Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Mayıs 1998
İRTİCANIN AYAK SESLERİ
İSMET ZEKİ EYUBOGLU
Cumhuriyet
GAZETESİNİN
OKURLARINA ARM AGANIDIR.
ÖN SÖZ Cumhuriyet yönetimi, sekiz yüz yıllık y an-dinci, y arı-dindışı bir içerik t aşıyan Selçuklu - Osmanlı ge leneklerini, uygulam alarını, dünya görüşünü aşan bir nitelikteydi. Selçuklu devlet adamı Nizamülmülk'ün, 10 80- 1090 arasında kurduğu H arran, B ağdat medre selerinin eğitimsel egemenliği sekiz yüz elli yıl sür dükten sonra 1926'da t arihe gömüldü. Bu, uzun s ayı lan dönem içinde, Selçuklu - Osm anlı toplumu eğitim kurumlan Avrupa ölçüsünde bir aydın, bilgin, bilge ye tiştirememiştir, bu olay açık, y adsınam ay an, tartışıl m az bir gerçektir. Avrupa, ilerde görüleceği gibi, Hu m anizma - Rönesans - Reform asyon - Aydınlanma gi bi uygarlığın değişik doruklarını oluşturan dört geli şim evresini geride bıraktı . Oysa Osmanlı toplumu yö netimi bunların birini bile göremedi . Toplumsal k at manların köklerini besleyen dinci gelenek, sık sık kı lık değiştirerek, boya değiştirerek yerini korudu, du rumun elverişliliğine göre yüzeye y ansıdı, yerin altı na girdi, uygun örtüyü bulmakta gecikmedi . Bu du rumda bile ç ağın gerisinde k almayı s ağlay ac ak, çağ daş olan aklar bulmakta da güçlük çekmedi. Cumhuriyet yönetimi, daha önceden bilimsel - dü şünsel bir t ab an bulamadı, yukardan geldi, ancak umulmadık bir çevre uygunluğu da buldu. Direnen odakların ereği değişmedi, Osmanlılığın özlem duyu-
5
lan "şeriaf'ı, gündemden düşmedi, son yargıyı (din ba kımından) sünni şeyhülislamın verdiği çağlarda bile alanlara dökülerek "şeriat isterük" diye haykıran sü rüler, bugün daha örgütlü, daha düzenli, çağdaş buluş lardan yararlanarak seslerini duyuruyorlar. Bu durum sayrılığa varan, tinsel sağlığın bozulmasından kaynak lanan bir düşünce, bir inanç bunalımıdır, toplumsal boşalmaları gerektiren bir sayrılıktır. 1950 dönemi Türk uygarlığı için sağıltımı bitirilmeyen bir bunalı mın yeniden yüzeye çıkmasıdır. Osmanlı eğitimi gör müş, ancak Avrupa buluşlarından yararlanmayı da çı karına uygun gören, çağdaş kılıklı "beyni sarıklılar" çok partili dönemin bir "geriye dönüş" olanağı sağla yacağını önceden kolaylıkla gördüler, bunu devrimci, ilerici kesim aydınları göremediler. Çok partili döne mi isteyenlerin, Cumhuriyet'in ilk yıllarında bile pu suya yattıklarını, seslerini istemeyerek kestiklerini dü şünmediler. A tatürk'e, devrimlerine dolaylı olarak Cumhuriyet yönetimine karşı çıkanların TBMM'ye girişleri, pek de iyi olmadı, özlenen barış, istenen se vecenlik, giderilmeye çalışılan eski kırgınlıklar umu lanı vermedi. Bu durum önden görülmeliydi, görüle medi, nedeni de, ülkemizin Avrupa'da yaşanan dört ge lişim, yükseliş evrelerinden birini bile geçirmeyişidir. Avrupa bu dört büyük gelişim olayıyla geçmişini unut madı, yapılan yanlış uygulamaların utancını yaşadı, ancak bir daha geriye dönmek istemedi. Oysa Cum6
huriyet dönemini yaşayanlar arasında, önceden en yük sek görev aşamalarında bulunanlar arasında eskinin özlemini çekenler, devrim ışığından gözleri kamaşan lar az değildi, işte çok partili dönem denilen girişim le başlayan yozlaşmanın kaynağında bu etkinlikler var dır. Bugün "şeriat" isteyenler eskiden de yine "şeri at" isterdiler, bu özlem, bu istem gündemden düşme di, yarın da, öbür gün de düşmeyecek, ancak içerden başlayan çürüme sesleri anlamsız uğultulara dönüştür mede de etkisini gösterecek. Bu toplumsal bunalımın eğitimle giderilmesi güçleşmektedir. Türkiye'de eği tim kurumlarının dışında, gizlilikler içinde sürdürülen, oy toplama yüzünden üzerine gidilmek istenmeyen, gizli kuruluşlar da vardır, ne yazık ki bunların güçlü savunucuları, besleyicileri, koruyucuları TBMM için dedir. Bunlar "türban"ı, "sarık"ı başından çıkarıp bey nine giydirmiş kimselerdir. A ncak Cumhuriyet yöne timi, laiklik, uzun bir süreyi gerektirse bile, çağın akı şına k.:arşı olan bu ters girişimlerin yönetime, tümden egemen olmasına olanak sağlamayacaktır, bu çağın, uluslararası ilişkilerin etkinliğinden kaynaklanıyor. Çağımızda uluslar, yönetimler, evrensel insan özgür lüğünün denetimi altına girmiştir, çağdaş görüş ulus ları yargılıyor, çağdaş uygarlık ulusları, yönetimleri başıboş bırakmıyor.
7
TARİKAT GİZLİ ÖRGÜTTÜR İslamın doğuşundan, aşağı yukarı, altmış yıl sonra "mezhep" denen kuruluşlar ortaya çıkmaya başladı. Gü nümüzde bunların sayısı, irili ufaklı 1 20 (yüz yirmi) do layındadır. Bu kuruluşlar (mezhepler) genelde us ilkele rine, tinsel inanç birikimlerine göre ikiye ayrılır, başka bir deyişle "akla dayanan mezhepler, imana dayanan mezhepler". Bunları, burada uzun uzadıya anlatmanın gereği yoktur. Mezheplerden sonra "hadis toplayıcı-lı ğı "başlamıştır. Ebubekir-Ömer döneminde "hadis" de nen peygamber sözlerini toplamak yasaklanmış, ilk top lanan beş yüz dolayında "hadis" yakılmıştır. Bundan çok sonra, Kuran bugünkü biçimini alınca, bu ilk yasak kaldırılmış. İlkin Buhari adlı Buharalı bir genç (doğumu Peygamber'in ölümünden 1 82 yıl sonra) bu işe başlamış, bugün en çok güvenilen kitabını düzenlemiştir. Bu ilk ha dis toplayıcıları altı kişi olduğundan, yapıtlarına "kü tüb-i sitte (altı kitap)" denir, bunlar da Muslim, Sicista ni, Nesai, Kazvini, Tirmizi adlarıyla anılır. İşte bunlar dan sonra, birden bire, yine İran kökenli tarikatlar, yer den ot bitercesine çoğalmaya başlamış, günümüzde dört yüz (400) dolaylarına varmıştır. Bu kuruluşların, günü müzde, ülkemiz için en sakıncalısı Nakşibendilik dene nidir, on bir kolu vardır (şimdi çoğalmaktadır), bunun ku rucusu İranlı Bahaeddin Nakşibend'dir, ailesi İslamdan önce Zerdüşt inançlarına bağlıydı. 9
Nakşibendilik görünüşte koyu İslamcı (şeriatçı), içe rik bakımından ise İslamla yetinmeyen, İslama kendi an layışına göre bir yorum getiren, dahası yeni bir İslam di ni kurmayı amaçlayan bir yapıdadır. Bu kuruluş tapım (ibadet), gelenek, uygulama bakımından ancak görünüş te Müslüman sayılabilir. Osmanlı İmparatorluğu döne minde bütün ayaklanmalara öncülük eden bu kuruluştur. Bunun iki kanadı vardır. Birincisi devleti dışardan yönet mek, devlet kurumlarında kendi inançlarına uygun dav rananları görevlendirmektir. Nakşiler, değişik vergiler den oluşan hazineyi (Osmanlılar'da mali işleri kapsayan, "bütçe" denen birikimi kuran odak) "haram" saydıkla rından aylık (maaş) almak istemezler. Onlara göre ver gileriniçinde azınlıklardan (Müslüman olmayan yurttaş lardan) alınan vergiler yasaklıdır, İslama göre davran mazlar. Bu nedenle Nakşiler, kendi şeyhlerinin denetim leri altında alış-verişle uğraşmayı, çok kazanmayı yeğ lerler. Nakşiler, eski Zerdüşt inançlarına göre üçgen bi çimli başörtüsü kullanırlar (erkekleri de, dişileri de), bun lar 1ran'da çarşaf giyerler (kadınlar), Arabistan yörele rinde, Arapça konuşulan ülkelerde tepeden ayaklara de ğin inen bir üstlük giyerler, buna kimi yerde "cilbab" de nir. Arapçada "p", "ç" sesleri olmadığından "çarşaf", "peçe" sözcüklerini söyleyemezler. Bu iki örtü biçimi, yanına "cübbe"yi de alarak Süryani inançlarına karış- , mış, bir söylentiye göre de onlardan yayılmıştır (Sürya10
ni inançları İslamlıktan öncelere dayanır). İslamda "din adamları" diye özel bir topluluk olmadığından, bu tür gi yimler de yoktur. Nakşibendilik'te Yesevi Tarikatı'ndan gelen, deği şik Şaman uygulamaları olduğundan, bir Şaman başlığı olan "sarık"ı da benimserler, ancak bu başlığın dilimle ri iç içedir, yan yana değil. Nakşilerde kadın eli sıkmak, kadınla konuşmak (kendi evinin dışında), ekmeği bıçak la kesmek, sandalyede oturarak yemek yemek, nasıl ke sildiğini bilmediği hayvanın etini yemek yoktur. Onlara göre ancak "İslami usule uygun kesim" geçerlidir, bu yüzden Nakşiler bilmedikleri, tanımadıkları kasaplardan et almazlar. Nakşiler beş "vakit namaz" dışında, gece ya rılarına değin süren başka namazlar da kılarlar, bu onlar için bir "iç arınması" sayılır. Nakşiler, hangi koşullar al tında olursa olsun, cuma günleri evlenirler, önce Kuran okunur, "imam nikahı" kıyılır. Nikah kıyacak imamın da bu tarikattan olması gerekir. Öte yandan Nakşilerde sakal gereklidir, yuvarlak biçimli olmasına ilgi gösteri lir. Nakşiler, şeyhlerinin mezarını, türbesini görmeye git tiklerinde sakallarından birer kıl koparır mezar toprağı nın içine koyarlar, bu, şeyhe toprak oluncaya değin bağ lılık anlamına gelir. Nakşilerde, yakınlarından birisinin öldüğü gece, evde ya da tekkede toplanılır, kırk bin, ya da yetmiş bin "tevhid" çekilir (şeyh yerinde oturur, bin bir taneli tesbihini alır, her tevhidde birini çeker, ya da özel kapta bulunan ince taşlan birer birer öteki kaba ak11
tam). Burada toplananlar kırk ya da yetmiş kişi olmalı dır. Böylece her biri bin tevhid (lailaheillallah) çeker, sa yı eksiksiz uygulanır. Nakşibendilik'te evlenmeler de kendi aralarında sürdürülür, bir nakşi genci yine nakşi olan bir gençle evlenmek ister, kutlu sayJlır. Nakşiben dilerde ramazan ayından sonra da oruç tutulur, kimileri üç zeytinle orucunu açar (iftar eder) sonra yer, tekkeye çekilir. Bu kuruluşun en yaygın olduğu yöre Doğu Anado lu'dur. Ağrı, Van, Erzurum, Erzincan, Malatya, Diyarba kır, Gümüşhane, sonraları Konya yörelerinde yoğunlaş tılar. Bu kuruluşa göre İslamda bulunmayan (başlangıç ta) tüm araçlar, gereçler yasaktır (haramdır), bu neden le koyu Nakşibendiler evlerinde radyo, televizyon bulun durmak istemezler. Bu kuruluşun başka bir özelliği de tüm eylemlerinin büyük bir gizlilik içinde sürdürülme sine özen göstermektir. Bu kuruluşa bağlı kimseler, özel likle, yoksul çevreleri seçer, onlara yardımcı olur, giye cek, yiyecek, yakacak verir, parasal bağışlarda bulunur lar. Bütün sorun sözünden dönmemek, kuruluşun öngör düğü yaşam biçimini benimsemek, kendini çevreden so yutlamaktır. Bir Nakşibendi dervişi (gizlidir) çevresin de kendi gibi düşünen, inanan yoksa oradan uzaklaşma ya çalışır, kimseye sezdirmek istemez. Nakşibendilerin geceleri, gizli ev toplantıları da var dır, bunları özellikle kadınlar kendi aralarında düzenler, erkekler tekkeye giderler. Bu nedenie kadınların bu ku12
ruluştaki etkinlikleri sanıldığından çoktur. Nakşibendi ler, azınlıkta oldukları camilere de gitmeyi sevmezler. İnanmış bir Nakşibendi için bilim, şeyhin sözlerini bel leğe yerleştirmek, önerilerini, isteklerini eksiksiz yerine getirmektir, bunları yapamayan kimseye eksik anlamın da "noksan" denir. Nakşibendiler yürürken, yere bakar lar, selamlaşmaları da sağ ellerini göğüslerinin üstüne ge tirmekle olur. Bir Nakşibendi için başını eğerek selam vermek saygısızlıktır, baş yalnızca şeyhin önünde eğilir. Bu yüzden Nakşibendi gençleri askerliği sevmezler. Bir Nakşibendiye göre ölüm cezası kılıçla boynun vurulma sı sonucu uygulanır, kılıç yoksa gelişigüzel bir araçla baş kesilir. Başı kesilen kimse "dinsiz" sayılmışsa başı yerde top gibi biraz yuvarlanır. Bir ıilus Nakşibendi inançlarına göre yönetilmiyor sa, Şeyh Bahaeddin Nakşbend'in düşünceleri uygulan mıyorsa orası "darülharb" sayılır, orada Nakşibendi der vişi gizli bir savaş içindedir. Nakşibendilik'te "zikr" de nilen özel tören geçerlidir, bunu yalnızca "şeyh" yöne tebilir. Bir yörede "şeyh" yoksa, orası "gurbet"tir. Ki mi Nakşibendiler namaz kılarken avuçlarını açarak sec deye varmazlar, ellerini yumarak yere koyarlar. Bu da in sanın iki avucunda, eski sayılarla " 1 8 ", " 8 1 " sayıları nın bulunması, ikisinin toplamı olan "99"un da Tanrı nın adlarını (esma-i hüsna) yansıtması nedeniyledir. Sü leyman Hilmi Tunahan böyle namaz kıldırırdı. Bu tür yorumların başlıca kaynağı, tarikatın kurul13
duğu yörede yaşayan geleneksel inançlardır. Eski inanç lar yeni dine biçim değiştirerek girer, büsbütün ortadan kalkmaz. Nitekim, İran uygarlığı pek ileri bir ortamda doğamayan İslamın karşısında köklüdür, eskidir, büyük başarıların ortaya konduğu bir alandır. İslamın getirdik leriyle İran'da ortaya çıkan eski uygarlık ürünleri karşı laştırılamaz, İran'ın insanı şaşırtan bir üstünlüğü vardır. Çölde çadırlarda yaşayan Arap topluluklarıyla, lran'da Persopolis saraylarını kuran uygarlık düşünülsün. Tüm sanat alanlarında büyük gelişmeler gösteren tlkçağın İran'ı gözler önüne getirilsin. Bu karşılaştırma İslam inançları bakımından iç açıcı değildir. İslamın kılıca da yanarak benimsetmek istediğini İran sanat yoluyla, çok kolay başarmıştır. tlkçağda, İÖ onuncu yüzyılda bile İran ' sanatı Anadolu yu, özellikle Urartuları etkilemiş, Babil Asur-Sümer uygarlıkları karşısında verimli bir İran uy garlığı yer almıştır. İran bu eskiliği köklülüğü dolayısıyla İslam inanç ları karşısında eski uygarlığıyla kendini savunmuş, ko rumuştur. Nitekim, daha yedinci yüzyılın bitiminde, es ki İran-Hind düşüncesi İslamı etkilemekten geri kalma mıştır. İran'ı ele geçiren Arap orduları ummadıkları bir uygarlıkla yüz yüze gelmiştir. Bu şaşırtıcı olayı İslam dan dokuz yüz yıl önce Büyük İskender yaşamış, öcünü İran saraylarını yıkmakla, yakmakla almaya çalışmıştır. İran, gelişen İslam karşısında gerilememiş, eski inanç larının boyasını değiştirerek yeni bir birikim ortaya koy14
muştur. Bu, yeni bir buluş değildi, köklü eskiyi yüzey sel yeninin önüne çıkarmaktı. İran bunu beslediği sayı sız tarikatla başarmıştır. İslamı özünden vuran, içeriğini yorumlarla değiştiren üç büyük kuruluş İran kökenlidir. Bunlar da kısa sürede Anadolu'yu etkilemiş, bartıba$ka bir İslam ortaya koymuştur. Mevlevilik, Kadirilik, Nak şibendilik gibi birbirinden ayn içerikler taşıyan üç bü yük tarikatın kurucuları İran kökenlidir. Mevlana Cela leddin, Bahaeddin Nakşbend, Abdulkadir Geylani köken olarak İranlıdır. Nitekim bu üç tarikat incelendiğinde, öz olarak İslamla bağdaşmayan bir durumla yüz yüze geli nir. Müzikli, sema'lı, içkili, resimli, insan-Tanrı özdeş liğine inanan Mevlevilik'le koyu şeriattan yana olan İs lamlık hangi inanç ortamında bağdaşabilir, diye sorsak yanıtsız kalırız. Kadirilik'te inançlarla, Tanrıdan sonra Abdulkadir Geylani'ye inanmanın, onun yolunda gitme nin gereğini savunan, İslam inançlarını Abdulkadir Gey lani'nin düşünceleriyle yoğurarak yeniden biçimlendiren bir anlayışla kesin, değişmez koşullan olan İslam inanç larını bağdaştırma, uzlaştırma olanağı yoktur. Bu :karşıt durumlar, İran uygarlığından, eski İran inançlarından, Zerdüşt uygulamalarından kaynaklanı yordu, değişen. yalnız yüzeysel olandı. Bunlara bir de Şi ilik'in yeniden yoğurduğu, yeni bir İran dini durumuna soktuğu İslamı katabiliriz. Şiilik girdiği yerde, kendine uygun "yeni İslam' yaratmakta gecikmemiştir. Osman lı Devleti, aralıklı olarak Şiilikle yüz elli yıl savaşmıştır. 15
Şaşılası bir olaydır, Osmanlı'nın dinsiz (rafizi) saydığı, yüzelli yıl savaştığı, binlerce baş kestiği Şiilik, 1950'den sonra, kısa bir sürede, tarikatlar yoluyla Anadolu'ya ya yılmış, toplumun en yüksek kesimlerinde yandaş, savu nucu bulmuştur. Bugün gericilik (irtica) diye nitelenen, gizliden gizliye toplumsal k urumlara bile yerleşebilen uygarlık dışı kuruluşların İran yanlısı olduğu kanıtlarıy la sergilenmiştir. Peçe, çarşaf, aşın şeriat yandaşlığı İran kökenlidir. Peki, Osmanlı'nın Müslüman saymadığı, şey hülislam fetvalarıyla "dinsiz", "katli vacib" saydığı bir din günümüzde İslam kavramının içine hangi yolla, han gi yorumla sokulmuştur? Bu araştırmaya değer. Tarikatlar, yasaklanmadığı dönemlerde bile "birer gizli örgüt" niteliğindeydi. Şimdi şaşılacak bir örnek ve relim: Osmanlı sultanlarının ilk üçü Ahilik yandaşıydı (Osman Gazi, Orhan Gazi, Birinci Murad) ondan sonra yalnızca Birinci Abdulhamid'le Dördüncü Mustafa Nak şibendi kuruluşuna bağlıydı. Osmanlı Devleti'nin geri leme, dağılma, çözülme dönemi bu padişahlar çağında hızlanmıştı. Osmanlı padişahları içinde Kadirilik'le ilgi si olanı yoktur. Osmanlı Devleti döneminde, yalnız İs tanbul '.da 65 Kadiri tekkesi, 95 Nakşibendi tekkesi var dı. Bugün de, Nakşibendilik'in, ülkemizde en yaygın ol duğu illerin başında İstanbul gelmektedir. Yine geçen yüzyılda İstanbul'da çalışan tekkelerin sayısı 450 idi (bk. Enver Behnan Şapolyo: Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, 1964). Günümüzde de, İstanbul 'un durumu başka değil16
<lir. Bu tekke sayısı, Türkiye genelinde alınırsa binin üs tüne çıkar, gizli tekkelerin en yaygın olduğu iller arasın da Konya, Erzurum, Erzincan, Ankara birbirinden geri kalmaz. Durum böyleyken, gericiliğin kaynaklarını baş ka yerlerde aramanın, hangi komşu devletle bağlantılı ol duklarını soruşturmanın gereği yoktur. Bu tarikatların içerikleri, uygulamaları iyice araştırılırsa, İslam inanç larından çok İran kökenli geleneklerle bağlaşımlı oldu ğu kolayca aydınlatılabilir. Ülkemizde toplumsal sarsın tılara yol açan olayların kökenlerine inildiğinde, hepsi nin arkasında Nakşibendilik'in öncü olduğu çok kolay lıkla görülür. Bu kuruluş, gizli çalıştığından, çok deği şik uzantılar gösterir, nitekim Süleyman:::ılık, Nurculuk, son dönemlerde Aczmendilik hep bu kuruluşun dalları dır. Nakşibendilik'in özelliklerinden biri de çevreye uy maktır, yöresel görüntüler içinde varlığını sürdürmektir.
17
TÜRBAN ÇI K MAZI Bilen, bilmiyor konuşuyor şu "türban" denen başör tüsü konusunda, oysa türban gerçekte başörtüsü değil dir, erkeğin kullandığı sarıktır, çağdaş uluslar arasında, bu . giysiye kadın başörtüsü diyen yoktur. Alman dilinde "türban" sözcüğü "Doğu erkeklerinin başlığı, sarık" an lamındadır, ünlü sözlük bilgini Kluge'nin "Etimologisc hes Wörterbuch der Deutschen Sprache" de böyle ya zar, bunun Farsça "dulbend"ten türediğini söyler. Şem seddin Sami, ünlü " Kamus-i Fransevi"sinde bu sözcü ğün Fransızcaya Farsçadan, "dulbend"ten geçtiğini "sa rık, imame, lale" anlamına geldiğini bildirir (lale, sarık biçimli bir göğüs askısıdır). Yine Şemseddin Sami'nin ünlü " Kamus-i Türki"sinde böyle bir sözcük yoktur, an cak yakın yıllarda, bu ünlü yapıtı bugünkü Türkçeye ak taran, Prof. Dr. Mertol Tulum başkanlığında bir kurul, bu yapıtta bulunmayan "türban"ı ona eklemiş, "ince tül den yapılmış kadın başörtüsü�' yorumunu getirmiştir, bu hangi bilimsel ahlak kuralına uyar bilemeyiz. İtalyanca, İspanyolcada "turbante" diye geçer, erkek başlığı diye açıklanır. Prof. Fahir İz'in düzenlediği İngilizce-Türkçe sözlükte "türban" kadın başörtüsü anlamında açıklanır, bu yenidir, "türban"ın kadın başlığı anlamında alınma ya başladığı evrelerden sonradır. Arapçada "türban" top rak anlamına gelen "turab"ın çoğuludur (topraklar), bu nun "tirban" biçiminde söylenişi de vardır. Osmanlı dö neminde "türban" yoktu, bilinmiyor. 19
Bu kısa açıklamadan sonra olayın özüne girmeye, hangi amaçla yaygınlaştırıldığını anlamaya çalışalım. Türbanın dinle, İslamla, kadınla bir ilgisi yoktur. Bu baş lık, ülkemize l 960'lı yılların ardından, örtülü bir düşün ceyle girmiştir, İran kökenlidir, ancak İran dilinde böy le bir anlamda kullanılmaz, söylenişi Batı kaynaklıdır. Türban, kadın başörtüsü değil, bir "tarikat" simgesidir, özellikle Nakşibendiler arasında tutunmuştur, üstelik an lamı bilinmeden. Kırsal kesimlerde, yurttaşlarımız bu nun ne adını, ne de kendini bilirler. İslamda örtünme vardır, ancak kadının başörtüsünün biçimi, boyası, örtünüş biçimi belirtilmemiştir. Kuran'ın "Ahzab Suresi"nde kadınlar için "örtünün, iffetlerinizi koruyun" denmektedir. Bundan da, başörtüsünün bir ko runma aracı olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yine Ku ran' ın "Nur Suresi"nde, "örtünün, başörtülerinizi iki yakanızdan aşağı sarkıtın" anlamında yorumlanan bir bölüm vardır, orda da re� biçim belirtilmemiş, yalnız ca "örtünme" söz konusu edilmiştir. Örtünme, İslam di ninde önemli uygulamalardan biridir, ancak belli bir bi çimi, başörtüsünün toplumsal bir belirleme anlamının gündeme getirilmesi söz konusu değildir. İslamda ör tünme açık bir ko runma aracı olmaktan öteye geçemez. Örtünmeyle ilgili hadisler (Peygamber sözleri) çoktur, ancak onlarda da kesin, tüm kadınların benimsemeleri gereken belli kesin bir biçim, dahası bir "üniforma" ni teliği yoktur. öte yandan "türban" bir " İslam örtüsü" an20
lamında da yorumlanamaz, nitekim günümüz Arabis tan'ında bu biçimde yaygın bir örtü uygulanmıyor. Şu soru çok önemlidir: "Türban" bir " İslam örtü sü" diye anlaşılırsa, öyle anlaşılması gerekirse, bu örtü uygulama alanına konmadan önce Türk kadınlan "Müs lüman" değil miydi? Öyle sayılmayacaklar mı? Peygam ber döneminde böyle bir örtü var mıydı? Varsa adı ney di? Araplar o çağlarda buna ne derlerdi? Bu sorunun bi ricik yanıtı, ağzını öteye beriye çekerek saçmalamaktır. " Türban"ın İslamla, İslamın böyle bir örtüyle ilgisini saptamak için bu dini birazcık bilmek, öğrenmek gere kir. İslam dininde "sarık" yoktur, nitekim Arap dilinde "sarık" anlamına gelebilecek bir sözcük yoktur, Pey gamber çağında "sarık" bilinmezdi. Bu başlık Emevi Abbasi döneminde, halife saraylarında, konaklarında bekçi, gözcü (muhafız) olarak görevlendirilen Şaman inançlarına bağlı Asya Türkleri aracılığıyla Müslüman lar arasında yayılmıştır, "sarık" bir Şaman başlığıdır, Şaman "yoğ/yuğ" törenierinden kalmadır. İslamda, başlangıçta örtünme gerekimi yoktu. Pey ·
gamber, kadınları, arkadaşları, eşleri Mekke'd1:n Medi ne'ye göçerken, yolda karşıt inançlılar kadınlara sl'zle sa taşmışlar, bunun üzerine İslamda örtünme gereği öngö rülmüş, bir söylentiye göre olay böyle başlamıştır. An cak Arap dilinde "p", "ç" sesleri olmadığından "peçe", "çarşaf " da yoktur, bu sözcükler sonradan Farsçadan 21
alınmıştır. Bu nedenle Araplar bu örtüleri bilmezler, ad larını bile söyleyemezler. Bugün, ülkemizde tartışma ko nusu yapılan, öyle sürdürülen, sürdürülmesinde yarar görülen bu örtünün de, onu kullananların da İslam dini nin özüyle en ufak bir ilgisi yoktur. "Türban inanç ara cı" olamaz, bunun karşıtı İslamın özüne aykırıdır. Bu ör tü dine sonradan sokulmuş bir sapmadır (bid'at), başka bir anlamı, yorumu yoktur. İslam dini kadınlara, kızlara toplumsal kurumlarda, kesinlikle yer vermemiştir, er.keklerle eşitlik tanımamış tır. Nitekim İslam uygulamalarına göre kadın müftü ola maz, imamlık edemez, minareye çıkıp ezan okuyamaz, kaymakam, vali, bakan, dahası kamu kurumlarında gö revli olamaz, kadının başlıca görevi evinin içindedir, eşi ne bağlılıktır. Peki, "türban"ı bir inanç simgesi sayan kız·
1ann yükseköğretim kurumlan, İmam-hatip okullarında ne işleri vardır? İslam dininin, Kuran'ın kendilerine ver mediği bu yetkileri nereden, kimden alıyorlar? İslamın kaynağı olan Kuran'da böyle bir yetki tanınmazken, Tan rı böyle bir bildiri, buyruk vermemişken, Tanrı'nın yap madığını, yine Tanrı adına yapmaya kalkışmak dinle bağ daşır mı? İslam dinine göre Tanrı'nın buyurmadığı_nı, Tanrı buyurmuş gibi göstererek, Tann' ya başka bir nite lik yüklemek suç değil mi? (Üstelik çok ağır suç.) Sıkı şınca "Ben inancım gereği türban takınıyorum" diy;�n bu yüksekokul öğrencisine soralım: Kızım sana Tanrı toplumsal kurumlarda, erkekler arasında görev almayet- " 22
kişi verdi mi? Bu sorunun yanıtını üniversiteli kızımız değil, İslam bile veremez. Bunun yanıtını Kuran'la, İs lamla yetinmeyen, İslamın özüne aykırı düşen uygula malarla toplumsal inan bunalımı yaratarak çıkar sağla yan Nakşibendi yandaşı verebilir, o da Müslüman sayı lırsa. İslamda "fırka" (şimdi parti deniyor) yoktur, ger çek bir Müslüman "parti/fırka" kuramaz, bölücülüktür, araya ikilik sokmaktır. Oysa İslam bütüncüldür, evren seldir. Peki, Kuran'ın uygun görmediği, suçladığı bir gi rişimle, bir kurum oluşturmak (parti kurmak) hangi din sel ilkeye, kaynağa dayanıyor? Bu da yanıtsızdır. Bir din, doğuşundan 1 400 yıl sonra sürekli tartışma lara konu oluyorsa ona bağlanmak us ilkelerine aykırı dır. Us, kendi ölçüleri içinde, kesinlik, tutarlılık ister. Cenneti sevmem için cehennemi önüme süren bir dinde sevecenlik, insan değerlerine saygı yoktur. Bu tutum, ço cuklara acı ilacı içirmek için bardağın kıyılarına bal sür meye benzer. Dinde yeterlilik duygusal eğilimler üzeri ne kl!rulursa, zaman akışı içinde, duygulardan daha hız lı bir değişme ortaya çıkar. İslamı anlamak, İslamın dü şünce tarihindeki yerini, başarılarını saptamaya dayanır, başına İslamla ilgisi olmayan bir örtü çekmeye değil. Ül kemizde, İslamı anlamak için başka dinlerin okutulma sı, onlarla İslam arasındaki görüş ayrılıklarını, ortak so runları öğrenmek, tartışmak gerekir. Nitekim bilgelik, iyilik, güzellik, doğruluk, erdem, yardımseverlik, ağır23
başlılık, eşitlik, sevgi, saygı gibi evrensel insan değerle ri bütün dinlerde vardır, bunları İslamın özel bir buluşu diye göstermek yanıltıcıdır, saptırıcıdır. Ülkemizde l 950'den bu yana yapılan, uygulamaya konan da budur. Burada, özellikle Cumhuriyet yönetiminin getirdiği ye niliklere, onun kurucusunun kişiliğinde saklı devrimci liğe karşı bir eziklik söz konusudur. 1 950 yönetiminin kurucularının hepsi yerdikleri ku ruluşta, daha önceden, yüksek görevlerde bulunmuş yet kililerdi. Halkımız, onların eskiyi suçlamaları karşısın da, kendilerine şom sormayı bilmiyordu, onlara "Yerdi ğiniz kötülükler yapılırken siz yüksek görevlerde değil miydiniz?" demeyi bilmiyordu. Onlar da bu durumdan çok iyi yararlanmayı bildiler, halkı sömürdüler, yozlaş manın ilk adımlarını atmanın yakışıksız örneklerini ver diler. Bilgisizlik karşısında sorumsuzluğu gizlemeyi çok iyi becerdiler. Bugün, İslam inançları adına, "türban "ı savunanla rın hangisinin anası,bacısı, ninesi köyünde bu örtüyü kullanmıştı? Dahası bu yüksek yetkililerin hangisi bu !::Özcüğün açık anlamını, kökenini, geliş yolunu biliyor? İşte burada çok açık seçik bir yozlaştırma vardır. likin şunu bilmek gerekir: Bu örtünün İslamla, dinle, inançla en ufak bir ilgisi yoktur, vardır diyenin İslam inançları nı öğrendiği, bildiği söylenemez. Günümüzde İslam inançlarının yaygın bir tartışma konusu olduğu açıktır. ' 'kullara konulan "din dersleri " 24
bunun açık kanıtıdır. Soralım, hangi dinin dersleri? Han gi ahlak öğretisi? Üstelik konunun daha gülünç yanları gözlerimin önünde sırıtmaktadır. İslam dininde Hanefi, Hanbeli, Maliki, Şafii olmak üzere dört " Sünni mez hep" , bir de " Şii mezhebi" vardır. Bunların uygulama ları birbirine benzemez. Sözgelişi Maliki inançlarına gö re köpek "temizdir" içtiği suyla aptes alınır, oysa Hane fi inançlarına göre bunun tersi geçerlidir. Şimdi bu dört " Sünni mezhep"te namaz, oruç, zekat, hac, tüze (hu kuk) birbirine uymaz, hepsinde başka başkadır. Oysa hepsi de Kuran'a dayandığı kanısındadır. Sözgelişi bir Şafii inancına göre aptes almış bir erkeğin eteği kadının giysilerine değerse aptes bozuliır. Peygamber' in bir "ha dis" ine göre namaz kılarken, bir erkeğin önünden do muz, eşek, kadın geçerse namaz bozulur. Burada, kadı nı çok yücelttiği söylenen, savunulan bir dinin kadına hangi gözle baktığı açıktır. "Türban" gerçekte bir din sorunu, örtünme sorunu değildir, kimi çı�ar odaklarının, özellikle "tarikat" de nen söm_ürücü kuruluşların yarar aracıdır. Başka bir an lamda; bu örtü, çağdaş toplumda bir aşağılık duygusu nu gizleme aracıdır. Bize kalırsa, bu konuda bir "ruhsal bozukluk" gündemdedir. Nitekim tarihte, özellikle top lumsal bunalım dönemlerinde, böylesine " ruhsal dengc sizlikler"in yaygınlığı çok görülmüştür. Gençler toplum sal doyumsuzluğa uğramıştır, hepsinde bir gelecek kor kusu, yaşam kaygısı vardır. Bu kaygı, bu korku gençle-. 25
ri güvensizliğe, doyumsuzluğa sürüklemiştir, burada din erek değil, gereçtir. Duvarlarda, alanlarda " Kurtuluş İslamda" söylem leri içeren yazılar görülür. Şimdi hangi kurtuluş, İslam kimi kurtardı? sorusunu sorarsak şaşkınlık verici durum larla karşılaşırız. Bugün, yeryüzünde, bir milyar dolayın da Müslüman halkın yaşadığı söyleniyor. Bunlar arasın da, Tanrı 'nın kendisine verdiği yeraltı kaynaklarını, zen ginliklerini kendi ürettiği araçlarla işleten, işletebilen bir İslam ülkesi bilinmiyor. Ortadoğu bunalımlarının başlı ca nedeni de bu yeraltı kaynaklarıdır, "petrol" denen bü yülü nesnedir. Bakalım Suudi Arabistan, Körfez Emir likleri, Kuveyt, Cezayir, Pakistan, İran, Afganistan, Mı sır gibi çoğu "petrol zengini". sayılan ülkelerde çağdaş bilimin, tekniğin değil yanında, arkasında bile yürüye cek topluluk {İslam) bili�miyor. İngiltere, Amerika, Al manya, Fransa, İtalya ile öteki Avrupa ülkeleri bu İ slam topluluklarını öylesine kolay, öylesine ucuzundan sömü rüyor ki Tanrı 'ya inanmış bir kimsenin buna güleryüzle bakması olanaksızdır. Bugün, dünyanın Müslüman ülkeleri arasında, ken dini kurtarmış, özellikle kadın sorunları konusunda hep sinin önüne geçmiş ülke Türkiye'dir, Atatürk devrimle ridir. Oysa, çağdaş yetkileri kazanmış kadınlarımızın başlarına bu niydüğü belirsiz örtüyü çekerek devrimle re, Atatürk'e karşı çıkmaları tinsel bir bunalım dışında açıklanamaz. "Türban" dışa vurmuş, içerikten yoksun, 26
görünüşü kurtarma, başkalarını kandırma aracı olmak tan öteye geçemez, bu nedenle bir inancın değil, kayna ğı yeterince açıklanamayan bir bozukluğun, dengesizli ğin simgesidir. Bu dengesizlik kişisel bilinç yetersizliğinden kaynaklanıyor. . İslam bilime büyük önem verir diyenlerin de, ner deyse hepsi yalan söylüyorlar, kavramsal kandırmacalar la çevreyi oyalıyorlar. Şöyle: İslam bilime, sanata büyük önem veriyorsa hangi İslam ülkesinde çok gelişmiş bir fizik, tıp, kimya, gökbilim, teknik; felsefe, resim, yontu, müzik, seramik, tiyatro, bale gibi yaratı türlerinde göz doldurur bir ilerleme, bir başarı vardır? " Türban"ın gerçekte bir inanç sorunu olmadığını vurguladıktan sonra, bu aracın kadınları savunma, koru ma amacını gütmediğini, eskiye, yıpranmışa, günü geç mişe, değerden düşmüşe yönelmenin sim$esi olduğunu da söyleyebiliriz. Bu örtü bir saygı, seygi ,a_racı değil, bir üstünlük sağlama, toplumda gösterişe, görünüş� yöne liktir demekte bir çelişme, sakınca yoktur. Bu örtü yeni liğe, çağdaş uygarlığa karşı sinsi bir direnmenin görün tüsel örneğidir. Bir yandan İslamın bütün kurallarına uy mayı, İslama uygun bir yaşam biçimini savunacaksın, öte yandan İslam ülkelerini bir sömürü odağı diye gören, aşa ğılayan, ezen, küçümseyen Batı uluslarının en ileri bu luşlarından yararlanacaksın, buna " İslama hizmet" adı nı koyacaksın. Peki, "Hıristiyan Batı Kulübü" bu çağ daş araçları yapıp satmasa, bizimkiler İslamı neyle sa27
·
vunacak, ona neyle "hizmet" edeceklerdi? Yoksa "İslam hizmetsiz" mi kalacaktı? Bunları savunanların ne denli tutarsızlık içinde yuvarlandıklarını görmek kolaydır, siz onların söyledikleriyle yaptıklarını, önerdikleriyle uygu ladıklarını karşılaştırın düşünsel yozlaşmanın eşsiz ör neklerini görmekte güçlük çekmezsiniz? "Türban" konusunda başka bir yutturmaca daha var: Bu örtü kadının değerini yükseltiyor, ona föplumsal ki şilik kazandırıyor. Yalanın böylesi, tinsel denge bozuk luğunu vurgular. İnsanlar, kadınlar "türban"dan çok ön ce vardı. İslam inançları bu örtüden bin dört yüz yıl ön ce doğmuştur, yirmi otuz yıldır bu başlık kullanılıyor. Öyleyse daha önceden kadınların değeri, kişililiği yok muydu? Görülüyor, konuya ne yandan bakılsa, ne yan dan yaklaşılsa, insan değerleri adına, utanç verici görün tü sergileniyor. İnsan denen varlık, ister erkek, ister dişi, başkasına giydiğiyle, omuzlarına astığıyla değer kazanmaz, değer günlük giysilere benzemez, onlarla ölçülmez, değer in san varlığının özüyle ilgilidir, kılığıyla değil. Bu neden le, "türban" giyen daha çok değerli, giymeyen daha az değerlidir demek çılgınlığın, bilinç bulanıklığının başka bir göstergesidir. Burada, yine örtünmeden kaynaklanan, bir kadın de . ğeri, kadına saygı sorunu gündeme geliyor. Aşırı dinci lere göre İslam dini kadına, ana olarak tarihte görülme dik, benzersiz bir saygı kazandırmıştır. Bu da bir kandır28
macadır. Ana olan kadına gösterilen saygının kökenin de "ana" niteliği yatmaktadır. "Ana saygısı" İslam inançlarından binlerce yıl öncedir, İslamlıkla ilgisi yok tur. Sözgelişi, bugün elimizde, anaya gösterilen saygının somut kanıtlan olan yontular vardır. "Kubaba", "Kübe le" bir "ana-Tannça"nm adıdır, lö 7000 (yedi bin) yı lından kalma, topraktan yapılmış yontular vardır. Ona adak sunulur, adına törenler düzenlenir, saygı gösterilir di. Bu Tanrıça evin, kadının, çocukların koruyucusudur. Saygınlığı da bu koruyucu niteliğinden gelir. İslam di ninde "cennetin anahtarları ananın ayaklan altındadır" denir, anaya saygının en gözde anlatımı sayılır. Peki ana olmayan, çocuksuz kadının durumu nedir? Anaya veri len Tanrısal değeri kadın soyuna yüklemek de yüzeysel bir kandırmacadır. Uygarlık tarihinde, insanlık tarihin de anaya saygı göstermeyi buyurmayan, bir erdem kura lı vurgulamayan bir din yoktur, en ilkel sayılan, en geliş memiş inanç kurumlarında bile "ana" saygındır, kutsal dır. Toplumumuzda, özellikle 1950'den sonra yüzeye vurmuş, değişik çarpılmalar gösteren, genellikle de es kiye sarılmayı önemli bir gelişim sayan eğilimler vardır. Bunların içinde çağdaş akımlarla, yenilikçi girişimlerle ilgili olanı yoktur. Toplumumuz bir değerler bunalımına sürüklenmiş, eskinin değersiz diye dışladığı birtakım gi rişimler yeniden değer odağı durumuna getirilmek isten mişti. Şimdi, bunun güldürücü örneklerini, Osmanlı Dev29
leti'nin gücünün doruğuna ulaştığı onaltıncı yüzyılda, Kanuni Süleyman döneminde tartışılan örneklerini gö relim. Bunlar bütün Osmanlı tarihlerinde vardır. Bu tar tışılan konular şunlardır (birkaçı): Firavun Allah' a inan mış mı, inanmamış mı? Hızır Aleyhisselam yaşıyor mu, yaşamıyor mu? Peygamberin miraca çıkışı maddi midir, manevi midir? (Miraca çıkış tinsel mi, yalnız Peygam berin ruhu mu yoksa gövdesi de mi miraca çıkmıştır?) İnsanın tini gövdeden önce mi yaratılmış, sonra mı? Ruh gövdenin neresindedir? Cehennemde ceza görecek olan ruh mu, gövde mi? Bu örnekleri gelişigüzel bir düşünceyle seçmedik, Kanuni dönemi yazarlarının yapıtlarını okuyun, görür sünüz. Şimdi, bu yazıda anlatılanlarla, Kanuni dönemin de tartışılanlar arasında açık bir eğilim benzerliği gör memek elde değil. Uygarlık insan soyuna uzayda mutlu bir yaşam ülkesi yaratmaya çalışırken bizim gençlerimiz, başlarını türbanla örtmezse saçlarının yılan olup cehen nemde boyunlarına sanlacaklarına inanabiliyorlar. Biraz düşünelim, bir kadının başında kaç tel saç vardır, bunla rın hepsi yılan olsa nereye sığar? Üstelik cehennemde yı lanın ne işi var, cehennem suçlu insanlar için, hayvanlar için değil.
30
KARANLIGIN YÜKSELİŞİ 12 Eylül döneminin düşünsel alanlarda yarattığı tü
kenmişliği güçlülüğe dönüştürmek için karşıt görüşlü odakların gelişmesine olanak sağlandı. Boş başların do lu görünme özlemiyle gündeme getirdikleri çağın dışı na taşan uygulamalar, insan değerlerinin ötesinde, ken di düşük niteliklerine yaraşır biçimde etki odakları bul makta gecikmedi. Sözgelişi " dinsiz devlet olmaz" gibi utanç verici bir savla "anayasa"lar düzenlendi, özel bö lümler eklenerek, yöneticilerin boşluğu doğrultusunda uygulama kuralları yilrürlüğe kondu. " Dinsiz devlet ol maz" ne demektir? Hangi devlet dinli, hangi devlet din sizdir? Devletin dinliliğinin ölçüleri nelerdir? Dinli dev let hangi uygarlık ilkelerine göre kurulabilir? Bu soru ların hepsi boşluktadır. Devlete din gerekirse, devletin içinde yaşayan bütün yurtaşların hangi dini benimseme leri gerekir? Devlete vergi, orduya er gönderen yurttaş lar, bu görevleri, hangi din ölçülerine göre yerine getir me gereğindedir? Bu sorular da yanıtsızdır. Uygarlık tarihinde, devlet dinin koruyucusu olmuş tur, ancak din kurucusu olmamıştır. Din, belli bir çevre nin yarattığı koşullarla, yine belli bir çevrenin toplum sal olanaklarına göre düzenlenir, bu düzenlemede dev let yönetiminin etkisi, katkısı olursa, din kendi özgürlü ğünü yitirir, bir yasa niteliği kazanır, o durumda da din olmaktan çıkar. 12 Eylül yöneticileri bu gerçekleri anla31
yabilecek durumda kimseler değildi, yarattıkları çelişki lerin arkasında gelecek korkusu saklıydı. Bu korku, bi çim değiştirerek " din koruyuculuğu"na dönüştü. Nite kim, durup dururken, anayasaya . . . " din" kavramı soku luverdi, din öğretimi devletin toplumsal görüşü gibi se� gilendi. Bu anlayışın, bu sergilemelerin en somut olarak din ilkelerine dayanan "parti" birlikleri oluşuverdi, söz gelişi RP böyle bir görüşün, tabana yansımayan, dini "devlet dini" diye görmenin yanılgısı içinde oluştu. Ca miler birer "politika odağı" durumuna getirilerek, din bi reyin gönlünden alanlara dökülüverdi, bir çıkar, bir ka zanç aracı olmakla da kalmadı, toplumsal birlik biçimi ni alıverdi. Özellikle Nakşibendilik denen koyu "şeriat" yanlı sı, İran kökenli "tarikat" kimi devlet görevlilerince bes lendi, güçlendirildi. Gelir kaynaklan yasal kurumların önüne geçti. Oysa bütün tarikatlar birer örgüttür, belli amaçlan vardı. İslam dininde "tarikat" , "mezhep" gibi kuruluşların birine bile yasal dayanak verilmemiştir. Ku ran'da, hadislerde (Muhammed' in ağzından çıktığı ileri sürülen özdeyişlerde) tarikata yasallık tanıyan bir bö lüm, bir anlatım yoktur. Tarikatların, mezheplerin doğ masında başlıca neden İran'dır. Eski bir uygarlığın yara tıcısı olan İran, inanç bakımından, İslam dininin içeriği ne aykırıdır. İran uygarlığı büyüktür, eskidir, kendi do ğuş ortamında özgündür. İslam dini ise dar, gelişmemiş, verimsiz, çöllerle kaplı bir yörede doğmuş, özellikle Tev32
rat'ın değişik bir yorumu olarak ortaya çıkmıştır. Bu di nin gelişmiş bir uygarlığın egemen olduğu ortamda do yurucu, inandırıcı, güven verici bir içeriği yoktur. Gerek Kuran, gerekse hadisler incelendiğinde, kadın-erkek iliş kilerine ağırlık verildiği, kadının bir "insan" değil, se vişme, doğal ilişkilerde bulunma aracı olduğu kolayca anlaşılır. Nitekim, "Sahih-i Buhari"nin birinci cildinin sonunda yer alan üç bölüm okunduğunda, kadınların ay başı durumlarında bile ne yolla temizlenmeleri gerekti ğini Muhammed'den açıkça sordukları görülür. Kadın, bir topluluk içinde, aybaşı olduğunu, dölyatağının çev resine bulaşan kanın ne yolla temizleneceğini, çok açık bir dille Muhammed'den sorar, yanıtını alır. Yine bu ya pıtta, Muhammed'in bir gecede dokuz kadınla yattığı, onda otuz erkek gücünün bulunduğu söylenir. Başka bir hadiste, Muhammed'in dışkılığını çıkardıktan sonra, si linmek için, yanındaki arkadaşlarından üç taş istediği yazılıdır. Öte yandan, Muhammed'in dışkılığını döker ken arkasını Kabe_' ye döndüğü, bu nedenle ayak yolun da arkasını Kabe'ye dönerek gereksinme gidermenin suç olmadığı bildirilir. Muhammed'in yaşadığı dönemde, içinde bulundu ğu toplumda kadınlar çarşaf, peçe bil�ezdi, o gibi giy siler o toplumda yoktu. Aynca, sarık, cübbe gibi giysi ler de yoktu, bilinmezdi. Nitekim Arap dilinde bu giysi lerin karşılığı olabilecek sözcükler yoktur. Hadis topla yıcılarına gelince, bunlar da Arap değildir, yalnız Nesc.i 33
(830-9 l 5) Mekkelidir, öteki beş kişi İranlıdır (Buhari, Si cistani, Tirmizi, Kazvini, Muslim) hepsi İranlıdır, hepsi Muh&mmed'in ölümünden 180-200 yıl sonra doğmuş tur. Bu nedenle hadislerin çoğu tartışmalıdır, yalnızca belleğe dayanır. Öte yandan Kuran'ın özgünlüğü de tar tışmalıdır. Muhammed' in ölümünden sonra, Halife Os man döneminde toplatılıp düzenlendiği, birçok hafızın belleğine başvurulduğu, karşılaştırmalar yapıldığı, de ri, kemik, tuğla taş gibi gereçlerin üzerine yazılı "ayet ler"in karşılaştırılarak incelendiği söylenir. Bugün eli mizde bulunan Kuran dağınık bölümlerden oluşturul muş bir bütündür, ancak kesin değildir. Nitekim, örnek alınan, dayanılan en güvenilir yazmanın, Ömer'in kızı, Muhammed' in karısı Hafza'da (605-665) bulunduğu sonradan elinden alınıp yakıldığını en güvenilir İslam kaynakları bildirir. Bu yazma neden yakılmış, hangi dü şüncelerle ortadan kaldırılmış kesin değil. 1Ieri sürülen biricik neden, gelecekte birinin eHne geçerse kuşku uyan dırır, o yüzden ortadan kaldırılmalıdır biçiminde tutar sız bir içerik taşır. Ancak, şurası açıkça biliniyor: Kuran, elimizde bulunan biçimden bambaşkaydı, düzenlenir ken birtakım değişikliklere uğratılmıştır. İran düşüncesinin İslam karşısındaki üstünlüğü, kö kenliliği önemli bir etkendir. Arabın yalnızca yöresel i nanç gereksinimlerine yanıt veren İslam İran uygarlığı nın yarattığı görkemli ortamda öncül duruma geçeme miştir. İşte " Şiilik" denen inanç düzeninin doğmasında 34
başlıca neden İslamın bu içeriksel yetersizliğidir. Bu gün, özellikle RP'nin dayandığı Humeyni anlayışı, ger çekte İslamın özüne aykırıdır. Osmanlı İmparatorluğu "Şii İran "la, aralıklı olarak, yüz elli yıl savaşmıştır. Sün ni Osmanlı Şeyhülislamı, Şii İran şahlarını "sapkın", "rafizi", "kızılbaş", " dinsiz" diye suçlarken, yine Sün ni olduğunu ileri süren RP topluluğunun geçmişi unuta rak, başlangıçta Şiiliğin içeriğinden beslenen Humeyni yönetimine yönelmesi çok anlamlıdır. Bunun nedeni de, bu gibi ortamların doğmasına olanak sağlayan, dini salt ortamından çıkararak alanlara sürükleyen 12 Eylül ka ranlığı, yozlaşmışlığı olmuştur. 12 Eylül sorumlularını, gerçekte sorumsuzluğun başıboşluğunda, bütün çağdaş gelişmelere ters düşen bir doğrultuyu benimsemeleri, tinbilim bakımından doğaldır. Düşünsel alanda, en ufak bir başarı gösterme yeteneğinden yoksun bir topluluğun, ordu gücüne dayanarak yeterli görünmeye çabalaması aşağılık duygusunun ağırlığı altında ezilmekten başka bir anlam taşımaz. Bunu, Kenan Evren' in yayımladığı anı larından-anlamak kolaydır. Bu anılarda sergilenen tutar sızlık, kişisel bilinç bulanıklığının, ezikliğinin eşsiz ör neğidir. B ir yandan ileri, çağdaş görünme çabaları, öte yandan da sözcüklerden korkmak, ürkmek, kurtuluşu or du gücünün arkasına sığınmakta bulmak, sonra Marma ris 'te bir koruyucu birliğin denetimi altına girmek, yurt taşlar arasına katılmamak. 12 Eylül yönetiminin RP gibi başka gerici, devrim3:5
lere karşı eskiyi savunucu kuruluşlara yaşama alanı ya ratan girişimleri, uygarlığın en gelişmiş çağında bile ba şın içinde bilimsel birikimlere değil de omuzlarda taşı nan ordu aşamalarının imlerine dayanması, Kurtuluş Sa vaşı 'nı kazanmış, çağımızda bir eşi daha görülmeyen devrimleri gerçekleştirmiş bir toplum için çok mu çok utanç vericidir. ANAP 'ın yapısı, işlerlik biçimi, kuruluş ilkeleri yan tutmayan bir anlayışla incelendiğjnde, 12 Eylül yöneti- . minin, Ortaçağın bile gerilerine giden, bir düşünceye saplandığını gösterir. Yönetimi eline geçiren bu 12 Ey lül ürünü ANAP, 12 Eylül Anayasası 'na dayanarak, Tür kiye Cumuhriyeti 'nin temel ilkelerini değiştirmiş, dev letin varlığını pekiştiren düşünsel odakları yürürlükten kaldırmış, devlet-din birliğinin en gülünç örneğini ver miştir. 12 Eylül Anayasası, halk-devlet ilişkisini din-dev let özdeşliğinin denetimi altına vererek yozlaştırmıştır. İslamcıların savlarına bakılırsa, İslam dini bilime, sa nata, uygarlığa, tüzeye, yasaya en çok değer veren bir ku rumdur. Oysa bütün İslam ülkelerinde sürdürülen uygu lamalar ışığında sorunlara yaklaşılırsa, büsbütün tersinin benimsendiği görülür. Bugün hangi İslam ülkesinde, ça ğın uygarlık anlayışına, bilim dizgelerine uygun, verim li bir gelişme vardır? Hangi İslam ülkesinde fizik, kim ya, tıp ilaç üretimi, teknik, felsefe, dirimbilim, tinbilim, toplumbilim, tarih gibi daha ince başarı alanında övünü !ecek bir gelişme gözlenebilir? İslam dininin kadına bü36
yük değer verdiği, onu yücelttiği ileri sürülür. Peki top lumun hangi aşamasında, hangi uygulama alanında ka dın-erkek eşitliği, kadının yüceltildiği öne sürülebilir? RP'li kadınların (bir bilim kurulunun araştırmalarına gö re, gazeteler aralık 1 4- 1 7) yüzde seksenden yukarısı "ka dının görevi çocuk yetiştirmektir" demiş, erkeğin kadı nı dövebileceğini savunmuş. Bu sav Kuran 'dan kaynak lanıyor. Peki, doğurmak, yavru büyütmek, geliştirmek doğada yalnız kadının işi mi? Görevi mi? Doğada yav rusunu doğurur doğurmaz kaldırıp atan, bakmayan, kol lamayan, onunla ilgilenmeyen kaç yaratık türü vardır? Ana olmanın, doğal bir anlamı da yavrusunu, belli bir sü re bakmak, yetiştirmek, kollamak değil midir? Bir kedi, bir köpek, bir çakal, bir tilki, bir kurt, bir domuz, bir ge yik, bir arslan doğurduğu yavruya bir süre bakmaz mı? Doğuruculuk toplumun değil doğanın verdiği bir yeti, bir görevdir, doğum gücünün kaynağı toplum, yönetim de ğildir. Kadını, yalnız doğurup çocuk bakmakla görevli sayarsak, öteki dişi yaratıklar ötesinde, bir insan olarak, değeri, ayrıcalığı kalır mı? İşte 1 2 Eylül yönetiminin ge liştirdiği toplumsal anlayışta, aile düzeni, kadının top lumdaki yeri böyle nitelenir. Çağımızda bütün tek Tanrılı dinlerde bir değişme, bir başkalaşma görülmektedir. Bu durum bir gelişmenin, ilerlemenin dışa vurmuş görüntüsü değildir; dinin ayak ta durabilmesi için çağın buluşlarından yardım istemesi gizlice onların koruyuculuğu. altına sığınmasıdır. Nite37
kim, özellikle giyim kuşam bakımından, çağdaş kılığa karşı çıkarak sarık, cübbe, peçe, şalvar, çarşa[, başörtü sü giyenlerin nerdeyse hepsinin çağdaş donanımlı konut larda oturdukları, oturmak istedikleri, çağdaş buluşlar dan (tıp, teknik, araç-gerç bg.) yararlanmada şaşırtıcı bir yarışmaya girdikleri gözden kaçmamaktadır. Batıya öy künme (Batı taklitçiliği) diyerek alanlara, yollara dökü len bilinçsiz gericilerin hangisi çağdaş buluşlardan ya rarlanmıyor, "gavur işi" dedikleri araç-gereçlere sarıl mıyor? Dahası, bu Müslüman geçinen bilinçsiz sürüle rin hangisi "dolar", "mark'', "sterlin" gibi yabancı ak çelerin tutsağı değildir'? Son yöresel seçimlerde, kimi bölgelerde RP büyük bir başarı sağlamış gibi gösterili yor. Bu bir kandırmacadır. Seçim bölgelerinin toplum sal aşamaları, inanç yapıları, yaşama biçimleri yansız bir tutumla incelensin, bütün başarının çarşaf-peçe-sa rık-cübbe-başörtüsü gibi giyimlerden kaynaklandığı ko layca görülür. RP ile benzeri kuruluşların kazancı, başa rısı bilinç ışığından yoksun kalmayı İslamın bir beceri si, öze değgin tutumu sayan anlayıştadır. Aşırı dinci ki şi, varlıklıdır, alışverişçidir. Eczane, sağlık evi, sağıltım kurumu açmıştır, kurumun girişinde, kapının üstünde "ihlas" , "tekbir", "tevhid" gibi Arapça, dinle ilgili söz cükler görülür. Bu kişi, kişiler dinden yararlanır, ancak içeri girip alışverişe başlayınca "KDV fişi " vermedik leri, atlatmaya çalıştıkları görülür, bunu hepimiz yaşıyo ruz, görüyoruz günlük işlerimizde. İslam dini "malının 38
kırkta birini zekat olarak vereceksin, kırk devesi olan bir deve yavrusu zekat diye vermelidir" kuralını getirmiş tir. Bugün, bu din kuralına uyan, İslam dininin beş ko şulundan (namaz, hac, zekat, oruç, tevhid) biri olan "ze kat" görevini yerine getiren kaç dini bütün Müslüman vardır? İslam dininde cami, mescit gibi tapım odakları (iba det yerleri) gösteriş için değil, gereksinme sonucu yapı lır, kullanılmak içindir, kazanç sağlamak, gelir edinmek için değildir. İslam dininde şundan bundan yardım top layarak, akçe dilenerek " ibadet yeri" yapılmaz, böyle bir kural yoktur. Oysa günümüzde gösteriş için yapılıyor bunlar, 12 Eylül yönetimiyle bu tür yapıların yapımı hız landırılmıştır. İstanbul 'dan Van'a, Trabzon'a giderken büyük yolların kıyılarında, sağlı sollu dizilmiş camiler ot biter gibi ortaya çıkmaktadır. Oysa, cami insanların yo ğun oldukları, namaz kılmak gereksinimi duydukları yer lerde yapılır, Müslüman görünmek için değil. Yol kıyı larına dizilen camilerde, çoğunlukla öğle-ikindi namaz ları kılmıyor, sonrası boş. Bu görev yerlerinde çalışan ların hepsi devletten aylık alırlar. Bir günlük namazların süresi iki saati bulmaz. Görevli, aralıklı olarak, günde i.: ki saat camide kalır, öteki çalışma süresini alışveriş ye rinde geçirir. Peki bu davranış İslamın özüne uyar mı? İslamda akçeyle namaz kılmak, akçeyle Kuran okumak var mıdır? Yoktur (Şeyhülislam Ebussuud Efendi 'nin bu konuda yasaklayıcı fetvaları vardır). 39
12 Eylül yönetimiyle gelen tutarsızlık arasında bir de "vakıf" kurma yarışı başlamıştır. Yalnız İstanbul'da kurulan bu "vakıf "lann sayısı yüzün üstündedir. Bu ku ruluşların en büyük, en varlıklı bölümü dine dayalıdır. Bunlar arasında " llim Yayma Cemiyeti" gibi çok geniş bir alana yayılan, saylav, bakan, genel müdür gibi toplu mun en yüksek görev aşamasında üyeleri bulunan kuru luş oldukça ilginçtir. Bu kuruluş "ilim"den ne anlıyor? Anladığı açık: Yalnızca İslam diniyle ilgili konular. Pe ki, bir çağda, bir toplumda "ilim" denince yalnız dine değgin sorunlar anlaşılırsa, bu kuruluşları ayakta tutan kaynakların, o kaynaklan ellerinde bulunduranların ya şama biçimleri ne olmalıdır? Benimsedikleri söyledik leri İslam dininin koşullarına uygun bir yapı değil mi? Şimdi soralım, bunlardan hangisi İslama uygundur? Ev lerin donanımı, taşıtları, alışveriş olanakları, iletişim araçları arasında İslamın ürettiği var mı? Konuyu biraz daha genişletelim, devletin genel bütçesini oluşturan ver gi düzenine geçelim. Devlet ufaklı büyüklü bütün işletmelerden, işyerle rinden vergi alır. Bunlar arasında yasaya dayalı genelev ler, kumarhaneler, meyhaneler, bütün içki türleri, siga ra, tütün, gece kulüpleri, dinli-dinsiz, imanlı-imansız, ayık-sarhoş gibi saymakla bitmez vergi odakları vardır. Öyleyse bütün RP saylavlannın, cami görevlilerinin ay lıklarında, burada İslama aykırı sayılan, dahası dince ke sinlikle yasaklanan nesnelerden toplanan vergilerin bir
40
bölümü vardır. İslamın "haram" diyerek yasakladığı ver gi odaklarından toplanan akçelerin de içlerinde bulun duğu "bütçe"lerden müftüye, imama, hocaya, "İlim Yay ma Cemiyeti"nin aylık görevlilerine, "Aydınlar Oca ğı" nın devletten aylık alan sayın üyelerine, yandaşları na gerekli bölüm düşmektedir. Demek ki akçenin ucu keskin, sivri kargısı "İslama hizmet" için çalıştığını ile ri sürerek oy toplamaya, seçim kazanmaya çıkan yüksek görevlilerin, "adil düzen" çığırtkanlarnın "İslamın ima nı "yla pekiştirilmiş, berkitilmiş gönüllerini kolaylıkla delebiliyor, bir yanından girip öte yanından çıkabiliyor. Akçenin gücü " iman"ın üstesinden geliyor. Bu olumsuz bir gelişmedir, içeriği anlamsızlıkla sulandırılmış kav ramların arkasına sığınma eğiliminden doğan, olumsu zu olumlu gösterme çabalarından kaynaklanan yüzeysel yansımadır. 12 Eylül sorumluluları, böyle bir yansıma nın gelecekte, ulusun başına ne denli işler açacağını bi lemediler, bilmeye bilimsel güçleri yetmedi, yetemezdi. Onların yaşadıkları dünyaya, ancak omuzlarına yerleş tirilmiş sanların, Atatürk'ün yarattığı Cumhuriyet Tür kiyesi'nde geçerlik kazanan yetkilerin gözlüğüyle bakı lıyordu. Oysa Atatürk böyle düşünmemişti, devrimin ta bandan, Cumhuriyet'le gelen kurumları oluşturan bilinç li odaktan gelmesi gerektiğini vurgulamıştı. Tarihte bir çok büyük önder, büyük devrimci, büyük devlet kurucu kimseler :5elmiş geçmiştir. Ancak, ülkenin geleceğini, güvenini "gençlik"e bırakan onu devletin koruyucu güç lü odağı diye anlayan bir önder daha görülmemiştir. 41
Ulusların tarihlerinde, büyük devrimcilerin bize ka lan düşünsel yapıtlarında, yurdun geleceğini yetişecek gençlere bırakan bir devlet kurucusu bilinmiyor, bilini yor diyen beri gelsin. 12 Eylül yetkilileri bu gerçeği an layabilecek olgvnluk aşamasında değildi. Çok bildikle rini , çağın en ileri yönetimlerini çok iyi anladıklarını sa nan bu yetkililerin yüreklerini ezen, bilinçlerini kavra yış gücünün ötesine iten biricik etken 27 Mayıs olayıy dı. Onlar, 27 Mayıs döneminde de, 27 Mayıs'ı gerçek leştirenlerin yetiştikleri ocaktaydı, seslerini bile çıkarma dan, kimi yerde yalvarmalarla, yakarmalarla durumu kurtarmaya çalıştılar. Sonra, 27 Mayıs'ın yerlerde sü rüklediklerini nerdeyse Atatürk'ün bile ilerisine götür meye çalıştılar, sözün kısası uzun süre "musalla taşında bekleyen" birer "cenaze"nin kaldırıcısı olmanın tadına varmakla övündüler, kendilerine tarihte bu yolla yer edin meye çabaladılar, uğraştılar, didindiler, hepsi bu. Atatürk'ün, Cumhuriyet'in koruyucu, yaşatıcı gücü olarak nitelediği "gençlik" toplumun tabanından gelen bir birikimdir. Bu birikimin yönlendirilmesi, eğitimin çağdaş uygarlık anlayışının ilkelerine göre olabilir. Bu nu çok iyi bilen Atatürk'ün yurdumuzu "çağdaş uygar lık düzeyine çıkaİma"nın koşulunu da gençlikte gör müştür. 12 Eylül yönetimi, nedense, bu ince görüşü do ğal eğilimiyle seziverdi . Açıktan açığa Atatürk'e karşı çıkmayı göze alamadı. Ne yaptı, işe tabandan, gençlik ten başladı, bunun için de "din eğitimi"ni gerekli gör42
dü. Bu eğitim, eğitim çağında olan kimselere verilebilir, tabanı oluşturan, ulusun geleceğini güvenceye alan da bu kesimdir işte. Dine dayalı eğitimin çağdaş olamayacağı, çağın gerilerinde bol otlu, sulak bir otlama alanı bulaca ğı belliydi. Bu sulak, otlak alanı, Adnan Menderes sağ lamıştı. Bu yüzden, Atatürk 'ün üstün görüşünü kavraya cak güçte olmayan eski Osmanlı artıkları Menderes'in çevresinde toplandılar. Böylece, 12 Eylül yıkımının güç lenmesine yarayışlı otlaklar sağlanmıştı. İş, bu bol otlu, sulak otlaklarda yayılacak sürüleri bulmaya kalmıştı. İş te 12 Eylül yetkilileri bu görkemli otlağı bulup sürüleri ni yayladılar. Din, hangi ortamda olursa olsun, kendi değişmez il kelerine bağlı kalınmasını, onların eksiksiz uygulanma sını ister. İslam dininde, yönetimi ele geçirme, devlet kurma eğilimi ağır basar. Nitekim Muhammed bir dev let kurucusu sayılır. Onun yaşadığı dönemde toplumu (daha sonra devleti) yönetebilecek kişi ••halife", ya da "imam"dı. Muhammed, kurucu olarak "imam'', ondan sonra gelenler yönetici olarak "halife" sanını taşıdılar. " Halife" öncekinin yerine geçen, sonradan yönetimi eli ne alan, ardıl gibi anlamlara gelir. Bu nedenle Muham med' e .. halife" denmez. Yavuz Selim, Mısır'ı ele geçir dikten sonra yönetimi ardılların (halifelerin) ellerinden aldı, Osmanlıya bağladı, böylece Osmanlı padişahı "ha life" sanını da kazandı. Nitekim, 12 Eylül yönetiminin başı Evren'in Trabzon'da tanıdığı söylenen Necmettin 43
Karaduman, " Meclis Başkanı olur olmaz, Meclis'in ya nında bir de cami yapılmaşını kolaylaştırdı. Arkasından, kimi saylavlar, burada "cuma namazı" kılmaya başladı lar. Bu uygulama İslamda " Halifenin cuma namazı kıl ması-kıldırması " geleneğinin yüzeysel, bilinçsiz bir sap tırmasıydı.. Nitekim ANAP başkanının ilk işi, bu cami de cuma namazı kılmak olmuştu, sonra Nakşibendi tari katı yandaşları saylav seçilince, imamın arkasında top lananların sayısı arttı. Bu olay çok ilginçtir, basınımızın ünlü yazarları, sözde yetkilileri bu olayın tabanını bilmediklerinden, Turgut Özal' ın cumhurbaşkanı olduktan sonra, Ameri ka'dakine benzer bir "başkanlık yönetimi"nden yana ol masını, bu konuda direnmesini gereğince anlayamıyor lar. İslam dinine göre, Muhammed döneminde " imam", ondan sonra "halife" sınırsız yetkileri olan "başkan"dır, toplumu tek elden yönetir, son sözü o söyler. Bu yöne tim biçimi yüzeysel görünümde Amerika yönetimine benzer, içerik bambaşkadır. Bu nedenle "başkanlık" ku ramı, İslamın "halifelik" uygulamasına yakındır (sığ bir yorumla), ayrılık üretim-tüketim ilişkilerinde, toplumsal kurumların iç yapısında görülür. Yine çok ince, duyarlı bir konuya değinelim. Osman lı yönetimi dine dayalıydı, ancak ilk dört padişahın dı şında, hepsi (padişahların) " Sünni " gö�şe dayanıyordu. (Üçüncü Selim, Abdülaziz, Beşinci Murad dışında. Bu padişahlardan ikisi Mevlevi, Abdülaziz Bektaşi diye bi44
linir). Oysa bütün padişahlar (adı geçenler dışında, ilk dördü, son üçü) tarikatçıydı, bu tarikatlar da "Sünni"ydi. Osmanlı yönetimi (padişah) bu inceliği sezdi, onun için şeyhülislamlık kurumunu oluşturdu. Padişah "tarikat çı" olabilirdi, ancak şeyhülislam olamazdı. Durum, gö rünüşte, kurtarıldı. 12 Eylül yöneticileri, çok iyi bildik lerini sandıklan bu gerçekleri duymadıkları için, öğre tim kurumlarında "din"e yer verilmesinden yana ağır lık koydular. Bunun sonucu, "Nakşibendi tarikatı" yan daşları ağırlık kazandı. (llim Yayma Cemiyeti bu tarika tın elindedir, çoğunlukla). Durum ne oldu, 12 Eylül yö netiminin üstün, Atatürkçü örtüsüne bürünerek "Nakşi bendilik" Çankaya'ya değin tırmandı, önce gizlice, son ra açıkça. Bu tarikatlara göre toplumun en yüksek görev aşamasında bulunan kimsenin " Sünni'', dolayısıyla, "ehl-i ibadet" olması gerekir. İşte, bugün, ülkemizde " cuma namazlan"nın sığınağına böyle girilir. 12 Eylül yönetiminin güçlendirdiği "Nakşibendilik" tarihin bü tün evrelerinde, bugün ülkemizde görülen, etkinlik aşa masına ulaşamamıştı. Doğu Anadolu'da yaşanmış ayak lanma olaylarının büyük öncülerinin hepsi "Nakşiben di "ydi. Kürt ytırttaşlanmızın bugün PKK yanında bulu nanların, nerdeyse hepsinin, büyükleri "Nakşibendi"ydi. 12 Eylül yetkililerinden birinin büyük babası Trabzon 'un Akçaabat-Vakfıkebir ilçelerinden Merzifon'a göçen bir kişinin torunudur (bu ilginç olayı burada değil, başka bir yazımızda açıklama gereği duyduk). Durum pek iç açı45
cı değil, yetkililer görünüşte kurtarıcı, ancak birbirleri nin düşünsel inançla bağlantılı kökenlerini bilmedikle rinden, uçurumun sisleriyle kapalı yolunu da göremedi ler. Osmanlı yönetiminden beri, lstanbul'un Fatih yÖre si, tarikatçıların ağırlık gösterdikleri bir alandır. Bu alan da Nakşibendilik, Halvetilik, Rifailik gibi kuruluşlar et kilidir. Karagümrük .yöresinde, Kadirilik varsa da yay gın, etkin değildi. İkinci Abdülhamid döneminde, "de lidir" nedeniyle Toptaşı tımarhanesine atılan, Said-i Nur si (Bediüzzaman) da koyu bir Nakşiydi, sonradan adının "nur" (gerçekte Nors, bir köydür Doğu'da) sözcüğünden dolayı "Nurculuk" adlı kuruluşun öncüsü sayılmıştır, yanlıştır. Bu kişi, gerçekte, Doğuda "bağımsız bir Kürt devleti " kurmaya yönelik girişimlerin "silahlı öncüle ri "ndendir. Nitekim, Necib Fazıl Kısakürek'in çıkardığı "Büyük Doğu" dergisinin besleyici kaynağı da Said-i Norsi 'nin (gerçek adı budur, Nors köyünden gelen Said demektir) çevresinde toplananlardır. Bu kişi, oy toplamak düşüncesiyle, Menderes döneminde büyük ilgi görmüş tür. 1 2 Eylül yetkililerinin, Said-i Nursi'nin özlemleri doğrultusunda, eğitim kurumlarına "din kültürü" ya da "din dersi" koyma gereğini duymalarının tabanında, bu yeterince bilinmeyen, örtülü eğilimlerin derin izleri var dır. Din birey için gerekli olabilir, toplumların düşünsel yapısına göre, yararlı olduğu çağlar da vardı. Ancak, uy46
garlığ�n hızlı gelişimi, yaratıcı devrimleri, doğurucu gi rişimleri karşışında olduğu gibi kalmayı ilke edinen bir inancın kendi kendine kuyu kazdığından da kuşku du yulmamalı. Bir inanç. kaynağında· ne denli güçlü olursa olsun, gelecekteki yaşamını benimsemediği bir uygarlı ğın verileriyle bağlamışsa, onlarla sürdürmekten başka yol bulamıyorsa, çökmeye; yıkılmaya yönelmiş dernek tir. İslam böyle bir döneme, Ortaçağın bitiminden sonra girmiş, belli alanlarda gerici olsa bile, kilisenin başarı larını sağlayamamış, onlar karşısında yenik düşmüş ezik kalmıştır. Kutsal saydığı " zernin" i bile "gavur"un yap tığı kapta saklayan, başka ülkelere götüren, yakınlarına sunan bir dinin tabanında beliren büyük çatlakları gör mezden gelmek sarsaklıktan öte bir anlam taşımaz. Bu gün İslam dini, alanlarda, kalabalıklarda dinlediği miz, gördüğümüz gibi, hep "gavur kasetleri"yle yayılrn!lya çalışıyor, var olduğunu kanıtlamaya çabalıyor. 1 2 Ey lül 'ün, İslama en büyük yardımı da, "gavur buluşuyla beslenme" eğilimini yasallaştırrnasındadır. Türk din gö revlilerinin aylıklarını Suudi Arabistan' ın ödemesini ola ğan karşılayan 1 2 Eylül yetkilisinin tutumu, çağın uygar lık gelişimlerini göremeyen gözleri bunun kanıtıdır. 1 2 Eylül yönetimi, bütün atıp tutmalarına, güçlü görünmek istemelerine karşın Trabzonlu geriç bir ozanın, bir şiirin den korkarak, eli ayağı titreyerek Türk Dil Kururnu'nu kapatmıştır, bir yönetim için bundan daha acınası işlem, bundan daha güldürücü eylem olabilir mi? 47
.
TÜRK-İSLAM SENT EZİ Son yıllarda , özellikle 1950 yönetiminin egemenli ği altına girişin ardından, İslamcı çevrelerde, "Türk-İs lam sentezi" başlıklı bir akım oluşturulmak istendi. Bu akımın öncülerinin çoğu, Türkiye 'ye sonradan gelen, geçmişleri komşu ülkelerde kökleşen kimselerdir. Bun ların önemli bir bölümü tarihçidir, adlarını burada anmak istemiyoruz. Bunlara göre Türk denen insan ancak İslam inançlarını benimsedikten sonra yerleşik yaşama düze nine geçmiş, uygarlığa ilk adımını bu geçişle atmıştır. Türkün anayurdu, atalarımın ocağı Orta Asya'dır. Türk ler, sonralan büyük-geniş yaylalardan büyük obalara bö lünerek Batı'ya göçmeye koyulmuş, Çin'den Avrupa or talarına değin değişik bölgelerde birçok devlet kurmuş tur. Bu Türk devletlerinin bilinen en güçlü kolu Hun lar'dır, başlarında Avrupa'yı sarsan Attila vardır. Bugü nün Avrupası 'nda yaşayan Macarlar, Bulgarlar, Peçe nekler, Kumanlar eski Türk boylarının tor unlarıdır, bu ad larla anılan ülkeler de eski Türk yurtlarıdır, dolayısıyla bu ulusların kökenleri Türk'tür, kiminin adı sonradan değişmiştir, bu da Hıristiyanlık'ı benimsemelerinin so� nucudur. Özellikle Doğu Avrupa devletlerinin çoğu Türk kökenlidir. Şimdi bu görüşü birçok tarihçinin benimse diğini biliyoruz. Başta Bulgarlar, Macarlar, Çekler olmak üzere birkaç Avrupc:ı topluluğunun Türk kökenli ya da Or ta Asya çıkışlı olduğu onaylanmaktadır. Bu sorun tartı49
şılmış, değişik görüşler öne sürülmüş, ancak Doğu 'dan, Asya'dan gelip Balkanlar'a yerleşen büyük konar-göçer toplulukların varlığı, etkinliği yadsınmamıştır. Biz, bu rada bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz, üstelik bi zim için, burada, gerekli değildir. Ancak, kendilerini "Türkçü'', "İslamcı" diye niteleyen Türk aydınlarının hepsi bu konuda birleşir; kimi Türk' e kimi İslama üstün lük tanır, o da ayrı bir sorundur. Türkler, ancak Arap komutanı Kuteybe 'nin Asya 'ya özellikle Uygurlara saldırmasından sonra İslam dinini benimsemeye başlamışlard� ondan önce doğa dinlerin den birine bağlıydılar, bunu Orkun Yazıtlarından, Kül Tigin 'in sözlerinden öğre11iyoruz. Bir başka görüşe gö re de Türkler " Şaman inançlarına" bağlıydılar. Bu da çok Tanrılı bir inanç öbeğidir. Demek, Türk topluluğu İslam inançlarıyla ancak 8. yüzyıl başlarında karşılaşmıştır. Bu karşılaşma daha çok Batı Türk boylarıyla olmuş, Gök Türk topluluğu bundan pek etkilenmemiştir. Burada il ginç olan yan Türk topluluklarının İslam inançlarıyla alışveriş işine girmeleridir. İşte Türk-İslam sentezi yan daşlarının konuyu başlattıkları evre bu " İslamlaşma" dönemidir. Türkler, İslam inançlarıyla karşılaşmadan, yakınlık kurmadan önce, başka topluluklarla pek karışıp kaynaşmış değillerdi, kendilerinde bir " soy arınmışlığı" vardı, bu da onların yüksek yaylalarda konar-göçer ol maları yüzündendi. Bu Türk topluluklarında yerleşik ya şama düzenine geçişle başka topluluklarla karışma ey50
lemi de başlamıştır. Eski Türk topluluklarının soy bakı mından, kan yönünden saltlığı, arınmışlığı gittikçe yok olmuştur. İşte İslamcıların savundukları savlardan biri de budur: İslamı benimseyen Türkler hızla uygarlaşmaya başlamışlar, yerleşik yaşama düzenine girmişler, büyük devletler kurmuşlardır. Türk-İslam sentezi yandaşlarının en güçlü, en sağ lıklı dayanağı bu anlatılan olaydır, bunda tarih bakımın dan gerçeğin etkinliği yadsınamaz. Ancak bütün Türk lerin İslam inançlarıyla uygarlaştıklarını savunmak da pek tutarlı değildir. Nedeni de bu " İslamlaşma" girişim lerinin başka topluluklarla karışıp kaynaşma sorununu gündeme getirmesidir. Türkler İslam inançlarıyla yakın lık kurmaya başlayınca, bu adı geçen karışıp kaynaşma lar da hızlanmıştır, bu tartışma götürmeyen bir olaydır. Türk topluluklarının büyük obalar durumunda Batı 'ya göçmeleri İslam inançlarıyla tanışmalarından çok önce dir, bu göçüşler genellikle Rusya yaylalarından, ovala rından geçerek gerçekleşmiştir. Bugün Doğu Avrupa uluslarının Türk ya da Orta Asya kökenli sayılanları çok tanrıcıydı, sonraları Hıristiyan inançlarını benimsemiş lerdir. Önceden onların Müslümanlıkları söz konusu de ğildir. Anadolu'ya göçen Türk topluluklarının ise ( 1 1 . yüzyılla başlayan akınlara katılanlar) hepsi Müslüman dı. Bunların en güçlüleri, Anadolu 'nun "Türkleşmesi "ni gerçekleştireni Selçuklular olmuştur. İmdi ortada iki du rum vardır: Asya'dan Anadolu'ya gelmeden önce İslamı 51
seçen Türkler, yine Asya'dan Batı Avrupa' ya. göçtükten sonra Hıristiyanlaşan Türkler, Türk-İslam sentezi yan daşlarının üzerinde önemle durdukları sorun, birincisi dir. Burada konuya açıklık, anlaşılmada kolaylık sağla mak amacıyla yeniden " İslam' kavramına, bu kavramın içerdiği inanç odağına dönelim, bir açıklamayla soruna yaklaşalım. İslam sözcüğü İbrani dilinde geçen "salem" kökünden gelir. O dilde "kurtuluş" , "güven" , "sağlam lık", "sağlığa kavuşma" gibi değişik anlamlan içeren bu "salem-salam-salm" sözcüğü Arapçaya geçerken epey ce anlam değişikliğine uğramıştır. Nitekim, daha önce leri Arapçada, şimdiki anlamda böyle bir sözcük yoktu. Arapçada bu sözcük salt bir din kavramıdır, köken anla mını yitirmiştir, insanla Tanrı arasındaki tinsel bağlantı yı vurgular, sayısız yoruma uğratılır. Sözgelişi bir nes neyi başkasına vermek, bırakmak, adamak, ödünç ola rak yanında saklamak, kendini birine vermek, özgürlü ğünden, bağımsızlığından geçmek, kadının kendini er keğe vermesi, onunla yatması, dölleşmesi, tutsak olma, güvence sağlama, Tanrı'ya bağlanma, birinin ardından gitme gibi genelde dinle ilgili anlamsal yorumlara çeki lir. Bu yorumların hepsine din açısından bakılır, burada o da önemli değil. İslam sözcüğünün kökeniyle ilgili bağlantılı olma dığını, Arapçada ayrı bir içerik kazandığını vurguladık tan sonra etki alanını görmeye çalışalım. Bu sözcük, bir 52
din kavramı olarak, Peygamber' in ortaya çıkışıyla, Tan rısal buyrukları çevresine bildirmesiyle, sözün kısası " Müslümanlık"ı yaymakla görevlendirilmesiyle günde me getirilmiştir. İslam dininde, bu sözcüğün içerdiği an lamlar birer koşul, birer kural niteliği taşır; bu nedenle bu sözcük yönlendirme, biçimlendirme karşılığındadır. İslam denince, Muhammed 'le gelen, insanları bir bütün lük içinde anlayan din söz konusudur, daha açığı bir inançlar birikimidir, yalın anlamlı değildir. Bu biriki min, birer Tanrısal buyruk niteliğinde düşünülen öğele ri şunlardır: Tanrının birliğine inanmak, namaz, oruç, hac, zekat. Bunlara " İslamın beş koşulu" denir. Bu ko şullara uymayan, bağlanmayan, bu koşulların genel içe riğini benimsemeyen bir kimse İslam kavramının dışın da kalır, " Müslüman" olamaz. İş bununla bitmez. Tüze, aktöre, yasa, uygulama, yaptırım, yönetim, birlik, bütün lük, doğruluk, bilim gibi daha nice vurgulama bu sözcü ğün kabuğu içine alınır, böylece "İslam' sözcüğü geniş kapsamlı bir kurum niteliğine bürünür. Bu kurumun başlıca özelliği "değişmezlik"tir. Yu karda sayılan, İslam sözcüğünün kapsamı içine giren öğelerin birini bile değiştirme olanağı yoktur, hepsini gündemde tutmak, onlara uymak dinin getirdiği kesin, tartışılmaz bir yasa durumundadır. Sözün kısası İslama ne bir nesne eklenebilir, ne de ondan bir nesne çıkarıla bilir. Sözgelişi sağlık bakımından, geçim yönünden önemli bir sakınca yoksa namazı azaltmak, oruç tutma53
mak, hacca gitmemek, bir sevgiliyi Tanrı yerine koymak gibi işlemler yapılamaz mı? Yapılamaz, Kuran bu tür iş lemlerin hangi koşullar altında sürdürüleceğini kesinlik le vurgulamıştır, bu vurgulama değiştirme şöyle dursun tartışma konusu bile edilemez . Bu niteleyici, belirleyici bir özelliktir. Bu özelliğin görülmediği, bilinmediği yer de İslam sözcüğünün anlamı yoktur. Kuran İslam sözcüğüyle yansıtılan inanç kurumunun anlamını, kapsamını, içeriğini oluşturan kurucu öğeleri kesinlikle saptamıştır, belirlemiştir. Bir düşünür, ne den li güçlü olursa olsun, Kuran'ın öngördüğü koşulların öte sinde bir din öneremez. İslam konusunda yapılması, dü şünülmesi, anlaşılması gereken ne varsa hepsini Kuran ortaya koymuştur. Bu nedenle, bir Müslüman için düşün mek Kuran 'ın gösterdiği yolda yürümek demektir. Ku ran 'ın özüne aykırı gelen bir kurum, bir görüş İslam kav ramının içine sokulamaz. Aşırı İslamcı düşünürlere gö re, İslam dini istenç özgürlüğünü, us egemenliğini değer lendirmiş, geçerli kılmıştır. Bu tutarlı bir sav değildir, is tenç özgürlüğü, us egemenliği Kuran 'la çizilmiş çizgiler içindedir, belirlenmiş yargılara, önyargılara göredir. Bun ların dışına çıkan karşısında ölümü bulur. Nitekim İslam tarihi boyunca öldürülen yazarların, düşünürlerin, ay dınların hepsi Kuran yargılarını, İslam koşullarını aş makla, çiğnemekle, İslamdan sapmakla suçlanmıştır, yi ne Kuran yargılarına göre öldürülmüştür. Peki, burada, düşünme istenç özgürlüğü nerdedir? Yanıtı aç�k: Ku- . 54
ran ' ın gösterdiği çizgiler içinde, bir İslamcıya göre Tan rı insanı yaratmıştır, ona us, istenç vermiştir, bunları da düşünmek için vermiştir. Peki hangi koşullar altında bu yetkileri kullanarak düşünebilir insan? Kuran'ın, Tanrı nın gösterdiği yolda, uygun bulduğu anlayış ortamında. İslam anlayışı felsefeye karşıdır, nitekim bugün övünü len İslam bilgelerinin hepsi çağlarında suçlanmış, dine aykırı davrandıkları ileri sürülerek kınanmıştır. İmdi "İslam' sözcüğünün bu genel niteliklerini açık ladıktan sonra, gelelim " sentez" kavramına. Bu kavram Batı dillerine eski Yunancadan, Türkçeye de Batı dille rinden geçmiştir. Sözcüğün açık anlamı şöyledir: Birleş tirme, uzlaştırma, yan yana getirme, kaynaştırma, bütün leştirme, dizileme, bağdaştırma, birlikte koyma, birlik te öne sürme, bitiştirme, birbiriyle katıp karıştırma (uyum sağlama). Bu sözgünün ilk bölümü "syn" birlik, bütünlük, topluluk gibi anlamlan içerir. İkinci bölümü "these" ise koyma, yerleştirme, taban oluşturma, yere oturtma gibi anlamlarda söylenir. Bu iki sözcüğün bir leştirilmesinden oluşan "synthese" , dilimizde "sentez", kullanıldığı bilimsel ahına göre yorumlanır. Ancak ke sin anlamı birleştirme, uyum sağlama, iki ayn düşünce den bir düşünce, bir görüş oluşturma, düşünsel bakım dan yeni bir öğe üretme, iki ayn düşünsel öğeyi bir odak ta toplama. Sözcüğün yorumlamasıyla anlam alanının genişlemesi doğaldır, ancak oluşturucu öğelerin birleşe rek yeni bir bütün yaratma gereği vardır. Başka bir an55
lamda, sentez düşünsel üretimle sağlanan yeni bir buluş tur. Bir felsefe kavramı olarak "sentez" daha değişik bir anlam içerir, değişik çığırlann, değişik görüşlerin ürün lerinden kurulu yeni bir düşünsel bütün diye açıklanır. İmdi, bu kısa açıklamadan sonra, Türk-İslam sente zi konusuna gelelim. Böyle bir sentezin gerçekleşmesi için, önce Türk'ün yukarda anlatılan "İslam' kavramı nın içeriğini değiştirerek, ona yeni bir katkıda bulunma sı gerekir. Peki kökeninde değişmezlik, kesinlik bulunan, bütün değişmelere karşı çıkan bir din kurumuna Türk 'ün yapacağı katkı ne olabilir ki bir "sentez" ortaya çıksın? Türk, bu değişmeden İslama ne katabilir, onun neresini değiştirerek yeni bir bütün, yeni bir birikim oluşturabi lir? Türk, İslama yardımcı olmuştur, onun yayılmasın da, tutunmasında, güçlenmesinde büyük emek tüketmiş tir, büyük özveriler göstermiştir, ancak ona " sentez" kavramıyla açıklanabilecek bir katkıda bulunmamıştır. Cami, mescit, çeşme, sebil , han, imaret, kervansaray, hastane (darüşşifa), türbe gibi genelde dinle ilgili yapı lan kurmak "sentez" anlamına gelmez. Selçuklu, Osmanlı devletleri Müslümandı, bu dinin etkisi altında birçok ürün ortaya koydular, özellikle sa nat alanında çağlarına göre büyük, üstün başarılar gös terdiler, uygarlığa belli alanlarda katkıda bulundular. An cak bu saygıdeğer başarılan " sentez" değildir. Sözgeli şi Osmanlı ozanlarından birinin şiirlerini, sanatta, üstün bir yere koyabiliriz, başarılı sayabiliriz, ancak bunu han56
gi " sentez"le açıklayabiliriz? İslam denince anlaşılan Kuran'la gelendir, buna Türk' ün düşünsel alanda katkı sı ne olabilir ki "sentez" niteliğinde yorumlansın? Türk kökenli düşünürler, yazarlar, ozanlar, sanatçılar (mimar, ressam, hattat bg.) İslam kavramının kapsamına giren ko nuları işlediler, ürünler verdiler, ancak bunlar birer "sen tez" değildir, ortada bir Kuran'la düşünürün görüşünü uzlaştıran yeni bir ürün gÖrüimüyor. İmdi Mimar Sinan Süleymaniye Camii'ni yaptı diye, bunu " İslam' kavra mının düşünsel kapsamında bir " sentez" olarak görmek doğru değildir. Nedeni de bu ünlü yapının nesnel bir var lık oluşudur. Bu tür örnekleri istediğimiz nicelikte çoğal tabiliriz. Sözgelişi bir Hind-İslam sentezi düşünülebilir, onun ardından İspanya-İslam, İran-İslam, Mısır-İslam, Pakistan-İslam, Kuzey Afrika-İslam sentezleri günde me getirilebilir. Ancak, bilimsel gözlükle bakılınca, bi zim Türk-İslam sentezi yandaşlarının ekmeğine yağ sü recek bir sonuca varma olanağı bulunamaz. Bu konudaki yanılmanın kaynağı, sorunlara bilinç li bir antayışla yaklaşılmamasıdır, ortada kavram karga şalığından yararlanma vardır. Süleymaniye Camii 'ni ya pan mimar Müslümandır (sonradan), dolayısıyla Osman lı uyruğundadır, ancak yaptığı yapı İslam değildir, İslam ortamında yaşayan bir topluluğun ürünüdür, daha açığı Müslüman bir aydının yapıtıdır. Taç Mahal, İslam inanç larının çevresinde ortaya konmuş bir üründür, dolayısıy la Müslüman bir aydının yapıtıdır. Bunu "İslam' kavra57
mının kapsamına alarak açıklama yanıltıcıdır. Nedeni de bu yapısal biçimlenmelerin kaynağı İslam kavramı kap samında değildir, İslamın ortaya çıkışında böyle bir ya pı geleneği bilinmiyordu. İslamın doğduğu yörede bir mi marlık anlayışır:ın varlığını kanıtlayacak bir belgemiz yoktur. Böyle bir mimarlık gelişiminde Hindistan 'da gö rülen "stupa "lan, İran yapılarını {İslamdan önce), Hıris tiyan yapılarını, sözgelişi, Ayasofya'yı nereye koyacak sınız? Daha doğrusu bugünkü "İslam sanatı "nı hangi İs lama özgü kaynaklara dayanarak açıklayacaksınız? Bu başarılar İslamın mı, yoksa İslamı benimsemiş topluluk ların mı? Bütün sorun burada odaklaşıyor, yanıtı da İs lamcı anlayışla bakılırsa, çok güçtür. Gerçek şudur, İs lam inançlarını benimseyen ulular, İslamın yayılması, tutunması için büyük başarılar sağladılar, büyük ürünler ortaya koydular, ancak bunlar İslam kavramının, içeri ğiyle kapsamıyla bağlantılı değildir, nedeni de böyle bir sanat anlayışının İslamda bulunmayışıdır. İslamcı aydınların yanıldıkları önemli bir konu da ha var, o da ortaya konan ürünün özgünlüğünü, İslam söz cüğünün içerdiği dinci anlama bağlamalarıdır. Burada din içerikli anlamla sanatta özgün yaratıcılık birbirine ka rıştırılıyor. Sözgelişi Anadolu 'da büyük su kemerleri, bü yük tiyatrolar vardır. Bu tiyatroları yapanlar Anadolu yerlileri iseler de, yaptıran yönetiçiler ya Roma'lıdır ya da ona komşu bir toplum. Selçuklu, Osmanlı dönemle rinde yapılan su kemerleri Müslüman aydınların ellerin58
den çıkmıştır, ancak İslam ülkelerinde, İslamla başla yan, salt İslamın buluşu denebilecek böyle bir yapı ge leneği yoktur. Bugün, kimi İslam ülkelerinde bulunan ti yatro, sinema, resim, yontu, mozaik kabartma, müzik, felsefe, fizik, kimya, gökbilim, tıp, matematik ile ben zeri bilimler, sanatlar, doğa bilimleri köken olarak İslam sözcüğünün kapsamı dışındadır. Kuran'da birkaçının adı geçer, hepsi bu. Bu bilimlerin hangisi İslam kavramının kapsamından çıkmıştır? Türk-İslam sentezi yandaşı bu soruya güvenilir bir yanıt veremez, işi kavram oyuncu luğuna çevirerek geviş getirir. Öte yandan, yine bu ay dınlar, İslamın yasakladığı buluşlarla övünmeyi de bir be ceri sayarlar. Daha önce, Şeyhülislam Ebussuud Efen di 'nin yargılarından söz etmiş, yasaklarından örnekler vermiştik. İslam dini "suret"i, bir yaratığın benzerini, be timini (resmini, yontusunu) kesinlikle yasaklamış, hep sini birer "put" saymıştır. Buna karşın, Selçuklularda, Osmanlılarda bu yasakların dinlenmediği, İslam kavra mının dışına çıkıldığı biliniyor. Selçuklularda, Osman lılarda re.sim (minyatür), kabartma (hayvan, bitki), yazı resim (başlıca konu insandır), mezar taşlarında kabart malı, bitki-hayvan süslemeleri yaygındır. İ mdi bu insan başarılarını, İslama karşın ortaya konan sanat ürünlerini Türk-İslam sentezi içinde açıklama olanağı var mı? Sağ lı İdı bir baş, bir sağduyu İslamın yasakladığı bir başarı yı yine İslamda açıklayabilir mi? Türk-İslam sente;z:i savunucularının başlıca düşün59
cesi, Anadolu 'da ortaya konan, genelde, 1 1 . yüzyıldan sonra başlayan, bütün başarıların İslam kökenli, İslam et kili olmasıdır. Oysa, biraz derinliğine düşünülürse, bu ba şarıların çoğu İslamın özüne aykırıdır. Sözgelişi çalgı, oyun, ezgi İslamla bağdaşmaz. Oysa, Anadolu insanla rının, özellikle kırsal kesimlerde yaşayanların, en önem li başarıları bu yasaklanan alanlarda görülüyor. Halk ya zının ilginç ürünleri bu yasak kesim ortamında sergilen miş, yeşermiştir. Mimarlık alanında görülen üstün nite likte yapıtların kökeni de ilkçağ Anadolu uygarlığından beslenen bir geleneğin gelişim çizgisi üzerindedir. Türk tarihi konusunda düşünmek, onun gelişim doğ rultusunu izleyerek, Türk insanının uygarlık alanındaki başarılarını sergilemek gerekirse, varılacak sonuç Türk lslam sentezine çok ters düşer. Bugün, elimizde bulunan nesnel belgelere göre, Türk en büyük başarısını Anado lu 'da göstermişti, en güçlü en uzun yaşamlı devletini Anadolu'da kurmuştur. Anadolu Türkü'nün hepsi İslam dır, ancak önemli bir bölümü yine bu "İslam' kavramı nın içeriğiyle bağdaşmadığı söylenen başka bir inanca bağlıdır. Bu bölüm, İslamdır, "Alevi "<lir diye nitelenir, suçlanır. Bu suçlama da bugün Türk-İslam sentezini sa vunan öbeğin bağlı bulunduğu "Sünnilik"ten kaynakla nır. Sünni Osmanlı yönetimi Alevilik'i sapkın, dinden çıkrnış,azmış saymış, onbinlerce Alevi yurttaşın kanına ekmek doğramıştır. Oysa bugün adı geçen İslamcı top luluk bu sapkın sayılan kimselerin özgün ürünlerini de 60
kendi ortamında gösterir. Sözgelişi, Hacı Bektaş Veli bi le onların ermişidir (Sünnidir). Bu yılışık çelişkiyle bir yere varılmaz. Demek ortada olumsuz etkisi sezilmemiş bir bilinç bulanıklığı vardır bu nedenle bütün başarılar Tanrı 'ya bağlanmıştır. İşte yine bu bilinç bulanıklığı bu saptırıcı-dinci girişim ülkemizde bir tarih bilincinin do ğup gelişmesini engellemiştir. Bu engelleme nedeniyle bütün toplumsal olaylara İslamcı gözlüğüyle bakılmak tad!r. Türk-İslam sentezi düşüncesinin Türk tarihi bakı mından çok sakıncalı, tutarsız bir gelişim çizgisi üzerin de olduğunu görüp göstermek kolaydır. Türkler Anado lu'da 1 1 . yüzyılda egemenlik kurmaya başlamış. Anado lu'nun bütününü neredeyse dört yüz yıla yakın bir süre de ele geçirmişlerdir. Daha önce Anadolu Hıristiyandı . Türk değildi, karışık insan topluluklarının yaşadıkları bir yerdi. Anadolu'nun ilk yerlileri de tarih öncesinden günümüze değin gelen kimselerdi, biz onların torunları yız, çok değişik kökenlerden gelenlerin karışımından oluşmuş bir bütünüz, böylece Türküz. Bu Türk Anado lu demektir. İmdi, tarihe böyle dinci bir açıdan bakılırsa, Anado lu ancak 1 1 . yüzyıldan sonra "bizim" olmuştur diyebi liriz. Bu "bizim" sözcüğü de Türk-İslam sentezi sonu cu " Müslüman Türkiye" anlamındadır. Peki üzerinde yaşadığımız bu topraklar kimindir? Biz bu topraklar üze rinde belli bir yılla oturmaya başlayan göçebeler miyiz? 61
Türklerden önce Anadolu 'da yaşayan insanlar ne oldu lar, onların torunları kalmadı mı, soyları sürmedi mi? Anadolu'yu Müslüman Türkler kimlerden aldılar, bu al dıkları insanlar ne oldular? Anadolu 1 1 . yüzyıldan son ra "bizim" olmuşsa, bu toprakların gerçek egemenleri, gerçek iyeleri (sahipleri) kimlerdi, şimdi bu toprakları bizden isterlerse vereceğimiz karşılık ne olabilir? Bu tür soruların benzerlerinin karşılıklarını bugün Almanya 'da " Hitlerci dazlaklar" vermeye çalışmaktadırlar. İşte Bi rinci Dünya Savaşı yıllarında, bütün Avrupa uluslarının Türkleri Avrupa topraklarından çıkardıktan sonra, Ana dolu 'yu bölüşmek, Türkleri geldikleri yerlere sürmek is temelerinin başlıca nedeni buydu. Yunan ordularının, bütün Avrupa topraklarından çıkardıktan sonra, Anado lu'yu bölüşmek, Türkleri geldikleri yerlere sürmek iste melerinin başlıca nedeni buydu. Yunan ordularını, bütün Avrupa uluslarının yardımlarıyla, Polatlı yakınlarına u laştıran böyle sarsakça, savruk bir anlayıştı. Bir ulusun varlığını inandığı dinle bağlantılı kılmak, tarihini diniy le başlatmak, yalnız sağıltım görmesi gereken bilinçsiz sayrıların işi olabilir, bu da ülkemizde olmuştur. Yugos lavya'da kesilen Müslümanlar oranın yerlileridir, oraya Anadolu 'dan, Arabistan 'dan gitmediler. Buyursun İslam cı sürüler kurtarsınlar onları, dindirsinler, iniltilerini. Ne den hep Türkiye yardımcı olsun, Sırbistan Müslümanla rını kurtarsın deniyor. Nerde İslamın Tanrı yardımıyla yeryüzünü sarsacak orduları, nerde Arabistan petrolleri62
ni sömüren Avrupa karşısında kuyruğunu kıvırıp oturan görkemli Arap şeyhleri? İşte Türk-İslam sentezinin ta banı da böyledir. Sen üzerinde yaşadığın, İslam olmak la övündüğün toprağın tarihine karşı çıkıyorsun, onu kendinden saymıyorsun, sonra dönüyorsun "toprakları mızda gözleri var" demek saçmalığını gösteriyorsun. Bu saçmalıklarla Avrupa aydınının, uygarlığın karşısında yerin yoktur. Burada bir tarih kuramı, sözde yeni bir görüş sergi lenmek isteniyor, bu bilimsel bir anlayış tabanına otur sa sevindiricidir, ancak bu görüşü ileri sürenlerin hızla bilimden kaçtıklarını görüyoruz, kendilerini yakından tanıyoruz. İmdi, bütün duygularımızı, usla bağdaşmayan eğilimlerimizi, gücümüz yettiğince bir yana iterek düşü nelim. Hepimiz, inansak da, inanmasak da Müslüman bir bireyler topluluğu içinde yaşıyoruz. Geçmişten gelen birtakım geleneklerimiz, alışkanlıklarımız, uygulamala rımız vardır. Bunları eleştirebiliriz, yetersiz görebiliriz, gereksiz sayabiliriz, ancak hepsini birden kaldırıp atama yız, kendimizi birden bire bir boşluğa bırakamayız. Çev remizde toplanan, bizimle komşuluk kuran, yakınlık sağ layan, az çok düşüncelerimize katılan insanlar vardır, gönüldeşlerimiz, arkadaşlarımız vardır, bunların hepsin den kopmamıza da gerek yoktur. Ancak düşünen, bili min, uygarlığın tadına varan bir kimse için geçmişten ge len değişmezliklere bağlanmak da saçmalıktır. Geçmi şimize, geleneklerimize, alışkanlıklarımıza saygı göste63
receğiz, hepsini tepmeyeceğiz, onlara bilinçsizce de bağ lanmayacağız. Ben bunları yazarken kendimi, geçmişi mi, çevremi düşündüm, belleğimin çekmecelerini açtım, ne varsa ortaya döktüm. Şu sonuca vardım: ben, geçmi şine saygı duyan, ancak sarsakça, savrukça bağlanan bir kimse değilim. Anamın, babamın, dedemin, ninemin, bütün büyüklerimin inançlarına, davranışlarına, uygula malarına saygılıyım, onların anısına istediklerini de yap mayı kendime bir insanlık borcu diyebilirim. Öte yan dan onların inandıklarına inanmıyorum, onları gerçek saymıyorum. Onlarla ortak bir geçmişim, ortak bir çev rem vardır, kendim onlara borçluyum, onlar olmasalar dı ben de olmazdım. Yukarda söylediklerimle şimdiki durumum arasın da bir karşılaştırma yaparsam çelişkilere sürüklendiği mi anlarım, bu çok kolay. Ancak, bu çelişkiler bende, kendi kişiliğimi yansıtan, biçimlendiren düşüncelerin doğmasına, gelişmesine engel değildir. Geçmişime duy duğum saygı geçmişimi olduğu gibi uygulamamı gerek tirmez. Ben, geçmişini belleğinin çekmecelerine yerleş tirerek çağının bilimsel, düşünsel odaklarına inanan, bağ lanan bir insanım. Bu durum, ilk bakışta kötü bir çeliş me sayılabilir, ben öyle düşünmüyorum . Üretici düşün menin boyutları vardır, bu boyutların birincisi yönlendi rici olan, geçmişten geleceğe doğru gelişim çizgisi üze _ rinde uzanandır. Bu gelişim çizg�si kopuksa, geçmişin yaratıcı düşünme odaklarıyla bağını sürdüremiyorsa atıl64
ması kaçınılmazdır, engelleyicidir, anlamsızdır. Bu an lamsızlık geçmişe duyulan, az önce açıklanan, saygıyı saygısızlığa dönüştürür, çıkar tutkusu geçmişe duyulan saygının örtüsüne bürünerek kişiyi yozlaştırır. Geçmişe saygı, bağlılık konusunda çarpıcı bir örnek verelim: kimi büyüklerimizin gömüldükleri yerlere gi diyoruz, onları anıyoruz, anılarıyla kendimizi onlara bağ lıyoruz. Yasal uygulamalarda, kamuya özgü büyük tören lerde, Atatürk'ün gömülü olduğu yeri, anıtı da görmeye gidiyor, ona saygı duyuyoruz. Atatürk, bugünkü varlığı mızın, bağımsızlığımızm, daha açığı ulus olarak kişili ğimizin tarihin gücüyle özdeş odağıdır. Hangi güç, han gi etkinlik olursa olsun, Atatürk'ü tarihteki yerinden in dirme olanağı yoktur. Buna en güçlü sayılabilecek bir di nin de gücü yetmeyecektir. Bu açık, kesin, evrensel bir gerçektir. Atatürk, birçok İslam aydınının, düşünürün, yöneticisinin de söylediği gibi, " İslamın namusunu kur taran adamdır"; bu yargı, bu açıklama benim değildir. 1 950 yönetimiyle, Türk tarihi bakımından çok utanç ve rici bi� uygulama başladı; kimi İslam devletlerinin bü yüklükleri, uluslararası ilişkiler nedeniyle, ülkemize ge lince Anıtkabir'e gitmiyorlar, bir çiçek bırakmıyorlar. Bu saygısız, soysuz konuklara uyan, onların davranışla rını doğru sayan, onlardan daha soysuz yetkililerimiz vardır. Üstelik bu yetkililerin çoğu, "Türk-İslam sente zi"nden yanadır. Peki İslam dininde, özellikle Kuran'da ölülerinizi iyilikle anın, onlara Tanndan iyilik dileyin, gö65
rnüldükieri yerleri gidin görün, onları anın gibi anlam lara gelen öğütler yok mu? Vardır, hadislerde de böyle öğütler birer din görevi sayılmıştır. Yukarda anlatılanların etkisiyle, Türk-İslam sente zini savunanlara soralım: Asya Türklerinde özellikle Uy gurlarda, Göktürklerde ölüler adına, yönetici büyükler adına dikilmiş anıtlar yok mu? Göktürk yazıtları çevre sinde anıt yok mu? Türklerde "Balbal " ne anlamda söy lenirdi? Bu gerçeği günümüzün İslamcı Türk aydını öğ renmek, bilmek istemez, bağlandığı Arap inancı onu, "milliyetçi" geçinmesine karşın bütün ulusal bağların dan, erdemlerinden uzaklaştırmıştır. Onun bilebildiği Türk tarihi, ancak İslama kullukla başlamıştır. Böyle bir kimsede, böyle bir toplumda tarih bilinci yok dernektir. Bize kalırsa diri varlıklar arasında yalnızca düşünen, dü şünsel alanda üreten insanın tarihi vardır. İslama bağla nan, bu inanç kurumunun değişmez ilkelerine saplanan bir kimsede bilinç uyanıklığı olmadığından, onun, tari hi de yoktur. Bu nedenle İslamın da tarihi yoktur, ancak tarihe konu olabilecek olayları vardır. Biz bu görüşü "Ta rihin İlkeleri, 1 99 1 , Say, yay." adlı çalışmamızda ayrın tılarıyla inceledik, kimin tarihi olabileceğini, hangi ge lişmelerin tarihin kapsamı içine girdiğini örneklerle gös terdik. İslam toplumlarında, felsefe ilkelerine dayanan, bilgi öğeleriyle beslenip gelişen bir tarih anlayışı doğ mamıştır, buna başlıca engel dindir. Özellikle İslam dini birtakım değişrnezliklere daya66
nır, onlarla kalıcı olabileceğine inanır. Değişmezliğin egemen olduğu yerde tarih de yoktur derken, tarihi ya pan olayların bulunmadığını vurgulamak istedik. Bu ne denle bir "İslam tarihi" söz konusu değildir, o ancak bir " İslam öyküsü" olabilir, tarih kavramının içerdiği anla mın dışında kalır. Bu nedenle de bir Türk-İslam sentezi düşünülemez, çelişmelere düşülür. Anadolu 'ya yerleşen Türklerin hepsi Müslüman de ğildi, bunlar arasında büyük bir H ıristiyan Türk toplulu ğu da vardı. Bu topluluk, birdenbire ortadan kalkmadı, Hırisityan olurken benimsediği yöresel gelenekleri de or tadan kaldırmadı, peki ne oldu? Kuşkusuz İslam kavra mının içine aktarıldı . "Anadolu'da ne kadar Hıristiyan Türk mevcut oldu ğu hakkında hiçbir şey tahmin etmek mümkün değildir. Yalnız onların öteden beri İslamlar ile harb etmek üzere hudut bölgelerine yerleştirildiğini ve Kapadok'ta ve To ros geçitlerinde mühim bir kesafete malik olduklarını tahmin edebiliriz. Bu H ıristiyan Türklerin bir kısmı İs lamiyeti kabul ederek fetihlere karışmışlar ve Müslüman olan her fert gibi vatandaş hukukuna malik olmuşlardır. Müslüman olmayanlar ise Türkçeden başka bir dil bil medikleri halde mensuı;> oldukları kiliselere isnad edile rek Rum ve Ermeni adlarını haksız yere taşıyıp zamanı mıza kadar gelmişlerdir. (Prof. Mükrimin Halil Yınanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri. 1944, s. 176). Bu alın tı çok ilginçtir, üstelik bu yapıtın yazarının öğrencileri, 67
Türk-İslam sentezinin öncü leridir. imdi bu a lıntıya gö re, günümüzde
bile Rum-Ermeni diye nitelenen yurttaş
larımızın bir bölümünün Türk olduğu gündeme geliyor. Biz buna, Doğu Anadolu 'da yaşayan, Kürt denen yurt taşlarımızın önemli bir bölümünü de katabiliriz. Nedeni şudur : bugün "Kürt topraklan" denen yörelerde, daha önce Kürt olmayan halkların devletleri vardı, sözgelişi Diyarbakır yörelerinde bir Ermeni Krallığı 'nın bulundu ğunu, bu ili Tigranes adlı kralın kurduğunu, ona " Tigra nokerta/ Tigranes ili " dendiğini biliyoruz. Bu yöreler sonralan Türk egemenliği altına girmiş, İslamlaşmış, es ki toplumsal özelliklerini yitirmiştir. Bugün, o yöreler de yukarıdaki alıntıya dayanarak konuşursak, Hıristiyan Türklerin, başka insanların inanç değiştirmiş torunları yaşamaktadır. İlkçağda, Doğu Anadolu'da, yoğun bir Türk topluluğunun bulunduğunu gösteren kaynaklar, yok elimizde. 13. yüzyılda yaşadığı bilinen Abu 'l-Farac'ın bildirdiğine göre, Kürt topluluğunun önemli bir bölümü Medya dağlarında yaşarlardı, daha büyük illere inmemiş, yerleşik yaşama düzenine geçmemişlerdi. Ök yandan Urfalı Mateo da "Vakayi-name "sinde Türk toplulukla rının daha 1 O. yüzyıl bitimiyle 1 1. yüzyıl ortalarına de ğin, İran üzerinden gelen Türk ordularının bu yörelere akınlar düzenlediklerini, Ardze (Erzurum) ilini aldıktan sonra " ... Müslümanlar, kılıçlarını kaldırmış oldukları halde şehre hücum ettiler ve 150.000 kişi kadar olan hal kı kamilen kılı çtan geçirdiler. (s. 86)." Bu olayın 1050 68
dolaylarında .Sultan Tuğrul döneminde olduğu biliniyor. Bu alıntının bulunduğu yapıt (Vakayı-name) Türk-İslam sentezi öncülerinin egemen olduğu "Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Y üksek Kurumu " aracılığıyla, ikinci kez l 987'de yayımlanmıştır, başkalarını suçlama gereği kal mamıştır artık. Bu tarih gerçekleri karşısında Türk -lslam sentezinin söyleyeceği ne olabilir? Hıristiyan Türkleri, onlardan önce Anadolu'da yaşayan Hitit öncesi insanla rını, Hititleri, Hurrileri, Luvileri, Urartulan, Frigleri, Lig leri, Persleri, Arapları, Er menileri, Kürtleri, Rumları, Ya hudileri, Gürcüleri bunlar gibi daha nicelerini bu Türk İslam sentezini savunan ünlü "beşik uleması " nereye koyacak, hangi tarih, hangi bilim anlayışına göre değer lendirecek? Bu soruya sağduyunun verebileceği bir ya nıt yoktur. Türk-İslam sentezi yandaşlarının, düşüncelerini sa vunurken, hep tarihe dayandıklarını, kendilerine göre kaynaklar bulduklarını da biliyoruz. Ancak, yine kendi aralarında büyük çekişmelere yuvarlandıklarını da biz söyleyelim. Onların, gerçekten geniş bilgisiyle ün kazan mış öncüleri, bizim de yakından tanıdığımız, Beyazıt kahvelerinde uzun uzun söyleştiğimiz Mükrimin Halil Yınanç'tı. Bu saygıdeğer kişi tarih olaylan karşısında belgesiz konuşmayı pek sevmez, varsayımlarını bile bir takım kaynaklara dayamaya önem verirdi. Onun yukar da adı geçen yapıtında şöyle bir vurgulama var: "Bu tak dirde bu açılış zamanında Anadolu 'ya gelen Türk ve 69
Müslümanların miktarının 1 .000.000'u geçtiğini kabul etmek mümkün olur. (s. 1 76)." Bu alıntı üzerinde uzun boylu durmanın gereği yok tur. Türk egemenliği 1 07 1 olayıyla başlamış, evre evre 1 46 1 'de, Trabzon 'un alınmasıyla doruğa ulaşmıştır. İm di 1 07 1 ile 1 4 6 1 arasında 390 yıllık bir süre vardır. De mek ki Anadolu'da İslam-Türk egemenliğinin sağlan ması en az 390 yıl boyunca savaşmayla olmuştur. Peki, Türkler üç yüz doksan yıl boyunca, Anadolu 'da kimler le savaşmışlar, bu savaştıkları insanlar ne oldular? Ana dolu 'nun ıssız kaldığını, böyle bir dönemin yaşandığını bilmiyoruz, elimizde bir kaynak yok. Öyleyse bu insan ların, bu Müslüman Türk olmayan toplulukların, İslam Türk sentezine katkıları ne olabilir? Ortada bir tutarsız.. lık, öne sürülen görüşle varılan sonuç arasında uyumsuz luk açıktır, bu da seçilen kavramların içeriğini yeterince bilmemekten geliyor. Yurdumuzda, özellikle yüksek öğretim kurumları nın etkinliğinin çoğalmasıyla başlayan, Osmanlı medre selerinden kaynaklanan bir "ucuz konuşma geleneği " 'ıardır. B u geleneğin bilimsel öncüsü Fuad Köprülü'dür, nitekim Türk-İslam sentezi yan�aşlarının, tarih, edebi yat öğrenimi görenleri, onun öğrencileridir. Bu ucuz ko nuşma geleneğinin başlıca özelliği, seçilen kavramlar konusunda dil sorumluluğu taşımamaktadır. Dilimizde ''dilin kemiği yoktur" atasözü kapsamınca bu geleneğin bir tabanı var demektir. Önce Anadolu'nun uzak geçmi70
şini, tarih öncesini, tarih dönemlerini iyi bilmek gerekir. Bu topraklar üzerinde yaşamış insanları belli bir kökene bağlama, hepsini bir kökten türetme olanağı yoktur. Ana dolu, insan toplulukları bakımından, sayısız karışıp kay naşmaların yarattığı bir birikimdir, biz bu birikime bu gün "Türk" adı altında "Türkiye Cumhuriyeti ulusu", ya da Türk ulusu diyoruz. Bu ad, belli bir soyun, belli bir kan özdeşliğinin değil, çağların oluşturduğu bir bileşim (synthese) niteliğindedir, bu nedenle Anadolu ulusu bir "bileşim"dir. Bunda, bu bileşim olayında, İslamın oldu ğu gibi, başka dinlerin, başka inançların, başka gelenek lerin de etkileri, katkıları vardır, bütün başarıyı İslamda _ görmeye çalışmak, bilim adına bir sapkınlıktır. Bugün yaşadığımız üzücü, acıklı, tatsız, tedirgin edici, uygar lıkla bağdaşmayan olayların kaynağı bizde bir tarih bi lincinin uyanmaması, bilim kurumlarımızda felsefe ilke lerine dayalı bir tarih anlayışının bir tarih felsefesinin doğmayışıdır. Yeryüzünde aydınları, dışadönük düşünen bir ulus varsa_ o da biziz, bilimsel kavramların kabuklarına bak maya alışmışız, kavramı söylerken bilimle uğraştığımı zı, kapsamlı bir düşünce, derin bir görüş sergilediğimi zi sanmanın karanlığı içindeyiz. Dilimize doladı_ğımız kavramların gerçek içeriklerinin ne olduğunu, konuşu ruken ne dediğimizi kendimiz bile bilmeyiz. Nedeni de bilmeden konuşmaya, anlamadan dinlemeye alışmamız dır. Nitekim dinimiz öyle buyuruyor, öyle gerektiriyor. 71
Kutsal kitabımızda binbir anlamlı sözcüklerin bulunma sı, bizi anlamadan dinlemenin yüce erdemine ulaştırmış tır. Bu yüzden Müslüman olmakla "gurur duyuyoruz" diyor bütün anlamadan konuşmaya alışmış büyüklerimiz. Nerede utanç duyulacağını bilemeyen bir yüksek görev linin İslamla övünmesi (gurur duyması) doğaldır, eşek öldükten sonra onu ister kurt yesin ister çakal, önemli de ğil. Anadolu 'da bir bireşim (synthese) düşünülebilir, an cak bu dinle olmaz, bu topraklar üzerinde yaşamış, ya şayan değişik toplulukların emekleriyle ortaya konan uy garlık ürünlerinden oluşan geliştirici bütün Anadolu in sanlarının ortak yaratısıdır. Son yıllarda, yine Anado lu 'da, bilim örtüsü altında, Türk-İslam sentezine benzer kuramlar sergilenmektedir. Bu kuramlara göre Anado lu 'nun belli yörelerinde bağımsız uygarlık, bağımsız bir ·ekin ortaya konmuş, böylece ulusal bir dayanak yaratılmıştır. Bu, bilim adına, utanç verici bir girişimdir. Ana dolu 'da bağımsız bir Türk ekini (öteki insanları dışlaya rak, Asya'ya bağlanarak), bağımsız bir Çerkez ekini, yi rıe bağımsız bir Kürt ekini, daha başkalarını aramak bi limsel anlayışla·bağdaşmaz. Ekinde bağımsızlık söz ko unsu olsa bile, konar göçer toplulukların karşılaştığı köp rübaşlannda olmaz bu iş. Özellikle Doğu Anadolu'da bağımsız bir ekin, ulusal bir ekin birimi aramak, böyle bir gerçeğin bulunduğunu savunmak, bilinç bulanıklığın dan öte bir anlam taşımaz. Doğu Anadolu, tarihi boyu72
nuca bir konar göçer obasıdır, bir konaklama yeridir. O konaklama yerinden gelip geçmiş obaları, bilimsel ka nıtlara dayanarak, belge göstererek saymamıza olanak yoktur, ancak belli belirli olanları bilebiliriz. Bunlar da: Persler, Urartular, Luviler, Hurriler, Araplar, Suryaniler, Gürcüler, Ermeniler, Türkler, Grekler, Romalılar, daha adı bilinmeyen nice topluluk. Bu toplulukların Kürtçe dı şında, hepsinin özgün bir dili vardır. Kürtçe yapısı, içe riği, dizini bakımından Farsçanın epeyce değişmiş bir uzantısıdır, özgünlük savıyla ortaya atılarak yanıltıcı, kandırıcı odaklar aramayalım. Bilimsel savlarla ortaya atılan, bilime gerçekten saygısı olan bir araştırıcının, ulu sal birlik düşüncesi güdüyorsa, yapacağı ilk iş, Doğu Anadolu 'daki il, ilçe, bucak, köy, yaylak, oba, dağ adla rının kökenlerini araştırmaktır. Bir yerleşme yerinin adı hangi dille açıklanabilirse, onun kurucusu, yerleştiricisi ( insanlara bir yerde ot�rma olanağı sağlama), düzenle yicisi o dili konuşan topluluktur. Konuya bu açıdan ba kılırsa, bugünkü ulusal savların hepsi boşlukta kalır. Yeryüzünde değişik kökenli toplulukların en çok ka rışıp kaynaştığı yeni birikimler oluşturduğu bir iki böl ge Doğu Anadolu 'dur. Bu bölgede Kafkasya, Mezopo tamya, Hind, İran, Batı Anadolu gibi değişik yönlerden gelen topluluklar birbiriyle yoğurulmuş, bireyler köken sel özelliklerini yitirmiştir, bu nedenle bu bölgede özgün bir toplululuk yoktur. Bugün, çözülmesi çok güç bir so run varsa o da Kuzeydoğu Anadolu ile Güneydoğu Ana73
dolu insanları arasında bir köken birliğinin, soy özdeşli ğinin varlığını savunmaktır, buralarda konuşulan dil önemli bir etken, inandırıcı bir kanıt değildir. Dilin bi limsel kanıt olmayışını söylememizin nedeni şudur: bu yörelerde bugün Türkçe, Çerkezce, Gürcüce, Arapça, Kürtçe, Süryanca konuşan topluluklar vardır, bunların hangisi bilimsel taban olarak alınabilir? Bu toplulukla rın hangisi İlkçağda bu bölgede yaşamış, devlet kurmuş topluluklara bağlanabilir? Bilim bu sorular karşısında susmaktan başka ne yapabilir? Konuyu epeyce genişlettik, ilk bakı,şta başka "Sorun lara değinerek, taban sorundan ayrıldığımız sanısı uya nabilir, ancak Türk-İslam sentezini yargılayabilmek için, bütün karşıt görüşleri sergilemekte yarar var kanısında yız. Bugün Anadolu'da özgürlük, bağımsızlık savları ar dında koşan aydınlarımızın sayısı az değildir. Bu saygı değer uygarca bir davranıştır, özgürlük, bağımsızlık uy garlığın kurucu ilkeleridir. Bu konularda bilimsel içerik li bir tabana dayanılmazsa, sorunlar duygusal etkinlik ler altında gündeme getirilirse düşünme ortamında.kar gaşa başlar. Sorunlara yönelen kişinin bir takım önbilgi ler edinerek, uğraşacağı konunun çevre çizgilerini belir lemesi, araştırmada, varılan sonuç gerektirirse, bu çizgi leri daha genişletmesi doğaldır. Türk-İslam kavramları nı yan yana getirmek kolay, birini ötekinin içeriğiyle dol durmak güç, dahası olanaksızdır. Bu tutum son yıllarda ortaya çıkan kimi aydınların, bütün Doğu Anadolu'yu 74
belli bir oymağın uygarlık alanı saymasına, bütün geç mişi o oymağa bağlamasına benzer. Toplumları yönlendiren, düzenleyen, onlara yaşa ma olanakları sağlayan dinler değildir, çağımızda dinle kalkınan, mutluluğa ulaşan bir toplum görülmemiştir. Uygarlık, dinlerin dışında, daha etkili, daha çekici sorun lar getiriyor, yaşamı tinsel değil nesnel üretim odakları nın egemenliği altında görüyor, dinler genelde bireysel eğilimler olarak anlaşılıyor. Bugün İslam ülkelerinde bir lik, bütünlük, yardımlaşma, birbirini koruma, belli bir i nanç odağında toplanma gibi olumlu girişimler yoktur. Bu durumda Türk-İslam sentezi yoldaşlarının olumlu bir sonuç alacaklarını sanmıyorum, nedeni de bütün sorun ları nesnel ortamdan tinsel ortama kaydırmaları, özellik le üretim-tüketim ilişkilerinin etkinliğini gözardı etme leridir. Nedense, bu dine bağlı çevrelerde bütün sorun ların, toplumsal bunalımların yukardan aşağı doğru ön lemlerle çözüme ulaşacağı kanısı yaygındır. O çevreler de taban sorunlarına ilişkin kavramların geçerliliği yok tur, bir altyapı düşüncesi doğmamıştır. Bütün yaşaması gereksinimlerin Tanrı buyruğuyla karşılanacağını sanan bu İslamcı görüş Arap petrollerinin önemini, etkinliğini anlayacak bilinç aşamasına bile ulaşamamıştır. Avrupa uluslarının, Amerika'nın petrol çıkaran İslam ülkelerine yakınlaşmalarını bile İslam inançlarına duyulan etkilen me gibi gösteren İslamcı aydınlarımız, bilginlerimiz az değildir, hepsi de Türk-İslam sentezi ardınca yayılırlar. 75
·Gündeme getirilen bir sorunun ö nce kendi i çeriği y le bağlantılı olması, çev� sorunlarla çelişik duruma düş memesi gerekir. Bir sorun ele alınınca onunla ilgi li yan sorunlar dışlanamaz, nedeni de sorunların yalnız olma yışı, yeterince görülemezse bile bir çevreyi taşımasıdır. Çevresiz sorun olmaz, bi r sorun da çevresinden soyutla namaz. Türk-İslam sentezi, bir sorun olarak düşünülür se, önce yan sorunlarını da saptamak gerekir. Bu yan so runlarla kurulan bağlantı önemlidir, kimi sorunlarda o dak soruna girebilmek için yan sorunları aralamak, bir yol açmak gerekir. Burada İslam sözcüğü gündeme ge tirilirse ilk soru şudur: Hangi İslam? Sözgelişi Hanefi mezhebinin anladığı İslam mı? T ürk-İslam sentezini öne sürenler, İslam mezheplerinden birine bağlı ysa iş deği şir, İslam kavramının kapsamı içinde bir mezhep düşü nülür, bu da İslam sözcüğüne o mezhebe göre bi r yorum geti rmeyi sağlar. Bu durumda sorunlar birbirine dolaşır, içinden çıkılmaz. T ürk-İslam sentezi, yandaşlarının dü şüncelerinden, davranışlarından anlaşıldığına göre, Ame rika güdümünde bir görüştür. Amerika, petrol nedeniy le İslam ülkelerine özel bir yakınlık duymaktadır. Petrol çıkarmayan ülkeler bu yakınlıktan yoksundur. Bu petrol ülkeleriyle kurulan özel ilişkiler sonucu, Amerika bu ül kelerin hep dine bağlı kalmalarını, hep dinle yönetilme lerini ister bu isteğini yerine getirmek için de çok yönlü uygulamalara girişir. Sözgelişi, Amerika yüksek düzey de bir görevli yi, bir komutanı istemiyor di yelim, gecik76
meden o komutan düşüncelerine karşıt bir uygulama gündeme getirilir. Bizde imam-hatip çıkışlıların Kara
Harp Okulu'na alınmamaları, nedense İslamı çok seven petrol kokuşlu Amerika'yı tedirgen eder. Ona göre Türk ordusuna imam-hatip çıkışlılar girmeli, Müslüman bir or du kurulmalı, Atatürk'le gelen bütün yenilikler ortadan kaldırılmalı, Osmanlıya dönülmeli, daha açık, daha se çik bir Amerika egemenliğinin altına girilmeli, manda cdık yasallaşmalı. Bu durum çok açıktır, oysa bizde din ci geçinen bir topluluk da böyle düşünüyor, ordu İslam laştırılmalı. Peki orduyu oluşturan bireyler Müslüman de ğil mi? Kuşkusuz Müslüman, genelde geleneklerine bağ lı, ancak katı yobaz değil, şeriatçı değil. Amaç belli, bü tün yurt düzeyinde etkinliğini sürdüren bir "İslam dev leti" kurmak. Bu devletin kurulması ordunun İslamlaş tırılmasına bağlı değildir. Türkiye'de İslamcı anlayışa, şe riatçı gericiliğe karşı çıkan büyük bir oy birikimi vardır. Aleviler vardır, yine şeriat yönetimine karış güçler var dır. Bu çağda, bunların hepsini bir yana iterek bir " şeri at devleti" kurmak pek kolay değildir, öte yandan İran, Suudi Arabistan, Amerika istiyor diye bütün Türk Müs lümanlarını sürüye dönüştürerek başkalarının güdümü ne bırakmak pek kolay değildir. Şunu çok iyi bilmeliyiz ki imam-hatip okulları da, günün birinde, Osmanlı med reseleri gibi kendi kuyusunu kazacak, kendi başını yiye cektir. Nedeni de, bu kuruluşların amaçlan dışına taşma sı, kuruluş ilkelerine aykırı bir taban üzerinde durmala-
77
rıdıc Bu okulların altyapısıyla üstyapısı arasında yaşam sal bir bağlantı, bir uyum yoktur. Bugün, ayakta duran Müslüman devletlere bakıldığında, düşünce bakımın dan, yönetim bakımından bağımsız, Amerika ya da Av rupa güdümünde olmayanı görülmez, peki hangisi ken dini kurtarabiliyor? Yanıt yok. Dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olaym içindeyiz. Dinciler, şeriatçılar birleşerek ülkemizi Birin ci Büyük Savaş öncesine getirmeye çalışmaktalar, Os manlı devletini yıkan, ondan irili ufaklı birçok bağımsız devlet oluşturan dış güçlerin denetimi altına girmeyi Tan rının buyruğu gibi görmekteler. Amerika, ülkemizin bu günkü durumundan çok kıvanç duymaktadır. Ülkemiz bir yığın çözümü güç sorunlarla karşı karşıyadır: Kıbrıs so runu, Kürt sorunu, üretim-tüketim ilişkilerinin dengesiz liğinden doğan, şu "ekonomi" kavramının kapsamına gi ren olaylar sorunu. Bu içinden çıkılması yalnızca Türk yönetiminin elinde olmayan sorunlar: devletimiz daha çok sarılsın, daha çok güçten kesilsin diye çalışanların, İran, Suudi Arabistan, Al-Baraka yardımlarıyla beslenen dincilerin yarattıkları İslam sorunu. Geçmişe bakılırsa bi rinci Büyük Savaş öncesinde, Kurtuluş Savaşı dönemle rinde yine bu tür sorunlar ortaya atılmıştı, bunların kay nağı yine kimi dış devletlerdi. O dönemlerde şunlar gün demdeydi : dış borçlar (duyfin-i umumiye-kapitülasyon lar), Osmanlı yönetimine bağlı kimi ulusların bağımsız lık sorunu, Osmanlı yönetimi altında yaşayan azınlıkla78
rın sorunları, ülkemizde başta Amerika-İngiltere olmak üzere kurulan yabancı okullar sorunu. Bu sorunlar kar şılaştırılırsa, değişmedikleri, hep Türkiye'nin gündemin de bulunduruldukları anlaşılır. Kurtuluş Savaşı evrelerin de de yine bu tür sorunlar gündeme getirilmişti. Doğu ayaklanmaları, hepsi Nakşibendi tarikatının etkisiyle, Kürt sorunu, Musul petrolleri sorunu, din sorunu, dış borçlar sorunu. Sorunlar tükenmiyor, özden değişmiyor, yalnızca kabuklan boyatılıyor, başka bir görünümle su nuluyor, öneriliyor. İmam-hatip çıkışlı dinci şeriatçı yurt taşımız bu öldürücü gerçeği göremiyor, düşünemiyor. Geçen yüzyıl sonlarına doğru, ülkemizde Osmanlı cılık, İslamcılık, Turancılık adlarını alan akımlar doğ muştu. Bugün, bu akımların doğuş nedenleri araştırılın ca, hepsinin dış kökenli olduğu, başka devletlerce bes lendiği anlaşılmıştır. Osmanlıcılık akımının besleyicile ri, kurucuları hep dönme yurttaşlardı, sonradan Müslü man olan, yurtdışından gelen kimselerdi. Turancılık' ın öncüsü Almanlardı, İslamcılığın kılavuzu da İngilizler, Amerikahlardı. Hepsinin ereği Osmanlı devletini içinden çökertmek. Nitekim "Osmanlı Bankası "nı kuranlar da yabancılardı. Osmanlı devletinde ileriye dönük kıpırda malar sezilince, Avrupa başını kaldırır, azınlık sorunla rını gündeme getirir, ülkede bir yönetim tedirginliği ya ratırdı. Bugün durum değişmemiş, yalnız kullanılan bi linçsiz uşaklar değişmiştir. Türkiye bugün bir sorunlar karmaşası içindedir, bu 79
burgacın en güçlü döndüğü evrede, çevrintinin en çok baş döndürdüğü aşamada, beklenmeyen bir dönemde, Türk İslam sentezi gündeme getirildi. Daha önce, ilk kuruluş öğeleri 1 950 yönetimi evrelerine uzanan, İlim Yayma Cemiyeti kurulmuştu, onun ardından Aydınlar Ocağı oluştu. Bu üç kuruluşta bulunan, görev alan kimselerin çoğunu yakından tanırız, biliriz. İlim Yayma Cemiyeti, Nakşibendi tarikatına eğilimli bir kuruluştur. Biz bu ku ruluşları kötülemeyi, yermeyi düşünmüyoruz, ancak hep sinin çağdaş bir anlayış içinde olmadığını, Atatürk 'le ge len yeniliklere sıcak bakmadığını Osmanlı yanlısı oldu ğunu söylemeliyiz. Burada ilginç bir olayı öyküleyip ge çelim: Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız, 1 970- 1 973 evresin de, Meydan-Larousse Ansiklopedisi'nde, tarih bölümün de çalışan, sevecen, tatlı dilli, güler yüzlü, çekingen bir asistandı, öğretmeni Prof. Dr. Şahabeddin Tekindağ'ın sevdiği, doçent olması için ağırlığını koyduğu bir kim seydi. Aradan yıllar geçti ilerledi, tarih profesörü olarak görevini sürdürdüğü dönemde akciğer kanserine (bir söy lentiye göre beyin kanserine) yakalandı. Sağıltım girişim leri olumlu sonuç vermedi; yüzü çarpıldı, tanıyanları üzen bir duruma geldi. Ariık ölüm, kendisine son uyarı sını yapmıştı, görevine şöyle böyle gidip geliyordu. Ay dınlar Ocağı ne yaptı bilir misiniz? Bu ölümle buluşmak üzere olan arkadaşımızı, Turgut Özal'ı yanıltarak, rek tör seçtirdi bir süre sonra da musalla taşında selamladı. 80
Bu üzücü bir olaydır. " Bizden olsun da ne olursa olsun" düşüncesinin anlamsız bir uygulamasıdır. O da Türk-İs lam sentezinden yanaydı, toprağı bol olsun. Ülkemizde, böyle değişik başlıklar altında oluşan derneklerin, özellikle dinci, " milliyetçi" kuruluşların çağdaş uygarlıktan yana bir tutumu benimsemeleri dü şünülmemeli, eğilimleri buna elverişli değildir. Yeri gel mişken bir anımı daha aktarayım. İstanbul 'da, Laleli Ca mii karşısında özel sayrı bakım yeri (muayenehane) olan ünlü bir doktorumuzu tanırım, tinsel sayrılıklar (ruh has talıkları) uzmanıdır, bu alanda epey ün sağlamıştır. Bu eski arkadaşımız, sayrılarını " Kuran'dan ayetler" okuya rak sağıltmaya çalışır, sonra bilimsel gereçleri uygula maya koyulurdu, gereğini yapardı (reçete yazardı). Bu uzmanımız, bir gün, Çemberlitaş'ta, "Muallimler Birli ği"nde, "Bir Komünistin Beyin Anatomisi" adlı bir ko nuşma sergilemişti. İlgilendim gittim, en arkada sessiz ce oturup dinledim. Konuşmanın odağı şuydu: " Bir ko münistin beyin dokuları incelendiğinde, sağlıklı düşünen, böyle-aykırı yollara sapmayan bir kimsenin beyin doku larından kolaylıkla ayrılır. Tanrı komünistin beyninioluş turan dokuları dinine, ulusuna bağh bir Müslümanmkin den çok başka, değişik düzende yaratmıştır. . ." Bugün Aydınlar Ocağı, 1lim Yayma Cemiyeti gibi kuruluşlarla yakın ilişkisi olan bu yurttaşımızın Tevfik Fikret için "O bir ruh hastasıdır" dediğini de anımsatalım. İşte Türk İslam sentezi yandaşlarının bilim, uygarlık, insanlık mı81
layışları. Bu adı geçen kuruluşlara bağlı yurttaşlarımızın hepsinin Amerika anlayışından yana olduklarım, onun izini sürdüklerini söylemenin gereği kalmamıştır. Bu alıntılardan çıkarılmak istenen sonuç şudur: Av rupa, Amerika kalkınmış, gelişmiş, güçlü, bayındır, uy gar bir Türkiye istemiyor, onların bu tutumu Osmanlı dan bu yana değişmeden sürdürülmektedir. Türkiye han gi yıkımlara, hangi olumsuz olaylara karşı çıkarsa han gi sıkıntılardan sıyrılmak isterse Amerika da, Avrupa da olumsuz karşıt yolu benimser, Türkiye'yi kurtulmak is tediği durumun içinde kalmaya iterler. Türkiye aşın din cilikten kurtulmak isterse onlar aşın dincileri beslerler, Türkiye bütün alanlarda bağımsız, özgür davranmak is terse onlar özgürlüğü, bağımsızlığı önleyecek güçlü, et kili odaklar bulmakta gecikmezler, üstelik bu engelleyi ci odakları Türkiye yararınaymış gibi göstermekte bece rili, başarılı olurlar, ülkeyi içinden sarsmak için özveri li uşaklar, beslemeler, yanaşmalar, odalıklar bulurlar, en yüksek görevlere getirme çabası gösterirler. Türk-İslam sentezi diye sergilenen görüşün besleyici toprağı bu ya bancı kökenli gübrelerle verimli kılınır, başka neden ara manın önemi kalmamıştır.
82
NURCULUK DEDİKLERİ Ülkemizde, özellikle l 946'dan beri, toplumu tedir gin eden bir uyanışın ağırlığı sezilmektedir. 1 950 yöne timinin güçlendirdiği, Adnan Menderes'in " Siz isterse niz hilafeti bile getirirsiniz" sözleriyle yüzeye yansıyan gericiliği okşayan tutumuyla yönlendirdiği çağdışı akım lar arasında bir eskiye dönme yarışı başlamıştır. Bu ya rışta halkımızın olayların derinliğine inme alışkanlığı ol madığından, kimin neyi istediği açıkça bilinememiştir. 1 980 yönetimiyle, ülkemizde yasalar bir yana itilmiş, Cumhuriyet ilkeleri geçersiz kılınmak istenmiş, ortalık İslamın özüne bile aykırı akımlara bırakılmıştır. Burada, üzerinde duracağımız Nurculuk denen girişimdir, sinsi gericiliktir. Bu yazının yazarı, 1 939 yılında, daha on dört yaşın dayken Nakşibendi tarikatına girmiş, orada altı yıl (yir mi yaşına değin) kalmıştır. İmdi "Nurculuk" denen akım bu tarikatın yüzyılımızın ilk dörtte birinde ortaya çıkma ya başl_amış, 1 946 'da açık adını saptamış bir akımdır. Bunun kurucusu Bitlis'in Ners köyünde doğan, doğdu ğu yere göre "Nersi-Nursi" adını alan, Said'tir. Sonra " Said-i Nersi/Nursi " diye tanınmıştır. Bizim tekkede bulunduğumuz sürede ( 1 939- 1 945) bu kişinin adı Şıh Said-i Kürdi idi. 1 870 yıllarında do ğan Said düzenli bir öğrenim görmemiş, çevresindeki yaşlılardan Kuran okumayı, biraz da Arapça öğrenmiş, ·
83
daha sonra "Teali-i Kürdistan Cemiyeti" üyeleri arası na katılmış, özellikle Derviş Vahdeti 'nin çıkardığı " Vol kan" dergisinde dini savunan yazılar yayımlamıştı. Bu evrede Sultan İkinci Abdülhamid'in ilgisini çekince gö zaltına alınmış. Bir süre Toptaşı Tımarhanesi ' nde yatı rılmıştır. Burada geçen günlerini "İki Mekteb-i Musibe tin Şahadetnamesi " adlı yazısında bozuk, kan şık bir dil le anlatmaya çalışmıştır. Said-i Kürdi, başlangıçta, İngilizlerin yanını tutmuş, doğuda bir Kürt devletinin kurulması için çalışmaya ko yulmuş, başarısızlığa uğrayınca bir süre susmuştur. Da ha sonra 3 1 Mart diye bilinen gericilik olayına katılmış, tutuklanmış, sonra sürgüne gönderilmiş, yakalanan ar kadaşı Derviş Vahdeti asılarak öldürülmüştür. Şıh Said i Kürdi l 925 'te, yine İngiliz kışkırtmalarıyla başlatıldı ğı söylenen, Şeyh Said Ayaklanmasına katılmış yargıla nıp yine sürgüne gönderilmiştir. Şıh Said-i Kürdi, başlangıçta Kurtuluş Savaşı 'ndan yana görünmüş, Ankara'ya gelmiş, ancak Cumhuriyet kurulunca, umduğunu bulamamış, özellikle Halifeliğin kaldırılışında büyük sarsıntıya uğramış, Ankara'dan ay rılıp Van'a gitmiştir. Onun, Kurtuluş Savaşı'ndan yana olduğunu söyleyen yandaşlarının ellerinde bulunan, Ata türk 'le lnönü'nün adlarının da geçtiği belgeler bu dönem le ilgilidir. Şıh Said-i Kürdi'nin geçmişi araştırılırsa olumlu bir yanının bulunmadığı, sağlıklı bir eğitim gör mediği, İstanbul 'a geldiğinde " Sebilürreşad"çı Eşref 84
Edib 'le görüştüğü, Fatih Camii yanında, çokluk Doğulu yurttaşların bulundukları kahvelerde oturduğu anlaşılır. Gençliğinde beli bıçaklı, kamalı, göğsü armalı, kolunda uzun namlulu Osmanlı beşlisi bulunan fotoğraflar çek tirmiş, değişik dergilerde yayımlatmıştır. İşte bugün, o nun gençliğinde yurtsever bir "kahraman" olduğunu ile ri sürenlerin ellerinde bulunan bu fotoğraflardır. Bura da, onun bu yanıyla daha ilgilenmeyip düşüncelerini ser gilemeye çalışacağız. Onun, adına eklenen "nur" sözcüğü, sonradan, Ku ran'ın " Nur" adlı bölümünden alınmıştır. "Ners/Nurs" sözcüklerinin bozulmuşu değildir. Yazılarına "Risale-i Nur" demesinin nedeni de Kuran' ın adı geçen bölümü dür. Nitekim kendisi de bir "Yeni Kuran" yazma amacı nı güdüyordu. Said-i Nursi (Kürdi)nin, bizim bildiğimiz evrede, yüz on dört yazısı (risale) vardı. Bu sayı gelişi güzel değildir. Kuran 1 1 4 bölümdür (sure). Bu nedenle Said-i Kürdi 'nin "Risale-i Nur"u 1 1 4 bölüm olarak dü şünülmüştür. Onun, bu gizli düşüncesi açıklığa kavuşun ca, koyu dincilerin tepkisini çekmemek için anılarının da katılımıyla bu yazıların sayısı 1 30 dolaylarına yükseltil miştir. Ancak, yalnızca, " Risale-i Nur" adı verilen, Ku ran'ın sözde çağdaş bir yorumu diye gösterilen bölüm 1 1 4 kesimden oluşur. Şimdi Nurcular, bu art düşünceyi örtbas etmek için, 1 1 4 sayısını Kuran'a, onda geçen "sure"lere bağlarlar. Oysa, iyi bir okuyucu bunun ne denli yalan olduğunu ilk 85
okuyuşta sezebilir. Nitekim, Said-i Nursi bütün "sure"le ri yorumlayamamıştır. Nedeni de, Kuran' ın bütün ince liklerini, ayrıntılarını kavrayacak oranda Arapça bileme yişidir. Onun çevresinde toplananlaı:ın nerdeyse hepsi okuma yazma bilmeyen kimselerdi. Sonraları, genellik le Doğu illerinden İstanbul 'a yükseköğrenim görmeye gelen gençler, ailelerinin etkisiyle "Nur yazılarıyla" il gilenmeye başlamışlar. İşte, bu akımın yayılma serüve ni böyle başlamıştır. llkin, çok yakından tanıdığımız, değişik adlarla der gisinde yazı yayımladığımız Necip Fazıl Kısakürek, As malımescid kahvelerinde, oyun oynanan yerlerde elinde avucunda bulunanı kaptırınca para sıkıntısı çekmeye baş lamıştı. O dönemde, Said-i Nursi 'nin yazılarını yayımla maktan kaçınan EşrefEdib' in önerisi üzerine, Necip Fa zıl Kısakürek, yalnızca gelir sağlamak, sürüm s�ğlamak umuduyla işe girişti. Onun yazılarını "Bediüzzaman Sa id-i Nursi hazretleri" başlığı altında sergilemeye koyul du. Artık geçim yolu açılmış, özellikle padişahçı çevre lerd� büyük bir ilgi uyanmıştı. Büyük Doğu dergisini, okuyanların çoğu Necip Fazıl'ın dinci içeriklerle dolu şi irlerinin yayımlanmasıyla toplanan kimselerdi. Bunlar Beyazıt kahvelerine, Marmara Kıraathanesi 'ne, Küllük' e gelen gençlerdi, önemli bir çoğunluğu Doğu illerimizden di.İşte "Nurculuk" bu yazıların yayımlanmasıyla etkisi ni göstermiş, bir inanç akımı niteliği kazanmıştır. Şimdi onun gerçekten bir akım olup olmadığını araştıralım. 86
Nurculuk derli toplu, düzenli, sağlam ilkeleri, kural ları bulunan bir akım değildir, gelişigüzel bir topluluk tur. B u topluluk için bilinçli denemez, duygusaldır, bü _ tün güç, bütün etkinlik " Şeyh" in (önceleri şıh denirdi) ardından gelmektedir. Bütün nurcul(lr, kendilerine belli görevler seçmişlerdir, onlar da özetle şöyledir: A- Said-i Nursi adı çevresinde tartışmadan, eleştiri ye sapmadan toplanmak, kesinlikle ona bağlanmak, onu savunmak. B- "Risale-i Nur"u okumak, okuma bilinmiyorsa okutup dinlemek. Bir kimse bu yazıları okumayı bilme yebilir. ancak, okuyanı bulup, ona okutarak dinlemesi ka çınılmazdır. C- Hangi koşullar altında olursa olsun, Said-i Nur si 'yi savunmak, onun bütün eksikliklerden arınmış, yü ce, ulu bir kişi olduğunu yaymak, başkalarını buna inan dırmak, bu yolda elinde avucunda ne varsa hepsini dü şünmeden tüketmek. Ç- Tartışmalara girmemek, aşırı olaylara karışma mak, özellikle kadından, kızdan uzak kalmak, onların arasına katılmamak, onları aralarına almamak. D- Said-i Nursi'nin Tanrısal kişiliği konusunda tüm kuşkulardan, kaygılardan uzak kalmak. Nitekim, Said-i Nursi yazılarında, Tanrısal bildirileri açıklarken " ... mü ellife buyurdu ki ..." sözlerini söyleyerek kendinin doğru dan doğruya Tanndan buyruk aldığını vurgulamıştır, an cak Tanrısal bilgiye varmayanlar bu sözleri anlayamazlar. 87
E- Said-i Nursi 'nin " Risale-i Nur"u İslamın özüdür, yeni bir Kuran'dır, yeni bir yorumdur. O, bunu Tanrının buyruğuyla yazmış, açıklamıştır, bu konu tartışılmaz, geciktirilmez. F- İnanmış, arınmış, kendine güvenmiş bir nurcunun (onlar Nur talebesi derler) başlıca görevi nereye giderse ora da bir yeni "nurcu" yetiştirmek, birliğe kazandırmaktır. G- D ikenin neresinde olursa olsun, nurcuların top lanarak " Risale-i Nur" okumaları gerekir. Toplantılarda sesi güzel, uyumlu, uygun kimse okur, ötekiler dinleye bilirler. Bu toplantılarda, Tanrı adlarından sonra Said-i Nursi 'nin adını söylemek gerekir. Bu ad, gizli bir sesle de yansıtılabilir, bilgisizler anlamasın diye. ô- Bir nurcunun evinde Kuran olmayabilir, ancak " Risale-i Nur"un bulundurulması kesindir. H- Risale-i Nur okumak isteyip de almaya gücü yet meyen olursa durumu iyi bir nure<unun ona bir takım alıp bağışlaması büyük iyiliktir. Nedeni de bir nurcunun gö revi topluluğa üye kazandırmak, Nurculuğun gelişmesi ne de katkıda bulunmaktır. K- Bir ülkede Nurculuğa karşı çıkanların hepsi din sizdir, şeriattan ayrılmıştır. Nurculuk gerçek Müslüman lıktır, Nurculuğa karşı çıkmak İslamı yıkmaktır. L- Nurcuların Doğu 'da çoğalmaları, Batı 'da azalma ları uygundur. M- Risale-i Nur, çağın anlayışına, gereksinimine gö re bir "Yeni Kuran 'dır", ona göre davranıla. 88
N- Devlet şeriata dayanırsa doğru, dayanmazsa eğ ridir. Bütün devlet kurumlan şeriat buyruklarına, daha açığı Risale-i Nur bildirilerine dayanmalıdır. Tüm yük seköğrenim kurumlarının adları " Medrese-i Nur" ola rak değiştirilmelidir, namaz kılınmayan yerde öğrenim olmaz. Örnekleri daha çoğaltabiliriz. Nitekim Risale-i Nur'u okuyanlar burada dizilenlerin karmaşık, bozuk bir dille yazıldığını görseler bile amacı anlamakta güçlük çekmezler. Nurculuk, yukarda özetlendiği gibi, dizgeli bir akım değil, ancak ulus yönetimini elinde bulunduranların oy toplama tutkusu nedeniyle çok ilgi toplamıştır. Nurcu luk İslama uygun, İslama bağlı, Kuran'a dayalı bir ku ruluş değildir. Nakşibendi tarikatının bir kolu olması, kendisinden de "Aczmendilik" diye bir kolun doğması İslamı dışladığının nesnel örnekleridir. ,İslamın kaynağı, odağı Kuran 'dır. Şimdi bu kuruluşun neden İslarrfa, Ku ran' a aykırı olduğunu görelim: A- hlam dininin kaynağı olan Kuran 'da mezhep, ta rikat yoktur. Kuran bütünleştiricidir, bölücü (tefrikacı) değil. Oysa tüm mezhepler, tarikatlar bölücüdür, ayrı ay rı topluluklar oluşturmayı yeğler. B- İslamda bütün tapımlar (ibadetler) Tanrı adına sürdürülür. Kuran'da adı sanı geçmeyen kimseler adına değil. Oysa Nurculuk'ta kurucusunun adı, Tanrı adları yanında anılır. 89
C- İslamda biricik kutsal kitap Kuran 'dır, onun "ye nisi " , "eskisi" olamaz, benzeri, örneği yazılamaz, baş ka bir kitap Kuran anlamında alınamaz, yorumlanamaz. Oysa Nurculuk'ta "Risale-i Nur", " . . . müellifin . . . " gibi Kuran yerine de" okunmaktadır. Bu tutum, şeriata göre " Küfr-i kebir/büyük suç"tur, ölümü gerektirir. Ç- Kuran 'da bütün inananların kardeş oldukları, Tan rının bütün evrenin yaratıcısı olduğu bildirilir, insanlar arasında üstünlük-aşağılık ayrımı gözetilmez. Oysa Nur culuk 'ta Said-i Kürdi üstün yaratılışlı, Tanrıyla dolaysız ilişki kuran bir kimse diye nitelenir. D- Kuran'a göre tapım belli bir düzene göre, alçak gönüllüce sürdürülür. Nurculuk'ta değişik kılıklara bü rünmek, olduğundan başka türlü görünmek, ilgi çekici giysilerle donanmak, elde değnek (asa) bulundurmak, ca milerde oyun andırır nitelikte tören düzenlemek vardır. Bu tür davranışlar İslamda yasaktır, inanca aykırıdır. E- İslamda belli bir dinciler kesiti (sınıf) yoktur, bü tün insanlar eşittir. Oysa Nurculuk'ta "Nur talebesi " de nen özel bir topluluk, ayrı bir dernek vardır. F- İslamda tapım açıktır, gizli kapaklı değildir. Nur culuk'ta tapım gizlidir, toplumu"n gözünden uzaktır, içe kapalıdır. Nitekim, ülkemizde, Nurcuların oluşturdukla rı toplulukların hepsi gizlidir. Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz, ancak gerek mez. Nedeni de "Risale-i Nur" denen yazıların düzen siz, dağınık olmasıdır. Buria karşın, Said-i Nursi, özel90
Jikle " Sikke-i Tasdik-i Gaybi " adlı "risale"sinde kendiyazılarını Kuran'la özdeş sayar, kendini Tanrıyla konu şan, Peygamber'le, Abdulkadir Geylani ile, Muhyiddini Arabi ile eş tutar. Nitekim şöyle bir yorum getirir: "Ri sale-i Nur'u, cenabı Allah Kuranıkerim 'de imzalamıştır. . Başta Hazreti Muhammed olarak, Hazreti Ali, Abdülka dir Geylani, Muhyiddin Arabi ve öteki büyükler de Ri sale-i Nur'a imza koymuşlardır." Bu sözler böyle düz gün değil, karmaşık, dağınık niteliktedir. Nurcular bu dil bozukluklarını anlam derinliğine, Tanrısal bildirilerle gelen ürperişlere yorarlar. Said-i Kürdi, sürgün olarak bulunduğu Isparta 'da yazdığı "Lemalar"da şunları söylüyor: "Risale-i Nur gir diği her yeri kutsallaştırmış (mübareklendirmiş ), bu ara da . . . Isparta ·ya mübareklik mekanı kazandırmıştır. . . Ri sale-i Nur, Isparta 'ya bütün illerin üstünde bir dindarlık meziyeti sağlamıştır." Özetlenerek alınan bu alıntıda ya zar kendinin bulunduğu yerin kutsallaştığını söylerken, üstü kapalı olarak Tanrısal bir niteliğe büründüğünü vur gulamaktadır. İslam dinine göre yalnız Tanrı "müba rek", "mukaddes" bir varlıktkır, il, ilçe "mübarek" ol maz. Kendi kendini "mübarek" diye niteleyen Said-i Nur si "Sönmez Risalesi "nde, şu sözlerle "Risale-i Nur"u övmektedir: "Risale-i Nur Kuran 'm aynasıdır, bir muci ze niteliğindedir." İslam dininde, Peygamber "benden mucize beklemeyin" derken bizim "mübarek " yazarı91
·
mız yazılarını bir yandan Kuran 'la karşılaştınyor, bir yandan da "mucize" diye niteliyor. Yine bu "risale"nin başka bir yerinde şöyle diyor: " . . . Risale-i Nur'a kimse karşı koyamaz, onunla boy ölçüşemez, ona denk tutula maz." Bu sözler önceleri Kuran için söylenmişti, onun "bir benzerinin yazılamayacağı " vurgulanmıştı. Said-i Nursi'ye göre " Risale-i Nur" kendisine Tan rının isteği üzerine, dolaysız olarak indirilmiştir. Nitekim, "Bediüzzaman Cevap Veriyor, 1960" adlı yazıda: "Risa le-i Nur, Said..,i Nursi 'ye Allah tarafından verilmiştir" denmektedir. İslam dinine göre Tanrı dört yalvaça (Pey gambere) kitap indirmiştir: Tevrat, Zebur, İncil, Kuran. Bunlardan birincisi Musa'ya ikincisi Davud'a üçüncüsü İsa 'ya, dördüncüsü Muhammed' e indirilmiştir. Bunların indirilmesi "vahy" yoluyladır. Bunların dışında kalan, yi ne Tanrısal sevgiden kaynaklanan kitapların yazılmasın daki gizemsel etkinliğe " İlham/esin" denir. Oysa Nur cu önderi burada, Kuran'da geçen " insal" sözcüğünü tersine çevirerek kullanıyor. Nitekim "Emirdağ :ı;.,ahika sı" adını verdiği yazısında da " Kuranıkerimin ruhu, Ri sale-i Nur'un cesedine girmiştir" demekten kendini ala mıyor. Bu sözler yorum gerektirmez, anlamlan açık. Ya zar, benim yazdıklarım " Kuran,'dır" açıklamasını geti riyor, sağlıklı bir sağduyunun bunlara verebileceği baş ka bir anlam yoktur. Bu tür sözleri öne sürerek, Tanrısal bir nitelikle do natıldığını söyleyenlerin öncüsü Muhyiddin-i Arabi 'dir.
92
O da kimi yazılarında, kendisinin Tanrıyla dolaysız gö rüştüğünü, Tanrının bir insan kılığına (özellikle yatağa girmiş güzel bir kadın) bürünerek kendisine yaklaştığı nı ortaya atmıştı. Şeriat, onun, Gazzali 'nin yazılarını suç lamış, yasaklamıştı. Said-i Kürdi'nin söyledikleri de baş ka türlü değil. İmdi, yine Nursi 'nin " Mesnevi-yi Nuri ye" adlı yazısından, özetleyerek şunları aktaralım: " Ri sale-i Nur, Kuran 'ın bir mucizesi olduğundan her şeyde bir marifet penceresi açmıştır. Bu kitap Kuran 'a ait bir sırrı çözerek bir yıllık işi bir saatte bitirecek duruma.gel miştir. . . Risale-i Nur, Musa peygamberin asası gibi ne reye vurmuşsa oradan su çıkarmıştır." İslam dinine göre, başta insan olmak üzere, bütün yaratıklar kendi dillerince Tanrının adını anarlar, ona karşı�aygı-sevgi duyarlar. İşte bu yorumu "Risale-i Nur" yazan tersine çevirerek, kendi yazısını da Kuran 'a eş tu tarak şöyle söylüyor: " Risale-i Nur'u yalnızca kuşlar de ğil, gökte ve havada bulunan tüm varlıklar alkışlar." Bu rada da anla!ılmak istenen çok açık, yorumsuzdı,ır. Ya zarın dilinin altında, yapıtının Kuran olduğu savı okuyu cuya göz kırpmaktadır. Said-i Nursi büyük bir birikime ulaşan yazılarının hepsinde, kendini kimi yerde üstü kapalı, kimi yerde çok açık olarak paygaınberlerle karşılaştım, Tanrıyla dolay sız konuştuğunu vurgular. Onun " Hizmet Rehberi " de diği yazısından, gelişigüzel birkaç bölüıncüğü özetleye rek aktaralım: "Ama onda (Risale-i Nur'da) yazılanlar
93
Kuran'ın malıdır. Hepsi Allah'tandır. . . Peygamberimiz Kuraı:ııkerim ' in sadece bir tercümanı idi. Üstat da (Sa id-i Kürdi) Risale-i Nur'un sadece bir tercümanı gibi dir." Bu alıntıların amacı Kuran 'la "Risale-i Nur" arasın da bir özdeşliğin, Peygamber'le Said-i Nursi arasında bir yakınlığın bulunduğunu vurgulamaktı. Risale-i Nur dizisinin tümünü okuyanlar, bu alıntıların bu nicelikte kalmadığını, oldukça bozuk, dengesiz bir dille bütün bö lümlere serpiştirildiğini görmekte güçlük çekmezler. O nun '_' İman Hakikatleri" başlıklı yazısında söyledikleri ürperticidir: " Risale-i Nur, peygamberimizin risaletinin yani peygamberliğinin bir mirasını üstada verir." Açık lamaya, uzun yorumlara gerek kalmıyor, Nursi ile Mu hammed özdeş ortamda bulunuyor. İslam dininde Ku ran' a "sağlam ip", "sağlam tutacak/kulp" anlamında "urvetü'l vüska" denir. Nitekim Nursi de, gerek " Hiz met Risalesi" , gerekse " Meyve Risalesi" adlarım taşı yan yazılarında, özetle şunları dile getirir: " Risale-i Nur... urvetü 'l vüska kopmayan kulptur.. bir Allah ipidir, bu Al lah ipine tutunan kurtulur." Bu sözlerden çıkan anlam da açıktır. Okuyucuyu duraksatan yalmzc_a Arapça "urvetü 'l vüska, hable'l metin" gibi sözcükler olabilir. Nitekim "h ah! ' el metin" de sağlam ip, Tanrının ipi, Kuran anlamın dadır. Bu alıntıya göre "Risale-i Nur" bir Kuran'dır, sö zün başka bir yorumu yoktur. Said-i Nursi çevresinde toplanan, Anadolu 'nun göz lerden uzak bucaklarına dağılan "nur talebesi " , özellik94
le şeriata bağlı kimseler arasında tepki uyandırdı. Nite kim, 1 970'li yıllarda, bu konuda yayınlar da görüldü. Bi zim bu konuyla ilgili yayınlar arasında en çok ilgimizi çeken " Muğla İmam Hatip Okulu Müdürü, Ali Gözü tok"un yayımladığı " Müslümanlık ve Nurculuk, 1 97 1 " oldu. Yazar, " Risale-i Nur"u baştan aşağı okumuş, ince lemiş, Kuran 'la karşılaştırmış, ilginç alıntılarla sergile miş, " Nurculuk" denen akımın tüm ayrıntılarını sergi lemiştir. B � yazıyı yazarken başvuru belgelerimizden biri de o çalışma olmuştur. " Risale-i Nur'un, Hizmet Risalesi" bölümünde ge çen şu sözler de ilginçtir: "Risale-i Nur'a karşı çıkıla maz (itiraz). Yapılacak her itiraz. En ulu kişilerden, Kut bu 'l Azam 'dan da gelse aldırış edilmemeli." Bu alıntıda da Kuran' a değgin bir özellik vardır. N itekim İslam inançlarına göre Kuran buyruklarına, açıklamalarına, bildirilerine karşı çıkılamaz, Kuran eleştirilemez, tartı şılamaz. Kuran konusunda gündeme gelebilecek bir kar şı çıkış (itiraz) kesinlikle sutur, bunu yapan çağının en büyük bilgini, en büyük ermişi (evliyası) tinsel bakım dan en üstün sayılan kişisi olsa bile sözleri geçersizdir. İslam dünyasında Peygamber' e de "Kutbu 'l a 'zam" den diği unutulmamalı. " Kutbu'l a'zam" en yüce, en üstün yetke, çağına yön veren, ışık tutan gibi anlamlarda da söylenir. Burada " Risale-i Nur"la Kuran yanyana geti riliyor. Bu tutum İslam dinine göre çok ağır bir suçtur. Oysa, ''Risale-i Nur" yazan buna aldırmıyor bile. 95
Ali Gözütok'un, yukarıda adı geçen çalışmasında, Said-i Nursi'nin yazılarından yapılan alıntılar, onlarla il gili açıklamalar çok ilginç niteliktedir. Yazar, " Risale-i Nur"da geçen yorumlarla Kuran ayetlerini karşılaştırıyor, Said-i Nursi'nin "Yeni Kuran" yazma tutkusunu bütün açıklığıyla sergiliyor. Birkaç alıntı verelim: "Kuranıkerim ve Risale-i Nur Rahman ve Rahim olan Allahın bir indirişidir, s. 38)", alıntılarını sürdüre lim: " Kuranıkerim ve Risale-i Nur'un indirilişi aziz ve hakim olan Allah 'tandır. . . işte o nur hem Kuranıkerim 'dir, hem de Risale-i Nur'dur. . . Risale-i Nur'un 1 29 parçası Kuran 'dan uzanan elektrik telinin ucuna takılan 1 29 elektrik lambası gibidir... Bu öyle bir kitaptır ki, insan ları karanlıktan ışığa çıkarasın diye sana indirdik. (Ku ran Secde Suresi)... Said-i Nursi'ye göre: Bu ayetlerde ki nur, yani ışık sözüyle anlatılmak istenen yine Risale i Nur'dur. . . Bu öyle bir kitaptır ki sen onunla insanları Risale-i Nur'un ışığına çıkarasın diye onu sana indirdik. Allaha çağıran, güzel işler yapan ve ben Müslümanlar danım diyen kimsenin sözünden daha güzel ne olabilir (Kuran Fuss. Suresi ayet 3 3 ) .. Said-i Nursi'ye göre: Hiç bir sözün kendisininkinden daha güzel olamayacağı "söz", Risale-i Nur Külliyatından olan "Sözler" adlı Ri sale yani .Kitaptır. Ayetle, işte bu kitap anlatılmak isten miş ve övülmüştür. Allah' a çağıran, güzel işler yapan ve ben Müslümanım diyen Said-i Nursi'nin: Sözler adlı ki tabından daha güzel ne olabilir? s. 38-40." .
96
Yukarıda sergilenen alıntılar iyice okunur, üzerinde düşünülürse, İslam dininin, özellikle Kuran' ın ne gibi çarpık yorumlara uğratıldığı Said-i Nursi'nin Kuran'ı bile kendi sözlerine, eylemlerine tanık gösterdiği, "Ri sale-i Nur"un Kuran'da bile anıldığı, bir Tanrı buyruğu diye tanıtılmak istendiği kolayca anlaşılır. Biz, burada uzun yorumlara dalmak istemiyoruz. Ancak, Sadi-i Nur si'nin ne olduğunu, hangi isteklerin ardınca sürüklendi ğini anlamak için, öğrencilerinin (Nur talebesi), yandaş larının sözlerini dinlemekle değil yazılarını ilgiyle oku makla sağlanabileceğin1 vurgulayalım. Yazılarının Kuran 'la, bin üç yüz elli yıl önceden bil dirildiğini söyleyen, yüzlerce sayfa tutan " Risale-i Nur"un pek çok yerinde, oldukça karışık, bulanık bir dil le sergileyen bir kimsenin " Müslüman" kavramı içine so kulmak istenmesi, bir de adının başına "bediüzzaman/ça ğın tansığı " gibi bir niteliğin eklenmesi sağlıklı bir sağ duyunun işi değil kanısındayız. Bir kimse durup durur ken, "beni Tanrı söyletiyor, bana yeni bir Kuran yaz di yor, bana esinler, vahiyler gönderiyor, bugün yapacağı mı önceden Kuran 'la bildirmiştir" savını ileri süren ki şiye ne denir bilemiyoruz. İslam ülkelerinde, Tanrıyla yakınlık kurduklarını, ondan dolaysız olarak esin aldıklarını, Tanrısal esinle yazı yazdıklarını, konuştuklarını söyleyen nice düşünü rün, ozanın, ermişin öldürüldüğünü biliyoruz, yazılı kay naklardan öğreniyoruz. Sö?'.gelişi Hallac-ı Mansur, Sey97
yid Nesimi, Şeyh Bedreddin, Oğlan Şeyh İbrahim daha nicesi inançlarından dolayı ölüme gönderilmiştir. Onla rın söyledikleriyle Said-i Nursi'nin " Risale-i Nur"da yazdıkları arasında bir karşılaştırma yaparsak, öncekile rin salt aydın, suçsuz kimseler olduklarını, Said-i Nur si'nin ise " Şeriat" anlayışına göre İmam Gazali, Muh yiddin-i Arabi gibilerden çok daha derin bir "Günah uçu rumuna" yuvarlandığını anlamakta güçlük çekmeyiz. Şeyh Bedrettin suçlanırken gerici Şeyhülislamlar: ı'Bu adam ben peygamberim diyor, bana bunları söyleten Al lahtır diyor, yeni bir din getirmek istiyor. . . " çığlıklarını, yaygaralarını koparmışlardı. Şimdi " Risale-i Nur'u oku yunca insanın parmaği ağzında kalıyor. Eksiksiz " Müs lüman" geçinen bir kimsenin Kuran karşısındaki tutumu böyle mi olmalıydı? Bugün, Batı uygarlığının İslamdan doğduğunu, bü tün buluşların Kuran'dan alındığını söyleyen sözde bil ginlerimiz az değildir. Ancak sağduyunun sorduğu şu so ru da yanıtsız kalmaktadır: Bütün buluşlar Kuran 'dan alınmışsa, neden hepsi Kuran' a inanmayanların, onun varlığını bile duymayanların, onu okumayanların ellerin den çıkmıştır. Neden Kuran'ın indiği toplumda, ona bağ lanan uluslarda böyle bir kimse çıkmamıştır? İlkçağ Yunan-Roma uygarlığının, Avrupa'da tanın masında, özellikle Ortaçağ'da İslam aydınlarının etkisi yadsınamaz, çalışmaları önemlidir. Ancak bu etki, bu çalışmalar Yunan kaynaklarının bilinmesinde, öğrenil98
mesinde yardımcı olmuştur. Batı uygarlığı kısa bir süre de tüm Ortaçağı, İslamı aşmıştır. Tüm İslam buluşları, yenilikleri on üçüncü yüzyıl ortalarına bile ulaşamamış tır. On beşinci yüzyıl ortalarında Avrupa 'da şaşırtıcı bir gelişme, deneyci bir atılım yaşanmıştır. Gökbilim, fizik, matematik, kimya, tıp alanlarında önemli buluşlar sergi lenmiştir. Elimde "Modern Çağ Öncesi Fizik, J. D. Be rna!, Çev. Deniz Yurtören, 1 995" adını taşıyan ilginç bir yapıt var. Bunda, uygarlık tarihi boyunca sürdürülen bi limsel gelişmeler, buluşlar anlatılıyor, İslam aydınlarının emeklerinden saygıyla söz ediliyor. Ancak, bu İslam uya nışı, bilimsel aracılığı pek uzun sürmüyor, Ortaçağ'la kapanıyor, unutulup gidiyor. Peki İslam dünyası, Ortaçağ 'daki olumlu gelişimi neden sürdüremedi, neden günümüz İslamcılarına yal nızca o döneme özgü bir övünme kaldı? Bu duraklama nın, gerilemenin nedenleri neler olabilir? Bunları bizim Nurculara, gericilere; " Kurtuluş İslamda " , "Anayasa Kuran olmalı" diyenlere sorarsanız alacağınız yanıtlar bellidir:- "A- Masonlar, B- Tanzimat Döneminde Batılı laşma girişimi, Mustafa Reşid Paşa, Mithat Paşa, daha sonra İttihat ve Terakki topluluğu, en sonra da Atatürk. Bu engeller olmasa İslam inançları çağdaş dünyaya ege men olacaktı. Şimdi, biraz daha genişleyelim, şunları so ralım: Atatürk, ondan önceki engeller yalnızca Türki ye 'de görüldü. Öteki İslam ülkelerinde böyle bir durum yoktu. Sözgelişi Suudi Arabistan, Pakistan, İran, Endo99
nezya, Fas, Cezayir, Tunus, Irak, Suriye gibi İslam ülke !erinde Atatürk yoktu, ondan önce gelen Reşid Paşa, Mit hat Paşa yoktu. Neden bu ülkelerde, çağdaş Avrupa öl çüsünde bir uyanma, bir silkinme, kendine dönüş olayı yaşanmadı, yaşanmıyor da? Bu ülkelerin hangisi Atatürk Türkiyesi 'nden daha ilerde, daha saygın, daha güçlü, da ha özgürdür? Nurculuk'ta nedense "tarikat" sözcüğü kullanılmaz, Nurcular kendi topluluklarına "cemaat" derler. Bu bir kan dırmacadır. Nedeni belli: İslam inançlarına göre bu dini se çenlerden oluşan topluluğa "cemaat" .denir. Peygamberin çevresinde toplanan, Kuran'a bağlanan kimselerin birliği "cemaat"tır. Said-i Nursi de yeni bir din kurduğunu ileri sürdüğünden ona bağlı topluluğa "cemaat" demiştir. "Risale-i Nur", bir yorum olmakla birlikte, Kuran 'ın bütününü kapsamaz, gelişigüzel seçilmiş ayetlerin, gö reli açıklamasını getirir. Ancak bu açıklamalar da, yu karda aktarılan alıntılardan anlaşıldığına göre gelenek sel Kuran yorumlarına uygun değildir, birtakım aykırı dü şünceleri içerir. " Risale-i Nur"un " Miftahü'l-iman" bö lümünde geçen şu sözleri de özetleyerek aktaralım : " . . . Risale-i Nur" ab-ı hayattır. . . Musa Peygamber' in asa sı nasıl dokunduğu taştan oniki pınar akıttıysa, gerek Hazreti Musa'yı, gerekse yanındakileri nasıl susuzluk tan kurtarmışsa, " Risale-i Nur" da onun gibidir. Bir Ku ran asasıdır". Bu sözlerin anlamı belli, yazar " Risale-i Nur"la Kuran'ı özdeş!eştiriyor. 100
Saidi-i Nursi, "Nur Meyveleri" adını verdiği yazı sında şöyle diyor: " Risale-i Nur okumak veya yazmak, alim olmak için yeterlidir, başka bilgiye gerek yoktur." İmdi, bu sözleri okuyan bir kimsenin bilimden ne anla şıldığını sorması, üzerinde düşünmesi doğaldır. "Risa le-i Nur"da hangi bilimsel bilgiler vardır? Yukarda ser gilenen örneklere bakılırsa, bunların bir teki bile düzen li, sağlıklı bilgi değil, birtakım sanılar, sanrılar, sayıkla malar. Bilim us ölçülerine, düşünme kurallarına, bilim sel koşullara göre sağlanır. Bilim kavramının kapsamın da tarih, fizik, kimya, gökbilim, yerbilim, kazıbilim, sağ lıkbilim, dirimbilim, toplumbilim, coğrafya, matematik, geometri, mekilnik daha nice deney bilimi vardır. Peki "Risale-i Nur"da bunların hangisi bulunur, bulunabilir? İnsan bilimlerinde, özellikle insanın tinsel varlığını ilgilendiren sağlık korumayı amaçlayan bilimlerde şaşır tıcı saptamalar vardır. Kimi sayrılıkların, denge bozuk luklarının saptanmasında konuşmaların, yazıların, yazı larla anlatılan konuların önemi büyüktür. Sayrılığın be lirtileri konuşmaya, yazıya, çizime yansır. Nitekim Fre ud ile öğrencilerinin önemle vurguladıkları bilinçaltı ev reni insanın anlaşılmasında tükenmez bir birikim kayna ğıdır. Bugün tinsel sayrılıkların, bilinç bozukluklarının çoğu bu bilinçaltı alanına inmekle, oradan çözümleme ler getirmekle açıklanmaktadır. Bilinçaltı kişiliğin. ıra nın sığınağıdır. Oraya inmeyi başaran bir uzman, kaça ğı yakalamakta güçlük çekmez. Yukarıda söylenenlerden yola çıkarak, Said-i Nursi 'ye yaklaşmaya çalışalım: 101
1 - Said-i Nursi " Risale-i Nur"da geçen sözlerinin Tanrıdan geldiğini, esin kaynağının Tanrı olduğunu sa vunmaktadır. Bu sav, onun dolaysız olarak, Tanrıyla iliş ki kurduğu anlamına gelmektedir. Peki Tanrıyla dolay sız ilişki kuran kimselere "peygamber" denmez mi? Bü tün peygamberlerin öne serdikleri savlar böyle değil mi? Böyledir. Öyleyse, durup dururken peygamber olduğu nu savunana ne derler? 2- Said-i Nursi, yine örneklerden anlaşıldığına gö re, yeni bir Kuran yazma yolundadır. '·Risale-i Nur" Tanrısal esinlerle bütünleşen "kutsal kitap"tır, ona kar şı çıkılmaz, değiştirilemez, eleştirilemez. Bu niteliklerin hepsi Kuran için geçerlidir. Oysa, yazdığı kitaba üstü kapalı olarak " Kuran "dır diyen kişiye ne derler? Bu so rnnun yanıtını Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin " Fet vaları"ndan buluyoruz " Katli vacibtir." Yargı bununla bitmiyor, "anın mezhebinden olanlar dahi katledilir." İş te şeriatın Said-i Nursi ile yandaşları, "nur talebesi " ko nusunda söyledikleri bunlardır. 3- Said-i Nursi İslamı savunurken, onun getirdiği ko �ulların birine bile uymuyor. Bu kişi, İslamın öngördü ğü "aile" birliğinden yoksundur, Tanrının bu konudaki buyruğunu yerine getirmemiş, Peygamber'in yoluna (sünnetine) bağlanmamıştır. Bu nedenle nurcuların ner deyse büyük bir bölümü evlilikten kaçınmaktadır. 4- lslamda özel bir giyim, toplumda ayrıcalık doğu racak nitelikte giyinip kuşanma yoktur. Oysa Nur tale1 01
besi toplumun ilgisini çekecek biçimde dışadönük giy silere bürünmektedirler. 5- lslamda çalışmak bile "ibadetten sayılır"ken Nur cular çalışmazlar, tarla işlemezler, hayvan yetiştirmez l�r. Peki neyle geçinirler, bu geçim kaynağını nerden sağ larlar? İslamda sömürü, dilenme, çalışmadan geçinme, daha açığı "takva" denen toplumdan el etek çekerek e mek tüketmeden, kazanmadan yaşama yoktur, yasaktır. " Müminler takvayı sevmezler" . Oysa Nur talebesi hep gizlilikler içinde, görünmeyen, bilinmeyen yerlerde ça lışmadan yaşar. 6- " Risale-i Nur" yayınlarıyla bu yurtların, okulla rın, derneklerin ayakta durmasına, yeni görkemli yapı ların, konutların yapılmasına olanak yoktur, bunlar kişi sel yardımlarla da olacak işler değil. Burada "değirme nin suyu nereden geliyor" sorusu bütün ağırlığıyla kar şımıza çıkıyor. İ lk bakışta önemsiz gibi görülen bu son sorun, hepsinden önemlidir. Nedeni şu: Düşünsel çalış malarda, güdülen amaç sorunların gerçeklere uygun, bi limsel yöntemlere dayalı olarak gündeme getirilmesi, onlara ·yanıt aranmasıdır. Bu işte kapalılık, gizlilik yok tur. Topluma açık, belli ereği, anlamsal içeriği olan bir kuramın çevresinde toplananlar için kazanç, sömürü söz konusu olamaz. Ancak, Nurculuk öyle değil. Toplumun belli bir kesimini ele geçirerek yönlendirmek, çağdaş anlayışla gelen görüşleri, oluşan kurumiarı ortadan kal1 03
dırmak, sözde bir "şeriat devleti " kurmak. Durum böy le olunca, bilimsel çalışmanın, görüşün ötesine geçilir, örtülü amaç gündeme gelir. Durum böyle olunca geçim olanakları, tüketim kaynakları ister istemez sorular dizi sine dönüşür, değirmenin suyunun kaynağı aranır. Biz, yakından tanıdığımız Nurcuhrdan sezinlediğimi ze göre, Nurculuk Ortaçağ'da, İran 'da ortaya çıkan, Hasan Sabbah'ın kurduğu derneği "Haşhaşiye" diye nitelemek yaygın bir gelenektir. Hasan Sabbah, İran'da "Alamut Ka lesi" denen dağlık yere çekilmiş, orada çevresinde topla nanlara "haşhaş" vererek uyuşturuculuğu aşılamıştır. Bu na alışan kimseleri, istediği gibi kullanmada, ölüme gön dermede güçlük çekmemiştir. Onun sonradan "Batınilik" diye anılan çığırı İslam ülkelerinde uyuşturucu kullanma yı bir gelenek durumuna getirilmiştir. Batinilikte, Kuran 'ın görünen değil, görünmeyen yanına, anlamsal içeriğine önem verilir, böylece alışıl madık bir yorum türü ortaya çıkar. Birliğin başında bu lunan kimse Tanrılaştırılır, sözleri Tanrısal kaynaktan gelmiş gösterilir, karşı konulmaz, tartışılmaz, eleştiril mez, yalnızca toplu olarak okunur, dinlenir. Nurculuk, ister tarikat, ister topluluk (cemaat) olsun, hangi görüşü benimsemiş, hangi ereğe yönelmiş, kısaca sı ne istiyor? Bu sorunun yanıtı yoktur. Nitekim "Risale i Nur"u sıkılmadan, bunalmadan okuyan bir kimse yaza rının ne istediğini bunları neden yazdığını anlamakta çok güçlük çeker. Nurculara sorarsanız amaç, Türkiye Cu104
muhriyeti yerine bir "şeriat devleti " kurmaktır. Ancak, .al tı yüz yıl İslam geleneğine bağlanan Osmanlı Devleti 'nin sonu nereye vardı? diye sorulunca yanıt yoktur. Bugün, şe riata bağlılığını savunan İslam devletleri içinde Ameri ka'ya Avrupa'ya el açmayanı, dilenmeyeni yoktur. Türki ye 'nin şeriat devleti olması, dilenci lslam devletlerinin sa yısını arttırmaktan başka bir işe yaramaz. Diyelim ki gerçek amaç, Kuran içeriğine uygun bir toplum düzeni kurmak, insanları ona göre eğitip yetiştir mektir. Oysa "Risale-i Nur"un Kuran'a uymadığı, onu ye� niden yazmayı düşündüğü ortada sergilenen yorumlardan belli. Kuran'ın Nurculuğun isteklerini doyuramadığı, gi deremediği Said-i Nursi'nin açıklamalarından belli. Son ra, Müslümanlığa gönül vermiş bir kimsenin Kuran du rurken "Risalei-i Nur" okumasına gerek var mı? Bir in sana Müslüman olması için Tanrının kitabı yetmiyor mu? Nurculuğun açık bir ereği, anlamı görülmüyor. Yük seköğretim kurumlarının "medrese-i m1riye" adıyla anıl masını isteyen Nurculuk o kurumlarda bilim adına ne okutacak? Yalnızca " Risale-i Nur" okumak için yükse köğretim kurumuna gerek kalmamıştır. Çağdaş bir toplumu, üstelik onlarca milyon insan dan oluşan büyük bir birikimi yönetmek için yalınzca "Risale-i Nur" okumak yeter mi? Tüm toplumsal kurum ların yönetimi, düzenlenmesi, yaşatılması, gelir-gider iş lemleri, denetimi hangi ilkelere göre uygalanacak? Çağ daş dünyada içine kapanıp kendi başına yaşayabilen bir 1 05
devlet yoktur. Uluslararası ilişkiler, sözleşmeler, anlaş- . malar, hep çağın anlayışına, uygarlığın gidişine göredir. Türkiye bunların dışına çıkarsa, bunları yadsırsa kom şularıyla hangi koşullar altında barış sağlayacak, birlik düzen kurabilecek? İslam çağımıza yetmiyor. Bütün buluşlar, gelişme ler, yenilikler toplumlararası ilişkiler Ortaçağdan beri dinlerin dışına taşmıştır, hepsi İ slamın dışında, uzağın da varlığını sürdürme olanağı sağlamıştır. Bugün, topra ğının altındakj petrolü kendi olanaklarıyla, kendi buluş larıyla çıkaran, işleten arındıran, satabilen bir İslam dev leti yoktur. Yine bugün sağlığını kendi olanaklarıyla sa ğıltan bir İ slam devleti yoktur. Varlıklı yöneticiler, "pet rol zenginleri" başları ağrıyınca hep Avrupa'ya, Ameri ka'ya koşuyorlar, sağıltım gereçlerini Kuran 'da, "Risa le-i Nur"da aramıyorlar. Çağımız bütün dinleri aşmış bir uygarlık anlayışının aydınlığında yürüyor. Said-i Nursi bir yazısında: "Risale-i Nur, Kuranıke rim 'in en hakiki tefsiridir. Risale-i Nur, kendisine hiz met edenler, başta talebelerini mutlak cennete götürecek" demektedir. Oysa İslam dinine göre kimin cennete gide ceğini yanhnzca Tanrı bilir. Ortaçağ Avrupası 'nda geçim sıkıntısı çeken kiliseler varlıklı kimselere büyük gelirler karşılığında "cennet satarlardı" , bunu tarih kaynakla rından öğreniyoruz. Burada da, ona benzer bir açıklama görülüyor, "Risale-i Nur" okuyanlar, onu yaymaya ça lışanlar kesinlikle "cennete gidecekler." Böyle bir sav 1 06
sağlıklı bir düşünme odağından çıkamaz. Bu " cennet" sözcüğünün arkasında yüklü bir çıkar, kazanç tutkusu nun pusuya yattığı besbelli. Kuran'da bile, " Kuran oku yan cennete gidecek" denmemiştir. Nitekim Kuran'ı, il gi duyunca bir papaz da okuyabilir. Burada, Said-i Nursi 'nin derin bir bunalım içine düş tüğü, sarsıldığı, dengesinin bozulduğu anlaşılıyor. Nite kim yazılarında, tümceler arasında sağlıklı bir anlam bağlantısı görülmüyor, kavramlar yan yana dizilmiş, an cak içerikleri birbirinden kopuk. Bu kopukluk düşünme . eyleminin sık sık kesintiye uğraması sonucudur. Düşün me eylemi sağlıklı işlemiyor, sıçramalara, sapmalara, anlam kaymalarına yöneliyor. Durum düşünce yetersizliğinden doğuyor, bilinç bu lanıklığı düşünme eylemini saptırıyor, buna bilgisizlik, kendini beğenmişlik, çevrede toplananların savrukluğu, sarsaklığı eklenince iş içinden çıkılmaz bir bulaşıklığa dönüşüyor. Said-i Nursi 'nin çok üstün düşünceler üret tiğini savunanlar, bu üstün düşüncelerin neler olduğu so rulunca,_ bir örnek istenince konuyu saptırıyor, anlamsız sözcükler sergileyerek gerçek bir çözüm getirdiklerini sa nıyorlar. 1 950 yılında, Edebiyat Fakültesi 'nin Felsefe Bölümü'nde öğrenciyken Muhsin Alev adlı nurcu bir ar kadaşımız vardı. Sonradan Bedin' e giderek, orada yeni bir "nur derneği" kurdu, adını da " Muhsin Elkovani " ye dönüştürdü. Bu arkadaşımız, Almanca yayımladığı bir yazısında, Nursi ile Kant'ı karşılaştırmış (biz yazıyı gör1 07
medik, yalnızca işlenen konunun aktanlmışını dinledik), Nursi 'yi Kant'tan daha üstün bulmuş. Biz, Kant'ın tüm yazılarını okuduk, Nursi'nin "risale"lerini de biliyoruz. İkisini karşılaştırmak şöyle dursun adlarını yan yana yaz mak bile çılgınlıktır. Kant'ın görüşlerinden birçok felse fe çığırı doğmuş, Avrupa düşüncesi yeni bir içerik ka zanmış. Üstelik Kant bir yorumcu değil çığır açıcı düşü nürdür. Oysa Nursi yeterince öğrenim g�rmemiş, bilgi edinmemiş, yalnızca Kuran' ın kimi yerlerini açıklama ya, yorumlamaya yeltenmiş, dağınık düşünceli, sağlık sız dilli bir kimse. Ayrıca Nursi dinci, kendinden bin üç yüz elli yıl önce gelmiş bir dinin özünü kavrayamadan savunucusu olmaya kalkışmış bir kimse. Kant, bizim Sa id-i Nursi 'nin bir "yeni Kuran" yazmaya kalkışması gi bi "yeni İncil " yazmayı düşünmemiş. Neyse sözü uzat mayalım, bu söylenenlerle yetinelim. Said-i N ursi 'nin başlıca özelliği yetiştiği çevrenin gereğince aydınlanmamış olmasıyla bağlantılıdır. Nite kim bütün İ slam ülkelerinde durum böyledir. Kendini Tanrının özel elçisi sayan, peygamber niteliğinde görüp göstermeye yeltenen tüm dinciler bilgisiz, dengesiz, sav ruk anlayışlı kimselerdir. Uygarlık tarihi, din kurucula rının çoğunun birtakım dengesizlikler içinde çırpındığı nı gösteriyor. Düşünce üreten, geleceği aydınlatıcı, ge liştirici yapıt bırakan, düşünce çığırı açan bir din kuru cu görülmemiştir. Hepsi Tanrı adına konuştuklarını ile ri sürmüş, tutarsız kişiliklerini Tanrı kavramı arkasında 1 08
gizlemişlerdir. Bu yüzden, yeryüzünde, din kurucu bir bilgin, bir bilge görülmemiştir. Dinlerin hepsi yoksul çevrelerde, üretim-tüketim dengesizliğinin egemen oldu ğu bölgelerde, karanlıkta yaşayanlar arasında doğmuş tur. Varlıklı bir din kurucu bilmiyoruz. Demek yoksulun başarısı Tanrı adına konuşmasındadır. İmdi, buraya değin anlatılanların hepsi Said-i Nur si 'nin bir din kurucusu, inanç, yayıcısı olarak ortaya çı kışıyla, eylemleriyle ilgili bilgi kırıntılarıydı. Peki, din dı şında, dinden kaynaklanmayan hangi çağdaş girişimler le bu alanda başarı sağlanacak, toplum gelişmesinin önü açılacak? Bu sorunun olumlu yanıtı yoktur. Said-i Nur si 'nin dedikleri en ince ayrıntılarına değin toplumsal ku rumlara uygulanırsa, Türkiye yeryüzünün en bayındır ül kesi olurmuş. Peki tarihte yalnızca dinsel uygulamalarla varlığını sürdüren, bayındırlaşan, gelişen, yükselen bir devlet var mı? Bir !'Jurcu neyi örnek alarak, hangi çağdaş verilere dayanarak Türk toplumunu yükseltecek? Bunu düşünen bir kimse çıkmamıştır. Atatürk 'ü yermekle, cum huriyet yönetiminin dine baskı yaptığı yalanını diline do lamakla- ülke kalkınmaz. Ülkeyi kalkındıran belli kay naklar, odaklar vardır. Bunların başında üretim gelir. Okullara din dersi koymakla, din görevlilerinin aylıkla rını arttırmakla; bütün toplum kurumlarını dine bağla makla kalkınma olur mu? Bir Nurcu hangi üretim alanın da verimli, varsıl olabilmiştir? Hepsi olumsuz. Üretim kalkınmanın birinci koşuludur. Ürettiği ken dine yeten; artığını başkalarına satarak gelir sağlayan, baş1 09
kalanndan yardım beklemeyen, ürünlerine dünya satak lannda alıcı bulan, toprağın altındaki gelir kaynaklarını iş letmeyi bilen bir ulus kalkınır. Kalkınmanın başka bir ola nağı yoktur. Yeryüzünde dinle sağlanan geniş kapsamlı bir üretim yoktur. Şeriat yanlısı devletlerin yeraltı kaynakla rını bile, İslama inanmayan uluslar işletip sömürmektedir. Kadınları eve kapamakla, kara örtülerin altına sok makla, kızlan yalnızca din-tarikat bilgileriyle aydınlat maya çalışmakla ne üretim sağlanır, ne de dilencilikten kurtulma olanağı bulunur. Türk kadını kırsal kesimde kaç göç bilmez, kara örtülere bürünmez. Türk kadını tarla sında, çayırında, harmanında, ağılında erkeğiyle yan ya nadır, komşularıyla uzlaşım içindedir. Kapanma, örtün me büyük yerleşme yerlerinde, işsiz güçsüz oturmakla başlar, bu nedenle gericiliği besleyen kaynaklar da bu ralardır. Kırsal kesimin üretici kadını, büyük yerleşme yerlerine göçünce gecekonduların tüketici dişisi durumu na getiriliyor, benliğinden, kişiliğinden uzaklaştırılıyor. İkinci Abdülhamid'in delidir, sapkındır diyerek, Toptaşı Tımarhanesi'ne attırdığı Said-i Kürdi, Cumhu riyet döneminde Tanrıyla konuşan, ondan buyruklar, bil diriler, öneriler alan bir olağanüstü kişi durumuna geti riliyor. Peki bütün delilerin yazgısı böyle değil mi? Tan rıyla konuşmak, Tanrılaşmak deliliğin en yüksek aşama sıdıf. Tanrı, bilinmeyen bir nedenle, cumhuriyetten son ra ülkemize gönderdiği böyle ermiş delilerle ulusumu zu çok sevdiğini kanıtlamıştır.
1 10