B. Caporal: Türk Kadını 2.Cilt

Page 1


Nurer UGURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.

Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Mart 1999


KEMALiZMDE VE

KEMALiZM SONRASINDA ••

TURKKADINI il (1919-1970)

D�BERNARDCAPORAL Çeviren: Dr. ERCAN EYÜBOGLU

Cumhuriyet GAZETESININ OKURLARINA ARMAÖANIDIR.



İÇİNDEKİLER

İKİNCİ KESİM . . .. .. .. ... . . . . . ... . ... .. .. . . ... . ...... . . 7 KEMALİZMDE VE KEMALİZM SONRASINDA TÜRK KADINI (1919-1970) ... . ... .......... . . . . .. .... . . . .7 TÜRK KADINI VE ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI . . . . . . . ...1 1 KEMALİZM, E VRİMİ VE KADININ KURTULUŞU . ..... . . .29 I. KEMALİS T ULUSÇULUK, BATICILIK, LAİKLİK VE KADININ KURTULUŞU .. . . . . . . . . .. . . . . . . .. ... . . . . ...32 A- Ulusçuluk . . . . . . . . ... . .. . .. . . . .... . . . . . . . . . . . . . . , .32 B- Batıcılık . .. . . .. ... . . . .. . . . . . . . . . . . . . ... .. .... . . . .41 C- Laiklik . .. . . . . . . . . . . .. ... . . . . . . . .. .. .. .. . . .. . .. . .50 il. KEMALİZM SONRASI VE ATATÜRK İLKELERİNİN TARTIŞMA KONUSU OLMASI .. . .... . . .. . . . . . . . . . . ...57 TÜRK KADINI VE EGİTİM ... . ...... . . ............. ..73 75 1- Türkiye'de Öğretimi Yöneten İlkeler ... ........ . . . ......75

I. OGRETIM

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . .

A- Mustafa Kemal döneminde . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . 75 B- Kemalizm Sonrası .. . . . . . . ....... ............. . ... . 87 2- Öğretimin Değişik Kademelerinde Kızlar . ... .. . . . . . . . .. . 91 A- İlköğretim . . . . . . .. .. .. . . . . . . . .. . . . . . ......... . . . . 91 B- Ortaöğretim . .. .. . . . . . . . .... . . . . . . . .. . . . . . . . . . .. . 119 a) Ortaokul . . . . ... . .. . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . .. .. . . .119

b) Lise .. . . ..... .... ... .. .. ...... ...............1 31 C- Mesleki ve Teknik Öğretim . . . . . .. . . . . . ... . .. .. . . . . . 138 D- Yüksek Öğretim......... ........................ .147 5



İKİNCİ KESİM

Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını

(1919-1970)

7



Yeni Türkiye, Doğu'da kadını özgürlüklerine kavuştur­ muş ilk ülke; haklı olarak kendisine, "Türk halkının babası" Atatürk adı verilen Mustafa Kemal'in eseridir. Kuşkusuz ya­ nında ikinci derecede önemli sadık çalışma arkadaşları vardı, gerçi tüm bir halkın inancı ve hayranlığı hep onunla oldu; an­ cak, ülkesini kökten dönüştürmek isteyen o başdöndürücü devrimin programını tek başına oluşturan yalnızca O'ydu, Mustafa Kemal'di. Başta kadını ilgilendirenler olmak üzere Türkiye'de gerçekleştirilmiş tüm reformların temelinde -ger­ çekten- Kemalizm vardır. Atatürk'ün ülkesinde Kemalist ide­ olojiye başvurmaksızın kadının kurtuluşunu ele almaya kalk­ mak, sorunu yalnızca dış görünüşü ile, maddi yönü ile kavra­ maya "mahkfun olmak" demektir. Öyleyse, incelememizin bir bölümünü, bazı çevrelerce tartışma konusu yapılsa da bugün bile Türk devletinin resmi öğretisi olarak kalan bu ideolojiye ayırmamız gerekir. (Bölüm: II). Ancak bundan sonradır ki Atatürk'ün sağlığında ve onun ölümünden sonra Türkiye 'de kadının durumunu dönüştürecek tüm reformların incelenmesine girişebiliriz. Bu reformları al­ tı bölüm başlığı altında gruplandıracağız: • Kadın ve Eğitim (Bölüm: III) • Kadın ve Hukuk (Bölüm: iV) • Ailede Kadın (Bölüm: V) • Kadın ve Çalışma (Bölüm: VI) • Toplumsal Yaşamda Kadın (Bölüm: VII) • Kadın ve Siyaset (Bölüm: VIII) Ancak, bu değişik bölümlere geçmeden önce, Türk ka­ dınının Ulusal Kurtuluş Savaşı'na katılması üzerinde durmak gerekir. Türklerin gözünde bu savaş, tarihlerinin en onurlu ve parlak sayfaları arasında yer alır. Türk kadını bu sayfalardan her birinde var olmuştur. (Bölüm: 1). 9



1 Türk Kadını ve Ulusal Kurtuluş Savaşı

11



Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı İmparatorlu­ ğu' nun can çekişmesi başlamıştı. Yenilgi ve çok ağır koşullar içeren 30 Ekim 1 9 1 8 Mondros Bırakışması ( 1 ) imparatorlu­ ğun parçalanmasını hazırlamaktaydı. Buna karşın Başkan Wil­ son (2) ve Lloyd George'un (3) bildirilerine dayalı bir umut, imparatorluğun Türk topraklarını koruma umudu, var olma­ ya devam ediyordu. Oysa bu umudu paylaşanlar, bağlaşıkla­ rın Anadolu'nun büyük bir bölümünü parçalara ayırmak için yaptıkları gizli antlaşmalardan habersizdiler. Nitekim, Bırakışma'nın imzalanmasından az sonra Ana­ dolu'nun bölünmesi başladı. Boğazlar ve İ stanbul bağlaşık­ larca gözetim altına alınırken İngilizler Karadeniz'de destek noktaları ele geçirip Urfa, Maraş ve (Gazi) Antep gibi kent­ leri işgal ediyor; İtalyanlar, Antalya ve Konya'ya, Fransızlar da Adana 'ya yerleşiyorlardı. Ermenilere gelince, onlar da Do­ ğu illerinde soylarının krallığını yeniden kurma savıyla orta­ ya çıkıyor. Yunanlılarsa Trakya, Karadeniz ve Ege 'de kıpırda­ maya başladıktan sonra 1 5 Mayıs 1 9 1 5 'te lzmir'e çıkıyorlar­ dı (4 ). Bu gelişmelere koşut olarak Avrupa basını Osmanlı İm­ paratorluğu' na karşı, yakın bir gelecekte tümüyle ortadan kalkmasını göze almaya kadar varan acımasız bir kampanya sürdürüyordu. Ulusal varlığın böylesine tehdit edildiği bir or­ tamda, 2 Temmuz 1 9 1 8 'de, kardeşi Sultan V Mehmet'in ye­ rine geçen Sultan VI. Mehmet Vahdettin ise, yalnızca kendi tahtını kurtarmanın telaşına düşmüştü (5). ( 1 ) A. Türkgeldi, Mondros ve Mudanya Mütarekeleri Tarihi, Ankara, 1948. (2) "Şimdiki Osmanlı lmparatorluğu'nun Türk olan kesimlerine emin bir egemenlik sağlanacaktır", Aktaran, E. Z. Kara!, agm., s. 436. (3) "Biz, Türkiye'yi, başkentinden ve Türk ırkının çoğunlukta bulunduğu Anadolu'nun ve Trakya'nın zengin ve ünlü topraklarından yoksun brrakmak için savaş yapmayacağız" (H. N. Howard, The Partition ofTurkey ( Türkiye'nin paylaşılması). Oklohama, 1 93 1 , s. 20. (4) Nutuk, C. l, s. 1-2. (5) İbidem, s. 10/7. =

13


İşte bu noktada Türkler, sıkıntı ve acılarının derinlikle­ rinden son bir sıçrama yaptılar. Anadolu'da ve Trakya'da ulu­ sal savunma dernekleri kuruldu, İttihat ve Terakki' nin yerel komiteleri, İstanbul'da elden kaçırdıkları etkiyi, uzak taşrada yeniden ele geçirmeye girişti. öte yandan, Bırakışma'nın hü­ kümlerini kabul etmeyen Doğu'daki askeri birlikler silahları­ nı bırakmayı reddediyor ve hemen he tarafta savaş grupları ve çeteler oluşuyordu (6). Aralarında bağlantı bulunmayan bu de­ ğişik eylemciler, yerel durumların gereklerine göre davranı­ yorlardı. Bunları ortak bir örgütte birleştirme, direniş güçle­ rini belli bir hedef doğrultusunda yönlendirmek gerekiyordu. Bu, Mustafa Kemal' in eseri olacaktır. Bu karşıklıkları sona erdirmesi için sıkıştırılan impara­ torluk hükümeti -tarihin bir cilvesi olarak- Mustafa Kemal' i genişletilmiş askeri ve sivil yetkilerle Doğu Anadolu 'da duru­ mu ele almakla görevlendirmişti

(7).

Mustafa Kemal, Türk devriminin kalkış noktası olan 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. Kendisine verilen görevi yeri­ ne getirmeye koyulmaktan çok Mustafa Kemal, padişah adının arkasında direnişi birleştirmek ve yoğunlaştırmak için çalışma­ ya başladı. Kısa sürede Anadolu'da örgütlenmiş tüm güçlere çağrıda bulundu, halkı ayaklanmaya çağırdı. Terhis olmuş su­ baylarla toplantılar, memurlarla konuşmalar yaparak; halkla ko­ nuşmalarında gerekli ve uygun kanıtlan bularak, ülkeyi bir uç­ tan bir uca dolaştı. Halife-sultanın üzüntülerini onlara anlatır­

ken ona duydukları dinsel saygıyı da harekete geçirmeyi hedef alıyordu. Bu "düzmece" bağlılık nakaratına o, bağlaşıklann desteğiyle ülkeyi işgal edip halkı kılıçtan geçiren, T ürklerin ve İslamlığın geleneksel düşmanı Ermeni ve Yunanlılara karşı din(6) İbide m, s. 2-7/2-5. (7) İbide m, s. 9- 1 0/5-6.

14


sel karşı koyma duygularını da katıyordu. Ayaklanma içinde bir­ liği gerçekleştirmek için, bundan da fazlası, gerekmiyordu. Er­ kekler gibi kadınlar da mücadele için onun bayrağı altında top­ lanmak üzere koşuyorlardı. Bağlaşıkların denetimindeki silah depolarına saldırılıyordu. Anadolu silahlanıyordu. Anadolu'nun, bağlaşık birliklerince işgaline karşı birçok il ve kasabada da, kadınların da katıldığı buna benzer protes­ to mitingleri düzenlendi. Bu bağlamda İzmir'in Yunanlılarca işgalinden hemen sonra, 19 Mayıs l 9 l 9 'da, Fatih Alanı 'nda Halide Ebip (8) ve çok genç bir hanım olan Meliha Hanım (9), 50.000 kişinin ka­ tıldığı bir açık hava toplantısında söz aldılar. İki konuşmacı da Türk halkını kendine güvenmeye çağırdı. Tanrı ve hukuk onlardan yanaydı. Ertesi gün Üsküdar'da, Asri Kadınlar Cemiyeti adına Sa­ bahat Hanım, halka ( l O) sesleniyor, ondan sonra söz alan Na­ ciye Hanım da savaşçılara cesaret vermek için onların yalnız olmadıklarını, karılarının, analarının, kardeş ve bacılarıyla ço­ cuklarının hazır bekledıklerini haykırıyordu ( 1 1 ). 22 Mayıs'ta, Kadıköy'de konuşan üniversite öğrencisi Münevver Saime Hanım, bir ayaklanma çağrısı yaptı. " Dav­ ranmak zamanı gelmiştir" diyordu, "Oysa biz, hala ağlamak­ la vakit geçiriyoruz. Hıçkırıklarımızla düşmanın kalbini yu­ muşatamayız, yumuşatamayacağız. Örgütlenmeye başlayalım ve harekete geçelim" ( 1 2). Polis güçleri bu çağrıya karşı sert (8) K. Anbumu. Milli Mücadelede lstanbul Mıtingleri, Ankara. 1 95 1 , s. 1 2- 1 3 . (9) !bidem. s. 1 6- 1 7. ( 1 0) lbidem, s. 2 1 -22. ( 1 1 ) lbidem, s. 23-24. ( 1 2) !bidem, s. 34-35; Z. Celasin, Tarih Boyunca Kadın, İstanbul, 1 946, s. 158- 1 59.

15


tepki gösterdi. Münevver Saime Hanımı tutuklamak istediler. O ise Anadolu'ya geçip yavaş yavaş örgütlenmekte olan ulus­ çu birliklere katıldı. Daha sonra, istihbarat hizmetlerinde gö­ revlendirildi, sol kalçasından yaralandı, İstiklal madalyası ile onurlandırıldı (13). Bu mitingler içinde en ünlülerden biri, 23 Mayıs 1919'da İstanbul'da, Sultanahmet Alanı'nda düzenlenenidir. Yanında küçük kız yeğeni ile gelen Halide Edip, bu mitingte de söz ala­ rak büyük kalabalığa seslenir. O, bu büyük kalabalığı Ateşten Gömlek adlı romanında betimler. "Ucu bucağı görünmeyen alanda derin ve sağır bir ho­ murtuyla korkunç bir insan seli akıyor, akıyordu; alanın yal­ nızca çok kalabalık olan ortası hareketsizdi. Bu canlı insan se­ linin üzerinde, sanki yüzer gibi Sultanahmet Camii'nin beyaz minareleri ve cezaevi binası yükseliyordu. Evlerin damların­ dan, cami avlusundaki ağaçlardan insan salkımları (hevenk­ leri) sarkıyordu; daha da yukarılarda ise, beyaz minareler üze­ rinde dalgalanan siyaha bürünmüş bayraklar bazen halkın ba­ şı üzerine eğiliyor, bazen de beyaz güvercin bulutlarının uçuş­ tuğu mavileşmiş göğe doğru uçuyordu ... Ayasofya tarafından gelen herkesin dudaklarından, Türk bayraklarını siyaha bürün­ müş (siyahla örtünmüş) olarak görmekten doğan bir ağlama, zaptedilen bir hıçkırık dökülüyordu" ( 1 4). Halide Edip, kürsüde konuşurken işgalcilerin yaptıkları alçaklıkları, sesini sanki kızgın bir ateşte bileyerek kınadı. Ya­ ralı anayurdunun şanlı geçmişini dile getirdikten sonra, kala­ balıkla birlikte, imparatorluğu kurtarmak için kanını dökme­ ye ant içti ( 15). ( 1 3 ) T. Taş kıran , age., s. 7 1 . ( 14) Ateşten Gö mle k, 1 943 b s. , s. 220. A. Bo mbacı çeviri si , age., s. 393. ( 1 5) K. A nb urnu , age., s. 43 -44.

16


Peki ama, incelememizin birinci kesiminde de adını an­ dığımız, yaşamı ve siyasal tutkuları, döneminin bir Türk ka­ dınına göre olağanüstü olan bu Halide Edip kimdi? 1 88 3 'te İstanbul'da doğdu. Önce Ceyb-i Hümayun'da memur, daha sonraları Yanya ve Bursa'da Rej i Müdürü olan babası, onu Üs­ küdar Amerikan Kız Koleji'nde okuttu. Ayrıca, Rıza Tevfik' in felsefe ve sosyoloji, Salih Zeki'nin matematik derslerini izle­ meye özendirdi. Daha sonra, Salih Zeki ile evlenecekti. Vakıf Okulları 'na müfettiş atanmadan önce, kız öğretmen okuluyla başkentin bir lisesinde öğretmenlik yaptı. 1 9 1 7 'de Beyrut'ta, Şam'da kız okulları açtı; burada da müfettiş olarak görev yap­ tı. l 9 1 8- l 9 l 9'da İstanbul Üniversitesi'nde Batı edebiyatı ders­ leri vermekle görevlendirildi. Bu mesleksel etkinliklerinin ya­ nı sıra, Halide Edip, çok erken yaşlarda yazarlığa yöneldi. Bu dergilerdeki yazılarında, kadınların haklarını kesin bir karar­ lılıkla savunuyordu. Yukarıda da değinmiş olduğumuz gibi, ki­ mi yazıları, ölümle tehdit edilmesine bile neden oluyordu. Ne var ki kadınların kurtuluşu uğrundaki eylemi, edebiyatın bo­ yutlarını aşmıştı. Amacı, yeni toplumsal yaşama yurttaşların uyum sağlamalarına yardım etmek olan Taali-i Nisvan adlı bir dernek kurduğunu, daha önce görmüştük. Ulusçu kimliğiyle Türkçü harekete girdi, Türk Ocakları'nın etkinliklerine katıl­ dı. İlk romanı Yeni Turan' ın da kanıtladığı üzere, Turancı ide­ olojinin ateşli bir yorumcusu oldu ( 16) . Fakat asıl büyük ünü­ nü sağlayan romanı, Handan'dır (1 7). Daha sonra bir dizi öy­ kü ve roman yazdı. Bunlar içinde Ateşten Gömlek, kendisi­ nin de katıldığı Kurtuluş Savaşı'nı yansıtır. Gerçekten -Sulta­ nahmet açık hava toplantısındaki konuşması ve ulusçu eylem­ lerinden dolayı-, saray polisince aranan Halide Edip (Adıvar) ( 1 6) l stanbul, 1 9 1 2. ( 1 7 ) İstanbul, 1 9 1 2.

17


daha sonra ikinci evliliğini yapacağı Adnan Bey'le birlikte, Anadolu' ya kaçmak zorunda kaldı. Köylü kılığında, saman yüklü bir kağnı ile gizlice, Üsküdar'dan Alemdağ'a geçip Ke­ malist güçlere katıldılar. Halide Edip -basın ve propaganda yo­ luyla-, direnişin örgütlenmesine etkin biçimde katıldı. Hatta bir süre cepheye de giderek savaştı. Başçavuş rütbesine erişen tek kadın odur. Bu arada Mustafa Kemal'in itkisiyle Anadolu'daki kay­ naşma giderek gelişiyor, büyüyordu. Pek çok kentlerde, işga­ le ve galip devletlerin projelerine karşı Müdafaa-i Hukuk Ce­ miyeti örgütleniyordu. Değişik yörelerdeki bu dernekler, Mus­ tafa Kemal tarafından Doğu illeri için 23 Temmuz 1 9 1 9 Erzu­ rum ( 1 8), Anadolu ve Rumeli için de 4 E ylül 1 9 1 9 Sıvas ( 1 9) kongrelerine çağrıldılar. Burada, Türkiye'nin bağımsızlığını ve birliğini karara bağlayan Misak-ı Milli kabul edildi. Sıvas Kongresi Mustafa Kemal' in başkanlığında bir Heyet-i Temsi­ liye oluşturdu. O ysa o sıralarda, onun komutanlık görevine son verilmiş, general rütbesi de kendisinden geri alınmıştı. Bu iki kentte kadınlar özellikle etkin oldular. 29 Ekim 1 9 1 9'da, Erzurum'da Muradiye Camii 'ne topluca gidilip mev­ lit okundu (20), okul müdiresi Faika Hakkı Hanım'ın söyle­ vinden sonra, sadrazama, içişleri bakanına, bağlaşıkların İs­ tanbul 'daki temsilcilerine, Amerikan Senatosu' na kınama telg­ rafları çekilmesi kararlaştırıldı. Erzurumlu kadınlar telgrafla­ rında, Anadolu'nun işgalini ve halkın kıyılmasını; bu arada Türklerin dostu olduğunu söyledikleri halde, onlardan yana herhangi bir müdahalede bulunmaktan çekinen kimi güçlerin bu davranışlarını lanetliyorlardı (2 1 ) . ( 1 8) Nutu k, C . ! , s. 6 4 sq./46 sq. ( 1 9) İbide m, s. 86 sq./63 sq. (20) Peyga mber Muha mmed' in doğu munu anlatan koşu k yapıt. (2 1 ) Tel gra fların metni için, b kz. C. Ça ka, Tarih boyunca harp ve kadın, A nkara, 1 948, s. 4 1 -43.

18


Sıvaslı kadınlara gelince onlar da kongre sırasında, "Türklerin şanlı geçmişi eski büyüklüğü ile yeniden kurulun­ caya dek savaşıma katılacaklarını" ilan ettiler (22). 1 9 1 9 Eylülü'nde, Sıvas Valisi Reşit Paşa'nın karısı Me­ lek Hanım, bir grup kadınla birlikte bu kentte Anadolu Ka­ dınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti'ni kurdu. Seçilmiş on altı üyeden oluşan bir komitenin yönetimindeki dernek, tüm güç­ lerini yurt hizmetinde bir araya toplamak, gerektiğinde her yer­ de sesini ve etkisini duyurmak, böylece Türke karşı işlenen cinayetlere bir son verilmesini istiyordu (23). Dernek başka­ nı Melek Hanım'la genel yazmanı Sadiye Hanım' ın 24 Nisan 1 920 tarihli çağrıları üzerine Kangal'da Ulviye Hanım, Kay­ seri'de Seyyide Hanım, Niğde'de Ayşe Feride Hanım, Pınar­ hisar'da Refia Hanım başkanlığında olmak üzere, Amasya, Bolu, Burdur, Erzincan, Erzurum gibi daha başka illerde ve giderek tüm Anadolu'da, Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti'nin şubeleri açıldı (24). Derneğin gerçekleştirdiği çalışmanın kapsamı ve önemi tam olarak bilinmemektedir. Bununla birlikte, kamuoyunu -öncelikle kadın kamuoyunu­ ulusçu eyleme kazanmak için uğraştığı, maddi bağış kampan­ yaları düzenlediği; ordu ve yıkıma uğramış halk için dikimev­ leri, işlikler kurarak giyecek vb. ürettiği bilinmektedir (25). Mustafa Kemal'in 9 Mart 1 920'de, Anadolu ve Rumeli M ü­ dafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi adına gönderdi-

(22) G. Özkaya, Tutsaklıktan özgürlüğe kadınların savaşı, İstanbul, 1970, s. 358. (23) Derneğin kuruluş sırasında Melek Hanım 'ın yaptığı konuşmanın met­ ni ve derneğin tüzüğü için bkz. C. Çaka, age., s. 43-46. (24) G. Özkaya, age., s. 359. (25) T. Taşkıran, age., s. 78.

19


ği telgraf, onun bu derneğe verdiği değeri, duyduğu saygıyı belirtmeye yeter (26). Ayrıca belirtelim ki Halide F.dip, 10 Ağustos 1 9 1 9 'da, kongrenin hemen ertesinde Erzurum'da bulunan Mustafa Ke­ mal' e gönderdiği bir mektupta, duruma ilişkin düşüncelerini, yurdun kurtarılması için benimsenecek çözümle ilgili görüş­ lerini dile getiriyor ve mektubunu şöyle bitiri yordu: " Milli davada canıyla ve başıyla çalışanlar arasında sa­ de bir Türk askeri tevazuu ile sizinle beraber olduğumu beyan ederim." (27). Sıvas Kongresi'nden sonra, Anadolu ve Rumeli Müda­ faa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi'nin merkezi, Mus­ tafa Kemal'in 27 Aralık l 9 1 9'da yerleştiği Ankara' ya taşındı. Ulusal Parti' ye geniş bir çoğunluk sağlayan genel seçimlerle de güçlenen bu doğuş halindeki iktidar, sultanın politikasını alabildiğine zor duruma sokuyordu. Bu eyleme karşı koyabi­ lecek güce sahip bulunmadığından, Sultan VI. Mehmet, Mus­ tafa Kemal' i yalnız bırakarak onu güç ve destekten yoksun bı­ rakmaya karar verdi. Yeni Mebusan 'ın nerede toplanacağı so­ runu gündeme geldiğinde, mebuslar, oybirliğiyle İstanbul 'u seçtiler. Böylece onlar, Sıvas Kongresi kararlarıqa ve Anka­ ra ' yı yeğleyen Mustafa Kemal'in isteğine karşı, sultanın ar­ zusuna boyun eğmiş oldular. Padişah Mehmet Vahdettin, ki­ şiliğini, bu katılmaları (iltihakları) sağlamakla güçlendirmiş oluyordu. Mustafa Kemal bu yenilgiyi, yaşamının en acı ye­ nilgilerinden biri olarak duydu. Kimi mebusların içine, sulta­ nın hizmetindeki becerikli politikacıların manevralarına kur­ ban edilecekleri korkusu düştü. Başkent lstanbul'un ulusçu çevreleri, bu tür korkunun yersiz ve temelsiz çıkmasını sağla(26) Telgrafın metni için, bkz. C. Çaka. age., s. 55. (27) ivedi mektubun metni için bkz., Nutuk. C. l, s. 95-98/70/74.

20


maya çalışıyordu. Kadınların da katıldığı yeni açık hava top­ lantıları düzenlendi. Bunlardan birinde -Meclis-i Mebusan'ın çalışmalarına başladığı günün ertesinde-, Sultanahmet Ala­ nı 'nda Muallimler Cemiyeti Başkanı Nakiye Hanım (Elgün) söz aldı. Türkleri, yurdun bir karış toprağını düşmana bırak­ mamaya çağırdı (28). Parlamento, 28 Ocak l 920'de Misak-ı Milli hükümlerini onaylayarak sultanın planlarını başarısızlığa uğrattı. 1 6 Mart l 920'de Bağlaşıklar asker göndererek İstanbul'u işgal ettiler; ön­ de gelen ulusçu mebusları tutuklayıp Malta' ya sürgüne gönder­ diler. Üç gün sonra Mustafa Kemal, seçilecek yeni üyeler ya­ nında İstanbul Meclis-i Mebusanı'nın tutuklanmaktan kurtul­ muş üyelerinden oluşacak bir meclisin toplanacağını açıkladı. Meclis, olağanüstü yetkilerle donatılacak, tüm ülkenin yöneti­ mi onun erki alanı içine girecekti. 23 Nisan l 920'de Türkiye Bü­ yük Millet Meclisi Ankara 'da çalışmalarına başladı. Birkaç gün sonra Meclis, bir bakanlar kurulu oluşturdu. Meclis Başkanı ay­ nı zamanda Heyet-i Vekile 'nin de başkanıydı. Başkanlığa Mus­ tafa Kemal seçildi (29). Ayaklanan Türkiye, artık kendi şefine, kendi parlamentosuna, kendi hükümetine sahipti. Mustafa Ke­ mal, 27 Nisı;ın'da, Anadolu Kadınlan Müdafaa-i Vatan Cemi­ yeti 'ne gönderdiği bir telgrafla, aralarında oluşacak işbirliği ko­ nusundaki dileklerini yanıtlamış oluyordu (30). Ne var ki ulusçu eylem için kara günler ufakta belirmiş­ ti. İstanbul hükümeti, bağlaşıklarla birleşip, işi askeri yollar­ la bitirmeye karar verdi. Halife-sultan, Kemalistlere karşı din­ sel savaşların en canavarcasını başlattı (3 1 ) . Şeyhülislam' ın 5 (28) K. Anburnu, age., s. 62-63. Nakiye Hanım daha önce de, 1 9 Mayıs l 9 1 9'da üniversitede bir konuşma yapmıştı. (K. Arıburnu, age., s. 1 0). (29) Nutuk, C. 11, s. 433 sq. (30) Bu telgrafın metni için, bkz.: C. Çaka. age., s. 56. (3 1 ) Nutuk, C. 11, s. 44 l sq.

21


Nisan 1 920 tarihli fetvasıyla, Ankara isyancılarına karşı 'kut­ sal savaş' ilan edildi (32). Öte yandan, olağanüstü bir askeri mahkeme, Mustafa Kemal ' le birlikte, birisi kadın (Halide Edip), beş kişiyi daha 'gıyaplarında' idama mahkı1m etti (33). Bu mahkumiyet kararları birkaç gün sonra padişah tarafından da onaylanacaktır. Güçlü din duygularının etkisi altında bulu­ nan Mustafa Kemal' e bağlı kimi birliklerde çözülmeler ya da "Hilafet Ordusu" na katılmalar olurken, bir yandan da yandaş­ larının bir bölümü acımasızca katlediliyordu. Kemalist laik­ liği anlayabilmek için Kurtuluş Savaşı'nın bu zor anlarını, gözden uzak tutmamak gerekir. İsmet İnönü birkaç yıl sonra şöyle diyecektir: "Bir hilafet fetvasının, millet ayağa kalkmak istediği zaman, ona düşmanlardan daha eşna bir surette hü­ cum ettiğini unutmayacağız." (34). Anadolu'nun paylaşımını hükme bağlayan Sevr Antlaş­ ması ise toplum duyuncunda (vicdan) yol açtığı sıçrama saye­ sinde; ulusçu eylemin durumunu düzeltmesine yardımcı oldu. Sevr'in şoku öylesine derindi ki, birkaç hafta sonra dağılmaya başlayan Hilafet Ordusu'na karşılık, Mustafa Kemal'in güçle­ ri tüm cephelerde girişimi ele almaya başlamıştı. Böylece kan­ lı, acımasız, amansız bir savaş başladı. Bu savaş özellikle Ana­ dolu yaylasına bir yol açmaya çalışan Yunanlılara karşı idi. Türk kadınları bu savaşa tüm benlikleriyle katıldılar (35). Onlar, ordunun yardımcı hizmetlerine katkıda bulunmakla ye­ tinmediler, bununla sınırlı kalamazlardı, kalmamalıydılar. Sık sık, kavganın tam ortasında ve içinde yer aldılar. Pek çok kah(32) Fetva metni için bkz.: M. E. Bozarslan, Hilafet ve Ümmetçilik, İstan­ bul, 1 969, s. 77-79. (33) M. Gökman, Atatürk ve devrimleri tarihi bibliyografyası, 1 9 Mayıs 1 9 1 9-29 Ekim 1 923 Milli Mücadele tarihi kronolojisi, İstanbul, 1 968, s. 1 43 . (34) Nutuk, C. I I , s . 842. (35) A. Afetinan, L'emancipation de la femme Turquie (=Türk kadınının kurtuluşu)- Paris, 1 962, s. 49.

22


ramanlık eylemleriyle belirginleştiler. Tarih, bu kadınlardan birçoğunun adını saklamıştır. En ünlülerinden birkaçını -örnek diye- sayalım: Gördesli Makbule Hanım, Tayyar Rahmiye Ha­ nım, Hatice Hanım, Fatma Seher Hanım ve Nezahat Hanım... Gördesli Makbule Hanım 1921 'de, evlendikten hemen sonra kocasıyla birlikte bir çete örgütlemişti. Bu çete, birkaç ay boyunca düşmanı hayli hırpaladı. Gördesli Makbule Ha­ nım savaş alanında şehit düştü. Güney cephesinde Tayyar Rahmiye Hanım, IX. Tümene bağlı bir gönüllüler müfrezesine komuta ediyordu. Bu müfre­ ze,1 Temmuz1920'de Osmaniye'deki Fransız müstahkem mev­ ki karargahına saldırma buyruğunu aldı. Tayyar Rahmiye Ha­ nım, buranın ele geçirilmesinden az bir süre önce can verdi. Adana yakınlarındaki Külek kökenli olan Hatice Hanım; Emin ve Derviş ağanın komuta ettiği müfrezeye gönüllü ya­ zılmıştı. Birçok kez yaralanmasına karşın, Pozantı ' ya hücum edecek kuvvetler arasında ona da görev verilmişti.Bu mevki­ de kuşatılmış bulunan Fransızların Toroslar'dan bir çıkış yo­ lunu deneyeceklerini düşünen Hatice Hanım, onlara rehber­ lik yapabileceğini söyleyerek güvenlerini kazanmayı başardı. Fransızları Karaboğaz dar geçidine soktu; kendisi ise kaçarak çevresine haber verdi; topladığı 1 00 kadar silahlı kişiyle sal­ dırdığı Fransız müfrezesine, ağır kayıplar verdirdi. İzmit'te, Erzurumlu Fatma Seher Hanım, bir birliğin ko­ mutanlığı görevinde, cesareti ve stratejik yetenekleriyle ken­ dini gösterdi (36). Küçük bir çocuk olan Nezahat Hanım' ın öyküsü ise, en çok anımsananlardan biridir. Sekiz yaşında öksüz kalan Ne­ zahat Hanım Ulusal Kurtuluş ordusunda komutan olan baba­ sı Hafız Halit Bey ile birlikte, tüm cepheleri dolaştı; askere (36) C. Çaka, age.,

s.

57-77.

23


cesaret ve moral verdi, hatta ateş hattına kadar bile çıktı. Bur­ sa Mebusu Emin Bey, onun, yüzden çok düşman askerini saf­ dışı ettiğini ileri sürer. Bu nedenle ona Türk Jeanne d'Arc'ı adı takılmıştı. Emin Bey (B.M.M.'de ), ona, İstiklal madalya­ sı verilmesini isterken, Bolu Mebusu Tunalı Hilmi Bey de, Os­ manlı İmparatorluğu'nda hiçbir kadının taşımadığı paşa un­ vanının verilmesini dile getiriyordu. O sıralar kadınlara aske­ ri rütbeler vermeye pek eğilimli olmayan Türkiye Büyük Mil­ let Meclisi, bu dilekleri göz önüne almadı, genç kahramanı bir çeyizle ödüllendirmekle yetindi (37). Aynı yiğitlik ve özveriyle savaşmış daha nice kadının ise, adları günümüze ulaşmamıştır. Örneğin, 28, 29 ve 30 Hazi­ ran 1 9 19 günleri, tam üç gün, Aydın bölgesinde Türklerle Yu­ nanlıları karşı karşıya getiren şiddetli savaşlar sırasında, çok önemli bir görevi üstlenmiş bir grupta yer alan kadınları anım­ sayabiliriz. Bunlar, cephenin en ön saflarına dek sokularak, er­ kekler kadar cesaretle savaşmışlardı (38) . Silah taşımamış olmakla birlikte diğer Türk kadınları da kavgaya katılmaktan geri kalmamışlardır. Buna benzer daha niceleri içinden seçilen aşağıdaki olaylar, Türkiye'de herkes­ çe bilinir. Anlatıldığına göre, bir Türk kadını sırtında çocuğuyla cepheye, bir araba dolusu mühimmat ve cephane götürmek­ tedir. Yağmur yağmaya başlayınca, cephaneler ıslanmasın di­ ye çocuğunu sardığı örtüyü hemen çıkarıp cephanelerin üze­ rine örter. İki öküzün çektiği bir arabada, siperlere erzak taşımakla görevli bir kadının öyküsü de, sık sık dile getirilir: Öküzler­ den biri düşman kurşunlarıyla ağır yaralanır. Kadın ve yanın(37) T . Taşkıran, age., s . 80-8 l. (38) lbidem, s. 79.

24


daki iki çocuğu öküzün yerine koşularak arabayı çekmeye de­ vam ederler. Sırtlarında süt bebekleriyle, cepheye yiyecek-içecek ta­ şıyan kadınların öyküleri de anlatılan ilginç olaylardandır (39). Gene, Sakarya savaşları sırasında, 23 Ağustos 1 922 'de cepheye cephane taşıyan konvoydaki hamile bir kadın, doğum yapar. Hemen cephe gerisine göndermek isterler; fakat o red­ deder: "Ben bunları nasıl bırakırım? Ordu cephane bekliyor" (40). Bu anlatılan, daha da çoğaltabiliriz. Ama gerçeği tümüy­ le yansıtmaktan gene de uzak kalırlar; zira yurdun kurtarılma­ sı kavgasına, Türk kadınlarının tümü katılmıştır. J. Schlicklin, "Anadolu Türk halkı ayaktadır. Erkekler, kadınlar ve çocuk­ lar bu kutsal savaşa katılmaktadırlar. Dünya tarihinde, bu den­ li oybirliğiyle girişilmiş bir savaşın örnekleri pek az olsa ge­ rektir" der (41). Bu oybirliğinin yaratılmasında, kadınların geniş katkıla­ n olmuştur. Örneğin, Yunanlılara karşı girişilen büyük taar­ ruz öncesinde, İstanbul gençliğini ulusal birliğe tümüyle kat­ mak isteyen Halide Edip, bu amaçla çağrı çıkardı. Halide Edip, çağrısında, İstanbul gençliğini "solgun ve gelip geçici zevk­ leri terk ederek; yanıp tutuşan Sakarya vadilerindeki drama­ tik ve sevinçli düğüne" katılmaya çağırıyordu. "Ulu bir çına­ rı andıran Anadolu, top sesleri ve bomba patlamaları arasın­ da düşmanın saldırısına karşı başkaldırırken" , o, iki yıl önce­ ki söylevini anımsatarak şöyle haykırıyordu: " Peki neredesiniz şimdi? Sizler ki, Sultanahmet Ca­ mii' nin ebedi minarelerinden inen siyah bayrakların gölgesin(39) A. Afetinan, age., s. 49. (40) T. Taşkıran, age., s. 80. (41) J. Schlicklin, Ankara, L'aube de la Turque nouvelle, (Ankara, Yeni Türkiye'nin Şafağı), Paris, 1921-1922, s. 21.

25


de Yüce Tanrı'yı tanık göstererek, benimle birlikte andiçmiş­ tiniz, neredesiniz şimdi? Hep birlikte, Sultanahmet'te andiçtik. Eğer size bu güzel ve "Ulusal And"ı anımsatmasaydım, o gün orada söylediğim sözlere bağlı kalmamış olurdum. Bakışları­ mız ve kalplerimiz İstanbul' a doğrulmuştur. Şimdiden, Fatih' e doğru ilerleyen tümenin ayak seslerini duyar gibiyim" (42). Minnettar ve özgür Türkiye, anayurdun kurtuluşu uğrun­ da, kendilerini feda eden ve cesaretle savaşan kadınlarının anısını ölümsüzleştirmek için, anıtlar dikmeyi bir vefakiirhk ödevi bilmiştir. Bugün, Sultanahmet Alanı' nda, Halide Edip'in büstünü görebilirsiniz. Kurtuluş Savaşı'nı anlatan pek çok anıtta, Türk kadını simgelenmiştir. Örneğin Adana heykeli, ya­ ralanan kocasının tüfeğini kaparak kavgaya atılan bir kadını simgelemektedir. B aşkentin Ulus alanındaki anıt da, omzun­ da havan mermisi taşıyan bir köylü kadın ile bütünleşmekte­ dir. Bu anıtla ilgili anısında A. Afetinan şunları anlatır: 1955 Nisanı 'nda dikilecek anıtla kurulacak müze için, ilk elden, ba­ zı anılan derlemek üzere, askerlerden oluşan bir komisyonla birlikte Afyonkarahisar ve Dumlupınar' a gidilmişti. Yaşlı bir kadın A.Afetinan' ın yanına sokularak, der ki: "Ankara'da, Kemal Atatürk heykelini tanıyor musunuz? Orada, sırtında ha­ van topu taşıyan kadın, işte benim!" Yaşlı başka bir kadın da, ona aynı sözleri söyler. "İki kadının söyledikleri, bence ger­ çekti", diye düşünür A. Afetinan, "bence bu heykel, kurtuluş savaşına katılan Türk kadınlarının bir simgesidir" (43 ). B u sa­ vaş sırasında, ortalığı karıştırıcı etkinliklerle sürüp gelen ey­ lemleri ve gerici bağnaz hiziplerin halkı zehirlemesini önle­ mek amacıyla, kadının özgürlüğü konusuna dokunmaktan el-

(42) Metni aktaran, J. Melia, Mustapha Kemal ou la renovation de la Tur­ quie (=Mustafa Kemal ya da Türkiye'nin yenileştirilmesi). Paris, 1 929, s. 36. ( 43) A. Afetinan, age., s. 50.

26


den geldiğince kaçınılmıştır ( 44) . Zaferin hemen ertesinde de durum aynıydı. Kadınlara, durumlarını iyileştirici nitelikte yeni hiçbir hak tanınmadı. İlerde de göreceğimiz gibi , 1923 'tc seçim yasasını yeniden gözden geçiren Türkiye Büyük Mil­ let Meclisi, Bolu M ebusu Tunalı Hilmi Bcy ' in önergesini red­ detmiştir. Önerge, her mebusun temsil edeceği seçmen sayı­ sının elli b inden yirmi bine indirilmesinde kadınların da he­ saba katılmasını istemekteydi . Hatta bu önerge, öyle bir tep­ ki uyandırdı ki başkan oturuma ara vermek zorunda kaldı. M ustafa Kemal 'e gelince, o daha bu dönemde, kadını kurtarmanın zamanının geldiğini açık seçik ileri sürmektedir. Onun, 23 M art 1 923'te Konya'da kadınlara söylediği şu söz­ ler önemlidir: " Son senelerin inkılap hayatında, hummalı fedakarlıklar­ la mahmul mücadele hayatında, milleti ölümden kurtararak ha­ lasa ve istiklale götüren azm-ü faaliyet hayatında, her ferdi mil­ letin mesaisi, gayreti, himmeti, fedakarlığı sebkeylemiştir. Bu meyanda en ziyade tebcil ile yad ve daima şükran ile tekrar edilmek lazım gelen bir himmet vardır ki, o da Anadolu kadı­ nının ibraz etmiş olduğu çok ulvi, çok yüksek, çok kıymetli fedakarlıktır. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde, Ana­ dolu köylü kadınının fevkinde kadın mesaisi zikretmek imka­ nı yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını <Ben Anadolu ka­ dınından daha fazla çalıştım, milletimi halasa ve zafere götür­ mekte Anadolu kadım kadar himmet gösterdim diyemez . ..> Belki erkeklerimiz memleketi istila eden düşmana karşı sün­ güleriyle, düşmanın süngülerine göğüslerini germekle düşman karşısında isbatı vücut ettiler. Fakat erkeklerimizin teşkil et­ tiği ordunun hayat membalarını kadınlarımız işletmiştir. Mem­ leketin esbabı mevcudiyetini hazırlayan kadınlarımız olmuş (44) Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti, Histoire de la Republique (=Cumhuri­ yetin Tarihi), İstanbul, 1935, s. 228.

27


ve kadınlarımız olmaktadır. Kimse inkar edemez ki, bu harp­ te ve ondan evvelki harplerde milletin kabiliyeti hayatiyesini tutan hep kadınlarımızdır. Çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu, keresteyi getiren, mahsulatı pazara götürerek paraya kalbeden, aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla beraber, sırtıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla, yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip cephenin mühimmatı­ nı taşıyan hep onlar, hep o ulvi, o fedakar, o ilahi Anadolu ka­ dınlan olmuştur. Binaenaleyh hepimiz bu büyük ruhlu ve bü­ yük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle ebediyyen ta­ ziz ve takdis edelim" (45). Tarsus' a bir gezisinde, halk Gazi'yi alkışlamak için top­ lanmıştı . Eski bir savaşçı kadın, Kara Adile Çavuş, önünde sec­ deye kapanarak ona saygısını göstermek istedi. Mustafa Ke­ mal, kadını yerden kaldırdı ve gözleri yaşla dolu, şöyle dedi: "Kahraman Türk kadını, sen, yerlerde sürünmeye değil, omuz­ larımız üstünde göklere kadar yükselmeye layıksın" (46). Bu sözler, o kadının kişiliğinde tüm kadınlara söylenmişti. Daha açık ve seçik sözcüklerle Mustafa Kemal, şöyle di­ yecektir: "Türk kadını savaş sırasında ülkeye çok büyük yardım­ da bulundu; herkes gibi o da acı çekti. Bugün o özgür olma­ lıdır; eğitim görmeli, okullar kurmalı, ülkede erkekle eşit bir konuma sahip olmalıdır. Buna hakkı vardır" (47). Ne var ki, Mustafa Kemal' i Türkiye'de kadının kurtulu­ şunu istemeye götüren nedenler yalnızca bu gerekçeler değil­ dir. Gerçekten de, bu gerekçeler çok daha derin nedenlerden kaynaklanmaktadır. O Kemalist ideolojinin bir istemi, bir iste­ ridir. Bu ideoloji ve O'nun kadının kurtuluşu ile ilişkisi nedir? (45) Söylev, C . il, 147- 1 48 . (46) L. Oğuzcan, Atatürk ve Türk Kadını, Mersin, 1 96 1 , s. 49. (47) Söylev, C. il, s. l 76.

28


2

Kemalizm, evrimi ve Kadının Kurtuluşu

29



Kemalizmle ilgili olarak ( l ) elimizde Atatürk'ün kendi elinden çıkma herhangi bir sistematik sunuş yoktur. Gerçek­ ten Gazi bir kuramcı değil, bir pragmatisttir. Şöyle diyecektir: "Biz de, biz de bir kitap yazabilirdik. .. Biz bunu yapma­ dık. Ulusun yeniden doğuşu ve maddi ve manevi kalkınması yolunda, biz, somut eylemleri sözlerin ve kuramların önüne koymayı yeğledik" (2). "Bugün vasıl olduğumuz nokta, halası hakika noktası değildir. . . Milleti millet yapan, terakki ve tefeyyüz ettiren kuv­ vetler vardır: fikir kuvvetleri, içtimai kuvvetler. . . Görülüyor ki, en mühim ve feyizli vazifelerimiz, maarif işleridir. Maarif işlerinden behemahal muzaffer olmak lazımdır. Bir milletin halası hakikisi ancak bu suretle olur (3). ( 1 ) Kemalizmle ilgili yapıtlardan S. Omurtak, H . A. Yücel, 1. Sungu, E. Z. Kara!, F. R. Unat, E. Sökmen, U. lğdeınir, Atatürk maddesi, İA, I.C. içinde. Bu madde, Atatürk başlığı ile kitap biçimi altında yayımlanmıştır, (İstanbul, 1 970); Fransızca çeviri: Atatürk, Ankara 1 963; Y. Abadan, İnkılap ve İnkılapçılık, An­ kara, 1 933; idem, Türk İnkılabı Tarihi Notları, Ankara, 1 95 1 ; idem, lnkılap Ta­ rihine Giriş, Ankara, 1960; !. Akay, Atatürkçülüğün İlkeleri, İstanbul, 1 964; E. H . Akman, Türk Devrimi v e Devrimciliği, İzmir, 1 936; F. R. Atay, Atatürkçülük Ne­ dir9 lsanbul, 1 966: Ş. Aykut, Kemalizm, İstanbul, 1 936; H .Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, İstanbul-Ankara, 1 940- 1 953 (3 cilt); M. E. Bozkurt, Atatürk Kimdir? Ke­ malizm Nedir? İstanbul, 1 943; B. Ecevit, Atatürk ve Devrimcilik, tybd; E.T. Eli­ çin, Kemalist Devrim İdeolojisi, İstanbul, tbd; A. Engin, Kemalizm inkılabının Presipleri, İstanbul, 1 93 8- 1 939 (3 cilt); H. Eroğlu, Gerçek Yönüyle Atatürkçülük, Ankara, 1 965; idem, Türk Devrim Tarihi, Ankara, 1 967; F. Güventürk, Gerçek Kemalizm, İstanbul, 1 963; S. Irmak, Devrim Tarihi, İstanbul, 1967; C. A. Kansu, Atatürkçü Olmak, İstanbul, 1966; E. Z. Kara!, Türk İnkılabının Mahiyeti ve Öne­ mi, İstanbul, 1 937; S. Kili, Kemalizm, İstanbul. 1 969; Y. Nabi, Atatürk Yolu, İs­ tanbul 1 967; İdem, Atatürkçülük Nedir? İstanbul, 1 965; A. F. Oğuzkan, Devrim­ ci Atatürk, Ankara, 1 963; P. Safa, Türk İnkılabına Bakışlar, İstanbul, 1 938; A. R. Seyfioğlu, Gazi ve İnkılap, İdeoloji, lstanbul, 1 933: E. B . Şapolyo, inkılap Tari­ hi, Ankara, 1 96 1 ; H. R. Tekgüç, Kemalizm, İstanbul, 197 1 ; T. Timur, Türk Dev­ rimi, Tarihi Anlamı ve Felsefi Temeli, Ankara,1968; T. Z. Tunaya, Devrim Ha­ reketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, İstanbul, 1 964; E. Z. Kara!, agm., s. 436445; B. Lewis, age, s. 325-487; D.B. Webster, The Turkey of Atatürk, Social Pro­ cess in the Turiksh Reformation ( Atatürk'ün Türkiye' si, Türk Reform Hareke­ tinde Toplumsal Süreç), Filadelfiya, 1 939: Tekinalp, Le Kemalisme (= Kemalizm), Paris, 1939; M. Duverger, Le Kemalisme, Le Monde içinde, 27 Mayıs 1 96 1 . (2) Nutuk, C. II, s . 7 1 9. (3) 5 Şubat 1 93 7 gün ve 3 1 35 sayılı yasa. Düstur, 3. seri C. XVIII s. 307. =

31


Bununla birlikte yeni Türkiye, Mustfa Kemal'in kurucu­ su olduğu Cumhuriyet Halk Partisi'nin 1937'de anayasaya da giren ilkeleri üzerinde kurulmuştur. Gerçekten, bu anayasa­ nın 2. maddesine göre Türk devleti cumhuriyetçi, ulusçu, halk­ çı, devletçi, laik ve devrimcidir (3). Bu altı ilkenin üçü bizi çok özel olarak ilgilendirmektedir: bunlar, Türk devletinin ulusçu, laik ve devrimci niteliğini dile getiren ilkelerdir. Bu sonuncu ilke Türkiye'nin Batı'ya yönlendirilmesini içermek­ tedir. Gerçekten, büyük Kemalist reformların tümünün esin kaynağı, bu ilkelerdir. Öyleyse, bir yandan Türkiye'de kadı­ nın kurtuluşu savaşımının temellerini daha iyi anlamak, öte yandan, bu ilkelerden bazılarının, özellikle de laikliğin, Mus­ tafa Kemal 'in ölümünden sonra yeniden tartışılır olmasının ka­ dının kurtuluşu üzerinde doğurabileceği sonuçları daha iyi kavrayabilemk için, özel olarak içerdikleri ile bu ilkeleri in­ celememiz gerekiyor.

I. KEMALİST ULUSÇULUK, BATICILIK, LAİKLİK VE KADININ KURTULUŞU A- Ulusçuluk (4)

XIX. yüzyılın sonunda ve XX. yüzyılın ilk iki on yılın(4) M. S. Çekmegil , Milliyet Anlayışımız, Malatya, 1 959; G. Evliyaoğlu, Milliyetçiliğimizin ön hedefleri İstanbul, 1 962; Mehmet izzet Milliyet Nazari­ yeleri ve Milli Hayat, İstanbul , 1 925; K. Karaca, Milliyetçi Türkiye, Ankara, 1 97 1 ; H . N . Öztürk, Türkleşmek, Laikleşmek, Çağdaşlaşmak, İstanbul, 1 963 : P . Safa, Nasyonalizm (milliyetçilik), ybd., 196 _ 1 ; H. Tanyu, Atatürk ve Türk Milliyetçi­ liği, Ankara, 196 1 ; T. Unat, Milliyet Uzerine Düşünceler, Ankara, 1 96 1 ; R. D. Robinson, The First Turkish Repııblic. A Case Study in National Development (İlk Türk Cumhuriyeti. Bir Ulusal kalkınma monografisi), Cambridge, 1 963; F.W. Femau, Naissance de la nation Turque. Foııdements ideologiques de sa po­ litique contcmporaine (Türk ulusunun doğuşu. Çağdaş politikasının ideoloji te­ melleri), Etudes Mediterraneennes içinde, No: 4, 1 958, s. 85- 1 00.

32


da birbirinden ayn, fakat iç içe geçişmiş dört ideolojik eğilim, -Osmanlıcılık, Panislamizm, Panturanizm ve Türk ulusçulu­ ğu-, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışı karşısında bir çö­ züm, bir çıkış olarak alkışlanacaktır. Osmanlıcılık Mustafa Kemal' i kendine çekememiştir (5). Jön Türkler iktidara geldiklerinde bu ideoloji zaten mahkfun olmuştu. Birkaç yıl sonra, Balkan savaşları ertesin de, impara­ torluğun Avrupa topraklarının kaybedilmesi bu mit'in kesin olarak çökmesine neden oluyordu. Mustafa Kemal' in gözün­ de Panislamizm ve Osmanlıcılıktan daha tutarlı bir ideoloji değildi (6). Mustafa Kemal, Suriye de Filistin'deki hizmetleri sayesinde imparatorluğunu bir yönleriyle ulusçu olan Arap uy­ ruklarının bu ideolojiye de katılmadıklarını bizzat yaşayarak denemişti. Panturanizm konusunda ise Mustafa Kemal gerçi Turan halklarının bir kültür ortaklığı bulunduğuna itiraz etmi­ yordu, ne var ki, o, siyasal Panturanizmin tehlikeli yolunu da­ ima reddetmişti (7). Böylece kala kala Anadolu Türklerinin ulusçuluğu kalıyordu. Mümkün olanı kavrama yeteneği taşı­ yan Mustafa Kemal (bu onun başta gelen niteliklerindendi) bu­ na ancak katılabilirdi. Üstelik, o, yeniden doğuşunu içinde duy­ duğu Türk ulusu için gerçek bir tutku ile hareket etmekteydi. Daha sonra severek yineleyeceği üzere, uğruna yaşamaya ve ölmeye değecek tek gerçek varsa o da Türk ulusudur (8). Demek ki, Mustafa Kemal' in başına geçtiği devrimin bi­ rinci niteliği ulusçuluktu. Bu yalnızca fethedici ve kurtarıcı bir ulusçuluk değildi. Yalnızca bu yönü ile görmek, onu sakatla­ mak demekti. Başlangıçta, saltanat rejimine ve padişaha kar­ şı bir isyan olduğu kadar, utanç verici bir teslimiyeti reddet(5) Atatürk'ün bu konuya ilişkin sözleri için bkz.: F. R Unat, Ne Mutlu Türküm Diyene! Türk Dili Dergisi, No: 146, 1 963, s. 77-78. (6) Söylev, C . !, s, 20 1 ; N utuk, C. 11, s. 436. (7) l bidem. (8) M. E. Bozkurt, Yakınlarından hatıralar, lstanbul, 1 995.

33


me elbette söz konusuydu. Fakat kurtulmak yetmiyordu, Ana­ dolu Türklerini bir araya getirmek, birliklerini yeniden keş­ fetmede onlara yardım etmek, onları ortak bir ideal çevresin­ de toplamak. .., kısacası, bilinçlerinde dinsel duyguların yeri­ ni aldığı ulus kavramını onlarda uyandırmak gerekiyordu. Bu dinsel duygu, Türkleri, bir yerde, "ulussuzlaştırmıştı" (9). Özgürleşme ve toplumsal kurtuluş fikirleriyle Napolyon dö­ nemi ulusal düşünceyi yayınlaştmr (10). Balkanlarda da çe­ şitli ulusal hareketler, kurtuluş için savaşıma hazırlanırken, Os­ manlı İmparatorluğu'nda Türkleri bu dinsel duygunun gücÜ birleştirmekteydi. "Y üzyılın başlangıcında bile," der J. Deny, "Türk ırkından halktan birine milliyeti sorulunca 'Müslüma­ nım ya da İslamım' diye yanıtlıyordu (11 ). Hatta, dahası, "Türk" sözcüğünün kendisi bir değersizlik ifade ediyordu (12). 1897'de Mehmet Emin (Yurdakul) iledir ki Türkler, ırk­ larının adının kıvançla, övünçle ağza alındığını duymaya baş-

(9) Tekinalp, age., s. 29-30. ( 1 0) F. Pontelli, L'eveil des nationalites et le mouvement liberal ( 1 8 1 5 1 848) - Ulusal toplulukların uyanışı v e liberal hareket ( 1 8 1 5 - 1 848) , Paris, 1 968,

s. VII-VIII.

( 1 1 ) J. Deny, La reforme actuelle de la langue Turque(=Türk dilinin bu­ günkü reformu), ETI içinde, No: 10, 1935, s. 228 . ( 1 2) "Daha Selçuklular döneminden beri Türk sözcüğü, hatta Oğuz boyu deyimi, kötü bir gözle değerlendiriliyordu( ...) Türk adı, çirkin ve kaba sıfatlar­ la birlikte anılıyor, deyimin Arapça çoğulu olan etrak ile uyak sağlamak üzere bi-idrak, na-pak ve bi-ser-u-pa (başsız, ayaksız�çn) sözleri ile Türkler ya göçe­ be, ya da çoban ve köylü olarak niteleniyordu(Omeğin, Evliya Çelebi'ye bakı­ labilir). Aynı zamanda, ''ayı Türk'', ''ayrancı Türk" gibi deyimlere de rastlanır. Bu, küçük düşürücü deyimlere atasözlerinden de örnekler verilebilir ki bu, La Boullaye le Gouz gibi Batılıları bile şaşırtmıştır(Voyages(=Geziler), s. 577). Dherbelot ve Mouradgea d'Ohsson gibi yazarlar da, bu noktayı vurgulamaktan kendilerini alamamışlardır. O çok saygıdeğer Dherbelot'nun turklik sözcüğü al­ tında neler yazdığına bakalım: "Türk dilinde bu sözcüğün iki anlamı vardır. İlk anlamı, köylük'tür. Bu adı taşıyan kırlarda çok mezralar ve Pastres'lann yerleşip yaşadığı köyleı vardır. Bu anlam, Anadolu'nun birçok yerlerinde otııran ve sürülerini otlatan Türkmen­ lerden geliyor olabilir.(. . .). Sözcüğün ikinci anlamı ise çirkin ve kabadır.(. . . )" (J. Deny, agm., s. 228-229).

34


lamışlardır: "Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur". (13) Öte yandan ise, Panturancı ideoloji yavaş yavaş Türk ulusçuluğu­ na dönüşüyordu. ( 14) Ne var ki, Kurtuluş Savaşı boyunca Anadolu halkı ara­ sında Türk ulusçuluğunun gerçek uyanışını sağlayan, Musta­ fa Kemal'in dehası olmuştur. Bu ulusçuluğu, ulusal idealin ye­ rini olan dinsel duygu başta olmak üzere "Türkiye'yi her tür­ lü aşırı dış etkiden kurtarmaya yönelik ulusal kurtuluş girişi­ miyle ( 15) o biçimlendirmiştir. 5 Kasım 1925'te Ankara Hu­ kuk Fakültesi' nin açılışı sırasında Türk devriminden söz eden Mustafa Kemal'e göre: (Devrim) yüzyıllardan beri ulusun bireylerini birbirine bağlayan bağı, gerek biçimde, gerek özde, değiştirmiştir. On­ ları, dinsel ve teokratik bağ yerine ulusçuluk bağıyla bir ara­ ya getirmiş birleştirmiştir. (16) Birkaç yıl sonra Cumhuriyet Halk Partisi'nin programı ulusu "birbirlerine dil, kültür, ülkü ortaklığı ile bağlı yurttaş­ ları içeren bir toplumsal ve siyasal oluşum" (17) olarak tanım­ layacaktı. Bu tanımı yorumlarken Tekinalp şöyle diyecektir: "Kültür ortaklığı ulus olmanın başlıca niteliğini oluşturur". ( 1 3 ) Mustafa Kemal kendisi, Manastır Askeri Hazırlık Okulu'nda öğren­ ciyken bu dizenin üzerinde uyandırdığı izlenimi anlatır (Bkz. F. R. Unat, agm., s. 77). ( 14) Bu evrim, en iyi, Ziya Gökalp 'in düşüncesi aracılığıyla izlenebilir. O­ nun yaşamı ve yapıtı, yolunu arayan bir kuşağın tipik arayışlarıdır. Panturancı bir ülkücü kimliğine dönüşümü, 1 908 devriminin ertesinden başlar. 1 9 1 1 'de Tu­ ran adlı şiirinde şöyle diyecektir: "Vatan ne Türkiye' dir Türklere ne Türkistan, Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan." " 1 9 1 2 'den itibaren imparatorluk Türklerinin en çok dinlenen ulusçu ide­ oloğu olacak, 1921 'de Malta sürgünü dönüşü ise, Mustafa Kemal 'in yönettiği ulu­ sal harekete katılacaktır. ( 1 5 ) J. Deny, agm., s. 224. ( 1 6) Söylev, C. 1 , s. 237. ( 1 7) Aktaran, Tekinalp, age. , s. 257.

35


(1 8) Bu nedenle, kültür devrimi, Türk halkının ulusal duygu­ sunu pekiştirmek için Mustafa Kemal' in giriştiği en büyük atı­ lımlardan biri olacaktır. Gazi için bir halkın ulusal kültürünün temelinde dil ve yazı vardı, ancak aynı zamanda, bu halkın ru­ hunu geçmişte yoğurup biçimlendiren her şey, tarih de bura­ da yer alıyordu. Bu böyle olunca, onun bu öğelere gösterdiği ilgiyi olduğu kadar onlara ulusal bir nitelik kazandırmak için girişeceği reformları da anlamak kolaylaşmaktadır. Özellikle belirtiyordu ki, tarihini yeniden keşfetme arayışı, bağımsızlı� ğı uğruna Türk halkı için yeni bir kavga vesilesi olmalıydı, ya da, daha doğrusu, bu arayış, 1 91 9'da girişilen bağımsızlık sa­ vaşının manevi yönünü oluşturmalıydı. Gerçekten, ülkesi gi­ bi "Türk ulusunun geçmişi, uygarlaştırıcı kişiliği, insansal de­ ğerleri, Türklerin İslamlığı benimsemiş olmaları dolayısıyla bir saldırının kurbanı olmuşlardı". (1 9) Girişip başardıkları bü­ yük eylemler unutulup gitmiş ya da Müslümanlarca kendile­ rine maledilmişlerdi. "Türkler kendi kökenlerine varıncaya kadar unutmuşlardı." (20) Demek ki, tarihlerinin yeniden in­ celenip kotarılması yoluyla onlara kültürel miras ve birikim­ lerini keşfettirmek gerekiyordu. Gazi, bir halkın kendi geçmi­ şi hakkındaki düşüncesinin geniş ölçüde bugüne ve geleceğe ilişkin görüşlerini yönlendirdiğini ve belirlediğini biliyordu. Tarihsel yenileştirme işi, Mustafa Kemal'in bizzat kur­ duğu ve çalışmalarını dikkatle izlediği Türk Tarihi Tetkik Ce­ miyeti' ne düştü. (21 ) Bu çalışmalar Türk halkı için coştum-

( 1 8) lbidem, s. 26 1 . ( 1 9) S . Omurtak, H . A. Yücel, !. Sungu, ... age., s. 243/20 1 . (2 1 ) A . Afetinan, Atatürk v e tarih tezi, Belleten içinde, No: 1 0, 1 939, s. 243-246; İdem, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1 953; İdem. Türk Tarih Kurumu'nun kuruluşuna dair, Belleten içinde, XI, l 947, s. 1 73 - 1 79; E. Akurgal, Tarih ilmi ve Atatürk, İdem, XX, 1 956, s. 5 7 1 -584; U. iğdemir, Atatürk'ün buyruğuyla Türk Tarih Kurumu için hazırlanan bir program tasarısı, idem, XXVII, 1 963, s. 639-655; İ . H . Uzunçarşıh. Türk tarihi yazılırken

36


cu sonuçlara ulaşmalıydı. Bu sonuçlar, 1932'de İstanbul'da Bi­ rinci Türk Tarih Kongresi'ne sunuldu (22) ve uzun yıllar bo­ yunca okullarda okutulan hemen hemen resmi tezler haline geldiler. Bu okullardan geçen herkes gibi biz de, bunun kişi­ sel anılarını saklıyoruz. Türk kadınının kurtuluşu için doğu­ racakları sonuçları daha iyi kavrayabilmek üzere bunları bu­ rada sergiliyoruz. Çağımızdan binlerce yıl önce Türklerin anayurdu Orta Asya idi. Türk halkı orada iç denizlerin kıyısında yaşıyor, çok ileri bir uygarlık tanıyordu. Bu denizlerin kuruması üzerine ve hala bilinemeyen nedenlerle Türkler kültür ve uygarlık ka­ zanımlarını gittikleri her yere taşıyarak dört bir yöne dağıldı­ lar. "Eski çağlar dünyasını aydınlatan ilk kültür ve uygarlık ışınlan, der A. Afetinan, gerçek yerlileri Türkler olan Orta Asya' nın yaylalarından çıkmıştır." (23) Bazı noktaların tartışılabilir olduğu ileri sürülebilirdi, ne var ki, sahiplerinin, Türklerin tüm uygarlıkların ve tüm dille­ rin kaynağında olduğunu ileri sürmeleriyle, bu tez, gerçek bir düş ürünü haline dönüşür. Daha az köktenci �ilJlİ Türk tarih­ çileri, eski çağların, Sümer ve Eti uygarlıklar) gibi hiç de az önemli olmayan birçok uygarlıkların Türkler tarafından ku­ rulduğunu ileri sürerler. Nitekim, İçişleri Bakanlığı Basın Ya­ yın Genel Müdürlüğü'nce yayımlanan La Turquie contempo­ raine (=Çağdaş Türkiye) de.şu şartlar okunabilir: "Asurlular ve Samilerden önce Mezopotamya'da uygar­ lık kurmuş olan Sümerlerin tarihine ilişkin olarak yapılan Atatürk' ün alaka ve görüşlerine dair hatıralar, İdem, No: 1 0, s. 249-253; A. C. Emre, Atatürk'ün inkılap hedefi ve tarih tezi, lstanbul, 1 956; H.R. Ta!}kut, Dil ve tarih tezlerimiz üzerine gerekli bazı izahlar, İstanbul, 1 938; R. E. Unaydın, Tarih ve Dil Kurumları, hatıralar, Ankara 1 954; B. Lewis, History-Writing and National Revival in Turkey (=Tarihi Yazmak ve Türkiye'de Ulusal Uyanış), MEA içinde, iV, 1 953, s. 2 1 8-227. (22) Birinci Türk Tarih Kongresi, İstanbul, 1932. (23) Aktaran Tekinalp, age, s. 1 24.

37


araştırmalar ve gene 5000 yıl önce Anadolu'ya yerleşmiş bu­ lunan Etilerin tarihi üzerinde gerçekleştirilen incelemeler, ırk ve dil açısından bu halk topluluklarıyla Türkler arasında ya­ kın soy bağları bulunduğunu kesin biçimde ortaya koymakta­ dır. Hatta, Türk dilini bilmeden Sümer ve Eti dillerini okuma­ nın olanaksız olduğu haklı olarak ileri sürülebilir. Aynı biçim­ de, bu halk gruplarının kabilesel ve dinsel nitelikli kurumla­ rının incelenmesi de ancak eski Türklerin benzer nitelikli ku­ rumları sayesinde olanaklıdır." (24) Bu yeni görüşlerin ışığında Türklerin tarihi, yeni bir gö­ rünüm kazanıyordu. Öyleyse, bu görkemli bakış karşısında, tarihlerinin İslamlık dönemi, Türkler için neyi temsil etmek­ teydi? Çok daha geniş bir tarihin içinden keyfi olarak ayrılan kısa bir bölüm. Zira bu eski parlak uygarlıklar aracılığıyla Türkler, toplu yaşamlarının kaynağını artık İslamı benimse­ dikleri X-XI. yüzyıllara değil, Milattan önce V. binyıla kadar çıkarabilmekteydiler. Eğer, kadına saygın bir konum tanıyan bu eski görkemli uygarlıklara sahip çıkan Türklere açıkça feminist olan ulusal gelenek temelleri bulma olanağı sağlamasaydı, bu tezin bura­ da, hızlı da olsa özetlenmesinin yeri olmayacaktı (25). Kadı­ nın kurtuluşunu sağlamak için eski ulusal geleneklere yapı­ lan bu çağrı, yeni bir olgu değildi. Daha önce de gördük ki, Ziya Gökalp de bu yola başvurmuş, kadınlar için, Orta Asya Türk uygarlıklarında sahip oldukları özgürlüğü ve aile ve top­ lum içinde erkekle eşitliği istemişti. Mustafa Kemal'le ve o­ nun yeni tarih kuramı ile ufuklar genişliyordu. Gazi'nin ardın(24) içişleri Bakanlığı. Basın Genel Müdürlüğü, La Turquie contempora­ ine ( =Çağdaş Türkiye), Ankara, 1 935, s. 32. (25) Sümerlerde ve Etilerde kadının durumu için, ilerde adı geçenlerden başka, bkz.: J. Bottero, La femme dans le Mesopotamie ancienne (=Eski Mezo­ potamya'da Kadın), Histoire Modiale de la femme (=Kadının Dünya Tarihi için­ de), C. 1, 1 965, s. 1 5 8-223; ve J. Danmanville, La femmc dans L' Anatolie hitti­ te (=Eti Anadolusu'nda Kadın ), İdem, s. 248-266.

38


dan, öteki Türk devlet adamları gibi tarihçiler ve toplumbilim­ ciler de durmadan " atalar" ın adetlerine ve kültürel birikim ve miraslarına başvuracaklardır. Mustafa Kemal 'de bu eskiye başvurma, özellikle Türki­ ye'de, tarih araştırmalarının, kendi girişimleriyle başladığı yıl olan 1928 'den sonra, sürekli bir nitelik kazanmıştır. Ancak o, daha 1923'te Konya'da Kızılay'ın kadınlar şubesinde şunları söylüyordu: "Kadınlarımızın... bizim milletimiz için ne kadar yüksek ehemmiyeti olduğunu söylemeye lüzum yoktur. Bizim mille­ timizde kadın bu ehemmiyeti hakikaten en ulvi derecede ih­ raz eylemiştir" (26). Mustafa Kemal' in kaynak gösterdiği geçmiş, esas olarak, İslam öncesi tarihtir. Onun, İslam gelenekleriyle hukukunun Türklere benimsetildiği dönemlere ilişkin düşüncesinin ne ol­ duğunu daha ileride göreceğiz. Durum İsmet İnönü için de aynıdır. Örneğin 1934 'te ka­ dınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması için Büyük Mil­ let Meclisi'nde verdiği söylevde şöyle diyordu: "Kadınlarımız, Türk tarihinde kendilerine ait bulunan haklı mevkii yeniden kazanmalıdırlar. Onlar, erkeklerle bir­ likte ülkenin ve ulusun yazgısı üzerinde konuşmak ve etkili olmak hakkına daima sahip olmalıdırlar. Türk kadını tarihte kendisine ait olan onurlu mevkiye sahip olduğu zaman, Türk halkının yazgısı üzerinde etkisini gösterebildiği zaman, ülke­ nin karşılaştığı güç sorunlara çözüm bulmada erkekle birlik­ te çalışabildiği zaman, işte o zaman büyük Türk ulusu, gücüy­ le ve uygarlığıyla bütün dünyayı geride bırakmıştır." (26) Söylev, C. il, s. 1 5 1 . Aynca Atatürk'ün sözlerine bkz.: Söylev, C. il, s. 86; E. B. Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, lstanbul, 1958, s. 529; P. N. Eldeniz, Atatürk ve Türk Kadını, Belleten içinde, XX, 1956, s. 74074 1 ; U. Kocatürk, Atatürk'ün Yazdıkları, Ankara, 197 1 , s. 26; Cumhuriyet, 3 Ağustos 1 932.

39


Aynı oturumda Şebinkarahisar Mebusu Sadri Maksudi daha da ileri gidecekti: "Sayın Başbakan Türk tarihinde kadının rolünden çok gü­ zel söz etti. Gerçekten o, her dönemde kesintisiz olarak siya­ sal yaşama katılmıştır. Bunun binbir kanıtı arasından ben yal­ nızca üçünü ele alacağım. Birincisi: Araplar Buhara'yı aldık­ larında Buhara Han'ı ergin olmadığı için ülkeyi annesi yöne­ tiyordu. İkincisi: Orhun Yazıtları'nda adlan geçen Kutluk'un kansı ve Gültekin'in annesi, Kutluk'un ölümünde devletin yönetimine katılıyorlardı. Üçüncüsü: X. yüzyılda Çin'e giden bir gezgin, Çinlilerle Uygurlar arasındaki siyasal görüşmeler­ de Uygur İmparatoriçesi'nin büyük yardımcı olduğunu göz­ lemiştir. Kadınların siyasal yaşama katılmaları, Türklerde bir gelenektir." (27). Kadına ve kurtuluşuna yönelik tüın incelemeler, erkekle eşit haklara sahip olan "kadın ata"ların durumuna genişçe y­ er veriyordu. Nitekim bir örnek vermek gerekirse, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Başkan Yardımcısı olan ve Atatürk'ün çok yakın çevresinde yaşayan A. Afetinan, kadı­ nın kurtuluşuna ilişkin incelemesinin yarıya yakın bölümünü bunlara ayırmıştır. Bütün bir kesim, lslam öncesi Türk kadı­ nını ele alır. Bu kesimin bir ilk bölümü, Milattan önce 3.000 yılından Anadolu'nun Yunanlılarca fethedilmesine kadarki tarihlerini inceler, bu arada Eti tarihine de çok geniş yer verir. Bir ikinci bölüm, Türk kadınının Anadolu dışındaki, özellik­ le Sümerlerdeki yaşamını betimler. Nihayet bir üçüncü bölüm de, Orta Asya ve Avrupa'da İskitler, Hunlar, göçebe Türkler ve Uygurlarda Türk kadınına ayrılmıştır. İncelemenin ikinci kesimi Türklerin İslamlığı kabulünden sonra kadını ele al­ maktadır. Bu kesim, Orta Asya, Ön Asya ve Afrika Türk dev(27) TBMM Devre iV, İçtima 4, Cilt 25, 5 Aralık 1 934,

40

s.

82-83.


letlerinde kadının durumunun bir çerçevesi ile başlar, Selçuk­ lulardaki durumunun betimlenmesi ile sürer ve Osmanlı İm­ paratorluğu'nda noktalanır. A. Afetinan, Türkleri, bize İslam­ lığı benimsedikten sonra bile geleneklerine bağlı kalmış ola­ rak gösterir. Ne var ki İslamın ve İslamı benimseyen öteki halk­ ların da etkisi, erkekle aynı durumdaki kadını açıkça çok da­ ha aşağı bir konuma düşürmüştür (28). Bu T. Taşkıran (29), P. Onay (30) ve R. Uğurel (31) gibi yazarların da, kaba ana çiz­ gileriyle izledikleri bir plandır. Türklerin kadınlara ait bu geçmişinin kesintisizce işlenip dile getirilmesi, kadının kurtuluşu üzerinde büyük bir etkide bulunacaktır, zira tüm Türklerde, yurt sevgisiyle kristalleşen, ortak tarihe dayalı bir ulusal topluluğa ait olma duygusu aşı­ rı bir canlılıkla vardır. Bu bakımdan, Mustafa Kemal'den be­ ri Türklerin genel davranışlarının güçlü bir etkeni olan bu duy­ guya sürekli olarak başvurulması boşuna değildir. B- Batıcılık (32)

Fakat Mustafa Kemal' in yaratmak istediği ulus, hem (28) A. Afetinan, Atatürk ve Türk Kadın Haklarının Kazanılması, lstanbul, 1 968, s. f-52. Ayııca, aynı yazarın, bkz.: L'emancipation de la femme Turque (=Türk Kadınının Kurtuluşu), Paris, 1 962, s. 1 1 -27. 9) T. Taşkıran, a_ge.; s. 1 3- 1 9. 30) P. Onay, Türkiye nin Sosyal Kafkınmasında Kadının Rolü, Ankara, tbd., s. 3-8, 2-23. (3 l R. Uğurel, age. s. 1 3-32. (32 1 85 . sayfadaki 1 . notta belirtilenler anında aşağıdaki apıtlara başvu­ rulabilır: . Berkes, Batıcılık, Ulusçuluk; To.ı umsal Öevnmler � nbul; A. En­ gin Atatürkçülük Sava_§unızda Avrupa KüıtijriıNedirve Ne Değiloir, tanbul, 1 960; Y. Z. lnan, Türklerde Batılılaşma Akımı ve Jslamda Batılı Düşunce, stanbul, 1 97 1 ; T. z. Tunaya, Türkiye'nin Siyasi Ha_yatında Batılılaşma Hareketleri, stanbul, 1960; H. inalcık..; Atatürk ve Türkiye'nin Modernleşmesi, Belleten içinde; XXVII. 1963, s. 625-63L; M. Turhan, Where are we in Westemization? (=Batılııaşmanın Nere­ sindeyiz?), lstanbul, 1965; N . Eren, Turke_y Today and Tomorrow ..._An Experiment in Westemization (=Türkiye Bugi!n ve Yarın, Batılılaşmada Bir ueneyim). New York 1963; Halide Edip (Adıvar), Turkey Faces West. A. Turkish View ofRecent Changes and their Ori,gin (=Türkiye Batı ile yüzyille . Son değişmeler ve kökenle­ rine ilişkin bir Türk örüşiı), Londra, 1 930; G. Duhamel, La Tuffiuie nouvelle pu­ issance d'Occident =Batı'nın Gücü Türkıye ),, Paris, 1954; A. Toynbee, Le Mon­ de e: L 'Occident (= ünya ve Batı), Paris, 1 9o4, s. 23-36.

9

i

l

)

.

41


"Türk", hem de "Batılı" olacaktı. Doğu ve Batı 'yı hemen he­ men gerçekleştirilemeyecek bir birlikte bütünleştirmişe ben­ zeyen bu üst üstelikte, üstelik çelişkinin yalnızca görünümü vardır. B ireyselliğini korumak için Türkiye, Türk, her zaman­ kinden daha Türk olacaktı. Anadolu'ya kıstırılan Türkiye, gördük ki yönünü Asya'ya çevirmekte, tarihi ve gelenekleriy­ le bağlarını yeniden kurmakta, yeni bir soluk bulma, ulusal malvarlığını yeniden oluşturma umuduyla kendi kökenlerine inmektedir. Fakat öte yandan da modern büyük devletlerle eşitleşmek istediği için, kendi kendisi olmaktan çıkmaksızın, alabileceği her şeyi onlardan ödünç alacaktı. Türk halkının olanaklarına neredeyse gözü kapalı büyük bir inanç besleyen Mustafa Kemal, onu sürükleyecek, Batı uy­ garlığı yoluna sokacaktı. Daha 1 922'de Bursa Şark Tiyatro­ su'nda Bursa ve İstanbul'ıiii erkek ve kadın öğretmenlerine şöyle diyordu: " Memleketimiz içinde efkarı medeniyenin, terakkiyatı asriyenin biliiifatel an intişar ve inkişaf etmesi lazımdır." (33) Uygarlıktan Mustafa Kemal'in anladığı, Batı dünyasının uygarlığı idi: "Uygarlığa ulaşmak isteyen hangi halk Batı 'ya yö­ nelmemiştir?" diyordu o, M. Pernod'ye verdiği demeçte. (34) (33) Söylev, C. II, S. 44. Mustafa Kemal'in Batılılaşmanın gerekliliği yö­ nündeki pek çok çağrılan arasında, fes giyilmesine karşı başlattığı gezilerden bi­ ri sırasında 24 Ağustos 1925 'te Kastamonu' da yaptığı şu konuşma anılabilir: ' ' Biz her noktainazardan insan olmalıyız. Acılar gördük. Bunun sebebi dün­ yanın vaziyetini anlamadığımız içindir. Fikrimiz, zihniyetimiz medeni olacağız. Bununla iftihar edeceğiz. Bütün Türk ve lsliim alemine bakınız. Zihinleri mede­ niyetin emrettiği şümul ve tealiye uyamadıklanndan ne büyük felaketler, ne ıs­ tıraplar içindedirler. Bizim de şımdiye kadar geri kalmamız ve nihayet son fela­ ket çamuruna batışımız bundandı. Beş altı sene içinde kendimizi kurtarmışsak, bu, zihniyetimizdeki tebeddüldendir. Artık duramayız. Behemahal ileri gidece­ ğiz. Geriye ise hiç gidemeyiz. Çünkü ileri gitmeye mecburuz. Millet vazıhan bil­ melidir. Medeniyet öyle bır kuvvetli ateştir ki, ona bigiine olanları yakar ve mah­ veder. içinde bulunduğumuz ailei medeniyette layık olduğumuz mevkii bulacak ve onu muhafaza ve ilan edeceğiz. Refah, saadet ve insanlık bundadır. ' ' (Söylev. C. II, s. 207). Aynca bkz.: Söylev, C. II, s. 1 8 1 , 2 1 2, 2 1 5 . (34) Söylev, C . III, s . 68.

42


Osmanlı İmparatorluğu'nu modernleştirme isteği daha önce de gördüğümüz gibi, özellikle Tanzimat döneminden be­ ri pek çok Türk devlet adamında elbette vardı, ne var ki bun­ lar, genellikle, Batı uygarlığının bilim ve tekniğinin alınabi­ leceğini kabul etmekle birlikte, kültürel ve manevi açıdan çok başka düşünüyorlardı. Bu görüşün Kemalist devrim görüşüne taban tabana zıt olduğunu belirten F. R. Atay şöyle der: "Biz Batı'nın üstünlüğünün kurbanı olmadık. Biz, Ba­ tı'ya maddi üstünlüğünü veren o manevi üstünlüğün kurbanı olduk." (35) Osmanlı İmparatorluğu'nda reformlar politikası başarı­ sızlığa uğramaya mahkumdu, çünkü, Mustafa Kemal' in o ken­ dine özgü derin görüşüyle kavradığı bir gerçeği yadsımaktay­ dı. Bu gerçek, her uygarlığın, parçaları birbirine bağlı olan bö­ lünmez bir bütün olduğu gerçeğidir. (36) Gazi 'nin sözüne de­ ğer verdiği danışmanlarından biri olan A. Ağaoğlu (37) Mal­ ta sürgünü sırasında yazdığı Üç Medeniyet'te (38) bu tezi uzun uzun geliştirmiştir. Ona göre bir uygarlığın üstünlüğü, onun şu ya da bu öğesinde değil, onun "bütünselliğinde" ortaya çı­ kar. Onun düşüncesinde, bir uygarlık parçalara ayrılamaz, buğday ile samanı, işe yarayan ile yaramayanı birbirinden ay­ rımak için o uygarlığı oluşturan öğeler elekten geçirilemez. Eğer modern teknikler ve bilim başka uygarlıklarda değil de Batı uygarlığının bağrında geliştiyse, bu uygarlık bu kalkın­ manın en elverişli koşullarını " mükemmelen" temsil ediyor demektir. F. R. Atay gibi Ağaoğlu da düşünmektedir ki, Batı (35) F. R. Atay, Çankaya, Dünya içinde, No: 73, 1957. (36) A. Toynbee, age., s. 30. (37) P. Esenkova, La femme Turque contemporaine, Education et role so­ cial, (�cÇağdaş Türk Kadını. Eğitim ve toplumsal rol). IBLA içinde, No: 55, 1 95 1 , s . 262. (38) Ankara, 1927.

43


Doğu'yu teknikleri sayesinde değil, uygarlığının bütünselliği sayesinde, onu oluşturan tüm öğeler, erdemleri ve eksiklikle­ ri-kötülükleri nedeniyle yenmiştir. Öyleyse, diye bağlar düşün­ cesini Ağaoğlu, kabul etmek zorunda olduğumuz uygarlığın ruhunu ve davranış biçimlerini de açıkça ve kayıtsız şartsız be­ nimsemeliyiz. Kemalist Batıcılık gerçek bir siyasal, toplumsal ve eko­ nomik devrimin başlangıcı olmuştur. Bu alanda gerçekleşti­ rilen reformlar, üzerinde durmamızı gerektirmeyecek kadar ünlüdürler. Türkiye modern siyasal kurumlar ve yargı örgütü ile donatılmıştır; kamu yaşamı Batı örneğine göre yeniden düzenlenmiştir: miladi takvimin kabulü, yurttaşlık yasası, la­ ik yasalar, her Türk yurttaşının bir soyadı alma zorunluğu, es­ ki ağırlık ve ölçü sisteminin kaldırılarak metre sisteminin be­ nimsenmesi, Latin alfabesinin ve uluslararası rakamların ka­ bulü, şapka ve Avrupa giysilerinin zorunlu kılınması, vb., bu anlamda atılmış adımlardır; modernleşme, ekonomik planda da, eğitim gibi ileride üzerinde ayrıca duracağımız daha baş­ ka birçok alanda da gerçekleşmiştir. Ancak, Kemalist Batıcılığı siyasal, toplumsal ve ekonomik nitelikli bu reformların yalnızca dış görünüşlerine indirgemek, onu saptırmak demektir. Kemalist devrim yalnızca Batı 'dan öy­ künülmüş yapı, kurum ve tavır değişikliklerini gerçekleştir­ mekle kendini sınırlamak istemiyor, bu reformların Türk ruhu­ nun derinliklerine kök salmasını amaçlıyordu. Mustafa Ke­ mal' in politikası Türklerin Batı düşünce ve davranış biçimleri­ ni benimsemelerini sağlamak gibi büyük hedeflerden oluşmak­ taydı. Demek ki o, ahlaksal, zihinsel ve sonuç olarak felsefi bir devrim yapmak istiyordu. Nitekim onun eseri, basit yasal, top­ lumsal ve ekonomik düzenlemelere değil, daha çok, Avrupa dü­ şüncesinin ruhlara derinlemesine işlemesinin sonucu olarak, yeni bir anlayışa dayandığı savındaydı. Mustafa Kemal ' in ar-

44


dından, Batı 'nın yüzyıllardır yoğurduğu ve Osmanlı İmparator­ luğu'na girmeye başlamış bulunan tüm fikirler, birdenbire Türk­ lere akın ediyordu. Liberalizmi ve rasyonalizmi ile Batı felse­ fesi Türk seçkinlerinin ruhunu ve kafasını çok etkiliyecekti. Anımsayalım ki, XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın baş­ larında geniş bir okul oluşturan rasyonalizm, gerçekte bilim­ cilik biçimi altında bir pozitivizmden başka bir şey değildi. Bi­ lim, P. Langevin için "bir zihinsel ve ahlaksal kurtuluş aracı" (39) iken, P. Painleve, 1 907'de Berthelot'yu saygıyla anıyor ve "insan toplumlarına adil ve rasyonel yasalar ve örgütlen­ meler sağlayabilecek olan, bilimdir" diyordu. (40) Bilim ger­ çek bir mit haline gelmişti, insan üzerindeki etkisiyle onun ya­ şamını dönüştürecekti. Bu eğilim siyasal çevreleri bile etkile­ di, öyle ki R. Charmot'un deyimiyle " 1 900-1 940 yıllan poli­ tik bilimciliği" (4 1) doğdu. Bilimci felsefeye dayanan pek çok dergi, çevre, parti bunun düşüncelerini yalınlaştırıp yayı­ yor ve bunlar pek çok kimse tarafından benimseniyordu. Bun­ lar kendilerini "modern" olarak tanımlıyorlardı. Dudakların­ da ve kalemlerinde sürekli bu sözcük vardı. O dönemin ger­ çek bir tanığı olan Peguy, sert muhalefeti ile sözcüğün tüm bo­ yutlarını etkili biçimde belirtir: "Modern, övündükleri addır, gururlarının ve buluşlarının adıdır, sevdikleri addır, istedikle­ ri addır, kendi deyimleriyle, gönül verdikleri addır o." (42) Tüm bu düşünceler, Jön Türklere, özellikle de Abdülhamit döneminde Avrupa'ya sürgürıe gidenlere ulaşmıştı. Daha önce­ ki bir bölümümüzde pek çok İttihatçının pozitivist felsefeye olan coşku ve hayranlığını vurgulamıştık. Comte, Haeckel, Ba­ umann Türkiye'de çevirmenler ve hayranlar bulmuşlardı. (39) aktaran, R. Charmot, L'avenir de la science (=Bilimin geleceği). Paris, 1 94 1 , s. 94. (40) lbidem. (4 1 ) R. Charmot, age., s. 94. (42) Situations, s. 1 77.

45


Mustafa Kemal'in, Jön Türklerin doğrudan etkisi altın­ da kaldığını, kanıt yokluğu nedeniyle, ileri sürmeksizin, onun bu büyük rasyonalist akıma sempati duyduğunu belirtebiliriz. Gerçekten Atatürk pek çok kez, yücelttiği ve ilerleme yarata­ bilecek tek kavram olarak rasyonel-olan'ı, kınadığı kimi adet, gelenek ve inanışlara karşı çıkarmıştı: " Milletimizin hedefi... tam manası ile medeni bir heyeti içtimaiye olmaktır... dünyada her kavmin mevcudiyeti, kıyme­ ti, hakkı, hürriyet ve istiklali, malik olduğu ve yapacağı eser­ lerle mütenasiptir... Medeniyet yolunda yürümek ve muvaf­ fak olmak, şartı hayattır. Bu yol üzerinde tevakkuf edenler ve­ yahut bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak cehil ve gaf­ letinde bulunanlar, medeniyeti umumiyenin buruşan seli al­ tında boğulmaya mahkUmdurlar." (43) B. N. Esen'e göre de Atatürk "ülkenin, tümü ile, yenilik­ lere ve ilerlemeye kapalı bir uygarlıktan, rasyonalizmin belirt­ tiği bir uygarlığa taşınmasını" gerçekleştirmiştir. (44) Bu rasyonalizm, o dönemde Avrupa'da görüldüğü gibi Mustafa Kemal 'de belli bir bilimcilik biçimine bürünmüştü. Gazi' nin kullandığı ve içinde kesintisiz "bilim, modern, iler­ leme, uygarlık, teknik" vb., sözcüklerin geçtiği dil de bunu doğrular. Onun bilime olan coşkusunu ilerde aynca vurgula­ yacağız. Burada yalnızca, bilimin insan zekasının en yüce de­ ğeri ve insanlığın ilerlemesinin belirleyici etkeni olduğuna iç­ tenlikle inandığını belirtmekle yetinelim. Çok manidar bir ko­ nuşmasında şöyle diyecektir: " Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, mu­ vaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir." (45) (43) Söylev, C. lI, s. 1 82. (44) B. N. Esen, La Turquie (=Türkiye), Paris, 1969, s. 83. Aynca bkz.: s. 4 1 , 42, 50. (45) Söylev, C. II, s. 94.

46


"Hayatta en hakiki mürşit ilimdir", Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin ön duvarına kazılan bu cümle, G. Zawadovski'ye göre, dinsel nitelikli inanışlara, özel­ likle de İslama karşı bir meydan okuma olarak yorumlanma­ lıdır. Gerçekten, burada kullanılan "mürşit" (=yol gösterici) sözcüğü, bir tasavvuf mezhebinin ruhsal kılavuzunu, " ilim" sözcüğü ise pozitif bilimleri simgelemektedir. Öyleyse bu cümlede pozitif bilimlerin insanın hem özdeksel hem tinsel alanda tek geçerli yol gösterici olduğu ilkesinin dile getiril­ mesini görmek gerekir. Atatürk'ün ardından pek çok Türk yetkilisi de kendileri­ ni bilimci sözlere verdiler. Nitekim, Cumhuriyet Halk Parti­ si 'nin 'altı ok 'unun anayasa metnine sokulmasını görüşen Tür­ kiye Büyük Millet Meclisi'nde söz alan İçişleri Bakanı Şük­ rü Kaya, 1 93 7 'de şöyle diyordu: " Manevi yaşam için Türkleri kendi saf ulusal nitelikle­ rini geliştirmeye alıştırmak yeterli olacaktır ( ... ). Türkler için tek gerçek yol, pozitif bilimlere dayalı bir ulusçuluğun yolu­ dur ( ... ). Bu yolu izlemek, Türklerin maddi ve manevi yaşam­ ları için en büyük güçtür." (46) Olayların bu tür değerlendirilmesi karşısında Abdülhak Adnan - Adıvar, "Türkiye, pozitivizmin anısına dikilen bir anıt olmuştur", (4 7) derken, B. N. Esen de, "Atatürk ülkesini ras­ yonalist düşüncenin kalesi ve toplanma noktası yaptı" , (48) diye düşünmektedir. Oysa gördük ki, rasyonalizm, pozitivizm, bilimcilik vb., değişik biçimleri altında liberal düşünce ilkeleri, Batı 'da, ka­ dının durumunu dönüştürmeye çalışan güçlere, hareket ettiri(46) Aktaran G. Jöschke, agm., s. 20. (47) A. Adnan - Adıvar, lslamic and Festern Thought in Turkey (=Türki­ ye' de lslamcı ve Batılı düşünce), MEJ içinde, I, 1947, s. 279. (48) B. N. Esen, age., s. 50.

47


ci ideolojiyi sağlamışlardır. Demek ki, Türkiye'de de kadının kurtuluşu, ülkenin maddi yönden olduğu kadar ruhsal ve ma­ nevi yönden de açıkça ve içtenlikle Batı uygarlığına tüm ola­ rak katılmasının mantıklı bir sonucu olarak değerlendirilme­ lidir. Mustafa Kemal söylevlerinde sık sık uygarlıkla kadının kurtuluşu arasındaki bu bağa işaret etmiştir. Daha 1 923 'te Gazi lzmir'de şöyle diyordu: "Bir heyeti içtimaiye, cinsinden yalnız birinin icabatı as­ riyeyi iktisap etmesiyle iktifa ederse o heyeti içtimaiye yan­ dan fazla zaaf içinde kalır. Bir millet terakki ve temeddün et­ mek isterse bilhassa bu noktayı esas olarak kabul etmek mec­ buriyetindedir." (49) Bir yıl sonra, 30 Ağustos 1 924'te, "ülkenin şimdi bilime ve bilgiye, yüksek bir uygarlığa, özgürleştirilmiş bir düşünce ve anlayışa özlem duyduğunu" belirttikten sonra ekliyordu: " Medeniyetten bahsederken şunu da katiyetle beyan et­ meliyim ki, medeniyetin esası, terakki ve kuvvetin temeli, ai­ le hayatındadır. Bu hayata fenalık, muhakkak içtimai, iktisa­ di, siyasi aczi mucip olur. Aileyi teşkil eden kadın ve erkek unsurlarının hukuku tabiyelerine malik olmaları, aile vazife­ lerini idareye muktedir bulunmaları lazimedendir." (50) Türk kadınına önemli haklar getiren Yurttaşlar Yasası 'nın gerekçesinde dönemin Adalet Bakanı da aynı biçimde bir Av­ rupa yasasının benimsenmiş olmasını, bir uygarlık gereği ola­ rak haklı gösteriyordu: "Ulusal toplum yaşamının düzenleyicisi olan ve yalnız ondan esinlenmesi gereken dergin bir Yurttaşlar Yasası'ndan Türkiye Cumhuriyeti'nin yoksun kalması, ne çağdaş uygarlık isterleriyle, ne de Türk Devrimi ' nin gerektirdiği anlam ve kav(49) Söylev, C. il, s. 85. (50) lbidem, s. 1 80- 1 8 1 .

48


ramla bağdaştırılamaz. İlerleme yolunu seçmiş bulunan Tür­ kiye, çağdaş uygarlığa varma yürüyüşünde geçmişe ve dine bağlılık adına önünü kesebilecek her şeyi bir kenara itmeli­ dir." (5 1 ) Bu durumda Kemalizmi, Osmanlı İmparatorluğu'nun son onyıllannda ortaya çıktığını gördüğümüz Batıcı eğilime bağ­ layabilir miyiz? Kesinlikle, yalnız bir koşulla ki, Mustafa Ke­ mal' in bu eğilimdekilerin gördükleri perspektiflerle tam bir dayanışma içinde olamayacağını vurgulamak gerekir, zira, Mustafa Kemal, koyu bir ulusçu olarak, Türkiye'nin Batılılaş­ ması gerektiğinde onlarla birlik olsa da, tüm Türk birikimini bu uğurda feda etmeyi reddediyordu. Gazi, halkını Batı 'ya yö­ neltirken hep ulusal geleneklere sesleniyor, daima özgün Türk değerlerini ön plana çıkarıyordu. Halkını yeniden biçimlen­ dirmede bu geleftek ve değerlere dayanıyordu. Halkını, özgün­ lüğünü yabancılaştırmaksızın, hatta onu daha da geliştirerek modernleştirmeliydi. (52) Türkçülere, özellikle de, belgisi "Türkleşmek, İslamlaş­ mak, muasırlaşmak" olan Ziya Gökalp' e gelince, Mustafa Kemal de onlar gibi ülkesini Türkleştirmek ve modenleştir­ mek istiyor, fakat İslamlaşmayı reddediyordu. Ziya Gökalp' in öngördüğü ilkelerden bir yandan Türkleşme ve Batılılaşma, öte yandan İslamlaşma arasında çıkmasını kaçınılmaz gördü­ ğü çatışmayı çözümleyen Gazi, bu çatışmanın en güçlü ola­ nın zaferiyle sonuçlanacağını anlamıştı. Öyleyse Türkiye la­ ik olacaktı. ( 5 1 ) Code Civil Turc (=Türk Medeni Kanunu), Rizzo yayını, lstanbul, 1928, s. Xll. (52) Tekinalp şöyle yazıyordu: " Kemalizm, ilk bakışta ulusçulukla bağ­ daşmaz görünen Batılılışmayı, onu iyice ulusallaştırdıktan, ona Türk ulusal dam­ gasını vurduktan sonra benimsemiştir." (age., s. 24)

49


C - Laiklik (53)

Söz konusu olan, hangi laiklikti? Bu, nasıl bir laiklik ola­ caktı? Bu soruyu yanıtlamadan önce, kendi kendimizi yinele­ mek pahasına da olsa, belirtmeliyiz ki, "Türk ulusu" kavra­ mı gerçekten Kemalizmin temelidir ve iyi anlaşılabilmek için Türkiye'de laiklik, Mustafa Kemal' in bilinçli ulusçu düşün­ cesi çerçevesi içine yerleştirilmelidir. İslam, söylediğimiz üzere, Türkleri bir anlamda "ulus­ suzlaştırmıştı" . Bu durumda İslam, hiç değilse Türkiye 'de ya­ şandığı biçimi ile, Gazi 'nin gözünde, güçlü bir fren oluşturdu­ ğu ulusçulukla barışamaz, bağdaşamazdı (54). Öyleyse ulus yaşamında kazandığı başat konumundan geri çekilmesi gere(53) 3 1 . sayfadaki 1 . notta belirtilenler yanında, aşağıdaki yapıtlara başvu­ rulabilir: S. Borak, Atatürk ve Din, lstanbul, 1962; Kolektif, Atatürk Din ve La­ iklik, İstanbul, 1968; O. N. Çerrnan, Modem Türkiye için dinde reform, Kema­ lizm. ybd., 1 959; B. Diiver, Türkiye Cumhuriyeti 'nde Laiklik, Ankara, 1 95 5 ; E. Demirer, Din, Toplum ve Kemal Atatürk, Ankara, 1969; F. Güventürk, Laiklik ve İslamiyet, ybd., 1 965; M. H., Atatürk ilkeleri ve din, Ankara, 1 965; C. M. Say­ gın, Diyanet Cephesinde Atatürk inkılapları, Ankara, 1 952; B. Arar, Atatürk'ün manevi cephesi ve İslam dininde laiklik anlamı, Ankara, 1961; T. Z. Tunaya, ls­ lamcılık cereyanı, İstanbul, 1962; N. Berkes, The Developement of Secularism in Turkey (=Türkiye' de laikliğin gelişimi), Montreal, 1 964, s. 479-5 1 0. Ailen H . E., The Turkish Transformation A. Study i n Social and Rellgious Development (=Türk Dönüşümü. Toplumsal ve Dinsel Gelişmede bir İnceleme), Chicago, 1 935; İdem, The Outlook for lslam in Turkey (=Türkiye' de İslamın görünümü), MW içinde, XXIV, 1934, s. 1 1 5- 1 25 ; L. E. Brown, Rellgion in Turkey Today and Tomorrow (=Bugün ve Yann Türkiye'de Din), İdem, XIX, 1 929, s. 14-24; W. S. Woolworth, The Muslim Mind in Turkey Today (=Bugünkü Türkiye' de İslam Düşüncesi), idem, XVII, 1 927, s. 1 39-146; D.A. Rustow, Politics and Is­ lam in Turkey ( 1 920-1955) (=Türkiye'de İslam ve Siyaset) ( 1 920- 1955). Islam and the West içinde, La H aye, 1 957, s. 69-107; H. Fischer, Die Neue Turkei und der Islam (=Yeni Türkiye ve İslam), Kulmbach, 1932; G. Joschke, Der Islam in der Neuen Türkei (=Yeni Türkiye'de İslam), WI içinde, NS, I, 195 1 ; idem, Na­ tionalismus und Rellgion im Türkischen Befreiungskriege (=Türk Kurtuluş Sa­ vaşı 'nda Ulusçuluk ve Din), WI içinde XXXVI, 1936, s. 54-69; B. Caporal, age., (Ayrıntılı kaynakça, C. il, s. 786-808). (54) F.W. Fernau, Naissance de la nation Turque (�Türk ulusunun doğu­ şu), Etudes Mediterraneennes içinde, No: 4, 1 958- s. 94.

50


kiyordu. Kültürel devrim en başta bu hedefi gerçekleştirme­ ye yönelikti. Fakat laiklik, bir yönü ile Mustafa Kemal' in ulusçu ide­ olojisinin bir isteri idiyse, öte yandan da onun Batılı değerle­ re açılma politikasının getirdiği mantıklı bir gereklilikti. Ger­ çekten Atatürk İslam kurallarının işletilmesine ciddi engeller koymak, dini devletin denetimi altına almak ve Türkiye'nin Batılılaşmasına karşı ana muhalefeti temsil edip yöneten din­ sel makamların etkisini ortadan kaldırmak zorunda kalmıştı. Bununla birlikte, Kemalizmin savunduğu laiklikte yalnız­ ca Gazi'nin ulusçuluğunun bir gereğini ya da onun Batılılaş­ ma politikasının mantıklı bir sonucu olan gerekliliği görmek­ le yetinmek ve kimilerinin yaptığı gibi, onu kendi öz anlamın­ dan soyutlamak, kanımızca, yapay değilse bile eksik, bütün­ sel olmayan bir biçimde düşünmek olacaktır. O halde bu an­ lam neydi? Bunu tanımlamak kolay bir iş değildir. Zira Mustafa Ke­ mal, Türkiye'de laikliği getiren felsefeyi ve öğreti temellerini hiçbir zaman sistematik bir biçimde geliştirip sunmamıştır. Bilindiği gibi laiklik deyimi bir tek gerçeği kavramaz; farklı, hatta çelişkili pek çok tanımları yapılmıştır. Klasik ta­ nımı, kilise ile devletin birbirinden ayrılmasıdır. Bu anlamda laiklik " önce sivil toplumun dinsel toplum karşısında mutlak bağımsızlığını", "ikinci olarak da manevi alanda yansızlığı­ nı" gerektirir. Böylece bireyler tam olarak özgürdürler, inanç­ ları ya da inançsızlıkları yalnızca kendilerine kalmıştır, "hiç değilse kamu düzenine dokunan dışa dönük gösterilere yol aç­ madıkları takdirde, devleti ilgilendirmezler" (55). İşte bu an­ lamdadır ki Türk Anayasası laikliği bir anayasal ilke olarak benimsemiştir. (55) Bastid, La laiciti: de l ' Etat, Cours de Droit Constitutionnel (= Devle­ tin Laikliği, Anayasa Hukuku Dersleri), Paris, 1 960-6 1 , s. 4

51


Ancak, Türkiye 'de din özgürlüğünü sınırlayan bazı yasa­ lar çıkarılmıştır (56). Bunun nedeni, kamu düzenine dokunan dışa dönük gösterilerden çok, ideolojik niteliklidir ve eksik ve yanlış tanımlardan, belirsiz formüllerden kaynaklanmaktadır. Örneğin, şu ya da bu ibadeti ya da dinsel uygulamayı yasak­ lamada ya da mahkfun etmede onun "cahilliği, yobazlığı, iler­ leme ve uygarlık kinini kolaylaştırdığı", "ulusun maneviya­ tını zehirlediği" , "Türk halkının ilerleme ve yeniden doğuş davasını frenlediği" gibi gerekçeler ileri sürülüyordu (57). Demek ki Türkiye 'de iktidar, belli bir ideolojik yönlendir­ me adına yurttaşların din özgürlüğünü kısma hakkını ve yet­ kisini kendine ayırmıştır. Ya da iktidar bunu, hiç değilse, kafa­ lara kendi kendilerini özgürleştirmede yardımcı olma ödevini devlete veren, belli bir gerçeklik felsefesine bağlamak zorun­ da olduğumuz birtakım ilkeler adına yapmaktadır. Görüldüğü üzere, burada, "laik düşünce" tezi, ya da, bizim kişisel olarak Kemalist laikliği de bağladığımız rasyonalist laiklik yaklaşımı karşımıza çıkmakta, bu da, Batı'da birP. Schmidt'in (58), Tür­ kiye'de bir B. N. Esen'in ileri sürdükleri görüş ile birleşmek­ tedir. Nitekim bu sonuncusu şöyle diyor: "Kemalist laiklik, dü­ şünce biçiminin, felsefenin bir gerekliliğidir, devletin temeli­ ni oluşturan ve rasyonalizmden başka bir şey değildir" (59). Rasyonalist felsefenin toplumun örgütlenmesi planında­ ki karşılığı, Batı'da çeşitli biçimlere bürünmüş olarak gördü­ ğümüz bir laik politika gereğinin ileri sürülmesidir. Kimileri­ ne göre bu, Tanntanımaz laikliğin tezidir; çünkü her din, özün­ de, devletin halkı kurtarması gereken "bir irrasyonel mistifi­ kasyon"dur (60). Burada, din karşıtı savaşım ve propaganda

(56) Ç. Özek, Türkiye'de laiklik, Gelişim ve koruyucu ceza hükümleri, İstanbul, 1 962. 57) Nutuk, C. II, s. 894-896. 58) Die Weltwoche, 27 Mayıs 1 949. 59 B. N. Esen, a e., s. 42. 60 A. de Soras, elations de I'Eglise et de I 'Etat (= Kiliseyle Devletin ilişkileri), Paris, 1 963, s. 63.

52


önerileriyle Marksizmin konumu ile karşılaşıyoruz. Gerçek­ ten, Marksizm, dıştan değil fakat temelli ve gerçek olarak din­ sizdir, dine karşıdır. Yalnızca farklı din biçimlerini değil, yal­ nızca Tanrı adını değil, fakat onun gerçekliğini de reddeder. Tüm dinlerin saygıya değer olduğunu ileri süren Mustafa Ke­ mal 'de bu görüşlerin hiçbiri yoktur ( 6 1 ) Bu tür düşüncelere Kemalistlerde de rastlanmaz. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Recep Peker şöyle diyordu: "Laiklik asla dinsiz ol­ mak ya da dinsiz olmayı istemek demek değildir" (62). Ve En.r'ver Behnan Şapolyo " Türk toplumumun dinsiz bir toplum de­ ğil, dindışı bir toplum haline geldiğini" yazmaktaydı (63). Gerçekten, Türkiye'de Kemalist laikliği desteklemek amacıy­ la hiçbir din karşıtı kampanya yürütülmemiştir. Hatta Ceza Ya­ sası 'nın 1 75 . maddesi, yazıyla ya da sözle dinlere hakaret edenlerin cezalandırılmasını öngörmektedir. Dinsizliğe kadar varmamakla birlikte, Batı 'da, rasyona­ list laikliğin başka yandaşları, dayanağı olsun olmasın, dinsel inancın bir iç, bir özel, bir bireysel sorun olduğu görüşünü sa­ vunurlar. Böylece bunun en fazla, olsa olsa ibadet yerlerinde dışa vurulması hoş görülebilir. Yoksa, kamusal ve toplumsal yaşamın alanında kendini açığa vurmak bu hoşgörünün kötü­ ye kullanılmasından başka bir şey olamaz (64). Kemalist laikliği de işte bu sonuncu konumla bağlantı­ landırmak gerekir. Mustafa Kemal için din "bir vicdan işi"dir ve "ne devletin, ne de ulusun işlerine karışmamalıdır" (65). Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisi programına, partinin en .

(61) O. Ergin içinde, age, C. V . s. 1 632. (62) R. Peker, C.H.P. Programının izahı Mevzuu Üzerinde Konferans, Ankara, 193 1, s. 20. (63 ) E. B. Şapolyo, Ziya Gökalp, ittihat ve Terakki ve Meşrutiyet tarihi (64) A. de Soras, age .. s. 64. (65 ) S. Borak, age., s. 82. Yazar, Mustafa Kcmal'le Asaf İlbay arasında geçen bir konuşmayı aktarır.

53


önemli ilkelerinden biri olarak yalnızca din işlerinin politika­ dan ayrılması gerektiğini değil, " din ile dünya işlerinin kesin­ likle birbirinden ayrılmasını" bu a::naçla koydurmuştur (66). Daha belirgin biçimde, birkaç yıl sonra, 1 93 1 'de, Cum­ huriyet Halk Partisi, programında, dinsel fikir ve kanıların dünyevi düzene karışamayacaklarını dile getiriyordu: "Din herkesin vicdanını ilgilendiren bir sorun olduğun­ dan, parti, din fikirleri ile devlet ve dünya işlerinin birbirin­ den ayrılmasını ulusumuzun modern ilerlemesinde başta ge­ len bir etken sayar" (67). Şükrü Kaya da, yukarıda değindiğimiz söylevinde şöyle diyordu: "Dinler vicdanlarda ve tapınaklarda kalmalı ve özdeksel yaşamın ve dünyanın işlerine karışmamalıdırlar" (s. 68) Görüldüğü gibi Kemalist laiklik perspektifi içinde ve ras­ yonalist laiklik tezine uygun olarak İslam, Türkiye'de yalnız­ ca bir vicdan sorununa indirgenmiş, toplum içinde ifade ola­ naklarından yoksun biçimde yalnızca camilere kapatılmıştı. O artık kamusal ve toplumsal yaşama karışamamaktadır. Laikliğe ilişkin olarak rasyonalist tez, din ve din temsil­ cileri hakkında siyasal iktidarın takınması gereken tavır ko­ nusunda birkaç tartışılmaz sonuç çıkarır (69). Türkiye'de, Mustafa Kemal' in İslama karşı takındığı tavırda karşılaştığı­ mız ve bu tavrı açıklayan bu mantıksal sonuçlar şöyle özetle­ nebilir: 1- Rasyonalist teze göre her şeyden önce, dinsel iktidarın, kendisinin, yasalarının ya da ilkelerinin devletin ve onun ku(66) Hiikimiyet-i Milliye, 23 Kasım 1 924; Bkz.: O. M. VII, 1 927, s. 56 1 . (67) OM, XI, 1 93 1 , s. 432. (68) Aktaran G. Jaschke, Der Islam ... s. 20. (69) A. de Soras, age., s. 64-65; R. Remond, Evolution de la notion de la­ icite (= Laiklik kavramının gelişimi), Cahiers d'Histoire içinde, lV, 1 959, s. 7677.

54


rumlannın işlerine karışmasını getirecek bir tanınmayı siyasal iktidardan istemeye hiçbir hakkı olamaz. Nitekim Kemalist Türkiye'de İslam, artık bir "devlet dini" değildir. Yeni Türki­ ye' nin yasaları ve kurumlan kökten laikleştirilrnişlerdir. Biz bu laikleştirmenin, özellikle İsviçre Yurttaşlar Yasası 'nın kabulün­ den sonra kadının kurtuluşu üzerindeki etkileri üzerinde iler­ de uzun uzun duracağız, -incelememizin bütün bir bölümünün konusu budur.- İlk kez olarak Müslüman dininde bir halk, me­ deni hal konusunda dinsel nitelikli kurallardan tümüyle arın­ mış bir yasal düzenleme uyguluyordu. Bu yurattaşlar yasası, Türkiye'ye, laikleşmeye doğru eiı büyük adımlarından birini attırmıştır. Gerçekten, Batılı ülkelerde laikliğin düğümü kilise ile devletin birbirinden ayrılmasında ortaya çıkıyorsa, bir Müs­ lüman toplumda bu düğüm daha çok yasaların laikleştirilme­ sinde kendini belli etmektedir (70). Gerçekten de İslam, hiç de­ ğilse zihinlerde, şeriatla özdeşleşmişti. Bu bakımdan şeriatın Türk halkının kamusal yaşamından çıkarılması, tüm öteki re­ formların uygulanmasıyla kıyaslanamayacak kadar derin bir bi­ çimde Türkiye'nin laikleştirilmesi demekti. 2- Rasyonalist tezin ileri sürdüğü görüşlere göre, dinsel iktidarın, siyasal iktidardan din okulları, hatta kamu okulla­ rında din dersleri bile istemeye hiçbir hakkı yoktur. İncelememizin birinci kesiminde, Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nda geçerli -önceleri salt dinsel, sonralan ikili- eğitim sis­ teminin kızların okula devamını ne kadar engelleyici olduğu­ nu vurgulamıştık. Buna karşılık Kemalist "eğitimin birliği " (tevhid-i tedrisat) ilkesi ve bunun uygulanmasının doğurduğu sonuçlar, ilerde de göreceğimiz üzere, Türkiye'de kadın nüfu­ sun okullaşmasını olumlu biçimde etkileyecektir. 3- Rasyonalist tezin yandaşlarına göre, nihayet, temeli (70) Nutuk, C. Il, s. 896.

55


rasyonalizm olan felsefesi nedeniyle, siyasal iktidarın başta ge­ len görevleri arasında, tüm yurttaşlara, "kendi kendilerini öz­ gürleştirme "de yardım etme görevi de vardır. Böylece, bir tek örnekle yetinirsek, tekke ve zaviyeler gi­ bi dinsel derneklerin kapatılması ve ulemanın sıkı bir gözetim altına alınması, bunların kamu düzenini bozabilecek etkinlikle­ ri yüzünden değil, zihinler üzerindeki etkileri nedeniyle gerçek­ leştirilıniştir. Kadınlar, erkeklerden çok daha fazla bu etkiye açıktı, "önyargılara mahklımdu" (70). Onların toplumsal yaşa­ ma katılması, yukarıda görmüştük ki, bundan derin biçimde et­ kileniyordu. Kendilerine dayatılan "bin bir kısıtlama" (7 1 ) kal­ kınca onlar da bundan böyle modern yaşama karışacaklardı. Görüldüğü gibi Kemalist laiklik klasik laiklik anlayışın­ dan ayrılarak çok daha köktenci bir konuma ulaşmakta, an­ cak, maddeci ve Tanrıtanımaz bir insan yaşamı ve toplum gö­ rüşüne katılmamakta, İslama karşı da açıklanmış bir düşman­ lığı benimsememektedir. Böyle ele alınınca, " mantıksal de­ vamı" olan kadının kurtuluşu üzerindeki etkisi çok büyük ol­ muştur. P. N. B oratav'ın dediği gibi o "kadını dinsel nitelikli tüm kötülük ve dokuncalardan kurtarmıştır" (72). Buraya ka­ dar değindiğimiz ve ileride geliştireceğimiz birkaç nokta sa­ yesinde biz de bunu kavramış bulunuyoruz. Laikliğin Mustafa Kemal' in ideolojisi içindeki başat yeri üzerinde burada yeniden durmanın yararsızlığını düşünüyoruz. Bu laiklik, yalnızca kendi özgün anlamı ile değil, fakat Kema­ list ulusçuluğun ve Batıcılığın bir gereği olarak da karşımıza çık­ mıştır. O, bizzat Atatürk'ün kullandığı deyimle, Türkiye'de re­ formun temelidir (73). Ne var ki, Kemalizmin ilkeleri içinde, 7 1 Söylev, C. il, s. 86. 72 P. N. Boratav, agın., s. 23. 73 Mustafa Kemal'ın Fethi Bey'e mektubu. Aktaran: Y. Akyüz, Le Par­ ti politıque unique de la Turquie ( 1 923-1 946) et l 'education politique du peuple (= Türkıye'nin siyasal tek partisi ( 1 923-1946) ve halkın siyasal eğıtimi, Nancy, 1966, s. 50.

��

56


Gazi'nin ölümünden sonra en köklü biçimde tartışma konusu olan da bu ilke olmuştur. Bu gerçi kadının kurtuluşundaki tüm kazanımları tehlikeyi sokuyordu, fakat asıl, Atatürk'ün kurdu­ ğu tüm bir yapıyı da sarsma tehlikesi söz konusuydu. il. KEMALİZM-SONRASI VE ATATÜRK İLKELERİNİN TARTIŞMA KONUSU OLMASI

"Bu kadar kısa bir zaman aralığı içinde, bir ülkede böy­ lesine bilinçli ve sistemli bir biçimde hiçbir zaman uygulan­ mamış belki de en devrimci bir programı" (74) gerçekleştir­ mesi için, kaderin Mustafa Kemal'e ayırdığı zaman, yalnızca l 5 yıldı. Zihinlerin tümü reformların yanına çekilememiş, bu kadar kısa bir süre içinde, aynca, ortaya çıkan muhalefet ha­ reketleri bastınlamamıştı. Bu hareketler, sabırla ve inatla ka­ falarını kaldırabilmeyi bekliyorlardı. Onların saldırısı esas olarak Kemalizmin temeltaşı olan laikliğe yönelecekti. a) Atatürk'ün ölümünden iki gün sonra, en yakın çalış­ ma arkadaşı, buyruk ve düşüncelerinin sadık yürütücüsü İs­ met İnönü (75) cumhurbaşkanı seçildi. İnönü 1 2 yıl cumhur­ başkanı kalacak, partisi Cumhuriyet Halk Partisi de Büyük Millet Meclisi'ne egemen olacaktır. "Karşıt güçler arasında dengeyi korumakta son derece ye­ tenekli, ihtiyatlı ve hesapçı ( . . . ) kimliğiyle İsmet İnönü, ger(74) A. Toynbee, age, s. 3 1 . (75) Ş. S. Aydemir, ikinci Adam, ismet İnönü, (3 Cilt), İstanbul 1 966 - 1 968; N. A. Banoğlu, ismet lnönü, lstanbul, 1 943; A. Candar, ikinci Reisicumhurumuz ismet İnönü, Ankara, 1 938; A. F. Erden, ismet İnönü, lstanbul, 1 952; H. Gök­ türk, lnönü, Ankara, 1 962; Y. Z. Ortaç, ismet lnönil, İstanbul, 1 96 1 ; 1. H. Tökin, ismet lnönü, Şahsiyeti ve Ülküsü, Ankara, 1946; F. R. Unat, İsmet İnönü, Anka­ ra 1 945; Ulus, 1 2 Kasım 1 93 9 eki; J. Savant, La Turquie d'İsmet lnönü (= ismet lnönü'nün Türkiye'si), Paris, 1 944; R. Massigli, Le dernier grand acteur de la Turguie Kemaliste (= Kemalist Türkiye'nin son büyük aktörü), Le Monde, 27 Aralık 1 973.

57


çekten üstün niteliklerine karşın hiçbir zaman Mustafa Kemal gibi bir otorite ve demir irade adamı olamamıştır. Öncelinin parlak ve büyüleyici kişiliğine sahip olmaktan uzak olan İs­ met İnönü, Kemalizmin nazik mirasını ancak bir dizi ustaca uzlaşma sayesinde yönetebilmiştir; bu nedenledir ki rakiple­ ri onu sık sık tutuculukla ve hareketsizlikle suçlamışlardır. . . İlhamını ve itici gücünü "bozkurt"tan (Atatürk) alan İnönü, yanılmaz bir yürütücü, gözüpek, yorulmaz fakat aynı zaman­ da amansız, acımasız bir örgütleyici olarak ortaya çıkmıştı. Fa­ kat bir kez Mustafa Kemal ' in büyük soluğu yitip de yalnız ka­ lınca, ağırlığını koyabilmek için kendisini büyük olasılıkla yeterince güçlü duyamıyordu; bu yüzden de denge ve uzlaş­ manın dikenli yolunu yeğledi. En ödünsüz iradenin simgesi olan Mustafa Kemal, bir savaşı ve bir devrimi cepheden yö­ netmeyi başarmıştı. İnönü ise büyük kararların adamı değil­ di, ancak, atılgan ve gözüpekliği eksik olsa da, kazanılmış ko­ numlan savunmasını çok iyi biliyor ve bu alanda büyük zeka­ sını kanıtlıyordu. Ne var ki, 1 938 ve 1 940 yıllarının Türki­ ye 'sinde daima uzağa, daima daha yükseğe ulaşmak isteyen Kemalizm, hem sürekliliğini sağlayacak, hem de onu yenile­ yecek taze akımlara gereksinme duyuyordu. İnönü, Mustafa Kemal' in dinamizmine ve devrimci yaratıcı gücüne sahip ol­ madığından bu görevinde büyük ölçüde başarısız oldu. Nite­ kim, Atatürk'ün vakitsiz kaybından yalnızca birkaç yıl sonra, Kemalizmin bıraktıkları ciddi biçimde tehlike altındaydı. Yok­ sa bu tehdit, Cumhuriyet Halk Partililerin düşünmeye eğilim­ li oldukları gibi yalnızca 1950'de demokratların iktidara gel­ mesinden itibaren belirmemiştir" (76). Bu eleştiriye böylece yer verdikten sonra teslim etmek ge(76) A. Balkan, La Turquie a la croisee des chemins (= Türkiye yol ayrı­ mında), Orient içinde, No: 32/33, 1 964/ 1 965, s. 1 25- 1 26.

58


rekir ki, İsmet İnönü'nün çok büyük bir özrü vardır: Savaş. Gerçekten, l 939'dan itibaren kafasındaki her şey ulusal savun­ manın gereklerine feda edilmişti. Daha l 940'ta, dinsel gelenekçiliğin bir tepkisinin ilk be­ lirtileri kendini göstermeye başlamıştı ( 77). Fakat asıl savaşın ertesindedir ki Mustafa Kemal' in laikleştrici reformlarına kar­ şı gösteriler ve eylemler çoğalmıştır (78). Özellikle dinsel öğ­ retimin yeniden konulmasını isteyen sesler yükseliyordu. Cumhuriyet Halk Partisi Yönetim Kurulu 1 94 7 'de dinsel öğ­ retim ilkesini kabul etmekle, Kemalist reformlar binasına ilk darbeyi vurmuş oluyordu. Bu ilk ödün, bazı halk eğilimlerinin gün ışığına çıkma­ larını cesaretlendirdi ve uzun yıllardan beri ilk kez Anado­ lu 'nun bazı kentlerinde çarşaf yeniden ortaya çıktı, minarele­ rin şerefelerinden yeniden Arapça ezan okunmaya başlandı. Daha da kötüsü, 4 Şubat 1 949'da Büyük Millet Meclisi'nin dinleyici localarında bulunan iki kaçık, toplantı sırasında tek(77) Bu tarihte, Milli Eğitim Bakanı, Leyden'de yayımlanmış bulunan İs­ lam Ansiklopedisi 'nin gözden geçirilmiş ve arttırılmış bir basımını, Batılı doğu­ bilimcilerin benimsediği yaklaşımı koruyarak yayımlamaya karar vermişti. Baş­ larında Sebil-ür-Reşat'ın eski yazarı Eşref Eclib olmak üzere bir grup tutucu he­ men bu girişime karşı çıktı, onlara göre İslamın değil, İslama karşı bir ansiklo­ pedi olan bu yapıt, lslamı çarpıtmaktaydı. Bu grup, 1 94 1 'den itibaren kendi an­ layışları doğrultusunda bir Türk İslam Ansiklopedisi yayımlamaya başladı. Bu­ rada maddeler gelenekçi bir yaklaşımla kaleme alınıyor, her fasikül ile birlikte de, rakip ansiklopediye yönelik sert eleştiriler içeren bir ek veriliyordu. B. Le­ wis, The Emergence of Modem Turkey (= Modem Türkiye'nin Doğuşu), Ox­ ford, 1968, s. 4 1 7) . ( 7 8 ) Bu sorunu işleyen pek çok makale v e yapıt içinde, bkz.: N. Çağatay, Türkiye'de gerici eylemler, Ankara, 1 972, s. 37-43; B. Lewis, age., s. 4 1 6 sq.; C. R. Avery, Muslim Life in Turkey Today (= Bugünkü Türkiye'de İslam yaşamı. MW içinde, XXXVIJ, 1 947, s. 1 85- 1 9 1 ); U. Heyd, İslam in Modem Turkey (Çağdaş Türkiye'de İslam), Royal Central Asian Society Joumal içinde, XXXIV, 1 947, s. 299-308; A. Adnan - Adıvar, agm., s. 270-280; M. Colombe, La Turqu­ ie et I'lslam, Reue Française de Sciences politiques içinde, V, 1 955, s. 765-767; R. Anciaux, Religion et politique dans la Turquie Cotemporaine (Çağdaş Türki­ ye' de din ve siyaset), Etudes içinde, Correspondace d' Orient, No: 1 7- 1 8, 1 970, s. 1 1 5- 1 2 3 ; ayrıca bu yıllar içinde OM ve COC' de verilen bilgilere bakılabilir.

59


bir getirmeye başladılar. Her ikisi de Ticani idi. Gerçekten, ya­ saklanmış bulunan tarikatlar, bir yan-gizlilik içinde etkinlik­ lerine yeniden başlamışlardı. Her iki gösterici derhal tutuklan­ dı. Bunlardan biri şöyle diyordu: "Din ve ahlak zayıfladığı için toplum çürümüştür. . . Bu ülkeye imanın yeniden doğduğu gün, her şey yeniden doğa­ caktır" (79). Oysa yeniden doğan, yobazlık oldu. Ankara 'da ve başka kentlerde kadınları yeniden çarşaf giymeye, halkı Batılı ahlak ve adetlerden yüz çevirmeye çağıran bildiriler elden ele dola­ şıyordu. Bu yobazlık, Atatürk' ün heykel ve büstlerinin kırıl­ ması ile doruğuna ulaşıyordu. ismet İnönü'nün desteğiyle iç ve dış etkenlerin etkisi al­ tında (80) Türkiye'nin çok partili sisteme geçişi (8 1 ) de bu aji­ tasyona yardımcı olmuştur. Gerçekten, Türkiye'de siyasal de­ mokrasinin doğuşu, -öteki toplumsal sınıflara oranla daima da­ ha dindar olan- köylülere ve küçük esnafa, siyasal işlerin yü­ rütülmesinde giderek büyüyen bir etki tanıyordu. Ayrıca, sa­ yıları hiç de az olmayan, laik reformları ve Mustafa Kemal ' in istediği Türkiye'nin Batılılaşmasını dudaklarının ucuyla ka­ bul etmiş bulunanların ağırlıkları vardı. Ve nihayet ortada, Ke­ malist laikliğin ulaşamadığı tüm yobazlar, eski mezhepler ve tüm softalar vardı. Tüm bunlar şimdi, seçim yarışmasının he­ saba katmadan edemeyeceği bir güç, bir akım oluşturmaktay­ dı. Gerçekten, özellikle seçimler öncesinde muhalefet parti­ leri anayasanın tanıdığı din özgürlüğü adına, Atatürk'ün ger­ çekleştirdiği reformların ılımlılandırılması, hatta bazen doğ(79) R. Anciaux, agm., s. 1 22 . (80) Birinciler arasında. Cumhuriyet Halk Partisi'nin politikasını genel bir gözden geçirme önerisini, parlamentoda aynlıkçı oyların çoğalmasını ve köylü top­ lumsal katmanların uyanışını anabiliriz. (8 1 ) A. E. Yalman, The Struggie for Multy-Party Govenıment in Turkey (= Türkiye' de Çok-Partili bir yönetim için savaşım), MEJ içinde, 1 , 1 947, s. 46-58.

60


rudan doğruya ortadan kaldırılması lehinde kampanya yürü­ tüyordu. Mahmut Makal, Demokrat Parti'nin bu alandaki po­ litikasını ve bunun Orta Anadolu'nun köylü zihniyeti üzerin­ deki etkisini bize açıklamaktadır. " 1 946 ve 1 950 yılları sıra­ sında iktidara gelmeye hazırlanan Demokrat Parti, köylüler­ de Atatürk devrimlerinin terk edilmesi için kampanya yürüt­ tü." (82) Seçimlerde verilen sözler Büyük Millet Meclisi'ne de yansıyor, bir avuç milletvekili, kişisel inançları doğrultusun­ da ya da seçmenlerinin isteklerini karşılama isteği içinde, la­ iklikle ilgili olarak bir yumuşatma ve esneklik talep etmeye koyuluyordu. Bununla birlikte, CHP hükümeti, karşı-devrim yolunda daha ileri gidilmesine izin vermedi. Hatta 1 949 Haziran'ında Ceza Yasası'nda bir değişiklik yaptı. Buna göre, devletin si­ yasal, ekonomik, toplumsal ve adli düzenini din temellerine dayandırmayı amaç edinen dernekleri kuran ya da bunlara üye olan herkes iki ila yedi yıl arasında hapis cezasına çarptırıla­ caktı. Öte yandan, dinin siyasal ya da kişisel amaçlarla k-ulla­ nılması gibi, devletin laikliği ilkesini sarsmak amacıyla din­ sel duyguların istismarı da bir ila iki yıl hapisle cezalandırılı­ yordu. Gerçi özellikle tarikat mensupları arasında pek çok tu­ tuklamalar oldu, gerçi mahkemeler önünde gürültülü davalar açıldı, ancak şurası da bir gerçek ki, kamuoyu önüne çıkması uzun zaman ve özenle sınırlandırılmış din ve dinsel sorunlar, bu dönemden itibaren, daha geniş bir ölçekte kendilerini ve seslerini duyurmaya fiilen izinli sayılmışlardır. b) 1 950'de Demokrat Parti seçimlerde çoğunluğu kazan­ dı. Yeni Meclis Celal Bayar'ı cumlıurbaşkanı seçerken Adnan

not. 1 .

(82) M. Makal, Un Village Anatolien (= Bizim Köy), Paris, 1 963, s. 205,

61


Menderes (83) de başbakanlık görevine getirildi. Her ikisi de 27 Mayıs 1 960 hükümet darbesine kadar bu makamlarda kal­ dılar. " Hükümet değişikliğinin ilk sonuçlarından biri, doğu il­ lerinde fesin yeniden ortaya çıkması oldu. İlk bakışta sıradan bir olayın derin anlamını görmezlikten gelmemelidir. ( . . . ) Es­ ki dinsel biçimlerin hızlı ve yoğun biçimde geri dönüşü kar­ şısında yeni hükümetten çok büyük bir hoşgörü bekleniyor­ du; bundan, mantıksal olarak, bu davranışın demokrat propa­ gandacıların seçim vaatlerine dayandığı sonucu çıkarılabilir. . . 1 950 Türk seçmenlerinin doğuştan demokrasi aşkına dair pek çok saçmalık, vurgulanarak anlatıldı ve yazıldı; en büyük ve güçlü gerekçe de, doğal olarak, İslama, Türk toplumunda da­ ha önce sahip olduğu yeri yeniden kazandırmaktı."(84) (83) O. Ç. Fersoy, Bir devre adını veren Başbakan Adnan Menderes, İs­ tanbul, 1 97 1 ; E. Bisbee, Test of Democracy in Turkey (= Türkiye' de Demokra­ si Sınavı), MEJ içinde, iV, 1 950, s. 1 70- 1 82; B. Lewis, Democracy in Turkey ( Türkiye' de Demokrasi), Middle East Affairs içinde, X, 1 959, s. 55-72; !dem, Re­ cent Developments in Turkey (= Türkiye'de son gelişmeler), Intemational Affa­ irs içinde, XXVII, s. 320-33 1 ; G. Lewis, La Turquie (= Türkiye), Verviers, 1 965, s. 1 53 - 1 62 . ( 84 ) G . Lewis, age., s . 1 53 - 1 54, Laiklik sorunuyla ilgili olarak bkz.: N. Ça­ ğatay, age., s. 44-50; H. M. Evrenol, Dinin kalkınması, Ankara, 1 954; N. Poroy, Laiklik Hakkında, İstanbul, 1 95 1 ; Türk Devrim Ocakları, Laiklik, İstanbul, 1 954; A. E. Yalman, Berraklığa Doğru, Türk demokrasisine ve laikliğin müsbet bir di­ ni anlayışla tamamlanmasına dair düşünceler, İstanbul, 1 957; A. Yücekök, Tür­ kiye'de örgütlenmiş dinin ekonomik tabanı, ( 1 946-1968), Ankara, 1 97 1 ; F. M . Amaç, Laiklik inkılabının XXV. yıl dönümü hakkında milletvekillerine açık mek­ tup, Malatya, 1 954; B. Daver, age.; T. Z. Tunaya, age., vb. Bkz.; 53 No: 'lu not, s. 1 4 1 , fr. 1 939); D. A. Rustow, Politics and İslam in Turkey (= Türkiye' de Si­ yaset ve İslam), lslam and the West içinde, La Haye, 1957, s. 69-107; H. A. Re­ ad, The Religious Life of Modem Turkish islam ( Modem Türk lslamlığının dinsel yaşamı), idem, s. 1 08 - 1 48; idem, Revival of İslam in Secular Turkey ( Laik Türkiye' de İslamın yeniden doğuşu), MEJ içinde, Vlll, 1 954, s. 267-282; L. V. Thomas, Recent Developments in Turkish İslam (= Türk Müslümanlığın­ da son gelişmeler), İdem, Vl, 1 952, s. 24-40- P. Stirling, Religious change in Re­ publican Turkey (= Cumhuriyet Türkiye'sinde Dinsel değişme), idem, XII, 1 958, s. 395-408; J. A. T. Kingsbury, Observations on Turkish İslam Today (= Bugü­ nün Türk İslamlığı üzerine gözlemler), MW içinde, XLVII, 1 957, s. 1 25-132; =

=

=

62


Seçmenlerini bir an önce memnun etmek isteyen Başba­ kan Adnan Menderes, 1 6 Haziran 1 950'de Büyük Millet Mec lisi'nden, İslama halk çoğunluğunun isteklerine uygun bir y­ er kazandırmak amacına yönelik bir dizi yasa çıkardı (85). Fa­ kat, bundan sonraki bölümde geniş olarak göreceğimiz gibi, Atatürk'ün eseri, asıl, eğitim alanında zarar görmüştür. Bu da kızların okullaşması üzerinde olumsuz etki yapmıştır. Aynca Mustafa Kemal'in dinsel etkinlikleri gözetleyip denetlemede başlıca organ olarak kurduğu Diyanet İşleri Baş­ kanlığı, adım adım bu niteliğini yitirip yalnızca İslamın çıkar­ larına hizmet eden bir resmi kuruluş durumuna geldi. Bütçe­ si, 1 9 5 5 'te dört katından fazla arttırılarak 4 milyon liradan 1 7 milyon liraya çıkarıldı (86). Gerçi bu rakam devlet bütçesinin yalnızca %56 'sıydı, ancak bir başka gerçek de bu miktarın, ka­ mu kaynaklarından yapılan harcamaların tümünü içermediğiy­ di. Örneğin, okullardaki din eğitimi gibi, din kadrolarının ye­ tişmesini sağlayan değişik kurumlar da Milli Eğitim Bakan­ lığı 'nın göreviydi. Öte yandan, yerel makamlar da, tüm ülke çapında hızla çoğalan camilerin bakım, onarım ve yapımına geniş yardımlar ayırıyorlardı. Büyük Millet Meclisi' ndeki tartışmalar, dinsel sorunla·

idem, Charecter Studies in Contemporary Turkish lslam (= Çağdaş Türk lslam­ lığında Karakter Çalışmaları, idem, XLVIII, 1 958, s. 29-39; L. V. Thomas, Tur­ kish !slam (= Türk İslamlığı), idem, XLIV, 1954, s. 1 8 1 - 1 85; V. C. Smith, Mo­ dern Turkey, Islamic Reformation? (= Modern Türkiye: lslam Reformu mu?) ls­ lamic Culture içinde, XXV, 1 95 1 , S. 1 55-1 86; A. L. Tibawi, Islam and Secula­ rism in Turkey Today (= Bugünkü Türkiye' de İslam ve Laiklik), Quarteriy Re­ view, No: 609, 1 956, s. 325-337; B. Lewis, lslamic Revival in Turkey (= Türki­ ye'de lslamın yeniden canlanışı), International Affairs içinde, XXVIII, 1 952, s. 36-48; J. P. Roux, Breeve engueete sur l'Islam en Turquie (= Türkiye'de İ slam­ lık üzerine kısa anket), RE! içjnde, XXIII, 1 955, s. 57-68; M. Colombe, agm., s. 767-77 1 ; R. Anciaux, agm., s. 1 23- 1 40. Bu yıllar için aynca, OM ve COC için­ de verilen bilgilere bakılabilir. (85) Bu yeni düzenlemelere göre ezan Arapça okunacak, radyo haftada üç kez Kuran' dan ayetler yayımlayacaktı... (86)G. Lewis, age., s. 232-233.

63


rın bu dönemde ne denli siyasal bir niteliğe büründüğünü açık­ ça gösterir. Örneğin, 1 95 5 yılı Diyanet İşleri Bütçesi görüş­ meleri buna tanıktır. İmam ve hatiplerin maaşlarının arttırıl­ masını isteyen bir demokrat milletvekili, kendi partisinin öte­ ki milletvekillerinin alkışları arasında onları "milletin refah ve mutluluğunu sağlayan manevi değerler"(87) olarak göste­ riyordu. Mustafa Kemal'in bu aynı kişilere yöneltmiş olduğu sert kınama ve eleştiriler sanki unutulmuştu (88). Bazı imam ve hatipleri Kemalist reformları eleştirmekte suçlamaya cüret eden bir Halk Partili milletvekili susturulmuş ve mason olmak­ la suçlanmıştı. Gerçekten din alanındaki bu açık arttırma, 1 O yıl boyun­ ca Türk siyasal yaşamının en gündelik sorunlarından biri ol­ du. Bu açık arttırma, üstü kapalı biçimde de olsa, Türkiye'de bir İslam devletinin kurulmasına çalışan Millet Partisi ' nin ta­ kındığı tavırlarla açık seçik kendini göstermişti. Bu parti, ger­ çi kapatıldı, ne var ki yöneticilerine yalnızca bir gün hapis ve sembolik bir tazminat cezası verildi. Bu hafif cezalar, eski dü­ zene dönüş lehinde, ceza korkusu olmaksızın çalışılabilece­ ğini de kanıtlıyordu. Zaten Cumhuriyet Halk Partisi de, De­ mokrat Parti'nin Millet Partisi'ni laik cumhuriyet üzerinde dolaşan tehlikelerden çok kendi çoğunluklarını tehlikede gör­ dükleri için kapattığını ileri sürüyordu. Verilen cezaların ger­ çekten çok hafif olması, bu yoruma bir yerde haklılık kazan­ dırıyordu. CHP'ye göre hükümet, seçmenlerin bir bölümünü elinden alma tehlikesini taşıyan bir siyasal partiyi kapatmayı amaçlıyordu (89). Ayrıca pek çok demokrat milletvekili Mil­ let Partisi'nin programına imzasını koyabilir, özellikle onun laikliğe ve Batılılaşmaya karşı özelliğini benimseyebilirdi, bu (87) lbidem, s. 232. (88) Söylev, C. 11, s. 196, 1 98- 1 99. (89) G. Lewis, age., s. 1 56.

64


ise Kemalist devrimin kadına ilişkin olarak getirdiklerini ye­ niden tehlikeye atabilirdi. Nitekim Parti'nin Konya Kongre­ si'nde iki milletvekili Medeni Kanun'un kaldırılmasını, yeri­ ne şeriatın ve çokkarılılığın getirilmesini istemiştir. Afyonka­ rahisar kongresinde de bir başka grup milletvekili kişisel sta­ tü konusunda eski düzene dönülmesini önermiştir (90). Hatta Demokrat çoğunluk içinde yer alan bazı milletve­ killeri ve etkili üyeler, Meclis 'te yararlanmasını bildikleri des­ tekten güç alarak ve bazı üyelerine cezalar verilmiş olmasına aldırmayarak halkı, Atatürk devrimleri aleyhine kışkırtan din­ sel derneklere, tarikatlara bağlı idiler. Bunlar, açıktan açığa " imansızlar dünyası" ndan alınan yasa ve adetlerin kaldırılma­ sı için çalışıyorlardı. Bunlar içinde özellikle Nurcular, Tica­ niler, Nakşibendiler ve Kadiriler gibi bazıları, kadının kurtu­ luşuna ve özgürleşmesine sert biçimde karşı çıkıyordu. Ger­ çekten, bu sonunculardan 65 kadın, 29 Haziran 1 95 1 'de Ada­ na'da çarşaflarıyla bir gösteri yapmışlardır. Ticanilerin Kırık­ kale şefi ise, yasaların çokkarılılığı yasaklamasına karşın, mü­ ritlerinden üçünün üç kızıyla aynı zamanda evlenmişti (9 1 ). Pek çok Demokratın yasaklanmış bulunan bu dinsel çev­ relerle işbirliği içinde bulunmasından cesaret alan resmi din görevlileri, hiç olmazsa onların en gerici kesimi de haklı ola­ rak, yasaların öngördüğü cezaların kendilerine uygulanmasın­ dan korkmadan laik kurumlara karşı direnebilme hakkını ken­ dilerinde görmekteydiler. Tarikatların ve hocaların, geniş bir seçmen kitlesi oluş­ turan küçük kent ve kasabalarla köylerde yaşayan sıradan halk nezdinde çok büyük itibarları vardı ve bu yüzden de Demok­ rat Parti bunları kendisine bağlamaya önem veriyordu. Köy(90) R. Anciaux. age s. 1 25. (91 ) lbidem. s . 1 27- 1 28. .•

65


lü, esnaf ve zanaatkardan oluşan bu dünyası küçük halk top­ luluğu Kemalist devrime karşın dinsel inanışlarına derinden bağlı kalmıştı. Bu inanışlar ve onların gözünde bunlarla öz­ deşleşenler, onların yaşam, ahlak, toplumsal düzen ve bilgi­ lenme kurallarının tek kaynağı idi. Öyleyse bunlara hoşnut­ suzluk vermemek gerekiyordu. Gerçekten, oylarını almak için köylü, zanaatkar ve taşra kentlerinin küçük esnafının memnun edilmesi, Demokrat Parti iç politikasının bir temel ilkesiydi. Gerçi iktidar hiçbir zaman açık­ tan Atatürk devrimlerine karşı olduğunu söylemeye cesaret ede­ miyordu, ancak el altından da yerel makamların eski yaşam bi­ çimlerine dönüşleri görmezlikten geleceğini sezdirmekten geri kalmıyordu. Gerçekten de bu geri dönüşler hiç eksik olmuyordu. Anti-laik önlemlerin yoğunlaştırılması ve hükümetin ka­ tı bir tutuculuğun ocaklarına karşı böylesine bir hoşgörü bes­ lemesi, Kemalizmin çokağır bozulma ve yozlaşmalara uğra­ yabileceğini -eğer uğramadıysa- düşündürmektedir. Bu var­ sayım şu olguyla da daha bir gerçeklik kazanmaktaydı; Men­ deres' in otoriter yönetimine karşı muhalefetin yürüttüğü kam­ panya karşısında Başbakan, yeni yeni ödünler vererek köylü yığınların desteğini aramaya, halk üzerindeki etkileri nedeniy­ le seçim sırasındaki yardımları belirleyicilik kazanan resmi va­ izlerin ve tarikatların desteğini elde etmeye yöneliyordu. Men­ deres zaten, pek çok Kemalistin gözünde Atatürk devrimine ihanet etmişti. O andan itibaren de kendisini Gazi'nin düşüncesinin ger­ çek mirasçısı ve güvencesi olarak gören ordu eyleme geçmek için hazırlanmaya karar verdi. Daha 1 9 5 5 'te bir subayın Ata­ türkçüler Cemiyeti adıyla bir dernek kurması çok manidardır. Bunun gibi başka gizli örgütler de ortaya çıktı. Gerçek bir ha­ reket örgütlendi ve başına da, Kara Kuvvetleri Komutanı atan­ dığında, General Cemal Gürsel geçti. 66


Zaten muhalefet ordunun çerçevesini aşıyordu. Basının büyük bir bölümü ile özgürlüklerine yöneltilen sayısız engel­ lere artık katlanamayan üniversiteler, yönetime karşı çıkıyor­ du. Ayrıca, ekonomik durum giderek kötüleşiyor, ancak Ame­ rikan yardımının önleyebildiği bir uçurumun ve yıkımın ke­ narında dolaşıyordu. 1 960 Nisan' ında öğrenci ayaklanmaları patlak verdi. Sı­ kıyönetim ilan edildi, baskı yönetimine başvuruldu, fakat özel­ likle İstanbul'da öğrencilerle askerler bu baskılar karşısında kaynaştılar. 27 Mayıs'ta ise hükümet darbesi oldu (92). c) Darbeden sonra General Gürsel Milli Birlik Komitesi başkanı ilan edildi. Subaylardan oluşan bu Komite, Büyük Millet Meclisi'nin tüm yetkilerine sahip olarak, Kemalizmin ruhuna uygun yeni bir anayasanın hazırlanmasıyla görevli bir Kurucu Meclis seçilmesini de kararlaştırıyordu.(93) (92) S. Tansel, 27 Mayıs inkılabını hazırlayan sebepler, !starı.bul, 1960; E. Z. Kara!, 27 Mayıs İnkılabının sebepleri ve oluşu, lstanbul, 1 960; O. S . Coşar ve A. İpekçi, "İhtilalin İçyüzü", Milliyet, 2 7 Mayıs- 1 4 Haziran 1 962; Milli Türk Talebe Birliği, Hürriyet Meşalesi, 2 7 Mayıs Milli Türk İhtilali, İstanbul, 1 96 1 ; W . H. Welker, The Turkish Revolution ( 1 960- 1 96 1 ) (= Türk Devrimi 1 9601 9 6 1 ) , Washington, 1963; G. S. Harris, The Causeofthe 1 960 Revolution in Tur­ key (= Türkiye' de 1 960 devriminin nedeni), MEJ içinde, XXIV, 1 970, s. 438454; A. F. Başgil, La Revolution militaire de 1 96() en Turquie ( Türkiye'de 1 960 askeri devrimi), Cenevre, 1 963, K. H. Kaıpat, Reflexions sur l'arriere plan soci­ al de la Revolution Turque de 1 960 ( 1 960 Türk devriminin tpolumsal zemini üzerine düşünceler), Orient içinde, No: 3 7, 1 968, s. 27-55; M. Colombe, Remar­ ques sur un Coup d'Etat (= Bir darbe üzerine belirtmeler), İdem, No: 1 4 1 960, s. 1 4 1 - 147; N. Esin, Un bilian de la revolution Turque du 27 mai 1 960 (= 27 Ma­ yıs 1 960 Türk devriminin bir bilançosu), !dem, No: 27, 1 963, s . 209-2 14; G. Le­ wis, age., s. 1 63 - 1 70. (93) l . Giritli, 27 Mayıs'tan İkinci Cumhuriyete, İstanbul, 1 96 1 ; A. Türk­ kaya, The 27th ofMay Revolution and its Aftermath (= 27 Mayıs devrimi ve olum­ suz sonuçlar), The Turkish Yearbook of lntemational Relations, !, 1 960, s. 1 322; F. W. Femau, Le Neo-Kemalisme du Comite d' Union Nationele (=Milli Bir­ lik Komitesi'nin yeni-Kemalizmi), Orient No: 1 6, 1 960 s. 5 1 -68, R. Giraud, La vie politique en Turquie apres le 27 M ai 1 960 (= 27 Mayıs 1 960'tan sonra Tür­ kiye' de siyasal yaşam), İdem, No: 2 1 , 1 962, s. 1 9-3 1 ; İdem, Vers la Second Re­ publique Turque (= İkinci Türkiye Cumhuriyeti'ne doğru), İdem, No: 14, 1 960, s. 1 1 -25. =

=

67


Gerçekten, 1 96 1 yeni Türk Anayasası (94) temelleriyle Kemalistti. Anayasa, başlangıç bölümünde, ulusun Atatürk il­ kelerine, özellikle de onun laikliğine ve ulusu "çağdaş uygar­ lık düzeyine çıkarma" kararlılığına bağlılığını dile getirir. Anayasanın 1 56. maddesi bu başlangıç 'ı anayasa metninden sayarken 1 53 . madde de bu doğrultudaki yasalara anayasaya aykırılık iddiasıyla dava açılamayacağını öngörür. Böylece, tüm siyasal iktidarlar için Atatürk devrimlerine saygı göster­ me zorunluluğu temel, vazgeçilmez ve dokunulmaz bir ilke durumuna yükseltilmiş oluyordu. Böylece de Kemalist laik­ lik ve Batıcılık anayasal kurallar ve ilkeler olarak onaylanı­ yor, hiç kimseye yasal olarak bunlardan sapma olanağı bıra­ kılmamış oluyordu. Anayasa 9 Temmuz 1 9 6 1 'de halkoyuna sunuldu, kullanı­ lan oyların %6 1 .7 'sinin olumlu oyu ile kabul edildi (95). Dev­ rime ve eski yöneticiler hakkında açılan davalara karşın, Men­ deres yanlıları hiiHi çoktu. 1 5 Ekim 1 96 1 seçimlerinde, ordunun desteğine sahip Cumhuriyet Halk Partisi 'nin %36. 7 'lik oyuna karşılık, haklı ya da haksız, kapatılan Demokrat Parti'nin devamı olarak kabul edilen Adalet Partisi oyların %34.8 'ini alıyordu (96). Ordunun desteğini sağlamış tek "sivil " olan İsmet İnönü Başbakan ol­ du, ülkesine, devrimi normalleştirme ve askeri bir yönetimden (94) 334 sayılı yasa, Fransızca çeviri: Annales de la Facülte de Droit d'ls­ tanbul, No: 23-24, 1 966, Anayasanın çözümlemeleri için bkz: J. S. Szyliowicz, The 1 9 6 1 Turkish Constitution, An Analysis ( 1 9 6 1 Türk Anayasası. Bir Çö­ zümleme), lslamic Studies, ll, 1 963, s. 363-38 1 ; l. Giritli, Some Aspects ofThe New Turkish Constitution (= Yeni Türk Anayasası'nın kimi yönleri), MEJ için­ de, XVI, 1 962, s. 1 - 1 7; H. N. Kubalı, Les Traits dominants de la Constitution de la Second Republique Turque (= ikinci Türkiye Cumhuriyetinin Anayasası'nın başat çizgileri), Revue lntemational de Droit Compare, iV, 1 965, s. 855-872; B. N. Esen, age., s. 77-2 1 8. (95) T. C. Başbakanlık Devlet istatistik Enstitüsü, Türkiye İstatistik Yıllı­ ğı, 1 964/ 1 965, No: 5 1 0, tybd, s. 1 65 . (96) lbidem, s . 1 70. =

68


çok partili bir demokrasiye geçişi sağlama hizmetlerini sun­ du.( 97) İlkelerine bağlı, Atatürk'ün bu eski yol arkadaşı, laik kurumların ortadan kaldırılmasını isteyen çeşitli dinsel eğilim­ lere karşı, özellikle de tarikatların ve resmi din kadrolarının ka­ rıştırıcı etkinliklerine karşı, kararlılıkla savaşım verdi. Bunun­ la birlikte, bütün çabasına karşın, artık kitlelerin sempatisini kazanmış bulunan bu hareketlerin canlılığını azaltmayı başa­ ramadı. Onun bu eylemi, gene de, olumlu bir nitelik taşıdı, öy­ le ki, Kemalizmin ilkelerini benimsemiş modern imam ve ha­ tipler yetiştirilmesi için hemen işe girişecekti. 1 965 Ekim seçimlerindeyse Cumhuriyet Halk Partisi oy­ ların yalnızca %28. 7'sini alabiliyor, buna karşılık Adalet Par­ tisi oyların %52.9'u ile parlamentoda salt çoğunluğu elde edi­ yordu (98). Bu sonuçlar, seçmenin sağ doğrultuda bir parti le­ hinde oy kullandığını, böylece de geleneksel inanış ve değer­ lere bağlı kaldığını gösteriyordu. Adalet Partisi bu seçimlerde anlamı belirsiz sözcüklere dayalı bir kampanyayı başarıyla yü­ rütmüş, kesin tavırlar almaktan kaçınmış, hatta çelişik siyasal konumlar savunmuştur: "Kentsel çevreler için modernleşme, ekonomik kalkınma ve laikleşme; kırsal çevreler için de yavaş gelişim, ya da hareketsizlik, dinsel ahlakın ve ibadetlerin sağ­ lamlaşması (99). Her ne olursa olsun, Türkiye'yi yönetme gö­ revi ona verilmişti. O da bu görevi kendi genel başkanına, Sü(97) N. Abadan, L 'avenir des istitutions politiques en Turquie. Le probab­ lc et le faisable (= Türkiye' de siyasal kurumların geleceği. Olası olanla yapıla­ bilir olan), Futuribles. Analyses et Prcvisions, 1, 1 967, s. 1 1 1 - 1 28; A. Balkan, La Turquie iı la croisee des chemins (= Türkiye yol ayrımında), Orient, No: 32/33, 1 964/ 1 965, s. 1 2 1 - 1 45; F. W. Femau, lmpressions politiques de Turquie (= Tür­ kiye' den siyasal izlenimler), Orient, No: 34, 1 9�5, s. 25-39; idem, Les partis po­ litiques de la Deuxieme Republique Turque (= ikinci Türkiye Cumhuriyeti'nde toplumsal akımlar), idem, No: 23, 1 962, s. 1 7-42; K. H. Karpat, Recent Political Dcvelopments in Turkey and Thcir Social Background (= Türkiye' de Son Siya­ sal Gelişmeler ve Toplumsal Dayanakları), Intcmational Affairs, XXXV l l l , 1 962, s. 304-323; Ş. S. Aydemir, age., H. Göktürk, age.; R. Anciaux, aı1m., s. 1 43 - 1 46; G. Lewis, age., s. 1 79-1 87. (98) T. C. Devlet istatistik Enstitüsü, age., s. 1 70. (99) N. Abadan, agm., s. 1 23.

69


lcyman Demirel'e verdi ( 1 00). Köy kökenli ilk hükümet baş­ kanı olmakla övünen ve sanayi ve iş dünyasına özel bir sıcak ilgi duyan bu sağ liberal, şaşırtıcı uzlaşmalar ve önemli zayıf­ lık örnekleri verdi. Dinsel tutucularla Kemalist reformcular arasındaki çatışmaları kızıştıran iktidar boşlukları, öte yandan da, yeni bir gücün, goşistlerin eylemlerine perde gerisi hizme­ ti görüyordu. Bunlardan bir kesimi kentsel gerilla savaşına atıl­ mada duraksama göstennezken Türk politika yaşamı yeniden, özellikle Türkiye'nin, Batı dünyasının değerlerine açılışını ve laiklik ilkesini hedef olan gerici saldırılarla ve Kemalizmin çizdiği yolda yeni sapmalarla sarsılıyor, çalkalanıyordu. Baş­ kent Ankara'nın göbeğinde "gerçek ve birinci düşmanın Batı ve onun laiklik rejimi olduğu " nu ( 1 O 1 ) ileri süren bildiriler da­ ğıtılıyordu. Bu tür davranışların ülkeyi karşılaştırdığı tehlike­ ler gerçeği, 1 966'da Gürsel' in yerine devletin başına geçmiş bu­ lunan Cevdet Sunay'ı, daha 1 967 yılı başlarında kaygılandır­ mıştı. Sunay, radyoda yayımlanan bir konuşmasında, "devrim­ ci gelişmenin temelini dinamitleyen ve yurttaşların uygarlığın nimetlerini benimsemesini engelleyen belli bir propagandanın yaygınlık kazanmasını"(1 02) kınıyordu. Bu propaganda, ka­ dını ilgilendiren yönüyle, ilerde birkaç açıdan ele alacağımız eski düzene dönüşü amaçlamaktaydı. Devlet Başkanı, 9 Mart 1 968'de de kendini iyiden iyiye belli eden anti-laik eylemler­ den artan bir şiddetle kaygı duyuyor. " Şeriat temeli üzerinde bir devlet kurma"(103) özlemi besleyen aşırı sağı lanetliyor( 1 00) F. Güventürk, 29 yıl sonra Atatürk inkılaplarına bakış İstanbul, 1 968· idem, Din ışığında yobazlık, Ankara, 1 967; P. Safa, Din, İnkı l ap, İrtica, b lstan ul, 1 97 1 ; 1. Giritli, Turkey since the 1 965 elections ( 1 965 seçim1erinden bu '.>'.ana Türkiye), MEJ ıçinde, XXV, 1 969, s. 35 1 -363; B. N. Esen, age., s. 2 1 9274; R. Ancıaux, agm., s. 145- 1 59, N. Çağatay, age., s. 56-67. 1 0 1 B. N. Esen, age., s. 252-253. 1 02 fbidem, s. 23 I. 1 03 Ibidem, s. 232. B. N. Esen, aşal!;ıdaki olayı aktarır: " 1 969 yılında bir grup genç parlamento binasına gelerek iktiilar partisi mileltvekillerinin gru_p top­ fantı salonuna girer ve oradaki milletvekillerine devletin ne zaman artık bir fs­ lam devleti olacal!;ını sorarlar. Bu dileklerinin P,ek yakında gerçekleşeceğini be­ lirten milletvekilleri gençleri ikna etmişlerdir. ' (age., s. 255) =

f �

70


du. Bu dönemde Kemalist ulusçuluk ilkesi bile tarikatların ya da bazen yabancı güçlerin destekleyip finanse ettikleri dinsel örgütlerin yıkıcı eylemlerinin saldırılarına hedef olabilmiştir ( 1 04 ). Bunların ileri sürdüğü, "din kardeşliği " nin ulusal ortak­ lığa üstün olduğu görüşü, kaçınılmaz olarak, ulusa karşı kayıt­ sızlığa ve ulusal duygunun çözülmesine götürecekti. Tarih yeniden yaşanacak mıydı, tarih tekerrür mü edecek­ ti? Menderes dönemine geri dönülecek miydi? Goşist eylem­ lerin daha da ağırlaştırdığı bunalım 1 97 1 'de öyle bir dereceye geldi ki subaylar yeni bir darbe yapmaya karar verdiler. Bu gi­ rişim, 1 2 Mart Muhtırası 'nda somutlanan bir uzlaşma ile Kuv­ vet Komutanları tarafından durduruldu (l 05). Süleyman De­ mirel gidecek, ordu ise kenarda kalacaktı. Bununla birlikte si­ lahlı kuvvetler Cevdet Sunay'ın ağzından yeni başbakan Nihat Erim' e " Kemalist bir perspektif içinde anayasanın öngördüğü tüm reformları yapması gerektiğini" belirtecekti ( 1 06). Parla­ mento görevi başındaydı. Hiç olmazsa görüntüsüyle de olsa, demokratik oyunun kurallarına saygı gösterilmişti. Ordu, be­ lirlenen hedeflere ulaşma özenini sivil iktidara bırakıyor, fakat ülkeyi de "gözaltında bir özgürlüğe " terk ediyordu ( 1 07). Görülüyor ki, Kemalizmin temel ilkeleri, özellikle de Türkiye'de tüm reformların, giderek kadının kurtuluşunun, temeli olan laiklik, Gazi'nin ölümünden pek az bir süre son­ ra sürekli biçimde tartışma ve itiraz konusu olmuştur. Bu iti­ razlar ve sonuçları, kimi Türklerin göz önünde Mustafa Ke­ mal' in eserinin bizzat kendisini tehlikeye sokuyordu. Öyle ki, ordunun ilk kez başvurduğu müdahale girişimi,haklılığını bu( 1 04) N. Çağatay, age., s. 60-6 1 . Yazar özellikle Rabital-ül-Alem il İsla­ mi'nin karıştırıcı etkinliklerinden söz etmektedir. ( 1 05) S. Genç, 1 2 Mart'a nasıl gelindi9 Bir devrin perde arkası, Ankara, 1 97 1 ; N. N. Abalıoğlu, 27 Mayıs'tan l 2 Mart'a kadar, İstanbul, 1 97 1 . ( 1 06) Le Monde, 2 1 -22 Mart 1 97 1 . ( 1 07) P . Balta, L a Turquie en liberte surveillee (= Gözaltı Özgürlüğünde Türkiye), Le Monde, 1 3- 1 7 Nisan 1 97 1 .

71


rada aramıştır. Bu durumun altında yatan derin neden, Ata­ türk reformlarının, birçokları için, sık sık ileri sürüldüğünden çok daha az derin reformlar olmasıdır. Köylüler, zanaatkarlar, küçük dükkan sahipleri ve esnaf, bir bütün olarak, kendi ge­ leneksel zihniyet, toplum ve aile yapılarına bağlı kalmışlardı. Eski usul yaşam biçimlerine dönüşün gayretkeşleri olan ho­ calar ve dervişler onların gerçek düşünme ustaları olarak kal­ mışlardı. Oysa birincilerde modernizm anlamında bir ıslahın hiçbir iz bulunmazken ( l 08) ikinciler, sıklıkla Türkiye'de ge­ leneksel-olmayan tipte sekter tarikatlara bağlı bulunuyorlar­ dı. Atatürk reformlarına karşı kişilikleriyle bunlar, koşullar el­ verdiği zaman halkın önemli bir kesimini peşlerinden sürük­ lemede hiçbir güçlük çekmiyorlardı. Yalnızca üniversite mensupları, öğretmenler, ordunun kadroları, sanayi ve ticaret burjuvazisi, yüksek ve küçük dev­ let memurları, büro çalışanları ve teknisyenler karışımı bir kitleyi içeren bir azınlık, bütünü ile Kemalizmin savunucusu oldu. Bu azınlık, Atatürk'ün mirasını, büyük ölçüde koruma­ sını bildi. Bu değişik kesimleri meydana getiren bireylerin hepsinde ortak bir yan vardır ve o da bunların okul görmüş ol­ masıdır. Kemalist bakış açısından okulun amaçlarından biri de, ilerde göreceğimiz üzere, Türklerin Batı modeline uygun bir ideali ve toplum biçimini benimsemelerini sağlamaktır. Türk halkının tümünü ilgilendiren bu gözlemler kadın için öncelikle geçerlidir. Okul ve daha genel bir deyişle, Ba­ tılı ve laik ulusal kültür, onun gelişiminin temel etmenleri ara­ sında bulunmalıydılar. Bunlar zihniyetini geliştirip oluştura­ rak, onu dinsel ve toplumsal gelenekçilikten koparıp ayıracak, kadını "uygar dünya"nın ortak yaşam, düşünce ve varoluş bi­ çimlerine yönelteceklerdi. Türk kadını açısından bu işlevleri­ ni gerçekten yerine getirebilmişler midir? ( 1 08 ) N. Berkes, Jslah maddesi, El (2) içinde, C. IV, s. 1 76.

72


3

Türk Kadını ve

Eğitim

73



1.

ÖGRETİM

İncelememizin birinci kesiminde Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nda öğretimi, özel olarak da kadın eğitimini gördük. Bu ara­ da okulu modernleştirme ve kızların okula girişini kolaylaş­ tırma yönünde pek çok reform girişimine de değindik. Mus­ tafa Kemal bu çabaların "halkı cahillikten kurtarmaktan aciz olduğunu" ( 1 ) düşünmektedir. Bu başarısızlık saptaması, de­ mek ki eğitsel yapı ve yöntemlerin toptan gözden geçirilme­ sini gerektiriyordu. Okulu, yeni temeller, yeni ilkeler üzerin­ de kurmak gerekiyordu. 1- TÜRKİYE'DE ÖGRETİMİ YÖNETEN İLKELER (2)

A- Mustafa Kemal döneminde:

Her şeyden önce öğretimin ortaya çıkardığı sorunların Mustafa Kemal ' in gözünde taşıdığı önemi vurgulamamız ge­ rekiyor. Zaferin hemen ertesinde Bursa'da, İstanbul 'un ve Bur­ sa'nın bay ve bayan öğretmenlerine şöyle sesleniyordu: ( 1 ) Söylev, C. !, s. 230. (2) Atatürk 'ün maarife ait direktifleri, İstanbul, 1 939; Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının milli eğitimle ilgili söylev ve demeç­ leri, Ankara, 1 964; M. R. Balaban Gazi Paşa Hazretlerinin maarif umdesi ve as­ ri terbiye ve maarif, Ankara, 1 923; 1. Başgöz, H. E. Wilson, Türkiye Cumhuri­ yeti'nde Eğitim ve Atatür�, Ankara, 1 968; C. T. Berktin, Atatürk ve Eğitimin Amaçları, Ankara, 1967; U. Oskay, E.S. Bo?doğan, l. Umarusman, Sosyal ve Kültürel Düşünceleriyle Atatürk, ybd., 1 962: Universiteliler Kültür Kulübü, Ata­ türk ve Eğitim, Ankara, 1964; K. N. Duru, Atatürk ve Kültürümüz, l stanbul, 1 947: idem, Kemalist Rejimde Öğretim ve Eğitim, lstanbul, 1 938; B. Güvenç, Dev­ rimlerimizin gerçekleşmesi yolunda eğitimimizin yolu, ybd, 1959; F. R. Unat, Atatürk'ün öğrenim hayatı ve yetiştiği devrin milli eğitimi sistemi, Belleten için­ de, XXVII, 1 963, s. 559-624; N. Atuf. Türkiye MaarifTarihi, l stanbul, 1 93 1 ; O. Ergin, Türkiye MaarifTarihi, C. IV İstanbul, 1 943: MaarifVckaleti T.C. Maari­ fi, 1923 - 1 943, Ankara, 1 944; idem, Milli Eğitimin Temel llkeleri, İstanbul, 1 962;

75


"Bugün vasıl olduğumuz (ulaştığımız) nokta, halası ha­ kiki (gerçek kurtuluş) noktası değildir. Milleti millet yapan, terakki ve tefeyyüz ettiren (ilerleten ve aydınlatan) kuvvetler vardır; fikir kuvvetleri ve içtiami kuvvetler ( . . . ) Evvela fikir ve içtimaiyat kuvvetlerinin membalarını temizleme ile başla­ mak lazımdır. . . Fakat, bir heyet-i içtimaiyedeki marazı (has­ talığı) görmek, onu tedavi etmek, heyeti içtimaiyeyi asrın ica­ batına (çağın gereklerine) göre terakki ettirebilmek için ilim ve fen lazımdır. Görülüyor ki en mühim ve feyizli vazifeleri­ miz, maarif işleridir. Maarif işlerinde behemahal muzaffer ol­ mak lazımdır. Bir milletin halası hakikisi (gerçek kurtuluşu) ancak bu suretle olur." (3). Mustafa Kemal ayrıca, yaradılışı gereği, eğitim sorunla­ rına karşı çok canlı bir ilgi besliyordu. Sakarya zaferinden son­ ra kendisine, "Yurdu düşmandan kurtardınız, şimdi ne yap­ mak istersiniz?" sorusunu soran birine şu yanıtı verir: "En bü­ yük isteğim, ulusal kültürü yükseltmede Milli Eğitim Bakanı olarak çalışmaktır." (4). Öğretimi yöneten başlıca yasalar l 924'le 1 926 yılları ara-

M . N. Ko<lamanoğlu, Türkiye' de Eğitim, 1923-1 960, Ankara- 1 963; T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Education in Turkey ( Türkiye'de eğitim), Ankara, 1 955; l. Başgöz, H.E. Wilson, Educational Problems in Turkey (= Türkiye'de eğitim so­ runlan), Blomington, 1 968; A.M. Kazamias, Education and the Quest for Mo­ dernity in Turkey (= Eğitim ve Türkiye' de modernlik arayışı), Londra, 1 966, s. 1 1 5-266; T. H. Verschoyle, Education in Turkey (= Türkiye' de Eğitim)- lnter­ national Affairs içinde, XXVI, 1 950, s. 59-70; L. Vrooman, Recent Tendencies in Turkish Education (= Türk eğitiminde son eğilimler) MW içinde, XVll , 1 927, s. 370-374, l. Özdil, Edueation in Turkey (= Türkiye'de eğitim), MEA içinde, l, 1 950, s. 285-290; R. Uğurel, age., s. 1 05-24 1 ; Rapport de la Commission Nati­ onale sur L ' Education Publique en Turquie ( Türkiye'de Kamusal Eğitim Üze­ rine Ul usal Komisyon Raporu), l stanbul, 1 960; lnstitut Pedagogique National (= Ulusal Eğitim) (pedagoji) Enstitüsü, L'enseignemcnt en Turquie (= Türkiye' de öğretim) Paıis, 1 970. (3) Söylev, C. il, s. 43-44; Ayrıca bkz.: C. 1, s. 229-230, C. il, s. 1 72- 1 73 . (4) S. Omurtak, H. A. Yücel, 1. Sungu, Atatürk, s. 2 1 1 / 1 77. =

=

76


sında çıkarılmıştır. Bu yasalar, "bir tek ulusal, laik, modern, demokratik bir okul" yaratmayı öngörüyordu (5). a) "Milletimizin, memleketimizin darülirfanlan bir olma­ lıdır. Bütün memleket evladı, kadın ve erkek oradan çıkmalı­ dır" (6) demişti Gazi. Bu, daha l 923 'te, öğretimin birleştiril­ mesinin, Tevhid-i Tedrisat'ın, haber verilmesiydi. Mustafa Kemal, Osmanlı eğitim kurumlarının olduğu gibi yeni Türki­ ye'ye aktarılmasının olanaksızlığına kesin inanıyordu. Oya çalışma arkadaşlarından pek çoğunun görüşü bu değildi ve on­ lar, eski yönetimin siyaset adamları gibi geleneksel öğretim­ le modern okulu bir araya getirmeyi düşünüyorlardı. Musta­ fa Kemal bunlarla iyi geçinmek, aynı zamanda ve biçimde de kamuoyu ile barışmak ve her ikisine de medrese ile okulun bir arada olamayacağının bilincini kazandırmak zorundaydı (7). Öğretimin birleştirilmesine ilişkin "Tevhid-i Tedrisat Ka­ nunu" (8) 3 Mart 1 924'te çıktı. Yasa, bilimsel ve eğitsel ku­ rumların tümü ile medreselerin, olduğu gibi Milli Eğitim Ba­ kanhğı'na bağlanmasını, aynı zamanda Şeriye ve Evkaf ve­ kaletinin bütçesinde medreselere ayrılan tüm kaynakların da, (5) 430, 637, 789 sayılı yasalar, metinleri için bkz.: H. A. Yücel, Türkiye' de ortaöğretim, lstanbul, 1938- s. 277-278. (6) Söylev, C. il, s. 90. Aynca, bkz.: C. 1, s. 300-329, C. 11, s. 45. (7) S. Omurtak, H. A. Yücel, 1. Sungu, age., s. 2 1 6/ 1 8 1 . (8) 430 sayılı yasa. B u yasa, muhalefetin manevralarını önlemek için ade­ ta kaçınlırcasına oylanarak kabul edilmiştir. Mustafa Kemal 1 Mart 1 924 'te Tür­ kiye Büyük Millet Meclisi 'ni açarken yaptığı konuşmada, "ulusun ortak düşün­ cesi ve isteğine uygun olarak eğitim ve öğretimin geciktirilmeksizin birleştiril­ mesini (Söylev, C. l,s. 329) istemiş, hemen ertesi gün toplanan Cumhuriyet Halk Partisi grubu halifeliğin kaldırılması görüşmelerinde benimsenecek ortak tavrı görüşmeye başlamıştı. Mustafa Kemal gruptan, eğitim ve öğretimin birleşilme­ si ve Şer'iye ve Evkaf Vekilleıi'nin kaldırılması konusunda da görüşlerini açık­ lamasını istedi. 3 Mart günü Başkanlığa bu konuda iki ayrı önerge verilmişti. Mec­ lis Başkanı Fethi Bey uzmanlık komisyonlarından geçirmeksizin hemen tartışıl­ malarını istedi, Fetih Bey'in önerisi benimsendi ve tüm gece süren tartışmalar­ da sürekli halifeliğin kaldınlması gereği üzerinde duruldu. Öteki iki yasa tasarı­ sı ise hemen hemen hiç tartışma yapılmaksızın kabul edildi (Nutuk, C. Il, s. 849).

77


·

olduğu gibi, Eğitim Bakanlığı'na aktarılmasını öngörüyordu. Öğretim, devletin denetimi altında serbest kalıyordu (9). Ne var ki, birkaç gün geçmeden Eğitim Bakanı Vasıf Bey, medreselerin kapatılmasını kararlaştırıyordu. Bunun üzerine ülkenin dört bir yanından şaşkınlıkla karışık itiraz sesleri yük­ seldi, Büyük Millet Meclisi'nde de bakan, bakanlığının büt­ çesinin görüşülmesi sırasında pek çok mebus tarafından hır­ palandı. Muhalefetin başını çeken Rauf Bey bakanı medrese­ lerin kapatılmasını değil yalnızca tüm okulların aynı makama bağlanmasını öngören yasayı kötü yönde yorumlamakla suç­ luyordu. Bakan ise yasayı kendi bildiği gibi yorumlamakta di­ retti ve ödün vermeye yanaşmadı (10). Mustafa Kemal'e gelince, o, yönelen tüm taleplere kar­ şın alınmış bulunan karardan dönmeyi kabul etmedi. Örneğin, medreselerin yeniden açılmasını istemek üzere gelen Rize kenti heyetinin bu girişimi karşısındaki yaklaşımı ilginçtir. Mustafa Kemal, heyet üyelerine bu kurumların geçmişte oy­ nadığı kötü rolü açıkladıktan ve ulusun başına gelen bu yıkım­ daki sorumluluğunu belirttikten sonra, onlara şöyle seslenir: " Siz okul istemiyorsunuz, oysa millet istiyor; bırakın öy­ leyse bu zavallı halkı, bu halkın çocukları eğitim görsün; med­ reseler yeniden açılmayacaktır, milletin okula gereksinimi var" (11). Böylelikle, Osmanlı İmparatorluğu eğitim sisteminde yü­ rürlükte bulunan ve her türlü reform girişimini kırılgan kılan ikiliğe bir son verilmiş oluyordu. Görmüştük ki, medrese, dev­ let okulu ile işbirliği yapmak şöyle dursun, onu yok etmeyi amaçlıyordu. Hatta Kemalist Türkiye'de bile her türlü mo­ dernleşmeye ve eğitim alanında her türlü Batı öykünmecili(9) H. A. Yücel, agc., s. 277. ( ! O) O. M., iV, 1 924, s. 297-299. (l 1) S. Omurtak, H. A. Yücel, !. Sungu, age.,

78

s.

2 1 8/282.


ğine karşı bir muhalefetin belirlediğini de belirtmiştik. Böy­ le olunca, medresenin Türkiye'de okulun kız erkek tüm çocuk­ lara ve modern dünyanın değerlerine açık olmasını isteyen Ga­ zi 'ye yardımcı olması beklenebilir miydi? b) Kemalist eğitim sisteminin ikinci özelliği, öğretimin laikliğidir. Bu özellik, bazı B atı ülkelerinde geçerli olan ku­ ram ve uygulamalarla çakışmaktadır. Buralarda, " laik düşün­ ce" yandaşları, bir yandan devletçe verilen tek bir eğitimi sa­ vunurken, öte yandan da, yalnızca yansızlığı değil, aynı za­ manda bilinçlerin ve ruhların "hiçbir deneyüstü yanı olmayan, hiçbir mutlak-olana dayanmayan bir laik ahlak tarafından oluş­ turulmasını" talep etmişlerdi ( 1 2). Bir önceki bölümde bun­ dan uzun uzun söz ettik. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Mustafa Kemal, Fransa gi­ bi bir ülkede " laik okul" savunucularının elde etmek için bo­ şuna uğraştıkları şeyi gerçekleştirmişti: dinsel okulların orta­ dan kaldırılmasıyla öğretimin tek bir okulda birleştirilmesi, tekleştirilmesi. Geriye, okullarda din öğretiminin yasaklanma­ sı, ki bunun Osmanlı İmparatorluğu'ndaki uygulanışının kız­ ların serpilip gelişmesini ve kadının kurtuluşunu hiç de ko­ laylaştırmadığını görmüştük ve yerine doğrudan doğruya la­ ik bir ahlak eğitiminin konması kalıyordu. Bu da, Mustafa Ke­ mal' in kamuoyunu hazırlamaya koyulmasından sonra adım adım gerçekleştirilecektir ( 1 3) . ( 1 2) R . Remond, Evolution d e l a notion d e laicite enter 1 9 1 9 et 1 939 (= 1 9 1 9 ile 1 939 yıllan arasında laiklik kavramının gelişimi), Cahiers d'Histoire için­ de, iV, 1 959, s. 76-77. ( 1 3 ) Örneğin, yalnızca birkaç çizgiyi vurgulamakla yetinerek, Mustafa Ke­ mal 'in 25 Ağustos 1 924 'te Muallimler Birliği Kongresi üyelerine verilen bir çay şöleninde söylediği şu sözleri anabiliriz: ' 'Milli ahliikımız, medeni esaslarla ve hür fikirlerle genişlemeli ve güçlen­ dirilmelidir. Bu çok mühimdir: bilhassa nazarı dikkatinizi celbederim." (Söylev, C. II, s. 1 73). Bir ay sonra ise Saınsun' da şöyle diyordu:

79


1 927 Temmuz'unda, İstanbul ve Ankara gibi bazı kamu eğitimi bölgesel kurulları, okullarda din dersleri eğitimi soru­ nunun incelenmesini gündemlerine aldılar. İkdam'ın yazdığı­ na göre, İstanbul 'da kurul üyelerinin çoğunluğu, bu alanda tam bir serbestlikten yanaydı. Öğretim politikasının laik ilkeler­ den esinlendiği Fransa'da olduğu gibi, yalnızca velileri okul müdürlüklerine açık istekle başvuran çocuklara haftanın bel­ li saatlerinde din üzerine bilgiler verilmeliydi. Böylece bu dersler zorunlu olmayacak, alınan not da genel ortalamayı et­ kilemeyecekti ( 1 4). Adana Milli Eğitim Müdürü Aziz Bey, Ankara 'da din ders­ lerinin kaldırılmasını isteyen bir dilekçe verdi. Aziz Bey, di­ lekçesinde, bu derslerin, "gençlerin ruhları için yanlış ve sağ­ lıksız düşünceler" yaydığını ileri sürüyordu. Bu dilekçenin ya­ nında ve karşısında yer alanlar arasında çok sert bir tartışma doğdu. Başkan, dilekçenin tüm kurul üyelerinin dikkatine de­ ğer olduğunu ve konunun doğrudan Milli Eğitim Bakanı 'na ile­ tileceğini belirterek müdahale etti ( 1 5). Bu noktadan itibaren de beklenebilecek sonuçlar ancak ve ancak Gazi'nin açıkladı­ ğı düşünceler doğrultusundaki sonuçlar olabilirdi. Gerçekten, gene bu 1 927 yılında, din eğitimi okullarda zorunlu olmaktan çıkarıldı ( 1 6) ve ders saatleri de giderek azal­ tıldı ( 1 7). 1 93 1 'de din eğitimi ortaokullardan ( 1 8), daha son' 'Milli eğitim ile geliştirilmek ve yüceltilmek istenilen genç dimağları bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali fazlalıklarla doldurmaktan dikkatle kaçınmak gerekir.' ' (Söylev, C. il, s. 1 98). Ayrıca bkz.: Söylev, C. 1, s. 229-23 1 , s. 42-46, 1 82, 1 96. ( 1 4) İkdam, 1 Ağustos 1 927. ( 1 5) lbidem. ( 1 6) O. M . , VII, 1 927, s. 366. ( 1 7 ) H. E. Ailen, age., s. 234; G. Jaschke, Der Islam, s. 1 32-133. ( 1 8) H. Fiseher, age., s. 54.

80


ra da yavaş yavaş ilkokullardan kaldırıldı ( 19). 1 935'te ise biz ilkokula giderken, dinsel öğretimden hiçbir iz kalmamıştı. Da­ ha 1 93 3 'te P. Courtin şöyle diyordu: "Türk okullarında bugün artık din dersi diye bir sorun yoktur" (20). Bu köklü önlem üzerinde bir yargı vermeksizin, onun kadının kurtuluşunu kolaylaştıracağını belirtebiliriz. Ger çek­ ten, kız, en körpe yaşından başlayarak, okulda, yaşamını, ger­ çek İslam ile hiçbir ilişkisi kalmamış, özgürlüğünü sınırlayan ve nitelik değiştirmiş bir dine dayalı haram ve helal kavram­ larına göre düzenlemeyi öğreniyordu (2 1 ). Kadın ile erkeğin eşitliğine dayalı laik ahlak ise, kızların serpilip gelişmesini sağlayacak, erkeklere de cinsler arasındaki ilişkiler konusun­ da daha doğru bir fikir aşılayacaktı. c) Öğretimin ulusal özelliği de (22) yüce bir ilke olarak benimsenmiştir. Daha 1 92 1 'de Ankara'da toplanan Eğitim Kongresi'nde Mustafa Kemal şöyle demişti: " Vasi ve kafi şerait ve vesaite malik oluncaya kadar ey­ yamı cidalde dahi kemali dikkat ve itina ile işlenip çizilmiş bir milli terbiye programı vücuda getirmeye. . . hasrı mesai ey­ lemeliyiz. . . Bir milli terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafatından ve evsafı fıtriyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelen bil­ cümle tesirlerden tamamen uzak, seciyei milliye ve tarihiye­ mizle mütenasip bir kültür kastediyorum" (23). Böylece dil, yazı ve tarih devrimleri gibi değişik yönle­ riyle kültür devrimi en yakın ve en derin uygulama alanını, ( 1 9) G. Jaschke, agın., s. 1 33 . (20) P. Courtin, Quarte ans d'enseignement e n Turquie ( Türkiye'de dört yıl öğretim), Enseignement Public içinde, 1933, s. 220. (2 1 ) R. Uğurel, age., s. 93. (22) N. Hacıeminoğlu, Milliyetçi Eğitim Sistemi, İ stanbul, 1 972; T. Bina!. Milli Kültür ve Ahlak, İstanbul, 1 97 1 . (23) Söylev, C. i l s . 1 6- 1 7. Aynca, bkz.: C. 1 , s . 230, 23 1 . =

81


okulda bulacaktı. Kızı ve erkeği ile Türk gençliği için okul ger­ çekten ulusal bilincin gelişmesinde ve Kemalist ilkelere bağ­ lanmada baş kaynak olmuştur. Bakanlık ya da akademik ma­ kamlardan, ya da Cumhuriyet Halk Partisi'nden kaynaklanan program ve yönergelerde (24) şu tür deyimlere sık sık rastla­ nırdı: "Gençliğe ulusal bayrağa saygının aşılanması", genç­ liğin "Türk ırkından olmanın gururunu duyacak biçimde ye­ tiştirilmesi" , " içinde, şanlı Türk tarihine saygıyı koruyup sak­ laması için", " Türkiye'nin büyüklüğüne katkıda bulunmuş ulusal kahramanlara hayranlık duyması için", "birinci ödevi­ nin, Atatürk'ün isteği üzere, ulusal bağımsızlığın korunması ve savunması olduğunu düşünmesi için" (25). Tarih, edebiyat ve yurt bilgisi (26) yanında, askerlik ders­ leri, liseli genç kız ve erkeklerin bu amaca ulaşmalarında özel­ likle yardımcı idiler. Bu amaçla başka araçlar da kullanılıyor­ du. Nitekim, bizim de yetiştiğimiz bir dönemde, ilkokulda her sınıfın, öğrencilerin ve öğretmenin ortak çalışmalarının ürü­ nü olan bir Türk tarihi "sergisi" vardı. Haritalarla, gravürler­ le ve resimlerle Türk ırkının kökenleri, bu sergilemede göste­ riliyordu. Burada özellikle Kurtuluş Savaşı öncesi Türkiye'nin durumu ile Kemalist dönemin gerçekleştirdikleri karşılaştırı­ lıyordu. 1 934 'ten bu yana ünivirsite ve yüksekokulların son (24) A. M. Kazamias, age., s. 22 1 . Başkaları arasında, bkz.: Programme du Parti Republicain du Peuple (=Cumhuriyet Halk Partisi'nin Programı), Ankara, 1 935, madde: 4 1 ; 9 Mayıs 1 935 Devrim Partisi Kongresi 'nde Genel Sekreter Re­ cep Peker' in söylevi, lzmir, 1 935 "Öğretimin en yüksek derecelerine kadar tüm gençlere cumhuriyetçi, ulusçu, halkçı, devletçi, laik ve devrimci derin bir inanç aşılanacaktır" deniliyordu. Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü ise öğretmenler­ den, öğrencilerine "mutlu ve uygar yeni Türkiye'nin yaratıcısı, tarihimizin yeni bir sayfasını yazan büyük Gazi'nin ülküsünü" aşılamalarını istiyordu (Milliyet, 1 8 Eylül 1929). (25) Nutuk, C. il, s. 897-898. (26) Yurt B ilgisi dersleri gençlere toplumdaki ödevlerini, siyasal haklarını ve korumaları gereken cumhuriyetçi ilkeleri öğretiyordu.

82


sınıflarında kız erkek tüm öğrencilerin okumak zorunda ol­ duğu "Türk Devrim Tarihi" adlı bir ders okutulmaktaydı (27) Tüm okullar, etkin biçimde ulusal bayramlara katılıyor­ du (28). Bu tarihsel günlerin kutlanması, kız ve erkek öğren­ cilerin geçişleri, Atatürk heykel ve büstlerine koydukları çe­ lenkler, verilen söylevler, tümü, ulusal ülkünün canlanıp ge­ lişmesine, gençliğin Atatürk' e yürekten bağlanmasına yardım ediyordu. Böylece tüm Türkler gibi gençlik, esas olarak dil, kültür ve tarih ortaklığına dayalı bir ulusal birliğe ait olmanın canlı duygusu ile deviniyordu, ki bu hiita böyledir. Bunun da Türk halklarının feminist geleneklerini yeniden değerlendirdiğini görmüştük. Böylece en körpe yaşlarında çocuk, okulda, Ke­ malist devrimin geliştirmeye bunca önem verdiği kadın erkek eşitliğinin, gerçekte, en az ulusal değer ve adetlere bir yeni­ den dönüşten başka bir şey olmadığını öğreniyordu. d) Ulusal olması yanında Türkiye'de öğretim, en az, o­ nun kadar da modem olacaktı ve bundan dolayı da Batı 'da ge­ çerli yöntemlerden esinlenmeliydi. Kemal Atatürk, başta medrese olmak üzere, Osmanlı İm­ paratorluğu' ndaki eğitim sistemini değerlendirmede çok sert ve acımasız bir yargılamada bulunur. Bu konuda şöyle der: " Şimdiye kadar takibedilen tahsil ve terbiye usullerinin (27) M. Gökman, age., s. 304. (28) Bu bayramlar şunlardır: Mustafa Kemal'in 1 9 1 9'da Samsun' a çıktı­ ğı gün olan 1 9 Mayıs Gençlik ve Spor bayramı; Türkiye Büyük Millet Mecli­ si 'nin toplanmasının yıldönümü olan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bay­ ramı, 23 Nisan, ayrıca, çocuk haftasının da başlangıç günüdür. Bu hafta içinde her memurun yerini bir çocuk alıyor. Devlet çocuklarca yönetiliyordu. Bu uygu­ lama, çocukları, bir simge olarak kamu işlerine ve Cumhuriyet yönetimine alış­ tırmak için benimsenmişti. 30 Ağustos, Zafer Bayramı; 29 Ekim, Cumhuriyet Bayramı. Son olarak da Atatürk'ün öldüğü gün olan 10 Kasım ulusal yas günü kabul edilmişti. Tüm Türkiye' de söylevler ve saygı duruşları, " Ebedi Şef' in ya­ pıtını ve anısını Türkiye'nin bir ucundan öbür ucuna anar.

83


milletimizin tarihi tedenniyatında en mühim bir amil olduğu kanaatındayım" (29). Körü körüne bir öykünmesi olmaksızın -zira, "kültür ze­ mine uydurulmalıdır" (30)-, öğretim, ruhu ve yöntemleriyle Batı modelinin kalıplan üzerine kurulmuştur. Gerçekten, Türk hükümeti geniş ölçüde Batılı uzmanlara başvurmuştur. Bu bağlamdadır ki Şikago Üniversitesi profesörü ve deneysel bir okulun kurucusu ünlü Amerikalı eğitimci John Dewey, (3 1 ) daha l 924'te Türkiye'ye çağrılmıştır. Dewey Türkiye'de kal­ dığı iki ayın sonunda bir rapor hazırlamış, geniş biçimde da­ ğıtılan ve tartışılan bu rapor, bakan Mustafa Necati Bey'in re­ formlarına esin kaynağı olmuştur (32). Üniversiteye gelince, onu da Cenevre'de profesör olan Albert Malche yeniden dü­ zenlemiştir. Bundan başka, 1 929'da Adolphe Ferriere ve 1 930'da Pierre Bovet gibi uzmanlar, eğitimcileri görevlerine hazırlamak üzere Ankara, İzmir, İstanbul ve ülkenin güneyin­ de konferanslar vermekle görevlendirilmişlerdir (33). Ve ni­ hayet, eğitim alanında gerçekleştirilmiş deneyimleri incelemek üzere çeşitli heyetler Avrupa'ya gönderilmişlerdir (34). (29) Söylev, C. il. s. 1 6. (30) lbidem, s. 1 7 . (3 1 ) G. Corallo, L a Pedagogia d i Giovanni Dewey (=John Dewey'nin pe­ dagojisi), Torino, 1 950; J. Blewett, John Dewey, His Thought and Influence (=John Dewey. Düşüncesi ve Etkisi), New York, 1 960. (32) J. Dewey, Türkiye Maarifi Hakkında, Rapor, İstanbul, 1 939. Bu ra­ porun bir çözümlemesi için, bkz. R. Uğurel, age., s. 227-24 1 . (33) R. Uğurel, age., s. 1 55-1 56. (34) Bu inceleme gezilerine ilişkin olarak Milli Eğitim Bakanlığı'nın ya­ yımladığı Maarif Vekaleti Mecmuası ' nda bir dizi rapora yer verilmiştir: S. Rus­ ya' da eğitim üzerine bir rapor ( 1 Eylül 1 926), müfettiş Kemal Zaim'in Fransa'da ortaokullar üzerine bir raporu (1 Mart 1 926); aynı sayıda, profesör lsmail Hak­ kı 'ın Avrupa' da deneme okullarına ilişkin raporu; İngiltere'de ticaret okulları ile meslek oku11arı ve Londra belediyesi meslek okulu üzerine rapor ve konferans­ lar ve Danimarka' da ortaokullar üzerine rapor (Mayıs 1 927); İtalya' da genel eği­ timin örgütlenmesi üzerine bir rapor (Ağustos 1 927); Çekoslovakya'da "so­ kol"ların örgütlenmesine ilişkin rapor (Aralık 1 927); Danimarka ve kuzey ülke­ lerinde jimnastik ve beden eğitimi ile okul sağlığı eğitimi konularıyla Danimar­ ka' da yüksekoku11ar üzerine rapor (Şubat 1927).

84


Biz burada, yöntemlerin ayrıntısına girmeyeceğiz; zira kızların eğitimiyle ilgili olarak konuya ilerde yeniden döne­ ceğiz. Şimdiden bu yöntemlerin bilimsel, teknik ve pratik yön­ de olduğunu vurgulayalım. Bu yönlendirmeler, bizzat Musta­ fa Kemal' in verdiği yönlendirmelerdir. Gazi, bu alanda sayı­ sız demeçler vermiş, pek çok konuşmalar yapmıştır. Bunlar­ dan bazılarına daha önce değinmiştik, burada 27 Ekim 1 932 'de, bay ve bayan öğretmenlere yönelik şu sözlerine dik­ kat edelim: "Memleketi, milleti kurtarmak isteyenler için, hamiyet, hüsnüniyet, fedakarlık, elzem olan evsaftandır. Fakat, bir he­ yeti içtimaiyedeki marazı görmek, onu tedavi etmek, heyeti içtimaiyeyi asrın icabına göre terakki ettirebilmek için bu ev­ saf kafi gelmez; bu evsafın yanında ilim ve fen lazımdır. İlim ve fen teşebbüsatının merkezi faaliyeti ise mekteptir. . . Mek­ tebin vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk Milleti, Türk sanatı, iktisadi yatı, Türk şiir ve edebiyatı, bütün bedayiiyle in­ kişaf eder. . . Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen ne­ rede ise oradan alacağız ve her ferdi milletin kafasına koya­ cağız. İlim ve fen için kayıt şart yoktur." (35) Bilimsel ve teknik olmanın yanı sıra öğretim, aynı zaman­ da pratik olmalıydı: "Bir taraftan izalei cehle uğraşırken, bir taraftan da mem­ leket evladını hayat-ı içtimaiye ve iktisadiyede fiilen müessir ve müsmir kılabilmek için elzem olan iptidai malumatı ame­ li bir tarzda vermek usul-ü maarifimizin esasını teşkil etme­ lidir." (36) Bilimsel ve teknik kültürün, genel olarak, yaşamı gele(35) Söylev, C. il, s. 43-44. Aynca bkz.: Söylev, C. !, s. 229; C. ll, s. 1 94, 275; A. Afetinan, Atatürk ve 1linı, Ankara, 1 963 ; A. Sayılı, Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir, Ankara, 1 948. (36) Söylev, C. !, s. 230. Ayrıca bkz.: s. 298; C. il, s. 45, 173. l 98.

85


neksel değer ve adetlerin açığında algılayıp düzenlemeye yö­ nelen bir ruh hali yaratıp geliştirdiğini ileri sürmek alışılagel­ miş ortak bir doğrudur. Böyle bir kültürde gençlerde zihniyet­ lerin evrimini kolaylaştıracak ve böylece de kadının durumu­ nun evrimine olanak tanıyacaktır. e) Kemalist Türkiye'de öğretimin belirgin özelliklerinin neler olduğunu belirtmek için, son olarak, anımsamak gere­ kir ki Osmanlı İmparatorluğu 'nda okul sınırlı bir zümreye, bu zümre içinde de erkek çocuklarına ve gençlerine ayrılmıştı. Öyleyse eğitimi demokratikleştirmek, ondan tüm yurttaşların eşitçe yararlanmalarını sağlamak gerekiyordu. Mustafa Ke­ mal' in pek çok kez yinelediği bu istek, 1 924 Anayasası 'na da girmiş, bu anayasanın 87. maddesi " ilköğretimin bütün Türk­ ler için zorunlu ve devlet okullarında parasız olduğu"nu (37) öngörmüştür. Kadının eğitimi konusunda da Atatürk'ün düşüncesi hiç­ bir belirsizliğe, hiçbir duraksamaya yer vermeyecek kadar açıktır. Daha 1 Mart 1 922 'de Büyük Millet Meclisi 'nde yap­ tığı bir konuşmada, Türkiye'de eğitime verilecek yönü tanım­ larken, şöyle diyordu: " Kadınlarımızın da aynı derece-yi tahsilden geçerek ye­ tişmelerine atf-ı ehemmiyet olunacaktır." (38) Bu sözler, büyük alkışlarla karşılandı. Ertesi yıl, aynı ko­ nuyu yeniden geliştirdiği bir konuşmasında da, şunları söylü­ yordu: "Bugünün levazımından biri de kadınlarımızın her husus­ ta yükselmelerini temindir. Binaenaleyh kadınlarımız da alim ve mütefennin olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün dere­ catı tahsilden geçeceklerdir." (39) (37) Söylev, C . !, s . 230, 359, 387. (38) lbidem, C. !, s. 230. (39) lbidem, C. il, s. 85-86.

86


Mustafa Kemal açısından, Türk kadını için eğitim gör­ mek yalnızca bir hak değil, fakat aynı zamanda bir ödevdir. Çocuklarının ilk eğiticisi olarak o erkek kadar, hatta ondan da fazla kendini yetiştirmelidir. " Kadınlarımız hatta erkeklerden daha çok münevver, da­ ha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar. Eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar." (40) Türkiye 'de öğretim, hiç değilse ilkokulda, bazı orta de­ receli okullarda ve açıktır ki, üniversite ve yüksekokullarda karma olacaktır. B

-

Kemalizm sonrası

Kemalizmin kendisi gibi onun eğitime ilişkin ilkeleri de Atatürk' ün ölümünden birkaç yıl sonra pek çok tartışmalara ve bazı yeniden gözden geçirmelere konu oldu. a) Gerçekten, bir önceki bölümde sözünü ettiğimiz bas­ kılar altında Cumhuriyet Halk Partisi, bazı direnmelerle de ol­ sa ( 4 1 ) okullarda dinsel eğitime ilişkin halk isteklerinin bir bö­ lümünü benimsemeye karar verdi. 4 Şubat l 949'da ilkokulla­ rın 4. ve 5. sınıflarına, seçmeli olarak haftada iki saat din der­ si kondu. Bu dersler ancak Türkçe olarak ve Milli Eğitim Ba­ kanlığı ' nın yetkilendireceği öğretmenlerce verilecekti ( 42 ). b) Demokrat Parti ' nin iktidara gelişiyle 1 950 Ekimi'nde din eğitimi, velilerin çocuklarına din dersi verilmemesini iste­ meleri durumu dışında, ilkokulların 4. ve 5. sınıflarında zorun­ lu kılındı, seçmeli olmak kaydıyla da ilk üç yıla genişletildi ( 4 0 ) İ b i dem. C. 1 1 , s . 1 52 . ( 4 1 ) U l u s . 3 Tenımu? 1 947; İ stanbul. 5 Mayıs 1 948; Cumhuriyet, 1 7 H a­ ziran 1 948. (42 ) U l us. 1 Şubat 1 949; Ci . Jaschke. Der Islanı. s . 1 34- 1 46.

87


(43). Dersi vermekle de doğrudan doğruya ilkokul öğretmeni görevlendirilmişti. Eğer öğretmen, laikliği benimsediği ya da kendini yeterli saymadığı için bu dersi vermeyi reddederse, okul müdürü. bir din adamını görevlendirebilecekti (44). l 956'da din dersleri bu kez, ortaokulların 1 . ve 2. programlarına seçmeli ders olarak girdi. Bu dersler, tercihan, bu konuda uzmanlaşmış okulları bitiren öğretmenlerce yürütülecekti (45). Eğer bazı hocaların verdikleri dersler çok dar bir tutucu­ luğun izlerini taşımasaydı, Kemalist ilkelere aykırı din öğreti­ mi derslerinin konması incelememizle hiç de ilişkili olmazdı. Gerçekten, 1 95 1 'de orta dereceli (46), 1 95 5 'te lise düzeyinde (47) imam ve hatipler yetiştirecek imam-hatip okullarının açıl­ mış olmasına, 1 949'da Ankara 'da bir İlahiyat Fakültesi (48) ve 1 960'ta İstanbul'da bir Y üksek İslam Enstitüsü kurulmasına karşın dönemin devlet bakanı Hıfzı Oğuz Bekata 1 8 Ağustos l 962'de, Türkiye'deki 60.000 din adamından 370'inin üniver­ site, 4 1 7 'sinin lise, 1 298'inin ortaokul ve 3016'sının da ilkokul mezunu olduğunu belirtiyordu. 55.000 din adamıysa hemen hiçbir eğitim görmemişti (49). Kolayca tahmin edileceği gibi, bu durumun, gençliğin yetişmesi ve konumuz açısından da, ka­ dının toplumda ve ailedeki rolüne ilişkin görüşleri üzerinde olumsuz etkilerde bulunmaması olanaksızdı. Bu tür bir etki­ nin doğuracağı tehlikenin bilinci ile F. R. Atay şöyle yazıyor: "Bugün bizim muhtaç olduğumuz, şeriatın uleması değil, XX. (43) B. Lewis, age., s. 4 1 8. (44) E. Esenkova, age., s. 1 00. (45) G. Jaschke, Religionsunterricht an Mittelschulen (=Ortaokullarda Din Dersleri), WI içinde, NS, V, 1 957, s. 1 17- 1 1 8. (46) imam Hatip Kursları daha 1 949 Şubatı'nda açılmıştı. (47) H. A. Reed, Turkey's New imam Hatib Schools (=Türkiye'nin yeni İmam Hatip Okulları), WI içinde, NS, iV, 1 955, s. 1 50- 1 63 . (45) !dem, The Faculty ofDivinity in Ankara (=Ankara'da llahiyat Fakül­ tesi), WMW içinde, XLVI, 1 956, s. 295-3 1 2; XLVII, 1 957, s. 22-35. (49) G. Jaschke, Das Problem der Geistlichen in der Turkei, WI içinde, NS, VIll, 1 963 , s. 1 96-1 97.

88


yüzyılda yaşayan, Kuran'ın ahlakını çağımıza uyarlayan, Me­ deni Kanunun ruhunu benimsemiş ve erkekle kadının hakları­ nın eşitliğini savuan Kemalist hocalardır." (50) Kendisine çizdiği yolda devam eden Menderes hüküme­ ti, aynı zamanda öğretimin birliği ilkesine de zarar vermişti. O, daha çok sayıda Kuran kursları açılmasına izin vermekle kalmamış ( 5 1 ) üstelik gizli kursların çoğalmasına da göz yum­ muştur. Bu gizli kursların sayısının 20.000 olduğu ileri sürül­ müştür (52). Her caminin yanıbaşında, her köyde ya da yer­ leşme yerinde bunlardan açılmıştır. Kuran buralarda Arap harfleriyle ve Arapça olarak ve de en azından ilkel yöntem­ lerle öğretiliyordu (53). Bu incelemenin çerçevesi içinde bu sorunu ortaya atmayabilirdik, ancak bu kurslar devlet okul­ ları ile gizli ve yasal olmayan bir yarışmaya girişmişlerdi. Devletin verdiği öğretim, en gerici hocalar ve bazı tarikat üye­ lerince açıktan açığa kınanıp kötüleniyor hatta yararsız ilan ediliyordu. Nitekim, bir önceki bölümde Büyük Millet Mec­ lisi ' nde bir gösteri yaptığına değindiğimiz bir Ticani şöyle de­ mişti: " İmanı olan bir kimsenin ne eğitime ne de kültüre ihti­ yacı vardır. Tanrı ona bütün yetenekleri verir ve tüm gereksi­ nimlerini karşılar." (54). Bu gelişme içinde Kemalist laikliğin simgesi durumuna gelen erkek ve kadın öğretmenlere karşı, özellikle köylerde, gerçek bir düşmanlık almış yürümüştü. 20 Şubat 1 963 'te Ankara'da Atatürk'e bağlılık andı içen 1 0.000 (50) Dünya, 4 Aralık 1 962. ( 5 1 ) Atatürk'ün ölümünde yalnızca 28 Kuran kursu, bunlara devam eden de 1 069 öğrenci vardı. Başka herhangi bir kurumun bulunmaması nedeniyle bun­ ların baş görevleri, din adamı yetiştirmekti (G. Jaschke, Der Islam. s. 1 22). ismet lnönü'nün başkanlığı dönemi sonunda Kuran kurslarının sayısı 527'ye, öğrenci sayısı da 26.542'ye ulaşmıştır (DIE, Milli Eğitim Hareketleri: 1 927- 1 966, Anka­ ra. 1 967, s. 89; aynı kaynağa göre, 1 960'ta bu sayılar sırasıyla 994 ve 35.3 l l idi.) (52) X. Jacob, çoğaltılmış notlar, s. 5. (53) E. Esenkova, age., s. 102. (54) A. Anciaux, agm., s. 1 22.

89


kadar öğretmenin düzenlediği bir gösteride, bir bayan öğret­ men, Nadide Yenisey, şöyle diyordu: " Köy öğretmeni gerici güçler karşısında yalnız kalmış­ tır. Yalnızca şu son altı ay içinde 50 öğretmen saldırıya uğra­ mış, dövülmüş, bazıları da öldürülmüştür." ( 5 5 ) B u bağlamda ve hükümetin tepkisiz kalması karşısında, bu dönemde ilköğretimde ve özellikle de kızların okullaşma­ sında görülen duraklama, böylece, şaşırtıcı değildir. c) Yukarıda andığımız bu son tanıklık 27 M ayıs 1 960 devrimi sonrasında yer almaktadır ve ondan önce duygu ve tut­ kuların ne derece şiddetle kızıştırıl mış olduğunu göstermek­ tedir. Gerek Milli Birlik Komitesi, gerek İsmet İnönü başkan­ lığındaki hükümet, öğretimde katı Kemalist uygulamaya dön­ müş olmasa bile, hiç değilse Demokrat Parti 'nin politikasının olumsuz etkilerini sınırlı tutmaya çalışmışlardır. Milli eğitim lehine öngörülen yüksek hedefli programdan başka (çabala­ rını, yukarıda da belirtmiştik) " aydın" din adamı yetiştirmek amacıyla (56), imam ve hatipler yetiştirilmesine yönelmişler­ dir. Bu amaçla hızlandırılmış kurslar düzenlendi. Bu kurslar­ dan bazılarında imam ve hatipler Kemalizmin laik ilkelerine saygı göstereceklerine ant içiyorlardı (57). İmam hatip okul­ ları da yeniden düzenlendi . 24 Şubat l 964'te dönemin M illi Eğitim Bakanı İbrahim Öktem, bu okulların öğrencilerinin "yanlı etkiler" altında bırakıldıklarını kabul edecekti. " Bu böyle sürerse" diyordu Bakan, " bu okullardan çıkanlar ülke için tehlikeli olacaklardır" ( 5 8). Süleyman Demirci hükümeti ile yeni bir gevşeme kendi( 5 5 ) Ci. Jaschkc. Yom Kampfdcr l slamistcn und dcr Kemalistcn i n dcrTür­ kci ( - Türkiye· de İslamcı !arla Kemalistlerin Kavgası). W L NS. V 1 l l. 1 961. s. 2 5 2 . ( 'il> ) ( ! . .laschke. Zur Ausbildung d c s Cicistlichen in d e r Türk e i . W l , N S . I X l %4. s. 260-2<ı4 ( 5 7 ) Dünva, 9 Ara l ı k 1 962. ( 5 � ) R . Anciaux, agm .. s. 1 44.

90


ni gösterdi, bu da tutucu güçlere etkilerini yoğunlaştırma fır­ satını verdi. Süleymancılar gibi bu güçlerden bazıları, Kuran dışında her türlü eğitim biçimine karşı olduklarını saklamıyor­ lardı. Çünkü Kuran insana yararlı tüm bilgileri içermekteydi (59). Ayrıca, gizli Kuran kursları yeniden çoğalmaya başladı. 1 969 yılı için ileri sürülen rakam 40.000 ile 50.000 arasında­ dır (60). Bununla birlikte, bu okulların devlet okulları ile gi­ riştiği yasadışı yarışma, öğretimin değişik kademelerinde ka­ dın eğitimine ayırdığımız ilerki sayfalarda inceleyeceğimiz rakamların da gösterdiği gibi, Menderes dönemine oranla da­ ha az belirgindir. 2 ÖGRETİMİN DEGİŞİK KADEMELERİNDE KIZLAR: -

A - İlköğretim:

llköğretim, birbirini izleyen üç ve iki yıllık iki devreye ayrılır. Amacı, çocuklara bilginin ilksel kavramlarını vermek, onları daha o yaşta pratik yaşama hazırlamak ve onlara çev­ relerine uymada yardımcı olmaktır (6 1 ). İlköğretimi devrime uğratan eğitsel yöntem reformları Türkiye'ye çağrılmış bulu­ nan John Dewey' in, öğretimin modernleştirilmesinde izlene­ cek yolları Türk makamlarına öğütleyip önermesinden iki yıl sonra, 1 926'da, başladı (62). 1 948'de programlarda içerikçe önemli değişiklikler yapıldı. Ve son olarak 1 962 'de proje ha­ linde hazırlanan yeni bir metin, ilköğretimin yeni kurallarını belirtmekteydi. Yeni metin özellikle öğretmenlerin görevinin (59) N. Çağatay, age., s. 56-60. ( 60) X. Jacob, çoğaltılmış not, s. 5 . (6 1 ) R . Uğurel, age., s . 1 5 8- 1 68; A . M . Kazamias, age., s . 1 40- 1 45 . (62) Reform, öğretimde ü ç noktayı esas kabul ediyordu: 1 ) Ç?lışma ilkesi, 2) yakın çevre ilkesi, 3) öğretimin birinci kademesinde yoğunlaştırma ilkesi.

91


çocuklara, karşılaştıkları sorunları kendi çevrelerine göre çöz­ mede cesaret vermek olduğu noktası üzerinde duruyordu. Ak­ tif yöntemlerin önemi yeniden vurgulanıyor, özellikle ilkokul 4 ve 5. sınıflarda grup etkinlikleri çoğaltılıyor, buna koşut ola­ rak da öğretmenlere, öğretim yöntemlerini yeni gelişmelere uyarlama konusunda kesin, ayrıntılı ve bağlayıcı buyruklar ve­ riliyordu. Bu proje hemen hemen tüm illere dağılmış 2.000 ka­ dar okulda deneme niteliğinde uygulanmış, 1 967-1 968 ders yılından itibaren de genel kural niteliğine dönüşmüştür (63). Öğretimin öğrencilere ve çevrelerine gerçekten uyarla­ nabilmesi için, değişik programlar çok çabuk biçimde kırda ve kentte, belli dersler için ikinci devreden itibaren, kız ve er­ kek çocuklara uygulanmıştır. Kent ilkokullarında okutulan dersler şunlardır: Türkçe, aritmetik, tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi, tabiat bilgisi, çev­ re bilgisi, müzik, beden eğitimi, resim, el işleri ve ev işleri. Bu son üç ders, yıllık ders saatlerinin % 1 2'sini doldurmaktadır (64). 1 Ikokulun ikinci devresinden itibaren kız öğrencilere özel olarak uygun düşecek bir öğretim uygulanmaya başlanır. İ lk üç yıldan oluşan birinci devrede kızlar, erkek çocuklarla birlikte el işleri ve resim derslerini izlerler. 4. sınıftan itibaren kız çocuklar için özel olarak verilen ev işleri derslerinde ilk bilgiler ve kavramlar öğretilir: Bir evin geçimi ve yönetimi, düzeni, bazı sağlık kuralları, çocuklara yönelik ilk tedaviler ve açıktır ki, biçki, dikiş, nakış ve onarım dersleri. Bu çeşitli alıştırmalar her şeyden önce pratik bir nitelik taşımalıdır. Bu çerçevede kızlar bir yemek pişirmesini, yemeklerin besleyici değerlerinin hesaplanmasını, yiyecek maddelerinin fiyatları(63) Ulusal Pedagoji Enstitüsü, age .. s. 1 4; T. C. Milli Eğitim Bakanlığı, İlkokul Programı, Ankara, 1 969; idem, Programme des Ecoles Primircs Turqu­ es (= Türk ilkokul proı,,>ramlan). ybd. 1 969. ( 64) A. M. Kozamias, age., s. 1 44.

92


nı öğrenmeyi ve böylece belli sayıda kişiye yetecek bir yeme­ ğin maloluş fiyatını öğrenirler. Bir aile bütçesini yönetmeye başlangıç olmak üzere de her biri bir gelirler ve giderler def­ teri tutmakla yükümlüdür. Köylerde bu program belirgin biçimde değişiktir. Türk­ çe ve matematik önemli yerlerini korurken (yılık toplam ders saatlerinin sırasıyla %30 ve % 1 8 ' i) erkek çocuklar için tarım öğretimi ayrıcalıklı biı önem kazanır (%24). Bu uyarlama uğ­ runa müzik ve beden eğitimi dersleri kaldırılmış, resim ve el işleri derslerinin, hatta tarih ve coğrafyanın ders saatleri azal­ tılmıştır (65). Kızlar için, erkek çocukların tarım derslerinin yerini alan el ve ev etkinlikleri, kırsal yaşam koşullarına uydurulmuş bir nitelik kazanır. Amaç, onlara "evde ve ailede yaşamı iyileşti­ rebilecek bilgi ve becerilerin kazandırılması, yaşamın daha sağlıklı ve daha mutlu kılınması ve genel olarak kırsal alanda yaşam koşullarının ve düzeyinin de yükseltilmesidir"dir (66). Aynca belirtmeye gerek yoktur ki bu ilkeler her yerde ay­ nı başarıyla uygulanmaktan çok uzaktır. Cumhuriyetin geli­ şinden bu yana harcanan önemli çabalara karşın bugünkü öğ­ retim geleneksel niteliğiyle eleştirilmeye devam etmektedir. Bu öğretim, öğrencileri kendi kendine düşünmeye ve özgür­ ce yargıya varmaya her zaman yüreklendirmemektedir (67). Son yıllarda getirilen değişikliklerin amacı da esasen bu ye­ tersizlikleri düzeltmek ve büyük ölçüde kuram düzeyinde ka­ lan öğretim ilkelerini yaşama geçirmek olmuştur. Kuram düzeyinde kalan bir başka nokta da, özellikle kız­ lar için, ilköğretimin zorunlu niteliğidir. Nitekim, 1 970- 1 97 1 (65) İbidem, s. 1 44- 145. (66) Köy Mektepleri Müfredat Programı, lstanbul, 1 930, s. 1 2. (67) Ulusal Pedagoji Enstitüsü, age., s. 1 3 (lnstitut Pedagoggique National) (bkz.: not 63).

93


ders yılında 7 yaşındaki erkek çocukların %90.37'si, kız ço­ cuklarınsa %79.40' ı ilkokula kaydedilmişti (68) . Bu oranlar, 1 93 5 'te, sırasıyla %43 . 1 5 ve %27 idi (69). Ek'teki 1 No.lu tablo (70), ilköğretimde kızların okullaş­ malarının ilerleyişini, yıldan yıla, hem kentlerde, hem de köY.� lerde, erkeklerle karşılaştırmalı olarak göstermektedir. İlköğretimde okullaştınlmış kız sayısı 1 923 - 1 924 ders yılında 62.954'ten, 1 970- 1 97 1 ders yılında 2 . 1 20.754'e yük­ selmiştir. Mutlak rakam olarak okullaştınlan kız öğrenci sa­ yısı, demek ki, 33.69 katı artmış olmaktadır, oysa aynı dönem içinde erkek çocuklarda bu artış yalnızca 1 0.59 katı olmuştur. Bu ilerleme köylerde, kentlere oranla daha hızlı olmuş­ tur. (Daha önceki yıllar için köy-kent ayrımına ilişkin veriler elde olmadığından) 1 932-1 933 'te köy ilkokullarında 99. 1 55 kız öğrenci vardı. Bu sayı, 1 3 .0 1 katı artarak 1 970- 1 97 1 'de l .290.289'a çıkmıştır. Aynı zaman dilimi içinde kent ilkokul­ larındaki kız öğrenci sayısı da 8 . 1 4 katı artarak 1 02 .08 1 'den 830. 465 'e ulaşmıştır. Oysa erkek çocuklar için bu sayılar sı­ rasıyla 9.28 ve 6. 1 7 katı artış göstermiştir. İlkokula devam eden tüm çocuklarla karşılatırıldığında, kız öğrenci oranı sürekli artış göstermiştir. 1 923- 1 924 'te kız öğrencilerin toplam okullaştırılmış çocuklar içindeki payı yal­ nızca % 1 8.73 iken, bu oran 1 970- 1 97 1 ders yılında %43 .30'a yükselmiştir. Köylerde bu ilişki daha az kızlar lehinedir. Bu, köylerde, velilerin kızlarını okula göndermede belli bir çekin­ genlik içinde olduklarını gösteren bir işarettir. Bu sorunu da­ ha ilerde ele alacağız. Bununla birlikte, köyle kent arasında(68) Yüzdel.�r, DİE, Türkiye İstatistik Yıllığı, l 970'den (s. 38) ve Milli Eği­ tim İstatistikleri, Oğretim Yılı başı, 1 970- 1 971 'den (s. 2) elde edilmiştir. ( 69) DIE, Milli Eğitim Hareketleri, 1 927-1 966, Ankara, 1 967, s. 1 1 , ya­ yımlanan ilk rakamlar. (70) Bkz. 1 No.lu tablo.

94


ki fark azalma eğilimindedir. Bu fark en yüksek noktasına 1 940- 1 94 1 'de İkinci Dünya Savaşı sırasında 9 .68 'lik bir me­ safe ile ulaştı, bu sayı 1 970- 1 97 1 'de 4. 77'ye düşecektir. 1 No.lu Çizelge (s. 99) toplam nüfusun ve okullaştırılan kız ve erkek nüfusun büyümesini gösteriyor. Düzenli bir bü­ yüme ortaya koyabilmek amacıyla yarı-logaritmik bir ölçek kullanmayı yeğledik. Gerçekten, gözlemlenen olgular geomet­ rik diziyle büyümektedir. Bunların temsilinde klasik bir ölçek çok az açıklayacıdır. Yarı-logaritmik ölçek ise bir büyüme ora­ nının evrimini gözleme olanağı sağlar. Bu çizelge, bir yandan okullaşmanın genel nüfusa göre daha hızlı arttığını göstermek­ tedir, gerçekten, ilköğretimde okullaşan nüfus eğrisinin eği­ mi, toplam nüfus artış eğrisinin eğiminden daha kuvvetlidir. Öte yandan, okullaşmaya oranla biraz daha yüksektir; gerçek­ ten, iki eğri, birbirine, ilerde kesişecek biçimde, yaklaşma eği­ limindedir. Bununla birlikte bu yaklaşma pek belirgin değil­ dir ve denebilir ki bu hızla devam ettiği takdirde, kız ve erkek okullaşma oranları arasında gerçek bir eşitliğe ulaşmak için daha birkaç yıl geçmesi gerekecektir. 1 . Çizelgenin esaslarına göre oluşturulan 2 ve 3 No.lu Çi­ zelgeler (s. 1 00- 1 0 1 ) okullaşan nüfusları kentte ve köyde kar­ şılaştırma olanağı vermektedir. Çizelgede hemen göze çarp­ maktadır ki, kızların okullaşması erkeklerin okullaşmasına hem kentte, hem köyde yetişme eğilimindedir, ne var ki bu eği­ lim kentlerde biraz daha belirgindir. Zaten 1 939- 1 945 savaşı­ nın, kızların okullaşması üzerindeki olumsuz etkileri de daha çok kırsal dünyada kendini göstermiştir. Türkiye gerçi bu sa­ vaşa fiilen katılmamıştı; ancak gene de büyük bir ordu besle­ mekteydi, kız çocuklar, erkeklerden daha yüksek bir oranda günlük işlerde yardımcı olmak üzere evde kalıyorlardı. Son olarak, 1 950 ile 1 960 arasında, kentsel nüfus artış eğrisinin eğiliminin kırsal nüfusa oranla daha belirgin biçimde kuvvet95


·

li olduğu da görülmektedir ki, bu da, bu dönemde okullaşma­ nın en belirgin ilerlemelerinin kentlerde yer almış olduğunu gösterir. l 960'tan itibaren kırsal nüfus eğrisi yeniden daha be­ lirgin hale gelecektir. Daha de belirgin bir biçimde, 1 92 3 'ten bu yana Cumhu­ riyet Türkiyesi'nin değişik büyük dönemlerinde ilköğretim­ de kız ve erkek nüfusların okullaşma artış oranlarını, aynı za­ manda birimine indirgeyerek hesaplarsak aşağıdaki tabloyu el­ de ederiz: İlköğretimde okullaşma arttş oranı Dönemler

Mustafa Kemal'in başkanlığı ( 1 923- 1 938) İsmet İnönü 'nün Başkanlığı ( 1 938- 1 950) Demokrat Parti iktidarda ( 1 950- 1 960) Mayıs 1 960 Devrimi'nden beri ( 1960- 1 970)

Kız

Erkek Toplam

222.24

68.99

97.70

1 20.52

83.39

95.5 5

64.44

63. 5 1

63.86

1 27.55

82.69

99.3 1

Tablodan ortaya çıkmaktadır ki: Kızların okullaşmasında en önemli artış, Mustafa Ke­ mal' in başkanlığı döneminde gerçekleşmiştir. • Demokrat Parti 'nin iktidarda olduğu dönem bir yana bırakılacak olursa, tüın dönemlerde, okullaştırılan kız sayısın­ daki artış hızı erkeklere oranla daha büyük olmuştur. Aşağıdaki tablolar, kentlerde ve köylerde kız ve erkek ço­ cukların okullaşma artış oranlarını, Mustafa Kemal' in başkan­ lığının ilk yıllarında kır ve kent okullarının dağılımı yayım­ lanmamış olduğu için, son üç dönem itibarıyla vermektedir. •

96


İlköğretimde kentsel okullaşma artış oranı

Dönemler

İsmet İnönü dönemi ( 1 938- 1 950) Demokrat Parti iktidarda ( 1950-1 960) Mayıs 1 960 Devrimi'nden beri (1960-1970)

Kız

Erkek

Toolam

36.03

1 8.40

24.96

1 27.42

1 1 3 .09

1 08.09

1 07.66

99.47

92.46

İlköğretimde kırsal okullaşma artış oranı

Dönemler

İsmet İnönü dönemi ( 1 938- 1 950) Demokrat Parti iktidarda ( 1950- 1 960) Mayıs 1 960 Devrimi'nden beri ( 1 960-1 970)

Kız

Erkek Toplam

208.77

1 30.39

1 53.20

35.45

45.06

4 1 .66

1 42.50

85.35

1 03.48

Bu tablolardan ortaya çıkıyor ki: • Demokrat Parti iktidarı döneminde kentlerde kız ve er­ kek okullaşma oranları en yüksek düzeyine ulaşmıştır. Demek ki köylülerin çok geniş desteğini alan bu parti, gerçekte kent­ ler lehine bir politika izlemekteydi. • Gene bu aynı dönemdedir ki kız çocukların okullaşma artış oranı erkeklerin okullaşmasının altında gerçekleşmiştir. Gelenekçi ve tutucu öğelerden destek alan Demokrat Parti, 97


özellikle köy ortamında yaygın olan kızların okula gitmesine karşı zihniyetle iyi geçinmek istiyordu. İlköğretimde kız öğrenci sayısının artışı yalnızca zaman içinde değil, mekansal olarak da değişiklikler göstermiştir. Çok önemli bölgesel dengesizlikler l 970'te bile varlığını sür­ dürmekteydi. Bunları değerlendirmemiz gerekiyor. Devlet İstatistik Entitüsü 25 Ekim 1 970 tarihli son sayı­ mın sonuçlan arasında nüfusun kentlerde ve köylerde cinsi­ yet ve yaş dilimleri olarak dağılımını yayımlamamıştır. Bu üzücüdür, zira bu tür veriler bize kentsel ve kırsal çevrede oku­ la kaydolmayan kız öğrencilerin sayısını her ilde öğrenme ola­ nağını verebilirdi. Biz, bu nedenle, başka bir tahmin yoluna başvurmak zorunda kaldık: Kentlerde ve köylerde her 1 0.000 kadın nüfusa düşen okullaşmış kız sayısının iller itibarıyla he­ saplanması, Ek'teki (7 1 ) 2 No.lu tabloda yansıyan bu hesap­ lar, bölgesel dengesizlikleri açık biçimde sergilemektedir. Türkiye 'nin bütünü için kentlerde 1 970- 1 9 7 1 ders yılı ba­ şında her 1 0.000 kadın nüfusa karşılık 1 302 kız öğrenci bir il­ kokula kayıtlıdır. Oysa aynı tarihte kırsal kesim için ulusal or­ talama 1 . 1 50.01 idi. Öyleyse hemen bir ilk saptama yapmak gerekiyor: Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belli dönemlerinde kırsal dünya lehine gerçekleştirilen tüm çabalara karşın, ka­ dınların okullaşma süreci, bu tarihlerde, kentlerde kırlardakin­ den daha ileridir. Açığı bulunan bölgeleri coğrafi olarak yerine koymak amacıyla ekteki 2 No.lu tablonun verilerini haritalar üzerine aktardık. 1 N o.lu harita ( s. 1 03) kırsal alandaki durumu resim­ lemektedir. Bu harita bize, bir iki il bir yana bırakılırsa, Sam­ sun'dan Hatay'a çekilen bir hayali çizgiyle birbirinden ayrı­ lan iki Türkiye'nin varlığını göstermektedir. Kadının okullaş( 7 1 ) Bkz.: 2 No.lu tablo.

98





masının yalnızca kırsal bölgelerde değil fakat aynı zamanda, göreceğiz ki, kentlerde de en düşük olduğu doğu yarısı, Tür­ kiye 'nin aynı zamanda en sert coğrafya ve iklim koşulların­ da, en az gelişmiş iletişim araçlarına ve önemli bir ekonomik durgunluğa sahip olan parçasıdır. Gene bu bölgelerdedir ki, tutucu ve geri güçlerin köylüler ve orta ve zayıf önemdeki kent­ lerde yurttaşlar üzerindeki etkileri en güçlüdür. Buna, Anado­ lu'nun Güneydoğusu'nda, hala göçebeliği, yarı-göçebeliği ve yaylacılığı tanıyan çok geleneksel değerleri olana bir göçer� ler topluluğunun varlığını da ekleyelim: Van ilinde genç bir ilkokul öğretmeni, şunları anlatıyor: "Dağlarda keçi otlatan çocukları toplayıp okula getiriyor, onlara okumayı yazmayı öğ­ retiyorum; ertesi yıl yeniden onları dağlarda aramaya başlıyo­ rum, onlara yeniden aynı şeyleri öğretiyorum"

(72).

Buna karşılık, Anadolu'nun batısı, özellikle de Akdeniz ve Ege'nin kıyı bölgeleri, kıyıya yakın ya da Orta Anadolu 'da, başkentin geniş çevresinde yer alan bölgeler, kırsal alanın en yüksek oranını oluştururlar. Türkiye' nin bu yarısı, aynı zaman­ da, ülkenin en elverişli coğrafya ve iklim koşullarına, modern ulaşım yollarına ve ayrıca gerçek. bir sınai ve tarımsal kalkın­ maya sahip olan bölümüdür. Bu tarımsal ve endüstriyel büyü­ me sonunda, yoğun kentleşmenin, -özellikle eğitim alanında­ çözümü neredeyse olanaksız sorunlar ortaya çıkardığını gö­ receğiz. Kırsal alanda: Hepsi de Güney-Doğu'da yer alan 7 ilde

10. 000 kadın nü­

fusa karşılık okullaşan kız çocuk sayısı belirgin biçimde dü­ şüktür. En düşükten başlayarak, bu iller şunlardır:

(72) Y. Akyüz, age.,

102

s.

18



10.000 kadın nüfusa

okullaşma toplamı

düşen okullaşmış

içinde kız öğrenci

kız sayısı

yüzdesi%

ili Bitlis

300.56

19.71

Hakkari

344.38

21.90 21.19

Siirt

345.69

Urfa

372.28

21.41

Mardin

418.84

21.66

Diyarbakır

447.71

23.35

Van

497.76

26.50

8 ilde 10.000 kadın nüfusa karşılık okullaşan kız çocuk sayısı 500 ile 1.000 arasında değişmektedir. Bu iller de sıra­ sıyla, şunlardır: Muş

519.64

24.60

Ağrı

580.55

25.42

Adıyaman

600.31

26.35

Gaziantep

753.20

30.05

Bingöl

786.99

33.12

Erzurum

839.56

34.95

Elazığ

884.96

32.52

İstanbul

958.79

46.30

İstanbul ili bir kenara bırakılacak olursa bu illerin hepsi Doğu Anadolu'da, özellikle de Güneydoğu'da yer almaktadır. Nihayet 1O ilde ise 10.000 kadın nüfusa karşılık okulla­ şan kız çocuk sayısı 1.000 ile 1.150 arasında değişmekte ve ulusal ortalama çevresinde seyretmektedir. Batı'da yer alan Zonguldak ve Kastamonu dışında bu vilayetler de ülkenin do­ ğusunda yer alır. 10.000 kadın nüfusa karşılık bir ilkokula kayıtlı olan kız öğrenci sayısı ile aynı ilkokullardaki toplam öğrenci içinde kız

104


öğrenci oranını karşılaştırdık. Bu iki sütunun rakamlarının karşılaştırılması iki değişik durumun varlığını ortaya koyuyor: tlkokula devam eden kız öğrenci sayısının çok düşük ol­ duğu Doğu ve Güneydoğu illerinde, okullaşmış kız çocukla­ rın toplam ilkokul öğrencilerine oranı da gene çok düşüktür ve çoğu zaman da ulusal ortalamanın altındadır (%40.56). Bu durum, bu kırsal bölgelerde erkek ve kız çocuklar arasında bir ayırımcılığın varlığını gösterir. Bu durum, ancak kızlarını oku­ la gönderme gereğini duymayan hatta bundan özel olarak çe­ kinen bazı ana babalara özgü bir zihniyetin ürünü olabilir. Aynı saptama, Ek'teki (73) 2 ve 3 No.lu tablolara başvu­ rarak, kızların okullaşmasının, yukarıda belirtilen oranlara u­ laşmamakla birlikte, ulusal ortalamanın altında kaldığı öteki Doğu illeri için de yapılabilir. Oysa, İstanbul gibi bir ilde (daha düşük ölçülerle Zon­ guldak, hatta İzmir'de de) toplam ilkokul öğrencileri içindeki kız öğrenci oranı %46.30'a ulaşmaktadır. (Bu oran Zongul­ dak'ta %39.88, lzmir'de %46.19'dur). Bunlar, görülüyor ki, ulusal ortalamanın üzerinde, hatta %50'ye çok yaklaşan oran­ lardır. Burada, sanayi bölgelerine göç etmiş ve kırsal bölge­ lerle bağlantılı büyük İstanbul banliyösünde yapılmış gece­ kondularda (74) yerleşmiş bir nüfus ile karşı karşıya geliyo­ ruz. Kişisel olarak tanıdığımız bu gecekonduların bazıların­ da, ne erkeklerin ne kızların okullaşmasına olanak tanımaya­ cak biçimde, hiçbir okul yoktur. tlköğretimde kız okullaşması sürecinin en ileri olduğu il­ lerin toplandığı batı yarısının aynı zamanda Türkiye'nin en zengin ve toplumsal olarak en gelişmiş bölümü olduğunu be­ lirtmiştik. Her ilde 10.000 kadın nüfusa karşılık okullaşmış kız (73) Bk.: 2 ve 3 No.lu tablolar. (74) Türkiye' de gecekondular, her biri "bir gecede kondurulan" sayısız evler bütünüdür.

105



oranı için ek'teki 2 No. lu tabloya olduğu gibi 1 No. lu harita­ ya da bakılabilir. 2 No.lu harita (s 106) kentlerdeki durumu göstermekte­ dir. Güney-Doğu Anadolu'da zayıf bir kız okullaşması göze çarpmakla birlikte bu, kırsal alanlardaki okullaşmadan daha yüksektir. Merdivenin en alt basamağını oluşturan 1O ilde, 1970'te, 10. 000 kadın nüfusa karşılık kent ilkokullarına ka­ yıtlı kız öğrenci sayısı l .OOO'in altındadır. Ulusal ortalama 1.302'dir. Bu iller, sırasıyla şunlardır:

10.000 kadın nüfusa

ili Urfa Diyarbakır Hakkari Ağrı Siirt Van Bitlis Mardin Bingö Adıyaman

karşılık okullaşan kız sayısı 758.96 769.17 786.07 841.89 856.22 867.13 870.48 891.74 894.97 971.69

Toplam okullaşmış çocuklar içinde kız öğrenci oranı 0/o 29.87 33.77 32.78 31.39 32.65 33.03 32.53 34.80 35.00 34.12

Bu düşüklüğü, tıpkı kırsal çevredeki gibi, bazı velilerin kızlarını okula göndermeme eğilimine bağlamak gerekir. Bu illerdeki kentlerde kız öğrenci sayısının toplam kent ilkokulu öğrenci sayısına oranının çok düşük olması bunu kanıtlar. Adı geçen kentlerde bu oran %29.87 ile %35 arasında oynarken ülke kentler ortalaması %45.33'tür. Ek'teki 2 ve 3 nolu tablolar (75) aracılığıyla, 2 nolu ha107


ritada siyahla taranmış öteki iller için de, daha düşük derece­ de de olsa, aynı saptamayı yapabiliriz. 1 nolu haritanın tersine olarak 2 nolu haritadan ortaya çık­ maktadır ki, Batı'daki birçok ilde, her 10.000 kadın nüfusa kar­ şılık kent ilkokullarına devam eden kız öğrenci sayısı, 1.302 olan ulusal ortalamanın altında, fakat yine de yukarıda adla­ rını andığımız Doğu illerinin önemli oranda üzerindedir. Bu iller şunlardır:

ili Tekirdağ Isparta Balıkesir Bursa Edirne Bilecik İzmir Aydın Çanakkale Kütahya Muğla Burdur Antalya

10.000 kadın nüfusa karşılık okullaşan kız sayısı 1 .168.23 1.174.08 1.187.15 1.194.99 1.228.43 1.236.09 1 .245.58 1.247.25 1.248.31 1.254.35 1.266.84 1.282.44 1.294.69

Toplam okullaşan çocuklar içinde kız %'si 46.48 47.66 47.15 46.57 47.09 47.93 47.48 48.08 47.47 47.72 48.98 46.53 47.57

Madem ki Türkiye'nin bu zengin bölümünde yer alan bu illerde, ilkokula devam eden tüm çocuklar içinde kızların ora­ nı yalnızca ulusal ortalamanın üzerine çıkmakla kalmıyor, hatta bu, %50'ye kadar yaklaşıyor, bundan, buralarda, kız ve (75) Bkz. (2

108

ve

3 nolu tablolar)


erkek çocuklar arasında bir ayrımcılık bulunmadığı, ya da çok zayıf ölçüde bulunduğu sonucu çıkarılabilir. Birinin ve öbü­ rünün genel eğitim düzeyinin düşük olması, iş bulma umuduy­ la ekonomik bakımdan gelişmiş kentsel bölgelere gelip yer­ leşen bir nüfusun buralara göç etmesinin sonucudur. Daha çok gecekondulara yerleşen bu nüfusun, görmüştük ki, çocukları­ nı okullaştırma olanakları her zaman olmamaktadır.

Okullu köy sayısı

Okulsuz köy sayısı

Bilinmeyen

Toplam 35.382 19.587 9 153 1-50 51-100 46 742 4.518 789 101-200 6.343 201-300 2.161 301-400 2.610 5.735 2.894 401-500 4.581 501-600 2.346 3.305 2.398 1.895 601-700 1.810 1.532 701-800 1.159 801-900 1.344 866 901-1.000 972 2.108 1.001-1.500 2.268 647 1.501-2.000 623 383 385 2.001-3.000 3.001181 166 Nüfus 18.906.720 13.745.730 55.4 Köylere oranı % 100 100 72.7 Nüfusa oranı %

15.636 144 693 3.704 4.138 3.099 1.671 942 495 273 180 104 156 22 2 13 5.092.025 44.2 27

159 3 25 44 26 16 17 8 5 5 2 4 2 2 68.965 0.4 0.3

Nüfusa göre köylerin büyüklüifü

Toplam

109


Bundan önceki sayfalarda, Türk devletinin başına geçen değişik hükümetlerin değişken derecelerde olmakla birlikte ni­ teliğinin kuramsal düzeyde kalmasının bazı nedenlerini göz­ den geçirdik. Bu nedenler içinde, bina ve öğretmen yetersiz­ liği gibi bazıları, hem kızları hem erkekleri aynı oranda ilgi­ lendirir. Buna karşılık, ana babaların kızlarını okula gönder­ memeye az yatkın tutumları gibi bazı nedenler, yalnızca kız çocukları ilgilendirmektedir. Öyleyse, tüm çocukların okul­ laştırma kararlılığında Türkiye'nin karşılaştığı büyük güçlük­ leri daha iyi anlayabilmek için bu çeşitli nedenleri daha ya­ kından incelememiz gerekiyor. Bu incelemenin birinci kesiminde gördüğümüz üzere, okulsal alanda ağır bir miras devralan Türkiye, elli kadar yıl­ dır tanıdığı ekonomik büyümeye karşın, gelişmekte olan bir ülke olarak kalmıştır ve bu da ulusal eğitim bütçesini sürekli olarak sınırlı bırakmıştır. Bu durumun ilk sonucu da, okul bi­ nalarının, özellikle köylerde, gereksinmelerin çok altında kal­ ması olmuştur. İlkokul yapımı için gösterilen çaba, her zaman aynı ka­ rarlı iradeyle desteklenmemiştir. Nitekim, ilkokul sayısında­ ki artış oranı Mustafa Kemal'in sağlığında %60,56, İsmet İnö­ nü'nün Cumhurbaşkanlığı döneminde %117.58 olmuşken, Demokrat Parti 'nin iktidarda bulunduğu 1O yıl süresince yal­ nızca %25.27 olarak kalmıştır (76). Bu dönemde Milli Eği­ tim Bakanlığı bütçesi öylesine küçülmüştü ki, 1952'de eğitim harcamalarının genel devlet giderleri içindeki payı yalnızca %8.75'ti (77). Okul yapım giderlerinin tümüyle bu bütçede yer almadığı, bir bölümüyle yönetimleri ilgilendirdiği gerçi doğ­ rudur, ancak bundan daha az doğru olmayan bir gerçek de, (76) DIE, MilliEğitim Hareketleri, 1927-1966, Ankara, 1967, s. 13. (77) idem, Türkiye İstatistik Yıllığı, 1964-1965, tybd., 338.

110


1960'da, toplamın %44 'ünü oluşturan 15 .636 köyde, aşağıda­ ki tablodan da görüleceği üzere, ilkokul bulunmadığıdır. (78) Kimi köy okullarına okul adını vermek bile zordu. 1950'de Orta Anadolu'da, Niğde' nin Nürgüz köyünde öğret­ menliğe başlayan Mahmut Makal (79) bize okulunu şöyle an­ latır: Okul binasının yapılışı beş yıl öncedir. Çocukların oyun oynarken yaptıkları evciklerden farksız, yumruk gibi taşlarla baştan savma yapıldığı bir bakışta fark edilir. Harç yerine ça­ mur kullanılan duvarlar beş yıldır yağmur yiye yiye çürümüş. Zaten çürümeyen neydi? Kapıyı pencereyi yerlerine tuttura­ mazdık. Dış tarafı sıvasız dururken içten yana duvarları ça­ murla sıvayıp geçmiştik içine. Biraz hızlıca dayansan göçe­ cekmiş hissini verirdi insana (80). Pencere de öylesine camsız. Çocuklar evden gelirken üşüyor, dişlerini birbirine vurarak ve elini uflayarak oturuyor toprağın üstüne. Kar da vuruyor pencereden yüzüne beraber (81). Okulda ne karatahta, ne sıra vardır. Koyun postu sandal­ ye olarak kullanılır, ama o da her zaman bulunmaz: Bu yıl pösteki de getirmiyorlar. Ne söyledimse para et­ medi, getirmediler. Yokmuş. Olanları babaları satmış (82). Bu tür olumsuz koşulların, özellikle kışın, çalışmaları et­ kilememesi olanaksızdı. Belki pencere camlarının yerine, el­ deki olanaklarla, başka şeyler uydurulabiliyordu; ama bu tür (78) lbidem, s. 251. Buradaki sonuçlar 1960 sayımının değil, l 960'ta köy­ lerde gerçekleştirilen bir anket çalışmasının sonuçlandır. (79) Mahmut Makal, l 930'da Niğde'nin Aksaray ilçesine yakın Demirci köyünde doğdu. "Varlık" dergisinde çıkan yazılan, "Bizim Köy" adlı bir ki­ tapta yayımlandı. (80) Mahmut Makal, Un Village Anatolien (=Bizim Köy). Paris, 1963, s. 199-200. (81) lbidem, s. 198. (82) lbidem, s. 197-198.

111


yollarla sınıfı ısıtmak söz konusu değildi. Mahmut Makal şöy­ le yazıyor: Devam edebilen 50-60 öğrencimiz var. Şubatın başına ka­ dar bazen titreyerek, bazen ısınarak ıkına sıkına geçirebildik. Gelgelelim şubat olanca şirretliğiyle saldırınca dizlerimizin bağı çözülü çözülüverdi. Bu kadar insan içinde yalnız bir iki­ sinin tezekleri kalmış: ikiden fazla öküzü olan ağaların. Bun­ lara da, her gün birer tane getirin, desek, bakalım ana-babala­ rı razı gelecek mi, hem iki gün sonra onlar da çekecek ifla:s bayrağını (83). Yazarın anlattıklarından bu köyün durumunun bir istis­ na olmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca bu durum geçici de de­ ğildi. Nitekim, ilk gidişinden 10 yıl kadar sonra Nürgüz'e ye­ niden giden Mahmut Makal, "görünüşte, hiçbir şey değişme­ mişti" saptamasını yapacaktır. (84) Gerek kentlerde, gerek köylerde, binadarlığı ve öğretmen eksikliği, sorumlu makamları, daima ikili, üçlü öğretim uy­ gulamak zorunda bırakmıştır. 1945-1946 ders yılında her sı­ nıftaki öğrenci sayısı ortalama olarak, köylerde 62 'yi, kent­ lerde ise 48'i buluyordu. (85) Kırsal kesimdeki öğretmen sayısının yetersizliğine çözüm bulmak için Milli Eğitim Bakanlığı 1936'dan itibaren üç yıl­ lık ilkokullar açtı. Bu okullar 1970'te fiilen ortadan kalkmış­ lardı, o tarihteki sayılan 99'du. Oysa 1943-1944 ders yılında 6.598 üç yıllık ilkokulda, (86) l 98.562 öğrenci öğrenim gö­ rüyor ve bu da o zamanki tüm köy okullarında okuyan öğren­ cilerin l/3'ünü oluşturuyordu. (87) (83) lbidem, s. 193. (84) lbidem, s. 258. (85) DlE, Milli Eğitim Hareketleri, 1942-1972, Ankara, 1973, (86) lbidem, s. 12. (87) lbidem, s. 13.

112

s.

11.


Köylerde l 937'den itibaren aynca eğitmenlere de başvu­ ruldu. Bunlar, okuma-yazma bilen köylüler arasından seçili­ yor, Milli Eğitim ve Tanın Bakanlığı'nın ortaklaşa açıp yö­ nettiği özel enstitülerde bir yılda yetiştiriliyordu. Bu bir yılın sonunda küçük köy okullarına eğitmen olarak atanıyorlardı. Her zaman başarıyla olmasa bile bunlar köylülere tarımsal da­ nışmanlık rolünü de oynamaktaydılar (88). En kalabalık sa­ yıya ulaştıkları 1947 -1948 ders yılında, 10 'u kadın bu 8.5 5 3 eğitmen, toplam köy öğretmenleri sayısının %39.92'sini oluş­ turuyordu (89). 1970 yılında hiilii 3 'ü kadın 2.193 eğitmen gö­ rev başındadır, fakat artık köylerde görevli öğretmenlerin yal­ nızca %5.7'sini oluşturmaktadırlar (90). Kırsal bölgedeki öğretmen açığını kapatmak için girişi­ len özellikle ilginç bu deney de Köy Enstitüleri'nin kurulma­ sı olmuştur. 1940'ta kurulan bir enstitüler, ilkokul diploması­ na sahip köy kökenli erkek ve kızları öğrenci olarak kaydedi­ yordu. Öğrenciler, beş yıl süren bir eğitimden geçiyorlardı. Bu eğitim, genel ve pedagojik bir öğretim yanında, tarımsal ve tek­ nik nitelikli pratik bilgileri de içeriyordu. Amaç, bu geleceğin köy öğretmenlerini günlük işlerinde köylülere yardım edebi­ lecek, onlara yol gösterebilecek bilgi ve becerilerle donatmak­ tı. Hızlı biçimde büyüyen ve her yıl 15.000 kadar öğrenci alan Enstitüler, gerçek bir coşku yarattılar. Hatta, ilerde sözünü ede­ ceğimiz Hasanoğlan'da, yüksek düzeyde nitelikli ve uzmanlaş­ mış öğretim kadroları yetiştirmek için bir Y üksek Köy Ensti­ tüsü kurulması gereği duyuldu. Bu Enstitüler ve mezun ettik­ leri öğretmenler, köylülerden yana eylemleriyle büyük toprak sahiplerinin düşmanlığını kazanmakta gecikmediler. Nitekim, bu düşmanlık, sonucunu göstermiş, Demokrat Parti, 1954'te, (88) A. M. Kazamias. age., s. 124. (89) DIE, Milli Eğitim Hareketleri, 1942-1972, Ankara, 1973, s. 15. (90) lbidem, s. 15.

113


. bu kurumlan kapatmıştır. Köy Enstitüleri geleneksel tipte öğ­ retmen okulları haline getirilmişlerdir. (91) İlköğretimi genelleştirmede bu değişik önlemlerin etki­ sizliği ortaya çıkınca, 27 Mayıs 1960 devrimi sonrasının ge­ çici hükümeti, daha enerjik kararlar almaya yöneldi. 1961 ba­ şında, 1 O yıl içinde tüm çocukların okullaşması için gerekli yasa kabul edildi (92). Nitekim, daha 1962 'den itibaren Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinin devlet giderleri içindeki payı %14.55'e yükselmiştir (93). Bu biraz daha cömert bütçe sa­ yesinde 1961'den itibaren köy okullarına öncelik verilerek çok sayıda okul yapıldı. 1970'te, 35.995 köyde 34.677 okul vardı (94). Böylece okulsuz köy sayısı büyük ölçüde azalmış oluyordu. Öğretmen açığına çözüm bulmak için, bir yandan sayıyı arttırıcı önlemler alınırken, öte yandan da "yedeksubay öğret­ menlik", (95) yöntemine başvuruldu. 1960 devrimine kadar lise mezunları askerliklerini yedeksubay olarak yapıyorlardı. O tarihten beri bu ayrıcalığa yalnızca üniversite mezunları sa(91) S. Tekken, Neden Köy Enstitüleri, ybd., 1962; F. Kirby, Türkiye'de Köy Enstitüleri, Ankara, l 962: Y. Hacaloğlu, Neden Köy Enstitüleri Değil, ls­ tanbul, 1962; N. F. Kısakürek, Türkiye'de Komünizm ve KöyEnstitüleri, lstan­ bul, 1962; M. Demir, Köy Enstitüleri ve Solculuk, İstanbul, 1959; F. K. Berkes, The Village Institute Mouvement of Turkey, An Educational Mobillsation for Social Change (=Türkiye'nin Köy Enstitüleri hareketi. Toplumsal değişme için bir eğitim seferberliği), Columbia, 1960; A. Vexliard, K. Aytaş, The Village lns­ titutes in Turkey, (=Türkiye'de Köy Enstitüleri), ComparativeEducation Revi­ ew içinde, VII, 1964, s. 41-47; M. Makal. age., s. 271-275. (92) Institut Pedagogique National, age., s. 14. (93) DIE., Türkiye İstatistik Yıllığı, 1964-1965, tybd., s. 338. Üniversite­ ler özerk kuruluşlar olduklarından bütçeleri bu bütçe içinde yer almaz. Eğitim giderleri genel devlet bütçesi giderlerinin %16'sını oluşturınaktadır, (institut Pe­ dogagique National age., s. 2. (94) DIE, Milli Eğitim İstatistikleri, Öğretim Yılı Başı, 1970-1971, s. 2; İdem, Genel Nüfus Sayımı, idari Bölünüş, 25Ekim 1970, Ankara, 1973, s. XLVI­ II. (95) S. Sözalan, 1. Özgentaş, Yedek Subay adayı öğretmenler hakkında, Ankara, 1962.

114


hiptir. Lize mezunlarına ise köy okullarında öğretmenlik yap­ ma, ve hizmetin sonunda, belli koşullar altında, yedek subay adayı olma hakkı tanınmıştı. 1970-1971 ders yılında 10.749 lise mezunu genç, köy ilkokullarında "ulusal hizmet"lerini (askerlik) görüyordu (96). Bu da toplam köy öğretmenlerinin %17.20'sini oluşturmaktaydı. Gerek okulların çoğalması gerek öğretmen sayısının art­ tırılmasına yönelik bu önlemler, ilköğretimde, hiç kuşkusuz, kız ve erkek çocukların okullaşmasında, yukarıda gördüğümüz artışın kaynağında yer almıştır. Kız çocukların okullaşmasında ortaya çıkan gecikmenin nedenleri arasında bazı ana-babaların geri zihniyeti birinci planda rol oynamıştır. Bunlar, bazen aşırı yoksulluk yüzün­ den, bazen eğitimin kızlan için taşıdığı önemi kavrayamadık­ larından, bazen ve en çok da, incelememizin birinci kesimin­ de ele aldığımız dinsel nitelikli önyargılar yüzünden, kız ço­ cuklarını okula göndermeyi kabul etmemektedirler. Bu son du­ rum, bugün bile, Kemalizmden elli yıl sonra Türkiye'de özel­ likle köylerde, varlığını korumaktadır. Gerçekten, Türk köyleri üzerine yapılan birçok inceleme, İslamın, en geleneksel biçimi altında, güçlü bir kuvvet, köy­ lülerin eylemlerini düzenleyen ve düşünce ve duygularını ko­ şullandıran bir "yaşam çerçevesi" olmaya devam ettiğini vur­ gulamaktadır. P. Stirling köylerde her şeyin doğrudan ya da dolaysız biçimde din ölçüleriyle değerlendirildiğini gözle­ mektedir. Onun izlenimine göre köy toplumunun en önemli özelliği ve yeniliğe karşı en büyük direnme güçlerinden biri, onun İslam kurallarına kayıtsız bağlılığında yatar. Ve yaşamın çok geniş bir kesimini kucaklayan inançları, tüm bir toplum(96) DİE, MilliEğitim İstatistikleri, Öğretim Yılı Başı, 1970-1971, ybd., 1971, s. 3.

115


sal düzen için güçlü bir destek oluşturur (97). Bize göre açık­ tır ki, burada basit bir İslama bağlanma değil, doğası ve nite­ liği tümüyle değiştirilmiş bir İslama bağlanma söz konusudur. J. E. Pierce de aynı düşünceyi dile getirir: "Türk köylüsü din­ sel olanla olmayan arasında ... ayırım yapmaz. Onun için İs­ lam, bir way of life (yaşam biçimi) ve ne kadar az önemli olur­ sa olsun her kararın egemen öğesidir." (98) Bu gözlemler, Mahmut Makal 'ın okula ilişkin deneyi­ miyle doğrulanmakta ve pekişmektedir. Yazar ağırlıkla, hükü­ metçe hoş karşılanan Kuran kurslarının rekabetini saptamak� tadır. Bu kurslar ana-babaların ilgisini çabucak çekmektedir. Makal' a göre okula devam zorunluğunu getiren 4274 sayılı ya­ saya ters düşmek, onları hiç de korkutmamaktadır (99). 1950'de Nürgüz köyündeki okuluna hiçbir kız öğrenci devam etmez­ ken; kızlar, kalabalık biçimde Kuran kursuna gitmekteydi. İçerde yetmiş-seksen çocuk var. Pöstekilerin üzerinde gülüşüp itişiyor, bağrışıyorlar. İki kızın kucağında canlı bebek­ ler var. Bir yandan namazlık öğreniyor, bir yandan çocukları sallıyorlar. Kızlan buraya yolluyorlar da bize göndermiyor­ lar. Topu topu dört kız kaydedebilmiştik. Onları da yollama­ dılar. (100) Bu kurslarda verilen eğitim ise şöyle betimleniyor: Hoca yarım yamalak ezberlettiği sureleri bağıra bağıra okuttu. O kelime kelime söylüyor, çocuklar hep bir ağızdan tekrarlıyorlardı. (101) Öğretmen ayrıca çoğu zaman hocaların ve tarikat men­ suplarının beslediği düşmanlıkla sık sık uğraşmak zorunda·

(97) P. Stirling, Turkish Village, Londra, 1965. (98) J. E. Pierce, Life in a Turkish Village (=Bir Türk Köyünde Yaşam) New York, 1964, s. 87. (99) M. Makal, age., s. 190. (100)lbidem, s. 217. (IOl )lbidem.

116


dır. En kestirme ve hızlı yollara başvurmaktan çekinmeyen köylülerin gözünde öğretmenden kurtulmak için her yol mü­ bahtır. Mahmut Makal'ın bir meslektaşının başından geçen­ ler başlı başına çok şey söylemektedir: Sözde efendim Gancıl 'a sataşmış. Derken yapışıyorlar yakasına. Sopa, taş, ne geçerse ellerine, indiriyorlar kafasına çocuğun. Ne yüz kalmış, ne göz. Bütün köy halkı birikmiş ba­ şına. Her tarafı mosmor... Şimdi Çimli köyünde bayram ha­ vası esiyor artık. Tarikatçılar bir halka çevirip zikre başlamış­ lar, öğretmenin başına gelenlere sevinmelerinden ... Gerçi şimdi iş anlaşıldı. Kadın: "Beni sıkıştırdılardı, ceb­ ri bastı evimi, diye ifade vermezsen seni bu köyde yaşatma­ zık, dediler. Onun için mecbur oldum. Esasında benim öğret­ mennen dayvem dalavam yok!" diyerek ilk ifadesinin yalan olduğunu itiraf etti. (102) Açıktır ki, Mahmut Makal'ın 10 yıl ara ile Nürgüz'de saptadığı (103) bu zihniyetin devamlılığı, yalnızca köylerde değil, özellikle Anadolu 'nun doğusunda yer alan küçük ve or­ ta büyüklükteki kentlerde de, kızların okullaşmasındaki ge­ cikmenin en önemli etkenlerinden biri olmuştur. Dinsel inanç­ ların neden olduğu bu zihniyete karşı savaşmak, konuyu cid­ di olarak ele almak isteyen Türk makamları için, özellikle zor bir ödev olmuştur. Ancak, Atatürk'ün ölümünden birkaç yıl sonra bir dinsel duygu adına ortaya çıkan gösterilere karşı bel­ li bir hoşgörü doğduysa, bu zihniyete karşı savaşmak istendi­ ği, gerçekten istendiği söylenebilir mi? Nürgüz'ler gerçi bir istisna değildi, ama Türkiye'de yal­ nızca Nürgüz köyleri bulunmadığı da açıktı. Kemalist dönem­ de başlayan yavaş bir evrimden sonra, l 970'te, birçok köyde (102) lbidem, (103) İbidem,

s. s.

220-221. 258.

117


kızlann okullaşması sorunlan büyük ölçüde çözülmüştür. Bu­ nun bir örneği, Ankara ili sınırları içinde başkente 34 kilomet­ re uzaklıktaki Hasanoğlan köyüdür (104). Gerçektir ki, bu köyde eski Yüksek Köy Enstitüsü binalarında etkinlik göste­ ren büyük bir Öğretmen Okulu'nun bulunması bu dönüşümü kolaylaştırmıştır. Hasanoğlan'da ilkokulun kurulması hiç de kolay olmadı. 1934'te okulun yapımına başlandığı zaman girişim İmam Şük­ rü Efendi'nin muhalefetiyle karşılaştı. Şükrü Efendi okl,ılu gözden düşürmek için köylülere, binanın duvarlarındaki taş­ ların ateş olup kendilerini yakacağını söylüyordu (105). O za­ mandan bu yana durum iyileşmiştir ve bugün köyün iki ima­ nı etkilerini öğretmenlerin hizmetine koymakta sakınca gör­ memektedir ( 1 06). Çocuklar ders saatleri dışında Kuran kur­ suna devam etmekte, böylece de iki kurum arasında bir reka­ bet bulunmamaktadır (107). Okul l 936'da kapılarını açtığı zaman veliler çocuklarını, özellikle de kızlarını göndermekte çekingenlik gösterdiler. Ancak adım adım, yavaş yavaş bunu yaptılar (108). Otuz yıl sonra, okuma çağındaki çocuklardan hemen hiçbiri okulun dı­ şında değildi. 1945 'te ikinci bir ilkokulla birlikte Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri için bir uygulama okulu açılıyordu. 1965-1966 yılında ikili öğretime geçilmesine bakılırsa bu iki okul da yetersiz kalmıştır (109). Bu tarihte iki okuldaki kız öğ­ renci sayısı 183, erkek öğrenci sayısı ise 212 idi (110). Hasanoğlan'da alınan eğitim, kız ve erkek çocukların bir(104) !. Yasa, Yirmibeş Yıl Sonra Hasanoğlan Köyü. Karşılaştırmalı bir toplumbilimsel araştırma, Ankara, 1969. (! 05) lbidem, s. 198, not 1. (106) İbidem, s. 200. (107) lbidem, s. 202. (108) lbidem, s. 199, 205. (109) lbidem, s. 198, 200. (110) İbidem, Ek V.

118


likte katıldıkları okul-ötesi etkinliklerle devam ediyordu: kü­ tüphane, ( 111) gezi, bahçe işleri, kızılay, tiyatro, duvar gaze­ tesi çıkarılması, vb. (112) Hasanoğlan'da, oldukça önemli sayıdaki aile başkanı (so­ ru yöneltilen 112 kişinin %33 'ü), 1965'te kızlarının ilkokul­ dan sonra da öğrenimlerine devam etmesini istemekteydi; yal­ nızca %29.5'i ise ilköğrenimin yeterli olduğunu düşünüyor­ du. Bununla birlikte belirtelim ki erkek çocuklarının öğre­ nimlerine devamını isteyenlerin oranı %71.2'dir (113). Böy­ lece, oldukça az sayıda kız çocuk öğrenimlerine devam ede­ cektir. 1970'te tüm Türkiye köyleri ortalaması olarak, 10.000 kadın nüfusa karşılık teknik ya da genel bir ortaokula kayıtlı kız öğrenci sayısı yalnızca 53 'tür ki bu da ilkokula devam et­ miş kızların yalnızca %4.61 'dir. B

-

Ortaöğretim:

Daha önce de vurgulandığı üzere Osmanlı İmparatorlu­ ğu 'nda kızlar için ortaöğretim fiilen savsaklanmıştı. 192 6 düzenlemesiyle rüşdiye ve idadiyeler tümüyle kal­ dırıldı (114). Yerlerini klasik tipte bir ortaöğretim aldı. Bu or­ taöğretim ortaokul ve lise olmak üzere iki devreden oluşur. a) Ortaokul (115)

İlkokulu bitiren kız ve erkek çocuklar ortaokula kabul edi(J l J) Gençleıin yönettiği kitaplıkta, 1968'de, birçok gazete ve dergi dışın­ da 686 kitap vardı. Bu kitaplar yerinde okunabildiği gibi ödünç de alınabiliyor­ du, (İbidem s. 202). (112) İbidem, s. 198-199. (113) ibidem, s. 303. (114) R. Uğurel, age., s. 171. (115) H. A. Yücel, Türkiye'de Orta Öretim, İstanbul, 1938; A. Sanay, Or

119


lirler. Üç yıllik bir öğrenim sonunda da ortaokul diploması alırlar. Bazen liselerin orta kısmı olarak karşımıza çıksalar da ortaokullar çoğunlukla ayrı ve bağımsız okullardır. 1930'dan önce ortaokul, bir yandan ilkokulun devamı, öte yandan da liseye giriş eğitimi veren bir kurum olarak ka­ bul ediliyordu. Bu tarihte, klasik işlevleri korunmakla birlik­ te, ortaokula mesleki ve teknik liselere hazırlama görevi de verilmeye başlandı, böylece de ortaokul kendi erekliği olan bir kurum haline getirildi. Nitekim ortaokul programlarına bir dizi pratik dersler eklendi. Daha sonra yönetimde, tecimde ya da sanayide iş bulmaya çalışacak öğrencilere yardımcı ol­ mak amacıyla konan daktilo dersleri bunlar arasındadır. 1941 'den başlayarak, mesleksel ve teknik liselere hazırlağa yö­ nelen bir öğretim geliştirildi. İşlevlerinden hiçbirini gereğin­ ce yerine getirememe riski ile, ortaokulu çok amaçlı bir okul haline getirmeye yönelik bu son politika, başarıya ulaşama­ mıştır. Bu politika bir yandan ortaokulların mesleksel ve tek­ nik okullar lehine bir ölçüde gözden düşmesine yol açarken, öte yandan ortaokulun amacını çocuğunun klasik tipte bir li­ seye girmesi olarak algılayan çok sayıda ana-babanın muha­ lefetiyle karşılaştı. Sonuç olarak ortaokul, bir yönlendirme rolü oynayan bir tür "clearing house" (arıtma havuzu) haline gelecektir. ( l l 6) Ortaokul programı, ilkokulda öğretilenlerden başka, fi­ zik, kimya ve doğal bilimler derslerini içerir. Bunlara ticaret hukuku da eklenecektir. Kızlara yönelik ev ve aile bilgisi gita Dereceli Okullarımız, Ankara, 1962; S. Ertür�, Çokgayeli Okullar Meselesi, Ankara, 1962; T.C. MilliEğitim Bakanlığı, Orta Oğretim Komitesi Raporu, An­ kara, 1961; idem, Ortaokul Müfredat Programı, lstanbul, 1930; Aynca bkz.: o tarihten bu yana yayınlanan programlar; J.J. Rufi, Secondary Educatio(l in Tur­ key. Observations, Probl!'.ms and Recommandations (=Türkiye' de Orta Oğretim, Gözlemler, Sorunlar ve Oneriler), �kara, J 952. (116) A.M. Kazamias, age., s. 126-131.

120


bi çocuk bakımı öğretimi de kuramsal olarak ilkokuldaki ay­ nı pratik niteliğe sahip olacaktır. Kız öğrencilerin ortaokullara devamı ne durumdadır? Ek'teki (117) 2 No.lu tablo, ortaokullarda kız ve erkek öğrenci sayısındaki artışı yıldan yıla göstermektedir. Bu iler­ leme, kızlarda erkeklere göre çok daha belirgindir: 1924-1925 ders yılı ile 1970-1971 ders yılı arasında ortaokuldaki kız öğ­ renci sayısı 104.80, erkek öğrenci sayısı ise 74.40 kat artmış­ tır. Ortaokuldaki kız öğrenci sayısının erkek öğrenci sayısına oranı da aynı süre içinde hafifbir artış göstermiştir: 1924-1925 ders yılında %20.65, 1970-1971 ders yılında %26.83. Bu tabloyu resimleyen 4 No. lu Çizelge (s. 285) ortaokul düzeyindeki okullaşmanın genel nüfus artış hızına göre daha hızlı arttığını göstermektedir: gerçekten, bu okullardaki okul­ laşma eğrilerinin eğimi, toplam nüfus artış eğrisinin eğimin­ den daha güçlüdür. İki okullaşma eğrisinin gözlemlenmesi ise, kızların okul­ laşmasının büyüme oranının erkeklerinkine genel olarak çok yakın olduğunu göstermektedir; öyle ki, bu iki eğrinin kesi­ şebilecekleri eğiliminde oldukları zor fark edilebilmektedir. Bu kesişmenin zayıflığı, bu gidişle ortaokullarda kız ve erkek okullaşmaları arasında bir eylemli eşitliğin çok yakın bir ge­ leceğin işi olmadığını göstermektedir. Erkek ve kız okullaşma eğrilerindeki düşüşler esas itiba­ rıyla savaş yıllarının bir sonucu olmakla birlikte, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Milli Eğitim Bakanlığı'nın, amaçlarında değişiklik yapmak istemesi sonucu, bu okulların uğradığı göz­ den düşme de burada pay sahibi olmuştur. O zaman, pek çok öğrenci ortaokulu bırakıp belli bir gelişme gösteren meslek­ sel ve teknik ortaokullara yöneldi. ( 117) Bkz. 4 No.lu tablo.

121



Oransal olarak kızlar ortaokula daha bağlı kaldılar, çün­ kü ana-babalar, kızları için mesleksel bir gelecekten daha çok, onların her ne pahasına olursa olsun liseye gittiklerini gör­ me ya da öğrenimlerine bir son vermeden önce öğrencilikle­ rini birkaç yıl daha uzatma arzuları ile hareket ediyorlardı. Ni­ tekim, bu dönemdedir ki ortaokula devam eden kız öğrenci­ lerin tüm öğrencilere oranı en yüksek düzeye ulaşmıştır. Daha da belirgin bir biçimde, 1923 'ten bu yana Cumhu­ riyet Türkiyesi'nin tarihindeki büyük dönemlerde, ortaokul­ lardaki kız ve erkek okullaşma artış oranlarını aynı zaman bi­ rimine indirgeyerek değerlendirecek olursak, aşağıdaki tablo­ yu elde ederiz: Ortaokullarda Okullaşmanın Büyüme Oranlan Dönemler

Kız

Erkek Toplam

Mustafa Kemal'in başkanlığı (1923-1938)

749.97

481.40

610.20

-24.15

-21.32

-22.09

288.84

332.10

320.36

239.41

210.91

218.07

İsmet İnönü'nün Başkanlığı (1938-1950) Demokrat Parti iktidarda (1950-1960)

Mayıs 1960 Devrimi'nden beri (1960-1970)

Görülüyor ki, ortaokullardaki okullaşmada en büyük ar­ tış, özellikle kızlar için, Mustafa Kemal döneminde gerçek­ leşmiştir. İsmet İnönü'nün başkanlığı döneminde kaydedilen düşmenin nedenlerini yukarıda vurgulamıştık. Eğer 1950 ile 1960 arasında kız ve erkek okullaşma yüzdeleri arttıysa, bu­

nu, Demokrat Parti' nin kırsal alanlar aleyhine kentleri ayrıca­ lıklandırma politikası çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Zira, ileride de göreceğiz, Türkiye'de ortaöğretim büyük oran-

123


da kent çocuklarına yöneliktir. Bu dönemde erkek çocuklar kızlara oranla daha çok okullaşırken, 1960 devriminden beri eğilim tersine dönmüştür. Kentlerle kırsal alan arasındaki dengesizlik ortaöğretim­ de, ilköğretimdekinden çok daha duyarlıdır. 1970'te, 10.000 kentli kadına karşılık bir ilkokula kayıtlı kız çocukların sayı­ sı 1.3 02, buna karşılık bir ortaokula kayıtlı kent kökenli kız çocukların sayısı, yalnızca 278. 15'tir ki, bu, 4.68 katı daha az­ dır. Köylerde, 10. 000 köylü kadına karşılık ilkokula giden kız çocukların sayısı 1.150.01., buna karşılık bir ortaokula devam eden köy kökenli kızların sayısı ise 3 5. 79'dur ki, bu da, 3 2. 13 katı daha azdır. Kentlerle köyler arasındaki fark gerçekten önemli görünmektedir. Bölgeler arasındaki uyumsuzluklar da çok belirgindir. 1970-1971'de, 67 üzerinden 3 9 ilin köylerinde ortaokula gi­ den kız öğrenci sayısı ulusal ortalamanın altındaydı (35. 79). Bu 3 9 il arasında 11' i çok düşük rakamlar sunmaktaydı:(} 18)

Bitlis Hakkari Van Mardin Siirt Urfa Diyarbakır Adıyaman Bingöl Ağrı Muş (118) Bkz. 5

124

10.000 kadın nüfusa Okullaşan tüm çocuklar içinde düşen kız öğrenci sayısı kız oranı% 0.16 0.56 0.51 1.92 0.95 1. 78 1.02 1.16 1.55 1.50 1.94 2.87 2.23 2.59 2.73 2.12 3.34 3 . 29 4.3 3 3 . 26 8.08 10.51 ve

6 No.'lu tablolar.


Bu illerin tümü Güney-Doğu Anadolu'da yer almakta ve köy ilkokullarında kız öğrenci sayısı en az olan illere denk düş­ mektedir. Bunların ardından, 10. 000 köylü kadın nüfusa karşılık 1O ile 20 kız arasında değişen bir ortalama ile 12 il gelmektedir. Bu illerin tümü de, Afyonkarahisar dışında, Türkiye'nin do­ ğu yarısındadır. 5' i ülkenin doğu yansında, 6'sı Anadolu'nun batısında ol­ mak üzere 11 ilde 10.000 köy kökenli kadın nüfusa düşen or­ taokullu kız öğrenci sayısı, 20 ile 30 arasında değişmektedir. Son olarak da 6 il, ulusal ortalamaya yakındır. Buna karşılık, 28 il, ulusal ortalamanın üzerinde bir or­ talamaya sahiptir. Bunlar arasında 13 ilinki, 10.000 kadın nü­ fusa karşı 60 ortaokul öğrencisini de aşan çok yüksek bir or­ talama tutturmaktadır: 10.000 kadın nüfusa

Toplam öğrenci

düşen kız öğrenci

içinde kız öğrenci

sayısı

oranı 0/o

Ankara

63.00

15.71

Artvin

63.40

12.60

Burdur

65.93

18.44

İçel

68.24

23. 21

Aydın

69.00

24.62

Uşak

69.95

17.53

Eskişehir

70. 31

19. 17 26.08

İstanbul

71.22

Edirne

72.13

27. 51

Muğla

80. 12

29. 41

Kocaeli

85.88

26. 13

Adana

89.84

21.64

Denizli

96.95

24.93

125


Artvin dışında bu illerin tümü Türkiye'nin batı yansında ve özellikle de, Ankara ve Eskişehir bir yana bırakılacak olur­ sa, tarımın çok gelişmiş olduğu kıyı bölgelerinde ya da çok ya­ kınlarında bulunmaktadır. Üst dilimde yer alıp ulusal ortala­ maya az çok yakın olan öteki iller için de durum aynıdır. 3 No.lu Harita (s. 128) yukarıdaki gözlemlerimizi doğrulamaktadır.. Eğer bu, 10.000 kadın nüfusa düşen ortaokullu kız öğ­ renci sayısı en düşük iller, aynı zamanda kız öğrencilerin top­ lam ortaokul öğrencilerine oranının da en düşük olduğu iller­ se, bu azlığın yukarıda ilkokul konusunda görmüş bulundu­ ğumuz nedenlere dayalı kız-erkek ayrımcılığı ile doğrudan bağlantılı olduğu sonucuna varılabilir. Ana-babaların kızlarını ortaokula göndermedeki isteksiz­ liklerini daha da arttıran bir neden de, kızlan oraya yatılı gön­ derme gerekliliğidir. Geleneksel kafalarda yarattığı sorunlar­ dan başka, bu tür bir karar getireceği giderlerle, zaten denk­ leştirilmesi zor bir bütçeyi iyice altüst edecekti. Kentlerde de aynı bölgesel dengesizlikleri görüyoruz. Kentlerde her 10.000 kadın nüfusa düşen ortaokullu kız öğ­ renci sayısı ulusal ortalaması 278.15 iken: 7 il, 1 OO'den az kız öğrenci ile bu ortalamanın çok altın­ da yer almaktadır. Kız öğrenci / 10.000 kadın nüfusa

Toplam öğrenci

düşen ortaokullu kız ortaokul öğrencisi sayısı

oranı%

Urfa

52.11

10.85

Siirt

66.24

14.81

Hakkari

70.14

12.45

Van

75.05

12.74

Bitlis

81.02

10.31

Muş

90.22

12.15

Adıyaman

93.08

16.21

126


Bu illerin hepsi de Anadolu'nun güneydoğusunda bulun­ maktadır. 12 ilde bu sayı 100 ile 200 arasında değişmektedir: 10.000 kadın nüfusa düşen ortaokullu

Kız öğrenci/toplam

kız sayısı

ö2renci oranı %

Mardin

101.31

18. 17

Diyarbakır

104.21

19.64

Bingöl

127.95

17. 71

Ağn

138.62

16.59

Gaziantep

139. 80

25.57

Çonim

159.66

22.78

Maraş

170. 46

23.59

Konya

181.57

26.78

Rize

189.44

20.35

Erzurum

190.60

23.72

Kütahya

193. 6 1

21.68

Nevşehir

196.14

28.23

Çorum, Konya, Kütahya ve Nevşehir dışında bu vilayet­ lerin tümü ülkenin doğu yansında bulunur. 20 ilden oluşan bir üçüncü grup ilde 10.000 kentli kadın nüfusa düşen ortaokullu kız öğrenci sayısı, ulusal ortalama­ nın altında yer almakla birlikte ona oldukça yakındır. Ek'teki 5 No.lu tabloyu resimleyen 4 No.lu harita (s. 130) bu durumu görmeye yardım eder. 2 ve 4 No.lu haritaların karşılaştırılma­ sı kentlerde il ve ortaokullardaki kız öğrenci devamında en kö­

tü durumdaki illerin çakışmakta olduğunu gösteriyor. Aynı nedenlerin aynı sonuçları doğurduğu ortadadır. (119) Bkz. 5 No.'lu tablo.

127



1970-1971 'de ulusal ortalamanın üzerinde yer alan: 4 ilden oluşan bir grupta ulusal ortalamaya çok yakın olarak 278.15 ile 300 arasında kız öğrenci bulunmaktadır. 21 ilden oluşan ikinci grup ilde, bu sayı 300 ile 400 kız öğrenci arasında değişmektedir: 10.000 kentli kadın nüfusa düşen ortaokullu kız

Kız öğrenci/toplam

öğrenci sa):'.IS!

öğrenci oranı %

Balıkesir

305.22

35.29

Kars

317.99

26.25

Çanakkale

320.05

34.77

Samsun

321.38

33.91

Trabzon

322.38

27.95

Denizli

322.94

34.94

Bolu

328.75

30.80

Giresun

333.27

31.09

Edirne

335.62

38.40

İstanbul

337.61

38.26

Zonguldak

341.97

31.73

Eskişehir

349.47

34.69

lçel

351.89

34.52

Ankara

354.03

35.98

Aydın

356.14

38.04

Niğde

358.34

36.10

Kırşehir

359.82

31.27

İzmir

371.22

39.49 23.35

Artvin

374.54

Uşak

380.89

35.04

Erzincan

386.54

32.62

Son olarak 2 ilden oluşan bir üçüncü grup ilde ortaoku­ la devam eden kız öğrenci sayısı görece yüksektir:

129



10.000 kentli kadın nüfusa düşen ortaokullu kız

Kız öğrenci/toplam

ö2renci sayısı

ö2renci oranı%

Muğla

423.34

40.53

Kırklareli

570.96

39.75

Son iki gruptaki bu 23 il, Kars, Trabzon, Giresun, Erzin­ can ve Artvin dışında Türkiye'nin batı yarısında yer almakta­ dır. Gene bu bölgelerdedir ki ortaokullu kız öğrencilerin toplam ortaokul öğrencilerine oranı en yüksek düzeye ulaşmaktadır. İlköğretimden ortaokula geçişte vurguladığımız kız öğ­ renci sayısındaki bu azalma, ortaokuldan liseye geçişte de gözlemlenebilir. Nitekim, 1970- 1971 ders yılında 10.000 kent­ li kadın nüfusa düşen ortaokullu kız öğrenci sayısı tüm ülke ortalaması olarak 278.15 iken, aynı nüfusa düşen liseli kız öğ­ renci sayısı yalnızca 104.63'tür ki, bu 2.66 kat daha azdır. Köylerde, aynı rakamlar ortaokullli kızlar için 35.79 olarak or­ taya çıkmıştı, oysa 10.000 köylü kadın nüfusa düşen köy kö­ kenli liseli kız öğrenci sayısı yalnızca 5.40'tır ki, ortaokullu kız öğrenci sayısının 6.63 katı azdır. Bu azalma, öte yandan, köy kökenli kızlar için kentli kızlara oranla iki buçuk katı da­ ha önemli olmaktadır. b ) Lise (120) Liseye, ortaokul diploması almış olanlar gidebilir. Türk liseleri, geçirdikleri önemli dönüşümlere karşın, Fransız modeline göre örgütlendiğini gördüğümüz ünlü Ga(120) Notlarda ortaokullarla ilgili olarak adı geçen yapıtlar dışında: M. S. Bilmen, The Turkish Lycee. Its Stable Characteristics and Currilum, (=Türk Li­ sesi, Değişmeyen Özellikleri Öğretim Programlan), Ankara, 1960; R. E. May­ nard, The Lise and its Curriculum in the Turkish Educational System (=Lise ve Türk eğitim sistemi içindeki öğretim programı), Chicago, 1961; A. M. Kazami­ as. age., s. 131-139; 147-151; 226-259; R. Uğurel age., s. 173-178.

131


latasaray Lisesi'nin kopyası olan Osmanlı Sultaniye'lerinin bir devamı sayılabilir. Amaçları (121) değişmemiş, aynı kalmış­ tır ve genç kızlara ve erkeklere mesleksel tipte bir yetişme sağ­ lamaya değil, onlara belli bir genel kültür vermeye yöneliktir. Ayrıca, üniversite öğrenimine giriş olanağı sağlama gibi bir işlevleri de vardır. Bu son işlev, birkaç yıldan beri, çoğunluk­ la yükseköğrenim yapmayı özleyen liselilerin kafasında bü­ yük önem kazanmıştır (122). Bu her zaman böyle olmamış­ tır. Ekleyelim ki, bakanlık ve akademik makamların gözünde Türk liseleri herkese açık bir öğretim veren kurumlar olmak­ tan çok, ilke olarak en yetenekli ve toplumun seçkinlerini oluş­ turacak olan gençler için seçmeci bir eğitim sistemine dayalı kurumlar olarak değerlendirilmektedir. Türk liseleri, Osman­ lı liselerine göre daha geniş toplumsal katmanlardan öğrenci almakla birlikte, gene de, sınıfsal bir kurum olma özelliğini korumaktadırlar. Nitekim, lise öğrencilerinedn %50'sinin ba­ bası bir ortaöğretim kurumunu ya da bir üniversiteyi bitirmiş­ tir; annelerinin öğrenim düzeyi de bundan aşağı değildir (%46) (123). Kız ve erkek lise öğrencilerinin ana-baba meslekleri ara­ sında en ön sıraları memurlar (%23), sanayici ve tüccar (%23) ve serbest meslek sahipleri (%22) almaktadır (124). Açıktır ki, liselerin programları Kemalist yönetimin ku­ rulmasından beri değişiklikler geçirmiştir. Bu programlar, Fransız programlarına kıyasla bir özgürlük taşımadığı için üzerinde durmayacağız, yalnızca belirtelim ki, ulusculuğun yeniden canlandığı 1930'da askerlik dersleri kızlar da dahil ol-

( 121) S. Ertürk, Ş. Uysal, i. Yurt, Milli Eğitim Şurası ile ilgili anket sonuç­ lan, Ankara, 1962, s. 2 l . (122) Bir anketin sonuçlarına göre lise erkek öğrencilerinin %65'i üniver­ siteye, %90'ı ise bir yükseköğrenim kurumuna girmek istemektedir, (A. M. Ka­ zamias, age., s. 134, not. 1 ). (123) A. M. Kazamias, age., s. 233. (124) İbidem, s. 229.

132



mak üzere tüm liselere konmuştur. Gene vurgulayalım ki lise öğretim süresi l 949'da üç yıl­ dan dört yıla çıkarılarak pratik çalışma ve seminerlere, sana­ ta, sanat tarihine ve müziğe daha geniş bir yer ayrılmış, top­ lumsal ve ekonomik tarih de geliştirilmiştir. 1954'te dört yıldan yeniden üç yıla inildi ve daha önce son sınıfta yapılan fen ve edebiyat kolu ayırımı l 957'den iti­ baren ikinci sınıfta yapılmaya başlandı. O tarihten bu yana yal­ nızca küçük değişikliklerle yetinilmiştir. Belirtelim ki hiçbir özel öğretim kızlara ayrılmamıştır (125). Rakamsal verilere gelince, Ek'teki (126) 7 No.'lu tablo, liseli kız öğrenci sayısında çok güçlü bir artış göstermektedir; 1924-1925 ders yılında tüm ülkede yalnızca 612 kız öğrenci liselerde okurken, bu sayı, 118. 96 kat artarak, 1970-1971 ders yılında, 72. 802 'ye ulaşmıştır. Erkek öğrenciler sayısındaki ar­ tış daha az güçlü olmuş, bu sayı 111. 55 kez büyümüştür. Bu­ na karşılık, liseli kız öğrencilerin toplam lise öğrencilerine ora­ nı aşağı yukarı 1924-1925 ders yılınınkiyle aynı kalmış, bu o­ ran, %20 kız öğrenci ile 1945 - 1946 ders yılında en düşük düzeye inmiştir. 5 No.lu çizelge (s. 133) bundan önceki çizelgeler gibi, li­ selerdeki okullaşmanın, genel nüfus artışına oranla daha bü­ yük bir hızla ilerlemekte olduğunu göstermektedir. Gerçek­ ten, bu okullardaki okullaşmış nüfus eğrilerinin eğimi; toplam nüfus artış eğrisinin eğiminden daha güçlüdür. Bu iki okullaşma eğrisinin gözlenmesi gösteriyor ki, 1960'tan bu yana kız okullaşmasındaki büyüme oranı, erkek okullaşmasına oranla hafif yüksektir, gerçekten, bu iki eğri çok küçük bir yakınlaşma eğilimine sahiptir. Bu yakınlaşmanın göz(125) Bu konuda Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayımlanan Lise Müfredat Programlarından oluşturulmuş değişik programlara bakılabilir. (126) Bkz. 7 No.lu tablo.

134


le zor fark edilir olması, liselerde bir kız/erkek okullaşma fiili eşitliğinin ancak çok uzak bir gelecekte gerçekleşebileceğini göstermektedir. Üstelik bu eğilim düzenli olmaktan uzak oldu­ ğu gibi belli dönemlerde uzaklaşmaya doğru bile gelişmiştir. Daha önceki çizelgelerde olduğu gibi liselerdeki kız ve erkek okullaşma eğrilerinde gözlenen düşüşler savaş yılları­ na rastlamaktadır. 1923 'ten itibaren Türkiye'nin büyük tarihsel dönemlerin­

de liselerdeki okullaşma artış oranlarını aynı zaman birimine indirgeyerek değerlendirecek olursak aşağıdaki sonuçlan el­ de ederiz: Liselerde okullaşma artış oranları

Dönemler

Kız

Erkek Toplam

Mustafa Kemal'in başkanlığı (1923-1938)

613.03

769.23

726.44

-23.22

-8.55

-12.00

292.44

188.74

209.99

352.47

290.98

306.85

İsmet lnönü'nün başkanlığı (1938-1950) Demokrat Parti iktidarda (1950-1960)

Mayıs 1960 Devrimi 'nden beri (1960-1970) Bu veriler gösteriyor ki: •Okullaşma oranlan en yüksek düzeye Kemalist dönem­ de ulaşmış, fakat ilk ve ortaokuldakinin tersine olarak, bu dö­ nemde, erkeklerin okullaşması kızlara oranla daha güçlü ol­ muştur. • İsmet İnönü dönemindeki düşmeyi esas olarak savaşın olumsuz etkileriyle açıklamak gereklidir. • Demokrat Parti'nin iktidarda bulunduğu dönem bo-

135


yunca, özellikle kızlar için görülen ve 27 Mayıs 1960 devri­ minden sonra daha da güçlenen artış, gene de Mustafa Ke­ mal 'in sağlığında sahip olduğu döneme ulaşmış olmaktan ha­ la uzaktır. Aynca, 1923'ten bu yana gözlediğimiz ilerleme, bir bi­ çim olmaktan da uzaktır. İlk ve ortaokullarda olduğu gibi böl­ geler arasında büyük dengesizlikler vardır. Köyler açısından, 5 No.lu haritada (s. 137) görüldüğü gi­ bi, 1O ilde 1970-1971 yılında, köy kökenli hiçbir kız, herhangi bir liseye gitmemektedir. Diğer 39 ilde 10.000 köylü kadın nü­ fusa karşılık okullaştırılan genç kız sayısı o denli önemsizdir ki, bu illerin adını anmak bile gereksizdir. Bu sayı, zaten kendisi pek düşük olan (5.40) ulusal ortalamanın da altındadır. Daha ayrıntılı bilgi için 8 No.lu tabloya başvurulabilir. (127) Haritada gösterilen 28 ilde, 10.000 köylü kadın nüfusa düşen liseli köy kökenli kız öğrenci sayısı, ulusal ortalamanın üzerindedir. 3 ilde bu sayı ulusal ortalamaya çok yakınken, 7 ilde 8 ile 1O arasında değişmekte, 8 il ise, bu sayının üzerine çıkabilmektedir. Liseye kayıtlı toplam kız öğrencilerin bir ba­ şına % 47'sini oluşturan bu 8 ilin tümü, Elazığ bir yana bıra­ kılacak olursa, Türkiye'nin batısında, kıyıya yakın ve en ge­ lişmiş tanın bölgelerinde yer almaktadır. Kentler açısından, illerin büyük çoğunluğunu oluşturan 55 vilayette 1970-1971 ders yılında liselerde okuyan kız öğ­ renci sayısı ulusal ortalamanın altındaydı. A nımsayalım ki bu ortalama, 104.63'tü. Bunlar Ek'teki (128) 8 No.'lu tabloyu re­ simleyen 6 No.'lu haritada gösterilen illerdir (s. 137): Aynı 9 ilde, 10.000 kentli kadın nüfusa düşen liseli kız öğrenci sayısı, hep 20'nin altındaydı. 7 ilde bu sayı 20 ile 40 arasında değişiyordu. (127) Bkz. 8 No.lu tablo. (128) Bkz. 8 No.lu tablo. 136



12 il için bu sayı 40 ile 60 arasında yer almaktaydı. 16 ilde 60 ile 80 arasında liseli kız öğrenci vardı. Ve 11 ilin kentsel ortalaması ulusal ortalamaya yaklaşı­ yordu. Haritada yalnızca 12 ilde 10 .000 kentli kadın nüfusa dü­ şen liseli kız öğrenci sayısı ulusal ortalamanın üzerindeydi. Bu 12 ilde bulunan toplam 45.220 liseli kız öğrenci, Türkiye'de kentsel yerleşim yerlerindeki liselerde okuyan toplam kız öğ­ rencilerin 7/lO'unu oluşturuyordu. Türkiye'nin en büyük üç ili olan İstanbul, Ankara ve İzmir, yalnız başlarına bu sayının 34.210'unu vermekteydiler ki, bu kentsel çevrede bir liseye devam eden kız öğrenci sayısının yarısından fazlası demektir. Demek ki Türkiye'de liseler hala öncelikle kentli kızların, hat­ ta büyük kent kızlarının devam ettiği kurumlar olma özellik­ lerini korumaktadırlar. Liselerdeki toplam öğrenciler içinde kız öğrencilerin ora­ nı ve bu oranın illere dağılımı konusundaki Ek'teki 9 No.'lu tabloya başvurulabilir (129). Burada gözlemlenecektir ki İz­ mir gibi bir ilde, 1970-1971 yılında, kız öğrencilerin toplam lise öğrencilerine oranı% 42 . 55'e ulaşırken, aynı oran Bingöl gibi bir ilde% 7. 64' e kadar düşüyordu. Bölgesel dengesizlik­ ler, özellikle köyler söz konusu olduğu zaman çok daha du­ yarlılaşmaktadır. Öğretimin öteki kademeleri için belirtilmiş olanlarla aynı olduklarından, bu durumun nedenlerini burada araştıracağız. C-

Mesleki ve Teknik Öğretim (130)

Kemalist hükümet, Osmanlı İmparatorluğu'nda, özellik(129) Bkz. 9 No.lu tablo. ( 130) R. Özalp, Türkiye' de mesleki ve teknik öğre!im, Ankara, 1956; T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Türkiye'de Mesleki ve Teknik Oğretim, Ankara, 1962;

idem, L 'enseignement professionnel et technique en Turquie (aynı yayının Fran­ sızcası) Ankara, 1962.

138



le İstanbul 'da, sınırlı bir biçimde de olsa var olduğunu ince­ lememizin birinci kesiminde de gördüğümüz, mesleksel ve teknik öğretimi hemen düzenlemeye ve geliştirmeye koyuldu. Klasik genel ortaöğretim gibi bu öğretim de iki kademe­ den oluşur: Birinci kademe, ortaokullara denk düşen orta dereceli mesleksel ve teknik okulları içerir. Kız ve erkek ilkokul me­ zunlarını kabul eden bu okullar üç yıllık bir eğitim verirler. Buradaki öğretimin amacı, belli bir kalifikasyona sahip genç kız ve erkek işçiler yetiştirmek ya da mesleksel ve teknik ens­ titü ve liselere girişe hazırlamaktır. Bu son kurumlar da mesleksel ve teknik öğretimin ikin­ ci kademesini oluştururlar. Bunlar, okuluna göre iki ya da üç yıllıktır. Buralara, mesleksel ve teknik ortaokulları bitirenler­ le genel ortaokul diplomasına sahip olanlar girebilir. Bu ikin­ ci kademe, orta derecede kadrolar yetiştirmeyi ya da yükse­ kokullara, hatta belli koşullarla, üniversiteye girişe hazırlar. 1970-1971 ders yılında bu okulların ilk kademesinde top­ lam 71.364 öğrenci kayıtlıydı ki bu rakam, mesleksel ve tek­ nik öğretimdeki öğrenci sayısının% 29.33'üydü, İkinci kade­ medeki öğrenci sayısı ise 172.780 ile toplam öğrencilerin % 70.67'sini oluşturuyordu. Mesleksel ve teknik okulların programları, ayrı ayrı ku­ rumlar ve verilen eğitim göz önüne alınarak hazırlanmıştır, an­ cak hepsinde ortak olarak genel kültür dersleri vardır. Ek'teki (131) 1O No.' lu tablonun da gösterdiği gibi mes­ leksel ve teknik okullar 1923'ten beri önemli bir gelişme gös­ termişlerdir. O tarihte bu okllara kayıtlı öğrenci sayısı yalnız­ ca 6.547 iken bu sayı, 37.29 kat artarak, 1970-1971'de 244. 144' e ulaşmıştır. Gelişme, kızlar için, erkeklere göre çok

( l 3 l) Bkz. 1 O No.lu tablo.

140



daha hızlı olmuştur: 1923-1924 yılında yalnızca 1.375 kız öğ­ renci bu okullarda kayıtlı iken, 1970-1971'de bu sayı 60.23 ka­ tı artarak 82.816'ya yükselmişti. Oysa aynı dönem içinde er­ kek öğrenci sayısı yalnızca 31.19 katı bir artış göstererek 5.172'den 161.328'e ulaşmıştır. 6 No.lu çizelge (s. 141) bir yandan mesleki ve teknik öğ­ retimde okullaşmanın genel nüfus artışından daha hızlı oldu­ ğunu, öte yandan da, erkek okullaşma eğrisinin ortaokullar­ daki reformla birlikte güçlü bir eğim kazandığını göstermek­ tedir. Yukarıda da vurguladığımız gibi, bu reformlar sonucu, ortaokullar erkek çocuklar gözünde mesleksel ve teknik okul­ lar lehine gözden düşmüş, buna karşılık kız çocuklar bu ge­ lişme karşısında daha az duyarlık göstermişlerdir. 1952'den iti­ baren erkek nüfus okullaşma eğrisi düzenli hale gelir ve her iki okullaşma eğrisi 1970-1971'e dek düzenli biçimde süre­ cek olan bir yakınlaşma eğilimine girerler. Bu yakınlaşmanın ne anlama geldiğini başka çizelgeleri incelerken görmüştük. Aşağıdaki tablo, çağdaş Türkiye'nin tarihindeki değişik büyük dönemlerde mesleksel ve teknik öğretimde okullaşma artış oranlarını göstermektedir: Dönemler

Kız

Erkek Toplam

Mustafa Kemal'in başkanlığı (1923-1938)

155.30

35.87

60.96

155.41

459.99

349.50

153.99

66.04

84.17

201.51

128.69

149.10

İsmet İnönü'nün başkanlığı (1938-1950) Demokrat Parti iktidarda (1950-1960) Mayıs 1960 Devrimi'nden beri ( 1960-1970)

Tablodan görülmektedir ki, son dönemin önemli artışı is­ tisna edilecek olursa, kızlarda artış oranı fiilen değişmeyen bir gelişme göstermiştir.

142


Öteki eğitim kademelerinde gözlemlenen bölgesel den­ gesizlikler, belirgin biçimde, mesleksel ve teknik okullar için de geçerlidir. Bu okulların pek çoğu bölgesel planda öğrenci aldığı için bu dengesizliği değerlendiremiyoruz. Genel orta­ öğretime oranla daha az belirgin olmakla birlikte, gene de kentlerle köyler arasındaki dengesizliğe değinebiliriz. 19701971 yılında kentlerde 10.000 kentli kadın nüfusa düşen mes­ leksel ve teknik okul kız öğrencisi sayısı 99.50·iken bu okul­ lara kayıtlı köy kökenli kız öğrenci sayısı yalnızca 17.25 ola­ rak karşımıza çıkmaktadır ki, bu, 5.77 kez daha düşük bir ra­ kamdır. Kızların devam ettiği belli başlı mesleksel ve teknik okul­ lar nelerdir? Kız Orta Sanat Okulları ve Kız Enstitüleri: Bu kurumla­ rın kökeninde, incelememizin birinci kesiminde l 865'te Mit­ hat Paşa tarafından Rusçuk'ta kurulduğunu gördüğümüz, ilk meslek okulu vardır. Aynı modele göre daha başkaları da ku­ ruldu. Buralarda özellikle Osmanlı ordusu için giysi dikimi öğretiliyordu. Programlarına getirilen belli değişikliklere kar­ şın bu okullar, Cumhuriyetin gelişine kadar gerçek bir teknik okul yapısına kavuşamamışlardır. 1928-1929 ders yılından itibaren bu okullar Kız Enstitüleri adını almışlardır. İlkokul­ larda görülen eğitimin devamı niteliğindeki öğretimleri de beş yıl sürüyordu. 1943'te bu okulların ilk üç yılı Kız Sanat Orta­ okulları adıyla ayn bir kademe olarak örgütleniyor, dördüncü ve beşinci sınıflarsa ikinci kademeyi oluşturarak enstitü adı­ nı koruyordu. Her iki kademe 1949'da birbirinden tümüyle ay­ rılıp bağımsız eğitim kurumlan haline geldi. 1950'de genel or­ taokul mezunu kızlara kapılarını açan Kız Enstitüleri'nin öğ­ retim süresi 1963'te bir yıl uzatılarak üç yıla çıkarıldı. Bu okullara devam eden genç kızlar, aldıkları genel kül­ türden başka, biçki, dikiş, nakış, resim, modelcilik, ev sanat-

143


lan, çocuk bakımı, halk sağlığı ve bunun evde uygulanışını öğreniyorlardı. Kız Orta Sanat Okullan ve Kız Enstitüleri 1923'ten beri yavaş fakat düzenli bir gelişme ve ilerleme göstermişlerdir. Ek'teki 11 No.' lu tablonun (132) da gösterdiği gibi, 19231924 ders yılında bu okullardaki öğrenci sayısı yalnızca 592 iken, bu sayı ,1970-1971'de, 57.34 kat artarak 22.030'u orta, 11.917'si Enstitü kısmında olmak üzere, toplam 33.947' ye u­ laşmıştır. Kırsal alan kökenli kız öğrenci oranı orta kısımda % 14.64, Enstitülerde ise % 6.13'tü. İlköğretmen Okullan: Öğretmen okullan, belirttiğimiz gibi, genç kızlara kapılannı açan ilk meslek nitelikli eğitim kurumlandır. Türkiye 'de iki tip öğretmen okulu vardır.1970-1971 ders yılında 27.994 öğrencinin okuduğu 27 birinci tür öğretmen okulunda birincisi ortaokulun, ikincisi lisenin karşılığı olmak üzere, üçer yıllık iki kademe bulunur. Bunlar 1932'de köy öğ­ retmeni yetiştirmek amacıyla kurulmuştur. Öğrencilerini bü­ yük ölçüde kırsal kesimden devşirirler, 1970-1971 yılında köy kökenli 6.482 öğrenciye karşılık kent kökenli öğrenci sayısı 3.321'dir. İkinci tür öğretmen okulları tek kademeden oluşmakta, ortaokul mezunu gençlere açık bulunmaktadır. 1970-1971'de bu tür 62 öğretmen okulunda 36.955 öğrenci okumaktaydı. Öğrencileri çoğunlukla kent kökenlidir. 1970-1971 ders yılın­ da bu okullara devam eden 17.036 kent kökenli kız öğrenci­ ye karşılık yalnızca 3.588 köy kökenli kız öğrenci kayıtlıdır. Ek'teki 12 No.'lu tablo, (133) öğretmen okullarına devam eden kız öğrenci sayısının gelişimini göstermektedir. 1923(132) Bkz. l 1 No.lu tablo. (133) Bkz. 12 No.lu tabloda yer almayan bu paragraftaki rakamlar, DEi, Mil­ li Eğitim istatistikleri, öğretim yılı başı, 1970- 1971, s. 44 ve 46' dan alınmıştır.

144


1924'te 783 olan bu sayı, 1970-1971 'de, 38.86 kat artarak 30.427'ye ulaşmıştır. Erkek öğrenci sayısındaki artış aynı dö­ nem için çok daha az önemli olmuş, 19.78 kat bir büyüme ile l .745'ten 34.522'ye çıkmıştır. Öğretmen okullarının toplam öğrenci sayısı içindeki kız öğrenci oranı da çok önemli bir gelişme göstermiştir. 19701971'de bu oran % 46.85 'ti. Oysa bu oran Atatürk'ün öldüğü yıl olan 1938'de % 54.05'i bulmuştu. İşaret edelim ki daha çok köy kökenli öğrencilerin oku­ duğu birinci ı:ür öğretmen okullarında kız öğrenciler, erkek öğ­ rencilere göre çok daha az kalabalıktırlar (% 35.02). Buna kar­ şılık, daha çok kent kökenli öğrencilerin devam ettiği ikinci tip öğretmen okullarında kızlar erkek öğrencilere göre daha çoktur (% 60.09). Yukarıda üzerinde durduğumuz köy öğret­ menlerinin kötü çalışma koşullarinın bu durumun ortaya çık­ masında etkili olmadığı söylenemez. Bu durumu açıklamak amacıyla, ailelerin, kızlarının okul bitince evden ayrılarak tek başına bir köyde yaşamasına karşı belli bir direnç gösterdik­ lerini de eklemek gerekir. Ticaret Ortaokulları ve Ticaret Liseleri: Ticaret öğretimi de iki kademeyi içermektedir. Ticaret Ortaokulları, ekteki 13 No.'lu tablonun gösterdiği gibi, (134) 1964-1965'e kadar sü­ rekli bir büyüme göstermiş, bu tarihten sonra ise gerilemeye başlamıştır. 1964-1965 ders yılında 9.058 olan öğrenci sayı­ sı, 1970-1971'de, 135'i kırsal kökenli olmak üzere, 722' ye düş­ müştür. Bu okulları bitirenlere iş veren ticaret işletmeleriyle banka ve sigortaların istekleri öylesine büyümüş ve karmaşık­ laşmıştı ki burada verilen eğitim çok yetersiz kalmıştır. Tersine, ekteki 14 No.'lu tablonun da gösterdiği üzere ( 135) Ticaret Liseleri belirgin bir gelişme göstermiştir. Kurul(134) Bkz. 13 No.lu tablo. (135) Bkz. 14 No.lu tablo.

145


dukları 1932 yılında bu liselerde 45 kız öğrenci vardı. 19701971 ders yılında ise bu sayı, 120.24 kat artarak 5.411 'e çıka­ caktır. Erkek öğrenci sayısı da aynı dönemde 65.31 kat büyü­ müştür. Ticaret Liseleri toplam öğrenci sayısı içinde kız öğrenci oranı 1932-1933 ders yılında% 12.75'ten, 1970-1971 ders yı­ lında % 21.20'ye yükselmiştir. Burada da, bir kez daha, öğrencilerin kentsel çevreden geldiğine değinelim. Toplam kız öğrencilerin % l 5.36'sı olan yalnızca 831 kız öğrenci köylerden gelmekteydi. (136) Sağlık Okulları: Ortaokulu bitiren kız ve erkek gençlere açıktır. Hemşire okulları, çocuk bakım okulları, laborant okul­ ları, sağlık memuru ve köy ebesi okulları, biçiminde farklıla­ şan bu okullar, 1961 'den itibaren, Sağlık Kolejleri içinde ye­ niden gruplandınlmışlardır. Yalnızca, ortaokul düzeyinde olan köy ebe okulları, ayn kurumlar olarak özerkliklerini koru­ muşlardır. 1927-1928 ders yılında sağlık okullarındaki kız öğrenci sayısı yalnızca 285 iken bu sayı, 1970-197l'de, 35.23 katı bir artış göstererek 10. 041 'e ulaşmıştır. Ekteki 15 No.'lu tablo­ nun da gösterdiği gibi (13 7) kızlar, toplam öğrenci sayısının % 86.09'unu oluşturmaktaydı. Köy kökenli öğrenciler bu okullarda önemli bir orandadır. Sağlık Kolejlerindeki kız öğ­ renciler toplamının % 26.27'si, köy ebe okullarınınsa % 59.01 'i köy kökenlidir. (138) Konservatuvarlar: Bu okulların gelişimi, ekteki 6 No.'lu tabloda gösterilmiştir (139). 1950-1951 ders yılından beri kız öğrenciler çoğunluktadır. 1970-1971 ders yılında, toplam öğ( 136) DlE, Milli Eğitim istatistikleri, öğretim yılı başı 1970-1971, s. 57. ( 137) Bkz. 15. No.lu tablo. ( 138) DIE, Milli Eğitim istatistikleri, Öğretim Yılı Başı, 1970- 1971, s. 62.65.

146


renci sayısının% 63.36'sını oluşturan 823 kız öğrenci bu okul­ lara devam ediyordu (140). Kız öğrenci sayısı ve oranı bakımın­ dan daha az önemde bir dizi başka okullar da vardır. 1970-1971 itibarıyla bu okulların adlan ve kız öğrenci sayılan şöyledir: Sekreterlik Okulları Otelcilik ve Turizm Okulları Ev Ekonomisi Okulları Maliye Meslek Okulları Kız Meslek Öğretmen Okulları Tapu ve Kadastro Meslek Okulları İmam-Hatip Ortaokulları İmam-Hatip Liseleri Terzilik Ortaokulları

611 35 279 3 117 2 833 20 132

D - Yükseköğretim Genç kızlar, incelememizin birinci kesiminde gördüğü­ müz gibi, ancak 19 l 4'ten itibaren yükseköğrenim görmeye hak kazanmışlardır. Tıp Fakültesi'nin kapılan ise kız öğren­ cilere ancak 16 Eylül 1921 tarihli Mebusan Meclisi karan ile açılmıştır. (141) Yukarıda, Cumuriyet hükümetinin, üniversiteyi yeniden düzenlemesi için Cenevre'de profesör olan Albert Malche'i 1932 yılında danışman sıfatıyla Türkiye'ye çağırdığını belirt­ miştik. Milli Eğitim Bakanlığı 'na sunduğu raporda Albert Malche, özellikle Türk aydınlarını "bilimi mümkün olduğu ka­ dar yükseğe çıkarma ve ilerletmeye" hazırlamak (142) gerek­ liliği üzerinde duruyordu . Y ükseköğretimin bilimsel yönü Mustafa Kemal'in ardından Milli Eğitim Bakanlığı'nca da (139) BK.z. 16 No.lu tablo. (140) DIE, Milli Eğitim Hareketleri, 1942-1972, Ankara, 1973, s. 35-39. ( 141) M. Pemod, La question Turque ( Türk sorunu), Paris, 1923, s. 160. (142) R. Uğurel, a.g.e., s. 181. =

147


doğrulanıyor, "bu öğretimin günlük yaşamın gereksinmeleri­ ne uydurulması"nın (143) gerekliliği üzerinde duruluyordu. Neredeyse tam bir özerklikten yararlanmakta olan üniver­ siteler, 1933'te bu özerkliği yitirecek, doğrudan Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanacaklardır. 1961'den beri de Anayasa'nın 120. maddesi ve Üniversiteler Yasası'na göre yönetilmektedir­ ler. Yeni duruma göre üniversiteler devlet tekeli altındadır ve ancak yasa ile kurulabilir. Anayasaya göre üniversiteler mali ve bilimsel özerkliği olan kamu tüzelkişileridir (144). Y üksekokullar için durum bambaşkadır. Bir özel öğretim, bunların çoğalmasını ve gelişmesini büyük ölçüde kolaylaştır­ mıştır. Bu yüksekokulların öğrenci sayısı altı yılda üç katına çıktı ve l 967'de üniversitelerin öğrenci sayısını geride bıraktı. Birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Türk yükseköğre­ timi de bir bunalım geçiriyordu. 1968 Haziran'ında öğrenci­ ler birçok binayı işgal ederek öğretimin modernleştirilmesi, öğretmenlerle öğrenciler arasında, o zamana dek geleneksel nitelikte kalmış olan ilişkilerin dönüştürülmesini; öğrencile­ rin üniversite yönetimine katılmalarını ve temel toplumsal­ ekonomik gereksinimlerinin karşılanmasını istediler. Üniversite sayısı da yükseköğretim adaylarının tümüne öğrenimlerini sürdürme olanağı sağlamada yetersiz kalmıştı. 1968-1969 ders yılında 27.000 genç yükseköğretime gireme­ mişti. Hükümet bu adaylara, yıllık ücreti o zaman 3.000 Türk Lirası'nı bulan özel yüksekokullara kaydolmalarını salık ve­ riyordu. Ekonomik koşullarının sallantıda olması nedeniyle bu adayların çoğu, açıktır ki, bu tavsiyeye uyamazdı. Daha çok kar amacıyla hareket eden bu özel kurumlar şaşırtıcı bir hız( 143)Annuaj.re International de l'Education et de 1'Enseignement(=Uluslararası Eğitim ve Oğretün Yılhgı), Cenevre, 1935, s. 386. .. ..(144) M. Turhan, Universıte Problemi, lstanbul, 1967; T. Yüce, Universi­ te ve Ozerklik, Erzurum, 1971; W. F. Weiker, A.cademic Freedom and Problems Qf Higher Education in Turkey (=Akademik Ozgürlük ve Türkiye'de Yüksek Oğretımin Sorunları), MEJ içinde, XVI, l?.62, s. 279-294; E. Fotos, An Appre­ ciation ofTurkish University Life(=Türk Universite Yaşamını Bir Değerlendir­ me), Middle EastAffairs içinde, VI, 1955, s. 248-258.

148


la ve tümüyle mantar gibi çoğalmışlardı. Örneğin, özel gaze­ tecilik yüksekokulları, l 969'da Türk basınındaki toplam ga­ zeteci sayısından daha fazla mezun vermişti (145). Bu okul­ lar üstelik yeterince denetlenememekte ve burada verilen öğ­ retim düşük nitelikli olmaktaydı. Ekteki 17 No.'lu tablo (146) Türkiye'de yıllara göre yükse­ köğretimin gelişimini ve üniversite ve yüksekokullarda okuyan kız öğrencilerin toplam öğrenci sayısına oranını göstermektedir. 1970-1971 ders yılında üniversitelerde, 60.660'ı erkek, l 6.079'u kız olmak üzere toplam 76. 739 öğrenci okumaktay­ dı. l 927'den bu yana kız öğrencilerin sayısı 53.42 kat, erkek öğrenci sayısı ise 24.67 kat artmıştı. Bu verilerin üniversite iti­ barıyla ayrıntılarını görmek için, ekteki 18-25 No.'lu tablola­ ra bakılabilir. (147) Y üksekokullarda ise, 1970-1971 ders yılında, 77.099'u erkek, 15.955'i kız olmak üzere toplam 93.054 öğrenci oku­ maktaydı. 1927'den bu yana görülen artış, bu okullarda, erkek öğrenci sayısında 75.74 kat, kız öğrenci sayısında ise 113.96 kat olmuştur. Y üksekokullarla ilgili olarak ayrıntılı bilgi için Ek'teki 26 No.'lu tabloya başvurulabilir. (148) Y ükseköğretimin tümü için 1923-1924 ile 1970-1971 ders yılı arasında erkek öğrenci sayısı 52.40, kız öğrenci sa­ yısı da 112.40 katı bir artış göstermiştir. 7 No.'lu çizelgede belirtildiği gibi, iki okullaşma eğrisi­ nin gözlemlenmesi, tereddütlerle de olsa, kız öğrencilerin yük­ seköğrenime devam oranlarının erkek öğrenci devam oranına göre, daha hızlı büyüdüğünü göstermektedir. Mesleksel ve teknik öğretim dışında tüm öğretim kade­ melerinde görüldüğü gibi, bu ilerleme, Mustafa Kemal 'in sağ­ lığında en yüksek, Demokrat Parti iktidarı döneminde ise en (145) A. Kazancıgil, L'abse . ııce d'une politique coherente est iı l'origine de la erise de L'cnseignemeiıt (� Oğretimdeki bunalımın kökeninde. tutarlı bir eğitim politikasının bulunmayışı vardır), Le Monde, 28 Eylül 1968. (146) Bkz. 17 No.lu tablo. (147) Bkz. 18-25 No.lu tablolar. (148) Bkz. 26 No.lu tablo.

149



düşük olmuştur. Aşağıdaki tablo bunu göstermektedir:

Dönemler Mustafa Keınal'in başkanlığı ( l 923- l 938) İsmet İnönü'nün başkanlığı (1938-1950) Demokrat Parti iktidarda

Erkek Toolam

Kız

361.12

151.72

165.32

141.53 145.68

(1950-1960)

148.18

122.13 127.04

Mayıs 1960 Devrimi'nden beri (1960-1970)

188.67

220.58 214.03

l 72.21

Liselerde var olan bölgelerarası dengesizlik, hiç kuşku­ suz yükseköğretimde de karşımıza çıkmaktadır; Ne var ki, hiçbir resmi istatistik öğrencilerin kökenlerini belirtmediğin­ den bu dengesizliklerin değerlendirilmesi çok güçtür. Aşağıdaki tablo ise, kız ve erkek öğrencilerin öğrenim dallarına göre dağılımını ve aynı zamanda kız öğrencilerin top­ lam öğrenci sayısına oranını göstermektedir (149):

Ö2renim Dalları

Kız

insan bilimleri (tarih, arkeoloji, edebiyat, dil, ilahiyat, felsefe, psikoloji) 6.295 E itim Bilimleri e itim, eda o'i 5.920 uze anat ar mımar ı , resım, atik sanat, vb.) müzik, heykel, 1.135

Rükuk 1 oplumsal bılımler (ekonomı,

1 I.8II

ticaret, istatistik, siyasal-bilimler, yönetim bilimleri, sosyal hizmetler, 43.079 azetecilik, sos olo·i, co a a, vb. oğa ı ım er astronomı, otanı mya, fizilc, jeoloji, jeofizik, matematik, meteoroloıı, zooloji, vb.) 8.677 Politeknik 42.333 Tıp bılımlen (tıp, dışçılık, eczacılık, fizyoterapı, halk sa lı ı hem irelik, ebelik vb. 14.203 anm tanm, orman, 4.306 veteriner, vb.)

Erkek Toplam

Kız %

10.766 9.576

41.53 38.18

4.471 3.656

2.746

626

14.557

1.761

35.55

6.682

49.761

13.43

2.247 3.330

10.294 45.663

20.57 7.29

7.901

22.104

35.74

375

4.681

8.01

18.86

Buradan ortaya çıkmaktadır ki kızlar bilimsel ve teknik dal(149) DİE, Türkiye İstatistik Yıllığı, 1973, Ankara, 1974, s. 132.

151


lardan çok klasik öğrenime yönelmektedirler. Ancak, bilimsel ve teknik dallan da tümüyle terk etmiş olmaktan uzaktırlar. Öğretimin değişik kademelerindeki kız öğrencilere ayır­ dığımız bu sayfaları bitirirken, her şeyden önce, yeni Türki­ ye'nin elli yıl içinde çok büyük bir yol aldığını kabul etme­ miz gerekmektedir. Bu yolu daha iyi değerlendirebilmek için, Türkiye'nin eğitim alanında geçmişten devraldığı mirası göz­ den kaçırmamak gerekir. Üstelik, uğradığı bitip tükenmek bil­ meyen savaşlar sonucunda Türkiye yıkıktı ve sallantıda bir ekonomik durum içinde bulunuyordu. Daha Kurtuluş Savaşı biter bitmez büyük bir ekonomik bunalım genç cumhuriyeti temellerinden sarsacaktı. Bazı yöneticilerin deneysizliği, kredi yokluğu ve ülkenin en usta ve yetenekli elemanlarının kaybedilmesi, işlerde ge­ nel bir durgunluk yaratmıştı. 1924 ve 1925 yıllarındaki iki kö­ tü ürün, yiyecek fiyatlarını yükseltmişti (...). Demiryolları ar­ tık kendi giderlerini karşılayamaz olmuştu. Gemi işletmeleri iflasın kenarına gelmişti. Hazine tamtakırdı ve açıklarını ka­ patamıyordu. Alışık oldukları yabancı sermaye akımının ke­ silmesiyle bankalar, imalat atölyeleri, maden işletmeleri ka­ pılarını birer birer kapıyorlardı. Türkiye'nin ekonomik yapı­ sı adeta felç olmuştu (150). Ve bu durumla, her şeyin yeni baştan kurulması gereken bir dönemde karşılaşılıyordu: Limanlar, yollar, demiryollan, tanın, sanayi. Ekonomik alanda harcanan çok büyük çabaya karşın Türkiye bugün, birey başına ulusal ürünü düşük bir "gelişmekte olan ülke" olarak kalmıştır. Bu miktar, l 965 yı­ lında yalnızca 240 dolardan ibaretti (151) .

(150) Benoist-Mechin, Le loup et le leopard. Mustafa Kemalou la mort d'un Empire (=Kurt ya da leopar. Mustafa Kemal ya da bir imparatorluğun ölümü). Paris, 1954, s. 345. (151) Bu rakam aynı tarihlerde ABD' de 3.020, Fransa' da 1.540, Yunanis­ tan' da ise 510 dolardı. (E. Esenkova, age., s. 115).

152


Bu açıklamaları böylece belirledikten sonra, aynı biçim­ de kabul etmemiz gerekir ki, Türkiye, Atatürk'ün ölümü ve Kemalizmin uğradığı saldırılar sonucu, tüm çocuklarını okul­ laştırma çaba ve girişimlerini gevşetmiştir. Gördüğümüz üze­ re bu yavaşlatma, bazılarının düşünmeye eğilimli oldukları gi­ bi, yalnızca Demokratik Parti'nin iktidara gelmesinden kay­ naklanmamaktadır. Bu yavaşlama, kendisini, daha Gazi'nin ölümünü izleyen birkaç yıl içinde hemen duyurmuştur. İkin­ ci Dünya Savaşı ve Türkiye'nin bu yüzden katlandığı özveri­ ler, İsmet İnönü döneminin sıkıntılarını hiç olmazsa kısmen açıklayabilir. Buna karşılık, hiçbir şey Adnan Menderes hü­ kümetinin bu alandaki eksikliklerini mazur gösterebilecek gi­ bi değildir. 1960 Devrimi'nden sonra Türkiye bazı sapmaları düzeltme yoluna gittiyse de, kızların okula devamı başta ol­ mak üzere, okullaşmanın ilerlemesinin belirgin bir gecikme kaydettiği yadsınamaz bir gerçektir. Kemalizmden yarım yüzyıl sonra, 1970'te, bölgeler ve kentlerle köyler arasındaki büyük dengesizlikleri içerdiği bi­ linciyle, ilköğretimde kız öğrencilerin toplam öğrencilere ora­ nı yalnızca %42.30'dur. Oysa UNESCO' nun tatmin edici ka­ bul ettiği oran %46'dır (152). Türkiye, ilköğretimde kızlarını okullaştırma alanında Ortadoğu'daki Ürdün ve Lübnan bir ya­ na bırakılacak olursa (153) (sırasıyla %44 ve %45), Irak, Su­ riye, İran, hatta Mısır gibi komşularını geride bırakmıştır. 11köğretimde kız öğrencilerin toplam içindeki paylan, bu ülke­ lerde, sırasıyla şöyledir: Irak: %29, (154) Suriye: %36 (155), İran: %33 (156), Mısır: %38 (157). Ancak, Batılı bir ulus olma savındaki Türkiye, en geliş(152) E.Sullerot, La Femrne dans la Monde Modern(= Modem Dünyada Kadın), Paris, 1970, s. 176. (153) UNESCO, İstatistik Yıllığı, 1973, Paris, 1974, s. 152. (154) fbidem, s. 151. (155) lbidem, s. 153. (156) lbidem, s. 151. (157) lbidem, s. 144.

153


miş Avrupa ülkeleriyle olmasa bile, uzun yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu'nun birer eyaleti olarak kalmış bulu­ nan ülkelerle karşılaştırılmalıdır. Oysa bu ülkeler, 1970'te Tür­ kiye'ninkinin üzerinde bir kız okullaşma oranı tutturmakla kal­ mamışlar, bu alanda kızlarla erkekler arasında dengeyi ve ey­ lemli eşitliği de gerçekleştirmişlerdir. 1970'te bu oran Arna­ vutluk'ta %47 (158), Yugoslavya'da o/o47 (159), Bulgaristan (160) ve Yunanistan'da (161) %48'dir. Çok sayıda Türk kö­ kenli halklarıyla SSCB'ye gelince o da %49'luk bir orana u­ laşmıştı (162). Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ilkokullarında bile kız öğrenci oranı %48'i bulmaktaydı (163). Gene l 970'te, genel ve teknik ortaöğretimde, toplam öğ­ rencilerin yalnızca %29'unu oluşturan Türk kızları daha da azınlıktadırlar (164). Yukarıda değindiğimiz Avrupa ülkeleri Türkiye'yi bu alanda da çok geride bırakıyorlardı. Hatta bun­ lar dan bazıları, ilköğretimde olduğu gibi kız ve erkek sayısın­ da eşitliği bile sağlamışlardı (165). Suriye bir yana bırakıla­ cak olursa (166) (%26) Türkiye'nin doğu komşuları da kız öğ­ renci oranlarında aynı, hatta daha yüksek rakamlara ulaşıyor­ lardı: Irak (%29) (167), Mısır (%32) (168), İran (%33) (169), Ürdün (%34), Lübnan (%40). (158) lbidem, s. 154. (159) lbidem, s. 156. (160) lbidem, s. 154. (161) lbidem, s. 154. (162) lbidem, s. 157. (163) lbidem, s. 151. (164) lbidem, s. 178. (165) Bu oranlar, Arnavutluk'ta o./ 40, Yunanistan'da o/.42, Yugoslavya' da %45, Bulgaristan'da %48, SSCB'de %55 ve Kıbrıs'ta da %45 olarak beliriyor. (lbidem, s. 174-186). (166) lbidem, s. 178. (167) lbidem, s. 176. ( 168) İbidem, s. 164. (169) lbidem, s. 176.

154


Buna karşılık Türkiye, bu son ülkelerle karşılaştırıldığın­ da, mesleksel ve teknik öğretimde daha yüksek bir kız öğren­ ci oranı gerçekleştirmiştir. Ne var ki bu oran, ille de ve her du­ rumda bir avantaj olarak görülmemelidir. Gerçekten, bu tür bir eğitim, kızların yaşamlarını kazanmaya başlamalarından önce mesleksel beceriler edinmelerine olanak tanımaktan çok uzak­ tır. Çalışma yaşamında Türk kadını bölümünde bu konu üzerin­ de duracağız. Şimdilik şu kadarını, yukarıdaki rakamlar ışığın­ da, belirtelim ki, mesleksel ve teknik öğretime devam eden kız öğrencilerin üçte birden fazlası, ev içi tipi bir eğitim veren or­ ta sanat okullarına ve Kız Enstitülerine devam etmekteydi. Oy­ sa, tüm uzmanların görüş birliği ettikleri bir gözlemdir ki, çok az iş alanı sunan böyle bir eğitim, dikişte ve ev ekonomisinde nitelikli olsa bile, kendilerini çalıştıran sanayide niteliksiz iş­ çi işlemi görüp düşük ücret verilen kadın işçilerin sayısını art­ tırmaktan başka bir işe yaramamaktadır (170). Y ükseköğretimde de Türk kızlarının aldığı yer tatmin edici olmaktan uzaktır. Doğulu komşularıyla karşılaştırıldığın­ da Türkiye arka sıralarda yer almakta, toplam öğrenci sayısının %18.87'si olan kız öğrenci oranıyla Suriye'yi azıcık geride bırakırken (%18), (171) % 22 ile Irak'ın, (172) % 23 ile Lüb­ nan'ın, (173) % 25'le İran'ın, (174) % 27 ile Mısır'ın, (175) ve % 30 ile Ürdün'ün (176) gerisinde kalmaktadır. Öğretimin öteki kademeleri dolayısıyla adını andığımız öteki Avrupa ül­ keleri ise, Türkiye'yi çok gerilerde bırakmışlardı: Arnavutluk

(170) E. Sullerot, age., s. 180. (171) UNESCO, age., s. 279. (172) İbidem, s. 278. (173) lbidem, s. 279. (174) İbidem, s. 278. (175) İbidem, s. 274. (176) İbidem, s. 279.

155


(177) ve Yunanistan, (178) % 32; Yugoslavya, % 39, (179) Bul­ garistan, % 51 ( 180). Bu oran Kıbrıs 'ta (181) % 44, SSCB'de (182) ise % 49'dur. Görülüyor ki, gerçekleştirilen ilerlemelere karşın, Tür­ kiye 'de kızların okullaşması olağanüstü sonuçlar elde edeme­ miştir. Yetişkinlerin eğitimi politikası daha etkili olabilmiş midir?

(177) lbidem, s. ( 178) İbidcm, s. (179) İbidem, s. (180) lbidem, s. (181) lbidem, s. (182) lbidem, s.

156

280. 2�0. 281. 280. 278. 282.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.