ATATÜRK’ÜN ANILARI - 1
Atatürk’ün Futbolla İlgili Bir Anısı Büyük Atatürk’ün futbolla ilgili bir anısını en yakın arkadaşlarından Kılıç Ali’nin oğlu olan, devrinin ünlü futbolcusu Gündüz Kılıç Hürriyet gazetesinde yayınlanan yazısında şöyle dile getirmiş. Atatürk yakın arkadaşı Kılıç Ali’nin evine bir ziyaret için uğradığında, evde başka kimse bulunmadığı için Gündüz Kılıç tarafından ağırlanmıştı. Bundan sonrasını rahmetli Gündüz Kılıç’tan nakledelim. “Atatürk şerbetini yudumlarken ‘gel şöyle otur da seninle konuşalım biraz’ dedi ve bana karşısındaki koltuğu gösterdi. Oturdum, ama inanın içimin yağları eridi. İşin asıl zor tarafının bundan sonra başlayacağını hissediyordum. Çünkü Atatürk’ün özellikle gençlere değişik zekâ soruları sorarak onları imtihan etmekten pek hoşlandığını biliyordum. Utanma korkusu bütün benliğimi sarmıştı. Fakat çok şükür sorduğu soru korktuğum türden olmadı. O sıralarda milli futbol takımımız halk evleri takımı adı altında Rusya’da 5–6 maç yapmıştı. Maçların çoğunda fena sonuçlar alınmıştı. Yaşımın pek genç olmasına rağmen, ben de kadroya alınmıştım. Ülkesinde olup biten her şeyle ilgilenen Atatürk’ün Rusya yenilgileri de gözünden kaçmamıştı. İlk sorusu ‘neden yenildiniz?’ Oldu. Kem küm ederek bir şeyler söylemeye çalıştım. Atatürk pek üstelemeden ikinci sorusunu sordu. ‘Peki, bu yenilgiler seni çok üzdü mü?’ Dedi. Son derece üzüldüğümü anlatmaya çalışırken, bir el hareketiyle beni susturup kendi konuştu; ‘Dünyada yenilmeyen kimse, yenilmeyen ordu, yenilmeyen takım, yenilmeyen kumandan yoktur. Yenildikten sonra üzülmek normaldir, bu üzüntü insanın yürek gücünü yok edecek, onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen hemen toparlanmalı, kendini yeneni yenmek için olanca gücüyle, azmiyle çalışmalıdır’ dedi. Sonra futbolun nasıl oynandığını anlatmamı istedi. Hemen kâğıt kalem aldım, oyun sahasını çizerek o zamanki deyimiyle, ‘müdafileri, muavinleri ve muhacimleri’ yerlerine yerleştirip onların görevlerini ve ana kurallarıyla hedeflerini anlattım. Atatürk, ‘yahu desene bizim harp oyunları gibi, sizin iş de strateji bilgisi ve kurmay kafası ister’ diye önemser önemser başını salladı.” Rahmetli Gündüz Kılıç’ın bu anısı Atatürk’ün futbol hakkındaki düşündüklerini bize öğretmesi bakımından değer ve önem taşıyor. Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
1
Atatürk ve Spor Bir gece Atatürk Ada’da Yat Kulübünde konuşurken, yanındakilerden birinin sportmen olduğunu anladı. Ona şu soruyu sordu: -“Spor nedir?” O da, sporu herkesin bildiği gibi tarif etti. Gazi dedi ki: -“Bana daha açık ve net bir tarif bulabilir misiniz?” Belki en güzel cevabı bulabilmek için düşünen sportmenin ufak bir duraklaması üzerine Gazi şu hatırasını anlattı: -“Arıburnu kumandanı idim, iki tarafın ateş hatları arasında elli altmış metre mesafe vardı. Birbirine en yakın hatlar arasında dolaşan Türk ve İngiliz keşif erlerinden ikisi gecenin kara yoğunluğu içinde ellerindeki uzun silahları kullanamayacak kadar burun buruna temas etmişler. Her iki cesur keşif erleri silahlarını atmışlar doğrudan doğruya birbirini boğazlamak için ellerini kullanmak gereğini hissetmişler. İngiliz keşif eri yumruklarını sıkmış, boks denilen idmanı, Türk askerinin vücut ve kalbi üzerinde tatbik etmeye başlamış. Bu ustaca yumruk idmanını bilmeyen Türk eri kalbine maddi olarak, vicdanına manen vurulan darbelerin tesiri altında iki elini ötekinin boğazına uzatmış, var kuvvetiyle düşmanın gırtlağını yakalamış. Düşman erinin boğazı iki demir pençesinin mengenesinde sıkışınca bizim er, boks darbelerinin başlangıç etkisinin hafiflediğini biraz sonra yok olduğunu görmüş. Er, esirini sürükleyerek benim yanıma getirdi. Gece yarısından sonra idi. Evvela düşman erine soru sordum: -‘Ne oldu? Sen niçin buralara kadar geldin?’ -‘Spor, cevabını verdi.’ Bizimkine sordum: -‘Nasıl oldu?’ Er, esirin verdiği ilmi cevabı anlamamış olmaktan korkarak: -‘Bilmiyorum’ dedi. -‘Ben birinci ilmi ve fenni değil, ikincinin cahilliğinden öte edep ve terbiyesi üzerinde fazla durmadım.’ -‘Sen sportmen misin?’ -‘Evet, çok iyi...’ -‘Bizim eri nasıl buldun?’ -‘Bilmiyorum’ dedi. Türk erine döndüm: 2
-‘İşitiyor musun, senin için bilmiyor, cahildir’, dedi. Kısaca: -‘Huzurumuza getirdim efendim’ cevabını verdi. Gazi devam etti: -‘Ben spor nedir, diye sorulursa vereceğim cevap şudur; ‘Spor; vatanın, milletin yüksek değerlerine tecavüz edenleri gırtlağından yakalayıp memleket ve millete hizmet edenlerin huzuruna getirebilmek maddi becerisi ve yürek gücüdür.’” (Falih Rıfkı Atay’dan alınmıştır.)1 1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976, s. 158-160 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Dalkavuklar ve Hakiki Sadakat Bursa’da bir sofra… Bağlılıktan bahsediliyor. Sofrada bulunanlardan bazıları birbirleriyle yarış edercesine vardıkları bağlılık derecelerini yavaş yavaş canlarını fedaya hazır olduklarına kadar getiriyorlardı. Atatürk, bütün bunları sessiz dinledikten sonra cebinden tabancasını çıkarıp masanın üstüne koyuyor. -“Benim için kim kendini öldürebilir?” Diyor. Ortalıkta soğuk bir sessizlik rüzgârı esiyor. Biraz önce fedakârlık yarışı yapanlar soğuk terler dökmeye başlıyorlar. Sonra: -“Nöbetçi…” diyor. Bütün bunları bilmeden kapıda nöbet bekleyen er içeriye giriyor. Atatürk: -“Oğlum” diyor. “Benim öl dediğim yerde ölebilir misin?” -“Ölürüm Paşam.” -“Al şu tabancayı… Şakağına daya… Arkanı dön… Ateş.” Nefesi kesilmiş insanların korkunç terler döktükleri salonda bir küçük tıkırtı duyulur. Tabancanın tetiği çekilmiştir. Fakat boş tabancadan sadece bir tetik sesi çıkmıştır. -“Efendiler, işte Türk askeri budur. Onun bağlılığı budur.” Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
3
Türk Çocuğu Beni Bekliyor Bir gece Çankaya’da Atatürk’ün huzurlarında bulunuyorduk. O gecenin sabahı saat beş, beş buçukta, hepimiz içkiliydik. Terasa çıktık, terasın biraz ötesinde, süngülü bir nöbetçi bekliyor. Onu göstererek, bana dedi ki: -“Bu Türk çocuğunun, orada kimi beklediğini biliyor musun?” Gayet normal olarak, dilimin ucuna gelen ilk yanıt şu oldu: -“Köşkü…” -“Hayır! Dedi, orada benim yatak odam var. Onun penceresi altında dolaşıyor. Uykusuz, sabaha kadar beni bekliyor.” Ve gözlerini Mehmetçikten ayırmadan, ilave etti. -“Türkün bir büyüğüne, kumandanına bağlılığı dünya üzerinde emsalsizdir.” Bana döndü. Gözü yaşlı idi, sesi yumuşamış, halinde bir hüzün vardı: -“Türk çocuğu beni bekliyor…” dedi. Vasfi Rıza Zobu’dan1 bir anı.2 1 Vasfi Ziya Zobu, (1902–1992), Tiyatro ve Sinema sanatçısı. 2 Niyazi Ahmet Banoğlu, a.g.e., s. 296–297 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Hasan Ali Yücel Anlatıyor: Kurtuluş kavramı için Atatürk'ün önünde geçen bir olayı, aziz bir hatıra olarak burada anlatmak istiyorum: Bir gece, Ulu Önder, sofrasındaki arkadaşlardan sormuştu: -"Türk milleti, ne zaman kendini kurtulmuş sayabilir?" Hazır olanlar, birer birer düşüncelerini cevap olarak kendisine söylüyorlardı. Sonlarda sıra bana gelmişti:
4
-"Paşam, Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse o zaman kurtulmuş olur." Şeklindeki fikrimi özetlemiştim. Böyle demiştim ama, dedikten sonra da türlü yorumlara alınabilecek böyle bir sözü söylemekten korkmuştum. Atatürk: -"Hepiniz, enteresan fikirler söylediniz. Fakat (beni göstererek) bu çocuğun ileri attığı, üstünde bizi derin derin düşündürmeye değer bir fikirdir." Diyerek hem müsamahasının, hem geniş anlayışının unutulmaz bir yeni delilini vermişti. Hasan Ali Yücel Kaynak: Hürriyet Gene Hürriyet, Hasan Ali Yücel, Ankara, 1957 cilt:2 sayfa:894-895 Hasan Ali Yücel 16 Aralık 1897’de İstanbul’da doğdu. 26 Şubat 1961’de İstanbul’da yaşamını yitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi. İzmir ve İstanbul’da edebiyat ve felsefe öğretmenliği, maarif müfettişliği yaptı. Fransız eğitim sistemini incelemek üzere bir yıllığına Paris’e gönderildi. 1932’de yurda dönüşte Gazi Eğitim Enstitüsü Müdürlüğü görevine atandı. 1933-1935 arasında Milli Eğitim Bakanlığı Orta Eğitim Genel Müdürlüğü yaptı. 1935’te İzmir milletvekili seçildi. 1938’de Celal Bayar hükümetinde Milli Eğitim Bakanlığı’na getirildi. 1946’ya kadar Refik Saydam ve Şükrü Saracoğlu hükümetlerinde de aynı görevi sürdürdü. Birinci Eğitim Şürası’nı topladı. Ankara Fen ve Tıp fakültelerini, İzmir Yüksek Ticaret ve İktisat Okulu’nu, Balıkesir ve Edirne öğretmen okullarını eğitime açtı. Yüksek Mühendis Okulu’nun İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüşmesini sağladı. Köy enstitülerini kurarak eğitim ve bilimi Türk köylerine kadar ulaştırdı. Dünya klasiklerinin Türkçe’ye çevrilmesini sağladı. 1950 seçimlerinde parlamentoya giremedi. İstanbul’a yerleşti. Akşam ve Cumhuriyet gazetelerinde makaleler yazdı. 1958’de UNESCO Türkiye Milli Komisyonu üyeliğine atandı. 1961’de Kurucu Meclis üyesi oldu. Şiirlerini önce aruzla, sonra heceyle yazdı. Asıl önemli yanı Türk kültürü ve eğitimine yaptığı unutulmaz hizmetlerdir.
Millet Sevgisi Hasan Reşit Tankut’tan bir anı: O milletini bağrına basmış ve bütün aşkını ona vermiş bir babaydı. Dinlenme saatlerinin hemen hepsini bu aşkı açıklamanın ve millet sevmeye alıştırmanın tadıyla doluydu. Uyku saatlerini de o büyük aşk ile doldurduğuna eminim. Henüz kendisine ‘Atatürk’ diye hitap 5
etmediğimiz, sadece ‘Gazi’ dediğimiz sıralarda bir gün yine böyle bir konu üzerindeydik. Ve ‘Gazi’ kelimesinin bu anlamdaki değerini tartmaya çalışıyorduk; bana söz verdi: -“Gazi Hazretleri, sizi bugünün yazarları ve şairleri, edipleri kalplerinin en samimi köşesinden kaynayıp çıkan sevgi ve takdir kelimeleri ve cümlelerle anarlar. Kimi Gazi der, kimi Kurtarıcı der, kimi milletin en büyüğü olarak anlatır. Bunların hepsi gerçeği anlatan nitelikler olmakla beraber, benim anladığım Gazi Hazretlerinin tam kendisini anlatamazlar. Bence siz her fert gibi kullanmasını istediği ve hak bildiği bütün zevklerini, hazlarını ve tutkularını önce vatanseverlik odağında toplayıp süzdükten sonra uygulama alanına koyan bir insansınız. Sizde her şeyden önce millet sevgisi vardır. Büyük adamın gözleri yaşardı. Ve gönüllerimizi, hareketlerine sonsuz olarak bağladığı zarif jestini yaparak: -‘Evet! Mustafa Kemal’in gerçek tanımı budur.’ Ve sönmez heyecanının Tanrısal bir dalgası görkemiyle ekledi: -‘Her şeyden evvel millet ve daima millet.’”1 1 Kemal Arıburnu,Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 73-74 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Hep Beraber 18 Nisan 1935 tarihinde İstanbul’da “Uluslararası kadınlar Kongresi” toplanmıştı. Kongre üyelerinden iki gazeteci bayan, kendilerini kabul eden Atatürk’e: -“Türk kadınlarını da asker yapacak mısınız?” Sorusunu sordular: -“Biz erkeklerimizi bile savaş felaketinden uzak bulundurmak isteyen insanlarız. Fakat savaş etmek zorunda bırakılırsak, vatan savunmasında kadınlarımız da, erkeklerimizle beraber dövüşecektir. İstiklal mücadelesi bunun en yakın örneğidir.”1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973. s. 138 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
6
Hacer Nine Türk kadını vatana hizmette, asla erkeğinden geri kalmamış, hatta ondan ileri olmuştur. Göz bebeği evlatlarını vatan uğrunda şehit vermeyi şereflerin en yücesi kabul edip, acılarını içine gömmesini bilmiştir. O, kimi zaman kocasını ve evlatlarını cepheye gönderip evinin nafakasını tek başına çıkaran, kimi zaman cephane taşıyan, kimi zaman yaralıların yaralarını saran, kimi zaman da cephede bizzat savaşan kahramanlık, sevgi ve şefkatin temsilcisi Türk anasıdır. Aşağıdaki anının kahramanı Hacer Nine de kocasını, evlatlarını ve torunlarını şehit vermiş, şehitlerin sevgisini, Atatürk sevgisiyle özdeşleştiren yüce ‘Türk Kadınının’ temsilcisidir. Hacer Nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu. Kocasını Yemen’de kaybetmişti. Bir oğlu Balkanlarda ikisi de çöllerde kalmıştı. Bir gelini üç torunu vardı. Gelini hastalıktan ölmüş, torunlarından biri de büyük muharebede şehit düşmüştü. Birisi 2. İnönü’den dönmemişti. En son torununu da Sakarya’ya göndermişti. Bir gün haber aldı ki en son delikanlısı da Duatepe’de öteki ağabeylerinin yanına göçüp gitmişti. Çok ağlamıştı. Fakat ‘Sakarya kazanıldı’ haberi gelince ağlaması durmuş, gülmeye başlamıştı. Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Saatlerce yürüyerek ikindi zamanı Ankara’ya geldi, doğruca Büyük Millet Meclisi’nin kapısının önüne çömeldi. Sordular: -“Nine ne istiyorsun?” -“Hiçbir şey.” Sonunda öyküsünü anlattı ve dedi ki: -“İşte böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O, Millet Meclisi’nden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi gözbebeklerinde bütün şehitlerimin gözlerini görür gibi olurum. Son içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim.” İşte siperlerde evlat, torun gömmüş Türk ninesi buna derler. (Aka Gündüz’den alınmıştır.)1 1 Kenan Akçay, Atatürk’ten Fıkralar, AbeCe Yayınları, İstanbul 1981 s. 51-52 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
7
Gerekeni Yapma Bir gün sofrada uzun süren konuşmalar ve fikir yoklamaları sırasında, Atatürk, yanında oturttuğu eski Milli Eğitim Bakanı, koyu İttihatçılardan İzmit Milletvekili Şükrü Bey’le de konuşmuştur. Halit (Dadaylı) Bey’in1 de bulunduğu bir yerde bu görüşmenin gidiş biçimini anlatan Şükrü Bey; fırsattan yararlanmak, demokrasinin gereklerinden, Fransız büyük devriminden ve hürriyet ve millet egemenliği prensiplerinden, bunların Fransızlar üzerinde yaptığı olumlu etkilerden söz ederek, örtülü olarak bizde de böyle olmasını dilediğini söylemek istemiştir. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Atatürk’ün cevabı şu olmuş: -“Sen, beni Fransız Cumhurbaşkanına benzetmek istiyorsun. Ben Mösyö Dumerg olmak istemem. Millet ve memleket yönetiminde neye gerekli görülürse onu yapar ve yaptırırım.” (Dadaylı Halit Bey’in anılardan Dr. Ziya Göğem derlemiştir.)2 1Halit Akmansü, (1884 –1953) Türk asker ve siyaset adamı. Dadaylı Halit Bey olarak da tanınır. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Mustafa Kemal’in isteğiyle askerliği bırakıp siyasete girdi. 1923’de TBMM 2. Dönem Kastamonu milletvekili seçildi. Ertesi yıl kurulan muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na katıldı. Hilafetin siyaseten sürdürülmesini savundu. 2 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976.s. 311 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Atatürk Diktatör mü? 1935 yılının ilk günlerinde Amerika’nın tanınmış gazetecilerinden Gladys Baker de Türkiye’ye gelmiş; Atatürk’le görüşmüştü: -“Size diktatör diyorlar ne dersiniz?” Atatürk gazeteciye şöyle bir bakar ve yanıtlar: -“Eğer ben diktatör olsaydım hanımefendi bu soruyu sorduktan sonra siz asla canlı kalamazdınız“ diyecektir. Peki, Atatürk diktatör mü bakalım?
8
İstanbul ve Ankara illerinden birisine Atatürk adının verilmesi için meclise bir kanun önergesi veriliyor. Teklifte; ya İstanbul’a Atatürk adı verilecekti ya da Ankara’ya. Atatürk, öneriyi vereni hemen çağırıyor ve şunları söylüyor: -“Bir ismin dillerde kalması için şehrin temellerine sığınmasına gerek yoktur. Bakın bu şehrin ismi İstanbul ama Fatih Sultan Mehmet’i hemen hatırlıyoruz. Eğer ben bir şey yapabildiysem bunu binaların tepelerine, şehrin temellerine ismimi yazarak değil milletimin kalbine yazarak anılmak isterim” diyecek, hiçbir yere adının verilmesini kabul etmeyecektir.1 1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, Garanti Matbaası, İstanbul 1967, s. 101 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Amerika ve Savaş 21 Haziran 1935 tarihinde, Bladys Baker Atatürk’e şu soruyu sorar: “‘Savaş çıktığı takdirde Amerika tarafsızlık siyasetini koruyabilecek mi?’ Atatürk: ‘Olanak yok’ dedi. ‘Eğer savaş çıkarsa, Amerika’nın milletler topluluğunda işgal ettiği yerler herhalde etkili olacaktır. Coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirine birçok bağlarla bağlıdırlar.’ Atatürk, dünyadaki milletleri, bir apartmanda oturanlar gibi görüyordu: ‘Birleşik Amerika Cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer apartman, oturanların bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına olanak yoktur. Savaş içinde aynı şey olabilir. Birleşik Amerika Cumhuriyetlerinin bundan uzak kalması olanaksızdır.’ Atatürk şu sözleri ilave etti: ‘Bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez.’ ”1 1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 328 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
9
Kadın mı Önemlidir, Erkek mi? Bir gün Atatürk sofrada, “Kadın mı Önemlidir, Erkek mi?” Sorusunu sordu. Kimi erkeğin önemli olduğunu kanıtlamaya çalıştı, kimi kadınların lehine konuştu. Fakat en ciddi deliller erkeğin lehine ortaya atılmıştı. Erkek her şey olabiliyordu. Atatürk düşündü, kendi sorusuna şöyle cevap verdi: -“Doğrudur, erkek her şey olabilir. Fakat onun olamadığı bir şey vardır ki; dünyada erişilebilecek en büyük kuvvet ve şeref onda vardır. Efendiler, erkek her şey olabilir, yalnız ana olamaz. Onun için kadın daima önce gelir. Bu nedenle, uygar topluluklarda erkek daima kadına saygıda kalmıştır.”1 1 Tahsin Öztin, Mustafa Kemal’den Atatürk’e, Hür Yayınları, İstanbul 1981. s. 150 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Al Karanfil Bir başka gün de Birleşik Amerika eyaletlerinden şimdi hatırımda kalmamış birinden bir adam O’na bir mektup göndermişti. Diyordu ki: -“Ben bölgemin en ileri gelen ‘horticulture’yüm. Sizin çok büyük adam olduğunuzu biliyorum. Eserinize tutkunum. Hangi çiçeği en çok sevdiğinizi bana yazmak lütfünde bulunursanız onun en güzel cinsine sizin adınızı vereceğim.” Gazi bana emretti: -“Nazik ilgisinden duygulandığımı ve gereken teşekkürü tarafımdan kendisine bildiriniz ki: ‘Ben en çok al karanfili severim’ dedi.”1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973, s. 101 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
10
Atatürk Sünnet Düğününde Atatürk bir yaz gecesi Acar motoru ile Boğaz’da gezintiye çıkmıştı. Kanlıca önlerine geldiler. Yalılardan birinin bahçesi renkli elektik, krepon kâğıtları ve çiçeklerle donatılmıştı. Anlaşıldığına göre orada büyük bir topluluk eğleniyordu. Acar motorunun gürültüsünü duydular. Kadın erkek, çoluk çocuk alkışla sevgi gösterisinde bulundular. Atatürk çok duygulandı, yalıya yanaşılmasını emretti. Bir sünnet düğünü vardı. Bir vatandaşın mutlu bir gününe katılmaktan doğan sevinç, Atatürk’ün yüzünden açıkça okunuyordu. Sünnet olan çocukların ve anne ile babanın göğüsleri sevinç ve övünçle doldu. Herkesin yüreğini bir neşe kapladı. Ortalığı bir bayram havası sardı. Atatürk ayrılacağı sırada çocukların babasını çağırdı. Bir çek uzattı: “Burada uğrayacağımızı bilmediğimiz için hazırlıksız geldik, yarın bankaya uğrar, sonra benim adıma çocuklara birer armağan alırsınız” dedi. Baba çeki saygıyla aldı: “Atatürk’üm, alınacak hiçbir armağan sizin imzanızı taşıyan bu çek değerinde olamaz. İzin verin, biz bunu çocuklarımızın sonsuz bir övüncü olarak saklayalım.” Bu ince düşünüş ve tok gözlülükten son derece duygulanan Atatürk: “Peki! Siz bu çeki saklayın; ama yarın bankaya uğrayın ve çocukları benim adıma sevindirin!” Diyerek ikinci bir çek verdi.1 1 Mehmet Ali Ağakay, Atatürk’ten 20 Anı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1963. s. 1012 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Nuri Conker’in Doğum Günü Atatürk arkadaşlarıyla şakalaşmayı severdi. Bir gün Atatürk’ün yanındayken rahmetli Nuri Conker’e bir telgraf gelmişti. Conker yazıyı okudu ve gülümsedi. Atatürk: -“Hayrola iyi haber mi?”
11
-“İyi, Paşam.” -“E söyle, biz de sevinelim.” -“Bugün benim doğum yıldönümüm de, çocuklar ‘tebrik’ ediyorlar.” -“Yaa! Çocukların her yıl bu saygısızlığı yaparlar mı?” -“Nasıl saygısızlık, Paşam?” -“Nasıl olacak! Yani her yıl bir yaş daha kocadığını yüzüne vururlar mı?! Atatürk’ün bu son sorusu üzerine Conker sanki büyük bir gafletten uyanmış gibi ortalığa doğru şöyle söyledi: -“Sahi yahu! Ben şimdiye kadar işin farkına varmamıştım! Vay külhaniler vay!” Gülüştüler.1 1 Mehmet Ali Ağakay, Atatürk’ten 20 Anı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1963. s. 2829 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Kral Edward’ın Sigarası 1936 yılında İngiltere Kralı VIII. Edward, Atatürk’ün misafiri olmuştu. İki devlet adamının, aralarına Dışişleri Bakanımız da katılmıştı. Bir sohbet sırasında Atatürk, krala sigara takdim etti. Dışişleri Bakanı, hemen kibriti yaktı ve “alışkanlık haline gelmiş bir hareketle önce Atatürk, sonra Krala uzattı.” Yüce Atatürk, büyük misafirin yanında, bakanı düştüğü zor durumdan şöylece kurtarıverdi: -“Majeste, dedi, bilirsiniz ki kibritlerin ilk yandığı sırada zehirli bir gaz yayar. Türk misafirperverliği, bu zehirli gazı misafirin solumasına engeldir. Biz misafirin sigarasını saf alevle yakarız.”1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973,s. 139-140 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
12
Sıfır neye derler? Atatürk, ülke içinde meşhur inceleme gezilerine çıkmıştı. Bir gene, Kayseri’de yemek sohbetine başlayınca, Hasan Ali Yücel’e1 sordu: -“Bugün lisede sizin mantık kitabınızı karıştırırken ‘matematikte usul’ diye bir konu gördüm… Demek siz matematikten de anlıyorsunuz?” -‘Biraz Paşam…’ -‘Peki, söyleyin bana; Sıfır neye derler?’ Milli Eğitim müfettişi Hasan Ali Yücel, sesini yumuşatarak cevap verdi: -‘Huzurunuzda bana!’ ”2 1 Hasan Âli Yücel, (1897-1961), Öğretmen, Milli Eğitim Bakanı, Köy Enstitüleri'nin kurucusu. Tetkik Cemiyeti'nin (Türk Dil Kurumu) kurulmasıyla Hasan Âli Yücel etimoloji kolu başkanlığına getirildi. 2 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973, s. 143 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Yaşamalısın Atatürk’ün en büyük zevki, toplantılarda rastladığı herhangi birine ani bir soru sormak ve alacağı cevaba göre o şahsın bilgisini takdir etmekti. Bir cumhuriyet balosunda yaverlerden Nihat Bey’e şu soruyu sordu: “Ben ölürsem, ne yaparsın?”
13
“Ben de ölürüm Paşam…” Atatürk aldığı cevaptan memnun kalmamıştı. Sert bir ifadeyle şunları söyledi: “Eğer beni hakikaten seviyorsan, ölmemen lazım. Yaşamalısın ve benim telkin ettiğim ideallerin benden sonra da gerçekleşmesine, yaşamasına çalışmalısın. Gerçek sevgi budur.”1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973., s. 140 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
ATATÜRK'ÜN DOĞUM GÜNÜ 1936 yılında bir gün, Cumhurbaşkanlığı Umumi Kâtibi Hasan Rıza Soyak Atatürk'e bir evrak getirmişti. Bunda, Atatürk'ün doğum gününün bildirilmesi rica ediliyordu. Mustafa Kemal Atatürk, bunun üzerine düşündü, fakat bu günü kendisi de tam olarak bilmiyordu. Ancak, annesinden işittiğine göre, bir bahar mevsiminde doğmuş olduğunu ve o gün için ise şöyle dediğini hatırlıyorum: Bu bir 19 Mayıs günü niçin olmasın? Bu resmi yazı ile ona verilmiş olan cevap şöyledir: Türkiye Cumhuriyeti Hariciye Vekâleti
10.XI.1936
Protokol Dairesi Şefliği U. No.: 21081 H. No.: 174 Riyaseticumhur Umumî Kâtipliğine İngiltere Maslahatgüzarı Mösyö Morgan, Vekâletimize müracaat ederek Reisicumhurumuzun Yevmi velâdeti münasebetiyle İngiltere Kralı Sekizinci Edward tarafından hususî ve samimî bir tebrik telgrafı çekileceğini söylemiş ve Atatürk'ün doğum tarihinin bildirilmesini rica etmiştir.
14
Keyfiyeti arz eder ve İngiltere Büyük Elçiliğince taleb edilen malûmat tensip buyurulduğu takdirde işarına müsaadelerinizi rica eylerim.
Hariciye Vekili Y.Elçi Ali Türkgeldi
Buna verilen cevap: Hariciye Vekâletine
12.XI.1936
10.XI. 1936 tarihli ve protokol 21081-174 sayılı yazıya cevaptır: Reisicumhur Atatürk'ün 19 Mayıs 1881 tarihinde doğmuş olduklarını arz ederim. Umumi Kâtip H. Rıza Soyak Riyaseti Cumhur Evrakı: 3/7493 Kaynak: Türk Tarih Kurumu; Belleten Cilt: XLIV, Sayı: 176, Ekim 1980 (Türk Tarih Kurumu Yayınları, Belleten Dergisi, s. 629-641)
Atatürk ve İhtiyar Atatürk, Florya’dan Çekmece’ye doğru bir yaya yürüyüşünde, bir ağaç altında dinlenen ihtiyara rastladı. Adam hürmetle ayağa kalktı ve Atatürk’ü selamladı. Atatürk sordu: -“Beni tanır mısın?” -“Tanımaz olur muyum? Evimde resmin bile var.” Atatürk memnun olmuştu. Konuşmaya başladılar. İhtiyar:
15
-“Bir işine aklım ermedi” dedi. “Cumhuriyetçiliği, inkılâpçılığı, milliyetçiliği, halkçılığı, hatta devletçiliği anlıyorum, şu laikliği pek kavrayamadım. Neden her şeyi birden bozdun?” Atatürk: -“Bunu sana bir hikâyeyle anlatayım. Amr-ibnil-As, Mısır’ı fethettiği zaman, halife Ömer’e bir mektup yazmış; ‘burada birçok kütüphaneler, içlerinde de bir sürü kitaplar var. Bunları yakayım mı, yoksa bırakayım mı?” Ömer cevap vermiş; ‘Kitapları tetkik et, eğer faydasız şeylerse, yak. Yok, eğer faydalı şeylerse, yine yak. Çünkü halk, o kitapları okudukça, onlara uymaktan vazgeçmeyecekler, eskiyi unutmayacaklar ve bize -yani yeniye ve yeniliğe- daima düşman olacaklardır!” Hikâyeyi anlatan Atatürk, ihtiyara sordu: -“Şimdi sana laikliğin ne olduğunu anlatayım mı?” İhtiyar, derin bir sezgi ve sağduyu ile cevap verdi: -“İstemez Paşam, hepsini anladım!”1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973. s. 60 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Milletvekili Ayrıcalığını Hiç de Beğenmedim Atatürk bir sabah Florya’dan Dolmabahçe sarayına dönüyor. Yeşilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire otomobilini durduruyor ve Başyavere: -“Sorunuz, tren var mı?” Diye emir veriyor. O sırada tren hemen hareket etmek üzeredir. Hep birlikte otomobilden inip trene biniyorlar. Karar ani verildiği ve uygulandığı için trene biniş hemen hemen kimsenin dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her şeyden habersiz olan kondüktör Atatürk’ün bulunduğu kompartımana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Atatürk hemen sesleniyor: -“Görevini yap.” Yanındaki ekibi göstererek, “Bu efendilere niye bilet sormuyorsun?” Yanındakiler cevap veriyor: -“Paşam biz milletvekiliyiz. Tren bileti almayız, parasız seyahat ederiz.” Atatürk hayretle:
16
-“Bu ayrıcalığı hiç de beğenmedim” diyor. “Bu çok ayıp ve acayip bir kural. Çok güzel halkçılık!”1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973. s. 89 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Ben, gerektiği zaman, en büyük armağan olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim: Trabzon, 11.6.1937 Altına imzasını attığı kağıtlarla, mal ve mülk namına nesi varsa, milletine armağan eden Ebedi Şef, artık içi rahattır. Koltuğuna yaslanarak: -"Hayatımın, hatırlayabildiğim en sevinçli dakikalarını yaşıyorum," diyor ve gözlerini salonun içinde dolaştırarak, derin bir tevekkülle ilave ediyor: -"Yıllarca evvel düşündüğüm bu işi, Trabzon'da tamamlamak mukaddermiş!..." Bu defaki Karadeniz gezisi gerçekten tarihsel bir gezi oldu ... Ve o son geceyi hatırlıyorum: Ordu Müfettişi Kazım Orbayıla Korgeneral Muzaffer Ergüder'i, diğer komutanları ve doğu illerinin hemen bütün valilerini, parti büyüklerini, Trabzon'un ileri gelenlerini sofrası etrafına toplamıştı .. Her zamankinden fazla neşeli görünüyor ve kendine özgü nüktelerle Trabzon'da geçirdiği günlerin heyecanını damla damla bize de tattırıyor. Valiliğe, belediyeye, parti merkezine, Halkevine yaptığı ziyaretlerden son derece memnun... Özellikle Alay Komutanı Albay Nuri'ye verdiği askeri meselenin hemen uygulamasına geçilmesi ve umduğu biçimde çözülmesi onu pek duygulandırmış. Bize dönerek: -"Bugün, diyor, askerlik damarlarım yeniden depreşti..." Sonra bir ara Özel Kalem Müdürü Süreyya'yı yanına çağırarak şu emri veriyor: -"Bu geceki duygularımı Başbakan İsmet İnönü'ye ve onun güzel okuyuşuyla Millet Meclisi'ne ve bütün dünya kamuoyuna bildirmek isterim! Söyleyeceğim sözleri not ediniz!" Süreyya, elinde kalem kağıtla yaklaşıyor ve Atatürk'ün doğaçtan söylediklerini aynen not ediyor: Başbakan İsmet İnönü Ankara,
17
"Hatırlarsınız; Türk köylüsü, Türk'ün efendisi olduğunu söylediğim za¬man ben, o efendinin arzu ve iradesi altında yıllardan beri çalışmış bir hizmetliyim. Şimdi beni çok heyecana getiren olay, Türk köylüsüne naçizane de olsa, ufak bir görev yapmış olduğumdur. Milletin yüksek mümessiller heyeti, bunu iyi görmüş ve kabul etmişlerse, benim için ne unutulmaz bir saadet anısını bana vermişlerdir. Bundan dolayı çok yüksek hoşnutlulukla millet, memleket ve cumhuriyet hükümetine yapmaya mecbur olduğum görevlerden en basiti karşısında gösterilmiş olan teveccühten, takdirden ne kadar duygulandığımı anlatmaya gücüm yetmez. Ben, gerektiği zaman, en büyük armağan olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim. Söz konusu armağan Yüksek Türk milletine benim asıl vermeyi düşündüğüm armağan karşısında hiç değeri yoktur." Bu son sözleri dikte ettirirken, kendini tutamadı. Sesi çatallaşmaya, gözleri yaşarmaya başladı. Kaynak: Atatürk Yolu Dergisi, Tahsin Uzer, 1959, Sayı 2 Sayfa: 14
Bir Daha Soframda Kuş Yemeği İstemiyorum Florya Deniz Köşkü’nde, sofra kurulmuş, konuklar yerlerini almışlardı. O akşamın başyemeği bıldırcın kızartmasıydı. Çok da güzel kızartılmış ve servis yapılmıştı. Bunlar o gün köşke getirilen ve kesilen bıldırcınlardı. O gün Salih Bozok’un da neşesi yerindeydi, kesilmelerinden önce bıldırcınlardan bir tanesi alıkoyup saklamıştı. Akşam yemekte, cebinde sakladığı bu hayvanı çıkarıp salarak Atatürk’ü neşelendirmeyi düşünmüştü. Öyle de yaptı. Işıklar altında kalabalıktan ürken hayvancağızın uçacak hali yoktu, sofradaki tabakların üzerinden seke seke birkaç adım atabilecek hali de. Şimdi de bıldırcın, Atatürk’ün tabağının yanında kalmıştı. Atatürk’ün yüz çizgileri derinleşerek, kaşları çatıldı ve yüzünü kara bir hüzün bulutu kapladı. Bıldırcını eline alarak, tüylerini okşadı ve sert bir sesle: -“Kaldırın bu servisleri. Bir daha da soframda kuş yemeği istemiyorum!” Hizmetkârlar koşarak tabakları kaldırdılar. Doğrusu, Salih Bozok, Atatürk’ün bu şakadan hiç ama hiç hoşlanmayacağını bilmeliydi. Gerçekten de, hayvanları o denli seven, Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında bile Çankaya’da kaz ve tavuk besleyen, atlarının ölümüne gözyaşı döken, kurban kesilmesine dayanamayan Atatürk’ün, o bıldırcın, tabağının ucunda öylesine çaresiz durup dururken bıldırcın eti yiyemeyeceğini düşünmeliydi. Bozok, üstelik kim bilir kaç kez tanık olmuştu, her salı günü öğleden sonraları Ankara’da Marmara Köşkü’nde çaylı konserler düzenlendiğinde Atatürk’ün beyaz kanaryalarını kafesinden çıkartıp salonda uçuşlarını zevkle izlediğini! (Akagündüz, Radyo Dergisi, 1939)1
18
1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973, s. 158-159 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Bıldırcın Atatürk’e bir gezisinde, Şile’de bıldırcın hediye ettiler. Pencereleri kapattıktan sonra bıldırcını salmalarını söyledi. Kuş dönüp dolaştıktan sonra O’nun önüne kondu, okşamasına da ses çıkarmadı. Atatürk, bıldırcını kafes konularak sarayda beslenmesini istedi. Üç gün sonra bıldırcın bir kediye yem oldu. Atatürk’e bu olayı O’nu üzmemek için, bıldırcın açık kafesten kaçtığı şekilde anlattılar. Atatürk bu küçük dostu unutmadı. Ömrünün sonuna kadar bıldırcın eti yemedi.1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973, s. 60 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
ATATÜRK'ÜN BİR ÇOCUKLA SÖYLEŞİSİ VE ONA ARMAĞANI Atatürk, çocukları çok sever, onlara herkesten çok değer verirdi. Büyük Zafer’den sonra 16 Ekim 1922’de Bursa’da kendisini coşku ile karşılayanlar arasında çocukları gördüğü zaman onlara şöyle seslenmişti: “Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk pırlantasısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!”1 Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış tarihi olan 23 Nisan 1920’nin, her yıl “Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak kutlanması2 da Atatürk’ün çocuklara verdiği değerin bir göstergesiydi. Atatürk, böylece bugünün çocuk kavramı ile geleceğin yetişkin insan kavramı arasında olumlu bir köprü de kurmuş oluyordu. Bu inanç sonucu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, “Milletin bağrından temiz bir kuşak yetişiyor. Bu eseri ona bırakacağım ve gözüm arkamda kalmayacak”3 diyordu. Atatürk’ün saf sevgi örnekleri en çok çocuklarla olan ilişkilerinde göze çarpıyor, Onu tanıyanların tümü çocukları çok sevdiği noktasında birleşiyordu. Uzun süre genel
19
sekreterliğini yapmış olan Hasan Rıza Soyak da, “Onun dilinde çocuk, sevgi demekti, sevdiklerine, hangi yaşta olursa olsun çocuk diye seslenirdi” diyerek bu sevginin derecesini ortaya koyuyordu.4 Çocuklara karşı büyük bir sevgi besleyen Atatürk, onlarla “sıkılmadan, yorulmadan” ilgileniyor, çoğu kez ellerine birer kağıt kalem verdirerek yaşlarına göre kimine resim, kimine hesap yaptırıyor, kimine dil bilgisi çalıştırıyor, onlarla zaman geçirmekten “büyük zevk” alıyordu.5 Kimi çocukları evlatlık ya da manevi evlat edinmeyi, onları büyütüp yetiştirmeyi de adeta bir tutku haline getirmişti. Daha Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Bitlis’te iken, 16 Kasım ve 2 Aralık 1916 tarihlerinde anı defterine Ömer ve İhsan adlı çocukları yanına aldığını not düşmüştü.6 1929’da Yalova’da karşılaştığı ve okumak istediğini öğrendiği Sığırtmaç Mustafa’yı7 okula göndermişti. Mustafa, başarılı bir eğitim yaşamının sonunda subay olmuştu. Eğitimleri ile yakından ilgilendiği Afet (İnan) ve Sabiha (Gökçen)’yı ise Türk kadınının erkeklerle eşit haklara sahip olabileceğini, her alanda etkin görevler alabileceklerini kanıtlayan birer simge olarak kabul etmişti. Atatürk ayrıca Zehra, Rukiye, Nebile ve Ülkü’yü manevi kızları olarak koruması altına almış ve yetiştirmişti.8 Bunlar içinde Ülkü’ye “tahminlerin üstünde bir sevgi ile bağlanmıştı.”9 Zira Ülkü, annesi Zübeyde Hanım’ın koruması altına alıp büyüttüğü ve evlendirdiği Vasfiye Hanım’ın kızı idi ve henüz kırk günlük iken Köşk’e getirilmişti.10 Atatürk’ün çocuklara verdiği değer onun sofrasına da yansımıştı. İnsan sevgisinin, insanlık ülküsüne dayalı davranışların en güzel örneklerinin sergilendiği Atatürk’ün sofrası pek çok kez çocuk sevgisine de tanıklık etmişti. Atatürk, sofrasında kendisine eşlik eden konuklarına hatta çevresindekilere “Eşini mutlu edebilecek herkes evlenmelidir, çoluk-çocuk sahibi olmalıdır!”11 öğüdünü veriyor, çocuklara karşı duyduğu engin sevgisini göstermek üzere “Çocuk sevgisi insan için bir gereksinimdir. Hele yaş ilerledikçe bu gereksinim kendisini daha kuvvetli duyuruyor. Onun için de Ülkü’yü yanımdan ayırmak istemiyorum” diyordu.12 Atatürk döneminin tanınmış gazetecilerinden İsmail Müştak Mayakon13, Atatürk’ün sınırsız çocuk sevgisini sergileyen sohbetlerden birine 1938 başlarında, O’nun sofrasında tanık oldu. Mayakon’un yayınlanmamış bu anısını14 dil ve ifade özelliklerine dokunmaksızın kendi kaleminden sunuyoruz: Atatürk, dün gece15 refakatlerinde ilk kadın tayyareci, Atatürk kızı Sabiha Gökçen16 olduğu halde Park Oteli’ni şereflendirdiler. Diğer birkaç arkadaşla beraber ben de Büyük Şef’in maiyetlerinde bulunmak bahtiyarlığına nail olmuştum. Türk ve ecnebi, kadın erkek yüzlerce insandan mürekkep bir güzide kalabalık otelin lokantasını doldurmuştu. Dahiliye Vekili Bay Şükrü Kaya17, Atatürk’ün teşrifine kapıda muntazır18 bunuyordu. Ulu Önder’imizin otelin salonuna girer girmez sonsuz bir sevinç heyecanıyla herkes ayağa kalktı ve coşkun alkışlara karışan “Yaşa!” sesleriyle bütün o halk, Atatürk’e meserretlerini19 ve kalplerinin tahassürünü20 bildirdi. Şimdi halkın gönlü gibi yüzü de ona müteveccihti21. Emniyet içinde neşe, inşirah22 içinde eğlence başlamıştı. Musikinin şuh nağmeleriyle çiftler en büyük Türk’ün, büyükler büyüğü Atatürk’ün huzurunda mesul ve mutmain23 dans ediyordu. Atatürk ilk dansı kahraman kızı Sabiha Gökçen’le yaptı. Gökçen, arkasında mensup olduğu tayyare alayının koyu lâcivert renkli üniforması ve göğsünde vatana kahramanca hizmetinin mükâfatı olarak verilmiş murassa madalyası24 vardı. Tarihin en büyük kumandanı ve Türk’ün
20
en yüce kahramanı yanında, yine onun yetiştirdiği kahraman bir Türk kızı hakikaten ulvi bir manzara idi. bunda Türk’ün millî gurur ve şerefi en beliğ25 ifadesiyle okunuyordu. Vakit geçtikçe neşe ve inşirah artıyordu. Kimse yerinden kımıldamıyor, herkes kendilerine her şeyi vermiş olan bu Büyük Şef’i çok, daha çok, doya doya görmek ihtiyacından kendini alamıyordu. Sabah yaklaşıyordu. Salon tenhalaşmaya başlamıştı. Yalnız ta karşıda bir ufak masa etrafında bir aile, genç bir subay, bir kadın ve bir çocuk, bir miknatısın cazibesine tutulmuş gibi tazimkâr26 bir gaşy27 içinde Atatürk’e bakıyorlardı. Erkek edip ve hürmetkâr, kadın vakur ve kibar, çocuk sakit28 ve hayran idi. Bu nezih aile tablosu Atatürk’ün dikkatini celbetti. Bir aralık çocuğu alıp getirmemi bana emir buyurdular. Emri ifa ettim. Elinden tutup Atatürk’ün huzuruna getirdiğim bu çocuk esmer renkli, çetin bakışlı, sağlam yürüyüşlü, gürbüz bir Türk yavrusu idi. Atatürk’ün elini öptü. Atatürk ona ismini ve yaşını sordu. Adı . . . 29, yaşı yedi olduğunu söyledi. Çocuk, en büyüğümüze cevap verirken ananevi Türk terbiyesinin tesiriyle önüne bakıyordu. Şimdi Türk’ün Ata’sıyla bir Türk yavrusu konuşuyorlar: - Sen beni tanıyor musun? Ben kimim? - Tanıyorum, Atatürk’sünüz! - Nerden tanıyorsun? - Resminizi görmüştüm, kızınız sizin göğsünüze çiçek takarken.. - Beni hep hatırlayacaksın, hiç unutmayacaksın değil mi? - Hiç unutmam Atatürk! En küçük çocuğundan en yaşlı ihtiyarına bütün bir milleti Ata’sına bağlayan sönmez ve sarsılmaz duygunun bir çocuk kalbinde bu ilk uyanışı bir şafak aydınlığı kadar zengin bir beşâret30 idi. Atatürk tekrar sordu: - Sen büyürsen ne olacaksın? - Tayyareci! Bu cevaptan müstakbel bir Türk kahramanının sesini işiten Atatürk çok mütehassis oldu ve çocuğu kucağına alarak şefkat ve muhabbetle okşadı, yüzünü öptü. Biraz sonra genç subayı çağırdılar, ondan ismini ve askerî hüviyetini sordular. Dünyaya destanlarla dolu koskocaman bir tarih bırakmış yüce Türk ırkına mensup olan bu dilâver delikanlı, çocuğun aile vaziyeti hakkında Atatürk’e izahat arz etti. Bundan sonra Atatürk, çocuğa hitap ederek:
21
- Çocuğum, sana bir hatıra vereceğim, bunu saklayacaksın ve beni daima hatırlayacaksın! dedi ve daima taşıdıkları ve pek sevdikleri fevkalâde kıymettar bir platin saat ve kordonu ve buna takılı platin kurşun kalemini yeleklerinden çıkararak çocuğun boynuna taktı. Manzara, değil tasvir, hatta tasavvur olunamayacak kadar bediî bir yükseklikte idi. Hepimiz heyecan içinde, sakit ve hayran bakıyorduk. Çocuk, istikbal ve ikbalin bir tılsımı gibi boynunda duran saati mini mini eliyle bir defa okşadı ve derhal Atatürk’ün elini tutarak öptü. Bir sual: - Çalışacaksın, büyük adam olacaksın değil mi? Genç ve taze bir sesle cevap: -Evet çalışacağım ve büyük adam olacağım! Şimdi Atatürk, selâm ve tazim vaziyetinde duran subaya emir veriyordu: - Bu saati saklayacaksınız, çocuk büyüyünceye kadar onu itina ile muhafaza edeceksiniz; büyüdüğü zaman bu gecenin hatırasını tazeleyerek kendisine vereceksiniz! Genç subay, aldığı emri tekrarladı. Mini mini bir başın üstünde dünyanın en büyük en zikudret eli bir şefkat, bir sıyanet , bir irşat kanadı gibi açılmıştı. Çocuk, madalyalı bir gazi mehabetiyle uzaklaşıp giderken sofrada hazır bulunanlardan biri: -Bu çocukta belki müstakbel bir hava mareşali büyüyor, demişti. Atatürk: -Niçin belki? Muhakkak bir hava mareşali! buyurdular. Park Oteli salonundaki vaka alelâde bir hadise değil, Atatürk terbiyesinin millî bünyede nasıl işleyip özlendiğini gösteren bir ders idi. Her vakit olduğu gibi şimdi de onun bir sözünü haykırayım: Ne mutlu Türk’üm diyene! İsmail Müştak Mayakon’un anısı burada sona eriyor. Yıllar sonra böyle bir geceyi ve anıyı, aynı heyecan ve aynı duygularla bugünün çocuklarına, yarının yetişkinlerine aktaran İsmail Müştak Mayakon’u saygı ve rahmetle anıyoruz. 1 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2006, s. 45-46; Atatürk’ün Bütün Eserleri (1922-1923), C.14, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2004, s. 22. 2 TBMM 1924 yılında 1 Kasım 1922 gününün “Hakimiyet-i Milliye Bayramı” olarak kutlanmasını kararlaştırdı. Ardından bu gün, Çocuk Esirgeme Kurumu’nca 23 Nisan-1 Mayıs tarihleri arasında düzenlenen Çocuk Haftası ile birleştirildi. 27 Mayıs 1935’te TBMM’de 22
Ulusal bayram günlerinin tespiti ile ilgili yasanın kabul edilmesi üzerine 22 Nisan öğleden sonra ve 23 Nisan günün Egemenlik Bayramı olarak kutlanması kararlaştırıldı ve bugün çocuklara armağan edildi. Bkz. TBMM ZC, D, II, C. 3, s. 14-15; TBMM ZC, D. V, C. 3, s. 303; İhsan Güneş, Türk Parlamento Tarihi TBMM V. Dönem (1935-1939), C. 1, Ankara: TBMM Basımevi, 2004, s. 435-436. 3 Ercüment Ekrem Talu, “Atatürk’e Ait Hatıralarımdan, Atatürk ve Çocuk”, Tasvir, 10 Kasım 1946. 4 Enver Ziya Karal, Atatürk ve Devrim Konferanslar, Makaleler (1935-1980), Ankara: TTK, 1980, s. 128. 5 Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, (Derleyen: Hulûsi Turgut), İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005, s. 577. 6 Atatürk’ün Hatıra Defteri, (Yayınlayan: Şükrü Tezer), 2.b, Ankara: TTK Yayınları, 1989, s. 71 vd. 7 Sığırtmaç Mustafa ile ilgili bir makale için bkz. Necmettin Sadık, “Sığırtmaç Mustafa”, Akşam, 18 Eylül 1929. 8 Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk-Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, Ankara: Bilgi Yayınevi, 2004, s. 625-626. 9 Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, s. 577. 10 Ş.Turan, a.g.e., s. 627. 11 Abdülkadir İnan, “Atatürk Devrine Ait Hatıralar”, Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 25, Ankara, 1964, s. 62. 12 Abdülkadir İnan, a.g.m., s. 62. 13 İsmail Müştak Mayakon (1882-1938); Yenişehir (Teselya)’de doğdu. Halep İdadisi’nde orta ve lise öğrenimini tamamladı. Temmuz 1901’de Mülkiye’nin Yüksek Kısmı’ndan mezun oldu. Memuriyetinin ardından Kısa bir süre ticaretle uğraştı. Ardından gazeteciliğe başladı. Atatürk’ün isteği üzerine V. Dönem’de TBMM’ye Siirt Mebusu olarak katıldı. Edebiyat, tarih, hukuk ve 1933’ten sonra da dil meseleleriyle yakından ilgilendi. Bkz. Mücellidoğlu Ali Çankaya, Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, C. III, Ankara: Mars Matbaası, 1968-1969, s. 877-879. 14 Türk Dil Kurumu Arşivi, “Atatürk’ten Anılar, İsmail Müştak Mayakon Dosyası”, Yurt İçiYurt Dışı Şube Müdürlüğü, Dosya No: 100; APK Şube Müdürlüğü, Dosya No: 144. 15 İsmail Müştak Mayakon’un yazısında tarih belirtilmemiştir. Bu tarih muhtemelen 6 Şubat 1938 olacaktır. (Bkz. Atatürk’ün Nöbet Defteri-1931-1938, (Toplayan: Özel Şahingiray), Ankara: Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları: 8, TTK Basımevi, 1955, s. 700. 16 Sabiha Gökçen (21 Mart 1913-23 Mart 2001); Atatürk’ün manevi kızı. Çankaya İlkokulu ve Üsküdar Kız Koleji’nde eğitim gördü. 1934’te Soyadı Kanunun çıkmasından sonra Atatürk 23
kendisine “Gökçen” soyadını verdi.1935‘de Türkkuşu’nun açılış töreninde yapılan planör gösterilerinden etkilenerek havacılığa ilgi duydu. Atatürk’ün de destek vermesi ile 1935’te Türk Hava Kurumu’nun Türk Kuşu Sivil Havacılık Okulu’nda eğitime başladı. Ankara’da yüksek planörcülük brövelerini aldı. Eskişehir Uçuş Okulu’nda 1936-1937 döneminde 11 ay boyunca özel eğitim gördü. 1937 yılında Tunceli Harekatı’na katıldı. 30 Ağustos 1937’de askeri uçuş brövesi aldı. 1954 yılına kadar Türk Kuşu’nda Başöğretmenlik yaptı. Bkz. Fikret Arıt, Havalarda İlk Türk Kadınları, İstanbul: Baha Matbaası, 1967, s. 25-36. 17 Şükrü Kaya (9 Mart 1883-10 Ocak 1959); İlk ve ortaöğrenimini İstanköy’de yaptı. 1900’de Midilli İdadisini, 1908’de Hukuk Mektebi’ni, 1912’de Paris Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Çeşitli memuriyetlerde bulundu. 1917’de Maliye Müfettişliği’ne atandı. 1918’de istifa ederek İzmir’de kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde görev aldı. Malta’da dokuz ay tutuklu kaldı. 1922’de İzmir Belediye Başkanlığı’na seçildi. II. Dönem TBMM için 1923’te yapılan seçimlerde Menteşe (Muğla) milletvekili seçildi. Ziraat ve Dışişleri bakanlıklarının ardından 1930-1938 yılları arasında beş kez İçişleri Bakanlığı yaptı. CHP Kâtipliği’nde bulundu. Atatürk’ün ölümünden sonra siyasal yaşamdan çekildi. Bkz. Kâzım Öztürk, Türk Parlamento Tarihi, TBMM II: Dönem (1923-1927), C. III, Ankara: TBMM Yayınları, 1995, s. 616-618. 18 Bekleyen. 19 Sevinç. 20 Özlem. 21 Yönelme. 22 Ferahlık, açıklık. 23 İçi rahat. 24 Sabiha Gökçen’e Türk Hava Kurumu tarafından 28 Mayıs 1937 günü verilen iftihar madalyası. Bkz. Sabiha Gökçen, Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, (Hazırlayan: Oktay Verel), Türk Hava Kurumu Yayınları, 1982, s. 133-134. 25 Düzgün. 26 Saygılı. 27 Kendinden geçme, bayılma. 28 Sessiz. 29 Daktilo edilmiş orijinal metinde çocuğun adı boş bırakılmıştır. 30 Müjde, muştu. Yrd. Doç. Dr. Şaduman Halıcı Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 63, Cilt: XXI, Kasım 2005 24
Falih Rıfkı Atay’dan Bir Anı Bir akşam Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya nazı geçenlerden biri: -“Düşünmelisiniz ki, eğer ölürseniz; heykellerinizi paramparça ederler. Yaptıklarınızın hiçbiri ayakta kalmaz. Çok yaşamaya bakmalısınız.” Ben de sofradaydım. Güldü, işte o zaman bize gönlünün sırrını açtı: -“Unutmayınız ki, Mustafa Kemaller yirmi yaşındadır” dedi.1 1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 60-61 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
İstanbul'da Savarona Yatı'nda. (01.06.1938) Atatürk Savarona yatını gelmesini sabırsızlıkla beklemişti. Hekimlerinin devamlı deniz havasının sağlığına yararlı olacağı telkini kadar, gençliğinden beri böyle uzun süreli denizde ikamet arzuladığını o seneleri beraber geçmiş olan Ali Fuat Paşa söylerdi. Savarona yatına ilk defa 1 Haziran 1938’de binmişti. Yatı gezdikten sonra yanındakilere: -“İmkanımız olsaydı da üç-beş sene evvel getirtebilseydik…” dediğini eski başyaveri Cevat Abbas Gürer söyler. İlk günleri sakin ve huzurlu geçmişti, Savarona’da... Fakat daha sonraları, denizin rutubeti sağlığına zararlı görülmüş, yine Dolmabahçe’de tedaviye devam edilmişti. Kaynak: Atatürk’ün Son Günleri, Cemal Kutay, 3. Baskı Ekim 2005. İklim Yayıncılık. ISBN: 975-988-847-5. Sayfa: 45
25
Dolmabahçe Sarayı, Yaz Aylarının Sonu; 1938 Dolmabahçe Sarayı'nın denize bakan odalarından biri. Duvarlarında mavi zemin üzerine irili ufaklı yıldızlar sarı yaldızla boyanmış, ortada ceviz oymalı bir karyola (bu karyola yerine birinci komadan sonra daha basit olan bir başkası konmuştur) ve komidin, ayak ucunda şezlong, onun karşısında geniş kristal aynalı dolap, odanın denize bakan panjurlu pencereleri önünde mavili Hereke kumaşıyla kaplı, hafif koltuk ve sandalyeler, köşede yastıklı bir sedir. Sofaya çıkan iki kapı arasında bir tuvalet masası, üzerinde Nuri Conker'in Atatürk'e hediyesi olan fosforlu, dört köşe büyücek bir masa saati. Bunun üzerinde yine o sıralarda kendisine hediye edilmiş bir tablo. Bu tabloda arka plânda karlı bir dağ, önde ağaçlıklı orman ve bir düzlükte çimenli bir saha. Sofada bir radyo ve gece gündüz nöbetleşe bekleyen adamlarından biri. Yatak odasının yanındaki pembe salonda ise, daima nöbetleşe bekleyen yakın arkadaşlarından biri veya ikisi. Son zamanlarda oraya bir defter koydurmuştum. Her günkü sıhhî durumu kaydedildiği gibi, Atatürk'ün yanına girenlerin, ne kadar müddet yanında kaldıkları da işaret ediliyordu. Çünkü doktorların tavsiyesine göre çok konuşmaması lâzım geliyordu. Daima konuşmak ve dinlemek âdetinde olan bir insan için, bu hal çok sıkıcı oluyordu. Ben her gün gazeteleri okuyor ve hülâsalarını kendisine söylüyordum. Bazen hikâye ve seyahatname şeklinde okuduğum kitapları da anlatıyordum. Meselâ bunlardan bir kısmını anlatır ve yorulmasın diye devamına başka günler devam ederdim. Hastalık günlerinde, günlük havadisler ve ayrıca resmî malûmat kendisine verildikçe O, yeni siyasî ve askeri gelişmeler üzerinde düşünce ve görüşlerini ifade eder ve istikbal için milletçe kuvvetli olmamızı dilerken, dünya sulhunun sarsıntıda olduğuna işaret ederek, endişe duyardı. Nitekim onun ölümünden bir yıl sonra ikinci dünya harbi olmadı mı? Bu sıralarda kendisini en çok meşgul eden ve üzerinde hassasiyetle durduğu siyasî hâdise, Hatay meselesi idi. Günler geçtikçe hastalığı ağırlaşmasına ve doktorların katî istirahat şekli üzerinde durmalarına rağmen, O yine umumî meselelerle meşgul olmak, devlet işlerinin normal seyrini takip etmek isterdi. Bir gün Başbakan Celâl Bayar, kendisine ikinci beş senelik iktisadî plân için, izahat vermek üzere gelmişti. Dr. Neşet Ömer beni bularak: —"Atatürk biraz fazla yoruldu, yanına girseniz de, izahatın bir kısmını başka bir zamana bıraktırabilseniz," diye rica etti. Ben odaya girdiğim zaman, Atatürk yatağında oturuyor, Celâl Bayar da anlatıyordu. Atatürk bana "Otur ve sen de dinle" dedi. Bir müddet sonra, doktorun tavsiyesini yerine getirmek için müdahale etmek istediğim zaman, sanki karşımda hasta bir Atatürk kalmamıştı. O tamamen memleket işlerine kafasını vermiş, maddî iztırabını unutmuş bir halde: —"Biliyorum doktorlar yine istirahat tavsiye etmişlerdir", dedikten sonra daha sert olarak "Memleketin en mühim ve esaslı işlerini konuşuyoruz, bunlar beni yormuyor, bilâkis hayat veriyor. Bunları otur da sonuna kadar sen de dinle" dedi. Bütün hastalığına rağmen memleketin yeni inkişaflarını işitmekle dahi, memnun ve müsterih olan bir devlet adamına, 26
velev doktor tavsiyesi olarak dahi, ufak bir müdahalede bulunmuş olmamdan dolayı eza duydum ve sonuna kadar ben de müstefit olarak dinledim. Atatürk, kendiliğinden Başbakana çekilmek için izin verirken, çok müsterih ve tatmin edilmiş bir durumda idi. Celâl Bayar gittikten sonra, bu meseleler üzerinde ve dünya durumu hakkında benimle uzun uzun konuştu." —"Dünyanın bir harbe doğru gittiği bu devirde, bizim iktisaden çok daha kuvvetli olmamız lâzımdır" diyordu. Atatürk o gün, bütün bu devlet plânlarının tamamen yapılmış olduğunu görür gibi, sevinç içinde idi. Nitekim, o gün Atatürk'ün tahlil ettiği, geleceğin siyasî ve askerî hâdiseleri ölümünden sonraki senelerde tahakkuk etmiştir. Kaynak: Âfet İnan, Atatürk'ten Hâtıralar. Ankara, 1950
Gönlü Kalmasın, Selim Aru* anlatıyor: 27 Ekim. Nöbetçiyim. Saraya öğleden sonra Hasan Rıza Bey geldi, -"Hatay'dan bir haber var mı soruver" dedi. Biliyorsunuz Hatay'ı gayet yakından takip ediyor, o haliyle. -"Hayır, bir şey yok henüz efendim" dedi... Akşam Atatürk'ün odasının kapısı açık. Celal Bey ayakta, Atatürk şezlonga uzanmış, yanındaki koltukta Salih Bozok oturuyor. Ben içeriye girdim, denizin üstünde bir vaveyla (çığlık) koptu. Atatürk birden irkildi ve pencereye doğru gitmek istedi. Salih Bey ve Celal Bey koluna girdiler, pencereye götürdüler. Kuleli talebeleri, bütün mektep, bir vapur tutmuşlar, Atatürk'ün Cumhuriyet Bayramını kutlamaya gelmişler. Atatürk eliyle camı sildi, sonra yaklaşarak ince sesi ile, -"Sen ne büyük milletsin" dedi. Tekrar şezlonga getirdiler, oturdular... Celal Bey'le çıkıyoruz, seslendi. -"Celal Bey, geçen defa Mim Kemal Bey suyu alırken benim canım yandı, ne yapsak acaba?" dedi. Celal Bey de, -"İzin verirseniz bu defa Mehmet Kamil Bey alsın " dedi. -"Ya, öylemi yapalım, iyi olur" dedi. Çıkıyoruz, kapıdan yine seslendi: -"Vazgeç, yine Mim Kemal Bey alsın, gönlü kalmasın."
27
Kendi canının acıması pahasına başkasının kalbini acıtmamak endişesi.
* Selim Aru 1936-38 yıllarında köşkte ikinci katip olarak çalışmış, 1986 'da vefat etmiştir. Kaynak: Atatürk'le Yaşadıklarını Anlattılar, Nazmi Kal, Bilgi Yayınevi, Kasım 2001. ISBN: 975-494-949-2, Sayfa: 21-22
Atatürk'ün Karın Boşluğunda Sıvı Birikmesi Ve Ponksiyonlar: Atatürk, karın delme suretiyle sıvı alınmasını vahim ve tehlikeli bir ameliye olarak düşünüyordu. Daha önceleri Dr. Şakir Ahmet Ediz'e sorduğu suali bir başka gün tekrar doktorlarına: -"Su alma ameliyesi tehlikeli midir, acı verir mi?" diye sorar. Doktorlar onu kaygılandırmamak için çok basit olduğunu, hatta bu işi kendileri değil, asistanlarına yaptırdıklarını söylüyorlardı. Atatürk bu müdahale sırasında bağırsakların delinmesinden korkuyordu, bu endişe ile uzun zamandan beri düşündüğü vasiyetini geciktirmeden bitirmek istediğinden, 5 Eylül 1938 günü Dolmabahçe Saray'ında vasiyetini yazdırır. Dr. Fiessinger'in üçüncü defa İstanbul'a gelişinde onun onayı ile 7 Eylül 1938 günü Op.Dr. Mim Kemal Öke tarafından ilk karın ponksiyonu (karından sıvı alma işlemi) yapılır. Dr. Neşet Ömer İrdelp karaciğer yetmezliğinden dolayı ponksiyonun lokal anestezi tetkik edilmeden yapılmasını ve az miktarda sıvı boşaltılmasını istiyordu. Dr. Mim Kemal Öke Atatürk'e daha önceleri cerrahi müdahalede bulunduğu için onun ağrıya duyarlılığını bildiğinden cilt altına lokal anestezi yaptıktan sonra ponksiyonu yapar. Atatürk'ün karın boşluğundan 10,5 kilo sıvı boşaltılır. Asım Arar ve Bedi Şehsuvaroğlu'na göre 12 kilo, Hasan Rıza Soyak'a göre ise 12 kilodan fazla sıvı boşaltılmıştır. Sıvı boşaltıldıktan sonra, Atatürk adeta birden bire zayıflamıştı. Karnına büyük bir sargı sarılır, rahatladıktan sonra sigara ve kahve içer. Kendisine ponksiyon yapılan iğneyi görmek ister. Dr. Mim Kemal Öke kendisine daha ince bir iğne gösterir. Atatürk bunu görünce: -"Aman bu kazma anestezisiz mi batırıldı. Bir kaç defa anestezi yapılmadan bu yapılamazdı. Fakat bir diğeri icap ederse rica ederim daha incesini intihap (seçim) edelim" der. Kendisine geçmiş olsun diyen Kılıç Ali'ye Atatürk; -"Çıkan suyu gördün mü? Bu kadar bir su kabı insanın karnı üzerine konsa nasıl tahamül eder? Bak ben ne haldeyim nasıl tahamül etmişim" der.
28
19 Eylül 1938 günüde Dr. Nihat Reşat Belger ve Dr. Neşat Ömer İrdelp'in müşterek raporlarında Atatürk'ün çok yorgun ve halsiz olduğu ve karında assitin toplanmasının devam ettiği ve ilk ponksiyondan önceki seviyeye geldiği belirtilmişti. 22 Eylül 1938 günü Atatürk'ten ikinci defa ponksiyonla sıvı boşaltılır. Ponksiyon yine Dr. Mim Kemal Öke tarafından lokal anestezi ile yapılır. 10 litre sıvı boşaltılır. 7 Kasım 1938 Salı sabahı, doktorlardan daha fazla dayanamayacağından sıvını derhal alınmasını kati bir lisanla ister. Dr. Nihat Reşad Belger'e -"Doktor karnımdan bu suyu çekmek zamanı geldi; çünkü bu mayi benim nefesime dokunuyor. Soluk almamı güçleştiriyor. Bunu çekip alın" der. Doktorlar hiç değilse 24 saat geçiktirmek için Dr. Mim Kemal Öke'nin sarayda olmadığını, o saatte Gülhane'de talebelerine ders vermekte olduğunu, bu işlemin ertesi güne ertelenmesini rica ederler. Fakat Atatürk; -"İşte doktor Mehmet Kamil Bey var zaten bu işi en iyi beceren de o imiş, o yapsın" diye diretir. Doktorlar hazırlık yapmak için odadan çıktıktan sonra kaşlarını çatar, hiddetli bir sesle; -"Niçin tereddüt ediyorlar... olacak olur!" Karnını işaret ederek; -"Bu insuportable'dır" der. Üçüncü karın ponksiyonu aynı gün saat 12:20'de Dr. Mehmet Kamil Berk tarafından yapılır. Atatürk karında biriken sıvının hepsinin çekilmesini ısrarla emretmektedir. Doktorlara; -"Kaç litre var? Sayın!" diyordu. Dr. Nihat Reşat Belger her yarım litreyi bir sayarak "on iki litre" der. Hakikatte 6 litre sıvı boşaltılmıştı.
Kaynak: Atatürk'ün Sağlığı Hastalıkları Ve Ölümü, Dr. Eren Akçiçek, İzmir Güven Kitabevi, 2005, ISBN: 975-6240-05-9. Sayfa:212-221
29
Büyük Adam Ölünce: Sene 1938, 10 Kasım... İstanbul Üniversitesi’nde saat 9'u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş... Bir alman profesör var, Hukuk Fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer: - "Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?" - "Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın." İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak: - "Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki... der." Kaynak: Atatürk'ün Nükteleri - Fıkraları, Hatıraları, Hilmi Yücebaş, İstanbul, Kültür Kitapevi, 1963. Sayfa: 39
Ateş Atatürk 1934 yılı gezilerinde Bergama’ya geldi. Kışla kapısından girince, o sırada top talimi yapmakta olan bir subaya: “Şimdi kapıdan düşman süvarisi giriyor, ne yaparsın?” Teğmen toplara: “Nişangâh bastır, ateş serbest”, emrini verirken kendi de, tabancasını çekerek kapıya doğru koştu. Bu olaydan çok hoşlanan Atatürk: “Sizin gibi uyanık, cesur asker oldukça buraya düşman değil, kuşlar bile giremez” dedi ve subaya, bir dileği olup, olmadığını sorarak övgüde bulundu.1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973, s. 53-54
30
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Beklenilmeyen Bir Yanıt Atatürk sofrada her akşam ya önemli bir konuyu ele alarak konukları ile tartışır, ya da savaş anılarından söz açar, gözlemlerini anlatır, çeşitli yönlerden eleştirmeler yapardı. Bir akşam, Birinci Dünya Savaşında, Dördüncü Ordu Komutanı bulunan Rahmetli Cemal Paşa’nın yanlış tutumları üzerinde duruyor ve yurda çok pahalıya mal olan bu tutumları üzüntü ile anlatıyordu. Bir aralık, konuşmaları herkes dikkatle izlerken, Atatürk arkadaşlardan birinin uyuya kalmakta olduğunu görür. Bu sofra toplantıları gecenin geç saatlerine dek sürdüğünden, ara sıra, istemeyerek bu duruma düşen arkadaşlar görülürdü. Atatürk bu hali anlayış ile karşılamakla birlikte, uyuyanı uyarmak için adı ile seslenerek ona konu ile ilgili bir soru yöneltirdi. Bu kez de öyle yaptı: -“Abdülkadir, sen ne dersin?” Kendisine seslenilen, Dil Kurumu Başuzmanlarından Abdülkadir İnan’dı.1 Hemen gözlerini açarak hiç beklenilmeyen şu yanıtı verdi: -“Ben onun büyüklüğünü bir sözünden anlamıştım.” Ortalıktaki havaya hiç uymayan bu karşılık herkesi şaşırttı. Atatürk, alaylı, biraz da öfkeli bir ses ile: -“Ya öyle mi?“ diye sordu. “Anlat bakalım, ne imiş o söz?“ Dedi. İnan, hiç telaş etmeden anlatmaya başladı: -“Çarlık yıkılmış, biz de Türkistan’da bir Cumhuriyet kurmaya çalışıyor, bir yandan da komünistlerle uğraşıyorduk. Cemal Paşa oraya kadar gelmiş, bilir bilmez işlerimize karışmaya koyulmuştu. Bir gün sabrımız taştı, kendisine şöyle dedik: ‘Anadolu’daki kardeşlerimiz ölüm kalım savaşında Türkiye kurtulamazsa Türkistan’ın bağımsızlığı neye yarar? Siz buralara gelmek için orasını nasıl bırakabildiniz?” Cemal Paşa bu kınayıcı çıkışımıza kızmadı, gülümseyerek güvenli güvenli: -“Türkiye’de Mustafa Kemal Paşa var” dedi. İşte bu söz açıklayıncaya kadar, herkes endişe içindeydi. Abdülkadir İnan açıklamasını umulmadık bir şekilde bağlamış ve uyuklama suçunu Atatürk‘e bağışlatmıştı.2 1 Abdülkadir İnan, (1889- ), Abdülkadir İnan, Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesinde Profesörlük yaptı. Fakülte’de iken, Türk Dil Kurumu’nda Baş Uzman olarak da
31
çalışmaktaydı. Etnografya, folklor, Türk Tarihi, Türklerin dinleri, inançları, Türk lehçeleri, ve Türk filolojisine dair yazılmış üç yüz kadar makalesi vardır. 2 Mehmet Ali Ağakay, Atatürk’ten 20 Anı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1963. s. 2931 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
O, bambaşka bir iştir; Eski İran Şahı Rıza Pehlevi, Türkiye'yi ziyareti esnasında Atatürk'le beraber İzmir'e ve oradan Balıkesir yoluyla Çanakkale'ye de bir gezi yapmıştı. Görevim gereğince ben de beraberdim. O zaman, Çanakkale Boğazı'nın belirli bir bölgesi henüz gayri askeri bir alan idi. Ve Çanakkale'ye yakın Kirazlı dolayında büyücek bir askeri garnizon tesis ediliyordu. Garnizon binalarından birinin temel atma töreni, iki devlet başkanının ziyareti gününe rast getirilmişti. Atatürk, o bölgeye gelince mevcut kıtaları ikiye ayırarak küçük bir manevra yaptırdı. Ve Şah'la beraber açık bir otomobille uygulamayı izleye izleye temel atma töreninin yapılacağı yere geldi. Temele bir kutu içinde iki devlet başkanı tarafından imza edilmiş bir kağıt konuldu. Otomobil de Atatürk solda, -ki temel tarafı idi- konuğu da sağda oturuyordu. Ve Atatürk, sol tarafta bitmek üzere bulunan manevranın sonucunu eliyle işaret ederek Şah'a açıklıyordu. Birdenbire bir koyunun temele doğru yatırılıp boğazlanmak üzere olduğunu gördü. Kurban kesiyorlardı. - "Durunuz!" diye bağırdı. Açıklamasını bitirdikten sonra başını sağa çevirdi ve: - "Şimdi yapacağınızı yapınız!" dedi. Şah duyduğu derin şaşkınlığı gizlemedi ve hafifseme bir davranışla: "Hazreti Gazi?" dedi. Atatürk, konuğunun ne demek istediğini anlamıştı. Sözünü kesti: - "Evet," dedi. "Ben kana bakamam. Bir tavuğun dahi boğazlanmasına dayanamam." Şah yine atıldı: - "Fakat bu kadar çok bulunduğunuz savaş meydanları ... " Atatürk: - "Ha ... " dedi. "O başka sorun. Öyle yerlerde ölülerin üzerinden atlayarak giderim." Ve tekrar etti: 32
- "O, bambaşka bir iştir."
Hasan Rıza Soyak Kaynak: Yeni İstanbul Gazetesi, 10.11.1952
Atatürk’ün Bir Eri Takdir Etmesi Gazi Mustafa Kemal Paşa ile İran Şahı Rıza Şah Pehlevi1 Balıkesir’de merasim kıtalarını dolaşıyorlardı. Her sınıftan bir bölük teftiş ediliyordu; sıra benim makineli bölüğüme gelmişti. Daha önce askere öğretmiştik. Acemi kelimesini kullanmayacaklar, bunun yerine yeni asker diyeceklerdi. Çünkü acemi tabiri İranlılara hakaret olurmuş. Önde Şah hemen yanında Gazi, biraz arkada da ben bölüğün yanından geçmeğe başladık ve sonunda yeni satın alınan bir kır katırının önünde durduk. Er tekmile başladı: -“Adım Mehmet oğlu İbrahim, memleketim Ayvacık, hayvanın numarası 341, ısırmaz, tepmez, adı...” Derhal aklına geldi. Hayvan yeni olduğu için erler ona acemi ismi vermişlerdi. Ere elimi göğsüme koyarak dikkat etmesini işaret ettim. Bana doğru baktı, biraz durdu ve cevap verdi: -“Adı... Yüzbaşıdır, komutanım..." Şah farkına varmadı, yürüdü, büyük adam durdu. Kulağıma: -“Bu hayvanın gerçek ismi nedir?" dedi. -“Acemi’dir, Paşam” dedim. İbrahim’e baktı, onu süzdü, yanağını okşadı ve emir verdi: -“Bu çocuğa bir ay izin verin. Yaverden yol harçlığını alırsınız” dedi ve ayrıldı.2 1 Rıza Şah Pehlevi, (1878–1944), 1925’ten 1941 yılına kadar İran’ın şahıydı. Kurduğu Pehlevi rejimi Laik, Milliyetçi, Asker ruhlu ve anti-komünist bir rejimdi. 2 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, Garanti Matbaası, İstanbul 1967. s. 292-293 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
33
Atatürk ve Kıbrıs Prof. Dr. Derviş Manizade’den1 Atatürk’ten bir Kıbrıs anısı aktaralım. Akdeniz de yapılan bir tatbikatı izleyen Atatürk etrafında bulunan subaylara: -“Türkiye’nin yeniden işgal edildiğini ve Türk kuvvetlerinin sadece bu bölgede direndiğini düşünelim, ikmal yollarımız ve imkânlarımız nelerdir?” sorusunu sorar. Subaylar birçok görüş ve düşünce ileri sürerler, Atatürk hepsini sabırla dinler, sonra elini haritaya uzatır: -“Arkadaşlar, Kıbrıs düşmanın elinde bulunduğu sürece, bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz, bu ada bizim için önemlidir” der.2 1 Mehmet Derviş Manizade, (1903- ), Ord. Prof. Dr., Tıp doktoru, milli bir mesele olan Kıbrıs davasını Türkiye kamuoyuna taşımıştır. 2 Tahsin Öztin, Mustafa Kemal’den Atatürk’e, İstanbul 1981, s. 156–157 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Dahi Kime Derler? Her zaman Atatürk soru sormaz veya sınava çekmez ya! Bir gün de, sofrada, neşeli bir zamanında Atatürk’ü sınava çektiler arkadaşlarından biri, sordu: “Lütfen cevap verin bakalım; dahi kime derler?” Atatürk duraksamadan ve kendisinin sınava çekilmesini yadırgamadan, cevap verdi: “Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik” der.1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973. s. 71 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
34
Affetmeyi Severdi Amasya’da bulunduğu sırada bir aralık Milli Mücadeleye muhalefet yolunu tutmuş bulunan eski paşalardan biri bir gün Ankara’da beni ziyaret etti. Mustafa Kemal Paşa’nın kendisini affetmesini istiyordu. Bunun için de benim yardımımı ricaya gelmişti. İstemini Mustafa Kemal Paşa’ya arz ettim. Önce ziyareti kabul etmek istemedi. Hatta: -“Nasıl? O adam hala serbest mi dolaşıyor?” Diye sordu. -“Serbest dolaşıyor olmalı ki, huzurunuza çıkmak cesaretini göstermiş!” Dedim ve ilave ettim: -“Af, sizin büyüklüğünüzdür! Kendisini affetmeye mecbursunuz!” -“Peki... Düşünürüz!” Dedi, Fakat bu işin arkasını bırakmadım: -“Kendisine söz verdim! Bu büyüklüğü göstereceksiniz!” o zaman: -“Peki!, çağırınız gelsin!..” Ve eski Paşa, ayaklarına kapanarak, ondan af dilerken, Mustafa Kemal Paşa, güya arada hiçbir olay olmamış gibi, kendisini güler yüzle karşılayarak, yanındaki sandalyeye oturttu. Sigara verdi, kahve ısmarladı ve geçmişe hiç deyinmeyerek, onunla birkaç dakika konuşmaktan çekinmedi. Atatürk, büyük adamdı. Affetmesini çok severdi. Kimleri ne zaman affedeceğini de bilirdi... (Yahya Galip)1 1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, İstanbul 1967, s. 114–115 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
35
Hürriyet Bir gün Atatürk sofrada bulunanlara şu soruyu sordu: -“İnsanın en kutsal duygusu nedir?” Sofrada bulunanlardan kimi namustan, kimi şereften, kimi vatan duygusundan söz ettiler. Bazıları aşkı ileri sürdü. Atatürk: -“Bunların hepsi doğrudur ve hepsi aynı yola çıkar. Bu duyguların kökenine doğru inerseniz hepsi bir noktaya varır. Bu noktada ‘Hürriyet’ duygusu vardır. Milletin ulaştığı seviye ne kadar yüksek olursa ‘Hürriyet’ duygusu da o kadar önemli olur. Onun içindir ki; Türk milletinin ‘Hürriyet’ine kimse dokunamamıştır.”1 1 Tahsin Öztin, Mustafa Kemal’den Atatürk’e, Hür Yayınları, İstanbul 1981., s. 150-151 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Aynı Zamanda Kadınlar Asker de Olacak Atatürk Ankara Kız Lisesini ziyarete gidiyordu. Sınıflara girilip çıkılacaktı. Kapılardan birinin önünde durdu. İçeride ne ders olduğunu sordu. Müdür yurt bilgisi dersi olduğunu söyledi. Atatürk: -“Girebilir miyiz?” Diye sordu. Müdürün verdiği olumlu cevap üzerine usulca kapıyı vurdu. Sınıfa girdi. Biraz ders dinledi. Sonra öğretmene: -“İzin verir misiniz, ben bir soru sorayım?” Dedi. Atatürk’ün sorduğu soru üzerine, sırayla birçok zeki kız soruya cevap aradılar. Atatürk kimisini beğeniyor kimisini onaylamıyordu. Fakat kimsenin de hatırını kırmamaya gayret ettiği belli oluyordu. Büyük Atatürk’ü tanıyanlar, gene büyük bir devrimin öncesinde olduğumuzu hissetmekte gecikmiyorlardı. Nihayet verilen çeşitli cevapları büyük Atatürk kendisi toparladı ve bir cümle içinde ifade etti: -“Vatandaşın en büyük hakkı seçim ve en büyük vazifesi de askerliktir.” Bu sözler tebeşirle tahtaya yazıldı. Ondan sonra Atatürk şu soruyu sordu:
36
-“Milletvekili olmak ister misiniz?” Bu beklenilmeyen sorunun altından bir heyecan havası doğdu. Herkes hararetli hararetli konuşmaya başladı. Genç kızlar büyük Atatürk’ü adeta biran önce bu kararı vermeye sürüklemek istiyorlardı. O da gördüğü ilgiden memnun kalıyordu. Nihayet Atatürk: -“Dünyada kadınlar seçmek ve seçilmek hakkını kazanmak için çok mücadele etmişlerdir. Biz size hiç mücadele etmeden bu hakkı veremezdik. Fakat bütün Türk tarihi boyunca analarınız bu mücadeleyi yapmışlardır. Siz de onların hakkı olan seçmek ve seçilmek hakkına ereceksiniz. Fakat biraz önce söylediklerimi hatırlamanız gerekir. Milletvekili seçer ve milletvekili olursunuz, fakat aynı zaman da asker de olacaksınız.” Sınıfı dolduran genç kızlar hep bir ağızdan: “Oluruz” diye bağrıştılar. Herkes yeni bir devrimin tarihi gününü yaşadığını anlamıştı. Kısa zaman içinde kadınların seçme ve seçilme hakkını kabul eden kanun kabul edildi. Kız okullarına da askerlik dersi kondu.1 1 Münir Hayri Egeli, Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, Ahmet Halit Yaşaroğlu Kitapçılık, Ankara 1959.s. 57-58 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Atatürk’ün Çocukları Bir çocuk sahibi olamamak hep bir sızıydı yüreğinde. Bu acısını hiç gizlenmeyecekti de. Bir baloda Asaf İlbay, on altı yaşındaki kızını Atatürk’le tanıştırdığında yine nasıl da açığa vurmuştu bu acısını: -“Asaf ile bir mahallenin çocuğuyuz. Belki aynı yaştayız da. Demek ben de vaktiyle evlenmiş olsaydım, on altı yaşında bir çocuğum olacaktı!” Gözleri yaşarmıştı. Ama Asaf İlbay’ın eşi atılacaktı hemen: -“Paşam, bütün millet sizin çocuklarınızdır.” -“Doğru, işte ben de bununla avunuyorum...” Yaşamının bir gerçeği de bu olacaktı hep; başkalarının çocuklarını sevmek, okşamak, kendi çocuğuymuşçasına bağrına basmak... Böylece avutacaktı kendini. -“Belki benim çocuğum olmadığında bir gizli neden vardır. Çok sevdiğim bir tayımın ölümünden o kadar duygulanmıştım ki, günlerce acısını unutamadım, yemek yiyemedim. Ya çocuğumu kaybetmiş olsaydım, ne olurdum bilemem...” Kendi çocuğu olmaması karşısında, “olsaydı ama onu kaybetseydim bu acıya dayanamazdım, iyi ki olmadı” diyecek kadar çocuk sevgisi ile dopdoluydu. Bu duygular içinde, gittiği her 37
yerde gördüğü, karşılaştığı çocukları sevecek, kollayıp gözetecek, olanakları bulunmayanları alıp okutacak, çevresinden, evinden çocukları hiç eksik etmeyecekti.1 1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976, s. 86 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
İŞTE BENİM NESLİM BUNLAR... Atatürk 12 Nisan 1934 akşamı, İzmir’de İzmir Palas Salonlarında Hakimiyeti Milliye Okulu fakir çocukları menfaatine verilen baloyu şerefledirirler.* Öğrencilerden Ali isminde bir çocuk ortaya gelir, fakat heyecandan bocalar, konuşamaz derken küçük Ali coşar kendinden geçer. Kollarını ona doğru uzatarak içten gelen bir sesle: -“Senin ismini andıkça, senin resmine baktıkça, seni karşımda görünce damarlarımda bir şeyler kaynadığını duyuyorum... ah! Seni doya doya öpmek istiyorum!” diye haykırır o zaman O da kollarını açar. -“Öyle ise gel öp” der. Ali koşar, boynuna atılır. Diğer çocuklar dururlar mı? “Bizde bizde” diye bağrışarak koştular. Kucağına atıldılar. Öptüler, öptüler. Heyecandan, sevinçten herkes ağlar. Yaverler, Paşalar, Vali hatta kendiside... Evet. Yaptığı harplerin heyecanı, kazandığı zaferlerin sevinci belki onu ağlatmamıştır. Fakat bir avuç Türk yavrusunun içten gelen çoşkunluğu onu sarsmış, heyecanlandırmıştı. Gözlerine dolan yaşları zapetmek için dudaklarını ısırdı. Sonra heyecandan, titreyen bir sesle yanındakilere dönerek: -“İşte benim neslim, bunlar ! Bunlarla biz akranız” der. Kaynak: *Yeni Asır Gazetesi 13 Nisan 1934, Cumhuriyet 13 Nisan 1934. Celal Bayar, Atatürk’ten Hatıralar. Sayfa: 91-92
38
Matematik terimi Gazi, artık en büyük önemi terim komisyonlarına veriyordu. Bu komisyonlar ellerinden geldiği kadar cep kılavuzundan, taramalardan, derlemelerden, Divandan... Ve başka kaynaklardan araç alıp şaşılacak ölçüde çok terim uyduruyorlardı. Gazi bu çalışma biçimini durduracak hiçbir emir vermedi. Ancak akşamları, konuşarak, komisyonlara sağlam prensipler aşılamaya bakıyordu: Doğu (İslam-Arap) kültürünün terimleri atılacak! Batı terimlerinin Türkçe karşılıkları aranacak. Bulunacak Türkçe karşılık Batı teriminin kavramını anlatabilmelidir. Karşılık, terimin kavramını anlatmıyorsa alınmayacak. Batı terimi Türk fonetiğine uygun imla (ortografi) ile millileştirilip alınacak; bu terim artık Türkçe sayılarak ortaokul ve lise öğretiminde kullanılacak. Gazi bütün komisyonların hazırladığı uzun listeleri gözden geçiremezdi; buna vakti yoktu. Yalnız riyaziye (matematik) komisyonunun terimlerini kendi kontrolü altına almış, birer birer tartışmasını yaptırarak alınacak terimleri, Türk imlasıyla tespite çalışmıştı. İlk terim riyaziye kelimesi idi. Komisyonun listesinde bu terime bir karşılık bulunmamıştı. Tartışma başladı: Gazi: "Riyaziye nerden gelir, anlamı nedir?" Komisyon Başkanı: "Efendim, riyazat'tan gelir, sofuların sıkı perhizi demektir." Gazi: "Bunun Batı terimi nedir?" Komisyon Başkanı: "Fransızcası mathematique, İngilizcesi mathematics, Almancası mathematik'tir, efendim." Gazi: "Anlamı nedir?" Komisyon başkanı: "Sayılabilen, ölçülebilen şeylerin sayılması, ölçülmesi yollarını araştıran birimler demektir." Gazi: "Burada sofuların, perhizlerin işi yoktur. Bu terimin Türkçesi matematik'tir, efendim." Terim, böyle bir tartışmadan sonra, matematik olarak alınmıştır. Kaynak: Ahmet Cevat Emre, İki Neslin Tarihi, sayfa:339-340 39
"GİDEMEZSİNİZ!" Öyle bir mizaç durulmaya gelmez. İçi dalgalanmalıdır. Birçoklarını dinlendiren sessizlik ve biteviyelik, onu yaşamakta olduğundan şüphe ettirir. Bakışlarının mavisi uçar, dudaklarının gerginliği çözülür, sesine bir yorgunluk çöker. Bu sırada ağır bir tehlike haberi bile, onun için şevk kaynağıdır. Pırıl pırıl bakar, bir yenilmez irade çizgisi dudaklarını yeniden gerer, sesi bütün neşesine kavuşur. Birçoklarını ölüm kalım kaygısına düşüren tehlike haberini, onun yanında, yeni sevinçlerin müjdesi sanırsınız. Atatürk'ün yine bir bezginlik gününde idi. Kışın hemen hemen ortasındayız. Şehrin içi dışı kara gömülmüştür. Devletin "umur-ı-cariyesi" (günlük işler) tabii akışında. Sabah dokuz buçuk ta iş, akşam beş buçukta ev. Bu "Harcıalem" (herkesce bilinen) bir hayat, bir mekik tezgahı. Yalnız o işsiz. Bize döndü: - Çocuklar, bir iki günlük eşya alınız. Bir dolaşmaya çıkalım, dedi. Nereye gidecegimiz belli değildi. Fakat yaverine verdiği emirlere göre bir kara yolculuğu yapacaktık. O vakitler Ankara yakınlarına bile güç gidip geliyorduk. Taşrada ise yol, köylü arabasının çamura saplanmamak için istemiyerek çıktığı bir taşlı geçitten ibaret. Kağnı devri. Hani Sivas Valisi bir şose yapar, iki tekerlekli arabayı da hemen yasak eder, köylüler; - Aman vali bey, kağnımızı yasak etme, biz senin yolundan gitmeyiz, diye yalvarırlar. Yahut güney vilayetlerden birinde bir vali istasyonla kasaba arasında bir yol açmış. Ankara'dan bakanlar veya milletvekilleri gelince kurdelasını çözer, onlar gidince kullanılıp bozulmaması için yeniden bağlarmış. İşte o zamanlardayız. Bala'ya belki varabildik. Fakat daha öteye? Bakanlardan biri: - Gidemezsiniz! dedi. Nasıl? Gidemez miydi? Birden bezginliği üstünden gitti. Demek gidemezdi. Demek Ankara'nın beyaz hapsi içinde eli ayağı bağlı idi: - Siz vekilsiniz. Zati buradan ayrılamazsınız. Biz gideriz, dedi. Evden birer çanta ile geldik. Arkadaşlarından giyimini pek sağlam bulmadıklarına gardrobundan birer palto hediye etti. Yola çıktık. Ruşen Eşref'le ben bir arabada idim. Bala'ya vardığımız vakit gece yarısını geçmişti. Yaver jandarma komutanını uyandırmaya gitti. Adamcağız yarı çıplak pencereden bakmış.
40
- Atatürk geldi, çıkıp da bir yer hazırlatsanız... Deyince gülmüş. Atatürk'ün bu kara kış gecesinde Balada ne işi var? Olsa olsa bunlar birkaç yolcudur. Kendini giyindirip sokağa çıkarmak ve yer aratmak için böyle bir bahane bulmuşlar. Penceresini, perdesini indirir, tekrar yatmaya gider. Komutanı inandırmak için bir hayli güçlük çekmişler. Vekilin dediği doğru idi. Buradan ileriye gidemezdik. Geri dönmeliydik. Sabaha karşı Ankara'ya, evlerimize kavuşurduk. Yaver geldi: - Yola devam ediyoruz, dedi. - Nereye gideceğiz? - Atatürk'ü takip edeceksiniz. Kırşehir istikametine doğrulduk. Yan bozuk şose bir müddet şöyle böyle gitti. Geceyi atlattık. Atatürk arasıra arabasını durdurarak kervanın tamam olup olmadıgına bakıyordu. Neşesi ve hiç yıpranmayan gençliği üstünde idi. Bir aralık şose durakladı. Dümdüz bir kar fakat batak olmasından şüphelendiren bir çözülmüşlüğü var. Atatürk'ün arabası ağır oldugundan bizim hafif araba ile denememiz lazım geldi. Biraz ilerledik, ve iyiden iyiye saplandık. Atatürk arabası ile yan sırta doğru bir kıvrılış yaptı, ham toprağın çamurunu uyandırmadan batağın öbür tarafına geçti. Öteki arabalar da peşinden gittiler. Ruşen Eşrefle ben, bir de şoförümüz saplandığımız yerde kaldık. Ta uzakta köye benzer bir karartının önünde bizim için yedek bir araba bırakıldığını görüyorduk. Oraya kadar yaya gitmekten başka çare yoktu. Bazan ayak bileklerimize kadar batarak, çamur içinde bir hayli yürüdükten sonra, birkaç muhafız askerin bulundugu kamyonete kadar gittik. Ben şoförün yanına geçtim. Ruşen Eşref arabanın içine bağdaş oturdu. Altı eşya ile dolu idi: - Ne var bu örtünün altında? diye sordu. Askerler: - El bombası efendim, dediler. Doğrusu pek korkulu bir emniyet içinde idik. Bir hayli gecikmiştik. Akşam ve hemen arkasından gece bastı. Hava tipiye çevirdi. Şoför: - Önümü görmüyorum, diyordu. Ruşen soldan, ben sağdan tekerlek izlerine bakarak, şoföre; - Aman biraz bana dogru...
41
Diyor, göz yordamı ile pek yavaş yol alıyorduk. Yağış gittikçe arttığı için izler kayboluyordu. Durmadan camları silerek, gece vakti, bir hendeğe yuvarlanmamaya çalışıyorduk. Bu bir işkence idi. Kaç saat sürdü, bilmiyorum. İkide bir: - Gidemezsiniz! sözünü hatırlayıp vekil arkadaşımızı hayırla anıyorduk! Bir aralık ilk rastladığımız bir evde kalmayı bile düşündüm. Fakat Atatürk'ü merakta bırakırdık. Çilemizi ister istemez dolduracaktır. Nihayet sis pus içinde Kırşehir'in soluk ışıkları göründü. Atatürk valinin evine inmiş ve ağır arabası tam konağın eşiğinde çamura saplanmış. Bu da tuhaf bir şeydi. Dumanlı lamba aydınlığında Atatürk'ü güler, konuşur bulduk: - Sizi merak ettim. Şuraya buraya haber yolladık. Bir cevap da alamadık. Karnımız aç... Haydi doğru sofraya... dedi. Bilhassa O neşeli idi. Herkes yanındakine soruyordu: - Yarın ne yapacağız? Çiçekdağını aşarak ilk demiryolu istasyonunda hazırlanan treni bulacakmışız. Fakat acaba yol nasıldı? - Daha berbatmış... diyorlardı. Erken yattık. Bizi bir büyükçe eve götürdüler. Saç soba ile birdenbire hamam gibi ısınan, sonra yine birdenbire dam gibi soğuyan bir odanın yatak serili kerevetleri üzerine birkaç arkadaş büzüldük. Ertesi sabah Atatürk kervan tertibini kendi üstüne aldı. Kar pek fazla idi. Yol belli değildi. Onun için önce hafif bir Ford gidecek, arkasında jandarma yüklü bir kamyon bulunacaktı. Ford arabasının vazifesi bize iz açmaktı. Ara sıra yoldan çıkıp kara gömüldü mü, jandarmaların yardımıyle tekrar yolun üstüne konacaktı. Köylülerin kar üstünde yalnız baca uçları görünüyordu. Şehrin bir hayli uzağına kadar bizi uğurlayan vali, bir yerde arabasından indi, ve Atatürk'ü selamladı. Bembeyaz, uçsuz bucaksız kar üstünde simsiyah bir tören esvabı ile kapkara bir silindir şapka bırakıp yolumuza gittik. Çiçekdağını nasıl olup da aşabildiğimizi bilmiyorum. Kalın bir kar yığını, sağ yanımız alabildigine uçurum, vakit gece... Çok defa "varmak" hayalini kaybediyorduk. Ölüm bir karış yanımızda idi. Dimdik çıkıyorduk. Bu kader midir, nedir, ona teslim olmaktı. Bu bir tevekkül hali idi. Bir iradenin ayrılınmaz, kopulmaz cazibesine tutulmuş sürükleniyorduk. O kaderden de kuvvetli idi. Atatürk gidecekti. Gitmeli idi. Sonra aynı zorlukla, ayni tehlike ile indik. Ve düzlükte, direksiyonları boşanmış dizgine çeviren bir kaygan batak topraga düştük. Büyük bir hızla sağa veya sola fırlıyarak, sanki bir pençeden kurtulmaya çalışıyorduk. 42
Nihayet bütün pencerelerinin ışıkları ile tren göründü. Isınmıştı. Sofrası kurulmuştu. Bu, iki ray üstünde bir medeniyet parçası idi. Atatürk gidebilmiş, götürebilmişti. Sanki bütün Kuva-yı Milliye destanının bir senaryo denemesini yapmıştık. Şevki, canlılığı, gençliği ile arabasından indi: - Tehlikeli amma, hoş bir yolculuk yaptık, dedi. - Atatürk, dedim, arabalar saplanıp kalsaydı ne yapardık? Gözleri parlayarak: - Ne mi yapardık? Atla, kağnı ile yolumuzu tamamlardık, vasıtamızı icat ederdik, dedi. Mesele sık sık imkansızlık hali bağlayan güçlüklerde değil, karar vermekte ve iradeyi kaybetmemekte idi. Çok defa, yalnız kendine güvenirdi. Kaynak: Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, Pozitif Yayınları, Kasım 2008. ISBN: 978-975-6461. Sayfa:47-52
Harf devriminin büyük günleri: Talihim o gece bana kendisiyle yan yana bulunmak mutluluğunu vermiş... Bir devrimden bir devrime geçen, bir ulusal savaşı değil birkaç ulusal savaşı birden başarıp kazanan Büyük Şef’e, bu kadar büyük davalardan yorgunluk duyabileceğine ilişkin kaygımı duyuruyorum: -“Yapmamıza imkan hasıl olan işleri yapmazsak tarih bizi kınar”, buyurdular. HAKKI TARIK US Kaynak: Atatürk’ten Anılar, Kemal Arıburnu, İnkılap Kitapevi 1998. ISBN: 975-10-1392-5. Sayfa: 300, (Hakkı Tarık Us, O’nun İçin Yazılanlar, Söylenenler, 1939. Sayfa:377)
43
Çıktık Kalın Kabloyla: Cumhuriyet'in 10. Yıl kutlamaları için dosta düşmana görkemli bir tören hazırlığına girişilir. Dünyanın pek çok ülkesinden konuk, tabii ki Sovyetler Birliği'nden de davetli çağrılır. Ruslar, Kurtuluş Savaşı'na destek verdikleri Türkiye'nin bu önemli gününe iki bakan gönderirler. Bu arada Sergei Yutkeviç adlı bir yönetmen de Türkiye'ye davet edilmiştir. Yutkeviç'in görevi, yolculuğu ve etkinlikleri filme almak, bu tarihi olayı belgelemektir... Ankara'ya gelen Yutkeviç, hazırlık yapmak için otelinden ayrılıp törenin yapılacağı hipodroma gider. Diğer meslektaşlarına ayrılan yere kamerasını kuran Yutkeviç, konuşmaların yapılacağı kürsüye kablo çekerken utanır. Rus kameramanın sıkıntısı kablosundan dolayıdır! Öyle ya, diğer kameramanların kablosu serçe parmağı kalınlığındayken, Yutkeviç'inki neredeyse bir insan bilegi kadardır.
Cumhuriyetin 10. Yıl törenlerinde, 10. Yıl Nutku'nu okurken. (29 Ekim 1933) Ertesi gün, Cumhuriyetin 10. yıl coşkusuyla dolu olan binlerce insan hipodromdaki yerini almış, Atatürk ve davetlilerin gelmesini beklemektedir. Gazi, bir otomobille girer hipodroma. Merdivenleri çıkar, toplulukla tokalaşmaya başlar ve kürsüye geçip konuşmaya başlar. Bu sırada Yutkeviç kamerasını çalıştırır, kayıttadır. Ama birden, etrafındaki meslektaşlarından feryat figan sesler yükselmeye başlar. Yutkeviç, gözünü kameranın vizöründen ayıramadığı için de ne olup bittiğini anlayamaz. Bir ara gözünü vizörden ayırır ve diğer kameramanların neden telaşlandığını anlar.
44
Ankara Hipodromu'na Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'la giriş yaparken. (29 Ekim 1933) Atatürk'ü hipodroma getiren otomobil kamera kablolarının üstünden geçmiş, hepsini koparmıştır. Ortada bilek kalınlığında bir tek sağlam kablo vardır, o da Yurkeviç'in kablosudur. İşte biz, o tek sağlam kablo sayesinde 10. Yıl Marşı fonundaki görüntü ve Ata'nın konuşmasını hala izler dururuz. Kaynak: Türkiye'nin Hatıra Defteri, 1923'ten Günümüze, Nebil Özgentürk, Deniz Kültür Yayınları No: 25. ISBN: 978-975-710490-2. Sayfa: 43
Türkiye Cumhuriyeti'nin Onuncu Yıl Kutlamaları “Türk milleti! Ebediyete akıp giden her on senede bu büyük millet bayramını, daha büyük şereflerle, saadetlere huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne Mutlu Türküm Diyene...”1 Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından itibaren geçen on yıl Cumhuriyet tarihimizin en önemli ve kritik dönemi idi. Bu dönem, Türkiye’de, Atatürk önderliğinde bir yenileşme ve Türk ulusuna yeni bir kimlik kazandırmak çabasının yoğunlaştığı bir süreç olmuştur. Öte yandan içerde, savaşın kötü etkileri silinmeye çalışırken, bir yandan da rejim karşıtı kişilere karşı mücadele verilmiştir. Dışarda ise, kendi gücüyle varlığını sürdürebilen saygın bir devlet olarak tanınabilmek için büyük bir çaba gösterilmiştir. Bu çabalar genç Cumhuriyet’in gücünü 45
zorlamış, fakat, birlik ve beraberlikle kenetlenmiş bir ulusun başaramayacağı bir şey olmadığını göstermiştir. Bu başarıda en önemli etkenlerden biri ise, ulu önder Atatürk’ün Türk ulusuna doyduğu sonsuz güven ve yılmadan sürdürdüğü inkılap hareketleridir. Bununla beraber, bazı çevrelerde Cumhuriyet’in ilk on yılı, yeni rejimin devam edip etmeyeceği sorusunun gündemde olduğu bir dönemdi. Türkiye’de Cumhuriyet’in sürekli olmayacağı kuşkusu bazı yabancı devlet adamlarının düşüncelerinde canlılığını korumakta idi. Nitekim İsmet Paşa, Lozan Konferansı ile ilgili anılarında bu konuda şunları söylemiştir; “Güçlüğü hatırlamak için size söylüyorum. Orada (Lozan Konferansı’nda) bir akşam, İngiliz delegesi Lord Curzon, yanında Amerika delegesi varken bana şöyle dedi; - Aylardan beri müzakere ediyoruz. Arzu ettiklerimizin hiç birini alamıyoruz. Vermiyorsunuz, anlayış göstermiyorsunuz. Memnun değiliz sizden. Ama, ne reddederseniz cebimize atıyoruz. Cebimizde saklıyoruz. - Memleketiniz haraptır. Yarın geleceksiniz. Bunları tamir ettirmek için, kalkınmak için yardım isteyeceksiniz. O zaman, bu cebimize koyduklarından her birini birer birer çıkarıp size vereceğim... Ben cevap verdim: - Çok emekle bu neticeye varmışızdır. Şartlarımız Milletimize göre haklıdır. Bunları alalım. Siz şimdi verin.. Sonra gelirsek, istediğinizi yapı...” 2 Yenileşme çabalarının yoğunlaştığı ilk on yılın sonuna kadar genç Cumhuriyet’in devamlılığı konusunda var olan kuşkunun dağıldığı söylenemez. Bu nedenle, Atatürk Türkiye’sinde, Cumhuriyet’in ve devletin varlığını sonsuza kadar sürdürebilmesi, güçlü temellere oturtulmasını gerekli kılmıştır. Bu temeller öyle sağlam atılmalıdır ki bir daha eskiye dönüş mümkün olmasın ve bütün kuşkular dağılabilsin. Gerçekten, 1923’de devralınan, uzun süren savaşlar nedeniyle harap olmuş, kaynakları kurtulmuş, nüfusu azalmış yokluklar içindeki Türkiye ile 1933’de hukuk ve eğitim sistemini, teknolojisini, sanayisini, tarımını ve ticaretini değiştiren ve geliştiren Türkiye arasında büyük fark vardı. Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan ve birbiri arkasından getirilen yeniliklerin Türk devlet ve toplum düzeninde on yıl sonunda bu önemli değişikliği yaratması, uygulayıcıların kararlılığının yanısıra, Türk toplumu tarafından benimsenip sahip çıkmasıyla mümkün olabilmiştir. Bu gelişmeler Cumhuriyet ve inkılaplarla getirilen yeni düzenin sürekli olacağı düşüncesine kuvvet kazandırmıştır. Buna rağmen Atatürk’e göre bu yapılanlar asla yeterli değildi. Onuncu Yıl Nutku’nda “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medeni milletler seviyesine çıkaracağı” sözleriyle Türk inkılabının çağdaşlaşmaya yönelik hedefini gösteriyordu. Onuncu Yıl Marşı’nda da nüfusun On yılda on beş milyona varması ve ülkenin dört bir yanının demir ağlarla örülmesi övünerek anlatılıyordu. Yoğun çabalarla geçen ve bir varoluş mücadelesinin verildiği bu kritik dönemin sonunda “Cumhuriyet’in Onuncu Yılı” görülmemiş güzellikte ve coşkulu kutlanması ona çok farklı ve özel bir anlam kazandırmıştır.
46
A- KUTLAMA HAZIRLIKLARI Cumhuriyet’in onuncu yılı kutlamalarının benzersiz bir şekilde gerçekleşmesi ve duyulan gururun herkesçe paylaşılmasının ancak devletin bütün hazırlıkları üzerine alması ile mümkün olacağı düşünülmüş ve konu devlet düzeyinde ele alınmıştır. Bu nedenle hükümetin çalışmalarını eksiksiz yürütebilmesi için 11 Haziran 1933 tarihinde “Cumhuriyet’in İlanının Onuncu Yıl Dönümü Kutlama Kanunu”3 adı altında bir kanun çıkarılmıştır. Çalışmalar ilerledikçe bunu diğer kanun ve kararnameler izlemiştir. Kutlama işini çıkardığı kanun ve kararnamelerle yürütmesi, Devletin Cumhuriyet’in onuncu yıl kutlamalarına verdiği önemin en büyük kanıtı olmuştur. Onuncu yıl kutlamalarının ülke genelinde, köylere, varıncaya kadar kutlanması hedeflenmiştir. Bu amaçla işi merkezde yürütecek olan başbakanlığa bağlı olmak üzere C.H.F’sı Umumi Katibi Kütahya Milletvekili Recep (Peker) Bey’in başkanlığında, C.H.F’sı Umumi katibi Erzurum Milletvekili Nafi Atuf ile Milli Müdafaa, Dahiliye ve Maarif Vekilleri Müsteşarlarından oluşan “Kutlama Yüksek Komisyonu”4 kurulmuş ve 15 Temmuz 1933 tarihinde ilk toplantısını yapmıştır. Ayrıca, Kutlama Yüksek Komisyonu’na bağlı olmak üzere il ve ilçelerde de “Komite” ve “Heyetler”5 oluşturularak çalışmalar sürdürülmüştür. Bütün bu çalışmalar için 1933 mali yılı bütçesinden 50000 TL. gibi önemli bir miktarda kaynak ayrılmıştır. Yapılan harcamalarda merkezde Ankara Vilayet Komitesi, illerde ve kazalarda İl ve Kaza Komiteleri yetkili kılınmıştır.6 B - KUTLAMA TÖREN VE ETKİNLİKLERİ Cumhuriyet’in ilk on yıldaki gelişimin getirdiği güzelliklerin ve mutluluğun heyecanını herkese duyuracak bir şekilde ve değerde olması için, kutlamaların çok sesli hareketli, renkli ve anlamlı olması için gösterilen çabalar ona farklı özellik vermekte idi. Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Dönümü için başlayan çalışmalar çerçevesinde, kısa sürede ve eldeki olanaklarla, çok özel ve anlamlı bir biçimde kutlanması amacıyla çeşitli etkinlikler düzenlenmiştir. 1930’lu yıllar Türk İnkılabı’nın toplumun tabanına benimsetme çalışmalarına hız verildiği yıllar olmuştur. Bunun doruğa “ulaştığı Cumhuriyet’in Onuncu yılında sergilerle, konferanslarla halk kürsüleri ve afişlerle halkın Cumhuriyet’in değerlerini ve İnkıbalın getirdiklerini anlaması hedefi ağırlık kazanmıştır. Bu amaçla 19 Ekim 1933 tarihli ve 2319 sayılı ek bir yasa ile, Yüksek Komisyon’un davetlisi olarak gelen 200 konuğun Devlet Demiryollarından ücretsiz seyahat etmelerine olanak tanınmıştır. Ayrıca, İstanbul’da bastırılmış olup “İnkılap” ve “Bağımsızlık”ı anlatan ve ağırlığı on tona kadar yayınların Devlet Demiryolları tarafından Ankara’ya ücretsiz olarak taşınması için karar alınmıştır.7 Cumhuriyet’in Onuncu yılı kutlamaları bazı özellikleriyle de bir örnek olma özelliğini taşımıştır. En önemli özelliklerinden biri, bu bayramın üç gün, ve gündüz tören ve şenliklerle kutlanmasıdır. Ayrıca, O yıla kadar Cumhuriyet Bayramları merkezlerde kutlanırkan Onuncu Yıl kutlamaları köyleri de içine aldığından bütün yurdu saran coşku ve heyecan dalgası yaratmıştır. Öncelikle hazırlanan “Köy Kutlama Programı” çerçevesinde üç gün boyunca köylerde konferans verilmiş ve tiyatro gösterileri düzenlenmiştir. Kutlama Yüksek Komisyonu tarafından hazırlanan ve “Köylülere Konferans” adını taşıyan kitapçıklar köylere dağıtılmıştır.8
47
Cumhuriyet’in Onuncu Yıl kutlamaları çerçevesinde 29 Ekim 1933 tarihinden itibaren Yurt adında köylüye yönelik gazete çıkarılmaya başlandı. Yurt gazetesinin ilk sayısı CHF İdare Heyeti’ne ve bölgelerindeki her köye ikişer tane olmak üzere parasız olarak köylere dağıtılmıştır. Bayram süresince, köylerde yaşayan ve Köy Komitesi’nce seçilen köylü vatandaşlar, kentde konuk edilip ağırlanmışlardır. Bunlardan bazıları törenlerde katılımcı olarak yer almışlardır. Örneğin Ankara’da 600 yaya ve 1000 atlı olmak üzere 1600 köylünün konuk edilmesi için Ankara’daki bütün ilkokullar 17 Ekim 1933 tarihinden itibaren 20 gün süreyle tatil edilmiştir.9 Bu durumun o zamana kadar varlığını koruyan köylü-kentli arasındaki uçurumu kapatmaya yönelik bir davranış olduğu gibi, Cumhuruyet’in onlara verdiği “efendi”liğin sözde kalmadığını göstermekte idi. Bu arada köylü konukların yanı sıra, yabancı konuklar da Ankara’ya gelmişlerdir. Bunlar arasında önemli bir yeri olan Sovyet Heyet’inde Heyet başkanı Sovyet Harbiye Komiseri Vorolişof, Kızılordu Süvari Umumi Müfettişi Budiyyeni, Muarif Komiser Muavini Krijanisvki ile çeşitli üst düzey yöneticileri ve gazeteciler olmak üzere 26 Ekim’de yurdumuza gelmişlerdi. Ayrıca, Ankara’da yapılacak, tören sırasında bayram uçuşlarına katılmak üzere Rus Hükümeti adına ordumuza hediye edilen uçakları getiren Bir Sovyet Heyeti de yurdumuza gelmişlerdir.10 Rus Heyeti dışında yurdumuza gelen yabancı konuklar arasında yer alan Bulfar Heyeti de Maarif Nazırı M. Boyaciyef ve General Markof başkanlığında Onuncu yıl kutlamalarına katılmak üzere 27 Ekim 1933 günü Ankara’ya gelmiştir. 11 Bu sırada Balkanlarda kurulması düşünülen pakt için Türkiye’nin iyi ilişkiler kurmaya özen gösterdiği Yunanistan’da, Yunan Hükümeti’ni temsilen Hava Kuvvetleri Kumandanı General Adamidis başkanlığında bir heyeti Ankara’ya göndermiştir. 12 Aynı tarihlerde CHF’nin dolayısıyla da Cumhuriyet yönetiminin resmi yayın organı olan Hakimiyeti Milliye gazetesi köylere daha ucuza satılmaya başlanmıştır. Posta kutusu bulunan köylere gönderilecek Hakimiyeti Milliye’nin yıllık abone bedeli 17 liradan 9 liraya indirilmiştir (%47.1) 13 Cumhuriyet’in 10.yılı kutlama programı çerçevesinde 20000 civarındaki köye CHF tarafından Türk bayrağı ve Altı oklu CHF bayrağı gönderilmiştir.14 Bunların dışında hazırlık çalışmaları arasında yayın etkinliklerinin de önemli bir yeri vardır. Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Türk devlet ve toplum hayatında başlayan gelişmenin ilk on yılda aldığı yolu anlatabilmek için, Kutlama Yüksek Komisyonu tarafından “Rehber Kitap” hazırlanmış ve bütün yurttaki kurum ve kuruluşlara dağıtılmıştır15 Toplam sayfa sayısı 2155 olan Rehber Kitap içinde ayrıca, 2 harita ve 46 grafik yer almıştır. Komisyon bu kitabın Yurt dışında, Türkiye hakkında en doğru bilgiyi edinmek için başvuru kitabı olarak değerlendirileceğini düşünerek kitaptan Fransızca özetler çıkararak Anadolu Ajansı aracılığıyla dünya basınına göndermiştir.16 Bayram süresince, meydanları ve duvarları süslemek üzere Yüksek komisyon tarafından hazırlanan 25 resimli ve yazılı afiş serisinin her birinden 8 bin adet Ankara’da bastırıldıktan sonra bütün yurda dağıtımı yapılmıştır.17 Kutlama Yüksek Komisyonu, ülkenin bütün fikir ve sanat çevrelerini göreve çağırarak, inkılabın yüksek anlamını ve ilk on yıldaki atılımları
48
anlatacak söylev, piyes ve şiirlerin yazılmasını istemiştir. Bu amaçla yazılan bütün eserlerindende posta ücreti alınmamıştır.18 Cumhuriyet’in Onuncu yıl dönemine özgü olmak üzere, topçu kıtası bulunan yerlerde ve donanmanın belirli gemilerinden Cumhuriyet’in Büyük Millet Meclisi’ne kabul edildiği 29 Ekim günü saat 20.30 da 101 adet top artışı yapılmıştır. Onuncu Yıl Kutlamalarında, ilgi çeken diğer bir özellik de, bayram süresince evlerin, sokakların, binaların, caddelerin ve meydanların bayraklarla, afişlerle ve taklarla süslenmesi ve geceleri evler ile binaların ampullerle veya fenerlerle aydınlatılmış olmasıdır. İlginç bir özelliklede, bu bayramda yurdun her yanında bayram törenlerinin yapıldığı bütün meydanlara “Cumhuriyet’in Meydanı” adını verilmesidir. Ayrıca, “Toprak Alma Töreni” adı altında yapılan anlamlı bir törenle de meydanlardan alınan toprakların birlik ve beraberlerin bir sembolü olarak Ankara’ya gönderilmesidir.19 Bu bayramda, şehirlerin önemli meydanlarında “Halk kürsüleri”nin kurulması dikkat çekicidir. Bu kürsülerde ismini daha önce il Kutlama komisyonu’na yazdıran kişiler Cumhuriyet ve İnkılap konularında konferanslar vermişlerdir. 20 Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Dönümü Kutlaması nedeniyle İstanbul Üniversitesinde Cumhuriyet ve İnkılaplarımız konulu halka açık konferanslar verilmiştir. Halkın Konferanslara ilgisini çekebilmek için günlük gazetelere verilen ilanlarla duyum yapılmıştır. Öte yandan, Cumhuriyet’in Onuncu Yılı, Üniversite’de inkılaplara yönelik çalışmaların başladığı yıl olması nedeniyle özel bir öneme sahiptir. Çünkü, 1933 yılında yapılan Üniversite reformu içinde 21 Haziran 1933 yılında İstanbul Üniversite’sinde bir “İnkılap Enstitüsü”nün kurulduğu ve İnkılabımızın ekonomik,sosyal ve hukuki temellerinin öğrenciye ders olarak okutulmak üzere çalışmalara başlandığı yıldır. Bu nedenle, Üniversite’de başlayan Onuncu yıl ile ilgili konferanslar bu alanda bir ön çalışma olmuştur. Kutlama Yüksek Komisyonu yabancı ülkelerdeki radyo gazeteler gibi yayın organlarından yararlanarak yeni Türkiye’yi bütün dünyaya anlatabilmek amacıyla girişimlerde bulunmuştur. Bu girişimlerin sonunda bazı yabancı dergiler olağanüstü ekler çıkarmışlardır. Ayrıca, başta Bükreş olmak üzere, Vaşington, Peşte, Varşova, Stocholm, Londra, Kahire, Bern, Lahey radyolarında özel programlar düzenlenmiştir.21 Sonuç; Bütün bu hazırlıkların sonunda Türkiye, Cumhuriyet’in Onuncu Yıl dönümünü çok anlamlı ve coşkulu kutlanmıştır.Pek çok özellikleri üzerinde toplayan “Onuncu Yıl” kendisinden sonra gelen kutlamalara örnek teşkil etmiştir. Onuncu Yıl Kutlamaların en önemli yönü Cumhuriyet’in kendini tanıtabilmek fırsatını iyi değerlendirebilmiş olmasıdır. Bayramın ilk gününden itibaren Türk halkı Cumhuriyet Bayramı’nı gerek katılımcı gerek izleyici olarak içten gelen bir sevinç ve gururla kutlarken Cumhuriyet’e olan inancını ve güvenini göstermiştir.
49
KAYNAKÇA Afyon İli Kutlama Komitesi Başkanlığı, Büyük Cumhuriyet Bayramı Programı, Doğan Matbaası, Afyon 1993. Atay, Falih Rıfkı, Çankaya, Kral Matbaası, İstanbul 1984, Ateş Toktamış, “Lozan’ın Düşündürdükleri” İstanbul 1989 Bilmek ve Bilememek , Yaylacık Matbaası, İstanbul 1989 Cumhuriyet Halk Fırkası, İstanbul Vilayet İdare Heyetinden Alınan Bilgilerin Fotokopisi Cumhuriyetin Onuncu Yılı İçin Şiirler Destanlar, Hakimiyeti Milliye Matbaası Ankara 1933, Enver Behnan, Cumhuriyetin Onuncu Yıl Dönümü Ankara’da Nasıl Kutlandı, Hakimiyeti Milliye Matbaası, Ankara 1934, Kutlama Yüksek Komisyonu, Onuncu Cumhuriyet Bayramında Köylüle re Konferans (yer ve tarih yok) Kutlama Yüksek Komisyonu, Onuncu Yıl Rehberi , Hakimiyeti Milliye Matbaası, Ankara 1933 Milliyet Gazetesi 50 Yıllık Yaşantımız, C.I. İstanbul 1975. Hüseyin Cahit “Türkiye Cumhuriyetinin Onuncu Yıl Dönümü”, Çağdaş Düşünce Işığında Atatürk, Eczacıbaşı Vakfı Yayınları. Uyar, Hakkı-Çetin, Türkan, “Yurt Gazetesi”, İstanbul 1983. Toplumsal Tarih Sayı; 1 (1 Ocak 1994), s. 51-57 Suphi Nuri, “Cumhuriyetin İkinci On Yılı,” Varlık Mecmuası, No. 8 (29 Teşrinievvel 1933) Süreli Yayınlar ve Gazeteler Akşam Gazetesi Cumhuriyet Gazetesi Fikir Hareketleri Mecmuası Hakimiyeti Milliye Gazetesi Ülkü Halkevleri Mecmuası Resmi Gazete Arlık Dergisi 1 Atatürk’ün 29 Ekin 1933 günü okuduğu Onuncu Yıl Nutku’nun tıpkı basımı için bkz. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt I., Sayı : 2 Mart 1985 , s. 507-509.
50
2 Toktamış Ateş , “Lozan’ın Düşündürdükleri”, Bilmek ve Bilmemek, Yaylacık Matbaası, İstanbul 1989, s. 151 3 Resmi Gazete 26 Haziran 1933, Sayı 2437, s. 1 4 Resmi Gazete 15 Temmuz 1933, Sayı 2452, s.1 5 Hakamiyeti Milliye Gazetesi 16 Temmuz 1933, Sayı 4306, s.1 6 Resmi Gazete 16 Teşrinievvel 1933, sayı 2530, s.1 7 Resmi Gazete 23 Teşrinievvel 1933, sayı 2536. 8 Yüksek Kutlama Komisyonu, Köylülere Konferans (1933), s. 1-5 9 Enver Behnan, Cumhuriyetin Onuncu Yıl Dönümü Ankara’da Nasıl Kutlandı Hakimiyet-i Milliye Matbaası, Ankara 1934, s.7. 10 Hakimiyeti Milliye Gazetesi 24 Birimci Teşrin 1933. Sayı 4396. s.l. 11Cumhuriyet Gazetesi 28 Teşrinievvel 1933. Sayı 3405, s. 1. 12 Milliyet Gazetesi 30 Teşrinievvel 1933. Sayı 2773. s.1 13 Hakkı Uyar-Türkan Celin “Yurt Gazetesi” Toplumsal Tarih Sayı 1 (Ocak 1994). s. 51-57 14 Resmi Gazete 22 Teşrinievvel 1933, Sayı 2535. 15 Bkz. Kutlama Yüksek Komisyonu Onuncu Yıl Rehberi 1923-1933 Ankara, 1933, Makimiyeti Milliye Matbaası. 16 Milliyet Gazetesi 20 Teşrini Evvel 1933, Sayı 2764, s. 5. 17 Hakimiyeti Milliye Gazetesi 23 Ekim 1933, SAyı 4405, s.4. 18 Miliyet Gazetesi Teşrinievvel 1933, Sayı 2751, s.3 19 Cumhuriyet Gazetesi 22 Teşrinievvel 1933, Sayı 3399, s. 6 20 Cumhuriyet Gazetesi, 22 Teşrinievvel 1933, Sayı 3399. s. 5. 21 Milliyet Gazetesi 20 Teşrinievvel 1933, Sayı 2764. s. 5. Dr. Nezahat Demirhan * * Yıldız Teknik Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Öğretim Üyesi Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 37, Cilt: XIII, Mart 1997
51
Siz Halkın Dediğini Yapınız Sofracıbaşı İbrahim Erguvan’ın bir başka anı: “Atatürk sadece sofrasına davet ettiği kişilerle değil, bizim gibi hizmetindekilerle bile tartışır, danışırdı!” dedikten sonra anısını şöyle anlatır: “Bir gece yine sofrayı hazırlamıştım. O sırada CHP Genel sekreteri olan Recep Peker ile Maliye Bakanlığı’ndan birkaç yüksek memurun geldikleri haber verildi Atatürk’e. Atatürk Recep Peker’i görünce: -‘Hayrola Recep?’ Dedi. Recep Bey ve arkadaşlarının o gece sofraya davetli olmadıkları Atatürk’ün bu hayrola lafından belliydi. Recep Bey: -‘Bir sorunumuz var, Paşa Hazretleri’ diye söze başladı. Bütçede açık varmış, ekmeğe bir kuruş zam yapıp açığı bu suretle kapamak istiyorlarmış. Gazi önce: -‘Ben milletin ekmeğiyle oynamak istemem. Başka bir gelir kaynağı bulunuz’ dedi. Sonra da hemen arkasında duran bana dönerek: -‘Hem bakalım, bir de halka soralım. O ne der bu işe?’ Dedi. Ben: -‘Paşam, halkımız karnını ekmekle doyurur. Ekmeğe bir kuruş zam yapılırsa, bu zam sadece fakir halkın sırtına yüklenmiş olur. Ama şayet unun çuvalına bir lira zam yapılırsa, o zaman zam zengine de fakire de aynı oranda yansır. Çünkü zengini, ekmeğe gelen zam belki az etkiler, ama onlar yiyecekleri börekle, baklavayla hatta bisküvi ve pastayla zamma katılmış olurlar’ deyince Gazi’nin yüzü güldü ve Recep Peker’e: -‘Siz halkın dediğini yapınız’ diye emir verdi. Ve sofraya doğru yürüdü.”1 1 Hikmet Bil, Atatürk’ün Sofrasında, Uncu yayınları, İstanbul 1981, s. 26–27 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
52
ATATÜRK VE ADALET Halk egemenliğine dayalı demokratik hukuk devletini, kişi egemenliğine ve keyfiyete dayanan devlet yönetimlerinden ayıran ve ona üstün kılan en önemli özelliği, yasalar karşısında herkesi eşit kabul etmesi ve kimseye ayrıcalık tanımamasıdır. Demokratik hukuk devleti sadece insanlara yasalar önünde eşitlik tanımaz aynı zamanda insan yeteneklerinin gelişiminin önündeki engelleri de kaldırarak toplumsal gelişimin önünü açar. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin demokratik geri kalmışlarının ise antidemokratik yönetimlere sahip olması bu gerçeğin göstergesidir. Türk halkının düşünce, yaşam ve ekonomik olarak hiç de hak etmediği hâlde çağdaş dünyanın gerisinde kalmasının en temel nedeni geçmişte keyfî yönetimle idare edilmiş olmasıdır. O nedenle Atatürk, insanın eşitliğini, saygınlığını ve gelişmesini esas alan bir adalet sisteminin temellerini atmıştır. Herkesin hukuka saygı göstermesi gerektiğini, kendisi dâhil hiç kimsenin yasaların üzerinde işlem görme ayrıcalığına sahip olmadığını defalarca dile getirmiş ve yaşamı boyunca bu hususun takipçisi olmuştur. Aşağıdaki anekdot, onun bu anlayışını doğrulayan güzel bir örnektir: Atatürk bir Balıkesir seyahatinde, kendisine Millî Mücadele’de yakın hizmetler etmiş bir şahsın başvurusuyla karşılaştı. Adam bir olayda haksız olarak mahkûm olduğunu söyleyerek şikâyetçi oldu. Atatürk: “Haklısın, meseleyi ben de biliyorum.” dedikten sonra refakatinde bulunan genç bir adliye müfettişini çağırdı. Konuyu anlattı ve kararın düzeltilmesini istedi. Müfettiş hikâyeyi dinledikten sonra: “Efendimiz” dedi. “Karar bütün adlî makamlardan geçtikten sonra verilmiş. Hükmün infazından başka yapılacak yasal yol yoktur.” demiş. Atatürk: “Ama ben inanıyorum ki bu uygulama haksızdır. Çünkü ben işin gerçeğini biliyorum.” der. Genç adliye müfettişi ısrar eder: “Efendimizin bu beyanı kanun karşısında bir değişiklik yapamaz. Adalet bakanının da bir şey yapmasına imkân yoktur.” der. Ortada soğuk bir hava eser. Atatürk gayet sakin sorar: “Peki bir adlî hata olursa?” Müfettiş: 53
“Yeni bir delil ile mahkemenin tekrarı istenebilir.” der. Atatürk mağdur zata döner: “Beni şahit göster. Onda yeni deliller var diye iddia et. Ben mahkemeye gelir şahitlik ederim.” der. Kaynak: Hüseyin Yıldırım, Atatürk’ü Anlamak, Ankara, 1998, Sayfa: 54
Atatürk’ün Yargıç Kararına Saygısı Ölümünden iki yıl önce Atatürk’ün canına kıymak için kurulan bir tertip meydana çıkarılmıştı. Hem bu suikastı düzenlemekle suçlanan kişi ‘Milli Mücadele’den beri Atatürk’ün yolunda çalışmış, sevgi ve güvenini kazanmış, birçok iyiliklerini de görmüş biri idi. Haber yurtta şaşkınlık ve tiksinme yaratmıştı. Herkes bunu konuşuyor, ‘nasıl olur, nasıl olur!’ Diyor, bir türlü herhangi bir nedene bağlayamıyordu. Sanık yakalandı, adalete teslim edildi. Fakat Atatürk, olaydan haberi yokmuş gibi, bu konuda ne düşündüğünü açıklamak için ağzını açmadı, adalet son sözünü söyleyinceye kadar sustu. Atatürk’ün bu suskunluğu çeşitli yorumlara uğramıştı, kimi ‘bu üzüntülü olayı anmak istemiyor’, kimi de ‘bunun doğru olduğuna inanmıyor’ diye düşündü. Sanığa yükletilen suç yargı yerinde ispat edilemediği için adam aklandı. İşte, yargıç kararını bu yolda verdikten sonradır ki Atatürk bu konuda ağzını ilk ve son kez olarak açtı ve yalnız şunu dedi: -“Suça girişilmiştir, ancak yargıç buna kanacak ölçüde kanıt bulmuş değildir.”1 1 Mehmet Ali Ağakay, Atatürk’ten 20 Anı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1963. s. 3233 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
54
Mıstık Sağ Olsun Atatürk, gençliğinde Harbiye’de bir koltuk meyhanesine uğrar, her zaman aynı masaya otururmuş. Meyhane sahibi, babacan, şakacı bir adammış. Mustafa Kemal bazen, “Barba, bu akşam param yok!” Dermiş. Meyhaneci, genç subayın omzunu okşar ve daima şu teklifsiz cevabı verirmiş: -“Mıstık sağ olsun be!” Yıllar sonra Atatürk bir akşam, gençliğinde devam ettiği bu meyhaneyi hatırlamış: -“Bu akşam oraya gideceğiz” demiş. Cumhurbaşkanının otomobillerle meyhanesine geldiğini gören ve bir kat daha ihtiyarlamış olan Barba, hemen Atatürk’ün eski yerini hazırlamış, masayı donatmış. Gençlik hatırasının canlanmasıyla neşelenen Atatürk, ilk kadehten sonra: -“Barba, demiş; haberin olsun, bu akşam yanıma para almadım!” Barba yerlere kadar eğilerek, nail olduğu büyük şerefin minnettarlığını anlatmış. Atatürk, biraz sonra yine seslenmiş: -“Sahi söylüyorum, yanında para yok!” Barba yine eğilmiş: -“Aman efendim, paranın lafımı olur?” demiş. Atatürk üçüncü defa olarak: -“Barba, sen inanmıyorsun ama, vallahi parasızım!...” deyince, ihtiyar meyhaneci dayanamamış; tıpkı eskiden yaptığı gibi, büyük bir teklifsizlikle, elini Atatürk’ün omzuna koyarak: -“Aldırma be, Mıstık sağ olsun!” dedikten sonra, ilave etmiş: -“Zo, bana bunu söyletmek mi istersin?” (Rıza Ruşen Yücer’den alınmıştır.)1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973. s. 181 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
55
"Sen bizim en değerli sanatçımızsın." Yıl 1931... Düzgün, örgütlü bir şehir tiyatrosu halinde yeniden yaşantıya kavuşan "Darülbedayi" o zamanlar sayısı 15'i geçmeyen kadrosuyla yeni bir Anadolu turnesine çıkmıştır. İlk uğrağı yine Ankara'dır. En büyük seyircisi de yine Atatürk. Atatürk, bir yıl önce tarihi sözleriyle şeref verdiği bu sanatın gönülleri tok çocuklarını bir akşam sofrasında konukluyor, onlarla uzun saatler oturup meslekleri, sanatları üzerinde konuşuyor. Bu konuşma bir an öyle bir biçim alıyor ki, Atatürk kurula başkanlık eden Muhsin Ertuğrul'dan oynadığı yapıtlardan birinin bir sahnesini, bir parçasını huzurunda tekrar etmesini, oynamasını veya yüksek sesle okumasını rica ediyor. Muhsin sahne dışında kalabalık bir topluluk içinde bile uzun boylu konuşmaktan kaçınacak kadar sıkılgan bir insandır. Mesleğiyle ters gibi görünen, fakat kendisini yakından tanıyanlarca bilinen bu huyu yüzünden Atatürk'ün buyruğunu yerine getiremiyor. Önce bunu bir sanatçı kaprisi sanan Atatürk, gücenir gibi oluyor, hatta öfkeleniyor. Uzun ısrar ve tartışmalardan sonra Muhsin, arkadaşlarının, yardımıyla kendisini kandırmayı başarıyor. Fakat Atatürk isteğinden vazgeçmiyor: -"Peki, diyor. Seninle bir bahse girelim: Sana bir piyes göndereceğim bunu oynayacaksın, ben de gelip seyredeceğim. Ama dikkat et rolünü iyi oynayamazsan seni bizzat ben eleştireceğim, kötü bir aktör olduğuna inanacağım; iyi oynarsan o zaman da gerçek bir sanatçı olduğuna inanacağım." Muhsin bu bahsi kabul ediyor ve Atatürk'ün buyruğunu bu biçimde memnunlukla yerine getireceğini söylüyor. Yıl 1932... Aradan uzunca bir zaman geçmiş, ama Atatürk bu bahsi unutmamıştır... Bir gün Muhsin, oynanmak üzere gönderdiği bir piyesi alıyor. Bu piyes Faruk Nafiz Çamlıbel'in Akın'ıdır. Türkler'in Orta Asya'dan, Anadolu'ya, Batı'ya yayılıp genişlemelerini anlatan bir destan. Muhsin ve arkadaşları 1932 yılının ilk aylarında Akın'ı oynamak üze hazırlığa başlıyorlar. Dekorlar, kostümler yapılıyor. Roller dağıtılıp ezberleniyor... Yapıtta Türk hakanı İstemi Han'ı bizzat Muhsin oynayacaktır. Öteki roller Galip, Emin Beliğ, Hüseyin Kemal, Talat, Neyyire Neyyir, Şaziye ve Zehra arasında böıünüyor. Provalar ilerlerken Atatürk birkaç defa yapıtın hazır olup olmadığını soruyor. Nihayet yapıt oynanacak duruma geldikten sonra temsillere başlanabileceği Atatürk'e bildiriliyor. Ve şubat ayının ilk haftalarında Akın oynanıyor. Başta Muhsin olmak üzere yapıtta rol alan bütün sanatçıların ne büyük bir heyecan içinde olduklarını kolayca düşünebilirsiniz. Atatürk, ilk defa olarak Tepebaşı Tiyatrosu'na gelecek ve temsili seyredecektir.
56
Atatürk, her işte olduğu gibi sanat işlerinde de ne kadar güç beğendiğini, ufak tefek başarılarla kendisini memnun etmeye olanak bulunmadığını çok iyi bilen; hele bir yıl kadar önce konuyu hiç unutmayan Muhsin, en ufak bir falsoya yer vermemek gerektiğini çok iyi bilmektedir. Onun için maddi manevi elden gelen bütün çabayı harcayarak Akın'ı eksiksiz oynamaya çalışıyor. Ve 1932 yılının 19 Şubat akşamı Atatürk, Akın'ı görmek üzere Tepebaşı Tiyatrosu'na geliyor... O gece Türk Tiyatrosu için tarihsel ve unutulmaz bir gecedir. Perde açılıyor. Şehir Tiyatrosu'nun doğuşunda ve gelişmesinde çok emeği geçen eski vali Muhittin Üstündağ, Atatürk'ün yanındadır; ama o, piyesi seyretmiyor, bütün dikkati ile Atatürk'ün yüzünde her an bir memnunluk veya öfke çizgisinin belirmesini bekliyor. Temsil ilerledikçe Atatürk'ün ilgisi artıyor, bakışları yumuşuyor ve ilk perde kapanmak üzere iken, Muhittin Üstündağ, yanaklarından iki damla yaşın süzüldüğünü görüyor. Bu arada birinci perde kapanmıştır. İlk alkışlar, en değerli alkışlar Atatürk'ün locasından yükseliyor. Temsilden sonra başta Muhsin olmak üzere yapıtta rol alan sanatçıları yanına kabul eden Atatürk, hepsini tebrik ediyor, güzel sözlerle hepsinin gönüllerini hoş ediyor ve teşvik ediyor, sonra Muhsin 'e dönerek: -"Bahsi kazandın," diyor. "Sen bizim en değerli sanatçımızsın." Lütfi Ay Kaynak: Lütfi Ay, Ulus Gazetesi, 10 Kasım 1947
Kumandanın Tarifi Dolmabahçe Sarayı’ndaki toplantılardan birinde, Gazi Mustafa Kemal Paşa bir aralık yüksek rütbeli subaylara hitap ediyor: -“Bana, kumandanın tarifini yapınız?” Hepsi kararsız. İçlerinden biri cevap vermiş: -“Bizlerden pes, Siz söyleyin!” Gazi tarif ediyor; -“Kumandan yaratan demektir.” Şükrü Naili’den alınmış bir anıdır.1 1 Şükrü Naili Gökberk (1876-1936), Korgeneral, Milletvekili. Bursa, Eskişehir ve İstanbul'un düşman işgalinden kurtuluşu sırasında Türk ordusunun başında şehre giren Kurtuluş Savaşı kahramanıdır. Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009 57
Kolsuz Fransız Generali Atatürk’ün Fransız Generali Gouvaunt ile karşılaştığı gün gerçekleşen unutamayacağım bu anı, Çanakkale savaşında hayatlarını kaybedenlerin şerefine dikilen anıtın açılma töreninden bir gün önce Ankara’da gerçekleşmiştir. İki büyük asker karşı karşıyaydı. Aralarında siper diye bir şey yoktu. Atatürk, Generalin boş kolunu bana göstererek, kulağıma eğildi ve alçak sesle: “Türk topraklarında yatan onun şerefli kolu memleketlerimiz arasında son derece kıymetli bir bağdır”1 dedi. Tahsin Öztin, Mustafa Kemal’den Atatürk’e, Hür Yayınları, İstanbul 1981, s. 99 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Karlsbad Anıları Gazeteci İsmail Müştak’ın Karlsbad anılarını okuyalım. Mustafa Kemal Karlsbad’da tutulmuş anılarım var, onları bu akşam size okuyacağım dedi ve yaverini çağırttı: “‘Masanın gözünde, aç gözü, üç siyah ince defter al gel’ İsmail Müştak 6 Haziran 1918 tarihli anıları okumaya başladı, notların bazıları Fransızcaydı. Ne oldu o defterlere bilemeyeceğim, ama çok önemli anılar vardı. O günlerde devrin ileri gelenlerinden kadınlı erkekli kalabalık bir gurup Karlsbad’da imişler. Bunların içinde Hüseyin Cahit Yalçın ve Cemal Paşa’nın eşi de varmış. Bir gece toplantısında Mustafa Kemal, ortaya Türk kadınının hürriyeti konusunu ortaya atmış. Mustafa Kemal, o geceyi hatıra defterinde şöyle naklediyordu: -‘Geç vakit otele döndüm. Bu akşamki konuşmalarımızı buraya geçiriyorum. Efendim, önce kadınlarımızı okutmalı, sağlam bir kültür, sağlam bir anlayış sahibi yaptıktan sonra hürriyetlerini vermeliyiz. Yok, önce peçeyi kaldırmalı, sonra çarşafın eteğini biraz kısaltmalı imişiz. Oysa toplulukta bulunan kadınlarımız Avrupalı kılığındaydılar. Ben insan değil
58
miyim? Hür yaşamak, medeni insanlar gibi yaşamak hakkım değil mi?, bir sürü geri kafaların keyfini bekleyecek miyim? Hayır. Ben iktidara geldiğim gün bu işi bir anda düzelteceğim.’ ”1 1 Tahsin Öztin, Mustafa Kemal’den Atatürk’e, Hür Yayınları, İstanbul 1981. s. 93 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Dinlemekten Zevk Alırım Neşeli bulunduğu bir zamanı seçerek: -“Paşam... Şu danıştıklarının içinde bazen öyleleri var ki, şaşırıyorum. Bunların görüşlerine nasıl olsa sonunda katılmayacaksın. Kararını önceden vermiş olduğun da malum... O halde, ne diye onları birer birer çağırıp karşında söyletirsin?” Atatürk, yüzüme alaycı bir eda ile bakıp şu cevabı vermişti: -“Bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir; hiçbir kanaati değersiz görmemek lazımdır. Neticede, kendi düşüncemi bile uygulayacak olsam, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.” (12 Kasım 1948, Cumhuriyet, Arif Necip Kaskatı.)1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973, s. 62 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Bu Memleketin Efendisi Köylüdür
Atatürk anlatıyor:
59
“Ben Bulgaristan’da ateşemiliterdim. Bir gün Sofya’da hem çay içilen hem de dans edilen bir yerde oturuyordum. Hiç unutmam, bir ara içeriye bir Bulgar köylüsü girdi. Ayağı çarıklıydı ve şalvarlıydı. Ve geçip masaya oturdu. Kimse kendine aldırış etmeyince de garson çağırmak için masaya vurdu. Kimse gelmedi. Belliydi ki gitmesini arzu ediyorlardı. Bir daha vurdu masaya... Ayağını da vurdu… Nihayet garson geldi ve: -‘Burası sizin için değil’ dedi. Köylü oralı olmadı. Patron geldi: -‘Çıkın buradan’ dedi. Vay efendim köylü başladı yüksek sesle: ‘Kimi nereden kovuyorsun sen? Bulgaristan benin sapanımla ve tüfeğimle yaşıyor be… Utanmaz adam’ diye bağırmaya başladı. Polis çağırdılar. Köylü ona da aynı sözleri tekrarlayarak bağırdı. Polisler çekip gitti. Çaresiz garsonlar kendisine çay ve pasta getirdiler.’ ‘İşte arkadaşlar’ diye Mustafa Kemal devam etti: ‘Bu benim içimdeki bir özlemdir. Türk köylüsünü de mutlaka bu hale getireceğiz.’ ”1 1 Hikmet Bil, Atatürk’ün Sofrasında, Uncu yayınları, İstanbul 1981. s. 51 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
CUMHURİYET DEVRİNDE DEVLET ARMASI Prof. Dr. Afet İnan anlatıyor: Atatürk’e bir gün, renkli olarak çizilmiş, devlet arması için biçimler getirmişlerdi. Bunlarda egemen olan öğe ya kurt başı ya da ay-yıldızdı. Ressamlarımızın bulduğu bu armaların hiçbirini, Atatürk, kurduğu devletin Cumhuriyet arması olarak kabul etmedi. Bu armalara, düşünerek defalarca baktı. Sonunda “Bunların hiçbiri bugünkü dünyamızın içinde kurulan yeni bir devletin arması olamaz. Devlet armasını, simgesel bir insan başı temsil etmeli” dedi. Bunun üzerine kendisiyle birçok kez konuştum. Bu konuda bana yaptığı açıklama şöyleydi: “Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade edemeyeceği hiçbir şey düşünemiyorum.” Böylece o zaman, Atatürk’ün onayından geçmiş bir Cumhuriyet devleti armamız yapılamadı. Çünkü, anlattığım gibi, çizilen şekillerin hiçbiri, Atatürk tarafından kabul edilmemişti.
60
Düşünce adamı Atatürk, insan zekâ ve aklının hayranıydı. O, bu zekâ ve akıl gücünden oluşan varlıkların, kurduğu ve yaşatacağı bir Türk dünyasını güçlendirmek istemiştir. Kaynak: Prof. Dr. Afet İnan - Ulus Gazetesi 22 Ekim 1950
Mc Arthur ve Gazi Mustafa Kemal Paşa Yıl 1932. O yıllar Albay olan Mc Arthur, Türkiye’ye geliyor. Devrin en büyük adamı Gazi Mustafa Kemal Paşa kendisini kabul edince sevinçten uçuyor. Hoş beş, askerlik sohbetlerinden sonra Gazi’ye dünyanın geleceğini, neler olabileceğini soruyor. Mc Arthur, Gazi’ye ilk olarak kaynayan Avrupa’nın geleceğini soruyor.1 Gazi’nin yorumu şöyleydi: “‘Mussolini İtalya’ya ekonomik refahı getirdi. Ancak başarı gözünü döndürmeye başladı. Kendini yerli Sezar sayarak fetihlere kalkışırsa yıkılır, çünkü İtalyanlar savaşçı millet değildir.’2 Gazi devam ediyor; ‘Almanya’ya gelince, Hitler iki yıla kadar iktidara geçer. 1. Dünya Savaşı’nda gururu kırılmış Almanya, milliyetçi Nazi’ler ile hırs kazanarak sanırım büyük kalkınma gösterecektir. Çünkü bu milletin yapısı büyük kalkınma gösterecektir. Çünkü bu milletin yapısı bunu gerektiriyor. Büyüyen Almanya ise İngiltere ile Fransa’dan ezilen gururunun hesabını sormaya kalkacaktır.’ Burada Mc Arthur: -‘Yani bugünkü yıkık Almanya, 1. Dünya Savaşı’nda kendisini yenen iki ülkeye meydan okuyacak kadar güç kazanabilir mi?’ Diye soruyor. Gazi: -‘Size diyebilirim ki en geç 1940–1945 yıllara Almanya, Avrupa’da savaş çıkaracaktır. Bu asıl büyük dünya savaşı olacaktır.’ Mc Arthur heyecanlanıyor: -‘Peki, savaşı kim kazanır?’ Gazi: -‘Almanya, ilk olarak kaybettiği toprakları isteyecek, Çekoslovakya, Polonya ve Fransa’ya saldıracaktır. Ardından Sovyetlere girecektir. Nazi’lerin ilk hedefi komünizmi yeryüzünden kaldırmak olduğuna göre. Sonra İngiltere ve ardından siz Amerikalılar savaşa gireceksiniz. Bu savaşta Almanya yenilir. Çünkü bunların buz çöllerine girmiş Alman ordusu, ardından da onlara saldıran İngiltere ve Amerika’yla başa çıkamaz. Ancak, Amerika ve İngiltere, Ruslar ile birlik olup Almanya’yı yeryüzünden silinmeye kalkarsanız, işte o zaman savaştan kazançlı çıkan Rusya olur. Yürür, yürür, ta Avrupa’nın kalbine kadar girer. Bence çıkacak bir dünya savaşında Almanya yenilmeli, ama ezilmemeli, Rusların karşısında hep bir kalkan olarak tutulmalı.’
61
Evet, Gazi’nin bütün söyledikleri gerçekleşti. Almanlar 2. Dünya Savaşı’nı başlattı. ABD ile İngiltere ezdi; Sovyetler, Avrupa’nın kalbine Berlin’e kadar girip oturdu.”3 (Bu yazı 8 Kasım 1951 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır.) 1 O yıllarda Mussolini ve faşistler İtalya’da iktidardaydı. Nazi’ler ve Hitler Almanya’da iktidarı ele geçirmek üzereydi. 2 Aynen böyle gerçekleşti. 2. Dünya Savaşı’nda, Mussolini savaşa girdi, İtalyanlar dövüşmedi, yıkıldılar ve Mussolini’yi öldürüp bacaklarından astılar. 3 Bu yazı General McArthur’un imzasıyla Amerikan Caucasus dergisinin Ağustos 1951 sayısında yayınlanmıştır. General, 2. Dünya Savaşı’nda Japonya’yı teslim almış, ABD’ye başkan adayı olmuştur. Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Yunanistan’da Dil Davası Bir akşam konuklar için, Yunanistan Başbakanlıkça bir şölen düzenlenmişti. Yemek sırasında Atina Üniversitesinin bir yüzyıl boyunca gördüğü hizmetler övüldü, birçok konuşma yapıldı. Bu arada Yunanlı bir Profesör, Başbakan Metaksas’tan bir dilekte bulundu: -“‘Çözülemez sanılan nice sorunları kolayca çözüverdiniz; şu dil işimizi de yakında mutlu bir sonuca bağlamanızı istemek hakkımızdır’ demişti. Yemekten sonra, konuşmalar olurken bir profesörden dil davalarını bana anlatmalarını rica ettim. ‘Yazı dilini halkın anlayacağı bir dil haline koymak davası’ diye açıklayan profesör konuşmasını şöyle tamamlamıştır: -‘Ne yazık ki eskiye çok bağlı kalmış bir takım filologların direnmesi yüzünden bu haklı davamızı yürütemiyoruz.’ Ben kendisine Türkiye’de de aynı davanın bu gibi engellerle birlikte yine pek hala yürüdüğünü söyleyince profesörün yanıtı şu oldu: -‘Yürür; çünkü sizde Atatürk var.’”1 1 Mehmet Ali Ağakay, Atatürk’ten 20 Anı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1963. s. 3637 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
62
Bu Kokuşmuş Kafayla Devlet Yürümez Dolmabahçe Sarayı’ndaki 1931’in Ağustos’undaki yemekte Ruşen Eşref Ünaydın, Dr. Reşit Galip,1 Recep Zühtü,2 Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras, Celal Sahir,3 Hasan Cemil Çambel4 ve daha birkaç kişi ve kimilerinin eşleri var. Dr. Reşit Galip, huzursuz, kabına sığmıyor, içkiyi de fazlaca kaçırmış durumdaydı. O gece Millî Eğitim Bakanı Esat Mehmet Bey, kız öğrencilerin kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun bulmadığını, bu nedenle daha kapalı giyinmelerini bir genelge ile okullara duyuracağını söyler. Bunun üzerine, Dr. Reşit Galip: -“Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi! Bu bir gericiliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. Devrimlerden en önemlisi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz. Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez!” Demesi üzerine, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın kaşları çatılır: -“Sözlerinizde hoşgörülü ve ölçülü olunuz” uyarısına karşın, Dr. Reşit Galip: -“Devrimci devrimcidir. Devrimci olmayan da devrimci değildir. İnsanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis’te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır” diye devam edince, Gazi’nin kaşları iyice çatılır. Yaşlı ve deneyimli Millî Eğitim Bakanı Esat Mehmet Bey, geçmişte Gazi’nin öğretmenidir. Gazi’nin: -“Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması, sence bir değer taşımıyor mu?” Sorusuna, Dr. Reşit Galip: -“Kusura bakma Paşam, taşımıyor! Okuttukları içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır” cevabını verir. Gazi: -“Bu masada hocama ve bir Millî Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize izin veremem” diye çıkışır. -“Bunun üzerine, herhalde Dr. Reşit Galip özür dileyerek susmuştur” diye düşünüyorsunuz, öyle mi? Ama yanıldınız! Aksine: -“Devrimleri korumak için sizden izin istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Roz Nuvar’a verdiğiniz 15.000 liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz!” Diye devam eder. Hayda! Paşa değil, bakan değil, meclis başkanı değil. Sade bir milletvekili, herkesin içinde Cumhurbaşkanı’nın yüzüne karşı söylüyor bunları. Olacak şey mi? Gazi:
63
-“Yoruldunuz, biraz dinlenseniz iyi olacak. Buyurun, biraz dinlenin!” Diyerek, Dr. Reşit Galip’in nazikçe sofrayı terk etmesini ister. Herkes bu saygısız milletvekilinin hemen kalkıp gideceğini beklerken, O: -“Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak, sizin kadar benim de hakkımdır” demesin mi? Böyle bir durumda, siz Gazi’nin yerinde olsaydınız, ne yapardınız, bilemeyeceğim, ama o büyük insan: -“Öyleyse, biz kalkalım!” Diyerek gerçekten sofrayı arkadaşlarıyla birlikte terk eder. Gerçek ‘büyük insan’ odur ki, güçlüyken, güçsüzler karşısında sinirlerine hâkim olmayı bilir. 30’lu yılların ünlü liderlerinden ne Hitler yapabilmiştir bunu, ne Stalin, ne de Mussolini… -“Boş ver onları sen muhterem de, bu öykünün sonu nasıl bitmiş, onu söyle sen bize” diyorsunuz, öyle mi? Doğal olarak, Gazi gibi bir lider, Dr. Reşit Galip gibi bir milletvekilinin kendisini küçük düşürmesini kabul edemez. Kim bilir, bunun acısını ondan nasıl çıkarmıştır? Diye düşünüyorsunuz, değil mi? Bakalım… Gazi, sabah uyandığında, Genel Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu’ndan Dr. Reşit Galip’i sorar. Bıyıkoğlu, Ankara’ya gidecek kadar borç para istediğini, bunun üzerine 25 lira verdiğini söyler. Gazi: -“Bu durumda olan bir arkadaşa 25 lira mı verilir? Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydin… Adamın parası yokmuş, baksana! Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var...” der.5 Biz Adamı Böyle Kaldırmasını da Biliriz Dolmabahçe Sarayı’ndaki o gecenin üzerinden dört ay geçmiş. Gazi, Çankaya’daki eski köşkte dostlarıyla beraberken, bir ara Dr. Reşit Galip’ten de söz açıldı. Gazi: -“O nerelerde? Hiç görmüyorum” diyecek ve biraz sonra da yaverine, Çankaya yakınlarında bir yerde oturan doktoru çağırmalarını söyleyecektir. O Çankaya gecesinin tanıklarından biri de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ydu,6 o günü ondan dinleyelim: ”Reşit Galip, yemek salonuna girdiği vakit, hepimiz. Zorlu bir imtihan devresi geçirecek sanıyorduk. Fakat her şey hafif bir şaka içinde geçti. Reşit Galip’e sofrada yer gösterip oturttuktan beş on dakika sonra, dışarıdan iki nöbetçi eri çağrıldı. Gazi Mustafa Kemal Paşa: -‘Şu efendiyi oturduğu yerden kaldırınız!’ dedi ve iki kuvvetli Anadolu çocuğu, bir hamlede Reşit Galip’i kucaklayıp havaya kaldırdılar. Mustafa Kemal gülerek: -‘Biz adamı böyle kaldırmasını da biliriz!’ dedi. Ve bu sahne, bu söz, Reşit Galip’in üç dört ay evvel Dolmabahçe Sarayı’ndaki sofrada: -‘Sen beni buradan kaldıramazsın! Çünkü bu saray ve bu sofra milletindir!’ Sözüne bir cevaptı.” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, 1946)7 64
1 Reşit Galip, (1893-1934), Doktor, Milletvekili, Milli Eğitim Bakanı. 2 Recep Zühtü (Soyak) Bey, (1893–1966), Milli Mücadelede yer almış, Milletvekili. 3 Celal Sahir Celâl Sahir Erozan, (1883-1935) Öğretmen, Şair, Ticaret, Milletvekili. 4 Hasan Cemil Çambel, (1879-1967), Askeri Ataşe, Milletvekili, Haliç Vapurları İşletmesi Müdürlüğünü yaptı. Türk Tarih Kurumu'nun kurucu üyelerinden olup 1935'de Yusuf Akçura'nın ölümü üzerine Atatürk tarafından Kurum Başkanlığına getirildi. 5 Hikmet Bil, Atatürk’ün Sofrasında, Uncu yayınları, İstanbul 1981. s. 54 6 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, (1889-1974), Gazeteci, yazar, Milletvekili, Mütareke yıllarında İkdam gazetesindeki yazılarıyla Kurtuluş Savaşı'nı destekledi. 1921'de Ankara'ya çağrıldı ve bazı görevler verildi. 7 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973. s. 171-172 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Ankara Halkevi'ndeki Tarih Kurumu Toplantısında; Çalışmaların En Yükseği Bir gün Ankara Halkevi'ndeki Tarih Kurumu bölümünde taslakları okumak için toplanmıştık. Görüşmeler hararetli oldu. Özellikle iki arkadaş arasında konuşma, tartışma biçimini aldı. O akşam Atatürk, lütfen Kurum üyelerini sofrasına davet buyurdular. Günlük çalışma hakkında bilgi aldıktan ve her zaman olduğu gibi çalışanları iltifatlarla özendirdikten sonra tartışmanın karşılarında devamını, kendilerine özgü incelikle, rica ettiler. Arkadaşlar konuyu anlatmaya başladı. Onları dinledikten sonra kağıt ve kalem getirilmesini emrettiler, zaten kağıt, kalem yemek odasının demirbaş eşyası sırasına girmişti. Salonun bir ucunda kara tahta, kenarda etajerlerin üzerinde sözlükler, ansiklopediler, yemek odasına bir okul dershanesi durumunu vermişti ve orası gerçekten bir okuldu. istenilen şeyler geldikten sonra Atatürk her iki arkadaştan savlarını yazı ile saptamalarını istedi, tartışmalarda başlangıçtaki iddiaların unutulması sık sık görülen bir şeyolduğu için, buna gerek gördüğünü ilave etti. Sonra arkadaşlardan sözlerini doğrulamaları için ne gibi bilimsel belgelere ve kaynaklara başvuracaklarını sordu. Bunlar da kağıtlara yazıldı. Kütüphaneden istenilen kitaplar geldikten sonra okuma ve çeviri başladı. Sonunda bir taraf hak kazandı. O zaman Atatürk, davayı kaybeden arkadaşımıza dönerek, bu sonucun yüksek kıymetini küçültecek bir olay olmadığını ifade ederek gönlünü aldı. Yalnız ilave ederek dedi ki: -"Size her zaman söylerim, yalnız kendi başınıza ve kendiniz için çalıştığınız zaman herkes gibi böyle bir sonuç ile karşılaşmanız mümkündür, hatta sık sık olabilir. Kurumu, ben bunun için kurdum; buradaki üyeler yurt içinde ve dışında tarihe ait yapılan çalışmalardan ve kendi incelemeleri sonucundan birbirlerini haberdar ederek, birbirlerini tamamlayarak çalışırlarsa sonuç daha olumlu olur. Bunu yaparken şahsınıza ait bir buluşun başkaları tarafından 65
kullanılmasından ve mutlu sonuçların isminize değil, bağlı olduğunuz kuruma ve millete mal edilmesinden kuşkunuz olmasın; millet bunun değerini bilir. Millet sevgisi kadar büyük ödül yoktur. Kurtuluş savaşında benim de milletime ettiğim birtakım hizmetler olmuştur, zannederim. Fakat bunlardan hiçbirini kendime mal etmedim. Yapılanın hepsi milletin eseridir, dedim; aranacak olursa doğrusu da budur. Geçmişte sayısız medeniyet kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları olduğumuzu kanıtlamak için yapmamız lazım gelen şeylerin hepsini yaptığımızı ileri süremeyiz; bugüne ve yarına bırakılmış daha birçok büyük işlerimiz vardır. Bilimsel çalışmalar da bunlar arasındadır. Beni seven arkadaşlarıma öğüdüm budur: Şahsımız için değil, fakat bağlı olduğumuz millet için elbirliğiyle çalışalım; çalışmaların en yükseği budur." Kaynak: Belleten Dergisi, Muzaffer Göker, 1939 sayı10 sayfa: 385
ÖĞRENCİ GÖZÜNDE ÖĞRETMEN Çankaya'da bir ilkokul açılmıştı. Köşkün çevresinde bulunan bu okulu bir gün Atatürk ziyaret etmiş. Öğretmen tahta başında öğrencilere ders veriyormuş. Cumhurbaşkanı girer girmez saygı işaretini vermiş, çocuklar ayağa kalkmış ve oturunuz işaretini verdikten sonra yüzünü tahtaya çevirerek derse devam etmiş. Atatürk, beş on dakika ayakta ders dinlemiş ve çıkarken öğretmen yine aynı ses, aynı eda ile çocukları ayağa kaldırmış ve oturunuz işareti verir vermez derse devam etmiş. Gazi kapıdan çıkarken yanındakilere: -"Gördünüz mü öğretmeni? Cumhurbaşkanına önem vermedi" demiş ve ilave etmiş: -"İlköğretmen vatanın en hayırlı elemanı. Onlar vatan çocuklarıyla o kadar kaynaşmışlardır ki, adeta çocuklaşmalardır. Onların gözünde en sevgili öğrencilerdir. Bu öğretmen eğer dersini bırakıp saygısını göstermek için yanıma gelseydi ve çıkarken beni merdivenlere kadar geçirse idi, öğrencileri gözünde küçülür, belki prestijini kaybederdi. Öğrenci gözünde en saygılı, en büyük adam öğretmendir." demişlerdir. Asaf İlbay Kaynak: Tan Gazetesi, 08.06.1949
66
Atatürk’ün Yerine Getirilmekte Geç Kalınmış İsteği Atatürk, 1930 yılının Aralık ayı sonlarında Trakya gezisine çıkmıştı. 19 Aralık günü geç vakit İstanbul’dan ayrılmış, 20 Aralık günü Alpullu’ya uğramış, şeker fabrikasını gezdikten sonra akşamüstü Kırklareli’ne varmıştı. Kendisine ikram edilen “Hardaliye” adlı içeceği çok beğenmiş ve yanındakilere bunun ulusal bir içecek biçimine getirilmesini istemişti. Atatürk, 23 Aralık’ta Menemen’de Kubilay adlı yedek subayın gericiler tarafından hunharca öldürülmesi haberini alınca seyahati yarıda keserek 25 Aralık akşamı İstanbul’a geri dönmüştü. Bir Rumeli içeceği olan hardaliyenin nasıl yapıldığını, otuz yıldan buyana hardaliye üreten Kırklareli Ziraat Odası Yönetim Kurulu üyesi Uysal Cengiz şöyle anlatıyor: “Üzümleri tam olarak ezmeden parçalarız. Tabandan on santimetre yükseklikte musluğu olan meşe bir fıçıya bir kat üzüm, bir kat taze vişne yaprağı ve parçalanmış hardal tohumu olacak biçimde döşeriz. Ama fıçının üzerinde 15-20 cm. boşluk bırakmak gerekir. Üzerine üzümlerden çıkan su ile şıra tozu dökeriz. Şıra tozu, üretim sırasında kullanılan tek kimyasal maddedir. Bu, 100 litreye 100 gram olarak hesaplanır. Fıçı, biraz kabarma payı bırakılarak ağzına dek dolar. İşlemden sonra bir gün arayla iki kez devir yaparız. Yani, fıçının altındaki musluktan şıra alıp yeniden fıçının üzerine dökeriz. Hardaliye yirmi gün sonra içilebilir duruma gelir. Ya hemen içebilirsiniz ya da bir ay içinde şişeleyip serin bir yerde, hatta buzhane koşullarında üç yıla dek bekletebilirsiniz. Yoksa hemen bozulur.” Nedense bir süre sonra unutulan Ata’nın hardaliyenin ulusal bir içecek biçimine getirilmesi isteği, bugünlerde Kırklareli Valiliği’nin girişimiyle geç de olsa yerine getiriliyor. Kaynak: Gastro dergisi, Mayıs-Haziran 2005, Sayı: 27
Atatürk’e Tay Hediye Eden Hasta Çocuk Atatürk, vakit ve fırsat buldukça, Çankaya’dan ayrılır, yurdu dolaşırdı. Bu gezilerinde Atatürk; yapılan işleri yerinde görür, halkın dertlerini dinler, notlar aldırırdı. Çoğu zaman yapacağı inkılâpların öncesinde kamu oyu yoklamasını bizzat kendi yapar, kendi konuşur, kendi öğretirdi. Şapka inkılâbını, yazı inkılâbını halkla bir arada, halkla bütünleşerek yapmıştı.
67
Atatürk, Anadolu ve Trakya bölgesini adım adım dolaşmış ve gezmişti. Onun uğrayamadığı çok az şehir ve kasaba vardı. Her nereye gitmişse orada bayram olurdu. Yeniden yetmişe herkes sokaklara dökülür, geçeceği yollarda bazen saatlerce beklenirdi. Nerede konaklamışsa, özellikle gençler, kaldığı evin veya konağın önünde toplanır, geceleri fener alayları düzenler, millî oyunlar oynarlardı. Ta ki gece yansı Atatürk, balkondan veya dışarı çıkarak gençlere “artık dağılınız, yoruldunuz, evlerinize dönünüz..” demedikçe, kimse yerinden kımıldamazdı. Atatürkü görenler, görmeyenlere Onu anlatır, altın yeleli sarı saçlarından, şimşek bakışlı yeşil gözlerinden söz ederlerdi. Yine böyle bir yurt gezisinden dönüşte, Çankaya köşküne gelen yüzlerce mektup arasından bir mektubu, Genel Sekreter Atatürk’e okumuştu. Mektup, Samsun’dan İnönü ilkokulu 5. sınıf öğrencisi Bahri’den geliyordu. Mektup aynen şöyleydi : “Samsun : 14.12.1930 Çok Sevgili Gazi Babama, Yurdumuzu şenlendiren, benliğimizi koruyan büyük kumandanın mübarek yüzünü görmek için bütün Türk yavrularının kalbinin çarptığını çok yakından bilirsiniz, değil mi? İşte bir küçük yavrunuz olan ben de bir gün olur elbette sizi görürüm diye düşünüyordum. Bu düşüncelerim gün geçtikçe artıyor, kalbimde yanan ateş beni yakıyordu. Bir gün vücudumda hafif bir kırgınlık duydum, yatağa yattım. Tam 15 gün hastalandım. Ümidim kesilmişti. Birgün Samsun’a geleceğinizi haber verdiler, dünyalar kadar sevindim. Ne iyi ben de Gazi Babamı göreceğim diyordum. Fakat yataktan kalkamıyordum. O kadar üzülüyordum ki, Samsun’a geldiğinizi öğrendiğim dakikada kendimde iyiliğe doğru bir hâl gördüm. Bunun sizin muhabbetinizden geldiğine inanarak “Allahım dedim, eğer ben de yataktan kalkar ve iyi olursam dünyada yegâne malım olan sevgili tayımı Aziz Babama armağan edeceğim dedim. Ve günden güne iyileşerek büsbütün ayağa kalktım. Mektebime devama başladım. Şimdi bu adağı yerine getiriyorum. Bir küçük yavrunuzun candan kopan, gönlünden gelen bir hediyesini kabul etmenizi rica eder, ellerinizden öperim Sevgili Gazi. Samsun İnönü Mektebi 5. ci sınıf talebesinden 23 numaralı Bahri (Çankaya Köşkü-Atatürk Arşivi Kutu 87-4) Atatürk, gözleri dolmuş, tebessüm etmişti. Genel Sekreterine şu emri verdi: “Samsun valisine bir yazı gönderin. Çocuğun hakkımdaki duygularına ve armağanına teşekkür ettiğimi bu değerli hediyesini yine kendisine bağışladığımı bildirin. Vali, çocuğun babasına bizzat tebliğ etsin.” Samsun Valiliğine gereken yazıldı. Bahri’ye de böylece teşekkür edildi. Dr. Mehmet Önder Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 10, Cilt IV, Kasım 1987
68
İkimizde Gazi’yiz Gazi Mustafa Kemal Paşa, Eskişehir’in köylerinde gezinti yaparken, asırlık çınarların gölgesine sığınmış bir köy kahvesi önünde otomobilini durdurdu. Salih Bozok’a: -“Bu çınarları hatırlıyorum...” dedi. Zaferden sonra bir gün yolu o köye düşmüştü! Eski hatıraları bir an tekrar yaşamak için; arabasından inip, büyük bir rahatlıkla köy kahvesinin harap iskemlesine oturdu. Biraz sonra kahveci ona, köyünün tek ikramı olan ayranı temiz bardaklar içinde getirince, Gazi pek memnun oldu. Yaşlı kahveciye sordu: -“Yusuf!” -“Buralarda geçmiş savaşı hatırlar mısın?” -“Nasıl hatırlamam, Paşam? Emrinizde çavuştum!” -“Emrimde mi?” -“Bütün kuvvetlerin Başkumandanı değil miydin, Paşam! Hep emrinde savaştık.” Büyük kurtarıcı zeki köylüyü takdir etmişti; -“Aferin Gazi Yusuf Çavuş!” Deyince, eski asker el bağladı: -“Estağfurullah, Paşam! Gazi sizsiniz!” -“Rütbe başka... Fakat harpten dönmüş iki asker olmamız sıfatıyla ikimiz de Gazi’yiz!” Ve tepside duran ayran bardaklarından birini bizzat eliyle çavuşa vermek lütfünü göstererek, ilave etti: -“Şerefine Gazi Yusuf Çavuş!” -“Şerefte daim ol Paşam!” Ağlamaktan ayranı içemeyen kahveciye, o zamanın çok parası olan bir yüzlük verip gülümsedi: -“Allahaısmarladık, silah arkadaşım!”1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973. s. 105 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
69
Zülüflü İsmail Paşa Antalya’ya gidiş, Yozgat’tan dönüş, kar, kış... Çankaya köşkünün rahat ve sıcak salonlarına dönen Mustafa Kemal Atatürk çevresindekilere şu hikâyeyi anlatır: -“Biz Harbiye’de öğrenci iken, Okul’un sobaları yanmazdı. Bütün kış, titreşir dururduk. Nihayet bir gün arkadaşlar beni müdüre çıkmak için seçtiler. Müdür Zülüflü İsmail Paşa adında bir saray adamı idi. İzin aldık, huzura çıktık; önce Padişah’a sonra Müdür’e dualarımızı arz ettik. Nihayet, konuya geldik, işi anlatmak istedik. Ama müdür, daha ilk cümlelerde kükredi: -‘Ne soğuğu be nankörler! Padişah nimeti gözünüze dizinize dursun.’ -‘Görmüyor musunuz? Sobalar nasıl gürül gürül yanıyor. Defolun buradan! Gerçekten, Müdür’ün sobası gürül gürül yanıyordu. Müdür, buram buram terliyordu, sıcaktan, göğsünü bağrını açmıştı ve zannediyordu ki, bütün okulun sobaları da böyle yanar... Çocuklar, biz bu Çankaya Köşkü’nde, bazen, galiba bu Zülüflü İsmail Paşa gibi kendimizi anlatıyoruz...’ ” İşte Mustafa Kemal Atatürk sadece gerçekçi değil, öz eleştiriden çekinmeyen açık sözlü bir gerçekçi idi. Zaman zaman gerçekten, kendini çevresinde esen havaya kaptırmayan lider yoktur. Bütün liderlerin yaşamlarında bir an gelir ki, liderle gerçeklerin arasına, her liderin bilinçaltında yaşayan insani içgüdülerinin hatta insani zayıflıklarının perdesi girebilir. Ama gerçek lider odur ki, yapay olan, eğreti olan perdenin arkasında kalmaz ve eriyip gitmez.1 1 Hikmet Bil, Atatürk’ün Sofrasında, Uncu yayınları, İstanbul 1981, s. 62-65 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Atatürk ve Çoban Çocuk Atatürk, Antalya’ya giderken yolda verdiği bir mola esnasında bir çocuğun söylediği türkü sesi duyar. Türkü ilgisini çekince türküyü söyleyen kişinin yanına getirilmesini emreder. Atatürk’ün yanındakiler türküyü söyleyen kişiyi bulurlar. Genç bir çoban çocuk türküyü söylemektedir. Atatürk:
70
-“Türküyü sen mi söylüyorsun?” Diye sorduktan sonra, -“Burada da söyle de dinleyelim” der. Genç çoban türküyü bitirince Atatürk çocuğu alkışlar ve ‘biis... biis’ diye bağırır. Genç çoban ve yanındakiler anlamayınca Atatürk ‘biis’ in ne olduğunu izah eder: -“Biis demek, beğendim, tekrar söyle demektir.” Çoban bunun üzerine türküyü tekrarlar. Atatürk’te, cebinden elli lira çıkararak çobana verir. Çoban paraya bakar ve: -“Biis... biis” diye bağırır. Atatürk, bu zeki cevaptan o kadar memnun olur ki, bir elli liralık daha çıkarıp verir ve yanındakilere dönerek o dönemde sürekli Türkiye’ye sataşan İtalyan diktatörü Mussoloni için: -“İmkân olsaydı da, Musolini şu sahneyi görseydi ve cevabı işitseydi, hangi millete nutuk söylediğini anlardı” der.1 1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, Garanti Matbaası, İstanbul 1967, s. 62–63 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
AĞLAYAN KRALDAN NASIL KAÇTIK? Türkiye'yi ilk ziyaretinden altı ay sonra, Amanullah Han krallıktan düşmüş, eşi Süreyya'yı da yanına alarak tekrar yurdumuza gelmişti. Fakat değerbilir Atatürk, Kral'ı yine aynı yerde, Gazi İstasyonunda karşılamıştı, otomobiline bindirerek Ankara Palas Oteli'ne konuk etmişti. Amanullah Han' a kralken ne yapılmışsa, o zaman da aynı şey yapılmıştı. Türkiye'ye gelişinin ikinci gecesi Amanullah Han onuruna Köşk'te yirmi dört kişilik bir yemek verildi. Eski Çankaya Köşkü'nde sofradaki görüşmeler uzadıkça uzadı. Hoşbeşten sonra nihayet Atatürk Kral'a sordu: -"Nasıl oldu sizin bu işiniz? Sizi düşürdüler ve memleketinizi terk etmek zorunda kaldınız?" Amanullah Han'ın üzüntü içinde anlatığına göre, kendisi Türkiye' deyken Peçe Saki adındaki amcazadesi, bir takım dedikodular çıkarmış... Afgan Kralı, ülkesine döndüğü zaman bir de bakıyor ki, amcazadesi iktidarı ele geçirmiş. Onun çevresi Kral'ı tehditle Afganistan' dan çıkarmaya zorluyor. Zaten çok nazik olan Kral, savaşmadan kaçınarak bir uçakla yurdundan ayrılıp İtalya'ya gidiyor. Afgan Kralı, hem ağlıyor hem de Atatürk' e bakarak üzüntüsünü açığa vuruyordu. Vaziyet çok nazikti. Bu yaslı havayı dağıtmak gerekti. Çok zeki ve kurnaz olan Atatürk, bu ağlamaklı durumu önlemek için olmalı, hemen bir gezi ortaya attı. Kral'ın bu kadar gözü yaşlı olduğunu bilseydi hiç sorar mıydı?
71
-"Yarın biz yurtta bir inceleme gezisine çıkıyoruz" dedi. Amanullah Han, geziye katılmak ricasında bulundu. Fakat Atatürk: -"Memnuniyetle. Fakat bizim İç Anadolu' da yollarımız çok bozuktur. Zatıaliniz rahatsız olursunuz. Siz Ankara ya da İstanbul'da istirahat ediniz, daha iyi olur" dedi. Fakat Kral Atatürk'ün bu jestini anlamazlıktan geliyor, geziye çıkma isteğini tazeleyip duruyor, gitmekte ısrar ediyor, her şeye katlanmaya razı olduğunu söylüyordu. Atatürk'ü razı edemeyeceğini anladıktan sonra: -"Her türlü sıkıntıya dayanırım" deyince Atatürk: -"Bizim memlekette her yere tren yoktur. Birçok yerlerimize otomobil bile işlemez. Dağlara ya eşek, ya da katırlarla seyahat etmek mecburiyeti vardır. Hayvan üstünde hasta olursunuz" dedi. Artık Kral'da ısrar edecek hal kalmamışlı. Sofra geç vakte dek sürdü. Saat üçe doğru Kral ve konuklar ayrılmak üzere kalktılar. Kral, Atatürk'le öpüşerek vedalaştı. Ertesi gün gerçekten böyle bir gezi oldu. Bizim o güne dek haberimiz yoktu. Her zaman gezi olacağı belli olmazdı. Ama böyle gece yansında verilen gezi karanın hiç hatırlamam. Ertesi sabah herkes eşyasını alıp istasyona gitmişti. Köşk'te bir ben, bir Afet Hanım'la bir de aşçı Mehmet Usta' dan başkası kalmamışlı. Atatürk'e yemeğini verirken şöyle bir soruyla karşılaştım: -"Çelebi Efendi. Dün akşam sofrada Kral'a karşı aykırı bir hal oldu mu? Yanlış bir şey yapmadık ya?" dedi. Bu soruyu bana niye sorduğunu bir türlü anlayamadım. Karşılık olarak: -"Çok güzeldi Paşam. Kırıcı hiçbir şey olmadı" dedim. Sonra nereden aklıma geldi bilmem, durduk yere bir soru da ben O'na sordum: -"Paşam, Kral'ın ağlaması benim çok gücüme gitti ve çok üzüldüm. Büyük adamların düşmesi çok zor oluyor, değil mi?" Kısa bir duraklamadan sonra Atatürk: -"Krallar... Ancak krallar öyle olur" diye cevap verdi. Bu cümlenin anlamını çok sonra, düşüne düşüne anladım. Bugün daha iyi anlıyorum ya. Fakat o zaman bu gereksiz soruyu neden sorduğuma sonradan pişman oldum ve üzüldüm. Benim neme gerekti? Bu konuşmadan sonra Köşk'ten en son biz çıktık. Trene binip Konya'nın yolunu tuttuk. Afgan Kralı Amanullah Han da aynı gün İstanbul' a hareket etti. Orada birkaç gün kaldı. Kaynak: Atatürk’ün Uşağı'nın Gizli Defteri, Cemal Granda, Kentkitap 2008, 2. Baskı, ISBN: 978-9944-915-03-8. Sayfa: 306-308
72
Yenilseydik sorumlu ben olacaktım: "Bir aralık konu İstiklal Savaşı'na geldi. Dikkat ettim, Binbaşılar dahil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu, bir gün önce olmuş gibi hatırlıyordu. O savaş ki araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşııar, Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat, bu kadro canını dişine takmış bir ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata'yı coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı, öylesine plastikti ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle bağladı: - İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır. Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti: - Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı. Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine maleden, yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım." Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak Kaynak: Atatürk'ten Anılar, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, 1978. Sayfa. 18-19
O DA BİR ÇOCUKTU Mustafa da bir çocuktu. O'nun da her çocuk gibi özlemleri, tutkuları, çocuksu davranışları vardı. O insanüstü bir varlık değildi. Ama tarihin yetiştirdiği, çeşitli alanlarda üstünlük gösteren ender kişilerdendi. O, kendisinde insanüstü bir varlık olduğunu söyleyenleri hiç hoş karşılamamıştır. Çocukluğundaki bakla tarlasındaki bekçiliğini de söylemekten hiç çekinmemiştir. Münir Hayri Egeli bir anısında şöyle anlatır bunu:
73
Atatürk, kendisinin insanüstü bir varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri Conker' in sert çıkışlarını büyük bir neşe ile dinler ve hepimizin önünde tekrarlattırırdı. Bir gün adını söylemek istemediğim bir kişi: "Paşam". demişti. "Kim bilir çocukluğunuzda ne ayrı bir insandınız, kim bilir ne olağanüstü anılarınız vardır?" Atatürk güldü ve Nuri Conker'e döndü: "Nuri anlatsın." dedi. Nuri Conker her zamanki alaylı diliyle: "Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi." cevabını verdi. Demin ki soruyu soran kişi sözünün bu hale dökülmesinden fena halde ürktü. Soruyu ortaya attığına bin kere pişman oldu. "Aman efendim." diyecek oldu. Atatürk hemen sözünü kesti: "Bana insanlar üstü bir doğuş yapmaya kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir." dedi. Kaynak: Atatürk’ün İstediği Çocuklar, Münir Hayri Egeli, İstanbul, 1965, Sayfa: 5
Benden Yapılmayacak Emir Çıkmaz!.. Nevzat (Tandoğan) Bey1 Ankara Valiliği’ne atanmıştı. O da bir gece Atatürk’ün sofrasına davet edildi. Atatürk, Nevzat Bey’e iltifat ediyor, sık sık rakı veriyordu. Nevzat Bey, kendini bozmadan içmeye dayanıklılık gösteriyordu. Bir ara Atatürk, İsmet Paşa’ya döndü: -“Vali olgun adama benziyor. İçki ya içilir ya hiç içilmez. Beyni alkole dayanmayanlar içkiden kaçınmalıdırlar” dedi. Ve bunun üzerine hemen Tandoğan’a hitaben şu soruyu sordu: -“Normal veya alkollü kafa ile verilen emirler derhal yapılmalı mıdır?” Nevzat Bey hemen cevap verdi: -“Emirleriniz kayıtsız şartsız tatbik edilir, Paşam.” -“Neden böyle oluyor?”
74
-“Milletin temsilcisi, devletin başkanısınız. Amiri mutlaksınız, Paşam.” Atatürk, tane tane cevap verdi: -“Hayır... Benim her emrim yapılır, çünkü benden yapılmayacak emirler çıkmaz!..” (Tan Gazetesi, 08 Haziran 1949, Asaf İlbay2)3 1 Nevzat Tandoğan (1894-1946), Uzun süre Ankara Valiliği ve Belediye Başkanlığı yapmıştır. 2 Süleyman Asaf İlbay, (1882- ), Atatürk’ün çocukluk arkadaşı, Ankara Belediye Başkanı, Milletvekili. 3 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973. s. 65 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
SEN GÜREŞ BİLİR MİSİN? Sevilmek ve ilgi görmek isteği insanın doğasında vardır. Yaşamdaki mücadelenin belki de birinci nedeni insanların kendilerine yönelik ilgiyi artırma isteğidir. İyi bir eğitim alma, iyi bir mesleğe sahip olma, güzel konuşma, güzel giyinme, servet sahibi olma ve benzeri isteklerin temelinde yaşam düzeyini yükseltme arzusuyla birlikte daha fazla ilgi görme isteği de bulunmaktadır. Bu nedenle sevilmek kadar sevmenin de önemli olduğuakıldan uzak tutulmamalıdır. Ailelerinden uzakta vatani görevlerini yapan Mehmetçiklerin ilgiye herkesten daha fazla ihtiyaçları vardır. Onlar bu ihtiyaçlarını komutanlarından görecekleri sevgi ve şefkat ile giderirler. İnsan doğasındaki bu ihtiyaçtan dolayıdır ki Atatürk, yaşamı süresince karşılaştığı her Mehmetçikle ilgilenmiştir. O, gücünü korkudan değil paylaşıldıkça artan ve kalpleri fetheden sevgiden almıştır. Bunun en anlamlı kanıtı Mehmetçiğin aşağıdaki anekdotta yer alan, “ATA’m senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?” sözüdür. Burada işaret edilen sevginin yenilmezliğidir: Bir seyahatinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve iltifat etti. Sordu: - Sen güreş bilir misin? Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker daima galip geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet’e ense tuttu: - Haydi, bir de benimle güreş! Saf ve temiz Anadolu çocuğu, ATA’sının yüzüne hayranlıkla baktı: 75
- Ata’m, dedi. Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır? Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı. Kaynak: Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, sayfa: 104.
Sevdiklerine “Çocuk” Derdi İbrahim Ergüven1 ağzından bir anı: “Kordiplomatik ziyafetleri, kralların ağırlanması gibi işler bana aitti. Sofrasını ben donatırdım. 30 Ağustos bayramlarımızdan birinde, sofrayı her zamanki gibi nadide güller ve çiçeklerle donattım. Geceki milli bayram için masaya beyaz, kırmızı ve sarı yıldız çiçeklerinden büyük bir İstiklal Madalyası döşedim. Sofraya otururlarken Ruşen Eşref Ünaydın: -‘Bu gece yine masamız konuşuyor Paşam!’ Dedi. Ve ilave etti: -‘İbrahim sofrayı konuşturmuş! İstiklal Madalyasının güzelliğine bakınız!’ Bunun üzerine Atatürk: -‘Çok zeki çocuk!’ Dedi. Ve bana dönerek; ‘Aferin çocuk’ diye tebrik etti. Etrafındakilere de şu izahatta bulundu: -‘O yapar, sanatkârdır. Ressamdır!’ Atatürk sevdiklerine ‘Çocuk’ diye hitap ederdi.”2 1 İbrahim Erguvan, Atatürk’ün hizmetinde 13 yıl çalışmış sofracıbaşıdır. 2 Sait Arif Terzioğlu, Yazılmayan Yönleriyle K. Atatürk, İstanbul 1963, s. 86–87 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
İnsan, Asker ve Baba Atatürk Asker ve politikacı olan Gazi Mustafa Kemal Paşa aynı zamanda iyi bir de babaydı. Çocuklarla yakından ilgilenirdi. Özellikle askeri okulların öğrencileriyle çok ilgilenirdi.
76
1929 yılının bir sonbaharında İstanbul’dan Ankara’ya dönüyordu. Özel tren Hereke İstasyonunda kısa bir duruş yapmıştı. Birden Gazi’nin gözü İstasyon meydanında silah çatmış, istirahat eden er kıyafetli gençlere ilişti. Ve bunları bir el işaretiyle yanına çağırdı. Koşuştular, trenin bir adım yakında levent vücutlar sanki birden çakılıp kaldılar. Gözleri Gazi’lerindeydi. Bir emir bekliyor gibiydiler. -“Siz kimsiniz, ne yapıyorsunuz burada?” Hepsi bir ağızdan, gök gürültüsünü andıran bir haykırışla cevapladılar. -“Harbiye stajyeriyiz Paşam, manevraya gidiyoruz.” Çok duygulanan Gazi: -“Bu kısa duraklamadan faydalanarak size bazı şeyler söylemek isterim!” dedi. Bir an gözlerini onların üzerinde gezdirdi ve şöyle devam etti; -“Mademki, subay olacaksınız, mesleğinizi size yüklediği sorumluluğu anlamış olarak çalışın. Kendinizi geleceğe ona göre hazırlayın, Türk tarihini incelediğinizde göreceksiniz ki bu millet ne zaman yükseldi ise Türk subaylarının omuzlarında yükselmiş, ne zaman düşmüş ise subaylarının çizmeleri altına düşmüştür.” Harbiye öğrencileri Gazi’nin uyarılarını büyük bir dikkatle ve “hazır ol” vaziyette dinlediler. Gazi’nin gözleri denize dalmıştı. Tekrar ağır düşüncelerden sıyrılır gibi bir hareket yaparak: -“Sizin bir marşınız var, onu bana söyleyin” dedi, marş bitince geri döndü ve arkasında bekleyenlere bir şeyler söyledi. Koşuşmalar oldu. Gazi tekrar pencereden dışarıya uzandığı zaman elinde büyükçe bir paket vardı. Tren ağır ağır hareket ederken, Gazi gençlere hitaben şöyle diyordu; -“Size bir şeyler ikram etmek isterim. Kusura bakmayın, yol hali başka bir şeyim yok. Belki hepiniz sigara içmiyorsunuz, belki kısmınız içiyor, bir kısmınız içmiyor. Ama bu sigara benim sigaramdır. Bundan hepiniz içeceksiniz. Sayıları az olduğu içinde benzetmemi mazur görün onları nefes nefes içmenizi isterim.” Genç Harbiyeliler hep bir ağızdan “Sağ ol Paşam” diye bağırdılar ve Gazi’nin attığı paketi havada kaptılar. Gazi’nin bu sözleri üzerinden 33 yıl gibi çok uzun bir zaman geçmesine rağmen, o günleri yaşayanların kulaklarında çınlamaktadır. “Nefes, nefes içmenizi isterim!” Tren uzaklaştıktan sonra, uzun uzun Gazi’nin ardından bakan bizler, ne demek istediğini çözmeye çalışırken bir karışıklık oldu ve sigaralar kapışıldı. Bunlardan üç tanesi (G.M.K.- Gazi Mustafa Kemal markalı sigara) bana bu hatırayı nakleden E. Albay Fuat Uluç'un en kıymetli hatırası olarak verilmiştir.1 1 Sait Arif Terzioğlu, İnsancıl Atatürk, İstanbul, 1964, s. 43–44. Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
77
Asaf İlbay Anlatıyor; Etimesgut Köyü'nde Etimesgut köyü kurulmuş ve buraya Rumeli göçmenleri yerleştirilmişti. Bir gün Gazi'yle özel binanın bazı tesisatını incelemek üzere beraberlerinde bu köye varmıştık. Köylüler, kadınlar büyük adamın etrafını aldılar, dert yandılar. Başlarında yetmişlik bir nine kadın şöyle diyordu: -"Paşa efendi, alışkanlık bu ya: Köyevlerinin yanıbaşında davarını, öteberisini koyacak bir yer lazımdır. Harman yerleri biraz uzak da olsa zarar etmez. Yer de yok değil, Allah bol arazi vermiş şükür. Emret de, bu yerleri bize ayırsınlar." Gazi, gereken emirleri ilgililere verdi ve bu koca ninenin yanına yaklaştı. Kalın bir yemeni ile örtülü saçlarını ve yüzünü okşadı ve: -"Güzel nine, nurlu yüzünü aç da güneş ışık alsın. Hem bu, kalın örtü sağlıklı değildir." İhtiyar köylü kadın, yüzünü ve saçlarını örten kalın bezi çıkardı: -"Milletin babasısın, sana haram olmaz. Gel ben de senin güzel yüzünü öpeyim" diyerek Atatürk'ü öptü, ağladı ve bizleri de ağlattı. Kaynak: Atatürk'ün Hususi Hayatı, Asaf İlbay, Tan Gazetesi, 08.06.1940 Fotoğraf kaynağı: Atatürk Gazi Mustafa Kemal, Foto Cemal Işıksel, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1969. Sayfa:44
Atatürk'ün Etimesgut'a Gelişi 29.11.1937 günü sabahı hastanede gene poliklinik yapılmış, öğleden sonra ise her zamanki gibi o gün belirlenmiş olan bir köye gitmeye hazırlanılıyordu. Köyler hemşireler arasında paylaşılmış olup o köyün hemşiresi tüm köyün zarflarını özel olarak hazırlanmış tahta kutulara yerleştirmişti. Bazı önemli hastalıkları olanların fişlerinin üzerinde süvari denen, zarflara iliştirilmiş renkli küçük klipslere bakarak ayırılmıştı. Ziyaretçi hemşire bu süvarili zarfları alır, hasta o köyde kurulan polikliniğe gelmese bile, evinde bularak son durumunu gözler, gerekli bilgiyi kaydederdi. Bu zarfların her biri bir ailenindi ve içinde evdeki bütün fertlerin öz ve soy geçmişleri ile beraber her türlü sağlık kaydı eksiksiz olarak yazılıydı.
78
Poliklinik bu tip köy ziyaretlerinde ya köy odası, ya da okulda açılır ve gelen bütün hastalara bakılırdı. Bu süvarilerden aklımda yanlış kalmadıysa mavi olanlar tüberküloz'u, kırmızı olanlar frengiyi, sarı olanlar gebeleri işaretlerdi. Ebe, gebe fiş zarflarını seçerek o köyde ev ev dolaşıp gebeleri kontrol eder, gerekli ölçümleri yaparak kaydederdi. Bir başka hemşire ise köyde kurulan poliklinikte babamla beraber kalarak ona yardım ederdi. Muayeneler çoklukla bir okulda veya köy odasında yapılırdı. Tatil günlerimde bende arabaya atlar onlarla beraber giderdim. Kısa bir anda o küçücük oda tıklım tıklım dolar, havası dehşet verici bir şekilde ağırlaşır, seyrek yıkanan vücut ve sık kirlenen çamaşırlardan yayılan ter kokularından nefes alacak hal kalmazdı. İşte o günde tam bir köye gidileceği sırada karşıdan tozu dumana katarak gelen dört beş siyah limuzin görüldü. İçinden çıkanlar bütün kapıları tuttuktan sonra bu defa arabanın birinden Atatürk indi, babamla beraber içeri girdiler. Hastane gezdirildikten sonra en fazla on beş dakikada o üstün zekası ile anlatılanları hemen kavramış, iş olup bitmişti. Bundan sonra sadece babamın Amerika'dan dönerken gördüğü ülkelerden onun sorduğu sorulara cevap vermekle geçmiş, anlattıklarını büyük bir ilgi ile dinlemişti. Daha sonra babamın anı defterine aşağıda ki satırları yazdı. "Etimesgut Sıhhat merkezini gezdim, Kiymetli direktörü C. Or'un verdiği malumat ve izahattan çok memnun oldum. Modern çalışmalarının eyi neticeler vereceğini kanaatla gördüm." K. Atatürk
21 Mart 2003, Profesör Dr. Ahmet Nur OR* (Dr. Cemalettin Or'un oğlu) *17 Kasım 1929'da Kırklareli'nin Vize ilçesinde doğdu. İlkokulu Etimesgut İlkokulu'nda tamamladı. Ankara Kolejini bitirdikten sonra 1953 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi 'ni bitirdi. Askerliğini tamamladıktan sonra 1955 yılında Asistan Doktor oldu. 1959 yılında Dermatoloji ve Veneroloji uzmanı oldu. İngiltere'de 1962'de Doçent, 1971'de Profesör oldu. Amerika ve İngiltere 'de üniversite hastanelerinde görev yaptı. Evli ve iki çocuk babası olup halen Ankara Balgat 'ta ikamet etmektedir. Kaynak : Atatürk ve Etimesgut, Ankara Ticaret Odası Yayınları, Ankara 2003
Etimesgut: Etimesgut adının kaynağı; İlk yerleşim yeri Ahi Mesud Çiftliğine yakın oluşundan dolayı kurulan örnek nahiye bu isimle anılmıştır. 2 Ağustos 1930 tarihinde adı "Etimesut" olarak değiştirilen Ahi Mesud nahiyesi Yüce Önder Atatürk'ün 29 Kasım 1937 tarihinde Numune Sıhhat Merkezini ziyaretleri sırasında hatıra defterinde belirttikleri addan hareketle 24 Aralık 1937 tarihinde "Etimesgut" olarak kabul edilmiştir. Yüce önderin yakın ilgisi ile örnek bir yerleşim yeri haline gelen Etimesgut O'na duyulan saygının bir ifadesi olarak bu ad ile anıla gelmiştir.
79
Kurulmasına 28 Mayıs 1928 tarihinde başlanan örnek nahiye aradan geçen iki yıl içinde gerçek anlamıyla örnek bir yerleşim yeri haline gelmiştir. Yapılanlar nahiyeyi çevrede bir ilgi merkezine dönüştürmüştür. Bozkırın ortasında yeşilliklerle bürünmüş, modern bir yerleşim yeri olan Etimesgut genç Cumhuriyetin düşündüğünü gerçekleştirdiği bir örnektir. Burası yapılacak daha nice işler için bir esin kaynağıdır. Örnek nahiyeyi anlatan yazarlardan Selahattin Kandemir Türkiye seyahatnamesi-Ankara vilayeti adlı eserinde 1932 öncesinde Etimesgut'u şu şekilde tanıtır: "Ankara'ya ilk defa gelen bir yolcu için, Eskişehir'den sonra demiryolunun geçtiği çıplak arazi, bu bölge hakkında pek de iyi bir izlenim vermez. Fakat Eti Mesut istasyonuna gelince manzara birdenbire değişir. Bu ıssız, kimsesiz görünen geniş stepler ortasında böyle mamur ve yepyeni bir köy insanı hayrete düşürür. İşte burası şimdiki Ankara'nın batı kapısıdır. Ve her yolcu, bu geniş ve yüksek kapıdan geçerken Cumhuriyet neslinin yapmış olduğu büyük eserler önünde bir kere daha hürmetle eğilir. Dünkü hayat ile bugünkü arasındaki farkı bütün canlılığı ile gösteren bu yeni inşaatlar, evler, mektep, hükümet dairesi, hal, istasyon vs etrafında yemyeşil bir saha görünür." (Kandemir, 1932) Ernest Mamboury ise Guide Touristiqe adlı kitabında (1933) örnek köyü şöyle anlatmaktadır. "Model köy Eti Mesud verimli Engürü ovasını çevreleyen tepelerin kuzey yamacında yer alan sevimli evleriyle göze çarpar. Ovayı katederken geçmişte bakımsız bırakılmış bu geniş toprakları sulamak ve düzenlemek amacıyla başlatılmış sulama çalışmaları dikkati çeker. Bu örnek köy Cumhuriyetin yenilikçi ruhunun başarıları arasındadır. Burada her şey moderndir; konutlar, ahırlar, yeni yapılar, kültür binaları vs."
Örnek Köy Neden Kuruldu? Kurtuluş savaşını izleyen yıllarda yurdumuzun birçok yerinde olduğu gibi yoksulluk ve yorgunluk Etimesgut'a da hâkimdi. Genç nüfus savaşlarda ölmüş, toprak bakımsız kalmış, hastalıklar yaygınlaşmış, bataklıklar içinde kalmış bir köy. Bu köyün kaderi tıpkı yurdumuzun kaderi gibi Atatürk'ün elinde değişecek ve uzun yıllardır devam eden bitmişlik, yıkılmışlık yerini umuda, sevince bırakacaktır. Ulu önderimizin gelecek kuşaklar için belirlediği "muasır medeniyetin üstüne çıkma" ülküsüne ulaşma inancının Etimesgut'da nasıl gerçeğe dönüştüğünü izleyen satırlarda okuyacağız. Örnek köy kurulmasının temelinde yatan düşünceler: Türk Milleti'ni çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmanın yolunun ekonomik bağımsızlıktan geçtiği yaklaşımını benimseyen başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyet yönetimi; yurtta asayiş ve güveni sağlayarak, iç ve dış barış ortamı içinde, ülkenin var olan ekonomik kaynaklarını seferber etme yolunu seçmiştir. Bu nedenle 1923–1929 döneminde, Türkiye ekonomisinin en önemli, hatta tek servet kaynağı tarımın geliştirilmesine özel bir önem verilmiştir (Kayıran, 1988). Atatürk her yönüyle kalkınmış, bayındır bir ülke meydana getirmek istiyordu. Köy ve buna bağlı olarak tarımsal gelişim yapılmak istenen değişimin ağırlık noktalarından birini oluşturmaktaydı. 1920'li yıllarda Türkiye nüfusunun yüzde sekseninin tarımla geçimini sağladığı göz önüne alınırsa Atatürk'ün niçin köy ve köylünün kalkınmasına büyük önem
80
verdiği anlaşılabilir. Ülkenin ekonomik bağımsızlığı tarımsal alandaki gelişmeye bağlıdır (Çetin, 1997). Atatürk'ün köy ve köylünün kalkınması ve bunun sonucu olarak ekonomik kalkınma için bir itici güç oluşturma düşüncesi bütüncül bir yaklaşımla eğitimden, sağlığa, tarımsal araçların sağlanmasından, ulaşıma kadar çok yönlü olarak köyün yeniden yapılandırılmasında kendisini göstermiştir. Yapılan çalışmalar 17 Şubat 1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresi ile başlar. Kongrede tarımsal alanda gelişmeyi sağlamak temelinde köylülerle ilgili kararlar alınmıştır. 1925 yılında aşarın kaldırılması kongrede alınmış kararlara dayanmaktadır. Bir başka önemli adım köy kanunun çıkartılmasıdır (1924). Köy kanunu köyün yeniden yapılandırılmasını amaçlar. Doksan yedi maddeden oluşan bu kanunda; köyün tanımı, sınırları, imarı, yolların yapımı, evlerin planı, sağlık, eğitim gibi çeşitli konular ele alınmıştır. Kanunla yıllarca ihmal edilen köylüleri Cumhuriyet yönetiminin çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkarma isteği dikkati çekmektedir. Kanun uygulandığında Cumhuriyetin örnek köy modeli de ortaya çıkmaktadır (Çetin, 1997). Kanunun uygulanması sonucu birçok bataklık kurutuldu. Köye tarım ve sağlık hizmetleri götürüldü. Çok sınırlı sayıda da olsa köy kütüphaneleri kuruldu. Bazı köylere posta ve telefon teşkilatı kuruldu. Verimsiz tarlalarda ıslah çalışmaları yapıldı. Ağaçlandırmaya büyük önem verilerek 1924–1933 yılları arasında köy sınırları içinde 1.821.900 ağaç dikildi. Yapılanlara rağmen köy kanunu tam anlamıyla başarıya ulaşamamıştır. Bunun temel nedenleri arasında Dünya ekonomik bunalımı, köylerdeki okuryazar oranlarının çok düşük olması, yerleşik ağa düzeni ve köylülerin maddi olanaklarının yetersizliği sayılabilir. Köy kanunu köyün yeniden yapılandırılmasını öngörmüştür. Bu yönde yapılacak düzenlemelerin önemli bir yanı köy hayatını zenginleştirmek ve köylüyü daha verimli hale getirmekti. İşlenmemiş toprakları modern tarım alet ve yöntemleriyle işlemek en başta gelen hedefler arasındaydı. Yeni kurulan devlet ekonomik kalkınma için tarımın geliştirilmesini bir zorunluluk olarak görmekteydi. Köylüye tarımın geliştirilmesi yönünde bilgilendirme ve yeni beceriler kazandırma yoluna gidildi. Bu noktada yüce önder birçok alanda olduğu gibi bu konuda da Türk insanına liderlik yapmıştır. Kurduğu çiftliklerde yaptığı örnek çalışmalarla köylüye toprağın nasıl işleneceğini, hayvanlardan nasıl yüksek verim alınacağını göstermiştir. Büyük bölümü Etimesgut sınırları içinde kalan Atatürk Orman Çiftliği bu uygulama sahalarından birisidir. Etimesgut’da kurdurduğu örnek köy bağlamında Atatürk'ün çorak ve bataklık bir alanı dönüştürme kararlılığı üzerinde durmak gereklidir. Yapılan işler Türkiye'yi bayındır bir ülke haline getirmek içindi. Bu yolda nice çetin mücadeleler verilmiştir. Falih Rıfkı Atay Atatürk'ün bu uğurda yaptığı çalışmaları "yaratıcı bir karar eseridir" diye niteler. Atatürk'ün kendisi yapılması düşünülen değişikliklerin uygulayıcısı olarak milletine örnek olmuştur. Bu anlamda Atatürk Orman Çiftliğinin kurulması ve Etimesgut’da yapılanlar Atatürk'ün fikrindeki yeni ülke ve millet için örnek oluşturmaktaydı. "1925 senesi baharında idi. Bir gün Büyük Şef, memleketin tanınmış ziraatçılarından bir grubu çağırttı, onlara ağaçsız ve çorak Ankara'nın yanı başında büyük bir çiftlik için yer aramalarını emretti. Çiftlik yeri için uzun boylu dolaşmaya ve Ankara'nın çevresinde başka başka tabiat hususiyetleri aramaya gerek görülmemişti. Sebep basitti. Kıraç bir bozkırın
81
ortasında bir orta çağ şehri. Ağaç yok, su yok, hiçbir şey yok.. Böyle bir noktada hazırlanmış ve müsait şartlar taşıyan yerler nasıl bulunabilir?" (Devlet,1939, s. 11). Atatürk Orman Çiftliği'nin yerinin seçilmesi sırasında, uzmanların olumsuz raporlarına rağmen, kıraç ve bataklık bir arazide bu çiftliğin kurulması ve geliştirilmesi de anlamlıdır. Ankara'daki çiftlik arazisi hakkında, Tarım Bakanlığı yabancı uzmanlarından Schmid," Bu, öyle bir teşebbüstür ki, elverişsiz toprak ve iklim şartları altında ya sabır tükenir yahut para." demiştir. Atatürk'ün bu duruma ilişkin düşüncesini özetleyen şu satırlar anlamlıdır. Türkiye'nin en verimsiz yerlerinde bile, insan iradesinin, istediğini elde edeceğini ispat etmek lazımdı. Çünkü bu takdirde, toprağın verimsizliği hikâyesi tasfiye edildiği gibi, verimlilik veya verimsizliğin toprağa yani maddeye ait olmayıp insan iradesine ve burada Türk insanının iradesine ait bir vasıf olduğu meydana konmuş olacaktı ( Devlet, 1939). Zorluklarla mücadele içinde oluşan bir karakterin imkânsız diye gösterilen çalışmalara girişmesi O'nun doğasının bir gereğidir. Yüce önder bu mücadeleye de atılmak için duraksamaz. Falih Rıfkı Atay "Atatürk'ün büyük kararlan vardır. Bu kararlar karşısında birçok iradeler durakalmıştır. 19 Mayıs, Sakarya, Dumlupınar, nihayet ayrı ayrı bütün inkılâplar hep böyle ikinci sınıf azimleri donduran kararlardır" diyerek başladığı yazısında ortaya konan eserlerin Atatürk'ün sarsılmaz iradesinin sonucu olduğunu belirtir. Güzel ve verimli topraklar üzerinde müspet ziraat tecrübeleri yapmak, Atatürk için ne kişisel bakımdan cazip olabilirdi nede nesnel açıdan. Kişisel bakımdan cazip olmazdı, çünkü Atatürk kolaydan nefret etmiştir. Kıraç bir bozkırın ortasında bir orta çağ şehri. Ağaç yok, su yok, hiçbir şey yok (Devlet, 1939, s. 11). Bu manzarayı ne olursa olsun değiştirmek gereklidir. Mustafa Kemal Atatürk (Etimesgut'un da içinde yer aldığı) Ankara, Yalova, Silifke, Dörtyol ve Tarsus' ta kurduğu örnek çiftliklerde traktör üstüne binerek tarım yapmış, çiftlik ürünlerini çevreye dağıtmış ve komşu çiftliklerin birleşerek kooperatifler kurulmasını teşvik etmiştir. Bu çiftliklerde yapılan hizmetler arasında yerli ve yabancı birçok hayvan ırkları üzerinde yapılan incelemeler, tohum ıslahı çalışmaları, tarım araç ve gereçlerinin kullanımı, tamiri, yeniden yapılması, arazi ıslah ve düzenlemesi, iç ve dış pazarlarla sıkı ilişkiler kurulması, halkın dinlenebileceği bir yer olması, temiz gıda üretimi vb. sayılabilir. Atatürk çiftlikleri her yönüyle bir laboratuar işlevi görmüş ve Türk tarımının gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. "Atatürk tutulacak yolu her fırsatta bize göstermiş ve bizzat ziraatla uğraşarak övünülecek eserler meydana getirmiştir. Bugün millete hediye etmiş oldukları çiftlikler en az müsait iklim şartları içinde bile teknikle, sebatla çalışmanın ne büyük neticeler verebileceğini bütün memlekete fiilen gösteren fikir ve emek abideleridir." bu sözler Atatürk'ün silah arkadaşlarından ve üçüncü Cumhurbaşkanımız Celal Bayar'a aittir. (Devlet, 1939). "12 sene evvel herkes bütün ufuklara doğru sarı, yalçın ve kısır uzanıp giden bu toprak çölü karşısında yarı ümitsiz düşünürken O, şehrin yanı başında sulak ve ağaçlık bir ziraat mamuresi yapmağa karar verdi. Şimdi manzarasında, Eskişehir'den Anadolu'nun şark sınırlarına kadar giden vatan parçasının yeşil hayalini gördüğümüz çiftlik sadece uzun bir emek değil, yaratıcı bir karar eseridir. Atatürk onu hükümete hediye etmekle ziraat
82
inkılâpçılarını vazifeye çağırıyor; bu ziraat mamuresinin hudutlarını memleketin şark, garp, şimal ve cenup bütün sınırlarına kadar genişletmek... Bütün zahmetlerini O çekti; nimetlerinden biz istifade edeceğiz. Türkiye bir zamanlar zahmetine tek başına katlandığı bir mücadelenin böyle bir nimeti değil midir? Atatürk'e sadece onu övmek, eserini korumakla değil, işaretinin manasını anlayarak, ona az zamanda bütün memleketi bir ziraat mamuresi halinde göstermekle borcumuzu ödeyebiliriz." (F.R.Atay, 1933). Mustafa Kemal Atatürk 11 Temmuz 1937 tarihinde Başvekâlete yazdığı bir yazı ile çiftlikleri millete bağışlamıştır. Atatürk'ün hazineye bağışladığı çiftlikler şunlardır: Ankara'da Yağmur Baba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Tahar, Etimesgut, Çakırlar çiftliklerinden oluşmuş Orman Çiftliği, Yalova, Millet ve Baltacı çiftliği Mustafa Kemal'in 13 yıl devam eden uğraşı ile meydana getirilen, toplam alanı 154 729 dönüm olan bu çiftlikler, bütün tesisat, hayvanat ve demirbaşları ile hazineye devredilmiştir.(KAYIRAN,1988). Atatürk Orman Çiftliğinde yapılan çalışmalarla ulaşılan sonuçlar bu yolda yapılacaklara güç kazandırmıştır. Aynı iklim ve toprak yapısı içinde bulunan Etimesgut’da yapılanlar Orman Çiftliğinde yapılanlarla aynı doğrultudadır. Kurtuluş savaşı sırasında özellikle işgale uğrayarak yanmış yağmalanmış köyler bulunmaktaydı. Savaş sonrasında çok sınırlı olanaklarla da olsa bu köylerin yeniden imarının gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Bunun dışında savaş sonrası gelen göçmenlerin yerleştirilmesi zorunluydu. Buna örnek olarak göçmenler için Etimesgut’da inşa edilecek köylerin pazarlıkla yaptırılması kararı alınmıştı. Numune köy olarak belirlenen Ahi Mes'ud çiftliğindeki evlerin onarımı, köye yerleştirilecek göçmenlerin su ihtiyacını karşılamak amacıyla 2500 metre uzaklıktan köye borularla su taşınması için 18,802 lira 19 kuruşluk harcama yapılması kararlaştırılmıştı. Devlet köy kanununda tasvir ettiği ideal köy tipini, yeniden imar edilen bu köylerde uygulayabilirdi. Bu amaçla özellikle Eskişehir-Ankara hattı üzerinde "numune köyler" kurulmasına karar verilmiştir. Yahşihan'dan Eskişehir'e kadar olan bu bölgedeki boş arazilere kurulan numune köylere muhacirler yerleştirildi. Devlet 1.480.684 lira bütçe ayırarak Antalya, Samsun, İzmir, Bilecik, Cebelibereket, Mersin, Manisa ve Ankara'da 69 adet numune köy yaptı (Ziya, 1933). Atatürk'ün her yönüyle bayındır, kalkınmış bir ülke meydana getirme iradesi örnek köyün kurulmasında da kendisini göstermiştir. Köyde yapılacaklar her bakımdan örnek olmalıdır. Köyün imarı, suyu, elektriği, sosyal tesisleri, tarımsal faaliyetleri, sağlık, eğitim ve ulaşım olanakları ile diğer köylere de örnek olmalıydı. Etimesgut yüce önderin düşündüğü ideal tip köylerin bir örneğidir. Köyde yapılanlar O'nun uygar bir ülke yaratma düşüncesinin uygulamalarından sayılabilir. Etimesgut imarlı ve planlıdır. Elektrik kullanılarak aydınlatılmaktadır. Hastanesi, yatılı okulu, çarşısı, postanesi, oteli, hamamı, çamaşırhanesi, hükümet binası ile köylünün bütün ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmıştır. Tarımsal konularda köylüyü bilinçlendirmek ve gerekli tarımsal aletleri köylüye sağlamak üzere ziraat teknisyenliği bulunmaktadır. Sulh hukuk hâkimi, doktor, öğretmen, hemşire, ziraat teknisyeni hizmet vermektedir.
83
Atatürk'ün çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma iradesi ve bu yöndeki çabaları ürünlerini vermeye başlamıştı. Kurulan örnek köyler bu ürünler arasında gösterilebilir. Kaynak: www.etimesgut.bel.tr
Milletin Babasısın, Sana Haram Olmaz Etimesğut Köyü kurulmuş ve buraya Rumeli göçmenleri yerleştirilmişti. Bir gün Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya özel binanın bazı tesisatını incelemek üzere beraberlerinde bu köye varmıştık. Köylüler, kadınlar büyük adamın etrafını aldılar, dert yandılar. Başlarında yetmişlik bir nine kadın şöyle diyordu: “Paşa Efendi, alışkanlık bu ya; Köy evlerinin yanı başında davarını, öteberisini koyacak bir yer lazımdır. Harman yerleri biraz uzak da olsa zarar etmez. Yer de yok değil, Allah bol arazi vermiş şükür. Emret de, bu yerleri bize ayırsınlar.” Gazi, gereken emirleri ilgililere verdi ve bu koca ninenin yanına yaklaştı. Kalın bir yemeni ile örtülü saçlarını ve yüzünü okşadı ve: “Güzel nine, nurlu yüzünü aç da güneş ışık alsın. Hem bu, kalın örtü sağlıklı değildir.” İhtiyar köylü kadın, yüzünü ve saçlarını örten kalın bezi çıkardı: “Milletin babasısın, sana haram olmaz. Gel ben de senin güzel yüzünü öpeyim” diyerek Gazi’yi öptü, ağladı ve bizleri de ağlattı. (Asaf İlbay’dan alınmıştır.)1 1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 299 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Dil Devrimi Arap harflerini atıp Latin alfabesini kabul edince, yeni yazı ister istemez dil meselesini de beraberinde gündeme getirdiğini belirten Falih Rıfkı Atay, dil konusundaki anılarına şöyle devam eder: “Gerçekten de alfabe işi Gazi için başlangıçta sadece bir yazı işiydi. Ne var ki artık Osmanlıca yeni yazı içinde yaşayamazdı. Örneğin Arap kelimeleri yeni yazıda kişiliğini kaybediyor onun yerini ise, kolaylığıyla Türkçe ve Türkçeleşmiş kelimeler alıyordu. Böylece yeni bir imla lügatı gerekti. İşe başlayınca gördük ki zengin sandığımız Osmanlıca da üstelik fakirdir. 84
İşte o günlerde gün ışığına çıkan gerçek şu olmuştu. Yarısı Arapça, yarısı Farsça, yarısı da Frenkçe bir dille bir millet, millet olamazdı! Tarihte zaten dilini kaybetmiş hangi millet ben varım diyebilmiş ki? Dil konusunda sofrada iki gurup ortaya çıkmıştı. Biri Türkçülerdi ki onlardan biri bendim. Biz meşrutiyetin ilk yıllarından beri zaten Arapça ve Farsça kurallara ihtiyacı olmayan Türkçemiz olacağı inancındaydık. Bir de aşırılar vardı ki onların fikri de hiçbir yabancı söze dilimizin ihtiyacı bulunmadığıydı. Gazi her iki tarafı da soğukkanlı ve telaşsız sabrıyla dinliyordu. Ama bu işte en iyi sonucu almaya çalışmak da Gazi’nin özelliğiydi. Dil işinde en iyi neticeyi almak için, o bir süre özleşmecilerle birleşti. Böylece dil sorunu çıkmaz bir noktaya vardı. Ne var ki taramalar, Asya lehçeleri hepsi birer birer artık meydana çıkmış neyimiz var neyimiz yok hepsini görmüş, anlamıştık. Bir akşam sofra öncesi henüz ortalıkta kimselere yokken Gazi: -‘Yanaş bana doğru, varımız yoğumuz işte meydanda. Bir çıkmaza da girmişizdir. Ama bırakılır mı bu dil çıkmazda? Hayır, öyleyse yapılacak olanı yine biz yapacağız’ dedi. Ama gerçek de oydu ki; eski yürüyüşümüzle yarım asırda başaracağımızı artık elde etmiştik. Osmanlıca gömülüp gitti. İşin içinde iken ben bile ne kadar isyan ederdim. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra o çapta bir devrimciyle, bizim çapta reformcular arasındaki farkı şimdi ne kadar iyi görüyorum.” 1 Falih Rıfkı Atay, (1894–1971), Gazeteci, Yazar, Milletvekili. 2 Hikmet Bil, Atatürk’ün Sofrasında, Uncu yayınları, İstanbul 1981, s. 135-136 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
ATATÜRK, BİR OTUZ AĞUSTOS SABAHI TEBRİKLERİNİ KABUL ETTİĞİ MİSAFİRLERİNE NELER SÖYLEMİŞTİ? Ercüment Ekrem Talû'nun bir hatırası 29 Ağustos 1928... Dolmabahçe Sarayı'nın üst katındaki büyük salonun, sofra başındayız. Meclis fazla kalabalık değil, Ebedî Şef o geceki dâvetlilerini önce kütüphanesinde kabul etmiş, birkaç gündür kendi kendine devam ettiği fikrî mesaiye dair onlara malûmat vermişti.
85
Büyük Şefi o sırada işgal eden mesele harf inkılâbı idi. Arap alfabesinin arzeylediği güçlüklerle Türk irfan hayatında bir inkılâp yapmaya, Türk kültürünü ileri götürmeye ve yaymaya imkân göremiyordu. Bunun için bir çare arıyor, kendi kendine denemeler yapıyordu. Birer birer bu husustaki nâçiz düşüncelerimizi sormak ve ne kadar kıymetsiz de olsa dinlemek lûtfunda bulundu. Derken sofraya geçtik. Orada da aynı mübahase devam etti. Lehte de aleyhte de söylenenler vardı. O, müstesna dehâsının yüce kudretiyle ve eşsiz mantığının kudret ve vaizliğiyle davasını müdafaa ediyordu. Harf inkılâbının en çetin muarızlarını ikna ediyordu. Bu câzip mübahase saatlerce ve hep aynı hararetle devam etti. Nihayet, tasavvur edilen inkılâbın lûzumunda herkes ittifak etmiş, bunun şekli o gece hemen hemen kararlaşmıştı. Artık sabah oluyordu. Salonun denize bakan pencerelerinden ilk şafak hüzmeleri içeri süzülmeye başlamış, karşı yamaçlar peyderpey belirmekte idi. Onun hatırasını tarihe bizzat malettiği 30 Ağustos güneşi memleket ufuklarında bütün parlaklığıyla yedinci defa doğuyordu. Ebedî Şefin dâvetlileri birer birer sofradan kalktılar, tâzimle yanına yaklaşarak mübarek ellerini öpmek üzere müsaade istediler. - Hayrola? dedi, gidiyor musunuz? - Hayır; gideceğimizden değil, efendimiz bugün Zafer Bayramıdır. O şerefli zaferi Türk milletine kazandıran yüce başbuğa tebriklerimizi arzetmek istiyoruz. Ebedî Şef hemen ayağa kalktı... Çelik bakışlı gözleri bir an için, tarihin enginlerine dahar gibi oldu... Hafif sislendi... Sonra etrafında bir tâzim halkası çeviren misafirlerine dedi ki: - Arkadaşlarım! Teşekkür ederim. Tebriklerinizi 30 Ağustos zaferinin hakikî âmilleri bulunan Türk kumandan, zabit, küçük zabit ve erlerinin mübeccel adlarına kabul ediyorum. Ne yazık ki o gün, orada sonsuz vatan ve istiklâl aşkı ile aslan gibi harbedip, mukaddes yurdun âtisini kanlarıyla tarsin eden mübarek şehit ve gazilerimizin adlarını yeğân yeğân belliyerek tesbit edemedik. Lâkin onların, kül halinde, gelecek nesillerin hayranlığına ve tebciline hak kazanmış bir müşterek adı vardır: Türk Ordusu. Bugün kutlamak kadirşinaslığında bulunduğumuz büyük zafer münhasıran onundur! Türk ordusu ve Türk milleti varolsun! Tarihin en büyük adamının bu sözlerini hepimiz huşu ile ve heyecanla dinleyerek, hafızalarımıza nakşetmeye çalışırken, açık pencereden salona süzülen ve mübarek Anadolu'nun dağlarından kopup gelen hafif sabah rüzgârı, onun asîl alnına yurdun tebriklerini bir buse halinde konduruyordu. Kaynak: 30 AĞUSTOS HATIRALARI, Dizgi-Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A. Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Ağustos 2000 Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır. 86
Atatürk’e Hakaret Eden Köylü Atatürk’e hakaretten sanık bir köylü hakkında soruşturma yapılıyordu. Durumu Atatürk’e arz ettiler: -“Mahkemeye veriyoruz, size küfür etmiş.” Atatürk sordu: -“Ben ne yapmışım ona?” Dosyayı inceleyenler açıkladılar: -“Gazete kâğıdı ile sardığı sigarayı yakarken kâğıt tutuşmuş da ondan.” Bunu söyleyen milletvekiline Atatürk sorar: -“Siz hiç gazete kâğıdı ile sigara içtiniz mi?” -“ Hayır...” -“Ben Trablus’tayken içmiştim, bilirim. Pek berbat şeydi. Köylü bana az küfür etmiş. Siz bunun için mahkemeye vereceğinize, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız!” (Bu anıyı Şükrü Kaya’dan Hikmet Feridun Es nakletmiştir.)1 1 Tahsin Öztin, Mustafa Kemal’den Atatürk’e, Hür Yayınları, İstanbul 1981. s.141 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
TÜRK ANASI Sabiha Gökçen anlatıyor: Benim için çok mutlu olan bir gecenin sabahı Atatürk’le tekrar çiftliğe gittik. Yanılmıyorsam bir tatil günü idi... Dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir köylü kadına rastladık yolda. Yorgun bir hali vardı. Atlarımızı durdurduk. Daha önceleri de belirttiğim gibi, Atatürk bizim insanlarımızla, halkımızla konuşmaktan, onlarla sohbet etmekten çok büyük zevk alırdı. Hatta bazen sırf bu düşünce ile ülkeyi şöyle bir baştan bir başa taradığına bile şahit olmuşumdur.
87
Yaşlıca köylü kadın kan ter içindeydi. Belli ki epey yol tepmişti. Yaşını tam kestirmeye olanak yoktu. Yalnız yüzündeki derin çizgiler, ıstıraplı günler yaşamış olduğunu ortaya koyuyordu. Cildinin kırışıklığı yanında esmerliği, güneşten kavrulmuş olduğu da gözden kaçmıyordu. Büyük bir yükü sırtında taşıyan insanlara öz bir hali vardı. Elindeki değneğe yaslanarak şöyle bir doğrulup bize baktı. “Sanki beni baştan ayağa süzecek ne var?” dermiş gibi. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu: -"Merhaba nine." Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle; -"Merhaba dedi." -"Nereden gelip nereye gidiyorsun?" Kadın şöyle bir duralayıp, -"Neden sordun ki, dedi. Yoksa buraların saabısı mısın, bekçisi mi?" Paşa gülümsedi. -"Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?" Kadın başını salladı. -"Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden birindeyim. Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim." -"Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?" -"Gazi Paşa’mızı görmem için. Başını pek ağrıttım da... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angara'ya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey..." -"Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?" Kadının birden yüzü sertleşti. -"Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim Vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol Paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşa'yı bulacağım yeri deyiver."
88
Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek, -"Görüyorsun ya Gökçen", dedi -"İşte bu bizim insanımızdır..." "Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu!" Attan indim ben de. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor. Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı; -"Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm." Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi; -"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun." Sabiha Gökçen Kaynak: Atatürk’le Bir Ömür, Sabiha Gökçen, Anıları Kaleme Alan: Oktay Verel, Altın Kitaplar, 2. Basım, ISBN: 975-405-511-4. Sayfa:150-152
Gönlümüm "Gazi"si ve Mustafa Kemal Atatürk, o zamanlar henüz Gazi Mustafa Kemal Paşa'dır. Bir gün Çankaya yakınlarında gezindiği sırada bir köy kulübesi görür. Yaverine: -"Acaba içeride kimse var mı dır? Bir kahve içebilir miyiz?" der. İhtiyar bir adamcağız kapıyı açar. Tanrı misafirine boş sediri gösterir. Biraz hoşbeşten sonra Atatürk: -"Ne yaparsın, ne işle geçinirsin? Kimin kimsen var mıdır? diye sorar.
89
-"Bir iki tarlamız var. Bu bağ da bizim. Çoluk çocuk geçinip gidiyoruz. Allah Gazi Paşa'yı eksik etmesinde... -"Gazi Paşa'yı tanır mısın sen?" -"Nasıl tanımam? Pehlivan gibi boylu boslu (kulübenin tavanını göstererek) maşallah hani buraya sığmaz... Sakalı da göğsüne kadar... Kıvır kıvır yiğit bıyıklı..." Atatürk yaverine eğilerek usulca -"Sakın düzeltmeye kalkma... İhtiyarın hayalini bozmıyalım" demiş Köylüyü bir masal devini andıran kendi Gazisi ile bırakıp çıkmışlar.
Kaynak: Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, Pozitif Yayınları, Kasım 2008. ISBN: 978-975-6461. Sayfa:116-117
1927 yılı sonbaharı, Bursa 1927 yılı sonbaharı idi. Yine Bursa'ya gelmişti. Birkaç gün dinlendikten sonra "Nutuk"unu okumak üzere Ankara'ya dönüyordu. Uğurlamaya Karaköy'e gitmiştik. Beş on arkadaş, istasyonda tren hazırlanırken kendisini dinliyorduk. -"Bursa'ya dargın gidiyorum", dedi. -"Yanlış bir davranışımız mı oldu efendim?" -"Hangi bir?" Takılganca gülerek devam etti: -"Geldik, banyoya girdik. Soğuk su iplik gibi akıyor. Sorduk, soruşturduk, anladık ki karşıki komşu bizim suya, gece karanlığında gizlice adam getirerek boru taktırmış, ortak çıkmış. Eh, komşu ne denir, dedik." Akşam sofraya oturduk. Çatallar ve bıçaklar birbirine benzemiyor. Halbuki Köşk'ün pekala bir çatal bıçak takımı vardı. Takımın ne olduğunu sorduk. Köşke hırsız girmiş, çalmış. Tabii bulunamamış. Bulunur mu hiç? Çoktan eritilmiş, kimbilir ne yapılmıştır? Sesimizi çıkaramadık. Ama bu kez de tam "Nutuk"u okumak için Ankara'ya giderken Bursa'nın rutubetli havasına sesimizi çaldırdık.
90
Ne diyeceğimizi şaşırdık. Başlarımızı önümüze eğdik. Atatürk'ün inceliği imdadımıza yetişti: -"Üzülmeyin, polise sizleri verecek değilim." Hep beraber gülüştük. Veda ettik, ayrıldık. Nasuhi Baydar Kaynak: Nasuhi Baydar, Tan Gazetesi, 10 Kasım 1946
Mustafa Kemal ve General Townshend Birinci Dünya Savaşında, Irak’ta, İngilizlerle savaşıyorduk. Kütülemara Kalesini epey uğraştıktan sonra Türk Ordusu ele geçirmiş, içindekileri de komutanları General Townshend ile birlikte esir etmiştik. Komutan İstanbul’a getirilerek savaşın sonuna değin Heybeliada’da gözaltı edilmiş, bırakışma olunca da yurduna dönmüştü. Anadolu’da Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra General Townshend’in güney kıyılarımızdaki limanlardan birine geldiği ve Mustafa Kemal ile görüşmek istediği bildiriliyor. Mustafa Kemal onu Konya’da kabul ediyor, ama ikisi karşılaşınca General şaşkın şaşkın duraklıyor ve şöyle bir konuşmaya yol açıyor: -“Affedersiniz, görüyorum ki işin içinde isim benzerliğinden doğan bir yanlışlık var, ben sizi başka bir Kemal sanmıştım.” -“Nasıl bir Kemal?” -“Kütülemara’da ordumla birlikte çevrilmişken karşı tarafta Kemal adlı çok centilmen bir komutan vardı. Onunla düşman olmakla birlikte aynı zamanda çok da dost olmuştuk. Bu işin başına onun geçtiğini sandım da...” -“Onunla dost olduğunuz gibi benimle de dost olabilirsiniz. Buyurun, oturun.” General oturur. İki asker, iki insan birbirini anlamakta gecikmezler. Biri karşısındakinin nasıl kutsal bir dava peşinde olduğunu, öbürü de ötekinin hala düşman durumunda olan bir devletin generali olmakla birlikte ne denli insanca düşündüğünü görür. General hayran kaldığı yeni dostuna birkaç gün konuk olduktan sonra ayrılmak için izin isteyince Paşa şöyle bir öneride bulunur: -“Ben Ankara’ya döneceğim. Orada, içlerinde sizin doğrudan doğruya kendi dilinizle konuşabileceğiniz kimseler de bulunan arkadaşlarım var. İster misiniz birlikte gidelim? Onlarla da tanışmış olursunuz.” Ankara’ya dönüyorlar. General orada yeni tanıdıklar ediniyor. Yurduna dönmek üzere vedalaşırken Paşa ona soruyor:
91
-“Arkadaşlarımı nasıl buldunuz?” -“Çok centilmen insanlar, ancak korkarım ki içlerinde sizi benim anladığım ölçüde henüz anlamamış olanlar vardır.” Paşanın karşılığı şu olmuş: -“Bunu biliyordum. Fakat bu halin size de sezdirilecek bir derecede olduğunu şimdi anlamış oluyorum.”1 1 Mehmet Ali Ağakay, Atatürk’ten 20 Anı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1963. s. 2425 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Gazi Köpekleri Çok Severdi Gazi Mustafa Kemal Paşa, atları sevdiği kadar, ama belki de ondan da çok köpeklerini seviyordu. Gerçi tüm hayvanlara karşı sevgisi vardı ama köpeklerinin onun yaşamındaki yeri apayrıydı. Alp, Birinci Dünya Savaşı yıllarında kapısında nöbet bekleyen, efendisinden işaret almadan içeriye kimseyi bırakmayan köpeğinin adıydı. İri bir köpekti. Bulgaristan’daki Ateşemiliterliği sırasında onu almıştır. Çanakkale Savaşı sırasında da hep yanındadır. Kurtuluş savaşı sırasında da Yunan komutanlarının birinin ortada kalan Alber adlı köpeğini sahiplenmişti. Sarı beyaz bir av köpeğiydi. Alber ölünce çok üzülmüştü. İşte Alber’in ölümüne üzüntüsü daha dinmemişken Foks, Gazi’nin köpeği olacaktı. Foks ve Gazi Foks cins değildi. Ama sevimliydi ve Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın sevgisini hemen kazanmıştı. Artık Gazi nereye gitse onu da birlikte götürüyor, yurt gezilerinde bile ondan ayrılmıyor. Kordiplomatik için verilen balolarda bile yanında. Çankaya’da konukları olduğunda o da ortalarda dolaşıyor. Efendisi onu o denli seviyor ki, yatağının ayakucunda onun için yaptırdığı bir minderde yatıyor. Foks, Gazi yatağa girinceye değin onu bekliyor, kalkınca o da kalkıyor. Aralarında gizli bir iletişim var sanki. Öylesine ki, Gaziantep’te bulundukları sırada Foks akşam yemeğine dokunmayınca, Gazi yanındakilere: -“Köpeğe muhakkak bir şeyler söylemişsiniz. Onun için küsmüştür” dediğinde kimse kaldıkları Vali Konağı’nın aşçısının yıllar sonra anlatacaklarını bilmiyordu: -“Gazi Hazretleri Gaziantep’e geldiğinde Vali Konağında aşçılık yapıyordum, Gazi’nin bir köpeği vardı. Köpeği Gazi beraberinde gezdirirdi. Ben mutfakta yemek hazırlarken köpek 92
yanıma geldi oturdu. Köpekten hoşlandım. Yemeğin yanına sokuldu. Sanki kontrol ediyordu. Köpeğin bu durumu canımı sıktı, öfkeyle elime kepçeyi alarak ‘hoşt geberesice!’ dedim. Köpek kalktı gitti...” Foks da sahibine içtenlikle bağlıydı, kendince onu korurdu. Ama bir gün eski bir Osmanlı Valisi Gazi’i görmeye geldiğinde Foks’un bu koruyuculuğu sahibini üzmekten de geri kalmayacaktı. Çünkü eski Vali çalışma odasına girdiğinde Gazi’ye saygılarına sunmak için Osmanlı usulü yerlere kadar eğildiğinde, böyle bir davranışına hiç alışık olmayan Foks, konuğunun efendisine bir kötülük yapacağını sanarak onun üzerine var gücüyle atlayacak ve kaba etinden bir güzel ısıracaktı. Bir keresinde de yine Çankaya'da sofrada bulunulduğu sırada masanın altında dolaşmakta olan Foks, her nedense Dr. Reşit Galip’in paçasını ısırıp parçalayacaktı. Gazi, Dr. Reşit Galip’e kendi terzisine bir elbise diktirerek köpeğinin bu yaramazlığını bağışlatacaktı ama onun bu cömertliğini görenlerden ya da işitenlerden kimileri, Çankaya’ya çağrıldıklarında, eski pantolonları giyip gelmeye, ayaklarını masanın altından Foks’a uzatmaya başlayacaklar, ama Foks, efendisini bir kere daha masrafa sokmayacaktı. Bu yaramazlığının Gazi’yi üzdüğünü anlamıştı sanki. Gazi, Foks’u alabildiğine şımartıyordu. Kendisi ya da konukları bilardo oynarlarken masaya sıçrayıp topları kaçırmasından tutun da, gezilerinde protokolün önünde koşmasına kadar, aklına eseni yapan bir köpek olmakta gecikmemişti. Ama efendisi onun bu hallerine güler, sevecenlikle karşılardı. Ne ki, Gazi’nin çevresindekilerden kimileri onu güldüren, neşelendiren Foks’un giderek artan şımarıklıklarına kızmaya başlayacaklardı; kim bilir, belki de Gazi ve köpeği arasındaki bu sevgiyi kıskananlar da vardı. Ve her nasılsa bir gün Foks, Gazi’nin elini ısırıverdiğinde, köpeğin kuduz olabileceği, mutlaka gerekli testlerin hayvan üzerinde yapılması gerektiğini koro halinde söyleyip durmaya başladılar. Hiç köpek sahibini ısırır mıymış? Oysaki Foks’un soylu olduğunu, soyunun Avrupa'dan geldiğini söyleyenler, ‘köpek değil, adeta insandan akıllı’ diyenler de yine onlardı. Sonunda Foks, Çiftlik’e gönderildi. Güya orada kontrol altında tutulacak, gerekli testler yapılacaktı. Testler sonucunda da kuduz olmadığı kısa sürede anlaşılacaktı ama ‘sahibini ısıran köpekten hayır gelmez’ düşüncesine de kapılanlar onu geri göndermeyip Çiftlikte tutuyorlardı. Foks ise sahibini özlüyor, durmadan ağlayıp uluyordu. Sonunda hayvanı vurarak öldürmeyi yeğlediler. Çiftlik Müdürü, Foks’un vücudunu ilaçlayıp çiftliğin müzesine koyacaktı. Bu müzeyi gezerken Gazi’ye derisinin içi ot doldurulmuş, gözleri cam Foks’u, iyi bir şey yapmışlar gibi, göstereceklerdi ona. Gazi’nin yüzü kararacak, kaşları çatılacak: -“Severdim ben onu. Böyle görmek istemem. Kaldırın hemen!” Foks’un cansız bedeni, sevdiği efendisinin bu isteği üzerine Çiftliğin bir köşesine gömülecekti. Gazi’nin yalnız gecelerinin dostu, gündüzlerinin neşe kaynağı Foks’tan ayırmışlardı onu... Foks’u öldürenleri bir daha görmek istemeyecekti.
93
-“Kötülük yapmak için ısırmamıştı beni...” Foks’un Çiftliğe gömülmeyip saklandığı günümüzde anlaşılmıştır. İçi doldurulmuş Foks, halen Anıtkabir’de sergilenmektedir.1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, İstanbul 1967, s. 120 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Sözünün Eri Gazi Mustafa Kemal Paşa beni meclisteki odasına davet etti: -“Rauf kardeşim. Niçin görevi kabul etmiyorsun? Görüyorsun ki Meclis senin üzerinde duruyor. Başka birini seçmek istemiyor. Anarşi olacak. Kabul etmeyişinin sebebi nedir.” -“Söyleyeyim Paşam, ben bu görevi kabul edersem, sen yine benim işime karışacaksın. Bende buna katlanamayacağım ve çekilmek zorunda kalacağım. Hâlbuki benim imanım, bu orduların başında bu milleti senin kurtaracağın merkezindedir. Bu yüzden seninle anlaşmazlığa düşmeyi kesinlikle kabul edemem.” Gazi son derece samimi bir davranışla: -“Kardeşim, ben namussuz muyum?” Deyince, hayret ettim. -“Ben böyle bir şey söylemedim” -“O halde, sana namusumla söz veriyorum; başbakanlığı kabul et, hükümeti kur senin hiçbir işine karışmayacağım” dedi. Gerçekten dediğini yaptı. (Rauf Orbay’dan bir alıntıdır.)1 1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 305 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
94
İşte Cumhuriyetten Beklediğim Sonuç Hulusi Köymen’den1 bir anı: “Gazi Mudanya yoluyla Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi tarafından etrafı sarılmıştı. Bir kadının, elinde bir kâğıtla Gazi’ye yaklaştığı görüldü. Zayıf bir kadındı. Gazi’nin yolunu keserek, titrek bir sesle: -‘Beni tanıdın mı oğul?’ Dedi… Ben sizin Selanik’ten komşunuzdum. Bir oğlum var; Devlet Demir Yollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz, fakat müdür dinlemedi. Oğlumu işe almamış. Ne olur bir kere de siz söyleyiniz.’ Gazi’nin çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle: -‘Oğlunu almadılar mı?’ Dedi. -‘Ben talimat verdiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş. Çok iyi yapmışlar. İşte cumhuriyet böyle anlaşılacak.’ Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Gazi kendinden geçercesine dolu bir sesle: -‘İşte cumhuriyetten beklediğim sonuç’ diyordu.” (Uludağ, Kasım 1941)2 1 Ahmet Hulusi Köymen, (1891-1965), Hukukçu, Milletvekili. 2 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976.s. 314 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
ŞAPKA DEVRİMİ SIRALARINDA İDİ… Devrimin başarısından başka bir şey düşünmeyen Atatürk, onun uygulanmasını sağlamak için birçok çareler bulmaya başlamıştı. Bunların arasında, arkalarında bir kitleyi sürükleyebilen
95
insanları ikna etmek en önemli olanıydı. İlk olarak, işe o sırada Konya Çelebisi ve Milletvekili Veled Çelebi’den başlamak istiyordu. Fakat bu hiç de kolay bir iş değildi. En zor şartlar altında vatanı kurtarmış olan Atatürk’ün dehası bu meseleyi halletmekte geçilemedi. Ve ertesi gün sabahın erken saatlerinde Veled Çelebi’nin evine gitti… Hayatında istinasız herkese iltifat etmiş olan Atatürk, o gün de Veled Çelebiye iltifat ediyordu. Bir aralık, elini Veled Çelebi’nin omuzuna koyarak: - "Senden bir hediye istiyorum", dedi. Bu söz üzerine büsbütün şaşıran Veled Çelebi; -"Aman Paşam…"diyebildi. "Ben size layık ne hediye bulabilirim ki?.." Atatürk sesinin nüfuz edici tonu ile devem etti. -"Bilakis sizde çok kıymetli bir şey var… Bu o kadar kıymetli ki ben onu ancak müzede saklattıracağım ve onu Türk Milleti’nin geçirdiği devirlerin en kuvvetli şahidi olacak!" Veled Çelebinin gözlerine bakarak devam etti: -"Sizden sikkenizi istiyorum…Buna karşılık benimde size bir hediyem var." Veled Çelebi, hiçbir şey söylemeden başından sikkesini çıkarıp Atatürk’e verdi. O zaman Atatürk, Veled Çelebi’nin sikkesinin çıkarılmasıyla açılan başına da beraberinde getirdiği paketin içindeki şapkayı koyarak, -"İşte benim hediyem bu!" Dedi. Ertesi gün Veled Çelebi’yi başında şapka ile görenler hayretlerini gizleyemediler. Kaynak: Esprileri ile İçimizden Biri Atatürk, İlknur Güntürkün Kalıpçı, Epsilon Yayıncılık. 1. Baskı Kasım 2007. ISBN: 978 9944 82-035-6. Sayfa: 24-25
ATATÜRK’ÜN KASTAMONU ZİYARETİ VE BU ZİYARETİN ÖNEMİ Hemen her bakımdan yeni bir yapılanmanın yaşandığı Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk, yurt gezilerine çıkmayı adeta gelenek haline getirmiştir. Atatürk, bu geleneği vefatından dört buçuk ay öncesine kadar da sürdürür. Yurdu gezmek yurdu tanımaktır. Yurdu gezmek, yurdun insanını, coğrafyasını, tanımaktır. Yurdu gezmek, yurdun insanıyla bilişmek, tanışmak, kaynaşmaktır. Yurdu gezmek, yurt için birşeyler üretmektir. Atatürk'ün yurt gezilerini biraz da böyle değerlendirmek gerekir. Osmanlı coğrafyasından kurtarılabilen anavatan topraklarını tanımak isteyen Yeni Türk devletinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal'in yurt gezilen, Türk gezi tarihinin en güzel sayfalarını süslemektedir. Çünkü onun yun gezileri, Türk tarihinde yeni başlangıçlar meydana getirmiştir.
96
Atatürk ilk yurt gezisini, Millî Mücadele'nin kazanılmasından hemen sonra, 14 Ocak 1923’te Batı Anadolu'ya, ikinci yurt gezisini ise, 13 Mart 1923'de Orta Anadolu'ya yapmıştır.1 Zaman zaman çıktığı yurt gezileri 26 Mayıs 1938'e kadar devam etmiş olan Atatürk, bu gezileri bir plân dâhilinde, sistemli olarak gerçekleştirmiştir. Atatürk'ün yurt gezileri belirli amaçlara yönelik, işlevleri olan gezilerdir. Örneğin trenle yapılan ikinci yurt gezisine henüz evlendiği eşi Lâtife Hanım'ı da beraberinde götürmesi, Türk aile hayatına, Türk kadınına yönelik birtakım mesajların halka ulaşması- arzusundan kaynaklanmıştır.2 Mustafa Kemal'in yurt gezilerinin bir diğer önemli tarafı da, gezilerin düzenlendiği yörelerde, o bölge halkının Mustafa Kemal ile tanışması maksadına yöneliktir. Millî Mücadele sürecinde Mustafa Kemal ismi efsaneleşmişti. Televizyonun olmadığı, görsel basının ise, oldukça sınırlı olduğu dikkate alınacak olursa, halkın Mustafa Kemal'i ne denli merak ettiğini, görmeyi arzuladığını tahmin etmek zor olmaz. Şapka Devrimi ve Kılık Kıyafette Düzenleme 29 Ekim 1923 tarihiyle birlikte siyaset, hukuk, eğitim ve kültür, ekonomi ve maliye, toplum hayatı, sağlık hizmetleri, dış politika, ordu ve millî savunma gibi geniş bir yelpazede bütün sahaları içine alan bir kuruluş ve yapılanma dönemi başlıyordu.3 Toplum hayatına yönelik olarak yapılan düzenlemelerden en önemlisi şapka devrimi ve kılık kıyafette yapılan değişiklikti. Bunların ilân edildiği yer Kastamonu olduğu için, Atatürk'ün 23 -31 Ağustos 1925'te gerçekleştirdiği 9 günlük Kastamonu gezisinin inkılâp tarihimiz açısından önemli bir yeri vardır. Çok uluslu bir devlet olan Osmanlı'da halkın, özellikle ev dışında giydiği kılık kıyafet, çeşitlilik ve şarklı bir manzara sergiliyordu. Başa takılan serpuş, fes, sarık gibi çeşitli başlıklar kıyafetin tamamlayıcı bir unsuru olmaktan öte, bunları tercih eden kişinin tabiyetini simgeleyen bir kimlik göstergesiydi.4 "Her bakımdan yapılanmanın başlatıldığı yönetim şeklinin Cumhuriyet olarak belirlendiği ülkede şark manzarası arzeden bu görünümün modernleştirilmesi kaçınılmazdı." 5 Kılık kıyafetin düzenlenmesi hususu, Ağustos 1919'da Mustafa Kemal'in zihninde belirginleşmişti. Erzurum Kongresi'nin kapandığı akşam, Paşa'nın Mazhar Müfit Kansu'ya not ettirdiği maddeler arasında 4. sırada "Fes kalkacak, uygar uluslar gibi şapka giyilecektir."6 cümlesi yer almaktadır. 1923 yılı Nisan ayında Çankaya Köşkü'nde, Gazi'nin yanında bulunan yedi sekiz kişiden biri ona sorar: “Bir gün başımıza şapka giyebilecek miyiz.” Atatürk cevap verir: “Şapkayı önce bahriyelilere giydiririz, onlar halka seyrek göründüklerinden göze batmazlar; sonra ordu giyer, bu askerlik işi olduğu için kimse karışamaz. Onları göre göre münevverler de alışmaya başlar.” 7 Şapka konusunda uygulama, köşkte konuşulduğu gibi olmayacaktır. Atatürk, inkılâplar sözkonusu olduğunda “tedricî” (yani derece derece, yavaş yavaş yapılan) değil, "anî" davranılması gerektiği fikrindedir. 8 Atatürk, şapka inkılâbı ve kılık kıyafetin düzenlenmesi hususunda da ikinci yolu takip edecektir.
97
Neden Kastamonu? Şapka inkılâbı ve kıyafetle ilgili düzenlemenin ilânı için Kastamonu'nun, ilçelerden de İnebolu'nun seçilmesi tesadüfi değildir. Bu noktada Kastamonu'nun Millî Mücadele'de oynadığı rol öne çıkmaktadır. Edebiyat araştırmacısı Mustafa Baydar, Atatürk'ün Kastamonu'yu tercih ediş sebeplerini şöyle izah eder. " Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcında Mustafa Kemal ve arkadaşlarının idamına dair şeyhülislâm Dürrizade'nin fetvasına mukabil, Anadolu müftüleri de bunun tam karşıtı bir fetva çıkarmışlardı. Bu fetvadaki imzaların çoğunluğu Kastamonu’lulara aitti. "Kurtuluş Savaşı'nda Anadolu'nun birçok yerinde irili ufaklı iç ayaklanmalar olduğu halde Kastamonu ve çevresinde böyle bir hareket görülmemiştir. İsyanlar yüzünden birçok bölgeden asker toplanamadığı için gerek isyanların bastırılmasında, gerekse Batı Cephesine gerekli asker, subay ve askerî malzemenin sağlanmasında, Kastamonu çevresinin pek büyük hizmeti dokunmuştur". 9 Millî bilinçle Köroğlu ve Açıksöz gibi iki gazetenin yayınlandığı bu şehirde, modern zihniyetli, milliyetçi öğretmenler, Kastamonu eğitim kurumlarında görev yapmış, İnebolu kayıkçıları da Anadolu'nun kalbî Ankara'ya cephanenin ulaştırılmasında önemli rol oynamışlardır. İnebolu kayıkçılarının, zaman zaman dönemin valisi Muhiddin Paşanın da aralarında olduğu İneboluluların, İstanbul'dan gelen cephaneyi hangi zor şartlarda vapurlardan kayıklara, oradan da İnebolu içlerine taşıdıklarını iki alıntı ile aktarmak istiyorum. Bu alıntılardan birinin yazarı, cephanenin boşaltılmasına yardım eden, 1921 yılında 9 yaşında olan İnebolulu Nevzat Çeliker'dir: "9 Haziran 1921 gününü, bugün gibi bütün tazeliği ve canlılığıyla hatırlıyorum. Henüz dokuz yaşında bir çocuktum. Anadolu’nun kalbine, Ankara'ya tek muvasala yolu İnebolu'dan geçmekteydi. Karadeniz'in sert rüzgarlarına göğüs geren bu küçük liman kasabasının bütün heybetiyle düşmana gülen ve sanki o anda, o karanlık günlerde kendisine düşen vazifeyi idrâk eden bir hali vardı. İlkokulumuz denize dik inen sert bir yamacın üzerinde bir kartal yuvası gibi. Çoluğu çocuğu, ninesi ve dedesiyle herkesin gözü ufuklarda. Herkes sahil ve plajlara dökülmüş. Arasıra hocamız sınıfın penceresinden Kerempe burnuna doğru ta uzakları gözlüyor. Herkesin bir tek düşüncesi var. Hepimiz sonsuz ufuklardan bir gemi bekliyoruz. Biraz sonra hocamız büyük bir heyecanla: 'Çocuklar vapur göründü, haydi yar başına' diyor. Evet, biraz sonra gemi sahile yaklaşacaktı. Hepimiz o dik bayır ve yamaçlardan birer bayram çocuğu sevinciyle sahile koşarak Anadolu'da çarpışan kahraman Mehmetçiklerimize ulaştırılacak cephaneyi tahliye etmek üzere yarı belimize kadar sular içerisinde hasretle bekliyoruz. "Gemi sahilden bir mil uzaklıktadır. Gözlerini budaktan esirgemeyen sert bakışlı, yağız yüzlü, cesur, vefakâr İnebolu kayıkçısının gür sesi erkekçe gürlüyor: ‘Kürek başına!’ Bir anda denize açılan yüzlerce kayık korkunç dalgalar arasındadır. Binbir müşkülatla kayıklara boşaltılan ağır cephane sandıkları, günlerce açlık ve uykusuzlukla mücadele eden kahramanların omuzlarına yüklenecek, oradan soluk benizli, yalın ayak on yaşma bile basmamış kız ve erkek köylü çocuklarının sürdüğü cefakâr ve mecalsiz öküzlerin çektiği kağnı arabalarına yüklenecektir, Dumanlı dağ başlarında yabanî meyve ve otlarla beslenen bu kahraman Türk çocukları bu cephaneyi Ankara'ya, ölmez ve kahraman Mustafa Kemal'in tunç ordusuna teslim edecektir. Şimdi, gözlerimizi sahile çevirelim. Bakınız, 5-6 yaşındaki çocuklar; analar, babalar, tertemiz beyaz sakallı dedeler memleket aşkıyla parlayan bakışlarla sahildeki kayalıklara doğru yürüyor. Bir cephane sandığını veya bir gülleyi omuzlayarak tehalükle dik merdivenlere
98
doğru ilerliyor. Bir çelimsiz yavru sandala doğru yürüdü. Fersiz gözlerini iri yapılı kayıkçıya çevirdi: 'Koy amca sırtıma' dedi. Bu ağır bir mermi idi. Kayıkçı:' Yavrum, sen bunu taşıyamazsın, bırak,' dedi. Çocuk, sanki gururu ve izzet-i nefesi kırılmış gibi kendisinden beklenmeyen haşin bir sesle bağırdı:'Koy omzuma; sen karışma. Bu sekizinci seferim. "Sahilden kasaba içine çıkan dik merdivenlere bakınız;yetmiş yaşında ak sakallı, vakur bir ihtiyar köylü ağır bir cephane sandığını omuzlamış, merdivenleri yirmilik bir delikanlı çevikliğiyle ikişer ikişer atlamaktadır. O sırada bu şanlı levhayı gözyaşlarıyla seyretmekte olan Muhittin Paşa (Kastamonu Valisi) ihtiyara doğru yürüdü: 'Müsaade et babacığım; sana yardım edeyim ve o temiz alnından bir kere öpeyim. "İhtiyarın cevabı şu oldu: ‘Bana yardımı bırak. Git bir sandık cephane de sen omuzla." "Evet biraz sonra düşman gemileri ufukta görünecek, sonra sahile yaklaşacak ve İnebolu’nun cephaneyi teslim etmesini isteyecektir. Nitekim öyle oldu. 9 Haziran 1921 Perşembe günü mübarek bayram günüdür. Düşmanın ‘Kılkış’ muharebe gemisi ile 'Panter' muhribi sahile sokulmuş, mühimmatın bir saat zarfında teslimini istemiş, aksi takdirde, bütün İnebolu’nun bombardımanla yok edileceğini bildirmişti. Bu millet, insana kolay kolay cephane teslim eder miydi? Her şeyini, malını, mülkünü, kanını, canını verebilirdi ama, namus ve şerefini teslim edemezdi. Bir taraftan düşman oyalanırken, diğer taraftan tellallar şöyle bağırıyordu:'Ey ahali, düşman bir saat sonra bizi bombardıman edecek. Son cephane sandıklarını omuzlayın!' "İnsafsız düşman ağır toplarıyla istiklâl ateşi içinde yanan bu küçük kasabayı bombalarken yer gök inliyordu. Kundaktaki yavrular, hamileler ve hastalar sedyelerle tepelerin arkasına taşınmıştı. Bunlar hâlâ büyük bir gürültüyle havada vızlayan mermi seslerini vakurâne bir edayla dinliyor ve sanki şöyle söylüyorlardı: 'Cephanemizi taşıdık. Artık ölsek de ne umurumuz. ' İşte beş bin nüfuslu kahraman İnebolu çoluğu çocuğu, ihtiyarı genci ile 9 Haziran 1921 günü mübarek bayramını böyle kutlamıştı." ı0 Yapacağımız bir diğer alıntı, 1 Haziran 1921'de Ümit vapuru ile gelen cephanenin, halkın cansiperane gayretleriyle taşınmasına şahit olan Kastamonu Sultanîsi öğretmenlerinden İsmail Habip (Sevük)'in o günkü izlenimlerine ait: "Baştanbaşa bir destan olan Millî Mücadelede İnebolu da ayrı bir destan oldu. Orası Anadolu'nun kapısıydı. İnebolu yalnız kapı değil bir zafer başıdır; içerdeki zaferi en çok oradan giden mühimmatla kazandık. İnebolu'dan Ankara'ya kadar yedi sekiz günlük yolu dolduran kağnı dizileri; o yol iç zafere bir damar gibi uzandı; İnebolu bu damara kan verendir. "Obur harp devinin bütün ihtiyaçlarını o dalgalı denizde karaya çıkarmak; içerdeki cenkten önce burada cenk oluyordu. Bu cenklerden birini gözümle gördüm; o zamanki not defterim önümde; 1921 haziranının 1’inci Çarşamba günü, Öğleyin İnebolu'ya Ümit vapuru geldi; içinde Sovyetlerin verdiği üç yüz tonluk mühimmat var. Karadeniz'e Yunan torpitoları çıkıyor; vapuru acele boşaltmak lazım; bütün sandallar vapura üşüştü; iskelenin inmesini bekleyen yok, sekiz on metrelik kancalarını güvete parmaklığına iliştiren deniz çocukları kancaların sırıklarından birer sansar gibi tırmanıp zemberekli birer cambaz gibi vapura atıldılar. "Dolan kayıkların karaya doğru yarışını görmeli. Kürekler pervane gibi işliyor; yükünü boşaltan, mekik gibi, tekrar vapura koşmaktadır. Mühimmat kıyıda kalamaz. Onları üç dört kilometre içerdeki tepenin öte yamacına götürmek lâzım. Genç ihtiyar. Karın erkek bütün halk hep ayakta. Boylarından uzun tüfekleri taşıyan çocuklar, belinin kamburluğunu sırtladığı
99
fişek sandığıyla düzelten ihtiyarlar, çocuğunu küçük ablasına yükletip gülleyi kendi yüklenen kadınlar... Ne bundan üstün sevap, ne bundan hayırlı iş var; bu bir ibadetti. "İnebolu'nun yıllarca süren ibadeti: Türkiye Büyük Millet Meclisi İnebolu kayıkçılarına İstiklâl madalyası verdi ve cemaat halinde bu madalyayı tek olarak onlar aldı: Bu yalnız bir taltif değil onların gazasının kanunla tasdikidir. İnebolu kayıkçısı... Bunu söylerken sadece bir mesleği söylemiyor, bir destanın şerefini söylemiş oluyoruz.” 11 Sadece İnebolu'da değil, harp süresince Kastamonu merkezde de hummalı bir faaliyet vardır. Müstakil olarak faaliyet gösteren bir takım kulüp ve cemiyetler, Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti etrafında toplanarak, sistemli bir şekilde Millî mücadeleyi destekleyen faaliyetlerini yürütmüşlerdir. İzmir, İstanbul, Urfa, Antep ve Maraş'ın işgalleri, Kastamonu'da tertiplenen mitinglerle tel'in edilmiştir.12 Bütün bu müsbet özellikler biraraya gelince, Atatürk'ün daha önce görmediği bu şehir, uzun zamandır zihninde tasarladığı inkılâbın gerçekleştirileceği, halka ilân edileceği en uygun yer olarak ortaya çıkıyordu. Atatürk'ün Kastamonu'ya Davet Edilişi 1913-22 yılları arasında Kastamonu Sultanîsi'nde edebiyat öğretmenliği yapan İsmail Habip, Mustafa Kemal'i 1922 Temmuzunda Çankaya Köşkü'nde ziyaret eder. Bu ziyarette, sohbet özellikle Kastamonu üzerinde yoğunlaşır İsmail Habip'in köşke yaptığı bu ziyaretin asıl amacı Mustafa Kemal'i Kastamonu'ya davet etmektir. İsmail Habip bu olayı şöyle anlatmaktadır: "Kastamonu şehri, Kastamonu vilâyeti ve Kastamonu halkı hakkında çok ince şeyler soran ve verdiğim malumatı çok derin bir alaka ile dinleyen paşa, bilhassa belediye intihabatında, bu intihabatta Kastamonu halkının gösterdiği tenevvürden bahsederken çok mahzuz olmuş ve mukabele-ten kendileri: Kastamonu’luların millî davanın ihtidasından beri gösterdikleri sadakatdaki büyüklüğü, ta ihtidadan beri yaptıkları fedakârlıkları, hele Sakarya Harbi zamanında gerek asker ve gerek nakliyat cihetiyle bu vilayetin ibraz ettiği çok kıymetdar himmetleri heyecanlı bir lisanla anlattılar." İsmail Habip'in Köşk'e yaptığı bu ziyaretin asıl amacı, Mustafa Kemal'i Kastamonu'ya davet "Bunun üzerine Paşa Hazretleri, Anadolu’nun hemen her yerini gördünüz ve Anadolu’nun hemen her yeri de sizi gördü. Halbuki millî dava uğrundaki sadakat ve fedakarlığını millî davanın timsali ağzından işittiğim Kastamonu halkı, millî davanın büyük timsalini kendi arasında görecek olursa, bu ona, millî dava hakkındaki sadakat ve fedakarlığının en büyük mükafatı olacaktır. Bunun üzerine Paşa Hazretleri gayet kati olarak buyurdular ki, ilk fırsatta ve ilk imkanda mutlaka Kastamonu’ya gelecekler ve bu fedakar halkı mutlaka yakından göreceklerdir." 13 İsmail Habip'in bu ilk davetinden sonra, Ata'yı Kastamonu'ya davet niyetiyle Ankara'ya giden ilk heyet, Atatürk hasta olduğu için onunla görüşemeden Kastamonu'ya dönmüştür 14 İkinci heyet, 11 Ağustos 1925'te Atatürk tarafından kabul edilir. Ulus'taki meclisin bahçesinden toplanan çiçeklerle Ata'nın huzuruna çıkan heyetin reisi Hüsnü Açıksöz, hemşehrilerinin hasretini ifade ederek Atatürk'ü şehirlerine davet eder. Atatürk kararını vermiştir. Uzun süredir davet edildiği bu şehri görmeye gidecektir. Ancak bu gezi herhangi bir Anadolu şehrine yapılan geziden farklı olacaktır. Kastamonu gezisi, 1919'dan itibaren Atatürk'ün zihnini meşgul eden, zaman zaman yakın çevresiyle paylaştığı bir inkılâbı gerçekleştireceği gezi olacaktır.
100
Görüşme sona erip heyet ayrılınca Atatürk dönemin Halk Fırkası genel sekreteri Saffet (Arıkan) Bey'e neşeli bir şekilde "Çocuğum Kastamonu'ya gidiyorum. Şapkayı orada giyeceğim." der. 15 Heyet, Atatürk'ü şehirlerinde en iyi şekilde ağırlamak için alışveriş yapmak üzere İstanbul'a gider. Bu tarihten 12 gün sonra, 23 Ağustos 1925'te Atatürk, başında Panama şapkasıyla Ankara'dan Kastamonu'ya hareket eder. Kısa bir süre Çankırı'da kalan Atatürk ve beraberindekiler16 Ilgaz Derbent'te Kastamonu'nun üst düzey bürokratları ve öğretmenleri karşılar. Gazi'nin başında beyaz bir Panama şapka vardır. Kastamonu halkı, aynı günün akşamı coşkulu bir şekilde Atatürk'ü karşılar. 17 Gece, halk ve esnaf fener alayı düzenler. Millî marşlar, Türküler söylenir. Kendisi için hazırlanan konakta istirahate çekilen Atatürk, bir süre sonra konağın önünde biriken halkın yanına inerek oyunları buradan izler. 24 Ağustos Pazartesi günü mareşal üniforması ile kışlayı ziyaret eden Atatürk meşhur "Bir Türk dünyaya bedeldir." özdeyişini burada söyler. Kışlanın ardından, hastahane, kütüphaneyi gezen Atatürk, kütüphanede konuşmaların seyri, sarık etrafında gelişince, "Sarığı yetkili olmayana sardırmamalı. Birde görevlerini yaparken sardırmalıdır."18 cümlesi ile seyahat amacının ilk ipucunu verir. Ardından Kastamonu Belediye binasını gezen Atatürk, ilçelerden gelen heyetleri kabul ederek onlarla görüşür. Burada İnebolu heyeti, Ata'yı ilçelerine davet eder. Belediye binasında uygarlık kavramı etrafında bir konuşma yapan Atatürk giyim konusunda da uygar olmanın lüzumundan bahseder: "Biz her nokta-i nazardan medenî insan olmalıyız. Acılar gördük. Bunun sebebi dünyanın vaziyetini anlamadığımız içindir. Fikrimiz, zihniyetimiz medenî olacaktır. Şunun, bunun sözüne ehemmiyet vermeyeceğiz. Medenî olacağız. Bununla iftihar edeceğiz. Bütün Türk ve İslâm alemine bakınız. Zihinleri medeniyetin emrettiği şümul ve tealiye uyamadıklarından ne büyük felâketler, ne ıstıraplar içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız ve nihayet son felâket çamuruna batışımız bundandır. Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona bigane olanları yakar ve mahveder."19 Daha sonra hükümet konağını gezen Atatürk şerefine, akşam fener alayı düzenlenip halk oyunları oynanır. 25 Ağustos Salı günü, Atatürk ve beraberindekiler İnebolu'ya hareket eder. Yollarda köylüler, cephelerde savaşmış gaziler, sevgi gösterilerinde bulunur. Ecevit ve Küre'den geçerek, akşam üzeri İnebolu'ya gelen misafirleri, coşkulu bir kalabalık karşılar. Bu Serpuşun Adına Şapka Derler 26 Ağustos Çarşamba günü, mareşal üniformasıyla belediye binasına gelen Atatürk, burada başlarında kâhyaları ile birlikte İnebolu kayıkçıları ile diğer heyetleri kabul eder. Kayıkçılara iltifat eden Atatürk, akşam üzeri İnebolu çarşısını sivil elbise ve elinde şapkası olduğu halde dolaşır. Gece İnebolu kayıkçılarının gösterilerini ve fener alaylarını izler. 27 Ağustos Perşembe günü sivil elbise ve elinde şapkası ile İnebolu Türk ocağı binasına gelen Atatürk, medeniyet kavramına ve kıyafetin medeniyetle alâkasına dair bir konuşma yapar: "Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeğe mahal yoktur. Medenî ve beynelmilel kıyafet bizim için, çok cevherli milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu iktisa edeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve bittabi bunların mütemmimi olmak üzere başta siper-i şemsli serpuş, bunu açık söylemek isterim".20 Konuşmasının devamında, "Bu serpuşun adına şapka derler" cümlesi ile de şapka inkılâbını ilân etmiş olur. Atatürk'ün günlük gazetelerde, seyahat öncesi, Ankara'da şapkası ile çekilen
101
fotoğrafı yayımlanmıştır. O günlerin basınını takip etmiş olan İsmail Habip, gazetecilerin şapkadan bahsederken, bir türlü asıl ismini yazamadıklarını ifade eder: "Onu başında şapkayla seyahate çıkmış görünce o kadar şaşırmışız ki, gazetelerde bütün münevver kalemler şapkanın adını telaffuz edemeyerek kekeleyip durmaktadır: Serpuş-i medenî, şems-i siper, pervaz-ı kabalak vesaire, vesaire. Fakat seyahatinin sonunda İnebolu’ya varan şef apaçık haykırıverdi: - Bunun adına şapka derler. "21 28 Ağustos Cuma günü yine elinde şapkası ile sabah İnebolu'dan Devrekani'ye gelen Atatürk, oradan Kastamonu'ya geçer. Kışla önünde toplanan halkın ve memurların başında, Atatürk Kastamonu'ya dönünceye kadar süratle dikilmiş, kalıpsız şapkalar vardır. Daha sonra Taşköprü'ye hareket eden Atatürk, burada belediye ve hükümet binalarını ziyaret ederek, tekrar Kastamonu'ya döner. 29 Ağustos Cumartesi günü Kastamonu kışlasında, şerefine verilen öğle yemeğine katılan Atatürk, burada Türk milletinin ordusu ile beraber hareket ettiğini vurgulayan bir konuşma yapar. Öğleden sonra Daday'a geçer. Burada belediye ve hükümet binalarını gezer. 30 Ağustos Pazar günü, Kastamonu Türk ocağı'nı ziyaret eden Atatürk, 31 Ağustos Pazar günü Kastamonu'dan ayrılır. Heyet, Çankırı'ya uğrayarak 1 Eylül'de Ankara'ya döner. Bakanlar kurulunun bütün üyeleri, memurların çoğunluğu şapkalı bir halde Atatürk'ü karşılar. 11 Ekim 1925'de kıyafet ile ilgili kararname yayımlanır, 25 Kasım 1925'de de şapka ile ilgili 671 sayılı kanun kabul edilir.22 Atatürk'ün dokuz gün süren Kastamonu seyahati hakkında bilgi veren kaynaklar incelendiğinde, Atatürk'ün önce elinde şapka ile dolaşarak kamuoyunu bu inkılâba hazırladığı görülür. Bu geziler esnasında, Atatürk'ün avantajlarını iyi kullandığı iki hususiyeti dikkat çeker. Bunlardan birincisi, strateji geliştirme, zamana ve mekâna uygun hareket etme; ikincisi ise, irticalen hitabet yeteneğidir.23 Hem Kastamonu seyahatinde, hem diğer seyahatlerinde, hem savaşta, hem barışta, Atatürk sahip olduğu bu yetenekleri isabetle kullanmış ve amaçlarına ulaşmıştır. Kastamonu'da kaldığı süre zarfında da, merhale merhale şapka inkılâbına doğru ilerlemiştir. 23-31 Ağustos 1925 tarihinde gerçekleşen dokuz günlük Kastamonu seyahatinin, Atatürk'ün yurt gezileri arasında mümtaz bir yeri vardır. Bu seyahat, inkılâp tarihimiz açısından da oldukça önemlidir. NOT: Bu konferans Atatürk Araştırma Merkezi Adına 28 Ağustos 2003 tarihinde Kastamonu'da verilmiştir. 1 Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Türkiye İş Bankası Yay., Ank., 432 s. 2 12 gün süren bu seyahate, Atatürk'ün gezi boyunca yapacağı konuşmaları Hakimiyet-i Millîye'de yayımlayacak olan İsmail Habip, vazifeli olarak katılmıştır. İsmail Habip, bu geziyi, "Yalnız balayı seyahati değil, inkılâp ve ders seyahati" olarak vasıflandıracaktır.İsmail Habip Sevük, "Adana Seyahati ve Hatay", Cumhuriyet, 27 Birinci Kânun 1938. 3 Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yay., 587 s.
102
4 Kıyafetin mütemmim cüz'ü, tamamlayıcısı olarak kullanılan başlık, serpuş, fes ve şapkanın millî kimlik belirleyicisi bir gösterge olarak kabul görüşü, edebî metinlere de aksetmiştir. Bak.:Yakup Kadri, "Şapka", Servet-i Fünûn. Sayı: 1004, 19.8.1326; Ömer Seyfettin, "Piç", Türk Yurdu, 10 Ağustos 1913. 5 İsmet Giritli, Yıldönümleriyle Türk Devrim Tarihi Kurtuluş ve Kuruluş, Der Yay., İst. 1996, s. 108-110. 6 Afetinan, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, Ank. Başbakanlık Basımevi 1973, s.61. 7 İsmail Habip Sevük, "İnkılâplar ve O", Cumhuriyet, 27 İkinci Kânun 1939. 8 İsmail Habip Sevük, A.g.m. Şapka inkılâbı ile ilgili olarak ayrıca bak: Doç. Dr. Behçet Kemal Yeşilbursa, "Atatürk'ün Kastamonu Seyahati ve Şapka inkılâbı", Birinci Kastamonu Kültür Sempozyumu Bildirileri, 21-23 Mayıs 2000, Kast. 2001, s.13-20. 9 Haz.: Mehmet Baytimur- Aziz Demircioğlu-Hasan Çelikoğlu, Atatürk'ün Kastamonu Gezisi ve Şapka Devrimi, Ank. 1982.S.22. 10 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda, İletişim Yay., 4. Baskı, İst. 1999, s. 95-98. 11 İsmail Habip Sevük, "İnebolu ve Kayıkçıları", Cumhuriyet, 16 İkinci Teşrin 1936. 12 Arslan Kaynardağ, "İstiklâl Savaşı Günlerinde Kastamonu Gençliği, Bir Kulüp, Bir Dergi ve Öğretmenler", Türk Tarihinde ve Kültüründe Kastamonu, Tebliğler(19-21 Ekim 1988), Kast. 1989, s.121-132. 13 İsmail Habip, "Paşanın Köşkünde", Açıksöz, Nu:539, "24 Temmuz 1338 . 14 Haz.: M. Baytimur-A. Demircioğlu-H. Çelikoğlu, A.g.e., s.26. 15 Haz.: M. Baytimur-A. Demircioğlu-H. Çelikoğlu, a.g.e.. s.23. 16 Atatürk'ün Kastamonu seyahatine Kütahya Mebusu Nuri (Conker), Rize Mebusu Fuat (Bulca), Riyaset-i Cumhur Umumî Kâtibi Tevfik (Bıyıklı), Başyaver Rusuhî. Yaver Muzaffer, Muhafız Kıtası Kumandanı İsmail Hakkı (Tekçe) ve Hususî Kalem'den Çankırılı Lütfi ve Mustafa Beyler katılmışlardır. 17 Atatürk'ün Kastamonu seyahati ile ilgili olarak ayrıca bak.: Mustafa Selim İmece, Atatürk'ün Şapka Devriminde Kastamonu ve İnebolu Gezileri, 2. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ank. 1975, 101 s. 18 Mustafa Selim İmece, a.g.e., s.20. 19 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, II, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ank. 1997, s. 216. 20A.g.e.,s.220-221. 21 İsmail Habip, "İnkılâplar ve O", Cumhuriyet, 27 İkinci Kânun 1939.
103
22 Emekli Tümgeneral Turhan Olcaytu, Devrimimiz İlkelerimiz, 8. Baskı, Ajans Türk Basın ve Basım A.Ş.,Ak. 1998, s.65-72. 23 İsmail Habip cephedeki zaferi Atatürk'ün kılıcının, içerideki davayı ise, hitabetinin kazandığı düşüncesindedir. Yazarın, Atatürk'ün hitabet özellikleri ile ilgili değerlendirmeleri için bak.: İsmail Habip Sevük, "Hitabetinin Hususiyetleri", Cumhuriyet, 9 İkinci Kânun 1939.
Yrd.Doç. Dr. Nezahat Özcan* *Abant İzzet Baysal Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 57, Cilt: XIX, Kasım 2003
KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR! Bir gece beraber oturuyorduk. Yanımızda Siirt milletvekili Mahmut Soydan, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen Eşref Ünaydın, ve bir kişi daha vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet Meclisi'nde okuyacağı söylevi hazırlıyordu. Mahmut'la Ruşen Eşref not tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da, "Ne dersin?" diye soruyordu. Ben ne diyebilirim? Hiç... Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki: - "Bu memleketin efendisi kimdir?" Düşündüm. Karşılığı o verdi: - "Türk köylüsüdür", dedi. Ve devam etti: - "Türk köylüsü "Efendi" yerine getirilmedikçe memleket ve millet yükselmez!..." Prof. Mahmut Esat BOZKURT Kaynak: Tan Gazetesi, 10.11.1942
104
Kabine Kuruyoruz Paşam Gazi Mustafa Kemal Paşa, Konya’da daha önceki gezilerinde kaldığı, pek hoşlandığı ve kendine hediye edilen Köşk’te 1–13 Ocak 1925 tarihleri arasında dinlenir. O günlerden bir anıyı Fahrettin Altay’dan dinleyelim. Gazi yemekten sonra ‘Haydi Paşa biraz gezinelim’ dediğini belirten Fahrettin Paşa şunları anlatır: “Ve beraber dışarı çıktık. Konuşarak istasyona doğru yürüyorduk. Otomobil de bizi arkadan takip ediyordu, sokaklar tenha idi. Yemekten sonra kadınların bir müddet yalnız bırakılmalarının görgü kurallarından olduğundan bahsettiler ve: -‘İstasyona kadar gidelim bakalım bizim arkadaşlar ne yapıyorlar, birer kahvelerini içeriz’ buyurdular. Beraberce otomobile binerek istasyona gittik. Konya İstasyonunda Bağdat Oteli isminde güzelce bir otel vardı, Gazi’nin yakınları burada kalıyordu. Bunların yemekten sonra topluca oturdukları salona Gazi’nin ansızın girmesi hepsini şaşırttı ve O’nun: -‘Ne yapıyorsunuz?’ Sorusuna Salih Bozok şaka yollu: -‘Kabine kuruyoruz Paşam’ diye gülerek cevap verdi. Gazi bu defa: -‘Oooo! Pek güzel kimlerden kuruyorsunuz, söyleyin de yararlanalım...’ şeklinde alaylı bir tarzda konuşmaya başladı. O sıralarda Hükümetin değişeceği söyleniyor ve gazetelerde çeşitli haberler çıkıyordu. Birden kapı açıldı. İçeri Latife Hanım girmez mi? Herkes şaşırdı, Latife Hanım da Gazi’ye: -‘Kemal buraya geldiğini haber aldım, evde çay hazırlatmıştım, seni almaya geldim’ tarzında konuşunca, dona kaldık. Gazi’nin rengi atmış bir halde: -‘Peki, hanımefendi, buyurun gidelim’ dedi ve birlikte dışarı çıktılar, bizlere veda etti ve Latife Hanım’la beraber uzaklaştı.”1 1 Mehmet Önder, Atatürk Konya’da, Ankara 1989, s. 68 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Hazırlayan: Vehbi Moğol
105