ATATÜRK’ÜN ANILARI – 2
DÜNYA'NIN ORTASI NERESİDİR? Sırrı Akatay’dan Atatürk ve Latife Hanım, 30 Eylül 1924’te Pasinler’e geçerken Erzincan yolunda Aşkale’ye uğramışlardı. Atatürk’ün karşılanışında bazı konuşmalar yapılmış ve ilkokuldan da bana uzun bir kahramanlık şiiri okuma görevi verilmişti. Ben şiiri avazım çıktığı kadar bağıra bağıra, hiç yanlışsız ve duraklamadan okudum. Atatürk ve Latife hanım şiirimi sonuna kadar dinlediler. Şiirim bitince Atatürk beni yanına çağırdı ve bana, -“Şiiri çok güzel okudun, aferin sana, senin adın ne bakayım?” diye sordu. Ben de, -“Sırrı efendim” diye bağırdım. -“Şimdi sana bir sual soracağım, bakalım bunu bilebilecek misin?” dedi. -“Sorun efendim.” dedim. -“Dünyanın ortası neresidir?” dedi. O zamanlar hep Ankara’dan ve Atatürk’ten konuşulurdu. Ankara’da şu olmuş, Ankara’da şu kararlar alınmış, Ankara’ya şu devlet büyükleri gelmiş. Her şeyde, her konuşmada Ankara geçerdi. Bizlerin de Ankara’dan başka duyduğu bir şey yoktu. Hocalar da hep “Bizim merkezimiz Ankara, artık her şey Ankara’dan idare ediliyor.” dediklerinden, hiç tereddüt etmeden bütün gücümle “Ankaraaaa!” diye bağırdım. Atatürk bu cevabtan pek mutlu olmuş ve Latife Hanım’la beraber katıla katıla gülmüşlerdi. Kaynak: Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, Prof.Dr. Yurdakul Yurdakul, Truva Yayınları, 4. Basım Mart 2006, ISBN: 975-6237-37-6. Sayfa:155
1
Bir Türk Dünyaya Bedeldir Gazi Mustafa Kemal Paşa, Türk askerinin ölçülmez kıymeti hakkındaki fikrini tarihi bir cümlesiyle ifade etmişlerdi. 1924 yılı Ağustosunda, Kastamonu’da asker koğuşlarını ziyaretten çıkarken; “Bir Türk, on düşmana bedeldir” yazılı levhayı gördü. Subaya levhayı göstererek sordu: -“Öyle midir?” -“Evet Paşam.” -“Hayır, çocuğum, bence öğle değildir. Bir Türk dünyaya bedeldir.”1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, İstanbul 1973, s. 104 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Türk Kadınlarının Sahneye Çıkması Sabahat Hanım, Latife Hanım’ın davetlisi olarak gittikleri Uşakizade Köşkü’nde yaşananları şöyle anlatır: -“Latife Hanım’ın söylediği günde kararlaştırıldığı gibi Cemil ile köşke gittik. Yaver Muzaffer Bey bizi bekliyordu. Paşa’nın yazı odasına girdik. Pencereye yakın bir koltukta oturuyordu. Mustafa Kemal Paşa ile konuşmak kolay değildi. Cümlesine başlamadan, içinizi okumak istiyormuş gibi üstünüzde duran kudretli bakışları, her kelimeyi incelermiş gibi durduktan sonra ahenkli sesi karşısında insanın kendisine hâkim olması ve rahat konuşması imkânsızdı. Kapı açıldı, Latife Hanım içeri girdi. Sinemada gördüğü kadınların durumuna üzüldüğünü söyledi. Kadınları değiştirmek için konferanslar düzenlemesi, evleri dolaşarak onlarla yakından ilgilenilmesi gerektiğini belirtti. Ben çoktan harekete geçtiğimizi söyledim. Birden Paşa söze girdi: -‘Tutuculuğun kurbanı yalnız cahil olanlar değil. En iyi propaganda vasıtası olan tiyatronun kadın sanatkârları da yasaktan kurtulamıyor. Artistlerimiz film çevirdikleri halde sahnelere çıkartılamıyor. Yerlerini Türkçe şiveleri bozuk olanlara mecbur ediliyorlar’ dedi. Mustafa Kemal birden sustu. Sonra şöyle dedi: 2
-‘Müdürleri ile görüşüp kız öğrencilerin sahneye çıkmalarını söyleyeceğim. İlk oyunlarda halkı alıştırmak için başı kapalı çıkabilirler.”’ Bu görüşmeden bir iki hafta sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği bir emirle Türk kadınlarının sahneye çıkma yasağı kaldırılır. Bu yasağın kaldırılması; Türk kadınları için İzmir’de atılan bir başka önemli adım olur.1 1 Şule Arasan, Yaşayan Tarih Sabahat Filmer Anlatıyor: Atatürk Bizden Evden Çıkıp Samsun’a Gitti, Sabah, 19 Mayıs 1990. Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Ata'dan Bir Ses: 1924 yılı Ekim ayındaydık. Büyük Zafer'den sonra Atatürk iki girişimde bulunmuştu. Birisi İzmir'de topladığı İktisat Kongresi ki "Milli Ekonomi" sözü tarihimizde ilk defa bu kongrede ortaya atılmıştı. İkinci hareket Avrupa'ya ilk öğrenci kafilesinin gönderilmesidir. Bu ilk kafile de Avrupa'ya gitmek üzere 150 arkadaş başvurmuştu. Son derece sıkı bir eleme sınavı geçirdik, bir süre sonra sonuçlar ilan edildi. 150 kişi içinden 13 kişi seçilmişti. Şimdi bu gruptan hatırlayabildiğim; Suat Hayri, Burhan Toprak, Namdar Rahmi, Vildan Aşir, Cemil Sena ve Necip Fazıl bulunuyor. Yola çıkacağımız gündü. Beni Berlin Üniversitesi'ne yolluyorlardı. O zaman Berlin'e Balkanlardan ve Polanya'dan geçen bir trenle gidilirdi. Trene bineceğim sırada bir telgraf müvezzinin "Mahmut Sadi" diye avaz avaz bağırdığım duydum. Elime bir telgraf tutuşturuldu. İmza Milli Eğitim Bakanı'nındı. Atatürk'ün emri ile çekilmişti. İçinde hatırımdan çıkmayan şu cümle vardı: "Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyoruz. Gür alevler halinde dönmelisiniz." Hangi derse girsem, hangi imtihana çıksam kulaklarımda bu cümle çınlardı. Yol boyunca içinde alevden bir şevk ve omuzlanmda dağlar gibi bir sorumluluk taşıyordum. Bu ses artık ömrüm boyunca beni hiç bırakmıyacaktı. Not: Anıda bahsi geçen "Mahmut Sadi", ilerleyen yıllarda Başbakanlığa kadar yükselecek olan Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak'tır. Kaynak: Atatürk, Bir Çağın Açılışı, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, İnkılap Yayınevi, 1984. Sayfa: 354355
3
İnce Duygulu, Büyük Adam Kim olursa olsun insana ve insanlığa çok kıymet verirdi. Bir gün Çankaya'da, eski köşkün üst katındaki kütüphanede oturuyorduk. Birdenbire bahçeden küfürlerle dolu hiddetli bir ses yükseldi. Atatürk merakla başını solundaki pencereye çevirdi; o anda yüzü kıpkırmızı kesildi, bana dönüp bağırdı: "Bak, bak. Bu bunak adam ne yapıyor? Yahu, hiç insan dövülür mü? Bu ne hamakat [ahmaklık]. Çabuk koş, mani ol ve oradaki adamları köşke getir." O sırada ben de ayağa kalkmış, pencereye yanaşmıştım; Milli Müdafaa Vekaleti tarafından (Çankaya Köşkü o zaman Milli Müdafaa Vekaleti'nin malı idi ve Ordu Köşkü adıyla Başkomutanın ikametine tahsis edilmişti) Köşkün dış idaresine memur edilmiş bulunan alaydan yetişme, emekli ve yaşlı bir subayın, birkaç işçiyi yüksek sesle azarlayıp tokatlamakta olduğunu gördüm. Yerde birkaç eski torba ile darmadağın bir halde bazı giyecek eşya vardı. İşçiler, bir müddet bahçede çalıştırılmış olup o gün memleketlerine dönmek için Köşkten ayrılmak üzere bulunan Yunan esirlerindendi. Koşarak bahçeye çıktım; yanlarına gittim, bizim yaşlı arkadaşı hiddetten zangır zangır titreten hadiseyi öğrendim; meğer esirlerin sıkı sıkıya muayene ettiği torbalarından, kendilerine ait eşya arasında, Atatürk'ün hususi sigaralarından birkaç paket de çıkmış. Herhalde bunları, esirlere köşkün içinde hizmet eden bizimkilerden biri vermişti; başka türlü olmasına imkan yoktu. İhtiyarı birkaç kelime ile teskin ettikten sonra, esirleri yanıma alıp köşke doğru yürüdüm; Atatürk antreye inmişti. Esirlerden biri uzaktan O'nu görür görmez, müthiş bir korku içinde titremeye başladı ve tam kapıya yaklaştığımız anda düşüp bayıldı. İnce duygulu, Büyük Adam, bu manzaradan pek müteessir olmuştu. Emri üzerine, yanındakiler, esirin yüzüne su ve kolonya serperek ayılttılar. Bu arada ben de kendisine durumu arz etmiştim. İçerden beş on paket sigara daha getirtti; esirlere dağıttı. Bir miktar para da verdirtti; sonra kendilerine, yapılan fena muameleden teessür duyduğunu söyledi ve iyi yolculuklar diledi. Köşkten ayrılırken esirlerin gözleri, minnet yaşları ile dolu idi; tabii ihtiyar arkadaş da Milli Müdafaa emrine iade edilmişti. Kaynak: Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, 2006, ISBN:97508-0882-7. Sayfa:38
4
''Bir daha öyle ayrılık gayrılık görmeyeyim, anladınız mı? Bir daha ...''
Öğretmenler toplantısında; Öğretmenler Ankara'da bir toplantı yapmışlar, toplantıya iki üç bayan öğretmen de katılarak salonda ayrı bir yere oturmuşlardı. Bayan öğretmenlerin toplantıya girmelerini hoş görmeyen Meclis'in sarıklıları Gazi'ye şikayete gidiyorlar. Gazi kızarak: - "Kimmiş Öğretmenler Derneği Başkanı? çağırın onu!" Ve Mazhar Müfit (Kansu) birkaç dakika sonra içeri girince gürleyen bir sesle çıkışıyor: - "Siz öğretmenler toplantısında ne yapmışsınız? Ne ayıp şey bu!" Mazhar Müfit şaşakalır. Gazi'den bu davranış mı beklenirdi? Sarıklılar muzaffer bir tavırla gülüyor. Sarıklılar neşe içinde. Gazi'nin sesi hep aynı tonda devam ediyor: - "Olur şey değil, olur şey değil." Mazhar Müfit hala ayakta ve hala ne diyeceğini şaşırmış bir halde karşılık vermeye çalışıyor: - "Efendim, vallahi ... " - "Bırak, bırak ben hepsini biliyorum; toplantıya bayan öğretmenleride çağırdınız, fakat onları niye ayrı sıralara oturttunuz? Sizin kendinize mi güveniniz yok, Türk kadınının erdemliliğine mi? Bir daha öyle ayrılık gayrılık görmeyeyim, anladınız mı? Bir daha ... " Gülen sarıklılar inmelenmiş gibidirler. Kaynak: İsmail Habib Sevük, Atatürk için. Sayfa;182
5
İşte O Zaman Zaman o zamandı; başta Atatürk vardı. Büyük uyanma dönemi yaşanıyordu milletçe. O zamanlar Ulus'ta bir İstanbul Lokantası varmış. Müşteriler kalpaklı, pos bıyıklı, kavi adamlar. Yemeğe iki hanım geliyor her gün: Biri Süreyya Ağaoğlu, biri de Hukuk'u onunla bitiren iki hanımdan biri ... Lokantaya her girişlerinde bütün başlar kalkıyor. Bir gün zamanın Başbakanı Rauf Orbay'dan bir haber geliyor: "İki genç kızın istanbul Lokantası'nda yemek yemeleri uygun değil." Hatta galiba haberi kızına ileten, Ağaoğlu Ahmet. Genç kız küplere biniyor. Tam o akşam, gene avcı kıyafetiyle, gene traktör sürmekten yorgun, Paşa evlerine geliyor. Gene coşkular içinde. Gene Türk kadını, şu olabiliyor, bu olabiliyor diye iftiharlar içinde... Süreyya dudak büküyor. Atatürk, kendisine "İşini sevmiyor musun?" diye sorduğunda: "Evet ama Başbakan, öğlenleri lokantaya gitmeme kızıyormuş." diye yanıtlıyor. -"Hakkı var. Orada ne işin var?" Ertesi gün dairede bir koşuşma, "Paşa sizi istiyor" diye geliyorlar. -"Hangi Paşa?" -"Kemal Paşa Hazretleri." Paşa, açık gri bir otomobilde beni bekliyordu. İstanbul Lokantası'nın önünden geçerken şoföre "Dur" emrini verdi. Lokantadakiler dışarı fırlamışlardı. Atatürk, herkesin duyabileceği bir sesle: - Bugün Süreyya Hanım Çankaya'da benim davetlim, yarın her zamanki gibi lokantaya gelecek, dedi. Çankaya'da Latife (Gazi Mustafa Kemal) beni gülerek karşıladı. Aslında, Atatürk çok kızmış Başbakan'a ... ... Ve sonra ne oldu biliyor musunuz? Herkes ertesi gün, İstanbul Lokantası'na eşleriyle geldi. Zaman işte o zamandı. Kaynak: Uç Beyleri, Nimet Azrık 1972, sayfa:33-34 6
Hepsini Sopayla Kovalarız Cumhuriyetin ilanı sıralarında Necmettin Sadak1 Gazi Mustafa Kemal Paşa’yla bir röportaj yapmak üzere İzmir’e gitmiştir. Görüşlerini şöyle anlatmaktadır: “Gazi’yle bir defa üç, bir defa da dokuz saat görüştük. Ben ömrümde böyle adam görmedim ve iddia ederim ki hiçbir memlekette böyle bir adam yoktur. Kendisine sorduğum sorulardan biri şudur: -‘Mademki bu meclis Cumhuriyeti ilan etmeye kendisini yetkili gördü. O halde bir başka meclis de başka bir oylamayla Meşrutiyet ilan ederse ne yaparız?’ -‘Olabilir. Fakat hepsini sopa ile kovalarız’ dedi.”2 1 Necmettin Sadık Sadak, (1890-1953), Milletvekili, Dışişleri Bakanı. 2 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973, s. 100-101 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Cumhuriyet’in İlanı 2. devre T.B.M.M.’si 29 Ekim 1923 günü Anayasanın 1. maddesini değiştirerek, şu kararı kabul etmiştir: “Türkiye Cumhuriyetinin hükümet şekli ‘Cumhuriyet’tir. Saat 20.30’u gösterirken, o heyecanın coşkusu içinde olan milletvekilleri 3 defa ‘Yaşasın Cumhuriyet’ diye haykırmışlardı. 159 üyeli meclisin 158 üyesinin oyuyla Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu sırada heyecandan yerinde duramayacak şekilde oturan Gazi Mustafa Kemal Paşa alkışlar arasında kürsüye gelerek hayatının en kısa konuşmasını yapmıştır. Gazi bu konuşmayı neden kısa yaptığını Afet (İnan) Hanım’a1 29 Ekim 1933 günü şöyle anlatır: -“On yıl önce bugün, Cumhuriyeti ilan etmek gerekiyordu. Olayların gidişi bunu gerektiriyordu. Partide ve mecliste tartışmalar devam ederken bildiğin gibi beni çağırdılar. O heyecanlı oturumlarda konuşmak benim aradığım işti. Cumhurbaşkanı seçildiğimde yaptığım konuşma, bugüne kadar yaptığım en kısa konuşma oldu.
7
-Neden? Çünkü dişlerimi yaptırıyordum. Yeni yapılan dişlerim tecrübe aşamasındaydı. Konuşmaya başladığım zaman ıslık gibi ses çıkıyor. Ya da ağzımdan düşüyordu. Bu sırada yapacak hiçbir çare yoktu. Bu doğal olay, siyası hayatımın en önemli anına, böylece bir engel çıkardı. Kim bilir, uzun konuşmadığım belki de daha isabetli olmuştur” diye ilave etti.2 1 Ayşe Afet İnan (Uzmay), (1908-1985), Atatürk’ün manevi kızı. İzmir’de Reddi İlhak İlkokulu’nda öğretmenliğe başladı. Atatürk, Ekim 1925’te İzmir’e geldiği günlerde İzmir ilkokullarından birindeki bir toplantıda Afet Hanım ile karşılaşmış, kendisinin meslek ve durumu ile ilgilenmişti. Afet İnan’ın isteği, öğrenimini sürdürmek ve yabancı dil öğrenmekti. Bunun yerine getirilmesi için Atatürk, Afet İnan'ın babası ve annesi ile görüşerek, kendisini o yıl İsviçre’nin Lozan şehrine Fransızca öğrenmeye gönderdi Afet İnan, öğrenimini İstanbul’da Fransız Kız Lisesi’nde sürdürdü. Ortaöğrenim tarih öğretmenliği sınavına girerek öğretmenlik belgesini aldı ve Ankara Musiki Öğretmen Okulu’na, Tarih ve Yurt Bilgisi öğretmeni olarak atandı. 1930’da bu görevdeyken Türk Tarih Kurumu’nun kuruluş çalışmalarına katıldı. Afet İnan, Türk Tarih Kurumu’nda uzun yıllar asbaşkanlık yapmıştır. 2 Said Arif Terzioğlu, Yazılmayan Yönleriyle K. Atatürk, Hamle Matbaası, İstanbul 1963.s. 69-70 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Cumhuriyet Mahzar Müfit Kansu’dan Cumhuriyet anısı: “Gazi Mustafa Kemal Paşa ‘Cumhuriyet’ ilanını olayların akışı ve zaferlerin elde edilişi içinde mi düşündü, yoksa daha önceden mi bu istek ve kararında mıydı? İşte bu soruyu tarih önünde aydınlatmak ve belgelemek için bu konuyu araya sokuyorum. Çünkü Mustafa Kemal Paşa’nın: ‘Hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır’ demesi Erzurum Kongresi’nden öncedir. Bu açıklamayı, yıllar sonra geçmiş bulunan bir olaya bağlayarak yapacağım. Eski Adalet Bakanı ve İzmir Milletvekili Mahmut Esat (Bozkurt) Bey bir gün Mustafa Kemal’e başvuruyor: -‘Paşam Üniversitede Devrim derslerinde okutmak üzere tarafınızdan ‘Cumhuriyet’ sözlerini ilk önce nerede, ne biçimde ve kimlerin arasında söylediğinizi öğrenmek istiyorum?’ Diyor. Gazi Mustafa Kemal Paşa kendisine şu karşılığı veriyor: -‘Bunu Mahzar Müfit’ten öğreniniz. O, günü gününe bu olayları not etmiştir.’ Bunun üzerine Mahmut Esat Bey bir mektupla bana başvurdu. Ben de yazıyla kendisine yanıt verdim. Bu mektupları yayımlamakla istediğim açıklamayı yapmış olacağım. Yalnız bir noktayı belirteyim ki, Mahmut Esat Bey’e mektup yazmadan önce, Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya sordum: 8
-‘Karşılık vermeme izin veriyor musunuz?’ Çünkü Gazi, anılarımın ve notlarımın yayımlanmasına kendisinden izin almadan herhangi bir girişimde bulunmamamı daha önceden emir vermişlerdi ve: -‘Henüz notları yayımlamanın zamanı gelmedi’ demişlerdi. Bunun içindir ki, izinlerini ve uygun görmelerini rica etmek zorundaydım. Gazi: -‘Hay hay, Yalnız onu yaz…’ dedi. Çok sevinçliydim. Sonunda, bütün ciddiyetimle Paşa’ya bu konu da söz verdim. Bu satırları yazarken gözlerimden adeta sevinç yaşları boşanıyor. Mustafa Kemal’e inanıyorum, başarı sağlayacağına inanıyorum. Ve… Ben şimdiden Cumhuriyet rejiminin başladığını kabul ediyorum. Üst tarafı resmi ve fiili uygulama bir zaman meselesidir. Tek dileğim; ‘Allah o günü bana göstersin.’ Sayın Mahmut Esat Beyefendi anılarım arasından sorunuza ait noktayı işte böylece size iletmiş bulunuyorum. Derslerinizle sevgili gençliğe ve büyük milletime çok büyük hizmetlerde bulunduğunuza eminim. Başarı ve hizmetlerinizin devamını kalpten diler, anılarımda aktardığım ve sunduğum gibi hükümetin Cumhuriyet olacağı 20 Temmuz 1919 günü Erzurum’da öğrenmiş bulunduğumu bildirerek gözlerinden öperim.”1 1 Kemal Arıburnu,Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 235-236 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Atatürk'ün Bir Hatıra Defterine Yazdıkları Harbiye Nezareti’nde çalışmakta olan Kaymakam İbrahim Bey’in oğlu Kemalettin Efendi, kendisine hitaben yazılacak öğütleri kapsamak üzere bir hatıra defteri hazırlamış ve defterin başına da iki fotoğrafını yapıştırmıştır. 22 Ekim 1921 ile 19 Eylül 1923 tarihleri arasında otuza yakın kişiye sunulan defterde bazı şair ve yazarların, hocaların ve hekimlerin yazıları bulunmakta, ayrıca defter sahibinin babasının da öğüt şeklinde bir şiiri yer almaktadır. İsmet Paşa da Eylül 1923 tarihiyle yazdığı yazıda “Kemalettin, evlâdım. Mefkure sahibi, doğru, çalışkan ve sebatkâr ol. İyi Türk olabilmenin, hayat mücadelesinde muzaffer olanın esrarı bunlardır” demektedir. Kemalettin Efendi hatıra defterini yazması dileğiyle son olarak Mustafa Kemal Paşa’ya sunmuştur. Mustafa Kemal Paşa defterdeki yazıları okuduktan sonra genç Kemalettin Efendi’ye hitaben defterin sondan bir evvelki sayfasına- şunları yazmıştır: ** Ankara-Çankaya 19 Eylül 1923 9
Oğlum Kemalettin, Babanın haluk bir insan, temiz bir asker olduğunu öğrendim. Seni fotoğrafından mütalâa etmekle fikir istihracına kalkışmayacağım. Babanın verdiği nasihatler kıymetlidir. Ben yalnız şunu ilâve edeceğim: Hatırat defterini başkalarının yazıları ile doldurmaya heves etmektense, hayat defterini kendi faaliyet ve fazilet eserlerinle doldurmaya bak! Gazi Mustafa Kemal
10
Atatürk'ün Kemalettin'in hatıra defterine yazdıkları orjinal metin. (19 Eylül 1923) ** Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Atatürk Arşivi, Dosya: 23, Klasör: 58 Editör ATAM Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 1, Cilt: I, Kasım 1984
Türk Kadını İlk Kez İzmir’de Sahneye Çıkıyor 23 Temmuz 1923 Pazar günü akşamı Kordon boyunda sahnesi bizim tarafımızdan geçici yapılmış olan Palas Sineması salonunda Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin katılımıyla Darülbedayi, ilk temsilini vereceğini ilan etti.” Temsil büyük bir başarı ile gerçekleşir ve İzmir, Türk Kadın haklarında bir başka dönüm noktasına daha şahitlik yapar. Başta Gazi olmak üzere, bütün komutanların alkışlarını alan sanatçılar, onları selamlamış ve örneğini yaşamadıkları bir heyecanı tatmışlardı. Birçok sahada hak ettiği davayı kazanmış olan Türk kadını, bu imtihanı da başarıyla verir ve böylece Türk sahnesine ‘Milli İrade’ ile yerleşip sahip olurlar. Bedia Muvahhit Gazi’nin istemiyle 1923 Temmuz ayı sonunda İzmir’de ilk kez sahneye çıkışını şöyle anlatmıştır: -‘Eşim Muvahhit, İzmir’e arkadaşlarıyla bir turne yapmıştı. Ben de gittim. Mustafa Kemal, merak etmiş, sordurmuş: -‘Sahnede kimler var?’ Diye. Onlar da: -‘Ermeni hanımlar var’ demişler. Mustafa Kemal, o zaman Muvahhit’e: -‘Niye senin karın çıkmıyor? O oynasın! Gelip seyredeceğim’ demiş. Mustafa Kemal’in benim sahneye çıkmamı istemesi de şundan: Ben, Ateşten Gömlek filminde oynamıştım. Halide Edip Hanım davet etmişti… Ona da tavsiye eden, Muhsin Ertuğrul Bey’di… İzmir’de; Mustafa Kemal, ‘O oynasın’ deyince, hemen sahneye çıkmaya hazırlandım. Çünkü ‘Gelip seyredeceğim’ demiş. Bende heyecan, ‘Ayol ben nasıl çıkarım, nasıl yaparım?’ filan… O gece oynanacak oyun ‘Ceza Kanunu…” -‘Baş kadın oyuncu rolüne hazırlan!’ Dediler.
11
Bir genç kadın rolü, Sacide’yi oynayacağım. Ne halde olduğumu düşünemezsiniz. Sonunda, Mustafa Kemal sahneye geldi… İzmir, yangından yeni çıkmıştı; O’nun ayakları küller, çamurlar içinde ve o haliyle sahneye geldi. Piyesi çok beğendi ve İzmir civarını da dolaşıp temsiller vermemizi istedi. Denizli, Manisa gibi… Sonra bana döndü: -‘Yalnız, Oralarda, hemen sahneye başın açık çıkma’ dedi. -‘Neden Paşam?’ Dedim. -‘Oralarda halk, savaştan yeni çıktı. Bir Türk kadınının sahneye çıkmasına, hem de başı açık çıkmasına hemen alışılamaz, başına başörtüsü gibi bir şey tak, öyle çık, sonra gitgide alışacaklardır. Türk kadını, layık olduğu, medeni seviyeye kavuşacak, medeni dünyada hak ettiği yeri alacaktır…’ Daha önceleri de bir iki Türk kadını sahne tecrübesi yapmıştı. Örnek olarak Afife Jale’yi verebiliriz. Onlara çok zorluk çıkarmışlar. Fakat ben doğrudan doğruya Mustafa Kemal’in izniyle çıktığım için, tam tersine, son derece ilgi ve takdirle karşıladılar. Büyük övgü aldım.”1 1 Selma Selçuker, Sanat Tünelinde Sanatsever Atatürk, Hürriyet, 6 Kasım 1998. Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Adam Olmak Meclisten Hilafetin kaldırılması konuşuluyordu. O günkü gündem bu idi. Bütün milletvekilleri noksansız meclisteydiler, İzmir milletvekili rahmetli Seyit Bey, Hilafet konusunda ilmi ve esaslı bir konuşma yapıyordu. Bu sırada bazı arkadaşlar arasında İstanbul’daki Hilafeti yok edersek kim Halife olacak? Diye dedikodu geçiyordu… Bu sırada, Isparta milletvekili rahmetli Hacı Hüsnü Efendi ayağa kalktı: -“Gazi Paşamız Halife olsun… Teklif ediyorum” der demez orada bulunan Gazi birdenbire kükredi: -“Hoca! Hoca! Ne yapıyorsun, otur yerine!” Gözlerinden fışkıran kıvılcımlar kalbimin en derin noktasına kadar işlemişti. Hocanın rengi bozuldu ve yerine oturdu. Ben, Gazi’nin iki defa kükrediğini gözümle gördüm. Gözündeki şimşeğin çaktığını iki defa gördüm. Biri bu, diğeri de şöyle bir olaydı: Bir gün mecliste, halk partisi tüzüğü konuşulduğu zaman, Konya milletvekili Naim Hazım kürsüde ağır eleştirilerde bulunuyordu. Eleştiriler hiç de hoşa gidecek şeyler değildi. Hoca bir aralık: -“Bu ‘asri’ kelimesi ne demektir?” deyince, Gazi, başkanlık makamında oturduğunu unutarak, yukardan konuşmacıya doğru eğilerek: 12
-“Adam olmak demektir, hocam adam olmak...” demişti. Hoca da yığılır gibi yerine çöktü. Doğrusu bütün devrimlerin programının da özeti bu idi. (Besim Atalay, Yakın Tarihimiz.)1 1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 237 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
22 MART 1923 YILI KONYA: 22 Mart 1923’te Konya’da verdikleri demeci, ayrılacakları gece, basına verilmek üzere tekrar okutturuyorlar. Muhtar Bey (Şakacı bir adam olan İngiliz Muhtar) kadehini kaldırıyor: -Yaşasın Başkomutan! - Niye Mustafa Kemal demiyorsun da Başkomutan diyorsun? Muhtar Bey üstü kapalı bir davranışla: - Hele, diyor ne olur olmaz, daha uzun süre şu Başkomutanlık üzerinizde kalsın! Şakalaşıp duran Gazi kartallaşıveriyor: -Vay sen beni Başkomutanlıktan mı kuvvet alır zannediyorsun? (Sesini tabileştirerek) Dinle bak öyle ise, sana bir hatıra anlatayım: Hani ben Erzurum’da ordu müfettişliği nişanlarını yakamdan atarak, “ferdi millet” kalmıştım ya? O zamana kadar emirlerimi dinleyen komutan (ismini söyleyecekti, söylemedi) ondan sonra verdiğim emirleri dinlememeye başlamasın mı? Makamına gittim: Paşa paşa dedim, size o emirleri bu yakadaki yıldızlar vermiyor, Mustafa Kemal veriyordu, o yine karşınızdadır, yazınız! Yazdı, emir gideceği yere gitti. Fakat çıktıktan sonra aklıma gelmişti. Ya komutan düğmeye basıp da “Posta, bunu dışarı çıkarınız!” deseydi. Sesi yine heybetleşerek: -Fakat diyemezdi, muhtar, karşısında Mustafa Kemal var, diyemezdi! Muhtar Bey kadehini kaldırarak yürekten bağırıyor: 13
-Yaşasın Mustafa Kemal! İsmail Hakkı Sevük Kaynak: Atatürk’ten Anılar, Kemal Arıburnu. Sayfa No:251, İnkılap Kitapevi 1998. ISBN: 975-101392-5. (İsmail Hakkı Sevük, Atatürk için, 1939, Sayfa:39-40)
BAŞKOMUTANLIK KANUNU Meclisteki hava hala yumuşamamıştı. Mustafa Kemal çekilişin bir strateji olduğunu, bu sebeple düşmanın yıpranacağını ve Türk Ordusu'nun zaman kazanacağını açıklamasına rağmen 4 Ağustos'ta Meclis'te sert eleştiriler yine sürdü. Bir milletvekili, Mustafa Kemal'in ordunun başına geçmesini istedi. İlk kez lehte ve aleyhte olanlar Mustafa Kemal'in ordunun başına geçmesi konusunda birleşiyorlardı. Fakat ayrı düşünce ve hesaplarla Mustafa Kemal'e karşı olanlar, ordunun bozulduğunu, bu durumu Mustafa Kemal'in düzeltemeyeceğini ve bu sayede O'nu tasfiye edebileceklerini düşünüyorlardı. Enver Paşa'yı getirip Mustafa Kemal'in yerine geçirmek için çalışanlar bu fırsattan özellikle yararlanmak istiyorlardı. Meclis içindeki ve Trabzon'daki İttihatçılar bu iş için uzun zamandır çalışıyorlardı. Meclis'in çoğunluğu yani Mustafa Kemal yanlısı olanlar, Yunan Ordusu'nu ancak Mustafa Kemal'in durdurabileceğine inanıyor ve Başkomutan olmasını istiyorlardı. Fakat Başkomutan olmasını sakıncalı görenler de vardı. Bunlar başarısızlık halinde Mustafa Kemal'in sorumlu tutulacağından endişe ediyorlardı. Meclis'in çoğunluğunun gösterdiği yakınlığa teşekkür eden M. Kemal başkanlığa bir önerge verdi. Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na; Meclis sayın üyelerinin genel olarak beliren istek ve dilekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu görevi, kendi üzerime almaktan doğacak yararların çarçabuk elde edilebilmesi ordunun maddi ve manevi gücünün en kısa zamanda arttırılıp pekiştirilmesi ve yönetimin bir kat daha sağlamlaştırılması için Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin sahip olduğu yetkilerini fiilen kullanmak koşuluyla üzerime alıyorum. Yaşadığım sürece ulusal egemenliğin en gerçek bir hadimi olduğumu, ulusa bir kez daha göstermek için, bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süre ile sınırlandırılmasını dilerim. 4 Ağustos 1921 Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Mustafa Kemal'in, Meclis yetkilerini isteyerek (yasama, yürütme, yargı) başkomutan olmayı kabul edeceğini bildirmesi üzerine karşıtlar hemen harekete geçtiler. Başkomutanlığın Meclisi'nin özüne ait olduğunu, bu sebeple Başkomutan Vekili denmesini istediler. Ayrıca Meclis'in yetkilerinin bir kişi tarafından kullanılmasının söz konusu olmayacağını ileri sürdüler. Fakat Mustafa Kemal'in direnmesi üzerine Meclis, 5 Ağustos 1921 tarihinde Meclis'in sahip olduğu yetkileri şahsında toplamak ve Meclis adına yürütmek üzere Mustafa Kemal Paşa'ya üç ay süreyle Başkomutanlık yetkisini veren 14
kanunu kabul etti. İstiklal Mahkemeleri de doğrudan Mustafa Kemal Paşa'ya bağlandılar. Yeni mahkeme kurma yetkisi artık Başkomutan'a aitti. Kaynak: Ergün AYBARS, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ünv. Basımevi, 1986, Sayfa: 285-286
Sultan Ana Gazi Mustafa Kemal Paşa, İzmir zaferinden sonra ilk defa Adana’ya gelmişlerdi. Ayağının tozuna yüz sürmeyi adak edenleri zorla topraktan ayırabiliyorlardı, o genç, alçak gönüllü kurtarıcı, bu coşkun, kendinden geçmiş halkı selamlıya selamlıya Hükümet Konağı’na geldiler, biraz sonra evlerine dönüyorlardı. Merdivenlerin yarısına geldikleri zaman bir kucak sarıçiçekle bir köylü kadının nefes nefese, sıçrarcasına merdivenleri çıktığını gördük. Gazi durdular, köylü kadın yanına kadar çıktı. Tanımlanamayacak bir hayranlıkla O’nun gözlerine tutuldu ve bir süre bu dalgınlık içinde yerinden kımıldanamadı, sonra bir ana sesindeki sevgi ve özlemle: -“Ah benim çakır oğlum! Yolunu bir deli gibi bekledim. Sana bu çiçekleri tarlamdan yoldum. Eğ başını! O sarı altın saçlarını öpeyim… Bu benim adağım, umduğumu çok görme…” Genç komutanın yüzüne bir gönül rahatlığı ve neşe yayıldı, başını ona doğru eğdi. Köylü kadın bu sarı başı bağrındaki sarıçiçeklerin üzerine bastırdı. Kokladı, öptü. Sonra da sarı fulyaları ayağının altına sererek: -“Adağım yerini buldu, koca yiğit, tuttuğun altın, kılıcın keskin, her muradın yerine gelsin” dedi. Bu köylü kadın bizim cephe arkadaşımız “Sultan Ana” idi. (Ferit Celal Güven’den alınmıştır.)1 1 Kemal Arıburnu,Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 113-114 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
15
Dengen Tamam Oldu Özel bir trenle Adana’ya gidildiğini anlatan Paşa Kazım,2 anılarında şunları anlatıyor: “Gazi, istasyonda hazırlanmış olan büfede çay içiyordu. Eşi Latife Hanımefendi de bu seyahate katılmıştı. Ve Gazi, büfede çay içerken, o vagonda kalmış, pencereden istasyondaki kalabalığı seyrediyordu. Ben, tam pencerenin altında, peronda emirlerini bekler bir halde duruyordum. O sırada, aklıma komiklik yapmak geldi. Başladım kulaklarımı oynatmaya. Latife Hanımefendi halimi görmüş, gülmemek için kendisini büyük bir baskı altına almıştı. Gazi’nin eşi olarak, halkın karşısında gülmesinin yakışık almayacağını haklı olarak düşünmüşlerdi. Ben, kulaklarımı oynatırken, yan gözle de ona bakıyor, dişlerini sıkışını seyrediyordum. Latife Hanımefendi, bu hareketime son vermemi kaş göz işaretiyle bana anlatıyordu, ama hiç oralı olmadım. Nihayet beni sert bir işaretle vagonuna çağırdı ve gittim. -‘Bu ne maskaralık, neden öyle kulağını oynatıp duruyorsun?’ Diye sordu. Gayet ciddi, cevap verdim: -‘Hanımefendi Hazretleri’ dedim. ‘Adana’yı onurlandırmanızda, Adana’ya kadar sizlerle beraber gelmem emredildi. Geliyorum. Sizler otomobillerinize binip, hazırlanmış olan son derece güzel köşklere gideceksiniz. Beraber gelmesini emrettiğiniz bu fakirin parası olup olmadığını, orada ne yiyip ne içeceğini hiç düşündünüz mü?’ Latife Hanım, gülerek: -‘Senin derdin anlaşıldı’ dedi. -‘Söyleyeyim de bir on beş lira versinler sana...’ Hemen cevabı yapıştırdım: -‘Aman hanımefendi, olabilir mi hiç? Bu kulaklar 15 liraya durur mu? Bir elli lira verirseniz, ben de onları durdurmak için harekete geçer ve inşallah da başarılı olurum.’ Nihayet elli lirayı kopardım, biraz sonra, tren de hareket etti. Ama ben, rahatsızdım. Amacıma tam ulaşmamıştım. Vakit geçirmeden, sıcağı sıcağına bir elli lira da Gazi’den koparmalıydım. Latife Hanımefendi’den aldığım elli Lirayı ceketimin sağ cebine koydum. Ve güya, bu paranın ağırlığı ile eğilmişim gibi, sağa doğru eğilerek Gazi’nin huzuruna girdim. Gazi, beni o komik durumda görünce, istemeden güldü. Ve: -‘Ne o’ dedi. ‘Yan yatmışsın gene? Bir şey mi oldu?’ Ben, planımı hazırlamıştım. Beklediğim de bu soruydu. Hemen cevabını verdim: 16
-‘Paşa Hazretleri, Hanımefendi bana elli lira vermişti. Cebime koydum. Müthiş ağır geldi. Bir türlü doğrulamıyorum. Hani, şöyle öbür cebime de onun kadar bir para koyabilirsem, düzeleceğim. Mümkün mü acaba?’ Dedim. Gazi manevramı anlamıştı. Bir kahkaha attı. -‘Bakayım şu elli liraya... Ver bana’ dedi. Şaşırmıştım. İkinci bir elli liraya konalım derken elimizdeki elli lira da uçacaktı galiba? İster istemez, parayı verdim. Gözlerimi de, ne olacak, diye Gazi’ye dikmiştim. O, gayet rahat parayı aldı. Cebinden cüzdanını çıkarıp dört tane on lira, iki tane beş lira aldı. Benim elli lirayı kendi cüzdanına, aldığı paraların yerine yerleştirdikten sonra: -‘Yaklaş bana’ dedi. İki dakika sonra, yirmi beş lira bir cebime, öteki yirmi beş lira da diğer cebime girmişti. Gazi iki eliyle omuzlarıma vurarak: -‘Haydi, bakalım, geriye dön, marş. Dengen tamam oldu,’ dedi.” (İsmail Habib Sevük)2 1 Paşa Kazım, Demiryolcu, şakacılığıyla bilinen bir yazardır. İsmi Kazım Karabekir Paşa ile karışır. 2 Said Arif Terzioğlu, Yazılmayan Yönleriyle K. Atatürk, Hamle Matbaası, İstanbul 1963,s. 85-87 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Fransız Konsolosuna Cevap Gazi Mustafa Kemal Paşa zaferden sonra ikinci kez Mersin’e gelmişti. İstasyon’da büyük bir kalabalık benzersiz bir tezahürat yapıyorlardı. Karşılayıcılar arasında yanında iki köpeği ile bir konsolos da vardı. Gazi’nin delici bakışları onu hemen görüvermişti. Biraz sonra konsolos yalnız olarak Gazi’nin yanına sokuldu ve başyaver aracılığıyla kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. Bu arzusu Gazi’ye bildirildi. Gazi: -“Fransızca bilmediğimi konsolosa söyleyiniz” diye cevap verdi. Başkonsolos, başyaver aracılığıyla şöyle dedi: -“Bir yıl önce Fransızca’yı çok iyi konuştuklarını Gazi’ye lütfen hatırlatınız.” Büyük Gazi gülüyordu: -“Bir dili unutmak için bir yıl yeterlidir.” 17
(Kani Sarıgöllü’den alınmıştır.)1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973, s. 66 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Nuri Şeker’den Bir Anı Uşak Şeker Fabrikası’nın kurucularından Nuri (Şeker)1 Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Uşak gezisini şöyle anlatır: “Merasime iştirak etmek üzere Ankara’dan hükümet başkanımızın hanımları da gelmişti. O zaman Gazi’miz de bir Uşaklı hemşerimiz olan, Latife Hanım’la evli bulunuyordu. O da hanımını birlikte getirmişti. Türk Milletini yeni bir devreye ulaştıran bu tarihi yerde, törenden sonra uygun bir zamanda, hemen Gazi Paşa’nın yanına sokuldum. Türkiye’de bir şeker fabrikası kurabilmek için gerekli ve ihtiyaç gördüğüm çalışmamdan kısaca kendisine bahsettim. Beni büyük bir dikkatle dinledi. Şeker fabrikası kurma fikir ve uğraşıma onun bu derece yakın bir ilgi göstereceğini asla aklıma getirmemiştim. Kendisine bono satılarak kurulacak fabrikaya hissedar olmasını istediğimi söyleyince elini cüzdanına attı. Yanında para olmadığını görünce, her zaman olduğu gibi o sırada da yanında bulunan başbakan İsmet Paşa’ya dönerek: -‘Bir miktar hisse senedi alınız’ dedi. O zaman işin ciddiyetini pekiyi anlamamış olacak ki, İsmet Paşa, 10 lira vererek ancak beş tane hisse senedi aldı. Bu hal beni çok düşündürmüş ve hatta ümitsizliğe düşürmüştü. Fakat bu ve buna benzer birçok sıkıntıların kamçıladığı ruhum gerçekten nasırlaşmıştı. Artık klasik olaylar bende hiçbir tesir yapmıyordu. Daha sonra, trende bulunan Uşaklı hemşerimiz ve büyük kurtarıcımızın eşi Latife Hanım’ı görmeye gittim. Giriştiğim işler konusunda onu da aydınlattıktan sonra, bilhassa bir Uşaklı olarak, ona da, bir miktar hisse senedi alması için ricada bulundum. -‘Yanımda para bulundurmuyorum’ diyerek, yataklı vagonun aşçısından aldığı elli lira ile 25 bono satın aldı. Bunun üzerine Latife Hanım’a yarı şaka yarı ciddi olarak: -‘Gazi Paşa’nın da yanında para yoktu. Ekmek elden su gölden geçinip gidiyorsunuz galiba’” dedim.2 1 Nuri Şeker, Uşak Şeker Fabrikası kurucularından. 2 Erhan Aktaş, Atatürk ve Uşak, İstanbul 1981, s. 106–108 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009 18
Mustafa Kemal Atatürk'ün Latife Hanım'la Evlenmesi, İzmir , 29 Ocak 1923 Harp oyunları bitmişti. Şehir adına, Komutanların şerefine büyük bir şölen verilmişti. Geç saatlere kadar süren şölen sonunda Mustafa Kemal Paşa beni bir kenara çekerek “ Asım, yarın Mareşal’le Kazım Karabekir Paşa’yı alarak saat onda bana çaya gelin, bekliyorum.” demişlerdi. Ben de 29 Ocak 1923 sabahı Mareşal’i ve Kazım Karabekir Paşa’yı alrak otomobille köşke gittim. Kapıda Paşa ile Latife (Uşaklıgil)Hanım bizi beraber karşılamışlardı. Uzun süreden beri Nis’te bulunan Uşakizade Muammer Bey, eşi ve çocukları ile beraber İzmir’e dönmüş bulunuyordu. İzmir’in yeni Valisi Abdülhalik Renda Bey ile Kazım Paşa (Özalp) bizden daha önce gelmişlerdi. Latife Hanım da aramızda olduğu halde bir saat kadar solonda oturduk, konuştuk. Fakat ortalıkta bir olağanüstü durum olduğu muhakkaktı. Eşimin beni uğurlarken, “ Haydi hayırlı olsun” sözünü şimdi anlamaya başlamıştım. Acaba doğru muydu? Mustafa Kemal Paşa belki bizim hissettiklerimizi biliyordu. Fakat ağzından şimdiye kadar hiçbir şey öğrenememiştik, tabii soramazdık da. Bu sırada kapı açılmış, yaver Salih (Bozok) Bey. -“Efendim, Müftü Rahmetullah Efendi geldi!..dedi. Gazi de: -“Buyursunlar! Diyerek ayağa kaktı ve Müftüyü karşıladı. Biraz sonra gülümseyerek konuştu: - “Eğer genç olsaydım bu töreni başka türlü yapmak isterdim. Latife hanımı ata bindirir, ben de ata binip koşturur, kaçırıp alırdım.Ama şimdi bunu yapacak kadar genç olmadığımı anlıyorum. (Fevzi Paşa’ya dönerek) Paşam, siz benim, Abdülhalik (Renda) Bey de Latife hanımın şahitliğini kabul buyurun da bizim mihri müeccel ve mihri muaccelleri tayin edip nikahımızı kıyıverin. Mareşal birden bire şaşırmış: “ Şey Paşam hiç haberimiz yoktu da bu karar ansızın oldu..” diye kekelemişti. Bu konuşmalar olurken Latife Hanım salonu terk etmiş, Müftü efendinin gelişi üzerine de başına bir başörtü almıştı. Nikahta Müftü Efendi uzun dualarla vakit geçirip duruyordu. Atatürk bir an bize dönerek: -“ İnşallah zaman olur, nikahı Vali Bey kıyar.” demişlerdi. Ben bu konuşmanın Medeni nikaha kara vermesi anlamına geldiğini sonradan anlayabilmiştim. ASIM GÜNDÜZ, General Kaynak: Asım Gündüz, General, Hatıralarım, 1973. Sayfa: 236
19
Tahsin Öztin’den İzmir Göztepe Anısı Anılar vardır adeta insana tapulu olurlar. Tüm yaşantısında düşüncelerinden kopamazlar. Benim de böyle bir anım vardır. Hem de Atatürk’e ait. Bu benim ilkokul çağından filizlenip, bugüne değin zevkle düşüncemde kilitlendiğim bir anımdır. Çocukluğum İzmir’in Göztepe’sinde geçti. Yakınımız olan Sadık Bey’e akar gider. Uşakizade Muammer Bey’in1 köşkünün geniş bahçesine yaşlarımız 7–8 olduğundan bahçıvan amca bizleri bırakır, ikindi serinliğinde bahçede Karadeniz oyunları, Zeybek oynayan muhafızları seyrederdik. Karanlık basmadan, bahçıvan amca “Hadi çocuklar” der, topluca köşkü terk ederdik. Gazi Mustafa Kemal Paşa yanında hanımı Latife Hanım ve yakın arkadaşlarıyla bu oyunları seyretmekten büyük zevk duyar, ara sıra “Bravo” der, alkışlardı. Bazı ikindiler, Sadık Bey’deki kayınpederi Uşakizade Muammer Bey’in köşkünden çıkar, yaya olarak, hanımı, arkadaşlarıyla Göztepe’ye kadar yürüyüş yaparlardı. Bizler de, Göztepeli çocuklar, yaya kaldırımlardan toplu olarak Gazi’yi izler, zevkle, heyecanla beraber yürürdük. Bir gün, gene bir ikindi, güneşin sıcaklığının henüz Göztepe Tramvay Caddesi’nden çekildiği bir zamandır. O zaman, öyle trafik yoktu, ne otobüsler, ne de ardı arkası kesilmeyen otomobiller. Yalnızca 15 dakikada bir geçen Konak-Kokaryalı (Güzelyalı) atlı tramvayları vardı. Gazi yanında Latife Hanım’la, arkasında onu takip eden arkadaşlarıyla caddenin ortasından yürüyorlardı. Karşı taraftan, Güzelyalı tarafından da elinde yuları bir deveci, devesiyle geliyordu. Tam vapur iskelesi önünde karşılaştılar. Deveci: -“Aman bey, yan dur” diye titizlendi. “Deve huysuzdur.” Gazi ve deveci adeta karşı karşıya, caddenin ortasında konuşuyorlardı. Bizler de hemen çepeçevre halka yapıp merakla onları dinlemeye koyulmuştuk. -“Deve ısırır beyim.” -“Bana onlar bir şey yapmazlar ağa.” -“Benim deve nalettir.” -“Nalet olamaz onlar. Koca harpte, onlar bana az mı cephane, yiyecek taşıdılar. Develer beni severler, ben de onları severim, ağa.” Deveci anlayıvermişti. 20
-“Bu bey Mustafa Kemal Paşamdır” diye. Ne korkmuştu, “Yan dur, bey” diye Gazi’ye seslenişinden. Çünkü etrafı bizler de dâhil kalabalıklaşıvermişti. Gazi’nin ellerine sarılmak istedi. Gazi devecinin sırtını okşadı. Kendisine bir sigara ikram etti, deveci iki büklüm olarak utandı. -“Sana güle güle ağam” dedi. Gazi’nin ikramı sigarayı alarak kuşağının arasına soktu. Ve yoluna devesiyle ağır ağır İzmir istikametinde devam etti. Yedi yaşın anısı, bu bende. Atatürk hala sesiyle, sapsarı buğday rengi saçlarıyla, tunca çalar çehresiyle çocukluk düşüncelerimden beni yoklar.2 Tahsin Öztin; (1912–1993), Yayın hayatına başladığı ilk günden itibaren 45 yıl boyunca Hürriyet’te gazetecilik yapmıştır. 1 Uşakizade Muammer Bey, (1872-1951), Atatürk’ün kayınpederi, Tüccar, Belediye meclis üyesi. 2 Tahsin Öztin, Mustafa Kemal’den Atatürk’e, Hür Yayınları, İstanbul 1981, s. 168-169 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Dua Etmeden Girilmez Bir gün Hacıbayram Camii’ne gittik. Gazi Mustafa Kemal Paşa da beraberdi. Ben o zaman Ekonomi Bakanı1 idim. Camiden tekbirle çıktık. Meclise geldik. Bir de müezzin geldi. Müezzin ezan okudu. Meclis kapısından içeri gireceğimiz zaman, Gazi’nin önüne sırmalı elbiseler giyinmiş bir imam dikildi. Gazi ne istediğini sordu. İmam ellerini kaldırdı: -“Dua etmeden girilmez” dedi. Gazi: -“Bu yurt Mehmetçiğin süngüsüyle kurtarıldı ve bu Meclis onun çabasıyla kuruldu; yoksa senin duanla değil. Çekil oradan” dedi ve imamı eliyle iterek Meclis’e girdi. Meclis Başkanına da: -“Türk askerinin yerine neden bu imamı koydunuz?” Diye darıldı. (Mahmut Esat Bozkurt1, Tan, 10 Ekim, 1946)2 1 Mahmut Esat (Bozkurt), (1892-1943), Hukukçu, Milletvekili, Türkiye Cumhuriyetinin ilk Adalet Bakanıdır. 2 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973. s. 125-126 21
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
ÇANKAYA’DA Ana-oğul görüşmelerinin birinde tanık olduğum bir durumu değeri sonsuz olan Bayan Zübeyde’nin işlek zekasının bir örneği olarak sunacağım: Atatürk, anasının elini öptü. Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken çoşkun sevgisinin gözlerine toplanan bütün anlamıyla Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. O’nu kucakladıktan sonra aziz Türk Milletine eşsiz bir kurtarıcı kahraman veren ana olmak itibariyle gururlanmalı idi. Fakat öyle olmadı, bahtiyarlığı gülen şirin yüzünden okunurken o büyük Türk anası yüzünü, kolları arasından uzaklaşan çok sevdiği oğlunun eline sundu. Atatürk: -“ Ne yapıyorsun anne?” dedi. Elini çekmek istedi. Bayan Zübeyde, sakin ve keskin bir ciddilik içinde: -“ Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan görevini yapıyorsun. Fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir Devlet Başkanısın. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun taba’sıyım. Elini öpebilirim.” Karşılığını verdi. Cevat Abbas Gürer Kaynak: Atatürk’ten Anılar, Kemal Arıburnu, İnkılap Kitapevi 1998. ISBN: 975-10-1392-5. Sayfa: 53. (Cevat Abbas Gürer, Atatürk’ün Zengin Tarihinden Birkaç Yaprak, 1939. Sayfa:161-162)
Gözüm Arkada Kalmayacak Atatürk, çocuklara karşı büyük bir sevgi, saygı ile karışık bir sevgi besler ve gösterirdi. Çocukların saflıklarıyla içlerinden geldiği gibi konuşmaları O'nun hoşuna giderdi. İlk defa Cumhurbaşkanlığına seçildiği sıralarda idi. Bir sabah Çankaya sırtlarında beraber gezmeye çıkmıştık. Güneşli, berrak bir gündü mevsim kış olduğu halde soğuğu pek duymuyorduk. Gazi önde gidiyor. Hayati merhumla ben kendisini takip ediyorduk. Arada bir büyükler büyüğü bize dönüyor ya bir soru soruyor, yahut da bir düşüncesini söylüyordu. Döne dolaşa eski Muhafız Bölüğü'nün barındığı kerpiç köşk eskisinin arkalarına düştük. Burada onar, onbirer yaşlarında iki çocuk uçurtma uçuruyorlardı. 22
Gazi durdu, çocukların uçurtmayı havalandırmak için yaptıkları insanlık üstü hamlelere bakıyordu. Onlar bizim oraya gelişimizin farkında bile olmamışlardı. Oyunları ile meşguldüler. Bir aralık uçurtma yerden bir iki metre yükseldikten sonra birden bire yalpaladı. Bir iki takla atarak geldi, ta ayaklarımızın dibine serildi. O zaman çocuklar bizi gördüler. Bir tanesi korkusuzca bize koştu. Öteki olduğu yerde çivilenmiş gibiydi. Üç yabancı adamla karşı karşıya gelmek kendisini belli ki ürkmüştü. Gazi, yanımıza sokulan çocuğu yakaladı. Çelik bakışlı gözlerini onun yüzüne dikip gülümseyerek sordu: -"Adın ne senin bakayım?" -"Cemil" -"Çankaya'da mı oturuyorsun?" -"Yok; Ayrancı'da" -"Mektebe gidiyor musun?" Çocuk başını öne doğru hızla eğdi. -"Eee ... Ne okuyorsun mektebte?" -"Her bişey okuyorum" -"Peki ben kimim Cemil?" Çocuk zeki bakışlarını Ata'nın üzerinde gezdirdi: -"Sen Gazi Paşa'sın" Ata gülümsedi: -"Olmadı Cemil! Ben Gazi Paşa değilim. Beni benzettin sen" -"Yok benzetmedim. İyi biliyorum sen Gazi Paşa'sın" -"Nerden biliyorsun" Çocuk, kendinden emin bir tavırla: -"Çünkü" dedi. "Sana hiç kimse benzemez... " Çelik gözler bulutlandı. O eşsiz kafanın içinde kimbilir ne düşünceler geçti o anda... -"Cemil sen büyüdüğün zaman ne olacaksın?" Cevap o ufacık ağızından tereddütsüz çıktı: -"Asker olacağım... "
23
-"Asker olup da ne yapacaksın?" -"Düşman bu topraklara bir daha basacak olursa onu buradan kovacağım." Gazi bir şey demedi. Küçücük Cemil'i kollarından tuttu, kaldırdı ve alnına sıcak bir öpücük koydu. Sonra onu oyununa geri gönderip yoluna devam ederken bize döndü: Başlangıcı kendi zihninde kalan cümleyi bize hitap ederek tamamladı: -"Evet... Öyledir. Milletin bağrından temiz bir nesil yetişiyor. Bu eseri ona bırakacağım ve gözüm arkada kalmayacak." Aradan yirmi üç yıl kadar zaman geçti. Küçük Cemil ne oldu bilmiyorum. Belki de muradına ermiş, şanlı Türk Ordusu'na subay olarak katılır. Belki de şu anda, sınır boyunda nöbetini bekliyor. Genç gönlünde alev alev yatan vatan aşkının ilk kıvılcımını Atatürk'ün o gün alnına koyduğu öpücükten aldığını acaba hatırlar mı? Gençliğe Cumhuriyeti emanet edecek kadar ulular ulusu Atatürk'e güven veren Cemil'in nesli, O'nun ümitlerini boşa çıkarmamıştır. Benzeri olmayan Gazi Paşa, onun için rahat uyuyor. Pek sevdiği Türk Çocukları, vasiyetini yerine getirmek için her yıl, bugün and tazeliyorlar. Kaynak: Ercüment Ekrem Talu,1 Tasvir Gazetesi, "Atatürk'e Ait Hatıralarımdan Atatürk ve Çocuk" 10 Kasım 1946, sayfa:3 1 Ercüment Ekrem Talû, (1886-1956), Gazeteci, Yazar. Talû, ömür boyu, devletin çeşitli kademelerinde görev yapmış ve bir çok gazete ve dergide fıkra, sohbet, makale, hikâye, roman, hâtıra ve şiirler yayınlamıştır. Gazeteci araştırmacı yazar Umur Talû, Ercüment Ekrem’in torunudur. Aynı aileden olan Çiğdem Talû ise şair ve şarkı sözü yazarıdır.
Muharebe meydanlarının cesur ve kahraman komutanı Muharebe meydanlarının cesur ve kahraman komutanı; gayet ince hisli, rakik (yufka yürekli) kalpli, pek müşfik bir insandı. O kadar ki bir hayvanın bile gözü önünde kesilmesine dayanamaz, kana bakamazdı. Büyük Zafer'in henüz taze olduğu günlerde, eski bir ahbabı İstanbul'dan kendisine bir tablo gönderdiğini bildirmişti. O zaman küçük bir bağ evi olan Çankaya Köşkü'nde1 eşya namına öteden beriden toplanmış birkaç basit parçadan başka bir şey yoktu; hele tablo: Hiç. Diğer taraftan Atatürk güzel eşyaya, umumiyetle ev döşemesine çok meraklı idi. Cumhurbaşkanı olduktan sonra dahi evini büyük bir arzu ve zevkle, bizzat tanzim ederdi. Bu arada kendisi ile beraber yanında bulunan arkadaşlarına da yerlerini değiştirmek istediği eşyayı taşıtır, bazen bir salon 24
düzeltmek için saatlerce çalışırdı; hatta seyahatlerinde misafir edildiği evlerdeki eşyayı bile zevkine göre tanzim ile uğraştığı çok olmuştur. Nihayet sağlam bir sandık içine konulan hediye geldi, Köşke götürdük, Atatürk antrede bekliyordu; sandık, nezareti altında itina ile açıldı. Tablonun üstündeki talaşlar boşaltıldı, temizlendi ve eser meydana çıktı. Bu anda Atatürk'ün birdenbire yüzü karıştı, ayağa fırladı ve bağırdı: -"Kapatın, kaldırın şunu. Ne iğrenç manzara! Gönderenin şaşarım aklı perişanına2 ahmak." Tablodaki manzara şuydu: Yerde bir Yunan efzun neferi sırt üstü yatıyor, fesli bir Osmanlı askeri onun göğsüne basmış, bir taraftan da süngüsünü saplamış. Efzunun yarasından kan boşanmış. Bu tablonun 1897 Osmanlı - Yunan muharebesi esnasında bir ressam tarafından yapılıp, İkinci Abdülhamid'e takdim edilmiş olduğunu sonradan öğrenmiştim. Herhalde gönderen zat, bunu o zamanki havaya çok uygun bulmuş, Muzaffer Komutan'ın bundan pek çok hoşlanacağını tahmin etmişti. Fakat ne çare ki kendisinin pek beğendiği hediyesi hiç de iyi karşılanmamış, düşündüğünün tamamen aksi bir akıbete uğramıştı. Hiç şüphesiz Atatürk'ün gösterdiği hassasiyete, asla hoşlanmadığı kan kadar, tabloda canlandınımak istenen mananın da yeri vardı. Tablo, tekrar sandığa konulmuş, tavan arasına kaldırılmıştı; senelerce sonra ben Köşkten ayrıldığım zaman tablo hala oradaydı. 1 Eski Köşk ... Bu Köşkün büyük yemek salonu ile yatak odası ve yazı odasının kule kısmı sonradan ilave edilmiştir. 2 Birine kızdığı zaman ekseriya kullandığı, kendine mahsus tabirlerden. Kaynak: Atatürk’ten Hatıralar, Hasan Rıza Soyak, Yapı Kredi Yayınları, 3. Baskı, 2006, ISBN:97508-0882-7. Sayfa:34-35
Gazi Mustafa Kemal Paşa ve Macera Milli Mücadele yeni bitmiş, ordularımız Meriç sınırına dayanmıştı. Çankaya’da oturuyorduk. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Selanik’te çocukluk arkadaşı Nuri Conker1 dedi ki: -“Paşam ne duruyorsun? Her şey elinizdedir. Selanik’teki eviniz boş duruyor. Bir sözünüzle orada oturabilirsiniz; size kim engel olabilir?” Gazi, hepimizin yüzüne baktı ve şunları söyledi: -“Böyle bir hareket bütün Avrupa’yı aleyhimize birleştirir. Büyük bir mücadele iyi bir biçimde sona erdi. Tehlikeli bir maceraya atılamam.” 25
Not:Hamdullah Suphi Tanrıöver’den2 alınmıştır. 1 Nuri Conker, (1882–1937), General, Vali, Milletvekili. Atatürk’ün çocukluk ve silah arkadaşıdır. 2 Hamdullah Suphi Tanrıöver, (1885-1966), Osmanlı Mebusan Meclisi ve T.B.M.M.'de 1920'de Saruhan Milletvekili oldu. 1920-1925'te iki defa Milli Eğitim Bakanlığı yaptı. 1946-1957 yılları arasında da 19 yıl İstanbul Milletvekilliği yaptı. Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Sekiz Saatte Afyon’dayım Kırşehir Milletvekili Yahya Galip Kargı’nın Kurtuluş Savaşı’ndan bir anısını dinleyelim: -“Paşam, Paşam…” diye seslendim. Arabasını durdurarak beni karşıladı. -“Paşam ne yapacaksan yap artık” dedim. -“Önümüz kış var bu kadar askeri nerede barındıracaksın” dedim. Gazi Mustafa Kemal Paşa büyük bir insandı. Benim her türlü ölçüsüzlüğümü bağışlardı. Bu uluorta sözlerimi samimiyetime vererek yanağımı okşadı. -“Ben akşam cepheye gidiyorum” dedi. “Yarından sonra hücuma geçeceğiz. Sen Meclis’te hücumun başladığının resmen açıklanacağı güne kadar bundan kimseye söz etme.” Tepemden tırnağıma kadar titremiştim. Demek beklenen saat gelmişti. Düştüğüm şiddetli heyecanın etkisi altındaydım: -“Hangi cepheden hücum edeceksiniz?” Hemen kendime gelmiştim. “Affet Paşam” diyebildim. O zaman Gazi: -“Hayır” dedi, “Hayatını milleti uğruna feda etmekten çekinmeyen bir insana karşı sır olamaz. Sen bana karşı böyle bir soruyu yönetecek durumdasın. Afyon cephesinden hücuma geçeceğiz.” Büyük bir devletin Genel Kurmay en yetkili adamları, buradaki mevzilerin yapılışı sırasında bulunmuşlardı. Verdikleri rapor şöyleydi: -“Eğer Türkler 200 bin asker sarf ederek bu cepheyi iki yılda yıkabilirlerse, onlara dünyanın en iyi komutanı ve en iyi askerleri derim.” Gazi buna dudak bükmüştü: -“Sekiz saatte Afyon’da olacağım.” Yanılan onlar olmuştu. Gazi dediğini yapmıştı: -“Gel seninle öpüşelim.”1 1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976.s. 151-152 26
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Şimdi Doğru Cepheye Gidiyorum Güvenliğe önem veren modern kafalı bir subay olarak, Gazi Mustafa Kemal Paşa ‘Büyük Taarruz Tarihi’nin gizli tutulması gerektiğini çok iyi anlıyordu. Zira stratejik planın başarısı her şeyden önce sürprize dayanmaktaydı. Cepheye gittiği çok az kimseye söylenmiş, onlara da sanki Ankara’da imiş gibi davranmaları bildirilmişti. Ali Fuat Paşa milletvekillerine, daha o gece beraber yemek yediklerini söyleyecekti. Yabancı ajanlar arasında, sürekli olarak, ordunun henüz taarruza hazır olmadığı söylentisi yayılıyordu. Çankaya’daki nöbetçilere içeriye kimseyi sokmamaları için talimat verildi. Gazi’nin işi vardı. Gazeteler, onun ertesi günü Çankaya’da bir ziyafet vereceğini yazıyordu; oysa Gazi daha şimdiden cepheye, karargâhına gitmişti bile. Annesine, elini öpüp vedalaşırken bir çay ziyafetine gittiğini söylemişti. Zübeyde Hanım1 onun üniformasına, çizmelerine bir göz attıktan sonra: “Bu çay ziyafeti değil” dedi. Gazi onu yatıştırarak yanından ayrıldı. Annesi daha sonra bölge komutanına telefon ederek nerede olduğunu sordu; kendisine yine “çay ziyafetinde” diye cevap verildi. Zübeyde Hanım: -“Hayır” dedi. “Biliyorum, savaşa gitti.” Oğluna bir mektup yazdı: -“Oğlum, seni bekledim. Gelmedin. Çaya gittiğini söylemiştin bana. Ama cepheye gittiğini biliyorum. Senin için dua ettiğimi bilmeni isterim. Savaşı kazanmadan geri gelme.” Gazi Mustafa Kemal Paşa o gece, yakınlarından birkaç kişiyle Ankara dışında yemek yedi. Cephede bulunduğu sürece, her zaman ki gibi, hemen hemen keseceği için, o akşam bol bol içti. Ayrılırken ellerini omuzlarına atarak: -“Şimdi doğru cepheye gidiyorum” dedi, “taarruza başlamak için…” İçlerinden biri şaşkınlıkla: -“Paşam, ya başaramazsanız?” diye sordu. -“Ne demek istiyorsunuz? Taarruzun başlangıcından on beş gün sonra Yunanlıları denize dökmüş olacağım.”2 1 Zübeyde Hanım, (1857–1923), Selanik’te Gümrük Muhafaza Teşkilatı’nda memur olan Ali Rıza Efendi ile evlenmiştir. Milli Mücadele yıllarında Ankara’ya gelen Zübeyde Hanım, 1919’da ayrılmak zorunda kaldığı oğlunu yıllar sonra Ankara’da devlet başkanı olarak görmüştür. 2 Behçet Kemal Çağlar, Atatürk Denizinden Damlalar, 2. Baskı, İstanbul, 1969, s. 192 27
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
GÜVENMEK Sonu İzmir'e, sonu memleketin kurtuluşuna varan Büyük Taarruz, bütün dünyanın da kabul ettiği gibi, gerçekten akıllara durgunluk verecek bir deha eseridir. Çağının en zeki, en güçlü ve kendini -ulusunu da- en beğenmiş adamlardan biri olan İngiltere Başbakanı Lloyd George bir konuşmasında, "Yüzyıllar çok seyrek deha yetiştirir. Şu talihsizliğe bakın ki, o büyük dahi çağımızda Türk milleti içinden çıktı. Mustafa Kemal'in dehasına karşı elden ne gelir ki?" dediğinde, tüm dünya uluslanna tercüman olduğunu biliyordu. Afyon Cephesi'nin yapılışında, büyük bir devletin genelkurmayının en yetkili adamları bulunmuştu. Bu kurmayların verdikleri rapor şöyleydi: "Eğer Türkler, iki yüz bin asker harcayarak, bu cepheyi iki yılda yıkabilirlerse, dünyanın en kahraman adamlarıdır." Mustafa Kemal bu raporu okur, kısa bir süre düşünür, sonra gülümser: "Bu istihkamları sekiz saatte yıkarak Afyonkarahisar' ı ele geçireceğiz." Ancak, Mustafa Kemal bunları söylemeden önce, askeri hareketlerin bütün planlarını, en ince ayrıntılarına kadar hazırlamış ve bütün ihtimalleri belirleyerek hiçbir şeyi rastlantıya, kadere bırakmamıştı. Üstelik Ankara' da bulunan bütün yabancı diplomatlar, 26 Ağustos günü, Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'nin Çankaya' da vereceği çaya çağrılmışlardı. Bu çağrı, Anadolu Ajansı aracılığıyla tüm dünyaya duyurulmuştu. Oysa o gün Mustafa Kemal, Akşehir yolundadır... Ve düşmana yapılacak o eşsiz baskının son ayrıntılarını, son kez gözden geçirmektedir. Aynı gün, cephede Gazi, Büyük Taarruz'un planlarını ortaya koyar... Ve, huyu olduğu üzere, çevresindekilerin fikirlerini almaya başlar. Biri dışında hepsi, onun fikrine katılmaktadır. Mustafa Kemal, karşı çıkan komutandan, fikirlerini yazılı olarak vermesini ister. Komutan şöyle yazar: "Bu plan gerçekleşirse, sonuç eşsiz olacaktır. Fakat, en ufak bir yanlışlık da bütün savaşı ebediyen kaybetmemize sebep olur. Bu kadar büyük bir riske girilmesinden yana değilim." Sabaha karşı Büyük Taarruz başlar... Plan gerçekleşir... Sonuç eşsizdir. Mustafa Kemal, Meclis'ten, bütün subayların bir üst dereceye yükseltilmelerini ister. İsteği 24 saat içinde kabul edilir. Orduda bir ikinci bayram havası esmeye başlar. Herkes yakasına, bir yıldız, bir çizgi eklemenin mutluluğu içindedir. Bu sırada Gazi, Büyük Taarruz fikrine karşı çıkmış olan kumandanla karşılaşır. O, rütbesini değiştirmemiştir. 28
Mustafa Kemal sorar: -"Neden sizin bir yıldızınız eksik?" -"Bildiğiniz gibi, ben bu taarruza karşı idim... Şimdi onun nimetlerinden yararlanmak için kendimde hak bulamıyorum." Mustafa Kemal, İsmet Paşa'ya döner: -"İsmet, senin gibi yüksek bir komutanın yıldıza ihtiyacı yok," der. "Bir yıldızını sökde bu arkadaşımıza ver. O da bu bayrama yeni rütbesiyle katılsın." Kaynak: Anılarla Mustafa Kemal Atatürk, İsmet Kür, Alfa Yayınları, ISBN: 978-975-297-924-6. Sayfa:92-94
İzmir’e Doğru Sabah kahvaltısında, Gazi Mustafa Kemal Paşa Halide Edip Hanım’a: “Bugün İzmir’e gireceğiz” dedi. Ben de dedim ki: “Bir zafer alayında gitmek istemem, teşekkür ederim. Ben sonra yalnız başıma gelirim” dedim. O, amir sesiyle: “Geleceksin, hanımefendi” dedi. Öğle vakti zeytin dallarıyla süslenmiş beş otomobille İzmir’e hareket ettik. Askerler yanda yürüyorlardı. Ben, yürüyen askerlerle beraber olamadığıma hayıflanıyordum. Fakat Gazi, o gün kutsal bir semboldü; Halkın kurtarıcısıydı. Şehrin kapısında bir süvari alayı bizi karşıladı. Romantik bir görünüşleri vardı. Onlar dokuz gün at üstünde Yunan ordusunu arkasından kovalamışlardı. Bir an tehlikeden kurtulmamışlar, bir an dinlenmemişlerdi. Atlılar ve atlar büyük bir görkem teşkil ediyorlardı. Özellikle başlarında bir genç komutan dikkati çekiyordu, kafası bir iskelet gibiydi, avurtları çökmüştü, gözleri dört bir tarafı tarıyor ve durmadan emirler veriyordu. Bir anda askerler kılıçlarını çektiler, iki tarafımızda kılıçları güneşte parlayarak yürüdüler. Kapalı Çarşıdan geçerken nal sesleri kulakları parçalıyordu. Kaldırımlarda asker ve insanlar yürüyordu, kılıçlar parlıyordu. Bunların arasında binlerce insandan, “Yaşa!” sesleri yükseliyordu.1 1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976.s. 72-73 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
29
İzmir Yangını İzmir yangını sırasında, Kordon Boyu'ndaki Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın karargâhında olan Falih Rıfkı (Atay) Bey, o korkunç günü şöyle anlatıyordu: “Yangın yaklaştığı için yaverleri ve dostları telaşlı idi. Mustafa Kemal, kendisini evden çıkmayı kim teklif ettiyse terslediği için bize geldiler: -‘İstanbul’dan yeni geldiniz. Belki sizi paylamaz. Bir de siz söyleseniz…’ dediler. Kordon boyunu tıklım tıklım dolduran halk içinde birçoğu da kılık değiştiren Yunan askerleri ve subaylarının bulunduğunu biliyorlardı. Tehlikeyi biz de anlıyorduk. Fakat Mustafa Kemal’e akıl öğretmek için İzmir’e gelmemiştik. Nihayet yangının kızıl ve korkunç dili, hemen önümüzdeki binaların çatılarını yalamaya başladı. Çıkmak gerekiyordu. Fakat nasıl? Mustafa Kemal İzmir’e geldiği zaman, bir Türk evine misafir olmasını isteyen Latife Hanım Göztepe’deki köşkünü O’nun emrine vermişti. Mustafa Kemal oraya gidecekti. Biz de Kramer Palas yangın içinde olduğundan, Karşıyaka’daki galiba Kral Kostantin’in kalmış olduğu eve yerleşecektik. Bir kamyon dolusu askerle birkaç otomobil getirdiler, Mustafa Kemal açık arabasına bindi. Kamyon halkı güçlükle yarıyor, Mustafa Kemal’in arabası arkadan gidiyordu. Kamyon ve araba geçinceye kadar açılıp, sonradan hemen dalgalar gibi birbirine kavuşarak halk arasından: ‘O...o… Mustafa Kemal’ sesleri çıkıyordu.”1 1 Falih Rıfkı Atay, Çankaya - Atatürk Doğumundan Ölümüne Kadar, İstanbul 1980, s. 323–324. Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Bir Gün Yanılmışım -“Ordular, İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrinden ve büyük taarruz hazırlıklarından önceki günlerdeyiz. Gazi Mustafa Kemal Paşa Keçiören’de yakın adamlarıyla Ankara’da son gecesini geçirdi. Ayrıldığı zaman bir hayli yorgundu. Yanındakilere:
30
-“Hücum haberini alınca hesap ediniz. On beşinci gün İzmir’deyiz” demişti. İzmir’den dönüşünde karşılayıcılar arasında o gece beraber bulunduklarından bir ikisini görünce: -“Bir gün yanılmışım !” Dedi.1 1 Falih Rıfkı Atay, Babamız Atatürk, 2. Baskı, İstanbul 1966, s.102 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Hacı Anesti’yi Arıyorum Atatürk’ün sınıf arkadaşı Orgeneral Asım Gündüz’ün anılarından Kurtuluş Savaşı’nın son günlerini dinleyelim: “Yunan Genel Kurmay Başkanı Hacı Anesti1, 1922 baharında tüm hazırlıklarını tamamlamıştı. Arkasındandan hiç eksik etmediği yabancı gazeteciler ve fotoğrafçılar, papazlar, sık sık davet ettiği kişilerle cepheyi geziyor, mağrur, küstah konuşmalar yapıyordu. Son çarpışmadan önce de, yine böyle bir kalabalıkla cepheyi gezmiş, mevzileri görerek İzmir’e dönmüştü. İzmir Metropoliti Hristomos, Yunan Başkomutanı için büyük bir karşılama töreni hazırlamış, dini ayinler düzenlemişti. Şölenin sonunda Reuter Ajansı muhabiri, Yunan Başkomutanına: ‘Cepheyi gezdiniz, Mustafa Kemal’i gördünüz mü?’ Soru herhalde önceden düzenlenmişti. Gururlu ve mağrur Yunan Başkomutanı hayret eder bir davranışla, soruya başka bir soruyla cevap vermiştir: -‘Ne? Mustafa Kemal mi? Kim bu adam? Ben böyle bir komutan tanımıyorum.’ Şimdi küstah, terbiyesiz, adi cevabın sonunu dinleyelim. Mustafa Kemal Paşa ancak palikarya ruhunun düzeyinde olan bu terbiyesizliği duyuyor, fakat vereceği cevabı gününe ve zamana bırakıyordu. İşte bu zaman; 9 Eylül 1922 günü gelmişti. Son Yunan kırıntıları da İzmir sularına gömülmüştü. Yirminci yüzyılın en büyük zaferinin Türk Başkomutanı, artık kendisinin çevresinde olan aynı Reuter Ajansının aynı muhabirine kendisine yakışan zarif gülümsemesiyle soruyor: -‘İki haftadır cephedeyim. Her tarafta Hacı Anesti’yi arıyorum, gördünüz mü?’ ” 1 Georgios Hatzanestis, "Hacıanesti", (1863-1922), Kurtuluş Savaşı’nda Yunan Ordusu’nun Sakarya Meydan Muharebesi’ndeki yenilgisinden sonra Mayıs 1922’de General Anastasios Papoulas’ın yerine Yunan hükümeti tarafından Küçük Asya Ordusu’nun başına başkomutan olarak atanmıştır. 4 Haziran 1922’de İzmir’e geldi. 26 Ağustos 1922’de Türk Ordusu’nun başlattığı Taarruz’unun iki gün sonra görevinden istifa ederek Yunanistan’a kaçtı. General Hacıanesti ve hükümetin bazı bakanlarını ve başbakanı yenilgiden sorumlu tutup kurşuna dizmişlerdi. 2 Tahsin Öztin, Mustafa Kemal’den Atatürk’e, Hür Yayınları, İstanbul 1981 s. 71 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009 31
Ben Hanımlara El Öptürmem Salih (Bozok) Bey, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Latife Hanım’ın daveti üzerine Göztepe’deki köşke gelişini şöyle anlatmıştır: “Beyaz Ev’in önünde arabadan indi Gazi. Kapıyı yaver Rusuhi açtı. İsmet (İnönü) ve Fevzi (Çakmak) Paşalar ve onların yaverleri sıralandılar. Beyaz Ev’in bahçesi mor salkımlar, güller ve menekşelerle donatılmıştı. Merdiven sahanlığında Latife Hanım bekliyordu. Paşa heyecan dolu, ama biraz da sinirliydi: -‘Eviniz çok güzel Latife Hanım!’ diyor. Latife Hanım’ın verdiği cevap şöyleydi: -‘Hiçbir ev size layık bir ev olamaz, Paşa Hazretleri, ama… Sanırım şimdilik en emniyetli ev burası galiba.’ Paşa’nın elini öpmek üzere uzandı. Ama… Ciddi ve heyecanlı bir ses: -‘Ben hanımlara el öptürmem hanımefendi, bunu unutmayın’ diye ciddi bir tavırla bildirdi.” 1 Rusuhi Savaşçı, (1886–1959), Cumhurbaşkanlığı Başyaverliğine getirilmiştir. Bu görevi 11 yıl aralıksız yürütmüştür. 2 Nezihe Araz, Latife Hanım’la Mustafa Kemal Nasıl Evlendiler, Popular Tarih, Ocak 2000, Sayı 8. Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Ahmet Çavuş Yunan Başkumandanı Trikopis’i Nasıl Esir Aldı? 30 Ağustos zaferinin değerini o günlerin mağrur Yunan Başkomutanı Trikopis’ten1 dinleyelim: -“Her tarafımız Türklerle çevrilmişti. Esir olacağımızı anlamıştık. Bizde kılıcı düşmana teslim etmek küçüklük sayılır. Durumun kötüye gittiğini gören yaverim, bir ara yanıma gelerek: -‘Generalim kılıcını imha edelim’ dedi. Derhal kılıcımı verdim. Önümde parçaladı. Bu sırada atım da vurulmuştu. Başka bir atla çemberi yarıp kaçmaya çalıştım. Olmadı yakalandım. Atımdaki süvari kılıcını da aldılar. Ve beni ilk defa Garp cephesi komutanı İsmet Paşa’nın yanına götürdüler. Daha sonra Mustafa Kemal’in huzuruna çıkardılar.” Trikopis’i tek başına esir alan Ahmet Çavuş idi…
32
Elmalıdağ'da Yunan Başkumandanı General Trikopis'i ve maiyetini tek başına esir eden Ahmet Çavuş, son zamanlara kadar Afyonkarahisar hapishanesinde başgardiyan olarak çalışmakta idi. Yunan Başkumandanını nasıl esir ettiğinin hikâyesini şöyle anlatmıştır: -"Keşif için üç kişi dağa tırmanmağa başladık. Yanımda saatli, tetikli, fitilli olmak üzere 11 bomba vardı. Arkamızdan da kırk kişi yollayacaklardı. Alaca karanlıkta tepenin bir boyun noktasına vardığımız zaman, 5 - 10 zabitin oturduklarını gördüm. Derhal bombalardan birisini yakalayarak, davranmayın, teslim olun, diye haykırdım. Hepsi, ellerini kaldırdılar. Arkadaşlarım da yanına gelmişlerdi. Ben önümüzde duran bir zabitin atını yularından yakalıyarak çektim." Sordular: -"Ne kadar kuvvetiniz var?" dediler. -"Üç ordu, dedim. Tamamen muhasara altındasınız. Ya teslim olacaksınız, ya sizi gurup ateşine vereceğiz." -"Hangi kıtaya kumanda ediyorsun?" dediler. -"Alay kumandanıyım", dedim. Rütbemi sordular? -"Başçavuş..." dediğim zaman hepsi hayret içerisinde kalmışlardı. Hayretlerini gidermek için devam ettim: -"Bizde onbaşıdan fırka kumandanı bile var", dedim. Onlara, torbalarımızdan peksimet çıkararak verdik. Onlar da bize, bol bol sigara ikram ettiler. Ceplerimizi doldurduk. Biz onları böylece esir aldıktan epey sonra Kaymakam Hüseyin Hüsnü Beyle tabur kumandanımız Fuat Bey geldiler. Hüseyin Hüsnü Bey, esir zabitlerin içerisinden birisini, eliyle işaret ederek bana sordu: -"Bu zabitin kim olduğunu biliyor musun?" -"Ne bileyim, dedim. Elin düşmanı... Babamın oğlu değil ya!..." Fuat Beyin gözleri faltaşı gibi açılmıştı: -"Trikopis, Trikopis, diye haykırdı. Yunan Başkumandanı..." Trikopis'i Uşak'a kadar getirdik. Orada bana bir istiklâl madalyası yazdılar. Trikopis'in esvaplarını da bana hediye ettiler. Geçen seneye kadar bu esvapları giyerdim. Şimdi bunlar azıcık eskidi. Sokağa pek gelmiyor. Evde saklıyorum. 1 Nikolaos Trikopis, (1869-1956), Yunan ordusunun Sakarya Meydan Savaşı’ndan sonra Afyon tahkimatının başına geçirdiği komutan. Büyük Taaruz Afyon güneyinden Trikopis kuvvetleri üzerine yapılmıştır. Cephenin yarılması üzerine geri çekilen Trikopis kuvvetleri Dumlupınar önünde çembere alınıp esir edilmiştir. Atatürk bizzat Trikopis’i Uşak’ta kabul etmiş ve teselli etmiş, ayrıca Yunan orduları başkumandanlığına atandığını tebliğ etmiştir. Kaynak: 30 AĞUSTOS HATIRALARI, Dizgi-Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Ağustos 2000 Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır. 33
Trikopis’i Dinliyoruz Yunan Orduları Başkomutanı Trikopis esir düşmüş ve Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın karargâhına getirilmişti. Trikopis Gazi’ye soruyor: -“Siz bu savaşı nereden idare ediyorsunuz?” Esir komutan Gazi’nin Karargâhını Afyon’un açıklarında sanmaktadır. Gazi: -“Süngülerin parladığı yerdeydim, askerlerimin hemen yanındaydım.” Esir Generallerin sırtları bize dönüktü. Fakat biz onları görebiliyor ve dinleyebiliyorduk. Trikopis ve diğer Yunan Generalleri Gazi’nin verdiği cevapla ayağa kalkıp takdirlerini belirtirken: -“İşte savaş böyle kazanılır, 500 Km. uzaktan değil, harita üzerinden pergelle ölçülerek hiç değil.” Esir Yunan Başkomutanı ve Generalleri 30 Ağustos Zaferimizi tarihe Gazi’nin huzurunda böyle mal ediyorlardı. Gene esir Yunan Generali Diyenis başını öne eğerek tasdik ediyordu komutanını. Trikopis bu arada: -“Büyükada’da oturan eşime bir sağlık mesajımı lütfeder misiniz?” -“Emredersiniz.” Gazi daha büyüyordu gözünde: -“Ekselans, Kavala’da bir dostunuzun evinde sizin bir fotoğrafınızı gördüm, orada pek gençtiniz.” -“İsmail Hakkı Kavalalı Harbiye’den arkadaşımdır” diyerek, Mustafa Kemal o günlere gitti ve esir Yunan General Trikopis’e -“O zamanlardan beri bizi biraz çalıştırdılar” diyerek tarihe bir gezintiyle Trikopis’in sözlerine yanıt verdi.1 1 Kemal Arıburnu,Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976,s. 172 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Yunan Bayrağı 30 Ağustos 1922 sabahı, Gazi Mustafa Kemal Paşa savaş sahasını geziyordu. Etraf binlerce düşman cesedi birbiri üzerine yığılmış topçu hayvanı, top ve cephane ile doluydu. Gazi şöyle söylendi:
34
“Bu manzara insanlığı utandırabilir! Fakat haklı vatan savunmamız için buna mecbur olduk. Türkler başka milletlerin vatanında böyle bir harekete kalkışmazlar.” Harp artıkları arasında yırtılmış ve terkedilmiş bir de Yunan bayrağını gören Başkomutan, eliyle bayrağın yerden kaldırılmasını işaret ederek: “Bir milletin bağımsızlık işaretidir. Düşman da olsa hürmet etmek gerekir. Kaldırıp topun üzerine koyunuz.”1 1 Said Arif Terzioğlu, Yazılmayan Yönleriyle K. Atatürk, Hamle Matbaası, İstanbul 1963, s. 80 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
31 Ağustos 1922 Günü Muzaffer Kılıç anlatıyor; 26 Ağustos'ta 1922 tarihinde şafakta başlayan Büyük Taarruz altı gün altı gece devam etmiş ve Mehmetçiklerin aslanlar gibi saldırmalarıyla düşmanın büyük kısmı kılıçtan geçirilmişti. 31 Ağustos'ta güneş Türklerin büyük zaferiyle doğmuştu. Aynı günün sabahı Atatürk'le harp sahasını dolaşıyorduk. Etraf binlerce insan ve hayvan ölüleriyle adeta bir mahşer yerini hatırlatıyordu. Büyük asker bu manzara karşısında çok rahatsız oldular ve "Bu feci manzara, bütün insanlık için utanç verici bir olaydır. Ama biz vatanımızı korumak için gerekli savunmamızı yaptık. Buna bizi zorladılar." demiş ve ölüler kaldırılıp gömülünceye kadar hiçbir yerli ve yabancı gazetecinin bölgeye sokulmamasını, kesin olarak emretmişlerdi. -"Bu feci manzarayı gören ecnebiler, yarın bizim için neler söylemezler." demişlerdi. Bunun üzerine, Atatürk'ün emri tutulmuş ve ölüler gömülünceye kadar bölgeye hiçbir gazeteci ve fotoğrafçı sokulmamıştır. Böylece, o durum hiçbir gazetede resimlenmemiş ve fotoğrafla belgelenmemiştir. Hala da o manzarayı gösteren bir resim yoktur. Kaynak: Atatürk'ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul, Truva Yayınları. ISBN: 975-6297-37-6. Sayfa: 97
35
ATATÜRK'ÜN YAVERİ MUZAFFER KILIÇ'IN 30 AĞUSTOS ZAFERİNE AİT HATIRALARI Ankara'dan Cephe Kumandanlığına gönderilen şifre (Millî Mücadele senelerinden sonra da uzun zaman Atatürk'ün yaverliğini yapmış bulunan Muzaffer Kılıç, 30 Ağustos ve ona takaddüm eden günlere ait hatıralarını anlatmıştır. Atatürk'ün uzun seneler yanından ayırmadığı eski ve değerli yaverinin aşağıda okuyacağınız hatıralarında o günlerin heyecanını bulacağınız gibi, henüz duyulmamış ve ilk defa söylenmiş vakıalara da tesadüf edeceksiniz.) Sakarya'da hezimete uğrayan düşman Akşehir - Afyon hattına çekilmişti. Başkumandan şimdi de bir imha taarruzu yapmak fikrindeydi ve bu taarruzun tam bir sevkülceyş ve tabya baskını şeklinde yapılabilmesi için her şeyi ince ince, uzun uzun hazırlıyordu. Başkumandanın bu fikrine bazı kumandanlar iştirak etmiyorlardı. Eldeki imkânlarla böyle bir taarruzun şimdi muvaffak olacağından şüpheli idiler. Son görüşmeler, bir askeri şûra halinde Akşehir karargâhında yapıldı. Fevzi Paşa da hazır bulunuyordu. Başkumandan haziruna yüksek bir sesle fikirlerini izah etti. Buna rağmen İkinci Ordu Kumandanı aksi kanaatini değiştirmemişti. Bir ara dışarıya çıkan sayın Garp Kumandanının yüzü, neşeli mizacının aksine pek üzüntülü ve endişeliydi. Sebebini sordum... Mânidar bir tebessümle müzakerelerin cereyan ettiği mahalli işaret etti ve başka bir şey söylemedi. Başkumandanın endişesi Başkumandan, Trakya'da bulunan düşman kuvvetlerinin büyük teşkilât yaptığını, bunların Anadolu'ya getirilmek üzere olduğunu ve teşkilâtın başında bizzat Yunan ordusu Başkumandanı Hacı Anesti'nin bulunduğunu biliyordu. Mütâleasında bu noktaları tebarüz ettirirken zamanın beklemeğe tahammülü olmadığını da kaydediyordu. Teşebbüsü düşmana bırakmadan derhal hareket kararındaydı. Filvaki, hakikate kâfi miktarda ikmâl levazımı, cephane ve topçu mermisi mevcut değildi. Başkumandan, hali hazır şartlarla da bu taarruzun muvaffak olabileceğini plânlaştırmıştı. Cepheye hareketinden evvel Ankara'dan Garp Cephesi Kumandanına gönderdiği şifrede, mealen şöyle diyordu: "Derhal harekete geçilecektir." ''Cephane ve malzeme kifayetsizliği ile diğer levazım kifayetsizliğini takdir ediyorum. Ancak fazla beklemek aleyhimizde olur. Bütün mesuliyeti üzerime alarak Konya üzerinden hareket ediyorum. Başkumandanlık emrindeki bir miktar parayı mübrem ihtiyaçlar için Milli Müdafaa emrine bıraktım.'' Bu mahrem şifrenin son cümlesi şöyle bitiyordu: ''Derhal harekete geçilecektir.'' Bu kat'i ve sarih bir emirdi...
36
25 Ağustos 1922... Afyon'un takriben 20 kilometre cenubunda, Şuhut kasabasında bir köy evinin ikinci kat sofrası. Başkumandan petrol lâmbasının ışığında mütevazı akşam yemeğini yerken; bir gün evvel cephe topçu kumandanından topçu guruplarımız hakkında edindiğim malûmatı kendilerine arzediyordum. Ateş kesafetinin 3-4 saat devam edilebileceğini, yalnız plânlı mânia ateşine lûzum görülmediğini söyledim. ''Mânia ateşini de onlara bırakalım'' dedi. Saat 10'a geliyordu. Vazulceyş haritasını istedi. (Tarafların arazi üzerindeki vaziyetlerini gösterir harita) Bilhassa düşmanın yarma merkezi sikletinin bulunduğu noktalardaki tahkimat ile, kuşatmayı yapacak süvari kolordusunun geçeceği Ahırdağ geçidinin vaziyetini gözden geçirdi. Aynı zamanda Eskişehir-Afyon arasında, Döğer mevkiinde bulunan düşman ihtiyatları üzerinde dikkatle durup haritayı tetkik ediyordu. Döğer'le Dumlupınar arasını ölçmemi emretti. Elindeki kalemle bir iki defa bu noktaya vurarak: ''- Döğer... Döğer... Fakat dövemeyecekler... Bu kuvvetler hareketsiz kalmaya mahkûm.'' dedi ve bana dönerek: ''Haritaları topla. Hareket ediyoruz!'' emrini verdi. 25 Ağustos gecesi 25 Ağustos 1922, gece yarısı... Başkumandan Kocatepe'nin eteklerinde, çadırlı ordugâhta... Çadırlarda petrol ve mum fenerleri... Ordugâhın önünden küçük bir dere akıyor. Su şırıltıları, gecenin koyu sessizliği içinde gayet vazih... Mahrutî bir asker çadırındayız. Başkumandanın karşısında, hazırol vaziyetinde duruyorum. - Emriniz Paşam! - Hazır mıyız! diyor. Sonra henüz bozulmamış portatif karyolasının üzerinden tabanca kemerini alıp kuşanıyor. Muzaffer Kılıç, sol eliyle alnını kırıştırmakta... Anlıyorum ki hatıralar gitgide yakınlaşmakta, canlanmaktadır. Anlatma tarzını değiştirmesi de bunu gösteriyor. Sanki o anı yaşıyormuş gibi... Dikkatimin farkına vardı ve tekrar nikaye etmeye başladı. - Eldivenleri elindeydi: Tıraş olmuştu. Çadırdan çıktık. Ortalık zifiri karanlıktı. Petrol ve mum fenerlerinin titrek ışığı altında; Başkumandan Kocatepe'ye çıkmağa başladı. Öne doğru fazlaca eğilerek yürüyordu. Arazi ârızalı olduğu için, ağır ağır ilerliyorduk. Nihayet zirveye eriştik. Başkumandan karanlıklara nüfuz eden bakışlarıyla ileriye bakıyordu. ''Allah Türk milletini ve ordusunu siyanet edecektir'' dedi. Bu hitap ilâhî bir ilhamın ruhlarındaki tecellisi idi... Sabah saat 4-4.30 sıraları... Alaca karanlık... Başkumandan filâması Kocatepe'ye dikilmiştir. Etrafını ordu ve kolordu filâmaları çeviriyor. Artık ne haritaya bakılıyor, ne bir emir veriliyor, ne de konuşuluyor... Burası büyük karargâhtır ve konuşma sırası topçularımızındır. Bir saat sonra... Topçu ateşe başlıyor Saat 5.30... 26 Ağustos sabahı... Başkumandan tarassut dürbününün başında düşman tahkimatına bakmak üzereyken, topçumuz ateşe başlıyor. Şu anda Mustafa Kemal'i Ankara'da ecnebi mümessillere verilen bir ziyafette sanan düşman için ne acı bir sürpriz. Saat 6... Topçularımız tesir ateşine geçiyorlar. Şarapnellerin yerini ihtiraklı tane ve tahrip mermileri almaktadır. Piyademiz siperlere yaklaşmak üzere. Düşman topçusu mânia ateşine başlıyor. Topçularımız tahrip ateşiyle düşman tahkimatını havaya uçuruyor. Kalecik sivrisi yanmaktadır. Fakat topçularımızda bir endişe... Tonlarca cephane su gibi akıp gitmektedir. 37
Bir aralık cephane vaziyetini soran Başkumandan da, aldığı cevaptan üzüntülü... Büyük bir soğukkanlılıkla emrediyor: - Tek mermi kalıncaya kadar ateşe devam edilecektir! Sonra şöyle devam ediyor: - Cephane ikmâlimizi düşmandan yapacağız. Son raporlar geldi mi? ''Yarın öğleden sonra Afyon'dayız!'' Saat 9... Yarma hareketi kısmen muvaffak oluyor. Çiğil tepeden maâda bütün istinat noktaları elimizde... Fakat düşman henüz Afyon ovasına dökülememiştir. Çiğil tepede düşman mukavemet ediyor ve müdafaası sertleşiyor. Siperler muttasıl el değiştirmekte... O kadar içiçeyiz ki, topçu müdahale edemiyor. Topçu, ancak takviye kuvvetlerinin yardımına mani olabiliyor. Başkumandan, Döğer'deki düşman ihtiyar grupu hakkında acele malûmat istiyor ve sabırsızlanıyor. Verilen cevaptan memnun. Mukavemet eden Çiğil tepeyi takviye için ihtiyat kuvvetlerimizin yanaşmasını emrediyorlar. Kuşatmayı yapan Süvari Kolordumuz güçlükler Ahırdağ geçitlerinden geçmektedir. Akşam olmak üzere... Çiğil tepenin bir an evvel alınmasını emrediyor. ''Gece olmadan tepe elimize geçmelidir!'' Buna muvaffak olamayan bir fırka kumandanı intihar ediyor. Başkumandan çok üzüntülü. Etrafına bakarak: - Yarın öğleden sonra Afyon'da olacağız! diyor. Herkes birbirinin yüzüne şüphe ve tereddütle bakmakta... Birinci Ordu Kumandanı: - Paşam çok yoruldunuz. Yarın mühim ve hayatî kararlar vereceksiniz. 1-2 saat uyuyunuz, teklifinde bulunuyor. Hava kararmış, Çiğil tepe henüz alınamamıştır. Bu vaziyette yarın öğleden sonra Afyon'da olacağımıza kimse inanmıyor. Fakat, ertesi günü şafakta başlayan taarruz, düşmanı Çiğil tepeden de atmış, mağlûp kuvvetler Afyon ve Sincanlı ovasına dökülmüştür. Başkumandan öğleden sonra Afyon'a geliyorlar. Muharebe mevzi harbinden, harekât harbine intikal etmiştir. 28-29 Ağustos... Başkumandanın verdiği emirlere göre, düşman takip edilmekte ve sıkıştırılmaktadır. Mustafa Kemal'in evvelce tasarladığı yerde, düşmana son darbe indirilecektir. Nihayet 30 Ağustos 30 Ağustos... Başkumandan Afyon'da, Balmahmut'ta Birinci Ordu Karargâhına geliyor. Son keşif raporlarını harita üzerinde tetkik ettikten sonra, Dumlupınar civarında bulunan 4'üncü Ordu karargâhına hareket ediyor. Vakit ikindi üzeridir.
38
Büyük asker Kolordu Kumandanına soruyor: - Beyefendi, teşebbüs ve kararınız nedir? - Paşam, yürüyüş halinde bulunan fırkamızın muvasalatı ile taarruza geçmeyi düşünüyorum. - Düşünmeğe vakit yok. Güneş gurup etmeden kat'i neticeyi almak lâzım. Aksi takdirde düşman kısmı küllisi Murat dağları eteklerinden ve Kızıltaş vâdisini takiben çekilebilir. ''Burası Başkumandan Karargâhıdır.'' Derhal otomobiline bindi ve bugün Zafertepe dediğimiz mahalle doğru inmek emrini verdi. Bu esnada 1'inci Ordu Kumandanı ikaz etti: - Paşam, ateş hattına iniyorsunuz! - Zatı devletiniz burada kalınız! Ve hareket etti. Bir fırkanın topcu mevzileriyle avcı siperleri arasında, düşmanın müessir topçu ateşinin bulunduğu bir yere indi. Fırka Kumandanına: - Burası Başkumandan Karargâhıdır! dedi ve derhal emirlerini vermeye başladı. Topçumuzun himayesinde piyade birliklerimiz, düşmanın kısmı küllisinin bulunduğu yığıntıya yanaşıyor; Başkumandan ayakları tamamen kısaltılmış bir batarya dürbüniyle harekâtı takip ve idare ediyordu. Düşman topçusunun mermileri çok yakınlara düşüyordu. Başkumandan sigarasını içiyordu. Güneş guruba yaklaşıyordu. Bir aralık başını çevirerek: - Güneş topçumuzun rüyetine mani oluyor. Fakat biraz sonra süngülerimize vuracağı akisleriyle düşmanın rüyetini tamamen kesecek, dedi. ''Allah! Allah!'' Az sonra ''Allah! Allah!'' sesleri işitilmeye başladı. Hücum eden piyadelerimizin süngüleri, güneşin kızıl hüzmeleri altında yalımlar yapıyorlardı. Hayret ediyordum... Her şey sanki onun iradesine bağlıymış gibi, ne derse o oluyordu. Bu anda Başkumandanın yüzünde, görülür bir ıstırap ifadesi vardı. Allah! Allah! diyerek çığ gibi düşmanın üzerine devrilen binlerce askerin ölümü istihkar edilişleri, onun insan kalbini tesiri altına almıştı. Yanan sigarasını yere attı ve düşman ateşine aldırmadan siperde doğruldu? Bu kalkış sevdiği ve üzerine titrediği askerlerinin manevî huzurunda bir ihtiram vazifesi idi. Askerlik sanatının büyük dahisi, büyük strateji, harpten ve kandan açıkça nefret ediyordu. Gözleri nemlenmişti. Güneş ufukta kaybolmak üzereydi. Eliyle muharebe sahasını göstererek: - Hacı Anesti! Mağrur kumandan! Neredesin? Gel, ordularını kurtar... diye bağırdı. Savaş meydanında Ertesi günü, sabahın erken saatlerinde Başkumandan Mustafa Kemal muharebe meydanını dolaşıyordu. Gördüğü manzaradan müteessir ve muztaripti. Binlerce düşman cesedi ve birbiri üstüne yığılmış yüzlere topçu hayvanı, terkediliş toplar, cephaneler... 39
Bu elim manzarayı bir müddet seyrettikten sonra: - Bu manzara insanlığı utandırabilir! dedi. Fakat meşru müdafaamız için buna mecbur olduk. Türkler başka milletlerin vatanında böyle bir harekete teşebbüs etmezler... Biraz ileride, topların arasında yerde bir Yunan bayrağı terkedilmiş, duruyordu. Gözüne ilişti. Eliyle bayrağı işaret ederek: - Bir milletin istiklâl alâmetidir. Düşman da olsa hürmet etmek lâzımdır. Bayrağı oradan kaldırıp topun üzerine koyunuz! dedi. Düşman kumandanları - Getirdiler mi? Uşak'ta, büyük beyaz yağlı boyalı bir evin 3 üncü kat salonunda, üzerinde cephe haritası bulunan tahta bir masanın önünde oturan Başkumandan soruyordu. Getirilecek olanlar, düşman ordusu Başkumandan Vekili General Trikopis ve General Diyenis isminde bir başka ordu kumandanıydı. Kapıdan, üst baş toz toprak içinde, göğüslerinde 3-4 sıra muhtelif nişanlar bulunan iki esir general girdi. Her ikisi de hazırol vaziyete geçerek selam verdiler. Başkumandan ağır ağır ayağa kalktı. İkisinin de ellerini sıktı ve yer gösterdi. Esir kumandanlar gösterilen yere, düşünceli, ürkek bir vaziyette oturdular ve başlarını önlerine eğdiler. Başkumandan, önündeki haritaya bakarak, her iki generale de harbin tarzı cereyanı hakkında bâzı sualler sordu. Cevaplar aldı. Trikopis'in, ''Bu âkibeti hiçbir zaman tahmin etmiyorduk'' şeklindeki beyanı, düşmanın nasıl gafil avlandığını açıkca gösteriyordu. Başkumanda bir ara, Döğer'de bulunan büyük ihtiyat gruplarının niçin Dumlupınar sırtlarına çekilmediğini General Trikopis'ten sordu ve bunu ''büyük bir askerî hata'' olarak vasıflandırdı. General Trikopis'in, intihar etmediği için müteessir bulunduğu şeklindeki beyanı üzerine de Mustafa Kemal: - Fazla teessüre kapılmayın. Büyük bir asker olan Napolyon da bu âkibete düşmüştür, dedi ve maiyetine dönerek: - Yıkansınlar, istirahat etsinler. Emniyet altında bulundurun, diye emirler verdi. Geçmiş gün, zannedersem, kılıçlarının da iadesini emir buyurdular. Sayın Muzaffer Kılıç, hatıratının burasında durdu. Sonra ağır ağır: - Türkün şeref ve istiklâli bu büyük meydan muharebesinde kurtulurken, Lozan'ın ve büyük inkılâpların temeli de burada atılmış oluyordu. Bu büyük zaferi hazırlayan ve yaratan Başkumandanımızın manevî huzurunda ve bu uğurda canlarını veren aziz şehitlerimizin önünde şükran ve minnet hisleriyle doluyum... dedi. Göz pınarlarında iki damla yaş vardı. Kaynak: 30 AĞUSTOS HATIRALARI, Dizgi-Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A. Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Ağustos 2000 Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır. 40
ATATÜRK BÜYÜK ZAFERİ BİR GECE BİZE NASIL ANLATTI? Ali Naci Karacan'ın bir hatırası Yıllarca evvel, bir gece, Ankara'da, Çankaya'da, bizzat Gazi Mustafa Kemal'in, o muazzam galibiyetin nasıl hazırlandığını, nasıl gerçekleştirildiğini, kendine mahsus o harikulâde konuşuşu ile bize anlatışını hatırlıyorum. Geç vakit, sofrasından ayrıldıktan sonra, anlattıkları henüz hafızamda bütün tazelikleriyle diri ve canlı iken nasıl olup da söylediklerini bir tarafa not etmedim? Bilmiyorum. Fakat, aradan ne kadar zaman geçmiş olursa olsun, o harikulâde geceden birşeyler bulmak emeliyle hafızamı zorladığım zaman, onu, Çankaya'daki büyük salonun ortasındaki sofranın başına oturmuş, etrafında davetlileri, enerji dolu o güzel yüzü ve irade dolu o yeşil gözleriyle, iki elini masanın üzerine dayamış, parmakları arasında sigarası, sanki daha dün gece sofrasındaymışım gibi, bütün çizgileri, renkleri, hattâ ifadeleriyle olduğu gibi gözlerimin önüne getirebiliyorum. Çankaya'daki Gazi Mustafa Kemal'in sofrasındayız. Vakit gece yarısını epeyce geçmiş. Atatürk'ün neşeli bir gecesi. Sofrada on kişiyiz. Meclisin havasından bunalmış bir halleri var. Galiba rahmetli Nuri Conker'le, yine kumandanlık mevzuu üzerinde şakalaşırken, söz tarihteki büyük kumandanlara intikal etti ve davetlilerden birinin 30 Ağustos zaferini ileri sürmesi üzerine, Gazi, bir an durarak ve sanki bütün o hadiseyi kesif bir halde yaşayarak, birden, zaferi hikâyeye girişti. Gerçi: - Size zaferi anlatayım... Dememişti. Konuşma, döne dolaşa o bahse intikal edince, Atatürk, birdenbire, sözün getirdiği her hangi bir mevzudan bahseder gibi, 30 Ağustos zaferini de öyle alelâde bir hadise gibi anlatmaktaydı: - Mecliste ve halkta düşmanı Anadolu'dan söküp atmak hususunda artık şiddetli bir sabırsızlık göze çarpıyordu. Vatan toprakları üzerinde istilâ ordularının zülmüne, tahakkümüne milletin tahümmülü kalmamıştı. Bununla beraber acele etmiyordum. Her ihtimali hesaba katarak, hiçbir noktayı tesadüfe bırakmayacak şekilde hazırlanıyordum. Tertiplerimizi tamamladıktan sonra ilk tedbir olarak Anadolu ile hariç arasındaki seyrüsefer kesildi ve muhabere vasıtaları sıkı bir kontrol altına alındı. En küçük bir haberin dışarıya sızmamasına gayret ediliyordu. İçeride ne yaptığımızı dışarının bilmemesi, öğrenememesi lâzımdı. Cephe boyuna yığılmış orduları, gece yürüyüşleriyle, muayyen bir noktaya teksife uğraşıyorduk. Günlerce süren harekât - düşman farkına varmaksızın - muvaffakiyetle başarıldı. Bir çok noktalarda düşmanın karşısı büyük mikyasta boşaltılmış, boşaltılan kuvvetlerin hepsi düşmana çok üstün bir silâh kudreti halinde onun canevine doğru istikamet almıştı. Bir taraftan ordular bütün ağırlıklarıyla yer değiştirirken, ben, daima Ankara'da, Çankaya'da idim. Taarruzdan bir hafta kadar evvel, düşmanı büsbütün gafil avlamak için, Anadolu Ajansı ile, ecnebi mümessillere Çankaya'da bir çay ziyafeti vereceğimi ilân ettirdim ve bu haberi dışarıya aksettirdim. Maksadım, Ankara'dan cepheye hareketimi gizlemekti. Bu suretle, herkes beni Ankara'da ecenebi mümessillere çay ziyafeti veriyor zannederken, yaverlerimi yanıma aldım ve Ağustosun yirmisinde Ankara'dan cepheye hareket ettim...'' 41
Atatürk bu başlangıçtan sonra bize cepheye varışını, Fevzi ve İsmet paşalarla görüşerek askerî vaziyetin artık taarruza müsait kıvama geldiğini müşahededen sonra taarruz tarihini kararlaştırışını, son talimatın verilişini ve 26 Ağustos şafak vakti taarruz emriyle beraber nasıl hücuma geçildiğini, şimdi tamamen hatırladığım bir çok tafsilâtla, eşsiz bir destan gibi anlatıyordu. O gece, Çankaya'da, sofrada, bir edebî teşbih olsun diye söylemiyorum, gerçekten tarih dile gelmişti. Gazi, zaferin elde edileceğine daha ilk taarruz gününün akşamı hükmettiğini ve bir kere bu hükme vardıktan sonra müteâkib harekâtı hep düşmanın büyük kısımını imha etmek maksadına göre sevk ve idare ettiğini söylüyordu. Koca Çimentepe'den harekâtı takip eden Gazi Mustafa Kemal'in, gözleri önünde cereyan eden ve kendisinin de dehşetini tasdik ettiği tablo şuydu: - Düşman dört taraftan sarılmış, evvelâ top ateşi altında ezildikten sonra süngü hücumlarıyla bütün mevcudunu Anadolu toprağına gömer vaziyet gösteriyordu. Bu müthiş manzarayı gördükten sonra, mecbur edildiğimiz bu harbin düşman için ne korkunç bir cehennem halini almış olduğuna hiç şüphem kalmadı. Bu vaziyet karşısında tereddüt etmedim ve ordularıma Akdenize yürüyün emrini verdim. Zafer elde edilmişti!'' Gazi Mustafa Kemal, bize büyük zaferin tablosunu bu yazdıklarmla kıyas edilemeyecek kadar güzel, çok canlı bir şekilde anlatıyordu. Büyük kahraman, 30 Ağustos Meydan Muharebesini sanki alelâde bir hadise naklediyormuş gibi sükûnetle, çok tabiî bir halle naklediliyordu. Ara sıra ikinci derecede hadiseler üzerinde duruyordu. Bazan tenkit ediyor, bazan alay ediyor, bazan takdir ediyor, 30 Ağustos Zaferi adını verdiğimiz eşsiz menkıbeyi, tarihin anlatabileceğinden ve yazabileceğinden çok daha mükemmel şekiller ve renkler içinde, çünkü olduğu gibi, çünkü yarattığı gibi, çünkü kendi gözleriyle gördüğü ve kendi duyuşuyla duyduğu gibi anlatıyordu. Tarihi, tarihi yaratanın ağzından dinliyorduk. Bu, hiç şüphesiz, hayatımızın en büyük talihi, erişilmez bir mazhariyetiydi. Vuzuhla hatırlıyorum: Derin bir heyecan içinde, hepimiz, sanki kalıplaşmış, donmuş vaziyette, susmuş, gözlerimiz hayranlıkla yüzüne çevrili, daha anlatsın diye bekliyorduk. Bir an durduktan sonra birden yüzünün ifadesi değişmiş ve menkıbenin bu sefer başka bir sayfasını çevirmişti. - Bu müthiş tabloyu gördüğüm günün akşamı, karargâhtaki odamda vaziyeti takip ederken, şu haberi getirdiler: Yüksek rütbeli bâzı Yunan subayları esir edilmiş. Bunlar, Yunan yüksek kumanda heyetine mensup olduklarını söylemekte imiş. Bu haberi zaten bekliyordum. Derhal Yunan kumandanlarının getirilmesini emrettim. Az sonra, yorgun, bitkin bir halde, General Trikopis ve diğer generaller karşıma getirildi. Yunan ordusu Başkumandanına misafirim olduğunu söyledim ve bir arzusu olup olmadığını sordum. İlk sözü, karısına berhayat olduğunu bildirmek üzere Atina'ya bir telgraf çekmek müsaadesini istemek oldu. Arzusunu yerine getirdim ve sonra kendisiyle taarruzumuza ait harekât üzerinde görüştüm. Verdiği cevaplardan hazırlıklarının asla farkına varmadıkları, tamamen gafil avlandıkları belliydi. Kendisini teselli ettim. Napolyon gibi en büyük kumandanların bile meydan muharebeleri kaybettiklerini söyleyerek müteeessir olmamasını söyledim... Kaynak: 30 AĞUSTOS HATIRALARI, Dizgi-Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A. Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Ağustos 2000 Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.
42
YUNAN BAŞKUMANDANI TRİKOPİS ANADOLU SAVAŞINI VE NASIL ESİR EDİLDİĞİNİ ANLATIYOR ''Etrafımız Türkler tarafından çevrilmişti. Esir olacağımızı anlıyorduk. Bu esnada beygirim de vurulmuştu. Başka bir ata binerek çemberi yarmaya teşebbüs ettim, fayda vermedi, Türklerin içine düşmüştüm, esir oldum.'' Kıymetli gazetecilerimizden Hıfzı Topuz, Yunanistan'a yaptığı bir seyahat sırasında Atina'da Ruzvelt Caddesindeki evinde mütevazı bir hayat yaşayan 84 yaşındaki emekli general Trikopis'i ziyaret etmiş ve kendisile uzun boylu görüşmüştür. Muharrir, bu enteresan ziyareti şöyle anlatıyor: Trikopis'i evinde ziyarete gittiğim zaman kendisini derin bir rüyadan uyandırmış gibi oldum. Beni büyük bir nezaketle odasına kabul ettikten sonra: - İstanbul'dan mı geliyorsunuz? diye sordu. - Evet, diye cevap verdim. Daldı. Bir müddet derin derin düşündükten sonra. - 54 sene evvel İstanbul'dan geçmiştim, diye devam etti. Güzel şehirdir İstanbul, ben de o zamanlar 30 yaşındaydım. Hey gidi günler hey... Odada generalin gençliğine ait bir yığın resim görüyordum. İşte şu grubun ortasında bulunan burma kıyıklı genç Teğmen Trikopis'tir. Bu resim galiba Paris'te çekilmiş. Sene 1903. Şu masanın üstünde duran resim de Generalin Birinci Cihan Savaşı'nda Yugoslavya'da çekilmiş bir resmi. Masanın tam arkasında büyük bir resim daha görüyorum. Bu da 1921'de Eskişehir'de çekilmiş. Yunan Kralı Konstantin Anadolu harekâtında başarı kazanan kumandanlara şecaat nişanı tevzi ediyor. Trikopis o zaman kolordu kumandanı. Konstantin'in yanında Başkumandan Papulâs, şimdiki Kral Paul, Prens Georges, Prens Andre, İstiklâl Savaşını müteakip Yunanlıların kurşuna dizdikleri Başbakan Gunaris ve Bakanlardan Teotakis bulunuyor. Hey gidi günler... - Generalim, diyorum. Nasıl oldu şu Anadolu harekâtı? Tâ Ankara kapılarına kadar ilerledikten sonra nasıl oldu da davayı kaybettiniz? Trikopis tekrar derin derin düşünüyor. Sonra: - Bizim Anadolu'da işimiz ne idi? diyor. Bizim menfaatimiz Balkanlar'da, Makedonya'da, Adalarda olabilir amma Anadolu'dan bize ne? Ne diye bizi oralara gönderdiler. Aradan bunca yıl geçti. Şimdi insan maziyi çok daha iyi görebiliyor. Çok daha sağlam hükümlere varabiliyor. Şimdi artık itiraf etmekten çekinmiyorum. Bizim Anadolu savaşında hiçbir menfaatimiz yoktu. Biz yabancı devletlere âlet olduk. Sizden de, bizden de bunca insan öldü. Bu kadar şehit verdik Sonunda ne oldu? İşte bugün kardeşiz. Hata idi Anadolu harekâtı. Hem de muazzam bir hata... Trikopis yine bir müddet susuyor. Emekli generalin duyduğu pişmanlığı anlamaya çalışıyorum. Zavallı Yunan şehitleri, zavallı İstiklâl Harbi kahramanları! Boş yere yanan, yıkılan köylerimiz! Ve 43
tarihin karanlık bulutları gerisinden eski ''büyük düşmanımız''ın duyduğu pişmanlık. Ne muazzam tezat. Trikopis, Bugün seninle kardeş olabilmemiz için Anadolu topraklarının kanla sulanması lâzımmış... Emekli general tekrar anlatmaya devam ediyor: ''- Ben Anadolu'a sizinle dört defa çarpıştım. Birincisine biz ''Avgin muharebesi'' diyoruz. Siz, İnönü savaşı. 1921 yılı mart ayının son günleriydi. Ben o zaman üçüncü tümen kumandanıydım. İnönü'de bizim üç tümenimiz bulunuyordu 7'nci tümen merkezde, 3 üncü tümen solda ve 10'uncu tümen da sağda olmak üzere muharebe vaziyeti almıştık. Hepimiz kahramanca çarpıştık. Fakat Türkler bizden çok üstün oldukları için netice bizim lehimize tecelli edemedi. Geri çekildik ve burada ilk olarak İnönü'nün askerlik kabiliyetini anlamış olduk. İnönü ile ikinci karşılaşmam Eskişehir - Kütahya hattında oldu. 1921 Haziranının sonlarına doğruydu. Ben Bursa'da bulunuyordum. Birliklerimiz Eskişehir ve Kütahya üzerinden taarruza geçmişlerdi. Türkler oyalama muharebesiyle yardım bekliyorlardı. Ben derhal cepheye hareket ederek bu yardıma mani oldum. Bu muharebe bizim galibiyetimizle neticelendi. Türk Ordusu ile üçüncü defa Sakarya'da karşılaştık. 1921 Ağustosunun sonlarında cereyan eden bu savaşlarda biz geri çekildik. Ben İkinci Kolorduya dumanda ediyordum. Afyon cephesini tutarak Yunan ordusunun çöküşüne mâni oldum. Eğer ben bu cepheyi tutmasaydım Sakarya'dan sonra çok kötü bir mağlûbiyete gidebilirdik. Bundan sonra uzun bir duraklama devresi oldu. Bu esnada Birinci Kolordu kumandanlığı da uhdeme tevdi edildi. Aralık 1921'de Cenup Gurup Kumandanlığına getirildim. Türklerin büyük bir hazırlık içinde bulunduklarını farkediyorduk. Anadolu'da üç kolordumuz vardı. Başkumandan General Papulâs'ın uğradığı başarısızlıktan sonra yerine General Haci Anesti tayin edilmişti Muhtemel taarruzları önlemek için cepheyi yıkılmayacak bir şekilde tahkim etmiştik. Ve bu cephenin çökmesine ihtimal vermiyorduk. Nihayet 26 Ağustos 1922 sabahı Türklerin beklenmedik taarruzu ile karşılaştık. Bu taarruz bizim için muazzam bir darbe oldu. Haci Anesti bütün kolordulara bizzat kumanda etmek istiyordu. En büyük korkumuz İzmir'le muvasalamızın kesilmesiydi. Bizim için en tehlikeli vaziyet bu idi. Ben İzmir'e telgraf çekerek takviye istemiş ve aksi halde mağlûp olacağımızı bildirmiştim. İstediğim bu takviyeyi gönderemediler. Halbuki karşımızda Mustafa Kemal vardı. Neye uğradığımızı anlayamadık. Cephe çökmüş ve ordu mağlûp olmuştu...'' Trikopis'in ''Başkumandanlık Muharebesi'' ne ait hatıralarını anlatırken büyük bir heyecan içinde olduğu görülüyordu. İhtiyar kumandan otuz yılın gerisinde kalan hatıralarını toplamaya çalışarak sözlerine şöyle devam etti: - Türk ordusunun bu beklenmedik kuvveti karşısında birliklerimiz perişan olmuştu. Yan birliklerle de irtibatı kaybetmiştik. Cephanemiz tükenmek üzereydi. Neşrettiğim bir günlük emirle sonuna kadar muharebeye devam edilmesini askere tebliğ etmiştim. Vaziyetimiz gittikçe müşkülleşiyordu. Asker yorgundu. Kimsede muharebeye devam arzusu kalmamıştı. Birinci Dünya Savaşı'ndan beri durmadan çarpışan Yunan ordusunun maneviyatı hayli sarsılmıştı. Halk artık savaştan bıkmıştı. Askeri zorla, inanmadığı bir gaye uğrunda muharebeye sürüklemekteki güçlük harbin en çetin meselelerinden birini teşkil eder. Ordunun adım adım hezimete yaklaştığını hissediyorduk. Her tarafımız Türklerle çevrilmişti. Esir olacağımızı anlıyorduk. Bizde kılıcı düşmana teslim etmek küçüklük sayılır. Vaziyetin kötüye gittiğini gören yaverim bir ara yanıma gelerek: - Generalim, kılıçlarımızı imha edelim'' diye teklifte bulundu. Kılıcımı kendisine verdim. Aldı ve parçaladı. Firar fayda etmedi, ordu perişan olmuştu.
44
Bu esnada atım da vurulmuştu. Başka bir ata binerek kaçmaya ve çemberi yarmaya teşebbüs ettim. Fayda etmedi. Türklerin içine düştüm. Esir oldum. Beni yakalayanlar hüviyetimi almakta güçlük çekmediler. Üzerimde bir revolver vardı. Derhal bunu anladılar. Bizde süvarilerin kılıcı atların eğerine bağlıdır. Benim bindiğim atta da böyle bir kılıç bulunuyordu. Askerler bunu da benim kılıcım zanniyle müsadere ettiler. Bu esnada ordu perişan olmuştu. Sağ kalan birlikler dağınık bir halde İzmir'e kaçmaya çalışıyorlardı. Bu bizim için büyük bir mağlûbiyet olmuştu. Beni ilk evvelâ Garp Cephesi Kumandanı İsmet İnönü'ye götürdüler. Kendisi ile fazla bir şey konuşmadık. İnönü, beni yanına alarak Mustafa Kemal'in huzuruna çıkardı. Yunan Orduları Başkumandanlığına tâyin edildiğimi de bu sırada öğrendim. Atatürk beni mert bir askere yaraşır bir şekilde kabul etti. Teessür ve heyecan içindeydim. İnönü beni kendisine takdim etti. Gazi'nin bu esnadaki sözlerini hiç unutmıyacağım: - "Üzülmeyin General, dedi. Siz vazifenizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte mağlûp olmak da vardır. Napolyon da vaktiyle esir olmuştu. Size karşı büyük bir hürmet hissi besliyoruz. Burada kendinizi esir addetmemenizi rica ediyorum. Misafirimizsiniz. Yakında her şey düzelecektir. Buyurun, istirahat edin.'' Atatürk'ün bu ince ve nazik muamelesi karşısında ben de bu büyük kumandana karşı içimde bir hayranlık duymaya başlamıştım. Bundan sonra bizi Kayseri'nin Talas bölgesinde kurulan bir esir kampına sevkettiler. Yüksek rütbeli subaylardan başka yanımda dört general daha vardı. Artık bizim için savaş bitmişti. Neticeyi beklemeye başladık. Bundan sonraki vaziyeti biliyorsunuz. Ordumuzun bakiyeleri birkaç gün içinde Anadolu'yu terkettiler. Fakat barış muahedesinin imzalanması kolay olmadı. Kayseri kampında bir sene Bir seneye yakın bir müddet Kayseri kampında yaşadık. Daimî bir tarassut ve nezaret altında bulunuyorduk. Bir gün kamp kumandanına: - Beni bıraksanız bile bir yere kaçamam, dedim. Bundan sonra nereye gidebilirim? Haydi kamptan kaçtım, Yunanistan nerede, Kayseri nerede?'' Nihayet Türkiye ile Yunanistan arasında esirlerin karşılıklı mübadeleleri konusundaki anlaşma imzalandı. Biz de memleketimize döndük. İşte Anadolu seferimizin hazin hikâyesi. Fakat bu hikâye henüz bitmemişti. Yunanistan halkı kendisini bu maceraya sürükleyen insanlardan hesap soracaktı. Memleket karışıklık içindeydi. Anadolu harbine sebep olanlar kurşuna dizildiler. Orduda tasfiye yapıldı. Fakat benim bu işlerde hiç bir suçum olmadığı için bütün bu işlerden yüzümün akı ile çıktım. Ordudaki vazifeme devam ediyordum. Fakat yaşım da ilerlemişti. Nihayet 1928'de emekliye ayrılmamı isteyerek ordudan istifa ettim. Ve işte o zamandanberi köşemde dünyayı seyrediyorum. Şimdiye kadar bir çok partilerin mebusluk teklifleri ile karşılaştım. Fakat hiçbirini kabul etmediğim gibi bundan sonra da politika ile uğraşmak niyetinde değilim. Yegâne arzum yeni bir harp görmeden barış içinde hayata gözlerimi kapamaktır.'' Kaynak: 30 AĞUSTOS HATIRALARI, Dizgi-Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A. Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Ağustos 2000 Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.
45
BAŞKUMANDAN MUSTAFA KEMAL'İN SERYAVERİ SALİH BEYİN HATIRALARI Ankara'dan ayrılıştan İzmir'e girişe kadar.. Rahmetli Salih Bozok, İstiklâl Harbi sırasında Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın başyâveri idi. Merhum bilindiği gibi Atatürk'ün çocukluk arkadaşı idi. Salih Bozok, Atatürk'e o kadar bağlı idi ki ölümü üzerine elindeki silâhı kalbine doğrultmakta tereddüt etmedi. Vakıa bir milimetrelik fark kendisini ölümden kurtardı, fakat aylarca yatakta kaldı; kalktıktan sonra da uzun zaman yaşayamadı. Salih Bozok, Başkumandanlık Meydan Muharebesinde de Atatürk'ün yanıbaşında idi. Aşağıda okuyacağınız hâtıraları 925 senesinde ve Atatürk'ün sağlığında anlatmıştır. Taarruz kararı nasıl verildi? ''Taarruz kararı, en müsait zamana intizaren, Sakarya muzafferiyetini müteakip verilmişti. Taarruzun icrasından birkaç hafta evvel cepheye gidildi. Gazi Paşa hazretleri vaziyeti mahallinde tetkik ve yakında bir taarruza geçilecekmiş gibi hazırlık yapılmasını emrettiler. Birkaç gün cephede kaldıktan sonra tekrar döndük. Maksat, taarruz şayiasını bertaraf etmek ve etrafa, ancak bir teftiş seyahati icra edildiği, hissini vermekti. Nihayet bir gece (23 Ağustos) Gazi Paşa Ankara'yı sessizce terketti. İkametgâhımız Çankaya olduğu için şehre uğramaksızın Konya yolu takip edilebilirdi. Müfarekatımızdan evvel paşanın ikametgâhında kalanlara sureti mahsusada emir verildi: Hareketimiz ifşaa edilmeyecekti. Ve bir iki gün zarfında köşke gelenler olursa, Gazi Paşanın rahatsızlığı ileri sürülerek kimse ile görüşmesi mümkün olmadığı anlatılacaktı. Bu suretle birkaç gün kazanmak istiyorduk. Ertesi gün, öğle üzeri otomobillerle Konya'ya vasıl olduk. Paşanın Ankara'dan hareket ettiğinden haberdar olmadıkları için, ansızın gelişimiz Konyalıları hayrete düşürdü. İki gün Konya'da kaldıktan sonra, Garp Cephesi karargâhının bulunduğu Akşehir'e gittik. Akşehir'de kumandanların içtimaı Akşehir'de bir kumandanlar içtimaı yapıldı. Taarruzun sureti icrası bu mühim içtimada kararlaştırıldıktan sonra lâzım gelen tertibat alınarak Garp Cephesi Karargâhı Akşehir'den (Şuhut) nahiye merkezine nakledildi. Burada karargâh düşman tayyarelerinin tarassudatına açık bir vaziyette olduğu için Kocatepe ile Şuhut arasındaki vadiye çadırlar kuruldu. Fevzi ve İsmet paşaların karargâhları da sık ağaçlarla kaplı ve her iki tarafı yalçın tepelerle çevrilmiş vadinin içinde idi. Bu sırada Anadolu Ajansı Çankaya'da süfera ve rical şerefine tertip edilen bir çay ziyafetinden bahseylemekte idi. Bu haber Gazi Paşanın Ankara'da bulunduğu hissini vermek için ifşaa edilmişti. Nitekim İstanbul gazetelerine de telgraflarla verildi. Ve kimse zerre kadar şüphe etmedi. 26 Ağustos sabahı 26 Ağustos günü taarruzun icra edileceği zaman sabahleyin erkenden çadırları terkettik. Henüz hava karanlıktı, yolu görebilmek üzere önümüzden bir iki fenerli asker çıkardık. Vadi ile tepe arasında 46
muntazam yol olmadığı için hayvanlara binmiştik. Kocatepe'ye muvasalat ettiğimiz zaman şafak yeni sökmeye başlamıştı. Birinci ordu kumandanını orada bulduk. Saat dörde gelmişti, herkes büyük bir heyecanla dürbününe sarılarak düşman mevzilerini tarassuda başlıyordu. Mukarrer saat hulûl etti, bir anda cehennemî bir tarraka âfakı titretti, müteaddit çaptaki toplarımız gürledi: Taarruz başlamıştı. Yarım saat süren topçu ateşinden sonra mitralyöz ve piyade tüfekleri işlemeye başladı. Bundan kıtaatımızın düşman mevzilerine tekarrüp ettiğini anladık. Pek az zaman sonra Kalecik sivrisi kahraman askerlerimiz tarafından işgal edildi, buna mümasil birtakım düşman mevzilerinin de işgal olunduğu bildirildi. Hepimiz birbirimizi tebrik ediyor ve temadi-i muvaffakiyet için temenniyatta bulunuyorduk. Güneş biraz yükseldi, Kocatepe'de bulunanlar düşman tarafından görülebildi. Tam bu sırada düşmanın büyük çaplı toplarından birinin mermisi bizim bulunduğumuz tepenin altında patladı. Bu mermiyi ikincisi, üçüncüsü, dördüncüsü takip etti. Anladık ki düşman, oradan geçmekte olan hasta nakliyatına mahsus arabalarımızı hedef ittihaz ederek ateş açmaktadır. Düşmanın yaralılarımıza karşı bu denaetkârane tecavüzleri devam etmekte iken, kahraman efradımız da Tınaz ve Belen tepelerindeki Yunan mevzilerine şiddetli hücumlarda bulunmakta idi. Yine bu sırada 57'nci fırka kumandanının karşısındaki tepeyi dediği saatte alamamasından mütevellit teesssürle intihar ettiği telefonla bildiriliyordu. Akşama kadar devam eden taarruz muvaffakiyetimizle neticelenmiş, düşmanın bir çok mühim noktaları elimize geçmişti. Akşam karanlığı etrafı sarınca, ufukta patlayan mermilerin çıkardığı alevler seçilmeye başladı. Geceleyin de tarruza devam edilmesi mukarrer olduğundan muharebe sabaha kadar fasılasız sürdü. İlk Yunan esirleri İlk Yunan esirleri ertesi sabah-taarruzun ikinci günü karargâhımıza getirildi. İlk esir kafilesi 20-30 kişiden ibaretti. İçlerinden biri Bulgar olduğunu, Türkçe bildiğini söyledi, halbuki arkadaşlardan biri kendisini Edirne'den tanıyormuş, Rum bir berbermiş. Pek güzel Türkçe konuşuyordu. Kendisini teşhis eden arkadaşımıza cevaben bir müddet Bulgarlığını iddia etti, fakat sonra hakikati söyledi ve Edirneli Rum berber olduğunu itiraf etti. Rum berber, mütemadiyen taarruzun şiddet ve dehşetinden bahsediyordu. Berhayat olarak siperlerde kimsenin kalmadığına kaniydi ve yeminlerle, kasemlerle Yunanistan'ın elinde neler varsa hepsinin bizim elimize geçeceğini yana yakıla iddia ediyordu. Halinden, askerlerimizin aslan gibi savletinden adam akıllı korkmuş olduğu anlaşılıyordu. Onun ifadesine göre Afyon'un çoktan bizim elimize geçmesi lâzımdı. Gazi'ye getirilen beşaret haberi Filhakika biz bu Rumla konuşurken Başkumandan Gazi Paşanın huzuruna bir erkânıharp zabiti geldi ve Afyon'un istirdadına dair telefonla aldığı malûmatı tebşir etti. Yunan esiri de bunu duymuştu, yalan söylemediğini teyit eder gördüğü bir hâdiseye, âdeta bizden ziyade seviniyordu. Gazi Paşa, o akşam; ertesi günü Afyon'a gitmek için lâzım gelen tertibatın yapılmasını ve hareketimizden sonra karargâhın da oraya naklolunmasını emir buyurdular. Ertesi sabah kumandanlarla maiyetlerini hâmil otomobiller Afyon'a müteveccihen hareket etmişlerdi. Yolda rastladığımız köylülerden bir ihtiyarı İsmet Paşa tanıdı, otomobilini durdurarak evvelâ hatırın, sonra takip ettiğimiz yolun doğru olup olmadığını sordu, ihtiyar aynen şu cevabı verdi: ''- Yol doğrudur, fakat bu şosenin ileride toprağı tesviye edilmemiştir.'' 47
İhtiyar: ''Belki bozulur, yürümez'' diyerek otomobillerimizi tuttuğumuz istikametten çevirtti ve diğer yolu tarif etti. Biz şoseden ayrıldıktan sonra ancak bir müddet gidebildik, yolu şaşırmıştık, dere, tepe arasında yine yol aramaya başladık. Bu yüzden hayli vakit kaybettik. Bizden sonra yola çıkan arkadaşlar Afyon'a vâsıl olmuşlardı bile. Biz hâlâ ovanın içinde yol arıyorduk. Ovada yürüye yürüye nihayet düşman siperlerine, tel örgülerine tesadüf ettik. Bütün saha kazılmış ve derin hendekler açılmış olduğu için otomobilin geçmesi müşküldü. Telleri kopardık, kestik. Hendeklerden otomobili geçirtmek için de şu çareyi bulduk: Düşman siperlerinde elimize geçen bir kapıyı çukurların üzerine koyarak otomobili geçirdik. Afyon Karahisar'da Afyon'a girdiğimiz sırada, şehrin muhtelif kısımlarında yükselen alevler, gittikçe genişleyerek mahalleleri bir kül yığını halinde bırakıyordu. Düşman kaçarken son ve müthiş şenaatını yapmaktan geri kalmamış ve şehri ateşlemişti. Afyon'da kumandanlara karşı halkın gösterdiği tezahüratı bugün dahi aynı heyecanla yaşamaktayım. Afyon'da belediye dairesinde kaldık. Başkumandanlık muharebesinin olduğu günün gecesi idi. Yatıyordum. Bir ayak sesi ve bir gürültü işittim. Uyandığım zaman yeni gelen bir rapora muttali oldum: Düşman pek fena bir vaziyete girmişti. Bunun üzerine Gazi Paşa hazretleri, sabahleyin Dumlupınar'a hareket etmek kararını verdiler. Gazi Paşa Birinci Ordunun, Fevzi Paşa da İkinci Ordunun harekâtını takip etmek üzere erkenden Afyon'a hareket ettiler. İsmet Paşa Afyon'da kalmıştı. Dumlupınar civarında bir köyde Birinci Ordu Kumandanını çadırında bulduk. Gazi Paşa Kolordu kumandanı Kemaleddin Sami Paşa ile telefonla görüşüyorlardı. Gazi'nin huzurunda bir Yunan erkânıharbi Bu sırada, bir iki gün evvel esir edilmiş olan bazı Yunan zabitanı karargâha getirilmişti. Gazi Paşa esirlerin arasında bulunan erkânıharp zabitin yanına istedi. Yunan zabitine bir çay ısmarladı ve kendisinden vaziyet hakkında malûmat istedi. Zabit iki gün evvel esir edilmiş olduğu için, son vaziyetten haberdar olmadığını söyledi. Bunun üzerine başkumandan Gazi Paşa haritayı açarak alınan raporlara göre hâsıl olan vaziyeti işaret etti. Karargâhımızdaki Yunan erkânıharbi de Yunan ordusunun düşmüş olduğu ağı görmüş ve vaziyetin vehametini anlamıştı. Gayrıihtiyarî parmağını haritanın üzerinde gezdirdi: - "Bu vaziyete nazaran, iki kolordu kumandanımızla, dört fırka kumandanımızın, kıtaatınızın çemberi içinde bulunduğunu zannederim'' dedi. Gazi Paşa, aldığı bu malûmatı derhal telefonla Kemaleddin Sami Paşaya bildirdi, bahsedilen kumandanların behemehal esir edilmesini emir buyurdu. Yunan zabiti, evvelce Türkçe bilmediğini söylemiş ve kendisiyle tercüman vasıtasıyla ve Rumca görüşülmüştü, fakat Gazi'nin Türkçe olarak verdiği bu emri işitir işitmez benzi kül gibi oldu. Elini alnına götürdü, teessüründen getirilen çayı içemedi ve çadırdan dışarı çıkmak için müsaade istedi. Kendisinin Türkçe bildiğini ve biraz evvel gayriihtiyarî verdiği malûmattan dolayı nedamet hissettiğini anlamıştım. Ben de beraber dışarı çıktım, kendisine Türkçe: - Nerelisin? dedim. 48
Selânikli olduğunu ve Kulekahvehaneleri mahallesinde ikamet ettiğini söyledi. Ne tesadüf. Ben de Selânik'te o mahallede ikamet etmekte idim: - Ne için o güzel Selânik'i bıraktın da buralara geldin? diye sordum. - Askerim, emir aldım. Cevabını verdi. Başı fevkalâde ağrıdığından dolayı da fazla konuşmaya mütehammil olmadığını ilâve etti. İcap eden ilâçları kendi bavulumuzdan verdik. Kemaladdin Sami Paşa karargâhında Gazi Paşa Yunan erkânıharp zabitinden bu haberi aldıktan sonra, otomobilin hazırlanmasını emretti. Kemaleddin Sami Paşanın karargâhına gitmek arzu ediyordu. Birinci Ordu Kumandanı yolun fevkalâde muhataralı olduğunu söylediyse de, Gazi'yi alıkoymak mümkün olmadı. Hep beraber Kemaladdin Sami Paşanın bulunduğu tepeye geldik. Kemaleddin Sami Paşa dürbünüyle düşmanın Dumlupınar civarındaki ovadan ricatını tarassut ediyordu. Gazi Paşa sordu: - İleride bir duman görüyorum. Bu nedir? Kemaleddin Sami Paşa cevap verdi: - Düşman ağırlıklarını yakıyor, paşa hazretleri. Gazi Paşa: - Şu sağdaki köy ve duman nedir? dedi. Kemaleddin Sami Paşa: - Döğüştüğümüz düşman çekilirken yalnız ağırlıklarını değil, köyleri, şehirleri sakinleriyle beraber ateşe veren bir düşmandır. Yanan Çal köyüdür, Yunanlılar yakmıştır cevabını verdi. Gazi Paşa orada hangi kıtalarımızın olduğunu da sordu. On Birinci Fırkanın bulunduğu cevabını alınca şu suali irad etti: - Telefonla muhabere mümkün müdür? - Henüz telefon tesis etmedik, çünkü bir gün evvel o civardaki tepelerde düşmanla muharebe edilmiştir. Gazi Paşa On Birinci Fırkanın bulunduğu mahalle gitmek arzusunu izhar buyurdukları için refaketimizde Kemaleddin Sami Paşa da bulunduğu haldde Çal köyü istikametine müteveccih olduk. Tepeye geldiğimiz zaman düşmanla harp başlamıştı. On Birinci Fırka kıtaatı avcı halinde ve bizim üç dört yüz metre ilerimizde hareket ediyordu. 11'inci Fırkanın topçuları aramızdaki bir tepeden düşmana ateş açıyorlardı. Gazi Paşa bu vaziyeti görtükten sonra neticei katiyenin bir an evvel istihsali için fırka kumandanını da nezdlerine celbetti ve topçunun önümüze geçmesini, piyadenin ileri hareket devam etmesini emir buyurdu. Fırka kumandanı derhal altına binerek yıldırım süratiyle avcı hattına gitti. Karşımızdaki düşmana hareketlerini gözle seçebilecek kadar- yaklaşık. İkinci Ordu Kıtaatının da sağ cenahımızdan düşmanı 49
tazyik etmekte olduğunu haber aldık. Her taraftan sıkıştırılmış ve ateşten bir çember içine alınmış olan düşman tam manasıyla şaşkına dönmüştü. Güneş gurup ederken Birkaç saat geçti, güneş gurup ediyordu. Ufuktaki dağların arkasına çekilen güneşin son ışıkları, askerlerimizin düşman mevzilerinde parlayan süngülerine aksetmişti. Gece başlarken ateş kesildi. Tevali eden raporlar ve telefonla verilen haberler hemen hemen birbirinin aynı olarak şu malûmatı ihtiva ediyordu: ''Bozguna uğrayan düşman efradı çil yavrusu gibi dağıldılar, dağlara, tepelere, ormanlara iltica ediyorlar.'' Diğer taraftan, raporlarda makhur düşmandan alınan ganaim hakkında da malûmat vardı. Yalnız OnBirinci Fırkanın karşısında Yunan kuvveti beşi koşulu olduğu halde 25 top bırakıp kaçmıştı. Karanlık basmıştı. Karargâhımızın bulunduğu Afyon'a döneceğimizi zannederken Gazi Paşa hazretleri Dumlupınar köyüne gitmekliğimiz için emir verdiler. Muharebe meydanından ayrılarak Dumlupınar'a geldik. Ne yanımızda, ne de köyde eşya vardı. Sabaha kadar -Gazi Paşa ve hepimizoda döşemeleri, peykeler veya toprak üzerinde yattık. Eşyamız ancak ertesi gün öğle üzeri geldi. Gazi Paşanın çadırlarını köy evlerinden birinin damı üzerine kurduk. Yunan generallerinin hayreti ''... Tam bu sırada Fırka Kumandanı Kâzım Paşa muharebede esir edilmiş olan dört Yunan generalini getirdi. Bu generaller, bir gün evvel başkumandan paşanın esir edilmelerini telefonla Kemaleddin Sami Paşaya emir buyurdukları kolordu kumandanları idi. Gazi Paşa generallerle görüşerek icap eden malûmatı aldı. Generallerden birisi kendilerine sorulan suallerin hitamını müteakip, kiminle teşerrüf etmekte olduğunu sordu: - Mustafa Kemal Paşadır! Dedik. Hayretle gözlerini açtı, inanmak istemiyordu. Sualini tekrarladı: - Fakat bu Mustafa Kemal Paşa, bizim bildiğimiz Mareşal Mustafa Kemal midir? dedi. Görüştüğü zatın hakikaten Başkumandan Mustafa Kemal Paşa olduğunu öğrendikten sonra: - Dün burada mıydı? diye sordu. - Başkumandanlık muharebesini bizzat kendisi idare etmiştir. Cevabını verdik. Düşman generali bir müddet sustu. Sonra nazarlarını hürmet ve takdirle Gazi Paşaya atfetti ve dudaklarından şu sözler döküldü: - Zafer, galibiyet, şeref ve bu topraklar... Her şey sizin hakkınızdır. Bizim Haci Anesti İzmir'den kıpırdanamadı. Ertesi günü ben Büyük Millet Meclisi Riyasetine muharebeler ve cereyan eden ahval hakkında telgrafla malûmat vermek üzere Gazi Paşa hazretlerinin emirleri mucibince Dumlupınar'dan Afyon'a henüz telgraf hattı tesis edilmediğinden Bolvadin'e gitmeye mecbur oldum. Gazi esir Yunan Başkumandanını nasıl kabul etti? İşimi bitirdikten sonra Afyon'a döndüğüm zaman Gazi Paşanın istirdat edilen Uşak'ı teşrif ettiklerini ve kendilerine orada mülâki olmaklığımı emir zabiti Siirt Meb'usu Mahmut Bey telefonla bildirdi. 50
Ertesi günü Uşak'ta karargâha iltihak ettiğim zaman Yunan başkumandanı general Trikopis'le General (Diyonis'in esir edilmiş olduklarını öğrendim. Esir düşmüş başkumandanla general arkadaşı o gün Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin nezdine getirdiler. İsmet Paşa ile Birinci Ordu Kumandanı da beraber gelmişlerdi. Gazi Paşa hazretleri esir generalleri ayakta karşıladı. Kendilerine yer gösterdi, birer çay ısmarladı, sonra Trikopis'e sordu: - Bu iş nasıl oldu? Trikopis iki ellerini yanlarına doğru açarken başını önüne eğdi. Vaziyetinden bu âkıbeti mukadderattan ziyade aciz ve zaafa hamletmek istediği anlaşılıyordu. Gazi kendisini teselli etti: - Üzerinize düşen vazifeyi ifa ettiğimize kailseniz müsterih olunuz. En büyük kumandanlar için de esaret mukadder olabilir. Trikopis, verdiği cevapta bazı kusurları Diyonis'e atfettikten sonra topçularımızın mükemmeliyetinden, iki telsizleri olduğu halde birinin evvelce bozulup İzmir'e gönderildiğinden, diğerinin topçu ateşimizle tahrip edildiğinden bahsetti ve çaresizlikler içinde kaldığını ve hatta bir gün evvel kendi yaverinin dahi yanından ayrıldığını söyledi. Trikopis yapacak yalnız bir şey kaldığını fakat yapamadığını ilâve etti. Esir başkumandan intihar arzusunda olduğunu imâ ediyordu! Gazi Paşa: - Kendi vicdanına muhavvel bir keyfiyettir, ona biz karışamayız!.. Dedikten sonra İsmet Paşa'ya: - Kumandanlar zannedersem istirahate muhtaçtırlar, dedi. Trikopis çıkacağı sırada, Gazi Paşadan gördüğü fevkalâde nezaketten cesaret alarak, İstanbul'da bulunan ailesinin sihhatinden haberdar edilmesini rica etti. Gazi Paşa, adresinin alınmasını ve Hilâliahmer vasıtasıyla ricasının is'afını emir buyurdular. Başkumandan muharebesinden sonra İzmir'in istirdadına kadar hemen hiçbir yerde şayanı dikkat mühim muharebat olmamıştır. Birkaç gün içerisinde İzmir'e girmek müyesser oldu. Afyon'da halkın halâskârlara karşı tezahüratını bilvesile söyledim. Bu tezahürat, Akdeniz kıyısına kadar yollarda mütezayit bir alâka ve şiddetle devam etti. Cepteki fotoğrafın verdiği müjde ''Armutlu'' isminde bir köyden geçerken ora ahalisi askeri seyretmek için yol kenarına çıkmışlardı. Yanık bakraçları, kırık destileriyle de geçen askerlere su veriyorlardı. Bunların önünden geçerken, arabalara ve hayvanlara rastgeldiğimiz için yol vermek ve yolun açılmasını beklemek üzere otomobili durdurmuştuk. Gazi Paşa bir sigara yakmak üzere toz gözlüğünü gözünden kaldırdığı zaman köylüler yaşlıca bir adam, anî bir hareketle kalabalığın arasından ayrıldı. Otomobile yaklaştı.
51
İhtiyar köylü bir müddet Gazi'nin yüzüne baktıktan sonra elini koynuna soktu ve çıkardığı kartpostalı avucu içinde saklayarak otomobilin basamağına bastı. Olanca dikkatimle ihtiyarı tetkik ediyordum. İhtiyar bir karta, bir de paşanın yüzüne baktıktan sonra sağ elinin şahadet parmağını evvelâ karta sonra paşaya tevcih etti ve: - Bu sensin! diye bağırdı ve müteakıben köylülere döndü: - Arkadaşlar, Mustafa Kemal'dir! dedi. Bunu işiten köylüler, kadın, erkek ellerindeki destileri, bakraçları atarak her taraftan otomobile girdiler. Göz yaşları dökerek paşanın kalpağını, omuzunu öptüler, paşanın ayağındaki tozları sürme gibi gözlerine çekenler vardı. Köylünün elindeki kart kimbilir ne zamandanberi ve ne müşkülâtla sakladığı paşanın bir fotoğrafisi idi. Köylüleri paşanın etrafından ayırmak müşkül olduğu için, şoföre, naçar motorü işletmesini söyledim. Motör işleyince mecburen ayrıldılar. Hareket ettik, fakat sesleri hâlâ bizimle beraber geliyordu: - Yaşa paşamız... Namusumuzu, hayatımızı kurtardın, hepimiz sana kurban olalım. Yunanlılar tarafından hâk ile yeksan edilmiş ve yakılıp yıkılmış olan bu havaliden geçtiğimiz sırada karşılaştığımız bu samimî tezahürat bizi her defasında ağlatmıştır. Halkın böyle heyecanla icra ettikleri candan tezahürat arasında istirdat edilen köylerden ve kasabalardan geçerek Nif'e geldik. ''Nif''e (Kemalpaşa) akşam üzeri vâsıl olmuştuk. Gazi Paşa, buradan İzmir'in kaç kilometre mesafede olduğunu sordu. Nifliler İzmir'den 25, 30 kilometre uzakta olduğumuzu söylediler. Başkumandan Paşa civarda bir tepeden İzmir'i temaşa mümkün olup olmadığını sual etti. Belkahve denilen mahalden İzmir'in göründüğü cevabını verdiler. Gayri ihtiyarî bağırmışız: Deniz... Bunun üzerine Gazi Paşa hazretleri otomobile binerek (Belkahve) ye hareket emrini verdiler. Oraya geldik, İzmir'in, üzerinde ecnebî sefaini duran körfezini görür görmez, birden gayrı ihtiyarî: - Deniz! diye bağırmışız. Hakikaten, oradan İzmir'in körfezi, Kadifekale ve diğer bazı mahaller gayet iyi görülüyordu. Güneş bir defa daha gurup ediyordu ki, hatırası aziz Türkiyemiz üzerinde ilelebet payidar olan bir manzarayı bizzat seyretmek saadetini tattık. Kadifekale'ye Türk bayrağı çekiliyordu. Güneş yavaş yavaş alçalmış, İzmir Körfezi'nin yeşil sularında erimişti. Hiç birimiz Belkahve'den ayrılamıyorduk. Bu arada ağaçlıklar arasından bir araba sesi geldi. Tek atlı bir yol arabası İzmir cihetinden gelmekte ve arabacı şarkı okumakta idi. Nereden geldiğini sorduk. Gür bir sesle: - İzmir'den! dedi. - İzmir'de ne var ne yok? Dedik. - Askerlerimiz Kordon'da geziyor, cevabını verdi. - Doğru mu söylüyorsun? diye sorduk. 52
- Nah, işte İzmir, gidin de bakın! diye körfezi işaret etti ve yoluna koyuldu. Yürüyüş nizamında ilerleyen bir fırka Daha bir müddet orada kaldıktan sonra Nif'e dönmek üzere hareket ettik. Yolda bir fırkanın İzmir'e doğru yürüyüş nizamında ilerlediğini gördük. Efrat günlerce süren yürüyüşlerine rağmen yorgunluk âsârı göstermiyorlar, bir an evvel İzmir'e ulaşabilmek için can atıyorlardı. Gazi Paşa bana: - Askerlere, arkadaşlarının İzmir'e girdiklerini söyle! dedi. Emri tebliğ etmek üzere ayağa kalktım. Kolbaşına elle işaret ederek kıtayı durdurdum. - Arkadaşlar nereye gidiyorsunuz? diye sordum. - İzmir'e! diye haykırdılar. - Süvarilerin İzmir'e girdiklerini biliyor musunuz? dedim ve arkadaşlarının İzmir'e geldiklerini haber verdim. İçlerinden biri: - Aferin be! diye bağırdı. Hepsi birden şevkle yollarına devam ettiler, biz de Nif'e döndük. Geceyi Nif'te geçirdik. Gazi Paşa ertesi günü - İzmir'de kendilerine bir ikametgâh ihzar etmek üzere erkenden hareketimi emir buyurdular. Emirleri mucibince sabahleyin henüz şafak sökerken arkadaşım Mahmut Saydan, Ruşen Eşref ve Paşa hazretlerinin maiyetinde şifre memuru Memduh beylerle beraber hareket eyledik. İzmir'e geldiğimiz zaman... İzmir'e vardığımız zaman fırka kolbaşısı şehre mızıka çalarak giriyordu. İzmir halkı sokaklarda, neşeden çılgın bir halde, istihlâsı tes'it ediyorlardı. Damlardan, evlerin pencerelerinden kadınlar askerlerimizin üzerine çiçek, halk kolonya, gülsuyu serpiyorlardı. O zaman nereden tedarik edildiğini el'an anlayamadığım Gazi'nin kartları halkın başında, göğsünde ve evlerinde görünüyordu. Kalabalıktan tevakkuf etmeğe mecbur olduğumuz zamanlar, halk otomobilimize hücum ediyor, hepimizi ayrı ayrı öpüyordu. Bu pâyânsız şevk ve şadi arasında hükûmet konağına geldik. İzzeddin Paşa vali vekili olmuştu. Biz Karşıyaka'da kral Konstantin'in, müteakiben de İstiryadiks'in oturduğu köşkü Gazi Paşa için hazırlamak üzere yola çıktık. Ecnebi sefainden çıkarılan bahriye efradına şurada burada tesadüf ediliyordu. Bilhassa Karşıyaka'ya gitmek üzere Bayraklı)'dan geçerken, rastgeldiğimiz ecnebi askerlerinin otomobilimizin önünde vaziyet alarak selâm vermeleri unutulur hatıralardan değildir. Muzaffer ordunun biz âciz fertlerine karşı yapılan bu muamele, insanın nazarlarını bir zaman evvele, İstanbul'un işgal zamanındaki vak'alara celbediyordu. Köşke geldiğimiz zaman civardaki hanımlar yanımıza geldiler. Maksadımızı anlar anlamaz: - Biz paşamız için her şeyi kendi elimizle yapacağız, siz yorulmayınız. Ancak her şeyin hazır olduğunu gidiniz, kendilerine haber veriniz! dediler. Biz de yapacak bir iş kalmadığını anlayarak, Gazi'ye keyfiyeti haber vermek üzere döndük. Halkapınar'a gelmiştik ki, süvarilerin tertibat almış olduklarını gördük. Sebebini sorduğumuz zaman Gazi Paşa hazretlerinin İzmir'e geçmiş olduklarını öğrendik ve hayretler içinde kaldık. Zira biz paşanın her şeyin hazır olduğunu kendilerine arzettikten sonra teşrif edeceklerini zannediyorduk.
53
Gazi Paşaya, İzmir hükûmet konağında mülâki oldum. Karargâhın hazırlandığını arzettim. Gülerek: - Çok iyi, fakat top seslerini iştiyor musunuz? dedi. Hakikaten Söke cihetinden kaçıp İzmir'e sığınmak isteyen iki alaylık bir düşman kuvveti Seydiköy'e geldiği zaman Kadifekale'sindeki Türk bayrağını görmüş ve yanlarında bulunan toplarla şehire ateş açmıştı, fakat gerek onları takip eden Çolak İbrahim Beyin süvari fırkası, gerek şehirden gönderilen kuvvetlerle hepsi esir edilerek İzmir'e getirildiler. İzmir'de geçirdiğimiz günler ve yaygın İzmir'de ilk günleri rıhtımdaki karargâhımızda geçirdik. Fakat burada da çok kalamadık. Çünkü arkamızdaki evlerden yangın çıkmıştı. Ermeniler, yangının önüne geçmek üzere ateşlere atılan askerlerimize yaktıkları evlerin pencerelerinden bomba atıyorlardı. Yangın tevessü etti, karargâhımız da yandı, bunun üzerine Göztepe'ye naklettik. 21 gün sonra da Ankara'ya döndük. Bir kısa hatıra Salih Bozok merhum, ölümünden bir sene evvel Ulus gazetesine yazmış olduğu bir makalede şu kısa hatırayı anlatmıştır: Dumlupınar'a taarruzundan on beş gün evvel, cepheyi teftiş etmek ve taarruz hazırlığı yapmak üzere Ankara'dan Akşehir'e hareket etmişti. O zaman tren, Biçer istasyonuna kadar işlediği için biz de orada inerek Sivrihisar üzerinden Akşehir'e gidiyorduk. Trenden inip otomobile bindiğimiz vakit, Atatürk derin bir nefes almıştı. Kendilerine: ''- Rahatsız mısınız paşam?'' diye sordum. - Hayır, dedi. - O halde mühim bir şey düşünüyorsunuz, galiba... dedim. Şu cevabı verdi: - Evet, bir şey düşünüyorum. Ve eğer düşündüğümü tatbik edecek zamana mâlik olursam - ki olacağımızı tahmin ediyorum - cihanın gözlerini kamaştıracak bir manzara husule gelecektir. Nitekim on beş gün sonra hakikaten cihanın gözlerini kamaştıran manzara husule geldi. Kaynak: 30 AĞUSTOS HATIRALARI, Dizgi-Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A. Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Ağustos 2000 Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.
Ateş Arasında Çal’da cepheyi dolaşıyorduk. Hiç farkına varmadan, düşmanla çarpışan avcılarımızla, düşmana ateş saçan topçularımız arasına girmişiz. O sırada yanımıza boş bir atla bir süvari geldi. Ve Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya: 54
-“Kumandan Paşa bu atı gönderdi. Sizi topçu menzilinde bekliyor!” dedi. Gazi, askere: -“Sen, dedi, bu atı ona götür, binsin de o buraya gelsin!..” dedi. Çok geçmeden, 11 inci fırka kumandanı merhum Derviş Paşa1 yanımıza geldi. Gazi ondan vaziyet hakkında bilgi istedi. Derviş Paşa: -“Düşmanla durmadan çarpışıyoruz Paşam!” dedi. Tam o sırada arkamızdan müthiş bir grup ateş başlamıştı. Toplarımız dağları sarsarcasına gürlüyorlardı. Gazi, Derviş Paşa’ya: -“Biz burada iken topçularımızın gerimizde kalması olmaz!” Dedi. Onları bizim önümüze geçirmek lazım. Ve Derviş Paşa’nın bu emri derhal uygulatıp, gelişinden sonra, güldü: -“Paşam, şimdi de avcı hattı ile topçu hattı bir araya geldi. Bu oldu mu ya?” Anlaşılıyor ki Gazi düşmanın işini bir an önce bitirmek ve kuvvetlerimizi derhal hücuma geçirmek istiyordu. Derviş Paşa’nın zekâsı, onun bu niyetini kavramıştı: -“Paşam, dedi, emredersiniz, avcı hattını da ileri sürelim!..” Gazi, amacını çabuk anlaşılmasına memnun olmuştu. Güldü: -“Derhal!..” Fakat bulunduğumuz yer ile avcı hattı arasında telefon bağlantısı yoktu. Derviş Paşa bu emri bizzat tebliğ için atına atlamıştı. Ben, onun bu çok tehlikeli hareketini önlemek, bir başkasını göndertmek istedim. Koca Paşa’nın kaşlarını çatıp da bana: -“Baksana! Emri kim veriyor?” Deyişini ve hayvanı ateş hattına doğru dörtnala uçuruşunu ömrüm boyunca unutamam! On dakika sonra avcılarımız harekete geçtiler ve bir saat sonra dikiş tutturamayan düşman askerleri, Murat dağlarına doğru çil yavruları gibi dağıldılar! (Salih Bozok’tan bir anı)2 1 Derviş Paşa, (1884 -1932), Korgeneral, Kurtuluş Savaşı’na katılmıştır. 2 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 154155 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Kont De Chambrun’dan 30 Ağustos Anısı Kont de Chambrun Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Büyük Taarruzu‘nu Gazi’nin ağzından şöyle anlatır:
55
“İzmir hattı ve Bağdat demiryolunun birleştiği noktada bulunan Afyon’da hücuma geçtim, çünkü oradan hücuma geçmek gerekiyordu. Yunanın yaptığı yığınak beni bu şekilde hareket etmeye yönlendiriyordu. Tanyeri ağarırken düşmanı ansızın avlamak için bütün gece yürüyen askerlerimiz, 50 kilometrelik uzaklıkta bir yeri aldıktan sonra hücuma geçebilecek başka birlik dünya da yoktur. Atlı birlikleri Yunan Ordusu’nun gerisine sarkıttım.” -“Düşmanın sağ kanadını çevirmek mi istiyorsun?” Diye sordum. -“Hayır. Çok daha geniş bir manevraya giriştim. Düşmanın tamamını kuşatmak istiyordum ve bunu başardım.” Sesini alçaltarak ilave etti: -“Annibal’ın Kan’da uyguladığı manevra.”1 1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 174175 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Gazi Pazar Yerinde, Akşehir Sakarya Savaşı’ndan sonra bir sonbahar sabahıydı. Akşehir pazaryeri karınca yuvası gibi kaynıyordu. Bin ağızdan bin ses. Bir aralık, ortalıktaki uğultu perde perde sönmeye başlıyor, Pazaryerini bir tapınak sessizliği kaplıyor. Yalnız, kulaktan kulağa bir fısıltı: -“Gazi gelmiş, Gazi!” Bütün gözler mutlu bakışlarla aynı yöne dönüyor; Gazi Mustafa Kemal Paşa, o ölçülü, güzel yürüyüşüyle yavaş yavaş ilerlemekte, ara sıra sergilerin önünde durup ilgilenmekte. Belli ki alışverişe çıkmış; ama O, başka bir şey değil, yalnız gönül alıyor. Böylece gönül ala ala satıcı kadınların kesimine geliyor. -“Nasılsınız bacılar?” -“Sağ ol Paşam, duacıyız.” Kadınlar Paşa’larını özlem dolu gözlerle kana kana seyrederken kendilerini tutamıyorlar: -“Güzel Paşam.” -“Yiğit Paşam.” Gazi utangaç; bu sevgi haykırışlarını durdurmak için birine sordu: -“Erin var mı?” -“Var Paşam cephede.” 56
-“Ya senin?” -“Kanı helal olsun, Çanakkale’de kaldı.” Gazi daha soracak, soracak ama bu yürek yanıklardan alacağı yanıtların çoğunu şimdiden oranlıyor; Çanakkale’sinden sonra Kafkas’ı, Kanal’ı, Galiçya’sı, İnönü’sü, Sakarya’sı hep sıralanacak, hem de hiç kırgınlık taşımayan, hiçbir şey istemeyen, beklemeyen seslerle. Gazi, gözleri buğulanmış, bir an düşünüyor ve hemen evecen adımlarla, geldiği yana yöneliyor, bir kuyumcunun sergisi önünde durduktan sonra elinde bir avuç yüzükle dönüyor. O gün pazardan dönen bacıların parmakları, Gazi’nin hediye ettiği yüzüklerle süslü, yürekleri yaşantılarının en büyük övüncü ile dolu idi. Mehmet Ali Ağakay, Atatürk’ten 20 Anı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1963. s. 7-8 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Ankaralı Kadınlar Sakarya Savaşı günlerinde Ankara’da Kızılay başkanı seçilen Halide Edip (Adıvar) Hanım’ın1 anısı şöyleydi: “Türk ordusunun bu çetin savaş günlerinde yardıma çok ihtiyaç vardı. Bu yardımı da sadece Ankara’da bulunan Hilaliahmer’den (Kızılay) görebiliyordu… Nihayet toplantı oldu. Ön sıraya İstanbul kadınları oturmuştu. Hepsi iyi giyinmişti. Bunlar İstanbul Sultanahmet’te konuşmamı dinleyen kadınlardan başkaları değildi. Onların arkasında Ankaralı kadınlar ve en arkalarda da bana büyük bir heyecan veren köylü kadınlar oturmuşlardı. Ömrümde hiçbir dinleyici bana, bu kadınların vermiş olduğu şeref ve gururu hissettirmemiştir. Türkiye’nin durumunu açıkça anlatmaya çalıştım. Savaş kazanmak için, sırf cesaretin yetmediğini de söyledim. En çok da, memlekette barış içinde yaşamanın gereğinden bahsettim. Onlara bir ölüm ve kalım savaşı geçirdiğimizi anlattım. Şayet Yunanlılar Türkiye’yi işgal ederlerse, bütün Anadolu Türklerinin ortadan kalkacağını söyledim. Yunanlıların gireceği yerde hiçbir Türk’ün yaşayamayacağını anlamalarını istiyordum. Zaten onlar da, çoğunun erkeği cepheden geldiği için, sonucun ne olacağını tahmin edebiliyorlardı. Ben epeyce konuştuktan sonra, basma entarili bir kadın yanıma geldi. -‘Nerde? Nerde?’ diye sordu. Anlaşılan gözleri pek göremiyordu. Ben yanına gidince, kollarını boynuma doladı. Kalbinin attığını duydum: -‘Senin ne dediğini anlamadığımı söylemek istiyorum. Benim Öğretmen Okulu’nda okuyan bir kızım var. O da hizmet edecek, çalışacaktır. Ben fakir bir çamaşırcı kadınım. Onu okutmak için her gün çalışıyorum. O da bir gün öğretmen olacak. Senin konuştuğun gibi konuşacak’ dedi. İşte 57
Türkiye’nin geleceğini kuracak bir kadın vatandaş, diye düşündüm. Kadın konuşmasına devam ederek; -‘Benim oğlan Çanakkale’de öldü, ağlamıyorum, işimi bırakmıyorum, çünkü kızıma öğrenim veremem. Fakat hep yeni savaşlardan bahsediyorsun. Çanakkale’de ölenleri hiç söylemedin’ dedi ve göğsünden bin lira çıkararak; ‘Kızılay’ın yaralılarına’ diye uzattı. Karşı karşıyaydık. Birbirimizin gözünün içine bakıyorduk. İkimizin de gözyaşları kalbimize akıyordu. O ana kadar davaya bu kadar kuvvetle iman ettiğimi hatırlamıyorum. Böyle bir unsur var oldukça, memleketimiz için her türlü cefa ve fedakârlık azdır. Boynuna sarıldım. İki yanaklarından öptüm ve gözlerimden yaşlar boşandı. Geri dönerken Zehra Hanım yanıma geldi ve dedi ki: -‘İnanılmayacak bir şey, Ankara kadınları bin lira verdiler.’ Gerçekten, inanılmayacak bir şeydi. Çünkü bütün Ankara’da Kızılay’a erkekler tarafından verilen para bin liradan ibaretti.”2 1 Halide Edip Adıvar, (1884–1964), Romancı, ‘Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve çavuş rütbesi almıştır. 2 Naşit Hakkı Uluğ, Hemşerimiz Atatürk, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1997. s. 166167 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Atatürk ve Abdülhalim Çelebi Efendi Muzaffer Kılıç anlatıyor Bir gün Atatürk'le beraber Abidinpaşa'dan gelip Samanpazarı yoluyla Ulus'a geçiyorduk. O zamanlar Samanpazarı'nda bulunan üç beş dükkandan birisi Ali Efendi isimli bir kitapçıya aitti. Kitapçı dükkanının kepenklerinde, nefis bir halı asılmış duruyordu. Harp yıllarının sonu olduğundan hiçbir yerde, hele Ankara'da, böyle güzel bir şey görmek pek şaşırtıcı olduğu için, bu halı Atatürk'ün de dikkatini çekti. Hemen arabayı durdurup indik. Beraberce dükkana yürüdük. Kitapçı Atatürk'ü görünce, "Buyrun Paşam." diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sordu. Paşa da bu halıyı çok güzel bulduklarını ifade ettiler ve ne için durduğunu sordular. Kitapçı, "Paşam, bu halı bir müşterimin. Paraya ihtiyacı olmuş, satılması için bana bıraktılar. Benimle bir ilgisi yok." dedi. Atatürk, böyle güzel bir halının çok kıymetli olduğunu, bunu halı sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler. Kitapçı ezile büzüle, "Paşam, emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade ederseniz ismini söylemeyeyim." dedi. Bu sefer Atatürk daha çok merak edip, "Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça olduğunu öğrenmek isteriz." dediler. Kitapçı, "Paşam 40 lira istemişlerdi." deyip yine halı sahibinin ismini vermedi. Atatürk, halı sahibini iyice merak edip ısrar edince de, kitapçı istemeyerek ve sıkılarak Abdülhalim Çelebi Hazretlerinin, Paşam." dedi. Abdülhalim Efendi, Mevlana sülalesinden gelmiş, Konya milletvekili olarak Meclis'te görev yapıyordu. Kapısı herkese daima açık, cömert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen, akıllı, sevimli hoş sohbet, özü sözü doğru bir kişiydi. 58
Atatürk, bu cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükkana 40 lira bırakmamı emretti. Hemen parayı bıraktım. Kitapçı halıyı koşarak indirip paket yapmaya koyuldu. Bu arada Atatürk, Abdülhalim Efendi'nin kişiliğinden övgüyle bahsederek, "Abdülhalim Efendi, evde halısını satacak kadar parasız kalıyor ama, kapısını kimseye kapamıyor" diyerek onu övdü. Sonra da kitapçıya dönerek, "Bana bak, halıyı biz alıyoruz fakat halıyı Abdülhalim Efendi'nin evine yollayınız, biz oradan aldırırız. Akşamüzeri de kendilerine bir kahve içmek için geleceğimizi söyleyiniz" dediler. Kitapçı bu davranışa şaşırmış bize bakarken, arabaya binip uzaklaştık. Aynı akşam Abdülhalim Efendi'nin evine gittik. Abdülhalim Efendi, bizi avlu kapısında karşıladı. Eve girince baktım halı, kapı arkasında paketli olarak duruyordu. Mütevazı evinde minderlere oturuldu. Kahveler içildi. Abdülhalim Efendi, "Paşam halıyı almışsınız. Fakat halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım." dedi Atatürk de, "Abdülhalim Efendi, halı yine bizim olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde kahvemizi içeriz" diyerek halıyı açtırdılar ve odaya serdirdiler. Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi yine bizi kapıya kadar uğurlayarak, "Paşam," dedi, "eğer müsaadeniz olursa halıyı... " derken Atatürk sözünü keserek mütebessim, "Abdülhalim Efendi, onu sana emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde oturmak isteriz." diyerek veda edip ayrıldılar. Böylece Atatürk, Abdülhalim Çelebi Efendi'ye, kitapçıya bile belli etmemeye çalışarak ihtiyacı olan yardımı yapmış, fakat halıyı almamışlardı. Sonrasını Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul'dan dinleyelim; Bir bayram günü babamla, Eski Eserleri Koruma Derneği'nde birlikte çalıştığı Prof. Dr. Ferudun Nafiz Uzluk'u evinde ziyarete gittik. Nafiz Bey Mevlevi sülalesinden olup, Abdülhalim Efendi'nin de yeğeni oluyordu. Benim de Tıp Fakültesi'nden hocamdı. Konuşma sırasında babam bu olayı anlattı. Ferudun Nafiz Hoca çok duygulandı. Gözleri dolu dolu oldu ve "Evet, evet biliyorum, biliyorum, Abdülhalim Efendi o halıyı Konya Mevlana Müzesi kurulunca oraya armağan etmiştir. O şimdi oradadır." dedi. Görülüyor ki, Abdülhalim Efendi de bu asil davranışı kötüye kullanmamış ve halıya sahiplenmeyip, layık olduğu yere armağan etmiştir (1922). Kaynak: Atatürk'ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul, Truva Yayınları. ISBN: 975-6297-37-6. Sayfa:104-106
59
Biz Geriye Gitmeyiz Meclis-i Mebusan’dan TBMM.’e geçen Milletvekili Ahmet Hilmi (Kalaç) Bey’den Meclis’in Kayseri’ye taşınma anısı: “Sakarya Savaşı sıralarındaydı. Hükümetin geçici Kayseri’ye taşınmasına karar verildi. Meclis İdare amirlerinden Konya Milletvekili Hacı Bekir Efendi bu işe memur edildi. Kayseri Lise binası Meclis için hazırlandı. Kürsüler yapıldı. Aileler, memurlar ve Meclis arşivleri Kayseri’ye taşındı. Sıra Meclis ve Milletvekillerine gelmişti. Bu gizli oturumda Genel Kurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa1 Meclise gelerek, Hükümetin taşınma işini hazırladığını, Hükümetin bu kararı almasının uygun bulmadığını belirterek kararın Meclis’çe verilmesinin uygun olacağımı ifade etti. Erzurum Milletvekili Durak Bey söz aldı, şu kısa konuşmayı yaptı: -‘Biz geriye gitmeyiz. Hatta cepheye giderek ordunun arkasında çadır kurarak vazifemizi yaparız’ dedi. Durak Bey’in bu sözü övgüyle karşılandı. Milletvekilleri Ankara’da kalarak çalışmasına devam etti.”2 1 Fevzi Çakmak, (1876–1950), Mareşal, 6 Ocak 1918 tarihinde Genelkurmay Başkanlığına atandı. 27 Mayıs 1919 tarihine kadar bu görevi yürüttü. Harbiye Nazırlığı görevinden 21 Nisan 1920 tarihinde istifa ederek Anadolu’ya geçti. Milli Müdafaa Vekili ve Heyeti Vekile Reisliği görevine atandı. 3 Nisan 1921 tarihinde Orgeneral, 31 Ağustos 1922 tarihinde de Büyük Zafer’in kazanılmasındaki yüksek hizmetleri nedeniyle Mareşalliğe terfi ettirildi. 2 Said Arif Terzioğlu, Yazılmayan Yönleriyle K. Atatürk, Hamle Matbaası, İstanbul 1963. s. 37 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
60
Sakarya Muharebeleri’nde Duatepe'den harekatı idare ederken. (10 Eylül 1921)
Gözle Görülmeyen Yeri Gören Mustafa Kemal Paşa Sakarya çarpışmaları sırasında Alagöz köyündeki Başkumandanlık karargâhındayız. Kurmay subay cepheden alınan bilgileri Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’ya okuyordu. Bunlar arasında cephe kumandanlarından biri, Seyit Gazi veya Döker’in bilmem ne kadar doğu veya kuzeyinde bir düşman tümeni görüldüğünden bahsediyordu. Paşa kaşlarını çatarak: -“Hayır, orada düşman tümeni orada olamaz.” Daha önce verilmiş raporları getirdi. Bir göz gezdirdi. Hakikaten dediği gibi, düşmanın, tamamen tümeninin sol kanadına geçmiş olduğu anlaşıldı. Fena halde öfkelendi ve kurmay subayına: -“Batı cephesi kumandanı bu raporu gördü mü?“ dedikten sonra cevap beklemeden: -“Başkumandana yanlış rapor vermenin sonuçlarını takdir etmiyor musun arkadaş!“ Dedi. Vaziyet şu idi; Kocaeli gurubu cephesinde çarpışma devam ederken, düşmanın üstüne yükleneceği sanısıyla kuvvet istiyor. Paşa ise düşmanın tamamıyla aksi istikametten, yani bizim kol kanadımızdan saldıracağını anladığı için bilakis ondan aldığı bir tümeni bu cephenin kritik durumuna rağmen bu tarafa, sol kanadımıza sevk ediyordu... Paşa’nın rapordaki yanlışlığı keşfetmek suretiyle ne kadar büyük bir hatayı ve kötü sonuçlarını önlediği, çok geçmeden açıkça anlaşıldı. Çünkü düşman gerçekten onun tahmini ile takviye edilen noktaya saldırdı. Ve karşısında öbür taraftan alınıp getirilmiş kuvvetimizi buldu, böylece biz de düşmanın bu kesin taarruzunu zamanında önlemiş olduk.1 1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Yayınlanmamış Belgelerle Atatürk’ün, Siyasi ve Özel Hayatı-İlkeleri, 2. Baskı, İstanbul, 1981,.s. 190–191 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
61
Sakarya Savaşından Dönüş Sakarya Meydan Savaşı Türk silahlarının utkusu ile sona ermiş, Gazi Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya dönüyordu. Yirmi gün geceli gündüzlü büyük bir endişe ve karamsarlık içinde yaşayan Ankaralılar, düşmanı yenen ordunun başkomutanına karşılama töreni düzenlemişlerdi. Ankara Garından başlayarak şehre doğru yolun iki yakasında dizilen hükümet ve meclis üyeleri, memurlar, öğrenciler, esnaf ve halk, Gazi geçtikçe alkış tutuyorlar ve arkasına takılarak büyük bir alay halinde ilerliyorlardı. Meclis binasının önüne gelindiğinde, Gazi bakmış ki alayın başında bulunanlar yukarıya doğru yol almaktaydı. Ankaralılar bu töreni şöyle düzenlenmişti; ‘cemaat’ halinde Hacı Bayram Veli’nin türbesine gidilecek, onun ‘yüksek maneviyatının yardımı ile’ kazanılan bu büyük zafer için orada dua edilecek ve sonradan Meclis’e dönülecekti. Gazi: -“Öyle şey olmaz, yurt toprağını karış karış kanını akıtarak ve canını vererek savunan Mehmetçiğin hakkını ben evliyalara kaptırmam!” Deyip doğruca Meclis binasına girmiştir. Gazi bu olayı anlatırken şunları ilave etti: -“Kimileri benim bu davranışıma kamunun inancını inciten yersiz bir davranış gözü ile bakmış olabilirler; ama ben, hele yurdun savunmasında, güvenilecek gücün evliyaların, yatırların ‘maneviyatı’ olamayacağını hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum.”1 1 Mehmet Ali Ağakay, Atatürk’ten 20 Anı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1963. s. 29-31 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Yaralı Mustafa Kemal Kaburga Kemiğinin Kırılması: Ali Çavuş anlatıyor, Düşman Polatlı'ya kadar gelmişti. Atatürk, Fevzi Paşa, İsmet Paşa karargahlarıyla, Malı köyü karşısında bulunan Türkoğlu Ali Ağa'nın çiftliğinde bulunuyorlardı. Bir gün mevzileri gezmek üzere atlarla hareket edildi. Polatlı ile Alagöz Çiftliği arasında ve Karapınar köyü karşısında bulunan topçu mevzilerini geziyorlardı. Nasılsa bir batarya oldukça açığa mevzilenmişti. Bu durumu görünce bataryanın başında bulunan başçavuşu çağırdılar. Başçavuş, mevzi yüzbaşısının seçtiğini söyleyince, bu defa yüzbaşıyı çağırttılar. Gözetleme yerinden dörtnalla 62
gelen yüzbaşı atından inip karşılarına gelinceye kadar sakin duran Atatürk, bütün kademeleriyle açıkta mevzilenen bataryanın kumandanını iyice haşlayarak geri gönderdi. Aynı zamanda batarya kumandanının değiştirilmesi için de topçu kumandanı Pire Mehmet Bey'e emir verdi. Çok hırslanmıştı. Atına süratle atladı. Çok hızlı bindiği için eğerin üzerinden kayarak öbür tarafa düştü. Yer düz olmasına rağmen ufacık bir taş kaburga kemiğine rastlamış ve kırmıştı. Bu olay o kadar süratli oldu ki, çevresindeki kimse yardım edemedi. Çünkü hemen atına binmişti. Fevzi ve İsmet Paşalar, otomobilin getirilmesine müsaade etmelerini söyledikleri halde, "daha gezecek yerlerimiz var" diyerek kabul etmedi. Rengi sararmış olduğu halde konuşmadan ağır ağır ilerliyordu. Bir müddet sonra Ali Çavuş'a dönerek, "Çocuk, nefes alamıyorum" dedi. Bunun üzerine otomobillere telefon edildi ve Atatürk'ün rahatsızlığı bildirildi. Otomobiller gelinceye kadar atından inmiş ve yerde oturuyordu. Nihayet arabalar geldi. İçinde Doktor Adnan (Adıvar), Doktor Refik (Saydam) oturuyordu. Doktorlar kısa bir muayeneden sonra kaburga kemiğinin zedelendiğini ve muhakkak Cebeci Hastanesi'ne gitmelerinin gerekli olduğunu söylediler. Atatürk kabul etmedi ve "Ben buradan ayrılmam. Eğer bu müdafaa hattında tutunamazsak Kızılırmağa kadar çekilmek lazım" dedi. Yanında bulunan Fevzi Paşa'nın "Paşam merak etmeyin. Bir karış toprak vermem. Siz gidip tedavi olun" diye teminat vermesi sonrasında, gittikçe rahatsızlığı artan Atatürk razı oldu. Evvela Çankaya'da kısa bir konsültasyonu müteakip Cebeci Hastanesi'nde röntgeninin alınmasına karar verildiğinden derhal hastaneye gitti. Röntgen sonunda kaburga kemiklerinden birinin kırılarak ciğere battığı, diğer ikisinin de zedelendiği tespit edilerek bandaj yapıldı. 20 gün konuşmadan istirahat etmesi tavsiye edildiği zaman, bu sözleri duyan Atatürk, "Allah Kostantin'e yardım ediyor galiba" diye latife yapmaktan kendini alamadı. O dönemler Yunan ordusunun başında Konstantin bulunuyordu. Atatürk 20 gün hastanede yatamayacağını söyleyerek aynı gün cepheye bir şezlongla geri döndü. Doktorların tavsiyesi üzerine şezlongda istirahat ediyor ve hiç konuşmuyordu. Emir ve isteklerini yazıyla bildiriyordu. Karargah oldukça kalabalıktı. Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Halide Edip Hanım, Adnan ve Refik Beylerden başka Yaver Salih ve Muzaffer Beyler vardı. Ayrıca mürettep kolordusuyla Kazım (Özalp) Bey de bulunuyordu. Yatsı zamanı telefon çaldı. Üçüncü grup arıyordu. Atatürk ahizeyi alarak dinledi. Bir taraftan da Fevzi ve İsmet Paşaları çağırttı. Fevzi Paşa namaz kılıyordu. İsmet Paşa da giyiniyordu. Bu esnada Atatürk haritayı inceliyordu. Fevzi Paşa namazını bitirir bitirmez İsmet Paşa'yla beraber geldiler. O güne kadar konuşmayan Atatürk birdenbire paşalarla bülbül gibi konuşmaya başladı. Aldığı karar üzerine Fevzi Paşa vedalaşıp sabah namazında karargahtan ayrıldı. O gün ikindiye kadar Fevzi Paşa'dan haber alınmadığı için Atatürk merak ediyordu. Emirleri üzere kimse telefonların başından ayrılmıyordu. Endişeler giderek artıyordu. Nihayet tam ikindi vakti telefon çaldı. Herkes heyecanlıydı. Ahizenin öteki ucunda hiç konuşan yoktu. Atatürk, çelik gibi gözlerini ahize başındakilere dikmiş yüzlerinden bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Telefonda konuşan yoktu. Fakat biraz dikkat edince bandonun çaldığı marş sesi duyuldu. Bu, Gazi Osman Paşa marşıydı ve sesi gittikçe ahizeye daha da yaklaşıyordu. Ahizeyi Atatürk'e verdiler. Belki fevkalade bir durum vardı. Atatürk ahizeyi kulağına götürür götümez gülümsedi ve derhal Kazım Paşa'nın çağrılmasını emretti. İçeriye giren Kazım Paşa'ya, 63
telefonun Fevzi Paşa'dan geldiğini, durumun iyi olduğunu ve hemen mürettep kolordusuyla taarruza geçmesini emretti. İşte düşmanın Eskişehir'e kadar çekilmesini sağlayan Sakarya Taarruzu Atatürk'ün bu hasta günlerinde yapılmıştı. Allah Konstantin'e değil, çalışanlara yardım etmişti. Kaynak: Mustafa Kemal'in "Can Yoldaşı" Ali Çavuş, Zeynel Lüle, Doğan Kitap, 1. Baskı, Kasım 2008, ISBN: 978-605-111-033-2. Sayfa: 112-114
Sakarya Muharebeleri'nde kaburga kemiği kırılan Başkumandan Mustafa Kemal Paşa'nın, Fevzi Paşa'ya yönelik yazılan raporu. Osmanlıca gerçek metin:
64
Türkçe çevirisi:
YARALI MUSTAFA KEMAL (Halide Edip Adıvar, orduya bir nefer olarak katılmayı istemiş. Bu isteği başkomutanlıkça kabul olunmuş ve garp cephesine gidip katılması emri gelmiş. Sakarya Meydan Savaşının arifesindeyiz. Mustafa Kemal Alagöz köyünde, cephenin yanı başında). ... Bir zabit beni Mustafa Kemal Paşa’nın karargahına götürdü. Solda toprak yığınlarının altında birkaç evin ışığı yanıyordu. Bir tek karanlıktan geliyordu. O'da telefon servisini yapan bir askerin "inler, katrancı, inler, katrancı" diye bir köyle muhaberesiydi. Sağ taraf bir çukur, içinden su geçiyor. Arkasında üç ev daha var. Bu evlerin arkasında yine ışıkları yanan çadırlar; uzun ve sivri bir direk; telsiz tesisatı. Köy yolları karanlık ve çamur içinde. Ay batmış, gece yarısı oluyor. Küçük bir tahta köprüyü geçerek öbür taraftaki eve gittik. Mustafa Kemal Paşa'nın muhafızları kapıda; onlardan biri beni yukarıya çıkardı. Paşa’nın yaveri Muzaffer Bey beni Paşa’nın odasına götürdü. Çok aydınlık ve tek lüks lambası olan bir Anadolu odası. Mustafa Kemal Paşa, oturduğu koltuktan güçlükle kalkmaya çalıştı. Çünkü kaburga kemikleri hala ağrılar içindeydi. Paşa’ya doğru kalbimde mutlak, bir hürmetle gittim. O mütevazi odada bütün 65
gençliğin, "Bir millet yaşasın diye ölmeyi göze alan kararını temsil ediyordu. Ne saray, ne şöhret, ne herhangi bir kudret, onun o odadaki büyüklüğüne yaklaşamaz.” Gittim, elini öptüm. -"Safa geldiniz hanımefendi" dedikten sonra bana bir sandalye gösterdi. Ve Ankara hakkında havadis sordu. Aynı zamanda tahta masanın üzerindeki bir haritaya eğilerek durumu, dört yaşındaki bir çocuğun bile anlayabileceği kadar açık ve sade bir ifade ile anlattı. İşte Sakarya kıvrılarak gidiyor. Nehrin etrafına üzerlerinde kırmızı ve mavi kağıt kelebekler titreşen toplu iğneler konulmuş. Eğer askeri durum hakkındaki duygularımı Mustafa Kemal Paşa'ya söylesem mutlaka gülerdi. Yunan ordusu kocaman bir canavar gibi Ankara'ya yaklaşmış görünüyordu. Buna muvazi olarak Sakarya'nın doğusunda Türk Ordusu da kıvrılarak bu canavarın Ankara'yı yutmasına mani olmaya çalışıyordu. Siyah canavar o kadar kocamandı ki, insana korku veriyordu. -"Eğer Ankara'ya gider de bizi geride bırakırsa ne yaparız?" diye sordum. Korkunç bir kaplan gibi güldü. -"İyi yolculuklar efendiler" derim; arkalarından vurarak onları Anadolu’nun boşluğunda mahfederim. Kaynak: Halide Edip Adıvar, Türk'ün Ateşle İmtihanı
Atatürk özel konuşmalarında Sakarya Meydan Savaşı’na ait anılarını şöyle anlatmıştı: -“Meclisin Başkomutanlığı bana vermesinden sonra Sakarya’ya gittim. Bütün önemin Sakarya nehrine inhisar ettirilmesinden, boydan boya siperler meydana getirilmesinden kaçındım. Düşman Sakarya nehrinin her hangi bir noktasından karşıya geçebilir. Bu geçiş savunucular üzerinde fena etki yapabilir. Nehrin geçilmesiyle savaşın kaybedildiği sanılabilirdi. Askerin ruhundan bu kötü olabilirliği yok etmek amacıyla cepheyi epeyce geriye çektim. Bazı yerlerde 15 km. kadar mesafe bıraktım. Eğer burada da düşman zorlarsa, biraz daha geriye çekilir, yine bir cephe tutar, savaşımızı sürdürürüz. Bu çekiliş askerin ruhunda kötü bir etki yaratmaz. Fakat nehrin kıyısındaki cephe bu anlamdan uzaktır. Düşmanın hangi noktadan kesin taarruza geçeceğini kestiremediğimizden, o uzanıp giden cephemizi, hilal şeklinde tesis ettim, ve yedek kuvvetlerimizi tam merkez noktasına yerleştirdim. Buradan sağa sola kolaylıkla yardım edebilirdi. Cephede bu işlerle meşgul olduğum bir sırada, cephe karargahında komutanların bazılarıyla telefonla konuşan İsmet İnönü: -“Yusuf İzzet (Met) Paşa telefon ediyor, söylediklerini anlayamadım, sizinle konuşmak istiyor,” dedi ve ahizeyi bana uzattı. Yusuf İzzet Paşa’ya: -“Beni aramışsınız; buyurun, arzularınız nedir?” dedim. Yusuf İzzet Paşa soruyordu: -“Gizli emirlerinizi bildirmeniz, yani geri çekilme halinde yönümüz neresidir? Beklemekteyim, öğrenmek istiyorum.” 66
Atatürk konuşmasına devam ediyor. “Bu soru karşısında çok canım sıkıldı. Adam henüz savaşa girmeden kaçmayı düşünüyordu.” Verdiğim karşılıkta: -“Paşa! Gizli emrim, senin kemiklerinin orada gömülmesidir,” dedim ve telefonu kapadım.” Damar Arıkoğlu Kaynak: Atatürk’ten Anılar, Kemal Arıburnu, İnkılap Kitapevi,1998. ISBN: 975-10-1392-5. Sayfa: 154-155. (Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, 1961, Sayfa: 258-259) Fotoğraf kaynağı: A A M Gazi Mustafa Kemal'in Hayatı, Hüseyin Tosun. ISBN: 975-16-1620-4. Sayfa: 239
Çankaya Köşkü Mustafa Kemal Paşa Ankaralılarca hediye edilen bağ evini kendisine karargâh haline getirdi. Özel Kalem Müdürü Hayati Bey, Başyaver Salih (Bozok) Bey1 ve Muzaffer (Kılıç) Bey’lerdi. Köşkü korumak üzere bir muhafız alayı kuruldu. Bunun komutanı Yüzbaşı Faik Bey’di. Bir müddet sonra 300 kişilik bir süvari birliği daha kuruldu, birlik Rumeli çetecilerinden, yaşlı güngörmüş, atıcı, vurucu insanlardı. Bundan başka bir de, 100 kişilik Giresun ve Trabzon havalisinden gelme bir muhafız birliği daha kuruldu. Bunlar siyah elbise giyerlerdi. Başlarında Laz başlığı, bellerinde tabanca ve omuzlarında filinta taşırlardı. Bütün bu birliğin komutanı Topal Osman2 15 lira aylık alırdı. O yıllarda Mustafa Kemal Paşa da 100 lira aylık alırdı. Çankaya Köşkü basit döşenmişti. Paşa burada geceli gündüzlü çalışır, eğlenecek vakit bulamazdı. Gerçekten buna imkân da yoktu. Sabahları kuvvetli kahvaltı yapan Paşa, reçeli çok sever, kuru fasulye ve pilavı masasından eksik etmezdi. Turşu sofrasının baş yerini işgal ederdi. Çok sigara ve kahve içerdi. Bahçeye ve çiçeğe merakı fazlaydı. Bir Amerikalı kadın kendisine hangi çiçeği seviyorsun, diye sorduğu zaman hiç düşünmeden: ‘Karanfil’ yanıtını vermişti. İşte bunun içindir ki Atatürk’ü iyi tanıyan elçiler, ölümünden sonra kabrini ziyarete gittikleri zaman daima kırmızı karanfil götürmüşlerdir. Renk olarak, gök mavisini seven Atatürk’ün hayvanlardan en çok sevdiği köpektir. Spor olarak güreşi tercih ederdi. Yorgun gecelerinde dinlenmek için kapıda nöbet tutan askerleri güreştirir, yorgunluğunu giderirdi. O zamanlar köşkün malta döşemeli alt kattaki ocaklı salonuna şilteler serilir, erler burada birbirleriyle güreşirlerdi. Bir gün yine geç vakit kapıda nöbet tutan erleri içeri çağıran Atatürk sırayla hepsini güreştirdi. Bunlardan yağız bir Mehmet hemen her önüne çıkanın sırtını yere getiriyordu. Kapıda sırtı yere getirilecek kimse kalmayınca Atatürk ayağa kalkarak Mehmet’in yanına yaklaştı: “Benimle güreşir misin, beni de böyle yenebilir misin?” Diye sordu. Mehmet, o yanık çehreli yağız delikanlı, Anadolu çocuğunun kıvrak zekâsıyla, bir Atatürk’e bir de etrafındakilere baktı ve herkesi hayretler içinde bırakan şu cevabı verdi: 67
“Seninle mi güreşeceğim Paşam? Seni mi yeneceğim? Bu kolay değil… Sen yedi düveli yendin!” Bu cevap Atatürk’ün çok hoşuna gitmişti. Sonradan bu erin parayla ödüllendirilmesini emretti.3 1 Salih Bozok, (1881–1941), Mustafa Kemal’in Selanik’ten arkadaşlığı olan Salih Bey, uzun süre Mustafa Kemal’in Başyaveri olur, Milletvekili. 2 Topal Osman, (1883–1923), Lazlardan oluşan gönüllüleriyle Meclis’in ve Çankaya Köşkü’nün korumasını yapmıştır. 3 Said Arif Terzioğlu, Yazılmayan Yönleriyle K. Atatürk, Hamle Matbaası, İstanbul, 1963, s. 67–69 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
M. FRANKLİN BOUİLLON’UN TBMM HÜKÜMETİ’Nİ ZİYARETİ SIRASINDA; 21 Haziran 1921 tarihinde, dönemin Fransız sömürgeler Eski bakanı M. Franklin Bouillon’un Ankara’da, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni ziyarete gelmiştir. En buhranlı günler yaşanıyordu: Yunan Ordusu saldırıya geçmiş, Eskişehir, Afyonkarahisar düşmüştü. Kütahya, Altıntaş savaşları sonunda Ordumuz, Sakarya’ya doğru çekilmek zorunda kalmıştı. Hariciye Vekili Yusuf Kemal (Tengirşenk) misafir Fransız devlet adamıyla görüşmüş, misafir masaya oturmak için vaziyet hakkında fikir sahibi olmak ihtiyacında olduğunu söylemişti. Osmanlı Bankası Ankara şubesi müdürünün eski evi olan iki katlı ahşap yapı, misafirin-i ecnebiye (yabancı konuklar evi) olarak düzenlenmiş mütevazı binada misafir edilmişti. Otomobil olmadığı için, o günlerin lüks taşıma aracı iki atlı fayton tahsis edilmişti! Yusuf Kemal Bey: -“Adama yemek vereceğim, oniki kişilik yemek takımı yok. MİM MİM’cilere (İstanbul’daki Ankara’nın gizli örgütü) lütfen emir verin de göndersinler” deyince bu isteğin sahibi Mustafa Kemal; hariciye vekilinin yüzüne acırcasına bakmış: -“Adam senin bu yokluk içinde bu davayı nasıl yürüttüğünü görmeye geldi. Kafalarındaki bilmeceyi çözmeye çalışıyorlar. Sen ona yaldızlı porselen tabaklar içinde borç harç yemek ikram edeceğin yerde al, Millet Meclisi’ne götür, o koca bakır kazanda fasulye, nohut ne bulunmuşsa pişen tek kap yemekten tahta tabaklar içinde tahta kaşıklarla yendiğini, milletvekillerinin ikişer, üçer taş han odalarında nasıl yattığını, gaz lambası altında nasıl tatilsiz çalışıldığını görsün, sana inansın... Bu muhteşem hakikatlere sahipken, sen, İstanbul’dan ariyet, üzerinde tuğray-ı garray-ı Osmani yaldızı olan fağfur takım getirtirsen “Bu da Bab-ı Ali’nin devamı” der, çeker gider. Zaten şimdi o, savaşın alacağı şekli, Yunan’ın durdurulup durdurulmayacağının sonucunu bekliyor. Ben Tanrı’nın inayetiyle düşmanı Sakarya’nın garbine atacağım. O kendiliğinden gelip masaya oturacak, telaşlanma...” demişti. Kaynak: Cemal Kutay, Atatürk Bugün Olsaydı, Cem Ofset, İstanbul, 1994. Sayfa: 419-420 68
II. İnönü Savaşında, İnönü'nden ne haber? Mustafa Kemal, Ankara'ya geldikten bir süre sonra, tuhaf bir düş görmüştü. Düşünü ertesi gün, bana şöyle anlattı: - Bilmediğim bir yerde otomobilim durdu; güya düşman taarruza geçmiş. Biz İnönü'nde, bir savaş vererek düşmanı bozguna uğratmışız. Şimdi de, ikinci defa olarak yine İnönü'de çarpışıyormuşuz. Otomobilim, o bilmediğim yerin önünde durunca, siz karşıma çıktınız ve bana: - Paşam! İnönü'nden ne haber? diye sordunuz. Ben de size: - Durum kritiktir, karşılığını verdim. - Kritik nedir, anlayamadım ki! dediniz. - Bunun karşılığını on beş dakikaya kadar size veririm, diyerek odama çekildim. Mustafa Kemal, bana bu düşünü anlattığı zaman, düşman İzmir bölgesine saldırmamış ve henüz bilinen taarruzlarına da başlamamıştı. "İnönü" mevkiinin hiçbir tarihi ünü yoktu. Aradan yıllar geçti. Birinci inönü'nde, İsmet (İnönü) Bey'in komutası altındaki kuvvetlerimiz düşmana galebe çaldılar ve nihayet "İkinci İnönü" vukua geldi. Düşmanın üstün kuvvetlerine karşı giriştiğimiz bu ikinci savaş henüz sonucu alınmadığı korkulu günlerin birinde idi. Mustafa Kemal'in otomobili Büyük Millet Meclisi'nin önünde durdu, hemen yanına koştum, kaygı ve tasa ile: - Paşam! İnönü'nden ne haber? diye sordum. Aynen şu karşılığı verdi: - Durum kritiktir! O zaman ben: - Kritik nedir? dedim, anlamadım ki... Mustafa Kemal: - Sana bunun karşılığını on beş dakikaya kadar veririm... Dedikten sonra gülümsedi: - Hani Ankara'ya geldikten biraz sonra, ben bir düş görmüştüm, hatırında mı? Belleğimi yoklayarak ve arada bir ayrıntılarını hatırlayamadlğım zaman kendisinden yardım isteyerek rüyasını anlattım. Güldü: - İşte, dedi düş aynıyla gerçekleşmiştir! Ben İsmet'i (İnönü) tanırım... Göreceksin on beş dakikaya varmadan kendisinden zafer haberi alacağız!
69
Aradan çok kısa bir zaman geçti. Belki üç, belki beş dakika... Telgraf dağıtıcısının, elinde bir kağıtla, nefes nefese O'nun odasına girdiğini gördüm. Kaynak: Yahya Galip Kargı, Cumhuriyet Gazetesi, 02.12.1938
İki Vazife Milli Mücadelenin en buhranlı devrelerinde Mecliste muhalefet akımları da vardı. Bütün bunlar Gazi’nin serbest hareketine engel oluyordu. Selahaddin ve Kara Vasıf Bey’lere bu şekilde davranışlarının nedenini soran Gazi, şu cevabı alır: -“Bizim vazifemiz siyaset yapmaktır.” Gazi’nin cevabı: -“Bizim ve milletimizin vazifesi de topraklarımızda bulunan düşmanı süngülerimizle kovmaktır” olmuştur.1 1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Yayınlanmamış Belgelerle Atatürk’ün, Siyasi ve Özel Hayatı-İlkeleri, 2. Baskı, İstanbul 1981, s. 150 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Sakarya'nın Değeri BİR RESSAMLA KONUŞMA: Yıllar sonra bir ressam, Mustafa Kemal'e Sakarya Savaşı’nı gösteren bir tablo hediye etti. Kendisi, ön planda yağız bir savaş hayvanına binmiş olarak görünüyordu. Ressam, tebrik beklerken, birdenbire Mustafa Kemal'in -"Bu tabloyu kimseye göstermeyin" demesi üzerine şaşırıp kaldı. Kimse ne söyleyeceğini bilemiyordu. Mustafa Kemal açıkladı: -"Savaşa katılmış olan herkes bilir ki, hayvanlarımız bir deri, bir kemikten ibaretti, bizimde onlardan arta kalır yanımız yoktu. Hepimiz iskelet halindeydik. Atları da, savaşçıları da böyle güçlü kuvvetli göstermekle Sakarya'nın değerini küçültmüş oluyorsunuz dostum." Kaynak: Behçet Kemal Çağlar, Atatürk Denizinden Damlalar.
70
Ankara Ziraat Okulu'nda Mustafa Kemal Paşa artık bir Ankaralı'dır. 27 Aralık 1919'da Temsil Heyeti ile Ankara'ya gelen Mustafa Kemal Paşa ve beraberindekiler Zirarat Okulu'nda misafir edildiler. Bu binanın üst katına çıkınca sağdaki koridorun sonunda sol tarafa düşen büyükçe bir oda, Mustafa Kemal Paşa için hazırlanmıştı. Burası Temsil Heyeti'nin karargahı olarak düzenlenmişti. Mustafa Kemal Paşa, bu okulun binasında Milll Mücadelenin esaslarını kurdu. Temsil heyeti adına o gün bir tebliğ ile Mustafa Kemal Paşa Ankara'ya gelişini her tarafa duyurdu. Ankara'ya gelişinin ertesi günü 28 Aralık 1919'da toplu halde Ziraat Okulu'na ziyarete gelen Ankara'nın ileri gelenlerine, memleketin içinde bulunduğu durumu anlatan bir konferans vermiştir. Yine 1920 yılında Ankara Erkek Lisesi öğrencileri, topluca Mustafa Kemal'e başvurarak "Çete yazılarak cepheye gitmek istediklerini" bildirirIer. Mustafa Kemal öğrencilerin bu isteklerini hoş karşılayarak şunları söyler: "Şimdi benim sizlere ihtiyacım yok. Teşekkür ederim. Siz şimdi mekteplerinize dönünüz. Derslerinize iyi çalışınız, iyi yetişiniz. Okulunuzu bitiriniz. Zaferden sonra sizleri, hepinizi Avrupa'ya tahsile göndereceğim. Avrupa'da okutup döndükten sonradır ki, sizlere ihtiyacım olacaktır." Mustafa Kemal'in öğrencilere: "Şimdilik sizlere ihtiyacım yoktur." demesine karşın Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'nun da belirttiği gibi kimi öğrenciler Kuva-yı Milliye'ye katılmak için cepheye gitmişlerdir. Kuşkusuz bunda okullarda almış oldukları ulusal çıkarları önde tutan eğitimin etkisi olmuştur. Kaynak: A A M Atatürk’te Çocuk Sevgisi. Cemil Sönmez. 2004 Yılı, ISBN: 975-16-1746-4. Sayfa: 21-22
Müftü Efendi, Zannıma Göre Kahve İçmezsiniz, Değil mi? -"Ankara’ya geldiğimizden bir hafta kadar bizim ihtiyacımızı Belediye karşıladı. Fakat bu, aylarca devam edemezdi. Çaresizlik içinde, para bulmak mümkün iken, Paşa’nın bu bulunan çarelere bir
71
türlü izin vermemesi yüzünden, sıkıntılı bir halde idik. Sabah oldu, gece düşünmekten uyuyamamış olduğumdan, yatağımda istirahat halinde iken kapı vuruldu. İçeri giren kişi, Müftü Efendi’nin1 geldiğini söyledi. Eyvah şimdi Müftü Efendi’ye kahve ısmarlamak lazım, kahve var ama şeker yok, benim iki parça şekerim var; onu da masanın gözüne saklamıştım. Ya şekerli kahve isterse? Ya sigara da vermek lazım gelirse? Çünkü şeker çok pahalı idi. Herkes şekerini kendi tedarik edecek, emri verilmişti. Fakat onu tedarik edecek kimde para vardı ki?... -‘Paşa’ya haber verdiniz mi?’ dedim. -‘Paşa size gönderdi; Paşa ile görüştüler’ dediler. -‘Peki buyursunlar.’ Müftü Efendi odama girdi. Ortadaki yuvarlak ve küçük masanın kenarında bir iskemleye oturdu. -‘Müftü Efendi, zannıma göre kahve içmezsiniz, değil mi?’ Dedim. -‘Evet, içmem’ dedi. -‘Sigara?’ -‘Onu da kullanmam’ cevabını verdi. Hâlbuki Müftü Efendi kahve içerdi, fakat biz buna meydan vermemek için sualde bulunduk. Müftü Efendi derhal vaziyeti anladı ve ‘içmem’ dedi tebessüm ederek: ‘Sizin biraz sıkıntıda olduğunuzu öğrendik, az olsa da yardımda bulunmayı vazife bildik’ dedi. Bundan bir şey anlayamadım; yatağın karşısında duran küçük kasayı göstererek, ‘paramız var’ dedim. Hâlbuki kasa mevcudu 48 kuruştan ibaretti. Müftü Efendi bu sözümü dinlemedi bile, cüppesinin altından bir torba çıkardı; içindeki kâğıt paraları saymaya hazır bulunuyordu. -‘Müftü Efendi, teşekkür ederim, ama önce Paşa ile bu hususta görüşmemiz iyi olur’ dedim. -‘Görüştüm, kasa Mazhar Müfit’tedir ona veriniz, dedi.’ -‘Pek âlâ…’ Müftü Efendi parayı birer birer saymaya ve masanın üzerine koymaya başladı. Yüz, iki yüz, beş yüzü geçti, nihayet tam bin lira kâğıt para saydı. Ben de paraları aldım ve kasaya koydum. Bunun üzerine emir erini çağırdım ve iki şekeri uzattım; bize birer kahve pişir, emrini verdim. Müftü, zaten vaziyeti anlamış olduğundan güldü: -‘Şeker pahalı, hesap lazım, size de gelen giden çok, başa çıkmaz, değil mi!’ Diye şakalaştı, kahveler içildi. Muhterem Müftü çıktı, gitti; ben de paranın miktarını derhal Mustafa Kemal Paşa’ya haber vermek üzere odadan çıktım. Paşa’yı odasının kapısı önünde bir haberi beklerken gördüm; bana, ‘Ne kadar?’ Dediler; ‘Bin lira’ dedim. Odasına girdik. -‘Gördün mü? Akşam ne kadar sıkılmıştık, bu hatıra gelir miydi? Allah bize yardım ediyor’ dedi. Ben de: 72
-‘Evet, kul sıkılmayınca, Hızır yetişmez’ dedim. -‘Şimdi Hızır’ı filan bırakalım, masraf ve geliri tanzim et!’ Dediler. -‘Her şeyden evvel bugün öğle yemeğinde size bir ziyafet çekeceğim, çoktan beridir et gördüğümüz yok. Şimdi emir verip on dirhem pirzola aldıracağım. Ancak yeter, bir de irmik helvası.’ Mustafa Kemal Paşa; -‘İsrafa başlamayalım’ dedi. -‘Bir defaya mahsus, yarın yine çorba ve bulgur pilavına geri döneriz, cevabını verdim.’ Müftü Efendi’nin getirdiği bu parayı, memleketin eşrafı aralarında toplamışlar, bizim parasız kaldığımızı anlamışlar. Müftü Efendi ile göndermişler, hepsine teşekkürlerde bulunduk. Müftü Efendi’yi Mustafa Kemal Paşa çok severdi; yalnız bu para için değil, İstanbul’un ‘hurûc-ı alessultan’ fetvasıyla idamımıza hüküm verdiği zaman, buna karşı reddeden bir fetvayı Müftü Efendi de topladığı ulema ile görüşerek karar vermişti. Paşa da Rıfat Efendi’ye Diyanet İşleri Reisi iken her hafta yaver gönderir, bir arzusu olup olmadığını sordururdu. Resmi otomobili yok iken, bir otomobil tahsis ettirmişti, Mücadele-i Milliye’de büyük hizmeti görülen Rifat Efendi’yi burada rahmetle analım.”2 1 Rifat (Börekçi) Efendi, Cumhuriyetin ilanından sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış, eski Ankara Müftüsüdür. 2 Naşit Hakkı Uluğ, Hemşerimiz Atatürk, Ankara 1997, s. 68–72 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Sivas’tan Ankara’ya gidiş hazırlıkları sırasında Atatürk ve Temsil Heyeti üyelerinin Sivas’tan Ankara’ya gidiş hazırlıkları sırasında: Ve nihayet söz Ankara’ya gitmek konusuna gelince, bana hitaben : -"Günler yaklaştı, hazırlık nasıl?" Dedi. Aramızdaki konuşma şöyle devam etti: Ben –"Ne hazırlığı, para nerede?" Mustafa Kemal Paşa – (Biraz düşünerek) "Marifet onu bulmakta…" 73
Ben –"Bulduğum çareleri kabul etmiyorsunuz." Mustafa Kemal Paşa – "Bankalardan, rejiden filan para almak mı?" Ben – "Ben başka çare bulamadım; varsa söyleyiniz." Mustafa Kemal Paşa –"Bankalardan olmaz, düşmanlarımıza yeni bir propaganda ucu veremeyiz. Bankaları soyuyorlar diye söylemedikleri kalmaz. Başka bir çare düşünelim." Ben –"Pekala, Heyeti Temsiliye namına değil, şahsım adına herhangi bir bankadan borçlanma yapamaz mıyım?" Mustafa Kemal Paşa –"Anlamadım. Ne suretle ve hangi bankadan?" Ben –"Osmanlı Bankası direktörü Mösyö Oskar Şmit pek eski bir ahbabımdır. Babası Mösyö Şmit Edirne’de şimendifer doktoru idi. Oğlu da biz yaşta olduğundan o zamanki ecnebi kulüplerinde görüşürdük; şimdi burada Osmanlı Bankası direktörüdür, birkaç defa görüştük. Hatta geçende evinde beni yemeğe bile davet etti. Türk dostu bir zattır: “Trakya’da doğdum ve büyüdüm ve yaşadım. Türklerin büyük bir millet olduğuna ve her şeyi yapacak bir kuvvet ve kudreti haiz olduğuna kalben inanmışımdır. Bu defa giriştiğiniz mücadeleyi de başaracağınıza eminim, deyip duruyor ve, benim elimden de bir hizmet gelirse ifasına hazırım, gerekirse memuriyetimi bile terk ederim.” tarzında bir cesaret gösteriyordu. Ben ondan şahsım namına bin lira borçlanacağımı kuvvetle ümit ediyorum; bu da caiz değil mi?" Mustafa Kemal Paşa –"Peki ama, şahsım namına ne demek, ne imza atacaksın ?" Ben –"Bitlis eski valisi Mazhar Müfit imzasiyle." Mustafa Kemal Paşa –"Böyle olabilir; fakat Kuvayı Milliye, Heyeti Temsiliye isimleri senette kesinlikle her ne suretle olursa olsun yazılmamalı." Ben –"Tabii." Mustafa Kemal Paşa –"Bu suretler aklıma uygun geliyor; bırak ki yine bankadan Mazhar Müfit para almış demeyecekler, Heyeti Temsiliye almış diyecekler ya, artık bu kadarı da fazla bir vehim olur." Bu suretle para meselesini hallettik. Yani aramızda hallettik. Bakalım direktör böyle bir imza ile bize para verecek mi? Banka usullerine uygun mı? Her ne ise, bir deneyecektik. Sonra sözü otomobillere getirerek : -"Üç otomobil var ama, ne haldeler? Bunları bir muayene ettirsek. Bizi Ankara’ya götürebilecek mi? Eşyalar, maiyet emirberleri ve kalem heyeti tabii arabalarla gidecek. Şimdi kimler var? Rauf Bey, misafirimiz Alfred Rüstem Bey, sen, Şeyh Fevzi Efendi, Hakkı Behiç, yaver Muzaffer ve Cevat Abbas, Bedri, katibi umumi Hüsrev Bey (Berlin sefiri), Doktor Refik (Saydam) ve saire. Hüsrev Bey’i hareketi düzenlemeye tayin edelim; otomobillere taksimi, yollarda hareket ve durma saatlerini ve günde ne kadar mesafe kat edebileceğimizi, geceleri nerelerde kalabileceğimizi inceleyip ve hesap etsin. Yol masraflarını da siz Hüsrev ile görüşerek tesbit buyurunuz. Benzin lâzım, şu lâzım, bu lâzım; bu teferruatı Hüsrev Bey düşünür. Kendisi erkanıharp binbaşısıdır, başından böyle hareketler çok geçmiştir".
74
Mustafa Kemal Paşa bu yol meselesi hakkında Hüsrev Bey’i çağırarak uzun uzadıya görüştüler. En güç mesele, benzindi. Nereden alacaktık?. Hatta paramız olsa bile… Ya lâstik?. Müzakere uzadıkça uzadı; nihayet bunlar hepsi var, farz edelim, ya para?. Mustafa Kemal Paşa çok sıkıldı, ayağa kalkarak : -"Yahu dedi, bunca mühim meseleler, isyanlar, şunlar bunlarla uğraştık, kararlar verdik, emin olunuz bu kadar sıkıldığım olmadı. Ankara’ya gideceğiz; köhne, körükleri parça parça, bu kışta, karda binilmesi doğru olmayan otomobillere razı oluyoruz, fakat benzin, lâstik, para bulamıyoruz. Fakat elbette bunlara da çare bulacağız." Hüsrev Bey –"Ben otomobilleri biliyorum, lâstikler dolmadır, yalnız bir tanesi değil; sonra karpit fenerlidir." Ben –"Amerikan mektebinde benzin, lâstik çok; geçenlerde müdiresi Mis cenapları mektebi gezdirirken ambarını da gördüm. On çiftten fazla lâstik ve belki yirmi otuz teneke benzin vardı." Mustafa Kemal Paşa –"Bundan bize ne?" Ben –"Bize mi ne? Parasını verir, satın alırız; parasını vermezsek borç alır, sonra Ankara’dan parayı göndeririz." Mustafa Kemal Paşa –"Evvelâ para bul da sonra ahbabın olan Mis cenaplarına gider, lüzumu kadar lâstik ve benzin satmasını görüşürsün. Öyle Ankara’dan göndeririz filân yok ha. Bir de askeriye de bize biraz benzin verebilir." Bu sırada kapı vuruldu. Hakkı Behiç elinde birkaç kağıtla içeri girdi. Bu kağıtlar bazı tamimlerle İradei Milliye gazetesine bir makale idi. Bunlar okundu. Mustafa Kemal Paşa Hakkı Behiç Beye hitaben : -“Behiç Bey, artık Ankara’ya hareket zamanı yaklaştı. Yol için, para için görüşmekteyiz. Nasıl gideceğiz? Mazhar Müfit Bey para yok deyip duruyor. Hakkı Behiç Bey: “Para işine benim aklım ermez efendim, yazı işleri olur ise ne ise, Ankara’ya gitmek meselesini zaten karar altına aldık. Tabi gidilecektir,” dedi. Ben de: “Tabii gidilecek, fakat bu gitmeyi temin edecek paradır.” Bu hususta ben fikrimi söyledim. Paşa da fikrini söyledi. Hakkı Behiç Bey her ikimize de hak verdi. Fakat en son karar şahsım namına para almakta toplanmış gibi idi. Ben ertesi gün bankaya gittim. Direktör Mösyö Oskar’ın hasta olduğunu, iki gündür bankaya gelmediğini öğrendim. Daha hareketimize dört beş gün var, o vakte kadar iyileşir, diyerek Amerikan mektebine gittim. Müdire her zamanki gibi beni büyük hürmetle kabul etti. Odasında oturduk, çay ısmarladı. Şundan bundan biraz bahsettikten sonra, ben hareketimizin yaklaştığını, fakat benzin ve lâstik bulmakta güçlük çektiğimiz ve mümkün olur da bedeli karşılığında bize bu konuda yardımda bulunacak olurlarsa müteşekkir kalacağımızı söyledim. Müdire: “Kolay. Para ne demek? Biz benzin ve lâstik satıcısı değiliz. Hele çayınızı içiniz. Siz seversiniz, şu puroyu da tüttürünüz.” diyerek güzel cinsten önüme bir puro kutusu koydu. Ben hayretle bir sigaralara, bir de Müdireye bakınca: “Efendim biz ne sigaret ve ne de sigara içmeyiz. Bunlar bize Amerika’dan gelir. Sebebi de, buradan geçecek vatandaşlarımız bunlardan mahrum kalırlarsa kendilerine yardım içindir. Bugünler gelen giden ve böyle bir müracaatta bulunan yok. Kısmet sizinmiş, kutusu ile takdim edeyim size, yolluk bir hediyemiz olsun.” Dedi. Doğrusu ben bu nefis puroları memnuniyetle kabul ederek, teşekkürlerde bulundum. Hemen altmış yaşında olan Müdire bir uzun nutka başladı. Senelerce Türkiye’de bulunduğundan Türkçe’yi güzel söylüyordu. Sivas’taki mektebi hakkında pek centilmence hareket ettiğimizden, 75
şöyle himâye, böyle muhafaza ettiğimizden bahisle Kuvayı Milliye’nin yağmacı, çapulcu olmayıp tamamen vatanı kurtarmak için çalıştıklarını söyledi ve teşekkürlerinin Mustafa Kemal Paşa’ya iletilmesini rica etti. -“İki çift iç lâstik ile iki çift dış lâstiği ve altı teneke benzin de emrinize hazırdır, aldırınız!” dedi. Gerçi para için ısrar ettim. “Lütfen faturasını gönderiniz de almaya gelecek adamla parayı takdim edeyim” dedim. Çünkü bende, hatta ikametgâhtaki kasamızda bile bunu ödeyecek paramız yoktu. Osmanlı Bankası direktörünün bankaya geldiği gün alacağımız ümit ettiğimiz paradan gönderecek ve o vakte kadar lâstikleri, benzini almak için mektebe tabii ki adam göndermeyecektik. Kadın tekrar ısrar ederek, paradan bahsetmeği hakaret sayacağını ve para göndermeğe kalkarsak ne lâstik ve ne de benzin veremeyeceğini kesin bir dille anlattı. Ve derhal adamlarına emirler vererek bunları akşama bize götürmelerini söyledi. Teşekkür ile ayrıldım. Filhakika akşama lâstikler ve bir araba ile de benzinler geldi. Biz de gerekenlere teslim ettik. Mustafa Kemal Paşa : “Şimdi para almıyorlar ama, Amerika’ya, Türkler zorla aldılar, diye bir döneklik yaparlar mı acaba? Buna mahal kalmamak üzere sen Müdireye: “Lâstikler ve benzin de geldi, teşekkür ederiz. Fakat şifahen söylediğim gibi bunların kaç kuruş tuttuğunu ve parasını derhal takdim etmek üzere, hatta hamal ve araba paralarının da ilâvesini ve hareketimiz yakın olduğundan acele cevap verilmesini” bildiren bir yazı yaz, tabii o yazısıyla para almayacağını bildirir. Bunu belge olarak sakla. Hakikaten biz parasız istemiyoruz onlar almıyor, evet ama, ileride ne olur ne olmaz, onların, bizim ısrarımıza rağmen para almadıklarına dair elimizde bir belge bulunsun. Çok ince düşünen Mustafa Kemal Paşanın bu uyarısını yerine getirdim. Gerçekten Müdire cevap verdi; Para ile benzin, lâstik satmak kendileri için mümkün olamayacağını ve bu kadarcık hediyenin kabulünü ve para vermek hususunda ısrar edilmemesini ve hatta kendi ihtiyaçlarından keserek daha da takdime hazır olduğunu ve hayırlı yolculuklar dilediğini ve Mustafa Kemal Paşa’ya hürmetlerinin takdimini ve vatani hizmetimizi takdirle, başarılarımızı diliyordu. Fakat biz de aldığımızdan fazla istemedik. Hakikaten Müdirenin bu hizmeti, yardımı bizi mütehassis etti. Ne yazık ki Müdirenin ismini not defterimde yazmamışım ve bir türlü de hatırlayamıyorum. Zira Müdire hanım deyip duruyorduk. Kaynak: Erzurum’dan Ölümüne Kadar, Atatürk’le Beraber, Mazhar Müfit Kansu, Ankara 1966, Sayfa: 481
Amasya’da General Ali Fuat Paşa’dan bir Amasya anısı: “Amasya’da buluştuğumuz arkadaşlara 22 Haziran 1919 tarihinde veda ettim. Bir an önce teftişte bulunan Vali Muhiddin Paşa’dan önce Ankara’ya dönmek istiyordum. Hüseyin Rauf (Orbay)1 Bey ve görüşmelerimizde dinleyici olarak bulunup, kararlarımıza katılan eski İzmit Mutasarrıfı Süreyya (Yiğit) Bey2, Mustafa Kemal Paşa’yla beraber Erzurum’a gidecekti. Gezileri daima gizli tutulacaktı, hareket günü hiçbir surette açıklanmayacaktı.
76
Yaverim İdris Çora Bey ile İstanbul’daki kişilere yazılan mektupları Kara Vasıf Bey’le3 götürecek olan Maliye Müfettişi Arif Bey beraberimde bulunuyorlardı. Mustafa Kemal Paşa hareketimden biraz önce beni bir kenara çekerek: -‘Fuat Paşa, Beni Ordu Müfettişliği görevinde uzun süre bırakmayacaklarını biliyorum. Şu önümüzdeki birkaç gün içinde durum anlaşılacaktır. Seni temin ederim ki, mücadelemizi unvan ve yetkilerden uzak olarak sürdüreceğim. Arkadaşlarımın aynı yakınlığı ve bağlılığı göstereceğine inanıyorum.’ Paşa’nın ne demek istediğini anlamıştım. İstanbul’daki son görüşmemizde verdiğim sözü tekrarladım. -‘Durum ne biçimde gelişirse gelişsin, ben ve kolordum, her zaman emrinizde kalacaktır’ dedim. Biraz durdu: -‘Bu adamlar seni de kolordu başından ve hatta askerlikten ayırabilirler.’ Elimi heyecanla sıktı: -‘Biliyorum, biliyorum Fuat’ dedi ve sonra ilave etti: -‘Haydi, uğurlar olsun, Vali Muhiddin Paşa’ya selam söylemeyi unutma.’ ”4 1 Hüseyin Rauf Orbay, (1881-1964), Amiral, Milletvekili. 2 İbrahim Süreyya Yiğit, (1880-1952), Yönetici, Milletvekili. Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun olur. Kaymakam olur. Mustafa Kemal’le yakın arkadaş olurlar. İbrahim Süreyya Yiğit görevinden istifa eder. Gönüllü bir er olarak çarpışmak için Libya’ya gider, Mustafa Kemal’in komutasında Libya’da savaşır. Amasya’da katıldığı Milli Mücadelede sonuna kadar bulunur. Mustafa Kemal Atatürk’e Gazi unvanın verilmesi için kanun önergesini hazırlayan İbrahim Süreyya Yiğit’tir. 3 Kara Vasıf Bey, (1872-1931), Milletvekili, Baha Said Bey’le birlikte İstanbul’daki ilk direniş örgütü olan Karakol Cemiyetini kurdu. Sivas Kongresine katıldı ve Heyet-i Temsiliye üyeliğine getirildi. 1925’te muhalefetin siyasal örgütü olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına girdi ve genel sekreterliğe getirildi. 4 Kemal Arıburnu, Kemal, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 171 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Çifte Kılıçlı Altın Madalya Amasya’dan Sivas’a dönerken kendisinin ‘çuvaldan’ diyerek giydiği o sivil spor ceketinin göğsünde yalnız bir tek madalya parlıyordu. Çifte kılıçlı altın imtiyaz madalyası, işte göğsünden ayırmadığı o madalyaydı. Ruşen (Ünaydın) Eşref o madalyayı şöyle anlatıyordu: “Onu çok seviyordu. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Sakarya’dan sonra, İsmet Paşa’ya, Kazım (Özalp) Paşa’ya üstün hizmetlerinin karşılığı olmak üzere o çifte kılıçlı altın imtiyaz madalyasından birer tane vermişti. 77
Amasya’da Salih Paşa’yla görüştükten sonra Sivas’a dönerken otomobilde, göğsünde taşıdığı madalyayı sever gibi elleriyle okşadı: ‘İstanbullular rütbelerimi, madalyalarımı geri alacaklarmış. Hakları yok ya! Çünkü ben onların her birini bir savaş meydanında, bir hizmet karşılığında kazanmışım. Salonlarda, saraylarda değil. Fakat her neyse ben onlardan daha önce davranıp, istifamı verdim. Varsın alsınlar!’ Eliyle madalyasını okşayarak: ‘Ancak bunu vermem, bunu benden kimse alamaz. Bunu Anafartalar’da savaş meydanlarında benim göğsüme taktılar.’ Koca Gazi, ardında bırakıp geçtiği zafer dolu hayatından yalnız bu altın madalyayı kendine alıkoymuştu. Onu göğsüne bir kaleye bayrak diker gibi, takmış, sarı saçları Anadolu rüzgârıyla okşana savrula koşup gidiyordu, ışığa doğru…”1 1 Tahsin Öztin, Mustafa Kemal’den Atatürk’e, Hür Yayınları, İstanbul 1981. s. 74-75 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Mustafa Kemal’in İlk Sivil Giysisi Erzurum Kongresi sırasında, Mustafa Kemal Paşa’nın askerlikten istifasıyla ilgili Mahzar Müfit Kansu’nun bir anısı: -“Mustafa Kemal Paşa’nın askerlikten ayrılışının ertesi günü, yani 8 Temmuz 1919 sabahı artık Mustafa Kemal Paşa bizden, yani halktan biriydi ve sivil giyinecekti. Bütün ömrü askerlikte geçen Paşa’nın sivil elbisesi yoktu. Hemen yeni bir elbise bulmak olanaksızdı. Sabahleyin: -‘Elbiseyi ne yapacağız Mahzar?’ Der demez: -‘Kolay Paşam’ dedim. Aklıma valiye gitmek geldi. -‘Paşa için sizin elbiselerinizden birini istiyorum.’ Münir (Akkaya) Bey bir hayli sıkıldı: -‘Evet, ama Paşa Hazretlerine yaraşır, temiz bir elbise bende de yok’ dedi. Haksız değildi. Savaş içinde ve savaş sonrası kimsede el dokunulmadık elbise kalmamıştı. Bununla beraber hemen akıl etti: -‘Benim ya bir ya iki defa giydiğim bir jaketayım var, Paşa’ya onu vereyim.’ -‘Gayet iyi’ diyerek hemen jaketayı aldım, bende de temiz bir fes vardı. Gömlek, yaka, kravat da uydurmuştum. Paşa’nın ilk sivil kıyafetini böylelikle temin etmiş olduk. Paşa’nın birkaç ay kullanmış olduğu o fesi, hala, o günlerin anılarını tazeleyerek, özenle saklarım.”1 78
1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 141 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
SİVAS KONGRESİNDE 4- 11 EYLÜL 1919 Kongrede manda sorunun görüşüldüğü sıralarda Mustafa Kemal’in düzenlediği toplantıda: “Hikmet Bey, sanki birden bire ateş ve heyecan kesilmiş olarak, yüksek sesle: Paşam, delegesi bulunduğum Tıbbiyeliler beni buraya İstiklal davamızı başarmak yolundaki çalışmaya katılmak üzere gönderdiler. Manda’yı kabul edemem… Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun kesinlikle karşı koyar ve kınarız. Olmayacak şey ama, manda fikrini siz kabul ederseniz sizi de reddeder; Mustafa Kemal’i “Vatan kurtarıcısı değil, vatan batırıcısı” olarak adlandırır ve lanetleriz.” Diye bağırdı. Bu gencin yürekten gelen bu sözleri karşısında, hazır bulunanlardan birçoğunun gözleri yaşarmıştı. Mustafa Kemal Paşa’da heycanlanmıştı. Çoşkun bir sesle: -“Evlat, müsterih ol. Gençlikle kıvanç duyuyor ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez : Ya istiklal ya ölüm!” Tıbbiyeli genç hemen yerinden fırladı: ”Varol Paşam…” diyerek Mustafa Kemal’in elini öptü. Tıbbıyenin askeri üniformasıyla kongreye katılan bu biricik gencin de Mustafa Kemal alnından öptü. -“Gençler, vatanın bütün umut ve geleceği size, genç kuşakların anlayış ve enerjisine bağlanmıştır.” dedi. Kazım Karabekir, Gen. Kaynak: Atatürk’ten Anılar, Kemal Arıburnu, İnkılap Kitapevi 1998. ISBN: 975-10-1392-5. Sayfa: 306-307, (İstiklal Harbimiz, Kazım Karabekir, 1959-1960, Sayfa: 176-177)
79
Mustafa Kemal Ankara'daki ikinci karargahı istasyon'daki Direksiyon adı verilen binadan çıkarken. (1920)
Söylediğini Yapardı İstiklal Savaşı’na başladığı sıralarda Mustafa Kemal Paşa’ya dediler ki: -“Nasıl mümkün olur? Ordu yok!” Paşa hemen cevap verdi: -“Yapılır.” -“İyi ama bunun için para lazım... O da yok?” -“Bulunur!” Der. -“Diyelim ki bulduk, düşmanlarımız hem büyük hem de çok!” -“Olsun, yenilir!” O, dediklerinin hepsini yaptı. Yapamayacağı şeyi asla vaat etmedi. Bir devlet şefinin kendisini millete sevdirebilmesi için belki ilk şart bu değil midir?1 1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, İstanbul 1967, s. 87 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
MUSTAFA KEMAL SİVAS’A NASIL GELDİ? 22 Haziran 1919 günü ünlü Amasya Tamimini yayınladığı zaman, bu Tamim içinde Türk Halkına, Ulusun sorunlarını çözebilmek için kendi seçtiği temsilcilerden oluşan bir Kongre toplamak mecburiyetinde olduklarını ve seçilen temsilcilerin mümkün olduğu kadar en erken bir zamanda (en emin yerlerden biri olan) Sivas’a gönderilmesini istemişti. Bu arada Mustafa Kemal, aynı amaçla ( 80
yani Doğu illerinin Ermenilere verilmesini önlemek amacıyla) Erzurum’da yapılacak bir toplantıya katılacağını ve oradan Sivas’a döneceğini belirtmişti. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının Erzurum’dan Sivas’a nasıl geldiği konusu Milli Mücadele Döneminin pek az bilinen ancak en heyecanlı olaylarından biridir. Bu olayın hikâyesi Milli Mücadelemizin hangi ruh ve hangi inançla başlatıldığını gösteren en canlı örneklerden biridir. Hatırlanacağı gibi Mustafa Kemal Paşa Erzurum’da iken 8/9 Temmuz gecesi Halife-Sultan Vahdettin’in emri ile Ordu Müfettişliği görevinden alınmıştı. Bunun üzerine o, görevden alınması bir yana askerlik görevinden de istifa ettiğini bildirmiş, istifası Sultan tarafından kabul edilince de artık rütbesiz, mevkisiz ve hatta parasız pulsuz bir vatandaş statüsüne geçmişti. 23Temmuz günü başlayan Erzurum Kongresine bölge temsilcilerinin ısrarıyla katılınca Kongre üyeleri kendisini Temsil heyeti Başkanlığına getirmiş ve sivil Mustafa Kemalin hayatında yeni bir safha başlamıştı. O andan itibaren Mustafa Kemal Doğu İllerini temsil eden bir Halk hareketinin lideri olmuştu. 7 Ağustos tarihinde sona eren Erzurum Kongresi sonrasında yayınlanan bildiride belirtildiği gibi, kurtuluş için bölge halkının bazı esaslar kabul etmesini sağlamıştı ama bunun bütün ülke için geçerli olması gerekliydi. Bunu gerçekleştirmek ancak Sivas’ta yapılacak Kongrede mümkün olabilecekti. Bu nedenle bir an evvel Sivas’a gitmek ve Kongre için yurdun her tarafından seçilen, bir kısmı Sivas’a gelmiş olan temsilcilerin toplanmasının sağlanması gerekiyordu. Sivas Valisi kongrenin Sivas’ta toplanmasını hiç istemiyor, işgal güçlerinin kongreyi basabileceğini öne sürüp katılanları caydırmaya çalışıyordu. Hükümet de bir kısım tedbirler alarak Kongrenin yapılmasını önleme gayretleri içinde, Mustafa kemal ve arkadaşlarını Sivas yolu üzerinde asi Kürt çeteleriyle vurmak, yok etmek için tedbir üzerine tedbir alıyorlar hükümet adamları tıpkı Arapların Lawrence’i gibi Kürtleri ayaklandırmakla görevli ve bölgede etkin faaliyetlerde bulunan Binbaşı Novel ile birlikte çalışıyorlardı. Bundan da önemlisi yokluk, maddi sıkıntılar Mustafa Kemal'i çok fazla rahatsız ediyordu. Bu sorun yine emekli bir askerin fedakarane davranışı ile çözüldü. Olayı Cevat Dursunoğlu şöyle açıklamaktadır: “O gün Mustafa Kemal Paşa’nın yanından gelen Kazım (Dirik), arkadaşlara Paşa’nın yola çıkmasını sağlamak için bizim para temin etmek vazifemiz olduğunu hatırlattı. Hiç birimizde de para yoktu. Hepimiz kutilayemut (ölmeyecek kadar) yaşayabiliyorduk. Paşa’ya hiç olmazsa bin lira kadar bir para temin etmeliydik. İlk tedbir olarak çoluk çocuğumuzun ziynet eşyasına başvurmayı hatırladık… Heyeti faale azasından emekli binbaşı Süleyman Bey hızır gibi imdadımıza yetişti. Süleyman Bey “Çocuklar benim tasarruf edilmiş dokuz yüz liram var. Altmışını geçmiş bir adamım. Allahın rızasından, milletin selametinden başka hiç bir dileğim yok. Bu parayı size veririm. Fakat bu parayı verdiğimizi ne Paşa ne de başkası bilmeyecek. İleride Müdafaaai Hukuk’un parası olursa verirsiniz., olmazsa helal olsun” dedi. Hepimizin gözleri yaşarmıştı. Yüz lira da aramızda toplayarak bin lira yaptık ve Kazım Bey vasıtasıyla Paşa’ya ulaştırdık.” (1) Gizli kapaklı işlerden hoşlanmayan Mustafa Kemal, bu dönemde İstanbul’da kurulan gizli “Karakol Cemiyeti” ile ilişkileri de aydınlığa çıkarmış, cemiyetin komutanlara ve memurlara gönderdiği “Genel Kuruluş Tüzüğü ve Genel Görev Yönetmeliği” hükümlerinin uygulanmamasını ve bu işin kaynağını araştırdığını komutanlara bildirmiştir.(2) Mustafa Kemal Paşa’nın bu konudaki görüşleri şöyledir: “Kesinlikle böyle bir davranış doğru değildir. Herkesi asmakla korkutarak, bilinmeyen bir merkezin, bilinmeyen bir başkomutanın, bilinmeyen birtakım komutanların emirlerine uymaya zorlamak çok tehlikeli idi. Gerçekten, orduda görevli herkeste hemen bir korku ve birbirlerine karşı güvensizlik başladı. Örneğin, herhangi bir kolordu komutanının: “Benim komutam altındaki kolordunun acaba saklı ve gizli komutanı kimdir? Bu gizli komutan acaba ne zaman ve nasıl komutanlığı ele alacak ve acaba bana karşı nasıl davranacak? Gibi haklı birtakım kuruntulara kapılması beklenilmez değildi.” (3) 81
Öyle anlaşılıyor ki eski ittihatçı Kara Vasıf, 1908 öncesi ittihatçıların uyguladığı stratejiyi benimsiyor ve gizlilikten medet umuyordu. Örtülü, sır içindeki faaliyetlerle insanları yıldırarak, terörle bir şeyler yapmak arzusunda iken, Mustafa Kemal ve askerler davalarında haklı olduklarının bilinci ve inancı ile her şeyi Türk ve dünya kamuoyu önünde açıkça yapmayı tercih ediyorlardı. Bunun için kongre kararlarının her fırsattan istifade ile yurtiçine, yurt dışına yayınlama çareleri aranıyor, yabancı ülke mensupları ile serbestçe görüşülüyor, fikir alışverişinde bulunuluyordu.(4) Yola çıkmak için gerekli araçları bölgedeki Amerikan lisesinden temin ettiler. Zannederiz ki Erzurum’daki yabancılar ve Ermenistan sevdalıları Mustafa Kemal belasından kurtulmak için onun Erzurum’dan ayrılmasını gönülden arzu ediyorlardı. Bu arabaların lastik sıkıntısı da mevcut tekerlerin bez ve kâğıt takviyesi ile Alaturka işi pratik bir çözümle halledildi. Artık harekete hazırdılar. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Erzurum’dan Sivas’a gelişleri, özellikle Erzincan’dan sonrası yine cesur bir karar ve özveriyi gerektirmiştir. Olayı Mustafa Kemal’in anılarından izleyelim. “…Erzincan’dan batıya doğru yola çıktığımız günün sabahı, Erzincan Boğazı girişine gelir gelmez, bir takım Jandarma erlerinin ve subaylarının coşkulu ve korkulu bir davranışla otomobillilerimizi durdurduklarını gördük. Durumu açıkladılar (Dersim Kürtleri boğazı tutmuşlar. Tehlike var geçilemez (5)… Peki iyi ama, bu haydutların kuvveti nedir? Neresini, nasıl tutmuş? Ne kadar kuvvet gelecek? Ne zaman gelecek? (tipik bir kısa durum muhakemesi soruları) Bu bilmeceler çözülünceye değin, geriye Erzincan’a dönmek ve kim bilir kaç gün beklemek gerek. Bizim ise işimiz pek ivediydi. Ben Erzurum ile Sivas arasındaki yolu belli bir süre içinde aşıp, belli günde Sivas’ta bulunamazsam şurada burada, şundan ya da bundan ötürü korktuğum ve beklediğim Sivas’ta ve her yerde duyulursa bozgun başlayabilir işler altüst olabilirdi. Öyleyse karar? Tehlikeyi göze alıp yola koyulmak. Başka türlü de yapamazdık. Yalnız küçük bir düzenleme yapmayı uygun buldum. Ellerinde hafif makineli tüfekler bulunan özverili arkadaşlarımızdan birkaçını (Osman Bey(6) bunların başında idi) bir otomobil ile kendi otomobilimizin önüne geçirdik. Sağdan soldan gelecek, uzaktan açılmış ateşlere önem verilmeyerek otomobiller hızla karayolu üzerinde ileri yürümeye devam edecekler. Vurulan ölen olursa onlarla ilgilenilmeyecek… Tam karayolu üzerinde ve yakınında, yolu kapayan haydutlarla karşılaşılırsa hepimiz otomobillerden atlayacağız ve bunlara saldırarak yolu açacağız ve (sağ) kalanlar gene, kullanabilecekleri durumda olan otomobillerle ve hızla ilerleyerek yola devam edecekler… İşte verilen emir de buydu… Kısacası yürüdük, boğazı geçtik ve 2 Eylül 1919 günü Sivas’a vardık.” (7) Bu yürekli insanlar yolculuklarını böyle mütevazı birkaç cümle ile özetliyorlar ama onların Sivas Kongresini yapabilmek için canlarını dahi feda etmekten çekinmedikleri gerçeği asla unutulmamalıdır. Bu olay kanaatimizce Milli Mücadele Döneminin dönüm noktalarından ve en saygın olaylarından biridir. Mustafa Kemal birlikte geldiği en yakın arkadaşlarının da içinde bulunduğu siyasi engellere rağmen Kongre Başkanı seçilir ve Erzurum Kongresinde alınan bütün kararlar ülkenin tümü için kabul edilir. Müdafaai Hukuk Cemiyetlerinin hepsi “Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti” adı altında bütünleşir. Bu toplantıda tartışılan en önemli konulardan biri; şüphesiz ki Manda meselesi olmuştur. İstanbul’dan gelenler, eski ittihatçılar Amerikan mandasının kabul ettirilmesi için büyük mücadele verirler,(8) ancak Mustafa Kemal'in dayatması ile başarısız olurlar. Dr. M. Galip Baysan DİPNOTLAR: (1) Cevat Dursunoğlu: Milli Mücadelede Erzurum, s.137-138( Ankara-1946); Alptekin . Müderrisoğlu: Kurtuluş Savaşının Mali Kaynakları, s.158(İstanbul–1981)
82
(2) Söylev-I, s.53, Karakol Cemiyeti için Bknz. Samih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası, s.223–353( İstanbul–1981), Fethi Tevetoğlu: Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşklar s.3-50( TTK Ankara-1988) (3) Söylev-I, s.53 (4) Bknz. Albay Rawlinson, Utkan Kocatürk: Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü s.94–95(Ankara–1991), Mr. Brown (Gazeteci) Söylev-I, s.65, General Harbord için Mazhar Müfit Kansu: Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber-II, s.345–346(TTK Ankara–1988) (5) M. Kemal Öke: İngiliz Ajanı Binbaşı E.W.C. Noel’in Kürdistan Misyonu 1919, s.89(İstanbul-1989), Celal Erikan, Komutan Atatürk, s.491( Ankara-1989) (6) Osman Bey, Piyade yüzbaşısıdır. Sivas Kongresinden sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından Güneydoğu’nun savunmasının düzenlemesiyle görevlendirilecek ve “Tufan” takma adı ile büyük ün kazanacaktır. Bknz. Ergün Aybars: Türkiye Cumhuriyeti Tarihi–1, s.253 ( İzmir–1984) (7) Söylev-I, s.60-61 (8) Bknz. Uluğ İğdemir, Sivas Kongresi Tutanakları, s.47–71(Türk Tarih Kurumu Yayınları, İkinci Baskı, Ankara–1988); Ceyhun Atıf Kansu, Atatürkçü Olmak, s.17-23 (Varlık Yayınları, İstanbul-1980); Doğu Ergil, Milli Mücadelenin Sosyal Tarihi, a.150-158.( Ankara-1981)
Sivas Kongresi Sivas’ta vatan bütünlüğü ve bütün millet adına bir kongre toplamaya karşı olanlar çoktu. İşgal kuvvetleri ile İstanbul hükümeti de kongreyi toplatmamak için el birliği etmişlerdi. Binbaşı rütbesinde bir Fransız Jandarma subayı, yanına bir tercüman alarak Sivas Valisi’ne geldi ve şunları söyledi: “Eğer burada kongre toplanırsa Fransızlar Sivas’ı işgal edecekler.” Vali, Mustafa Kemal Paşa’ya ikinci bir kongreden vazgeçilmesini yahut Erzincan’da toplanmasını söyledi. Kuva-i Milliyeci bir genç sonradan Sivas Milletvekili Rasim de valiyi desteklemekteydiler. Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin Samsun’u tutmak, on güne kadar yeni işgaller yapmak şantajı ile kendi çalışmalarına engel olmak istediklerini hatırlatarak bu blöflere kulak asmamaları cevabını verdi. Erzurum’dan Sivas’a gitmek için paraları yoktu. Bir emekli binbaşı bütün parasını verdi ki 900 lira idi, 100 lira da aralarında toplayarak 29 Ağustos günü Erzurum’dan ayrıldıklarında Heyet-i Temsiliye’den yalnız beş kişiydiler. Dördü gelmemişti. Erzincan boğazına geldiklerinde bazı jandarma subay ve erleri otomobilleri durdurup boğazın Kürt haydutlar tarafından tutulmuş olduğunu bildirdiler. Merkezden kuvvet istedikleri için, bu kuvvet gelip boğaz açılıncaya kadar beklemelerini söylediler. Fakat daha büyük tehlike tam gününde Sivas’a varamamaktı. Paşa, çift mitralyözlü bir otomobili öne katarak hemen yürümek kararını verdi. Ufak tefek ateşlere önem verilmeyecek, vurulanla ölenle uğraşılmayacak, haydutlarla yakın karşılaşma olursa hepsi arabalarına atlayıp çarpışacaklar, sağ kalanlar yola devam edeceklerdi. Dadaloğlu’nun yazdığı gibi, “ölenler ölür, kalan sağlar bizimdir.”
83
Hiç bir vaka olmadan 2 Eylül akşamı Sivas’a varılmıştır. Şehirde ne kadar fayton ve yaylı araba varsa hepsini karşılayıcılar tutmuşlardı. Yalnız hürriyet ve itilaf partisinden kimse yoktu. Kalabalık arasında Fransız subayın tehdidi üzerine telaşlanan genç Rasim’i gören Paşa: “Gençler için vatan işlerinde ölmek olabilir, korkmak asla!” Kurtuluş Savaşı’nda Sakarya Zaferi nasıl bir kader dönümü olmuşsa, Anadolu’da yeni devletin kuruluşunda Sivas Kongresi’nin o kadar büyük önemi vardır.1 1 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul 1980, s. 189–190 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
BU MİLLETLE NELER YAPILMAZ! 3 Temmuz 1919 Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadele’yi teşkilâtlandırmak üzere 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basışını takiben, Havza-Amasya-Tokat-Sivas-Erzincan üzerinden 3 Temmuz 1919 günü Erzurum’a gelmiştir. Bu tarihi olayı, Ilıca’da Büyük Kurtarıcı’yı karşılayanlar arasında bulunan Cevat Dursunoğlu’nun yazısıyla sunuyoruz. Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa Üçüncü Ordu Müfettişi olarak Erzurum’a geliyor. Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları, ikindi üstü Ilıca’ya varmışlardı. Kaplıcaların önünde düşman baltasından kurtulmuş birkaç söğüdün gölgesinde misafirlere birer kahve sunuldu. Sekiz on kişilik bir küçük bir grup kahvelerini içerken günün durumu konuşulmaya başlandı. Mustafa Kemal Paşa, bu birkaç dakikalık görüşmede sözü hep milli hareket etrafında dolaştırıyordu.Bu sırada gözleri Ilıca’nın batısındaki sırtlara ilişti. Sıcak yaz güneşi bu sırtların arkasına doğru çekiliyor ve sırtın üzerini ışıklarla süslüyordu. Burada tam yolun geçtiği yerde bir adam ufka mürtesem (resimlenmiş) düştüğü için çok irileşiyor ve arkasına güneşi aldığı içinde koyu renkli parıltılı bir cevherden dökülmüş bir heykel gibi görünüyordu. Bu güzel ışık ve gölge oyununu ilk gören Mustafa Kemal Paşa olmuş ve yanındakilere göstermişti. Orada bulunanların hepsi birden o tarafa baktılar. Heykel, sırtlardan aşağıya doğru yürüyor, onu ufkun arkasından çıkan yeni heykeller ve Anadolu ovalarının cefakeş kağnıları takip ediyordu. Bu kafilenin ucu sırtları yarı beline yaklaştığı sırada sonu da ufuktan ayrılmış bulunuyordu.Bu beş on kağnı ile kadın, erkek, çoluk, çocuk yirmi otuz kişilik bir muhacir kafilesi idi. Kafilenin önünde yürüyen heykel, yavaş yavaş söğütlüğe doğru ilerledi. Bu iri ve dinç bir ihtiyardı. Gür ve ak sakalı göğsünü doldurmuş; Anadolu ovalarının güneşi, Anadolu dağlarının rüzgarı çehresini tunçlaştırmıştı. Omuzlarına kartal kanat attığı paltosu ve elindeki asasıyla bir yolcudan ziyade şark mitolojisindeki yarı tanrı kabile reislerine benziyordu. Misafirlerin ehemmiyetli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri birden parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak oturanları selamladı. Mustafa Kemal Paşa, ta 84
yanı başına geldiği halde heykelliğinin azametini kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını soruyor: oda gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu. Bu kısa hoşbeşten sonra, Paşa ihtiyara: -“Ağa böyle nereden geliyosun?” dedi İhtiyar: -“Paşam, Rus gelirken muhacir olmuştum. Çukurova’da idim. Şimdi köyüme dönüyorum”, diye cevap verdi. Paşa, zamanın nezaketini, halin emniyetsizliğini ileri sürerek böyle bir zamanda buralara dönmesinin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekeceğini anlatmak istedi. Sonunda da: -“Ağa yoksa oralarda geçinemedin mi?” dedi. -“Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi yer.Bir eken yüz biçiyor, Allah millete zeval vermesin, bize tarlada verdiler, çayırda… Hamdolsun uşaklarda çalışkandır. Değil Çukurova gibi bir yerden taştan bile ekmeklerini çıkarırlar. Geçimim padişahta bile yoktu. Çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki, İstanbul’daki “ırzı kırıklar” bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu namaretler kimin malını kime veriyorlar? Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine onun gibi tunç çehreli kahraman askerlerin gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine millet işi için milletle beraber çalışmaya gelen bu büyük devlet adamı yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü ve “Bu milletle neler yapılmaz!” dedikten sonra ihtiyarla vedalaştı. Bu ihtiyar, Erzurum’un 1319 ve 1322 ihtilallerine adı temiz bir yiğitlikle karışmış olan Mezararkalı Mevlut Ağa idi. Mustafa Kemal Paşa'nın gözleri önünde, kurtuluşun ilk kıvılcımları Mevlüt Ağa’nın şahsında anıtlaştı. Cevat Dursunoğlu, 14 Nisan 1960 yılında, seçkin davetlilerden oluşan bir topluluğa yaptığı konuşmada, Ilıca ilçesinde Mevlüt Ağa’nın kıvılcım çaktığı Milli Mücadele için şu ifadeleri kullandı: “Yurt ve ülkü hizmetlerine karşılık beklemeyen halk adamlarından birisi olan Mevlüt Ağa’nın, o günlerde Türk Milleti’nin azmini en kesin şekli ile anlatan bu güzel sözlerini, ömrüm vefa ettikçe unutmayacağım.” Mezararkalı Mevlüt Ağa, vatanın düşman işgalinden kurtarılışını gördü, Cumhuriyet’in ilanına şahit oldu ve 1932’de de, Erzurum’da yaşama veda etti. Kaynak: Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, 2. Baskı, İstanbul, 1978. Sayfa:71-73
85
Erzurum Kongresi Sıralarında. 07.1919
Erzurum Kongresi öncesi 9. Ordu Müfettişi olarak Erzurum'da. (Temmuz 1919)
Soldan sağa; İbrahim Süreyya Bozyiğit, Erzurum Valisi Münir Akkaya, Dr.Refik Saydam, Mustafa Kemal Paşa, Binbaşı Hüsrev Gerede, Hüseyin Rauf Orbay, Albay Kazım Dirik.
Erzurum Kongresi sıralarında özel konuşmalarında: Süreyya Yiğit’in: - Başarıya ulaştıktan sonra dahi iş bitmiyor Paşam, memleketin sonu gelmez çalışmaya ve devrimlere ihtiyacı var. Biçimindeki düşüncesi ile konu, memleketin sosyal bünyesine aktarıldı. Paşa vatanın kurtulmasından sonra Cumhuriyet ilanının şart olduğu hakkındaki düşünce ve inancını bir kere daha belirttikten sonra: -"Mazhar not defterin yanında mı?" diye sordu. -"Hayır Paşam…" dedim. -"Zahmet olacak ama. Bir merdiven inip çıkacaksın. Al gel." dedi. Nerede ise sabah olacaktı. Fakat onun yanında iken dünya, gecesi gündüzü olmayan bir alemden ibaretti.Bundan dolayı, uyku ihtiyacı da yoktu. Hemen aşağıya indim. Not defterini alıp geldim. O, hatıra defterime ve günü gününe her olayı not edişime hem memnun olur, hem de şaka yapmaktan kendisini alıkoyamazdı. -"Belleğimiz zayıfladığı zaman Mazhar Müfit’in defteri çok işimize yarayacak…" derdi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını birkaç nefes üst üste çektikten sonra: -“Ama bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya, birde sen bileceksin. Şartım bu…” dedi. Süreyya’da, ben de: -"Buna emin olabilirsiniz Paşam." dedim. 86
Paşa, bundan sonra; -"Öyleyse, önce tarih koy!" dedi. Koydum: 7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı. Tarihi sayfanın üzerine yazdığımı görünce. -"Pekala… yaz!" diyerek devam etti. -"Zaferden sonra Hükümet biçimi Cumhuriyet. Bunu size daha önce de bir sorunuz üzerine söylemiştim. Bu bir. İki: Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç: Örtünmek kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir." Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anlatan konuşuşuydu. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim. -"Neden durakladın?" -"Darılma ama Paşam, sizin de hayal peşinde koşan taraflarınız var." dedim, gülerek: -"Bunu zaman gösterir. Sen yaz…" dedi. Yazmaya devam ettim: -"Beş: Latin harfleri kabul edilecek." -"Paşam yeter... Yeter…" dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan davranışı ile: -"Cumhuriyet ilanını başarmış olalım da üst tarafı yeter!" diyerek, defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım. İnanmayan bir adam davranışı ile: -"Paşam sabah oldu. Siz oturmaya devam edeceksiniz hoşça kalın…" diyerek yanından ayrıldım. Gerçekten gün ağarmıştı. Süreyya (Yiğit) da benimle beraber odadan çıktı. Fakat, burada ve bu anda olayların beni nasıl yalanladığını ve Mustafa Kemal’i doğruladığını, daha doğrusu Mustafa Kemal’in beni nasıl bir cümle ile susturduğunu ve utandırdığını açıklamalıyım. Çankaya’da akşam yemeklerinde birkaç defa: -"Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine Erzurum’da örtünme kalkacak, şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman defterini koltuğunun altına almış ve bana hayal peşinde koştuğumu söylemişti." Demekle kalmadı, bir gün önemli bir ders de verdi. Şapka devrimini açıklamış olarak Kastamonu’dan dönüyordu. Ankara’ya döndüğü anda otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin 87
ve yanında oturan Diyanet İşleri Başkanı’nın başında birer şapka vardı. Kendisi neyse ne? Fakat, kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Başkanına da şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurttu. Beni yanına çağırdı ve birden: -"Azizim Mazhar Müfit Bey, kaçınca maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?" dedi. MAZHAR MÜFİT KANSU Kaynak: Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Mazhar Müfit Kansu, Türk Tarih Kurumu, 1997. ISBN: 975-16-0907-2. Sayfa:130-132
Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Erzurum'da. (5 Temmuz 1919)
Dağ başını duman almış. 25 Mayıs 1919 On Dokuz Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmıştık. Samsun'dan Havza'ya gidecektik. Mustafa Kemal Paşa kuramsal olarak IX. Ordu Müfettişi idi. "Kuramsal" olarak diyorum, çünkü komuta edeceği birlikler yalnız şeklen vardı. Ben, Kurmay Başkanı, Refik (Saydam) da Sağlık Dairesi Başkanı idi. Samsun'dan Havza'ya otomobille veya araba ile gidecekti. O tarihte bütün yurtta, ya (T) modeli Ford otomobilleri yahut Almanlardan kalan ünlü Benz otomobilleri vardı. Ford'lar yeni yeni geliyordu. Samsun'da ise bir tane eski Benz'lerden bulunuyordu. Şoförümüz, Müslüman olmayan yaşlı bir adamdı. Yollar yeni yağmurdan çıkmış, berbattı. Otomobil haraptı. İkide bir duruyor, arıza yapıyor, tekrar yol alıyorduk. Siz, o zamanki bu otuz beş yaşında, muzaffer komutanın hareket canlılığı ve sabırsızlığını tasavvur edemezsiniz. Kendisi şoförün yanında oturuyor, zaman zaman direksiyonu eline alıyordu. Arkada benimle Doktor Refik (Saydam) ve Doktor İbrahim Tali (Öngören) oturuyorduk. 0, şoförün işine karıştıkça yan gözle birbirimize bakıyorduk. Yan gözle diyorum, çünkü bir farkına varırsa hesap vermekten güç kurtulurduk. Fakat ne olduysa oldu, yan gözle bakışarak anlatmak istemediğimiz korktuğumuz başımıza geldi. Makine bir dönemeçte bir daha kolay kolay harekete gelmeyecek halde durdu, kaldı. Bize yapacak iş, inmek ve beklemekti. Onu yaptık. Bir köşeye çekilerek sabırlı ve işi oluruna bırakarak beklemeye başladık. Mustafa Kemal Paşa, Havza'ya gidebilmek için bir araç bulmak gereksimini duyarak yanımıza geldi ve Refik Saydam'a gülerek dedi ki: -"Doktor... Havza'ya kadar yürüyebilir misin?" Sonunda, yarım saat ilerideki köye gidip, oradan araba bulmayı kararlaştırdık. Hep beraber yola çıktık. Mustafa Kemal Paşa dedi ki: 88
-"Size, yorulmamanız için bir çare önereceğim. Dağ başını duman almış marşını biliyor musunuz?" İtiraf edeyim ki orada olanlardan hiçbirimiz bu marşı bilmiyorduk. Bunun üzerine kendi gür ve dinç sesiyle, notasını da tekrarlayarak başladı: "Dağ başını duman almış, Gümüş dere durmaz akar. Güneş ufuktan şimdi doğar, Yürüyelim arkadaşlar..." Kendisinden ilk defa, bu marşı Havza yolunda dinledim. 19 Mayıs 1919'da yanında olan mutlulardan biriyim. Rahat rahat söyleyebilirim ki, Mustafa Kemal Paşa, milli mücadeleye başladığının ilk marşını burada söylemiştir. Daha sonra Ankara Halkevi'nde, Gaziantep gecesinde, bir daha bu marşı söyletir ve söylerken gördüm: "Bu ağaçlar güzel kuşlar Yürüyelim arkadaşlar..." derken yeni bir yola çıkmak hazırlığının heyecanını duyardı. Neden bu marşı bu kadar severdi? Doğa güzelliklerini tekrarladığı, o dönemde pek az görülen öz Türkçe olduğu, içinde geleceği ilgilendiren kelimeler ve amaçlar çok olduğu için mi bilmiyorum. Belki bütün bunların hepsi vardı. Çünkü O, doğanın güzelliğine, heyecanına, geleceğe aşık bir adamdı. Kazım ÖZALP, General Kaynak: 1-Özalp Atatürk'ü Anlatıyor, Kazım Özalp , General, 1969, Tef. No:12 2-Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Prof. Dr. Utkan Kocatürk. Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara. ISBN: 975-16-1191-1. Sayfa: 132
Anadolu’ya Geçiş 1 1 Mayıs 1919 sabah saat 10’da, Pangaltı’daki evimin telefonu çaldı. Büyük komutan Mustafa Kemal Paşa arıyordu diyen Kazım Dirik şöyle devam ediyor: -“Kazım Bey, evde misin? Geleceğim.” -“Çok onur vermiş olursunuz” dedim. Yarım saat sonra büyük komutanı heyecanla karşıladım ve yukarı katın küçük odasına onur verdiler. Sigarasını yaktıktan sonra, söze başladı: 89
-“Kazım, memleketin acı durumu bellidir. Ben Anadolu’ya ordu müfettişi olarak çıkıyorum. Seni kurmay başkanı olarak almak istiyorum, gelir misin?” -“Benim için büyük onurdur, minnetle gelirim” dedim. Bu yanıt yetmemiş olacak ki: -“Fakat bu işin ağırlığı çok büyüktür. Yarın olaylar karşısında Babıâli, Halife, Padişah ile hatta bütün itilaf devletleriyle karşı karşıya düşmanca dövüşeceğiz, olaylar bizim üstümüze yüklenecektir. Bütün bunları düşünerek mi söylüyorsun?” -“Evet, büyük komutanım. Bütün bunları düşünerek ve inanarak söylüyorum. Çünkü Türk’ün başka umudu kalmamıştır.” -“O halde tamamdır. Yarın saat onda Genel Kurmay’da buluşalım.”1 1 Kemal Arıburnu, Kemal, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 58 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Mustafa Kemal Erzurum Kongresi günlerinde Muzaffer Kılıç ve Cevat Abbas Gürer'le.
Anadolu’ya Geçiş 2 Yıl 1919, Şişli’deki Zübeyde Hanım’ın evindeyiz diyen Muzafer Kılıç’tan1 aynı günlere ait bir anı: -“Zatı devletlerinin yaveri olarak atanmam nedeniyle mutluyum Paşa Hazretleri” dedim. Paşa hafifçe gülüyor: -“Haydi, hazırlığa başla, birkaç güne kadar yola çıkıyoruz!” -“Çok kalacak mıyız Paşam, yoksa denetlemeden sonra dönecek misiniz?” Son yüzyılın ve tarihin en büyük iradelerinden biri, büyük ve eşsiz asker, yaverinin gözlerinin içine bakarak şöyle diyor: -“Hayır, dönmeyeceğiz. Çocuk! Annene ve kardeşlerine Allahaısmarladık de… Dönmeyeceğiz.”2 1 Muzaffer Kılıç, (1897–1959), Mustafa Kemal’in 7. Yıldırım Ordu Komutanı iken yaverlerinden biridir. Yaverlik görevini Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında da yürütmüştür. TBMM’de 5. dönem Giresun Milletvekilliği yapmıştır. 2 Kemal Arıburnu, Kemal, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976, s. 36 90
Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
SAMSUN YOLCULUĞUNA HAZIRLIK Muzaffer Kılıç’tan Ben Atatürk’ün Çanakkale’den Halep’ten beri yaveriydim. Onunla birlikte bir çok defa ölüm kalım savaşına girmiştik. Birinci Cihan Harbi bitmiş, Osmanlı Ordusu yenilmişti. Ben de Atatürk’le İstanbul’a gelmiştim. Atatürk, dikkat çekmeden Osmanlı devleti ileri gelenlerine gidiyor, geliyor; ecnebi elçileriyle temas ederek, Sevr Anlaşması’nı daha ölçülü bir şekilde uygulatmaya çalışıyordu. Osmanlı orduları dağıtılıyor; asker terhis ediliyordu. Herkes gibi bende bir köşeye çekilmiş olacakları bekliyordum. Arada sırada Atatürk’ün Şişli’deki evine gidip geliyordum. Atatürk, dikkat çekmemek için bizleri, “Gidin bir yerlerde yatın kalkın, kimseye görünmeyin.” diye adeta azat etmişti. 1919 yılının Nisan ayının son günleriydi. Galata Köprüsü’nden geçerken Atatürk’ü öteki kaldırımda karşıdan gelirken gördüm. Koşarak o taraf geçtim. Yüzü çelik gibi gergin ve gözleri tunç gibi parlak yürüyordu. Karşılaşınca durakladı. “Paşam, sizi fazla rahatsız etmemek için evinize sık uğrayamıyorum. Bir emriniz olur mu?” dedim. Durdu, gözümüm içine canımı alacak gibi baktı sonra, “Birkaç gün sonra Anadolu’ya gidiyorum.” dedi. Bakışlarıyla benim eğilimimi öğrenmek istiyordu. -"Paşam, ben sizinle olmayacak mıyım?" dedim. Elini omzuma koyup gözlerini gözlerime dikti ve “Tehlikeli bir yolculuk yapacağız. Belki hiç dönmemek üzere çocuk…” dedi. “Olsun Paşam. Sizinle ben ölüme bile giderim.” dedim. Şöyle bir durdu, “Öyleyse” dedi. Bana biraz da acır gibi bakarak “Kimseye bir şey söyleme. Seni heyete dahil ediyorum. Ailenle helalleşecek, bana uğrayacaksın.” deyip, yürüyüp gitti. Kaynak: Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul, Truva Yayınaları, 4. Basım Mart 2006, ISBN: 975-6237-37-6. Sayfa: 58-59
91
MUSTAFA KEMAL'İN BİR TİCARET MACERASI VE GAZETE SAHİPLİĞİ Ordular Grubu Kumandanlığı'ndan İstanbul'a geldiği zaman bakmışlar ki Atatürk'ün üç beş bin lira tasarrufu var: - Artık bir vazifeniz yok, böyle arkası gelmeyen masrafa dayanılmaz, paranızı bir ticarete koysak, demişler. - Ama ben ticaret bilmem ki... - Bilmenize hacet yok, efendim. Mesele A... Beyefendiye sizin bu ehemmiyetsiz paranızı kabul ettirebilmekte. Ondan sonra paranız kendiliğinden işler, durur. Söyleyen eski bir ahbabı. A... Beyefendi de tanımadığı bir İstanbul kibarı. Kendi kendine, öyle ya topu topu birkaç bin lira var, anamın sandığında duracağına A... Beyefendi kim ise, onun sermayesi içinde dönüp çoğalsa hiç de fena olmaz, diye düşünür. Ahbabı: - Dün hatırıma geldi de A... Beyefendiye danışmadan size geldim. Onun razı olacağını söyleyemem. Çok büyük işler görür. Bunlar arasında birkaç bin liranızla alakadar olacağını tahmin etmiyorsam da bir defa görüşür, tanışırsanız... Pek hoş sohbet bir zattır da... A... Beyefendi akşam meclislerinden birine Mustafa Kemal'i davet eder. Atlas döşeli kupa arabasını gönderir, Mustafa Kemal yanına Fethi Bey'i alarak gider. Niyeti Beyefendi lûtuf buyurursa, Fethi Bey'in tasarrufunu da kendi parasına katarak ''nemalandırmak''tır. İstanbul tarafında bir konağa girmişler. Sofra, yemekler, salon hepsi yerinde. Beyefendi Babıâli üslûbu ile sohbetler açar, terbiyeli konuşur, pek nezaketli dinler, ticaret ve para gibi bahislere tenezzül edip dokunmaz bile! Mustafa Kemal içinden, galiba bizi beğenmedi, paramızı kabul etmeyecek, diye kaygılara bile düşer. Bir aralık, hani bizim mesele, der gibi ahbabına göz ucu ile işaret eder. Ahbabı sonunda güçlükle meseleyi açar, beyefendi yarı dinler, yarı dinlemez. - Hele Paşa Hazretleri yazıhaneye teşrif etsinler de... gibi yarım ağız bir vaatte bulunduktan sonra, felsefeye mi, politikaya mı, bir kibar bahse daha geçer. Gece geç vakit konaktan çıkmışlar. Mustafa Kemal yolda Fethi Bey'e: - Nasıl? demiş. - Nesi nasıl? İş nedir? Ne verilecek? Ne getirecek? Bir şöy söylemedi ki... - Tuhafsın Fethi, adamın nezaketine, kibarlığına baksana... Kendisinden böyle adi şeyler sorulur mu hiç? - Ben bilmediğim işe senetsiz kontratsız on para koymam, der. 92
Mustafa Kemal, inatçılığı yüzünden, arkadaşının böyle bir fırsatı kaçırmasına onun hesabına esef eder ve ertesi sabah anasının da: - Ne yapacaksın yavrum? Sakın paranı elinden kapmasınlar? gibi ihtiyatlı sözlerine karşı da, adeta beyefendi hesabına sıkılarak parasını alıp götürür. Yaveri Cevat'ın galiba yüz elli lirası birikmiş. O da rica ederek bu sermayesini kumandanının parasına katmış. Yolda Mustafa Kemal'in korkusu, ya kabul buyurmazsa? Yazıhaneye gitmişler. Beyefendi Mustafa Kemal'in zarfını almış: - Bir defa saysanız... Sözüne: - Değer mi? gibi bir yarı gülüşle baktıktan sonra kasasını açmış, içine atıvermiş. Binlerce liranın eksik olup olmadığını bile merak etmeyecek kadar kibar olmak için kimbilir ne kadar zengin olmalı, diye düşünen Mustafa Kemal, sermayesinin de konduğu ticaret işinin teferruatı üzerine konuşmaktan bile sıkılmış. Çıkıp gitmişler. * Bunu ahbabından sormuş. O da bir incir meselesinden bahsetmiş. İzmir'den bir yelkenliye konacakmış. Bir yere götürülecek, satılıp bir şeyler alınacak, o İstanbul'a gelecek, karma karışık, dolambaçlı bir iş ama, ahbabı: - Büyük kâr böyle olur. Yüzde ikiden, yüzde üçten ne çıkar? Bir iki dönüşte konan para iki misline çıkmalı ki bir şey anlayasınız... Bir iki dönüşte iki misli, üç dört dönüşte dört misli, Mustafa Kemal anacığının alacağı evi hayalinde bir iyi döşemiştir bile! Günler geçer. Yelkenli bu, gün ölçüsüne gelmez. Haftalar geçer, Mustafa Kemal Fethi Bey'e bir sorayım, der, o soğukkanlı ve realist: - Ne yelkenlisi, ne inciri birader... Mükemmel dolandırdılar seni... Derse de, atlas döşeli kupa, sofra üstündeki kristal kadehler, yaldızlı koltuklar, sonra beyefendinin para zarfını şöyle kasaya doğru atışı gözü önünde canlanan Mustafa Kemal arkadaşına kızar: - Sen de hep böylesin. Her şeyin fena taraflarını bulursun, diye sinirlenip yine ahbabı ile soruşturur. Yanlış bir limana mı gitmişler, yoksa incirde kurt yokmuş da var diye rüşvet mi istemişler, boşalmış da yerine yükleneceği mi beklemekte imişler, her görüşmede yeni bir havadis! Hatta hepsinin beyefendide telgrafları var. Bir gün bütün cesaretini toplayıp beyefendiye gider. Aa... Sanki hiçbir şey yok. Adamcağız masasının başında, eski hal, eski düzen... Büyükdere postası sekiz on dakika rötar yapmış gibi bir şey... Mustafa Kemal, zahir büyük tüccarlık bu, hiç tecrübem olmadığı için ben telaşlanıyorum galiba, diye ayrılıp yine beklemeye koyulursa da içine nihayet bir şüphe de girmiş. Ha geldi ha gelecek günlerinde Sultanahmet Meydanı'nın deniz görür bir köşesinde zavallıya o gün ikindiye doğru enginde görünecek yelkenliyi bile gözetletmişler. Tabii sizin de anlayacağınız üzere en sonunda tekne batmış! 93
Cevat ne kadar olsa küçük subay, parasız. Yüz elli lirasını kaybetmeyi bir türlü içine sindiremediğinden bir gün Beyefendiyi köprü üstünde sıkıştırır: - Buraya bak, ben Paşa değilim, ya şimdi paramı verirsin, ya seni köprüden aşağı atarım, demiş ve sermayesini kurtarmış. Mustafa Kemal, o güzel tatlı anlatışı ile bu ticaret macerasını ara sıra tekrarladığı zaman, hâlâ maaş artıklarından birikme parasına içi yanardı. * Bir müddet sonra İstanbul'da bir gündelik gazete meselesi ortaya çıkar. Gazetenin başında Fethi Bey var. Mustafa Kemal, az da olsa, sermaye koyanlar arasında. Bu yeni ticaret büsbütün tatlı. Yazacaksın, yazdıracaksın, fikir kavgaları yapacaksın, üstelik para da kazanacaksın. Gazete müşterisi nedir? Bir gazeteyi alanlardan yüzde kaçı ciddi yazı okur, yüzde kaçı meraklı havadisler ve tefrikalar peşindedir, Mustafa Kemal'in bunlar hakkında hiçbir fikri yok. O sanıyor ki o günkü gazetelerde Fethi Bey'den daha akıllı başyazar mı var, kendisinden daha iyi polemik ilhamları kim verebilir, o halde bu gazetenin, sürümü de hepsinden daha yüksek olması pek tabii değil midir? Birçok fikir adamları ve yazarlar bu hataya düşmüşlerdir ve imzalı makalelerinin bir gazeteyi, niçin imzaları altında çıkan bir kitaptan daha fazla sürdüreceği sualini kendilerine sormamışlar, sonra bir gazete yazıcılığının hususiyetleri üzerinde de durmamışlardır. Biz okurlarımızla konuştuklarımızı birbirine karıştırırız. Konuştuklarımız seviyece, zevkçe aşağı yukarı bir ayarda olduklarımızdır. Bunlar, çok defa, gündelik gazete bile okumazlar. Beğendikleri gazete en az, ele almadıkları gazete ise en çok satar. Evet, gazetecilik de bir ticaret ama, bir fikir adamı için dahi incir üzüm alışverişi kadar anlamadığı bir ticaret!. Mustafa Kemal de, gazetesini evinde okur, pek hoşuna gider, herkesin elinde görmek sevincini tatmak için erken sokağa çıkar. Ne kimsenin elinde, ne de müvezzilerin ağzındadır. Böyle bir gazete çıktığından sokaktaki, tramvaydaki ve otobüsteki şehir habersiz görünür. Halbuki Mustafa Kemal meclislerinin hepsinde herkesin gazeteden haberi vardır. Gazete teknesi, incir teknesi kadar da dayanmaz. Bütün kumandanlık hayatından nesi kalmışsa, o da en çok sürülmemesi için hiçbir sebep olmayan bu gazetede eriyip gider. Onun için, iktidarda iken dahi, gazete Atatürk'e korkulu ve tehlikeli bir teşebbüs olarak görünmüştür. Hâkimiyet-i Milliye kendisinindi: Pek mütevazı yaşardı. Yeni bir makine almak lazım geldiğinde Başvekil İsmet Paşa bana: - Gazete bir şahsındır. Ben şahıs gazetesine nasıl para yardımı yapabilirim? demişti. Biz, düz makinede bir türlü iyi ve yeter sayıda basılamayan gazetesine bir makine satın alması pek faydalı olacağını kendisine anlatmaya çalışıyorduk. Şöyle düşündü, taşındı: - Ben öyle şey istemem, dedi, İsmet Paşa'ya söyler, gazeteyi partiye veririm, makinesini de parti düşünür. Devlet ve hükümet adamlarının gazeteleri serbest piyasada sürülmez. Bu eski, çok eski ve çok bilinen bir şeydir. Hususi adam ziyan eder ve gazetesini çıkarmaktan vazgeçer.
94
Devlet ve hükümet adamı ise, gazetesine zoraki yaşama imkânları arar. Bunları da ancak resmi kaynaklarda bulur. Kendisine de, hükümetine de, partisine de söz getirir. Çok partili rejimlerde parti gazetelerinin zoraki yaşatılması için bizde yapılanlar, hiç, ama hiçbir demokraside yapılmaz ve yapılamaz. Hazinenin parası son akçesine kadar tamamiyle milletindir: Bu paradan ne bir şahıs, ne de bir parti hesabına fedakârlık istenemez. Bir gün bu türlü cömertliklerin hepsini âmir-i ita'ların (Yönetici) meteliğine kadar tazmin edeceklerinde şüphe var mı? Atatürk'ün bir makine de almak elinde idi, bir milyon abone yazdırıp milyoner olmak da! Hele iktidarda iken o Beyefendiyi bulup kendisine sermaye olarak yalnız bir tek kelimesini, bir tavsiye kelimesini vermiş olsaydı, hiç incir teknesi batar mıydı? Kaynak: Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, Pozitif Yayınları, Kasım 2008. ISBN: 978-975-6461. Sayfa:51-59
II.Ordu Komutanı Mustafa Kemal Diyarbakırda. (1 Mart 1917)
İstanbul’dan Gelen Klişe Kurtuluş günlerinin Ankara Valisi Yahya Galip Bey’den bir başka anı dinliyoruz: Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya ayak bastıktan sonra millete hitaben bir bildiri yayınlamayı uygun görmüştü. Kırık dökük harflerle, eski bir matbaada bu bildiriyi bastırmak mümkün olacaktı. Fakat beyannamenin başına Paşa’nın bir fotoğrafını koymak icap ediyordu. Ta… ki, o güne kadar kendisini tanımamış olanlar görüp tanısın diye. Fakat fotoğrafı nerede bulmalıydı? Bir fotoğraf bulunsa bile klişesi yoktu. Paşa: “Ne yapmalı” diye sordu? Ve bir çare düşünmeye vakit kalmadan, sonraları özel kalem müdürü olan Hayati Bey’i yanına çağırarak, “Hayati” dedi. “İstanbul’a Yunus Nadi Bey’e bir mektup yaz. Yeni Gün gazetesinde benim at üstünde bir resmim çıkmıştı. O resmin klişesini, hemen buraya göndersin.” Hayati Bey aldığı emir üzerine, mektubunu yazdı. Yunus Nadi Bey, klişeyi bulup gönderdi. Ve bu sayede o tarihi bildiri de fotoğrafsız yayınlanmaktan kurtuldu.1 1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, Garanti Matbaası, İstanbul 1967, s. 106 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009 95
Mustafa Kemal Paşa, H. Rauf Orbay ve Sivas Kongresi tarafından Batı Anadolu Kuvayı Milliye Komutanlığına atanan Gen. Ali Fuat Cebesoy'la toplantıda. (16-29 Kasım 1919)
İstanbul’da Ali Fuad Bey’le Toplantı 1919 Şubat sonuna ait Ali Fuat (Cebesoy)1 Bey’in bir anısı. -“Mustafa Kemal Paşa’nın evine son defa gitmiştim. Akşam yemeğini beraber yiyecek, dertleşecektik. Beni karşılarken: ‘Hüseyin Rauf (Orbay) Bey’i de çağırdım’ demişti. Hüseyin Rauf Bey’den saklı hiç bir şeyimiz yoktu. Bu temiz kalpli vatansever arkadaşımız bizimle beraberdi. Akşam yemeğinden sonra saatlerce konuştuk. Kemal Paşa, eğer kendisini bir göreve atamazlarsa, Anadolu’da en güvendiği bir komutanın yanına gideceğini ve ilk defa işe oradan başlayacağını söylüyordu: -‘Paşam, ben ve kolordum emrinizdedir’ dedim. Mavi gözlerinin nasıl bir ışıkla parladığını tanımlayamam. Yerinden kalkıp hararetle elimi sıkmıştı: -‘Beraber çalışacağız Fuat!’ dedi.” (General Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, 1953)2 1 Ali Fuat Cebesoy, (1882–1968), Harp Okulu’ndan Mustafa Kemal’in sınıf arkadaşıdır. Elçi ve Bakanlık yapmıştır. 2 Kemal Arıburnu, Kemal, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976.s. 170-171 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Mıntıkalar Çok, Yollar Çok! Bir gün İsmet (İnönü)1 Bey’i davet etmiştim. Şişli’deki evimde beni yalnız bulan İsmet Bey: -“Gene ne var” diye sordu. Bu soruyu sorarken gözlerinin içi, bilinen yüksek zekâsı ve emniyet ve güven veren derin şetaret ile fırıl fırıl dönüyordu. 96
-“Senden ne haber” dedim. -“Tahmin ettiğin gibi” dedim ki: -“Şuradan bana, bir Türkiye haritası bul, masayı aç, onun üstünde seninle konuşacağım.” İsmet Bey hemen gerekli haritayı buldu, açtı: -“Ne yapacaksın?” Bunu hemen ilave etmeliyim ki, aramızda en iyi anlaştığımız İsmet Bey bu görüşmenin sebepsiz olmadığını hemen anlamıştı. -“Mesela, dedim, hiçbir görev ve yetkim olmadan ve kurtuluş çarelerini aramak için uygun yer ve beni o yere götürecek en kolay yol neresi ve hangisi olabilir?” Yüzüme baktı, neşe ve ümit içinde güldü: -“Karar verdin mi?” diye sordu. -“Şimdilik bundan kimseye bahsetme. Bana sırf memleketi, halkı ve orduyu anlamış ve tabiatı yakından görmüş, tehlikenin büyüklüğünde şüphesi kalmış bir arkadaş gibi cevap ver.” İsmet Bey haritanın açılı bulunduğu masa kenarındaki sandalyeye ilişti. Düşünmeye başladı. Bu sırada ben salonda ayakta dolaşıyordum. Sonunda İsmet Bey ayağa kalktı. Gülerek: -“Yerler çok, yollar çok!” dedi. (Atatürk’ün kendi anlattığı hatıralarından alınmıştır.)2 1 İsmet İnönü, (1884–1973), Garp Cephesi Komutanı, I. ve II. İnönü Savaşları'nda Yunan ilerlemesini durdurdu. Sakarya Meydan Savaşı ve Büyük Taarruz’dan sonra kazanılan zafer üzerine Mudanya Ateşkes toplantısında Büyük Millet Meclisi’ni temsil etti. Lozan Barış Konferansı’na Dışişleri Bakanı ve Türk heyeti başkanı olarak katıldı. 24 Temmuz 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının ve egemenliğinin tanınmasını sağlayan Lozan Antlaşması'nı imzaladı. Cumhuriyetin ilânından sonra 1923–1924 yıllarında ilk hükümette Başbakan olarak görev aldı, Başbakanlık görevini 1924–1937 yılları arasında da sürdürdü. Atatürk’ün ölümünden sonra 1938 yılında, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye’nin ikinci Cumhurbaşkanı seçildi. 2 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973., s. 102 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
TEK ADAM 4 Şubat 1919 tarihinde, Alemdar gazetesinin yazarlarından Refii Cevat (Ulunay), Mustafa Kemal Paşa ile Şişli’deki evinde bir görüşme yapar. Refii Cevat, bu görüşmeyi şöyle aktarır: 97
Sorularımı bitirip veda etmek üzere ayağa kalktığımda dedi ki: -"Biraz daha oturunuz lütfen." Oturdum. Şöyle bir konuşma geçti aramızda: -"Soracağınız sorular bitti mi?" -"Bitti Paşam." -"Bu vatan içine düştüğü bu felaketten nasıl kurtarılır, istiklaline nasıl kavuşturulur? diye bir soru sormanızı beklerdim." - "Af buyurunuz Paşa hazretleri, bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan bu vatanın kurtulmasını en uzak ihtimalle dahi mümkün görmediğim için böyle bir soru sormadım." - "Siz gene de böyle bir soru sormuş olunuz, ben de cevabımı vereyim, fakat yazmamak şartıyla." - "Zatıalinizi dinliyorum Paşa hazretleri." -"Bakınız Cevat Beyefendi, sizin imkânsız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır. Bugün herhangi bir teşkilatçı Anadolu’ya geçer de milleti silahlı bir direnişe hazırlarsa bu yurt kurtarılabilir. Heyecanlanmıştım. Birinci Dünya Savaşı süresince gücümüzü öylesine tüketmiştik ki elimizde hiçbir şey kalmamıştı. Harplerden sağ kalanların ise ayakta duracak hâlleri yoktu." -"Nasıl olur Paşa’m?" diye yerimden fırladım. Paşa sakindi: -"Aklınızdan geçenleri tahmin ediyorum, dedi; doğrudur. Görünüş tamamen aleyhimizde. Ama düşmanlarımız olan bu büyük devletlerin bir de iç yüzleri var." -"Nasıl Paşam?" -"Anlatayım. Siz sanıyor musunuz ki savaşı kazanmakla müttefikler aralarındaki bütün sorunları çözmüşlerdir. Aralarındaki asıl rekabet şimdi başlayacaktır. Asırlarca birbirleriyle boğuşan Fransızlarla İngilizleri ortak düşman tehlikesi birleştirdi. Şimdi o eski rekabet, bıraktıkları yerden tekrar başlayacaktır. İtalya’nın da başı dertte. Onlar da her an bir iç karışıklık yaşayabilirler. Sonuçta, Anadolu’da başlayacak bir millî direnişle hiçbiri mücadele edecek durumda değildir. Böyle bir mücadelenin tam sırasıdır." -"Paşam, millî direniş... Güzel, ama neyle? Hangi askerle, hangi silahla,hangi parayla? Malesef Paşa’m, kupkuru bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız." -"Öyle görünür Refii Cevat Bey, öyle görünür. Ama çölden bir hayat çıkarmak lazımdır. Çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O, Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır. Bu teşkilat organize edilebilirse vatan da millet de kurtulur." Mustafa Kemal’e veda ettim; matbaaya geldim. Ne kafam almıştı ne mantığım. Daha doğrusu anlattıkları bana deli saçması gibi gelmişti. Matbaada arkadaşlar anlat diyorlardı; neler söyledi? Anlattım:
98
Şu sıralar Anadolu’ya geçilir, orada teşkilat kurulur, vatan bağımsızlığına kavuşur, millet de özgürlüğüne kavuşurmuş, anladınız mı arkadaşlar? Bu deli değil, zırdeliymiş. O günlerde, o şartlar içinde İstiklal Mücadelesi’ne atılıp Türkiye’yi kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim gibi düşünürdü. O günlerde böyle düşünen tek adam oydu; tek adam! Kaynak: Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı, Sadi Borak, Kuleli Dergisi, 1996/1, Sayfa: 1-2
Cenaze Törenini izlemeye gelen Mareşal Lord Birdwood Halkevi balkonunda, Ankara. (21 Kasım 1938)
20 Kasım 1918 Mustafa Kemal Paşa Sir William Birdwood* Görüşmesi 20 Kasım 1918 Cumartesi günü ilginç bir olay geçer Mustafa Kemal’in Pera Palas’taki dairesinde. Atatürk o günlerde yoğun bir siyasal değinme trafiğinin bunaltıcı ağırlığı altındadır. Ama bir boş vaktini bulup Mustafa Kemal’le görüşmek için sabırsızlanan yabancı bir general vardır. Karargahı ile Pera Palas Oteli’ne yerleşmiş olan General Sir William Birdwood… Bu general, askerlerinin miktar ve donatım bakımından çok üstün olmasına karşın Çanakkale Savaşları’nda Mustafa Kemal’e üç kez yenik düşmüştür. Böylesine materyal üstünlüğüne karşın nasıl yenik düştüğünün hayreti ve şaşkınlığı içindedir. Bu kahramanı yakından görmek, bu zincirleme yenilgisinin nedenlerini kendi ağzından dinlemenin merakı içinde kıvranmaktadır. Kendisine refakat subayı olarak verilmiş olan sporcu Sedat Rıza Bey aracılığı ile Mustafa Kemal’den kendisini kabul etmesini rica eder. -“Buyursunlar” der Mustafa Kemal. İki general karşı karşıyadır. Birdwood çok saygılıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın yanında Rasim Ferit Bey de vardır. Hoşbeşten sonra Birdwood, iki yıldır kafasını kemiren “bizi nasıl yendi?” sorusunun yanıtını almak ister: -“Sayın komutan bizi nasıl yendiniz?” Mustafa Kemal’den bir başkası, dünya savaş tarihinde benzerine az rastlanır bu başarısından böbürlene bilirdi.Oysa o, - tıpkı Trikopis’e davrandığı gibi- yenilginin ezilmişliği altındaki bu general’in onurunu korur. “-Sizin de, bizim de tarih dergilerimiz var”, der; tarih yazar. Birdwood ricasını yineler: -“Ekselans, sizin ağzınızdan dinlemek istiyorum. Lütfediniz.”
99
Mustafa Kemal, yanındaki Rasim Ferit Bey’den kağıt kalem ister; oda bir peçete kağıtı ile altın muhafazalı kurşun kalemini uzatır. Mustafa Kemal bir kroki çizer, kağıt üzerindeki yerlerini işaret ederek; -“Su tarihte karaya çıktınız, der; filanca saate kadar şurada durdunuz. Biz de şu hattaydık.Herşey sizin lehinizdeydi. Niçin çizgide durdunuz ve niçin ilerlemediniz?” -“Askerlerimiz çok yorulmuştu, diye yanıtlar Birdwood.” Mustafa Kemal bu kez de Cokbayırı krokisini çizer: -“Siz filanca gün şu yöne hareket ettiniz, şu durumu aldınız; niçin ilerlemediniz?” -“Biz ilerledikçe arkadan su yetişmedi. Askerlerimiz susuz kaldı ve durdu.” Atalarımız yaralıya kurşun atılmaz der. Mustafa Kemal de Türk soyluluk ve erdemini şu esprisiyle ile dile getirir: -“Görüyorsunuz ya ben bir şey yapmadım. Önce yorgunluk, sonra susuzluk durdurdu ordunuzu.” Birdwood ayağa kalkar, Mustafa Kemal’i kucaklar: -“Sizin gibi kahraman ve yüksek karakterli bir asker tanımadım.” Sonra krokiyi ve kalemi işaret ederek: -"İzin verir misiniz" der; "bu kroki ve kalemi değerli bir hatıra olarak saklayayım.” Ve saklar. Yıl 1935… Aradan yıllar geçmiş, Birdwood mareşalliğe kadar yükselmiştir. Son görevi “Hindistan Ordusu Başkomutanlığı”dır. Kendisine Baron’luk sanı da verilmiştir. Atatürk hayranlığı ve sevgisi hala sıcaklığını korumaktadır. Eski anılarını yaşamak ve Atatürk’ün tenefüs ettiği havayı tenefüs etmek için 1935 yılı Ağustos’unun 26. Pazartesi günü İstanbul’a gelir. Cumhuriyet gazetesi bu olayla ilgili olarak şu başlığı atar: 20 sene sonra İstanbul’a girdi, ama gezgin olarak.
100
Feld Mareşal Baron William Birdwood, Halkevi balkonunda ayakta. Yıl 1938… Birdwood, yaşamının en büyük acılarından birini Atatürk’ün ölüm haberini alınca duyar.Yaşı hayli, ilerlemiştir. Hastadır da… Ama ne olursa olsun cenaze törenine katılmak, dünyanın yetiştirdiği bu en büyük askerin tabutu önünde eğilmek, ona ebedi yolculuğunda son görevini yapmak ister. İngiltere Hükümetine bu arzusunu bildirir, Ankara’ya gelir.
Feld Mareşal Baron William Birdwood, Halkevi balkonunda ayakta.
101
Atatürk’ün tabutu muvakkat kabrine götürülürken Hindistan Ordusu Başkomutanı Feld Mareşal Baron William Birdwood, Halkevi balkonunda ayakta durabilmesi ve son uğurlama görevini yapması için ayaklarının altına destek yapılır.
Feld Mareşal Baron William Birdwood, Halkevi balkonunda ayakta. Atatürk’ün tabutu önünden geçerken Birdwood hüngür hüngür ağlamaktadır. Kaynak: 1- Atatürk’ün İstanbul’daki Çalışmaları, (1899-16 Mayıs 1919), Sadi Borak, 2. Basım 1998, Kaynak Yayınları, ISBN: 975-343-233-X. Sayfa:153-155 2- Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü. Prof. Dr. Utkan Kocatürk. Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara 2007 İkinci Basım. ISBN: 975-16-1191-1. Sayfa: 119 Not: Sadi Borak Atatürk’ün İstanbul’daki Çalışmaları adlı eserinde Mustafa Kemal ve Birdwood görüşmesinin tarihini 20 Kasım 1918 olarak vermektedir. Bu tarih Mustafa Kemal'in İstanbul'a gelişinden 7 gün sonrasına isabet eder. Ancak, Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü adlı eserinde bu tarihi 16 Kasım 1918 olarak vermektedir. *William Riddell Birdwood (1865-1951) İngiliz askeri ve feldmareşali olan Birdwood, 1865 yılında Hindistan'da doğdu. Önce, Clifton College sonra, Sandhurst'teki Royal Military College'de (Kraliyet Harp Akademisi) okudu. Mesleğinde yavaş yavaş yükselerek, 1917'de general, 1925'te feldmareşal unvanlarını aldı. Birdwood, Hindistan'da, Hazara (1891), Isazai (1892), Tirah (1897-98) seferlerine, Chagra Kotal, Dargai, Samphagha savaşlarına ve Bazar Valley'deki askeri harekatlara katıldı. Güney Afrika Savaşı (1899-1902) sırasında, Natal'daki atlı tugaya komutanlık etti, sonra başkomutan Lord Kitchener'in askeri katipliğini yaptı. 1908'de, Mohmand seferinde kurmay başkan görevinde bulundu ve aynı yıl "Distinguished Service Order" (Seçkin Hizmet Rütbesi) nişanını kazandı. Birinci Dünya Harbi'nde, Akdeniz Seferi Kuvvetleri'nde görev aldı. Önce Avustralya ve Yeni Zelanda Ordusu (Anzak) komutanı olan Birdwood, sonra bütün ordunun başkomutanlığına atandı. 1915 ve 1916'da Gelibolu 102
yarımadasının boşaltılmasında Çanakkale ordusuna, sonra Avustralya ve Yeni Zelanda askerlerine, arkasından da Fransa'da 5. Orduya komutanlık yaptı. Anzak askerlerini iyi idare etmesiyle büyük bir şöhret kazandı. Bu kuvvetlerin kendisine besledikleri güven, batı cephesinde elde edilen zaferin başlıca sebebi olarak adlandırıldı ve Birdwood'a, "Soul Of Anzac" (Anzaklar'ın Ruhu) unvanını kazandırdı. Savaşın sonunda baronet olan Birdwood, 10.000 sterlinlik bir para mükafatı da aldı. 1920'de Hindistan kuzey ordusuna komutan olarak atandı, 1925-30 yıllarında da bütün Hindistan ordusunun başkomutanlığını yaptı. 1938'de Anzak ve Totnes Baronu unvanını aldı. 1921'de, Peterhouse fahri üyesi olan Birwood, 1931-38 yılları arasında bu kolejin yöneticiliğini yaptı. 1935'te, Clifton College'in müdürü, yine aynı yıl içinde Deal Castle'in başkanı oldu. Grand Cross ve Fransa Legion d'honneur nişanına ek olarak, Fransız Croix de Guerre ve birçok başka yabancı nişanlarla mükafatlandırıldı. Kasım 1938'de, Atatürk'ün cenaze törenine İngiltere hükümetinin baş temsilcisi olarak katıldı. Ayağı incindiği için töreni Halkevi (şimdiki Türk Ocağı) binası balkonundan izleyen Birdwood, Atatürk'ün naşını, bir miktar toprak getirtip üzerine basarak, Türk toprağı üzerinden selamlamış ve böylece Çanakkale'de karşılaşmış olduğu bir kahramana son hürmetini ifade etmişti. Birdword, 1951 yılında Hampton Court'ta (Middlesex) öldü. Kaynak: http://www.beyazgazete.com
Mustafa Kemal Alman Mareşali Liman Von Sanders ile Adana'da. (18 Kasım 1918)
Mareşal Liman Von Sanders'le Konuşma... Bir gün İstanbul'daki başkumandanlıktan şu mealde (anlama gelen) bir telgraf aldı: "Adana'da Mareşal Liman Von Sanders'ten Yıldırım Orduları Kumandanlığı'nı tesellüm etmek (teslim almak) üzere Adana'ya hareket ediniz." Bu emir üzerine Mustafa Kemal; gece gündüz mesafe katederek otomobille Adana'ya geldi. Ve orada Liman Von Sanders'e mülaki oldu. Mustafa Kemal, Adana'ya muvasalat ettiği (vardığı) günün öğle yemeği sonuna kadar Mareşal Liman Von Sanders'e misafir kaldı. Yemekten sonra Mareşalin bürosuna geçtiler. Von Sanders yüksek askerliğin bütün izzeti nefsiyle makamına oturdu. Ve karşısında yer almış olan Mustafa Kemal'e şu sözleri söyledi: "- Çok bahtiyarım ki; bu mühim kuvvetin kumandasını sizin gibi; Arıburnu, ve Anafartalardan beri yakından tanıdığım bir yüksek Türk kumandanına bırakıyorum." Mareşal bu sözleri söylerken ayağa kalktı. Gözleri yaşarmıştı. 103
Mustafa Kemal bu gözyaşlarına iştirak etmedi. O, kendisine tevdi olunan (verilen) kumandanlığın makamını işgal için sandalyenin boşalmasına intizar ediyordu (boşalmasını gözlüyordu). Bunun farkına varan Mareşal, derhal yerini Mustafa Kemal'e terk etti. Şimdi Mustafa Kemal kumandanlık sandalyesinde, Liman Von Sanders de onun karşısındadır. Mustafa Kemal, mareşala hitaben: "Müsterih (rahat) olunuz. Sizde hiçbir kusur ve kabahat düşünmüyorum. Kusur ve kabahatin büyüğü, sizi mensup olmadığınız bir milletin orduları başına getirenlerdedir. Şimdi siz belki feci akıbetlere duçar olacaksınız (uğrayacaksınız). Belki ben; yalnız ben değil, bütün Türk milleti aynı akıbetlere uğrayacağız; fakat, ikimizin de müsterih ve mü teselli olabileceğimiz (avunabileceğimiz) bir nokta vardır; o da felaketlerin müsebbibi (sorumlusu), siz veya ben olmayışımızdır; mensup olduğumuz imparatorlukların başında ve idaresinde bulunanlardır" mütalaasında bulunduğu zaman Mustafa Kemal bir yıl evvel Sadrazam Talat Paşa'ya; devlet ve milletin felakete yuvarlanacağını bildirdiği raporunun tecellisini (gerçek oluşunu) gördü. Ve o andan itibaren de, memleketin, milletin kurtuluş çarelerine bütün mevcudiyetiyle tevessül etti (girişti). Kaynak: Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer. (Cepheden Meclise Büyük Önder İle 24 Yıl). Derleyen; Turgut Gürer. Yapım-C 1. Baskı, Ekim 2006, ISBN: 9944-5856-0-2. Sayfa:184-185
Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal'le Mülakat Şişli: 28 Mart 1918 Buraya kadar konuşmamızı sessiz durumda dinleyen Yüzbaşı Cevat Abbas (Gürer) Bey, Paşa'nın yaveri, kalın, sertliği hoşa giden bir sesle: -"Bu şarapnel misketlerinden bir tanesi de Paşa'nın göğsünü okşamıştır," dedi. -"Nasıl?" dedim. Paşa tespihi ile oynuyordu. Cevat Bey, parlak çizmelerindeki mahmuzlar şakırtı yaparak, göğsünün sol tarafındaki nişan kordeleleri sırası ve ipek kordonu kabararak şöyle anlatıyordu: - Bulunduğumuz yer, tamamen saldırıcıların arasında idi. Paşa da ilerleyen askerlerimizi seyrederken göğsüne bir şeyin gayet kuvvetle çarptığını duymuştur. -"Evet, sağ tarafta ceketimde bir kurşun yeri gördüm." Yanımda bulunan subay (şimdi Kütahya milletvekili M. Nuri Conker): -"Efendim, vuruldunuz!" dedi. Ben böyle bir söz yayılırsa askerlerimizin manevi kuvveti üzerinde yapacağı etkiyi düşündüm. Elimle subayın ağzını kapadım: -"Sus!" dedim. 104
Cevat Bey devamla: -"Bir şarapnel misketi göğsünün sağ tarafına tam saatinin bulunduğu cebe isabet etmiştir. Saat parça parça oldu. Fakat o vuruş Paşa'nın göğsünde hafif bir leke bırakmaktan başka ileri geçememiştir." dedi. Paşa: - "O saatin yıkıntısını bu savaştan sonra Liman Paşa Hazretleri hatıra olarak aldılar. Bana da kendilerinin aile soyluluk armasını kapsayan saatlerini verdiler." Kaynak: Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal'le Mülakat 1930, Ruşen Eşref Ünaydın, Sayfa: 8587
Mustafa Kemal Paşa, Veliaht Vahdettin ile Almanya gezisinde: Büyük Alman karargâhının bulunduğu küçük bir kasabaya gelmiştik. İmparator karargâhının girişi karşısına dizilmiş heybetli bir Alman kıtasını selamladığı sırada, bizzat Kayzer girişin sahanlığında bu karşılamaya katılıyordu. Girişten büyücek bir avluya geçtik. Orada İmparator, Hindenburg, Ludendorf ve bütün karargâh üstsubayları, Veliahtı ve onun eşliğinde bulunanları kabul ediyordu. Kayzer, Veliaht ile görüştükten ve Naci Paşa aracılığıyla birkaç kelime konuştuktan sonra Vahdettin’e denildi ki: -"Eşliğinizde bulunanları İmparatora tanıtmanız lazımdır." Veliaht beni İmparatora tanıttı. Bir eli göğsü üzerindeki düğmelerinin arasına sokulmuş olan İmparator, diğer eliyle benim elimi tuttu ve çok yüksek sesle Almanca olarak: -"On altıncı Kolordu… Anafarta…" sözlerini kullandı. Bütün hazır bulunanlar İmparatorun bu uyarısı üzerine bana yöneldiler. Ben Kayzer’in ne demek istediğini anladığımdan biraz sıkıldım ve önüme baktım. İmparator benim bu utangaç ve alçak gönüllü durumumdan kuşkulanarak, yanlış bir hitapta bulunmuş olması olabilirliğini düşünmüş olsa gerektir ki, bana sordu: -"Siz On altıncı Kolordu Komutanlığını ve Anafartalar’ı yapmış olan Mustafa Kemal değil misiniz?" Almanca sorulan bu soruya Fransızca karşılık verdim: -"Evet Ekselans!.." Bu kelimeler ağzımdan çıkınca hemen anladım ki, büyük bir yanlışlık yapmıştım.
105
Sir yahut Kayzer demek gerekirdi. Ne yalan söyleyeyim, insan dilini alıştırmadığı şeyleri söylemekte güçlük çekiyor. Bu, benim yaptığım birinci yanlışlık da değildir. Bulgaristan Kralı Ferdinad’la ilk defa karşı karşıya geldiğim zaman da aynı yanlışlıkta bulunduğumu hatırlarım.” (Gazi Mustafa Kemal Paşa anlatmıştır.)1 1 Kemal Arıburnu, Kemal, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976, s. 177-178 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Tuğgeneral Mustafa Kemal. (1918)
Mustafa Kemal Paşa Alman Cephesinde Veliaht Vahdettin’le beraber Almanya gezinde ve ateş altında cepheyi gezen Mustafa Kemal Paşa: “Alman Batı cephesinde Türk ordusuna moral ve güven verecek önemli savaş manzaraları görmek üzere gezdiriliyorduk. Cephede bir karargâha ulaştık. Cephenin en yüksek rütbeli komutanı, renklendirilmiş harita üzerinde hepimize cephenin durumunu açıklıyordu. Sözler, açıklamalar, parlak ve sanatkâraneydi. Vahdettin bu açıklama karşısında etkilendi ve yakınında bulunan bana, kulağıma eğilerek: -‘Ya buna ne dersin?’ dedi. Derhal karşılık verdim: -‘Haritada gösterilen bu durumu yerinde görmek istediğinizi belirtiniz.’ Öylede oldu; asıl ateş cephesine gittik. Orada, bize sevgi gösterisin de bulunan küçük ve büyük rütbeli komutanlarla karşılaştık. Bizim cephenin neresini göreceğimizi ve oraya nereden gideceğimizi hemen planlamışlardı. Ben bu planı gördükten sonra, cephe komutanı bize genel durumu açıkladı. İçinde bulunduğumuz cephe, bize anlatılan cephedir. İzin verir misiniz, bu yaptığınız planı bırakalım ve benim göstereceğim yere gidelim.’ O anda bir karışıklık oldu. Vahdettin, hazırlanan plana göre istenilen yöne yürüdü. Bende de bir asker inadı uyandı, onların peşinden gitmedim. Edinmiş olduğumuz haritalara göre, ateş hattının bir noktasına doğru yürüdüm ve ateş hattı gerisinde bir ağacın altında durdum. Orada genç bir subay ağaç üzerinde gözetleme yapıyordu. Bana eşlik eden Alman subayları da vardı. Gözetleme yapan subay aşağıya indi, gözlemlerini anlattı: -‘İzin verir misiniz, ben o ağaca çıkayım’ dedim.
106
-‘Hayhay! Karşılığını verdiler.’ Çıktım, subayın söylediklerini aynen gördüm. Fakat asıl söz konusu edilmesi gereken konu; karşı alınan önlemlerdi. Onu sordum: -‘Bu düşman karşısında kuvvetiniz, düzeniniz, yedekleriniz nedir? Lütfen açıklar mısınız?’ Ateş hattının saf olan bu subayları ve komutanları, Türk müttefiklerinin bir komutanına gerçeği söylediler. Gerçek şu idi; Piyade kuvvetleri hemen hemen yetersiz bir konumdaydı. Süvari iken piyade gibi kullanmaya mecbur oldukları bir kuvvetten söz ettiler. O da birinci hattın savaşından sonra, yedek kuvvet özelliğini kaybetmişti. Bu bilgiyi aldıktan sonra hayretle, kendilerine pervasızca şöyle seslendim: -‘O halde tehlikedesiniz!’ -‘Öyle, dediler.’ Bu ateş hattını terk ederken, Vahdettin’in İmparator tarafından eşliğinde memur edilen bir kolordu komutanı beni izliyordu. Günlerden beri ilişki kurduğumuz bu zat benimle ilk defa ilgilenir göründü. Otomobille gideceğimiz noktaya kadar atla gidiyorduk, Alman Kolordu Komutanı yanıma yaklaştı, sordu: -‘Siz Veliahtın yaveri misiniz?’ -‘Hayır’ dedim. -‘Ne görevle yanında bulunuyorsunuz?’ -‘Böyle bir görev aldığım için…’ -‘Askeri durumlardan çok iyi anlıyorsunuz. Türkiye’de hiçbir kuvvete komutanlık yaptınız mı?’ Olumlu yanıt verdim: -‘Mutlaka alaya kadar komuta etmiş olacaksınız’ dedi. Alaya komuta etmiş olduğumu söyledim: -‘Tümene de komuta ettiniz mi?’ dedi. Sorusuna tekrar ‘evet’ yanıtını alınca: -‘Beni affediniz, ben Kolorduya Komutanıyım ve sizin babanız yaşındayım. Lütfen en son komuta ettiğiniz kuvveti söyler misiniz?’ Bu temiz kalpli insanı meraktan kurtarmak istedim: -‘Ben tümen ve kolorduya komuta ettikten sonra, birçok ordulara da komutanlık yapmış bir arkadaşınızdır.’ Bu karşılık, Alman Kolordu Komutanını benim hiç tahmin etmediğim şekilde duygulandırdı: -‘Affedersiniz şimdiye kadar size yanlış hitapta bulunuyormuşuz. Demek siz ‘Ekselans’sınız!’ Ve Alman ordusunda kolordudan büyük kuvvetlere komuta edenlere ‘Ekselans’ denildiğini de açıkladı. Bu güzel kalpli askerin, konukseverlik süresinin sonuna kadar, yaş farkını unutarak bize çok saygılı olduğunu söylemek isterim.”1 1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 179182 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
107
Mustafa Kemal Alman Mareşali Liman Von Sanders ile Adana'da. (18 Kasım 1918)
İşte Türk askeri budur! Bir gün, Atatürk'ün Türk askeri hakkında ne düşündüğünü sormuşlardı. - "Durun size bir öykü anlatayım, dedi: "Yıldırım orduları komutanı idim. Liman Von Sanders Paşa'da o sırada kıtalarımızı denetlerneye gelmişti. Hastaneden yeni çıkmış bazı erleri de her nasılsa bölüklerin arasına karıştırmışlar. Von Sanders: - "Canım, böyle adamları ne diye buraya gönderirler?" diye söylenerek hasta ve cılız bir eri göğsünden itti. Mehmetçik derhal yere yuvarlandı. Alman generali, davasını kanıtlamış olmanın gururu içinde: - "İşte gördünüz ya, dedi, düşmek için bahane arıyormuş!" Oracıkta Von Sanders'e bir muziplik yapmak aklıma geldi, erin yanına sokularak: - "Ne kof şeymişsin sen, dedim. Dikkat etsene, seni yere yuvarlayan adam bizden değildi. Ne diye karşı durmadın. Şimdi tekrar yanına gelirse, sıkı dur. Gücün yetiyorsa bir kakma da sen ona vur." Von Sanders'e dönerek: - "Sizin takatsız sandığınız er, boş bulunduğu için yere yıkılmış. Türk askeri, üst'ü karşısında dünyanın en uysal insanı olur." Kendisine söyledim: -"Hele gelsin, bak bir daha beni yere yıkabilir mi?" diyor. Von Sanders, askerlerle şakalaşmasını severdi. Gülerek aynı askerin yanına geldi. Fakat eliyle dokunur dokunmaz, o mecalsiz Mehmet'ten göğsüne öyle bir kakma yedi ki, derhal sırtüstü yuvarlandı. Von Sanders, Mehmetçik'in bu karşılığına öfke duymamış, tersine Türk askerine karşı olan hayranlığı artmıştı. O kadar ki, yerden kalkınca ilk işi gidip hasta Türk erinin elini sıkmak oldu." Atatürk: - "İşte Türk askeri budur!" diyerek sözlerini bitirmişti. Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi, Yahya Galip Kargı, 10.11.1940
108
İstanbul Haydarpaşa Garı'nda Mareşal Falkenhayn ve General Von Papen ile birlikte. (15 Ağustos 1918)
Satın Alınmayan Adam Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Türk Ordusunda Alman subaylarına önemli görevler verilmesinin karşısındaydı. Alman Mareşali Falkenhayn bu gibilerini itirazdan vazgeçirmek için çeşitli usullere başvuruyordu. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa’nın Yedinci Ordu Kumandanlığına hareket edeceği gece, İstanbul Akaretler’deki 74 numaralı eve Alman Mareşalinin karargâhında memur olan bir Türk kurmay subayı ile genç bir Alman subayı geldiler. Ufak sandıklar içinde bazı şeyler getirdiler. Paşa sordu: -“Bunlar nedir?“ Alman subay cevap verdi. -“İstanbul’dan ayrılıyorsunuz; size Mareşal Falkenhayn bir miktar altın göndermiştir.” -“Bu paralar yanlış gelmiş. Ordunun Levazım Başkanlığına gönderilmesi lazımdı.” -“Efendim, o da başka...” Mustafa Kemal paranın ne kadar olduğunu anladıktan sonra, Alman subayının önünde, onları teslim aldığına dair senet imzaladı; fakat Alman subayı bunu kabul etmedi. O zaman Paşa Türk subayına emretti: -“Bu subay, senedi alıp Mareşale versin ve siz de paraları gelip alması için levazım başkanlığına haber gönderiniz..." Bir kaç ay sonra Mustafa Kemal Paşa Yedinci Ordu Kumandanlığını, vekil olarak Ali Rıza Paşa’ya1 bırakmış, ayrılmıştı; altınları da ona teslim ederek makbuz almıştı. Bu makbuzu iki yaverine verdi ve emretti: -“Mareşal Falkenhayn’e gidiniz; kendisini görünüz; bu makbuzu vererek benim imzamın bulunduğu evrakı ondan alınız!” Mareşal Falkenhayn yaverine: -“Mustafa Kemal Paşa’ya böyle bir para verdiğimi hatırlamıyorum; bende imzalı senedinin bulunduğunu da bilmiyorum. Bunun için Ali Rıza imzalı evrakı da kabul edemem!” dedi. Mustafa Kemal Paşa şu haberi yolladı; -“Verdiğiniz altınlar olduğu gibi duruyor; onlar için size senet verilmiştir. Sizde böyle bir senedin bulunmayışı altınları yok edemez. Belgeyi kaybetmiş olabilirsiniz; o halde verdiğiniz altınları size iade edeceğiz; aldığınıza dair siz bize makbuz veriniz! Ben altın için, memleket çıkarlarına göz yumacak insanlardan değilim. Paralarınız duruyor, fakat onlardan daha kıymetli olan Mustafa Kemal imzası sizde kalamaz!” 109
İki subay bir saat sonra senedi alıp dönmüşlerdi.2 1 Ali Rıza Paşa (1860-1932) Osmanlı Sadrazamı, Harbiye Bakanı. Son Osmanlı kabinesinde Bayındırlık ve Dahiliye Nazırıdır. 2 Noelle Roger, Olaylar ve Atatürk, Ankara 1984, s. 63–64 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Tevfik Fikret'in Aşiyanındayız, 18.08.1917: Oradaki ilk gördüğüm simaları, özellikle gençleri birer birer sorup öğrenmiş olduğunda duraksamam. Bir aralık biri yanıma geldi: - "Mustafa Kemal Paşa sizinle görüşmek istiyor." dedi. Adına ve şimdi gördüğüm kişiliğine zaten hayran olduğum büyük askerin bu ilgisi beni heyecana düşürmüştü. Hemen yanına giderek ismimi söyledim. O ince ve uzun parmaklı zarif ve kuvvetli adaleli güzel elini uzattı. Beni Çanakkale'ye ait şiirlerimle tanıdığını ve çoktan görmek istediğini söyleyerek pek asil bir alçak gönüllülükle okşadı. -"Paşa Hazretleri, dedim, siz cepheden cepheye koşan bir komutan, nasıl oluyor da benim gibi önemsiz bir gencin değersiz yazılarını okumaya vakit buluyor ve onları hatırlabiliyorsunuz?" Şu karşılığı vermişti: -"Ben edebiyatı ve şiiri severim. Özellikle askeri nitelikteki her yapıtı dikkatle okurum. Sizin Çanakkale'ye ait şiirlerinizin hepsini okudum ve sevdim." "Çanakkale izleri" o zaman henüz bir kitap halinde çıkmamış, ancak Tanin Gazetesi'nde parça parça yayınlanmıştı. Büyük Komutanın bu ilgi ve il tifa tı bana manzumeleri sevdirdiği için hepsini bir küçük kitap halinde topladım ve "Anafartaların Müebbet Kahramanına" adına sunarak yayınladım. İbrahim Alaattin Gövsa Kaynak: Acılar, İbrahim Alaattin Gövsa, 1940, sayfa:8-9
110
XVI. Kolordu Komutanı Tümgeneral Mustafa Kemal Bitlis dışında bir askeri birliği denetlerken. (30 Mart 1916)
Birinci Dünya Savaşı, Doğu Cephesi, 1916 Şükrü Tezer Anlatıyor; Rusların, bir gün önce ve gece yarısından itibaren fırka cephesinde dörder taburlu altı alayla taarruza geçmeleri üzerine bu, çok üstün düşman kuvvetleri karşısında cereyan eden şiddetli savaş esnasında maalesef, geri çekilme kararının tatbikinden başka çare kalmamıştı. Bu itibarla Paşa'nın, gece karanlığından bilistifade fırkanın Kulp geçidinden çekilmeye başlaması, harp ve askerı harekat icabatına daha uygun olacağı kanaatiyle bu yolda verdikleri kararın tatbiki için fırka kumandanlığına gerekli tebligat yapılırken bir taraftan da o andaki muharebe durumiyle ricat (geri çekilme) kararı ve yeni müdafaa mevzii hakkında şifreli telle ordu kumandanlığına bilgi vermişlerdi. Çetin bir savaşı takiben fırkanın intizamla ricatini temin keyfiyeti hayli güç olduğu cihetle harekatı bizzat ele alarak idare eden Paşa, aynı zamanda Kurmay Binbaşı Şemsettin Bey'i de artçı kumandanı yaparak emrine verdiği 18 inci Alayla, fırkanın geriye çekilmesini sağlamak gibi oldukça mühim bir işle görevli kılmışlardı. Gerek ihtiyatta bulunan, gerekse cepheden ricat eden kuvvetler, fırka kumandanı ve karargahı da beraber olduğu halde geceleyin Kulp deresine çekilmeye başlamışlardı. Gerek ihtiyatta bulunan, gerekse cepheden ricat eden kuvvetler, fırka kumandanı ve karargahı da beraber olduğu halde geceleyin Kulp deresine çekilmeye başlamışlardı. Ertesi gün kuşluk vaktine doğru arkası alınabilmiş olan geri harekat, kumandanın devamlı idaresi ve bazı durumlarda da yeni emirler vermek suretiyle müdahalesini icabettiren şartlar dahilinde ve tam bir mükemmeliyette cereyan eylemişti. Burada, Mustafa Kemal'in, herkesçe malum bulunan cesaret ve kahramanlıklarından canlı bir misal vermek isterim: Yukarıda işaret olunduğu üzere kumandanın bizzat idare ettikleri bu harekatta, birliklerin geride kalan en son perakende efradı da önlerinden geçerek görünürde hiç bir kimse kalmamış olmasına rağmen araziye hakim bir noktada saatlerce dimdik ayakta duran Paşa, hala yerlerinden ayrılmıyorlardı. Bu durum karşısında, merhum Cevat Abbas'la ikimiz kabımıza sığamıyor ve neredeyse düşman takip kuvvetlerine esir düşeceğimizden pek haklı olarak - bittabi kendi düşüncelerimize göre - endişe ediyorduk. 111
Buna sebep de; bulunduğumuz yere nazaran sağ cenahımıza isabet eden ve Kulp deresi batısına düşen oldukça yüksek rakımlı Genç dağları yamacında bir düşman müfrezesinin - her halde özel ve planlı bir maksatla olacak - fırkanın çekilme hareketine paralelolarak yürüyüş halinde bulunduğu dürbünle pek iyi görülmüş olmasıydı. Buna rağmen ben ağzımı açamıyor, tevekkülle kumandanın verecekleri emri bekliyordum. Fakat Yaver Cevat'ın, o sıra sabrını tüketmiş olacak ki: -"Atları emreder misiniz Paşam?" demesi üzerine, esasen, ne de olsa o andaki asker! duruma pek fazla canı sıkıldığı için ziyadesiyle hassas ve üzgün bulunan kumandan, oldukça sert bir ifade ile: -"Acele etmeye lüzum yok, hareket zamanım ben bilirim! İhtarında bulunmuşlardı." Dakikalar ilerledikçe endişemiz büsbütün artıyordu. Nihayet, aradan bir müddet daha geçtikten sonra arkadaşım merhum Cevat, bütün cesaretini toplayarak tekrar: -"Paşam, kimse kalmadı, atları emreder misiniz?" diyecek oldu ama, bunu, dediğine ve diyeceğine bin pişman olmuştu. Çünkü Paşa, merhumu iyice haşlamıştı ve eliyle ilerisini göstererek: -"Karşıdan gelmekte olduğunu gördüğüm asker önümden geçip emniyete girmedikçe, buradan ayrılmayı hiç bir zaman düşünemem!.." buyurmuşlardı. Birliklerin çekildiği yere doğru biz de bakıyor ve fakat arazi nispeten arızalı olduğu için - her halde biraz da heyecanımızdan olacak - hiç bir şey göremiyorduk. Ancak, Paşa'nın, eliyle işaret ettikleri tarafa baktığımız zaman, hakikaten bir askerin oldukça yavaş yürüyüşle ilerlemekte olduğunu farkedebilmiştik. Birliğinden ayrılıp geri kalan ve bu derece mecalsiz yürüyen asker acaba yaralı mıydı? Bunu kestiremiyorduk. Neden sonra bulunduğumuz yerin 40 - 50 adım kadar ilerisindeki yoldan geçtiği sıra, kumandanın emirleriyle yanına yaklaşıp gözden geçirilen askerin, halsiz ve hasta olduğunu görmüş, aynı zamanda silahı, cephaneyi ve sırtındaki çantasiyle güçlükle yürüyebilmesi yüzünden geriye kaldığı anlaşılarak durumu Paşa'ya arzetmiştik. Bu vaziyet, belki üzerinde durulmayacak derece basit ve ehemmiyetsiz bir olay olarak düşünülebilirse de, haddizatında ve kanaatimce kolordu kumandanının, ordunun bir ferdine, bir askere karşı gösterdikleri bu derece yakın ve o nispette yüksek alaka dolayısiyle, bilhassa çok önemli bir mana taşıdığı ortadadır. Paşa, bu suretle, kıtaatın en son neferini de emniyete almış olduktan sonra bile yerinden ayrılmayıp, gözlerini hala düşman tarafında dolaştırarak şurada burada kalmış olması muhtemel Mehmetçik arıyorlardı. Arkadaşım Cevat'la ikimiz, Paşa'nın yanından biraz geriye çekilerek, hatırımıza gelebilen çeşitli tehlike yüzünden Tanrı göstermesin herhangi bir kötü akıbete maruz kalmak felaketini, ihtimalden uzak görmüyorduk.
112
Bununla beraber kumandanın, bu ciheti, elbette ki bizden çok daha iyi takdir buyuracaklarına şüphe yoktu. Binaenaleyh, bu hakikat dışındaki sabırsızlığımızın hiç de yerinde olmadığını düşünürken o anda her türlü endişeyi tamamen terk ile önümüzde duran Mustafa Kemal'in, kılı bile kıpırdamadan gösterdikleri eşsiz cesaretin hayranı olarak bulunduğumuz yerde susup kalmıştık. Derin bir sükunet ve sessizlik içinde geçirdiğimiz o heyecanlı dakikalarda Kumandan, - artık gerilerde kimsenin kalmadığına kanaat getirmiş olacaktır ki - yerinden bir iki adım ayrılarak bize hitaben mülayim ve fakat kesin bir ifade tarziyle : -"Çocuklar, şu topraklardan ayrılmaya gönlüm bir türlü razı olmuyor, saatlerce ve üzüntü ile hep bunu düşünüyorum, zihnim daima bununla meşgul. Bugün, çaresiz buradan ayrılacağım, fakat bir şartla ki o da, çok kısa bir gelecekte yine ve hem de yalnız buralara kadar değil, daha ilerilere gitmek için tekrar geleceğim!." buyurduktan sonra ayrıca verdikleri emirle atlara binilerek geriye çekilen birlikleri takibetmek üzere Kulp deresine doğru hareket edilmişti. Yüksek irade ve hudutsuz ileri görüş sahibi bulunan Kumandanımızın, ayrılmaya bir türlü gönlü rıza göstermediği noktada, tam bir iman ve kanaatle söylemiş oldukları sözler hiç de boşuna değildi. Gerçekten Paşa, çok yakın bir gelecekte, yalnız ayrıldığı noktaya kadar değil, daha ileriye, hem de düşmandan Muş'u geri almak suretiyle daha uzaklara giderek son çekilmenin ıstırabım kat kat telafi edecek ve bu hususta tereddütsüz belirttikleri kanaatleri de böylece tahakkuk etmiş olacaktır. Kaynak: Atatürk'ün Hatıra Defteri, Şükrü Tezer, Türk Tarih Kurumu, 5. Baskı Ankara 2008. ISBN: 978-975-16-0214-5. Sayfa: 43-45
Mustafa Kemal 19. Tümen karargahında Esat Paşa ve diğer komutanlarla ile birlikte. (1915)
Mustafa Kemal, Komuta Ettiği Tümenini Alman Albayına Niçin Devretmedi? Mustafa Kemal, emir ne kadar yüksek yerden gelirse gelsin, gerçeklere ve yurt yararına aykırı gördüğü emirlere uymamıştır. Atatürk’ün hayatında bunun birçok örnekleri vardır:1 Mustafa Kemal, henüz Anafartalar grup komutanlığına atanmamıştı. Çanakkale savunmasının en kritik günleriydi. Durumun zorluğunu gören Liman von Sanders Paşa, Yarbay Mustafa Kemal Bey’in yerine daha büyük rütbeli bir Alman Albay Kaninkiser’i tayin eder. Alman albayı, Mustafa Kemal’den görevi devralmak ister, Mustafa Kemal de bu kritik devrede komutayı devredemeyeceğini söyler. Kaninkiser ters yüzü dönüp Mustafa Kemal’i Liman von Sanders’e şikâyet eder.
113
Liman Paşa da meseleyi çözmek için, Mustafa Kemal’den daha büyük rütbeli Kolordu Komutanı Esat Paşa’yı2 görevlendirir. Esat Paşa, Alman albayı da yanına alarak Mustafa Kemal’in yanına gider ve “kumandayı niçin devretmediğini?” Sorar. Mustafa Kemal, şu cevabı verir: -“Ben bir şartla kumandayı terk edebilirim; Albay hazretlerinin kumandayı aldıktan sonra ne yapacaklarını öğrenmeliyim.” Esat Paşa, Alman albaya dönüp fikrini sorar. O da şu cevabı verir: -“Ben durumu tetkik ettim. Burada geri çekilme emri vermekten başka çıkar yol yoktur.” Bunun üzerine Mustafa Kemal, şöyle der: -“İşte ben, bunu bildiğim için kumandayı bırakmıyorum. Ben, bu durumda hücum ederim. Arkamızda sadece bir iki kilometre mesafe vardır. Böyle bir durumda geri çekilmek; mahvolmak, denize dökülmek demektir. Bu nedenle hücumdan başka yapılacak bir şey yoktur.” Bunun üzerine Esat Paşa: -“Allah başarılı kılsın” demekle yetinir ve Alman albayı ile birlikte karargahına döner. Mustafa Kemal de hücum planını uygular. Daha o günün gecesi tehlikeli durum değişir, başarı sağlanır. Bu neticeyi görüp oraya gelmiş olan Alman Albayı Kaninkiser, hürmetle ve askerce Mustafa Kemal’i selamladıktan sonra, şu teklifte bulunur: “Ben, bir albayım. Rütbece sizden büyüğüm. Fakat sizin emriniz altında çalışmayı kendime şeref bilirim. Bunu Liman von Sanders Paşa’ya da telefonla böylece bildirdim.”3 Mustafa Kemal’in planı zafer, Türklüğe şeref kazanmıştır. 1 Asım Us, Atatürk Devri Hatıraları, Vakit gazetesi, 10 Aralık 1956 2 Esat Paşa, (1862 - 1952), Çanakkale Savaşı’nda Kuzey Grubu komutanı, Salih Paşa kabinesinde kısa süre Bahriye bakanı olarak görev yaptı. 3 Sadi Borak, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, Kitapçılık Ticaret Yayınları, İstanbul 1966, s. 25-26 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Anafartalar Grup Kararağahı önünde Grup Kumandanı Albay Mustafa Kemal ve arkadaşları. (26 Nisan 1915)
Otto Liman Von Sanders’in Yüzüne Kapanan Telefon Mustafa Kemal Arıburnu Kumandanıdır. İngilizler Anafartalar’a çıkartma yapmışlardı. Vaziyet buhranlı ve çok tehlikeliydi. Mustafa Kemal, Başkumandan vekili Enver Paşa’ya1 doğrudan doğruya 114
başvurmak zorunda kalıyordu. Fakat kendisini tatmin eden cevap alamıyordu. O sırada karargahı Yalova’da bulunan Liman von Sanders Paşa telefonla Mustafa Kemal’i arıyor. Konuşmaya şahitlik yapan Erkan-ı Harbiye Reisi Kazım Bey’dir.2 Liman von Sanders’in sorduğu soru şudur: -“Vaziyeti nasıl görüyorsunuz, nasıl bir önlem düşünüyorsunuz?” -“Vaziyeti nasıl gördüğünüzü çoktan size ulaştırmıştım. Önleme gelince; bu dakikaya kadar çok uygun tedbirler vardı. Fakat bu dakikada sonra bir tek tedbir kalmıştır.” Liman von Sanders Paşa soruyor: -“O tedbir nedir?” Cevap kesindir: -“Bütün kumanda ettiğiniz kuvvetleri emrime veriniz. Tedbir budur.” Cevap, alay edicidir: -“Çok gelmez mi?” -“Az gelir” der ve telefon kapanır. Pek kısa bir zaman sonra olaylar, Liman von Sanders Paşa’yı kumanda ettiği kuvvetleri Yarbay Mustafa Kemal’in emri altında vermeye mecbur etmiştir.3 1 Enver Paşa, (1880-1922), Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa’yı 1908-1914 arası döneme bakarak “1908’in Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver Bey, işte bu kısa devrede Enver Paşa, daha doğrusu imparatorluğun tek söz sahibi olan, genç, inançlı, muhteris, daha doğrusu hem kaderci hem de kaderini yaratan adam olarak sahnededir.” tanımlar. Kabineye Harbiye Nazırı olarak girer; Genelkurmay Başkanlığı’ndan bir süre sonra da Başkumandan Vekilliği yetkilerini de elinde toplar. Naciye Sultanla evlenip, saraya, Padişaha damat oluşu da bu safhaya rastlar. Enver Paşa kendini zirveye ulaştıran basamakları yine kendi elleriyle döşemişti. Mustafa Kemal’i daima rakip gören Enver Paşa, Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı’na girmesinde ve Sarıkamış’ta 60-80 bin Türk askerinin donarak şehit olması yine onun eseridir. 2 Kazım (Dirik) Bey, (1881-1941), General, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun'a çıktığı sırada onun Erkan-ı Harbiye Reisi, İzmir Valisi. 3 Muzaffer Erendil, İlginç Olaylar ve Anektodlarla Atatürk, Ankara 1988, s. 162 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Anafartalar Grubu Komutanı Kıd. Kur. Alb. Mustafa Kemal Gelibolu Yarım Adasında. (1915)
Çanakkale Geçilmez 115
Yarbay Mustafa Kemal, “Çanakkale Geçilmez”i şöyle anlatıyor: “10 Ağustos 1915 tarihinde Conkbayırı’nı alarak, bütün boğaza egemen olmak isteyen İngilizler, 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. Gecenin karanlığı tamamen kalkmış, tan yeri ağarmak üzereydi. 8. Tümen komutanı ve diğer subaylarını çağırdım: ‘Mutlaka düşmanı yeneceğinize inanıyorum ancak siz acele etmeyin, evvela ben ileri gideyim, size ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birlikte atılırsınız. Bu durumdan askerlerini de haberdar etmelerini istedim. Hücum baskın şeklinde olacaktı. Sakin adımlarla ve süzülerek düşmana 20–30 metre kadar yaklaştım. Binlerce askerin bulunduğu Conkbayırı’ndan ses çıkmıyordu. Dudaklar sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. Kontrol ettim. Kırbacımı başımın üstüne kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. Saat 04.30 da kıyametler kopmuştu. İngilizler neye uğradıklarını şaşırmıştı. ‘Allah Allah’ sesleri bütün cephelerde, karanlıkta gökleri yıkıyordu. Her taraf duman içindeydi ve heyecan her yere hakim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Büyük bir şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm, kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey’den başka kimse görmemişti. Ona parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde bulunan saat param parça olmuştu. O gün akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpışmıştım. Yalnız bu şarapnel vücudumla kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi bırakmıştı. Aynı günün gecesi, yani 10 Ağustos günü, beni mutlak ölümden kurtaran ve parçalanan saatimi ordu komutanı Liman Von Sanders Paşa’ya hatıra olarak verdim. Çok şaşırmış, heyecanlanmıştı. Kendisi de cep saatini bana hediye etti. Bu hücumlarda İngilizler binlerce ölü bırakarak tamamen geri çekildi ve Çanakkale’nin geçilmeyeceğini iyice anlamış oldular.’ ”1 1 Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1976. s. 163164 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Anafartalar Grb. Ku.Kıd.Kur.Alb. Mustafa Kemal Anafarta'ların sağ tarafında savaşmış olan 9. Fırka'nın askerleri tarafından top mermisi kovanlarından yapılan Kireçtepe Şehitliğinin önünde. (Kasım 1915)
Böyle Geçilir “İngilizler Çanakkale’de Anafartalar grubunu mağlup ederek cepheyi sökemeyince yeni bir harekete giriştiler, bu cepheyi sağdan çevirmek istediler.
116
Düşmanın planını bozmak için Kireçtepe’yi tutmak gerekiyordu; fakat oraya giden dar olan tek yol savaş gemileri tarafından çapraz ateş altında tutuluyordu. Her an otuz sekizlik gülleler korkunç patlayışlarla ortalığı alt üst ediyor; ölüm saçıyordu; bir insanın değil, kuşun bile geçmesine imkân görülmüyordu. Kireçtepe'yi tutmak emrini alan Türk subay ve askerleri tereddüt içindeydiler; fırsat gözetiyorlardı. Ama düşmanın ateşi bir an bile kesilmiyordu. Yarbay Mustafa Kemal bu hali görünce siperlere koştu; askerlerin arasına karıştı ve sordu: -‘Niçin geçmiyorsunuz?’ İçlerinden biri cevap verdi: - ‘…’ Yarbay Mustafa Kemal: -‘Oradan böyle geçilir!’ dedi ve ileri fırladı. Mehmetçik artık durur mu? O da kumandanının ardından ileri atıldı. Toz, duman, alev ve ölüm kasırgasını yaran askerler karşıya vardılar; tepeyi tuttular.’ ” (Kadircan Kaflı’dan1 alınmıştır.)2 1 Abdülkadir Kadircan Kaflı, (1903-1967), Yazar ve Öğretmen, Kurucu Meclis Üyesi ve Milletvekili. 2 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, İstanbul 1967, s. 78–79 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Kıymet Bilirdi Çanakkale’de çok kritik bir durumda, hücum eden düşmanı mutlaka durdurmak gerekince, Mustafa Kemal elinde o anda başka hazır bir kuvvet bulunmadığı için, süvarileri feda etmekten başka çareleri kalmadığını gördü. Kumandanları Esat Bey’i çağırdı. Emrini verdi. Esat Bey’de: “Baş üstüne!..” deyince Yarbay Mustafa Kemal, galiba kavrayamadı düşüncesiyle sordu: “Ne demek istediğimi anladınız mı?” “Evet efendim, ölmekliğimizi emrettiniz!” Aradan seneler geçti. Esat Bey, Paşa olarak Vahdettin Hükümeti’nin İstanbul Polis Müdürlüğü görevinde bulundu. Yani, Atatürk’e karşı cephe alanların safında... Öyle iken, Atatürk, sırf Çanakkale'de ölüm emrini 'başüstüne!' diye kabul eden ve bilhassa durumu, kumandanı gibi bir liyaketle kavrayıp kabiliyetini gösteren Esat Bey’i sevmekte, saymakta devam ediyordu.1 117
1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, Garanti Matbaası, İstanbul 1967,s. 121 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Beklesinler… Nazır Biraz Beklesin Mustafa Kemal Anafartalar ve Arıburnu zaferlerinden sonra İstanbul’a gelmişti. Mustafa Kemal, Dışişleri Bakanı’nı ziyaret ederek son durum hakkında konuşmak, görüşlerini bildirmek istiyordu. Balkanlık binasına gelerek Bakan beye haber gönderdi. -"Beklesinler...” diye buyurulmuştu. Mustafa Kemal bir hayli beklemiş. Bir aralık kendisinden sonra gelenlerin de kabul edildiklerini fark edince, müsteşar yardımcısına: -“Beyefendi Hazretleri galiba beni unuttular” demiş. Müsteşar yardımcısı tekrar içeri girerek Mustafa Kemal’i hatırlatmış ve yine: -“Beklesinler” cevabını almış. Mustafa Kemal ikinci‚ ‘beklesinler’ üzerine dayanamamış ve yardımcıya: -“Sizin bakanınız bütün zamanlarını hep böyle manasız ziyaretler kabul ederek mi geçirir?” Yardımcı buna bir cevap verememiş, biraz sonra başka bir konu açılmış ve konuşmaya başlamışlar. Konuşmanın en hareketli anında salon kapısı açılarak bir hademe: -”Mustafa Kemal Bey buyursunlar” deyince, Mustafa Kemal: -“Nedir o?” diye sormuş. Bakan Beyefendinin kabul edeceğini söylemiş. Mustafa Kemal hademeye: -“Beklesinler...” diyerek dönmüş. Yardımcıyla olan konuşmasına devam etmiş.1 1 Muzaffer Erendil, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, Gen. Kur. Basımevi, Ankara 1988, s. 122 s. 122 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
Görev Anlayışı Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşında İngiliz ve Fransız donanmaları tarafından Çanakkale zorlandığı zaman, İstanbul’u kurtardıktan sonra bu kurtuluşun geçici olduğuna inanıyordu. 118
Almanya’nın yenilgiye uğrayacağına ve onun yanında Türkiye’nin de tehlikeye düşeceğini anlamış bulunuyordu. Bunun için Almanya yenilmeden önce Osmanlı devletinin tek başına barış yapması çaresini düşünüyordu. Mustafa Kemal bir gün bu nedenle o zaman Denizcilik Bakanı olan Cemal Paşa1 ile görüşmüş ve amacını anlatmıştır. Cemal Paşa, bunun nasıl yapılabileceğini sorunca, benim elimde bir ordu var, düşmanı buradan kovan düşmanlar gerekirse İstanbul üzerine yürür, problem halledilir, demiştir. Cemal Paşa başlangıçta buna uyar gibi gözükmüştür. Yalnız başına yarış yapabilmek için değişikliği olacaktı. Yeni hükümette Cemal Paşa başbakan, Mustafa Kemal milli savunma bakanı olacaktı. Yönetimde devrim yapılacaktı. Bu biçimde aralarında sözleştikten sonra Cemal Paşa korkmuş, verdiği sözden dönmüştür. Sözünden dönmekle beraber olayı Harbiye Bakanı Enver Paşa’ya duyurmuştur. Mustafa Kemal bundan çok sıkılmış, hatta kızgınlığını yenemeyerek Cemal Paşa’yı düelloya davet etmiştir. Mustafa Kemal, Cemal Paşa’dan özür dilemesini istiyor. Koşullarını söylüyor. Aksi halde karşılaştığı yerde Cemal Paşa’yı vuracağını söylüyor. Olay bu durumda olunca Enver Paşa da durumdan memnun olur. Gerek Mustafa Kemal’i, gerek Cemal Paşa’yı kendisine rakip olarak gördüğü için her ikisinden de bu suretle kurtulacağını hesap ediyordu. Bu durumda Mustafa Kemal’in eski arkadaşı Fethi Bey (Okyar)2 araya giriyor. Cemal Paşa, Mustafa Kemal’den özür dilemeye razı oluyor. Mustafa Kemal, Beyoğlu’nda Perapalas oteline geliyor. Belirli bir saatte Cemal Paşa da orada bulunur. Mustafa Kemal’in saptadığı koşullar çerçevesinde kendisini kabul ediyor. Olay bu suretle kapanıyor. Mustafa Kemal, yukarıda not halinde kaydettiğim anılarından söz ettikten sonra kendisine şu soruyu sormuştu: -“Paşam, şayet Cemal Paşa verdiği sözde durmuş olsaydı ne yapacaktınız?” Şu cevabı verdi: -“Hükümeti değiştirecek, hemen itilaf devletleri ile iyi koşullar altında barış yapacaktım. Bu suretle sonradan başımıza gelen felaketlerin önüne geçecektim. O zaman yalnız bir bela kalacaktı. O da Saltanat ve Sultanlar belası ve o belayı da kesinlikle memleketin başından atacaktım. Fakat onun için başka türlü bir yola başvuracaktım.” (Asım Us’un3 -Niyazi Ahmet Banoğlu-anılarından derlenmiştir.)4 1 Cemal Paşa (1872-1922), Osmanlı Devletinin I. Dünya Savaşına girmesi üzerine Bahriye Nazırlığının yanı sıra, II. Ordu Komutanı olarak görevlendirildi. Cemal Paşa 1908-1918 döneminde İttihat ve Terakkinin önde gelen yöneticilerindendi. Özellikle “Üç Paşalar İktidarı” olarak ta bilinen, 1913-1918 arasında Osmanlı Devleti'nin iç ve dış siyasetinin belirlenmesinde etkin rol oynadı. Talat Paşa kabinesinin istifasından sonra 1-2 Kasım 1918 tarihinde İttihat ve Terakki'nin yedi lideriyle birlikte ülke dışına kaçan Cemal Paşa, önce Berlin, daha sonra da Münih ve İsviçre'ye giderek İttihatçıların yurt dışı faaliyetlerinin düzenlenmesinde önemli roller oynadı. Tiflis'e gitti. Burada yaverleriyle birlikte 21 Temmuz 1922 günü öldürüldü. 2 Ali Fethi Okyar, (1881-1943), İstanbul), asker ve siyaset adamı. TBMM Başkanlığı yapmış, Atatürk’ün talimatıyla kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı yönetmiştir. 3 Niyazi Ahmet Banoğlu, (1913-1992), Tarihi araştırmalarıyla tanınan Ahmet Niyazi Banoğlu, 27 tanesi Atatürk konusunda olmak üzere yüzden çok eser verdi. 1937’de Atatürk kendisini Dolmabahçe Sarayı’nda kabul etti. Atatürk Hatay konusundaki baş makaleleri, Banoğlu’nun Yazıişleri Müdürü olduğu Kurun gazetesinde Asım Us imzasıyla yayınlandı. 4 Kemal Arıburnu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, Garanti Matbaası, İstanbul 1967., s. 307-308 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009 119
Çanakkale Kahramanı Mustafa Kemal Paşa’yı Kasım 1918 tarihinde Yıldırım Orduları Grup Komutanlığından çekilip İstanbul’a geldiği zaman, ilk defa, O’nu Meclisi Mebusunda görmüştüm. İzzet Paşa1 kabinesi çekilmiş, yerine Damat Ferit2 gelmişti. Ahmaklığı mı hainliğinden, yoksa hainliği mi ahmaklığından daha üstün olduğunu saptamak kolay olmayan kozmopolit Tatlısu Frengi ruhlu Sadrazam Mütareke hükümlerinin çiğnenmesine ses çıkartmak şöyle dursun, galip devletleri buna adeta kışkırtıyordu. Meclis, ümitsizlik ve ayrım içindeydi. Toplantılarda, şubelerde, koridorlarda, encümenlerde savaşın ve yenilgisinin savaş yıllarındaki suiistimallerin sorumluları ve kabahatlileri etrafında fakat sonuçsuz ve boşuna tartışmalar yürütülüyordu. Kurtuluş yolunu aramayı düşünen kimse yoktu. Bu kara günlerin birinde, sivil giyinmiş, sarışın, çelik mavi gözlü, zarif, narin fakat enerjik bir adam, milletvekillerine: -“Ben Milli Savunma Bakanı olsaydım, durumu kurtaracak tedbirleri hemen alırdım. Öyle sizin sandığınız gibi her şey bitmiş, hiçbir ümit kalmamış değildir," diyordu. O zaman milletvekillerinin çoğu bu çelik iradeli adamı tanımıyorlardı; o kadar ki, bazı milletvekilleri, O’nun bu sözleri makam ve gelecek hırsına bağlıyorlardı. Bu sözleri kim söylüyordu; Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa. (Abidin Daver’den3 derlenmiştir.)4 1 Hasan İzzet Paşa, (1871-1931), I. Dünya Savaşı sırasında 3. Ordu Komutanlığı görevine getirilmiş bir Osmanlı Paşasıdır. Sarıkamış Harekatı'na karşı çıktığı için görevden alınmıştır. Harp Okulu’nda öğrencisi olan Enver Paşa tarafından görevinden alındı. 2 Damat Ferit Paşa (1853 - 1923), 1919 Mart’ında da Tevfik Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirildi. Kuva-yı Milliye’yi dağıtmak için Kuvay-i İnzibatiye’yi kurdu. 31 Temmuzda tekrar sadrazamlığa geldi ve bu dönemde Sevr Antlaşması’nı imzaladı. Fakat İstanbul Hükümeti ile TBMM’nin uzlaşmasına engel olduğu için İngilizlerin baskısı ile 17 Ekim 1920’de görevinden ayrıldı. 3 Abidin Daver (1886-1954), Galatasarayın kurucularındandır. Bir süre futbol oynadıktan sonra yöneticilik yaptı. Futbol ve denizcilik üzerine yazılar yazdı. Denizcilik konusunda uzmanlığından dolayı, kendisine sivil Amiral yılında adı takıldı. 4 Kemal Arıburnu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, Garanti Matbaası, İstanbul 1967, s. 317-318 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009
120
"Kazandığımız an, bu andır."
Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal'le görüşme: "Bu esnada Conkbayırı'nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve teminine memuren oralarda bulunan bir müfreze askerin Conkbayırı'na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Size şu konuşmayı aynen okuyacağım! Kendim bu askerin önüne çıkarak: -"Niçin kaçıyorsunuz? dedim." -"Efendim, düşman! dediler." -"Nerede?" -"İşte, diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler." Gerçekten düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve ta¬mamen özgür olarak ileriye doğru yürüyordu. Şimdi durumu düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmıştım, asker on dakika dinlensin diye ... Düşman da bu tepeye gelmiş ... Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim bulunduğum yere gelse kuvvetleri m pek fena bir durumda kalacaklardı. O zaman, artık bunu bilmiyorum, bir mantık muhakemesi midir, yoksa içgüdü ile midir? Bilmiyorum; kaçan askere: -"Düşmandan kaçılmaz, dedim." -"Cephanemiz kalmadı, dediler." -"Cephaneniz yoksa süngünüz var, dedim." Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı'na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen askerlerini "marş marş"la benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye gönderdim. Bu asker süngü takıp yere yatınca düşman askeri de yere yattı. Kazandığımız an bu andır." Kaynak: Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal'le Mülakat 1930, Ruşen Eşref Ünaydın, Sayfa: 2223
Atının Hastalığı
121
1913 senesi, Balkan harbi devam ediyor. Çanakkale civarında bir sıhhiye teşkilatı kurulmuş ve hayvanlar içinde ayrı bir koğuş yapılmış, buraya Yüzbaşı Hilmi Bey kumanda ediyor. Bir gün Anglo-Arab çok güzel bir tay getiriliyor. Bu tay Binbaşı Mustafa Kemal’e aittir. Kurmay başkanlığından da ata iyi bakılması için emir gelmiştir. Fakat imkansız, çünkü zavallı at “ruam” hastalığına tutulmuştur. Biraz sonra Binbaşı Mustafa Kemal, atını son defa görmek için gelir. Yüzbaşı Hilmi Bey Atatürk’ü atın bulunduğu çadıra götürür. At tecrid edilmiştir. Hayvan ağır hasta olmasına rağmen sahibini görünce çok memnun olur ve nemli gözlerle Atatürk’e bakar. O da aynı şekilde atına bakmaktadır. Atatürk, hastalığın vehametini bilmesine rağmen son defa atını öpmek ister, ama müsaade etmezler. -“Peki, eldivenle okşayabilir miyim?” der. Cevap verirler: -“Evet, eldiveninizi sonra antiseptiğe koyarız bütün mikroplar ölür.” Atatürk, atını doya doya okşadıktan sonra eldivenlerini uzatır ve antiseptiğe koyarlar. O zaman Atatürk sorar; -“Artık mikroplar kalmadı değil mi?” -“Hayır Binbaşım” -“O halde bana veriniz, der. Atımdan kalan son hatırayı saklamak istiyorum!” Islak eldivenleri alır ve nemli gözlerle oradan uzaklaşır. Kaynak: Atatürk’e Ait Hatıralar, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul, 1949. Sayfa:179-180
BİR ADAMI BAŞVEKİL YAPABİLECEK ADAM! Bir akşam Olimpos’da toplanmışlardı. Aralarında Fethi (Okyar) ve Ali Fuat (Cebesoy) da vardı. Konu döndü, dolaştı, İran olaylarına geldi. İran’da hürriyet savaşına atılanlar büyük başarı kazanmıştır. Muzafferiddin Şah parlamentoyu açmak zorunda kalmıştı. Venizelos da Girit’de adayı Yunanistan’a katmak için savaşta idi. Ali Fethi: 122
-"Bizde neden böyle adamlar çıkmaz?" diye öfkeli bir çıkış yaptı. Masada bir susma. Mustafa Kemal derin bir düşünceye dalmıştı. Biri neden sonra ona döndü. -"Ben senin ne düşündüğünü biliyorum, neden ben çıkmayayım" diyorsun. Mustafa Kemal birden atıldı: -"Evet böyle düşünüyorum. Neden bir Mustafa Kemal çıkmamalı?" Pek de ciddi idi. Yüksek sesle söylemişti. Biraz sonra, beklide çekinerek, masada bulunanlardan çoğu ayrılıp gittiler. -"Evet neden bir Ali Fethi, bir Mustafa Kemal çıkmaz?" Fethi: -"Biraz da Yonyo’ya gidelim," dedi. Maksadı bahsi değiştirmekti. Konu orada da aynı… Fethi: -"Çok iyi söylüyorsun ama, bir parça da eğlensek… Politikayı bıraksak…" diyordu. Mustafa Kemal durmadan konuşmak istiyordu. -"Hem ihtilalden söz ederiz, hem İstanbul baskısı altında kokuyoruz. Sonra da İran’daki, Girit’deki hareketlere imreniyoruz. Ben baş olabilirim, diye biri ortaya çıkınca herkes susuyor. Yok öyle şey. Hemen toplanmalı karar vermeliyiz. Hikayenin altını Cebesoy’dan dinlemiştim: Fethi Yonyo’dan bir kadınlı danslı bir yere gitmeyi teklif eder. Üçü de gitmişler. Fethi zevkine dalmıştır. Mustafa Kemal Ali Fuat’ı bırakmaz: -"Niçin çıkmamalı?" Bu millet Yunanlılardan da mı cansızdır, İranlılardan da mı düşüktür? Giderek sabahlamışlardı. Ortalık ağarmak üzere. Erkenden görevleri başında bulunacaklar. Fethi kendi evine döner. Ali Fuad’ın evi uzakçadır. Mustafa Kemal: -"Sen bize gel. Anam bir şeyler hazırlamıştır. Kahvaltı eder, yıkanıp traş olur, daireye gideriz." der. Anası pek sevdiği oğlunu bekleyerek sanki hiç uyuyamamıştır. Vurulur vurulmaz kapıyı açar. -"Bu kadar geç kaldığına göre iyi eğlenmişsinizdir… Oh…oh… Ne iyi ettiniz," der. -Ali Fuad: -"Aman Teyze sormayın. Fethi Bey’le beraberdik." -"Fethi ile mi? Akıllı çocuktur o..." -"Oğlun birahanede bir bahis tutturdu bir bahis tutturdu, bir türlü arkası gelmez, Fethi haydi gidelimde eğlenelim." dedi. 123
-"Ya… Fethi öyledir, akıllıdır." -"Gittik ama, oğlunun bahsinden kurtulursan kurtul, gene konuştuk durduk." -"Fethi ne yaptı?" -"O eğlenecek bir şey buldu…" -"Dedim ya… Akıllıdır Fethi…" Daima sofrasının başı idi. Kendine alabildiğine güvendiği ve büyük sergüzeştler için ruh hazırlığı içinde bulunduğu görülür halde idi. Bir akşam sofrasındaki arkadaşlarına makam dağıtırken Nuri Conker’e: -"Seni de başvekil yapacağım," der. -"O birader, beni başvekil yapmak için sen ne olacaksın?" -"Bir adamı başvekil yapabilecek adam!" Bu fıkrayı Cumhurbaşkanlığı devrinde Nuri Conker bir iki defa anlatmıştı. Kaynak: Çankaya, Falih Rıfkı Atay, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2004. ISBN: 975-6461-05-5. Sayfa:51-53
Atatürk’ün Selanik’teki Hülyaları Bulgar Türkoloğu İvan Manolof, Meşrutiyetten bir iki yıl önce Selanik’te Mustafa Kemal’den Türk devrimine ait düşüncelerini dinlemişti. Yarınki Türkiye’yi heyecanla anlatan Mustafa Kemal Manolof’a demişti ki: -“Bir gün gelecek, ben hayal zannettiğiniz bütün bu devrimleri başaracağım. Ait olduğum millet, bana inanacaktır. Düşündüklerim hiçbir demagoji ürünü değildir. Bu millet, gerçeği görünce, arkasında tereddütsüz yürür. Dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat, yıkılmalıdır. Devlet yapısı, uygun bir unsura dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı, doğu medeniyetinden benliğimizi sıyırarak batı medeniyetine aktarılmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki farklar silinerek yeni bir sosyal düzen kurmalıyız. Batı medeniyetine girebilmemize engel olan yazıyı atarak, Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimize kadar, her şeyimizde batılılara uymalıyız. Emin olunuz ki, bunların hepsi, bir gün olacaktır.” (18 Ağustos 1948 Cumhuriyet, Arif Necip Kaskatı.)1 1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973. s. 62 Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009 124
Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'nin Selânik Şubesini Kurarken, 1906
Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'nin Selânik Şubesini Kurarken, 1906
Mustafa Kemal Suriye’den gizlice Selânik’e gelmiş ve güvendiği arkadaşları ile Askerî Rüştiye öğretmenlerinden Hakkı Baha (Pars)’nın evinde toplanmışlardır. Arkadaşlar, bu gece burada sizleri toplamaktaki amacım şudur: Memleketin yaşadığı tehlikeli anları size söylemeğe gerek görmüyorum. Bunu hepiniz anlarsınız. Bu talihsiz memlekete karşı önemli görevlerimiz vardır. Onu kurtarmak tek hedefimizdir. Bugün Makedonya’yı ve bütün Rumeli topraklarını vatan bütünlüğünden ayırmak istiyorlar. Memlekete yabancı etkisi ve egemenliği kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah zevk ve saltanatına düşkün, her alçaklığı yapabilecek nefret edilen bir kişidir. Millet baskıcı ve zorba yönetim altında yok oluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve yok olma vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına bazı büyük görevler yüklüyor. Ben Suriye’de bir cemiyet kurdum. Baskıcı yönetim ile mücadeleye başladık. Buraya da bu cemiyetin temelini kurmağa geldim. Şimdilik gizli çalışmak ve teşkîlâtı şekillendirmek mecburidir. Sizden fedakârlıklar bekliyorum. Kahredici bir baskıcı yönetime karşı ancak ihtilâl ile cevap vermek ve eskimiş olan çürük yönetimi yıkmak, milleti hâkim kılmak, özetle vatanı kurtarmak için sizi göreve çağırıyorum. Oda içinde derin bir sessizlik olmuştu. Lambanın solgun ışıkları içinde Mustafa Kemal’in heybetli sesinin yankıları hâlâ dalgalanıyordu. Ömer Naci ayağa kalkarak, Mustafa Kemal’in konuşmasına karşı o tatlı şivesiyle; "Mustafa Kemal, arkandayız, seni takip edeceğiz. Ölümler, cellatlar, işkenceler bile bizi bu kararımızdan çeviremeyecektir. Hürriyet verilmez, o ancak alınır. Haksızlık zulüm ve baskı altında inleyen bu suçsuz ve çaresiz milleti kurtaracağız, yaşasın hürriyet ve ihtilâl" sözleriyle derin sessizliği bozmuştu: Mustafa Necip, inkılâbın o fedakâr evladı, gizli hıçkırıklarla yanımda göz yaşlarını tutmağa çalışıyordu. Mustafa Kemal yeniden söze başladı: -"Arkadaşlar!" Dedi, "gerçi bizden önce birçok girişimler yapılmıştır. Fakat onlar başarılı olamadılar. Çünkü işe teşkîlâtsız başladılar. Bu kuracağımız teşkîlât ile bir gün mutlaka ve elbette başarılı olacağız. Vatanı, milleti kurtaracağız." Bu konuşmadan sonra teşkîlât işi görüşüldü. Sonunda Atatürk bana bakarak: -"Hüsrev, tabancanı çıkar, bu masanın üzerine koy, kararımızı yemin ile de doğrulayalım."dedi. Taşıdığım brovnik tabancasını masanın üzerine koydum. Hepimiz ellerimizi bu tabancanın üzerine koyarak ölünceye kadar bu kutsal dava uğrunda çalışacağımıza and içtik. Kaynak: Kızıldoğan, Hüsrev Sami, "Vatan ve Hürriyet: İttihat ve Terakki", Belleten, sayı:3-4, sayfa:619-655 125
Atatürk'ün Çocukluğu "Bir gün yoğurt yerken ağabeyimle aramızda kavga çıktı. Ağabeyim sinirlenip kafamı yoğurt tasının içine sokmuştu.Sonra da katıla katıla gülmüştük." Makbule Atadan Makbule Atadan Hanım’dan Babam öldükten sonra dayımın köyüne yerleştik. Dayımın büyük tarlaları vardı. Orada çoluk çocuk hepimiz bir işe yardımcı oluyorduk. Ben ve ağabeyim Mustafa küçük olduğumuz için, bize de bakla tarlasına gelen kargaları kovalama görevi verilmişti. Sabahları annem bize yiyecek bazı şeyler hazırlar ve bizi tarlaya yolcu ederdi. Biz orada ağaç dallarından yapılmış bir gölgeliğin altında akşama kadar görevimizi sürdürürdük. Bir gün yoğurt yerken ağabeyimle aramızda kavga çıktı. Ağabeyim sinirlenip kafamı yoğurt tasının içine sokmuştu. Sonra da katıla katıla gülmüştük. Annem ağabeyim Mustafa’yı çok severdi. Belki ilk çocuğu olduğundan, belki de iki kızına karşılık bir oğlu olduğu için ağabeyime çok düşkündü. Ona bir şey olacak, ona bir şey söylenecek diye aklı çıkardı. Ağabeyim de annemi çok sever ve sayardı. Ağabeyim küçükken de çok temiz giyinmeyi isterdi. Her çocukla konuşmaz, çocukların haşin davranışlarına, saban taşı atma, çelme takma gibi oyunlarına hiç iltifat etmezdi. Böyle oyunlara çağrıldığında, onları gayet kibar bir şekilde geri çevirirdi. Sokakta iki eli cebinde ve başı dik yürürdü. Herkesin dikkatini çekmekle beraber, sıkılgan bir çocuktu. Kendisi, daha rüştiye mektebinde (15-16 yaşında) iken, Selanik eşrafından Eranoszadeler’in oğluna ve komşumuz Şevki Paşa’nın kızına ders verirdi. Kaynak: Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, Prof.Dr.Yurdakul Yurdakul, Truva Yayınaları, 4. Basım Mart 2006, ISBN: 975-6237-37-6. Sayfa: 39
Hazırlayan: Vehbi Moğol vehbim55@gmail.com
126