Cemal Granda: Atatürk'ün Uşağı İdim

Page 1

Atatürkün Uşağı İdim Anlatan:

C E M A L

G R A N D A

Yazan

T U R H A N

G Ü RK A N

:

Numosmaniye Caddesi, No: 3, Cağaloğlu — İSTANBUL



Y A Ş A N T I

1)

D İ Z İ S İ

GEÇMİŞTE

YOLCULUK

Mebrure Alevok

2)

GELİBOLU

GÜNLÜĞÜ

General

3)

365

(Bitmiştir.)

lan

Hamilton

GÜN Dr. Ronald J. Glasser

4)

KANSIZ

GİYOTİN

Rene

5)

Belbenoit

CUMHURİYETE KAN

VERENLER

N. E k i c i - D. B a y l a d ı - İVI. A l p t e k i n

6)

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI Cemal

İDİM

Oranda

Hazırlanan :

SATILIK

İPİM

M a h m u t Saim

Altındağ


Ö N S Ö Z

Yemyeşil Yalova sırtlarında emekli ikramiyesiyle yap­ tırdığım minicik bahçeli evimde ömrümü tamamlarken, Bü­ yük Atatürk'e ilişkin oniki yıllık hizmet yıllarım da bir si­ nema şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor. Bu eşsiz insanı yakından tanıdığım, O'na geceli gündüzlü hizmet ettiğim için de kendimi Dünyanm en şanslı inşâm sayıyorum. Bir daha Dünyaya gelmiş olsaydım eğer, yine Atatürk'ün hizmetkân olarak yaşamayı ve kalmayı isterdim. O'nun ya­ kınında, O'nun yamnda yeniden yaşamak, yaşayabilmek, ne yüce bir şey olurdu benim için. Kamarotluktan, akbmın kenarından bile geçmeyen bir işe, yani Atatürk'ün hizmetkârlığına gelişimin ilginç bir öy­ küsü vardır: 1910 yılında izmir'in Salihli ilçesinde Dünyaya gelmişim. Başkomiser Mustafa Kâmil Efendi'nin oğluyum. Küçük yaşta Bursa'ya gitmiştik. Hoca Ali Zade Mektebinde, Bursa Sultanisi'nde, sonra yine Hoca Ali Zade Mektebi'nde okudum. Oribeş yaşımdayken ailece istanbul'a geldik. Kandilli'de oturuyorduk. O zamanlar Seyrüsefain (Devlet De­ nizyolları) Idaresi'nde kamara şefi olan komşumuz Hüseyin Kip, beni gemilere yazdırdı. Henüz çocuk denecek yaşta, kısa pantolonlu, tüysüz bir çırak olarak işe başladım. İlk görevim, Karadeniz, Akdeniz seferini yapan Reşitpaşa Va­ purunda stajyer kamarotluktu.


12 haziran 1926'da seyyar sergi iıaline getirilen Kara­ deniz Vapuruyla Avrupa limanlarında uzun bir geziye çık­ tım. Üç ay beş gün süren bu gezi sırasında; Cezayir, Bon, Barcelona, Cebelitarık, Tanca, Londra, Hamburg, Elbe ka­ nalıyla Stockholm'a geçtik. İsveç, NcH-veç, Hollanda limanla­ rını dolaştıktan sonra Leningrad'a gittim. Rus Çan'mn Sa­ rayını, müzeleri gezdim. O devirde Rusya'da cami ve kili­ seler açıktı. Dönüş; Anvers, Marsilya, Napoli, Cenova, Ça­ nakkale yoluyla oldu. 5 eylül 1926'da istanbul'a döndüm. Aj'nı işletmede kamarot olarak çalışmağa başladım. Karadeniz Vapurunda iki İtalyan metrdotel vardı. Birinin adı Giovanni, öbürününkü Fontana idi. Çok şık giyinen metrdoteller o dönemde ayda bin lira para abyorlardı. Öyle ki, günde üç kez elbise değiştirdikleri bile oluyordu. İşte bu İtalyanlar bende önüne geçilmez bir heves uyandırmışlardı. Onlara imrenerek garsonluğu seçmeğe karar verdim mes­ lek olarak. Atatürk'ü o zamana kadar hiç görmemiştim. Yalnız bir keresinde Karadeniz Vapuruyla geziye çıktığımızda bir tel­ siz gelmiş, Atatürk'ü Bandırma'ya götürmemiz istenmişti. Geri dönüp Mudanya'dan Atatürk'ü aldık ve götürüp Ban­ dırma'ya bıraktık. Gerek Mudanya'da gemiye binerken. Ban. dırma iskelesine çıkarken filikaların arasmdan uzaktan kor­ ka korka seyretmiştim. O'nun hizmetkârı olacağım o zaman akhmın ucundan bile geçmemişti. Biri çıkıp ta o an bunu bana söylemiş olsaydı, karşımdakine her halde çıldırmış gö­ züyle bakardım. Soyadımı çok kimse garip bulup, bunun anlamını öğren­ mek istediği için burada değinmeden geçemiyeceğim. Soyadı Kanunu çıktığı zaman herkes beğendiğini alıyordu. Bunla­ rın içinde çok yerinde olanlar olduğu gibi, çok acayipleri de vardı. Ben de gemilerde ikinci direk anlamına gelen «mes­ lekten» bir soyadı seçtim ve (Granda)yı aldım. Gençlik yıl­ larında olduğumuz için hepimiz o dönemin bir sinema yıl­ dızına âşıktık. Yıldızları paylaşmıştık âdeta. Benim ünlü yıldız Karmen Miranda'ya âşık olduğumu bilmeyen yok gi-


biydi. Hiç olmazsa alacağım soyadı, sevgilimin adıyla ka­ fiyeli olur diye düşünmüştüm. Her ay Tayyare Piyangosu ahyordum. Kazanıp milyoner olacak, gidip Miranda'yı ala­ caktım. Böylece (Granda) soyadı yerleşip kaldı bende. Büyük Atatürk'ün hizmetine girdiğim 3 temmuz 1927'den, ölümü olan 10 kasım 1938'e kadar yaranda geçen oniki yılbk dönemde amlarımdan hatırda kalabilmiş olanları 1947 yazmda not etmeğe başladım. Bunların bir yapıt haline gelebi­ leceğini doğrusu ya düşünmemiştim. Atatürk'ün hizmetkârı bulunduğum yıllarda, Falih Rıfkı Atay'ın Hakimiyeti Milli­ ye Gazetesinde çıkan Samsun - Ankara demiryolunu anlatan «Beş Yıllık Tren Tarihi» adlı bir yazısını okumuştum. Bu yazarı pek sevmezdim, fakat yazısı hoşuma gitmişti. Akşam sofraya geldiğinde «Bugünkü yazınız çok güzeldi,» demek­ ten kendimi alamadım. Ruşen Eşref Ünaydın da yanınday­ dı. Hiç beklemiyordum, birden «Sen de yazarsın istesen,^ dedi. Şaşırmıştım. «Nasıl yazarım?» diye sormuş bulundum. «Konuşuyorsun mademki yazarsın. Böyle konuştuğun gibi yaz.» dedi. îşte bu anıların hazırlanmasında, Falih Rıfkı Atay'ın o günkü sözlerinin verdiği cesaretin de rolü olmuştur. Atatürk'ün yakın arkadaşlarından Kılıç Ali'nin de bu anıların yazılmasında etkisi olmuştur. Atatürk'ün ölümün­ den sonra Kılıç Ali'yi Nişantaşı'ndaki evinde ziyarete git­ miştim. Yazı yazıyordu. Elindeki yazıları işaret ederek, «Cemal, bu yazı 1926'daki Büyük Nutku,» dedi. «1926 değil, 1927'dir,» diye düzelttim. Dikkatim hoşuna gitti. «Sen de yazsana hatırladıklarım,» demez mi. Sonra .elindeki ufak kâ­ ğıtları göstererek, «Notlarını böyle ufak kâğıtlara yaz, son­ ra onları genişletirsin,» dedi. İki ufak not defterine aklıma geldikçe karaladım. Atatürk'ün ölümünden sonra çok sıkıntıya düşmüş, üzün­ tülü günler yaşamıştım. Sekizyüz lira emekli aylığıyla ay­ rıldığım son işim Denizcilik Bankası'mn Termal Oteli Mu­ bayaa Memurluğu'na gelinceye kadar başımdan hayli şey geçmişti, istanbul'da bir işte tutunamıyordum. Sonunda


Atatürk döneminin Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Ha­ san Rıza Soyak'a gidip, başıma gelenleri anlattım ve bana bir iş bulmasını istedim. Zonguldak, Etibank Ereğli Kömür İşletmeleri İdare Amirliği Servisi'ne girmem, işte Soyak'm aracılığıyla olmuştur. Orada Daireler Müdürü olan kardeşi İhsan Soyak'a telefon edip beni Zonguldak'a yoUadı. Göre­ vim kırka yakın yapmm kontrolü, bekçi ve odacıların giyin­ meleri ve temizliğe uymalarını sağlamaktı. Çok boş zama­ nım oluyordu. Bir gün aklıma geldi. Oniki yıl Atatürk'ün yanında kal­ dım. O'na değinen amlan kafamda toparlayıp, şöyle ufak ufak birer sajrfa yazsam hem gecelerim boş geçmemiş olur, hem de ilerde bir yarar sağlar diye düşündüm. Ve başla­ dım yazmağa... Eskiyi hatırlamak kolay değildi. Bir sayfa yazınca külçe gibi oluyordum. Onbir ayda 210 sayfa yazı yazabildim. Böylece bu kitabın özü olan notlar ortaya çıktı. 1959 yılmda Şehir Gazetesi'nin yaziişleri müdürü olan Kemal Onan (Con Kemal) bu yazıları gördü ve yayınlamayı istedi. O sıralarda Turhan Gürkan'la tanıştım. Günlerce otu­ rup, bazen gazete idarehanesinde, bazen Nuruosmaniye'deki İkbal Kıraathanesi'nde notları birer birer elden geçirdik. Böylece Atatürk'e ilişkin anılarım, Turhan Gürkan'ın kale­ miyle ilk kez 1959 yıhnda halkın önüne çıktı. Anıların ge­ nişletilmiş ilk hali 4 mart - 31 mayıs 1959 tarihleri arasında yayınlandı. Bunların içinde unutulanlar vardı. Sonradan ya­ pılan eklerle 432 sayfalık bir yapıt çıktı ortaya. Çok zorluk içinde yazdığımı hatu-ladıkça üzülüyorum. Normal kafayla ve zamaranda yazabilseydim, çok daha iyi sonuç alınabilirdi bu kitaptan. Hayatta çok hırpalandım. Bu da zekâyı etkiliyor. Sonradan hatırlayabildiklerim işte önünüzde. CEMAL GRANDA


B A Ş L A R K E N

Bu kitabın içinde Atatürk'ü «insanüstü bir varlık»mış gibi değil de, yalın, açık bir dille, yüreklilikle «bizim gibi bir insan» olarak anlatan Cemal Granda'mn anüarını bula­ caksınız. Atatürk'ün tam oniki yıl buyruğunda çalışmış, hiz­ metini görmüş, o dönemin tüm gerçeklerini O'nun ağzmdan dinlemiş, sofrasım kurup kaldırmış, yalnızlık anlarında der­ dine ortak olmuş bir adamın kelimesine dek not edilen ta­ rihe geçecek amlan bunlar. Cemal Granda'yı 1959 yılında tanıdım. Bu yanık yüzlü, yılların yükünü ve acısmı üzerinde taşıyan temiz yürekli iç­ tenlik dolu adamla görür görmez kaynaştık. İçtenlikle an­ lattığı aralar, içimde büyük yankılar yarattı. Atatürk'ün bi­ linmeyen yönleriyle en iyi şekilde bu amlarla anlatılabile­ ceği inancıma o da katıldı. El büyüklüğündeki bir deftere kaydettiği notlar, büyüye büyüye bu kitabı oluşturdu. İlk haliyle 4 mart - 31 mayıs 1959 taî-ihleri arasında Şehir Gaze­ tesinde «Atatürk'ün Sofrası» başhğı altında yayınlanan bu anıları sonradan geliştirip, büyük hacimli bir kitap halinde oluşturmak geldi aklımıza. Yeni amlar da katılarak hazır­ lanan kitap, yayınevleri tarafından «Uşağm ne sözü olabilir ki» gerekçesiyle bir türlü ciddiye alınmak istenmedi ve ger­ çek değerini de bulamadı. Oysa uşağın çok sözü vardı bu konuda söyleyecek.


Atatürk hakkında yerli ve yabancı dilde binlerce kitap, onbinlerce makale, bir o kadar da anı yzızılmıştı. Dış ül­ kelerde bile yüzlerce kitap yayınlanmıştı. UNESCO, birçok dilde Atatürk'le ilgili yayına yönelmişti. En büyük yazarın­ dan en küçüğüne dek yerli ve yabancı binlerce kalem, Atatürk'ü anlatmak için sanki yarışa girmişti. Çocukluğun­ dan başlayarak, devrimci yönleriyle Atatürk çeşitli görüş ve düşüncelerle kitaplıkları doldurmuştu. Yalnız ölümü üze­ rine yazılanlar bile koskoca bir kitaphk ederdi. Ama O'nun özel yaşantısına pek az yer verilmişti. Oysa yepyeni bir Türkiye yaratan, çağ kapatıp çağ açan bu büyük adamı an • latmak, yeni yetişen kuşaklara duyurabilmek için O'nun nasıl yaşadığını, özelliklerini de en ince noktalarına dek bilmek gerekiyordu. Atatürk'ün yakmlan, arkadaşları, Zaferi beraber ka­ zandığı. Cumhuriyeti beraber kurduğu, Devleti beraber yö­ nettiği kimseler de zaman zaman O'na ilişkin anılarım ya­ yınladılar. Özel yaşantısını —derinliğine inebildikleri oran da— anlatmağa çalıştılar. Ama bunların çoğu eksik, birbi­ rini bütünlemekten uzak, belirli bir yol izlemeyen parça parça amlardan ileri gidemedi. Geçen yıllar Atatürk'ün yaşantısım füme almak isteyen yabancı filmciler, seçtikleri yüzlerce kitap arasında O'nun özel yaşamına ilişkin birşeyler aramışlar, ancak böyle bir bilgiyle senaryolanmn gerçekçi bir hava taşıyabileceğini söylemişlerdi. Ancak ne yazık ki, onların istedikleri yeter­ likte derK toplu bir yapıt bulunamamıştı. Atatürk'ü daha iyi tanıyabilmek, anlayabilmek için O'nu tüm yönleriyle öğrendikten başka, özel yaşamına da eğil­ mek gerekti. Atatürk nasıl bir insandı? Yirmidört saatini nasıl doldurur, ne yer, ne içerdi? Nasıl çalışır, ne zaman uyur, hangi arkadaşlarım üstün tutar, sakin ve sinirlilik za­ manlarında ne yapar, kimlerle olmaktan hoşlanır, gezilere kimlerle çıkardı? Şakaları, öfkesi, sitemi, kuşkusu, sevgisi, nefreti nasıl olurdu? Hangi kitabı okur, hangi müziği dinler, hangi renk-


leri, mevsimleri sever, hangi içkiyi kullanu^dı? Evlilik yıl­ ları çok kısa süren Atatürk'ün kadınlar karşısında tutumu neydi? Atatürk'ün yaşamına girmiş kadınlar var mıydı? Cumhuriyet'in ilk yıllarından ölümüne dek Atatürk'ün değindiği insanlar, Atatürk'ü ziyaret eden yabancı devlet adamları ve hükümdarlarla yapüan görüşmelerin kitaplara geçmemiş en gizli yönleri, Atatürk'ün manevî evlâtları, Atatürk'e ilişkin bilinmeyen fıkralar ve birçok saklı kalmış gerçekler. Bunları eksiksiz, hiç bir etki altında kalmadan yazabil­ mek için gece ve gündüz her an Atatürk'ün yanında bulun­ mak, yataktan çıkışından yatağa girişine dek bir gölge gibi peşinden gitmiş olmak gerekti. Atatürk'ün «Çelebi»si Cemal Granda, bunları gerçekleştirebildi mi? Bu sorunun karşı­ lığını, kitabı bitirdikten sonra verebileceğiz. Atatürk'ün görevine ilk girdiğim an, O'na ilişkin amlan not ederek saklamak, ilerde Türk Tarihi yazacak tarihçile­ rin eline bir belge vermek istediği halde, Dolmabahçe Sarayı'na şvester (hizmetçi) olarak alınan Alman kadını (Havuzdame)nin tuttuğu notlar yüzünden kovulduğunu görün­ ce, aynı akıbete uğramamak için anılarım herkes uyuduk­ tan sonra gizli metodu ile not eden ve bunları yıllar sonra yazıya döken Atatürk'ün çok sevdiği ve kendisine en yakın tuttuğu adamla birlikte koskoca bir çağı yaşayacak, onunla birlikte heyecanlanıp, duygulanacaksınız. Bu kitapta merakla okuyacağınız anılar yüzde yüz doğ­ ru olup, basit bir hizmetkârm görüş açısından içtenlikle ka­ leme alınmıştır. Şimdi sözü tam oniki yıl hizmetini görmüş, Atatürk'ün «Çelebi»si Cemal Granda'ya bırakıyoruz. TURHAN GÜRKAN



SARAYA

1927 y ı l ı n ı n şimdiki

güneşli

Dış Hatlar

kurulmuş

bir

temmuz

İşletmesi

CAĞIRILDIM

günüydü. O

olan Sultan Aziz

zaman

zamanında

Seyrüsefain İdaresi'nde çalışıyordum. Henüz

yedi yaşında, ince, zayıf, içi hayat a t e ş i y l e dolu bir tim.

Bu i d a r e y e

tam

üç

yıl

önce, henüz çocuk

y a ş t a , kısa p a n t o l o n l a , t ü y s ü z b i r ç ı r a k o l a r a k O zamanlar çok çalışkandım. Kendimi

denecek girmiştim.

işe v e r d i m m i , ba­

ş ı m ı z o r k a l d ı r ı r d ı m . Bu h a l â m i r l e r i m i n d e d i k k a t i n i miş olacak ki, çok g e ç m e d e n

karşılığını görmekte

m e d i m . Bir gün m ü d ü r i y e t t e n

çağırıp:

«Seni Saraya göndereceğiz,

on

genç­

hazır o l , »

çek­ gecik­

dediler.

H e y e c a n d a n az d a h a y ü r e ğ i m a ğ z ı m a g e l e c e k t i . Ö n c e pek iyi a n l a y a m a m ı ş t ı m ama, birkaç dakika sonra A t a t ü r k ' ün dan

hizmetine

gireceğimi

sezinlemiştim.

ileri g e l i y o r d u . Saraya

Heyecanım hemen

arka­

«Gece h i z m e t i ç o k zor.» d i y e m a n e v i y a t ı m ı

bozu­

daşlarıma

gönderileceğimi

bun­

açtım.

Kimi: —

«Çok s e r t

adam...»

Kimi: —

yor, beni caydırmağa çalışıyor, sonra

da:


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

U —

«Sen b i l i r s i n , y i n e d e istersen git,»

O gece uykum kaçtı. Kendi —

«Haydi

diyorlardı.

kendime:

Cemal.» diyordum. «Göster

kendini. Talih

k u ş u i n s a n m b a ş ı n a b i r k e r e k o n a r m ı ş . Bu h e r k e s e

nasip

olmaz. Senin ş a n s m v a r m ı ş k i , böyle büyük bir adamın hiz­ metine

çağrıldın. Aptallık

e t m e . Bunlar

rı i ç i n b ö y l e k o n u ş u y o r l a r , »

seni

kıskandıkla­

diyordum.

Ertesi günü sevinçten kabıma sığamıyordum. Aynı za­ manda içimi de heyecanla dolu büyük bir korku

kaplamış­

t ı . O'nun karşısında ilk anda bir pot kırarsam, diye d ü ş ü ­ nüyordum. Ne yapardım o zaman? Günlerden 3 temmuzdu. O gün yeni görevime yacaktım. O zaman çok Mağaza'sinden mışlardı.

bana

Bunaltıcı

başla­

ünlü olan Galatasaray'daki

güzel

sıcağın

bir

smokin,

etkisiyle

rugan

smokinin

Trink

pabuç

al­

içinde

bu­

ram b u r a m t e r d ö k ü y o r d u m . Fakat bu kıyafet içinde o ka­ dar şıktım k i . . . Atatürk, benden istanbul'a

gelip

iki gün önce 1 t e m m u z

Dolmabahçe

Sarayı'na

cuma

günü

yerleşmişti.

beni A t a t ü r k ' ü n h i z m e t i n i g ö r e c e ğ i m bu saraya

İşte

götürüyor­

lardı. O zaman kamara â m i r i m i z o l a n , daha sonra da Denizyolları

Başmüfettişliği'nde

bulunan

rıhtımda bekleyen Çankaya motoruna kapıyor, A t a t ü r k ' ü n

yanında

Muzaffer

bindik.

geçireceğim

âleminden

uyanıyordum. Muzaffer

günlerin Bey,

Bey'le

Gözlerimi

ni kuruyor, sonra b i r d e n M u z a f f e r Bey'in s e s i y l e hayal

Devlet

hayali­ daldığım

«Çocuğum,

ş i m d i seni Saraya g ö t ü r ü y o r u m . Orada çok dikkatli

olman

lâzım,» d i y e r e k ö ğ ü t v e r i y o r d u . Can

kulağı ile

Muzaffer Bey'i

r a ğ m e n , aklım çok daha

başka

dinliyor

yerlerde

görünmeme

idi. Yine

ö ğ ü t l e r i y l e irkilerek k u r d u ğ u m hayal e v r e n i n d e n aşağı

onun ini­

yordum. —

«Orada

her

ne görürsen,

duyarsan,

gördüğünü


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM görmemeziikten,

işittiğini

15

işitmemezlikten

geleceksin.

Senin için çok iyi olur.» Motorumuz, bahçe

Sarayı'na

heyecanım

son

Boğaz'ın

mavi

sularını

yanaştı. Rıhtıma haddini

yararak

Dolma­

ayak bastığımız

bulmuştu,

l-iayatta

çok

zaman şaşırtıcı

o l a y l a r l a k a r ş ı l a ş t ı m . A t a t ü r k ' ü n h i z m e t i n d e t a m o n iki y ı l boyunca

çeşitli olaylarla

birinde O'nunla

karşı karşıya g e l d i m . Fakat

hiç

ilk karşılaştığım v e bana ilk seslenişi an­

larını u n u t a m a d ı m . Atatürk,

duyduğuma

göre

padişahların

oturduğu

sa­

r a y l a r d a o t u r m a ğ a ö n c e l e r i h i ç n i y e t l i d e ğ i l m i ş . H a t t a kızkardeşi Makbule Atadan ağabeysini Kuruçeşme'deki lâyık

bir

sonra

hale

evi

getirmeğe

ilk kez g e l d i ğ i

merasim

baştan

icabı

aşağı

misafir silip

çalışmış.

İstanbul'da,

uğramış.

etmek

için

süpürmüş,

O'na

Kurtuluş

ilk gün

Makbule

Savaşı'ndan

Dolmabahçe'ye

Atadan, hem

kendisini

karşılayıp, hoş geldin demek, h e m de evine götürmek üze­ re Saray'a gittiğinde sevinç içinde gördüğü A t a t ü r k ' ü n bir­ den keyfi, neşesi kaçıvermiş. O sırada kendisine bir mek­ tup

getirmişler.

Mektubu

kın yok,» d i y o r m u ş . İmzasını

bile

yazan

«Sarayda oturmağa

M e k t u b u da «bak, hain ne

atmamış,»

radan Makbule A t a d a n :

diye

kızkardeşine

«Ağabeyimin

uzatmış.

Saray'da

y o l r t u . İlk g ü n m e r a s i m d e n

İstanbul'a,

Derince'den

Sarayı'na

gibi

demişti. bindiği

Ertuğrul

tı ile g e l m i ş , g ö r ü l m e m i ş bir karşılama töreni Dolmabahçe

niyeti

s o n r a b i z e g e l e c e k t i . Bu

hiç sevmez, sinirlenirdi,»

Atatürk,

Son­

kalmasına

sebep olan bu mektuptur. Çünkü Saray'da kalmağa tehditleri

hak­

yazmış.

çıkınca da büyük

ya­

yapılmıştı.

merasim

kapısı­

nın arkasındaki salonda İstanbul'un her sınıf halkının t e m ­ silcilerini

kabul

etmiş, «Hoş

geldiniz,»

tarihi cevapta: «Artık bu Saray gölgelerinin Sarayı'dır. V e

değil, gölge ben burada

diyenlere

Tanrı'nın

olmayan, milletin

gerçek

verdiği

yeryüzündeki olan

milletin

bir f er di, bir

misafiri


16

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

olarak bulunmakla bahtiyarım,» d e m i ş t i , A t a t ü r k , bir daha Dolmabahçe'den

ayrılmadı.

İstanbul'a

her

gelişinde

ora­

da k a l d ı . H a y a t a d a o r a d a g ö z l e r i n i y u m d u . Seyrüsefain

İdaresi'nden

benimle

beraber

Rüknettin v e Vus'at adında iki arkadaş daha

Saray'a

istemişlerdi.

Fakat onlar A t a t ü r k ' ü n h i z m e t ç i s i olamadılar. Saray'da ka­ lıp Y a v e r l i k t e

(Kalem-i

Mahsus)

kara'ya d ö n ü n c e iki arkadaş

çalıştılar. Atatürk,

denizyollarındaki

eski

An­

işleri­

ne b a ş l a d ı l a r . Ne tuhaf!

Hayatında hiç saray, hatta müze bile

gez­

m e m i ş olan ben, o gün doğma büyüme bir saraylı gibi çev­ reme bakmadan çalımla dimdik yürüyordum. Muzaffer

Bey

önde, ben arkada, o zaman özel kalem m ü d ü r ü olan, son­ radan u m u m î

kâtipliğe yükselen

Atatürk'ün

mahremiyeti­

ne k a d a r g i r e n l e r d e n b i r i o l a n H a s a n Rıza S o y a k ' m

karşı­

sına çıktık. Atatürk'ün zamanla

en

anladığım

güvendiği Hasan

insanların

başında

geldiğini

Rıza S o y a k , a d ı m ı , y a ş ı m ı

so­

rup, Salihlili o l d u ğ u m u ö ğ r e n d i k t e n sonra zile b a s t ı , Başsofracı

İbrahim

(Ergüven)

Efendi'yi

ç a ğ ı r d ı . Beni

teslim

a l a n b a ş s o f r a c ı da k o r i d o r l a r d a y ü r ü r k e n a y n ı s o r u l a r ı

so­

ruyor, nereli, kim

ça­

lıştığımı

Saray'ın

Daire'ye

başlamış

nerelerde

öğreniyordu.

Böylece susi

olduğumu, bundan önce

oldu.

Harem

geldik. Benim

kısmına de

şimdiki

böylece

adıyla

Saray

Hu­

hayatım


AÇINIZ

CUMHURİYET

döneminde

İstanbul'a

ilk

PERDELERİ

kez

gelen

A t a t ü r k ' l e ilk karşılaşmamız burada o l d u . A t a t ü r k ' ü o za­ m a n a kadar hiç g ö r m e m i ş t i m . Yalnız bir keresinde, Kara­ deniz vapuruyla geziye çıktığımızda bir telsiz gelmiş, Ata­ türk'ü, Bandırma'ya götürmemiz Mudanya'dan Atatürk'ü

aldık

istenmişti.

ve götürüp

Geri

dönüp

Bandırma'ya

raktık. Gerek Mudanya'da gemiye binerken, gerekse

bı­ Ban­

d ı r m a iskelesine inerken filikaların arasmdan korka korka gizlice s e y r e t m i ş t i m . O'nun hizmetkârı olacağım o zaman aklımın ucundan bile geçmemişti'. Biri çıkıp ta o zaman b u ­ n u bana s ö y l e m i ş o l s a y d ı , k a r ş ı m d a k i n e her halde

çıldır­

mış gözüyle bakardım. Vaktiyle Son Halife Abdülmecid Efendi'nin yemek sa­ lonu olan bu daire gayet güzel d ö ş e n m i ş t i . Bütün

mobil­

ya lake idi. H e r e k e kumaşından ağır, çiçekli perdeler yer­ lere kadar i n i y o r d u . Ortada çok güzel s ü s l e n m i ş bir ra v a r d ı . İ b r a h i m , N u r i v e b e n , A t a t ü r k ' ü n salona

sof­

gelme­

s i n i b e k l i y o r d u k . Saat 14'e d o ğ r u kızkardeşi M a k b u l e A t a ­ dan, manevî kızlarından Rukiye, Sabiha, Zehra

Hanımlarla,

ü ç ü n c ü kâtip Tevfik Bey o l d u ğ u halde yukarı odayı

salona F: 2


18

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

bağlayan merdivenlerden

indi. Dimdik ayakta duran

Ata­

türk: —

«Açınız perdeleri,» diye s e s l e n d i .

A t a t ü r k ' ü n ağzından d u y d u ğ u m ilk ses işte budur. H e ­ m e n k o ş t u m v e p e r d e l e r i a ç t ı m . S a l o n a y d ı n l a n d ı k t a n sorsra A t a t ü r k

sofraya

oturdu. Yanındakiler

de yerlerini

al­

O gün büyük bir d i k k a t l e A t a t ü r k ' ü n nasıl y e m e k

ye­

dılar. diğine baktığım için yemek listesi olduğu gibi İlk y e m e k g ü z e l b i r o r d ö v r ,

ikinci

yemek

aklımdadır.

püreli

tavuk,

üçüncü kuşkonmaz, meyva olarak ananas k o m p o s t o s u b u ­ lunuyordu. Boğazına d ü ş k ü n o l m a y a n A t a t ü r k , ç o ğ u kez

yoğurt,

ayran, bir d i l i m ekmek y e r d i . Kurufasulye, pilav ve g ü l r e çelinı

severdi. Akşam

sofrasında

rakıyı tuzlu

leblebiyle

içer, konuklar g i t t i k t e n sonra mutfağa inip ahçı Recep U s ­ tanın ocakta hazır t u t t u ğ u k u r u f a s u l y e v e pilavdan

iştahis

yerdi. Sofrada soğan, sarmısak. sucuk, pastırma gibi

ko­

kulu yiyecekler bulundurulmamasma dikkat ederdi. Beyaz peyniri bile, midede ekşime yapar diye istemezdi. İlk gün A t a t ü r k ' ü n

bütün

hareketlerini

dikkatle

izle­

dim. Yemekten sonra, önce Harem Dairesi'nin üstüne çık­ mış, sonra bütün Saray'ı dolaşmış, akşam üstü de lü y a t ı y l a B o ğ a z ' d a g e z i n t i

Söğüt­

yapmıştı.

Gezintiden sonra sofra faslı başlıyor ve çok geç saat­ lere dek sürüyordu. İçkili olan akşam yemeklerinde arkadaşları,

Kabine

ü y e l e r i d e hazır

bulunuyor,

yakın bi.'çolc

m e m l e k e t meseleleri burada hallediliyordu. Sofrasına lirli

mesleklerdeki

eski dostları ve silâh

başka, b i l i m , sanat, ticaret, endüstri

be­

arkadaşlarından

dünyasının

tanınmış

k i ş i l e r i n i t o p l u c a ç a ğ ı r d ı ğ ı d a o l u r d u . Bu h a l , 1938 y ı l ı h a ­ ziranına dek. yani hastalığı kendisine değişik

bir y a ş a y ı ­

şı zorunlu kılıncaya kadar s ü r ü p g i t t i . Saray'a daha doğrusu A t a t ü r k ' ü n

hizmetine gireli

on


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

19

gün o l d u ğ u halde A t a t ü r k , o güne kadar bir kez bile

heş

«dönüp y ü z ü m e b a k m a m ı ş , k i m o l d u ğ u m u d a s o r m a k g e r e ­ ğ i n i duymamıştı. Önceleri önemsemediğim

bu hal, yavaş

y a v a ş bana k o y m a ğ a b a ş l a m ı ş t ı . İ ç i m i t a r i f s i z bir

üzüntü

Ikaplamıştı. Tam on beş gün O'na bir «dilsiz» gibi

hizmet

etmiştim. Üzüntüm Cemal, dum.

gittikçe

elbet bir

Ayrıca

gün

artıyordu. Kendi

kendime:

konuşacak, seni

tanıyacak,»

diyor­

k o r k u da b e l i r m i ş t i : « Y a ,

diyor­

i ç i m d e bir

d u m , benimle konuşmadan buradaki işimden

«Sabret

uzaklaştırılır-

..sam?>- Ö y l e y a , b e l k i h i z m e t i m b e ğ e n i l m e y e b i l i r , h o ş a

git-

mezdi. Bu hal a r k a d a ş l a r ı m ı n da d i k k a t i n i alaylı —

çekmiş olacak ki,

alaylı, « C e m a l , ne a d ı n ı , ne d e n e r e d e n g e l d i ğ i n i

henüz

;sormadı. Seni tanımak bile istemiyor,» diye takıldıkları biîle o l u y o r d u . Onlara

ne

cevap vereceğimi

l a b i î görünmeğe çalışarak, rine

korlar ve sorarlar,»

bilemiyor,

fakat

gayet

«Elbet bir gün olur, adam

diyordum.

ye­


ADIMI

DEĞİŞTİRİYOR

BİR a k ş a m s a a t 20 s u l a r ı n d a S a r a y ' ı n M a r m a r a ' y a b a ­ kan balkonunda y i r m i kadar tanınmış konuk A t a t ü r k ' l e y e ­ mek yiyordu. Arkamda duran —

Atatürk:

»Efendi, e f e n d i . . . » d i y e bana s e s l e n d i .

Döndüm.

Hiç

unutmam, elimde

kristal

rakı

sürahisi

vardı. —

«Buyrun e f e n d i m . Bir emriniz m i v a r Paşam?»

di­

ye karşılık v e r d i m . Cumhuriyet

rejiminin

kurulmasına

rağmen

herkes

A t a t ü r k ' e « P a ş a m , » d i y e h i t a b e d e r d i . B e y l i k , paşalık k a l k ­ tığı h a l d e bu «Paşaolık, A t a t ü r k i ç i n k a l k m a d ı . B u , ö l ü n c e ­ ye dek sürdü. O a k ş a m ilk kez k o n u ş t u ğ u m

Atatürk'le

aramızda

şunlar geçti: —

«Senin ismin nedir?»

«Cemal.»

«Sonu yok m u

«Var,

bunun?»

Cemalettin.»

Bunun üzerine A t a t ü r k birden bana doğru —

ilerleyerek:

«Haaa,» d e d i . « İ s i m l e r K e m a l e t t i n o l u r , f a k a t

Ce-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDiM

Zt

malettin olmaz. Sen yine Cemal kal. Dinin cemali

miydin

ki, sana bu ismi koydular?» devam

ediyor­

du. Sevinçten kabıma s ı ğ m ı y o r d u m . Evet, Atatürk

Aradan

en so­

nunda

yarım

benimle

saat geçmişti. Yemek

konuşmuştu.

Hem

de

uzun

uzun.

gün benimle alay eden arkadaşlarıma anlatacağım kafamda tasarlıyor, onlardan

hıncımı

alacağımı

Ertesi şeyleri

düşünü­

yordum. Fakat A t a t ü r k ;

bu Cemal

adına t u t u l m u ş

olacak

ki^

yeniden seslendi: —

«Bu C e m a l e t t i n i s m i n i k i m k o y d u

Artık adamakıllı korkmağa —

«Babam,» d i y e karşılık v e r d i m .

«Öyleyse baban ne a d a m m ı ş

çıkıştı. Bunun —

sana?«

başlamıştım: senin!» diye

sertçe

üzerine:

«Ben b a b a m ı t a n ı m ı y o r u m , » d e y i n c e y ü z ü d a h a d a

sertleşti: —

« B a b a m ı t a n ı m ı y o r u m n e d e m e k ? S e n b a b a s ı z mı;

doğdun? Baban y o k m u senin?» —

«Ben dokuz aylıkken babam

Atatürk birden

üzüldüğümü

sesini

yumuşattı:

ölmüş.»

yüzümden «Anneni

okumuş tanıyorsun

olacak ya

kir

yeter,»

d e d i . V e biraz d u r d u k t a n s o n r a e k l e d i : «Ben de babamı ta­ nımıyorum ya...» O gece y e m e k sabahın beşine kadar s ü r m ü ş t ü . Çoğu geceler böyle olur, meclisin horozlar öterken dağıldığı g ö ­ r ü l ü r d ü . Bu y ü z d e n A t a t ü r k d e s a b a h s a a t b e ş t e n ö n c e y a ­ tağına g i r e m e z d i . Saat

on birden

s o n r a hava

serinlediği

için konuklar birer ikişer balkondan içeri girmeğe dılar.

Masanın

üzerinde boşalmış

Dimltrokopulo

d u r u y o r d u . O devrin en ünlü rakısı olan

başla­ şişeleri

Dimitrokopulodan

A t a t ü r k her g e c e y a r ı m kilo i ç e r d i . M e z e s i de sadece tuz­ lu l e b l e b i y d i . A r a s ı r a d a f a v a d e n i l e n z e y t i n y a ğ l ı , l i m o n ­ lu

bakla

ezmesini

istediği

o l u r d u . En s e v d i ğ i

yemekler


22;

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

arasında

kurufasulye

ve pilav geldiğini

tekrarlamak

iste­

rim. Atatürk yordum.

tekrar

Fakat

beni

O'nun

çağırdı. Yemek

aklı

hep

benim

isteyecek

sanı­

ismimde

değil

miymiş? —

«Ulan, bu ismi sen mi k o y d u n , y o k s a baban mı?»

d i y e bar bar b a ğ ı r m a ğ a Çok

korkmağa

başladı.

başlamıştım.

Benim

korktuğumu

gö­

rünce daha fazla bağırıyordu. A r t ı k e l i m ayağım t i t r e m e ğ e başlamıştı. Ayakta duracak halim yoktu. Belki daha fazia k ı z a r da k o v u l u r u m d i y e g ö z ü n d e n u z a k l a ş m a ğ a k a r a r v e r ­ d i m . Saat üçe doğru sofrayı O

gece

sabaha

dek

bırakarak yatmağa

gözümü

uyku

gittim.

tutmadı.

Yattığım

y e r d e dua e d i y o r d u m . Kâbusla karışık k o r k u l u rüyalar gör­ d ü m . Yavaş yavaş m ı ş t ı m . Bu

geldiğime

isim de başıma

pişman

bile

iş açıyordu

b u l m u ş l a r d ı b u « C e m a l » i d e , bana

olmağa galiba.

takmışlardı?

Ertesi gün de aynı k o r k u ve heyecan Adeta

akşam olmasını

başla­

Nereden

içinde

geçti.

i s t e m i y o r d u m . Tek a v u n t u m ,

Ata­

t ü r k ' ü n akşamki olayı u n u t m u ş olmasıydı. Akşam miye

doğru

Başyaver

yemeğini Atatürk,

hazırlamış, bekliyordum. arkasında A f e t

Rüsuhi, umumî

Saat

İnan, Zehra

kâtip Tevfik

yir­

Hanım,

Bey o l d u ğ u

halde

s a l o n a g i r d i . B a ş y a v e r a ş a ğ ı i n e r e k ö b ü r k o n u k l a n da s o f ­ raya getirdi.

Sofraya

oturmadan

önce Atatürk

konuklara

Arapça: —

« F a d d a l , » dedi- v e h e r k e s

masadaki yerlerini

aldı.

« O t u r u n u z , » y a da « b u y r u n , » a n l a m ı n a g e l e n b u s ö z ü , ç o k keyifli

olduğu

zamanlar

sık sık d u y d u ğ u m u

hatırlıyorum.

Sofrada ilk söz bana i d i : —

«Cemal, seni dün akşam sert sözlerle çok

hırpa­

l a m ı ş t ı m . Fakat C e m a l ' l e r daima büyük adamlar olur. Sen de büyük adam

olacaksın.»

Sonra tarihteki ünlüleri

sıralamağa

başladı:


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

23

«Sen C e m a l Paşa'yı tanır mısın? Şehzade

lettin Efendi'yi, Konya Çelebisi Cemalettin'i tanır —

«İsimlerini

«Bu k a d a r ı d a y e t i ş i r , »

Yemek

işittim,» diye cevap

Cema­ mısın?»

verdim.

dedi.

s ü r ü p g i d i y o r d u . Hava

yumuşadığı

gün önce içimi kaplayan korkuyu üzerimden

halde

bir

atamamıştım.

Her an yine o konuya d ö n e c e ğ i n d e n ö d ü m k o p u y o r d u . Sa­ at gece y a n s ı m

geçiyordu. Birden i s m i m l e

bana

seslen­

diğini duydum ve yanına k o ş t u m . —

«Cemal, senin bu ismini d e ğ i ş t i r e l i m , olmaz

mı?

Sen kendine göre bir i s i m bul bakalım.» Şaşırmıştım. Daha karşılık v e r m e ğ e vakit — lebi

bulamadan:

«Ben sana i s i m buldum,» d e d i . «Senin

ismin

Çe­

«Biz

sev­

olsun.» Atatürk'ün çok sonraları yine bir mecliste

diğimiz

insanlara

Çelebi

deriz,» dediğini

O anda b ü t ü n k o r k u m bir b u l u t Yüzümdeki

memnunluğu

görünce

duymuşumdur.

gibi

kabul

dağılıvermişti. ettiğimi

anladı.

Zaten kabul e t m e m e k için hiç bir sebep de y o k t u . Fakat bir kere de iznimi almadan e d e m e d i : —

«Güzel m i ? Ç e l e b i adını beğendin mi?» diye s o r d u .

«Çok

güzel

e f e n d i m . Siz

bulduğunuza

göre

daha

da güzel,» d e d i m . Bunun üzerine sofradaki konuklara —

«Bu ç o c u ğ u n i s m i

döndü:

bundan sonra Çelebi'dir,»

diye

herkese tanıttı. A t a t ü r k inceliği, zarifliği kadar gönül almasını çok

iyi

b i l i r d i . H i z m e t ç i l e r i n i n bile böyle gönlünü aldığı o l u r d u . O

anda A t a t ü r k ' ü n

bu kadar önem verdiği

bir

adam

olmanın gururu içindeydim. Koltuklarım kabarmıştı. O gün Sarayda kim varsa h e r k e s e v e bütün konuklara beni yenf gelmiş önemli bir k i ş i y m i ş gibi tanıtıyor: —

«Bu z a t ı

Böylece

bilir

misiniz,

Atatürk'ün

Çelebi'dir,»

diyordu.

serzenişlerinden, hatta

bağırma-


24

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

larından kurtuluyor, üstelik O'nun sevdiği, çağırırken zevk d u y d u ğ u b i r i s m e d e s a h i p o l u y o r d u m . O g ü n d e n , y a n i 20 t e m m u z 1972'den itibaren i s m i m

«Çelebi»

A r k a d a ş l a r da hâlâ bu i s i m l e çağırırlar Sonradan

öğrendiğime

olarak

kaldı.

beni.

göre Atatürk,

hizmetine

gir­

d i k t e n bir süre sonra, bir yakınının beni m e t h e t m e s i

üze­

rine ilgilenip, o gece adımı sormuş. Adımı soruş

nedeni

de şöyle: Olay

yatıyla

gecesinden

bir gün önce Söğütlü

Beylerbeyi Sarayına gitmiştik. Â f e t İnan'm mezun Dam de Sion

olduğu

öğrencileriyle

beraber­

dik. Kızlar kendi aralarında g e t i r d i k l e r i y e m e k l e r i

yiyorlar,

havuzun

(Fransız Kız Lisesi)

başında

gramofon

halde okulu bitirmelerini Hizmet ettik diye

çalıyor,

eğleniyorlardı.

Her

kutluyorlardı.

S ö r l e r i n biri çıkarıp bana on

lira

b a h ş i ş v e r m e k i s t e d i . O n lira da o zaman b ü y ü k para. A l ­ mayınca

ısrar e t t i . Y i n e

r e d d e t t i m . Kadın ille de

v e r m e k istiyor, bu yüzden aramızda bir ç e k i ş m e

parayı

geçiyor­

d u . Tartışmayı uzaktan gören  f e t İnan: —

«Al Cemal Efendi. Almazsan küçük düşerler. Son­

ra ayıp olur.» d e d i . Ben de. â d e t i m olmadığı halde bahşişi almak zorunda

kaldım.

Meğer o akşam olayı Atatürk'e yetiştirmişler. h i z m e t ç i n t o k g ö z l ü l ü k t a s l a d ı . Parayı a l m a k kalsın bizi

küçük düşürecekti,»

demişler. Bunun

de o güne kadar yüzüme bile bakmayan s o r m u ş . Bahşiş kabul e t m e k Atatürk'ün gözünde

«Kibar

istemedi.

Atatürk,

i s t e m e y i ş i m , anlaşılan

yükseltmişti.

Az

üzerine adımı beni


ANKARA

ATATÜRK'ÜN

Cumhuriyet

döneminde

YOLUNDA

ill< k e z

geldiği

İstanbul'daki tatili yavaş yavaş sona eriyor, Ankara'ya yol görünüyordu. gerekti.

Cumhuriyet

Benim

niyetim

Bayrammda

Ankara'ya

başkentte

gitmekti.

olması

Gece

hayatı

çok zordu. Dayanamıyacağımı sanıyordum. Gitmesine

çok

az k a l m ı ş t ı . B i r g e c e s o f r a d a a n s ı z ı n s o r d u : —

«Çelebi Efendi, sen de bizimle Ankara'ya

sun değil

geliyor­

mi?»

Gelmek ister misin? diye sormuyordu. 'Geliyorsun de­ ğil

mi'?

diyordu. Ne

diyeyim.

Atatürk'ün

emirlerine

hiç

karşı durulur mu? —

«Evet Paşam,» d i y e karşılık

verdim.

F a k a t Ç a n k a y a ' y a g i t m e m e y i b i r kez a k l ı m a tum. İstemediğim yere

niye zorla gideyim?

koymuş­

Belki

unutur

d i y e u m u t l a n d ı m . Bu n e d e n l e d e u m u m î k â t i p H a s a n Rıza Soyak'a, ablamın

ve

eniştemin

İstanbul'da

onları bırakamıyacağımı, orada hastalanacak

oturduklarını, olursam ba­

na bakacak k i m s e m olmadığını s ö y l e y e r e k , beni

Ankara'ya

götürmemelerini rica e t t i m . Atatürk, Ankara'ya, Bursa'ya uğrayarak gittiği için be-


26

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

ni unuttular. Gerçi sofracı arkadaşlardan bazıları

Ankara'

ya g i t m i ş l e r d i a m a , b a n a k i m s e o h e n g â m e d e « h a y d i » d e ­ mediği için yerimden

kımıldamamıştım.

Beni unutacak s a n m ı ş t ı m ama

yanılmışım.

Atatürk

hiç bir şeyi kolay kolay u n u t m a z d ı . Korkunç bir zekâ v e hafıza gücüne —

sahipti. Orada sofracı

arkadaşlara:

«Çelebi nerede?» diye s o r m u ş . Onlar da

t i m olduğunu ileri sürerek kendi kendime için

istanbul'da

ablamın

Dolmabahçe

yanında

kaldığımı

Sarayının kadrosundan

mazere­

bakamıyacağım söylemişler.

maaşımı

aldığım

için y e r i m d e n kımıldamak n i y e t i n d e d e ğ i l d i m . Yazın türk gelince yine O'na hizmet eder diye düşünüyor, kendime «Üç, dört aylık yorgunluktan

bir

şey

Ata­ kendi

çıkmaz,»

diyordum. 1928 y ı l ı n ı n ş e k e r b a y r a m ı n d a g e z m e k gitmiştim.

Ankara'yı

ilk kez

için Ankara'ya

g ö r ü y o r d u m . «Hazır

gelmiş­

k e n Ç a n k a y a ' y a da u ğ r a y a y ı m , a r k a d a ş l a r ı g ö r e y i m , b a k a ­ lım ne yapıyorlar?» d e d i m . Köşke girerken, Atatürk yanın­ da y a v e r i v e u m u m î k â t i b i o l d u ğ u h a l d e b a y r a m

tebrikle­

rini kabul e t m e k üzere M e c l i s ' e gidiyordu. Bereket beni g ö r m e d i . Daha doğrusu hem i ç i n , h e m de beni g ö r ü n c e

sıkıldığım

alıkoyar korkusuyle

görünme­

d e n g e ç t i m . B i r k a ç g ü n s o n r a da İ s t a n b u l ' a d ö n d ü m . O y s a b e n i m y e r i m d e b i r b a ş k a s ı o l s a y d ı , hazır h a t ı r l a y ı p , a r k a ­ d a ş l a r ı m a ne y a p t ı ğ ı m ı s o r m u ş k e n , h e m e n k o ş u p

ellerini

öper, gözüne girmeğe çalışırdı. A r a d a n iki ay g e ç m i ş t i . A t a t ü r k , İstanbul'a g e j d i . Y i ­ ne

eskisi

yanlarında

gibi

Dolmabahçe'de

olduğu

halde masaya

sofrayı oturur

kurduk. oturmaz

Konuklar işaretle

beni yanına çağırdı. H e m e n k o ş t u m . Önünde e ğ i l d i m . Eği­ lince de kulağımı tutup başladı çekmeğe. Büyük bir kaba­ hat işlemiş çocuk gibiydim o an. Atatürk, yarı öfke. yarı şaka şöyle dedi: —

«Geçen yıl her gece burada ' g e l i r i m , g e l i r i m ' d i y e


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

27

SÖZ v e r i r s i n . S o n r a , o r a d a b a n a b a k a c a k k i m s e y o k , d i y e cayar, bizi mi

atlatırsın. Orası

ki, gelmekten

insanlıktan

Sana bakılmaz

bir

yer

Köşkte.

N a s ı l söz v e r i y o r s u n b ö y l e . H a y d i b a k a l ı m , ş i m d i

kendini

nasıl

kaçıyorsun.

nasipsiz

affettireceksin?» Kendimi temize çıkarmak

için hemen

«Paşam, ben Ankara'ya geldim,»

"Öyleyse niye gelip beni

«Gelecektim

«Bak A n k a r a ' y ı da g ö r m ü ş s ü n .

ama

atıldım:

dedim.

görmedin?»

çekindim.» Saray

mı,

yoksa

Köşk mü daha iyi?» —

«Siz i ç i n d e o l d u k ç a i k i s i d e i y i . K ö ş k

ama kullanışlı. Sarayın havası daha

A t a t ü r k , Köşkü s e v d i ğ i m i böylece anladığı —

«Öyleyse

bu yıl Ankara'ya

biraz

ufak,

başka.» beraber

için: gideceğiz,»

dedi. 1928 y ı l ı y a z ı n ı n s o n u n d a A n k a r a ' y a , A t a t ü r k ' l e

bera­

ber g i t t i m . Böylece A n k a r a hayatım başladı. A r t ı k A t a t ü r k nerdeyse, ben de ordaydım. O'nun larım.

hizmetinde geçti

yıl­


ÇELEBİ S A R A Y D A

OTURUR

BİR y a z s o n u A t a t ü r k , A n k a r a ' y a d ö n m ü ş , b e n bir süre

için Dolmabahçe'de

geçici

kalmıştım. Bedavadan

aylık

alıyor, bütün gün yiyip içip yan gelip yatıyor, yalnız sara­ ya gelenleri gezdiriyordum. Bütün işim bu kadardı. Saray başkâtibi

Mustafa

B e y , iş s ö y l e y i n c e

kaytarı­

y o r , o da A t a t ü r k ' e s ö y l e r i m k o r k u s u y l e f a z l a ü s t ü m e v a r ­ m ı y o r d u . Bir g ü n canına tak d e m i ş olacak k i : —

«Çelebi, sana bir

Kemal'in adamıyım

iş b u y u r u y o r u z .

Sen

saraya bakıyorum, vaktim yok, diyorsun. Aylık geliyor.

Mustafa

diye kaytarıyorsun. Şunu yap

desek,

Ankara'dan

D ü n y a n ı n kıçına m a y m u n c u ğ u u y d u r m u ş s u n ,

ge­

ç i n i p gidiyorsun...» d i y o r d u . D u r u m u m u A n k a r a ' y a d u y u r m u ş l a r . Bir p u n d u n a g e t i ­ rip A t a t ü r k ' e ş i k â y e t e t m i ş l e r . Bir gece d a v e t l i l e r e

şöyle

demiş: —

«Bizim sofracı Çelebi büyük adam olmuş.

Han adını almış. Bizim gibi

Ankara'da

oturmaz.

Çelebi Padişah

s ü l â l e s i n d e n , s a r a y d a o t u r u r . İ ş i n i b i l i r o...» Bu k o n u ş m a y a t a n ı k o l a n s o f r a c ı R e m z i , b u n l a r ı b a n a ballandıra ballandıra anlattıktan sonra:


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

29

«Sanırım s e n i şiicâyet e d e n l e r , u t a n ç l a r ı n d a n o an

y e r i n dibine batmışlardır. O gece sofrada olaydın, da k u ­ laklarınla duyaydm, gözlerinle göreydin...»

dedi.


NE YER, NE İÇERDİ?

ATATÜRK sabahları erken

kalkmazdı.

geç, çoğunlukla şafak s ö k e r k e n yattığı

Geceleri

çok

için. gündüz

saat

o n b i r , o n i k i y e d o ğ r u k a l k a r , z i l e b a s a r d ı . H e m e n b i r firncan kahveyle o günkü gazeteleri götürürdüm. Kahveyi ta şekerli içerdi. Gayet ince ketenden yapılmış bir

or­

enta­

r i y l e u y u d u ğ u i ç i n , u y a n ı n c a da b i r s ü r e o k ı y a f e t l e

kalır,,

divana

arka­

bağdaş kurarak

kahvesini

içerdi. Çok yakın

daşlarından ve umumî kâtipten başkası içeriye giremezdi.. Bazen d e ş e z l o n g a u z a n ı r ,

uzun

uzun

günlük

o k u r d u . Bu o k u m a b i r b u ç u k s a a t k a d a r Sonra

banyosunu

yapardı.

Temizlik

t i t i z d i . Y a z v e kış a y ı r m a z , m u h a k k a k par, her gün çamaşır gösterir,

traşlı

katiyen

sürerdi. konusunda

her gün banyo

değiştirirdi. Giyimine gezmezdi. Kışın

rır, s o ğ u k h a v a y ı c i ğ e r l e r i n e

gazeteleri)

karşı

pencereleri

çofe ya­

titizlik açtı;-

doldururdu.

Banyodan çıktıktan sonra soğuk ayranla bir d i l i m f r a n ­ cala yer, bazen ayranın yerine bir kâse y o ğ u r t alırdı. B i n d e bir davetli bir konuk olacak k i , ayıp o l m a s ı n diye

yemek

y e s i n . Bazen s ü t l ü k a h v e y l e ç a y i s t e d i ğ i d e o l u r d u . İkinde k a h v a l t ı s ı y a p m a z , o n u n y e r i n e b i r b a r d a k e k m e k s i z ayran? içerdi.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Akşam yemeklerini

ise k e s i n l i k l e

31

arkadaşlarıyle

y

anek a l ı ş k a n l ı ğ ı n d a y d ı . Ç a n k a y a v e D o l m a b a h ç e S a r a y m d a ki akşam yemeklerinde davetli

topluluğu

meselelerinin

her

sayısı ondan aşağı d ü ş m e y e n z a m a n hazır

görüşüldüğü

bulunurdu.

bu toplantılarda

bir

Memleket

herkesin

.şüncesini ö ğ r e n m e k i s t e r d i . Fakat y i n e de kendi

dü-

bildiğin­

d e n şaşmazdı. M e c l i s ' e bir istek mi getirilecek, bunu yaScınlarıyla t a r t ı ş m a k t a n z e v k d u y a r d ı . A t a t ü r k ' ü n sofrada günlük olayların dışında harf dev­ r i m i , d i n d e v r i m i g i b i y e n i v e h e y e c a n l ı k o n u l a r da o r t a y a a t t ı ğ ı o l u r d u . Bazen h e r k e s i ş a ş ı r t a n b u k o n u l a r d a n a l a c a ­ ğ ı o l u m l u cevaplar da, olumsuz giderdi. Herkesi

konuşturur,

c e v a p l a r da ç o k

düşüncelerini

hoşuna

öğrenir,

son

s ö z ü h e r z a m a n k e n d i s i s ö y l e r d i . Bu i ş t e y a n ı l d ı ğ ı n ı

hic

hatırlamıyorum. Sofra konuşmalarında konuyu kalarının

konu ortaya atmasına

hep kendisi açar, baş­

meydan vermez,

sorduğu

s o r u l a r ı n karşılıklarını büyük bir dikkatle d i n l e r d i . Başka5arının y a p t ı ğ ı p r e n s i p l e r e d e ğ i l , a n c a k

kendi

prensipleri­

n e uyardı. Bir gün y u r d u m u z u gezen bir yabancı r)\n

yaptığı

görüşmede

-«Programım

benim

«Programınız

hareketimden

nedir?»

çıkar,»

gazetecisorusuna

karşılığını

ver­

mişti. Doğruluğuna inandığı düşünceyi sonuna dek

savunur­

d u . H a r e k e t l i v e h e y e c a n l ı y a ş a n t ı s ı n ı n t e k z e v k i n i n , ak­ şam

sofraları

maların yerini

olduğunu saatler

söyleyebilirim.

ilerledikçe

anılar

Akademik alır,

tartış­

geçmişten

söz edilir, t a r i h s e l olaylar sıralanır, bazen de hoş hikâyeüer a n l a t ı l ı r d ı . Sofrası, çoğu akşamlar

bir edebî sohbet m e c l i s i ha­

f i n i a l ı r d ı . En ç o k t a r i h , p o l i t i k a , s a n a t k o n u l a r ı

görüşülür,

anılara değinilirdi. Günlük olaylar üzerinde de durulur tartışılırdı. Sanat ve musiki

ve

görüşmeleri de yapılırdı. Ko-

snuşmacılar s ı r a d a n i n s a n l a r d e ğ i l d i , b i l g i l i k i ş i l e r d i . Z a t e n


32

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

bilgisizlerin O'nun sofrasında yeri olmazdı. Konuştular m ı , o işin aslını bilerek konuşurlardı. Hepsi değerli

kimseler­

di. Bakanlar o l s u n , m i l l e t v e k i l l e r i

olsun, gerçek

sıfatları­

kişilerdi. Tanınmış edebiyatçılar, kalem

sahiple­

na l â y ı k

ri, çoğu yabancı dil bilen b i l i m adamları toplanırdı da.

Sofraya

katılacak

olanları

Atatürk

seçerdi.

sofra­

Önceden

kimin geleceği pek belli olmazdı. Sonradan çağırtılıp, sof­ raya alınanlar da o l u r d u . Özel K a l e m , önceden seçilen kişilere haber gönderip, Atatürk'ün çağrısını bildirirdi. Özel Kalem müdürü

telefon

edip; —

«Gazi H a z r e t l e r i sizi bu a k ş a m b e k l i y o r l a r , » d e r d i .

Sofrası sanki, arkadaşları ve dostları ile t a r t ı ş m a

ve

eğlence yerini b i r l e ş t i r e n bir köprü görevi g ö r ü y o r d u . Bu g e c e l e r i n hiç birine d o y u m olmadığını v e her birinin i ç i n ­ de bir tarih yaprağının yaşadığını zamanlg anladım. Sofrasında her ç e ş i t insana yer v e r i y o r d u . Hepsi ayrı düzeydeki

bu

insanlarla

tartışırken, sanki yurdun

sesini

duyardı. Güvendiklerinin ve sevdiklerinin eleştirilerine sa­ bırla katlanmasını b i l i r d i . Şakayı çok

severdi. Şakalaşanları

gülümsemeyle

iz­

l e r d i . K e n d i s i de ara sıra şakalar yapardı. Eski arkadaşla­ rından Nuri C o n k e r , Salih Bozok, sık sık şaka yaparlar

ve

sofrayı

bir

şenlendirirlerdi. Sinirli

zamanlarında

bunların

nüktesi ya da h i k â y e s i , A t a t ü r k ' ü n bir anda ö f k e s i n i dağıt­ mağa yeterdi. A m a Atatürk, her zaman neşeliydi. Sinirlen­ diği zamanlar çok azdı. O zaman da arka arkaya sigara v e k a h v e i ç e r d i . En g ü ç a n l a r d a b i l e s o ğ u k k a n l ı l ı ğ ı n ı , n e ş e s i ­ ni y i t i r m e m e s i n i

bilir ya da ö y l e g ö r ü n ü r d ü . Çok

konuk­

s e v e r d i . Sofradakilerin ayrı ayrı gönüllerini alıp, hatırlarını sormadan yapamazdı. A ç ı k konuşanları sever ve yanında her şeyin konuşul­ m a s ı n ı i s t e r d i . Bu y ü z d e n s ı k s ı k i l e r i g e r i k o n u ş a n l a r a da rastlanırdı.

Atatürk'ün

sofrasından

kimler

geçmemiştir


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

33

ki... Mahalle arkadaşları, silâh arkadaşları, devrim

arka­

daşları, politikacılar,

bilim

edipler,

şairler,

müzisyenler,

a d a m l a r ı , ö ğ r e t m e n l e r , iş a d a m l a r ı , yabancı d e v l e t başkan­ ları, krallar... İşten v e y u r t gezilerinden artan bütün ö m r ü g e ç m i ş t i r denilebilir. Fakat burası hiç bir zaman ve cümbüş bayağılığına i n m e m i ş , bir sohbet ve

sofrada bir

içki

tartışma

m e c l i s i olarak k a l m ı ş t ı r . E ğ l e n c e n i n yanı sıra en zor d e v ­ let işlerinin karara bağlandığı «Politikanın, aktüalitenin

bir meclis olmuştur.

ziyafet

sofrası»

adım

Buna

takanlar,

yanılmamışlardır. Resmî g ö r ü ş m e l e r i n d e son derece titiz v e t ö r e n c i olan Atatürk'ün

özel

hayatındaki

s a m i m i y e t i , dünyada

d e v l e t a d a m ı n a n a s i p o l m u ş t u r , d e n i l e b i l i r . Bu içinde çevresindekilere

düşüncelerini

pek

az

samimiyet

aşılardı ama,

körü-

körüne diktaya giden bir adam değildi hiç bir zaman. Her şeyi ç e v r e s i n e d a n ı ş m a s ı , bunun en

güzel

örneği

değil

miydi? Danışmaya bazen o kadar büyük değer v e r i r d i k i . ak­ lından geçen meseleler hakkında çok zaman hiç

olmadık

insanların g ö r ü ş ü n ü bile aldığı o l u r d u . Sonunda yine di g ö r ü ş ü n ü u y g u l a y a c a ğ ı n ı b i l d i ğ i

halde — b u n u

ken­

sofrada-

kiler de hep b i l i r l e r d i — hiç k i m s e n i n hor g ö r ü l m e s i n e kat­ l a n a m a z d ı . Bu y ü z d e n h i ç o l m a d ı k k i m s e l e r d e n b i r

şeyler

öğrendiğini de saklamaz, açık açık anlatırdı. Bir g ü n s o f r a d a S a l i h B o z o k , A t a t ü r k ' ü n ç o k n e ş e l i b i r zamanını yakalayarak şöyle dedi —

:

«Paşam, şu danıştıklarının

içinde bazen

öyleleri

var k i , ş a ş ı y o r u m . Bunların g ö r ü ş l e r i n e nasıl olsa katılma­ yacaksın. Kararı önceden de v e r d i ğ i n m a l u m . O halde on­ ları ne d i y e b i r e r b i r e r çağırıp

karşında

A t a t ü r k , buna şöyle karşılık verdi —

«Bazen h i ç

öğrenmişimdir. Hiç

terletirsin?»

:

umulmadık

adamdan

bir kanaati

hakir görmemek

ben

çok

şeyler

gerektir. F: 3


34

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

S o n u n d a l<endi f i k i r l e r i m i u y g u l a y a c a k b i l e o l s a m ,

herke­

s i a y r ı a y r ı ( d i n l e m e k t e n z e v k a l ı r ı m . Bu z e v k t e n b e n i k i m ­ se mahrum

edemez.»

A t a t ü r k , sofrada ortaya attığı her

konu üzerinde

gö­

rüşme açılınca, karşısındakilerin liyakat derecesini de ölç­ müş o l u r d u . Konukların sıkı ş e k i l d e

sınavdan

geçirildiği

bu toplantılardan birinde : —

«Ben y a l n ı z l i y a k a t â ş ı ğ ı y ı m » d e m i ş t i .

Atatürk bu alışkanlığını

ömrünün sonuna dek değiş­

t i r m e d i . Sofrada d u y d u ğ u m kadarıyle Atatürk, bu alışkan­ lığını

gençlik

yıllarında

a l m ı ş t ı . Daha

Selanik'teyken

Er-

kân-ı Harbiye Dairesinde işini bitirir bitirmez m e v s i m eğer yazsa Beyaz Kule b a h ç e s i n d e , y o k eğer kışsa Y o n y o b i r a ­ hanesinde arkadaşlarıyle bir masa

başında toplanır,

ara

sıra havai bir k o n u , çoğu kez de ciddî bir bahis açar, h e m içilir, h e m de uzun uzun k o n u ş u l u r m u ş . Nasıl A s k e r î

Mah­

filde topluluğa

olur­

düşünceleri

ve eleştirileriyle hâkim

s a , Y o n y o ' d a , ya da Beyaz K u l e ' d e de ö y l e o l u r , s o n hep kendi

sözü

söylermiş.

Her gece içtiği halde A t a t ü r k ' ü n bir kere bile içki y ü ­ zünden

kendinden geçtiğini, taşkınlıklar

yaptığını

görme­

d i m , duymadım. Aksini iddia edenler varsa, bunların tıkları düpedüz dedikodudan münden sonra

yap­

başka bir şey değildir.

Ölü­

çekememezlik ve kıskançlıklarından

Ata­

türk'ün sofrasını sarhoşluk, ayyaşlık ve zevke

düşkünlük­

le k ö t ü l e m e k i s t e y e n l e r o l d u a m a , b u ç a b a l a r n e k a d a r b o ­ şunadır. O'nun Gizlenecek

yaşantısı

bütün açıklığıyla

meydandaydı.

bir yönü yoktu k i . . . Halkın sofrasıydı.


KEMAL M I , KAMAL

MI?

D O Ğ U M U N D A N ö l ü m ü n e dek ç e ş i t l i adlar kullanan A t a ­ türk'ün son kartvizitinde v e s i l e ile alıp sakladığım odamdaki de

büfenin

(Kamal Atatürk)

çekmecesinde

durur. A t a t ü r k

adı y a z ı l ı d ı r . Bir

bu tarihî kartvizit, hâlâ

hakkında

özel bir

çıkan

Atatürk» yazıldığı halde, O'nun

birçok

muhafaza kitapta

son adı, «Kamal

olarak tarihe geçmiştir. Hattâ Ankara'daki Siyasal Fakültesi'nin dış « K a m a l » adı

duvarındaki

misafir

bir vecizesinin

için­

«Kemal Atatürk» Bilgiler

altında

da

okunmaktadır.

Türk t o p l u m u n d a ö t e d e n beri ün y a p m ı ş ö n e m l i

kişi­

lere, yaptıkları işlere göre sonradan adlar, sanlar takılmış, bunların

tutanları,

ölümsüz

kişilerinden

tutmayanları biri

olmuştur.

İşte t a r i h i n

olan ve çağ kapayıp, çağ

açan

Atatürk'ün de yaşamında çeşitli adları olmuştur. Çankaya'daki kitaplıkta boş zamanlarımda

karıştırdığım

kitaplarda,

Atatürk'ün şu adlarına rastlamıştım : A t a t ü r k ' ü n öz a d ı , 1 8 8 1 ' d e k o n u l a n M u s t a f a ' y d ı . A r a p ­ ça o l a n v e ( s e ç k i n ) m i z d e pek çok

anlamına gelen Mustafa adını, t a r i h i ­

ünlü kişi

taşımıştır. M ü s l ü m a n l a r ı n , Türk-


36

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

lerin çok kullandığı adlarından

(Mustafa)

Peygamberin

de

tanınmış

biridir.

1893 y ı l ı n d a S e l a n i k

Askeri

Rüştiyesinde

matematik

d e r s l e r i n d e başarı g ö s t e r e n M u s t a f a ' y a , kendi adı da M u s ­ t a f a o l a n r i y a z i y e h o c a s ı « İ k i m i z i n adı da M u s t a f a . Bu b ö y ­ le o l m a y a c a k . A r a m ı z d a b i r f a r k b u l u n m a l ı . B u n d a n senin

adın M u s t a f a

Kemal olsun,»

sonra M u s t a f a K e m a l adını alan kütüğüne böyle

demiş. O

sonra

zamandan

A t a t ü r k ' ü n adı d a , o k u l

işlenmiş. «Olgun»

anlamına gelen

«Ke­

mal» sözcüğü Arapça olup, (Namık Kemal vb.)Türk büyük­ leri tarafından

taşınmıştır.

A t a t ü r k , uzun yıllar taşıdığı M u s t a f a Kemal adını, yaz­ mada ve imza etmede güçlük M . Kemal olarak

doğurduğu için

mal adına rastlanır. Yakınları v e çevresi 1 n i s a n 1916'da Ç a n a k k a l e ' d e rütbesi tuğgeneralliğe

Ke­

Atatürk'ü

y ı l l a r h e p M u s t a f a K e m a l Paşa d i y e a n m ı ş v e

ise ölümüne dek

kısaltarak,

kullanmıştır. Birçok metinlerde M.

gösterdiği

uzun

çağırmıştır.

başarıdan

sonra

y ü k s e l e n A t a t ü r k ' ü n «Paşa»

sıfatı

sürmüştür.

« M u s t a f a K e m a l Paşa» a d ı . K u r t u l u ş S a v a ş ı n d a n s o n ­ ra Bursa'nın

Kirmasti

kullanılması zorluğu

ilçesine nedeniyle

K e m a ! Paşa o l a r a k a n ı l m a ğ a

verilmiştir.

Uzun

i l ç e n i n adı s o n r a d a n

A t a t ü r k , K u r t u l u ş Savaşından sonra adını

ce «Kemal» olarak «Atatürk»

uzun bula­ kullanmıştır.

sonra aldığı yeni harflerle

nüfus hüviyet cüzdanında

M.

başlanmıştır.

rak M u s t a f a ' y ı k u l l a n m a m ı ş , sadece K e m a l ' i Soyadı Kanunundan

adların

adı

yazılmış

(Mustafa'sı atılarak)

sade­

yazılıdır.

soyadını

başkalarının almamasına

ilişkin

k a n u n d a d a öz adı « K e m a l » d i y e y a z ı l ı d ı r . Dumlupmar

Zaferinden

K e m a l Paşa» o l a r a k

«Gazi

Mustafa

anılmıştır. Sakarya Meydan

sonra Atatürk

Savaşını

k a z a n m a s ı n d a n s o n r a d a T . B . M . M . 19 e y l ü l 1 9 2 1 ' d e b i r k a ­ nunla O'na m ü ş i r l i k ve gazilik unvanı

vermiştir.

Arapça


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

37

b i r s ö z c ü k o l a n «Gazi» unvanı savaş kazanan b ü y ü k k o m u ­ tanlara verilmektedir. Tarihimizde Osman Gazi, Orhan Ga­ z i , G a z i O s m a n Paşa g i b i b i r ç o k d a T ü r k b ü y ü k l e r i Atatürk kendisine

vardır.

v e r i l e n «Gazi» sanını çok beğen­

m i ş , birçok imzasının üstüne, ya da

başına «Gazi»

diye

y a z m ı ş t ı r . Z a m a n l a « G a z i M . K e m a l Paşa» adı k ı s a l t ı l a r a k , « G a z i Paşa» v e e n s o n u n d a « G a z i » o l a r a k a n ı l m a ğ a

baş­

lanmıştır. Halkın ç o k t u t t u ğ u «Gazi» s ö z c ü ğ ü , ş i i r l e r d e , k i ­ t a p l a r d a , k o n u ş m a l a r d a tfek b a ş ı n a g e ç e r l i Mustafa Kemal, Cumhuriyet'i

kurduktan

olmuştur. sonra

yaptı­

ğı d e v r i m l e r e « S o y a d ı » nı d a e k l e m e k t e g e c i k m e d i . Y u r t ­ taşlarının birer soyadı alması gereği üzerinde durmuş, bir çok tanıdıklarına soyadlarını kendi vermiştir. Örneğin met İnönü'nün, bugünkü

C u m h u r b a ş k a n ı Fahri

İs­

Korutürk'-

ü n , F a l i h Rıfkı A t a y ' ı n , F a h r e t t i n A l t a y ' m v e d a h a p e k ç o k yakınının soyadını Atatürk vermiştir. Hattâ Selânikli iki berberinin de soyadlarını Atatürk (Mete)

ve Rıdvan

2 temmuz yurttaşların

vermiştir:

olan

Mehmet

(Gürarı)...

1934 t a r i h i n d e

soyadı alması

2525

sayılı kanunla

bütün

zorunlu kılındı. İşte o zaman

M u s t a f a K e m a l , h a n g i s o y a d ı n ı a l a c a ğ ı n ı d ü ş ü n ü y o r d u . Bu konuda sofrada tartışma

yapılıyor, herkes bir ad

ortaya

atıyordu. Henüz kesin bir karara varmış değildi. Türk Dili Tetkik C e m i y e t i Başkanı Saffet A r ı k a n , Dil B a y r a m ı n e d e n i y l e 2 6 e y l ü l 1934 t a r i h i n d e « U l u Ö n d e r i m i z A t a t ü r k M u s t a f a K e m a l » d i y e başlayan b i r k o n u ş m a hazır­ lamıştı. Mustafa

Kemal,

buradaki

«Atatürk» sözünü

güzel bir buluş d i y e n i t e l e d i . Sonunda da b u n u

y a b a ş l a d ı . A t a t ü r k soyadını a l m a s ı n d a Prof. Â f e t rolü

çok

kullanma­ İnan'm

büyüktür. —

«Paşam, bu çok

güzel...» dedi. Alınmasını

Fakat «Atatürk» soyadı öyle bir günde, iki günde dı. Üzerinde çok

istedi. alınma­

konuşuldu.

T . B . M . M . 24 k a s ı m

1934 t a r i h i n d e 2587 s a y ı l ı

kanun-


38

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

la, ulus adına, M u s t a f a K e m a l ' e « A t a t ü r k » soyadını v e r d i . Hattâ o zaman Radyo, Soyadı Kanununun

kabulünü bildi­

rirken «Atatürk» ü «Anatürk» olarak v e r m i ş . A r a p rindeki

«Ata»

ile «Ana» arasındaki benzerlikten

Sonradan durum

harfle-

dolayı...

a n l a ş ı l m ı ş v e Radyo da i l k h a b e r i n i d ü ­

zeltmiş... « A t a t ü r k » s o y a d ı n ı n t e k k a l m a s ı g e r e k l i y d i . 17 a r a l ı k 1934'te 2622 sayılı kanunla

da A t a t ü r k

soyadını

başkala­

rının alması ö n l e n d i . Soyadı Kanunu ile ağa, bey, paşa g i ­ bi u n v a n l a r da k a l d ı r ı l m ı ş , b a y , b a y a n

sözleri geçerli

m u ş t u . A r t ı k O'na Gazi M u s t a f a Kemal A t a t ü r k du. Fakat bunun s ö y l e n m e s i

ol­

deniliyor­

ve yazılması oldukça zordu..

G i d e r e k «Gazi M . K e m a l 4tatürk», o n d a n sonra bu da k ı ­ s a l t ı l a r a k « M . K e m a l A t a t ü r k » d i y e a n ı l m a ğ a b a ş l a n d ı . En sonunda

başındaki

Mim

de atılarak sadece

türk» denildi. Nüfus hüviyet «Kemal Atatürk» imza atmak

olarak

«Kemal

Ata­

cüzdanında da r e s m î

adını

yazdı. Fakat b u n u yazmak

güç.

zordu. O zamanlar Atatürk'ün, imzalarını

Atatürk diye attığını hatırlarım. Zamanla de kayboldu. Bütün dünya ve Türklük

baştaki

evreni

K.

K harfi

onu sadece-

Atatürk olarak anmağa başladı. Giderek halk ve yazarlar, içli ve duygusal konular o l ­ duğu zaman A t a t ü r k ' ü de kısaltarak «Ata» diye ğe başladılar. Ozanlar

«Atam» deyimini

seslenme

çok sık

kullan­

maktadırlar. İstanbul'da Bakırköy'ün bir semti olan

Emlâk

Kredi Bankasının altmış bin kişilik modern bir sitesine d e b i r y a r ı ş m a y l a A t a k ö y adı

v e r i l m i ş t i r . Fakat A t a t ü r k , ne­

d e n s e bu «Ata» sözcüğünü «Ata» denilmesine

Hele

kendisine

iyice tutulmuş. Gazetelerde

kendisine^

Ata denildiğini okudukça

beğenmemiş.

s i n i r l e n m i ş . Bir g ü n Ş ü k r ü

Ka-

ya'ya dönüp : —

« B e n i m a d ı m A t a d e ğ i l , A t a t ü r k ' t ü r . Bazı g a z e t e l e r

neden böyle yazarlar?»

dedi.

Aradan yıllar geçtiği

halde ulusal bayramlarda,

Ata-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM -türk'ün ö l ü m

yıldönümünde hâlâ

«Büyük Atam»

39

gazeteler

diye sözetmekte, okul

kendisinden

kitaplarında

Aîam'la başlayan şiirler, manzumeler yer

hâlâ

almaktadır.

Türk d i l i n i n s a d e l e ş m e s i n e , ö z l e ş m e s i n e , yabancı söz­ lerden arınmasına

önem

verildiği

günlerdeydi.

in A r a p ç a o l d u ğ u v e T ü r k ç e d e « K a m a l » d i y e

«Kemal»

b i r söz b u ­

lunduğu ileri s ü r ü l m ü ş . A t a t ü r k de bu g ö r ü ş ü uygun bula­ rak Kemal y e r i n e

Kamal

diye yazmağa

başlamış.

Bizim

bundan haberimiz yok. Yine O'nu Mustafa Kemal diye b i ­ liyoruz. Müstahdem

arasında polislikten

emekli

olmuş

K e m a l adlı b i r d e s o f r a c ı v a r d ı . A s k e r l i ğ i n i K ö ş k t e

hizmet

ederek y a p ı y o r d u . Bir a k ş a m sofrasında üç kadeh

içkiden

sonra A t a t ü r k bize dönerek şaka şeklinde : —

«Dünyada ne kadar K e m a l varsa hepsi

eşektir...»

•dedi. Sofracı Kemal şaşaladı. Ne diyeceğini parlandı. Dili tutulmuş

bilemedi. To­

gibiydi. Dudakları titriyordu.

lerini Atatürk'ün yüzünden

ayıramıyordu. Hepimiz

Göz­ bunun

altından ne çıkacak d i y e m e r a k l a b e k l e r k e n , A t a t ü r k , söz' ierini şöyle bitirdi : —

«Haaa a n l a d ı m . S e n b a n a b a k ı y o r s u n . S e n d e

Ke­

m a l s i n d e m e k i s t i y o r s u n . Ben a r t ı k K a m a l o l d u m . K e m a l ' ­ ler başının ç a r e s i n e b a k s ı n . . . »

dedi.

Atatürk'ün son kartvizitinde «Kamal Atatürk»

yazılıy­

dı v e bu k a r t v i z i t , ö l ü m ü n e d e k d e ğ i ş m e d i . F a k a t b e n K a m a l adını h i ç

bu

t u t m a d ı m . B i r t ü r l ü ı s ı n a m a d ı m . Bu adı

niye almış? Mustafa Kemal bütün harekât ve devrimlerde o zamanın insanları üzerinde etki yapmıştı. Cengâver insan

idi. Kamal

adını

nereden

çıkardılar

bir

bilemiyorum...


YANINDA

ÇALIŞANLAR

EMRİNDE çalışarak Atatürk'e hizmet edenleri şu şe­ kilde sınıflandırmak Başyaver üçüncü

yaver Celâl

Şükrü, Cevdet Umumî

yerinde olacaktır

Rüsuhi

Savaşçı,

:

ikinci

yaver

Sami

Üner. Yine ikinci yaverlerden

Bey, Nâşit,

Bey'ler.

kâtip

Tevfik

Bıyıklıoğlu,

Hasan

Rıza

Soyak.

Özel K a l e m m ü d ü r ü Sabit Bey, Özel K a l e m m ü d ü r y a r d ı m ­ cıları ve memurları. Kütüphane m e m u r u Başsofracı

İbrahim

Nuri.

Ergüven, Cemal

Granda

(ben),

Hüseyin, A l i Necami, A l i Bebek, A h m e t , Nuri. Odacılar: Ekrem, Suat, iki Tahsin'ler,

Hüseyin,

Mus­

tafa. Ş o f ö r A b d u l l a h , Sait ( ö l d ü ) . Remzi B i r o l . A b d u l l a h ö l ­ dükten sonra

Remzi Efendi başşoför

f a z l a ş o f ö r l ü ğ ü n ü y a p t ı . A y r ı c a Rauf

oldu ve on yıldan Kızılkaya v e

adlı iki şoför daha vardı. A t a t ü r k ' ü n e m r i n d e sekiz görev yapıyordu. D o k t o r K e m a l , Celâl Tahsin, N e c m i , Baki Reis. Berberler: M e h m e t v e Rıdvan.

Niyazi şoför


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Polisler:

Komser Kemal

41

Bey, Yalova Güneyköylü

Ha-

l i t Bey, B a l ı k ç ı H i k m e t , F a i k İ m d a t v e R a g ı p . Öbür hizmetkârlar:

Bekir

Çavuş, Arap Nesip

Efendi

(KapıcıbaşO, sofracı Recep'in oğlu Küçük Recep. Kadın h i z m e t ç i l e r :

Famdöşambr

zayıf nahif Ankaralı bir kadındı),

iJlfet

Hanım

Ülkü'nün annesi

(ince, Selâ­

nikli Vasfiye Hanım. Yugoslav göçmeni sarışın Fatma Ha­ nım

(Ütü, çamaşır

işleri

yapardı).


NEREDE Y A T A R D I K ?

ATATÜRK'ün Çankaya'da ve

hizmeti ve korunmasıyla

Dolmabahçe

ayrılmış özel y e r l e r d e

Sarayında

Çankaya'da, yaverlik kattaki

birinci

dairesinin

odada

Rıza y a t a r d ı . İ k i n c i o d a d a Berber M e h m e t

(öldü)

metini

için

sol tarafında,

müs­

kalırdık.

Mubayaa

Memuru

Odacıbaşı Arap

Yüzbaşı

Nesip

(öldü),.

v e Berber Rıdvan hep beraber

lırlardı. Ü ç ü n c ü oda bize Ergüven, ben, Ali

bizler,

yatardık.

t a h d e m e ayrılmış iki katlı bir köşkte Üst

görevli

«müstahdem»

ayrılmıştı:

Başsofracı

ka­

İbrahim

Bebek ve A l i Necati. Bunlar sofra

hiz­

görürlerdi.

A l t katta ise

bahçıvanlar kalırdı. Bunlar:

Kâmil, Hü­

seyin, Recep, Tahsin ve kapıcı Hüseyin'di. Görevleri çeyi düzenlemek,

çiçekleri yetiştirmek, tarhları

bah­

hazırla­

maktı. Yaverlik

dairesinde

yatanlar ise şunlardı:

Tahsin, Başyaver Celâl Beyin berberi Kuş İstanbul'da kaldığımız

Sofracı

İsmail.

zaman ben Dolmabahçe

Sara­

yında Hususî Dairede, tavanı ayna olan ç i ç e k l i odada tardım. Önceleri burada

yatmaktan tarifsiz gurur

ya­

duyar.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

«

k e n d i m i Padişah s a y a r d ı m . Fakat sonraları k o r k m a ğ a baş­ ladım. Yürürken — h e l e g e c e l e r i — tahtalar gıcırdıyor, müt­ hiş sesler çıkarıyordu. Sonra kendi i s t e ğ i m l e aşağıda yat­ mağa başladım. Yattığımız odada oldukça kalabalıktık. Birin­ ci

kattaki bir

oda adeta

koğuş

halindeydi. Ben,

İbrahim

Ergüven, Faik Ç e l e n , A l i Bebek, A l i N e c a m i y i n e bir ara­ daydık. Berberler Rıdvan, M e h m e t ile Saip v e Bekir Çavuş, Sarayda Hususî Dairede başka bir odada kalırlardı. Nesip Efendi ise kapının yanındaki bir k i ş i l i k tardı...

odada yalnız ya­


^BİRBİRİMİZDEN A Y R I L M A Y A L I M ^

bizlerle sık sık

ilgilenir,

uşak o l d u ğ u m u z a b a k m a d a n s o f r a d a , k o n u k l a r ı n

ATATÜRK, yanında çalışan

arasında

yaptığı şakaların, takılmaların

dışında yalnız gördüğü

manlar da bir e k s i ğ i m i z , i s t e ğ i m i z o l u p olmadığını

za­

İsrar­

la s o r a r d ı . —

«Sağolun Paşam, hiç bir eksiğimiz yok» karşılığı­

nı alınca da d ü ş ü n c e l i bir halde uzaklaşırdı. A t a t ü r k ' ü n e l i n i p e k az ö p m ü ş ü m d ü r . İ z i n l i o l a r a k g i t ­ tiğim İstanbul'dan dişlerimi tedavi ettirip Ankara'ya düğümde

Atatürk'ün yanma

çıkıp geldiğimi

dön­

bildirmek

is­

t e d i m . Köşkün kütüphanesinde çalışıyordu. İçeri girip

eli­

ni ö p m e k

öp­

için e ğ i l d i ğ i m zaman, ayağa kalkarak e l i n i

t ü r m ü ş t ü . K a r ş ı s ı n d a k i uşak b i l e

olsa, insanları eşit gö­

rür, saygı gösterirdi. 1928 gün

yılında

İstanbul'dan

Ankara'ya

gidişimde

bir

Atatürk: —

«Çelebi

Efendi, yerinden

memnun

musun?»

diye

sordu. Köşkte şoförler ve müstahdem

için ayrılmış

v a r d ı . Ü ç , d ö r t k i ş i b i r a r a d a y a t a r d ı k . Biz d e

yerler

başsofracı


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI iDİM

45

İbrahim, iki A l i ' l e r v e ben d ö r d ü m ü z , aynı y e r d e d u k . Pek r a h a t da s a y ı l m a z d ı k . B ö y l e o l d u ğ u —

«Çok m e m n u n u m

Atatürk, bu sözlerimi

Paşam» diye karşılık duymamış

gibi

kahyor-

halde: verdim.

konuşmasına

şöyle devam etti: —

«Burada belki rahat d e ğ i l s i n i z . Ben de rahat d e ğ i ­

lim. A m a her şey zamanla

düzelir.»

Ben, y e n i d e n : «Ben r a h a t ı m

Paşam,»

dedim.

Bunun

üzerine Atatürk: —

«Kaç p a r a a l ı y o r s u n ? » d i y e s o r d u .

«Elli

«Yarın yüz lira alırsın. A m a

lira.»

reisicumhurluktan

zaman gelecek, ben

çekileceğim. O zaman belki

bu

parayı

alamıyacaksın. Belki beş lira alacaksın. O zaman da b i r b i ­ rimizi

bırakmayalım.»

Bu s ö z l e r A t a t ü r k ' ü n , h i z m e t ç i l e r i n e b i l e n e k a d a r b a ğ ­ lı o l d u ğ u n u v e o n l a r d a n a y r ı k a l m a k i s t e m e d i ğ i n i a ç ı k s e ­ çik

gösteriyordu. A t a t ü r k beni çok s e v e r d i . Sonsuz güveni vardı. Gezi­

lere çoğunlukla beni de

g ö t ü r ü r d ü . Bir t r e n gezisinde

z a m a n k i u m u m î k â t i p H a s a n Rıza S o y a k i l e a r a m ı z d a

o bir

t a r t ı ş m a g e ç m i ş t i . H a s a n Rıza: —

«Biz M e r s i n ' d e t r e n d e n i n i p v a p u r a b i n e c e ğ i z . S e n

trenle istediğin yere git. Artık

burada yerin yok

d e m i ş t i . Bu b e n i m r e s m e n k o v u l m a m

senin,»

demekti.

Çok üzüldüm bu sözlere ama, gidip Atatürk'e de aça­ madım. Sadece d u r u m u m u

bir ara C e v a t

Abbas'a

anlat­

tım. Tren M e r s i n ' e gelince yolcu salonunda A t a t ü r k ' e ziyaretçi topluluğu, sepetle limon armağan Benim Çevat . Abbas'a söylediklerimi,

bir

etti. anlaşılan

biri

duyup A t a t ü r k ' e y e t i ş t i r m i ş olmalı k i , birden bana s e s l e n ­ d i ğ i n i d u y d u m . A t a t ü r k , beni kovan Hasan Rıza'nın gözle­ rinin içine bakarak şöyle diyordu:


46

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

«Çelebi

orada bulur

Efendi, bu

limonları vapura götür.

Seni

alırım.»

Korka korka

Hasan

Rızaya

baktım:

«Şey,

efendim,

ama...» diyecek oldum. Derhal sert bir hareketle

sözümü

kesti: —

« H a y d i ne d i y o r s a m o n u y a p , a n l a d ı n m ı ? »

Limon

s e p e t i n i alıp

çaresiz vapura

ce kovulmaktan kurtulmuş

oldum.

götürdüm.

dedi. Böyle­


BİZİM VİLLAMIZ

CUMHURBAŞKANLIĞI

Umumî

ş e n Eşref Ü n a y d m , A t a t ü r k ' ü n

YOK

Kâtibi, Milletvekili

Ru­

s o f r a s m d a n hiç eksik o l ­

m a z d ı . Bir g ü n ö l ü m k o n u s u a ç ı l m ı ş . A t a t ü r k , R u ş e n E ş r e f Ünaydın'a: —

«Yahu, A l l a h m u h a f a z a , bir gün bana bir şey o l u r ­

sa b u ç o c u k l a r ı n hali ne olur?» d i y e bizi i ş a r e t e d e r e k sor­ m u ş . Ruşen Eşref de şöyle d e m i ş : —

« P a ş a m , biz v a r ı z y a ? »

Bugün Napoleon'un uşaklarının ris'te

t o r u n l a r ı n ı n b i l e Pa­

Seine Nehri kıyısında villaları, köşkleri var.

içinde yüzüyorlar.

Bütün

meziyetleri

Varlık

de, Napoleon'a

hiz­

m et eden uşakların torunlarının torunu oluşları. Atatürk, sanki bizim geleceğimizi r u y u s o r m u ş . Bize d e ğ i l v i l l a , O ' n d a n mediler. Yalova kaplıcalarındaki 800

lirayla emekliye

okumuş

gibi o so­

sonra su bile

mubayaa

ver­

memurluğundan

ayrıldım. Gördüğüm servet

bundan

ibaret. O da yıllarca v e r d i ğ i m e m e ğ i n , ç a l ı ş m a m ı n

karşı­

lığı. Atatürk'ün

ölümünden sonra

vasiyetnamesi

açıklan­

dığı zaman bir ikinci v a s i y e t n a m e n i n daha b u l u n d u ğ u , b u n -


48

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

da A t a t ü r l < ' ü n ç o k

sevdiği hizmetçi,

özel hayatında beraber

berber, odacı

olduğu kişilere

ilişkin

gibi

maddeler

bulunduğu, fakat sonradan bu vasiyetnamenin yok edildiği yolunda söylentiler

çıkmıştı.

Arkadaşlar araştırmışlar, fakat bu söylentileri layan bir ize

rastlayamamışlardı. Oysa Atatürk,

çeşitli zamanlarda

yaptığı konuşmalarda

garanti altına alınacağı yolunda kafasında o kayıp

(?)

geleceğimizin

sözler e t m i ş t i .

v a s i y e t n a m e hâlâ bir

doğru­ bizlerle

Hepimizin

soru

olarak

kalmıştır. G e ç e n yıl İ s m e t Bozdağ, T e r c ü m a n gazetesindeki

bir

yazısında ikinci v a s i y e t n a m e konusuna değinerek, bu va­ siyetnamenin

Kılıç A l i ' d e olduğunu s ö y l e m i ş t i . Kılıç

nin «Ben ö l m e d e n açmayın» dediği

vasiyetname

g e r ç e k t e n v a r s a — ne oldu? Kılıç A l i ' n i n ö l ü m ü n d e n ra e ş i n e b u n u s o r d u ğ u m u z d a ş u k a r ş ı l ı ğ ı v e r m i ş t i :

Ali'­

—eğer son­ «Oğlu

A l t e m u r Kılıç, evdeki bütün evrakları toplayıp g i t t i . V a s i ­ y e t n a m e varsa açıklasın.»


MASAJ

ATATÜRK un 76'ydı.

Bakışları

vücudu kendisini

muntazamdı. Boyu çok

daha

YAPTIRIYOR

1.76,

heybetli

kilosu

gösterirdi.

Ç o k zaman sabaha karşı yattığı ve uykusunu t a m

olarak

a l a m a d ı ğ ı halde, zindeliğinden hiç bir şey y i t i r m e z d i . Ha­ y a t ı n ı n s o n z a m a n l a r ı n d a h a s t a l ı ğ ı n e d e n i y l e o t u z k i l o za­ y ı f l a m ı ş ve kırk altı kiloya kadar Temizliği severdi,. Her gün

düşmüştü. banyo alır ve

sabahları

m a s a j yaptırırdı. Masajı berber M e h m e t ve Rıdvan, Vasfiy e ve Ülfet Hanımlar yaparlardı. İstanbul'a geldiği zaman­ lar, sabah banyosundan sonra çok tanınmış bir masör olan A r a p Şahver Hanım masajını yapardı. H e r s a b a h s a k a l t r a ş ı o l u r d u . Bazı g e c e l e r b a l o y a g i t mesi g e r e k t i ğ i z a m a n a k ş a m l a r ı da i k i n c i kez t r a ş o l d u ğ u olurdu. Çok temiz adamdı. Her gün çamaşır ve elbise t i r i r d i . Bizi s a k a l l ı g ö r ü r s e

k ı z a r d ı . Bu y ü z d e n

değiş

giyimimize

d i k k a t eder, her gün c e n t i l m e n l e r gibi traş olurduk. C u m h u r i y e t ' t e n sonra bıyıklarını d a bıyık b ı r a k m a m ı ş t ı . Bıyığı

k e s m i ş v e b i r dalın

s e v m e d i ğ i n i bazı k o n u ş m a T: 4


50

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

lan arasında d u y m u ş t u m . Fakat bıyık

bırakan

yakınlarına

bir şey d e m e z d i . En ç o k l â c i v e r t ç i z g i l i

e l b i s e s i n i s e v e r d i . Bu e l b i s e

eskidiği halde atmıyor, ördürüp yine giyiyordu. Gömlekle­ rinin hepsi beyaz r e n k t e y d i . Yaka numarası 41-42'ydi. Ö l ­ ç ü s ü b i l i n d i ğ i i ç i n İ s v i ç r e ' d e yapılır v e hazır g e l i r d i . Elbi­ selerini, İstanbul'a gelince,

Beyoğlu'ndaki Terzi

Arman'a

d i k t i r i r d i . A r m a n ' ı n atölyesi Galatasaray'daydı. Prova s e v ­ m e z v e y a p t ı r m a z d ı . Bir kez ö l ç ü a l ı n d ı m ı , t ü m

elbiseler

o ölçüye göre dikilir ve yollanırdı. Şimdi ölmüş olan man, Atatürk'e yıllarca elbise

Ar­

dikmiştir.

Atatürk, çizgili, renkli çorapları severdi. O devrin

en

şık çoraplarıydı bunlar. Bakanlar, İsviçre'den armağan g e ­ tirirlerdi. Siyah, ucu sivri 44 n u m a r a

rugan

ayakkabı giydiğini

ayakkabılarından

birini ayağıma

ayakkabıları s a n ı y o r u m . Bir geçirmiştim

kullanırdı. gün

de, çok

eski bü­

yük g e l m i ş t i . Bir gün artmış g ö m l e k ve ayakkabılarını ba­ na v e r m i ş l e r d i . —

Başyaver:

« A l Ç e l e b i , b u n l a r da s a n a d ü ş t ü » d e m i ş t i . F a k a t ,

bana b ü y ü k g e l d i ğ i i ç i n a l m a m ı ş t ı m . M e ğ e r s a k l a m a k z ı m m ı ş . O zamanki akıl i ş t e . Ş i m d i ne olurdu benim

için.

büyük bir

la­

hazine


MASRAFINI CEBİNDEN

ÖDERDİ

1930 y ı l ı n d a y d ı . B ü y ü k M i l l e t M e c l i s i y a z t a t i l i n e

gir­

mişti. H e r yaz o l d u ğ u g i b i Bursa'da

b u y a z d a t a t i l i İ s t a n b u l , y a da

geçirecektik.

Programda önce Bursa yer

almrştı. Derince'den

tuğrul yatıyla Mudanya'ya gidilecek, oradan

Bursa'ya g e ç i l e c e k t i . Ben de ayrı olarak Bilecik ünden otomobille

Bursa'ya gidip, bu tarihi

Er­

otimobillerle Karaköy'-

yeşil

şehrin

y a z l ı ğ ı o l a n Ç e k i r g e ' d e B u r s a l ı l a r ı n A t a t ü r k ' e a r m a ğ a n et­ tiği köşkün hazırlanması için çalışacaktım. Böyle gezilerde Çankaya Köşkünden çıkılmadan

önce

son akşamlar sofraya hep paşalar çağırılır, çeşitli yurt so­ runları

görüşülürdü.

Bursa'ya

hareketimizden

önce de son gece y i n e

ş a l a r ç a ğ r ı l ı y d ı . B a ş t a M a r e ş a l Fevzi Ç a k m a k o l d u ğ u

pa­ hal­

de yüksek rütbeli subaylar t o p l a n m ı ş l a r d ı . Gece saat yir­ mi dörde doğru

sofra dağıldı. Konuklar

birer

ikişer

gitti­

ler. Ertesi gün de yola çıkıldı. Önce otomobiller

kılavuz trene

k o n m u ş , daha

sonra

polis ve muhafız kıtası b i n d i r i l m i ş t i . Tren Derince'ye

va-


52

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

rınca, otomobiller Ertuğrul yatıyla Mudanya'ya gelen A t a ­ türk'ü karşılayıp Bursa'ya götürmek için harekete

geçiril­

di. O sırada ben Bursa'da Vali ve Belediye

Başkanıyla

köşkün yatak ve sofra takımlarını hazırlıyor, hasırları

te­

mizletiyordum. Burada sırası g e l m i ş k e n şunu da s ö y l e y e y i m k i , A t a ­ türk hiç bir yerde belediyelerin konuğu olmamış, her y e r ­ de masrafını c e b i n d e n

ö d e m i ş t i r . Y a l n ı z 1927 y ı l ı n d a

İs­

tanbul'a ilk gelişinde İstanbul

Belediyesinin konuğu ola­

rak

yıllar

kaldığını

hatırlarım. Öbür

masrafı hep kendi ö d e m i ş t i r . Hiç

İstanbul'a

gelişinde

bir otelcinin, gazinocu­

nun etkisinde kalmamıştır. Onlar her ne kadar para a l m a k istemezlerse de —

Atatürk:

«Bir daha g e l m e m

sonra» diyerek parasını

öder

ve başyavere sorardı: —

«Gazinocu parasını aldı

«Verildi»

mı?»

k a r ş ı l ı ğ ı n ı a l m a d a n da g a z i n o d a n

çıkmazdr»


OTOMOBİLLERİ

BURSA'da bir hafta kaldıktan sonra otomobillerle Ya­ lova'ya gittik. Otomobiller deyince sanmayın yüzlerce oto­ m o b i l i vardı. Sadece sekiz t a n e . Biri açık yazlık, biri

ka­

p a l ı i k i L i n c o l n , ü ç B u i c k , b i r Benz M e r c e d e s . İkinci

Cumhurbaşkanı

zamanında

bu sayı

on

sekize

çıkmıştı. Oysa İsmet İnönü, Rusya'ya yaptığı geziden dön­ düğü zaman, Sovyet y ö n e t i m i n i n etkisinde kalarak bakan­ ların altından arabalarını aldırmak i s t e m i ş t i . Tevfik

Rüştü

A r a s ' l a Şükrü Kaya, Köşk'e gelerek A t a t ü r k ' e d u r u m u an­ lattılar. A t a t ü r k : —

«Benim otomobilleri de kaldırıyor mu?»

«Hayır

aldı. Bunun —

deyince.

Paşam, sizinkilere dokunmuyor.»

Cevabını

üzerine:

«Yahu. böyle

şey

olur

mu?

Bir

bakanın

altından

o t o m o b i l a l ı n ı r m ı ? Bu n e b i ç i m iş,» d i y e s ö y l e n d i . Ş ü k r ü Kaya: —

«Biz d e k a b u l

O

sıralar

binmedi.

Kendi

İsmet özel

lığa g i d i p g e l d i y d i .

etmeyiz.» İnönü, bir

dedi. yıl

otomobiliyle

kadar Meclise

resmî ve

arabaya

Başbakan­


54

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Atatürk, ulusun

malı olan otomobillerin

m a s ı n a ç o k s i n i r l e n i r d i . Bir g ü n K ö ş k ' t e

hor

kullanıl­

m a n e v î kızı N e -

bile'nin makam arabasına binerek arkadaşına gittiğini rünce çok öfkelenmiş, yaveriyle sonra —

Nebile

Hanım'ı

paylayarak

arabayı geri şöyle

demişti:

«Her aklına e s e n buradan araba alıp g i d e m e z .

arabalar babanızın malı d e ğ i l , m i l l e t e

gö­

çevirttikten

aittir.»

Bu


ELBİSELERİMİ

YALOVA'DA

uzun s ü r e

kaldık. Akşamları

YAKIN

Atatürk'ün

sofrası yine konuklarla dolup taşıyor, birçok yurt sorunla­ rı b u s o f r a d a g ö r ü ş ü l ü y o r d u .

Bir a k ş a m y e r l i m a l ı

nılması üstüne bir konuşma

oldu.

Herkes

söylüyor, yurtta yerli endüstrinin gelişmesi kampanya açılması, herkesin yerli lı g i y i n m e s i

isteniyordu. Yerli

da b u g ü n l e r e Atatürk,

«Bundan

kullanmam

için büyük bir

malı y e m e s i , yerli

Malı

Haftası'nm

ma­

açıklanışı

rastlar. herkesin

öne sürdüğü

manki dikkatiyle dinledikten —

kulla­

düşüncesini

her

za­

sonra:

sonra önder

gerek.

düşünceleri,

olarak benim de yerli

Gardroptaki

elbiselerimi

getirin.

malı Köş­

kün önünde yakın,» buyruğunu v e r d i . H e r k e s t e bir sessiz­ lik. O şen, g ü r ü l t ü l ü sofra sanki bir anda mezar s e s s i z l i ­ ğine

bürünmüştü.

Herkes

birbirinin

yüzüne

bakıyordu.

Sessizliği ilk ö n c e , konuklar arasında bulunan Ulus gaze­ t e s i b a ş y a z a r ı F a l i h Rıfkı A t a y b o z m a ğ a c e s a r e t e d e b i l d i : —

«Paşacığım,

b i z l e r e v e r i n . Biz

elbiseleri de

hâtıra

Atatürk hafifçe gülümsedi:

yakmayın, olarak

birer

saklayalım,»

tanesini deyince


56

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

«Peki.» d e d i .

O r a d a hazır b u l u n a n h e r k e s e b i r e r k a t e l b i s e Bunların artık o elbiseleri hâtıra olarak mı

verildi.

sakladıklarını,

yoksa giyerek mi eskittiklerini bilemem. Bir g ü n s o n r a B e y o ğ l u ' n u n t a n ı n m ı ş t e r z i l e r i n d e n man, Yalova'ya

getirildi.

Atatürk,

Köşktekilerin

Ar­

gözleri

önünde yerli kumaştan elbiselerini kestirdi ve diktirdi. O olaydan sonra A t a t ü r k , elbiselerini hep yerli k u m a ş t a n s e ­ çip

Arman'a

gelmedi.

diktirmiştir.

Bir

d a h a da

İsviçre'den

kumaş


ŞAPKA

Devriminden sonra fes bir

KAFA

ÖLÇÜSÜ

kenara

atılmış,

herkes şapka g i y m e ğ e başlamıştı. Şapkayla beraber, bunu g i y e c e k o l a n l a r ı n k a f a ö l ç ü l e r i d e o r t a y a ç ı k m ı ş t ı . 1930 y ı ­ lında Ankara'dayız. O zamanın M i l l î E ğ i t i m Bakanı olan Dr. Reşit Galip elindeki bir makineyle herkesin kafatasını ö l ­ çüyor. Dolikosefal

m i , b r a k i s e f a l m i ? Yani biz

hizmetkâr­

ların konuşmalarına göre hayvan m ı , yoksa insan mı? Ha­ tırımda

kaldığına göre

77-79 g e l e n

8 1 ' d e n i l e r i o l a n l a r da F o r d m a n

kafalar

Dolikosefal,

Brakisefal.

A t a t ü r k ' ü n b a ş ı ö l ç ü l d ü v e 81 g e l d i . O d a d a k i l e r ya

girmişler,

Reşit —

başlarının

ölçülmesini

bekliyorlar.

Galip'e: «Çelebi'ninkini ölç,»

dedi.

Ö b ü r l e r i n d e n ö n c e b a ş ı m ö l ç ü l d ü . 81 ç ı k t ı .

Sevinme­

ğe b a ş l a m ı ş t ı m . Öyle ya, A t a t ü r k ' l e aynı kafa ölçüsü ş ı y o r d u m . Fakat s e v i n c i m —

sıra­

Atatürk,

uzun s ü r m e d i .

ta­

Atatürk:

«Olmaz! O hayvan kafalıdır. Bir yanlışlık

olmasın,»

dedi. Nerdeyse

ağlayacaktım. Alındığımı

anlayınca

gülme­

ğe başladı. Tekrar dalıma basarak, —

«Baksana Ç e l e b i ' n i n kafasına. O m e l o n kafanın be­

n i m k i y l e ilgisi var mı?» dedi.


G Ö Z Ü M GÖRÜYOR, A Y A Ğ I M DA

YERİNDE

ATATÜRK, uzun s ü r e A n k a r a ' d a k a l m ı ş v e yazın İstan­ bul'a

gelmesi

g e c i k m i ş t i . Bu g e c i k m e b i r ç o k

dedikodula­

ra y o l a ç m ı ş , h a t t a h a l k a r a s ı n d a h a s t a o l d u ğ u , f e l ç

gel­

diği, gözlerinin g ö r m e d i ğ i , ayağının tutmadığı gibi söylen­ tiler ortaya çıkmıştı. Sonunda tos

1929

İ s t a n b u l ' a g e l d i k . 10 a ğ u s ­

gecesiydi. Söğütlü yatıyla

yapmayı buyurdu. Hareket

Boğaz'da

bir

gezinti

ettik.

Benim i ç i m d e bir merak

b e l i r m i ş t i . Ne kadar içki

tiğini anlamak istiyordum. Söğütlü yatında kurulan nın başından hiç a y r ı l m a d ı m . Ö n c e bira i ç m e k

iç­

sofra­

istemişti:

«Bira var mı?» diye s e s l e n d i .

«Var Paşam,» d e d i m ve h e m e n bira g e t i r d i m . Bir,

bir daha, bir daha d e r k e n ü ç ü n c ü şişe O sırada

Büyükdere'ye

gelmiş

bitti.

bulunuyorduk.

Doğru­

ca Erzurum genel m ü f e t t i ş i m i l l e t v e k i l i Tahsin Uzer'in y a ­ lısına g i t t i . Çok güzel bir yalıydı burası. A t a t ü r k bu yalıyı çok sever, sık sık g e l m e k i s t e r d i . Tahsin Üzer, çok sevdiği arkadaşlarından evine gittiğimiz Yattaki

biriydi.

Atatürk'ün

Ankara'da

da

onun

olurdu.

sofranın

ikinci

yarısı

hemen

yalıda

Sofrada on kadar konuk bulunuyordu. Şükrü

kuruldu.

Kaya, Tevfik

Rüştü A r a s , Salih Bozok. Hasan Cavit, Ruşen Eşref

Ünay-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

d m , F a l i h Rıfkı A t a y f a l a n v a r d ı .

59

İçki faslı gece

d e k s ü r d ü . Biz y a l ı d a s o f r a b a ş ı s e f a s ı n d a i k e n

yarısına

Atatürk'ün

Büyükdere'ye geldiğini duyan ve yatı iskelede gören

halk,

yalının önünde toplanmış: —

«Gazi'yi isteriz, Gazi'yi

isteriz...»

diye

bağırışma-

ğa b a ş l a m ı ş t ı . Evdekiler telâşlandılar. A t a t ü r k rahatsız olmasın

diye

kalabalığı dağıtmanın çarelerini aramağa başladılar.

Hattâ

polis çağırılmasını öne sürenler de oldu. Atatürk,

gürültüyü duyunca, ev sahibi Tahsin

Uzer'e

sordu: —

«Nedir bu? Ne istiyorlar?»

«Paşam, sizi balkonda g ö r m e k , alkışlamak

istiyor­

lar.» Atatürk'ün o günlerde çok hasta olduğu, yataktan çıka­ mayacak durumda bulunduğu söylentileri, anlaşılan içine

işlemişti. Dışardaki gürültü Bunun

üzerine Atatürk

giderek

halkın

artıyordu.

yavaşça yerinden

kalktı.

Bal­

kona doğru y ü r ü d ü . Evin caddeye bakan y ö n ü , m a h ş e r i ka­ labalıktı. Kapıda g ö r ü n ü n c e çılgınca bir alkış başladı. Tra­ fik durmuştu. Arabalar geçemiyor, iskeledeki vapurlar kalkamıyordu. Gece yarısından sonra sokaklara dökülen görmek

ve

çılgınca

alkışlanmak

dırmıştı. Kalabalığa hitaben dedi —

Atatürk'ü

çok

halkı

duygulaıı-

ki:

«Sevgili vatandaşlarım. Benim için zahmet

ediyor­

sunuz. M a h c u p o l u y o r u m . Beni g ö r m e k , behemahal y ü z ü m ü görmek değildir. Benim fikirlerimi, duygularımı nız v e h i s s e d i y o r s a n ı z

bu kâfidir. B e n i m

bozmayın, gidip yatın. Hepinizi Fakat halk e v i n ö n ü n d e n —

yarın

için

işiniz

anlıyorsa­ huzurunuzu

bekliyor.»

ayrılmıyor,

« Y a ş a , v a r o l , biz s e n i n i ç i n y a ş ı y o r u z , » d i y e

bağı­

rıyordu. Bunun üzerine A t a t ü r k : —

« A r k a d a ş l a r , i ç i n i z d e bazı İ s t a n b u l l u l a r bana

nüzul


60

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

İ n m i ş , eli ayağı t u t m u y o r , sözler çıkarmışlar.

ölmesi

mümkündür,

(Bu sırada haik

düşmanlarımız,' diye

coşmuş

bağırışıyordu).

diye

bazı

'Kahrolsun

Görüyorsunuz

karşınızdayım, sıhhatim yerinde. Elim de tutuyor,

ya.

(ayağı­

nı b a l k o n d e m i r i n e v u r a r a k ) a y a ğ ı m d a y e r i n d e , g ö z ü m d e görüyor. Hiç kimse —

merak

etmesin.

«Siz b u a k ş a m k a r ş ı m d a m i l l e t i n t i m s a l i , g ö l g e s i s i -

niz. Size s e s l e n i r k e n , bütün

millete

sesimi

işittireceğimi

b i l i y o r u m . İşittiniz, sizin için sağlığını, ö m r ü n ü vazifeye ada­ yan adam sahnededir. Sizin için çalışacak, sizin için yaşa­ yacaktır. Benim k u v v e t i m , size olan m u h a b b e t i m ve

sizin

bana olan m u h a b b e t i n i z d i r . Bu m i l l e t , bu m e m l e k e t d ü n y a ­ n ı n e n m a k b u l b i r v a r l ı ğ ı o l a c a k t ı r . Bu m i l l e t i , ö b ü r letlerin üstünde

görmeden

ölmeyeceğim.»

diyerek

mil­

halkın

dağılmasını rica etti. Bunun üzerine o bağrışan, çağrışan kalabalık hemen dağıldı, evlerine gitti. Atatürk de balkon­ dan içeri girdi. A t a t ü r k o gece çok neşeliydi. Hayâtında en çok

içki­

yi de y i n e o g e c e i ç m i ş t i . Boğaz d ö n ü ş ü M a r m a r a ' d a y a t l a ikinci bir gezinti daha yapıldı. A t a t ü r k : —

«Bu g e z i n t i m i z

sabaha kadar

sürecek.»

S a a t 1'de S e y r ü s a f a i n İ d a r e s i g e n e l m ü d ü r ü Bey, İstanbul

Radyosu Müdürlüğüne

dedi. Sadullah

şöyle bir telsiz

d e r d i : «Gazi H a z r e t l e r i Radyo h e y e t i n e t e ş e k k ü r

gön­

ediyorlar

v e seçecekleri bir iki şarkı v e gazel okutulacak olursa, çok m e m n u n olacaklarını

söylüyorlar.»

O gece Radyoda M u s i k i Heyeti tarafından A t a t ü r k o n u ­ runa en güzel şarkılar ve seçme parçalar

okunmuştu.

O gece sabaha dek içildi. Hepsini hesaplamıştım: şişe bira ve yarım şişe Dimitrokopulo

Üç

(üç kadeh de faz­

lası v a r d ı ) . İşte bütün

milletin

miktarı bu kadardı.

ve benim

de merak

ettiğim

A t a t ü r k içki olarak bira ve

başka şampanyayı da s e v e r d i . Ö b ü r i ç k i l e r i ender

içki

rakıdan içerdi.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

61

Yalnız bir gece Kâzım Özalp'in evinde t a m y i r m i sekiz ka­ deh

kokteyl

içtiğini

h a t ı r l a r ı m . B u n u n adı N a p o l e o n

Kok­

t e y l i i d i . Bir m i k t a r c i n , b i r m i k t a r v e r m u t , b i r m i k t a r Seribrandi içkiyi

likörü ile yapılıyordu. Bunların dışında

değiştirmemiştir.

Her gece içen Atatürk,

gündüzleri

alkol

yalnız çok sıcak g ü n l e r d e bir iki bardaktan fazla üjzere

da

alıştığı

bira

i ç e r d i . Bu y ü z d e n

kimse

Atatürk'e

kullanmaz, olmamak gündüzleri

içki i ç m e k i ç i n İ s r a r e t m e z , e n k o y u a l ı ş k a n l a r b i l e

akşa­

m ı n olmasını iple ç e k e r d i . Sabaha kadar içki faslı pek e n ­ d e r d i . Büyükdere gezisi o ender gecelerden birine

rastla­

m ı ş ve halkın gösterisi karşısında coşan A t a t ü r k , içki fasiını farkında olmayarak

sabaha dek

sürdürmüştü.


ÇEVRESİNDEKİ

ASALAKLAR

ATATÜRK'ÜN sofracısı olduğum için çok temiz giyini­ y o r d u m . Elbisem her lı,

iskarpinlerim

kıskanır ve

giyimimi

birçok bakan ve

zaman ütüiü, beyaz g ö m l e ğ i m

rugandı. Davetlilerden benzetmeğe

milletvekili

bile

birçoğu

yeltenirlerdi. papyonlarını

kola­

şıklığımı O

zaman

bana

bağ-

l a t ı r l a r d ı . U m u m î k â t i p H a s a n Rıza S o y a k , Rize m i l l e t v e k i l i Hasan Cavit, özel k a l e m m e m u r u Lütfi Bey, g i y i m d e v r i m i ­ ne k e n d i l e r i n i

uydurmağa

çalışanlar

arasındaydı.

C u m h u r i y e t yeni k u r u l m u ş t u . Çok k i m s e g i y i m devri­ m i n i k a v r a y a m a m ı ş y a da h e n ü z b e n i m s e y e m e m i ş t i . A r a l a ­ rında tahsilsiz, cahil

o l a n l a r da v a r d ı . F a k a t k ı s a

zaman­

da y a ş a d ı k l a r ı o r t a m a u y m a s ı n ı b i l i y o r , e n c e n t i l m e n lomattan daha c e n t i l m e n

dip­

kesiliyorlardı.

Bunların bazıları o k u m a yazma bile b i l m e d i k l e r i

halde

evlerine çok büyük kitaplıklar yaptırmışlardı. Örneğin Ata­ t ü r k , b i r a t l a s y a da k i t a p a r a d ı ğ ı z a m a n , k i t a p l ı k t a n b i z g i ­ der, bunları çıkarırdık. A t a t ü r k ' e onlar kendileri bulmuş g i ­ bi g ö t ü r ü p v e r i r l e r d i . İ ç l e r i n d e ç o k z e k i l e r i d e v a r d ı . A t a ­ türk herhangi bir emir verse, onlar bunu istedikleri

şekle

s o k a r , k e n d i l e r i n e o i ş t e n pay çıkarırlardı. Oysa bu

işleri


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM zavallı m e m u r l a r l a uşaklar görür, hazıra onlar

63 konar,

her

yerde parsayı onlar toplardı. Her zaman gezilere onlar g i ­ der, hepsi birer silâhşor kesilirlerdi. Fakat b ü t ü n bunlar A t a t ü r k ' ü n hiç gözünden onları inceden i n c e y e alaya alır, bazen karşılık

kaçmaz,

veremeye­

cekleri bir soru y a ğ m u r u n a tutar, karşısında nasıl ecel ter­ l e r i d ö k t ü k l e r i n i h a z l a s e y r e d e r d i . D a l k a v u k l a r a , lâf e b e l i ğ i yapanlara çok kızardı. Çok g e ç m e d e n bir punduna rek, yaptıklarının acısını onlardan çıkarmasını

getire­

bilirdi.

H ı r p a l a y a c a ğ ı , y a da a l a y a a l a c a ğ ı k i m s e l e r i s ı k s ı k s ı ­ nava çekişine tanıklık

etmişimdir.

Atatürk'ün şaşırtıcı soruları ve mantık oyunları sında

bunların

dökülüşleri

görülecek

şeydi. Zaten

karşı­ O'nun

S o r u l a r ı n a t a m c e v a p v e r e c e k a d a m az b u l u n u r d u . B u n l a r b i l i m s e l açıdan cevaplandırılacak sorulardan d e ğ i l d i . Hepsi birer zekâ oyununa dayanıyordu. K i m s e altından kalkamazdı.


İÇKİSİNE

ATATÜRK'ÜN umumî

içki

kâtip Yusuf

içmesine

Hikmet

karşı

KARIŞANLAR

olanların

başında

Bayur g e l i y o r d u . Bayur

—heır

halde A t a t ü r k ' ü hepimizden çok sevdiğinden o l a c a k — O ' h u içkisinden caydırmak için türlü bahaneler bulur, fakat

hiç

birini başaramazdı. A t a t ü r k çok i ç m e z d i . İçtiği zaman da i ç m e s i n i

bilirdi»

A c e l e etmezdi, konuşarak, sohbet ederek, yavaş yavaş iç­ meği severdi. Ö l ç ü y ü kaçırmazdı. Sarhoş olduğunu bir bile g ö r m e d i m . Taşkın bir hareketine

kez

rastlamadım.

B ö y l e o l d u ğ u h a l d e H i k m e t B a y u r ' l a a r a l a r ı n d a s ı k sık: tartışmalara tanık o l u r d u m . H e m e n her sabah bu t a r t ı ş m a l a r d a n B a y u r ' u n

yenilgiye

tekrarlanar^

uğradığını

üzülerek

görürdüm. H i k m e t Bayur, erken saatlerde A t a t ü r k ' e gelir, o kü

ajans

bültenlerini

getirir

ve

kendisinden

emir

gün­ alırdı.

A t a t ü r k ' ü n y o r g u n halini g ö r e n Bayur dayanamaz: —

«Paşam, yine

renginiz

yerinde

değil, çok

yorgure

ve b i t k i n s i n i z . Şu içkiyi bu kadar i ç m e s e n i z d a h a iyi o l u r , « derdi.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

65

Bu k a r ı ş m a y a A t a t ü r k ' ü n c a n ı s ı k ı l ı r a m a , h i ç b e l l i e t ­ memeğe —

çalışarak:

" A H i k m e t Bey, ben rakıyı ş i m d i d e ğ i l , daha

biye talebesiyken i ç e r d i m . Bugüne kadar görmedim,» diye karşılık v e r i r d i . Bayur

da

hiç

Har­

zararını

bunun da

altında

kalmazdı: —

« M u h t e r e m Paşam, bugün belki zararını g ö r m e d i ğ i ­

n i z i s a n ı r s ı n ı z , f a k a t y a r ı n g ö r e c e k s i n i z . Siz b u m e m l e k e t e lâzımsınız. Kşndinize acımıyorsanız bari bu m i l l e t e acıyın. Bu m i l l e t s i z i n v a r l ı ğ ı n ı z l a v a r d ı r . N e o l u r ş u i ç k i y i az i ç i n . » A t a t ü r k b u s ö z l e r i h e p g ü l ü m s e y e r e k k a r ş ı l a r d ı . O da Hikmet

Bayur'un

içinde bir

kötülük

olmadığım,

h e r k e s t e n çok s e v d i ğ i n i b i l i y o r d u . Fakat o n u n bu benzemeğe

başlayan

uyarıları

Atatürk'ü

karmadıkça Hikmet

nasihata

sinirlendirmeğe

başlamıştı. Gerçi nasihatlar samimiyettendi böyle uyarılara muhtaç bir

kendisini

ama,

Atatürk

insan değildi. A t a t ü r k ses ç ı ­

Bayur da

yüreklenerek

nasihatlerin

dozunu artırıyordu. Fakat bir gün canına tak d e m i ş

olacak

ki. H i k m e t Bayur yine içkiyi kötüleyen konferansına başla­ dığı sırada birdenbire sözü başka bir yana ç e v i r e r e k : —

«Bugünkü işler arasında neler var bakalım?»

diye

sordu. A t a t ü r k o an y i n e s i n i r l e n d i ğ i n i

belli etmemişti

ama,

k a r a r ı n ı v e r m i ş t i . Bu i ç k i a l e y h t a r ı k o n f e r a n s l a r a a r t ı k

bir

son v e r e c e k t i . Üç gün sonra m e s e l e anlaşıldı. A k ş a m sof­ rada A t a t ü r k ,

Hikmet

Bayur'la

beraber

hepimizi

şaşırtan

şu haberi v e r i y o r d u : —

« H i k m e t B e y , s e n i Kabil'e s e f i r y a p a l ı m . G i t , o r a ­

ları gör; hatta g e r e k i r s e Hindistan'a kadar git. Oralar hak­ kında bilgi e d i n . O k u , ö ğ r e n v e i l i m g e t i r . Bize bu yolda faydalı ol,» d e d i . Bu s u r e t l e H i k m e t B a y u r ' u n Kabil b ü y ü k e l ç i l i ğ i n e a t a n ­ ma emri v e r i l m i ş önce veda

oluyordu.

Hikmet

Bayur

hareketinden

için Köşke geldi. Atatürk, onu salonda

ayağa F: 5


66

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

kaikaral< zuna

karşıladı. Giderken

koyarak

uğurladı. Bayur

de

kapıya kadar

birkaç

elini

gün sonra

omu-

ayrılarak

Kabil'e g i t t i . Bana ö y l e g e l i y o r k i , b u a t a n m a , B a y u r ' u n y u r d a h i z ­ m e t kaygusu, yalansız olarak Atatürk'e içki i ç m e m e s i öğü­ dü ve içmesine engel olma hareketinden ileri geliyordu. O Hikmet

Bayur

ki, sevgisini, saygısını hiç

eksik

etmediği

Büyük A d a m a «İçme Paşam» sözünü ilk s ö y l e y e b i l m e k ce­ saretini göstermiş, fakat bunu çok sevdiği Atatürk'ün ya­ nından uzaklaştırılmak cezasıyla ö d e m i ş t i . N i t e k i m Bayur haklı ç ı k m ı ş , A t a t ü r k de sonunda içkinin a n l a m ı ş , f a k a t iş i ş t e n g e ç m i ş t i .

Hikmet

fenalığını


A R M S T R O N G A Z BİLE Y A Z M I Ş

A R M S T R O N G adlı bir yazar, A t a t ü r k hakkında yazdığı bir kitapta, O'nun içki â l e m l e r i n e de değinerek olumsuz v e yakışıksız y ü k l e m e l e r d e bulunuyordu. H ü k ü m e t o zaman bu nedenle

kitabın

yurda

sokulmasını

yasaklayan

bir

karar

bile a l m ı ş t ı . Bir sabah Çankaya K ö ş k ü ' n ü n salonunda A t a ­ türk kahvesini içerken. Hikmet

Bayur,

elinde

bir

kitapla

g e l d i . Bayur, o d ö n e m d e C u m h u r b a ş k a n l ı ğ ı u m u m î

kâtibiy­

di. A t a t ü r k ' e H i k m e t Bayur'un geldiğini haber verdik. A t a ­ türk'ün karşısına ilişen H i k m e t Bayur'un halinde bir tuhaf­ lık s e z i n l e m i ş t i k . A t a t ü r k ' e lemekle söylememek

çok önemli

bir meseleyi

arasında duraksadığı

söy­

anlaşılıyordu.

Atatürk, bakışlarıyla kitabı işaret ederek: —

« O k u y u n b a k a l ı m H i k m e t B e y . B a k a l ı m ne y a z m ı ş ? »

dedi. Anlaşılan Atatürk'ün, Hikmet Bayur'un elindeki

kitap­

tan önceden haberi vardı. H i k m e t Bayur çok güzel İngilizce b i l i r d i . Sadece lizce

konuşmakla

kalmaz,

İngiliz

geniş bir bilgiye s a h i p t i . H e m e n viri

Edebiyatı

İngi­

hakkında

da

İngilizce kitabı açıp, çe­

yapar gibi değil de, sanki Türkçe yazılmış bir

kitabı


68

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

okumanın

rahatlığı içinde Türkçe okumağa

başladı.

Ata­

t ü r k , bazan kaşları çatılarak, bazan h a y r e t b e l i r t i s i y l e

Hik­

met Bayur'u dikkatle dinliyordu. Armstrong, Atatürk'ün

içki âlemlerini

oldukça

ağır

sözcüklerle anlatıyor, fakat buna ilişkin bölümün sonunda, «Böyle olduğu halde yurdunu ve ulusunu ilgilendiren

her­

hangi bir olay çıktı m ı . h e m e n içkiyi ve eğlenceyi bir ya­ na bırakıp, aslan gibi k ü k r e y e r e k p e n ç e s i n i rine atmasını bilir,» d e m e k t e n de kendini Atatürk,

kitabın

burasında

söze

o olayın üze­ alamıyordu.

k a r ı ş t ı . Biz,

kızacak,

«Kapat şu kitabı, y e t e r . H a l t e t m i ş bunları yazmakla!»

diye

bağıracağını sanıp k o r k m u ş t u k . Oysa H i k m e t Bayur'a şöy­ le

dedi: —

«Bu k i t a b ı n y u r d a s o k u l m a s ı n ı y a s a k l a m a k l a H ü k ü ­

m e t h a t a y a d ü ş m ü ş t ü r . Bu z a t b i z i m y a ş a d ı ğ ı m ı z

safahatı

e k s i k b i l e y a z m ı ş . Bu e k s i k l i ğ i b e n t a m a m l a y a y ı m d a . k i ­ taba eklensin, m e m l e k e t de kitabı t a m okusun.» Sonra H i k m e t Bayur. yeniden kitabı

kaldığı

yerden

okumağa başladı. Atatürk, yine büyük bir dikkatle dinliyor­ d u . Bir b a ş k a b ö l ü m e g e ç i l m i ş t i . H i k m e t B a y u r ' u n sayfa atladığını farkeden —

birkaç

Atatürk:

« N e v a r ki o k ı s ı m d a , s a y f a l a r ı a t l a d ı n ı z ? » d i y e s o r ­

du. Hikmet

Bayur, ç e k i n g e n l i k i ç i n d e : «Paşam, izin

seniz burasını okumadan geçeyim,»

verir­

dedi.

Atatürk iyice meraklanmıştı: —

« N e d i r y a h u , bu a t l a m a k istediğiniz? A d a m ne söy­

l e m i ş , ne yazmışsa h e p s i n i b i l e l i m . O k u m a ğ a devarp...» A t a t ü r k o k u t m a k t a ısrar. Bayur o k u m a m a k t a yorlar, aralarında sessiz bir

çekişme

geçiyordu.

inat edi­ Atatürk

sonunda biraz s e r t ç e : —

«Ne diyor bu adam bizim için? Hakaret mi

Hayvan mı diyor?»

diye

ediyor'

sordu.

H i k m e t Bayur bu sözler üzerine iyice şaşırdı. C ü m l e -


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM leri keltelemeğe başladı.

Artık

kaçamak

69 yol

kalmamıştı

onun için. Okumaktan başka çaresi y o k t u . —

«Paşam,» d e d i . «Sizin K a s t a m o n u ' d a ş a p k a y ı

nıza i l k g i y d i ğ i n i z i

anlatırken ağır k e l i m e l e r

başı­

kullanmış.»

Atatürk, A r m s t r o n g ' u n bu sözlerine kızmak şöyle dur­ sun, neşelenmişti bile. —

«İnsanlara bazen hayvan sıfatları takar, aslan

gibi

d e r i z . Bu da o n u n g i b i . C a n ı i s t e m i ş , b ö y l e d ü ş ü n m ü ş b i z i . N e y s e fena d e ğ i l . Haydi o k u y u n , daha neler var içinde ba­ kalım?

Bayağı e ğ l e n c e l i

Atatürk'ün

kitap,»

dedi.

ne b ü y ü k h o ş g ö r ü sahibi

olduğunu

b i r kez d a h a a n l a m ı ş t ı m . B ü y ü k b i r o l g u n l u k i ç i n d e dinliyor, yazarın d ü ş ü n c e l e r i n i , g ö r ü ş ü n ü , g e ç m i ş ışığı altında k e n d i d e ğ e r ö l ç ü l e r i n e v u r a r a k

o gün kitabı

olayların

kıyaslıyordu.


UYKU

ATATÜRK

DÜŞMANI

uykuyu sevmezdi. Uyanık geçirdiği

zaman,

uykuda geçirdiğinden çok fazladır. Bir insan yaşamına sığdırılamayacak gibi imkânsız görünen büyük işleri

başarısı,

bu yüzden ko|ay olmuştur. Atatürk, yirmi

dört saatlik yaşantısını

bir programa sığdırmak

i s t e m e m i ş , ani

hiç bir

kararlarla

zaman o anda

aklına gelen şeyi yapıvermiştir. Savaştan v e C u m h u r i y e t ' i n k u r u l m a s ı n d a n s o n r a da m e m l e k e t i ş l e r i y o l u n a g i r d i ğ i d ö ­ nemde de, sınırlı bir yaşamın içine

girmemiştir.

Daima

dinç ve uyanık t u t m a ğ a çalıştığı asap ve enerjisi de

O'nu

uyutmazdı. Atatürk' ün yaradılışı da, çerçeveli bir yaşama sine engel olmuştur. bahçe'de

oturduğu

Gerek

Çankaya'da, gerekse

sıralar, gezilerinde, halk

bestçe girip çıkmasında belirli bir program tır. U y k u n u n d o s t u d e ğ i l d i , adeta

girme­ Dolma­

arasına

ser­

uygulamamış-

düşmanıydı

diyebilirim.

Ü n l ü « S o f r a » s ı bu n e d e n l e s a b a h l a r a d e k s ü r e r , d a v e t l i l e r birer ikişer çekilip gider, O ise sabah güneşini

görmeden

yatağına girmez ve uyumazdı. Bir gece

sabaha karşı, sofradakiler dağıldıktan

sonra


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

71

i<endisine y a t m a s ı i ç i n a d e t a y a l v a r a n b a ş y a v e r C e v a t A b bas

Gürer'e, uykuda

geçirdiği

zamana

acıdığını

söyleye­

rek şöyle d e m i ş t i : —

«Hayat

pek

kısa. Çocukluk

ve mektep

hayatı

bir

k ı s m ı n ı a l ı p g ö t ü r ü y o r . G e r i y e k a l a n ı n ı da u y k u y a r ı y a i n ­ diriyor. Uykusuzluğu

giderecek

ve vücuda gerekli

me gıdasmı verecek komprimeler

dinlen­

icat olsa ne iyi o l u r d u .

Fakat bir gün bu da olacaktır. N i t e k i m tıp i l m i , k i m y a , uyut­ mak için çok güzel ilâçlar

yapmağa

başlamıştır.»

A t a t ü r k ' ü n uykuya karşı bu a l l e r j i s i , a s k e r l i k d ö n e m i n ­ den

kalmış. Çanakkale'den

beri

yaverliğini

yapan

Cevat

Abbas şöyle anlatırdı: —

«Atatürk muharebe

Siper muharebelerinde

sahalarında

de tetik

katiyen

yatmak

uyumazdı.

kaydıyla

seyyar

karyolaya e l b i s e y l e uzanır, bir gözü açık, bir gözü u y u r d u . Tabiî b u n a

uyumak

denirse.

Kafkas

kapalı

Cephesinde

Buğlan Gidiği muharebelerine y e t i ş m e k için otuz altı

saat

hayvan sırtından i n m e d e n y ü r ü y ü ş y a p m ı ş v e iki gün hiç gözünü k ı r p m a m ı ş t ı r . O acı m ü t a r e k e g ü n l e r i n d e

uykusuz­

l u ğ u s ü r e k l i o l a n A t a t ü r k , 19 m a y ı s 1 9 1 9 ' d a S a m s u n ' a a y a k basışından Lozan Barışının imzasına d e k g e c e u y k u s u gör­ medi

diyebilirim.»


UYKUSUZLUK

ATATÜRK

REKORU

i ç i n «içl<iyi bıral<amaz» d i y e n l e r , a c a b a

bir

gün gelip aldanacaklarını hiç d ü ş ü n m ü ş l e r m i d i r ? O'na

iç­

kiyi

bıraktırmak

isteyenler, o zaman kimbilir

nasıl

mışlardır. Evet, bu kadar içki kullanan v e ondan g ö r ü n e n a d a m , üç ay hiç rakı i ç m e d e n de Atatürk

şaşır­

ayrılmaz

durabiliyor.

hiç kimsede bulunmayan büyük bir irade gü­

cüne sahipti. Eğlenmesini de, içmesini de, çalışmasını

da

çok iyi b i l i r d i . Büyük N u t k u ' n u yazarken ben bunun tanığı oldum. Akşamları yine sofra kuruluyor, herkes

karşısında

y i y o r , i ç i y o r ; f a k a t O, a ğ z ı n a b i r d a m l a b i l e i ç k i

koymuyor­

du. Hatta yemek yerken seyredişi

herkesin

içişini

gülümsemeyle

hâlâ g ö z ü m ü n önündedir. Oysa b e n , içkiye alış­

kın insanların bir gün bile i ç m e d e n d u r a m a y a c a k l a r ı n ı

sa­

n ı r d ı m . A t a t ü r k ' ü n t a m üç ay kendi i s t e ğ i y l e içkiye b o y k o ­ tuna benimle birlikte t ü m çevresindekiler de şaşıp kalmış­ l a r d ı . Bu d a O ' n u n g ö r e v a ş k ı n ı v e s o r u m l u l u ğ u n u , a l ı ş k a n ­ lıklarının ve b e ğ e n i l e r i n i n de ü s t ü n d e t u t t u ğ u n u n en güzel örneklerinden

biridir.

A t a t ü r k ' ü n sevdiği ve güvendiği insanlardan otuz beş


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

73

yıliıl< a r k a d a ş ı İ z m i t m i l l e t v e k i l i S ü r e y y a Y i ğ i t , b i r a n ı s ı n ­ da şunları anlatmıştı: hazırlarken asla alkole

ilgi

g ö s t e r m e z d i . N i t e k i m Erzurum'da iken biz i ç e r d i k , O

"Atatürk,

büyük

işler

içki

teklifimizi kabul etmez, kahve içmekle yetinirdi.

Korkunç

d e r e c e d e bir irade gücü vardı. İçkiyi irade zaafından d e ğ i l , düpedüz sarhoş olmak için Çankaya içki

Köşkünde

içerdi.»

Büyük

Nutku'nu

hazırlarken

içmediği g i b i , kırk sekiz saat hiç gözünü

hiç

kırpmadan

yazı d i k t e e t t i r i ş i n i d e h a t ı r l a r ı m . Ö y l e k i , yazı y a z m a k t a n yorulan değişiyor, fakat O, binlerce belge arasından dığı

notlarıyla büyük

bile

vermekten

eserini

tamamlamak

için

ayır­

uykusunu

ç e k i n m i y o r d u . Böyle zamanlarda, yazdık­

larını sofrada arkadaşlarına o k u t u r , sonra y i n e

eski

köş­

kün çalışma odasına geçer, kâh oturarak, kâh ayakta lışmalarını sürdürürdü. Nutuk, çalışmanın, nasıl üstüne çıkışını gösterdiği

insan

ça­

gücünün

için, ayrı bir ö n e m de ta­

şımaktadır. A t a t ü r k ' ü n h i ç u y u m a d a n üç g ü n d u r a b i l d i ğ i n i d e . gör­ müş ve gözlerime

inanamamıştım. Cephede değildik,

v a ş da y o k t u . U y k u s u z l u ğ u

gerektirecek

önemli

bir

sa­ olay­

la da k a r ş ı k a r ş ı y a b u l u n m u y o r d u k . F a k a t O , b i r i ş e , a m a ciddî bîr işe başladı m ı , onun

sonunun

geldiğini

görme­

d e n asla rahat edemezdi. Atatürk, çalışnraları sırasında yer ve zaman ögeleriyle ilgili değildi. Nerede ve hangi şartlar altında olursa ol­ sun, y u r t çıkarlarını kapsayan bir görev belirdi m i , onu ye­ rine getirmeğe

çalışırdı. Gezileri sırasında trende, ya

o t o m o b i l i ç i n d e e v r a k a ç t ı r a r a k ç a l ı ş t ı ğ ı ç o k t u r . En

da

keyif­

li eğlence anında sofrada bile karşısında g ö r e v l i l e r d e n b i ­ rini gördü mü, sohbeti,

konuşmayı

hemen yarıda

«Beni m i i s t i y o r s u n u z ? » d i y e kalkıp g i d e r d i . IJlke

keser, işlerini

h e r ş e y i n ü s t ü n d e t u t a r d ı . E l i n e a l d ı ğ ı h e r h a n g i b i r işi yarım

bırakmaz,

bitirmeden

rahat

edemezdi.

Bazen

de hiç


74

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

durmadan okuduğu, kırk sekiz saat aralıksız çalıştığı da o l ­ muştur. Çankaya Köşkünde

eline geçirdiği

bir tarih

bını b i t i r m e k için iki gün, iki gece hiç yatağa şezlongta

dinlenmekle

yetinmişti.

Yalnız

kaldığı, ya

okuduğu zamanlar masaya pek iltifat etmez, koltuğa daş

kurup o t u r m a y ı daha çok Tarihle

kita­

girmemiş, da bağ­

severdi.

uğraştığı sıralarda. Atatürk

içerde

çalışıyor,

ben kapıda o t u r m u ş b e k l i y o r d u m . A r a sıra u y u m a m a k banyoya girip, yüzüme su vuruyor, sonra anahtar

için

deliğine

g ö z ü m ü u y d u r u p , bir post üzerinde y ü z ü k o y u n uzanıp N u t ­ ku hazırlayan A t a t ü r k ' ü şine geliyordu. Uykumu mıştım. Adı

gözetliyordum.

Saat

sabahın

dağıtmak için elime bir kitap a l ­

«İzmir'in İşgali» idi. Çok meraklı olan bu ki­

taba kendimi kaptırdığım halde, t ü m uğraşım boşa şafak

be­

sökerken

gitmiş,

dayanamamış, yorgunluğun etkisiyle

uyu­

ya k a l m ı ş ı m . Bu s ı r a d a A t a t ü r k z i l e b a s m ı ş , f a k a t b e n k o l t u k t a d e ­ rin bir uykuya daldığım için uyanamamışım. Zille uyandıramayınca, kendisi

ç a ğ ı r m a k zorunda k a l m ı ş . Bir de bak­

t ı m k i , kapıyı aralamış: —

«Çelebi, Çelebi.» diye

Hemen yerimden —

sesleniyor.

fırladım:

«Paşam. Emriniz...»

diyebildim.

A m a bendeki k o r k u y u varın siz hesap e d i n . Bağıracak, parlayacak

diye ödüm kopuyordu. Ellerimi

önüme

t u r m u ş , b e k l i y o r d u m . Fakat nedense kızmadı. Gayet

kavuş­ sakin

yüzüme bakarak; —

«Bana b i r k a h v e getiriniz,»

dedi.

Hemen k o ş t u m . Orta şekerli bir kahve yapıp g e t i r d i m . Daha

kahveyi

içmeden:

«Senin tahammülün

kalmamış,

haydi git yat; arkadaşların gelsin,» dedi. Söyleyecek hiç bir şey kalmamıştı. Sadece rek,

kekeleye­


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Paşam, u y u m a d ı m .

Kitap

75

ol<urken

içim

geçmiş,»

diyebildim. Gidip arkadaşları kaldırdım. Hizmeti devrettim ve yat­ mağa gittim. A k ş a m nöbet sırası yine cedir ki, Atatürk

bana g e l m i ş t i . Üçüncü ge­

gözünü kırpmıyordu. Kütüphanede

yere

s e r i l i b i r ayı p o s t u n u n ü s t ü n e u z a n ı y o r v e ç a l ı ş ı y o r d u . N o t ­ ların arasına g ö m ü l m ü ş t ü . Y e r l e r t a r i h kitaplarıyla du. Sadece duş yapıyor, kurulanıp tekrar odaya

doluy­

kapanıyor­

du. Yemeği bile kütüphaneye getiriyorduk. Yüzü hafif sü­ zülmüş gibi geldi bana. Çankaya

Köşkünde

sofra

k u r u l d u . Bu, on altı

kişilik

bir sofraydı. Konuklar gelerek y e r l e r i n i aldılar. Sabahki uy­ ku olayını u n u t m u ş t u m b i l e . Tam içki faslı başladığı z a m a n , konuklara —

dönerek:

«Bu ç o c u k

dün gece sabaha kadar

beni

bekledi,»

baktım.

Konuklar

dedi. Birden koltuklarım kabardı, önüme bana biraz da kıskançlıkla b a k a r k e n — mez

Atatürk:

«Öyle ama, sabaha karşı uyuyarak beklemiş,» de­

mi? Sonra «Senin u y k u s u z l u ğ a t a h a m m ü l ü n yok» d i y e alay

etmeğe başladı. Canım,

çok sıkılmıştı.

Önceleri

«Çelebi

i ş i n i b i l i r P a ş a m , » d i y e b e n i ö v e n k o n u k l a r da h e p gülmeğe

başladıklarından

utanç içinde

birden

kıvranıyordum.

İ ç i m d e n k e n d i k e n d i m e n a s ı l da k ı z ı y o r d u m . S a a t

sabahın

beşine kadar u y u m a da, ondan sonra u y u . Bu o l a y b a n a d e r s o l d u . A t a t ü r k ' ü n o t a r i h t e n

sonra

üç gün s ü r e n b ü y ü k bir u y k u s u z l u k g e ç i r d i ğ i n i h a t ı r l a m ı y o ­ r u m . F a k a t g e ç s a a t l e r e dek kaldığı v a k i t l e r de b ü t ü n dik­ katimi

kullanarak

uykuyu aklıma bile getirmemeğe

çalış-

mışımdır. O birkaç

dakikalık

anı b ı r a k t ı . B ü y ü k

adama h i z m e t i n zor o l d u ğ u n u bir

daha anlamış

oldum.

uyku, bende unutulmaz

bir kez


S O F R A Y I TERK EDİYOR

D r . R e ş i t G a l i p , A t a t ü r k ' ü n ç o k s e v d i ğ i v e nazını ç e k ­ tiği arkadaşlarından biriydi. Sevdiklerinin

nazını

çekmek,

zaten A t a t ü r k ' ü n başlıca iyi huylarından b i r i y d i . Reşit

Ga-

lip'in zekâsını, çalışkanlığını, enerjisini, doğrusözlülüğünü, d e v r i m c i l i ğ i n i , yurtseverliğini, kendisine bağlılığını çok be­ ğenirdi. İşte A t a t ü r k ' l e Reşit Galip arasında geçen oldukça i l ­ ginç bir tartışma vardır ki, birçokları tarafından yanlış b i ­ linmektedir. Bir a k ş a m sofrasında geçen bu t a r t ı ş m a y ı , Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Cumhuriyet gazetesinde

yayın­

lanan bir yazısında y a z m ı ş , s o n u n u da b i l e n l e r

tamamla­

sın, d e m i ş t i . Bilenlerden biri olarak üstadın bu

makalesi­

ni t a m a m l a m a ğ a

çalışacağım.

A t a t ü r k asla kin

t u t m a z d ı . Bir k i m s e y e ne kadar k ı ­

zarsa kızsın, bir zaman sonra onu affeder, olanları unutur­ d u . Bu y ü z d e n ç e v r e s i n d e n b i r ç o k l a r ı z a m a n z a m a n g ö z d e n düşer, sonra yeniden affedilir, eski yerlerini alırlardı. A t a ­ t ü r k ' e karşı gelen v e meydan okuyan Dr. Reşit Galip İşte gözden düşüp, sonra itibara Dolmabahçe Sarayının harem

de.

kavuşanlardandı. kısmında

(hususî

dai-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM re)

akşam sofrasını yeni

77

kurmuştum. Mevsimlerden

yaz­

d ı . K o n u k l a r b i r e r i k i ş e r g e l d i l e r . R u ş e n E ş r e f Ü n a y d m , Re­ cep Z ü h t ü , Ş ü k r ü Kaya, T e v f i k Rüştü A r a s , Dr. Reşit G a ­ lip, C e l â l S a h i r , Hasan C e m i l Çambel ve bayanlar vardı. Yemek süresince

herkes, her konuda konuştu.

Gece

yarısına dek süren toplantının sonuna doğru, halkın eğitil­ mesiyle ilgili

konular tartışılmağa

başlandı. Millî

Eğitim

sorunları e l e ş t i r i l i r k e n Reşit Galip'in ayağa kalktığını d ü m . Doktorun pek tabiî

sayılmayan bir hali v a r d ı .

gör­ Coş­

k u y l a k o n u ş u y o r d u . İçi i ç i n e s ı ğ m ı y o r d u . O tarihte sinde

H a l k e v l e r i n i n d e n e t i m i , C.H.P. Parti

bulunan

Reşit Galip'in

o z a m a n ı n M i l i E ğ i t i m Bakanı Esat Hoca'dan başladı. Halkevlerinin temsil lerdeki

kadın rolleri

le s e ç i l e c e k

amatör

Mecli­

e l i n d e y d i . Reşit Galip kollarında oynanacak

i ç i n Kız L i s e s i n d e n

söze.

yakınmayla

kendi

piyes-

istekleriy­

r u h l u kadın ö ğ r e t m e n l e r e , Esat

Ho-

c a ' n ı n izin v e r m e d i ğ i n i s ö y l e d i . T i y a t r o n u n e s k i Yunandar» beri insanlık için bir sanat ve kültür

kaynağı

olduğunu.

H a l k e v l e r i t e m s i l k o l l a r ı n ı n da b u a m a ç l a k u r u l d u ğ u n u , k a ­ dının bu

kültür

hareketinin dışında

böyle bir d ü şü n ce n i n

bırakılamayacağını,

d e v r i m l e r i n ruhuna aykırı

düşeceği­

ni b e l i r t t i k t e n s o n r a s e s i n i p e r d e p e r d e y ü k s e l t e r e k : —

«Yaşlı insanlara V e k i l l i k y a p t ı r m a m a l ı .

Memlekete

fayda yerine zarar getiriyor,» diye s e r t bir dille

konuşma­

ğa b a ş l a d ı . A t a t ü r k , biraz şaşkınlık, fakat büyük bir sabır ve gunlukla dinlediği

bu

sözlerden sonra: «Merak

hepsi düzelecek,» diye doktoru Atatürk'ün o geceki

yatıştırmağa

sabrına

dur­

etmeyin,

çalıştı.

şaşıyordum

doğrusu.

Eyüp P e y g a m b e r d e bile b ö y l e sabır y o k t u b e l k i . Benim g i ­ bi h e r k e s t e de aynı şaşkınlık v a r d ı . A t a t ü r k kez d a h a s a b ı r v e d u r g u n l u ğ a ç a ğ ı r d ı k t a n —

«Siz b ö y l e

konuşmakta

ze muhatap olmamakta

doktoru

bir

sonra:

devam ederseniz, ben s i ­

mazurum,»

dedi.


78

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Fakat d o k t o r ö y l e s i n e dolgundu k i , giderek s e s i n i n t o ­

nunu yükseltiyor, sözlerine g e m vuramayarak daha tiz per­ deden saldırılarını —

artırıyordu:

«Kabahat hep sizde. Hocadır

diye cahilleri

başı­

mıza koydunuz.» Sofrada bir bomba

etkisi yapan

bu k o n u ş m a

üzerine

Atatürk: —

«Memlekette Maarif Vekili yok mu?»

«Var y a . E s a t H o c a m ü k e m m e l d i r , »

Galip «hayır» anlamında —

başını

deyince

Reşit

sallayarak,

« Ç o k i y i a m a , ç o k da i h t i y a r . A r t ı k o n d a n g e ç m i ş ­

t i r . B u m e m l e k e t i n M a a r i f V e k i l i o a d a m d e ğ i l d i r . Bu m e m ­ lekete daha dinç bir V e k i l gerektir,»

dedi.

Bunun üzerine A t a t ü r k ' l e , Reşit Galip arasında şu tar­ tışma geçti: —

«Yahu nasıl olur?

Bu a d a m b e n i o k u t m u ş t u r .

Kül­

türü yerinde, ilme vukufu vardır. Soframda hocam hakkın­ da böyle k o p u ş m a m Maarif Vekili —

«Değil

seni okutmak, senin

bu adam Maarif Vekili O

i s t e m e m . Beni o k u t a n

adam,

nasıl

Allahını okutsa

yine

olamazmış?» olamaz.»

devirde dalkavukların yanında böyle medeni

cesa­

r e t s a h i b i , s ö z ü n ü s a k ı n m a z c i n s t e n k i m s e l e r d e v a r d ı . Fa­ kat bu derece ileri gideceği, bir H ü k ü m e t üyesi

hakkında,

hem de A t a t ü r k ' ü n önünde bu derece sert konuşacağı k i m ­ senin aklından bile geçmezdi. Hepimizin

rengi sararmıştı. Korkudan titriyorduk.

Ko­

nuklar donup k a l m ı ş l a r d ı . Hiç b e k l e m e d i ğ i m i z bu k o n u ş m a herkesi şaşkına ç e v i r m i ş t i . Ortalıkta çıt çıkmıyordu. kes hareketsiz, bu patlak v e r e n olayın nereye

Her­

varacağını

düşünüyordu. Sinirden titrediğini ve ellerini masaya daya­ dığını g ö r d ü ğ ü m A t a t ü r k , t a r i f s i z b i r ş e k i l d e k ı z m ı ş t ı . Fa­ kat duygularını belli e t m e d e n çok sakin şu buyruğu v e r d i :


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Lütfen sofrayı terk

O an biraz ferahladık. da burada

ediniz.» Reşit Galip kalkıp gider,

kapanır, ertesi gün unutulur diye

Ne yazık k i , s e v i n c i m i z bir coşmuştu

79

iki saniye s ü r d ü . Reşit

bir kez. Ne karşılık v e r d i

olay

umutlandık. Galip

dersiniz?

«Burası sizin d e ğ i l , m i l l e t i n sofrasıdır. Burada otur­

m a ğ a b e n i m d e s i z i n k a d a r h a k k ı m v a r d ı r . G e r ç i biz S a r a y ­ dayız a m a , hocanız Hace-i Sultanî tenkit serbesttir...»

diye

değildir.

Cumhuriyette

başlayınca Atatürk yavaşça

rinden kalktı. Kucağındaki

peçeteyi

masaya

ye­

bıraktıktan

sonra, —

«Öyleyse

müsaade

ederseniz

ben t e r k

dedi ve dünyada eşi, benzeri görülmemiş büyüklük örneği

göstererek

edeyim,»

bir efendilik

ayağa kalkıp, salondan

ve

çıkıp

gitti. Hemen

arkasından

koştum. Doğru

harem

kısmındaki

yatak odasına g i r m i ş t i . Ben de arkasından g i r d i m . Her za­ man olduğu gibi kapıları k i l i t l e d i m . A t a t ü r k

soyunana

ka­

dar bir k e l i m e k o n u ş m a d ı . Sinirleri henüz y a t ı ş m a m ı ş t ı . Y ü ­ zü sapsarıydı. C u m h u r b a ş k a n ı o l d u k t a n sonra belki de hiç kimse O'nunla böyle konuşmamıştı. —

«Çelebi

yütüyormuşuz.»

Efendi, desene

k i , yılanı koynumuzda bü-

dedi.

Karşılık v e r m e y e r e k yavaşça kapıyı açıp dışarıya

çık­

t ı m . Oradaki görevim bitmişti. O sırada yaver, dağılmağa hazırlanan sofradakilere emri getirmişti: «Reisicumhur

Hazretleri

kendileri

şu

varmış

gibi sofranın devamını arzu ediyorlar.» Yemek salonuna

d ö n ü n c e bir de ne

göreyim.

Reşit

G a l i p rakı k a d e h i n i d i ş l e r i n i n arasına a l m ı ş k e m i r i y o r . Başu c u n d a da R e c e p Z ü h t ü v e K ı l ı ç A l i d u r u y o r l a r . Ö b ü r

da­

vetliler g i t m i ş l e r . Reşit Galip başını kaldırıp beni görünce: —

« Ç e l e b i , bana bir kadeh rakı ver,» diye bağıfdı.

Nasıl v e r e b i l i r d i m bu d u r u m d a ?


«o

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

«Efendim kilerci uyumuş,» diye atlatmağa çalıştım.

« D e m e k bana v e r e c e k bir kadeh rakın bile k a l m a ­

d ı , d e s e n e . Ö y l e y s e k a l k ı p g i d e l i m , » d i y e a c ı acı s ö y l e n ­ d i . Sonra Recep Z ü h t ü ile Kılıç A l i ' n i n koluna g i r e r e k sa­ londan çıktı. N e y a l a n s ö y l e y e y i m o l a y d a n ç o k ü z ü l d ü m . Ç ü n k ü Re­ şit Galip'i gerçekten çok seviyordum. Aralarının açılması­ na g ö n l ü m razı d e ğ i l d i . Fazla i ç i p d e d a h a k ö t ü b i r o l a y a meydan verilmemesini

i s t e m i ş , bu yüzden de «rakı

d e m i ş t i m . Rahmetliye bir kadeh rakıyı e s i r g e y i ş i m eziklik olarak

yok»

içimde

kaldı.

Ertesi gün Reşit Galip, A t a t ü r k ' e ve istanbul'a rek Ankara'nın yolunu t u t t u . Hatta olmadığı

için tren

borç aldığını

parasını

küse­

cebinde on lirası

umumî kâtip

Tevfik

bile

Beyden

hatırlarım.

A r a d a n b i r a y g e ç m i ş t i . Biz y i n e İ s t a n b u l ' d a y d ı k . S a ­ at on beş sularında y e m e k salonuna g e l e n A t a t ü r k bir ara bana: —

«Çelebi

Efendi, şimdi Ankara'da

bir konferans verecek. Onu dinleyelim,»

Reşit Galip

Bey

dedi.

Daha şaşkınlığım g e ç m e d e n koşup radyoyu a ç t ı m . O zaman önemli

konferanslar

radyoda v e r i l i r d i . Reşit

Galip'

in T ü r k o c a ğ ı s a l o n u n d a v e r d i ğ i b i r s a a t t e n f a z l a s ü r e n k o n ­ feransı sessizce dinledi. Radyoyu kapattıktan

sonra, göz­

lerinde bir sevinç pırıltısı yanıp söndü. —: « K e n d i s i n i a f f e t t i r d i , »

dedi.

On beş gün kadar sonra güzel bir sonbahar günü biz Ankara'ya g i t t i k . Ertesi akşam Reşit Galip'i sofraya

çağı­

rılmış g ö r d ü m . Sanki aralarında hiç bir şey g e ç m e m i ş g i ­ bi hareket e d i y o r l a r d ı . Atatürk bir

ara Reşit

Galip'e doğru eğildi,

sadece

o n u n işitebileceği bir s e s l e : —

«Yarından

itibaren Maarif

Vekilisiniz,» d e d i . Bir-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

81

kaç

g ü n s o n r a da A n a d o l u A j a n s ı , R e ş i t G a l i p ' i n M i l l î

tim

Bakanı o l d u ğ u n u h a b e r O gece sofra

Eği­

veriyordu.

oldukça kalabalıktı. Reşit Galip'in üze­

rinden sevinç a k ı y o r d u . Toplantının en kıvamlı anında A t a ­ t ü r k , kapıda duran a s k e r l e r d e n i k i s i n i çağırdı v e meğe

başladı. Çoğunluk

güreştir­

böyle yapar, gezilerinde

Köşkte olsun, yiğit Mehmetçiklerden

olsun.

birkaçını yanma

ğırarak güreştirir, Türk gücünün nelere yettiğini

ça­

gözleriy­

le g ö r m e k i s t e r d i . H a t t a y a n ı n d a b u l u n a n ç o k s e v d i k l e r i n i , bu M e h m e t ç i k l e r l e — i s t e m e s e l e r onların

hırpalanışını

hazla

b i l e — güreş

seyrederdi.

tutuşturur,

Birkaç

keresinde

M e h m e t ç i k l e r i kendisiyle güreşe davet e t m i ş , fakat hiç biri « S e n i n s ı r t ı n ı y e d i d ü v e l y e r e g e t i r e m e d i , biz m i

getire­

ceğiz,» diye güreşe y a n a ş m a m ı ş l a r d ı . Güreş çok z e v k l i y d i . Hepimiz büyük bir dikkat ve me­ rakla sonunun nasıl geleceğini bekliyorduk. Reşit

Galip'in

ise m e r a k ı son haddini b u l d u ğ u bir sıra, A t a t ü r k

askerle­

re i ş a r e t e d e r e k y e n i bakam «altı okka» y a p m a l a r ı n ı

em­

retti. Hepimiz

şaşırmıştık.

B a k a n da ö y l e . D a h a ş a ş k ı n l ı ğ ı ­

mız g e ç m e d e n o babayani iki asker. Reşit Galip'i karga t u ­ lumba

kucaklayıverdiler.

Havaya

kalkan bakan, önce

bir

iki çırpınmayı d e n e d i ; f a k a t ne haddine. Dev gibi muhafız­ ların birer çelik

pençeyi

andıran elleri arasında

kıpırda­

Toplantıda bulunanlarda heyecan son haddini

bulmuş­

mak ne m ü m k ü n .

t u . Sonunun ne olacağını merak ediyorlar, adeta nefes b i ­ le a l m a k t a n k o r k u y o r l a r d ı . A t a t ü r k i s e s o ğ u k k a n l ı v e t a b i î görünüyordu. Askerler, Reşit Galip'i

i k i üç kez

Tam yere vuracakları sırada Atatürk'ün

havaya

kaldırdılar.

bir işaretiyle

maktan vazgeçiyorlar, tekrar var güçleriyle

vur­

havaya sallı­

yorlardı. F: 6


82

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

B i r k a ç kez t e k r a r l a n a n b u h o ş o y u n d a n s o n r a ( b i z ç o ­ cukluğumuzda çok oynardık)

Atatürk,

Mehmetçiklere:

«Yeter,» dedi. Sonra sofradakilere döndü. Gülerek,

«Biz i s t e r s e k b ö y l e d e h a r e k e t e d e b i l i r i z , »

Acaba Atatürk, bu oyunla, vaktiyle eden Reşit Galip'e c e n t i l m e n c e

dedi.

kendisine

hakaret

bir ders mi v e r m e k

iste­

m i ş t i ? A m a ben, bunun şaka çerçevesini hiç bir zaman a ş ­ madığını s a n ı y o r u m . A t a t ü r k , Reşit Galip'i

sevmeseydi,

o

olaydan sonra onu ne bakan yapardı, ne altı okka e t t i r i r d i . A t a t ü r k , v a k t i y l e kalk d e d i ğ i halde s o f r a d a n k a l k m a y a n Re­ şit Galip'i isterse

böyle kaldırabileceğini

mi

ima

etmişti

acaba? Reşit G a l î p ' i n M i l l î E ğ i t i m Bakanı o l u ş u n d a n b i r k a ç ay geçtikten

sonra

İstanbul

Üniversitesinde

«İnkılâp

Tarihi»

i ç i n b i r k ü r s ü g e r e k m i ş t i . Bu k ü r s ü d e i l k d e r s i v e r e c e k devrimlerimizin tarihçesini yapacak kişinin kim ği g ö r ü ş ü l ü y o r d u . Y i n e bir a k ş a m sofrasındaydık. hararetle bu görevin

kendisine düşmesi

ve

olabilece­ Atatürk,

gerektiği

tezini

savunuyor: —

«Bu i ş i a n c a k b e n y a p a b i l i r i m . G e r ç i i n k ı l â b ı b e r a ­

ber yaptık, fakat bu kürsüyü ben işgal e d e b i l i r i m ,

yoksa

bu Maarif V e k i l i n i n işi d e ğ i l . Olmazsa benim namıma k ı ­ zım  f e t yapar,» diyordu. Reşit Galip ise itirazı —

basıyor,

« P a ş a m , h e r ş e y i s i z y a p a r s a n ı z biz n e iş g ö r e c e ­

ğiz?» d i y o r d u . Fakat A t a t ü r k de dediğinde —

ısrar

ediyor,

«Ya b e n , y a  f e t H a n ı m , » d i y o r d a , b a ş k a b i r

şey

söylemiyordu. Reşit Galip buna da cevabı y e t i ş t i r i y o r : —

«Paşam, Â f e t Hanım kızınızsa, bizler de oğlunuzuz.

A r a m ı z d a f a r k v a r m ı k i . Bu i ş i M a a r i f V e k i l i n i n

yapması

g e r e k t i r . Biz d e o ğ l u n u z o l a r a k b u v a z i f e n i n k e n d i m i z e v e ­ rilmesini istiyoruz,» diye

söyleniyordu.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

33

Bu İş s o n u ç l a n m a d a n a y n ı günler i ç i n d e bir b a ş k a o l a ­ y a daha d e ğ i n m e k i s t e r i m . B i r k a ç g ü n s o n r a s o f r a d a , K ı ­ lıç A l i , R e c e p Z ü h t ü , A t a t ü r k ' ü n ç e v r e s i n i ç e v i r m i ş l e r , s u r ­ d a n h u r d a n k o n u ş u y o r l a r d ı . B i r ara R e c e p Z ü h t ü . A t a t ü r k ' e : —

«Paşam,» d e d i . « R e ş i t G a l i p ' e b i r i d e m i ş k i : H i t l e r

bugün konuşacak. Bunun üzerine Reşit Galip de şu cevabı v e r m i ş : Bizim Hitler her gün konuşur.» A t a t ü r k b u lâfa k ı z m a k ş ö y l e d u r s u n , k a h k a h a l a r l a g ü l ­ müştü. Aradan günler geçti. Reşit

Galip hâlâ İnkılâp Tarihi

kürsüsü için çalışıyor, A t a t ü r k ' ü uygun bir zamanda

kan­

dırabilir m i y i m , d i y e d ü ş ü n ü y o r d u . T a m o sırada M i l l î Eği­ t i m Bakanlığından da a f f e d i l d i . Y e r i n e H i k m e t Bayur g e l d i . Bakanlıktan ayrılması Reşit Galip'e uğurlu g e l m e m i ş ­ t i . O yaz İ s t a n b u l ' a g i t m i ş t i . B i r g ü n M o d a ' d a a i l e s i y l e b i r ­ likte sandalla

gezerken denize düşmüş, zatürreeye yaka­

l a n m ı ş . İki ay k a d a r t e d a v i o l d u . K ı ş y a k l a ş m ı ş t ı . R e ş i t G a ­ lip,

Keçiören'deki

evinde

yatıyordu. Garip rastlantı, Hik

m e t B a y u r , Inkilâp K ü r s ü s ü n d e i l k k o n f e r a n s ı n ı v e r d i ğ i g ü n , b u k ü r s ü u ğ r u n a A t a t ü r k ' l e t a r t ı ş m a y ı g ö z e alan R e ş i t G a ­ lip d e h a y a t a g ö z l e r i n i y u m m u ş t u .


KAFESE G İ R D İ

A T A T Ü R K ' ü n b ü t ü n i s t e ğ i ö z g ü r oimal<, hail<ın a r a s ı n ­ da o n l a r g i b i

yaşamaktı. Cumhurbaşkanı

olduktan

hep böyle bir yaşamın özlemini ç e k m i ş t i . Resmî arasında aristokrat

sofrasından sıkıldığını,

sonra

kişilerin

bazı

kereler

kendi ağzından d u y m u ş u m d u r . Halkın içinde şöyle bir

kol­

t u k m e y h a n e s i n d e , d i l e ğ i n c e i ç e b i l m e k , O'nun için ne vaz­ geçilmez bir t u t k u y d u . Bir gün yine A t a t ü r k , halkın yaşadığı gibi yaşamamak­ t a n acı acı yakınarak, —

«Şöyle

Karaköy'deki

koltuk

meyhanelerinde

rup, halkın arasında içmek, sonra aklına esince nu alıp A v r u p a ' y a

otu­

bastonu­

g i t m e k ne iyi o l u r d u . Bıktım bu

resmî

hayattan, törenli şekilde yaşamaktan. O meyhaneler

şimdi

d u r u y o r m u acaba?» d i y e hür

koyu­

olma isteğini ortaya

yor ve şöyle ekliyordu: —

«Tokatlıyan'da oturuyorsun. Bir sürü insan

etrafını

ç e v i r m i ş . Ne rakıyı, ne suyu rahat içebilirsin. Eskiden ne iyi i d i . Koltuk m e y h a n e l e r i n e gider, bir t a b u r e y e o t u r u r , ra­ hatça yer içerdim de k i m s e farkında bile olmazdı. Nerde


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM O günler? Şimdi

85

bir y e r d e o t u r d u m m u , herkes beni

sey­

rediyor.» A t a t ü r k ' ü n sınırlı yaşayıştan ikide —

usanarak Nuri

Conker'e

bir: «Bu C u m h u r r e i s l i ğ i n i h e r s e f e r i n d e b e n i m

üzerime

yıkıyorsunuz. Ben asker a d a m ı m . Tarihte okuduk. NapolĞon'lar da Fransa'ya pek yararlı

olmamışlardır.

böyle o l m a y a c a ğ ı m ne m a l u m ? Bırakın da

Benim

de

serbest geze­

y i m . A l a y ı m e l i m e b a s t o n u m u . Hindi Çini dolaşayım,» der­ di. Atatürk, Cumhurbaşkanlığını

istemediğini

rarlardı. Fakat Türk u l u s u onu bırakabilir

sık sık t e k ­

miydi?

Atatürk'ün bu protokollu yaşayıştan usanarak

ara s ı ­

r a k a ç t ı ğ ı da o l u r d u . Ö z g ü r l ü k ö z l e m i n i n k a ç ı n ı l m a z b i r s o ­ n u c u y d u bu kaçışlar. Bir g ü n D o l m a b a h ç e Sarayında yalnız kalınca canı çok s ı k ı l m ı ş . Bir başına dolaşıp hava

almak

i s t e m i ş . Garaja t e l e f o n edip bir araba g e t i r m e l e r i n i

emret­

m i ş . Şoför arabayla kapıya

gizlice

kapıdan çıkıp Boğaza kadar

gelince de, çocuk gibi

arabaya atlamış ve kimseye

görünmeden

gitmiş.

A t a t ü r k ' ü n yalnız başına, halktan bir k i ş i y m i ş gibi do­ laşmak i s t e m e s i n e ara sıra tanık olurduk. görevli —

bir polis

m e m u r u , şunları

«Bir g ü n A t a t ü r k ,

Dolmabahçe'de

anlatmıştı:

Sarayın kapısına

IJzerinde sade bir g ö m l e k ve pantolon vardı.

kadar

geldi.

Çevresine

baka baka t r a m v a y y o l u n a kadar y ü r ü d ü . G e l i p g e ç e n t a ­ ş ı t l a r a b a k a c a ğ ı n ı s a n m ı ş t ı m . Bir a r a l ı k , y o l d a n g e ç e n b o ş taksilerden

birine

işaret ederek durdurdu. Arabaya o ka­

dar hızlı bindi k i , daha kıpırdamağa bile v a k i t O'nun şoföre

yaptığı «Çek»

işaretiyle arabanın

kalmadan gözden

kaybolması bir oldu. Ne yapacağımı şaşırdım. Saray birbi­ rine girdi. Her

yerde Atatürk'ü

aradılar. O gün

Atatürk,

H a r a m i d e r e korusuna kadar g i t m i ş . Tek başına dolaşıp, öz­ gürlüğün ve yalnız yaşamanın tadına

bakmış.»


36

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Bir gece yine Dolmabahçe Saraymda herkes

yattıktan

s o n r a A t a t ü r k yatağından çıkıp, b i l i n m e y e n bir s e m t e

git­

m i ş . Olayı biraz geç farkeden o devrin Valisi M u h i t t i n

Üs-

tündağ, alarm

zilini çalarak bütün

sarayı ayağa kaldırdı.

Sarayda A t a t ü r k ' ü k o r u m a k l a görevli ne kadar m e m u r var­ sa, h e p s i n i t o p l a y ı p , kendi de daha pijamalarını vakit bulamadan otomobiline atlayarak

çıkarmağa

Atatürk'ü

aramağa

gitti. Saatlerce aramadık yer bırakmamışlar. Her tarafa t e l ­ sizler ç e k i l m i ş . Sarayda kalanlar heyecan içinde bekliyoruz. Sonunda sabaha

karşı A t a t ü r k ' ü n

izine rastlanmış.

Kireç-

burnu'nda bir gazinoda olduğu tespit edilerek oraya

gidil­

m i ş . Vali bir de ne görsün? Deniz kenarındaki bir gazino­ da c ü m b ü ş l ü bir eğlence. Sabah o l m a k üzere. A t a t ü r k , üze­ rinde gelişigüzel bir elbise, başında kasket, sabahçı kahve­ lerinden çevresine topladığı balıkçılarla omuz omuza

ver­

m i ş Kasabiko o y n u y o r . Bir anda ne yapacağını, A t a t ü r k ' ü balıkçıların arasından

kurtarıp, Saraya nasıl

götüreceğini

düşünen Üstündağ, m e m u r l a r l a birlikte balıkçı kılığına g i ­ rip, oyun halkasına

katılmış ve balıkçıları birer birer

silterek Atatürk'le omuz omuza

ek­

kalmış.

Keyfi bozuldu diye önce Valiyi bir güzel paylayan A t a ­ türk, —

«Yahu, felekten şöyle bir gece çalıp

keyfetmeğe,

alelade bir vatandaş gfbi kendi başımıza e ğ l e n m e ğ e t ı k . B u n a da s e n e n g e l o l d u n , » Meğer Atatürk, özgürlük

kalk­

demiş.

isteğine dayanamayarak

Sa­

raydaki kafesinden gece yarısı dışarı fırlamış. Önce Beşik­ taş'taki sabahçı kahvelerinden birine girip bir sade

kahve

söylediği

işare­

tiyle

sırada ocakçı

k e n d i s i n i t a n ı m ı ş . K a ş göz

kahvedeki balıkçılara Atatürk'ün

Balıkçılar da,

bu beklenmeyen

uzaktan korka

korka

sokulmuşlar.

baktıktan

«Hoş geldin

varlığını

duyurmuş.

yeni müşteriye sonra yavaş

Paşam,» d i y e

bir

yavaş

ellerini

süre

yanına öpmeğ'3


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

87

kalkışmışlar. Aralarında bir kaynaşma o l m u ş . Atatürk, o n ­ lara kahve ı s m a r l a m ı ş . Karşılıklı h o ş b e ş t e n ye haber v e r m e m e l e r i n i

sonra

kimse­

geceyi onlarla

birlikte

g e ç i r m e y i t e k l i f e t m i ş . S e v i n ç t e n ne y a p a c a k l a r ı n ı

şaşıran

balıkçıları, otomobiline

öğütleyip aldığı

gibi

Kireçburnu

gazinosuna

gidilmiş. Gazinocu uykudan uyandırılıp, masalar içkiler

içilmiş.

Sonra

hep

beraber

kalkıp,

kurulmuş,

oyuna

başla­

mışlar. Bir gece A t a t ü r k , yine D o l m a b a h ç e Sarayından larak bir

taksiye atladığı gibi

kaçmış. Anadolu

g e ç m i ş . O s ı r a d a IVlaltepe A s k e r î

Lisesi

buna-

sahiline

öğrencilerinden

bir grup. Çubuklu asfaltında Beykoz'a doğru gece y ü r ü y ü ­ şü yapmaktadır.

Birdenbire

önlerine

çıkan

bir

otomobilin

i ç i n d e A t a t ü r k ' ü n t e k başına o t u r d u ğ u n u g ö r ü n c e bir hay­ li

şaşırmışlar. O t o m o b i l i n kapısı açılıp A t a t ü r k yere

inince

lerin başında bulunan yüzbaşı rütbesindeki

bir

hemen selâm vaziyeti alıp, t e k m i l haberini

verir.

öğrenci­

öğretmen,

Atatürk, öğrencilerin gece yürüyüşünü görünce nun olur. Türk Gençliği'nin gece

gündüz

tanın bekçiliğini yaptığını söyledikten —

«Haydi

Atatürk,

uyumayarak

gelin d e , şöyle bir kenara oturalım,»

soru atarak tartışmağa

der.

alırlar.

başlar. O

kanadığını

söylemeğe

Or­

sırada

A t a t ü r k ' ü n ş a k a ğ ı n d a i n c e c i k b i r k a n izi f a r k e d i l i r . şakağının

va­

sonra:

yere çöker. Öğrenciler çevresini

taya askerî bir

mem­

Önce

cesaret edemezler.

So­

nunda öğrencilerden biri dayanamayıp şöyle der: —

« A t a m , şakağınızda

bir yara

var. Galiba

kanıyor

da.» Atatürk, silmek için mendilini sırada öğrenci

a r a r s a da b u l a m a z .

hemen yerinden fırlayarak cebinden

dığı bir mendille şakaktaki pıhtılaşmış dili çok değerli

bir

hatıra

kanı siler, o

olarak saklamak

üzere

O

çıkar­ men­ cebine


88

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

koyar. Atatürk, yaralanmasından

büyük

üzüntü duyan

öğ­

rencilere: —

«Önemsiz

b i r ş e y . İVlerak

etmeyin.

Farkındayım,

kaçarken oldu,» der. Bunun nedenini k i m s e sormağa cesaret edemez. Kos­ k o c a C u m h u r b a ş k a n ı , n e d e n , k i m d e n k a ç ı y o r ? Bu k a r ş ı l ı ğ ı , az s o n r a a n l a ş ı l ı r . A r a d a n geçmeden

uzaktan

motor

bile

gürültüleri, klakson sesleri

ge­

lir ve Atatürk, sözünü yarıda —

sorunun

daha beş dakika

keserek:

« E y v a h , g e l i y o r l a r , » d e r . « Y a k a l a n d ı m . Bu g e c e t e k

b a ş ı m a ş ö y l e bir d o l a ş a y ı m d e d i m . Fakat beni y i n e arayıp buldular. Anlaşılan yine yalnız

kalamayacağım.»

Az sonra otomobiller ve motosikletler Atatürk'ün

ge­

lip önünde durmuşlar. İnen görevlilerin yüzlerinde A t a t ü r k ' ün

kaçmasından

ne derece

telâşlanıp, üzülmüş

oldukları

okunmaktadır. A t a t ü r k , b i r gece de k e n d i s i n d e n izin almadan sizce Saraydan

haber­

kaçan Kılıç A l i ile bir arkadaşını, k o n u k

olarak gittiği bir evde içki içerken arayıp b u l m u ş , A t a t ü r k ' ü o zamana kadar hiç g ö r m e y e n ev sahibi ile b i r l i k t e bahçe­ d e kurulan sofrada yiyip içerlerken, birden Atatürk'ün kö­ p e ğ i Foks, içeri d a l m ı ş . Kılıç A l i ' d e de şafak atmış A t a t ü r k , yarı kızgın, yarı şaka Kılıç A l i ' y e ş ö y l e — rada

«Bravo size. Beni Dolmabahçe'ye

eğlenceye

tabiî.

çıkışmış:

tıktınız, siz

bu­

daldınız.»

O da s o f r a y a o t u r u y o r . G ö r e v l i l e r o n l a r ı a r a y ı p b u l a n a kadar sofra dörtlü olarak

sürüyor.


ENİŞTESİNİN

ATATÜRK'ün

FABRİKASI

kendisinden önce doğan Fatma.

Ömer, kendisinden sonra doğan

Ahmet,

Naciye ve Makbule

adlı

beş kardeşi v a r d ı . M a k b u l e ' n i n dışında bu k a r d e ş l e r i n hep­ si de küçük yaşta ö l m ü ş l e r d i . M a k b u l e Hanım, A t a t ü r k ' t e n d ö r t yaş daha k ü ç ü k t ü . A t a t ü r k ' ü n annesi Z ü b e y d e H a n ı m , 1923 O c a k a y ı n d a İ z m i r ' d e

öldükten sonra tek

mirasçısı

kızkardeşi Makbule Hanım kalmıştı. Makbule Hanım, M u s ­ tafa

Mecdi

Boysan'la

evlenmiş, fakat

sonradan

ayrılmış­

lardı. Atatürk öldüğü zaman Makbule Hanım. M u s t a f a M e c ­ di ile evli o l d u ğ u n d a n Boysan soyadını t a ş ı y o r d u . Eşinden ayrıldıktan

sonra

ten yadigâr

kalan

daha sonra

da

Atadan

soyadını

anlamına

emekli

aldı.

geliyordu.

Albay

Nuri

Beyle

Atadan,

Atatürk'

Makbule

Atadan,

evlenmiş

ayrıl­

mıştı. Atatürk,

Vasiyetnamesi'nde

kızkardeşine

ayda bin l i ­

ra v e r i l m e s i n i , a y r ı c a y a ş a d ı ğ ı s ü r e c e Ç a n k a y a ' d a ğu evin emrinde

kalmasını

istemiştir. Sonradan

A t a d a n ' ı n «mahfuz hisse» si çıkarılan bir kanunla

oturdu­ Makbule ortadan

kaldırılmış ve ağabeysinin mirasından bir şey alamaz d u ­ ruma gelmiştir. M a k b u l e Hanım, eşinden ayrılıp yalnız kal-


90

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

dığı ve g e ç i m darlığına düştüğü için bir kanunla kendisine aylık bağlanmıştır. şekilde yayın

Bununla

ilgili

olarak gazeteler

yapmışlardı. Hiç çocuğu olmayan

Atadan,

1956 y ı l ı n d a k a n s e r

Gûlhane

Hastanesi'nde

geniş

İVlakbule

hastalığına tutularak

Ankara

ölmüştür.

Makbule Hanım'ın eşi Mustafa M e c d i , Kurtuluş Sava­ şı sırasında İstanbul'la Ankara arasında gidip gelip

haber­

l e ş m e sağlamış, Fransız yazarı v e d i p l o m a t ı Glaude Farrer ile A t a t ü r k ' ü n İzmit'te buluşmasını düzenlemiş, kaçak zeme bulma sonra

işinde çalışmıştı.

iş hayatına atılan

çevrede

söylentiler

Cumhuriyet'in

mal­

ilânından

Mustafa Mecdi'nin durumu

d o l a ş m a ğ a b a ş l a m ı ş t ı . Bu

için

söylentiler,

Atatürk'ün de kulağına gitmiş olacak ki, bir akşam sofra­ sında M a l i y e Bakanına: —

«Bizim e n i ş t e n i n fabrikası ne vaziyette?» d i y e

sor­

du. Maliye Bakanı: —

«Mecidiyeköy

sırtlarında...» diye anlatmağa

mıştık k i , daha sözlerini b i t i r m e d e n A t a t ü r k , içini kuşkulara —

kemiren

değinerek:

« N e y a p ı p y a p . Bu a d a m a v e r g i y i k o y . F a b r i k a y ı k a ­

pamağa mecbur

kalsın. Çünkü fabrika çalışırsa

benim adımı kötüler. Benim Yapmak istemese de öyle O geceki

namıma istediğini

piyasada yapabilir.

sanırlar.»

konuşmadan sonra Atatürk'ün

fabrikasına g e r ç e k t e n fazla vergi

eniştesinin

kondu m u , konmadı

b i l m i y o r u m . Fakat çok g e ç m e d e n M u s t a f a M e c d i ' n i n ettiğini

başla­

duyduk. Fabrika kapandı, kendisi de

gitti. Mustafa

Mecdi

bir

ara m i l l e t v e k i l l i ğ i

mı iflâs

Romanya'ya de

Karısından a y r ı l d ı k t a n sonra zor v a z i y e t t e ö l d ü .

yapmıştı.


FENERBAHÇE'YE

FENERBAHÇE Klübü için A t a t ü r k ' t e n

BAĞIŞI

uygun bir

bağış

istemişler. O da b e ş y ü z l i r a b a ğ ı ş t a b u l u n m u ş t u . A t a t ü r k ,

Fener­

b a h ç e ' y e özel b i r i l g i b e s l e r d i . Bir k o n u ş m a s ı r a s ı n d a F e ­ nerbahçe'nin halka ait bir t a k ı m olduğunu söylediğini duy­ m u ş t u m . Halka ait her şeyi A t a t ü r k tutar ve

severdi.

Dr. R e ş i t G a l i p , h e m e n F e n e r b a h ç e ' y e b a ğ ı ş

haberini

getirip: —

«Çelebi...

Çelebi...

lira bağışta bulundu.» diye

Gazi, Fenerbahçe'ye müjdeyi

O zamanın beş yüz lirasının

beş

bugünün on bin

karşılık olduğunu söylemeğe b i l m e m

yüz

verdi. lüzum var

lirasına

mı?


YUNAN MAÇINDAN

SONRA

İZİNLİ o l a r a k i s t a n b u l ' a g e l m i ş t i m . O s ı r a d a Y u r ı a n l ı l a rın A p o l l o takımı g e l m i ş , Fenerbahçe ile maçları var. Fe­ n e r b a h ç e m a ç ı 1-0 k a z a n ı y o r . S a ğ a ç ı k F i k r e t , k a l e y e g i r e n topu çıkarmaya çalışan kaleciden bir y u m r u k yiyor. Bunun ü z e r i n e s a h a y a a t l a y a n b i r s u b a y da k a l e c i y i

dövüyor.

Daha s t a d y u m yok. Baraka gibi eski T a k s i m kışlasın­ da o y n a n ı y o r . O l a y l ı m a ç i k i g ü n s o n r a y e n i l e n d i . Y u n a n l ı ­ l a r ı 2-0 y e n d i k . Ç o k h e y e c a n l ı b i r m a ç t ı A l l a h i ç i n . çocuklar

çok

g ü z e l o y n a d ı l a r . Sağ a ç ı k

Leblebi

Bizim

Mehmet

t o p u ortalıyor, s a n t r f o r N e c d e t sol v u r u p , t o p u Y u n a n ka­ lesine s o k u y o r , soldan Rebii ortalıyor, t o p Y u n a n ağların­ d a . B ö y l e c e m a ç 2-0 b i t i y o r . Ankara'ya

döndüğümde

arkadaşlarla

oturmuş,

maçı

yüksek sesle tartışırken, Atatürk sesimizi duymuş. Yanımı­ za g e l i p b a n a : —

«Maç hadiseli geçmiş, öyle mi?» diye

Ballandıra ballandıra anlattım. Millî

sordu.

hislerim

kalkmış, subayın Yunan kalecisini nasıl dövdüğünü yordum. —

«Subayı

k i m bilir ne yaptılar?»

dedi.

ayağa anlatı­


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Hapsetmişler,» diye karşılık

«Yerini değiştirmişlerdir,»

93

verdim.

dedi.

Atatürk'ün yanında serbestçe konuştuğumuz ve

onun

da b i z i m l e s ı k s ı k ş a k a l a ş t ı ğ ı i ç i n ş ı m a r m ı ş t ı k . O ' n u n yifli halini görünce her şeyi

olduğu gibi

ke­

s ö y l e r d i k . O da

bundan hoşlanırdı. O gün de bir coşkunluğuma gelmiş o l ­ malı ki: —

«Yunanlılar ö y l e p e r i ş a n oldu k i , kaç para e d e r s e ­

nin Sakarya Harbin,» d e d i m . Atatürk, gerçi bir şey demedi ama, sonra söylediğime, söyleyeceğime unutuyor bazen.

bin pişman

oldum.

İnsan

kendini

böyle


R U S MİLLÎ

A N K A R A ' D A Türk-Rus Millî

MAÇINDA

Maçı oynanıyor. Millî Ta­

kım kalecisi Hüsamettin gelen şutları geri çeviriyor. Santr­ f o r V a h a p , Rus k a l e s i n e g o l l e r i s ı r a l ı y o r . Ö n c e 2-0 d i k . S o n ­ ra 2-1 o l d u k . M a ç ı n b i t i m i n e o n d a k i k a k a l a , n e o l d u y s a o l ­ d u . R u s l a r , i k i g o l a t ı p 3-2 o l d u l a r . Y e n i l i n c e ç o k ü z ü l d ü m . Yıl

1928. O z a m a n s t a d y u m

falan yok.

Muhafız

yının sahasında oynanıyor. Köşke d ö n d ü m . Rengim Atatürk'le —

Ala­ atmış.

karşılaştım.

«Ne o Çelebi Efendi?» diye s o r d u .

«Yenildik...»

«Nasıl

yenildik?»

A n l a t t ı m . Can kulağıyla dinledi. A t a t ü r k ama, yakından

ilgilenir, futbol

maça

karşılaşmalarını

gitmez

gazeteler

d e n i z l e r d i . İ s t a n b u l ' d a k i m a ç l a r l a da « B a k , m a ç t a y i n e h a ­ dise çıkmış,» diye

ilgisini

belirttiğini

h a t ı r l a r ı m . Rus

ma­

ç ı y l a da f a z l a i l g i l e n m i ş , d u r m a d a n : —

«Neden yenildik?» diye

soruyordu.

«Bizimkiler onların ayarına g e l e m e m i ş de

ondan,»

diye karşılık v e r d i m . O da b e n i m k a d a r ü z ü l d ü . T a m k a z a n m ı ş k e n , s o n d a -


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

l<il<ada y e n i l . O l u r iş d e ğ i l . A t a t ü r k

bir süre

95

düşündükten

sonra: — ti,»

"Galibiyetten mağlubiyete geçmek çok zoruma git­

dedi.


HASTA ÇOBANI

ZİYARET

O K U M A kitaplarına kadar geçen Sığırtmaç M u s t a f a ile Atatürk'ün karşılaşması çok

enteresandır;

1930 y ı l ı n d a yaz a y l a r ı n d a A t a t ü r k , b i r g ü n a t l a Y a l o v a dağlarında den

bir gezintiye çıkar. O sırada Balaban d e r e s i n ­

çıkıp, sığırları

otlata otlata ilerleyen

bir

sığırtmaca

rastlar. Atını oraya doğru sürüp yanına geldikten sonra: —

«Bu y o l ç ı k a r m ı ? » d i y e

sorar.

Üzerine doğru y i r m i kadar atlının geldiğini gören

ço­

ban hiç ü r k m e z . Eliyle y o l u g ö s t e r i r . A t a t ü r k , y o l u n a g i d e ­ cek y e r d e atını durdurur. Y e r e atladıktan sonra k i m olduk­ larını m e r a k bile e t m e y e n çobanla aralarında şu

konuşma

geçer: —

«Adın ne senin?»

«Mustafa.»

«Ya, benimki de M u s t a f a . D e m e k

adaşız.»

Çobanın A t a t ü r k ' ü tanımadığı bellidir. Belki de

gelen

atlıları zengin çiftlik sahipleri sanmıştır. Atatürk, tanınma­ mış olmasından —

keyiflenerek:

«Sen Gazi'yi tanır mısın?» diye sorar.

Çocuk bozuntuya vermez. Bilgiçlik

taslayarak:


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Tanırım,» der.

«O'nu sever

«Severim.»

«Niçin

97

misin?»

seversin?»

Sığırtmaç şöyle bir düşünür gibi —

«Paşa o l d u ğ u

için

«Peki b u k o y u n l a r

«Ağanın.»

yapar:

severim.» kimin?»

«Sen kaç p a r a y a

«IJç l i r a y a . »

çalışıyorsun?»

«Ayda üç lira yılda kaç para eder?»

Çoban bunun hesabını yapamaz. A t a t ü r k ' ü n ve yanınd a k i l e r i n y a r d ı m ı y l a ayda üç liranın, yılda otuz altı lira yap­ tığını hesaplar. —

«Sana b u o t u z a l t ı

me gelir

lirayı v e r i r s e m , benim

çiftliği

misin?»

•— « A ğ a

razı

olursa gelirim. Ağanın

rızasını

alın

da

ondan sonra.» —

«Senin anan, baban yok

mu?»

«Yalnız anam

« B a k a l ı m razı o l u r

var.»

« O n u n da r ı z a s ı n ı a l ı r s a n ı z razı o l u r . O z a m a n b e n

mu?»

de sizin ç i f t l i k t e çalışır, ona

bakarım.»

Atatürk, bu sırada cebinden bir sigara çıkarıp

çobana

uzatır. Çoban on bir-on iki yaşlarındadır. Sigarayı —

«Sigara

içmiyor

«Daha s ı r l a ş m a d ı m

almaz.

musun?» (alışmadım).»

Bunun üzerine A t a t ü r k , cebinden bir

on

lira

çıkarıp

v e r m e k i s t e r . Ç o b a n b u n u d a a l m a z . Bu g ü z e l h a l i A t a t ü r k , parayı alması için ısrar

gören

eder:

«Neden almıyorsun?» diye sorar.

«Bu ç o k p a r a . H e m b a n a n e r d e n a l d ı n d i y e

«Aferin

sorar­

lar.» oğlum. Böyle

o l m a l ı . Fakat ben

sana

bu F: 7


98

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

parayı, bana yol g ö s t e r d i ğ i n için v e r i y o r u m . K i m s e bir

şey

demez.» Atatürk,

parayı

alması

için

çobana

yeniden

ısrar

edince: —

« A l ı r ı m a m a , bir şartla,» der. «Sen de b e n i m v e r e ­

c e ğ i m cevizleri alırsan paranı alırım.» A t a t ü r k , çobanın y e m e k için yanına aldığı yarım okka kadar cevizi alır, parayı verir. İş b u k a d a r l a k a p a n s a i y i . E r t e s i g ü n S ı ğ ı r t m a ç

Mus­

tafa, j a n d a r m a tarafından apar topar, daha ne o l d u ğ u n u a n ­ lamağa vakit bulamadan Yalova A t a t ü r k Köşküne Ç o b a n daha A t a t ü r k ' ü n

kim olduğunu

getirilir.

bilmemektedir.

Sığırtmaç M u s t a f a ' y ı işte b e n , ilk kez o g ü n , orada ta­ nımıştım. Salonda birçok konuk vardı. Çoban elinde sopa­ sı

olduğu

halde

oturuyor,

başına

geleceğinden

ürkek bakışlarla çevresine bakmıyordu. Yanına —

«Konuştuğun

«Bilmem,» diye karşılık verdi.

Bunun

üzerine

adam

kimdi?»

çocuğa

diye

habersiz, sokulup:

sordum.

bulunduğumuz

yeri

Çoban:

anlatarak,

e l i m d e n geldiği kadar öğütte bulundum: —

« D i k k a t l i ol ve hiç çekinme,» d e d i m . «Seni

a d a m o l u r s u n . Bu g ö r d ü ğ ü n

okutur,

Atatürk'tür.»

Çocuk artık köşke getiriliş nedenini öğrenmiş

bulunu­

y o r d u . Yüzünde m e m n u n l u k hali b e l i r m i ş t i . Derken Atatürk salona girdi. Sığırtmaç Mustafa'yı te­ peden tırnağa süzdükten

sonra

suratı

asıldı.

Konuklara

dönerek: —

Çocuğa k i m o l d u ğ u m u söylemişler. Baksana, nasıl

konuşması, tavrı değişti,» dedi. Bunu duyar duymaz benim söylediğim meydana

çıka­

cak diye korkudan h e m e n oradan s ı v ı ş t ı m . Cılız, ç e l i m s i z Sığırtmaç M u s t a f a ' n ı n köşke

getirildik­

ten sonra sıtmadan dolayı karnının davul gibi şiş

olduğu


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

99

görüldü ve İstanbul'a yollanarak Şişli Çocuk

Hastanesine

yatırılıp tedavi altına alındı. Yalovadan İstanbul'a d ö n m ü ş t ü k . Bir gece yarısı A t a ­ türk'ün

aklına

geldi. Çoban

Mustafa'yı

sordu.

«Yatıyor,»

dedik. «Gidip görelim,» d e d i . Saat g e c e n i n ikisinden sonra Şişli Çocuk Hastanesine yollandık. Gelişimiz bir â l e m d i . Bütün çocuklar uykudan uyandı­ lar. A t a t ü r k , Ç o b a n M u s t a f a i l e b e r a b e r , y a t a n ö b ü r ç o c u k ­ l a r ı n da s ı h h a t i n i s o r d u . H a s t a n e d e k a l d ı ğ ı m ı z s ü r e

içinde

çocukların hiç biri uyumadı. Atatürk, Çoban Mustafa'nın yanından ayrılmak istemi­ yordu. Çoban Atatürk'ü

görünce yatakta doğrulmak

ama, eliyle ona engel o l d u . Onunla

özel olarak

istedi

konuştu.

Hatırını sordu: —

«Sen ayağa k a l k m a y ı bırak da, buradan nasıl çıka­

cağını düşün,» dedi. Sonra

çobanın

omuzunu

okşayarak

şöyle konuştu: —

«Benim

çiftliğime

çalışmağa

gelmemiştin.

Şimdi

ağandan aldığın üç lira aylıkla öde b a k a l ı m hastane

para­

larım.» Çobanı önce bir korku aldı. Gerçekten dediği

doğruy­

sa bu parayı nasıl ö d e r d i . Sonra A t a t ü r k ' ü n yüzüne d i k k a t l i dikkatli bakarak şaka yapıp yapmadığını kendi aklınca ölç­ tükten sonra: —

«Sen k o s k o c a G a z i P a ş a ' s ı n . E l b e t t e h a s t a n e p a r a ­

s ı n ı da v e r i r s i n , »

dedi.

Sabaha karşı Sığırtmaç M u s t a f a ' y ı bırakarak

hastane­

den ayrıldık. Ertesi akşam

sofrada

konu, yine

bu Çoban

Mustafa

üzerindeydi. Herkes onun için bir şey söylüyordu. Lehinde v e a l e y h i n d e . . . Bazı k o n u k l a r : —

«Paşam, bu çocuğa

«Niçin?»

boşuna emek

vereceksin.»

«Efendim, çoban hiç okur mu? A d a m olur

mu?»


100

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Bu s a ç m a l a r ı b ü y ü k b i r d i k k a t l e d i n l e y e n A t a t ü r k : —

lar

«Yahu, ne uzağa g i d i y o r s u n u z . Ben de bir z a m a n ­

tarlada

kargaları

bekledim.

Dayımın

koyunlarını g ü t t ü m . Beni biraz zeki

çiftliğinde

'Bu çocuğu o k u t m a l ı , ' d e d i . Bundan sonra beni okula

yazdırdılar.

Çobanlar okumaz

onun

gören dayım: askerî

Ben o k u d u m , gördüğünüz

yere

diye

Bu ç o c u k

bir

nazariye yoktur.

geldim. da

o k u r . B e l k i b ü y ü k b i r a d a m da o l u r . O n u d a z a m a n g ö s t e ­ rir,» dedi. her

gelişi­

mizde Saraya gelir, A t a t ü r k ' l e görüşür ve mubayaa

Çoban M u s t a f a , Kuleli'de iken

İstanbul'a

memu­

r u y ü z b a ş ı e m e k l i s i Rıza K ö s e ' d e n a y l ı ğ ı n ı , y a n i a l ı r , bazı d e f a y e m e k t e Çoban

harçlığını

alıkonulurdu.

Mustafa, Atatürk'ün

Dolmabahçe'de

mübarek

nâşmı yaşarmış gözlerle selâmlarken, üzerinde Kuleli forması

üni­

bulunuyordu.

Yıllar geçti ve zamanla bu çocuğun okuyup adam o l ­ duğunu gördük. Çoban m i ş ve emekli

Mustafa

binbaşılığa kadar

olmuştur. Şimdi Yalova'da

yüksel­

oturmaktadır.


AYAKLARINA KAPANAN

A T A T Ü R K h e r yaz d i n l e n m e k

için Yalova'ya

KADIN

gelir

ve

b u r a d a üç ay k a d a r k a l ı r d ı . Y a l o v a ' n ı n i n s a n a h u z u r v e r e n havasına, s e s s i z l i ğ i n e âşıktı âdeta. Burada t a b i a t l a baş ba­ ş a k a l m a k t a n b ü y ü k b i r haz d u y d u ğ u n u , f e r a h l a d ı ğ ı n ı halinden belli ediyordu. Denizcilik

Bankasının

her

yaptırdığı

T e r m a l O t e l i n i n i l k k o n u ğ u d a 22 o c a k 1938 c u m a r t e s i g ü ­ nü A t a t ü r k o l m u ş t u . Termal'in üçüncü katında bulunan dai­ r e s i hâlâ O n u n a n ı s ı n a k a p a l ı t u t u l u r . A t a t ü r k ' ü n

Termal'de

koru içindeki ahşap A t a t ü r k Köşkünü çok sevdiğini, ö m r ü ­ nün son günlerini

burada geçirmek

istediğini

birçok

kez

duymuşumdur. Yine b i r yaz, Yalova kaplıcalarındayız. Tatil ayları k e n ­ dine özgü bir t e m b e l l i k l e

sıcak ve ağır g e ç i p

gitmede...

Günlerden bir g ü n , ansızın köşkün kapısında bir kadın be­ l i r d i . Bu s ı r a d a A t a t ü r k , k ö ş k ü n

merdivenlerinden

inmek­

t e y d i . Kadın b i r d e n kendini y e r e atıp, A t a t ü r k ' ü n ayakları­ na k a p a n d ı , ö p m e k i s t e d i . F a k a t A t a t ü r k , b u n a h e m e n gel oldu. «Estağfurullah,» diye geri geri

en­

çekildi.

Ö n c e m a h c u p o l m u ş g i b i b i r t a v ı r t a k ı n m ı ş t ı . F a k a t az sonra kızdığını a n l a d ı m . Sert bir ş e k i l d e :


102

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Ne istiyorsun?» diye sordu.

«Üç ç o c u ğ u m var, okula v e r m e k

«Peki, siz ne iş yaparsmız?»

Kadın ezile büzüle, adeta —

istiyorum.»

utanırcasına:

«Öğretmenim...» diyebildi.

A t a t ü r k ' ü n canı adamakıllı sıkılmağa

başlamıştı.

Bir

öğretmen, hem de «Yeni nesli sizler yetiştireceksiniz, y e ­ ni nesil sizin eseriniz olacaktır,» dediği bir ö ğ r e t m e n , g e l ­ sin, O'nun ayaklarına kapansın. Olur şey değil. —

«Siz b ö y l e y a p a r s a n ı z , s i z i n y e t i ş t i r d i ğ i n i z

çocuk­

lar n e y a p a r ? B ö y l e b i r h a r e k e t f a n i i n s a n l a r a y a p ı l ı r

m\?

Haydi istediğin neyse çabuk s ö y l e . Yalnız şunu iyi bil k i . k i m olursa o l s u n , elini ayağını

öpmek

hiç

de

doğru

de­

ğildir.» Kadın ö ğ r e t m e n i n isteği, iki çocuğunu yatılı okula ver­ mek, okutmaktı. Aynı öğretmen

otomobile

alındı.

Yalova

iskelesinde'

indirildi. Ertuğrul yatındaki sofraya oturtulup, öğle yemeği v e r i l d i . Sabiha G ö k ç e n , Zehra ve Rukiye Hanımlar da ordaydı. A t a t ü r k , y a v e r i aracılığıyle kadına yüz lira v e r d i . Ç o ­ c u k l a r ı da A t a t ü r k ' ü n e m r i y l e

hemen

yatılı okula

gönde­

Kadıncağız o an ne yapacağını, nasıl t e ş e k k ü r

edece­

rildi. ğini bilemiyordu. Ayrılırken gözleri

yaşlarla

dolu

«Allah

uzun ö m ü r l e r versin,» diyebildi. Yalova'da Atatürk'ün Öğretmenin

çok

o

gün

ayaklarına

canını sıkmış

ve

kapanan neşesini

öğretmen

olayı

kaybettirmişti.

davranışına kızmış, fakat sonuç olarak

kadın-

olduğu için de yardımı e s i r g e m e m i ş t i . A t a t ü r k , her zaman kadına t o p l u m içinde gereken ö n e m i n v e r i l m e s i n i

istemiş­

t i . B a t ı k a d ı n ı i l e T ü r k k a d ı n ı a r a s ı n d a k i f a r k ı k a l d ı r m a k enbüyük

amacıydı. Türk

kadını

bütün aşağılık

duygulardan-

kurtarılmalıydı. Ö m r ü n ü n sonuna dek de bunu savunmuştur»


NİYE KADINI

S I C A K b i r yaz g ü n i j y d ü . . .

İstanbul'da

ÖPMEDİN?

bulunuyorduk.

Beylerbeyi Sarayında yine sazlı sözlü bir s o f r a hazırlanmış­ t ı . Saraya hizmete gelen yaşlı bir kadının sebep olduğu bir olayı asla u n u t a m a m . . . Adını bile ö ğ r e n e m e d i ğ i m bu yaş­ lı k a d ı n s a d e c e b i r g e c e ç a l ı ş t ı , f a k a t h i z m e t a ğ ı r

geldi.

Dayanamadı ve ertesi günü çekip gitti. Öyle ya, gece sa­ baha kadar çalışmak kolay mı? Kadın sofraya de kendi

bir

kadeh

rakı v e

çeşitli

atıyordu. Belki

içki

v e r i y o r , arada

alışkanlığından,

bir

belki

heyecanını yatıştırmak i ç i n . . . A m a arada bir içtiğini gözüm­ le

gördüm. Bir an g e l d i , kadın salonda bir koltuğa y ı ğ ı l ı v e r d i . He­

men koşup kaldırmak i s t e d i m . Eğlenceli bir geceydi. Her­ kes c o ş m u ş , bambaşka bir dünyada y a ş ı y o r d u .

Maksadım

kimseye sezdirmeden, Atatürk'ün keyfini kaçırmadan kadı­ nı s a l o n d a n ç ı k a r m a k , s o n r a d a S a r a y d a n

uzaklaştırmaktı.

Kollarımla kadını arkasından t u t u p , ayağa çalışırken,

korktuğuma

uğradım. Atatürk,

kaldırmağa

uzaktan

kadına

sarıldığımı g ö r m ü ş . Böyle şeyler de hiç gözünden

kaçmaz.

B a ş ı m d a b i r d e n üç

Atatürk,

gölge

görünce

sendeledim.


104

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

N u r i Conl<er, T a h s i n Ü z e r . . .

Korkudan ne yapacağımı

şa­

şırdım. Atatürk

kaşlarını

çatarak:

«Sen kadını öpüyordun...»

«Hayır Paşam,

«Öpüyorsun...»

dedi.

öpmüyorum...»

« Ö p m ü y o r u m . Nasıl ö p e r i m . Ben kadının

dayım. Saçları ağzıma —

«Saçlarını mı

«Hayır e f e n d i m , hiç

Atatürk'ün

öpüyordun?» bir yerini

öpmedim...»

b u kez s e s i n i n y u m u ş a d ı ğ ı n ı

sezdim:

«Neden öpmedin?» diye sordu.

«Çalıştığım yerde doğru bulmuyorum...»

«Neye doğru

«Ekmek y e d i ğ i m yerde

Bu s ö z l e r i m A t a t ü r k ' ü n

böyle' şeyler

gerilmiş

düşünmem.

Atatürk

cevaplarımı

beğenmiş

nerken: —

işaret

«Çok iyi yerden ders almışsın,»

«Bravo,» d e d i ğ i n i d u y d u m .

ederdim.»

kaşlarını

havanın yumuşamasından

bana d ö n ü p , gözucuyla A t a t ü r k ' ü —

dedim.

bulmuyorsun?»

A m a dışarda o l s a m istediğim şekilde hareket Tahsin Üzer de

arkasın-

geliyor.»

gevşetti.

cesaret

alarak,

ederek, dedi.

olmalı

ki, yerine

dö­


MADAM

BEVOĞLU'ndaki

Eden L o k a n t a s ı n a

VERA

gitmiştik.

Papazla­

rın toplantısı vardı. Y i r m i dört kişilik bir masada

birbirle­

rine ziyafet çekiyorlardı. Mal sahibi M a d a m Vera güzel bir kadındı. A s l e n

Be­

yaz Rustu, Ç o k t i t i z ve düzenli bir s e r v i s i v a r d ı . A t a t ü r k , y e m e k sırasında M a d a m Vera'yı masaya çağırttı: — tikten olabilir

« L o k a n t a n ı z ç o k g ü z e l , » d i y e ö v ü c ü b i r k a ç söz e t ­ sonra, «Bir ş e y e miyiz?» diye

ihtiyacınız

var m ı , size

yardımcı

sordu.

M a d a m Vera u m m a d ı ğ ı anda başına konan bu Kuşundan son derece keyiflenmiş, ellerini —

«Evet var

Devlet

oğuşturarak,

Paşam,» diye sıkıntı içinde

bulundukla­

rını, bir m i k t a r k r e d i y e i h t i y a ç l a r ı o l d u ğ u n u s ö y l e d i . Bunun üzerine

Atatürk,

«Ne kadar?» diye

«On bin lira kadar.»

sordu.

«İş B a n k a s ı n a s ö y l e y e l i m . M ü m k ü n s e b i r

çaresine

baksınlar,» d e d i k t e n sonra başyaver Rüsuhi Beye bu k o n u ­ da talimat

verdi.

Ertesi günü Eden Lokantasının d u r u m u inceden inceye


106

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

İ n c e l e t t i r i l d i . Bal<tılar k i , b o r ç i ç i n d e . Bir s ü r e Bu o l a y ı n t a n ı k l a r ı n d a n D r . R e ş i t çok

Galip,

oyaladılar. kredi

işine

içerlemişti, —

«Biz b u k a d a r t a r i h y a z ı p ç a l ı ş ı y o r u z . Beş p a r a b i ­

le a l d ı ğ ı m ı z y o k . Rus k a r ı s ı n a p a r a v e r i l i y o r , » d i y e dı s ö y l e n m e ğ e . Oysa para falan v e r i l m i ş değildi.

başla­


RUM KADINIYLA

KAVUNCU

BİR yaz a k ş a m ı B ü y ü k a d a ' y a g i t m i ş t i k . 1936 y ı l ı y d ı . İ s ­ kelede A t a t ü r k ' ü büyük bir kalabalık karşıladı. İçten sevgi gösterilerinde Vapur

iskelesine

binmesi

bir

bulundu. Splandit Oteline otomobil

yanaştırmışlar.

Atatürk'ün

için. Oysa Adalarda tekerlekli, motorlu

gezilmesi yasak. Atatürk, otomobili

gelen

gidilecekti. araçlarla

görünce şöyle

«Adada otomobille dolaşmak yasak değil

sordu: mi?»

S o r u s u n u n karşılığını daha b e k l e m e d e n , —

«Kaldırın bu otomobili,» dedi. Sonra iki dizi h a l i n ­

de sıralanıp, kendisine yol açan kalabalığın

arasında y ü ­

rüyerek

çiçek

otele geldi. Herkes yolda Atatürk'e

atıyor,

kalabalığı yaranlar, eğilip elini öpüyorlardı. Otelin alt kat terasında çok güzel bir sofra

hazırlan­

m ı ş t ı . Fakat A t a t ü r k , halkın c o ş k u n l u ğ u n u g ö r ü n c e bu sof­ raya pek ilgi g ö s t e r m e d i . Bir s e r v i s masası üzerindeki ra­ k ı y l a l e b l e b i d e n a l ı p , e l l e r i a r k a s ı n d a b i r a ş a ğ ı , b i r yukaı-ı dolaşmağa

başladı.

Balkonun önü çepeçevre insanla doluydu.

Her

çeşit

insan Ata'larını g ö r m e k için t o p l a n m ı ş , b i r b i r l e r i n i n başları 'üzerinden

bakmağa

çalışıyorlardı.

Atatürk,

merdivenlere


108

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

d o ğ r u y ü r ü y ü n c e l<aiabaiık a r a s ı n d a y e n i b i r k a y n a ş m a o l ­ d u . Y u k a r ı s ı ç r a y ı p y e n i d e n b a ş l a d ı l a r el ö p m e ğ e . Göz y a ­ şartıcı bir manzaraydı bu. Kalabalığın arasında siyah dekolte bir elbise

giymiş,

uzun boylu, dolgun vücutlu çok güzel bir Rum kadını, ora­ daki herkes gibi A t a t ü r k ' ü n de dikkatini ç e k t i . Kadının ko­ c a s ı y a da y a k ı n ı o l d u ğ u n u s a n d ı ğ ı m b i r e r k e k v a r d ı . A t a ­ türk kadını yanına çağırdı. İçki içip i ç m e d i ğ i n i s o r d u . «Ha­ yır» karşılığını alınca onu dansa kaldırdı. O sırada salonda orkestra

yukarı

çalıyordu.

O devirde sırtlarındaki

küfelerle

mahalle

aralarında

dolaşan seyyar kavuncular vardı. Uzun b o y l u , babayani k ı ­ lıklı, kırçıl sakalı göbeğine kadar inen böyle bir da, sırtındaki

küfeyle

türk'ü görmeğe

kavuncu

kalabalığın arasına s o k u l m u ş ,

Ata­

çalışıyordu.

Rum kadınıyla dansını bitiren A t a t ü r k , birden

gözüne

çarpan sakallı kavuncuyu eliyle işaret ederek yanına çağır­ dı. Kavuncu, bir Cumhurbaşkanı

tarafından

çağrılacağını

aklının ucundan bile g e ç i r m e d i ğ i için yerinden dı. «Acaba kimi çağırıyor?» gibisinden sağına

kıpırdama­ soluna

ba­

kındı. Yanındaki bir iki genç «ben m i , ben mi?» diye orta­ ya fırladılar. A t a t ü r k , başıyla «hayır» işareti y a p t ı k t a n s o n ­ ra p a r m a ğ ı y l a y e n i d e n k a v u n c u y u işaret Kavuncu bir anda k e n d i n i Ne

olduğunu

pistin ortasında

anlayamadan çevresine

nıyordu. Atatürk,

etti.

kavuncunun sırtındaki

Sonra Rum kadınına, kavuncuyla

buluverdi.

şaşkın şaşkın

dans

küfeyi

bakı-

çıkarttırdı.

etmesini

söyledi.

Kadın çok güzel dans biliyor, p i s t t e döndükçe kıvrak hare­ k e t l e r i y l e göz k a m a ş t ı r ı y o r d u . P e j m ü r d e k ı y a f e t l i k a v u n c u y s a h a y a t ı n d a h i ç d a n s e t m e m i ş t i . Bu i k i a y r ı t o p l u m nın

insanının

birbirine

sarılarak

dans

edişleri

şeydi. Dans bittikten sonra Atatürk, ellerini —

katı­

görülecek

çırparak:

«Bravo, bravo.» dedi. «Çok güzel dans oldu.» Son­

ra R u m k a d ı n ı y l a g e l e n e r k e ğ e

beraber

dans

etmelerini


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

103

s ö y l e d i . Bu kez o n l a r d a n s a b a ş l a d ı l a r . O r k e s t r a

hiç

dur­

madan çalıyor, toplanan halk alkış t u t u y o r d u . Atatürk, bir

Büyükada'daki

Rum kadınıyla

yoksul

o

eğlence

bir

akşamında

kavuncuyu

acaba neyi anlatmak i s t e m i ş t i ?

dans

«İmtiyazsız,

zengin

ettirmekle

sınıfsız

bir

k i t l e , " o l d u ğ u m u z u g ö s t e r m e y i m i ? Yoksa o zengin kadına «ben i s t e r s e m seni bir cumhurbaşkanıyla da, bir k ü f e c i y l e de dans ettirmesini bir türlü ç ö z e m e d i m .

bilirim,»

d e m e ğ e m i g e t i r m i ş t i . Bunu.


S A M İ P A Ş A N I N S Ü S L Ü EŞİ

YIL 1931. Dolmabahçe Sarayında ç o k ' p a r l a k bir düğün oluyor, generallerden

birinin

kızı e v l e n i y o r d u . Y u r d u n

n ı n m ı ş k i ş i l e r i d ü ğ ü n e ç a ğ r ı l ı y d ı l a r . 1-fer y a n d a ş ı k güzel hanımlar, genç kızlar, yakışıklı erkekler

ta­

elbiseli

göze çarpı­

yordu. Türkiye'nin Berlin büyükelçisi olan Kemalettin

Sami

Paşa v e e ş i d e k o n u k l a r a r a s ı n d a y d ı . Elçi v e e ş i d i k k a t i

çekecek

kadar şık

giyinmişlerdi.

K e m a l e t t i n S a m i Paşanın eşi A r a p d ü n y a s ı n d a t a n ı n m ı ş bir p r e n s e s t i . Ne kadar m ü c e v h e r i varsa hepsini t a k m ı ş t ı d e ­ nebilir. Yürüdükçe pırıl pırıl yanıp herkesin bakışlarını yapılı bir sütunu

sönen

mücevherlerle

üzerinde t o p l u y o r d u . Sanki

ışıklardan

andırıyordu.

Prensesin bu aşırı s ü s ü , çok g e ç m e d e n A t a t ü r k ' ü n de dikkatini çekti. Canının sıkıldığını anlamakta

gecikmedim.

Bütün neşesi bir anda uçup g i t m i ş t i . Dans biter b i t m e z Ke­ malettin

Sami

Paşayı

yanına

çağırdı. Ayakta

şu

şekilde

konuştu: —

«Lütfen etrafınıza bir bakın. Ne kadar güzel

hepsi t a b i i . Hiç bu kadar

elmaslısına

rastlıyor

varsa

musunuz?


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Sizin Iıanımefendi

bujular

içinde. Kendi çirkinliğini

mak için kuyumcu dükkânına Kemalettin

Sami

111

kapa­

benzemiş.»

Paşa, e ş i y l e

beraber

salonda

daha

çok kalamadı. H e m e n Saraydan ayrıldı. Eşinin bu kadar s ü s ­ l e n m e s i n e v e h o ş o l m a y a n b u d u r u m u y a r a t m a s ı n a o da çok üzülmüş ve pişman o l m u ş t u . Çok şık giyinen A t a t ü r k , s ü s t e n , g ö s t e r i ş t e n

tiksinir,

b ö y l e ş e y l e r d e n uzak d u r u r d u . T a m b i r s a l o n a d a m ı

oldu­

ğu halde, t a b i î l i k t e n hîç bir zaman ayrılmaz, g ö r ü n d ü ğ ü g i ­ bi o l m a y ı y e ğ t u t a r d ı .


HANIMLARINIZI

ATATÜRK'ÜN

her

geceki

sofralarından

UNUTMAYINIZ

biri.

Sofrada

C e v a t A b b a s , Recep Z ü h t ü , Kılıç A l i . Recep Peker, Tahsin Üzer gibi yakın arkadaşları, sofrasının

gedikli

konukları

bulunuyordu. O

gün

Saraya

tanımadığım

bir hanım

gelmişti. Ata­

t ü r k ' l e g ö r ü ş m e k i s t e d i . G ö r ü ş t ü r ü l d ü . Beş o n d a k i k a s o n ­ ra da t a n ı m a d ı ğ ı m b u k a d ı n g i t t i . O z a m a n p e k

ilgilenme­

m i ş t i m . M e ğ e r gelen kadın, A t a t ü r k ' ü n yakın arkadaşı Ce­ v a t A b b a s ' ı n eşi değil m i y m i ş . Kadıncağız, son zamanlarda kocasının

kendisini

bir

kenara ittiğini

söylemiş,

ilgisizli­

ğ i n d e n yakınmış. A t a t ü r k ' ü n bu konuda yardımını rica et­ m i ş . Tabiî b ü t ü n b u n l a r d a n C e v a t A b b a s ' ı n h a b e r i y o k . Konuklar sofrada yerlerini aldıktan sonra Atatürk binden

altın

sigara

tabakasını

çıkardı. İçinden

iki

ce­

sigara

ç e k t i . Birini kendi y a k t ı , öbürünü de Cevat A b b a s ' a fırlat­ tıktan —

sonra: « Y a k b a k a l ı m b i r s i g a r a C e v a t Bey,» d e d i .

Atatürk'ün sofrada sigara dururken sadece Cevat Ab­ bas'a sigara atışını, anlamlı

anlamlı süzüşünü pek

hayra


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM yormadık. Arkasından ğini

113

hemen bir fırtınanın patlak verece­

anlamıştık. Cevat Abbas

sigarasından

henüz bir nefes bile

m e m i ş t i k i , A t a t ü r k ona t a m bir ders olan şu

çek­

konuşmayı

yaptı: —

«Bir zamanlar genç bir subaydınız. Hanımlarınız da

genç kızlardı. Sevişip evlendiniz. O zaman fakirdiniz. Ş i m ­ di hem zenginsiniz, hem de mebussunuz. O zaman olan aileleriniz ş i m d i size

çirkin ve kart geliyor.

pulsuz bir t e ğ m e n k e n size gönül v e r m i ş , yıllarca

güzel

Parasız kahrınızı

ç e k m i ş , çoluk sahibi etmiş hanımlarınızı unutmayınız. Ak­ lınızı başınıza alınız v e kadınlara k ö t ü m u a m e l e e t m e y i n i z . »

F: 8


M A R İ F E T M İ Ş GİBİ

BİR g ü n

sofrada

kadınlar

üzerine

EVLENMİŞİZ

görüşmeler

yapılı­

yor, kadın konusunda ortaya atılan düşünceleri A t a t ü r k dik­ k a t l e d i n l i y o r d u . Bir e r k e ğ i n b e r a b e r y a ş a d ı ğ ı b i r k a d ı n d a n ayrıldıktan nin

sonra

onun

aleyhindeydi

ve

için

yakışıksız

ısrarla

bu

sözler

düşünceyi

söylemesi­ savunuyordu

Atatürk. Atatürk'ün ayrıldıktan

evliliği

kısa

sürmüş

ve

Lâtife

Hanım'dan

sonra bile, yeri geldiği zaman ondan

saygıyle

söz e t m e ğ i alışkanlık haline g e t i r m i ş t i . —

«Bizim Lâtife Hanım kraliçe gibidir. Lisan bilir, se­

f i r ağırlar, s o s y e t i k m i s a f i r l e r i nasıl kabul e d e c e ğ i n i

bilir,

k ü l t ü r l ü , aydın kadındır.» Şeklindeki ö v ü c ü sözleri çok k i ­ şinin kulağından

gitmemiştir.

Bir gün A t a t ü r k ' e Kitabı okuyunca

Armstrong'un

kaşlarının

sayfa, O'nun özel hayatıyla ilgili —

«Bu

İngiliz

benim

kitabını

çatıldığmı gördüm. evime

getirdiler. Okuduğu

bölümdü. giremez. Özel

hayatıma

nüfuz edemez. Bizim Lâtife Hanım Avrupa'da tahsil

etmiş­

tir. Ona bunları olsa olsa o yazdırmıştır. İngiliz, özel haya­ t ı m ı bilir ama, bir y e r e kadar bilir,» d e d i .


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Dalla

sonraları

evlenme

konusu

115

açıldığında

Atatürk'

ün şöyle konuştuğunu hatırlarım: —

«Biz d e b i r z a m a n l a r m a r i f e t m i ş g i b i

Merasimlerle Atatürk'ün

evlenmeyi bir marifet Lâtife

Kanunun çıkışma

evlenmiştik.

sanmıştık.»

H a n ı m ' d a n a y r ı l ı ş ı , 1926'da

da y o l

açmıştır.

Eskiden

Medenî

boşanma

k o l a y d ı . Boş o l d e d i m i , k a r ı k o c a a y r ı l ı v e r i r d i .

çok


EN B Ü Y Ü K

O

zamanlar

havasına

basit

arkadaşlarını

bir

kasaba

olan

SERVET

Ankara'nm

sıkıcı

alıştırmak için uzun bir süre

Baş­

kentten ayrılmayan Atatürk, devrimleri yerleştirmeğe baş­ l a d ı k t a n s o n r a yaz m e v s i m l e r i n i İ s t a n b u l ' d a g e ç i r i r olmuş-> t u . IJç, d ö r t a y s ü r e k l i o l a r a k İ s t a n b u l ' d a k a l ı r , y a t l a mara v e Boğazda geziler yapardı.

Bu

gezilerde

Mar­

Sakarya.

Çankaya ve İstanbul motorlarıyla Ertuğrul yatını kullanırdık. Şehirdeki

gezintilerinin yerlerini, ömrünün

son yılla­

rında deniz banyoları almağa başlamıştı. Selanik

gibi

bir

kıyı şehrinde d o ğ m u ş olduğu halde, o zamanki softalık y ü ­ zünden A t a t ü r k denize hiç g i r m e m i ş t i . Y ü z m e y i , kendi e s e ­ ri olan Florya'da öğrendi ve halkın arasında yüzdü. Zaten halk arasında, kalabalık için

içinde yaşamak

isteğinde

İstanbul'u bu işe daha e l v e r i ş l i bulur v e

çok İstanbul'u İstanbul'da

olduğu

Ankara'dan

severdi. b u l u n d u ğ u m u z bir yaz m ü z e l e r i

dolaştı,

e s k i yapıtları i n c e l e d i . Topkapı Sarayında ne var, ne

yok

hepsini birer birer gözden g e ç i r d i . Topkapı Sarayı

müze­

s i n i n k u r u l m a s ı da A t a t ü r k ' ü n b u y r u ğ u y l a o l m u ş t u r .

Meci-

diyeköşkü'nü gezerken, Millî Eğitim Bakanlığının

emriyle


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

117

Topkapı Sarayında t o p l a n a n , f a k a t ne h i k m e t s e halkın gö­ zünden saklanan hükümdarların portrelerini görmüş ve bun­ ların sergilenmesi

emrini v e r m i ş t i . A t a t ü r k , ayrıca

halkın

içeri alınmasını da i s t e m i ş , o sırada Gülhane Parkında b u ­ lunan birçok k i m s e , çevresini kuşatmış olarak Saraya alın­ mıştı. A t a t ü r k , daha sonra kapalı vaziyetteki

Hırka-i

Saadet

dairesini gezdi. Hilâfete bağlı olan bu dairenin kırk kıdemli m e m u r u , bunların hademesi

kadar

b a ş ı n d a da H ı r k a - i S a a d e t

Ser-

unvanını taşıyan Hoca Rasim Efendi adında

bir

adam vardı. A t a t ü r k ' ü n yanında Kâzım Özalp da v a r d ı . Her biri birer

hazine değerindeki

eşyaları sandıklardan

çıkar­

tıp teker teker gözden geçirdi. Sonra bunların tekrar san­ dıklara yerleştirilmesine

gözcülük etti. İçlerinde

Emanat-ı

Mukaddese'nin de bulunduğu seksen bin parçayı aşkın bu tarih ve sanat hazinesinin çok zamanda

halka açılması

iyi saklanması ve en

için emir

kısa

verdi. Türkiye'nin

en

büyük s e r v e t i n i n t a r i h o l d u ğ u n u bir kez daha h a t ı r l a t t ı . A t a t ü r k , Topkapı Sarayında «Sancağı Şerif»

i görmek

istediği zaman, m e m u r l a r , mahfazasını açarak Sancağı Şe­ r i f i çıkarmışlar ve önüne koymuşlardı. Atatürk, bunu katle gözden geçirdikten sonra kaşlarını —

«Bu S a n c a ğ ı

Şerif

Topkapı Sarayında

değildir. Aslını

yarım yüzyıl

dik­

çatarak: bulun,»

çalışmış

dedi.

memurlar,

bu sözlerin karşısında şaşkınlık geçirdiler. Fakat bir

süre

sonra Topkapı Sarayı t a m bir müze şeklini alıp. arşivi d ü ­ zenlenirken

gerçek

meydana

çıkıyor.

Muhafazasından

çı­

k a r ı l a n y e ş i l r e n k l i 30 s a n t i m e n i n d e v e 113 s a n t i m b o y u n ­ daki kumaştan yapılan ve feth-ün

karip)

yazıları işlenmiş yeşil

(Nasrun minallah

ve Aşere-i

olan Sancağı Şerif

renklisi yapılmıştı. Mahfazanın

torbanın içinde de siyah

ve

Mübeşşire

Sancağı Ş e r i f i n sonradan dikildiği

dana çıktı. Siyah renkte yerine

üzerinde

Allah, Muhammed

mey­

çürümüş

ve

altındaki

bir

renkte çürümüş kumaş

parçala-


118

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

rı b u l u n u y o r d u . A t a t ü r k ' ü n o g ü n S a n c a ğ ı Ş e r i f i n olmadığını

nasıl anladığını hâlâ merak eder

hakikisi

dururum.

Tarih yapıtlarına karşı A t a t ü r k ' ü n büyük bir saygı duy­ d u ğ u b e l l i y d i . Tarihe, özellikle Türk Tarihine büyük veril-, t a r i h yapıtlarının

iyi saklanmasını

bozulup

masını her zaman tekrarlardı. Okuldayken O'nun d i ğ i d e r s i n t a r i h o l d u ğ u n u b i r k a ç kez a ğ z ı n d a n

değer

yıkama­ en

sev­

işitmiştim.

12 n i s a n 1 9 3 1 ' d e a ç ı l ı ş ı y a p ı l a n T ü r k T a r i h K u r u m u ' n u a m a ç l a k u r d u r m u ş t u . Bu k u r u m u n ç e k i r d e ğ i 23 n i s a n da Türkocaklarının

altıncı

kurultayında

kurulan

rih Heyeti» idi. Türkocakları, yedinci kurultayında

«Türk

bu

1930 Ta­

kapanma

k a r a n v e r m i ş , A t a t ü r k ' ü n b u y r u ğ u ile de Türk Tarih Tetkik C e m i y e t i k u r u l m u ş t u . Bu d e r n e k , 1 9 3 5 ' t e T ü r k T a r i h K u r u ­ mu âdını almıştı. Atatürk,

kurumun koruyucu başkanıydı.

Kuruma çok önem verirdi. Ölümünden önce son

okuduğu

kitap, bu k u r u m u n üç ayda bir yayınladığı «Belleten» b i l i m s e l derginin son sayısı o l m u ş t u .

adlı


MISIRLI

SARAYBURNU

Parkının yeni

açıldığı

MUGANNİYE

günlerdeydi.

10

a ğ u s t o s 1928 ç a r ş a m b a g e c e s i C u m h u r i y e t H a l k P a r t i s i b u ­ rada b ü y ü k bir e ğ l e n c e d ü z e n l e m i ş v e A t a t ü r k ' ü d e çağır­ mıştı.

İstanbul

motoruyla

gittik. Rıhtımdaki

Atatürk

Dolmabahçe'den heykeli

Sarayburnu'na

ışıklarla

aydınlatılmış

o l a r a k d i m d i k v e h e y b e t l i d u r u y o r d u . Bu h e y k e l i n a ç ı l ı ş ı 3 e k i m 1926 p a z a r g ü n ü y a p ı l m ı ş t ı . T ö r e n e b e n d e

katıldığım

için hatırlıyorum. Türkiye'deki ilk A t a t ü r k h e y k e l i y d i . Hey­ kelin açılmasından birkaç

gün

sonra İzmir

Bölge

Ziraat

O k u l u M ü d ü r ü A b i d i n , G a z i ' n i n i l k h e y k e l i n i n ü ç ay k a d a r önce okulun bahçesine dikildiğini bildiren bir mektup yol­ lamıştı ama, onun yazdığı heykel değil büst olsa g e r e k t i . anlatanların

etki­

siyle heykele karşı gösterilen çekingenlik, Atatürk'ün

Cumhur/yet'e

karşı

1923

yılında yaptığı bir

dini

yanlış

anlayıp

konuşmayla giderilmiş, yurdumuzda

artık heykel dikme işinin bir uygarlık gereği olduğu sı güç

da

kanı­

kazanmıştı.

Her gün y e n i b i r d e v r i m i m ü j d e l e y e n A t a t ü r k , bu t a ­ rihî

konuşmasında

«dünyada

medeniyim

diyen

herhangi


120

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

bir millet mutlaka heykel recektir.

Heykel

ahkâmını

gereğince

heykeltraşlığı heykellerle

yapacak ve heykeltraş

dikilmesini

incelememiş

ilerletecek,

dünyaya

dine aykırı

olanlardır.

atalarımızın

yetişti­

sayanlar,

şeriat

Milletimiz

hatıralarını

yâdettirecektir,»

güzel

demişti.

Yine o zamanlar duyduğuma göre Atatürk kendi kelinin yapılmasını

hey­

istememiş, fakat yurtta heykel anlayı­

şının yerleşmesinin

ancak

kendisinin heykelleriyle

olaca­

ğı k a n ı s ı n a v a r d ı k t a n s o n r a d ı r k i , s a ğ l ı ğ ı n d a h e y k e l i n i n y a ­ pılmasına

razı o l m u ş t u . S a r a y b u r n u ' n d a k i

lini İstanbul Belediyesi

Atatürk

g ö r ü ş ü n ışığı altında y a p t ı r m ı ş t ı . A t a t ü r k , K r i p p e l heykeltraşı

kabul

heyke­

Viyana'lı bir heykeltraşa işte

ederek

uzun uzadıya

bu

adlı bu

karşısında

oturup

istediği kadar poz v e r m i ş t i . O zamanki parayla on beş bin liraya çıkan bu heykelin beğenilmesi

üzerine aynı

sanat­

çıya A n k a r a ' d a iki A t a t ü r k heykeli daha y a p t ı r ı l m ı ş t ı . Taks i m ' d e k i C u m h u r i y e t anıtı ile Ankara'da Etnografya M ü z e ­ si ve Yenişehir'deki A t a t ü r k heykelleri

ise Canonicav

ta­

rafından yapılmıştı. Sarayburnu o gece ışıklarla pırıl

pırıldı. Rıhtıma ya­

naştığımız zaman gecenin karanlığı içinden fışkıran ışıkla­ rın arasındaki

büyük

kalabalığı gördük. Uzaktan tatlı

kadın sesi çın çın ö t ü y o r d u . A t a t ü r k ' ü n g e l d i ğ i n i gören halk, kadınlı, erkekli

bir

duyan,

coşmuş, sevgi gösterisi

yapı­

y o r d u . A t a t ü r k t a m bir halk adamıydı. Halkın içinden

çık­

mış, halkın

hep

malı o l m u ş t u . Bu

yüzden düşündüklerini

halkın önünde söyler, «yanlışım varsa halk düzeltsin,» der­ di. Her zaman m i l l e t i n ferdi olmakla övünür, «yapılan şey­ lerin şerefi millete aittir, her şeyi millet yaptı» derdi. Git­ tiği

her yere

halkla

haşir

neşe götüren bir insan olduğu neşir

Parkın b i r

için

hemen

oluverdi.

köşesinde

bir caz, sahnede A r a p ç a

şarkı­

lar söyleyen M ü n i r e - t ü l M e h d i y e takımı vardı. M ı s ı r l ı m u -


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

121

g a n n i y e C e m a l i y y e ' y i i l k k e z o r a d a , Park G a z i n o s u n d a g ö ­ rüyorduk. Kadının sesi

gerçekten güzeldi. Allah için gü­

zel ses... Kadın A t a t ü r k ' ü selâmlayarak billur gibi sesiyle A r a p ­ ça şarkılar söyledi. Konserinde de büyük bir başarı

kaza­

nıp bol bol alkışlandı. Atatürk

hiç

konuşmadan

büyük

bir dikkatle

dinledi.

Şarkı b i t i n c e kadını yanımıza ç a ğ ı r d ı . Batı m ü z i ğ i n i de ö ğ ­ renmesini öğütledikten —

sonra,

«Bu s e s l e s e n i

bütün dünya dinler. O zaman

şöhretini t a m yaparsın,» K a d ı n da t e ş e k k ü r

işte

dedi. ederek ayrıldı.

O zaman A t a t ü r k ' ü n , bu sözleri A r a p şarkıcısına s ö y l e d i ğ i n i a n l ı y a m a d ı m . Biz h e r a l a n d a b ü y ü k b i r

niye

devrim

y a p m ı ş , A r a p dünyasından ayrılıp Batı'ya y ö n e l m i ş t i k . A c a ­ ba A t a t ü r k , D o ğ u d ü n y a s ı n ı n k ü l t ü r v e s a n a t a l a n ı n d a

bizi

izlemesini mi hatırlatmak istemişti? Yoksa... Atatürk

Türk

musikisini

Batı

müziğini

sevdiği

halde, müzik

benimsemek

ve

devrimimizin

uygulamakla

ancak

gerçekleşeceğine

inanıyordu. Evet, yoksa bunu d ü ş ü n e r e k m i M ı s ı r l ı hanen­ deye yol

göstermek istemişti?

Bunu daha sonraları

anla­

dım. Atatürk, dil k o n u s u n d a o l d u ğ u gibi müzik alanında kendi

beğeni ve

alışkanlıklarını

ği sevdiği ve sofrasından

çiğnemiş, alaturka

hiç eksik etmediği

da

müzi­

halde,

Batı

m ü z i ğ i n e i n a n m ı ş . Batı u y g a r l ı ğ ı n ı n m ü z i ğ i n i n g e l e c e k k u ­ şakların müziği olduğunu söyleyerek Devlet

Konservatuva-

r ı n m t e m e l l e r i n i attırmıştır. 1924'de kurulan M u s i k i lim Mektebi, 6 mayıs

1936 y ı l ı n d a A t a t ü r k ' ü n

Mual­

buyruğuyla

Ankara Devlet Konservatuvarı halini almış ve yurtta müziği

sanatını

Özel

eğitim

hayatında

yoluyla

yerleştirmeğe

alaturkalıktan

bir ara Radyoyu yalnız alafranga

Batı

başlamıştı.

kurtulamayan

Atatürk,

müziğe ayırtacak

kadar


•122

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

ileri gitmiş ve

kulağına kadar

gelen yakınmalar

de, alaturka âşıklarına, d e v r i m yapan luk ve fedakârlıklara

üzerine

kuşakların

yoksun^

katlanmak zorunda olduklarını

hatır­

latmıştı. Müzik kültürü çok kuvvetli olan ve alaturkayı çok sev­ diği

i ç i n bâzı g e c e l e r s e v d i ğ i

şarkıları

kaidesine

uygun

şekilde söyleyen A t a t ü r k ' ü n müzik d e v r i m i n i de halka ka­ bul

ettirişi, o gece

dan belli değil

Sarayburnu

Parkındaki

konuşmasın­

miydi?

Atatürk'ün kendi beğeni ve isteklerini bile sırası ge­ lince devrimler müziği

uğruna

çiğneyerek radyolardan

kaldırması tepkilere

yol

açmış, alaturka

alaturka sevenler

b u hale çok üzüldüklerini, Türk müziği duyamamaktan k u ­ laklarının

paslandığını

söylemekten

bile

çekinmemişlerdi.

B i r gece Dolmabahçe Sarayında Yunus Nadi. A t a t ü r k ' e bu konuda —

yakınmalarını

sıralayarak

«Paşam ne olur

şöyle

demişti:

alaturka şarkılardan

bizi

mahrum

b ı r a k m a s ı n l a r . Z e v k i m i z e , dugularımıza el atıldığı için üzülüyor ve

inciniyoruz.»

A t a t ü r k bu sözlere şöyle karşılık —

yer

vermişti:

«Alaturka şarkılardan ben de hoşlanıyorum.

unutmamak gerekir ki, devrim kârlıklara

çok

katlanmasını

Fakat

y a p a n b u n e s i l , bâzı f e d a ­

bilmelidir.

Ancak

millî

türkülere

verilmelidir.» Radyolarda Klâsik Türk

Müziği

çalınması yasağı

s ü r e s ü r d ü . Bir gece sofrada A t a t ü r k , konuklar

bir

arasında

bulunan bestekâr Sıtkı Beyin ud ve t a m b u r u n u , eşi V a s f i ye Hanımın sesiyle coşarak dinledikten —

sonra:

"Sıtkı Beyefendi. Gidip İstanbul ve Ankara Radyo­

larında birer konser veriniz,»

dedi.

Bu s ö z l e r l e R a d y o l a r d a n k a l d ı r ı l a n

Klâsik Türk

Musi­

kisi, yeniden konulmuş oluyordu. Gülhane Parkındaki şenliklerde Mısırlı

Muganniyeden


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

123

s o n r a E y ü p s u i t a n C e m i y e t i ö ğ r e n c i l e r i n d e n l<urulu v e K e ­ m a n i IVIustafa B e y i n y ö n e t t i ğ i F a s ı l H e y e t i k o n s e r i n e b a ş ­ ladı. Heyetteki sazcılar, kadın o l s u n , erkek olsun giyinmişler, böyle seçkin bir toplantıya

rastgele

yakışıksız

giysi­

l e r l e g e l m i ş l e r d i . Bu h a l A t a t ü r k ' ü n g ö z ü n d e n k a ç m a d ı . C a ­ nının sıkıldığı belli

oluyordu. Bunu

da, onları

dinler

görünürken önündeki gazeteye dalmış olmasından

gibi

anlıyor­

d u m . A t a t ü r k , b i r ara Fasıl H e y e t i n d e n p r o g r a m l a r ı n ı

iste­

d i . O l m a d ı ğ ı n ı ö ğ r e n i n c e ü z ü n t ü s ü daha da a r t t ı . Fasıl H e ­ yetini zor durumdan kurtarmak için t u t u p sevdiği dan bir

liste yapıp, sahneye

şarkılar­

gönderdi. Listenin

g a l i b a . Faize H a n ı m ı n b e s t e s i o l a n Şataraban

başında

makamında

«Bade-i vuslat i ç i l s i n kâse-i fağfurdan» şarkısı vardı. A t a ­ t ü r k bu şarkıyı çok severdi v e sofrada keyifli

zamanların­

da k e n d i s e s i y l e o k u r d u . Fasıl H e y e t i bu şarkıyı da iyi ç a ­ l a m a y ı n c a A t a t ü r k ç o k s i n i r l e n d i . K o n s e r d e n s o n r a ayağa-, kalkarak şunları —

söyledi:

«Her zaman, her yerde olduğu gibi bu gece de b u ­

r a d a aziz m i l l e t i m i z l e

karşı

karşıya g e l d i ğ i m anda

büyük

b i r k u v v e t i n e t k i s i a l t ı n d a k a l d ı ğ ı m ı d u y u y o r u m . Bu k u v v e t nedir? Türk halkının, Türk t o p l u m u n u meydana getiren yük­ sek

insanların

zuların,

halk kaynaklarından yükselen

heyecanların,

bazların

bir

noktada,

hislerin, bir

b i r g a y e d e b i r l e ş m e s i d i r . Bu k u v v e t i n b u b u k a d a r laşa o l a b i l m e s i , o n u n ç o k t e m i z , çok asil o l d u ğ u n u m e k t e d i r . Bu g e c e b u r a d a D o ğ u n u n

en s e ç k i n iki

ar­

hedefte, ortak­ göster­ musikî

h e y e t i n i d i n l e d i m . İ l k o l a r a k s a h n e y i s ü s l e y e n IVItsırlı M u ­ ganniye, sanatkâr olarak başardı. Fakat benim Türk duygu­ larım üzerindeki görüşüm şudur k i , artık bu basit

musiki.

Türklüğün çok gelişmiş ruh ve duygularını kandırmağa yet­ mez. Karşıda medenî dünyanın müziği de i ş i t i l d i . Bu

ana

kadar şark musikisi karşısında uyuşuk duran halk. hemen ayağa kalktı. Hepsi neşe

içinde oynuyor. Tabiatın

icabını

yapıyor. Türk, yaradılış olarak şen v e satırdır. Eğer Türkün


124

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

b u güzel huyu ş i m d i y e kadar farkolunmamışsa,

kendisinin

kusuru d e ğ i l , acı felâketlerin sonucudur. Türk m i l l e t i bunun için gaml(

g ö r ü n ü y o r d u . Fakat artık hatalar

tilmiştir. Türk milleti artık şen

olacaktır.»

işte

düzel­


HARF DEVRİMİ

GELİYOR

S A R A Y B U R N U P a r k ı n d a 9 a ğ u s t o s 1928 g e c e s i d ü z e n ­ lenen şenlikler

sırasında

du. Müzik devriminden

çok

ö n e m l i bir olay daha o l ­

sonra Atatürk, bir

devrimi

müjdeledi. Az önce sahnede Müniret-ül Mehdiye

daha

takımıy­

la ş a k ı y a n A r a p ş a r k ı c ı C e m a l i y y e , b i r s ü r e A t a t ü r k ' ü n m a ­ sasında kalıp, O'nun müzik konusunda söylediği ilginç söz­ leri hayranlıkla dinledikten sonra teşekkür edip t ı . A t a t ü r k bundan sonra ayağa doğru —

kalkarak

ayrılmış­

kadehini

halka

kaldırıp: «Arkadaşlar, hanımlar, beyler. Şu gördüğünüz

içki

rakıdır. Bunu v a k t i y l e Padişahlar saraylarda, dört duvar v e kafes arkasında gizli gizli içerlerdi. Bizse, hepimiz

şurada

t o p l u o l a r a k a l e n e n i ç i y o r u z . İ ş t e aziz m i l l e t i m i n

önünde

ve onun şerefine

içiyorum,»

dedi.

A t a t ü r k ' ü n b i r h a l k a d a m ı o l d u ğ u n u , b u n d a n daha g ü ­ zel hangi olay anlatır? Halkın halkla beraber kadeh —

içinden

çıkan büyük adam,

kaldırıyordu.

«Hepinizin şerefine

içiyorum,» der demez

bütün

gazino bir anda karıştı. Topluluk ayağa f ı r l a m ı ş : —

«Yaşa Paşam. Sağol Paşam. A l l a h seni

başımızdan


126

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

eksik

etmesin!» bağınşlarıyla

kadehlerini

t ü r k ' e d o ğ r u s a l l ı y o r l a r d ı . Bu

kaldırıyor,

manzara O'nu çok

Ata­

içlendir-

m i ş t i . Halkın coşkunluğu sürüp gidiyordu. Atatürk, birdenbire coşan halka, sayısız

kararlar verirdi. Yine öyle

devrimlerinden

olmuş,

birin, daha

müjdeli­

y o r d u . 1927 y ı l ı n d a n e p a h a s ı n a o l u r s a o l s u n y a p m a ğ a k a ­ r a r v e r d i ğ i v e 1928 kış a y l a r ı n ı da h a z ı r l ı k l a r ı y l a

geçirdiği

Lâtin harflerinin Türkçeye alındığını ilân edişi işte o gece­ ye rastlar. İleri bir m i l l e t olabilmemiz

için yeni

harflerin

kullanılması gerektiğini halka anlatan A t a t ü r k şöyle

diyor­

du: —

«Yeni Türk harfleri çabuk öğrenilmelidir. Yeni Türk

harflerini her vatandaşa, kadına, erkeğe, hammala, sandal­ c ı y a ö ğ r e t i n i z . Bu ö d e v i y a p a r k e n d ü ş ü n ü n ü z k i , b i r

mille­

tin yüzde onu, yüzde yirmisi okuma-yazma bilir de, yüzde s e k s e n i , d o k s a n ı b i l m e z s e a y ı p t ı r . Bu m i l l e t

utanmalıdır.

A m a Türk M i l l e t i , utanmak için yaratılmış bir millet değil­ dir. İftihar

etmek

için yaratılmış, şanlı, şerefli bir

t i r . Tarihi baştan başa i f t i h a r l a d o l u bir

millet­

millettir.

«Okuma-yazma bilmeyenlerin çokluğu, onun hatası de­ ğildir. Hata, Türk'ün seciyesini anlamayarak, kafasını takım zincirlerle

saranlardadır. Artık

rını kökünden t e m i z l e m e k zamanı

g e ç m i ş i n bu

bir­

hatala­

gelmiştir. Hataları

dü­

z e l t e c e ğ i z . Bu h u s u s t a b ü t ü n v a t a n d a ş l a r ı n ç a l ı ş m a s ı n ı i s ­ t e r i m . En n i h a y e t b i r - i k i y ı l i ç i n d e b ü t ü n T ü r k h a l k ı , y e n i harfleri öğrenmelidir, öğrenecektir.

M i l l e t i n , kafasıyla

d u ğ u g i b i , y a z ı s ı y l a da m e d e n i y e t â l e m i n i n y a n ı n d a ğunu

ol­

oldu­

gösterecektir.» Bunu duyan halk, O'nu

için birbirini

çiğnemeğe

kucaklamak, bağrına

başladı. Görülmemiş

basmak

coşkunluk

sırasında ağlayanlar da v a r d ı . Eğlencelerden sonra Gülhane Parkından Büyükada Y a t Kulübüne giderken

bir olay oldu. Atatürk'ü geçiren, çev­

resini sarıp O'nu çılgınca alkışlayan halkın arasında s i m -


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

127

sıkı bir çarşafa sarılmış bir kadın, dikkatini ç e k m i ş t i . He­ m e n kadının yanına doğru g i t t i : —

« H a n ı m e f e n d i , adınız nedir?» d i y e

«Hafız

sordu,

Hanım.»

«Nerelisiniz?»

«Eyüplüyüm.»

«Hafız H a n ı m , b e n i m hatırım için başındaki şu s i ­

yah örtüyü atıp, etrafı daha rahat g ö r m e k istemez

misin?»

Kadın bu sözlere, sözle d e ğ i l , iki eliyle sarıldığı şafı başından çıkarıp atarak karşılık v e r d i . Sonra ni Atatürk'ten

hiç

ayırmayarak

diz ç ö k t ü . Ellerine

öperken dudaklarından şu cümleler —

«Sana k u r b a n

gecenin

ikisi

sarılıp

döküldü:

olayım...»

Bu o l a y d a n s o n r a A t a t ü r k , g i d i ş i n i b i r a z d a h a Saat

çar­

gözleri­

olup, bütün

gazino boşalıncaya

oradan ayrılmadı. Herkes çekildikten

sonra

yollandık. Anadolu Yat Kulübünün çağrılısı

uzattı. kadar

Büyükada'ya olduğu halde,

halkın eğlencesini s e ç e n A t a t ü r k ' ü n pırıl pırıl ışıkların a l ­ tında fraklı, smokingli erkeklerle, tuvaletli, süslü kadınla­ rı g ö r ü n c e s u r a t ı —

asıldı:

«Hani Sarayburnu'nda yaptığımız ş e y i , burada

pamazdık,»

ya­

dedi.

Böylece Lâtin harfleri kabul edildi. H e m de halkın için­ d e , O'nun o y u alınarak... A t a t ü r k b a ş ö ğ r e t m e n o l d u . A n a ­ dolu'yu baştan başa dolaştı. Gezilerinde halka dersler ver­ di, sınav yaptı... Halk okulları açıldı, bir buçuk milyon ca­ hil insan okuyup yazma öğrendi. Halkın kültür yükselmesine Kararını daha

başlıca

engel, Arap

1927'de v e r m i ş ,

harflerini

1928 k ı ş

bakımından görüyordu.

ayları

hazırlıkla

g e ç m i ş t i . A t a t ü r k , Harf D e v r i m i için beş yıllık bir plan ha­ zırlayıp getirenlere çıkışmış,

«bu iş ya üç ayda olur, ya

hiç olmaz,» d e m i ş t i . Olaylar. O'nun haklı o l d u ğ u n u bir kez daha gösterdi.


BENİ İ M T İ H A N

YENİ harflerin alındığı günlerdeydi. A t a t ü r k

EDİYOR

çok

dü­

şünceli g ö r ü n ü y o r d u . IJzerine, büyük bir işe girişeceği za­ manlardaki dalgın hali ç ö k m ü ş t ü . Söğütlü yatıyla bir gezinti yapacaktık. Hareket

Boğazda

ettik.

Bu g e z i d e o z a m a n B a ş b a k a n o l a n İ s m e t İ n ö n ü d e v a r ­ dı. Şükrü Kaya, Nuri Conker, Dr. Reşit Galip, Salih

Bozok,

R e c e p Z ü h t ü , F a l i h Rıfkı A t a y , R u ş e n E ş r e f I J n a y d ı n , b a ş ­ yaver Rüsuhi'nin de b u l u n d u ğ u bir t o p l u l u k da çağrılı b u ­ lunuyordu. Yat, Kuruçeşme önlerine geldiği zaman Atatürk, dalgın v e d ü ş ü n c e l i haliyle o t u r d u ğ u y e r d e n ayağa O sırada ben hizmet linde bir işaret —

yine

kalktı.

g ö r ü y o r d u m . Parmağıyla «gel» şek­

yaparak:

«Sen okumak-yazmak bilir misin?» diye sordu.

«Eski h a r f l e r l e o k u r

yazarım.»

«Yeni harfleri biliyor

musun?»

«Biliyorum, fakat

«Öyleyse seni imtihan

birleştiremiyorum.» edelim.»

İşte o zaman şaşırıp kalmıştım. Hayatta en çok

kork­

t u ğ u m şey, i m t i h a n ; sonunda başıma g e l m i ş t i . H e m de na-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Sil v e

kim tarafından? Ufacık

günlerde düşünceli içinde geçirdiğim

bir pot kırmam, zaten

gördüğüm Atatürk'ü

mağa ve bağırtmağa

129 son

bir anda

kızdır­

yetebilirdi. Benim, o bir iki

saniye

korkuyu hiç

fark etmeyerek

İsmet

İnö­

nü'ye döndü ve şöyle sordu: —

«Ne dersin

Paşam?»

İsmet İnönü başıyle —

onaylayarak:

«Derhal i m t i h a n e d e l i m , » d e d i . Sonra bana bir kâ­

ğıt alarak g e l m e m i

emretti.

Bir y a n d a n s a l o n d a n k a m a r a y a k o ş u y o r , b i r y a n d a n d a «İnşallah

ben dönünceye

t u r l a r da, başka

kadar imtihanı, yeni yazıyı

şeylere dalarlar,»

Fakat hiç de u m d u ğ u m gibi ğimde bütün olarak

d u y d u m . Başta

kişinin önünde

unu­

düşünüyordum.

olmadı. Tekrar salona

bakışları üzerimde

bu kadar seçkin

diye

imtihan

girdi­

Atatürk vermek...

O l u r iş d e ğ i l . A t a t ü r k ' ü n başı hep ayni d ü ş ü n c e y e saplanmış

gibiy­

d i . B u n u n ne o l d u ğ u n u b i r a z s o n r a ç ö z e b i l e c e k t i m . H e p dalgın haliyle başı önüne —

o

eğik:

«Yaz b a k a l ı m . B i r a s o ğ u k t u r . . . »

dedi.

Ben de a y n e n , ş i m d i o l d u ğ u gibi nasıl yazılırsa, o k u n ­ duğu gibi yazdım. Oysa eski harflerle «Soğuktur,» diye ya­ zılır. Ş i m d i ise aynı s ö y l e n d i ğ i gibi yazılıyor. Ben «Souktur» diye yazmıştım. —

«Sen ö ğ r e n e m e m i ş s i n » d i y e ö b ü r s o f r a c ı

lardan Selâhattin'i

çağırdı. O arkadaşın

üstünde

arkadaş­ de

aym

bendeki korkuya benzer bir korku vardı. Benim nasıl yaz­ dığımı, başıma geleni de gördüğü için ayni hataya d ü ş m e ­ yeceğini s a n ı y o r d u m . Her halde daha başka bir şey yaza­ caktı. Nitekim —

«Souktur,» d i y e yazdı. Ona da ayni

hakaret:

«Sen de öyle... Ö ğ r e n e m e m i ş s i n i z . »

Bir anda i k i m i z i n d e k o r k u s u d a ğ ı l m ı ş t ı . A t a t ü r k ' ü n bu sözlerden sonra artık bize bağırmayacağını anlamıştık. Her F: &


130

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI iDİM

z a m a n b ö y l e o l u r , h a k a r e t i n d o z u b i r a z f a z l a k a ç ı n c a , ba­ ğ ı r m a faslı da başlamadan

biterdi.

O gün bu konuda herhangi bir karara varamadı. Yal­ nız b i r a r a İ ç i ş l e r i B a k a n ı Ş ü k r ü K a y a ' n ı n b e n i m y a z ı m ı s a ­ vunduğunu —

duydum:

«Paşam, Ç e l e b i n i n yazdığı

doğrudur,» diyor. Ata­

türk de gözünü kırparak gayet m e m n u n : —

«Biz b i l i r i z » d i y e i ş i k a p a t ı y o r d u .

Gezinti Küçüksu Sarayında sona erdi. A t a t ü r k ' ü n

harf

d e v r i m i ü z e r i n d e ç o k kafa y o r d u ğ u n u , b u n u n i ç i n kaç g e ­ cesinin

uykusuz geçtiğini

çok iyi

hatırlarım.


İNÖNÜ'NÜN

ATATÜRK, aralarındaki

düşünce

ÇOCUKLARI

çatışmalarına

karşın,

İ s m e t İnönü'yü sever ve saygı g ö s t e r i r d i . Bir gece Çanka­ ya Köşkü'nde sazlı sözlü bir a k ş a m

sofrasında

oturmuş,

Celâl Bayar, Ruşen Eşref Ü n a y d ı n , T e v f i k Rüştü A r a s , Sa­ lih Bozok, Kılıç A l i , Nuri Conker, A f e t İnan'la s o h b e t eder­ ken dışardan

gelen İ s m e t İnönü'yü ayağa kalkarak

karşı­

lamıştı. İnönü, o gece sofraya telefonla çağırılmış ve raz d a g e ç g e l m i ş t i . K i m s e y e a y a ğ a k a l k m a y a n İnönü'yü böyle ayağa ilgi gösterdiğini

kalkarak

Atatürk'ün

karşılaması, ona özel

b e l i r t i y o r d u . İnönü'ye ç o k kızdığı

Bir gün

Çankaya'da

şimdi

ar­

duymadım.

adını hatırlıyamadığım

kişi, A t a t ü r k ' ü n İnönü hakkında beslediği duygularla şu anısını

bir

zaman­

larda bile yıllarca Başbakanlığını yapmış bu eski silâh kadaşı için o l u m s u z bir söz söylediğini

bi­

bir ilgili

anlatmıştı:

Serbest Cumhuriyet

Fırkası'nın

kurulduğu

günlerde

fırka başkanı Fethi Okyar, vapurla İstanbul'dan İzmir'e g i ­ diyormuş. O zaman İzmir Valisi

olan Kâzım Ditik

Paşa,

Atatürk'e

Fethi Okyar'ın bu

gezi­

bir telgraf

göndererek,

den hemen geri döndürülmesin!

istemiş

ve şöyle

demiş


132

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

telgrafında: «İzmir'liler Fethi Bey'e büyük bir antipati bes­ liyorlar. Eğer buraya ayak basarsa, b ü y ü k olaylar Hatta

hayatına

bile kastedilebilir.

çıkabilir.

Bunu ben bile

önleye-

iTiem.» A t a t ü r k y a n ı n d a k i l e r e ş ö y l e d e m i ş : «Bu t e l g r a f ı Bey'e gönderiniz. Hareketinde

Tabiî Fethi Okyar. t e l g r a f a a l d ı r m a y ı p İ z m i r ' e mış. Vapur tersi

İzmir'e

geldiğinde Vali'nin

olmuş. Görülmemiş

Serbest

Fırka

Başkanını

Fethi

serbesttir.»

bir kalabalık sevgi

yollan­

dediklerinin

tam

Kordonboyu'nda

gösterileriyle

karşılamış.

O m u z l a r a a l m ı ş . Bununla da k a l m a m ı ş . K e m e r a l t ı ' n d a k î k ı ­ raathanelerde bazı k e n d i n i

bulunan Atatürk'ün ve İnönü'nün

resimleri,

bilmezlerin kışkırtmalarıyla yırtılmış,

ayaklar

altına atılmış. Tabiî b ü t ü n bu

olup bitenler Atatürk'e

duyurulmuş.

Olaylardan çok üzülen Atatürk'ü yatıştırıp, gönlünü

almak

için milletvekillerinden kurulu bir topluluk Çankaya'ya miş. Atatürk onlara şunu — dim

Benim resimlerimin yırtılıp çiğnenmesine

desem doğru

git­

söylemiş:

söylememiş

olurum.

üzülme­

Fakat beni

üzeri n o k t a , o İ z m i r ' i k u r t a r m a k i ç i n canını d i ş i n e d ö ğ ü ş e n Garp C e p h e s i K o m u t a n ı İ s m e t Paşa'nın rinin yırtılıp çiğnenmesidir. Hiç olmazsa onun

asıl

takarak resimle­

resimlerine

dokunulmamalıydı... İnönü'nün Yunanistan'a giderken çocuklarını emanet edişi olayı vardır ki. oldukça ilginç Türk-Yunan

dostluğunun

kurulmağa

Atatürk'e

sayılır:

başladığı

günler­

d e y d i . Yunanistan Başbakanı Venizelos Türkiye'ye

gelmiş,

bu r e s m î ziyarete karşılık olarak ta Türkiye Başbakanı m e t İnönü'nün Yunanistan'a gitmesi Hazırlıklarını Çankaya

bitiren İnönü, akşam üzeri veda

Köşkü'ne gelmişti. Atatürk'le

neye geçtiler. Kahvelerini

İs­

kararlaştırılmıştı.

götürdüğümde

beraber başbaşa

ler, alçak sesle görüşüyorlardı. Atatürk, görüşme

etmeğe kütüpha­ vermiş­ bittikten


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

133

sonra Başbakanı uğurlamak için antreye kadar

geldiğinde

İnönü'nün ürkek ve çekingen hali gözümden kaçmadı. Y u ­ nanistan'a gitmek istemiyordu da, sanki zorla gönderiliyor hissi vardı üzerinde. Sonradan d ü ş ü n d ü m . İnönü çok lıydı gitmek

hak­

i s t e m e m e k t e . Savaştan yeni çıktığımız, daha

d ü n e kadar can düşmanı o l d u ğ u m u z , o r d u s u n u

toprakları­

m ı z d a n k o v u p d e n i z e d ö k t ü ğ ü m ü z b i r ü l k e y e g i d i y o r d u . Bu b i r d o s t ziyareti olduğu halde insanın başına her şey ge­ lebilirdi. Taşlanır, hakaret görür, hatta ne kadar

güvenlik

t e d b i r i almırsa a l m s ı n , s u i k a s t e b i l e uğrayabilirdi. İnönü'­ nün k o n u ş m a s ı n d a n — k a p a l ı da

g e ç i ş t i r s e — bu

kaygılar

açıkça belli oluyordu. İnönü bir şey söylemek istiyor, fa­ kat söyleyemiyordu. Tam ayrılacakları zaman şöyle —

dedi:

«Paşam, ben g i d i y o r u m . Ç o l u ğ u m , ç o c u ğ u m

sana

emanet.» Atatürk, İnönü'nün kaygılanış

nedenini a n l a m ı ş t ı . Bu

dokunaklı sözler üzerine gülümseyerek

elini onun omuzu-

na k o y d u . S o n r a s ı r t ı n ı s ı v a z l a d ı k t a n s o n r a ş ö y l e

karşılık

verdi: —

«Güle güle git. Yolun açık olsun. Gözün

kalmasın. Çoluk çocuğunu

hiç

düşünme. Allah

arkanda korusun,

bir ş e y o l s a b i l e biz n e c i y i z burda?» İnönü, Atatürk'ün bu sözleri aldı. Yüreğine

üzerine rahat bir

su serpildi. Sağ s a l i m

döndü. Hiçbir şey de olmadı

Yunanistan'a

nefes gidip

korkulacak.

Atatürk'ün, Vasiyetnamesi'nde İsmet İnönü'nün çocuk­ larına yüksek ö ğ r e n i m l e r i n i t a m a m l a m a l a r ı için m u h t a ç o l ­ dukları yardımın yapılmasını istemesi, bence onun nistan gezisi

arifesindeki

rına d ü ş k ü n l ü ğ ü n ü çocuklarına

bu

gördüğü

o konuşma için

derece düşkün

olsa

sırasında gerektir.

Yuna­

çocukla­ İnönü'nün

olduğunu gören ve

çocuk

sevgisi tatmamış olan Atatürk, ölümünden sonra onlar için de

bir miras

bırakmak

kadirbilirliğini

göstermiştir.

Oysa


134

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

O zaman çıkan söylentiler, A t a t ü r k ' ü n İnönü'yü ölmüş dığı için çocuklarına

san­

miras bıraktığı yolundaydı.

Atatürk'ün ölümünden sonra Vasiyetname'yi dikte tirdiği

H a s a n Rıza S o y a k , b u k o n u d a ş ö y l e

— dikte

«Atatürk, Vasiyetname'nin beşinci maddesini ederken, üzüntülü

tederek:

«Onun

çocuklarına keli

serveti

bakan

bir safra

bir

şekilde

yoktur.

İsmet

bana

İnönü'yü

Kendisine

bir hal

kas­ olursa

olmaz,» d e m i ş t i . İnönü o sıralar

kesesi

hastalığı

et­

demişti:

tehli­

geçiriyordu. Ölümünü

bile

düşündüğü o l u y o r d u . İnönü o sıralar m i l l e t v e k i l i ve emekli generaldi. A i l e s i n e bakamayacak bir durumda değildi. Eğer o sıralar

İnönü'ye

bir şey

olsa, geride

sadece

çocukları

d e ğ i l , k a r ı ş ı v e a n n e s i d e k a l a c a k t ı . Bu b a k ı m d a n

Atatürk*

ün Vasiyetnamesi'nde «İnönü'nün çocuklarına yüksek sillerini

bitirmeleri

için muhtaç olacakları yardım

tah­

yapıla­

caktır,» maddesi, olsa olsa O'nun mertliğinden, dostluğun­ dan, sevgi ve bağlılık duygularından başka bir şey

olmasa

gerektir.

bahane

Atatürk,

bence

İnönü'nün

parasızlığını

ederek, çocuklarını öne sürüp, ona ilerisi için çok ince v e anlamlı bir mesaj yollamak

istemiştir.

Atatürk'ün ölümünden sonra İsmet İnönü'nün

Cumhur­

b a ş k a n ı o l m a s ı n ı . M a r e ş a l Fevzi Ç a k m a k i s t e m i ş v e gerçekleştirmek

için

büyük

çaba

harcamıştır.

bunu

Atatürk'ün

ö l d ü k t e n sonra y e r i n e k i m i n g e ç i r i l e c e ğ i konusunda ne d ü ­ şündüğünü

pek

b i l e m i y o r u m . Fakat şöyle

bir

olay

dinle­

uğramasından

sonra

miştim: İzmir

Suikasti'nin

İzmir'e gidilmiş. evinde

toplanılıp

24 bu

başarısızlığa

haziran mesele

1926'ymış

galiba.

görüşülüyor.

Atatürk'ün

Yapılan

t u r m a hakkında kendisine bilgi veriliyor. Atatürk'e olsun telgrafları yağıyor. İstiklâl Mahkemesi ralin tutuklanmasını

birkaç

soruş­ geçmiş gene­

istiyor. Fakat İnönü, buna taraftar o l ­

madığını bildiriyor. İnönü, o zaman Başbakan. Tutuklanma­ sı istenenler Kâzım Karabekir, M ü n i r Hüsrev

Gerede.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

135

Kurban Bayramı'nın ilk günü. Atatürk, İnönü'yü İzmir'e çağrrıyor. Toplantıda İnönü de bulunuyor. Suikast olayı üze­ rinde

görüşüldükten

sonra

Atatürk,

gayet

neşeli

şöyle

diyor: —

«Çocuklar,

insanın

başına

her

şey

gelebilir.

Ben

ö l ü r s e m İ s m e t ' i n e t r a f ı n d a t o p l a n m a l ı s ı n ı z h a a a . Fevzi Pa­ ş a ' n ı n da

ancak reyinden

istifade

edersiniz.»


ŞAİR VE EDİPLER

ARASINDA

ATATÜRK, sanatı sever, sanatçıyı sayar, çağının ve

ediplerine çok

sına

değer verirdi. Her zaman onları

oturtur, düşüncelerini

celerini

ortaya

öğrenmek

koyardı. Onların

ister, kendi

kollarına

şair

sofra­ düşün­

girdiğini,

arka­

daşça k o n u ş t u ğ u n u , yakınlarından hiç ayırt e t m e d i ğ i n i kez

çok

görmüşümdür. Atatürk

Yakup

devrimlerini

Kadri

yazıları ve yapıtlarıyla

Karaosmanoğlu, Ruşen Eşref

Rıfkı A t a y g i b i ü n l ü l e r , Ç a n k a y a ' d a k i her akşam

çağrılıları

savunan

Ünaydm,

eski köşkün

arasındaydılar.

Öbür

Falih hemen

konuklar

ise

h e r a k ş a m d e ğ i ş i r d i . Ebedî s o h b e t l e r s a b a h a d e k s ü r e r d i . Bazı e d i p l e r d e A t a t ü r k ' ü y u r d u n a y d ı n t a k ı m ı y l a mak

için

c a n a t a r l a r d ı . Bu y ü z d e n

tanıştır­

sofrasında,

tanınmış,

y a da t a n ı n m a m ı ş b i r ç o k y e n i y ü z ü h e r z a m a n g ö r e b i l i r d i k . 1934 y ı l ı n ı n b i r s o n b a h a r a k ş a m ı y d ı . Ç a n k a y a ' d a k i y e ­ m e k salonunda her zamanki sofrayı hazırlıyordum. Bu y i r ­ mi

kişilik

bir

sofraydı. Konuklar

arasında

dikkatimi çekti. Sordum. «Behçet

çok

genç

Kemal Çağlar»

O gece zamanın Bükreş büyükelçisi Hamdullah Tanrıöver ile şair Yahya Kemal

biri

dediler.

Beyatlı da çağrılılar

Suphi ara-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

137

sındaydı. Tüm konukları tanıdığım halde Yahya Kemal Behçet

Kemal'i

tanımıyordum. Yalnız

adlarını

ile

işitmiştim.

Bir de Yahya K e m a l ' i n bir iki şiiri e z b e r i m d e y d i . Ona kar­ ş ı u z a k t a n b i r h a y r a n l ı ğ ı m v a r d ı . Bu i k i ş a i r d e b i z i m s o f ­ raya ilk kez g e l i y o r l a r d ı . Zaten Yahya Suphi

ile Romanya'dan yeni

Kemal,

Hamdullah

gelmişti.

O akşam sofra şair ve ediplerle doluydu. Yahya mal

Beyatlı.

Hamdullah

Suhpi

Tanrıöver,

Behçet

Ke­

Kemal

Çağlar'dan başka Y a k u p Kadri K a r a o s m a n o ğ l u , Ruşen Eş­ r e f Ü n a y d ı n , Fazıl A h m e t A y k a ç g i b i e d e b i y a t kalburüstü kişileri de gelmiş

dünyasının

bulunuyorlardı. Öbür

konuk­

l a r , h e r z a m a n b u l u n a n T e v f i k R ü ş t ü A r a s , Ş ü k r ü Kaya g i ­ bi devlet

adamlarıydı.

Yemek başladı. Atatürk'ün

keyifli

gecelerinden

biriy­

d i . İlk soruyu Behçet Kemal'e s o r d u : —

«Yahya Kemal'i

Genç şair (Halkevi)

tanıyor

henüz bir

musunuz?»

lise öğrencisiydi.

Türkocağı'nda

oynayan Faruk Nafiz Çamlıbel'in «Çoban» piye­

s i n d e rol aldığı için oradan görüp t a n ı m ı ş v e Atatürk'ün —

sorusu

onu

biraz

«Paşam, eserlerini

getirtmişti.

heyecanlandırmıştı:

okudum.

Şimdi

ilk

kez

görü­

yorum.» Atatürk o zaman Yahya Kemal'i, Behçet

Kemal'le

ta­

nıştırdı. —

«Yahya K e m a l , m e m l e k e t i m i z i n tanınmış

dendir. Senin

de bunun gibi yükselmeni

gibi gençlerin

yükselmesine

Yahya Kemal

dedikten sonra Yahya Kemal'e —

«Nasıl

Beyfe'ndi!

şairlerin­

istiyorum. Sizin yardım

etsin.»

dönerek.

Yardımınızı

esirgememenizi

rica

Kemal

dö­

ederim.» —

«Emredersiniz

Paşam.»

Bunun üzerine Atatürk. nerek: —

«Şu sofraya

Behçet

bak ve bir şiir

Çağlara

yaz.» d e d i .


138

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Behçet Kemal derhal cebinden portföyünü ve kalemi­ ni çıkardı. Hiç d ü ş ü n m e d e n bu ısmarlama ş i i r i birkaç

da­

kika içinde bitirdi ve okudu. A t a t ü r k şiiri can kulağıyla dinledi. Çok hoşuna g i t m i ş ­ t i . O kadar sevindi k i , yerinden doğruldu. Behçet alnından ö p t ü . Bir lise ö ğ r e n c i s i

Kemal'i

için bu ne e r i ş i l m e z

bir

onurdu. A t a t ü r k onu sofrasına çağırsın, ilk soruyu ona s o r ­ sun, sofrası

için şiir yazdırsın, beğensin ve kalkıp

alnın­

dan öpsün. Behçet K e m a l , bu ö p ü ş ü de bir anda Hatırımda kaldığına göre bu dize

şiirleştiriverdi.

şöyleydi:

« A l n ı m d a n ö p e n A t a m . Bu ö p m e y i c e h e n n e m l e r

sile­

mez.» Atatürk bundan sonra çevresine —

dönerek,

«Bu g e n c i İ n g i l t e r e ' y e g ö n d e r e l i m .

Orada

İngiliz

edipleriyle tanışsın ve iyi bir şair olarak m e m l e k e t e sün,»

dön­

dedi.

Bundan sonra Hamdullah Suphi Tanrıöver'in, İstanbul' un işgali

yıllarına

ilişkin bir

konuşması

başladı. A k l ı m d a

kaldığına göre ş ö y l e y d i : İstanbul'un

işgal

edildiği

lıca'daki evinden Şirket-i

gün. Hamdullah

Supi, Kan-

Hayriye'nin Boğaziçi

vapurların­

dan birine biniyor. Köprüye varınca bir de ne görsün? İ n ­ gilizler, Fransızlar, İtalyanlar. Bütün işgal d e v l e t l e r i n i n as­ kerleri. Köprü üstünden Sultanahmet'e doğru ilerliyor. Kan­ lı Ç ı n a r a a r k a s ı n ı d a y ı y a r a k Ç ı n a r ı n y a r d ı m e t m e s i n i

bek­

liyor. Oradan A y a s o f y a ' y a gidiyor. Fakat Bizans'ın bu yapıt, onun sesini Sinanın

duyar

Süleymaniye

sesleniyor:

sanıyorsunuz?.Daha Camiine

«Bizi halâsa

doğru

ileriye

yürüyor.

doğru,

Kubbesine

götürecek yol ve adamın

de?» Kubbeden gelen s e s : «Korkma sizi Şarktan bir yiğiti kurtaracak,» diyor. Hamdullah Suphi de kalp lığı

içinde

evine

dönüyor.

nere­ Türk rahat­


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

139

Bu l<onuşma A t a t ü r k ' ü ç o k h o ş n u t e t m i ş t i . IVleclis, o g e c e sabaha karşı saat beşe kadar s ü r d ü . Dağılırken herkes,

konuşmanın

etkisi

y o r d u . Bana g e l i n c e h e m

altında

kalmış, gözyaşı

ağlıyor, h e m rakı

bile

dökü­

sunuyordum.


İLK TÜRK F İ L M İ N İ N A S I L

GÖRDÜ?

O Z A M A N L A R şimdiki gibi yüzlerce değil, yılda ancak birkaç tane Türk filmi çevrilir ve bunlar haftalarca sinema­ ların a f i ş l e r i n d e kalırdı. İzinli m i ş t i m . Türk günlerdi. mi

filmciliğinin

Muhsin

Ertuğrul'un

oynuyordu. Akşam

bir günümde sinemaya

yeni

yeni

gelişmeye

«İstanbul

dönüşte

Sokaklarında»

merdivenlerde

git­

başladığı fil­

Atatürk'le

karşılaştım: —

«Nereye gittin?» diye sordu.

Sinemaya gittiğimi

söyledim.

«Güzel miydi?» dedi.

«Fevkalâde,» diye karşılık v e r d i m .

Atatürk e m i r v e r d i . Hazırlık yapıldı v e o gece «İstan­ bul Sokakları» f i l m i n e g i t t i . Saat y i r m i üç sıralarında d ö n ­ düğü zaman: —

«Çelebi

Efendi, iyi v a k i t geçirdik,»

dedi.

Atatürk. Lâtife Hanım'la evli olduğu yıllarda «Ateşten

Gömlek» filmini görmüş ve başrolünde

İzmir'de^ oynayan

Bedia M u v a h h i t ' i çok beğenerek sahneye çıkması için öğüt­ te b u l u n m u ş t u . Fakat ondan sonra askerî f i l m l e r ve m a n e v ­ ra f i l m l e r i n i n d ı ş ı n d a f i l m g ö r m e m i ş t i . C u m h u r b a ş k a n ı o l -


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

141

dul<tan s o n r a A n l < a r a ' d a i l k g ö r d ü ğ ü f i l m « i s t a n b u l

Sokak­

ları» o l u y o r d u . Ü s t e l i k bu f i l m i b e n i m t a v s i y e m l e

görmüş

ve çok hoşuna

getirtir,

gitmişti. İsteseydi o filmi

Köşke

oturduğu yerden s e y r e d e b i l i r d i . A m a A t a t ü r k , bir halk ço­ cuğuydu. Halkın içinde yaşamaktan hoşlanıyor, halkın git­ tiği yerlere gitmek için vesileler arıyordu. Sinemaya

gidi­

şi de sadece bir vesileden başka bir şey değildi. Sinema­ da halkla beraber f i l m g ö r m e k , halkın Onun daha çok hoşuna

beğenisini

ölçmek

gitmişti.

A t a t ü r k , kendi hayatını bir f i l m halinde t e s p i t için

Münir

Bir İnkılâp

Hayri

Egeli'ye

bir

senaryo

Ç o c u ğ u y u m » adını v e r d i ğ i

etmek

imzalamıştı.

«Ben

bu senaryonun

bü­

yük b ö l ü m ü n ü k e n d i s i d i k t e e t m i ş , iki kez de k e n d i el ya­ z ı s ı y l a ü z e r i n d e d ü z e l t m e l e r y a p m ı ş t ı . Bu i ş b i t t i ğ i

zamaa

şöyle demişti: —

«Sinema, gelecekteki

Dünyanın

bir

dönüm

nokta­

sıdır. Şimdi bize basit bir eğlence gibi gelen radyo v e s i ­ nema, bir çeyrek yüzyıla değiştirecektir. deki

siyah

adam,

ve birleşmiş

kalmadan yeryüzünün

Japonya'deki

bir

kadın, Amerika'nın

Eskimo'nun Dünyayı

dediğini

hazırlamak

çehresini göbeğin­

anlayacaktır.

bakımından

ve radyonun keşfi yanında, tarihte devirler

açan

Tek

sinema matbaa,

barut ve Amerika'nın keşfi gibi olaylar birer oyuncak ye­ rinde

kalacaktır.

«Ben bir İnkılâp Ç o c u ğ u y u m »

filmi

çekilemedi.

Ne

A t a t ü r k ü n s a ğ l ı ğ ı n d a , n e d e ö l ü m ü n d e n s o n r a . 1947 y ı l ı n ­ da

Cemal

Kutay'ın yayınladığı

Millet

Dergisi'nin

öncülük

ettiği «Atatürk Sevgisi» filminin çekimi için yüzlerce versiteli

üni­

genç, rol almak üzere baş v u r d u ğ u halde, o za­

m a n k i C.H.P. i k t i d a r ı « A t a t ü r k ' ü k ü ç ü k d ü ş ü r e c e ğ i » çesiyle filmin

çekimine

izin v e r m e m i ş t i . A t a t ü r k

gerek­ Kanunu

çıktıktan sonra A t a t ü r k ' l e ilgili f i l m çekimi işlemi de dur­ du. Sadece Kurtuluş Savaşıyla ilgili f i l m çeviren y ö n e t m e n -


142

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

l e r , bazı b ö l ü m l e r d e A t a t ü r k ' ü s e m b o l o l a r a k

gösterdiler.

Yabancı f i l m yapımcıların Atatürk'ün yaşamına ilişkin film ç e v i r m e konusundaki g i r i ş m e l e r i de d e v r i n h ü k ü m e t l e r i t a ­ rafından önlendiği için sadece Atatürk'le ilgili f i l m çevril­ mesi bugüne değin

gerçekleşemedi.


T Ü R K T İ Y A T R O S U İŞTE O D U R

BİR I r a k h e y e t i y u r d u m u z a g e l m i ş , e k o n o m i k v e k ü l t ü ­ rel görüşmelerde bulunuyordu. Ankara'da yapılan toplantı­ larda A t a t ü r k , iki ülke arasındaki kültür ilişkilerinin g e l i ş t i ­ r i l m e s i n i istiyor' «Irak'la T ü r k i y e kardeş m e m l e k e t l e r d i r . Y ı l ­ larca

bir

arada yaşamıştır.

arttıralım,»

Ne yapıp

yapıp,

ilişkilerimizi

diyordu.

Toplantının sonunda A t a t ü r k , orada bulunan Millî Eği­ tim

bakanı'na: —

«Bağdat'a Türk Tiyatrosunu g ö n d e r e l i m ! » d i y e e m i r

verdi. Bakan b i r an ne d i y e c e ğ i n i henüz

kurulmamıştı. Yabancı

şaşırdı. Devlet Tiyatrosu,

bir ülkeye

sahne gücümüz yoktu. Gidip orada

yollanacak

mahcup olmak

bir vardı.

Yavaş bir sesle: —

«Hangi

tiyatroyu

göndereceğiz

sordu. —

«Ankara'da

«Evet

bir Halkevi

var

«Orada bir t e m s i l oynanıyor

«Oynanıyor.»

mı?»

var.» mu?»

Paşam?»

diye^


144

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«İşte Türk Tiyatrosu

odur.

Bağdat'a

onu

gönde­

riniz.» Bu k o n u ş m a d a n k ı s a b i r s ü r e s o n r a R a ş i t Rıza T o p l u îuğu

Bağdat'a

gitmiş ve orada temsiller

vermişti.


H Â Z I M ' I NASIL

GÜREŞTİRDİ?

H A Z I M , A t a t ü r k ' ü n en s e v d i ğ i a k t ö r d ü . A n k a r a ' d a n İs­ tanbul'a geldiği zamanlar Hâzım'ı sofrasında g ö r m e k v e t e m s i l sonrası o t o m o b i l i n i g ö n d e r e r e k bu büyük

ister sanat­

çıyı Saraya g e t i r t i r , karşılıklı sanat sohbetleri yapardı. Ne­ şe, espri havası içinde geçen toplantı sırasında, ç e ş i t l i ko­ nular üzerinde görüşülür, Y i n e b i r yaz g e c e s i

tartışılırdı. geç saatlerde

Hazım, Atatürk'ün

s o f r a s ı n d a y d ı . K o n u s p o r a g e l m i ş t i . A t a t ü r k , s a n a t ç ı y a şöy­ le s o r d u : —

«Hazım, hiç spor yaptın mı

Hazım,

Atatürk'ün

m e t ' i de koruduğunu —

«Gençliğimde

güreşi

ömründe?»

sevdiğini

ve

Çoban

Meh­

Paşam,»

diye

bildiğinden: biraz güreş yaptım

atmasyon bir karşılık v e r d i . Aradan beş-altı saat geçmiş, spor konusu unutulmuş­ tu.

Bu a r a d a A t a t ü r k ' ü n , y a v e r i n i n

kulağına

eğilerek

bir

şeyler söylediği gözden kaçmadı. Yaver h e m e n uzaklaştı. Daha beş dakika bile den yanında

Muhafız Alayından

seçme

yarı beline

geçme­ kadar

çıplak leventendam on pehlivan erle beraber göründü., F: 10


146

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

l-lerl<es

şaşkınlık

içinde

ne olacağını

yordu. Az

öne söylediklerini

unutan

ceklerden

habersiz, gelenlere

biraz

merakla

bekli­

Hazım, basma gele­ da

şaşkınlıkla

bakı­

yordu. Atatürk keyifli —

«Kuzum

relim.» demez

keyifli:

Hazım, şunlarla

güreş de, marifetini

Hâzım'da ansızın şafak a t m ı ş t ı . H e m e n kendini layıp, işin içinden sıyrılmağa —

«Aman

Ama Atatürk

topar­

çalıştı:

Paşam, ben g e n ç l i ğ i m d e

güreştim.

falan çoktan u n u t t u m . Bunlar benim pestilimi ti.

gö­

mi?

kararlıydı. İlle de Hazım'ı

Güreşi

çıkarırlar.» güreştirecek-

Gülümseyerek: —

«Sen neşenle kalpleri tuşa g e t i r m i ş adamsın. Bun­

lar s e n i n

karşında dayanır

Hazım, Atatürk'ü

mı?» deyince gözleri

kıramayacağını

anlayarak

yaşaran

çaresiz

ceke­

tini çıkardı. Kollarını sıvayarak pehlivanların yanına soku­ lup yavaşça: —

«Bak, ben p e h l i v a n f a l a n d e ğ i l i m . Ş i m d i b i z i m va­

z i f e m i z P a ş a ' y ı e ğ l e n d i r m e k . Siz k e n d i n i z i b o ş b ı r a k ı n . B e n sizi tutacağım,» diye onların saflıklarından yararlanıp, m a ­ sanın önüne kadar g e t i r d i . Başta duran pehlivanın bir an­ lık d a l g ı n l ı ğ ı m f ı r s a t b i l i p , h e m e n e l - e n s e y e r e

düşürmeğe

çalışınca Atatürk: —

«Bravo!

kahkahadan

Bravo. Yaşa

Hazım,»

diye bağırdı.

Salon

kırılıyordu.

Sabaha karşı sofra dağılırken Hazım, ç e v r e s i n d e k i l e r e : —

« M e ğ e r Paşa'nın önünde g ü r e ş m e k

ne

kadar

m u ş . Kuyruk s o k u m u n a kadar terledim,» d i y o r d u .

zor-


KARAGÖZ

H A Z I M , Atatürk'ün eşsiz sofrasına onur

OYNATALIM

veren

s a n a t ç ı l a r d a n b i r i y d i . B i r z a m a n l a r , yaz a y l a r ı n d a

ender

Beşiktaş'

t a k i H a ş i m Bey p a r k ı n d a k o n a k t a n b o z m a b i r e s k i y a p ı n ı n önünde Karagöz oynattığı nasılsa A t a t ü r k ' ü n kulağına git­ miş, istanbul'da

bir sohbet sırasında, sofrasında

sanatçıya

bir soru

şöyle

«Hazım, sen iyi Karagöz

«Evet, Paşam... Ç o c u k l u ğ u m d a n

oynatırmışsın.» beri

heves

Bu b e n i m t i y a t r o m e s l e ğ i n e g i r m e m e b a ğ l a n g ı ç Atatürk dikkatle

dinliyordu:

gün oynat, seyredelim,»

«Öyleyse

Hazım —

kaytarmak

«Aman

Huzurunuzda

bir

Paşam. Karagöz'ün

yok,

çekinme...

s ö y l e n i r . Y e t e r k i , h a l k a ışık —

«Paşam, zaten

ışıkta

r u l u ş u n d a n b e r i e t r a f a ışık —

«O h a l d e

ettim.

oldu.»

dedi.

istedi: çeşitli

belki bir gaf yaparım, pot

«Ziyanı

bulunan

yöneltti:

maharetini

Perde

fasılları

vardı--.

kırarım...» arkasında

her

şey

tutsun.» canlanır

hayal

saçar.» seyredelim.»

oyunu... Ku­


148

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

halka

« B e n i s e y r e t m e n b i r ş e y i f a d e e t m e z . Bu ışığı s e n tut.»

Bu s ö z Atatüi^k u n ç o k h o ş u n a —

« B r a v o . . . Bravo...»

gitti:

dedi.

l-iâzım, d a h a s o n r a k i g ü n l e r d e

A t a t ü r k ' e Karagöz

oy­

nattı m ı . oynatmadı m ı , hatırlamıyorum. A m a bir süre son­ r a R a ş i t Rıza i l e b i r l i k t e « B i z i m L o k a n t a » d i y e b i r y e r

aç­

tılar. Hazım orada her a k ş a m Karagöz o y n a t ı y o r d u . Atatürk, kabul

Karagöz'ün

bir halk gösteri

e t m i ş , bu sanatın

«Karagöz»

gazetesi

bir

yaşatılmasını halk

sanatı

olduğunu

istemişti.

gazetesi

olduğu

Nitekim

için

C.H.P.

iktidarı zamanında partiden yardım görmüştür. Son

sahibi

de romancı Burhan Cahit Morkaya idi. Karagöz'ün yaşaması, kayırılması

için

o zamanki

İs­

tanbul Belediyesi avukatlarından Rahmi ile hayali ve bes­ tekâr

Kaptanzade

Ali

Rıza, H â z ı m ' l a

Yaşatma ve Tanıtma Cemiyeti»

birlikte

adında

bir

«Karagöz'ü

dernek

kur­

muştu. H a z ı m , bazı

Karagöz

oyunlarını

kendi

sesiyle

d o l d u r m u ş t u . Bunların en enteresanı, harf devrimini tekleyen

Karagöz'ün

okuma

yazma

öğrenmesi

plağa des­

oyunudur.

Bu p l a k l a r d a n A t a t ü r k ' e d e y o l l a m ı ş t ı , H â z ı m ' m ç e k t i ğ i b i r de kısa metrajlı Karagöz f i l m i vardı. «Aynaroz Kadısı» f i l ­ m i n i n içinde Hazım, Karagöz oynatmıştı.


ARTİSTLER

1928 y ı l ı n d a A n k a r a ' d a

Türkocağı

ARASINDA

binası

açılıyordu.

Hamdullah Suphi Tanrıöver, Türkocakları davası uğruna her şeyini vermişti. Davanın gerçekleştiğini

görmekle

en bü­

yük mutluluğu tadıyordu. Türkocağı sahnesinde

oynanacak

ilk piyes

Tiyatrosu)

için

İstanbul'dan

Darülbedayi

(Şehir

g e t i r t i l m i ş t i . Aynaroz Kadısı'nı t e m s i l ettiler. Büyük bir a l ­ kış topladılar.

Atatürk, piyes

artistlerini Marmara

bittikten

Darülbeday»

Köşküne davet etti. Artistler

erkekli büyük bir kalabalık

halinde

geldiler.

toplantıda Atatürk, kadehini artistlere —

sonra

«Hepiniz günün birinde birer

vekil, başvekil, hatta

reisicumhur

O

doğru

kadınlı, akşamki

kaldırarak:

mebus,

müsteşar,

olabilirsiniz. Fakat

ben

bir artist o l a m a m . Çünkü bu A l l a h vergisidir. Ne tesadüf­ le, ne de yıllarca Bu, Allahın

dirsek

çürütülerek sanatkâr

ender kullarına verdiği bir nimettir.

olunamaz. İşte

ara­

mızdaki fark bundan ibarettir,» dedi. Türkocağı'nda Françalse

artistleri

ikinci

temsili

Türkiye'ye

vermek

gelmişlerdi.

için

Comedie

Bunların

ara­

sında o d e v r i n en b ü y ü k sanatçısı olan M a r i e Belle de b u ­ lunuyordu.


J50

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Atatüri< konukların g ö s t e r i l e r i n i s e y r e t t i . Piyes ten sonra makyajlı

tam

kapıdan çıkacağı zaman, artistlerin

halleriyle kapıya

hücum

edip, Atatürk'ü

istediler. Atatürk, bunlara

kapıda

yakınlık

bittik­ hepsi görmek

g ö s t e r d i . Elle­

rini sıktı, hatırlarını s o r d u , kutladı. Fakat bir ziyafete ça­ ğırmadı. Türk

sanatçılarını temsilden

tiği halde, yabancı

sanatçıları

sonra yemeğe davet

çağırmayışı,

uzun

et­

zaman

bende bir soru olarak kaldı. Düşüne düşüne ancak şu

ka­

nıya v a r a b i l d i m : A t a t ü r k , Türk sanatçısının çağdaşlarından kat kat üs­ tün olduğuna inanan

bir insandı. Türk'ün her işte

olduğu

g i b i , sanat alanında her zaman en önde g i t m e s i n i

isterdi.

B u ayırım da, işte bu d ü ş ü n c e d e n ileri g e l m i ş

olmalı.


M U H S İ N ERTUĞRUL'LA

SOFRADA

1931 y ı l ı n d a y d ı k . Bir g ü n D r . R e ş i t G a l i p y a n ı n a sin Ertuğrul'u alarak Çankaya'ya g e l m i ş t i . Şehir

Muh­

Tiyatrosu

haline dönüştürülen «Darülbedayi» on beş kişiyi g e ç m e y e n kadrosuyla çıktığı A n a d o l u t u r n e s i n d e , ilk durak olarak A n ­ kara'da

bulunuyordu. Sofrada

konuşma açılmadan Atatürk, — nasıl

henüz

«Faruk Nafiz Ç a m i ı b e l ' i n buldunuz?»

O

diye

herhangi

bir

Muhsin Ertuğrul'a yazdığı

konuda

dönerek:

'Akın'

piyesini

sordu.

sıralarda devrimi yayacak

ve yerleştirecek

ulusal

yapıtlara şiddetle ihtiyaç vardı. Devrimci yazarlar, edebi­ yatçılar dern

kollarını

Türkiye'nin

lardı. İşte Faruk

sıvamışlar, devrimlerini

gece gündüz

uğraşıyor,

destanlaştırmağa

Nafiz'in Türk tarihini

konuşturan

«Akın»

piyesi de, «Kahraman» piyesi gibi A t a t ü r k ' ü n emriyle zılmış, Ankara Türkocağı binasında İbrahim Necmi Halil Vedat Fıratlı ve

Münir

Hayri

Egeli'nin

mo­

çalışıyor­ ya­

Dilmen,

gözetiminde

İ s m e t p a ş a Kız E n s t i t ü s ü v e Gazi E ğ i t i m E n s t i t ü s ü ö ğ r e n c i ­ lerine oynattırılmıştı. «Akın» Türklerin Orta Asya'dan Ana­ dolu'ya tandı.

göçünü, yayılıp

genişlemelerini

anlatan

bir

des­


152

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Safine yapıtlarıyla yakından "rın k e n d i t a r i h l e r i n e ö n e m l i söyler nin

ve çok köklü bir geçmişe

destanlaştırılmastnı

ilgilenen Atatürk, utusfa-

yerler

ayırmaları

gerektiğini

sahip olan Türk T a r i h i ­

isterdi. Behçet Kemal

Çağların

«Çoban» piyesi de, bu amaçla yazılmıştır. İşte M i l l î T e m ­ sil Akademisi

Kanunu'nun

çıkarılışı ve Devlet Tiyatrosu'-

nun k u r u l u ş u bu g ö r ü ş ü n ürünüdür. Atatürk, Akın piyesinin Ankara'daki temsilini

görmüş

v e çok b e ğ e n m i ş t i . M u h s i n Ertuğrul ise henüz g ö r m e m i ş ­ ti.

Kendisine yazılı

metin verildi. Atatürk, Muhsin

Ertuğ-

rul'dan şunu istedi: —

«Biz b u

piyesi sizin

sahnenizde oynanmasını —

sahneye

koymanızı

ve

sizin

istiyoruz.»

«Eseri henüz i n c e l e m e d i m , ama

baş

sayfalarına

ş ö y l e b i r göz g e z d i r d i m . » —

«Öyleyse

hemen

bu

eserde

yazılı

olan

dan en güç konuşulanı, bize s a h n e d e y m i ş gibi

mısralarlütfediniz.»

M u h s i n Ertuğrul, sahne dışında kalabalık bir

mecliste

uzun boylu konuşmaktan, hatta oturmaktan kaçınacak ka­ dar

sıkılgan

bir

insandı.

Bunu

yakınları

da

biliyorlardı.

M e s l e ğ i y l e zıt g ö r ü n e n b u h u y u y ü z ü n d e n A t a t ü r k ' ü n rini yerine

em­

getiremiyordu.

IJzerindeki sıkılganlığı bir türlü atamayan M u h s i n

Er­

tuğrul: —

«Paşam, nasıl balıklar sudan çıkınca yaşayamazsa,

biz de öahneden başka y e r d e ne konuşabilir, ne yaşıyabiliriz,» diye karşılık v e r d i . Bu s ö z e R e ş i t G a l i p d e k a t ı l ı y o r , s ö z l e r i n i o n a y l a r g i ­ bi başını

sallıyordu. Muhsin

Ertuğrul, Reşit

Galip'ten

de

kuvvet alınca: — lim.

«Bendeniz hiç bir s o s y e t e d e k o n u ş m u ş insan d e ğ i ­

Bütün

konuşmalarım

•tiyatrodan evime Önce

bunu

sahnededir.

Evimden

tiyatroya,

gidiyorum.» bir artist

kaprisi sanan

Atatürk,

gücenir


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

155

gibi oluyor, hatta ö f k e l e n i y o r , ısrar ve t a r t ı ş m a l a r ça

uzadık­

uzuyordu. Y e m e k b o y u n c a sahnede en güç s ö y l e n e n en zor ke­

l i m e üzerinde d u r u l d u . Saat gece yarısını ç o k t a n g e ç m i ş t i . iHerkesin gözünden u y k u a k ı y o r d u . Sonunda Ertuğrul, s a h ­ nede en zor s ö y l e n e n c ü m l e n i n g ı r t l a k t a n k o n u ş m a k

oldu­

ğunu söyledi v e buna örnek olarak da p i y e s t e geçen çaklar»- kelimesini

g ö s t e r d i . Bu k e l i m e

boğuk

bir

«Al­ sesle

söylenmişti. Atatürk: -— « O t u r u n u z ! . . » Muhsin Ertuğrul

dedi. oturdu. Artık sofra paydos

Giderlerken Atatürk, Muhsin Ertuğrul'a .—

olmuştu.

dönerek:

«Sen b u e s e r d e m u v a f f a k o l a m a y a c a k s ı n , »

Muhsin

Ertuğrul

dedi.

gülümseyerek:

«Muvaffak olmağa çalışırım

«Şimdi seninle bahse g i r e l i m . Piyesi gelip

d e c e ğ i m . A m a dikkat et. Rolünü

iyi

Paşam.» seyre­

oynayamazsan

seni

bizzat ben t e n k i t e d e c e ğ i m , kötü bir aktör olduğuna inana­ c a ğ ı m . İyi o y n a r s a n o z a m a n da g e r ç e k b i r s a n a t ç ı o l d u ğ u ­ na i n a n a c a ğ ı m . » M u h s i n Ertuğrul bu bahsi kabul e t t i . A t a t ü r k ' ü n e m r i ­ ni m e m n u n l u k l a

yerine getireceğini

söyledi. Ellerini

öptü

Konuklar gitikten sonra Atatürk, salondan yatak

oda­

veayrıldılar.

sına

çıkarken

İbrahim'le

bana

döndü. Anlaşılan

konunun

hâlâ e t k i s i a l t ı n d a y d ı : —

«Bu e s e r i

size

v e r s e m daha

yaparsınız.

Bu

«Paşam, bu adam bu işi yapar,» diye karşılık

ver­

a d a m , bu işi yapamaz,» —

iyi

dedi.

d i m . H e m bu m i l l e t M u h s i n Ertuğrul'u sever,» d e y i n c e ba­ na k ı z a r a k s e r t ç e : —

«Maskaralığını sever,» dedi ve daha fazla bir

konuşmadan yatmağa

çıktı.

şey


154

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Atatürl< odasına

girdikten

sonra

arkadaşım

İbrahim

bana d ö n e r e k : —

«Cemal,

işin

mi yok.

İster

muvaffak

o l a m a s ı n . S a n a ne?» d i y e

söylenmeğe

o düşüncede

çok geçmeden

anladım.

değildim

ve

olsun,

başladı. A m a haklı

ister ben

olduğumu


G Ö Z Ü N D E N Y A Ş GETİREN PİYES

MUHSİN Ertuğrul Bir

olayının

ü z e r i n d e n ü ç ay

geçmişti.

kış m e v s i m i A n k a r a ' d a n İ s t a n b u l ' a g e l m i ş t i k .

Tepeba-

şı'ndaki Şehir Tiyatrosunda Faruk Nafiz Ç a m l ı b e l ' i n «Akın» piyesi temsil ediliyordu. M u h s i n E r t u ğ r u l v e a r k a d a ş l a r ı 1932 y ı l ı n ı n i l k

ayında

«Akın»ı oynamak üzere hazırlığa başlıyorlar.

Dekorlar

pılıyor,

ezberleniyor.

kostümler

dikiliyor,

Piyeste Türk hakanı İ s t e m i

roller

dağıtılıp

Han'ı M u h s i n Ertuğrul

canlan­

d ı r ı y o r d u . Ö t e k i r o l l e r d e İ. G a l i p [ A r c a n ) , E m i n B e l i ğ lönü), Hüseyin Kemal Neyir, Şaziye Provalar

[Se-

( G ü r m e h ) , Talât ( A r t e m e l ) , Neyyiro

(Moral) ve Zehra vardı. ilerlerken Atatürk

birkaç

kez

piyesin

o l u p o l m a d ı ğ ı n ı s o r m u ş t u . Eser o y n a n a c a k h a l e sonra

ya­

temsillere

başlanabileceği

Atatürk'e

hazır

geldikten

bildirilmişti.

Şubat ayının ilk haftasında «Akın» oynamağa başladı. Baş­ ta M u h s i n Ertuğrul olmak üzere piyeste

rol alan s a n a t ç ı ­

lar,

kez

büyük

gelecek

bir

heyecan

Atatürk'ün

içindeydiler.

önünde

çok

İlk

çetin bir

tiyatrolarına

sınav

vermeğe

hazırlanıyorlardı. A t a t ü r k ' ü n her işte olduğu gibi sanat işlerinde de çok


156

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

t i t i z , İnce eleyip sık d o k u y a n , ufak t e f e k başarılarla

ken­

disini m e m n u n etmeğe imkân olmadığını çok iyi bilen, bir yıl önce kendisiyle t u t u ş t u ğ u bahsi aklından M u h s i n Ertuğrul, en ufak bir falso bile «Akın»ı kusursuz oynamağa

çıkaramayan

yapmamak

için

çalışıyordu.

1932 y ı l ı n ı n 19 ş u b a t a k ş a m ı A t a t ü r k ' ü n « A k ı n » p i y e ­ sini g ö r m e k üzere, birkaç yıl önce bir yangınla kül Tepebaşı

Dram

Tiyatrosuna

gelişi, başlıbaşına

olan

bir

sanat

olayı, Türk Tiyatrosu için de tarihsel ve unutulmaz bir ge­ cedir. Muhsin Ertuğrul, Atatürk'ün

onuruna sahnenin

tam

karşısına düşen iki locayı b i r l e ş t i r m i ş , büyük bir loca mey­ dana g e t i r m i ş ve s ü s l e m i ş t i . İşte bu şeref locasında A t a ­ türk'ün t a m arkasında bulunuyordum. İstemi Han'ı

konuş­

turan Muhsin Ertuğrul: «Kıtlık var şehirde, isyan başgöstermek üzere. Bütün halk Kurultay kuralım. Kralın huzurunda,» d i y o r d u . Orada Kralın çok

güzel bir seslenişi

vardı:

«Tanrı s u v e r m e z s e . H a k a n n e y a p s ı n b u n a ? » Atatürk'ün

gözlerinin

Gerçekten

çok

yaşardığını güzel

bir

deyince

gördüm.

temsildi, Atatürk,

temsilin

b a ş ı n d a n s o n u n a d e k s e r a p a h i s , b ü y ü k b i r haz v e gururu ayağa kalkmış bir halde oyunu

ulusal

seyretti.

Şehir Tiyatrosunun doğmasında ve gelişmesinde emeği geçen İstanbul

Valisi

Muhittin

Üstündağ,

ün yanıbaşmdaydı. A m a piyesi seyretmiyor, t ü m

çok

Atatürk' dikkatiy­

le A t a t ü r k ' ü n yüzünde her an b e l i r e c e k m e m n u n l u k ya da öfke çizgilerini

hesaplamağa çalışıyordu. Temsil

ilerledik­

çe A t a t ü r k ' ü n ligisi artıyor, bakışları y u m u ş u y o r v e ilk per­ de kapanmak

üzereyken yanaklarından

süzülüyor. Perde kapandıktan Atatürk'ün

locasından

sonra

en

iki damla

gözyaşı

değerli

alkışlar,

yükseliyordu.

Temsilden sonra Atatürk, Muhsin Ertuğrul

v e üç

ar­

kadaşını locaya çağırtıp kutladı. M u h s i n Ertuğrul'un yüzü­ nü bir mutluluk

halesinin çevirdiğini fark ettim. Çok

he-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

yecanlıydı. Atatürit'ün

«muvaffal<

olamayacai<sm,.-

bir piyesten yüzünün akıyla çıkmıştı. Nasıl Güzel

sözlerle

157

sanatçıların gururunu

dediği

sevinmesin? okşarken

IVİuh

sin Ertuğrul'a şöyle diyordu: —

«Bahsi

kazandın. Sen bizim

en d e ğ e r l i

sanatkârı-

mızsın.» A t a t ü r k , M u h s i n Ertuğrul v e arkadaşlarını

kutlar­

k e n b i r a n a r k a s ı n a d ö n ü p b e n i m y ü z ü m e b a k t ı . Bu b a k ı ş ­ larda oldum.

haklı

çıktığımı

doğrulayan

bir

davranış

sezer

gibi


ÇALLI İBRAHİM'LE

ARKADAŞI

ATATÜRK. C u m h u r b a ş k a n ı olduğu halde t a m bir

halk

adamıydı. Halkın içinden çıkmış olan bu büyük insan, ka­ labalık içinde y a ş a m a k t a n , halkın içinde d o l a ş m a k t a n , hal­ k ı n g i t t i ğ i y e r l e r d e o t u r m a k t a n b ü y ü k b i r haz d u y a r d ı . H a l ­ kın e ğ l e n d i ğ i n i

görmekten

hoşlanır, o eğlencenin

içine

kendini de sokardı. 1930

yılındaydı.

Beyoğlu'nda

Tünel ile

Galatasaray

a r a s ı n d a M a d a m V e r a a d l ı b i r Beyaz R u s u n i ş l e t t i ğ i adında bir lokanta v a r d ı . Bir gün oraya g i t m i ş t i k . yedi-sekiz sonlar

Eden

Sofrada

kadar k o n u k v a r d ı . Saat g e c e n i n on b i r i .

çevremizde

fırdolayı

dönüyorlar.

Atatürk'ü

Gar­

hoşnut

etmeğe çalışıyorlardı. Neşe konuklar

içinde yenilip

içildi. Vakit

hayli g e ç m i ş t i .

i z i n i s t e y i p a y r ı l d ı l a r . Biz y a l n ı z

Atatürk,

bir

yere

gittiğinde

orada

Bazı

kaldık.

kim varsa,

hesap

O'nun tarafından ödenir, orası derhal bir aile çevresi

ha­

lini alırdı. O gece de Eden Lokantasında d u r u m aynı oldu A t a t ü r k ' ü n o t u r d u ğ u masanın biraz i l e r s i n d e iki daş o t u r m u ş l a r , rakı içiyorlardı. Kendi â l e m l e r i n e

arka­

dalmış-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM lar, bizim varlığımızdan

habersiz

159

görünüyorlardı.

Atatürk,

bana seslenerek: —

« H e m e n git, beyleri çağır,» d e d i .

M a s a l a r ı n a g i d i p k e n d i l e r i n e e m r i b i l d i r d i m . O n l a r da derhal

toparlanıp,

tanınmış

ressam

bizim

Kavalalı adında bir Çallı

masaya

geldiler.

Çallı İbrahim, yanındaki

Bunlardan de

biri

Hüsamettin

arkadaşıydı.

İbrahim, daha önce kafayı iyice t u t m u ş a

benzi­

yordu: —

«Büyük Başkanımız, beni huzura kabul

buyurduğu­

n u z için...» ş e k l i n d e u z u n b i r n u t k a b a ş l a y ı n c a A t a t ü r k s ö ­ zünü kesti: — Asıl

« B ü y ü k B a ş k a n n e b e n i m , n e ş u d u r , ne d e

Büyük Başkan, hepimizin

göğsümüzü

budur.

kabarttığımız

o

b ü y ü k T ü r k M i l l e t i d i r . Biz o n u n e g e m e n l i ğ i a l t ı n d a y ı z . O n u n amacına hizmet —

etmekle, görevimizi

yapmış

oluyoruz.»

«Siz n e b ü y ü k s ü n ü z k i , s ö y l e t i y o r v e b i z i

dinliyor­

sunuz.» —

«Ben s i z i e l b e t t e d i n l e r i m . S i z i n b u n e k a d a r h a k -

kınızsa. benim de size bütün millete söylemek ve kendimi ona dinletmek

hakkımdır.»

«Büyük

«Hayır, ben bu a k ş a m sizinle c u m h u r b a ş k a n ı

Cumhurbaşkanı...» ola­

rak d e ğ i l , b i r v a t a n d a ş o l a r a k k o n u ş u y o r u m . S i z e ğ e r b e n i cumhurbaşkanı olarak memlekette

ve

her

seviyorsanız,

memlekette

değerim

yoktur.

cumhurbaşkanları

Bu

vardır.

Burada sizinle sadece bir vatandaş olarak k o n u ş u r k e n , va­ tandaş sıfatını d ü ş ü n ü y o r u m . Başka t ü r l ü uygunluk olamaz. Şimdi burada M u s t a f a Kemal yok. Eşit şartlar içinde sizin­ le k o n u ş a b i l i r i m . B e n i m l e

konuşurken

sizin ve

hepimizin

d ü ş ü n d ü ğ ü m ü z bu olmalıdır.» —

« B ü y ü k Paşam...»

«Hayır, o y o k t u r artık, sıfır

Konuşmanın burasında Hasan

olmuştur.» Cavit

kısa

bir

nutuk


160

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

çelcti v e b u t a r i h i m a n z a r a y ı t a s v i r e d e n b i r t a b l o y a p m a ­ sını Çallı'dan i s t e d i . Atatürk, bunun üzerine şöyle —

dedi:

«Ben d e v l e t başkanıyım. Yanımda d e v l e t

büyükleri

v e m i l l e t v e k i l l e r i v a r . S i z l e r l e e ş i t o l a r a k b u l u n u y o r u z . Bu güzel s o n u c u y a n s ı t m a k , sanata ait bir

iştir.»

« P a ş a m , T ü r k k a v m i s a n a bel

« S e n ş i i r s ö y l ü y o r s u n . Bu r a k ı i n s a n l a r a n e ş e

bağlamıştır.» ve­

rir, fakat sanat v e r m e z . Sen bununla neşe b u l u y o r s u n . Fa­ kat s a n a t ı b u n d a b u l a m a z s ı n . » Çallı İbrahim, daha birçok şairane sözler s ö y l e d i . A t a ­ türk'le

karşılıklı söz atışı yapıyorlar, h e r k e s

mest

olmuş

dinliyor. Derken A t a t ü r k , biraz sonra ikisine de şu soruyu sordu: —

«Siz r a k ı y ı n i ç i n

Çallı İbrahim'in —

içersiniz?»

arkadaşı Hüsamettin

«Bendeniz rakıyı herkes

gibi

için değil, kafamı öldürmek için

Kavalalı:

midemi

içerim,»

doldurmak

diye

karşılık

verdi. A t a t ü r k , b u hazır c e v a p l ı k t a n ç o k —

«Bravo.» d i y e r e k

Daha sonra konuğa

bu yabancı

hoşlanmıştı: konuğu

kutladı.

hangi partiden olduğunu

sormuş,

H ü s a m e t t i n Kavalalı da hiç ç e k i n m e d e n S e r b e s t

Fırkadan

olduğunu

söylemişti.

Atatürk,

bundan

da

memnun

oldu.

İkinci bir defa daha: —

«Bravo,» d e d i k t e n

«Çallı

İbrahim,

sonra Çallı'ya

Çallı

İbrahim.

ressamlar, heykeltraşlar geliyor, benim lerimi,

heykellerimi

yapıyor.

Siz

ressam

olmanıza

rağmen

sizin hiç

birçok

resimlerimi, büst­

nerdesiniz?

gömüldünüz de. hiç görünmüyorsunuz? bir

dönerek:

Avrupa'dan

Çalılara

Bu k a d a r

tanınmış

sesiniz

çıkmıyor.

Onlarsa binlerce lirayı alıp. m e m l e k e t l e r i n e

gidiyorlar.»

Bu s ö z ü z e r i n e Ç a l l ı İ b r a h i m . A t a t ü r k ' ü n a d e t a b i r i h ­ tarı andıran sözlerine g ü l ü m s e y e r e k şu karşılığı v e r d i :


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

16t

« P a ş a m , P a ş a m . Fındıi<lı S a r a y ı n d a

(Akademi)

n i m yaptığım bir portreniz vardır. Anlaşılan bunu mışsınız. Gidip onu görün.

Atatürk

siz

be­

duyma­

değilsiniz,

asıl

O'dur.» Atatürk

bu karşılıktan da

çok memnun

kalmıştı. Ka­

dehini kaldırarak Fındıklı Sarayındaki p o r t r e onuruna

içti.

Sonra şöyle dedi: —

«Fındıklı Sarayı da n e r e s i ? Ben Saraylardan

hoş­

lanmam ama, İstanbul'a geldiğimde Dolmabahçe denilen

o

s o ğ u k y e r d e o t u r u r u m . F a k a t r a h a t e d e m e m s a r a y d a . Evde oturmak daha iyidir.» H ü s a m e t t i n K a v a l a l ı da c o ş m u ş t u . —

«Ben var

olduğumu

a n l ı y o r u m . O zaman biraz

anladığım

zaman,

yokluğumu

insan olduğumun farkına

varı­

yorum.» A t a t ü r k , bu sözleri de ç o k beğenerek, —

«Çok

güzel

söyledin

arkadaş.

Bu s a m i m î

sözlere

bir şey katmak i s t e m i y o r u m . Gerçek vatandaş

nerede

ne

kafasından

durumda

olursa olsun, serbest

konuşmalı,

ve

g e ç e n , v i c d a n ı n d a n g e l e n ş e y l e r i s ö y l e m e l i . Bu ç o c u k b ö y ­ le y a p m ı ş t ı r .

İsterim

konuşsunlar.

Karşısındaki

şüncelerini

ki, bütün vatandaşlar Cumhurbaşkanı

açıklamaktan çekinmesinler,»

böyle bile

serbest

olsa,

dü­

dedi.

O gece sabaha dek sofrada sanat sohbetleri

yapıldı.

Çallı İbrahim'den Türk r e s m i ve sanatı hakkında uzun boy­ lu b i l g i a l d ı . B u n l a r ı d i k k a t l e d i n l e d i . S a n a t ç ı n ı n

korunma­

sı v e

olacağına

sanatın

gelişmesi

söz v e r d i . A t a t ü r k ' ü n hiç aklıma O

için Devletin yardımcı

bu konuyla

bu kadar

ilgileneceğini

getirmemiştim.

zamanlar

Soyadı

Kanunu

daha

bazı a d l a r ı n ' b a ş ı n d a k i s a n l a r l a a n ı l a n

çıkmamıştı.

Fakat

kimseler vardı. İş­

t e Ç a l l ı İ b r a h i m de b u n l a r d a n b i r i y d i . A t a t ü r k , bir ara r e s ­ sama, adının

başındaki

sanın anlamını

sormuş, sonra

da

yarı şaka y o l l u : F: i t


162

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Acayip

bir k e l i m e seçmişsiniz. Sizin çalıya

z e r y e r i n i z y o k ki,» d i y e t a k ı l ı n c a —

ben­

demişti;

« Ç a l l ı P a ş a m , y a n i i k i ( 1 ) ile.» A t a t ü r k b u n a da ş u

karşılığı —

ressam şöyle

vermişti: «Farkındayım c a n ı m , bu kadar i ç t i k t e n sonra

biraz peltek

elbet

konuşacaksınız.»

Saat sabahın dördüne g e l m i ş t i . Toplantı sona erdi ve Saraya

dönüldü.

Çallı İ b r a h i m ' e i l i ş k i n bir anı daha: İkinci Dünya Savaşından sonra gazeteciliğe ve

ordudan emekli

sırasında

İhsan Boran, Bükreş

bir sanatçılar

topluluğuyla

İbrahim'le bir görüşme militer, Çallı —

başlayan

Ataşemiliterliği

Bükreş'e gelen

yapmıştı. Sohbet sırasında

Çallı ataşe-

İbrahim'e:

«Üstat,

hatıra

olarak

lütfedip bir şey

çizer

misi­

niz?» d i y e s o r m u ş . Çallı İ b r a h i m d e , k e n d i n e özgü k o n u ş ­ ma

diliyle: —

«Ne gibi bir

«Mesela Atatürk'ü hayalinizden çizebilir

«Ben o n u k a l b i m e

Ve sihirli Atatürk'ün

kalem

şey?» resmetmişim.»

darbeleriyle, birkaç

eşsiz bir portresini

İhsan Boran'ın eşi A d v i y e

misiniz?»

çizmiştir.

Boran'da

(Şar)

saniye Bu r e s i m

içinde şimdi

bulunmaktadır.


KEMAN

SINAVI

Ç A N K A Y A ' d a k i eski Köşkte bir gece A t a t ü r k , iki genç kemancıyı Zeki

yarıştırdı. Cumhurbaşkanlığı

Beyin M o s k o v a

Konservatuvarında

Orkestrası öğrenim

o ğ l u Ekrem Zeki ile N e c d e t adlı bir askerî okul Atatürk'ün

huzurunda, Orkestranın

bir

parçası

yapmış

öğrencisi olarak

man çalıyorlardı. Orkestrada sivil ve asker birçok yen

şefi

ke­

müzis­

vardı. Necdet

kemanını

pürüzsüz

çalıyor,

gösterişe

kaçma­

dan olgun ve vakur, t e l l e r i n üzerinde yayını gezdiriyordu. Ekrem Zeki ise biraz çalıyor ama, jestleri doğru

kemanıyla

adlı bir binbaşı Atatürk,

n u m a r a c ı g i b i g e l d i b a n a . O da var...

Eğilip

sanki vals

doğruluyor,

yapıyordu.

iyi

sağa

sola

Kemancıları

Edip

yönetiyordu.

Binbaşı'ya:

«Kemanların

«Zeki Beyin oğlu artistik, öbürü gösterişsiz,

ketsiz çalıyor.

Müzik

hangisi

güzel

kaidesine

çalıyor?»

göre daha

diye

sordu. hare­

makbul

olarr

piyanistti. Piyanosuyla

ke­

bu...» d e d i . Necdet'in mancılara eşlik

kızkardeşi ediyordu.

de


164

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Atatürl<, Binbaşının verdiği

bilgiyi

dinledikten

kemancılar arasında bir ayırım yapmadı. İkisini

de

sonra, takdir

ettikten sonra: — milletin

«Bravo!.. Çok güzel çaldınız. Sizler çocuklarısınız. Sizinle ne kadar

dır,» d e d i .

sanatkâr

iftihar

etsek

bir az­


«FISKİYEYİ

CUMHURİYET'in

Onuncu

Mayıs Stadyomu'nda

büyük

Yıldönümüydü. On bir tören yapılmış,

söylenmiş, hatta Sovyetler Birliği'nden Mareşal

KIS...»

dokuz nutuklar

Varoşilof,

B u d i o n i , b i r ç o k da g e n e r a l g e l m i ş l e r d i . Ç a n k a y a ' d a b i r a r a radyoyu açıp, nutukları d i n l e m e k i s t e d i m , fakat i ş i m o ka­ dar çoktu ki, dinlemeden Bayramı

onuruna

bir sofrayı

gelmiş

kapattım. Öyle

ya.

seçkin davetlilerin

hazırlamak öyle kolay olmasa

Cumhuriyet ağırlanacağı

gerek...

Cumhurbaşkanlığı Yeni Köşkte Viyana'lı mimar mayster tarafından harfi)

yapılan

G şeklindeki

masayı hazırlıyordum.

Birden

kapıda

antrede elini

Yağcılık

üzerimdeydi...

ö p t ü m . İlk kez e l i n i

baş

peleriniyle

Atatürk göründü. Tören dönüşü oldukça yorgundu. koştum,

Hors-

(Gazi'nin

Hemen

öpüyordum.

«Sesim iyi geldi mi?» d i y e s o r d u .

Önce anlamadım. Fakat h e m e n toparlandım. M e r a s i m ­ de söylediği —

nutku soruyordu

her

halde...

« Ç o k i y i y d i Paşam...» d i y e k a r ş ı l ı k

Oysa

radyoyu

kapatmış, Onuncu Yıl

verdim. Nutku'nu

dinle­

m e m i ş t i m b i l e . İ l g i s i z l i k g ö s t e r e m e d i m . O a n bal g i b i y a -


166

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

l a n s ö y l e d i m . Bu g e r e k s i z h a r e k e t e b a ş v u r d u m . A m a b u n ­ lar m e ş r u y a l a n d ı . B a ş k a ç a r e m v a r m ı y d ı k i . o a n . . . Atatürk'ün

hizmetinde

geçen on iki yılda

söylediğim

yalan işte bundan ibaret kaldı. Atatürk. Nutkun hizmetkârı üzerindeki etkisini

ölçtük­

ten sonra yukarı çıktı. Soyunup tekrar aşağı indi. Öyle yo­ r u l m u ş t u m k i , ayakta duracak halim y o k t u . Hiç bir t a r a f ı m t u t m u y o r d u . Perişan bir

haldeydim.

I\;1asanın p a r ç a l a r ı n ı b i r

araya getirip, G

harfini

m a m l a y a m a m ı ş t ı m . Ankara ile Viyana'nın iklimi bir dığından, masanın parçalarının ekleneceği pimler

kurumuş

olmalı k i , birbirine g e ç m i y o r d u . Her tarafımdan ter nıyordu. Odunlar iyice bel Ben b ö y l e —

masayla

ta­

olma­ boşa-

vermişti.

uğraşırken

«Yahu!..» d i y e s e s l e n d i . Sandım ki sigara yakacak.

Hemen koştum kibrit çaktım... —

«Değil hayvan...» d e d i .

Kibrit

rüzgârdan söndüğü için

hemen yenisini

y o r d u m , yine sönüyor. A t a t ü r k yine aynı sözleri —

«Değil

hayvan...»

D u r u p y ü z ü n e b a k t ı m . A c a b a ne —

çakı­

söylüyor:

«Koltukları düzelt...» e m r i n i

istiyordu? verdi.

B e n i m y a p t ı ğ ı m da bundan başka bir şey m i y d i

san­

ki? K o l t u k l a r d a n b i r i n i s e r t bir hareketle i t t i m . Sanki

«bu

m u d u r y a p a c a ğ ı m iş...» g i b i l e r d e n . . . B e n d e k i a p t a l l ı ğ a , c e ­ halete bak. Koskoca C u m h u r b a ş k a n ı n ı n karşısında o l d u ğ u ­ m u u n u t m u ş u m bile... Yerler

yeni cilâlı... K o l t u k g i t t i , g i t t i , hızla bir

başka

koltuğa çarptı. Zaten, canım b u r n u m d a n çıkacak hale gel­ m i ş i m . F a k a t A t a t ü r k n e h i k m e t s e k ı z m a d ı . Bu h a l i m i

hoş

gördü. Y u m u ş a k bir sesle bu kez: —

«Git fıskiyeyi

kıs, ç o k akıyor...»

dedi.

Bahçeye fırladım. Havuzun fıskiyesini dim.

kısıp geri

gel­


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

167

Tekrar işime başlamıştım k i , A t a t ü r k ' ü n sesi

kulakla­

rımda çınladı: —

«Böyle

az a k a r .

Taşkın olmazsa

daha iyi

değil

mi?» dedi. Utancımdan kıpkırmızı

yerin dibine

girecek

yanıyordu. Ne y a p m ı ş t ı m

a n l a m ı ş t ı m . F a k a t iş i ş t e n

gibi oldum. ben?..

Yüzüm

Hata

ettiğimi

çoktan geçmişti. Ve

Atatürk,

yorgunluğun ve sinirliliğin getirdiği taşkın bir

hareketimi,

havuzun f ı s k i y e s i ö r n e ğ i y l e y ü z ü m e v u r u v e r m i ş t i . Bir uşa­ ğa, taşkın h a r e k e t l e r d e n k a ç ı n m a s ı n ı , nazik bir d i l l e

hatır-

latıvermişti. Bu o l a y bana b ü y ü k b i r d e r s o l d u . A l t ı

ay d o ğ r u d ü ­

r ü s t O'nun yüzüne b a k a m a d ı m . Kızgın g i b i y d i . A s l a kin t u t ­ m a z d ı a m a , b e l k i bana ö y l e g e l i y o r d u .


RUSLARLA BİR EĞLENCE

CUMHURİYET'in mızda

Onuncu Yıldönümü

GECESİ

gecesiydi. Ara­

i k i İVİoskovalı k o n u k da b u l u n u y o r d u . V a r o ş i l o f

B u d i y o n i . Bir ara Rusya'nın en y ü k s e k Yüksek Şûrası

Presidium

Mareşal Varoşilof ve

mevkiinde

Başkanı» olarak

ve

»Sovyet

görev

yapan

a r k a d a ş ı , o z a m a n Rus

Ordusunda

g e n e r a l d i l e r v e İ s m e t İnönü ile Recep Peker'in

Moskova'­

ya yaptıkları geziyi iade e d i y o r l a r d ı . Onuncu yıl geçit t ö r e n i n i

izleyen konuklar,

o

akşam

Cumhurbaşkanlığı Köşkünde v e r i l e n akşam y e m e ğ i n d e ha­ zır b u l u n d u l a r . S o f r a e l l i d ö r t k i ş i l i k t i . B u d i y o n i , ün solunda, Varoşilof

sağında yer

Varoşilof ve Budiyoni'nin

Atatürk'­

almışlardı.

üzerlerinde özenle

dikilmiş

askerî üniformalar vardı. Y e m e k masası Viyanalı ünlü

mi­

mar

ek­

Hostmayster'e

ısmarlanmıştı. Masalar

lenince Gazi'nin baş harfi Yemek büyük bir her konuşmasının —

(G)

birbirine

çıkıyordu.

neşe içinde sürüyordu.

Varoşilof,

başında:

«Recep Peker yapar. Recep

Peker bilir,» d i y e

sö-

za b a ş l ı y o r d u . Recep Peker o zaman « C u m h u r i y e t Halk Fırkası U m u -


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

169

m î K â t i b i » i d i . R u s y a ' d a h e r i ş i Fırica U m u m î K â t i b i

(Sta-

lin)

sanı­

yaptığı

için, bizde de

Umumî

Kâtibin yaptığını

y o r v e Recep Peker'e özel bir ilgi g ö s t e r i y o r d u . Kimse işin farkında değildi. Atatürk

hemen

durumu

anladı ve Stalin düzeninde bir y ö n e t i m i n bizde de varmış hissini konukların üzerinden kaldırmak ğıtmak gereğini duydu. Atatürk'ün

için toplantıyı

bir işareti

da­

üzerine ye­

mek sona ermiş olan toplantı dağıtıldı. Hep beraber

kal­

kılıp, Türkocağı binasında v e r i l e n Onuncu Yıl balosuna g i ­ dildi. Şahane bir baloydu b u . Bir süre ayakta s o h b e t e d i l d i , dansa kalkıldı. Atatürk de konuklara uyup dans

etti. Ata­

t ü r k ' ü n en s e v d i ğ i d a n s , v a l s t i . Türkocağından Orduevine

gidildi. Asıl eğlence bura­

daydı. Gelenler asker olduğuna göre, askerce bir daha yakışık a l m ı ş t ı . O r d u e v i n d e t ü m

eğlence

ordu zabitanı, ge­

n e r a l l e r d e hazır b u l u n u y o r d u . Saat

üç s u l a r ı n d a ,

eğlencelerin

en

haraketli

olduğu

bir sıra A t a t ü r k e m r e t t i . Bir grup genç subay V a r o ş i l o f Budiyoni'yi dılar. Müzik

eller

üzerine

alıp salonda

gezdirmeğe

« M a v i T u n a » v a l s i y d i . Rus g e n e r a l l e r i

lar arasında omuzlarda Genç subaylardan

ve

başla­ alkış­

taşınıyorlardı. bir başka grup

coşarak

Atatürk'ü

de eller üzerinde t a ş ı m a k i s t e d i . O sırada A t a t ü r k

kahve­

sini içiyordu. Gülümseyerek eliyle İsmet İnönü'yü

göster­

d i . Bir s a n i y e i ç i n d e İ n ö n ü , o m u z l a r a a l ı n a r a k h a v a d a g e z ­ d i r i l m e ğ e başlandı. O m u z l a r a alınan üç k i ş i n i n d o l a ş m a s ı , müzik bitene dek sürdü. Eğlencelerden resinde toplandılar.

sonra

tüm

Konuklar,

generaller, O'ndan

Atatürk'ün

bazı ş e y l e r

çev­

öğren

m e k n i y e t i n d e y d i l e r . Zaten g e l i ş l e r i n i n asıl nedeni de, bu amaca dayanıyordu. Fakat Atatürk, ustaca d ü z e n l e n m i ş oyuna düşmedi.

Varoşilofa:

bu


170

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Biz a s k e r i n s a n l a r ı z . S i y a s e t e a k l ı m ı z e r m e z . S i ­

yaseti siviller konuşsun,» diye kestirip attı. Sovyet

generalleri

te, Orduevindeki

onuruna verilen o geceki

eğlenceler sırasında,

arasında bulunan General Recep Peker tarafından

İzzettin

ziyafet­

b i r ara

Çalışlar'ın

konuklar

gerdanının,

gıdıklandığı, Atatürk'ün

gözünden

k a ç m a d ı . Recep Peker bir ara salonda d o l a ş m ı ş ve p e n c e ­ re kenarındaki masada o t u r a n İzzettin Çalışlar'ın biraz ş i ş ­ manca

olan gerdanını

gıdıklamak

istemişti.

Recep

Peker

bunu yaparken de, samimi bir şekilde: —

« N a s ı l s ı n Paşa?..»

diye s o r m u ş t u . Gıdıkladığı

bir general, Recep Peker'in rütbesi O sırada

içmekte

olduğu

kişi

ise yüzbaşıydı.

kahvesini

tabağına

A t a t ü r k ' ü n bu d u r u m a çok canı sıkılmış olacak

döken

ki, ertesi

gün, öğleye d o ğ r u Köşke gelip, her zamanki alışılmış r ü ş m e s i n i yapan Başbakan —

«Recep Peker'in

İsmet İnönü'ye şöyle

dün

akşam yaptığını

gö­

dedi: gördünüz

m ü ? Bir yüzbaşı e f e n d i s i olan Recep Peker, nasıl olur

da

b i r P a ş a n ı n y ü z ü n ü o k ş u y o r , g ı d ı ğ ı n ı e l l e y e r e k o n a hal h a ­ tır s o r a b i l i y o r . Bir yüzbaşı e f e n d i s i haddini b i l m e l i . D e m e k ki, fazla

şımarmış.» sonra

İnö­

nü'nün bu işi ö n l e m e s i n i ve Recep Beyin ç e k i l m e s i n i

Atatürk

sert bir dille bunları söyledikten

em­

retti. İşte Recep Peker'in istifasının nedeni, bu Cumhuriyet

Halk

Partisi, bu t a r i h t e n sonra

Kâtipliğinden alınarak Bazı a n ı l a r d a re bağlı olarak

Başbakanlığa

Recep Peker'in

Recep

Peker arasındaki

türk ile anlattığı

Fırka

Umumi

bağlanmıştır.

istifası, başka

gösterilmektedir. Sözgelimi

Soyak, bu olayı, Trakya U m û m i

hareketidir.

Müfettişi

nedenle­

Hasan

anlaşmazlığa bağlamaktadır.

Florya'da geçen bir

görüşmesine

Rıza

Kâzım Dirik göre

ile Ata­

Soyak'ın

şudur:

Recep

Peker, Kâzım

Dirikin Trakya'da

köylüleri

ezdi-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

171

ğ i n i , l<endilerinden liizmet ve para yardımı

istediğini

ile­

ri s ü r e r e k , o n u o r a d a n u z a k l a ş t ı r m a s ı i ç i n A t a t ü r k ' ü n e m ­ rini koparmağa kalkmış. Atatürk ya'da

neler

yapmak

istediğini

de Kâzım Paşa'nın

öğrenmek

gün y i r m i arkadaşıyla Trakya'da bir geziye istasyonunda trenden

inen Atatürk,

Trak­

amacıyle çıkar.

istasyonun

ertesi Muratlı

karşısın­

daki bir evin önünde oturan yaşlı bir karı koca ile konu­ şup dertlerini dinler. Kadın, gelininin hastanede, askerde

olduğundan, adam, gözlerinin

oğlunun

görmediğinden

ya­

kınır. A m e l i y a t için doktorlara e m i r v e r m e s i n i ister. İstas­ yona dönülürken Atatürk, yanındakilere: «Artık burada işi­ miz kalmadı. Doğru İstanbula. Gördün ya Recep Peker iş­ te bunlardan şikâyet ediyor.

Hayret,»

der. İstanbul'a,

er­

t e s i g ü n d e A n k a r a ' y a d ö n ü l ü r . İki g ü n s o n r a Ç a n k a y a K ö ş ­ künde A t a t ü r k ile Recep Peker, aynı konuyu tartışırlar. Kâ­ zım

Paşanın

müfettişlikten

uzaklaştırılması

için

emir

mağa çalışan Recep Peker'e canı sıkılan A t a t ü r k ,

al­

şunları

söyler: —

«Artık y e t e r Recep Bey. Kendini üzme, beni de boş

yere meşgul

etme. Aldığınız

Beye v e r i r s i n . G e r e k i r s e

bilgileri ve

vesikaları

m ü f e t t i ş gönderip. Kâzım

Vekil Paşa'­

nın yaptıklarını t e f t i ş e t t i r i r . G e r e k i r s e r e s m î t a h k i k a t ya­ pılır. Bunun sonucuna göre kanuni i ş l e m e geçilir,» Olaydan iki gün

sonra

(A.A.)

Umumi Kâtipliğinden çekildiğini Fakat Recep eğlence

Recep

der.

Peker'in

Parti

Ruslarla

ilgili

olmuştur.

Ata­

duyurur.

Peker'in ç e k i l m e s i , asıl

gecesinde geçen olay yüzünden

t ü r k ' ü n Ordu saygınlık ve onuruna ne denli ilgi v e t i t i z l i k gösterdiğinin

seçik

bir örneğidir. Oysa

Atatürk,

Recep

P e k e r ' i s e v e r v e s o f r a s ı n d a n e k s i k e t m e z d i . Sık s ı k ş a k a laştığı o l u r d u . Hatta bir s ü r e önce Recep Peker çok manladığı, göbek bağladığı için Viyana'ya gidip kürü y a p t ı r m ı ş , çıta gibi yurda d ö n m ü ş t ü . Recep

şiş­

zayıflama Peker'in


172

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

y i n e s o f r a d a , e s k i s i n i a r a t m ı y a c a k ş e k i l d e büyiJk b i r i ş t a h ­ la y e m e k y e d i ğ i n i g ö r e n —

«Bir

insanın

Atatürk:

m i d e s i ç a l ı ş ı r s a , kafası ç a l ı ş m a z . O-

n u n i ç i n az y e y i n , » d i y e t a k ı l m ı ş t ı b i l e .


NİŞANCILIĞI

ATATÜRK eski ve tecrübeli bir askerdi. O'nun nişancı olduğunu d u y m u ş t u m . Hatta

bir gün

iyi b i r

Dolmabahçe

Sarayının bahçesinde yakınlarına nişan alma hakkında gi v e r d i ğ i n i Bir

bil­

hatırlarım.

gece

sofradan

yeni

k a l k ı l m ı ş t ı . Söz n i ş a n ,

atış

ü z e r i n e y d i . Konuklardan Ş ü k r ü Kaya, bir ara başıyla tava­ na doğru i ş a r e t —

ederek:

«Elektrik ampullerine

nişan almak zordur.

Hedefe

isabet olmaz,» diye bir söz attı ortaya. Atatürk, bunu garip bulmuş gibi —

nini anlatmasını —

bakarak:

«Yaaa, ö y l e mi?» d i y e s o r d u . Sonra bunun

nede­

i s t e d i . Şükrü Kaya da:

« A m p u l ışıklı o l d u ğ u n d a n göz alıyor. Nişan ve v u ­

r u ş da z o r o l u y o r , » d e d i . Atatürk hemen kapıdaki —

«Şu g ö r d ü ğ ü n

M e h m e t ç i k hiç — duvarda

nöbetçiyi çağırttı.

ampulü vurabilir

misin?»

dedi.

düşünmeden:

« E m r e t Paşam...» d i y e r e k h e m e n s i l â h ı n a a s ı l d ı v e asılı

bulunan

t a m isabetle vurdu.

aplikteki

üç

ampulü

teker

teker


-174

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM A t a t ü r l < , i<onul<lara d ö n e r e k ; —

«Gördünüz ya, Türk askeri

böyle vurur...»

dedik­

ten sonra, arka cebindeki toplu tabancasını çekerek tavan­ daki

avizenin

ampullerini

başladı teker teker t a m

isabet

vurmağa. A t ı ş işi b i t i n c e A t a t ü r k , Şükrü Kaya'ya d ö n d ü : —

«Hani yahu, senin

dediğin olmadı,»

dedi.

Şükrü

Kaya'da ses seda yok tabiî. Eski k ö ş k

ahşap olduğundan

atılan kurşunlardan t a ­

v a n d e l i k d e ş i k o l d u . Bu k a d a r l a k a l s a i y i . Y u k a r d a k i y a ­ tak

odasının

gardrohunda

varsa delik deşik

ne kadar

gömlek, don, fanila

o l m u ş . Bereket yatak odasında o

anda

kimse yoktu. Ertesi günü bu delikli g ö m l e k l e r i tılar. Önce delik

olduklarını

getirip bize

bilmiyorduk. Ağır

ve

dağıt­ pahalı

cinsten olan g ö m l e k l e r i görünce, hatta alalım m ı , almaya­ lım

gibisinden

duraksama

lik g ö m l e k l e r i A t a t ü r k ' e

lâyık

bile

geçirmiştik.

görmemişler.

Fakat

Umumî

de g e t i r i p bize v e r d i . Belki de bundan A t a t ü r k ' ü n olmadı.

de­

Kâtip haberi


YALNIZLIĞ!

BİR s o n b a h a r

gecesi. Çankaya Köşkünde

akşam

sof-

rasmdalar. Hava biraz s ı c a k

olduğundan Atatürk, sofrayı

kurmamı e m r e t t i . Onlar sofradayken, ikinci yaverliğin —

arkasındaki

bahçeye

dışarı

bir sofrayı da

hazırladım.

« S o f r a hazır P a ş a m , » d e y i n c e ö n c e A t a t ü r k

ayağa

kalktı. Sonra birer birer t ü m konuklar kalktılar. Kadınlı, er­ kekli neşeli bir t o p l u l u k t u . G r a m o f o n d a zeybek havası ça­ l ı y o r d u . M e c l i s i n e n k e y i f l i z a m a n ı y d ı . Bu b u l u n m a z a h e n ­ gi bozmama k

için

gramofonu kucakladığım

gibi

onların

önüne düştüm. Konuklar

kucağımda taşıdığım

gramofo­

nun ahengine kendilerini

kaptırmışlar, oynayarak

ilerliyor­

lardı. Böylece

bahçedeki

sofraya

vardık.

Herkes

yerlerini

aldı. Yediler, içtiler, çalgı çalıp eğlendiler; güldüler oyna­ dılar. A t a t ü r k ' ü n sofrada uzun süre

i ç t i k t e n sonra hora t e ­

p i p d a n s e t t i ğ i , z e y b e k o y n a d ı ğ ı g ö r ü l ü r d ü . En s e v d i ğ i m ü ­ zik parçaları arasında Rumeli t ü r k ü l e r i n d e n sonra, zeybek havaları

gelirdi. O'nu

neşelendirmek

için

arkadaşları

ve


176

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

d a v e t l i l e r de k e n d i s i n i n pek s e v d i ğ i zeybek oyunlarını oy­ narlardı. G ü z e l b i r ay ışığı v a r d ı . S a b a h a k a r ş ı h e r k e s e b i r m a h zunluk

çöktü. Sesler,

adamakıllı

çalgılar

yavaş

serinlemişti. Herkes

yavaş

başladı

Konuklar ellerini öperek ayrıldılar. Â f e t —

«Paşam, soğuk

kesildi.

Hava

üşümeğe.

başladı, gidelim,»

Hanım:

dedi.

Fakat A t a t ü r k , bu insanı i l i k l e r i n e dek ü r p e r t e n havadan

ayrılmak

istemiyordu.

Bunun

ile Sabiha Gökçen, Â f e t İnan, Rukiye, nımlar

hep beraber

üzerine

serin

kızkardeşi

Nebile, Zehra

izin i s t e y e r e k ayrıldılar.

Bütün

Ha­

gece­

lerini uykusuz geçiren Atatürk, sıhhatine pek düşkün de­ ğildi. Yerinden bile

kıpırdamadı.

Orada benden başka k i m s e kalmadı. Bir de

yaverler­

d e n C e l â l Bey v a r d ı . A t a t ü r k ü ş ü y e c e k t i . Ç o k ü z ü l ü y o r d u m . Fakat v a z i f e m yüzünden orasını Gramofonda

güzel valsler

bırakamazdım. çalıyor, ben O'na hâlâ

ra­

kı v e r i y o r d u m . B i r a n g e l d i : —

«Rakı i s t e m e z . . . Y e t e r ! »

dedi.

A r t ı k yalnız g r a m o f o n d i n l i y o r v e d ü ş ü n ü y o r d u . Biraz önce burasını neşeye boğan konuklar, yeyip

içmişler, bi­

rer ikişer başlarını alıp ç e k i l i p g i t m i ş l e r d i . H e p s i n i n evin­ de bir bekleyeni vardı. Çoluğu, çocuğu, e ş i , anası, babası. Atatürk

ise sadece d ü ş ü n c e l e r i y l e baş haşaydı. Koca

K ö ş k t e y a p a y a l n ı z d ı . Bu h a l b a n a ç o k d o k u n d u . ö y l e s i n e hüzün v e r i c i y d i ki... Bir gece

kendisini

çıkaracak

acı acı

bir adamı

bile

olmadığından

ne kadar bedbaht o l d u ğ u n u anlatmak

Yalnızlığı odasına yakınmış,

istemişti.

Sabah o l m u ş t u . Belki üç d ö r t saat öyle k a l m ı ş t ı . Gü­ nün ilk ışıkları

ağaçlardan

süzülünceye dek orada

kaldı.

A t a t ü r k hâlâ ç e n e s i n i y u m r u ğ u n a d a y a m ı ş , o l d u ğ u y e r d e y ­ d i . Yavaş yavaş d o ğ r u l d u ğ u n u , ağır adımlarla Köşke

doğ­

ru i l e r l e d i ğ i n i g ö r d ü m . Ben d e arkasından ağır ağır yatak odasına kadar y ü r ü d ü m . Sessizce odaya g i r d i . Bir anahta-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM rın döndüğünü

177

işittikten sonra geri döndüm. Sofrayı

ladıktan sonra yatmağa g i t t i m . Atatürk belki

ama, bütün benliği Türk m i l l e t i y l e d o l u y d u . Bütün de

top­

yapayalnızdı

kalbinde yatıyordu. Aile mutluluğunu milletinin

milletin sevgi­

siyle değişmişti.

F: 12


CİĞERLERİMDEN

HASTALANDIM

ATATÜRK her gece çok geç, sabaha karşı yattığı

için

ben de ayni saatlerde y a t m a k z o r u n d a y d ı m . Saraydaki öbür sofracılardan

benim

bu zor

mevkiimle

yerini

hemen

de­

ğişecek olanlar ç o k t u . Fakat A t a t ü r k ' e olan sonsuz b a ğ ı m , sevgim,

s a y g ı m , bu s ı k ı n t ı l ı

hayata beni

kuvvetli

la b a ğ l a m ı ş t ı . O ' n u n y a n ı n d a n a y r ı l m a m a k lerimi

bile feda

etmekten çekinmez.

sını hazırlar, h i z m e t i n i eksik

Köşkte

gün­

kalır, sofra­

etmezdim.

B i r k a ç y ı l s o n r a bu s e v g i n i n a r m a ğ a n ı n ı te gecikmedim. Ciğerlerimden çalışamıyacağımı

bağlar­

için izinli

(!)

görmek­

hastaydım. Doktorlar

artık

yatmamı

iste­

d i l e r . D e n i z h a v a s ı a l m a m g e r e k i y o r m u ş . Bu y ü z d e n

1935

da hava d e ğ i ş i m i hem

söylediler. Sanatoryuma için Ertuğrul

aylığımı, hem

elbiselerimi

yatma

verildim. Atatürk,

Ankara'dan

göndertiyor-

du. Hiç bir sıkıntım y o k t u . Rahattım. A n k a r a ' n m vasından da

kurtulmuştum. Üstelik

ocağımdaydım. Yalnız beni

O'ndan ayrı

kalmam

d u . Hava d e ğ i ş i m i n d e n sonra yeniden Ankara'ya Hastalığım

sert ha­

memleketimde,

geçmemişti. Doktorlar

gece

aile

üzüyor­ döndüm.

çalışmamı

m e n e t t i l e r . Başka yapacak çare y o k t u . K e n d i m i halsiz h i s -


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

179

s e t m e s e m , her ş e y e r a ğ m e n dol<toriarı d i n l e m e y e c e k , y i ­ ne çalışmağa devam

edecektim.

A y r ı l ı k g e l i p ç a t m ı ş t ı . Bu s e f e r k i b ü y ü k a y r ı l ı ğ a ziyordu. Çaresiz boynumu

büküp,

ben­

ayrılmadan önce

Ata­

t ü r k ' e veda e t m e k üzere yanına çıktım. Gözlerimdeki

yaş­

ları zor t u t u y o r d u . Boğazıma Konuşamıyordum. Atatürk teselli

etmek

bir hıçkırık takılıp

halimi

görünce

kalmıştı.

üzüldü.

Sonra

istercesine:

«Korkma Çelebi

Efendi. Bizim Sabiha v e

Rukiye

d e aynı ş e k i l d e y d i l e r . D o k t o r l a r onlara da c i ğ e r l e r i n i z has­ t a dediler, haya d e ğ i ş i m i yaptırdılar. A m a , hiç bir şey çık­ m a d ı . S e n d e İde b i r ş e y y o k t u r . İ s t a n b u l ' d a k e n d i n i a d a m ­ akıllı doktorlara göster. Gerekirse seni İsviçre'ye de gön­ deririz.» —

«Paşam, doktorlar benim çalışmamı

Benimse

işim gece

sofraya

hizmet

menediyorlar.

etmektir. O

sofraya

h i z m e t e d e m e d i k t e n s o n r a n e y e y a r a r ki d ü n y a ! »

deyince

o hassas adam bir an d u r a k l a d ı . A y r ı l ı ş ı m d a n O'nun

da

üzüntülü olduğu b e l l i y d i . Öyle ya, ö güne kadar on yıl ge­ celi

gündüzlü

hizmetini

görmüştüm.

yalnızlık anlarında beni her yere

beraberinde

karşısına

götürmüştü. O bir

ben b i r h i z m e t k â r da o l s a m , alışmıştık. Elini o m u z u m a

nihayet

«Gene o sofraya hizmet

«Hizmet

ederim

zamanlarında,

birbirimize

edersin, böyle

ama, bundan

sonra

ısınmış,

kalmaz.» yapacağım

olur.»

«Birkaç zaman böyle olsun. Ne çıkar

Söyleyecek

gittiği

Cumhurbaşkanı,

vurarak:

hizmet sığıntı gibi

Dertli

alıp d e r t l e ş m i ş ,

başka

bir

yanından ayrıldım. İstanbul'a

şey

kalmamıştı.

bundan?» Elini

g e l d i m . Tam iki ay

öperek kalkma-

macasına yatakta y a t t ı m . On yıl A t a t ü r k ' ü n hizmetinde ge­ ce sabahlara dek çalışmamın sonucu işte böyle Bir süre sonra A t a t ü r k

olmuştu.

İstanbul'a gelmiş, ben de b i -


180

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

raz i y i l e ş t i ğ i m i ç i n t e k r a r y a n ı n a d ö n m ü ş t ü m . F a k a t

artık

sağlık d u r u m u m , geceleri çalışmama elverişli değildi. Be­ nim değil, Atatürk'ün de sıhhatinin eskisi gibi üzülerek

gördüm.

olmadığını


SESİM

BİR

GÜN

nas!İ

olmuş

bilmiyorum, sesim

KISILDt

kısılmıştı.

Hizmet sırasında Atatürk, bir şey soracak diye ö d ü m

ko-

p u y o r d u . Cevap v e r e m e y e c e ğ i m için k i m b i l i r ne kadar be­ nimle

alay eder, d i y e

Herkes

düşünüyordum.

kendi âlemindeydi. Büyük bir dikkatle

yapıyor, en ufak bir f a l s o y a m e y d a n v e r m e m e ğ e d u m . A h , bu geceyi

bir

çekmeden sofra faslını Vaktin konu

atlatabilsem. Kimsenin

gibi,

İçişleri

Bakanı Ş ü k r ü

rında elpençe dikilip duran beni işaret —

«Paşam, Çelebi dün gece çok

sılmış...» d e m e s i n Bütün ğuma

gözler

dikkatini

kapatabilsem.

ilerlemiş bir saatinde, sanki başka

kalmamış

servis

çalışıyor­

konuşacak

Kaya,

karşıla­

ederek: içki

içmiş, sesi kı­

mi? üzerime çevrildi. Sonunda

uğramıştım.

Bakışların

altında

işte

eziliyor

A t a t ü r k , b u s ö z l e r e ne d i y e c e k d i y e m e r a k l a

bekliyordum.

Ya beni uzun uzun k o n u ş t u r m a ğ a , ya bir n u t u k kalkarsa. Ne yapardım?

Sesim çıkmıyor

ki

korktu­

gibiydim. attırmağa

konuşayım...


182

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM A t a t ü r k y ü z ü m e baktı, b a k t ı . Sonra ne d e s e

beğenir­

siniz? — ği

için

«Keski

içse

kısılmıştır.»

hayvan. Sesi

kısılmayacaktı.

İçmedi­


BAMYA

ATATÜRK

boğazına

düşkün

KONSERVESİ

değildi. Yemek

seçmez,

g e ç s a a t l e r e d e k s ü r e n a k ş a m s o f r a l a r ı n d a p e k az y e m e k yerdi.

Vapur

ve

tren

gezilerinde

ise

soğuk

yemeklerle

yetinirdi. Bir

kış

günü

Ertuğrul

Yatıyla

İstanbul'dan

Yalova'ya

gidiyorduk. Y e m e k saati gelince sofrayı hazırlamağa ladım. Deniz oldukça le beşik gibi

çalkantılıydı. Yat dalgaların

sallanıyordu. Sofraya

ralanmıştı.

Bir

konservesi

vardı.

alimünit

kayık tabakta da, yeni

A t a t ü r k , daha

çok

bamya

yemekler

açılmış

konservesine

bir

ilgi

yediği

bir

yiyecekten midesini

layamadım, yemekten tifra

etmeğe

diyebi­

m ı , yoksa daha

bozduğundan

sı­

bamya

gösterdi.

H e m e n h e m e n başka şey y e m e d i . Tabağı boşalttı l i r i m . Fakat t e k n e n i n sallantısından

baş­

etkisiy­

önce

m ı , pek

an­

kalkar kalkmaz lavaboya koşup, is­

başladı. Anlaşılan

aç k a r n ı n a y e d i ğ i

baTnya

k o n s e r v e s i n i m i d e s i k a l d ı r m a m ı ş t ı . Kay ederken d ö n ü p : —

«Beni zehirlediniz.» diye

bağırmağa

başladı.

H e p i m i z telâşlandık. Yatta ne kadar adam v a r s a , bir k o r k u d u r aldı h e p s i n i . Tanrı k o r u s u n , ya b i r ş e y olursa?..


184

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM A t a t ü r k , sağa sola çatıyor, arada bir —

«Beni

zehirlediniz,»

sözünü

de:

tekrarlıyordu.

Kim zehirleyebilirdi O'nu? Midesi kaldırmamıştı o ka­ dar.

Yoksa

konserve

kutusunu

elimle

açıp, tabağa

koy­

muştum. A t a t ü r k ' ü n bu halini gören görevliler, hemen te geçip

soruşturmağa

başladılar. Neler akla

hareke­

gelmiyordu

ki, o an. Suikast söylentisini ortaya atanlar bile o l m u ş t u . Böyle

şeyler

konservesini mamıştı.

insanın

sofradakiler

Üstelik

suikast

bamyayı y i y e n l e r aynı Bazı i n s a n l a r ı n cekler

karşısında

Oysa

bamya

de y e m i ş t i . A m a onlara

fenasına

gidiyor.

dokun-

yapıldığından

şüphe

edenlerle,

kişilerdi.

mideleri tepki

hassas

gösteriyor.

oluyor.

Belirli

Böylelerine

yiye­ yedik­

leri hemen dokunuyor. Üstelik Atatürk, o gün içkiyi

biraz

fazla

almıştı. Deniz

dön­

müştü

sallantıdan.

Nane desi

biraz

limon

çok

kaynatıp

düzeldi. Bizim

dalgalıydı.

Hepimizin

içirdikten sonra korkumuz

da

başı

Atatürk'ün

yavaş

yavaş

mi­ da­

ğıldı. O gün g e ç i r d i ğ i m k o r k u y u kolay kolay u n u t a m a m . Bir daha%, s o f r a y a

ne bamya k o n s e r v e s i

g e t i r d i m , ne d e

d i m y e d i m . Bu d e r s b a n a y e t t i d e a r t t ı b i l e .

ken­


BERBER R I D V A N ' I

KOVUŞU

BERBER R ı d v a n , A t a t ü r k ' ü h e r g ü n t r a ş e t m i ş

adamdır.

A t a t ü r k , Selânikli olan Rıdvan'ı çok sever, her zaman t a ­ kılır, şakalaşır,

o da

Atatürk'ü

neşelendirmek

bahaneler bulur, s a b u n l u fırçayı ağzına sokarak

için

türlü

şaklaban­

lık y a p a r d ı . Bir gün kahvede bilardo o y n u y o r d u m k i , Rıdvan g e l d i : —

«Hadi

deceğiz,»

kalk, beraberce

Berber

Hami'nin

evine

gi­

dedi.

«Ben tanımadığım adamın evine

«Ne çıkar? H e m orda içki de var. Bol bol

«İçki de

Rıdvan'la

gitmem.» içeriz.»

içmem.»

gidersin,

gitmezsin

t i k . A m a s o n u n d a da k a l k t ı k ,

diye

uzun

uzun

çekiş­

gittik.

Evde F a h r e t t i n Paşanın y a v e r i de v a r m ı ş . K e n d i s i n i t a ­ n ı m ı y o r u m . İçki faslı b a ş l a d ı . H e r k e s s a r h o ş . Bir ben miyorum. Yani

meclisin

tek

ayık adamıyım.

plak çalıyor. A t a t ü r k ş ö y l e , Şükrü Kaya böyle oynar taklit yapılıyor. bahtan

sonra:

Derken Berber

Mehmet

iç­

Gramofonda

geldi. Selâm

diye sa­


186

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Vasfiye'yi

sana yapayım

mı?» diye bir soru

attı

ortaya. V a s f i y e , A t a t ü r k ' ü n Kızı d i y e a n ı l a n I J l k ü ' n ü n a n n e s i y d i . D u l d u v e K ö ş k t e A t a t ü r k ' ü n h i z m e t i n e b a k ı y o r d u . «Bu da nerden çıktı?» gibisinden: —

«Başkasını bulamadın mı yani?» diye s o r d u m .

«Senin e v l e n m e n l â z ı m . Paşa'ya da s ö y l e r i m . H a ­

di bu işe «He» d e . Bizim —

konuşmayı duyan

Berber

Rıdvan:

«Bu b a b a l ı ğ ı b a n a y a p . B e n a l ı r ı m , »

dedi.

Berber M e h m e t ' i n dediğine göre kadın beni paralı b i ­ liyor, derli toplu buluyormuş. O günkü konuşma, Vasfiye' nin kulağına g i t m i ş . Söylentiye göre V a s f i y e , Rıdvan'ın ken­ disine talip bulup

sabah

bir

Köşkten

halde

çekecekle —

için bir

«Sizin taklidinizi yaptı,» diye A t a t ü r k ' e

Bir sinirli

olduğunu duyunca, atlatmak çıkmağa

ayakkabılarını

hazırlanan

bağlayan

fırsatını

söylüyor.

Atatürk,

Rıdvan'ın

çok

başına

vurarak:

«Defol, g i t buradan,»

Rıdvan

ne

olduğunu

dedi.

anlayamadı. Ağzı,

dili

tutuldu.

Biz d e t a ş g i b i d o n u p k a l d ı k . K o v u l u ş u n u n n e d e n i n i ö ğ r e ­ nemeden

Rıdvan

eşyalarını

kadar ben g ö t ü r d ü m . A k ş a m

topladı. Kendisini trenine

istasyona

bindirdim:

«İstanbul'da k i m s e n var mı?» diye

«Annem var

«İnşallah

sordum.

Cemal.»

orada istikbalin iyi olur, kazancın

a n a n a da b a k a r s ı n , »

artar,

dedim.

O gece Atatürk sofraya inmemiş, yemeğini

kütüpha­

n e d e t e k b a ş ı n a y e m i ş , h a t t a i ç k i y i d e ç o k az i ç m i ş t i . A k ­ şam çiftlikten

Köşke gelince

:— « R ı d v a n g i t t i

Rüsuhi Beye

sormuş:

mi?»

«Gitti

Paşam.»

«Kim

geçirdi?»

«Samimi

arkadaşıdır, Çelebi

geçirdi.»


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Bunu

öğrendi

ya, tam

yemeğini

187

önüne

koyuyordun^,

k i , a y n ı s o r u l a r ı b u k e z b a n a da s o r m a ğ a b a ş l a d ı : —

«Rıdvan g i t t i

«Gitti efendim. Kendisini trene bindirirken

ettim.

Çok

mi?»

üzgündü.

Orada

daha

çok

para

tesellf

kazanırsın,

dedim.» A t a t ü r k , yüzüme bakarak onu kovuşundan dolayı hak­ lı o l d u ğ u n u a n l a t m a k —

istercesine:

« C e z a s ı n ı ç e k s i n . B u n u h a k e t m i ş t i . G e ç e n l e r d e iç­

ki i ç e r k e n b e n i m t a k l i d i m i —

yapmış.»

«Paşam, o y e m e k t e ben de v a r d ı m . Birçok

nin taklidi yapıldı. A m a

sizinkini yapmak

kimin

kimse­

haddine?

Rıdvan sadece sizi en yakından tanıyan biri olarak

gülü­

şünüzü b e n z e t m e ğ e çalıştı. H e m bu olayın üzerinden

altf

ay

şey

geçti.

Şimdiye

kadar

neredeydi

d e ğ i l , Rıdvan'ın baktığı bir Öyle

deyince

Rıdvan'/

tekrar

işe

kapadı, konuşmadı.

alması

mümkün

Bir

yıl

söylettik.

için

alacaktı.

birçok

berberi

ricalar

için

af

ko­

olmadı.

sonra

İstanbul'a

Rıdvan'ı

yeniden

geldiğimizde

işe

alması

b u k c n u d a izin a l m ı ş o l m a l ı k i , h e m e n —

Üzüldüğü

ki, geri

araya

sevdiği

Bir

var.»

olsa, demek

g i r d i . Fakat A t a t ü r k ' t e n , çok parmak

adamlar?

de anacığı

gözlerini

b e l l i y d i . Rıdvan A n k a r a ' d a

o

Salih

için...

Bozok'a

Atatürk'ten

bana:

«Paşa a f f e t t i . G i t R ı d v a n ' ı b u l , »

dedi.

A r a b a t u t u p Rıdvan'ı b e r b e r dükkânlarında a r a d ı m , b u ­ l a m a d ı m . Saraya

döndüğümde

orada. Atatürk, başıyla

bir

Rıdvan'ı

de

işaret

baktım

kendisine söylediğim sözleri unutmadığını le

ki,

Rıdvan

edip, bir yıl belirterek

önce şöy­

konuştu: —

«Çelebi Efendi, Rıdvan dışarda çok kazanmış ama,

y i n e de bizi t e r c i h Böylece Atatürk'ün

etti.»

Rıdvan

hizmetinde

yeniden çalıştı.

işe

alındı.

Ölünceye

kadar


BEKİR Ç A V U Ş ' U N

HİZMETİ

BEKİR Ç A V U Ş , A t a t ü r k ' e ç o k i ı i z m e t e t m i ş b i r

asker­

d i . C u m h u r i y e t d e v r i n d e de uzun s ü r e A t a t ü r k ' ü n

yanmda

kaldı. Çok sevdiği hizmetkârlarından biriydi. Bekir

Çavuşu

çok seven Atatürk'ün, onu birçok

kez a l n ı n d a n

öptüğünü

g ö r m ü ş ü m d ü r . Özel hizmetlerinde kullandığı Bekir daha

çok Yozgat

ayaklanmasını

larından dolayı çok takdir Bekir Çavuş, ta Birinci de Atatürk'ün

yanında

bastırmasındaki

Çavuşu yararlık­

etmişti. Dünya Savaşında,

bulunmuş.

Çanakkale'

Mütareke yılları

o d a h e r a s k e r g i b i t e r h i s o l m u ş . Baba

ocağı

içinde

Çankırı'ya

dönmüş... Aradan uzun bir zaman geçtiği halde Bekir Ça­ vuş annesinin yanından ayrılmaz... Kemal

Paşa'nın Ankara'ya

geçtiğini

Bir gün

Gazi

duyan

annesi

Mustafa hemen

oğluna: —

«Haydi ç o c u ğ u m , eşyalarını topla. Senin kumanda­

nın Ankara'ya gitti. Orada asker topluyormuş. Ordu cakmış. Senin

de orda olman

yarın sabah yola

lâzım. Derhal

kura­

hazırlan

ki,

çıkasın.»

Bekir Çavuş bu işe pek istekli değildir. Barut k o k u s u , ateş ve şarapnel yağmuru, yoksunluk onu

yıldırmıştır.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM — yince

" A n n e , daha

gün oldu askerden geleli,»

de­

annesi;

"Eğer

m e m . Derhal sözünü — nın

kaç

189

gitmek

istemezsen

sütümü

gideceksin, anladm

emir sayan Bekir

sana helâl

et­

mı,» der. A n n e s i n i n

bu

Çavuş:

«Derhal anneciğim,» diyerek ertesi sabah Ankara'

yolunu

tutar.

O zaman t r e n falan yok. Dağ t e p e d e m e z , Çankırı - A n ­ kara arasını yaya olarak alır. A t a t ü r k ' ü n o t u r d u ğ u ya'ya

(o zamanki adıyla)

Papazın

Köşkü'ne

Çanka­

gelir.

Atatürk, eski askerini görünce: — diye

«Bekir

Çavuş, nasıl oldu

da s e n b u r a y a

geldin?»

sorar. —

«Paşam, sizin

men heybemi Fakat

Ankara'ya

omuzlayıp

Atatürk,

geldiğinizi

duyunca

he­

koştum.»

Bekir

Çavuşu

çok yakından

tanımak­

tadır: —

«Sen

kendiliğinden

gelmemişsindir.

g ö n d e r m i ş t i r . Yoksa sana kalsa zor

Seni

annen

gelirdin.»

Atatürk, Bekir Çavuşun bu sözlerden gücendiğini layınca şöyle —

an­

konuşmuş:

«Çok iyi e t m i ş s i n de g e l m i ş s i n . A f e r i n

sana.»

A t a t ü r k bundan sonra Bekir Çavuşu gözlerinden

öper.

Geldiğinden dolayı hem teşekkür eder, hem de Birinci Dün­ ya Savaşında o l d u ğ u gibi Çavuş olarak yanında

kalmasını

ister. —

«Fakat bu s e f e r y e n i l m e y o k ha... Ona göre,» der.

Ertesi gün Eskişehir'e hareket edip orada karargâh lar. Bir zaman orada

kurar­

kalırlar.

Y u n a n l ı l a r , E s k i ş e h i r ' e y a k l a ş m a k t a d ı r . Bu s ı r a d a bir rastlantı, Sakarya'da cepheyi teftiş

ters

ederken, yanmda-

kilerden birisi Atatürk'ün sigarasını yakmak için kibrit ça­ kar. Bundan hayvan ürker v e A t a t ü r k attan düşerek ga k e m i k l e r i kırılır. İlk t e d a v i s i yapıldıktan sonra

kabur­

röntgeni


190

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

alınsın diye Ankara'ya

döner. Kınlan kaburga

den birinin ucu, ciğerini duymakta,

nefes

bile

zedelediği

almakta

kemiklerin­

için Atatürk

güçlük

çok

çekmektedir.

k e m i k p l a s t e r l e t u t t u r u l d u k t a n sonra biraz rahata Atatürk, men şım

doktorların

dinlenme

öğüdünü

otomobiline atlar ve cepheye yönetir. Orduya

sonuncu

kavuşan

sayarak

koşup, Sakarya

taarruz

A t a t ü r k ' ü n k ı r ı k k a b u r g a l a r ı da

hiçe

emrini

acı Kırık he­

Sava­

verdiği

gün

iyileşmiştir.

A t a t ü r k ' ü n hizmetinde bulunduğum ilk günlerde

Köşk­

te görevli bulunan Bekir Çavuş bu olayı h e m anlatır, h e m gözleri y a ş a n r d ı . Ben de bu hikâyeleri ona t a n haz d u y a r , « H a y d i

anlat!» diye israr

tekrarlatmak­

ederdim. Çavuş

da dayanamaz, başlardı a n l a t m a ğ a . A t a t ü r k ' l e ilgili diğim

birçok

^

şeyleri

«Atatürk

Bekir

hasta

Çavuş'tan

olduğu

zaman

bilme­

öğrenmişimdir. nasıl

bakardın

Ça­

vuş?» —

«Hiç u n u t m a m Çelebi. Atatürk attan düştükten s o n ­

ra ç o k h a s t a l a n m ı ş t ı . Y a t a k t a

yatıyordu. Oysa

banyo

Fakat

yapmadan

rimizden

sanma.

duramazdı. O zaman

bu

duş falan

her

banyoyu ne

arar?

sabah

bildikle­ Bir

s o ğ u k s u y u başından aşağı d ö k e r d i m . İşte banyo

kova

dediğim

budur. A m a attan düşüp kaburgaları çatladığı için artık su dökünemiyordu. Sabunlu

su ve süngerle

dım. Günlerce Atatürk'ü

bu ş e k i l d e banyo y a p t ı r d ı m .

«Bir de ucuna

keçinin

boynundan

ip b a ğ l a y a r a k s o f a y a

vücudunu

çıkardığım

bir

ovar-

çıngırağın

uzatmıştım. Çıngırağın

altın­

da o t u r u r , nöbet b e k l e r d i m . Hasta olduğu halde bir

şez­

longa uzanır, önünde bir Sakarya haritası, hep onunla u ğ ­ raşır d u r u r d u . Bir şey i s t e y e c e ğ i zaman da ipi çeker, b e n i çağınrdı. « D e r k e n Y u n a n k u v v e t l e r i ağır b a s m a ğ a başladılar. Biz de Eskişehir'i leri düşüncesi

bırakmak zorunda

kaldık. A t a t ü r k ' ü n

A n k a r a ' y ı da bırakıp daha i çe r l e r e

v e düşmanı t a m y o k e t m e k t i . Fakat sonra bu

önce­ gitmek

düşüncesini


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

191

d e ğ i ş t i r d i . ' A n l < a r a ' y ı t e r l c e d e r s e m Türi< İ V l i l l e t i n i n m a n e v i ­ y a t ı b o z u l m a z m ı ? ' d i y e d ü ş ü n ü y o r d u . Bu y ü z d e n yı sonuna kadar

B e k i r Ç a v u ş b i r kez c o ş t u Bir

Ankara'

boşaltmadı.» m u , ağzını

kapayamazsın.

s o r , o n c e v a p al o n d a n . —

«Atatürk

cumhurbaşkanı

olduktan

sonra

bir

deği­

zeytin

peynirdi.

ş i k l i k oldu m u onda?» d i y e s o r d u m . —

«Tabiî» d e d i .

«Eskiden

kahvaltısı

Ş i m d i ise ince kahvaltı istiyor (kavun, gül reçeli ve beyaz p e y n i r ) . Eski h a l i n i g a l i b a Atatürk

unuttu.»

çok zaman, gece sofradan konuklar

ayrıldık­

tan sonra Bekir Çavuşu çağırır ve şu kahvaltıyı —

isterdi:

«Peynirli sulu o m l e t , bir d i l i m kavun v e gül reçeli.»

Bekir

Çavuş, Atatürk'ün

istediği

m a k l a ün s a l m ı ş t ı . Zaten kendisi

en

iyi

omleti

Lâtife Hanım

yap­

tarafından

g a y e t iyi y e t i ş t i r i l m i ş t i . Bütün e l b i s e l e r i n i , g ö m l e k l e r i n i

o

hazırlar, papyonlarını — k a b a o l d u ğ u h a l d e — çok iyi bağ­ lardı. Atatürk,

neşelendiği

çağırır ve m a t e m a t i k t e n ol

vaziyetinde

tıpkı

zamanlar

Bekir

Çavuşu

sofraya

imtihan ederdi. Karşısında

kıtadaymış

gibi

dimdik

hazır

duran

Bekir

Çavuşa: —

«Beş kere beş kaç eder?» diye s o r a r d ı .

Bekir bir tavırla

Çavuş,

büyük

bir

bilgiçlikle,

A t a t ü r k , bu karşılığı alınca çok lere

kendinden

emin

g a y e t c i d d i : «On beş eder. Paşam,» d e r d i . keyiflenir,

sofradaki­

dönüp: —

«Şu b i z i m B e k i r

Çavuşun hesabını görüyor

musu­

nuz? Ne kadar kuvvetli değil mi?» diye sorardı. Atatürk, bu sınavı sık sık tekrarlatır ve her d e aynı karşılığı

alırdı. Acaba

Bekir

Çavuş

bunu

seferin­ cahilli­

ğinden m i , yoksa A t a t ü r k ' ü bir nebze o l s u n g ü l d ü r ü p , ağır devlet işlerinden uzaklaştırarak mutlu etmek için mi le söylerdi?

Bunu o zaman

bir türlü

çözemedim.

böy­


102

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM B e k i r Ç a v u ş u n a y r ı l ı ş ı da h a y l i i l g i n ç

olmuştur.

Çavuş bir gün Tepebaşı

içkisini

tedir,

ilerdeki

Kavgacılardan

masada biri

iki

gazinosunda

arkadaş

Galatasaraylı

kavgaya

boksörlerden. Çavuş

ları ayırmak istiyor. D i n l e t e m e y i n c e de f o r s (I) — Bekir!.,

«Sen

benim

derler.»

kim

deyince

olduğumu boksör

içmek­

tutuşmuşlar.

biliyor

bunu

koyuyor.

musun?

Bana

Avrupa'dan

futbolcu Bekir sanarak hemen elini sıkıyor ve

on­

gelen

yanaklarını

öpüyor. Bu o l a y ı o d e v r i n i ç i ş l e r i b a k a n ı Ş ü k r ü K a y a i l e b a ş ­ yaver Rüsuhi Savaşçı, A t a t ü r k ' e bildirip şikâyette

bulunu­

yorlar. Bundan sonra Bekir Çavuş polislikten komiser rak

emekliye

a y ı r t ı l ı p , y a n ı n a da

bir

miktar

para

rek köyüne gönderiliyor. Çavuş sonradan kemik

veremine

yakalanmış, on beş yıl kadar önce Çankırı'nın Dikenli yünde öldüğünü

öğrendik.

ola­

verile­ kö­


KÖPEĞİ F O K S ' U N

ÖLDÜRÜLÜŞÜ

ATATÜRK un en s e v d i ğ i hayvanın at o l d u ğ u n u

biliyo­

r u m . F a k a t k ö p e ğ i d e ç o k s e v e r d i . Bu v e f a k â r i k i h a y v a n a ayrı ayrı s e v g i besler, onlara çok

acırdı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında A l p adında çok sevdiği iri

bir

köpeği varmış. Atatürk'ün

kapısında

nöbet

bekler,

hiç kimseyi içeriye bırakmazmış. Kurtuluş Savaşı sırasın­ d a Y u n a n l ı l a r d a n a l ı n m ı ş b e y a z - s a r ı k a r ı ş ı m ı b i r av k ö p e ğ i vardı. Yunan komutanlarından birinin

köpeğiydi

bu. Alber

adındaki bu köpeği de çok s e v e r d i . Ö l ü m ü n e de çok üzül­ müştü. A t a t ü r k ' ü n bunlardan başka Foks adında bir köpeği da­ ha v a r d ı . Y a l o v a ' d a yapan Hasan

hâlâ

banyolarda

seyyar

fotoğrafçılık

E f e n d i d e n 50 l i r a y a s a t ı n a l m ı ş t ı . O z a m a n

50 l i r a o l d u k ç a ö n e m l i b i r p a r a y d ı . A t a t ü r k b i r s a b a h g e ­ zintisinde seyyar fotoğrafçının sehpasının ayakları arasın­ da y a t a n k ö p e ğ i g ö r ü n c e —

«Bu k ö p e k s e n i n

Fotoğrafçı

birden

sordu: mi?»

ne yapacağını

şaşırdı. Hemen

to­

parlanarak: —

«Evet Paşam,» d i y e

karşılık

verdi. F:

n


194

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

« Ç o k g ü z e l b i r şey...»

Atatürk'ün

köpeğiyle

ilgilenmesi

üzerine

fotoğrafçı

Hasan Efendiye cesaret g e l d i : —

«Çok beğendiyseniz

size

hediye

edeyim

Paşam,»

dedi. Köpek o zaman y a v r u y d u . A s i l falan d e ğ i l , bayağı

bir

sokak köpeğiydi. A m a tüyleri çok güzeldi. A t a t ü r k bir da­ ha

hayvana dikkatle —

baktıktan sonra

«Bu a d a m ı m e m n u n e d i n i z , »

Böylece fotoğrafçının

yanındakilere: dedi.

köpeği Foks, Atatürk'ün

köpeği

oldu. Foks aşağı, Foks yukarı derken hayvan büyüdü. A d ı ­ nın

nereden

geldiğini,

kimin

taktığını

pek

hatırlayamı­

yorum, Foks'un

ilk sahibi

Hasan

Efendi, Atatürk'ün

çok

fo­

t o ğ r a f l a r ı n ı ç e k m i ş t i . Bu f o t o ğ r a f l a r ı n c a m l a r ı n ı v e a r a p l a rını, bir

sandık

içinde

saklıyordu. Atatürk'ün

ölümünden

üç - d ö r t yıl s o n r a çıkan bir yangın sonunda ahşap

eviyle

b i r l i k t e bu sandık da kül o l d u . Böylece bugün bir t a r i h ha­ zinesi miş

olacak

Atatürk'ün

en güzel fotoğraflarını

da

yitir­

olduk. Foks, uzun süre K ö ş k t e kaldı. Bir c u m h u r b a ş k a n ı

kö­

peği olarak hayatta kendi c i n s l e r i n i n hiç birine sahip

ol­

mayan rahat ve

mutlu bir yaşantı

sürdü.

Foks, Atatürk'ün yatak odasında yatardı.

Karyolasının

ayak ucunda onun i ç i n d i k t i r i l m i ş özel bir m i n d e r d u r u r d u . A t a t ü r k sabaha karşı yatağına g i r e n e n e kadar Foks da u y u ­ maz, O'nu

bekler,

ancak

sahibi

kıvrılırdı. Çok sadık, çok duygulu Atatürk'ün

Foks'a

yattıktan bir

düşkünlüğünü

sonra

mindere

hayvandı. bilen

bazı

kimseler

sofrada çok zaman onun bahsini açarlar, sadakatinden, bü­ yüklüğünden dem vurup, neslini üreterek memlekete mayı

teklif

ederlerdi.

Dalkavukluğuyla

dikkati

yay­

çekenler,

Foks'un asil kandan geldiğini, kaynağının A v r u p a olduğunu s ö y l e y e c e k kadar ileri gidip «Köpek değil âdeta insan. İn-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

195

sandan da akıllı,» d e r l e r d i . A t a t ü r k , bu k o n u ş m a l a r ı

belli

belirsiz bir g ü l ü m s e m e y l e dinler, Foks'a bakıp başını s a l ­ lardı. A t a t ü r k , Foks'Ia yakından i l g i l e n i r d i . Bir gün Ankara^ da, Köşkün bahçesinde ni

dikkatle

neydi?

Bir

dolaşırken, köpeğinin

izliyordu. Foks'un tembelliği köşeye çekilmiş,

yordu. Atatürk

hayvana

boş

gözlerle

uzun uzun

mi

hareketleri­ üzerindeydi,

sahibine

baktıktan

bakı­

sonra

bana

döndü: —

«Bu h a y v a n aç,» d e d i .

«Yemeğini

«Yese

«Bir tencere

az ö n c e y e d i , » d i y e k a r ş ı l ı k

böyle

olur

verdim.

mu?»

pilavı

elimle

verdim. Hem

öyle

bir

pilav ki, fukara evinde dört kişi doyar.» A t a t ü r k bu sözüme güldü. Foks genellikle b e n i m a v u c u m d a n y e r d i . Bir şey s ö y l e m e d i a m a , a k ş a m aklına Foks g e l m i ş olacak k i , y e m e k t e n sonra sözü yine ona —

«Bu k ö p e k ç i f t l e ş t i

mi?» diye

getirdi:

sordu.

A n l a ş ı l a n F o k s ' u n k e y i f s i z h a l i n i , b u kez d e c i n s e l b o ­ zukluğuna y o r u y o r d u . O y s a iki ay ö n c e k i Konya ona bir hanım b u l m u ş t u k . Bunu iki ay ö n c e

gezisinde

hatırlatarak:

«Konya'da

«İyi a m a , o o r a d a k a l d ı . K o n y a b a ş k a , A n k a r a b a ş ­

çiftleşmişti,»

k a . Ben b u r a d a b i r ş e y o l d u m u , d i y e —

«Henüz olmadı

O zaman A t a t ü r k —

«Hayvanlar

asaletini

görüyor

Atatürk'ün

bu

soruyorum.»

Paşam.» şöyle

belirli

konuştu:

zamanlarda

musun? Hiç değilse

mi var. Onlar kadar

dedim.

çiftleşirler. arzularının

Onların mevsi­

olamıyoruz.» sözlerine

için

için

ne

kadar

gülmü-

şümdür. Â f e t İnan, Darülaceze'den d ö r t beş yaşlarında bir ev­ l â t l ı k a l m ı ş t ı . G a l i b a adı İ n c i ' y d i . O r t a d a d o l a ş ı r , K ö ş k t e k i lerin sigaralarını y a k a r d ı . Bir gün m u z i p l i k o l s u n diye F o k s '


196

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

u n ağzına da b i r s i g a r a t u t u ş t u r m u ş . taşıması evlâtlık

için ağzına v e r i l e n

Hayvan

bir çubuk

kibriti çakmış. Kibrit alevinden fena

Foks, bir

bunu

sanmış.

an n e y a p a c a ğ ı n ı ş a ş ı r d ı . E v l â t l ı k

önce

Ardından

halde kız

ürken

kibritleri

peşpeşe çakıp hayvana doğru t u t u y o r d u . Foks gözlerini ora­ da bulunanların Ne dişlerini

üzerinde

g e z d i r d i . Kıza b i r ş e y y a p m a d ı .

g ö s t e r d i , ne de

hırladı. Boynunu

kenara çekildi. Sessizce beklemeğe Atatürk —

bu olaydan

«Gördünüz

büküp

duygulanmıştı:

m ü , şu köpek

bile

insan denen

luktan çok daha t e m i z , çok daha asildir,» kalmıştı. Zaman

zaman

mah­

dedi.

Foks aslında hırçın bir k ö p e k t i . Birkaç yıl yanında

bir

başladı.

hırçınlaştığı

Atatürk'ün olurçdu.

Bir

g ü n A t a t ü r k ' ü n elini sarılı gördük. Foks ısırdı dediler. O l a y gece olmuş. Atatürk, Kamçıyla

başlamış

ne

olmuşsa

olmuş, Foks'a

dövmeğe. Vurdukça

hayvan

kızmış.

geri

geri

g i t m i ş . F a k a t k a m ç ı n ı n d o z u a r t ı n c a da s a l d ı r ı p e l i n i

ısır­

mış. Elinden kan akmağa başlayınca zile basmış.

Hemen

koşup kanları oksijenli suyla yıkamışlar. Tendürdiyot müşler. O gün elini sarılı görünce hepimiz Demek

ki, meselenin

aslı

buymuş.

Bunun üzerine köpeği Köşkten uzaklaştırdılar, götürdüler. Yakınlarından

sür­

meraklanmıştık.

birkaç

kişi

«Sahibini

pekten hayır gelmez,» diye öldürülmesi

çiftliğe

ısıran

kö­

için A t a t ü r k ' e İs­

r a r e t t i l e r . İzin v e r d i m i , v e r m e d i m i b i l m i y o r u m a m a , F o k s o günlerde

öldürüldü.

Baytarlar

Atatürk'e

yaranmak

özenle köpeğin d e r i s i n i y ü z m ü ş l e r . İçini samanla

için

doldurup

g ö z y e r l e r i n e c a m göz t a k m ı ş l a r . B i r c a m e k â n i ç i n e o t u r t ­ m u ş l a r . Tabiî b u n l a r d a n A t a t ü r k ' ü n Bir gün gezinti camekânda Üzgün —

bir

Foks'u

haberi

yok.

sırasında ç i f t l i ğ e de uğradığı görünce

duraklar.

İçi acıyla

zaman, burkulur.

halde:

«Sevdiğim mahluku böyle görmek istemem, kaldı­

rın onu!»

der.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Atatürl<'ün

elini

ısıran

köpekten

197

«sevdiğim

mahluk»

diye sözetmesi, oradakileri şaşırtır. Bunu yüzlerinden o k u ­ yan Atatürk, şunları — yapmak

«Her için

Ertesi

ısırana

söyler: kızılmaz.

Foks

can

acıtmak,

fenalık

ısırmamıştır.»

gün

Foks'un

doldurulmuş

kaldırılmış ve bahçenin bir köşesine

derisi

camekândan

gömülmüştü.


KUŞLARA ÇOK

ATTAN

ve

köpekten

başka

Atatürk,

ACIRDI

kuşları

da

severdi. Köşkte kuşçu Nuri Ustanın baktığı birçok cini ve larını

güvercinliği

hazla

vardı. Onların

uçuşlarını, takla

atış­

gözlerdi.

A t a t ü r k ' e , Şile'ye yaptığı bir gezide etmişlerdi. Hayvanlara, özellikle türk,

çok

güver­

pencereleri

kapattırdı, sonra

Şaşkınlık içindeki

kuşlardan

çarptıktan

yorgun

sonra

kuşlara

bıldırcın çok

hediye

acıyan

bıldırcınları

Ata­

saldırttı.

biri dönüp dolaşıp sağa

düştü.

Gelip Atatürk'ün

kondu, boynunu büktü. Bıldırcını ince parmaklarıyla

sola

önüne okşa­

yan Atatürk, bir kafese konularak Köşkte beslenmesini

is­

t e d i . Bu b ı l d ı r c ı n A n k a r a ' y a g ö t ü r ü l d ü m ü , y o k s a o r d a y e ­ nisi

bulunup

da k a f e s e m i

konuldu

bilemiyorum.

Biz

İs­

tanbul'dan Ankara'ya döndükten sonra bir gün Köşkün bah­ çesinde dolaşırken A t a t ü r k bıldırcını hatırladı. Görmek

is­

t e d i . Kafesin önüne g i t t i . Fakat içi b o ş t u . A t a t ü r k ' ü n

ye­

meğe

kıyamadığı

kuş, konulduktan

birkaç

gün

sonra

bir

kedi tarafından afiyetle y e n m i ş t i . O'nu üzmemek için

bıl­

dırcının kafesin, açık kalan kapısından kaçtığı yolunda

bir

yalan uydurdular. İnandı m ı , inanmadı mı b i l m i y o r u m . Y a l -


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

199

nız uzun boylu boş kafese dalgın dalgın baktı. Kafeste bıl­ dırcının tüylerini

kaldırmayı

unutmuşlardı.

istanbul'da b u l u n d u ğ u m u z b i r yaz m e v s i m i n d e deniz

köşkünde

bir akşam

sofrası

hazırlamıştık.

Florya Oldukça

kalabalık vardı. Sofraya büyük bir porselen tabağın

içinde

b ı l d ı r c ı n k e b a b ı g e t i r i l d i . S o f r a n ı n o r t a s ı n a k o n u l d u . i\4evs i m i n en s e ç k i n , h e m de en pahalı y e m e ğ i y d i b u . A t a t ü r k ' ün hoşuna gider u m u d u y l a özenle hazırlanmıştı. Başta A t a ­ t ü r k olmak üzere herkes birer tane alıp, keyifle

tabağına

k o y d u . Bıldırcınlar da öyle güzel kızarmışlardı k i . . . Nar g i ­ bi, midelere

sesleniyorlardı.

O sırada hiç b e k l e n m e d i k bir şey oldu. Sofranın öbür ucunda oturan Salih

Bozok, eğlence olsun diye,

önceden

cebine koyduğu bir canlı bıldırcını çıkarıp, sofranın kena­ rına

koyuverdi. Kalabalıktan ve ışıklardan ürken zavallı kuşcağız, cep­

t e m a h p u s kalmanın da s e r s e m l i ğ i içinde u ç a m a d ı . Tabak­ ların

üstünden

Atatürk'ün

atlaya

kucağına

atlaya

gitti,

sanki

biliyormuş

d ü ş t ü . Başını O'nun

kucağına

sakladı. Sanki «beni koru,» der gibi bir hali

gibi doğru

vardı.

Bu k u ş , az ö n c e m u t f a k t a k e s i l e n h e m c i n s l e r i n i n a r a ­ sından her nasılsa canını k u r t a r a b i l m i ş t e k bıldırcındı. Sa­ lih Bozok tarafından sofrada A t a t ü r k ' ü n e ş e l e n d i r m e k , n ü k t e kaynağı o l m a s ı için g e t i r i l m i ş o l m a l ı y d ı . Fakat tersi

oldu.

Atatürk'ü

neşelendireceği

yerde

bir tam

üzüntüye

boğdu. Kuşun bu dokunaklı hali, bir anda sofranın neşeli ha­ vasını

bir

bıçak

gibi

dondu, konuşmalar

kesti.

Dudaklardaki

gülümsemeler

kesildi, fısıltılar söndü. Çatal

bıçaklar

sessizce sofraya bırakıldı. Herkes büyük bir kabahat işle­ m i ş çocuklara b e n z e m i ş t i . Ortalığı bir ölüm sessizliği kap­ ladı s a n k i . H e p i m i z

ne olacak

diye

merak

ve

heyecanla

bekliyorduk. Atatürk, beklediğimiz gibi Salih Bozok'a kızmadı. Kuşu


200

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Özenle e l i n e a l d ı . Ö b ü r e l i y l e t ü y l e r i n i u z u n u z u n o k ş a d ı . Ceketinin yan cebine arkadaşa —

koydu. Sonra hizmeti yapan

kebap tabağını

göstererek

şu

buyruğu

sofracı verdi:

«Bu t a b a ğ ı k a l d ı r ı n ı z v e b i r d a h a s o f r a m a

şun yemeğini

bu ku­

getirmeyiniz.»

Herkesin önündeki bıldırcın sanki taş k e s i l m i ş t i . kesin

iştahı

kursağında

k a l m ı ş t ı . Ne

bilsin

Salih

Her­ Bozok

yaptığı oyunun böyle keyif kaçıracağını. Ö iyilik olsun d i ­ ye

yapmıştı

bunu. Ama

Atatürk'ün

ne

kadar

merhametli

o l d u ğ u da. bir kez daha ortaya ç ı k m ı ş t ı . Ç o k iyi nişancı olan A t a t ü r k , ava m e r a k l ı o l d u ğ u de kuşlara acıdığı

hal­

i ç i n a v l a n m a z d ı . Pek e n d e r o l a r a k

gü­

v e r c i n a t ı ş ı y a p a r , s o n r a da ü z ü l ü r d ü . Trenle

İzmir'e

vardı. Cellât

gidiyorduk. Yanında

Gölünün

yakın

arkadaşlarr

kenarından geçerken birden

sürüy­

le y a b a n ö r d e k l e r i h a v a l a n d ı . E ş s i z b i r g ö r ü n t ü y d ü b u . H e ­ men

çifteler

getirildi. Av

ayağımıza g e l m i ş t i . Önce

t ü r k ' e uzattılar. Fakat O a t m a d ı . Tüfeği yol

Ata­

arkadaşlarına

u z a t t ı . O n l a r a t t ı l a r s a da p e k b i r ş e y v u r a m a d ı l a r . A n l a ş ı ­ lan

yürüyen

trenden

ördek

vurmağa

alışkın

değillerdi.

Atıştan sonra tüfeklerini ve başlarını öne eğiyorlardı. Bun­ lardan tanımadığım biri ateş etti ve uçan ördeklerden ni

ilk atışta d ü ş ü r d ü . A r k a d a ş l a r ı : «Olmadı»

daha a t t ı . Garip değil

biri­

deyince

bir

m i . yine vurdu. Yine «olmadı.» de­

diler. Adam üçüncü

dipçiği

ördeği

de

sinirli

bir halde yeniden omuzlayıp

tepetaklak

edince Atatürk

tüfeği

den aldı. Eliyle şöyle bir tarttıktan sonra atıcısına —

«Bu t ü f e k

Avcı diye

sana

yakışır.

Hediye

cek manzaraydı o zaman.

elin­

uzatıp:

ediyorum,»

geçinip de ördek vuramayanların yüzü

da,

dedi.

görüle­


Ö N Ü N D E NASIL

ATATÜRK'ün

Edirne

gezilerinden

cı H a m d i , s o f r a c ı Y u s u f istedik.

Belediye

Maksadım Yunan

şehri

sınırını

Sınıra

birindeydik.

Sofra­

ve ben şehri gezmek için

tarafından

gezmek

emrimize

bir

araba

değil, çok merak

araba verildi.

ettiğim

Türk-

(Kurtuluş)

oldu­

görmekti.

kadar

gittik. Orada Tatavlalı

ğunu ö ğ r e n d i ğ i m güzel yüzlü bir

asker:

«Ne i s t i y o r s u n u z ? » d i y e s o r d u .

«Biz G a z i ' n i n

ruz,»

GÜREŞTİM?

adamlarıyız. Hududu

görmek

istiyo­

dedim. Sağ elindeki t ü f e ğ i sol eline aldı. Sağ e l i y l e o t o m o b i ­

lin

kapısını —

açıp:

«Buyrun...»

dedi.

H e p b e r a b e r b i n d i k . Bize b i r h a y l i i t i b a r d a b u l u n d u . S ı ­ n ı r k a p ı s ı n ı a ç t ı . B i r Y u n a n a s k e r i n i ç a ğ ı r d ı . Biz d e

sınır

kapısından dışarı çıktık. Karşı köyde kızlar vardı.

Uzaktan

bizleri görünce koşup yanımıza geldiler. Büyük bir

merak­

la t e k e r t e k e r h e p i m i z i lar, ş ı k

kıyafetli

incelemeğe

bizleri merak

başladılar.

etmişler. Yunan

kızların niye bize böyle baktıklarını

sordum:

K ö y l ü kız­ askerine,


202

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Sivilsiniz...

Kızlar tabiî size bakar, bize

d e ğ i l y a . Biz a s k e r i z . H ı n z ı r V e n i z e l o s Biz b u r d a n ö b e t b e k l i y o r u z , »

kızlarla

dedi.

İstanbul'a döndüğümüzde bunu Atatürk'e Kızmadı

ama,

hemen

orada

bakacak eğleniyor.

bir

güreş

söylemişler.

hazırlattı.

Kapıda

nöbet tutan Şakir adlı bir posta eriyle beni güreşe

tutuş­

turdu. Şakir kapı gibi iri k ı y ı m bir erdi. Yavaşça yanına s o ­ kuldum. İstese, beni bir

bir tutuşta pestilimi

çıkarırdı.

Hafif

İdare et de,

biraz

sesle: —

«Sen

oynaşalım,» Sonra tüme

yüz, bense

elli

kiloyum.

dedim. onu

palaskasından

tutup

geliyor. Bir yakalasa, p e s t i l i m

çektim. Üstüme çıktı d e m e k t i r .

üs­ Nasıl

oldu b i l m i y o r u m , posta eri yere yuvarlandı. Her halde par­ kede postalları kaydı. Yere kapaklanınca At at ür k ' ün

arka­

sında bu o y u n u m e r a k l a izleyen Reşit G a l i p : —

«Paşam, yendi

Atatürk

bul

bunu

Çelebi...»

kabul

yenme

dedi.

etmedi:

«Böyle

«Efendim, ben elli, o yüz kilo...» d e d i y s e m de ka­

olmaz...

diye

diretti.

ettiremedim. Atatürk, sonunda benim güçsüz olduğumu kabul

etti.

Fakat güreşi bıraktırmadı. Yanıma bir kişi daha kattı. Böy­ lece iki tarafı aynı kiloya eşit g e t i r m i ş Şimdi Yusuf'la birlikte posta erine reşiyorduk.

Maraşlı

pıyordu, fakat

Yusuf

sivildi. O

da

oluyordu. karşı

iki kişi g ü ­

sofracıydı. Askerliğini

da b e n i m l e

Yunan

sınırım

ya­ ge­

zenlerdendi. A s k e r , az ö n c e k i y e n i l g i n i n d e v e r d i ğ i

bir hınçla be­

ni t u t t u . T u t m a s ı y l a y e r e v u r m a s ı b i r o l d u . S o n r a b e n i b ı ­ rakıp Y u s u f ' u kavradı. Bir Diziyle Adam

göğsüne nerdeyse

bastırdı. ölecek...

saniyede Ağzından

onu da y e r e köpükler

yatırdı.

geliyordu.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Atatürk, —

keyifli

203

keyifli:

« B u n u da t u t , b u n u d a . . . » d î y e b e n i

Zaten yerdeydim. Sırt üstü

gösterdi

uzandım. Yeniden

hırpa-

iSanmayayım d i y e : —

« B e n y e n i l d i m Paşam...» d e d i m .

Fakat kabul —

etmedi:

«Sırtın yere gelmedi,»

dedi.

Hemen sırtımı sımsıkı yere Yusuf

kendinden

yapıştırdım.

geçmiş, yerde

yatıyordu. O

sırada

T e v f i k Rüştü A r a s ' l a Reşit Galip g e l m e s e l e r d i , b e n i m

so­

n u m da ondan farklı o l m a y a c a k t ı . Masaj Su

yaptık.

vermedik.

Kollarını, ayaklarını

Genç,

kuvvetli,

sağlam

hareket çocuktu

ettirdik. ama,

iki

gün kendine gelemedi. Böylece Atatürk'ten

izinsiz. Yunan

c e z a s ı n ı b ö y l e acı b i r ş e k i l d e ö d e m i ş

sınırını olduk.

geçmenin


S E L A N İ K ' T E N NE Ç I K A R ?

ATATÜRK

uysal

bir

insan değildi. Hatta

haşin

oldu­

ğu dahi söylenebilir. Böyle olduğu halde çok t e r b i y e l i , çok olgun, çok merhametli, çok hoşgörürlü bir insandı. Temiz kalpliydi, alçak gönüllüydü. Gösterişten uzaktı. Vazife

ba­

şında Lâubaliliğe yer v e r m e z , f a k a t özel yaşantısında s e v ­ diklerinin

nazını

çekerdi. Dostlarına, arkadaşlarına

vefa­

lıydı. Zaten A t a t ü r k ' ü n en büyük üstün hallerinden biri de kin ve garaz gibi insani duyguların üzerine çıkabilmiş o l ­ masıdır. Bağışlamıyacağı

suç yok gibiydi. Birçok

hataları

gördüğü halde görmemeziikten gelirdi. Kendisine

sofrada

k a f a t u t a n D r . R e ş i t G a l i p o l a y ı n d a da o n a k a r ş ı k i n t u t ­ m a m ı ş ve sonunda affederek M i l l i Eğitim bakanı bile yap­ m ı ş t ı . En b ü y ü k m e z i y e t l e r i n d e n b i r i d e ç a b u k d i . K i m l e r i , ne zaman a f f e d e c e ğ i n i sı ç o k çabuk

affetmesiy-

de çok iyi b i l i r d i . Hır­

geçerdi.

Bir gün Çankaya'da eski Köşkte Selânikli Berber M e h ­ met ve Berber Berberlerin kendilerini

Rıdvan'la antrede

ikisi

de

Atatürk'ün

oturmuş

konuşuyorduk.

hemşerisi

olduklarından

imtiyazlı sayarlar, yüksekten

konuşurlardı.

Bu

ş e k i l d e şaka da olsa b ö b ü r l e n e r e k dolaşmalarına, kendile-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

205

r i n e poz v e r m e l e r i n e ç o k t u t u l u r , f a k a t y i n e r e n k v e r m e ­ m e ğ e ç a l ı ş ı r d ı m . Fakat b ü t ü n d i k k a t i m e

rağmen

aramızda

bulmuşlar,

bana şa­

yine de t a r t ı ş m a l a r eksik o l m a z d ı . O gün y i n e onlar zayıf t a r a f ı m ı kadan —

takılıyorlar: «Biz

Selânikliler

olmasaydık

diyorlar, ben de cevap olarak:

siz

kurtulamazdınız,»

«Biz k e n d i

kendimizi

kur­

tardık. Selâniklilere ihtiyacımız yok. Hem Selanik'ten çık­ sa çıksa Yahudi çıkar,»

diyordum.

O sırada merdivenleri yavaş yavaş inen A t a t ü r k ' ü gör­ memiştik. Konuşmalarımıza istemeyerek kulak misafiri o l ­ muş ki, o akşam sofrada bir Selânikli olan Nuri damdan düşer —

«Nuri

O

anda

gibi

Conker'e

sordu.

Bey, S e l a n i k ' t e n beynimin

ne

çıkar?» gibi

oldum.

Demek korktuğum başıma gelmiş, Atatürk antrede

konuş­

tuklarımızın

hepsini

karıncalandığını

duymuştu...

duyar

Nuri

Conker,

Atatürk'ün

nazmı ç e k t i ğ i , kaprislerine katlandığı eski bir çocukluk ar­ kadaşı olduğu b i r i y d i . Elde

için aklına eseni s ö y l e m e k t e n ettiği

aşırı

imtiyazlar

çekinmeyen

yüzünden

ciddi

ciddi

« S e n ç e k i l d e , b i r a z da biz c u m h u r b a ş k a n l ı ğ ı y a p a l ı m , » d i ­ yecek

kadar

ileri

gittiği

zamanlarda

bile

Atatürk

gülüp

g e ç e r , işi ş a k a y a b o ğ a r d ı . F a k a t b u s e f e r k i n i n ş a k a y a g e ­ lir yanı y o k t u . Nuri Conker, sanki bütün konuştuklarımızı da, beni k o r u m a k kararını —

«Bol Y a h u d i ç ı k a r Paşam,» d e m e s i n

Bunun meyle

daha ö n c e

ne karşılık —

üzerine

biliyormuş

vermişcesine:

Atatürk, yüzünde kulağına

çalınmış

alaylı

mi? bir

gülümse­

dedikoduların

« B e n i m i ç i n d e bazı k i m s e l e r — S e l a n i k ' t e

ğumdan—

tümü­

verdi: Yahudi

olduğumu

söylemek

istiyorlar.

doğdu­ Şunu

u n u t m a m a k lâzımdır k i , Napoleon da Korsikalı bir İtalyand ı . A m a F r a n s ı z olaraT< ö l d ü v e t a r i h e F r a n s ı z o l a r a k g e ç -


206

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

t i . insanların içinde bulundukları cemiyete çalışmaları

lâ­

zımdır.» O

günkü

kadar

utandığımı

ve Atatürk'ün

karşısında

küçüldüğümü on iki yıllık hizmetim süresince hiç m ı y o r u m . Belki de ö m r ü m

boyunca benim için en

utanç da bu o l m u ş t u r . O g ü n d e n sonra Selanik n i bir daha ağzıma a l m a d ı m .

hatırla­ büyük

kelimesi­


F A L İ H RIFKI VE A L M A N

ANKARA'NIN

yeni yeni

kurulduğu

yasına bir kapı a r a l a n m ı ş , A v r u p a ' n ı n

KİZİ

y ı l l a r d ı . Batı

dün­

eğlence yaşamı

yavaş yavaş yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin

başkentine

da sız­

m a ğ a b a ş l a m ı ş t ı . U l u s a l a n ı n d a « T a b a r i n Bar» a d l ı b i r p a v ­ y o n a ç ı l m ı ş t ı . Çıplak v a r y e t e kızlarının c i r i t attığı bu e ğ ­ lence yerine yapıp,

bizim

gönüllerince

^ O

çağın

ünlü

Köşktekiler

de dadanmışlar,

eğlenmeğe kişileri

kaçamak

bakıyorlardı.

Kılıç

A l i , Recep

Ç ı n a r , F a l i h Rıfkı A t a y , b u e ğ l e n c e l e r i

Zühtü,

Vasıf

hiç kaçırmayan k i ­

şilerdi. A k ş a m sofrasından sonra bir kolayını bulup t e n kaçıyorlar, s o l u ğ u bu pavyonlarda

Köşk­

alıp, felekten

gece

çalmağa bakıyorlardı. Bunlara çoğunlukla Vasıf Çınar e l e ­ başılık e d i y o r d u . Tabii böyle y e r l e r e para y e t i ş t i r m e k z o r d u . Fakat bunun Meclis

Başkanı

da kolayını

Kâzım

Özalp'i

bulunca bir köşede kıstırıp — lenelim.

tavlamışlar,

O eşref

çok

zamanki saatini

hemen:

«Paşam, bize para ver Gözümüz,

bulmuşlardı.

gönlümüz

de

şöyle sayende

açılsın,»

K â z ı m Paşa o n l a r ı a t l a t a b i l i r s e

bir

eğ­

diyorlardı.

ne âlâ.

Atlatamazsa

da a d a m ı n a g ö r e b o l k e s e d e n e l l i l i r a , a l t m ı ş l i r a

dağıtır-


İ208

ATATÜRK'ÜN ÜŞAĞ( İDİM

d ı . Bir g e c e d a y a n a m a y ı p , k a ç a m a k ben de o pavyona g i t ­ t i m . Serde gençlik var. Başımızda kavak yellerinin günler. mek

Fakat

parasızlıktan

zorunda

kalışımı

hâlâ hatırımdan

hiç

içki yerine

maden

unutamam. Orada

estiği

sodası

çıkmaz.

O sıralarda Falih

Rıfkı A t a y , Tabarin Bar'daki

yıldız­

lardan birine t u t u l m u ş diye bir söylenti çıktıydı. Keti bir Alman

iç­

gördüklerim

kızıydı

bu.

adlı

Güzeldi, sarışındı, gürbüzdü;

bak­

m a y a d o y a m a z d ı i n s a n . F a l i h Rıfkı d a o z a m a n l a r g e n ç , y a ­ kışıklı ve de ünlü bir yazar. IJstelik A t a t ü r k ' ü n

sofrasının

baş k i ş i l e r i n d e n b i r i . Fakat aralarındaki i l i ş k i n i n

derecesi­

ni

b i l m i y o r u m . Belki

de sadece

tunulmuş, tek taraflı gelip

geçen

plâtonik ve

toylukla tu-

bir aşktı bu. Her erkeğin

dinsten bir

şey. Her

başından

neyse...

Bir gün bu s ö y l e n t i l e r i A t a t ü r k ' e de d u y u r d u l a r . kaya

Köşkündeki

cı pek Kılıç

kimse

A l i , Nuri

manki

sofralarından

yoktu sofrada. Salih Conker,

Hasan

Bozok,

Cavit

Çan­

birindeydi. Yaban­ Recep

gibi bilinen

Zühtü, her

za­

kişiler...

Günün sonra

akşam

hafif

özenle ele

olayları

üzerindeki

konulara alınıyor,

geçildi. sofrada

görüşmeler Son

sona

günlerin

erdikten

dedikoduları

bulunmayanların

kirli

çama­

ş ı r l a r ı b i r b i r o r t a y a d ö k ü l ü y o r d u . S o f r a d a F a l i h Rıfkı A t a y ' m bulunmadığı d i k k a t i m i ç e k m i ş t i . Derken söz dönüp laşıp Tabarin Bar'daki A l m a n

do­

kızı K e t i ' y e g e t i r i l d i . B u n u n

ü n l ü y a z a r l a o l a n i l i ş k i s i o r t a y a a t ı l d ı . Bir a r a b u s ö y l e n t i ­ y i allayıp pullayıp Recep Z ü h t ü şöyle —

dedi:

«Paşam, bu gazetecinin gidişatı hiç de

iyi

Bence sizin yakınınız olması dolayısıyle yaşantısına dikkat etmesi Atatürk —

değil. biraz

gerek.»

hayretle

sordu:

«Ne varmış onun

hayatında

sanki?»

Recep Z ü h t ü ' n ü n de istediği zaten bundan

başka

bir

şey değildi. O geceki sohbeti bile bile, çevire çevire

bu


Cemal Granda, 13 yıl sürecek olan Atatürk'ün hizmetine girdiği günlerde.


ATATÜRK'ÜN EN YAKIN HİZMETKÂRLARI Atatürk'ün günlük hayatında onun özel hizmetleriyle uğraşanların hepsi bir arada. Öndekiler (soldan sağa): Tahsin, Tahsin ve Cemal Granda. Arkadakiler [soldan sağa) : Ali, Yusuf ve İbrahim.

ÖLÜMÜNDEN 33 YIL SONRA... Atatürk'ün çocukları, onun ölümünden 33 yıl sonra ilk defa Hürriyet Gazetesinin önünde bir arada. Soldan sağa {arkadakiler): Kütüphane memuru Nuri Ulusu, koruma memuru Kemal Özada, baş şoförü Remzi Öztunç, şoförlerinden Rauf Kızılkaya (öndekiler): Garsonu Cemal Granda, garsonu Sami Ocak, sofracıbaşısı İbrahim Ergüven ve berberi Rıdvan Güran.



Atatürk'ün Ege vapuruyla yaptığı bir Karadeniz gezisinden sonra Rize'de karaya çıkışı. Ata'nın hemen gerisinde kapı ağzında paltosunu taşıyan Bekir Çavuştur. Cemal Granda ise sağda okla gösterilen şahıstır.

1 Haziran 1938 yılında Türkiye'ye İlk defa gelen Savarona yatının mürettebatı Yalova iskelesinde (soldan sağa): Mithat kaptan, Cemal Granda, ikinci çarkçı Muhittin, 2. Kaptan Adnan, çarkçıbaşı baş makinist Hüseyin, Dr. Fazıl,Süvari Özeke'nin kızı, elektrik uzmanı Rökoman ve Yusuf kaptan.


Atstürk'ün terzisi Jan Pilürls


1934 Haziranından bir hatıra. Atatürk en yakın Eırkadaşlarıyla bir arada. (Soldan sağa): Baş yaver Rüsuhi (Savaşçı), Salih Bozok, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Nuri Conker, Refik Saydam, Cumhurbaşkanlığı genel sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu.

Atatürk'ün «çocukları» Yalova Termal Otelinin havuzunda. (Soldan sağa): Kadir (sofracı), Faik (sofracı), Ssip (Marmara köşkünün sofracısı), Atatürk'ün köpeği Foks, (simidin üstünde), Ali Bebek (sofracı), Rıdvan (Ata'mn berberi). Cemal Granda (boynunda simit asılı olan), İbrahim (sofracıbaşı).


Cemal Granda Savarona yatmda Atatürk'ün çalışma odasında, Atatürk'ün masasmın başmda.

1938 yılında Savarona yatından bir hatıra. [Soldan sağa): Dördüncü çarkçı Necip, Polis Necati ve Cemal Granda.


Cemal Granda 1936 yıNnda «Ertuğrul» yatmın güvertesinde yatm ahçıbaşısı Hayri Usta ile beraber.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM lıale o g e t i r m i ş man

kızıyla

emin

bir tavırla

— le

değil

ilişkisini

miydi?

Maksat,

Atatürk'e

başladı

209 Falih

Rıfkı'nın

duyurmaktı.

anlatmağa:

«Paşam, bu zat g e c e l e r i pavyona gidiyor,

bağdaşmayan

Al­

Kendinden

davranışlarda

mevkiiy-

bulunuyormuş.»

Atatürk, kaşlarını çatarak sordu: —

«Ne var

Pavyona —

bunda

gittiyse

garip olan?

kıyamet

kopmadı

«Pavyona g i t m e k l e kalsa

varmış.

IJstelik

kadın

Türk

de

Ne olmuş

gidiyorsa?

ya...»

i y i . Orada bir de değil. Adı

nedir? İşte bu yabancı kadınla m e r c i m e ğ i

da

dostu

Keti

fırına

midir

atmışlar

m ı , yoksa atmak üzereler m i ? Her n e y s e . Sizin bu

kadar

yakınınız

yaşa­

olan bir kişinin

ması doğru m u bilmem Atatürk, bütün —

hayatı

ki?..»

bu sözleri

«Gözünle gördün

sun?» diye

bir A l m a n ' l a dost

hayretle

dinliyordu:

mü ki, böyle tafsilâtlı

anlatıyor­

sordu.

«Bunu duymayan

kalmadı Ankara'da Paşam.

İster­

seniz M e c l i s Başkanı Kâzım Paşa'ya s o r u n . A r a sıra pav­ yon parasını bile Paşa'dan

istiyorlarmış.»

Recep Z ü h t ü , bu s ö z l e r i y l e düşürüyor,

hem

de

Meclis

Falih Rıfkı'yı

küçük

Başkanını zor d u r u m d a

hem

bırak­

mış o l u y o r d u . A t a t ü r k , Recep Zühtü'nün ce gayet sakin bir halde şöyle bunları

konuşması

bitin­

sordu:

«Bütün

«Kötü bir maksadım yok Paşam. Sadece çevreniz­

söylemekte

maksadın

nedir?»

deki bir adamın özel hayatına biraz dikkat e t m e s i tiğine

işaret e t m e k i s t e d i m . Bir insanın d o s t u da

gerek­ olabilir

ama, neden Türk kadını d u r u r k e n , bir yabancı kadını m i ş t i r . Bazı ç e v r e l e r d e h i ç d e h o ş k a r ş ı l a n m a y a n b u rumdan türlü çeşit anlam çıkaranlar

seç­ du­

olur.»

A t a t ü r k , d e d i k o d u d a n n e f r e t e d e r , d e d i k o d u y a p a n ı da hiç s e v m e z d i . A t a t ü r k ' ü n bu huyunu çok

iyi

bilen

Recep F: 14


210

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Zühtü'nün hangi amaçla bu ûlay üzerinde bu derece ısrarla d u r d u ğ u n a bir t ü r l ü akıl

erdiremiyordum.

Atatürk, konuşmanın bittiğini anlayınca sertçe şu söz­ leri

söyledi: —

«Bana b a k R e c e p B e y . D e m i n d e n b e r i s ö z ü n ü

et­

t i ğ i n i z o g a z e t e c i n i n bana k a f a s ı y l a k a l e m i l â z ı m . G e r i k a ­ lanı k e n d i s i n e dın mı?»

aittir.

Ne seni

i l g i l e n d i r i r , ne b e n i . A n l a ­


«PROFESÖR

ÇANKAYA'DAKİ

DEĞİLSİNİZ»

Köşkte bir akşam sofrasmda

Hukuk

Fakültesi profesörü Sadri Maksudî de konuk olarak

bulu­

nuyordu.

Çeşitli

sonra

söz sırası

Denizyollarına

yimleri

üzerinde

konular

üzerinde

görüşüldükten

geldi. Türk

duruluyordu.

Dil

Kurumunun

Adının Denizcilik

de­

Bankası

m ı , y o k s a Deniz Bank mı olarak k a l m a s ı t a r t ı ş ı l d ı . Sofrada şarap içen Sadri Maksudî, Deniz Bankın gra­ mer

kurallarına aykırı olduğunu

savunuyor

ve

bu d i j ş ü n -

cesinden bir adım bile geri g i t m i y o r d u . O konu orada ka­ pandı. Aradan bir iki saat kadar g e ç m i ş t i . A t a t ü r k bir ara. bir

şeye

eden

sinirlenmiş

Sadri

olacak

k i , hâlâ kendi

Maksudî'nin sözünü

tezinde

israr

kesip:

«Siz p r o f e s ö r d e ğ i l s i n i z , »

dedi.

Bu b e k l e n m e d i k s e s l e n i ş , h e r k e s i ş a ş ı r t m ı ş , p r o f e s ö ­ rü de can evinden v u r m u ş t u . Hepimiz dona kalmış, neye Atatürk

uğradığımızı

nazik a d a m d ı . Kızsa

bile

Acaba profesör büyük bir pot mu B i r an s ü r e n ş a ş k ı n l ı ğ ı n d a n

put gibi

yerimizde

şaşırmıştık. pek

belli

etmezdi.

kırmıştı?

kurtulan

Sadri

Maksudî'


212

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

nin titreyen eliyle kadehini masaya koyup, kendini

topar­

layarak A t a t ü r k ' e ş u karşılığı verdiği d u y u l d u : —

«Hâşâ, ben p r o f e s ö r ü m . H e m de Türkiye'de d e ğ i l .

İ s v i ç r e ' d e d e bana k ü r s ü v e r m i ş l e r . O l m a z s a g i d e r dersimi v e r i r i m . Şimdi ben kalkıp burada bir «Siz k u m a n d a n d e ğ i l s i n i z , » d e r s e m n e o l u r ?

orada

kumandana

Kumandanlığı

e l i n d e n alınır mı? Yalnız böyle bir söz o kumandanın na­ sıl gücüne giderse, bu söz de benim g ü c ü m e gider. kumandanlara kürsü vermediler

Ama

daha.»

Sadri Maksudî'nin elinde şarap kadehiyle söylediği bu sözlere Atatürk

karşılık v e r m e d i . Az sonra

da s o f r a

da­

ğıldı. Sadri Maksudî'yi de bir daha sofrada g ö r m e d i m . Bir süre

sonra

da

Sadri

rıldığını d u y d u m .

Maksudî'nin

milletvekilliğinden

ay­


ÇALINAN

ÇANKAYA'DA

eski Köşkün misafir

PIRLANTALAR

salonunda

came­

kânlı bir büfe vardı. Her zaman kilitli t u t u l a n büfenin de padişahlara

ait madalya

lunuyordu. Vitrin camının

ve Atatürk'e

ait nişanlar

için­ bu­

üzerinde çaprazlama asılı, kab­

z a l a r ı p ı r l a n t a l ı i k i k ı l ı ç d u r u r d u . Bir s a b a h b a k t ı m k i . A t a ­ türk,

bu

vitrin camının

önünde

durmuş,

inceden

inceye

bakıyor. Bunlar k e n d i s i n e v e r i l m i ş a r m a ğ a n l a r d ı . Beni gö­ rünce

seslendi:

— talar

« Ç e l e b i E f e n d i . Bu k ı l ı ç l a r ı n k a b z a l a r ı n d a k i

pırlan­

çıkarılmış.» Hayretle

büfeye yaklaştım. Atatürk'ün dedikleri

ruydu. Gerçekten de kılıçların

üzerindeki pırlantalar

doğ­ alın­

mıştı. —

«Ne oldu pırlantalar?» d i y e

«Bilmiyorum

efendim.»

sordu.

dedim.

D e d i m ama, içirn de rahat d e ğ i l d i . Orda bizden baş­ ka k i m s e y o k t u . K i m ç a l a c a k ? Ç a l s a ç a l s a h i z m e t k â r l a r ç a ­ lardı. Atatürk

hem üzülmüş, hem

sinirlenmişti.

B i r y a n d a n da k a f a m ı ç a l ı ş t ı r ı y o r , e l m a s l a r ı k i m i n ç a l -


214

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

dığmı çözmeğe uğraşıyordum. Bütün tanıdıklarım önünden bir şerit gibi geçip

gözümün

gidiyordu.

İki üç h a f t a k a d a r ö n c e b i z d e ç a l ı ş a n Ş a m l ı adlı

bir

çocuğun

kılıçlara

dikkatle

baktığını

Hüseyin

görmüştüm.

H ü s e y i n , üstelik kumara da d ü ş k ü n d ü . Kumar oynar, kaza­ nırdı. Bir s e f e r i n d e k u m a r d a n altın k o r d o n g e t i r m i ş t i . Atatürk, dikkatle yüzüme —

«Kimden

Şüphelerimi —

diye

sordu.

söyledim:

«Paşam, günahını

seyin'den

bakarak:

şüpheleniyorsun?»

almayayım ama, ben Şamlı

şüpheleniyorum.

Biraz

kumarcıdır.

Altınla,

müşle oynamayı sever. Ondan başka böyle bir şey

Hü­ gü­

yapa­

cak karakterde bir kimse t a n ı m ı y o r u m aramızda. Emreder­ seniz bir soruşturma

yapsınlar.»

Yaverler de aynı şeyi d ü ş ü n m ü ş l e r . S o r u ş t u r m a ladı. A t a t ü r k pırlantayı alanın en kısa zamanda

baş­

bulunması

için yaverlere e m i r v e r m i ş t i . Şamlı Hüseyin sıkı bir ş e k i l ­ de s o r g u y a ç e k i l d i . Bir süre sonra K ö ş k t e n a y r ı l d ı . Lekeli olarak

gitti.

B i r k a ç ay s o n r a y d ı . K a r a c a o ğ l a n C a d d e s i n d e H ü s e y i n ' e rastladım. Ayak üstü konuştuk. O gün izinli o l d u ğ u m u ö ğ ­ renince: —

«Bize gidelim,»

dedi.

Eski a r k a d a ş . H a y ı r m ı d i y e c e k s i n ? K a l k t ı k g i t t i k . Y e ­ mek

ç ı k a r d ı . Bu a r a d a e v l e n m i ş . K a r ı s ı y l a t a n ı ş t ı r d ı . H o ş

b e ş ettik. A k ş a m ayrılıp Köşke döndüm. İçimde bir eziklik vardı. Hüseyin'in kovulmasında dimi

suçlu

ken­

görüyordum.

A t a t ü r k ' ü n yanında çâhşanlar, yani bizler dışarı

çıktı­

ğımızda nereye gidiyoruz, k i m l e r l e görüşüyoruz, takip edil­ diğimizi

biliyordum.

O

gün

Hüseyin'lere gittiğim

haberi,

anlaşılan polis tarafından v e r i l m i ş olacak ki, sofrada A t a ­ türk birden bire —

bana:

«Sen H ü s e y i n ' i

görüyor musun?» diye sordu.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Evet, e v i n e g i t t i m , »

«Konuş, konuş,

çekinme.»

«Çekinmiyorum

efendim.»

Nasıl nuna dek — —

so­

anlattım. dedim.

Atatürk:

« O n u n bu i ş t e k a b a h a t i y o k . B i r o y u n a g e l m i ş . K ı ­ üstündeki verip

pırlantaları sattırmış.

bizim

kızlardan

Hüseyin'le

biri

almış,

görüşmende

bir

ne çıkacak d i y e b e k l i y o r d u m . Rahat bir

ne­

yok.»

Altından

fes aldım. O sırada yanımızda —

başından

«Bu a r a d a b i r t a s da ç o r b a s ı n ı i ç t i m , »

Hüseyin'e mahzur

eledim.

rastladığımı, evine nasıl g i t t i ğ i m i

Bunun üzerine lıçların

215

bulunan

«Çelebi, mademki, o seni

evine

Cevat

Abbas:

çağırdı. Sen

de

onu M a r m a r a Köşküne d a v e t et, ağırla,» d e y i n c e ş a ş ı r d ı m : —

«Aman e f e n d i m . Burası b e n i m e v i m değil k i . Hem

Hüseyin gelse bile elin nikâhlı

karısı gelir

mi?»

dedim.


«REİSİCUMHURLUK

NURİ

Conker,

Atatürk'ün

katlandığı bir çocukluk reketlerine

nazmı

YAPAMAZSIN»

çektiği,

şakalarına

arkadaşıydı. Onun aşırı giden ha­

kızmaz, patavatsızca kırdığı potları hoş

görür,

en koyu tenkitlerine bile katlanırdı. Nuri Conker, Atatürk'e takılır, kızdığı zaman

damarına

basar. O da punduna

t i r i p , bu ç o c u k l u k arkadaşına yapmadığını ta onu deli e d e r d i . Nuri C o n k e r arada — sak,»

ge­

bırakmaz, ade­

bir:

« P a ş a m , ç e k i l s e n d e , o k o l t u k t a b i r a z da biz o t u r diye

takılırdı.

Bir a k ş a m y e m e ğ i s ı r a s ı n d a s o f r a n ı n e n n e ş e l i

anın­

d a A t a t ü r k , y i n e bu ş e k i l d e ş a k a l a ş a n N u r i C o n k e r ' e d ö n ü p : —

«Sen

« O l u r u m . H e m s e n d e n d a h a iyi i d a r e

reisicumhur

olabilir

«Öyleyse prova e d e l i m . Geç otur bakalım koltuğa.

Şimdi sen reisicumhursun. Söyle

misin?» diye

sordu.

ederim.»

b a k a l ı m ö n c e ne

yapa­

caksın?» Nuri Conker hiç istifini

bozmadan keyifle

Atatürk'ün

koltuğuna o t u r d u . Çevresini şöyle bir tepeden bakışla süz­ d ü k t e n sonra bana —

«Hayvanlar,

dönüp: yemek

getirin,»

dedi.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Herkesin

yüzünde

bir

217

gülümseme. Atatürk

de

gülü­

y o r . Bana d ö n ü p : —

«Çelebi

Efendi. Ben böyle

mi

söylüyorum?»

diye

sordu. Hayır, diye

cevap

versem,

bu

biraz

da

dalkavukluk

olacaktı. Kendimi toparladım. Fırsat bu fırsat deyip, hemen taşı g e d i ğ i n e

yerleştirdim:

«Aşağı

yukarı

«Anlaşıldı.

böyle oluyor

Sen

paşam.»

reisicumhurluk

Dur ben yine y e r i m e geleyim,» dedi.

yapamayacaksın.


RECEP Z Ü H T Ü M E T R E S İ N İ N A S I L V U R D U ?

RECEP Z ü h t ü . A t a t ü r k ' ü n s o f r a s ı n d a n v e y a n ı n d a n

hiç

eksik etmediği yakın arkadaşlarından biriydi. Çankaya Köş­ künde olsun, Dolmabahçe Sarayında olsun A t a t ü r k ' ü n zaman

yanıbaşında görmeğe

alıştığımız

Recep

her

Zühtü'nün

kıskançlık yüzünden metresini tabancayla v u r m a olayı var­ dır k i , kolay kolay aklımdan

bir şuh

çıkmamıştır.

Recep Z ü h t ü ' n ü n Ç e n g e l k ö y ' d e oturan genç ve

güzel

kadınla

Kadın

bir

evinde

ilişkisi

vardı. Bunu hepimiz

sosyete dilberiydi. Öyle oturacak

cinsten

tek

biliyorduk.

erkeğe

bağlanacak,

d e ğ i l d i . Recep Z ü h t ü ' n ü n

İstan­

bul'da olmadığı günlerde gayrimüslim bir gençle sevişme­ ğe

başlamış.

Aralarındaki

aşk

ilişkisi

dal budak s a r m ı ş . Recep Z ü h t ü

giderek

İstanbul'a

vesileyle olayı duyduğunda beyninden vurulmuşa Akşam lanırken mış

gelişmiş,

geldiğinde

içki sofrasından sonra yatağa girmeğe

Recep Z ü h t ü , alkolün de e t k i s i y l e

bir

dönmüş. hazır­

kadına başla­

çıkışmağa: —

«Madem

ki y a p a c a k t ı n

mı da, kefereyle işi p i ş i r m e ğ e

bu i ş i , bir Türk kalktın?»

bulamadın


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

219

Kadın h e m s u ç l u , h e m g ü ç l ü . A l t t a n alıp, kızgın d o s ­ tunu yatıştıracağı yerde, üstüne üstüne —

«Ne o l m u ş

gitmiş:

sanki. Kefere mefere

cuk. Hoşuma gitti. Ö m r ü m ü n

sonuna

ama, güzel

kadar senin

ço­

kahrını

ç e k e c e k d e ğ i l i m ya. Git aynada suratına bak. Hoşafın çık­ mış. Çingeneden farkın Bu s ö z l e r i

yok.»

söylerken

kadın yatağa

uzanmış,

Recep

Z ü h t ü ise ayakta... Recep Zühtü bunu duyar duymaz çılgına d ö n m ü ş . Za­ ten sinirli huyu var. A t a t ü r k ' ü n yakını olmanın verdiği şımarıklılıkla yerinden fırladığı —

«Seni

namussuz

gibi:

orospu. Şimdi

senin

canını

henneme...» diye

asılmış tabancasına. Korkudan

fırlayıp

başlayan

kaçmağa

muş. Kurşunlar

kadını

kurşun

için bilerek

mi

yağmuruna

böyle

ce­

yataktan

kadının vücuduna değil de, ayağına

lamış. Öldürmemek

bir

yapmış,

sarhoşlukla mı hedefini şaşırmış b i l m i y o r u z . Kadın

tut­ rast­

yoksa hemen

o anda ö l m e m i ş . Yarası tedavi e d i l m i ş . Fakat yara sonra­ dan kangrene ç e v i r m i ş . Bir s ü r e sonra da kadının ö l d ü ğ ü ­ nü duyduk. Korkudan kimseye bir şey söyleyemedik. cep Zühtü bu. Ağzımızdan kopuyordu.

Hepimiz

bir söz kaçacak

duman

olurduk

diye

Re­

ödümüz

sonra...

Recep Z ü h t ü Sinop m i l l e t v e k i l i y d i o z a m a n . D o k u n u l ­ mazlığı

vardı. Adli

Recep Zühtü

makamlar

hakkında

da, A t a t ü r k ' ü n yakım

kovuşturma

yapmaktan

diye

çekiniyor-

l a r d ı . F a k a t u m u m î k â t i p H a s a n Rıza S o y a k , c e s a r e t i n i t o p ­ layıp, ertesi sabah Dolmabahçe

Sarayında

sabah

gazete­

lerini okuyan A t a t ü r k ' e olayı bir bir anlattı. Bunu anlatmak zorundaydı. Ekmeğinden, mevkiinden

olabilirdi.

A t a t ü r k , büyük bir dikkatle Recep Z ü h t ü hakkında an­ latılanları dinledi. Arada —

«Yaaa, öyle

bir:

mi?..» diye

mırıldanıyordu. Kadının öldüğü

hayretini haberini

belirten

duyunca

sözler Atatürk'


220

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Ün l o ş l a r ı i y i c e ç a t ı l m ı ş t ı . D e r i n d e r i n d ü ş ü n d ü k t e n başını iki tarafa —

sonra

sallayarak:

« Y a h u , k a d ı n da v u r u l u r m u h i ç ? »

dedi.

Bu o l a y , k a d ı n l a r a k a r ş ı b ü y ü k b i r s a y g ı b e s l e y e n A t a ­ türk'ün duygularını çok incitmişti. Hele bunun yakınların­ dan ve

koruyucularından

biri

tarafından yapılmış

olması,

onu canevinden vurmuşa benziyordu. Olayın A t a t ü r k rindeki

n u n u b e k l i y o r d u k . H a s a n Rıza S o y a k d i m d i k a y a k t a yor,

üze­

t e p k i s i n e o l a c a k t ı . M e r a k v e h e y e c a n l a işTrt' s o ­

bu

üzücü olayın Atatürk'teki

etkilerini

duru­

ölçmeğe

ça­

lışıyordu: —

«Ne e m r e d e r s i n i z

Paşam?» diye sorunca,

Atatürk

şu karşılığı v e r d i : — ha

«Kanunî işlem neyse onu yapsınlar. Hiç

müsama­

gözetmeden...» A t a t ü r k , e n y a k ı n ı , h a t t a f e d a i s i b i l e olsa bu

şekilde

yüzkızartıcı v e kanunsuz bir o l a y yaratan kişiyi a f f e t m i y e ceğini g ö s t e r m i ş o l u y o r d u . prensiplerinden

Zaten

biri de, yurtta

Atatürk'ün

ne

pahasına

değişmez

olursa

sosyal adaleti y e r l e ş t i r m e k , yasalara aykırı hiç bir yer

olsun işleme

verdirtmemekti. işlem neyse onu yapsınlar»

buy­

ruğundan sonra Recep Zühtü hakkında k o v u ş t u r m a y a

Atatürk'ün

«Kanunî

baş­

landı. Olay A t a t ü r k ' ü çok

üzmüştü

ama, belli

ç a l ı ş ı y o r d u . Bir d a h a b u k o n u y a h i ç Sonradan duyduğumuza ları,

onu

kurtarmak

hastalıkları

uzmanı

için Prof.

etmemeğe

değinilmedi.

g ö r e Recep Z ü h t ü ' n ü n

dünyaca Mazhar

tanınmış Osman

yakın­

akıl v e

Uzman'dan

sinir deli

raporu almağa kalktılarsa da, red cevabı aldılar. Sonradan başka bir doktordan rapor almak zorunda kalmışlar. Recep Z ü h t ü , s i n i r hastası o l d u ğ u g e r e k ç e s i y l e ü ç - d ö r t ay O r t a k ö y Ş i f a Y u r d u n d a t e d a v i g ö r d ü . B i r d a h a da o n u A t a t ü r k ' ün

sofrasında

görmedik.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Atatürk'ün ölümünden sonra cenazenin trene

Recep Z ü h t ü de b i n m i ş .

221 götürüldüğü

İzmir'den Ankara'ya

gidi­

y o r m u ş . Fakat y e n i c u m h u r b a ş k a n ı olan İ s m e t İnönü, b u ­ nu haber alır almaz h e m e n

Recep Z ü h t ü ' y ü

Eskişehir'de

t r e n d e n i n d i r t m i ş . Buna gücenen Recep Z ü h t ü de bir daha Ankara'ya

gitmemiş.


«İŞLER L A Ç K A

ATATÜRK, maiyetindekilere olmasına bilmiştir. yurt

içi

fazla g ü v e n g ö s t e r i r

rağmen

her zaman t e t i k t e ve

Ankara

ve

gezilerinde

İstanbul

içindeki

olsun, kendini

uyanık

Bir gün

Dışişleri

Bakanı Tevfik

gibi

kalmasını

gezilerinde

korumak

t e d b i r l e r e g ü v e n m e y i p , her zaman dikkatli şürken şöyle dediğini

OLUR»

için

olsun, alınan

davranmıştır.

Rüştü Aras'la

görü­

hatırlarım:

«Ben kendimi k e n d i m k o r u r u m . İçişleri Bakanı, Em­

niyet Genel

M ü d ü r ü , V a l i , daha ne kadar varsa ilgili

ki­

şiler benim korunmam için bir takım tedbirler alırlar. Bun­ l a r o n l a r ı n g ö r e v i d i r . Bu i ş l e r e h i ç k a r ı ş m a m . K a n u n î

gö­

revlerini

ko­

yapmalarına

da k a r ş ı

gelmem.

Fakat kendi

r u n m a m ı , onların aldıkları bu tedbirlere bırakmış Kendimi

koruma

Gelip geçtiğim rim.

Gezi

işimi

kendim

yerlerde

yaparım

ve

yapmaktayım.

neler olup bittiğine

saatlerini, günlerini

tiririm. Benim dikkatimden

gerektikçe

hiçbir şey

değilim.

dikkat

kendim

ede­ değiş­

kaçmaz...»

A t a t ü r k ' ü n gezilerinde arkasında her zaman

yaverleri

olduğunu bildiği halde, tabancasını eksik etmediği ve üze­ rine a l m a d a n dışarı adım atmadığını çok iyi h a t ı r l a r ı m . A s ­ ker adam ne de olsa.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Bir

gece

ahştığımız

yine

sofra

223

l<urulmuş, her zaman

kişilerle derin

görmeğe

b i r s o h b e t e d a l m m ı ş t ı . D r . Re­

ş i t Galip, bir konu attı ortaya. A t a t ü r k ' e bakarak

şunları

söyledi: —

«Paşam b i l i y o r

musunuz, bugünlerde

h i ile i l g i l i b i r k i t a p o k u y o r u m . Bir F r a n s ı z a n ı l a r ı n ı n da y e r poleon,

Fransa Tari­ politikacısının

aldığı bu kitapta anlatıldığına göre

maiyetinde

bulunan

yöneticilere. Devlet

Na-

adamla­

rına, politikacılara hiç i t i m a t e t m e z m i ş . Daima kuşku d e y a ş a r m ı ş . En y a k ı n l a r ı n d a n b i l e Atatürk, Reşit Galip'i

dikkatle

için­

şüphelenirmiş.» dinliyordu. Ne

demek

istediğini pekâlâ a n l a m ı ş t ı . Reşit Galip, hiç s e v m e d i ğ i A t a ­ türk'ün

bazı

arkadaşlarını

Atatürk anlamamazlıktan —

kastetmek gelerek şöyle

«Takıldığınız bir husus m u var

apaçık yazmış

istiyordu

anlaşılan,

sordu: bu konuda?

Adam

gerçekleri.»

Reşit Galip, bir an durakladı. Sözlerinin b e l i r l i bir h e ­ defe dayandığı belliydi ama, bunu açıkça ortaya

koymak­

t a n ç e k i n i y o r d u . S o f r a b ü y ü k b i r s e s s i z l i ğ e b ü r ü n m ü ş , Re­ şit Galip'in vereceği

karşılığı bekliyordu. Reşit

Galip

bir

iki saniye duraksadıktan sonra şöyle dedi: — Her

«Hayır Paşam. Kitapta takıldığım hiç bir husus yok.

halde yazılanlar

doğrudur.

Yalnız

kafama

şöyle

bir

s o r u takıldı. A c a b a d i y e d ü ş ü n d ü m , siz de bir D e v l e t baş­ kanı olduğunuza sıl

göre, Napoleon'un

bu d ü ş ü n c e l e r i n i

na­

karşılıyorsunuz?» O

allak

anda A t a t ü r k ' ü n v e r e c e ğ i bullak

olabilirdi.

Fakat

ters

bir karşılıkla

o soğukkanlılıkla

Galip'in dolaylı biçimde kastettiği

kişilerin

ve

sofra Reşit

üzerinde

şöy­

le bir gözlerini g e z d i r d i k t e n sonra dedi k i : —

«Napoleon'un yaptığı doğru galiba. M a i y e t i n e faz­

la i t i m a t e d i n c e

işler

laçka

hale gelir. M a i y e t e

m a t e d i l m e m e l i . Sonra çok çabuk suistimal

fazla

ediliyor.»

iti­


SALONDAKİ

ÇOK kuvvetli bir

ATLAR

iradeye sahip olan A t a t ü r k ' ü n

duy­

g u y a n ı da ç o k z e n g i n d i . S o n d e r e c e m e r h a m e t l i y d i . Z a ­ yıflara

acır

Kurban

ve yardıma

sevdirmezdi. At

arasındaydı.

Çiftlik

koşardı. Hayvanları ve

köpek

hayvanlarından

en

çok

sevdiği

ruam

kalanan, bir tayı öldüreceklerini duyunca

severdi. hayvanlar

hastalığına

çocuk gibi ağla­

m ı ş v e e l l e r i n e l a s t i k e l d i v e n g i y e r e k b i r k a ç kez dan ö l d ü r m e l e r i n e Zavallı hayvanı

izin

— Eğer

«Çocuğum

bir

evlât

gözyaşlarını

tutamadığını

demişti:

olmadığında

kaybetmek

bu e l e m v e k e d e r e

okşama­

vermemişti.

okşarken

söyleyen Atatürk, şöyle

ya­

hikmet

felâketine

ve

isabet

uğrasaydım,

varmış. kalbim

dayanamazdı.»

Bir g e c e s o f r a d a o t u r u r l a r k e n A t a t ü r k , y a v e r l e r d e n b i ­ rini çağırdı ve şu emri v e r d i : —

«İki g ü n ö n c e b i z i m

onları buraya

atların biri d o ğ u r m u ş t u . A l ı p

getiriniz.»

Hayvanların getirilmesinin istendiği yer Çankaya, em­ ri v e r e n de bir c u m h u r b a ş k a n ı i d i .


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

225

Yaverler ve konuklar duraksadılar. Sofradakilerin şaş­ kınlığı henüz g e ç m e d e n yine A t a t ü r k ' ü n —

sesiyle

irkildik:

«Sevelim, görelim, okşayalım.»

Köşke, h e m de şeref salonuna hiç hayvan girer

miy

di? Fakat e m i r e m i r d i işte. Yeni doğan tay ve annesi Yıl­ dız, h e m e n

Köşke

getirildi. Ama

hayvanlar

bir t ü r l ü

sa­

londa yürüyemiyorlar, cilâlı yerlerde ayakları kayıyordu. Hemen

yerimden

fırladım. Aklıma

bir

çare

gelmişti.

Y e r l e r e s e r i l i s e c c a d e l e r i t o p l a d ı m . Tay ve annesinin g e ­ çeceği yere s e r d i m .

Hayvanlar, bakıcıları

seyis

Kerim'in

y e d e ğ i n d e r a h a t ç a s a l o n a g i r d i l e r . F a k a t ş u n u da s ö y l i y e yim

ki, hayvanlar

salona

daha

çok

yakışıyorlardı.

«Jokey» diye anılan s e y i s K e r i m , sonradan A n k a r a ' d a büyük bir oyun salonu açmıştır. A t a t ü r k ' ü n hizmetindeki f ö r ) , İbrahim

insanlardan

Dr. Kemal

(sofracı), İsmail

(berber),

nun kahvesinde toplanıp, eski anıları Atatürk, o gece

Çankaya'daki

hayatta

(şoför), Ali

(şo­

Necami

bu­

tazelerler.

şeref

salonuna

hayvanların yanında kaldı. Eliyle anne ile yavrusuna me

şeker yedirdi. Ayrı

kalan

Niyazi

ayrı s e v d i , okşadı. Bundan

alınan kes­ sonra

h a y v a n l a r s a l o n u t e r k e t t i l e r . H e r k e s m e m n u n d u . Kimin a k ­ lına salona h a y v a n s o k m a k

gelir. Belki d e bir atla

yeni

doğmuş yavrusunun cumhurbaşkanı

salonuna girişi, yer­

yüzünde

kimsenin

ilk k e z o l m u ş t u r .

Atatürk,

yapmadığı,

y a p m a ğ a k a l k a m ı y a c a ğ ı İ ş l e r i y a p a n çok y ü r e k l i bir kişiy­ d i . Böyle o l m a s a y d ı bu kadar kısa s ü r e d e y e p y e n i bir ü l ­ ke v e uygarlık k u r a m a z d ı .

F: 15


siz SENYÖRSÜNÜZ

K ö ş k ü n d e a r a s ı r a da p o k e r p a r t i s i

verilir

ve A t a t ü r k o y u n sonunda çok zaman kazanırdı. Bir

ÇANKAYA

akşam

yine Köşkte yeşil çuha masanın çevresinde on-on beş kişi kadar t o p l a n m ı ş l a r , poker oynuyorlar. D e r k e n para

bitiyor.

O zamanlar üzerlerinde kurt resmi olan yeşil bir

liralıklar

vardı. Meclis

Atatürk'

dağılırken

bakanlar, milletvekilleri

ün elini öpüyor, çıkıp gidiyorlardı. Atatürk

elindeki

ları, antrede çıkanlara kendi eliyle dağıttı. A m a m e m i ş t i . Kalan d e m e t i —

bana

para­

para

bit­

uzatarak:

«Kalanları say,» d e d i .

Hemen —

saydım:

«On iki

efendim.»

Paraları bize v e r e c e k s a n m ı ş t ı m . Orada İ b r a h i m ' l e i k i ­ miz kalmıştık. Fakat öyle y a p m a d ı : —

«Ver..» d i y e

geri

aldı.

Sonra

İbrahim'e

uzattı.

Ona da: —

«Say.» d i y e b u y r u k v e r d i .

O

sırada

İbrahim

s e v i n m i ş , paraları

ona

vereceğini

s a n m ı ş t ı . O z a m a n d a o n i k i l i r a az buz ş e y d e ğ i l d i . Para­ ları s a y d ı k t a n s o n r a :


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«On İki e f e n d i m , »

227

dedi.

Para d e m e t i n i ç e k i p o n d a n d a g e r i a l m a s ı n m ı ? S o n r a bize

dönerek: —

«Ben

bu

paraları

size

verebilirim,

ama

vermem.

Onlar birer lirayı aldılar. Hepsi bakan, m i l l e t v e k i l i . İhtiyaç i ç i n d e l e r . F a k a t s i z i n d u r u m u n u z i y i o n l a r d a n . Siz

senyör-

sünüz. Gazi'nin sofrasmdan yeyip içiyorsunuz. Ne aile ge­ ç i n d i r i y o r s u n u z , ne de masrafınız var,»

dedi.

A s l ı n a bakarsanız A t a t ü r k ' ü n eli biraz sıkı idi. Çok cö­ mert

malını milletin

malı

olarak kabul ettiğinden m i d i r nedir, oldukça t u t u m l u

insandı

d i y e m e y e c e ğ i m . Kendi

dav­

r a n ı r d ı . S o n u n d a da t ü m m a l ı n ı y i n e m i l l e t e b ı r a k ı p g ö ç t ü . K e n d i s i n d e n s a d e c e o n i k i y ı l d a b i r kez İ s t a n b u l ' a ken yüz

lira

harçlık almışımdır.

Bunu

kendisi

vermişti.

Öbür aldıklarım küçük bayram harçlıklarıydı. Burada bile

gider­ sözü

edilmez. Atatürk —

yatmağa

«Meğer

gittikten sonra İbrahim'e

biz s e n y ö r m ü ş ü z

de

haberimiz

dönüp: yokmuş.

Keski s e n y ö r o l m a s a y d ı k d a , o p a r a l a r b i z d e k a l s a y d ı , » d i ­ ye takıldım.


KÖYLÜNÜN

GÜZEL bir sonbahar günü Etimesut Ç i f t l i ğ i n e tik.

Atatürk

otomobilden

inip, biraz y ü r ü m e k

de arkasmdan gidiyorduk. Yaverleri

ve

köşk

EŞEĞİ

gitmiş­

istedi.

Biz

polisleriyle

arkasındaydık. O sırada karşı patikadan eşeğiyle bir

köy­

lü b e l i r d i . Ben Foks'Ia o y n a ş t ı ğ ı m için biraz g e r i l e r d e

kal­

mıştım. Atatürk'ün

köpeği

her zaman yaptığı gibi

Foks, yabancıyı

havlayarak

vanı t u t m a k i s t e d i m s e de

görür

görmez

üzerine saldırdı.

Hay­

başaramadım.

Bir anda ne o l d u ğ u n u anlayamayan k ö y l ü , e l i n d e k i s o ­ payı olanca hızıyla Foks'a doğru salladı. Bereket sopa hay­ vana g e l m e d i . Hemen köylünün yanına k o ş t u m : —

" S e n ç ı l d ı r d ı n m ı b e a d a m ? » d i y e ç ı k ı ş t ı m . «Şu s o ­

pa f ı r l a t t ı ğ ı n k ö p e k

kimin biliyor

musun?»

Köylü dikleşerek sordu: «Ne olmuş —

«O köpek Gazi'nin

Bunu duyunca

sanki?»

köpeği...»

köylünün

korkudan

sıvışacağını

san­

m ı ş t ı m . İstifini bile bozmadı. Sonra şu b e k l e n m e d i k karşı­ lığı v e r d i : —

" O G a z i ' n i n k ö p e ğ i y s e , b u da b e n i m e ş e ğ i m . Gazi

bir köpek daha b u l u r a m a , ben bir e ş e k daha

alamam.»


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM O sırada, geçenlerden türk, uzaktan köylüyle

lü,»

229

habersiz, yürüyüş yapan

tartıştığımızı

Ata­

duymuş:

«Ne oluyor orda?» diye s e s l e n d i .

«Eşeğin kendisine ait olduğunu söylüyor

bu

köy­

dedim. Yanına

gelince de

olayı başından sonuna dek

tım. Atatürk söylediklerimi s a n m ı ş t ı m . Başını —

dikkatle

dinledi.

anlat­

Kızacağını

sallayarak:

«Köylü d o ğ r u s ö y l e m i ş , » d e d i . « G e r ç e k t e n de öy­

le. Bir daha n e r d e n e ş e k

bulacak?»


TAYYARE

PİYANGOSU

BİR al<şam s o f r a d a i ç k i ü z e r i n e k o n u ş u l u y o r d u . K a d e h ­ ler

havaya

kalktıkça

çeşitli

görüşler

ortaya

yapan yerli fabrikaların kurulması düşüncesi

atılıyor,

içki

savunuluyor­

d u . Önce bir bira fabrikasının kurulması tartışılmağa- baş­ landı. Bira fabrikası yapılsın, güzel. A m a gerekli nereden

yatırımı

bulacağız?

Atatürk, sermaye konusunda ileri sürülen istekleri gü­ lümseyerek dinliyordu. Sonunda hiç

birini gözü

tutmamış

olacak k i , son u m u t olarak bir «Tayyare Piyangosu»

bileti

alınmasına karar v e r i l d i . Yaverler, sofracılar, ahçılar

onar

liralık

bilet aldılar. Bütün biletlerin

parasını

da

Atatürk

verdi: —

«Kimin şansına çıkarsa, bununla bira fabrikası k u ­

racağız,»

dedi.

O gece otuz-kırk kadar bilet alınmıştı. Birkaç gün s o n ­ ra p i y a n g o

ç e k i l d i . Fakat — A t a t ü r k ' ü n

a l d ı ğ ı da

hiç birine bir şey ç ı k m a d ı . Yalnız b e n i m b i l e t i m e

içinde— amorti

ç ı k m ı ş t ı . A t a t ü r k , y i n e bir g e c e sofrada b i l e t l e r i n ne o l d u ­ ğunu sordu. Sonucu öğrendikten sonra da: —

«En ş a n s l ı

hepimizi geride

adam

bıraktı.»

Çelebi'ymiş,»

d e d i . «Bu

yarışta


EDVAR B İ Y A N G O

1929 y ı l ı n d a A n k a r a ' y a

Arjantin'den

ORKESTRASİ

bir müzik

toplu­

luğu g e l m i ş t i . Edvar Biyango O r k e s t r a s ı adını taşıyan toplulukta

i k i e r k e k , b i r kız v a r d ı . S ı c a k k a n l ı , c a n a

insanlardı. Çikolata

rengi

kız ş a r k ı

söylüyor,

bu

yakın

çocuklarsa

k e m a n ve gitar çalıyorlardı. Bir g e c e Edvar Biyango O r k e s t r a s ı M a r m a r a gelmiş, Atatürk'ün

önünde

bir

konser

Köşküne

veriyordu.

Birçok

güzel melodiler çalındı. O sırada Vâsıf Çınar, Lâtin

Ame­

rikalı müzisyenlere: —

«Bizim

İstiklâl

Marşımızı

çalabilir

misiniz?»

diye

sordu. —

«Deneyelim,»

Keman

dediler.

çalan genç

üç

kez d i n l e d i k t e n s o n r a

İstiklâl

Marşını k e m a n i y l e çalmağa başladı. H e m ne çalış. Herkes dikkat kesilmiş, kemanın çıkardığı sihirli nağmeleri

dinli­

yor. İstiklâl Marşını hiç de kemandan d i n l e m e m i ş t i m . de

güzel o l u y o r m u ş . Gözüm A t a t ü r k ' t e

hoşuna gittiğini

uzaktan hareketlerinden

i d i . O n u n da seziyordum.

Arjantin Tangoları o zaman çok modaydı. ise bir Arjantin

Orkestrası

Ne çok

vardı. Tangoların

Karşımızda biri

bitiyor,


232

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Öbürü b a ş l ı y o r d u . C o ş k u n l u k s o n h a d d i n e v a r m ı ş t ı . adı h a t ı r ı m d a

kalmadı. Çok ahenkli bir

Şimdi

tangoyu

dinleyen

« Ç o k g ü z e l , ç o k g ü z e l , » d e d i . «Bir d a h a

çalsınlar,

Atatürk: — söyle.» Hemen koşup Atatürk'ün emrini

ilettim. Yeni

baştan

başladılar çalmağa. Ne güzel, ne eşsiz günlerdi onlar. daha g e r i g e l i r m i hiç? Ne gezer.

Bir


V İ Y A N A ' D A N GELEN KOLTUK

VÎYANALI

mimar

Horsmayster'in

Viyana'dan Ankara'ya gelmiş,

yaptığı

Çankaya'da

mobilyalar

yeni

yapılan

köşke k o n m u ş t u . Hepsi birbirinden güzel ş e y l e r d i . Pembe Köşkte o kadar güzel d u r u y o r l a r d ı k i . Ne yazık k i . Viyana' nin

havasıyla

Ankara'nın

havası

birbirine

uymadığı

gelen mobilyalar bozulmuş. Kuru hava, g e ç m e

için

mobilyala­

rın e k l e r i n i açmış... M a s a l a r k u l l a n ı l a m a d ı . T e s t e r e y l e p i m ­ lerini kestilerse de, sonunda

bir işe yaramadığı

Viyana'dan gelen eşyalar arasında A t a t ü r k ' ü n

görüldü. oturma­

s ı i ç i n ö z e n l e y a p ı l d ı ğ ı b e l l i o l a n b i r d e k o l t u k v a r d ı . Bu büyük koltuğu kapıya koyduk. A t a t ü r k u y u y o r d u . Uyanınca O'na sürpriz

yapacaktık.

Atatürk'ün

uyumasını

fırsat bilip hemen

koltuğa

r u l d u m . Ne güzel, ne rahat k o l t u k t u öyle. Sanki

ku­

kemikle­

rim dinlendi. Kalkmak bile istemiyordum. Atatürk

uyanınca

koşup,

yeni

koltuğunun

söyledim. Gelip koltuğa oturdu. A m a oturmasıyla sı b i r o l d u . Y ü z ü n ü e k ş i t e r e k : —

«Hiç de rahat değil,» d e d i .

geldiğini kalkma­


234

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Paşam, biraz önce t e c r ü b e

t u m . Bana r a h a t — uzak

gibi

geldi,»

etmel< i ç i n

oturmuş­

dedim.

«Bizim eski koltuklar daha rahattı. Ne vardı

yerlerden

getirtecek,»

daha da o koltuğa o t u r m a d ı .

dedi.

Koltuğu

kaldırdık.

bunu Bir


RÜŞVET V E R D İ Ğ İ M İ

DIŞARDA Atatürk'ün yanmda çalrştığımı saklar,

kimliğimi

belli

etmemeğe

DUYUNCA

çok

zaman

çalışırdım. Trende,

va­

p u r d a yarenlik edip de k i m o l d u ğ u m u soran çıkarsa, t i c a ­ rethanelerde duyanlar,

çalıştığımı

benimle

söylerdim.

serbestçe

Çünkü

Atatürk

konuşmağa çekiniyorlar,

adını or­

t a l ı k t a r e s m î b i r h a v a e s m e ğ e b a ş l ı y o r d u . Bir, g ü n e n i ş t e m ­ le A n k a r a ' d a n İstanbul'a iziıili olarak Beşiktaş'ta bir ev a l ­ mağa g i d i y o r d u m . Trende kibar giyimli bir adam, nereden n e r e y e g i t t i ğ i m i , k i m o l d u ğ u m u s o r d u . Nakliye işi yaptığı­ mı s ö y l e d i m . İnanmayan gözlerle bana baktı. Sonra: ,—

«Öyle

ama

arkasında gördüm,»

ben

sizi

Gazi

" E v e t , bazı k e r e l e r Ç i f t l i ğ e

«Hayır, her zaman O'nun

Mecbur —

oldum

«Gazi'nin

Çiftliğinde,

Atatürk'ün

dedi. giderdim.» arkasmdasımz.»

sonunda:

hizmetkârıyım,»

dedim.

İstanbul'a gelince Beşiktaş'taki

evle

ilgili tapu

y a p t ı r m a k için Tapu Dairesinde beş lira istediler. oldum

vermeğe. Oysa, Atatürk'ün

söyleseydim, bunu alamazlardı.

hizmetinde

işini

Mecbur

olduğumu


236

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Anl<ara'ya g e l i n c e bir k o n u ş m a sırasında bunu Berber

Rıdvan'a a n l a t t ı m . O da s a b a h t r a ş m d a A t a t ü r k ' e a n l a t m ı ş . Akşam sofrasmda

Atatürk, Maliye

bakanına

damdan

d ü ş e r gibi ş ö y l e s o r d u : —

« Ç e l e b i ' d e n r ü ş v e t a l m ı ş l a r . Bu ne b i ç i m

Bakan bir anda ne d i y e c e ğ i n i

şaşırmış:

diye

«Yanlışlık

olacak

Paşam,»

iş?»

kapatmağa

çalış­

mıştı. Atatürk durumu benden öğrenmek istedi. Hepsini bir a n l a t t ı m . T r e n d e k i

konuşmayı da n a k l e t m e y i

bir

unutma­

dım. Bunun ü z e r i n e A t a t ü r k , bir anısını a n l a t t ı ; Bir gün İtti­ hatçılar zamanında Selanik'ten

Fransa'ya

kaçıyor.

Bindiği

vapurda yabancı bir kadınla karşılaşıyor. Kadın, A t a t ü r k ' e soruyor: —

« N e iş yaparsınız?»

«Gazeteciyim.»

«Hangi

gazetede

çalışıyorsunuz?»

Bir g a z e t e adı u y d u r u v e r i y o r o anda. Kadın i n a n m a y a n g ö z l e r l e A t a t ü r k ' ü süzüyor: —

« S e n d e sivil d a v r a n ı ş y o k . askersin.»

«Neden?»

«Elbisenin altında p a d u f l a . Bu sivil a d a m işi değil

askersin.» Bunun ü z e r i n e A t a t ü r k , asker elbisesini

kadını

kamaraya

götürüyor,

gösteriyor.

A t a t ü r k bu anısını a n l a t t ı k t a n sonra bana s e s l e n d i : —

« Ç e l e b i E f e n d i , s e n i n d e sivil olmadığını

lar,» d e d i . «Fransız kadının

anlamış­

b e n i m sivil o l m a d ı ğ ı m ı

anla­

dığı gibi.» A t a t ü r k , İ m p a r a t o r l u k t a n bu yana sürüp giden t o p l u ­ m u m u z u n m ü z m i n l e ş m i ş yarası

olan

rüşvet

meselesine

çok kızar v e bunun ö n l e n m e s i n i i s t e r d i . Bir gün yabancı bir f i r m a A n k a r a m ü m e s s i l l i ğ i e l i y l e on t a n e altın sigara


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

tabalosı yollamıştı. Atatürk,

bu

tabakaları

237

sofradakilere

göstererek: —

«Bunu almamız doğru değil a m a alıyoruz. Nezaket

icabı. A l m a s a k ayıp olur. Peygamber bile 'Birbirinizle ahpaplık etmek için hediyeleşin,'»

demiş.


HALKIN EKMEĞİYLE

OYNAMA

ATATÜRK, savaştan yorgun çıkan Türk halkının bir an önce kalkınarak yoksulluktan kurtulmasını, bolluğa

kavuş­

masını, insanca yaşamasını isterdi. Yaptığı devrimler, dığı e k o n o m i k

tedbirler

al­

hep bu amaca dayanıyordu. Türk

halkının çağdaş düzeye erişmeden gözlerini kapamak

iste­

m i y o r d u . Yapılan her işin halkın yararına v e halk için o l ­ masına çalışır, t ü m prensiplerini

bu g ö r ü ş ü n ışığı

altında

ortaya koyup, uygulanmasına çalışırdı. Bir

yaz

mevsimi

İstanbul'a

gelmiştik.

Gece

Dolma­

bahçe Sarayında bizimle beraber kalan İstanbul valisi M u ­ h i t t i n Üstündağ, sabah sabah Başbakan İ s m e t İnönü'ye y a ­ pılan günlük işleri anlattıktan sonra şu haberi —

«Paşam, haberiniz olsun. Ekmek fiatını

İ s m e t İnönü, v a l i y e e k m e ğ e ne kadar zam

uçurdu: arttırdık.» yapıldığını

s o r d u . O da b e ş k u r u ş t a n y e d i k u r u ş a ç ı k a r ı l d ı ğ ı n ı s ö y l e d i . İnönü, bu iki kuruşluk z a m m a pek sesini ç ı k a r m a d ı . Olay kapandı sanıyorduk. M e ğ e r fırtına O

gece

sofrada

den sonra Vali mını ortaya

günlük

Muhittin

atıp, buna

daha

başlamamış.

konuşmaların

Üstündağ, yeniden

görüşülmesin­ ekmek

neden gerek duyulduğunu

zam­

bir

bir


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM sıralayaral<

l<enclini

den Atatürk'ün

lıal<lı g ö s t e r m e ğ e

kaşlarının çatıldığmı

239

çalışıyordu

ki,

gördüm. Vali,

İnönü'ye anlattığı ve hiç bir tepki g ö r m e d i ğ i e k m e k mı işinde A t a t ü r k ' ü n de pasif kalacağını sanmıştı

bir­

sabah zam­

anlaşı­

l a n . Bu k o n u d a d a h a a y r ı n t ı l ı b i l g i v e r m e ğ e k a l k ı n c a

Ata­

türk birdenbire ciddileşti: —

« N e y a p t ı n ı z V a l i B e y . Bu f a k i r m i l l e t i n z a t e n y e ­

m e k i ç i n s a d e c e b i r e k m e ğ i v a r . O n a da m ı g ö z

diktiniz?

O n u da mı e l i n d e n almağa kalktınız? Bula bula f a k i r i n ek­ meğini mi buldunuz

arttıracak?»

Vali kıpkırmızı kesildi. Doğrusu ya böyle bir tepki pek beklemiyordu. —

«Şey efendim...» diye k e m k ü m e t m e ğ e

ki, Atatürk sesini daha da yükselterek şöyle —

«Bizim

millet

başka

milletlere

başlamıştı

konuştu:

benzemez.

Bizim

m i l l e t e k m e k l e b e s l e n i r . Ekmeği kara s o m u n a katık Fakir köylünün yiyeceği mektir. Ekmekten

bir baş s o ğ a n l a , bir s o m u n

ne istediniz?

Ekmek fiatını

nıza, e l i n i z d e n g e l i y o r s a y ü z p a r a y a

indirin...»

eder. ek­

arttıracağı­


ERTUĞRUL Y A T I N I

ATATÜRK Marmarada

İstanbul'da

yatla

bulunduğu

gezmeğe

bayılır,

sıralar

BATIRIRIM

Boğazda

yorgunluğunu

ve

ancak

b u ş e k i l d e ç ı k a r ı r d ı . Bir yaz g ü n ü a k ş a m ü s t ü y i n e Boğaza doğru bir

gezi d ü z e n l e t t i r m i ş t i . A t a t ü r k

kızmış olacak ki, yanına —

önemli

bir

şeye

girdiğimde:

«Ertuğrul yatını batırırım,»

diye

sertçe

konuşu­

yordu. O sırada

Kavakların önüne gelmiştik. Akıntının

etki­

s i y l e yat başladı beşik gibi sallanmağa. Herkes: —

«Paşam, hava f e n a , dönelim,» diyor,

«Hayır olmaz, Boğazdan çıkalım,» diye d i r e t i y o r d u .

Boğazdan çıkarak

Zonguldak'a gidilmesi

Atatürk:

isteniyordu. Tam

o sırada yatın güvertesinde Seyrüsefain İdaresinin m ü d ü ­ rü Sadullah Beye —

rastladım:

« B e y i m , h a v a ç o k k ö t ü . Bu ş a r t l a r a l t ı n d a g i d e m e ­

yiz,» d e y i n c e bana g ü l d ü : —

«Biz A t a t ü r k ' e s ö y l e d i k , k ı z d ı . S e n s ö y l e . B e l k i s e ­

ni dinler,»

dedi.

Bir an d u r a k l a d ı m . A t a t ü r k , dediği d e d i k bir a d a m d ı . Bir

şeye

karar verdi

mi, onun

üzerinde diretmek

boştu.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

241

Fai<at b i r h u y u d a v a r d ı l<i, al<la y a k ı n d i l e k l e r i y e r i n e g e ­ tirmekten

çekinmezdi.

Cesaretimi

nun kapısı önüne g e l d i m . A t a t ü r k ' e

toplayıp,

hemen

salo­

damdan düşer gibi:

«Paşam, ilerki burundan dönelim mi?»

«Peki d ö n e l i m , »

deyince:

dedi.

D o ğ r u s u b u k a d a r k o l a y l ı k l a A t a t ü r k ' ü razı e d e b i l e c e ­ ğimi aklıma g e t i r m e m i ş t i m bile. Onun için birden bire şa­ ş ı r ı p k a l d ı m . Bir y a n d a n d a s e v i n i y o r d u m . H e m e n venin dibinde heyecanla Beyin yanma —

merdi­

benden cevap bekleyen Sadullah

koştum:

«Paşa H a z r e t l e r i i l e r k i b u r u n d a n d ö n m e m i z i

emret­

t i , » d e y i n c e S a d u l l a h B e y i n s e v i n ç t e n g ö z l e r i y a ş a r d ı . Ba­ na ö d ü l o l a r a k b i r m a a ş

ikramiye verilmesi

için

kamara

m ü d ü r ü Muzaffer Beye emir v e r d i . O zaman almış o l d u ğ u m a y l ı k 27 l i r a y d ı . Ö m r ü m d e a l d ı ğ ı m t e k ö d ü l d e i ş t e b u p a ­ radır.

F: 16


BEN DE S İ Z İ N GİBİ

İNSANIM

M O D A koyundayız. Sıcak bir yaz a k ş a m ı . Sakarya m o ­ toruyla bir deniz gezisine çıkmıştık. Mehtabın ilk g ü n l e r i y ­ di. Koyun

manzarası Atatürk'ün çok hoşuna g i t m i ş t i .

nerbahçe'deki

Belvü

demirlenmesini

Gazinosunun

emretti. Motorda Atatürk'ün

arkadaşı vardı. Yabancı bir

başını —

açıklarında

birkaç

yakır»

kimseyi almamıştı. Maksat

şöyle

dinlemekti. Atatürk

«Buraya

geldiğimizi

bize:

kimse

görmesin.

Elektrikleri

de söndürüp kendi kendimize rahat bir şekilde yiyip l i m . M e h t a p da hazır.» Güvertede

Fe­

motorun

içe­

dedi.

karanlıkta yenilip içilmeğe başlandı. Eşsir

b i r g e c e y d i . F a k a t d a h a o n b e ş d a k i k a b i l e g e ç m e m i ş t i ki., çevremizin sessiz sedasız sandallarla çevrilmekte nu gördük. Güya k i m s e n i n kın baskınına —

uğramıştık. Atatürk

«Karanlığın

anlamı

olduğu­

haberi olmayacaktı. Oysa sarıldığımızı

kalmadı.

hal­

görünce:

Elektrikleri

yakın,

dedi. Ortalık

ışıyınca

beyaz

yazlık

elbiseleriyle

içinde Atatürk'ün heybetli vücudu, bir

heykel

gecenir»

parlaklığıy­

la o r t a y a ç ı k t ı . O a n d e n i z i n o r t a s ı n d a b i r a l k ı ş s e s i

yük-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞ\ \D\M

2A3

seldi. Işıkların yanışıvla bizim orada olduğumuzu başka sandallar

öğrenen

da k a f i l e y e katıldılar. Ö y l e k i , y a r ı m

saat

sonra Sakarya mqtorundan sandaldan sandala basmak su­ retiyle

karaya

geçilebilirdi.

Atatürk, sevgi gösterisinde bulunan kalabalığa, kendi

konuklarıymış

gibi

sormağa

«Size n e i k r a m e d e y i m , n e

Sandallardaki

kalabalık

sanki

başladı: istersiniz?»

arasından sesler

yükselmeğe

başladı: —

«Paşam,

«Saz

Bunun

seni

isteriz.»

isteriz...»

üzerine

Atatürk

emir

verdi. Hemen

güzel

bir

saz g e l d i . Halka s u n u l m a k üzere bolca i ç k i , y e m i ş g e t i r t i l ­ di. Sandallardaki

davetsiz konuklara dağıtılmağa başlandı.

Halk A t a t ü r k ' ü

yakından

görebilmek

için

toplanmış,

birbirinin üstüne çıkıyordu. Görülecek manzaraydı bu. Ata­ t ü r k b i r ara e l i y l e b e n i ç a ğ ı r d ı : —

« R a k ı , ş a r a p n e v a r s a h e p s i n i h a l k a d a ğ ı t . Bana d a

b i r ş i ş e bırak,»

dedi.

Ben de ne kadar

içki varsa, orada

bulunan

herkese

d a ğ ı t t ı m . Y a r ı m bardak kadar rakı kaldı. O sırada f u t b o l c u F a z ı l g e l m i ş t i . K a l a n ı n ı da o n a v e r d i m . Ç o k s e v i n d i : —

«Gazi b i z e r a k ı v e r d i . Y a ş a s ı n be...» d i y e b a ğ ı r m a ­

ğa başladı. Kalabalığın çemberi ka

gittikçe daralıyordu. Atatürk

hal­

dönüp: '— « A l a t u r k a m ı , a l a f r a n g a m ı i s t e r s i n i z ? » d i y e s o r d u . D e n i z kızı E f t a l y a g e l e n e k a d a r m ü z i k ç a l a c a k t ı . H e r ­

kes ayrı bir şey i s t e d i . Bağırış, çağırış gırla gidiyor. O za­ man Atatürk, karşısında coşan, sevgi gösterisi yapan hal­ ka d o ğ r u k a d e h i n i k a l d ı r a r a k —

şahlar gizli beraber

şöyle

konuştu:

«Vatandaşlarım... Buna rakı derler. içerlerdi. Ben açık

içiyorsunuz.

Karşılıklı

Vaktiyle

i ç i y o r u m . Siz d e içiyoruz.

Hepimiz

padi­

benimle eşitiz.


244

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI

İDİM

B e n i m için rakı içer, ş u n u bunu yapar diyorlar. Ben bunla­ rın h e p s i n i yaparım. Hepsi doğrudur. N e t i c e d e

unutmayın

ki, ben de sizin gibi insanım. Sizinkinden bir fazla d e ğ i l ­ dir

yaptıklarım.»


KAFANI

D O L M A B A H Ç E Sarayında

Balkan

Devletleri

KULLAN

heyetleri

için mükellef bir büfe hazırlamıştık. Sofrada bir kuş

sütü

eksikti. Her şey yerli yerinde. Böyle sofraya insan

otur­

mağa kıyamaz. Sofraya

bakı­

geri

geri çekilerek

yor, bir yandan da k e y i f l e e l l e r i m i

uzaktan

oğuşturuyordum.

Öyle

ya, bu da b i z i m e s e r i m i z , ne de olsa. Tam o sırada A t a ­ türk çıka şeyler

geldi, Sofraya

atıştırmağa

hazır

şöyle

b i r göz a t t ı k t a n

«Bize b i r ş e y y o k m u ? » d i y e s o r d u .

Az

sonra

konuklar

sonra

bir

vaziyette:

gelecekti.

Sofra

bozulmasın

diye

hernen A t a t ü r k ' ü n önünde e ğ i l d i m : —

«Balkona buyrun, oraya getirsinler,»

dedim.

O y s a sofrada her şey v a r d ı . H e m de hazır, y e n i l e c e k cinsten. Atatürk'ün birden yüzü değişti: —

«Ya... D e m e k ö y l e . B i z i m b u r a d a y i y e c e k , i ç e c e ğ i ­

miz yokmuş,» diye söylendi. «Balkona g i d e l i m , oraya

g3-

tirilecekmiş...» A t a t ü r k , bu sözleri yanında bulunan Fethi Okyar, M e c ­ lis Başkanı Kâzım Özalp, başyaver Celâl'e dönerek

söyle-


246

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

misti.

Onlar

balkona

yönelirlerken,

başyaver

bana

dönüp

mu?»

diye

yavaşça: —

« Ç e l e b i , ne y a p t ı n , b ö y l e

konuşulur

söylendi. —

«Ne

yapalım. Sofranın

kenarı

güllerle

işlenmiş.

Ş i m d i oturdular m ı , işin zevki kalmayacak. Bozuldu m u ayıp olacak. Kockoca sonra

Balkan

Devletleri

t e m s i l c i l e r i . Ne

derler

arkamızdan.»

Atatürk'e düm. Ama —

o an b i r ş e y

ikram

edemediğim

için

üzül­

sonra:

«Boş v e r

kapanır, sofrada

Cemal. Yemediği bir

iyi o l d u . Sonra

şey yiyemezdi,»

diye

kendi

iştahı

kendimi

avuttum. Saat y i r m i y e doğru davetliler geldiler. Salondaki tukların

hepsini

kol­

dışarıya t a ş ı m ı ş t ı m . Fakat koltuklar

yet­

m e m i ş t i . En s o n R u k i y e H a n ı m g e l d i . K o l t u k l a r b i t i n c e a y ­ nı r e n k t e o l s u n d i y e k ı r m ı z ı H e r e k e k u m a ş ı n d a n b i r

san­

dalye getirdim. Böylece takım bozulmamış oluyordu. Ata­ türk bunu görünce sordu: —

«Niye koltuk

«Koltuk bitti. Aynı desenden sandalyesini verdim.»

Atatürk

vermiyorsun?»

sinirlenmişti:

«Hayvan kafanı kullan, koltuk ver,» dedi

«Aynı renk olsun diye sandalye g e t i r m i ş t i m

efen­

dim.» Tekrar:

«Hayvan kafanı kullan,»

dedi.

Bu s ö z l e r e ç o k c a n ı m s ı k ı l d ı . G e r ç i a r a d a s ı r a d a a l ı ş ­ kanlıkla bu hitabı i ş i t m i y o r d e ğ i l d i m . Fakat nedense bu kez bana d o k u n m u ş t u . Koşa koşa

yukarı

çıktım. Kendimi

tamayıp başladım koca adam hüngür hüngür Az sonra eski başyaver Naşit yanıma

geldiler:

«Niye

«Hayvan

ağlıyorsun?» dedi.»

tu­

ağlamağa.

Cevat Abbas'la, ikinci

yaver


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Bize h e r g ü n

eşşoğlu

247

e ş e k eliyor.

Darılıyor

mu­

yuz? Ne var d e d i y s e . Hayvan mı o l d u n h e m e n . Nazik, ter­ biyeli adam. Hepinizi de çok seviyor. Sevmese

bunca yıl

yanında t u t a r mı? A m a arada bir b ö y l e k o n u ş u y o r . Ne var alınacak. Koskoca reisicumhur. Her şeyi O n l a r g i t t i l e r . Ben d e a ş a ğ ı tesi

i n i p y a t m a ğ a g i t t i m . Er­

gün kaçıp g i t m e k en iyisi diye Biraz k e s t i r d i k t e n

söyler.»

düşünüyordum.

sonra sabaha karşı saat

üçte

tek­

rar u y a n d ı m . A t a t ü r k ' ü s o y m a ğ a m e c b u r d u m . Oda h i z m e t ­ kârı k o v u l m u ş , y e r i n e ben bakıyordum. Saip, sabah işe gelemediği

için bir g e c i k m e

yüzünden

kalkıp

kovulmuştu.

Ç o k güzel, paşazade gibi kibar bir ç o c u k t u . Fakat on beş gün sonra tekrar işe aldılar. İşte o gece kendi işim y e t m i ­ y o r m u ş gibi, onun işini de ben g ö r ü y o r d u m . Gerçi gören Vasfiye, İJlfet, G ö ç m e n ama, benim işim O'nu Yavaşça

Fatma

yatağa kadar

hizmet

gibi hanımlar

vardı

götürmekti.

sofraya yaklaştım. Konukların

hepsi

gitmiş­

ler, beş kişi yandaki masada poker o y n u y o r l a r d ı : A t a t ü r k . R e c e p P e k e r , N u r i C o n k e r , A d a l ı A y ş e H a n ı m , Rize M e b u ­ su Hasan C a v i t , Tahsin Hangisinin

nerede

Üzer. Bugün gibi hepsi

oturduğu

gözlerimin

narda durup, oyunlarına bakıyordum —

«Beni

lâzım olduğun Birkaç

bırakıp kaçarsın

aklımda.

önünde... Bir

ki, beni

ke­

gördü:

değil mi? H e m de en

çok

zaman.»

saat önce

elimi

smokinimin

yeleğine

takmış,

hem ağlıyor, hem gidiyordum. M e ğ e r görmüş benim gitti­ ğ i m i . Oysa ben farkında bile değil

sanıyordum.

« P a ş a m . . . Şey...» d i y e c e k o l d u m .

«Hayvansın, nereye gitsen yine hayvansın,»

Oyun bitti. Peşinden y ü r ü d ü m . Yatarken zile bastı. Famdöşambr

Odasına

geldi. Bizim

girip işimiz

dedi. yattı. bit­

m i ş t i . Dönüp y a t m a ğ a g i t t i m . Büyük adama hizmet ne zor­ du Yarabbi...


ARMUT

DİLİMİ

BİR yaz y i n e l s t a n b u l ' d a y d ı l < . Büyül<ada Y a t K u l ü b ü n d e bir balo

veriliyordu. Sofra hazırlanmış, konuklar

almışlardı. Neşeli

yerlerini

bir hava içinde g e ç e n y e m e ğ i n

doğru Atatürk meyva

sonuna

istedi. Yemek pek yemezdi, çerezle

idare ederdi. Meyvaya

i s e d ö n ü p b a k m a z d ı b i l e . Başı b o ş

d e ğ i l d i m e y v a y l a . Bu y ü z d e n m e y v a i s t e y i ş i n i b i r a z karşıladım. «Hangi

dağda

kurt

öldü acaba?»

garip

diye

aklımı

yorarak, hemen meyva tabağından bir armut aldım. Sürat­ le s o y u p yedi.

üç-dört

Konuşmaya

dilime

ayırdım. Önüne

daldı. Ne

koydum.

İştahla

kadar zaman g e ç t i , b i l e m i y o ­

rum. Yeniden seslendi: —- « Ç e l e b i E f e n d i , m e y v a Yediğini

unuttu

dim...» deyince —

getir.»

sandığımdan

mı ne,

«Yediniz

efen­

sana mı s o r d u m . Gene

istiyo­

kıyamet koptu.

«Hayvan, yediğimi

rum...» Ben hayretler içinde resindekilere —

«Ben

yeni bir armudu soyarken,

çev­

döndü: böyle

söylüyorum

ama,

siz

aldırmayın.

Bu


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Konya

Çelebisi'dir.

Bal<mayın

böyle

söylediğime.

k e r l i k t e n gelen alışkanlıkla bazen böyle sözler ruz. Bunlar b e n i m

askerlerim...»

249 Biz

as­

sarfediyo-


DAVULLU

DOLMABAHÇE sofrasındaydıl<...

Sarayında

Davetliler

Hususi

yerlerini

Dairede almışlar,

OPERA

bir

ai<şatn

henüz

her­

h a n g i b i r k o n u ü z e r i n d e t a r t ı ş m a a ç ı l m a m ı ş t ı . Radyo a ç ı k . . Sözüm ona şarkılar çalmıyor diye parazit

ama, ikide

bir «dom

dom,»

yapıyor.

Başsofracı

İbrahim:

«Ne o C e m a l , ne oluyor?» diye s o r d u .

«Ne olacak. Radyo d e ğ i l , 'davullu opera'...» d e d i m .

Bu s ö z ü m ü z e r i n e i k i m i z d e g ü l ü ş t ü k . A t a t ü r k ' ü n zünden

kaçmamış

gülüşümüz.

Meğer

kârlarını izliyormuş. Gülüşmemizden

gözucuyla

gö­

hizmet­

huylanmış olacak ki.

beni yanına ç a ğ ı r d ı : —

"Ne gülüşüyorsunuz?» diye sordu.

B e n d e a n l a t t ı m . R a d y o d a k i p a r a z i t e ad t a k t ı ğ ı m ı , d a ­ vullu opera dediğimi, falan filân... Benim

sözlerime

inanmamış

olmalı

ki, bu

h i m ' i ç a ğ ı r d ı . A y n ı s o r u y u o n a da s o r d u : « N e

kez

İbra­

gülüşüyor­

sunuz?» O da a y n ı ş e y l e r i a n l a t ı n c a y a l a n s ö y l e m e d i ğ i m i z i a n ­ ladı. K i m b i l i r , belki de s o f r a d a k i l e r l e alay e t t i ğ i m i z i , i ç k i -


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

251

l e r i n e g ü l ü ş t ü ğ ü m ü z ü s a n m ı ş t ı . Ö y l e o l s a y d ı hapı y u t a r d ı k . Atatürk

bizleri yalan s ö y l e m e d i ğ i m i z , dalkavukluk

yapma­

d ı ğ ı m ı z , h e r ş e y i a ç ı k açık ö n ü n d e k o n u ş t u ğ u m u z i ç i n s e ­ v e r d i . Yoksa o n u n h i z m e t i n d e on iki yıl barınabilir Davullu Opera sözü hoşuna g i t m i ş . O —

miydik?

gece:

«Açın şu davullu operayı, dinleyelim,» deyip durdu.


KİMSE O N U N KADAR GÜZEL ALLAH

DİYEMEZ

DİN konusunda A t a t ü r k ' ü n tam anlamıyla laik söylenebilir.

Kimsenin

inancına

karışmaz, dindar

olduğu kişilere

s a y g ı g ö s t e r i r , y o b a z l a r a , s o f t a l a r a ç o k kızar, d i n k a v r a m ı ­ nın s ö m ü r ü l m e s i n e i z i n v e r m e z d i . A l l a h v e P e y g a m b e r k o ­ nuları, Atatürk'ün yanında

tartışma

konusu

yapılamazdı.

O n u n için dindar bir a d a m d e n e m e z . Bir g e c e s o f r a d a Pey­ gamber

üzerine

bir

konu açılmıştı. Atatürk'ün

dindar

madığını bilenler, O'na yaranmak için Peygamberi şekilde konuşmalar yapıyorlardı. Atatürk, bu dan sıkıldığını —

belli e t t i . Elini masaya

«Bu b a h s i

Konuşmalarında din sorununa adeta

kendine

konuşmalar­

indirerek:

kapatın... Peygamberleri

terseniz, kendiniz küçülürsünüz,»

ol­

küçültür

küçültmek

is­

dedi. değindikçe

ç e k i d ü z e n v e r i r d i . Bu k o n u d a

ciddileşir, düşüncesini

açmazdı. Atatürk, namaza

Harbiye'de okurken, abdestsiz

giderlermiş. Orduya

den cepheye

koşmaktan

katıldıktan

olarak

toptan

sonra da

cephe­

namaz kılmağa vakit

Anlattıklarına göre II. Abdülhamit'e genç

bulamamış.

subaylar

el

öp­

m e ğ e g e l i r m i ş . P a d i ş a h el v e r m e z , b i r p a ç a v r a s a l l a r , g e -


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

253

l e n l e r o n u ö p e r i e r m i ş . B i r g ü n l ı u z u r a g e n ç b i r s u b a y çıl<m ı ş . Paçavra f a l a n ö p m e m i ş . Bir s e l â m çakıp, s o l d a n geç­ m i ş . Padişah: —

«Kim

«Mustafa Kemal,»

bu adam?» d i y e

«Sürün

bu

Abdülhamid

sormuş.

demişler.

adamı.»

O'nu

sürünce

bir

cuma

namaza

gider.

H e m de alayla. Sultan Hamid'in Yıldız Sarayına gidişi gibi.. Cumhuriyet'in

ilânından sonra

din ve devlet

işlerini

birbirinden ayırınca rahat bir nefes almıştı. Lâikliği çevre­ sindekilere

aşılamağı

duğum süre

içinde

başarmıştı.

hiç namaz

Benim,

yanında

kılmadı. Oruç

bulun­

da t u t m a d ı .

Ramazanlarda içki içer, f a k a t Kadir G e c e s i ağzına k a t r e s i ni k o y m a z d ı . K a d i r g e c e l e r i s o f r a b i l e k u r d u r m a z d ı . S a y g ı ­ s ı b ü y ü k t ü . Bazen m e v l i t d i n l e d i ğ i d e o l u r d u . S o f r a d a

Ha­

fız Yaşar Beyin M e v l i d i n i

Mi­

raç

bölümünde

saygıyla dinlerdi. Mevlidin

«Göklere çıktı

Mustafa,»

denince

gözleri

yaşarırdı. O zaman h e m e n kolonya g ö t ü r ü r d ü k . İnanışı sa­ m i m i y d i . Bence A l l a h ' a

inanıyordu.

Ö y l e «Allah» derdi ki yalnız kalınca, O'nun gibi se diyemez. Herkes çekilip yapayalnız bakar, kendi diyen adam

kendine

«Allah»

kalınca

derdi. Böyle

kim­

gökyüzüne

güzel

«Allah»

yoktur.

Atatürk'e

geri

kafalı softalar, yobazlar

«dinsiz»

de­

m i ş l e r d i . Oysa kasıtlı olarak yapılan bu yakıştırma, düpe­ düz bir iftiradan başka bir şey Bir gün sofrada —

olmamıştı.

çevresindekilere:

«Bana A l l a h ı n b ü y ü k l ü ğ ü n ü

anlatır

mısınız?»

diye

sordu. Konuklar birer birer, Allah'ı

nasıl

anlayabildiklerini

anlattılar. Ç o ğ u ipe sapa gelmez ş e y l e r d i . Hepsini

dikkat­

le d i n l e y e n A t a t ü r k : —

«Hepiniz Tanrı'yı

ayrı

ayrı g ö r ü y o r

ve

büyütüyor-


254

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

sunuz. Anlaşılan A l l a h , herkesin

kafası

kadar

büyüktür,»

dedi. Bir yaz a k ş a m ı D o l m a b a h ç e S a r a y ı n d a k a d ı n l ı

erkek­

li o t u z k a d a r ç a ğ r ı l ı v a r d ı . P r o t o k o l Ş e f i Saf e t t i Z i y a B e y i n yemek masasındaki yerlerin şemasını önceden şekilde

konuklar

yerlerine

oturdular.

Fakat

hazırladığı

Atatürk,

resmiliğin çabucak farkına vardı ve herkesle eşit

bu

şekilde

ilgilenerek k i m s e n i n hatır v e gönülü kalmamasına çalıştı. Sekiz dokuz saat süren y e m e k sona e r e r k e n salonunun

büyük

muayede

kapısının parmaklıkları arasından

doğuyordu. Eşine çok

az r a s t l a n a n m u h t e ş e m b i r

güneş manza­

raydı bu. A t a t ü r k ' ü n bir işaretiyle manevî kızlarından

Ne-

bile Hanım, sandalyesinin üzerine çıktı. İnce endamıyla b i r h e y k e l i a n d ı r ı y o r d u . B a ş l a d ı s a b a h ezanı o k u m a ğ a . A h e n k l i bir ses geniş salonda

yankılandı.

A t a t ü r k başını yukarı d o ğ r u kaldırmış, kendinden

geç­

m i ş b i r h a l d e e z a n ı d i n l i y o r d u . Bir a n g e l d i , y a n a k l a r ı n d a n yaşlar süzülmeğe

başladı.


İÇKİYE ALIŞAN

A T A T Ü R K , bazı

kimselerin

sandığı

gibi

içki

HOCA

için

hiç

i k i m s e y i z o r l a m a z d ı . Bu y ü z d e n s o f r a s m d a i ç k i i ç m e y e n d i n a d a m l a r ı , bilginler de b u l u n u r d u . Kendisi içtiği halde s e n i n g ö n l ü n ü n k ı r ı l m a s ı n a razı o l m a z , i s t e m e y e r e k ladığı

insanın da sonradan

gönlünü

alırdı.

İçkiyi

kim­ hırpa­

içtikten

s o n r a sanki vahiy g e l i y o r d u . İçmediği zamanlar sakin, say­ g ı l ı , ç e k i n g e n , kibar bir salon adamıydı. İltifat e t m e s i n i de çok

iyi

biliyordu. Yalana

yaşamında

ve

riyaya

katlanamıyordu.

da ç o k s a k i n o l a n A t a t ü r k ,

sonra vahiy geliyordu. Peygamberler o zaman v e r i y o r d u . Hepsi de isabetli

üç k a d e h

gibi. Bütün şeylerdi.

Özel

içtikten kararları

Devrimle­

r i n çoğunu ayık kafayla yapmağa kalksaydı, belki de başa­ ramazdı. Yaptıkları delice, cesaret

isteyen şeylerdi. Tutu­

c u u l u s t a n f e s i , çarşafı çıkarıp at, alfabeyi yıllardır delice

alışılagelmiş cesaretin

gelenekleri

örnekleriydi.

ortadan

Kararları

değiştir, kaldır.

önceden

yüz­

Bunlar veriyor,

s o n r a « Y a p ı n » d i y o r d u . Y a p a c a ğ ı m d e d i k l e r i n i n h e p s i n i bu yüzden yapmıştır. Bunun için her akşam kurulan içki rası, bence saygı duyulması gereken bir

sof­

yerdir.

Bir gece sofrada konuklar arasında A m a s y a Tarihi ya-


256

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

zarı H ü s e y i n H ü s a m e t t i n E f e n d i d e b u l u n u y o r d u .

Hocanın

bir şey almadığını gören A t a t ü r k : musunuz?»

dedi.

H ü s a m e t t i n E f e n d i , b u n u n ü z e r i n e bana b i r l i m o n a t a

«Hoca Efendi, bir şey

getir­

m e m i söyledi. Bunun üzerine —

almıyor Atatürk:

«Allah, A l l a h . Burası içki s o f r a s ı . Hiç limonata olur

mu? Rakı, bira içmez m i s i n i z ? » d i y e s o r d u . Hoca ezildi, büzüldü. Sonra kararında ısrar —

«Hayır e f e n d i m , limonata

« H a y h a y , siz b i l i r s i n i z , » d e d i v e t e k r a r

etti:

içeceğim,» deyince Ata­

türk: konuşulan

konuya döndü. Hüsamettin

Hoca, getirdiğim

limonatayı

içtikten

ra g ö z l e r i m a s a d a k i m e z e l e r e t a k ı l d ı . A n l a ş ı l a n gidecek

bir şeyler

limonataya

a r ı y o r d u . Bu d u r u m A t a t ü r k ' ü n

gözün­

den kaçmadı. Öyle hassas, öyle zekiydi ki, bu gibi zaten gözünden hiç kaçmazdı. H e m e n bana — tir.

«Şu zata l i m o n a t a s ı y l a y i y e b i l e c e ğ i

Baksana

son­

şeyler

seslendi: bir şeyler

ge­

Hocanın önüne bir tabak bisküvi,

be-

kalıyor.»

Bunun üzerine tonsale gibi şeyler

g e t i r d i m . Bunlar

Hocanın çok

hoşuna

g i t t i . H e p s i n i b i r d e n y e d i . A n l a ş ı l a n k a r n ı ç o k a ç t ı . Bir t a ­ bak daha g e t i r d i m O

gece

arkasından.

Atatürk'ün

içkisini

reddeden

Hüsamettin

Efendi'nin bir s ü r e sonra y i n e bir başka s o f r a d a bira y u ­ dumladığını görünce

gözlerime

me «Her halde Hoca Efendi

inanamadım. Kendi

içkinin haram

sonunda anladı,» d e d i m . H ü s a m e t t i n eşsiz sofrasının

etkisinde

kendi­

olmadığını

Efendi, Atatürk'ün

kalmış, burada

içkisiz

en o

oturula-

mıyacağını ve sohbet edilemiyeceğini kavramış ve sonun­ da h a c ı l ı ğ ı , h o c a l ı ğ ı b i r y a n a b ı r a k ı p , p e r h i z i Ne m u t l u ona...

bozuvermişti.


Y Û Ş A HAZRETLERİNİN

ATATÜRK, Beykoz'da

Harbiyede

Yûşa

Şeyh de O'na

Efendi

öğrenciyken

Dergâhınrn

ve beraber

hafta

şeyhine

DERGÂHI

tatillerini

konuk

gider,

gelen öbür gençlere okulu bı­

rakmamalarını, okuyup büyük adam olmalarını

öğütlermiş.

Atatürk, bunu hiç u n u t m a m ı ş . Boğazdan her geçişimiz­ de

başını

Beykoz'un

üstündeki

Dergâha

doğru

çevirerek

eski anıları tazeler v e bize: —

«Eğer b i z e Ş e y h H a z r e t l e r i o k u m a a ş k ı

vermesey­

di, halimiz nice olur?» der d u r u r d u .

F: 17


RİFAT H O C A ' N I N

MİLLÎ birinin

Mücadeleye

ağzından

katılmış

dinlemiştim:

Atatürk'ün 19 M a y ı s

BAĞIŞI

yakınlarından

1919...

Atatürk

K u r t u l u ş Savaşına başlamak üzere S a m s u n ' a ayak basmış­ t ı . B i r y a n d a n iç v e d ı ş d ü ş m a n l a r l a s a v a ş ı r k e n , b i r y a n d a n da hastalıklarla

uğraşmaktadır.

Böbreklerinden hasta olan A t a t ü r k , Bafra ılıcada v e Havza'da t e d a v i zurum

Kongrelerinden

yakınlarında

altına alınmıştır. Sivas ve

sonra Ankara'ya dönüyor.

Er­

Bu s ı r a ­

d a A l i F u a t C e b e s o y , bazı y a r d ı m l a r d a b u l u n m u ş t u r . V a h i d e t t i n ' i n k e n d i s i n e v e r m i ş o l d u ğ u y o l l u k l a r ı n da s o n u g e l ­ m i ş t i . Elde avuçta beş para k a l m a m ı ş t ı . N e r e d e n para bulunacağı d ü ş ü n ü l ü r k e n D i y a n e t Başkanı Rıfat Hoca

çıkageliyor.

Hemen cebinden bin

İşleri lira

çıkarıyor ve A t a t ü r k ' e : —

«Paşam, ş i m d i sizin paraya ihtiyacınız

vardır.

günlük bu kadar t e m i n e d e b i l d i m . Kusura bakmayın,» parayı —

Bu­ diye

uzatıyor. «Bu p a r a y ı

hiç

unutmam,»

sırası geldikçe övünerek sözederdi.

der ve

Rifat

Hocadan


FELAH YERİNDE

KALSIN

YEPYENİ b i r Türl<iye l < u r u l m u ş t u . Bir y a n d a n

savaşın

yaraları sarılıyor, bir yandan d e v r i m l e r birbirini du. Şapka d e v r i m i , harf d e v r i m i d e r k e n , dilin

l<ovalıyor-

sadeleştiril­

mesi ve yabancı sözcüklerin Türk dilinden arınması

işine

s ı r a g e l m i ş t i . Bu a r a d a e z a n ı n da T ü r k ç e o k u n m a s ı ü z e r i n ­ d e d u r u l u y o r d u . Bu d e v r i m d e b a ş a r ı l m ı ş t ı s o n u n d a . A r t ı k m ü e z z i n l e r m i n a r e d e « A l l a h - ü E k b e r » y e r i n e «Tanrı u l u d u r » diye sesleniyorlardı. Ezanın T ü r k ç e o k u n m a s ı n ı n k a r a r l a ş t ı r ı l ı ş ı s ı r a s ı n d a d i n adamlarıyla, hafızlarla çeşitli görüşmeler yapılmış, onların da d ü ş ü n c e l e r i a l ı n m ı ş t ı . Ezandaki

bütün Arapça

sözcükler

atıldığı

halde

«Fe-

lâh»a b i r k a r ş ı l ı k b u l u n a m a m ı ş t ı . « H a y d i f e l â h » ı n n a s ı l d e ­ ğiştirileceği tartışılıyor, fakat k i m s e bunun karşılığını lamıyordu.

Felah,

kurtuluş anlamına g e l i y o r d u . «Haydi

bu­ kur­

tuluş» dense, bu d e y i m çok garip kaçacak, d i n i n kutsallığ ı y l a da b a ğ d a ş a m a y a c a k t ı . K u r t u l u ş d e n i n c e a k l a İstanbul'da

Rumların çoğunlukta

bulunduğu

hemen

eski

Tatavla

Bu

konuda

semti geliyordu. Son

çare

olarak

Atatürk'e

başvurdular.


260

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

ileri sürülen düşünceleri teker teker dinleyen AtatiJrk

de

«Felâh»a bir karşılık b u l a m a m ı ş olacak k i : —

«Bu da

Felah

kalsın,» diye bu içinden çıkılmaz g i ­

bi görünen işi sonuca bağladı.


SON HALİFENİN

GÖZYAŞLARI

CUMHURİYETİN kuruluşundan sonra Halifelik de dırılmış, son

Halife A b d ü l m e c i t bin-i

y u r t t a n k o v u l m u ş t u . 1924 y ı l ı

mart

Abdülaziz ayında

Efendiyi bir gece birdenbire y u r t t a n ayrılmağa

kal­

Efendi

Abdülmecit zorlamışlar,

o n u n i k i g ü n h a z ı r l ı k y a p m a k i ç i n i s t e d i ğ i izni b i l e . B ü y ü k M i l l e t M e c l i s i n d e n ç ı k a n k a n u n u k e n d i s i n e g ö s t e r i p , «da­ kika tehiri mucibi Abdülmecit

idamdır,» gerekçesiyle

vermemişlerdi.

Efendiyi Çorlu istasyonuna kadar

otomo­

b i l l e g ö t ü r e n ş o f ö r ü M u s t a f a , o olayı sonradan bana anlat­ m ı ş t ı . Ben b u r a d a y a z ı l a r l a i l g i s i b u l u n d u ğ u n d a n dan

anlatma­

geçemeyeceğim: Abdülmecit

«Millî

Efendi, emri

irade»ye boyun

üzüntüyle

dinledikten

sonra

eğerek dört karısı, bir odalığı, ço­

cukları D ü r r ü ş e h v a r ve Ö m e r Faruk'la p e r d e l e r i inik üç ay­ rı k a p a l ı o t o m o b i l e b i n d i r i l i p Ç o r l u ' y a g ö t ü r ü l ü y o r . H e r h a n ­ gi bir olayın çıkmaması için de Sirkeci'den t r e n e bindiril­ miyor. Yolda A b d ü l m e c i t Efendi —

şoförüne:

«Mustafa, sen de benimle gelir misin?» diye so­

ruyor. Mustafa, efendisinin

gidişinden

çok

üzüntülüdür.

Fa-


262

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

l<at o n u kırmal< da i s t e m i y o r . Ö y l e y a b i r b i r l e r i n i b i r d a h a hiç

göremeyecekler. —

«Gelmeyi

çok

isterdim

ama, burada

doğdum,

luk ç o c u ğ u m burada. Bunlardan ayrılamam,» d i y e

ço­

karşılık

veriyor. M e c i t Efendi bu sözlerden çok d u y g u l a n m ı ş t ı r . tüsünü belli e t m e m e ğ e çalışıyor, ama

IJzün-

boş:

— « A h , ne o l u r d u , b e n i d e bu v a t a n ı n b i r

köşesinde

g ö z a l t ı n d a b ı r a k s a l a r d ı , » d i y e b i l i y o r . O a n d a IVİecit E f e n d i ­ nin gözlerinden Aradan

çok

bir dizi yaşın süzüldüğünü zaman geçtiği

b i r z a m a n bu k o n u ş m a y ı

halde şoför

aklından

görüyor. Mustafa,

çıkaramadığını

hiç

söyle­

mektedir. Halife Türkiye'den

ayrıldıktan sonra

İsviçre

sınırında

büyük güçlüklerle karşılaşmış. Dört karısı olduğu için ora­ nın

kanunlarına

göre

içeri

sokulmak

istenmemiş.

d e v l e t başkanının özel izniyle İ s v i ç r e ' y e

Ancak

girebilmiştir.


ATATÜRK'ÜN

YAVERLİĞİ

BİR g ü n A t a t ü r k ' ü n V a h i d e t t i n ' i n y a v e r i o l d u ğ u n a i l i ş ­ k i n b i r yazı o k u m u ş t u m . A t a t ü r k , I. D ü n y a S a v a ş ı s ı r a s ı n ­ da Vahidettin'le b i r l i k t e bir A l m a n y a gezisine çıkmış, ateş hatlarında dolaşmış, yapılan harekâtı gözleriyle görüp in­ c e l e m i ş , fakat hiç bir zaman onun yaveri olmamıştır. A t e ş hattında dolaşırken, Vahidettin'in

Alman İmparatoru

fından yanma

verilen

mihmandar

olarak

Komutam, Atatürk'ün savaş

karşısındaki

tara­

Alman

Kolordu

bilgisini

hayran­

l ı k l a i z l e d i k t e n s o n r a o n a ş ö y l e s o r m u ş : «Siz V e l i a h t ' m y a ­ veri

misiniz?»

Atatürk şöyle karşılık v e r m i ş :

«Hayır, de­

ğ i l i m v e o l m a m da...» Bu kez A l m a n g e n e r a l i ş ö y l e d e m i ş A t a t ü r k ' e : «O h a l d e n e m ü n a s e b e t l e y a n ı n d a b u l u n u y o r s u ­ n u z ? » A t a t ü r k ' ü n k a r ş ı l ı ğ ı da ş ö y l e : « B ö y l e b i r v a z i f e a l d ı ­ ğım

için.» Atatürk'ün

Vahidettin'in yaveri

olduğuna

ilişkin

daha

önce de s ö y l e n t i l e r kulağıma çalındığı için bu işi kurcala­ yıp esasını ö ğ r e n m e ğ e karar v e r d i m . Bir gün Çankaya Köş­ künde

böyle

bir

İnan, yaverliği

konu

kabul

a ç ı l m ı ş , g ö r ü ş ü l ü y o r d u . Prof. etmiyor,

«Atatürk,

değil, müşahitti» diyordu. Karşısında

Veliahdın

konuşanlar

Afet yaveri

ise A t a -


264

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

türl<'ün y a v e r o l d u ğ u t e z i n d e ı s r a r e d i y o r l a r d ı . Bu

duruma

s i n i r l e n e n A f e t İnan ise «Hayır, A t a t ü r k A l m a n y a ' y a

yaver

olarak değil, müşahit olarak gitti,» diye ısrar ediyordu. A f e t Hanım bu konuşmadan çok sıkılmıştı. Kendi gö­ rüşünü öylesine hararetle savunuyordu k i : «Hayır A t a t ü r k ' ­ ümüz hiçbir zaman Padişah yaveri olmamıştır,» diye d i r e ­ tiyordu. Baktım o anda h e r k e s bir şey s ö y l ü y o r . Hazır

ortada

A t a t ü r k d e y o k . Ben d e s ö z e k a r ı ş t ı m : —

«Ne o l m u ş yaver olduysa. İşte ş i m d i de

Cumhur­

başkanı o l d u . İnsan Padişah yaveri olduysa küçülür

mü?»

Bu s ö z l e r i m A f e t H a n ı m ' ı ç i l e d e n ç ı k a r m a ğ a y e t t i . S i ­ nirlenip

yanımızdan

uzaklaştı. Doğrusu

ya

benden

böyle

bir şey b e k l e m i y o r d u . O uzaklaşırken i ç i m d e n kıs kıs g ü ­ lüyordum.


SAMSUN'A

NİÇİN

ÇIKMIŞ?

PROFESÖR Â f e t H a n ı m , b i r g ü n t a r i h d e r s i n d e b i r ö ğ ­ r e n c i y i d e r s e tcaldırıyor. K o n u IVİiliî M ü c a d e l e T a r i h i d i r v e Atatürk'ün ayak

kurtuluş

basışına —

hareketine başlamak üzere

ilişkin

bölümüdür. Çocuğa

Samsun'a

soruyorlar:

«Atatürk Samsun'a niye çıktı?»

Herkes

«Vatanı

kurtarmak,

bizi

hürriyete

kavuştur­

m a k » g i b i b i r ş e y l e r b e k l e r k e n , ç o c u k ne d e s i n : — O'nu

«Menfaat

icabı. Eğer Samsun'a

çıkmamış

olsaydı

öldüreceklerdi.» Âfet

İnan'ın t e p e s i n d e n sanki

kaynar

Ç o c u ğ u azarlamakla kalmamış, bir de sıfır

su

boşanmış.

numara

ver­

m i ş . Fakat ç o c u k inandığı d ü ş ü n c e d e n d ö n e c e k c i n s t e n d e ­ ğil. Özür bile

dilememiş.

 f e t İnan, o kadar s i n i r l e n m i ş k i . tarif edilmez. nakları

kızarmış. Hiddetle

salonda

dolaşır

buldum.

Ya­ Biraz

sonra Atatürk geldi. Onu bu halde görünce bir olayın geç­ t i ğ i n i a n l a d ı v e s o r d u . Â f e t İnan d a o g ü n t a r i h geçen olayı Atatürk'e anlattı. Anlatırken larını

koparıyordu.

dersinde

hırsından

tırnak­


266

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Atatürk

gülümseyerek

bütün söylenenleri

dinledikten

sonra: — mara

«Haklı çocuk,» d e d i . «Sen ona sıfır d e ğ i l , t a m n u ­ vermeliydin.»

Bu da A t a t ü r k ' ü n t e n k i t l e r k a r ş ı s ı n d a n e k a d a r h o ş g ö ­ rü sahibi olduğunu

göstermektedir.


KAFANI TARİHE

TÜRK T a r i h

YORMA

Kurumunun çalışmalarıyla Atatürk

yakın­

dan ilgileniyor, her f ı r s a t t a Türk Tarihinin en g e n i ş ş e k i l ­ d e y a z ı l m a s ı i ç i n ç e v r e s i n e u y a n d a b u l u n u y o r d u . Boş z a ­ manlarında Atatürk'ün elinden, tarihle ilgili kitapların düş­ mediğini

hatırlarım.

Bir gün y i n e A t a t ü r k , t a r i h l e ilgili kalın bir kitap o k u ­ y o r d u . Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali y o k t u . Bir sürü y u r t s o r u n u d u r u r k e n , d e v l e t başkanının

kendini

tarihe v e r m e s i . Vasıf Çınar'ın biraz canını sıkmış

olacak

ki, Atatürk'e şöyle dediğini —

duydum:

«Paşam! Tarihle uğraşıp

ta kitap okuyarak mı Samsun'a Atatürk, Vasıf gülümseyerek —

k a f a n ı y o r m a . 19

Mayıs­

çıktın?»

Çınar'ın bu çok s a m i m i

yakınmasına

şöyle karşılık verdi:

«Ben ç o c u k k e n f a k i r d i m .

İki

kuruş elime

bunun bir k u r u ş u n u kitaba v e r i r d i m . Eğer b ö y l e dı, bu yaptıklarımın hiç birini

yapamazdım.»

geçince olmasay­


İNSANLAR

TRAKYA

gezilerinden

Atatürk,

Kırklareli'nde-

ki bir ilkokula u ğ r a m ı ş , sınıfları g e z i y o r d u .

Öğrencilerden

birinin önündeki

birinde

ŞAHTADIR

kitapta şaba kalkmış at

Atatürk, çocuğun önünde

resimleri

durduktan sonra şöyle bir

vardı. soru

sordu: —

«Bunlar

«Şaha k a l k m ı ş

nedir?»

« A t l a r ş a h a k a l k a r , p e k i g ü z e l ; i n s a n l a r da

atlardır.» kalkar

mı?» Gözü pek bir ç o c u k t u b u . A t a t ü r k ' ü Sonra —

hiç ü r k m e d e n

şu

umulmadık

«Zaten insanlar şahtadır,

şöyle bir süzdü.

karşılığı verdi:

kalkmaz.»

Çocuğun bu zekice cevabı A t a t ü r k ' ü n çok hoşuna git­ mişti. —

Gülümseyerek: «Aferin;» dedikten

sonra, kimin çocuğu

olduğunu

sordu. Çocuk: —

«Meyhanecinin.»

deyince

Atatürk

daha çok

keyif­

lendi: — dedi.

«Tevekkeli meyhaneci

çocuğu böyle

zeki

olur,»


ANKARA

LİSESİNDE

B i r g ü n Çani<aya Köşl<ünden o t o m o b i l e b i n i p y o l a k o ­ yulduk. Gideceğimiz yer bilinmiyordu. Çoğunluk öyle olur, yo­ la ç ı k t ı k t a n s o n r a

karar verilirdi. Atatürk,

şoför

Renizi

Efendiye: —

«Ankara Lisesine,» diye seslendi.

«Başüstüne

Lisesine

Paşam,» diye

karşılık

verdi.

Ankara

gittik.

A t a t ü r k , ç e ş i t l i sınıflara g i r d i . Dersleri izledi. Sıralar­ da ö ğ r e n c i l e r l e y a n y a n a o t u r d u . Ö ğ r e t m e n l e r i n d e r s tışlarını yakından dırılan öğrencilere cukların

hepsi

başladı çeşitli

heyecan

sorular sormaya...

içindeydiler.

Bir p o t

çalışıyorlardı. Ö y l e ya, iki sınav birden v e r m e k ğildi. Atatürk'ün

anla­

gördü. Kitapları karıştırdı. Tahtaya

sorularını

cevaplandırmak

kal­ Ço­

kırmamağa kolay de­

da, başlıbaşı­

na b i r s ı n a v g i b i y d i . Atatürk, çocukların kendi çaplarında verdikleri lardan çok m e m n u n d u . Tam genç bir ö ğ r e t m e n :

okuldan çıkacağımız

cevap­ sırada


270

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Paşam, sizden bir r i c a m var,» d i y e y a k l a ş t ı . A t a ­

«Peki a n l a t ı n ı z , » d e y i n c e ş u n l a r ı

«Burada

türk: pek

çok zengin ve vekil

söyledi: çocukları

var.

Öğle zamanı bunları, hususî otomobilleri gelip alıyor,

ye­

m e ğ e g ö t ü r ü y o r . Y a da s e f e r t a s l a r ı i ç i n d e g a y e t g ü z e l ç e ­ şit çeşit yemekler

geliyor. Bunları öbür çocukların yanın­

da y i y o r l a r . O y s a ö b ü r ç o c u k l a r ı n y o k . Bu d u r u m d a n biz elimizden hiç bir şey

yiyecek ekmekleri

hocalar pek çok üzülüyoruz. gelmiyor.»

Çok kritik bir konuydu b u . A t a t ü r k ' ü n yüzü

düşünce­

li b i r hal a l d ı . N e d i y e c e ğ i n i o da ş a ş ı r m ı ş t ı . B i r şündükten —

bile Ama

an d ü ­

sonra:

«Bunlar

zamanla

dir,» diye karşılık

verdi.

düzelir. Şimdi

memleket

fakir­


KONTESİ ŞAŞKINA

Atatürk

doğru

söze

bayılır, dobra

dobra

ÇEVİRDİM

konuşanları

severdi. Kibirli değildi, gururluydu. Hizmetkâr

olmamıza

men bizlerle, neferleriyle arkadaşça konuşur, sorular rar, şakalaşır, d e r t l e r i m i z l e

ayrı ayrı ilgilenir, her

rağ­ so­

fırsatta

bize konuşma özgürlüğü tanırdı. —

« Ç e l e b i , ne

düşüncemi

d e r s i n bu işe?» d i y e

aldığını hatırlarım. O'nun

s ı k sık

bu huyunu

beniıtı

bildiğim

i ç i n , sorduğu her şeyi hiç ç e k i n m e d e n , ucu zülfi yâre de dokunsa, cesaretle

karşılık v e r m e ğ e

gayret ederdim. Bu­

nun ödülünü de, ölünceye dek hizmetinde kalmak

suretiy­

le g ö r d ü m . A t a t ü r k b e n i , h e r ş e y i a ç ı k ç a k o n u ş t u ğ u m , y a ­ lancılığa ve dalkavukluğa kaçmadığım

için t u t m u ş

olmalı.

Bir gün yurdumuza Fransa'dan konuk bir madam di. Adını hatırlayamadığım

bu m a d a m ı

Kontes

diye

gel­ çağı­

rıyorlardı. Yaşlı, temiz g i y i m l i , asil görünüşlü bir kadındı. Atatürk

Dolmabahçe Sarayını, madama kendisi gezdi­

r i y o r d u . G e z i n t i d e F e t i h O k y a r , K â z ı m Ö z a l p da v a r d ı . A r ­ kalarından, üzerimde smoking centilmen gibi

yürüyordum.

olduğu

halde

ben de

bir


272

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM S a r a y ı n l<abul s a l o n u n d a N a p o l e o n ' u n

Damdonörleri,

annesi, ve kızkardeşinin adları yazılıydı. Boş

zamanlarım­

da S a r a y ı g e z m e ğ e ç ı k ı n c a h e r z a m a n b u m a s a l a r a

bakar,

üstündeki yazıları okumağa dalardım. Okuya okuya f a r k ı n ­ da o l m a y a r a k e z b e r l e m i ş i m . O r a y a g e l i n c e

fırsatı

kaçır­

madım. Hemen atıldım. Napoleon'un aile kişilerinin rını sıralamağa

adla­

başladım.

K o n t e s ş a ş ı r m ı ş t ı . H e m N a p o l e o n ' u n s ü l â l e s i n i bir hiz­ m e t k â r ı n ezbere b i l m e s i n d e n , h e m de başkanının karşısında bestçe

koskoca ortaya

bir devlet

atılarak

ser­

konuşmasından...

Kontes —

hizrnetkârının

Atatürk'e

dönerek:

«Sizin için diktatör diyorlar. Oysa bu adamlar

d e n hiç ç e k i n m e d e n , korkmadan

siz­

konuşabiliyorlar.»

Atatürk, şu karşılığı v e r d i : —

«Benim

için diktatör

diyorlar.

Evet, ben

diktatö­

r ü m ama, kalpleri kazanarak diktatör o l d u m . Bunlar verdiğim Bir

emirleri tonlantıda

yaparlar. Benden bir

genç,

yine

ne diye bu

benim

korksunlar?»

konuya

değinerek

Atatürk'e buna benzer bir soru s o r m u ş : —

«Paşam, sana

ş u karşılığı —

diktatör diyorlar,»

dedikten

sonra

bana bu

soru­

almıştır:

«Ben d i k t a t ö r o l s a y d ı m , sen ş i m d i

yu soramazdın.» Bir gün sonra... İzinli

olduğum için o gece

sofrada

h i z m e t e d e m e m i ş t i m . A t a t ü r k , ş e f i m i z İbrahim'e beni sor­ m u ş . İzinli o l d u ğ u m u

söylemiş. Bunun üzerine

Fethi

Ok-

yar'a dönerek: —

«Napoleon'un

annesini, kızkardeşini

s i n , ne de ben. Bizim Çelebi zeki çok

ne sen

çocuktur. Hele

hoşuma gitti. Türklerin hizmetkârları bile

u n familyası ile alâkalı. Beni diktatör tanıyan bir tanesi num,»

bu vaziyeti

demiş.

bilir­ bugün

Napoleon'­ insanlardan

görmüş oldu. Onun için

memnu­


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Ertesi gün, bu sözleri

273

İbrahim'in ağzından

duyduğum

zaman kabıma sığamıyordum. Atatürk'ün

diktatör

olduğuna dair yabancı

pek çok şey yazmışlardır. O'nunla

yazarlar

konuşmak ve

röportaj

y a p m a k için b i r ç o k ünlü yabancı yazar v e gazeteci g e l m i ş ­ tir.

1935 y ı l ı n d a

gelen Amerika'nın

tanınmış

gazetecile­

rinden Gladys Baker, yaptığı konuşmada, A t a t ü r k ' ü

kıska­

nan v e dargın olanların yaydığı diktatör sözcüğünü s o r m u ş , O da şu karşılığı v e r m i ş t i r . —

«Diktatör

değilim. Kuvvetli

olduğumu

bu doğrudur. A r z u edip de yapamıyacağım zoraki

ve insafsızca

ğerlerini

hareket

söylüyorlar,

iş y o k t u r .

b i l m e m . Bence diktatör,

iradesine r â m e d e n d i r . Ben kalpleri kırarak

k a l p l e r i kazanarak h ü k m e t m e k

Ben di­

değil,

isterim.»

B i r b a ş k a z a m a n d a da y i n e a y n ı k o n u ü z e r i n d e k o n u ş ­ m a açıldığı zaman şunları s ö y l e m i ş t i : — rar ve

«Ben i s t e s e y d i m , h e m e n askerî bir d i k t a t ö r l ü k k u ­ memleketi

öyle yönetmeğe

Fakat

kalkışırdım.

ben

istedim ki, m i l l e t i m için modern bir devlet kurayım ve bu­ nu

yaptım.» Bir gün Şükrü Kaya, A t a t ü r k ' ü n diktatör olup o l m a d ı ­

ğını soran bir yabancı d i p l o m a t a şöyle d e m i ş t i : —

«Son d ö r t yıl içinde d ı ş i ş l e r i , adalet v e i ç i ş l e r i ba­

kanlıklarında

bulundum.

Bütün

bu zaman

içinde

Atatürk,

b i r kez b i l e k e s i n e m i r v e r m e d i . S a d e c e bazı t a v s i y e l e r d e bulunmuştur tışmışızdır.

k i , b u n l a r ı da k e n d i s i y l e b i r l i k t e Fakat hiç

bir zaman bana ş u n u

buyruğunu v e r m e m i ş t i r . Bakanlık

işime de

oturup bunu

karışmamıştır.

Bakanlar kurulundaki öbür arkadaşlar da aynı ş e y l e r i lüyorlar. Böyle bir k i m s e

tar­

yapma

diktatör olabilirse, Atatürk

söy­ de

diktatördür.»

F: 18


NESİP E F E N D İ ' N İ N

YANGINI

HABEŞÎ Nesip Efendi, Atatüri<'ün en çok sevdiği

hiz­

metkârlarından

biriydi. Uzun yıllar Babıâli'de «vükelâ»

hizmet etmiş,

d ü r ü s t l ü ğ ü , iyi a h l â k ı , n a m u s u y l a

güvenini

kazanmıştı. Abdülhamid'in

halde. Cumhuriyetin oradan Ankara'ya

ya

herkesin

seyislerinden

olduğu

i l â n ı n d a n s o n r a da S a r a y d a

kalmış,

alınıp Çankaya'da kapı h i z m e t i n d e

kul­

lanılmıştı. Biz N e s i p

Efendiyi

tanıdığımızdan

altmış

beş-yetmiş

yaşlarında vardı ama, A r a p olduğundan yaşını pek belli et­ m i y o r d u . Atatürk, köşkün kapıcılığını yapan Nesip Efendi­ y e a ş ı r ı b i r s e v g i g ö s t e r i r d i . Bazı b a y r a m l a r d a e l i n i Nesip

Efendinin

yanaklarından

öptüğünü

bile

öpen

görmüşüm-

dür. A t a t ü r k ' ü n , Nesip Efendiyi Şükrü Kaya'nın tavsiyesiyle y a n ı n a a l d ı ğ ı n ı s a n ı y o r u m . Bu b a b a c a n , m e l e k g i b i kalpli ihtiyar, kısa zamanda A t a t ü r k ' ü n g ü v e n v e

temiz

sevgisini

kazandığı için de k i m s e y e metelik v e r m e z , başına

buyruk

yaşayıp d u r u r d u . Nesip Efendinin kendi gibi siyahî bir de oğlu vardı ki, yardımcısı

durumundaydı.

A t a t ü r k , manevî kızlarından s i n e m a y a , ya da a l ı ş v e r i ­ şe gidecek olanların yanına çoğunlukla Nesip Efendiyi

de


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

275

k a t a r , o n l a r ı y a l n ı z g ö n d e r m e z d i . Bu t e m i z v e s a f i h t i y a r ı n , yaverlerce hoş karşılanmayan bir alışkanlığı vardı k i , Ata­ t ü r k bunu bildiği halde g ö r m e m e z i i k t e n gelir, belki de hoş karşılardı. Ağzına sebzeden gayri

yiyecek koymayan

Ne­

s i p E f e n d i , e s k i b i r a k ş a m c ı y d ı . İşi b i t i n c e , e s k i b i r a l ı ş ­ kanlıkla çilingir sofrasını

kurar, başlardı

Bir gece Köşkün büyük

demlenmeğe.

salonunda kurulan

sofranın

sonlarına doğru Şükrü Kaya'nın yavaşça yerinden kalkarak dışarı doğru

süzüldüğünü görünce

peşinden gittim.

o l u r , n e o l m a z . Ö y l e ya d e v r i n i ç i ş l e r i b a k a n ı . H a n i Kaya da hatırı sayılır

Ne

Şükrü

içkicilerdendi.

Şükrü Kaya koridora çıkınca kendini h e m e n bir k o l t u ­ ğa

attı. Sızacağından

için hemen yanına

koş­

t u m . Biraz s o n r a A t a t ü r k , Ş ü k r ü K a y a ' n ı n y o k l u ğ u n u

korktuğum

fark-

e d i p , bana n e r e y e g i t t i ğ i n i s o r u n c a , o n u n a s ı l

kaldıracak­

t ı m sonra? O sırada akşamdan beri içen Nesip

Efendiyi

k a r ş ı s ı n d a g ö r e n Ş ü k r ü K a y a , b i r an d e r t l e ş m e k

ihtiyacını

d u y m u ş olacak ki, onun sarhoşluğunu farketmeyerek

şöy­

le d e d i : —

«Nesip

Efendi, Nesip

Efendi.

Şu

halimi

görüyor

musun? Böyle içki içip sarhoş olan adamdan dahiliye v e ­ kili olursa, bu m i l l e t e Nesip

hayrı dokunur

mu?»

Efendi, belki Şükrü Kaya'nın ne d e m e k

istedi­

ğini anlamadı. Dili dolaşarak şöyle karşılık v e r d i : —

«Dokunmaz

efendim,

dokunmaz...»

Bu s ö z l e r e Ş ü k r ü K a y a c e v a p y e r e c e k

halde

değildi.

Bir gün Nesip Efendi, bu içki yüzünden bekçi

kulübe­

Sadece güldü.

s i n i y a k t ı . Kendi de y a n m a k t a n güç k u r t u l d u . Fakat bu olay işten kovulmasına neden oldu. Köşkün kapısında içkiyi çok

kaçırdığı bir gece sızın­

ca, ağzındaki yanar sigara yere d ü ş m ü ş . O t u r d u ğ u

koltu­

ğu t u t u ş t u r m u ş . Kulübe alev almış. Yanık kokusunu

duyan


276

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

kapıdaki görevli polis m e m u r u yetişip, yangının yayılması­ nı, Nesip Efendinin de canlı canlı yanmasını Olayı duyan Başyaver

Rüsuhi, hemen

önlemiş.

Nesip

Efendiyi

kovmuş. —

«Defolsun, gözüm görmesin onu. Bunamış artık. Az

daha köşkü yakacaktı,» d e m i ş . Nesip Efendi h e m e n kapıcı

kulübesinden atıldı. Ata­

türk, ertesi gün kapıdan çıkarken ihtiyarı göremeyince

sor­

du: —

«Nerede bizim Nesip

Efendi?»

Başyaver Rüsuhi, Atatürk'ün Nesip Efendiyi çok

sev­

diğini bildiği için, onu kovduğunu doğrudan doğruya

söy­

l e y e m e d i . Dolambaçlı yoldan köşkün kapıcı kulübesini ya­ kışını anlatmağa

başladı. Hiç durmadan onun

nu öne sürerek, suçlu g ö s t e r m e ğ e

sarhoşluğu­

çalıştı. Atatürk,

sert

bir şekilde: —

«Anlaşıldı, anlaşıldı. Şimdi

Nesip

Efendi

nerde,

onu söyle?» dedi. Başyaver

için doğruyu söylemekten

başka çare

kal­

mamıştı: —

«Kovdum

efendim,» deyince Atatürk çok

sinirlen­

«Bu a d a m ı k o v a r k e n h i ç m i d ü ş ü n m e d i n i z ?

di: Zavallı

n e r e y e g i d e r b u y a ş t a ? B a k a c a k ne e v l â d ı , n e k i m s e s i v a r . Nerde yatıp kalkar bu a d a m . Çabuk bulup g e t i r i n onu b u ­ raya.» Başyaver biraz daha d i r e n d i . Kendini

haklı

çıkarmak

istercesine: —

«Paşam, Köşkü

dediyse de A t a t ü r k ' e —

«Yanmadık

yakacaktı

ama... Bunamış

artık,»

dinletemedi:

ya birader. Yandıktan

sonra

düşünü­

rüz,» d e d i . A z sonra Nesip Efendi bulunup g e t i r i l d i . Ölünceye ka-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

277

dar d a A t a t ü r l < ' ü n h i z m e t i n d e k a l d ı . A t a t ü r k , s o n g ü n l e r i n ­ de b i f e hasta haliyle e m i r l e r i n i , y a t t a n , N e s i p Efendi eliy­ le y o l l u y o r d u .


AMERİKALI

ANKARA

GAZETECİ

Palas O t e l i s a l o n l a r ı s ı k s ı k b ü y ü k

sahne olur ve bunların Atatürk de çağrilı

bazılarında, şeref

balolara

misafiri

olarak

b u l u n u r d u . Bir g e c e y i n e b ö y l e

büyük

b a l o l a r d a n b i r i v e r i l i y o r d u . Kızılay e l i y l e d ü z e n l e n e n balo­ da A t a t ü r k dans

ederken elinde viski kadehiyle

dolaşan

uzun boylu bir adama yaklaştı. Duruşundan bir yabancı o l ­ duğu

anlaşılıyordu.

A t a t ü r k , yanında b u l u n a n D ı ş i ş l e r i Bakanı Tevfik Rüş­ tü Aras'a: —

«Bu m ö s y ö k i m d i r ? » d i y e s o r d u . T e v f i k R ü ş t ü A r a s

«Paşam, A m e r i k a n gazetecisidir,»

da: rılmasını

deyince tanıştı­

istedi. Tanıştırıldılar. Atatürk'le yabancı

gazete­

ci arasında Fransızca olarak şu konuşma g e ç t i . —

«Hangi

«Amerikalıyım.»

ırktansınız?»

diye sordu.

«Hayır, siz A m e r i k a l ı

değil, Türksünüz,» diye

kar­

şılıkta bulundu. Amerikalı

önce

şaşırmıştı. Aralarında

lık o l d u ğ u n u sanarak y i n e

bir

ilk sözünde d i r e t i n c e

anlaşmaz­ Atatürk:


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

273-

«Kristof Kolomb'tan elli yıl önce Türkler Amerika'­

yı k e ş f e t m i ş l e r , » d i y e

başladı anlatmağa.

Amerikalı

can

kulağıyla d i n l i y o r d u . A t a t ü r k , buna örnek olarak müzelerimizde ceylân de­ r i s i n d e n y a p ı l m ı ş haritaJ-ar b u l u n d u ğ u n u , A m e r i k a ' y a ken r a s t l a n a n K a r a i b d e n i z i n d e k i

Kayık Adalarının

gider­ Türkçe

olduğunu, bunlardan en büyük olanının «Büyük Türk»

adı­

nı t a ş ı d ı ğ ı n ı , b u r a d a k i a h a l i y e T ü r k d e n i l d i ğ i n i . K a y ı k

keli­

mesinin onlarda da, bizde de

sandal anlamına

geldiğini,,

Kanarya Adalarının adının «Kanari» olarak yazıldığım, Kanari'nin bizim Türkçede Kanarya kuşu tan sonra —

olduğunu

anlattık­

Amerikalıya:

«Siz A m e r i k a l ı l a r O r t a A s y a ' d a n h i c r e t e t t i n i z . O l ­

sanız o l s a n ı z T ü r k o l a b i l i r s i n i z , » d i y e s ö z l e r i n i

bitirdi.

Amerikalı A t a t ü r k ' ü gittikçe artan bir heyecan ve şaş­ kınlıkla dinliyordu. Bunca yıllık

meslek hayatında

ülkesi

hakkında bu d e n l i ilginç b i l g i l e r i olan k i m s e y e hiç

rastla­

mamıştı. Atatürk'ün çekiciliğinden bir türlü kendini ramıyor, daha çok k o n u ş m a s ı için t ü r l ü bahaneler d u . G ö r ü ş m e s a a t l e r c e s ü r d ü . Bir ara A m e r i k a l ı

kurta­

buluyor­ gazeteci­

nin, çevresindekilere: —

«Hayatımda

tanıdığım

di k a r ş ı k a r ş ı y a y ı m , » d e d i ğ i n i

en harikulade

Amerikaiı gazeteci Atatürk'ün ilgisini ra b i r k a ç g ü n l ü ğ ü n e Günlerce —

geldiği Türkiye'deki

müzelerimizde

aldı. Amerika'ya

gidince

gördükten kalışım

şim­ son­ uzattı.

incelemeler yaptı, çalıştı,

notlar

de:

«Biz A m e r i k a l ı l a r T ü r k t e n

başka

bir şey

diye yazılar y a z m ı ş . Bizim Türk gazeteleri de nın yazılarını

adamla

hatırlıyorum.

çevirmişlerdi.

değiliz,»

Amerikalı­


SİLİNDİRLİ

AMERİKAN büyükelçisi, Atatürk'le

ÇOBAN

beraber Gazi

Or­

m a n Ç i f t l i ğ i n d e . . . Y ı l 1932.. F o x M o v i t a n ' l a A t a t ü r k ' ü n h a ­ tıra f i l m i çekilecek. Ç i f t l i k t e koyun, kuzu, keçiler var. Sü­ rünün arasında silindir

şapkalı, ceketataylı iki adam. Biri

devrin Cumhurbaşkanı, öbürü Amerikan ban onları g ö r ü n c e k o r k u d a n

-büyükelçisi. Ço­

sürüsünü bırakmış, ortadan

kaybolmuş. Böyiece film çekiliyor. Atatürk'le

Amerikan

elçisinin

sürünün arasındaki hareketleri filmde yer alıyor. Bir s ü r e s o n r a Ç a n k a y a K ö ş k ü n d e A m e r i k a l ı l a r ı n tiği

b u f i l m i A t a t ü r k ' e g ö s t e r d i l e r . Biz d e a r k a t a r a f t a

oynayacak diye

merakla bekliyorduk.

çek­ ne

Işıklar söndü. Film

b a ş l a d ı . Bir d e n e g ö r e l i m ? K o c a s ü r ü n ü n o r t a s ı n d a i k i s i ­ lindir şapkalı adam, yürüyor, eğiliyor, doğruluyor.

Öylesi­

n e g a r i b i m e g i t t i k i . H e r k e s , A t a t ü r k ' ü n ne d i y e c e ğ i n i m e ­ rakla bekliyor. Işıklar yandıktan sonra —

Atatürk:

« A m a n bu f i l m i g ö s t e r m e y i n ! » e m r i n i v e r d i . «Ben

ne yapmışsam sefir de

aynısını yapmış.

Sürünün

içinde

şapkalı çobanlara benzemişiz. Dünyanm hiç bir yerinde s i ­ lindir şapkalı çoban yoktur. gördük yeter,»

dedi.

K i m s e g ö r m e s i n . Biz b u r a d a


İKİ K A D I N

1933 y ı l ı n d a P a r k

GAZETECİ

Otelde orta yaşlı, fakat çok

güzel

i k i > k a d ı n A t a t ü r k ' ü n d i k k a t i n i ç e k t i . IVİavi g ö z l ü , s a r ı ş ı n kadınlar bir köşeye ç e k i l m i ş l e r , sessiz

sedasız

bu

oturuyor­

lardı. Özel Kalem M ü d ü r ü Süreyya Beye: « K i m d i r bu kadınlar?» d i y e s o r d u . Süreyya Bey, M e t r d o t e l

Karabet

Efendiye

kim olduklarım sordu ve Amerikan gazetecileri öğrenerek A t a t ü r k ' e b i l d i r d i . Bunu duyan —

kadınların olduklarım

Atatürk:

«Acaba masamıza davet etsek gelmezler mi?» de.

di. Metrdotel, Amerikaliilarm

yanına giderek

Atatürk'ün

çağrısını bildirdi. Kadınlar «memnuniyetle» diyerek yerlerinden kalkıp A t a t ü r k ' ü n yanına

O gece geç vakte kadar A t a t ü r k , konuk ilgilendi. Gezdikleri

yerleri

sordu. Çalışma

dinledi. Tercümanlığı Süreyya

hemen

geldiler. gazetecilerle programların!

Bey y a p ı y o r d u . A t a t ü r k , da­

ha s o n r a k o n u k l a r a ş u n u s o r d u : —

«Siz T ü r k i y e ' d e n e r e l e r i

Gazeteciler şu karşılığı —

«İstanbul'u gördük,

dolaştık.»

gördünüz?

verdiler: müzeleri gezdik, tarihî

yerleri


282

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Türl<iye y a l n ı z İ s t a n b u l

memleketimde

misafir

d e ğ i l d i r . S i z i o n b e ş gün

e t m e k i s t i y o r u m . Bu z a m a n

içinde

istediğiniz yerleri görmekte serbestsiniz, böylece Türkiye'­ y i daha yakından tanımak fırsatını

elde etmiş

olursunuz.

iKabut e d e r m i s i n i z ? » —

«Teşekkür

ederiz. M e m n u n i y e t l e

kabul

ediyoruz.»

Bunun ü z e r i n e S ü r e y y a Bey, o n l a r a e ş l i k e t m e k A m e r i k a l ı gazetecilerin

üzere

yanına veriliyor. İzmir, Efes, A n ­

talya, Belkıs yıkıntılarını dolaştıktan sonra Ankara'ya gidi­ y o r l a r . Birkaç gün de orada kaldıktan sonra Jstanbul'a dö­ nüyorlar. Amerikalı gazeteciler

İstanbul'a dönüşlerinde

bahçe Sarayında yeniden Atatürk

Dolma­

tarafından kabul edilip,

yemeğe alıkonuldular. Sofra gece saat yirmi dörde sürdü. Konuklar gezdikleri yerleri

kadar

anlattılar. Atatürk

yük bir dikkatle bunları dinledi. Eksik edindikleri

bü­

bilgileri

tamamladı. Bir gün sonra

konuklar, bir

manevraya

götürüldüler.

A s k e r î m a n e v r a l a r ı hayranlıkla s e y r e t t i l e r . Bir ara, m a n e v ­ ra a l a n ı n a b a ğ l a n a n b i r t e l e f o n h a t t ı y l a A m e r i k a n B a ş k o n s o l o s u y l a da b i r g ö r ü ş m e Birkaç

gün sonra

yaptılar.

Amerikalı

gazeteciler

memleketle­

r i n e d ö n d ü l e r . Bu i k i k a d ı n y ü z a l t m ı ş b e ş g a z e t e y e b i r d e n g i t t i k l e r i y e r d e n yazı y a z a r l a r m ı ş . T ü r k i y e i z l e n i m l e r i lerce A m e r i k a n basınında yer aldı. Bunları lerden bazıları ç e v i r t i p

gün­

bizim gazete­

yayınladılar.

Amerikalı gazeteciler

yazılarında

Atatürk'ten

hayran­

lıkla söz e t m e k t e , ç o k nazik v e c e n t i l m e n bir d e v l e t baş­ kanı o l d u ğ u n u s ö y l e m e k t e , D o i m a b a h ç e Sarayının ç i ç e k l e r içindeki

güzelliğini

övmekteydiler.

Atatürk'ün,

konuklenn

bulunduğu sofraya smoking giyerek geldiğini yazıyorlardı. O y s a A t a t ü r k ' ü n o gece düz lâcivert bir e l b i s e vardı üze­ rinde.


K U R B A Ğ A L I ZİL

YİNE İstanbul'dayız. Dolmabahçe Sarayında büyük ha­ zırlıklar göze çarpıyor. Fransız M e c l i s Başkanı M . Herriot,, yurdumuzu ziyaret etmektedir. Misafir gelmeden önce Ata­ t ü r k bana —

dönerek:

« Ç e l e b i , d i k k a t l i b u l u n . Fransız M e c l i s Reisi g e l e ­

cek,» d i y e t e n b i h f e b u l u n d u . Oysa şimdiye

kadar böyle bir şey s ö y l e m e m i ş t i . De­

mek gelenler çok ö n e m l i kişilerdi. Hizmetimiz de gelenle­ re g ö r e —

değişmeliydi. «Tabiî. E m r e d e r s i n i z , » d i y e

karşılık

verdim.

A k ş a m saat on altıya doğru M . Herriot, Saraydan içe­ r i g i r i y o r d u . Ben de, çok şık bir m ö s y ö gelecek diye

ken­

dime oldukça çeki düzen v e r m i ş , s m o k i n g i m i aynanın

kar­

ş ı s ı n d a b i r k a ç kez d ü z e l t m i ş t i m . H e y e c a n d a n e l i m , a y a ğ ı m tutmaz bir halde beklerken, babayani tavırlı bir adam çıka­ gelmesin mi? M . Herriot... Sandığım gibi

çok önemli

bir

deviet adamıydı. Çok sayılıp, değer veriliyordu. Konuklara kahve buyuruldu. Kahveleri getirdik, içildi. Konuşmalar çok samimi

bir hava içinde

geçiyordu. Ata­

t ü r k ' ü n ö n ü n d e k u r b a ğ a ş e k l i n d e b i r z i l v a r d ı . Bu z i l i ç a l a -


284

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

ralc b e n i ç a ğ ı r d ı . Büyül< b i r l<onul< g e l d i ğ i z a m a n b e n i ç a ­ ğırmak için

bu zili kullanırdı. H e m e n

koştum.

Kendisinin

yazdığı Büyük N u t u k v e dokümanları i s t e d i . Bunları Fran­ sız M e c l i s B a ş k a n ı n a a r m a ğ a n e d e c e k t i . O z a m a n Ö z e l K g Jem

Müdürü

olan

H a s a n Rıza S o y a k ' a

gidip

Atatürk'ün,

Nutkunu istediğini s ö y l e d i m . Derhal Nutuk bulundu, fakat dokümanları yoktu. A t a t ü r k ' e durumu ankattım. —

«Zararı yok. N u t u k var ya, kâfi,»

dedi.

D e r k e n z i t b i r d a h a ç a l ı n d ı . Bu k e z k u r b a ğ a l ı z i l i n s e ­ s i d e ğ i l d i . M . H e r r i o t benden Fransızca bir şekersiz ve daha —

kah­

istiyor: «Sans s u c r e cafee (yani ş e k e r s i z k a h v e ) » d i y o r d u .

Anlaşıfan Türk kahvesinin tadı hoşuna g i t m i ş olacaktı. —

«Emredersiniz,»

diye

karşılık v e r d i m . Ve

hemen

sade kahveyi yine özene bezene pişirerek konuğumuza gö­ t ü r d ü m . Sans sucre kahve diye her halde tek şekerli kah­ veyi kasdetmiş olacaktı. —

«Mersi,» diye karşılıkta bulundu. Döndüm, gidiyor­

d u m ki. tekrar zile basarak beni çağırdı. Aşağıda çantası­ nın o l d u ğ u n u v e alıp g e l m e m i rica e t t i . Çantayı g e t i r d i m . T e k r a r d a n t e ş e k k ü r e t t i . Bu b a b a y a n i

kılıklı devlet

adamı

üzerimde çok hoş bir etki bırakmıştı. Konuk devlet adamı Sarayda bir buçuk saat kadar kal­ dı. Görüşmelerden çok m e m n u n olarak ayrıldı. Yurduna g i ­ dince duyduğumuza göre Atatürk'ü çok

ö v m ü ş . Bu a r a d a

b i z h i z m e t k â r l a r a da b i r i l g i k ö ş e c i ğ i a y ı r m a y ı

unutmamış:

«Önünde kurbağa şeklindeki zili çalıyor. H e m e n bir hizmetkâr geliyor. Derhal verilen emirleri ne yerine getiriyor,»

demiş.

çok

harfi

zeki harfi­


«GİT MEKTUBU

ATATÜRK'ün yanında

GETİR»

çalıştığım on iki yıl içinde ba­

şımdan çok ilginç olaylar g e ç m i ş t i r . Fakat onlardan hiç b i ­ ri, adıma gelen bir mektup çekilmem

kadar

beni

nedeniyle tarafından

heyecanlandırmamış,

tır. Hâlâ hatırladıkça bir ürperti Atatürk'ün manevî

sorguya

korkutmamış-

geçiririm.

evlâtlarından

Nebile Hanımın Da-

rüşşafaka Lisesi orta bölümü altıncı sınıfında okuyan M u ­ vaffak Reslan adında bir kardeşi vardı. N e b i l e , li kimsesiz bir kızken, Atatürk'e

Cevat Abbas tarafından

götürülmüş, himayesi

rica

Beyierbeybulunup

e d i l m i ş . Bu s u r e t l e

e v l â t l ı k o l m u ş . U z u n b o y l u , s a r ı ş ı n , z a r i f b i r kız o l a n N e bile'yi Atatürk, Arnavutköy Amerikan tuktan sonra bir hariciyeciyle

Kız K o l e j i n d e

okut­

evlendirmiş, düğünlerini

de

A n k a r a P a l a s t a p a r l a k b i r t ö r e n l e y a p m ı ş t ı . Eşiyl-e V i y a n a ' ­ ya g i d e n N e b i l e , yakalandığı bir göz

hastalığından

sonra

yapılan bütün tedavilere rağmen iyileşememiş ve kocasın­ dan ayrılmıştı. Atatürk'ün ölümünden

sonra

Nebile, İnö'-

nün himayesine alınmışsa da, çok geçmeden hayata

veda

etmişti. İşte Nebile'nin

kardeşi bir gün Saraya ablasını

gör-


286

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDlM

meğe geldi. A k ş a m y e m e ğ i n i ablasının yanında

beraberce

yediler. Y e m e k t e n sonra çocuk benden gizlice bir bira is­ t e d i . Buzluktan birayı alarak g e t i r d i m . Ablasından gizli ola­ r a k b i r a y ı i ç t i , t e ş e k k ü r e t t i . Bir g ü n s o n r a

çocuk

okula,

biz d e A n k a r a ' y a g i t t i k . B i r s ü r e g e ç i n c e ç o c u k bana b i r m e k t u p M e k t u b u A t a t ü r k armalı bir

göndermiş.

kâğıda yazıp, A t a t ü r k

armalı

bir'zarfa k o y m u ş . Posta idaresi de bu m e k t u b u bana gönderm e y i p . Ö z e l K a l e m M ü d ü r ü H a s a n Rıza S o y a k ' a u l a ş t ı r m ı ş . B e n i m t a b i î b u n l a r ı n h i ç b i r i n d e n h a b e r i m y o k . H a s a n Rıza Soyak mektubu doğruca Atatürk'e götürür. Zarfı

belli

et­

m e d e n açıp, i ç i n d e k i l e r i A t a t ü r k ' e okur. Sonra özenle ka­ patarak masanın

üzerine koyar. O sırada odaya giren

kadaşım sofracı Tahsin Efendi, benim adıma yazılmış t u b u g ö r ü n c e alır, f a k a t görünce

vermez,

Atatürk

saklar.

armasını

Mektup

zarfın

masanın

ar­

mek­

üstünde

üstünden

yok

olunca tabiî herkes b e n i m aldığımı sanır. O akşam

sofra­

da hiç bir şeyden haberim olmadığı halde mektubu

benim

aldığımı sanan A t a t ü r k , konukların ö n ü n d e bana — Benim rede?»

«Çelebi

Efendi, dün

gece

seni

dönerek:

rüyamda

gördüm.

a r m a m l a s a n a b i r m e k t u p g e l m i ş . Bu m e k t u p deyince

birden

şaşırdım.

Kafamı

yordum.

ne­

Nere­

den gelebilirdi ki... Fakat Atatürk'ün

söylediği, alt tarafı rüya

idi. Önce

ö n e m v e r m e d i m . M e k t u b u Atatürk de koymuş olabilirdi. —

«Bana

mektup

gelmemiştir

değil mi? Bendenjz de

sizi dün gece

deyince, «Nasıl gördün?» diye —

«Sizin elbisenizi

efendim.

Hem

rüyamda

tuhaf

gördüm,»

sordu.

b a n a g i y d i r i y o r l a r d ı . Ben d e

giy­

m e d i m . Bir köpek gelip, üstümdeki elbiseyi yırttı,» d e d i m . —

«Yaaa!» dedi. Sonra y e n i d e n :

«Git

mektubu getir.» diye tutturdu.

Mektuptan

haberim olmadığına

Atatürk'ü

bir

türlü


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

287

i n a n d ı r a m ı y o r d u m . S o n u n d a sofradal<i k o n u k l a r , i ş e k a r ı ş ­ tılar: —

«Çocuğum, git odana. Bavuluna bakıver,» deyince:

«Efendim, yok böyle bir şey,»

Heyecan s ö y l e s e m , ne

ve üzüntüden bitkin bir hale g e l m i ş t i m . Ne yapsam

karşımdakileri

anlamıştım. Atatürk, bocaladığımı —

diyebildim. inandıramıyacağımı

görünce:

« Ç a ğ ı r b a n a H a s a n Rıza B e y ' i , » d e d i .

H e m e n y a v e r l i ğ e t e l e f o n e d i l d i . H a s a n Rıza S o y a k ' ı n Sovyet

Büyükelçiliğinde

kordiplomatiğe

verilen

ziyafette

olduğunu s ö y l e d i l e r . Ben de A t a t ü r k ' e d u r u m u a n l a t t ı m . —

«Rus

Sefaretine

telefon

edilsin.

Hemen

gelsin,»

dedi. T e l e f o n e d i l d i v e b i r a z s o n r a H a s a n Rıza S o y a k g e l d i . Beni ve sofracıları dışarı çıkardılar.

Konuklar

içerde

kal­

d ı . B i r k a ç d a k i k a s o n r a da H a s a n Rıza S o y a k s a l o n d a n a y ­ rıldı. Hemen arkasından —

koşup:

«Kuzum, mektup kimden?» diye sordum. Sertçe bir

dille: —

«Nebile Hanımın kardeşi Muvaffak Reslan'dan.» de­

yince rahatladım. Salona g i r d i ğ i m zaman A t a t ü r k — rum,» —

bana:

«Çelebi Efendi. Sen namuslu bir çocuksun. Biliyo­ dedi. «Paşam, sizin rüyanız hakikat. Fakat bana

falan gelmedi,» diye ilk i f a d e m d e ısrar Ertesi

günü

sabahleyin

N e c m i Efendi, daha

Hasan

Rıza S o y a k ' ı n

ben yataktayken

mektup

ettim.

mektubu

şoförü

getirdi.

gün öğle yemeğinde m e k t u b u A t a t ü r k ' e v e r d i m .

O

Mektupta

selâmdan başka şey yok gibiydi. A n n e a n n e y e selâm. Â f e t Hanıma selâm, Rukiye'ye —

«Mektubu

s e l â m . Fakat yine de

Atatürk:

v e r H a s a n Rıza B e y ' e . T a h k i k a t

sın,» d e d i . Ben de m e k t u b u

Hasan

Sonra okulda çocuğu sorguya de böylece temize çıktım.

Rıza S o y a k ' a

çektiklerini

yaptır­ verdim.

öğrendim.

Ben


N Â Z I M HJKMET'İN

PLÂĞI

KÖŞKTE ç o k sayıda plak v a r d ı . Bunların çoğu a l a t u r k a şarkılardı. A t a t ü r k emredince bunların arasından

seçtikle­

rimi

zamanlar

da

gramofona gramofon

parmaklarıyla

koyar

çalardım. Yalnız

dinlemeyi vurarak

s e v e r d i . Plak

kaldığı

dönerken,

sofraya

anlarda

gözle­

rini kapatarak uzun uzun d ü ş ü n ü r d ü . Sevdiği parça

olursa

gramofonda, hafif

makam tutar, böyle

mırıltılarla şarkıya

katılırdı.

Bir k ı ş g e c e s i y i n e s o f r a d a h e m y e n i l i p i ç i l i y o r , plak dinleniyordu. O d ö n e m i n en gözde şarkılarını m ı ş t ı m . Biri bitiyor, öbürü başlıyordu. Herkes

hem

sırala­

neşe

için­

d e y d i . Plakların arasında — n e r e d e n g e l m i ş s e g e l m i ş — bir de Nâzım H i k m e t ' i n «İniyor kayık, çıkıyor kayık,» d i y e t e k ­ rarlanan

«Salkımsöğüt»

şiiri

v a r d ı . Plağın

öbür

yüzü

de

« A t l ı l a r a t l ı l a r kızıl a t l ı l a r , » d i y e b a ş l a y a n « B a h r - i H a z e r » d i . O sırada gramofonun sustuğunu gören —

« Ç e l e b i E f e n d i , plak koy,» d i y e

Sofraya

rakı y e t i ş t i r m e ğ e

çalıştığım

Atatürk:

emretti. için

Atatürk'ün

e m r i n i alır almaz h e m e n aradan bir plak çekip, gramofona koydum. Meğer bakmadan aldığım plak. Nâzım şiiri değil

miymiş?

Hikmet'in


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

28&

Plak, N â z ı m ' m o t o k s e s i y l e d ö n m e ğ e b a ş l a y m c a sof rada d e r i n b i r s e s s i z l i k o l d u . K o n u ş m a l a r Atatürk'e

çevrildi. Acaba bilmeyerek

kesildi. Gözler

bir yakışıksızlık

yapmıştım? Sofrada Tevfik Rüştü A r a s , Şükrü Kaya, Hasan Saka, Yakup Kadri K a r a o s m a n o ğ l u , Sabiha G ö k ç e n , Zehra Hanım vardı.

Gramofonun

borusundan

durmadan

«İniyor

kayık,

çıkıyor kayık» avazesi y ü k s e l i y o r d u . A t a t ü r k , bunu duyun­ ca b i r d e n b i r e b a n a s o r d u : —

«Bu n e d i r Ç e l e b i

«Nâzım H i k m e t ' i n şiiri

Efendi?» Paşam.»

A t a t ü r k b u kez s o f r a d a k i l e r e d ö n ü p —

«Şimdi n e r e d e bu adam?»

Bu s o r u y a s a n ı r ı m Ş ü k r ü —

«Bursa

Atatürk —

sordu:

Kaya karşılık

Hapishanesinde

bunun üzerine şunları

«Şimdi

verdi:

Paşam.» söyledi:

bu adamı dışarı çıkarsak. Gel b i z i m l e

ça­

lış, desek gelmez. Halk Fırkasına sokmağa kalksak g i r m e z . Girdiği zaman küçüleceğini

sanır.

Kendisinde

büyüklük

duygusu var.» A t a t ü r k ' ü n bu k o n u ş m a s ı n d a n y ü r e k l e n e n T e v f i k tü Aras şöyle —

Rüş­

dedi:

«Paşam, şimdi bütün A v r u p a bu plağı dinliyor. Ar­

monize olduğunu söylüyorlar. Öbür plaklarımıza pek

itibar

etmiyorlar.» A t a t ü r k , bu konuşmadan

sonra başka konulara

geçti

Fakat üzerinden atamadığı d ü ş ü n c e l i b i r hal v a r d ı . A k l ı n ı bir şeye taktığı belliydi. Belki de biraz önceki şiiri ve pla­ ğı d ü ş ü n ü y o r d u . Bu o l a y ı n ü z e r i n d e n ü ç d ö r t a y g e ç m i ş t i . İstanbul'a

gelmiştik.

Sofrada

bir

ara

Ankara'dan

Atatürk,

Cevat

Abbas'a: —

«Tiyatrolarda

n e oyunlar oynuyor?» diye

sordu. F: 19


290

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Anlaşılan

Cevat

Abbas'ın

tiyatrolardan

pek

haberi

y o k t u . Bu s o r u n u n k a r ş ı l ı ğ ı n ı a r a ş t ı r ı r k e n , h e m e n ö n e a t ı l ­ d ı m . Bir gün önce izinliydim ve tiyatroya —

«Unutulan Adam

«Kimin

oyunu

oynuyor

bu?»

diye

gitmiştim.

Paşam.» yeniden

dedim. Cevat

Abbas'a

sordu. —

«Nâzım

«Hâlâ bu adama fırsat

Hikmet'in

Paşam.» veriliyor

mu?»

Ertesi gün piyes sahneden kaldırıldı, afişleri i n d i r i l d i . A t a t ü r k ' ü n , Nâzım —

Hikmet'in

şiirlerini

mırıldanarak:

«Bu adamı a ş m a l ı , altında ağlamalı...» Ş e k l i n d e bir

söylentiyi çok yerde duymuştum. Araştırdım, fakat doğru­ luk derecesini bir türlü

öğrenemedim.

A t a t ü r k ' ü n ö l ü m ü n d e n s o n r a F a l i h Rıfkı A t a y , G a z e t e ­ s i n d e yazdığı bir makalede Nâzım H i k m e t ' i n «Sakarya» ad­ lı ş i i r i n d e k i « A s l a n y e l e l i M u s t a f a K e m a l , » d e y i m i n e d e ğ i ­ nerek «O'na ait şiiri ne Yahya K e m a l , ne A b d ü l h a k n e Fazıl A h m e t A y k a ç k i m s e y a z a m a d ı , » d e m i ş t i .

Hamit,


D E M O K R A S İ VE

KOMÜNİZM

BİR a k ş a m Ç a n k a y a ' d a Y e n i K ö ş k t e y a z a r l a r , e d i p l e r l e dolup taşan bir sofra... Hararetli bir tartışmaya g i r i ş i l m i ş . . . D a v e t l i l e r arasında Ruşen Eşref Ü n a y d m , Falih Rıfkı A t a y başta olarak birçok ünlü kişi bulunuyordu. Konumuz siya­ setti.. Demokrasiyle

Komünizmin

karşılaştırması

yapılı­

yordu. Herkes konuşuyor, her zamanki gibi A t a t ü r k dinliyordu. Herkesin düşüncesini söyleyeceğini

öğrendikten

sonra kendi

sözünü

biliyor ve toplantının sonunu merakla

bek­

liyorduk. Herkes aklının y e t t i ğ i , dilinin döndüğü kadar

Demok­

rasi ile K o m ü n i z m i tarif e t m e ğ e çalışıyor, t a r i h t e n

örnek­

ler getirerek kendi tezlerini haklı g ö s t e r m e ğ e gayret edi­ yordu. K i m i D e m o k r a s i n i n en iyi idare tarzı o l d u ğ u n u , iyi ya­ şantının ölçüsü sayılacağını, kimi Komünizmin eşitlik sağ­ lamakla fakat

hiç

beraber,

özgürlükleri

biri Atatürk'ü

hoşnut

kısıtladığını bırakacak

ileri tarifi

sürüyor, bir

türlü

bulamıyordu. Herkes konuştuktan ve konuşanların hepsini büyük bir


292

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

dil<katle d i n l e d i k t e n s o n r a , s o n sözün k e n d i s i n e

geldiğini

g ö r e n A t a t ü r k , s o f r a d a k i l e r i n ağzını açık bırakan şu olağan­ üstü karşılaştırmayı —

«Demokrasi

yaptı: ile

Komünizm

arasındaki fark

şudur:

M e r m e r , temiz bir salon... İçinde çırılçıplak uzanmış

keh­

ribar gibi sarışın, güzel bir kadın... Kadının ü s t ü n e bir tül ö r t ü l m ü ş . Ü s t ü n d e k i bu t ü l D e m o k r a s i d i r . Tülü ç e k i p

kal­

dırdığınız zaman altından

fark

b u n d a n ibaret...»

Komünizm

çıkar.

Aradaki


MASONLUK

GÜLCEMAL mir'e

vapuruyla

gelmiştik. Orada

Mersin

Naim

gezisinden

sonra

Palas O t e l i n e k o n u k

İz­

olduk.

Y e m e k , A t a t ü r k ' ü n o t e l d e k i d a i r e s i n d e y e n i l d i . S o f r a d a Re­ cep Z ü h t ü , Salih Bozok, Kılıç A l i , Tahsin ü z e r vardı. Daha yemek başlamadan Salih —

Bozok:

«Paşam, dün gece A d l i y e

(Bozkurt)

Karşıyaka'daki

Vekili

Mason

Cemiyetinin

t a b a n c a y l a tuzla buz e t t i r m i ş . Galiba Cemiyet üyeleri korku

Mahmut

Esat

camlarını

i k i el a t e ş

edilmiş.

içindeler.»

Bu h a b e r i d u y u n c a A t a t ü r k ' ü n k a ş l a r ı ç a t ı l d ı . Ç o k c i d ­ d i bir şekilde: —

« H o p p a l a . . . Bu n e b i ç i m i ş y a h u ? D a ğ b a ş ı n d a

yaşıyoruz? Gecenin yarısında bir cemiyete tabancayla ş u n s ı k m a k o l u r m u ? Eğer bu c e m i y e t m e m l e k e t e

mı kur­

zarar­

l ı y s a k a n u n î y o l l a r v a r . Bu y o l a b a ş v u r u l u r , k a p a t ı l ı r . » Atatürk d i . Sofrada

bunları söylerken derin bir düşünce Mason'Iuk

yordu. Atatürk,

üzerine çeşitli

bu konuşmalara

içindey­

konuşmalar

p e k az

yapılı­

katılıyor,

daha

doğrusu dinler g ö r ü n ü y o r d u . Başka ş e y l e r düşündüğü h a k k a k t ı . Sofradakiler, A t a t ü r k ' ü n s u s u ş u n d a n da

mu­

cesaret


294

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

alarak hiç durmadan

M a h m u t Esat'a atıp t u t u y o r l a r ,

kos­

koca A d a l e t bakanının kendi adamlarını silâhlandırarak ka­ nun himayesinde çalışan bir c e m i y e t i kanun dışı yollardan ateş yağmuruna

tutmasını

kınıyorlardı. Silâh atmakla

ce­

m i y e t kapatılamıyacağmı belirtip, kanunların ne güne dur­ duğunu

soruyorlardı. Mason Cemiyetine tabancayı Torba-

lılı Emin Bey s ı k t ı r m ı ş t ı . E m i n Bey İstiklâl

Mahkemesinde

beraat e t m i ş t i . Oysa tabancayı M a h m u t Esat'ın sıktığı söy­ leniyordu. K o n u ş m a l a r d a h a da k ö t ü l e y i c i b i r hal a l ı n c a elini

masaya

vurarak

konuşmacıları

Atatürk

susturdu. Sonra

hiç

kimsenin beklemediği, herkesi şaşkınlık içinde bırakan şu konuşmayı —

yaptı:

«Bir

zamanlar

ben de M a s o n

o l m u ş t u m . Bir

bir arkadaşım beni alıp, Beyoğlu'ndaki M a s o n

gün

Cemiyetine

g ö t ü r d ü . Daha ne o l d u ğ u m u bile anlayamadan k e n d i m i c e ­ miyetin içinde buldum. M e r m e r merdivenlerden büyük salona indik. Orada yüzlerini g ö r m e d i ğ i m birtakım vardı.

Bizi b u y u r

edip, oturttular,

kahveler

sundular,

hatır sordular. Orada fazla kalmadık, t e k r a r

bir

kişiler hal

merdivenlerle

d a h a da a ş a ğ ı y a i n d i k . B i r ö n c e k i n d e n d a h a g e n i ş b i r s a ­ londa bulduk

kendimizi. Salonda büyük bir kalabalık

lanmış, kılıçlı

b i r t ö r e n y a p ı l ı y o r d u . Bu i ş l e r i d a h a

den bildiğini anladığım arkadaşım beni kolumdan d u r m a d a n ne y a p m a m

gerektiğini

anlatıyordu.

tutmuş, Kılıçların

a r a s ı n d a n , g e ç i p , k u t s a l b i r k i t a b a el b a s t ı k . B ü t ü n olup bittikten sonra dışarı çıktık. İçerde çok

top­ önce­

bunlar

sıkılmıştım.

Bu o l a y d a n s o n r a b i r d a h a n e o b i n a y a g i t t i m , n e d e dakilerle karşılaştım. Ş i m d i gitsem, arasam, o binayı ki de b u l a m a m . İşte b e n i m M a s o n l u ğ u m b u n d a n Böylece

Atatürk, kendisine

Mason,

bu anlattıklarıyla t o p y e k ü n cevap v e r m i ş

dinsiz

orbel­

ibaret....» diyenlere

oluyordu.

A r a d a n zaman g e ç t i . Bir akşam gece sofrada b i l i m s e l konular tartışılıyordu. Konuşmacıların arasında

Fuat

Köp-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞ» İDİM

rülü. Alımet

Hakkı Tekçe, H i k m e t

Bayur

Aklımda kaldığına göre okul ve ^asın yoluyla

kamu­

ve M i m

Ağaoğlu, İsmail

295

Kemal Öke vardı.

oyunun değiştirilmesi konusu görüşülüyordu. Atatürk, öne sürülen düşünceleri

beğenmemiş

yarıda

sırada

kesiyordu. O

olmalı ki,

Hikmet

Bayur,

konuşmaları konuşmasının

içine Masonluğu da katınca işler d e ğ i ş t i . A t a t ü r k , olarak bilinen M i m Kemal'e —

Mason

dönerek:

«Kemal Bey. ş i m d i sıra s i z i n . Bize M a s o n l u ğ u a n ­

latacaksınız. Önce söyleyiniz, Masonluğun prensipleri lerdir?» diye Mim

ne­

sordu.

Kemal, dilinin döndüğü kadar Masonluğu

anlat­

m a ğ a , bu arada ö v m e ğ e ç a l ı ş t ı . M a s o n l u k m i l l i y e t ç i , halk­ çı, cumhuriyetçi nanlardan —

«Mademki

prensipleri

gibi

sözler

söyleyince, toplantıda

bulu­

biri: Masonluk

böyle, bizim

Halk

Partisinin

de bunlardan başka bir şey değildir. O

halde

M a s o n l u ğ u n h i k m e t i vücudu kalmaz,» dedi. A t a t ü r k tekrar M i m Kemal'den buna karşı ne diyece­ ğ i n i s o r d u . O da şu karşılığı v e r d i : —

«Halk Partisinin

prensipleri

memleket

içinde geçerlidir. Masonluk, bu idealin memleket

sınırları sınırları

dışına yayılmasına aracı olan rasyonel bir kuruluştur. Dik­ tatörlüğün

egemen olduğu

ülkelerde M a s o n locaları

yıkı­

lır. Masonlar yok edilirken, Türk millî Masonları huzur ve güvenlik içinde yaşamaktadır. Dünyanın en mutlu

Mason­

ları Türkiye'de barınmaktadır. Yabancı Masonlar, yerli M a ­ sonlara

kıskanarak uzaktan

Masonluğu böylesine

bakmaktadırlar.» hararetle

öven

Mim

Kemal'i

d i k k a t l e d i n l e y e n A t a t ü r k , onun sözü daha fazla uzatması­ nı ö n l e m e k —

için:

«Peki, anlaşıldı. Reisiniz kim?»

diye sordu.

M i m Kemal, hiç kimsenin ummadığı, söylemeğe cesa­ ret edemediği şu sözleri

söyledi:


296

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«IVlemlel<ette b a r ı ş v e h u z u r i s t e y e n v e b ü t ü n D ü n ­

yâya seslenerek bu idealin Zatı

gerçekleştirilmesine

çalışan

Devletleridir.» A t a t ü r k ' ü n bir anda kaşları

çatıldı.

Sesinin

tonunu

sertleştireret:: —

«Ben M a s o n C e m i y e t i n e g i r m e m . Başkalarının y a p ­

tığı prensiplere değil, ancak kendi prensiplerime

uyarım.»

Bu s ö z l e r i d u y a n M i m K e m a l , b i r a z i r k i l i r g i b i sa da, s ö z l e r i n i ş ö y l e b i t i r m e k —

«Masonluğun temsil ettiği yüksek idealin

yerine getirileceğini

kabul

her ülkede

ülküsünün

insanlık

etmek

«Hayır Kemal Bey. Sen bunu

değilsin. Günün birinde insanlık

kolayca

i s t e m i y o r u m . Fakat

gerçekleşmesine

aydınların bir araya g e l m e s i n e yardımcı —

olduy­

istedi: bu

çalışan

olabilir...»

söylemeğe

idealinin

mezun

gerçekleşmeye­

ceğini kabul e t m e k doğru değildir. İnsanlığın günün birinde bu mutlu sonuca e r i ş m e s i çok Ünlü

bir

Masona

mümkündür.»

yanlış düşündüğünü

söyleyen

türk, gelecekteki m u t l u insanlık için her zaman gördüğümüz

ülküsünün

gerçekleşeceğine

insandı. Ulusun kalkınması

inanan asil

bir

için sosyal reformları her şe­

yin üstünde t u t m u ş t u . Başkalarının değil, kendi rini uygulamıştı.

Ata­

insanüstü

prensiple­


KAYSERİ'DEKİ SÜRÜ

SAHİBİ

A T A T Ü R K sık sık halkı v e m e m l e k e t i g ö r m e d i k ç e hat etmez, bu yüzden ansızın gezilere

ra­

çıkardı. Balolara,

e ğ l e n c e l e r e , davetlere de gidişi ansızın olur, okullara ha­ b e r v e r m e d e n b a s k ı n y a p a r , d e r s l e r e k a t ı l ı r d ı . Bu

yüzden

birçok kimse gafil avlanır, hazırlıksız olduklarından

şaşkı­

na

dönerlerdi. Yurt gezilerinde de çoğunlukla böyle olurdu. Önceden

hazırlanmış bir gezi p r o g r a m ı y o k t u . G e c e sofrada, ertesi gün falanca yere gidilmesi

istenir, sabah olur olmaz

reket edilirdi. Çok zaman gidilen l e r i t r a ş l ı y a da d ü z g ü n o l m a y a n daradar yetiştikleri

ha­

y e r i n ilgilileri bizi yüz­ kıyafetlerle

karşılamağa

için Atatürk, bunların telâşlarıyla

in­

ceden inceye alay ederdi. 1931 y ı l ı n d a y d ı k . Y i n e b ö y l e a n s ı z ı n ç ı k ı l m ı ş y u r t g e ­ zilerinden birinde bulunuyorduk. Trenimiz Kayseri

istasyo­

nundan

kıyafetli

kalkmak

ü z e r e y d i . Bir de b a k t ı m , çoban

bir adam, kalabalığı yararak bulunduğumuz vagona yaklaş­ mağa

çalışıyor.

Bir olay geçtiğini

a n l a m ı ş t ı m . Vagonun kapısını ara­

ladım. Beni kapıda gören çoban kıyafetli

adam:


298

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«Atatürk'ü görmek istiyorum, nerededir?» dedi.

«Yaverlerden

izin

almadan

Atatürk'ü

göremezsi­

niz,» d i y e k a r ş ı l ı k v e r d i m . A m a adam ısrar ediyor, ben b ı r a k m ı y o r d u m . daki

tartışma

gittikçe

kızışıyordu.

Aramız­

A d a m da i n a t ç ı

inatçı. Biz b ö y l e ç e k i ş e d u r a l ı m , A t a t ü r k b i z i m k o n u ş m a l a r ı ­ mızı b u l u n d u ğ u v a g o n u n

penceresinden

duymuş.

Başınt

uzatarak: —

«Çelebi, ne istiyor bu adam?» diye s o r d u .

«Efendimizi

«Al gel efendiyi öyleyse.»

görmek

i s t i y o r . Paşam.»

dedim.

A d a m önüme düştü, ben arkada, beraberce

vagondan

içeri girdik. Benim çoban sandığım adam meğer davar sahibiymiş.. Başladı A t a t ü r k ' e serencâmını

anlatmağa:

Beş y ü z k o y u n u i l e d a v a r ı v a r m ı ş . Ankara'ya

götürürken

baytar yolunu

Bunları

kesmiş.

satmağa

«Kayseri'de

hastalık var, hayvanları götüremezsin,» demiş. Bunun üze­ rine adamcağız baytara yalvarmağa — Her

başlamış:

«Efendim, Kayseri'nin her yerinde mi hastalık var?

yerinde

olmaz.

Bu

şehrin

garbı

var,

şarkı var.

Hiç

olmazsa buralardan bana bir yol v e r s i n l e r . Hastalık o l m a ­ yan bir yoldan geçireyim,» demiş. A m a bir türlü bu vanlara

yol

verilmemiş.

Davar

sahibi,

hayvanlarıyla

hay­ eli

böğründe kalmış. Ne yapsın, neylesin, derdini kime açsın. Validen umudunu kesince, geldiğini —

birden

Atatürk'ün

Kayseri'ye

duymuş.

«Varıp gideyim, Atatürk'e derdimi

ileteyim.

Belkr

O'nun sayesinde feraha çıkarım,» diye düşünmüş. Hayvan­ ları otluğa bıraktığı gibi s o l u k soluğa istasyona Davar sahibini büyük bir dikkatle trenin hareketini

dinleyen

yetişmiş. Atatürk,

g e c i k t i r d i . V a l i i l e B a y t a r ı ç a ğ ı r t t ı . İkisiı


M M Ü R K ' Ü N UŞAĞI \D\^A

de zaten

istasyonda

bulunuyorlardı.

299

İkisine

birden

dö­

nerek: —

«Bu arkadaşın s ü r ü s ü n e n e d e n engel oldunuz?» dî­

ye sordu. Baytar kekelemeğe başladı. Ne karşılık vereceğini şa­ şırmıştı: —

«Şey, e f e n d i m , bu mıntakada hastalık v a r da, o n ­

dan müsaade etmedik,» deyince bu kez d e valiye d ö n d ü : —

«Siz n e d e r s i n i z v a l i b e y ? » d i y e s o r d u .

Vali ezile büzüle: —

«Efendim, doktor haklıdır,» deyince A t a t ü r k

kızdı­

ğını belli e d e r e k : —

«Demek bu sürü sahibi burada hayvanlarıyle bera­

ber ölsün. Siz de seyirci

kalın. Sizin maksadınız

malum,

anlaşıldı,» d e d i . Sonra da daha fazla öfkelenerek: —

«Şu k ö y l ü k a d a r d a o l a m a d ı n ı z . B u a d a m ı n ş a r k a ,

garba aklı e r i y o r da, sizin n e y e e r m i y o r a m ü b a r e k a d a m ­ lar?» d e d i . Vali ile baytarda şafak atmıştı. Önlerine Hemen sürü sahibine —

bakıyorlardı.

dönerek:

«Baba, ş i m d i s ü r ü n ü t o p l a . Ş e h r i n t a m g ö b e ğ i n d e n

A n k a r a ' n ı n y o l u n u t u t . Eğer sana engel o l m a k

isterlerse,

hiç ç e k i n m e d e n bana t e l g r a f ç e k . Ben s e n i n o l d u ğ u n y e r e yetişirim,» Adam

dedi. teşekkür

edip, Atatürk'ün

ellerine

sarıldıktan

sonra yanımızdan ayrıldı. Atatürk tekrar valiye dönerek şu soruyu sordu: —

« N e d i r b u h a l ? Bu s a ç m a h a l i g ö r m e d i n i z

«Paşam, farketmedik.»

«Tabiî s e n f a r k e t m e z s i n , o f a r k e t m e z .

serveti de böylece

harcanıp

IVlemleketin

gider.»

Vali ile baytarın önlerine bakarak öyle v a r d ı kî...

mi?»

bir

gidişleri


SAKARYA

BİR g e c e s a a t il<i s u l a r ı n d a y d ı . üzerinden trenle geçerken adındaki

duk. Trenin tekerleklerinin

Sakarya

ben ve

arkadaşla Atatürk'ün

KÖPRÜSÜNDE

trende

yemek

çıkardığı

köprüsünün çalışan

yemesini

Rıza

bekliyor­

tiktaklardan

başka

hiç bir şey d u y u l m u y o r d u . İkimizin de gözünden uyku akı­ yordu. Uzakta siyah, s i m s i y a h bir gece boşlukta

uzanıyor,

ara sıra b i r ağacın g ö l g e s i , b i r s a n i y e n i n onda b i r i

kadar

bir zaman için penceremize düşüp kayboluyordu. Atatürk, y e m e k t e n başını kaldırıp

bize:

«Nereden geçiyoruz.» diye sordu.

«Paşam, Sakarya köprüsünün üstünden,» diye

kar­

şılık v e r d i m . —

«Peki.»

Konuşmanın daha uzayacağını

sanıyordum.

Yanılma­

m ı ş ı m . A r a d a n kısa bir süre geçince A t a t ü r k , yaşımın

kaç

o l d u ğ u n u s o r d u . Y i r m i o l d u ğ u n u s ö y l e d i m . Başını salladı. Sonra t r e n d e çalışan arkadaşa da yaşını s o r d u . O n u n yaşı da y i r m i d e ğ i l m i y m i ş ? A t a t ü r k , y a ş l a r ı m ı z ı —

«Siz ç o c u k s u n u z . Y u n a n l ı l a r ı n

öğrenince:

burasını

işgal

ğini bilmezsiniz,» deyince ikimiz de bir ağızdan:

etti­


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

30r

«Paşam, biliriz. Siz olmasaydınız Yunanlıları

dan k i m

çıkaracaktı?

başladık

konuşmağa.

bura­

Siz kurtardınız. Siz yaptınız,»

diye

Biz g e r ç i i ç i m i z d e n g e l d i ğ i g i b i ç o k s a m i m i b i r ş e k i l ­ de konuşuyorduk. Fakat yaptığımız, dalkavukluktan

başka

bir şey d e ğ i l d i . A t a t ü r k ' ü n de dalkavukluğa ne kadar kız­ dığını çok yakından biliyorduk. Fakat bizim

samimiyetimi­

ze inandığı için sözlerimize kızmadı. Ve şu olağanüstü kar­ şılığı v e r d i : — toprağı

«Ben hiç bir ş e y i Yunan

Onun için onlar

kurtarmış

kumandanlarından yenildiler.»

değilim. daha

iyi

Yalnız

bu

tanıyordum.


ÇUBUKABAT

BİR g e c e bir

gezi

sofrada otururken Atatürk

ÇAMLIĞINDA

yine

birdenbire

i s t e d i . Bu d a ö n c e d e n k a r a r i a ş t ı r ı l m a m ı ş ,

hazır­

lıksız, s ü r p r i z l i gezilerden biriydi. Daha sofra faslı b i t m e ­ den konuklara —

dönerek:

«Hazır mısınız? Seyahate çıkıyoruz,» deyince

her­

kes şaşırdı. Sonra: —

«Hazırız...» d i y e k a r ş ı l ı k

verdiler.

Otomobillere hazırlanma emri verildi. Ankara yakınla­ rında Ç u b u k a b a t d e n i l e n çamlık, güzel bir yayla vardır. Ta­ biî manzarası çok güzel olan bu yaylanın y o l u o l d u k ç a t e h ­ likelidir. Daracık y o l u n a l t ı , göz karartan u ç u r u m l a r l a kap­ lıdır. Ö y l e bir y o l k i , o t o m o b i l g e ç e r dikkatsizlikte hemen uçuruma

ama, en küçük

bir

uçabilir.

İçişleri bakanı tarafından hemen haber gönderilip y o l ­ lar t e m i z l e t i l d i . A r a b a l a r

yola koyuldu. Uçurumlu

araziye

gelince sarsıla sarsila ilerlemeğe başladık. Şoförler dikkatlerini,

önlerinde

uzanan

daracık bozuk

şeride

bütün ver­

m i ş l e r d i . Titrek farların yetişemediği s i m s i y a h , ö l ü m saçan bir uçurum bir yanımızda; öbür yanımızda sivri, granit tepe­ ciklerle yükselen bir dağ parçası.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞ\ İDİM Ben vaziyeti

görünce

yokuşun

303-

başmda

otomobilden,

indim. Daracık yoldan uçurumu seyretmeğe başladım. Bu­ lunduğum met

arabada oturan m i l l e t v e k i l l e r i n d e n

Bey'le, Nuri

Conker'e yolun

Hacı

Meh­

buradan ilerisinin

daha

t e h l i k e l i o l d u ğ u n u s ö y l e d i m . Ç ü n k ü g ü n d ü z b i r k a ç kez butehlikeli yolu geçmiştim. Nuri —

«Yani

ne yapalım

Conker:

Çelebi. Ölümden

mi

korkuyor­

Ben

iniyorum,

sun?» d e d i . —

«Herkes

başının

çaresine

baksın.

sonra yayladan d ö n ü ş t e beni alırsınız,» d i y e karşılık

ver­

dim. Fakat

milletvekilleri

otomobilden

inmediler.

aşağı i n d i ğ i m i gören Kılıç A l i ile M u h a f ı z A l a y İsmail Hakkı Tekçe, kızarak şöyle —

Benim

komutanı

dediler:

«Niçin indin otomobilden, niye korktun? Bizim ca­

nımız yok mu? A t a t ü r k ' ü n canı y o k mu?» — rer

«Sizin de canınız var a m a , hepinizin kafasında b i ­

şişe

Dimitrokopula

var. Bende

ise

Onun için ben i n m e d e , siz i n m e m e d e Sabaha

karşı saat

dörde

doğru

hiç bir şey

yok.

haklısınız.» Çubukabat'a

vardık.

Birkaç çadır k u r u l m u ş t u . Hepimiz çadırlara girerek y o r g u n ­ luktan

ve

uykusuzluktan

battaniyelerin

üstüne

kıvrılıver-

dik... Ertesi gün A t a t ü r k uyandıktan sonra hareket verdi. Gece

geçtiğimiz

yoldan

kınlığını bir

görmeliydiniz:

dönerken

«Yahu dün

emrini

Atatürk'ün

gece

biz

şaş­

buradan

mı geçtik?» diyor, şaşkınlığı iyiden iyiye artıyordu. Önce

bana kızanlar, gece

geçtikleri

sırat

andıran yolu gözleriyle g ö r ü n c e hak v e r d i l e r .

köprüsünü,


Ç E L E N G İ NEREYE K O Y A R S A N I Z

18 M a r t Ç a n a k k a l e Gelibolu

Zaferinin

yarımadası'ndaki

yıldönümü

şehitliklerin

KOYUN

nedeniyle

bulunduğu

yerde

düzenlenen anma törenine Atatürk de çağrılı bulunuyordu. Törene, Çanakkale'de dövüşen ve on binlerce kurban ren devletlerin temsilcileri

de gelmiş. Ortalık

g e ç i l m i y o r d u . Fransız v e İngiliz M e ç h u l

ve­

çelenkten

Asker

Anıtlarına

çelenkler konulmuş, ulusal marşlar çalınmış, fakat

henüz

b i r Türk anıtı olmadığından M e h m e t ç i k ç e l e n g i n i n konaca­ ğı y e r konusunda bir d u r a k s a m a

olmuştu,

Çanakkale Savaşları sırasında düşmana atılan m e r m i ­ lerden

meydana getirilmiş piramit şeklinde

bir

de

Türk

anıtı vardı k i , zamanla b o z u l m u ş , kalıntıları da k a y b o l m u ş ­ t u . A t a t ü r k ' ü n o zamanlar bu anıta çelenk koyarken çekil­ m i ş bir f o t o ğ r a f ı da Harbi U m u m î M e c m u a s ı n ı n

kapağında

yayınlanmıştı. O günkü törende çelengi koyacak bir yer hemen Atatürk'e —

bulamayınca

koştular:

«Paşam, bizim çelengi nereye koyalım?» diye sor­

dular. Tarihin en k o r k u n ç

savunma ve

hücumunun

geçtiği


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

305

alanda, o günleri yaşar gibi dalgın gözlerle ufka bakan A n a fartalar Kumandanı, kendisinden mutan ve beraberindekilere —

cevap bekleyen vali, ko­

dönüp:

« T ü r k k a n ı y l a s u l a n m ı ş bu t o p r a k l a r ı n h e r

köşesi,

bir Türk abidesidir. Çelengi nereye isterseniz oraya koyun, fark etmez,"

dedi.

1935 y ı l ı n d a T ü r k T a r i h

Kurumu

üyeleri,

Atatürk'ün

buyruğuyle tarihi bir geziye çıkarıldılar. Programın ilk u ğ ­ rak yeri Anafartalar

ve Conkbayırı o l d u . Üyeler, bu t o p ­

raklar için canlarını v e r e n binlerce ş e h i t M e h m e t ç i ğ i n anı­ sına saygı duruşunda bulundular. Orada pek çok

yabancı

anıt vardı, M e h m e t ç i k anıtı ise y o k t u . D ö n d ü k t e n s o n r a k u r u l ü y e l e r i a r a s ı n d a b u l u n a n Prof. A f e t İnan, A t a t ü r k ' e

gezi

anılarını

anlatırken,

Mehmetçik

a n ı t ı n a da d e ğ i n d i . O r a d a n e d e n b i r M e h m e t ç i k a n ı t ı y a ­ pılmadığını —

sordu. Atatürk şu karşılığı v e r d i :

«Çok doğru söyledin.

Biz d e M e h m e t ç i ğ i m i z i

an­

m a k için çok büyük anıtlar yapmalıyız. Fakat b u , bir zaman v e i m k â n i ş i d i r . A n c a k ş u n u da s ö y l e y e y i m k i , b u t o p r a k ­ ların sınırları içinde kalmasıyla M e h m e t ç i k en büyük anıtı zaten kendi

kurmuştur.»

İçişleri bakanı Şükrü Kaya, Çanakkale bölgesini t e f t i ­ şe g i d e r k e n , A t a t ü r k ona ş ö y l e d e m i ş t i : — ret

« Ç a n a k k a l e ' y e g i t t i ğ i n d e aziz ş e h i t l e r i m i z i d e z i y a ­

etmeyi

unutma.

Bu g ö r e v i

Yalnız orada nasıl bir nutuk

yapacağına

şüphem

yok.

söyleyeceksin?»

Atatürk, Şükrü Kaya'nın, söyleyeceği nutku

düşünme­

ğe başladığını görünce şöyle dedi: —

«Dur

diyeceksin

ben

söyleyeyim

nasıl

konuşacağını.

k i : 'Ey b u r a d a y a t a n s e v g i l i

saygıyla anıyoruz.' Sonra

Orada

şehitlerimiz,

sizi

M e h m e t ç i k anıtının başında y a ­

pacağın konuşmada: 'Burada rahat ve huzur içinde yatınız. Siz olmasaydınız, d ü ş m a n

bu

kutsal topraklarımıza

yayı­

lacaktı.'» F: 20


3D6

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Şü!<rü K a y a , A t a t ü r l < ' e

tıpkı bu ş e k i l d e

konuşacağını

söyleyince A t a t ü r k itiraz etti; —

«Hayır böyle k o n u ş m a y a c a k s ı n . Bundan daha güzel

konuşacaksın. Çanakkale'de yalnız bizim ş e h i t l e r i m i z i

de­

ğil, bu topraklar üzerinde kanlarını döken yabancı muharip­ l e r i de s a y g ı y l a a n a c a k s ı n . D i y e c e k s i n k i : ' B u ü l k e n i n t o p ­ raklarında

kanlarını

döken

vatan toprağındasınız. IVlehmetçik'le koyun

kahramanlar.

Burada

Huzur ve sükûn

içinde

bir

uyuyun.

dost

deyince

Atatürk

koyunasınız.'»

Şükrü Kaya buna karşı ç ı k t ı : —

«Paşam, ben bunu yapamam,»

kızdı: —

«Söyleyeceksin. Cihana karşı böyle

konuşacaksın.

Diyeceksin ki: 'Uzak diyarlardan evlâtlarım savaşa gönde­ ren analar. Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız bizim bağrıınızdadır. Huzur içinde rahat uyumaktadır. O n l a r bu t o p ­ raklarda canlarını verdikten sonra artık bizim

evlâtlarımız

olmuşlardır.'» A t a t ü r k ' ü n bu sözlerini, tüylerimiz diken diken d i n l e d i k . Y a r a b b i , b u ne b ü y ü k

İnsan,

yüce

olmuş

düşüncelere

sahip bir büyük adamdı. Böyle bir sözü tarihte hangi bü­ yük devlet adamı söylemişti bugüne Şükrü Kaya'nm

kadar.

Çanakkale'de M e h m e t ç i k anıtının ba­

şmda söylediği Atatürk'ün yendiği uluslara

karşı

göster­

d i ğ i y ü k s e k insanlık duygularını yansıtan bu nutuk, orada bulunan yabancı gazeteciler Daha

tarafından dünyaya

bir hafta geçmeden Şükrü Kaya'ya

Yeni Zelanda'dan maya başladı.

ve daha

birçok

yerden

yayılmış.

Avustralya'dan. telgraflar

yağ­


MANEVÎ

EVLÂTLARININ

SONU

ATATÜRK, g e n ç l i ğ i n d e n beri kız, erkek dokuz

çocuğu

e v l â t l ı k e d i n m i ş t i r . H i ç ç o c u ğ u o l m a y a n A t a t ü r k ' ü n bu k o ­ ruyuculuk

h u y u , daha çok yaşamı boyunca evlâtsız kalıp,

annesinin ö l ü m ü n d e n sonra kızkardeşinden başka bir y a ­ kını

bulunmayışından

aldığı

bu k i m s e l e r i n

ileri her

gelmektedir.

haliyle

Koruyuculuğuna

ilgilenir,

iyi

yetişmeleri

i ç i n e l i n d e n g e l e n i y a p a r d ı . H e s a b ı n ı , k i t a b ı n ı ç o k iyi b i l ­ m e k l e tanınan A t a t ü r k , bu e v l â t saydıklarından hiçbir esirgemez,

çevresindekilerin

de onları sevip

şey

saymalarını

isterdi. Ölümünden sonra vasiyetnamesiyle

bunlara

bağlanması da, onlara düşkünlüğünün seçik

belirtisidir.

Atatürk,

sofrasında

her zaman manevî

evlâtlarını

bulundurur, her isteklerini

yerine getirirdi. Çankaya

künde manevî evlâtlarının

hepsinin

zamanlarda aralarına kıskançlık yapardı. Manevî

evlâtlarının

bir

girmesin

arada diye

harcamalarını

aylık

da

Köş­

bulunduğu iş

bölümü

Umumî

Katip

H a s a n Rıza S o y a k ' a g ö r d ü r ü r , h a r ç l ı k l a r ı n ı da o n u n

eliyle

verdirirdi. A t a t ü r k ' ü n i l k m a n e v î e v l â d ı , I. D ü n y a S a v a ş ı n d a V a n ' da b u l u n u r k e n , k i m s e s i z v e m u h t a ç o l d u ğ u n u g ö r e r e k y a -


308

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

nına alıp İstanbul'a

getirdiği

sekiz yaşındaki

Abdürrahim

adındaki çocuktur. Beşiktaş Akaretler'deki evlerinde anne­ si Zübeyde Hanım'ın yanına bırakmış, zaferden sonra A n ­ k a r a ' y a g ö n d e r e r e k « S a n a y i M e k t e b i »nde o k u t u p b i r m e s ­ l e k s a h i b i o l m a s ı n ı s a ğ l a m ı ş t ı r . İ k i n c i s i , y i n e 1. D ü n y a S a ­ vaşında

Bitlis

çekilmesi

sırasında kendisine

y a ş ı n d a k i A f i f e a d l ı y e t i m b i r kız ç o c u ğ u d u r .

sığınan

altı

Karargâhına

aldığı bu çocuğu cephe gerisine g e t i r m i ş , sonra İstanbul' daki evlerine

yollayıp büyütmüş, eğitimini yaptırmış,

nunda evlendirerek

İzmir'e

so­

yollamıştır.

Lâtife Uşaklıgil'le evliliğinden sonra Kâğıthane Darüleytam'ından

a l d ı ğ ı Z e h r a a d l ı kızı da A r n a v u t k ö y

kan Kolejinde,

sonra

Londra'da okutmuş,

geçirdiği ruhsal bir bunalım sonunda Fransa'dan kendini t r e n d e n atıp intihar Konya olan

gezisi

Rukiye adlı

sırasında

Ameri­

bu talihsiz

kız

geçerken

etmişti. A t a t ü r k , ç o k acılı bir

bir kızcağızı A n k a r a ' y a

getirip

yaşamı

okutmuş,

sonra bir jandarma yüzbaşısı ile e v l e n d i r i p , düğününü A n ­ kara Palasta

kendi yaptırmıştı. A t a t ü r k , düğünde ilk dan­

sı R u k i y e i l e y a p a r a k o n a o n u r v e r m i ş t i . R u k i y e ' n i n k o c a ­ sı Yüzbaşı H ü s n ü , sonra Yalova kaymakamlığına

atanmış,

e m e k l i o l d u k t a n s o n r a da ö l m ü ş t ü r . Atatürk'ün

manevî evlâtlığa aldığı insanlardan b i r i de

N e b i l e H a n ı m d ı r . 1927 T e m m u z u n d a Ç a p a Ö ğ r e t m e n

Oku­

lundan üç ö ğ r e n c i h i z m e t için D o l m a b a h ç e Sarayına g e t i ­ r i l m i ş t i . Bu k ı z l a r d a n i k i s i g e r i g i t t i . N e b i l e i s e k a l d ı . N e ­ bile on sekizinci baharını s ü r ü y o r d u . Orta b o y l u , mavi göz­ lü, beyaz t e n l i , sarışın oldukça güzel bir kızdı. O zaman Atatürk,

Nebile'yi

de A n k a r a ' y a

istemişti. Nebile duraksıyordu. Gidip gitmemek

götürmek konusun­

da b i r k a r a r v e r e m i y o r d u . O s ı r a d a b e n d e A n k a r a ' y a t ü r ü l e c e k t i m . Bir g ü n y a n ı m a —

«Cemal

Efendi, beni

gö­

sokulup: Ankara'ya

götürmek

istiyor-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

30»

lar. K o r k u y o r u m g i t m e ğ e . N e y a p a y ı m d e r s i n ? » d i y e

sor­

du. —

«Beni de

g ö t ü r m e k i s t i y o r l a r . Bak

ben

korkuyor

«Öyle ama sen erkeksin. Canın sıkılınca

kahveye

muyum?» dedim. —

g i d e r s i n . Ben k ı z ı m . O r a d a —

tek başına

ne

«Sen de K ö ş k t e o t u r u r s u n . Orada

Zehra H a n ı m l a r v a r . S e n d e o r a d a h a n ı m

yaparım?» Rukiye, Sabiha, olursun.»

Biz b ö y l e d e r t l e ş e d u r a l ı m , N e b i l e A n k a r a ' n ı n

yolunu

t u t t u . B e n d a h a s o n r a g i t t i m . Ç a n k a y a ' d a b i r d e ne g ö r e ­ y i m ? N e b i l e , « h a n ı m » o l m u ş . Biz « b e y » o l a m a d ı k .

Hizmet­

kâr o l a r a k k a l d ı k . Nebile, Başkâtibi

Atatijrk'ün

(Çerkeş)

aracılığıyla

Tahsin Beyle

Viyana

Büyükelçiliği

evlendirildi.

Düğününü

de R u k i y e ' n i n k i g i b i , A t a t ü r k , A n k a r a P a l a s t a y a p t ı r d ı . B a ş ­ kâtip, beraberinde Viyana'ya g ö t ü r d ü ğ ü

Nebile'yi hor

kul­

l a n m ı ş . Bu a d a m l a o t u r a m ı y a c a ğ m ı a n l a y a n N e b i l e b i r s ü ­ re s o n r a a y r ı l ı p y u r d a

d ö n d ü . Sonradan da İzmit

Fabrikasında görevli Sabahattin İrdelp adlı bir

Kâğıt

mühendis­

le e v l e n d i . Nebile de.

Fikriye, Zehra

gibi talihsiz bir

kadındı.

Hastalandı, bir çiçek gibi solmağa başladı. Atatürk'ün münden birkaç gün önce Nebile, hasta haliyle

ölü­

Dolmabah-

ç e y e g e l m i ş t i . O'nu ağır hasta v e ö l ü m e y a k l a ş m ı ş g ö r ü n ­ ce d a y a n a m a y ı p b a ş l a m ı ş a ğ l a m a ğ a . A t a t ü r k k e n d i lığını b i r an i ç i n u n u t u p , k a r ş ı s ı n d a g ö z y a ş ı

hasta­

döken

Nebi-

le'ye «Benim için a ğ l a m ı y a c a k s ı n , anladın mı?» d e m i ş . Fa­ kat h ı ç k ı r ı k l a r ı n

d o z u a r t ı n c a «Sana

e m r e d i y o r u m , ağla­

mak y a s a k ! » d i y e e k l e m i ş . Bunun üzerine N e b i l e ' y i rından t u t a r a k d ı ş a r ı

kolla­

çıkarmışlar.

A t a t ü r k ' ü n ö l ü m haberini d u y d u k t a n sonra N e b i l e Ha­ nım i y i c e h a s t a l a n d ı . İ l k i n g ö z l e r i

görmez

oldu. Arkasın­

dan k o l u u y u ş m a ğ a b a ş l a d ı . D e r k e n i n m e i n d i ğ i n i

duyduk.

Daha s o n r a b ü t ü n b u n l a r y e t m i y o r m u ş g i b i z a t ü r r e e y e y a -


310

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

k a l a n d ı . Bir süre kurtarılamıyarak Atatürk'ün biri

de Sabiha

Yakacık

Sanatoryumunda

hayata gözlerini manevi

y a t t ı y s a da,

yumdu.

evlâtlarının

en

G ö k ç e n ' d i . 1924'te Bursa

önemlilerinden gezisi

sırasında

Hünkâr Köşkünde tanıdığı Sabiha'yı manevî e v l â t olarak alimış, 1925'te de A n k a r a ' y a g e t i r m i ş . Ben, Sabiha Gökçen'i Çankaya'da tanımıştım. A m e r i k a n Kız K o l e j i n e burasını

bitiremeyip

artınca Atatürk,

Sabiha ilkokulu b i t i r d i k t e n

sonra

yollanmış, fakat hastalandığı

Üsküdar

Kolejine geçmişti.

Sabiha'nın evde oturmasını

için

Hastalık

uygun

bul­

m u ş t u . Daha sonra H e y b e l i S a n a t o r y u m u n a yollanan Sabi­ h a , b u r a d a n k a ç ı n c a A t a t ü r k , bu k e z o n u V i y a n a ' y a g ö n d e r ­ d i . Viyana d ö n ü ş ü beş yıl d i n l e n e n Sabiha G ö k ç e n A t a t ü r k tarafından

F r a n s a ' y a y o l l a n m ı ş v e o r a d a da s e k i z ay ka­

d a r k a l m ı ş t ı . 1935 y ı l ı n d a

açılan Sivil Havacılık

Okuluna

yazılan Sabiha G ö k ç e n , burasını b i t i r i p ilk Türk kadın pi­ l o t u s a n ı n ı a l m ı ş t ı . A v e B b r ö v e l e r i n e s a h i p o l a n Sabiha Gökçen, C brövesini

a l m a k i ç i n R u s y a ' y a da g i t m i ş , d ö ­

nüşte de Hava Harp Okuluna yazılmıştı. D e r s i m

ayaklan­

m a s ı sırasında Sabiha G ö k ç e n de b i r havacı o l a r a k hare­ kâta katılmıştı. A t a t ü r k ' ü n çok sevdiği v e onur duyduğunu söylediği

Sabiha

Gökçen, Atatürk'ün

isteyen, fakat reddettiği ile Atatürk'ün ölümünden sonradan

sağlığında

kendisini

hava yüzbaşısı A l i K e m a l sonra

Esiner

e v l e n m i ş t i . Y ü z b a ş ı da,

soyadını değiştirmiş, eşine Atatürk

tarafından

verilen Gökçen soyadını almıştır. Sabiha Gökçen y i r m i yıl­ lık

hizmet

ğinden

süresini

1955 y ı l ı n d a

Atatürk'ün

doldurarak

Türkkuşu

emekliye

ayrılmıştır.

manevi

evlâtlarından

başöğretmenli­

en

önemlisi

Afet

İnan'dı. A s a f İlbay ve eşinin t a v s i y e s i y l e D a m e de Sion'da o k u y a n A f e t H a n ı m , kısa zamanda

Çankaya

Köşkünün

yönetimini üzerine almış, Atatürk'ün düşüncelerini benim­ seyip uygulamış, adeta bir eşin alabileceği yeri doldurma­ ğa

başlamıştı. Zamanla

Atatürk'ün

en

yakınlarından

ve


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

31t

s o f r a s ı n d a n ei<sil< e t m e d i ğ i b i r k i ş i h a l i n e g e l e n A f e t İ n a n , öğrenim yapması için İsviçre'ye

gönderilmiş, Türk

Tarih

Kurumuna da başkan o l m u ş t u . T ü r k Tarih K u r u m u ve Türk Dil K u r u m u g ö r ü ş m e l e r i n d e A t a t ü r k , A f e t İnan'a geniş yet­ k i l e r v e r m i ş t i . 1907 d o ğ u m l u kara Kız L i s e s i n d e t a r i h

olan A f e t

İnan, bir ara A n ­

ve yurtbilgisi

dersleri

1935 y ı l ı n d a Y u g o s l a v y a , İ t a l y a , F r a n s a , İ s v i ç r e , Belçika,

Hollanda,

versite ve

Almanya, Avusturya,

müzelerde

incelemelerde

yurda d ö n m ü ş t ü . A t a t ü r k , yeni

okutmuş, İngiltere,

Romanya'da

bulunduktan

üni­ sonra

kurulan Dil ve Tarih

Coğ­

r a f y a F a k ü l t e s i n d e A f e t H a n ı m ı n da ö ğ r e t i m ü y e s i görevde bulunmasını istiyordu. Fakat burada

olarak

çalışabilmek

bir Batı ü n i v e r s i t e s i n d e ö ğ r e n i m y a p m a y ı z o r u n l u

kılıyor­

d u . Bu n e d e n l e A f e t H a n ı m , C e n e v r e

Üniversitesi

Sosyal

Modern ve Yakın

Çağlar

ve Ekonomik

Bilimler

Fakültesi

Bölümüne yazıldı. Burayı b i t i r m e d e n

ilk s ö m e s t r

sonunda

Ankara'ya d ö n ü n c e bu f a k ü l t e d e A t a t ü r k ' ü n

emriyle

fesör olarak ilk dersini v e r d i . A f e t

üniversitenin

İnan, bir

birinci s ö m e s t r i n d e o k u r k e n , bir başka üniversitede

pro­ ders

v e r e n b e l k i d e i l k ö ğ r e t i m ü y e s i y d i . B u n d a n s o n r a da p r o ­ f e s ö r unvanını g ü n ü m ü z e dek t a ş ı d ı . Daha sonra İsviçre'­ ye yeniden dönen A f e t İnan'a A t a t ü r k , birçok m e k t u p yaz­ m ı ş t ı r . A f e t İnan y u r d a d ö n d ü ğ ü z a m a n A t a t ü r k ö l m ü ş b u ­ l u n u y o r d u . O n d a n s o n r a da A n k a r a ' d a p r o f e s ö r l ü k

görevi­

ni s ü r d ü r d ü . Atatürk, Afet

İnan'ı A v r u p a ' y a

öğrenime yolladığı sı­

r a l a r d a m a n e v î e v l â t o l a r a k S a b r i y e a d l ı b i r g e n ç kızı da­ ha k o r u y u c u l u ğ u n a a l m ı ş v e h u k u k ö ğ r e n i m i y a p t ı r ı p , y a r ­ gıç ç ı k m a s ı n ı

sağlamıştı.

Ertuğrul yatının kaptanlarından

Kemal

K a p t a n ' m kız­

kardeşi Bülent Hanım da A t a t ü r k ' ü n m a n e v i evlâtları ara­ s ı n d a b i r s ü r e y e r a l m ı ş t ı . A r n a v u t k ö y A m e r i k a n Kız

Ko­

lejinde okuyan Bülent Hanım, yirmi yaşlarında, güzel, alım­ lı b i r k a d ı n d ı .

Çok güzel giyinir,

çevresinde hemen

bir


312

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

hayranlık halkası yaratırdı. Selânik'li olduğu için

Atatürk,

h e m ş e r i s i b u g e n ç v e g ü z e l kıza a y r ı b i r i l g i g ö s t e r i r d i . Biz B ü l e n t H a n ı m ı m a n e v î e v l â t gün ansızın

b i l i y o r d u k , a m a bir

K ö ş k t e n u z a k l a ş t ı r ı l d ı ğ ı n ı d u y d u k . M e ğ e r Bü­

lent H a n ı m , bir H ı r i s t i y a n l a s e v i ş m i ş . Bunu A t a t ü r k ' e du­ yurmuşlar.

Köşke gelmediğini

görünce

m e r a k l a n d ı k . So­

r u ş t u r u n c a da a r t ı k g e l m e m e k ü z e r e g i t t i ğ i n i a n l a d ı k . A t a ­ t ü r k ' ü n ç e v r e s i n d e k i k a d ı n l a r g e r ç i o k u m u ş , k ü l t ü r l ü , gör­ gülü, sözü sohbeti

y e r i n d e k i m s e l e r d i . F a k a t B ü l e n t Ha­

n ı m g i b i g ü z e l o l a n ı y o k t u . Bu y ü z d e n o n u n

uzaklaştırılı­

r ı n a o l d u k ç a ü z ü l d ü m . İ n s a n u z a k t a n b i l e o l s a g ü z e l kadı­ na dayanamayıp

bakıyor.

S o n r a d a n B ü l e n t H a n ı m s e v d i ğ i g e n ç l e e v l e n d i . Fakat bu evlilik

ona uğur g e t i r m e d i . Bir zaman sonra hastalan­

d ı v e ö l d ü . R u m e l i h i s a r ı M e z a r l ı ğ ı n a g ö m ü l d ü . K e m a l Kap­ t a n i s e İ s v e ç ' l i b i r k a d ı n l a e v l e n d i . A r k a s ı n d a n İ s v e ç ' l i de öldü. Kaptan boş durmadı, sonradan Almanya'da bir lik daha yaptı...

evli­


ZEHRA'NIN AMIENS GÖLÜNDE

İNTİHARI

ATATÜRK'ün manevî kızlarmdan biri de Zelıra i d i . Bu g e n ç kızırt a c ı k l ı ö l ü m ü , b e n i o z a m a n l a r ç o k s a r s m ı ş , d u y ­ gulandırmış, hayali yıllarca gözümün önünden Zehra, öğrenim yapması diği

İngiltere'den

gitmemişti.

için Atatürk tarafından

gönderil­

d ö n e r k e n , Fransa topraklarında

kendini

t r e n i n p e n c e r e s i n d e n g ö l e a t a r a k c a n ı n a k ı y m ı ş t ı . Bu a c ı k ­ lı o l a y ı n d e d i k o d u s u a y l a r c a s ü r m ü ş , b ü t ü n ü l k e d e ç a l k a n ­ tıları olduğu gibi, Çankaya Köşkünde hizmet gören bizleri de u z u n s ü r e o y a l a m ı ş , e t k i s i n e a l m ı ş t ı . A t a t ü r k , adı Z e h r a M e h m e t kızı, Kâğıthane'deki D a r ü l e y t a m ' ı

olan bu Amasya'lı (Yetimler Yurdu)

ken görmüş ve manevî evlât olarak

genç gezer­

alıp, Çankaya'ya

gö­

türmüştü. Henüz çocuk yaşta olan Zehra, büyüdükten son­ ra A r n a v u t k ö y A m e r i k a n Kız K o l e j i n e Atatürk, öbür

manevî

kızları gibi

verilmişti. Z e h r a ' y ı da

lü, ideal Türk kadınına örnek olarak y e t i ş t i r m e k

kültür­

istiyordu.

Z e h r a da t ı p k ı S a b i h a G ö k ç e n g i b i h a v a c ı l ı ğ a b a ş l a m ı ş , f a ­ k a t m o r a l i b o z u l d u ğ u i ç i n — h a s t a b i r m i z a c a da s a h i p o l ­ d u ğ u n d a n — bu heyecanlı ve tehlikeli mesleğe dayanama­ yıp ayrılmıştı. Atatürk, bu

alanda başarısızlığa

uğrayan


-314

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Z e h r a ' y a b i r ş a n s d a h a t a n ı m ı ş v e ö ğ r e n i m y a p m a s ı için onu Londra'ya yollamıştı. Londra'da istenildiği

gibi okuyamayan ve

özlemine dayanamıyacağını

memleket

anladığı için geri dönmek

t e y e n Z e h r a , A t a t ü r k ' e söz v e r d i ğ i n d e n m a h c u p için oradaki oturma

is­

olmamak

süresini uzatıyordu. Sonunda durum­

dan haberdar olan Atatürk, Zehra'ya isterse dönebileceği­ n i b i l d i r m i ş t i . İ ş t e t a l i h s i z Z e h r a , 1936 y ı l ı n d a

Londra'dan

dönerken A m i e n s yakınlarında henüz y i r m i yaşında

Paris

e k s p r e s i n d e n kendini atarak canına kıymrştı. Yanında, Atatürk'ün silâh arkadaşlarından, o Londra büyükelçisi Zehra, midesinin

Fethi

Okyar olduğu

zamanki

halde yola

çıkan

bulandığını ve başının döndüğünü

s ü r e r e k biraz hava a l m a k i ç i n çıktığı k o m p a r t ı m a n ı n dor penceresinden, gölün

kıyısından yüz y i r m i

hızla g i d e n t r e n d e n kendini boşluğa Atatürk,

Zehra'nın

ölümünü,

öne kori­

kilometr;?

bırakıvermişti.

Paris

Büyükelçiliğinden

yollanan bir telsiz haberinden öğrenince çok

üzülmüştü.

O g ü n h e m e n U m u m i K â t i p H a s a n Rıza S o y a k ' a , Z e h r a ' n ı n adının b i l d i r i l m e m e s i

için

emir

v e r d i . Fakat

d u y u l m u ş t u . Yalan yanlış gazete sütunlarını

olay

çoktan

doldurmuştu

bile. Sonradan

öğrendiğimize

kızları, e r t e s i gün Paris tiklerinde

genç

göre Paris

Büyükelçisinin

garına Zehra'yı karşılamaya

kızın , t r e n d e n i n m e d i ğ i n i

görünce

git­

telâş­

lanmışlar, k o l a y b u l a b i l m e u m u d u y l a gar m ü d ü r ü n e b a ş v u ­ r u p « T r e n d e A t a t ü r k ' ü n kızı o l a c a k t ı . Ç ı k m a y ı n c a k a y g ı l a n ­ dık» d e m i ş l e r . Olay, bundan sonra Fransız

gazetelerinde

sansanyon için h e m e n paha biçilmez bir konu o l m u ş . «Ata­ t ü r k ' ü n kızı i n t i h a r e t t i » b a ş l ı ğ ı a l t ı n d a ç ı k a n y a z ı l a r l a o l a y t ü m dünyaya yayılmış. Amiens istasyonuna giden Başkonsolos, Zehra'nın ce­ sedini bir kilisede bulmuş. Meğer Türklerin M ü s l ü m a n ol­ duğunu ve cenazenin camide yıkanması gerektiğini

bilme-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞ\ \D\NA

315.

yen Fransızlar, Z e h r a ' n ı n ö l ü s ü n ü k i l i s e y e g ö t ü r ü p , ü z e r i ­ ni h a ç l a r v e ç e l e n k l e r l e ö r t m ü ş l e r . B ö y l e c e d i n î ö d e v l e r i ­ ni y e r i n e g e t i r d i k l e r i n i s a n m ı ş l a r . B a ş k o n s o l o s d a , d i l i n i n döndüğü kadar d u r u m u anlatıp, ölünün üzerindeki

haçları

kaldırtmış. O zamanki Fransa h ü k ü m e t i , Z e h r a ' y a zı)

diye parlak bir cenaze töreni

yapmayı

(Atatürk'ün kı­ kararlaştırmış.

Fakat B a ş k o n s o l o s buna e n g e l o l m u ş . Buna r a ğ m e n , Paris Belediye Başkanı yine de cenaze kaldırılırken saygı d u r u ­ ş u n d a b u l u n m u ş . M a r s i l y a ' y a g e t i r i l e n ö l ü , o r a d a da a y n ı t ö r e n tekrarlanarak Piyer Loti v a p u r u n a k o n u l u p getirildi. Maçka

Mezarlığına

gömüldü. Zehra'nın

bütün hizmetkârlar acımış, gözyaşı

dökmüştük.

İstanbul'a ölümüne,


ÜLKÜ'NÜN

EVLİLİK d ö n e m i k ı s a s ü r e n v e ç o c u ğ u

ÖYKÜSÜ

olmayan Ata­

türk'ün yaşamında Ülkü, önemli yeri olan talihli bir çocuk­ t u r . Ü l k ü , A t a t ü r k ' l e b i r l i k t e y ı l l a r c a A l f a b e k i t a p l a r ı n a ka­ pak o l m u ş t u r . Türkiye

C u m h u r i y e t i n i n en popüler

haline gelmiştir. Atatürk için çıkarılan fotoğraf n i n birçok sayfasını, Ülkü'yle beraber lar süslemektedir.

çektirdiği

Ülkü, yıllarca halk arasında

çocuğu

albümleri­ fotoğraf­ hep «Ata­

t ü r k ' ü n kızı» o l a r a k a n ı l m ı ş t ı r . Ü l k ü , k i m i z a m a n b a n a « C e ­ mal Efendi», kimi zaman «Cemal Ağabey» diyerek istedi­ ği şeyleri yaptırmıştır, bir dediğini Ülkü'nün annesi

Selânikli

iki

Vasfiye

ettirmemiştir. Hanım,

Atatürk'ün

a n n e s i Zübeyde Hanım tarafından daha k i m s e s i z küçük bir kızcağızken yanma alınıp b ü y ü t ü l m ü ş . Selanik'te

Zübeyde

Hanımın yanına geldiği zaman henüz beş altı yaşlarmdaym ı ş . K ö ş k t e s ı k s ı k a n l a t ı r l a r d ı : E v i n kızı g i b i i ş l e r Vasfiye. Zübeyde Hanımın büyük sevgisini t i ş k i n b i r kız h a l i n e g e l e n V a s f i y e , Z ü b e y d e

Hanımla

r a b e r S e l a n i k ' t e n İ s t a n b u l ' a , o r a d a n da A n k a r a ' y a Atatürk'ün annesi ölünce Atadan'ın

(Boysan)

gören

kazanmış. Ye­

Vasfiye de, kızkardeşi

be­

gelmiş. Makbule

yanında kalmış. Vasfiye gelinlik

çağa


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM gelince Makbule

317

Hanımın iznini almadan e v l e n m i ş . V a s f i -

ye'den A t a t ü r k ailesi yıllarca haber alamamış. Oysa Vas­ f i y e , bu e v l i l i k t e a r a d ı ğ ı n ı b u l a m a m ı ş , m u t s u z o l m u ş t u . 1930 y ı l ı n d a V a s f i y e bir hanımla Dolmabahçe Abbas

bir gün, yanında komşusu Sarayına gelip, başyaver

olan Cevat

(Gürer)i gördü. Utancından susuyordu. Komşu

nımın yardımıyla ona

ha­

durumunu anlattı. Ortak üzerine ev­

l e n m i ş t i . Kendisine iyi d a v r a n ı l m a m ı ş t ı . Evlilik hayatı ağırdı, dayanılır gibi değildi. Gözlerinden yaşlar uzun yıllar ç e ş i t l i e v l e r d e ağır zandığını, yuvası yıkılmasın,

çok

süzülerek

işler görerek hayatını ka­

namusuna

leke

sürülmesin

diye bu y a ş a m a göğüs g e r d i ğ i n i , o ağır işlere karşı kazan­ d ı ğ ı ü ç - b e ş k u r u ş u da e l i n d e n a l d ı k l a r ı n ı a n l a t t ı . A t a t ü r k ' ­ ün yanına s ı ğ ı n m a k i s t e d i . Genç kadının anlattıklarından büyük bir üzüntü Cevat Abbas, bunları aynen A t a t ü r k ' e

iletti.

duyan

Vasfiye'nin

acılı hayatından üzüntü duyan ve duygulanan Atatürk, çok sevdiği annesinin yadigârı olan bu kimsesiz zavallı

kadını

ertesi günü himayesine aldı. Vasfiye Hanim, Ülfet Hanım­ la b i r l i k t e u z u n s ü r e A t a t ü r k ' ü n ö z e l h i z m e t i n d e ç a l ı ş t ı r ı l ­ dı. Famdöşambr olarak oda hizmeti gördü. Hatta Atatürk'e masaj

yaptı.

V a s f i y e Hanım daha sonra A t a t ü r k ' ü n izniyle Ankara'­ da, D e v l e t D e m i r y o l l a r ı İ d a r e s i n d e n , Gazi

Orman

Çiftliği

istasyon m e m u r u M e h m e t Tahsin Ç u k u r o ğ l u ile e v l e n d i r i l ­ d i . Bu e v l i l i ğ i n i l k y ı l ı n d a d a Ü l k ü d ü n y a y a g e l d i . A t a t ü r k , daha yüzünü g ö r m e d e n adını k o y m u ş , d o ğ u m u haber c a « V a s f i y e ' n i n ç o c u ğ u n u n adı Ü l k ü o l s u n , » Ü l k ü , Gazi İ s t a s y o n u n d a

kasvetli,

küçücük bir

d o ğ m u ş t u . A n n e s i , Ülkü'yü iki aylıkken Çankaya g ö t ü r d ü . A t a t ü r k , adını

koyduğu bebeği

alın­

demişti. evde

Köşküne

annesinin

kuca­

ğında g ö r ü n c e k a l k t ı , kucağına aldı. Bir baba ş e f k a t i y l e s e ­ v i p o k ş a d ı . S o n r a « Ç o c u k ne g ü z e l ş e y . D e m e k biz d e b ö y ­ le i m i ş i z , b ü y ü m ü ş ü z , »

dedi. O akşam Sabiha

Gökçen'e


318

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Ül!<ü'yü s o r a n A t a t ü r i < , e v e ciönciül<ierini ö ğ r e n i n c e

mama

p a r a s ı olaral< çiftlil<tel<i e v i n e y ü z l i r a y o l l a d ı . Atatürk, İstanbul

gezisinden dönerken

Gazi

İstasyo­

nunda O'nu karşılayanlar arasında altı aylık IJlkü de

var­

dı. O kalabalığın içinde çocuğu görünce dayanamayıp

an­

nesinin

kucağından

almış, Ankara

dek kompartımanda

İstasyonuna

gelinceye

s e v i p o k ş a m ı ş t ı . IJlkü d e O ' n a

çok

ısınmıştı. Boynuna sarılıp öpüyor, mendil cebinden

sarkan

saati kulağına götürerek tiktaklarını dinliyor, sonra

kordo-

nuyla oynuyordu. A t a t ü r k , o kadar alışmıştı ki, bir gün g ö r m e s e

«Geti­

rin bana IJIkü'yü,» d i y e arayıp s o r a r d ı . Ü l k ü , bir b u ç u k y a ­ şına g e l m i ş t i . A t a t ü r k —

İ s t a n b u l ' d a b u l u n u y o r d u . Bir

«Babasından izin alsın, Vasfiye Ülkü'yü

gün:

getirsin,»

diye haber saldı. V a s f i y e H a n ı m da Ü l k ü ' y ü İstanbul'a g ö t ü r d ü . A t a t ü r k , Ülkü'yü görünce kendi

çocuğuymuş

gibi

ona sarıldı.

O

g ü n d e n s o n r a da y a n ı n d a n a y ı r m a z o l d u . H a t t a Ege v a p u ­ ruyla yapılan Antalya gezisine Ülkü'yü de beraberinde gö­ türdü. Ülkü'nün yarım yamalak sözcüklerle konuşması Ata­ türk'ün

çok hoşuna

giderdi. Onun tüm

hareketlerinden

hoşlanırdı. Küçük çocuk sevmeyen A t a t ü r k ' ü n çocuk Ülkü'dür

ilk

sevdiği

diyebilirim.

Atatürk kucakta

çocukları sevmez, anlamı

şeylerin kendisini ilgilendirmeyeceğini

olmayan

söylerdi. Ülkü dört

yaşına gelince anlam taşıyan sevimli bir yaratık

olmuştu.

A t a t ü r k : « B i r kız ç o c u ğ u a c a b a b e n i m t e r b i y e m a l t ı n d a n a ­ sıl yetişebilir?

Bu ç o c u k l a i l g i l e n i r s e m , T ü r k u l u s u n a y a ­

raşır m o d e r n , faziletli bir Türk kadın t i p i n i y a r a t a b i l i r yim?» diye

mi­

düşünüyordu.

Atatürk'ün Ülkü'den

b a ş k a ç o c u k l a r l a da

ilgilendiği

o l u r d u . A f e t İnan'ın kardeşi A y l a , biraz daha büyükçe ya­ ş ı y l a A t a t ü r k ' ü n kızı i ş l e m i n i g ö r ü r d ü . A y l a ' n ı n yakından ilgilenir, ödevlerini düzelttirirdi.

durumuyla


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

319

Bir g ü n İ s m e t p a ş a Kız E n s t i t ü s ü n d e ç o c u k

bahçesini

g e z e r k e n : «Biz ç o c u k l a r ı n i ç i n s e v e r i z ? » d i y e b i r s o r u s o r ­ m u ş , h e r k e s b i r ş e y s ö y l e d i k t e n s o n r a da k e n d i sini şöyle açıklamıştı: «Çocukları

düşünce­

severiz. Çünkü

çocuk

bizim devamımızdır. Her çocukta biz ebediyete d o ğ r u uza­ nıp g i t m e i s t e ğ i m i z i İşte A t a t ü r k ' ü n

buluruz.» büyük bir zekâ bulduğunu

söylediği

Ü l k ü s e v g i s i , b u d ü ş ü n c e y e b a ğ l a n a b i l i r . Z a m a n z a m a n «bu çocuğu kendi

elimle

yetiştirmek

isterim,»

demesi

bunu

doğrulamaktadır. Küçük

Ülkü, Dolmabahçe'de

bulunduğu

zamanlar

nından hiç ayrılmaz, « A t a t ü r k ' ü m , seni ö z l e d i m , gel

ya­ yanı­

ma,» dediği zaman her işini bırakıp, Ülkü'nün yanına

ko­

ş a r d ı . O n u n y a n ı n d a a d e t a çocuklaş4rdı. Ö y l e s e r b e s t

bir

eğitim sistemi uygulanıyordu ki, çocuğun her istediği ye­ r i n e g e t i r i l i y o r d u . Bu y ü z d e n Ü l k ü o l d u k ç a ş ı m a r m ı ş t ı . B i r gece Dolmabahçe'de yemek run yanında duran Ülkü, —

salonunun solundaki

korido­

bağırarak:

«Atatürk'üm, gel çabuk gel. Gelmezsen tepinirim,

y e r l e r e yatarım,» d e m i ş t i . A t a t ü r k de sofradan kalkıp, Ü l ­ kü'nün elinden tutarak getirip yanına o t u r t m u ş t u . Ülkü büyüdükçe ve konuşmağa başladıktan sonra A t a ­ t ü r k ' ü n daha çok ilgisini ç e k m i ş , onunla oyalanmağa baş­ l a m ı ş t ı . Gazi

Orman

Çiftliğine

her gelişinde

nına getirtir, onun ç o c u k s u sözlerini

Ülkü'yü ya­

hazla d i n l e r , b i r b ü ­

y ü k a d a m m ı ş gibi ona ö n e m v e r i r , bazen o t o m o b i l i n e

alıp

yanma oturtur, arkadaşıymış gibi konuşurdu. Beş b u ç u k y a ş ı n a d e k ç o c u k l u ğ u A t a t ü r k ' ü n d i z l e r i d i ­ binde geçen Ülkü güzel bir çocuk sayılmazdı. Elmacık ke­ m i k l e r i ç ı k ı k g e n i ş b i r y ü z ü , ö n ü p e r ç e m l i k ı s a , düz s i y a h saçları vardı. Fakat A t a t ü r k ' ü n kalbinde k i m s e n i n

alamıya-

cağı bir yer elde e t m i ş t i . Bir gün bahçede A t a t ü r k ' ü n ç i ­ menler üzerinde oturduğunu gören Ülkü koşa koşa g e l m i ş : «Kalk A t a t ü r k ç ü ğ ü m , çimenlere oturma, hasta

olacaksın,»


320

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

d e m i ş t i . Bu i ç t e n s ö y l e y i ş A t a t ü r k ' ü n «ne hassas ç o c u k , k i m o l d u ğ u m u

çok hoşuna

gitmiş

b i l m e d e n b e n i n a s ı l da

düşünüyor,» demişti. A t a t ü r k ' ü n uyku saati geçtiği zaman Ülkü yatak oda­ sının kapısı önüne rırdı. Erken

gider, gürültü

patırtı yaparak

kalkması gerektiği sabahlar,

uyandı­

uyandırmaktan

çekindikleri zaman Ülkü'yü ileri sürerler, ona

kızmayaca­

ğını b i l d i k l e r i n d e n «haydi g i t kaldır,» d e r l e r d i . O da gider «Çok u y u d u n A t a t ü r k ç ü ğ ü m , haydi kalk, bak güneş çıktı,» d i y e u y a n d ı r ı r d ı . A t a t ü r k , ç o c u ğ u n b u m a s u m i s t e ğ i n e kız­ maz, hoşgörüyle

karşılardı. Atatürk'ü

uyandırmak yürekli­

liğini — g ö r e v l i l e r i n d ı ş ı n d a — yalnız Ülkü

gösterebilmiştir.

Ü l k ü , A t a t ü r k ' ü n her şeyiyle ilgilenir, kravatını düzel­ tir, yakasına çiçek takar, terliklerini taşır,

ayakkabılarının

tozunu alırdı. Hatta bir gün o zaman çok moda olan sarı ayakkabılarını aşağıda bulduğu boya ile siyaha boyayıve"m i ş . H e r k e s i bir telâş ve korku aldığı bir sırada ellerini simsiyah

gören Atatürk'ün

rusuna «Atatürkçüğüm, yakıştıramadım O'nu bir hayli

«ne oldu

Ülkü'nün

böyle?»

sarı ayakkabıları siyah

da s i y a h a

boyadım,» diye

so­

elbisene

karşılık

verip,

güidürmüştü.

Ülkü dansa çok meraklıydı. Atatürk'ün dansı sevdiği­ ni bildiği için

yanında eteklerini yana açarak

öğrendiği

dansları yapar, büyük adamı eğlendirmeğe çalışırdı. Tanın­ mış bir sanatçıyı taklit etmek Ülkü'nün başlıca hüneriydi. A t a t ü r k , en çok Z e y b e k v e Kazaska oyunlarını s e v e r , Ü l kü'ye de

bunları

oynatırdı. Ülkü

hüherleriyle Atatürk'ü

âdeta

bazen coşar,

mestederdi.

gösterdiği

Nereden

ezber-

l e m i ş s e e z b e r l e m i ş , Ülkü hiç durmadan «anasını i s t e m e m , k ı z ı n ı da v e r bana,» ş a r k ı s ı n ı s ö y l ü y o r , A t a t ü r k d e

keyifli

zamanlarında ona bu şarkıyı tekrarlatıyordu. Ülkü'nün

her

istediğini yerine getirmek isteyen Atatürk, onun artist o l ­ m a k i s t e y i ş i n i , «daha ç o k küçüksün,» diye geri

çevirmiş-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI \D\U

321

t i . Eğer Ü\kQ b i r a z b ü y ü k o l s a y d ı , o n u t i y a t v o o k u \ u n a v e r ­ mesi i ş t e n b i \ e d e ğ i l d i . 1937 y a ş ı n d a Ü l k ü h a s t a l a n m ı ş , D o l m a b a h ç e S a r a y ı n ­ da p a r a t i f o d a n y a t ı y o r d u . F l o r y a K ö ş k ü n d e k a l a n her g ü n D o l m a b a h ç e ' y e

Atatürk,

gidiyor, doktorların geçici

hasta­

lıkla t e m a s ı m i s t e m e d i k l e r i h a l d e , t a v s i y e l e r i n e a l d ı r m a y a ­ rak y a n m a g i r i y o r , s a ğ l ı k d u r u m u y l a y a k ı n d a n

ilgileniyor­

du. H a s t a l ı k n e d e n i y l e o n a d ü ş k ü n l ü ğ ü i y i c e a r t m ı ş t ı . Ba­ şına t o p l a d ı ğ ı

doktorlara «bu çocuğa bir şey olursa

ben

y a ş a y a m a m , ne yaparsanız yapın, b u n u kurtarın,» d i y o r d u . Ülkü'nün yanına önce A t a t ü r k girer, onun moralini y ü k s e l t ­ tikten sonra

yanındakiler de

peşinden Ülkü'yü

ziyaret

ederlerdi. Son zamanlarında

gezdiği birçok yere Ü l k ü s ü n ü

beraber götüren A t a t ü r k , onu halk arasında

de

söyletmekten

b ü y ü k haz d u y u y o r d u . A t a t ü r k , h a s t a l ı ğ ı s ı r a s ı n d a da Ü l k ü ' y ü y a n ı n d a n ayırm a m ı ş t ı . İlk k o m a d a n d ö r t g ü n s o n r a Ü l k ü ' y ü i s t e m i ş , y a ­ tağına oturtup, yanağını okşadıktan —

«Cumhuriyet

sonra:

Bayramı yaklaştı. Ankara'ya

gidin.

Ülkü Bayramı görsün,» d e m i ş t i . Ülkü bir t ü r l ü ayrılmak i s t e m e m i ş , A n k a r a ' y a istemediğini —

gitmek

söyleyerek:

«Atatürkçüğüm, sen

de gel. Bayramı beraber

relim» demiş, boynuna sarılarak ağlamıştı. A t a t ü r k , nün ağlayışına çok üzülmüş ve gözleri dolu dolu —

«Ben

de

arkanızdan

hiç bir zaman g i d e m i y e c e ğ i n i

geleceğim,»

olarak:

demişti.

Fakat

biliyordu. Bunu sırf

çocuk

üzülmesin diye söylemiş olacaktı. Ülkü Ankara'ya

döndük­

ten sonra A t a t ü r k her gün Nesip Efendiye telefon

ettirip

«Ülkü nasıl?» d i y e s o r d u r m u ş , annesinin çocuğa iyi masını

gö­

Ülkü'­

bak­

tenbihlemişti.

Bir gün Savarona yatında ü z e r i m d e r e s m i e l b i s e m o l ­ duğu halde

trabzanlardan

kayarak eğleniyordum.

Yanlış F: 21


322

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

anlaşılmasın, y i r m i altı yaşındaki koca adam, çocuklar gi­ bi trabzandan aşağı kayıyor, kendi k e n d i m e oyun

oynuyor­

d u m . S a a t y i r m i b i r s u l a r ı n d a y d ı . G e c e n i n b u s a a t i n d e be­ n i m trabzandan k a y ı ş ı m ı , bir kenara g i z l e n m i ş olan Ülkü, büyük bir merakla seyrediyormuş. Elleri arkasında karşıma dikildi. Hareketimi

geldi,

a n l a ş ı l a n ç o k g a r i p s e m i ş ola­

cak ki: —

« C e m a l E f e n d i , s e n h e m ş e f , h e m d e ( e l i y l e kaçık

işareti yaparak)

biraz böylesin,»

dedi.

Benim de ç o c u k l u ğ u m t u t t u . Çocukla bir o l d u m ; e l i m ­ le b e n d e o n a ( k a ç ı k )

işareti yaparak:

«Öyleyim ama, ben çok büyük adamım,» dedim.

«Atatürk'ten de

«Tabiî, o b e n d e n s o n r a g e l i r . »

mi?»

Karşımdaki alt tarafı beş yaşında çocuk. Şakadan an­ lar m ı ? Ayaklarını yerlere vurup, ter ter —

tepinerek:

« S ö y l i i i i c e m , i ş t e söyliiicem...» d i y e bağırıp çağır­

mağa başladı. Sonra koşa koşa salona sından s e ğ i r t t i y s e m de

doğru gitti. Arka­

yetişemedim.

Gidip aramızda geçen konuşmayı bir bir A t a t ü r k ' e ye­ tiştirmiş. Atatürk —

de:

«Çağırın bakalım

şu büyük adamı,

görelim,» de­

miş. Ben h e m e n b a ş t a r a f a

koştum. Kimsenin

bulamıyaca-

ğ ı b i r k ö ş e y e s i n d i m . A s ı l k o r k u m , « b ü y ü k a d a m » lık t a s layışımdan değildi. Üzerimde

resmî kamara m e m u r u

f o r m a m vardı. Kayarken e l b i s e m i n sarı madeni

üni­

düğmele­

ri, yeni alınan Savarona'nın o canım maun trabzanmı boy­ dan boya çizmiş. Olay meydana çıkarsa ne cevap verece­ ğ i m , diye düşünüyordum. Bereket üzerinde duran olmadı. Bir gün sonra Kemal yaptırılması için

Gedeleç, maun üzerindeki

mefruşatçı

Psalti'ye

çiziklerin

baş v u r d u . «Yapıl-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

323

maz» d e n d i . S o n r a a n l a m a y a n b i r a d a m g e l d i . G ü z e l i m m a ­ unları b e r b a t e t t i . Atatürk öldüğü zaman Ülkü beş buçuk yaşındaydı. O z a m a n l a r Gazi Ç i f t l i ğ i n d e o k u l a y a k ı n o l s u n d i y e A t a t ü r k ' ­ ün y a p t ı r m ı ş o l d u ğ u e v d e o t u r u y o r l a r d ı . Ü l k ü k a y ı t s ı z o l a ­ rak o k u l a g i d i y o r d u . Z a t e n i l k o k u l u d a ç i f t l i k t e o k u d u . A t a ­ t ü r k , v a s i y e t n a m e s i n d e ö b ü r « m a n e v i e v l â t l a r ı » na o l d u ğ u gibi Ü l k ü ' y e d e a y l ı k b a ğ l a m ı ş t ı . O z a m a n ı n p a r a s ı y l a a y ­ da 200 l i r a o l a n b u p a r a , s o n r a d a n g ü n ü n h a y a t k o ş u l l a r ı ­ na u y u l a r a k

1 Ocak

1957 y ı l ı n d a 400 l i r a y a ç ı k a r ı l d ı .

E r e n k ö y Kız L i s e s i n d e o k u y a n Ü l k ü , s o n r a d a n monu Senatörü olan ü s t e ğ m e n Fethi Doğançay'la

Kasta­ evlendi.

A h m e t adlı bir o ğ l u o l d u . G e ç i m s i z l i k n e d e n i y l e ilk den yatını

ayrılan

Ülkü,

birleştirdi

ikinci ve

kez

bu

olay

e l e ş t i r i l e r e yol açtı. Ü l k ü , bu

Musevî basında

asıllı o

biriyle zaman

e v l i l i ğ i de y ü r ü t e m e d i

eşin­ ha­ sert ve

ü ç ü n c ü kez ç i f t ç i N e j a t Ö z e n e k ' l e y u v a k u r d u . İ l k e ş i n d e n olan o ğ l u A h m e t , A l e k s i adlı bir İngiliz kızıyla e v l e n d i . Vas­ fiye Hanımla kocası oturmaktadır.

şimdi

İstanbul'da

Kartal,

Cevizli'de


ÇAMAŞIRLARINI

DAĞITIYOR

A T A T Ü R K ' ü n s o n y ı l b a ş ı s ı . 1937'yi 1938'e bağlayan yıl­ başı gecesini, nedense içine kapanarak g e ç i r m e k

istemiş­

t i . B e l k i d e s o n y ı l b a ş ı n ı y a ş a d ı ğ ı i ç i n e d o ğ m u ş t u . O za­ manki Dışişleri Bakam Tevfik Rüştü A r a s , Köşkte bulunu­ yordu. Kütüphaneye —

çağırttı:

« D o k t o r , b e n b u g e c e b i r t a r a f a ç ı k m a y a c a ğ ı m . Sen

d e h e r h a l d e s u a r e g ö r m e k t e n b ı k m ı ş s ı n d ı r . Y ı l b a ş ı n ı bu­ rada geçiririz,»

dedi.

Tevfik Rüştü Aras'ın yüzünde bir sevinç halesi dalga­ landı. Böyle bir şeyi aklından —

geçiriyordu:

«Sevinç d u y a r ı m Paşam,» d i y e karşılık

verdi.

O gece herkes eğlenirken. Cumhurbaşkanıyla

Dışişle­

ri Bakanı baş başa v e r m i ş l e r , yılın olaylarını v e

gelecek

yılda yapılacak i ş l e r i g ö r ü ş ü y o r l a r d ı . Bu ağır çalışma ki daha da s ü r e c e k t i . O sırada

yanlarına Kavalalı

bel­

İsmail

Hakkı gelince konuyu değiştirip, günün olaylarına sözü ge­ tirdiler. Havadan sudan konuşmağa

başladılar.

G e c e n i n y a r ı s ı n a d o ğ r u y a t a k o d a s ı n a g e ç i l d i . Başka y a p a c a k iş k a l m a m ı ş g i b i A t a t ü r k ' ü n e l b i s e v e ç a m a ş ı r d o ­ laplarını birlikte gözden geçirmeğe

başladılar.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Atatürk, elbiselerini,

325

çamaşırfarını ara sıra ç o k s e v ­

diği kimselere dağıtırdı. O gece de öyle yaptı. Elbiselerin­ den, gömleklerinden, kravatlarından —yılbaşı hediyesi ola­ rak— dağıttı. Tevfik Rüştü

Aras, teşekkür ettikten

sonra

şunları

söyledi: —

«Paşam, mendilden

nizi bize

ayakkabıya

vermekten hoşlanıyorsunuz.

kadar

giyecekleri­

Keski

b i r ay

aklımıza geleydi de, bütün giyeceklerinizi yeniden l a s a y d ı k . Bu g e c e b a ş k a seydik.

Elbiselerinizi,

arkadaşları da çağırıp

gömleklerinizi

aramızda

önce ısmar-

sevindirkapışsay-

d ı k . Bu g ü z e l y ı l b a ş ı g e c e s i n i n a n ı s ı o l a r a k s i z d e n b i r ş e y ­ ler taşısaydık ne iyi olurdu,»

dedi.

Atatürk de bakanın bu sözlerine —

katıldı:

«A doktor, bunu niçin daha önce düşünüp

söyle­

m e d i n ? » d i y e iç g e ç i r d i . Tevfik

Rüştü A r a s , bu s ö z l e r i n d e n dolayı

üzüldüğünü

gördüğü Atatürk'ü teselli etmek istercesine şöyle

karşılık

verdi: —

«Zararı yok Paşam. G e l e c e k yıl b ö y l e yaparız.»

A t a t ü r k bu söz üzerine uzun d ü ş ü n d ü . A r a d a derin bir sessizlik o l d u . Ne söyleyeceğini

merak ediyorduk.

Sonra

hepimizi taş gibi donduran şu sözleri yavaşça fısıldadı: —

«Bakalım gelecek yıla yaşayacak

mıyım?»

Ortalığı d e r i n bir hüzün kapladı. K i m s e ağzını açıp bir söz edemedi. A t a t ü r k de istemeyerek çevresini anlamış olmalı ki, hemen kasvetli

üzdüğünü

havayı şu sözlerle da­

ğıttı: —

«Yılbaşı gecesi

lim ve

konuşmayalım.»

Atatürk

böyle kederli

bu sözlerini

gömleklerinden

perçinlemek

şeyler

düşünmeye­

istercesine

Tevfik Rüştü Aras'a uzatarak:

da a l . Yazın Yalova'da beraber giyeriz,»

yazlık

«Bunlardan

diyordu.


326.

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Atatürk'ün cömertliği üzerindeydi., O gece

gömlekten

başka pijama bile v e r d i . A t a t ü r k , acaba «gelecek yıla

bakalım yaşayacak m ı ­

yım?» derken, ölümün yaklaştığını içinde duymuş Öyle olmasaydı, o sevinçli

yılbaşı

muydu?

gecesi, içimizi

karar­

tan o kötü düşünceyi ortaya atar mıydı? Bir başka gece yine Ankara'da eski köşkte ün elbiselerini yakınlarına

Atatürk'­

dağıttığını hatırlarım. Anılarla

dolu bir geceydi. İsmet İnönü, Cevat Abbas, Topçu

İhsan

falan vardı sofrada. Atatürk'ün

neşesine

diyecek

Gülüyor, şakalaşıyor, çevresine

mutluluk

saçıyordu:

yoktu.

« K i m s e y i ç a ğ ı r m a y a l ı m da b u g e c e b a ş b a ş a

lım. Başımızı d i n l e y e l i m .

Biz b i z e o l a l ı m , »

kala­

diyordu.

A t a t ü r k ' ü n bu n e ş e l i h a l i n d e n y a r a r l a n m a k i s t e y i p , f ı r ­ sat bu fırsattır d i y e n C e v a t A b b a s : —

«Paşam, senin

İstanbul'dan

getirdiğin

gıcır

gıcır

elbiseler gardropta güvelenip gidecek. Şunları ver de, ço­ luk çocuğa d a ğ ı t a y ı m . Elbise e l b i s e d i y e kaç g ü n d ü r

ba­

şımın etini yiyorlar,» dedi. A t a t ü r k bu sözleri duyunca g ü l m e ğ e başladı: —

«Çoluk ç o c u k anlaşılan sözün g e l i ş i . Beni m i

dırıyorsun. Elbiseleri ya kendin sın,»

g i y e c e k s i n , ya

kan­

satacak­

dedi. Sonra gardroptaki

Abbas'ın önüne —

elbiseleri getirtti.

Hepsini

Cevat

sürerek:

« B e ğ e n , b e ğ e n a l . H e r z a m a n b ö y l e o l m a m . Bu g e ­

ce c ö m e r t l i ğ i m tuttu,»

dedi.

C e v a t A b b a s da e l b i s e l e r i n i ç i n d e n a l a b i l d i ğ i k a d a r a l ­ dı. Ertesi günü bunları çoluk çocuk dediği kişilere

dağıttı

m ı , dağıtmadı m ı , pek b i l e m i y o r u m . Fakat bu şık v e paha­ lı e l b i s e l e r

Cevat Abbas'ın

üzerinden

pek eksik

A t a t ü r k , 1929 y ı l ı n d a Y ü k s e k A s k e r i verdiği bir akşam yemeğinden sonra —

«Benim artık

askerliğim

Şura

olmadı. üyelerine

konuşurken:

kalmadı,»

diyerek

askerî


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM elbise

ve teçhizatını g e t i r t m i ş , her birini

hatıra olarak

327 Şura

üyelerine

dağıtmıştı. Yakasında mareşal arması

olan

peleriniyle, süvari kolordusunu Ilgın'da teftiş ederken tak­ t ı ğ ı i ş l e m e l i g ü m ü ş k ı l ı c ı v e a l t ı n i ş l e m e l i h a n ç e r i de O r ­ general Fahrettin Altay'a vermişti.


AFGAN KRALININ

ATATÜRK

siyasî

GELİŞİ

d o s t l u l < l a r a b ü y ü k ö n e m v e r i r d i . Bu

yüzden yurdumuza gelen yabancı devlet büyüklerinin lanması

için hiç bir şeyden kaçınılmamasmı

Eski A f g a n i s t a n tarihinde

Kraliçe

Kralı

rih ve coğrafyasını

E m a n u l l a h H a n 20 M a y ı s

Süreyya

geldi. Kralın gelişinden

ağır­

isterdi.

Hanımla

beraber

1928

yurdumuza

önce Atatürk, günlerce Afgan ta­

incelemiş, o zamanki Umumî

Kâtip

H i k m e t Bayur'u da bu konuda bir e t ü t hazırlamakla

görev­

l e n d i r m i ş t i . Ö t e d e n beri adetiydi. Yabancı bir d e v l e t ada­ mı mı gelecek? Hemen o ülkenin tarihi, coğrafyası, sosyal hayatı, hakkında bilgi toplar, onların bile bilmeyeceği leri öğrenir, konuklarını şaşkına çevirir, hayran Emanullah

Han, Ankara'ya

şey­

bırakırdı.

gelen ilk hükümdar

oldu­

ğu için bu ziyarete büyük ö n e m v e r i l i y o r d u . Han, T ü r k i y e ' ­ ye Rusya'dan gelecekti. Atatürk, Orgeneral tay'ı

Kralın, eşini de Kraliçenin

tı. Korgeneral Naci

Fahrettin

mihmandarlığına

Eldeniz ile eşi de ikinci

Al-

atamış­

mihmandar­

lardı. Bizim mihmandarlar pol'a giderken Başbakan

Kralı karşılamak üzere

Sivasto­

İsmet İnönü Fahrettin

Paşaya


MMÜRK'ÜH

şöyle

UŞAĞ\ \D\M

diyordu: «Aigan Kral\n\n hali

^23

elverişli

görülürse

Atatürlc s e n i A f g a n i s t a n ' a g e n e l k u r m a y başkanı v e başku­ mandan y a p m a k istiyor.» Fakat Fahrettin A l t a y , kendi d u ­ rumunun

elverişli olmadığını ileri

edemiyeceğini

bildirdi. Etmedi

sürerek bu işi kabul

a m a 1934 y ı l ı n d a

İran-Af-

gan sınır anlaşmazlığında h a k e m olarak Musaabad'a d e r i l d i . Sonunda Altay'ın hazırladığı rapor

uygun

ve i k i h ü k ü m e t de Türkiye'ye sınır anlaşmazlığını tiği için teşekkürlerini

gön­

görüldü hallet­

bildirdiydi.

Kralı almağa Sivastopol'a giden İzmir vapuru m i h m a n ­ darlar takımı, protokol

memurları, yaverler,

tercümanlar,

gazete muhabir ve fotoğrafçılarıyla d o l u y d u . Peyki v e P e y k i Ş e v k e t t o r p i d o l a r ı da v a p u r a e ş l i k Ruslar, S i v a s t o p o l ' a

Satvet

ediyorlardı.

gelen Türkleri büyük bir

törenle

karşıladılar. Hatta karşılayıcılar arasında Rusya'nın A n k a ­ ra b ü y ü k e l ç i s i K a r a h a n da b i z i m b ü y ü k e l ç i T e v f i k B ı y ı k o ğ lu bile bulunuyordu. Gece Orduevinde de büyük bir ziya­ f e t v e r i l d i . Ertesi gün Kral v e

Kraliçe

Süreyya'yı

alarak

S i v a s t o p o l ' d a n ayrıldık. Ruslar savaş g e m i l e r i v e 38 u ç a k ­ la İ z m i r v a p u r u n u g e ç i r d i . K r a l a s k e r g i y i n i y o r d u . Kara bıyıklı, kara

olduğu halde

sivil

gözlü, esmer, yakışıklı

bir

adamdı. A v r u p a l ı l a r gibi açık g i y i n e n K r a l i ç e ise nazik v e güzeldi. Annesi Şamlı olan Kraliçe Türkçe bildiği ve m e ­ ramını anlatabildiği halde Farsça konuşmayı t e r c i h

ediyor­

du. Yolculuk

şekilde

boyunca Kral ve Kraliçe

gazetecilerle görüşüyor, bol bol Kral, Kraliçeye

samimi bir

fotoğrafları

çekiliyordu.

karşı çok nazikti. Tercümanlık

yapıyordu.

Eğlenceli bir ş e k i l d e g e ç e n y o l c u l u k t a n sonra Boğaz'a yaklaştığımız zaman bizim donanma ve uçaklar

karşılayı­

cı çıktılar. İstanbul V a l i s i M u h i t t i n Ü s t ü n d a ğ , donanma ko­ mutanı ve amiraller vapuru çıkarak Kral v e Kraliçeyi s e ­ lâmladılar.

Boğaz'ın kıyısına dizilen

halk, konukları

men­

dil sallayarak karşılıyordu. Vapur Haydarpaşa önünde de­ m i r l e d i . Özel trene binilerek Ankara'ya hareket

edildi.


330

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Emanulialı Han Anl<ara'ya g e l i ş i n d e eşi

bir törenle

karşılandı. Her taraf donanmış,

görülmemiş, yer

yerinden

oynuyor. A t a t ü r k ' l e Kralın kırk yıllık dost gibi sarmaş do­ laş o l m a s ı h e r k e s i h e y e c a n l a n d ı r m ı ş t ı . Pek az d e v l e t a d a ­ mına yapılan bu içten gelen

sevgi gösterisi

karşısında

Emanullah Han çok d u y g u l a n m ı ş t ı . Tören v e a s k e r i n şi, halkın selâmlanmasmdan

tefti­

sonra Çankaya'da, Krala

ay­

rılan Köşke g i d i l d i . K r a l v e K r a l i ç e b i r h a f t a k a d a r A n k a r a ' d a k a l d ı l a r . 27 Mayısta yine karşılanışında olduğu

gibi çok tantanalı

t ö r e n l e Kral ve Kraliçe

uğurlandı. Kralın Ata­

İstanbul'a

bir-

t ü r k ' e çok bağlı ve hayran olduğunu g ö r m ü ş t ü m . Atatürk'­ ün ö l ü m ü n d e artık Kral olmadığı halde İstanbul'a Dolmabahçe'den

Sirkeci'ye

kadar gözleri yaşlı

gelmiş,

cenazenin

arkasından y ü r ü m ü ş t ü . Sonradan kendisi de İtalya'da

ha­

yata gözlerini y u m d u . Kral ve Kraliçenin

İstanbul gezisi de yine

törenlerle

geçti. Güzel Sanatlar A k a d e m i s i n i gezisi sırasında bir atöl­ y e d e ö ğ r e n c i l e r çırılçıplak bir kadın m o d e l i n r e s m i n i pıyorlardı. K r a l i ç e bu z i y a r e t e

katılmadı. Kral ise

ya­

çıplak

kadına başını bile ç e v i r i p b a k m a d ı . A f g a n K r a l ı K u r b a n B a y r a m ı n ı da İ s t a n b u l ' d a g e ç i r m i ş ­ t i . Kendisine Tarabya Konak O t e l i n d e bir öğle y e m e ğ i ve­ rildi. Hürriyet-i Ebediye Tepesinde yapılan bir geçit t ö r e ­ ninden sonra yine İzmir vapuruyla ve kendisini almağa g i ­ den mihmandarlarla

birlikte Batum'a yolcu

edildi.

Kral g i t t i k t e n sonra bir gece sofrada A t a t ü r k , tin Altay'a, yolculuk

sırasındaki

izlenimlerini

Fahret­

sordu

ve

« K r a l ı n a s ı l b u l d u n ? » d i y e s o r d u . O da « i y i b i r a d a m a b e n ­ z i y o r . F a k a t i d a r i t e c r ü b e s i b i r a z az g a l i b a . K e n d i s i n e

de

fazla güveniyor. Polatlı yakınlarında kendisine Sakarya Sa­ vaşımız hakkında bilgi v e r m e k meyip, kendi

i s t e d i m , fakat beni

dinle­

İstiklâl Savaşlarını övmeğe başladı. Yaptık-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDlM

larıyla övünen bir adam gibi geldi bunun üzerine başmı —

bana,» d e d i .

331

Atatürk,

sallayarak:

«Öyledirler, öyledirler,» diye karşılık verdi.


A Ğ L A Y A N KRALDAN NASIL KAÇTIK

TÜRKİYE'yi z i y a r e t i n d e n altı ay s o n r a , E m a n u l l a h H a n k r a l l ı k t a n d ü ş m ü ş , eşi Süreyya'yı da yanına alarak yurdumuza g e l m i ş t i . Fakat değerbilir A t a t ü r k , aynı yerde,

Gazi İ s t a s y o n u n d a

karşılamış,

tekrar

Kralı

yine

otomobiline

b i n d i r e r e k A n k a r a Palas O t e l i n e k o n u k e t m i ş t i . E m a n u l l a h Han'a kralken ne y a p ı l m ı ş s a , o zaman da aynı şey y a p ı l ­ mıştı. Türkiye'ye

gelişinin

ikinci

gecesi

Emanullah

Han

onuruna

K ö ş k t e y i r m i d ö r t k i ş i l i k b i r y e m e k v e r i l d i . Eski

Çankaya

Köşkünde sofradaki

görüşmeler

uzadıkça

uzadı.

Hoşbeşten sonra nihayet A t a t ü r k Krala sordu: —

«Nasıl oldu

memleketinizi terk

sizin bu işiniz? etmek zorunda

Sizi düşürdüler

ve

kaldınız?..»

Emanullah Han'ın üzüntü içinde anlattığına göre, k e n ­ disi T ü r k i y e ' d e y k e n Peçe Saki adındaki a m c a z a d e s i , b i r t a ­ kım dedikodular çıkarmış... Afgan Kralı, ülkesine

döndüğü

zaman bir de bakıyor ki, amcazadesi iktidarı ele g e ç i r m i ş . Onun çevresi Kralı tehditle Afganistan'dan çıkarmağa luyor. Zaten çok nazik

olan Kral, savaşmadan

b i r uçakla yurdundan ayrılıp İtalya'ya

zor­

kaçınarak

gidiyor.

A f g a n Kralı, h e m ağlıyor hem de A t a t ü r k ' e

bakarak


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

333

Üzüntüsünü a ç ı ğ a v u r u y o r d u . V a z i y e t çoi< n a z i k t i . B u y a s l ı havayı d a ğ ı t m a k g e r e k t i . Ç o k z e k i v e k u r n a z o l a n A t a t ü r k , bu a ğ l a m a k l ı d u r u m u ö n l e m e k

için olmalı, hemen bir ge­

zi o r t a y a a t t ı . K r a l ı n b u k a d a r g ö z ü y a ş l ı o l d u ğ u n u b i l s e y ­ di, hiç s o r a r mıydı? —

«Yarın biz y u r t t a bir i n c e l e m e gezisine çıkıyoruz,»

dedi. Emanullah Han,

geziye katılmak

ricasında

bulundu.

Fakat A t a t ü r k : —

« M e m n u n i y e t l e . F a k a t b i z i m İç A n a d o l u ' d a y o l l a r ı ­

mız ç o k b o z u k t u r . Z a t i â l i n i z r a h a t s ı z o l u r s u n u z . S i z A n k a ­ ra, y a d a İ s t a n b u l ' d a i s t i r a h a t e d i n i z , d a h a i y i o l u r , » d e d i . Fakat Kral, A t a t ü r k ' ü n

bu jestini

anlamazlıktan

geli­

yor, g e z i y e ç ı k m a i s t e ğ i n i t a z e l e y i p d u r u y o r , g i t m e k t e

is­

rar e d i y o r , h e r ş e y e k a t l a n m a ğ a r a z ı o l d u ğ u n u s ö y l ü y o r d u . A t a t ü r k ' ü razı e d e m i y e c e ğ i n i a n l a d ı k t a n

sonra:

«Her t ü r l ü sıkıntıya dayanırım,» deyince, Atatürk:

«Bizim memlekette

her yere t r e n

yoktur.

Birçok

y e r l e r i m i z e o t o m o b i l b i l e i ş l e m e z . D a ğ l a r a y a e ş e k , y a da katırlarla seyahat

etmek

Hayvan

üs­

edecek hal k a l m a m ı ş t ı . Sofra

geç

tünde hasta olursunuz.» A r t ı k Kralda israr

mecburiyeti

vardır.

dedi.

vakte dek s ü r d ü . Saat üçe doğru Kral ve konuklar mak ü z e r e

ayrıl­

kalktılar. Kral, Atatürk'le öpüşerek vedalaştı.

Ertesi gün gerçekten

böyle b i r gezi o l d u . — b i z i m o

güne dek h a b e r i m i z y o k t u — her zaman gezi olacağı olmazdı. A m a

böyle gece yarısında

v e r i l e n gezi

belli

kararını

hiç h a t ı r l a m a m . Ertesi sabah herkes eşyasını alıp istasyona Köşkte bir ben, bir A f e t

gitmişti.

Hanımdan bir de ahçı

Mehmet

Ustadan başkası k a l m a m ı ş t ı . A t a t ü r k ' e y e m e ğ i n i

verirken

şöyle bir soruyla —

karşılaştım:

«Çelebi Efendi. Dün

akşam

sofrada

Krala

karşı

a y k ı r ı b i r hal o l d u m u ? Y a n l ı ş b i r ş e y y a p m a d ı k y a ? » d e d i .


334

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Bu s o r u y u b a n a n i y e s o r d u ğ u n u b i r

d ı m . Karşılık —

«Çok

t ü r l ü anlayama­

olarak: güzeldi

Paşam. Kırıcı

hiç

bir şey

olmadı.»

dedim. S o n r a n e r e d e n a k l ı m a g e l d i b i l m e m , d u r d u k y e r e bir s o r u da ben O'na s o r d u m : —

«Paşam, Kralın ağlaması benim

v e çok üzüldüm. Büyük yor, değil

çok gücüme

gitti

a d a m l a r ı n d ü ş m e s i ç o k z o r olu­

mi?»

Kısa bir duraklamadan sonra A t a t ü r k : —

«Krallar...

ancak krallar

öyle olur,»

diye

cevap

verdi. Bu c ü m l e n i n a n l a m ı n ı ç o k s o n r a , d ü ş ü n e d ü ş ü n e an­ l a d ı m . B u g ü n d a h a i y i a n l ı y o r u m y a . F a k a t o z a m a n b u ge­ reksiz soruyu neden sorduğuma sonradan pişman ve üzüldüm. Benim neme

oldum

gerekti?

Bu k o n u ş m a d a n s o n r a K ö ş k t e n e n s o n b i z ç ı k t ı k . Tre­ ne binip Konya'nın

yolunu tuttuk. Afgan

Kralı

Emanullah

H a n da a y n ı g ü n İ s t a n b u l ' a h a r e k e t e t t i . O r a d a b i r k a ç gün kaldı.


K O N Y A ' D A BİR O L A Y

DÜŞÜK A f g a n Kralı A m a n u l l a h Han'dan kurtulmak

için

gece y a n s ı karar v e r i l e n ani y u r t gezisinde ilk durak Kon­ ya i d i . K o n y a ' d a A t a t ü r k ' ü n e v i v a r d ı . A k ş a m s o f r a s ı n ı h a ­ zırladık. Başsofracı

İbrahim'le ben hizmet

ediyorduk.

On

kişilik bir s o f r a y d ı b u . Tam sofraya o t u r u l m u ş t u k i , Recep Zühtü ve orada bulunan m i l l e t v e k i l l e r i telâşla —

« A m a n Paşam çok fena,»

«Hayrola, yoksa basıldık mı?

geldiler:

dediler. Neymiş fena

olan?»

Onlar yine aynı heyecanla: —

«Gidiş çok fena, berbat

«Fena o l a n

«Burada

Paşam.»

nedir?»

Komünizm

almış

yürümüş.

Bütün

Konya

Lisesi öğrencileri ve başlarındaki ö ğ r e t m e n l e r i , hatta m ü ­ dürü de b e r a b e r l e r i n e alarak baştan başa K o m ü n i s t o l m u ş . E ğ i t i m i de o y o l d a . Bu hal ne o l a c a k ? » Bu k o n u ş m a y ı a y a k t a d i n l e y e n A t a t ü r k , R e c e p Z ü h t ü ' nün sözlerinin bittiğini anlayınca gülerek sofraya

oturduk­

tan sonra: —

«Canım Padişahlığı i s t e m i y o r l a r

rafı d ü z e l i r . B u n u n k o r k u l a c a k

ya. İşin öteki ta­

nesi var? O da bir

çeşit


336

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Cumhuriyettir,» diye onları yatıştırmağa çalıştı. Konya'da bir iki gün kalıp i n c e l e m e l e r d e

bulunduktan

s o n r a A d a n a ' y a , o r a d a n G a z i a n t e p ' e u ğ r a d ı k . D a h a s o n r a da Yalova'ya

geldik.

Bu a r a d a b i r s ü r e T ü r k i y e ' d e n a y r ı l a n A m a n u l l a h Han, tekrar

İstanbul'a gelmiş ve Atatürk'ü ziyaret etmek

mişti.

O

gün Dolmabahçe

Sarayında

yapılacak

iste­

buluşma­

d a hazır b u l u n m a k i ç i n t o r p i d o y l a Y a l o v a ' d a n h a r e k e t edip İ s t a n b u l ' a g e l d i k . Bu g ö r ü ş m e i k i s a a t k a d a r s ü r d ü . Konuk A m a n u l l a h H a n , k a l m a s ı i ç i n a y r ı l a n y e r e g i t t i . Biz d e t e k ­ rar Yalova'ya döndük. Bu gezi sırasında ilginç bir olay ol­ d u : İ s t a n b u l ' a g e l i r k e n , k ı r k m i l s ü r a t y a p ı y o r d u k . Bu s ü ­ ratin meydana getirdiği dalgaların şiddetiyle A d a kıyıların­ d a b u l u n a n bazı s a n d a l l a r p a r ç a l a n m ı ş l a r d ı . B u n u A t a t ü r k ' e d u y u r u n c a «biz randevuya y e t i ş m e k i ç i n s ü r a t l i geldik. O n ­ ların ne kabahati var. Derhal aratıp

buldurun.

v e r m e k suretiyle zararlarını karşılayın. Bizim zarara uğramasınlar,»

buyruğunu

verdi.

Tazminat

yüzümüzden


J A P O N V E L İ A H T I N A VERİLEN DERS

JAPON veiiahtı Ankara'ya geldiği gün kendisini

garda

fcarşılamak i ç i n D ı ş i ş l e r i b a k a n ı T e v f i k R ü ş t ü A r a s , C u m hurbaşkanlığı U m u m i kâtibi Tevfik Bıyıkoğlu, başyazar Rü­ suhi S a v a ş ç ı v e a s k e r î , m ü l k î e r k â n i s t a s y o n a g i t m i ş l e r d i . Japon

Veiiahtı

trenden

inince

yalnız

İVİareşal

Fevzi

Çakmak'la Dışişleri bakanı Tevfik Rüştü A r a s ' ı n ellerini sık­ mış, ö b ü r l e r i n e p e k i l g i g ö s t e r m e m i ş . Bu h a l T e v f i k v e Rü­ suhi B e y l e r i n ç o k c a n ı n ı s ı k m ı ş . Ç a n k a y a K ö ş k ü n e

geldik­

leri z a m a n A t a t ü r k , b a ş y a v e r i v e T e v f i k B e y i h o l d e

karşı­

ladı. T e v f i k B e y e : —

«Japon v e l i a h t ı n ı

nasıl

buldunuz?»

diye

sorunc:n

Tevfik B e y b i r d e n b o ş a n d ı . İ s t a s y o n d a u ğ r a d ı k l a r ı

muame­

leyi a y n e n a n l a t t ı : —

«Paşam, v e l i a h t bizi adam y e r i n e koyup

bile s ı k m a d ı , »

ellerimizi

dedi.

Bunun üzerine Atatürk: —

«Çok m a ğ r u r olmasınlar. Gurur

iyi bir şey

değil­

dir.» d i y e h e m k a n a a t i n i b e l i r t t i , h e m d e i l e r i g ö r ü ş l ü l ü ğ ü ­ nün b i r ö r n e ğ i n i d a h a v e r d i . N i t e k i m , a r a d a n y ı l l a r

geçtikF: 22


338

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

t e n s o n r a o g u r u r l u , k i b i r l i v e l i a h t ı n k o s k o c a J a p o n İmpa­ ratorluğu, müttefikleri

yok edeceği

girmiş, fakat sonunda

büyük

düşüncesiyle

bir yenilgiye

savaşa

uğramıştı.

V e l i a h t ı n g e l i ş i n d e n b i r s a a t s o n r a M a r m a r a Köşkün­ de bir ö ğ l e n y e m e ğ i v e r i l d i . Veliahta

Gazi O r m a n

Çiftliği

g e z d i r i l d i . A t a t ü r k , V e l i a h t a ç o k n a z i k d a v r a n ı y o r d u . Bu hal beni epeyce üzmüştü. Öyle ya, kendisini

k a r ş ı l a m a ğ a gi­

d e n i l g i l i d e v l e t a d a m l a r ı m ı z ı h i ç e s a y a r a k e l l e r i n i b i l e sık­ m a k i n c e l i ğ i n i g ö s t e r m e y e n b i r i n s a n a , i s t e r v e l i a h t olsun, bu iltifatlar niyeydi?

H â l â bu n e z a k e t e b i r a n l a m v e r e m i -

yordum, A t a t ü r k . J a p o n v e l i a h t m ı n k a b a l ı ğ ı n a i y i d e n i y i y e içer­ l e m i ş t i . Ö y l e y a , d ü n y a n ı n ö b ü r u c u n d a n k a l k , d o s t b i r ül­ k e y e g e l d e . s e n i k a r ş ı l a y a n l a r ı n e l i n i s ı k m a . B u kabalığa incelikle

karşılık

vermek

ve

onu

utandırmak

g e r e k t i . Bu

y ü z d e n A t a t ü r k , v e l i a h t a ç o k n a z i k d a v r a n ı y o r , i l t i f a t edi­ y o r d u . H a t t a z i y a f e t s o f r a s ı n ı n ö z e n l e h a z ı r l a n m a s ı y l a ken­ di

uğraşmıştı. Y e m e k a r a s ı n d a A t a t ü r k , J a p o n t a r i h i n d e n s ö z açmış­

t ı . V e l i a h t a ç e ş i t l i s o r u l a r s o r u y o r , d a h a o n u n k a r ş ı l ı k ver­ mesine meydan bırakmadan, sorusunun kendisi

vererek

veliahtı

hayretten

karşılığını

hayrete

yine

düşürüyordu.

A t a t ü r k , t a r i h t e ünlü Japon savaşlarını sıralıyor, Japon mi­ t o l o j i s i n d e n s ö z e d i y o r , b i r J a p o n k a d a r J a p o n y a ' n ı n coğ­ rafyasından

örnekler

veriyordu. Veliaht, adamakıllı

şaşır­

m ı ş t ı . O y s a J a p o n l a r z e k i o l u r l a r d e r l e r . B i z i m k o n u ğ u n ağ­ zı a ç ı k , A t a t ü r k ' ü n e z b e r e o k u d u ğ u J a p o n ş a i r l e r i n i n

şiir­

lerini d i n l i y o r d u . A t a t ü r k «Japon ş i i r i n i n dünya edebiyatın­ da ç o k b ü y ü k y e r i v a r d ı r , » d i y e ş i i r d i z e l e r i n i a r k a arkaya sıraladıkça, veliahtın şaşkınlığı artıyordu. Veliaht nereden öğrendiniz?» v e hafızasına

diye

«bunları

de soramadı. A t a t ü r k ' ü n

hayran kaldı, adeta O'nun

esiri

oldu.

sanıyorum ki, veliaht, kendi ülkesine ve milletine

bilgi Öyle ilişkin


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

339

birçol< ş e y l e r i , o g e c e y a b a n c ı b i r ü l k e d e , o ü l k e n i n

dev­

let b a ş k a n ı n ı n a ğ z ı n d a n ö ğ r e n m i ş t i . Japon veliahtım şaşırtan olay şöyle o l m u ş t u ; herkesi k e n d i n e

hayran

veliahtının g e l i ş i n d e n

bırakmasını

Japon

gün önce Japonya'ya

ilişkin

bir h a y l i k i t a p k a r ı ş t ı r m ı ş , b i l g i e d i n m i ş t i . V e l i a h t a

bunla­

rı s ö y l e m e y i

birkaç

Atatürk

bilen insandı.

düşünürken, istasyondaki

meydana g e l m i ş . A t a t ü r k anlattığımız ş e k i l d e

ilgi

o can sıkıcı

de Japon konuğumuza gösterip, ülkesine

ilişkin

birçok

soru s o r m u ş v e k a r ş ı l ı ğ ı n ı y i n e k e n d i s i v e r e r e k , o n a ettiği d e r s i i n c e l i k l e a n l a t m ı ş t ı .

olay

yukarda hak-


I R A K KRALİ F A Y S A L ' I N GELİŞİ

I R A K K r a l ı I. F a y s a l ' m A n k a r a ' y a g e l i ş i n d e y i n e hare­ k e t l i g ü n l e r g e ç i r m i ş t i k . Ü ç g ü n k a d a r y u r d u m u z d a konuk kalan Kral, A t a t ü r k tarafından ilgiyle Kral

onuruna

Marmara

Köşkünde

karşılanmıştı. bir ziyafet

verildi.

Bu z i y a f e t t e M e c l i s B a ş k a n ı K â z i m Ö z a l p , b a ş b a k a n İsmet İ n ö n ü , U m u m i k â t i p T e v f i k B ı y ı k o ğ l u , b a ş y a v e r v e bakan­ l a r h a z ı r b u l u n u y o r l a r d ı . Z i y a f e t ç o k s a m i m i b i r h a v a için­ de g e ç t i . Y e m e k t e n sonra. K r a l , Gazi O r m a n gezdirildi. Üç günlük resmi ziyaretten sonra

Çiftliğinde Kral,

trenle

İ s t a n b u l ' a h a r e k e t e t t i . I r a k K r a l ı h i ç d e İ r a n Ş a h ı n a benze­ miyordu. Akşamları

birkaç

meyi unutmuyordu. Özel

k a d e h v i s k i y a da k o k t e y l

iç­

hayatı ç o k s a k i n d i . Kendi halin­

d e g ö r ü n ü y o r d u . Kibar t a v ı r l ı y d ı . Boğazına d ü ş k ü n değildi. Ö r n e ğ i n A f g a n Kralı gibi pilava merakı y o k t u .


VENİZELOS'UN

GELİŞİ

Y U N A N İ S T A N başbakanı Venizelos'un İstanbul'a gelişi oldukça

enteresan

almak, Ankara'yı mı.

oldu. Daha birkaç

kendi

Tanrı, Ankara'ya

dikten

ülkesine

gelmeyi

sonra, askerleri

nasip

denize

yıl önce

katmak

Türkiye'yi

i s t e y e n bu

e t m i ş t i . Fakat

döküldükten

sonra,

ada­ yenil­ konuk

olarak, acı d u y a r a k . Venizelos'un geldiği gün A t a t ü r k , kendisini eski Köşk­ t e k a b u l e t t i . Bu z i y a r e t d o l a y ı s ı y l e a r k a d a ş l a r ı y l a h e r h a n ­ gi bir fikir y ü r ü t t ü ğ ü n ü h a t ı r l a m ı y o r u m . Yalnız sabah g i y i ­ n i r k e n berber IVlehmet'e t a k ı l d ı : —

«Mehmet,

bugün

Venizelos'un

K e n d i s i y l e görüşeceğiz. Buna ne

ayağına

gideceğiz.

dersin?»

A t a t ü r k , b e r b e r i y l e sık sık ş a k a l a ş ı r d ı . M e h m e t bir an düşündükten —

sonra:

« P a ş a m , b e n sfizin y e r i n i z d e o l s a m n e g i d e r , n e d e

görüşürüm. Çünkü o millet, bizim Selâniğimizi

(berber Se­

l â n i k l i y d i ) , t o p r a ğ ı m ı z ı , y e r i m i z i a l d ı . Bu y e t m i y o r m u ş

gi­

bi, bir de Ankaramızı a l m a y a k a l k t ı . Bütün bunlardan s o n ­ ra s i z o n l a r l a d o s t mam.»

gibi

konuşacaksınız.

Ben

olsam yap­


342

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Atatürk, berberinin safça sözlerini dinlerken madı. Hatta onun samimiyetinden —

memnun

bile

h i ç kız­ kaldı.

«Bu m e m l e k e t i ş i d i r . Bu y ü z d e n d o s t o l m a ğ a , d o s t

görünmeye

mecburuz.

Hem

bunu

yapmazsak,

tarih

bizi

affetmez.» A t a t ü r k , işte ilk T ü r k - Y u n a n d o s t l u ğ u n u n

temellerini

o g ü n a t m ı ş t ı . V e n i z e l o s ' l a K ö ş k t e k i g ö r ü ş m e i k i s a a t ka­ dar s ü r d ü . Ertesi gün Gazi O r m a n Ç i f t l i ğ i n d e

konuk onu­

r u n a o t u z k i ş i l i k b i r y e m e k v e r i l d i . Y e m e k ç o k s a m i m i bir h a v a i ç i n d e g e ç t i . Y u n a n B a ş b a k a n ı , A t i n a d a n g e l i r k e n bir sandık şarap hediye g e t i r m i ş t i . A t a t ü r k de ra'dan ayrılırken bir kafes

konuğa Anka­

içinde beyaz renkli

çok

güzel

bir Ankara Kedisi hediye e t t i . Yunanistan başbakanı Venizelos'un ziyaretine, bir süre sonra

o devrin

karşılık

başbakanı

vermiştir.

İsmet

İnönü, Atina'ya

giderek


YUGOSLAV KRALININ

Y U G O S L A V Kralr A l e k s a n d r a , 4 E k i m 1933 günü

bir torpridoyla

istanbul'a

g e l m i ş t i . Kral

GELİŞİ

Çarşamba

geldiği

gün

Dolmabahçe Saraymda A t a t ü r k ' ü ziyaret e t t i . A t a t ü r k . Saraym ünlü salcnlarmdan biri olan Somaki Salonunda

Kralı

kabul e t t i . G ö r ü ş m e d e o zaman Dışişleri bakanı olan Tev­ f i k R ü ş t ü A r a s ' l a u m u m i k â t i p H a s a n Rıza S o y a k d a b u l u ­ nuyordu. Krala ö n c e bir alaturka kahve s u n d u m . Biraz sonra da limonata ve bisküvi g e t i r d i m . Kral çok m e m n u n Teşekkür

ederek

ayrıldı, torpidosuna

kalmıştı.

döndü. Yarım

sonra A t a t ü r k , Sakarya m o t o r u y l a torpidoya giderek

saat Kralın

z i y a r e t i n e k a r ş ı l ı k t a b u l u n d u . Biz d e t o r p i d o y a b e r a b e r g i t ­ miştik.

Onlar

yarım

saat

kadar

biz d e d ı ş a r d a b e k l i y o r d u k .

kamarada

İçerde

görüşürlerken,

Atatürk'e

şampanya

sundular. Bizlere de dışarda birer kadeh ş a m p a n y a , b i s k ü ­ vi, likörlü çikolata ve havyarlı kanapeler verdiler.

Atatürk

görüşmeden m e m n u n olarak

binerek

çıktı. Tekrar

motora

Saraya döndük. O gece Sarayda kırk kişilik

kadar bir z i ­

yafet verildi. Kralın ziyaretine

verildiğinden

midir

nedir, Tokatlıyan

büyük

Otelinden

önem

garsonlar ve

yemekler


344

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

g e l m i ş t i . Y e n i l d i , i ç i l d i . Bilinen nutuklar ç e k i l d i . Hatırlarım çok

hoş

bir geceydi. Herkesin

yüzünden

neşe

akıyordu.

Saat i k i y e d o ğ r u K r a l , bir m o t o r a b i n e r e k Saraydan ayrıldı. Konuk

gittikten

sonra

nasıl buldunuz?» diye —

arkadaşları

Atatürk'e:

«Kralı

sordular.

« Ç o k n a z i k , ç o k z e k i b i r a d a m . M e m l e k e t i i ç i n ça­

lışmış, çalışıyor.

Makûl

görüşlü.

Kendisini

çok

beğen­

dim,» diye hoşnutluğunu gösterdi. A t a t ü r k ' e ilişkin anılar arasında yer alan k r a l l a bir tanesi vardır k i , çok hoşuma gider. O gece

ilgili

konuşulup

konuşulmadığını duymadım ama, yine de yazmadan

geçe­

meyeceğim. Kral A l e k s a n d r a , A t a t ü r k ' e : —

«Size

bir

sırrımı

söyleyeceğim,»

demiş.

Koltuğa

o t u r d u k t a n s o n r a da ş u n u e k l e m i ş : « E ğ e r bazı A v r u p a d e v ­ letlerinin

vaadlerine

d o l u ' y a biz

Atatürk, gülerek —

inansaydık. Yunanlıların

yerine

Ana­

çıkacaktık.» Kralın elini

sıkmış:

«Öyleyse g e ç m i ş olsun d i y e y i m Ekselans,» d e m i ş .

Yugoslav kralı bir süre sonra Fransa'ya g i t t i ğ i Marsilya

limanında

suikastçılar

tarafından

sırada

öldürülmüştür.


« Ö Z S O Y » OPERASI N A S I L Y A Z I L D I

ATATÜRK, Türk - İran d o s t l u ğ u n u n g e l i ş m e s i n e

büyük

ö n e m v e r i r d i . Bunu, İran Ş a h m m T ü r k i y e ' y e yaptığı ziyaret sırasında daha iyi anladım. Şahın geleceği kesinleştiği s ı ­ ralarda Türklerle İranlıların soy ve kültür bakımından deş olduğunu, sırf bir mezhep savaşı yüzünden

kar­

ayrıldık­

larını belirten bir piyes yazılıp, bunun opera olarak oynan­ masını istedi. Bunun için M ü n i r Hayri Egeli'yi çağırıp ge­ rekli emri verdi. Ankara'da bütün müzisyenler

seferber

bul'dan Nimet Vahit Hanım ve t ü m Musiki

Mualim

Mektebi

elemanları

edildi.

orkestra,

İstan­

Ankara'dan

bulduruldu.

İzmir'e

gitmekte olan bestekâr A h m e t Adnan Saygun trenden in­ dirilip Ankara'ya getirildi. Dördüncü gün operanın ilk bes­ t e l e r i provaya konuldu. Y i r m i gün içinde «Özsoy»

operası

bitirildi. Atatürk provalara geldi. Ankara Halkevi

binasının bir bölümü

değiştirilerek

özel bir daire haline g e t i r i l d i . Her eşyanın yerini

Atatürk

kendi s e ç t i . Bahçeye büyük ağaçlar g e t i r i l d i ve d i k i l d i . İş­ t e «Özsoy» operası böyle meydana g e l d i . H e m de ne ge-


346

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

l i ş . . . Y i r m i g ü n d e y a z ı l ı p , b e s t e l e n e r e k , o y n a n m a s ı şartıy­ l a . Ü s t e l i k b a ş a r ı y l a da o y n a n d ı . Aradan

uzun bir

zaman geçmişti.

Atatürk,

zamanda y a p ı l m a s ı n ı i s t e d i ğ i bir işi bir bakandan —

kısa

bir

istiyor.

« E f e n d i , s e n n e s ö y l ü y o r s u n . Biz y i r m i g ü n d e o p e ­

ra yazmış, b e s t e l e m i ş , oynatmış bir m i l l e t i n i z . Elverir elebaşı davasına inansın,» diye

çıkışıyor.

ki,


İRAN ŞAHİNİ C İ N

ÇARPTI

İ R A N Ş a h ı T ü r k i y e ' y i z i y a r e t e d e c e k . Bu h a b e r d u y u l u r duyulmaz

Şah o n u r u n a h e p i m i z e

yeşil

fraklar

yaptırdılar.

Kadife yakalı, sarı d ü ğ m e l i , o zamanın modası olan

frak­

lar... 1934 y ı l ı n ı n h a z i r a n b a ş l a r ı y d ı . İ r a n Ş a h ı n a olarak atanan Orgeneral

Fahrettin A l t a y , Şahı

mihmandar Trabzon'da

karşılamağa g i t t i . Şahı Trabzon'dan Yavuz zırhlısına b i n d i ­ rip Samsun'a getiriyorlar. Karadeniz'de Yavuz'un kuleye]

28'lik

koca

toplarının

ilerlerken

bulunduğu

tarete

girmek istemiş. Daracık giriş yerinden

Şah, (zırhlı

elbiseleri­

nin k i r l e n m e s i pahasına, bir t o p erinin yukarı

çekmesiyle

geçip, yukarı çıkmış ve Türk kıyılarını kuleden

seyretmiş.

Samsun'da büyük bir karşılama töreni o l m u ş . Atatürk' ü n 19 M a y ı s ayak

1919'da vatanı

kurtarmak

için

bastığı iskeleye döşenen halılar üzerinde

Samsun'da yürüyerek

trene binip Ankara'ya gelmişti. Şah, Ankara'ya Dışişleri —

gelmeden

bakanı Tevfik

iki a k ş a m önce

Rüştü Aras'a

«Şah H a z r e t l e r i i ç k i v e s a i r e k u l l a n ı y o r m u

Malumatınız var

mı?»

Atatürk,

sordu: acaba?


ATATİJRK'ÜN UŞAĞI İDİM

340 —

« Z a n n e d e r s e m akşamları iki üç kadeh konyak içer­

miş.» Atatürk,

Şahı

istasyonda

karşıladı.

O

sahneyi

u n u t a m a m . Kalabalığın arasında parmaklarımın

hiç

ucuna

ba­

sarak g ö r m ü ş t ü m . Şah t r e n d e n iner inmez ö p ü ş t ü l e r . Şahı, A n k a r a Palas O t e l i n e k a d a r Akşam geldi.

geçirdi.

saat on yedi sularında Şah

Resmi

kabul

yapıldı. Musiki

Hazretleri

Muallim

r e n c i l e r i daha, ö n c e K ö ş k e g e l i p , y e r l e r i n i

Köşke

Mektebi

öğ­

almışlardı. Ön­

c e İran M i l l î M a r ş ı ç a l ı n d ı . Bunu b i z i m İstiklâl

Marsı

iz­

ledi. Bir gün ö n c e T e v f i k Rüştü A r a s , Şahın konyak

içtiğini

s ö y l e d i ğ i için k o k t e y l d e İran hükümdarına konyak

sunma­

ğa k a r a r v e r m i ş t i m . T ö r e n b i t e r b i t m e z İ b r a h i m ' l e b e n Ş a ­ ha s u n u l m a k ü z e r e e l i m i z d e v e r m u t , l i k ö r , k o n y a k olduğu halde salondan

içeri

tepsisi

girdik. İbrahim tepsiyi

y o r d u . Tepsiden bir kadeh konyak alıp, Şaha d o ğ r u meğe hazırlanırken, konukların içki içmediğini

tutu­ götür­

daha

önce

ö ğ r e n m i ş o l a n A t a t ü r k , b a n a kaş g ö z i ş a r e t i y l e « d u r » i ş a ­ reti y a p t ı . Tam yüzgeri e t m e ğ e hazırlanıyordum k i . Şah bu vaziyeti gördü ve eliyle beni çağırdı. Yüzüme bakarak eli­ ni u z a t t ı , k a d e h i a l d ı . A r k a s ı n d a n b i r k a d e h , b i r , b i r d a h a . . . Derken «şerefe,» diye diye kadehleri yuvarladı. Atatürk,

ömründe

dikişine hayretle yük

hiç

içki

içmeyen

Şahın

bakıyordu. Şah, Türkiye'de

konukseverlikten

m i , yoksa

mi nedir, gayet m e m n u n d u .

ilk

içkinin

Keyiflenmiş,

A t a t ü r k de. Şah i ç t i ğ i için m e m n u n . «Yurdun tanyeri aştı ülkümün»

kadehleri

gördüğü

neşelenmişti.

Dışarda

öğrenciler

marşını söylüyorlardı.

Saat gecenin y i r m i i k i s i n e doğru y e m e k salonuna di.

bü­

rehavetinden

Herkes sofradaki yerine oturdu. Atatürk tam

inil­

sofranın

ortasındaydı. Sağında Şah vardı. S e r v i s t e ilk y e m e k çorba, av e t i , sebze v e ş a r a p t ı . Şah, hayatında ilk kez olarak b u ­ r a d a ş a r a p da

içti. Ondan

sonra

protokol

nutkunu

yazılı


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

349

olarak o k u d u . Y e m e k ç o k s a m i m i b i r h a v a i ç i n d e g e ç m i ş ­ ti. Y a l n ı z s o f r a d a h i ç k a d ı n k o n u k y o k t u . Yemeğin sonuna doğru Atatürk ve Şah, candan bir şe­ kilde s a r ı l ı p ö p ü ş t ü l e r . B u n d a n s o n r a a l d ı ğ ı i ç k i l e r i n si f a z l a l a ş t ı v e Ş a h f e n a l a ş ı n c a k e n d i s i n i t e r a s lerinden g ü ç l ü k l e i n d i r i p , A n k a r a Palasa Ertesi sabah Prof. A f e t

etki­

merdiven­

uğurladık.

İnan:

«Nasıl, güzel oldu mu?» diye sordu.

«Üçüncü yemekten

sonra

paydos

oldu,»

deyince,

Afet H a n ı m : —

«Ne d e m e k bu?» d i y e tekrar s o r d u .

Ben de a k ş a m k i vaziyeti başından sonuna

kadar

an­

lattım. Kahkahalarla g ü l d ü . Ertesi akşam sofrada Atatürk, bir gece önceki hatırlayarak s e r t bir ş e k i l d e bana ş ö y l e —

ziyafeti

çıkıştı:

«Beğendin mi yaptığını? Ben işaret e t t i ğ i m

dinlemeyip

verdin adama

konyağı, cin çarpmışa

halde

döndür­

dün.» —

«Paşam, Şah

Rüştü

Bey

söyledi. Herhalde bizim konyaklar s e r t geldi, midesi

kal­

dırmadı,» d e d i m .

zaten

içiyormuş.

Tevfik


İKİ A R S L A N BİR POSTA

İRAN

Ş a h ı Rıza P e h i e v i , T ü r k i y e ' y i

ziyareti

SIĞMAZ

sırasında

A t a t ü r k ' l e b e r a b e r İ z m i r ' e , o r a d a n B a b a e s k i y o l u y l a Çanak­ kale'ye Soyak'ın

bir

gezi

y a p m ı ş t ı . Bu g e z i y e

dönüşte

anlattığı

katılan

bir olay, A t a t ü r k ' ü n

merhametli bir insan olduğunu gösterdiği dan

H a s a n Rıza ne

kadar

i ç i n h i ç aklım­

çıkmamıştır. Çanakkale

yakınlarındaki

Kirazlı

bölgesinde

kurul­

m a k t a o l a n g a r n i z o n u n t e m e l a t m a t ö r e n i n i d e i k i devlet Atatürk

o bölgeye

gelince kıtaları ikiye ayırıp küçük bir manevra

adamının geliş

gününe

rastlatmışlar.

yaptırmış.

Ş a h ' l a b i r l i k t e b i n d i ğ i a ç ı k o t o m o b i l l e t a t b i k a t ı i z l e y e r e k te­ m e l a t m a t ö r e n i n i n y a p ı l a c a ğ ı y e r e k a d a r g e l m i ş . Temele bir kutu

içinde

iki d e v l e t

başkanı tarafından

iki kâğıt

konulmuş. Atatürk,

imzalanmış

Şah'a m a n e v r a n ı n

sonucunu

e l i y l e i ş a r e t e d e r k e n , b i r k o y u n u n t e m e l e y a t ı r ı l ı p boğazı­ n ı n k e s i l m e k ü z e r e o l d u ğ u n u g ö r ü n c e « d u r u n u z » d i y e ba­ ğ ı r m ı ş . S ö z l e r i n i b i t i r d i k t e n s o n r a da

başını

öbür

tarafa

ç e v i r e r e k , « Ş i m d i k u r b a n ı k e s i n , » d e m i ş . Ş a h b u n d a n duy­ duğu hayreti açığa v u r u n c a

Atatürk:


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

351

«Evet, ben kana b a k a m a m . Bir t a v u ğ u n

masına b i l e t a h a m m ü l

boğazlan­

edemem.»

Şah dayanamamış: —

«Fakat bu kadar bulunduğunuz savaş

meydanları,»

diyecek o l m u ş . —

«Ha o başka m e s e l e . Savaş meydanlarında

ceset

lerin ü z e r i n d e n a t l a y a r a k g i d e r i m . O b a m b a ş k a b i r «iştir,» demiş. İran Şahının g e l i ş i n i n

ertesi

günü

beni

istanbul'a g ö n d e r d i l e r . G ö r e v i m Sarayı

Ankara'dan

hazırlamaktı. Ata­

türk, Ş a h l a b e r a b e r B a l ı k e s i r , U ş a k . İ z m i r v e Ç a n a k k a l e ' y e gittikten sonra İstanbul'a geldi. Konuklar beklene d u r s u n , Saray m e n s u p l a r ı n ı b i r d ü ş ü n c e d i r a l m ı ş t ı : A c a b a i k i d e v ­ let a d a m ı da D o l m a b a h ç e ' d e m i o t u r a c a k l a r , y o k s a A t a t ü r k Beylerbeyi'ne mi

gidecek?

istanbul valisi

Muhittin Üstündağ

rü S e z a i S e l e k b a ş b a ş a v e r m i ş l e r ,

ile Saraylar

görüşüyor,

müdü­

fakat

bir

çözüm y o l u b u l a m ı y o r l a r d ı . —

«Bunda

sığmaz.»

dedim.

d ü ş ü n e c e k n e v a r ? İki a r s l a n b i r «Şah

misafirdir.

Dolmabahçe'de

posta oturur,

Atatürk de Beylerbeyi'nde.» deyince: —

«Aferin Çelebi.» dediler. Benim dediğimi

Şahın gönlünü hoş e t m e k verilmişti.

Fakat

Şah. karyolada

hizmetkârına kendi yer yatağını boylu b o s l u y d u .

yatmağı getirtti.

sevmediği Şah,

de Tahran'dan

oda için

maşallah

Y a t a ğ a z o r s ı ğ ı y o r d u . : Bu y a t a k

attırıldı, yere yayıldı. Üzerine

yaptılar.

için Atatürk'ün yattığı

hallaca

getirdikleri

bir c i b i n l i k k o n d u . F a k a t Ş a h ' ı b i r t ü r l ü u y k u t u t m u y o r d u . Yavuz'la

iki

torpido.

Dolmabahçe önüne

demirlemişlerdi.

Donanma ışıklarla d o n a t ı l m ı ş t ı . Halk, Şah onuruna denizde donanma şenlikleri yapıyor, vapur g ü r ü l t ü l e r i , havai fişek­ ler u y u m a s ı n a e n g e l o l u y o r d u . Şahın h i z m e t i n i g ö r e n bir M a h m u t Han v a r d ı . Han ne


352

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

d e r s e Şah o n u y a p ı y o r d u . IVlahmut H a n h i z m e t l < â r d ı ama, s o n r a d a n Ş a h ' ı n al<rabası o l d u ğ u n u d u y d u m . Ş a h ı n k a l d ı ğ ı d a i r e n i n b a n y o b ö l ü m ü n ü , İ r a n l ı l a r çaya m e r a k l ı o l d u k l a r ı n d a n ç a y o c a ğ ı n a ç e v i r m i ş l e r d i . Semaver­ ler kaynıyor, çaylar d e m l e n i y o r d u . Banyo dairesini

çayha­

ne yapmak k i m i n aklına gelir? Ş a h ı n h i z m e t ç i s i M a h m u t H a n y a n ı m a g e l e r e k , deniz­ deki donanma şenliklerinden başladı yakınmağa: —

«Bu s e s i n k e s i l m e s i i ç i n n e y a p a l ı m C e m a l Han?"

diye sorunca, yaver Cevdet Beye telefon ederek

durumu

anlattım. H e m e n d o n a n m a y a b i r m o t o r g ö n d e r i l d i . B ü t ü n elek­ trikler

s ö n d ü r ü l d ü . Fakat e ğ l e n c e l e r i n ardı arkası

ceğe b e n z e m i y o r d u . Şahın yattığı

odanın

kesile­

önünde

stop

e d e n b i r a r a b a v a p u r u n u n i ç i n d e h a l k d a v u l z u r n a çalarak çılgınca meğe

e ğ l e n i y o r d u . Şah çok fazla y o r g u n d u

ihtiyacı vardı. Şahın hizmetkârı tekrar

v e dinlen­ y a n ı m a ge­

lerek: —

« B u n l a r ı da d u r d u r a m a z m ı s ı n ı z ? » d e d i ğ i

«Biz

Hazretleri

bu

eğlenceyi

Atatürk'e

bile

zaman:

y a p m a d ı k . Şah

i ç i n y a p ı l ı y o r . Bu h a l k ı n e ğ l e n c e s i d i r ,

sevgisi-

d i r . B u n a e n g e l o l a m a y ı z , » d i y e r e k k a r ş ı l ı k v e r d i m . V e ge­ c e s a a t y i r m i d ö r d e k a d a r h a l k d a v u l u n u , z u r n a s ı n ı çaldı. Ç ı l g ı n c a e ğ l e n d i . S o n u n d a da v a p u r d e m i r a l a r a k g i t t i . Ben Şahın bu sevgi g ö s t e r i s i n e ceğini

engel o(mak

isteye­

h i ç s a n m ı y o r d u m . N i t e k i m , e r t e s i g ü n , b u n u n hiz­

metçisinin bir işgüzarlığı Şahın

çamaşırlarını

olduğunu yıkanması

anladım. için

hizmetçi

kadına

v e r d i k . Ş a h , g e l e n e k l e r e s a d ı k b i r i n s a n d ı . Ö r n e ğ i n giydi­ ğ i d o n u z u n p a ç a l ı y d ı . Ş a h o n u r u n a e n k u s u r s u z b i r sofra hazırlamayı mekler

üzerime

almıştım. Saraya

Tokatlıyan'dan

ye­

g e t i r t i p , Pera P a l a s t a n b ü f e d ü z e n l e t t i r m i ş t i k . Fa­

k a t Ş a h , b u n l a r ı n h i ç b i r i n e i l g i g ö s t e r m e d i . Y a t a k odasın-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

d a y e m e ğ i n i y e d i . Bu a ğ ı r , ö z e n l i s o f r a d a s a d e c e

353

yaverler

ve konuklar ağırlandı. Şaha g ö s t e r m e k

için bir de f i l m

getirmişlerdi.

Fakat

bunu bile g ö r m e k i s t e m e d i , i s t a n b u l ' d a kaldığı günler, ak­ şamları saat yirmi birde yatmak alışkanlığını değiştirmedi.

F: 23


«BANA CEMAL H A N

DEYİNİZ»

İRAN Şahının yanmdakiierini İstanbul'da gezdirmek gö­ r e v i bana v e r i l m i ş t i . Ö n c e İran parası Riyali Türk la d e ğ i ş t i r d i m . S o n r a k o n u k l a r ı a l ı p

parasıy­

dolaştırmağa

başla­

d ı m . Konuklar İstanbul'daki İranlıları g ö r m e k istediler. O n ­ ları aldığım gibi çaycıların y a n m a g ö t ü r d ü m . Çaycılar

çok

y a k ı n l ı k g ö s t e r d i l e r . Taze ç a y d e m l e y i p ü s t ü s t e k o n u k l a ­ ra s u n d u l a r . Y a n l a r ı n d a n ç o k s a m i m i b i r ş e k i l d e İranlı —

ayrıldık.

konuklar: «Bizim

buradaki

yapıyor.» deyince

halk çok fakir.

Baksana

onları bu b e ğ e n m e d i k l e r i

çaycılık

fakir

çaycıla­

rın yanından alıp, zengin halıcıların yanına g ö t ü r d ü m . Bun­ l a r da ö z b e ö z İ r a n l ı y d ı . F a k a t buraya

kadar

bakmadılar

gelmiş

olan

memleketlerinden

yurttaşlarının

gezdikten sonra otomobille

Çay sundum semavere. Orada nargile —

dönüp

bile.

Konuk İranlıları Tünel'e g ö t ü r d ü m . Çok kısa Müzeleri

kalkıp,

yüzlerine

buldular.

Emirgân'a, içenleri

gittik.

gördüler;

«Bu n e d i r ? » d i y e s o r d u l a r .

Onlara bunun bir çeşit sigara olduğunu ve bizim m e m ­ lekette tiryakilerinin

çok bulunduğunu

söyledim.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

«BİZ b u n l a r ı

355

içmeyiz. Şampanya, Finkonyak

içiyo­

ruz,» d e d i l e r . B e n d e : —

«Biz

nargile

içiyoruz.

Tömbekisi

de

İsfahan'dan

geliyor,» deyince şaşırdılar. Şahın gelişinin ikinci günü sofracılara

kızmış.

«Çelebi'yi

Atatürk,

getirtin,»

almaz Tevfik Rüştü Aras'la beraber

Emri

alır

motora binip. Beyler­

beyi Sarayına g i t t i k . Sarayda Sabiha —

Beylerbeyi'nde demiş.

Gökçen:

«Şah n e y a p ı y o r ? » d i y e s o r d u .

Ben d e Ş a h ı n r a h a t ı n ı n ç o k y e r i n d e o l d u ğ u n u

söyle­

dikten sonra: —

«Yalnız artık

beni

'Efendi' diye

çağırmayın.

Ben

Han' o l d u m . Bütün İranlılar beni ' H a n ' diye çağırıyor.

Siz

de öyle yapın,» d e d i m . Bunu h e m e n A t a t ü r k ' e —

«Çelebi,

yetiştirmişler.

duyduğuma

göre

Han

Beni

çağırttı:

olmuşsun.

Şah

Hazretleri yine konyak içiyor mu?» — hepsini

«Bir

şişe

m i , yoksa

şampanya, finkonyak yarısını

içiyor,

veriyorum.

Acaba

bilmiyorum.

Yalnız

b i l d i ğ i m gece ş i ş e l e r i d o l u v e r i y o r u m , sabahları boş

bu­

luyorum.» Şah, ilk içkiyi perhizi

bizde içti ama, yanındakilerin hiç

bozmadılar. Ne

kadar

uğraştımsa,

ağızlarına

biri bir

k a t r e i ç k i d e ğ i r t e m e d i m . Y a l n ı z N u r i C o n k e r b i r ara A t a ­ türk'e, ağzından ş u sözleri —

kaçırdı:

«Efendim, hizmetkârlar

dolu ş i ş e l e r i hatıra

saklıyorlar.» A t a t ü r k bu sözlere kahkahalarla

gülmüştü.

olarak


Ş A H I N İSVİÇRE'YLE

KONUŞMASI

D O L M A B A H Ç E S a r a y ı n d a y i n e b i r al<şam y e m e ğ i s ı r a ­ sındaydı. Atatürk,

konuklarını

neşelendirmek

için

uğraşı­

yor, fakat Şah, t ü m konukların içtiği sofrada içki i ç m e m e k ­ te direniyor,

mazur görülmesini

ğı ve d ü ş ü n c e l i

hali A t a t ü r k ' ü n

istiyordu. Şahın dalgınlı­ gözünden kaçmamış

ola^

cak ki, bir şeye üzülüp üzülmediğini s o r d u . Şah da hiç bir üzüntüsü olmadığını, hayatının en güzel dakikalarını yaşa­ dığını, yalnız İsviçre'de öğrenimini yapmakta olan v e çok­ tandır

görüşemediği

oğlu

ş i m d i k i Şah aklına g e l d i ğ i

için

bir ara daldığını s ö y l e d i . Bunun üzerine Atatürk, dakika sonra

İsviçre

yaverine

ile telefon

işaret

etti.

hattı bağlanmış

Birkaç ve

Şah,

A t a t ü r k ' ü n b u i n c e l i ğ i n e h a y r a n k a l m ı ş t ı . O ğ l u Rıza P e h i e ­ vi ile yaptığı g ö r ü ş m e sırasında telefon santralındaki lar. Şahın genç v e y a k ı ş ı k l ı

oğlunun

kız­

sesini

duyabilmek

konuşma

yapılamıyor­

«Duymuyorum, duymuyorum. Aradaki

matmazeller

için araya g i r d i k l e r i n d e n , bir t ü r l ü du. Şah d u r m a d a n : —

çekilsin,» diye bağırıyordu.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

3S7

Sonunda yaver C e v d e t Bey e m i r v e r d i de, santraldeki kızlar aradan çıktılar. Şah o ğ l u y l a k o n u ş a b i l d i . Telefon konuşması sırasında Şahın arkasında bulunu­ y o r d u m . Belki bir e m r i olur diye. Oğluna, okulunu, dersle­ rini, bir şeye

ihtiyacı olup olmadığını sordu.

Seyahatinin

iyi geçtiğini s ö y l e d i . O ğ l u y l a görüşen Şahın masaya

dön­

düğü zaman üzerindeki dalgın halin kaybolduğunu ve ne­ şelendiğini gördük. Önce içmek istemediği kadeh elindey­ di ve şerefe kaldırıyordu. i s t a n b u l ' d a k a l d ı ğ ı s ü r e i ç i n d e Iran Ş a h ı n a ş e h r i n g ö ­ r ü l m e ğ e değer güzel yerleri gezdirildi. Kızkulesi'nin önün­ den geçerken

istanbul'un

olağanüstü güzellikteki

panora-

maîîi k a r ş ı s ı n d a : diye

hay­

retle sordu. Hepsinin İstanbul olduğunu öğrendikten

«Bunun h e m m i s i

(hepsi)

Istanbuldur?»

son­

r a da ş ö y l e e k l e d i : —

«Allah sahibine bağışlasın. Gerçekten de çok gü­

zel ve çok büyük bir şehir. İ ş i t m i ş t i m ama, bu derece gü­ zel ve büyük olacağını

sanmamıştım.»

Şah'a a y r ı c a P e n d i k v e Y a k a c ı k ' a k a d a r o t o m o b i l l e b i r 'gezinti yaptırıldı. Şah. M a r m a r a ' y a rine hayran

bakan sayfiye

semtle­

kalmıştı. A t a t ü r k ' e buraların çok güzel

oldu­

ğunu ve ayrılmak istemediğini söyledi. Atatürk: —

«Ufak ufak köyler.» diye

k a r ş ı l ı k v e r i n c e Ş a h da­

yanamadı: —

«Bunun neresi köy, hepsi birer büyük şehir

haline

gelmiş.» dedi. Bu g e z i n t i s ı r a s ı n d a S u a d i y e p l a j ı n a da u ğ r a n ı l d ı , p l a j yeni yapılmıştı. Deniz kenarında üzerinde mayosuyla boy­ lu b o s l u g e n ç v e güzel bir kadın dalışa hazırlanıyordu. Şa­ hı g ö r ü n c e güzel b i r atlayışla denize dalıp y ü z m e ğ e baş­ l a d ı . B u n u n y a b a n c ı d e ğ i l d e b i r T ü r k kızı o l d u ğ u n u n i n c e Şah ç o k ş a ş ı r d ı . H e l e k a d ı n l a r ı n e r k e k l e r l e

öğre­

beraber


353

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

aynı y e r d e denize g i r m e l e r i n i n s e r b e s t o l d u ğ u n u

duyunca

hayreti büsbütün arttı. Sonra Atatürk'e şöyle dedi: — lenmiş

«IVlaşallah, h a n ı m l a r ı n ı z y e n i l i ğ i ç o k ç a b u k görünüyor,»

diye

gördüğü

yeniliklerden

hayranlığı belirtip, devrimlerimizi hararetle övdü.

kabul­

duyduğu


Ş A H A B İ N BİR G E C E

MASALLARI

İRAN Şahının İstanbul'a g e l i ş i sırasında Beylerbeyi Sa­ r a y ı n d a özel b i r z i y a f e t Şah'a

unutulmaz

ki Ş a h , T ü r k i y e ' d e

güzel

sesli

hafızlar, sanıyorum

kaldığı süre içinde en çok

Beylerbeyi

Sarayındaki eğlenceleri Beylerbeyi

verilmiş,

bir gece yaşatmışlardı. Öyle beğenmiştir.

Sarayındaki

eğlencelere

dışardan

kimse

alınmadı. Şah, kendi mihmandarı Fahrettin Altay'dan baş­ kasını i s t e m e m i ş . Kendisi de sadece bir n e d i m i n i

getirdi.

Şahla beraber gelenler, mihmandarlar v e dışişleri

memur­

ları o g e c e Park O t e l d e , ayrı b i r s o f r a d a ağırlandılar. Ş a h , Beylerbeyi'ndeki

eğlencelerin

dışarıya

sızmamasını

ısrar­

la i s t e d i . Beylerbeyi Sarayında Başbakan İsmet İnönü ile lis Başkanı da v a r d ı . D o l m a b a h ç e ' d e n m o t o r l a

Mec­

Beylerbeyi'-

ne gelen Şahı, kapıda şık g i y i m l i on beş kadar genç ve g ü ­ z e l k a d ı n k a r ş ı l a d ı , B u n l a r o z a m a n k i İ s t a n b u l ' u n saz ş a r k ı v e dans a r t i s t l e r i y d i l e r . Şaha t a k d i m e d i l e n kadınlar, ö n ü n ­ d e d i z ç ö k e r e k h ü k ü m d a r ı s e l â m l a d ı l a r . O da g ü l e r e k

ken­

dilerine iltifatta bulundu. Şaha ö n c e S a r a y g e z d i r i l d i . G e c e o r a d a k a l m a s ı

ihti-


360

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDlM

mali düşünülerek ortasındaki

bir yatak odası

mermer

havuzun

hazırlanmıştı.

kenarına

Sarayın

yerleştirilen

tuklara oturuldu. Arkada güzel bir büfe ve orkestra

kol­ vardı.

Şah, önüne getirilen içki tepsisinden bir kadeh şarap aldı. Derken

artistler

şarkılar

okumağa

ve

çeşitli

gösteriler

yapmağa başladılar. Genç kadınlar havuza atlayarak yüzü­ yor, sularla oynaşıyor, müziğin ahengine uyarak dans edi­ y o r l a r d ı . Ş a h , Bin Bir Gece Masallarını andıran bu şahane dekorun önünde

k e y i f l e n m i ş , bir yandan şarap

yudumlu-

yor, bir yandan da gülümseyerek: —

«Çok güzel, çok güzel,» d i y o r d u .

Bu sırada uzun b o y l u , çıplak, güzel bir a r t i s t , havuzun kenarına

kadar gelip

bir şekilde

Şahın

önünde

d u r d u . Kadın

saygılı

önüne bakıyordu. Şah, kadının saçlarını

okşa­

yarak: —

«Allah

bağışlasın.

Çok

güzel

ve

maharetlisiniz.

Haydi içeri girin de giyinin. Sonra üşürsünüz,» Şah, önünde rakseden çıplak kadınlar

dedi.

karşısında

hiç

b i r h a f i f l i k g ö s t e r m e d i , c i d d i v e a ğ ı r b a ş l ı y d ı . Bu h a l i , o r a ­ daki herkesin takdirini Şah, eğlencelerden t e m e d i . Gece yarısına bahçe'ye

çekmişti. sonra doğru

Beylerbeyi'nde motorlara

yatmak

binilerek

Dolma­

dönüldü.

Bu o l a y d a n y i r m i i k i y ı l s o n r a 1956'da İ s t a n b u l ' a len Şahın

oğlu

şimdiki

Şah

Rıza P e h i e v i

de.

de, o zamanki eşi Kraliçe Süreyya ile oturarak Türk sanatçılarının

rastlantı...

çaldığı parçaları d i n l e m i ş t i .

ge­

Beylerbeyi

Sarayında, aynı havuzun başında, babasının o t u r d u ğ u siki

is­

Ne

yer­ Mu­ garip


İNGİLTERE KRALI N A H L İ N

YATINDA

İNGİLTERE K r a l ı 8. E d v v a r d ' ı n y u r d u m u z a g e l i ş i 4 E y l ü l 1936 t a r i h i n e r a s t l a r . K r a l . N a h l i n y a t ı y l a g e l m i ş t i . Z i y a r e t özel n i t e l i k t e olduğu için W i n d s o r D ü k ü unvanını

taşıyor­

du. Böyle olduğu halde kendisine çok büyük karşılama t ö ­ reni

yapılmıştır. Kral, İstanbul'a g e l m e d e n önce Çanakkale Savaşı ala­

nını

gezmişti. Kralın

larında

Arıburnu

mihmandarlığına,

Cephesi

Çanakkale

Kolordu Kurmay

Savaş­

Başkanı

Orgeneral Fahrettin Altay v e r i l m i ş t i . Kırk iki

olan

yaşlarındaki

orta boylu, sırma saçlı, sivil giyimli Kral, Türk denizcile­ rinin denize

çelenk

atarak

İngiliz

denizcilerinin

taziz ettiği b i r deniz t ö r e n i n d e b u l u n m u ş ,

ruhlarını

Seddülbahir'de-

ki İngiliz mezar ve anıtlarını g e z m i ş , k u m a n d a n gibi ta ü z e r i n d e s a v a ş ı n g e ç t i ğ i y e r l e r i

bir bir gözden

hari­ geçir­

d i k t e n sonra izin alıp burada f o t o ğ r a f l a r da ç e k m i ş t i . Ça­ nakkale'de

halk.

Krala

sevgi

gösterilerinde

Bu a r a d a K r a l , A t a t ü r k ' e A m e r i k a ' d a kapalı otomobile

birterek oraları

bulunmuştu.

özel olarak

karış karış

Mehmet Çavuş Anıtı önünde Fahrettin Altay'a:

yapılmış dolaşmış,


362

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM —

« G e n e r a l , ş u n u n ö n ü n d e d u r u n da s i z i n b i r f o t o ğ ­

rafınızı çekeyim,» d e m i ş t i . A t a t ü r k , konuk Kralı

Tophane

rıhtımında

karşıladı.

Kralın motoru yaklaştığı zaman Atatürk, deniz

kenarından

e l i n i u z a t m ı ş . K r a l d a d e n i z d e n e l i n i u z a t a r a k , d e n i z l e ka­ ranın birleştiği y e r d e iki hükümdarın büyük eli birleşmişti. O anda garip bir şey o l m u ş . Kralın m o t o r u , Boğaz'ın

hiç

d i n m e y e n d a l g a l a r ı y l a b i r i n i p b i r ç ı k ı y o r d u . K r a l , t a m rıh­ t ı m a atlamak üzereydi k i , eli birden y e r e değdi ve tozlan­ d ı . O s ı r a d a A t a t ü r k , K r a l ı r ı h t ı m a a l m a k ü z e r e e l i n i uzat­ mış b u l u n u y o r d u . Kral, bir m e n d i l l e elini s i l i p , öyle

uzat­

m a k i s t e d i . Fakat A t a t ü r k buna m e y d a n v e r m e d i ; —

«Vatanımın

toprağı temizdir

Ekselans,

elinizi

kir­

letmez,» diye elinden tutup çıkarıverdi. Atatürk,

Tophane

rıhtımından

aldığı

Kralı,

şı'ndaki İngiliz Sarayına kadar kendi üstü açık

Tepeba-

otomobiliy­

le g ö t ü r m ü ş t ü . Caddelerde b i r i k e n m a h ş e r i kalabalık, sev­ gi g ö s t e r i l e r i n d e b u l u n u y o r d u . Türkiye C u m h u r b a ş k a n ı Anafartalar'da

dize

getirdiği

İngiliz

devletinin

ile,

alınyazı-

sını elinde tutan hükümdarın yanyana o t o m o b i l d e görünü­ şü ayrı bir anlam, ayrı bir ö n e m taşıyor, görülmemiş

gösteriler

halk

tarafından

yapılıyordu.

A t a t ü r k , büyük konuğu saat on altı sularında

Dolma­

bahçe Sarayının Somaki Salonunda kabul etti. Görüşme sı­ rasında

İngiliz büyükelçisi. Dışişleri

Bakanı Tevfik

Rüştü

A r a s d a hazır b u l u n m u ş t u . O a k ş a m D o l m a b a h ç e ' d e len ziyafet çok parlak o l m u ş , A t a t ü r k ' ü n İngiliz verilen ziyafetleri ra, Kralı sanki ğine hayran

yakından bilen birisine

büyülemiş, Atatürk'ün

kalmıştı. Öyle ki, bir

tebrik ve teşekkürlerini

veri­

Sarayında

hazırlattığı

zekâsına ve

inceli­

punduna getirip

sunarak, kendisini

sof­ Kral,

İngiltere'de

sandığım bile söylemişti. Y e m e k sırasında hoş m u , yoksa nahoş demek mi ge­ rek,

kestiremiyeceğim

bir

olay

geçti. Garsonlardan

biri.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM fazla heyecanlandığı için m i

363

nedir, elindeki

len t a b a k l a y e r e y u v a r l a n d ı . S o f r a d a k i l e r i n önlerine baktıkları anda A t a t ü r k , sanki

büyük

porse­

utanç

içinde

hiç bir şey

olma­

mış gibi Krala d o ğ r u e ğ i l e r e k «bu m i l l e t e her şeyi

öğret­

t i m , fakat uşaklığı öğretemedim,» diye h e m meseleyi

ka­

p a t t ı , h e m d e o r t a l ı ğ ı n e ş e y e b o ğ d u . G a r s o n a da « V a z i f e ­ ne d e v a m e t » e m r i n i

verdi.

Kral, değişik adla, Duc den tören de ona

de

Lancstre

olarak

geldiğin­

göre olmuştu. Dolmabahçe

Sarayında

ağırlandıktan sonra bir seyyah gibi gezmeğe başladı. Kra­ lın y a n ı n d a g e z d i r d i ğ i , g a z e t e l e r i n y o l a r k a d a ş l a r ı d i y e s ö z ettiği gizli

kadınlar dikkati konuklarıydılar.

çekiyordu. Bunlar İstanbullular

Nahlin

arasında,

bu

yatının kadınlar­

dan g e n c i n e Kralın âşık o l d u ğ u s ö y l e n i y o r d u . Kral g e c e l e ­ ri Park O t e l e b u k a d ı n k o n u k l a r l a b e r a b e r kinmiyor, yaverlerinin

bu kadınlarla

gitmekten

dansedişlerini

çe­

seyre­

diyordu. İngiltere

Kralı, istanbul'a

gelişinde

Barbaros

Hayret­

t i n Paşanın B e ş i k t a ş ' t a k i t ü r b e s i n e ç e l e n k k o y m a k i s t e m i ş . Bugünkü

Beşiktaş

Parkındaki

ğu yerde Abdülhamid'in şanın türbesi mek

Barbaros

Beşiktaş

Anıtının

bulundu­

M u h a f ı z ı 7-8 H a s a n Pa­

var. A t a t ü r k , Beşiktaş'a gidip, türbeyi

gör­

istiyor. —

«Barbaros'un Türbesi bu mu?» d i y e

soruyor.

« H a y ı r P a ş a m . Bu 7-8 H a s a n P a ş a n ı n T ü r b e s i , » d i ­

yorlar. —

« B u r a d a ne i ş i v a r 7-8 H a s a n P a ş a n ı n .

un kanatları altına

Barbaros'­

girmiş.»

Türbenin onarılmasını ve çevresinin park haline geti­ r i l m e s i n i e m r e d i y o i - . . . H a s a n Paşa K a r a k o l u i l e T ü r b e

kal­

dırılıp, duvar yıkılıyor. Barbaros'un Türbesi meydana

çıkı­

yor. Meydan onarılıyor, oduncular iskelesi kaldırılıyor. Ham i d i y e Ç e ş m e s i de Spor ve Sergi Sarayı alanına nakledi-


364

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI iDİM

liyor. Bütün b u n l a r üç g ü n içinde o l u y o r . Kral da çelengi

getirip

koyuyor.

Y u r d u m u z d a üç gün zintiler yapmış, konuklar

kalan İngiltere

K r a l ı , b i r ç o k ge­

onuruna bir de deniz gezisi dü­

z e n l e n m i ş t i . K o n u k h ü k ü m d a r d a n , M o d a ' y a y a p ı l a n b i r de­ niz yarışını g ö r m e s i

rica

bu isteği seve seve kabul

edilmiş, sporsever

İngilizler

de

etmişlerdi.

Ertesi gün, Kral ve yanındakiler

Nahlin yatıyla

yarış alanına g e l d i . Biz de A t a t ü r k ' ü n b u l u n d u ğ u yatıyla aynı yere vardık. Takvimler 6 eylülü

Moda

Ertuğrul

gösteriyordu.

Nahlin y a t ı y l a E r t u ğ r u l yatı yanyana bağlandılar. Kral yal­ nız o l a r a k M o d a D e n i z K u l ü b ü n e ç ı k t ı . B i r a z s o n r a da ya­ tına

döndü. Bir

rek Atatürk'e

ara

Kralın

İngiliz gelmek

büyükelçisi istediğini

Ertuğrul'a

gele­

bildirdi. Az

sonra

K r a l , y a n ı n d a İ n g i l i z b ü y ü k e l ç i s i v e û ç k a d ı n o l d u ğ u halde E r t u ğ r u l y a t ı n a ç ı k ı y o r d u . A t a t ü r k , k o n u k l a r ı m e r d i v e n ba­ şında karşıladı. Güvertede oturup bir süre konuştular.

Bu

konuşmalarda A t a t ü r k ' ü n yanında H ü k ü m e t üyeleri de bu­ l u n u y o r d u : O zamanın Başbakanı Celâl nü, Fethi Okyar ve başkaları...

B a y a r , İ s m e t İnö­


M A D A M SİMPSON'A SUNDUĞU

İNGİLTERE K r a l ı 8 . Edvvard v e ö b ü r k o n u k l a r

KAHVE

Ertuğrul

yatındayken kendilerine Türk kahvesi verildi. Servis, usu­ len konuklardan değil, ev sahibinden den önce iki kahve

b a ş l ı y o r d u . Bu y ü z ­

getirdim. Atatürk'ün

Böyle zamanlarda O'ndan

mimikle

emir

yüzüne almayı

baktım.

alışkanlık

haline g e t i r m i ş t i m . Başının d e ğ i l , gözünün en küçük

bir

h a r e k e t i y l e n e d e m e k i s t e d i ğ i n i h e m e n anlar, ona göre ha­ reket ederdim... Atatürk hemen gözüyle

Kralı işaret

etti.

Götürüp kahveyi Krala s u n d u m . İkinci kahveyi de Atatürk'e g ö t ü r d ü m . Fakat n e d e n s e kahveyi i ç m e d i . A y a ğ a Madam Simpson'a kendi

eliyle sundu. Atatürk,

kalkarak kadınlara

karşı her zaman nazik ve saygılıydı. Toplum içinde nın rolünün ö n e m i n i , fırsat buldukça m i s a f i r e v e r d i k t e n sonra da bana —

kadı­

savunurdu. Kahveyi

dönerek:

«Bana da b i r sade k a h v e getir,» d i y e e m i r b u y u r d u .

İşte A t a t ü r k ' ü n eliyle kahve sunduğu kadının S i m p s o n » o l d u ğ u n u o z a m a n ö ğ r e n d i m . Kral da ç o k fazla i l g i l e n i y o r d u . Fakat n e d e n s e ç o k Pek k e y i f l i o l a n A t a t ü r k ' ü n

neşesine

«Madam Madamla

düşünceliydi.

istemeyerek

katılır


366

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

gibi bir hali v a r d ı . Onu n e ş e l e n d i r m e k mak için A t a t ü r k t ü m zekâsını

ve kederini

kullanıyordu

M a d a m S i m p s o n , bir ara e l i n d e k i

dağıt­

denebilir.

dürbünle

yerinden

k a l k ı n c a , K r a l da b a ş ı y l a A t a t ü r k ' t e n i z i n i s t e y e r e k y e r i n ­ d e n k a l k ı p . M a d a m ı n a r k a s ı n d a n g i t t i . Bu a y r ı l ı ş b i r a z uzayınca, Atatürk fısıltı halinde —

«Kralın Madama

:

k a r ş ı zaafı

olduğunu

görüyorum.

K o r k a r ı m k i , t a h t ı n ı bu k a d ı n y ü z ü n d e n k a y b e d e c e k , » d e d i . Nitekim zaman, İngiltere

tahtının akıbetini daha ön­

c e d e n g ö r e n A t a t ü r k ' ü haklı çıkaracak, kısa bir süre

son­

ra Y i r m i n c i Yüzyılın en b ü y ü k a ş k l a r ı n d a n b i r i o r t a y a çık­ mış olacaktı. Dillere destan olan bu macera, İngiliz

Kralı

8. Edvvard'ın t a h t v e t a c ı n d a n ç e k i l m e s i y l e m u t l u b i r

so­

n u c a e r i ş e c e k , M a d a m S i m p s o n , VVindsor D ü k ü n ü n e ş i o l a ­ caktı. O gün yattaki geçmiş.

çok samimi

Kral A t a t ü r k ' ü n gönderdiği

teşekkür ederek —

görüşme

bir hava

içinde

iki sandık sigara

için

:

«İçimi çok güzel. Alışmaktan

korkuyorum. İngilte­

re'ye g i t t i k t e n sonra bunlardan bir m i k t a r daha g ö n d e r m e ­ nizi rica e d e c e ğ i m , » d e m i ş . A t a t ü r k ise : —

«Emredersiniz,»

K r a l da A t a t ü r k ' e

diye

iki sandık

türk, bu viskilerden çok hatırlayacağını

karşılıkta

bulunmuştu.

viski göndermişti. Ata­

hoşlandığını, içerken daima

onu

söylüyordu.

Yatta Kralın sevgilisi büyük ve saygılı bir çevrede bu­ l u n m a n ı n da v e r d i ğ i b i r s e r b e s t l i k i ç i n d e g ü l e r e k yor ve kendisiyle

konuşanları hayran

konuşu­

b ı r a k ı y o r d u . Bu p o ­

zu bir f o t o ğ r a f t e s p i t e t m i ş t i o zaman. Moda'da yelken yarışları başlamıştı. Kral çok

sevdiği

bu deniz sporunu zevkle s e y r e t t i . Moda'dan Florya'ya doğru hareket ettik. Marmara kı­ yıları boyunca

İstanbul cami siluetlerinden

Kral bir

türlü


ATATÜRK'ÜN UŞAĞ! İDİM

367

g ö z l e r i n i a y ı r a m ı y o r d u . K o n u ş u l a n k o n u da m i n a r e v e A y a sofya'ydı. Onları Florya'ya bırakıp

döndük.

Kral onuruna sonra Florya'da bir kokteyl parti v e r i l d i . Güzel bir büfe hazırlanmıştı. Çay içildi, pasta Kral ve kadınlar, deniz köşkünü v e beğenmişlerdi. Madam

süslemesini

çok

Simpson, glayöl çiçeklerine

ran kalmıştı. Kral deniz kenarından «ne ince, ne güzel

yenildi.

bir

avuç kum

hay­ alarak

kum,» diye gösterirken, Atatürk,

Ma­

dam Simpson'a dönerek : — sizden

«Kral

Hazretlerini

beklerim,»

davet ediyor ve kendisi rahat edebileceğini

buraya

da A t a t ü r k ' ü

gibi değişik

getirmeyi İngiltere'ye

isimle gelirse, daha

söylüyordu.

Çok tatlı ve s a m i m i r e k e t hazırlığı g ö r m e k yatım

yazın tekrar

d i y o r d u . Kral

İstanbul'da terk

geçen konuşmalardan sonra üzere oradan ayrıldı. Kral

edecek ve trenle

ha­

Nahlin

gece saat

yirmi

üçte Avrupa'ya gidecekti. Kralın hareketinden önce Sirke­ ci i s t a s y o n u hınca

hınç d o l m u ş t u . Bir c e m i l e olmak

üze­

re A t a t ü r k , kendi t r e n i n i hazırlatmış v e Kralın e m r i n e ver­ mişti. Konukları

bekliyordu.

Kral t a m vaktinde istasyona geldi. Görülecek bir m a n ­ zaraydı Kralın uğurlanışı. S a m i m i ş e k i l d e vedalaştılar. Kra­ lın y a n ı n d a k i h a n ı m l a r a , A t a t ü r k t a r a f ı n d a n F l o r y a K ö ş k ü n ­ de beğendikleri o Glayöl çiçeklerinden t i . Kadınlar, bu b u k e t l e r i g ö ğ ü s l e r i n e arka balkonuna

buketler

verilmiş­

dayayarak

vagonun

çıkıp, uğurlayıcıları gülümseyerek

ladılar... A t a t ü r k , b u n u n l a da k a l m a m ı ş , k o n u k çok beğendikleri o

çiçeklerle kalacakları

selâm­

hanımların

kompartımanın

i ç i n i d o n a t m ı ş t ı . Bu i n c e l i k k a r ş ı s ı n d a h a n ı m l a r , ş a ş k ı n l ı k ­ larını

saklayamadılar.

Madam

Simpson çirkin, fakat

Atatürk'ün bindiği ken, oradaki

kültürlü

beyaz t r e n l e Viyana'ya

bir kadındı. seyahat

hizmetkârlar, haklarında birçok ilginç

eder­ şeyler

anlattılar sonra. M a d a m S i m p s o n ' a zenci bir m e t r d o t e l g e -


368

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

lip, e m i r alıyor, bir f a m d ö ş a m b r da p i j a m a l a r ı n ı giydirip ç ı ­ karıyor, k o r d e l â s ı n ı bağlıyor, h a z ı r l ı y o r m u ş . G e z i

boyunca

M a d a m S i m p s o n ' l a Kral oturdukları y e r d e v i s k i içip kitap o k u m u ş l a r . M a d a m ı n , bütün v ü c u d u n u s a r a n y e ş i l

kırmızı

r e n g â r e n k p i j a m a s ı , h i z m e t k â r l a r ı n a k l ı n d a n ç ı k m a m ı ş . Her halde ş i m d i y e kadar b ö y l e bir şey g ö r m e d i k l e r i n d e n

ola­

cak. Kadın yalnız başına y a t ı y o r , g e c e gündüz k i t a p o k u y o r l a r m ı ş . Sonunda duyduk k i , asil o l m a y a n bu m a d a m y ü ­ zünden

etmiş.

Devlet

a d a m l ı ğ ı ne kadar zor. Protokol var, n e f e s a l a m a z

Kral t a h t ı

bırakmış. Çok isabet

insan.

A d ı m atışı bile kontrol a l t ı n d a . D i l e d i ğ i gibi yaşadı v e öldü.


EMİR ABDULLAH'IN YATLA

GEZİSİ

Ü R D Ü N E m i r i A b d u l l a h 1937 y ı l ı n ı n h a z i r a n b a ş l a r ı n d a y u r d u m u z u ziyaret e d i y o r d u . Emir A b d u l l a h , g e n ç l i ğ i n i n en güzel dönemini İstanbul'da Emirgân, Çamlıca yalı ve köşk­ lerinde safa s ü r e r e k g e ç i r m i ş , Birinci Dünya Savaşı başın­ da b a b a s ı torluğuna

Hicaz Emiri Şerif karşı açtığı

Hüseyin'in, Osmanlı

İmpara­

ayaklanma bayrağı altında

önemli

bir rol oynamak üzere buradan ayrılıp g i t m i ş t i . İstanbul'­ dan Hicaz'a ağlaya ağlaya giden Emir A b d u l l a h , daha son­ ra m i l l e t v e k i l i o l a r a k b i r k a ç kez g e l i p g i t t i k t e n s o n r a y i r ­ m i yıl önce ayrıldığı İstanbul'a bir

hükümdar olarak

gel­

miş bulunuyordu. Politika değişmiş, geçmiş unutulmuş Emir, samimi

bir şekilde tantanayla

karşılanmış ve

lanmıştı. Emir önce A n k a r a ' y a g e l m i ş , sonra da le b i r l i k t e özel trenle Emiri karşılamak

İstanbul'a

hareket

ve

ağır-

Atatürk'

etmişlerdi.

için İstanbul'da büyük

bir

hazırlık

göze çarpıyordu. Taklar k u r u l m u ş , caddeler Ürdün ve Türk bayraklarıyle donatılmıştı. Ertuğrul darpaşa rıhtımında

yatı

hazırlanmış,

Hay­

bekliyordu.

İki b ü y ü k d e v l e t a d a m ı H a y d a r p a ş a g a r ı n d a p a r l a k törenle karşılandı. Vali

Muhittin

Üstündağ, karşılama

bir

haF: 24


370

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

z ı r l ı l < l a r ı y l e l<endisi u ğ r a ş m ı ş t ı . Bu t ü r k a r ş ı l a m a l a r d a şılmış her şey y e r i n e

alı­

getirilmişti.

Emir Abdullah, Ertuğrul yatıyla Dolmabahçe

rıhtımına

çıktı. Dolmabahçe Sarayında Özel Dairede konuk e d i l d i . O sırada Ertuğrul yatına bir e m i r geldi : —

«Florya Köşküne gidiniz,»

deniliyordu.

Yatta gerekli hazırlıkları bitirdikten sonra Florya Köş­ küne gittik. Burada Emir onuruna bir müzik ziyafeti de çe­ kildi. Hatırımda kaldığına göre M ü n i r Nurettin Selçuk, M e ­ s u t C e m i l T e l , k e m a n ı R e ş a t Erer, R e f i k F e r s a n , F a h i r e Fersan, Vecibe Daryal, Cevdet Kozanoğlu, öğle yemeğini yen Emire, Türk Sanat Müziğinden s e ç m e parçalar

yi­

dinlet­

tiler. M u s i k i faslının daha başında Emirin yüzündeki anlam birdenbire d e ğ i ş m i ş , elindeki çatalı tabağının kenarına bı­ raktıktan sonra masadaki öbür konuklara eliyle «sus» işa­ reti yaparak şöyle d e m i ş t i : —

«Böyle

bir

musikiyi dinlerken yemek

Önce dinleyelim, sonra yeriz. Yemeğimiz

yenilmez.

soğursa

da zi­

y a m yok.» Saz t a k ı m ı , y e m e k s o ğ u m a s ı n d i y e f a s l ı k ı s a l t t ı a m a , Emirin yanaklarından kır sakalına doğru

süzülen

yaşlara

yine de engel olamadı. Emir Abdullah

Florya'ya

kü'yü de tanıtmıştı. Ülkü,

gittiğinde A t a t ü r k O'na Ü l ­

ömründe

i l k kez b ö y l e s a r ı k l ı ,

cübbeli bir adam gördüğü için merakla gidip kucağına otur­ du ve onu s o r u y a ğ m u r u n a t u t t u : —

«Niye böyle

N i ç i n başınıza bu

bembeyaz

uzun entari

bezleri sarıyorsunuz?

giyiyorsunuz?

Atatürkçüğümün

sakalı yok, sizin neden var?» Emir, çok sevdiği çocuğa şu karşılığı v e r m i ş t i —

:

«Bizim m e m l e k e t çok sıcak olduğu için böyle giyi­

n i r i z . S a k a l da b i z d e a d e t t i r k ü ç ü k h a n ı m . » Emir Abdullah, gittikten sonra Ülkü'ye güzel bir hedi­ ye göndereceğini vadetmiş ve hediyesini de yollamıştı.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

371

Emir Abdullah Türkiye'yi ziyaretinde Atatürk'e

hayran

kalmış ve bu hayranlığını şu cümlelerle belirtmişti —

:

« A t a t ü r k ' ü A n k a r a ' d a i l k kez g ö r d ü m . O n d a n

önce

y a l n ı z r e s i m l e r i n i g ö r m ü ş t ü m . Bu r e s i m l e r b i l e , O ' n u n y o r ­ gun bir ülkeyi birdenbire d i r i l t e c e k ta

olduğunu

anlatıyordu.

kudretli bir

İstanbul'daki

A t a t ü r k ' ü daha başka t ü r l ü g ö r d ü m . A k l ı n ı , sevgisini olanca

yaradılış­

görüşmemde

ise

düşüncesini,

gücüyle ulusuna ayırmış çok büyük

bir

a d a m . Kendisini gören her halde O'na kayıtsız şartsız ina­ nır. Gözlerinin ışınlarında, m u r a d ı n ı ettirecek şaşılacak bir güç

karşısındakine

kabul

var.»

Ürdün Emirinin Yalova gezisi ise

unutulmaz

anılarla

doluydu. Ertuğrul yatına Emir A b d u l l a h , m i h m a n d a r ı , yave­ ri i l e g e l d i . Y a l o v a ' y a d o ğ r u y o l a ç ı k t ı k . E m i r ' i n y a t l a y a ­ p ı l a n bu IVlarmara g e z i s i ç o k h o ş u n a g i t m i ş t i . U z u n yatın denizde

bıraktığı

köpükten

süre

i z l e r e daldı.. Y a p a y a l n ı z

y e m e ğ i n i yedikten sonra biraz yatmak üzere kamaraya in­ d i . Bana da « A d a ö n ü n e g e l i n c e b e n i k a l d ı r ı n , » d i y e

emir

verdi. Y a t ada

önlerine g e l m i ş t i . Emiri

k a m a r a y a i n i n c e b i r d e ne

uyandırmak

üzere

göreyim? Emir Hazretleri

yunmadan yatmış. Ayağında reye pantolon, başından fiyesini çıkarmış... Kırçıl sakallı Emir,

aslında çok

so­ key-

güzel

bir yüze s a h i p t i . Fakat onu güzel ve heybetli g ö s t e r e n , ba­ şındaki k e y f i y e s i i m i ş . Onu çıkarınca, saçsız başı cascav­ lak m e y d a n a

çıkmış.

Bir süre onu bu haliyle s e y r e t t i m . Uyandırıp

uyandır­

m a m a k arasında kısa bir d u r a k l a m a g e ç i r d i k t e n sonra e m ­ rini yerine getirdim. Emir keyfiyesini duktan sonra Adaları

seyretmek

h e m e n başına

üzere güverteye

koy­

çıktı.

Saat on altı sıralarında Y a l o v a ' y a g e l d i k . Bütün Y a l o ­ va E m i r i k a r ş ı l a m a ğ a ç ı k t ı . B a ş t a Ş e h i r

Bandosu

olduğu

halde ellerinde bayrak sallayan öğrenciler ve kalabalık halk

topluluğu, büyük

şenliklerde bulundu. Alkışlar

bir ara-


372

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI

İDÎM

s m d a o t o m o b i l i n e b i n d i v e b a n y o l a r ı n b u l u n d u ğ u y e r e ha­ reket ettik. Burada A t a t ü r k ' ü n kendisine ait köşkünde konuk edil­ d i . E m i r o n u r u n a b i r g ü n ö n c e saz v e m u s i k i h e y e t i o l a r a k Florya Köşküna gönderilen Münir Nurettin kemanî Reşat Erer, yal,

yönetimindeki

Refik v e Fahire Fersan, V e c i b e

C e v d e t K o z a n o ğ l u , M e s u t C e m i l Tel

ve

iki

Emirin isteği üzerine, Yalova'ya g e t i r t i l m i ş t i . Emir, faslından o kadar m e m n u n kalmıştı k i , Ürdün'e

Dar­

hanende müzik

döndükten

sonra A t a t ü r k ' e yazdığı mektuplarda Türk M u s i k i s i hakkın­ daki beğenilerini

bildirmeden yapamamıştı.

H a t t a E m i r i n g i d i ş i n d e n b e ş ay s o n r a A t a t ü r k ,

aldığı

m e k t u p l a r ı n d a e t k i s i y l e a y n ı saz v e m u s i k i h e y e t i n i mabahçe Sarayına çağırmış

«Ürdün Emiri

her

mektubun­

da ısrarla sizden d i n l e d i ğ i m u s i k i d e n söz ediyor v e teşekkürlerini

bildiriyor,»

dedikten sonra

Dol­

Emire

bana

çalınan

parçalan tekrarlattırmış ve sonunda şunları eklernişti —

«Şimdi Emiri neden böyle teshir

ettiğinizi

r u m . Biz ç o k k e r e b u m u s i k i n i n h a y s i y e t i n i İşte bu d i n l e d i ğ i m i z

anlıyo­

bulamıyoruz.

gerçek Türk musikisidir, yüksek

m e d e n i y e t i n m u s i k i s i d i r . Bu m u s i k i y i

:

bir

bütün dünyanın an­

laması gerektir. Onu bütün dünyaya anlatabilmek için mil­ letçe bugünkü medenî dünyanın seviyesine

yükselmemiz

gerektir.» Emir onuruna Yalova'da verilen alaturka müzik ziyafe­ ti çok güzel oldu. Gerçekten

e ş s i z b i r g e c e y a ş a d ı k . Saz

ve şarkılar gece yarısına dek sürüp g i t t i . Türk ahengine kendini

kaptırarak huşu

Müziğinin

içinde müzik

dinleyen

Ürdün Emiri, o gece M ü n i r Nurettin Selçuk'a bir hayli ilti­ fatta

bulunmuştu. Gece yarısından sonra müzik faslına son verildi. Mec­

lis de dağıldı. Herkes yatak odalarına ç e k i l d i . Konuklar sa­ bah geç kalkar diye d ü ş ü n m ü ş t ü m . Fakat Emir

Hazretleri­

nin sabah karanlığında kalktığını görünce şaşırdım. Sabah


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM namazını Y a i o v a ' n m

373

zümrüt gibi göründüğü balkonda

kıl­

mıştı. Namaz b i t t i k t e n sonra eliyle işaret ederek beni ça­ ğırmış, zevkin sabah namazında olduğunu

söylemişti.

Emir Hazretlerine güzel bir kahvaltı hazırladım. valtıdan sonra o t o m o b i l e binerek Baltacı ve M i l l e t lerini gezdi. Yalova gezisi

öyle sanıyorum

ki, Emirin

hoşuna g i t m i ş t i . Tekrar Ertuğrul yatına binerek

Kah­

Çiftlik­ çok

İstanbul'a

döndük. O geceyi Dolmabahçe Sarayında geçiren Emir, bir gün sonra yurdumuzdan ayrılarak Ürdün'e

döndü.


ROMANYA

KRALI I I . K A R O L ' U N

GELİŞİ

R O M A N Y A K r a l ı I I . K a r o l , 18 H a z i r a n 1938 c u m a r t e s i î g ü n ü İ n g i l t e r e K r a l ı 8. Edvvard'ın İ s t a n b u l ' a g e l d i ğ i

Nahlin

;yatıyla y u r d u m u z a g e l m i ş t i . Yatı İ n g i l t e r e ' d e k i bir

konttan

k i r a l a m ı ş t ı . Kral y u r d u m u z u r e s m e n z i y a r e t e t m i y o r , İngiltereye yaptığı yarı r e s m i bir geziden dönerken uğruyordu. Yat yine Dolmabahçe önlerinde

demirlemişti.

K r a l ı n g e l i ş i n d e n h i ç k i m s e n i n h a b e r i y o k t u . N e Bük;reş'teki e l ç i l i ğ i m i z , ne de y u r d u m u z d a k i ları b u k o n u d a r e s m i m a k a m l a r ı m ı z a

Romen

diplomat­

hiç bir bilgi

verme­

mişlerdi. O sırada, iki aydan beri Savarona yatında hasta bulu­ nan A t a t ü r k ' ü n

çağrısına gitmekte olan

Dışişleri

Bakanı

Tevfik Rüştü A r a s , Nahlin yatını D o l m a b a h ç e ö n l e r i n d e de­ mirlerken görünce, önce çok şaşırdı, sonra bindiği

moto­

run yolunu d e ğ i ş t i r d i . Çünkü o sırada yatta Krallık 'dalgalanmağa

b a ş l a m ı ş t ı . Eğer d o ğ r u d a n d o ğ r u y a

fors'i

Savaro-

n a ' y a g i t s e y d i , A t a t ü r k ' e « K r a l ı n g e l i ş i n d e n h a b e r i m yok,» n a s ı l d i y e b i l i r d i . Ö n c e d u r u m u ö ğ r e n e c e k , s o n r a da A t a ttürk'e bilgi

verecekti.

Tevfik Rüştü A r a s , sonradan A t a t ü r k ' e anlatırken duy-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

375

m u ş t u m . N a l ı l i n y a t ı n a yal<laştığı s ı r a d a k ü p e ş t e y e d a y a n ­ mış

K r a l ı n y a n ı n d a r ü z g â r d a kızıl s a ç l a r ı u ç u ş a n , g ü z e l l i ­

ği d i l l e r e d e s t a n

ateşli

sevgilisi

Madam

Lupesku'yu

da

g ö r m ü ş . Fakat zarif ve c e n t i l m e n olarak b i l i n e n Kral, ne­ dense «hoş geldiniz» deyip, sabah sabah bir kadeh Rumen şampanyası sunduğu Dışişleri nıştırmamış. Yanında kadın

Bakanımıza

sevgilisini

yokmuş gibi davranmış.

ta­ Kral

Karol, Tevfik Rüştü Aras'a şöyle d e m i ş : —

«Reisicumhur

Hazretleri

ile

tanışmak

istiyorum

Ekselans. Ne kadar ç a b u k o l u r s a , o kadar iyi.» Tevfik Rüştü A r a s da, A t a t ü r k ' ü n hasta o l d u ğ u n u , eğer karşı ziyaret

istemezse,

isteğini

Atatürk'e

duyuracağını

s ö y l e m i ş . Kral Karol, bu g ö r ü ş m e d e , o sırada

İstanbul'da

bulunan Romen elçisini bile yanına almak i s t e m e m i ş t ü r k ' l e iki d o s t olarak k o n u ş m a k Tevfik

istiyorum,»

«Ata­

demiş.

Rüştü A r a s , oradan Savarona'ya gelerek

yatta

gördüklerini ve Kralın isteğini A t a t ü r k ' e anlattı. Atatürk —

:

« K a p t a n d ü r b ü n l e b a k t ı . Y a t t a k a d ı n da v a r m ı ş . A c a ­

ba y a l n ı z m ı g e l e c e k ,

y o k s a onu da g e t i r e c e k mi?»

s o r d u . Bakan, buna pek sağlıklı

bir karşılık

diye

veremeyince

şöyle ekledi : —

«Pek t a k a t s i z i m . A m a

bir

gayret

edip

deneyelim.

Ayıp olmasın. M a d e m k i buraya kadar g e l m i ş . Belki bir der­ di vardır adamın. Sakın Südet'ler için g e l m i ş Atatürk, o gün

olmasın.»

öğleden sonra saat on altı

sularında

Kral Karol'u kabul e t t i . Kral yalnız g e l m i ş , sevgilisi Lupesku'yu getirmemişti. Savarona'nın yaver

C e l â l Bey t a r a f ı n d a n

yazı o d a s ı n a

m e r d i v e n i b a ş ı n d a ba-ş-

karşılanıp,

Cumhurbaşkanlığı

g ö t ü r ü l d ü . A t a t ü r k ' ü n üzerinde açık gri

bir

k o s t ü m , beyaz ipek g ö m l e k v e düz y e ş i l bir kravat v a r d ı . Yanında Dr. N e ş e t Ö m e r

İrdelp de bulunuyordu.

Atatürk,

hastalığı nedeniyle doktorun sürekli olarak kontrolü

altın­

da t u t u l u y o r , y e m e k l e r d e p e r h i z

gelen

t ü m dikkat gösteriliyordu.

yapmasına elden


376

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Krala ilkin kahve, (Lange chat)

s o n r a l i m o n a t a , ardından kedi dili

b i s k ü v i v e r i l d i . K r a l l a r a k ı i ç i l m e d i . Bazı ha­

tıra kitaplarında Romen Kralıyla içki içildiğine

değinilerek

ilgi çekici bir parmak hikâyesi anlatılır k i , bunun aslı yok­ t u r . Parmak hikâyesi bir başka zamana aittir. Aslı olmayan bu anıya göre A t a t ü r k , Romen Kralı için bir s o f r a

kurdur­

m u ş . Fakat sofraya içer korkusuyla içki k o n u l m a m ı ş . Çe­ şit çeşit maden suları sıralanmış. Konuğa protokol gere­ ğ i n c e h i ç d e ğ i l s e b i r k a d e h i ç k i s u n m a k g e r e k i y o r . K r a l iç­ k i i ç e r k e n e v s a h i b i n i n i ç m e m e s i t u h a f k a ç a c a k . O n u say­ m a m a k gibi bir şey olacak. Atatürk d u r u m u Neşet Ömer'e açınca doktor

b u n a ş i d d e t l e k a r ş ı k o y m u ş . Bir d e v l e t h ü -

• k ü m d a r m a i ç k i s u n m a m a n ı n ne k a d a r a y ı p k a ç a c a ğ ı n ı N e ­ ş e t Ö m e r d e ç o k i y i b i l i y o r . F a k a t ne v a r k i , A t a t ü r k ' ü n s a ğ l ı ğ ı , o n d a n ç o k d a h a ö n e m l i . H a s t a l ı ğ ı a r t m a s ı n d a , var­ sın R o m e n h ü k ü m d a r ı n ı n h a t ı r ı Fakat A t a t ü r k , olağanüstü ç a b u c a k b u n a razı

kalsın. kandırma

ediyor. Aralarında

gücüyle

doktoru

kısa s ü r e n

pazarlık

sonunda şuna karar veriliyor: Sofraya içki konacak,

fakat

A t a t ü r k , k e n d i k a d e h i n d e n a n c a k b i r p a r m a k i ç e c e k . Dok­ tor

bunu

sofracılara, hizmetkârlara

maktan fazla içki kaçırılmamasını Sofraya çeşit çeşit içkiler doldurmağa hazırlanırken,

tembihliyor.

Bir

geliyor. Atatürk,

kadehini

parmağını yanlamasına

'değil de, dikine doğru t u t u y o r ve sofracılara

doğru

p a r m a k bo­

yu d o l d u r t t u ğ u kadehini doktora doğru uzatarak bir parmak d e m e m i ş miydin?» diye

par­

istiyor.

«doktor,

soruyor.

A t a t ü r k ' ü n zekâ ve espri gücünü yansıtan bu hoş fık­ rayı k i m uydurmuş b i l m i y o r u m ama, o gün Kralla Atatürk •arasında i ç k i n i n n e k a t r e s i i ç i l d i , n e d e s ö z ü e d i l d i . Romen Kralıyla g ö r ü ş m e bir buçuk saat kadar sürdü. Atatürk, konu

Balkan Antantı'na geçtiği

için

hastalığını

u n u t m u ş , k o n u ş t u k ç a konuşuyor, bu hal de O'nu halsiz dü..şürüyordu. A t a t ü r k ' ü n j e s t l e r i , m i m i k l e r i , s e s i n i n t o n u kar-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM şısında Kral, büyülenmiş

377

gibiydi. Tercümanın

sözlerinden

çol<, A t a t ü r k ' ü n j e s t l e r i n e v e s e s i n i n a h e n g i n e d a l d ı ğ ı b e l ­ li o l u y o r d u . D o k t o r v e g ö r e v l i l e r b i r k ö ş e y e ç e k i l m i ş nenin heyecanı Atatürk

içinde konuşmaları

izliyorlardı.

yanılmamıştı. Kralın gelişi

di. Kral, Atatürk'le konuşmağa

sah­

Südetlerle

ilgiliy­

başladıktan sonra

şunları

söylemişti : —

«Uluslararası d u r u m pek nazik. D u r u m u n en

kritik

n o k t a s ı da S ü d e t l e r . Ç e k o s l o v a k y a ç o k i n a t ç ı b i r y o l yor. Beneş çok güçlük çıkarıyor. Balkan Antantı'nın ları, Çekoslovakya'nın

biraz uysal

hareket

izli­

çıkar­

etmesini

ge­

rektirir.» A t a t ü r k ç o k iyi F r a n s ı z c a b i l d i ğ i h a l d e , D e v l e t B a ş k a ­ nı o l a r a k

yabancılarla konuşurken

ve tercüman

kullanırdı. Romanya

yalnız Türkçe Kralıyla

böyle yaptı. Tercümana şöyle dedi —

«Kral H a z r e t l e r i n e

da

konuşur

konuşurken

:

söyleyiniz. Çekoslovakya

dostumuzdur, fakat kendilerinin müttefikidir.

bizim

Çekoslovakya

dostlarından olduğu gibi m ü t t e f i k l e r i n d e n de böyle d u r u m ­ larda yardım umar. Kral Hazretleri Beneş'in güçlük dığından söz

ediyorlar.

Bir d e v l e t b a ş k a n ı n ı n

yurdunu savunmaktır. Çekoslovakya'dan parçası koparılmak

ilk

büyük bir

çıkar­ görevi, toprak

istenirken Cumhurbaşkanı Beneş

ne

y a p s ı n y a n i ? K o l a y l ı k m ı g ö s t e r s i n ? Siz b u n u y a p a b i l i r m i ­ siniz?» Kral geldiğine geleceğine bin pişman o l m u ş t u . Karşı­ sındaki hasta, bitkin Cumhurbaşkanı aslandı sanki. Atatürk'ün —

karşısında

«Ekselans, biz de d u r u m u

ya'nın tehditleri

değil, kükremiş kekelemeğe

bir

başladı:

anlıyoruz ama, A l m a n ­

karşısında telâşa kapılıyoruz,»

diyebildi.

Bundan sonra konuyu d e ğ i ş t i r i p , havadan sudan konu­ şulmağa başlandı. Sonunda görüşme bitti. A t a t ü r k , hasta­ lığına r a ğ m e n y i n e zinde bir halde Kralı Savarona'nın

is-


378

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

kelesine

k a d a r g e t i r i p , u ğ u r l a d ı . Bu s ı r a d a A t a t ü r k ' ü n b ü ­

yük gayret sarfettiğini

gördüm.

Sonradan anlattıklarına göre Kral K a r o l , hayatının son günlerini yaşayan bir büyük insan karşısında tarifsiz üzün­ t ü y e kapılmış ve yatın m e r d i v e n l e r i n i i n e r k e n : «Sizin için b i l m e m a m a , b i z i m i ç i n daha i k i y ı l y a ş a m a s ı g e r e k , » d e ­ miş.


SAVARONA YATININ

ÖYKÜSÜ

A T A T Ü R K s ı k s ı k d e n i z y o l u y l a da y u r t g e z i l e r i n e ç ı k ­ tığı i ç i n d ö r t başı m a m u r bir yata

ihtiyaç v a r d ı . Eski de­

v i r d e n kalma Ertuğrul y a t ı , bir gün s e r t bir havada

Kara­

deniz'de batma tehlikesi geçirdiği için kullanılması sakın­ calı bulunuyordu. A t a t ü r k denizi çok s e v i y o r d u , deniz âşı­ ğ ı y d ı . S o n z a m a n l a r d a s a ğ l ı k d u r u m u , o n u n d e n i z d e n uzak­ laşmasının doğru olmadığını da ortaya koyduğundan bunları gözönünde

bütün

bulunduran H ü k ü m e t , O'na ulusun

bir

armağanı olarak A m e r i k a l ı m i l y a r d e r bir kadından çok ucu­ za b u l d u ğ u S a v a r o n a y a t ı n ı a l m ı ş t ı . S a ğ l ı k d u r u m u n u n d ü ­ z e l m e s i i ç i n a l m a n bu y a t t a A t a t ü r k ne y a z ı k k i , ç o k b e ­ ğendiği ve sevdiği halde ancak elli gün kalabilmiş, sonra Dolmabahçe

Sarayına

alınmıştı.

S a v a r o n a ' n ı n p l a n l a r ı d ü n y a n ı n ne ü n l ü g e m i y a p ı m c ı ­ l a r ı n d a n A m e r i k a l ı m ü h e n d i s VVilliam r a f ı n d a n h a z ı r l a n m ı ş v e 29 T e m m u z Blohom Voss tezgâhlarında

Frances Gibbes 1930'da

ta­

Almanya'da

y a p t ı r ı l m ı ş , 28 Ş u b a t

1931'de

de denize indirilmişti. İşsizlikten o zamanlar bir sandal b i ­ le y a p a m a y a n b u f i r m a , S a v a r o n a ' n ı n y a p ı m ı i ç i n t ü m h ü ­ ner ve sanatını gösterip, gemi yapımında kalburüstü yapıt ortaya

koymuştu.

bir


3S0

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM O tarifıte sahibine on m i l y o n dört yüz bin dolara mal-

o l a n S a v a r o n a , d e n i z e i n d i r i l d i k t e n s o n r a i k i kez d ü n y a t u ­ ru y a p m ı ş t ı . Y a t l a a l t m ı ş üç gün

dünyayı dolaşan

Rich M . Cadvvalader, vatanına dönünce A m e r i k a

Misis

Hüküme­

t i , y a t dışarda yapıldığından yapım masrafı kadar v e r g i is­ t e d i . Sahibinin malî vaziyeti bozulduğundan bu vergiyi ödey e m e d i . Z a t e n IVlisis C a d v v a l a d e r k o c a s ı n ı y i t i r m i ş , h a y a t ­ ta yapayalnız k a l m ı ş t ı . Yattan hevesini aldığı, ü s t e l i k A m e ­ r i k a ' y a da s o k a m ı y a c a ğ ı n ı a n l a d ı ğ ı i ç i n H a m b u r g

limanın­

da s a t ı ş a ç ı k a r d ı . Türk heyetinin Savarona'ya istekli Krupp harekete mak

olması

karşısında

geçmişti. Hem müşterisini elinden

kaçır­

istemiyor, hem de A l m a n deniz endüstrisinin

tekrar

yapılmaz bir başyapıtı olan yatın kendi ellerinde için satın almak K r u p p ' u n bu Hükümetinin

kalması

istiyordu. düşünceyle harekete

Savarona'yı

haczetmesiyle

geçmesi,

Alman

s o n u ç l a n d ı . Yatı

s a t ı n a l m a m ı z t e h l i k e y e g i r m i ş t i . H a c i z k a r a r ı , A l m a n y a ile A m e r i k a arasında siyasal bir olayın doğmasına neden ol­ du. A t a t ü r k ' e karşı sempatisi olan A m e r i k a nı R o o s e v v e l t , y a t ı n

Cumhurbaşka­

bizim tarafımızdan alınmasını

istedi­

ğinden, Savarona'ya konulan hacize m i s i l l e m e olarak A m e ­ rika limanlarına girecek ilk A l m a n g e m i s i n i n

haczedilme-

s i n i e m r e t t i . Bu s ı r a d a ü n l ü b i r A l m a n t r a n s a t l a n t i ğ i

New

Y o r k l i m a n ı n a g i r m e k ü z e r e y d i . B u n u n ü z e r i n e H i t l e r ' i n işe elkoymasıyla Savarona bir milyon

üzerindeki haciz kaldırıldı ve

iki yüz elli bin Türk Lirasına satın alındı.

olaydan sonra satın alma işleminin Almanya'da

yat Bu

yapılması

uygun görülmediğinden yat. A m e r i k a n bandırası altında İn­ giltere'deki

Southampton

limanına

getirildi. Yata

ilk

o z a m a n k i A l m a n B a ş b a k a n Y a r d ı m c ı s ı V o n Papen olmuştu

ama, bizim komisyoncular

dını yatı A t a t ü r k ' e satması

i ç i n razı

kez

istekü

a ç ı k g ö z d a v r a n ı p , ka­ etmişlerdi.

Böylece


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

381

Amerileaiıların sevgisi yüzünden Hitler'in istediği yat

ona

kısmet olmadı. Yatın İngiltere'den almışı

sırasında ben de bulundu­

ğ u m için kısaca Savarona'nın öyküsünü buraya koymak ye­ r i n d e o l a c a k t ı r . 1938

ilkbaharında trenle Sofya, Belgrad,

M ü n i h , Strazburg, Paris, Dünker, Londra

üzerinden

Sava­

rona'yı almağa g i t t i m . S o ğ u k bir M a r t günü Londra'ya üç saat uzaklıktaki

Southampton

limanına vardık. Burada

24

Ş u b a t 1938'de y a t T ü r k e k i b i t a r a f ı n d a n z a t e n t e s l i m a l ı n ­ mıştı. Savarona'ya büyük bir törenle Türk bayrağı çekildi. Bayrak çekme töreninde

İngiliz

Bahriyesinden amiral

ve

komutanlar, şehrin ileri gelenlerinden birçok kimse vardı. Londra büyükelçimiz Fethi Okyar ile elçilik ileri

gelenleri

hazır b u l u n m u ş t u . ' Geminin alınmasında Cumhurbaşkanlığı Umumi H a s a n Rıza S o y a k , U l a ş t ı r m a

Bakanlığı M ü s t e ş a r ı

Kâtibi Sadul-

lah Güney, N a k l i y a t Şefi B u r h a n e t t i n , m ü h e n d i s Naci

Ark

ile k o m i s y o n e r olarak A v r u p a ' d a bulunan Zeki adlı bir k i ­ şi v e n ü k t e d a n Bal M a h m u t Savarona'dan

(Baler)

önce Almanya'da

vardı. Krupp fabrikaları

bir yat sipariş etmek için bir heyetimiz görüşme

ile

halindey­

d i . G ü n e ş - D i l adı v e r i l e c e k b u y a t ı n p l a n l a r ı da h a z ı r l a n ı ­ y o r d u . Fakat heyet, yeni yapılacak bir yatın uzun alacağını hesaplayarak, o sırada na'yı almayı daha elverişli

bulmuştu.

L i m a n d a b i r ay k a d a r k a l d ı k . Y a t ı n d ı ş beyandı. İçersinde

zaman

satışa çıkarılan Savaro­

yapılacak değişiklikler

kısmı için

beyaza İngilizler

çok para i s t e d i k l e r i n d e n , İ n g i l t e r e ' d e n ayrılıp H a m b u r g l i ­ manına gittik. Yat Hamburg'ta yapıldığı için Almanlar

de­

ğ i ş i k l i k konusunda hiç zorluk ç e k m e m i ş l e r d i . Burada

beş

h a f t a k a l a n y a t , 22 M a y ı s 1938 g ü n ü h a r e k e t e t t i . 1 H a z i r a n ' d a da İ s t a n b u l ' a g e l d i k . F l o r y a ö n l e r i n d e b i z i p o l i s gümrük

memurları

karşıladı. Dolmabahçe

Sarayı

vn

önlerine

geldiğimiz sırada A t a t ü r k , Acar motoruyla yata geldi.


382

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM A t a t ü r k ' ü b u n e d e n l e t a m i k i b u ç u k ay

görmemiştim.

Heyecanla ve özlemle merdivenleri çıkmasını bekliyordum. H e m e n yanına k o ş t u m . Fakat daha ilk bakışta hasta oldu­ ğunu sezdim. Yüzü s o l m u ş , incelmiş, karnı ş i ş m i ş t i . A t a ­ t ü r k ' e kaygıyla ve dikkatle baktığımı gören Kılıç A l i —

:

«Neden bu kadar d i k k a t l i baktın Ç e l e b i ? M e r a k et­

m e bir şey yok,» diye b e n i m h a y r e t i m i y a t ı ş t ı r m a k i s t e d i . Ama

kandıramadı. Yata hemen yerleşildi. Gerekli

türk, yatın

eşyalar taşındı. Ata­

mobilyasını. Amerikan zevkini çok

sevmişti.

Çünkü yatın sahibi ince zevkliydi. Yatın içindeki

eşyaların

bir kısmı, Fransa'daki müzelerden aslı gibi t a k l i t

olunarak

yaptırılmıştı. Birçok Atatürk'ün

köşeleri tarihî

Savarona'ya

eşyalarla

ilk geldiği

gün

bezenmişti. İngiltere'den

d ö n m ü ş o l a n İş B a n k a s ı G e n e l M ü d ü r ü M u a m m e r E r i ş d e , gezisi hakkında bilgi v e r m e k üzere Saray'a g e l m i ş t i . A t a ­ türk, M u a m m e r Eriş'i de yanma alarak Savarona'ya Yata adımını atar atmaz, hasta ve halsiz oluşuna

geçti. bakma­

d a n , g ö r ü l m e s i g e r e k l i o l a n h e r y e r i n i g e z i p d o l a ş t ı . En i n ­ ce ayrıntılarına dek

yatı bir bir inceledi. Kendi

yatacağı

yerden başka, arkadaşlarının yatacakları kamaraları

özen­

le b a ş t a n s o n a d e k g ö z d e n g e ç i r d i . T ü m g e z i l e r i n d e d e b ö y ­ le y a p a r , g i d i l d i ğ i

her yerde ö n c e l i k l e arkadaşlarının

beraberindekilerin

yatacakları yerleri görür, onların

edebilecekleri

kanısına vardıktan sonra

b ö l ü m ü gözden g e ç i r i r d i . Bencil hiç disini daima yakınlarından rin dinlenecek

kendisine

ve rahat

ayrılan

bir yönü y o k t u . Ken­

sonra düşünürdü.

Yanmdakile-

durumda olmadığını görürse, kendisi

için

hazırlanan daire ne kadar k o n f o r l u olursa o l s u n , orada kal­ mak istemez, bir bahane bularak oradan uzaklaşır,

başka

yerde kalırdı. Atatürk'ün Savarona'yı

baştan sona gezisi uzun

s ü r d ü . Yatı hasta haliyle bu kadar i n c e l e m e s i de ları h o ş n u t e t m i y o r ,

yanındakileri kaygıya

süre

doktor­

düşürüyordu.


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

383

Heri<es b i r a n ö n c e y a t a ğ a g i r i p d i n l e n m e s i n i

bekliyorlar

d ı . Planlarını g ö r d ü ğ ü zaman yatı çok beğenen A t a t ü r k , ne yazık k i . ona k a v u ş t u ğ u n d a ö l ü m e y a k l a ş m ı ş ağır bir has­ t a y d ı . Savarona'nın safasını s ü r e m e y e c e ğ i n i o da anlamış ve üzülerek «bu t e k n e yoksa benim mezarım mı

olacak?»

d i y e hazin hazin s o r m u ş t u . A t a t ü r k yatta kaldığı ilk on beş gün içinde biraz d ü ­ z e l m e ğ e yüz t u t t u . Küçük gezintiler yapıyordu. Deniz

ha­

vası yaramış,

hal

yüzüne biraz renk g e l m i ş t i . Fakat bu

uzun s ü r m e d i . Amansız hastalığın etkisiyle

yavaş

yavaş

eridiği görülüyordu. Büyük bir dikkatle tedavi edildiği hal­ de hastalık yavaş yavaş ilerliyordu. Yattaki ilk

haftasında

kendisini ziyaret eden Fransız d o k t o r u Fiessinger, m u a y e ­ neden sonra merdiven çıkmaması ricasında bulundu. «Savarona» Hint adalarında yaşayan uzun boyunlu

bir

kuğu kuşu anlamına gelmektedir. Kamaralarında, tabaklar­ da, termoslarda

kuşun resmi

nın son g ü n l e r i n d e , Varşova

vardır. Atatürk'ün

hastalığı­

dönüşü Orgeneral

Fahrettin

A l t a y ziyaret e t m i ş t i . Yatın güvertesinde bir şezlonga uzan­ mış dinlenen A t a t ü r k , o sırada deniz havasının

kendisine

çok iyi geleceğini s ö y l e y e n g e n e r a l e , Savarona'nın ne an­ lama geldiğini sormuş, Fahrettin Altay,

göllerde

yaşayan

uzun boyunlu bir kuş olduğunu söyleyince de, g ü l ü m s e m e ğe çalışarak : —

«Arkadaşlar vapura Savaronu dediler. Hastalığı sa­

van bir gemi demekmiş,» demişti. Çok ağır durumda bile şakayı elden bırakmamış, ade­ ta hastalığıyla alay eder bir tavır

takınmıştı.

T e s l i m a l ı n d ı ğ ı 24 M a r t 1 9 3 8 ' d e C u m h u r b a ş k a n l ı ğ ı e m ­ rine verilen Savarona,

1951 y ı l ı n a

dek

Cumhurbaşkanlığı

yatı olarak k u l l a n ı l m ı ş . Fakat İ s m e t İnönü, C u m h u r b a ş k a n ­ l ı ğ ı d ö n e m i n d e y a t l a ç o k az g e z d i . D e m o k r a t P a r t i i k t i d a ­ ra g e l d i k t e n bir yıl s o n r a 2 T e m m u z 1951'de Deniz K u v v e t ­ leri Komutanlığına devredildi. O günden beri Deniz

Harp


384

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

Okulunda öğrencilerin eğitimi için kullanılmaktadır. rona'dan önce okul

Dünya Savaşında büyük zırhlısı

Sava­

g e m i s i olarak Türk Donanmasının kahramanlıklar yaratan

kullanılıyordu. Eskidiği

gerekçesiyle

ayrılan Hamidiye'nin y e r i n i , y i r m i iki yıldır

I.

Hamidiye

Donanmadan Savarona

dol­

d u r m a k t a d ı r . S a v a r o n a ' d a n ö n c e E r t u ğ r u l y a t ı v a r d ı . Padi­ şahlar

gezmiş, Abdülhamid

onunla Selânik'e g i t m i ş , Ata­

türk yıllarca kullanmıştı. M ü z e olacak bir tekneydi rul yatı. J i l e t o l d u , g i t t i . Çok yazık oldu

Ertuğ­

Ertuğrul'a.

136 m e t r e b o y u n d a , 16 m e t r e e n i n d e , e l e k t r i k l i d ü m e n ­ le y ö n e t i l e n

17 m i l s ü r a t i n d e k i S a v a r o n a , H e y b e l i a d a ö n ­

lerinde d e m i r l i durmaktadır. Her y ı l e ğ i t i m için 7 bin de­ n i z m i l i s e y i r y a p a n y a t ı n m a k i n e l e r i 7 b i n 200 b e y g i r g ü cündedir. Savarona'ya 7,62'lik d ö r t tane

sonradan selâmlama atışları

t o p , hava saldırılarına

uçaksavar tareti konulmuştur.

karşı dört

Üç lüks s a l o n u , on iki

için tane ka­

marası vardır. Deniz Harp O k u l u n u n k u r u l u ş u n u n 200. y ı l ­ dönümü, 1 Ağustos ile

1973'de Savarona'da v e r i l e n

bir

balo

Atatürk'ün oturduğu köşeler, portreleriyle

süs­

kutlanmıştır. Yatta

lüdür. A y r ı c a yatı yaptıran M i s i s Cadvvalader'in de b i r port­ resi bulunmaktadır. Yata sonradan yeni mobilyalar alınmış, birçok

devlet büyüğü tarafından altın, gümüş eşyalar

mağan e d i l m i ş t i r . A t a t ü r k ' ü n kaldığı rek o z a m a n k i h a l i y l e

kamaralar,

ar­

kilitlene­

saklanmaktadır.

1938 y ı l ı n ı n s o n a y l a r ı y d ı . A t a t ü r k ' ü n ö l ü m ü n d e n

son­

ra S a v a r o n a i l e P i r e ' y e g i t t i k . A y r ı l d ı ğ ı m 1941 A ğ u s t o s u n a dek Savarona'da kamara m e m u r l u ğ u y a p m ı ş t ı m . Yatta Dış­ i ş l e r i B a k a n ı Ş ü k r ü S a r a ç o ğ l u , D ı ş i ş l e r i i l g i l i l e r i v a r d ı . Ru­ şen Eşref Ünaydın A t i n a büyükelçisi idi. Pire'den Atina'ya geçildi. Onlar Atina'da Yunan Meçhul A s k e r anıtına çelenk götürdükleri

sırada, ben de elçiliğe

gitmiş,

Savarona'da

v e r i l e c e k ziyafetin nasıl ve ne şekilde olacağını d u m . Ruşen E ş r e f i n eşi Saliha Hanım :

soruyor­


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

385

« H e r ş e y hazır. S i z y a l n ı z t a b a k

çanakları verin.

Vazifeniz konukları karşılamak,»

dedi.

Atina'nın ünlü bir oteli, yemek

servisi işini

üzerine

almıştı. O sırada e l ç i l i k t e n çıkıp, M e ç h u l A s k e r anıtı önü­ ne gelince sıralanmış Efsun a s k e r l e r i n i g ö r d ü m . Bando m ı ­ zıka b i z i m İstiklâl M a r ş ı m ı z ı çalıyor, onlar hazırol tinde dinliyorlardı. Bunlar A t a t ü r k ' ü n nan askerinin d e v a m ı y d ı . Ne

vaziye­

denize döktüğü Y u ­

göz yaşartıcı ve

dokunaklı

bir manzarası v a r d ı . Ç e l e n k y e r i n e k o n m u ş . Ş ü k r ü Saraç­ oğlu ile Ruşen Eşref

IJnaydm saygı duruşundaydılar.

Ay­

nı g e c e S a v a r o n a y a t ı n d a b a l o v e r i l d i . S e ç k i n Y u n a n d e v ­ let adamlarının katıldığı balo çok göz kamaştırıcıydı. A t a ­ türk'ün temellerini

attığı Türk-Yunan dostluğu, O'nun

ölü­

m ü n d e n s o n r a da b ö y l e s ü r ü p g i d i y o r d u . S a b a h b e ş t e İ s ­ tanbul'a dönmek üzere limandan hareket

ettik.

O zaman Savarona'nın kaptanı (Mülazım) tan'dı. Akademide resim

M i t h a t Kap-

dersleri almış. Resme çok

me­

r a k l ı . Bir g ü n bize S a v a r o n a ' d a k i k u ş r e s i m l e r i n i

göstere­

rek a n l a t m ı ş t ı : A k a d e m i ' d e

dersinde

öğrenciyken

resim

bir s ü j e (konu) v e r m i ş l e r . Bir genç kadınla bir kuşun çift­ leşmesini

en g ü z e l n a s ı l a n l a t a b i l i r s i n i z , d i y e . Bizim kap­

tan da boynu uzun güzel bir kuş y a p m ı ş . Kuşun

boynunu,

genç v e güzel bir kadının boynuna sarmış, gagasını

kadı­

nın dudağına y a k l a ş t ı r m ı ş , kanatlarıyla kadının d o l g u n gö­ ğüslerini kaldırmış. Şahane bir tablo yaratmış. Ortaya

bir

kuşla bir kadının s e v i ş m e s i çıkmış. Kaptan

daha öğren­

ciyken bunu başarmış. Hem de bilmeyerek

Savarona'daki

kuşun yıllar

önce aynını

yapmış.

Ben bunları A t i n a gezisinde Bayan Ünaydın'a anlatın­ ca, çok m e m n u n kaldı : —

«Cemal Efendi. Siz A v r u p a ' y ı g ö r d ü k t e n sonra d ü ­

şünceleriniz genişlemiş, bayağı değişmişsiniz. pa g ö r m e n i n f a y d a l a r ı , »

İşte

Avru­

dedi. F: 25


GÜNEY GEZİSİNE H A S T A

ÇIKTI

A T A T Ü R K A n k a r a ' d a 19 M a y ı s t ö r e n i n i i z l e d i k t e n s o n r a saat 17'de özel t r e n i y l e hasta hasta çıktı. Hatay

işini kesinlikle

Mersin'e doğru

sonuçlandırmağa

karar

yola verdi­

ği için o sıralarda bir Güney gezisi y a p m a y ı zaten kafası­ na k o y m u ş t u . H e m

Hatay konusunda

karşı gövde gösterisi

direnen

Fransızlara

yapacak, hem de m e m l e k e t e

hasta

olmadığını g ö s t e r m i ş olacaktı. Çünkü bir süreden beri has­ ta olduğu, k e n d i s i n e i n m e indiği s ö y l e n t i l e r i

vardı.

Gerçekten de Atatürk, bir süreden beri hasta bulunu­ yordu. Halinde, tavrında bir

yorgunluk, bitkinlik, zayıflık,

ç ö k ü n t ü v a r d ı . B u r u n k a n a m a l a r ı b a ş l a m ı ş , k a ş ı n t ı l a r ı n ar­ dı a r a s ı k e s i l m e z o l m u ş t u . D u r m a d a n b a c a k l a r ı n ı

kaşıyan

A t a t ü r k «acaba burada karıncalar m ı var da kaşındırıyor?» diye soruyordu. Bu hal 1 9 3 7 ' d e u z u n a r a l a r l a , d a h a s o n r a s ı k s ı k g ö ­ rülmeğe

b a ş l a m ı ş t ı . Dr. Ziya Y a l t ı r ı n , burun

kanamaları

i ç i n bazı t e d a v i ş e k i l l e r i u y g u l a d ı y s a d a , b u n u n s o n u c u a l ı ­ n a m a m ı ş t ı . 27 Ş u b a t Bakanlarına

1938'de Balkan D e v l e t l e r i

Çankaya'daki

mekte Atatürk'ün yine

Dışişleri

Köşkünde

Dışişleri

verilen

burnu kanamış v e Dr. A s ı m

ye­ Arar,


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

387

ill< kez A t a t ü r k ' ü n c i d d î ş e k i l d e h a s t a o l d u ğ u n u f a r k e d e ­ rek d u r u m u ilgililere anlatmış, sonunda o zamanki Başba­ kan Celâl Bayar da haberdar e d i l m i ş t i . D o k t o r l a r ı n m u a y e ­ nesinden sonra şu gerçek ortaya çıkıyordu: Ayak rinde ödem vardı ve karaciğer

bilekle­

büyümüştü.

Fakat A t a t ü r k , bir t ü r l ü hastalığı kabul e t m e k

istemi­

yor, doktorların istirahat ve perhiz öğütlerine karşı y o r d u . H ü k ü m e t i n I s r a r ı y l a 1938 M a r t ı n ı n s o n u n d a len dünyaca ünlü karaciğer hastalıkları uzmanı

Fiessenger

Paris'ten g e l m i ş ve hastalığın ne olduğu anlaşıldığı kendisinden

s a k l a n m ı ş t ı . Bu o l a y d a n

sonra

duru­ getirti­ halde

Cumhurbaş­

kanlığı Genel Sekreterliği de A t a t ü r k ' ü n Şubat ayında yap­ tığı Yalova, Bursa ve İstanbul gezilerinde şiddetli bir gri­ be yakalandığı yolunda bir bildiri

yayınlayarak,

üstü örtülü bir şekilde m e m l e k e t e

duyurmuştu.

İşte A t a t ü r k , M e r s i n ' e hastalığının başladığı

hastalığı günlerde

g i t m i ş t i . Bu y o r u c u g e z i y e ç ı k m a s a , i y i b i r d i n l e n m e y a p ­ sa b e l k i de i y i l e ş e c e k t i . F a k a t y o r u c u g e z i , h a s t a l ı ğ ı n h ı z ­ la i l e r l e m e s i n e y o l

açtı.

Mersin istasyonunda yürüyen Atatürk, askeri

birlikle­

ri d e n e t l e m i ş , yapılan g e ç i t törenini i z l e m i ş t i . Viranşehir'e gidip, eski

şehrin kalıntılarını gezdikten

sonra Tarsus'a

g e ç m i ş , Parkta b i r s ü r e d i n l e n d i k t e n s o n r a A d a n a ' y a g i d i p . İstasyon C a d d e s i n d e n A t a t ü r k Parkına dek y ü r ü m ü ş t ü . Pi­ yade ve topçu birliklerinin törenini zorlukla ayakta selâm­ layan A t a t ü r k , ö y l e s i n e hastaydı k i , ayakta zor d u r a b i l i y o r ­ du. «Marş marş!» komutuyla töreni acele bitiren

Atatürk,

Ankara'ya doğru bir kat daha bitkin bir d u r u m d a yola ç ı ­ k ı y o r d u . 25 M a y ı s ' t a A n k a r a ' y a v a r d ı ğ ı n d a g a r ı n dek güçlükle

y ü r ü y e b i l m i ş t i . Rengi s o l m U ş ,

salonuna

sararmıştı.

Bir gün sonra da, yanında M a r e ş a l Fevzi Ç a k m a k

olduğu

halde İstanbula doğru yola çıkmıştı. Haydarpaşa'dan Acar motoruyla Dolmabahçe geçen Atatürk, İstanbul'a gelişinin

ertesi günü

Sarayına Florya'ya


368

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

yaptığı bir geziden

dönerken birden fenalaşmış ve

bunu

ö n c e k a l p k r i z i s a n m ı ş l a r d ı . 29 M a y ı s t a i s e k a r n ı n ı n ş i ş ­ meğe başladığı görülüyordu. A t a t ü r k , buna biraz sinirlen­ m i ş , fakat bir şeyin farkına varamadan şişmanladığını san­ mıştı. Dr. Neşet

Ömer, Atatürk'e

karaciğerinden

rahatsız

olduğunu söyleyerek hiç değilse birkaç gün

dinlenmesini

i s t e m i ş t i . İ k i g ü n s o n r a d a biz S a v a r o n a i l e

İngiltere'den

yurda

döndük.


ELBİSE O L M U Y O R

A T A T Ü R K A n k a r a ' d a 19 M a y ı s t ö r e n i n i i z l e d i k t e n s o n ­ ra ç ı k t ı ğ ı G ü n e y g e z i s i n d e n h a s t a o l a r a k İ s t a n b u l ' a g e l d i . G e l d i k t e n i k i g ü n s o n r a da S a v a r o n a y a t ı n d a k a l m a ğ a b a ş ­ l a d ı . Bu O ' n u n s o n g e l i ş i y d i . B i r d a h a A n k a r a ' y ı g ö r e m e d i . A t a t ü r k iyice rahatsızdı artık. Deniz havasının iyi g e ­ leceğini düşünerek O'nun için Savarona yatını hazırlamış­ lardı. Atatürk, Köşkte olsun, Sarayda olsun hiç bir yatak

odasının

dışında

önünde bile elbisesini

gecelikle giyerek

dolaşmazdı.

zaman

Uşaklarının

otururdu. Savarona'da

en­

tari gecelikle O'nu görünce bir hayli yadırgadım. Devetüyü rengindeki Jeagu

pardesüsü de üzerindeydi.

Çehresi

s o l u k , hali üzüntü v e r i c i y d i . Boynu v e ensesi ç o k i n c e l m i ş , kansız kulakları şeffaf bir renk

almıştı.

O s ı r a d a y o ğ u n b i r hal a l a n H a t a y d a v a s ı i ş i n i d e ü z e ­ rine alan C u m h u r i y e t Halk Partisi genel s e k r e t e r i ve İçiş­ leri bakanı Şükrü Kaya'yı A t a t ü r k , acele olarak Ankara'dan İstanbul'a çağırtmış, Savarona'da kamarasının yanında ona da b i r y e r h a z ı r l a t m ı ş t ı . Ş ü k r ü K a y a h e m e n i s t a n b u l ' a g e l ­ di. Savarona'ya çıkıp A t a t ü r k ' l e görüşmeğe başladı. Atatürk, M e c l i s ' t e k i kanunlar ve Hatay konusunda bil-


390

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

g i aldıl<tan s o n r a , Ş ü k r ü K a y a ' n ı n a ç ı k l â c i v e r t y a z l ı k

ce­

ketine dikkatle bakarak: —

«Ne güzel ceket böyle,»

dedi.

Şükrü Kaya h e m e n c e k e t i n i ç ı k a r d ı ; —

«Beğendinizse

buyrun, güle güle

giyiniz

efendim.

Ben başkasını yaptırırım,» d e d i . Bu j e s t A t a t ü r k ' ü n

hoşuna gitti. Şükrü Kaya'nın

elbi­

s e l e r i n i her zaman b e ğ e n i r d i . Daha ö n c e de palto v e

par-

desüsünü alıp g i y m i ş t i . Zaten A t a t ü r k ' ü n üzerindeki p a r d e s ü d e o n u n d u . A t a t ü r k d e Ş ü k r ü K a y a ' y a bazı

elbiselerini

vermişti. Hemen koşup, Atatürk'ün üzerindeki pardesüyü ceketi

giydirdik.

gözlerini —

Ama

üzerimizde

ilikleyemedi.

IJzüntülü

bir

aldık, şekilde

gezdirerek;

« G a l i b a h e p i m i z u n u t t u k . Bu k a r ı n l a b u c e k e t

giyi­

lir mi? Karnımda asit v a r m ı ş . Ne olacak bilmem,» dedi. Atatürk

hastalığının

nedenini

çok

iyi biliyordu.

Dok­

torların saklamasına rağmen ansiklopedi ve tıp dergilerin­ den siroz (Cirrhose)

fasıllarını okuduğunu ve

s o n u c u n u da p e k i y i g ö r m e d i ğ i n i

hastalığının

a n l ı y o r d u k . F a k a t O da,,

b i z l e r d e b i l m e m e z l i k t e n g e l i y o r d u k . Bu k o n u d a s a n k i a r a ­ mızda gizli bir anlaşma yapmıştık. A t a t ü r k , hiç bir zaman, hiç bir k i m s e y e halinden ğından ve

ölümden

göstermekten

söz

kaçınır,

yakınmamış, hastalığının etmemişti. Ölümden

«ölümden

korkmak

ağırlı­

korktuğunu ahmaklıktır,»

derdi. Şükrü Kaya, A t a t ü r k ' ü n — rın

üzüntüsünü geçiştirmek

için:

«Sizin hastalığınız tedaviyle geçecek e f e n d i m . Y a ­

kumaş

getirtelim, yeni

ölçüde

bir

elbise

yaptıralım.

İyileştiğiniz zaman daraltırız,» d e d i . Başıyla O'nun nı a l d ı k t a n s o n r a A n k a r a ' y a

onayı­

Mümtaz Ökmen'e telgraf

kildi. Kumaşlar g e l d i . Fakat d i k t i r m e k

ve giymek

o l m a d ı . O k u m a ş l a r sonradan «Üç top A n k a r a sofu» Atatürk'ün tereke listesinde çıkmıştı.

çe­

kısmet diye


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

391

Atatürl<, Savarona'nın en güzel odalarından birinde ya­ t ı y o r d u . Burası h e m iskele, h e m sancak tarafındaki

deniz­

l e r e bakan g e n i ş bir o d a y d ı . Bir köşede y a t a ğ ı , bir köşede mavi soya örtülü büyücek bir masanın çevresine sıralan­ m ı ş k o l t u k l a r , ş e z l o n g , k ü ç ü k yazı

masası,

kitap

vardı. Ortada t e k kişilik beyaz ö r t ü l ü bir y e m e k

dolabı

masasının

üzerinde sürahi ve çiçekli bir vazo duruyordu. Atatürk, içkisiz masayı Şükrü Kaya'ya işaret —

ederek:

«Şimdi soframız işte böyle fakir. Perhizdeyiz. Duy­

d u ğ u m a g ö r e a r k a d a ş l a r da s o f r a l a r ı n d a n JTiışlar," d e d i .

alkolü

kaldır-


üç

ATATÜRK, birkaç gün

Dolmabahçe

DONDURMA

YEDİ

Saraymda

hasta

yattıktan sonra 1 haziranda İstanbul limanına gelen Sava­ rona yatma nakledildi. A t a t ü r k yenilikten hoşlanır ve yatla bir süre oyalanıp, belki de Saraydan daha rahat eder diye o r a d a k a l m a s ı n ı u y g u n g ö r m ü ş l e r , O d a b u n u s e v i n ç l e kar­ şılamıştı. S a v a r o n a y a t ı n a g e ç i l d i ğ i i l k g ü n l e r d e A t a t ü r k , h e r za­ manki gibi d o k t o r l a n n ö ğ ü t l e r i n e o kadar ö n e m

vermiyor­

du. Uzun o t u r m a k t a n , yatakta y a t m a k t a n sıkılıyordu. Karnı şişmekte

olduğundan

eski

pantolonları

uymuyordu

üzeri­

ne. K e n d i s i n e y a t k ı y a f e t i y a p m ı ş l a r d ı . Beyaz p a n t o l o n üze­ rine l â c i v e r t c e k e t , beyaz i s k a r p i n g i y i p y a t t a bir aşağı bir yukarı d o l a ş ı y o r d u . A k ş a m l a r ı da hava s e r i n l e r İş

Bankası

genel

müdürü

Muammer

Eriş'in

korkusuyla İngiltere'den

hediye olarak getirdiği beyaz yün süveteri g i y i y o r d u . Öğle ve akşam yemeklerini yukarı salona çıkarak kadaşlarıyla beraber yiyordu. Oysa yürümek, hele ven çıkmak, O'nun için çok zararlıydı. Doktorlar

ar­

merdi­

bunu ke­

sinlikle kendisine bildirmişlerdi. Atatürk'ün

iştahsız

hali dikkatimizi

çekiyordu.

Adeta


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

393

zorla yemek yiyordu. Sevdiği yemeklerin hiç birine dönüp bakmıyordu bile. Sıcak

bir g e c e y d i . Yine y e m e ğ i n i

iştah­

sız y e m i ş , b i r k o l t u ğ a o t u r m u ş , d i n l e n i y o r d u . O s ı r a d a İ s ­ tanbul'da bulunan Ülkü de Atatürk'ün

isteğiyle yata geti­

rilmişti. Ülkü Atatürk'ün

dondurma

karşısında

yemeğe

başladı. Zaten perhiz yapan Atatürk, dondurmayı

görünce

c a n ı ç e k t i v e k a m a r o t Rıza'ya h e m e n b i r d o n d u r m a

getir­

mesini emretti. K a m a r o t Rıza, h i ç k i m s e y e s o r m a d a n A t a t ü r k ' e

gidip

bir dondurma getirdi. Büyük bir iştahla dondurmayı

yiyen

Atatürk: —

«Çok h o ş u m a g i t t i . Bir tane daha getir,»

emrini

v e r d i . İ k i n c i d o n d u r m a da g e l d i . O n u d a y e d i . B i r ü ç ü n c ü ­ sünü istedi... Atatürk'ün raretini

söndürmeğe

i ç i y a n ı y o r d u . Üç d o n d u r m a , h a ­

yetmemişti. Arkasından

bir

bardak

da s o ğ u t u l m u ş s u i ç t i . Derken gece yarısına doğru yatta ilk kriz geldi. Ora­ d a hazır b u l u n a n D r . N e ş e t Ö m e r İ r d e l p , d e r h a l u y a n d ı r ı l ­ dı. Neşet Ömer, Atatürk'ün

özel d o k t o r u y d u . İlk

tedaviyi

yaptı. Fakat vaziyeti t e h l i k e l i g ö r ü y o r d u . Dünya çapında

bir

adamın tedavisinde

sonra artık sorumluluk alamıyacağım dan hemen bir mütehassıs Atatürk'ün

hastalığı

doktor

sırasında

bu

dakikadan

söyledi ve

Avrupa'­

çağrılmasını

istedi.

bütün

koymalara

karşı

aldırmadan Ülkü, yanma girip çıkmıştır. Son günlerine dek Dolmabahçe Sarayında bulunan Ülkü'yü, ölümünden on beş gün önce A t a t ü r k yanına i s t e m i ş . Yatağına oturtup

okşa­

yarak: —

«Cumhuriyet

Bayramı yaklaştı.

Ankara'ya

Ülkü bayramı görsün,» d e m i ş . Ülkü de boynuna —

gidin.

sarılarak.

« A t a t ü r k ç ü ğ ü m , b a y r a m ı g ö r e l i m a m a , s e n de gel,»

diye başlamış yalvarmağa. Bir t ü r l ü ayrılmak i s t e m i y o r m u ş . —

«Sensiz A n k a r a ' y a gitmerrı,» d e y i n c e .

«Ben de g e l e c e ğ i m , »

diyormuş.


394

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Ayrıiırl<en, Ülkü'nün

ağlayışına

çok

üzülmüş,

gözleri

dolmuş. Ülkü ayrılırken: —

«Gidiyorum

Atatürkçüğüm, ama

yine

geleceğim,»

demiş. Atatürk, Ülkü'yü okşayarak: —

«Siz g e l m e y i n , b e n g e l e c e ğ i m , » d i y e o n u

avutmak

istemiş. Atatürk, son günlerinde bile Ülkü'yü unutmadı. Nesip Efendi ile t e l e f o n —

ettirerek:

«Ülkü nasıl, annesi çocuğa

iyi baksın,»

diyordu.

Sonradan d u y d u ğ u m a göre uzun süre A t a t ü r k ' ü n münü Ülkü'den saklamışlar.

«Avrupa'ya

gitti,

ölü­

gelecek,»

d e m i ş l e r . Fakat o, bu sözlere k a n m a m ı ş : —

«Beni bu kadar s e v e r d i , niye beni de

diye ağlarmış. Sonra yastığının

altında

bir şeyler

götürmedi,»

sezinlemiş.

sakladığı fotoğraflarım

Atatürk'ün

yüzüne

yapıştı­

rıp için için ağladığını sonradan Vasfiye Hanım anlatmıştı. Hatta altı ay kadar sonra bir Z e y b e k havası çalınırken an­ nesi «Haydi kalk, oyna Ülkü» deyince Ülkü birden bire sar­ sılarak şöyle karşılık Atatürk yok

vermiş:

«Ne

oynayacağım.

Artık

ki...»

A t a t ü r k ' ü n son günlerinde başucundan hiç

ayrılmayan

h e k i m l e r i n (Dr. A k i l M u h t a r Ö z d e n , Dr. N e ş e t Ö m e r İrdelp, Dr. Nihat Reşat Belger, Dr. Hayrullah Diker, Dr. A b r a v a y a M a r m a r a l ı , Dr. M . Kemal Ö k e , Dr. M . K â m i l Berk, Dr. Sü­ reyya Hidayet Serter) kü'nün ziyaretleri şöyle

tuttukları son nöbet defterinde

Ül­

gösterilmektedir:

21 E k i m 1938. Ü l k ü , H a s a n Rıza S o y a k ' l a g i r d i , o n d a ­ k i k a k a l d ı . 24 E k i m

1938. Ü l k ü , a n n e s i V a s f i y e

ile

girdi,

o n b e ş d a k i k a k a l d ı . 25 E k i m 1938. Ü l k ü , V a s f i y e , A f e t İnan ve Sabiha Gökçen'le girdi. Birkaç dakika

kaldı.


MAREŞAL ÇAKMAK'LA

YATTA

ATATÜRK daha Savarona yatında hasta iken Ankara'­ dan o zaman Başbakan bulunan Celâl Bayar ile

genelkur­

m a y b a ş k a n ı o l a n M a r e ş a l Fevzi Ç a k m a k d a s ı k s ı k İ s t a n ­ bul'a gelir ve Atatürk'ü ziyaret

ederlerdi.

Atatürk, Mareşal Çakmak'ın ziyaretine rir ve

hiç

Çankaya

kimseye

göstermediği

davetlerinde

ziyafetlerde

bile

saygıyı

çok önem ve­ ona

gösterirdi.

öyleydi, Mareşal'in

bulunduğu

masaya içki konmaz, A t a t ü r k de o gece

ye­

m e k t e içki perhizi yapar ya da b i r iki kadeh içer, sofra en geç gece saat y i r m i şölenlere veda

üçte

dağıtılır,

sabahlara dek

süren

edilirdi.

M a r e ş a l Fevzi Ç a k m a k , Savarona yatına geleceği man Atatürk

hasta olduğu halde Yatın

iskelesine

za­

çıkar,

bir iki saat s ü r e n t o p l a n t ı l a r d a n sonra y i n e iskeleye kadar getirip motora Atatürk'ün

bindirirdi. hastalığı sırasında

eski başbakan ve A t a ­

türk'ün Kurtuluş Savaşı arkadaşı İsmet İnönü'nün geldiğim hiç g ö r m e d i m . Aradan günler g e ç t i k ç e bu merak adamakıl­ lı i ç i m i k e m i r m e ğ e b a ş l a d ı . A c a b a a r a l a r ı n d a b i r d a r g ı n l ı k


396

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

m ı v a r d ı ? S o n u n d a d a y a n a m a d ı m . B i r g ü n B a ş y a v e r CelâF Üner'e sordum: —

« İ s m e t Paşa A t a t ü r k ' ü çok

severdi.

Niçin

gelip

görmüyor?» —

«Cemal, birkaç defa gelmek için telefon etti. Ata­

t ü r k ' e h a b e r v e r d i k . İ s m e t Paşa g e l i p s i z i z i y a r e t

etmek

istiyor,» dedik, 'Ankara'dan ayrılmasın' diye karşılık

ver­

d i . Biz d e İ s m e t İ n ö n ü ' y e A t a t ü r k ' ü n s ö z l e r i n i a y n e n

tek­

rarladık. Bunun t e p k i s i n i n ne o l d u ğ u n u b i l m i y o r u m . A t a t ü r k ' ü n Savarona ve

Dolmabahçe'de hasta

yattığı

s ü r e i ç i n d e b a ş b a k a n o l a n C e l â l B a y a r i s e b i r ç o k kez g e l ­ mişti. Atatürk'ün

hastalığının son günlerinde

bütçe

hak­

kında bilgi v e r m e k üzere gelen Celâl Bayar'a doktorlar an­ c a k o n b e ş d a k i k a i ç e r d e k a l a b i l e c e ğ i n i b i l d i r m i ş l e r d i . Fa­ kat A t a t ü r k d u r u m u kavradığı için Celâl Bayar'ı on beş da­ kika sonra dışarı bırakmadı. Bütçede sözü edilen

kurula­

c a k f a b r i k a l a r h a k k ı n d a b i l g i v e r m e s i n i i s t e d i . B u n u önle­ m e k i ç i n d o k t o r l a r b u kez i ç e r i y e A f e t İ n a n ' ı

yolladıkları

halde, A t a t ü r k , onu da o t u r t u p Bütçeyi d i n l e m e ğ e

mecbur

etti. Atatürk

bir

ara Celâl

Bayar'a, Dünyanın

geçirmekte

olduğu bunalımdan söz ederek şöyle d e m i ş t i : —

«Dünya m u t l a k bir savaşa d o ğ r u gidiyor. İki yıllık

bir zamanımız var. Bütçe formüllerine uyarak tembel mak doğru değildir,» dedi.

kal­


BUZ SANDIKLARINI

ATATÜRK'ün doktor

özel

doktoru

Neşet

getirtilmesin! istedikten sonra

İrdelp,

AHIRIYOR

Avrupa'dan

dünyaca

tanmmış

bir Fransız d o k t o r u çağırıldı. F i e s s e n g e r adlı bu doktor 8 Haziran 1938'de g e l d i . Fransız d o k t o r , N e ş e t Ö m e r

İrdelp,

N i h a t Reşat Belger, A b r a v a y a v e daha b i r ç o k d o k t o r l a A t a ­ türk'ü muayene ettiler. Doktorlar raporu hazırlarken, Ata­ türk, yanında duran İçişleri bakam Şükrü Kaya'ya sordu: —

«Ne diyorlar

«Bağırsak,

bunlar?»

karaciğer

rahatsızlığı. Perhiz,

ve tedaviyle geçer diyorlar,» diye karşılık

istirahat

aldı.

İlk k o n s ü l t a s y o n y a p ı l d ı k t a n s o n r a D r . F i e s s e n g e r ,

şu

öğütlerde bulundu: —

«Yatak

odasında

dolaşabilir.

Dışarıya çıkmak

saktır. M e r d i v e n inip b i n m e y e c e k t i r . Hava tertibatı d i ğ i i ç i n d u v a r l a r a buz s a n d ı k l a r ı Savarona tan demirli Boğaz'ın

konulacak.»

yatı, Dolmabahçe önlerinde

bulunuyordu.

poyrazı

ve

Havalar

meltemi,

ya­

yetme­

baştan ve

da ö y l e s i n e

kamaraları

sıcaktı

kıç­ ki.

serinletemiyor-

du. Odanın havasını biraz s o ğ u t m a k için d o k t o r u n öğüdüne u y a r a k d ö r t k ö ş e s i n e l e ğ e n l e r i ç i n d e buz s a n d ı k l a r ı k o n u l -


398

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

muştu. Atatürk,

Şükrü

Kaya'ya buzları

göstererek,

alaylı

bir dille; —

«Bak b e n i m

de bağırsaklarım, l e ğ e n l e r d e k i

buzlar

gibi su içinde yüzüyor. Böyle insan yaşar mı?» d i y e d u . Şükrü Kaya, üzüntüsünü belli e t m e m e ğ e —

sor­

çalışarak;

«Tabiî y a ş a m a z a m a , s i z i n k i ö y l e d e ğ i l m i ş .

Sonra

galiba s u y u n alınmasına da karar verildi.» A t a t ü r k , s o n r a Ş ü k r ü K a y a ' y a b i r g ö r e v v e r d i . Fransız doktorunu alıp, Florya'ya götürerek ağırlamasını ve arayarak

hastalığıyla

bildirmesini

ilgili

her

şeyi

öğrenerek

ağzını

kendisine

istedi.

Sonradan öğrendiğimize göre Şükrü Kaya, konuk dok­ toru,

Florya'da

Kılıç A l i ' n i n

evine

götürmüş.

Ağırlamış.

Sonra doktora şöyle s o r m u ş : —

î

«Sizden şunu ö ğ r e n m e k i s t i y o r u m . A t a t ü r k bu has­

t a l ı k t a n ö l ü r m ü ? E ğ e r ö l ü r s e ne v a k i t ö l e b i l i r ? Bu s o r u ­ ların, karşılığını şimdi

benden

Hükümet,

Parti v e

Meclis

beklemektedir.» Fransız d o k t o r u bu g ö r ü ş m e d e A t a t ü r k ' ü bir hayli öv­ müş. Koyu

Katolik, fakat cumhuriyetçi

olan doktor, Fran­

sa'nın o günlerde böyle bir şefe ihtiyacı söylemiş.

Sonra

sözü

hastalığına

olduğunu

getirerek,

üzüntülü

bile bir

halde: —

«Atatürk, tıbbın ve tabiatın yardımıyla daha iki yıl

y a ş a y a b i l i r . B u n u n t ı p t a r i h i n d e b i r ç o k ö r n e ğ i v a r d ı r . Fa­ kat şimdi Yata döndüğümüzde Atatürk'ü bağırsak ve beyin k a n a m a s ı n d a n ö l m ü ş d e b u l a b i l i r i z . Bu b a k ı m d a n s i z . C u m ­ huriyetin selâmeti için şimdiden gerekli tedbirleri

alınız,»

demiş. Atatürk'ün —ölümünden

sonra Türkiye'nin

geleceğini

d ü ş ü n e r e k — her şeyi konuşun d e m e s i n i n nedenini

Fransız

doktoru işte böyle açıklamış oluyordu. D r . F i e s s e n g e r buz k a l ı p l a r ı g i b i d a h a b i r ç o k t e d b i r l e r


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM a l d ı r t ı p , yasal<lar l<oydul<tan s o n r a ,

399

Savarona'dan

ayrılır

ayrılmaz Atatürk beni çağırdı: — var

«Çelebi

Efendi, bu sandıklardaki

m ı ? » d i y e s o r d u . Buz s a n d ı k l a r ı n ı n

buzların

faydası

yanına

giderek

baktım. Ne faydası olabilirdi' k i : —• « H i ç f a y d a s ı y o k P a ş a m , » d i y e k a r ş ı l ı k —

— -«Evet P a ş a m , ş i m d i m o t o r a —

verdim.

«Doktor gitti mi?» diye yavaş bir sesle sordu. bindi.»

« Ö y l e y s e h e m e n b u z k u t u l a r ı n ı ç ı k a r ı n . Buz

ları buraları

kutu­

kirletmesin.»

H e m e n buz k u t u l a r ı n ı d u v a r l a r d a n ün Fransız d o k t o r u n u n yasaklarına

çıkardım.

içerlediği

Fakat onun yanında itiraz e t m e k i s t e m e d i ğ i S a d e c e buz k u t u l a r ı n ı ç ı k a r t m a k l a

Atatürk'

muhakkaktı. anlaşılıyordu.

kalmadı. Kendini

biraz

serbest hissedince hemen yata hareket emrini verdirtti... Savarona Marmara'ya doğru yol aldı. Ertesi günü Şarköy'e vardık. Çok güzel bir yaz g ü n ü y d ü . A t a t ü r k ' ü n canı yukarı çıkmak i s t i y o r d u . Böyle havada

hürriyet

âşığı

bir

için kamarada kapalı k a l m a k ne d e m e k t i ? Fakat

insan

doktorlar

O'na dışarı çıkmasını k e s i n olarak y a s a k l a m ı ş l a r d ı .

Böyle

olduğu halde: —

«Çelebi

Efendi, şezlongu güverteye

çıkar.

Doktor

dışarı çıkma diye t e m b i h etti ama, doktorların her

dediği

yapılmaz,» dedi. İ s t e r i s t e m e z e m r i n i y e r i n e g e t i r d i m . Bir t a r a f t a n ü z ü l ü y o r d u m . Ya hastalığı g e ç m e z s e , artarsa

diye

da

kaygı

içindeydim. A t a t ür k güverteye çıktı. Şezlongta bir süre uzandıktan sonra, tekrar aşağıya indi. A ç ı k hava O'nu fazlasıyla muştu. O geceyi

Şarköy'de

geçirdik.

Atatürk'ün

yor­

onuruna

g e c e halk s a h i l d e bir f e n e r alayı d ü z e n l e m i ş t i . Fakat A t a ­ t ü r k ' ü n dışarı çıkmadığını görünce üzüldüler. Ne çare k i , Atatürk'ün

ayakta duracak hali

y o k t u . Bunu halka

duyur-


400

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

mamal< g e r e k t i . M i l l e t A t a s ı n ı n h a s t a l ı ğ ı n ı b i l i y o r d u . Fa­ kat bu d e r e c e ağır bir hal aldığı s a k l a n ı y o r d u . O g ü n y a t l a M a r m a r a ' d a d o l a ş t ı k . Bu s ü r e i ç i n d e A t a ­ türk

kâh kamarasında

d i n l e n d i , kâh yasak

kararını

meyerek güverteye çıktı. Ertesi gün Dolmabahçe demirledik.

dinle­

önlerine


MEMLEKET HASTANEYE

DÖNDÜ

ATATÜRK, çok ağır hasta olduğu halde kendini muş, o sıralar

rahatsızlık

geçiren

İnönü'nün hastalıklarıyla yakından

Celâl Bayar ilgilenmeğe

unut­

ve

İsmet

başlamıştı.

C e l â l Bayar d e v l e t i ş l e r i h a k k ı n d a A t a t ü r k ' e b i l g i v e r ­ m e k için İstanbul'a geldiği zaman garip bir rastlantı oldu. A n î bir karaciğer krizi geçirdi v e yatta tedavi altına girdi. A r t ı k Savarona'da iki hasta v a r d ı . A t a t ü r k bu sırada kendi derdini

unutmuş,

Başbakan'mkiyle

uğraşmaya

t ı . Kendisinin de karaciğer hastalığından Atatürk'ü

iyiden

başlamış­

yatağa

düşüşü,

iyiye kaygılandırmıştı. Atatürk,

artık ka­

raciğer hastalığını — k i m yakalanırsa y a k a l a n s ı n — felâket sayıyordu. A t a t ü r k ' ü n bir ara ş ö y l e dediğini —

duydum:

«Ben hasta y a t a k t a y ı m . Celâl Bayar da hasta yatı­

y o r . Fevzi Ç a k m a k ' ı n da ş e k e r i v a r , o da h a s t a . hastaneye döndü. Ne olacak Neyse

ki. Celâl

Memleket

bilmem?»

Bayar'ın

hastalığı

Atatürk'ünki

gibi

değildi. Çabucak iyi oldu ve yattan taburcu edildi. Dr. Fiessenger'in İstanbul'a ikinci gelişinde eski baş­ bakan İsmet İnönü de Ankara'da safra kesesinden lanmış. Vedit Beyin başyavere anlattığı

bu olayı

hasta­ Atatürk F:

26


402

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

d u y u n c a çol< ü z ü l d ü . K e n d i s i ç o k a ğ ı r h a s t a o l d u ğ u Fiessenger'in etmesini

hemen

Ankara'ya

gidip, İnönü'yü

halde

muayene

istedi.

Fransız doktor, h e m e n o gece t r e n l e A n k a r a ' y a

gitti.

İ n ö n ü ' y ü m u a y e n e e t t i . B i r g ü n k a l d ı k t a n s o n r a t e k r a r İs­ t a n b u l ' a d ö n d ü . S o n r a da A t a t ü r k ' e

İnönü'nün

hastalığıyla

ilgili şu bilgiyi v e r d i : —

« İ s m e t Paşa'da şeker olduğu için yapılacak, a m e l i ­

yatı t e h l i k e l i b u l d u m . Tarif e t t i ğ i m tedavi ş e k l i n e göre ha­ reket edilirse çok çabuk

iyileşecektir.»

Gerçekten de İnönü'ye o zaman böyle bir a m e l i y a t ya­ pılmadı v e bir süre sonra da i y i l e ş t i . Fiessenger bir gün kalmak

için

geldiği

Türkiye'de

böylece A t a t ü r k ' ü n e t k i s i n d e n kurtulamayarak beş gün kal­ mış ve g i d e r k e n de şöyle d e m i ş t i : —

« B e n i b ı r a k ı n d a b u r a d a n ç a b u k g i d e y i m . Eğer

gün daha burada k a l ı r s a m h e m e n e m r i n e g i r e c e ğ i m . kuvvetli çok

bir

adam

k i , hâlâ e t k i s i

altındayım.

iyi a n l ı y o r u m . Nereye, k i m i n yüzüne

bir

Öyle

Üzüntünüzü

baksam, gözle­

r i n i n i ç i n d e n kalbine akan acı gözyaşlarını g ö r ü y o r v e b e ­ r a b e r a ğ l ı y o r u m . Bu t e h l i k e l i f ı r t ı n a i ç i n d e b e n i m d e s i z i n ­ le a y n ı g e m i d e b u l u n d u ğ u m u k a b u l e d i n , »

demişti.

A t a t ü r k işte böyle eşsiz bir yaradılışa sahipti. Ö l ü m l e savaştığı en t e h l i k e l i anında, kendi doktoru, ileride

Türkiye

ğ i m i z iki arkadaşının hastalığı Atatürk

Savarona'da

seyrini biraz

tam

gelen görece­

etmiş, kendi

unutmuştu.

56 g ü n

daha arttırıyordu.

söndüğünü gözlerimizle

için

başında

için seferber

derdini hiçe saymış, kendi acısını gün

hastalığı

Cumhuriyeti'nin

görüyorduk.

kaldı. Hastalık Günden

güne

Savarona

her

eriyip

yatı

gün

g e ç t i k ç e A t a t ü r k ' ü s ı k m a ğ a b a ş l a m ı ş t ı . K o n f o r l u da

olsa,

bir yandan alçak tavanlı kapalı oda, bir yandan yazın sıcaq!, y a t t a o t u r m a y ı

dayanılmaz

bir hale g e t i r m i ş t i .

Hasta­

l ı ğ ı n a c ı s ı da h e s a b a k a t ı l ı r s a , A t a t ü r k s ı k ı l m a k t a ç o k h a k -


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

/>03

iıydı. İşte böyle sıkıntılı bir günde belki bir d e ğ i ş i k l i k olur. A t a t ü r k belki biraz avunur d ü ş ü n c e s i y l e Erdek'e g i d i l d i . O sırada

Erdek

limanında

Donanmamız

demir

atmıştı. Do­

n a n m a K o m u t a n ı Ş ü k r ü Paşa, y a t t a A t a t ü r k t a r a f ı n d a n k a ­ bul e d i l d i . O geceyi Erdek'te g e ç i r m e y i p t e k r a r döndük.

Oysa

geceyi

Erdek'te

geçirecektik.

İstanbul'a

Dolmabahçe

önünde demirledikten sonra sıcağın etkisi A t a t ü r k ' ü

tek­

rar s ı k m a ğ a v e ü z m e ğ e b a ş l a d ı . Fiessenger yurdumuza ikinci gelişinde Atatürk'ün sü­ rekli olarak yatta kalmaktan sıkılacağını düşünerek istedi­ ği

gezintiler yapmasını

tavsiye

e t m i ş t i . A t a t ü r k b i r g ü n A c a r m o t o r u y l a bir gezi

zaman

emretti,

fvlotorda

Boğaz'da kızkardeşi

motorla Makbule

Atadan,

Afet

İnan,

Sabiha

G ö k ç e n , Prof. N e ş e t Ö m e r , K ı l ı ç A l i , S a l i h B o z o k v e y a ­ verleri vardı. Motorla önce

Florya'ya

gidildi.

Atatürk'ü

hasta olarak bilen halk, g i y i n m i ş vaziyette Acar da görünce de

kıyamet koptu. Heyecanlı

bulundu. Zorlukla

sevgi

uzandığı şezlongtan

motorun­

gösterilerin­

kalkıp

yan kü­

peşteye k a d a r g e l d i . H a l k ı n a l k ı ş l a r ı n a , « y a ş a , v a r o l » s e s ­ l e r i n e e l i n i y a v a ş ç a kaldırarak Florya'dan sonra

karşılık

vermsvG

Dolmabahçe önüne gelindiği

çalıştı.

halde

Ata­

türk, yata çıkmak i s t e m e d i , Boğaz'da ikinci bir gezinti da­ ha y a p m a k i s t e d i . B o ğ a z ' d a k i g e z i d e d e s a h i l l e r i

dolduran

h a l k A t a t ü r k ' e g ö r ü l m e m i ş ssvgi g ö s t e r i s i n d e b u l u n d u . Bu aezi R u m e l i k a v a ğ ı ' n a d e k s ü r m ü ş t ü . BoğEz'ın s o n u n a ya!-.laştığımızda Atatürk

her halde büyük bir rahatsızlık d u " -

muş o l a c a k k i , s o n s ü r a t l e d ö n ü ş e m r i n i verdi. G e ç s a a t ­ lerde Savarona yatına geçildi. Florya

ve Boğaz'a

yapılan

bu g e z i , ne y a z ı k k i A t a t ü r k ' ü n s o n y o l c u l u ğ u o l d u . Boğa:' gezintisinden birkaç gün sonra Atatürk'ün hararetinin b i ­ d e n b i r e y ü k s e l d i ğ i g ö r ü l d ü . H e r k e s i büyük b i r t e l â ş a l d ı . H a r a r e t i ç o k artan A t a t ü r k , b i r a r a

çevresindekilere

dö­

nerek: —

«Boğuluyorum,

odada

oturamayacağım,»

diye ba-


404

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

ğırıp yataktan fırlamak i s t e m i ş ve yatın güvertesine çıka­ rılıp hasır şezlonglardan bîrinin üzerine uzanmıştı. Yatta Atatürk'ün hastalığının

ilerlediği

ve

beklenen

bir sonuç alınamayacağı anlaşılarak, Saraya çıkmasına ka­ rar v e r i l d i . Belki Saraydaki odalar daha s e r i n d i . Orada da­ ha i y i r a h a t e d e b i l e c e k t i . Bu y ü z d e n S a r a y a g e ç i ş i ç i n e m i r verdi. Savarona'dan ayrılıp

Dolmabahçe

Sarayına

gidece­

ği gün A t a t ü r k kamaradan m e r d i v e n başına kadar

koltuk­

la g e t i r i l d i . Bu ç o k a c ı k l ı b i r m a n z a r a y d ı . K o l t u k , b a ş t a K ı ­ lıç A l i , M u h a f ı z A l a y K o m u t a n ı İ s m a i l H a k k ı T e k ç e , m e m u r u Faik Ç e l e n , başyaver Celâl Üner, bir de nöbetçi askerin elleri den

üzerindeydi. A ğ ı r ağır

baları

diye

Sarayın bahçesindeki

söndürtülmüştü. Atatürk'ün

üzerinde İstanbul Sarayın içeriye odasına

girer

işini

oturduğu

koltuk,

motoruna konuldu. Motor yattan kadar y i n e

girmez,

hemen

kimse

bütün elektrik

rıhtımına yanaştı. Aynı şekilde asansöre

kapıdaki

merdivenler­

i n d i r i l d i . V a k i t g e c e y a r ı s ı y d ı . Bu g e ç i ş

görmesin

polis

omuzlarda önceden

koltuk

lam­ eller ayrılıp

Saraydan

götürüldü.

Yatak

hazırlanan

yatağa

de

Yattan

tıkanıp: " —

«Oh, dünya varmış. Gerçekten

burası

daha serinmiş,» diye derin bir nefes aldı. Bu g i d i ş A t a t ü r k ' ü n s o n g i d i ş i o l d u . B i r d a h a S a v a r o ­ na'ya dönmek kısmet olmadı.


V A S İ Y E T N A M E S İ N İ EMİRLE

ATATÜRK'ün

karnının

silmesi, Avrupa'lardan karşısında çınılmaz

gittikçe

getirtilen

elleri, kolları

bağlı

bir şey olduğunu

YAZDIRDI

ş i ş m e s i , idrarının doktorların

k a l m a s ı , O'na

ke­

hastalığının ölümün

anlatmıştı. Atatürk,

ka­

karnından

i l k kez s u a l ı n m a s ı n d a n b i r s ü r e ö n c e (5 E y l ü l 1938) V a s i ­ y e t n a m e s i n i hazırlamış v e kendi e l i y l e 6 Ekim 1938'de N o ­ tere v e r m i ş t i . Çünkü yavaş yavaş öleceğini artık

kesinlik­

le a n l a m ı ş b u l u n u y o r d u . A t a t ü r k D o l m a b a h ç e ' d e 71 s a y ı l ı o d a d a y a t ı y o r d u . B u odanın ortasında duvara dayalı ceviz oymalı karyolası var­ dı. Üstünde beyaz t ü l d e n bir c i b i n l i k asılıydı. Yatağın y a ­ nında k o m o d i n , üzerinde m o r bir kolonya ş i ş e s i , a y a k u c u n da bir şezlong d u r u y o r d u . Denize bakan panjurlu pencerelerin önüne mavili H e ­ reke kumaşıyla kaplı koltuklar, kanepeler, köşeye de y a s t ı k l ı b i r s e d i r y e r l e ş t i r i l m i ş t i . O d a n ı n s o f a y a a ç ı l a n iki k a ­ pısı v a r d ı . Bunların arasında bir t u v a l e t m a s a s ı ,

masanın

üzerinde de d ö r t köşe a k r e p v e y e l k o v a n ı f o s f o r l u bir sa­ at duruyordu. İşte A t a t ü r k ' ü n son sözü olarak tarihe geçen


406

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

" S a a t kaç » s o r u s u b u s a a t e bakarak Gcruimuştu. D ı ı v a r i s e m a v i üstüne s a r ı y a l d ı z l ı b i r fonla k a p l ı y d ı . Vasiyetnamesinin

hazırlanması için umumî

kâtip Ha­

san Rıza S o y a k ' ı n y a r d ı m ı n ı i s t e d i ğ i n i d u y m u ş t u k . B i r g ü n Soyak'ı çağırdı. M a l olarak nesi varsa bir listesini masını

istedi, umumî

kâtip buna

hiç

gerek

çıkar­

olmadığını,

kendilerine yapılacak operasyonun basit ve tehlikesiz bir şey olduğunu, bundan kaygılanacak hiç bir şey bulunma­ dığını s ö y l ü y o r s a da d i n l e t e m i y o r d u . —

« B u n u ne p a h a s ı n a o l u r s a o l s u n y a p a l ı m , »

diyor­

du. Emir emirdi. H e m daha fazla ı s r a r e t m e s i , zaten hasta olan A t a ­ türk'ü üzebilirdi. Umumî kâtip bürosuna giderek kayıtlardan istediği lis­ teyi ç ı k a r ı y o r . Bu l i s t e esas t u t u l a r a k K o c a e l i Selâhattin Yargı ile bir vasiyetname

milletvekili

hazırlanıyor.

Atatürk, vasiyetnamesinde bütün mal ve mülkünü y i ­ ne

millete

bırakmaktaydı. Şahsi

servetinden, çok yakın­

larına, s e v d i k l e r i n e aylık bağlanıyordu. Vasiyetnamede

yaşadıkları

sürece

kızkardeşi

Makbu­

le A t a d a n ' a ayda 1000, P r o f e s ö r A f e t İnan'a 8 0 0 , t a y y a r e c i Sabiha

Gökçen'e

600, Ülkü'ye

200, Rukiye v e

Nebile'ye

d e 100'er l i r a b ı r a k ı y o r d u . A y r ı c a S a b i h a G ö k ç e n ' e b i r e v alabilecek para v e r i l e c e k . M a k b u l e Atadan'ın da Çankaya'­ da o t u r d u ğ u e v ö l ü n c e y e k a d a r e m r i n d e k a l a c a k t ı . B u n l a r ­ dan başka İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek ö ğ r e n i m l e ­ rini b i t i r i n c e y e kadar gereken

yardımın yapılmasına

ilgin

b i r madde d e v a r d ı . U m u m î k â t i p H a s a n Rıza S o y a k , A t a t ü r k ' ü n gün A l t ı n c ı

Noter

İsmail

Kunter'i

Dolmabahçe

emrettiği Sarayının

ü s t k a t ı n d a k i d e n i z e b a k a n odaya g ö t ü r ü y o r . A t a t ü r k o n ­ ları i p e k p i j a m a s ı v e k ı r m ı z ı r o p d ö ş a m b r ı s ı r t ı n d a , b o y n u ­ na b a ğ l a d ı ğ ı v i ş n e ç ü r ü ğ ü e ş a r b ı i l e t r a ş o l m u ş v a z i y e t t e karşılıyor. Sigara ve kahveler içildikten sonra bir süre şun-


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

407

d a n b u n d a n , l s t a n b u l ' d a l < i N o t e r s a y ı s ı n d a n , o y ı l çıl<an N o ­ ter

Kanunundan konuşuluyor, fakat hastalığından

edilmiyor.

Sonunda

umumî

kâtip'le

Noter,

hiç

gitmek

söz

üzere

ayağa kalkıp izin istedikleri zaman, masanın üzerinden a l ­ dığı kapalı bir zarfı N o t e r e d o ğ r u —

«Bu b e n i m

uzatarak:

vasiyetnamemdir.

İcap

ettiği

zaman

açarsınız,» diyor. Noter, d o k t o r ve u m u m î kâtip kalkıp ç ı ­ kıyorlar. H a s a n Rıza S o y a k s o n r a d a n b u n l a r ı a n l a t ı r k e n , g ö z l e ­ rinin yaşlarla dolduğunu fark Hasan

etmiştim.

Rıza S o y a k , A t a t ü r k ' ü n

vasiyetnamesini

nasıl

hazırladığını şöyle a n l a t m ı ş t ı : —

«Vasiyetnamenin

Notere verilişinden

bir

ay

önce

A t a t ü r k b e n i ç a ğ ı r d ı . Sağ k o l u n u b a n a d o ğ r u u z a t a r a k y a r ­ d ı m istedi. Elini t u t t u m . Böylece d o ğ r u l d u ve yatağın

için­

de bağdaş k u r d u . Birkaç dakika denize ve karşı sahile bak­ t ı . Heyecanını yenmeğe çalıştığı bana

çevirdiği

zaman uzun

belli oluyordu.

kirpiklerinin

Gözlerini

ıslandığını

fark

e t t i m . Sonra önüne bakarak şöyle konuşmağa başladı: 'Bu yolda k o n u ş m a k b e n i m için de, senin için de ağır bir şey ama başka çaremiz yok. Konuşmağa mecburuz ço­ cuk. Hani s e n i n l e bir

işimizden

sözederdik.

Hatta

bunun

için bir kanun çıkarılmıştı. Şu V a s i y e t n a m e m e s e l e s i . Bu­ g ü n , y a r ı n o işi b i t i r m e l i y i z . N a s ı l o l s a b i r g ü n

karnımdan

su alınacak. Ne olur, ne olmaz. Bağırsaklardan biri deline­ b i l i r , b a ş k a b i r arıza o l a b i l i r . H e r h a l d e t e d b i r l i

olmalı?'

« G e r ç e k t e n de bu k o n u y u beş yıldan beri ara sıra ko­ nuşuyorduk.

Medenî

Kanunun

12 H a z i r a n

1933 t a r i h i n d e

çıkarılmıştı

ki, bundan

452.

2307

maddesini

numaralı özel

Atatürk'ün

değiştiren bir

tasarruflarının

kanun mahfuz

hisseler hakkındaki hükümden müstesna olup, bütün

mal­

larında m u t e b e r olduğu b e l i r t i l i y o r d u . «Atatürk'ün artık fâni âlemdeki günlerinin sayılı oldu­ ğ u n u v e acı s o n u n y a k l a ş t ı ğ ı n ı ç o k i y i b i l d i ğ i m h a l d e V a -


408

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

siyetnamenin

yapılması

sözünden

türk'e sonra güçlükle şunları

iyice

sarsıldım.

Ata­

söyleyebildim:

'Emrinizi sırf öteden beri düşündüğünüz bir şey oldu­ ğu için d i n l i y o r u m . Yoksa buna hiç lüzum yoktur. Yapıla­ c a k iş g a y e t b a s i t b i r a m e l i y e d i r v e b u y u r d u ğ u n u z katiyen

tehlike

yoktur.'

« A t a t ü r k ' ü n h e m e n mal olarak nesi varsa bunların bir listesini

yapıp

getirmem

konusunda

verdiği

emri

yerine

getirmek için büroma gidip, defter ve kayıtlara bakarak is­ tediği

listeyi

hazırladım. Listeyi

alıp

inceledikten

«Bunları i k i y e ayıracağız. Bir kısmı hayatta müddetçe üzerimizde

sonra:

bulunduğumuz

kalması gerekenlerdir. Nukut,

senetleri. Çankaya'daki

köşkle eşyası gibi...

hisse

Yapacağımız

vesikaya işte bunları koyacağız. Öbürleri yani başka lerdeki evleri ve emlâki. Ankara'ya döner dönmez

yer­

mahalli

belediyelere ve öbür kurumlara verir, muamelesini

yaptı­

rırız,» d e d i . «Vasiyetnamenin

müsveddesini

hukukçu

şım olan Kocaeli milletvekili Selâhattin Yargı yıp A t a t ü r k ' e

bir

arkada­

ile hazırla­

sundum. Okuduktan sonra: 'Derhal yazalım.

Kapıyı kapa da içeri k i m s e g i r m e s i n , ' d e d i . Ö n ü n e yemek

tablasını

alarak

müsveddeye

baka

baka

ayaklı

kendi

yazısıyla yazıp b i t i r d i . Bir ara ' Y o r u l d u n u z , b ı r a k a l ı m , kaç saat sonra d e v a m ederiz.'

dediğim

halde

'Hayır, hayır başladık, b i t i r e l i m , ' diye karşılık

el bir­

dinlemedi verdi.»


ÇOK ACI ÇEKİYORDU

ATATÜRK hasta yattığı son günlerinde gerek

Savaro­

na y a t ı n d a g e r e k s e D o l m a b a h ç e S a r a y ı n d a g e c e l i k

kıyafe­

ti olan e n t a r i y l e dolaşır v e uzanırdı. Fransız d o k t o r u n u sevmeyişine

karşı hiç bir zaman başucundan ayrılmayan

Şakir A h m e t ve Ziya

Naki'ye karşı derin bir sevgi

y o r d u . Türk doktorlarına daha çok g ü v e n d i ğ i her

Dr.

besli­

halinden

belli oluyordu. Koltukla Savarona'dan Dolmabahçeye taşındıktan son­ ra A t a t ü r k , d a h a ö n c e

neden Saray'a gelmediğine

üzülür

bir hal t a k ı n m ı ş t ı . Ç ü n k ü yattaki c e h e n n e m i andıran sıcak­ tan

burada eser

y o k t u . Sarayın odaları

daha

serinceydi.

H e m b u r a d a buz s a n d ı k l a r ı g e r e k m i y o r d u . Atatürk'ün

karnı

günden

güne

ş i ş i y o r d u . Bu

yüzden

n e f e s a l m a k t a g ü ç l ü k ç e k t i ğ i n i g ö r ü y o r d u k . Bizi a r t ı k y a n m a b ı r a k m ı y o r l a r d ı . Pek ö n e m l i b i r g ö r e v i ç i n

pek

doktor­

ların istediği bir şeyi g ö t ü r m e k üzere kapısına gidiyor, ço­ ğ u z a m a n da i ç e r i g i r m e d e n

dönüyorduk. Ancak

kapının

aralığından görebilirsek o kadar. A t a t ü r k ' ü n hastalığı hepi­ mizin

kolunu, kanadını

sizliğine

kırmış, Saray derin

bir ö l ü m

ses­

bürünmüştü.

Yapılan

bütün tedaviye

ve tıbbın

gerektirdiği

işlem-


410

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

lere r a ğ m e n Atatürlc'ün d u r u m u lıer gün biraz dalıa ye

gittiğinden,

Hükümet

son

bir

çare olarak

kötü­

Viyana'dan

E p i n g e r , A l m a n y a ' d a n da B i r e g m e n a d l ı i k i ü n l ü

profesör

d a h a g e t i r t m i ş t i . F a k a t b u n l a r ı n da k o y d u ğ u t e ş h i s , y a p t ı ğ ı t e d a v i , aldığı t e d b i r hep aynı idi. Hastalık Atatürk

gittikçe

ilerliyor,

çevresindekilere

karın

neşeli

gittikçe

görünmek

şişiyordu.

istediği

acı içinde kıvrandığı belli o u y o r d u . Y o r g u n l u k ve

halde

halsizlik

yüzünü i n c e l t m i ş , O'nu bitkin bir hale g e t i r m i ş t i . A r t ı k ka­ rın ş i ş m e s i , t e h l i k e l i bir hal yarattığından su alma na g i t m e k t e n alma

yolu

başka çare k a l m a m ı ş t ı . Fakat d o k t o r l a r ,

işlemini

elden

geldiği

kadar

su

geciktirmek

kararında

g ö r ü n ü y o r l a r d ı . A t a t ü r k de d u r u m u n ciddîliğinin

farkınday­

dı. Hatta bir gün doktorlara: — diye

«Su a l m a k a m e l i y e s i t e h l i k e l i m i d i r , a c ı v e r i r m i ? »

sormuştu.

Fakat

doktorlar

O'nu

kaygılandırmamak

için çok basit o l d u ğ u n u , hatta bu işi k e n d i l e r i d e ğ i l , a s i s ­ tanlarına

yaptırdıklarım söylüyorlardı. Aslında bu, doktor­

l a r ı n s a k l a d ı k l a r ı n d a n da t e h l i k e l i

bir

şeydi. Barsaklardan

biri d e l i n e b i l i r d i . Sonunda Atatürk, bütün dayanıklılığını yitirmeğe

baş­

ladı. A r t ı k acıya dayanamaz hale g e l m i ş t i . D o k t o r l a r a : —

«Karnımdaki

suyu

b i r an e v v e l

alın,»

diye

emir

v e r d i . Fakat hiç b i r i n d e buna c e s a r e t y o k t u . Daha bir süre suyun alınmamasını uygun görüyorlardı. Atatürk'ün Fransız

suyun

doktorunun

alınması

ikinci

için diretmesi,

gelişine

t ü r k ' ü daha iyi bulacağını u m u t ettiğini gelir

gelme.-? d ü ş

türk'e

kırıklığına

söylemişti.

uğradı. Bunun

bakan Türk doktorlarıyle

tam

rastladı. Doktor,

Fransız

uzun bir g ö r ü ş m e o l d u v a A t a t ü r k ' ü n

üzerine

doktoru

bir çare

kalmamı,ştı v e bunu yapmağa

A k s i halde hastalık daha k ö t ü y e g i t m e ğ e

Fakat Ata­

arasında

karnından

alınmasına karar v e r i l d i . Yoksa acısını h a f i f l e t e c e k hiç

da Ata­

suyun başka

zorunluydular.

başlamıştı.


ARTIK D U A

BÜTÜN m e m l e k e t A t a t ü r k ' ü n

hastalığıyla

EDİYORDUK

ilgileniyor­

d u . H e r k e s s a b a h g a z e t e s i n i a ç ı n c a i y i b i r h a b e r alır u m u ­ duyla heyecanlanıyor, fakat beklediği müjdeyi göremiyordu. M i l l e t t e n hastalığın gidişi saklandığı için henüz işin tehli­ keli hali, yurda yayılmamıştı.

Avrupa'dan

doktorlar

gel­

m i ş t i , elbette k i , bu hastalığa bir de çare bulacaklar, A t a ­ türk'ü

eski s a ğ l ı ğ ı n a

kavuşturacaklardı. Halk

bu

şekilde

avutuluyordu. O y s a biz i ş i n i ç i n d e y d i k . H e r s a a t d e ğ i l , h a t t a her d a ­ kika kulağımıza bir başka haber çalındığı için gece u y k u ­ larımızda

bile Atatürk'ten

t u k . Y a r a b b i , ne b u n a l ı m l ı O'nun yaşaması yastığım

başka şey günler

düşünemez

olmuş­

g e ç i r i y o r d u k . Her

için Tanrı'ya dua e d i y o r d u m . Çok

gözyaşından

sırsıklam

ıslanıyordu. Günler

yor, fakat b e k l e n e n iyi haber bir t ü r l ü

gece zaman geçi­

gelmiyordu.

A t a t ü r k ' ü n k a r n ı n d a n ilk o l a r a k b i r t e n e k e y e y a k ı n s u alındıktan sonra O'nun birden ç ö k t ü ğ ü , çok zayıf haberi geldi. Böyle olduğu belirmişti. birbirimizle

halde

Sudan kurtuldu, belki hastalık hakkında fikir

içimizde düzelir

düştüğü

yine bir

diye

umut

düşünüyor,

yürütüyorduk.


412

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM Atatijırl<'ün

karnından

Doktor

Fiessenger

ve

Neşet

Ö m e r ' i n g ö z e t i m i a l t ı n d a O p e r a t ö r İVI. K e m a l Ö k e t a r a f ı n ­ dan bir t e n e k e y e yakın su alınmıştı. Ç ü n k ü artık karnına toplanan suyun yüzünden yatakta dik

Atatürk

oturamıyor,

büyük bir sıkıntı çekiyordu. Kendisini dik tutabilmesi

için

arkasına yastıklar yığılmıştı. Çok yorgun, bitkin, halsiz ol­ duğu

halde, çektiği

meğe

acıyı

belli

etmemeğe, neşeli

görün­

çalışıyordu. Buna r a ğ m e n acısı, sıkıntısı belli

olu­

yordu. A t a t ü r k , ilk suyun alınmasından sonra çok zayıflamış­ t ı . İki k o l u n u b a ş ı n ı n a l t ı n a a l a r a k a r k a ü s t ü y a t ı y o r d u . Kar­ nını büyük bir sargıyla s a r m ı ş l a r d ı . Kendisine « g e ç m i ş o l ­ sun»

diyen

Kılıç A l i ' y e ,

doktorların

duyamıyacağı

kadar

hafif bir sesle şöyle dedi: —

«Çıkan suyu gördün m ü

karnımdan?

Bu k a d a r

dolu bir kap insanın karnı üzerine konsa dayanabilir

su mi?

Bak b e n n e h a l d e y i m , b u n a n a s ı l d a y a n m ı ş ı m ? » Kılıç

Ali, Atatürk'ün

kollarını

öperek

şöyle

karşılık

verdi: —

«Geçmiş olsun

Paşam, bunların hepsi

Su a l ı n d ı k t a n s o n r a A t a t ü r k duyduk.

Fakat

gece

inlemeleri

biraz

geçecek.»

sakinleşmiş

kesilmedi

diye

denHince

yüre­

ğ i m ağzıma gelir gibi oldu. gittim.

Yatı

neden Dolmabahçe önlerinden kaldırıp Bebek koyuna

O

sıralar

ben Savarona

yatıyla

Bebek'e

gön­

d e r m i ş l e r d i b i l m i y o r d u m . Fakat hemen her gün Saraya ge­ liyor, arkadaşlarımdan A t a t ü r k ' ü n sağlık d u r u m u bir

şeyler

öğrenmeğe

gözleri yolda, akşam

çalışıyordum. Yattaki benim dönmemi

hakkında

personel

sabırsızla

de

bekliyor,

beni güvertede karşılıyor, fakat ağzımı açmadığımı

görün­

ce bir değişiklik olmadığını anlayarak susuyorlardı. Karından

su alınma

halde genel durumunda

işlemi

bir parça rahatlık

verdiği

hemen dermansızlık meydana ge­

t i r m i ş , o büyük adam saatten saate sanki küçülür gibi

bir


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

413

hal a l m ı ş t ı . Fakat o halde bile aralıksız sabah gazeteleri­ ni izliyor, her sabah t r a ş m ı oluyor, k a r a r n a m e l e r i

imzalı­

yor, devlet işlerinin aksamamasına gayret ediyordu.

Hal­

sizliğini belli e t m e m e k için radyo dinliyor, gramofonu din­ liyor, hatta gösterip

yanına

girenlere

üzülmemeleri

için

şakalaşıyordu. Gece uykusu kaçtığı

güleryüz

zaman

zile

basıp, g ö r e v l i n ö b e t ç i arkadaşı çağırıyor, n ö b e t t e k i m var­ sa yanına g e t i r t i p y o r u l u n c a y a dek k o n u ş u y o r v e k o n u ş t u ­ r u y o r d u . Hastalığının bu d ö n e m i n d e A t a t ü r k , Ankara'ya git m e k t e ısrar —

ediyor:

«Beni A n k a r a ' y a g ö t ü r ü n , ne olacaksa orda olsun.»

diyordu. H a t t a A n k a r a y o l c u l u ğ u i ç i n ü ş ü m e m e s i i ç i n S a l i h Boz o k ' a u z u n y ü n ç o r a p v e b a c a k s a r g ı s ı b i l e a l d ı r t m ı ş t ı . Sa lih Bozok'la Kılıç A l i ' y e bunları —

göstererek:

«Bunları ayağıma g i y i p , b o y n u m a da kalın bir eşarp

s a r d ı m m ı b i r ş e y o l m a z . Gazi i s t a s y o n u n d a t r e n d e n

iner,

oradan otomobille Çankaya'ya çıkarım.» diyordu. O

günlerde Romanya

ğından öldüğü

rülmesine şiddetle kendisini

neden

siroz

göndermek

«Budalalar!» diye «Bir

götü­

doktorların

istemediğinin

ne­

sinirlenmiş: bağırmıştı.

A t a t ü r k her gün A n k a r a ' y a g i t m e k t e ısrar —

hastalı­

Ankara'ya

karşı çıkıyorlardı. Atatürk,

Ankara'ya

denini öğrenince —

kraliçesi, trende

için doktorlar, Atatürk'ün

an önce

beni Ankara'ya

ediyor:

gönderin.

Yapacak

ö n e m l i işler var.» d i y o r d u . A t a t ü r k , acaba Ankara'ya giderek hangi ö n e m l i işi b i ­ t i r m e k istiyordu? Ne yazık k i , d ü ş ü n d ü ğ ü neyse bunu ya­ p a m a m ı ş v e b u g i z l i i s t e k b i r acı o l a r a k k a l ı p , birlikte

Atatürk'ün tığı

kendisiyle

gitmiştir. hiç durmadan

ısrar, h e p i m i z i n

yaratmıştı. Gider

üzerinde

Ankara'ya büyük

gitmek

için yap­

bir heyecan

m i , gider, diye düşünüyorduk.

dalgası «Giderse


414 ne

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM o l u r ? T r e n i n s a r s ı n t ı s ı n d a n daha ç o k k u v v e t t e n

düşer

m i , yoksa daha büyük bir f e l â k e t gelir m i ? G i t m e z s e tulur mu?» diye aramızda tartışmalara başlamıştık.

kur­ Bütün

g ü n ü m ü z ü bu tür konuşmalar alıyordu. Sonunda

doktorların

elbirliğiyle

verdikleri

karar

ke­

s i n l i k kazandı: A t a t ü r k Saraydan hiç bir y e r e ç ı k a r ı l m a y a - , cak, gerektiği nacaktı.

kadar

Ankara

yolculuğu

konusunda

oyala­


BEBEK'le şimdi

Dolmabahçe

düşündükçe

arasmda

o günleri

yaşar

candan bitkin bir hale g e l m i ş t i m

nasıl

SON

BAYRAMİ

gidip

geldiğimi

gibi o l u y o r u m .

o günler.

Heye­

Bazen

dan, kötü ve acı haberin k o r k u s u n d a n Saraya

korku­

gidemediğim

zamanlarda telefonla Dolmabahçe'nin santralını bulup,

ür­

kek ü r k e k santral m e m u r u K e m a l Beye « d e ğ i ş i k l i k varmı?» diye

soruyordum. Ondan

«hayır»

karşılığını

alınca

içime

su serpiliyor, h e m e n yattaki arkadaşlarımın yanına «Çok şükür, daha yaşıyor,» d i y o r d u m .

Ondan

koşup,

sonra

hep

birden «inşallah kurtulur!» diye başlıyorduk duaya. B ö y l e c e 1938 y ı l ı n ı n C u m h u r i y e t B a y r a m ı g e l i p

çattı.

Halka bir şey d u y u r m a m a k ve ş e h i r d e yas havası e s t i r m e ­ mek için şenliklerin eskiden olduğu gibi yapılması

uygun

görüldü. Yine taklar kuruldu, parlak bir geçit töreni yapıl­ dı, gece fener alayları düzenlendi. Hatta Kuleliler

Sarayın

önüne vapurla gelip gösteri yaptılar. Gece sabaha dek ha­ vai fişeklerle şenlikler

sürüp

gitti.

On beşinci Yıl ş e n l i k l e r i g e r ç e k t e n de A t a t ü r k ' e olmu.stu. Bütün C u m h u r i y e t

Bayramlarını

sabahlara

dek ayakta, neşe, zevk ve keyif içinde halkla kucak

zehir dek kuca-


416

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

ğa g e ç i r e n A t a t û r l < i ç i n y a ş a m ı n ı n s o n C u m h u r i y e t

Bayra­

mının gününü ve

sessiz

gecesini, Doimabahçe

Sarayının

bir odasında ö l ü m d ö ş e ğ i n d e g e ç i r m e s i , O'nun için ne b ü ­ yült, ne dayanılmaz a c ı y d ı . G ü n l e r i

değil

saatleri

sayılı

olan bu büyük insan süzülmüş, solgundu, kesik kesik n u ş u y o r d u artık. Yanındakiler O'na iyileşeceksiniz»

şeklinde

«kalkacaksınız

oyalayıcı

sözler

söylüyorlardı.

Gece ışıklarla donatılmış bir vapur, Sarayın rıhtımına ğecek sesi

derecede

yanaşmıştı. Vapurdan

yükseldi. Ölüm

duvarlarında gelmişler,»

sessizliğine

dediler. Çok

kati yoktu. İşaretle

duygulandı.

kaldırılmasını

çılgınca

bürünen

yankılandı. «Üniversite

ko­

Paşam,

bir

odanın

de­ alkış

soğuk

gençleri

kutlamağa

Kalkmak

i s t e d i . Ta­

istedi. Kollarına

girildi,

pencere kenarındaki bir koltuğa oturtuldu. Yine yanındakilerin yardımıyla ayağa kaldırıldı. Kılıç A l i ile Ş ü k r ü

Kaya

vardı hatırladığıma göre. Sonra eliyle vapurdakileri selâm­ ladı. Vapurdan bir alkış tufanıdır koptu. «Yaşa, varol!» s e s ­ l e r i g ö k l e r e y ü k s e l i y o r d u . B e l k i A t a t ü r k ' ü n el i ş a r e t i n i

gör­

müşler, belki de g ö r m e m i ş l e r d i . Gençlerin söylediği

«dağ

başını d u m a n almış» marşı vapurla b i r l i k t e uzaklaşıp, ka­ ranlıkların içinde kayboldu. Atatürk

cansız fakat m u t l u bir sesle

sanki

işitecek-

lermiş gibi gençlere arkalarından şunları söyledi: —

«Bu b a y r a m l a r v e y a r ı n l a r s i z i n d i r . G ü l e

güle...»

Birkaç dakika ayakta kalmak O'nu y o r m u ş t u . Yatağına yatırıldı. Yanındakiler

sessizce

dışarı

süzüldüler.

Hepsi­

nin gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Hepimiz gözyaşlarımızı d ı ş a r ı , h ı ç k ı r ı k l a r ı m ı z ı i ç i m i z e Her taraf vardı. Millet donanmıştı.

akıtıyorduk.

e l e k t r i k l e r l e donatıldığı halde bir i ç t e n i ç e a ğ l ı y o r d u . Bu

Buradan

atılan fişekler

arada ve

patlayıcı

lar A t a t ü r k ' ü r a h a t s ı z e t m i ş o l m a l ı k i , z i l e b a s ı p , arkadaşlardan Kâmil'i çağırdı. Sofracıya: —

«Bü p a t ı r d ı l a r n e d i r ? » d i y e s o r d u .

sessizlik

Kızkulesi

de

maytap­ sofracı


ATATÜRK'ÜN UŞAĞr İDİM

417

Kâmil aklınca A t a t ü r k ' ü n ü z ü l m e m e s i için olacak, bir­ denbire: —

«Gök g ü r l ü y o r Paşam,» d e y i v e r i n c e , A t a t ü r k

istemez gülümseyerek:

ister

«Haydi enayi,» dedi v e tekrar ya­

tağına uzandı. Biz

Cumhuriyet

Bayramının

on

beşinci

yıl

dönümü

şenliklerine candan katılamadık. İçimiz kan ağlıyordu. Hep Büyük Ata'yı

düşünüyorduk.

Kimbilir

O, şenlikleri

göre­

m e d i ğ i için ne kadar ü z ü l m ü ş t ü r . Sevgili m i l l e t i n i n

arası­

na k a t ı l a m a d ı ğ ı i ç i n k e n d i k e n d i n i

yemiştir.

F: 27


SON

DAKİKALARI

CUMHURİYET Bayramının ertesi günü Atatürl<'ün ate­ şinin

birdenbire

yüicseidiğini

duydul<.

İçimizi

derin

bir

ü z ü n t ü l<apladı. K i m s e n i n a ğ z ı n ı bıçal< a ç m ı y o r d u . Derl<en bir haber

daha g e l d i : A t a t ü r k komaya g i r d i . Bütün

Saray

ileri gelenlerini, sanki iğne üstündeymiş gibi uykusuz t u ­ t a n bu i l k k o m a , k ı r k s e k i z s a a t s ü r d ü . K o m a d a n s o n r a b i r ­ kaç k e l i m e k o n u ş t u ğ u n u öğrendik. A r t ı k yordu.

Hepimizi

bir

ferahlık

mıştık. Tehlikeyi atlattı diye Atatürk,

atlattığı

sakinleşti. deni­

k a p l a m ı ş t ı . Bayağı

umutlan-

düşünüyorduk.

tehlikenin

farkındaydı.

Çevresinde­

k i l e r e «bana n e o l d u ? » d i y e s o r m u ş , « d e r i n b i r u y k u dunuz»

karşılığına pek

beili etmek istemiyor Birinci şından

inanmamıştı.

uyu­

inanmadığını

görünmüştü.

komadan sonra artık doktorlar A t a t ü r k ' ü n

ayrılmaz

olmuşlar

diye duyduk.

her zaman b a ş u c u n d a , ö b ü r l e r i mişler.

Fakat

Birinci komadan

sürmedi. Atatürk'ün

Neşet

de ikişer ikişer

kurtuluşun

karnındaki

Dr.

verdiği

nöbettey-

sevinç

su yine çoğalmaya

d ı . Y a t a k t a o t u r a m a z , u z a n a m a z o l d u . Ç e k t i ğ i acı a r t t ı . Fakat ö y l e s i n e

dayanıklıydı

ki, herkesi

ba­

Ömer

bu

uzun başla­

arttıkça haliyle


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

419

şaşl<ına ç e v i r i y o r d u . H e r s a b a i ı g a z e t e l e r i b a ş ı n d a n na k a d a r o k u m a s ı , e s k i h a l i n i

sonu­

hatırlatıyordu.

A t a t ü r k a r t ı k n e f e s a l m a k t a da g ü ç l ü k ç e k i y o r d u . BLI yüzden yeniden karnından s u

alınmasında

ısrar

etmeğe

başladı. Doktorlar önce buna karşı çıktılarsa da, sonunda oybirliğiyle

suyun

alınması

konusunda

birleştiler,

ikinci

s u da a l ı n d ı . S u a l m a i ş i n i bu kez D r . M e h m e t K â m i l y a p m ı ş t ı . Fakat ne yazık

Berk

k i , b u i k i n c i s u a l m a da hiç

i ş e y a r a m a d ı , s a d e c e A t a t ü r k ' ü ö l ü m e b i r a z daha

bir

yaklaş­

tırdı. O günlerde Atatürk'ün cam enginar istemiş. olmadığı

için

de

Hasan

Rıza S o y a k , t e l e f o n l a

Mevsimi Hatay'dan

s i p a r i ş e t m i ş t i . İ k i n c i s u a l ı n m a s ı n ı e r t e s i g ü n ü Kılıç A l i ' ye yakınmada —

«Yahu

bulunarak: doktorlar

bana

niçin

enginar

yedirmiyo;-

1ar?» d i y e s o r m u ş , o da ş ö y l e k a r ş ı l ı k v e r m i ş t i : —

«Enginar

mevsimi

olmadığı

edildi. Bugün yarın gelecek. İnşallah

için

A t a t ü r k bu s ö z l e r d e n ç o k m e m n u n Atatürk'ün

yaşamında

isteyerek

Hatay'a

sipariş

yersiniz.» olmuştu.

ısmarladığı

Enginar.

belki

de

ilk

v e s o n y e m e k t i . F a k a t ne y a z ı k k i , b u n u y e m e k k ı s m e t o l ­ madı. İkinci su almadan sonra yine b i t k i n ve y o r g u n A t a t ü r k ' ü n 8 Kasım günü kay e t t i k t e n sonra ya g i r d i ğ i n i kendini

düşen koma­

duyduk.

Atatürk'ün ve

ikinci

berberi

kay e t m e ğ e

Mehmet,

birdenbire

başladığını

haber

fenalaştığını

verince

Hasan

Rıza S o y a k , K ı l ı ç A l i , N e ş e t Ö m e r v e A b r a v a y a , A t a t ü r k ' ü n başucuna k o ş m u ş l a r . A t a t ü r k onlara «saat kaç?» diye sor­ m u ş . O n l a r da s a a t i n y e d i o l d u ğ u n u

söylemişler.

9 Kasımı dalgın bir halde geçiren A t a t ü r k , dakikadan dakikaya

sönmeğe

başlamış.

Gelen

haberlere

göre

artık

u m u t k a l m a m ı ş . D o k t o r l a r d a da u m u t y o k t u . G ö z y a ş l a r ı m ı zı t u t a m ı y o r d u k . A r t ı k h a y a t

bize zindan gibi

görünmeğe


420

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

başlamıştı. O geceyi uykusuz geçirdik. Yine d e dua etmek­ ten kendimi alamıyordum. 9 K a s ı m ı 10 K a s ı m a r e t i 3 7 , 5 , n a b z ı 132,

bağlayan gece Atatürk'ün

s o l u n u m u 33 i m i ş .

Rengi

hara­

tamamen

s o l m u ş . Gırtlağından bir ara «Hı... h ı . . . hı...» diye bir ses ç ı k a r m ı ş . D o k t o r İVlehmet K â m i l B e r k b a ş u c u n d a b i r

yan­

d a n g ö z y a ş l a r ı n ı a k ı t ı r k e n , b i r y a n d a n da ı s l a t t ı ğ ı b i r p a ­ mukla Atatürk'ün

ağzına su v e r m e ğ e

uğraşıyormuş.

y o l a n ı n a y a k u c u n d a da S ü r e y y a H i d a y e t S e r t e r Dr. A b r a v a y a , A t a t ü r k ' ü n ayak p a r m a k l a r ı n ı n le u ğ r a ş ı y o r l a r m ı ş .

(Paşa)

Kar­ ve

hassasiyetiy­


SALİH BOZOK KENDİNİ

ATATÜRK'ün

ikinci

komaya

girdiği

geceyi

VURUYOR

uykusuz

geçirmiştim. O'na on iki yılık h i z m e t i m

bir f i l m şeridi gibi

rimin önünden g e ç t i . Boğazıma bir içinde,

sırılsıklam

t e r l e m i ş t i m . Sabahı

la b e r a b e r b i r a z d a l a r g i b i

gözle­

şey t ı k a n m ı ş t ı . Kâbus güç

ettim.

Şafak­

olmuştum.

Uykusuz gecenin sabahında v ü c u d u m ezilmiş gibi ya­ t a ğ ı m d a n ç ı k t ı m . Biraz sonra Saray'a gider, vaziyeti nirim, diye

öğre­

düşünüyordum.

Yatta i ş l e r i m i b i t i r i r k e n Bebek Polis Karakolunun bay­ rağının yavaş yavaş yarıya d o ğ r u indiğini

gördüm.

Bütün

v ü c u d u m s a n k i k a r ı n c a l a n ı y o r d u . Bir a n d a ş i d d e t l i b i r

ür­

p e r t i sardı her yanımı. O a n d a acı g e r ç e ğ i a n l a m ı ş t ı m . D e m e k k i , A t a t ü r k y a ­ ş a m ı y o r d u artık. O mavi gözler bir daha parlamamak

üze­

re s ö n m ü ş t ü . Bir an d u y g u s u z , t a ş gibi kaskatı k a l d ı m . Ne a ğ l a y a b i l i y o r , n e d e b i r s e s ç ı k a r a b i l i y o r d u m . Bir s ü r e i ç i m ürperme dolu, öyle duraksadım. Neden sonra kendimi to­ parlayıp bildim.

aşağıya

koştum.

Arkadaşlarıma:

«Ölmüş»

diye­


422

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

O anda yatta bir f e r y a t l a figandır başladı. Hiç

kimse

gözyaşlarını tutamıyordu. Benim de o ilk duygusuz, taş gi­ bi h a l i m

geçmiş, yanaklarımdan yaşlar

süzülmeğe

başla­

mıştı. Kendimi

toparladıktan

le b a ğ l ı o l a n t e l e f o n u n a

sonra

Savarona

koştum. Hemen

yatının

şehir­

telefona

sarıla­

rak S a r a y ı n s a n t r a l m e m u r u K e m a l B e y i a r a d ı m . H â l â i n a ­ namıyor,

inanmak

istemiyordum.

Sesimi

duyunca

Sadece «doğru» d i y e b i l d i . Başka bir şey Hemen

bir taksi ç e v i r i p

t u m . Rüyadaymış gibi

tanıdı.

söylemedi.

Dolmabahçe'nin

gidiyordum. Beynim

yolunu

tut­

zonkluyordu.

Saraya nasıl v a r d ı m b i l e m e m . Orası görülecek ş e y d i . Her yan derin bir sessizliğe b ü r ü n m ü ş t ü . Boşalmıştı Hiç kimse kalmamıştı. Hemen oradakilere —

«Ne

Aldığım

o l d u , ne var?»

sordum.

karşılık, sessizlikten

Bu a r a d a A t a t ü r k ' ü n nı s a ğ l a m l a ş t ı r m a k ce ü z ü n t ü m

diye

bazı

denebilir.

:

başka

bir şey d e ğ i l d i .

çok yakınlarının

için Ankara'ya

durumları­

koşuştuklarını

bir kat daha a r t t ı . Fakat

öğrenin­

bunlara karşı

Ata­

t ü r k ' e b a ğ l ı l ı ğ ı n ı h a y a t ı y l a ö d e y e n kimsfeler d e v a r d ı . O ' n u n ölümüne Bilecik

dayanamayıp, acıdan milletvekili

yatıyordu. Yaverlik nunun önünde

kendini

Salih Bozok, kanlar dairesinin

tabancayla

vuran

içinde bir

karşısındaki

köşede

bekleme

salo­

kendini vuran, Atatürk'ün bu vefalı ve sa­

dık arkadaşını böyle kanlar içinde görünce biraz daha fe­ n a l a ş t ı m . Salih Bozok o anda ö l m e m i ş , ama aldığı yarala­ rın e t k i s i y l e bir yıl kadar sonra hayata gözlerini tı. Atatürk'ün Köprüaltında

ölümünden

bir

süre sonra

Salih

kapamış­ Bozok'a

r a s t l a m ı ş t ı m . Elini ö p t ü m :

«Nasılsınız?» diye

sordum.

«Nasıl olacağız Ç e l e b i Efendi,» d e d i . Başladı

ken­

dini t u t a m a y ı p Köprüaltında hüngür hüngür ağlamağa. Be­ ni g ö r ü n c e eski g ü n l e r i hatırlamış ve m o r a l i

bozulmuştu.

Kendisini Kadıköy i s k e l e s i n e kadar g ö t ü r ü p u ğ u r l a d ı m . Bir


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

423

daha da g ö r m e k k ı s m e t o l m a d ı . Bir s ü r e sonra da ö l d ü ğ ü ­ nü d u y d u m . A t a t ü r k ' e bu denli bir s e v g i y l e bağlı bir insa­ nın daha o l a b i l e c e ğ i n i

s a n m ı y o r u m . Salih Bey,

fedakârlıkla hayatım boyunca cek

gösterdiği

gözümün önünden

gitmeye­

kişilerdendir, Salih Bozok, k e n d i n i ö l d ü r m e ğ e ç o k t a n karar

ti. Atatürk'ün

hastalığı ilerlediği sıralar, kapıldığı

vermiş­ üzüntü­

nün etkisi altında ikide bir «bu adam ölürse ben yaşaya­ mam,» d e m e s i ve bunu yapacağına n a m u s ve ş e r e f i üze­ rine y e m i n e t m e s i hâlâ g ö z l e r i m i n

önündedir.


Y Ü Z Ü N D E K İ TÜLBENTİ K A L D I R I P

ATATÜRK, Dolmabahçe

Saraymda Harem

BAKTIM

kısmmda,

her zaman yattığı odada y a t ı y o r d u . A r t ı k bu odaya b a k a m ı ­ yor, fenalaşıyordum. Yaldızlı mobilyalar, üzeri yaldızla süs­ lü m a v i t a v a n b i r ö l ü m r e n g i n e odada sonsuz uykusunu

bürünmüştü. Atatürk

bu

uyuyordu. Geniş bir yatakta

tek

yastıkta yatıyordu. Hayattayken

gülkurusu

rengini

sever­

di. Yine öyle bir renk içinde sonsuz uykusuna dalmıştı. S a r a y d a Rıza a d l ı b i r s o f r a c ı

arkadaşım daha

vardı.

Onunla beraber yavaşça odadan içeri süzülmüştük.

Çene­

s i b a ğ l a n m ı ş v a z i y e t t e h a r e k e t s i z d u r u y o r d u . İki g e n ç s u ­ bay, ayakucunda nöbet bekliyorlardı. A t a t ü r k öldükten saat

kadar sonra

İstanbul'daki

F a h r e t t i n Paşa, A n k a r a ' d a n

Ordu Müfettişi

verilen emirle

cenaze

için hazırlıklara geçirilmiş, üniformalı subaylar başucunda nöbet tutulmağa İşte ölümüne

bir

Orgeneral töreni

tarafından

başlanmıştı.

bir türlü inanamadığım o büyük

insan,

o koskoca t a r i h , biraz ilerde çenesi bağlanmış şekilde ya­ t ı y o r d u . H e r ö l ü m l ü g i b i O d a g ö ç m ü ş t ü F a k a t O, durdukça

yaşayacak ender

insanlardan

biriydi.

dünya


ATAJÜRK'ÜN UŞAĞI \D\M

A25

«Bir t ü r l ü ö l d ü ğ ü n e i n a n a m a d ı m . A ç b a k a l ı m y ü z ü ­

nü,» d e d i m . Yüzündeki tülbenti

açtırdım. Gözyaşlarımı

içime

akı­

tarak yüzüne, bir daha s a d e c e r e s i m l e r i n d e g ö r e c e ğ i m y ü ­ züne uzun uzun b a k t ı m . Yüzü

hafif

siyahtı, morarmış

gi­

biydi. —

«Gerçekten ş i m d i inandım,»

dedim.

O günü nasıl g e ç i r d i ğ i m i b i l m i y o r u m . Kendime

sahip

d e ğ i l d i m . S a r a y d a n b i r t ü r l ü a y r ı l a m ı y o r d u m . O anda y a t ­ taki görevi kim

düşünür.

Sarayda o güne kadar g ö r ü l m e m i ş

bambaşka bir ça­

lışma vardı. A b a n o z ağacından bir t a b u t y a p ı l m ı ş t ı . Bunun içini

kurşunluyorlardı. Akşam üstü sofracı İbrahim'le selâmlık kısmında otu­

rup d e r t l e ş i r k e n İsmail Hakkı Tekçe (Paşa) g e l d i . İ b r a h i m ' ­ le bana d ö n e r e k : —

«Son v a z i f e m i z i

de yaptık. Yıkandı,

kefenlendi»

dedi. Sonra nöbet sırası geldi, diyerek üniformalarını giyip nöbete gitti. Giderken arkasından şöyle —

«Beyler, paşalar, şimdi

bekliyorsunuz. Yıllarca O'nu raktınız da ş i m d i m i Cenaze

dedim:

hepiniz geldiniz.

Atatürk'ü

iki cahil sofracının eline b ı ­

geldiniz?»

töreninin

bütün

ayrıntılarını

biliyorsunuz.

Cenaze Sarayburnu'ndan Zafer torpidosuyla Yavuz'a alınıp, İzmit'e doğru yol alırken, O'nu

izleyen yabancı

donanma­

n ı n g e r i s i n d e n S a v a r o n a y a t ı y l a biz d e b u l u n u y o r d u k . nanmayı Adalara dek izledik. Önce cenaze töreni

Do­

progra­

m ı n a biz a l ı n m a m ı ş t ı k . F a k a t S a v a r o n a ' n ı n o d ö n e m d e s ü ­ varisi bulunan Sait Kaptan, yatı protokole sokabilmek Saraya

gitmiş

ve çekişe

çekişe istediğini

için

yaptırmıştı.

Onun : —

« B ü y ü k a d a m l a r ı ö l ü m ü n d e atı i l e y a t ı t a k i p e t m e ­

lidir,» sözünü hiç

unutmayacağım.


ÖLDÜKTEN

ATATÜRK öldükten sonra Cumhurbaşkanı İnönü, Savarona yatını

hiç

olan

görmemiş. Gezmeği

Y a t ı İ n e b o l u ' y a ç a ğ ı r d ı l a r . Biz d e S a v a r o n a

SONRA

ile

İsmet

istemiş.

İnebolu'ya

gittik. Orada öyle rıhtım falan yok. Kıyıdan uzakta

demirle­

dik. İsmet İnönü m o t o r l a yata geldi. Her tarafını gezdi ve b e ğ e n d i . Kısa bir y o l c u l u k yapıp İnebolu'dan

Zonguldak'a

gittik. İnönü orada yattan inerek trenle Ankara'ya

hareket

etti. Aradan

üç

yıla

yakın bir zaman

geçmişti. Yıl

1941,

H a z i r a n 22... A t a t ü r k ' ü n ö l ü m ü n d e n s o n r a b e n y i n e D e n i z ­ yolları İşletmesi kadrosunda Savarona yatında g ö r e v l i y d i m . Artık eski

imtiyazlı

durumum

kalmamıştı. Yani

Türkiye

Cumhurbaşkanı A t a t ü r k ' ü n h i z m e t ç i s i d e ğ i l d i m . Gadecs İs­ m e t İnönü yata g e l i n c e h i z m e t i n i y a p ı y o r d u m . Hepsi o ka­ dar. O zamanın Başbakanı olan Refik Saydam'la,

Dışişleri

Bakanı Ş ü k r ü S a r a ç o ğ l u İstanbul'a g e l m i ş l e r . İ s m e t ile Savarona yatına binmişler. Gelibolu'ya

doğru bir

İnönü gezi

y a p ı y o r l a r d ı . G ü v e r t e d e İ s m e t İnönü ile Refik S a y d a m baş


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

427

başa v e r m i ş l e r k o n u ş u y o r l a r d ı . K o n u , İ k i n c i D ü n y a

Savaşı

ve Türkiye'nin nazik d u r u m u y d u . O zaman çok zor d u r u m ­ da b u l u n u y o r d u k .

Derken salondan

çıktı. Cumhurbaşkanıyla nür vaziyette görünce —

güverteye

Saraçoğlu

B a ş b a k a n ı b ö y l e baş b a ş a

düşü­

:

«Yahu ne var bunda d ü ş ü n e c e k ? Tarafsız

olduğu­

muzu ilân ettik, anlattık. Buna r a ğ m e n çatarsa çatar, harp yaparız. Çatmazsa zaten m e s e l e yok.» Bu g ö r ü ş m e d e n s o n r a Ç a n a k k a l e

Boğazına d o ğ r u

reket etitk. Refik Saydam ve Şükrü Saraçoğlu

ha­

İstanbul'da

kaldılar. O zaman dört bir yanımız ateşle sarılmıştı. İkinci Dün­ ya S a v a ş ı t ü m h ı z ı y l a s ü r ü y o r d u . A l m a n l a r , S t a l i n g r a d İVloskova k a p ı l a r ı n a d a y a n m ı ş l a r d ı . 1-Ier an b a ş ı m ı z d a like çanları çalıyordu. Her

sabah

gözlerimizi,

kendimizi

ateşin içinde bulabileceğimiz bir güne açıyorduk. zin s i n i r l e r i

ve teh­

Hepimi­

bozulmuştu.

Gelibolu'da

birçok

general ve yüksek

rütbeli

kurmay

subayı yata g e l d i l e r . G ü v e r t e d e yine m e m l e k e t i n

durumu

ve savaş gücü konuşuluyordu. İnönü herkesin

düşüncelv;-

r i n i d i n l i y o r v e n o t a l ı y o r d u . Biz d e h i z m e t i d ü z e n l i

yap­

mağa, pot k ı r m a m a ğ a çalışıyorduk. Konukları en iyi ş e k i l ­ de ağırlamak

istiyorduk.

İnönü, genç bir —

kurmay subayına şöyle sordu :

«Almanlarla harp edersek

muvaffak

Subay d ü ş ü n m e d e n şu cevabı verdi —

" P a ş a m , bizi A l m a n l a r

Anadolu'da başlarına Bunun üzerine kendi anlatmağa —

«Şimdi

belâ

Trakya'da

olur

muyuz?»

: yenerler,

faket

oluruz.

İ s m e t İ n ö n ü »yaaa»

diyerek

başladı

:

Almanlar

saatte

seksen

kilometre

y o r l a r . Bu d u r u m k a r ş ı s ı n d a R u s l a r b i r b u ç u k a y d a l e r . Bu b i z i m i ç i n d e b ü y ü k k a z a n ç o l u r . K a f k a s l a r ı

ilerli­ yenilir­ alırız.

T ü r k i y e ' n i n n ü f u s u da o t u z s e k i z m i l y o n o l u r (o z a m a n n ü -


428

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

fusumuz sadece on sekiz m i l y o n d u ) . Aynı zamanda petrollerine de İnönü

Baku

kavuşuruz.»

sevinç

i ç i n d e y d i . Kabına sığamıyor, adeta

ge­

l e c e k t e k i T ü r k i y e ' y i y a ş a r g i b i o l u y o r d u . Bu s ı r a d a y a n ı n ­ da b u l u n a n A m i r a l Ş ü k r ü O k a n ' a d ö n e r e k : —

«Rus d o n a n m a s ı n e o l u r ? » d e y i n c e :

«Paşam, Beykoz önlerinde demirler. Gemilerin ka­

malarını alır, savaşın sonunu bekleriz,» karşılığını aldı. Bu g ö r ü ş m e s ı r a s ı n d a y a t t a b u l u n a n İnönü'ye —

Fahrettin

Altay,

: «Paşam, İran savaşa g i r e r mi?» d i y e bir s o r u

sor­

muş ve şu karşılığı almıştı : —

«iran'a harp

yok.»

Bunları duyunca ileride diye k o r k t u m . Daha fazla kamarama çekildim. Ne

belki ağzımdan

laf

kaçırırım

konuşulacakları duymamak olur. ne olmaz. Fakat

için

aksilikler

korktukça üzerime geliyordu., Baktım

İsmet

İnönü'nün yirmi

yıllık hizmetkârı

man Efendi, kamaramın kapısını aralamış —

«Cemal, şimdi

Os­

:

Hitler radyoda, Rusların bir

buçuk

ayda yıkılacaklarını söyledi,» d e y i n c e ben de : —

«Yıkılırsa y ı k ı l s ı n , bize ne?» d e d i m .

Biraz s o n r a y i n e aynı arkadaş geldi : —

«Göbels

radyoda

Rusların bir

buçuk

ayda

yıkıla­

cağını söyledi,» deyince, ben de gayet saf bir şekilde : —

« U l a n a p t a l l ı ğ ı n â l e m i y o k . Bu i ş

bir buçuk

olmaz.» diye, Rusların sanıldığı kadar hafif İ s m e t Paşayla aynı d ü ş ü n c e d e b u l u n m a d ı ğ ı m ı Bizim bu konuşmalarımızı m e ğ e r

ayda

olmadıklarını, söyledim.

kamarot Faruk

not

e d e r d u r u r m u ş . F a r k ı n d a b i l e d e ğ i l d i m . H e p s i n i İ s m e t Pa­ şaya y e t i ş t i r m i ş .


YATAK

ÇARŞAFLARI

S A V A R O N A y a t ı e r t e s i g ü n ü esl<i I\/leclis Başl<anı A b dülhalik Rend&iie çocuklarını almak için Bandırma'nm yolu­ nu t u t t u . Bandırma'ya g e l m e d e n bir saat önce Bayan M e v hibe İnönü beni çağırdı: —

«Renda'nın kamarasının yatak çarşaflarını

değişti­

rin,» d e d i . —

«Hanımefendi, çarşafları

pis mi buldunuz?»

de­

yince: —

«Hayır, fakat d e ğ i ş t i r i n , b i z i m çarşaflardan o l s u n , "

diye karşılık v e r d i . B i z i m ç a r ş a f l a r d e d i ğ i , y i n e b e n î m Lazzari

Franko'dan

yaptırdığım patiska çarşaflardı. —

«Peki e m r e d e r s i n i z , » d e y i p e m i r

verdim

ve

çar­

şaflar değişti. K a m a r a m a g e l d i ğ i m z a m a n D o k t o r Fazıl B e y l e Ç a r k ç ı ­ başı H ü s e y i n v e ikinci çarkçı M u h i t t i n Özeğe vardı. —

«Ne o Cemal, canın sıkılmış senin?» deyince ken­

dimi toparladım: —

«Bir şey yok,» d i y e karşılık v e r d i m . Fakat onlar ıs­

rar ediyorlardı:


430

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

— « E v e t c a n ı n sılcılmış s e n i n , n e n v a r s ö y l e ? » d e y i n ­ ce b e n d e : —

«Çarşafları

beğenmediler.

de böyle güzel çarşaf görmüşler k a d a r da g ü z e l d i g ö r s e n i z , » üzerine: «Aldırma

geçer,»

Sanki

babalarının

evin­

gibi. Keten çarşaflar

diye

karşılık v e r d i m .

ne

Bunun

dediler.

Bu k o n u ş m a sırasınd-3 b e n f a r k ı n d a d e ğ i l d i m . K a m a r o t F a r u k y i n e o r a d a y m ı ş . B e n i m bu i k i n c i k o n u ş m a m ı da g a ­ nimet bilmiş. Hemen jurnal etmiş. A r a d a n o n b e ş g ü n g e ç t i k t e n s o n r a İ s t a n b u l P o l i s iVlüdürü Selâhattin Beyle iki sivil p o l i s m e m p r u v e

Denizyol­

ları G o n e l M ü d ü r ü K e m a l B a y b o r a iki m o t o r l a g e l i p k a m a ­ ramı aradılar. Allahtan beni bütün polis tanıyordu : —

«Sen b i r

kitap okuyormuşsun, o kitap

nerede?»

dediler. O sırada ben M a k s i m Gorki'nin bir romanını

okuyor­

d u m . B e n i g ö t ü r m e l e r i i ç i n b i r b a h a n e g e r e k t i . Bu b a h a n e de, okuduğum —

Rus e s e r i . O n u n l a

«Evet.» d e d i m . « K i t a p

madım. Güneş Salonunun . Polisler

hemen oraya

suçlandıracaklaı-dı.

benim

rafında

d e ğ i l , d a h a da

oku­

duruyor.»

koştular.

Raftan kitabı

indirdi­

ler. Baktılar k i . M a k s i m G o r k i ' n i n «Ayak takımı» adlı Şehir Tiyatrosunda

o y n a n a n p i y e s i . D e r k e n bizi y a k a p a ç a

Emniyet Müdürlüğüne

alıp.

götürdüler.

Birinci Şubenin üst kattaki misafirhanesinde gayet gü­ z e l b i r l o c a . A l l a h t a n ki y a t a k l ı . P o l i s l e r bana : —

«Tek y a t a k l ı d a m ı y a t m a k i s t e r s i n , y o k s a ç i f t

ya­

t a k l ı da m ı ? » d i y e s o r d u l a r . B e n d e : —

«Tabiî t e k y a t a k l ı d a , » d i y e k a r ş ı l ı k v e r d i m . .

A l l a h razı o l s u n o d e v r i n

polislerinden. Yoksa

halim

y a m a n d ı . T a m üç g ü n g a y e t n a z i k m u a m e l e g ö r d ü m . Ü ç ü n ­ cü gün sorgular tekrar

b a ş l a d ı . F a k a t b u kez s o r u

sahip­

l e r i İ ç i ş l e r i B a k a n ı Faik Ö z t r a k , E m n i y e t M ü d ü r ü

Selâhat­

t i n , V a l i L ü t f i K ı r d a r , S ı k ı y ö n e t i m K o m u t a n ı Rıza

Artunkal


ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM g i b i ö n e m l i k i ş i l e r d i . Bu bir konuşma geçti

431

idare adamlarıyla

aramda

şöyle

:

«Senin t a h s i l i n ne

kadar?»

«Altıncı sınıfa

«Nerelisin?»

kadar.»

«İzmirliyim. Salihli'de

«Baban

«O d a o r a l ı .

doğdum.»

nereli?»

Derken damdan düşercesine şu soruyu sordular : —

«Senin Ruslardan tanıdığın falan var mı?»

«Türklerden dahi yok. Ben yıllarca A t a t ü r k ' ü n hiz­

metinde kaldım.

Tanıdığım k i m s e l e r ya s o f r a c ı , ya şoför,

y a da m i l l e t v e k i l i , b a k a n g i b i k i m s e l e r . Y a b a n c ı kimseleri t a n ı m a m . Bizler daima takipte kendi arkadaşlarımdan başkasıyla Beni sorguya ç e k e n l e r e —

milletten

olduğumuz

için

ilgilenmedim.»

:

« S e r b e s t m i y i m ? » d i y e s o r d u m . İ ç i ş l e r i Bakanı Fa­

ik Ö z t r a k , p o l i s m ü d ü r ü n e : —

«Bu a d a m ı n i ç i n g e t i r d i n i z ? » d i y e s o r d u . S o n r a b e ­

ni s e r b e s t

bıraktılar.

Benimle beraber

gelen sekiz arkadaş da s e r b e s t b ı ­

r a k ı l d ı . F a k a t h e p s i b a k a n l ı k e m r i n e a l ı n m ı ş t ı . Bu v a z i y e t t a m kırk gün s ü r d ü . Bir

gün

geldiğini duyunca

Kâtip Kemal Gedeleç'e

Umumî

İsmet İnönü'nün

İstanbul'u telefon

ettim : —

«Bir adamın i f a d e s i y l e sekiz on aileyi nasıl s ü r ü n ­

dürürsünüz?» diye sordum. —

«Ben y a p m ı y o r u m , kanun yapıyor,» d e d i .

«Hangi kanunla t e v k i f ettiniz, hangi kanunla

b e s t b ı r a k t ı n ı z ? P o l i s b e n i a r a d ı , t a r a d ı , ne b u l d u ?

ser­ Benim

ihtiyacım yoktur, fakat öbür arkadaşlarım çoluk çocuk sa­ hibidir. Hiç olmazsa onların işlerini veriniz,» d e d i m . —

«Pekâlâ, onların işlerini veririz,»

Arkadaşlar

işlerine

alındı. A m a

dedi. Savarona'ya

değil,


432

ATATÜRK'ÜN UŞAĞI İDİM

b a ş k a g e m i l e r e . Bana hapsinde kaldım.

gelince, t a m sekiz yıl

polisin

Beşiktaş'taki evimi sattım. İzmir'e

t i m . O r a d a da göz h a p s i

devam etti. Baktım olacak

değil. Kalktım Ankara'ya g i t t i m . Çankaya'da Kemal leç'le görüştüm. Kendisinden

bu vaziyetin

göz git­ gibi

Gede-

düzeltilmesini

ve tekrar Denizyollarına d ö n m e m i istedim. Neyse bu iste­ ğ i m kabul e d i l d i . Y e n i d e n g e m i l e r e kumanyacı olarak alın­ dım. Bu a n l a t m ı ş Emniyet

olduğum notlar, konuk

Müdürlüğündeki

dosyamda

olarak

kaldığım

bulunmaktadır.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.