.

Ahmet Zeki Yeşil

Aşk'ı zimmetine geçirenler ve Aşk'a fesat karıştıranlar belirlenmeli.

Ankara

Aşk “Geliyorum” demez. Eğer gelirse, öğle rakısı gibi çarpar insanı; virüs gibi bir şeydir.

11


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 DENEME

DEĞDİ Mİ Belki de aldanışlarımızın çoğu büyüklerimize ulaştırdığımız kulaklarımızdı. Duyduk etkilendik ve bu hale geldik. Aramızdaki bu kalın tuğlaları nasıl örüverdik. Nasıl böylesine kuvvetli bir harç kullandık ki, yıllarca içimizde kökleştirdik. Şimdi herkes rahat mı! Yoksa taşıdığı egoyu tatmin eden bir ben budalası mı! Dört tarafımız kibir ve gurur ile çevriliyken nasıl sendelemeyiz, nasıl düşmeyiz! Sen, bunun adına “anlaşamadık” dersin. Ben ise “uzaklaştı” derim. Sonra da dağ dağa küsmüş, dağın haberi olmamış durumu. Her ailede yaşanır bu travma. Kimse sütten çıkma ak kaşık gibi değil şu durumda. Sen ben sorgulamasını bitirmediğin sürece sonlanmayacak bu bilmece. Küs olmak, küs kalmak bireyleri yalnızlaştırdığı gibi, kendi benliğinin efendisi haline de getiriyor aynı zamanda. Ne çok hikaye dinleyip, ne çok film izlemişizdir bu konu ile ilgili. Biz her konuda böyleyiz aslında. İzleriz. Dinleriz. Fakat uygulamaya gelince sudan çıkmış balığa döneriz. Şimdi desem ki sana, dön çocukluğunun en güzel karelerinden birine! Yanındakini hatırla. Geçmişini sorgula. Değdi mi değmedi mi sorularına hiç bulaşma! Araya benlik girdi, yıllar geçti. İki tarafta bambaşka yaşanmışlıklara yelken açtı. Acısı ve tatlısıyla bir hayat dönüverdi. Yolda giderken karşılaşsan geçmişinden biri ile! Görmezden mi gelirsin, yoksa bir merhaba mı dersin! Diyelim ki bir selamı esirgemedin! Ne geçti eline! Ya da görmezden gelerek uzaklaşıp gittin! Ne geçer eline! Şu dünya sınavının en zor soruları buradan çıkar belki de. Ego, kibir ve gurur sorgulaması. Bir avazda çıktığımız anne karnından sonra yavaş yavaş değişiyoruz. Dünyaya gelirken ve dünyadan ayrılırken aynı şartlarda, aynı atmosferi paylaşıyoruz. Bu ikisi arasında kalan süreçte bazı hastalıklara yenik düşüyoruz. Bedensel hastalıklar değil kastettiğim.

Çocukluğuma doğru uzanan elimin parmakları havada asılı şimdi! Tutsam tutamam, sarsam saramam. Rüyanın en tatlı yerinde uyanmak gibiydi, dün ve bugün arasında yaşanılanlar. Ya da sihirli bir değnek değdi omuzlarımıza. Uyandırıldık bu masaldan. Sahi ne oldu sana, bana! Sahi ne oldu bize! Bir varmış bir yokmuş cümleleri gibi başlıyorum, anılarımın var olduğu taze düşlere. Bir büyükten dinlenen masallar gibi. Oysa ki, bir zamanlar bir ve birlik olmanın peşindeydik. Bilmezdik darılmaca, gücenmece. Şimdi bugünüme baktığımda kocaman bir ah yapışıyor dilimin üzerine. Ah ki ne ah! Kişi bilinçlendikçe ya da akıl denilen kutunun kölesi oldukça, çevresindeki insanlara karşı bir başka hal alıyor, tabiri caizse başkalaşıyor. Dününü unutarak, ya da dününden utanarak. Halbuki geçmişin bir karesinde aynı gülüşlere sahiptik. Kız isen evcilik, erkek isen top peşinde koşardık. Hafta sonunu iple çekerdik. Birbirimizi göremeyecek olmanın hüznü sarkık dudaklarımızda yer alırken, annemizin eteğini çekiştirirdik. Yalnızlığı bilmiyorduk o günlerde. Bilmediğimiz gibi de sevmiyorduk.

12


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

Senle benim yollarımızı ayıran, farkında dahi olmadığımız manevi rahatsızlıklar. Eğer böyle olmasa idi, çocuk masumluğunda kalabilirdik seninle. Ufak şeyler için büyük yükler bırakmazdık omuzlarımıza. Sen ile ben olmanın farkını dinleme ve konuşma yolu ile fark edebilirdik. Öyle ya! Sen ile ben nasıl aynı olabiliriz ki! Elbette ki farklı olacağız. Canın hep aynı olmak istiyor ve aynıda kalmayı umuyor biliyorum. Her çiçeğin farklı renk ve dokuya sahip olduğunu hatırlarsak, bir gül ve kaktüsün yan yana barınabildiğini gözlemlersek, doğa bu basit cevabı sunuyor bizlere. Ama biz insanız diyeceksin. Aklımız var diyeceksin. İyiyi ve kötüyü ayırt edebilirim diyeceksin. Şu ya da bu. Hep bir şeyler söylemeye devam edeceksin! Bunun sonu olmadığını ise, bir sela sesi duyup da yakınını bu dünyadan uğurladığında anlayacaksın. Hepimizin sonu bu değil mi! İstesek de istemesek de. Tüm bu hastalıkların uzandığı bir kolda iletişimsizlik. Kimin ne derdi olduğunu, neye gönül koyduğunu bilmiyoruz, sormakta istemiyoruz. Araya uzun uzadıya giren yıllar sonrasında da başka başka iklimlere koşuyoruz. Sen hiç sormuyor musun kendine, neden böyle olduk diye! Geçenlerde kütüphanenin bir köşesinde tozlanmaya bırakılan aile albümlerinden biri geçti elime. Teknolojinin büyüsüne kapıldığım günden beri, hiç dokunmamıştım üzerlerine. Her bir sayfayı araladığımda tebessüm yüzüme yapıştı. Birlik ve beraberlik kokan kareler canlandı gözümün önünde. Yeni neslin tatmadığı bu albümler, geçmişten bugüne en önemli köprüydü belki de. Dört yaşına yeni basan oğlum meraklı gözlerle yanıma ilişti. “Bu kim?” soruları ile bir yetişkin olan beni zorlu bir sınavdan geçirdi. Acınası olan durum, açıklama ve tanımlama değildi. “Ben onları hiç tanımıyorum anne” yönermesiydi. Doğru! O, annesinin geçmişinde olan kimseyi tanımıyordu, bilmiyordu. Peki o insanlar neredeydi! Yoğun empati duygumu masaya yatırdığımda bu tekrarı karşı tarafında yaşayabileceğini düşündüm. Zihin jimnastiğim susmadı ve en yoğun mesaisini yaptı o gece. Bu iki yeni neslin yaşamlarının bir noktasında bir araya gelebileceğini ve iki dost olabileceklerini düşledim. Bu istemsiz karşılaşma sonucu geçmişte

bağlarının olduğunu bilselerdi nasıl bir durum ortaya çıkardı! Büyüklerin ağzı dili tutulur, kalpleri eğik dururdu. Hadi canım sende demek, ne kadar da gereksiz şöyle bir derin düşünüp tasavvur etmenin yanında. Toplumu kasıp kavuran bu küskünlük kaosunun bir dalı da ikinci ve üçüncü şahıslar aslında. Bir nevi “ara bozucu” da diyebiliriz bunlara. Çocukluk oyunlarımızdan kalma bir alışkanlıktır iki kişi arasına “kara kedi” ruhu ile girmek. İster ki, bir o sevsin başka kimse sevmesin. Kendi kendine diline doladığı bir mutluluk türküsüdür bu. Yapışan ve çıkmayan. Eteklerime dolaşanları bir bir döktükten sonra balkona çıkıp soluklanmak istedim. Mis gibi bir hava vardı dışarda. İkindi ezanının duyulmasına az bir zaman dilimi kalmıştı. Geçmiş ve an arasında kurduğum köprünün üzerine bir sela sesi kondu uzaklardan gelen. Telefonuma bir mesaj düştü. Aynı anda kapının zili çaldı. Mesaj iletişimimizin kopmadığı bir tanıdıktan geliyordu. Bilgi mahiyetinde yazılmış birkaç satırdı. Kapıya ise annem gelmişti telaşlı adımlarla. Bir zamanlar yan yana olmayı amaç edindiğimiz ve bunun ilelebet süreceğini sandığımız kuzenim vefat etmişti. Temiz havayı bir kez daha çektim ciğerlerime. Boğazıma dizili kelimeler kıpırdamadan kaldı öylece. Gökyüzünün mavisine yazdığım soruların cevabı birer birer düştü gözlerimin önüne. Dudaklarım tek bir kelimeye yarenlik etti. “Değdi mi!” Emindim aynı soruyu henüz ruhunun çıkmadığı o bedende de sirayet ettiğine! Değdi mi! Bence değmedi. Değmemeli...

Ebru Zeynep Dişiaçık İstanbul

13


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 ANI

KIRK YIL, DÖRT KADIN VE DÖRT GÜN... Tanışalı kırk yılı aşan bir süre, bir araya gelmeyeli de tam kırk yıl olmuştu. Her ne kadar üniversite günlerinde kalmış bir buluşma gibi gözükse bile hiç de öyle değildi, bu dört kadının dört günlük tatili… Olgun hatta torunlara karışma çağındaki kadınlardı dördü de. Nasıl bir buluşma olurdu? Oldu işte... Hem de çok güzel ve çok keyifli bir buluşma oldu. Bu ülkenin neresinde olursanız olun, neresinde yaşarsanız yaşayın; ister çalışan kadın olun, isterseniz ev hanımı olarak sürdürmeye çalışın yaşamınızı... Ortak paydalar çok da değişmiyor; yani en azından matematik bir yaklaşımla, belli sınırlar içinde kalıyorsunuz... Sanki payda değeri hep sabit kalıyor ve yalnızca sizin pay kısmından alacağınız veya payınıza düşenler değişiyor! Aslında bu pay açısından, gençlik yıllarında; “ben yaparım, kendi yaşamımı kendim çizerim, sınırları tanımam aşarım...” modunda olan ile yaşama daha sakin bakan kadınlar arasında çok da fark kalmıyor bir noktadan sonra. Yelpaze çok geniş gibi görünmekle beraber, öne çıkanlar hep birbirine benzer özellikte, yaşananlar da öyle… Kırk yıl önce üniversiteden mezun olma çabası içindeydi dördü de. Kendi ayaklarının üzerinde durmalı, meslek sahibi olmalı ve kimseye muhtaç olmadan standart bir yaşam düzeyini sağlamalıydılar. Sınıfların basıldığı, yollarda omuzlar üzerinden polis

kurşunları veya militan silahlarından çıkan serseri kurşunların geçtiği yıllardı. Her gün yaşıtları vuruluyor, otobüsler taranıyor, ya da birkaç gün fakültede göremedikleri sınıf arkadaşlarının bir hafta - on gündür hapiste olduğu haberleri duyuluyordu. Ders dışı zamanları bir arada geçirmek için fazla seçenek yoktu Üniversite’de. Kendi halinde genç kızlardı. Biri diğerinden biraz daha neşeli, bir diğeri biraz daha güzel, öbürü biraz daha tutkulu, birisi de biraz daha aşık... Dördü de farklı yaşamlara yelken açtılar, okul bittikten sonra. Zaman zaman yolları iş ortamında kesişti, zaman zaman küçük gruplarda arkadaş buluşmalarında bir araya geldiler. Ama şimdi sadece onlara ait dört uzun gece ve beş gün vardı birlikte geçirecekleri, paylaşacakları, konuşacakları… Hatta bu çok özel Akdeniz köyünde keyifle çevre gezileri de yapabilirlerdi. Eşler, eski eşler, çocuklar, torunlar, anneler, babalar, kardeşler, hepsini geride bırakarak ama yüreklerinde taşıyarak gelmişlerdi bu buluşmaya… Çok konuştular, hep konuştular... Anlattılar, anlattılar... Biri daha fazla bir diğeri daha az... Ne gün yetti, ne gece... Saatler gece yarısını geçtiğinde, gözlerden uyku akarken, oturma alanlarının ışıkları da birer birer sönmeye başladığında bile, ne kadar çok şey kalıyordu, anlatılmayan, söylenmeyen ve

14


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

yarım kalan geride... Meğer ayrı geçen kırk yılın içine sıkışmış, sıkıştırılmış; belki de güvenilmediği veya saklı kalması gerektiğine inanıldığı için hiç konuşulmamış, hiç kimseyle paylaşılmamış ne kadar çok şey varmış, sırt çantalarında? Çok hoşgörülü kadınlardı, kıyamıyorlardı kimseye. Tam da kendilerine sıkıntı verdiğini düşündükleri eşlere sıra geldiğinde; “Allah var her şeye rağmen şöyle iyi bir adamdır, şöyle merttir”, ”çok iyi bir babadır”, “neşelidir, hayat onunla iyi geçiyor aslında”, “ne yapalım mükemmel bir şey yok, kusuru bu olsun”, “ayrıldık ama tüm yıllarımız cehennem azabı içinde geçmedi tabii ki”, “evliyiz, dışarıdan her şey mükemmel görünüyor ama toz pembe bir hayat var mı canım?”, “aslında özünde çok iyi bir insan, ah ailesi daha destekleyici olsaydı”, “dışarıdan göründüğü kadar bana da cömert olsaydı”, “ruhu ve kişiliği böyle ama nereye kadar?” söylemleri serpiştiriliyordu cümlelerin arasına… Her şey daha farklı olabilir miydi? Daha ne olsundu? Anneliği tatmıştı hepsi; bir veya iki çocuklu idiler. Çocukların çoğu yaşamını kurmuştu. Bir ikisi de Üniversite’den mezun olmuş, yönlenme aşamasındaydılar. Çok şükür sağlıkları yerindeydi. İçlerinden ikisi anneanne ve babaanne de olmuştu, eee darısı diğerlerinin başınaydı. Bebek özleniyordu ailede, bekleniyordu bir şekilde… İçlerinden biri kırk yıl önce, evliliğe ve anne olmaya çok istekli değildi. Dünyaya bakışı kaygılarla doluydu… Nasıl bir eş, nasıl bir evlilik olacaktı ve çocuklar hangi değer yargıları ile yetiştirilecekti? Yani ne olacak, evlilik şart mıydı? Meslek sahibi bir kadın kendi başına bir yaşam sürdürebilirdi. Ama yaşamın ne sunacağını her zaman hesaplamak mümkün değildi ki... İyi ki de değildi, iyi ki de sürprizler vardı, iyi ki de ön yargıları budayacak kadar büyük sevgiler de olmuştu yaşamda... Ve iyi ki de anne olmuşum diye geçirdi içinden o biri!.. Yürüyorlar, orman içinden sahile varıyorlar, yüzüyorlar, güneşleniyorlar, yan yana şezlonglarda güneşin yakıcı ışınlarında bunalıyorlardı. Öğle yemeklerini salaş pide-gözlemecide akşam yemeklerini de tesiste yiyorlardı. Özenerek giyinip süslenip birbirlerine iltifat ettirecek güzelliğe eriştiklerine emin olduktan sonra odalarından çıkıyor ve yemek masası etrafında toplaşıyorlardı. Hep konuşuyor, konuşuyor, konuşuyorlardı. Sözü biri tam

bitirirken diğeri alıyor ve nefes almadan devam ediyordu sohbet… Esprinin “bini bir para derler” ya işte öylesine neşeli saatler yaşıyorlardı. Gülüyorlar ve vara yoğa, kahkahalar atıyorlardı... Dikkati çeken şey; tüm sadelik, mütevazilik, samimiyet ve sevecen hallerine rağmen dördü de ayrı odalar da kalmayı tercih etmişlerdi. ”Oohhh ne rahat” dedi birisi, “TV kumandası da elimde uyumaya çalışıyorum.” Zaten gençliklerinde mesafeli, çekingendiler. Demek ki hala öylelerdi. Yok canım, ya da gerçekten bir kafa dinleme ihtiyacı, yok yok birbirine rahatsızlık vermekten kaçınma nezaketiydi belki de… Gülmek için o kadar çok bahaneleri vardı ki; mesela dördünde de tüm “en”ler toplanmıştı. En düşünceli, en nazik, en düzgün, en dürüst, en çalışkan, en becerikli, en fedakar, en sevecen kadınlardı onlar. Yaptıkları her şeyin “en iyisini, en güzelini” yapıyorlardı mutlaka! Pöf! Kahkahalar yayılıveriyordu ortalığa… Odada yalnız kalmaktan mutlu görünseler de aslında hepsi kendisini kandırıyordu. Kafalarda çocuklar, torunlar, kiminde işe dönüş kiminde eve dönüş telaşı vardı. Hayır tek başına değildiler, yürekleri, beyinleri dopdoluydu, her şeye ama her şeye rağmen bu doluluk bu sorunlar yumağı da olsundu artık. Bedenler ayaklar üzerinde uzaklaşırken “alıp başımı gidiyorum” denir ya, aslında öyle değil! Baş gövdeden ayrılmıyor ki! Hatta başımızla beraber gidiyoruz ya… Ve bu dört kadın, dört gün boyunca kırk yılın ardından özgürce, kendileriyle kalarak ve paylaşarak tatil yaptıklarını sandılar ya!.. Aslında durum hiç de öyle göründüğü gibi değildi. Hafızalarında görüşemedikleri kırk yılı taşıyorlardı, yüreklerinde de tüm sevdiklerini ve hatta sevmekten vazgeçtim zannettiklerini de... Konuştukları ve anlattıkları, aktarmak istediklerinin o kadar azıydı ki... En kısa zamanda tekrar buluşmak dileğiyle, kucaklaştılar, sarıldılar. Kafalar, omuzlarının üzerinde ağır mı ağır ama yüzlerinde sımsıcak bir tebessüm ve yüreklerinde bir su serpintisi ılıklığı ile havaalanı kavşağında vedalaştılar… Kırk yıl dört güne sığmazdı zaten hem de bu dört kadın için… Seniye Ümit Fırat İstanbul

15


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 DENEME

AŞKA DÜŞELİM Mİ, AŞIK OLALIM MI? olduğu şeyi aniden keserseniz hırçınlaşabilir. Anlayacağı bir dille anlatıyorum. Beynin bize oynadığı öyle oyunlar var ki hepimizin başına gelebilir. Kendimizi böcek bile sanabiliriz. O yüzden mükemmelliğimize bu kadar güvenmesek mi? Otistik bireylerin bazıları, inanılmaz bir hafızaya sahiptir. Hatta Barış Manço hayranı ve bir kurumda memur olarak çalışan, otistik bir arkadaşım var. Anma gecesinde hepimizi hayrete düşürmüştü. Barış Manço’nun kaç albümü var, albümü hangi yılda çıkartmış, hangi albümde hangi parçalar var hepsini ezbere sayar. Beş yıldır yurt içinde ve dışında engellilerle ilgili olarak yaptığım çalışmalarda tüm engellilerin erken yaşta verilen doğru eğitimle çok güzel işleri başardıklarını gördüm. Hayat onlar için yeterince zor. “Vah vahlar” ile daha da zorlaştırmasak mı? Ben engellilere acımıyorum. Engellilere de diğer çocuklara uyguladığım disiplini uyguluyorum. Acımıyorum çünkü her an ben de engelli olabilirim bunun bilincindeyim. Onlarla aramda bu nedenle bir fark görmüyorum. Sadece hayatlarını kolaylaştırmak için yapmam gereken ne ise, elimden gelen ne ise onu yapıyorum. Tabi yukarıda “vah vah” diyen teyze gibi değil. Örneğin, çorbadaki azıcık bir tuz olsa da sağlık bölümlerine işaret dili dersi veriyorum.

Bazı sesler duyuyorum. Otobüste, pazarda, alışveriş merkezinde, sokakta…Kimi iyi niyetli bilinçsiz, kimi farkında olmadan zalim, kimi bedeninde hiçbir şeyin hiçbir zaman bozulmayacağından emin narsist. “Vah vah halimize şükür kardeş. Şu delikanlıya bak. Yürüyemiyor bu genç yaşında. Nedense cümlenin ilk kısmında orada olmadığı düşünülen öznenin birdenbire orada olduğu görülüyor ve cümleye şöyle devam ediliyor: “Evladım bir şey lazım mı? Yardım edeyim mi sana?”

Biliyorum bu yazıyı okumaya başlayanların çoğu, aşk var başlıkta diye ilgiyle okumaya başladılar. Bunun için üzgünüm ama size engellilerden söz ediyorum. Çünkü engellilerle ilgili bir başlık koysaydım çoğunuz okumayacaktınız. Bu bir ön yargı değil yaptığım çalışmaların yazılmış tezli, anketli sonuçlarıdır. Hatta ünlü bir yapımcıya bundan dört yıl önce engellilerle ilgili olarak yazdığım bir diziyi götürmüştüm. İnsanlar engellilerle ilgili bir konu olduğunda bile kanal değiştiriyorlar, morallerini bozmak istemiyorlar. Ya da çocuklarının korkmasını istemiyorlar. Risk alamam demişti. Çocuklarla ilgili cümlesi kafama takılmıştı. Neden çocuklar engellilerden korksun ki? Ben küçükken yani köre kör sağıra sağır denildiği ama bunun bir alay kelimesi olmadığının bilindiği

Kalabalık başka bir yerde otistik bir çocuk ve annesini görüyorum. Çocuk sürekli bağırdığı ya da sallandığı için etraftan rahatsız edici bakışlar çocuğun ve annesinin üzerine ok gibi saplanıyor. Anne de çocuğuna “oğlum sus, yapma,” diye bağırıyor. Bir amca, “ağzına vuracaksın iki tane bak yapıyor mu?” diye söyleniyor. Annenin çaresiz bakışlarını gördüğümde bir öküz oturuyor boğazıma. Amcaya anlatmaya başlıyorum. Otistik bir kişinin yapmakta

16


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

samimimi yıllarda, babam işi icabı köy köy gezerken beni de yanında götürürdü. Manav, Çerkes, Roman köylerini dolaşırdık. Çok farklı insanları tanıma şansım oldu. Dışlanan ya da engelli olan gruplarla daha çocukken tanıştım. Babam onlarla şakalaşırdı. Çok doğal davranırdı. Her köyde en az bir engelli mutlaka olurdu. Köyün delisi denirdi o zamanlar, işte köyün delisi, çocuklarla sokakta oynar hatta onlara göz kulak olurdu. Peki şimdiki çocuklar ne ara bu kadar şekilci oldular? Bir çocuk programı yazmamı isteyen yabancı bir çocuk kitapları firması sahibi, kitaplarında anlattığı hastalık korkusu, karanlık korkusu gibi korkuları bezden oyuncaklarla somutlaştırmıştı. Her korkunun bir oyuncağını yapmışlar ve bu oyuncaklar, belli alıştığımız bir şekle sahip değiller. 6 yaşlarında iki yeğenime bu bebeklerden hediye ettiğimde “Barbie” bebek gibi bir bebek beklediklerinden yüzlerini buruşturdular. Bu bebeklerden korktuklarını da daha sonra öğrendim. Firma aslında korkuları aşmayı anlatırken şekilci olmamayı da bu bebeklerle öğretiyor. Çünkü bez bebeklerin kiminin gözünün birinde bir çarpı işareti var, kiminin bir bacağı kısa vb. ama geç kalmıştım. On bir aylık bir bebeğe bu oyuncağı gösterdiğimde ise gülümsedi. Bu iki kız yeğenim, eşit uzunlukta sütun gibi bacakları olan, pırıl pırıl parlayan iki mavi gözü, etli dudakları ve sarı saçlarıyla mükemmel dediğimiz şey gibi görünen bebeklere ne yazık ki çoktan alışmışlardı. Muhtemelen de ömürleri boyunca o bebekler gibi olmaya çalışacaklardı. Farklı bir şey gördüklerinde onlara çirkin ve ürkütücü geliyordu. Acaba çocuk yetiştirirken daha mı dikkatli olmalı? Aldığımız küçücük bir oyuncak bile çocukların hayat algısını, insanlara bakışını değiştiriyor. Ben engellilerle bir aradayken kendimi çok rahat ve mutlu, hatta olmam

gereken yerde hissediyorsam bunda elbette insanları hiçbir zaman ayırt etmeyen anne ve babamın etkisi büyük. Sonra başka bir konu da kafama takılıyor. Şu hamilelik testleri... Doğumdan önce tedavi amaçlı yapılıyorsa yararlı ama ne yazık ki genellikle öyle olmuyor. Mal seçer gibi sağlamsa kalsın çürükse geri gönder gitsin der gibi acımasızca. İnsanın yaşama hakkı için birilerinin ayaklanmaması kalbimi derinden yaralıyor. Mademki insanların çoğu hayatı bir yarış olarak görüyor, engellileri de baştan mağlup olarak görüyor, yarış dilinden anlatayım o zaman. Engelli bebek, yarışı kazanmış ki orada, içinizde ve yaşamaya da hakkı var. Belki de onun başka bir yönü diğer seçeneklerden daha güçlü. Örneğin bir Vincent van Gogh gibi karın üzerindeki renkleri üzerinize yağdırabilir. Dünyanın içerisindeki görülmeyen güzellikleri görmenizi sağlayabilir. Stevie Wonder gibi dünyaya en harika aşk şarkılarını bırakabilir. Andrea Bocelli gibi bir tenor olabilir. Ya da sadece bir insan olması yaşama hakkı için yeterli değil mi? Evet engelli çocuk büyütmek çok zor. Ama her şeyi göze almayanlar, en baştan çocuk sahibi olmayı düşünmemeli zaten... Hadi hatırınız için başlığa uygun bitirelim yazıyı. Engelli çocuğunuz bir Aşık Veysel Şatıroğlu olabilir; belki de sizi en derin aşka düşürebilir...

Kübra Erbay İstanbul

İnsan, en çok erdemleri yüzünden cezalandırılır. Friedrich Nietzsche

17


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 DENEME

ÖZGÜRLÜK… NAPOLYON… DİKTATÖRLÜK! Hep merak etmişimdir hırslı olmak nasıl bir şey diye. Her ne kadar dilim döndüğünce anlatabilirsem de yine bir araştırma yapıp bilgilenmek istedim.

Ne gezer, 1789’da genç bir subay olarak ihtilale katılan Napolyon, 1799’da, kader bu ya ülkenin başına geçti.

Aman, aman ne beter şeymiş bu hırs, insanı aç gözlü yapıyormuş. Karnı aç olan doyar da, aç göz doymak bilmez. Hep bana, hep bana felsefesiymiş meğer. Yurdumuzda da 80’li yıllardan beri arttıkça artmış. Bu aç gözler başarı(!) bizimdir demişler hep!

Çok sürmedi krallığı kaldırmak için uğraşan adam imparator oldu. İmparatorlar nasıldır biliyorsunuz, kendilerini hep Kaf dağında görürler.

Bütün bunları inceledikten sonra Fransız İhtilali geldi aklıma.

Egemenliği altına aldığı ülkelere kendi kardeşlerini kral yaptı. Yanına yöresine hep kendi yakınlarını yerleştirdi. Yani gitti eski soyucular, geldi yeni soyucular.

Hani o meşhur kraliçenin “ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler” dediği, sonrasında kendi başını yediği ihtilal.

Haaa, bunun bir de hanımı var ki dillere destan bunca yıl… Süs onda, şatafat onda, nasıl demesin Napolyon; “para, para, para…”

Ve Fransız İhtilali deyince Sefiller’i anmadan geçebilir miyiz?

Kadının fendi erkeği yener her zaman… Velhasıl her şeyin bir sonu vardır. Tabii ki Napolyon da her diktatörün sonu nasıl olursa öyle oldu.

Tekrar tekrar okuduğum, her defasında hayran kaldığım bir roman, bir başyapıt, bir belgesel.

Halbuki olmuşsun bir kahraman otur oturduğun yerde değil mi ya?

Birçok ülkenin, Atamızın kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni örnek aldığı gibi, o zamana kadar demokrasiyi bilmeyen Batı dünyası, Fransızların elde ettiği birçok kavramı çok beğendi.

Burada Atatürk’ümüzün büyüklüğünü bir kere daha anlıyoruz… O, yalnız Türk milletinin refahını istedi.

O kadar zor elde edilen haklar korunabildi mi acaba?

18


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

Diktatörlük deyince yakın zaman diktatörlerinden Çavuşesku da var.

Karacaoğlan’ımız bile şiir düzmüş bunun üstüne. “Karacaoğlan der ki her sözüm haktır,

1965 yılında Romanya’ya devlet başkanı olmuş ve halkı 24 yıl inim inim inletmiştir. Onun yaptığı düzenbazlıklar saymakla bitmez.

Yiğit olmayanın yalanı çoktur.

Eh, onlarda kendi cehennemlerinin odunlarını tonlarca depoladılar. Yak yak bitmez!..

Herkes ateşini buradan götürür.”

Cehennem yerinde hiç ateş yoktur,

Vallahi onlardan bize sıra gelmeyecek gibi. Aynur Karataş

İşte hırs bu arkadaşlar; kanaatkar olan, bir bana olursa bir de sana olsun diyen, iyi insanlardan olursak inanın dünya güzel olur. Durmadan dünyaya küfretmek yerine dört elle sarılsak ne olur? Sonumuz malumken, her yaşadığımız gün bir piyango iken, nedir bu hırs? Odun götürmektense arkamızda sevgi, saygı bırakmak daha güzel değil mi?

İzmir

Güç insanı yoldan çıkartır; mutlak güç ise insanı tamamen sapıttırır. Lord Acton

Bir iktidarın kötüye kullanılmasını önlemek için, iktidarın iktidarı sınırlayacağı bir düzenleme gerekir. Montesquieu

19


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 DENEME

ÖDÜNÇ GAMZELER “Ufak bir tebessümdü aradığım o hiç değişmeyen simanızda. Belki bir gün gülüş olursunuz diye bekledim hep.

sağlayacak bir şeyler var mı? Onu geçiniz. Gözleriniz desem, hiç bakmıyorsunuz ki gözlerime…

SİZDE GAMZE BULUNUR MU?

Şimdi kapınızı çalacağım ve pastanızı uzatacağım. Muhtemelen ders çalışıyorsunuz. Ne iyi gelecek…

HİÇ GÜLDÜNÜZ MÜ SİZ?

HİÇ AŞK BESLEDİNİZ Mİ?

Bir deneyin bakalım neler olacak? Belki de yaşınızın çok ötelerinden yaşamınıza damlayan o iki sert dudak kıvrımınız ışık hızıyla yaşınıza dönüşür.

(Ne çabuk büyüyorlar bir bilseniz.) İyi ki ben seviyorum çilekli pastayı. Reddinizden sonra hepsini tek başıma yiyebileceğim ne güzel(!) Yalnız, paylaşımsız…

ÇİLEKLİ PASTA SEVER MİSİNİZ? Bir ara yüz çizgilerinizi sayarak ulaşayım istedim yaşınıza. Olacak gibi değildi, belki yirmi, belki yirmi beş çizgi vardı yüzünüzde, her biri iki seneden hesaplansa… Olacak gibi değildi. Öğrenciydiniz biliyordum. Tıp Fakültesinde okuyordunuz.

BENİ ÖZLEDİNİZ Mİ?

BANA ANATOMİ ANLATIR MISINIZ?

(Yoksa yanınızda oda mı intihar etti, gülüşlerinizin ardından. Dayanamadılar değil mi? Ben dayanacağım. Sizse dayanamayıp ısrarıma güleceksiniz bir gün)

Kitaplara çok düşkündünüz. Günlerce kitap tavsiye ettim size. Hepsi için okudum dediniz. PEKİ; SİZDE “POLLYANNA“ BULUNUR MU?

Bir gün gülüş oluverirsiniz de aman kaçırırım diye; okula gideceğiniz saatte damlıyordum kapıya, tüm güneş açmışlığımla “GÜNAYDIN” diyordum da… Sert bir kafa selamıyla ezip geçiyordunuz tüm günü. Niçin bu denli çok uğraşıyordum sizinle? Evet, bilmediğim bir de bu vardı. Bugün size ellerimle bir çilekli pasta yapmışım ki sormayın… Sormazsınız zaten. Dudaklarınızın arasında iletişim kurmamızı

SAKLAMBAÇ OYNAYALIM MI? YILDIZ ARAKLAYALIM MI GÖKTEN? GÜNEŞ ARALAYALIM MI İÇİNİZE?

20


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

GÜLELİM Mİ BİRAZ?

Gamzeleriniz de varmış sizin.

(Sonra dilediğiniz kadar ağlarız.)

Biliyor musunuz; taşınmaya değermiş bu tebessüm için.

Ben yarın taşınıyorum. Ev sahibim burayı aileye verecekmiş. Ev sahibimiz aynı kişi olduğuna göre yakında sizin eviniz için de bir aile bulacaktır. Hazırlıklı olun diye söylüyorum.

GAMZELERİNİZDEN BİRİNİ ÖDÜNÇ VERİR MİSİNİZ? Saçlarımda yıldız tozlarıyla geldiğim gün iade ederim size, eğer isterseniz.

NE DERSİNİZ, AİLE OLALIM MI?

Orada olacak mısınız?

Çok zor şeymiş taşınmak yüreğinizden. İnanamıyorum, yıllardır kapalı duran pencereniz, taşınışımı izlemek üzere aralanmış. Yılların şaşkınlığı üzerimde gülmeye çalışıyorum size. İnanmıyorum, yıllardır kapalı duran dudaklarınız gülümsüyor evet gülümsüyor hüzünle de olsa.

Lavinya Öz Diyarbakır

nasıl iş bu her yanına çiçek yağmış erik ağacının ışık içinde yüzüyor neresinden baksan gözlerin kamaşır oysa ben akşam olmuşum yapraklarım dökülüyor usul usul adım sonbahar Attila İlhan

21


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 BİR FOTOĞRAF BİR ÖYKÜ

BENİ BURADAN KURTAR GİDELİM!.. Yalnızdı kayalıklarda. Bir şarkı dinliyordu ben yanına yaklaştığımda. Kalabalık olmadığına çok sevindim kayalıkların. Hızla tripotumu kurdum ve başladım günbatımı fotoğrafı için uzun pozlamaya.

“Olmaz mı abi, baksana denizin kıyısından bana bakıyor kadın.” dedi doğrulurken. “Güneşin sudaki parlaklığı gözünü kamaştırıyor galiba. Kimse yok denizin kıyısında.” dedim ve fotoğraf makinemin başına döndüm.

Yalnız adam, oturduğu kayadan düştü birden. Kayaların üzerinde yarı baygın denize bakıyor ve üşüyerek az önce dinlediği şarkıyı sayıklıyordu titreyen dudakları arasından.

Oturduğu kayadan denize doğru bakıp ağlamaya ve “Beni buradan kurtar, gidelim.” diye yalvarmaya başladı. Ben, ışık kaçıyor telaşıyla vizörümden yeni kadrajımı kurarken, iki arkadaşı geldi yalnız adamın yanına.

Fotoğraf makinemi kapatıp, düşen adamı kaldırmak için eğildiğimde, “Abi, şu güzelliğe bak lütfen.” diyerek parmağını denize doğru uzattı. Dönüp baktım. Ufukta batmak üzere olan güneş, bulutlara ve denize bırakmıştı kızıllığını. “Evet” dedim. “Evet, çok güzel batıyor güneş.” Denize doğru uzattığı parmağını sallayarak, “Güneş değil abi, baksana şu kadının güzelliğine.”

Arkadaşları kaldırıp götürmek istiyor, o ise “O bana sarılıp her zamanki gibi elmacık kemiklerimden öpmeden gitmem buradan.” diye ağlıyordu. “Ulan oğlum, sen hayal görüyorsun. Haydi kalk, kimse yok orada.” diye çıkıştı arkadaşları. “Nasıl yok abi, görmüyor musunuz? Orada saçları uçuşan bir kadın var. Görmüyorsanız duyun bari. Bana bakıyor ve şiir okuyor.” diye söyleniyordu arkadaşları onu kucaklayıp götürürken.

“Kayalıklarda ikimizden başka kimse yok kardeşim. Haydi kalk otur yerine.”

22


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

Yalnız kalınca dikkatimi topladım ve güzel pozlamalar yaparak döndüm kayalıklardan. Bilgisayarıma aktardığım fotoğraflara bakınca, yalnızca tek bir fotoğraf vardı ve o fotoğrafta da saçları uçuşan hayali bir kadın şiir okuyordu.

birlikte geçelim bu bataklıktan çirkinleşen yeryüzünde yüzüm avucunun arasına ısmarlanan bir rüzgâr olsun

. . .

içine çek

bir şarkıda diyordu “beni buradan kurtar gidelim”

ve de ki

yolunu kaybetmiş peruklu bir kadın yuva kurmuş içime

seni annen doğurdu güzelleştireceğim

kalbimi kötülüyor sana

ve

ben

(Şiir : Dilek Erkılınç)

senin kalbinde yaşayan kadını getir bana yeniden tanıştır bizi

Fotoğraf ve Öykü:

tırnaklarımla kazıdığım zaman avuç içlerime batıyor

Hüseyin Kekiç

beni elmacık kemiklerimden öp

İstanbul

orada şeftali tonunda gözyaşları saklı ellerimi tut ve başka bir denize dök içimdeki seli

Gençlik bir kitaptı, okuduk bitti; Canım bahar geçti çoktan, kış şimdi. Hani sevincin, o cıvıl cıvıl kuş? Nasıl, ne zaman geldi, nasıl gitti... Ömer Hayyam

23

daha

da


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 BİR RESİM BİR ÖYKÜ

Paris’te LINDA FARREL GALERIA de açılan ONE WORLD MANY STORIES temalı sergiden.

Eser Sahibi:

Ayla Angın

Eser Ölçüsü : 2 Adet 50X50 cm. Teknik:

Tuval üzeri yağlı boya

Eser Adı:

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, Bir orman gibi kardeşçesine (Nazım Hikmet)

Varoluş iki insanın aşkıyla başlar. O aşklar ki; gökyüzüne bahçeler kurdurur, kelebekler gibi dans ettirir. Sevgi tohumları ekmek isterdim, parsellemek yerine... Hep AŞK OLSUN diye... Işık olmak gerek!.. Aklını çelmek insanlığın, hep birlikte bu yolda yürümek, aydınlığa ulaşmak için... Hep AŞK OLSUN diye...

Resim ve Öykü: Ayla Angın İzmir

24


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 BİR FOTOĞRAF BİR SÖZ

Sen Savur çığlıklarını geceye. Ben Duyarım...

Fotoğraf ve Söz: Hatice Aydın Ankara

25


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 ŞİİR

SEN GİBİ, SANA BENZER

Sana şiirlerimi ezberledim bazı uyaklarını unutarak Ve bilerek hayatımın bir şair olduğunu Bazı mısralarını hiç unutmuyorum Sen gibi, sana benzer

Sana zevklerimi eşeledim bazı köklerimi kurutarak Ve görerek hayatımın bir ağaç olduğunu Bazı dallarımı hiç kurutmuyorum Sen gibi, sana benzer

Sana denizlerimi demledim bazı dalgalarını ufaltarak Ve bilerek hayatımın bir okyanus olduğunu Bazı diplerimi hiç buldurtmuyorum Sen gibi, sana benzer

26


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

Sana anlarımı duraksıyorum bazı şaşmalarımı gömerek Ve sezerek hayatımın bir gömü olduğunu Son definemi işaretliyorum Sen gibi, sana benzer

Sana acılarımı terliyorum bazı kabuslarımı uyutarak Ve bilerek hayatımın bir kavga olmadığını Bazı ağrılarım hiç dinsin istemiyorum Sen gibi, sana benzer

Sana yıldızlarımı ekiyorum bazı renklerini söndürerek Ve bilerek hayatımın bir evren olduğunu Uzayıma gökkuşağı üflüyorum Sen gibi, sana benzer Sana dinlerimi derliyorum bazı ayinlerini kırparak Ve bilerek hayatımın bir dua olmadığını Seni ilk tanrıçam seçiyorum. Sen gibi. Bana benzer.

Taylan Özgür Kumas İstanbul

27


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 ŞİİR

BUGÜN Günlerden bugün Dünden gelen gün İşte o gün Bugün

Gitme zamanı Yaşamak istiyorum Tarafınca yaşamak Toplumun inşasında

Kayıtsızlık yazgıcılıktır Görmezden edemiyorum İsyana yelken Düşteyim Yol aydınlık.

Mehmet Ali Tan Ankara

28


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

KÜLTÜR

29


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 YEMEK KÜLTÜRÜ

MAKEDONYA MUTFAĞI Bu sayımızda, Balkan coğrafyasının tüm tatlarını içinde barındıran Makedonya Yemek Kültürü ile yer alıyoruz.

uyumlu bir şekilde kombine edilerek sofralar hazırlanır.

Makedonya, Osmanlı’nın mirasını yüreğinde taşır. Balkanlar’ın tam kalbinde yer alan bu küçücük ülkenin topraklarında üzümden narenciyeye, zeytinden pirince, sebze ve tahıl çeşitlerinden hayvancılığa tarımın hemen her kolu yapılmakta. Ayrıca, ülkenin birçok gölünde tatlı su balıkçılığı da yapılıyor. Hem Akdeniz hem de Orta Avrupa iklimlerinin etkisi altında olan Makedonya’nın mutfağı da bünyesinde bu iki iklimin getirdiği çeşitliliği taşıyor.

Makedonların geleneksel yemek çeşitleri arasında kuzu etli güveçler, kebaplar, patates ve lahana yemekleri, çorbalar, içleri çoğunlukla kıymalı olarak hazırlanan dolma ve sarmalar ile tencere ve güveç yemekleri ile turşular öne çıkıyor. Sarımsağın, soğanın ve biberin ise apayrı bir yeri var. Makedon ekmekleri ve “pogacha” olarak telaffuz ettikleri poğaçaları da çok lezzetli. Makedonlar tatlı olarak çoğunlukla meyve salataları, pudingler ve sütlaç gibi hafif tatlılarla baklava, tulumba ve revani türü şerbetli tatlılar, helva ve kek çeşitlerini tercih ediyor.

Bol çeşitli, renkli, zevkli, hem göze hem de mideye hitap eden Makedon mutfağı için Balkan, Akdeniz ve Osmanlı mutfaklarının bir sentezi demek yanlış olmaz. Örf ve adetlerine düşkün Türk toplumu olarak Makedon Türkleri gelenek ve göreneklerini ölünceye kadar yaşar ve yaşatırlar. Bu muhteşem örf ve adetler, birlik ve beraberlik ile yüzyıllar boyunca devam ettirilmiştir. Makedonya yemek kültürü de oldukça geniş bir mutfak ile her zevke hitap etmektedir. Makedonyalılar kalabalık sofraları severler. Misafirperverdirler. Bu nedenle hemen her gece yemeğe misafirleri vardır. Misafir sofraları hazırlanırken şıklığa da önem verilir. Dantel ağırlıklı örtüler, beyaz iş peçeteler ve birçok ayrıntı birbiri ile

30


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

Makedon mutfağında sunumdan çok lezzet ve doğal malzeme kullanımı ön plana çıkıyor. Yüzyılların birikimiyle olgunlaşmış tarifler, kuşaktan kuşağa aktarılırken, Makedonlar da doğalarını şehirleşmeye kurban vermemekte direnmelerinin ödülünü lezzetli ürünler olarak alıyorlar.

Makedon mutfağı, gerek kırmızı et, gerekse kanatlılar ve av etlerinde cömert bir çeşitlilik sunuyor. Dana, domuz, kuzunun yanı sıra kaz, tavuk ve ördek gibi kanatlılar da yaygın olarak üretiliyor ve tüketiliyor. Etler yemeklik kullanımın yanı sıra diğer Balkan ülkelerinde de yaygın olduğu üzere tütsülenerek, kurutularak ve başka işlemlerden geçirilerek lezzetli şarküteri ürünlerine de dönüştürülüyor. Ülkede özellikle salata olarak bolca sebze tüketilse de tipik bir Makedon mönüsü, mutlaka bir veya birkaç et ürünü içeriyor.

Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Makedonları ağzının tadına çok düşkün insanlar olarak kaydederken, ülkenin özellikle kuzu kebabını ve balıklarını över. Dilleri, tarihleri, müzikleri ve yaşam biçimleri bakımından birçok ortak yöne sahip olan Makedon ve Türk halkları, mutfaklarında da kökeni çok derinlere uzanan bu kardeşliğin örneklerini yaşatmaya devam ediyor. Öyle ki, yemeklerin birçoğunun Türkçe söylenişi bile hemen hiç değişmemiş. Osmanlı’dan miras musakka, güveç, börek, baklava, tarator, dolma ve sarma, “shkembe chorba” dedikleri işkembe çorbası, tarhana ve “turli” şeklinde telaffuz ettikleri türlü gibi tatlar ve elbette boza ile Türk kahvesi, Makedon mutfağının temel taşları arasında yer alıyor. Osmanlı mutfağının başlıca özelliklerinden olan ancak bizde artık unutulmaya yüz tutan pilavlarda ve et yemeklerinde meyve ve kuru meyve kullanımı da Makedonya’da yaşatılmaya devam ediyor.

Tüm Balkan ülkeleri gibi Makedonya’da da köfte düşkünlüğü had safhada. Küçük restoran ve lokantalarda hızla pişirilip, “shopska” salatası eşliğinde sunulan çeşit çeşit köftelerden tatmanızı öneririz. Ohri Gölü ise son derece lezzetli alabalıklarıyla ünlü. Levrek iriliğinde, muhteşem bir lezzete sahip olan bu kahverengi alabalık çeşidi, göl çevresindeki restoranlarda farklı şekillerde servis ediliyor. Makedon mutfağı aynı çeşitliliğe süt ürünlerinde de sahip. “Sirenje” adını verdikleri leziz beyaz peynirler, meşhur Kaşkaval peyniri ve tütsülenmiş peynir çeşitleri ilk akla gelenler. Ancak ülkede peynircilik kültürü öyle gelişmiş ki, hemen her kasabaya, hatta köye ait özgün peynir çeşitleri bulunuyor. Türklerin getirdiği yoğurt da bu mutfağın vazgeçilmezleri arasında yerini almış.

Ayvalı, kuru kayısılı, vişneli birçok geleneksel tarife rastlamak mümkün. Ülkenin hemen her köşesinde Osmanlı varlığını görebiliyorsunuz. Tarihi Üsküp Çarşısı’nda yer alan küçük esnaf lokantaları, kırmızı biber ve lahana turşu- su eşliğinde güveçte kuru fasulyenin tadına bakmaya değer bir mekanlar olarak yer almakta.

Emel Üstündağ İstanbul

31


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 YER VE MEKAN

İSPANYA - KATALONYA İspanya'nın yerel içeceği “Sangria” yudumlarken, pantomim sanatçılarını ve rengarenk çiçekçileri izleyebilirsiniz.

Bu ay sizinle çok uzaklara gidiyoruz. Uzun zamandır görmek istediğim Avrupa'nın batı köşesi İspanya.

Nereye bakacağınızı şaşırarak dolaşırken meşhur Pazar La Boqueria'yı gezmeyi unutmayın. Her tür deniz ürününü burada görmek mümkün.

İlk durağımız Katalonya’nın başkenti, İspanyanın ikinci büyük kenti Barcelona. Burada gezilecek ve görülecek o kadar çok yer var ki. Öncelikle en çok merak ettiğim, bitmeyen kilise Sagrada Familia'ya (Kutsal Aile) çeviriyoruz rotamızı.

İster çiğ, ister pişmiş dilediğiniz deniz mahsulü ya da tropik meyvelerden oluşan tabağınızı alarak keyifli bir gezinti yapabilirsiniz. Benim tavsiyem bu caddenin sağında solunda bulunan dar sokakları kaçırmayın. Daracık ama belirli bir düzen içerisinde olan bu sokaklar keyfinize keyif katacak emin olun. Tabanlarınızın şişmesine aldırış etmeden yürüyün.

Barcelona'da bir çok eserine rastlayacağınız, ünlü Katalan mimar Antoni Gaudi'nin imzasını taşıyan bu yapıyı gördüğünüz anda büyülenmemek imkansız. 1882 yılında yapımına başlanmış olan ve yapımı hâlâ devam eden bu binanın dışı başka, içi başka büyüleyici. Bakmaktan bıkmayacağınız ilginç bir eser. Aklımızda neden hâlâ bitirilemediği soruları ile, Barcelona'nın kalbi sayılan Catalunya Meydanı’na iniyoruz. Burada bulunan La Rambla Caddesi, en ünlü caddelerden biri. Güney ucu meşhur Barselona Port Well Limanı’na çıkıyor. Caddenin sonunda ünlü denizci Kristof Kolomb'un heykelini görebilirsiniz. Cadde boyunca sağlı sollu kaldırım kafelerinde

Yine aynı sıra dışı mimar Gaudi'nin görev aldığı Park Güel'de ise masal dünyasına düşmüş gibi hissedeceksiniz. Kel bir tepeyi, zenginler için bir site haline getirme projesi başarısızlıkla sonuçlanınca burası UNESCO'nun koruması altına alınıyor ve muhteşem masal diyarı misafirleri için gezmeye

32


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

açılıyor. Benden söylemesi; sıra beklemek istemiyorsanız biletlerinizi önceden almanızı öneririm. Biletlerde yazan saate dakikası dakikasına dikkat ediliyor.

Granada deyince aklımıza ilk gelen El Hambra Sarayı'dır. UNESCO Dünya mirası listesinde yer alan saray, dışarıdan çok belli olmasa da, içeri girdiğinizde ihtişamı göz kamaştırıyor. Rehberimiz El Hambra Sarayı için "Yeryüzündeki Cennet" dediğinde içten içe gülmüştüm. Ancak bunun ne kadar doğru olduğunu Generalife, yani Cennet'ül Arif'i (Yazlık Saray) gezerken anladım. Huzur dolu bahçe; fıskiyeler, havuzlar, yürüyüş yolu boyunca rengarenk çiçekler nar ağaçları insana cennet bahçesinde dolaşıyormuş hissi veriyor. Saray içinde saraylar bulunduran El Hambra, İslamiyet’in düşmesi ile birlikte Hıristiyanlığa geçiyor. Her iki din kendi esintilerini bu saraya işlemiş. Her ikisi de bir birilerinin eserlerini bozmadan bugüne kadar korumuş ve günümüze taşımışlar.

Valencia

Kentin adı Latince güç anlamına gelen Valentina kelimesinden geliyor. Üçüncü büyük şehir olan ve farklı kültürlerin yerleşmesi ile birlikte oldukça renkli bir şehir Valencia. Pek çok kültüre ev sahipliği yapmış Valencia, tarihi ve modern binaları, sabaha kadar süren hareketli gece hayatı ile sizleri eğlenceye davet ediyor. Görkemli katedraller, tarihi binalar, bilim ve sanat merkezini gezebilir ve dar sokaklarda sokak sanatçıları ile birlikte eğlenip dans edebilirsiniz. Paella tüm İspanya'nın meşhur yemeği sayılsa da en güzelini burada tadabilirsiniz. Özellikle deniz ürünleri ile yapılmış olanı denenmeye değer.

Bahçedeki huzur ve içindeki yaşanmışlıkları düşünerek saraydan ayrılıyoruz. Yol boyunca muhteşem manzarayı izleyerek rotamızı Sacromonte'ye (Çingene Mahallesi) çeviriyoruz.

Granada

İspanya gezmekle, anlatmakla bitmez. Bir sonraki sayımızda kaldığımız yerden devam edeceğiz. Görüşmek dileğiyle sevgiyle kalın. Yasemin Bayındır İstanbul Endülüs'te Arapların Granada'dayız.

en

son

düşen

kalesi

33


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 SİNEMA

STANLEY KUBRICK Film çekmesi ve doğal olarak sinema kariyeri ise 1950’de başlar. 1955’de Killer’s Kiss ve 1956’da Killing ile Hollywood’un dikkatini çekmeyi başarır. Daha sonra Kirk Douglas’ın başrol oynadığı iki filmi, 1957’de Paths of Glory ve 1960’da Spartacus’u çeker. 1961’deki projesi ise Marlon Brando ile Tek Gözlü Jack’dir, fakat anlaşma bozulur ve Brando filmi kendi çeker. Sonraki dönemde ise boşanma sonrası Hollywood’a olan bağlılığı yitirir ve İngiltere’ye göç eder. İngiltere döneminde yaptığı filmlerin en önemlilerini tablo halinde veriyoruz. Kubrick’in olağanüstü filmleri yanı sıra, beni etkileyen en önemli özelliği sevdiğim romanlardan yaptığı başarılı uyarlamalardır. Genellikle gördüğümüz o ki, uyarlama filmlerde kitabın tadını alamıyoruz, ama bu Kubrick filmlerinde geçerli değil. Stanley Kubrick (1928-1999), ABD, New York doğumlu film yönetmeni, senarist, yapımcı ve aktör. Göçmen bir ailenin çocuğu olan Stanley’in kariyer öyküsü, on üçüncü doğum gününde babasının hediye ettiği bir fotoğraf makinesi ile başlar. New York civarında çektiği fotoğrafları bir arkadaşının karanlık odasında banyo eder ve dergilere gönderir. On yedi yaşına geldiğinde, dergide kadrolu bir fotoğrafçı olmuştur. KUBRICK’İN İNGİLTERE DÖNEMİNİN EN ÖNEMLİ FİLMLERİ FİLMİN ADI Lolita 2001: Uzay Yolu Macerası Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) Cinnet (The Shining) Full Metal Jacket Gözü Tamamen Kapalı (Eyes Wide Shut)

IMDB 7.6 8.3 8.3 8.4 8.3 7.3

34

YILI 1962 1968 1971 1980 1987 1999

OYUNCULAR SÜRE(dk) J.Mason, S.Lyon 153 K.Dullea, G.Lockwood 149 M.McDowell 136 J.Nicholson 146 M.Modline, A.Baldwin 116 T.Cruise, N.Kidman 159


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

Bu listede yer alan filmlerden Uzay Yolu Macerası dışındakileri içerdikleri şiddet, argo ya da cinsellik gibi unsurlar nedeniyle küçüklere tavsiye etmiyoruz.

gençler, şiddet üzerine kurulu yaşam, kara mizah ve özgür iradenin irdelenmesi, anti-kahramanlar. Uyarlamalarda bu durum nadir de olsa bu kez kitap da film de olağanüstü.

Gözü Tamamen Kapalı filmi çekimlerinden sonra başrol oyuncuları Cruise ve Kidman evlenmişlerdir. A.I. Artificial Intelligence (Yapay Zeka) filmi ise onun son projesiydi. Ancak 1999’da geçirdiği ani bir kalp krizi ile ölümü üzerine, 2001 yılında bu proje yakın arkadaşı Spielberg tarafından hayata geçirildi. Şimdi bu filmlerden dördünü birlikte inceleyelim.

Full Metal Jacket

Lolita

Tür: Dram, Savaş Amerikan Ordusu ve Vietnam Savaşı hakkında çok filmden farklı olarak Stanley Kubrick kendi bakış açısı ile yaklaşır. Filmin ortasına kadar askeri disiplinin, askerler üzerindeki etkisini işler. Devamında ise savaş alanına geçer ve savaşı hissederiz. Savaşın insanları nasıl değiştirdiğini anlatır.

Tür: Suç, Dram, Romantik

Gözü Tamamen Kapalı

Kubrick’in ilk önemli filmi, edebiyatın büyük ismi Vladimir Nabokov’un başyapıtından uyarlama. Kitaptan bir alıntı; "Lolita, hayatımın ışığı, ...ın ateşi. Günahım, ruhum, Lo-Li-Ta; Dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, Üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-Li-Ta." Nabokov bir mektubunda şöyle demiştir: “Lolita'yı okumaya karar verdiğinde, lütfen onun son derece ahlaki bir kitap olduğunu unutma.”

Tür: Dram, Gizem, Gerilim Stanley Kubrick’in tartışmalar yaratan filmi, Tom Cruise ve Nicole Kidman’ın kariyerleri için de önemli bir adım olmuştur. Evli bir çiftin psikoseksüel meceralarını, kabuslarla dolu bir hayal alemini ve filmin sonunda aralanacak yüksek gerilimli bir esrar perdesini içerir. Ustaca çekimler ve çarpıcı görüntüler ön plana çıkar.

Otomatik Portakal Tür: Suç, Dram, Bilim-Kurgu Anthony Burgess’in Türkçe çevirisi İş Bankası Modern Klasikler Dizisi’nden yayınlanan tanınmış kitabının uyarlamasıdır. Kitapta insanoğluna sistematik bir baskı ile onu otomatik işleyen bir makine haline getirebileceğinden ve en yüksek derece garipliklerden söz eder. Sokaklarda dehşet saçan

Gürcan Köftecioğlu İstanbul

35


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 PORTRE

RODRİGO’NUN GİTAR KONÇERTOSU Çok Sevgili BİR KİTAP BİN DOST Dergisi Okurları,

JOAQIN RODRİGO VIDRE

Bu ay sizlere benim de yeni öğrendiğim ve çok etkilendiğim bir konuyu yazacağım. Umarım beğenirsiniz.

22 Kasım 1902 de İspanya'nın Sagunto/Valencia bölgesinde doğdu. 3 yaşında difteriye yakalanarak görme yetisini kaybetti. Aile çocuklarının eğitimi için yollar ararken onu müziğe yönlendirirler. 8 yaşında solfej, piyano ve keman eğitimine başlayan küçük Rodrigo 16 yaşında armoni ve kompozisyon dersleri alır ama klasik İspanyol gitarını iyi çalamaz fakat beste yapmakta çok başarılı olur. 1925 de 22 yaşında orkestra için “Beş Çocuk” parçası ile İspanya ulusal ödülünü kazanınca yurt dışı eğitimi için burs kazanır ve Paris’e gider. 1927 yılında ünlü Ducas'la çalışır. 1929 yılında İstanbul doğumlu bir Türk kızı olan piyanist ve besteci Victoria Kahmi ile tanışır. Bu genç ve yetenekli Türk kızı onun üzerinde derin etkiler bırakır.

RODRİGO'NUN GİTAR KONÇERTOSUNUN MEYDANA GELİŞİNİN SEBEBİNİN BİR TÜRK BAYAN OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUNUZ?

. . .

. . .

36


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

Victoria Kahmi, 1905 ocak ayında İstanbul'da dünyaya geldi. Temel eğitimini İstanbul’da tamamlar ve Paris'e müzik için gider. 1929’da Rodrigo ile tanışır. 1933’de İspanya Valencia’da da evlenirler.

Aranjueles’i 1938’de taslak olarak bitirirler. İç savaşın bitiminde Madrid'e dönerler. 1940’da ilk defa icra edilen konçerto çok beğenilir. Allegro Con Sipirito, Adagio ve Allegro Gentile olarak 3 bölümde olan yapıt özellikle 2.bölümüyle tanınır. İspanyol folklorik müziğinin özelliklerini taşıyan konçerto hemen hemen her türlü çalgı aletiyle çalınabilmiştir.

Bu arada Avrupa’da siyaset çok karışıktır, yaşam huzursuzdur. Bu yüzden Paris’e giderler. Bir müddet Fransa ve Almanya'da kalırlar. Bu arada iç savaşla uğraşan İspanya'da savaşın 2. yılında İspanyol general Franco'yu destekleyen Almanya meşru hükümetin elindeki Guernica adlı kasabayı 28 uçakla bombalayarak tüm kasabayı yok eder. 1700 kişi ölür, 1000 kişi yaralanır. Bu arada Madrid hükümeti Paris'te sergilemesi için Pablo Picasso'dan vahşeti gösteren bir tablo yapmasını ister. Guernica katliamından çok etkilenen Picasso, 3,5 metre yüksekliğinde, 7,8 metre genişliğinde siyah beyaz bir tablo yapar ve bu tablo dünyada savaşı ve acıyı en iyi anlatan tablo olarak kabul edilir. Ve bu tablo Franco ölünceye kadar İspanya'ya giremez.

Müzik hüzünlü ve gizemli bir etkiyle çok kayıp verilerek kazanılan bir kavganın çaresiz ama gururlu dik duruşunu yansıtır. Gitar konçertosu ve diğer eserleriyle dünyanın dört bir tarafında konserler verirler. 1972’de Türkiye'ye gelip Ankara ve İstanbul'da konserler verirler. Mutlu ve başarılı hayatları 1997’de Victoria, 1999’da da Rodrigo'nun ölümü ile sona erer. Türk Milletinin bu konçertoyu bu kadar benimsemesinin nedeni; ülkesi uğruna canını vermekten kaçınmayan bir gencin, Deniz Gezmiş’in idama giderken istediği son şey olmasıdır.

Güniz Argun Küçükoğlu

Guernica bombardımanı Rodrigo'yu çok etkiler ve duygularını yansıtan bir beste yapmaya karar verir. Ve eşi Victoria kendi kariyerini bırakarak Rodrigo’nun çalışmalarını notaya ve yazıya geçirir. Concierto de

İzmir

37


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 KİTAP TANITIMI

TANRI’NIN TEMSİLCİLERİ alanında araştırma inceleme çalışmalarına başladı. Evli ve bir kız çocuğu sahibi olan Kutsal Topaloğlu halen İstanbul’da, Kadıköy ilçesinde yaşamaktadır. Yazarın; Bilgi Yayınları'ndan çıkan romanı “Tanrı'nın Temsilcileri” raflardaki yerini aldı. Atalar Kültü, Şamanizm ve Göktanrı Dini gibi üç inançtan ve bunların günümüzdeki etkilerinden yola çıkarak yazdığı bu ilk romanıyla ilgili yaptığı bir söyleşide yazar; Türkler, bilindiği gibi İslam öncesi birçok dine girip çıkmıştır, ancak bunlar içerisinde, Atalar Kültü, Şamanizm ve Göktanrı Dini çok önemli bir yer tutar. Bu inançlar geçmişte yaşanmış bitmiş, izleri silinmiş inançlar değildir. Bunlar, günümüzde başka başka inançların içinde, bilerek veya bilmeyerek hâlâ çok canlı bir şekilde yaşamaya devam etmektedir. İşte romanımın ana konusunu bu üç inanç ve bu inançların günümüze yansımaları oluşturmaktadır. Bu ana konunun yanında, eski Türklerde kadın ve aile, Türklerin Müslüman oluşu, Sümerler, Mezopotamya dinleri ve bunların bugünkü inançlarımıza etkileri, dinler tarihi ve şizofreni yan konularını da işlemeye çalıştım. Türkiye'de bu kadar geniş kapsamlı konuları, hem de roman formatında, bir arada işleyen ilk eser oldu diyerek romanın konusunu okurlar için kısaca özetlemektedir.

Avukat ve yazar Kutsal Topaloğlu 1968 yılında Adana’da, ilkokul öğretmeni bir baba ile ev hanımı bir annenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini babasının mesleği nedeniyle Anadolu’nun çeşitli yerlerinde tamamladı. 1993 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Avukatlık stajı ve askerlik görevinden sonra bir süre serbest avukatlık yaptı. Daha sonra hâkim-savcılık sınavını kazanarak İstanbul, Kadıköy Adliyesi ve Türkiye Adalet Akademisi’nde stajını tamamladı ve 1999 yılında Antalya Merkez Cumhuriyet Savcısı olarak atandı. Burada yaklaşık dört yıl çalıştıktan sonra Batman-Gercüş Cumhuriyet Savcılığı görevine başladı, ancak burada çok kısa bir süre çalıştıktan sonra istifa ederek İstanbul’a döndü. 2004 yılından 2010 yılına kadar İstanbul’da serbest avukatlık ve hukuk danışmanlığı yaptı. 2010 yılından sonra aktif avukatlığı bırakarak, eskiden bu tarafa çok meraklı olduğu dinler tarihi, mitoloji ve edebiyat

38


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

Romanı kısaca başarılı bir kurgu, ilginç bir konu, akıcı bir anlatım diye de tanımlayabiliriz. Roman; okurlarına Amerika’dan Erzurum'a, oradan Fırat Nehri boyunca Nemrut Dağı'ndan, Babil'den geçerek Basra Körfezi’ne kadar uzanan bir coğrafyada, iyi canlandırılmış roman kişileriyle heyecanlı, renkli, gerilim dolu bir macera yaşatıyor.

ruhunu kaybedeceğine ve hastalıklı bir kişiliğe dönüşeceğine inanılır. İnsanların bir ruhu varsa eğer, çiçeklerin, atların, köpeklerin, fillerin, kaplumbağaların ve tabiattaki her şeyin de az ya da çok bir ruhu vardır çünkü.” (syf, 181) "Eski Türklerde kadın çok saygıdeğerdi ve her zaman hayatın her alanında erkeklerle yan yanaydı. Konargöçer ve köylü erkeklerin en zengin olanının bile birden fazla eşleri, haremleri olmadı. Onlar hiçbir zaman Araplar gibi, kölelik ve cariyelik kurumunu

Çift başlı kartal, şamanik figürler, hayat ağacı, kurgu, merak, insanı içine alan bir anlatım, son dönem okuduğum en keyifli romandı. Tarihi seven biri olarak Osmanlı ve Türk İslam temalı kurgulardan artık cidden sıkılmışken serin bir nefes misali okudum. Kitabın kahramanı Joshua adında yirmili yaşlarda bir genç. Washington’da yaşıyor. Kötü seçimler, inancındaki zayıflık, tam delirme noktasına gelmek üzereyken ani kararla çıkılan yolculuk... Eski uygarlıklar, inançlar, Fırat nehri, gerilim ve aşk... Birçok tadı aynı anda alabileceğiniz lezzette bir kitap. Kitabı daha iyi tanıtmak amacıyla iki paragrafı aşağıda aynen aktarıyorum. “Bu inanca sahip olanlar, insan odaklı düşünmezler tabiatı. Her şeyin bir nimet olduğu, insan için yaratıldığı düşüncesi yoktur bu inançta. Koyunlar, insanların sofralarına pirzola olsun diye dünyaya getirmezler kuzularını. İneklerin insanlara süt sağlamak gibi bir derdi, katırların, develerin yük taşıma gibi bir hevesi yoktur. Kiraz ağacının tabaklara meze yetiştirmek değildir hedefi. Ancak bu, insanın ihtiyaçlarını tabiattan karşılamaması gerektiği anlamına da gelmez. Dengesi bozulmadan yararlanılmalıdır ondan. Hayvanların ve bitkilerin de amacı, aynı insanlar gibi üremek, soylarını devam ettirmektir. İnsanın ihtiyacından fazlasını tabiattan almaması gerektiğine, bu bilinci yitiren her insanın zamanla

benimsemediler. İbadetlerini, eğlencelerini ve matemlerini, kadın erkek hep beraber yaptılar. Hatta erkekler gibi savaşçı kadınları, komutanları vardı onların." (syf, 129) 422 sayfa kalın bir kitap olsa da bir çırpıda okuyacağınızdan eminim. İyi okumalar dilerim. Muzaffer Özkan Ankara

39


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 SÖYLEŞİ

NİLÜFER YAZGAN İlhan Özdemir: Dergimizin bu ayki söyleşi konuğu; Bir Kitap Bin Dost Grubunun onursal yöneticilerinden ve Bir Kitap Bin Dost Dergisi danışmanlarından sevgili Nilüfer Yazgan. Sevgili Nilüfer teyze bize kısaca kendinizi tanıtır mısın? Hangi yıl, nerede doğdunuz, doğduğunuz ev nasıl bir evdi? Nilüfer Yazgan: 14 Aralık 1933’de Bafra’da doğdum. Evimiz, eski bir Rum eviydi. Büyük odaları ve salonları vardı. Ev iki kat gibi görünüyordu ama aşağıda büyük bir bodrum vardı. Bodrumda çamaşırlık ve çamaşırlığın önünde yağmur sularının dolduğu bir sarnıç vardı. Mermer gibi bir çift direk ve direklerin üstüne oturduğu bir çıkıntı vardı. Çift merdivenle o sarnıcın üstüne çıkılıp öyle eve giriliyordu. Çok büyük belki de iki dönüm bahçesi olan çok güzel bir evdi. İÖ: Yaşadığınız mahalle ve o zaman ki yaşamınız nasıldı? Komşularınız ve mahalledeki komşuluk ilişkileri nasıldı? NY: Mahallede daha ziyade Selanik göçmenleri vardı. Selanik’ten gelip Bafra yöresine yerleşmiş olan insanlardı. Bunlar tütün ziraati yapıyorlardı. Tütün diziyorlar, tütün kırıyorlardı. Hevenkler yapılıp, kurutuluyor sonra da tonga denilen bir baskı aletine bastırılıyordu. Nasıl söyleyeyim size, hani bir keki dilimlersiniz ya, dikdörtgenler prizması gibi. O şekilde dilimlendikten sonra eksperler geliyordu. Onlar tütünün kalitesine bakıyorlardı, birinci kalite, ikinci kalite, ıskarta falan diye ayırıyorlardı. Bütün sene tütün ile uğraşılıyordu. Baharda bahçelere tohumlar ekiliyor, bunlar fide olduktan sonra da tarlalara ekiliyordu. Tütün ziraati çok zor ve çok meşakkatli bir iş, bütün sene çalışma isteyen bir şey.

İÖ: Aklıma bir şey takıldı şimdi. Bafra’da tütünle uğraşanlar Selanik’ten gelen göçmenlerdi. Peki o zamanlar Bafra’nın yerlileri yok muydu? Yoksa orada yaşayan insanlar bölgelere mi ayrılmıştı? Göçmenler bir mahallede, onlar başka bir mahallede mi oturuyorlardı? Arada bir husumet, ayrılık, gayrılık mı vardı? NY: Olmaz olur mu, vardı tabi. Bafra’nın yerlileri de vardı. Bizim onların mahalleleri ile aramızda mesafe vardı. Pek onlarla haşır neşir olmuyorduk. Onların ırmak boyunca sulak arazide bahçeleri vardı. Elma ve üzüm bahçeleri gibi. Benim ilkokul arkadaşlarım vardı ama ayrı mahallede oldukları için aramızda çok görüşmemiz olmuyordu.

İÖ: Peki onlar nasıl geçiniyorlar ve ne iş yapıyorlardı? NY: Onlar tütün tüccarlığı yapıyorlardı. Rejiler vardı, onlar gelip tütünlere bakıyorlar ve satın alıyorlardı.

40


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

İÖ: İlkokula başlamanız nasıl oldu? Nasıl hatırlıyorsunuz, heyecanlı mıydınız? Öğretmeninizin ismini ve okulunuzun ismini hatırlıyor musunuz? Örneğin, ilkokula, birinci sınıfa başladığınız ilk günü hatırlıyor musunuz? NY: Hangi yılda oluyor, 1933’ün sonunda doğduğuma göre, sanıyorum 1940 yılındaydı. Heyecanlı falan değildim. Zaten öğretmenlerin arasında büyüdüğüm için bana normal geliyordu. Ailede bir sürü öğretmen vardı ve aynı evde oturuyorduk. Öğretmen gayet normal bir kişiydi benim için, aynı bizim gibi bir kişiydi ama çok seviyordum. Birinci sınıfta, iki kardeş öğretmen vardı, hiç evlenmemişlerdi, bize ana gibi davranıyorlardı. Bizim öğretmenimizin ismi Şefika hanımdı. Kardeşinin ismi de Refika’ydı. Birinci sınıfa Gazi ilkokulunda başladım. Üçüncü sınıfta Merkez İlkokulu ondan sonra da Kızılırmak İlkokuluna gittim. Birinci sınıfa başladığımızda öğretmen herkes oyuncağını getirsin dedi ve oyuncaklarımızı getirdik. Oyun oynuyorduk. Bu kaç gün sürdü hatırlamıyorum. O zamanlar anaokulu yoktu ve anaokulu gibiydi aynı. Sanıyorum okula, sınıfa, birbirimize alışmamız için yapmıştı bunu.

İÖ: İlkokulla ilgili olarak hatırladığınız, sizi çok mutlu eden veya unutamadığınız bir olay var mı? NY: İnönü’nün gelişini hiç unutamıyorum, ona çiçek verdik. Amcamın oğluyla birlikte. O benden üç yaş küçüktü, onunla birlikte İnönü’ye çiçek takdim ettik. Bizim okulun hemen yanında ortaokul vardı, onun bahçesine gelmişti. Sanıyorum 1941 yılıydı. Ayrıca Erzincan depremini hatırlıyorum. Müthiş bir depremdi yerler yarıldı kulübeler içine girdi. Biz Bafra’daydık ve çok iyi hissettik o depremi. Kuzey Anadolu fay hattı yakın geçtiği için onu gayet güzel hissettik. Bahçelere çadır kurduk ve günlerce çadırlarda kaldık. Evimiz çok sağlamdı ama bacamız bahçenin ta sonuna uçtu, parçalarını oralardan topladılar. İÖ: Geldik ortaokula ve ortaokul yıllarına. Ortaokulu da Bafra’da okudunuz değil mi? Hangi ortaokulda okudunuz, ismini hatırlıyor musunuz? Ortaokul ile ilgili hatırladıklarınız ve söyleyecekleriniz neler? NY: Evet Ortaokulu Bafra’da, Bafra Ortaokulunda okudum. Ortaokulda fen dersleri ve sosyal dersleri vardı. Yıl sonunda hepsinden ayrı ayrı imtihana giriyorduk. Ortaokul bitirmede de hepsinden ayrı ayrı imtihana giriyorduk. Laboratuvarlarımız vardı, amfi salonu, fizik kimya salonlarımız vardı. Öğretmenlerimiz çok kaliteliydi. Ortaokul bitirmelerde üç dersin; Matematik, Türkçe ve Fen Bilgilerinin soruları Ankara’dan geliyordu. Hocalar bile bilmiyorlardı soruları ve o anda zarflar açılıyordu. İÖ: Ortaokuldan sonraki yıllar? Liseyi Bafra’da mı okudunuz? NY: Ortaokuldan sonra öğretmen okulu sınavlarına girdim. Bafra’da lise olmadığı için Konya’ya gittim. Gündüzlü okudum, nehari yani... Yatılı da vardı, leyli meccani ama benim ki doğrudan doğruya gündüzlüydü. İÖ: Konya’ya babanızın işi nedeniyle mi gittiniz? NY: Hayır dedemin işi nedeniyle Konya’ya geçtik. Dedem; müdde-i umumiydi, bugün ne oluyor, şey yerine geçiyor o? Neyse girerseniz bulursunuz ne olduğunu. (Müdde-i Umumi: Savcı) Dedemin işi nedeniyle oraya yerleşmişler. Amcamlar da Konya’da oturuyorlardı. Amcamlar öğretmendi ve ben de onların yanına gittim, orada kalıyordum. 1951-1952 seneleriydi. Okuldaki arkadaşlarımı unutamıyorum, çok güzel bir ortamımız vardı. İÖ: Okul yıllarını konuştuk. Şimdi biraz da okul dışında ki yaşantıdan, yaşananlardan ve olaylardan

İÖ: O zamanlar öğretim nasıldı? Önce harfleri mi öğrendiniz yoksa heceler, kelimeler ve cümlelerle mi başladınız? NY: İlk önce çizgilerle başladık. Yatay, dikey, sağa sola eğik çizgiler çiziyorduk. Çizgileri çok iyi hatırlıyorum çünkü sayfalar dolusu yapıyorduk. Hatta evde bile çizgi çizme ödevlerimiz vardı. Bu harflere alıştırma için yapılan bir şeydi. Daha sonra harflere geçtik ama önce büyük harflerdi. Galiba üçüncü sınıfta değişti ve küçük harfleri yazma ve birleştirmeye geçtik.

41


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

konuşalım. Bildiğim kadarıyla siz çok fazla kitap okuyan ve okumayı çok seven birisiniz. Bu kitap okuma aşkı ne zaman ve nasıl başladı? Kitap okurken belirli bir kitap türü ayırıyor musunuz? Ve ilk okuduğunuz kitabın ismini hatırlıyor musunuz? NY: Babam Galatasaray Lisesi mezunuydu. Bir süre yedek öğretmenlik yapmış. Amcamlar, halam, yengelerim hep öğretmendi. Ben öğretmenlerin arasında büyüdüm. Babam da annem de çok okuyordu, kitaplara çok düşkündüler. Babam ve annemin okuduğu kitabı alıyordum ve akabinde ben okuyordum. Kitabı önce babam okurdu, sonra annem okurdu ve ondan sonra da ben okurdum. Yaz günleri dışarıda oynamadığım zamanlarda odamızda uzanırdım ve kitap okurdum. Ben daha ilkokuldayken başladım kitap okumaya. Bütün dünya klasiklerini okuyordum. Çoğu yerini anlamıyordum ama sonradan çözüyordum. Babam, annem neyi okuyorsa ben de onlar kitabı bitirdikten sonra alıp, onu okuyordum. O çağlarda anlayıp, anlamamam önemli değildi, okuyordum. Ama daha sonraları anlamaya başladım. Hiç unutmuyorum, annemin okuduğu “Pardayanlar” diye bir seri vardı, on-on iki kitaptı o, hepsini hatmettim, çok hoşuma gidiyordu. [Pardayanlar, Michel Zevaco’nun yazdığı 10 ciltlik, klasikler arasında yer almış bir eser. Serinin kahramanı Şövalye Pardayan (Pardaillan) ortaçağ Fransa’sında yaşayan usta bir silahşor. Gerektiğinde Fransa kralı karşısında bile sözünü sakınmayan, zor durumda birini kurtarmak için onlarca kişinin

karşısına korkusuzca dikilen gözü pek bir şövalye. (İ.Özdemir)] O zamanlar kese kağıtlarını açıyor ve okuyordum. Bakın şimdi şey aklıma geldi, ben halamlarda kaldım bacağım alçıdayken. Orada Vural abim vardı, halamın büyük oğlu. Onun kitapları vardı. Yatıyorum ya, başka bir şey yapamadığım için halam onu sürdü önüme, koca bir sandık kitap. Ben onları okuya okuya hepsini bitirdim. Ne bulduysam, elime ne geldiyse okudum. İlkokul birinci sınıfı bitirip, okuma yazmayı öğrendiğim seneydi. Sanıyorum 1940 yılıydı. Gözlerim elverse halen kitapları hatmedeceğim ama... Şimdi biraz rahatsız oluyor gözlerim, ameliyatlı. İlkokul çağında savaşlarla ilgili, kazanılan zaferlerle ilgili kitaplar hoşuma gidiyordu. Ondan sonra daha ziyade tarihi şeylere merak sardım, arkeolojiyi çok seviyorum. Hani öyle bir üniversiteye gitme durumu olsaydı herhalde arkeolojiyi seçerdim. Halen ilgimi çeker, belgesel programları falan... İÖ: Belki bir başka söyleşi de bundan sonrasını dinleriz artık sizden. Her şey için çok ama çok teşekkür ediyorum. Ben bu söyleşiden büyük bir keyif aldım sanıyorum okuyucularımızda aynı keyfi alacaklardır. Bu arada unutmadan, doğum gününüzü kutluyor size sevgi, sağlık ve mutluluk dolu çok güzel bir yaş diliyorum. İlhan Özdemir İstanbul

ŞAMAN ÖĞÜTLERİ Tüm gücünle diğer insanlara yardım etmeye çalış. Eğer mutluluk veremiyorsan en azından zarar verme. Bir hayale ulaşmak için bazen tüm gereken bir adım atmaktır. 42


www.birkitapbindost.com

AralÄąk 2017

SANAT

43


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 RENG-İ SU

Burhan Ersan Muğla

44


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 EBRU

Emel Üstündağ İstanbul

45


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 RESİM

Tanya Doncova İstanbul

46


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 RESİM

Güniz A.Küçükoğlu İzmir

47


www.birkitapbindost.com

AralÄąk 2017 RESÄ°M

Aneta Hasani Kosova

48


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 RESİM

Soltan Soltanlı Azerbaycan

49


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 RESİM

Selma Top İzmir

50


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 RESİM

Nilgün Altan Ankara

51


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 RESİM

Özen Araser İzmir

52


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 RESİM

Adamou Tchiombiano Nijer

53


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 RESİM

Emel Üstündağ İstanbul

54


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 FOTOĞRAF

Yasemin Bayındır İstanbul

55


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017

FOTOĞRAF

Aziz Dur İstanbul

56


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 FOTOĞRAF

Eren Demir İstanbul

57


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 FOTOĞRAF

Hüseyin Kekiç İstanbul

58


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 FOTOĞRAF

Necmi Tekin Ankara

59


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 FOTOĞRAF

Şengül Yılmazkaya İstanbul

60


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 FOTOĞRAF

Tijen Köftecioğlu İstanbul

61


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 KARİKATÜR

Mehmet Saim Bilge Ankara

62


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 KARİKATÜR

Aşkın Ayrancıoğlu Sinop

63


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 KARİKATÜR

Raşit Yakalı İstanbul

64


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 KARİKATÜR

Eren Sönmez Karabük

65


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 KARİKATÜR

Uğur Pamuk Ankara

66


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 KARİKATÜR

Adriana Mosquera İspanya

67


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 KARİKATÜR

Ali Al Sumaikh Bahreyn

68


www.birkitapbindost.com

Aralık 2017 KARİKATÜR

J. Bosco Brezilya

69


Aneta Hasani

AYIN DOSTU Aneta Hasani 18 Kasım 1992'de Mitroviça Kosova'da dünyaya geldi. Yaşamı boyunca resim yapmayı hep sevdi.

Kosova

FRIEND OF THE MONTH Aneta Hasani was born on November 18, 1992, in Kosovo, Mitrovica. She loved to paint during her life. In 2010, Aneta moved to Pristina where she started the journey of being an Artist Painter. She did in the paintings and paying attention to the study portrait and in particular she was passionate to paint the naked bodies in particular the male body, "naked Grotesque". In 2011, Aneta began attending the classes of art to study Painting, at the Faculty of Arts, University of Pristina. After that she worked on new paintings. In what would be seen as the first work to represent Aneta’s break from the realist style, the painting symbolically captures intense emotion on the canvas—specifically depicting her feelings about the death of her Dad nearly fifteen years earlier. She has realized two personal exhibitions and participated 42 collective exhibitions.

Aneta, 2010 yılında Priştine'ye taşınarak resim sanatçısı olma yolculuğuna başladı. Resimlerinde portre çalıştı ve özellikle çıplak bedenler, erkek vücudu, "çıplak Grotesk" çalışmalarına önem verdi. 2011 yılında Aneta, Priştine Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü'nde resim derslerine başladı. Bundan sonra yeni tablolar üzerinde çalıştı. Aneta'nın gerçekçilik tarzından kopuşunu temsil eden ilk eser olarak görülen resim, sembolik olarak tuval üzerine yoğun duyguları yakalar - özellikle on beş yıl önce babasının ölümü hakkındaki duygularını betimler. İki kişisel sergi açmış ve 42 toplu sergiye katılmıştır.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.