İsmet İnönü: 1.ci Dünya Harbi hatıraları

Page 1


Nurer UGURLU başkanlı�ında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.

Dizgi - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Baskı: Ça�daş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Aralık 1999


İSMET İNÖNÜ

HATIRALAR (Birinci Dünya Harbi)

Cumhur-iye( GAZETESİNİN OKURLARINA ARMAÖANIDIR.



Binbaşı İsmet Bey,

1912-1914

5



BİRİNCİ DÜNYA HARBİ

7



AVRUPA SEYAHATİM Cemiyetin Her Hizmetinde Kadınlar Vazife Almışlardı 1 91 4 senesi ilkbaharı yeni ordunun kurulması ve yetiştiril­ mesi yolunda kesif çalışmalar içinde geçmiştir. 1 908 senesinden ·.•

beri hemen daimi bir sefer hayatı içinde yaşamıştım. Yemen'den getirdiğim ateşli hastalıklar ve kulak ağırlaşması sebebi ile bir

umumi dinlehme ve araştırma ile tedaviye ihtiyacım vardı. 2. Şu­ bede bulunan Kazım Karabekir Beyle bir Avrupa seyahati için bir, bir buçuk ay kadar izin almaya karar verdik. Teşebbüsümü­

zü Harbiye Nezareti lütufkar bir anlayışla karşıladı. Avrupa se­ yahati için bir program yaptık. Kazım Karabekir bir ay kadar kal­

dı, ben seyahati on beş gün daha uzatabildim. Çok yer görmeye çalıştık. Viyana, Münib, Bedin, Paris ve İsviçre'de gezdik. Her yerde ikamet ve seyahat masrafı idareli ve asgari oluyor, fakat her yeri mümkün olduğu kadar çok geziyorduk. Önce Avustur­ ya-Macaristan İmparatorluğunun payitahtı olan Viyana'ya git­ tik. Birkaç günde müstesna tiyatrosunu, müzelerini dolaştık. Schönbrunn Saray'ını o zamandan beri bir daha görmedim. Muhteşem bir hatıra gibi zihnimde yaşar. Münih'te birkaç gün eğlendik. Münih'in bir fen müzesi vardı. Fen yolundaki icatların nümuneleri, ilk gününden beri geçirdiği ilerlemelerle gösteriliyordu. Mesela lokomotif, ilk

9


nümunesi ile, yanyana bugüne kadar geçirdiği bütün örnekle­ ri veriyordu. Telefon böyle, fonograf, elektrik tesisleri, her şey böyleydi. Bu müze bir mahalleyi kaplıyordu. Münih 'te Topçu Mektebinden Azmi Bey isminde değerli bir arkadaşım, yük­ sek kimyagerlik tahsili yapıyordu. Bir pansiyonda oturuyorduk. Bütün istifadeli yerleri Azmi Beyle geziyorduk. Münih'in umu­ mi hayatının üzerimde yaptığı daimi tesir, kadınların o zama­ na kadar bilmediğim genişlikte çalışkanlıkları olmuştur. Cemi­ yetin her hizmetinde kadınlar vazife almışlardı. Göze çarpan bir otorite ile işlerini yapıyorlardı. Yedi sekiz milyonluk Bav­ yera, kadın erkek bütün nüfusu ile, on beş milyonluk bir cemi­ yet mahsulü veriyordu. Bizim kadınlarımızın umumi hayattan uzı* bulunmaları milli gücümüzü yan yarıya azaltıyor, sözü­ nün manasını ilk nazarda Münih'te kavramıştım. Bir yağmur­ lu günde kapalı bir durağa sığınmış vasıta bekliyordum. Mü­ nihli hanımların bekleme yerinde erkeklere nasıl çıkışıp, onla­ rı yağmura doğru nasıl ittiklerini hiilii hatırlanın. Azmi Beyin Münih' e dair bir hikayesi pek eğlencelidir. Bir apartmanda oturuyorlar. İstanbul'dan eşyalarını getirtmişler. Bunlardan bil­ diğimiz böcekler çıkmış. Azmi Bey apartman sahibi madam­ dan, temizlik için bir çare söyleyeceğini düşünerek, akıl iste­ miş. Madam eşyayı ve temizlenecek böcekleri görünce, ferya­ dı basarak odadan çıkmış. Yanın saat geçmeden bir mühim be­ lediye sağlık ekibi apartmana gelmiş ve bütün eşyayı temizle­ miş. Ehemmiyetli bir masraf pusulasını ödetmişler. Bavyeralılar eski bir krallık hanedanının parlaklığı için­ de yaşarlardı. Almanya İmparatorluğu içinde olmakla beraber, müstakil ve kuvvetli bir devletin usulleri ve debdebeleri her vesileyle görülürdü. Münih 'te bir profesör doktorun muayenehanesine gittim. Kulaklarımı uzun uzun muayene ettikten ve Yemen'de geçir10


diğim sıtmalan dinledikten sonra iki cümleyle hükmünü ver­ miş, "Binbaşı efendi size faydalı olacak durumda değilim. Ka­ naatimce kulaklarınız daha ziyade artmaksızın ömrünüzün . sonuna kadar sizi götürecektir" demişti.

Berlin Sefirimizin Şikayetleri Bedin' e vardığımız gün eşyalarımızı istasyona bıraktık ve bir şehir kılavuzu bularak, yaya, şehre daldık. İstasyondan öğrendiğimiz bir iki pansiyonu görerek birine yerleştik ve eş­ yalarımızı getirttik. Berlin'e varmamızla, bir saat içinde, bul­ duğumuz bir pansiyona yerleşmemiz, bildiğimiz herhangi bir şehrin basit işi gibi olmuştu. Bundan sonra sefarete gittik. Ataşemiliterimiz, pek yakın arkadaşımız Hasan Cemil Beyi Hasan Cemil Çambel- ziyaret ettik. İlk işimiz Berlin'deki be­ cerikliliğimizi anlatmak oldu. Hasan Cemil Bey, Türkiye'nin seçkin iki adamının elbette böyle yapacağını söyleyerek gü­ lüyordu. Çambel'in lütfuyla Berlin' i iyi gezdik. Tabii en ehem­ miyetli işimiz operaya gitmek oldu. O ne dikkatli, ne telaşlı bir şeydi operaya gitmek. Saat 8 'den evvel orada bulunduk. Wagner'in bir operası oynanıyordu. Müzik başlayınca bizim Yemen mektebinin musiki terbiyesi hafızamda canlandı. Ar­ kadaşlarıma, "Biz bunları Yemen'den biliriz" diye övünüyor­ dum. Bununla beraber ilk görüşümde oyunun uzun sahnele­ rinden yorulmuştum. Nihayet son sahne geldi kapıdan giren sanatkar, müzikle söylemeye başladı ve tahmine göre, yürü­ yüp oda nihayetine varınca oyun bitecekti. Sanatkar yüksek sesle rolünü yaparak odanın ortasına kadar geldi ve perde ka­ pandı. Yalnız kapıdan, odanın ortasına gelinceye kadar yarım saatten fazla zaman geçmişti. Canımızı zor dışarı attık!. Berlin'de, Büyükelçimiz Mahmut Muhtar Paşayı da zi­ yaret ettik. Memleketten haberler duyuyor ve memnun bir hal 11


göstermiyordu. İhtiyatlı konuşmasına rağmen Almanya'yla, devlet arasındaki münasebetlerden haberli olmamaktan şika­ yet eder görünüyordu. Yeni yapılan ordu teşkilatını da tenkit ediyordu. Berlin'de epey gezdik. Temiz, muntazam bir şehrin saat gibi i-şleyen bütün nakil vasıtalarının, çok canlı bir halkın tesirine kapılmıştık. Akşamlan bir umumi bahçede yemek ye­ mek, bir zevk olurdu. Berlin'de de bir profesör hekime kendi­ mi muayene ettirdiğimi hatırlanın. Profesör iki gün benimle meşgul olduktan sonra, birtakım tavsiyeler yaptı. Bana öyle geldi ki, bir şey söylemiş olmak için konuşmuştu. Berlin'den sonra Karabekir'le beraber Paris'e geldik. Champs-Elys' ees civarında bir otele yerleştik. Karabekir bir iki gün sonra ayrılarak İstanbul' a döndü. Ben ataşemiliter olan Ali Fuat Erden 'le Paris' i, meşhur müzeleri, ormanları ve mey­ danları ile öğrenmeye başladım. Bundan evvel, bir profesöre müracaat ettim. Profesör üç gün benimle uğraştı, birçok tah­ liller yaptı, kan aldı, belkemiğimden su aldı ve bu muayene­ ler neticesi otelde kımıldanamayacak kadar hasta oldum. Sev­ gili arkadaşım Ali Fuat Erden doktor gibi bana kuvvet veri­ yor ve isyanımı yatıştırıyordu. Nihayet Profesör hükmünü ver­ di: "Binbaşı efendi ben sizde hiçbir şey bulamadım" Ben de o günden beri çok kere yanın düzine hastalık taşımakla bera­ ber, hiçbir şeyim yoktur kanaati ile yaşayıp duruyorum. Paris'te Boulogne Ormanı 'nda bir askeri resmi geçit ya­ pılmıştı. Ataşemiliterle beraber bu geçit resmini seyretmiştik. Muazzam halk yığını önünde muhteşem bir ordu gösterisi kar­ şısındaydık. Afrikalı süvari ve piyade kıtalan göze çarpıyor­ du. Anavatan askerleri zamanın en mükemmel teçhizatıyla geçiyorlardı. Bizim bildiğimiz Alman yürüyüşünden farklı olan Fransız kıtalannın yürüyüşü, bana, kısa ve çevik adım­ larıyla canlı ve hareketli bir manzara gibi görünüyordu. Halk çılgın halde adeta bayram yapıyordu. Anlaşılıyordu ki, Tem-

12


muz yıldönümü dolayısıyla yapılan bu geçit resminin siyasi bir gösteri olması kadar, halka şevk verecek bir vesile gibi kul­ lanılması da arzu edilmişti. Saatler süren tören kısa zamanda bitmiş gibi zevkli geçmişti. Louvre Müzesi'ne duyduğum hayranlığı hala hissede­ rim. Muhteşem salonlar, insan tarihinin müstesna eserlerini, istifade arayan gözlere teşhir ediyordu. Az vaktimizde, pek az bir kısmını görmek kabil olmuştu. Avusturya-Macaristan veliahtının Saray Bosna'da öldü­ rüldüğü haberini ben Paris'te öğrenmiştim. tık günün heye­ canlı havadisi, ertesi gün ehemmiyetini kaybetmiş gibiydi. Ben de son bir merhale olmak üzere, İsviçre'ye Lucerne şeh­ rine hareket ettim. Fakat zihnim devamlı olarak bir harp ihti­ mali ile meşguldü. Ahmet İzzet Paşa, daha Yemen 'de iken, bir­ kaç yıla kadar Avrupa'da bir umumi harbin çıkacağı kanaatin­ de olduğunu belirtmiş ve şöyle demişti: "Avrupa siyasi aleminde o kadar karışık meseleler birik­ miştir ki, silahlı çarpışmadan başka bir suretle halledilmesini mümkün görmüyorum." Lucerne'de geçirdiğim üç dört gün, gençlikten bir bahti­ yarlık sahnesi gibi hatırımda kalmıştır. Temiz ve güzel küçük şehir, orman yolları ile pek hoşuma gitmişti. Şehirde ve dağ­ da pansiyonda kalıyordum, tabldotlarda Balzac'ın örnekleri­ ni hatırlatan cemiyetler içinde bulunuyorum. Bir defa dağda genç bir Macar Katolik rahibin, bir misafirine din telkinleri yaptığını seyretmiştim.

Heyecan Veren Havadisler Arasınd Memlekete Dönüş Bir gün birdenbire gazetede Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasıı;ı.da gerginliğin arttığını okudum. ültimatom ih-

13


timalinden bahsediliyordu. Hemen seyahat acentesine uğra­ yarak memlekete dönüş için bilet almaya karar verdim. Alman­ ya, Fransa, Avusturya üzerinden hangi yolu aradımsa, memur bana kapalı olduğunu söyledi. Heyecanım artmıştı. Memurun yardımı ile İtalya üzerinden dönüş imkanı buldum. İki saat son­ ra yola çıkmıştım. İtalya'dan geçerken gazetelerden heyecan­ lı havadisleri öğreniyorduk. Şaşılacak şey! Almanya ve Avus­ turya'nın müttefiki olan bu memlekette kayıtsızlık ve süku­ net vardı. Akdeniz'den bir İtalyan vapuru ile İstanbul'a kavuştum. Hemen Genelkurmay dairesine gittim. O gün memleketimiz­ de umumi seferberlik ilan olunmuştu: 4 Ağustos 1914. von Feldmann'la görüştüğümüz zaman Almanya'nın harp ilan et­ miş olduğunu öğrendim. Seferberlik tertipleri Genelkurmayın 3. Şubesinde, yani bizim şubemizde hazırlandığı için artık ge­ ce gündüz çalışma başlamıştı. Hayatımda yaptığım en uzun Avrupa seyahatimin kısa hi­ kayesi budur. Gülünç denecek kadar mahdut şartlar ve imkan­ lar içinde cereyan eden bu kısa gezi, öteden beri bildiğim yer­ lerde geçmiş gibi üzerimde mübalağasız bir tesir yapmış, an­ cak tabii bir surette çok istifadeli olmuştur. Bundan sonraki Avrupa seyahatim sekiz sene sonra Lozan'a gitmekle yapıl­ mıştır. Ondan sonra da resmi vazifelerle Avrupa'nın hemen her tarafına gitmişimdir. Garibi şurasıdır ki, tanıştığım birçok Av­ rupa ricali, konuşmalarımdan benim uzun müddet tahsil veya memuriyet suretiyle J\.vrupa'da bulunduğumu zannederler, so­ rarlardı. İlk kısa seyahatimde zevk olarak her yerde aradığım, müzelerle, operalar olmuştur. Müzik terbiyesini Yemen mek­ tebinden sonra, 19 l 4'te Avrupa'da tamamlamış olduğumu ar­ kadaşlarıma söylemekten hoşlanırdım. Hepsi de eğlenerek dinlerlerdi.

14


DÜNYA HARBİ BAŞLIYOR Bir Anayasa Dersi 1914 umumi seferberliği, belki bütün askeri tarihimizde eşi olmayan şartlar içinde yapılmıştır. Ordunun yeni teşkilatıy­ la seferberlik tertibi, ilk olarak gerçekten umumi ve geniş nis­ petteydi. Y irmi senelik bütün hizmet yaşlıları çağrılmışlardı. · Memleketin her tarafından hesapsız merkezlere insanlar akın etmiş ve yığılmışlardı. Bir sene evvelki Balkan bozgunundan sonra seferberliğe bütün vatandaşların bu kadar şevkle geliş­ leri çok ümit verici bir haldi. Yalnız insanca bütün mükellefler değil, nakil vasıtası bakımından da memleketin bütün varlığı merkezlerde toplanmıştı. Her çeşit hayvan ve her çeşit araba, seyyar orduyu teşkil için verilmişti. Merkezlerde bir araya ge­ len insanlar ve vasıtalar sulh zamanının nizami ordusunu sü­ ratle doldurmuşlar ve birçok insan ve vasıta artakalmıştı. Seferber ordu, kıtaların sulh gamizonlannda teşekkül et­ ti. Bu orduyu, sefer mevcudu ile milyonu bulan bu orduyu giy­ dirmek ve beslemek bir büyük meseleydi. Hazarda kuvvetli ordu teşkili ve seferde onun kullanılması her şeyden evvel bir mali kudret meselesidir. Mali vaziyetin sağlam olmadığı yer­ lerde, bu zayıflığın sarsıntılarını, her hizmetten evvel ordula­ rın ve memleket müdafaasının çekmesi mukadderdir. Umumi

15


seferberlikte orduyu teçhiz etmek ve beslemek için mali za­ yıflığın ilk günden hissolunduğunu bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da, ilk günden geniş ölçüde harp tekalifi konul­ masıdır. Mal olarak ne tasavvur olunabilirse Harbiye Nezare­ ti levazımı geniş mikyasta elkoymuştu. Bizde seferberlik yapıladururken, Avrupa'da askeri hare­ ketler başlamıştı. Berlin'de bizim Ataşemiliter Hasan Cemil Çambcl Almanya'nın harp iliin etmesini öğrenir öğrenmez, si­ yasi vaziyette bir teşhis koymaya çalışmıştır. Harbiye Neza­ retinde seferberlik ile uğraşan daire müdürünü, Harbiye Na­ zırını ve Genelkurmay Başkanı General Moltke' yi görmeye muvaffak olmuştur. O kadar telaşlı işleri içinde Alman aske­ ri makamları bizim Ataşemiliterlerimizin müracaatlarını red­ detmemişlerdir. O gün akşama kadar, Hariciye Nazırı muavi­ ni Simerman da dahil olmak üzere Alman ricalinden Hasan Cemil Beyin öğrendiği sır şudur: Almanya'nın harp ilan etti­ ği gün, İstanbul'da Türkiye ile Almanya arasında bir ittifak mu­ ahedesi imzalanmıştır. Bu ittifak muahedesini biz hiçbir yer­ de bulamadık. Herkesin bilip, şikayet ettiği gibi bu ittifakın imzasından kabine azalarının dahi haberleri yoktu. Bizim Ana­ yasaya "Harp İlanı büyük Millet Meclisinin selahiyetinde­ dir" hükmü, bu dersler neticesinde konulmuştur. Berlin'de Alman Genelkurmay Başkanının heyecanla ta­ kip ettiği meseleler İtalya ve Polonya'ya ait idi. General Molt­ ke ltalya'dan hiddet ve nefretle bahsediyor, "çete" diyordu. Romanya için de hiddeti daha az değildi. ltalya' nın üçlü itti­ faka dahil olduğunu herkes biliyordu. Ama harp halinde Ro­ manya'nın ilk günü harbe girmesini ümit ettirecek bir vaziyet meçhuldü. Alman ricali, 4 Ağustos harp iliinı günlerinde, İtal­ ya ve Romanya'dan uğradıkları ümitsizliğe karşılık Türklerle ittifak etmekle teselli bulmuşlardır.

16


Biz seferberliğin devam ettiği günlerde harbe gitmek ta­ ahhüdünden tamamıyla habersiz olarak çalışıyorduk. Hatta bir gün Ahmet İzzet Paşaya gittiğimde, Paşa bana harbe ne va­ kit girileceğini sorduğu zaman, böyle bir ihtimalin bahis mev­ zuu olmadığını, umumi seferberliğin bir ihtiyat tedbiri mahi­ yetinde göründüğünü masumane bir kanaatle söylediğimi ha­ tırlarım. Memlekette seferber ordu teşekkül ettikten sonra, kıtalar ilk konuş tertibini almışlardı. İstanbul etrafında bir ordu toplan­ mış, Gelibolu Yarımadası bir kolordunun dağınık kuvvetleriy­ le tutulmuştu. Trakya'da hazırlıklı bulunuyorduk. Bir kudretli ordu da Rusya hududunda, Erzurum civarında toplanıyordu. Su­ riye'de ve Irak'ta seferber olan kıtaat, mahalli askeri kuvvetle­ ri teşkil ediyordu. Hatta ilk günlerde Irak'taki ordunun Rusya hududuna getirilmesine teşebbüs edildiğini hatırlıyorum. Seferberlik tertibatının ilk günlerinde beni Liman Paşa­ nın kumanda ettiği 1. Ordunun Genelkurmayına vermişlerdi. Büyük Karargahtan ayrılmış bulunuyordum. Ordu sefer mevcudu ile her yerde gece gündüz çalışıyor­ du. Redif teşkilatı kaldırılmıştı. Muvazzaf ordu, mevcutları ve vasıtaları tamamlandıktan sonra, harbe girmeksizin çalışmaya başlamıştı. Bir ordunun harp kabiliyetini artırmak için bu hal, hiçbir zaman ele geçmez fevkalade bir fırsattı. 1lerde.de böyle bir fırsatın ele geçmesi tabiatıyla beklenemez. Seferberlik ilan olunup, sonra hiçbir arızaya uğramaksızın sefer mevcudu ile beklemek, bizim seferlerimizde misali olmayan bir hadisedir. İkinci Cihan Harbi seferberlikleri bir dereceye kadar bu­ nu andırırsa da, orada da esaslı fark şudur ki, o zamanki kuv­ vet artırmaları umumi seferberlik halinde olmamış, vakit va­ kit, kısmi seferberliklerle tertip alınmıştır.

17


Türkiye'nin Harbe Girmesi Şartları Hazırlanıyor Avrupa'da, Almanya ve Avusturya orduları ilk günden hu­ dutları geçmiş, taarruza başlamışlardı. Heyecanlı harp hava­ disleri zihinleri işgal ediyordu. Alman yüksek subaylarının hal­ leri, günde iki defa, neşeden düşünceye geçiyordu. Memleket­ te yayılan harp havadisleri Genelkurmayın ciddi bir kontrolü altındaydı. Fransız kaynaklarından sızan haberlerin Fransızca İstanbul gazetesinde arasıra neşrolunmasına karşın Genelkur­ mayda ve Heyeti Islahiyede ne kıyametler koptuğunu hatırla­ rım. Hükümet erkanının, Avrupa'daki vaziyet hakkında sefa­ ret kaynaklarından ne dereceye kadar bilgi edindiklerini bile­ miyorum. Bizim umumi ajans havadislerinden öğrenebildiği­ miz az ve karışıktı. Belçika'nın istilası, hücumla beraber tahak­ kuk etmiş zannolunuyordu. Liege Kalesi'nin mukavemet et­ mekte olduğunu arasıra işitirdik. Karşı taraf müttefik hüküm­ darları Belçika'ya tebrik telgrafları gönderirlerdi. Bu haberler derhal düzeltilirdi. Doğru haber almamak için bütün tertipler yapılmıştı. Liman Paşa 1. Ordu Kumandanı olmakla beraber gene Islah Heyetinin reisi ve Genelkurmayın bekçisiydi. Avrupa'da Alman orduları Paris üzerine ilerliyorlardı. Al­ manya doğusunda Rus ordularının taarruzları General von Hindenburg tarafından tekrar tekrar mühim mağlubiyetlere uğratılmışlardı. Bu zaferler memlekette yayılırdı. Hususiyle ordu safları içinde bunlara mübalağalı değer vermeye çalışı­ lırdı. Her zafer günü harbe girmekte Türkiye için son fırsat­ ların kaybolmakta olduğu havası telkin edilmek istenirdi. Bir defa von Feldmann ile harbe girmek meselesini ko­ nuştuğumu hatırlarım. Bana niçin harbe girmediğimizi soru­ yordu. Sebep olmadığını söylüyordum. Orduyu nasıl besleye-

18


ceğimizi hatırlatıyordu. Harbe girersek nasıl besleneceğini ben soruyordum. Bugünlerin mühim bir vakası Alman kruvazörleri Göben ve Breslav gemilerinin Çanakkale Boğazı'ndan Marmara'ya geçmeleridir. Akdeniz'e korsanlığa çıkmış olan Alman gemi­ leri, İngiliz donanmasının sıkı takibi karşısında Boğaz'a ya­ naşmışlardı. O günlerde Almanya ile Türkiye arasında çok he­ yecanlı muhabereler geçmiş ve nihayet Enver Paşanın içeriye alma emri, Almanya'da büyük sevinç yaratmıştır. Bu karar Almanya'ya düşman olan müttefik devletler tarafından şiddet­ li itiraza uğramış, vaziyet, gemilerin satın alınmış ilan olun­ ması ile geçiştirilmiştir. Kruvazörler, bütün mürettebatları ol­ duğu gibi mahfuz kalarak, bayraklarını değiştirmişlerdir. Türkiye'nin bir an evvel harbe sokulması meselesini, Al­ man Bahriye Nazın Büyük Amiral von Tirpitz (Tirpiç) yakın­ dan takip ediyordu. Bir gün Berlin'de Bahriye Nezaretine uğ­ rayan Ataşemiliterimize von Tirpitz'in uzun boylu şikayet et­ tiğini çok sonralan öğrenmiştim. Nazır, Enver Paşayla Talat Beyin harbe girme taraftan olduklarını, Cemal Paşayla Cavit Beyin itiraz ettiklerini söylüyordu. İstanbul'da ordular içinde, kurmay subayları arasında bile harbe girmek ihtimallerinin iç­ yüzü üzerinde hiçbir bilgi yoktu.

Atatürk Tümen Kumandanı Olmuştu Atatürk'ün Sofya Ataşemiliterliğinden memlekete dönü­ şü seferberlik zamanına tesadüf eder. Tekirdağ civarında ye­ ni teşkil olunan 19. Tümene komutan tayin edilmişti. Bir gün, Genelkurmayda, 19. Tümenin ihtiyaçlarını temine çalışırken karşılaştık. Vazife hissiyle, kumandanlık mesuliyeti deruhte etmesinden memnun görünüyordu. Neticesi meçhul bir sefe­ rin ihtimalleri ile düşünceliydi. 19 Tümen yeni kurulmuş, çok

19


çalışmak lazım gelen bir mevzu halindeydi. Mutadı üzere azimli ve neşeliydi. Avrupa'da Alman seferi nihayet Paris civarına yanaşmış­ tı. Bütün merak Paris Muharebelerinin neticesi üzerinde top­ lanmıştı. Günlerce haber alınmadı. Sonra, kesin netice mahi­ yetinde olmayarak, Alman cephesinin muhtelif yerlerinden geriye çekilme hareketleri öğrenilmeye başlandı. Paris Muha­ rebelerinin yeni bir tertiple tekrar edileceği haberleri yayıldı. Bundan sonra da geriye çekilme hareketleri devam etti. Niha­ yet Alman cephesi muvaffakıyetli muharebelerden bahsetme­ ye başladı. Bütün bu dalgalan von Feldmann'ın bana şu söz­ lerle izah ettiğini hatırlarım: "Kimse bilmiyor. Herkesin bildiği, verilen emre göre ha­ reket edildiğinden ibarettir. Büyük Karargahın tasavvurlarının yakında anlaşılacağı zannolunuyor." Marne Muharebesini Almanlar kaybetmiş ve yeni bir ter­ tiple harbe devam etmek kararını vermişlerdi. Bizde, hüküme­ tin ve başkumandan vekilinin Marne Muharebesinin kazanıl­ mamasındaki manayı hakkıyla kavramış olup olmadıklarını tahmin etmek mümkün değildir. Bir sabah Yavuz ve Midilli Kruvazörlerinin Karadeniz'e açıldıklarını ve Odessa'yı bombardıman ettiklerini haber al­ dık. Türkiye'ye karşı müttefikler, yirmi dört saat içinde harp ilan etmişlerdi. Ağustos başından beri devam eden umumi se­ ferberlik, kasım ayının ilk günlerinde harp safhasına geçmiş oldu. Ordu savaşmak için tasavvur olunabilecek en iyi talim ve intizam ile hazırlanmış bulunuyordu. Geçmiş Rus seferle­ rinin hepsinden daha kuvvetli ve hazırlıklı bir orduya sahip bulunuyorduk. Karadeniz'de Rus donanmasına karşı hakimi­ yetimizi devam ettirecek iki Alman gemisi gelmişti. Bu ihti­ mal bize şüpheli görünüyordu. Sonradan çok mahrem bir şe­ kilde öğrenmiştim ki Alman Amirali Souchon (Suşon), Kara-

20


deniz'deki Rus donanmasına hakim kalmak ihtimalini taah­ hüt etmemiş ve harbe girmek emrini aldığı zaman bu vaziye­ ti Enver Paşaya açıkça söylemiştir. Avrupa'da Marne Muharebesinin kaybedilmesi ile Al­ man taarruz planının hedefi kazanılmamış oluyordu. Bizim kurmay subay olarak sulh zamanında okuduğumuz ve bildi­ ğimiz şuydu: Alman orduları sefer halinde Fransa'ya taarruz ederek, onu mağlup etmeyi ve sonra doğuya, Rusya'ya tevec­ cüh etmeyi tatbik edeceklerdi. Hakikatte de Alman taaruz pla­ nı bu surette cereyan etmiştir. Hindenburg hatıratında bu ta­ arruz planına temas ederken, evvela Fransa'yı mı, yoksa Rus­ ya'yı mı saf harici etmeye teşebbüs etmenin daha doğru ola­ cağını bir mesele olarak şüphe altında gösterir. Bu demektir ki, tatbik olunan taarruz planının doğruluğu üzerinde tered­ düt beslenmiştir. Benim vesika olarak gördüğüm bir Ameri­ kan raporu, Alman planını, Mareşal von Schlieffen (Şiifen)'in ölürken bıraktığı tertibi şu şekilde hikaye etmektedir: Alman Rus hududunda asgari kuvvet bırakarak Avustur­ yalılar ile beraber Rus taarruzuna karşı zaman kazanacak. Toplayabildiği bütün kuvvetleri ile Fransa üzerine yüklenecek­ tir. İngiltere'nin bu devrede Fransa'ya yollayabileceği kuvvet

yüz bin kişi olacaktır. Hakikatte de İngiliz ordusu başlangıç­ ta tam bu kadardı. Bu suretle batıya ilerleyecek olan Alman orduları mümkün olan süratle Fransız ordusunu imha edecek­ ler ve İngilizleri dışarda bırakacaklardır. Fransa ortadan çe­ kildikten sonra, Avusturya-Macaristan ile beraber Rusya'yı mağlup etmek mümkün olacaktır. von Schlieffen'in planında bundan sonraki mülahazala­ rı çok dikkate değer. Eğer Alman orduları herhangi bir sebep­ le Fransız ordularını imha edip, Fransa'yı amana düşüremez­ lerse Almanya'nın ne şartla olursa olsun derhal sulh yapma­ sı lazımdır. Çünkü, bundan sonra harp çok uzun sürerek, Al-

21


man orduları Doğu ile Batı arasında mütemadiyen koşarak, so­ nunda düşman arzusunu kabule mecbur kalacaklardır. von Schlieffen ' in planına göre, Marne Muharebesi ile 1914 Avru­ pa Harbinin kaderi mühürlenmiş oluyordu. İşte biz, 1914 Kasım ayında, Avrupa Harbinin kaderi Al­ man Genelkurmayının tahminine göre mühürlendikten sonra, savaşa katılmış bulunuyorduk. Enver Paşa, Alman ordularının kudret ve kıymetine sarsılmaz bir hayranlık besliyordu. Bu or­ duların hesap ve takat dışı bir sefere girmiş olduklarını fark et-. miyordu. Birinci Cihan Harbine bu şartlar altında girmek ka­ ran Osmanlı lmparatorluğunun talihsiz akıbetine sebep olmuş­ tur. Alman planının tasavvur ettiği gibi Fransa mağlup olduk­ tan sonra harbin nihayet bulacağı hesabının da isabetli olma­ dığı İkinci Cihan Harbinde sabit olmuştur. Hatanın esası İngil­ tere, Fransa, Rusya kudretl�rinin yek:Ununun, hele hiç hesaba katılmayan Amerika ile beraber, fazla gelmiş olmasındandır. Ben, daha başlangıçtan itibaren Almanlarla birlikte har­ be girilmesine taraftar değildim. Kanaatimce, iki tarafın kuv­ vet ve mukavemet nispetine ve durumuna göre, Almanların bu harpten galip çıkmaları çok şüpheli idi. Buna karşılık, sonun­ da Almanların mağlup olmaları ihtimalini daha kuvvetli görü­ yordum. Fakat bir emrivaki halinde harbe girdikten sonra, var kuvvetimizle harbi kazanmaya çalışmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Görünüşe göre, memleket bir boşluk içinde sonsuz bir süratle meçhule doğru gidiyordu. Bu müthiş vaziyette, ne yazık ki, Enver Paşadan başka dayanağımız yoktu. Enver Pa­ şa, içine düştüğümüz macerada muvaffak olursa, memleketin kurtulacağına inanıyordum. Aksi takdirde, devletin dağılması ve çökmesi kaçınılmaz bir akıbet olacaktı. Harbi kazanmaya çalışmaktan, dolayısıyla Enver Paşanın muvaffakıyetine hiz­ met etmekten başka ortada kurtuluş çaresi görünmüyordu.

22


HARP ZAMANINA KUŞBAKIŞI Ordularımızın Çektiği Sıkıntılar Birinci Cihan Harbinde ordumuzun askeri hareketlerini anlatmaya girişmek bu yazıların imkanı dışındadır. Askeri menkıbeler bir büyük tarihi dolduracak kadar zengindir. Umu­ mi olarak ordunun harp kabiliyeti, tabii başlıca manevi saha­ da, pek yüksek derecede tecelli etmiştir. Başlıca hasım rolün­ de Ruslar ve İngilizler bulunuyordu. Bize karşı askeri düşman­ lığı sonuna kadar yürütmüş olan İngilizlerdir. Uzun ve çetin savaş senelerinin biriktirdiği meselelerle harp bittiği zaman, siyasi düşmanlığı da başlıca İngilizler temsil etmişlerdir. Ruslarla muharebeler, harp ortasında, yani 1917'de Rus ihtilali ile kesilmişti. Fransızlar Çanakkale 'de karaya asker ih­ racına iştirak ettiler; sonra bir daha Fransız askerleriyle kar­ şılaşma Mütarekede ve Milli Mücadelede vukubulmuştur. Türk ordusu anavatanda süratle müdafaa durumuna geç­ miş ve vazifesini her zaman iftihar edilecek bir kahramanlık­ la yapmıştır. Memleket içinde, Rusya' ya karşı Kafkasya cephesinde, İngilizlere karşı Irak'ta ve Sina, Suriye cephelerinde büyük se­ ferler tertip edilmiştir. Cihan harbinin bizde en büyük bir seferi de Çanakkale 'de 23


vukubulmuştur. İngiliz ve Fransız donanma ve orduları Ça­ nakkale' yi denizden ve karadan zorlamışlardır. Bahriye Na­ zın Mr. Churchill, bu seferin başlıca tavsiyecisi sayılır. Har­ bin Avrupa batısında neticeleneceği belli iken, müttefiklerin Çanakkale'de büyük bir teşebbüse girişmelerinin doğru olup olmadığı uzlın uzun münakaşa olunmuştur. Sonunda, eğer bu harekat muvaffak olsaydı, Türkler, süratle harp dışına çıkarı­ lır ve bu suretle Cihan Harbi iki sene daha kısaltılmış olurdu fikrinde bulunanlar üstün gelmiş görünüyorlar. Ancak, İstan­ bul' a girmekle de harbin bitmiş olacağını hükme bağlamak ke­ sin sayılamaz. Bununla beraber, bu fikirlerin layık olduğu iti­ bar gözden kaçmamalıdır. Harp esnasında ordularımızın çektiği sıkıntı, bilhassa memleketin nakil vasıtalarından mahrumiyeti yüzünden ol­ muştur. Demiryolu Ankara'da kesiliyordu. Güneyde, Toros tünelleri henüz açılmamıştı. Suriye ile demiryolu irtibatı harp başında yok idi. Irak'la Suriye hududundan ileri temas mev­ cut değildi. Sanayiden mahrum olduğumuz için dışardan ge­ lecek ihtiyaç maddelerinin eksikliği pek ziyade ıstırap veri­ yordu. Otomobil yeniydi, yahut bize göre yeniydi. Harbin son senelerinde Almanya'dan yük otomobilleri gelmişse de, bun­ lar da lastiksiz, demir tekerlekli olduklarından faydalarıyla zararlarının mukayesesi güç haldeydi. Hülasa, Birinci Cihan Harbinde hudutlara memleketten demiryolu hatlarının ulaşma­ mış olması, bizim için telafisi mümkün olmayan kayıplar do­ ğurmuştur. Birinci Cihan Harbinde çektiğimiz sıkıntıların bir mühi­ mi de cephane darlığıdır. Hem Almanya'dan büyük mikyasta gelmesi icap eden cephane ihtiyacı, hem İstanbul' a gelenle­ rin cephelere taşınma zarureti büyük Avrupa orduları karşı24


sında bizim gücümüzü çok tahdit ediyordu. Kafkas cephesin­ de, Çanakkale'de ve İngiliz cephelerinde bu sıkıntı daima çe­ kilmiştir. 1914-1918 harbinde cephelerde vuruştuğumuz milletler­

le, sulh yapıldıktan sonra, düşmanlıklar süratle unutulmuştur. Nadiren söylenen, fakat ruhlarda yetişen bir saygı duygusu ba­ na çok yardım etmiştir. Bizim müttefiklerden ayakta kalan baş­ lıca kuvvet olarak, Almanlarla harpten sonra dostluk bağları daha da sağlamlaşmıştır. Denilebilir ki Almanlar, Türk aske­ rini, sulh zamanının çok uzun süren askeri temaslarından çok, Cihan Harbi esnasında tanımışlardır. Birçok vesilelerle de Türk ve Alman kumandanları arasında geçimsizlik olduğu görülmüştür. Ancak umumi olarak Almanlar bizden iyi inti­ balarla ayrılmışlardır, denilebilir. Harp sonunda Türkler yan­ lız başlarına vatanlarını kurtarmak mücadelesine tutuştukları vakit, harp müttefikleri onları şüphesiz hayranlıkla takip edi­ yorlardı.

Sarıkamış Felaketi 1914 sonbaharında en mühim harp hadisesi Rus cephe­

sinde olmuştur. Türk ordusu Kars istikametinde taarruz etmiş, Sarıkamış Muharebesi adıyla anılan bu taarruz teşebbüsünü Enver Paşa emretmiştir ve dövüş esnasında ordu kumandanı­ na el çektirerek, doğrudan doğruya harekatın kumandasını üzerine almıştır. Başkumandan vekili Enver Paşanın, Alman sevk ve idaresine yardım etmek için, talep üzerine bu seferi yaptığı tahmin olunuyor. Harekat, aralıkta, şiddetli bir kış es­ nasında yapılıyor. Teçhizat tabiatıyla eksik, fakat asıl cepha­ ne ikmal hizmetleri ve nakil vasıtaları işlemez halde olduğu

25


için baskın ümidi kaybolduğundan itibaren, harekat başarısız­ lığa mahkı1m olmuştur. Sarıkamış Muharebesinde çok zayiat vererek, ricata ve hudut mevzilerimize dönmeye mecbur ol­ duk. Muharebenin hemen ardından tifüs orduyu istila etti. O devirde bu hastalık harp zamanının korkunç afeti sayılıyordu. Bütün bu talihsiz şartlar bir araya gelerek, cengaver 3. Ordu­ muzu daha harbin başlangıcında, çok yaralı ve sakat bırakmış­ tı. Sarıkamış felaketinin neticelerini hem memleket, hem or­ du, her cephede uzun zaman sarsıntı ile hissetmiştir. Kafkas­ ya'da askeri vaziyet esaslı olarak 191 7'de Rus ihtilalinden son­ ra değişmiştir. Sarıkamış Muharebesini müteakip, daha Enver Paşa cep­ heden dönmeden evvel, beni Büyük Karargaha harekat şube­ si müdürlüğüne tayin ettiler. 1915 senesine girmiştik. Avru­ pa' nın Batı cephesi siper harbine başlamış gibiydi. Uzun bir yıpranma devrinin arifesinde olduğumuzu henüz çok kimse bilmiyordu. Enver Paşa, ağır yaralanan 3. Ordu cephesini kuv­ vetlendirmek için oraya taze kıtalar göndermek istiyordu. İs­ tanbul 'da alınan deniz haberlerinin yardımı ile ehemmiyetli bir cephenin açılması ihtimali zihinleri işgal ediyordu. Bu sırada Enver Paşa Erzurum'dan döndü. Genelkurmayda tabiatıyla bekleme ve hazırlanma istidadı var idi. Şubatta Çanakkale ağzındaki karşılıklı sahil bataryaları­ mız düşman donanması tarafından bombardıman edildi. Ba­ taryalar birkaç saatte susmaya mecbur kaldılar. Bu haber, dik­ kati Boğaz' a çekmişti. Mart 18'de düşman donanması Bo­ ğaz'dan geçmek için bütün kuvvetleriyle taarruz etti ve akşa­ ma doğru vahim zayiat ile ricata mecbur oldu. Çanakkale deniz muharebesi bizim için ciddi bir muzaf­ feriyettir. Bizim bildiklerimizi düşman bilmediği için, deniz-

26


den zorlamayı kati olarak terk etmeye mecbur olmuştur. De­ niz muharebesini kazanmak için ağır topların elimizde bulu­ nan cephanesini çok tasarrufla kullanmıştık. Zaferden sonra hesap yapıldığı zaman, yeni bir taarruzu karşılamak mümkün olup olmayacağında mütehassısların hakiki bir tereddüdü var idi. Boğaz'da sahil bataryalarının bu cephane durumu, sonra gelen bütün Çanakkale seferleri esnasında, zihinler üzerinde korkulu bir kabus tesiri muhafaza etmiştir.

27


ÇANAKKALE SEFERİ Vaziyeti En İyi Kavramış Olan Kumandan Atatürk'tür Mısır'da ve Çanakkale karşısındaki Yunan adalarında düşman askeri toplanıyordu. Karadan bir taarruza uğrayaca­ ğımız ihtimal dahilinde görünüyordu. Zihinlerimiz bu ihtima­ li karşılamak için tedbir bulmakla meşgul idi. Düşmanın Ge­ libolu Yanmadası'nın sarp kıyılarına çıkarılması kuvvetli ih­ timal sayılıyordu. Askerlerin Anadolu kıyısına çıkarak, geniş bir kara harekatı yapmaları daha çok ihtimal dahilindeydi. Asıl mühim kara taarruzu, yarımadanın kuzey boğazındaki Sa­ ros Körfezi'nden bekleniyordu. Düşman bu suretle bütün Bo­ ğaz tahkimatını çevirecek, Bulgaristan'la Türkiye arasından ordumuzla hesaplaşacaktı. Bu esnada Liman Paşa, ordu ku­ mandanı olarak, en çok bu ihtimalle meşgul görünüyordu. Li­ man Paşa denizden zorlayıp geçmenin muvaffakiyeti ihtima­ line karşı da İstanbul'u ve adaları hazırlamaya çalışıyordu. Sonradan anlaşılmıştır ki, müttefikler arasında Saros Körfe­ zi'ne asker çıkarmak fikri ciddi olarak düşünülmüş ve bunun hararetli taraftan olan Fransız generali, fikri kabul edilmeyin­ ce çekilmişti. Seddülbahir'e ve Arıbumu'na asker çıkarıldığı zaman

28


bizde kıtalar her tarafı bekler bir halde dağınık bulunuyorlar­ dı. Onun için yarımadanın istilaya karşı takviyesi parça parça ve heyecanlı olmuştur. En nazik durumda, Arıbumu karşısında, yalnız başına Atatürk 19. Tümeniyle bulunuyordu. Atatürk ilk çıkarma ha­ berlerini alır almaz hemen Tümeni harekete geçirmiş ve düş­ mana taarruz etmişti. Düşman baskınını görüş nüfuzu ile en iyi kavramış olan kumandan Atatürk sayılır. Liman Paşa bu esnada 5. Ordu Kumandanı olarak Geli­ bolu civarında bulunuyor ve güneye askeri ve her türlü malze­ meyi yetiştirmeye çalışıyordu. Gelibolu Yarımadası'nın güney kısmında ve istihkamların arkasında bulunan Atatürk, en ya­ kın tehlike istikametini kapamış ve durdurmuştu. Güneyde, Seddülbahir'den Alçıtepe'ye doğru ilerlemeye çalışan kuvvet­ ler de oldukları yerde kalmışlardı. İşte kısaca, Çanakkale'nin kara seferi böyle bir baskınla başlamış ve parça parça takviye edilerek, Umumi Harbin kanlı ve kahraman tabiatında en ön­ de gelen destanlarından biri bu suretle cereyan etmiştir. Çanakkale cephesinde, yani Arıburnu ve Seddülbahir'de inanılması güç yakınlıkta bir siper harbi cereyan etmiştir. Ce­ phelerin yakınlığı, muharebe hatlarının düşman donanması ta­ rafından dövülmesini belki mümkün kılmıyordu. Fakat bu hat­ ların gerileri, hatta sahiller ve Boğaz'ın içindeki sefer vasıta­ ları mütemadi ateş altındaydı. Çanakkale cephesirie hemen bütün Osmanlı ordusu bir defa girmiştir. Her taze kıta ayağının tozu ile bir taarruz hare­ katına iştirak eder veya böyle bir harekatı karşılar ve yirmi dört saatlik bir boğuşmadan sonra on beş bin kişilik bir tümen olA­ rak harbe girmişse, en çok yedi sekiz bin kişilik bir kuvvet ola­ rak Çanakkale Harbi'ne alışmış olurdu.

29


Anafartalar Cephesi Ağustos 1915 'te İngilizler yeni bir baskın yaptılar. Kitc­ hener ordusunun tümenlerinin böyle bir baskın için hazırlan­ dıkları biliniyordu. Bu kuvvetin Saros Körfez sahiline çıka­ rılması ihtimaline, Liman Paşa tekrar ehemmiyet veriyordu. Düşman taarruzu Arıburnu'nun kuzeyine, Suvla limanı civa­ rına olmuştu. Bütün Arıburnu cephesi yeniden çevrilmek ve düşmek tehlikesine maruz kaldı. Düşmanı nisanda karşılayıp, durdurduktan sonra teessüs eden cephede tümenine kumanda etmekte olan Miralay Mustafa Kemal Bey endişe ile vaziyeti . takip ederken telefonla kendisine Liman Paşa fikrini sorar. Çare olarak Atatürk, kendisinin yeni cepheye memur edilmesi­ ni söyler. Gerçekten Atatürk yeni açılan bu cepheye kuman­ dan tayin edildi. Düşman kumandanı karaya çıktıktan sonra uzun müddet askerlerini tertip etmek ve dinlendirmek için çok vakit kay­ betmekle tenkit edilmiştir. Atatürk, düşman kumandanının kendisini beklemek vazifesiyle mükellef olduğunu neşeli ne­ şeli anlatırdı. Bu esnada her taraftan ele geçen kıtalar onun ku­ mandasına veriliyordu. Gelibolu civarında darboğazı bekle­ yen tümenler de durup dinlenmeden muharebe meydanlarına koşuyordu. Bu yeni cephe, Atatürk kumandasında "Anafar­ talar cephesi" adıyla askeri tarihte nam almıştır. Muharebe­ nin idaresi hakiki bir sanat ve kahramanlık eseriydi. Düşma­ nın taarruzu tam bir muvaffakiyetsizliğe uğramış ve düşman kıtaatı elverişsiz yerlerde, ancak gece gündüz donanma hima­ yesinde olarak barınabilmiştir.

30


Çanakkale'den Sonra İngilizler, Balkanlarda vaziyetin daha uzun zaman Bo­ ğaz'da durmalarına elverişli olmadığım da düşünerek, eldeki kuvvetlerle devamına imkan kalmayan Çanakkale seferini kes­ mişler ve iki safhada yarımadayı boşaltmışlardır. Çanakkale Harbinin son devresinde Atatürk cepheden çekilmiş, ciddi bir tedavi altına alınmıştı. İngilizlerin hemen göğüs göğüse temas­ ta bulundukları düşmanlarından kurtulmaları, bizim orduda da çok takdir edilmiştir. Çanakkale seferinde Miralay Mustafa Kemal Bey, bir şan ve şeref abidesi olarak milletin karşısına çıkmıştır. Çanakkale Muharebesinde Kuzey ve Güney, bütün cep­ helerin ve harekata iştirak eden bütüm tümenlerin hareketle­ ri ayn ayn mütalaa edilecek dersler kıymetindedir. Düşman burada ağır bir mağlubiyete uğramıştır. Türk ordusu, şan ve şeref halesi içinde kuv vet ve kudretini cevherinin özüne ka­ dar sarf etmiştir. Uğradığımız zayiatın ağırlığını, bundan son­ ra harbin devam ettiği üç senede, her cephede hissettik. Harp­ ten sonra da uzun müddet neslimizin gürbüz safları arasında geniş boşlukların acısı çekilmiştir. Çanakkale seferinin nihayetine doğru Bulgarlarla ittifak müzakeresi yapılıyordu. Biz büyük karargahta Genelkur­ may'dan geçmeden bu müzakerenin serpinti bilgilerini arada alıyorduk. Sırplar aleyhine bir seferin hazırlıkları yapılıyordu. Bulgarların harbe girmek pazarlığında çok çetin davran­ dıkları anlaşılıyordu. Günün birinde Trakya hududunun tas­ hihini istedikleri bildirildi. Edime'nin Meriç batısındaki hin­ terlandı terk edilecek ve hudut Meriç boyunu takip edecekti. Hiddet, infial ve isyan duygulan yüreğimizden taşıyordu. Bü-

31


yük harbin en fedakar olanı, en çok zayiat vereni, Türkiye'nin vücudunun doğranması ile işe başlanıyordu. Bu mülahazalar içinde, Bulgarları herhalde bizim safı­ mızda harbe sokmanın, Almanya ile doğru irtibat tesisinin ve Çanakkale'ye cephane ve ağır top celbetmenin ehemmiyeti uzun uzun söyleniyordu. Nihayet bir gün Enver Paşa'nın ya­ nındayken, Başkumandan Vekili bana bir telgraf uzattı. Telg­ raf Alman Genelkurmay Başkanından geliyordu. Metnin son cümlesi bugün gibi hatırımdadır. "Muzaffer olanlar gelecek­ te dünyanın nasıl bir şekil alması lazım geldiğini tayin ede­ ceklerdir" deniliyordu. Enver Paşa bana, o günkü hudut tashi­ hinin harp sonu kararına tesiri olmayacağını anlatarak, tesel­ li etmek istiyordu. Meriç boyu hududunu o günden beri bir da­ ha düzeltemedik.

2. Orduda Kurmay Başkanlığım

1915 senesinde Süveyş Kanalı'na bir taarruz yapılmış, 1rak'ta da daha geçen seneden itibaren Basra, İngilizler tara­ fından işgal olunmuştu. Süveyş Kanalı'na taarruz, İngiliz kuv­ vetlerini Avrupa'ya gitmekten alıkoymak için yapılmıştır. Har­ bin neticesi mutlaka Almanya cephesinin galebesi ile tayin olu­ nacağı fikri aslında doğru bir görüş olarak, Enver Paşa'da sa­ mimi bir kanaat halindeydi. Bizim toprağımızdaki bütün se­ fer esnasında bu kanaat ve Alman Başkumandanlığına esaslı yardımcı olmak fikri, Enver Paşa'da daima hakim olmuştur. Bu yüzden Almanlar diğer müttefiklerini bizden fazla destek­ lemek mecburiyetini daha çok hissetmişlerdir. Çanakkale'den ordu tedricen, fakat çok vakit kaybetmeksi­ zin dışarı çıktı. Trakya 'da Keşan etrafında toplanmaya başladı.

32


Bu kuvvetler 2. Orduyu teşkil edecekti. Başına Seddülbahir'den gelen Vehip Paşa'yı ordu kumandanı tayin ettiler. Bu ordu Av­ rupa müttefik cephesine sevk olunacaktı. Beni büyük karargah­ tan bu ordunun Kurmay

Başkanlığı 'na tayin ettiler. 1916 ilk ay­

larında kıtalarımızı tanzim etmeye başladık. Vehip Paşa, Seddül­ bahir'den gelmiş muzaffer bir kumandan olarak, bütün hevesiy­ le ordusunu Alman cephesi için hazırlamaya çalışıyordu. Bir müddet sonra Vehip Paşa, Erzurum cephesinde 3. Or­ du Kumandanlığına nakledildi. Bizim 2. Orduya, Balkan Har­ binin Başkumandan Vekili Ahmet İzzet Paşa memur edilmiş­ ti. Tekrar bir seferde buluşmuş oluyorduk. Bu arada 2. Ordu­ nun Avrupa'ya gönderilmesinden vazgeçildi. Bu askerin Di­ yarbakır'a sevk edilerek, Rus ordusuna bir taarruz yapılması Başkurnandanlıkça karar altına alınmış. Ordu karargahını İs­ tanbul'a naklettik ve kıtaatın Toroslar'dan yürüyerek, Diyar­ bakır etrafından toplanmasını takip etmeye başladık. Trakya'dan gelip Diyarbakır'a hareket edinceye kadar İs­ tanbul'da geçen takriben on gün içinde, hususi hayatım yeni bir istikamet almıştı. Evvelce ciddi olarak düşünmeye bir tür­ lü vakit bulamadığım evlenme ve aile teşkil etme kararını ver­ miştim. Daha doğrusu babamın ısrarına boyun eğmiştim. Se­ ne 1916 Mart sonu. Bizim o zamanki adetimize göre evimi­ zin karşısındaki komşumuzun tek kızı Mevhibe Hanım'la ev­ lenmemiz takarrür etti (karar kılındı). Şimdi söylesem evlat­ larım ve yeni Türk nesilleri belki inanmazlar. Süleymaniye'de, Ayşekadın Hamam Sokağı'nda karşı karşıya oturduğumuz halde biz evlenmeden iki kelime konuşmamıştık. Nikah oldu­ ğumuz ilk günleri hiç unutmam. Merasimin ertesi günü Ordu Karargahına gitmiştim. İşimizin çok olduğu bir gündü. Ku­ mandanımla uzun müddet çalıştık. İşimiz bittikten sonra Pa-

33


şa beraber yemek yemekte ısrar etti. Bir aralık çok mahcup bir durumda, benim bir gün evvel nikah olduğumu mırıldandım. Kumandan Paşa "Daha iyi ya" dedi, "yemekte görüşecekle­ rimiz var, neşeyle konuşuruz." Bir iki gün sonra cepheye hareket ettik. İşte benim evlen­ mem muharebe esnasında bu kadar acele ve heyecanlı şartlar içinde vukubuldu. Evlendikten sonra Bayan İnönü ile İstiklal Harbinin nihayetine kadar, hemen hemen yedi sene, nadir fır­ satlarda görüşebildik. Elli iki senedir devam eden mesut aile hayatımızda Bayan İnönü'ye rahat yüzü gösteremediğimden mahcubum. Bütün çektiklerimde benim en kuvvetli yardım­ cım ve desteğim, hayatımın tesellisi olduğu için yüreğimde kendisine hudutsuz bir memnuniyet beslerim.

34


KAFKAS CEPHESİ Atatürk Ordu Kumandam 2. Ordu Kafkas cephesinde toplanmıştı. Bitlis, Muş ha­ valisi, Bingöl etekleri bu ordunun cephesini teşkil ediyordu. Kıtalar uzun yürüyüşle geliyorlar, bir seferi ordunun erzakı, cephanesi ve bütün malzemesi demiryolundan yüzlerce kilo­ metre uzak yerlere develer ve öküz arabaları ile taşıniyordu. Toplanma sonbahara kadar devam etti. Atatürk, bu arada general olarak Kafkas cephesine memur edilmişti. 16. Kolorduya kumanda edecekti, Kıtaları kısmen ha­ rekat bölgesindeydi. Ordudan evvel cepheye hareket etti. Bu esnada Ruslarla 3. Ordu cephesinde kesin mahiyette şiddetli muharebeler oluyordu. 2. Ordu Kumandanı Ahmet İz­ zet Paşa cephe kumandanı gibi 3. Orduya da emir verecek du­ rumdaydı. Yalnız selahiyetler sarih (açık) ve kesin olarak söy­ lenmemişti. Onun için emir ve kumanda hususunda Ahmet İz­ zet Paşa ile Vehip Paşa arasında ahenk ve anlaşma bir türlü ku­ rulamamıştı. Bunun neticesi şu oldu ki, her iki ordunun bera­ ber taarruz etmesi bir türlü temin edilemedi. Ruslarla, evvela 3. Ordu uzun müddet çarpıştı ve ricata mecbur oldu. Sonra Ağus­ tos (1916) başlarında 2. Ordu Ruslara taarruz etti. Rusların elin­ de bulunan Bitlis ve Muş şehirlerini Atatürk geri alınıştı. 35


Taarruz esnasında ben Ordu Kurmay Başkanı olarak 2. Kolordu karargahında bulunuyordum. Muharebe esnasında bir sabah ortalık ağarırken diz dize durduğum Kolordu Ku­ mandanı Faik Paşa, pek yakın mesafeden gelen bir kurşun ile kalbinden vurularak derhal şehit düştü. Geceyi hep beraber düşmanın pek yakınında bir taş siper içinde geçirmiştik. Ku­ zeyden serbest kalan Ruslar, 2. Ordu karşısında kuvvet celbi­ ne muvaffak olmuşlardı. Faik Paşa'nın şehadeti üzerine tümen komutanlarını haberdar ederek, en kıdemlilerinin kumandayı deruhte etmesi lazım geldiğini kendilerine bildirdim. Hepsi Ordu Kurmay Başkanı olarak muharebe meydanında benim bulunduğumu ve benim kumandayı deruhte etmemi istedik­ lerini söylediler. Ben de kolordunun kumandanlığını vekale­ ten deruhte ederek, pek yakın görünen düşman taarruzu için lazım olan emirleri verdim. Kolordunun emrinde beş tümen bulunuyordu. Bizim sağımızda Atatürk'ün kolordusu muha­ rebe vaziyetindeydi. Ruslar bir saat sonra umumi taarruza geçtiler. Bu taarruz gece gündüz iki üç gün sürdü. Düşman, hücumu her yerde kırılarak çekilmeye mecbur oldu. 2. ordu cephesinde bu muharebeler ikmal hizmetleri eksiğinden ve ih­ tiyaçlardan dolayı inkişafedemeyerek, tarafların birbirini ata­ mamalarıyla neticelendi. Kafkas cephesinde o sene kış çok şid­ detli olmuş ve orduların ilerde vaziyetleri tutulamaz bir dar­ lıkta kalmıştır. Ben, nıspi sükunet hasıl olduktan sonra, orduya dönmüş­ tüm. Ordu karargahımız Palu civarında Sekrat Çiftliği'nde i­ di. Sonbaharda ve kışın mühim bir hareket olmadı. Fakat 2. Ordu her bakımdan, çok sıkıntı çekiyordu. İaşe sıkıntısı, nak­ liye sıkıntısı, giyecek ve teçhizat sıkıntısı, tasavvur olunama­ yacak ölçülerde bulunuyordu. Kışa girmeden önce Ordu Ku36


mandam, beni komşu 3. Ordudan yardım istemek için Şam'a gönderdi. Hatırladığıma göre ya eylül sonu veya ekim ayı baş­ larında Suriye'ye gittim.

4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa, Suriye'de adeta devlet içinde devlet gibi kudretli idi. Kurmay Başkanı, arkadaşım Ali Fuat (Erden) Bey'le beraber yanına çıktık. 2 Ordu'nun halini tasvir ettim. Hastanede hastaları yatıracak yatak, tedavi ede­ cek ilaç bile bulunmadığını, İstanbul'dan isteklerimizi karşı­ layamadıklarını, gönderilebilenlerin de cepheye nakledileme­ diği için şimendifer istasyonunda kaldığını anlattım. Dikkat­ le beni dinliyordu. Sözlerimi şöyle tamamladım: "Bari gidip memleketin sahibine haber vereyim, dedim ve geldim." Cemal Paşa Kurmay Başkanına emrini tebliğ etti: "Ne vermek mümkünse veriniz!"

4. Ordu'dan,

2. Ordu'ya binlerce deve, yüzlerce araba,

yüzlerce hayvan, binlerce kat elbise, kaput, çamaşır, ayaldrn­ bı, külliyetli eşya, teçhizat, çokça erzak, hastaneler için pek çok şilte, battani)'.e, malzeme, ilaç verildi. 1917 yılının başında, galiba mart ayında, Ordu Kuman­ danı Ahmet İzzet Paşa izinli olarak İstanbul'a gitti ve orada hastalandı. Kolordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa, Ordu Kumandanı Vekili olarak Sekrat'a geldi. Atatürk'le vazife ir­ tibatı içinde ilk defa beraber bulunuyorduk. Mevsimin kanun­ lar olduğunu hatırlıyorum. Atatürk gelir gelmez Kurmay Baş­ kanı olarak benimle çalışmaya başladı. Kıtaların vaziyetini, ge­ lecek ihtimaller hakkında ne düşündüğümü etraflı olarak sor­ duktan sonra, önümüzdeki kış, orduca alınması lazım gelen tedbirleri bilmek istediğini söyledi. İzinli giden ordu kuman­ danı ile ve İstanbul'la olan konuşmaları anlattım ve kendi tek-

37


lifimi söyledim. Atatürk fikrimi kabul etti ve derhal tatbike koymak için emir hazırlanmasını istedi. Yani ordu kumanda­ nının gelir gelmez ehemmiyetli bir karar vermesine sebep ol­ mayı arzu etmeyerek, belki ertesi gün umumi vaziyeti bir da­ ha arz etmek için imkan bulacağımı söylemek istedim. Ata­ türk kısa keserek, hemen yeni tertibin alınmasını bildirdi. O gece sabaha kadar icap eden tedbirleri hazırladık ve ordu ku­ mandanının tasvibini kazandık. Atatürk'le vazife başında ilk tanışmamız bu suretle olmuştur. 19 l 7 başlarında Kafkas cephesinde kolordu kumandanı ol­ muştum. Ordu Kumandanı Vekili Atatürk'ün emrinde ve yakı­ nında kumandan olarak çalışmaya başladım. Az bir zamanda Mustafa Kemal Paşa, beni işbaşında tanımış ve itimat etmişti. Avrupa'da yıpratıcı siper harpleri Doğuda ve Batıda ha­ rekat harbi şeklinde kanlı inkişaflar göstermeye başlamıştı. Bu aralık bizim ittifak manzumesi bir mütareke ve sulh teklifi ol­ muş, kısa bir ümit devrinden sonra karşı taraf aksi bir çehrey­ le hayalleri boşa çıkarmıştı. Bizim, Avrupa cephesinde, Ma­ kedonya'ya kadar muhtelifyerlerde yardım kuvvetlerimiz var­ dı. Memlekette, İngilizler karşısındaki Suriye ve Irak cephe­ lerimiz buhranlı durumdaydılar. Bütün bu vaziyetleri ve har­ bin muhtemel neticelerini, Atatürk'le uzun uzun görüşürdük. Hususiyetimiz süratle arttı ve bana samimi bir teveccüh gös­ termeye başladı. Atatürk bir müddet sonra ordu karargahını, Diyarbakır'a nakletti. Ben Sekrat'ta, Dersim de dahil olarak geniş bir cep­ hede vazife görüyordum. Ruslarla Dersim hudutlarında da te­ mas halindeydik. Kafkasya'da bu kış çok mahrumiyetli geç­ mişti. Askerin beslenmesini ve her türlü ihtiyacını çok tahdit ederek idare etmeye çalışıyorduk. Memleketten sevkiyat ile

38


cephedeki orduların beslenmesi, yalnız valilerin himmetleri­ ne kalmıştı. Benim kolordum, Elazığ Valisi Muhterem Sabit Sağıroğlu'nun faaliyetine ve tertibine istinat ediyordu (daya­ nıyordu). Bu hal benim için çok iyi bir talih eseriydi. Muhte­ rem Sabit Bey, doğu vilayetlerinin harp esnasındaki türlü ha­ diselerinden yüksek itibar ile çıkmış, vilayet ahvaline ve hu­ susiyle Dersim'in ihtiyaçlarına ve meselelerine hakkıyla vu­ kufu sayesinde ehemmiyetli bir yardımcı vaziyetindeydi. 19 16- 17 kışında da kolordunun ihtiyaçları için paha biçilmez hizmetler ifa etmiştir.

Rus İhtilali Rusya'da ihtilal 1917 baharında başlamıştı. Bütün dünya vaziyeti birden yeni bir manzara gösterdi. İhtilal hükümetle­ rinin harp karşısında ve müttefikleriyle münasebetlerinde du­ rumlarını yakından takip ediyorduk. Rus ihtilal hükümetleri, süratle Almanlara karşı harbe devam kararını ilan ettiler. Ger­ çekte de kısa bir fasıladan sonra büyük Rus taarruzları inki­ şaf etmeye başlamıştı. Ancak bizim Kafkas cephesinde dur­ gunluk değişmemişti. Rus hükümetlerinin kararsız oldukları gün geçtikçe meydana çıkıyordu. Herhalde harp, Rusya cep­ hesinde yeni bir saflıaya istidatlı görünmüyordu. Ancak, bu 1917 senesinde, bizim için İngiltere başlıca düşman olarak bütün şiddetiyle harekete geçmiş bulunuyordu. İngiltere'nin gös­ terdiği büyük tehlike, Türkiye'nin memleket dışındaki kuv­ vetlerini anavatana getirmeye zorlamıştı. Vazife icaplarıyla Atatürk beni Diyarbakır'daki kararga­ hına çağırdı. Her gidip geldiğim gün benim için maddi, ma­ nevi dinlenme ve kuvvetlenme vesilesi olurdu. 39

·


Bu esnada beni Suriye cephesinde 20. Kolordu Kuman­ danlığı' na naklettiler. Atatürk'le beraber çalıştığımız müstes­ na zamandan ayrılmak mecburiyetinde kaldım. Suriye'de, Şe­ ria cephesinde 20. Kolorduya hareket ettim. Kafkas cephesin­ de bir seneye yakın vazifem nihayet bulmuştu. Orada bulunan silah arkadaşlarım çok zahmetli vazifelerinde 191 7 sonbaha­ rına kadar devam ettikten sonra, Bolşevik İhtilali ile dünyada ve bizde Birinci Cihan Harbi'nin askeri vaziyeti başka bir şe­ kil almıştı. Bizim Kafkasya ordumuz için ilerlemek vazifesi be­ lirmiş ve diğer cephelerimizde harp olaylan bize çok namüsa­ it devam ederken Kafkas cephesinde Kars ve havalisi anavata­ na avdet etmiş ve harekat daha ilerilere doğru genişlemişti. Kafkas cephesindeki müşkül zamanların hatıraları ben­ de daima canlı olarak yaşamıştır. Uzun menzil hatlarına bağ­ lı, mahrumiyet içinde bulunan bölgelerde askerimizin ve su­ baylarımızın gösterdikleri gayret, fedakarlık ve kahramanlık çok yüksek derecelerde idi. Vazife hissi ve güç şartlarda ordu inzibatı kuvvetliydi. Sarıkamış felaketi ile birden tamiri güç olan darbeye uğramış olan Kafkas orduları, dört sene harp müddetince, Rusya İmparatorluğunun ordularına karşı vatanı müdafaa etmişlerdir. Büyük Harbin Kafkas muharebelerinde Türk cephesi, ordu ve millet olarak pek dayanıklı bir kıymet göstermiştir. Ben Kafkas muharebelerinde esaslı bir kanaat edinmiş­ tim: Yeni harplerin modem ordularının, demiryolsuz menzil hatları ile idaresi mümkün değildir. Daha l 870'ten beri bu ha­ kikat meydana çıkmış ve strateji nazariyatına, temel prensip­ lerden biri olarak geçmişti. Bu itibarla demiryolunun harpte tesirini anlamak için Kafkas seferini görmeye lüzum yoktu de­ nilebilir. Bu doğru olmakla beraber, bir seferde demiryolu ek40


siğini vazifeli ve mesul olarak denemek, bende daima canlı kalan bir tesir bırakmıştır. Hususiyetle, karşımızdaki ordular yakın mesafelerde demiryoluna istinat ediyorlardı. Ruslar se­ fer esnasında ilerleyen ordularını demiryolu ile takip etmeye çalışmışlardır. Sankamış'ta nihayetlenen geniş hatlarını, se­ ferde, dar hat olarak Erzurum'a getirmişler, Doğu Beyazıt'a ve Erzincan' a doğru kollar yapmaya teşebbüs etmişlerdir. Bi­ zim Kafkas cephesini Ulukışla'dan veya Ankara'dan veyahut Resülayin istasyonundan ikmal etmeye çalışmamızın ne de­ mek olduğunu acı acı görmüşüzdür. Ulukışla'dan Kafkas cep­ hesine giden yollarda menzil için vazife gören asker ve teşki­ latın miktarı, cephede muharebe edenlerle yakından mukaye­ se edilecek derecede mühim bir kuvvet idi. Gene bunun gibi, İstiklal Harbi'nde Kafkas cephesinden Akşehir' e getirdiğimiz toplan kaç ay beklediğimi hiç silinme­ yecek bir derinlikle hafızamda taşırım. İstiklal Harbi' nden sonra takip ettiğimiz şimendifer politikası, iktisadi ve içtimai sebepler yanında, askeri zaruretlere dayanmış ve seferlerin canlı hatıraları bizde hiç gevşemeyen bir etken olmuştur. İkinci Cihan Harbi 1 939'da, yani 1 923 Lozan Muahede­ sinden on altı sene sonra patlamıştır. Bu müddet içinde geniş mikyasta harap olan Batı Anadolu ile Doğu Anadolu müm­

kün olduğu kadar imar edilmekle beraber, demiryolu şebeke­ miz hudutlara ve hudut yakınlarına ulaştırılabilmiştir. Kaf­ kasya seferlerinden aldığımız derslerden istifade ettiğimizi söylemek mübalağalı bir iddia sayılmaz ümidindeyim. l 939'da Erzurum'a, Diyarbakır'a, Palu'ya varmış bulunuyorduk.

41


SURİYE CEPHESİ Suriye Cephesi Büyük Ehemmiyet Kazanmıştı 1 9 1 7 bahar aylarında 20. Kolorduya nakledilmiş ve Ata­ türk'ten ayrılmıştım. Umumi olarak Gazze cephesi denilen bu hattın sol cenahında 20. Kolordu bulunuyordu. Bizim kolordu­ nun solunda ve büyük bir mesafe ile Birüssebi ordugahı vardı. Alman generali von Kress Paşa bu cepheye kumanda ediyordu. Yazı sert olan bu iklimde iki üç ay çalıştıktan sonra beni bura­ dan İstanbul' a çağırdılar ve diğer bir kolorduda vazife verecek­ lerini söylediler. Büyük karargahın, Halep 'te bir ordu teşkili için her yerden kuvvetler toplamaya çalıştığını öğrendik. Bu orduy­ la Bağdat ' ı kurtarmak üzere bir taarruz hareketi yapılması dü­ şünülüyordu. Ben bu orduda, 3. Kolorduya memur olacaktım. Birkaç güne kadar bana hareket emri vereceklerdi. Evlendikten bir buçuk sene sonra aile yanında bir hafta kadar dinlenme fırsatı bulmuştum. Hayatımda bu kadar tamir edici bir kısa istirahat fırsatını hatırlamıyorum. Bayan İnönü ile beraber hemen balayı seyahatine, Bursa' ya gittik. Bir asır dinlenme ve eğlenme imkanı bulmuş gibi gezdik. lstanbul ' a döndüğümüz zaman, yeni bir sefer için kuvvet ve derman ka­ zanmış olduğum kanaatindeydim. Mahsus bu ufak teferruatı büyüterek söylüyorum. Harp zamanlan, belki büyük müca-

42


dele ve yorgunluk devirleri, vazifelilere iki üç gün ailesinin yanında dinlenme fırsatı vermenin, vazife enerjisi için kıymet­ li bir yardım olduğu unutulmamalıdır. Buna karşılık harp za­ manlan, ailelerin cephede vazife sahiplerinin yanlarına geti­ rilmesinin doğru olmadığı zannındayım. Böyle misallerde, seferde, vazife üstünde büyük melekiitın toplanması ihtiyacı­ nın zarar gördüğünü müşahede etmişimdir. Bir iki gün içinde Halep' te yeni kolordunun başına git­ tim. Bir müddet sonra Atatürk' ü de bu orduya kumandan ta­ yin ettiler. Halep' te tekrar ordu ve kolordu içinde beraber bu­ lunduk. Bütün Arabistan ordularına kumanda etmek üzere Al­ manya'dan General von Falkenhayn gelmişti. Atatürk harbin gidişatından ve memleketin halinden çok endişeliydi. Bir ta­ raftan Halep' te ordu hazırlanırken, Atatürk, istikbal için cid­ di endişelerini bir rapor halinde Sadrazama bildirmeye karar vermişti. Bu raporu beraber bulunduğumuz vakitlerde hazır­ lamak üzere beni de vazifelendirmişti. Kaleme aldığım müs­ veddeyi, Atatürk, lüzumlu değişiklikler ve ilavelerle tamam­ ladı. Bu raporun ihtiva ettiği meseleler; mülki idarenin bozuk­ luğu, ordularımızın hali ve Alman kumandanların hakim du­ ruma getirilmesi hususlarında toplanıyordu. Atatürk, büyük ehemmiyet vererek bütün hakikatleri, memleketin kaderini ellerinde bulunduranlara anlatmak istiyordu. Tarihimizde ilk defa bu kadar çok insanı askere almış, büyük ordular kurmuş­ tuk. Memleket, müstahsil (üretici) gücünden kopmuştu. Ge­ ride, kadınlar ve çocuklar kalıyordu. Halk, tahammül edilmez sıkıntılar içinde bunalırken, evlatlarının cephelerdeki bakım­ sızlığından, ihtikar ve suiistimallerinden de haberdardı. Halk, harp tekaliflerinin (salmalarının) baskısı altında ezilmişti. Or­ duları beslemek için kullanılan sert tedbirler, askeri ve mülki 43


amirler tarafından ekseriyetle, insaf ölçülerinin dışına çıkarıl­ mıştır. Mülki idarenin süratle düzeltilmesi, adaletin kurulma­ sı, asayişin sağlanması, suiistimallerin tahammül edilebilir bir dereceye indirilmesi, raporda ileri sürülen tedbirler arasında yer alıyordu. Yeni kayıplara uğrayarak çekilmek zorunda ka­ lırsak, elimizde ve gerimizde kalacak mıntıkalara ve halka da­ yanacaktık. Bunları çürümüş halde bulmak ihtimali, zihinle­ ri rahatsız eden bir endişe idi. Atatürk, bu endişeyi daha o za­ man yürekten duymuştur. General Falkenhayn'ın telkiniyle başlayan Bağdat'a taar­ ruz

hazırlığından vazgeçilmişti. Sonra, yine onun görüşüne

uyularak, Sina cephesine taarruz imkanları ciddi olarak araş­ tırılmaya başlandı. Atatürk, imkansız gördüğü bu taarruz he­ veslerinin karşısına çıkmış ve raporunda her cihetten tenkidi­ ni yapmıştır. O, askeri stratejisinin müdafaa esasına dayanma­ sını tavsiye ediyor, netice olarak, bütün Suriye ve Arabistan cep­ hesinde en yüksek kumanda mevkiinde bir Alman generalinin bulunmasını reddediyordu. Rapora hakim olan hava budur. Atatürk, bu raporu Sadrazama, Enver Paşaya, Cemal Pa­ şaya gönderdi. Fakat ne oldu? Yıldırım Orduları Grubu Ko­ mutanı General Falkenhayn ile Ordu Kumandanı Atatürk ara­ sında zaten anlaşmazlık vardı. Başkumandanlık görüşünü de­ ğiştirmedi. Atatürk, ordu kumandanlığından istifa ederek ay­ rıldı. lstanbul'a gitti. Bağdat'ı kurtarmak için Halep'te hazır­ lanan ordu, Suriye'de kaldı. Gazze civarındaki İngiliz ordusu­ nun faaliyeti, Arap isyanının vahamet kesbeden inkişafı üze­ rine Halep ve civarındaki kıtaatın parça parça Sina cephesine sevk olunmasına başlandı. Bundan sonra harp, bizim için Su­ riye cephesinde azami ehemmiyet kazanmıştı.

44


Harp Sahasında Bizden Büyük Fedakarlık İstenmiştir Filistin ve Suriye muharebelerinin ıstırap dolu hikayele­ rine geçmeden önce, bu seferin hangi hesaplara dayanarak başlatıldığını hatırlatmakta fayda görüyorum. Birinci Cihan Harbinin daha seferberlik devrinde, Mısır'a karşı bir taarruz yapılması, Enver Paşa karargahında Türkler ve Almanlar arasında tetkik ediliyordu. İngiliz İmparatorlu­ ğunun dominyonlanndan toplayarak Avrupa'ya göndereceği orduların kolaylıkla geçecekleri yolun kapatılması, Alman de­ nizcilerine pek cazibeli görünüyordu. Liman Paşa, bu görüş­ melerde Mısır seferine imkan görmediğini ve bu sebeple ona taraftar olmadığını söyler. Türkiye harbe girdikten sonra, Al­ man umumi karargahı, üç aydan beri sefere hazırlanmış olan bir büyük ordunun ne suretle faydalı olacağını tayinde güçlük çekiyordu. Harp planlan Avrupa'da umulan neticeleri verme­ miş ve istikbal meçhullerle kaplanmış olduğu bir zamanda, Türkiye'den harp sahasında büyük vazifeler istenmiştir. İlk ta­ lepler, ordularımızı, Kafkas cephesinde Rusları ciddi tehlike­ ye maruz oldukları kanaatine vardıracak dış taarruzları yap­ maya sevk etmiş olduğu gibi Süveyş Kanalı'na karşı sefer şeklinde mühim bir strateji hedefine de tevcih etmiştir (yönel­ tmiştir). Alman karargahının arzulan tabii telakki olunur. Bu arzuların yerinde tatbiki şartlarının tetkik ve temini, tabiatıy­ la, Türk umumi karargahının vazifesi sayılır. Suriye'deki 4. Ordu Komutanlığı, Kanal'a karşı teşebbü­ sü nasıl ve ne ölçüde yapabileceğini uzun boylu tetkik ettik­ ten sonra hafif yüklü ve çevik bir kuvvetle Süveyş Kanalı'na taarruz etmeyi ve karşı tarafa geçerek yerleşmeyi tasarlıyor. 45


Çölde şose ve çöl hududuna kadar demiryolu yoktur. Çölde kafi su yoktur. Çölün tabii istikametlerinden, ağırlıksız, ara­ basız, fakat az da olsa bir miktar top geçirmeye çalışmak icap ediyordu. Ordu kumandanından son nefere kadar çadırsız ve yalnız peksimet, zeytin, hurma ve çay gıdası ve insan başına dört kilo su ile hareket ediliyor. Sefer kuvveti, on dört bin in­ san, biri on beşlik, yedi dağ ve sahra bataryasıdır. Bir ikinci kademe arkadan gelecekti. Süveyş Kanalı'nı kapama veya taciz etme hedefleriyle başlayan harp hareketleri, derhal Mısır seferi gibi tılsımlı bir mahiyet almış ve uzun zaman insanları, bu tılsımın heyecanı ve gösterişi ile beslemiştir. Mısır'da İngilizlerle aramızda açıl­ mış olan harp cephesi, üç büyük safhadan geçmiştir. Birinci safhada biz, Sina Çölü'nden geçerek Kanal'a taarz ru etmeye çalıştık. Bu devre, harbin başından l 9 1 6 sonuna kadar devam eder. İkinci devrede, F ilistin hududuna kadar ilerlemiş olan İn­ gilizler taarruza başlarlar. Bu devre,

1 9 1 7 sonbaharına kadar

sürer ve Kudüs ile Güney Filistin'in İngilizlerin eline geçme­ sine müncer (neden) olur. Üçüncü devre, İngiliz taarruzunun bütün A rabistan'ı istilası şeklinde genişleyerek, Irak ve Suri­ ye'nin kuzey· hudutlarına kadar tarafımızdan kaybedilmesiy­ le neticelenir. Harbe girdiğimiz zaman, yetişmiş büyük T ürk ordusunun nasıl israf edileceğini bulmakta güçlük çeken zekalar, harp so­ nunda en çok zayiata uğramış, en yorgun düşmüş memleket haline geldiğimizi şüphesiz elemle görmüşlerdir. Suriye cep­ hesindeki Cihan Harbi devrelerini kısaca hikaye etmeye çalı­ şacağım. Ordu Kumandanı Cemal Paşa, seferin azim ve irade sem­ bolü olarak küçük seferi kuvvetinin başına geçiyor ve ingiliz

46


dünya imparatorluğunun şahdamanna kesin darbeyi tevcih et­ mek maksadıyla, ona elverişli ve kendisi açısından eksik şart­ lar içinde ileri atılıyor. Şehit olduktan sonra, muharebeyi ne­ ticeye ulaştırmak için Enver Paşanın gelmesini vasiyet edecek derecede her ihtimali önceden düşünmeye çalışıyor.

4. Ordunun sefer kuvveti 18 Ocak 19 15 'te çöl içinde ha­ rekata başlıyor. Mısır'daki İngiliz kuvvetleri yetmiş bin kişi, Kanal boyunca Türkleri ilk karşılayacak kuvvetler Türklerin insanca en az iki misli, yerli ve seyyar bataryalar ve harp ge­ milerinin toplan hesapsızdır. Eldeki vasıtalar ile bu harekat çok cesurane ve kahraman­ ca bir teşebbüstür. Mısır' a karşı seferler tarihte daima sahil yo­ lundan yapılmıştır. Sahil yolu, nispeten çölün suyu bol olan mıntıkasıdır ve çölden üç yüz kilometrelik bir derinliği geçe­ cek seferi kuvvetin su ihtiyacı en büyük darlıktadır. Geçmiş fatihlerden hiçbiri, eski zamanın küçük orduları için bile çöl içerisinden harekat imkanı görmemişlerdi. Sahil yolu düşma­ nın deniz hakimiyeti altında bulunduğundan, biz tabiatıyla sa­ hilden uzak bölgelerden ilerlemeye mecburduk. Ordu, 1-2 Şubat l 9 15' te Kanal karşısındadır. İşte imkan­ sız olan rüya gerçek olmuştur. Düşman habersiz ve dalgın gö­ ·

rünüyor. 2 Şubat günü keşifler ve hazırlıklarla geçiyor. Saat 22.30'da kıtalar karanlıkta Kanal' a yürüyorlar. Fırtına çıkıyor. Kumların şekli değişiyor. Gündüz gösterilen yollar kaybolu­ yor. Saatler geçiyor. Kıtalar geç vakit buluşuyorlar ve 3 Şubat saat 3.20'de ateş başlıyor. T ürkler, Kanal kenarını tutuyorlar. Tombazlar suya indiriliyor. Bir tombaz, bir daha, bir daha, kar­ şıya geçiyorlar. Öteki tombazlar deliniyor, parçalanıyor, batı­ yor. Karşıda "Allah Allah" sesleri. İki sahil arasında kesif ateş. Saat 5'ten sonra geçiş yapılamıyor ve ortalık ağarmaya

47


başlıyor. Artık muharebe meydanı aydınlanmış olarak, topçu­ lar arasında ateş başlıyor. Bir tek ağır bataryamız, iki harp ge­ misini birbiri ardından saf dışına atıyor. Muharebe tertibi ve hücum istikametleri belli olduğundan düşman hatları bol bol takviye ediliyor. Ordu Kumandanı, doğru ve haklı olarak mu­ harebeyi kesme kararını veriyor. İngilizlerin tarifince, sefer kuvveti değil felakete, mağlubiyete bile uğramayarak çekili­ yor. Sefer kuvveti takip olunmaksızın, geldiği yerlere intizam içinde dönüyor. Vaziyet anlaşılmıştır. İyi hazırlanarak ikinci taarruz mu­ vaffakıyete götürülebilir. Hicaz demiryolunun Mısır şubesini inşaya derhal başla­ mak; yollar yapmak; peksimetin kafi olmadığı anlaşıldığın­ dan tam erzakı, ileri çöl menzil noktalarında toplamak; çölde su bulmak; hakiki Anadolu evlatlarından muntazam kıtalar kullanmak; asgari kuvvet olarak üçer tümenli iki kolordu, top­ lar, ağır toplar, uçaklar getirmek lazımdır. Derhal bu hazırlık­ lara başlanıyor. Uzunca bir sulh devrinin himmetine muhtaç olan bu tertipler için dünya ile irtibatı kesilmiş Türkiye'de, bu hazırlıklara esas itibariyle karar veriliyor ve işe başlanıyor. Hayretle takdire şayandır ki, bu imkansız görülen şeylerin bir kısmı yapılabilmiştir. Le Temps gazetesi, Türklerin Sina Çö­ lü'nde bir dev eser vücuda getirdiklerini yazar. Bu devrede or­ dunun vazifesi, Kanal'daki gidiş gelişi kesmek teşebbüsleri­ ne devam etmektir. Filistin hududundan Kanal'a kadar yalnız geceleri yürü­ mek üzere, on yedi günde gidilmişti. Çölün hususiyetine gö­ re sefer kuvvetlerinin kademelendirilmesi, erzak ve cephane­ nin taşınması, askerin en az ölçülerle beslenmeye çalışılması, dikkatle incelenmeye değer olan eserlerdir. Hususiyle bir or48


dunun içecek suyunu da beraber taşımak mecburiyeti gibi ha­ rikulade bir ihtiyaç göze alınan fedakarlığı tecessüm ettirme­ ye (belirtmeye) kafidir. Geçmek üzere Kanal' a atılan Türk as­ kerlerinin, karşı sahilde şehit olmayı göze almaları, muhare­ bede, bilerek hayat fedasını Türk askerinin ne kadar tabii te­ lakki ettiğine şeref verici bir misal sayılacaktır. Düşman, Ka­ nal 'ı batı kıyısından müdafaa ediyordu . Düşmanın müdafaa tertiplerinin ne kadar kuvvetli olduğunu tahmin etmek güç de­ ğildir. Donanma ve kara ordusu dar bir cephede, taarruz eden kuvvetten sayıca da çok üstün olarak, mevzi almış bekliyor­ du. Seferin az kuvvetle de olsa çölü geçme teşebbüsü, gözü tutma ve nihayet hayatını feda edecek derecede askeri feda­ karlık tarafı övülmeye ve iftihar edilmeye değer. Büyük ka­ rargahlardan istenilen akıl ve hesap tarafı, her türlü tenkide müstahaktır. Askeri hareketlerde, hususiyle zamanımız sefer­ lerinde, başarının en esaslı şartı ise muharebe edecek ordunun talim, terbiye ve kahramanlık vasıflarının akılla ve sağduyu ile idare edilmesidir. Kanal' a bu ilerleyiş ve çekiliş hareketine Mısır seferinin bir taarruzi keşfi mahiyeti verilerek asıl taarruzun bundan sonra yapılacağı telkin edilmiştir. Gerçekte de 19 1 5 Şubatın­ dan sonra çölde daimi hareketlerin yapılabilmesi için geniş te­ sislere başlanmıştır. İngilizler Çanakkale'ye taarruz etmişler ve her cephedeki hareketleri Kanal' a karşı teşebbüs ihtimal­ lerinden müteessir görünmemiştir. Suriye ordusu, ilk uzun de­ virde taciz vazifesi takip ediyordu . Ufak seyyar kollar Kanal' a torpil atmış ve İngiliz süvarilerinin Kanal doğusunda ordugah­ larına, Katya 'da olduğu gibi başarılı baskınlar yapmıştır.

49


İngiliz Menzil Hazırlıklarının Hikayesi Nihayet İngilizler, Kanal müdafaasındaki usullerini de­ ğiştirmeye mecbur edildiler. Kanal'ın doğusunda, uzak mesa­ fede, müdafaa hatlanylla, Kanal'a ateş düşmesini men ede­ cek bir savunma tertibini (düzenini) kararlaştırdılar. Bir müd­ det sonra, umumi Avrupa vaziyeti kendilerine müsait olduk­ ça, yani kuvvetleri kafi derecede arttıkça, ilerlemeye ve har­ bi Filistin içine nakletmeye karar verdiler. Bunun için Filis­ tin'e ilerleyecek ordunun ikmal işlerini hazırlamaya başladı­ lar. Deniz hakimiyeti sebebiyle sahil yolundan ilerlemek müm­ kündü. Sahil yolu aynı zamanda denizden çok kıymetli bir menzil sayılırdı. Bundan başka, Mısır'dan orduyu takip ede­ rek, bir geniş demiryolunun döşenmesine başlandı. İhtiyaçla­ rın en başında gelen su derdi için gene Mısır'ın tatlı su neh­ rinden yani Nil'den, orduyu takiben su boruları yerleştirildi. İleri harekat için İngiliz menzil hazırlıklarını hikaye et­ mek daha kolay ve basit bir meseledir. Harp maksadı dışında emek, masraf dağıtmaksızın bir sefer ordusunun ikmali ihti­ yacı göz önünde bulunuyordu. Bizim cephemizdeki Mısır seferi için menzil ve ikmal iş­ leri, anlatılması daha muğlak, tabiatıyla daha güçtür. Nil su­ yunu nakletmeye karşılık, yeraltındaki suyu tahmin etmekte mütehassıs insanların meçhul keşiflerine ümit bağlanıyordu. Demiryolu dar hat olarak Almanya'dan bir türlü gelemeyen malzeme ile ilerletiliyordu. Suriye'de ve Medine'deki bütün de­ miryolları odun yakıyordu. Bütün bu emekler yanında içerde­ ki idare gittikçe daha az verimli olan bir sistemden sıkıntı çe­ kiyordu. Askerlik bakımından en zararlı olan fark, karşılıklı askeri hedeflerin tayininde idi. Biz zahiren Mısır'ı zapt etmek 50


hedefini güdüyorduk. Adım adım çölden çekilerek, Filistin hu­ dudunu müdafaaya mecbur olduğumuzu kabul etmiyorduk. Düşman, Kanal'da tesis ettiği müdafaa hattını üç yüz kilomt­ re geride bırakmıştı. Büyük sevkü idarelerin hedefleri arasın­ daki farkı görüp, icabını kabul etmemenin vahim neticeleri, artık tamir edilmez saflıalara girmek üzereydi.

19 17 Martının son günlerinde İngilizler, Gazze güneyin­ deki Türk mevzilerine taarruz ettiler. Bu suretle Birinci Gaz­ ze Meydan Muharebesi başlamış oldu. Muharebe üç gün sür­ dü. İngiliz taarruzunun durdurulması ile ehemmiyetli bir mu­ vaffakıyet kazanılmıştır. Bu muharebe, Filistin kenarında vu­ kubulmuşken, kıtaatın mütemadi iaşe (sürekli yiyecek) müş­ külatına maruz kalmasından şikayet edilmiştir.

19 17 Nisanının ortasında Gazze hareket mıntıkasına İn­ gilizler bir daha taarruz ettiler. Muharebe üç gün sürdü ve İn­ gilizler eski mevzilerine kadar geri atıldılar. Çekilen düşman üzerine yürüyerek kati bir netice kazanılması için cephane noksanının mani olduğu söylenmiştir. İki tarafehemmiyetli za­ yiat vermiştir. Filistin hududunda İngilizlerle cereyan eden bu muharebeler; nispeten az kuvvetler arasında ve mahdut saha­ da cereyan etmiştir. Gazze Muharebeleri, umumi olarak, von Kress Paşa'nın ordu kumandanlığında cereyan etmiştir. Miralay Refet Bey (General Refet Bele), Kanal hareketleri ve hususiyle Gazze muharebelerinde kıymetli hizmetlerle temayüz etmiştir. İngiliz ikmal işlerinin mükemmel işlemesi, artık düşmanın büyük kuvvetler toplamasının mümkün hale geldiğini gösteriyor­ du. Düşman, bu imkandan sistemli ve devamlı bir şekilde istifa­ de etmiştir. Sonbahara kadar piyade ve hususiyle büyük süvari kütlesi hazırlamakta, düşman pek ziyade gayret sarf etmiştir.

51


Gene bu 1917 Mart ayında, Irak'ta Bağdat' ı kaybetmiş bulunuyorduk. Hicaz'da Arap isyanı ilan edilmiş ve Medine ile Suriye arasındaki demiryolu istasyonlarının, mütemadi (sü­ rekli) taarruzlara karşı tutulması son derece güç bir hale gel­ mişti. İmparatorluğun Arap vilayetlerine karşı düşman umumi taarruzu başlamıştı. Uzun devirlerden beri İtilafdevletlerinin, Arap dünyasında kendilerine ayırdıkları bölgeleri fiilen işgal etmeye çalıştıkları anlaşılmak lazım geliyordu. Her geçen ha­ diseyi ve ufak çapta bir muharebeyi geçici mahiyette görmek çok tehlikeli bir yanlıştı.

Sina Cephesine Tayin Olunmuştum Bugünlerde biz, Kafkas cephesinde bulunuyorduk. 4. Or­ dunun Kurmay Başkanı, sevgili arkadaşım rahmetli Orgene­ ral Ali Fuat Erden'e yazdığım tebrik mektuplarında, gelecek günlerin büyük seferler hazırladığına şüphem olmadığını yaz­ mıştım. Rahmetli Fuat Paşa, bazı hatıralarında benim bu en­ dişelerimi hikaye etmiştir. Harbin başından beri Arap bölgelerinin istilası tehlikesi karşısında bulunduğumuz, bir türlü aklımıza yerleşmemişti. Çanakkale ve Kafkas cephesinin ağır zayiatlı muharebelerin­ den sonra, topraklarımızı harp sonuna kadar korumaya çalış­ manın, bizim imkanlarımızı son haddine kadar karşılayacak bir strateji ihtiyacı olduğunu başkumandanlığımız düşünme­ ye hiç istidatlı değildi. Neticesi meydana çıkmış seferler için sonradan birçok akıl söylemek sevmediğim bir usuldür. Bu­ nunla beraber bizim sevkü idaremizin memleketin ihtiyaçla­ rını düşünmeyen hayallere ve gayretlere istinat etmesinin malı-

52


zurları üzerinde ısrar etmek istikbal için lazımdır. Düşünme­ li ki, 1916 senesinde bizim memleket dışında, yani Avrupa harp sahalarında üç kolorduluk bir kuvvetimiz, dost düşman hiçbir büyük ordunun küçük göremeyeceği bir varlıktı. Halep civarında toplanan Yıldırım Kıtaları içinde kolordu kumandanı olarak hazırlıktayken, Sina cpehesine 3. Kolordu Kumandanlığına tayin olunmuştum. Ordu kumandanımız Mus­ tafa Kemal Paşa ayrılmıştı. Filistin cephesindeki haberler Bağ­ dat'ı geri almak üzere teşkil olunan Yıldırım K.ıtalarım Filistin'e çevirmişti. Biz, ilk olarak kumanda karargahı ile cepheye gittik. Cephede, Şeria denilen muharebe hattı, Gazze ile Birüs­ sebi, büyük cepheden geniş mesafeyle ayrılmış, mlinferit bir durumdaydı. Ben, Birüssebi'de kumandayı aldım. Burada 3. Süvari Tümeni ve bir piyade tümeni, 3. Kolordu emrine girdi. ). Süvari Tümeni galiba iki alaylı idi ve piyade tümeni, büyük miktarı ile Suriye efradından teşekkül ediyordu. ordu kuman­ danı Kress Paşa, beni düşman hazırlığı üzerinde aydınlattı. Düşman, Gazze güneyindeki ordugahta çok takviye kıtaatı al­ mıştı. Büyük bir süvari kuvveti karşımızdaydı. Düşman taar­ ruzu bekleniyordu. Bu taarruzun sahil mıntıkasından, çıkarma­

larla karışık olarak yapılacağı tahmin ediliyordu. Birüssebi, son iki seneden beri menzil binaları ve su kuyuları ile teçhiz edil­ mişti. Düşmanın süvari kuvvetleriyle yapacağı nümayiş ve ta­ arruzların Birüssebi 'de karşılanması düşünülmüştü. Endişe ve­ rici bir nokta, Suriyeli kıtaların muharebe kabiliyetleri üzerin­ de tereddüt bulunmasıydı. Bir aralık bu tümenin kaldırılması bile düşünülmüş, ancak ihtiyacın şiddeti buna imkan verme­ mişti. Tereddüt, İngilizlerin Araplar arasında tahriklerinin iler­ lemesinden doğmuştu. Umumi hatlarını bu suretle hatırladığım ilk temastan sonra, Birüssebi 'de çalışmaya başladık.

53


1917 senesinin ekim ortalarında, Birüssebi 'de çalışmaya başladığımızın ertesi gününden itibaren büyük İngiliz süvari kollan, ordugahlanndan hareket ederek, Birüssebi güneyin­ den doğuya geçtiler. Akşama doğru bu süvariler, tekrar uzun bir yürüyüşle ordugahlarına döndüler. Her iki kanadı açık bu­ lunan Birüssebi mevzilerinin çevirmeye maruz kalacağı gö­ rülüyordu. Mevziler oldukça hazırlanmıştı. Teçhizat ve bes­ lenme şartları artık bütün cephelerde aynıydı, yani mahdut ve çok idareliydi. Birüssebi karşısında düşman piyade kıtaatı toplanmaya başladı. güçlükle yapılan uçak keşifleri malumat veriyordu ve bilgiler, mutat olduğu veçhile daima bir tarafından eksikti. İn­ giliz uçakları keşif yapabiliyordu. Düşman piyade kıtaatı bi­ zim karşımızda çoğalıyordu ve süvari kıtaatı ise her gün Bi­ rüssebi doğusuna kadar cevelanlannı yapmakta devam ediyor­ du. Bizim süvarilerle onların süvarilerini takip etmeye başla­ dık. Müsademeler oluyor ve iyi neticeler alınıyordu. Ben cepheye gelmeden önce, bizim ordu karargahı, bu ke­ şif kolları baskınlarının birinde düşman zabitlerinin evrakını ele geçirmişti. Bu evrakta gelecek taarruzun icra planını gös­ teren işaretler bulmuşlardı. Ordu Kumandanı bizi yanıltmak için mahsus bu evrakın elimize düşürüldüğünü ihtimal olarak söylüyordu. Fakat ele geçen plan, ordunun tahmin ettiği en ma­ kul ihtimale uygun görünüyordu. Yani taarruz sahil mıntıka­ sından olacaktı. Uçak keşifleri, ekimin son günlerinde Birüssebi karşısın­ da bir piyade tümeninden fazla düşman kuvvetlerinden bah­ settiler ve ayın

31 'inci

günü şafakla beraber düşman taarruz

etti. Düşman süvari kıtası bütün kuvvetiyle Birüssebi doğu­ suna geçmiş hem kuzeye, hem doğruca Birüssebi üzerine te-

54


veccüh etmişti. Düşman süvari kuvveti, iki alayımıza muka­ bil iki tümenden ibaretti. Kuvvetler mukayesesinde en mühim nokta, birliklerin sayısından ziyade, mevcutlarının arasında­ ki büyük farkta görünüyordu. Birüssebi 'ye doğru gelecek sü­ vari taarruzuna karşı, kısa müddet zarfında makineli tüfekler­ le gizli maniler kurulmuştu. Muharebe 3 1 Ekim 1917 'de bütün cephede birden büyük şiddetle başladı. Ordunun diğer cephelerinde ehemmiyetli mu­ harebe cereyan etmiyordu. Tabii, büyük taarruz daha inkişaf etmemiş zannolunuyordu. Birüssebi 'yi muhafaza etmekle vazifeli olan 3. Kolordu, zayıf kuvvetlerden meydana gelmişti. Şu kadarını söyleyeyim

ki,

kolordu emrindeki süvari tümeninin bölüklerinin her bi­

rinde ancak seksen mızraklı vardı. Ayrıca, tümenin bir alayı kolordu sahasının dışında vazifelendirilmişti. Düşman taarru­ zundan önce bu süvari alayının kolordu emrine iadesini ısrar­ la istediğim halde, alayı geri almak mümkün olamamıştı. Ta­ arruz başladığı zaman, kolordu cephesinin sol kanadından, ya­ ni doğudan iki tümenin, batıdan bir tümenden fazla kuvvetin ilerlemekte olduğunu tespit ettim. Durumu orduya bildirerek, büyük kumandanlığın kararını sordum. Muharebelerde çok de­ fa olduğu gibi ordu kumandanlığı doğrudan taarruz eden kuv­ vetin iki süvari tümeni değil, iki süvari tugayı olduğu kanaati­ ne vararak, kolordunun verdiği bilgiyi mübalağalı saydı. Or­ dudan gelen emirde "Birüssebi savunulacaktır" deniliyordu. Kolordu bütün gücü ile ve bütün ihtiyatlarını cepheye sürerek savunmaya devam etti Harpten sonra askeri vesikalar yayın­ lanmaya başlayınca, 3. Kolordunun tahminlerinin doğru oldu­ ğu meydana çıkmıştır. Düşman topçusunun mukayese edilmez üstünlüğü yanında, piyade ve süvari olarak 3. Kolorduya ta-

55


arruz eden İngiliz kuvvetleri, bizim kuvvetlerimizin altı mis­ linden fazladır. Düşman öğleye kadar mevzilere girdi ve daha sonra bir noktada cephenin yarıldığı görüldü. Kolorduya çekilme emri verildi. Çekilmeyi tanzim ederken, akşama doğru düşman sü­ varisinin bazı aksamının Birüssebi'ye girdiğini ve kolordu ka­ rargahı binasının önüne kadar geldiğini gördük. Kasabanın içinde muharebe başladı. Bizim süvari kuvvetimiz onların te­ sirini tahdit etmeye tabiatıyla yetmiyordu. Bu şartlar altında Bi­ rüssebi 'deki kıtalan geri çekmeye mecburiyet hasıl oldu. Ben, kolordu kumandanı olarak, bizzat yanımdaki birkaç subay ve yirmi otuz kişilik bir kuvvetle kasabanın içinde düşmanla mu­ harebe ederek kuzeye doğru çekildim. Ertesi sabah büyük za­ yiata uğramış kıtalanmızı Şeria cephesinin sol cenahında top­ ladık. Kuzeye geçerek Kudüs yolunu kapama vazifesini aldım. İngiliz taarruzu Birüssebi'de büyük bir kuvvetle başla­ mıştı. Taarruzdan evvelki günlerde düşman kuvvetinin üstün­ lüğü meydana çıkmıştı. Bizim taraftaki sabit fikirler ne olursa olsun, esas ders, düşman hareketini karşılayacak ihtiyat kuv­ vetlerin bulunmamasıydı. Halep'te toplanmış olan ordu parça parça sevk olunuyordu ve yetişmek için çok geç kalmıştı. Bu­ nunla beraber, gene harp sahasına yakın bir zamanda varabi­ lecek kuvvetler bulunuyordu. Biraz vakit geçtikten ve arazi kay­ bedildikten sonra, düşmanı durdurmak mümkün olabilecekti. Büyük düşman taarruzuyla beraber, yeni kumanda taksi­ matı yapılmıştı. Şimdiye kadar bütün cepheye kumanda eden Kress Paşa, 8 . Ordu adıyla kurulan orduya verilmiş, cephenin batı kısmına memur olmuş ve Fevzi Paşa emrindeki 7. Ordu doğu kısmını almıştı. General von Falkenhayn bütün Sina cep­ hesini idare edecekti. Bundan sonra İngilizler sahil kısmına,

56


yani Gazze mevzilerine taarruz ettiler. Doğuda ve batıda her iki istikametten ilerlerken her gün muharebeler oluyordu. İn­ gilizlerin hücumları 8. Orduya karşı daha ziyade süratle iler­ ledi. Kasım ortasında İngilizler Yafa'yı almışken, 7. Ordu he­ nüz Kudüs 'te ve kuzeyinde bulunuyordu. Biz, 3. Kolordu ile Kudüs'ün kuzeyinde, Elbire Ramal­ lah mıntıkasında bulunuyorduk. Sol cenahımızda 20 Kolor­ du, Kudüs 'ü müdafaaa ediyordu. İngilizler Yafa 'da sonra, Ku­ düs'te 20. Kolorduya doğrudan doğruya taarruz ettikleri gibi Ramallah'ta 3. Kolorduya da aynı zamanda taarruz etmişler­ di. Cephe kumandanı mukaddes şehir içinde muharebeyi ar­ zu etmediğinden, Kudüs aralık ayının ilk haftasında tahliye

edildi. Kudüs 'ün kaybolması tabiatıyla umumi bir teessür ya­ ratmıştı. Bundan sonra Kudüs 'ü geri almak için, hiç olmazsa yakından ona hakim olabilmek için 7. Ordu tarafından taar­ ruz yapılmış ve bu taarruzdan sonra, İngilizler tekrar muka­ bil taarruzl a Kudüs kuzeyinde geniş mesafe kazanmaya, hiç olmazsa Nablus'u işgal etmeye çalışmışlardı. Bu esnada Ha­ lep civarından yeni kıtalar cepheye geliyordu. Kudüs dolayla­ rında Telelful, Elbire, Betunya cephelerinde kanlı muharebe­ lerle Filistin adım adım müdafaa olunuyordu. 1 9 1 8 Şubat ni­ hayetinde Kudüs kuzeyinde vaziyetimiz düzelmiş ve cephe metanetle savunulur hale gelmişti. 3. Kolordu Kafkasya'dan gelen 1 . Tümenle, 24. Tümenden mürekkep olarak Kudüs­ Nablus yolunun iki tarafında yerleşmişti.

Falkenhayn İle Cemal Paşa Süratle Çatıştılar Bu esnada, Yıldırım Orduları Grubunun kumandanı Ge­ neral von Falkenhayn değişmiş ve yerine Mareşal Liman Pa-

57


şa tayin olunmuştu. Rahmetli arkadaşım Ali Fuat (Erden) Pa­ şanın dediği gibi, mukaddes şehir (Kudüs) üç kişiyi de bera­ ber düşürmüştü. Bunlar, 8. Ordu Kumandanı General von Kress, Başkumandanlık Vekaleti Kurmay Başkanı General Bronsart ve Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Falken­ hayn'dır. Bu suretle General Falkenhayn' ın kumandası dört ay kadar sürmüş, yeni tertiplerin alınması ve uzun zamandan be­ ri hazırlanan İngiliz taarruzunu karşılamak için parça parça takviyelerle güç şartlar dahilinde geçmiştir. Alman büyük ka­ rargahının başında, müttefik ordularının halleri ve hareketle­ ri için esaslı bilgi sahibi olması lazım gelen General, tahmin etmediği vaziyetler karşısında kalmış olduğu intibamı (izle­ nimini) veriyordu. Garibi şurasıdır ki senelerden beri Türkler ile beraber yaşamış ve muharebe etmiş olan Alman subayla­ rıyla da beraber bulunuyordu. Fakat maiyetindekiler, hiç ol­ mazsa ehemmiyetli ve nüfuzlu mevkilerde bulunanların hep­ si, kendisi gibi yeni gelmişlerdi. Bağdat'ı kurtarmak için Ha­ lep civarında hazırlanan ordunun Sina cephesine yetişmesinin ne demek olduğu hiç kavranmamıştır. Güçlük arttıkça von Falkenhayn karargahı, sivil ve asker bütün muhitine hiddetli ve itimatsız bir tesir yapıyordu. Tabii

4. Ordu Kumandanı ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa ile süratle çatıştılar Zaten muharebelerin umumi seyrinde namüsait saf­ halara ve aşırı güçlüklere rastladıkça müttefikler arasında ge­ çimsizlik artması tabiatın kanunu icabındandır. Bizim cephe­ de de 19 18 hususiyetlerinden biri olmuştur. Muharebe cephe­ sinde çekişmeler asgari hadde bulunuyordu. İhtilaflar geriler­ de ve büyük karargahlar arasında kendisini hissettiriyordu. Liman Paşa, martın ilk haftasında cepheye geldi. Tertip­ lerimizi ve askerlerimizi gördü. Her yerde olduğu gibi bizim

58


cephede de birliklerin mevcutları çok azalmıştı. Bir tümen, harbin başındaki bir piyade alayının yarı kuvvetinde bulunur­ sa bahtiyar sayılıyordu. Bu piyade nispetine mukabil makine­ li tüfek ve topçu miktarında azalma, harp başına nispetle da­ ha ziyade artmıştı. Martın haftasında İngilizler, bizim cephe­ mize umumi bir taarruza geçtiler. Üç gün süren meydan mu­ harebesi kanlı ve zayiatlı olmuş, neticede İngiliz hücumu kı­ rılıp tardolunmuştu. Muharebede ele geçen vesikalardan an­ laşılmıştı ki, İngilizler Nablus'u işgal etmek hedefiyle hare­ kete başlamışlardı. 1. ve 2. Gazze Muharebelerinden sonra, Kudüs taarruzu için topladıkları kuvvetlerle nihayet takatla­ rının hududuna varmışlardı. Bu haliyle Suriye'nin müdafaası, . zayiatın azıyla tespit edilmiş görünüyordu. Mesele, bundan sonra yeni boğuşma için kimin daha iyi hazırlanabileceği hesabına kalıyordu.

19 1 8 ilkbahar aylarında, Avrupa Batı cephesinde, büyük Alman taarruzları vukubulmuştur. Başlıca zehirli gazlara da­ yandığını hatırladığım taarruzlar, nihayet durdurulmuştu. Bun­ dan sonra harbin siklet merkezi aşikar bir surette Avrupa Ba­ tı cephesinde İtilaf devletlerine dönmüştü. Düşmanın Filistin-Suriye cephemize karşı kati taarruzu­ nu yapmasına kadar, 19 1 8 Martından itibaren altı aylık bir ha­ zırlık ve bekleme devri geçmiştir. B izim tarafımızda Kudüs' e karşı düşman taarruzu devri General von Falkenhayn ile bit­ miş, son hazırlık Liman Paşa'yla başlamıştır. General von Fal­ kenhayn zamanında türlü mantıksız ve talihsiz sebeplerle Türk-Alman beraber çalışması güçlük içinde kalmıştı. Tecrü­ beli eski Alman subaylarının kanaatine göre Liman'ın gelme­ si, cephede yeni bir şevk ve gayret husule getirmişti. Liman Paşa da esasen, vakit vakit Almanların da şikayet ettikleri sert

59


ve geçimsiz bir generaldi. Ancak Çanakkale seferi gibi büyük bir harp safhasını muvaffakiyetle geçirmiş, her manasıyla ça­ lışkan ve ordularıyla meşgul olan bir amir olarak daha tesirli bir mevkideydi. Liman Paşa, mutadı veçhile ilk günden bütün maiyet ku­ mandanları ve kıtalanyla temasa geçmiştir ve General von Falkenhayn' ın esaslı tertiplerini değiştirmekle işe başlamıştır. Enver Paşa' yla, son senelerde devamlı münakaşa halindeyken, Filistin'de kumandayı deruhte ettiği zaman, aralarında ciddi bir uzlaşma yapılmıştır. Enver Paşa, Liman Paşa' ya her suret­ le yardım edeceğini söyleyerek, onu cepheye göndermiş ol­ duğunu, Liman Paşa hikaye eder. Filistin cephesini kuzeyden güneye akan Şeria nehri iki esaslı kısma ayırmıştır. Son günlerde eski tertipte, Şeria neh­ rinin batısında bir orduyla, doğusunda da diğer bir orduyla, savunma düşünülmüştü. Liman Paşa daha yoldayken, Şeria nehrinin batısında her iki ordunun kalmasını münasip (uy­ gun) görmüş ve zaman ile nehrin doğusunda yeni bir ordu teş­ kil etmiştir. 19 18 Mart başında gelmiş olan Liman Paşa za­ manında, İngilizler bizim cephemize, yani başlıca 3. Kolor­ duya karşı, iki safhada kati taarruzlar yapmışlar ve muvaffak olamamışlardı. Cepheye gelişi bir muzafferiyetle başlayan Li­ man Paşa, şevkini artırarak, umumi vaziyeti düzeltmek için çare aramaya koyulmuştu. Suriye müdafaasında ehemmiyetli meselelerden biri, Me­ dine'yle Suriye arasındaki irtibatın (bağlantının) muhafazası­ na çalışmak ve günden güne muntazam şekil almaya başlayan Arap tecavüzlerine karşı koymaktı. Askeri ve coğrafi bakım­ dan bu gayret lüzumsuz ve faydasızdı. Fakat, siyasi olarak hü­ kümet, Hicaz' ın tahliyesini büyük bir mesele zannediyordu. 60


Ta l 9 1 6'dan beri Türk kumandanları içinde ve Türklerle Al­ manlar arasında bu mesele konuşulur ve kimse bir karara va­ ramazdı. Hicaz'ın zamanında boşaltılmaması, Medine'nin kurtulmasına fayda vermemiş, fakat Suriye'nin de beraber kaybedilmesine bir yardımcı unsur olmuştur. Suriye halkının ve Arap şeyhlerinin idaresi de Türk ve Al­ man müttefikleri arasında vakit vakit ciddi ihtilaflara (anlaş­ mazlıklar) sebep olmuştur. Harpte müttefik kumanda heyet­ leri dost memleketlerde çalışmaya başladıkları zaman, ister is­ temez, iç idarenin selahiyetli makamları ve türlü unsurlarıyla temasa gelirler. Bu devrelerde, kumandanların halk ile müna­ sebetleri kolaylıkla, anlaşmazlıklara sebep olmaktadır. Büyük karargahlar arasında karşılıklı bir güven ve bunun temeli olan dikkat hüküm sürerse, ihtilaflar hallolunabilir. Suriye'de bir­ çok çatışmalar ve çekişmeler olmuşsa da nihayet bunların için­ de tamir kabul etmez bir -hadise vukubulmamıştır. Vaziyette hususi bir nezaket vardı. Suriye'nin her tarafı bir asırdan beri, İngiliz ve Fransızlarla temastaydı. Şimdi mu­ harebe esnasında düşman tahrikleri azami derecedeyken, bir de Alman müttefikleri resmi vazifelerle Arap alemi içine ka­ rışmışlardı. Tecrübeleriyle şeyhler ve politikacı unsurlar, ya­ bancı devletler mensuplarıyla temas etmenin yolunu biliyor­ lardı. Harp zamanı, siyasi ve iktisadi şartlar güç ve ağır oldu­ ğu için, halkın zaten kumandanlar yanında her gün söyleye­ cek şikayetleri vardı. Bu karışık şartlar içinde, iç idarenin bir­ takım güçlükler ve vehimler arasında yaşamasını tabii görmek icap eder. Bizim derdimiz, harbin namüsait cereyanı ile artan, halk ve hükümet arasındaki uzak ve soğuk münasebetlerdir. Bu münasebetler gittikçe güçleşmiştir. l 9 1 8 senesinde Suri­ ye Arap reisleri üzerinde, bizim aleyhimize bir milli kurtuluş

61


harbi telkinlerinin tesiri, iyice görünmeye başlamıştı. Suriye müdafaasında bu unsur, harbin son altı ayında, bizim için yıp­ ratıcı olmuştur. Diğer Arap memleketlerinde ve hususiyle Mı­ sır'da durum böyle değildi.

Tarihimizde Görülmemiş Sayıda Asker Firarisi Harbin bu son senesi, cephelerde muharebe eden ordula­ rımızın zayiatını ikmal etmek çok güçlü bir hale gelmişti. As­ kerlik çağında bulunanların toplanıp, talim ve terbiye edile� rek muharebe meydanlarına sevki büyük bir gaile (sıkıntı) i­ di. Tarihimizde görülmemiş sayıda asker firarisi oluyordu. Memleket içinde bütün idare makamları ve cephelerde ordu karargahları, bu firar hadiseleri ile mücadele ediyorlardı. Der­ din esasına çare bulmak gerçekten güçtü. Vatan müdafaası için canını severek vermeye alışmış Türk askeri neden ailesi için­ de kendisine utanç verecek bir harekete kapılıyordu? Harp lü­ zumundan fazla uzamış, memleket içinde mahrumiyetler art­ mış ve mahrumiyet zamanları mübalağa ile dillerde dolaşan suistimal hikayeleri manevi mukavemetleri (direnişleri) yıp­ ratmıştı. En fenası, cephede muharebe edenlerin bakımların­ dan ailelerin şikayetleri ciddi idi. Bizim orduda inhitat (çekilme) zamanlarından kalma bir yanlış fikir, hastalık gibi, idaremize yerleşmiştir. Kanaatkar­ lığı ile şöhretli olan Türk askerinin, harp ihtiyacı olarak, pek­ simetiyle çarığı yeter zannolunurdu. Bizim, orduya ilk girdi­ ğimiz günlerden beri askerin kanaatkarlığını ifade için müba­ lağa ile söylenen bu sözlerin, hakikatle ve Türk askerinin ta­ biatıyla hiçbir ilgisi yoktur. Türk askerinin tabiatı, bilhassa şu noktada, çok açık bir surette bellidir: Asker iyi bakılmak ve

62


iyi beslenmek ister. Harbin çetin isteklerine ancak tam gıda­ sını alan, iyi giyinmiş olan bir asker dayanabilir. Bu hususta Türk askerinin hususiyeti şudur ki, iyi bakılan asker bir diğer milletinki gibi kendisine karşı bir vazife yapıldığını takdir et­ menin üstünde, ayrıca yüreğinde sadakat, fedakarlık, minnet duyguları da taşır. O zaman Türk askerinin tarihte sabit olan yüksek cevherleri, harbin ümitsiz anlarında kendi tesirlerini gösterirler. Yoksa mahrumiyet ve suistimal havası içinde, gı­ dasına ve giyimine bakılmayarak, düşman karşısında ordu teş­ kili imkansızdır. Cihan Harbinin son senesinde muharebe cephelerinin ba­ kım sıkıntısı o zaman için felaketlerin sebebi olduğu gibi, bu sebebin fena tesirli hatırası İstiklal Harbi'nin ilk zamanların­ da da bize çok zarar vermiştir. 1 9 1 8 senesinde 300 bin kadar asker firarisi olduğundan bahsedilmiştir. Son altı ay zarfında, üç orduya, on beş tümeni ikmal etmek için belki on bin kişi gelmemiştir. 1 9 1 8 Martının son haftasında İngilizler Şeria nehrinin do­ ğusuna ansızın geçerek yeni bir cephe açmışlardır. Kuvvetli süvari ile ileri atılmışlar, piyade kıtaatı ile taarruzu beslemiş­ lerdir. Bir miktar zayıf kısımlar güneye ayrıldıktan sonra, baş­ lıca kuvvetleriyle Amman hedefine teveccüh etmişlerdir. Bir kısım kuvvetle Şeria boyunca kuzeye teveccüh ederek (yöne­ lerek), asıl taarruzun yanını himaye etmek istiyorlardı. Am­ man'da zayıf bir Türk kuvvetiyle, Alman tayyareleri ve men­ zilde vazife gören bazı Alman teşkilatı bulunuyordu. Ordular grubundan geride, yollarda bulunan bütün kıtalann ve ikmal efradının Amman'a yetişmesi için emir verildi. Amman'la Medine arasında bulunan müfrezeler de şimendiferlerle Am­ man' a celbedildi (getirildi). Derniryolu Amman'ın kuzeyin-

63


de düşman keşifkollarının ve Arapların tahribatına uğrayarak nakliyat yapıyordu. İngiliz öncüleri, üç günde varabildikleri Amman'ın batısında ilk mukavemete uğradılar. Ansızın yapı­ lan taarruz, fena yolların şiddetli yağmurlarla bozulmasından pek yavaş ilerlemişti. Uzun İngiliz menzil hattına, iki taraftan taarruz edildi. Muharebe mart nihayetine kadar sürdü ve bas­ kın hareketi muvaffak olmayarak ricate (geri çekilmeye) mec­ bur oldular. Düşman, geldiği gibi Şeria nehrine kurduğu köp­ rülerden geçerek batı sahiline döndü. Şüphesiz ki, Birinci Şe­ ria Muharebesi denilen bu harekatta, İngilizler bir muvaffakı­ yetsizliğe uğramışlardır. Bu vesileyle, Şeria doğusundaki böl­ genin de, İngiliz ordusunun büyük kısmının harekat ve ilerle­ me sahası olduğunu göstermişlerdir. Bu hal, Yıldınm Karar­ gahını, bizim halimize göre yeni büyük tedbirlere zorlamıştır. Şeria'nın doğusunda bir ordu karargahı teşkil edilmiş, köprü başında bir kolordu toplamaya başlanmıştır. Bu arada İngiliz­ ler 8. Ordu cephesinde de bir münferit taarruz yapmışlardır. İngilizler, bu muharebelerde uzunca hedefler takip ettikleri ve muvaffak olamadıkları tesirini veriyorlar ve karargahların eli­ ne böyle vesikalar geçiriyorlardı. Her iki tarafbu tarzda istih­ barat hilelerinden faydalar bekliyordu. 1 9 1 7 sonbaharında başlayan Kudüs taarruzu devresinde, İngilizler böyle bir aldatma teşebbüsünde ehemmiyetli muvaf­ fakıyet kazanmışlardı. Kendi harekatlarının nasıl cereyan ede­ ceğini gösteren vesikaları bizim ordu kumandanının eline ge­ çirmişlerdi ve bizim tarafın sevkü idaresi bu suretle telkin edi­ len ihtimalin tesirinden kurtulamamı$tı. 1 9 1 8 Martından, Ey­ lülüne kadar olan muharebelerde iki taraf sevkü idaresinin, te­ şebbüslerinde karşı tarafı yanıltmak arzusu kolaylıkla fark edilebilir.

64


Mayıs ayı başında Şeria nehrinin doğusunda ikinci bir İn­ giliz taarruzu vukubulmuştur. Bu teşebbüs birincisi gibi daha uzak bir hedefi değil, Es Sait mevkii olarak, yarı yoldaki yük­ sek bir mevzii hedef tutuyordu. Bu teşebbüsü hazırlamakta ve baskının icrasında gizli kalmayı, İngilizlerin maharetle tatbik ettikleri söylenmiştir. Baskına uğrayan Salt mevkii, ilk günü düşman eline geç­ miştir. Bundan sonra muharebe, Salt doğusunda acele toplan­ maya çalışan 4. Orduya mensup kıtaat ve 8. Kolordu ile kar­ şıdaki düşman arasında üç dört gün devam etmiş ve nihayet düşman Salt mevkiinden tardolunmuştur (uzaklaştırılmıştır) . İkinci Şeria Muharebesi muvaffakıyetle neticelenmiş, bu­ nunla Şeria nehrinin doğusundaki muharebe sahasının ehem­ miyeti, bizim cephemizin sevkü idare zihniyetine iyice yer­ leştirilmiştir. Şeria Muharebeleriyle beliren tehlikeleri, önle­ mek gayreti ve Hicaz hattı üzerinde Arapların mütemadi (sü­ rekli) baskınları, Şeria doğusunda ehemmiyetli kuvvet bulun­ durmaya bizi mecbur etmiştir. Karşılıklı kuvvetler arasındaki nispet esasından bozulursa, düşman her istediği bölgede ha­ rekete muktedir olduğunu ispat eder ve karşı tarafı, ister iste­ mez kuvvetlerini dağıtmaya mecbur bırakır. Burada hatırlat­ maya lüzum gördüğüm nokta şudur: Şeria doğusuna yerleşti­ rilmiş olan bizim kıtalar, düşmanın son büyük taarruzu esna­ sında neticeye seyirci kalmışlardır. Bu cephede vaziyetin düzelmesi ve kuvvet tasarrufu için Y ıldırım Grubu, 4. Orduyla ve 7. Ordunun sol cenahı ile bir taarruz tertip etmiştir. Alman kıtaatı da bu taarruza memur edilmişti. Şeria batısından yapılan taarruz harekatı muvaffak olmadı. Alman ve Türk kıtaatı arasında iyi işbirliği yapılma­ dığı şikayetleri uzun müddet söylendi. Zaten temmuz mevsi65


minde öğle vaktine kalan Şeria Vadisi Muharebeleri, elli de­ rece santigratta tahammül edilmez bir yorgunluk veriyordu. Cephelerin vaziyetini ıslah etmek için yapılan bu teşebbüsten sonra Şeria vadisinde ve Şeria doğusundaki askeri durumla en­ dişe içinde meşgul olmak, Liman Paşa karargahı için zaruri olmuştur. Liman Paşa 'nın hatıra yazısından anlaşılıyor ki, bu son bir iki ay içinde, onun sevkü idaresi büyük karargahla ve hatta Alman büyük Karargahı ile münakaşa ve mücadele için­ de geçmiştir. Her taraftan yardım ve kuvvet istiyordu. İç ida­ reden fena halde şikayet ediyordu. Her münakaşasının başın­ da istifasını veriyor ve güç halle istifası geri aldırılıyor. Aslın­ da ümidi zayıflamış bir kumandanın sinirli hali fark edilmek­ tedir. Bir aralık Suriye vilayetlerinin sivil idaresi de Liman Pa­ şa 'ya ek vazife olarak teklif edilmiştir. Bu hal bizim hükümet mahfilinde bir çaresizlik hissinin işareti sayılabilir. Liman Pa­ şa iç idareyi ve halkın gördüğü muameleyi, mübalağalı ölçü­ lerle hikaye ettikten sonra, başkumandanlık tarafından yapı­ lan teklifi kati olarak reddettiğini söyler. Bu devirde, bizim büyük Karargahla, Suriye müdafaası arasında başlıca bir münakaşa ve ihtilaf konusu da Azerbay­ can'da teşkil ettiğimiz ordu yüzünden çıkmıştır. Memleket mü­ dafaasında büyük ihtiyaçlar açık dururken, Azerbaycan ordu­ suna memleketin insan, malzeme ve her türlü kaynaklarının tah­ sis edilmesinden Almanlar şikayet ediyorlardı. Azerbaycan'da karşılaşan Alman ve Türk makamları arasında, siyasi ve aske­

ri ciddi ihtilaflar (anlaşmazlıklar) da çıkmıştı. Suriye'de düş­ man taarruzu bu dağınık şartlar içinde beklenmiştir. Ağustos ayında Mustafa Kemal Paşa, hastalıkla ayrılan Fevzi Paşa 'nın yerine 7. Ordu Kumandanlığı 'nı deruhte etmiş­ tir (üzerine almıştır). Tekrar cephede buluşmak bizim için

66


bahtiyarlık oldu. A tatürk, yakında A lman batı cephesinde yap­ mış olduğu bir seyahatten avdet etmişti. Cepheyi süratle tef­ tiş ederek lüzumlu gördüğü emirleri verdiği gibi, Avrupa harp­ leri ve iç dış umumi durum hakkında da bizi aydınlatmıştır. Orduların kuv vetleri, ihtiyaç ve ikmal durumları A tatürk'ün dikkatini çekmişti. Fakat orduların ikmali ve onlara yeni bir vaziyet vermek, hiçbir ordu kumandanının iktidarı dahilinde bulunmuyordu. Suriye'den çekilmeye, imparatorluk, 1 9 1 8 Eylül ortası­ nda vukubulan İngiliz taarruzu neticesinde mecbur olmuştur. Filistin'in kuzeyinden Halep'e kadar hemen her gün muhare­ belerden geçen uzun bir çekilme hareketini anlatmak güçtür. Esasen askeri mahiyette olmayan bu hatıralarımda, bir büyük askeri hadisenin teknik safhalarını söylemeksizin tarihi nasıl canlandıracağımı tayin edemiyorum. Herhalde altı aydan be­ ri Suriye'de Osmanlı talihine karşı büyük taarruz, insan mev­ cudu ve silah kuv vetiyle büyük üstünlük içinde hazırlanıyor­ du. İçinde yaşadığımız halk dört seneden beri zehirlenmiş, dört yüz seneden beri beraber yaşadığı T ürk milletine zorla düş­ man haline getirilmişti. Büyük tehlikeden haberdar görünme­ yen bir merkezi idare, alınabilecek tedbirleri ihmal etmiş ve ordular hakikaten zayıf bırakılmıştı. Bundan başka, 1 9 1 8 Ey­ lülünde, büyük düşman taarruzunu kabul eden Osmanlı ordu­ larının stratejik tertipleri uygun sayılamazdı. Denilebilir ki, ça­ resizlik ile, siyasi ve askeri kararlarda teknik zaaf ve medeni cesaretsizlik, yüksek sevkü idareye hakim olmuştur. Her ümit, T ürk askerinin ve T ürk kıtalarının bu son dört seneden beri tekrar efsane haline gelen dayanıklılığına bağlanmış bulunu­ yordu. İmkansızlıklar içinde T ürk cephesinin bütün üstünlük­ lere dayanması, bütün hataları tamir etmesi bekleniyordu. Ha-

67


diseler haksız ümitlere mükafatlar sunmadı. Tabiat kaideleri insan meziyetlerine büyük ölçüde verdikleri değerlerin ya­ nında, kendi zaruri neticelerini göstermekten geri durmadılar. Türk ordusunun Suriye'den muharebe ile çekilişi, imkansız­ lıklar içinde çırpınan bir heyetin, insan meziyetleriyle önle­ yemeyeceği bir hadise olarak vukua gelmiştir. Arabistan'dan çekilişimizin siyasi neticeleri ve elemleri üzerinde birkaç söz söyleyeceğim. Daha evvel muharebeler üzerine pek kısa bir tablo göstereceğim.

Yıldırım Karargahı Esir Olmaktan Güç Kurtuldu l 9 Eylül l 9 l 8 'de başlayan taarruz, eylül nihayetinde Şam' ın düşman eline geçmesiyle büyük harekat kısmını bitir­ mişti. Şam 'dan Halep' e kadar vukubulan ricat esnasında düş­ man büyük takip hareketleri yapamamıştı. Ancak ekim sonu­ na doğru, Halep civarında ciddi muharebeler olacak hazırlıklar görülebilmiştir. Bu tarihte Osmanlı İmparatorluğu Mond­ ros Mütarekesini imzalamış olduğundan, harp ve siyaset mü­ cadelesi yeni bir istikamet ve yeni bir tabiat üzerinde cereyan etmeye başlamıştır. l 9 Eylül İngiliz taarruzu karşısında biz üç ordu halinde bulunuyorduk. İlk günü öğleye kadar, Akdeniz sahiline dayan­ mış olan 8. ordu saf harici kalmıştır. Cephenin ortasında bulu­ nan 7. Ordu, dört gün, hem kendi cephesindeki taarruzları tar­ detmeye (uzaklaştırmaya), hem kendi sağ kanadındaki yara­ nın mütemadiyen genişlemesine çare bulmaya mecbur olmuş­ tur. Şeria nehri doğusunda bulunan

4. Ordu ise, meydan mu­

harebesi kesin neticeye varıncaya kadar büyük muharebeden hissesini almaya imkan bulamayarak seyirci kalmış ve uzun ri-

68

_


catlarla Bedevilerin taarlruz arı arasında yıpranmıştır. Bütün or­ dulara kumanda eden Yıldırım Karargahı, Eylülün 1 9' uncu ve 20'nci günleri muharebenin idaresi üzerinde tesirini ve kavra­ yışını hemen tamamen kaybetmiş bir durumda bulunuyordu. 20 Eylül, sabahleyin Yıldırım Karargahı olan Nasıra ka­ sabası düşman süvarisinin baskınına uğramıştı. Düşman ilk gü­ nü bütün sevkü idare karargahını esir etmek gibi müstesna bir teşebbüse girişmişti. Yıldırım Karargahı metanetle ve tedbir­ le kendisini kurtardı. Ancak bu hal, ilk günden itibaren, düş­ manın yerli halk yardımı ile ne kadar hazırlıklı olduğunun bir misalini gösterir. Bu meydan muharebesinin cereyanı içinde, benim ku­ manda ettiğim 3. Kolordu, Şeria nehrinin batısında, Kudüs­ Nablus yolunun iki tarafında, düşmanı karşılamıştır. 1 . ve 1 1 . Tümenler, Kolorduya bağlı idiler. Sağımızda Alman Asya Ko­ lu denilen bir muhtelit piyade alayı, 3 . Ordunun sol kanadın­ da bulunuyordu. Bizim solumuzda, 20. Kolordunun iki tüme­ ni ile beraber, biz 7. Ordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa'nın emrindeydik. 7. Ordunun cephesinde düşman birden büyük mesafeyle ilerleyememiş, hatta taarruzları tekrar tekrar kanlı bir surette tardolunmuştur. Düşman sağımızdaki 3. Ordu üze­ rinde ilk kati neticeyi tasavvur ettiği ve hazırladığı gibi bas­ kın suretinde temin ettikten sonra, 7. Orduyu tabiatıyla mev­ ziden mevziye çekilmeye mecbur etmiştir. 20 Eylülden itiba­ ren kısa mesafelerle mevziden mevziye geçiyorduk. 3 . Kolor­ du mevzi değiştirdikçe, sağ yanından açılan gediğin kapan­ masını, hiç olmazsa tarassudunu da (gözetleme) düşünmeye mecbur oluyordu. Bizim kolordunun muharebeleri, Nablus etrafına kadar ilk safhasını sarsıntısız geçirdi. Nablus'tan ge­ çerken ben halkta durgunluk gördüm, fakat düşmanlık hisset-

69


medim. Ama etrafta ve köylerde şeyhlerin ve halkın aşikar se­ vinç gösterdiklerini ve süslü elbiseleri ile misafir bekledikle­ rini haber alıyordum. Nablus'tan kuzeye giden büyük cadde bizim kolordu bölgesindeydi. 8. Ordunun tekerlekli bütün va­ sıtaları ve ağırlıkları bizim caddeyi yukarıdan doldurmuş ve tıkamıştı. Düşman ilerledikçe muharebenin bütün intizamsız kitleleri bizim yolumuz üzerinde yığılıyordu. Biz düşmanla cephede meşgul iken, rical hattımız üzerinde ve kuzeyinde bi­ riken engellerle uğraşmaya, kolordu olarak hem vasıtamız hem selahiyetimiz yoktu. Nablus'tan sonra 7. Ordunun kuzeye doğru yolları düşman elinde idi. Şeria nehrini doğuya geçerek kuzeye yürüme emri­ ni aldık. Bu safhada düşman kıtaları bizim kuzey ile irtibatımı­ zı kesmiş bulunuyordu. zaman,

Şeria'ya doğru yürüyüşe başladığımız

tekerlekli bütün vasıtalarımızı tahrip etmek emrini al­

mıştık. Şeria nehrinden 3. Kolordunun doğuya geçmesi bu harp­ te zihnimde yerleşmiş zahmetli ve zamanında, arkadaşlarım ve amirlerim tarafından takdir olunmuş hatıralardan biridir.

24 Eylülde de, Şeria kenarında Eşşak denilen mevkie ko­ lorduyu getirmiştim. önümüzde geçitlerini bilmediğimiz sü­ ratli akan bir nehir duruyordu. Biz bu nehrin doğusuna geçe­ cektik. Geçidimizi kendimiz koruyacaktık. Vadi, geniş ordu­ gfilılar halinde, bütün kolordunun bulunduğu ordugfilıtan çıp­ lak gözle bu ağırlık yığınlarının düşman tarafından parça par­ ça toplandığı görülüyordu. Düşman süratle güneye ilerleye­ rek, bizim muhtemel geçitlerimize mani olacak mevzileri iş­ gal ediyordu. Bu esnada kolordu seyyar vasıtaları tahrip edil­ mişti, günlerden beri her türlü ikmal tedbirlerinden mahrum olarak, son demirbaş erzakını ve elde bulunan piyade dağ si­ lahları için sayılı cephanesini taşıyordu. Bu mahrumiyetlerin

70


hepsinden mühim olan endişe, felaketler ve yıpranma manza­ raları içinde emir altında bulunan insanoğlunun ümidini ko­ ruyabilmek meselesiydi. Eşşak'ta, akşam üzeri, tecrübeli bir asker olan Tümen Komutanı Guhr Bey bütün alay komutanlarıyla yanıma gel­ mişti. Guhr Bey alay komutanlarına atfederek, onların vazi­ yetten çok endişeli olduklarını söyledi. Kendi düşüncesini sor­ duğum zaman bana metanetle cevaplar verdi. Kumandanlarım­ la kısa bir hasbihal sonunda onları yarınki güç harekat üzerin­ de aydınlatmaya çalıştım. Amirlerin dar zamanlarda, bedenen kendilerinden daha çok harp eziyeti çeken maiyetlerini ma­ nen korumak ve beslemek vazifeleri üzerinde konuştuk. Ci­ han Harbinde ve İstiklal Harbinde, birçok karanlık durumlar­ da, insanların aklına aydınlık veren amirler tesirinde huzur bul­ duklarını ve ümitle vazife hissi kazandıklarını tecrübe etmi-. şimdir. Küçük, büyük amirlerde bu manevi kudret, harplerin ümitsiz zamanlan için çarelerin en tesirlisi sayılır. 25 Eylül 1 9 1 8 'de iki koldan 3. Kolorduyla Şeria nehrinin doğusuna geçtik. Harekat ansızın ve süratle tamamlanmış, su­ ya yaklaştığımız ve karşıya geçtiğimiz zaman düşmanın tesir­ li ateşi bizim geçit hareketimize açılmıştır. Elimizde kalan cephaneyi idare ederek düşmanla dövüşüyorduk. İki geçit, pi­ yadenin belini aşan derinlikte ve süratle cereyandaydı. Atlan yüzdürüyorduk. Karşıya geçtik. Kıtalan toplamaya ve inti­ zam vermeye çalışıyorduk. Nehrin doğusunda Guhr Beyi sır­ sıklam, neşeli buldum. Yalnız bir kederi vardı. Cebinde taşı­ dığı kansının ve kızının fotoğrafı ıslanmıştı. Resmini sakla­ masını söyledim, mukaddes suda vaftiz edilm,iş olmaktan re­ sim sahiplerinin çok sevineceklerini konuştuk. Guhr Bey ko­ laylıkla şakanın lezzetine varmıştı.

71


Şeria'yı geçtikten sonra, akşam geç vakte kadar yürüye­ rek, Aclun denilen kasabaya ulaştık. Burada ordu kumandanı­ mızı buldum. Beni lütufkar bir surette karşıladı. Bildiği kadar bütün Suriye'deki asken ve siyasi vaziyeti anlatmaya çalıştı. Mustafa Kemal Paşa güç bir vaziyetten askerimi kurtarmış ola­ rak benim gelmemden dolayı aşikar bir surette memnunluk ve sevinç gösterdi. Gece bir müddet sonra ordu karargahı kuzeye doğru hareket etti. Ertesi sabah Şam' a doğru yürüyüşümüze de­ vam etmek emrini aldık. Suriye 'deki bütün ordular meydan mu­ harebesini kaybettikten sonra, Ordular Başkumandanlığının Şam'ı muhafaza ederek düşmanı bir cephede durdurmaya ça­ lışmak istediği sanılıyordu. Bu tahminle biz Şam istikametin­ de yürüyorduk. gerçekte ordular grubunun tasavvurları ve ka­ rarlan, vaktinde hiç olmazsa kolordular tarafından bile bilinmi­ yordu. Kıtalar kararsız, yahut sık değişen kararlarla bir türlü top­ lanamaz bir vaziyete düşmüş bulunuyordu. Biz 3. Kolordu, Şe­ ria nehri batısında bulunan kıtaların sonuncusu olarak Şeria do­ ğusuna geçmiştik. 4. Ordu, yani Şam güneyinde Hicaz'a doğ­ ru yayılmış olan kıtaat, pek yavaş bir tempoyla kuzeye doğru yola çıkmışlardı. Bu esnada Şam'ın kuzeyinde Rayak ve Bey­ rut bölgesinin düşman eline düşmemesi için Ordular Başkuman­ danlığı çırpınıp durmaktaydı. Kararsızlık ve dağınıklık uzak bölgelerde muharebeye iştirak etmemiş kıymetli kıtalann, uzun ricatların yıpratıcı yorgunlukları ve mahrumiyetleri yüzünden büyük zayiata uğrayıp erimelerine sebep olmuştur. Şeria doğu­ sunda bulunan muhtelifordulara mensup kıtalann arkasında, 3. Kolordu Aclun 'dan Şam' a kadar dört gün muharebeler vererek yürümüştür. İki günde lrbit' e, sonra Müzeyrep'ten geçerek Kis­ ve'ye vardık. Yolda içinden geçtiğimiz, hususiyle karanlığa kal­ dığımız köyler bizi ateşle karşılıyor ve ateşle takip ediyorlardı. 72


Bu şekilde yüriiyüşe devam etmek imkanı yoktu. Zehirlenmiş olan ve içinde düşman tertipçileri saklayan köylerden gelen darbeleri hazmederek gitmenin faydası, hatta imkanı olmadığı­ nı gördük. Taarruza uğradığımız yerlerde durup, ilk önce on­ larla hesaplaşmayı kararlaştırdık. Bu suretle hareket tarzımız bü­ tün yolda öğrenildi; artık uğradığımız taarruzlar ehemmiyetsiz ve az oldu. Yolda bir iki terk edilmiş menzil noktasından erzak ve cephane ikmal etmek talihine mazhar olduk. Bu ricatlar esnasında, kıtasını kaybeden veya dermansız­ lığından geride kalan münferit askerlerin halktan gördükleri muameleler yürekler acısıdır. Diğer taraftan, çok zayiata uğ­ rayarak bazıları yüz mevcuda düşmüş alaylarımızı, bulabildi­ ğimiz dağınık askerlerle doldurmaya çalışıyorduk. Hatta ge­ çitle Şam arasında hiç muharebe görmemiş taze bir piyade ala­ yı ile muhtelif hizmetlerden toplanmış iki yüz kadar Alman askerine de rastgelmiştik. Bu kıtaları piyade fırkalarına dağı­ tarak, daha dermanlı bir halde, Şam güneyinde, Kisve civarı­ na vasıl olmuştuk. Biz burada Şam'ı güneyden gelecek taar­ ruzlara karşı savunma gibi tabii bir vazifeye hazırlanıyorduk. Üst üste muhtelif ordulardan ve en nihayet Yıldırım Gru­ bundan doğrudan doğruya gelen emirler, Kisve'de durmamayı ve Şam'ı yakından güneye ve batıya doğru korumayı bildiriyor­ du. Bu emre göre tertip alınması devam ederken de, süratle Şam'ın terk edilerek, onun kuzeyine geçilmesi emredilmişti. Müteakip emirleriyle ve değişen tertiplerle bir kat daha yorgun düşmüş olan askerimizi 30 Eylül gecesi Şam'dan geçirip kuze­ yine çıkarmak hareketine başladık. Birbirini nakzeden ve tatbi­ ki birbirinden karışık olan emirlerin sebebi, Şam'ın batısında ve kuzeyinde cephenin bir türlü kurulamaması ve düşmanın serbest­ çe ve halk isyanı halinde Şam'ı adeta işgal etmiş olmasıdır. 73


HARBİN SONU Şam 'dan Geri Çekiliş 3. Kolordunun bir defa daha arkası kesilmişti; hem bu se­

fer düşmanlık galeyanı ve taşkın tecavüzler sarhoşluğu için­ de bulunan bir halk tarafından yolumuz kesilmiş bulunuyor­ du. Şam'ın gece gördüğüm güney kısmı hesapsız bahçelerin hendekleri ve çitleriyle dehşetli bir engel tarlasına benziyor­ du. Tel örgü engelleri, bizim içinde bulunduğumuz vaziyete nispetle, hafif ve kolay tabiatta sayılırdı. Bu engel tarlasından yol açarak ve yol yaparak Şam'ın kenarından kuzeyine çık­ maya başladık. Askeri hayatımda ilk defa burada, Şam bah­ çelerinden ateş içinde geçerken, herkesin yorgunluktan bitkin ve ümitsiz olduğu bir manzara karşısında bulunuyordum. Bir dereceye kadar genişçe bir sahaya vardığımız zaman durdum, kumandanları ve yakınımda bulunan subayları, askeri etrafım­ da topladım. İçinde bulunduğumuz vaziyetin tehlikeli oldu­ ğunu söyledikten sonra, bu vaziyetten şerefimizle, selametle çıkmanın mümkün olduğunu, ancak bu neticenin kolordu ku­ mandanı olarak benim tertibimle elde edilebileceğini anlattım. Sözlerim iyi tesir etti. Ufak bir dinlenmeden sonra yeni bir şevk ile Şam'ı geçmeye başladık. Gün doğarken Şam'ın doğusun-

74


dan kuzeyine çıkmış bulunuyorduk. Sonradan öğrendiğimize göre Şam, aynı gün batıdan ve içerden işgal edilmiş ve Arap İstiklali ilan olunmuştur. Şam 'm kuzeyine çıktıktan sonra Humus yolu üzerinde bir iki kilometre yürüyerek münasip bir yerde mola vermek isti­ yordum. Bu esnada Şam'dan kuvvetli bir süvari kıtası süratle çıkarak bize teveccüh etti (yöneldi). Bizde yorgunluk son had­ dindeydi. Düşman süvarisinin taarruzunu olduğumuz yerde kabul için hemen yayıldık. Biraz sonra silahlı ve atlı taarruz başladı. Takriben bir iki saat süren muharebeden sonra düş­ man zayiat vererek geri çekildi ve uzak mesafelere kadar ay­ rıldı. Son tehlikeyi atlatmıştık. Öğleden sonra, arazi tabiatı ola­ rak daha uygun ve bize beslenme imkanı verecek bir muhit aramak üzere yürüyüşe başladık. Türk kıtaatının Şam 'dan itibaren geri çekilişi, geçen gün­ lere nispeten daha sükı1netli, yahut daha az vukuatlı olmuştur. Çok geniş sahalarda dağınık ve yorgun kıtalar eriyebildikleri kadar eridikten sonra, Şam'la Halep arasında hareketler ve ter­ tipler daha ziyade anlaşılır hale gelmiştir. Halkın düşmanlığı, Şam kuzeyindeki bölgelerde henüz taşkın bir mayalanma ha­ line gelmemişti. Sonra İngiliz kıtaatı Şam-Beyrut hattına ge­ lince, yeni bir hareket için birkaç gün nefes almaya mecbur olmuşlardı. Bunların hepsi kadar ehemmiyetli olan askeri se­ beplerle, artık ufak mesafeler ve hesaplar mülahazası terk edi­ lerek, uzak mesafede Halep civarında ilk mukavemet teşeb­ büsüne karar verilmiş idi. Bu halde ilerde bulunan bütün kı­ talan toplamak, bunlardan yeni birlikler teşkil etmek gibi sa­ de bir tertibe girilmişti. Bu şartlar içinde ekim nihayetine doğru Halep güneyin­ de bir müdafaa kuvveti teşkiline ve düşmanı orada bekleme-

75


ye imkan hasıl olmuştu. Gerçekten düşman, isyana katılan ka­ bileler ve Bedevilerle beraber Halep'in güneyinden, içinden ve kuzeyinden taarruz ettiği zaman ordumuzun tesirli ve şe­ refli bir surette karşı koymasına imkan hasıl olmuştar. Ben Şam civanndan geçtikten sonra, ekim ortasını bul­ madan tehlikeli bir surette hasta oldum. Pek farkında olmaya­ rak Halep 'te hastaneye ve oradan İstanbul' a, şimendiferle nak­ ledildim. Yirmi günden beri gece gündüz yıpratıcı şartlar, hu­ susiyle fena ve kirli su tesiriyle şiddetli tropikal hararet ve amip salgınına tutulmuş bulunuyordum. Burada uğradığım hasta­ lıklar sonralan birkaç vesileyle tepmiştir. Kanaatim odur ki, karaciğerimde kalan zayıflık bu zamanlann yadigarıdır.

Milli Mücadeleye Daha Kuvvetli Bir Durumda Girebilirdik 1 9 1 8 Ekim nihayetinde Mondros Mütarekesi olmuştur.

Ben bu esnada İstanbul'daydım. Sadrazam ve Harbiye Nazın Ahmet İzzet Paşa, ben yataktan ayağa kalkacak hale gelir gel­ mez beni Harbiye Nezareti müsteşarlığına tayin etmişti. Şim­ di hikayelerimiz bir ucundan mütareke devrine girmiş oluyor. Ben burada o devre girmeden, Arabistan seferinin devamını ve neticelerini kısaca gözden geçirmek istiyorum. Mondros Mütarekesiyle Suriye ve Irak'taki düşman ha­ reketleri durmadı. Aksine, mütarekenin bir maddesine daya, narak stratejik noktaları işgal etmek bahanesi muharebeyi de­ vam ettirmek için kolaylaştıncı bir vesile olarak kullanıldı. Mütareke zamanı düşman elinde bulunmayan Musul daha sonra işgal edildi. Halep kuzeyinde işgal mıntıkası her gün ge­ nişletiliyordu. Urfa, Antep, Maraş, Adana, Pozantı'ya kadar

76


istila edildi. Suriye ve Irak cephelerinde şimdiye kadar yalnız İngilizler bulunurken, tedricen (yavaş yavaş) Fransız ordusu Suriye kuzeyini işgal etmiş ve Arabistan seferi şimdi Fransız­ lar elinde, büsbütün yeni bir istikamet ve mahiyet almıştır. Mütareke hükümleriyle bir taraftan memleket içinde si­ lahlar toplanırken, öte taraftan, halk Cihan Harbinin devamı olarak silahsız bir halde ateş içine atılmış bulunuyordu. İstiklal Harbi ve Milli Mücadele dediğimiz ölüm kalım savaşında biz, askeri bakımdan, Suriye'deki büyük zayiat ile gerçekten güç bir duruma düşmüş bulunuyorduk. Suriye'deki hareketler, askeri bakımdan tenkit olunmuş­ tur ve olunacaktır. Arabistan'ın kaybolması, aslında, beraber bulunduğumuz İttifak cephesinin harbi kaybetmesinden ileri gelmiştir. Merkezi devletlerle ittifak içinde harbe girmeye ka­ rar

verdikten sonra, merkezi devletlerle beraber kaybın neti­

cesine katlanmak tabiiydi. Bu sebeple biz, Suriye'de mağlu­ biyetlere uğramamış olsaydık dahi, mütarekeyle Kafkasya'dan çekildiğimiz gibi, Suriye'den de çekilmeye bizi mecbur ede­ ceklerdi. ·Ancak verdiğimiz zayiatı vermemiş, kaybettiğimiz silahlan ve serveti kaybetmemiş bir halde, Milli Mücadeleye manen ve maddeten daha kuvvetli bir durumda girmiş bulu­ nacaktık.

77



HADİSELERE TOPLU BAKIŞ

79



DÜNYA HARBİ VE TÜRKİYE Birinci Dünya Harbi Kaçımlmaz Hale Gelmişti Birinci Cihan Harbi hikayelerini, Suriye bozgununu ve Suriye'den çekilişimi anlatarak bitirmiştim. Suriye'yi, askeri mağlubiyete uğrayarak kaybettik. Mütareke imzalandığı za­ man, ordularımız muzaffer olarak Kafkasya'_yı ellerinde bu­ lunduruyorlardı. Mütareke şartlan zorlanarak Kafkasya'dan da çekilmemizi istediler, çekildik. Bunları takip eden gelişmele­ ri ileride anlatacağım. Şimdi, hatıraların bu kısmına gelmiş­ ken, Birinci Cihan Harbi üzerinde bir muhasebe yapmakta fayda görürüm. Harbe girip girmeme meselesi . . . Harbe girme zamanının tayini ve olanlar, tenkit edenlerin düşündüğü gibi cereyan etseydi netice değişecek miydi, gibi birçok münaka­ şa mevzuu ortada duruyor. Ve bu münakaşalar her cihetiyle İttihat ve Terakki idaresine, onun birinci derecede sorumlu ida­ recilerine dayanıyor. Harbe, Alman ittifakı içinde girdiğimiz, Almanlarla beraber çalıştığımız için, Birinci Cihan Harbinde Almanlarla münasebetlerimizden de tekrar bahsedeceğim. Birinci Cihan Harbi daha 1 9 l O'da kaçınılmaz hale gel­ mişti. 1 870- 1 87 1 seferinden sonra nesiller, yeni zaferler için hazırlanmak veya geçmiş acılan tamir etmek düşüncesi ile ya­ şıyordu. Fakat hakikatte Birinci Cihan Harbinin çıkmasını

81


mukadder (kaçınılmaz) kılan sebep, kırk yıldan beri birikmiş olan siyasi ihtilafların, görüşme ile çözülecek halde olmama­ sına alakalı devletlerin inanmış ve hal yolunun tamamıyla as­ keri zihniyete bırakılmış olmasıdır. O günlerde milletleri bir­ biriyle tutuşmaya sevk edebilen siyasi ve içtimai sebepler, bu­ günküyle kıyas edilmeyecek kadar iptidai (ilkel) idL Milli kudreti ve topraklan genişletmek, rakipleri zayıfve ilerisi için tehlikesiz hale getirmek başlıca amaçlardı. Bu bakımdan as­ keri hesapların tesiri, hakim rol oynuyordu. Bir seferin kaza­ nılması için, sefeberlikte, yığınakta düşmana takaddüm et­ mek, düşman tamamen hazır olmadan onu bastırmak ve düş­ manın silahlı kuvvetlerini mahvetmek ve bu yoldan düşman milletleri teslim olmaya mecbur bırakmak lüzumlu görülüyor­

du. Genelkurmay başkanları siyaset tespitinde hfilcim rol oy­ narlardı ve hükümetlerine verdikleri mütalaalar şu şekilde kı­ sa ve ciddi surette ürkütücü olurdu: "Harbe karar verip vermemek bizim selahiyetimiz dahi­ linde değildir. Ancak, bir harp olacaksa şu tarihe kadar karar verilmelidir. Daha sonraya bırakılırsa zaferi garanti edeme­ yiz ! " derlerdi.

1 904 Rus-Japon seferinden sonra Çarlık Rusyası bir Av­ rupa harbi için ciddiyetle hazırlanmaya başladığından askeri hesaplar daha çok karışmış bulunuyordu. 1 9 1 0'dan itibaren, Osmanlı imparatorluğunun Afrika'da ve Avrupa'da parçalan­ ması seferleri süratle birbirini takip etmiştir. Bu sırada büyük devletler kendi aralarında bir tutuşmaya varmamak için dik­ katli davranmışlardı. Ufukta görünen Cihan Harbinin hesap­ laşmasından önce bu ilk paylaşmalar lüzumlu görülmüştü. Birinci Cihan Harbi -ilerde, daha büyük bir harp çıkıp da birincisini gölgede bırakıncaya kadar "Büyük Harp" diye bi-

82


linen bu Cihan Harbi- tarafların denizaltı, ağır toplar ve yeni muharebe usullerinden büyük neticeler bekleyen hayalleri içinde vukua gelmiştir. Harp, her tahmini aşan bir müddetle uzamış, büyük can kaybına mal olmuş ve ati (gelecek) için deh­ şet verici hatıralar bırakarak bitmiştir. Verdiği neticelerse pek mahdut (sınırlı) ölçüde kalmıştır. Birinci Cihan Harbini yarım yüzyıldan beri hazırlayan bü­ yük devletlerin dünyayı paylaşma politakaları, bu harple so­ na ermemiştir. Milletler Cemiyetinin kurulmasında, daha zi­ yade, galip devletlerin durumlarını ve kazançlarını korumak zihniyeti hakim olmuştur. Yeni ihtiraslar belirmiş, yeni pay­ laşma usulleri yaratılmıştır Kolonilerin yeni taksimi ve man­ da sistemi bu cümledendir. Birleşik Amerika, Birinci Cihan Harbinin hitamından (son bulmasından) evvel yeni barış şartlarının esaslarını ilan etmişti. Yeni muahedeler (anlaşmalar) hazırlanır ve yeni müs­ takil (bağımsız) devletler vücuda getirilirken, Avrupa devlet­ leri, bu şartlan ancak kendi maksatlarına göre ve bazı haller­ de adaletsiz ölçülerde dikkate almışlardır. Galip devletler, daha barış muahedelerinin imzası günle­ rinde, birbirlerinden memnuniyetsiz ve kırgın ayrılmışlardır. Paylaşmada hepsi aynı derecede memnun olmamışlar ve fe­ dakarlıkları ile mütenasip (uygun) mükafat elde edemedikle­ rini söylemişlerdir. İtalya ile Japonya hayal kırıklığına uğra­ yanların başında geliyordu. İngiltere de, harp sonunda, Avru­ pa hakimiyetini Fransa'ya ve onun etrafındaki ittifak sistemi­ ne kaptırdığı için vaziyetten memnun değildi. Bütün bunların üstünde, Komünist Rusya'nın dünya si­ yaseti alanında büsbütün yeni bir telakki ve enerji ile ortaya çıkması büyük önem taşıyan bir gelişme idi. mırp, başlangı-

83


cında yatan hayaller büyük ölçüde gerçekleşmeden ve dünya siyasetine yeni meseleler getirerek sona ermiş oluyordu. Ci..: han Harbinin taraflarından, İtilaf cephesinde, Rusya'da Çar­ lık idaresi yıkıldı; İttifak cephesinde üç büyük imparatorluk Almanya, Avusturya - Macaristan ve Osmanlı imparatorluk­ ları- tasfiyeye uğradı. Galipler cephesini de, mağluplar cep­ hesi gibi zarara sokan ve sonunda bütün devletlerin, karşılık­ lı olarak birbirlerinden ve müttefiklerinden şikayetçi olduk­ ları Birinci Cihan Harbi, 1 9 1 4'te umumiyetle kaçınılmaz bir akıbet gibi kabul edilmiştir. Bizim Cihan Harbine girmemizin sorumluları da kendi� }erini haklı çıkarmak için türlü sebepler ileri sürmüşlerdir. Balkan Harbi mağlubiyetinde, İttihatçılar, zamanın ida­ resini "Memleketi batırdılar" diye suçlayarak Babıali baskı­ nını yaptılar. Memleketin idaresi ellerine geçti. Orduyu yeni­ den kurdular. Fakat, karşı kampta olanlar, Cihan Harbi'ne gir­ dik diye ittihat ve Terakkiyi memleketi batırmakla suçladılar. Cihan Harbi 'ne girdik ve gerçekten devlet tamamıyla munka­ riz (bitmiş) oldu. Şimdi, mühim olan mesele şudur: Birinci Ci­ han Harbi'ne girmemek mümkün müydü? Cihan Harbi'ne gi­ rilmese ne olurdu?

Harbe Girmemek Mümkün müydü? öteden beri bunun münakaşası yapılmaktadır. Aslında İt­ tihat ve Terakki 'yi, memleketi Birinci Cihan Harbi 'ne sokmak­ la suçlamak yerine, o günün şartlan içinde, imparatorluğu teh­ likeden kurtarmanın mümkün olup olmadığını araştırmak ge­ rekir. Bu meseleyi bir defa Atatürk'e sormuştuk. Oturduk, karşılıklı konuştuk. Atatürk bana dedi ki: 84


"İttihat ve Terakki ihtilalinin başında bulunanlar ve son­ ra hükümete geçenler bizim yakın arkadaşlarımızdı. Biz ilk safhada bunlarla beraberdik. İhtilal olduktan sonra karşıları­ na çıktık, ordu bu işe karışmasın, daha doğrusu biz ordu ola­ rak siyasete karışmayalım dedik ve bu fikir etrafında kendi­ leri ile mücadele ettik. Anlaşamayarak ayrıldık. Siyasetten biz çekildik ve muharebelerde vazife aldık. Memleket idaresi ile doğrudan doğruya alakadar değildik. Birçok merhalelerden ve tecrübelerden geçtik; bir kariyer yaptık ve bugünkü hale gel­ dik. Şimdi düşünelim bir kere, bizim seviyemizde olan ve bi­ zimle beraber ihtilali yapan arkadaşlarımız o zaman memle­ ketin başına geçtiler. Yeni bir kariyere girdiler. Biz o günkü adamlar mıyız ki? Farklı adamlarız değil ıni? Onlar bizim gör­ düğümüz bu tecrübeleri geçirmeden, bizim o günkü halimiz­ de, memleketi birinci derecede sorumlu olarak idare edip bü­ tün tehlikelere karşı koymaya çalıştılar. Nasıl yapacaklardı? Esasında bir ölçüde, yalnız tecrübeleri değil, kabiliyetleri de yoktu. İşte, onların yapacakları bu kadar olurdu." Şimdi, ikinci meseleye geliyorum. Benim kanaatime gö­ re, Birinci Dünya Harbi'ne girmemek de mümkündü. Onlar bizim bugünkü anlayışımızda olsalardı, girmezdik. Meselenin ikinci kısmı var. Girmezdik de ne olurdu? Belki harbe bu ka­ dar erken değil, çok sonralan, harbin sonuna doğru girerdik. Bunu yapabilir miydik? Aradan bunca zaman geçtikten son­ ra hüküm vermek kolay değil. Yapabilir miydik? Belki evet, belki hayır. Harbe hiç girilmeseydi, tehlikeleri bilip, ondan ko­ runmak için tedbirler almak mümkün olsaydı,herhalde ne ka­ dar korunabilirsek korunacaktık. Harbe girmekle olandan da­ ha beter ne olacaktı? Yalnız askerlik açısından bakınca, Birin­ ci Dünya Harbine girişimizin müdafaa edilecek hiçbir tarafı

85


yoktur. Biz Dünya Harbine, daha önce de söylediğim gibi, harp, müttefikimiz için kaybolduktan sonra girmişizdir. An­ layışlı bir insan bunu görebilirdi. Schlieffen vasiyetinde söylemiş. Almanlar için harp stra­ tejisi, bütün kuvvetlerle önce Fransa 'ya taarruz edip, onu harp dışı bırakmak, sonra doğuya dönmektir. Yine Schlieffen tav­ siye etmiş ki, eğer Almanya garp cephesini sökemezse hemen sulhe talip olmalıdır. Schlieffen'in görüşünün bile eksik oldu­ ğu sonradan anlaşılmıştır. Halbuki bizim harbe girişimiz Al­ manların Marne Muharebesini kaybetmelerinden sonraya rast­ lar. Bazılarında Birinci Dünya Harbi'ne girişimizden nazari olarak mutlaka bir fayda çıkarmak arzusu var. Ben bu fikre katılırım. Harpten önce yeni bir ordu yapıldı. Bu ordu ile Bal­ kan Harbini yapan Sultan Hamit ordusunun hiçbir alakası yok­ tur. Yeni ordu, Balkan Harbindeki ordudan belki iki defa, bel­

ki üç defa daha ıslah edilmiştir. Enver Paşa Harbiye Nazırı olunca, Balkan Harbini yapan orduyu tamamıyla temizledi. Balkan Harbine kumanda eden heyeti kamilen (tam olarak) tasfiye etti. Yüzbaşılar, binbaşılar birinci derecede kilit yerle­ rine geldiler. Yarbaylar tümen kumandanı oldu, albaylar ko­ lordu kumandanı oldu. Bu genç subay kadrosu canla başla ça­ lıştı ve yeniden düzenlenen orduyla Cihan Harbine girdik. Ordu böyle kuruldu ve ordunun yetiştirdiği kadro, bu or­ dunun yetiştirdiği kumandanlar, Milli Mücadelenin belkemi­ ği olan insanlardır. Bunların hepsi muharebe içinde yetiştiler. Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, herkes böyle bir har­ bin bütün sanatlarını, bütün güçlüklerini ve marifetlerini için­ de yaşayarak, itilip kakılarak öğrendi. Birinci Cihan Harbinin tecrübeleri ve öğrettikleri yanında, yüz elli seneden beri ec-

86


nebi mütehassıslarla öğrenilenler bir zerre teşkil etmektedir. Biz aynca Birinci Cihan Harbinde büyük orduların yenildiği­ ni gördük. Rus Ordusunun, İngiliz Ordusunun mağlubiyetle­ rini görmekten istifadeli (yararlı) dersler aldım. Harbin sonun­ da bütün kumandanlar, cephelerden askerlik ve kumandanlık sanatı bakımından çok şey öğrenmiş ve yetişmiş olarak gel­ diler. İlerideki ihtilali yapabilmek için büyük bir otorite sahi­ bi olmuşlardı. Mustafa Kemal Paşa, Çanakkale muharebele­ rini yapmış, her yerde muharebe etmiş, muzaffer olmuş bir ku­ mandan olarak döndü. Millet nazarında itibar kazanmış arka­ daşları vardı. Enver Paşa da otorite sahibiydi. Fakat, o Binba­ şı Enver Bey'in itibarıyla hükmediyordu. Bunların hepsi iyi ama, değerli kumandanlar, tecrübeli kumandanlar yetişecek di­ ye, kaybolmuş bir Cihan Harbine girilmezdi. Bizim Cihan Harbine girmemiz, ibret verici safhalardan geçerek tahakkuk etmiştir. Sultan Reşat'ın, devletin başı ola­ rak, olup bitenlerden haberdar olmadığını biliyoruz. Zamanın Sadrazamı, harbe girmemizden önceki gelişmelerin dışında kalmış görünüyor. Almanya ile yapılan İttifak anlaşmasını imza etmiş; fakat, sonra öğrendiğimize göre, İtilaf devletleri­ nin bize harp ilan etmelerini hazırlayan hadiseleri hükümet başkanı bir emrivaki olarak kabul etmek mecburiyetinde kal­ mıştır. Cihan Harbine girme kararının alınmasında, birinci de­ recede söz sahibi olanların fikir ve karar mutabakatını göste­ ren bir delile rastlamış değiliz. Birinci Cihan Harbine Meclis kararı olmaksızın girmişizdir. Devlet başkanının haberi yok­ tur, kabine üyelerinin haberi yoktur. İttihat ve Terakkiyi suç­

layanlar, bu durumu sağlam bir koz olarak kullanmışlardır.

87


İTTİHAT VE TERAKKİ İlk Günlerde Hükümet Başkalarının Elindeydi İttihat ve Terakki hareketi, uzun sürmüş bir istibdattan ve hakikaten çürümüş bir idareden kurtulma hareketi olarak mü­ him bir hadisedir. İttihat ve Terakkinin öncülüğünde yapılan inkıliip hareketi, ordunun iştiraki ile olmuş ve mevcut idare, kadere boyun eğmiştir. İnkılaptan biraz önce ve ondan sonra, İttihat ve Terakki ile içinde bulunularak çalışıldı. Kanunu Esa­ si gelecek ve her mesele hallolunacak kanaati vardı. Bunun dışında, bizim başkaca bir bilgimiz yoktu. Fakat teşebbüs biz­ den geliyordu. Bizden yaşlıları, ama aşağı yukarı birbirine ya­ kın erkanıharp sınıfları söz sahibiydiler.

1 908 İnkılabı bir kahramanlık hareketi, bir fedakarlık ha­ reketi, samimiyet ve vatanperverlik hareketidir. İnkılap, mem­ leket idaresinin çok bozulmuş bir zamanında, İttihat ve Terak­ kinin hazırlığının her sahada son derece az ve kifayetsiz oldu­ ğu bir devrede olmuştur. Esef etmek (üzülmek) gerekir ki, in­ kılabı yaratanlar, yani bizler, ne kadar kifayetsiz olduğumu­ zun da kafi derecede farkında değildik. Müslüman olan veya olmayan milletlerin türlü emellerini ve dışarıdan yapılan tah­ ripkar tesirleri de bilmiyorduk. İhtilal olduğu zaman her şe­ yin kolayca düzeleceğine o kadar inanıyorduk ki, idareye doğ-

88


rudan doğruya el koymayı düşünemedik. Hükümet değişmiş­ ti. İşbaşına namuslu adamlar seçildiler, geldiler. Onlar idare etsinler, biz kontrol ederiz diye düşünüldü. Bu kafa ile hiç ol­ mazsa bir sene geçti ve bu zaman zarfında sadrazamlar, na­ zırlar bulundu, fakat aslında hükümeti başkaları idare etti. İt­ tihat ve Terakki merkezi, idareyi dışarıdan kontrol etmekle ik­ tifa eyledi (yetindi). Bu devrede hükümeti idare edenler, pa­ dişahımız efendimizin tebaası ve adamları olarak geldiler, hü­ kümet ettiler. Yani bir ihtilal olmuştu ama, ihtilal kadrosunda hftkim olan siyasi zihniyet bu kadar geri ve kısır idi. İhtilali yapmışız, hükümet başkalarında, biz kontrol edi­ yoruz. Bir taraftan da her yerde dahili vukuat oluyor. Çok alış­ kınız bu dahili vukuata. orduya hftkimiz ve orduyu kullanıyo­ ruz. Ordu ile her tarafa yetişmeye çalışıyoruz. İlk sene böyle­

ce bir teneffüs olarak geçti. Ondan sonra Balkan Harbi çıktı. Balkan Harbi 'nin birin­ ci safhası bilinen maceralarla geçip gittikten sonra, hükümet darbesi yapıldı. İttihat ve Terakki Babıali baskını ile iktidarı ele aldı. Mahmut Şevket Paşa sadrazam oldu. Ancak Babıali baskını ile, tam bir İttihat ve Terakki hükümeti kurulabildi. İt­ tihat ve Terakki artık, cemiyet olmaktan ayrılmış, siyasi fırka hüviyetine bürünmüştür. Fakat bundan sonra da yeni hadise­ lerle, yeni mücadele şartlan ile karşı karşıya kalındı. Şiddet­ li bir iç mücadelenin başladığı açıkça görülüyordu. İttihat ve Terakki Fırkasının karşısında Hürriyet ve İtilaf Fırkası teşek­ kül etti. Muhalif olan unsurları ve bütün yabancı unsurları, Hürriyet ve İtilaf Fırkası kendi bayrağı altında topladı. Muha­ lefet fırkası olarak, Hürriyet ve İtilaf, bir taraftan yabancı un­ surları himaye ediyor ve şeriata dayanarak Müslüman unsur­ ları tatmine çalışıyordu.

89


Osmanlı İmparatorluğunda irtica, zamanının tabiatına uygun olarak, her hükümet devrinde şeriat elden gidiyor diye ayağa kalkar; ondan sonra gelen iktidar, şeriatın asıl sahibinin kendisi olduğunu ispat etmek için daha çok yarış yapar. İda­ rede hiçbir zaman temelli bir değişiklik olmaz. Cumhuriyet devrinde biz laikliği koyduğumuzda, o zaman şeriatla aramız esasından açılmış oldu. Daha başka bir tabirle, Türkiye'de ilk defa şeriata açıkça biz karşı çıktık. Fakat esefle belirtmek ge­ rekir ki, bizim zamanımızda ve bizden sonra gelenler arasın­ da da şeriata sahip çıkanlar oldu. Bugün hala şeriata dayana­ rak politika yapmak istiyorlar.

Alman İttifakında Enver Paşanın Rolü Benim hatırladığıma göre Meşrutiyet ilan edildiği zaman sempatimiz daha çok Fransa ve İngiltere'ye karşıydı. Çünkü Jöntürkler Fransa'daydılar. Hürriyet mücadelesini meinleket dışında sürdürmek zorunda kalan bu ilk hürriyet mücahitleri, Fransa'yı kendilerine uygun bir vasat (ortam) olarak bulmuş­ lardı. Edebiyatımız Fransız edebiyatının tesiri altındaydı. Fran­ sa'nın ihtilal edebiyatı, bizim hürriyet edebiyatımıza örnek teş­ kil etmişti. Bütün bunlar, Osmanlı hürriyetçilerin Fransa 'ya hayranlık ve sempati duymalarının başlıca sebepleridir. Almanya'ya gelince; biz Almanya'yı ilk zamanlar istib­ dadın yardımcısı olarak görüyorduk. Fakat Abdülhamit poli­ tikası Almanya'ya teveccüh etmişti. Bu politikaya göre, İngi­ lizlere ve Ruslara karşı Almanya ile beraber olmak impara­ torluk için bir emniyet meselesiydi. Almanlar da görünürde, Türkiye' nin yanında hami (koruyucu) olarak bulunuyorlar ve Türkiye'de demiryolu imtiyazı almak gibi bazı iktisadi men-

90


faatler sağlamayı gözetiyorlardı. Balkan Harbi çıktı zaman Osmanlı idaresi Almanlara çok güvenmiştir. Fakat Almanla­ rın bize hiçbir faydası olmadı. Balkan Harbinde diğer büyük devletler gibi seyirci kaldılar, hiçbir şey yapmadılar. Bu du­ rum, Türk-Alman dostluğuna bir soğukluk soktu. Ondan son­

ra uzun görüşmelerle, muhtemel bir Cihan Harbine karşı Al­ manlarla beraberlik tezi ortaya çıktı. Bu tezi savunanlar "Baş­ ka çare yok. Diğerleri bizi tutmuyorlar ve tutmayacaklardır" diyorlardı. Bu laflan çok işitmişizdir. Bir defa Doktor Nazım Bey bana anlatmıştı. Nazım Bey'in anlattığına göre, Fransa ve İngiltere ile ittifak yapmak için, beraber olmak için çok ça­ lışılmış. Fakat, müsait (uygun) bir zemin bulunamamış. Yal­ nız kalmamak için Almanlarla beraber olmak, son çare ola­ rak kabul edilmiştir. Türk-Alman beraberliğinde Enver Paşa'nın çok tesiri ol­ duğunu zannederim. Hürriyetin ilanından sonra Berlin' e ata­ şemiliter olarak gitmişti. Orada kendisine özel muamele yap­ mışlardır. Fakat, İttihatçıların Almanya'ya büsbütün yapışma­ larına rağmen, Almanlar mütereddit görünüyorlardı. Alman­ lar bu sıralarda Türkiye'ye henüz bağlanmamışlardı. Kulağı­ mıza gelen bir havadise göre, Cihan Harbinin yaklaştığı gün­ lerde biz Almanya'ya ittifak teklif etmişiz. Alman Hariciyesi itizar (özür) cevabı vermeye kalkmış, fakat imparator "Red­ detmeyin, açık kalsın" demiş. Sonra Cihan Harbi başlayıp, Türkleri yanlarına almak ihtiyacı hasıl olduğu zaman, impa­ ratorun uzak görüşünü takdirle karşılamış, Türkiye ile ittifak imkanını sağlamışlardır. Bununla beraber Almanya ile yapı­ lan ittifakta ve bu ittifakın değrelendirilmesinde daha çok bi­ zimkilerin gayreti olduğunu zannederim. Almanlarla beraber olunca, Rusya içinde, Müslüman aleminde ihtilaller çıkanla-

91


cak ve büyük neticelere ulaşılacaktı. Bu ümitlerle Alman itti­ fakına sık sıkıya bağlanılmıştır. Bu ümitle Birinci Cihan Har­ bine girilmiştir. Enver Bey' in, genç yaşında Harbiye Nazın olması, ordu­ da yadırganmadı, gayet iyi karşılandı. Daha evvel anlattığım gibi, Harbiye Nazın olarak büyük bir tasfiye hareketiyle, der­ hal ordunun ıslahına girişti. Teşebbüs, gerçekten başarılı oldu. Enver Paşa, bu tasfiyeyi yaptıktan sonra, bütün gücünü, orduyu siyasetten ayırmaya hasretti. Çok yakın arkadaşlarını, beraber ihtilalde bulunmuş kimseleri -aralarında küçük rütbe­ de olanlar da dahil- hepsini ordudan çıkardı. Bunlara, dışarı­ da vazifeler bulundu. Kendilerine itibar edildi. Bir kısmına par­ ti içinde işler verildi. Hülasa, siyaset yapmış, siyasete heves etmiş olanları ordu içinde bırakmadı. Bu hareketi yapmak şarttı. Siyasi ilişkilerinden dolayı cemiyetin gözünde itibarlı sayılan subay, mesela bir binbaşı, orduda, amirleri tarafından emrolunamaz, kendisine vazife verilemez bir set halinde iken bu setlerin hepsi bertaraf edildi ve kumanda mekanizması muntazam işler hale geldi. Enver Paşa, imparatorluğun kaderinde birinci derecede rol oynamış olan insandır. İttihat ve Terakkinin muvaffakıye­ tinde, prestijinin muhafazasında ve nihayet Balkan Harbinden sonra Harbiye Nazın olarak doğrudan doğruya giriştiği teşeb­ büslerde, rolü hep birinci derecededir. Memleketin Cihan Harbine girmesini sağlayan odur. Bü­ tün harp esnasında onun stratejik fikirleri birinci derecede rol oynamış, harbin sevk ve idaresine hakim olmuştur. Enver Paşa, şahsi meziyetleriyle, iyi bir asker, iyi bir su­ bay, iyi bir insan olarak, cemiyetin kusur olarak bildiği unsur­ lardan, insanın tasavvur edemeyeceği kadar nasibi olmayan bir

92


tiptir. Asker vasıflan bakımından, vazife sev.er, çalışkan ve kor­

ku nedir bilmez müstesna bir kahraman olarak, askerliğin ara­ dığı ölçülerin en yukarı seviyesinde yer almıştır. Şimdi, En­ ver Paşa'nın kumandan olarak ve siyaset adamı olarak vasıf­ larının tasvir edilmesi lazım gelir. Kumandan olarak, Enver Paşa'nın görüşü, kavrayışı, sevk ve idaresi, muayyen bir hududa kadar işlemiş, o hududa eriş­ tikten sonra kendi hayal ölçülerinin seviyesinde kalmıştır. Baş­ kumandan olduğu halde, kendisinin doğrudan doğruya vazi­ fesi dahilinde değilken, Sarıkamış Muharebesi gibi büyük bir harekatı bizzat idare etmeye heves etmiş, büyük başarılar ka­ zanacağını sanmıştır. Sonunda, kendi adını da, memleketin or­ dusunu da, bu seferin akıbetini de büyük felaketlere uğratmış­ tır. Müteakip seferlerde de, anlayış ve sevkü idare bakımın­ dan yüksek bir seviye göstermez. Enver Paşa'nın Alman askeri heyetiyle münasebetlerinde, Almanlara tamamıyla tabi olduğu söylenemez. Bilakis Alman­ lar, ondan daima çekinir ve onu memnun etmeye çalışırlardı. Ancak, kendisi zayıfladıkça, askeri kabiliyetlerinin ve vasıtala­ rının mahdut olduğunu anlamaya, öğrenmeye başladıktan son­ ra, nihayet Alman sevk ve idaresinin bir vasıtası haline gelme­ si zaruri olmuştur. Harp esnasında harbi sevk ve idare ederken, onun devlet ve siyaset adamı anlayışına göre, memleketin bü­

tün siyaseti harp vazifeleriyle hülasa olunuyordu. Bunun dışın­ da herhangi bir siyasi vazife ne memleket için ehemmiyetliydi, ne de kendisi için aynca bir iştigal (uğraşma) sahasıydı.

Enver Paşa İle Münasebetlerim Ben Enver Paşa ile büyük ölçüde, Harekat Şubesi Müdü-

93


rü olarak çalıştım. Evvela başımda bir Alman müdür vardı. O Alman müdür, Sarıkamış Muharebesine Enver Paşa ile bera­ ber gitti. Oradan hasta döndü. Yerine başka bir Alman getir­ mediler, beni yalnız bıraktılar. Demek ki, 1 9 1 4- 1 9 1 5 kışından itibaren, ayrıldığım 1 9 1 6 yılı nihayetine kadar bütün Çanak­ kale Harbi, Irak Harbi esnasında, Enver Paşa'nın yanında Ha­ rekat Şubesi Müdürü olarak bulundum. Enver Paşa ile münasebetlerim çok geniş olmuştur. Ba­ na büyük itimadı vardı. Sözlerime itimat ederdi. Fakat, tabi­ atı ve mizacı itibarıyla o hale gelmişti ki, kendisiyle, bir tek­ lifin veya bir vaziyetin münakaşasını yapmak mümkün değil­ di. Ama ben, iddiasız, vazifem icabı olarak ne teklif yaptıy­ sam, hepsini kabul ettirmişimdir. Onun için, Harekat Şubesin­ de bulunduğum bir, bir buçuk sene zarfında vazifemi iyi yap­ tığım kanaatindeyim. Kendisinden müşkülat görmedim, des­ tek gördüm. Almanlar, bu irtibattan (ilişkiden) ve nüfuzdan gocunu­ yorlar, beni Enver Paşa'nın yanından ayırmak istiyorlardı. Ça­ nakkale Muharebelerinden sonra, AVnıpa cephesine gönderil­ mek üzere Trakya'da kurulan 2. Ordunun erkanı-harp reisli­ ğine benden daha elverişli kimse bulunamayacağı görüşünü ileri sürdüler. Benim üzerimde ısrar ettiler. Nihayet, Alman­ ların tesiriyle, daha ehemmiyetli vazifelere atanmak suretiy­ le, bulunduğum vazifeden ayrıldım. fstanbul'dan ayrıldıktan sonra, cephelerde kumandanlık yaptığım zamanlarda iyi günler, güç ve kötü günler geçirdim. Enver Paşa ile, cephelerde kumandanlık münasebetiyle te­ maslarımız oldu. İnsaflı davrandı, vaziyeti mütalaa edip tar­ zıma ve görüşlerime daima müsait bulundu. Enver Paşa ile mü­ nasebetimizin bir hususiyeti de şudur: Umumiyetle yalnız ko-

94


nuşmuşuzdur. Harekat Şubesinde çalıştığım sırada, bazen be­ nim, yanında kendisine akıl veren bir insan olarak bulundu­ ğum vehmine kapıldığını ve bu durumu başkumandanlık sı­ fatına sığdıramaz göründüğünü hissederdim. Kendi kuman­ danlık cevheri güçlükler karşısında imtihanlardan geçmediği müddet zarfında, onun bu tabiatı, bir askeri veya siyasi mese­ leyi kimseyle münakaşa edemez hale gelmesine başlıca amil olmuştur. Benim Enver Paşa ile münasebetlerim, anlattığım ölçü­ ler içinde olmuştur. Zaman zaman, bana soranlar çıkar, Enver Paşa ile Atatürk'ün münasebetleri nasıldı, diye . . . İkisi arasın­ da çatışma olduğundan bahsederler. Meşrutiyetin ilanı günle­ rinden itibaren ihtilal hadiseleri yüzünden, onun şerefinin pay­ laşılması hakkında umumi efkarda yaratılan kanaatler yüzün­ den çekişmeler, uzaklaşmalar olduğundan bahsolunur. Şimdi, bu hususta bildiklerimi söyleyeceğim.

Atatürk ve Enver P aşa İttihat ve Terakki nüfuzlulan içinde, Atatürk, Fethi Bey'le beraber ayn bir grup teşkil ederdi. Trablusgarp Harbi sırasın­ da, bunlar, yani Enver Bey, Fethi Bey ve Mustafa Kemal Bey, beraber bulundular, beraber muharebe ettiler. Enver Bey, Bin­ gazi'de kumandan iken, Atatürk Derne'de onun emrinde ku­ mandan olarak çalışmıştır. Nasıl geçindiklerini uzaktan ben de merak ederdim. Muharebeden sonra, bizzat Enver Paşa'dan, Atatürk'ün kendi yanında iyi hizmet ettiği, iyi kumandanlık yaptığı, muvaffak olduğu sözlerini işitmişimdir. Ondan son­ ra, Enver Paşa Harbiye Nazın olduğu zaman Fethi Bey, Sof­ ya Sefiri oldu ve Atatürk de Ataşemiliterdi. Muharebe ilan

95


oluncaya kadar Atatürk'le temas etmediler. Birinci Cihan Har­ bi ilan olunduğunda, daha seferberlik zamanında Atatürk, Te­ kirdağ civarında yeni teşekkül etmekte olan bir fırkanın ku­ mandanlığına tayin olunmuştur. O fırkanın teşkil olunduğu sı­ ralarda, İngilizlerin Çanakkale seferi başlamış ve Atatürk elin­ deki kuvvetler ne haldeyse, o vaziyette yarımadaya girip mu­ harebelere iştirak etmiştir. Ondan sonra Atatürk'ün Enver Pa­ şa ile münasebetleri iki şekilde cereyan etti. Aralarında kuman­ da makamları vardı. Atatürk'ün üstünde kendi kolordu kuman­ danı bulunuyordu. Ordu kumandanı olarak Liman von San­ ders vardı ve ondan sonra Başkumandan olarak Enver Paşa ge­ liyordu. Bu müddet esnasında, Çanakkale'ye müttefiklerin asker çıkarmasının hemen ilk gününden itibaren, Atatürk, bir yıldız olarak parlamaya başlamış ve her gün biraz daha dik­ kati çeker hale gelmiştir. Burada Atatürk, kumandanlık imti­ hanını, tasavvur olunabilecek en büyük güçlükler içinde, her gün yeni bir muvaffakıyetle yürütür bir yola girmiştir. Çanak­ kale 'de ilk günden itibaren üzerinde toplanmış olan şerefler ve ümitler, Atatürk'ü dokunulmaz hale getirmiştir. Çanakka­ le seferi bittikten sonra, Atatürk, Doğu cephesine tayin olun­ du. Ve hep büyük kumandanlıklarda bulundu. Enver Paşa ile aralarında hiçbir zaman büyük münakaşa geçtiğini sanmıyo­ rum. Zaten Enver Paşa, hiç kimse ile bir meseleyi, yüzyüze münakaşa etmiş değildir. Nihayet, karşısındakinin söyleyece­ ği varsa dinler, "Peki efendim" der, keser atardı. Verdiği bir emir için, "Bunu, böyle emir buyurmuşsunuz" derler. " Öyle münasip gördük, efendim�' der, keser atardı. Cemal Paşa sonradan şöhret yapmış ve nüfuz kazanarak İttihat ve Terakkinin üç liderinden biri olmuştur. Hürriyet ilan edildiği zaman ancak kendi çevresi içerisinde tanınan Cemal 96


Paşa'nın adı, ilk defa Balkan Harbinde yaptığı muharebeler­ le ordu içinde yaygın bir şekilde duyulmuştur. Babıali baskı­ nında İstanbul muhafızı olan Cemal Paşa, büyük ölçüde poli­ tika yaptı, nüfuz kazandı ve birinci derecede idareciler arası­ na girdi. Cemal Paşa ile ilk tanışmam Meşrutiyetin ilanından ön­ ce İttihat ve Terakkinin gizli ihtilal cemiyeti olarak çalıştığı yıllara rastlar. Selanik' e gittiğim zaman, cemiyetin diğer men­ supları ile olduğu gibi, Cemal Paşa ile de tanıştırıldım. Evin­ de bulundum. Hatta bu tanışma esnasında, evinde, ufak bir ku­ surum da oldu. Bir tabanca getirdiler, bana gösterdiler. Taban­ ca benim elimde. Muayene ediyorum, açıp kapatıyorum. Açıp kapatırken böyle mi olur, şöyle mi olur diye dikkatimin taban­ ca üzerine toplandığı bir sırada, tabanca elimde patladı. Bir şey oldu mu diye baktık, mermi kimseye isabet etmemiş. Bir süre sessiz kaldık. Tabanca sesi etraftan dikkati celbeder mi diye hatırımızdan bir tereddüt geçti. Cemal Paşa ile ilk tanış­ mamın hatırası budur. Cemal Paşa ile yakın tanışmam ve beraber çalışmam Bal­ kan Harbinden sonra olmuştur. Bulgarlarla yapılacak sulh mü­ zakeresi için teşekkül eden murahhas heyeti için Cemal Paşa askeri murahhas olarak bulunuyordu. Ben de ona muavin ola­ rak müzakerelere memur edildim. Burada beraber çalıştık ve birbirimizi tanımış olduk. Daha sonraları, Birinci Cihan Har­ bi esnasında, 2. Ordu Erkanıharp Reisi olarak ordunun ihti­ yaçları için Şam'a gittiğim zaman 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa ile tekrar görüşmek ve beraber bulunmak imkanı oldu. Evvelce anlattığım gibi; kendisinden birçok şeyler istedim, "Elimde olanların hepsini veririm" dedi ve bizim orduya bü­ yük yardımda bulundu. 97


Cemal Paşa şöhret kazandıktan sonra bir numaralı des­ pot olmuştur. Suriye'de, görülecek bir haldeydi. Nazır, Ordu Kumandanı ve Umumi Vali. Falkenhayn da bu esnada Suri­ ye'de idi. Cemal Paşa, başta. Falkenhayn olmak üzere Alman­ larla uğraştı. İstanbul 'da Enver Paşa ile uğraştı. Cemal Paşa Suriye'yi bir zalim olarak idare etmiştir. Ve Araplar üzerinde onun idaresi sebebiyle bizden kalan hatıra bu olmuştur. Ama böyle yapmasaydı, nasıl idare edebilirdi, bunu da kestiremiyorum. Cemal Paşa o kanaatte idi ki, Arap milleti ancak yüz verilmeden kuvvetli bir irade ile idare edilebilir ve her türlü menfi cereyanlar ancak bu hfildmiyetle önlenebilir. Cemal Paşa, Atatürk'ün yakın arkadaşıdır. Daima iyi mü­ nasebette bulundular ve Cemal Paşa Tiflis 'te öldürüldüğü za­ man Atatürk bunu uzun müddet mesele yaptı.

İttihat ve Terakki'nin En Değerli Adamı: Talat P aşa İttihat ve Terakki'nin sivil ricali içinde birinci safta bu­ lunan, en önde olan şüphesiz Talat Paşadır. Talat Paşayı ben Meşrutiyetin ilanından evvel tanıdım. Girgin, gayet sıcak kan­ lı, gayet çalışkan bir yaradılışı vardı. Cemiyet teşkilatının kü­ çükten büyüğüne kadar her kademesine girip çıkar ve tasav­ vur edilemeyecek bir sevgi ile, sıcak bir ilgi ile kabul görür­

dü. Talat Paşa henüz Meşrutiyet ilan edilmeden ve şöhreti ya­ yılmadan önce, fedakar bir örnek olarak tanınmıştır. Rakiple­ ri ve hasımları "posta memurudur, posta memurluğundan gel­ miştir, tahsili yoktur" tarzında sözlerle tariz ederlerdi (sata­ şırlardı). Halbuki, o da diğerleri bu gibi zamanının tahsilini yapmıştı. Yani hukuk tahsil etmişti. Vaktiyle posta memuru . oluşunun sık sık hatırlatılması, rakiplerinin kendisinde kolay kolay kusur bulamayışlanndandır.

98


Bununla beraber Talat Paşanın, bütün vasıflarının yanın­ da, bir önemli eksikliği vardı. Komitacılıktan geldiği ve öyle geliştiği için, partisinin ve kendi yakın arkadaşlarının menfa­ atine olan hususlarda, bütün komitacılar gibi dar görüşlülük­ ten kendisini kurtaramazdı. Meşrutiyetin ilanından sonra, Ahmet Rıza Bey, İttihat ve Terakki'nin kurucusu ve başlıca mücahidi olarak Avrupa'dan geldi. Ahmet Rıza Bey ile ben hiç tanışmadım. Bir iki defa ken­ disine büyük kademelerde rastladım ve saygı ile selamladım. Benim münasebetim bundan ibaret. Ahmet Rıza Beye büyük ümitler bağlanmıştı. Propagandasını da Doktor Nazım Bey yapmıştır. Fakat, memlekete döndükten sonra Ahmet Rıza Bey ile yakından temasta bulunanlar, kendisinin böyle bir teşkila­ tı idare edecek kudrette olmadığı kanaatine vardılar. Buna mu­ kabil Talat Paşa, siyasi kariyerine ufak bir memur olarak baş­ lamış, on sene zarfında siyasi hayatın en son kademesine, sad­ razamlığa kadar ilerlemiştir. Daha önemlisi, İttihat ve Terak­ ki 'nin fikriyatını, politikasını nihayetine kadar sadakatle ve se­ batla takip eden zümreye başlıca örnek olmuştur. İttihat ve Te­ rakki içinde ondan daha değerli adam da çıkmamıştır. Talat Paşanın cemiyet toplamak ve cemiyete kendi arzu­ sunu, kendi politikasını kabul ettirmek hususunda gerçekten bir lider vasfı vardı. İlk günlerde beraber çalışıp, sonra vazi­ yetleri ve mevkileri tamamiyle birbirinden ayrılmış olan eski arkadaşlarından birisi Talat Paşa ile temas edecek olursa, mut­ laka onaiyi muamele ederdi. Bu koruyucu ve idare edici va­ sıflan, onun her mizaçta insanla görüşüp anlaşmasına ve say­ gı telkin etmesine imkan sağlamıştır. Kendisi ile bir mesele­ nin münakaşası zor olan arkadaşı ile, Enver Paşa ile, diğer as­ kerlerle, münasebetlerini gayet iyi tanzim eder, hepsi ile gö-

99


rüşürdü. Bunlara, bir insanın, o zamanki şartlar içinde sağla­ yabileceği ölçülerin hepsinin üsti.jnde bakim olmuştur. Talat Paşanın insanlarla olan münasebetine misal olmak üzere iki olay anlatacağım: 3 1 Mart Olayından sonra Beyoğ­ lu'nda bir yerden bir yere gidiyordum. Birdenbire yanımda bir araba durdu. İçinden Talat Bey indi. Yanında Hüseyin Cahit vardı. Talat Bey bana: " Seni gördüm de indim" dedi. tı:üseyin Cahit Bey ile bizi tanıştırdı. İkinci hatıram, Bulgarlarla yapılan sulh müzakerelerine aittir. Balkan Harbinden sonra Bulgarlarla yapılacak sulh mü­ zakereleri için tespit olunan murahhaslar o zaman Dahiliye Nazın bulunan Talat Bey başkanlığında Bahriye Nazın Çürük­ sulu Mahmut Paşa ve Şfırayı Devlet Reisi Halil (Menteş) Bey­ di. Cemal Paşa askeri murahhastı, ben Cemal Paşanın muavi­ ni olarak heyete dahildim. Bulgarheyeti General Savoff'un baş­ kanlığında kurulmuştu. Bulgar heyetinde, benim gibi bir bin­ başı ile Bulgar hududunun tespiti için çalışmaya başfadık. Hu­ dudu Karadeniz kenaiındaki bir noktlya kadar getifdikten son­ ra, Tırnovacık'ı murahhas heyetlerinin verdiği karar gereğin­

ce Bulgarlara bıraktıktan Sonra onun güneyinde bir hudut ara� maya koyulduk. Ben Bulgar binbaşısına, hudut olmak üzere, Rezva nehrini gösterdim. O, daha güneye inniek istiyordu. Ben buradan ileri gitmem dedim ve sözlerime şunu ilave ettim: "Bizi daimi olarak stratejik bir hakimiyet altında bulun­ durmak istiyorsunuz. Buna razı olamam." Müzakere burada kesildi. Ama çok ıstırap içindeydim. Murahhas heyetinin çalıştığı odanın önüne geldim, heyetle görüşmek istediğimi söyleyerek haber gönderdim. Karşıma Halil Menteş çıktı. Durumu Halil Beye olduğu gibi anlattım. 1 00


Bulgarların güneye sarkmak istediklerini, hududun benim gös­ terdiğim derenin güneyine inmesi halinde, Trakya'da çıkacak bir harbe karşı bizim ilk andan itibaren her hazırlığımızın güç­ lük içinde kalacağını, düşman hakimiyeti altına gireceğini söyledim. Coşmuşum, sert sert anlatıyorum. Onların göster­ diği hattı kabul etmenin, Trakya'dan vazgeçmek mukabili bir şey olduğunu açıkladım. Halbuki bizim heyet Bulgarlarla an­ laşmak istiyormuş. İlerideki menfaatler için müsait davranmak niyetinde ve kararında bulunuyorlarmış. Nitekim bir sene son­ ra, Birinci Cihan Harbi oldu ve Bulgar ittifakı önem kazandı. Ben heyetin düşündüklerini bilmiyorum. Kendi ihtisasım için­ de, Bulgar binbaşısı ile olan müzakereleri Halil Beye büyük bir samimiyetle anlattım. Halil Bey kızdı, bana: "Anlayalım sen murahhas mısın, müşavir misin?" diye sordu ve "nihayet müşavirsin, fikrini söylersin, halbuki mu­ , rahhas gibi konuşuyorsun. ; dedi. Ben biraz durakladıktan sonra: "Hayır murahhaslık iddia etmiyorum" , dedim. "Askeri müşavir olarak, mütehassıs olarak konuşuyorum. Karşımda­ ki mütehassısla aramızda yaptığımız müzakerelerde bir inkı­ ta (kesinti) olmuştur. Onun sebeplerini söylüyor ve sizden noktai nazanmın kabul edilmesini, müdafaa edilmesini rica ediyorum." Ben bunları daha yüksek bir sesle söylerken, Talat Bey ileriden bizi dinliyormuş. Hemen yanımıza geldi: "Ne var lsmetçiğim", diye sordu. Halil Bey, Talat Beyle münasebetlerimize ilk defa şahit oluyordu, şaştı. Talat Bey "Bir de bana anlat, mesele neymiş anlayalım" dediği için ona da anlattım. Talat Bey benim söz-

101


lerime ehemmiyet verdi, tatmin edici sözler söyleyerek yanı­ mızdan ayrıldı. Hudut benim düşündüğüm gibi çıktı. Bu olayı, bir misal olmak üzere anlattım. Misal, Talat Pa­ şanın insanlarını tanımak ve insanlarla münasebetlerini mu­ hafaza edebilmekteki suplesini, olgunluğunu, yahut uyuşur ta­ biatını gösteren yüzlerce misalden bir tanesidir. Ben, Talat Paşanın mütarekeden sonra, felakete uğrayan memleketi bırakıp gitm�sini bit türlü anlayamadım. Fedakar ·

bir adamdı. Ne yaparlarsa yapsınlar memlekette kalırdı. Fa­ kat bilemiyorum, ne ümit etti de gitti? Zannederim gerek Ta­ lat Paşa, gerekse Enver ve Cemal Paşalar, harp sonu şartlan ne olursa olsun, Almanya'da çok kuvvetli bir ittifak sadakati­ nin bağlan ile özel bir muamele göreceklerini ummuşlardır. Halbuki idareler değişmiş, işbaşına yeni insanlar gelmiş, Av­ rupalı zihniyeti ile bunlar eskimiş, devri geçmiş insanlar ola­ rak Almanya'ya gitmişlerdir.

1 02


ALMAN İTTİFAKI Almanların Tutumundan Şikayetlerim, Istıraplarım Balkan Harbi 'nden sonra Sait Halim Paşa, sadra:zam iken ordunun ıslahı için Almanya ile bir anlaşma yapılmış ve bu anlaşmaya göre General Liman von Sanders' in başkanlığın­

da kalabalık, zannederim elli altmış kişilik bir "heyeti ıslahi­ ye" İstanbul'a gelmişti. Almanlarla geniş ölçüde beraber ça­ lışma böyle başlamıştır. Sonra, harp içinde, Türkiye'ye vazi­ feli olarak gelen Alman kumandanlarının ve subaylarının sa­ yısı çok artmıştır. Ben Avrupa gezisinden memlekete d�ndü­ ğüm gün bizde umumi seferberlik ilan edilmişti. Fakat henüz harbe girmiş değildik. Büyük karargahta harekat şubesi mü­ dürüne yardımcı olarak çalışmaya başladım. Başkumandan­ lık Erkanıharbiye Reisi Bronsart Paşa idi. Büyük karargahta­ ki şubelerin birçoğunu Alman subayları, müdür olarak idare ediyorlardı. Benim Almanlarla sıkı işbirliği halinde çalışmam büyük Karargahta başlamıştır. Sonra cephelerde Alman ku­ mandanların yanında çalıştım ve benim emrimde Alman ku­ mandanlar bulundu. Avrupa'da harp bütün şiddeti ile devam ederken, biz se­ ferberliğimizi ilan etmiş olarak bekliyorduk. Almanlar bir an önce harbe girmemiz için bizi sıkıştırıyorlardı. Kabine harbe

1 03


girmek hususunda fikir birliği halinde değildi. Büyük Karar­ gahta, Almanların harbe girmemiz hususundaki aceleleri gün geçtikçe artıyordu. Avrupa'da Batı cephesinde, her zafer gü­ nü, harbe girmekte Türkiye için son fırsatların kaybolmakta olduğu havası telkin edilmek istenirdi. Bir defa von Feldmann ile harbe girmek meselesini konuştuğumu hatırlarım. Bana, ni­ çin harbe girmediğimizi soruyordu. Sebep olmadığını söylü­ yordum. Orduyu nasıl besleyeceğimizi hatırlatıyordu. Ger­ çekten seferber ettiğimiz büyük ordunun beslenmesi, henüz harbe girmediğimiz halde, bizim için büyük bir mesele idi. Fa­ kat ben de von Feldmann' a soruyordum: " Harbe girersek ordu nasıl beslenecektir?" Nihayet biz 1 9 1 4 Kasım ayında, Avrupa harbinin kaderi, Alman genelkurmayının tahminine göre, mühürlendikten son­ ra savaşa katıldık. Enver Paşa, Alman ordularının kudret ve kıy­ metine sarsılmaz bir hayranlık besliyordu. Bu orduların hesap ve takat dışı bir sefere girmiş olduklarını fark etmiyordu. Bi­ rinci Cihan Harbi'ne bu şartlar altında girmek karan, Osman­ lı lmparatorluğu'nun talihsiz akıbetine sebep olmuştur. Alman planının tasavvur ettiği gibi, Fransa mağlup olduktan sonra harbin nihayet bulacağı hesabının da isabetsizliği İkinci Cihan Harbinde sabit olmuştur. Hatanın esası, İngiltere, Fransa ve Rusya'nın kuvvetlerinin yekı1nunun, hele hiç hesaba katılma­ yan Amerika ile beraber, fazla gelmiş olmasındadır. Büyük Karargahta olduğu gibi, kumandan olarak Suriye cephesinde Almanlarla çatıştığımız birçok zamanlar oldu. Mu­ harebeler esnasında Almanların tutumundan çok şikayet ettim, mustarip oldum. Almanlar, Arabistan'da Türk ordularının ba­ şında kumandan mevkiinde bulunuyor·ve Alman İmparatoru adına Araplara ayn bir teveccüh ve ilgi beslediklerini her ve-

1 04


sile ile belli ediyorlardı. Politika bakımından da Almanlarla çok çalıştık. Şimdi bunun hikayesini anlatacağım. Fakat daha ön­ ce Büyük Karargahta bulunduğum ve Çanakkale seferi devam ederken vazife ile Çanakkale'ye gittikçe oradaki büyük Alman müşirleri ile yaptığım temasları anlatmak istiyorum. . Harbe girdiğimiz günlerin birinde, Büyük Karargahta, benim gibi başka erkanıharp zabitlerinin de bulunduğu bir sı­ rada Bronsart Paşaya sordum: "Harp yapılıyor, ne olacak; kazandınız ne olacaksınız? Bu kadar büyük fedakarlığın karşılığı nedir?" "Belçika, Belçika! " diye cevap verdi. Tekrar sordum: "Belçika bu kadar fedakarlığı karşılayacak bir değer midir? Belçika'nın nesi var? Eti ne, budu ne?" Bronsart Paşa, "Evet ufaktır, ufaktır ama çok değerlidir" dedi. Ben kendisini sıkıştırmaya devam ettim. Israrla kendi­ sine soruyordum: " Harpten sonra ne olacak?" Nihayet baklayı ağzından çıkardı: "Türkiye! " dedi. Bunu, Türkiye'yi kazanacağız, manasına söylediğini anladım. Fena halde çarpılmıştım ama, kendimi tuttum. "Evet, dedim, ne şekilde? Nasıl olacak?" " Beraber çalışacağız" cevabını verdi. "Harpten sonra beraber çalışacağımızı düşünmüyoruz," dedim. Bronsart Paşa, niyetlerini daha çok açığa vuran bir cevap verdi ve dedi ki: "Anlıyorum, düşünmüyorsunuz ama kaç kişisiniz? Bu fikri devam ettirecek kaç kişisiniz?" "Varız kafi derecede" , dedim.

1 05


Üç Alman Mareşali Arasındaki Anlaşmazlık Büyük Karargahta, Harekat Şubesi Müdürü olarak çalış­ tığım sıralarda yalnız veya Başkumandan ile beraber Çanak­ kale'ye sık sık giderdim. Ordu Kumandanı Liman Paşa, her buhranlı zamanda be­ ni görmekten memnun olurdu. Gelecek ihtimalleri benim ağ­ zımdan dinlemekten rahatlık duyar, bana ihtiyaçlarını ve en­ dişelerini uzun uzun anlatırdı. Liman Paşa, çok çalışkan ve va­ zife hissi kuvvetli bir kumandan olmakla beraber sert ve titiz bir mizaçtaydı. Kumanda ettiği Türk ordusu ile zihni ne ka­ dar meşgul ise vatanının geçirdiği buhranlarla daha ziyade meşgul olduğu hissedilirdi. Çanakkale Harbinin nihayetine doğru, Türk ordusunun eski muallimi, emekli Mareşal von der Goltz Paşa Türkiye'ye gelmiş, vazife almıştı. Liman Paşa yarımadanın güney kesi­ minde, 5. Ordu karargahında yaşıyordu. Von der Goltz Paşa, Gelibolu 'da 1 . Ordu Kumandanlığını kurmuştu. Bir de Alman Büyük Amirali von Uzedom Paşa gelmişti ki, bu da Çanak­ kale'de deniz müdafaasıyla vazifelendirilmişti. Bir defa Çanakkale'ye gideceğim vakit, Alman ataşemi­ literi von Lossow bana gelmiş, bu üç mareşal arasındaki ge­ çimsizliği anlatarak, bir çare bulmamı istemişti. En ziyade ateş içinde çırpınmakta olan Liman Paşa, bana öteki mareşal'

leri şöyle anlatıyordu: "Yanımda von der Goltz Paşayla bir ordu teşkil ettiler. Ne manası, ne lüzumu vardı? Avuç kadar yeri müdafaa etmek için bütün vasıtaların bir elde, tabiatıyla benim elimde bulun­ ması lazımdır. Goltz Paşa bir hocadır. Hocalık başka, kuman­ danlık başkadır. Bu yaştan sonra -Goltz Paşa bu esnada yet-

1 06


mişi hayli geçkindi- kumandanlığı ben ona nasıl öğretirim. Öbür tarafımda Amiral von Uzedom'un, bana yapmadığı ezi­ yet kalmıyor. Her gün düşmanın küçük gemileri Boğazın ağ­ zına yanaşırlar. Arkalarını Anadolu yakasına vererek yarıma­ dadaki cepheyi saatlerce döverler. Anadolu sahilinde, obüs ba­ taryaları var. Bunların gemilere ateş etmesini Cevat Paşadan isterim. Cevat Paşa, 'Uzedom Paşaya söyleyiniz' der. Uzedom, 'Cephanem azdır, tasarrufa mecburum ' diye karşılık verir. Bi­ zim bildiğimiz, cephede muharebe eden kumandan, bütün yardımcı kuvvetlere amir olur. Avuç kadar yerde sırayla baş­ kumandanlar, bir felaket! Amirale güvertedeki topla, karada­ ki topun arasındaki farkı bir türlü anlatamıyorum."

}c

Uzedom'la görüşmedim. Fa at von der Goltz Paşa, ba­ na, Liman Paşayı aynı mahiyette, fakat daha alimane bir su­ rette tavsif etmekte (nitelendirmekte) geri kalmamıştı. Goltz Paşa bundan sonra Irak Kumandanlığına memur edildi.

Yarbay Böhme'ye Yaptığım Sert İhtar Suriye cephesinde kolordu kumandanı olarak bulunduğum zaman, Falkenhayn 'ın Yıldınm Orduları Grubu kumandanlığı sırasında, yol yaptırıyorduk. Yol inşaatında Arap ve Hıristiyan köylüleri çalıştırıyoruz. Adamlara para vermek istiyorum. Du­ rumu orduya bildirdim, para yok diye cevap verdiler. Tekrar yaz­ dım, buluruz bulacağız gibi cevaplarla beni oyalıyorlar. Bir gün, atla ordu mıntıkasında dolaşmaya çıktım. Tü­ menlerimden birinin kumandanı Böhme isminde bir Alman yarbayı idi. Onun bölgesine geldiğim zaman yol inşaatında ça­ lışan köylüleri gördüm. Söz arasında öğrendim ki, burada tü­ men, çalıştırdığı insanlara para veriyormuş. Merakla sordum:

1 07


"Nasıl para veriyorlar?" Hem de altın para veriyorlarmış. Doğrusu şaştım. Ben kolordu kumandanı olarak para temin edemiyorum, fakat benim emrimdeki bir tümen kumandanı ça­ lıştırdığı adamlara verecek altın para bulabiliyor. Kolordu ka­ rargahına dönünce tümen kumandanına bir yazı yazdım. "Tü­ men mıntıkasında yol inşaatının iyi gittiğini gördüm. Amele­ ler muntazam çalışıyorlar, tümence kendilerine para verildi­ ğini de öğrendim, parayı nereden aldınız? Ben size para gön­ dermedim. Para verildiğine memnun oldum, ama sizin tedi­ yeniz benden geçer. Benim haberim olmadan bulduğunuz pa­ ranın kaynağını merak ediyorum. Parayı nereden temin etti­ ğinizi, hangi şartlarla verdiğinizi bana bildiriniz ve elinizde­ ki parayı da Kolorduya gönderiniz" dedim. Tümen kumanda­ nı henüz dağıtılmamış elinde kalan parayı kolorduya gönder­

di ve bana verdiği cevapta, amelelere dağıtılan parayı Falken­ hayn karargahından aldığını bildirdi. Durumu tahkik ettim, öğ­ rendim ki, verdikleri altın para Alman parasıymış ve bunu ça­ lışan köylülere verirken, "Alman İmparatoru namına veriyo­ ruz" diyorlarmış. Bunun üzerine tümen kumandanına bir ya­

zı daha yazarak, "Benim dışımda hiçbir yerden para alamaz­ sınız. Bilmiyorsunuz ki yapmışsınız. Bir daha yapamazsınız.

Böyle bir muameleyi tekrar gördüğüm zaman sizi kumandan­ lıktan derhal ıskat ederim" dedim. Aradan ne kadar zaman geçtiğini hatırlayamıyorum. Bir gün komşu ordunun kumandanı Cevat Paşa benim kolordu ka­ rargahıma geldi. Dolaşırken uğramış intibamı (izlenimini) vermek istiyordu. Şundan bundan bir müddet konuştuktan sonra bana, "Senin bu Böhme işi ne olacak?" diye sordu. Ha­ dise belki üç ay evvel olmuş, birden hatırlayamadım. Sonra Cevat Paşa meseleyi açtı. Böhme'ye " Se.ni kumandanlıktan

1 08


ıskat ederim" demişsin, dedi. O vakit hatırladım ve kendisi­ ne sordum: "Ne olmuş? Ben kolordu kumandanıyım. Emrimdeki bir tümen kumandanının usulsüz bir muamelesini görmüş ve ih­ tarda bulunmuşum. Bunun nesini soruyorsunuz?" Cevat Paşa anlatınca öğrendim ki, benim ihtarım Böh­ me'nin ağrına gitmiş. Hakkımda şikayette bulunmuş. Birta­ kım muhabereler olmuş ve şimdi Cevat Paşayı Böhme'ye tar­ ziye vereyim, gönlünü alayım diye aracı olarak bana gönder­ mişler. Cevat Paşa samimiyetle konuşuyordu. Ben Böhme'nin gönlünü alacağım ve mesele kapanacakmış. Birden isyan his, sine kapıldım: "Nasıl söylüyorsun bunu bana" dedim. "Kesin olarak reddederim. Eğer tarziye vermem (özür dilemem) için ısrar ederseniz her şeyi yüzüstü bırakır giderim. Adam gelmiş bu­ raya, benim vatanımda, kumandanını, beni tanımıyor, benim idaremi tanımıyor, Alman İmparatorluğu namına hüküm sü­ rüyor. Yakalamışım, azarlamışım, fazla bir şey de yapmamı­ şım. Ondan sonra bunun tarziyesini vereceğim! Tarziye lafı­ nı ağzınıza almayın." Cevat Paşa "demek mümkün değildir" diye son bir ümit­ le sordu. "Hala soruyorsun" dedim. Bunun üzerine vedalaştı ve gitti. Cevat Paşanın da bana hak verdiğinden hiç şüphem yok­ tu . Fakat anladığıma göre, ona telkin ettiler. "Bunu hallet, se­ sin dirayetinden bekleriz" gibi laflar söylediler ve Cevat Pa­ şa bunun üzerine bana geldi. Sonra, hadiseye başka bir hal tarzı bulmuşlar. Böhme'yi tümeni ile birlikte benim kolordumdan alarak başka bir ku­ mandana bağladılar.

1 09


Kolordumun diğer tümeninin kumandanı da, bir Alman subayı olan Yarbay Guhr Beydi. Guhr Beyi Kafkasya cephe­ sinden tanıyordum. 24. Tümen Kumandanı Albay Böhme Bey doğruca Filistin cephesine gelmişti. tık zamanlar münasebet­ lerimiz umumi olarak iyiydi. Fakat sonra aramızda anlattığım nahoş hadise çıktı. Albay Böhme, aramızda çıkan nahoş ha­ diseye rağmen söylemek gerekir ki, aslında muktedir, cesur ve usullere riayet eden bir askerdi. Tümenlerin vakit vakit bir kolordudan ötekine geçtiği bir zamanda, 24. Tümen, yaqi Böh­ me'nin tümeni 20. Kolorduya geçti ve benim emrime 1 1 . Tü­ men verildi. Harp nihayetine kadar Guhr Beyin 1 . Tümeni ve 1 1 . Tü­ men ile çalıştım. 1 1 . Tümen kumandanı ile eski dost idik. Tec­ rübeli ve kıymetli bir arkadaş olan Guhr Bey ile münasebet­ lerimiz sonuna kadar arızasız geçmiştir. Şimdi ona ait bazı kıy­ metli hatıralarımı anlatacağım. 1 . Tümen Kumandanı Yarbay Guhr Bey, harp nihayetine kadar cephede kalmış ve mütareke esnasında Alman kuvvet­ leri üzerinde ehemmiyetli vazifeler almıştır. Kıymetli ve tec­ rübeli bir askerdi. Cephede resmi ve hususi münasebetlerimiz güven ve riayete dayanırdı. Guhr Bey haziran sonunda Alman­ ya 'ya izinli gitmiş ve temmuz nihayetinde cepheye dönmüş­ tür. Kendisini merakla bekliyordum. Bu aylarda Avrupa Batı cephesinde büyük Alman taarruzları olmuştur. Almanlar uzun zamandan beri hazırlıklarının son tecrübesini büyük fedakar­ lıkla yapıyorlardı. Marttan itibaren başlayan Alman hareket­ leri, karşı cephenin mühim bir eksiğini meydana çıkarmıştı. İtilaf devletleri General Foch emrinde kumanda birliğini tesis etmişler ve kısa bir müddet içinde Foch'a başkumandan ün­ vanını vermişlerdi. İtilaf cephesinin muhtelif kısımlarına ye-

1 10


rii usullerle taarruzlar yapıldı. Martta başlayan taarruzlar fa­ sılalarla temmuz sonunakadar devam etmiş, bizim uzaktan gö­ rebildiğimize göre hepsi akamete uğramıştı. Yeni Amerikan ordularının muharebelere katılması da bu devreye tesadüf ed­ er. Son ümitlerin toplandığı hareketler hitam bulduktan son­ ra teşebbüs ve karşı taarruz devri İtilaf ordularının eline geç­ miş oluyordu. İşte, benim tümen komutanım Guhr Bey, bu temmuz ayı­ nın sonunda bizim cepheye dönmüş bulunuyordu. Gelir gel­ mez kolordu karargahında göründü. İki yakın vazife arkada­ şı olarak tehalükle (yakın) görüştük. Kendi bulunmadığı za­ man bizde geçen hadiseleri, kendi tilmeninin halini ve vazife­ lerini anlattım. Kendisiyle alıştığımız veçhile umumi askeri vaziyeti konuşurken Alman cephesini öğrenmek istedim. Uzun müddet yabancı diyarda kaldıktan sonra memleketine sılaya gitmiş olan yorgun asker, ailesi dışındaki muhitten az haber­ dar olmuş görünüyordu. Ben kendisine vaziyeti iyi görmedi­ ğimi, sonun başladığı devre girdiğimizi, harpten sonra Al­ manya 'da çekeceklerinin bizde gördüklerini unutturacağını yan şaka yan ciddi söyledim. İtiraz etti. Konuşma bir gülüş­ meyle biterek unutuldu gitti. Harpten sonra Guhr Bey yazdığı hatıratında benim unut­ tuğum bu hikayeyi bir ehemmiyetli mesele gibi nakletmiştir. Benim sözlerime pek hiddetlenmiş olduğunu, benim yanım­ dan ayrıldıktan sonra kendi kendine söylendiğini anlatır ve harp sonunda Almanya'ya döndüğü zaman benim sözlerimi hatırlayarak hikayesini "Bu adam bir peygamber gibi bizim harpten sonraki hazin durumumuzu daha evvel görüp söyle­ mişti" şeklinde mübalağalı bir övgü hijkmüne bağlar. Guhr Bey ile konuşulan hadiselerden biri de enflasyon

111


meselesiydi. Suriye 'de bizim iç idaremizi fena gösteren sebep­ lerin bir ehemmiyetlisi de bu garip enflasyon olayıdır. Kırk se­ ne .önceki "kaime" musibeti hatırlanıyor, aşın derecede kor­ kuluyordu. Almanlar da alışmadıkları tabiatta enflasyon man­ zaralarını şiddetle tenkit ediyorlardı. Müzmin bir yara haline gelen enflasyonu önlemek için alınan şiddet tedbirleri inanıl­ maz derecede cahilane idi.

Almanlar Türkiye'ye, Gitmek Üzere Gelmemişlerdir Resmen bir banknot, bir altın lira idi. Gerçekte bir altın beş altı lira değerindeydi. Kim böyle bir muamelede görülür­ se hayatına kadar tehlikeye düşüyordu. En fenası orduya hem kağıt para, hem altın para veriliyordu. Maaşlarda ve alışveriş­ lerde kanunca müsavi (eşit) değerlerde olan altın ve kağıdı bir­ birinin yerine koymak ve kullanmak korkunç suiistimal me­ kanizması idi. Enflasyon devirlerinde gözdelere resmi fiyat üzerinden döviz vermenin bütün kötülükleri bir başka şekil­ de ve harp zamanında cemiyeti amansız bir surette tahrip edi­ yordu. Ordunun temiz unsurları bu fenalıkları kendi araların­ da serbestçe konuşuyorlardı. l . Tümen Komutanı Guhr Bey ile de bu enflasyon man­ zaraları, diğer kumandanlarla olduğu gibi tabiatıyla konuşu­ lurdu. Gariptir ki, enflasyon tahribatı asıl Almanya'da, harp­ ten sonra dehşetli nispetlere çıkmış, Türkiye'de ise para değe­ ri, suni şiddet usulleri kalktıktan sonra kendiliğinden normal dalgalanma yoluna girmişti. Guhr Bey harp zamanında Al­ manya'da enflasyon felaketlerini hiç aklına getirmezdi. Tümen Komutanı Guhr Bey, general olarak İkinci Cihan Harbinde de Türkiye'ye gelmiştir. Emekliyken hizmete alın-

1 12


mış ve harp esnasında içerde bir bölge komutanlığı yapmış­ tır. Eski harp arkadaşı hususiyeti içinde Ankara'da buluşup gö­ rüştük. Tecrübemiz olduğu için İkinci Cihan Harbi ihtimalle­ rini gözden geçirdik. Vatansever, temiz emekli general tees­ sür içindeydi. Görüştüğümüz zaman, Alman Doğu cephesin­ de uzun ricatların başladığı devirlere rastlar. Bu bahsi bağlarken birkaç söz söylemek istiyorum. Bi­ rinci Cihan Harbinde Almanlarla beraber çalıştık. Anlaştığı­ mız zamanlar oldu, çatıştığımız zamanlar oldu. Çok defa Al­ manlar da bizden şikayetçi olmuşlardır. Almanlarla münase­ betlerimizin hususiyetini belirtmek için şunu işaret etmek is­ terim ki, Türk-Alman ittifakı içinde beraber çalıştığımız Al­ manların, Alman İmparatorluğu menfaatine birtakım hesap­ ları vardı. Bilhassa Suriye'de ve Arabistan'da hususi bir poli­ tika güdüyorlardı. Bize, yüzümüze karşı açıkça söyledikleri­ ne göre, Ermenilere yapılan muameleden son derece kırılmış­ lardı. Gerçi onlar zulüm görmüşlerdi, kötü muamele görmüş­ lerdi. Almanlar da buna üzülüyorlardı, ama Ermeniler de bi­ ze yapmışlardı. Bu noktayı hiç hesaba katmıyorlardı. Alman­ ların Araplara karşı politikaları büsbütün başkaydı. Onlara hususi bir muamele yapıyorlardı ve aslında harbi kazansalar­ dı, yani Almanların istedikleri ölçüde kesin bir zafer kazan­ saydılar, onlardan kurtuluş kolay olmayacaktı. Açıkça görü­ nüyor ki Türkiye'ye gitmek üzere gelmemişler.

1 13



EKLER Ek:

1

TÜRKİYE'YE GELEN "HEYETİ ISLAHİYE"deki ALMAN SUBAYLARI Moltke'den önce ve onunla birlikte gelenler (1756-1839) von Varennes, von Zegelin, von Goetze, Baron von Kno­ belsdorff, von Schmidt, von Scoholten, Baron von Canitz und Dallwitz, Baron von Müffiling gegen Weiss, Baron von Moltke, Baron von Vincke, Fischer, von Mühlbach.

Moltke'den Goltz'e kadar (1838-1882) von Kuczkowski Paşa, Lüling, Wiesenthal, Schwenzfeuer Paşa, Wendt Paşa, Graach, Faik, Rabback, Godlewski, Jung­ mann, Schmidt, von der Becke, Gessler, Grunwald Paşa, Bluhm Paşa, Wagemann, von Böhn.

1 15


Goltz'un zamanında gelenler (1. Dönem) (1882-1908) Kiihler Paşa, Baron von der Goltz Paşa, von Kampnönever Paşa, von Hobe Paşa, Ristow Paşa, Steffen Paşa, von Grumbc­ kow Paşa, von Schilgen Paşa, Ruedgisch Paşa, von Mesmer-Sal­ dem, Fleischer Paşa, Auler Paşa, von Ditfurt Paşa, İmhoff Paşa, von Alten, von Morgen, von Leipzig, von Schlotheim.

Goltz'un zamanında gelenler (il. Dönem) (1908-1913) Baron von der Goltz Paşa, Bopp, Posseldt Paşa, Tupscho­ ewski, von Schlichting, von Anderten, Matthies, Back, von By­ em, von Lossow, Weidtman,Veit, Bischof, Weiz, Ritter und Ed­ ler von Rogister, Schaffer, Muth, Aubert, von Frese, Rabe, Bin­ hold, Cretius, Pratorius, Gottschalk, Endres, Dr. Vollbrecht, Mic­ hael, Sauer, von Strempel.

Liman von Sanders'in askeri heyeti (1913-1918) Liman von Sanders Paşa, Bronsart von Schellndorff Paşa, Weber Paşa, Posseldt Paşa, Back Paşa, Weidtman Paşa, Trom­ mer Paşa, Heuck Paşa, Bischof Paşa, von Sodenstem Paşa, Nico­ lai Paşa, von Frankenberg und Pronschlitz, Kannengiesser Paşa, von Legat, Schlee Paşa, Wehrle Paşa, von Stermpel Paşa, Baron Kress von Kressenstein Paşa, Potschernik, Stange, Kont von Hopf­ garten, Perrinet von Thauvenay, Albrecht, von Feldmann, von Pre­ se, Guse, Lauffer, Kirsten, Böttrich, Rabe, Binhold, Willhelm, Stange, Vonberg, Endres, Schierholz, Welsch, Hunger, Eggert,

1 16


Effnert, von Staszewski, Schröder, Prigge, Lange, von König, Mühlmann, Fischer, von der Hagen, von Wrochem, Pohl, Gerlach, Heibey, Serno, Prof. Dr. Mayer, Dr. Thieme, Burchardı, Dr. Hutt­ ner, Schuh, Sterke, Meinke, Weis, Jaenicke, Meier, Brimberg.

Dünya Savaşında (1914-1918) Falkenhayn Paşa, von Seeckt Paşa, Gressmann Paşa, von Lossow, Rohdewald Paşa, von Gleich Paşa, von Lenthe, Lan­ genstrasse Paşa, von Dommes, von Bock, von Wülfingen Paşa, Dove Paşa, Herrgott Paşa, Böhme, Goltz, von Falkenhausen, Guhr,

*

von Papen.

Dünya Savaşından sonra ( 1925-1939) Ordu: von Klewitz, von Massow, Reichenbach, Baron von Mas­ senbach, Kohts, Rohrbeck, Steuer, Voigt-Ruscheweigh, Bühr­ mann, Ritter von Füchtbauer, Höfl, Schubert, Mililer, Hoffmann, Ritter, von Mantey, Ritter von Mittelberger, Braun, von Schick­ fus und Neudorf, Bauer, Treitschke, Schindler, Gynz von Re­ kowski, Schumacher. Donanma: Baron von Gagem, Wehner, Roedenbeck, Dorflein, Fürb­ ringer, von Lossow, von Amauld de la Perriere, Weisbach, Wül­ . fing von Ditten, Venzlaff, Lützow, Loyke. Bunlardan başka Türk ordusunda görevlendirilenler: Jodl, Rohde, Fretter-Pico, Lepper. (*) Bu dönemde Türkiye'ye gelen Alman subaylarının sayısı iki yüze yak­ laşmaktadır. Buraya önemli olanların bir kısmı alınmıştır.

1 17


EK: 2 TÜRK-ALMAN İTTİFAKI GÖRÜŞMELERİ VE YAZIŞMALARI Osmanlı Devleti 'nin Üçlü İttifak devletleri ile birleşmesi ko­ nusu, Avusturya'nın Sırbistan'la kesin olarak hesaplaşmaya ka­ rar verdiği sırada, Temmuz 1 9 1 4 ortalarında Avusturya hüküme­ tince ele alınmıştı. Adı geçen hükümetin İstanbul' daki elçisi ara­ cılığı ile bu hususta yaptığı düşünce yoklaması Osmanlı devlet adamlarında Rusya'ya karşı bir eğilim bulunduğunu, İtalya'nın Anadolu'ya karşı olan ihtiraslarının bu eğilimi artırdığını ve Os­ manlı devletinin Avusturya, dolayısıyla Üçlü İttifaka yanaşabil­ mesi için Avusturya'nın Sırbistan'a karşı çetin bir davranışla Balkanlar' da üstün bir durum alması gerektiğini öğretmişti. Bu defa Avusturya hükümetince, ittifak için zamanın uygun olup ol­ madığı Alman Dışişleri Bakanlığı 'ndan soruldu. Alman Dışişle­ ri Bakanlığı bu bakımdan olan düşüncelerini şu yolda açıkladı: "Türkiye kötü askeri durumu dolayısıyla önümüzdeki yıllarda bir yük sayılmalıdır. Rusya'ya karşı saldırgan bir iş göremez. Bundan başka ona Almanya ve Avusturya ile birlik olmasını söy­ lersek bize şartlar koşar, biz onu mesela Anadolu'ya karşı yönel­ tilecek Rus saldırılarından hiçbir surette kesin olarak koruyama­ yız. Bugünkü durumu ile Türkiye ancak büyük devletler arasın­ da oynayıp en kuvvetli ve talihli tarafa yanaşabilir. Eğer Rusya, Romanya sağlam surette bize bağlı kalır ve Bulgaristan da bize yanaşmak isterse, bu yönlerin tabiatıyla Türkiye üzerinde tesiri olur. Ancak bana öyle geliyor ki, bu sırada lstanbul'a bir teklif­ te bulunmak lüzumsuzdur. Hatta tahmin edemeyeceğimiz karşı tekliflere de yol açacağı için zararlı bile olabilir.' ' Alman Dışişleri Bakanlığı 'nın bu karşılığına rağmen lstan-

1 18


bul' daki Avusturya Sefiri Pallaviçini (Marquis Pallaviçini) Os­ manlı Devletini Üçlü İttifaka çekmeye çalıştı. Almanya'nın İstanbul elçisi Wengenheim (Vangenhaym) Berlin'e şunları bildirdi: "Avusturya'nın İstanbul elçisinin ça­ lışmalarıyla mücadele ediyorum. Osmanlı-Bulgar bağlaşması­ nın Rusları Doğu Anadolu' da karşı tedbirler almaya sevk edece­ ğinden, bunun da karşısındayım. Ancak Osmanlı Devletiyle mü­ nasebetler kurulmasında iplerin kopmamasına dikkat edilmeli­ dir. Bu suretle şayet bu devlet birkaç yıl sonra yeniden güçlü bir durum arz ederse onunla iyi ilişkilerin devamı mümkün olur. Ta­ rafsız da olsa Türkiye doğu sınırında bazı Rus birliklerini alıko­ yabilir." Alman elçisi Vengenheim, Talat Bey ve Sadrazamla görüş­

tü. Talat Beyle görüşmesinden sonra Almanya'ya şunları bildir­ di: " Eğer Bulgaristan, Avusturya ile ittifak ederse şu olabilir: Avusturya, Sırbistan'a saldırınca Bulgaristan da bu son devlete çatar. O vakit Yunanistan ve onunla müttefik olan Türkiye Sır­ bistan 'ın yardımına koşarlar. Yani Avusturya ve Bulgaristan'ın aleyhinde yürürler. Türkiye bu işe ancak Osmanlı-Yunan ittifa­ kı, başta Rusya olmak üzere, Üçlü İtilafın himayesi altında bu­ lunduğu takdirde kalkışabilir. " Sadrazamla görüşmesinden sonra da şu hususu bildirdi: " Sadrazam bana ittifaklar işinde son söz Talat Beyin değil, be­ nimdir dedi. Sait Halim Paşa, Venizelos'la buluşmayı düşünü­ yor. Fakat Yunan ittifakı işine girmek düşüncesinde değilim. Adalar meselesi ittifaksız dahi çözülür diyor. "

21 Temmuz' da da şunları bildirdi: "Sadrazam, Talat Bey ve Enver tam bir birlik halinde Avus­ turya elçisine şöyle söylemişler: Avusturya için Balkan Savaşla­ rı sonucunda uğradığı başarısızlıkları tamir etmek ve Balkanlı uluslarla Türkiye'nin gözünde büyük bir devlet olarak itibarını

1 19


yeniden elde etmek için bu an, son bir fırsattır. Eğer Avusturya, Sırbistan' a hak ettiği dersi verirse yalnız Bulgaristan değil, Ro­ manya ve Türkiye dahi kayıtsız ve şartsız Üçlü İttifakın yanında yer alırlar. Türkiye, Almanya ve Romanya'nın isteği üzerine kendi ka­ nısına aykırı olarak Yunanistan'la ittifak yapmak üzere idi. An­ cak Avusturya çetin bir müdahale ile Bulgaristan'ı kendine bağ­ larsa bu Osmanlı-Yunan ittifakı yapılamaz. Marki Pallaviçini'nin Türk nazırlarıyla görüşmelerinden edindiği intibaa (izlenim) göre Üçlü İtilaf ve özellikle Rusya, Yu­ nan-Türk ittifakı için çalışıyorlar. ' ' Özet olarak denilebilir ki, Osmanlı Devletinin Almanya ve Avusturya ile ittifak teşebbüsü ilk defa Avusturya hükümetince yapılmıştı. Osmanlı Devletini aciz gören Almanya'nın İstanbul elçisi ve Alman Dışişleri Bakanlığı bu ittifakı istemedi. Sonra ge­ rek Almanya, gerek Avusturya, Osmanlı Devletini Yunaıiistan'la anlaşmadan alıkoymaya çalıştılar. Halbuki bu anlaşmayı daha ön­ ce Almanya ileri sürmüş idi. Bu yolda çalışmalar devam ederken, Wengenheim imalı bir şekilde Avusturya-Sırbistan çatışmasının mümkün olduğu tezi­ ni ileri sürdü. Bunu duyan Osmanlı nazırlannda birtakım ümit­ ler uyandı. Sadrazam ile Enver Paşa ve Talat Bey Avusturya 'ya cesaret vermeye ve onu kışkırtmaya koyuldular. 22 Temmuzda, Enver Paşa Alman büyükelçisine doğrudan doğruya ittifak tek­ lifinde bulundu. Sadrazam da aynı teklifi Avusturya büyükelçi­ sine yaptı. Osmanlı Devleti'ni Almanya ile ittifaka sevk eden etkenler şunlardır: Osmanlı hükümeti yalnızlıktan kurtulmak istiyordu. Zaafı dolayısıyla kimse onunla uzun vadeli ve belirli ittifak yap­ mak istemiyordu. İngilizlere yapılan tekliflerden ve Cemal Paşanın Paris'te

1 20


yaptığı temaslardan bir sonuç elde edilemeyince Almanya'ya yö­ nelmek tabii sayıldı ve Avusturya-Sırbistan anlaşmazlığı bu mak­ sat için fırsat kabul edildi. O zamanın devlet adamlarının hatıralarında da bu ittifaka teşebbüs sebepleri genel olarak şöyle anlatılmıştı: Meclisi Mebu.san Başkanı Halil Beye göre, "Üçlü İtilafa ya­ pılan ittifak önerileri olumsuz karşılandı. Şu halde sırf Ruslara karşı savunma maksadıyla yapılacak Almanya-Osmanlı ittifakı memlekete hayırlı olur. ' ' Bahriye Nazın Cemal Paşa, "Türkiye'yi yalnızhktan kurta­ racak bir Alman-Osmanlı antlaşmasını uygun bulurum, ' ' diyordu. Dahiliye Nazın Talat Bey de, hatıratında "Varlığını koru­ yabilmesi için Türkiye'nin böyle bir Avrupa devleti ile ittifak et­ mesi gerekliydi. Türkiye ancak ilim, sanat, sanayi ve ticaret ba­ kımından bu derece ilerlemiş bir devletin yardımı ile kendi mev­ cudiyetini ve terakkisini temin edebilirdi' ' diyecektir. Aynca Ta­ lat Bey, " . . . Bizim düşüncemiz, bir umumi harbin çıkmayacağı ve bir kere bu ittifaka girmekle, artık devletimizi her türlü tehli­ kelerden korumuş olacağımız merkezinde idi ' ' diye hatırasına de­ vam eder. Sadrazam da Ruhsatname için yanına çağırdığı Padişahın başkatibi Ali Fuat Türkgeldi Beye şunları söylemişti: "Başımı­ za gelen mağlubiyetler üzerine bir müttefik bulmak için her ta­ rafa başvurduğumuz ve hatta Yunan devletine kadar müracaat et­ tiğimiz halde muvaffak olamadık. Şimdi Üçlü İttifaka dahil ol­ mak için bir fırsat zuhur etti. Bu, devletin istikbalini kurtaracak­ tır. Almanlarla tedafüi (savunma) ittifak müzakeresine girişmek için Padişahın bir izin belgesi düzenlemeleri gerekir. ' ' Sadrazam bunları söyledikten sonra bir izin belgesi müsveddesi yazdırdı. Başkatip gidip istenilen izin belgesini getirdi. 25 Temmuz 1 9 1 4 tarihli izin belgeleri metni şöyle idi: " Rusya devletinin muhte-

121


mel saldırısına karşı Almanya ile savunma ittifakı yapmaya Sad­ razam ve Hariciye Nazırımız Mehmet Sait Paşa yetkilidir, 25 Temmuz 19 14, İmza: Mehmet Reşat."

Osmanlı-Alman İttifakı İçin Yapılan Görüşmeler Bu ittifak için yapılacak görüşmeler Osmanlı Hükümetince son derece gizli tutulacak ve imza gününe kadar bu görüşmeler­ den yalnız Sadrazam ve Hariciye Nazırı Sait Halim'in haberi olacaktı. Cemal Paşanın, Talat Paşa ile görüşmesine ait anılarda ilk teklifin Almanya'dan geldiği belirtilmektedir: " ... Paşa Alman­ ya bize şu ve bu koşullar altında bir ittifak teklif etse ne dersin? . . . ' ' Talat Paşa da anılarında "Bu sırada Sadrazam Sait Halim Paşa bir gün gelip Sefir von Wengenheim'ın Almanya'nın Tür­ kiye ile eşit koşullar altında bir ittifak yapmak istediğini kendi­ sine açmış olduğunu bize bildirmek üzere Enver Paşayı, Halil Be­ yi ve beni yanına çağırdı . . . " demekte idi. Bu açıklamalara göre ilk ittifak teklifi Almanya tarafından yapılmıştı. Sadrazam 1 9 1 8 'de bu işler hakkında ilk tahkikatı yapan Me­ busan Meclisi Encümenine verdiği ifadede şunları söylüyordu: ' ' . . . Şurasını söyleyeyim ki ittifak teklifi Almanlar tarafından vu­ kubulmuştur. . . ' ' Ancak Alman resmi belgeleri, daha evvelce de belirtildiği üzere ilk teklifin Sadrazam tarafından Avusturya büyükelçisine, bundan başka Enver Paşa tarafından Alman büyükelçisine yapıl­ dığı şeklinde göstermekteydi. Ve yine bu belge, bu teklifin adı geçen elçilerce Osmanlı lmparatorluğu'nun zaafı dolayısıyla be­ nimsenmediğini, ancak Kayzer'in, bu görüşmelere ait Wengen­ heim' ın raporunu okuyunca, ittifakın yapılmasını emrettiği ve on­ dan sonra görüşmelere başlandığını belirtmekte idi.

1 22


Bu belgelere göre Enver Paşa, 22 Temmuzda Alman büyü­ kelçisi ile görüşüp, Osmanlı Hükümetinin Almanya ile ittifak is­ tediğini, bu olmadığı takdirde, Üçlü İtilafa eğilimli olan nazırla­ rın ağır basacaklarını onlara bildirmişti. Harbiye Nazırının Wengenheim'la yaptığı görüşmeden an­ laşıldığına göre İttihat ve Terakki Partisinde ve Hükümette Alman­ ya tarafına eğilimli bir çoğunluk vardı. Onların arasında veya ba­ şında Sadrazam Sait Halim Paşa, Talat ve Halil Beyler ve Enver Paşa bulunmakta idi. Ancak bu fikre karşı olanlar da vardı. Alman Sefiri Wengenheim, Enver Paşa ile yaptığı görüşme­ leri Alman Dışişleri Bakanlığına bildirmişti. Bir gün sonra, 23 Temmuzda, Alman büyükelçisi Berlin'e gönderdiği bir ikinci telle, Sadrazamla Avusturya büyükelçisi arasındaki bir görüşmeyi anlattıktan sonra bir gün önce Enver Pa­ şanın kendisine açmış olduğu Osmanlı-Alman ittifakı işini, Sad­ razamın da Avusturya büyükelçisine açtığını bildiriyordu. Wen­ genheim, Pallaviçini gibi bu tele nazaran Osmanlı-Alman ittifa­ kına karşıydı. Enver Paşadan sonra Sadrazam tarafından. da bu anlaşma için Wengenheim'a başvurulmuş Alman ve Avusturya'nın ilk karşılıkları olums_uz olmuştu. 24 Temmuzda, Wengenheim'a Dı­ şişleri Bakanlıklarından ittifak yapma görüşmelerine başlama için şu telgrafgelmişti: Bu tele nazaran, "İmparator, Türkiye'nin ittifak kabiliyetlerinden şüphelenmesine rağmen halihazırda fay­ dalı sebeplerden dolayı, Türkiye'nin Üçlü İttifak'a eğiliminden faydalanılması fikrindedir. Şayet Türkiye muhakkak surette Üç­ lü İttifak'ın, veyahut üyelerinden birinin himayesinde bir ittifak yapmak istiyorsa, Romanya ve Bulgaristan 'la birleşmek için cid­ di surette teşebbüste bulunmalı ve kendisini Avusturya'nın em­ rine amade kılmalıdır. İstanbul' a bu yönde tesir yapınız. Şunu da ekleyelim ki, şimdilik ittifak, ancak belirli bir amaca inhisar et-

1 23


meli ve biz sizin de bildirdiğiniz gibi tabii artmakta olan sorum­ lulukları üzerimize almayacağız. ' ' B u telgarf üzerine Wengenheim, Babıali 'ye ittifak konuş­ malarına hazır olduğunu bildirdi ve 25 Temmuzda Padişahın izin veren belgesi Başkatipçe Sait Halim Paşaya verildi. Wengenheim, Liman von Sanders 'le görüştükten sonra Türk ordusu hakkındaki kanaatini değiştirmiş ve Alman kumandanla­ rı emrinde Türk ordusunun askeri kıymetinin üç defa artmış ola­ cağını ve Balkanlar'daki son siyasi gelişmeler hakkındaki nok­ tai nazarını Alman Dışişleri Bakanlığına bildirdi. Wengenheim, 28 Temmuzda Berlin'e Osmanlı Hükümeti­ nin nasıl bir ittifak istediğini şöyle bildirdi: ' ' Sadrazam biraz ev­ vel beni çağırtarak Sultanın Almanya'nın kısa zamanda Türkiye ile, Rusya'ya karşı tedafüi ve tecavüzi (saldırı) gizli bir ittifak ant­ laşması yapıp İmparatora bildirmesini rica etti. Eğer Rusya, Türkiye'ye veyahut Almanya ile Avusturya'ya hücum ederse veyahut Almanya, yani Üçlü İttifak, Rusya'ya ta­ arruz ederse ittifak yürürlüğe konmalıdır. Rusya'dan gayrı mem­

leketlere karşı Türkiye himaye istemiyor. Kapitülasyonlar, borç­ lar vesaire gibi bütün milletlerarası meseleler eski halinde kal­ malıdır. Türkiye'nin dileği bir harp vukuunda imparatorun Tür­ kiye emrinde Alman silahlı heyetini bırakmasıdır. Buna karşılık Türkiye harp çıktığında Türk Orduları Başkumandanlığının, 1 -

4 . Ordunun hakiki kumandasının Alman askeri heyetine verilme­ sini tespit eden bir şekil bulmayı taahüt h edecektir. Konuşmalar, hatta Türk nazırlarından bile gizli olarak ya­ pılmalıdır. Sadrazam şimdilik benim hiçbir sefir dostuma bu so­ runu bahis konusu etmememi rica ediyor. Keza Bedin Elçisi Mahmut Muhtar Paşanın da haberdar edilmesi keyfiyetini zaru­ ri gösteriyor. " Wengenheim'ın bu bildirisine, Alman Başbakanının imza-

1 24


sıyla aynı gün şu karşılık geldi. Bu karşılıkta Kayzer'in, Sadra­ zamın tekliflerini kabul ettiği bildirilmekte ve beş maddelik şu ittifak şartları ileri sürülmekteydi. " l . Her iki taraf (Osmanlı ve Almanya), Avusturya-Sırbis­ tan anlaşmazlığında tamamıyla tarafsız kalacaklardır., 2. Ancak eğer Rusya savaşa katılır Almanya da ona sürük­

lenirse, Türkiye de savaşa girecektir. Kazüs-Federis onun içinde vaki olacak.

3 . Harp çıkarsa, Almanya askeri heyetini Türkiye' de bıra­ kacaktır. Türkiye, yüksek komutanın, bu heyetçe icrasını temin eder. 4, Almanya, Türkiye'yi, Rusya'ya karşı kefalet altına ala­

caktır. · 5. Bu antlaşma; Avusturya-Sırbistan savaşı boyunca ve on­ dan çıkacak ihtilafların devamı müddetince yürürlükte olacaktır. Eğer bir anlaşmazlık yüzünden Almanya ile Rusya arasında bir harp çıkmazsa, antlaşma kendiliğinden hükümsüz olacaktır (oto­ matik olarak). '·' Bu belgeyi yayımlayan.eserin dipnotunda şu açıklama ya­ pılmakta idi: "Yukardaki üçüncü madde başlangıçta şöyle ya­ zılmıştı. Harp süresince Alman askeri heyeti Türk ordusunun ko­ mutanlığını eline alır." Başbakan Betman Holveg, bu tasarının kenarına şunları yazıyor: " Kayzer, tasarının bu biçim yazılışını kabul ediyor. Bana gelince, üçüncü maddenin bu derece emredi­ ci biçimini Türkiye'ce kabul edilebilecek şekil olduğundan şüp­ he ediyorum. Belki askeri heyetçe yüksek komutanın fiilen icra­ sını sağlayacak bir biçim yeter." Bunun üzerine, 3 'üncü madde pek az hafifletilerek lstanbul'a yazılan biçime sokuldu. Yukarıdaki Alman teklifine şu Osmanlı itirazlarını, Wen­ genheim, Berlin'e 30 Temmuzda bildirdi. ' 'Sadrazam birden dörde kadar olan maddeleri kabul ediyor.

1 25


Fakat 5 'nci maddenin kabulünün mümkün olmadığına işaret edi­ yor. Evvela Avusturya ile Sırbistan kavgası yüzünden Almanya ve Rusya arasında bir harp çıkmayacağından emin olabilmek için ne kadar zamanın geçmesi lazım geleceğini tespit etmek kabil de­ ğildir. Öyle bir harbin Avusturya'nın Sırbistan'a galebesinin te­ sisi ile bir veya -iki sene sonra dahi çıkması muhtemeldir. Türki­ ye' den, şimdi Almanya'ya bağlı kalması, fakat ilerde Rusya Tür­ kiye'den üçlü ittifak dostluğu dolayısıyla öç almak isterse, o va­ kit tamamen yalnız olarak başının çaresine bakması istenemez. Biz Türkiye 'yi Almanya ile işbirliği yapmasından doğacak olan muh­ temel sonuçlara karşı dahi korumalıyız. Sadrazam kısa süren bir ittifak münasebetinden bahsetmiş ise, bununla ebedi bir anlaşma­ nın veya buna benzer bir şeyin uzun zaman için aktedilemeyece­ ğini düşünmüştür. Her iki devlet her şeyden önce kısa bir zaman­ da mukavele münasebetlerinin değerini tecrübe etmelidir. Sadra­ zam bunu, yedi yıllık bir müddet için düşündüğünü, fakat zaruret halinde anlaşmanın General Liman'ın mukavelesi ile birlikte 1 9 1 8 yılı sonunda bitmesine de razi olacağını söyledi. ' ' Alman Başbakanı, Wangenheim'a ş u yolda karşılık verdi: " Antlaşmanın Babıalice istenildiği gibi 1 9 1 8' e kadar de­ vam etmesini kabul ediyoruz. Onu derhal imzalamaya hazırız. Ro­ ma ve Viyana' dan da, bu antlaşmanın üçlü ittifaka eklenmesi için ısrar ediyoruz. Derhal antlaşmayı imzalamaya izinlisiniz. Ancak bundan önce Türkfye'nin bu harpte Rusya'ya karşı ciddi bir ha­ rekete girişebileceğinden ve bunu yapacağından iyice emin olmak gerekir. Aksi takdirde ittifak değersizdir ve imzalanmamalıdır. " Wangenheim, Başbakanın bu karşılığı gelmeden, Berlin'e şu telgrafı çekmiş bulunuyordu: "Rus seferberliği Babıali üzerinde tesir yapmakta ve Tür­ kiye'ye karşı bir Rus saldırısı yapılması kaygısını uyandırmak­ tadır. Öbür yandan Venizelos'un Sadrazamla buluşmayacağını

1 26


bildirmesi işinde, Üçlü İtilafın bir oyunu seziliyor. Üçlü İtilaf, Türk-Yunan gerginliğini uzatıp, icabında Rusya'da huzursuzluk yaratabilecek, İngiltere' de yeni yapılan Türk muharebe gemile­ rinin (Reşadiye ve Sultan Osman) Boğazlardan geçmesine Yu­ İıanistan'ın mani olması imkanını sağlamak istiyor. Eğer Türki­ ye ile İttifak yapmak istiyorsak buna ancak vakit kalır. Aksi tak­ dirde lehimizde olabilecek olan üç yüz bin kişi aleyhimizde ola­ bilir. General Liman, Türkiye'nin bizimle beraber olacağından şüphelenmeye başladı. .. ' ' Bunun üzerine Alman Başbakanı, 1 Ağustosta Wangenhe­ im'a şu yazıyı gönderdi : "General Liman, Rusya ile savaş olduğu takdirde, Türki­ ye'nin şimdiden aktif ve tesirli bir surette bizim lehimize işe ka­ rışacağına inanıyorsa, ekselansının ittifakı, onun uzatılmasına im­ kan veren hükümle birlikte 1 9 1 8 'e kadar aktetmeye izinlisiniz. ' ' B u telin çekilmesinden bir gün önce, 3 1 Temmuzda Kayzer, gizli olarak Avusturya askeri ateşesine, Türkiye ile bir ittifak ya­ pılmak üzere olduğunu ve ona göre Türklerin bu ittifak gereğin­ ce Liman von Sanders'in komutası ve sayılan altmışa çıkarılmış olan Alman subaylarının idaresi altında beş kolordu ile Rusya'ya karşı yürümeye mecbur olacaklarını, imza için tarih tespiti gibi u­ fak ayrıntıların çözümlenmesinin beklendiğini, General Liman'ın antlaşmanın yürütülebileceğini bildirdiğini söylemişti. Bu sözler antlaşmanın savunucu olmadığını ve Almanların antlaşmayı nasıl kıymetlendirdiğini açıkça gösteriyordu.

TÜRK ALMAN İTTİFAK ANTLAŞMASININ METNİ Bütün bunlardan sonra, 2 Ağustosta daha önceden hazırlan­ mış olan ittifak metni, Sait Halim Paşanın Yeniköy'deki yalısın­ da imzalandı. Metin şöyle idi:

1 27


" 1 . Akit iki devlet, Avusturya-Macaristan ile Sırbistan ara­

sında bu anda mevcut olan anlaşmazlıktan tam bir tarafsızlık mu­ hafazası taahhüt ederler. 2. Şayet Rusya fiilen askeri tedbirlerle işe karışır ve bu su­ retle Almanya için Avusturya-Macaristan hakkında Kazüs-F ede­ ris husule getirirse, bu Kazüs-Federis Türkiye için dahi yürürlü­ ğe girecektir. 3. Harp olursa Almanya, askeri heyetini Türkiye'nin emrin­ de bırakacaktır. Türkiye dahi işbu askeri heyete, Harbiye Nazırı hazretleriyle askeri heyet reisi arasında doğrudan doğruya karar­ laştırılmış olduğu gibi, ordunun sevk ve idaresinde fiili bir nüfuz temin edecektir. 4. Almanya, Osmanlı arazisi tehdit altına düştüğü takdirde

onu icap ederse silahla muhafazayı taahhüt eder. 5. İki imparatorluğu, bugünkü anlaşmazlığın meydana ge­ tirebileceği uluslararası karışıklık (Complicastion)lardan koru­ mak için aktedilmiş olan antlaşma, isimleri yukarıda geçen de­ legeler tarafından imza edilir edilmez yürürlüğe girecektir ve ay­ nı karşılıklı taahhütlerle, 3 1 Aralık l 9 1 8'e kadar yürürlükte ka­ lacaktır. 6. Yüksek akit taraflardan birisince, yukarda anılan işbu müddet bitmeden evvel hükümsüz ilan edilmezse, işbu muahe­ de yeniden beş senelik bir müddet için yürürlükte kalacaktır. 7. İşbu muahede şevketli Osmanlı Padişahı ve haşmetli Al­ manya imparatoru Prusya kralı tarafından tasdik edilecektir. Tas­ diknameler imzadan itibaren bir ay zarfında karşılıklı alıp veri­ lecektir. 8. İşbu antlaşma gizli kalacaktır. Ancak iki yüksek tarafın muvafakati ile ilan olunabilecektir. Sait Halim, Baron von Wan­ genheim. ' ' Alman büyükelçisi imzalanan bu antlaşma metninin, 3. ve 7'nci maddeleri hakkında da şunları Berlin' e bildirdi:

1 28


Madde 3 hakkında: ' 'Türkler Padişahın Türk ordusunun başkomutanı olması dolayısıyla bu metni (Alman teklifine göre şeklen hafifletilmiş metni) istiyorlardı. Ancak imzadan önce Ge­ neral Liman von Sanders evvelce istenilmiş olduğu gibi askeri heyete ordunun fiili sevk ve idaresini sağlayan ayrıntılı bir ant­ laşmayı, Harbiye Nazın Enver Paşa ile imzalamış olduğunu ba­ na resmen haber verdi. ' ' Madde 7 hakkında: " Sadrazam kendisi devrilse dahi, Tür­ kiye'nin hiçbir çekimserlik ileri sürmeden bu antlaşmaya bağlı kalması için antlaşmanın iki hükümdarca açıkça tasdik edilme­ sini istiyor." Antlaşmanın 1 'inci 2 'nci maddeleri, antlaşma metninin, Al­ man-Rus harbi başlamadan evvel hazırlandığını, fakat harbin başlamasından sonra onun üzerine hiçbir değişiklik yapılmadı­ ğını açıkça göstermekteydi. Harp Almanya tarafından, 1 Ağustos saat 1 7.00'ye doğru i­ lan edilmişti. Türkiye Almanya Antlaşması ise, 2 Ağustos saba­ hı öğleden önce yani harp ilanından aşağı yukarı 1 6- 1 7 saat son­ ra imza edilmiştir. Bu duruma göre Osmanlı devlet adamları aca­ ba antlaşmayı imzalarken Alman-Rus Harbinin ilan edildiğini bil­ miyorlar mıydı? Sadrazam Sait Halim Paşanın harp sonrası Mebusan Mec­ lisi Encümeni önünde bu hususta verdiği ifade şöyle idi: ' 'Evet efendim. Antlaşma harp vaktinde oldu. Müzakerele­ rin esası daha eskidir. Harp ilanını ise Ağustosun ya 1 'nci veya 2 'nci günü haber aldık. Binaenaleyh zannedildiği gibi bu ittifak

bizi muharebeye sevk etmek için yapılmış değildir. ' ' Taliit Paşa anılarında antlaşmanın, harp ilanından evvel ol­ duğunu şöyle anlatıyordu: ' ' İttifak nihayet muayyen bir şekil aldı. Antlaşma Sadrazam­ la Wengenheim tarafından imzalandı. Aynı şekilde Avusturya se-

1 29


tiri ile de bir antlaşma yapılarak imza edildi. Bundan az sonra, Almanya ile Rusya arasında harp patladı. " Cavit v e Halil Beylerin ifadeleri ise bunun aksini gösteri­ yor. Cavit Bey imza günü, tesadüfen Sait Halim Paşanın yalısı­ na gitmiş orada Alman tercümanı Veber'i görünce bir şeyler ol­ duğundan şüphelenmiş, tercüman gittikten sonra; Sadrazam, En­ ver Paşa, Talat ve Halil Beyler ve Cavit Bey bir odada toplan­ mışlar, Sadrazam, ne olduğunu söylemeden antlaşma metnini okutmuştur. Bundan sonra hatıratına Cavit Bey şöyle devam et­ mekte idi: "Benden bu husustaki fikrimi sordular. Ben de okunan şe­ yin üzerimde büyük bir hayret doğurduğunu ve böyle önemli bir mesele hakkında derhal karşılık vermek ve reyimi bildirmek du­ rumunda olmadığımı ve yapılan şeyden hiç memnun olmadığımı ima eder bir şekilde konuştum. Bu esnada arkadaşlarımdan biri bana hitap ederek eğer harpten evvel böyle bir ittifak teklif edil­ seydi kabul etmekte tereddüt eder miydin ve mademki o zaman tereddüt etmeyecektin o halde şimdi bunu kabul etmekte beis yok­ tur dedi. Ben de buna karşılık olarak harpten evvelki zamanla son­

raki zaman arasında fark olduğunu ve harpten evvel dahi böyle bir teklif olmuş olsa idi, bizi yalnız Almanya hükümetine bağla­ yacak bir antlaşmayı kabul etmeyeceğimi söyledim. " Bu husus Halil Beyin anısında da doğrulanmakta idi: ' ' Antlaşma imza edildikten sonra Alman sefiri ile birlikte gelmiş olan sefaret baştercümanı Veber "Mademki imparator harp ilan etti, taahhüdünüzden kurtuldunuz" demişti. Bu söz harp ilanının Almanlar tarafından yapılmış olması dolayısıyla te­ dafüi bir anlaşmaya göre Osmanlı devletinin harbe katılmaması gerektiğini anlatıyordu. Sonuç olarak, Osmanlı Devleti ile Almanya arasındaki itti­ fak antlaşması, Alman-Rus savaşı başladıktan sonra imzalan-

1 30


mıştı. Bundan sonra Avusturya büyükelçisiyle de antlaşmanın in­ celenip uygun bulunduğuna dair bir belge imzalandı. Cavit Bey ve daha birkaç nazır antlaşmayı eksik bularak iti­ raz ettiler. Bunun üzerine Sait Halim Paşa, ' 'Antlaşmada mevcut olmayan şeyleri ben ilave ettiririm, onlan bana bırakınız" dedi. Değişiklik isteklerinin çoğalması üzerine, bu gibi istekte bulunan kimseleri yatıştırmak için Sait Halim Paşa'ya değişik­ lik yapılabileceği hakkında çıkartılan bir irade ile yetki verildi. Wengenheim bu taahhütlere ait mektubu 6 Ağustos 1 9 1 4 ta­ rihinde Babıaliye verdi. Bu mektup ana çizgileriyle şöyle idi: ' ' 1 . Almanya, kapitülasyonların kalkması işinde Osmanlı

Devletine yardım edecektir. 2. Balkan devletleriyle girişilecek görüşmelerde ve Balkan­

larda fethedilecek yerlerin Bulgaristan 'la paylaşılması işinde Al­ manya Osmanlı Hükümetini destekleyecektir. 3. Almanya, Osmanlı Hükümetinin de harp tazminatı alma­ sına çalışacaktır. 4. Düşman, Osmanlı topraklarına girerse, giren düşman ora­

dan çıkarılmadan Almanya banş yapmayacaktır. 5. Yunanistan, savaşa katılıp yenilirse Almanya, Ege ada­ larını Osmanlı Devletine geri verecektir. 6. Osmanlı Devletinin doğu sınırlan, bu devletle Rusya Müslümanları arasında doğrudan doğruya temas sağlayacak şe­ kilde düzeltilecektir. ' ' Cavit Bey anılarında asıl antlaşmanın iki hükümdar tarafın­ dan imza edilmiş olmasına rağmen, bu Alman taahhütlerini gös­ teren vesikanın Alman elçisinin imzasını taşıyan bir mektuptan iba­ ret olduğu hususunda Sadrazamın dikkatini çektiğini açıklıyordu. 2 Ağustos 1 9 1 4 'te Almanya ile ittifak imza, seferberlik ve

tarafsızlık ilan edildiği gün Mebusan Meclisi de süresiz kapatıl­ dı. Aynı gün Moratoryum ilan edildi.

131


Antlaşmanın imzasından Sonra İki Devletin Siyasi İlişkileri: Burada, Almanların, Osmanlı-Alman antlaşması hakkında­ ki düşüncelerinin açıklanması bakımından, yalnız l -5 Ağustos arasındaki ilişkiler ele alınmıştır. Osmanlı-Alman ittifakının imzalandığını öğrenir öğrenmez Alman ordularının Genelkurmay Başkanı General Moltke, ' 'Tür­ kiye ile İttifak Antlaşması derhal yayımlanmalı; Türkiye müm­ kün olur olmaz savaş ilan etmelidir" şeklinde bir tezi, Osmanlı­ Alman Antlaşmasının imzalanmasından sonra Dışişleri Bakan­ lığına verdiği uzun bir muhtırada ileri sürmüş bulunuyordu. Ay­ nca bu muhtırada Türkiye ve lran'a dair şunları da bildirmişti: Yukarıdaki muhtırada Moltke'nin ileri sürdüğü tezin altına Alman Dışişleri memurlarından Rozenberg, 4 Ağustosta şu no­ tu yazmıştı: ' 'İş istenilmiş olduğu gibi düzenlendi. ' '

Moltke, lran için de şunu istemekteydi: " İran, Rus boyun­ duruğunu silkmek ve mümkünse Türkiye ile birlikte yürümek için uygun fırsattan istifadeye davet edilmelidir. ' ' Bunun altına dışişleri memurlarından Kont Mirbon şunu yazmıştı: "Muhtıradaki, Moltke'nin bu isteği, az faal ve çok kuş­ kulu iki Müslüman devleti, yalnızca amaçsız ve sonuçsuz görüş teatisine götürür. " 3 Ağustosta, Wengenheim, Berlin'e şu haberi gönderdi:

"Enver ve Liman, İstanbul' da bulunan çok değerli ve tel­ siz cihazına malik üç Rus vapuruna el koyabilmek için derhal Rusya'ya savaş ilan etmek istiyorlardı. Sadrazam ve . . . (şifrenin bu kısmı çözülememiş) buna karşıdırlar. Çünkü enerjik bir su­ rette başlamış olan Türk seferberliği henüz bitmemiştir. Bulgaristan'ın durumu açıkça belirmemektedir. Ve Bulga­ ristan olmadan doğrudan doğruya Rusya'ya saldırılamaz.

1 32


Savaş ilanından sonra Sultan Osman gemisinin İngiltere' de alıkonulmasından korkuluyor. General Liman'ı Bulgaristan'ın ittifaka katılmasını �ekle­ meye davet ettim. Avusturya büyükelçiliğine gelmiş olan bir telgrafa göre buradaki Bulgar elçisi benim ve Pallaviçini 'nin yar­ dımı ile Osmanlı devleti ile ittifak görüşmelerine yeniden koyu­ lacaktır. Şimdiye kadar Bulgar elçisinin talimat aldığına d�ir ha­ ber yoktur. Her şey Bulgaristan'ın karar ve hareketlerinde}ci sü­ rate bağlıdır. Gerekirse Türkiye ile Bulgaristan'ın Basara\)ya'yı Romanya hesabına fethetmek için ona yardımda bulunaci.kları ümidi Romanya'ya verilebilir.

General Liman'ın mümkün olduğu kadar çabuk bizi� Al­ man Genelkurmaylığımızdan talimat alması istenilecek bir hu­ sustur. "

4 Ağustosta Alman Dışişleri Bakanı, Wengenheim'a şu ta­ limatı gönderdi: ' 'İngiltere 'nin bize bugün veya yarın savaş ilan etmesi muh­ temeldir. İngiliz durumunun tesiri ile Babıfilinin son anda bizden ayrılmasını önlemek için Türkiye'nin eğer mümkünse bugün Rusya'ya harp ilan etmesi çok önemli görülüyor."

4 Ağustosta Wengenheim, Sadrazamdan şunları öğrendi: "Rus büyükelçisi Osmanlı Devleti'nin tarafsız kalacağına inanmaktadır. Çünkü o sayede Türkiye seferberliği bakımından Karadeniz' den faydalanabilecektir. Manen pek düşük durumda olan Fransız büyükelçisi ise Sadrazama Alman askeri heyetinin Türkiye' de kalması ile tarafsızlığın nasıl telif edilebileceğini sor­ muş, o da kendisine çok faydalı olan bir heyeti geri göndermesi için hiçbir sebep olmadığı karşılığını vermiş."

4-5 Ağustosta, İngiltere Almanya'ya harp ilan ettikten son­ ra, Alman Genelkurmay Başkanı Moltke, Alman Dışişleri Baka­ nına şunları yazmıştı:

1 33


" lngiltere'nin savaş ilan etmesi zafere yardım edebilecek bütün vasıtaların son raddeye kadar kullanmak mecburiyetini do­ ğuruyor. Vatanın içinde bulunduğu ağır durum, bizi düşmana za­ rar verecek her şeyi kullanmak mecburiyetini doğuruyor ve bizi her şeyi kullanmakla görevlendiriyor. Düşmanlarımızın bize kar­ şı güttükleri vicdansız siyaset bize hiçbir kayda tabi olmadan ha­ reket hakkını veriyor. Polonya'da ihtilal kışkırtılmıştır. O, uygun bir toprak üze­ rinde gelişecektir. Çünkü daha şimdiden orada askerlerimiz aşa­ ğı yukarı dost gibi karşılanmaktadır. Amerika' da kamuoyu Almanya lehinedir. Belki Amerika İn­ giltere'ye karşı bir deniz hareketine girişmeye sevk edilebilir. Ka­ nada, onlar için zaferin bedeli olabilir. Bu ayın ikisinde gönder­ diğim mektupta işaret etmiş olduğum gibi Hindistan, Mısır ve Kafkasya'da ihtilal kışkırtmak son derece önemlidir. Türkiye ile yapılan anlaşma, Dışişleri Bakanlığına bu düşünceyi gerçekleş­ tirmek ve lslam aleminin taassubunu son raddeye kadar tahrik etmek imkanını verecektir. ' '

1 34

·


EK: 3 ATATÜRK'ÜN İNÖNÜ'YE VERDİGİ SİCİL (Şifre teJgrafla, kısaca yazılmıştır) - Diyarbekir'den, 20/5/1917 (1333)de 4499 sayılı olarakKemah'ta Kafkas orduları grubu kumandanlığına, Ahiren 20'nci Kolordu Kumandanlığına naklen tayin buy­ rulan 4'üncü Kolordu Kumandanı Miralay İsmet Bey'in evsaf ve iktidarı hakkındaki mütalaatım berveçhiati maruzdur (Başku­ mandanlık vekaleti celilesine de arz edilmiştir). Ciddi, faal, gayet fatin ve yüksek fikirli. Vaziyet ve ahvali ruhiyei harbiyeye hakim. İyi bir nüfuzu nazara ve sürati intikale malik. Kolordunun her türlü ihtiyacını teemmül ve temin etme­ ye çalışmaktan bir an hali kalmaz ve muvaffak olur. ' 'Malumat ve vukufu askeriyesi güzel ve ihatalı' ' . Doğru ve tereddütsüz karar sahibi. Cesur ve kararı zatisi ile hareket etmek kabiliyetini haizdir. ' 'Orduda ve memlekette deruhte edeceği ve­ zaif ve hidematı mühimmei vataniyede kendisinden büyük hiz­ metler beklenir. ' ' ' 'Ordu kumandanlığını zamanında' ' mühim harekatı aske­ riye vukubulmamış ise de, haiz olduğu iktidar ve havası mümta­ ze, kendisinin en mühim harekat esnasında da muvaffak olacağı itikadını bahşetmiştir. ' 'Pek mükemmel bir ahlaka ve tavrı harekata sahip. Adabı­ muaşereti şayanı takdirdir" . Mafevk ve madunlarının ve muhi­ tinin emniyet, itimat ve muhabbetini haiz "ve buna layık" müs­ takim bir zattır.

2'nci Ordu Kumandanı Mustafa Kemal 135


EK: 4 MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN BAŞKUMANDAN VEKİLİ ENVER PAŞA'YA GÖNDERDİGİ RAPOR Halep 7 Eylül 1333 (1917) 7. Ordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa'dan Başkumandan Vekili Enver Paşa'ya "Vaziyeti umumiye hakkındaki mütaleatı acizanemi ber­ veçhi ati arz ediyorum: Memleketin mukadderatı umumiyesini idarede mesul ve medhaldar olan zatı devletlerinin ifadatımı hiçbir bedbinliğe ve telaşa hamletmeyerek kemali itidal ve ciddiyetle terakki edecek­ lerine itimadım; mülahazatımı ihata edebildiğim en vasi mikyas­ ta tasvire saik olmuştur.

1- Ahvali umumiyei memleket her şeyden evvel nazarı dik­ kati caliptir. Harp, her milletten olan anasırımızı bilaistisna son dereceye getirmiştir (Ahali ve idare arasındaki revabıt sarılmış­ tır.) Evlerinde kalan ahali her noktai nazardan hükümetten uzak kalmakta menfaattar bir hale gelmiştir. Çünkü kalan ahali ya ka­ dınlardan, ya acizlerden veya firarilerden ibaret olup çalışma ve iş mahsulleri kendi yaşamalarına yeterli değilken hükümeti mül­ kiye ve askeriye onlardan, açlık ve ölüm mukabilinde mal ve mülklerini almak ve istemekte daha ziyade ısrarlı ve inatçı olmak mecburiyetindedir. Diğer taraftan hükümeti mülkiyenin acizliği, umumi bir anarşiye sürüklenen hayatı umumiyeyi idareye mani olup hukuku ahali namına ne tasavvur edilirse hepsi adlü hakka aykırı ve binaenaleyh ahalinin nefretini artırmaya sebep olucu bir şekilde halletmek itiyadı zaruriyesindendir. Hükümeti mülkiyenin aczi tamını bir zabıta kuvvetinin mut-

136


lak yokluğundan ve ihtiyaç derdi ile alelumum memuriyetine ta­ ri olan, ihtikar ve suiistimalattan ve memurların keyfine düşkün bir hale gelmesinden ve adliye işlerinin mutlak surette işleme­ mekte olmasından ileriye gelmektedir. Bu sebep hayatı umumi­ yeyi her köşede ve her beldede esasından çürütmektedir. Umu­ mi iaşenin ve ticaret ve iktisat işlerinin müthiş bir suretle inhita­ ta başlaması asli alametlerdendir. Bugün bir para meselesi hasıl olmuştur ki, bu dert ne ahalide ne de memurlarda geleceğe bir güven bırakmamakta ve erbabı namusu kutsal ilgilerden tecerrü­ tle sevk ve icbar etmektedir. Binaenaleyh harp devam ettiği halde karşısında bulundu­ ğumuz en büyük tehlike, her taraftan çürüyen muazzam salta­ nat binasının bir gün içten birdenbire ve hep birden çökmesi ih­ timalidir. 2- Askeri umumi vaziyet harbin yakın bir gelecekte sona ere­ ceğine işaret vermemektedir. Müttefiklerimizin askeri darbeler­ le, düşmanlarımızı sulha mecbur edecekleri artık bahis konusu olmayıp Almanlar münhasıran idarei sevkülceyşiyeyi "Geliniz bizi mağlup ediniz" esasına rapt etmişlerdir. Düşmanlarımızın birbirlerinden ayrılmayacaklarını zaman göstermekte olup düş­ man ahalinin sefalet ve ma,hrumiyeti daha az olmak ve kendi iti­ katlarınca emin bir neticeye vasıl olmak ihtimaliyle bizim daya­ nabileceğimiz kadar harbi devam ettirmeye tahammülleri tabi­ idir. Binaenaleyh harp, daha çok sürecektir. Bundan harbin hita­ mı anahtarları bizim partinin elinde değildir neticesini çıkarmak lazımdır. 3- Türkiye 'nin vaziyeti askeriyesi şudur: (Ordu harbin ilk devrelerine nispetle fevkalade zayıftır. Birçok orduların mevcu­ du, lazım olan miktarın beşte biri kadardır. Memleketin insan kay­ nakları, noksanı ikmale muktedir değildir. Hatta ? ' inci ordu gi­ bi bütün memleket içinde ikmal ve takviyesine çalışılan yegane

1 37


orduyu dahi, daha düşmana bir tek kurşun atmadan, kuvvetli tut­ maya imkan bulamıyoruz. Takatı umumiyeye misal olmak üzere arz edeyim ki, ciha­ nın en müşkül işlerini görmek üze.re biner mevcutlu taburlarla ba­ na gönderilen 59. Fırkanın yüzde ellisi, ayakta durmaya mecal­ siz zuafadan ibaret olduğundan tefrik edilmiş ve sağlam kalan ef­ rat 1 7, 20 yaşındaki neşvünemasız çocuklarla 45, 55 yaşındaki amelimandalardan ibaret kalmıştır. Diğer en iyi fırkaların tabur­ ları da Dersaadet'ten bin mevcutla hareket ve en kuvvetlisi 500 mevcutla Halep'e muvasalat etmişlerdir.) Bu halin esbabı, haya­ tı umumiyeye ve hükümeti mülkiyenin kuvvetine tabi ve bina­ enaleyh bugün ıslahı orduların elinde olmayan avamile merbut­ tur. Bu misal gösterir ki, bütün menabii toplayarak ufak bir kıs­ mı dahi kavi bir halde bulundurmaya imkan yoktur. Heyeti za­ bitanın kemiyetten ve keyfiyetten noksanı muhtacı izah değildir. Cephelerimizin metalip ve ihtiyacı şudur: Garpta düşmanla karşı karşıya temas mevcut değildir. An­ cak payitahtımız cihan ile olan muvasalayi bahriyesi dolayısıy­ la en zengin mamuremiz bulunduğundan garp cephelerimize düşman tarafından hayati darbelere teşebbüs edilmesi ihtimali mevcuttur. Kafkasya'da vaziyeti askeriye hali tevakkufta olup tarafı­ mızdan istirdadı mafata teşebbüs mümkün değildir. Rusların ah­ vali dahiliyeleri ve Avrupa 'ya ihtiyaçları, faal bulunmalarına pek saik değilse de herhangi bir sebeple Rusların buna teşebbüs et­ tikleri halde bunu men veya tahdit etmek bizim kuvvetimize ta­ bi olmayan bir meseledir. Ruslar kendi hazırlıkları ve kendi ve­ saitleri nispetinde iş görürler ve bunların müsait olmadığı yerde tevakkuf ederler. Irak'ta İngilizler hedeflerini istihsal etmişlerdir. Binaenaleyh daha ileriye temdidi istila etmeleri için esbabı siyasiye ve iktisa-

138


diye veya askeriye mevcut olmadığı kanaatindeyim. Muaahaza eğer düşman temdidi harekat ve iktibası muvaffakıyat ederse za­ yiatı mevcudeye, mesela Musul'un da ilavesi, hayatı umumiye­ ye bir darbei katliye mahiyetinde olamaz; denilebilir ki, vaziye­ ti umumiye adeta değişmemiş olur. O halde bu cephede dahi biz intizardan başka bir şey yapamayız. Sina ve Hicaz cephelerinde düşman askeri ve siyasi hedef­ lerini henüz istihsal etmemiştir ve anlaşıldığına göre bunun için kemali hararetle hazırlanmaktadır. İngiltere 'ye hadim bir alemi İs­ lamın tesisi ve İngiltere nüfuzuna tabi bir Filistin hükümeti Hıris­ tiyaniyesinin teşkili ve bu suretle Mısır ve Süveyş ve Bahri Ah­ mer' in ilelebet temini ve Türkiye'yi son kuvayi diniyesinden ve en güzel mamurelerinden tebit ve tecrit hevesleri, İngiltere için adeta Harbi Umuminin hedeflerinden olacak kadar mühim, bizim için telafisi mümkün olmayan darabatı hayatiyeden maduttur. Hulasa garpta muhtemel taarruzatı ciddiyeye muntazır ol­ mak ve Suriye hududunda vazıh ve müstahzar olan düşman ha­ rekatı asliyesine muvaffakıyet vermemek vaziyeti umumiyei as­ keriyemizin şimdiki mübrem talepleridir. Vaziyeti umumiye bu halde iken, mesela son kuvvetlerle Bağdat'ın istirdadını düşünmeğe imkan yoktur. En kuvvetli düş­ man, daha kavi ve hazır olarak, Sina'dadır ve bu düşmana inci­ zap gayrıkabili ihmaldir. Saniyen, Bağdat teşebbüsü için maddeten imkan ve kuvvet yoktur. Bu işe teşebbüs edecek orduların bugünkü mevcutları pek zayıf ve kıymetsiz olup daha iki ay yürüdükten sonra -biraz mü­ balagasıyla- hademeden ibaret bir kitle kalır. Düşmanın Bağ­ dat' a şimendiferle ve gemilerle getirip yetiştirebileceklerine, şah­ turla ve deve ile, mukabele edilemez. Velhasıl bu ademi imkan­ lara en büyük delil, aylardan beri bir alayı iki gün yürütebilecek hazırlıkların elan vücuda getirilmemiş olmasındadır.

1 39


4- Bu muhtasar nazarı umumiden neticei istidlalim, "artık her iş bitmiştir ve bulunacak bir çare kalmamıştır' ' zemininde de­ ğildir. Böyle bir kanaati bedbinane düşmanların ve tehlikelerin en vahimi olduğunu izaha hacet görmem. lrnkiinı halas ve hayat mevcut olup ancak tedabiri saibeyi bulmak lazımdır. Acizlerine göre bugün takip olunacak kararlar berveçhiati olmalıdır: a) Dahilen takviyei hükümet ve temini hayat (Jandarmayı kuvvetli yapmak, memurları ve mümkün olduğu kadar umuru ad­ liyeyi ve herhalde iaşei umumiye ile umuru ticariye ve iktisadi­ yeyi tanzim) etmek; hiç olmazsa suiistimalatı haddi asgariye ve kaabili tahammül bir dereceye indirmek. O suretle ki memleket sağlam bir üssülhareke halinde bulunmalı. lmtidadı harp, maazal­ lah yeni ziyanlara ve felaketlere sebep olsa da, elimizde ve geri­ mizde kalacak menatık ve ahaliyi herhalde dayanmaz ve çürük bir halde bulmamalıyız. b) Siyaseti askeriyemiz bir müdafaa siyaseti ve elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek neferi, sonuna kadar saklamak si­ yaseti olmalıdır. Bu siyaset memleketimiz haricinde bir tek Os­ manlı neferi kalmasına mütehammil olamaz. Sina cephesinin temini, taarruzla mı veya müdafaa ile mi ka­ abil ve münasip olacağı meselesine, bugün karar verilemez. Çün­ kü düşman bugün orada insanca ve malzemece bize mütefevvik olup bizim bütün kuvvetlerimizi gönderebileceğimiz aylar zar­ fında intizar etmesine ihtimal, fennen pek azdır. Bizim kuvvet­ lerimiz gelmeden evvel, onun taarruz ederek, karşısındaki kuv­ vet aleyhine bir neticei katiye istihsal etmek teşebbüsü tabiidir. Bundan başka bizim cepheye kuvvet sevk edeceğimiz iki ay zar­ fında, düşman isterse, vesaiti nakliye itibariyle daha çok kuvvet getirmeğe muktedirdir. Binaenaleyh düşman daha evvel taarruz etmediği halde dahi, bizim sevkiyatımız hitam bulduktan sonra, bugünkü tefevvukunu tezyit etmiş bulunması ihtimal dahilinde-

1 40


dir. Velhasıl Halep 'te bulunan kuvvetlerimizin Sina cephesine ne kuvvetle ve kıymette muvasalat edeceği dahi malum olmadığın­ dan Sina cephesinin temini için bugün mevkii tatbika konulacak karar, münhasıran 7. Ordu kıtaatının hemen cenuba tahriki ma­ hiyetinde olabilir. Bu kuvvetlerin bilahere nasıl istimal olunabi­ leceğini bugün katiyet ile tayin etmeye (kuvvetlerimizi israf et­ memek mülahazasından sarfınazar) harita üzerindeki askerlikçe dahi imkan yoktur. 5- Ordu kıtaatının cenuba tahriki ile husule gelecek halitai askeriyenin her türlü kuyudu mucizei siyasi yeden azade ve mem­ leketin dahili ve harici bütün ihtiyacına vefa edebilecek surette tanzim ve sevk ve idaresinin en kestirme tariki şudur: "Bütün Suriye ve Hicaz şimdiye kadar olduğu gibi her hu­ susta bir Müslüman Osmanlıya ait olur ve bunun tahtı emrinde olarak Sina cephesinin harekatını müstakilen diğer bir Müslüman Osmanlı deruhte eder. " İşte menafii vataniyeye en muvafık olan şekil budur. General Falkenhayn'ın gelmesi ve onunla taahhü­ datı müstacele yapılması ve Kres'in minelkadim iktisabı hukuk etmiş olması, elhasıl Almanları idare etmek gibi esbap ve ava­ mil, menfaati vataniyenin istilzam ettiği şekli vazih ve katiye mani olamaz, itikadındayıµı. Hayat ve memat mesailinde olsun itayı karar hakkından mahrum bulunduğumuzu zannetmiyorum. Maahaza benim bildiğim esbap, Falkenhayn'ın istihdamı mecburiyeti uğrunda menafii vataniye kısmen tehlikeye düşürü­ lecek derecede kuvvetli addedilmiyor ve Sina cephesinin, Kres 'in ve 7. Ordu Kumandanının tahtı emrinde iki ordu tarafından mü­ dafaası ve bu iki orduya Falkenhayn' ın kumanda etmesi icap edi­ yorsa, menfaati vatan için bu suretle hizmetten içtinap olunmaz. Ancak bu halde General Falkenhayn'ın bütün Suriye ve Hicaz'a kumanda eden zatın emri altına girmesi münakaşaya müteham­ mil olmayan bir meseledir.

141


Bu halde devlet nazarında en ali mesul bir Osmanlı olup bü­ tün kuvayi dahiliye ve siyasiye onun elinde bulunur ve Falken­ hayn münhasıran bir askeri kumandan vaziyetinde kalır ve sevk ve idarenin hududu asliyesiyle beraber bilcümle geri hidemat ve vilayetlerin ve aşiretlerin idaresi, bizim memleketimizin bir öz evladının idaresi altında bulunur.

6. Ordu Kumandanlığında kaldığıma nazaran, benim müs­ takil ve kanunen bütün arkadaşlarıma muadil bir Ordu Kuman­ danı iken, bu suretle 2. ve 3. derecede bir kumandan vaziyetine düşmekliğim mucibi teessür olsa da bu cihet menafii vataniye kar­ şısında meskfü kalabilir. . Ancak bu takdirde nazarı dikkatten dur tutulmamak lazım gelen nazik bir nokta vardır. 7. Ordu kıtaatı kamil en gidip Kress'in kıtaatıyla benim kıtaatım kaabili tefrik bir hale gelme­ sine ahvali harbiye mani olabilir. Yani daha biz nakliyata başla­ dığımız andan itibaren düşman Sina cephesine taarruza başlar. Bu halde gönderilen kuvvetlerin arzu edildiği gibi bir kumanda­ ya raptına ahval müsait olmayıp her gelen kıtanın parça parça mu­ harebeye ve yekdiğerini müteakip Kress'in kumandasına girme­ si icap edilir. Bu hale göre nihayette ordu karargahı yalnız başı­ na fazla ve işsiz bir şekle girip bütün kıtaat parça parça Kress'e ait kalmış bulunur. Eğer vaziyeti harbiye bu sureti hareketi zaru­ ri kılarsa, vatanın mukadderatı mevzuubahs olurken bizzarure kendimin seyirci kalmama tevekkül ve tahammül edemem. Bu halde yapacağım iş, en ufak bir kıtamın müdahale ettiği cepheyi ve müdafaa hatlarını bilakaydüşart kendi tahtı emrime almaktır. Yani kuvvetlerim muharebe sebebiyle Sina cephesinde bir ku­ manda altında erimeye mecbur olursa bu kumandan ancak ben olabilirim. Daha bidayetten itibaren bu noktayı görmüş ve bu ka­ rarı vermiş olmak lazımdır. Suriye heyeti umumiyesinin Falkenhayn'a verilemeyeceği

1 42


meselesinde Almanları kırmak ve onların kuvvet ve lüzumlarını ihmal etmek gibi kısa bir mülahazaya tabi olmadığıma itimat bu- . yurmalısınız. İçinde bulunduğumuz bataklıktan Almanlarla be­ raber bulunarak kurtulmak zaruri ise de Almanların bu zaruret­ ten ve imtidadı harpten istifade ederek bizi müstemleke şekline sokmak ve memleketimizin bütün menabiini kendi ellerine almak siyasetine muarızım ve ricali devletin bu hususta hiç o lmazsa Bul­ garlar kadar müstakil ve kıskanç olmalarını lüzumlu görürüm. Müstakil ve esbabı istiklalde kıskanç olduğumuz Almanlar­ ca gereği gibi anlaşıldığı gün onların bizi Bulgarlardan daha mu­ teber göreceklerine sizi temin ederim. Hüsnü idare edeceğim gi­ bi mütemadiyen fedakarlıkta bulunmak, herhangi bir müttefike ve fahsisen Almanlara merhamet ve insaftelkin etmeyip belki ver­ diklerimizin yüz katı fazlasına onları tahris ve teşvik eder. Bugün Falkenhayn her vesilede herkese karşı, Alman oldu­ ğunu ve elbette Alman menfaatini en ziyade düşüneceğini söy­ leyecek kadar mütecasirdir. Halep'te, Fırat'ta ve Suriye'de Al­ man siyaseti ve Alman menfaati ne demek olduğunu ve bahusus bu sözü sarf eden, bir Alman Konsolosu olmayıp yüz binlerce Türk kanı için karar vermek mevkiinde olan bir kumandan olur­ sa işin tamamen menafii vataniyemize gayrı muvafık cereyan ede­ ceğini anlamamak mümkün değildir. Falkenhayn geldiği günden beri aşair rüesasına Alman mü­ lazımları göndererek doğrudan doğruya temas hasıl etmektedir ve ' 'Araplar Türklere düşmandır. Biz Almanlar bitaraf olduğu­ muzdan onları kazanabiliriz" sözünü, bizzat bana, bir ordu ku­ mandanına sarf etmiştir. Irak harekatının gayrıkaabili icra olduğunu, kendisi daha ilk günden beri anlamıştır. Irak harekatını, memlekete yerleşmesi için vesile ittihaz etti. Hakikatte ideali, bütün Arabistan' ı Alman idaresine almaktı. Nitekim planın ikinci safhasına başlamıştır.

1 43


Irak hedefi tabiatıyla tebeddül edince Sina cephesinde bir taar­ ruzu mevzuubahs etti. lki ay sonra taarruz mu müdafaa mı lazım olduğunun şimdiden kestirilemeyeceği herkes gibi onun nazarın­ da da ayandı. Fakat bugünkü taarruz sözü bütün Suriye yani Ara­ bistan'ın tahtı idaresine girmesi için bir vesilei cazibeden başka bir şey değildir. lki ay sonra ahval, taarruza gayrimüsait olup bü­ tün kuvvetlerle Filistin'in müdafaası mümkün olursa, General Falkenhayn cihana ve memleketimize karşı en büyük muvaffa­ kıyeti kazanmış şekilde arzı vücut edeceğine şüphe yoktur. Fa­ kat bu halde takviyei hükümet ve memleket şartı şöyle dursun, memleket kamilen bizim elimizden çıkarak bir Alman müstem­ lekesi haline gelmiş olacaktır ve General Falkenhayn bu maksat için bizim borcumuz olan altınları ve Anadolu' dan getirdiğimiz son Türk kanlarını istimal etmiş bulunacaktır.

·

Velhasıl gerek hükümeti mülkiye ve gerek ahali içinde ya­ pılacak işlerin, alelade bir memleket meselesi değil, en birinci bir müdafaai memleket meselesi olduğu bu devirde, memleketin hiç­ bir köşesinin herhangi bir ecnebinin tahtı nüfus ve idaresine ve­ rilmesi hayatı saltanatı katiyyen ihlal ve iptal eder. İşte benim müteleatım bundan ibarettir. Bulunduğunuz mev­ ki sebebiyle bunları tasvir etmekle vicdanım üzerinden refı bar etmiş olduğuma kaniim. ' '

1 44



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.