İÇİNDEKİLER
KÜNYE BİR KİTAP BİN DOST Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi
3 ______________ Editörün Gözünden/İlhan Özdemir 4 ________________________________ Yayın İlkeleri 5 ________________________________ Hakkımızda 6 __________ 12 Nolu Gözlem Odası/Muzaffer Özkan
Haziran 2017
8 _______________________ Düşün ki/Ebru Dişiaçık
Yıl: 1 Sayı: 1
9 _____________________ Dozu Aşma/Aynur Karataş 10 ____________ Güzel Bir Gezinin Ardından/Aziz Dur
Genel Yayın Yönetmeni ve
12 ________________________ Ebru/Selahattin Ercan
Yazı İşleri Müdürü
13 __________________ Muhtemelen / Hüseyin Kekiç
İlhan Özdemir
14 _______________ Aileleri Tarafından…/Aynur Sayım
ilhozdemir@birkitapbindost.com
16 __________________ Borderline Kişilik…/Zehra Erol L7 ____________ Bir Fotoğraf Bir Öykü/Hüseyin Kekiç
Editör İlhan Özdemir
18 _______________ Bir Nefes İstanbul/Gülten Kaptan 19 _______________________ Mayıs/Attila Meraküm 20 ____________________ Söyleşi/Gürcan Köftecioğlu
Yayın Kurulu Emel Üstündağ Gürcan Köftecioğlu Muzaffer Özkan Yasemin Bayındır
23 ____________________ Portre/Güniz A.Küçükoğlu 24 _________________ Yemek Kültürü/Emel Üstündağ 26 ________________ Yer ve Mekan/Yasemin Bayındır 28 ________________________ Kitap/Muzaffer Özkan 30 ___________________ Sinema/Gürcan Köftecioğlu 31 ______________________ Reng-i Su/Burhan Ersan
İletişim info@birkitapbindost.com
32 ________________________Ebru/Emel Üstündağ 33-40______ Resim/Sibel Yıldırım-Güniz A.KüçükoğluFunda Kantaroğlu-Özen Araser-Sema Güngör-
Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz Kullanılamaz
İlgen Demir-Metin Selçuk-Emel Üstündağ 41-47 _________ Şengül Yılmazkaya-Asuman Gündüz-
@2017
Hayriye Duranlı-Hüseyin Kekiç-Tijen KöftecioğluAyla Gözneli-Emel Üstündağ 48 __________________Karikatür/Mehmet Saim Bilge
2
EDİTÖRÜN GÖZÜNDEN
Tüm gönül dostlarına; Merhaba... Bu aydan (Haziran 2017) itibaren, sesimiz, soluğumuz yettiği ve sizlere ulaşabildiğimiz sürece her ay “Bir Kitap Bin Dost Dergisi” olarak, yeni bir dergi ve yeni bir sesle karşınızda olacağız. Bir Kitap Bin Dost Dergisi olarak bizler: Kültür, Sanat ve Edebiyat alanında bugüne kadar sırt çantalarımızda biriktirdiklerimizi çıkarıp, ortaya döküp, sizlerle paylaşmak, sizlerin de heybelerinizde olan ve paylaşmak istediklerinizin açığa çıkmasını sağlamak amacıyla yola çıktık. “Çıktığımız bu yolda yarının rüzgârında uçup gidecek günlük heveslere kapılmayan herkesi doğal yoldaşımız kabul ediyoruz.” Bir Kitap Bin Dost Dergisinde sizlerin; “Bir Kitap Bin Dost Sitesi”ndeki güzel paylaşımları ile tanıdığınız tüm dostlar yine var ve tabi ki aramıza yeni katılacak dostlarda olacak. Bir Kitap Bin Dost Dergisi olarak bizim: Ne, neden, nerede, nasıl soruları gündemimizin baş köşesinde oturacak her zaman. Konuşacağız hiç durmadan. Ölesiye sorgulayacak, kıyasıya sevecek, hiç durmadan yürüyeceğiz bu yolda. Siz de hayatı daha iyi anlamak ve insan dünyasında farklı bakış açıları yakalamak istiyorsanız bize katılabilirsiniz. Herkese yararlı olması dileğiyle… .
.
.
Bir Kitap Bin Dost dergisinin haziran ayı sayısına emeği geçen ve dergiye katkıda bulunan tüm dost ve arkadaşlara çok teşekkürler. İyi ki varlar ve iyi ki bizimle birlikteler. Önümüzdeki ay, temmuz sayısında görüşmek dileğiyle…
3
YAYIN İLKELERİ
Bir Kitap Bin Dost dergisi: Haziran 2017’den itibaren "birkitapbindost.com" adresinden yayın yapan bağımsız bir çevrimiçi (online) edebiyat dergisidir. Bir Kitap Bin Dost'un amacı, edebiyat dergiciliği sektöründeki tabuları sorgulamak ve bilinçli bir kamuoyuyla bunları aşmaktır. Vizyonu, okuyucularında edebi sorumluluk algısı geliştirip, hizmet ettiği sektöre (edebiyat dergiciliği) olumlu yönde katkıda bulunmaktır. Önemsediği temel ilkeleri ise; özgün, sürekli, TDK kurallarına uygun bir edebi içerik (ler) oluşturmaktır. Dergide, olması gereken düzeyi sağlamak adına ve derginin kurumsal imajını korumak koşuluyla; edebiyat, kültür, sanat ve yaşam ile ilgili ürünler yayımlanır. Bir Kitap Bin Dost dergisi, insandan ve insanın geleceğinden yana bir yayın politikasından yanadır. Bir Kitap Bin Dost dergisine gönderilen yazılar, şiirler, resimler, karikatürler, fotoğraflar, vb. ürünler yayımlansın ya da yayımlanmasın iade edilmez. Bir Kitap Bin Dost dergisinde yayımlanan yazılarda ve paylaşılan ürünlerde öne sürülen görüşler yazının ve eserin sahibini (yazarı) bağlamaktadır. Bir Kitap Bin Dost dergisinde yayınlanan yazılar, şiirler, resimler, fotoğraflar, vb. ürünler daha önce yayın veya elektronik ortamda yayınlanmış olabilir. Yazı bir kaynaktan alınmışsa yazar ya da editör tarafından kaynak belirtilmesi veya yazının sonunda (Alıntı) diye belirtilmesi gerekir. Tartışmalı yazılar ve ürünler yayından kaldırılır. Bir Kitap Bin Dost dergisinde yayımlanan yazı ve ürünler kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Emeğe saygı amacıyla yazının bütünü kopyalamak yerine linklerin, Facebook ve Twitter gibi sosyal medya alanlarında paylaşılmasını veya alıntılar yapılmasını rica ediyoruz. Bir Kitap Bin Dost dergisine gönderilen yazılar TDK Yazım Kılavuzu’na (kısaltmalar dahil) uymalıdır. Yazı Kurulunca, yazının bütünlüğünü bozmamak kaydıyla ilgili yazıda düzeltmeler yapılabilir. Bir Kitap Bin Dost dergisine gönderilen/gönderilecek yazılar, bilgisayar ortamında hazırlanarak, e-posta yoluyla (birkitapbindost@gmail.com) dergiye gönderilmelidir. Bir Kitap Bin Dost dergisinde yayımlanması için gönderilen yazıların, şiirlerin ve diğer ürünlerin tüm yayın hakkı ilgili yazının yayınlanmasından sonra Bir Kitap Bin Dost dergisine aittir. Yazar, yayınlanan yazıyla ilgili değişiklik yapılması veya yazının kaldırılması gerektiğiyle ilgili dergiye başvuruda bulunabilir. Bir Kitap Bin Dost dergisine gönderilen yazılı ve görsel içerik için dergimiz içerik sahibine herhangi bir telif ödemez. Bir Kitap Bin Dost dergisi gönüllülük esasına dayanan bir edebiyat, sanat ve kültür platformudur. Bir Kitap Bin Dost dergisinde köşe yazısı niteliğinde fikir beyan eden yazılardan Yazı İşleri Müdürü ve/veya Yayıncılar sorumlu değildir. Köşe yazılarındaki fikirler, yazarların kendi kişisel düşünceleri olduğu için yasal sorumluluk ilgili yazarlara aittir. Bir Kitap Bin Dost dergisi, bu internet sitesinde yer alan bütün hizmetleri, sayfaları, bilgileri, görsel unsurları önceden bildirimde bulunmadan değiştirme ve yayından kaldırma hakkını saklı tutar. Tüm soru, öneri ve şikayetleriniz için birkitapbindost@gmail.com adresini kullanabilirsiniz. Bir Kitap Bin Dost dergisi, paylaştığınız hiçbir e-postayı yasal zorunluluk gerektirmedikçe başka mercilerle paylaşmaz. Basın bültenleri için lütfen tarafımızdan onay alınız. Bu adresi lütfen ticari ve reklam amaçlı listelere eklemeyiniz. Bir Kitap Bin Dost dergisine yazı ve ürün gönderen kişiler yukarıdaki yayın ilkelerini ve içerik politikasını kabul etmiş sayılır. BİR KİTAP BİN DOST DERGİSİ YAYIN KURULU
4
HAKKIMIZDA
Tüm gönül dostlarına; “merhaba.” Bir Kitap Bin Dost olarak, yeni bir dergi ve yeni bir sesle karşınızdayız. Aslına bakarsanız, dergicilikle ilgili olarak çok fazla bir bilgimiz ve deneyimimiz yok. Ama korkmuyoruz ve bu konuda başarılı olacağımızı da düşünüyoruz. Neden mi? Çünkü inandığımız ve savunduğumuz bir şey var, o da; İNSAN… Bu yola çıkma amacımız; hayatın içerisinden insanı bulup onu layık olduğu değere çıkartma. Ulaşabildiğimiz her insanın hayatında ayrı bir güzellik kapısı açmak, gerçek dost arayan, gönülden dertleşmek isteyen, sevginin gerçek bir değer olduğunu düşünen ve içindeki tüm güzel değerlerin dış dünyada bir karşılığı olması gerektiğini düşünenler ile birlikte aynı yolda yürümek istiyoruz. Bizler, bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm güzellikleri bu derginin sayfalarında gün ışığına çıkarmak istiyoruz. Konuşmak, dertleşmek, bu sayfalarda bizi biz yapan değerlerle yüzleşmek için buradayız. Yeni bir dergi olmanın getirmesi gereken tüm yenilikleri gücümüzün yettiğince buraya taşıyacağız. Bunu gerçekleştirmek için, heybemizde ne varsa dökeceğiz. Ne, neden, nerede, nasıl soruları gün-demimizin baş köşesinde oturacak her zaman… Konuşacağız hiç durmadan… Ölesiye sorgulayacak, kıyasıya sevecek, hiç durmadan yürüyeceğiz bu yolda. Siz de hayatı daha iyi anlamak ve insan dünyasında farklı bakış açıları yakalamak istiyorsanız bize katılabilirsiniz. Bu dergiye emeği geçen herkesin, emeğine sağlık. Herkese yararlı olması dileğiyle…
Bir Kitap Bin Dost Yayın Kurulu
5
12 NUMARALI GÖZLEM ODASI
Peyami Safa’nın 9'ncu Hariciye Koğuşu adlı romanını
çekilen ultrasondan sonra durum anlaşılmıştı. Safra
lise yıllarında okumuştum. Kitabı okul
kesesinden düşen bir taş kanalda iltihaba neden
kütüphanesinden almış, okumaya başlamış ancak bir
olmuştu. Doktor bağladığı serumdan sonra “bu ilaçlı
türlü bitirememiştim. Hatta bir ara yarım bırakarak
serum seni biraz rahatlatacak, hemen tam teşekküllü
kitabı teslim etmiş ancak daha sonra tekrar alarak
bir hastaneye gitmen gerekiyor” sözü durumu
zoraki de olsa tamamını okuyabilmiştim. Kitaptaki ağır netleştirmişti. hastalık ve hastane betimlemeleri beni derinden
Çankaya’dan Kızılay’a doğru araçla yol alırken hangi
etkilemişti. Belki de bu yüzden hastaneler bana hep
hastaneye gideceğimize daha karar vermemiştik.
soğuk gelmiştir. Bugüne kadar temel bir sağlık
Beni götürenler Başkent Hastanesini önerirlerken
sorunu da yaşamadığım için meslek yaşamımda
benim kafam ise karışıktı. Son yıllarda hızla artan özel
zorunlu sağlık testleri dışında hastanelerden hep uzak hastanelerde sağlığın ticari bir meta olarak görülmesi durmuşumdur. Ta ki o sabah karnımdaki dayanılmaz
benim düşüncelerime tersti. Buna karşılık kamu
sancı ile uyanana dek.
hastanelerinde ise yetersiz alt yapı ve aşırı
Karnıma sanki bir bıçak saplanmıştı. Bu acı yetmezmiş yoğunluktan hastalar yeterli ilgiyi göremiyorlardı. gibi bıçak kanırtılarak acı katmerleniyordu. Ağrı
Son anda kararımı kamu hastanelerinden yana
eşiğim olabildiğince yüksek olmasına rağmen bu
kullandım ve Yüksek İhtisas Hastanesinin aciline
şiddette bir ağrı ile mücadele etmekte zorlanıyordum. yöneldik. Karnımdaki ağrı sırtıma vuruyor, soğuk terler
Acildeki doktorlar, elimdeki kan testi ve ultrason
döküyordum. İçtiğim bir bardak suyu midem kabul
raporunu görünce hemen acil odasında tekrar kan
etmemiş, çıkarmak zorunda kalmıştım.
alarak serum bağladılar. Kan sonucunun çıkmasını
Güç bela işyerine gelip, yakın bir özel hastanenin acil
beklemek üzere koridordaki koltuklardan birine
servisine kendimi zor attım. Yapılan kan testi ve
oturtarak izlemeye aldılar. 6
Hastanenin acil kısmı üç bölümdü. İlki, altı yataktan
izin vardı. Bu süre içinde yoğun bir antibiyotik tedavisi
oluşan acil müdahale kısmıydı. Gelen hastalara ilk
ile vücuttaki enfeksiyon önlendi. Her sabah alınan kan
müdahale burada yapılıyor, duruma göre izlemeye
ile sonuçlar devamlı takip edildi ve onuncu günün
alınanlar koridordaki koltuklara alınıyordu. İkinci
sonunda kan değerleri normale yaklaştı. Bu arada kan
bölüm ise resisütasyon odasıydı. Üç yataklı bu odaya
değerlerinin yüksek (H) veya düşük(L) olabileceğini
başlangıçta bir anlam verememiştim. Ancak daha
biliyordum. Burada yeni bir şey daha öğrendim. Bazı
sonra resisütasyonun kelime anlamının yeniden
durumlarda kan değerleri riskli (R) de olabiliyormuş.
canlandırma olduğunu öğrenince taşlar yerine
On günlük hastane macerası kan değerlerinin normale
oturmuştu. Zaten koridordaki kırmızı oklar da
yaklaşması ve doktorların tekrar aynı durumla
doğrudan bu odaya gidiyordu. Hatırladığım kadarıyla
karşılaşmamak için en kısa zamanda safra kesesi
sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal Çankaya
ameliyatı önerisiyle, vermiş olduğum 5 kilo ile fit bir
Köşkünde kalp krizi geçirdiğinde buraya getirilmişti.
şekilde şimdilik son buldu.
Herhalde ilk müdahale şu anda önündeki koltukta
Son söz; sağlık her şeyin başı, Kanuni Sultan
beklediğim bu resisütasyon odasında yapılmıştı. Acilin
Süleyman’ın dediği gibi “halk içinde muteber bir nesne
üçüncü bölümü ise on iki yataktan oluşan gözlem
yok devlet gibi olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat
odasıydı. Koridordaki izlemeye alınan hastalardan
gibi” günümüz Türkçesiyle; hayat, sevinç ve
takibi gerekenler gözlen odasına alınıyor ve takibi
mutlulukla, acı ve sıkıntılarla iç içe yaşanır, pek çok dert
burada devam ediyordu. Tabii gözlem odasında boş
ve sıkıntı insanın karşısına çıkabilir ancak bütün bu
yatak bulunursa.
problemler sağlık kadar önemli değildir, tek bir nefesin
Koridorda koltuk üstünde üç gündüz ve iki gece
bile değeri bilinmelidir, bütün dünya insanın olsa bile
geçirmiş, sürekli açılıp kapanan kapıdan kaynaklanan
sağlık olmayınca hiçbir önemi yoktur.
cereyan yüzünden iyileşeceğime üstüne üstlük bir de gribal enfeksiyon başlamıştı. Üçüncü gece doktorla
Muzaffer ÖZKAN
yaptığım görüşmede bir gece daha koridorda kaldığım
Ankara
takdirde zatürreye yakalanma ihtimalini yüksek olduğunu, bu gece için izinli sayılmamı talep ettim. Anlayışla karşıladı ve sabah saat yedide hastanede olacak şekilde idari izin verdi ve ertesi gün de ricamız üzerine boşalan on iki numaralı gözlem yatağına geçmemizi sağladı. On günlük tedavinin ilk dört gününde herhangi bir şey yeme ve içme yasaktı. Sadece serumla beslendim. Ağzım çok kuruduğunda doktorlar birkaç damla ile dudaklarımı ıslatmama müsaade ettiler. Sonraki günlerde ise sadece yağsız ve tuzsuz çorba içmeme 7
DÜŞÜN Kİ...
Düşün ki, dört duvar kaplamış her bir yanını. Sessiz
Gidişat bir kör düğümdür.
çığlıkların çarpıyor, sonra da başladığı yere geri dönüyor.
Üşüyen bedenlerimize inat gece ve gündüzle baş ederken, güneş en alımlı hali ile çıkıverir. Gelin gibidir.
Düşün ki, bir kuyunun içindesin. Işığa kenetlenen
Süzülür, süzülür, süzülür...
gözlerin gün sayıyor. İşte o vakit akıntıya kürek çeker iç sesin. “Hadi! Hadi! Düşün ki derim ya üstüne basa basa! Fakat
Hadi!” diye çırpınırken gülümsersin.
düşünemeyiz ki, kaynar sular başımızdan aşağı dökülmedikten sonra!
Bir kuşluk vaktidir. Düğümleri bir bir çözülen iplerin kainata bezenmiştir.
Zordur düşünmek. Düşüncenin kıyı şeridinde gezinmek, dişe dokunur yanları ile bütünleşmek. Bu
Hadi şimdi düşün...
vakitler mevsimler ışık tutar yorgun düşmüş kalbimize. Önce sessizce dinler, sonra dört mevsim hallerini bir çırpıda döker.
Düşün ki, gölgen aralanan kapılardan süzülmeden önce benliğine kilitlensin.
Bazen kara bulutlar arşınlar göğü, bazen yağmur
Ebru Dişiaçık
damlaları iner, bazen ise kar taneleri düşer. Sel çıkar,
İstanbul
tufan olur, rüzgar en katmerli yanlarını savurur.
8
DOZU AŞMA
Editörüm kurgulu yazı istiyor. Benim hayatım zaten hep kurgu. Hayaller birer kurgu, istekler birer kurgu. İyi düşünsen kurgu, kötü düşünsen kurgu. Aldı başımızı bu kurgu dünyası gidiyor.
Basmane’den. Hayal kuruyorum… Hayalde sınır yoktur. Trenden indi, karşıya geçti… Dakikaları sayıyorum. Yokuşu çıktı, evin kapısına geldi. Kalbim pır pır… Tık tık tık… Gecenin sessizliğinde pencerem çalınıyor... Açıyorum, yolcum karşımda… Mucize. Sıra dışı olaylarla kurgulanmış film, bakıyorsunuz Eskişehir-İzmir… Işınlanıyor mübarek. Peşpeşe gerçek olmuş. Son zamanlarda akla gelmeyecek çocuklarım oldu. Yeter artık dedim kafamda. Artık sandığımız olaylar; önce beyaz perde de, sonra dünya çocuk istemiyorum, onun yerine hasta olmaya razıyım sahnesinde oynuyor. Hepimiz birer aktrist, hepimiz dedim. Hakikaten oldum, kökten çözüm! Ameliyat, birer aktörüz artık. vallahi ölümden döndüm. Korkuyorum artık bu hayallerden, kurgulardan. Ne geldiyse başıma hep bu kurgulardan geldi. Tütüncü kızıyım ben, yemyeşil denizlerin ortasına doğmuşum. Ama özlemim hep masmavi denizler oldu. Deniz kenarındayım şimdi. Hep okumayı istedim, babam beni ilkokuldan sonra terzi yapmak istedi. İşte bu da onun kurgusu. Ama öğretmenim bu kurguyu bozdu beni okula gönderdi. Güzel güzel okurken, karşıma çıkıveren oğlan aklımı başımdan aldı… Bu da semavi bir kurgu. Bende hayal üzerine hayal, kurgu üzerine kurgu. Hayal ediyorum, bir bakıyorum karşımda. Sanki Alaaddin’in lambasından çıkıyordu. İzmir, Akhisar adeta komşu kapısı oldu. Askere gitti yine aynı. Kafada kurgu, şipşak karşımda. Son trenin sesini duyuyorum ta
Hayal etmeye gör, kurgulamaya gör. Bu nasıl bir kurulma ki, böylesine? Korkuyorum artık hayallerden, kurgulardan. En büyük hayalim ‘’yazar’’ olmaktı... Yıllarca ama yıllarca bunu kurguladım kafamda. Rüyalarımda romanlar yazdım. Yazdığım son romanın, son cümlesi ve görüntüsü ile uykumdan uyandım heyecanla… ‘’Duvağını sürükleyip giderken, onlar ermiş muradına.’’ Görüntü’’ yerlere kadar bir duvak içinde, kolkola girmiş gelin-güvey.’’ Haydi sende gerçekleş, hayal ediyorum, kurguluyorum… Yok olmadı… Kurguda bir yere kadar demek ki! Dozu aşmışım meğer...
Aynur Karataş. İzmir 9
GÜZEL BİR GEZİNİN ARDINDAN Gezimize Adana ile başladık. Adana’da gezip gördüğüm tarihi, turistik ve doğal güzellikleri dilim döndüğü kadar sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu geziye yarım asırlık okul arkadaşlarım ve eşlerimiz ile birlikte Adana Portakal Çiçeği Festivalini, bu meyvenin çiçek kokusunu da çok sevenler olarak gidip yerinde görmek için yaptığımızı bilmenizi isterim. Adana’ya gitmişken daha sonra Gaziantep, Antakya, İskenderun, Tarsus ve Mersin’i de gezi planımıza almaya karar verdik. 08.04.2017 saat: 15.00 sularında uçaktan iner inmez Adana Hava alanından önceden kiraladığımız minibüse binerek 4 ay önce rezervasyon yaptığımız Ziya Paşa Park Oteline gittik. Bizi kötü bir sürpriz bekliyordu. Odalarımızı başka müşterilerine sattıkları, bize de sizi aradık fakat bulamadık bahanesini öne sürerek daha ilk günden kalacağımız otel tarafından ortada bırakılmıştık. Otele, Adanalı Hakan Arkadaşım vasıtası ile yaklaşık 4 ay önce rezervasyon yaptırmıştık. Otele gitmeden sekiz gün önce de teyit ettirdik. Önce 3 değil 2 oda ayırttınız denilince arkadaşım otele gidip birebir konuştuğunda odayı rezerve yapan eleman arkad aşıma, “yok abi 2 değil 3 oda rezerve ettik” deyince otelden ayrılıyor. Bu arada isterseniz kapora vereyim yada ücretini peşin de ödeyebilirim dediği halde, “yok abi gelince alırız, problem yok” deyip arkadaşımı gönderiyorlar. Bu olaydan 8 gün sonra uçaktan iner inmez otele gidiyoruz, tüm odaları satmışlar. Arkadaşım otele geldi. Önce elemanlarla konuştuk sonra da müdürünü aradık ama bulamadık. Elemanları arıyor, onlara geleceğim diyor, 1 saat oldu bir türlü gelmiyor. Bu nedenle gezimiz ilk günden moral bozukluğu ile başladı. Festival nedeni ile bizim odaları herhalde bize söyledikleri fiyatın üzerinde bir fiyatla başka müşterilerine verdikleri anlaşılıyor.
Daha sonra arkadaşımız Seyhan nehri kıyısında çok daha güzel bir otel bulup bizi yerleştirmiş olsa da moralimiz bozuldu bir kere. Otel müdürünün yaptığı terbiyesizliği tabi ki yanına bırakmayacağım. Otelin sahipleri, yönetim kurulu üyeleri ve üst yöneticilerine şikayetimi yapmadan rahat etmem mümkün değil. Yeni bulduğumuz otele yerleştikten sonra, 45 yıl sonra izini bulduğum Üniversite yıllarından arkadaşım Matematik hocası, Ceyhanlı Mehmet Korkmaz arkadaşımı Ceyhan’daki evinde ziyaret ettik. Bu tarihi buluşmamıza arkadaşlarımda tanıklık yaptı. Kısa sürelide olsa hasret giderdik. 45 yıl önceki anılarımızı iki saate sığdırıp anlattıktan sonra buradan ayrılıp, Adana’da Portakal Çiçeği Festivalinin yapıldığı yere hareket ettik. Önceki yıllarda şehir merkezinin içinde yapılan festival, miting alanlarının içinde kalması nedeni ile bu yıl şehir dışına taşındığı için Adanalılar festivalin geçen yıllara göre daha sönük geçtiğini söyleseler de, biz gittiğimizde iğne atsanız yere düşmüyordu Çok renkli, çok güzel bir festival yaşanıyordu. Sanatçılar şarkılarını söylüyor, gençler gruplar halinde oynayıp, eğleniyor, yöre insanının el emeği göz nuru ile yaptıkları çiçekten yapılı taç ve hediyelik çiçekten yapılı çok güzel eserlerinde sergilenip satıldığı yöresel butiklerin yer aldığı rengarenk hoş bir görüntü sergileniyordu. Bu arada özellikle hanımlarda rengarenk taçlardan alarak başlarına takmayı ihmal etmiyorlardı. Sanatçıların bu güzel atmosferde söyledikleri şarkıları geç saatlere kadar dinledikten sonra, otelimize geri döndük. Ertesi sabah erken kalkıp kahvaltıyı yaptıktan sonra Adana’nın en büyük parkı içinde bulunan ve Seyhan nehrinin kıyısından geçtiği Merkez Parkın içinde bulunan Sabancı ailesi tarafından 1988 yılında temeli atılıp 1998 yılında bitirilen 6 minareli Sabancı Merkez 10
Camii ve hemen ön tarafında yer alan Arkeoloji müzesini gezerek ziyaretlerimize başladık. Caminin büyüklüğü yanında 6 minareli oluşu, külliyesinin büyüklüğü, genişliği ve caminin iç dizaynının güzelliği ile Sabancı ailesinin şanına yakıştığını da belirtmek isterim. Merkez Parktan Zübeyde Hanım Parkına geçtik. Zübeyde Hanım parkından sonra da Roma dönemi eseri olan, Seyhan nehri üzerinde bulunan “Taş Köprü “‘ye geçtik. Buradan da, “Atatürk Bilim ve Kültür Merkezi “’ne geçtik. Atatürk’ün Adana’ya geldiğinde kaldığı ve çalıştığı ev olup, içinde Atamızın yatak odası, oturma ve çalışma odasını, fotoğraflar ve materyallerle zenginleştirilmiş diğer odalarını da görebilirsiniz. Ramazanoğullarından Suphi Paşaya ait olan ev daha sonra bağışlanmış ve onarılarak günümüze kadar gelmiş. Emek verilmiş güzel bir müze haline getirilmiş. Gezimizin son gününde (12.04.2017 Çarşamba) Mersin’den Adana’ya erken dönüş yapıp Adana’da yarım kalan bazı yapamadığımız “Toros Ekspresine binip Parkı Gezmek, yine Merkez Parkın yanında bulunan Seyhan Nehri üzerinde belediyenin işlettiği Gondollara binerek kendimizi İtalya’da Venedik de hissettik. 09.04.2017 günü öğleden sonra Adana’dan Gaziantep’e gitmek üzere yola çıktık. Anavarza Kalesi Kozan yolu üzerinde olması nedeni ile Anavarza Kalesini ziyaret edip, geri dönüp otobana girmek yerine daha fazla yer görmek için eski yoldan devam ettik. Yüksek ve engebeli yolu olan Nurdağı üzerinden Gaziantep’e geçip otele yerleştikten sonra Bakırcılar çarşısı ve hediyelik eşya dükkanlarını gezip, imam Çağdaş’ın Kebap ve baklavalarından yedikten sonra artık dinlenme zamanı geldiğinden otele geri döndük. Programımıza göre Gaziantep’in gezilip görülecek tarihi ve turistik yerlerinden bazılarını ziyaret ettikten sonra Antakya’ya gitmek üzere yola koyulduk. Gaziantep ilimizde öncelik vererek gezip gördüğümüz yerler görmediğimiz yerlerin beşte biri kadardır. Daha gezilip görülecek çok güzel tarihi ve turistik yerler olmasına karşın, Gaziantep gezimizden de çok memnun kaldık ve kısmet olurda bir daha ki gelişimizde gezip göremediğimiz yerleri ziyaret etmek üzere arkadaşlarımız ile birlikte çok hoşnut kalarak
buradan ayrıldık. 10.04.2017 Gaziantep’den çıkıp Antakya’ya gitmek üzere yola çıktık. Antakya’ya giderken Toros sıradağları üzerindeki karlar erimemişti ve dağların tepeleri bembeyaz karla örtülüydü. Şehire varır varmaz hemen programımızda yer alan Antakya Arkeoloji Müzesi ziyareti ile gezimize başladık. Hatay Türkiye'nin güneyinde yer alan il toprakları, doğu ve güneyde Suriye sınırı, kuzeydoğuda Gaziantep, kuzey ve kuzeybatıda Adana, batıda ise İskenderun Körfezi ile çevrilidir. Antakya, Hatay ilinin Merkez ilçesidir. Türkiye’nin en güneydeki il merkezidir. Antakya gezimizi, Samandağ ve diğer bazı yakın çevresindeki göremediğimiz bir çok tarihi ve turistik yerleri bir sonraki gelişimizde görmek üzere bitirip, İskenderun’a hareket ettik. İskenderun gezisinin ardından da Tarsus’a geçtik. Tarsus, Adana ile Mersin arasında, neredeyse insanlık tarihi ile yaşıt, dünyanın en eski yerleşim yerlerinden birisiymiş. Roma, Bizans ve Yunanlılara ev sahipliği yapmış ve tarihi İpek Yolu’nun güzergahlarından birisi. Tarsus’ta tarihi ve turistlik yerleri gezip, dolaştıktan sonra Mersin’e geçtik. Mersin, eski adıyla İçel, Türkiye'nin en kalabalık onuncu şehri. Türkiye'nin güneyinde bulunan bir liman kentidir. Mersin gezimizi tamamladıktan sonra Adana’ya geri döndük. Uçağımız saat: 21.35’de kalkacağı için bu saate kadar Adana’da daha önce gezip, görmediğimiz bazı yerleri de ziyaret ettik. Çoğu müzelerimizde olduğu gibi Pazartesi tüm gün, dini bayramların ise birinci günü öğlene kadar kapalı, diğer günlerde mesai saatleri içerisinde ziyarete açık olduğu söylenmektedir. Müzelerin Pazartesi günü kapalı olmasına bir türlü anlam veremiyorum. Günübirlik müzenin olduğu şehre gelen bir turist Pazartesi günü kapalı olduğu için müzeyi ziyaret edemeyecek, bunu kabul etmek mümkün değil. Buna mutlaka bir çözüm bulunması gerektiğini düşünüyorum. Saygılarımla;
Aziz Dur İstanbul 11
iki eli ile yukarıya doğru tarttı. Ellerini çektiğinde göğüsleri eski halini aldı. En çok beğendiği yeri, zamana ve yerçekimine yenik düşmüştü. Kolay değildi üç çocuk emzirmişti bu göğüsler. Bazen süt gelmemiş, bazen de aşırı sütten ağrılar çekmişti. Kocasının hoyrat ve bilinçsizce sevilmesine de maruz kalmışlardı. Canı yandığı için çıkardığı iniltileri, kocasının bir başarı olarak algılamasından dolayı daha fazla şiddete maruz kalmıştı. Yan odada uyuyan çocuklara, alt katta yaşayan kayınpeder ve validesine ses gidecek korkusuyla direnç bile gösteremeden, acısını parmaklarını ısırarak dindirmeye çalışmıştı. İki eliyle saçlarını başının iki yanından aşağıya doğru
EBRU
düzeltip, yazmasını başına geçirdikten sonra hızla odadan çıkıp, yan odanın kapı aralığından çocuklarına
Güneşin ilk ışıkları tenine değdiğinde, gözlerini isteksizce açtı. “Tanrım, keşke bugün diğerlerinden farklı olsaydı“ diye hayıflandı. Ancak bugünün de diğerlerinden farklı olmayacağını biliyordu. Zoraki yatağından doğrulmaya çalıştı. Tüm kas ve eklemleri yorgunluktan kendisine direniyor, isyan ediyordu. Elleri ile belinden destek alarak doğruldu. Bir ara kendisine itaat etmeyen bacakları yüzünden sendeleyince, iki eli ile onlara sarıldı. Başını çevirip, yatağın öteki ucunda yatan kocasına
baktı. Hepsi mışıl mışıl uyuyorlardı. Bu sahneden mutluluk mu, pişmanlık mı duymalıydı, bir türlü seçimini yapamadı. Zaten hiç bir zaman seçim yapmak kendisine düşmemişti. Başka insanların, onun için yaptığı seçimleri yaşamak kaderi olmuştu. Merdivenlerden dolanıp, avluya, oradan traktör ve tarım aletlerinin depolandığı yarı açık ambarın önünden hızla bir hayalet gibi süzülüp, ahıra ulaştı. Siyah beyaz benekli kızları, açlıktan ona doğru kafa
tiksinerek baktı. Koca göbeğinden yüzü zoraki
sallarken, böğürmeyi ihmal etmiyorlardı. Yıba ile tavan arasından aşırdığı samanları ineklerin önüne atıp,
görülüyordu.
süt sağma makinasının hortumlarını ayarladı.
Horlamadan öte kükremesi tüm odayı doldurmuştu.
Eskisinden farklı olmayan bir güne başlamıştı bile...
Köşede duran sandalyenin üstüne dürdüğü şalvar ve mintanını aldı. Şalvarını giyerken bacaklarına baktı.
Selahattin Ercan
Halen fena gözükmüyorlardı. Duvardaki çatlak aynaya
Antalya
bakarken, yüzünü yorgunluktan kaymış gibi gördü. Mintanını giyerken göğüslerini yokladı. Nihayetinde, bir kadındı. Kadınlığını unutmuş bir kadın. Göğüslerini 12
MUHTEMELEN Muhtemelen buluşacağız bir gün. Hayallerimiz, heyecanlarımız ve telaşlarımızla geleceğiz daha önce belirlediğimiz buluşma yerine. “Merhaba” “Hoş geldin” “Nasılsın?” ... Kısa sessizlik sonrasında, her dakika değişen, havasından konuşacağız İstanbul’un. İşlerimiz yoğun, koca şehir yorucu, bu trafik çekilmez olacak. Alıp başımızı gideceğiz bu şehirden ilk fırsatta. “Aslında ben dışarıda yemeyi pek sevmem” “Haklısın, her yerde yenmiyor. Ama burası iyidir. Yiyecekleri temiz ve lezzetlidir” derken garson servis edecek siparişlerimizi. “Günün bu saatinde tenhaymış burası” “Aslında genellikle kalabalıktır ama, evet, bugün biraz tenha” “Tabii, iş güç telaşından pek çıkamıyor insanlar” “İş ve ev arasında sıkışıp kalıyoruz çoğunlukla” ...
Yeni müşteriler gelecek yan masalara. Telefonlarımıza bakacağız arada. Sosyal paylaşımlarımızdan bahsedeceğiz uzun uzun. Yan masalardaki tartışmalara kulak kesip, işaretleşeceğiz çaktırmadan. Böyle giderse, batacağını hesaplayacağız birlikte, bu mekanın. Arada bir, gözlerimiz buluşacak, “işte tam sırası” diye düşündüğümüz anlar olacak. ... “Aman bir pot kırmayayım” “Yanlış ifade etmeyeyim” “Önce bir dinleyeyim” kaygılarımıza yenileceğiz. “Şimdi sırası değil” deyip yutacağız dilimizin ucuna gelen sevgi sözcüklerini. Neşeli ve mutlu görünmeye gayret ederek, sıradan ve gereksiz espriler arasında, son lokmaları yiyip, içeceklerimizi bitireceğiz. ... Garson, “Yine bekleriz” diye seslenecek arkamızdan, az bulduğu bahşişe dudak bükerek. Kısa ve tereddütlü adımlarla yürüyeceğiz bir süre konuşmadan. Çatal, kaşık sesleri bozacak sessizliğimizi. Yol ayrımında, dönüp bakışacağız. Ortak dostlarımızdan bahsedeceğiz sonra. “Geçenlerde konuştuk. Onun da işleri çok yoğunmuş” Aşk gelecek aklımıza, gözlerimizi kaçırıp, susacağız. Soru işaretlerinin çengellerinde asılı bırakıp “Ben biraz kırıldım ona. Uzun zamandır arayıp sözcüklerimizi, vedalaşacağız muhtemelen. sormadı. Her seferinde ben arıyorum.” “Kırılma, iyidir o. Fırsat bulamamıştır. Yoksa biliyorum, o da çok sever seni” Çoğalacak ortak dostlarımıza dair sözlerimiz. Yeni tabaklar servis edecek garson.
Hüseyin Kekiç İstanbul 13
AİLELERİ TARAFINDAN SOSYAL MEDYADA ÇOK SIK PAYLAŞILAN ÇOCUKLAR Sosyal medyada yapılan paylaşımların anneler ve çocuklar üzerindeki etkilerine değinen Psikolog Sayım, sosyal medyadaki paylaşımların “yetersiz anne sendromuna” neden olduğunu söyledi. “Ben çocuğumla neden bu kadar aktivite yapamıyorum, çocuğuma yetemiyor muyum?” Bu sorunun, sosyal medyadaki paylaşımlardan sonra anneler arasında sıkça sorulduğunu belirten Uzman Çocuk ve Ergen Psikoloğu Aynur Sayım, annelerin sosyal medya paylaşımlarından daha farklı etkilendiği görüşünde. Sayım’a göre, çocuklarıyla birlikte yaptıkları aktiviteler, her gün farklı etkinlikler ve paylaşılan anlık fotoğraflar onları gören ya da takip eden Diğer annelerde kendi hayatlarına ve çocuklarına yetemedikleri düşüncesi ile kaygı ve “yetersiz anne sendromuna” yol açıyor. PAYLAŞIMLAR DİĞER ANNELERDE EKSİKLİK HİSSİNE YOL AÇIYOR Sosyal medyanın, haberleşme, haberdar olma, daha çok kişinin birbirine pratik şekilde ulaşımı
gibi birtakım kazanımlar sunmasının yanı sıra; kişilerarasında rekabet, yetersizlik, kızgınlık gibi duygulara da sebep olduğunu dile getiren Sayım, sanal dünyanın aile ilişkilerine, özellikle de anneçocuk iletişimine etkileri ve yapılması gerekenler konusunda şunları söyledi: “Ayrıca konuşarak çözemediğimiz sorunları sosyal medya üzerinden paylaşıp diğer kişilerin onayını alarak iyi hissetme eğilimi de gösterir olduk. Peki, tüm bunlar ne kadar sağlıklı, bu bizi gerçek İlişkilerden gerçek iletişimden uzaklaştırıyor mu? Özellikle sosyal medyada çocuğunun etkinliklerini, başarılarını, çocuğuyla ilişkisini günün her anından karelerle paylaşan anneler var. En mutlu anlarını ve karelerini süslü cümlelerle paylaşılıyorlar. Bu paylaşımlar bazı annelerin “acaba ben çocuğumu mutlu edebiliyor muyum, yeterince ilgileniyor muyum, eksik mi kalıyorum?” gibi kendilerini sorgulamalarına sebep olabiliyor. Yani bu durum, annede yetersizlik duygusuna yol açıp kaygısını artırıyor. Bu durumda da çocuğun isteklerini yerine getirme çabası ya da olduğundan
14
olduğundan daha fazla ilgi ihtiyacı doğabiliyor.
paylaşımlarla mükemmel görünebilirler ancak durum göründüğü gibi eğlenceli ve mükemmel değildir. HER ŞEYİN EN İYİSİNİ İSTEMEK ÇOCUĞUN KİŞİLİK Önemli olan çocuğunuzla iyi ve güven veren bir ilişki GELİŞİMİNİ OLUMSUZ ETKİLİYOR kurmanız ve bunu diğer kişilere değil kendinize ispat etmenizdir. Fakat her ailenin ve her çocuğun sahip Kuşkusuz herkes çocukları için en iyisini ister. Ancak olduğu; gelişim düzeyi, özellik, ilgi ve yetenekleri “her şeyin en iyisi olsun, benim çocuğum her şeyi olduğu da göz ardı edilmemelidir. Paylaşılan anların başarabilsin, hayatında hiçbir şey aksamasın ve eksik yaşamın tamamını kapsamadığını, yaşam içinde olmasın“ gibi düşüncelerle yola çıkıldığı zaman da siyahla beyaz arasında pek çok renk olduğu yani çocuğun kişilik gelişimini olumsuz yönde etkilemiş yaşantı bulunduğu varsayılırsa daha gerçekçi oluruz. düşünmüş oluruz.” Yaşam içindeki her kare, sosyal medyada yapılan paylaşımlarda görüldüğü gibi eğlenceli ve mükemmel değildir. Çalıştığımız, zorlandığımız, kızdığımız ve hayal kırıklığı yaşadığımız anlar da vardır. Peki, neden sosyal medyada bu paylaşımlar yapılıyor ve neden bazı kişiler kendilerini mükemmel gösterme eğilimindeler? Mükemmeliyetçi ve sosyal kaygısı olan kişilerde bu davranış daha sık görülüyor. MÜKEMMELİYETÇİ AİLELERİN ÇOCUKLARINDA KAYGI GELİŞİYOR Mükemmeliyetçi anne-babaların çocuklarında anksiyetenin, performans kaygısının yoğun yaşandığı görülmektedir. Anne-baba mükemmeliyetçi ise ve obsesif özellikleri de varsa çocuklarında; anksiyete, mükemmeliyetçilik ve obsesyonlar (takıntılar) görülmektedir. Ayrıca aile çocuğu odak yapmış ise çocukta sosyal fobinin de gelişebildiği görülmektedir. Yani; ailenin çocuktan beklentisi yüksek ise, başarıya fazlasıyla önem veriyorsa, çocukta sınav kaygısı, performans kaygısı ortaya çıkabiliyor. Zekası yüksek olduğu halde ya da herhangi bir öğrenme sorunu yaşamayan çocukların, sınav başarısızlığını bu şekilde açıklamak mümkündür. ÖNEMLİ OLAN ÇOCUKLA KALİTELİ VAKİT GEÇİRMEK Bazı anneler sosyal medyada yaptıkları anlık 15
Aynur Sayım Uzman Klinik Psikolog İstanbul
BORDERLİNE KİŞİLİK BOZUKLUĞUNDA DUYGUSAL HASSASİYET Borderline kişilik bozukluğunda duygusal hassasiyet, duygusal tepkilerin yoğunluğundaki aşırılık önemli ilişkisel problemlerin açığa çıkmasına, dışarıdan fazlasıyla etkilenmeye sebep olur. Borderline kişi çevresinden gelen eleştiri, reddedilme veya ayrılıkla ilgili mesajlar duygu, düşünce ve davranışları yanında kendini algılayışında da derin yaralara neden olur. Bu da önemli düzeyde dengesini bozar. Basit gündelik stresler bile bu durumlarda kaygı ve öfkelerinin önemli düzeyde artmasına neden olur. Örneğin geç kalınması, telefonun geç açılması vb.. BKB kişiler için terk edilmek aşırı hassasiyet uyandıran bir durumdur. Var olan ilişkilerine tüm enerjilerini harcarlar ve terk edilmemeye çabalarlar. Bu çabalar sadece olayların üzerine gitme, durumu anlamaya çalışma ve kaygısını azaltmaya yönelik davranışlarla sınırlı kalmayabilir. Kendine zarar verme veya intihara yönelme gibi dürtüsel davranışları da içerebilir. Bu çabaları ilişkilerindeki problemleri azalmasından daha çok karmaşık hale gelmesine neden olur. Bir saatten, bir kaç güne kadar değişen duygusal değişimleri de dikkate aldığımız da bu kişiler için ilişki sürdürebilmek aynı zamanda oldukça zorlayıcı ve kaygılandırıcı bir durumdur. Bir süre çok mutlu kendinden eminken, kısa bir süre sonra oldukça mutsuz olduğunu söyleyebilir. Bu duygusal değişimler yakın ilişki kurdukları kişiler için ilk başlarda değişik ve cazip gelse de istikrarsızlığın yarattığı dengesizlik zamanla kendilerini bir kaosun
içinde bulmalarına neden olur. Kendilerini algılamalarında da tutarsızlık mevcuttur. Kendilerinin nasıl biri olduklarına dair güçlü bir yaklaşımları yoktur. İlişkilerinden bahsederken bir anda kendini çok ilgi gören, çok beğenilen biri olduğunu anlatırken, bir saat sonra aynı konu ile ilgili paylaşımda bulunduklarında beni beğenmezler diyebilir. Kişisel hedeflerinde, mesleki beklentilerinde belirgin ve ani değişimler yaşayabilirler. BKB yoğun ve dengesiz ilişki stilleri vardır. İlişkilerinin ilk aşamalarında yoğun görüşmeler, detaylı paylaşımlar, olumlu geri bildirimler, yüceltici yaklaşımlar da bulunurlar. Ancak bu hızlı paylaşımlar yerini hızlı şekilde idealize edilen kişinin develüe edilmesine yapılan şeylerin hiç yeterli olmadığına dair yorumlara bırakır. Borderline kişilik bozukluğunda duygusal hassasiyet ve duygusal tepkilerin yoğunluğu bu hızlı değişimlerin önemli nedenlerindendir. Duygusal anlamda sakinleşmenin zaman alması ve zorlayıcı duyguları belirli bir süre tolere etmenin zorluğu da tepkilerin hızını arttırmakta ve dengeyi bozmaktadır.
16
Zehra Erol Uzman Klinik Psikolog İstanbul
BİR FOTOĞRAF BİR ÖYKÜ / KÖY KAHVESi VE... Çay sohbeti yorgunluğumuzu alır diyerek tenha bir köy kahvesinin balkonuna oturuyoruz. Kimimiz halen fotoğraf çekiyor, kimimiz, makinesinin küçük ekranından çektiği fotoğraflara bakıyor, kimimiz yorgun yüz ifadesiyle sigarasından bir nefes çekip, dumanını karşıdaki yeşil ormana üflüyor. Yoldan geçen köylüler, şaşkın yüz ifadeleriyle selamlıyorlar bizleri. Kısa bir süre oturuyoruz öylece. Bir garson bize çay getirse diye bakınıyorum içeri. Büyük sac sobanın arkasında uyuklayan yaşlı bir köylü dışında kimse yok kahvehanede. Girişi kısmen küçük bakkal raflarıyla kapatılmış olan çay ocağında yaklaşıyorum. “Çay demini almıştır. Bardaklar kazanın önünde. Tepsiler de alttaki raftadır.” Sesin geldiği yöne dönüyorum. Yaşlı köylü uyuklamaya devam ediyor sobanın arkasında. Duyduğum sese yanıt veriyorum şaşkınlıkla “Bize çay verecek kimse yok mu?” “Geçin doldurup için çayınızı” “Hmmm, anladım, self servis alıyoruz.” “Sert mi, yumuşak mı bilmem. Şehirde olsanız, kendi yiyip içeceğinizi kendiniz alırsınız.” Çay ocağına geçip, küçük bardakları sıcak suyla çalkalıyorum önce. Sonra büyük tepsiyle götürüp, balkonda arkadaşlarıma servis ediyorum doldurduğum çay bardaklarını. Şeker ve kaşık soruyor bazı arkadaşlarım.
“Ne istiyorsanız kalkıp kendiniz alın lütfen” diyorum gülümseyerek. Çay bardaklarını her seferinde başka birimiz dolduruyor ve sohbet uzayıp gidiyor. Kalkıp köy içine dağılmalı köy yaşamına dair fotoğraflar çekmeliyiz. Masalardaki boş bardakları toplayıp tepsiyle ocağın yanındaki bir masaya bırakıyorum. “Borcumuz ne kadar amca” “Siz bilirsiniz” Hızlıca bir hesap yapıyorum. On dört kişiyiz. Ortalama üçer çay içsek ve çay bir lira olsa... Elli lira bırakıp tepsiye, “Tam olarak saymadık ama elli lira yeter mi amca?” Oturduğu yerden kalkıyor uyuklayan amca. “Dur beyim, önce o bardakları bir yıkayıver bakalım muslukta.” “Evet, şehirde self servis kendimiz alıyoruz yiyip içeceğimizi. Ama bulaşıkları da yıkamıyoruz.” “Bir bardak çaya iki lira ödüyorsunuz ama” diyerek otuz lira para üstü uzatıyor bana. “Biz kırk çay içtik, az değil mi?” “Elli kuruş yeter, bir bardak çaya.” Teşekkür edip çıkıyorum kahveden. Balkonda arkadaşlarım avuçlarındaki paraları uzatıyorlar bana. “Çaylar uyuklayan amcadan” diyorum gülümseyerek. Fotoğrafa çıkıyoruz yine... Hüseyin Kekiç İstanbul 17
ŞİİR
BİR NEFES İSTANBUL Karma karışık saçları yağmurdan Öylesine gürültülü, Bütün bulutlar ağlıyor Taşla toprak karıştı birbirine Saklanmaya çalışan çimenler sırıl sıklam Sırıl sıklam yüreğim, gürültüsünde boğulmuş gibi Bir nefes İstanbul, karmakarışık saçları yağmurdan Pencerenin dışı, şöyle yakan bir yudum içecek çağrıştırıyor Kuşlar saklanmış, yaşamıyorlar sanki Çıt yok gürültüden başka, damlaların cama vuran sesi bile ürkütücü Baharın tadında değilsin be yağmur Ben bahar çocuğuyum oysa, yeşeren yapraklarda ararım anılarını Hani senden sonra mis gibi toprak kokusu gelir ya Onu da mı aldın gürültülü kucağına Bırak sesini, gecenin siyah kürküne Gece de üşümesin ama şu baharın güneşe el verdiği sıcak Çıplaklığı ile güzel Ne kürk, ne de manto ister Bir nefes İstanbul, karma karışık saçları yağmurdan Gülten Kaptan İstanbul 18
ŞİİR
MAYIS Her ay güzeldir ama MAYIS bambaşka Her şeyden önce insanı çağırır aşka Rengi ile kokusu ile muhteşem bir davet var, Artık anılarda kalır o soğuk, o fırtına, o kar... Tiril tiril gömlekler, kısacık etekler, Akşam rüzgarında sanki dans ederler...
Yol yokuş, yol çetin ağrır dizler, yaşarır gözler... Vuslat; Nisan ayında verir müjdeyi Müjde ile gelen aşk ve neşe doldurur evreni ''Mayıs geliyor, hazırlan yeni aşka'' Tabii, kalbinde umut, dizlerinde derman varsa? Bu sarkaçla geçer yıllar, biter ömür Son vuslat belli ama, insan ister ki Mayıs da gömülür..
Sabah bile başkadır mayıs ayında, En güzel kahvaltılar yapılır bu ayın sabahında, Bir başka alemdir akşam üzerleri Buluşturur aşıkları Salacak sahilleri
. Her lokantadan her evden gelen anason-kızartma kokuları Nostaljiye sürükler yollarda ki insanları Her insan gönlünden geçirir ki, İlk gençliğine geri dönsün, ilk aşkını tekrar yaşasın, Bu hayaller eve kadar götürür ademi-havvayı Kapıdan giriş de hayaller biter, düşer insanın omuzları…
Attila Meraküm İstanbul
Her fani bitirir birer birer Mayısları Giderek azalır bu cennet ayının yansımaları Kırık tespih taneleri gibi her yıl kopuşunu izler, Çare yok buğulu gözler bir daha ki seneyi bekler
19
KÜLTÜR
SÖYLEŞİ / İLHAN ÖZDEMİR Merhaba! Bugün 31 Mayıs 2017. Yeni çıkacak elektronik dergimiz için İlhan Özdemir ile röportaj yapıyoruz… Gürcan Köftecioğlu: Sayın İlhan Özdemir, edebiyata ilginiz ne zaman ve nasıl başladı? İlhan Özdemir: Yazmaya ilk defa 1971 yılında günlük tutarak başladım. Yatılı okula girmiştim. Bir sene sonra okumaya da başladım. Kitap okudukça yazmayı daha çok sevdim. Bir taraftan okuyor, bir taraftan yazıyordum. 1989 yılında İstanbul’a tekrar döndükten sonra yazılarımı bir araya toplama başladım. Bunun yanında, yazı kurslarına, yazı seminerlerine gitmek düşüncesiyle, bu tür etkinlikleri araştırmaya başladım. Bazı seminerlere katıldım, kurslara gittim, edebiyat sohbetlerinde bulundum. 1995 yılında, bir arkadaşın desteklemesi, biraz da teşvikiyle yazı kurslarının yanında, yazdığım yazıları başka arkadaşlara paylaşma amacıyla internete girdim. O zamana kadar internette böyle bir imkan olduğunu bilmiyordum. O zamanlar internette bulunan arkadaşlık sitelerinde yeni arkadaşlar edinerek onlara yazılarımı gönderdim. Beğenildiğini görünce –tabi bu durum yani beğenilmek herkesin olduğu gibi benim de çok hoşuma gitti– daha iyi yazabilmek, daha güzel yazabilmek için kendimi geliştirmek amacıyla yazı
kurslarını, yazı seminerlerini, yazı atölyelerini ciddi bir şekilde araştırmaya başladım. Bu tür etkinliklere gittim, onlara katıldım, onlardan çok şeyler öğrendim. Daha sonra uzun yazılar geldi... İlk zamanlar kısa deneme yazıları veya öykü türü yazmayı istiyordum ama yazdıklarımın öykü olduğunu da bilmiyordum gerçeği söylemek gerekirse. Bir yazıya başlıyordum, onun bir öykü değil, roman olabileceğini düşünüp daha uzun yazmaya çalışıyordum ama kurslar ve seminerlerden sonra öykü yazmanın veya roman yazmanın öncesinde kısa kısa yazılar yazmanın daha önemli olduğunu anladım. Edebiyatla ilgim... Yani 71’den beri içindeyim... GK: Pekiyi. Bu süreçte, biraz aslında türlerden bahsettiniz ama yazı türlerinden hangisi daha çok ilginizi çekiyor? Şiir mi düzyazı mı? Hangisinde yazmaktan keyif alıyorsunuz ya da okumaktan? İÖ: Düzyazıdan keyif alıyorum. Kendimi daha iyi ifade edebildiğimi, anlatabildiğimi düzyazı ile gördüm. Şiirden hoşlanırım ama hiç şiir yazmadım. Şiir dinlemeyi, özellikle güzel şiir okuyan birisinden dinlemeyi çok severim ama ben hep düzyazıdan yanayım. Böyle söyleyeyim ve güzel bir öykü yazmak, güzel bir roman yazmak hayalim... En kısa zamanda da roman olmasa bile bir kaç öykü kitabı çıkarmayı düşünüyorum.
20
GK: Biz de heyecanla bu öykü kitaplarını, hatta belki bir romanı ileride sizden bekliyoruz. Fakat sizin aslında en önemli misyonunuz, şimdiye kadar kendi yazdıklarınızın yanı sıra etrafınızdaki yazarlara veya yazar olmak isteyenlere veya sanatın herhangi bir koluyla ilgilenen insanlara kucak açtığınız “Bir Kitap Bin Dost” sitesi ile sizi tanıyoruz. Bu sitenin biraz geçmişinden bugüne gelişinden bahseder misiniz? İÖ: 1995 yılında, iki tane çok sevdiğim dostumun sayesinde, onların desteklemesi, teşviki ve biraz da zorlamasıyla yazılarımı paylaşmaya başladığımda benim durumumda olan, yazı yazan veya yazdığı yazıları paylaşmaktan korkan bir sürü insan olduğunu, bir sürü arkadaş olduğunu gördüm. Bu insanları ortaya çıkarmak, bunlara birazcık da cesaret vermek amacıyla “Sakinn'in Sitesi"ni kurduk. Bu sitenin amacı: yazı yazan, şiir yazan veya resim yapan arkadaşların kendi ürettikleri eserleri burada paylaşmaktı. Bir başka amacımızda; sitede yayınlanan şeyleri arkadaşlarla paylaşmak, onların yorumlarını almaktı. Çünkü şunu çok iyi gördüm, anladım ve biliyorum; yazdığınız yazıların, yazdığınız şiirlerin veya yaptığınız resimlerin, çevrenizde olan çok yakın dost ve arkadaşlarınız tarafından beğenilmesi, bir süre sonra çok fazla önemli olmuyor!.. Çünkü sizi kırmamak için “çok güzel”, “iyi” diyorlar, birazcık gaz veriyorlar. Bu hoşunuza gidiyor ama bir süre sonra bu,-bana olduğu gibi- hiç kimse için yeterli olmuyor. Hiç tanımadığınız, bilmediğiniz, görmediğiniz, konuşmadığınız insanların yazılarınızı beğenmesi, onunla ilgili güzel övgülerde bulunması çok hoşunuza gidiyor ve sizi teşvik ediyor. Siteyi kurmaktaki amacımız buydu... Bu insanlara bir yol açmak, bu arkadaşları edebiyata kazandırmak. Çünkü asıl olan “edebiyat” bence!.. Bu arada, 2010 yılında "Sakinn'in Sitesi"nin ismini "Bir Kitap Bin Dost" olarak değiştirdik. GK: Eğer söyleyecekleriniz bu kadarsa... İÖ: Çok teşekkür ederim. Bu kadar... GK: Şimdi çevrenizde onlarca amatör yazarın ve sanat sevdalısının olduğunu biliyoruz. Sitenin kaç üyesi veya kaç takipçisi var, yaklaşık olarak? Siz bize daha iyi fikir verebilirsiniz... İÖ: Yaklaşık 600 kişi... Ortalama 600 kişi, bazen on aşağı, on yukarı oluyor ama ortalama, 600 kişi... GK: Evet... 600 kişi civarında ziyaretçiyle veya kullanıcıyla 21
bu siteyi yürütürken, geçtiğimiz ay ani bir kararla, yani bize göre ani oldu, birden siteyi yeni bir formata dönüştürmeyi planladınız ve elektronik edebiyat dergisine geçeceğinizi ilan ettiniz, Haziran ayı ile birlikte. Bu süreç nasıl gelişti? Neden internet sitesinden edebiyat dergisine geçtiniz? Geleceğe yönelik bununla ilgili hedefleriniz nelerdir? İÖ: 2016 yılı, yani geçtiğimiz yıl Temmuz ayı sonunda Antalya’ya giderken uçakta bir tane dergi gördüm. Uçaklarda hepimizin bildiği, gördüğü bir dergi aslında. İçinde çok güzel bilgiler vardı. Onları okuduktan sonra, “Bunları elektronik ortamda nasıl çıkartabiliriz?” diye veya “Çıkartabilir miyiz?” diye kafamda bir ışık çattı. Çünkü basılı dergi olayını daha önceki yazarlık kursu veya Yazak’tan (Yazarlık Akademisi Derneği) biliyorum. Onun çok zor olduğunu, imkansız olduğunu veya beni çok fazla tatmin etmediğini gördüm. “Acemi” dergisinin yayın kurulunda olduğum halde bunun beni tatmin etmediğini söyleyebilirim. Çünkü basılı dergilerin insanlara ulaşması, üyelere ulaşması çok zor. “Bunu internet ortamında nasıl yaparız, E-dergi olarak?” diye düşündüm. Google’da araştırdım, bilgisayarda araştırmalar yaptım. Kafamdaki bazı şeyleri yerleştiremediğim için bekledim. Hatta arkadaşlarla da konuşmadım yerleşmediği için. Çünkü ben, kafamda bir şey tam olarak yerleşmezse, ona ben tam olarak inanmazsam kimseye söylemem... Eğer bana tam doğru gelmiyorsa vaz bile geçerim. Bekledim, geçen aya kadar, yani Nisan 2017'ye kadar... Şubat ayında bu düşünceyi kafamda bir yerlere oturttum... “Olabilir” dedim, “Yapabiliriz” dedim ve bunun araştırmalarını daha yoğun bir şekilde yaptım. Daha sonra arkadaşlarla, yakın dostlarla konuştum, bunu paylaştım. “Olabilir” dediler, “Çok da güzel olur” dediler... Onlarında teşvikiyle, desteğiyle bu işe başladık. Güzel olacağına, hiç olmazsa “Bir Kitap Bin Dost” sitesinden daha yararlı olacağına inanıyorum. Geçen bu altı-yedi aylık süreden sonra daha faydalı olacağına inanıyorum. Buradaki üyelerimiz, başlangıçta site gibi 600-700 kişi olmayacak ama 100 kişi de olsa, ben çok daha faydalı –hem benim için hem onlar için– olacağına inanıyorum. GK: Pekiyi... Biz aslında değil 100 kişi, belki de eskisinden çok daha fazla kişinin bu dergiyi takip edebileceğini düşünüyoruz. Hem bu çağdaş bir yol, teknolojinin gittiği bir yol, hem de klasik dergicilik anlayışına göre çok daha
fazla kişinin bu dergiyi takip edebileceğini düşünüyoruz. Hem bu çağdaş bir yol, teknolojinin gittiği bir yol, hem de klasik dergicilik anlayışına göre çok daha modern ve kolay yayılabilen, insanlara kolay ulaşabilen bir yol. Zaten çağımız da bunu gerektiriyor. Çok teşekkürler. Şimdi sıra geldi sizin tercihlerinizle ilgili kısa kısa sorularımıza... Bu sorularla sizden sadece tercihinizi soruyoruz ve en fazla bir cümleyle nedenini açıklamanızı bekliyoruz... Okurken, yerli yazarları mı, yabancı yazarları mı daha çok tercih ediyorsunuz? İÖ: Şöyle söyleyeyim; 1970 yılından 80 yılına kadar, on yıl sürekli yabancı yazarları okudum. Belki biraz iddialı bir cümle olacak ama Rus yazarlarının hepsinin -bir, iki tane de olsa- romanını okudum. 1980 yılından 90 yılına kadar Türk yazarlarını okumaya başladım. 90’dan sonra da karışık okumaya başladım ama şu anki tercihim, “Hangisini önce okumak istersiniz?” derseniz ben Türk yazarın romanını okumak isterim... GK: Anlıyoruz ki oyunuzu yerlilerden yana kullanıyorsunuz, ağırlıklı olarak. Peki, tür olarak mizah mı, dram mı desek, yani sizi güldüren eğlendiren kitapları mı, yoksa sizi düşündüren hatta biraz üzen kitapları mı okumayı tercih edersiniz? İÖ: Ben dramı tercihi ediyorum... Bu yanlış anlaşılmasın. Mizahı reddettiğim, istemediğim veya mizahtan hoşlanmadığım anlamına gelmesin. Mizahı da çok severim ama ben yazı yazarken mizah yazmaktansa dram türü bir şeyler yazmayı tercih ederim... GK: Sizin hem çok gezdiğinizi hem çok okuduğunuzu biliyoruz. Bir tercih yapmanız gerekse hangisini tercih edersiniz? İÖ: Okumayı tercih ederim... GK: Bir dostunuzdan sizinle ilgili bir övgü duymayı mı, bir eleştiri duymayı mı istersiniz veya hangisi daha değeridir sizin için? İÖ: Doğrusunu söylemek gerekirse, dostlarımdan eleştiri duymayı daha çok seviyorum. Çünkü övgü duymak, her insanın çok hoşlandığı, beğendiği, istediği bir şeydir. Fakat övgüyü herkesten duyabilirsiniz, eleştiriyi dostlarınızdan duyarsınız!.. Dostlarınız dışındakiler sizi eleştiriyorsa mutlaka ya kıskançlıklarındandır ya da yergi amaçlıdır... Eleştiri
değil, sizi yermek, sizi yerden yere vurmak içindir. Onun için ben övgüyü hiç tanımadığım, bilmediğim, görmediğim insanlardan da yazılarımda duyuyorum. Beğeniyorlar ama bu benim için çok fazla geçerli değil... Ama eleştiriler öyle olmuyor. Dostlarım eleştirdiği zaman benim iyiliğimi istiyorlar. Ben dostlarımın beni eleştirmesini isterim... GK: Peki... Hep dost dost dediniz. Bu bölümdeki son sorumuz da dostlarla ilgili. Dostluktan mı, arkadaşlıktan mı hoşlanırsınız veya hangisi daha değerlidir sizin için? İÖ: Benim için dostluk çok farklı bir şeydir. Hep söylerler, zaten ben değil herkes söylüyor, işte bir elin parmakları, beş elin parmakları... Ben nicelik olarak bir şey söylemek istemiyorum ama benim için iki el de olabilir dört el de olabilir ama dostluk her zaman farklıdır... Arkadaşlarla “zor” yola çıkamazsınız. Arkadaşlarla yola çıkarsınız, dostlarla “zor yola" çıkarsınız. Zor yollara çıkmayı hep tercih ettim ya da hayat hep beni zor yollara çıkarttı!.. GK: Evet. Ben bu sorunun aslında cevabını biliyordum ama bir kez daha sizden duymak istedim. Çünkü geçtiğimiz yıl biliyorum “Facebook”da yüzlerce arkadaşınızı sildiğinizi, gerçek dostlarınızı ayrı bir yere koyduğunuzu ve daha önceki söylemlerinizden de zaten bunu duymuştuk. Son sorumuz şöyle olacak: Edebiyatla ilgilenen dostlarınıza veya gelecek kuşaklara sizden bir mesaj vermek istesek, onlara kısaca ne söylemek istersiniz? İÖ: “Okuyun” derim. Okuyun, okuyun, daha sonra da hiç çekinmeden, korkmadan, nasıl oldu demeden yazın ama yazılarınızı ilk başta okumayın. Yazın, bir ay dursun, bir ay sonra okuyun ama yazıya başlamadan önce de üç tane kitap okuyun, bir sayfa yazı yazın. Tavsiyem bu! Genç dostlara... GK – Çok teşekkür ediyoruz. Bugün 31 Mayıs 2017. Sayın İlhan Özdemir ile yeni çıkacak dergimiz için ilk röportaj yaptık. Kendisine çok teşekkür ediyoruz ve derginin hayırlı, uğurlu, başarılı olmasını diliyoruz... İÖ – Ben çok teşekkür ediyorum...
22
Gürcan Köftecioğlu İstanbul
KÜLTÜR PORTRE / İBRAHİM ÇALLI
İbrahim Çallı ( d.13 Temmuz 1882, Çal, Denizli - ö. 22 Mayıs 1960 İstanbul ) Rüştiyeyi doğum yeri olan Çal’da, Mülki İdadi'sini ise İzmir’de bitirdikten sonra, ailesi tarafından askeri okula girmek üzere İstanbul’a gönderildi. Ancak; o, çocukluğunun tutkusu olan resim çalışmalarına yönelerek, o dönemde konaklamak için kaldığı handa konaklayan ve resim dersi alan Vefa İdadisi öğrencilerinin arasına katılarak resim dersleri almaya başladı. Parasını çaldırıp maddi sıkıntı içine girince arzuhalcilik ve daha sonra adliyede kâtiplik gibi farklı işlerde çalıştı. Ermeni asıllı bir ressamla tanıştı ve ondan resim kursu aldı. Ressam Roben Efendi’den de resim dersleri alan Çallı, Şeker Ahmet Paşa’nın oğlu İzzet Bey’le tanıştı. İzzet Bey’in aracılığı ile Şeker Ahmet Paşa’nın önerisi üzerine 1906 yılında şimdiki adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan dönemin Sanayi-i Nefise Mektebi’ne girdi. Altı yıllık okulu üç yılda bitirdi. İkinci Meşrutiyet'in ilanıyla Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda yapılan değişikliklerle birlikte, toplumun
tüm kesimlerinde hemen hemen her alanda siyasal, sanatsal ve düşünsel yönden haklar verilince; Türk ressamlarının ilk örgütü olan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’nin üyesi oldu. 1910 yılında Maarif Vekaleti’nin açmış olduğu burs sınavını birinci olarak; Çıplak Adam ve Harekat Ordusunun Muhafız Alayı'ndan Maksut Çavuş adlı çalışmalarıyla kazandı ve Fransa’ya gönderildi. 1910 ile 1914 yılları arası Paris’te Fernand Cormon’un atölyesinde öğrenimini sürdürdü. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla yurda döndü. Vallaury’nin yardımcısı olarak Sanayi-i Nefise Mektebi’ne atanan sanatçı, müttefik ülkelere Türk toplumunun değişen yüzünü sanat yoluyla aktarmak amacıyla gerçekleştirilen “Şişli Atölyesi” etkinlikleri kapsamında ürettiği çalışmarının Viyana ve İstanbul sergilerinin 1917 yılında altı eseriyle katıldığı İstanbul sergisinde “Sanayi-i Nefise Madalyası” kazandı. 1914 Kuşağı onun adıyla “Çallı kuşağı” olarak anıldı. 1947 yılında emekli olan ve 22 Mayıs 1960 yılında mide kanaması sonucu İstanbul’da yaşamını yitirdi. Güniz Argun Küçükoğlu İzmir
23
KÜLTÜR YEMEK KÜLTÜRÜ / GİRİT MUTFAĞI Bir Girit kökenli olarak, ilk paylaşımım bu güzel yöreye tava” meşhur yemeklerindendir. Balığı çok severler ve ait oldu. çeşitli şekillerde tüketirler. Buğulamayı tercih ederler. Lakerda, çiroz ve tuzlama sardalyaya düşkünlükleri Girit Türkleri misafirperverdirler, misafirlerini en iyi vardır. Pilavı zeytinyağı ile yaparlar. Domatesli şekilde ağırlamak isterler. Bonkördürler fakat israfı hiç zeytinyağlı pilavları çok lezzetli olur. sevmezler, milli duyguları çok yüksektir. Doğayı çok severler. Bu yüzden evleri, içinde çeşitli çiçekler Perde pilavına benzeyen “çullama” adı verilen pilav, bulunan bir çiçek bahçesi gibidir. Girit Türklerinin haşlanmış tavuk eti ve iç pilavı yufka ile kaplayarak mutfağı tek cümle ile ifade edilirse tabii beslenmeye hazırlanır. Çorbalardan balık ve un çorbalarını sık dayanır. Bu mutfağın temelini otlar ve zeytinyağı yaparlar. Dolmaları zeytinyağlı ve etli yaparlar, oluşturur. Giritlilerin çoğu sağlıklı ve uzun kavurma dolmayı bilmezler. Pirinci çiğden hazırlarlar. ömürlüdürler. Bunu da ot yemekleri ve zeytinyağı Yaprak sarması ve kabak çiçeği dolmaları çok lezzetli kullanmaya bağlarlar. Girit sofrasını “yeşil sofra” olur, hatta çerez gibi yenilir ve ikram edilir. Sebzeye ve olarak nitelendirmek mümkündür. Çünkü daima zeytinyağına düşkünlükleri sonucu zeytinyağlı, yeşillik vardır. Giritliler “Sofrada yeşillik yoksa sofraya domatesli bamya; zeytinyağlı börülce, ayşekadın oturmayız,” demektedirler. fasulye ve çalı fasulye, zeytinyağlı ıspanak, kereviz, enginar pişirilir. “Girit kebabı” denilen yemek enginar, kuzu eti ve zeytinyağı ile pişirilir. Yeşil Girit kabağı haşlanıp salata olarak yendiği gibi zeytinyağlı peynirli kabak olarak da pişirilir. Ispanaklı, gelincikli, peynirli, kıymalı börek yaparlar. Kabak börekleri, çullama böreği lezzetli olur, kabak köftesi (mücver) ve bakla favası çok yapılır. Fava, baklava diliminde kesilerek üzerine bolca zeytinyağı gezdirilir. Sofraları tertipli, düzenli ve zengindir. Yemekli misafir ağırlamayı çok severler. Kadın ve erkek aile büyüğü “buyurun” demeden yemeğe başlamazlar. Hiçbir zaman boğazlarından kesmezler. Her şeyin en iyisini alırlar. “Az yiyin ,öz yiyin,” derler. Yemekleri taze olarak yemeyi severler. Bunun için günlük yemek yaparlar. Hiçbir zaman da yemek dökülmez. Hatta bayat ekmeği bile peksimet yaparak tüketirler.
Tuzlama sardalya ve çoban salatası ile servis yapılır. .
Giritlilerin etsiz zeytinyağlı yemekleri karşısında yerliler “etsiz yemek mi olur?” derlerdi. Giritliler dana etini bilmezler. Et olarak kuzu etini tercih ederler. ‘’Elbasan
24
Tatlılardan süt tatlılarını tercih ederler. Un, şeker, sütün kaymağından kavrularak yapılan ıstakaları vardır. Hamur tatlılarından kalburabasma, lorlu pide ile kabak tatlıları çok güzel olur. Hanımlar günlerinde çeşitli şerbetler ve kurabiyeler yaparlar, misafirlerini zengin bir şekilde ağırlarlardı. Gümüş macun takımları içinde çeşitli macunlar ve reçeller ikram edilirdi. Ayva peltesi, sakız, turunç ve incir reçelleri çok ünlüdür Meyveleri çok severler, özellikle incir ve üzüme düşkünlükleri çok fazladır. Otlar Girit Türklerinin yedikleri otların başlıcaları; radika, turpotu, şevketibostan, arapsacı, sarmaşık, labada, hardal, ebegümeci, istifno, gelincik ve sirken otudur. Otlar taze haşlanmış, salata olarak veya zeytinyağlı yemeği yapılarak yenilir. Çipohonta denilen bahçe otu Girit Türklerinin en ünlü ot yemeklerinden biridir. Mevsiminde çeşitli taze otlardan hazırlanır, zeytinyağlı pişirilir. Bu yemekte doğanın tadı ve kokusu vardır. Haşlanmış olanların üzerine zeytinyağı ve limon ilave edilir. Roka, maydanoz, tere ve taze soğan ya tek başlarına salata olarak veya başka salatalara tat katarak ya da bütün yapraklar halinde üzerinde su damlacıkları ile bir tabağa uzanmış olarak yemek masasında bulunur. Yenilebilen otlar insan beslenmesi yönünden çok yararlı olup, protein ve karb onhidrat bakımından fakirdirler. Pek az yağ içermektedirler. Su oranları yüksek olup vitamin ve madensel tuzlar yönünden zengindirler. Ayrıca aroma maddeleri bakımından iyidirler. Otlar insanları beslemekte, sağlıklı tutmakta aynı zamanda onları doğayla bütünleştirmektedir. Yenen otlar pazarlarda belirli yerlerde ve belirli kişilerce satılır. Satılan yere “ot pazarı” satanlara da “otçu” denilir. Otçular otları tanıyabilen ihtisas sahibi kişilerdir. Çoğu, otları kendilerine toplarlar ve satarlar. Eskiden pazar yerlerinden ayrı olarak hayvan sırtlarında küfe içinde mahalle aralarında dolaşarak, sokaklarda “Otçu, otçu!..” diye bağırarak, bazen de sattıkları otların isimlerini ayrı ayrı sayarak ot satanlar olurdu. Otların en bol olduğu mevsim ilkbahardır. Eskiden “Giritliler geldi tarlada ot kalmadı.” denilirdi. İstanbullular ot yemeklerini Giritlilerden öğrenmişlerdir. İstanbullular yalnız ebegümeci ve kuzukulağını bilirlerken Giri tlilerden arapsaçı, bahçe otu ve diğer otları öğrenmişlerdir. Artık günümüzde Girit Türklerinin alıp yediği otlar herkesin tanıyıp sevdiği yiyecekler haline gelmiştir. Bu yabani otlar pazarlarda birçok sebzeden daha pahalıya satılmaktadır. Zeytinyağı Girit yemek kültürünün otlardan sonra ikinci temelini zeytinyağı oluşturur. Etli yemekler, sebzeler, pilav, dolmalar, bütün yemekler zeytinyağı ile yapılır. Salata ve haşlanmış otlar üzerine zeytinyağı ve limon konulur. Kahvaltı sofrasında daima zeytin ve zeytinyağı bulunur. Taze zeytinyağının üzerine karabiber, tuz ve istenirse kekik serpilir. Kızarmış ekmek veya taze ekmeği içine banarak tulum peyniri ile yemeğe doyum olmaz. Giritliler rafine zeytinyağı bilmezler. Hakiki sızma zeytinyağı kullanırlar. Halikarnas Balıkçısı olarak ün yapan yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı, zeytinyağını enerjisi ve faydalı unsurlarından dolayı “eritilmiş güneş” olarak nitelendirmiştir. Emel Üstündağ İstanbul
25
KÜLTÜR YER VE MEKAN / ÜRGÜP—NEVŞEHİR Bu köşede birlikte gezip, birlikte göreceğiz. Haydi gelin ilk olarak doğduğum yerden başlayalım. Ürgüp Nevşehir'in 20 km doğusunda olan küçük bir kasabadır. Kapadokya bölgesinin en önemli merkezlerindendir. Tarihsel süreç içerisinde pek çok isme sahip olmuştur. Bizans döneminde Ossiana (Assiana) Hagios Prokopios (Prokopi). Selçuklular döneminde Başhisar. Osmanlılar döneminde Burkut kalesi ve Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren de Ürgüp olarak anılmaya başlamıştır. Bu bilgilerin çoğuna zaten bir şekilde ulaşabilirsiniz. Ben sizlerle Ürgüp sokaklarında, orada yaşayan biri olarak dolaşmak istiyorum. Ürgüp girişinde üç güzeller sizi karşılar (pek çoğumuzun bildiği yörenin özelliği peri bacaları) Bir de dilden dile dolaşan bir efsanesi var bu üç güzellerin: Kapadokya kralının kızı bir çobana aşık olur. Fakat zalim baba kızının çobanla evlenmesine izin vermez. Kralın kızı babasına karşı gelerek, çobanla kaçar ve bir çocukları olur. Zalim baba üçününde öldürülmesini emreder. Prenses ölümsüzleşmek için bir dilekte bulunur ve o saat üçü de taşa çevrilir. O gün bu gündür sevdalılar bu üç güzelleri ziyaret ederler. Binlerce turistin mutlaka uğradığı seyir tepesinde yan yana, zalim babaya inat ayrılmamacasına dimdik yüzyıllar boyunca durmaktadırlar.
Haydi Ürgüp merkeze doğru yola çıkalım. Yol boyunca sizi sağlı sollu kayadan oyma oteller, pansiyon ve butik otel olarak kullanılan taş evler görürsünüz. Merkezde gezip dolaşıp alışveriş yapabilirsiniz. Merkeze uğramışken, çocukluğumda bile harçlığımı alır almaz kendimi kapının önünde kuyrukta bulduğum "Merkez Pastanesi"ne uğramadan geçmeyin derim. Tadını unutamayacağınız dondurmasını muhakkak tatmalısınız... Yorulduk mu? Ve görmek istediğimiz daha çok yer var diyor musunuz? O halde hep birlikte "Temenni Tepesi"ne çıkıyoruz. Buraya sokak aralarından 10 dakikada ulaşabilirsiniz. Temenni Tepesi'nde iki türbeden birinin, 1268 yılında Vecihi Paşa tarafından yaptırılan ve halk arasında “Kılıçarslan Türbesi” olarakda anılan Selçuklu Sultanı IV. Rüknettin Kılıçarslan'a, diğerinin ise III. Alaaddin Keykubat'a ait olabileceği söylenmektedir. Bu tepeye gelip, türbeyi ziyaret eden ve çaput bağlayarak dilek dileyenler tarafından "Temenni Tepesi" adı verilmiştir. Günümüzde seyir terası olarak pek çok turistin ve fotoğrafa gönül vermiş kişilerin tercih ettiği yerdir. Kumda kahve, yada bir bardak çay eşliğinde muhteşem manzarayı izlemenin tadına doyum olmaz. Ben doyamadım der iseniz, akşamı bekleyip bir kadeh, bölgenin üzümlerinden yapılmış ev yapımı şarap eşliğinde güneşin batışını izleyebilirsiniz. Vaz geçemeyeceksiniz... Unutmadan eklemek isterim; halk arasında bir söylenti var: Temenni tepesine çıkan, muhakkak Ürgüp'e geri döner. Böyledir işte memleketim. Sıcacık anadolu insanının içten tavrı, misafirperverliği ve her adımınızda mistik doğa manzarasıyla. Küçücük kasabada anlatılacak o kadar çok yer var ki. Mesela, çocukluğumdan aklımda kalan ve ne zaman geçsem, sebebini bilmediğim bir korkuyla ürperdiğim bir mahalle var; Altıkapı mahallesi... 26
Mesela, çocukluğumdan aklımda kalan ve ne zaman arayan çalışan kesimin tercih ettiği Nezihe'nin yerine. geçsem, sebebini bilmediğim bir korkuyla ürperdiğim Namı diğer Nezihe Sultan… bir mahalle var; Altıkapı mahallesi... Selçuklular döneminde kimliği bilinmeyen bir komutanın eşi ve çocukları için yaptırdığı Altı penceresi bulunan "Altıkapı türbesi."
Dilden dile dolaşan Eşekli Kütüphaneci'nin, Ürgüp halkınında çok sevdiği ve istediği heykeli. Küçük ama benim gözümde muhteşem heybetli eski Belediye Binası. Üzüm bağları, şarap fabikası ve daha görülmeye değer pek çok taş döşeli eski sokakları...
Ürgüp kütüphanesinin hemen yanında bulunan şirin, sevimli sıcacık bir cafe. Daha kapıdan içeri girdiğinizde kendinizi evinizin en samimi köşesinde hissedeceğiniz küçük bir yer. Yaptığı bir birinden güzel ev yemekleri var. Orada asla bir menü yoktur. Günün yemeği vardır. Nezihe sultan üşenmemiş dolma sarmışsa eğer; çok şanslısınız... Ya da içinden gelip yağlama yapmış işe; Üffff...çayınız, kahveniz,sodanız, suyunuz...Tıpkı annenizin,kardeşinizin,kızınızın getirdiği gibi... Orada kendinizi asla yabancı hissetmezsiniz. Samimi, güleryüzlü, sohbeti tatlı kadın; Nezihe Sultan... Küçücük mekanı ama kocaman yüreği ile sizleri orada bekliyor... Yolunuz düşerse uğramadan geçmeyin derim.
Siz en iyisi bir Kapadokya turu yapın ve Ürgüp'e bir uğrayın. Demedi demeyin, bütün bu güzelliklerden Bu gün baya yorulduk.Bir başka zaman, bir başka Yer sonra dilinizde bir Ürgüp türküsü ile geri ve Mekan'da buluşmak dileği ile, döneceksiniz! ... Sevgiyle kalın... Dam başında sarı çiçek oy oy, Burdan gidek, Ürgüp'e göçek, Yasemin Bayındır Nennide Feriden nenni... İstanbul ... Gezdik dolaştık ve her yerde hakim olan turistik alışveriş, yiyecek ve içecekten sıkıldık ve ev ortamında çektiğimiz fotoğrafları kritik mi etmek istiyoruz? Haydi o zaman hep birlikte çok gözler önünde olmayan, sıcacık samimi, genelde film ekipleri ve huzur
27
KÜLTÜR KİTAP / BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE Petersburg'un farklı liselerinde ders verdi. Bir hatip, gazeteci ve hoca olarak ünü yayılınca Çarlık ailesi tarafından prensleri eğitmesi için saraya davet edildi. Ancak fikirleri kilise yöneticilerini rahatsız etmeye başlayınca 1903'te okullarda verdiği dersler kendisinden alındı ve kilisedeki görevinden çıkarıldı, saraydaki işinden de ayrılmak zorunda kaldı. 1907'de 'zararlı gazetecilik faaliyetlerinden ötürü' Petersburg yakınında bir manastıra sürgün edilen yazar, manastırda bulunduğu sırada, adaylığını koymadığı halde Rusya'nın ikinci Duma'sına mille tvekili seçildi.
BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE / Gregory Petrov Grigory Spiridonoviç Petrov, Rus hatip, gazeteci, yazardır.
1908'de Kilise yönetimine hitaben yazdığı mektupta yer verdiği eleştirilerine bağlı olarak 20.yüzyıl başında Rusya'nın en tanınmış kiliseden aforoz edildi. Kendisine karşı açılan dava papazlarından, en çok okunan halk yazarlarından sonucunda din görevliliği mesleğinden ihraç birisi idi. Görüşleri nedeniyle kiliseden kovulduktan edildi, 7 yıl Petersburg ve Moskova'da yaşaması sonra kendisini tamamen yazarlığa verdi; gazeteci ve yasaklandı ve 20 yıl süreyle devlet işlerinde hatip olarak kitleleri etkilemeyi sürdürdü. Bolşevik çalışmaktan men edildi. Devrimi gerçekleştiğinde ülkeden kaçmak zorunda kaldı, Yugoslavya Krallığı'nda geçirdiği son Papazlık rütbesi alındıktan sonra ünü daha da artan yıllarında pek çok eser kaleme aldı, konferanslar yazar, 1908'den itibaren Kırım’da ikamet etti. verdi. Eserleri, Sovyet döneminde ülkesi Rusya'da Rusya'da ve yurtdışında çok sayıda konferans verdi. yasaklanmıştır ancak Bulgaristan'da ve o yıllarda yeni Yurtdışında gezdiği yerler aɾasında en çok kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde etkili olmuş, Finlandiya'dan etkilendi. Kitapları Balkan ve Avrupa devrin aydınlarını etkilemiştir. Beyaz Zambaklar ülkelerinde çevrilip yayınladığından yurtdışında Ülkesinde adlı kitabı, Türkçede en çok okunan tanındı. yabancı eserler arasına girmiştir. Petrov, Ekim Devrimi’nden sonra Bolşevikleri rahatsız Yazar; 1869'da Petersburg’a bağlı Yamburg eden görüşleri nedeniyle çeşitli baskılar gördü; ihtilal kasabasında dünyaya geldi. Babası bir meyhane kaosunda yakınlarını ve oğlunu kaybetmişti. 1920'de garsonuydu. Kırım’dan kalkan ve içinde ülkeden kaçan Denikin Ordusu mensuplarının bulunduğu son gemiye 1886'de din okulundan, 1891'de Petersburg İlahiyat yalınayak ve üzerindeki pijamayla binerek hayatını Akademisi'nden mezun oldu ve din görevlisi olarak kurtarmayı başardı. İstanbul'dan geçtikten sonra kısa tayin edildi. Kilisedeki görevinin yanı sıra Mihaylov bir süre Gelibolu'da kaldı ve daha sonra bir grup Rus Harp Okulu, Aleksandrov Lisesi, Teknik Okulu ile göçmeniyle birlikte Yugoslavya Krallığı’na geçti.
28
Sanatçı, Yugoslavya Krallığı’nda yöneticiler tarafından büyük ilgi gördü ve Belgrad Üniversitesine profesör olarak tayin edildi. Son yıllarında üniversitedeki derslerinin yanı sıra, tüm ülkeyi gezerek konferanslar verdi; hatip ve gazeteci-yazar olarak büyük bir üne kavuştu. 1925'te sağlık durumu kötüleşen Petɾov, mide kanseri nedeniyle ameliyat için devlet imkânlarıyla Paris’e gönderildi; ancak iyileşemeyecek 18 Haziran 1925'te hayatını kaybetti. Yakılan na’şının külleri eşi ve kızının yaşadığı Novi Sad kasabasında defnedildi. Mezarı daha sonra kızı tarafından Münih şehrinin Ostfɾiedhof Mezarlığına nakledildi.
önderliğinde; askerlerden din adamlarına, profesörlerden öğretmenlere, doktorlardan işadamlarına kadar, her meslekten insanın omuz omuza bir dayanışma sergileyerek, Finlandiya'yı, ülkelerini geri kalmışlıktan kurtarmak için nasıl büyük bir mücadele verdiklerini, tüm insanlığa örnek olacak biçimde gözler önüne sermektedir. Yazarın Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı romanını mutlaka okumuşsunuzdur. Ben geçen hafta tekrar bir kez daha okudum. Aynı lezzeti bir kez daha tattım. Kitabın yeni baskıları birçok yayınevi tarafından gerçekleştirilmiş. Üstelik internet ortamında çok büyük indirimle alabilmeniz mümkün.
Bulgaristan’da yaşayan arkadaşı Bojkov'un bu ülkede İyi okumalar dilerim. kurduğu 'Petrov Kültür ve Eğitim Cemiyeti' sayesinde kitapları Bulgarcaya çevrilip yayımlanan yazar, bu ülkede büyük ilgi gördü. Özellikle 1925'te Beyaz Zambaklar Ülkesinde (Finlandiya) adlı eseri Bulgaristan’da yayımlandığında Bulgar Eğitim Bakanlığı tarafından kitlelere önerildi ve Bulgaristan’da tüm eserlerine karşı büyük ilgi doğdu. Petɾov'un kitaplarının başarısı Türkiye’ye göç eden Bulgaristan Türkleri yoluyla Türkiye’ye ulaştı. 1928'de 3 ayrı kitabı Bulgarcadan Türkçeye çevrilip basıldı. Özellikle Ali Haydar Taner’in çevirisi ile yayımlanan Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı yapıt, Türkiye’deki aydınların dikkatini çekti. Kitabın içindeki fikirler ülkede uygulanması gereken bir eğitim ve kalkınma modeli olarak görüldü. Atatürk, kitabı okuduğunda bu destansı başarıya tek kelimeyle hayran olmuştu. Derhal kitabın ülkedeki okulların, özellikle askeri okulların müfredatına dâhil edilmesini emretti. Türk askerleri ülkelerindeki “yaşamı yenilemek” için mutlaka bu kitabı okumalıydılar. O vakitler, kitap o kadar çok ilgi gördü ki, Kuran-ı Kerim'den sonra en çok okunan kitap haline geldi. Bu kitap tüm yoksulluğa, imkansızlıklara ve elverişsiz doğa koşullarına rağmen, bir avuç aydının
29
Muzaffer Özkan Ankara
KÜLTÜR SİNEMA / TOPRAĞIN TUZU
TOPRAĞIN TUZU / Biyografi-Tarih Özgün Adı: The Salt of the Earth Süre: 110 dk. Yönetmen: Juliano Ribeiro Salgado, Wim Wenders Fransız, Brezilya, İtalyan yapımı
ulaşmak için bundan iyi bir fırsat bulunamaz. Yüzden fazla ülkeyi gezen ve gezegenimiz görmediğimiz yerlerine ulaşan Salgado’nun “Diğer Amerika”, “İşçiler”, “Göçler” gibi serileri insanı ve doğayı tanıtır. Açlık içinde ölümün gerçek yüzünü gösterir. Umudunu yitirdiği anlara tanık oluruz.
Tür: Belgesel, Biyografi Oyuncular: Sebastiao Salgado
Açlık, yoksulluk, ilkellik, çok ağır çalışma koşulları, savaş, zulüm ve göç... Belgesel fotoğrafcılığın efsanesi Sebastiao Salgado’nun biyografik belgeseli.
Kendisine Brezilya’da Cumhurbaşkanlığı adaylığı da önerilen Salgado, “Politikacı olursam, yalan söylemeyi öğrenirim” diyerek reddetmiştir. BM İyi Niyet Elçisi Sebastiao Salgado’nun fotoğraflarında kendinizi, hayatınızı, vicdanınızı sorguluyorsunuz. Filmin Konusu:
2015 En İyi Belgesel Oskar Adayı.
Sebastiao Salgado, kırk yıl boyunca insanlığın izini sürdü, dünyanın yakın tarihini deneyimledi. Açlık, göç Kaşif Salgado’nun yetmişlerden başlayarak 40 yıllık ve uluslararası anlaşmazlıklar gibi önemli olaylara serüveninin biyografisinde yakın tarihimizin izleri, tanıklık etti, onları siyah-beyaz karelerinde henüz uygarlık tarafından ele geçirilmemiş ölümsüzleştirdi. Modern uygarlık tarafından henüz topraklarda sürülerek ölümsüzleştiriliyor. Vrangel zarar görmemiş toprakların keşfine çıktı. İnsanlık Adası, Batı Papua ve Brezilya'nın Panatanal manzaralarını keşfetme öyküsünü anlattı. Çekimlerde bölgesindeki sıradışı çekimler yapıyor. Bu doğa turuna oğlu Juliano Ribeiro Salgado ve usta belgeselci Salgadoların aile yaşantısına da yer verildi. Wim Wenders da yönetmen olarak eşlik ediyor. Çok başarılı bir kompozisyonda sunulan belgesel, sizi farklı duygulara ve görsel bir ziyafete sürüklüyor. Fotoğraflarında insanı ve doğayı anlatan “gezegen tanığı” bilge adamın siyah beyaz karelerinin tadına
Gürcan Köftecioğlu İstanbul
30
SANAT RENG-İ SU
.
Burhan Ersan Muğla 31
SANAT EBRU
.
Emel Üstündağ İstanbul
32
SANAT RESİM
.
Sibel Yıldırım İzmir
33
SANAT
RESİM
.
Güniz A.Küçükoğlu İzmir
34
SANAT
RESİM
.
Funda Kantaroğlu İzmir
35
SANAT
RESİM
.
Özen Araser İzmir
36
SANAT
RESİM
.
Sema Güngör Çorlu
37
SANAT
RESİM
.
İlgen Demir İstanbul
38
SANAT
RESİM
.
Metin Selçuk İstanbul
39
SANAT
RESİM
.
Emel Üstündağ İstanbul
40
SANAT
FOTOĞRAF
.
Şengül Yılmazkaya İstanbul
41
SANAT
FOTOĞRAF
.
Asuman Gündüz Almanya
42
SANAT
FOTOĞRAF
.
Hayriye Duranlı İzmir
43
SANAT
FOTOĞRAF
.
Hüseyin Kekiç İstanbul
44
SANAT
FOTOĞRAF
.
Tijen Köftecioğlu İstanbul
45
SANAT
FOTOĞRAF
.
Ayla Gözneli İstanbul
46
SANAT
FOTOĞRAF
Emel Üstündağ İstanbul
47
SANAT
KARİKATÜR
.
Mehmet Saim Bilge Ankara
48
.
49
50