ÖZEL SAYI
3
İÇİNDEKİLER
22
Dostların Memleketi Bangladeş’te Birkaç Gün Mehmet Ali Bolat - Türkiye
27
MORO MÜSLÜMANLARI NEYİMİZ OLUR?
Oruç - Türkiye 4 Hüseyin İSLAM DÜNYASI
08 İslam ve Kardeşlik
51 İran ve Ahmedinejad
10
56 Orta Afrika’ya Dair
Sinan Azimov - Azerbaycan
KARABAĞ MESELESİ
Bakghrullo Ashurov - Tacikistan
Assadate Mohammed - Orta Afrika
Aroon Kerekgyarto - Macaristan
Kenya’da Kimlik Sorunu ve Şebab Saldırıları
12 Gürcistan’da Vaziyet Zegneli Tatari - Gürcistan
57 El - Şebab Nasıl Oluştu
14 Azerbaycan’da İslam Kövser Tagıyev - Azerbaycan
61
16 Gürcistan ve İslam Murat Kasap - Türkiye
20 Benim Laiklik Tercihim Zaur Beyoğlu - Azerbaycan
Ali Farah - Cibuti
ﺗﺸﻮﻳﻪ ﺑﻮﻛﻮﺣﺮام ﺻﻮرة اﳌﺴﻠﻤني ﰲ وﺳﻂ إﻓﺮﻳﻘﻴﺎ ﺑﺎﺳﻢ اﻟﺪﻳﻦ
Muhammed İdris - Kamerun
Haram’ın Afrika’da Din Adına 64 Boko Müslümanların Adını Karalaması Muhammed İdris - Kamerun
26 Çoklukta Birlik
67 Afrika Çatışmalarının Temel Sebepleri
32 Afganistan ve Dünya Siyaseti
71 Victor Kamara - Serra Leone 74 The Volatile and Strategic Horn of Africa
Rifai Riwandana Anjas - Endonezya
Muhammed Rahim Rahimi - Afganistan
38 Hindistan’ın Yeni Yönetimi ve
Ali Farah - Cibuti
Ebola is a Genetically Modified Organism (GMO)
M. M - Etiyopya
Müslümanların Durumu
77 Bosna ve Aliya İzzetbegoviç
Sri Lanka Etnik Sorununa Nüfuz Eden
Avrupa’da İslam ve Müslümanlar 81 Batı Murat Yiğit - Türkiye 89 Makedonya’da İslam
Fahad Vadakke Kadavath - Hindistan
39 Bölgesel ve Uluslararası Güçler Rızam Al Hakem - Sri Lanka
42 Hayat Kitabımızın
Hayatsız Mü’minleri Mehmet Çelik - Türkiye
İbrahim Akkurt - Türkiye
Ahmet Dervishev - Makedonya
93 Arnavutluk’ta Hristiyanlığın Etkisi Baki Kurti - Arnavutluk
43 Kazakistan’da İslam
96 İsveç’te İslam
44 Orta Asya ve Küresel Güç Dengeleri
97 Mamuşa’nın Tarihi
46 Doğu Türkistan
98 İslamafobia
Zhumadulla Amanbaıuly - Kazakistan
Sarifjon Mukarramov - Tacikistan
Abu Furkan - Uygur Özerk Bölgesi
- Son Dört Yılın Hasadı 49 Suriye Abdullah Diarbakerli - Suriye
Suphi Uğur Çörekçi - Türkiye
Erol Marina, Haşim Morina - Kosova Mehmet Gündüz - Türkiye
100 Makedonya’da İslami Kuruluşlar 103
Seyid Emin - Makedonya
Bir Osmanlı Şehir Olarak: MECİDİYE Taha Güzeloğlu - Türkiye
ÖZEL SAYI
5
islam& kardeşlik Sinan Azimov - Azerbaycan
8
İSLAM DÜNYASI
S
evgi, insanlık, samimiyet, ihlas ve öncelikle niyet üzerine bina edilen, kardeşlik dinimiz olan İslam, dünyanın farklı insanlarına insan oldukları için değer vererek onlara ALLAH’ın verdiği hilafet yani halifelik makamını her zaman korumayı ve farklılığı ilahî rahmet, nimet olarak nitelendirerek bu sağlam temeller üzere yaşamayı hedeflemiştir. İslam güzel ahlaktır ve bu güzellik aynı zamanda sevdiğini sevdiklerine dilemek ve onlarla paylaşmakla da daha anlamlı kılınmaktadır. Kardeşlik bu anlamda fıtrat gereği var olarak tarihin bütün sayfalarında insanların ve inananların hayatını aydınlatmıştır. Fedakârlık, ölüm anında bir yudumluk suyunu bile kardeşinden, dünya malının hepsini, hatta daha da ileri giderek hanımlarından birini boşamakla muhacir kardeşine verebilecek imanda ve ahlakta olan örnek şahsiyetlerimiz, hayatı boyu millet, ırk, renk ve öteki kavramını içeren bütün olguları dışlamış ve gerçekten kardeşliğin hakkını vermişler.
aynı dinin temsilcisi, aynı dinin sevdalısı olmak; aynı acı, keder, sevinç ve ferah duygularını hissetmeyi gerekli kılmaktadır. Zira herkese sadece insan olduğu için değer veren neslimiz her zaman insanlık nedeniyle değil dindarlık sınırıyla ya dışlanmış ya birbirine saldırtılmış veya farklı nedenlerle katliamlara uğratılmıştır. Ama unutulmaması gereken bunları yapan gayrimüslimlerin, hedeflerine kardeşlik, birlik ve beraberlik içinde ulaşması olmalıdır! ‘Münafıkların, kitap ehlinden inkâr eden dostlarına: Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız; sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız, mutlaka yardım ederiz, dediklerini görmedin mi?’ (Haşr 59/11)
‘Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.’ (Âli-İman 3/103)
İslam dünyasının en çok gerek duyduğu kardeşlik bağlarını, sarayını aramızda kurmamız ilahî rahmeti, İslamî izzeti, Rabbanî vahdeti, nebevî sünneti, uhrevî saadeti ve dünyevî azameti bizlere sunmakla hayatımızı daha da kolaylaştırabilir ve anlamlı kılabilir. Her birimizden talep edilen, imkanımız ölçüsünde bu prensibi sahiplenmek ve onu diğer kardeşlerimize götürmektir. Zira Müslüman kardeşlerimizin, üzerimizde olan en büyük hakklarından biri de onları sahiplenerek dertleri ile dertlenmek, sevinçleri ile sevinmektir. Rabb’imizin de bizden istediği sadece bu sağlam bağları kurmaktır. Zincir gibi bu bağları sarmış olabilsek bir beden olan kardeşliğimiz ağrımaz, yıpranmaz, sarsılmaz, bölünmez ALLAH dilemese...
Belki de hayatımızda en çok aksattığımız ve değerini kaybettiğimiz için kendimizi de değersiz bir konuma düşüren değerdir kardeşlik. Dünyada
‘Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.’ (Hucurat 49/10)
“Hep Birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın.”
‘Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.’ ÖZEL SAYI
9
Soğuk Savaştan Sonraki Donmuş Çatışma:
KARABAĞ MESELESİ Aroon Kerekgyarto - Macaristan
İ
ki devlet bir millet… Türkiye’de bu cümleyi dile getiren çoktur ama aslını bilen ya da sözün geçtiği Azerbaycan hakkında geniş bilgiye sahip olan azdır. Oysa Azerbaycan -ya da yanlış anıldığı gibi ‘Azeri’- milleti Türklerin dil ve kültür bağlamında en yakın akrabaları sayılır. 1991 ile 1993 yılları arasında dünya kamuoyu Yugoslavya Savaşı’nı izlerken Azerbaycan çok derin ve ülkeyi bütünüyle etkileyen bir felakete uğramış ve halkı da ‘Kafkasların Filistinlileri’ olmuştur. Azerbaycan’ın da bağlı olduğu Güney Kafkaslar bölgesi, tıpkı Orta Doğu gibi ve verimli hilal denilen topraklarıyla, birçok milletin ve imparatorluğun hâkim olmak istediği ve doğal kaynaklar bakımından zengin stratejik bir bölgedir. Tarih boyunca Asurlar, Farslar, Rumlar, Ruslar, Osmanlılar kendi hâkimiyet alanlarına ilhak edip onu sınır bölgesine dönüştürme çabasında olmuşlardır. Bugünlerden bahsedecek olursak bölgenin vaziyeti ve komşularıyla olan ilişkileri de değişmemiştir. Klasik bir çatışma bölgesi olarak Güney Kafkaslara üç devlet, İran, Rusya ve Türkiye tarafından hükmedilmiştir. Tampon bölgesi olmasına değinerek
10 10
İSLAM DÜNYASI
Büyük Satranç Tahtası kitabının yazarı meşhur Amerikan stratejist Brzezinski’nin çok isabetli ifadesiyle ise “Avrasya’nın Balkanları”dır. Güney Kafkaslarda bugün yer alan Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’ın ortak özellikleri yüzölçümü olarak küçük ve topraklarında doğal servetleri az olan ülkeler olmalarıdır. Bunun tek istisnası ve halen de üç ülkeden en gelişmiş olanı Azerbaycan’dır. Var olan enerji kaynakları Hazar Denizi’nde bulunmaktadır. Sovyetler Birliği’nden Sonraki Kafkaslar Petrol İçin Kavga 1980’li yıllarda Gorbaçov döneminde Sovyetler Birliği’nde o zamana kadar büyük ölçüde yönetim tarafindan bastırılmış ‘milli şuurlar’ ve halkların self determinasyon ile ilgili talepleri gittikçe ön plana getirilmeye başlanmıştı. Özellikle Ermeni lobisi Moskova’da Dağlık Karabağ’ın Sovyet Ermenistan’a ilhak edilmesini istedi. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden beri Güney Kafkaslar hem bölgesel hem de küresel güçlerin ilgi odağı olan önemli bir bölge haline gelmiştir. Sovyetler’in dağılmasın-
dan sonra yeni oluşan güç boşluğunu doldurmaya çalışan Amerika Birleşik Devletleri, Amerika karşıtı olan Rusya ve İran ile sınırı olan bu bölgede Batı dostu müttefik ülkeler aramaya çalışmıştır. ABD’nin bu yönde sarf ettiği çaba ve bağımsızlığını yeni kazanan Azerbaycan ile iyi ilişkiler kurmak istemesi de bir tesadüf değildi. ABD’nin, post-Sovyet düzenin sağlamlaşmasına katkıda bulunması ve Azerbaycan enerji piyasasına girip pay alması bölgedeki çıkarları arasındaydı. Zira Azerbaycan, bir tampon bölgesinde yer alması ve enerji servetlerinin geniş olmasından dolayı petrolünü Rusya ya da İran üzerinden geçmeden ihraç edecek dünyadaki tek ülke konumundadır.
edilmiş kişiler) sayısı bir milyondan fazladır. Azerbaycan’ın toplam nüfusu, mevzunun ne kadar ağır olduğunu iyi yansıtıyor: Ülkede 10 milyon kişi yaşamaktadır. Başka bir ifadeyle, ülkenin içinde her on kişiden biri mutlaka kendi topraklarında yaşayan bir mültecidir.
1980’li yılların sonuna kadar Ermenilerin Erivan’da ve diğer bölgelerde düzenledikleri protestolar, Moskova için bir alarm sinyali olmuştu. Sovyetler Birliği artık çok net hissedilen etnik gerginliğin tırmanmaması için elinden geleni yapmaya çalışıp Azeri ve Ermeni tarafları bir masaya oturtmuştu fakat çatışmaların başlamasını engelleme gücü kalmadı. Çatışma başlayana kadar Sovyet dönemine ve daha öncesine dayanan çeşitli nedenlerle Ermeni işgali olduğu dönemde, nüfusunun çoğu Ermenilerden oluşan fakat Azerbaycan topraklarında yer alan Karabağ, Ermenistan tarafından fakat Rusya’nin maddi ve fiili askeri desteğiyle işgal edilmiştir.
Bütün her şeye rağmen savaştan sonra Heydar Aliyev, onun vefatından sonra ise İlham Aliyev Azerbaycan’ı başarılı ve nisbeten zengin, komşuları Gürcistan ve özellikle gittikçe fakirleşen Ermenistan’a göre çok zengin bir ülke haline dönüştürmüştür. Ve gerçekten güçlü bir ordu inşa etmiştir. Tabi bütün bu maddi başarılar, Azerbaycan halkına uğradığı katliamları ve savaş esnasında Ermenistan tarafından işlenen en vahşi görüntüleri unutturamaz.
Olayların ilk aşamasında tepkisini sınırlı tutan Türkiye, tarafları diplomatik yollardan bir çözüme ulaşmak için masaya çağırdı fakat bir sonuç elde edememişti. 1993 Nisan ayında Ermenistan’ın hırsları gittikçe büyüyordu ve sadece kendilerine ait olduğunu iddia ettiği Dağlık Karabağ bölgesini değil, Ermeni nüfusu olmayan Azerbaycan topraklarını da işgal etmeye başladı. Azerbaycan’a bağlı olan Nahçıvan ise bir anklav, başka bir deyişle bağlı olduğu ülkeye sınırı olmayıp başka bir ülke tarafından çevrelenmiş bölge haline gelmiştir. Öylece haritada görüldüğü gibi, Ermenistan’ın işgal ettiği bütün topraklarla beraber Türk dünyasının bütünlüğü de kırılmıştı. Karabağ problemi aynı zamanda Türkiye’nin Ermenistan ve Azerbaycan ile münasebetlerini de rehin aldı. Azerbaycan’da savaşın getirdiği diğer felaket ise kendi mültecileridir. Ülkenin bütün rayonlarında (illerinde) ve şehirlerinde var olan bu IDP’lerin (açılımı internally dislocated person, yani ülkesinde yerinden
Bu mülteciler en azından Türkiye’de Suriyelilere kurulan kamplar gibi yerlerde yaşamıyor artık. Azerbaycan Devleti onları sahiplenir ve savaştan sonraki yıllarda onlara ait evleri, yerleşimleri inşa eder. Bu insanlar birgün memleketlerine dönme ümidiyle bu evlerde yaşamlarını sürdürüyorlar.
Ermenistan’ın savaştan sonraki hali da madalyonun diğer tarafıdır herhalde. Rusya’dan ne kadar çok maddi ve manevi destek aldıysa ve onu hala arkasında bulundursa da siyasi ve jeostratejik anlamda neredeyse tamamen izole edilmiş durumdadır. Türkiye, Karabağ işgaline cevaben Ermenistan’a sınırlarını kapattı ve çok ciddi bir tepki göstermişti; Gürcistan ise ‘komşularla sıfır sorun’ politikası doğrultusunda Türkiye ve Azerbaycan ile mükemmel ilişkilere sahiptir ve enerji boru hatları da üzerinden geçmektedir. Ermenistan, komşusu olmayan Rusya’nın haricinde sadece İran’la iyi ilişkiler yürütmektedir ama ekonomisi büyük oranda yurt dışında yaşayan Ermeni diasporasının gönderdiği finansal katkıya rağmen hala çok zayıftır. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatının Minsk grubunun neredeyse 22 yıldır süren faaliyeti ne Ermeni işgaline son verdi ne de kalıcı bir barışın kurulmasına katkıda bulundu. İşgal ve savaş aslında bitmedi. 1994 Mayıs ayında Bişkek Protokolü imzalandıysa da ancak krizin donması sağlanabildi ve bu donmuş kriz halen hiç beklenmediği bir anda patlamaya hazırdır.
ÖZEL SAYI
11
GÜRCİSTAN’DA VAZİYET Zegneli Tatari - Gürcistan
En büyük darbe Müslümanlara hükümetin kendisinden geldi ve 26 Ağustos 2013 yılında Ahıska’daki Çela köyünde konstrüksiyonu Türkiye’den getirilen, yeni yapılan minareyi hükümet yerli Ortodoksların şikâyetleri ve protestoları üzerine, gümrükleme işlemlerinde bir hata olduğu ve konstrüksiyonun incelenmesi gerektiği bahanesi ile söktü ve götürdü. Bu olay ülkedeki tüm Müslümanları ayağa kaldırdı ve her tarafta protestolar başladı. 12
İSLAM DÜNYASI
G
ürcistan Kafkasya’nın güney batısında, 1991 yılında bağımsızlığını ilan etmiş, önemli siyasî konuma sahip olan bir cumhuriyettir. Yaklaşık 4,5 milyon nüfusa sahip olmasına rağmen etnik ve din bakımından çok çeşitlilik gösteren bir ülkedir, yine de nüfusun büyük çoğunluğunu Ortodokslar oluşturuyor. Müslümanlar ise dinî nüfus sıralamasında her ne kadar ikinci sırada yer alsa da, 2002 yılı sayımlarına göre büyük çoğunluğu Acara bölgesinde olmak üzere genel nüfusun % 9,9’unu oluşturmaktadır. Günümüzde her yerde olduğu gibi Gürcistan’daki Müslümanların da birtakım sorunları artarak devam ediyor. Bugünkü en büyük problemlerden biri ise bazı fanatik Ortodoks gruplarla yaşanan anlaşmazlıklar, cami ve Kur’an kurslarına yapılan saldırılar ki maalesef bu fanatik gruplar hiç küçümsenecek sayıda değil. Bu gibi sorunlar 2012 yılı ekim ayındaki seçimlerde hükümetin değişmesinden sonra resmen bir patlak gösterdi. Bunun en belirgin nedeni ise yeni hükümetin bu konu ile ilgili hassasiyetsizliği, hatta açıkça Ortodoks yandaşlığını sergilemesi ve ülkedeki adalet-ceza sisteminin gerilemesi.
İlk olay hükümetin değişmesinden bir ay geçmeden 26 Ekim 2012’de Guria bölgesinin Nigvziani köyünde oldu. 1500 haneli bu köyde yaklaşık 600 hane Acara’dan göç etmiş Müslümanlardan oluşuyor. Köyde cami olmadığı için Müslümanlar cuma namazını kılabilmek için bir evi satın alıp mescide çevirmişlerdi. Seçimlerden sonra 26 Ekim Cuma günü cuma namazından çıkan cemaat karşılarında, “Burada grupça ibadet edemezsiniz, burası Hristiyan toprağıdır!” gibi cümlelerle ve tehditler savurarak mescidin ibadete kapanmasını isteyen 150 kişilik Ortodoks grubu buldu. Bu şekilde başlayan ve gittikçe kızışan olaylara hükümet haftalarca tepkisiz kaldı. Haftalarca süren ve arada fiziki atışmaların da ortaya çıktığı bu olayların sonunda mescitte ibadete devam edildi yalnız saldıranlardan kimse cezalandırılmadı. İkinci benzer olay ise aradan bir ay geçmeden kasımın sonlarında Kvemo Kartli bölgesindeki Tsintskaro köyünde oldu. Yunanların memleketlerine dönmesi sonucunda 2005 yılında önceki (Saakashvili) hükümeti bu köye Acara bölgesinden Müslümanları ve Svaneti bölgesinden Ortodoksları yerleştirmişti. Önceki olayla nerede ise aynı olay bu iki grup arasında ya-
Tiflis Camii şandı. Yine bir grup Ortodokslar Müslüman mezarlığından kimliği belirlenemeyen biri tarafından sökülen haçları bahane ederek cuma namazının kılınmasına karşı çıkıp Müslümanları tehdit etmeye başlamışlardı. Olaylar gittikçe kızışmıştı, köyde polis nöbet tutmaya başlamıştı ve içeride ibadet yapılırken de mescidi korumak zorunda kalıyordu. Hükümetten yine fazla bir tepki gelmedi ve haftalarca süren bu olayda da kimse cezalandırılmadı. Sonunda ise hükümet tarafından ilginç bir anlaşma ile yapıldı, yapılan anlaşmaya göre yerli Müslümanlar mescitte cemaat ile namaz kılabileceklerdi. Yalnız köyün dışındaki Müslümanlar oraya namaz kılmaya gelmeyeceklerdi. Komşu köylerde de cami olmadığı için buraya gelen Müslümanların gelmesi (sözde) yasaklandı. Bir sonraki olay ise 2013’un Mayıs ayında Kakheti bölgesindeki Samtatskaro köyünde yaşandı. Burada da Acara bölgesinden göç etmiş Müslüman cemaatin cuma namazını kılmasından rahatsız olan büyük bir grup Müslümanlara saldırdı. İlk başta tehditlerle başlanan olay farklı boyutlara geldi. Gece bir grup köyün imamın evine saldırdı, imam dışarı çıkmayınca eşine ve kız kardeşine el kaldırmaktan bile çekinmedi. Devlet buna da tepkisiz kalınca artan baskıdan dolayı imam köyden ayrılmak zorunda kaldı ve mescit ibadete kapatıldı; söz konusu olan mescit maalesef hala kapalı. Yine ilginç bir olay bu sefer Müslümanların en çok olduğu bölgede Acara’da Kobuleti kasabası, Tsikhisdziri köyünde yaşandı. Üç asker köyde yoldan geçenleri durdurup üzerinde haçı bulunmayanı küfrederek dövüyorlardı. Daha sonra hükümetle anlaşamayıp istifa eden milli savunma bakanı bu olaya çok tepki göstermiştir ve olay üzerine askerlerin geldiği Senaki şehrinin askeri polis müdürünü ve birkaç kişiyi istifa ettirdi; ardından da suçluların ikisi 15 000 lari ödemek üzere para cezasına, üçüncü kişi ise hapis cezasına çarptırıldı. En büyük darbe ise Müslümanlara hükümetin kendisin-
den geldi ve 26 Ağustos 2013 yılında Ahıska’daki Çela köyünde konstrüksiyonu Türkiye’den getirilen, yeni yapılan minareyi hükümet yerli Ortodoksların şikâyetleri ve protestoları üzerine, gümrükleme işlemlerinde bir hata olduğu ve konstrüksiyonun incelenmesi gerektiği bahanesi ile söktü ve götürdü. Bu olay ülkedeki tüm Müslümanları ayağa kaldırdı ve her tarafta protestolar başladı. Hükümet dışardan da gelen tepkilere maruz kaldı ve Ortodoksların da protestolarına rağmen tam üç ay sonra, 27 Kasım gecesi konstrüksiyon yerine tekrar getirildi. Yine çok çirkin bir başka olay Acara’da Kobuleti kasabasında yaşandı. Bir grup Ortodoks kitlesi yeni açılacak olan Kur’an kursunun kapısına domuz kafası astı ve Kur’an kursunun açılmasına karşı çıktı. Olay neticesinde birkaç kişiye ufak para cezası kesildi ve konu kapandı. Bu saydıklarım 2012 yılının ekim ayında yönetime gelen ve devam eden “Gürcistan Hayali” adlı koalisyonun devrinde Müslümanlara yapılan haksızlıkların bir kısmı. Yaşananların asıl nedeni ise bu fanatik grupların hükümeti yandaşı olarak görmesi ve hükümetin de olaylara bu şekilde yaklaşmasıdır. Bu hükümet geldiğinden beri Ortodoks din adamlarının otoritesi rahatsız edici bir şekilde artıyor, diğer din mensuplarına ve başka azınlıklara karşı birtakım haksızlıklar yaşanıyor ve işlenen suçların sonucunda gerekli ceza uygulanmadığı için suç oranı gittikçe artıyor. Bu koalisyonun Müslümanlara yaptığı haksızlık seçimlerden önce, muhalefetken Batum’da senelerdir yapılması istenen ve önceki hükümetin buna yönelik adımlar attığı ikinci bir cami konusunu politika olarak kullanması ve Ortodokslara, yönetime gelirlerse bunu yaptırmayacaklarına açıkça söz vermesi idi. Elbette bu, onların seçimleri kazanmasına sebep olan tek faktör değildi fakat önemli faktörlerden biri de bu konu oldu. Ne yazık ki halka verdikleri vaatlerinin nerede ise hiç birini yerine getiremeyen hükümet bu sözünü tutmakta hala ısrarlı.
ÖZEL SAYI
13
AZERBAYCAN’DA İSLÂM Kövser Tagıyev - Azerbaycan
B
ugünkü konferansın son oturumunun son konuşmasını yapacağım. Azerbaycan’ı en son konuşuyoruz. Azerbaycan’ı en son konuşmamızın bir tesadüf olmadığını ve bunun da kasıtlı olmadığını düşünüyorum. Bu biraz toplumsal şuurla alakalıdır. Zira Türk siyasî aklında, Türk siyasî retoriğinde Azerbaycan her zaman sonlarda gelir. Başbakan konuşmasını yaparken Kabil’den başlar, Saraybosna’ya kadar bütün Müslüman şehirleri selamlar ve en son hatırlarsa Bakü’ye de bir selam gönderir. Biz bunu hüsn-i zann ile karşılar, oralardaki durumun daha dikkate şayan olmasına yorarız. Ancak Kafkasları ve özellikle Azerbaycan’ı başkalarının etki alanı olarak görüp, oralara kısmen ilgisiz kalınması Türk siyasi mantalitesi açısından değerlendirdiğimizde yanlış olmasa gerek. Söylemeye çalıştığımız budur. Son konuşmacı olmam dolayısıyla değerli katılımcıları fazla tarihi bilgi ve kronolojilerle yormak istemiyorum. Onun yerine önemli gördüğüm birkaç meseleyi anlatarak hafızanızda yer etmesine çalışacağım. Azerbaycan’dan bahsederken tarihi geçmişini göz ardı edemeyiz. Geçmişte yaşanmış olaylar bugünkü Azerbaycan’ı şekillendirmiştir. Şuna dikkat etmenizi istiyorum: Şimdi haritaya baktığınız zaman Azerbaycan’ın üç büyük medeniyetin, üç büyük devletin bitiştiği ve ya kesiştiği noktada olduğunu görürsünüz. Güneyde İran’dır, en son sınırı Azerbaycan’a dayanır. Kuzeyde Rusya’dır, yine onun da en son sınırı Azerbay-
14
İSLAM DÜNYASI
can’a dayanır. Türkiye’nin de yine en son sınırı, yani doğudaki toprakları Azerbaycan’la komşudur. Ülke tarih boyu bu güç merkezlerinin ve medeniyetlerin etkisinde olmuş ve ülkenin düşünce yapısı da buna göre şekillenmiştir. Bahsettiğimiz fikri bölünmüşlüğü bugün de görmemiz mümkündür. Bunun olumlu ve olumsuz yönleri elbette ki vardır. Diyeceğim şu ki, siyasi, dini ve fikri alanda çok farklı renkleri görebilirsiniz. Azerbaycan’ın mevcut sorunlarından bahsetmemiz gerekirse belli birkaç meseleyi vurgulamak istiyorum. Aslında ülke içerisinde farklı alanlara ait çok sayıda sorundan bahsedebiliriz. Ancak zamanı da dikkate alarak bunu dörde indirerek anlatacağım. Ülkenin en köklü sorunlarından birisi Karabağ sorunudur. 1991’den başlayarak Karabağ, Ermenistan tarafından işgal edilmiş, Karabağ ahalisi kendi yurtlarından göç etmeye zorlanmıştır. 1993’te iki ülke arasında ateşkes imzalanmıştır. O günden bu yana ortaya atılan çözüm önerileri bir fayda vermemiş, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü sağlanamamıştır. Şu an ülkede bir milyondan fazla Karabağ göçmeni vardır. Azerbaycan’ın farklı bölgelerinde, zor şartlar altında yaşam mücadelesi vermektedirler. Azerbaycan’ın dış siyasetinin temelinde Karabağ sorunu vardır. Çeşitli çözüm önerileri teklif edilse de sorunun çözümü yolunda bir arpa boyu yol kat edilememiştir. Diğer önemli sorun, demokratikleşme veya şöyle söyleyelim demokratikleşememe sorunudur. Yasalar itibariyle Azerbaycan dünyanın en demokratik ülkelerinden birisidir. Fakat
uygulama alanında ciddi sıkıntıların olduğu görülür. Onlarca siyasi parti faaliyet gösterse de bunların büyük çoğunluğu siyaseti en ufak derecede etkileyemeyecek oluşumlardır. 1993’den bu yana hâkimiyeti tek parti temsil etmektedir. Seçimlerle ilgili şaibeli durumların yoğun bir şekilde yaşandığı, hem muhalefet partileri hem de bazı uluslararası kurumlar tarafından defalarca ifade edilmiştir. Diğer yandan muhalefet partileri de halkın beklentilerine cevap veremeyecek kişiler tarafından yönetilmektedir. Yirmi senedir her seçimi kaybeden ancak hala ısrarla parti başkanlığını sürdüren kimselerdir bunlar. Ülkeyle ilgili söylenmesi gereken meselelerden bir tanesi de dış tehditlerdir. Ülkenin düşünen insanları Rusya ve İran’ı ülkenin varlığı, bütünlüğü ve egemenliği için bir tehdit olarak görürler. Tarih boyunca da Azerbaycan toprakları bu iki ülke tarafından defalarca işgal edilmiştir. Sovyetlerin dağılmasına rağmen Rusya bu bölgeyi hala kendi etki alanına dâhil etmek için çalışıyor. Ukrayna’da yaşanan olayların benzerinin Azerbaycan’da da yaşanması ihtimal dışı gözükmüyor. Diğer taraftan İran da Azerbaycan’ın varlığını kendi bütünlüğü açısından tehdit olarak gördüğü için bu istikamette adımlar atıyor. Zaman zaman bazı İranlı yetkililerin ağzından Azerbaycan’ın varlığını ve bütünlüğünü tehdit edecek ifadeler çıktığını görüyoruz. Bildiğiniz üzere İran’la farklı bir durumumuz var. İran’da 35 milyon Azerbaycanlı Türk nüfusu vardır. Azerbaycan’da da Şiilik vardır. Azerbaycan ismi tarihi olarak güneydeki toprakların ismidir. Bağımsız Azerbaycan kurulunca ecdat, ülkenin Azerbaycan olarak adlandırılmasına karar vermiştir. Bu aynı zamanda İran’daki 35 milyon Türk’e de ‘’mesaj’’ anlamına gelmektedir. Bu sebeple İran bundan rahatsız. İran bağımsız ve gelişmiş bir Azerbaycan’ı hazmedemiyor. Biz Tebriz’in Traktorsazi futbol takımının maçlarına katılan binlerce insanın “Bakü, Tebriz, Ankara! Biz hara, Farslar hara?”, “Azerbaycan bir olsun! Payitahtı Tebriz olsun!” şiarları ile kendimizi mutlu hissediyoruz. İran da Muharrem ayı törenlerinde binlerce insanın Bakü’deki kutlamalarını görür ondan
sevinir. Biz oradaki Türklerin sıkıntılarından bahsetmeyi severiz, onlar da hapsedilen Şiilerden bahsetmeyi. Böylece sürüp gidiyor ve İran devrim ihraç eden bir din devleti olduğu sürece bu hal devam edeceğe benziyor. Geleceğe yönelik diğer bir sorun mezhepleşme tehlikesidir ki bu gün de artarak devam etmekte olan bir vakadır. Bildiğiniz üzere Azerbaycan Safevi Devleti’ne kadar Sünni bir bölgeydi. Safeviler’den sonra Şiilik Azerbaycan’da yayılmaya başladı ama hiçbir zaman tamamen Şii olmadı. Bu gün Türkiye’deki algı da Azerbaycan’ın tamamen Şii olduğu doğrultusundadır. Mezhep dağılımı şu an yüzde 60’a yüzde 40’ oranındadır. Her iki mezhep kaç asırdır beraber yaşamaktadır. Fakat birkaç sene önce çıkan Suriye olaylarından sonra mezhepler arası gerginliğin arttığını söyleyebiliriz. Şiiler Suriye konusunda İran’ın politikasını izleyerek Esad’ı desteklediler. Sünni kesim ise tüm Arap baharı ülkelerinde olduğu gibi Suriye’de de halkın tarafında durdular. Bu, Azerbaycan’daki dindar kesimin içine düştüğü ilk ciddi politik ayrılıktı, dersek yanılmış olmayız. Ülke içerisinde özellikle Selefi eğilimli gruplarla Şiiler arasında yaşanan sözlü sürtüşmeler hem daha yaygın hem de gelecekte fiili çatışmalara dönüşebilmesi açısından daha tehlikelidir. Bu da Azerbaycan’ı gelecekte mezhep çatışmasının en yoğun yaşandığı bölgelerden birisi haline getirebilir. Umarız böyle olmaz ama bu ihtimali de görüyoruz ve kendi çapımızda bu soruna tedbir almak için elimizden gelen neyse onları yapmaya çalışıyoruz. Şimdi başta da söylediğim meselenin devamı olarak Türkiye’nin Azerbaycan konusunda kısmen ilgisiz olduğunu düşünüyorum. En azından böyle bir görüntü var. İki ülke arasındaki en önemli ilişki ekonomi alanındadır. Kültürel alanda kayda değer bir gelişme göremiyoruz. Özellikle böyle mezhep gerginliğinin tehlike olarak karşımızda durduğu bir dönemde Türkiye’deki hoşgörü ve saygı ortamının bizim ülkemizde de yaygınlaşmasına şiddetle ihtiyaç duymaktayız.
ÖZEL SAYI
15
GÜRCİSTAN ve İSLÂM
Murat Kasap - Türkiye
K Acara özerk cumhuriyetinde 1926 senesinde müftülük kaldırılmıştır. 1929’da okullar açılarak gençler Rus okullarına gitmeye zorlanmıştır. 1929 senesinde 158 cami, 317 adamının görev yaptığı Acara’da 1930 yılında medreseler kapatılmıştır ve dinsizlik propagandası başlatılmıştır. 16
İSLAM DÜNYASI
afkas Dağları’nın güney kısmında yer alan Gürcistan, Karadeniz’e sahili olup Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Rusya Federasyonu ve Rusya Federasyonuna bağlı Karaçay-Çerkez, Kabartay-Balkar, Kuzey Osetya, İnguşetya, Çeçenistan ve Dağıstan özerk cumhuriyetleri ile sınır komşusudur. Gürcistan’ın Türkiye sınırında Acara Özerk Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu sınırında Abhazya Özerk Cumhuriyeti ve yine Güney Osetya Özerk Bölgesi yer almaktadır. Gürcistan dini anlamda çoğunluğu Ortodoks Hıristiyan bir ülkedir. Bunun dışında ülkede Müslümanlar, Katolikler ve Yezidiler yaşamaktadır. Gürcü kilisesi Ms.4. yüzyılda oluşturulmuş kadim bir kilise olup bağımsız bir patriklik olarak varlığını devam ettirmiştir. Ülkede Hıristiyanlık kadar İslam dininin geçmişi de çok eski tarihlere dayanmaktadır. Bazı kaynaklara göre Kafkasya toplumları arasında ilk Müslüman olan halk Gürcülerdir. İlk defa Hz. Ömer zamanında İslam dini ile tanışan Gürcistan’da Arap mücahit kuvvetlerinin güney Kaf-
kasya’ya gelmeleri ve Gürcistan’da bir Arap-İslam devleti kurmalarıyla Gürcistan’da İslamiyet yayılmaya başlamıştır. Gürcü ileri gelenleri İslam kuvvetlerine karşı direnç göstermemişler, barış ve dostluk antlaşmasında fayda görülerek 654 yılında bir Gürcü-Arap dayanışması oluşturulmuştur. Bu dönemlerde başarılı tebliğ faaliyetleri sonucunda Gürcistan halkının bir kısmı kendi istekleriyle İslam dinine girmiş ve İslamiyet buradan Kuzey Kafkasya bölgesine geçerek yayılmaya başlamıştır. Özellikle Orta Çağ’da Müslüman öğretileri için çok önemli bir merkez haline gelen ve aynı zamanda Gürcistan’ın başkenti olan Tiflis şehri 20. yüzyılın başlarına kadar da İslam merkezi olma özelliğini devam ettirmiştir. Tiflis’te, Müslümanlar tarafından çok sayıda camii, mektep, kütüphane gibi tarihi eser inşa edilmiştir. 1918 senesine kadar Kafkasya Müslümanlarının dini reisleri bu şehirde ikamet etmiştir. İslam coğrafyasında Orta Çağ’da ün yapmış olan Hubeyş bin İbrahim Tiflisi, Fahreddin Ebubekir Gürci, Ebu Kasım et-Tiflisi,
Kemal et-Tiflisi, Ebu Ahmet Hamit bin Yusuf et-Tiflisi, İsa et-Tiflisi Abdullah-ı Gürcistani gibi ilim adamları Gürcistan’da doğmuştur. Gürcistan’da Araplarla başlayan İslamlaşma hareketleri, buraya daha sonra hâkim olan Müslüman devletler dönemlerinde de devam etmiştir. Ayrıca Gürcü kral ve beylerden İslamiyet’i kabul edenler de olmuştur. Gürcülerin büyük kısmı Osmanlılar döneminde Müslüman olmuştur. Gürcülerin Müslüman olmasındaki en büyük etken hiç şüphesiz Osmanlı’nın adil ve hoşgörülü yönetimidir. Osmanlı medeniyetinin bir parçası olan ve milli kültürlerini de koruyarak, Osmanlı medeniyetinin oluşturulmasında büyük rol oynayan Gürcü toplumundan 400 yılı aşkın bir sürede başta sadrazamlar olmak üzere çok sayıda devlet adamı, din âlimi, sanatkâr, fikir adamı, yazar, sanatçı olarak değerli şahsiyet çıktı. İmparatorluk coğrafyasının değişik yerlerinde okul, köprü, camii, kütüphane, imarethane gibi eserler yaptılar, sanat ve edebiyat alanında birçok yapıt verdiler. Bu eserlerin büyük bir kısmı günümüze kadar varlığını korudu. Tire Necip Paşa Kütüphanesi, İstanbul Bezmialem Vakıf Gureba Hastanesi, Erzurum Gürcü Mehmet Paşa Cami, Eyüp Büyük İskele Cami bu eserlerin başında gelmektedir. Sadrazam Gürcü Mehmet Paşa, Koca Yusuf Paşa, Halil Hamit Paşa, Kaptan-ı Derya Hüseyin Paşa, Adliye Nazırı Hasan Fehmi Paşa, Dahiliye Nazırı Çürüksulu Mahmut Paşa, Şeyhülislam Mirza Mustafa Efendi, Şeyhülislam Mehmet Esat Efendi, Kazasker Gürcü Emin Efendi, hukukçu Ali Haydar Efendi, Kadı Hasbi Efendi, yazar Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şahsiyetler Gürcü kökenlidir. Gürcistan’da yaşayan Müslüman Gürcüler 300 yılı aşkın bir süre Osmanlı egemenliğinde yaşamalarından dolayı Osmanlı Devleti ile sıkı bir bütünleşme içerisine girmiştir. 1877/1878 Osmanlı-Rus Harbi sonrasında Gürcistan’ın Müslüman Gürcülerin yaşadığı Acara bölgesi Rusya yönetimine geçmiştir. Bunun üzerine 1878 senesinden itibaren Acara’da yaşayan Müslüman Gürcülerin büyük çoğunluğu Anadolu topraklarına göç etmiş ve Karadeniz ve Marmara başta olmak üzere birçok şehre yerleşmişlerdir. Müslüman Gürcülerin büyük çoğunluğunun göç etmesi üzerine Çarlık Rusya idaresinde Gürcistan coğrafyasında Müslümanlar sayıca azınlık durumuna düşmüştür. Ruslar Acara bölgesinde gayri Müslim nüfus ve Rus azınlıkları yerleştirmeye başlamıştır. Rus yönetiminde camiler ve medreseler faaliyetlerine devam etmiş, eğitimine devam amacıyla İstanbul’a Müslüman öğrenciler gelmiştir. Ayrıca Tiflis’te dini eğitim veren bir yüksekokul da çalışmalarına devam etmiştir. 1918’de tekrar Osmanlı yönetimine giren Acara bölgesi 1918-1920 yılları arasında İngiliz idaresinde kalmıştır. 1921’de Gürcistan’a bağlı Acara Özerk Cumhuriyeti oluşturulmuştur. Aynı yıl Gürcistan
SSCB yönetimine girmiştir. Günümüzde de Müslümanların büyük çoğunluğu Acara Özerk Cumhuriyetinde yaşamaktadır. Gürcistan Müslümanları SSCB döneminde büyük baskı görmüşlerdir. Tiflis, Batum ve diğer bazı şehirlerde Osmanlı ve İran dönemlerine ait 200’ü aşkın cami mevcut iken bunların çoğu komünist idare tarafından yıktırılmış ya da kapatılmış, başka hizmetlere tahsis edilmiştir. Osmanlı döneminde Gürcistan’da yapılan eserlerin başında, Tiflis’te, Sultan III. Murat adına yapılan Hünkâr Camii, Batum’da Sultan Abdülaziz adına yapılan Aziziye Camii ve Ahıska Ahmediye Camii ve Külliyesi gelmektedir. Bu eserlerden ayakta kalabilen Ahıska Ahmediye Camii 1828/1829 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında Rusya yönetiminde minaresi yıkılarak kiliseye çevrilmiş olup günümüzde yenileme çalışmaları tamamlanarak müze olarak hizmet vermektedir. Tiflis Hünkâr Camii ve Batum Aziziye Cami’nden ise bir iz kalmamıştır. SSCB yönetiminde İslam mahkemeleri, medrese, cami ve vakıfların büyük bir kısmı kapatılmıştır. Ayrıca hac, zekât, Ramazan orucu gibi ibadetlerin yapılması yasaklanmaya çalışılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyetlerde Din İşleri İdaresi Kurulmuştur. Gürcistan
ÖZEL SAYI
17
en büyük pay âlimlere aittir. Ancak 1940’lı yıllarda İslam âlimleri öldürülmüş veya Sibirya’ya sürülerek ortadan kaldırılmıştır.
Müslümanları da merkezi Bakü’de bulunan Güney Kafkasya Din İşleri İdaresi’ne bağlanmıştır. Bu idarenin başkanı Şii yardımcısı ise Sünni’dir. Buna bağlı olarak 1940’da Batum Orta Cami ibadete açılmıştır. Her ne kadar bu dönemde İslam için bir iyileşme söz konusu olsa da aynı yıllarda birçok Müslüman halk topraklarından sürülmüştür. 1944 senesinde Gürcistan’ın Ahıska ve Batum şehrinde yaşayan Müslümanlar köylerinden Orta Asya’ya sürülmüştür. Acara Özerk Cumhuriyeti’nde 1926 senesinde müftülük kaldırılmıştır. 1929’da okullar açılarak gençler Rus okullarına gitmeye zorlanmıştır. 1929 senesinde 158 cami, 317 adamının görev yaptığı Acara’da 1930 yılında medreseler kapatılmış ve dinsizlik propagandası başlatılmıştır. 1931 yılında Acara müftüsü İskender Efendi gördüğü baskılar sonucu Türkiye’ye iltica etmek zorunda kalmış ve 1967 senesinde Samsun müftüsü iken vefat etmiştir. 1930’lu yıllardan itibaren kadınların başörtüleri yasaklanmaya başlamıştır. Baskılara rağmen Acara halkı gizli olarak İslam’ı yaşatmıştır. Namazlar gizlice kılınmış, oruçlar gizlice tutulmuştur. Gece sahura kalkılmamış ya da ışıklar yakılmadan sahurlar yapılmıştır. Cenazeler gece defnedilmiştir. Kurbanlar ise ahırlarda kesilmiştir. Müslüman isimleri yasaklandığı için ikinci isimler kullanılmıştır. Bütün bu baskılara rağmen Müslüman halk dini kimliklerini büyük ölçüde korumuştur. İslamiyet’in korunmasında
18
İSLAM DÜNYASI
1991 senesinde tekrar Gürcistan’ın bağımsız olması sonrasında din hürriyeti tanınması, Müslümanların faaliyetlerinin artmasını sağlamıştır. Bu dönemden itibaren eğitim amacıyla Türkiye’ye çok sayıda Gürcü öğrenci gelmiş bunların bir kısmı ilahiyat fakültelerinde eğitim görmüştür. Fakat aynı dönemde Müslümanlar için yeni sıkıntılar başlamıştır. Yönetimde ve iş alanında yer almak için Müslüman kimliği gizlenmek zorunda kalınmıştır. Hıristiyanlığa geçenlere, kamu sektöründe iş bulmaları konusunda yardımcı olunmakta ve atamalarda da öncelik tanındığı bir vakıadır. İş bulma noktasında yaşanan bu sıkıntıdan dolayı Müslümanlar kimliklerini saklamak zorunda kalmaktadırlar. Okullarda papazlar tarafından verilen zorunlu din dersinde Hıristiyanlık okutulmakta iken son dönemde bu ders mecburi olmaktan çıkarılmıştır. Gürcistan Müslümanlarının en büyük sorunu gençlerin dini eğitim sorunudur. Müslüman çocuklar okullarda din eğitimi alamamaktadır. Bazı kasabalarda Müslüman çocuklara yönelik ücretsiz ilkokuldan üniversiteye eğitim veren ve kilise tarafından yönetilen kampüsler açılmıştır. Günümüzde Gürcistan nüfusunun yüzde 15’ine yakını Müslümandır. Gürcistan Müslümanları Acaralı Gürcüler ve Türkler (Karapapak, Terekeme, Azeri) olarak iki kısma ayrılabilir. Bunların dışında Pankisi Pankisi vadisinde muhacir Çeçenler ile Kistin Müslümanları yaşamaktadır. Acaralılar Sünni Hanefi iken, Azerilerin bir kısmı Caferi bir kısmı ise Sünnidir. Gürcistan’da hali hazırda 300’e yakın cami ve 52 kuran kursu bulunmaktadır. Bu camilerin 50 kadarı Şia mezhebine mensup Müslümanlarındır. Şia Müslümanları ağırlıklı olarak Gürcistan’ın Azerbaycan sınırında bulunan köylerde yaşamaktadır. Acara bölgesinde 197 cami bulunmaktadır. Diğer camiler ise Ahıska, Tsalka ve Tiflis’ten Azerbaycan sınırına kadar olan bölgelerdedir. Gürcistan’da ağırlık olarak Ahıska’da olmak üzere 150 cami kapalıdır. Acara bölgesinde 150’si imam olmak üzere 180 din görevlisi vardır. Gürcistan’da 2011 yılında “Sruliad Sakartvelos Muslimta Sammartvelo” “Tüm Gürcistan Müslümanları İdaresi” adıyla bir yapı oluşturulmuş ve Gürcistan müftülüğü Azerbaycan’da bulunan Din İşleri İdaresinden ayrılmıştır. Bu idari yapılanma Gürcistan Diyanet İşleri Başkanlığına da gelmektedir. 2013 yılında ise Gürcistan Diyanet İşleri Başkanlığı Batı Gürcistan Müftülüğü ve Doğu Gürcistan Müftülüğü olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Batı Gürcistan müftülüğü idaresine Sünni Müslümanlar girmektedir. Batı Gürcistan Müftülüğüne bağlı olarak Batum’un 5 ilçesinde birer
müftü bulunmaktadır. (Kobuleti, Hulo, Helvaçauri, Şuahevi ve Keda). Ayrıca Ahıska ve Tsalka şehirlerinde yaşayan Acara’dan göç etmiş Müslümanlar da idari anlamda Batı Gürcistan Müftülüğüne bağlıdırlar. Doğu Gürcistan müftülüğüne Tiflis ve civarında yaşayan ve çoğunluğu Terekeme/Karapapak ve Azerilerden oluşan Müslüman nüfus girmektedir. Gürcistan’da yaşayan Müslümanlar tarafından kurulan birkaç sivil toplum kuruluşu bulunmaktadır. Gürcü Müslümanlar Birliği (GKU) Türkiye Dostluk Derneği, Gürcistan Gençliğine Yardım Derneği (SADA) gibi sivil toplum kuruluşları bunların başında gelmektedir. Gürcü Müslümanları Acara Özerk Cumhuriyeti’nin dışında Ahıska, Tzalga gibi şehirlerde yaşamaktadır. Ayrıca Gürcistan’ın Guria bölgesinde bazı köylere yerleşen Acaralı Müslüman Gürcüler yer almaktadır. Soyvet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği döneminde 1944 senesinde başta Orta Asya olmak üzere değişik yerlere sürülen Ahıska Türklerinden ise çok az sayıda aile Gürcistan’a dönebilmiş olup bu ailelerde kendi köylerine değil değişik yerlere iskân olunmuştur. Acara Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti Batum şehir merkezinde çarlık döneminden itibaren başlayan iskân faaliyetleri sonunda gayrimüslim nüfus, çoğunluğu oluşturmuş iken köylerde ise Müslüman nüfus çoğunluktadır. Acara Müslümanların İslam’ı yaşatmasında mevlit ve sünnet olma geleneğinin büyük etkisi vardır. Mevlit geleneği Sovyetler döneminden itibaren halkın İslam’a bağlılığının bir göstergesi olup günümüzde de devam etmektedir. Ölenlerin arkasından 40. ve 52. Gecelerde mevlit okunur. Eskiden Osmanlı Türkçesi olarak okunan mevlit artık Gürcüce olarak da okunmaktadır. Mevlit ile birlikte kuran okunur. Şerbet yerine yemek verilmesi bir gelenektir. Kilise tarafından Hıristiyanlaştırılan aileler bile hala mevlit okutmaktadırlar. Her Müslüman yılda en az bir defa mevlit okutmaktadır. Resmi nikâhın yanı sıra dini nikâh yapılmaktadır. Dini nikâhlar camide de kıyılmaktadır. Nikâhlarda önceleri evlenenlerin yerine vekiller ve şahitler katılırken, bu gün genellikle cami ve başka bir mekânda hocanın karşısında evlenecek çiftler bulunarak nikâh kıyılmak-
tadır. Bazı evliliklerde din farklılığı güdülmemekte olup doğan çocuk genelde anne hangi dine mensup ise o şekilde yetiştirilmektedir. Birçok köyde cenaze geleneğinde Hıristiyan kültürünün etkisi yoğundur. Cenaze bir süre evde kefen yerine elbise ile bekletilir. Bu süre zarfında ev sahibi ölen kişinin ruhu için yemekler hazırlar ve taziye için gelenlere ikramda bulunur. Mezar taşına resim koyma geleneği çok yaygındır. Acara Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti olan Batum şehir merkezinde Osmanlı döneminden kalma Orta Cami’de ibadet yapılmaktadır. Şehir merkezinde ezan içeride okunurken köylerde ise aşikâr okunmaktadır. Orta Cami’de 2011 yılında uzun yıllardır ilk defa Batumlu hafızlar tarafından mukabele okunmuştur. Camide özellikle Cuma ve bayram namazlarında cemaat camiye sığmamaktadır. Acara köylerinde İslam coşkulu bir şekilde yaşatılmaktadır. Geleneklere sıkı sıkı bağlı bazı köylerde takkesiz namaz kılınmadığı gibi, dua bitimine kadar camiden çıkılmamaktadır. Ramazanda ise önce namaz kılınıp sonra iftar açma geleneği yaygındır. Yaz aylarında gerçekleştirilen kuran kurslarına büyük ilgi gösterilmektedir. Yaylacılık geleneğinin yaygın olduğu Acara köylerinde kuran kursları yaylalarda devam ettirilmektedir. Batum’da bulunan kuran kurslarında hafızlar yetiştirilmekte olup, erkek kuran kursları yanı sıra kız kuran kursları da bulunmaktadır. Tiflis şehir merkezinde Cuma Mescidi’nde ibadet yapılmaktadır. Burada ezan cami içerisinde okunmakta olup, cemaati ise Azeri, Gürcü, Çeçen gibi değişik milletlere mensuptur. Caminin Şii ve Sünniler için iki mihrabı vardır. Ayrıca camide Hz. Osman tarafından çoğaltılan kuranı kerim nüshalarından Taşkent nüshasının bir sureti bulunmaktadır. Kaynakça: Met Çunatikho İzzet, Kafkas Tarihi, İstanbul 1330 Murat Kasap, Osmanlı Gürcüleri, İstanbul 2010 Süleyman Uludağ, İran’a ve Turan’a Seyahat, İstanbul 2002 Tariel Nakaidze/Nebi Gümüş, “Gürcistan’da İslam Algısı”, Gürcüler Paneli, Düzce 2010
ÖZEL SAYI
19
SIRAT-I MÜSTAKİM’E YÜRÜRKEN PRAGMATİK ZİKZAKLAR:
BENİM LAİKLİK TERCİHİM Zaur Beyoğlu - Azerbaycan
B
u konu daha evvel siyasal İslam ve onun Azerbaycan’da olası varlığı konusunda tefekkür ve dostlarla tartışma üzerinden doğmuştu ve bu konuyu benden önce yazmalarına karşın kaleme alıyorum açıkçası. Yoksa normalde birçok düşüncem gibi bunu da not ettiğim defterimde daha sonra detaylı ele almak üzere bırakırdım. Aslına bakılırsa bu yazıya başlık olarak Postmodern paradoks’tan esinlenerek Postmodern Kargaşada Tercih yazacaktım ama fikirleri yapılandırdıkça bunun karmaşa ve kargaşadan doğan instinktif (içgüdüsel) yönelim değil, bizatihi ülkemizin durumu sebebiyle bilinçli, zorunlu ve geçici olmasını temenni ettiğim konjonktürel bir karardır. Bunun yanı sıra başlığı faydacılık perspektifinden daha çok olası zararları minimize etmeye çalışan bakış açısı, yani bir nevi sahip olduğum fikrin ve medeniyetin (Türk, Sünni, Osmanlı indeksli) yaşam alanını koruma mücadelesi olarak ele almak lazım. Uzun ve belki de gereksiz introdan (giriş) sonra konuya gelirsek, baştan net şekilde belirtmek gerekir ki, Azerbaycan Siyasal İslam ın kesinlikle bize faydalı olmayacağına inanıyorum. Kısa zamanda belki faydalı olabilir ama uzun vadede kesinlikle zararlı olacaktır. Bunun biri diğerini tetikleyen, deterministik reaksiyonuna neden olan bir sıra sosyolojik, demografik ve kültürel sebepleri var. Öncelikle Azerbaycan’ın bir kısmı, daha doğrusu tarih-
20
İSLAM DÜNYASI
sel olarak Şirvan bölgesi ve Kuzey bölgesi Sünni olsa bile şuan kültürel olarak varlığı hissedilmiyor. Buna karşın Şiilik günlük yaşamın her alanında söylemlerinde, gelenekte, hatta tüm ülke bazındaki hâkim gelenekte çok baskın ve varlığını sürdürmektedir. Yanlış anlaşılmasın Sünniler yoktur demiyorum, varlar ama olmayan, yok olmuş olan Sünniliktir. Yerel olan, daha doğrusu olması gereken Sünnilikten bahsediyorum. Oysa günümüz Sünnilerin çoğu ‘’ithaldir’’. Nurculuk, Fetullahçılık, Selefilik, Süleymancılık, İsmail Ağacılar hepsi bu kategoriye girmektedirler. Çünkü yerli halkın din anlayışına uymamaktadırlar. Bunun bir diğer göstergesi kazanılan taraftarların mekânsal konumları ve mekanın ideolojik, dini geçmişidir. ‘’İthal’’ Sünnilik tarihi Sünni topraklarında bile gelişirken ‘’İthal’’ olmanın yan etkisi olan tepkiyle, dirençle ve ötekileştirmeyle karşılaşıyorlar. Çünkü iddia ettiğim gibi bölgenin Sünnilikle tarihsel, kültürel bağı kopmuştur. O yüzden her şekilde türlü eleştirilere maruz kalarak ‘’yabancı’’ konumuna düşmekte, düşürülmektedirler. Buna karşın Şiilik tarihsel olarak ait olduğu bölgelerde çalışma için çok geniş ve rahat manevra alanı bulmaktadır. Çünkü yas merasimleriyle, Aşure etkinlikleriyle ve hatta dini olan her yapının mimarisiyle bu kültürü günümüze taşımışlardır. O yüzden söylenenler, anlatılmak istenenler ötekinin sözü değildir bizatihi bölgenin kendisidir. Buna ek olarak, Sünniliği tercih edenler farklı eko-
nomik gruplardan ve ideoloji, dünya görüşlerinden gelmektedir. Çok renklilerdir, geçmişinde Dinsiz, Komünist, Sünni, Şii ideolojilerle gelmektedirler. Yani ‘’kazanımlardır’’ ve bu farklı gruplardan kopmaları nedeniyle de ferdi boyutta kazanımlardır. Oysa Şiilik baskın şekilde zaten Şii olarak kabul edilen bölgelerde çalışmakta ve bölgeler kültürel olarak zaten kendini Şii olarak tanımlayan insanların yaşadığı yerler. Bu da ‘’geri kazanımdır’’. Ve sonuç olarak bu Sünnilerin kompakt olmamasıyla sonuçlanırken, Şiilere jeokitlesellik kazandırmaktadır.Tüm bunların yanında belki de en önemli sorun toplum olabilmiş Şiiliğin karşısında Sünnilerin hala ‘’kitlecik’’ olması. Sünnilerin farklı cemaatlere bağlılığı dolayısıyla küçük olanın daha da parçalanmasına karşın Şiilerin daha tek merkezci olmasıdır. Tüm yukarıda belirtilenlerin doğru olduğunu varsayarsak, olası demokratik seçimlerde Siyasal İslam adıyla koalisyona gitmemiz veya resmi şekilde gitmeyip bireysel boyutta oylarımız ve yönlendirmemizle desteklesek bile nihai durum aleyhimize işleyecektir. Şöyle ki: 1.İthal olduğumuz için bir ciddi kitlemiz olmayacak. 2.Hadi diyelim ki, Sünniler olarak bir kitleye ulaştık. Sorun onunla da bitmiyor. Farklı cemaat ve gruplara bağlı olanlar ve bunların yine bölge üzerinde iktidar çatışması yaşayan ülkelerden olması (Türkiye, Suudi Arabistan ve Kuveyt) gerektiğinde birlikte hareket etmemizi ketleyecekken, Şiiler yaşayan, tartışmasız otorite sahibi Ruhani liderlilerinin varlığı nedeniyle
kolektif yürüme dirayetini göstereceklerdir. Nasıl ki defalarla gösterdiler, nasıl ki biz de bunun aksini gösterdik. 3.Bölgesel ve ya en azından kompakt(toplu) yaşam alanımız olmadığı için sesimizin hayati önemi olmayacak, aday çıkaramayacağız ve en iyi durumda birileri için ek puan olarak kalacağız. Yani bir nevi Türkiye’nin Komünistleri gibi sosyal hayatta kurumlarımızla, fikirlerimizle, fertlerimizle olacağız ama siyasi geleceği belirlemede ihtiyaç duyulan tabanımız olmayacak. Dolayısıyla Şiilerle olası her türlü meşru iktidar mücadelesinde kaybetmeye mahkûmuz. Buraya kadar okununca korkulacak ne var, Şiiler demokratik seçimde kazandı denebilir. Haklı çıkış olur, bende katılırdım eğer kazanan ‘’Şiilerimiz’’ olsaydı. Benim korktuğum kazananın Safevî İran olmasıdır. Çünkü onun idare etme ve devlet geleneğinde farklılığa, diğer renklere yer yoktur. Çok uzak olmayan tarihte İran Devriminde beraberce mücadele edip sonrasında sosyalistlere yapılan ihanet hafızalarda taze iken, aynı zihniyete sahip ve ona bağlılığı da yüksek ihtimal olacak hükûmetten farklı sonuç beklemek en basit şekliyle saflık olur. Kısacası, Sünniler devam eden bu kültürel ve sosyolojik gidişatta ve mevcut demografik verilerle hiçbir zaman Azerbaycan Siyasal İslam’ın lokomotifi olamayacaktır. İşte bu sebeple İran tehlikesi geçmediği müddetçe Avrupa modeli laiklik en iyi tercih olarak karşımızda durmaktadır.
ÖZEL SAYI
21
Dostların Memleketi
Bangladeş’te Birkaç Gün Mehmet Ali Bolat - Türkiye
İ
HH’den Hasan Aynacı Bangladeş’e gidip gidemeyeceğimi sorduğunda dostlarım aklıma geldi. SADER’den Bab-ı Aleme ve UDEF’e kadar 11 yıldır tanıdığım ve mezun olup ülkesine dönen dostlarımı, kardeşlerimi ziyaret edecektim; heyecan vericiydi. Gittik, gidiyoruz derken planladığımızdan 10 gün kadar geç gitmek zorunda kaldık. Sebebi 5 Ocak itibarıyla başlayan ve ülkeyi kaosa sürükleyen olaylardı. Gidiş günü havalimanına vardık ki ne görelim, uçuş 8 buçuk saat gecikmeli. Dönüşte de 8 saat gecikmeli döndük. Giderken de gelirken de gecikmeler yaşandı. Sonra öğrendiğimize göre bu ara Bangladeş uçuşlarında gecikme yaşanıyormuş. Hayırdır inşallah dedik. Yol arkadaşım M. Hüseyin Bangladeşli bir kardeşimizdi. Kendisini 2006’dan beri tanıyordum ve Bab-ı Alemde çok ortak çalışmalar yapmıştık. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji mezunuydu. Halen de yüksek lisansını, sosyolojide, Sakarya Üniversitesinde yapıyordu. Yani o bir uluslararası öğrenciydi ve şimdi İHH Güney Asya Masası koordinatörüydü. Ülkesine İHH çalışmalarını organize etmek üzere gidiyorduk. Ne güzel bir durumdu. Ülkenden eğitim için gel ve oraya Türkiye’den hayırlı çalışmaları taşı. Buna bir nebze katkı sağlayan biri olarak haklı bir gurur duyuyordum.
Otele yerleştik, biraz dinlendik ve ilk iş Bangladeşli mezun kardeşlerimizle bir araya gelmek oldu. Gitmeden organizasyon yapmıştık ancak çoğu mezunumuz başkent Dakka’ya, yani buluşma yerine gelemedi. Çünkü ertesi gün genel grev varmış ve ulaşım durma noktasına gelmiş. Yakında olup gelebilenlerle beraber hasret giderdik. Türkiye’den selamları ilettik onların selamlarını aldık. Mezuniyet sonrası yaşadıklarını dinledik, onlar ayrıldıktan sonra Türkiye’de olanlar üzerine konuştuk, derken saatler birbirini o kadar hızlı kovalamış ki artık gidelim abi dediler, grev tam başlamadan evimize ulaşalım, bu grev Türkiye’dekilere benzemez. Tabi ben pek anlamadım, sonraki günlerde bizzat görünce kardeşlerimi anladım. Otele dönmeden Nur camiasından Meşveret grubunun evini ziyaret edip çaylarını içtik, birkaç saat de onlarla hasbihal ettik. Risaleleri Bengalceye çeviriyorlarmış, kolay gele dedik ve ayrıldık. Otele dönüp ertesi gün neyle karşılaşacağını bilmeyen bir kişi olarak istirahate çekildim. Ertesi gün “hartal” dedikleri o grevin ne demek olduğuna bizzat şahitlik etmiş bir kardeşiniz olarak, Türkiye’deki eylemlere pek benzemediğini itiraf edeyim. Ülke genelinde eylemler ve genel grev olduğu için tak-
Bangladeş’e ulaştık. Vizeyi ülkeye girişte alıyorsunuz. İşlemler ve prosedürler bittikten sonra kapıda ilk işimiz beraber bir özçekim yapmak oldu. Sosyal medyada paylaştık, biz menzile vasıl olduk dostlar, dedik. İstanbul’un soğuk havasından paltolarla ayrılmıştık. Oysa Bangladeş’te adeta yaz yaşanıyordu. Bindiğimiz taksici klimayı açmış, serinliyorduk. Kış mevsimi ama oranın kışı bize yaz gibi geldi. Önce paltoyu sonra kazakları çıkardık, hele Chittagong’ta az kalsın yazlık kısa kollu gömlek alacaktım, kendimi zor tuttum. büyükelçiyi ziyaretimiz
22
İSLAM DÜNYASI
Rohingyalı küçük hafız
daha ucuz. Hindular için “inek” kesilmeyen bir canlı olarak yaşlandığında Bangladeş’e gönderiliyor. Kardeşlerimiz ucuza et yemiş oluyorlar. Nasipse gelir Hint’ten Yemen’den sözü aklıma geliyor, gülümsüyorum. Ülkenin son yıllarda büyüme hızı %7 imiş. İnşallah daha iyi olur ve ülke daha da gelişir. Biryani denen baharatı bol pilavları bol bol yedik. Zira Bangladeş, baharat diyarı ve geçmişten beri zenginlik kaynağı olarak görülen, doğunun ulaşılmak istenen noktası, tarihi Hindistan’ın bir bölgesini teşkil ediyor. Baharat yolunun başlangıcı, batılıların her yolu deneyerek ulaşmaya çalıştığı, ulaşınca da sömüre sömüre bitiremediği ve Müslümanların yönettiği tarihi Hindistan’ın Bengal bölgesindeyiz. Bengal bölgesinin bir kısmı hala Hindistan’ın içinde. Nüfusu kaçtır diye iki kişiye sordum. Biri 40 öbürü 100 milyon dedi. Artık ne olduğunu siz düşünün.
si bulamadık, rikşaya bindik. Rikşa bisikletin üç tekerli ve faytona benzer taksi hali. Bisikleti süren kişinin arkasında bir kişinin oturabileceği bir bölüm var, üstü de örtülebiliyor. Tabi bir değil iki kişi de binebiliyorsunuz. Ülke dümdüz olduğu için her gittiğimiz yerde rikşalar trafikte, binlerce insan bundan ekmek yiyor. Bir ara hükümet bu araçları yasaklamayı düşünmüş ancak milyonlarca insanı etkileyecek bu adımı atmaktan vazgeçmiş. Çünkü şehir içi ulaşımda rikşalar o kadar önemli yer tutuyor. Öte yandan bu işi yapan insanlara başka bir iş bulmak da imkan dahilinde görünmüyor. Yüz yetmiş milyonluk bir ülke olan Bangladeş, coğrafi olarak Türkiye’nin Marmara Bölgesi kadar bir yüzölçümüne sahip. Dünyanın nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu bölgelerinin başında geliyor. Bengal Körfezi etrafını çevreleyen ülke düz ve nehir açısından zengin. Yağışların artışı ve Hindistan’ın baraj kapaklarını açması ülkenin büyük bölümünün seller altında kalması demek. Hem deniz hem de nehirlerden elde edilen balık, ülke mutfağının en önemli maddesi. M. Hüseyin, “Bizde bir söz vardır abi! Eskiler der ki; Bangladeş balık demektir!” diyor. Balık ve tabiî ki pirinç. Gittiğimiz her yerde pirinç tarlalarını görüyoruz. Gördüğüm her toprak parçası ekilmiş, her yer yeşil ve her yerde insan var. Bol yağışlı ve nemli bir iklimi var. Bengal Körfezi, nehirlerin okyanusla buluştuğu yer ve toprak verimli. O kadar insan bu küçük ülkede nasıl yaşıyor diye düşünenlere cevabımız, yılda 3 ve kimi yerde 4 defa ürün alınan toprağın verimi ve balık bolluğu oluyor. Tabi bir de Hindistan’dan ucuza gelen büyükbaş hayvan bolluğunu ekleyelim. Türkiye’nin tersi kırmızı et tavuk etine göre
Hartaldan bahsederken rikşaya binince, bu sevimli araç bizi aldı götürdü başka konulara, dönelim. O gün gördüğüm manzara şu idi. Bir tarafta muhalifler bir tarafta hükümet yanlıları, başkent Dakka’da her köşe başı polis ve asker kaynıyordu. Molotofla araç yakmalar olduğu için eski araçlar ve rikşalar dışında vasıta bulamıyorduk. Zar zor yürüyen otobüsler, rikşa ve rikşa mantığının motorlu hali olan, motosikletlerin etrafı demir kafesle örülerek yapılmış oto rikşalar. Sağa sola gitmenin pek mümkün olmadığı bu hartal gününde, Dakka’nın güvenli bölgelerinde yer alan Türk Büyükelçiliği ve TİKA’yı ziyarete karar verdik. Bangladeş Büyükelçimiz Hüseyin Müftüoğlu’nu ziyaret ettik. İki saati bulan görüşmemizde ülkeye dair verdikleri bilgiler için kendisine müteşekkiriz. Çalışmalarımızı anlatırken dikkatle dinlemesi ve karşılıklı fikir alışverişimiz oldukça verimli bir havada sürüp gitti. Çıkışta namaz için en yakın camiye gittik. Camiyi ve cemaati görünce kalbimden geçen şu oldu: “Her ne olursa olsun Bangladeş Müslüman bir ülke.” Camide bulunan bir kutu ilgimi çekti. Anlattıklarına göre kullanılabilecek durumdaki eski eşyanızı bu kutuya bırakıyorsunuz. İhtiyacı olan kişi gelip görevliden alıyor. Pratik bir yardımlaşma yöntemi. Namaz sonrasında Bangladeş TİKA ofisini ziyareti ettik. Koordinatör Burak Aydoğdu ve ekibiyle yine verimli bir görüşme yaptık. TİKA bölgede iyi çalışmalara imza atıyor ve daha da atmaya niyetli, başarılar diledik ve oradan da ayrıldık. Ertesi gün Bangladeş içi seyahatte ilk durağımız Chittgong oldu. Bu şehir, ülkeye ve Hindistan bölgesine İslam’ın yayıldığı, Müslüman Arap tüccarlar tarafından
ÖZEL SAYI
23
Kur’an Kursu
etsin diye dua ediyorum.
tebliğin ilk ulaştırıldığı yer olma özelliğine sahip. Hala da okyanus ticaretinin en önemli uğrak limanlarından biridir. Ülke geneli Müslüman ama Chittagong daha Müslüman bir topluma ev sahipliği yapıyor. Cuma namazını 6-7 katlı apartman gibi bir camide kıldım. Farklı bir cami stili ile karşılaştım. Her kat mescit ve ortak ses sistemi ile cemaat olarak namaz kılıyorsunuz. Diğer zamanlarda her kat farklı amaçlarla işlev görüyor. Cami ve cemaatle ilgili bir diğer gözlemim; Bangladeşli Müslümanlar sünnete çok önem veren bir toplum. Baş açık namaz kılınmasın diye plastik takke yapmışlar. Bizdeki tespihler gibi namaz kılanlar kullansın diye mescitlerde bulunuyor. Chittagong Uluslararası İslam Üniversitesini ziyaret ediyoruz. Özellikle diş hekimliği fakültesi çok iyi organize olmuş. Ülkenin genel şartlarına göre bu kadar yüksek kaliteli bir üniversite gezeceğimi düşünmüyordum. Sokaklar karışıktı ama bu üniversite, eğitimine tam gaz devam ediyordu. Arada fırsat buldukça farklı şeyler de denedik. İsmini unuttuğum yuvarlak börekler yedim. Yenmeyen sadece çiğnenen bir yaprak sarmasını denedim ve rikşaya binip hatıra fotoğrafı çektirdim. Chittagong’un sahil bulvarına Mustafa Kemal Atatürk ismini vermişler, onun da fotoğrafını aldım. Rohingyalı kardeşlerimize İHH olarak Türkiyeli kardeşlerimizin selamını ilettik ve hediyelerini sunduk. Gıda ve battaniye dağıtımları yaptık. O yokluk içinde Kur‘an kurslarının ne kadar faal olduğuna şahitlik ettik. Bu insanlar günümüzün cefakâr Müslümanlarını temsil ediyorlar. Rabb’im bize onlara sahip çıkmayı nasip
24
İSLAM DÜNYASI
Hindistan cevizi suyu içiyoruz ve büyük bir hayvanat bahçesini geziyoruz. Ceylanlar, filler, timsahlar ve sohbete davet eden tellal aracı hep ülkenin görünen güzel yüzünü oluşturuyor. Diğer taraftan gitmemiz gereken iki yere genel grev yüzünden gidemiyoruz. Cox Bazaar’ın merkezine olaylar sebebiyle giremiyor ve Chittagong’a geri dönmek zorunda kalıyoruz. Bahsettiğimiz üzere hartal, polis ve askerle çatışma, araçlara molotoflu saldırı ve aşırı güvenlik kontrolleri anlamına geliyor. Geldiğimizden beri, ülkenin yönetimini elinde tutan Avami Lige (Halk Partisi) karşı Bangladeş Milliyetçi Partisi başta olmak üzere muhalefet eylemler yapıyor. İki taraf da şiddet uyguluyor ve şiddeti karşı tarafın uyguladığını iddia ediyor. Olaylar geçen yıl 5 Ocak’ta yapılan seçimlerin yıldönümü itibariyle başlamıştı. Biz ülkede bulunduğumuz dönemde devam ediyordu. Rabb’im bu güzel ülkeye ve bu güzel insanlara huzur versin diyorum. 170 milyona varan nüfusun tamamı Bengalce konuşan tek millet, %95 Sünni, din, dil, ırk, kimlik çatışması yok. Sadece siyasi çekişmelerin dozu artmış ve hiçbir taraf diğerine yaşam hakkı vermek istemiyor. Bizdeki sağ sol çatışmasına benzeyen bu olaylar kısa zamanda biter inşallah diyoruz. Başkent Dakka’ya döndüğümüz gün Tebliğ Cemaatinin İctima’sının (genel toplantısının) bittiği gündü. dört milyon insanın katıldığı söyleniyor. Her tarafının insan olduğu bir trenin resmini çektim. Öte yandan muhalefetin, eylemlerin dozunu içtima sonrası artıracağı konuşuluyordu. 15 günün bilançosu, 500 aracın yakılması, 11’i yanarak olmak üzere 26 kişi ölmesiymiş. İnşallah olaylar daha fazla büyümeden yatışır duamızı tekrarlıyoruz. Bangladeş’teki sokak olaylarını biraz daha açıklamak gerekiyor. Ülkede 3-4 yıldır BNP’nin (sağcı-milliyetçiler) başında olduğu muhalefet (çok sayıda grup var, Cemaat-i İslami de bunların arasında) ile hükümeti oluşturan Avami Lig (Halk Partisi-solcular) arasında gerginlik yaşanıyor. Bir yıl önce yapılan seçimleri muhalefet adil olmayacağı için boykot etmiş çünkü onlara göre hükümet seçim işlerini koordine eden ekibi kendi yandaşlarından seçmişti. Seçime katılım hükümete göre %40, muhalefete göre %10 olmuş. Muhalifler seçime katılmadığı için Avami Lig mecliste büyük çoğunluk elde etmiş. Avami Lige solcu-laik kesimler ile ülkede yaşayan az sayıdaki Hindu destek veriyor. Hindistan, Avami Ligin dış destekçisi ve perde arkasında olayları yönlendiren güç. Seçimlerin yıl dönümü itibariyle yeniden adil bir seçim yapılması talebiyle eylemler başlamış bulunuyor.
Eylemlerde yaşanan şiddeti muhalifler de kabul etmiyor. Kimin araçları yaktığı anlaşılamıyor. Söylentilere göre araç yakarken yakalanan bir kişi hükümet yanlısıymış. İstihbaratın, muhalefetin demokratik eylemlerini provoke ettiğini iddia ediliyor. Muhalifler adil bir seçimde %50-60 ile geleceklerini ve Avaminin ancak %10 alacağını öne sürüyorlar. Yani onlar için seçimin yapılması demek, hükümetin devrilmesidir. Hindistan bazı sebeplerle meselenin tam ortasında yer alıyor. Büyük komşu, 170 milyonluk körfez pazarını ele geçirmek ve kontrol etmek istiyor. Ülkenin üç sınırında da tek komşu olarak adeta Bengal Körfezi’ni kuşatmış olan Hindistan, Bangladeş’ten ücretsiz vergisiz geçiş hakkı elde ederek kendi bölgesine geçmek istiyor. Bangladeş’in güneydoğu sınırında Myanmar ile komşuluğu var, geri kalan her yer Hindistan. Her yol büyük komşuya çıkıyor. Üç tarafı Hindistan ile çevrili Bangladeş’in ortasından bir koridorla kendi bölgesine geçmek isteyen Hindistan, bu hakkı Avami Ligin iktidarında elde etmiş ve bu sebeple de onu destekliyor. Kendi topraklarında geçiş coğrafi şartlar yüzünden zor oluyor ama Bangladeş’ten elini kolunu sallayarak geçmek kolay. Avami giderse bu hakkı da gidebilir. Bir diğer husus, Hindistan içindeki Bangladeş’e sınır Müslüman bölgeleri Assam ve Bengal, Hint yönetiminden rahatsız ve ileride güçlü bir Bangladeş’e katılmak isteyebilir. Hindistan bu olasılığı ortadan kaldırmak is-
tiyor. Bunun engellenmesi için sürekli karışık ve kukla bir yönetime sahip Bangladeş’e ihtiyaç var. İşte böyle bir dış ve iç ortamda Avami, daha 4 yıl iktidardayız derken muhalefet seçim istiyor ve tansiyon sürekli artıyor. Polis, ordu ve diğer silahlı güçler şimdilik hükümetin yanında görünüyor. Dünyanın çoğu problemli bölgesinde izi olan ABD’ye dair bir bilgi alamadım. Ancak ülkenin eski İngiliz sömürgesi olması, olayların perde arkasında İngiliz elinin olabileceğini akla getiriveriyor. Hindistan’ı ve Hint bölgesini İngilizsiz düşünmek biraz zor. Şu an seyirci görünüyor. Rabb’im bu hal içinde Müslüman Bangladeş’i korusun ve daha müreffeh günler görmeyi nasip etsin diyoruz. Bangladeş’teki son günümüzde İHH’nin partner kuruluşu Bangladeş İslami Yardım Teşkilatını ziyaret ettik. Yetimhaneler, camiler ve diğer güzel çalışmalar dışında dikkatimi çeken ise seyyar hastane oldu. Bir tekne olan hastane, ülkenin çoğu bölgesine nehirler vasıtasıyla ulaşıyor ve hastanesi olmayan yerlerde hizmet veriyor. Ülkenin tümünde etkin çalışan bu kuruluşa ve dünyanın her mazlum noktasında böyle geniş yürekli insanlarla çalışan İHH’ye teşekkür ediyorum. Arkamda, karmaşanın gittikçe arttığı bir Bangladeş bırakıyorum. İnşallah bugünler de geçer ve huzur dolu bir Bangladeş’i ziyaret etmek nasip olur.
ÖZEL SAYI
25
Endonezya Eşsiz Bir Ülke,
“ÇOKLUKTA BİRLİK” E Rifai Riwandana Anjas - Endonezya
ndonezya Güneydoğu Asya kıtasında bulunmaktadır. Endonezya karakteristik olarak adalar ülkesi, dünyadaki dördüncü en çok nüfuslu ülke, ekvator üzerinde, bu yüzden yağmur ve kuraklık mevsimi, zengin doğa kaynaklarına sahiptir. Dünyadaki en büyük Müslüman ülkedir. Endonezya yaklaşık 17.555 adadan oluşmaktadır. İnsanlar adaların hepsinde değil bir kısmında yaşıyor, adalar potansiyele göre kullanılmıştır. Endonezya’da beş tane büyük ada bulunmaktadır. Bunların adları Kalimantan, Sumatra, Java, Sulawesi ve İrian’dır . Endonezyanın nüfüsü yaklaşık 250 milyon hesaplanmıştı. İki silah gibi, hem büyük potansiyel insan kaynağı hem de büyük sorun işsizlik ve gıda kullanılabilirliği. Farklı adalarda yaşayan insanların farklı kültürü, farklı dili, farklı ten rengi, vb. bulunmaktadır. Bunun için birlik olarak Endonezya ülkesinin sloganı ‘Bhineka Tugal İka’ kullanılmaya başlanmıştır. Bu slogan Türkçe çeviri olarak ‘Çoklukta Birlik’ demektir.
28 Ekim 1928 yılında her bölgeden bir araya toplanıp
26
İSLAM DÜNYASI
Endonezya Gençlik Kongresi yapıldı. Gençlik Kongresi’nde gençlik sözü verilmiştir (Sumpah Pemuda). Bu sözler: 1. Toprağımızın adı Endonezya toprağı, 2. Ulusun adı Endonezya ulusu, 3. Ortak dilimizin adı Endonezya dili. Dünyada Endonezya demokratik hoşgörünün örneğidir. Endonezya’da hoşgörü ilkesi olarak aynı dine hoşgörü, dinler arasında hoşgörü, dinler ve devlet arasında hoşgörü mevcuttur. Hoşgörü kültürde ve günlük hayatta çok etkilidir. Endonezyalılar her nerede kalıyorsa esnek ve uyarlanabilirler. Bu yüzden herkes Endonezyalılara “hoş geldiniz” demişler. Türkiye’de Endonezyalı öğrenciler üniversitelerde okuyorlar. Türkiye’de devlet ve uluslararası öğrenci derneği tarafından Endonezyalı öğrencilere destek verilmektedir. Türkiye’de Endonezyalı öğrenciler ‘çoklukta birliği’ yansıtmayı hedeflemektedir.
I R A L N A M Ü L S Ü M O R O M
NEYİMİZ OLUR?
Hüseyin Oruç - Türkiye
M
oro, Türkiye Müslümanlarının hemen hepsinin duyduğu, özelde 80 ve 90’lı yıllardaki kuşakların bu bölgeye cihadi merkezlerden bir tanesi olması dolayısıyla çok önem atfettikleri bir bölgedir. Ancak detaylı incelediğimizde mücadelenin tarafları kimlerdir, dinamikleri nelerdir, sorularına cevap bulmak kolay olmamaktadır. Bu bilgiye sahip insanların çok az olduğunu müşahede etmekteyiz. Moro bize coğrafi olarak çok uzak bir memlekettir. Güneydoğu Asya’nın uzak bir köşesinde bize on bin kilometre uzaklıktadır. Biz ise ülkemizin bulunduğu konum itibariyle Afrika, Asya, Balkanlar ve Ortadoğu’daki ateş çemberini andıran krizlerle uğraşıyoruz. Ama Moro öylesine büyük sorunlarla uğraşmaktadır ki bizdeki sorunları katbekat aşmaktadır dense mübalağa yapmış olmayız. Moro: Sömürgecilik tarihinin en büyük ve en uzun mücadelesi. Sömürgecilik çağı başladığından beri emperyal devletlerin kolonileştiremediği nadir yerlerdendir, Moro. İspanyollar işgale başlamadan önce bölgede çok güçlü iki İslam Sultanlığı bulunmaktaydı. Birincisi bugün anlaşmaları yaptığımız, ziyaretlerde bulunduğumuz Mindanao Adası’nın Cotobato şehri merkezli bir sultanlık ikincisi de Sulu denizinin içerisindeki adaları Malezya ve Endonezya’nın paylaştığı Büyük Saba adasını içine alan Sulu sultanlığı. Bu iki sultanlık da geçmişi 1400’lü yıllara dayanan oldukça güçlü ve bölgede kuvvetli olan yapılardır. İspanyolların bölgeye geldiği zaman ilk çıktığı yerlerde, yakın zamanda büyük bir tayfun felaketi yaşanmıştır. O felaketin yaşandığı yerde Macellan orada bulunanlarla yaptığı savaşta öldürüyorlar. Filipinlerin neresine giderseniz gidin Macel-
lan’ın izlerini görürsünüz. Kendilerini işgale gelen ve işgale geldiğinde öldürülen adam bugün kahramanları olmuş. Onu orada öldüren ve işgale ilk direnişi sağlayan isim ise Lapulapu’dur. Lapulapu bir Müslüman, bir Müslüman yöneticidir. Filipinler halkının ikinci kahramanları da Lapulapu. Şuan Filipinler’de bu iki kahramanlarının şehirde isminin geçmediği bir yer yok. 400 yıla yakın bir süre devam eden bu mücadelede İspanyollar hiçbir döneminde tam kontrol sağlayamamışlardır. Nüfus hareketlerinde de kontrolü sağlayamayan İspanya özellikle bugün ki Filipinlerin güneyinde Müslümanlar hep çoğunluk olarak yaşamışlardır. Yeni oluşturulan bazı şehirlerde İspanyollar varlıklarını devam ettirmişlerdir. 1900’lü yılların başında bölgeye ABD’nin gelmesiyle birlikte 1895–1896’da İspanya ile ABD’nin bölgede yaptığı savaşlarda İspanyollar yenilmişler ve Filipinler’i ABD’ye 25.000 dolara satarak bölgeden çıkmışlardır. ABD biraz daha değişik siyaset yürütmüştür. Bunun sonucunda daha önceden İspanyolların yapamadığı nüfus değişimini başarı ile gerçekleştirmiş ve Müslümanların ağırlıkta yaşadığı bugünkü Mindanao adası ve Sulu adalarındaki yerlerde çok yoğun bir nüfusla Filipinlerin kuzeyinde yaşayan Hıristiyan nüfus buralara göç ettirmişler. Amerikalılar geldiği zaman bölgedeki İspanyolların oluşturduğu kolonyal şehirler ile beraber Hıristiyanların toplam nüfusu yüzde yirmiler civarındaydı. Bugün geldiğimiz noktada özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası daha da yoğunlaştırılan bu göç hareketleri Müslümanların çoğunlukta olduğu topraklardaki oranı tam tersine çevirmiştir. Bugün bu bölgelerde yaşayanların yüzde yirmisini Müslüman, yüzde sekseni ise Hıristiyan’dır. Filipinler, Güneydoğu Asya’nın hatta Vati-
(...) 2012 yılına kadar ülkeyi bölmeye çalışan teröristler olarak görülen hala da üzerlerinde arama kayıtları olan 500’ün üzerinde üst düzey komutan, devlet başkanlığı sarayında barış anlaşması imzaladılar. Bu önemli bir inisiyatif. ÖZEL SAYI
27
kan’dan sonra dünyada Katolik dininin en yoğun şekilde yaşandığı ülkedir. Çok dindar bir topluluktur. Kiliseler genelde doludur. Programları duayla başlayıp duayla biter. Din Filipinler için çok önemli bir motiftir. Bunun Müslümanların kimliklerini muhafaza etmesinde de önemli bir etken olduğunu söylemek lazımdır. Yoğun ve baskıcı misyonerlik çalışmaları karşısında Müslümanlar hiçbir zaman teslim olmamış ve hiç kimse dininden dönmemiştir. Demografik değişim hep kuzeyden getirilen Müslümanların bölgeye yerleştirilmesi ile olmuştur. Bu bölgelerde gördüğümüz, özellikle İsrail’in Filistin’de yaptıkları ile ilgili bildiğimiz ne kadar insan hakkı ihlali varsa Keşmir’de Hindistan’ın, Doğu Türkistan’da Çin’in yaptıkları neyse burada da aynısı belki daha fazlası yaşanmıştır. Çünkü bu bölge dünyanın hep uzağında olmuştur. Hiç ilgi noktasına giremediği için gündeme gelememiş bu sebepten ötürü, 120.000’nin üzerinde insan hayatını kaybetmiş, 2 milyondan fazla insan ise evini kaybetmiş ve ülke içerisinde muhacir konumuna düşmüş, bunların bir kısmı ise ülkeyi terk etmek zorunda kalıp başka memleketlere yerleştiler. Yapılan hukuksuz reformlar il Müslümanlara ait olan topraklar ellerinden alınarak yeni gelen Hıristiyanlara verilmiştir. O bölgede yaşayan Müslümanlar 1946’da ABD İkinci Dünya Savaşı sonrasında bölgede Filipinler’e bağımsızlığını vermiştir. Yeni kurulan dünyada, yeni düzen içerisinde eski kadim toplulukların kendi geleceklerine kendilerinin karar verme kararlılığı kim gösterip bağımsız olmak istiyorsa onlar bağımsız olacaktır, denmiştir. Referandumlar yapılacak bu referandumlarda eğer topluluklar bağımsızlık isterlerse bağımsız olacak, yok mevcut yapının içerisinde ya da birlikte devam etmek istiyorlarsa birlikte devam edeceklerdir. Bu söylem üzerine Müslümanlar biz bu bölgede kurulan en eski devletleriz, bu bağlamda biz de özgür devletler kurabiliriz, demişlerdir. Ama atladıkları bir şey vardı: Bu özgürlük Müslümanlar için geçerli değildi. Nasıl Keşmir, Arakan ve Patani’nin özgür olmasına izin verilmediyse 5-6 yüzyıl boyunca Müslümanların hâkimiyeti altında olan Filipinleri Hıristiyanların yönetimine bırakarak çekilip bağımsız bir devlet olarak tanımışlardır. Bu süreçten sonra Müslümanlar
28
İSLAM DÜNYASI
barış dönemi içinde yaşamaya çalıştılar. Ama görüşme çabaları sonuçsuz kaldı. 1960 ve 70’li yılların başında 120.000 insanın hayatını kaybettiği süreç günümüze kadar uzuyor. Ama savaşın en yoğun olduğu yıllar geride kaldı. Bugün Orta Afrika’da gördüğümüz Hıristiyanların palalar ile Müslüman kardeşlerini öldürdükleri gibi Filipinler’de de militan gruplar oluşturul ve on binlerce Müslüman katledilmiştir. 1972’ye gelindiğinde Moro Müslümanları yıllar boyunca oluşan tecrübeyle silahsız olarak kendilerini koruyamayacaklarını anlamışlar ve silahlı mücadeleye başlamışlardır. Tabi bu silahlı mücadele çok büyük kıyımlardan, büyük sıkıntılardan sonra ve dünyadan çok uzakta başlayan temelleri de tamamen kendine dayanan bir mücadele olmuştur. Bu cihat kıvılcımı halk arasında kısa süre içinde büyük bir destek toplamış. Moro Milliyetçi Cephe (Milliyetçi Kurtuluş Cephesi) Nur Misvari isminde biri tarafından kurularak ilk sistemli yapı oluşturulmuştur. Bizim ismini sıkça duyduğumuz Selamet Haşimi de bu harekete katılmıştır. Birkaç yıl sonra silahlı mücadele karşılığını vermiş ve 1976’da İslam İşbirliği Teşkilatı arabuluculuğunda ilk barış görüşmeleri Milliyetçi Cepheyle başlamıştır. 1976’da İslam İşbirliği Teşkilatı ve Kaddafi’nin gözetiminde Trablus’ta ilk barış anlaşması imzalanmış ama yıllar geçmesine rağmen Filipinler devleti anlaşmaların gereklerini yerine getirmemiştir. Bu dönem içerisinde de Selamet Haşimi’nin tespit ettiği çok önemli şeyler vardır. Bunların içerisinde en önemli olanı, sürekli söylediği “Biz bir Cihad hareketiyiz. Bir İslami Cihad hareketiyiz. Müslümanlarız ve bu yaşadıklarımızın nedeni de Müslüman olmamızdır. Eğer Hıristiyan olsaydık bunların hiçbiri olmayacaktı. Biz Müslüman olduğumuz için bunlar başımıza geliyor. O zaman Müslüman gibi yaşamamız lazım. Toplumumuzun Müslüman bir topluluk olması gerekir. “ O güne kadar Moro toplumuna baktığınızda mücadeleyi sürdüren mücahitlerin içerisinde bile namaz kılma oranı çok düşüktür. Toplumun içerisinde İslam çok önemli ama iş pratiğe, ibadet boyutuna geldiğinde insanlarda çok ciddi bir eksiklik var. Toplumun içerisindeki en önemli gösterge, hangi İslami topluluğa girerseniz hanım kızlarımızın tesettürünün olmadığı bir İslami mücadeledir. Bunu değiştirmeye yönelik yeni bir hareket. 1976 ile başlayan 1980’li yıllardan itibaren de ismini koyan Moro İslami Kurtuluş Cephesi. Selamet Haşimi’nin kurduğu bir yapı. Söylediği bir şey var “Eğitim ve Cihad ikisi birlikte olacak. Biz hem toplumumuzu yeniden eğiteceğiz hem de bunu yaparken mücadelemizi devam ettireceğiz. Silahlı mücadele ile de ülkede tekrar sınırları bizim olan her şehri bizim olan atalarımızın bize bıraktığı topraklar üzerinde kendi devletimizi kuracağız.” Bununla başlayan süreç başlangıçta çok dikkate alınmamış milliyetçi cephenin uluslararası kabul edilirliği, yapmış olduğu anlaşmalar, biraz daha baskın
gibi gözükmüş ama yapılan bu eğitim çalışması yani İslami Cephe bir cihadi hareketten daha fazla bir İslami hareket olarak ortaya çıkmıştır. Toplumun bütün katmanlarına ulaşmış ve Moro’yu adına yakışan bir sürece taşımıştır. 1976’de başlayıp 2000’li yıllara gelindiğinde Moro’da İslami Cephe, Selamet Haşimi’nin vefatıyla Moro’nun çehresi değişmiştir. Milliyetçi Cephe’ye insanların desteği devam etmiştir. Bu içerisinde de çok iyi insanlar vardır. Ama toplumun çok büyük bir kısmı Selamet Haşimi’nin başlattığı bu yeni hareketin içerisine dâhil oldular. Dışarıdan çok fazla destek imkânı olmayan, kendi içerisinden beslenen, çok basit imkânlarla mücadelelerini sürdüren, ekmeğini bölüp de mücahitlerini besleyen, çocuklarının üzerine giydirecekleri kumaşları mücahitlere askeri elbise yapan bir büyük mücadeledir. Moro’da köylerle askeri kamplar iç içedir. Tespit edilen mücadele bölgelerinde örnek alınması gereken standartlar koyulmuştur. Bir İslami hareket olarak İslam’ın müsaade etmediği hiç bir şeye müsaade etmeyeceklerini dile getirmektedirler. Yapılan hiçbir işkencenin hiçbir soykırım girişiminin kendilerinin İslam çizgisi dışına çıkartmayacak. İslami cephenin mücadelesi içerisinde siviller hiç hedef alınmamıştır. Mücadelesi hep Filipinler ordusu ve polisi ile olmuş ve hiç kimse bundan zarar görmemiştir. Bölgede hukuksuz bir şekilde gelip Müslümanların topraklarını alan Hıristiyanlara karşı da İslami Cephe mücahitlerinin bir operasyonu olmamıştır. Vildanova başpiskoposu “Biz Müslümanların bize hukuksuzluk yapacaklarını hiç düşünmüyoruz. Bu özerklik bölgesinde de rahatlıkla yaşayabileceğimizi biliyoruz.” Dışarıdan birisinin gelip de bu mücadelenin içerisine girmesine de müsaade etmemişler. Bu bizim kurtuluş mücadelemiz bize yardım etmek isteyenler maddi olarak yardım etsinler. Ama gelip de bizim yanımızda kimsenin savaşmasına gerek yok. Çok az sayıda yabancı gelmiş Moro’ya. Çok az sayıda insanın gelmesine müsaade etmişler. Bu da bence başarının en önemli sebeplerinden bir tanesi olmuş. Çok dengeli yürüyen bir mücadele olmuş. Yani sadece gözünü kapatıp sonuna kadar savaşacağız dememişler barışla mücadele hep
yan yana gitmiş. Mücadele ve savaş barışa ulaşmak amacıyla yapılan bir çalışma olmuş hep. Bu da karşılığını vermiş ve Filipinler devleti ile İslami Cephenin barış görüşmeleri de 2000‘li yılların başından itibaren başlamış. Oldukça uzun süreçler bunlar, yani şimdi geldiğimiz zamana baktığımızda 16. yılına girmiş bir barış sürecinden bahsediyoruz. Çok iniş-çıkışlar yaşanmış. Filipinler devlet başkanlığı ile Amerikan sisteminin aynısı. İki yapılı kongresi var. Başkan seçiyorlar. Başkanlar bir dönem geliyor. İşte Markus sonrası o diktatöryadan ağızları yanmış. Her gelen devlet başkanının kendi düşüncesi ve barışla ilgili kendi yöntemi olmuş. 2012 yılına gelindiğinde iki tarafın ve toplumların barışa yaklaşmaları ile bir çerçeve anlaşması imzalanmış. Bu anlaşma Müslümanlar arasında oldukça olumlu karşılanmış. 2012 yılından 2014’ün mart ayına kadar da görüşmeler devam ettirildi. Bizim de içinde olduğumuz danışmanlık yaptığımız süreçte 27 Mart 2014 yılında kapsamlı bir anlaşma, başkanlık sarayında imzalandı. Bu anlaşma ortamında bulunduğunuzda zeminin artık hazır olduğunu görüyorsunuz. İslami Cephe’nin 500’ün üzerinde cephe komutanı devlet başkanlığı sarayında bu anlaşmanın imzalanmasına şahitlik ettiler. 2012 yılına kadar ülkeyi bölmeye çalışan teröristler olarak görülen hala da üzerlerinde arama kayıtları olan 500’ün üzerinde üst düzey komutan, devlet başkanlığı sarayında barış anlaşması imzaladılar. Bu önemli bir inisiyatif. Filipinler ekonomik olarak zayıf bir ülkedir. Müslümanların yaşadığı güney bölgesi ve adalar ülkenin en fakir bölgeleridir. Müslümanlar 120.000’in üzerinde insanını kaybetti, topraklarını kaybetti. Bölge eğitimsiz kaldı. Sağlık hizmetleri yok altyapı yok ekonomi yok bu süreçlerden geçen Müslümanlar ne istiyorlardı? Bunların karşısında çok önemli kazanımlar olması gerekiyordu ve bağımsızlık hedefti. Ama bağımsızlık olmadı. Bağımsızlığa oldukça yaklaşan çok önemli bir otonom kazanılmış oldu. Bu anlaşmaların Müslümanlara kazandırdığı belki birinci kazanım kimlik ile alakalı problem idi. Daha önce Filipinlerde Müslümanlar yaşıyorlar diyordu. Filipinler devleti ama şimdi bu Müslümanların Banksamoro Müslümanları olduğunu kabul etti. Bu bölge Banksamoro bölgesi tarihi olarak da Banksamo-
ÖZEL SAYI
29
ro bölgesi idi. Bu geçmişin kabulü olan bir durum. Biz sizin 500 yıldır bu bölgede olduğunuzu, bu bölgenin en kadim topluluğu olduğunuzu, Filipinler’den daha eski bir devlet olduğunuzu kabul ediyoruz, demekti. Bu kazanım diğer kazanımlar gibi önemli bir kazanımdı. Bunun yanında gücün paylaşıldığı bir yapı oluşturuldu. Sınırların içerisinde sadece Banksamoro polis gücü sorumlu oldu. Filipinler ordusu ve polis gücü olmayacak. Buranın kendi parlamentosu olacak. Parlamentonun seçtiği bir hükümeti olacak. Bu hükümetin de bir başbakanı olacak. Filipinler’in bundan önceki otonom tekliflerinde bölge valisi vardı. Bölge valisi de sadece bir kişiyi ön plana çıkartan diğerlerini temsil içerisine sokmayan bir sistemdi. Ama şimdi parlamenter sistemde oradaki aktörlerin tamamının yönetimin içerinde olacakları bir ortam ortaya çıkartılıyor. Sınırları oldukça güçlü olacak Müslümanların ağırlıklı oldukları bölgeleri kapsayan yerlerde referandum yapılacak ve bu referandumda evet diyen yerler buranın dâhilinde olacak. Çok büyük bir coğrafya değil 25.000 km²’lik bir yer. Nüfusu 5.000.000 olan, bu 5.000.000’un 4.000.000’u Müslümanlar ve geri kalan kısmı Hıristiyan olan bir coğrafya. Kendi bütçesi olacak. Gelirlerini kendisi toplayacak kendisi kullanacak. Zenginliklerinin yüzde 75’i bu bölgede kalacak ve bu bölgede kullanılacak ki bölge bütün Filipinler içerisinde en zengin bölge. Tespit edilmiş çok ciddi petrol ve gaz yatakları var. Tarım olarak ülkenin en verimli toprakları. Balıkçılık olarak ülkenin en verimli suları ve denizlerine sahipler. Toprağın yanında bu doğal zenginliklerinin özellikle gaz yataklarının olduğu ve balıkçılığın yoğun bir şekilde yapılabileceği sulu adasının kontrolünün çok önemli bir kısmı o otonom bölgenin olacak. Uluslararası ekonomik anlaşmaları yapabilme yetkileri olacak. Kısaca uluslararası ilişkilerde bir devlet tarif edildiği zaman söylenen şartların tamamına yakınını taşıyan bir otonom ortaya çıkıyor. Banksamoro Müslümanları için çok önemli bir kazanım. Aynı şekilde özellikle güneydoğu Asya’daki benzer problemlerin olduğu bölgeler içinde çok önemli bir örnek teşkil ediyor. Hemen yanı başındaki Arakan ve Patani, biraz kuzeyindeki doğu Türkistan ve Keşmir.
30
İSLAM DÜNYASI
Problemlerin kaynağı aynı; sömürgecilerin çekilirken oluşturdukları yapay sınırlar ve Müslümanları oradaki yerellerin inisiyatifine bırakıp gitmeleri. Patani’de benzer çerçeveyle barış çok uzak değil, Arakan’da, Doğu Türkistan’da Keşmir’de aynı sorunlar görüşülebilir. Önemli kazanımlarla barış süreci geliyor. Henüz bitmedi, süreç içerisinde bir geçiş dönemi var. Bu geçiş döneminde bir anayasa hazırlanıyor. Medeni kanun; şeri hukukla hazırlanacak. Yani şeriatın olduğu bir medeni kanun olacak. Hıristiyanların kendi hukuklarıyla, Müslümanların da şeriat ile yönetildikleri bir yapı olacak. Bu hazırlanan anayasa kongreden geçecek. Kongreden geçince de 2016’daki seçimlere kadar İslami Cephe bir buçuk sene içerisinde yönetimi eline alacak. 2016’da seçim yapılacak ve seçimlerde oluşan parlamento kendi hükümetinin başbakanını çıkartıp Banksamoro’yu fiili olarak hayata geçiriyor olacak. Burada İHH’nin rolüyle ilgili bir şeyler söylemek gerekir. Biz 1996’dan itibaren sürekli bölgeye gidip geliyoruz. O savaşın, problemlerin, sıkıntıların olduğu dönemde de çatışma ortamlarında da her dönemde, ki o dönemler bugünkü gibi çok rahat imkanlarımız yoktu. Her istediğimiz yere her istediğimiz zaman gidebilme, proje yürütebilme imkanlarımız da yoktu. Ramazan ve Kurban iki önemli vesileydi. Biz hiçbir ramazan ve kurbanı boş geçirmeden Moro’da olduk. Selamet Haşimi’yi de, Hacı Murad İbrahim’i de oradaki diğer liderleri de kendi bulundukları ortamda sürekli ziyaret ettik ve o günkü imkanlarımız ölçüsünde elimizden geldiğince onların yanında olduk. Kimsenin olmadığı, kimsenin gelmediği, hep unutulan, kenarda tutulan Moro’da Türkiye’den birileri sürekli onların yanında oldu. Bu barış süreci başlayınca daha öncesinde özellikle rahmetli Erbakan Hoca’nın, darbe döneminde uluslararası anlamda destek konusunda çok ciddi girişimleri olmuştur. Özellikle İslam İşbirliği Teşkilatı’nın olayın içerisine daha yoğun bir şekilde girmesi, D-8’in devreye sokulması o kısacık iktidar döneminde önemli işlerdi. Hareketin liderlerinin yurt dışına çıkıp kendilerini anlatabilmesi ve altyapının hazırlanması için önemli şeyler yapılmıştı. Biz de o dönemlerde sürekli görüştük. 2012 sürecine gelindiğinde de barış
anlaşmasında oradaydık, danışmanlık yaptık. Türkiye’nin de bu barış anlaşmasının garantörlerinden biri olması sağlandı. 2012-2014 sürecinde de İslami Cephe’nin bastırdığı bir konu vardı. Siz 1976’dan beri bizimle bu görüşmeleri sürekli yaptınız ama hiçbir zaman sözünüzü yerine getirmediniz ve bundan dünyanın hiç haberi olmadı. Biz bir komite istiyoruz. Bu komisyon iki tarafın da onayladığı bir komisyon olacak ve onlar diyecekler ki sözler yerine getiriliyor ya da getirilmiyor. Bu, anlaşmanın en zor maddelerinden bir tanesiydi. Bağımsız olacak; iki tarafın da kabul ettiği, baştan hakemliğine razı olduğu 5 kişilik bir heyet olacak ve bu heyet Filipinler ve Moro’da her yeri denetleme hakkına sahip olacaklar. Bunlardan bir tanesi İHH oldu. İHH adına da ben bu sorumluluğu üstlendim. Anlaşmalara da bunlar isim olarak girildi. Bir tanesi ABD’den Asya Vakfı; güney doğu bölgesinde 18 şubesi olan aslında ABD’nin Güney Doğu Asya’da gözü kulağı olan bir kurum. Onun başkanı bu yapının bir parçası oldu. Bizim heyetin başkanı da Avrupa Birliği’nin Filipinler’de bir dönem büyükelçiliğini yapmış, daha sonra emekli olmuş biri. Bu bağımsız denetleme heyetinin başkanlığını da o yapıyor. Biz İslam ülkeleri olarak gözümüzü kapatırken Avrupa Birliği başından itibaren bölgede olmuş. Bizden hiçbir büyükelçi Hacı Murat’ın yanına gitmezken 1996’dan beri bizim heyet başkanı Alistair MacDonald, Darapanan Kampı’na, ki İslami Cephe’nin merkez kampıdır, buraya defalarca gitmiş. Mindanao ve Manila’dan iki yerel kuruluşun oluşturduğu beş kişilik bir heyet oluşturuldu. Mutabakat ile çalışan bir heyet oldu. Hem Filipinler ordusu içerisinde hem İslami Cephe’nin mücahitlerinin arasında gidip görüşmeler yapabilen ve bunlarla ilgili öncelikle iki tarafa rapor veren; bu düzelmezse de kamuoyuna rapor yazıp bildirebilen bir komisyon. Sorumluluğu 2016 yılına kadar devam edecek. 2016’da seçimlerle parlamento oluşunca görevini bitirecek. Banksamoro’nun ağır bedeller ödeyerek buraya kadar getirdiği mücadelenin masada yitirilmemesi için elimizden geleni yapacağız. İlk defa İslam coğrafyasından bir sivil toplum kuruluşu böyle bir sorumluluk alıyor. Dünyanın bu tarafında bir sürü olayla suçlanan İHH, Moro’da uluslararası anlamda çok önemli bir görev yapıyor. Bu da aslında sivil toplum kuruluşları açısından çok büyük bir güç olarak dönüyor olacak. Bu süreç başlar başlamaz Tayland Devleti de Patani’deki problemlerin çözümüyle alakalı bir inisiyatif başlattı ve ilk görüşmeler başladı. Burada söylememiz gereken önemli bir şey de şehitlerin kanı ve mücahitlerin bileklerinin gücüyle alınmış bir kazanım olması. Yakın tarihe baktığımızda böyle masada attığı imzadan sonra silahı kenara bırakanların hiçbirine masada kazandıkları verilmemiş. Doğu Türkistan’da iki kere, Keşmir’de aynı şekilde… Bugün de bunu çok iyi bilen Moro, silahlarını bırakmıyor. Bu anlaşmanın en önemli
noktası mücahitlerin silahlarını bırakmamasıdır. Bir karşıklık söz konusu olacak. Anlaşmalar başladığında sembolik olarak bir silah bırakma gösterisi yapılacak, ordu da çekilmeye başlayacak. Ordu ne kadar çekilirse mücahitlerin sayısı o kadar azaltılacak. İlk aşamada %30 bir azalma düşünülüyor. Burada da silahlar gene Filipinler’e teslim edilmeyecek. Oluşturulan uluslararası bir komite, ağır silahları alacak, bir konteynıra koyacak ve burası Banksamoro’nun içerisinde bir yer olacak. Bu şu demek oluyor, niyet olarak biz barışa niyetliyiz ve silahları da kullanmayacağımızı gösteriyoruz ama hafif silahlar teslim edilmeyecek. Filipinler bir özelliğini Amerika’dan almış. Devlet silahlanma hakları 15’e düşürülmesine rağmen her Filipinlinin 15 tane silah taşıyabilme hakkı var. Bu sınırlanmış hali. Başkent Manila’da bile her yer silahlı güvenliklerle dolu. İslami Cephe’nin sürekli altını çizdiği şey; bu anlaşma sadece bizim anlaşmamız, bizim kazanımlarımız değil; bu, Moro’nun, Banksamoro’da yaşayan herkesin kazanımıdır. Bu anlaşmalar sonunda 2016’da halk bizi seçerse biz devam edeceğiz. Başka birileri seçilirse onlar yönetecek ve biz hiçbir şekilde buna rezerv koymayacağız. Halk kimi istiyorsa onlar yönetecekler. Bu şekliyle devam eden bir süreç. Şimdi kongre süreci devam ediyor. Orada çatlak sesler çıkartanlar oldukça fazla. Ülkeyi bölüyorsunuz, satıyorsunuz gibi söylemler… Ama bizim görüştüğümüz devlet yetkilileri inisiyatifleri elinde tutuyor gibi gözüküyor. İnşallah fazla kırpılmadan değişime uğramadan bu anlaşma gerçekleşir. Tam olmasa da Banksamoro’da mutlu sona ulaşılmış olur. Son olarak bu ucu açık bir anlaşmadır. Bu anlaşmanın belli bir döneminden sonra sınırlarında olan diğer şehirler yüzde 10’luk bir listeyle Filipinler’e başvurdukları zaman kendi şehirlerinde de referandumlar yapılacak. Bu referandumlarda da eğer halkın yüzde 50’sinden fazlası bu Banksamoro Özerk Bölgesi’ne katılmak isterlerse katılabilecekler. Yani sınırları bu haliyle kesinleştirilmiş ama genişlemeye de çok açık bir anlaşma izlenimi var. Bu da önce yapılan anlaşmalara göre oldukça önemli bir kazanımdır.
ÖZEL SAYI
31
AFGANİSTAN ve
İ T E S A Y İ S A Y DÜN “Ya beraber büyüyeceğiz ya da birlikte yok olacağız” Muhammed Rahim Rahimi - Afganistan
Ş
üphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Sure: Rad/11
Başlıktaki ifade Afganistan’ın yeni Cumhurbaşkanı Muhammed Eşref Gani’ye ait. Makale içerisinde de ayrıntılandırılacağı üzere aslında Gani’nin Afganistan söz konusu olduğunda dünya siyasetini belirleyen bölgesel ve küresel güçlere verdiği bir tepki ve hoşnutsuzluğu ifade ediyor. *** 1747’de Afganistan’ın eski başkenti olan Kandahar’da Ahmed Şah Dürrani’nin liderliğinde kurulan Afgan devleti, kısa zaman sonra Hindistan içlerinde de hâkimiyet kurmasıyla imparatorluğa dönüşmüştür. Aslında bölgede yaşanan süreci Gazneli Mahmud’a (9981030) kadar uzatabiliriz. Bölgenin tarihine baktığımız zaman Afganlar Hindistan dediğimiz bu coğrafyadaki Müslümanlarla sürekli olarak karşılıklı bir etkileşim ve yardım/himaye ilişkisi içinde olagelmişlerdir. Hindistan’da zülüm altında olan Müslümanların haklarının korunması için bilhassa 1747-1774 arasında bizzat Ahmet Şah Dürrani 6 kez Hindistan içlerine sefer düzenlemiştir. Çok ilginçtir ki, bu hassasiyet bu güne dek Afgan toplumunda var olagelmiştir. Bu hissiyata senelerdir Keşmir’de savaşan insanların arasında Afganların öne çıkmasını örnek olarak verebiliriz. Cumhurbaşkanı Muhammed Eşref Gani Modern tarihe gelecek olursak, 1919-1979 yılları arasında hiçbir iç veya dış savaş yaşamayan, Soğuk Savaş döneminde komşularının neredeyse hepsi bloklardan birine bağlanmışken hiçbir bloğa bağlanmadan, sene-
32
İSLAM DÜNYASI
lerce nispeten tarafsız bir dış politikaya sahip olan ve en azından komşularına nispetle daha güçlü bir ordu ve sivil yönetime sahip olan bir ülke nasıl olur da günümüzdeki gibi kötü bir duruma geldi/getirildi? Acaba bu durumun sebeplerini içerde mi yoksa dışarda mı aramamız gerekir? İşte devam eden satılarda bu sorulara cevap vermeye çalışacağız. Tüm milletlerin güçlü olmasında insan faktörünün bir güç unsuru olarak çok mühim bir yer tuttuğu yadsınamaz bir gerçektir.1 Buna karşılık yetişmiş insanların yokluğu ise milletleri zevale sürükleyebilmektedir. Söz konusu bu duruma en güzel örnek Afganistandır. Son derece güçlü tarihi temele dayanan ve kültürel yapısı da hayli sağlam olan Afgan toplumu Sovyetler Birliği’nin işgali sonrasında büyük ölçüde bir güç unsuru olarak insan faktörünü kaybetmiş ülkenin siyasetçi, entelektüel ve askeri kadroları tek tek ortadan kaldırılmıştır. SSCB’nin Afganistan’a verdiği en büyük zarar belki de Afgan milletinin yaklaşık bir asırlık insani birikimini yok etmesi/ettirmesidir. 1880’lerden beri Emir Abdurrahman Han’ın ülkede merkezîleştirme politikaları ile başlayan bir takım ekonomik, siyasi ve askeri alandaki ıslahatlar Afganistan’ı gün geçtikçe güçlendirmişti. Onun torunu olan Amanullah Han zamanına kadar bu süreç sıkıntılarla beraber başarılı bir şekilde devam etmiştir. Sonrasında Amanullah Han’ın ülkeden ayrılması ve Zahir Şah’ın (1933-1973) tahta oturmasından Rusların ülkeye girdiği 1979 senesine kadar Afganistan’da büyük bir siyasi kargaşaya yol açan tek bir olay bile vuku bulmamıştır. Siyasi anlamda en büyük olay sayılabilecek Davud Han’ın 1973’te yaptığı darbeyi ele aldığımızda bile Kabil’de darbe gününde kazayla 3 askerin ölümü hariç kan dökülmemiştir. Onun içindir ki Afgan tarihinde bu darbe “beyaz darbe” olarak adlandırılmıştır. Fakat 1978’da darbeyle iş başına gelen
etmek zorunda bırakıldılar. Şunu da söylemeden geçmeyeyim ki, ülkeyi terk edenlerin büyük çoğunluğu sistematik bir şekilde öldürüldü veya komşu ülkelerden daha uzak kıtalara gönderildi. Öldürülen ve ülkeden çıkarılan bu insanların en büyük özelliği iyi eğitim görmüş, ülke ve millette faydalı insanlar olmaları idi. Dünya kamuoyunda yakılıp yıkılmış, fakir ve harabe bir Afganistan tasavvuru her ne kadar SSCB’nin girmesi ile zihinlerde yer etmişse de SSCB çıkarıldıktan sonra mücahitlerin kendi aralarındaki savaşları, daha sonra Taliban yönetimi ve 2001’de NATO ve ABD güçlerinin Afganistan’ı işgali de bu tasavvuru devam ettirmiştir.
komünist kadrolar ve hemen akabinde Sovyet işgaliyle başlayan savaşta ülkenin beyin kadrosu sayılan insanlar birer birer ortadan kaldırılmış, bununla da ülkenin uzun bir süre ayağa kalkamaması hedeflenmiştir. Hayli zekice görünen “düşmanın bu planı” tam da istedikleri gibi gerçekleşmiştir. Ülkenin savaş sonrası siyasi hayatına baktığımızda amaca ulaşılmış olduğu apaçık ortadadır. Ülkenin başına siyasetten anlamayan, tecrübesiz kişilerin getirilmesi aslında büyük bir planın bir parçası idi. Tamamı ABD ve Pakistan kontrolünde olan mücahitler Pakistan’ın Peşaver şehrinde sahte bir hükümet kurup Kabil’e girmişlerdi. Fakat bu durum çok sürmemiş, mücahitler yıllarca İslam ve ülke uğruna yaptığı cihadı unutup, silahlarını birbirine karşı doğrultmuşlardır. 1979’da SSCB’nin Afganistan’a girmesi ile Afganistan’da kan dökülmeye başlanmış ve o günden bugüne kadar akan kan bir türlü durdurulamamıştır. Olayın garipsenebilecek tarafı şudur ki, bazıları bu kana dur diyebilecek cesarete sahip değil iken bunu diyebilenlerin de kanı durdurmak için güçleri yetmemiştir. Bunun en büyük iki sebebi vardır; birincisi başından beri oyun içinde olan büyük güçler bu savaşın durmasını zaten istememiştir. İkincisi komşu ülkelerden özellikle Pakistan ve İran bu güne dek istikrarlı bir Afganistan’ı hiç istememiş; aksine güçleri yettiğince savaşı körüklemişlerdir. Peki, Afganlar kendileri neden bu savaşı durduramamışlardır? Bu soruya benim cevabım yine yukardakine benzer olacaktır. Afgan milletini millet yapan, rehberlik eden, onlarca senenin birikimi sayılan ve bir ülkeyi ülke yapan insanlar çeşitli yollarla ortadan kaldırılmıştır. Afganistan’ın beşeri kaynağı sayılan bu insanlardan Afganistan iki şekilde mahrum bırakıldı. Birincisi bu insanların büyük bir kısmı savaş sürecinde farklı isimlerle yaftalanıp (komünist, mücahit, molla, muhafazakâr vs.) öldürüldüler. Birçoğu ise ülkeyi terk
Mücahitlerin en büyük hatası dönemin Afgan cumhurbaşkanı olan Davud Han’a karşı gelmeleri idi. Tecrübe sahibi olmayan, genç ve saf diyebileceğimiz mücahit liderlerin bu ayağa kalkışları iki yüz elli sene içinde sağlam bir temele oturmuş olan Afgan devletinin zaafa uğraması demekti. Şu bir gerçektir ki; eğer Afgan toplumu o zaman bu günü tahmin edebilselerdi asla böyle bir harekete geçmezlerdi. Ne yazık ki, Afgan mücahitlerin bu hatasından yararlanan komşu ve büyük güçler senelerdir bekledikleri fırsatı yakalayıp acımazsız bir şekilde Afganistan’ı bir daha asla eski hale gelemeyecek duruma getirmiştir. Teessüfle zikretmem gereken bir husus da şudur ki, Afganların yaptığı bu hatadan diğer Müslümanların ibret almayıp günümüzde bile sonuçlarını hiç düşünmeden cihat adı altında savaşlara girişmektedirler. Afgan mücahitlerin ikinci büyük hatası Davud Han’a karşı direnip Pakistan’a sığınmaları idi. Bilindiği gibi Pakistan dönemin iki önemli bloğundan Batı bloğunun faal üyesiydi. Dahası Pakistan’la Afganistan arasında mevcut ve çözülmemiş bir toprak sorunu vardı. Özellikle Davud Han Peştunistan sorunundan dolayı Pakistan’la savaş haline gelmişti. Onun içindir ki Pakistan, Afgan mücahitleri hiç tereddütsüz, tüm memnuniyetiyle kendi topraklarında kabul etti. Pakistan Davut Han yönetiminden kaçmış olan bu kişilere sadece yer vermekle kalmayıp onları mevcut rejime karşı silahlandırdı. Durum böyleyken Afgan mücahitlerin kendi devletine karşı direnip komşu bir ülkeye sığınması şüphesiz Afganistan’a zarar vermişti. Her ne kadar daha sonra komünistlerin iktidara gelmesi Afgan mücahitlerin başlattığı bu hareketi meşrulaştırıcı bir sebep olmuş ise de Batı’nın SSCB’ye karşı mücahitlere verdiği muazzam mali ve askeri yardımlar hala her bir Afgan için soru işareti teşkil etmektedir. Diğer yandan Afgan mücahitlerin, ABD tarafından desteklenmesi şüphesiz ABD tarafından başlatılmış olan yeşil kuşak2 projesinin bir parçası idi. Mücahitlerin üçüncü ve en korkunç hatası da SSCB’yi çıkardıktan sonra kendi aralarında savaşıp ülkeye bazı alanlarda SSCB’nin bile vermediği kadar büyük zarar vermesi idi. Kabil’e giren farklı mücahit grupları arkalarındaki yabancı destekle iktidar uğruna o güne dek dünyanın en güzel ve tarihi
ÖZEL SAYI
33
payitahtlardan birisi olan Kabil’i kan gölüne çevirip on binlerce masum Afgan’ın hayatına kast etmişlerdir. Fakat tüm bunları anlatırken unutulmaması gereken çok önemli bir husus da şudur ki, 1979’dan 1989’a kadar işgalci güç olan SSCB’ye karşı ülkesinde hakkıyla savunma yaparak Allah yolunda şehit, yaralı, dul ve yetim kalmış; dünya güç dengeleri ve oyunlarından bîhaber milyonlarca Afgan erkek, kadın, genç, yaşlı ve çocuk sadece Afganistan’ın değil tüm İslam dünyasının kahramanları olmuşlardır. Burada şunu da eklemek isterim ki, bu kutsal cihatta Afganların yanında diğer Müslüman milletlerin de yer alması tarihi bir gerçektir. Bilindiği gibi ABD’nin New York şehrindeki Dünya Ticaret Merkezi binalarının vurulmasının ardından ABD ve müttefikleri Birlemiş Milletler güvenlik konseyinin de onayını alarak Afganistan’a girmişlerdir. Afganistan’da Taliban yönetimini hızlı bir şekilde ortadan kaldırıp yerine ağırlıklı olarak Taliban yönetimiyle senelerce savaşan eski mücahitlerin katılması ile Hamid Karzai yönetimini iş başına getirmişlerdir. Çok ilginçtir ki, senelerce SSCB’yle savaşan mücahitler ABD destekli Karzai yönetiminde en yüksek mevkilerde çalışmaktan hiç çekinmemişler. Eski mücahitlerden bir tek Gulbeddin Hikmetyar ABD ile işbirliğine girmeyip onların bu yaptıklarını bir işgal olarak nitelendirmiş, hatta yabancı güçlere karşı silahlı çatışmalara bile girmiştir. Karzai’ın başkanlık yaptığı 12 senelik yönetim bir yandan Afganistan’a çok şey kazandırırken diğer bir yandan da çok büyük hatalar yapılmıştır. Karzai döneminde Afganistan seneler sonra merkezi bir yönetime sahip olmuştur. Ülkeyi iç ve dış tehditlerden korunmak amacıyla yaklaşık 400 bin kişilik silahlı güç oluşturulmuştur. Diğer yandan Afganistan tarihinde görülmemiş bir şekilde yönetim içindeki idari yolsuzluk, adaletsizlik, torpil ve işsizlik ortaya çıkmıştır. Karzai yönetimi son gününe kadar başta “Kuzey İttifakı” olmak üzere belli
34
İSLAM DÜNYASI
bir takım grupların elinde idi. Karzai tam da bu nedenlerden dolayı Taliban’la müzakerelerde başarısız olmuş ve istikrarlı bir Afganistan hedefine kavuşamamıştır. Hiç şüphesiz, yabancı güçlerin özellikle Amerikalıların da bu konularda rolleri büyüktü. Örnek olarak Taliban’la müzakere konusunda ABD pek de istekli değildi. Çünkü savaştan tamamen arınmış bir Afganistan, ABD ve diğer güçlerin çıkarlarıyla uyuşmamaktaydı. 2001’den beri Afganistan’da bulunan ABD ve NATO askerlerinin yapmadığı zülüm, terör, vahşet, fitne ve fesat kalmamıştır. Son dönemde Karzai ile Amerikalıların arasının açılmasına sebep olan konular da zaten bunlardır. Karzai defalarca uyarmasına rağmen Amerikalılar ne bombardımanı, ne de Afganların evlerine girmeyi durdurmuşlardır. Amerikalılar Afganların geleneklerine ters olan bu eylemleri ile hep savaşın devamını hedeflemişlerdir. Artık Afgan çocukları bile bunun farkındadır ki, Amerikalılar Afganistan’a sadece ve sadece kendi menfaat ve emelleri için gelmişlerdir. Onların getirdiği sistem, ideoloji ve hatta yardım alanları bile hiç ama hiç Afgan toplumuna göre değildir.3 Diğer yandan getirdiklerini iddia ettikleri “demokrasi” gerçeği 5 ay kadar süren! ve türlü gizli pazarlıklara sahne olan son Afganistan seçimlerinde ortaya çıkmıştır. Fakat şunu cesaretle söyleyebilirim ki, bugün hala Afganlar, ABD ve NATO ile protokoller, antlaşmalar imzalıyorlarsa bu Afgan milletinin uzun tarihinde görülmedik bir şekilde çaresiz bırakılmasındandır. Özellikle “Müslüman” komşularının oynadıkları siyaset ve denge oyunları sebebiyledir. Hamid Karzai’nin 12 senelik başkanlık döneminden sonra 2014’te cumhurbaşkanı seçimleri yapılmıştır. Seçimlerin birinci turunda 9 adaydan hiç kimse oyların %50’sini alamadığı için seçimler en fazla oy alan iki aday ( Eşref Gani ve Abdullah Abdullah) arasında
cek gibi görünmemektedirler. Pakistan aynı zamanda Hindistan’la olan sorunları nedeniyle de Afganistan’a önem vermektedir. Pakistan hiç bir zaman Afganistan’ la Hindistan arasındaki iyi ilişkilerden hoşnut olmamış aksine iki ülke arasındaki her türlü iyi ilişkiye karşı çıkmıştır. Diğer yandan Pakistan tarafından Taliban militanlarının Afganistan’a geçmesi, Taliban liderlerinin Pakistan’ın çok güvenli bölgelerinde ikamet etmesi ve buna benzer gerekçeler hep iki ülke arasındaki ilişkilerin kötüye gitmesine sebep olmuştur. Hindistan ise Pakistan’ın bu tavrına karşı özellikle Karzai döneminde Afganistan’la iyi ilişkiler kurup farklı alanlarda destek vermekten çekinmemiştir. Sağdan Hindisyan Cumhurbaşkanı Mukherjee, Afgan Devlet başkanı Hamid Karzai ve Hindistan Başbakanı Manmohan singh. tekrarlandı. Seçimler hem katılım hem de güvenlik açısından beklendiğinden daha iyiydi. Fakat 14 Haziran 2014’te ikinci turda Eşref Gani’nin önde olduğu ortaya çıkınca bu sefer Abdullah Abdullah bunu kabul etmeyip seçimlerde hile olduğu gerekçesiyle seçim sonuçlarını kabul etmediğini açıkladı. Abdullah’ın bu tavrı bir yandan seçim sürecini uzatırken diğer yandan da ABD seçimlere doğrudan müdahale etme şansı elde etmiş oldu. ABD dışişleri bakanının aracılığı ile Abdullah’a da yeni hükümette yer verilmesi karara bağlandı. Sonuç olarak Eşref Gani, Karzai yerine seçilen yeni devlet başkanı olur iken Abdullah Abdullah da yeni hükümetin ortağı olacaktı. Amerikalılar yeni hükümeti Eşref Gani ve Abdullah arasında taksim etmekle gelecek beş sene için zayıf ve her fırsatta ABD’nin istediklerini yapabilecek bir hükümeti kurmuş oluyordu. Çünkü ABD, eski başkan Karzai’den bu konuda çok şey öğrenmişti. Unutmamalıyız ki Afganistan’da başkanlık sistemi olduğu için başkan son derece muazzam yetkililer ile donatılmış ve güçlü bir merkezi yapıya hâkim durumdadır. Fakat öyle gözüküyor ki gelecek beş sene içinde Amerikalılar bu konuda rahat olacaklardır. Eşref Gani ile Abdullah Ulusal Birlik Hükümeti tasarısı imzalanırken(21.Eylül.2014) Hatırlanması gereken önemli bir husus da şudur ki, Afganistan’da olan biten tüm bu gelişmelerde sadece ABD’nin değil bölgedeki diğer güçlerin de bu sürece müdahaleleri mevcuttur. Bu aktörlerin en önemlileri Pakistan, Hindistan, Çin, İran ve Rusya’dır. Pakistan bir kaç yönüyle Afganistan konusunda önem taşımaktadır. Pakistan’ın Afganistan’la en büyük ve neredeyse tüm karışıklıkların temelinde Peştunistan meselesi yatmaktadır. Pakistan’ın kuruluşundan bile daha öncesine dayanan bu toprak meselesi bu güne kadar Afganistan ve Pakistan arasında ciddi bir mesele olarak kalmıştır. 125 senedir hiç bir Afgan hükümeti resmi olarak Afganistan ve Pakistan arasındaki 2500 km’lik sınırı kabul etmedikleri gibi bundan sonra da kabul ede-
Uzun yıllardan beri Hindistan Afgan öğrencilerden bir kısmına Hindistan’daki üniversitelerde eğitim görmek üzere burs imkanı sağlamaktaydı. Bu sayı geçtiğimiz yıllarda 500 iken bu güne geldiğimizde 700’e kadar çıkmıştır. Üstelik Hindistan, Afganistan Parlamento Binası ve Salma barajı gibi çok büyük ve temel projeleri de üstlenmiştir. Afganistan’da Çin’in rolü de önemli sayılmaktadır. Afganistan’a sınırı da olan Çin son on senede Afganistan’da başka hiç bir ülkenin yapmadığı kadar yatırım yapmıştır. Çin, Afganistan’da daha çok madenler, petrol ve gaz kaynaklarını işletmekle ilgilenmektedir ki, bu uzun vadede anlamlı bir çalışma metodu sayılmaktadır. Bölgede Çin-Amerikan mücadelesi açısından da bu konu ayrıca büyük bir öneme sahiptir. Çin’in güvenli ve istikrarlı bir Afganistan istemesinin sebepleri şunlardır: Çin’in hemen yanında sınır komşusu olarak bulunan Afganistan’da güven olduğu sürece Çin de aynı zamanda daha güvenli ve tehditlerden arınmış olacaktır. Bildiğimiz gibi Afganistan-Çin arasındaki sınır aslında Doğu Türkistan-Afganistan sınırıdır. Dolayısıyla bu konunun Pekin için ne kadar hassas olduğu açıktır. Yukarda da işaret ettiğim gibi bölgedeki Amerikan-Çin güç mücadelesi açısından da Çin’in Afganistan’daki yatırımları
ÖZEL SAYI
35
ve istikrarlı bir Afganistan istemesi manidardır. Her ne kadar şimdilik ABD-Çin arasında Afganistan üzerine açık bir fikir ayrılığı gözükmese de genel olarak Çin Batı’dan daha farklı bir siyasal kültür ve politik çizgiye bağlı olması ileriki zamanlarda iki ülke arasında ciddi çekişmelere sebep olabilir. Zannımca bu konuda Çin her zamanki gibi Rusya’dan bile daha çok ABD için tehlike oluşturabilecek pozisyondadır. Ekonomik açıdan her gün daha da gelişen Çin için istikrarlı bir Afganistan istikrarlı bir pazar demektir. Enerji açısından yakın gelecekte önemli hale gelebilecek kapasitede olan Afganistan, Kuzey komşuları ve Hazar bölgesi, şüphesiz ki, Çin için hayati derecede önemlidir. Yakın gelecekte bölgesel enerji kaynaklarına kolayca erişebilmek adına Afganistan hem Çin hem de ABD ve hatta diğer bölgesel güçler için de önemli hale gelecektir. Ticaret konusunda bölgenin en önemli stratejik konumuna sahip olan Afganistan, Çin için tabii ki önem arz etmek durumundadır. Son dönemde Afganistan devlet başkanı Eşref Gani’nin Çin’e gerçekleştirdiği 4 günlük ziyaretinin bir takım önemli sonuçları oldu. Bunlardan bir tanesi Çin’in Taliban ve Gani yönetimi arasında arabuluculuk yapmaya soyunmasıdır. Yaşanan bu gelişme Afganistan için önemli olduğu kadar Pakistan gibi Afganistan’ın barış süreciyle yakından ilgilenen devletler için de önem taşımaktadır. Pakistan-Çin arasındaki iyi ilişkilere dayanarak diyebiliriz ki, Pakistan da Çin’in arabuluculuğundan memnundur. Eski Afgan cumhurbaşkanının da hep söylediği gibi “Pakistan ve ABD istemediği sürece Afganistan’da barış mümkün olamaz”. Taliban üzerinde Pakistan ordusu ve istihbaratının (ISI) etkisi eski başkan Karzai’nin bu ideasını doğrulayacak niteliktedir. Onun içindir ki Çin’in aracılığı Afganistan için değerlendirilecek en iyi fırsat olarak görülmektedir. Afgan-Rus ilişkilerine gelince bu ilişkiler ve gerekçelerin bazıları Afgan-Çin ilişkilerine benzemektedir. Şöyle ki; Rusya için güvenli bir Afganistan, hem kendisi hem de eski sömürgeleri olan Orta Asya ülkeleri açısından
36
İSLAM DÜNYASI
önemlidir.4 Diğer bir yandan Rusya hiç bir şekilde mevcut durumda Afganistan’da bulunan Amerika’nın Orta Asya ülkelerine karışmasını istememektedir. Amerika ve müttefiki olan İngiltere’nin Orta Asya’daki ülkelere ilgisi ise apaçık ortadadır. Bu ilginin en iyi örneği olarak “Büyük Badahşan projesi” gösterilebilir. Sonuç olarak Rusya bir daha Afganistan’da kendisi veya müttefikleri için tehdit oluşturabilecek bir Afganistan yönetimini kesinlikle istememektedir. Onun içindir ki, son dönemde Rusya Afganistan’dan NATO güçlerinin çıkmaları konusunda isteksiz davranmış ve bunun Afganistan’ın eski günlere dönmesine sebep olabileceğini söylemiştir. Rusya’nın, Afganistan-Amerika güvenlik antlaşması imzalamasında sessiz kalmasının bir sebebi de gelecekteki kendi güvenlik meselesidir. İran’ın Afganistan’daki rolüne gelince, Afganistan’ın 2001’deki değişiklikleri büyük ölçüde İran’a yaramıştır. İran’a hem mezhebi hem de siyasi açıdan düşman sayılan Taliban, ortadan kaldırılmıştır. Yerine gelen Karzai hükümeti son gününe dek İran’la gayet iyi ilişkiler içinde olmuştur. İran da Karzai yönetimiyle arasını iyi tutmaya çalışmış ve senelerdir beklediği bir takım siyaset oyunlarını çok açık bir şekilde oynama fırsatı elde etmiştir. İran’ın Afganistan’daki temel politikası mezhep ve dil üzerine olmuştur. Afganistan’da Şii mezhebine mensup olan Hazaraları desteklemiştir. Bu destekler Hazaraları hükümetin yüksek kadrolarına yerleştirmek, Şii imamlarını İran’a götürüp kendi fikirleri doğrultusunda eğitmek, Kabil gibi kritik yerlerde Şii eğitim merkezleri kurmak ve buna benzer birçok çalışma gerçekleştirmektir. Tüm bu yardımların her ne kadar Hazaralar’a faydası dokunmuş ise de uzun vadede ülkedeki tabii demografik yapıya son derece zararlı sonuçlara sebep olabilme ihtimalini doğurmuştur. Fakat bahsedilen bu ve buna benzer yardımların merkezi hükümet tarafından yapılması hiç şüphesiz daha müsbet sonuçlara sebep olacaktır. Söz konusu Afganistan- İran ilişkileri olunca, Afgan-Amerikan ilişkilerinin Afgan-İran ilişkileri üzerindeki etkisini de unutmamak gerekir. Son dönemde Afganistan-Amerika arasında imzalanan güvenlik antlaşmasını sert dille kınayan tek
ülkenin İran olması da buna bir örnektir. Sonuç olarak Afganistan’ın içinde bulunduğu durum çok hassas bir geçiş dönemidir. 2001’de Afganistan’a giren ABD ve NATO güçlerinin görev süresi 30 Aralık 2014’te sona ermiştir. Bu güçler arkalarında kısmen de olsa güçlü bir Afgan ordusu bırakmışlar, lakin on dört sene önce onların deyişiyle “Teröristleri” bitirmesi ve demokrasi getirmesi için gelen bu güçler ne teröristleri bitirebildiler ne de demokrasi getirebildiler. Anlaşılan o ki, bu saatten sonra onların on dört senedir sebep oldukları kargaşa ve çatışma ortamı Afganlara miras olarak kalacaktır. Bu denli hassas bir dönemde bulunan Afganlar çok dikkatli ve akıllıca davranmadığı sürece 80 ve 90’larda olduğu gibi küresel güçlerin ve komşularının çirkin siyasetlerine kurban gidebilirler. Dolayasıyla Afgan yöneticiler on dört senedir dünyanın muazzam yardımları ile yapılmış olan orduyu ve nispeten iyi bir yönetimi iyi değerlendirerek gelecek nesilleri için iyi bir miras bırakabilirler. Aksi takdirde birçok küresel ve bölgesel güç arasında bulunan bu Müslüman toprağı ve milleti yakın geçmişte olduğu gibi sonucu bilinmeyen, acımasız savaş ve oyunlara maruz kalabilirler. Fakat unutulmaması gereken en önemli husus şudur ki, temel kimlik bağı olarak İslamiyet ve Afganiyet üzerine kurulmuş olan bu ülke geçmişte kendi dokusuna uyuşmayan hiçbir yapıyı, ideolojiyi kabul etmemiştir. Ülkenin toplumsal gerçeklerini, aidiyet unsurlarını ve dokusunu dikkate almayan yabancı hiçbir güç, grup, kişi, fikir ve ideoloji ülke siyasetinde kalıcı bir başarı elde edemeyecek gibi görünmektedir.
Dipnotlar: 1- Ahmet Davutoğlu, stratejik Derinlik, küre yayınları, İstanbul: 2011, s.35. 2- 1979’da SSCB’nin, Afganistan’ı işgaliyle birlikte Amerika, SSCB ‘nin çevrelenmesi ve güneye inmesine engel olunması için bölgedeki Müslüman cihatçı gruplara destek vermeye başladı.” Yeşil Kuşak” projesi ile isimlendirilen bu proje ile ABD Müslüman halkaları SSCB’ye karşı kışkırtıp savaşmak için destekledi. 3- Örneğin; Amerika milyarlarca dolarlık yardımlar(!) yaparak Afganistan’da daha önce hiç görülmemiş korkunç bir yolsuzluk geleneğini ortaya çıkarmıştır. Amerikalı Afganistan’da yüzlerce yıldan beri devam edegelen birlik ve kardeşlik ruhunu kavimleri birbirine karşı kışkırtıp desteklemekle ülkenin demografik yapısına uzun vadeli ve çözümü zor derin etkiler bırakmıştır. Amerika ve yanındaki diğer güçlerin işledikleri buna benzer yüzlerce misal mevcuttur. 4- 08.01.2015 tarihinde Tacikistan İstihbarat Teşkilatı ve Tacikistan Milli Güvenlik Komitesi, Afganistan ve Tacikistan sınırında Taliban ve Özbekistan İslami Hareketine ait militanların bir araya gelip birden fazla yerde üs yaptıklarını beyan etti. Son dönemlerde Rusya’nın Afganistan özel temsilcisi Zemir Kablof söz konusu Afgan- Tacik sınırında 5 bin, Afgan- Türkmen sınırında ise 2 bin militanın toplandığını haber vermişti. (http:// www.taand.com/archives/38213)
ÖZEL SAYI
37
Hindistan’ın Yeni Yönetimi ve Müslümanların Durumu Fahad Vadakke Kadavath - Hindistan
M
ayıs 2014 tarihinde gerçekleşen seçimde radikal fikrî temellere dayanan Baratıya Centa Partisi (BJP) oyların çoğunluğu alıp seçimi kazanmıştır. Baratiya Cenata Partisinin başarısının iki nedeni vardır: Birincisi, 10 yıl idare edilen Kongress Partisinin bütün alanlardaki rüşvet ve halka hiç faydası olmayan icraatlarıdır. İkinci sebep ise Baratıya Cenata Partisi seçimi kazanmak için ülkenin genelinde toplumsal şiddetin yayılmasına çalışmış ve Uttar Pradeş, Bihar, Yeni Delhi gibi eyaletlerde toplumsal şiddet yayılmıştır. Bu olaylarda çok sayıda insan ölürken diğer yandan da büyük bir kısmı yerinden olmuştur. Bu olaylar yaşanırken Müslümanlar ve Hindular arasında çok tehlikeli bir durum ortaya çıkmıştır. Baratıya Cenata Partisi söz konusu bu durumdan seçimlerde faydalanmış ve tüm bunları bir araç olarak kullanmıştır. Seçim kampanyasında Baratiya Cenata Parti liderleri Müslümanlara karşı olduklarını belirtip onları sert dille kınamışlardır. “Baratıya Cenata Partisi seçim kazanırsa ülkedeki Müslümanlardan Hindistan’da kalanlardan vergi alınacak ve Pakistan’a gitmek zorunda kalacaklardır.” gibi ifadeler kullanmışlardı. Baratiya Cenata Partisi idare başladıktan sonra Hindistan’ı Hinduizm dinine mensup bir ülke yapmaya çalışıyor. Bunun için her alanda Hinduizm’i esas yapmaya çalışıyor, mesela okullarda Hinduizm’in kutsal kitabı olan Mahabarat’ı öğretmek ve azınlıkların (Müslümanlar ve Hristiyanlar) dini kutlamalarında resmi tatil verme-
38
İSLAM DÜNYASI
mek gibi şeyler yapmaya çalışıyor. En sonunda “eski eve dönmek” (kar vapsi) adı ile bir program başlamıştır. Yani bu Hindu radikal fikrinde olanlar diyor ki tüm Hindistanlılar aslında eski zamandan beri Hindu dinine bağlıydı, bunun için başka dinlerde olanların eski dine dönmesi lazım, diyorlar. Dolayısıyla Müslümanların ve Hristiyanların dinlerini değiştirmeye çalışıyorlar. Ama bu programın asıl sebebi bu değil. Şimdi Hindistan’da din değiştirme kanunu yok, yani bir kimse hangi dini istiyorsa o dine geçebilir. Ama geçen yıllarda çok sayıda Hindistanlı İslam ya da Hristiyanlık dinine geçti. Bu din değiştirmeyi durdurmak için yeni bir kanun çıkarmak istiyorlar. Din değiştirme kanunu çıkarsa kimse din değiştiremeyecek. Müslüman toplum için bir liderlik olmadığından dolayı oluyor bu sıkıntılar. Genellikle Müslümanlar çeşitli gruplara ve çeşitli liderliklere yayılmıştır. Çok sayıda Müslüman genç terörizm iddiasıyla hapsediliyor. Ve fakirlik yüzünden başka Müslümanlar öldürülüyor. Bu eski problemlerden sonra şimdi merkezi devlet da baskıya başlamıştır. Bu sıkıntılardan kaçmak için Müslümanların bir liderlikte olması gerek. Hindistan demokratik bir ülke olduğundan dolayı, onların bu radikal Hint fikirlerinin kolay şekilde gerçekleşmesi mümkün değil. Bu zamanda dünyadaki bütün Müslümanların, çeşitli alanlardaki ihtilaflara bakmadan bir millet olması lazımdır.
Sri Lanka Etnik Sorununa Nüfuz Eden
BÖLGESEL VE ULUSLARARASI GÜÇLER Rızam Al Hakem - Sri Lanka
G
iriş Güney Asya’da Hindistan’ın küzeyinde yer alan Sri Lanka’da çoğunlukla Sinhala, Tamil ve Sri Lankalı Mur (Sri Lankan Moors) olmak üzere üç etnik gruptan insanlar yaşamaktadır. Adada 2009’a kadar 30 sene devam eden ve büyük kayıplara neden olan bir iç savaş söz konusuydu. Bu çalışmanın amacı, belirtilen savaşın çıkışı ve bitişinde nüfuz eden bölgesel ve uluslararası nedenleri analiz etmektir. Konunun önemli bir kısım 2002-2005 ve 2005-2009 dönemlerinde iktidarda olan iki farklı hükümetin yürüttüğü dış politikalarının çerçevesinde incelenecektir. Çalışmanın ilk bölümünde sorunla ilgili kısa bir tarihsel tanıtım yapılacaktır. Bunu izleyen bölümde, süreç içinde Hindistan’ın politikasının nasıl işlediği, kendilerinin çıkarlarını göz önüne aldıkları incelenecektir. Üçüncü bölümde dünyanın çeşitli yerlerindeki Tamil göçmenler ve Sri Lanka iç siyasetinde onların etkisi tartışılacaktır. Son bölümde 2002’den sonraki süreç analiz edilecektir. Tarihsel Süreç Sri Lanka’da ırksal çatışmalar 1948’de İngiltere’den bağımsız olduğundan itibaren yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır. Hatta bir çatışmanın ortaya çıkışı kaçınılmazdı. Bunu tartışmadan önce Sri Lanka’daki etnik gruplar ve dinsel yapı üzerinde biraz durmak gerekir. Daha önce giriş bölümde bahsedilen üç etnik grup da farklı dinlere sahiptir.
2006’da başlayan son savaş, 2009’da iki taraftan toplam 70.000’e yakın can kaybıyla ve LTTE’nin Sri Lanka’da yok edilmesiyle sona ermiştir.
“
Sinhala %73.8, Sri Lankan Moors %7.2, Tamil %8.5, belirtilmemiş %10. Budist %69, Müslüman %8, Hindu %7, Hristiyan %6, belirtilmemiş %10. Budistlerin tamamı Sinhala milletinden ve Hinduların tamamı Tamil milletindendirler. Müslümanlar tüm Moorlar ve bir kısım Tamiller ve Sinhalalardan oluşuyor. Aynen Hristiyanların da büyük bir kısmı Sinhalalardan ve bir kısmı Tamillerden oluşmaktadır. 1980’lerden bugüne dek Tamillerin büyük bir kısım Avrupa, Kanada ve Avustralya gibi ülkelere savaştan dolay göç ettiler. 1980’den önceki verilere göre Tamillerin oranı %12 civarındaydı. Dil olarak tüm Tamiller ve Moorlardan büyük bir kısım Tamilce konuşmaktadır. Tüm Sinhalalarla Moorlardan az bir kısım Sinhalaca konuşmaktadır. Etnik Çatışmaların Başlangıç ve Savaş Haline Dönüşü İngilizler Sri Lanka’da kaldığı sürece başta eğitim olmak üzere çok konuda Tamillere aşırı destek sağlamıştır. Tamillerin çoğunlukla yaşadığı kuzey bölgesinde çok sayıda okul açmıştır. 1945 yılına gelindiğinde Tamillerin nüfusu %12 olmasına rağmen tüm devlet işlerinde %50’den fazla yer alıyorlardı. Tüm yüksek kademelerde onlar vardı. Öbür yandan Tamillerin üniversite giriş oranı da yaklaşık bu civardaydı. Dolaysıyla Sri Lanka bağımsızlık kazanınca elde edilen bu fırsatların kaybolacağı korkusuyla Tamiller, Sri Lanka’nın bağımsızlık hareketlerine yardım etmiyorlardı.
ÖZEL SAYI
39
Hatta bağımsızlık kazanmasını istemiyorlardı. Buradan başlayan anlaşmazlık bağımsızlık kazanıldığı andan itibaren gittikçe ateşlenmeye başladı. 1975’lere kadar ciddi çatışmalar olmasa da devlet, siyasi otoriteyi kullanarak Tamillerin bu aşırı imkanlarını kısıtlanmaya devam etmiştir. Resmi dil olarak Sinhalaca, İngilizce yerine getirildi. Sinhalaca bilmeyenler devlet işlerinden çıkartıldı. Bu ve bunun gibi hareketlerden dolayı Tamiller gerçekten ciddi hayal kırıklığa uğramışlardır. 1972’de Tamillerin son umudu da kırıldı. Üniversite girişinde kota sistemi getirildi ve Tamillerin üniversite giriş oranı birden %45’ten %15’e indirildi. Tamiller bunlara karşı siyasi yolları kullanmaya çalıştığı zaman da devlet şiddete başvurarak engellemiştir. Bundan dolayı Tamiller ciddi can kayıplarına uğramışlardı. Bu dönemde gelecekte Sri Lanka siyasetinde ciddi etkiler verecek kadar önem taşıyan Tamillerin göç hareketleri başladı. 1980 başlarında bir takım Tamil gençler de devlete karşı şiddete başvurmayı tercih ettiler. Bu hareket kısa bir süre içinde Tamil toplumunun desteğini kazanmayı başardı. LTTE (Liberation Tigers of Tamil Eelam - Tamil Kaplanları) adlı hareket 1976 yılında kuruldu ve devlete karşı ilk müdahaleyi 1983 Temmuz ayında yaptı. 13 askeri öldürülen bu müdahalenin ardından tüm Sri Lanka’da Sinhalalar tarafından Tamiller üzerinde yapılan katliamda binlerce Tamiller açık alanlarda öldürüldü. Hükümet de katliama tam destek verdi. Bundan sonra artık savaş kaçınılmazdı. Hindistan’ın Pozisyon Değiştirmesi Savaş başlamadan önceki dönemlerde çözüm olarak Tamil siyasetçilerin önerdiği şey eyalet sistemiydi. Devlet hiçbir şekilde bunu kabul etmemişti. Temmuz 1983’ten sonra LTTE’in ana hedefi Tamil Ealam adlı bağımsız devlet kurmaktı. LTTE’ye sadece Hindistan hükümeti değil aynı zaman Hindistan’ın güneyindeki Tamil Nadu eyaleti de tam destek veriyordu. Nedeni aynı ırktan olmasıdır. Hindistan’ı rahatsız eden nokta da bu idi. yani Sri Lanka’da Tamiller bağımsız bir ülke kurunca o Hindistan’daki Tamilleri de etkileyeceğinin farkına vardı. Hem de böyle bir durum, zaten ırklara göre bölünmüş eyaletlerden oluşan Hindistan için ciddi bir sorundu. Ama Hindistan bunun farkına varmadan önce kendisinin yardımıyla LTTE çok güçlenmişti. Sonunda LTTE’yi durdurmak için 1987 yılında Hindistan hükümeti Sri Lanka’ya ordu gönderdi. IPKF (Indian Peace Keeping Force) adlı bu örgütün amacı LTTE ile savaşmaktan ziyade bir süre kalarak LTTE’yi etkisizleştirerek bölgeyi bağımsız devlet hedefinden vazgeçirmekti. Ama LTTE hedefinden vazgeçmeyi reddetti ve IPKF ile savaşmayı tercih etti. Sonunda IPKF de şiddete başvurmak zorunda kaldı. Bir süre sonra sa-
40
İSLAM DÜNYASI
vaşta IPKF’nin başarı ihtimali yüksek olsa da Sinhala ırkçı solcular tarafından başlatılan IPKF’ye karşı propagandalar Sri Lanka’yı karmaşık haline getirmişti. Öbür tarafta Tamil Nadu eyaletinde de IPKF’ye karşı eylemler yapılıyordu. Sonunda IPKF misyonunu yarıda bırakarak 1990 yılında çıkmak zorunda kaldı. Çıkışıyla beraber eyalet sistemi de ortadan kaldırıldı. Ama yine de Hindistan Sri Lanka’yı destekliyordu. Bütün bunları, kendilerine Hindistan’ın yaptığı ihanet olarak gören LTTE, dönemin Hindistan Başbakanı Rajiv Gandhi’yi 21 mayıs 1991 yılında suikast yaparak öldürdü. Bu olaydan sonra artık LTTE’nin Hindistan’la tüm ilişkileri kesildi, Hindistan’da LTTE tamamen yasaklandı. 1990’lı Yıllar Sri Lanka’dan IPKF’nin (Indian Peace Keeping Force) çıkışından sonra LTTE’nin eğiliminde büyük bir değişiklik oldu. Yani kendi hedeflerine engel olarak görülen kim olursa olsun onlara karşı şiddete başvurmaktan çekinmediler. Bu yıllarda örgütten en çok zarar gören taraf Müslümanlar oldu. Seksenli yıllarda bölge nüfüsünün % 40’ı Müslümanlardan oluşuyordu. Doksanlı yılların başında bu oran sıfırlandı ve bütün Müslümanlar sürgün edildi. Direnenler ise öldürüldü. Bu dönemde LTTE tarafından öldürülen ya da kaybolan Müslümanların sayısı 20.000’i aşmaktadır. Oysa Budistlerin Hindulara karşı katliam yaptığı dönemde kendi evlerine alıp Müslüman gibi giydirip Hinduları Budistlerin elinden kurtaran Müslümanlardı. Hinduların bu yaptığı ihanet hala Müslümanlar tarafından acı bir anı olarak anılmaktadır. Örgütün bunu yapma sebebi ise kurulacak olan bağımsız devlet içinde Tamillerden başka kimsenin bulunmasını istememeleridir. 2002 ve Sonraki Dönem Örgüt ulusal ve uluslararası alanda zor durumlara düştüğü zamanlarda barış talep etmişti. Bunun asıl amacı barış değil aksine o barış sürecinde kandilerini güçlendirip yine savaşa dönmekti. Böyle zayıflandığı bir dönemde 2002 yılında iktidara gelen Ranil Wikramasinha hükümeti ile bir barış anlaşması imzalandı. Burada belirtilmesi gereken önemli husus, barış döneminde Ranil Wikramasinha hükümetinin yürüttüğü yönetimdir. Ülkede LTTE üzerindeki birçok yasak kaldırıldı, Tamil bölgesine çok imkan sağlandı ve LTTE üyeleriyle bölgedeki halka sıkıntısız şekilde başkentine kadar gelip gitme imkanı sağlandı. LTTE’nin üst kadameli liderlerinin de
görüşmeler yapması ve televizyon programları için başkente ve yurtdışına çıkmaları sağlandı. 25 senedir sadece geri kalmış bölgede savaş durumunda yaşayan halk ve LTTE üyeleri bu imkanları görünce yine de savaşa girmekten hoşlanmayacaklardı. Bu durum barışı bir geçiş dönemi olarak kullanmayı hedefleyen LTTE için ciddi bir sorundu. Ama bunu ilk kez, barış anlaşmasından bir buçuk sene sonra LTTE yönetiminde doğan anlaşmazlıklardan sonra fark ettiler. Ve içinden bir daha savaşmak istemeyen bir grup çıktı. Bunlar içinde örgütün önde gelenleri de vardı. Sonunda bu grubun örgütten ayrılmasını engelleyemediler. Bu durum büyüyüp halledilemeyecek hale gelmeden önce LTTE savaşa dönmek istemişti. Aynı zamanda bu dönem içinde tüm bu imkanları kullanarak LTTE de asıl hedefine ulaşmayı başardı. Yani bu dönem LTTE her alanda aşırı bir yükseliş yaşamıştır. 2006’da savaş tekrar başlarken kara, deniz ve hava kuvvetleri devreye gireceklerdi. Bunlar, dünyada ilk ve tek kendi savaş uçaklarını ve deniz altılarını üreten; ayrıca deniz ve hava kuvvetlerine sahip olan terör örgütüydü. Bunun dışında mali ve istihbarat gibi alanlarda da çok yükselmişlerdi. Bununla beraber örgüt hükümeti savaşa çekmek için kışkırtma müdahaleleri yapmaya başlamıştı. Bu sırada 2005 cumhurbaşkanlığı seçimini “Çözüm ancak savaşla olur.” diyen Mahinda Rajapaksha kazandı. Zaten savaşmak isteyen LTTE kendilerin hakim olduğu bölgedeki yarım milyonluk Tamil seçmene oylarını kullandırmadan Mahinda Rajapaksha’nın seçilmesini sağladı. Mahinda Rajapaksha seçimi sadece 0.1 milyonluk oy farkıyla kazanabilmişti. Örgüt ise çıkacak savaşta kendilerin daha fazla güçleneceğini düşünüyordu. Ardından da kısa bir süre sonra savaşın başlaması kaçınılmaz oldu. Savaş başlarken maddi olarak LTTE’nin durumu çok güçlüydü. Ama psikolojik olarak biraz gerilemişlerdi. Devletin durumu ise yabancı desteksiz savaşa girmeye uygun değildi. Bu durumda Mahinda Rajapaksha’nın yararlandığı nokta, büyük devletlerin Sri Lanka üzerindeki rekabeti idi. Bu devletler büyük bölgesel güçler olan Çin ve Hindistan ile Pakistan’dı. Mahinda Rajapaksha Çin’le birçok anlaşma yaparak onlardan yardım almayı başardı. Zaten Çin’in istediği şey de buydu. Çünkü bölgede Hindistan’a karşı hakim konum-
da olmak iştiyordu. Sri Lanka’nın Çin’e doğru kaymasını engellemek için Hindistan da istenilenden fazla yardıma koştu. Sri Lanka’yla Hindistan arasındaki ilişkilerin böylece iyileştiğini görünce gelecek çıkarlarını göz önüne alarak Pakistan da yardıma koştu. Böylece Mahinda Rajapaksha istenilenden fazla yabancı desteğini almayı kolayca başardı.Bütün bunlarla lehine düşen içsel faktörler de üç sene içinde Mahinda Rajapaksha’nın başarmasına imkan sağladı. 2006’da başlayan son savaş, 2009’da iki taraftan toplam 70.000’e yakın can kaybıyla ve LTTE’nin Sri Lanka’da yok edilmesiyle sona ermiştir. Kaynaklar 1. International Dimensions of the Sri Lankan ConflictCaroline Hargreaves, Martin Karlsson, Surabhi Agrawal, Jonathan Hootnick, Katharine Tengtio (CPCS- Center for Peace and Conflict Studies) 2. Pawn of Peace, Evaluation of Norwegian Peace Efforts in Sri Lanka, 1997- 2009 (Report 5/2011 - Evaluation) 3. Sri Lankan Country Report; 2001-2011 4. Bazı kendi dilimdeki (Sinhalaca) kaynaklardan da yaralandım 5. Bunlarla aşağıdaki internet kaynaklardan da yaralandım http://www.fbi.gov/news/stories/2008/january/tamil_ tigers011008 http://www.wsws.org/articles/2002/feb2002/sri-f27. shtml http://www.southasiaanalysis.org/papers5/paper426. html http://www.peaceinsrilanka.org/negotiations/ceasefire-agreement-20028 http://www.norwaynews.com/en/~view.php?72V4754HNc4825y285Kmh844SL2885Xe76Azi353LdO8 http://zeenews.india.com/news/nation/un-vote-on-srilanka-tough-choice-for-india_763882.html http://zeenews.india.com/news/nation/new-book-reveals-india-s-hidden-hand-in-sri-lanka-war_557436.html http://www.dailynews.lk/2008/08/22/fea03.asp http://www.defencejournal.com/jan99/rawfacts.htm http://news.rediff.com/slide-show/2009/aug/20/slideshow-1-how-india-helped-lanka-destroy-the-ltte.htm http://www.ndu.edu/press/understanding-sri-lanka. html http://www.soas.ac.uk/development/news/file72788. pdf http://www.norwaynews.com/en/~view.php?72AmpP235394Qk4480e4OP488eBJbuc84baP61d58d4oC9b76cs4xGe454WOWi08 h t t p : / / w w w. b b c . c o . u k / t a m i l / m u l t i m e dia/2012/03/120315_johnholms.shtml http://www.srilankabrief.org/2011/05/sri-lanka-wonthis-battle-with-help-of.html
ÖZEL SAYI
41
Hayat Kitabımızın Hayatsız Mü’minleri Mehmet Çelik - Türkiye
Y müş:
aklaşık yüz yıl önce İslam şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un gezip gördüğü Müslüman ülkelerden birkaçını yüz yıl sonra görme fırsatı buldum. İslam şairimiz 100 yıl önce şöyle gör-
Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbusu, Asırlar var ki, İslam’ın muattal, beyni, bâzusu, “Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?” diyorlar. Gördüğüm yer yer Harap iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler, Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar, Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar, Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar; Tegallübler, esaretler, tahakkümler, mezelletler; Riyâlar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler; Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar; Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar; Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar; “Gazâ” nâmiyle dindaş öldüren biçare dindaşlar; Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar; Emek mahrumu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!... (Mehmet Akif ERSOY İstanbul,19 Eylül 1334-1918) Aradan geçen yüz yılın sonunda bu satırların yarının da gördüğü ne yazık ki aynı manzara. İsterdim ki çok şey değişmiş; artık o eski görüntüler, o eski yaşanmayan hayatlar kalmamış. Şimdi hâneler şen, iller mamur, köprüler yerinde, kanallar temiz, ümmet şuurlu ve başlarında dikkatli ve rikkatli idareciler var. Ancak gördüğüm odur ki, yüz yıl öncesine göre nüfus biraz daha kalabalıklaşmış, şehirler daha yoğunlaşmış fakat hâlen Müslümanlar birinci sınıf insan olma yolunda çok mesafe kat edememişlerdir. Geçmişe göre ellerindeki Kur’an-ı Kerim’i anlama ve tefsîrini okuyabilme konusunda sayısal olarak artışlar olmuş. Fakat yorumlama ve yaşama konusunda maalesef istenilenin çok gerisindeyiz. “Gaza” niyetiyle önce fikirde sonra fiilde birbiri ile “cihat” eden gruplarımız, hiziplerimiz, partilerimiz ve devletlerimiz halen mevcuttur. “En doğrusu benim” sloganı ile çevresini ve çerçevesini düşünmeden hareket etmek kahramanlık görülmektedir.
42
İSLAM DÜNYASI
Elimizdeki hayat kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’i ve siyeri hayat bulmak ve hayat vermek için okumamız gerekirken fikri ve fiili mücadelemizde demirden lazerler ve ışınlardan daha hızlı mermiler yapmış ve birbirimize hücum halindeyiz. Üzerimizde oynanan oyunların farkında olanlarımız ya menfaatinden ya da korkaklığından -kendisine dahi itiraf edemezken- farkında olmayanlar hâlen uyumaya devam etmektedirler. Yer altı ve yer üstü zenginliklerini “Allah’ın ve Müslümanların düşmanı” olanlar alıp götürürken engel olmak yerine destek olmayı kâr sayanlarımızla beraber yaşamaktayız. Mescitlerimiz, camilerimiz, kitaplarımız, iletişim araçlarımız hızla artarken irtibatlarımız da o hızla kesilmektedir. En ufak ayrılıklarımızı bayraklaştırıp birbirimizle enerjilerimizi tüketirken “din düşmanlarımıza” hizmet ettiğimizin farkına varamadan ömür defterimizi dürmekteyiz. Lider pozisyonunda olanlarımız dünyevi gelecekleri ve geçici zevkleri için en küçüğünden bile olsa “ferâgat” edemediğinden hep başkalarının ferâgatını beklemektedirler. Hayat kitabımız “birlik”, “dirlik”, “kuvvet” ten bahsederken biz “ayrılık”, “bölünme” ve “dağılma” türküleri, şarkıları ve edebiyatı yapmaktayız. Hayat kaynağımızın dibinde hayatsızlık hastalığına tutulmuş ve tedavi olmamak için yarış halindeyiz. Birlikte olduklarında Hindistan, Pakistan, Afganistan, Bangladeş Müslümanları neredeyse 1 milyara ulaşacak ve her yönüyle güç olacakken ayrı ayrı durarak ve birbirimizi vurarak hayatta kalmaya çalışıyoruz. Akıl, fikir, düşünce nimetleriyle donatılmış ancak kullanmamakta ısrar şampiyonuyuz. Ümitsiz miyim? Hayır. Ancak hayat kitabımızla hayat bulmak için dünya ve üzerindeki olaylara 6 yönden bakabilmenin ve özgürce düşünebilmenin yollarını bilerek, bularak ve uygulayarak başaracağız. Laik, seküler, Batıcı, baskıcı, tek tipçi, İslam olana nefretle baskıcı, kurtuluşu Batı aydınlamasında bulan tip ve tipolojilerden mümkün mertebe sıyrılarak fıtratın temizliğine ve Kur’an’ın her anlamıyla rehberliğine bilerek, inanarak ve isteyerek uyduğumuz sürece başarıya ulaşabiliriz. Müslümanlar olarak dünyamıza sahip çıkmalı ve onun İslam düşmanlarının ayakları altında daha fazla çiğnenmesine müsaade etmemeliyiz. Ey Müslüman kardeşim! Haydi tut elimi, birlikte başaralım. Onlar istemese de…
Kazakistan’da İslam Zhumadulla Amanbaıuly - Kazakistan
Ü
lkemizin tarihi ve kültürü yüzyıllardır İslam ile iç içe gelişmektedir. İslam, Kazak halkının milli değerlerinin ve medeniyetinin gelişiminde ana kaynaklardan biridir.
İslam’ın Kazak yurduna gelişi VIII. yüzyılın ortasında, 751 senesinde Taraz şehri yakınında Arap komutanı Ziyad ibn Salih ile Çin komutanı Gao Syançjidin arasında gerçekleşen Atlah savaşında Arapların kazanıp Yedisu ile Doğu Türkistan topraklarını kurtarmasından başlatabiliriz. Arapların bu zaferi Orta Asya topraklarına İslam dini ile medeniyetinin gelmesini sağladı. İlk zamanlarda İslam dini güney bölgelerde yaşanmaya başlandı. X. yüzyılın sonunda İslam Yedisu ile Sırderya’daki yerli halkın ana dini oldu. X. yüzyılın başında Karahanlılar devletinin kurucusu Satuk Müslüman oldu, onun oğlu Bogra-Han Harun Musa ise 960 senesinde İslam dinini devletin ana dini olarak ilan etti. Güney Kazakistan’daki göçebe Türk halkı arasında İslam’ın yayılmasında Hoca Ahmed Yesevi (1166 veya 1167 yılında vefat etti) büyük katkıda bulundu. Emir Timur’un Yesevi’ye gösterdiği saygının bir işareti olarak XIV-XV. yüzyıllarda Hoca Ahmed Yesevi türbesi inşa
edildi. Bu tarihi anıt sadece Kazakistan’daki büyük bir İslami mimari anıtı değil, aynı zamanda, dünyadaki en iyi örneklerden biri olarak anılıyor. Kazak hanlığının kuruluşunda İslam dininin rolü (XV-XVIII. yy.). Kazak Hanlığı kurulduğu günden itibaren Müslümanlık hukuk yasalarına dayandı. Tüm Kazak hanları Kerey ile Canibek’ten itibaren en son kazak hanı Kenesarı (1847 y. vefat etti) kendilerinin şeriat yasalarına uygun hareket ettiklerini söylediler. Kasım Han ile Yesim Han tarafından kurulan göçebe devletin yasalarında şeriatın büyük etkisi oldu. Tauke Han’ın (yaklaşık 1847 y. öldü) “Yedi Yargı” kanununun kabul edilmesi İslam’da sosyal hayat ile kanun tecrübesinin kullanımında büyük bir adım atmak olarak anıldı. Bu belgede yer alan idari, cezai ve hukuki normlar büyük ölçüde şeriat yasalarına dayanıyordu. XVI-XVII. yy. Kazakistan’da İslam’ın gelişmesinde Kazak halkının, Orta Asya halkları ile Edil Tatarları ile olan ekonomik, kültürel ilişkileri etkili oldu. İslam dininin vaazlarıyla Buhara, Semerkant, Taşkent, Hiva ve Türkistan’dan gelen hocalar yaymaya başladı.
ÖZEL SAYI
43
ORTA ASYA ve KÜRESEL GÜÇ DENGELERİ Sarifjon Mukarramov - Tacikistan
O Çin’in uzun vadeli stratejileri: 1.Ülkenin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü korumak 2.Çevre bölgenin barış ve istikrarını sağlamak 3.Çevre bölgede diyalog ve işbirliğini geliştirmek 44
İSLAM DÜNYASI
rta Asya havzası, Ortadoğu’dan sonra en zengin ikinci petrol ve doğal gaz rezervlerine sahip olması ve bulunduğu bölge itibarıyla Asya’nın yükselen ekonomik güçleri olan Çin ve Hindistan gibi ülkelere komşu olması hasebiyle küresel güç dengelerinin önemli odak noktası olmuştur. Orta Asya cumhuriyetlerinin sahip olduğu zengin kaynaklar o cumhuriyetlerin kalkınmasını hızlandıran, dışa bağımlılığını azaltan ve tüm bunların üzerinde yükselen demokrasileri inşa edebilen faktör iken Ortadoğu’daki petrol tecrübesinde olduğu gibi iki hususta tam tersi senaryolar gerçekleşmiş durumdadır. Birinci husus, gelirlerinin büyük kısmı petrol ve gaza dayanan cumhuriyetlerde, ekonominin diğer boyutları gelişememiş ve devlet, gücünü vatandaştan daha çok doğal kaynaklara dayandırmıştır. Böylece ne kalkınma, ne de demokratikleşme gerçekleşmiş oldu. İkinci husus ise bu denli büyük öneme sahip olan bir bölgenin üzerinde küresel aktörlerin denge ve güç mücadelesinin odaklanması ve gittikçe bu müca-
delenin büyümesi, bölge istikrarını ve güvenliğini tehdit etmektedir. Bölgeye baktığımızda bir tarafta Sovyetlerin baş mirasçısı, küresel sistemde tekrar etkili bir güç haline gelen ve SSCB’nin hâkim olduğu bölgelerde eski etkisini artırmakta olan Rusya ile Uzakdoğu’da gelişen Çin ve Batıyla iyi ilişkiler içerisinde büyüyen Hindistan’ı görürüz. Diğer tarafta Rusya gibi bölgede söz sahibi olmak isteyen ABD ve AB ülkeleri arasında jeopolitik çekişmeler yaşanmaktadır. Bu çekişmeler sonucu bölge iç istikrarsızlıklarla karşılaşmaktadır. Avrupa ve ABD, Orta Asya havzasındaki kaynakların boru hatlarıyla Batı’ya akmasını temine çalışırken Çin ve Hindistan, doğuya giden hatlar üzerinde uğraş veriyor. Bölgenin eski mirasçısı olan ve SSCB dönemindeki hatların hemen hepsinin üzerinden geçmesini sağlayan ve böylelikle sadece ekonomik değil, siyasi etkiye sahip olan Rusya ise bu hatlar üzerindeki kontrolünü kaybetmek istememektedir. Orta Asya’nın ABD açısından önemi temelde iki strateji üzerindedir: Bi-
rincisi ABD’nin küresel güvenliğinin sağlanması, diğeri ise enerji rezervlerinin dünya piyasalarına aktarılması. ABD’nin bölgeye yönelik diğer tüm politikaları bu iki strateji temelinde türemiş ve bu hedefleri sağlamak amacıyla belirlenmiştir. ABD’nin Orta Asya politikası Ortadoğu ülkeleri politikasından birçok açıdan fark göstermektedir. ABD’nin politikaları Ortadoğu’da Avrupalı devletlerin ve bölgesel müttefiklerin desteği ile daha kolay işlemekte olup Orta Asya’da ekonomik anlamda ABD’ye rakip olan Rusya, Çin ve Hindistan gibi yükselen ülkeler vardır. Dolayısıyla Orta Asya’daki rezervler üzerinde Ortadoğu’dakinden daha fazla söz sahibi olabilmesi ve aynı zaman Rusya ile Çin’i dengelemek için Afganistan gibi çevre ülkelerden müttefik arayışındadır. Ve bu müttefikler üzerinden bölge ile iyi ilişkiler tesis etmektedir. ABD’nin bu bağlamdaki temel stratejisi, bölge ülkelerinin Rusya ve Çin’in etkisinden mümkün olduğunca uzak durabilmelerini, bağımsız güce sahip olmalarını, küreselleşmenin temel gereksinimlerini yerine getirmelerini ve küresel ekonomik sistemi benimsemelerini sağlamaktır. ABD bu bağlamda bölgenin tarihi yüzünü belirleyen İpek Yolu projesini güçlendirerek Orta Asya’da güvenliğe katkı sağlamayı düşünüyor. Bununla, Orta Asya devletlerinin küresel pazarda eski konumuna yeniden kavuşması ve bölgenin uluslararası ticaret kavşağına dönüşeceği umuluyor. Ancak bölge ülkelerinin savunma sistemlerinin yetersizliği onları Rusya ve Çin gibi iki büyük gücün arasında sıkışmaya itmiştir. Çin Halk Cumhuriyeti, bir yandan Orta Asya’daki etkinliğini kullanarak uzun dönemde Rusya’nın bölgedeki ekonomik ve politik etkisini azaltmak ve kendi hâkimiyetini kurmak isterken bir yandan da Orta Asya
cumhuriyetleriyle Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) çatısı altında ekonomik ve kültürel işbirliğine giderek ABD’ye karşı çok kutuplu dünyanın yaratılması çabası içindedir. Pekin’in çevresel politikası, Çin’in uzun vadeli stratejik çıkarlarını da hedeflemektedir. Bu stratejiler: 1. Ülkenin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü korumak 2. Çevre bölgenin barış ve istikrarını sağlamak 3. Çevre bölgede diyalog ve işbirliğini geliştirmek Genel olarak bu politikalar, Çin’in çevresel dış politikasına hizmet etmektedir. Görüldüğü gibi Orta Asya cumhuriyetlerinin istikrarı ve dünya ekonomisine entegre olması, bu konjonktürde hem ABD ve hem Çin’in belirlediği strateji için önem arz etmektedir. Bölgedeki olası etnik ve dini çatışmalar, komşularla yaşanan sorunlar ve bölge istikrarsızlığı ABD ve Çin’i siyaset, ticaret ve güvenlik alanlarında zor durumda bırakacaktır. Bu durumdan yararlanan ve işini gören belki de tek ülke vardır o da Rusya Federasyonu. Nitekim Rusya’nın, Orta Asya’daki zengin diktatör yöneticilerle işbirliğine varıp halkları fakir durumda bırakması, Orta Asyalı yöneticilerin muhalefeti sindirmesinde yardımcı olması, istihbarat birimlerini ülke bazında söz sahibi konuma getirmesi ve bölge halkları arasında etnik çatışmaları körüklemesi görülmektedir. Devlet yetkililerinin, Afganistan’ın kuzeyinde toplanan IŞİD destekli grupların Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan sınırından sızdıkları ve bölge ülkelerinde kamplar kurduklarını iddia ederek dindarlara karşı sert tavır sergilemeleri ve düzmece terör saldırıları düzenlemeleri, bölgenin saatli bombası konumunda olan su sorunundan bahsetmeleri ve bölgedeki özerk bölgelerin bağımsızlık talebinden söz etmeleri gibi olaylar bir strateji gereği midir acaba?
ÖZEL SAYI
45
nde i s i ş e l y ö ünyası S
İslâm D
N A T S İ K R Ü T U
DOĞ
ölgesi
zerk B n - Uygur Ö a k r u F u b A
Gelecek çalışanların elinde demiş Şehit Hasan El-Benna. Hasan El-Benna’yı halk çok iyi biliyor, oradaki üniversite öğrencileri de biliyor. Seyyid Kutub’u biliyor, Mevdudî’yi biliyor. Ama Aliya İzzetbegoviç’i bilmiyor.
E
sselamualeykum ve rahmetullahi ve berakatuhu, Şimdi ben Doğu Türkistan’ı anlatmak için hazırlandım. Doğu Türkistan hakkında kısa bilgi, Doğu Türkistan’ın durum değerlendirmesi; ne yapalım, nasıl yapalım, kiminle yapalım diye. Yani zaten bir problemi anlattığımız zaman hep sorulan sorular bunlar. O yüzden ben de kendi kanaatlerimi söyleyeceğim. Doğu Türkistan, yani Şarki Türkistan diyoruz biz kendimiz. Doğu Türkistan demek yasaktır. Doğu Türkistan’ın haritasına baktığımızda Çin’in altıda birini oluşturuyor. Altında Tibet ve Moğol, civarında başka Türk cumhuriyetleri, Afganistan, Pakistan var. Doğu Türkistan’da yaşayan kardeşlerimizin çoğu İslam dinine inanıyor. Türkçe kullanıyoruz. 1933 ve 1944 12 Kasım’da Doğu Türkistan’da İslam cumhuriyeti kurulmuştu. Ondan sonra Çin ve Rusya’nın (Sovyetlerin) işbirliğinde tarumar edildiler. Yüzölçümü olarak normalde diasporada 1.828.418 kilometrekare diye anılıyor ama oradaki resmi bilgiye baktığımızda 1.660.000 kilometrekare diye veriliyor. Bunun da inşallah sorgusunu soracak bir zamanımız gelir.
46
İSLAM DÜNYASI
Şimdi İslam dinini ilk olarak Türklerde kabul eden ve devlet olarak İslam’a giren topluluklardan birisi Satuk Buğra Han -zaten bizim oradandır, Satuk Buğra Han Vakfı diye vakıf kurduk.- Bir süre Hun, Göktürk, Uygur Devleti; Karahanlı, İdikut, Çağatay, Hocalar, Kaşgar Devleti, zaten Osmanlı’ya biat etmiş olan devlet, son olarak Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti kurulmuş bir bölgedir. Çin’in en zengin kaynaklarından biridir, Çin, Doğu Türkistan’dan besleniyor denebilir. Şangay’a giden 3000 km doğalgaz boru hattımız vardır. Şangay’ı dünyaya tanıtan, Çin’i dünyaya tanıtan zaten Doğu Türkistan. Şimdi orada doğum kontrolü yapılıyor. Ve bizim de orada pazarlarımız var, buradaki pazarlar gibi. Şimdi çocuklara ramazan aylarında okulda oruç tutmaları yasaktır. Beş türlü kişinin camiye girmesi yasaktır. Bunların içinde öğrenciler de var. Şimdi memurların, öğrencilerin namaza gitmesi yasaktır. Çocukları orada insan kaçakçıları suç örgütlerine satıyorlar. Çin Devleti de bizi kötü bir imajla dünyaya göstermek için onları engellemiyor. Her yıl 3000 Uygur öğrenciyi Çin’in bölgesine götürüp orada beyin
yıkaması yapıyorlar. Onlar kendi yurtlarında, sınıflarında yaşıyorlar. Çin bölgesine götürülen lise öğrencileri şimdi on birinci senesine gelmiş. Çinliler normalde yeni yıl bayramı yapıyorlar, onların kendi adetleri, gelenekleri böyle. Ama Uygurlar şimdi bunu yapmaya başlamış. Çinlilerin “baht geldi” diye bir hurafesi var, bunu da Uygurlar öğrenmişler. Beyin yıkaması yaptıktan sonra böyle oluyor zaten. Şimdi bizim orada yetimler var ve millet kendi dinini yaşamıyor orada. Kur‘an öğrenmesi, İslamî eğitim alması yasaktır. Yurt dışındaki arkadaşlar oraya yardım etmek için böyle web siteleri yapıyorlar. Evlat demek bizim için çok önemli. Herkes düşünüyor ki biz evladımızı nasıl terbiye etsek, nasıl eğitsek geleceğimiz daha parlak, daha nurlu olur diye. Şimdi yurt dışındaki arkadaşlar da böyle İslamî web siteleri yapmaya başladı. Şimdi bizim kanaat önderlerimiz var, ilmi sahalarda çalışan önderlerimiz de vardır. Ama tek partili düzen olduğundan dolayı hep komünist parti, onun rejimi aslında okullarda her yerde. İşte Mao Zedung 1949’da Çin’i kuran. Onun heykellerini görüyoruz. Böyle heykelleri Çin’de başka yerlerde görmüyoruz ama bizim Doğu Türkistan’da görüyoruz. Çin’de sosyalizm var dense Çinliler bile Doğu Türkistan’da var diye söylüyorlar. Şimdi baktığımızda bizim geleceğimiz çok karamsar gibi gözüküyor.
Şimdi herhangi bir Uygur’a sorduğumuzda sizin neyiniz var, kimsiniz dediğiniz zaman Mahmut Kaşgarî, Yusuf Has Hacip diyebiliyoruz. Ama Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’ini okudun mu, dediğinde yok yani. Fransa’da bir öğrenci vardı doktora yapan. Kutadgu Bilig’in seslendirmesi çıktı, yani Uygurca dinleyebilirsiniz. Kutadgu Bilig’i Türkçe tercüme edenler karşılaştır doğru mu demiş. Oradaki profesörler de siz nasıl milletsiniz, Kutadgu Bilig’imiz var diyorsunuz ama hiç hikmetlerini dinlemiyorsunuz diye söylemiş. O da kendinin çok utandığını söylemiş. Doğu Türkistanlılar, Uygurlar, büyüğünden küçüğüne kadar herkes dans edebiliyor. Bunlar dansçı, şarkıcı diye bizi, o tarafa yönlendiriyor. Bizden başka bir şey çıkmıyor yani. Çıkmasın diye ama çıkıyor. Amerika’da NASA’da çalışan ağabeyimiz var. Doğu Türkistan’da Kur‘an-ı Kerîm’i tercüme eden, zamanında Ezher’den altın madalyalar alan Muhammed Salih var, Uygurca tercüme yapmıştı otuz sene önce. Onun dışında Türkiye’de biliyorsunuz kanaat önderlerimiz, merhumlar var. Şimdi bizim isteğimiz din alimleriyle aydınların birleştiği, kucaklaşabildiği bir toplum oluşturursak inşallah kulluğa mahkum olmayacağız diye söylenmiş, çok doğru söylenmiş. Onu yapmaya çalışıyoruz. Bir iki ay önce Hoten’de bir deprem oldu. Doğu Türkistan’daki herkes yardım etmeye kalkıştı ama malzemeler depreme maruz kalanların eline gelmemiş de hükümet bir şeyler yapmaya çalışmış. Uygurları herkes çok seviyor, bir şeyler yapılmak isteniyor inşallah. Düşmanı dışarıdan aramayalım, kendi içimizde. Kendimizi birleştirelim, düşüncemiz birleşsin inşallah. Ondan sonra hiç kimse bizi bölemeyecek. Suriye’de, Suudi Arabistan’da her yerde okuyan, Türkiye’de okuyan birçok insan var. Ama herkes kendi okuduğunu oraya götürüyor. Yani okuduğunuz şeyle bizim Doğu Türkistan’a uyar mı, uymaz mı; onu nasıl bir süzgeçten geçirebiliriz bunu düşünmüyorlar. Onun için burada okuyan öğrencilerin de çok şuurlu yetişmesi ve bizim de onları öyle yetiştirmemiz için çok çaba harcamamız gerekiyor. Hep birlikte Allah’ın ipine sarılmamız gerekiyor, bu herkes için geçerli zaten. Uyuyan toplumları uyandırmak için tek bir kişi yeter demiş Malcolm X. Malcolm X’i tanımıyor bizim toplum. İkbal’i de tanımıyor, Mehmet Akif Ersoy’u da tanımıyor. Birçok insan, kanaat önderlerini tanımıyor. Onun için buradaki arkadaşlarımız, herkes, elinden geldiğince Doğu Türkistan’a kendi kanaat önderlerimizi tanıtmak için Uygurca bir şeyleri çevirmemiz lazım. Onların eserlerini, hikmetlerini orada tanıtmamız lazım. Süzgeçten geçirebilmeyi öğretmek lazım.
ÖZEL SAYI
47
Öğretilmiş çaresizlik… Hindistan’da küçüklüğünden itibaren filin bacağını zincirle bağlıyorlarmış. O büyüyünce zaten kendinin yürüyemeyeceğini, düşeceğini düşünüyormuş. Bizim oradaki kardeşlere engellerin fizikî değil fikrî olduğunu öğretmemiz lazım. Yani bizim orada kendinin köle olduğunu bilmiyor insanlar. Yani daha çok şuur verilmesi lazım. Gelecek çalışanların elinde demiş Şehit Hasan El-Benna. Hasan El-Benna’yı halk çok iyi biliyor, oradaki üniversite öğrencileri de biliyor. Seyyid Kutub’u biliyor, Mevdudî’yi biliyor. Ama Aliya İzzetbegoviç’i bilmiyor. Biz Kur‘an’ı ne zaman dama astığımız, önümüze getirip kalbimize yerleştirmediğimiz zaman bize özgürlük kendiliğinden gelmeyecek. Bizim orada hem Türk dizileri var. Şimdi oradaki kardeşler bekliyor ki Polat Alemdar gelsin, bizi kurtarsın. Dünyanın her yerinde böyle düşünülüyor herhalde. Ama biz kendi problemlerimizi kendimiz çözebilen -içten yani dışarıdan gelip elimizden tutmasına gerek yok- bir hale gelmemiz lazım. Sadece Türk malları istemiyoruz; Türk kardeşlerimizden iyi fikirleri, iyi düşünceleri de istiyoruz. Siyasetle ilgilenmeyen Müslüman’ı, Müslüman’la ilgilenmeyen siyasetçi yönetir. Biz siyaset dediğimiz zaman çok korkuyoruz yani. Hiçbir insan siyaset yapamaz burada. Siyasî diye bir şey var. Siz bir şey yaptığınız zaman sizi siyasî diye atarlar yani. Suriye’de iki sene yaşadım. İki kişiden biri istihbarattan diyordu oradaki arkadaşlar. Bizim orada hiç değilse üç kişiden biri istihbarattan diyoruz. Umut var inşallah. Siyaset dosta tavisye edilmez, düşmana da bırakılmaz. Ali Şeriatî’yi hiç tanımıyorlar. Onu Şii olarak, düşman olarak biliyorlar. Onun için bizde daha geniş kafalı insanlar yetişmesi lazım. Orada hurafî inançlarımız hala
48
İSLAM DÜNYASI
yaşıyor. Necmettin Erbakan Hoca’mızı çok özlüyoruz. Onu tanımıyorlar, bizim tanıtmamız lazım. Necmettin Erbakan kim diye soruyorlar. Türk cumhuriyetleri çok ilginç. Siz bir Kazak’a gidin. Sen kimsin, Türk’sün dediğin zaman, yok ben Türk değilim, ben Kazak’ım diyor. Uygurlara gidin, siz Türk’sünüz deyin, Uygur Türk’üsünüz deyin; yok ben Uygur’um, ben Türk değilim ki Türkler orada yaşıyor, diyor. Hala kafa böyle yani. O yüzden bunu iyi bilmemiz lazım. Şimdi kendi istikbalimizi kendi elimizde tutabilen, böyle bir kafaya, böyle bir şuura sahip olmamız; kendi halimizi, kendi ülkemizi kendimiz dokuyabilen bir hale gelmemiz gerekiyor. Bu yüzden beraber çalışalım kardeşler. Şimdi yurt dışında birçok problem var, Uygurlar birbirleriyle iyi değil diye. Bunu kırmamız lazım. Az önce Suriyeli kardeşimiz de söyledi de. Yurt dışına çıkan mücahit kardeşlerin, en iyisi kendi yurtlarına dönmesi lazım dedi. Bizim burada da televizyonda haberlerde de görüyorsunuz çok sayıda 120 kişi, 20 kişi, 35 kişi diye şimdi sekiz kişi öldürülmüş. Bizim oradan yurt dışına göç var. Onlar kendileri hicret diyorlar. Suriye’ye gidip İslam devleti kuracak, ondan sonra hilafet orada kurulacak. Ondan sonra biz Doğu Türkistan’dan gideceğiz. Yani böyle kullanıyorlar yani böyle Müslüman kardeşlerimiz. Geldim, konuştum niye böyle yapıyorsunuz, size tesir eden nedir diye. Biz Muhammed Kutub’un kitabını okuduk, çok iyi. O yüzden diyorlar. Mısırlı arkadaşlara soruyorum, Muhammed Kutub, Seyyid Kutub böyle bir şey demiyor herhalde. Sen Kur‘an’ı kendin yaşa, öğren, kendi yerinde yaşat demek istiyor değil mi? Böyle düşünceler var. Bunu biz söylersek buraya hicret etmeyin dediğimiz zaman, siz burada ne yapıyorsunuz öyleyse, siz niçin çıktınız diye bize soruyorlar. Çok kötü durumda bizim durumumuz. O yüzden kardeşlerimizin, bu hallerimizi bilmesi gerekiyor. Bunu da söylemek zorundayım. Esselamualeykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu.
“ ilkokula kayıt oranı 2011’de yüzde 98,8 iken 2013’te yüzde 70’e kadar düşmüştür.
SURİYE
Son Dört Yılın Hasadı Abdullah Diarbakerli - Suriye
B
eşinci yılına giren Suriye halk devrimi hepimizi meşgul ediyor. Bu makalede, Suriye ekonomisinde yaşanan en büyük kayıplara dikkatinizi çekmek istiyorum ve bugün zor durumda kalan Suriyelilerin dört yıl içerisinde nasıl böyle bir duruma geldiklerini, nasıl iktisadî güçlerini kaybettiklerini istatistiklere bakarak bahsetmek istiyorum. Bugüne kadar devam eden ve yaklaşık dört yıl önce başlamış olan Suriye halk devriminin önde gelen kayıplarından biri iktisadî kayıplardır. Suriye asırlardır ticaret açısından çok önemli bir yere sahipti. Ancak son yıllara doğru baktığımızda sürekli bir düşüş halindedir ve özellikle son dört yıl içerisinde büyük ölçüde kayıplar yaşamıştır. Üç yüz binden fazla kişinin ölmesiyle, Suriye’deki 7 milyon kişinin yerinden edilmesiyle ve yaklaşık 4 milyon kişinin yurtdışına çıkmasıyla, onun yanı sıra; enflasyondan ve işsizlikten kaynaklanan yoksulluğun aşırı rakamlara ulaşmasıyla, Suriye’nin yeni tarihinde şimdiki var olan krizin, geçirilen en büyük kriz olduğunu söyleyebiliriz. Suriye’nin eski tarihine bakıldığı zaman, ticaretle meşhur olan Kenanlılar Suriye topraklarında bulunmaktaydılar. Bundan sonra Raşidi Hilafet’in zamanındaki
Suriye ile yapılan ticaretler söz konusuydu. Sonra da Emevi Devleti zamanında, bugünkü Suriye başkenti olan Şam -dünyanın en büyük imparatorluklarından biri olan Emevi İmparatorluğu’nun da başkentiydi- Avrupa, Afrika ve Asya olarak üç kıta arasında yer aldığından dolayı, Ortadoğu’daki ülkeler arasında Suriye ana ticaret yollarından biri sayılmaktadır. Türkiye ile sınıra sahip, Akdeniz’e kıyısı olması ve yine Ürdün, Filistin, Lübnan, Irak ile sınıra sahip olması, ülkeye tarih boyunca faydalar sağlamıştır. Bu nedenle, stratejik konumun sağladığı yararla ticaret bakımından çok önemli bir rol oynamaktaydı. Kırk yıldır Suriye yönetiminin başında bulunan Baas Partisinin yanlış iktisat politikası uygulamalarından dolayı özellikle 1987’den sonra Suriye ekonomisi sürekli bir düşüş halindeydi. Bunu para değerine baktığımızda iyice anlayabiliyoruz. 1963’te Baas Partisi darbe ile yönetim başına gelmeden önce bir dolar, iki Suriye lirası değerindeyken Baas Partisi geldikten sonra, sürekli bir düşüş halindeydi. 2011’de, devrim başlamadan önce bir dolar, elli Suriye lirası değerindeydi. Bugün ise bir dolar, 220 Suriye lirası değerinde ve günden güne düşmeye devam etmektedir.
ÖZEL SAYI
49
Gayrı safi yurt içi hâsıla (GSYİH) 2010 yılında 60,1 milyar dolar iken yüzde 53 oranında düşüş yaşanarak 2014’te 28.4 milyar dolara geriledi. 2015 yılında 22 milyara düşeceğini söylenmektedir. 2010 yılına kıyasla ihracat yüzde 95, ithalat ise yüzde 93 düşmüş durumda. Gıda fiyatlarının oranlarına baktığımızda gıda ulaşabilecek yerler yüzde 179 artış halinde, kuşatma altında kalan yerler ise yaklaşık yüzde 400’den fazla artmıştır. 2008 yılında günlük 377 bin varil üretilen ham petrol, 2013’de günlük 28 bin varile düştü. 2008’de yıllık 5,9 milyon metreküp olan doğalgaz üretimi 2010 yılında 8,49 milyon metreküpe yükseldi. Ancak 2013’te tekrar 2008 yılındaki miktarına düştü. 2011-2013 arasındaki toplam kayıp 139,77 milyar dolardır ve kayıpların yüzde 68,7’si özel sektöründür. Bugün ise toplam kayıpların 225 milyar doların üstüne çıktığını tahmin edilmektedir. Devrimin başlamasından bu yana yaklaşık 678 bin 970 ev yıkıldı ve 509 bin 100 ev zarar gördü. İşgücü ve işsizlik oranlarına bakıldığı zaman, Suriye
50
İSLAM DÜNYASI
toplam nüfusu 23 milyondan 5,5 milyon kişi işgücüne sahip. İşsizlik oranı ise 2002’de yüzde 9,5 olup 2011’de yüzde 24’e ulaşmış ve bugün yüzde 50’nin üzerine çıkmıştır. Fakirlik oranlarına baktığımızda 1996-2004 yılları arasında nüfusun yüzde 11,4’ü yoksulluk sınırındayken bugün nüfusun yüzde 89,4’ü yoksulluk üst sınırında ve yaklaşık toplam nüfusun yüzde 59,5’i yoksulluk alt sınırındadır. ESCWA’nın raporuna göre kriz devam ederse 2015 sonunda toplam nüfusun yüzde 90’ı yoksulluk alt sınırında olacaktır. Çocukların iş hayatına erken başlamalarından dolayı da ilkokula kayıt oranı 2011’de yüzde 98,8 iken 2013’te yüzde 70’e kadar düşmüştür. Yukarıda gösterdiğim istatistiklere göre günden güne insani ve iktisadî açıdan Suriye’nin kurtarılmasının daha çok zorlaştığını söyleyebiliriz. Her ülke bunların farkında olup insani ve maddi kayıpları durdurmaya ve çözüm bulmaya adım atmalı. Herkes ve her ülke Suriye ve Suriyelilerin geleceğine yönelik sorumlulukları bilmeli ve en azından Suriye’de geriye ne kaldıysa kurtarılmalıdır.
Radikal Muhafazakarların Dış Politikası ve Çöküş Serüveni
İRAN ve AHMEDİNEJAD İran-Rusya ilişkisi tarih boyunca inişli çıkışlı bir seyir gösterse de, SSCB’nin dağılmasının ardından iyileşme, derinleşme ve çok boyutluluk kazanarak devam etmiştir. Çünkü İran ve Rusya bölgesel açıdan ortak çıkar alanlarına, küresel sistem konusunda da ortak bakış açısına sahiptir. Bakghrullo Ashurov - Tacikistan
İ
ran 1979’da İslam Devrimi ile “Siyasal İslam, devrim ihracın” nedeniyle hem komşuları hem de büyük güçler ile sorun yaşamaya başlamıştır. İran dış politikası, rejim kimliği ve devletin bölgesel ve küresel sistemde farklı arayışları nedeni ile sıcak savaş gibi büyük krizler yaşamıştır. “Bekâsı istenmeyen rejim olması sebebi” ile İran dış politikası “bu krizler nasıl aşılabilir” sorunsalı temelinde şekillenmiştir. Bu bağlamda özellikle İran-ABD ilişkileri, İran dış politikasını bir “kriz yönetimi” hâline getirmektedir. İran çevresindeki değişimler ABD merkezli değişimlerdir ve söz konusu gelişmelerde ABD’nin temel amacı bu gelişmelerden İran’ı dışlamak veya İran etkisini en aza indirmektir. Bu politikanın sonucu olarak İran’ın dış politikasına yön veren temel eğilim, fırsat aramak ve bu fırsatları değerlendirmek yerine, tehdit faktörlerini en aza indirme çabası olmuştur. “Bu yaşamsal krizlerden nasıl çıkılabilir?” sorusuna İran yönetimi içinde çok farklı bakış açıları mevcuttur. Reformcular bu krizden çıkışı yolunu “ülke içinde demokrasi” ve “dış politikada Batıyla uyumlu olmak” olarak görmektedir. Bu bakış açısı doğrultusunda,
1989’dan sonra ılımlı muhafazakar olan Rafsancani ile İran pragmatist bir söylem geliştirmeye başladı[1]. 1997’de Hatemi’nin iç politikada demokratikleşme çabaları gündeme geldi. Hatemi dış politikada “tansiyonu düşürmek” ve “medeniyetler diyalogu” söylemleri çerçevesinde İran’ın dünyaya entegre olması yönünde bir politika izledi. Hatemi’nin cumhurbaşkanı seçilmesi ile İran’ın dünya ile ilişkisi yeni bir döneme girmeye başladı. Hem Rafsancani, hem de Hatemi temelde İran rejimini “bekâsı kuşkulu olan rejim” olmaktan çıkarma gayesini gütmekteydi. Radikal Muhafazakarlar, İran’ın yaşamsal krizden çıkma yolu bağlamında farklı bir yorum getirmekte ve ülke içinde demokrasiyi bir güvenlik sorunu olarak algılamaktadır. Dış politikada çıkış yolunun uyum yerine güç ve kuvvet gösterişi olduğuna inanmaktadır. Radikal muhafazakarlar, 1989’dan sonra dış politikadaki pragmatist arayışları, İran’ın güvenlik sorununu çözme noktasında başarısız bulmaktadır. Onlara göre İran bu anlayış çerçevesinde kendi rejiminin bekâsını garantiye alamamıştır.[2] Nitekim ABD Başkanı Bush, Hatemi döneminde İran’ı “şer ekseni” olarak nitelendirmiş-
ÖZEL SAYI
51
tir. Ayrıca Hatemi ve Rafsancani döneminde sıklıkla İran’ın ABD ve İsrail’in askeri hedefi olabileceği ifade edilmiştir. Ahmedinejad, dış politikada pragmatist konseptin iflas ettiğine inanan bir akıma mensuptur. Bu nedenle Ahmedinejad dönemi ile İran, 1989’da Rafsancani ile başlayan ve 1997 ve 2005’e kadar Hatemi ile pekişen “Batıyla pragmatist uyum” geleneğinden kopmaya başlamıştır. Hatemi tarafından Batıyla yakınlaşmak için üretilen “medeniyetler diyalogu” tezi rafa kaldırılmıştır. Bu düşünce çerçevesinde Ahmedinejad pragmatist düşünceye sahip kadroları tasfiye etmeye başlamıştır. Dışişleri Bakanlığı, Güvenlik Yüksek Konseyi ve Büyükelçiliklerde önemli değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Yeni yönetim farklı bir dış politika doktrini temelinde siyaset üretmeye başlamıştır. Kendini ABD ve İsrail’in hedef listesinde gören İran, saldırganlığı ve krizi tırmandırmayı en etkili caydırıcı faktörler olarak görmektedir. Böylece kendi rejiminin bekâsı doğrultusunda saldırganlığı rasyonalize etmeye çalışmaktadır. Radikal muhafazakarlara göre İran gibi Batı dünyası ile çeşitli sorunları olan bir ülkenin, Batı karşısında uyum ve sürekli taviz vererek rejiminin kalıcılığını sağlaması mümkün değildir. Irak eski Devlet Başkanı Saddam Hüseyin Batı karşısında sürekli taviz vermiş, ancak sonunda ülkesi işgal edilmiştir. Kendilerini Batıyla bir savaş halinde gören Muhafazakarlara göre, rejimin bekâsının sırrı güç sahibi olmaktan geçmektedir. Gücün caydırıcılığı daha güvenilirdir. İran’ın yeni dönemdeki dış politikasını “güçlü gözükmek, oyunun mahiyetini ve alanını belirlemek için saldırgan olmak ve krizi farklı bir kriz tırmandırarak çözmek” olarak adlandırmak mümkündür.
Ahmedinejad döneminde bu anlayış doğrultusundaki dış politika doktrinini hayata geçirmek için iç ve dış politikada uygun koşullar mevcuttur. İç politika bağlamında Ahmedinejad’ın göreve gelmesi ile reformcular iktidar alanından dışlanmıştır. [3] İran’da reformcu ve muhafazakarların oluşturduğu ikili yönetim son bulmuştur. Yargı, yasama ve yürütme erkleri bütünü ile radikal muhafazakarların eline geçmiştir. Söz konusu değişim, Ahmedinejad’ın dış politikada radikal bir çizgi izlemesi için önemli bir zemin hazırlamıştır. İç politika bağlamında bakıldığında radikalizmi körükleyen diğer bir önemli faktör, Ahmedinejad Hükümetinin önemli kısmının asker olmasıdır. Bu ekip, diplomasiden çok askeri gücün caydırıcılığına inanmaktadır. Küresel ve bölgesel dengeler içinde İran yeni dönemde kendi gücünü hissettirmeye çalışmaktadır. İran; ABD’nin Irak ve Afganistan’daki sorunlu durumu nedeniyle kendisi olmadan istikrarı sağlayamayacağını düşünmektedir. Ayrıca petrol fiyatlarının artışı İran’a ekonomik anlamda ciddi bir rahatlık sağlamıştır. Petrol fiyatlarının artması ile 60 milyar dolar gelire sahip olan İran, Batıyla sorun yaşaması durumunda büyük ekonomik kriz yaşamayacağını düşünmektedir. Ahmedinejad Dönemi ve İran’ın Küresel Konumu ABD, nasıl bir İran istediğini net olarak bilmekte, ancak istediği İran’ı nasıl kuracağı konusunda önemli sorunlar yaşamaktadır. Başka bir ifade ile ABD, İran konusunda taktik düzeyde bir sorun ile karşı karşıyadır. ABD, “İran İslam rejimini yıkma ve onun yerine kendine bağımlı bir yönetim kurma” arayışı içinde olsa da, bu amacı gerçekleştirmek için yeterli olanaklara sahip değildir. ABD, ne İran içinde rejim karşıtı bir halk ayaklanması yaratacak kadar, ne de küresel sistemde devletleri İran aleyhinde seferber edebilecek ölçekte bir güce sahip olamamıştır. Ahmedinejad yönetiminin iç ve dış politikada kullandığı söylemler, ABD’ye İran karşıtı çalışmalarında önemli kozlar sağlamaktadır. ABD, Irak savaşı boyunca dünya kamuoyunda ciddi bir imaj kaybına uğramıştır. Bu imaj kaybı sonucu, dünya kamuoyunu İran karşıtı bir seferberliğe ikna etme güç ve yetisini yitirmiştir. Ahmedinejad’ın radikal söylemleri, bazı radikal İslamî çevreleri hoşnut etse de, dünya devletlerini tedirgin etmeye başlamıştır. Ahmedinejad yönetimi ABD’nin İran karşıtı çalışmaları için çok önemli bir fırsat yaratmıştır. ABD’nin bu fırsatı kaçırmayacağına kesin gözüyle bakmak gerekmektedir. İran 1989’dan sonra AB’ye yakınlaşarak ABD’yi İran karşısında yalnızlaştırmak istemiştir. Bu durum, İran için göreceli bir uluslararası destek sağlamıştır.[4] Söz konusu politika, ABD’nin İran’ı tecrit etme ve ambargo
52 52
İSLAM DÜNYASI MAKALE
uygulama politikasının yenilgiye uğratılmasında etkili olmuştur. Ahmedinejad’la beraber İran ve AB ilişkileri zedelenmeye başlamış ve AB’nin İran politikaları ABD’ye yakınlaşmıştır. Ahmedinejad yönetimi AB’nin İran politikasının iflası anlamına da gelmektedir. AB ve ABD’nin İran’dan iç ve dış politikada talepleri aynı doğrultudadır. Ancak bu siyasî amaçları gerçekleştirmek için farklı metotlar benimsemişlerdir. AB’ye göre İran ile diyalog ve ilişki kurulmalıdır. İran’ın “akıllılaştığı” oranda bu ilişkilerin geliştirilmesi ve derinleşmesi politikası takip edilmelidir. AB, İran ile ilişki kurmak ve onu diyalog yolu ile “akıllandırmak” yolunu seçmiştir. Gelinen noktada AB, İran’ın “akıllanmak yerine daha radikalleşmesi” olgusu ile karşılaşmıştır. Bu durum AB’nin İran politikasını çıkmaza sokmuştur. AB, ya nükleer güç olmak isteyen radikal bir İran’ı kabullenecek, ya da ABD’nin “baskı, tecrit, ambargo ve ilişkilerin askıya alınması” gibi politikalarına destek vermeyi tercih edecektir. İran-AB arasındaki gelişmelere bakıldığında, AB’nin radikalleşmiş bir İran’ı kabul etmeyeceği gözükmektedir. İran açısından ise AB ve ABD’nin İran konusunda yakınlaşması tehditler içeren bir olgudur. [5] İran’ın İsrail’e farklı bir bakış açısı olmasına rağmen, günümüze kadar etkin olan politika Humeyni tarafından kuramsallaştırılmış ve 1979’dan bu yana yürütülmüştür. Bu görüşe göre, İsrail ile barış yapmak için ortaya konacak her türlü çaba İslâm dünyasına ve Filistin’e ihanettir. İsrail’in varlığı gayrî meşrudur ve yok edilmelidir. İran bu bağlamda Hamas, İslamî Cihat ve İntifada’yı desteklemiştir.[6] İran, İsrail varlığını “gayrı meşru” bulsa da, bu söylemi resmi makamlar tarafından dinlendirmemeye gayret göstermiştir. Bu söylem 1989’den sonra ilk defa Ahmedinejad tarafından dile getirilmiştir. Ahmedinejad’ın İsrail konusundaki açıklamaları bilinçli bir politikanın ürünüdür. Bu vesileyle İslam dünyasında ABD karşıtlığını güçlendirmeye ve kendi sorununa ideolojik bir temel kazandırmaya çalışmaktadır. İran 1979 İslam devriminin ardından birçok Arap devleti ile de kriz yaşamaya başlamıştır. İran, 1989’dan günümüze kadar Arap Dünyasıyla olan sorunlarını çözmek için girişimlerde bulunmuştur. Hatemi’nin 1997’de geliştirdiği “tansiyonu düşürme” politikası Arap Dünyasında olumlu yankı bulmuştur. Bu durum Araplar ve
İran arasındaki ilişkilerin iyileşmesine yol açmıştır. Ahmedinejad’la beraber Arap Dünyası ile İran ilişkileri de karmaşık hale gelmeye başlamıştır. Ahmedinejad yönetiminin Arap Dünyasında çelişkili tepkilere muhatap olması beklenir. İsrail karşıtı açıklamaları Arap kamuoyunda olumlu yankı bulacaktır. Ancak devletlerin farklı tepkileri de ortaya çıkabilir. Ahmedinejad’ın söylemleri Suriye gibi ABD’nin hedef tahtasında olan bir ülkeyi rahatlatsa da,[14] birçok Arap Devletini hoşnut edecek nitelikte değildir. Arap Devletleri açısından Ahmedinejad yönetimi, nükleerleşme çabaları, ABD-İran arasındaki sıcak gerginlik, Filistin sorunun radikalleşmesi ve bölgede yeni istikrarsızlık alanları yaratması bakımından endişe kaynağıdır. Bu şartlarda Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi radikal İslam sorunu olan ülkeler doğal olarak tedirginlik duyacaktır. Dolayısıyla İran ve Araplar arasında yaratılmasına çalışılan anlayış ortamı olumsuz yönde etkilenebilir. İran-Rusya ilişkisi tarih boyunca inişli çıkışlı bir seyir gösterse de, SSCB’nin dağılmasının ardından iyileşme, derinleşme ve çok boyutluluk kazanarak devam etmiştir. Çünkü İran ve Rusya bölgesel açıdan ortak çıkar alanlarına, küresel sistem konusunda da ortak bakış açısına sahiptir. Ayrıca her iki ülkenin bölgedeki çıkar tanımlamaları birbirine yakındır. Her iki ülke tek kutuplu dünya düzeninden ve ABD’nin hegemonya arayışından ciddi şekilde rahatsızdır. Rusya, İran’ın nükleer ve askeri çalışmalarından önemli ekonomik fayda sağlamaktadır. Rusya, İran ile ilişkilerini korumayı arzu etmekle beraber Batı dünyasıyla olan ilişkisini zedelemek de istememektedir. Moskova, İran-ABD arasındaki gerginliğin sıcak bir savaşa dönüşmesini ve İran’ın işgal edilmesini istememektedir. Bu nedenle Rusya, İran ve Batılılar arasındaki sorunu çözmek için devreye girmiştir. Fakat, Rusya’nın İran nükleer krizini çözme yolundaki çabaları istenilen sonucu vermemiştir. Söz konusu durum Rusya ve İran ilişkilerini zayıflatabilecektir.[7] Türkiye ve İran, iyi ilişkilere ihtiyacı olan iki komşu ülkedir. İki ülkenin büyüklüğü, tarihi geçmişleri ve sahip oldukları kültürel zenginlik taraflara çeşitli alanlarda işbirliği imkanı ve ihtiyacı sunmaktadır. İran, Türkiye için Orta Asya’ya karayolu ulaşımı fırsatı sunarken, Türkiye
ÖZEL SAYI
53
ise İran için Avrupa’ya açılan kapıdır. İran’ın, Türkiye üzerinden doğal kaynaklarını Avrupa pazarlarına sunma şansı varken, Türkiye de İran üzerinden Orta Asya, Kafkasya ve Hazar Havzası ile çeşitli ekonomik ilişkiler kurma potansiyeline sahiptir. İki ülkenin jeopolitik konumları her ülkeye farklı stratejik, jeopolitik ve ekonomik değerler sunmakta ve çeşitli alanlarda ortak çalışma zorunluluğu doğurmaktadır. Türkiye ve İran, dost ülke olma yolunda özellikle 1997’den sonra önemli adımlar atmaktadırlar. Türkiye-İran ilişkilerinde 1997’den sonra yakalanan olumlu ivmenin Ahmedinejad sonrası dönemde sürdürülmesi zor gözükmektedir. Ahmedinejad’ın radikal çıkışları, iki ülkenin rejim, bölgesel politika ve küresel konum farklılığını açık şekilde gözler önüne sermiştir. Bu açıdan bakıldığında her ne kadar yakınlaşma sağlanmaya çalışılsa da, iki ülke arasında ilişkilerin iyileşmesi yönünde beklenen ve istenilen ilerleme kaydedilemeyebilir. Ahmedinejad’ın radikal tutumu, İran-Türkiye ilişkilerinde sorun yaratmanın yanı sıra Türkiye-ABD ilişkilerinde de yeni bir kriz alanı oluşması anlamına gelmektedir. Türkiye; İran’ın kitle imha silahı geliştirme, terörizmi destekleme, siyasal İslam olgusunu yayma, Orta Doğu Barış Süreci’ne engel olma ve ülke içindeki totaliter şeriat rejimi modeli konularından endişe duymaktadır. Ancak Türkiye, ABD’nin İran’da köklü rejim değişikliğine dönük sert ve radikal politikalarından yana olmamıştır. Türkiye’nin İran politikası, rejimin kendi iç dinamikleri ile iç ve dış politikada reform yapılması esasında şekillenmektedir. Bu bağlamda Türkiye, AB’nin İran politikası çizgisine daha yakın gözükmektedir. Bu açıdan bakıldığında ABD-İran arasındaki gerginlik Türkiye için çok çeşitli
54
İSLAM DÜNYASI
sorun ve krizlerin ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Başka bir ifade ile Türkiye, İran sorunu nedeni ile, ABD ile yeni bir krizin eşiğindedir[8]. Sonuç ve Genel Değerlendirme Ahmedinejad’ın dış politikada sergilediği tutumları nedeniyle AB ve ABD arasında, İran konusunda bir yakınlaşma ortaya çıkmıştır. Ahmedinejad’ın tehlikeli olduğu konusunda Batılılarda fikir birliği oluşmaktadır. İran BM ile sorun yaşamaya başlamıştır. Bu gelişmeler İran’ın Batı ile ilişkisini çok tehlikeli bir zemine itmektedir. Ahmedinejad seçim sürecinde gündeme getirdiği sosyal adalet yerine iç ve dış politikada radikal bir söylem geliştirmeye başladı. Bu söylem İran halkı üzerinde olumsuz etki bırakmaktadır. Yaptığı açıklamalar Ahmedinejad’ın ciddiyetini halk nazarında sarsmaktadır. Radikal söylemi onun kısa sürede yıpranmasına neden olmuştur. Ahmedinejad’ın ekonomik siyaseti de tehlike altındadır. Dış politikada saldırgan söylemler, dış yatırımın azalması ile ve yolsuzlukla mücadele sloganı sermayenin İran’dan çıkması ile sonuçlanmıştır. Bu açıdan bakıldığında Ahmedinejad’ın ekonomik politikalarının başarılı olmasının ne kadar zor olduğu görülmektedir. Özetle Ahmedinejad, muhafazakarlar arasında, ülke içinde ve dış dünyada önemli zorluklar karşı karşıya kaldı. Siyasal söyleminin başarısı ekonomik başarısına bağlıdır. Oysa koşullar devam ettikçe Ahmedinejad’ın başarılı olması çok zor gözükmektedir.
çalışmalarına hız vermiştir. ABD ve İsrail içinde İran’a askeri müdahalede bulunulmasını isteyen grupların var olduğu bir dönemde, İran’ın radikalleşmesi askeri müdahale için meşru bir zemin oluşturabilir.
Ahmedinejad İran’ının dış politikası devrim sonrası Humeyni dönemini hatırlatmaktadır. Ancak, birçok konuda benzerlikler bulunsa da, temel bir farklılık mevcuttur. Humeyni dönemi İran’ında birçok İslam ülkesi rejimi meşru olarak görülmemekte ve bu ülkelere devrim ihraç edilmesi düşünülmekteydi. Ahmedinejad yönetimi ise Humeyni’den farklı olarak, Batı karşısında daha iyi direnebilmek için şimdilik İslam ülkeleri ile iyi ve yakın ilişki kurma eğilimi içinde gözükmektedir. Başka bir ifade ile yeni İran yönetiminin radikalleşme gündeminde ABD, AB ve İsrail öncelikli bir konuma sahiptir. Ahmedinejad yönetimi “rejimin bekâsının garantiye alınmasında” pragmatist yaklaşımları başarısız olarak değerlendirmektedir. İran’ın yeni dönemde kendi bekâsını sağlamak için “saldırganlığı” akılcı bir politika olarak algıladığı gözükmektedir. Radikal muhafazakarlara göre İran Batıyla uyumlu hale gelmek için birçok devrimci ülkü ve amacından vazgeçmiş ise de, rejim garantisini alamamıştır. Devrimci ülkülerinden uzaklaşma sürecine giren İran, Batıyla ilişkilerinde sürekli kaybetmiştir. 1997’den sonra Batıyla uyumlu olmaya çalışmış, ancak nükleer sorun başta olmak üzere birçok konuda istediği sonucu alamamıştır. İran yeni dönemde “varlığı kabul edilmediği takdirde” uyumlu olmayacağını bildirmektedir. Ahmedinejad’ın İsrail, ABD ve AB karşıtı açıklamaları bunun açık göstergesidir. Bu politikaların sonucu olarak İran, önemli sorunlar yaşamaya başlamıştır. İran’ın tehlikeli olduğu konusunda uluslararası toplumda fikir birliği oluşmaya başlamıştır. Nitekim uluslararası kuruluşlarda İran aleyhinde kararlar alınabilmiştir. Nükleer çalışmaları bağlamında Atom Enerji Ajansı ile ilişkileri gerginleşmiştir. Ayrıca, İsrail ve insan hakları konusunda BM’de iki defa İran aleyhinde karar çıkmıştır. İran’ın dostları kendisinden uzaklaşmakta ve bölge devletlerinin İran’ın nükleer çalışmalarından duydukları tedirginlik artmaktadır. Bu fırsattan mutlaka yararlanmak isteyen ABD ve İsrail; İran karşıtı propaganda
İran Batıya, kendisine yapılacak bir saldırı karşısında Irak ve Afganistan gibi olmayacağını ve bu eylemin faturasının Batı için çok ağır olabileceğini hissettirmektedir. İran’ın bu gövde gösterisi tam tersi bir sonuç verebilir. Çünkü İran’ın bu etkinliği Batıyı ciddi şekilde tedirgin etmektedir. Batı, radikal İslam Dünyasında nüfuza sahip olan bir İran’ın nükleerleşmesini istememektedir. Bu açıdan bakıldığında Batılılar için nükleerleşmiş bir İran büyük bir tehdittir. İran’ın radikalleşmesi Batının da sertleşmesine yol açmaktadır. Bölge yavaş yavaş istenilmeyen bir mecraya sürüklenmektedir. ________________________________________ KAYNAKÇA 1. İran’da muhafazakarların iç ayrışımlarını daha iyi öğrenmek için bkz. Arif Keskin, “Devrim İçinde Yeni Bir devrim Arayışı :Ahmedinejad ve Radikal Muhafazakar Akım”, Stratejik Analiz, Sayı 69, Ocak 2006, s.59. [2] Kazem Celali, “Siyaset-e Teneşzodayi Bisemer Bud”, 03 Ocak 2006, http://www.iran-emrooz.net/ [3] İran’da reformcuların doğuşunu, gelişim sürecini ve iç farklılıklarını öğrenmek için bkz. Emre Bayır, “Reform Yapamayan Reformcuların Anatomisi”, Stratejik Analiz, Ocak 2003, Sayı 33. [4] Ahmet Behşayeşi, Usul-e Siyaset-e Xariciy-e Cumhuriy-e Eslami, Avay-e Nur Yayınevi, Tahran, 1379, ss.156-157. [5] Emre Bayır, “ABD-İran Gerginliğinde AB-İran İlişkilerine Analitik Bir Bakış” Stratejik Analiz, Cilt 3, Sayı 28, Ağustos 2002, s.53. [6] Ali Nihat Özcan ve Emre Bayır, “Orta Doğu Barış Süreci, Oyuncuları ve İran”, Stratejik Analiz, Cilt 3, Sayı 22, Şubat 2002, s.44. [7] Oytun Orhan, “Suriye’nin Zamana Karşı Mücadelesi”, ASAM internet sitesi, Günlük Değerlendirme Bülteni, 27 Aralık 2005. [8] Rusya’nın İran nükleer çalışmaları hakkında bkz: Arif Keskin , “İran’ın Nükleer Çabaları: Hedefler, Tartışmalar ve Sonuçlar” , Stratejik Analiz, Mart, 2005 Sayı 59.
ÖZEL SAYI
55
ORTA AFRİKA’YA DAİR Assadate Mohammed - Orta Afrika
Y
Orta Afrika’nın kuzeyinde Müslümanlar yoğun olarak yaşamaktadırlar. Bu bölgede hastane, okul gibi en asgari hizmet kurumları bile bulunmamaktadır. Başkentte ise herşey var. Hristiyanlar çok tembel Müslümanlar ise çok çalışkan olduğundan zengin kesimin önemli bir kısmını Müslümanlar oluşturmaktadır. Bundan dolayı Hristiyanlar Müslümanlara siz buraya ait değilsiniz, burayı terk edin diyorlar. Ülkemizin soydunuz diyorlar. Bu ise bizi çok üzüyor. 2003’te Orta Afrika’da darbe oldu. Bu darbe sonucu Michel Djotodia Orta Afrika kaynaklar açısından çok zengin başbakan oldu. O bir müslümandır. Ama olmakla beraber dünyanın en fakir ülkeledaha önceden değindiğimiz gibi Orta Afrika kayrindendir. Ülkede petrol, uranyum, altın Müslümanların okula gitmesi için naklar açısıngibi değerli madenler bulunmasına rağisimlerini değiştirmeleri gerekiyor. dan çok zengin men bunları Fransa sömürmekte ve geO namazlarını kılar, ibadetlerini yaolmakla beraber lişmesini istememektedir. pardı. Ama Hristiyanlar bunu kabuldünyanın en lenemediler. Kendilerinden olmayan fakir ülkelerinFransa, Müslümanların bu toprakların asli birinin başkan olması onlarda ciddi dendir. unsuru olduğunu inkar etmektedir. Geçtiğirahatsızlıklara sebep oldu. Bu nedenle miz aylarda Orta Afrika’dan gelen bir akadedevrimle giden eski başbakan Francois misyen seminer verdi. Seminerde Orta Afrika’nın Bozize bir milis kuvveti kurdu. Buna Fransa tarihini anlattı. Bu konuşmadan anladığımız Senusiler destek verdi. Anti Baraka denilen bu grubun elinde aracılığıyla Müslümanlık Hristiyanlık’tan çok daha ağır silahlar bulunmaktadır. önce bu topraklarda yayıldı. Fransa, Senusi Sultanını Orta Afrika ile ilgili genel bilgiler; nüfus 4.5 milyondur. öldürdükten sonra bu topraklarda misyonerlik çalış- 1960 yılında Fransa’dan bağımsızlığını kazandı. %50 si maklarına başlamıştır. Misyonerler buralarda okullar Hıristiyan, %30 animist, %20 si ise Müslümandır. Müsaçıp ayrımcılık yaptılar. Müslüman ismi olanları okul- lümanlar genelde ülkenin kuzeyinde yaşamaktadırlar. lara almadılar ve isimlerini değiştirmelerini istediler. azımızda size Orta Afrika’dan bahsedeceğiz. Orta Afrika’da neler oldu, neler oluyor ve şimdiye kadar insanlar nasıl beraber yaşıyorlardı? Bu soruların cevapları üzerine yazacağız. Afrika’nın tam ortasında yer alan ve 5 milyon nüfusu olan devletimizin %50’si Hristiyan, %20’si ise Müslümandır. Bu insanlar çok uzun yıllardır barış içinde yaşamaktaydılar. Ancak Fransızlar geldikten sonra insanlar içinde fitne ve ayrılık çıkarmaya başladılar.
56
İSLAM DÜNYASI
Kenya’da Kimlik Sorunu ve Şebab Saldırıları
EL-ŞEBAB NASIL OLUŞTU? Ali Farah - Cibuti
2
006 yılında Somali’de devlet kurumlarının boşluğunu doldurmaya çalışan İslami Mahkemeler birleşme kararı alarak iç savaşın en şiddetli şekilde yaşandığı güney bölgesinin güvenliğini sağlamıştır. 11 sene aradan sonra İlk defa Başkent Mogadişu’nun havaalanı ve limanları tekrar hizmete açılmıştı. Fakat AB ve ABD destekli Etiyopya ordusunun Somali’yi işgal etmesiyle istikrar hayali suya düşmüştür. Etiyopya ordusu Somali’de kaldığı 2 senelik sürede ciddi insani suçlar işlemiştir. Ve bu suçlar Amnesty International ve Human Rights Watch gibi insan hakları grupları tarafından ispatlanmıştır. Örneğin Amnesty International raporunda, Nisan 2007 yılında Etiyopyalı askerler Başkent Mogadişu’da bulunan bir camide 19 kişiyi boğazlarını keserek öldürdüğü yer almaktadır. Ayrıca raporda toplu tecavüz vakaları da yer almaktadır. Etiyopya’nın işgaline ve ülkede işlediği insani suçlara tepki Somalili gençler gerilla savaşçı niteliğinde bir örgüt olan El-Şebab’ı kurup Etiyopyalı güçlere karşı savaşmaya başladılar. Şebab’ın güçlü retoriği ve Etiyopyalı askerlerin barbarlığı Somalili geçlerin Şebab’a gönül vermelerine sebep olmuştur. Ayrıca Somali dışında Etiyopyalı askerlere karşı savaşan çok sayıda Somali asıllı ve yabancı cihatçılar olmuştur. El-Şebab, bu süreçte Etiyopya’nın can düşmanı olan Eritre’den destek almıştır. 2009 yılında Etiyopyalı güçlerin ülkeden çekilmesiyle birlikte ülkede kalan yurtdışından gelen cihatçılar ve Somalili gençler Somali’nin güney bölgesinde hâkimiyet kumaya çalışmıştır. Bunu yaparken de en acı şekilde yapmışlardır.
Görüldüğü gibi Şebab’ın başlangıcı bir milliyetçilik hareketidir. Fakat daha sonra hedefinden saparak terör estirmeye başlamıştır. Şu anda Şebab, Somali’nin istikrarını engelleyen en önemli aktördür. Ülkeden Şebab’ı temizlemek için Afrika Birliği Barış Gücü (AMISOM) bulunmaktadır. Fakat Şebab halen Somali ve bölge ülkeleri özellikle Kenya için bir güvenlik tehdidi oluşturmaktadır. Şebab örgütü Etiyopyalı askerlere karşı savaşırken de savaşan 4000’e yakın Kenyalı bulunmaktadır. Bu savaşçıların çoğu Somali asıllı Kenyalılardan oluşmaktadır. Zira ülke içinde de Şebab ile işbirliği yapan yüzlerce kişi bulunmaktadır. Zaten bu örgütün bu ülkede rahat bir şekilde eylem yapmalarını kolaylaştıran unsur da budur. Peki, Kenyalı Müslümanlar neden Kenya devletine karşı El-Şebab’ın yanında savaşmaktadırlar. Bunun iki cevabı var; 1. Kenya devletinin kimlik politikaları, 2. Ülkede mevcut yolsuzluklar. Kenya’da Kimlik Sorunu Kenyalı Somaliler de ülkede kimlik sorunu yaşayan Müslümanların başında gelmektedirler. Somali halkı, Kenya’da yaşayan 41 kabileden biridir. Ülke nüfusunun %5’ini oluşturmakta ve yoğun olarak ülkenin kuzey doğu NEP [North Eastern Province ] bölgesinde yaşamaktadırlar. NEP, 1925 yılına kadar Somali’nin bir parçasıydı. Fakat 1925 yılında İngiliz hükümeti İtalya devletinin Birinci Dünya Savaşında onun yanında yer aldığı için ödül olarak bölgeyi İtalya’ya bırakmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası ise, özerk bir bölge olarak İngiltere tarafından (NFD[Northern Frontier Dist-
ÖZEL SAYI
57
rict]) ülkenin diğer bölgelerinden ayrı yönetilmiştir. İngiltere, Haziran 1960 yılında Somali Kuzeyi (İngiliz Somali’si) bağımsızlığı sırasında ve müzakerelerinde NFD dâhil olmak üzere tüm Somali toprakları birleştireceğini ve bir ülke olarak bağımsızlıklarını vereceğini açıklamıştır. Açıklama sonrası bir referandum yapılmıştır ve bölgede yaşayan halk Somali’ye tekrar bağlanmalarına karar vermiştir. Referanduma rağmen Kenya’nın ilk cumhurbaşkanı Jomo Kenyatta ve Britanya gizli anlaşma yaparak 1963 yılında NFD Kenya’ya verilmiştir. 1963-1967 yılları arası bölgede yaşayan halk ayaklanarak Kenya devletine bağlanmalarına karşı çıkmıştır. Ve vur-kaç yöntemiyle güvenlik güçlerine saldırı düzenlemiştir. Kenya devleti, İngiliz askerleri ile birlikte ayaklanmayı bastırmıştır. Hükümet, İngiltere’nin Kenyalılara uyguladığı uygulamaları devam ettirmiştir. Bölge halkını köylüleştirmeye zorlayarak belli sayılarla 14 köye göç ettirmiştir. Ayrıca hükümet bölgede sıkıyönetim ilan etmiştir. Sıkıyönetimi gereği şüpheliler 56 güne kadar gözaltında tutulabiliyordu. Ayaklanmayla bağlantılı olduklarında şüphe edilen şahısların mallarına el konuluyordu. Ve güvenlik güçlerine bu kişileri öldürme yetkisi verilmiştir. Bu da güvenlik güçlerinin keyfi davranmalarına yol açmıştır. Kenya söz konusu uygulamayı yaparken Etiyopya ile görüş alış verişi yapmaktaydı. Çünkü Kenyalı Somaliler, Somali de dâhil olmak üzere bu 3 devletin sınırlarının buluştuğu noktada yaşmaktadırlar. Ayrıca Etiyopya’nın Somali bölgesi 1903 yılında İngilizler tarafından Etiyopya’ya hibe olarak verilmiştir. Dolayısıyla aynı ayaklanma Etiyopyalı Somaliler tarafından yapılmasından endişe ediliyordu. Nitekim Somali devleti Kenya hükümetinin uygulamalarından dolayı ülkeye savaş açıyordu. 1963 yılında Somali, Sovyet Birliği’nden 32 milyon dolar silah alımı
58
İSLAM DÜNYASI
yapmıştır. Fakat İngiliz devletinin gözdağı vermesi sonucunda bundan vazgeçmiştir. Fakat bölge halkının ayaklanmasına yardım etmiştir. 1967 yılında Zambiya cumhurbaşkanın araya girmesi ve Arusha Antlaşmasıyla birlikte iki ülke arasındaki husumet dinmiştir. Kenya devleti de bölgedeki sıkıyönetimi o dönem için sona erdirmiştir. 1980 yılında 4 devlet memurun Garisa şehrinde belirsiz kişiler tarafından öldürülmesi sonucunda Kenya devleti toplu cezalandırmaya gitmiştir. Şehrin tamamı silahlı kuvvetleri tarafından kontrol altına alınırken, içinde yaşayan halk okullarda toplanmıştır. Halk, 5 gün boyunca su ve yemekten mahrum bırakılmıştır. 5 gün sonra ölen kişi sayısı 3000’i geçerken binlerce kadın tecavüze uğramıştır. Ölenlerin cesetleri Tana nehrine atılmıştır. Fakat devlet kimse öldürülmedi ve kimseye de tecavüz edilmedi diye açıklamada bulunmuştur. Benzer bir katliam 1984 yılında Wajir şehrinde yapılmıştır. Kenya’da otlatma uyuşmazlığından kaynaklanan uyuşmazlık sık rastlanan durumdur. 1984 yılında bu durumdan kaynaklanan uyuşmazlık artınca devlet tek yönlü çözüme giderek tamamı Müslüman olan Degodia (Somali kökenli kabile) kabilesini şehre 10 KM uzaklıkta bir alana toplamıştır. 5000 kişiden fazla insan öldürülmüştür. Kadınlar aileleri ve kocaları önünde tecavüz uğramıştır. ( neredeyse tecavüze uğramamış bir kadın yoktu) ve gene Kenya devleti toplu ceza uygulamıştır. Devlet ise Wajir’de çıkan karışıklıklar yüzünden sadece 57 kişinin öldüğünü bildirmiştir. Hem 1980 hem de 1984 yılından kurtulan şahıslar 2008 yılında kurulan “Gerçeği Araştırma ve Adalet Komisyonu” na tanık sıfatıyla ifade vermişlerdir. Komisyon, bu katliamı “katliam” olarak nitelendirmiştir. Ayrıca devletten özür ve mağdurlar için de bir anıt yapılması önerilmiştir.
Bugün baktığımızda ise, bölge halkı için değişen pek bir şey yoktur. Halkın %60’ı halen vatandaşlık kimliğine sahip değildir. Özellikle Somali iç savaşı ve dolayısıyla oluşan göçün buna engel olduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla bölge halkı halen Kenyalı olamamıştır.
ken 175 kişi de yaralanmıştır. 22 Kasım ve 2 Aralık 2014 tarihlerinde düzenlenen saldırılarda 92 kişi öldürülmüştür. Dolayısıyla Kenya’nın Somali işgali ülkeyi daha da güvensiz hale getirmiştir.
Bu güvensizliği fırsat bilen istihbarat birimleri ve Bölge halkı ikinci sınıf vatandaş muamelesine maruz yozlaşmış politikacılar, düzenledikleri saldırıları Şekalmaktadır. Bu ise durumu fırsat bilen güvenlik güçle- bab’a mal etmektedirler. Örneğin Haziran 2014 Lamu rinin gelir kaynağı olmuştur. Sadece o bölge değil, baş- kentinde 60 kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırıyı gükent Nairobi’de yaşayan Kenyalı Somaliler ikinci sınıf venlik birimleri Şebab’a mal ederken; cumhurbaşkanı vatandaş muamelesine maruz kalmaktadır. ÜlKenyatta saldırının ardında bazı politikacıların kede yolsuzluğun yaygın olması ve El-şeolduğunu açıkça belirtmiştir. Dolayısıyla her bab’ın ortaya çıkması bu durumu daha saldırının arkasında Şebab yoktur. Ülkede yolsuzluda kötüleştirmiştir. Kenya devleti ne ğun yaygın olmakimlik, ne eğitim, ne de iş imkânı Müslümanların Hedef Alınması Ve sı ve El-şebab’ın tanımadığı Somalili gençlere redçi Yolsuzluğun Etkisi ve baskıcı bir politika uygularken; ortaya çıkması El-Şebab da Kendilerine katılmaDoğu Afrika toplumları İslam’la 6. yy.’da bu durumu daha yanları caydırırken aynı zamanda tanışmıştır. Kenya’nın kıyı bölgeleri da kötüleştirmişkatılma sebebi olarak Kenya devle1850’li yıllara kadar Müslümanlar tarafıntir. tinin değişmeyen politikasını gerekçe dan yönetiliyordu. Fakat ülkenin İngiliz söolarak gösteriyordu. Tahminlere göre örmürgeciliği altına girmesiyle birlikte ülkenin gütte savaşan 4000’e yakın Kenyalı vardır. Tabüyük kısmı Hristiyanlaştırılmıştır. Oysa Müslübii ki daha sonra göreceğimiz dini baskıdan dolayı Şe- manlık Kenya’da ilk dinler arasındaydı. Bugün ise Kenbab’a katılan Müslümanlar da olmuştur. Bu da Şebab’ın ya nüfusunun %20’si Müslümanlardan oluşmaktadır. ülkedeki faaliyetlerini kolaylaştırmıştır. Dolayısıyla Yaklaşık 15 asır sonra Kenyalı Müslümanlar ülkede bir Somali, Etiyopya ile 1600 km’lik sınırı olmasına rağmen kimlik sorunu yaşamaya başlamışlardır. Somali ile 600 km’lik Sınırı olan Kenya’da daha aktiftir. Terörizm savaşları ilk olarak Afrika’da ABD’nin NairoEkim 2011 yılında, Kenya’da birkaç içkili mekâna yapı- bi ve Darüsselam şehirlerinde olan büyükelçilerine 3 lan saldırı sonrasında, hükümet “Ulusu Kurtarma” adlı dakika ara ile yapılan saldırılarıyla başlamıştır. Saldırıbir operasyon ilan ederek Somali topraklarını işgal larda 100 fazla kişi ölürken 1500 kişi de yaralanmıştır. etmiştir. Bu operasyonun amacı El-şebab’ı Somali’den Bu olayla birlikte Kenya terör olaylarıyla tanışmıştır. temizlemektir. İlk defa Kenya askeri ülke sınırları dı- Ülkedeki Müslümanlar ise hedef haline gelmiştir. ABD, şında bir operasyon düzenlemiştir. Fakat o tarihten İngiliz ve İsrail istihbaratı ülkedeki faaliyetlerini daha bu yana El-şebab 133 saldırı düzenlemiştir. Özellikle da genişletmiştir. Kenya-Somali sınırında yaşayan halk hem Kenya güvenlik birimlerinin hem de Şebab’ın saldırılarına maruz 2003 yılından sonra ülkede siyasi belirsizlik oluşmuşkalmaktadır. tu. Bu belirsizlik 2007-2008 yılındaki seçimlerde kendini göstermiştir. Seçim sonrası oluşan çatışmalarda Artan saldırılara çözüm bulabilmek için Kenya hükümeti gene toplu cezaya gitmiştir ve Nisan 2014 yılında başkent Nairobi’de cadı avı başlatarak ister Kenyalı Somali olsun isterse de iç savaşından dolayı göç eden Somalililer sokaklardan ve evlerinden toplanarak Kasarini stadyumunda toplamıştır. Tabii toplama esnasında Kenya güvenlik güçleri girdikleri evlere ve tutukladıkları şahısları soydular adeta. Bu hukuksuzluk ülkedeki Müslümanları endişelendirmiştir. Özellikle Somali kökenli Kenyalılar tepki göstermiştir. Kenya’nın Somali topraklarını işgal etmesinden sonra Şebab’ın ülkedeki saldırıları çoğalmıştır. Eylül 2013 yılında Nairobi şehrinde bulunan Westgate alışveriş merkezine saldırı düzenlemiştir. Saldırıda 67 kişi ölür-
ÖZEL SAYI
59
1200 kişi ölürken 600 000 kişi de yerinden edilmiştir. Çünkü hem iktidar partisi hem de muhalefet partisi zafer ilan etmiştir. Ülkenin en büyük iki kabilesi olan Kalenjin ve Kikuyu arasında çatışma çıkmıştır. Söz konusu iki kabile, ülke siyasetini ve siyasi partileri şekillendiren iki kabiledir. Aralarındaki husumet ve rekabet sömürgecilik dönemine dayanmaktadır. Kikuyu hep Sömürgeciliğe karşı savaşırken, Kalenjin daha ılımlı ve İngiliz hükümetine yakın politika izlemiştir. Bu durum Müslümanların devletin gündemi dışında tutmuştur. Çünkü zaten devlet zaten ülkede oluşan iç karışıklığı halletmekte yetersiz kalıyordu. 2008 yılında bir barış anlaşması imzalanmıştır ve bir koalisyon hükümeti kurulmuştur. Ülkedeki kriz böylece çözülmüş oldu ama o dönemde şiddet olaylarının arkasında olmalarıyla suçlanan ülkenin şu anki cumhurbaşkanı Kenyatta ve yardımcısı William Ruto Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanmışlardır. Uhuru Kenyatta beraat ederken yardımcısının davası halen sürmektedir. Müslümanlar 2011 yılında Kenya’nın işgali ile birlikte baskı görmeye başladılar. 3 sene içerisinde 30 Kenyalı âlim cami içinde ve sokak ortasında infaz edilmiştir. Söz konusu infazlar istihbarat birimleri, terörle mücadele polis birimi ve İngiltere ve İsrail’in eğittiği ve donattığı ölüm timi tarafından yapılmaktadır. El-Jezire’nin Aralık 2014’te yayınladığı belgesel de bu durumu kanıtlamıştır. Kenya devleti ise, bunu araştırmak yerine basına sansür niteliğinde bir kanun çıkartarak gazeteciliği cezalandırmıştır. Özellikle araştırmacı gazetecilik yapılamaz hale gelmiştir.
60
İSLAM DÜNYASI
İnfaz edilen 30 ulema ile Müslüman gençlerin radikalleşmesi ve Şebab’a katılmaları hedeflenmiştir. Böylece ülkedeki Müslümanları ve Kenyalı Somalileri kolay bir şekilde Somali’ye deport edilebilirdi. Ayrıca ülkedeki yolsuzluk olayları da gündem dışı kalırdı. Ayrıca ülkedeki politikacılar da bunu bahane ederek batılı devletlerden kaynak bulurlardı. Unutulmamalıdır ki Kenya, Nijerya ile birlikte Afrika’da yolsuzluğun en çok olduğu ülkelerdendir. Dünya Saydamlık Örgütüne göre Kenya 145. Sıradayken Nijerya 136. sıradadır. Dolayısıyla bu ülkelerde olan terör olayları yolsuzluklara da bağlıdır. Zaten Kenya’nın insan hakları karnesi çok kabarıktır. IMLU isimli insan hakları örgütü, 2009-2013 yılları arasında Kenya güvenlik güçleri ile istihbarat birimleri tarafından 1873 kişi öldürülmüştür. İnfazların %60’ı araştırılmadan kapatılmaktadır. Ayrıca mağdurları suçlamak için delil üretilmektedir. Netice itibarıyla, Kenya’nın retçi kimlik politikası ve Müslümanları hedef alması El-şebab’ın ülkedeki faaliyetlerini kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla ülkedeki kimlik sorunları ve Müslümanları hedef alma sorunu çözülmediği sürece ülkedeki terör olayların azalması beklenemez. Ülkede terör olaylarının yayılması ise, ülkede yolsuzluk yapan politikacıların işine gelmektedir. Çünkü ülke gündeminin hep terör haberleriyle meşgul olması yolsuzlukların gündemden düşmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla kimlik sorunun çözümünün bir parçası da ülkedeki yolsuzluğun çözülmesine bağlıdır.
Muhammed İdris - Kamerun
ÖZEL SAYI
61
62
İSLAM DÜNYASI
ÖZEL SAYI
63
BOKO HARAM’IN ORTA AFRİKA’DA DİN NAMINA
MÜSLÜMANLARIN ADINI KARALAMASI Muhammed İdris - Kamerun
A Çoğu kişi bu soruları soruyor; bunları kim destekliyor? Bu silahlar nerden geldi? İşledikleri cinayetler nasıl hızlı bir şekilde Batı Medyasına servis ediliyor? Örgüt Lideri Muhammed Yusuf’un savaşçılara dağıttı paralar nerden geldi? 64
İSLAM DÜNYASI
llah Resulü (SAV) buyurdular ki: “Fitne uykudadır, onu uyandırana lanet olsun.” İslam dini Orta Afrika’ya Tabîin ve sadık tüccarların eliyle hicri 1. asırda ulaştı. Allah’ın emrettiği güzel söz sayesinde hikmet ve tavsiyelerle İslam bu bölgede yayıldı. Müslümanlar kıtanın ortasındaki bu ülkede dinlerinin gereklerini uygulayarak güven içinde yaşadılar. Müslümanlar, Hristiyanlar ve orada yerel dinlere mensup insanlar yan yana kardeşlik içinde aynı vatanın evlatları olarak uzun seneler yaşadılar. Bu şekilde yüzyıllar geçti. Daha sonra sömürgeciler geldi ve kıtayı aç insanlar arasında paylaştırılan kek gibi bölüp paylaştılar. Kıtayı istila edip uzun seneler orada kaldılar. Ülkelerine sadık olanlar istilacıların baskınlarından sıkılıp onlara karşı silaha sarıldılar. İstilacılar yenik ve hüsrana uğramış bir şekilde kıtayı terk edip geri çekildiler ancak ge-
ride onların her istediklerini yapan Afrikalı kuklalarını bıraktılar. Müslümanlar ve İslam’a karşı olanlardan iki taraf da müsamahalı olmayıp birbirlerine karşı yanlış davranışlarda bulundular. Kıtanın ortasına dinin adından başka bir şey bilmeyen tekfircilik tohumunu attılar. Bu tekfirciler Allah adına kendilerinin anlamadıkları şeyleri söylüyorlardı. Müslümanları evlerinden çıkarıp din adı altında yalanla mallarına el koydular. Bu lanetli grup kendilerine Boko Haram diyor. Allah onlara ne dünyada ne de dinde afiyet vermesin. Onların İslam’la bir alakası yok. İslam onların yaptıklarından, kurdun Hz. Yusuf’un kanından beri olmasından daha beridir. Bu yazıda Boko Haram’ın felsefesini kısaca anlatmaya çalışacağım. BOKO HARAM’IN ORTAYA ÇIKMASI Adını Havsa dilinden alan Boko Ha-
ram, Nijerya’da Müslümanları din adı altında öldüren silahlı bir örgüttür. Havsa kabilesi, Afrika kıtasının büyük çoğunluğuna yayılmış ve Nijerya’da en fazla nüfusa ulaşmış bir kabiledir. Boko Haram “Eğitimde Batı’nın taklidi haramdır.” manasına gelmektedir. Bu örgüt 2002 yahut 2004 yılında Muhammed Yusuf tarafından kuruldu. Muhammed Yusuf Batı eğitim sisteminin İslami eğitim sistemine zıt olduğunu iddia ediyordu. Muhammed Yusuf 2009 yılında askerler tarafından yakalanarak öldürüldü. Örgüt, üssünü Nijerya’nın kuzeydoğusunda ve Nijer sınırında bulunan Kanama köyüne kurmuştu. 2009 yılında Nijerya ve Boko Haram arasında çatışmalar çıktı. Çatışmalar sonucunda Nijerya ordusu kuzeyde bazı şehirleri ele geçirdi ve yüzlerce Müslüman öldürüldü. Bu çatışmalar sonucunda Boko Haram’ın liderinin öldürülmesiyle örgüt belli bir zaman kendini geri çekti. Daha sonra ikinci lider olan Ebu Bekir Şekau ortaya çıktı. Kendini Boko Haram’ın imamı diye tanıtıp hükümeti tehdit eden bir hutbe verdi. Ebubekir Şekau Boko Haram’ın nefs-i müdafaa için üç kısım insanlarla savaşacağını bildirdi. Bunlar Nijerya ordusu ve silahlı askerler, Hristiyanlar ve
Boko Haram ile Hükümet Arasında Cereyan Eden
OPERASYONUN SONUÇLARI
Bu kanlı çatışmanın birkaç olumsuz sonucunu zikretmek gerekirse şöyledir: • Kamu kuruluşlarına zarar vermesi, nitekim Bazı şehirlerde sokağa çıkma yasağı ilan edildi, , güvenlik eksikliği nedeniyle banka, işyeri, okul ve eğitim kurumları kapatıldı. Özellikle KUZEYLİ Nijeryalılar korku dolu ve aciz duruma düştüler. Sokakta gezen ordu ve polis birlikleri vatandaşları korkutmakta, kaba davranmakta ve rüşvet almaktalar. • Ayrılıkçı seslerin yükselmesi, bazı kabileler Nijerya’nın Kuzey ve Güney olarak iki devlete bölünmesinin istemekteler. İbu kabilesi ayrılıkçıların başında gelmektedir, kuzeydeki diğer kabile büyükleride bunları desteklediklerini açıkladılar. Kuzeylilerin ayrılık taleplerine karşı bazı güneyliler kuzeylilerin camilerine saldırı düzenlediler ve bazı camileri ateşe verdiler. Böylelikle fitne alevlenmiş oldu. • Sosyal, siyasal, ahlaki ve ekonomik yaşamda yolsuzluğun yaygınlaşması ve Nijerya’ya toplumunun bütününe derin etki bırakması oldu. • Komşu ülkeler de sosyal, kültürel ve ekonomik olarak bu savaştan etkilenmekteler. En çokta Nijerya ile uzun sınıra sahip olan Kamerun bu sorunu yaşamaktadır. Kamerun is-
temeyerek bu savaşa sürüklenmektedir, nitekim Boko Haram örgüt üyeleri Kamerun vatandaşlarını Kuzey bölgesinden kaçırıp yüksek meblağda fidye talep etmekte, bölgeye gelen kamyon ve tırların malzemelerini yağlamakta ve tırları yakmakta ve masum insanları vahşice öldürmektedirler. Bu vahşetler üzerine Kamerun hükûmeti Nijerya sınırına asker konuşlandırdı. Her gün çatışma yaşamaktadır. Zira bu bölge yani kuzey Nijerya merkezi hükûmetten uzak olması Boko Haram Örgütü için avantaj sağlamaktadır. Bazı uzmanlara göre bu örgütün arkasında Nijerya hükümetinin desteyi bulunmaktadır. Bu çatışmalar bölgedeki iktisadi ve ticari çalışmalara büyük ölçüde zarar vermekte hatta Batı Sudan ı etkilemektedir. Çad’ın temel ticaretlerinden olan hayvancılık sektörü neredeyse durma noktasına geldi. Her gün binlerce büyükbaş Nijerya üzerinden Kamerun pazarına gelmekteydi. Şu ana kadar on binin üzerinde büyükbaş hayvan örgüt tarafından gasp edilmiştir. • Diğer olumsuz etkilerinden biri; milyonlarca Müslümanın ölümden kaçarak başta Kamerun, Nijer olmak üzere komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldılar. Sınırlarda kurulmuş olan kamplarda çok zor şartlar içinde yardım kuruluşların desteğini beklemekteler.
ÖZEL SAYI
65
Boko Haram’dan birini ispiyonlayan kişilerdi. Bu hutbeden sonra insanlar, Boko Haram’ın kendilerine zarar vermeyeceklerinden emin oldular. Ancak onlar verdikleri sözleri tutmadılar ve kuzeyde okullara saldırıp birçoğunu kullanılmaz hale getirip günahsız öğretmenleri öldürdüler. Bunu da dinin kendilerine emrettiğini iddia ediyorlardı. Ağızlarından çıkan söz büyük bir sözdü ve onlar ancak yalan söylüyorlardı. 2012 yılında Boko Haram kuzeyde yaşayan Hristiyanların tamamının 3 gün içinde evlerini terk etmeleri konusunda uyarıda bulundu. Yapmamaları halinde sonuç onlar için kötü olacaktı. 3 gün sonra çirkin planlarını uygulamaya başladılar ve savaşla alakası olmayan halka saldırıp birçok insan öldürdüler. Daha sonra olay Müslümanların ve Kur‘an medreselerinin aleyhine döndü. Camilerdeki ve özelikle kuzeyde halk arasındaki imamları öldürmeye başladılar. Boko Haram her yerde insanları öldürüp yağmalama yaparken asker ve polisler de insanlara zorbalıkla muamele ediyordu. “Şüphesiz Biz Allah’a aitiz ve dönüşümüz ancak onadır.”
hak olduğunu söylerler. Ve bu genç kızların velilerini kâfir oldukları gerekçesiyle öldürmekte ve kimi zaman bunları köleliğe almaktalar. Bu tip olaylar en çok Nijerya’nın Gambar eyaletinde yaşandı, şu an bu bölge sakinlerinin hepsi hicret etmiş durumdadır.
TAHRİF EDİLMİŞ VE KÖTÜLEMEK İSTENEN DİN ANLAYIŞI
Batı ülkeleri bu çatışmalardan beslendiği gibi Kuzey Kamerun ve Nijerya’yı teröristler ve sıcak çatışmalar listesine eklemiş oldular. Böylelikle Afrika devlet başkanları bu gruplara karşı mücadele etmek için Batı’yla iş birliğine gitmek zorunda kaldılar ve birçok güvenlik sözleşmesini kabul ettiler.
Boko Haram örgütü bölgede sözde İslam Hilafeti kurmayı amaçlamaktadır. Modern Harici düşünceye sahip olan bu örgüte göre devlette görev yapan herkes özellikle istihbarat, parlamento çalışanı ve devlet ricali kâfirdir ve onların arkasında namaz kılınmaz. Beş vakit namaz günde bir defada kılınabilir ve Ramazanda sadece 3 gün oruç tutma zorunluğu olduğunu söylemekteler. Ayrıca buluğ çağına erişemeyen kızlarla dahi zorla evlenmenin Allah tarafından onlara verilmiş bir
66
İSLAM DÜNYASI
BOKO HARAM’I KİM DESTEKLİYOR? Çoğu kişi bu soruları soruyor, bunları kim destekliyor? Bu silahlar nerden geldi? İşledikleri cinayetler nasıl hızlı bir şekilde Batı medyasına servis ediliyor? Örgüt lideri Muhammed Yusuf’un savaşçılara dağıttığı paralar nereden geldi? Bu ve buna benzer sorular örgütün dış güçler tarafından yönetildiğini göstermektedir. Nitekim Nijerya devlet başkanı Goodluck Jonathan, örgüt mensuplarının Nijerya hükümetinin içinde bulunduklarını ima etmiştir. İSLAM DÜŞMANLARININ BU ÖRGÜTTEN SUİ İSTİFADELERİ
Rabb’im bizi fitnelerden uzak kılsın. Amin
AFRİKA
ÇATIŞMALARININ
“ Fildişi Sahilleri’nde kakao çıkıyor ve bu kakao piyasanın %40’ını oluşturuyor. Ama Fildişi Sahilleri’nde bir tane çikolata fabrikası yok.
TEMEL
SEBEPLERİ Ali Farah - Cubuti
“ ÖZEL SAYI
67
D
eğerli kardeşlerim, Afrika’yı konuşacağız; ondan önce 11 Eylül’ün Afrika’ya yansımasını, Afrika’yı nasıl etkilediğini bir giriş olarak sunmak istiyorum. Sovyetler Birliği 1990 yılında yıkıldıktan sonra bambaşka bir dünyayla karşılaştık. Artık ABD’nin ve Batı’nın önünde başka bir tehdit yoktu. Önceleri Japonya’yı tehdit olarak gördüler. Fakat Japonya’nın da onlarla mücadele edemeyeceğini bildiklerinden yüzlerini İslam âlemine çevirdiler. Bunun yapılabilmesi için de zemin hazırlanması gerekiyordu. Bu zemin hazırlığı Afrika’da başlamıştı. 1998 yılında Kenya ve Tanzanya’nın başkentlerinde 1 dakika arayla ABD’nin büyükelçiliklerinde patlama olmuştu ve orada yüzlerce kişi öldü. O dönemde Bill Clinton vardı Amerikalılar her ne kadar aynı olsalar da demokratlar, cumhuriyetçiler kadar şiddete başvurmuyorlar. 11 Eylül sürecinin başlatılması için ABD’nin başına bir cumhuriyetçi başkanın gelmesi gerekiyordu. O da George Bush idi. George Bush gelir gelmez 11 Eylül saldırıları oldu ve süreç başladı. Bu sürecin en az yüz sene süreceğini düşünüyorum ben. Bakın bu sürecin başlaması için patlamalar oldu, saldırılar oldu. Bunları kim yapabilir? Bir örgüt yapar. Bir örgütün kurulması için ortak bir fikrin olması gerekiyor. Aynı değerleri paylaşan aynı düşünceleri paylaşan insanların bir araya gelip bir örgüt kurması lazım. O örgütün organizasyonu olacak. Organizasyonun olması için de insan kaynakları olması lazım. İnsan kaynaklarının harekete geçme-
68
İSLAM DÜNYASI
si için de finans kaynağı olacak, para olacak ve bu paranın sürekli olması gerekiyor. Ve bir örgüt ortaya çıkıyor. Çok ilginç, adı el-Kaide. Amerika’da saldırı yapıyor, İspanya’da saldırı yapıyor, ondan sonra İngiltere’de yapıyor, Türkiye’de yapıyor. Her yerde var, son derece örgütlü son derece organize bir örgüt. İnsan bunu düşünüyor, bir örgüt, ülke değil; merkezi yok, nasıl bu kadar organize olabiliyor? Nasıl bu kadar her yerde istediğini yapabiliyor ve tüm dünyada tehdit haline geliyor. Bu işin içinde başka işlerin olduğunu olayın tamamına bakmaya çalışan insan görür. Dolayısıyla bu örgüt silahlı bir örgüt, son derece teknik silahlar kullanıyor. Son derece gelişmiş iletişim kaynaklarını kullanıyor. Ve çok ilginçtir bu süreç en azından yüz sene sürecek. Gelelim Afrika’ya, tüm dünyada olduğu gibi bunun Afrika’ya yansıması var. Şimdi burada bir harita var ve bu harita kuzeyde Cezayir, Fas ve kısmen Libya’yı kapsayacak şekilde Ensarü’ş-Şeria diye bir örgüt var ve bu örgütün bir el-Kaide uzantısı olduğunu söylüyorlar. Batıya baktığımızda ise Boko Haram var. Yani Kamerun, Nijerya Batı Afrika ülkelerini kapsayacak şekilde Moritanya’ya kadar Mali’ye kadar uzayacak şekilde bir örgüt var. O örgütün adı Boko Haram. Orta Afrika’ya geldiğimizde ise M23 diye Hristiyanlardan oluşan bir örgüt var. M23 ve LRA. Doğuya geldiğimizde ise el-Şebab var. Yani Somali, Etiyopya, Cibuti, Tanzanya, Kenya’ya kadar. Hristiyanların olduğu bölgelerde ise böyle şeyler yok. Neden olabilir? Af-
rika’nın genelinde olduğu gibi Doğu ğin Afrika’nın batısında Boko HaAfrika’da elmas var ve çok değerli ram’ın olduğu yer; Nijerya, Kamerun elmas madenleri var ve hepsinde İs- kısmen Gana, bu ülkelerin olduğu rail ve Yahudilerin yatırımı var. Aynı yerde bu ülkeler eski İngiliz sözamanda o ülkelerin en verimli top- mürgesidir. Operasyon yapan kim: rakları, sömürgecilik İngiltere, Amerika ve İsrail. Eski döneminde ele geçisömürgelerine operasyon Kenya’da ren beyaz Avrupayapıyorlar. Gerekçe ise lıların elindedir. Boko Haram’ın varlığıdır. Kenyalı Nitekim Güney Bakın, 2014 yılında kaçırıajanlardan Afrika Cumhulan Nijeryalı liseli kızların çok İsrailriyeti, Namibya olması, ülkenin eski merve birçok güney kez bankası Sanusi’nin ülli ajanlar Afrika ülkesinde kede kasalarına girmeyen var. durum budur. Yani 20 milyar doların akıbetini şöyle düşünün, bu araştırmaya ve mecliste bölgede yaşayan yerlileiktidar partisine karşı bir sorin hemen hemen tamamı İsrail’e ruşturma açılması için gereken çalışıyor ve onlara işçilik yapıyorlar. girişimlerde bulunmasından sonra Bugün nüfusun %10’unu oluşturan olmuştur. O günden itibaren NijerGüney Afrikalı beyazlar, ülkedeki ya, Boko Haram ve liseli kızların kazenginliğin %90’ı onların elindedir. çırılmasıyla özdeşleşmiştir. Bakın, Apartheid’in bitmesi ve Mande- BM raporuna göre Afrika’dan yasa la’nın ülkenin başına geçmesi bu dışı yollarla çalınan paranın miktarı durumu pek değiştirmemiştir. Dola- 150 milyar dolardır. Bu paralar Batı yısıyla bu bölgede terörist faaliyet- ülkelerin bankalarında muhafaza leri gösteren örgütlerin bulunması edilmektedir. Bu ülkelerin başında biraz zordur. Peki şimdi bir örnek İsviçre ve Fransa geliyor. İsviçre alalım. Örneğin Mali, Çad ve Nijer’i aynı zamanda Afrika’ya en çok yarkapsayacak şekilde bir örgüt var. dım eden ülkedir. Dünya Bankası ve Adı Kuzey Afrika el-Kaidesi (AQMİ). Global Financial Integrity’ye göre Şimdi insan şunu düşünür. Mali’nin Afrika’dan her yıl 150 milyar dolar denize çıkışı yok, bu örgüt nasıl or- çalınmaktadır. 1970-2008 yılları taya çıktı. Çünkü denize çıkış yok, arasında dünyanın en yoksul bölgesilahlı bir örgüt silahı nereden bulu- si olan Sahra-altı Afrika’dan yasayor. Bir geminin limana yanaşması dışı yollarla çıkarılan para miktarı gerekiyor bir silah sevkiyatı yapıl- 1.8 trilyon ABD dolarıdır. Bölge ise, ması için ve Mali gibi Nijer gibi de- yoksulluğun en çok yaşandığı ve nize çıkışı olmayan ülkelerde AQMI hatta ortalama kişi başına gelirin diye bir örgüt ortaya çıkıyor. Ve 2 dolardan az olduğu bir bölgedir. ertesi gün Fransa çıkıyor, Belçika İlave olarak, bölgede yaşayan halçıkıyor AQMI denen silahlı örgütle kın %40’ı temiz suya ulaşamamaksavaşma bahanesiyle oraya ope- tadır. Dolayısıyla bu sorunların tek rasyon yapabiliyor kolay bir şekilde. sorumlusu yolsuzluk yapan Afrikalı liderler değil, Avrupa, Amerika, Yeni Şimdi çok ilginç bulursunuz, örne- Zelanda ve Avusturya gibi ülkeler-
ÖZEL SAYI
69
deki bankalar ve yönetimlerdir. Özellikle İsviçre, Belçika, Lüksemburg, İngiltere ve Fransa listenin başını çeken ülkelerdir. Dünya İsviçre’nin banka sistemini alkışlarken, ülke ekonomisi ve ülkedeki bankaların gelişmekte olan ülkelerden çalınan paralarla ayakta olduğunu görmezlikten gelmektedir. Afrika’nın en çok yolsuzluk yapan liderleri, Nijerya (Sani Abacha 1993-1998, 15 milyar dolar), Zaire (Mobuto) 1965-1997, $5milyar), Mısır liderlerinin (Hüsnü Mübarek ve ailesi 70 milyar dolar) bile servetleri halen gelişmiş ülkelerde bulunmaktadır. Sani Abacha, 1998 yılında öldüğünde ülkenin kasalarından 15 milyar dolar çaldığı tespit edilmiştir. Abacha’nın, çaldığı paraları 130 ayrı banka hesabında muhafaza ettiği tespit edilmiştir. Bu paranın 5 milyar doları belgelenmiştir. Bu ülkeden çalınan paranın büyük kısmı İsviçre bankalarında halen muhafaza edilmektedir. İsviçre, 2002 yılında 1.2 milyar dolar, 2004 yılında 700 milyon dolar, Mart 2015 yılında ise 380 milyon dolar Nijerya’ya iade etme kararı almıştır. ABD ise Mart 2014 yılında Sani Abacha ait olduğu tespit edilen 458 milyon dolar bu ülkeye iade etmiştir. Sorgulanması gereken şudur, Afrika’dan çalınan paralar kaç kere Afrika’ya borç olarak verilmiştir ve Afrikalılar söz konusu paraları faizleriyle iade etmiştir? İade edilen paralar neden faizleriyle iade edilmemiştir? Çalınan paraları muhafaza eden ülkeler ve yönetimleri yolsuz liderlerin suç ortakları olduklarını kabul ederler mi? Ve son olarak Afrika’daki terör olayları yolsuzluklardan bağımsız mıdır? Kuzeye bakalım yani AQMI’ın olduğu yer Mali, Nijer, Çad, Moritanya eskiden Fransa sömürgesi olan ülkeler. Bu ülkelere kim operasyon yapıyor, AQIM’e karşı kim savaşıyor: Fransa, Belçika, İsviçre. Daha da kuzeye gidelim. Cezayir, Tunus, Fas’ın olduğu yerde Ensarü’ş-Şeria var. Gene Fransa operasyon yapıyor çünkü eskiden Fransa sömürgesiydiler. Doğuya geldiğimizde ise Kenya, Uganda, Somali eski İngiltere sömürgesi ülkeler. Buralarda da İngiltere, ABD ve İsrail operasyon yapıyor. Bu resmin tamamına baktığımızda bir yere işaret ediyor. 1884-1885 Berlin Konferansı’na işaret ediyor. Afrika’yı paylaşmak üzerine yapılan toplantı ve bir sene sürüyor. Şimdi eski sömürgeci ülkeler operasyon düzenliyorlar birkaç örgüt var burada. Esas olarak A,B örgüt ismi önemli değil. Baktığımızda o konferansa işaret ediyor, tekrar yüz sene sonra, iki yüz sene sonra Afrika’yı sömürge altına alıyorlar.
70
İSLAM DÜNYASI
Nijer dünyanın en fakir ülkesi. Fransa’nın yüzde yetmiş uranyum ihtiyacını karşılayan ülkedir. Yani Nijer Fransa’ya uranyum satmazsa Fransa elektriksiz kalır. Nijer bu kaynaktan sadece %5 alıyor. Çok çabaladılar geçen sene engelleyeceğiz dediler %6 oldu o da bir iki sene sonra başlayacak. Kuzeye gidelim Ensarü’ş-Şeria var. Cezayir’de doğalgaz var şu anda. Avrupalılar enerji çeşitliliğine gitmek istiyor. Rusya’dan kopmak istiyorlar Araplardan kısmen kopmak istiyorlar, o yüzden Cezayir’e, Nijerya’ya gitmeleri gerekiyor. Ondan sonra Mali’ye gidelim. Uranyum, petrol var. Nijerya’da petrol var. Afrika ülkelerinden en fazla petrol ihracatı yapan ülkelerden bir tanesidir. Çok yakın zamana kadar Nijerya’da Shell’in yönettiği bölgeler vardı. Askeriyenin, eğitimin her şeyin yönetimi Shell’in eli altındaydı. Daha doğuya gelelim, çok ilginç bulursunuz bu günlerde takip ediyor musunuz bilmiyorum Kenya’da Somalili Müslümanları tutuklamaya yönelik bir cadı avına çıktılar. Onları bir futbol stadında topladılar ve birkaç hamile kadın (Allah rahmet etsin) vefat etti. Kenya’da, Somali’de, Etiyopya’da petrol bulundu. Hepsi de Müslümanların olduğu bölgelerde bulundu. Kenya eski bir İngiliz sömürgesi. Kenya’da Kenyalı ajanlardan çok İsrailli ajanlar var. Kenya ve Etiyopya İsrail ajanlarının çiftliği diyebiliriz. Keza Uganda da böyle. Kongo’ya gittiğimizde bu kullandığımız cep telefonlarının hepsinde bulunan bir madde var. Bu madde sadece Kongo’da bulunur. Kongo 60 senedir istikrarsız bir ülkedir. Bahsettiğim ülkelerin hemen hepsinde bir nimet var, bir zenginlik var. Allah’ın Müslümanlara verdiği bu nimetlerden Müslümanların faydalanamaması için bir operasyon var. Resmin tamamına bakmamız gerekiyor, sıkıntımız şurada, detaylara odaklanıyoruz. Yani senin evinin içinde ölü bir yılan bulursan yılanı öldüreni araştırman gerekiyor. Yılan öldü diye sevinmemen gerekiyor. Ben toparlamaya çalışacağım. Afrika’nın güneyinde bir zenginlik var ama oralarda Hristiyanlar yaşadığı için çok karışıklıklar olmuyor. Diğer kısımlarda ise işte Kuzey Afrika el-Kaidesi olsun, Boko Haram olsun, Şebab olsun, Ensarü’ş-Şeria olsun oralarda yaşanan olayların hemen hepsi Berlin Konferansı’na işaret ediyor. Zaten mantalite şudur, siz ortalığı cehenneme çevirin; ondan sonra herkes yola gelir. Dolayısıyla büyük resme bakmakta fayda var.
EBOLA IS A GENETICALLY
MODIFIED ORGANISM (GMO) Victor Kamara - Sierra Leone
H
orowitz (1998) was deliberate and unambiguous when he explained the threat of new diseases in his text, Emerging Viruses: AIDS and Ebola - Nature, Accident or Intentional. In his interview with Dr. Robert Strecker in Chapter 7, the discussion, in the early 1970s, made it obvious that the war was between countries that hosted the KGB and the CIA, and the ‘manufacture’ of ‘AIDS-Like Viruses’ was clearly directed at the other. In passing during the Interview, mention was made of Fort Detrick, “the Ebola Building,” and ‘a lot of problems with strange illnesses’ in “Frederick [Maryland].” By Chapter 12 in his text, he had confirmed the existence of an American Military-Medical-Industry that conducts biological weapons tests under the guise of administering vaccinations to control diseases and improve the health of “black Africans overseas.” The book is an excellent text, and all leaders plus anyone who has interest in science, health, people, and intrigue should study it. I am amazed that African leaders are making no acknowledgements or reference to these documents.
SITES AROUND AFRICA, AND IN WEST AFRICA, HAVE OVER THE YEARS BEEN SET UP FOR TESTING EMERGING DISEASES, ESPECIALLY EBOLA The World Health Organization (WHO) and several other UN Agencies have been implicated in selecting and enticing African countries to participate in the testing events, promoting vaccinations, but pursuing various testing regiments. The August 2, 2014 article, West Africa: What is US Biological Warfare Researchers Doing in the Ebola Zone? by Jon Rappoport of Global Research pinpoints the problem that is facing African governments. Obvious in this and other reports are, among others: (a) The US Army Medical Research Institute of Infectious Diseases (USAMRIID), a well-known centre for bio-war research, located at Fort Detrick, Maryland; (b) Tulane University, in New Orleans, USA, winner of research grants, including a grant of more than $7 million the National Institute of Health (NIH) to fund research with the Lassa viral hemorrhagic fever;
ÖZEL SAYI
71
(c) The US Center for Disease Control (CDC);
EBOLA VIRUS DISEASE (EVD)
(d) Doctors Without Borders (also known by its French name, Medicins Sans Frontiers);
Symptoms include high fever, bleeding and central nervous system damage Spread by body fluids, such as blood and saliva. Fatality rate can reach 90% - but current outbreak has mortality rate of between 54% and 62%. Incubation period is two to 21 days. No proven vaccine or cure. The 2014 Ebola outbreak in West Africa is the largest, most deadly in history. As of 11 February there have been over 22,900 suspected, probable and confirmed Ebola cases and over 9,100 deaths in the three most-affected countries: Sierra Leone, Liberia and Guinea and more than 3000 people have died of Ebola in Sierra Leone.
(e) Tekmira, a Canadian pharmaceutical company; (f) The UK’s GlaxoSmithKline; and (g) The Kenema Government Hospital in Kenema, Sierra Leone. Reports narrate stories of the US Department of Defense (DoD) funding Ebola trials on humans, trials which started just weeks before the Ebola outbreak in Guinea and Sierra Leone. The reports continue and state that the DoD gave a contract worth $140 million dollars to Tekmira, a Canadian pharmaceutical company, to conduct Ebola research. This research work involved injecting and infusing healthy humans with the deadly Ebola virus. Hence, the DoD is listed as a collaborator in a “First in Human” Ebola clinical trial (NCT02041715, which started in January 2014 shortly before an Ebola epidemic was declared in West Africa in March. Disturbingly, many reports also conclude that the US government has a viral fever bioterrorism research laboratory in Kenema, a town at the epicentre of the Ebola outbreak in West Africa. The only relevant positive and ethical olive-branch seen in all of my reading is that Theguardian.com reported, “The US government funding of Ebola trials on healthy humans comes amid warnings by top scientists in Harvard and Yale that such virus experiments risk triggering a worldwide pandemic.” That threat still persists.
72
İSLAM DÜNYASI
An earlier World Bank Group economic analysis (from October 8, 2014) found that the West Africa region alone could experience a downside scenario of US$25 billion in economic losses in 2015, but the current report estimates the range for sub-Saharan Africa as a whole to be from a low of US$500 million to a high of US$6.2 billion. THE NEED FOR LEGAL ACTION TO OBTAIN REDRESS FOR DAMAGES INCURRED DUE TO THE PERPETUATION OF INJUSTICE IN THE DEATH, INJURY AND TRAUMA IMPOSED ON LIBERIANS AND OTHER AFRICANS BY THE EBOLA AND OTHER DISEASE AGENTS. The U. S., Canada, France, and the U. K. are all implicated in the detestable and devilish deeds that these Ebola tests are. There is the need to pursue criminal and civil redress for damages, and African countries and people should secure legal representation to seek damages from these countries, some corporations, and the United Nations. Evidence seems abundant against Tulane University, and suits should
start there. Yoichi Shimatsu’s article, The Ebola Breakout Coincided with UN Vaccine Campaigns, as published on August 18, 2014, in the Liberty Beacon. AFRICAN LEADERS AND AFRICAN COUNTRIES NEED TO TAKE THE LEAD IN DEFENDING BABIES, CHILDREN, AFRICAN WOMEN, AFRICAN MEN, AND THE ELDERLY. WE THE CITIZENS DO NOT DESERVE TO BE USED AS GUINEA PIGS IN SIERRA LEONE AND AFRICA IN GENERAL! Sierra Leone and Africa in general must not relegate the Continent to become the locality for disposal and the deposition of hazardous chemicals, dangerous drugs, and chemical or biological agents of emerging diseases. There is urgent need for affirmative action in protecting the less affluent of poorer countries, especially African citizens, whose countries are not as scientifically and industrially endowed as the United States and most Western countries, sources of most viral or bacterial GMOs that are strategically designed as biological weapons. It is most disturbing that the U. S. Government has been operating a viral hemorrhagic fever bioterrorism research laboratory in Sierra Leone. Are there others? Wherever they exist, it is time to terminate them. If any other sites exist, it is advisable to follow the delayed but essential step: Sierra Leone closed the US bioweapons lab and stopped Tulane University for further testing. The world must be alarmed. All Africans, Americans, Europeans, Middle Easterners, Asians, and people from every conclave on Earth should be astonished. African people, notably citizens more particularly of Sierra Leone, Liberia, and Guinea are victimized and are dying every day. Listen to the people who distrust the hospitals, who cannot shake hands, hug their relatives and friends. Innocent people are dying.
United States and most Western countries, sources of most viral or bacterial GMOs that are strategically designed as biological weapons. Ă–ZEL SAYI
73
The Volatile and Strategic Horn of Africa M. M - Etiyopya
H
orn of Africa is the easternmost extension of African land that is home to the countries of Djibouti, Eritrea, Ethiopia, and Somalia, whose cultures have been linked throughout their long history. In ancient and medieval times as it was known as Bilad al Barbar (“Land of the Berbers”). It covers approximately 2,000,000 km² (770,000 sq mi) and is inhabited by roughly 100 million people (Ethiopia: 85 million, Somalia: 9.3 million, Eritrea: 5.2 million, and Djibouti: 0.86 million). Some define of the Horn of Africa are more restrictive and include only Djibouti, Eritrea, and Ethiopia. There are also broader definitions, which include all the countries mentioned above, as well as Kenya, Sudan, South Sudan, and Uganda. It juts hundreds of kilometers into the Arabian Sea and lies along the southern side of the Gulf of Aden. Islam in the Horn of Africa In Islamic records and the tradition of the Prophet (Peace and blessings of Allah be upon him), the word Habesh is common. We can say that almost every Muslim knows the word Habeshi, Bilal Habeshi or Nejashi. In fact the first converts to Islam - outside the close circle of the Prophet Muhammad are assumed to have been Habeshas or Ethiopians. In the year 615, the first Hijra occurred: a group of Arab followers of Islam in danger of persecution by the dominant Quraysh authorities in Arabia (Mecca) were advised by the Prophet Muhammad himself to seek refuge across the sea, in the empire of Aksum and get a projection by a king. These refugees were indeed well-received in Aksum and could practice their faith freely.
74
İSLAM DÜNYASI
Requests from the Meccan authorities to deliver them back were refused. Since this time Islam started to expand in the low lands of Ethiopia and the whole eastern Africa. In later periods many Arabs migrated to the region and preached Islam to become a dominant religion in the region. Now, including almost half of the Ethiopian population, majority of the Horn African people are practicing Islam. Situations of the Muslims In Africa, where democratic system is very rare, Muslims live in very astonishing situations. Starting from Nigeria, Western African side, to Somalia which is part of Horn Africa, Muslims are living in hazardous conditions. Circumstances in Mali, Nigeria, Somalia, Egypt, Tunisia, Southern part of Sudan, Libya, Kenya and other many places are all awful. When we see the Horn of Africa expressly, the stipulation of Muslims is not much different from the other parts. In Somalia, millions of Muslims are suffering from the continuous conventional war, guerilla fights and suicides. The economic situation is now one of the most horrible economic levels in the world. Children are dying daily. In Eritrea, hundreds of thousands have been migrating in the last few years. Muslims in this nation are not freely practicing their religion. Engagement of the country in continuous wars with its neighbors, forced many youth to die or migrate to other places illegally. Now, Eritrea is one of the neglected nations in the world. The situation in Djibouti, the
smallest nation in the region with less than 1 million population size, is the same. Especially, after the Arab Revolution, the government has been applying severe rules to limit the religious practices, social and political activities of its own citizens. As a result of this, many have been migrating. Moreover, the condition of Ethiopian Muslims is not different. In this nation, which is the biggest one in the region, the pressure on the Muslims and their reaction is a little bit different.
been fired from their jobs, hundreds of Imams have been replaced by the trained ones and many NGOs closed illegally. The turning point for the government’s project was the attempt to control the Aweliya Islamic School. Starting this time hundreds of thousands of Muslims started to demonstrate against the actions of the government in many cities throughout Ethiopia.
Moreover, the condition in the wider circle of the Horn of Africa is similar. In Sudan, for example, a long lasting fighting is going on. Even after the independence of South Sudan, people are not living in peace. Government troops and opposition troops who led by former vice president are fighting each others. The result is death of innocent people. On the other hand, Muslims in Kenya are under serious pressure. After the country sent its troops to war torn Somalia, Alshebab has been committing suicides and attacks in many places of the country. Now, the government is killing innocent Muslims under the cover of targeting terrorists. Recently, many have been killed by government troops in side Mesjides.
otto of “let our voices be heard,” have three main demands: for the government to stop meddling with religious affairs; the right to elect the members of the Ethiopian Muslim Affairs Supreme Council known as the Majlis; and for the academic and administrative freedom of Aweliya Islamic school. However, the response of the government is negative. Several protestors have been killed by the security forces, and thousands have been arrested or taken into custody in many cities. The Ethiopian Government has denied allegations of police brutality and called accusations of human rights abuses that were made by Amnesty International and other western organizations. The government continued to blame the mass Muslim community as a terrorists and 17 leaders of the movement charged with terrorism. Most of them are still in prison and demonstrations are going on in different forms including one additional demand to free these leaders.
Why Ethiopian Muslims are targeted? For the last three years, Ethiopian Muslims have been demonstrating as part of their resistance for the government’s project. Since 2011, the Ethiopian government is trying to forcefully sinister prayers in schools and forbidding wearing hijabs/headscarf in universities. This was the starting point of the project. But, later the government started to force people accept a new Lebanon based Islamic Sect called Ahbash. Under the umbrella of the Ethiopian Muslim Affairs Supreme Council, series of trainings have been delivered by Ahbashi scholars invited by the government from Lebanon. People who do not accept this training have
Muslims came together under the m
Why is this situation happening in Ethiopia? The answer for this question may not be street forward. The government claims that the project is not targeting only Muslims rather to practice secularism in higher institutions and protect the country from Wahabism and terrorism even though most Sufi scholars and Jematel Tebliq institutions are targeted. However, many activists and the majority of protester reject this idea and ask for concrete evidence for which the
ÖZEL SAYI
75
government could not provide. But the protesters have proved their peaceful movement by keeping the resistance truly nonviolent for years. Many also refer the historical peaceful coexistence of Muslims and Christians for centuries. Generally the reasons for the initiation of the government’s project can be classified in to two. The first one is a local one or a local view and the second one is considering the project as an international assignment. To start with the local view, many activists argue that the government has some wrong but local calculations to initiate the project. The first one is the increasing number of Muslim students in higher institutions. With the expansion of education in the country, it is true that the number of Muslim students is increasing. Thus, the Christian dominated government is considering this fact as a risk. The second reason may be the awareness of Ethiopian Muslims to respect their rights. In Ethiopia, Muslims were dominated and considered as second level citizens for centuries by emperors. However, recently they are becoming more aware of their history and questioning their future legally. Thirdly, some believe that the government is pushed by local non-Muslim organizations. These organizations are producing wrong calculations and risks and doing lobbies. They do not want to see Muslims respected as citizens and actively participate in all social, economic and political fields of the country. The fourth claim is more of political. Some argue that the government is creating explosive environment to take the attention of its own citizens to the hot issue of terrorism and continue in power by taking time. Doing so, the government may protect itself from general demonstrations raised from inflation, lack of democracy and justice. The second view is the international view or considering the reasons of the project as imported than lo-
76
Ä°SLAM DĂœNYASI
cally initiated. The strongest among these arguments is, many Western nations, mainly USA and its allies, want to make Ethiopia a strategic regional leader in the volatile Eastern Africa. They want Ethiopia to continue playing its active role in Somalia, South Sudan, Djibouti and also pressuring the isolated government of Eritrea. They also prefer Ethiopia to be a regional leader since it is the biggest nation in size and having a fast growing economy. Moreover, the country is very strategic to control the Middle East, the red sea and the whole region of East Africa. It is the only Christian-dominated state in the region to influence many Muslim states. Especially, after the Egyptian Revolution, western countries preferred to use Ethiopia as the only strategic ally in the region. Therefore, people argue that, the project was to keep Ethiopian Muslims silent and use the nation as a means to control the Muslim nations around. The second claim is the Arab Revolution. Many people believe that the Arab revolution was the reason for the project of the government. They argue that when the Arab uprising continued, the government with the help of its western allies initiated the project to protect their advantages. They fear that a similar revolution might be initiated in the country. Finally, some people believe that the project was because of the situations in Somalia. Western nations advised the government to practice offensive policies against Muslims in order not to let them take lessons from Alshebab which is against the culture of Ethiopia Muslims in fact. To conclude, the whole horn of Africa is always volatile. Especially after the Arab revolution Muslims are suffering from wrong polices and attacks. The amazing thing is the rest of the Muslim world is ignorant of the situations or knowingly silent.
İYİ İNSANLAR ÜLKESİ VE ONLARIN EFSANE LİDERİ:
BOSNA ve
ALİYA İZZETBEGOVİÇ Savaş döneminde Boşnaklar için en büyük şans Aliya İzzetbegoviç olmuştur. Bilgili, istişareye açık, soğukkanlı, Boşnakların gücünü, potansiyelini çok iyi bilen ve yaşadığı coğrafyanın farkında olan bir insandı Aliya. İbrahim Akkurt - Türkiye
B
osna-Hersek; Hırvatistan, Sırbistan ve Karadağ ile komşu olup Adriyatik Denizi’ne, Neum şehrinin bulunduğu yerden 20 km’lik bir bağlantıya sahiptir. Eski dilde “iyi insanların ülkesi” anlamına gelen “Horion Bosona”dan türetilen Bosna ismi, ilk kez Bizans İmparatoru VII.Konstantin’in 958 yılında kaleme aldığı jeopolitik bir kitap olan De Administrando İmperio’da geçmektedir. Akdeniz kıyısındaki diğer şehirler gibi Bosna da tarih sahnesindeki yerini Roma İmparatorluğu içerisinde almıştır. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Bosna’nın yönetimi 1200’lü yıllarda bağımsızlığını elde edene kadar defalarca el değiştirmiştir. Bağımsızlığını 260 yılı aşkın bir süre koruyan Bosna Krallığı, bu süre boyunca Macarlar ve Sırplara karşı topraklarını savunmak zorunda kalmıştır. Bosna, 1463 yılında bizzat Fatih Sultan Mehmed’in katıldığı bir seferle Osmanlı topraklarına katılmıştır. Boşnaklar 1463 yılında Fatih Sultan Mehmed’in Bosna’yı fethiyle birlikte Müslüman olmuşlardır. Fetihten önce Boşnaklar Bogomil mezhebine mensuptular. Bogomil mezhebi tek Tanrı akidesine mensup bir Hristiyanlık mezhebi idi. Bilinen Hristiyan mezhepler teslis akidesine mensupturlar. Boşnaklar kendi akidelerinin İslam dini akidesiyle örtüştüğünü gördüler. Boşnak din adamları Fatih Sultan Mehmed’in din alimleriyle görüşerek Müslüman olmak istediklerini bildirdiler. Sultanın talimatıyla Jajçe şehrinde büyük bir merasimle tarihe kayıt düşülmüştü. Düzenlenen merasimde Fatih, o gün Müslüman olan Boşnaklara “Dileyin benden ne dilerseniz.” demiştir. Boşnaklar da sultandan
iki dilekte bulunmuşlardır. Birinci dilekleri çocuklarının İstanbul’da eğitim görmeleri, ikinci istekleri ise Bosna’da toprak düzeninin değiştirilmemesi idi. Sultan, Boşnakların her iki dileğini de kabul etmiştir. Boşnaklar Osmanlı Devleti’ne sadık bir millet olarak temayüz etmişler; çok sayıda devlet adamı, paşa ve bilim adamı çıkarmışlardır. 400 yıldan fazla Osmanlı hâkimiyetinde kalan Bosna Eyaleti, 1878 yılında Berlin Antlaşması’yla kaybedilene kadar Osmanlı için stratejik bir öneme sahip olmuştur. Osmanlı idaresinin nihayete ermesinden sonra Avusturya-Macaristan yönetimine geçen; I. Dünya Savaşı sonrasında ise Yugoslavya içerisindeki altı federal devletten biri olan Bosna-Hersek, Soğuk Savaş döneminin bitmesiyle kanlı savaşlar içerisine girmiştir. Yugoslavya’nın dağılması sonrasında 1992 yılı Mart’ında Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç önderliğinde bağımsızlık mücadelesi başlatan Boşnaklar, bu durumu kabullenmek istemeyen Sırplar ve Hırvatlarla savaşmak zorunda kalarak, 250 binden fazla şehit vermiştir. Batı’nın gizli desteği ile Avrupa’nın ortasında Müslümanların oluşturduğu bir devlete tahammül edemeyen Sırp, Hırvat milliyetçileri Bosna’da büyük katliamlara imza atmışlardır. Savaş 1995 yılında Dayton Antlaşması ile bitmiş olsa da savaşın izleri halen hissedilmekte, ülkenin farklı bölgelerinde her geçen gün yeni toplu mezarlar bulunmaktadır. Savaş döneminde Boşnaklar için en büyük şans Aliya İzzetbegoviç olmuştur. Bilgili, istişareye açık, soğukkanlı, Boşnakların gücünü, potansiyelini çok iyi bilen ve yaşadığı coğrafyanın farkında olan bir insandı Aliya. Sorunu Batı’nın çözebileceğini
ÖZEL SAYI
77
biliyordu ve buna göre hamleler yapmaya çalışıyordu. Bir yandan da Avrupa’nın ortasında yapılan katliamı hukuk ve insan hakları açısından gündeme getiriyordu. Aynı zamanda İslam dünyasına verdiği bir mesaj da vardı, o da Bosna’nın Müslüman bir belde olduğuydu. Aliya’nın Bosna ile İslam dünyasını birleştirme hedefi vardı. Doğu-Batı arasında İslam buydu aslında. “Burada minarelerden ezan okunuyor.” diyerek Müslümanların Bosna’da yaşananlara seyirci kalmamalarını söylüyordu. Bir pergel gibi; bir ayak Batı’da diğeri Doğu’daydı. Aliya’nın hayatı ve kutlu davası üzerinden yazımıza devam ediyoruz. Aliya İzzetbegoviç (1925-2003) Aliya İzzetbegoviç, 8 Ağustos 1925 tarihinde Bosna-Hersek’in Şamaç kasabasında dünyaya geldi. Osmanlı ordusunda subay olan dedesi Aliya’nın, 1868’de Belgrad’dan Şamac kasabasına tayini üzerine, burada toprak satın alarak kasabaya yerleşti. Osmanlı Sultanı Abdulaziz döneminde, bu bölgeye Sırpların baskılarından kaçan Müslüman ailelerin yerleşmesi üzerine kasaba “Aziziye” adını aldı. Aziziye’nin daha sonraki yıllarda Hırvat milliyetçileri tarafından işgal edilmesiyle Müslümanlar buradan göçe zorlandılar, Aliya’nın ailesi de 1927’de Saraybosna’ya yerleşti. Dinî terbiyesini, önce ailesinden, özellikle de annesinden alan Aliya, mahalle camisindeki sabah namazlarını ve hocanın okuduğu Rahman Sûresi’ni unutamadığını söylemekte, daha sonraki yıllarda ise Ali Mütevellic’in yazdığı İslam Işığında adlı eseri ile Osman Nuri Haciç’in Hz. Muhammed ve Kur’an isimli eserlerinin, İslam’ı anlamasında önemli rolü olduğunu ifade etmektedir. Orta öğrenimini Saraybosna’da tamamlayan Aliya, henüz 16 yaşındayken -II. Dünya Savaşı sırasında- “Genç Müslümanlar Teşkilatına üye oldu. Genç Müslümanlar Teşkilatında aldıkları karar doğrultusunda, dinî eğitim almaya başlayan Aliya İzzetbegoviç, Yugoslavya’da yayımlanan birçok dergi ve gazetenin yanı sıra, İslam dünyasında da yazılar neşretti. Bütün dünyada büyük bir yankı uyandıran en önemli eserleri, 1970 yılında kaleme aldığı ve dünya Müslümanlarını dirilişe ve direnişe çağıran İslam Manifestosu ile büyük kısmını cezaevinde yazdığı ve 1980 yılında tamamladığı Doğu ile Batı Arasında İslam adlı kitaplarıdır. İslam’ı ve mücadele şuurunu Mevdudi, Seyyid Kutup, Hasan El Benna ve Fazlurrahman gibi âlimlerin kitaplarından edindiğini belirten İzzetbegoviç’in entelektüel birikiminin zenginliğini ve derinliğini Doğu ve Batı Arasında İslam adlı eserinde görülmektedir. Ağustos 1983’te İslam Manifestosu kitabı delil gösterilerek birçok Müslüman aydınla birlikte tutuklandı ve Mladi Müslümani örgütünü yeniden örgütlemek suçlamasıyla 14 yıl hapse çarptırıldı. Cezası önce 12, arkasından 9 yıla indirildi. Kendisine 1987’de, ‘yaptığının hatalı
78
İSLAM DÜNYASI
olduğunu söylemesi’ durumunda beraati teklif edilmiş olsa da o, bu teklifi şiddetle reddetti. 1988’de ise uluslararası baskının da etkisiyle ve Yugoslavya`nın dağılma süreci sırasında ilan edilen af sonucu özgürlüğüne kavuştu. 1989’da, Doğu Bloku’nun dağıldığı yıl hapisten çıktı. Henüz hapisteyken komünist bloğun dağılacağını ifade eden Aliya, yakın arkadaşlarıyla beraber bu durumun kritiğini yapmıştı, nitekim çıktıktan bir müddet sonra Mart 1990 tarihinde sanatçı arkadaşı Saffet İseviç’in ismini koyduğu Demokratik Hareket Partisi -Stranka Demokratske Akcije- SDA’yı kurdular. Oy birliği ile ilk başkanı seçilen Aliya, ölünceye dek genel başkan olarak kaldı. SDA Yugoslavya tarihinde en hızlı örgütlenen parti oldu. Henüz Boşnak, Sırp ve Hırvat ayrılığı olmamışken Yugoslavya’da yüz küsur parti vardı. SDA’nın kazandığı zaferler sayesinde İslam yeniden hayat bulmaya başladı. İlk seçimde oyların % 33’ünü alarak 130 sandalyeli parlamentoda 42 milletvekilliği kazandı. Bu Müslüman Boşnak halkının ilk demokrasi zaferi oldu. Kısacası yok edilmek istenen bir halkın kimliğini ayağa kalktı. 1990 yılında İslam Manifestosu’nu yeniden bastırdı. Bu kitap; İzzetbegoviç’in İslâmî kimliğinden ziyade, siyasi kararlılığının ve mücadelesinin bir simgesi oldu. 1991’de dağılma sürecine giren Yugoslavya’da Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya parlamentoları bağımsızlıkları resmen ilan ettiler. Bunun ardından, bir zamanlar devletin ortak ordusu olan “Yugoslavya Halk Ordusu” (JNA) kısa sürede Sırp ordusuna dönüşerek önce 27 Haziran’da Slovenya’ya, sonra da Hırvatistan’a saldırdı. 3 Mart 1992’de gerçekleşen referandumun sonuçlarından yola çıkılarak, Bosna-Hersek’in bağımsızlığı ilan edildi. Söz konusu referandum, Bosnalı Sırplar tarafından boykot edilmişti. 6 Nisan 1992 Avrupa Topluluğu Bakanlar Konseyi Bosna-Hersek’in bağımsızlığını tanıdı. Aynı gün Bosna Savaşı başladı. 20. yüzyılın sonunda, Avrupa’nın ortasında, Devlet Başkanı Miloseviç ve Genelkurmay Başkanı Perisiç’in desteği ile sözde Bosna Sırp Devleti; ve Sırp Demokrat Partisi (SDS) Başkanı olan Radovan Karadziç ve General Ratko Miladiç’in öncülüğünde Bosna Hersek’teki etnik arındırma çalışmalarına başladılar. Üç yıl boyunca Sırplar uluslararası hiçbir kuruma kulak asmayarak insanlık dışı uygulamalarını pervasızca sergilediler. Bosna Savaşı’nın sonlarına doğru Müslümanların birçok cephede zafer kazandığı bir sırada öne çıkarılan Dayton barış müzakereleriyle savaşın sona
ereceğini gören Sırplar, avantaj elde etmek için iki stratejik kent olan Gorajde ve Srebrenica’yı ele geçirmek maksadıyla bütün güçleriyle bu iki kente saldırdılar ve tarihin gördüğü en büyük katliamlardan birini tüm dünyanın seyirci bakışları arasında sergilediler. BM tarafından güvenli bölge olarak ilan edildikten iki yıl sonra Srebrenica, 1995 yılının yaz ayında II. Dünya Savaşı’ndan sonra meydana gelen en büyük toplu katliamının kurbanı oldu. Boşnak halkı 6 Nisan 1992 tarihinden 14 Eylül 1995 tarihine kadar sürmüş olan savaşta 200 bin şehit vererek ve yurtlarından kopan 2 milyon mülteci insana rağmen özgürlüklerine kavuştular. ABD’nin Dayton kentinde parafe edilen ve Paris’te imzalanan anlaşmayla 4 yıl süren savaş resmen bitmiş olsa da, Bosna Hersek’te normal hayata dönüş kolay değildi. Dayton Barış Anlaşması’nı imzalarken söylediği şu sözler son derece mühimdir: “Bu adil bir barış olmayabilir fakat süren bir savaştan daha iyidir.” İzzetbegoviç, savaşın ardından, Bosna-Hersek’in Yugoslavya’dan bağımsızlığını kazanmasında büyük bir rol üstlenmiş ve Batı dünyası ile İslam ülkelerinin desteğini kazanmıştı. “Bağımsız bir Bosna devleti kuruldu, zalimler devrildi. Çok yaşadım ve yoruldum. Şimdi sevgilime kavuşmak istiyorum.” diyen Aliya İzzetbegoviç 19 Ekim 2003 tarihinde 78 yaşında vefat etti. Aliya İzzetbegoviç’in naaşı, vasiyeti üzerine Türk Bayrağını simgeleyen kabrine defnedilmiştir. Bilge Kral ve Kutlu Davası Aliya’nın hayatı 3 mücadele safhası ile özdeşleşmiştir adeta: 1- İslam’ı anlamak ve yaşamak mücadelesidir. Aliya’nın bu mücadelesi doğduğu günden ölümüne ka-
dar sürmüştür.“Benim için iyi, doğru ve güzel olan ne varsa hepsinin adı İslam’dır” diyen Aliya, İslama bakışını “İslâm asla sırf millet olmak istememiş, manevi bir vazife ifâ eden bir “ümmet” olmak istemiştir.” sözleriyle, yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’e bakışını da “Kur’an edebiyat değil, hayattır; dolayısıyla ona bir düşünce tarzı değil, bir yaşama tarzı olarak bakılmalıdır.” sözleriyle ifade etmiştir. “İslam’ın ilerlemesini sakin ve teslimiyetçi kimseler değil, cesur ve isyankâr ruhlu kimseler gerçekleştirecektir.” diyerek Müslüman bir insanın aksiyon sahibi bir birey olması gerektiğini vuruluyordu Kendisine yöneltilen “Neden sık sık İslâm’a vurgu yapıyorsun?” sorularına şöyle cevap veriyordu: “Boşnakları Boşnak yapan; Sırplardan, Hırvatlardan ayıran dinidir. O olmazsa biz de olmayız.” Aliya, savaşın devam ettiği yıllarda havanın sisli olduğu bir kış günü, cuma namazını kılmak için Gazi Hüsrev Bey Camii’ne gider. Bombardımana rağmen cami tıklım tıklım doludur. Aliya görününce imam hutbeyi durdurur, ön saflardan ayağa kalkanlar kendisine yer vermek isterler. Ancak Aliya kişiliği yansıtan şu sözleri söyler; “Burası Allah’ın evidir. Burada farklılık olmaz.. Allah katında en üstün olan, takva sahibi olandır. Camide herkes bulduğu yere oturur. Ben burada oturacağım. Bilmiyoruz, belki hepimiz çiğnenecek, öleceğiz ama, İslam’ı inşallah çiğnetmeyeceğiz.. Hocam lütfen hutbeyi tamamlayın!” 2- Sosyalist baskılar döneminde halkı ile verdiği mücadelesidir. Bu mücadelenin bedelini 9 yıl hapishanede yatarak ödemiştir. Bu dönemde çeşitli işkencelere maruz kalmıştır. Hakkı her ortamda hiç çekinmeden özgürce savunan inançlı bir insandı. Aliya, komünist dönemde 9 yıl içinde iki kere hapse girdi. İlk girdiğinde 3 yıl, ikinci girdiğinde 6 yıl hapis yattı. Bu dönemde tutuklu yargılanırken hâkim diyordu ki“Savcının hakkınızda olan iddianamesini dinlediniz. Bu iddianamede geçen bu faaliyetlerden, bu eylemlerden vazgeçtiğinizi ifade edin ve sizi hemen salıvereyim.” Aliya ise “Sayın hakim, ben İslam davasında bir neferim, ömrümün sonuna kadar da böyle kalacağım.” diyordu. Özgürlüğe Kaçışım isimli eserini hapisteyken kaleme alarak şu sözleri sarf etmişti:“Beni dört duvar arasına koymakla özgürlüğümü kaybedeceğimi sanıyorlardı. Ben ise insanlık tarihi boyunca tüm filozofların, bilim adamlarının üzerine durduğu temel konular üzerine kafa yordum ve düşüncelerimi bu kitaba aktardım. Hapishane ortamında bulunduğum süre zarfında düşünerek, oturup yazarak bu kitabımı okuyan insanlarla birebir paylaşarak adeta özgürleşiyordum.” Duvarların onun için bir anlamı yoktu; bundan dolayı kitabına Özgürlüğe Kaçışım ismini vermeyi tercih etmişti.
ÖZEL SAYI
79
3- 1992 ile 1995 yılları arasında halkıyla birlikte verdiği bağımsızlık mücadelesidir. Öyle bir mücadeledir ki bu 400 milyonluk Avrupa’da sadece Müslüman olduğu için yok edilmek istenen bir Müslüman topluluğun ölüm kalım mücadelesidir. Bu mücadelede Aliya en ön saflardadır. Cesaret ve kararlılığıyla hemen herkesin dikkatini üzerinde toplayan İzzetbegoviç, bütün baskılara rağmen boyun eğmeyen ve inandığını hiç çekinmeden her yerde savunan bir insandı. Savaş zamanı Aliya İzzetbegovic kentte yürürken Sırplar tarafından bombardıman başlar. Yere yatan bir kadın “Başkanım, top mermileri düşüyor ve siz hâlâ yürüyorsunuz, yere yatın!” der. Cesaretiyle tanınan Aliya “Bu düşünülmüş ve uzun bir yürüyüştür.” diyerek yürümeye devam eder. Aliya, Bosna’da yeşertmek istediği İslamî yapının hedeflerini şu sözleriyle anlatmaktaydı. “Hedefimiz, Müslümanların İslamlaşması; sloganımız, inanmak ve mücadele etmektir.” ve “Hedefimiz mükemmel insan değildir. Hele mükemmel toplum hiç değildir. Tüm istediğimiz normal insanlar ve normal bir toplumdur. Allah’ım, bizi her türlü ‘mükemmellik’ten muhafaza et!’’ Genç yaşta başlattığı mücadelesiyle asimile edilmek istenen milletini, İslam kültürüyle ayağa kaldırmaya çalıştı. Mladi Müslimani diğer adıyla Genç Müslümanlar Teşkilatına girdiğinde etmiş olduğu yeminde de İslami bir bakışa sahip olduğunu göstermekteydi. “Âlemlerin Rabb’i, şânı yüce Allah’a hamdolsun! Gönüllü üye olduğum, Mladi Muslimani [Genç Müslümanlar] teşkilâtının mensubu olarak Kur’an’ın bütün kurallarına bağlı kalacağıma; İslâm’ın ilkelerini kendi hayatıma ve yaşadığım toplumun hayatına kazandıracağıma ve İslâmî olmayan her şeye karşı tavizsiz mücadele edeceğime; her şeyimi, hatta İslam’ın çıkarları bunu gerektirdiği takdirde, hayatımı bile Allah yoluna feda edeceğime, Yüce Allah’ın adı üzerine yemin ederim.” Aliya, İslamî kimliğini her zaman ve her mekânda sergilemekten çekinmeyen, inancından taviz vermeyen bir şahsiyet idi. Bu tavrını mahkemelerde yargıçlara karşı olduğu gibi birçok uluslararası kurum ve kuruluşların düzenlediği toplantılarda da ortaya koymuştur. Batı ile alakalı söylemiş olduğu şu söz çok manidardır. “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.” “Nehirlerimizin üstündeki köprüler yıkılmış olabilir, köprüler yeniden inşa edilebilir ancak önemli olan halkımızın gönüllerindeki köprüleri inşa etmektir.” diyen Aliya İzzetbegoviç yakın tarihimizin en önemli ve seçkin Müslüman bilge düşünürlerinden biridir. Mütevazı ama onurlu bir kişiliği vardı. Eleştiriye açıktı. Hayatı boyunca, Allah’a ve İslam’a göre şekillenen şahsiye-
80
İSLAM DÜNYASI
tiyle, kendine olan güveniyle hep dik durmuştu. Aliya, İslam dünyasındaki liderlerin örnek alması gereken bir liderdi. Egosu, kibri olmaması, savaşın en zor anlarında askerlerle birlikte cephede olması önemli özellikleriydi. O, halkın içinden biriydi. “Her şeye kadir olan Allah’a yemin ederim ki, köle olmayacağız.” diyen Aliya’yı ve kutlu mücadelesini anlatmakta aciz kaldığımız bu yazımıza Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in şu muhteşem sözüyle son vermek istiyorum: “Şükürler olsun ki tarihe Allah hükmediyor, bize elimizden geleni yapmak düşüyor.” TÜRKİYE VE BOSNA Bosna Savaşı’nda Türk halkı, Bosna cihadını ve o cihadın başkomutanı Aliya’yı elindeki imkânlar nisbetince desteklemiş, maddi-manevi elinden gelen tüm imkanları seferber etmişti. Bosna’da Sırpların ve Hırvatların katliamlarına maruz kalan Bosna halkına, silah fabrikasını kuran merhum Erbakan öncülüğündeki Türk halkıydı. Günümüzde dünyanın dört bir yanına dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin yardım eden ve dünyadaki tüm mazlumların güçlü sesi olan İHH İnsan Hak ve Hürriyetleri Vakfı yine Bosna Savaşı ile birlikte faaliyetlerine başlamıştır. Türk insanının gönlünde Bosna cihadı ve Bilge Kralı Aliya İzzetbegoviç öyle bir müstesna mevkiye sahiptir ki, Bosna ve Aliya için birçok ezgi ve marşlar bestelenmiştir. O dönemde Bosna duyarlılığının oluşmasında eserleriyle katkı sağlayan Abdülbaki Kömür ismini zikretmez isek haksızlık yapmış oluruz. Abdülbaki Kömür bir eserinde “Uygarlık çağının işte gerçek çehresi, çoluk çocuk demeden kan dökmekmiş cilvesi.” diyerek Bosna’daki durumu özetliyordu. Diğer bir eserinde ise “Bosna Hersek’te yavrular, savaş meydanında oynar, gözlerinde dolmuş korkular, şefkate muhtaç duydun mu?” sözleriyle orada yaşanan dramı gözler önüne sermekteydi. Son sözü Bosna Hersek - Sırp Savaşı yıllarında Bosna Ordusu’nda 7. Müslüman Tugayı’nı komuta eden Aliya İzzetbegoviç’in gazi komutanı Tuğgeneral Şerif Patkoviç’e veriyoruz: “Bosna’yı anlamak için mutlaka Bosna’ya gelin, gelirseniz Bosna’yı terk etmeyeceksiniz. Gelme imkânı bulamazsanız kendi içinizdeki Bosna’yı keşfedin ki bu gerçekten insan olmaktır.”
İKİ LAİKLİĞİN KUCAĞINDA, ASİMİLASYONUN VE IRKÇILIĞIN HEDEFİNDE
BATI AVRUPA’DA İSLÂM ve MÜSLÜMANLAR Murat Yiğit - Türkiye
B
atı Avrupa, Müslümanların yabancısı olduğu bir coğrafya değil. Avrupa’nın İslam’la tanışması oldukça eskiye, Tarık b. Ziyad’ın ordularının 711 senesinde İspanya kıyılarına ulaşmasına kadar dayanır. İspanya’nın fethi görkemli bir medeniyetin başlangıcı olurken Avrupalı ideolojiler için unutulması gereken bir kâbusa dönüşmüştür. Endülüs Emevileri’nin yaklaşık 800 yıl, Fransa’nın güneyindeki Poitiers şehrine kadar tüm İspanya ve Portekiz’in büyük bir kısmını yönetimleri altında tutmalarının yanı sıra, Osmanlı Devleti de farklı zamanlarda Viyana, Otranto, Marsilya ve Malta’ya dek uzanan bir iktidara sahipti. Aralarındaki geçmiş eskiye dayanmasına rağmen günümüzde Avrupa ve İslam’ın bir araya gelmesi hep kuşkuyla yaklaşılan bir konu olmuştur. Günümüzde tartışmalar Avrupa’nın Müslümanlar tarafından yeniden fethi, [1] İslamofobi ve ırkçılık, dini özgürlüklere getirilen kısıtlamalar, Müslümanların Avrupa değerlerine kültürel ve sosyal entegrasyonu gibi konular bağlamında yürütülmektedir. Viyana, Frankfurt, Nürnberg, Strasbourg, Paris, Brüksel, Londra, Leiceste, Rotterdam, Leiden ve Cordoba gibi Batı Avrupa şehirlerinde geçmişten beri İslam ve Müslümanlar hakkında araştırmalar yapan köklü enstitüler bulunmaktadır. Bu
enstitüler geçmişte sömürgecilikle paralel şekilde çalışırken günümüzde göç meselesiyle de yoğun olarak ilgilenmektedirler. Sömürgecilik dönemlerinde ve sonrasında hızlanan göç dalgaları, Müslümanları yeniden Batı Avrupa’ya yönlendirmiş oldu. Bu süreçte Mağrib, Suriye-Lübnan Bölgesi, Kuzey ve Batı Afrika’dan gelen Müslümanların Fransa ve İtalya’yı; Doğu ve Güney Afrika bölgeleri, Hindistan civarından gelen Müslümanların İngiltere’yi tercih etmesi sömürgecilik geçmişiyle doğrudan alakalıdır. Daha çok ekonomik gerekçelerle Batı Avrupa ülkelerinin yolunu tutan Müslümanlar, göç ettikleri ülkelerdeki sosyal yapılara ayak uydurmada epeyce zorluklar çekmişlerdir ve halen çekmektedirler. Müslümanların içinde bulundukları güç durumların ortaya çıkmasında; İslamofobi, laiklik/sekülerlik bazlı yaptırımların yanı sıra, Müslümanların kendilerine özgü bir hayatın var olduğunun düşünülmemiş veya önemsenmemiş olması etkili olmuştur. Müslümanların yaşam tarzlarına uygun ortam ve hukuki düzenin oluşması için ortalama 70-80 yıl gibi zorlu bir sürecin atlatılması, acı tecrübelerin yaşanması gerekecekti. İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkımı kolayca atlatamayan ve yeniden yapılanma için işgücüne ihtiyaç duyan Avrupalılar, bu ihtiyaç-
Asimilasyon yanlıları ile tartışma içinde olan ve entegrasyonu savunanların başında ise Hasan el-Benna’nın torunu olan ve Oxford Üniversitesinde dersler veren Tarık Ramazan sayılabilir.
ÖZEL SAYI
81
larını eski sömürge ülkeleri ve Türkiye gibi o dönemde ekonomisi pamuk ipliğine bağlı zayıf ülkelerden karşılamayı tercih etti. Maddi sıkıntılar çeken ve büyük çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bu göçmenler, Avrupa büyük ihtiyaç içerisinde olmasına rağmen tam manasıyla memnun edilen bir sınıf olmadı. Ağır işlerde, Avrupa ülkelerinin piyasasına nispeten çok düşük ücretle çalışan bu insanlar, sosyal hayata dâhil olabilmek için mücadele vermek zorunda kalırlarken, en büyük bedeli Avrupa’da doğup büyüyen ve vahim bir yabancılaşmayı yaşayan yeni nesil Müslümanlar ödemişlerdir. Batı Avrupa’da yaşayan Müslümanların İslami kimliklerini ortaya koyabilmeleri, dini vecibelerini yerine getirmeleri ve hayat tarzlarını dine göre belirleyip yaşayabilmeleri konusunda bulundukları ülkelerde temelde iki yaklaşım tarzıyla karşılaşmaktadırlar. Çoktan dünyevileşmiş bulunan Avrupa devletlerinin benimsedikleri bu iki laiklik şekli Anglosakson tipi laiklik/sekülerlik ve Fransız tipi jakoben laiklik olarak isimlendirilir (Pasif ve dışlayıcı laiklik, cumhuriyetçi ve demokrat laiklik gibi tanımlamalar da mevcuttur). Fransız Jakoben Laiklik ve Anglosakson Sekülerlik Hayatın kamusal alan diye tabir edilen bölümünde kendini gösteren, kimi zaman özel hayata da uzanan laiklik uygulama biçimleri arasında hiç şüphesiz daha özgürlükçü görüntü vereni Anglosakson tipi sekülerliktir. Çoğulculuğun, bireyin korunmasının, çok kültürlülüğün müdafaa edildiği ve pasif laiklik de denen bu tarz seküler anlayış geçen zaman içinde Müslümanların din özgürlüğü adına bireysel veya cemaat olarak pek çok kolaylığı sunmakla birlikte kamusal ve toplumsal hayatta dinle barışık bir sekülerliğin hâkim
82
İSLAMDÜNYASI DÜNYASI İSLAM
unsur olmasını temin edebilmiştir de. Anglosakson sekülerliğin uygulanmasında, bu tarzı benimseyen ABD-İngiltere gibi ülkelerin, dinin toplumsal ve bireysel hayattaki önemini laik evrede de koruması ve moderniteye de uyarlamış olması yatmaktadır. Bir Batı Avrupa ülkesi olan İngiltere, bugün Müslümanların kendi dini kimlikleriyle yaşayabildikleri ve dinî vecibelerini büyük oranda rahatça yerine getirdikleri bir ülke olarak bilinmektedir. Sözü edilen rahatlığın oluşumunda, eski İngiliz sömürgelerinden gelen Müslüman diasporasının siyaset ve ekonomi üzerindeki ağırlığı da şüphesiz etkili olmuştur. Müslümanların kendi şahsi meselelerinde muhakeme ve karar yetkisine sahip şeriat mahkemelerinin olduğu, Müslüman siyasetçilerin kamusal alandan dışlanmayıp temsil yetkisini rahatça kullandığı, Müslümanların rahatça cami, mescit ve devlet desteğiyle okul kurdukları, dernek-vakıf faaliyetlerinde maddi destek alabildiği bir İngiltere modeli prensipte Müslümanlar tarafından daha tercih edilebilir bir mahiyete sahiptir. Modernizmin özgürlük, eşitlik, bireysellik ve çoğulculuk gibi düsturları üzerine kurulu bu yaklaşım, diğer bazı Avrupa ülkelerine nazaran daha ferah imkânlar sunmuştur. Bahsi geçen şeriat mahkemeleri; Müslümanların yoğun yaşadığı yerlerde hizmet vermekte ve miras, boşanma, aile içi şiddet, mali anlaşmazlıklar gibi sosyal konularda söz söyleme hakkına sahiptir. Ancak okullara, dernek ve cemaatlere verilen desteklerde “radikal-ılımlı” ayrımı yapılmakta ve durum keyfi uygulamalara sebep olmaktadır. İngiltere’de hükümetin tanıdığı en önemli Müslüman organizasyon, İngiltere Müslüman Konseyidir (Muslim Council of Great Britain). İngiltere’deki Müslümanlara olumlu yansıyan bu yaklaşımla ilgili ezber, herkesin bildiği gibi, 11 Eylül’le birlikte bozuldu. “Küresel terör” söylemiyle oluşturulan propaganda, bu saldırılarla ilişkisi bulunmayan pek çok Müslüman’ın yıpranmasına, ırkçı saldırılara, haksız ve kötü muameleye uğramasına/maruz kalmasına neden olmuştur. Bu süreçte yükselen ırkçı hareketler devletin geleneksel tavrına da sirayet ederek daha şüpheci, dolayısıyla incitici, tahkir edici reflekslerin gelişmesine kapı aralamıştır. Kimi zaman, yanlış anla-
şılmalar ve kazalar dahi Müslümanların terörist olarak yasaya rağmen, o yıllarda yönettiği sömürgeleri Ceyaftalanması için yeterli görülmektedir. [2] Buna karşın zayir ve Senegal’de hemen bütün dini uygulamalarda bazı Batı Avrupa ülkeleri bu olumsuzluklara karşı yeni (hacc, imam-müftü atanması vs.) tahakküm ve denetim düzenlemeler gerçekleştirmektedirler. İfade özgürlü- kurmuş, dini neşriyatı da yasaklamıştı. Aynı eğilimin ğü görüntüsü altındaki İslamofobi ise çok daha erken bu gibi ülkelerden Fransa’ya gelen Müslümanlar kodönemlere dayanıyor. 1989’da Salman Rüşnusunda da gösterildiği biliniyor. Özellikle son otuz di’nin Şeytan Ayetleri isimli kitabının yılda başörtüsü ve cami yapımının karşılaştığı enİslam’a hakaret ve Hz. Muhamgeller Fransız aydınlarının dahi tepkisine neden Özelde Franmed’in (s.a.v.) tasvirlerini içeroldu. Gilles Kepel’e göre, [3] başörtüsü konusu sa’da, genelde ise mesi Müslümanların tepkisini bir asır önceki Dreyfus davasından bu yana Batı Avrupa’da çekmişti. Müslümanlar kitaFransa’da görülen en ciddi siyasi tartışmaMüslümanların bın İngiltere’de yayımlanmalardan biri olmuştur. Aynı şekilde cami yaİslam ile kurdusını engellemeye çalışsalar da pımı için bu ülkede ya ruhsat alınamamış ya ğu bağ ve aidiyet başarılı olamadılar. Özgürlük da caminin yapımı esnasında engellemeler söyleminin İslam’a hakaretleri yoluyla yıldırma politikası yürütülmüştür. ilişkisi farklılıklar de meşrulaştırması; DanimarTamamlanabilen camiler arasında ruhsat ve içermektedir. ka’da ve Fransa’da karikatür krizizin sorunları nedeniyle inşaatı 15-20 yıl süren lerinin, Hollanda ve Avusturya’da camiler vardır. En kısa zamanda inşa edilen cami, da benzer hadiselerin ortaya çıkmasına devlet eliyle 1922-1926 yılları arasında yapılıp bitineden olmaktadır. Bu provokasyonlar terör isnadı, ta- rilen Büyük Paris Camii’dir. Ülkede irili ufaklı 2000’e hammülsüzlük ve ırkçılık temelli uygulamalarla birleş- yakın cami olduğu tahmin ediliyor. Fransa’da yaşayan tiğinde Avrupalı Müslümanların geleceğini tehlikeye 7 milyon civarındaki Müslüman’ın yalnızca yarısı vatanatmaktadır. İslamofobik saldırılar ve bazen uygulanan daşlığa sahiptir.[4] Fransız tarzı jakoben laikliğin daha katı prosedürler dışında olumlu tabloya rağmen helal düşük dozlarda da olsa pek çok Batı Avrupa ülkesingıda, İslam aile geleneğinin getirdiği bazı meseleler de görüldüğü söylenebilir. Fransız laikliği Avrupa’nın ve sağlık hizmetlerinin alımında Müslüman duyarlılık- sekülerleşme sürecinde Anglosakson laiklik tipinden larından kaynaklanan problemler henüz çözülebilmiş daha etkili olmuştur. [5] Almanya, Avusturya, İsviçre, değildir. Bu tarz bir seküler yaklaşım İngiltere dışında Norveç, Danimarka, Belçika ve Hollanda’da hiçbir zaİsveç ve Finlandiya’da da gözlemlenmektedir. Ang- man Fransa’daki kadar sert olmayan laiklik bazlı uylosakson tipi sekülerliğin Müslümanların hayatında gulamalar Müslümanlara sorun yaşatmayı sürdürüyor. nispeten ferah bir ortam sunmasıyla ilgili son dönem- Fransa’daki Charlie Hebdo mizah dergisinin Hz. Mudeki en önemli örneklerden biri, İsveç’in Stockholm hammed’e (s.a.v.) hakaret içerikli yayınlarına rağmen şehrinde Avrupa’da ilk defa bir camide hoparlörle (şehir içinde duyulacak şekilde) ezan okunmasıdır. Dışlayıcı laiklik tarzının egemen olduğu ülkelerin başında ise Fransa gelmektedir. Daha çok eski sömürgelerinden gelen Müslüman göçmenler bu tarzın getirdiği katı tutumun en bariz muhataplarını teşkil etmektedirler. Nüfusunun yaklaşık % 10’u Müslüman olan Fransa cami yapımı, başörtüsü, ibadet vakitleri ve helal gıda gibi konularda pek çok sorunun yaşandığı ve halen yaşanmakta olduğu bir ülkedir. 1905’te yürürlüğe giren yasa ile kilise-devlet ayrımını net şekilde kabul eden Fransız devleti bu
83 ÖZEL SAYI ÖZEL SAYI 83
yargılanmaması, İsviçre’deki minare yasağı,[6] Hollanda’da “Müslümanların Masumiyeti” adlı İslam karşıtı filme onay verilmesi ve camilerin kapatılmasının sık sık meclis gündemine gelmesi,[7]Norveç’te Müslümanların devlette fişlenmesi, Avusturya’daki başörtüsü karşıtı “Örtünmek için fazla güzelsin!” kampanyasının [8] bürokrasi ve yerel idarelerden destek görmesi, pek çok Batı Avrupa ülkesinde oturum izni veya kimlik kartı için başı açık fotoğraf istenmesi [9] ve başörtülü öğrencilerin okula alınmaması[10] gibi yaptırımlar dışlayıcı laikliğin pratik örneklerinden bazılarıdır. Nasıl Avrupalı Bir Müslüman Olunmalı? Özelde Fransa’da, genelde ise Batı Avrupa’da Müslümanların İslam ile kurduğu bağ ve aidiyet ilişkisi farklılıklar içermektedir. Pek çok farklı mezhep, grup ve İslam algısının yanı sıra, Olivier Roy’nın tabiriyle ‘radikal İslamcılardan ateist Müslümanlara’ kadar geniş bir yelpaze sunmaktadır. [11] “Ateist Müslümanların” kültürel bir kimlik olarak kalsa bile İslam’la barışık olmadıklarını ve büyük oranda kompleksli davrandıkları bilinmektedir. Din ile bağı yok denecek kadar az olan veya hiç olmayan bu kesimin katı laiklik tutumlarının elini güçlendirmesi, argüman olarak kullanılması sık rastlanan bir durum halini almıştır. Avrupa’da yaşayan Müslümanlar arasındaki entelektüel tartışmalar da “Nasıl Avrupalı bir Müslüman olunmalı?” sorusu üzerinden tebarüz etmektedir. Burada üç farklı yaklaşım tarzından söz edilebilir: Kimi zaman radikal tutumlar sergileyen Selefîlik vb. akımlar, Müslümanların eşit vatandaş sayılmasını savunan ve entegrasyonu benimseyenler, son olarak da devletin ve Batılı akademik çevrelerin müttefiki asimilasyoncular. Bassam Tibi ve eski Marsilya Müftüsü Soheib Bencheikh asimilasyonistlere örnek gösterilebilir. Asimilasyon yanlıları ile tartışma içinde olan ve entegrasyonu savunanların başında ise Hasan el-Benna’nın torunu olan ve Oxford Üniversitesinde dersler veren Tarık Ramazan sayılabilir. Avrupa’da Müslüman-entelektüel bir blok oluşturmaya çalışan Ramazan, Belçika’da European Muslim Network (EMN) isimli bir kuruluş meydana getirdi. Bassam Tibi ve Tarık Ramazan’ın her ikisi de Avrupa İslam’ı veya Avro-İslam ifadesini sıkça kullansalar da çok farklı vurgularla dile getirilen farklı tasavvurlar söz konusudur. [12] Bahsi geçen kesimler arasında Müslüman gençlerden en çok desteği alan ve heyecan uyandıran akımların Tarık Ramazan’ın başını çektiği itidalli gruplar olduğunu söylemek gerekiyor. Batı Avrupa’da İslami siyasi yapılanmaların başında Türkiye kökenli Müslümanların kurduğu İGMG (Avrupa Milli Görüş Teşkilatı) ve Mısır kökenli İhvan-ı Müslimîn yanlısı gruplar gelmektedir. Avrupa siyasetine henüz
84
İSLAMDÜNYASI DÜNYASI İSLAM
yeterince dahil olamamış bu kuruluşların teşkilatlanmalarının yanı sıra, siyasi görünümleri ön planda olmayan pek çok farklı Müslüman diaspora mevcuttur. Fas Devleti’nin desteklediği FNMF (Fransa Ulusal Müslüman Federasyonu) ve İngiltere, Türkiye’nin desteklediği DİTİB bugün Müslü(Diyanet İşleri Türk-İslam Birmanların kendi liği) son yıllarda ciddi bir yükseliş yaşamaktadır. İGMG’ye dini kimliklebağlı Hasene Derneği ve İnriyle yaşayabilgiltere kökenli İslamic Relief dikleri bir ülke organizasyonu Avrupa’daki olarak bilinmekuluslararası Müslüman yardım tedir. kuruluşlarına iki önemli örnektir. Fransız devletine bağlı resmi bir kuruluş olarak Fransız Müslüman İnancı Konseyi (CFCM) Müslümanlar üzerinde bir devlet kontrolü ve otoritesi olarak belirmektedir. Fransa Devleti, CFCM’yi Müslüman mezarlıklarının ve camilerinin yapımı, kurban organizasyonu, helal etlerin onaylanması, hapishane ve hastanelere imamları atanması ve bünyesindeki imamların eğitimi gibi pek çok konuda yetkilendirmiştir. Bunlar aynı zamanda Batı Avrupa’da yaşayan Müslümanların en temel sorunları arasındadır. Özellikle cenaze ve mezar yeri uzun süre devletin ilgisiz kaldığı ve Müslümanların tek başlarına çözmek zorunda kaldıkları bir mesele olagelmiştir. Batı Avrupa’da yaşayan göçmen Müslümanların imam yetiştirmek için eğitim kurumuna sahip olmamaları ciddi sorunları beraberinde getirmektedir. Çoğunluğunun Avrupa ülkelerinin vatandaşı olmadığı imamlar Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, Irak, Suriye, Lübnan ve Türkiye gibi ülkelerden gelmektedir ve imamların bulundukları ülkelerin dilini ve kültürünü bilmemesi, gençlerle diyalog kuramaması gündelik hayatta yaşanan sorunların çözümünü engelleyen bir faktör olarak karşılarına çık-
maktadır. İmamların maaşlarını Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ülkelerden almaları da Batı Avrupa’da sık sık siyasi tartışma konusu olmaktadır. İlk göç dalgaları esnasında cami olmadığı için namaz ibadeti konusunda yer bulmakta zorlanan Müslümanlar, uzun süre cemaati olmayan kiliseleri kullandılar. Günümüze dek inşa edilen camiler sadece bu sorunların azalmasına neden olmadı, aynı zamanda Müslümanların iç organizasyonu ve sosyalleşmesi adına kendilerine ait alanlar da elde ettiler. Artık kompleks şeklinde bina edilen camiler kahvehane, lokanta, kütüphane, konferans salonu, gençler için spor ve kültür alanları gibi kısımları da içeriyor. Bu durum Müslümanlar arasında dernekleşme ve teşkilatlanma, İslamî kültürün ve Müslümanlar arası diyaloğun korunması, helal gıda bulma, eğitim ve irşat gibi olanaklar sunuyor. Modernitenin getirdiği sorunlara acil çözümler arayan Müslümanlar, cami ve cemiyetler etrafında kümelenerek cemaat ortamları oluşturmaya çalışıyorlar. Bu durum hiç şüphesiz Avrupa’daki camilerin Müslümanlar arasında ciddi bir otoriteye sahip olmasıyla sonuçlanmaktadır. Avrupa Kimliği ve İslamofobi Avrupa Birliğinin başta avro krizi olmak üzere yaşadığı finansal krizlerin siyasete geri dönüşü ve sosyal alandaki izdüşümü; Avrupalı kimliği projesi oldu. Evrensel ve seküler Avrupalı değerlerin daha sıkı ve yaygın kabulünü öngören bu proje, esasen Müslüman göçmenlerin sekülerleşmeyi kabul etmesi ve İslam’ın görünür yüzünü Avrupa ülkelerinde kamusal alana taşımaması üzerine kuruludur. Başta başörtüsü ve cami-minare tartışmalarının temel sebebi bu olmuştur. Fransa ve Almanya gibi ülkelerin, göçmenlerin kimlikleri üzerindeki asimilasyon temelli yeni politikaları yoğunlaştırması ırkçı hareketlerin elini güçlendirirken, özellikle camileri ve Müslümanları doğrudan ve olumsuz manada etkilemiştir. 2000’li yıllarda yeniden ortaya çıkan neo-Nazi hareketleri, Almanya’da PEGİDA-KÖGİDA [13] ve NSU, Fransa’da Front National (Ulusal Cephe Partisi), Hollanda’da İslam karşıtı Geert Wilders’in başkanlığını yaptığı Partij voor de Vrijheid (Özgürlük İçin Partisi) gibi oluşumlar üzerinden ve resmi politikaların yardımıyla yükselişe geçmiştir. Fransa’da Front National’in 2014’teki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde % 26 gibi bir oyla ilk sırada gelmesi ırkçı yaklaşımların kitleselleşebildiğini gözler önüne serdi. İslam karşıtı söylemin siyaset adamları tarafından sahiplenilmesi, düşmanlığın halk nezdinde karşılık bulmasına ve marjinal sal-
dırıların kitlesel eylemlere dönüşmesine zemin hazırlamaktadır. “Fransa’da cami istemiyoruz!”, “İsviçre’de minareye hayır!”, “Kendi Almanya’mızı istiyoruz!” başlıklı eylemlere yoğun katılım olmasının, Geert Wilders gibi siyasetçilerin “Camileri yasaklayalım.”, “Mültecileri engelleyelim.”, “Ülkemizde İslam’ı görmek istemiyoruz.” gibi açıklamaları etkili olmaktadır. Wilders, fikirlerine meşruiyet kazandırmak ve kendi kamuoyundan kabul görmek için “Müslüman’a değil, İslam’a karşıyım.” [14] açıklamasında da bulunmuştur. Bu yeni söylem siyaset ve üniversite çevrelerinde sık duyulmaya başlanmıştır. [15] 11 Eylül’den günümüze kadar marjinal İslamî gruplar veya gizli servisler eliyle gerçekleşen şiddet ve terör eylemleri, Müslümanların sahasını daraltan, üzerlerindeki baskıyı artıran ve “İslamî küresel terörle mücadele” adı altında politika, yaptırım ve saldırılara maruz bırakan tutumların önünü açmıştır. 2004 yılında Madrid ve 2005 yılında Londra’daki tren ve metro saldırıları, 2010’lu yıllarda Avrupa’nın muhtelif yerlerindeki saldırılar, okul baskınları veya 2015’in hemen başında Paris’te meydana gelen ve 12 kişinin ölümüyle sonuçlanan Charlie Hebdo saldırısı Avrupa’da İslamofobi’yi, dolayısıyla Müslümanlara karşı reaksiyonların sertleşmesini temin eden gelişmelerdir. Charlie Hebdo saldırısından sonraki 72 saat içinde Fransa’da Müslümanlara karşı 50’den fazla tehdit ve saldırı vakası yaşanması bu reaksiyonun boyutunu ortaya koymaktadır. [16] Öte yandan, Avrupalı Müslümanlar arasında bu ve benzeri hadiselerde pek çok şüpheli nokta olduğu çeşitli vesilelerle sıkça dile getiriliyor ve Müslümanları Avrupa’da istemeyen ırkçı kesimler ile aynı doğrultudaki istihbarat servislerinin bu işlere karışmış olması dışlanabilecek bir ihtimal asla değildir. Zira Almanya’da İslam karşıtı kitlesel gösteriler gerçekleştiren NSU ve PEGİDA/KÖGİDA gibi hareketlerin [17] ortaya çıkışıyla bu saldırıların gerçekleşmesi ve sağcı siyasilerin ön plana çıkmasıyla aynı döneme denk gelmesi bir tuhaf sürprizler silsilesi anlamına geliyor. Elbette, karşılıklı olarak nefret söy-
85 ÖZEL SAYI ÖZEL SAYI 85
leminin güçlenmesinde “terörle savaş” gerekçesiyle Müslüman göçmenlerin anavatanlarında işlenen cinayetlerin yanı sıra, Avrupalı hükümetlerinin yanlı ve haksız politikalarının oldukça büyük bir payı var. Müslümanların Siyasetteki Zayıf Varlığı 1960’lardan itibaren yoğun olarak göç ettikleri Batı Avrupa’da ekonomik ve sosyal bakımdan varoluş mücadelesi veren Müslümanlar, iyi organize olmalarına rağmen uzun süre siyasi sahada hemen hemen hiçbir varlık gösterememişlerdir. Bugün ise, Müslümanların nüfus yoğunluğu ölçüsünde bir siyasi güce kavuşmadıkları ortadadır. Avrupa’da başka pek çok diaspora grubunun uluslararası kurumlar nezdinde yürüttüğü lobi faaliyetleri karşısında Müslümanların genel bir pasifliği seçmiş olmaları da siyasetten uzak oluşlarının bir sonucudur. Müslümanların sayıca üstün oldukları küçük yerleşim birimlerinde bile siyasi yarışa dâhil olmamalarının arkasında temelde devletten ve bulundukları ülkelerin yerli halklarından çekinme, Avrupa’daki varlığının geçici olduğu düşüncesi, Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklar ve bölünmeler, bireyselleşme ve anavatanlarındaki siyasi tartışmaları gereğinden fazla takip etme gibi faktörler bulunmaktadır. Gerçekten de özellikle orta yaş üstü Müslümanlar anavatanlarındaki siyasi gelişmeleri medya sanallığıyla ve o denli yakından takip etmektedirler ki, yaşadıkları Avrupa ülkesinin politik ortamına karşı yoğun bir yabancılaşma içerisinde bulunmaktadırlar. Organize bir halde siyasi müzakere içerisine girebilecek nüfus yoğunluğu olan Müslüman grupların, siyasi bir güç durumundan uzak olmaları, çoğu kez siyasal ve sosyal planda görmezden gelinmelerine ve haksız-
86
İSLAMDÜNYASI DÜNYASI İSLAM
lığa uğramalarına neden olmaktadır. Bugün İngiltere, Belçika, Fransa, Almanya ve Avusturya’da Müslüman kökenli fakat İslam’ı kültürel kimlik boyutuyla taşıyan ve seküler zihniyeti temsil eden, Avrupalı kimliğini kolayca benimseyebilen siyasetçiler ağırlıktadır. Dindar Müslüman kesimin yerel siyasete katılımı Batı Avrupa’nın hemen her yerinde beklentinin çok altında kalmaktadır. Müslümanların siyasette yeterince yer bulamaması ve yönetime talip olmayış, Avrupa’daki Müslümanların geleceği için de belirsizliklere ve kesintilere neden olmaktadır. Nitekim İspanya’da yaşayan Müslümanların siyasetteki zayıf varlığı, son on beş yılda iktidarın sağcı ve solcu partiler arasında gidip gelmesiyle, hükümetle istikrarsız bir ilişkiyi beraberinde getirmektedir. [18] Bununla birlikte, son yıllarda bazı Müslüman kökenli siyasetçiler, yerel ve ulusal siyasi arenada tanınmaya başladılar. Belçika Parlamentosuna seçilen başörtülü milletvekili Mahinur Özdemir bu alanda kapıyı aralayanlardan biri olarak tarihe geçmiştir. Avrupalı göçmen Müslümanların anavatanlarıyla televizyon ve internet üzerinden kurmuş oldukları sanal ilişkiyi abartılı biçimde sahiplenmeleri, sadece Avrupa’nın sosyal ortamından koparan bir gelişme değil, aynı zamanda anavatana dair kurgusal bir algı edinmelerine sebep olmaktadır. Sözgelimi siyasi gündem, cinayet haberleri ve televizyon dizileri gibi olguları içeren bu araçlarda edindikleri algıyla geldikleri ülkelere ürkek bir yaklaşım göstermelerine sebep olmaktadır. İlk nesillerin anavatanlarının gündemleriyle çok güçlü bir bağ kurmaları ve bu bağ ile meşgul olarak gündelik hayata dâhil olamamaları sonucunda, Müslümanların çoğu, örneğin kendi okullarını kuracak dirayeti gösterememişlerdir. Avrupa’nın seküler-laik okullarında okuyan sonraki nesiller ise Avrupalı dejenerasyon ve bunalımlardan kendilerini kurtaramamışlardır. Siyasete yeterince dahil olmamaları, Müslümanları siyaset sahnesinde edilgen bir konuma iterken bu durum sosyal açıdan Müslümanları modern ideolojilerin İslam’a aykırı uygulamalarına maruz bırakmıştır. Toplumu cinsiyetsizleştirmeyi amaçlayan toplumsal cinsiyet söyleminin somut izdüşümleri bu duruma önemli bir örnek teşkil eder. Bu söylemin siyasette ağırlık kazanmasıyla eşcinsellik meşru bir olgu biçiminde ilkokul müfredatına girmiş ve bu çağdaki okul kitaplarında iki anneli, iki babalı çocuk imajı genç dimağlara kazınmaya başla-
mıştır. Kendi okulları olmayan Avrupalı Müslümanlar, daha zor günlerin beklediğini tahmin etmek maalesef modernitenin tasallutu karşısında savunmasız halde güç değildir. kalmışlar, yeni nesillerin menfi manadaki dönüşümlerine engel olamamışlardır. Avrupalı devletler ve İslam’ın Yükselişine Bir İtiraz: Soumission ideolojilerin uzantısı olan kuruluşlar Müslümanların “Avrupa değerleri”ne entegrasyonu ve Avrupa kimliğini Avrupa’da Müslümanların varlığı, İslam’ın tanınması ve yayılması için de önemli bir faktör olarak kabul ediözümsemelerine yönelik pek çok proje ortalebilir. 2000’li yıllarda Batı Avrupa’da 200 bin ya koydular. Fransa’da açılan Müslüman Avrupalının Müslüman olduğu yönünde Homoseksüeller Derneği [19] bu projeDindar Müsçıkan haberlerin yanında, bu rakamın lerin sonuncularından biridir. Detaycı lüman kesimin milyonlara ulaştığı söylemi de özellikve kompleks bir asimilasyon poliyerel siyasete le İslam karşıtı çevrelerde sıkça dile tikası yürütmeye kararlı görünen katılımı Batı Avrugetiriliyor. İngiltere eski Başbakanı Avrupalılar bu ve benzeri projelerpa’nın hemen her Tony Blair’in baldızı Lauren Booth, [20] den istifade ederek Müslümanları yerinde beklenyeni Avrupa’nın hakim diskuruna Hollandalı aşırı sağcı Özgürlük Partisitinin çok altında alıştırmaya çalışmaktadır. Feminizm, nin temsilcilerinden Arnoud Van Door, [21] kalmaktadır. LGBT ve yeşil siyaset akımlarının topünlü Fransız rapçi Diam’s [22] (Mélalumsal cinsiyet gibi söylemlerle sosyal nie Laurent) gibi tanınmış Avrupalıların dönüşüm mekanizması kurduğu Avrupa’da Müslümanlığı seçmesi özellikle medya taMüslüman kadının kamusal alanda kadın kimliğiyle rafından travmatik gelişmeler olarak nitelendirilgörünürlüğünü sağlayan tesettür, eskiden olduğu gibi mişti. İslam’ın yayılışındaki belirgin ivme, İslamofobik “kadını hapsettiği” için değil artık geleneksel/toplum- tutumlar için de aynı oranda gerekçe haline getiriliyor. sal cinsiyet rollerinin reddedilmesi bahanesiyle sert Fransız yazar Michel Houellebecq’in yazdığı Soumissişekilde eleştirilmektedir. on (Teslimiyet) adlı kitabın 2015 yılı başında piyasaya Avro krizlerinden sonra kazancı oldukça azalan göç- çıkmadan önce tartışılmaya başlamış ve Houellebecq menlerin anavatanlarına kesin dönüş ihtimalleri kurulu ırkçı ve İslamofob olmakla suçlanmıştı. Kitabın hikayeaile düzenlerini bozmama, çocuk ve eşlerin yerleşik iş si İslamofobi’nin günümüzde aldığı tavır bakımından ve okul hayatı, memleketlerindeki yakınlarla bağların bir prototip sunmaktadır. Hiçbir işte tutunamayan kopması, iş bulamama korkusu ile sosyal güvence, yük- ve bir dizi talihsizlik yaşayan bir Fransız’ın Müslüman sek standart beklentilerinin karşılanamaması gibi kor- oluşunun, İslam’ın hızla yayıldığı ve baskı ortamlarının kular sebebiyle her geçen gün biraz daha yok olmakta- doğduğu bir Fransa bağlamında betimlendiği eserde, dır. Laikliğin, yeni seküler ideolojilerin, ırkçı saldırıların bu durumun 2022 cumhurbaşkanlığı seçimlerini dahi ve provokasyonların ortasındaki Müslümanları çok etkileyeceği iddiası yer alıyor. Üniversitelerde zorunlu olarak Kur‘an derslerinin okutulduğu, kadınların başlarını örtmeye zorlandığı ve yasaların çok eşliliğe izin verdiği bu yeni Fransa’da yapılacak seçimlerde iki aday vardır: Aşırı sağın önderi olan ve ırkçı Ulusal Cephe Partisi’nin (Front National) başkanlığını babasından devralan Marine Le Pen ile İhvan-ı Müslimin geleneğinden etkilenen bir siyasetçi olan Muhammed bin Abbas. Kitapta, Le Pen’in iktidara gelmesini önlemek için ana akım partiler, karizmatik bir lider olan Muhammed bin Abbas’ı desteklemeye karar veriyorlar. [23] Houellebecq’in ileri uç sayılabilecek kurguları hem Fransa’da hem de diğer Avrupa ülkelerinde provokasyon olarak nitelendirildi.
87 ÖZEL SAYI ÖZEL SAYI 87
Sonuç Yerine Laik-seküler ulus devlet düzenlerinin anakarası olan Avrupa’nın, Müslümanlara yaklaşımında tarihsel bellek önemli rol oynamaktadır. İslamofobi’nin artışında bu tarihsel bellekle birlikte, Müslümanların Avrupa’daki görünürlüğü ve terör eylemleri önemli faktörlerdir. Buna karşılık sosyal, siyasi veya ekonomik tüm krizlere rağmen, İslam’ın Avrupa’da geçici değil, kalıcı olduğu anlaşılmaktadır. Bu krizlerin Batı Avrupa’da yükselişe geçirdiği ırkçılık ve aşırıcı sağ partilerin güç kazanması Müslümanların geleceğini tehdit etmektedir. Entelektüel ve siyasi çevrelerde demografik varlıkları ölçüsünde etkinlik kazanması, orta ve uzun vadede Müslümanların lehine pek çok gelişmeyi doğurabilir. Siyasete dâhil olsun veya olmasınlar, Avrupalı Müslümanların bir dönüşüm sürecinde olduğu açıktır. Bu dönüşüm sürecine özne olarak katkı yapmak, İslam tasavvuruna uygun bir model üretebileceği gibi, İslam dünyasının modern sorunlara çözüm bulması için kolaylıklar da sunabilecektir. Dipnotlar 1-http://www.monde-diplomatique.fr/2014/05/ LIOGIER/50422, erişim tarihi: 04.01.2015. 2-http://www.internethaber.com/fransada-olaganustu-guvenlik-alarmi-750445h.htm?interstitial=true, erişim tarihi: 02.01.2015. 3- KEPEL Gilles, A l’Ouest d’Allah, Editions Seuil, Paris, 1994, s. 11. 4- KURU Ahmet T., Pasif ve Dışlayıcı Laiklik: ABD, Fransa ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 124.
88
İSLAM DÜNYASI
5- GÖLE Nilüfer, İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa, Metis Yayınları, 2008, s. 111. 6-http://www.cnnturk.com/2009/dunya/11/29/isvicre.minare.yasagina.evet.dedi/553509.0/, erişim tarihi: 05.01.2015. 7http://www.haberturk.com/dunya/haber/1013626-hollandada-islami-istemiyoruz, erişim tarihi: 02.01.2015. 8-http://www.fdesouche.com/485115-trop-belle-pour-etre-voilee-laffiche-islamophobe-du-fpo-autrichien, erişim tarihi: 05.01.2015. 9- Bu fotoğrafların verilmesi sonrasında polis noktalarındaki kontrollerde memurlar teşhis edemedikleri gerekçesiyle Müslüman kadınlardan başlarını açmalarını istiyorlar. 10-http://www.huffingtonpost.fr/jean-christophe-moreau/lislamophobie-selon-alain-gresh-monde-diplomatique_b_6457844.html, erişim tarihi: 11.01.2015. 11- ROY Olivier, Vers un islam européen, Editions Esprit, Paris, 1999, s. 77. 12- VAN BRUINESSEN Martin, ALLIEVI Stefano, Avrupa’da Müslüman Öznenin Üretimi, İletişim Yayınları, 2011, s. 13http://www.aljazeera.com.tr/haber/almanyada-muslumanlar-sokaga-cikiyor, erişim tarihi: 07.01.2015. 14-http://www.ntv.com.tr/arsiv/id/25324112/, erişim tarihi: 03.01.2015. 15-http://t24.com.tr/haber/samim-akgonul-islamofobi-ile-mucadele-edilmeli-mi,240213, erişim tarihi: 04.01.2015. 16-http://www.huffingtonpost.fr/2015/01/12/islamophobie-actes-anti-musulmans-france-attentat-charlie-hebdo_n_6456444.html, erişim tarihi: 13.01.2015. 17- http://www.sabah.com.tr/dunya/2014/12/24/almanyada-pegida-eylemi, erişim tarihi: 08.01.2015. 18-http://www.saphirnews.com/Musulmans-d-Espagne-Depuis-le-gouvernement-de-Zapatero-le-dialogue-avec-l-Etat-a-repris_a7706.html, erişim tarihi: 06.01.2015. 19- http://www.homosexuels-musulmans.org/, erişim tarihi: 03.01.2015. 20-http://www.sabah.com.tr/dunya/2010/10/24/ tony_blairin_baldizi_musluman_oldu, erişim tarihi: 04.01.2015. 21-http://www.hurriyet.com.tr/planet/22742789.asp, erişim tarihi: 05.01.2015. 22-http://www.dunyabulteni.net/haber/230449/ musluman-olan-fransiz-sarkici-ilk-kez-tvde, erişim tarihi: 05.01.2015. 2 3 - h t t p : / / w w w. b b c . c o . u k / t u r k c e / h a b e r ler/2015/01/150107_fransa_islam_kitap, erişim tarihi: 06.01.2015.
MAKEDONYA’DA
İSLÂM
Ahmet Dervishev - Makedonya
M
akedonya’nın da diğer Balkan ülkeleri gibi İslam’la tanışmasına vesile olana Osmanlılardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun ana hedefi toprak elde etmek değildi. Onların tek bir amacı vardı o da gidebildikleri yerlerde Allah’ın rızasını kazanmak için İslam’ı yaymaktı. Bu hedeflerine hiç şüphesiz ki ulaştılar. Makedonya toprakları da Osmanlı İmparatorluğu sayesinde 500 yıl aşkın bir süre İslam’ın huzurunu tatmış oldu. Günümüzde her ne kadar o eski İslami huzur kalmadıysa da halen günümüze kadar devam etmiştir ve etmektedir. Makedonya toprakları tüm Balkanlar gibi Osmanlı himayesine 1389 yılında Kosova Muharebesi ile girdi. Bu savaşta Osmanlı, Sırpları yenerek Balkanlara yerleşmiş oldu. İşte 1389 yılından başlayarak 1912 yılındaki Balkan Savaşlarına kadar tam 523 yıl Makedonya da İslam’la müşerref oldu. Hem Balkanlar’da hem de Makedonya’da ırk ayrımı gözetilmeksizin herkes barış içinde yaşadı. 19. yüzyılda milliyetçilik Balkanları da kasıp kavurmaya başlayınca her şey alt üst olmaya başladı. Balkanlardaki her ulus kendi ulus devlet inşası için mücadeleye girişti. Bununla birlikte yani ulusçulukla birlikte Osmanlı da yavaş yavaş topraklarını yitirerek çökme sürecine girdi.
1912-13 yıllarına geldiğimizde ise Balkan Savaşları başlamış oldu. Bu savaşlarda Balkan ülkeleri Osmanlı topraklarını paylaşmak için birbirine girdiler. Büyük ölçüde istediklerini almış olsalar da şu bir gerçek ki Osmanlı, Balkan toprakları-
nı kaybetti. İşte bu tarihten sonra hem Makedonya’da hem de diğer Balkan ülkelerindeki Müslümanlar göçe zorlandılar, işkenceye tabi tutuldular, asimilasyona uğradılar. Müslüman isimleri Hıristiyan ismi ile değiştirildi. Müslümanların temel ibadethanesi olan camileri yıkıldı ve buna benzer birçok işkenceler yapıldı. Makedonya’daki Müslümanlar ise kurtuluşu Anadolu’ya göç etmekte buldular. Balkan Savaşlarında, Birinci Dünya Savaşında, İkinci Dünya Savaşında ve 1990 sonrasında Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Anadolu’ya göç edenler oldu. Fakat Makedonya da göç vermesine rağmen buradaki Müslümanlar tamamen göç etmedi. Müslümanlara göre günümüzde Makedonya’da %40 civarında Müslüman yaşamaktadır. Ortodoks Hıristiyan olan Makedonlara göre ise Müslümanlar Makedonya nüfusunun %33’ünü oluşturduğu kanısındalar. Rakamlara baktığımızda Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında %7’lik bir anlaşmazlık var. Fakat Makedonya’daki Hıristiyanlar açısından baktığımızda bile Balkan Savaşlarından günümüze kadar göç veren bir ülkede %30’un üstünde Müslüman’ın bulunması iyi bir rakam diyebiliriz. Bu makaleyi dikkatlice okuyanlar hemen fark edecekler ki 1912 yılından günümüze kadar Müslüman göçü vermiş olan bir ülkede %30’un üstünde Müslüman bulunuyor olması ve tam tersten baktığımızda ise göç olmasaydı demek ki Makedonya’da Müslümanlar azınlık değil çoğunluk olacaktı. Fakat biz Makedonya’daki Müslümanlar olarak ümidimizi yitirmedik inşallah gün gelecek Müslümanlar hem Makedonya’da hem de diğer ülkelerde iktidarı elinde bulunduracak. Zaten Makedonya’da Hıristiyan Makedonların nüfusu
ÖZEL SAYI
89
gün geçtikçe azalmakta buna rağmen Müslüman olan Arnavutların ve Türklerin nüfusu gün geçtikçe artmaktadır. Makedonya’yı ziyaret edenler ve ziyarete gidecek olanlar bunu çok çabuk fark edebilirler. Fakat Makedonlar, Müslüman nüfusunun artmakta olduğunu ve gün gelecek iktidara Müslümanların geleceğinden farkındalar. Bunun için büyük çaba sarf etmektedirler. Aslında bugün Makedonya’da iki büyük azınlık durumunda olan Arnavutlar ve Türkler kendi aralarında anlaşamamaktadırlar. Bunu bir yana bırakırsak Arnavutlar kendi aralarında ve Türkler de kendi aralarında anlaşamamaktadırlar. Bunu en iyi seçim zamanlarında görmekteyiz. Makedonlar öyle iyi bir siyaset yönetmektedirler ki hem Arnavutları hem de Türkleri birkaç partiye bölmüşlerdir. Seçimler yapıldığında oylar dağılmaktadır. Bunun sonucunda mecliste bu iki azınlık grubu temsil edecek yeterli milletvekili bulunmamaktadır. Hatta en son cumhurbaşkanı seçimlerinde üç tane Türk partisi uzlaşıp bir tane Türk kökenli Cumhurbaşkanı adayı çıkartamadılar. Bu konuda Arnavutlar başarılı oldular. Onlar aralarında uzlaşıp Arnavut kökenli cumhurbaşkanı adayı çıkarabildiler. Her ne kadar birinci turda elendiyse de önemli olan bir aday çıkarabilmekti. Arnavutlar aralarında uzlaşıp ortak bir aday çıkarmaları bir başarı olarak niteleyebiliriz. Türklerde de böyle bir girişim oldu ama aday çıkartamadılar. Günümüzde Makedonya’daki Müslümanlar ibadetlerini rahat bir şekilde yerine getirebilmekteler. Osmanlıdan kalma camiler her ne yıkıldıysalar da ayakta kalanlarda beş vakit ezan okunmaktadır. Özellikle Makedonya’nın başkenti olan Üsküp’e gittiğinizde burasını gerçekten bir Osmanlı şehri olduğunu hemen fark edeceksiniz. Camilerde vazifeli olan imamlar yerli ve Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından atanan imamlardır. Türkiye Diyaneti tarafından atanan imamlar sahipsiz yani imamsız olan camileri gönderilmektedir.
90
İSLAM DÜNYASI
Makedonya’nın her yerinde İslam’ı ayni şekilde yaşanmamaktadır. Tüm Makedonya’yı bir tur atsanız ve küçük bir ülke olduğu için bunu çok rahat bir şekilde yapabilirsiniz, göreceksiniz ki gerçekten İslam’dan uzak kalmış Türklere rastlayacaksınız. Makedonya’nın batı kesiminde bulunan başta başkent Üsküp, Gostivar, Kalkandelen, Manastır gibi şehirlerde İslam daha iyi bilinmekte ve yaşanmaktadır. Doğu Makedonya (burada Makedonya’yı bölge bölge ayırmak gibi bir niyetim yok. Makedonya’daki Türkler bunu kullanmaktadırlar) dediğimiz bölgede yaşayan Müslüman özellikle Türkler İslam’ı adeta unutmuş ya da unutturulmuşlar. Ben kendi yaşadığı köyümde ve çevre köylerde son zamanlara kadar sadece Elhamdülillah (Türküm) Müslüman’ım diyebiliyorlardı. Kelime-i Şehadet, KeBiz lime-i Tevhid 32 farz, 54 farz ve diğer dini bilgiler olsun bunlardan hiç haberdar Makedondeğillerdi. Son birkaç yıldır Türkiye ya’daki Müstarafından gönderilen imamlar lümanlar olarak ve farklı cemaatler sayesinde ümidimizi yitirVehhabiler hariç gün geçtikçe medik inşallah gün İslam’ı yeniden öğrenilmeye gelecek Müslüve yaşanılmaya başlandı. Birde şunu unutmamak gerekir manlar hem Makeki bu Türkler dağlık köylerde donya’da hem de yaşamaları hasebiyle asimilasdiğer ülkelerde yona uğramamışlardır. Bunun iktidarı elinde için kendi aralarında alışveriş ve bulundurakız alıp vermelerle dil, örf ve adetlecak. rini korudular. Bu çok bariz bir şekilde ortadadır. Makedonya’daki Müslümanlar özellikle köyde yaşamakta olanlar tarımla geçimlerini sağlamaktadırlar. Bazılarının ailelerinden bir veya iki kişi genellikle babalar Avrupa Birliği ülkelerinde çalışıp ailelerine maddi yardım göndererek ailelerinin geçimlerini sağlamaktadırlar. Makedonya’daki Müslümanların çoğu işsiz durumdadır. İşsiz olmalarının sebepleri ise Makedonya’da işsizlik oranın en son rakamlara göre %28.7 civarında olmasıdır. Diğer yandan Türklerin eğitimden uzak kalmış olmaları, eğitimli olanlarda devlet memurluğuna Müslüman olmalarından dolayı dışlanmaktadırlar ve bu sebeple işe alınanların sayısı azdır. Makedonya’daki Türklere kıyasen Arnavut kardeşlerimiz eğitim seviyesinde bir iki adım önde gitmektedirler.
Fakat son yıllara baktığımızda hem zorunlu eğitim sebebiyle hem de Türklerin uyanmasıyla eğitim seviyelerinde ciddi bir artış vardır. Bugün Makedonya’da Müslümanlar ibadetlerini serbest bir şekilde yerine getirseler de, bundan rahatsız olan Hıristiyanların var olduğunu düşünüyorum. Size bir hatıramı anlatmak istiyorum. Benim okumuş olduğum lisenin yakınına bir kilise inşa edildi. Bu kiliseden çok sesli bir şekilde zil sesleri geliyordu. Her gün çalıyor ve ne zaman çaldığını da kestiremiyorduk. Bir gün coğrafya dersinde iken zil çalmaya başlayınca ben Makedonca dedim ki bu ses yine başladı. Coğrafya öğretmenimiz bu dediğimi duydu ve rahatsızlığını dile getirerek bana aynen şöyle dedi sizin de ama hocanız camide günde beş vakit şarkı söylüyor dedi. Ben bundan şu sonucu çıkarıyorum demek ki onlar Ezan sesinden bile rahatsız oluyorlar. Makedonya’nın başkenti olan Üsküp’ü ziyaret edenler Vodno dağında ki 66 metre uzunluğunda Milenyum Hacına rastlayacaklardır. Bu hac dünyanın en büyük haclarından birisi konumundadır. Bu hac Hıristiyanlığın sözde 2000’ici yılı adına yapıldıysa da Müslümanlar tarafından büyük bir tepki ilen karşılanmıştır ve bunun amacı Müslümanları kışkırtmak amaçlı olarak nitelen-
dirilmiştir. Kışkırtmak amaçlı olduğuna bende katılıyorum. Çünkü Hıristiyanlığın 2000’inci yılı adını bu hac yapıldıysa aklımıza şu soru geliyor. Peki Makedonya’nın tüm şehirlerinde en yüksek tepelerine dikilen haclar amacı ney o zaman? Elbette ki Müslümanları tepkilerini çekerek ortamı germek ve Müslümanları rahatsız etmektir. Müslümanlarda bu hac olayından sonra Osmanlıdan sonra yerinde yeller esen ve Üsküp’ün merkezinde bulunan Burmalı Cami’yi inşa etmek istediklerini öne sürünce kıyametler koptu. Hıristiyanlarda bizde bunu yanına bir Kilise inşa edeceğiz dediler. Nerdeyse Müslümanlar ve Hıristiyanlar birbirine gireceklerdi ki hükümet devreye girdi. Hükümet ise buraya “Üsküp 2014 Projesi” adı altında heykeller dikmeye başladı. O tarihi muhteşem şehir adeta devasa heykellerle putlar şehrine dönüşmüş oldu. Ne yazık ki Müslümanlar pekte seslerini çıkartamadılar. Ne diyordu Yahya Kemal Beyatlı Üsküp için: Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır, Evlâd ı fâtihâna onun yâdigârıdır. Fîruze kubbelerle bizim şehrimizdi o; Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle bizdi o. Üsküp ki Şar Dağında devâmıydı Bursa’nın. Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın. Yahya Kemal Beyatlı Üsküp’ü şimdi görse idi, inanıyorum ki çok üzülürdü. 500 yıllık Osmanlı’nın önemli şehirlerinden birine siz kalkıp ta tarihi bir görünüm vermeye çalışıyorsunuz. Hem de ne ilen yeni binalara ve heykellere inşa ederek tarihi bir görünüm vererek. Bu hükümet ya da bu “Üsküp 2014 Projesi”ni ortaya atanlar herhalde tarihten haberleri yok. Üsküp zaten tarihi bir şehir, bu şehir tarih kokuyor tarih. Bu proje ilen birlikte Hıristiyanlığı ve İslam’ı çatışma noktasına getiriyorsunuz hem de bütçede ne varsa bu proje için kullanıyorsun ve işçilerin maaşlarını veremiyorsunuz.
Bu proje için gerekçe ne imiş efendim tarihten yani binlerce yıldan beri bir Makedon kimliğinin var olduğu ispat etmekmiş. Bu çok absürt bir şeydir. Bu projeyi yapacağına arkeolojik kazılar yap kesin deliller ortaya koy. Zaten Makedonya sınırları içinde tarihi kentlere rastlamak mümkün. Nasıl ki Roma’dan kalma Stobi ve Herakleya adında tarihi kentleri gün yüzüne çıkardıysanız. İskender’in de MaHer ne kadar Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun ilk yıllarında kedon olduğu gerçek delilMisak-ı Milli sınırları dışındaki Türklerle ilgilenmiyoruz delerle ispat etsinler diyorum. Buna muhalefet olsun diye diyse de biz biliyorduk ki bir gün Erdoğan gibi bir lider gelebizde Müslümanlar olarak cek hem Balkanlara hem Orta Doğu’ya ve hem de tüm İslam Osmanlıdan kalan ve daha Dünyasına seslenecek.
ÖZEL SAYI
91
sonra yıkılarak yerle bir olan eserleri gün yüzüne çıkaracağız desek ve Makedonya devletinden destek istesek acaba yardım edecekler mi? Bütçeden belli bir pay bize ayarlayacaklar mı? Cevabım hayır diyorum. Çünkü benim Radoviş dediğimiz şehrimde Osmanlıdan kalma sadece bir minareye rastlamaktayız. Fakat sadece minaresi var ve caminin yerinde ise Makedonya kurtuluşu için mücadele edenlerin isimleri yazan heykelleri var. Biz Makedonya Müslümanları camiyi yeniden inşa edelim demedik sadece minareyi restore etmek istedik. TİKA tarafından Minarenin restorasyonu için işlemler başladı. Fakat kısa bir süre sonra duydum ki restorasyonuna izin verilmemiş ve minare kendiliğinden yıkılmak üzere. Bunu gibi birkaç örnek var. Müslümanların sesi niye çıkmıyor? Hem sesimiz çıkmıyor hem de çıkarttırılmıyor. Birde ben şunu söyleyebilirim; Eğer Türkiye Cumhuriyeti olmasa idi Bosna gibi Balkanların diğer ülkelerinde de soykırım yaşanacaktı. “YÜCELCİLER 1947” kitabının yazarı olan hem de Yücelciler teşkilatın üyesi olan Mehmed Ardıcı hatıra kitabında şöyle diyor: A benim Anadolu’nun “Kıravatlı takımı”; cihan ağalığınız bizim için, Balkanlar için biraz harcedeydiniz bari… Bunca Müslüman boğazlanırken pek ala müdahale edebilir, en azından daha fazla kanımızın dökülmesine müsaade ettirmemiş olurdunuz. M. Ardıcı. diğer bir paragrafında ise şöyle diyor: Açıkça söylüyorum; Türkiye’nin kulaklarını tıkayarak oturması ne acıdır ki devrin siyasi liderlerinden sadır olan “Misak-ı Milli hudutları dışında Türk unsuru kabul etmiyoruz” kelamı karşımızdakilerin teşvik görmesi, aferinleri manasındadır. Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun ilk yıllarında Misak-ı Milli sınırları dışındaki Türklerle ilgilenmiyoruz dediyse de biz biliyorduk ki bir gün Erdoğan gibi bir lider gelecek hem Balkanlara hem Orta Doğu’ya ve hem de tüm İslam Dünyasına seslenecek. Bu yüzden Balkanlarda “Dik Dur Eğilme Balkanlar Seninle” sloganları boşuna
92
İSLAM DÜNYASI
atılmadı. Ben şunu kesin olarak söyleyebilirim ki Türkiye ne kadar daha fazla güçlü olursa biz Müslümanlar Balkanlarda rahat edeceğiz ve bizlere dokunamayacaklardır. Son birkaç yıldır Türkiye’nin durumu iyiye gittiğinden dolayı bizlerde Balkanlarda iyiye gidiyoruz. Her ne kadar baskılar sorunlar olsa da biz buna da Elhamdülillah diyoruz çünkü atalarımız daha büyük sıkıntılar çekmişler canlarından ve vatanlarından olmuşlar. Öyle ki Balkanlarda yaşamakta olan her Müslüman ailesinin kesinlikle ve kesinlikle Türkiye’de en az bir akrabası vardır ve onlara neden göç ettiğinizi sorduğunuzda dedelerinin ve ninelerinin onlara anlatmış oldukları sıkıntıları size anlatacaklardır. Son olarak Makedonya’da İslam yaşanıyor ve iyi durumda olmasına rağmen Osmanlı’dan sonra oluşan boşluk hala doldurulmuş değildir. Bunun en iyi örneği hem Makedonya’dan hem de diğer Balkan ülkelerindeki genç Müslümanların terör örgütü olan IŞİD (Irak ve Şam İslam Devleti)’e katılıyor olmalarıdır. IŞİD’e katılmalarının sebebi ise gençlerin uzun süre İslam’dan yoksun kalmış olmaları ve artık Batılı hayat tarzı onları tatmin etmiyor olmasıdır. Diğer bir yandan gençler arasındaki işsizlik de bunu teşvik etmektedir. O yüzden acilen gençlerimize sahip çıkmalıyız. İslam’ı onlara en iyi şekilde anlatmalıyız. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) ne buyurmuştu: “Ben size iki emanet bırakıyorum bunlara sımsıkı sarıldıkça asla yolunuzu şaşırmayacaksınız. Bu iki emanet benim Sünneti ve Kuran-ı Kerim’dir. Allah’ın izni ile her şey İslam’a göre şekillenecektir. Ama bizler Müslümanlar olarak Efendimizin ve Kuran’ın emirlerine göre hareket etmeliyiz. Bunları da sahabelerin hayatlarına bakarak öğrenmeliyiz. Allah tüm Müslüman kardeşlerimi ailesine, vatanına, milletine ve dinine hayırlı birer şahsiyet olmayı nasip eylesin.
Arnavutluk’ta Hristiyanlığın Etkisi Baki Kurti - Arnavutluk
A
rnavutluk, önce Yunanlıların daha sonra sırasıyla Romalılar, Hunlar, Slavlar, Bulgarlar ve Osmanlılar vb. devlet ve halkların ayak basıp izlerini bıraktıkları bir coğrafyadır. Kimi (Arnavut) yazarlarımız genellikle “Osmanlı”nın yerine “Türk” ismini kullanmaktalar. Biz ise bu yazımızda birincisini tercih ettik. Diğer taraftan, Balkanların farklı ülkelerinde yaşayan birçok Arnavut olmakla beraber, burada kendisinden bahsedeceğimiz halkın Arnavutluk Cumhuriyeti sınırları içerisindeki halk olduğunu belirtmek isteriz. Yukarıda zikrettiğimiz devletler Arnavutluk halkında derin izler bırakmıştır. Bu izlere Arnavut halkının gelenek ve göreneklerinde yahut bazı bölge ve şehirde veyahut da yerel halkın taşıdığı isimlerde rastlamak mümkündür. Dolayısıyla konumuz olan Hıristiyanlığın Arnavutluk’a etkisinin iyi kavranabilmesi için Arnavut halkının batılılaşma sürecini de ele almak zorunluluğu hissediyoruz. Çünkü Hıristiyan Batı dünyasının hayatın birçok alanındaki büyük ilerlemeleri olmasaydı Arnavutlar Hıristiyanlığın cazibesine bu kadar kapılmazlardı diye düşünüyoruz. İşte bundan dolayı Arnavutların Batılılaşma sürecinin izini sürmemiz gerekmektedir. Tespit ettiğimiz kadarıyla, Arnavutlar Batı dünyasının ilerlemesinde Hıristiyanlığın büyük katkısı olduğunu düşünürler. Nitekim ister Hıristiyan olsun ister Müslüman olsun bir Arnavutluk vatandaşına bu düşüncenin
Batı medeniyetinin cazibesi olmasaydı Hristiyanlığın Arnavutluk’ta yayılması pek mümkün değildi
“
aksini ispat etmeye kalkarsanız, ‘Madem öyle niçin İslam dünyası bu kadar geri kalmıştır ?’ sorusunu soracaktır. Bu da göstermektedir ki Arnavut halkı umumiyetle İslam dünyasının geri kalmışlığını İslam dinine bağlamaktadır. Belli oranda okumuş ve eğitim görmüş bir kitle hariç, Arnavut halkının bu konudaki efkâr-ı umumisi budur. Halk, Batı’nın, kendisi sayesinde ilerlediği Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinin Hristiyanlık diniyle ilişkili olmadığı, bilakis laik bir içerikte ve özellikte olduğunu nereden bilsin?
20. asrın ilk çeyreği Osmanlı’nın Balkanlardaki gücünün ve nüfuzunun çok azaldığı ve Arnavut elit tabakasının gözünde eski ihtişamını yitirmeye başladığı bir dönemdir. Elit kesiminin, bir ülke ve toplumu yöneten, ona yön veren ve bu toplumun kendilerini örnek aldığı bir kesim olduğunu hatırımızdan çıkarmamamız gerekir. Batı kültürünün tipik bir özelliği olan balo türü eğlenceler artık Arnavut elit kesiminin hayatının birer parçası olmaya başlamıştı. Giyim kuşamda da batılılar taklit edilmeye başlanmıştı. 1912 hükümetinin ardından 1924’te kurulan yeni hükümet Fransa yönetim sistemini örnek alarak laik bir iktidar sistemini benimsemiştir. Zamanın Arnavutluk devlet başkanı Ahmet Zogu, halkı modernleştirme adına Batı kültürüne alıştırmaya çalışıyordu. Zamanla, Müslüman kadınların peçe takmaları yasaklandı. Ahmet Zogu da toplumunun %70’ine yakın Müslüman olan bir ülkenin sokaklarında başı açık
ÖZEL SAYI
93
eşi ve kızlarıyla gezerek yeni düzenin temsiliyetini yapıyordu. Arnavutluk’un komünist rejimi de ideolojik açıdan Batı’ya muhalif olduğu ve Enver Hoca başta olmak üzere bütün devlet kadrosu modern bir hayat sürmedikleri halde yeni nesilde, iktidardakilerin iradesi hilafına, güçlü bir Batı kültürü hayranlığı gözlemleniyordu. 60’lı yıllarda Arnavut toplumunda Batı’ya karşı büyük bir hayranlık doğmuş, tercüme edilen ve büyük bir ilgiyle takip edilen Batı edebiyatının şaheserleri yanında, batı medyası ve müziği de toplum üzerinde etkili olmaya başlamıştı. Özellikle Arnavutluğun başkenti ve en büyük şehri olan Tiran halkı tiyatrolara giderek buralarda tiyatroya uyarlanarak sahnelenen batılı yazarların şaheserlerini izliyordu (Spartak Ngjela, “Perkulja Dhe Renia E Tiranise Shqiptare, C. I, ss. 286-287). İtalya’da her yıl düzenlenen “San Remo” adlı şarkı yarışmasının bir benzeri ya da taklidi diyebileceğimiz bir şarkı yarışması 1962 yılında Arnavutluk’ta düzenlenmeye başlamıştı. Aynı yarışma günümüzde de devam etmektedir. Sanat ve edebiyat alanındaki bu yenilik ve gelişmeleri aktarırken vurgulamaya çalıştığımız nokta toplum mühendisliğinde, başka bir ifadeyle topluma yön vermede sanat ve edebiyatın oynadığı mühim roldür. Batılılaşan bu elit kesimini örnek alan normal halkın bazı gelenek ve göreneklerinde de değişiklikler başlamıştı. Tabi ki bu değişikliklerin nerede ve ne zaman başladığını tespit etmek zordur. Şahsî olarak değişikliklerin zamanına yetişemediğimizden dolayı aktardığımız bilgiler bizden önceki nesle dayanmaktadır. Örneğin 70’li yıllarda, Müslüman kesimin düğünlerini ev içinde bayanlar erkeklerden ayrı odalarda düzenlerdi. Bu kesim, zamanla Hıristiyanları taklit ederek erkeklerin bayanlarla karışık olduğu kır düğünleri düzenlemeye ve çekilen alayların yanında danslar da etmeye başlamıştı. Alkol da artık yıllardır yapılan düğün ve sıradan kutlamalarda da ikram edilip tüketiliyor. Komünist dönemde bütün dinler yasaklandığı için Müslüman kesim doğan çocuklarına isimlerinin kaynağına bakmadan Hıristiyan isimleri koymaya başladılar. Bu ve benzeri sebeplerle bu dönemde doğanlarda isimleri Aleksander,
94
İSLAM DÜNYASI
Albert, Robert, Roland, Leonard, Aferdita, Raymonda (kız), Edmond olan birçok Müslümanla karşılaşabilirsiniz. Çünkü dinlerin yasaklanmasından sonra halkın nazarında Hıristiyan veya Müslüman aynı durumdadır. Devlet, bu isimleri yasaklamaktaki gerekçesini “eski isimler” olarak belirtmişse de, devletin doğan çocuklara dini isimler konmasına sıcak bakmamasındaki asıl neden bu isimlerin dini olmasıydı. Dolayısıyla yeni doğan çocuğunun ismini nüfus müdürlüğünde kaydettirmeye giden bir baba, çocuğuna dini bir isim vermek istiyor idiyse, çok uğraş vermesi gerekiyordu. Ancak dikkat ettiyseniz yukarıda örnek olarak belirttiğimiz isimler Hristiyan olmayıp pagan kültürüne ait olduğu halde yine de Hıristiyan dünyasından gelme isimlerdir. Bu isimler halka daha cazip, daha modern geliyordu. Hıristiyan kesimde bu durumun nasıl olduğunu bilmiyoruz, ancak Müslümanlarda Abdullah, Muhammed, Muharrem, Zeynep, Emine gibi isimleri taşıyan küçük çocukların sayısı azalmıştı. Artık çocuklar bu isimleri dede veya ninesinin ismi olduğu için taşıyordu. Kendi baba ve annesinin ismini çocuğuna koymak Arnavutlar arasında da yaşatılan bir adet olduğundan dolayı ancak bazı çocuklar yukarıdaki isimleri taşıyabiliyordu. Bu adet de son yıllarda kaybolmaya başlamış bulunmaktadır. Komünist rejime ait olan bu tablo tahmin edileceği gibi bu rejimden sonraki kuşağın da geleceğini belirlemiş ve yolunu çizmiştir. Komünizmden kapitalizme
geçen Arnavutlar Batı kültürüne karşı müthiş bir açılım yaptılar. Yıllarca yurt dışına çıkması rejim tarafından yasaklanan bu halk bakışlarını Doğuya değil de hemen Batıya çevirdi. Doğu, içinde barındırdığı İslam dünyasıyla birlikte cazibesini yitirmişti. Batı, hiçbir şey vaat edemeyen Doğunun tersine Arnavutlara komünizmde sahip olamadıkları özgürlük, para, refah, bolluk vb. birçok şeyi vaat ediyordu. Arnavutlar artık kimseye kanını emdirmeden bunları elde edebileceklerini düşünüyorlardı. Televizyonda verilen eğlence programlarında ve filmlerde hep Batı kültürü empoze edildiğinden dolayı belirli bir alışkanlığa ulaşmış olan Arnavutlar 60 ve 70’li yıllara kadar yaptığı gibi Batı modasını ve sanatını tekrar taklit etmeye başladı. Gençler giyimlerinde filmlerde gördükleri yabancı aktör ve şarkıcılara özenmeye başladılar. Ne ifade ettiğine bakmadan ve arka planını araştırmadan, sevdiği ve hayranı olduğu aktör veya rock şarkıcısının taktığı haçlı kolyeyi, Müslüman kesimden gençler de takıp haçlı kolyeyle toplum içerisinde dolaşmaya başladılar. Yazımızın başında zikrettiğimiz devlet ve güçler, Arnavutluk topraklarına istila ederken kültürlerinin yanında dinlerini de getirdiler. Batı medeniyeti de aynı özellikleri taşıyarak Arnavutluk’u istila etti. Misyonerlik faaliyetleri de tekrar dirilmeye başladı. Nitekim günümüz Arnavutluk tablosuna şöyle bir göz atacak olursak şunları görebiliriz: Son yıllarda Arnavutlukta Protestan misyonerlerin sayısı artmış durumdadır. Arnavutluk Dinler Komisyonu başkanının raporuna göre, Arnavutluk’ta çoğu Protestan cemaat olmak üzere, 180 civarında dini faaliyet gösteren organizasyon bulunmaktadır. Oysa gerçek rakam bu raporun gösterdi-
ği sayıdan daha fazladır. Çünkü birçok dini grup resmi olmadığı için herhangi bir yere kayıtlı değildir. ABD’nin hazırladığı ve Tiran Amerikan Büyükelçiliği tarafından yayınlanan rapora göre 2004 yılında 1.084 misyoner Arnavutluk’ta oturma izni almıştır (Eduart Caka, Balkan Araştırmaları Dergisi, S. I, ss. 13-14.) ki ifade ettiğimiz üzere bunların çoğu Protestan cemaatlere mensup misyonerlerdir. Arnavutluk halkına dönecek olursak, bir kısım Müslüman kesimin İslamî kimliğini yitirmekte olduğu söylenebilir. Çocuğuna Hıristiyan ismi takan ve daha iyi bir hayat için İtalya vb. Batı ülkelerine göç eden, hatta oradaki dini bayramları kutlamaya başlamış bulunan aileler mevcuttur. Kimi Müslüman ailelerde ne ifade ettiği merak edilmeden yurt dışından getirilip evde süs olarak kullanılan ikonlar da görülebilmektedir. Yine benzer ikonları kimi Müslüman mezarlarında beton şeklinde görmeniz de mümkündür. Yazımızda vermeye çalıştığımız bu örneklerin Hıristiyanlıkla doğrudan ne kadar alakalı olduğunu maalesef tespit edebilecek durumda değiliz. Nitekim Batı kaynaklı her şeyin Hıristiyanlıktan geldiğini kabul edemeyiz. Fakat başta ifade ettiğimiz üzere Hristiyanlık, gelişmiş ve ilerlemiş Batı kültüründen harmanlanmış olarak Arnavutlara sunulduğu için halk tarafından kabulünün daha kolay olmuş olduğunu gözlemleyebiliriz. Kısaca, eğer Batı medeniyetinin cazibesi olmasaydı Hristiyanlığın Arnavutluk’ta yayılması pek mümkün değildi diye kanaat etmekteyiz. Nitekim Komünizmin yıkılışından sonra Arnavutluk’ta bulunan üç Hıristiyan mezhepten biri olan ve Batıda daha çok rağbet gören Protestanlığın Ortodoks ve Katoliklikten daha hızlı yayılmış olması bu kanaatimizi desteklemektedir.
ÖZEL SAYI
95
KUZEY AVRUPA’NIN KALBİ
İSVEÇ’TE İSLAM
İ
Suphi Uğur Çörekçi - Türkiye
sveç İskandinavya yarım adasının yüzölçümü ve nüfus olarak en büyük ülkesidir. İsveç’te 9.5 milyonluk ülke nüfusundan 500 bini Müslüman’dır. İsveç’in Müslümanlarla ilk teması meşhur kralları Şarkelyn’nin Rus Çarlığı’na yenilmesiyle ülkeden kaçıp Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmıştır. Ardından Osmanlı İmparatorluğu’yla Rus Çarlığı arasında Prut Ovası’nda meşhur Prut Savaşı cereyan etmiş; savaş Osmanlı’nın Baltacı Mehmet Paşa komutasındaki ordusunun, Çar I. Petro’yu ağır yenilgiye uğratmasıyla neticelenmiştir. Savaşın akabinde İsveç kralı Osmanlı askerleriyle birlikte İsveç’e dönmüştür. Hatta Osmanlı askerleri Demirbaş Şarkelyn’i bugün “Askarbyten” diye anılan yerde teslim etmişler. Bir rivayete göre burada yaşamışlar ve buranın ismini verdikleri rivayet edilir. Günümüzde İslamiyet’le şereflenenlerin sayısı İsveç’te her geçen gün artıyor. Son birkaç yılda İslamiyet’i seçen, özellikle kadınların nüfusu 10 bine yaklaşmış durumda. Tarihsel olarak Müslümanlık İsveç’te gerçek anlamda Müslüman seyyahlar ve diplomatlarla başlamış, 1960’lı yıllarda buralara göçmen olarak gelen Türklerle yayılmış. İsveç’teki Müslümanlar ülke genelinde 4 büyük şehirde toplanmış. Başta başkent Stockholm, Upssala, Malmö, Göteburg’da yaşıyorlar. Bu şehirlerin hepsinde de muhteşem camiler var. Türkiyeli Müslümanlar dışında Orta Doğu’dan başta Filistinliler olmak üzere Suriyeli ve Iraklı gerek mülteci gerekse de İsveç vatandaşı göçmenler mevcuttur. Ayrıca 1992’deki Somali ve Eritre’deki karışıklıklardan ötürü Somalili ve Eritreli, hatta Etiyopyalı Doğu Afrikalı Müslümanlar da bulunmaktadır. Bunun dışında Hint yarımadasından başta Pakistan olmak üzere Hindistan ve Bangladeşli Müslümanlar da mevcuttur. Her bir Müslüman millet kendi yaşadıkları banliyölerde cami veya mescitlerini yapmış olup ibadetlerini yerine getirmektedirler. Hatta bazı banliyölerde Stokholm’de Tensta, Rinkeby, Akalla gibi yerlerin okullarında öğrencilere domuz eti verilmesi yasaktır.
96
İSLAM DÜNYASI
Özgün bir İsveç İslam anlayışı için Müslüman göçmenlerin yaptırdığı yeni camiler büyük öneme sahiptir. Örneğin, Stokholm şehrine bağlı Fidja (Fidya) banliyösünde Fidya Belediye Meclisinin kararıyla cuma namazı, ezan hoparlörden verilebilmektedir. Bunun dışında Güney Stockholm olarak bilinen şehrin kültür ve entelektüel kalbi olan Medborijaplatsen’de büyük bir cami ve kültür merkezi mevcuttur. Bu cami sadece bir ibadethane olmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal bir merkez görevi de görüyor. İsveçliler için zaman zaman cami turları düzenleniyor. Helena Benauoda, Müslüman Konseyi başkanı olarak, bu ülkede Müslüman olan en önemli şahsiyetlerden ve İslam’ı kucaklayan binlerce İsveçli kadından sadece biri. Benauoda, “9 yaşımdan beri sorularıma cevap arıyordum. Gerekli bütün mantıklı cevapları da İslam’da buldum.” diyor. Müslümanlığı seçenleri etkileyen çok daha farklı unsurlar da var. İsveç’te Uppsala Üniversitesinde Müslüman olan kadınların hayatıyla alakalı doktora tezi yazan Madeleine Sultan Sjopvist, birçok kadının din, toplum, aile ve cinsiyet ile alakalı bilgi edinimine açık olduğunu belirtiyor. Kübalı bir baba ile İsveçli bir annenin oğlu olan ve 15 yaşındayken İslamiyet’i tercih eden Johan Gillman “İslam gizli bir şey ya da saklı yerlerde yaşanan bir din olarak düşünülüyordu. Şimdi ise İslam çok daha açık bir şekilde yaşanıyor. Artık dinimi yaşarken biri gelir de bir şey söyler, müdahale eder diye bir korkum yok. Dinimin emirlerini yerine getirirken son derece rahatım.” diyor. Sonradan Müslüman olan İsveçli bayanlardan İman Granath da “Seçimimde en önemli etken dürüst, adil yetiştirilmiş olmamdı. Gerçekten de İslam’la ilgili bir şeyler okumaya başladığım zaman, ailemin beni yetiştirdiği değerlere uygun olduğunu gördüm.” ifadelerini kullanıyor. İsveç’te son yıllarda birbirinden muhteşem camiler, ibadetin yanı sıra kültürel buluşmaların da merkezi oluyor. Bu camiler çoğu zaman yukarıda belirtiğimiz üzere ihtida öykülerine de konu olmaktadır.
MAMUŞA’nın TARİHİ Erol Morina, Haşim Morina - Kosova
M
amuşa tamamına yakınını Türklerin oluşturduğu bir beldedir. Herhangi bir Anadolu kasabasından hiçbir farkı yoktur. Belde 21 Haziran 1455’te Prizren, Fatih Sultan Mehmet döneminde fethedilince Tokat ve Ürgüp civarından getirilen Türk aileler bu bölgeye yerleştirilmeye başlanmıştır. 1539 yılına ait tasdiklenen vakfiye senedine göre Kukli Mehmet Bey bir kervansaray inşa ettirmiştir. Beldede ilk yerleşilen bölge Topluva deresinin sol kısmında, yani bugün “Nistra” veya o dönemde yaşayan halkın deyimiyle “bahçe” adlı bölgeye yerleşmişlerdir. Rivayetlere göre kuyudan su alan kızlara sarkıntılık yapılması üzerine kavga çıkmış ve birkaç kişinin ölümü üzerine belde halkı güvenlik endişesiyle paşanın sarayına yakın bir bölgeye yerleşmişlerdir. Rivayetlere göre Mamuşa’nın ismi Mahmut Paşa’dan gelmiştir. Mahmut Paşa ve kardeşi Emin Paşa’nın beldede eserleri vardır. Mamuşa uzun yıllar Prizren’e bağlı bir köydü. Son yıllarda yapılan düzenlemelerle Belediye statüsü kazanmıştır. Mamuşa, yaptığı projelerle Kosova’nın en başarılı belediyelerinden biri olmuştur. Beldenin arazileri genelde düz ve çok verimlidir ve çok farklı ürünler yetiştirilmektedir. Mamuşa’nın toplam nüfus 5.513’tür. Belde nüfusunun tamamına yakını Türk’tür. Az sayıda Arnavut ve Rom kardeşlerimiz de yaşamaktadır. Belde Prizren, Suareka ve Rahoça belediyeleriyle komşudur. Mamuşa’dan göçle Bursa ve Manisa’ya yerleşenler de olmuştur. Kosova ve Türkiye’de yaşayan Mamuşalıların dost ve akrabalıkları devam etmektedir. Bunun dışında Alman-
ya, İsviçre ve Fransa’da işçi olarak yaşayan 1000’den fazla Mamuşalı vardır. Mamuşalıların asıl geçim kaynağı tarım ve ticarettir. Mamuşa, Hacı Ömer Lütfü okulunda 1951 yılından beri Türkiye Türkçesiyle eğitim verilmektedir. Mamuşa’nın tarihi 500 yıldan eski olmasına rağmen tarihi hakkında herhangi bir belge yoktur. Bize ulaşan bilgiler atalarımızdan günümüze aktarılarak gelmiştir. MAMUŞA’DA DİNİ HİZMETLER Belde halkının tamamı Müslüman’dır ve iki camimiz bulunmaktadır. Camilerimiz Kosova, Prizren İslam Birliğine bağlıdır. Masraflar ise belde sakinleri tarafından temin edilmektedir. Mamuşa’nın kuruluşuyla beraber kurulan Kamber Bey Camii zamanla yıklmış olup yerine Yeni Cami kurulmuştur. Caminin avlusuna bir de Kuran Kursu kurulmuştur. Yurtdışında okumak isteyen öğrencilerimiz Türkiye Cumhuriyetinde İmam-Hatip liseleirnde okumaktadırlar. Sonrasında üniversiteye de Türkiye’de devam edilmektedir. Bayram günlerinde herkes büyüklerini ziyaret eder, hal ve hatırlarını sorarlar. Fakirleri doyururi hastaları ziyaret ederler. Mamuşa’da dinini yaşayan orucunu tutan namazını kılan bir millet olduğumuz için çok mutluyuz. *Kaynak; Bahtiyar Sipahioğlu, Cemali Tunalıgil, Nüsret MORİNA, Vikipedi.
ÖZEL SAYI
97
İSLAMAFOBİA İslam’dan korkma mı, korkutma mı?
Mehmet Gündüz - Türkiye
K
elime anlamı olarak İslamafobia, “İslam’dan korkma” yani İslam korkusu demektir. Fakat gerçek manada ise “İslam’dan korkutma ve ondan nefret ettirme” anlamına gelir. Her ne kadar bu kelime ilk defa 11 Eylül saldırılarıyla gündeme gelse de, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) İslam’ı yaymaya başlamasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Yani, İslam dininin gelmesiyle İslam’a karşı olanların yaptığı bir tutum olmakla birlikte, son yıllarda gündeme gelmiş ve İslamafobia olarak adlandırılmıştır. Müslümanlara ve İslam dinine karşı duyulan nefret, ayrımcılık, kin besleme gibi duygular yine Müslümanları kullanarak özellikle Avrupa’da olmak üzere dünya üzerinde yayılmaya başlamıştır. İlk olarak nerede görüldü? İslamiyet’in yayılmasıyla birlikte İslamafobia da yayılmaya başladı. Çünkü İslam dinine karşı olanların İslam’dan korkmaları için birçok sebep vardı. İslam dini teslimiyet anlamına gelir. Yani bu dini kabul eden kişi Allah’a teslim olmakla beraber diğer dinleri reddetmektedir. İslamiyet’ten önce çok Tanrılı dine mensup olanlar ve bu yoldan zenginlik elde edenler İslamafobia’nın ilk mensuplarıydı. Ebu Cehil gibi insanlar İslam’dan korkmuş ve onu kötülemek için ellerinden geleni yapmıştır. Çünkü İslam dini her türlü sınıf ayrımına karşı çıkıyor ve insanların eşit olduğunu savunuyordu, “üstünlük takvada” diyordu. Bu da Mekke ileri gelenlerinin işine gelmiyordu. Hz. Muhamed (s.a.v.) ve İslam dini, putlara ve putperestlere karşı köklü eleştirilerde bulunuyordu. Oysa putlar, Ebu Cehil gibi müşriklerin atalarının dinini temsil ediyordu ve onların çıkarını, egemenliğini savunuyordu. Böyle bir durumda İslam’ın yayılmasını önlemek için İslam ve peygamberi hakkında fitne çıkarmak ve onu kötü olarak göstermekten başka çareleri yoktu. İşte tam olarak İslamafobia’nın çıkış noktasını, Peygamber’in gelmesiyle birlikte İs-
98
İSLAM DÜNYASI
lam’ın yayılmasını ve Ebu Cehil gibi insanların ona karşı duruşu olarak söyleyebiliriz. Avrupa Tarihindeki İlk İslamafobia ve Günümüzdeki Etkileri! Her ne kadar İslam’ın çıkışıyla birlikte görülmeye başlasa da İslamafobia’nın tarihimizdeki yeri Avrupa’da ilk Müslüman devlet olan Endülüs Emevi Devleti ile birlikte anılmaya başlamıştır. Endülüs Devleti’nin günümüzde hala yer tutmasının sebepleri tarihte birçok sanat ve fikir eserleri bırakmasıdır. Ayrıca gelenek ve kültürleri ile Avrupa’da yaşanan büyük gelişmelerin mimarı olarak kabul edilir. Birçok Avrupalı sosyolog ve araştırmacı da bu durumu onaylamaktadır. Aynı zamanda Endülüs’te Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlar birlikte yaşayarak eşine az rastlanır bir durum göstermişlerdir. Avrupa’da dil, din ve ırk bakımından karma yapıya sahip ülkeler İslam’ın hoşgörüsü yani Endülüs’ün etkisiyle birlikte refah içinde yaşamışlar ve özellikle Balkan ülkelerinde İslam dini yaşanmaya başlamıştır. MüslüGünümüzde batıya doğru Müslüman manlar olarak göçünün çoğalmasıyla birlikte İslam yine yükselişe geçmiştir. dünyaya sırtımızı Belki de günümüzdeki İslamdönüp diğer coğfobia’nın asıl nedeni İslam’ın rafyalardaki kardeştekrar bu coğrafya üzerindelerimizi unutursak ve ki etkisini göstermesinden dayanışma içinde olkaynaklanıyor olabilir. Buna mazsak İslamafobia’yı önlem olarak da İslam’ı bir medeniyet başlangıcı, kültür, durdurmak yerine bilim ve hoşgörü dini olarak onların ekmeğideğil onu terör gibi ürkütücü ne yağ sürmüş olaylarla kıtada duyurmak yoluna oluruz. gidilmiştir. Dünya için dönüm noktası olarak gösterilen ve ses getiren 11 Eylül
saldırıları bu iş için en uygun durumdu. Bu saldırılar, İslamiyet’in hoşgörü ve kardeşlik terimlerinin yerine Avrupa’da şiddet ve terör kelimeleri ile anılır olmasına sebep olmuştur. Amerika’da birçok başörtülü ve sakallı Müslüman saldırıya uğramış ve göç etmek zorunda bırakılmıştır. Geçmişte sosyologların, sanatçıların ve felsefecilerin bıraktığı sakal, bir imaj olarak görülürken şimdi terörün sembolü olarak nitelendiriliyor. 11 Eylül 2001 saldırılarını İspanya ve İngiltere’de yapılan bombalı saldırılar takip etmiştir. Konularla ilgili birçok makale ve kitap yazılarak İslam’ın terörle ilgili olarak gösterilmesi İslam’a karşı zıt görüşlerin yayılmasını kolaylaştırmıştır. Özellikle Danimarka’da Hz. Muhammed (s.a.v.) karikatürlerinin yayılmasından sonra bu durum daha da kötüye gitmiş, İslamafobia Avrupalıların ortak kaygısı haline gelmiştir. Hal Avrupa’da böyle iken Orta Doğu’yu ve Uzak Doğu’yu da unutmamak lazım. Bu coğrafyalarda Müslümanlar barbar olarak gösterilirken Kur‘an ayetleri de kullanılarak birer katil oldukları öne sürülüyor. Barbarlık terimini Nisa Suresi’ndeki bir ayeti “Onlar kadınlarını döverler.” olarak gösterip Müslümanları kadınları döven, onlara saygı duymayan bir topluluk olarak gösteriyorlar. Bakara Suresi’ndeki “Onlar sizi öldürürlerse siz de onları öldürün.” ayetlerini farklı şekilde göstererek Müslümanları katil gibi göstermektedirler. Birçok ülke ve bölgesi teknolojiden yoksun olan Asya’da, medyanın da etkisiyle bir İslamafobia korkusu oluşmaya ve yayılmaya başlamıştır. İçimizdeki İslamafobia! İslamafobia’nın günümüzdeki en yaygın örneklerinden biri de hali hazırda Afrika’da devam etmektedir. İçimiz-
deki İslamafobia dediğimiz bu gruplar, Afrika’da İslam dininin kötü tanınmasına ve Afrika’da hızla yayılan Hristiyanlığın da ekmeğine yağ sürmektedir. Somali’de El Şebab ve Nijerya’da Boko Haram örgütleri İslam dini için hizmet ettiklerini öne sürüp birçok katliam gerçekleştirmiştir. El Kaide ile bağlantısı bulunan El Şebab, Somali’de güvenlik sorunu oluştururken birçok turist ve sivil toplum kuruluşlarına da işlerini yapmada engel oluyorlar. Nijerya’da bulunan Boko Haram grubu ise 2004 yılında kurulmuş olup 2011 yılında Birleşmiş Milletler binasına, daha sonra da bir kiliseye bombalı saldırıda bulunarak Batı’nın eğitimini ve geleneğini istemediklerini dile getirmiştir. Bu olaylarda Nijerya ordusu ve Boko Haram arasında kalan birçok Müslüman sivil hayatını kaybetmiştir. Günümüzde Boko Haram, IŞİD, El Şebab gibi örgütler olduğu sürece dış güçlerin İslam dinine saldırması daha kolay olacak, İslamafobi’yi hızla yaymaya devam edeceklerdir ve birçok mazlum insan bu durum karşısında hayatından olmaya devam edecektir. Müslümanlar olarak hem dış güçlere hem de içimizdeki başıboş örgütlere karşı duruşumuzu korumalı ve İslam’ın bir terör ya da korku dini olmadığını söylemeli, dinin asıl amacını yansıtmaya devam etmeliyiz. Bunları yapmak için de ilmimizi daha da geliştirmeli ve birçok alanda onlardan üstün olmalıyız. Özellikle de, siyaset, medya, eğitim ve ekonomi konularında. Biz dediğimiz zaman aklımıza Afrika, Asya, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya gelmiyorsa önce içimizdeki gizli İslamafobia’yı yenmeliyiz. Çünkü Müslümanlar olarak dünyaya sırtımızı dönüp diğer coğrafyalardaki kardeşlerimizi unutursak ve dayanışma içinde olmazsak İslamafobia’yı durdurmak yerine onların ekmeğine yağ sürmüş oluruz.
ÖZEL SAYI
99
Makedonya’da İslâmî Kuruluşlar Seyid Emin - Makedonya
M
akedonya’da Müslümanlar 2002 yılındaki son nüfus sayımına göre % 35 civarında gösterilirken, [1] 2011 yılında iptal edilen [2] nüfus sayımlarında bu oranın % 40-45’lere çıktığı tahmin edilmektedir. 2009’dan itibaren Müslüman nüfusunun doğurganlık oranının yüzde 2,5 olması, Makedonyalı Müslümanların nüfusunun hızlı bir artış içerisinde olduğunu göstermektedir. İki milyon nüfusa sahip ülkede Müslümanların büyük çoğunluğunu Arnavut teşkil etmektedir (509,083). Türkler (77,959), Romlar (53,879), Boşnaklar (17,018) ve Torbeşler’de Makedonya İslam Birliği’nin çatısı altında temsil edilmektedir. Makedonya İslam Birliği (MİB) Makedonya’daki Müslümanları temsil eden resmi bir dini kurumdur. Makedonya’da İslam’ın yayılması Osmanlı döneminde gerçekleşmiştir. Slav ve Arnavutların bir kısmı Osmanlı ile birlikte İslam dinini kabul ederken çok sayıda Türk aile de Osmanlı Devleti’nin iskan politikaları çerçevesinde Anadolu’dan getirilerek bölgeye yerleştirilmiştir. Osmanlı döneminde devletin tamamında olduğu gibi Makedonya’daki Müslümanların din işlerinden de İstanbul’daki
100
İSLAM DÜNYASI
Şeyhü-lislam’a bağlı olan bölge müftülükleri sorumlu olmuştur. Balkanlar’ın Osmanlı hâkimiyetinden çıkmasından sonra ise bir dönem Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’nın yönetimi altında kalan Makedonya’daki Müslümanlar, Kosova, Sırbistan ve Karadağ’daki Müslümanlar ile birlikte Belgrat’ta bulunan “Yüksek Müftülük” kurumuna bağlanmıştır. Krallık döneminde tüm Yugoslavya Müslümanları merkezi Saraybosna’da olan İslam Birliği Kurumu ile temsil edilmiştir. Bu kurumun başında ise Reisu’l-Ulema ismiyle tüm krallık Müslümanlarını temsil eden şahıslar görevlendirilmiştir. 1929’da Yugoslavya Krallığı kurulduktan sonra ise Makedonya’daki Müslümanlar Üsküp’te bulunan Ulema Meclisi’ne tabi olmuş, bu kurum ise yine Saraybosna’ya bağlı kalmıştır. Makedonya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığından sonra Makedonya İslam Birliği 1994 yılında özerk ve bağımsız olarak Üsküp’te çalışmalarına devam etmiştir. Üsküp ise kurumun merkezi haline gelmiştir. MİB, dini hayatı düzenlerken referans olarak Kur’an-ı, sünneti, Hanefi mezhebinin fıkhi kaidelerini ve kendi tüzüğünü esas almıştır. Makedonya’da bulunan camiler, mescitler, tekkeler, İslam merkezleri, saat kuleleri ve gasılhaneler Makedonya İslam Birliği’nin dini yapılarını oluşturmaktadır. Makedonya’daki Müslümanların temsilcisi olan MİB; Reisul-Ulema, Riyaset, Meclis ve Müftülükler olmak üzere dört ana organdan oluşmaktadır. Makedonya İslam Birliği’nin Reisul-Ulema görevini kurumun kuruluşundan bu yana Suleyman ef. Recepi yürütmektedir. Müftülükler, MİB’in temel organı olarak sayılmaktadır. Makedonya İslam Birliği’ne bağlı 13 müftülük mevcuttur. MİB’e bağlı dini ve kültürel eğitim kurumları da bulunmaktadır. İsa Bey Medresesi, İsa Bey Kütüphanesi, İslam İlimleri Fakültesi ve İlmije derneği Makedonya İslam Birliği’ne bağlı kurumlar arasındadır. Kanunen özel öğretim kurumu olarak akreditasyon alan Üsküp’teki İslami Bilimler Fakültesi, MİB’e bağlı
Makedonya’daki Müslümanların temsilcisi olan MİB; Reisul-Ulema, Riyaset, Meclis ve Müftülükler olmak üzere dört ana organdan oluşmaktadır. [3] bir yükseköğretim kurumudur. Bu fabir benzer külte, İlahiyat fakültelerine ve mekte müfredat ile faaliyet göster makta din adamı yetiştirmeyi amaçla olmaaktif dır. MİB, eğitim konusunda sına rağmen yayın yapma hususunda zayıf kalmaktadır. Aylık el-Hilal, üç aylık İkre dergisi ve yıllık Lugat dergileri MİB’in çoğu zaman aksatarak çıkarttığı dergilerdir. [4] MİB’in misyonu Makedonya’da İslami yaşayışı planlamak, düzenlemek, koordine etmek ve uygulanmasını sağlamaktır. MİB ülkedeki Müslümanları temsil eden ve ülkedeki İslami dini yaşayışı organize eden kurumdur. Bu kurum aynı zamanda ülkedeki Müslümanların dini haklarını koruma görevini de üstlenmektedir. [5] MİB kendi görevlerini şu şekilde sıralamaktadır: “İnanç ve İslami değerlerin kultivasyonu; yeni camilerin, mescitlerin, İslam merkezlerinin, tekke ve mekteplerin kurulması ve mevcutların bakımı; eğitim kurumlarının kurulması; iyiliğin emredilmesi, kötülüğe karşı mücadele edilmesi; yayıncılık faaliyetlerinin organizasyonu; yeni vakıfların kurulması mevcut vakıfların bakım ve mülkiyetinin korunması.” , “Makedonya İslam Birliği; adaletli, şeffaf, kolektif organlarının istişaresiyle birlikte karar veren, çalışmalarında icraya danışan ve bu ilkelere bağlı ve saygılı olan bir kurumdur” denerek görev ve yetkilerini kamuoyuna duyurmuştur. Makedonya’daki Müslümanlar arasında Arnavutların çoğunlukta olması, Arnavutların bu kurumda baskın olmalarına yol açmıştır. Makedonya’daki Arnavutların İslam ile milli kimlik arasında kurdukları bağ, geleneksel olarak Kosova ve Arnavutluk’tan daha güçlü olmuştur. Makedonya devleti, Makedonya İslam Birliği’ni ülkedeki Müslüman topluluğu temsil eden özerk kurum bir taolarak nımak tadır.
Vahhabilerin yaptığı en önemli iş ise, İslam’dan uzak veya bir şekilde dinle ilgileri kesilmiş, kendilerini harama kaptırmış gençlere İslam’ı tekrardan hatırlatmaktır.
Resmiyette böyle gözükmesine rağmen uygulamada bu dini kurumun siyasiler tarafından manipüle edilebildiğini ve MİB’in özerkliğinin gölgelenmeye çalışıldığı iddia edilmektedir. Makedonya devleti, ülkedeki dini kurumların finansmanına karışmamakta ve katkı sağlamamaktadır. Bu yüzden MİB’in finansmanı da ülkedeki Müslüman cemaatin gönüllü katkıları, kurum üyeleri ve MİB’e ait vakıflardan elde edilen gelirler ile sağlanmaktadır. Ancak bu gelirler çoğu zaman dini kurumların ihtiyaçlarını karşılayamamakta ve ülkedeki dini görevlilerin maaş alamamasına neden olmaktadır. Bu sorunlar da ülkedeki din adamlarının motivasyon kaybı yaşamasına ve geçimlerini sağlamak için farklı alanlara yönelmesine yol açmaktadır. Mali yetersizlikler, kaçınılmaz olarak MİB’in kurumsal gücünü ve toplumdaki etkisini zayıflatmakta ve ülkedeki Müslüman topluluğunu farklı İslam anlayışlarının [7] etkisine açık bırakmaktadır. Makedonya İslam Birliği’nin görevlerini ne denli yerine getirdiği konusu tartışmaya açıkken, bu kurumun boşluklarını cemaatler ve sivil toplum teşkilatları doldurmaya çalışmaktadır. Arap ülkelerinde ilahiyat eğitimi gören yeni nesil imamlar, okudukları bölgelerde yerleşmiş İslam modellerinin etkisi altında kalmaktadırlar. Özellikle MİB’in benimsediği Hanefî mezhebinin yaygınlığının son yıllarda Vahhabiler tarafından kırılmaya çalışıldığı ifade edilmektedir. Kendi içinde ve dışında belirli sorunlar yaşayan Makedonya İslam Birliği’nin kurumsal olarak bazı bölgelerde etkisiz kalması, o bölgelerin Vahhabilerin kontrolüne geç[8] mesine dahi neden olmaktadır. Vahhabilerin yaptığı en önemli iş ise, İslam’dan uzak veya bir şekilde
ÖZEL SAYI
101
dinle ilgileri kesilmiş, kendilerini harama kaptırmış gençlere İslam’ı tekrardan hatırlatmaktır. Vahhabi grupların dışında ülkede birçok dernek ve vakıf bulunmaktadır. Yardımlaşma alanında, “El – Hilal” yardımlaşma derneği [9] (ki Kosova Savaşı’nda çok önemli çalışmalara imza atmıştır); “Merhamet” kültür ve yardımlaşma derneği; “İyilik Başağı” yardımlaşma derneği; ve “Ensar” kültür ve yardımlaşma derneği öne çıkan derneklerdir. Bu dernekler Türkiye’den başta İHH olmak üzere diğer vakıf ve belediyeler ile birlikte çalışarak faaliyet gösterirler. Eğitim ve sanat alanında İslami değerleri ön plana çıkararak çalışan dernekler ise: “Vizion – M” kültür derneği; ”Forumi Rinor İslam (İslam Gençlik Forumu)” [10] ve “Köprü” kültür sanat ve eğitim dernekleridir. Bu derneklerin en büyük amacı inançlı, bilinçli gençler yetiştirmek olarak görülmektedir. Bu derneklerde gençlere yönelik ilmî sohbetler düzenlenmektedir. Halkın isteklerine paralel bir şekilde konferans, panel ve sempozyumlar yapılmaktadır. Ayrıca bölgedeki gençlerin (entellektüel adaylarının) ve entellektüellerin edebi yazılarını ve güncel konulardaki fikirlerini beyan edebilecekleri dergiler çıkarılmaktadır (“Köprü” ve “Shenja” dergileri bunlara örnektir). Yukarıda da bahsettiğimiz üzere Makedonya İslam Birliği yayın yapma konusunda zayıf kalmıştır. Bu alanda Logos-A [11] yayınevi Makedonya’da İslami eserlerin yayınlanması konusunda öncülük etmiştir. 1989 yılının son aylarında Mehmet Akif Ersoy ismiyle kurulan yayınevi ilk sekiz kitabını bu isimle bastıktan sonra değişik nedenlerden dolayı ismini Logos-A olarak değiştirmiştir. Yayınevinin resmen kurulmasından önce de komünist rejimin baskısına rağmen Türkiye ve Arap dünyasından birçok kitap gizli olarak ülkeye getirilmiştir. Logos’un bastığı ilk Arnavutça kitap, 1987 yılında merhum Aliya İzzetbegoviç’in İslam Deklarasyonu adlı kitabının çevirisidir. Logos - A yayınevi sahibi Adnan İsmaili yayınevi kurma fikrini şöyle açıklıyor: “Değişen koşullar Müslümanların da özel yayınevi kurma girişimlerini tetikledi. Baskı ve zorluklar da göze alınarak bizim Logos-A yayınevinin hayat hikâyesi başladı. Bu süreçte 1990 yılında Arnavut dünyasında, dolayısıyla Kosova, Arnavutluk ve Makedonya’da faaliyet gösteren Logos-A yayınevini kurmak bir grup arkadaş
102
İSLAM DÜNYASI
olan bizlere nasip oldu ve bu yayınevi ilk İslamî kitapları basmakla müşerref oldu. Bu öyle bir süreç ki tabiri caizse fikrî anlamda susuz kaldığımız bir dönemdi”. [12] Basılan sayısız kitaptan, Seyyid Hüseyn Nasr’ın ve Muhammed İkbal’in kitapları, yine Aliya İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı arasında İslam kitabı, Necmettin Erbakan Hocanın kitabı, Necip Fazıl’ın Çilesi; Mevlânâ’nın Mesnevîsi; Mehmet Akif’in Safahatı keza Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması ve Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabı öne çıkan eserlerdir. Bu kuruluşları bir bakıma Makedonya’daki müslüman halkın aynası olarak nitelendirmek mümkün. Bu kurumlar Makedonya’da İslami değerlerin korunması ve devam etmesi için hayati bir önem teşkil etmiştir. Bu kurumların rejim yıllarında birçok zorluk altında kurulabilmiş olması bugün biz gençlerin bu davaya daha sıkı bağlanmamızı gerektirecek en önemli sebeptir. Bundan sonra biz gençler olarak bu davayı aldığımız yerden daha yükseklere götürme gayreti içinde olmalıyız... Dipnotlar 1- “Macedonia Demographics”, World Population Review, 22 Mayıs 2014. 2- http://www.haberler.com/makedonya-da-nufus-sayimi-iptal-edildi-3051855-haberi 3- Üsküp İslami Bilimler Fakültesi resmi sitesi. http:// www.fshi.edu.mk/index.php?option=com_content&¬view=article&id=58&Itemid=64 4- Makedonya İslam Birliği resmi sitesi. http://bfi.mk/ faqja/ 5-http://sq.wikipedia.org/wiki/Bashk%C3%ABsia_Islame_n%C3%AB_Republik%C3%ABn_e_Maqedonis%C3%AB 6-Makedonya Anayasası (1991) 19. Madde. http://www. sobranie.mk/ustav-na-rm.nspx 7-http://setav.org/tr/makedonya-siyasetini-anlama-kilavuzu/rapor/17691 8-http://www.albeu.com/maqedoni/sulejman-rexhepidy-xhami-ne-shkup-nuk-i-kemi-nen-kontroll/166288 9-El-Hilal derneği resmi sitesi: http://www.elhilal.org/ 10- İslam Gençlik Forumu resmi sitesi: http://www.fri. org.mk 11- Logos – A yayınevi resmi sitesi: http://www.logos-a. com 12- http://www.dunyabulteni.net/haberler/177561/balkanlardaki-islami-entelijansiya-uzerine
BİR OSMANLI ŞEHRİ OLARAK
MECİDİYE Taha Güzeloğlu - Türkiye
Y
olunuz hasbelkader Balkan coğrafyasına düştüğünde hafızalara kazınan şehirlerden biri Kosova ülkesindeki Prizren şehridir. Prizren’i Prizren yapan büyü neyse Romanya’daki Mecidiye’yi Mecidiye yapan da odur. Zira her iki şehir de sıfırdan kurulmuş Osmanlı İslam şehirleridir. Mecidiye, Sultan Abdülmecîd tarafından sıfırdan kurulmuş bir kültür ve ilim şehridir. Şehrin kuruluş aşamasındaki meskûnları Prizren’in aksine daha homojen bir yapı oluşturur zira bu şehrin sakinlerinin önemli bölümü o dönemki Çarlık Rusyası’ndan Küçük Kaynarca Anlaşması sonucu göçe zorlanmış Tatarlardır. Burada kurulan yeni kültür hayatında Mecidiye medreseleri önemli bir yere sahiptir. Zira bu medreselerden çıkan âlim ve müderrislerin, Romanya’da yerleşik bulunan Türk, Tatar ve Roman Müslümanların dini hayatlarının ve kültürlerinin sürmesinde büyük katkısı olmuştur. Zira Romanya-Bulgaristan sınır hattını çizen Tuna Nehri boyunca yerleşik olan Müslümanlar, 1878 Berlin Anlaşması’ndan sonra Romanya ve Bulgaristan’ın Osmanlı’dan ayrılması ve ayrı birer devlet olmasıyla himayeden yoksun kaldılar. Anlaşma gereği Mecidiye şehrinin Romanya’da kalması hasebiyle
özelikle Köstence-Mecidiye hattında yerleşik olan Müslümanlar açısından Mecidiye Medresesinin önemi dini ve kültürel hayatın devamı açısından daha da artmıştır. Mecidiye doğumlu meşhur tarihçi sosyolog Kemal Karpat komünizm öncesi bu medresenin talebelerinden biriydi. Komünizm ilanının öncesinde ve sonrasında bölgenin Romenleştirilmesi neticesinde Müslüman unsur hâlihazırda sayısal olarak azınlığa düşmüştür. Lakin şehir merkezinde Mecidiye Belediye binasının karşısında tarihi Mecidiye Camisi vardır. Romanya ve Türkiye arasında yapılan anlaşma neticesinde din hizmetleri Türk Diyaneti tarafından yürütülmekte ve cami imamı Türkiye tarafından görevlendirilmektedir. Ancak camide dış ezan okumak yasak olduğundan sadece cuma namazı vakti kısık sesle cuma ezanı verilebilmektedir. Ayrıca Romanya’daki okul müfredatı gereği Müslüman azınlığa haftada 2 saatlik Türkçe dersi verilmekte ve Türkçe dersi öğretmeni de Türkiye tarafından görevlendirilmektedir. Bilhassa Türk dizilerinin revaçta olması hasebiyle Türk kültürü ve Türkçeye karşı Romenler arasında ilgi artmıştır. Köstence başta olmakta üzere çevrede yerleşik Müslüman azınlık için kültür ve dil
üzerinden bir uyanış olmuştur. Bu bağlamda Yunus Emre Vakfının çalışmalarıyla birlikte Bükreş ve Köstence’de 2 adet kültür merkezi faaliyete geçmiştir. Yunus Emre Enstitüsü faaliyetleri öncesinde de tespit ettiğim bir husus, Romenler arasında Türk ve Türkiye imajının çok iyi olduğudur. Bulgaristan ve Sırbistan’da yaşayan Müslümanların aksine, bu olumlu imajın oradaki Müslümanların dinlerini ve kültürlerini yaşamada olumlu katkısı olmuştur. Türkiye’nin Romanya’yla kurduğu kuvvetli işbirliği, Romanyalı Müslümanlar için yaşamsal öneme sahiptir. Osmanlı sonrası başlayan komünist dönemde ivme kazanan, Müslümanların din ve kültür erozyonunun önüne geçebilecek yegâne güç Türkiye’nin kurduğu ve daha da kuvvetlendireceği işbirliği olacaktır. İstanbul’a arabayla 7 saat uçakla ise 1 saat uzaklıkta olan Romanya; hem Balkan kültürünü taşımakta hem de bu kültürü Osmanlı’dan aldığı mirasla birleştirmektedir. Dolayısıyla Romanya Müslümanları, Osmanlı kültür izlerini taşıyan ve muhafaza eden Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya ve Kosova’da yaşayan Müslümanlar kadar değerlidir.
ÖZEL SAYI
103