Berthe G. Gaulis: Çankaya akşamları 2.Cilt

Page 1


AYDINLANMA DtZlSÎ:

Ç A N K A Y A A K Ş A M L A R I II

188


Dizgi - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Ocak 2001


B E R T H E G. GAULIS

Ç A N K A Y A A K Ş A M L A R I II

Türkçesi: Firuzan Tekil

Cumhuriyet


DÖRDÜNCÜ KISIM DOĞUDAKİ ÇILGIN SAVAŞ 1 Temmuz 1920'de Müslim Outlook'da Levas Fraser şöyle yazıyordu: Şu son hafta 1914'den sonra görülen en şaşırtıcı haftadır. Tarih, bunu: "Savaşın başladığı hafta" olarak kaydedecektir. Bu yedi gün içinde: 1 - İngiliz hükümeti, Yunanistan maskesi altında, Türki­ ye ile yeniden savaşa girişmiş, bu yolda ne parlamentosuna ne de milletine danışmıştır.. 2 - Mezopotamya'da yılda kırk milyon Sterlinge mal ola­ cak bir güçlü orduyu elinde tutma amacını ilan etmiştir. 3 - Bir Bolşevik ve Türk işgaline engel olma gerekçesi ileri sürerek, İran'da İngiliz vergi mükelleflerinin sırtından bir ordu bulundurma amacını da ilan etmiştir. Levas Fraser, Yunan cephesinde dört İngiliz taburunun da yürüdüğünü belirttikten sonra şunları eklemiştir: "Biraz sava­ şacağız ama bu bize çok şeye mal olmayacak" "nakliye mas5


rafları çıkacak ortaya" demişti İngiliz, başbakanı, "Bir basit hesap görme işi" diye cevap vermişti Mister Churchiîl sonra ilave etmişti: "Harpler böyle gelmez, ancak bu işin sonundan önce, gırtlağımıza kadar olayın içine girmiş olabiliriz." Bu görüş, gerçek bir ileriyi görüş idi. Böylece, Anadolu'ya taarruz suretiyle, bir İngiliz-Yunan işbirliği halinde, Temmuz 1920'de, Doğuda çılgınlık savaşı başlıyordu. İngiltere ile gizli bir anlaşma sonunda, Venizelos, mütte­ fiklerin muvafakatini Haziran 1920'de Bolonya'da, Temmuz 1920'de de (Spa) şehrinde koparmıştı. Fransa ile İtalya, gö­ rüşmelerin dışında bırakılmakla birlikte, bu "oldu-bitti"yi tam bir serinkanlılıkla kabul etmişlerdi. Lloyd George, Curzon, Venizelos, duruma derhal ve sert biçimde başladılar. Kurnaz Giritli: "Bu bir basit gezinti ola­ cak, altı hafta içinde amaca ulaşacağız." diyordu. Ama bu iş de, onun tehlikeleri de Yunan halkının boyunu aşıyordu. Öy­ lede olsa, ne olurdu ki? İngiltere, egemenliği altındaki bu kü­ çük devleti haşmetli biçmde desteklemek üzere orada hazır­ dı. Ona, sıraya girmesi emrini verinceye dek. Yunan orduları, geniş bir savaş malzemesi ile güçlendi­ rilmiş olarak, işe kolayca Trakya'yı fethetmekle başlamışlar­ dı. İngiltere hasis davranmamıştı. Trakya da ciddi şekilde kendini savunacak halde değildi: Müslümanların hemen hep­ si sürülmüştü oradan. Anadolu'da, Yunan işgali, İzmit körfezinde kendine bir yol açmış, yakıyor, yağma ediyor, tecavüz ediyor, sürüyordu. Bu, değişmez formül olacaktı onlar için. Körfez bölgesi, bir bakir orman gibi sık meyve ağaçlarıyla dolu, emsalsiz münbit bir arazi idi. Bütün bunlar yok edildi. Birkaç ay sonra Mil­ li güçler İzmir'i geri alacak, orada tutunacaklardı.


Boğaziçi üstlerinde, rastgele hücum ediyorlar. Geceleri Beykoz cihetinde, ingiliz saflarında, Yunanlılar ile Hintliler, şafak sökünceye kadar birbirlerini kurşunluyorlar. Hintliler, kendilerinin Yunanlılar ile müttefik kılındıklarnıdan habersiz olduklarını söylüyorlar. Gerçeken bir hata mı bu? İngiltere, Müslüman askerlerle temas eder etmez, Hintlilerde beliren üzüntüyü endişe ile takip ediyor. Bu ilk çarpışmadan sonra, Yunanlılar istirahate çekili­ yorlar. Gittikleri ülkeyi çöle çeviriyor, orada yaşıyorlar. Müs­ lümanlar göçmenler, kitleler halinde Ìstanbul üzerine akıyor. Acıklı huruç hareketi! Vardıkları yerlere tamamen yolunmuş halde geliyorlar. Ocak 1921 de, Lord Curzon, Yunanlıları yeniden Anado­ lu üstüne sevkediyor, Sevr anlaşmasının toprakla ilgili bölü­ münün sağlanmasını istiyor. Bu birlikler, zor-zor,. Eskişehir yakınlarına kadar geliyorlar. İsmet Paşa, onları, İnönü buca­ ğı etrafında şahane bir kontratakla püskürtüyor. General Pá­ pulas, ustaca mağlup edilmiştir. Bu kez, Hintli birlikler, çır­ pışmak istemiyor, bunu apaçık belirtiyorlar. Yunan kışlası ve karakolları Agoranın uzantıları haline geliyor. Konstantin ta­ raftarlarının Venizelos taraftarlarını aşmaları yolunda teşvik­ ler var. Uşak-Eskişehir üzerine yeni bir hamle deneniyor. Bu da yenilgi ile bitiyor. Ve, Kahire'de, Şam'da, İstanbul'da, Afganistan'da, Hin­ distan'da (*) ya da Mezopotamya'da, Tunus "da yahut Fez'de, hasılı her yerde, Müslümanlar ilan ediyor: "Türkiye ile barış isteriz" diyorlar. (*) O zamanlar Pakistan, Hindistan'dan ayrılmış değildi. - Çevirmenin notu- . 7


22 Mart 1921'de, insan ve malzeme yönünden büyük çapta bir üçüncü taarruz dalgası oluşturuluyor. Bu defa hedef Ankara'dır. Ben, bu taarruzun bütün safhalarını, hadisenin içinde yaşadım. Bunu tasvir için, akşamlarını saptamak için, gezi anılarını okuma yetecektir. O zaman gördüğüm olaylar, İzmir'de, Trakya'da, İzmit'de, Yalova'da, Yunan dalgasının geçtiği her bölgede olup bitenlerdir. Aralık 1921 'e kadar, tüm Sakarya boyunca bunların korkunç izlerini gördüm. 16 Nisan 1921. Baştan başa savaş içinde geçen binbir maceradan sonra İsmet Paşa'nın askeri trenleri özel komise­ ri, beni Afyonkarahisar'dan alıp Eskişehir'e götürecek. Bu yolculukta uzun trenlerle karşılaşacaktık. Bunlar vagonların damlarında tünemiş askerlere varıncaya kadar doludur. O ka­ dar insanın, silahların, teçhizatın, yük hayvanlarının (mekkareler) kendilerinden ayrılmış yerlerde, öylesine bir sükunetle, bir,disiplin içinde sevkedilişi büyük takdirle karşılanan olay­ lardır. Eskişehir, İsmet Paşa'nm karargahı olarak, Anado­ lu'nun en güzel şehri olmuştu. Şefinin onsekiz saat devamlı çalışması sonucu, bu şehir tanınmaz hale gelmişti. Ben, ora­ yı 1919 Ekim ayında ziyaret etmiştim. O zamanlar İngilizler Bağdat hattını işgal etmekte idiler. Toplarını kent üzerine çevirmiş, orasını sarmışlardı. Şimdi ise, onu, hürriyet, kalkınma ve tam huzur içinde görü­ yordum. İsmet Paşa, gerçek bir şeftir. Bunu, sivil organizasyonla­ rı da, cephe organizasyonları da kanıtlar. Şehrin üzerine kolonlar halinde göçmen yağıyordu. Ora­ da, onlar için hazırlanmış kamplar vardı. Tam on gün, ilk hat­ larda koşuşacaktım. O bölge ki, savaşların meddine ve cezi8


rine maruzdur, yollan o hurucun izleri ile doludur, o izlerle çizilmiştir. Büyük çadırlar altında şehir ve kasaba itibariyle topla­ nan felaketzedeler, orada biraz dinlendikten sonra, ya doğu vilayetlerine ya da yeniden inşa edecekleri harap bölgelere sevkediliyorlardı. Bu işler bir tahkim ve yardım komitesi em­ rinde yapılmakta idi. Her yerde, acil ihtiyaçlara cevap vere­ cek yiyecek ve elbise dağıtımı vardı. Eskişehir hastanelerinin bakımı da felaketzedelere yapı­ lan yardım gibi muntazamdı. Büyük camiler, katolik kilisesi, şehrin başlıca binaları sağlık kuruluşları haline getirilmiş, Kı­ zılay ekiplerinin eline verilmişti. Doktorlar, operatörler, has* tabakıcılar ve hanım hastabakıcılar vardı ki, sakin, kararlı bir gayret içinde idiler. Benim oraya varışımda, binaların hepsi, Gündüzbey'den yeni getirilmiş yaralılarla dolu idi. Hatlardan geri dönüşümde, ameliyatlıların çoğunu ayakta görmüştüm. İsmet Paşa'ya askerler kadar siviller de hayrandı. Tabiatmdaki iyimserlik ve hoş hava bütün Eskişehir'e yayılmıştı. Yaralı olsun, göçmen olsun, savaşçı ve her çeşit militan, on­ daki gülümsemeden hayli etkilenmişti. Çalışma hiç durmu­ yordu. Gece gündüz, "uzun kervanlar görülüyor, mandaların çektiği arabalar, bazan top, çok defa da cephane taşıyarak şe­ hirden geçiyordu. ' . Pazar, sonsuz bir saha üzerine yayılmıştı. Esnaf ciddiyet­ le denetleniyor, yiyecekler narha tabi tutuluyordu. Her yerde, düzen vardı, adalet vardı, sükunet vardı. Eskişehir etrafında, kocaman tatar köyleri oluşmuştu. İs­ tilalar sonunda bunlar Sovyetler diyarından göçmüşlerdi. Şehrin uçak kampyı, İsmet Paşa'nın büyük başarıların­ dan biri idi. Benim yolculuk programımı, o, bizat yaptı ve bir 9


sabah şafak sökerken -vaktiyle hiç şüphe yok Bükreş'in tadı­ nı çıkarmış olan- bir zarif açık araba ile savaşın gerçekleri içi­ ne girdim. Şimdi orada, Anadolu'nun şahane ilkbaharı ile en korkunç görüntülerin acı tezadını yaşayacaktım. Bunlar, anılar içinde sonsuza kadar kalıp sabitleşen unutulmaz net tablolardır. Savaş meydanını şöyle bir incelemek, son savaşların an­ lamına varmak için yeterdi. Burada, Yunanlılar, üç defa dört defa saldırıya geçmişlerdi. Biraz toprakla örtülü cesetlerin yaptığı tümsekler bunların delili idi. Yunanlı esirlerin söyle­ diklerine bakılırsa, İngiliz subaylannca kullanılan mitrayyözler, kaçakları yakalıyor, tekrar ileri hatlara sürüyordu. Daha sonra, o dayanılmaz panik başladı. Yunan askerleri, karşılarında sadece birkaç bin kişi bula­ caklarım sanmışlardı. Ama, perde arkasında, İsmet Faşa kuv­ vetlerinin büyüğüne çarpıyorlardı. O zaman düzensizliği ön­ lemeleri kabil olamazdı. Sel, geldi, aktı, geçtiği yerleri biçti durdu ve kilometreler boyunca, toprak, terkedilmiş malzeme ile dopodolu olmuştu. Kasklar, elbiseler, konserve kurulan, ilaçlar, kurmay vesikalan, sedyeler, kamyonetler. Hiç durmaksızın, Türk askeri, toplan, tüfekleri, mitrayyözleri topluyor. Günler boyunca, deşilmiş cephane kasalanna baka baka geçeceğiz. Oralarda, yeşillik üzerinde dum-dum kurşunlan bile buldum, topladım. Bu ne kırtasiye keşmekeşi, kaçarken oralara atılmış nice teçhizat karmakanşık! İleri geçen Türk topçusu ile karşılaşıyoruz. Malzeme ve yiyecek toplamalannın korkunç git-gelleri. Düşman köprüle­ ri atmış, köyleri yakmış, heryerde üstleri hala tüten kararmış taşlar. Yok edilmiş yuvalannm yerinde oturmuş zavallı insan­ lar, ölü meyvalıklarına, harap olmuş tarlalalanna bakıp duru10


yorlar. Bütün bunlar Anadolu'nun o muhteşem ilkbaharının yeşermesi içinde oluyor. Akşam, bu bölgenin şahane kasabası olan Söğüt'te, Ertuğrul'un türbesine bekçilik eden bu kasabada, mahalli ku­ mandanın yanında kalıyoruz. Eşraf geliyor, yanımızda oturup yer alıyorlar. "Ne yapalım, İngilizler istedi bunu" diyorlar. Yunanlı İngiltere'nin uşağıdır. Yurdun tamamen harap olmasını asıl isteyen İngiltere'dir. Ay ışığında, Söğüt, hala kanayan yaralar üstüne inen bir kasaba karartısından başka birşey değildi. Geceleri dahi te­ mizlik devam ediyordu. Kasabadaki 1054 haneden, 800 ade­ di yıkılmış yatıyordu. Camiler, okullar, dükkanlar, Müslüman evleri, parçalanmış, dinamitle içi patlatılmış Alman Pastille­ ri ile ateşe verilmiş belediye binaları, o sessizlik içinde, san­ ki durumlarını öyküleştiriyorlardı. Harabeler altında kalmış kadavralar, pis kokularından belli oluyordu. İhtiyarlar öldürülmüş, kadınlara ve kızlara tecavüz edil­ mişti. Şurada burada görülen bir kısım insanlar dağdan çıkıp gelen insanlardı. Sürülerini alıp dağa kaçmışlardı. Bunlar ayrıcalıklı kişilerdi. Hırsızlıklar, yağmalar, tecavüzler, öldür­ meler - korkunç ve tek sesli hikaye, Yalnız Söğüt için, zarar ve ziyan çok büyük bir rakama ulaşmıştı. Bölge Müslümanlanna, Yunan askerleri: "Bizde parola, yıkmak yok etmektir" diyorlardı. Düşman kaçarkaçmaz, halktan geri kalanlar şikayet ve haklarını belirtiyorlardı. Be­ lediyeler, derhal çalışmaya başlıyor, daha önemli merkezlere yazılı bilgi gönderiyor, kağıdın altına da: "Bu zararların öcü­ nü almak için birşeyler yapılmayacak mı? diye yazıp soruyor­ lardı. Söğüt, şirin bir kasabadır ki, münbit bir bölgesinde, di­ li


ğer kasabalarla birlikte Anadolu'nun en refahlı ziraat mer­ kezlerinden birini teşkil eder. Nesilden nesile, köylüler, ser­ vetlerini orada toplamışlardı. Orada, tam yerli bir halk uzun zamandan beri yaşardı., örfleri adetleri değişmez türdendi. Yunanlılar, bunları yok etmeğe çalışmışlardı, çünkü bu taba­ ka, Türkiye'nin öz güçlerindendi, onun büyük insan deposu refahının başlıca kuvveti idi. Anadolu köylüsü, insanların en sakini en disiplinli olanı, en çalışkanı, en iyi askeridir: seçtiği şefe daima en sadık adamdır. Mustafa Kemal Paşa da, İsmet Paşa da onda adalet duygusunu yaratmışlardı. Her ikisi de ondaki bu özlü cevhe­ ri inanılmaz bir temkinle yönetmiş, düşmanı, vakit vermeden, derhal kapı dışarı etmenin., gerçek Türk ocağını temsil eden bu insanların feda edilmesine değmeyeceğini iyi hesaplamış­ lardı. Öte yandan, Yunanlılar için öz unsurların yok edilmesi, Anadolu'yu sömürgeleştirmenin tek şartı idi. O sebeple, bü­ tün gayretleri, bu iptal işleminde, kutsal binaların, belediye­ ye ait yerlerin, hasılı, Türk milletinin yerinde kalmasını sağ­ layan herşeyin yok edilmesinde toplanıyordu. Ne kadar da çok görmüşümdür; bu insanlara maddi za­ rarlardan bin defa daha çok elem veren şey, kadınlara, çocuk­ lara edilen tecavüz ile kutsal yerlerin kirletilmesi idi. Ellerin­ den gidip yok olan mallan için, oradaki muteber ahali elbet bazı şeyler söylüyorlardı ama, öteki şeni fiiller için affa dela­ let edecek hiçbir söz söylemezlerdi. Öylesine bir manzara karşısmda, yabancı şahit ne yapa­ bilir ki? Gördüklerini dile getirmek, tekrar söylemek, onu yaymak ve bu suretle akışı durdurmak değil mi? Nankör bir 12


görevdir bu. Sokakta, adım başında, Herkes benden, gördük­ lerimi Fransa'da anlatmamı istemiştir! , ErtuğruPun türbesine edilen küfür ve zararları gösteren yaşlı imam da, benden bunu istiyordu. Öldürücü taarruzlar, din duygusunun ve ülke içindeki entrikalar ile milli duygunun çileden çıkarılması! İşte Anado­ lu'yu, işgal kuvvetine karşı pekişmiş blok haline getiren iki sebep bunlardır. Bu tahripler arasında, milli düzenleme her yere sızıyor, herşeye hayat veriyor, sonsuz nimetler getiren bir nehir gibi yararlı iş görüyordu. Bu teşkilat, toprağı, halka, onların kaynaklarına sıkı si­ kaya bağlı. İlk zamanlarda, bu halk tabakaları, şeflerin iste­ diklerini fazla sayacaktır. Bugün ise, kapsamı kendilerince ölçülememiş büyük tehlikelerden uzak durmak dikkati sebe­ biyle, aynı şeflere sitem etmektedir. Bir kaç gün önce, ben oradan henüz geçmeden İnegöllü kadınlar, ihtiyarlar ve ço­ cuklar, ellerinde birer balta, şereflerini ve mallarım korumak amacıyle düşman karşısma dikilmişlerdi. Dava, kazanılmıştı. *** Söğüt'te bir şafak vakti. Arabalar bekliyor. Yola çıkacak­ tık. Şimdi, birgün öncekinden daha kalabalık bir halk toplu­ luğu, harabeleri temizliyordu. Yiyecek dağıtımı yapılmıştı, kılık kıyafetlerindeki yoksulluk insanı son derecede üzen bir Müslüman kadınlar topluluğu hafifçe kenara çekilmiş, bu ya­ bancı kadını selamlamak için bekleşiyordu. Az sonra, yanla­ rında olacağımız, o uzun felaketzede kafilelerinden biri yol­ dan geçmekte idi. Mandaların ya da öküzlerin çektiği büyük arabalar içinde ev eşyası ile hasta kişiler vardı. Kadınlar, ih­ tiyarlar, çocuklar, arabaları çekiyorlardı. İzdıraplarma rağ13


men, hepsinin gözleri parlıyor, yüzlerinde enerji okunuyor as­ kerlerini selamlıyorlardı. Bütün gece, kendi ateşi etrafında birleşen her köy son zaferlerden söz etmiş, geleceğe dair ko­ nuşmuşlardı. Biz, başka hasarlara, başka tahriplere doğru yolumuza devam edecektik. înce fikirli refiklerimizden bir Suat Bey vardı ki, aynı zamanda, ciddi bir araştırmacı olarak tanınırdı. "Zaman za­ man tebessüm etmek, ağlamayı önler" diyordu. Bir de genç­ lerden Fazıl Bey vardı. O da bu küçükcük kervanı, gençliği­ nin coşmaları ve sevimli yüz hareketleriyle eğlendirmek isti­ yordu. Ama yine de, hiddet ve şiddet şimşekleri galip geliyor, suskun ağızlar, dudaklarını ısırıp duruyordu. Ertesi gün Bilecik'te idik. Burası kederin timsalidir, Ora­ sını, birkaç ay önce göımüştüm. Bu defa onun felaketi, öteki kasabalardakinden daha karışık, daha devasız halde idi. , İngilizler tarafından hazırlanmış özel imha taburları Bi­ lecik üstüne saldırmıştı. Bu şehir, bölgenin ticaret merkezi, zenginliklerinin de­ posu idi. Mağazalar, dokuma tezgahlan üstünden hala du­ manlar çıkıyor ve bu yeraltı mahzenlerinden hep bu kadavra kokulan yayılıyordu. Dinamit kalmtılan, yıkılmış izbeler ve Pompei'yi hatırlatan daracık sokaklar. Sanki dün yıkılmış bir Pompei! Bu seferki büyük ölçülü bir imha idi ve bunun henüz pek taze nefreti güneşin pınltısı ile gelen güzelliği örtüyordu. Şehir, yokuş biçiminde inşa edilmişti; şimdi adam akıllı tüten bir halde idi. Yıkıntılar, yıkıntılar! Bazı kişiler duman­ lan tüten yıkık evlerinin taşlan üstüne dönme yolunda inatçı davranışlar gösteriyor, eşraftan bir takım insanlar da bizim et­ rafımızda toplanıyordu. Pek güç bir keşif ameliyesi kalıntılar, 14


küller arasında, ter ile ve korkunç koku ile karışmış halde başlıyordu. Bilecik'in ötesinde, yine yanmış şehirler, hasar görmüş meyvalıklar, parça parça olmuş mescitler, yıkılmış köprüler! Çok sert bir bayır üstünde Yenişehir'in insanları ile karşılaşı­ yoruz. Önlerindeki dertli arabayı iterek yürüyor. Doğu istika­ metinde ilerliyorlar. Böylece, kendi yerlerini üçüncü kez terkediyorlar. îlk hatlara ulaşmıştık. Kim düşünebilirdi bunu? Hep tar­ lalar, çiçekler, küçücük güllerin birbirine sarılmış ağaçlan, ol­ gun mahsuller. Dağ eteklerinde birkaç sürü otluyor, tek bir çoban bakıyor onlara. Arada bir, yanımızdan birkaç asker ge­ çiyor, bize kısa bakışlarla bakıyorlar. Herşey gizli, esrarlı ve öyle sakin ki, kuşlar ötüyor ve başı bir Trabzon türbanı ile ör­ tülü çocuğun yönettiği basit bir araba acaba ne götürüyor? Küçük atlan öylesine koşuyor ki arabanın. Anlaşılan tarlalar­ da mahsul kendi kendine kalkmış. Kararmış bir şehir silueti ufkun önünde adetâ çizgi çekiyor. Burası, tanınmaz, harap hale gelmiş Yenişehir. Başlayan aksanım içinde, kır çizgileri genişliyor, dağların ağaçlı yüzleri mükemmel bir ahenk için­ de sanki eriyordu. Ah, o güzelim memleket, sonsuz görüntü­ leri tatlı aynntılan olan, berrak bir ışıkta yıkanan memleketi. Burası, her zaman, dünyanın en ateşli arzusu ile istenen ve en sert biçimde savunulan yeri olmuştur. Yerimize, Bilecik üzerinden dönüyoruz. Bilecik ay ışığında öylesine.soluk, yıkıntılar kefeni içinde öylesine yas­ lı. Birkaç süvari, harabeleri bekliyor. Felaket, nefret edilecek bir haşmet içinde hareketsizleşiyor. Yangın dumanlan devam­ lı olarak göklere yükselirken, yanıbaşındaki büyük konakla­ maların dumanlan ile kanşıyor ve oralarda, alev, dikkatli ki15


silerin çehresini aydınlatıyor. Bütün bir mahrem hayat ki, bir­ den bire bakışlar altında öylece kalmış. Herşeylerini kaybet­ miş olanlar, işte bunlar. Bu halleriyle, Fransa'nın zengin köy­ lülerine ne de benziyorlar. İngiliz-Yunan hareketinin sakin­ leştirici (!) hali, onlar üzerinden henüz geçmiş. *** Küplü ile Pazarcık arasında, yol evvela Karasu boğazla­ rını ve Bağdat hattını takip eder. Bu, dağ peyizajlanmn en ya­ ban olanıdır. Hayat dolu sular, güneşin ısıttığı kayaları serinletir. Yer­ den, kaynaklar halinde, sular fışkım. Daha ilerde bir demiryolu, bir gar, durmuş bir askeri tren. Askerler canlı adımlarla iniyor, toplanıyorlar. Düzen içinde. Bunlar, güzel donatılmış, güzel birlikler. Pazarcık ya­ kınlarında, ordu kafileleri bütün şoseyi kaplıyor. Ağır teker­ lekli kağnıların gıcırtılı nağmeleri, koşumların ağır gidişleri­ nin temposunu tutuyor yavaş bir ritm içinde. Bu ilkel traktör­ ler, ne sakatlanmadan, ne de yıpranmadan çekinirler. Süratle­ ri yoktur ama sağlam yapılarının mukavemeti vardır. Taşlar ve büyük çukurlar onları durduramaz. Pazarcık yakınlarında, İsmet Paşa'nın en parlak tümen­ lerinden biri olan Birinci Tümenden, bir süvari kafilesi, şar­ kı söyliyerek geliyordu. Düşman ileri karakolları üzerine bir taarruz yapılmış, zafer kutlanıyordu. Birkaç gün önce, General Papulas ile kurmay heyeti bu­ rada otururlardı. Kaçış öylesine ani olmuştu ki, Pazarcık, kıs­ men imha edilmekten kurtulmuştu, fakat dükkanlar boştu, çarşı kapalı idi. Her Yunan geri çekilişinde, kurmay heyetinin büyük sa­ yıda bırakıp gittiği tomar tomar kağıt içinde, bizi nezdinde 16


kabul eden eşraftan Abrahami'de, tercüman Sava'dan gelen bir mektup buldum. Tercüman, kendi şefi, İngiliz subayı Storr için, evin iyi odasının verilmesini talep ediyordu. Şimdi belerdiyeciler geliyor, yeni izlenimlerini anlatı­ yorlar: Hergün etraflarında daha çok daralan çemberin tehdi­ di altında, dokuz gün dokuz gece tahammül edilemez bir sı­ kıntı. "Ölümden de beter" diyorlar. Ve nihayet orayı boşalt­ manın ilk koşuşanları. Tehlikeli an. Kasabanın dört köşesin­ de büyük acelecilik içinde yangın çıkarılması. Ertesi gün, şafağın ilk ışıklarında, silahlan hazırlama, çılgınca cesaretlerle gelen süvarilerin akıl almaz gelişmeleri­ nin yanısıra emsalsiz güven duyguları. Harekete geçen bir cephe, yürüyen bataryalar, mitralyözlerin dili. İlk Yunan hatlarının zigzaglarma bakan zirvelerden aynı zamanda ateşler içinde kasabalar görülür. Yepyeni bir bölge yanmakta. Yunanlılar, demek yine geri çekiliyorlar, arkalannda sadece çöl bırakacaklar, harabeler bırakacaklar. O güze­ lim, o ilahi kır manzarası yavaş yavaş kararmakta. *** ' Temmuz 1921'de, aynı bölgede yeni bir Yunan taarruzu hazırlanıyordu. Bu, öncekilerden de daha büyük bir velvele ile düzenlenmişti. Bu kez enson gayretin sarfedileceği düşü­ nülebilirdi. Artık İngilizler de, onlara direkt katkılannı gizle­ miyorlardı. Tanklar, uçaklar, zırhlı otolar, ağır toplar zehirli gülleler, ki aslında hiçbir işe yaramamışlardır, bütün bunlar Anadolu'nun yolunu tutmuştu. İngilizlerin Akdeniz filosu, bu malzemenin nakline işti­ rak etmişti. Meçhul birliklerle güçlendirilmiş Yunan harp ge­ mileri Türk limanlanın bombalamaya ve Karadeniz'i bloke etmeye koyulmuşlardı. Bu, gerçekten en üst hızda idi, birlik-

17


lerin takviyesi de esasen bunu gösteriyordu. İngiliz-Yunan cephesi, yaratıklarının topunu birden seferber etmişti. Kendi yönünden, Anadolu, tehlikeyi çok iyi anlıyordu. İsmet Paşa, bir ölü sessizliği ile, şahsi eseri olan Eskişehir'i, geri kalanm kurtulması uğruna terkediyordu. Milli Meclis, Başkumandanlığı,. Mustafa Kemal Paşa'ya veriyordu. O da, birliklerini, adım adım Sakarya'ya kadar geri çekiyor ve ora­ da, kendisine: "Neyi savunacağız?" sorusunu yönelten asker­ lerine şöyle karşılık veriyordu: - Her parça toprağı, üstüne ayak bastığınız her yeri savu­ nacaksınız! Bu söz, Mustafa Kemal'in ifadesinde şöyle: "Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa vardır." Yirmi bir gün ve bir o kadar gece, savaş devam etti. Yunanlılar cephane ve si­ lah yardımı görüyorlardı. Ümitten yoksun olarak ve bunun son şans olduğunu unutmayarak dövüştüler. Yanıbaşlannda, kendilerini Türk birliklerinin içine itmek istedikleri çorak bir arazi vardı. Karşıda ise Ankara, büyük amaç olarak gözükü­ yordu. Londra, vaadlerini pek de ölçememişti. 5 Eylül 1921'de, hala tam savaş içinde bulunan Mustafa Kemal Paşa, Sakarya'daki karargahından bana şunları yazı­ yordu: "Şu anda, karargahımdayım. Helienlerle savaşıyorum. Bunlar, Ağustosun ikinci yarısında, bizi kesinlikle yenmek ümidiyle yeni bir taarruz hazırladılar. Onbeş gün kadar süren bir dehşetli savaş. Yunanlıların yok olması ile bitmiş gibidir. Düşmanın çılgın hamleleri ta­ mamen püskürtülmüştür. Askerlerimizin kahramanlığmdan ve bütün milletin hay­ ran olunacak bir fedakârlıkla bana tam katkıda bulunmasın­ dan kuvvet alarak, Yunan işgalciyi nihayet ülkemin dışına atacağımdan kesinlikle eminim. 18


Düşmanın, şu son Temmuz ayındaki ilerleyişi esnasın­ da işgal ettiği topraklar da da, bilmiyorum size belirtmek gerekir mi, dörtay önce, büyük cesaretle ziyaret ettiğiniz toprakların maruz kaldığı felâketler ve talan edilişler aynen görülmüştür. Her yerde, yangın, yağma ve de bahtsız köylü­ lerin Yunan afetinden kaçışları, izler bırakmıştır. Seneler belki de yüzyıllar boyunca, Anadolu bu nefretin hâtırasını saklayacaktır." Yine Mustafa Kemal, birkaç gün sonra birliklerine şöy­ le hitap ediyordu: Düşman, istiklalimizin kahraman bekçisi olan ordumuzu imha etmek ve Ankara'ya ulaşmak için, bi­ zim mukaddes topraklarımızı çiğnemek istemiş ve Allahm inayetiyle, yirmi bir gün süren kanlı savaşlar, sonunda mağ­ lup olmuştur. Karşı hücumlarımız üzerine, Yunan ordusu, kahraman askerlerimizin süngülerinden kurtulmak için ters yüzü geri dönmüş ve müsamahasız şekilde takip edilerek, Sa­ karya doğusunda çok ağır kayıplar vermiştir. Bu kaçan ordu­ nun kalıntıları tam perişanlık ve şaşkınlık içinde kendilerini Batıya atmışlardır. Şimdi, masum Türk milletinin hayat ve is­ tiklaline kastedenlerin mukadder akıbetini tayin etmek üzere, şu saatte, kuvvetlerimiz vazifelerini yenilmez bir cesaret ve heyecan içinde yerine getirmektedir. Ve ilave ediyordu: "Konstantin birliklerinin savaşın en ileri tüm araçlarına sahip olmasına, silah ve teçhizat yönünden üstün bulunması­ na rağmen, ordumuz bütün bunların hakkından gelebiliyorsa, bu inanılmaz mucizeyi emsalsiz Anadolu halkımızın göster­ diği fedakarlık duygusuna borçlu bulunuyoruz. Millet fertlerinin, bütün özel çıkarlarından fedakarlık et­ miş olması, nesilden nesile, bu şerefli hatıra olarak kalacak19


tır. Bu gametler sayesindedir ki, ordumuz, ölümü hakir göre­ rek ve dakika olsun tereddüt etmeksizin, düşmana yenilmez bir manevi üstünlükle saldırmıştır. Şerefimizi, ye hayatımızı yok etmek üzere, Haymana ovalarına geldiklerinde, Yunanlı askerler, bizim merhametli askerlerimizden bir parça ekmek isteyecek dereceye getirile­ rek teslim alınmışlardır. İşte mağrur düşman bu hale düşürül­ müştür", Mustafa Kemal, hitabesini, insanları üzerinde büyük he­ yecan yaratan, kendine özgü diliyle şöyle bitiriyordu: "Savunduğumuz bu haklı davada, hiçbir zaman Allanın inayetinden ümit kesmedik; hiçbir zaman başkasının hakkına el uzatmak istemedik. Bizim tek arzumuz, her türlü tecavüze karşı çıkarak, hayat ve istiklalimizi sağlamak ve korumaktır. Türk milletinin, kendi milli sınırlan içinde kalmasmdan ve her medeni millet gibi hür ve yabancı müdahale kabul etmek­ sizin yaşamasından başka, hiçbir amacı yoktur. Bu hakkı, bü­ tün insanlık, ergeç tanıyacaktır. Bizler, ancak bu amaca ula­ şıldığı zaman silahları bırakırız. Bu mutlu sonucun gecik­ meksizin gelmesinden sonra! İsterim ki, bütün millet, mazi­ de olduğu gibi, cesaret ve feragat örneği versin. Allah hima­ yesini üstümüzden eksik etmesin... Yunanlılar, propaganda yolunda kullanılan mugalatalar­ la sarhoş hale gelmişlerdi. Sonunda, kendilerine kedi masallanyla telkinlerde bulundular. Kurbanların kayıtsızlığını öne sürüyor, hatalı kâğıt oynuyorlardı: Anadolu'nun duygusunu, zaferin ertesi günü Ruşen Eş­ ref tarafından yazılan şu satırlar kadar hiçbir şey ifade ede­ memiştir. Ama yine de onun tam manasını kavrayabilmek için Anadolu'yu savaşın ve fedakarlık ateşinin göbeğinde 20


görmek lâzımdır. Bu nesirşiir o toprakların, kendini bir kaç kez kurtaran kişiye duyduğu hisleri dile getirir. (Tercümesin­ de, o günün ve bugünün dilleri karışım halindedir). GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN ZAFERİNE SAYGI Top sesleri uzaklaşır uzaklaşmaz, şunu iyice anladık: Ni­ hayet istilacıyı tepelemiş, zaferi getirmiştiniz. (Bu sesler, günler boyunca kuzeyden güneye ve Ankara etrafındaki çem­ ber dağlar ardında, bir kavis, bir gürleyiş ve tehdit sesleri ha­ linde idi.) Gerçekten, topların sustuğu akşam, davullar vurdu, tüm şehri, alevlerden, meşalelerden oluşan çelenkler çevreledi ve sardı. Yakup Kadri'nin dediği gibi, her zaman kül oldu ve an­ cak arada bir kıvılcımlar belirtisi gösteren bir mangalı andı­ ran Ankara'nın gece görünüşü o akşam bütün ehramların en yükseğine bütün mabedlerin en genişine benziyordu. Kendi evinde, baştan başa bütün millet bu mutlu sevinç çığlığı ile, yan dindar birhaz içine girmişti. Savaşın son günlerini bizzat yaşamış bulunanlar dışında, Ankara'nın o günkü derin mana­ sını kimse anlayamaz! Savaş öylesine idiki, ateş ortasına, daha asker elbisesini bile giymeye vakit bulamadan kendini atan köylüler, vurulduklan zaman paramparça elbiseleriyle, yaralı vücutlanyla, çantalarını göğüsleri üstünde, istiklallerinin en mukaddes ar­ zusu gibi sımsıkı tutarak, sedyelerine yatıyorlardı. Bu görün­ tü şehrin sokaklarına yeni bir çehre veriyordu. Elem dolu idi ama çok ulvî idi bu çehre. Bir taraftan da, Eskişehir muhacir21


leri, o yakan güneş altında, Büyük Meclise, tarafınızdan bir haber gönderilmesini bekleşiyorlardı. Sanki, herbM havayı kokluyordu. Sanki herbiri kulakla­ rını ufka vermiş bekliyordu. Saatler, günler kadar, günler haftalar kadar uzundu. Yüz­ leri kavrulmuş köylü kadınların çektirdiği kağnılarda, yiye­ cek kırıntıları, sırtlara asılı torbalar içinde. Tozdan beyaz tut­ muş fakat aslında kararmış yüzü çocukların sevkettiği kağnı­ lar da var. Bunların hepsi, öküzlerinin yavaşlığı, tekerlekleri­ nin gıcırtısı ile, bu sert, bu feci saatlerin en manalı sembolle­ ri idi. O acı kapışmanın ortasında, savaşm sonuna delâlet ede­ cek en ufak bir işaret yoktu. Aksine, bildirilerinizden, düşmanin ağır kayıplar vermesine rağmen, mesafe almaya devam ettiği bilgileri geliyordu. Nihayet bir akşam, toplar sözlerini­ zi doğrulamıştı. Tıpkı, göklerden gelen âfetler gibi, bu gürültüler, ufku günlerce kapladı. Şehir, bir cenaze yasma bürünmüştü. Emin olunuz, bu bekleyiş saatlerinin öldürücü uzaması çok etkileyici olmuştur, öyleki, güya sakin denilen bu şehre, ateşle, çelikle hırıltılarla, ölülerle dolu gerçek cephe hakkın­ da bir fikir vermiştir. Büyük sıkıntıyı güvene çeviren bir şey varsa, şu idi: Savaş günleri giderek çoğalıyordu. Cepheye, ölüme giden her insan yüzünde dahi tam bir huzur ve sükûn okunuyordu. Bildirilerinizden birinde veciz şekilde belirtildiği üzere: "Düşman, Türkün ateşinden örülü Bir duvara çarpmıştı." or­ dunun Çaldağ'ı terkettiği o günün akşamında, sağduyusu ru­ huna rehber olan bir Ankaralı, bana şöyle demişti: - Bize ait her tepeyi bu kadar güçlükle ele geçireceklerse, işimizi hallettik demektir. Çal Dağından Ankara'ya, daha 22


nice tepeler var. Bu tepelerin herbirinde çok sayıda ölü bıra­ ka bıraka, sonunda, elli adam ya kalır ya kalmaz ellerinde. Onları da biz sopalarla yok ederiz. Savaş haftalanndaki Ankara'nın gecelerini hiç unutabi­ lir miyim? Sanki attığımız her adım boşluğa girecekmiş gibi tereddütler geçirdiğimiz o kapkara ve bomboş sokaklarda, ca­ navarların, hayali filler gibi yolumuzu keseceğini düşündü­ ğümüz saatlerde, Orta çağ sokaklarının her köşesinde de bir haydudun bıçaklı saldırısına uğrayacağımızı sandığınız anlar­ da, "Allah Allah" diye haykıran kadın sesleri duymuş, benli­ ğim en derin yerinden irkilmiştir. Elbette ki, her türlü dış ha­ yatının söndüğü bu karanlık şehir, bir iç âlem olarak, duaya ve ilâhî yardıma başvuruyordu. Oğullarını, kocalarını, kar­ deşlerini, oraya, şehrin dışına göndermiş kadınlar, ruhların­ daki boşluğu Yaradan'a sığınarak döktürüyorlardı. Şehir içinde yaşayanlar böyle idi. Fakat aynı sesin me­ zarlıklardan geldiğini de sanıyordum. O mezarlıklar ki, (adem)i, boşluğu hatırlatmamak için, ölüm korkusunu berta­ raf etmek için, ilkel durumda bırakılmışlardır. Yine o mezar­ lıklar ki, hâtırasız, adsız, hiçbir tarih taşımaksızın dikilmiş basit taşlar altında, barındıkları ölüler kadar sessizdirler. Şu­ nu düşündüm: Toprak altına çekilmiş olanlarla, toprak üstün­ de savaşan Türkler, hep birlikte, Allahtan yardım niyaz et­ mektedir. Siz, birbirine eşit mana taşıyan iki şehir karşısında iki sa­ vaş verdiniz, ikisinde de zafere ulaştınız. Gerçekten, bu mil­ let, mevcudiyetinin en tehlikeli anlarını, İstanbul'da Çanak­ kale duvarları arkasında, bir de Ankara'da, Sakarya'nın bü­ tün vadisi gerisinde geçirmiştir. Onun için derim ki, Çanak­ kale ve Sakarya, sizi, bundan böyle, bütün nesiller üstünde 23


dolaştıracak iki kanattır. Şayet siz Çanakkale'de o mukaveme­ ti göstermese idiniz, Osmanlı İmparatorluğu, biri ateş ve çe­ lik tufanı altında çöker gider ve İstanbul'un ölümsüz kubbe­ leri bizlerin başlarımıza inerdi. Bu defa, milletimizin aşırı yorgunluğu ile her türlü müdafa imkanlarını elimizden almış şartlardan yararlanan Yunanlılar?-sürüler halinde Anadolu'ya saldırdılar. Kazanma çıl­ gınlığı içinde, küstahlık şarabı ile daha da sarhoş olmuşlardı. Sakarya'ya kadar uzanıp, Türk köylerini yakmak suretiyle, oralardan geçişlerini kutlayarak ve masum köylüleri hedefle­ ri sayarak yapıyorlardı bunları. Bir adım daha atabilselerdi, ordumuzu yok etmeye ve Büyük Meclisi tahribe yeltenebilir­ lerdi. O zaman, Ankara tepesi zirvesinden dünyaya: "İşte yendik, ezdik Türkleri" diye naralar atarlardı. Yollarımız üze­ rinde, düşmanın zafer takı yükselirdi. O hale sokulurduk ki, bizim yok edilmemizin hemen arkasından, emsalsiz büyük­ lükteki bu milli şahlanışımız bile, bin tane sahte propaganda yolu ile, iğrenç bir şey, birkaç sefil ihtiras erbabının işgüzar­ lığı olarak gösterilmek istenecekti ve tıpkı, köleler misali, en büyük milli destanın bir kaba isyan hareketi haline getirilişi­ ne şahit olmaya mahkûm edilecektik. Böyle bir hal ölümden bin kat beter olmaz mı idi? Aksi tesadüf, nasılsa attan düşmemiz ve bir kaburganı­ zın, çatlaması hadisesinin vuku bulduğu gün, düşman ilerle­ yişi başlamış, hatta sizi eserinizden etme istidadı göstermiş­ ti. Kendi kendime: "Allahım, demiştim, meydan muharebe­ sinde ölen, Gelibolu Fatihi şehzade Süleyman Paşa'nın bağ­ rına taş basmıştın. Fakat, aynı taşı, Anadolu toprağının mü­ dafaa edenin bağrına, tam da mukaddes kurtuluşla ilgili o meşru savaşın en hararetli anında niçin basarsın?" Bu hadise24


de, gayeyi yok edecek kötü bir akıbet görenler bile çıkmıştı. Sizi aziz bilen insanların hepsi bir istirahate rıza göstermeni­ zi telkin ediyorlardı. Ama siz, onlara, bedeni izdırabımzm verdiği büyük infial ile cevâp verdiniz: "Milletimin bu ölüm kalım gününde, benim kemiklerim söz konusu olur mu? Bun­ ların ne ehemmiyeti var? Benim bir kemiğimin çatladığı yer­ de, Konstantin'in ordusu da, kibiri de kırılacaktır." Ertesi gün, cepheye hareket ediyordunuz. Gerçekten, kader sizin vü­ cudunuza yaptığı haksızlığı, ruhunuza bahşettiği zafer zevki ile telafi etmişti. Zira, düşmamn ilk hezimeti, tam da sizin düştüğünüz yerde olmuştu. *** Bir akşam, istasyon meydanında, cepheye gitmekte olan iki asker, bir kuyudan, mataralarını dolduruyorlardı. Karşıla­ rında bir furgon vardı ki, içi, yaralılarla dolu idi. Türk asker­ leri bunlara bakıp duruyorlardı. Kulaklarına, derinden top sesleri geliyordu. Biri, ötekine şöyle dedi: - Ülen, ne kadar da yaklaşmış bu kafir Yunan! Akşamın alaca karanlığında yüzü biraz da usanmış gibi duran arkadaşının cevabı şöyle olmuştu: - Mühim değil. Zarar yok ilerlesin, gelsin. Biran önce di­ kiliriz karşısına. Bu iki ölüm yoldaşı, ne kadar büyük söz söylediklerini hiç düşünmeksizin, kalabalığa ve geceye karıştılar. Kimbilir, şimdi belki ikisi de şehit düşmüştür. Ancak, savaş yolunda, iki köy delikanlısı, bir kuyu önünde böyle konuşmuşlardı. Sizin, böylesine bir haşmetle Sakarya'da yönettiğiniz o ordudaki ruhu, acaba hangi yazar aynen ifade edebilecektir? Ayrıca tedavi edilmeyi beklemeden, cepheye iltihak için kaç­ mış bulunan o kırk asker, bu ruhun somut ifadesi değiller mi? 25


İşte, bu türden nisanlardır ki istiklal abidesinin inşasında, ha­ yatlarını malzeme gibi kullandırdılar. Allahın rahmeti o kur­ banların üstüne insin ve en ufak eri, bir Paşa ciddiliğine sahip o orduya Tanrı daha binlerce yeni basan ihsan eylesin! ismet, Refet, Kâzım Karabekir, Fevzi Paşalar gibi, herbiri bir ordu kadar sağlam kumandanların ve ateşli fedakâr su­ bayların halesiyle çevrili sizdeki iman, vatanımızın ışığı ol­ muştur. Bu son zafer, Anadolu'da Yunanlıların yerleşmesinin bir ham hayal olduğunu ispat eti. Burada tek hakikat Türk'ün varlığıdır. Hasmınız, hiç de kendinin olmayan bir milleti, müsrif bir prens gibi sömürmektedir. Onun içindir ki Sakar­ ya savaşını böyle uzatmıştır. Oysa siz, her şehit olan erinize acı acı ağlıyor, eminim ki, bunu kendi gücünüzden bir kayıp sayıyordunuz. Zira, siz, bizler için kaderin çaktığı şimşek de­ ğil, kalbimizden fışkıran ateşsiniz. Bunun içindir ki, Yunanın kibirine güçten ve gerçekten oluşmuş bir ders verdiniz. Bu zafer sonrasında, muzaffer dönüşünüzü ne kadar da kutlamak isterdik. Ancak siz; her gösterişten nefret ettiğiniz ve isteklerinizi yalnız yararlı olana tahsis ettiğiniz için, kim­ seye haber vermeden döndünüz buraya. Bizler de işte, halılar ve ipek kumaşlar seremedik geçeceğiniz yerlere. Zira, ayağı­ nızı bastığınız topraktan daha değerli hiçbir varlığımız yoktur bizim. Böylece siz, öylesine aziz bir yol üstünde yürümüş ol­ dunuz. Size ikram ettiğimiz herşey, ruhumuzun en derin yerin­ den gelmektedir. Bu suretle, (müşir) mareşal rütbenizi de, ga­ zi unvanınızı da Allah mübarek eylesin. Zira, bizler, kurtulu­ şun iksirini, sizin elinizden içmiş bulunuyoruz. Şimdiye kadar, kalemimin, böyle yoğun bir kitle tarafın26


dan çevrelendiğini hiç görmedim. Denilebilir ki, düşüncele­ rini benim kadar dile getiremeyen bu insanlar, size olan derin saygılarmı bana dikte ediyorlar. Kutsal kurbanları üstüne göz yaşlan döken bu vatan insanlannın, o göz yaşlan henüz kurumamış iken, zafer haberi ile şimdi yüzleri gülüyor. Uzun zaman zayıflamış sesleri yerine, şimdi, yüksek şahsiyetinizi, kumandanlannızı, subaylarınızı ve aziz erlerinizi yücelten muazzam bir çığlık yükseliyor yine onların ağızlanndan. Allah hepinizden razı olsun ve bu zafer, şanlı geleceği­ mizin başlangıcını teşkil etsin. RUŞEN EŞREF Evet, Mustafa Kemal, bir akşam, ani olarak Ankara'ya gelmişti. Birkaç saat soma Parlamento huzurunda idi. Büyük coşku ile karşılandı. Alkışlar dinince, her zamanki dikkatli konuşmasını yaptı, olaylan birer birer saydı, bunlardan ibret dersleri çıkardı. Yunanlıların önceki taarruzlan ile Anadolu halkının tep­ kilerini teker teker sayıp özetledikten sonra, Büyük kuman­ dan, ellerindeki haritaya bakarak, son savaşlann çeşitli safha­ ları üzerinde bilgi edinmelerini Meclis'ten rica ediyordu. Evet, elinde haritası ile Sakarya'nın doğusunda, düşma­ nı yavaş yavaş çekmek için aldığı tedbirleri izah ediyordu. îlk temaslan da anlatıyor, Türk süvarisi tarafından sol kanadı parçalanmak üzere, düşman kuwetlerinin stratejik yönde na­ sıl darmadağın olduğunu gösteriyordu. Yunan Genelkurmayı, Türklerin sol kanadını iptal ve Ankara'yı işgal planı yapmıştı. Ancalt, Yunan Birlikleri Sa­ karya önlerine gelince, planlannm karşı tarafça anlaşıldığını görecek, yeni bir plan yapma gereğini duyacaktı. 27


24 Ağustosta, Beylik-köprü savaşlarında, Yunanlılar bü­ yük kayıplara uğramıştı. Bir gün sonraki genel taarruz gaye­ leri bu kayıplardan etkileniyordu. Mustafa Kemal, heyecan­ dan kalbi duracak gibi olan Meclis karşısında, o büyük asker edasıyla son safhayı izah ediyordu: Bu, Türbetepe etrafında, Haymana güneyinde, Alancık kuzeyinde Türk birliklerinin karşı taarruzu ile, oradaki yoğunlaştırılmış düşman kuvvetle­ rinin defedilmesi operasyonunun açıklanması idi. Ama yine de 26 Ağustos'ta düşman az çok her yerde mukavemet göste­ riyor, yeni takviyeler alarak ve 28 Ağustosta, kitleler halinde saldırarak, Türk birliklerinin sol kanadına diş geçirmek isti­ yordu. Amacı hep aynı amaçtı. Türkleri çevirmek ve Anka­ ra'ya ulaşmak. 29 Ağustos'ta genel taarruz var: Düşman top­ rak kazanıyor. Mustafa Kemal, kendi ihtiyatlanyla daha ça­ buk ilişki kurmak amacı içinde birliklerini geri çekiyor. Onun, askerlerine, o denli tehlikelerle elde edilmiş du­ rumları terk ettirmesi ancak kendi ün ve itibarını ayaklar altı­ na alma pahasına mümkün olabilirdi. 30 Ağustos'ta Yunanlılar, bütün Sakarya cephesi boyun­ ca yeniden saldırıya geçerler. Bu saldın ile de hep Türklerin sol kanadını hedef tutarlar. 31 Ağustosta, bazı üstünlükler de elde ederler, ama kayıplan ağırdır; Yunanlı esirler, bunun ge­ tirdiği moral bozukluğunun çok büyük olduğunu söylemiş­ lerdir. 1 Eylül'de ümitsiz bir gayretle, düşman Teldağım elde eder. Burası bütün bölgeye egemen olan bir yerdir. "Fakat di­ yor Mustafa Kemal arkadaşlanna: Tam değerini muhafaza et­ mekte olan, sağduyusu yerinde, aklı başında bir ordu için, öy­ le bir yerin hiç önemi yoktur. Bir asker her yerde savaş verir.

28


Bir zirvenin altında da döğüşür, eteğinde de, hatta bir şelale içinde bile döğüşür." 3 Eylülde, Tükiye'nin büyük kumandanı, düşmanın kı­ rıldığını hissetmiştir. Bununla birlikte, düşman yine saldırı­ yor. Ancak dişleri eskisi kadar ısıramıyor. Ne var ki, öyle ümitler, öyle hayaller peşinde koşuyordu ki, kendini bir türlü yenik göremiyordu. Bu seferki; gerçekten son saldırısı ola­ caktı. Bundan sonra, Yunan orduları, sadece elde ettikleri yer­ lerde tutunmaya bakacaklar ve resmi raporunda Papulas şöy­ le diyecektir: "Türk ordusunu mağlup ettim ve nehrin doğu­ suna yerleştim." Şimdi, Mustafa Kemal, kolayca işe koyulacaktır. 6 Ey­ lülde, Yunan hatlarının tam ortasına bir karşı taarruz deneme­ sinde bulunur, çok başarı sağlar. Zamanın ve şartların müsa­ adesi oranında dimdik yürüyecektir. 8 Eylülde, düşmanı ez­ me vaktinin geldiğini anlamıştır. 10 Eylül gününde, kuvvet­ lerini taarruza geçirir, Yunan sol kanadı ve Beylik Köprü do­ ğusunda toplanmış düşman birlikleri üzerinde İsrar eder. Ha­ yati durumlar kurtarılmıştır. Toplarım ve cephanelerini terketme suretiyle Yunan çöküşü başlar. Şayet ağır toplara ve traktörlere malik olsa idi, Mustafa Kemal kendi birliklerinin yorgunluğunu düşünmez, düşmanı sahile kadar kovalardı. Yunanlılar, çok büyük kayıplara ve gereksiz çabalar ön­ cesindeki ümitsizliğe rağmen, cesaretle savaşmışlardı, fakat geri çekilişleri düzensiz olmuş, Türk süvarisi tarafından par­ çalanmışlardı. Düşman Sakarya'nın batısma atılmış, geçtiği yeri yakıp yıkıyor, Eskişehir ile Afyonkarahisar arasındaki güçlü müdafaa satıhlarına büyük zorlukla ulaşabiliyordu. Orada, ağır topların önemli desteği vardı.

29


Mustafa Kemal, operasyonlarının izahını bitirdikten sonra, zaferin büyük ustalarına da atıflarda bulundu. Genel kurmay Başkanı Fevzi Paşa gece gündüz demeden eksikleri tesbit, cepheleri ikmal ediyor, o arada, bunların idareli kulla­ nılmasını istiyordu. Çok defa, Türk cephesinde kurşunun ye­ rini süngü almıştır. Fevzi Paşa, askerinin ve onları yönetenle­ rin morallerini, o tükenmez iyimserliğiyle coşturma sırrına vakıf insandır. İsmet Paşa (Garp cephesi kumandanı) olarak, bir kere daha kendi imkanlarım çok aşmıştı. Sirayet ettirerek verdiği o güven duygusu ile yönetmişti, düzenlemişti işleri. Fferşeyi eksiksiz olarak, bütün haliyle görmek, durumları en zeki bi­ çimde kavramak suretiyle neler yapmamıştı ki! Her yerde, her şef, her subay, kendinden beklenenin en iyisini vermişti. Mustafa Kemal şöyle diyordu: - Diyebilirim ki, bu, bir çeşit subaylar harbidir. Onların kahramanlıklarını ifade yolunda kelime bulamıyorum. Bu milletin çocukları en büyük fedakarlığı göstermişlerdir. Bu sözlerime ancak şunu ilave edebilirim: Kahraman Türk aske­ ri Anadolu savaşlarının manasım iyice kavramış ve yepyeni bir mefkure (ideal) için dövüşmüştür. Bu, aslında, bir övme idi. Türk askerinin Padişah uğrun­ da değil fakat (yaşasın) dediği istiklali uğrunda savaştığı an­ latılmak istenmişti bu sözlerle. Şef, şunları da ekliyordu: - Böyle (evlâtlara) sahip bir millet, hakkım ve istiklalini kelimenin tam manasıyla isteme durumundadır. Bundan sonra da, savaşın her anında Refet Paşa tarafın­ dan yapılan muazzam iş ve hizmetler üstüne ışık tutuyordu. Milli Savunma işlerini üstlenen bu insan, orduya, ihtiyaç duy30


duğu malzemeyi giderek sağlamış, böylece, ona zaferi vaadetmişti. Bir kere daha, tıpkı ilk anlarda Samsun'u kurtardı­ ğı, onu İngiliz Politikasının en kötü tesirlerinden çekip aldığı gibi, Anadolu'yu kurtarmış oluyordu. Mustafa Kemal, o gün, kendi parlamentosu önünde, bü­ tün sadelik ve bütün gücü ile öylesine" muzaffer bir kuman­ dandı ki, herkes ona en derin minnet duygularıyla bakıyordu. O anda orada, ne istese elde ederdi. Daima, uygun zamanı seçmesini bilen bir şef olarak da, doktrininin ilkesini bir kez daha şöyle koyuyordu ortaya: "Biz, milli hudutlarımız içinde istiklalimizden başka birşey istemiyoruz; Avrupa'dan beklediğimiz, diğer milletlerin hak­ kını nasıl tanıdı ise, bizim hakkımızı da öyle tanımasıdır. Biz Barıştan başka bir şey istemiyoruz." Hele, Anadolu'da Yunan medemyetinin sadece, en nefret edilecek usullerle müslüman halkı yok etmek için mevcut ol­ duğunu söylediği zaman, kim çıkar da bunun aksini iddia edebilirdi? Yunanlılarca yapılan zulümler, Paris'de, Lond­ ra'da Avrupa'da niçin en ufak bir infial uyandırmaz? Bunun sebebi, zulmün Müslümanlara karşı yapılmış olması mı? so­ rusu ile ortaya konulan gerçeğe hiçbir cevap bulunamamıştı. Şimdi ise, bütün gücü ile şöyle diyordu Mustafa Kemal: - Haklarımızı barış ile sağlama yolunda her çeşit girişim­ de bulunduk, ama düşmanlarımız, bizdeki iyi niyeti ve doğ­ ruluğu medenî Dünyadan hep sakladılar, bunları, onun gözle­ ri önüne asla getirmediler. Teliflerimiz, en ilkel milletlere re­ va görülen biçimlerde muamele gördü. Yine de, herşeye rağ­ men, biz, savaş taraflısı değiliz." O arada, Paşa, durumun en tehlikeli yanı olan "Rus meselesi"ni de enerjik biçimde ortaya koyuyor: "Biz Rusya'ya 31


dostluk duygularıyla bağlıyız; Çünkü hayat hakkımızı ilk ta­ nıyan odur. Bu dostluğa sadık kalacağız." diyordu. Ancak, daha önceleri, yine kendisi, "ittifaklar ilkesini" dikkatlice koymuştu ortaya: "ne küçülme fedakarlığı ne de ayakbağı." Dinleyenlerin hepsi, Rus yardımının dozunu, onun, na­ sıl, ölçüp biçerek düşündüğünü, sadece zaruri olanı kabul ile asker ve subay desteğini nasıl red ettiğini, Sovyetlerin Anado­ lu'nun içişlerine bulaşması durumuna nasıl mani olduğunu, propagandalarını nasıl sıfıra indirdiğini biliyordu: Ondaki si­ yasi anlayış, hareket serbestliğini kurtarma çaresini telkin et­ mişti. Sovyelerce kınlan Kafkasya müslümanlarını daha ye­ ni himaye etmişti; hem de silahlı olarak. Onlara hep karşı idi. Gerçekte, gelişme yolundaki milliyetçi anlayışlann hamisi yi­ ne o idi. Kısacası, Sovyetler, Ankara'da söz sahibi değillerdi. Sakarya üstüne bu nutuk, Doğuda, İngiliz-Yunan birleş­ mesiyle açılan çılgın savaşın saçmalığını açıkça oraya koy­ muştu. Cüce ile Dev arasındaki mücadelede, her zaferde cü­ ce büyüyor, devin ise, artık kimseyi endişede bırakamayacak hale gelerek tüm zaafı ortaya çıkıyordu. Londralı yöneticile­ rin inanılmaz çılgınlığı, o kuvvet hayalinin peçesini bu suret­ le indirmiş olmaktı. İngiltere, ilk defa, müslüman tebaası kar­ şısında itibannı yitirmiş oluyordu. İnatçılığı sebebiyle gözle­ ri bağlanmış, yanma gelen birkaç döküntüyü hareket başı sa­ nacak kadar gaflete düşmüştü. Zekası kıt bazı kişilerin yaptığı gibi, İngiltere de entri­ ka fikrini, her çeşit duyguya yeğ tutuyor, gerçeklerden de­ vamlı kaçıyordu. Devlet idaresi, bu konuda, aşağı derecede­ ki ajanların iradesine tabi kılınmıştı. Oda bunlar tarafından övülmekten ve yalnız kendi dilediklerine inanmaktan başka 32


bir şey bilmiyordu. Yine bu devlet, İstanbul'u Yunanlılara terk etme vaadini tekrarlıyor, birbiriyle çelişkili kendi entri­ kaları içinde bunalıma düşüyor ve bütün bu sıkıntılardan ötürü biz Fransızlan suçluyordu. Biz ise, daha ilk anlarda, soğuk kanlılıkla, hakikati ortaya atmadığımız, aksine başka­ larının red ettiği bu şıkkı hararetle tasvip ettiğimiz için, doğ­ rusu hatalı idik. *** Sakarya'dan sonra, İngiliz-Yunan oyunu devam edecek­ tir, ancak bir başka biçimde: Yöneticileri yaralı - ya da gü­ lünç halde kurtulabilmiş olan taarruzlardan vazgeçilecek, bunlar yerine siyasi faaliyet ve özelikle propaganda işleri ge­ lecektir. Bu yolda harcanan ve bir külliyetli kısmı Ankara'nın kasalarına intikal eden paraların miktarını Tanrı bilir. Bütün dünya, Türkiye'nin artık savaş istemediği, savaştan boğulur hale geldiği yolunda inandırılmaya çalışılacaktır. İşte, Anka­ ra'dan gelen birkaç yolcu ile, sıcağı sıcağına Kastamonu'da yapılan bir görüşme şöyle cereyan ermiştir. Bu, halkın düşün­ ce tarzını öylesine ifade eder ki, ona her yerde rastlamışımdır. Bizim kağnı, Ankara ile Çankırı arasında bulunan Kızılkaya kasabasına gelmişti. Birden, etrafımızı bir çocuk toplu­ luğu sardı. Bazısı tamamen çıplaktı, bazısında elbiseler lime lime idi. Ama yüzleri öyle sevimli idi ki. - Kızım, adın ne senin? Mavi gözlü, sekiz yaşında bir kız çocuk. - Benim adım Fatma. - Baban var mı? - Hayır, öldü. - Kim bakıyor sana? - Anam! - Annen nerede? 33


- Tarlaya ekin ve ot biçmeye gitti. - Kardeşlerin var mı? - İşte bu var. Küçük kızın gösterdiği, beş yaşlarında bir erkek çocuk. Üstünde, sadece bir gömlek. - Ona ben bakıyorum. İkinci çocuğun, üçüncünün, dördüncünün, beşincinin ve ötekilerin babalan, ya şehit ya da cephede harpte. Anaları da tarlalarda çalışır. Tamamen çıplak, yedi sekiz yaşlarında bir erkek çocuk dikkatimizi çekti. - Ya bu? Kim acaba? - Bu bir yetim. Babası şehit, anası da öldü. Şimdi ona bir yaşlı kadın bakıyor. Tam o sıralarda, yanımıza yetmişinde bir ihtiyar kadm yaklaştı. Bastonuna dayanıyordu. Sordu: - Ankaradan mı geliyorsunuz? -Evet!.. - Öyle mi, ordudan haber var mı? Gözlerindeki alev, yüreğindeki ateşi yansıtıyordu. - Ordumuz demir gibi. Allahm inayetiyle çok geçmez, düşmanı yok eder. - Şükürler olsun, evladım! Kadm uzun uzun içini çekmişti. - Çocukların var mı ana? - Dört oğlum vardı. Üçü öldü. Dördüncüsü cephede. Bekliyorum onu! Gözlerinden süzülen yaşlar, yüzündeki kınşıklıklarda duraklıyor, onlan nemlendiriyor.

34


- Allahın inayetiyle, yakında imanın zaferi olarak gele­ cek senin oğlun. Hepiniz mutlu olacaksınız. -Ah oğlum, memleket kurtulsun, gavur bir daha gelme­ sin. Bizler, her şeyi göze aldık. Yeter ki bu topraklar çiğnen­ mesin! Yaşlı köylü kadındaki bu ruh asaleti karşısında, şaşmış kalmıştım. Yammızdakilerden biri tekrar konuştu: - inşallah, çiğnenmeyecek bu topraklar. Memleketin öbür yanlarını da alacağız düşmanın elinden. Allah bizimle, kalbini ferah tut ana. O, teselli bulmuş gibi idi: - Allah razı olsun oğlum, diyordu. Yüreğime su serptin. Beni avuttun. Sizler de Allaha emanet olun. Elindeki baston değneğe dayana dayana, kasabaya doğ­ ru yol aldı. İşte, en yoksullarına kadar, Anadolu'nun gerçek duygusu böylesinedir. *** Doğu'da, Lloyd George ve İngiliz sömürgecilerin eseri, sözüm ona İngiliz-Fransız dayanışması, bir de tamirat komi­ tesi eklenince, barışın en büyük ahmaklığı haline geldi. Londra, büyük doğu iflâsını idrak edince, yöneticiler, bizleri, kendi körü işlerine sürüklemeye koyuldular. Belki bir gün gelecek, İngiliz kabinesinin Türkiye fethi davasına, biz Fransızlar'm da katkıda bulunmamızı, biraz da yukarıdan ko­ nuşarak, ne kadar istediğini öğrenmiş olacağız. Ülkemiz ve onu yönetenler şeref duyarak şunu görebilir­ ler: Bu noktada hiçbir Fransız Bakanlığı boyun eğmemiştir. Hepsi, eğrilmez biçimde göımmüştür. Bununla birlikte vaadler hayli büyük, ama değerleri pek küçük! Alman sonuç, sadece şahsî çabalara bağlıdır. Şayet, olay­ ların akışı değiştirilemedi, ancak hataya iştirak olundu ise, yi35


ne de iki sonuç elde etmişledir bizimkiler: Anadolu'ya Fran­ sız Birliklerinin sokulması gibi, tamirsiz bir hatayı önlemiş en koyu propaganda dumanlarım da dağıtmışlardır. Tek hataları, milli kuvvetler üstüne atılan ebedi zulüm ve yok etme iftirasına karşı, gerektiği kadar şiddetli tepki gös­ termemiş olmalarıdır. Anadolu'nun yetkili kişilerini, azınlık meselesini, hepsi­ ni defetme suretiyle, toptan hallinden kim alıkoyabilirdi ki? İsteselerdi, Anadolu şefleri böyle yaparlardı. Bunu yapmadılarsa, "medeni" dedikleri milletler toplu­ luğu içinde kalmaya yürekten inandıkları için yapmamış ve yapmamayı, bir fikir berraklığı içinde idrak etmişlerdir. As­ ya'nın bu formül karşısmda şüphecilik göstermesine rağmen, gerçek budur. Venizelos, Lloyd George ve Curzon, bu mede­ ni anlayışa öldürücü darbeler vurmuşlardır.

36


BEŞİNCİ KISIM ANKARA Mayıs-Kasım 1921 Mayıs 1921'de, milli güçler başkenti ancak üç kategori misafire kucak açarken, verdiği ilk izlenimler acaba nelerdi? Doğu'nun ve Batı'nın dostları vardı ki, bunlar tam tarafsız ve tam vicdanlı davranmak için oraya gelmişlerdi. İstenmeyen adamlar, ingiliz ajanları da bütün şekilleriyle, istanbul ya da inebolu'dan itibaren teşhis olunup, fare kapanına ustalıkla kıstınlmışlardı. Nihayet bir de tereddüt erbabı vardı. Bunları bir yandan yalnız Ankara ismi biraraya getirebiliyor, fakat yi­ ne de milliyetçilik dersini iyice belleyemediklerinden, işin içinden bir türlü çıkamıyorlardı. ilk bakışta, bunlar acaba ne görebiliyorlardı? Bir şehir ki, en büyük çekiciliği acayip oluşudur. Her yer­ de bir muamma arayan en tatmin edilmez gezginler bile An­ kara'nın başka hiçbir şehir ile mukayese edilemeyeceğini söy37


lerler. Ankara, eski debdebesinden, görkemli elbiselerinden, renkli partallarından kurtanîmış bir yeni Doğu'nun çiçek açı­ şı idi. O, çoktandır doğacak durumda olduğu halde Avrupalı cehaletinin binbir gece masallarına takılıp kalmış bulunmasın­ dan ötürü hala idrak edemediği derin bir değişme ifadesi ta­ şırdı. Bunun yam sıra, yine o, bütün yabancı hükümet erkanı­ nın "Değişmez Doğu" olarak yer etmiş inanışından öç alıyor­ du. Tek bir hamlede, tüm peçelerini atıvermiş, hayallerin onu sarmasında ısrar ettiği her şeyden şimdi soyutlanmıştı. Ama kendi isteği gereği olan bu vazgeçişte, biraz kaba görünen bu çehrede, bütün fazla süslerden arınmış bu ham gerçek içinde, yüz defa daha güzelleşmiş oluyordu Ankara. Biri mayıs, öteki kasım-aralık aylarında geçirdiğim iki ikamet esnasmda, o kaleye, yürekleri hayli ağırlık altında gel­ miş olan insanlara bakıp acımışımdır, Bu parlak ışık altında, bu militanlar çokluğu içinde, sıkıntılarla derinleşmiş çizgiler­ de, onun düşüncesini de, amacını da bulup çıkarabilmek elbet kolay değildi. Şimdiden Sivas günleri, uzaklaşan geçmişin içinde kalı­ yordu. Bu düzen sağlama ve savunma başlaması, ne denli teh­ like gösterirse göstersin, birbirine sıkı sıkıya bağlanmış, ka­ rarlı birkaç adam için, bir altın çağ getiriyordu. Tıpkı, onun yanı sıra, başarıya ciddi surette inanmamış da olsa, sırf feda­ karlık zevki içinde, hiçbir şey beklemeden kendini feda eden­ lerin bulunduğu gibi. Basan gelmişti, inanılmayacak biçimde, en çılgın ümit­ lerin düşünebildiğini de aşarak gelmişti. Bunun ardından, so­ rumlulukların uzun kafilesi yürüyordu. Eser genişliyor, tüm yeni fedakârlıklan, tüm yeni tehlikeleriyle muazzam hale ge­ liyor. Ve Mustafa Kemal Paşa ile birlikte ezici yükün ağırlı38


ğını, bunun tehlikeli şeref ve mutluluklarını paylaşanlar, o yü­ ce çabayı, onun gibi göstermeye devam ediyorlardı. İlk bakışta, Ankara onların fikir yapısını güçlü biçimde topluyor, bütünleştiriyordu. Burada, hoşgörü yoktur, avarelik, heveskarlık yoktur. Herkes için, sert, acımasız bir kural var. Çalışma dışında, her şey aşağı yukarı yasaktır. Havada, ham bir çeşni sezilir, bu haliyle, muhteşem, soyutlanmış, aşınlaşmış. Sanki bir ince çelik bıçakla kesilmiş o sivri yokuşları ile dev geçmişi devamlı akla getiren harabeleri ile gelecek dolu kalabalıklanyla, bu şehir, tam bir enerji kaynağıdır. Milliyetçi başkenti, bir mayıs sabahı tanıdım. Koşması bitmeyecek sanılan o tren yavaşlayıp bizi Asya kalesi ile bu­ run buruna getirdiği zaman, yolculuk arkadaşlarım, seslerini hafifleterek: - İşte Ankara, demişlerdi. Kalenin canlı sivrilikleri, garip bir anıtın egemen olduğu bir dağı çevreliyordu. Selçuklu taşı mı idi acaba? Belki de ya­ hut daha ziyade, çok daha eski bir mabedin kalıntıları olabi­ lirdi. Yollarına devamdan önce, bir hayli medeniyet, burada bir lahza olsun, mola vermişti. Müslüman dünyanın, bugün her fırsatta, Ankara diye tekrarladığı o ismi taşıyan küçük gann önüne böyle sessiz se­ dasız gelivermek insanda acayip bir duygu yaratıyor. Ankara ve Mustafa Kemal, iki isimdir ki Afrika ve Asya için, şahane bir destanı, tükenmez bir zaferi temsil ederler. Şehrin esas karakteri, bir bütünün idraki ile kendini kabul ettiriyor, aynı zamanda, bir başlangıcı ve formüllerin en çağdaşım öngörüyor ki, bu da o yıkılmaz mazinin üstüne oturtulacak. Burada, güvenin savurganlığı yoktur; tehlike kavramı 39


hep yakını gösterir, her zaman hazır bilinen düşman entrika­ sı, uyanıklığı bilmektedir. Milliyetçi cephede misafir her ya­ bancının, sıra sıra silahlı birliklerle korunan her yerde giyebi­ leceği tek zırh samimiliktir. Her saatleri amansız bir savaş olan insanlar, ne mahcuplara ne de kararsızlara hoşgörü gös­ terirler, ama bir kere o insanlara inandılar mı, bir kere, onla­ rın yanma neden geldiğiniz, onları işleri arasında niçin meş­ gul ettiğinizi anladılar mı, bir gün önce gergin çehreleri öyle­ sine bir gülümseme ile aydınlanır ki, en değerli varlıkları olan zamanlarım, öylesine bir doğrulukla harcarlar ki sizin için! Onlar nezdinde enerjinin zembereği, son derece gergin­ dir. Kime karşı, neye karşı, mücadele gerekir? Evvela, bura­ dan uzaklaşır uzaklaşmaz, tam anlayış ve inanışlarım kaybe­ denlere karşı. Zira her şey buradan görülmekle aydınlanıyor, ikincisi, uzaktan, amaçların tam anlamını kavrayamayanlara ve cesaretlerini yitirenlere karşı. Daha sonra, her biri ötekile­ ri gölgelemek isteyen küçük ittifaklara karşı ve nihayet özel­ likle yüz türlü biçime giren, biçim değiştiren, sayısı belirsiz ve de çok, burada bulunmayan her şeye bol bol malik düşma­ na karşı. Kimseye benzememek, kendi kendisi olabilmek güzel­ dir, hoştur ve imkânlar ötesinde tehlikelidir. Dörtte üçü yakı­ lıp yıkılmış bh yurtta, henüz yansı işgal altında bir yurtta, za­ fer elde etmek, bir bakıma, insanın kendi zaferine esir düş­ mesi sonucunu getiriyor, fakat Ankara'da her kafayı işgal eden bu zalim gerçekler yanında, milli zaferin getirdiği ben­ zersiz itibar yükselmekte. Ankara'ya gitmek, Ankara'dan gelmek, bizlere İslam dünyasının kapısını ardına kadar açan parola oluyor. Ankara­ lı olmak, bir Türk için bugün en yüksek asalet unvanı. Bir de oradakiler gelseler bize: 40


Ölüm mahkumları değil miyiz biz? Deseler gülümseye­ rek. Gözlerdeki parlaklık, ağızların kararlı gerilişi, duygular­ la dolu bir övüncü gösteriyor. Bu duygu, coşturur, güçlendi­ rir, her çeşit feragati kabule ve desteklemeye imkan sağlar, bütün dünya zevklerini hiçe sayıp, o yüce fedakarlığı yüz de­ fa tercih eder. Bu çeşit bir nefis körlemesi insanı çok gerçekçi yapıyor, tenkit duygusunu da geliştiriyor. Gar, sade bir yer. Şehre yönelik geniş yolda, ancak bir­ kaç adım atmıştık ki, kulaklarıma yine iki aylık Anadolu gö­ çebeliği esnasında hep çalman kelimeler çarpmaya başladı: "Ankara ve Mustafa Kemal Paşa" ve ben hep gülümsüyor, bu defa milliyetçiliğin bu iki gücünü, kolay olmasa bile, görece­ ğimi düşünüyorum. Subay, memur, mebus, vekil, asker, kervancı, hep birbi­ rine karışıyor. Süvarilerin, yayaların ve arabaların üç çeşit izi ile dolu büyük yol üstünde biraz ilerleyince, devletin, daya­ nıklı, çok özel bir biçimde inşa edilmiş binaları görülür. Par­ lamento karşısında, set üstünde bir halk bahçesi şehre hakim. Bu bahçe, çok defa taşacak gibi doludur, tüm Ankara orada toplanır. Şüphesiz, burada hep genç adamlara, güç dolu, cesaret dolu adamlara rastlanır, fakat tecrübe sahibi kimseler de yok değil. Hepsinin, yüksek yaylalar tonuna intibak etmiş halde, sert ve acı olan bu işe rağmen yüzleri, tavırları iyilikle dolu. Hepsi, yahut hemen hepsi, yarı sivil yan asker kıyafetinde, kahve rengi ya da koyu renk üstüne giyinmiş. Külot pantolon, astragan kalpak, bir simge oluyor. Hepsinde, aynı canlı hal, aynı açıkgöz, manalı ve okkalı söz, aynı delici, iradeli bakışlar. Ah! Eski Türkiye, bu yeni 41


dünyadan ne kadar uzak, bu kupkuru, keskin, elektrikli hava­ dan öyle uzak ki, her defasında bundan kopabilmek için de ay­ nı derecede çaba harcamak gerekecek. Belki de hayat, akla gelmez şeylerle, tehlike ile dopdolu ve Asya'nın derinden du­ yulan o gürültüsü, orada her yerdekinden fazla duyulmakta. *** İşgalin, gülümsemeyi unutturduğu, onun yerine acılı bir sevimliliği getirip koyduğu İstanbul'dan sonra, Ankara, haya­ tiyeti ve sapasağlam mizacı ile dikkatleri çekiyor. Birinde ka­ ranlık bir mücadele, ötekinde hareketin yuvası var. Birincisi gülümsemeyi unutmuş, gölgesinden korkuyor, ikincisi bir hiç, bir gülücük, bir canlı söz ile oynaşıyor, zira gevşeme an­ ları kısa ve çabalan devamlı. Yoğun çalışmadan gayri hiçbir şey kafaları meşgul etmiyor, tehlike ise daima hazır. Sağlam yapılı insanlar için, bu durum, toparlayıcı türde benzersiz ni­ telikler taşıyor. Buraya kadar varmanın zor oluşu, Türkiye başkentinin civan şiddetle muhafaza edildiği için, evet bu bile, oraya va­ rabilenlere, başkaca yerlerin hiç tanımadığı, bir kolaylık his­ si, bir söz serbestliği telkin ediyor. Yeryüzünde, yedi sekiz şehir vardır ki, herbirinden bir dünya kuruludur. Bunlar, insanca birleşmenin fikir yapışım temsil eder, gelgeç bir yolcuyu ya da her şeyi gözlemeye ka­ rarlı bir misafiri eşit derecede etkilerler. Ankara o şehirlerden biridir. Bir pota ki, kişilikler onun içinde erimeye gelir ve içinden bambaşka kişilikler çıkar. Onun vurduğu damga, her menşeden simalarda görülür: Başlar kalkıktır, bakışlar par­ laktır ve Ankara'dan geliyor olmak, bugün tüm İslam dünya­ sında, kendini dinletme imtiyazını vermektedir. Dönüş yolu üstünde, size yüzlerce defa: "Ankara ne di­ yor buna?" diye sorap duracaklardır. 42


Hava, acıdır, kurudur, erierji ile dopdoludur, besin mad­ deleri bol ve sağlıklı; şehir bir kovan gibi, doğal sınırlarından taşıyor, ırmak boyunca kayıyor, civar tepelere tırmanıyor. Mesken meselesi yine de hallolunamıyor ama, her yerde hummalı inşaat var. Tamamen taştan, büyük büyük yeni evler birbiri yamna sıralanıyor. Yakında Roma duyarları içinde bü­ yük cami var. Her yerde hala canlı duran harabeler, hayata ka­ rışıyor. Eski surlar dizisi Roma taşından yapılma. Bu taşlan, Timurlenk, Selçuklu ve Osmanlı sıra ile yerleştirmişler. Beyaz minareler, kurşuni-beyaz kanşımı evlerin birikimi arasından, çiçekler gibi fışkırmakta. Her sokak dönemecinde, temelde çok kuvvetli bir eski duvar, bir eski çeşme ve her yerde, her zaman kağnılann ağır geçişi. Tekerleri tüm taştan, öküzlerin çektiği, kadmlann güt­ tüğü ilkel arabalar-kağnılar yolun efendisidir. Bunlar, kader gibi gözleri görmez halde, uzun, sık diziler ki, hiçbir şey bi­ rini ötekinden ayırtamaz. Süvariler acele ile sıraya giriyor, arabalar kaldırıma çıkıyor ya da köşe taşlarına bindiriyor, kü­ çük eşekler, sıpalar yüklerini boşaltıyor, otomobillerin yollan ister istemez engelleniyor. Kağnılar kutsaldır. Onlar, herkesin gözünde, milli ordu cephanesinin, halkın iradeli çabasının sembolü. îkiyüz kilo­ metre ötede, Türk hatlannm şeddi vardır, bu teker gıcn daması da, tek sesli bir nağme halinde, Anadolu'yu baştan başa sarar. Burada herkes savaş için yaşıyor. Takviye kuvvetleri An­ kara'dan geçer, her yerde acemi erler talim ederler, sivillerin her biri çift tayın alır. Bütün bunlardan, bu çalışmalardan bir güven, birgenlik hali yayılır ki, sirayetine engel olunamaz: Hafif bir istihza; bunu tarife imkân yok, kendini ve etraftaki43


leri korkudan alıkoymak için başvurulan bir çeşit tebessüm, Avrupa adaletsizliği karşısında kısa kısa infialler ki, eneırjiııin egemenliğine derhal girmekte. Bu sert savaşçılar: - Biz intiharlık insanlarız, biz yok olmaya mahkumuz! Öl­ müş kişilerin güç hayatım yaşarız, diyorlar, sonra ekliyorlar: - ingiltere bizleri mahkûm etmiş, bizi dinlemek bile iste­ memiştir. Biz de karşı çıktık, kafa tuttuk ve her gün nasıl da hayretle görüyoruz şu gerçeği: Biz, ondan daha güçlüyüz. İn­ giliz adaletsizliği olmasa idi, bir millet haline yemden gelme fırsatını bulamayacaktık. Köylülerimiz mukavemeti, birleşik olmayı, nasıl öğrenebileceklerdi ki?" Bir Türk subay hatlardan gelmiştir. Arkadaşları, yeni Yu­ nan zararlarını sorarlar." "Evet var, cevabım verir, bize Yu­ nan eldiveni ile vuruluyor ama, onun içinde îngilizin eli var." Hiç şüphe yok, İstanbul'dan gelme hikayeler de Anka­ ra'da çalkalanır durur. Yöneticiler olsun, aydınlar olsun, hep­ sinin İstanbul'da aileleri ve elde kalan mallan mülkleri var. İki merkez arasında git-geller devam etmekte. Yakın bir tari­ he kadar, İstanbul'daki aşın davranışlardan ötürü sadece İngi­ liz şark sömürgecilerinin takımı suçlanırdı. Bu inancı, bir ye­ ni olay geldi değiştirdi. 16 Mart 1920'de, İstanbul'daki parlamentodan cebir kul­ lanılışı ile alınıp Malta'da tutulan Türkler, bir kaç ay önce sa­ lıverilmiş bulunuyor. Bunlardan birkaçı ile inebolu - Ankara yolculuğunda beraberdim. Çoğu seçkin esirlerdi ki, değerle­ rinin tanınmış olması sonunda yadırganmayacaklarına bir tür­ lü inanmamışlardı. Aslında, onlara bir çeşit özellik tanınmış­ tır ama, bu, sandıklan biçimde de değildi. Basit asker mu­ amelesi gördükleri zaman, paralanmn alındığını, mücevher44


lerinin çalındığını gördüler, en olmayacak sağlık rejimine ta­ bi tutuldular. Buna karşılık, istenen parayı verenler de, Malta'dan sözüm ona kaçmış oldular. Çoğu, orada kalıp bekledi; bunlar pazarlık edemeyecek kadar gururlu .kişilerdi. Nihayet, hareket saati gelip çatmıştı: Kötü bir yolculu­ ğun tüm rahatsızlığı içinde, küçük ve oynak bir harp gemisin­ de, hele o saygılı himayede yok olunca... İstanbul limanında gemi demir atar. Günlerce, karaya çıkma yasağı, dışarı ile te­ mas yasağı! İçi kadın ve çocuk dolu kayıklar İngiliz gemisi etrafına doluşurlar, kabaca kovulurlar, çığlıklar, hıçkırıklar hava ile karışır. Bu, esaretin en acıklı ânıdır. Kafile bir petrol gemisine nokledilir, çalkantılı bir deniz­ de İnebolu'ya gidilir. Kıyıdan gelen Türk kayıkları nakil için­ de mucizeler yaratırlar. İngiliz subaylar tahliye zorlukları kar­ şısında sabırsızlanır, yükleri olduğu gibi denize atma tehdit­ leri savururlar. Rauf bey: "Yeter artık! Artık sövmeyin bizle­ re" der. Bu eski denizci karşısında İngiliz subaylar susarlar. Tahliye bitirilmiştir. Malta'dan dönenler çektikleri eziyetlerin de sona erdiğini sanırlar. Hayır, kaderlerinde son bir üzüntü daha var: Bir kez daha bekieşeceklerdir. Zira yemek vaktidir. Hepsi, dişlerini sıkarak, bekler kirli karavanalar karşısında. Özellikle o pirinç pastasından da hiçbir şey anlamazlar. Böy­ lesine bir isteksizlik ve red> sonun gelmesini tehdit edebilme durumundadır. Yine hepsi, ayakta, birbirine kenetlenmiş ola­ rak, yan bitkin halde, başlarına geleceği gözlemeye koyulur­ lar. Fakat tabancalar iner, çadırın bezi kaldırılmıştır: Şimdi hürdürler, kendi saflarına geçerler. İlk kucaklaşmalar bitince, yine hepsi, ıslak valizleri ara­ maya başlarlar: Hiçbir şey indirilmiş değil. İşte şimdi, ellerin­ de kalandan da olmuşlardır. Rauf Bey, kitapları için ah vah 45


eder, ötekiler, deniz kazalarından daima kurtarılmak istenen küçük eşyalarına yanarlar. Hatıralar, mektuplar gibi. Daha bir çok hakarete maruz kalmamış değillerdir ama, bu, hafızala­ rından hiç silirımeyecektir. Durum, sürgünün son saatlerinde görülen coşkulu duyarlılık haline gelmiştir. Malta esirlerinin hepsi, îngilizceyi öğrenmiştir. Malta'daki memurlar ise, şayet esir tuttuklan kimseleri yalandan tanımış, onların sözlerini duyup anlamış olsalardı, edindikle­ ri bilgilerden daha çoğunu edinmiş olurlardı. Malta'nm teşkil ettiği ibret dersi, bütün doğuya sızmış­ tır; şöyle: "İngiltere artık İngiltere değildir, İngiliz adaleti en büyük densizliklerden biridir, İngiliz sözüne inanılmaz." Bu, tüm İslam dünyasında gerçek ihtilaldir; meyvelerini süratle verecektir. *** Herşeye rağmen, Ankara'daki insanlar, gerçekçi kişiler. Güvenin yeniden doğmayacağı besbelli ama, sonsuz savaş da, eskisinden beter bir avcı hayalidir. O halde barış gerek. Ama mümkün olabilir mi. Namuslu kişiler İngilteresi nihayet gö­ rülebilecek mi? Ankara Parlamentosunda, her gün, herhangi biçimde şu soruya rastlanıyor: "Ya Fransa, bari o bizi anlıyor mu? Bizim ne olduğumuzu, ne istediğimizi anlamaya çalışıyor mu?" Genel kurul salonunda, bir iki iç mesele arasmda, müza­ kereler dönüyor, dolaşıyor, bu noktaya geliyor. Bütün militan­ lar yan yana oturuyor, dinliyor, çıkıp konuşuyorlar. Başkala­ rından tek farkları şef davranışı olan bir zarif ve genç adam, kalabalığı yararak ilerliyor, rasgele ön şualardan birine oturu­ yor, notlar alıyor, söz istiyor. Bu, Mustafa Kemal Paşa'dır ki, bir keskin bakışla, o gün neyin cereyan ettiğini anlayıvermiş46


tir. Onun, sadece orada bulunuşu, dikkatleri katmerli, atmos­ feri elektrikli hale sokuvermiştir. Oturuma ara verilmiştir. Koridorlarda, geçecek yer bul­ mak imkânsız. Tüm siyasi Ankara orada, büyük yıldızların etrafı çevrilmiş, tartışmalar devam ediyor. Az soma, herkes kendi oturduğu yere dönecek ve çok defa, çalışma gecenin hayli ileri saatine kadar sürecektir. Bu müddet içinde, yüzler­ de o hararetli gerginlik gitmeyecek, gözlerde yorgunluk be­ lirtileri görülmeyecek. Zira, her an yaşam ya da ölüm meselesi vardır. Dışarıda, kalabalık beklemekte, övmekte, ya da, burada her yerde görüldüğü gibi, acı acı eleştirmektedir. Kalabalık güvenmektedir. Aralık 1921 Bütün bunları, geçen kasım aymda hatırlamıştım. Üçün­ cü kez Anadolu'nun yolunu tutmuştum ve ikinci kez seyahat amacım Ankara olacaktı. Ben dost idim, hakikati görmeye gelen kişi idim. İkinci ziyaretimde ettiğim vaadi tutmuş, gördüMerimi Paris'te an­ latmıştım. Ankara anlaşması yeni imzalanmıştı, demek ki ge­ liş zamamm uygundu, fakat yine de bütün zorluklan düşün­ meden edemiyordum; o zorluklar ki, ilk işler ile işlerin tümü arasında görülecekti. Beş ay önce, büyük hayatı silah olan, muzaffer, fakat her an Yunan işgali tehlikesi altında iken aynldığım bu ülkeyi şimdi hangi durumda bulacağımı düşünüp duruyordum. O zamandan bu yana, Yunan kuvvetleri bir de­ fa daha harekete geçmiş, yeni bir bölgeyi yakıp yıkmıştı. İnebolu'ya gelir gelmez şaşkınlığım geçti. Daha ilk an­ dan itibaren, Anadolu'yu, aynen bıraktığım gibi bulduğumu 47


anlamıştım. Düzen, sükunet, yoğun çalışma ve her zaman ya­ kın olan tehlikeye rağmen güler yüz. Hep eskisi gibi. Ankara ile inebolu arasında, ilk yolculuğumda rastladı­ ğım kişiler yine yanıma geliyor, ümitlerini de endişelerini de belirtiyorlardı. Böylece, küçük Ford araba, yol engellerine gayet başarılı biçimde direnerek beni Ankara Parlamentosu önünde indirdiği zaman, orada neler bulacağımı bilir halde idim. Anladım ki, orada da, değişen bir şey yok. Mustafa Ke­ mal Paşa, yüzünde Sakarya yorgunluğunun son izleriyle, be­ ni başkanlık odasında, yanında bazı dostları ile bekliyordu. O, şevk kıran Batı'mn, hakkınızda ne düşündüğünü ya da ne düşünmediğini bilmeksizin, böylesine çok büyük bir yalnızlık halinde, durmadan dinlenmeden gece gündüz savaş vermek, gerçekten güç bir iştir. Bir kere daha şunu görmüş oluyordum: Tereddütlerimi­ ze, kararsızlıklarımıza rağmen, son hayal kırıklıklarına yal­ nız Fransa'nın itibarı dayanabilmişti. Şimdi bütün Doğu Fransa'ya inamyordu. Ankara'da, daha doğrusu Çankaya'da geçen altı haftam içinde, tam serbestlik halinde yaşayacak, istediğim kimseler­ le evimde buluşacak, istediğim yere gidip gelecektim. Böyle­ ce, mebuslarla, vekiller ile, "heyeti temsiliyeler" ile biraraya gelecek, askeri şeflerle olduğu gibi, hocalarla, eşraf ile dile­ diğim biçimde görüşecektim. Her çeşit aydın insanla tartışmak suretiyle Millet Mecli­ si oturumlannı da dinliyordum. Bunlar, yazar, militan, profe­ sör, hekim, subay gibi kişilerdi. Böylece, istediğim gibi so­ ruşturarak, gözlemler edinip vesikalar toplayarak, dahilde bundan önceki gezilerimde edindiğim bilgilere de dayanarak, hakkında, tanımadan hüküm verdiğimiz bu teşkilat üzerine, 48


berrak, kesin görüşler getirme durumunda olacaktık. Ankara hükümetini çevreleyen hiçbir sır yoktur. Türkiye Milli Meclisi'nin üç yüz elli mebusu vardır. Bunlar Anadolu ile Trakya'nın çeşitli sınıflarını oluşturan halkı temsil ederler. Köylüler, hocalar, subaylar ve aydınlar gibi, istiklal hareketi içinde pek büyük yerleri olan kişilerdir bunlar. "Köylüler" dedim, zira bunlar, Anadolu şeflerinin birin­ ci planda gördükleri unsurlardır. Her hal ve şartta, bunların fikirleri alınır. Anadolu köylüsünün uygarlık eğitimi, şaşıla­ cak bir süratle gelişmekte. Ankara Parlamentosunu oluşturan üç yüz elli mebus için­ de, iki yüz elli kadarı her müzakerede bulunuyor, görüşülen­ leri en büyük dikkatle takip ediyor. Tam çalışma halinde görü­ len ve memleketin gelenekleriyle usullerinden esinlenerek eser veren bu yasama meclisini seyretmeye doyamıyordüm, Onda, hareketin ilk günlerinden beri Anadolu'nun düze­ ne girmesini, günün acil sosyal gereksinmelerinden başlayıp, ilk anlardaki İslam dünyasının gerçek kuvveti demokratik ya­ saya varmak suretiyle, düzenlemeyi ele alan şefin kişiliğini görüyordum. Onun esas ilkeleri, Milli Meclisin 20 Ocak 1921 tarihli celsesinde kabul edilen Anayasa'ya girmişti. Bu esasları, ki­ tabın önceki sahifelerinde belirtmiş bulunuyoruz. İşte, Ankara Devleti budur. Hayat dolu, kendi gücünü iyi anlamış, şeflerine saygılı fakat en ufak bir hatada onları acı acı eleştiren, onlardan, sorumluluk duygusunun ağırlığından ürkmemek ve hele en üst kademeye getirilen kişiden bundan fazlasını da, bütün hareketlerin hesabı ile birlikte beklemek suretiyle çalışan bir Parlamento. O kişiyi ve onun eserini de o derecede büyük bir kıskançlıkla yapıyorlar bu insanlar. Kendine tamamen hakim olarak, yarattığı o eseri yumu49


şak ve kesin adımlarla ilerletmesi, ilk anlardan bu yana, etra­ fına dostlar, ortaklar alarak, herşey hakkında son dakikada karar vermesi, varlığının sebebini oluşturan bu tarih sahifesi için yaşayarak, onun güzel, büyük istikrarlı olmasını düşün­ mesi hadisesini görmek, bu genç adam hakkında, garip ve duygu dolu bir temaşa oluyor. Onun için bunlardan gayrı hiç bir şey düşünülemez. Şa­ yet Avrupa, onu anlamamakta inat ederse, o da Asya'ya yö­ nelecek, fakat daha önce Batı'yı inandırmak için en büyük çabayı harcayacaktır. Bunları, Aralık ayında, Parlamento önünde tekrar ifade etmişti. - Ben Panislamist değilim, Pan Turanyen değilim, Pantürkist değilim; diyordu. Kısacası, dini taassup ve de ırk bir­ liği peşinde değilim, demekte idi. Sonra, o Parlamentoyu, kuruntulardan, boş hayallerden arındırmak isteyerek, şunları söylüyordu: - Biz, çalışkan bir milletiz, biz hayat ve istiklalimizi kur­ tarma azmindeyiz. Biz, yaşamak ve kurtuluşumuzu sağlamak için çalışma zorunda olan bir milletiz. Sonra, geçmişe atıfta bulunarak, şunları belirtecekti: - Belki sözlerim sizlere biraz acı gelecek, belki bir kötü­ lemeyi andıracak. Bu milleti bugün darağacı ile karşı karşıya getiren şey, boş hayallerdir, hissiyattır". Neticede, Müslü­ manlıktaki dayanışma ilkesini kabul etmekle birlikte, kendi insanlarına, savaşın kesin amacını hatırlatacaktı: - Dindarlanmızın her biri, kendi kafası içinde, kendine bir mefkure saklayabilir, onu besleyebilir. Bunu men etmeye kimsenin hakkı yoktur. Ama hükümetinizin, tespit edilmiş, pozitif, gerçekçi bir politikası vardır. Bu politikanın amacı, 50


kendi hayat ve istiklalini, milli hudutları içinde sağlamaktır. Tekrar ediyorum, hükümetiniz, gerçekçidir, itidallidir, her türlü hayal kurmaktan uzaktır. Kendimizi iyi tanıyalım: Biz, mevcudiyetini savunan ve istiklalini isteyen bir milletiz. Ha­ yatımızı ancak bu fikir uğrunda feda edebiliriz." Bu tür sözler. Anadolu halkının duygularına sıkı sıkıya bağlıdır, ona uymaktadır. O, böyle yüce bir amaca ulaşabil­ mek için büyük çaba harcamaktadır. Asya'yı Avrupa'nın kar­ şısına diken teorilerin onun şahsında "makes" bulacağım, ya­ ni onun şahsına yansıyacağım sanıyorum. Buna mukabil, İn­ giliz taarruzu, Yunan işgali ona milliyetçiliği benimsetmiştir ve bu genç şefin dilinden anlayan ile onun anlayacağı dil ile konuşan insan, gönülden iyi kabul görmektedir. Ankara'nın hummalı ve yoğun faaliyeti Parlamentoda merkezileştirmektedir. Toplantı salonunda, mebuslar sayılan kayıtsız üç grup oluşturuyorlar: Sol, orta, sağ. Soldaki grup hükümeti tasvip eder ve Başkanm süratli tutumunu izler. Sağdakiler, reaksiyonerlerdir, yani karşı koyanlardır ki, bunlar geleneğe sıkı sıkıya bağlı olarak yürüyüşü sapıtmak ister ve muhalefeti temsil ederler. Ortadaki grup, kah birine kah öte­ kine eğilim gösterir. Bu, günün müzakeresine bağlıdır, fakat çok defa hükümeti tutar. Kalpaklar, fesler, sanklar birbirine kanşıyor: Vekiller, subaylar, askerler, tacirler, eşraftan olanlar ve hocalar, tartış­ malara kapılarak, hukukçular, bilimleriyle övünerek, iş adamlan, yazarlar, şairler, basit köylüler, İstanbul'dan ve uzak vilayetlerden gönderilmiş olanlar, hurdamı hepsi, ortak çalış­ maya katılmaktadır. îkiyüz kilometre ötede, düşman gözlüyor: Daha henüz 51


defedilmiş istila, yeniden başlamak ister. Bu, Yunanlıların, Anadolu'yu yola getirmeye memur edilişinden bu yana ye­ dinci ya da sekizinci kez olacak. Ben, bir yıl içinde iki defa, biri 1921'in ilkbaharında, diğeri aynı senenin sonbaharında, bu yumuşatma ve yola getirme işinin korkunç sonuçlarını görmüş bulunuyorum. Şimdi, aralarmda yaşadığım bu halk tabakaları, o işin doğrudan kurbanlarıdır. İşte o ameliyedir ki, bu gözlere etki­ leyici sabit bakışları vermiştir, bütün bu güçleri elektriklemiştir. Gerçekten, siz de o kalenin kalbine gelebildiğiniz zaman karanlıklar dağılıyor, şimdiye kadar, Avrupa'da, hatta İstan­ bul'da okuduğunuz, duyduğunuz her şeyden kurtuluyorsu­ nuz! Anlıyorsunuz ki, o yerlerde, hakikatleri en çok seven ki­ şiler bile durumu, uzaklardan, olduğu gibi kavrayamazlar. Artık, gözünüz önündeki millet, savunması için birleşen, şefleri ile iftihar eden, ötekilerin hepsine egemen olan kişi ile övünen bir millettir ve bundan önce de belirttiğim gibi, bun­ ların tenkitlerde bulunmaya mani bir tarafı yoktur. Basın hürriyeti de, Ankara'da olsun, Anadolu'nun tü­ münde olsun, hep mevcut. Aynı durumu İstanbul için söyle­ yebilme imkanı yok, zira orada, müttefikler arası kontrol öy­ lesine ki, genellikler ifade eden şeylerden fazla bir şey yazılamıyor. Paris'te dahi, kalemin ve fikrin tüm serbestliği içinde, dış politikada geçerli bilinen esaslar dışında yazabilmeniz mümkün olabilir mi? Bir kaç belli uzman dışında, bizim Fransa'da da Asya sorununu, yani Doğu'daki başlıca ilgilile­ rin anlatmak istediği meseleyi bilen var mı? Parçalar halindeki incelemeler, bazı noktalara ışık tutu­ yor ama bu kısmi aydınlatmalar, o geniş bütünün görülebil52


meşini sağlıyor mu? Oysa, öylesine görülemediği zaman da herşey birbirine karışıyor, muğlak bir durum çıkıyor ortaya. Bu bakımdan Ankara, benzersiz bir rasathane gibidir. Oradan, aynı zamanda Avrupa'yı da Asya'yı da gözleyebilir­ siniz. Bütün yıkımlar, bütün yeniden başlayışlar oradan görü­ lür. Buruk acı ile kesin güven orada birbirine karışır. Orada herşey ateşli savaştır, alınan sonuçların övüncüdür ve arta kalmışın yapılması yolunda da dosdoğru bir içgüdüdür. Her­ kes, kendini, kumanda edenin tavırlarına uydurur ve şu iki egemen çizgiye ulaşmaya çalışır: Kendi kendini kesinlikle kontrol ve tükenmez enerji. Hiçbir şey Ankara'nın göğünden daha hareketli, daha azgm, daha büyük değil. Hiç bir şey de o çok eski başkentin yan harap geniş yollan üstünde gidip gelen o halktan daha sa­ kin, daha: disiplinli olamaz. Burada, Doğu, milliyetçiliğin dü­ zene konulması yolunda öğrenmeye geliyor. Türk asıllı As­ yalı müslümanlar, kendileriyle iftihar ettikleri çocuklanni Ankara'nın okullannda okutmaya getiriyorlar. Asya burada, hükmetmek için değil, öğrenmek için dolaşıyor. Müslümanlann dayanışması boş bir laf değildir. Denile­ bilir ki, bu, Panislamizmin yerini tutuyor. Çünkü Panishlamizm sarih bir deyim değil. Bugün islam dünyası üstünde esen rüzgâr, bir taassup rüzgan olmaktan ziyade Batı'mn ada­ letsizliğine karşı duyulan şüpheciliğin rüzgandır. Afganistan'dan, Türkistan'dan, Buhara'dan Özbekis­ tan'dan Kafkasyalı kardeşleri gibi, oraya gelenler, Anado­ lu'nun başkentinde, düşünebilme imkanı bulurlar. Orada gördükleri hep hoşlanna gider: Bu disiplinli asker­ ler, sade kıyafetli fakat erkek tavırlı subaylar, her yerde gör­ dükleri bu mükemmel düzen, onlan mutlu kılarak etkiliyor. Ankara'nın geniş yollarında gidip gelen halk kitlesi, ona 53


bir büyük şehir çehresi veriyor: Anadolu'nun en zengin top­ raklan henüz Yunanlılar elinde bulunmasına mukabil; Ankara'daki ekonomik hareket yoğun. Savaş uğrunda hiç durma­ dan çaba harcanmasına rağmen, siyasi hayat yine gelişiyor, genişliyor. Doğu da Batı da, birbirine hiç kanşmadan varmışlar bu­ raya. Hangisi kazanacak? Ya da, ilişkileri bhbirine nasıl kanşacak? Bu yolda şüpheci olmanın yersizliği şimdiden anlaşıl­ maktadır. Fakat, bu aklı başında ve itidalli millet ile onun önderli­ ğini üstlenenleri, yanlış hükümlere sevketme yolunda, üç yıldanberi yapılmadık şey kalmadı. Ben, bu feci mukavemeti adım adım izledim, banş arayan, savaş içine zorla itilen o insanlan, başındakilerle birlikte gördüm. Hem de kim tarafın­ dan itilen? Onlara banş getirmede en büyük menfaatleri olan­ lar tarafından. Ama, anlaşılan, onlara, hatırlarından bile ge­ çirmedikleri suçları, sanki mutlaka işlemeleri şartmış gibi is­ nat etmek gerekiyordu. Kendi başıma buyruk, tam bağımsızlık içinde dolaştım, tarafsız bir gözlemci oldum, ilkin, bana ispatlanan şeyleri bi­ le kabul etmek istememiştim ama sonunda anlamak zaruri ol­ muştu. Etrafında bulunanlar, hiç ses etmeden, ben de hasıl olan sonucu görmek istiyorlardı. Onu gördüler ve şüpheleri kalktı. Zira, kayıtsızlık ve red ifade eden safhalara rağmen, onlan gerçekten anlayacak olanlar bizler değil miyiz? Netice­ de, bu saçma adaletsizlik çok açığa çıkmadan önce, yine biz­ ler, müdahalede bulunmalı değil miyiz? İngilizler, Mondros'ta kendilerinin ac^ejmza ettikleri mütarekeden sonra, birkaç subaym, mukavemet düzenleyen bir genç generalin etrafında toplandığım görür görmez, vur54


makta tereddüt etmemişlerdir. 1919 mayısında, İzmir'in işgal ve Yunan'a tevdi olunması ilk doğrudan darbe olmuştu. Bu­ nun sonucu şöyle geldi: Sayılan yüzü geçmeyen milliyetçile­ re derhal bir kaç bin gönüllü katıldı ve ben 1919 yılının Ekim ayında, Anadolu'ya ilk seyahatimde gördüm ki, Britanya bir­ liklerinden kırkbin kişi, topu topu 1500 milliyetçi tarafından Bağdat hattı üstüne doğru kovalanmış ve bunlann, İzmit'te zar zor durmalan mümkün olabilmiştir. 16 Mart 1920'de ise, İngilizlerin kuvvet darbeleri esna­ sında İstanbul'da idim. Gaye, İstanbul ile Anadolu arasındaki köprüleri atmaktı. Daha o zamanlar, Türkiye'nin dörtte üçün­ den fazlası milliyetçi olmuştu. Beceriksiz teşebbüsün sonuç­ larını da gördüm: Son müteredditler de milliyetçilere iltihak etmişlerdi. Bundan sonra, Yunanlılan Anadolu toprağına sevketmek gerekmişti. Bu da, onlara, istediklerini vaad etmek suretiyle oluyordu. Hiç değilse, onlara, her medeni milletin riayete mecbur olduğu harp kanunları şart koşulabilse idi. Bunlann hiç biri yapılmamıştır: Nisan ve Aralık 1921 'de, şu anda Yunanlıların yeni terkettikleri bölgeleri gezmişimdir. O unutulmaz durum hala gözlerimin önünden git­ miyor; görüp işittiklerimin yarattığı nefret tarif edilemez cinstendir. Sivrihisar ileri gelenlerinden biri, kendi kadın ve erkeklerinin düşündüklerini bana şöyle özetlemişti: - Biz, bir düşmanla değil, bir cani ile savaştık. Kadınlar da erkekler de benden şunu istemişlerdi: - Bizim çektiklerimizi, döndüğünüzde anlatacaksınız de­ ğil mi? Unutmayın bunu! Herşeye rağmen, bütün bu uğraşlan büyük bir ideal des55


tekliyordu, en küçüğünden, en büyüğüne kadar hepsi aynı söz­ de birleşiyordu: "tstiHalimiz uğrunda her şeyimizi veririz." Ankara, ne bolşeviktir, ne de aşıncıdır. Olamaz da. Bu millet disiplinlidir. Nefret duygusunu tanımaz. Kendi buldu­ ğu şefine güven besler ve Mustafa Kemal'den beklenen savaş­ ma gücü bir insan omuzlarım kaldırabileceği en ağır yüktür. Bir gün Ankara'da, Anadolu'da edindiğim büyük dostla­ rımdan biri ile, Refet Paşa ile görüşüyordum. O günlerde Mil­ li Savunma işlerini üstlenmişti, ilk anların şeflerinden biri idi o. inebolu'dan yeni gelmişti. Orada, önemli bir ingiliz misyo­ nu ile yalan bir barışın görüşmesinde bulunmuştu. Anlaşma olmamıştı. Refet Paşa şöyle diyordu: "Ama bu, daha ilk adımdır." Parlamento içinden, son el koyma hareket­ leri dolayısıyla gelen ve zor önlenen güçlükler vardı. Onları hatırlatmıştım. Bana, her zamanki ince tebessümü ile şunları söylemişti: "Ben şimdi, tam gelişme halinde bulunan bir ço­ cuk karşısında, onun babası durumundayım. Ondaki yaşama gücü, yakında, kuvvet ve cesaret olarak bizleri aşacaktır. Bu Çocuk, şu anda, büyüme ve gelişmenin en/tahammül edilmez safhasını yaşıyor. Sağa sola, her tarafa vurup duruyor, kınp geçiriyor; korkunçtur, zaptedilmez haldedir; baba, hem ıztırap duyuyor, hem de onu takdir ediyor. Fakat içinden, baba, çocuğu ile övünmektedir: kendi kendine: Ne yaman bir ço­ cuk getirttim dünyaya! demektedir. Oradan hareketimden önce, Mustafa Kemal Paşa, Anka­ ralı bir köylü mebusu kabul etmiş, onunla iki saat görüşmüş­ tü. Mesele, bu el koyma işleri idi. Dakikaları pek kıymetli ol­ duğu halde, şef, muhatabını sonuna kadar dinlemişti. Adam gider gtimez, süratli bir soruşturma yapıldı, tedbirler alındı. Çankaya'daki köşkümden, bunun benzeri binlerce hadi56


se gördüm. Günlük hayatın ayrıntıları arasında, bu düzenli, devamlı çalışmayı, fuzuliyi ayıklayan ve daima esası yakala­ yıp onunla meşgul olan tarzı, Asya, Avrupa denilen o iki ku­ tup ile sonu gelmez ilişkiyi gördüm, ayrıca şunu da görmüşümdür: Kendini asla şu altında kaybettirmeden, o toplayıcı güç, dengeyi elde tutmak için kâh sağa, kâh sola etkide bu­ lunmak, İslam dünyasının tüm makul kişilerini kendine bağ­ lamak ve nihayet gerek Mustafa Kemal'in gerek İsmet Paşa'nm ilkesini teşkil eden asgari derecede kan dökmek sure­ tiyle harekâtta bulunmak gibi. Diyebilir ki, bunlar Anado­ lu'yu yönetenlere devamlı egemen olan düşüncelerdir. İşte, tam tersine, yanlış anladığımız budur. İngiliz - Yu­ nan propagandaları ve yan anglikan yan Ortodoks bir hakiki (ehlisalip) zihniyetinin azınlıklan kötü şartlara itmesi sonu­ cunu getiren sebep bizdeki yanılmadır, kafamızın öylesine karıştmlmış olmasıdır. Özellikle, son iki gezim sırasında, kendime sık sık sorduğum şu idi: Burada tarif edemeyeceğim, misli ile mukabelesinden sakındığım şartlar içinde, halk tabakalan, gözlerimin önünde böyle kaçışırken, Anadolu'nun bu kumandanları nasıl oluyordu da, askerlerini emirleri altı­ na mazbut olarak tutabiliyorlardı? Üç buçuk yıldan beri güttükleri o acımasız harple Lord Curzon ve İngiliz sömürgecileri, Anadolu'ya, en feci, en acı­ lı durumları getirmişlerdir. Yunan sadece bir alettir. Bunu, orada, size en önemsiz bir köylü, en önemsiz bir asker bile söyler, fakat bu alet, istila edilen ülke ile onun halklanna yo­ rulmaz bir aşmlıkla yok etme metodunu uygular. Mütareke öncesinde, Yunanlı, katmerli bir hararetle ya­ kıp yıkıyordu. Henüz ellerinde kalan yerleri bir çöl haline ge­ tireceklerdir. Bu, dünyanın en munis ülkelerinden birinin ke57


sin yıkımı olacak, bütün bir milleti söndürüp yok etmek iste­ yecektir. En garibi de, istilacı, yolu üzerinde bulunan soydaş­ larını asla düşünmüyor, korumuyor. Görülmemiş bir kabalık­ la, mallarım beraberlerinde götürme fırsatını bile tanımaya­ rak, onları gerilere itiyor. Ateş fark gözetmeksizin, hem Müs­ lüman, hem Hıristiyan evlerini yok etmekte. Hıristiyanların kaçışı, Müslümanlannkinden beterdi, çünkü onlar, yolculuk­ larının esnasında ve sonrasında, Anadolu içinde gördüğüm, o Müslüman dayanışmasını bulamazlar. O dayanışma ki, kendi insanlanndaki yaralan sarar, elde kalanı onlarla bölüşür ve yine onların yeni ocaklannm temelini hep birlikte atar. Bu düşündürücü, Hıristiyan azınlık meselesiyle ilgili olarak, Mustafa Kemal'in, Ankara Parlamentosunda son beyanlanndan birine değinmek isterim: - Hıristiyan unsurlarla Müslüman yurttaşlar arasında hiçbir fark gözetmiyoruz. Hepsinin haklan birdir ve aynı hak­ lan muhafaza edeceklerdir, demiştir. Yunanlılar elinde en anlatılamaz muamelelere maruz Müslüman halklar bulunurken, böyle konuşabilmek için in­ san üstü bir enerjiye sahip olmak gerekirdi. Ben, Batı Anado­ lu'nun vilayet ve ilçelerinde Hıristiyan mahallelerini kaç de­ fa gezdim. Oralarda, belediyelerce beslenen, Müslüman ka­ dınların tüm haklanyla diledikleri gibi yaşayıp çalışan Hıris­ tiyan kadınlar gördüm. Son iki gezimde ise erkekler ya te­ merküz kamplannda ya da çalışma taburlarında idi. Fakat bunlara sebep Anadolu içindeki tükenmez İngiliz siyasetidir. Bu siyaset, Karadeniz sahillerinde olsun, Adapazan ya da Konya bölgelerinde olsun, ayaklanmalan bu Hıristiyan unsurlan kullanarak yapmaktadır. Biz Fransızlar, ingiliz ve Yunanlılann Doğu politikalanm henüz protesto etmiş değiliz. 58


Bununla birlikte bütün Müslüman Doğu'da Fransa'nın itiba­ rı muazzamdır. Daima, ondan, onun adaletinden, onun müda­ halesinden söz edilir. Onun da er veya geç ağzını açmaması imkansızdır. Ankara sözleşmesi bu inancı kuvvetlendirmiştir. Fransa hakkında bu coşkuya, her yerde rastladın^ yine de, Anadolu halkı, gözlerimiz önündecereyan etmeyen olay­ ları anlatmataki yavaşlığımız sebebiylemize serzenişte bulu­ nuyor, tenkit hassasını bu suretle muhafaza etmiş oluyor. Fa­ kat Fransa, Doğu'da, her zaman, yetiştirici ve esinletici rol ifa etmiştir. Asya berisinde en uzak okullardan İsmet Paşa cep­ hesine kadar hep onun kitaplarına, fikirlerine rastlanır. Burada, körü körüne bir kopya söz konusu değildir. Türk Milliyetçiliğinin gücü, kişiliğini korumak, kendi köklerine dönüp bakmak ve mutlaka içine katılma kararında olduğu çağdaş hayat tarzı, için, kendisine zaruri olanları bizden al­ makta toplanır. O Milliyetçilik, Avrupa milletlerinin hepsini incelemiş ve bizim ihtiyat ve kararsızlığımıza rağmen, ençok samimilik ile geniş fikirliliği, bizde bulmuştur. Bir Ankara günü, bir Paris günü kadar yüklü ve hararet­ lidir. Böylece, yaptığımız günlük programı nadiren bitirebiliyorduk. Çankaya'dan hareket, sabahın erken saatinde oluyordu. Unutulmaması gerekli pek çok iş vardı. Dışişlerine iade edi­ lecek gazete paketleri, kır postasının alacağı mektuplar, dö­ nüşte acı acı ısıran rüzgara karşı alınacak önlemler gibi. Hasılı, her ihtimale karşı tedbirli idik. İkametgahlardaka ılık ısıdan sonra, dışarıda birden, acı soğuk halindeki temiz havaya dalıyorduk. Çok alışık olduğumuz yol, önümüzde kıv59


nlıyordu. Böylece tepenin yamacına inerdik. Orada, her za­ man yolların efendisi olan kağnılar çıkardı önümüze. Bir ka­ dın çavuş, kadınların yönettiği koşumlara göz kulak olurdu. Amaç? İlk hatlar idi. arabaların yükü? Cephane, kafile geçip giderdi. Bizi de, Osman Ağa'mn Giresunlu hemşehrileri orada alırlardı. Ağa Ankara'da izindedir, Paşa'nm misafiridir, erte­ si gün birliğine karışır. Osman Ağa, memleketinin en zengin insanı idi. Kendi adamlarınca baş seçildikten sonra, bir alay oluşturmak üzere, malını mülkünü satmıştı. Alayın herşeyine o kumanda eder­ di. İsmet Paşa, onu ve adamlarını düzenli ordusu içine almış­ tı. Hepsi çok disiplinlidir. Osman Ağa Sakarya'da aslanlar gi­ bi çarpışmıştır. İzne çıkmayı da doğrusu hak etmiştir, fakat yine de az çok sıloldığını itiraf eder, gördüğü tüm iltifatlara rağmen. Birliğine dönmek için can atıyor. Ona, savaş hakkındaki düşüncelerini sormuştum. Oku­ ması yazması olmayan bu köylü-asker bana, üç çift lafla öy­ le bir Avrupa çizdi ki, bunun verdiği zevk doğrusu tercüme edilemez. Avrupa'yı övmedi ama, gerçekten olanı olduğu gi­ bi söyledi, ingiliz ve Amerikan basınının onu en son model haydut olarak göstermesi, adamı coşturmuştu. Ben de ona, yaşadıklarını ve bizzat gördüklerini, düşmanlarımn portresi­ ni yapmak suretiyle cevap vermesini öğütledim. Bütün kalbi ile güldü ve cevap verdi: "Bunu, siz yapsanız daha iyi olmaz mı? Siz ki daima doğru konuşursunuz, şöyle dedim: - Doğruyu evet ama herşeyL. Güven duydu ve bana özel görüşünü açıkladı: Osman Ağa bir derebeyidir. Adamlarından tam ve kamil itaat ister, ama onlara, kendi hakkında hüküm verme durumunu da tanı60


maktadır. Şayet kanuna ve adalete karşı gelecek olursa, her­ hangi bir kişinin alacağı cezadan daha çoğunu o almalıdır. Çünkü, kendi nezdinde bir baştır. Bu ince izanı "gösterdikten sonra, Bir an durdu, yüzüme baktı. Bu haliyle, bana, herkesin pek mühim bildiği sorun hakkında ne düşündüğünü anlatma imkânı buluyordu. Bu, padişah sorusu idi. Sonra, adamlarını çağırdı ve dört nala uzaklaştı. . Hala, haşin renkleri ve derin ışıklan ile, sonbahar ege­ mendi. Biran geliyor, buz gibi rüzgar sağanak halinde esiyor, insanı tıkıyor, soma bir güneş çıkıyor ve yakıyor. Arabamız, en kalabalık Ankara caddelerinden birine gi­ riyor, halkı yavaş yavaş yanyor, ince uzun bir bina önünde du­ ruyor. Burası Afganistan Büyükelçiliğinin kışlık yeri; yeni te­ sis olunmuş. Eşikte, hizmetkarlar, bizi karşılıyor, buyur edi­ yorlar. Bugün Cuma. Müslümanlann tatil günü. Kürk atkılar, paltolar sofayı doldurmuş. Sultan Ahmet Han'ın birçok ziya­ retçisi var. Ama bizim için, misafirlerini bırakacak, birinci kattaki bir küçük odada rahatça konuşabileceğiz. Ankara'ya aşık olan bu insan, burada özellikle, düzene, belki de o anlatılamaz zarifliğe hayranlk duyuyor. Etrafımız­ da olan-bitenden, Anadolu harbinden, doğal olarak da İngil­ tere'den söz ediyoruz. O zaman, Doğunun, tarif edilmez tat­ lılığı içinde, Ağa Han, düşüncesini, bir övgüden de yararlana­ rak şöyle ifade ediyor: - İslam büyük bir vücuttur; başı Türkiye'dir. Azerbaycan boynu, iran göğsü, Afganistan kalbi, Hint'te karın nahiyesini teşkil eder. Mısır ile Filistin, Irak ile Türkistan, bacaklar ile kollardır. Siz, insanın başnıa sert darbeler indirirseniz, vücu­ dun bunlan duymaması kabil mi? İngiltere, bizim başımıza çok sert darbeler indiriri; biz de protestoya geçtik." 61


Ahmet Han gerçekçi bir adam. Onda, durumları, açık açık belirtme hissi vardır. Bu his Avrupa'dan Asya'ya geçmiş bulunuyor. Ev sahibimiz Ìslam düşüncesini, Türk istiklalinin savunucuları Türkler hakkındaki takdirlerini son derece bir incelikle dile getiriyordu. Aslında, bu vazifeye bir ingiliz se­ ver olarak gelmişti, Türk-Ingiliz anlaşmazlıklarına karışma­ mak hususunda keşin kararlı idi. Ülkesi, İngiltere ile ittifak antlaşması imzalamış ve serbest denize çıkma imkanım elde etmişti. Ama, İngiliz kışkırtmasıyla, Yunanlıların ikna ettik­ leri cinayetleri görünce, kızmış, başkaldırmış ve: - İngiltere bana vız gelir. Biz dövüşmesini biliriz. Bunu kanıtlamış durumdayız. Şayet Müslüman dostlarını muhafa­ za etmek istiyorsa, ingiltere, bir daha Türkiye'ye dokunmamahdır. Demişti. Sonra, penceresinden görülebilenlerin hepsini göstererek: "Bütün bunlar da bir medeniyet değil mi? Burada, barbarlık adı verilebilecek herhangi bir şey görüyor musunuz? Bugün hangi târafiyi yönetiliyor, hangi taraf örnek olarak gösterili­ yor? İngiltere'nin esir aldığı İstanbul mu, yoksa kendi şefleri­ ni seçerek onun idaresinde çalışan Ankara mı? Adalet duygu­ sunu en çok hangi tarafta gördünüz?" diye eklemişti. Ve, Tüm Doğu gibi, Ahmet Han'da Fransa'dan, onun li­ beral düşüncesinden medet umuyordu. Vedalaşmış, arabamıza binmiştik. Nükteci bir ses, bana doğru bakıp, göz kırparak: "Bolşeviklere gidiyoruz" demiş­ ti ama ben tökezlemedim. Bir baştan bir başa, böylesine aşıl­ dığı zaman şehir ne kadar da büyük. Eski, şahane taşlar, Ro­ ma harabeleri ve çeşmeler yanından geçiyorduk. Ankara'nın, uçlarında yol daha taşlı idi, arabacı tereddüt ediyordu. Doğ62


rusu, ta Bolşeviklere kadar böyle gitmek hiç de kolay değil­ di. Nihayet bir Selçuklu mescidi, onun hemen yanında da ara­ nan ev bulundu. Kapıda kimse yok. Giriyoruz, merdiveni çıkıyoruz, bomboş bir büyük holdeyiz. Yerlerde halılar. Bu ne kadar tat­ lı, fakat sımsıkı kapalı bir atmosfer. Uzun masa üzerinde, iyi hazırlanmış bir çay! Sahiden Bolşevikler diyarında mıyız?.. İçimizden biri ağır bir kapıya doğru yürüyor, kapı ku­ maşla kaplı. Hareketler belli etmeksizin izleniyor, bir Sovyet.;. vatandaşı, nereden çıktı ise çıktı, ortaya atlayıverdi, sonra El­ çinin özel kalem odasında birkaç adım attı, daha soma emre­ dici bir hareketle, bize beklememizi işaret etti. Öteki odaya girdi, hemen çıktı ve bir saniye soma, bizler içeriye alındık. Elçi orada yok. Müsteşar kabul ediyor bizi, yanında tercüman bir yoldaşı var. Söze soğuk başlndı. Tercüman havayı ısındırmak için gayret ediyor. Hiç şüphe yok, onun da, bir çarlık çevresinden çıkma olduğu halinden, (şeklü şemailinden) belli. Müsteşarfevkalade Fransızca konuşuyor ve tercümanın en ufak özrü­ nü düzeltiyor. Anlaşılıyor ki, tercümanın asıl vazifesi, amiri­ ne, cevap zamanından önce bir düşünme vakfesi sağlamak. Kaçınılmaz düello başlamıştır. Fakat karşı taraf, düşün­ cesini açıklamıyor, daha ziyade benim düşüncemi tesbite ça­ lışıyor. Büyük tartışmalara giriyoruz. Muhatabım devamlı ka­ çacak, kendi doktrinini izah etmeyecek cevap vermekten çok, soru yöneltme arzusu gösterecektir. Bazı karşı koymalar, onu suskun bırakıyor. Ne bir kelime, ne bir hareket kaçıyor gö­ zünden. Belki de ilk defa olarak, her çeşit hitabet dikkatinden annlanmış, net Fransızca ile, bir görüş ifadesine raslamış ola­ cak. Buna hangi biçimde tepki gösterdiğini anlamak ne müm63


kim. Bakışı donuk. Sanılırki kaim bir tül tabakası, gelip dü­ şüncesi üstüne birden bire atılmış: Bütün dikkatini teksif et­ tiği görülüyor. Heyecandan bir eser yok: Soğuk bir karar, sa­ bit fikirde ayak direnmesi. - "Paris'e gideceğimiz zaman..." Şu birkaç kelime içinde neler neler saklı. Ses tonunda, ne korkunç bir yumuşaklık! Hayır, o da ben de, hiç pes etmedik. Ben ki, burada, hep güven duymaya alışmışımdır, ilk defa içimde, samimiyetsiz­ lik karşısıda duyulan şoku hissettim. Hiçbirsuretle sempati hareketi göstermeyerek, Kari Marx ile Lenin'in portrelerine baktım. Kendi kendime: Çok lüks bir şekilde süslenmiş edilmiş olan bu odanın, Ankara'da henüz tanınmamış bir çeşit konfor, hatta zenginlik izlenimi yarattığını söyledim durdum. Düşündüm ki, bu sesteki aşın tatlılık en kötü patlama­ lardan daha çok endişe gerektirir, aynca bir de sarsılmaz ira­ deye işaret teşkil ediyor. Her vasıtayı kullanmak gerek. Bu arada istihbarat en emin olanlardan biri: Her yerde gözlem; her şeyi bilmek. Açıkça beliren plan bu idi. Kendi kendime şunu da söylemiştim: Korku içinde, bu realistlerle dost olmaktansa, onların karşısında olmak daha doğru. Müsteşar: - "Biz, Türkiye'nin dostlanyız, ilk anların dostlan" di­ ye birkaç kez tekrarlamıştı. Misafiri olduğum için nezaketen susmuş, bu gidişle, yollan üzerinde İslâm dünyasına çarpa­ caklarını söylememiştim. Sovyetler nezdinde geçirdiğim şu az vakit, iki doktrini, hangi uçurumun ayırdığını görmeme yetmişti. 64


Ankara'da hoşuma giden herşey; mesela şu tavır ve dü­ şünce serbestliği, sonra rahat eleştiri ve herşeyi düşünme bil­ me imkanı veren o ölçülü hal, o gösterişsiz samimilik, bütün bunlar, bana, bu anda duyduğum tarif edilmez huzursuzluğun tam tersini vermemiş mi idi? *** Arabada herkes susuyordu. Hafif, ince, görünmez bir yağmur altmda kırları geçiyorduk. Herşey bir sedef tonuna bulunuyordu; gün ışığı sanki ıslaktı ve o ince sızıltılar veren sema, tüm ziyayı üstten kaphyordu. Sonbahar soması mevsimin bahçe yapraklarını ancak yolduğu bir büyük, güzel yaz evi: Azerbaycan Büyükelçiliği. Elçi, dış merdivenin en altına kadar inmiş, görevlileri de ba­ samaklarda toplanmışlardı. Ben bu cins kabullere alışıktım. Salon, Azerbaycan'm muhteşem halıları ile baştan başa kap­ lı idi. Elçinin, güzel ifadeli bir yüzü vardı. Burada, Afganistan sefaretinde olduğu gibi, yıkıcı değil yapıcı konuşacaktık, ele aldığımız veriler açık seçik olacak, gerçek hayatın izlenimini söyleyecektik. Muğlak hiçbir söz geçmeyecekti. Nefretten eser olmayacak, sadece tam güven altında çalışmak için hara­ retli bir arzu görülecekti. Avrupa'nın pek az tamdığı Azerbaycan'ın, kendine göre bir medeniyeti bulunduğunu, sanayiinin, ticari hayatının can­ lı olduğunu bilmez değildim. Elçi, sesini yükseltmeksizin: - İşte, korkunç Çarlık istibdadından kurtulmuş bulunuyo­ ruz. Şimdi bağımsızız. Sovyetler bize karışmıyorlar. Biz de ko­ münizmi, müslüman fikirlerine göre biçeme soktuk. Demişti. Bu diplomatik şekil içinde, Ankara'nın uyguladığı milli65


yetçilik türünün Azerbaycanlılara da, Kafkasya'daki komşula­ rına da uygun göründüğünü anlamak kolaydı. Onlar buraya destek bulmaya gelmişlerdi. Buharalılar da iranlılar da yarın aynı şeyi yapacaklar, Dışişlerinin zaten krizi içine girdiği ika­ metgâh güçlüğünü, kalabalık heyetleriyle zorlamış olacaklardı. Elçi, Avrupadan şikayetçi idi: - Bizi dünya haritasından silmişti, hâlâ bizim mevcudi­ yetimizden habersiz görünmekte inat ediyor. Diyordu. Azerbaycan, varolduğunu, kendi basma göstermiştir. Biz, yer yüzünde, en zengin ülkelerdeniz. Baku'muz, petro­ lümüz, havyarımız, pamuğumuz, yükümüz var. Buğdayımız da var. îç siyasetimiz, tamamen mtiyaçlarımıza ve adetleri­ mize uygun biçimde tesis olunmuştur. Ayrı cins insanlar, ay­ rı topluluklar halinde yaşarlar. İslam içinde de böylesine bir-" leşmiş unsurlar var. Arap unsuru, Türk unsuru ve ötekiler gi­ bi. Sizde, pek Avrupai bir teori olan Pamslariizmi, milliyetçi­ likler duygusundan ari olan islam duygusu ile daima niçin kanştınriar? "Siz de, mesela, tamamen dini duygu olan katoliklik ile tamamen vatanseverliğe yönelik milli duygu yok mu? Islamın bağı belki daha belirgindir ama, Avrupa'da düşündüğünüz sa­ nılan biçimde o duygulardan biri diğerine engel olamaz." "Bizlerde, yaşama yolunda acele eden, tüm dünya ile bi­ ran önce ilişki kurmayı isteyen insanlarız." Bütün bunlar, ne kadar mutedildi, ne kadar da ölçülü ol­ ma hissi içinde idi. Ve yine, Fransa'ya çağın! O Fransa ki her­ kes kendisine hak arama için, adalet için atıfta bulunur ve yi­ ne o Fransa ki, bunlan anlamamakta ısrar edemeyecek du­ rumdadır.

66


ALTINCI KISIM ANKARA HÜKÜMETI

Aralık 1921 Ankara'da az çok uzayan her muamelede, işin sonu da­ ima Parlamentoya dayanır. Bu savaş şehrinde düşünen, mü­ cadele veren herşeyi, dayanılmaz biçimde kendine çeken yer Parlamentodur. Aşağı yukarı aralıksız çalıştığı için, şehrin şahsiyetleri, başka yerden ziyade, orada bulunurlar. Bu müessese de, sabahtan akşama, hergün ikiyüz kadar mebus toplantı salonlarım, koridorları, Meclis Başkanı ve ve­ killerin dahelerini paylaşırlar, böylece üçte iki nisbeti hep ha­ zırdır. Parlamento üyelerine, Ankara'ya mütemadi surette ge­ len Doğu'nun tüm seçkinleri, subaylar, oradan geçen aydınlar, Doğu temsilcileri katılırlar. Her muteber müslüman oraya, si­ yasî hac şeklinde gider. Anaolu'da bu yolculuk zaruridir. Milliyetçi doktrinin o kadar süratli yayılmasmdaki sır, bu fikir ve haberlerin, en yetenekliler tarafından durmadan alınıp verilmesinde toplanır. 67


Böylece, savaş görevlerinde hazır bulundurulan askeri şefler dışında, milliyetçi şahsiyetler, arada bir Avrupa ile As­ ya arasında geziye çıkar ve bu seyahatin yararlarını, ya dö­ nüşte bir fiili hareket şekliyle ya da sadece, edindikleri yeni­ likleri meclise katkı olarak getirirler. Hareketteki ateş ve ortaya konulan gücün nasıl devam et­ tiğini anlayabilmek için Parlamento ile içli dışlı olmak, onun gürültülü, devamlı yaşantısını izlemek gerekir. Böylesine bir enerji ocağı, uzaktan anlaşılamaz; hatta Ankara'yı tanımayan Türkler bile, bu hususta ancak zayıf bir fikre sahip olabilirler. Parlamento, gözüpek insanların mücadele saatlerim ya­ şar, ayrıca yoğun çalışma saatleri daha da çoktur; hiçbir za­ man hareketsiz, hiçbir zaman kayıtsız değildir. Toplantılar es­ nasında, mebuslar, görüşmenin kendilerini ilgilendirmesi orantısında, salona girerler, salondan çıkarlar. Toplantılar, uzun sürer. Fakat, dış politika ya da iç düzenleme hakkında görüş­ meler başlar başlamaz, bütün çehreler gerilir, dikkatler yo­ ğunlaşır. Açık seçik, kesin ifade manasmdaki "hayır" keli­ meleri, orada burada kulaklara çalınır. Ferdiyetçilik göze batacak haldedir. Bu adamların herbiri tüm gücü, tüm vicdanı ile mücadele vermektedir. Acı ten­ kit, tereddüt etmeden vurur. Sıkıntılar, muğlak yorgunluklar girmez oraya; atmosfer daima elektrikli kalır. Köylü mebus, kendi ayrıcalıkları üzerinde kıskançlıkla durur. Hükümet, öküzler ya da mandalar ya da kağnılar üstü­ ne bir vergi getirecek olsa, (Hayır) kelimeleri her yerde bir yankı gibi tekrarlanır; bu da son derece anlamlıdır. Şayet, red­ de uğrayan teklif, yeniden getirilecek olsa, bu defaki red mu­ azzam olur, büyük salon üzerinden bir kasırga geçer, sarsar 68


orasını. Öküzler ve mandalar üstüne vergi getirilmeyecektir. Kağnı imtiyazlarını koruyacaktır. O, tüm güçlerin savaş işle­ rinin, barış işlerinin gereği değil. Şayet Belediye düzeni üzerinde, bir kanun tasarısı görü­ şülüyorsa, aynı sertlik, aynı hararet görülecektir. Her yeni günün bir yıldızı var. Malta'dan kurtulan Rauf Bey'in dönüşünde, arkadaşlarını, onu candan alkışlarken görmüştüm. Bu, ilk günlerin mücahidi, deniz subayı olduğu için, çok kere, İngiliz subaylarının en ileri gelenleriyle temas kurmuştu; İngilizlere kendini sevdirmiş, o da, onlar hakkın­ da, ilişkilerden gelme bir eğilime sahip olmuştu. Bunu giz­ lemedi de. Ancak, yine İngilizler, onun bu hastalığını giderdiler. O zaman, arkadaşları ona, Malta öncesi düşünceleri dolayısıyla takıldılar. Bu tenkitler hem sevgi ile hem de sertlikle olmuştu. Hazır bulunanlar, onu hep kürsüye çağırırlardı. O da, çı­ kar, kısaca konuşurdu. Bu konuşmalarda görüşlerini açık açık belirtir, Malta üstüne ve incelemiş bulunduğu İngiliz siyase­ ti üstüne, tamamlayıcı bâzı düşünceler ileri sürerdi. Bu çok tatlı yüz ile onun enerjik sözleri arasmda çarpıcı bir zıtlaşma vardı. Herkes nezdinde, esas çizgi, iradedir. Rauf Bey, Meclisin kendisine teklif ettiği vekillik maka­ mım kabul etmiyordu. Yirmi bir ay sürgünde kaldıktan son­ ra, oraya henüz gelmişti. Olup bitenleri ayıkı ile bilmiyordu. Zira tam anlamıyla takip edememişti. Kendisine biraz zaman tanınmasını istiyordu. Söyleyeceklerini, çabucak birkaç kuv­ vetli kelime ile belirtip yerine oturuyordu. Fakat büyük bir al­ kış ısrar anlamında devam ediyordu. Buna karşı gelmemek gerekirdi. Bir saat soma Rauf Bey vekildi. Dışarıya çıkmıştık. Parlamento önünde kalabalık vardı. 69


Yurttaşlar, mebusları bekliyor, bir yandan da, kah Doğudan, kah Batı'dan havalar çalan o mükemmel askeri müzikayı din­ liyorlardı. Aralık ayının sislerini yaran büyük bir güneş ışığı bu kalabalığın üstüne vuruyordu. Ufuk sanki genişlemişti. Parça parça, ayrılmış dalgalardan oluşma bir çeşit bulut deni­ zi, türkuaz ve altın renkler saçarak bir muazzam kubbe gibi şehrin üzerim kaplamakta idi. Görüntü, ilkbahar günlerinden daha güzeldi, daha tatlı idi. Bu şehrin, çok sert ifadeli, keskin çizgileri vardı ki, onun muhteşem kırışıklıklarına trajik bir görünüm veriyordu. Parlamento boşalmış, orası halk bahçesi olmuştu. Yollar­ da, kadınların yönettiği kafileler geçiyor, yorgun kadınlar Ankara kamplarına yöneliyordu. Tek bir ümit üzerine eğilmiş bütün bu insanları derin bir mefkure birleştirmekte idi. Onla­ rın yaşayışına bakıp bakıp, Avrupa'nın bu kararlı ve samimi eser karşısındaki hatalı tavrını düşünüp duruyordum. *** Dışişlerinde, hangi saatte olursa olsun ve yorgunluk, kurye istekleri, zamanın zorluklan hangi dereceyi bulursa bulsun, o değişmez dostluk duygulanyla karşılanınca, kendi­ mi az çok kendi evimde samyordum. Siyasi direktör Hikmet Bey'in yam başında bir koltuk bana tahsis edilmişti. Hikmet Bey, gençliğine rağmen yete­ neklerin en güzeline sahip. Onunla; onca değerli zamanını kaybettirmenin verdiği azaba rağmen, bu buluşmalarda, ne­ ler neler konuşmazdık ki? Hukuk müşaviri Münir Bey, bir' yandan çalışmasına devam eder, bir yandan bizi dinlerdi. Ara sıra Meclisin Başkan vekili Adnan Bey de gelir, herşeyi özet­ leyecek bir kelimeyi bulup söyleyiverirdi. Az önce, her za­ man âcil sorularla meşgul Yusuf Kemal Bey'i bitişik dairede

70


görmüştüm. Onun, çok canlı, çok doğru sözlerini, enerjik ba­ kışını, dipdiri karşılık verişini ne kadar severdim. Münir Bey, Mustafa Kemal Paşa'nın canla başla üzerin­ de çalıştığı adli yapının unsurlarını hazırlardı. Kendi yakınla­ rının söylediğine göre, hukuk müşavirinin bilgisi gerçekten genişti, ancak o, bunları tam tevazu ile ortaya koyardı. Hikmet Bey ve ben, sık sık Avrupa ve Asya'nın fikri bü­ yük turuna çıkardık. Oradaki, ince fikirler üstünlüğünü, ger­ çeklere doğru anlam verişini en canlı bir cazibe ile izlerdim. Bu pek genç, adamdaki entellektûel güç ve bilinçli tevazu, eğitimindeki inceliği ve görüşlerinin genişliğini daha iyi ko­ yuyordu ortaya. Etrafımızda, masalar ve iskemleler üstünde, her ülkeye gelme mevkuteler (Belli zamanlarda yapılan, günlük olma­ yan yayınlar) ile vesikalar bulunurdu. Kağıtlar, kalınlamasına üst üste birikir, telefon, Anadolu'nun dört bucağından ara­ yarak durmadan çalardı. Telgraf getiren süvariler gelir, ziya­ retçiler de geldMerini haber verirlerdi. Bütün bunlar, devam­ lı çalışma halindeki o kovanın bir bölmesinden ibaretti. Herşeye rağmen, biz konuşurduk. Ankara, o zamanlar, 1921 Aralık ayında yeni bir durum karşısında bulunuyordu. Avrupa tarafında, Mustafa Kemal Paşa'mn diplomatik yoldaki büyük gayreti, İngiliz hareketi ile hemen hemen tesirsiz hale getirilmişti. Bu esas nokta üze­ rinde, durum kötüleşiyordu. Ankara anlaşmasına, Sakarya zaferine rağmen, Londra, Amerika'da, hatta Fransa'da ve bil­ hassa Anadolu'da mesafe alıyordu. Roma, ani birkaç yarar karşdığında rıza gösteriyor, Paris, banşmazları barıştırmaya çabalayarak tereddüt içinde kalıyordu. Mustafa Kemal Paşa, biz Fransızların kabulünü, sade ve berra politikası ile ummuş71


tu. Ama olmuyordu. Suriye sımnnda kendisi de zorluklan, yeterli süratle halledebilmiş değildi. ingiltere tarafından gayet becerikli biçimde beslenen an­ laşmazlık her an kendini yeniden gösteriyordu. Fransa'da halk, hatta seçkin tabaka, kendisine pek eksik sunulan bir so­ run ile uğraşmaktan bıkkınlık göstermekte idi. Fransız halkı­ nın karşısına getirilenler, o da meşgul olma külfetine girdiği zaman, kısa hükümler, birkaç canlı saldın ve miktan etki ya­ pamayacak derecede çok ustalıkla ortaya konan bazı ender gerçeklerdi. Bilgisizlik adeta haklama kavuşmuş oluyordu. Az çok heyecanla ifade olunan her yeni düşünce ya bir taraf tutma ya da bir garibe sanılıyordu. Durumlar hakkındaki sağduyulanyla, Ankara'daki in­ sanlar, bütün bunlan pek yalandan takip etmekte idiler. Gö­ rüyorlardı ki, Avrupa tarafında, yalnız bırakılma, manevi ve maddi abluka, savaşın ilk zamanlanndaki kadar sert hale gel­ mektedir. Ama, onlar, bugün, mevcut idiler, bir Devlet kuru­ yorlar ve bunun bütün organizmalanna sahip bulunuyorlardı: Maliye, hayatm adli ve iktisadi yanı, dış ilişkiler, iç düzenle­ me gibi. Ellerinde güzel ve sağlam bir ordu, büyük askeri şef­ ler vardı. Londra'dan gelen tüm entrikalara rağmen, Anadolu sadece yaşamayı başarmakla kalmıyor, düzen ve disiplin için­ de refaha gidiyordu. Avrupalı ya da Amerikalı her seyyah, önce Yunan, soma Türk bölgelerim gezdikten soma, bu teza­ dı görüyordu. Fakat, hangi üzücü sebeple olduğu bilinmez, bütün bu gözlemler yayılmıyordu; buna karşı, Türkler aleyhi­ ne kullanılma istidadı bulunan her olay, süratle, propaganda haline getiriliyordu. Böylece, Avrupa tarafında, anlayışsızlık ya da kötü niyet ile birlikte, arada şurada, geleceği daha iyi görebilme yolunda bir hafif ışık nadiren seziliyordu. 72


Asya kısmında, tam tersine, Kafkasya'dan Çin'e, Hin­ distan'dan Arabistan'a kadar tek bir ses, tek bir çağın vardı. Afrikalı Müslümanlar da buna katılıyorlardı. Eski Türk im­ paratorluğunun bir ucundan öteki ucuna, nüfuzunun daima baltalanmak istendiği cenahlarına kadar her yerde tek bir haykmş, Ankara'ya doğru yükseliyordu. Moskova'daki kişiler, bu hareketleri takip için, ilk sıra­ larda oturmakta idiler. İlk avanslan da onlar yapmışlardı. 16 Mart 1920'de, İstanbulda İngiliz kuvvet darbesi An­ kara ile Moskova'yı birbirine yaklaştırmıştı. Moskova'nın, komşu Türkleri idare etmek için ciddi sebepleri vardı. İran ile Çin'in uyanışlan zamanında, yakın Asya'da, mil­ liyetçi Müslüman hareket Türklere dayanmaktadır. Ona vu­ rulan her darbe, bu hareketi güçlendirmiştir. Türk subaylar, milis kuvvetleriyle meşgul olmaktadırlar, yüzlercesi Buha­ ra'da bulunuyor. Semerkent'te, Özbekistan'da, Türkistan'da Türk ekipleri çalışıyor. Afganistan'da, ordu onlann eseri. Urallar'dan İskenderun körfezine kadar tüm Orta Asya, yani Asya'nın (omudu fıkarîsi), Çin'den Akdenize dek altmış mil­ yon insan, çeşitli Türk lehçeleri konuşarak aralannda anlaşır­ lar ve hepsi İstanbul Türkçesini anlar, bilir. Bu Türk-Moğol halkalan, bhbirine Anadolu Tüklerince bağlanmıştır. Aralık 1921 'de, Mustafa Kemal Paşa, büyük Asya taşkı­ nını, elinden geldiği kadar önlüyordu, kendi adamlarını ölçülü olmaya çağınyor, eski İmparatorluğun hatalanm onla­ ra bir bir hatırlatıyor, Anadolu'nun sürekli uzak eyaletler uğ­ runa feda edildiğini belirtiyordu. Yine kendi insanlarına, için­ de olduğumuz zamanın gereklerini, tehlikelerini anlatıyordu. Sözleri makuldü, hak kazanıyordu ama İngiltere, kör ve sağır rolünde, hücumunu süratlendiriyordu. 73


Ankara hükümetinin imzaladığı ilk anlaşma, 16 Mart 1921de Moskova da oldu. Rusya ile Türkiye arasındaki ikti­ sadi ve ticari ilişkiler tesis edilmiş ve bazı hallerde askeri yar­ dımı gerekli kılmıştır. 13 Ekim 1921 'de Kars'ta aktolunan benzer bir anlaşma, Azerbeycan'm, Gürcistan'ın ve Semenistan'ın Kafkas Cum­ huriyetleri ile Türkiye arasında imzalanıyordu. 2 Ocak 1922'de, Moskova anlaşması esas alınarak, Uk­ rayna ile, Kars anlaşması takviye ediliyordu. Buhara, Yakın Asya'nın en gelişmiş ülkesi olarak, mü­ badelelere çoktan başlamıştı. Mart 1921'de, Mustafa Kemal, kendi denge sistemine sâdık kalarak, tam da Moskova ile görüştüğü sırada, Afganis­ tan Müslüman Devleti ile, din bağının siyasi bağı kuvvetlen­ dirmesi suretiyle bir anlaşma imzalıyordu. Mustafa Kemal, ayrıca İran'a yaklaşıyor, Mezopotamya ile doğrudan ilişki kurması savunma sisteminin çemberini ta­ mamlıyor, bu da, Hindistan'da, Mısır'da büyük sempati uyan­ dırıyordu. Onun önünde, Batı kapandıkça, Doğu kapılarını açıyordu. Ama Anadolu'nun büyük şefi bu istek fazlalığı kar­ şısında tabi olmak niyetinde değildi, kendine ve hızına hakim oluyor, enerji taşkınlığı gösteren kendinden geçmişleri, taş­ kınlıklarım uzak diyarlarda harcamaları için kendi başlarına bırakıyor, geleceği hazırlayarak, ancak oradaki denge anlayı­ şına uyabilenlere imkan veriyordu. Aralık 1921'de Ankara'da öngörülen Barış şartlan, Si­ vas Kongresinde alman kararladan, ancak bazı küçük fark­ larla ayrılır. Önce, İzmir, büyük kısmı Türk olmakla, hiçbir kayıt ta­ nımaksızın tamamen Türk egemenliğinde olacaktır. 74


İstanbul ve Trakya'ya gelince, Anadolu'da elde edilen son basanlar, Müslüman halklann, günden güne kesinleşen duygulan, bugün Ankara'ya daha açık seçik istekler dikte et­ mekte idi: İstanbul ve Edirne, tıpkı İzmir gibi Türk kalacak­ tır, kapitülasyon gibi, kontrol gibi tabirler diplomatik dilden kaldınlacaktır, kesin, siyasi ve iktisadî istiklal şartlan vardır. Bu şartlar, 1919'larda çılgınca sözler sayılıyordu ama, bugün tamamen hakedilmiş durundan ifade edebiliyor, işte, katedilen mesafe böylesine idi. Mustafa Kemal Paşa, Avupa'nm, kendi öz işleriyle başbaşa kalması sonucu, askeri harekatın bedelini takdir edeme­ diği için yabancısı kaldığı bir beceri ile davranıyordu. Gerek asker sayısı, gerek malzeme durumu bakımlarından, üçe kar­ şı bir ile savaş vermiş, kendi kaynaklanyla, şimdiye dek du­ yulmamış bir sonuç elde etmişti. Ama bunlar yetmiyordu. Si­ yasi ve diplomatik bir sonuç elde etmişti. Ama bunlar yetmi­ yordu. Siyasi ve diplomatik savaş hayli değişik biçimde çe­ tindi. İşte devamlı olarak hasrımı hatalarından yararlanıp, çok defa tahrik ederek ve her zaman da rahmin isabeti göstererek, bu savaşı az görülmüş bir ustalıkla, taktiklerin en becerikli olanı ile idare etmişti. Bu durumda, İngiliz oyunu, Rus oyununu, Doğu oyunu­ nu aynı zamanda takip edebilmek için, her defasında, herbirinin kuvvetlerini ve zaaflanm tamyabilme bilgisi gerekirdi. Sömürgelerle ilgili büyük rütbede İngiliz memuru gibi, tanınabilmesi çok güç bir tipin ruhî durumuna bu kadar çabuk sızabilen bir başka insan yoktur. Mustafa Kemal, onun, güçlü oluşu gerçeğini reddetmemiş, tam tersine, onun hakkında doğru hüküm vermek suretiyle, elde edilmiş üstünlüklerle kendini sarhoş etmekten kaçınmasını bilmiştir. Hücumu ya-

75


hut karşı koyusu tam berraklık içindedir. Bir kere nefreti yoktur, bu da onu, gereksiz acele davranışlardan alıkoyan, yararlı zamanın beklenmesini sağlayan nadir görülmüş bir üstünlüktür. Büyük çılgınlıkların öncüsü gibi, ihtiraslı davranış yok, sadece, zamanı gelir gelmez, sür'atli karar vermek var. İşi daima kendisi idare eder; hiçbir zaman kendini idare ettirmez. Her an tetiktedir ama, aslında hiçbir şeyden, hiç kimse çekinmekte değildir. Her gün, biri diğeri kadar acil, yedi se­ kiz hayati olay arasında, vaktini, metodlu gücünü sarfetmektedir. İngiltere onu kullanmayı düşünmüştür. Ancak, o kendi­ ni güç zaptederek ölçüsünü korumuştur. Yine İngiltere, giri­ şimini yüz kez tekrarlamış, tüm silahlan kullanmış, o da her defasında buna karşı koymuş, bunu geçiştirmiştir. Çok defa, etrafındakiler içinde, onun düşüncelerini an­ latmaktan uzak olanlar, kızarlar, kendilerinden geçerler. O, söyletir, dinler, bekler. Kendi öz basmı onu eleştirir, ama o, basma da dokunmaz. Parlamentosunun şahlandığı da olur, onu karşısına alır, ama o, belirsiz gülümsemesini muhafaza eder. Bir an gelir, Meclisteki bu kişiler hep birden kendilerin­ den geçip, bir patlama yapma raddesine varırlar. O da, bekle­ diği zamanda, müdahalesini yapar, durumu, tek bir kelime, tek bir hareketle düzeltir, soma kendi dünyasını, görünürde hiç gayret sarfetmeksizin birleştirir. Her zaman, her söz, her tavır vaktinde gelmiştir. İngiltere ve İslam dünyası: Bu iki kuvvetin hiçbir yanı onun meçhulü değildir. Fransa ile daha az içli dışlıdır. Bu ül­ keyi kitaplanndan, yazılanndan tanıyor. Benliğinin en iyisini 76


ortaya koymamıştır Fransa. Mustafa Kemal'e gerçek düşma­ nı karşısında yararlı olan sön derecedeki dikkat ve ihtiyatı ona, bizim nezdimizde zarar getirmiştir. Bize kendisini daha iyi tanıtsa idi kazançlı çıkardı ve onun fiMrlerimiz karşısında­ ki canlı eğilimine, yargılarımız hakkında duyduğu kaygılara rağmen, bizleri yine de kolaylıkla anlamıştır. Şu da doğrudur ki, duyduğu hayal kınklıklan hep bizim tarafımızdan gelmiş­ tir. Onun ilk hızlan, yanlış karşılanmış, yanlış anlaşıhnıştır. Kendini aldanmış saymıştır. Bu anlaşmazlık bir kaç kez tek­ rarlanınca, iz bırakmıştır. Bununla birlikte, onun karakterin­ de bir çizgi olan çok emin seziş hassası, bu engeli aşmaya yö­ nelmektedir. Tıpkı bir çok zorluğu yendiği gibi. İlkesi ise hiç­ bir zaman vazgeçmemektir. Genelkurmayı yöneten Fevzi Paşa, şehirden birkaç kilo­ metre mesafede, bir tepe üstünde, eski Tarım okulunu işgal ediyordu. Bu suretle, Ankara'm kenar mahallelerini olduğu kadar çıkış yollarını da gözaltı etmişti. Bu çok sade fakat ge­ niş bina, Türk hatlarının başlıca yerlerine tel yolu ile bağlan­ tılı idi. Burada da çalışma durmaz halde olurdu; fakat en cid­ di meşgalelerle devamlı uğraşan insanlarca iyi karşılanmak­ tan daha iyi bir kabul şekli düşünülebilir mi? Refikim ve dostum olan yüzbaşı Mahmut Bey -kişimdi binbaşıdır- (*) gizlice ortadan kaybolmuştu; Fevzi Paşa ile ben yalnız kalmıştık. Her gün sayısı artmakta olan bir ordu­ nun nelere ihtiyacı bulunduğunu, Paşa, babacan bir tavırla izah etmekte idi. Gelişmesinin tarihçesini de itidalli bir bi­ çimde anlatıyordu. Onun, Türkiye'nin en yüksek simalann(*) Milliyet gazetesini ilk çıkaran Siirt mebusu Mahmut Bey. 77


dan en büyük fedakarlık sembollerinden biri olduğunu bil­ mez değildim. Her vahim safhada, öğüt vermeye davet olu­ nan bir insandı. Nazik zamanlarda, o göründü mü, Mustafa Kemal Paşa'nın, büyük bir karar için, en iyi desteği olan bu insana başvurduğunu herkes anlardı. En genç, en çılgın kişi­ ler bile, milliyetçi hareketin bu en kıdemli siması önünde eği­ lirlerdi. Böylece, Sakarya savaşının en kötü anlarında, top gürlemeleri her gün daha belirgin, daha yakın duyulur ve Mustafa Kemal Paşa, birliklerinin başmda bulunurken, o, değerini, bir örnek olarak göstermiş, Meclis de gece gündüz toplantı ha­ linde çalışmalarına devam edip, harekatı ve ülkenin iç duru­ munu takip etmişti. Herkes kadar Fevzi Paşada barış istiyor, fakat onu, henüz yakın görmüyordu. 1921 Aralık aymda, Yu­ nanlılar, asker sayısı ve malzeme olarak, büyük takviye alı­ yorlardı. Sakarya'daki kayıpları, yerine konmuştu, bu da, ba­ rışçı bir çözüme işaret olamazdı. Genelkurmay Başkanı: "Ça­ lışıyoruz" diyor ve önümüzdeki gezime atıfta bulunarak: "Son savaşların bölgesinden geçeceksiniz; etrafınıza iyice bakın, bugünü anlamanız ve geleceği okumanız kolaylaşa­ caktır" diye ilave ediyordu. Beni arabama kadar getirmişti. Arabacı, işaret bekler­ ken, atlarını da tanıyordu. Ben son bir bakışla, onun son gö­ rüntüsünü tesbite çalışıyordum. Fevzi Paşa, dimdikti ve gülümsüyordu, çok sadelik içinde güçlü idi. Etrafında genç su­ baylar vardı. Onlar ardında, sağlam büyük bina, boş süsler­ den arınmış olarak duruyordu. Anadolu'nun her noktasından gelen süvariler ona doğru dört nala tırmanış halinde idi. Kar­ şıda, şimdiden karlanmış tepeleri ile Anadolu kuvvetli ve sağ­ lıklı manzarasını gösteriyordu. Bütün bunların üstünde de, 78


dondurucu rüzgârın güç veren yakışı, güneşin buruk bir çeş­ nide insanı kendine getirişi vardı. Gözler ve yüzler etrafımızdakilerin aydınlığını, kuwetini, hareket kavramını yansıtıyor­ du. Fevzi Paşa da, son bir el hareketiyle, bayırın dibinde, ağır ağa k s t a ^ m t e t m i ^ ^ gösteriyordu. T% Nihayet, milli savunmayı tedvir ile görevli Refet Paşa'nm yerine geliyoruz. Ona, derin bir üzüntü içinde veda zi­ yaretinde bulunacağım. Onunla benim aramızda dostluk ve güven duygulan iki yıldan beri oluşmuştu. Birbirimizi Kasım 1919'da, Konya'da iyi anlamıştık. Onu, orada tam iş başında bulmuştum birdenbire. Bir avuç insanla, hat üzerinde çeşitli yerlere yerleştMlmiş ingiliz alaylarına kafa tutuyordu. Onlar önünde konakta tutunmuş, sonra şehrin ortasına yerleşmişti. Düşmana, handiyse, birkaç metre mesafede idi. Tehlikenin tam ortasına gidip yerleşmek adeti vardı. Konya, oynak bir zemin olarak milliyetçi yapıyı alıp götürme tehdidini havada tutuyordu. Bu gidişim içinde Rafet Paşa'yı volkan üstüne abanmış, çalışır ve yönetir bulmuştum. işini, kendine özgü gülümsemesi ve az görülen o zarafe­ ti ile bitmez tükenmez bir soğukkanlılık içinde görüyordu. Bu vasıflar, onun en göze görünür çizgileri idi. Milli formülün peçesini o zamanlar kendisi kaldırmış ve bana o fikri anlat­ mıştı, geçmişin, halin ve geleceğin geniş bir sentezini yapa­ rak, meseleyi çözümlemişti. Olaylar onu tamamen haklı çıkanyordu. Engelleri ve kaynaklan öylesine net biçimde ortaya koymuştu ki, her kelimesi hafızama nakşolmuş, daha sonralan da bu alalalmaz maceranın bütün gelişmelerini takip et­ memi sağlamıştı. Yalan zamanda, bunların hepsini hatırlamıştık. Arada 79


bir, susmak gerekirken şimdi zaman bizi bundan kurtarmıştı ve konu içinde bir takım boşluklar doğuyor, ufuk genişliyor­ du. "Savaş da, hayat gibi sürprizlerle dopdoludur" diyordu. Daima aynı neşe içinde tahminlerle dolmuş, ilhamlarla taşan bu kafayı yine buluyordum onda. Asya'yı tasvir ederken, onun gücünün bilincine varırdı. Buna ilave ettiği, yine de ko­ lay yazılmaz ama, gerçekten, bunun hakkında da üst tarafı hakkında da Refet Paşa asla aldanmıyordu. Ankara'da, onun kocaman dairesinde, har bir ateş önün­ de, lambalar altında görüşüyorduk. Arada bir, büyük ağırkapı açılıyor, bir genç subay geliyor, bir kağıt getiriyor, soma geri dönüp gidiyordu ve biz yan kalmış konuya devam eder­ ken, ikimiz de, zamanın ne de çabuk akıp gittiğini düşünüp hayıflanıyorduk. Yakın zamanda, İnebolu'da General Har­ rington ile görüşürken söylediklerini anlatıyordu bana: - Tüm güçlerinizi, tüm kaynaklannızı ortaya koyarsa­ nız, belki bizim hakkımızdan gelebilirsiniz ama demişti, biz de ölmeden önce, düşmanımızın kemiklerini kıranz, o da to­ pal kalır." Sonra o gülümsemesi ile ekliyordu: - Galiba anladılar. Akıllı insanlardı." Konya'da aralıksız yirmi beş yıl hizmetinden söz ettiği­ ni ona hatırlatmıştı. - Evet, demişti, bugün yirmi yedi deyiniz, son iki yıl, önceki yirmi beş yılın tümünden daha çetin geçmiştir. Düş­ mana karşı savaşmak, bir şey değil, fakat kendi insanlanm, İngilizlerin ayarttığı zavallı insanları cezalandırmak, kor­ kunç bir şey." Rafet Paşa, İstanbul'daki İngiliz yüksek komiserliğince tahrik edilen, kendisine de bastırma görevi verilmesine sebep 80


olan Yozgat ve Tokat olaylarından söz ediyordu. Bu yolda ha­ la teselli bulamamıştı. Onun yüzüne bakıyordum. O ki, hayat karşısında öylesine filozof, öylesine hazırlıklı idi ama, işte yi­ ne o hayat karşısında üzülmüş, sonra birden doğrulmuş, gülümsüyordu. Ona: - Paris'e gelin, hiç kimsenin bilmediği bunları anlatın, demiştim. - "Belki bir gün" diye cevap vermişti. *** Bugün, Ankara'nın ortası denilebilecek bir yerde, Celalettin Arif ve Durak Beyler nezdinde öğle yemeğindeyiz. İki­ si de Erzurum Mebusu. Yaşam dolu büyük yollara çok yakın bir küçük sokakta, bu iki dost, yüksek bir binanın üst katında havası bol, güneşe nazır bir yer bulmuşlar. Biri İstanbul'daki mülklerini, öteki Erzurum'daki topraklarını unutmuş, çıplak duvarlı bu üç odada asgari mobilya sayısı içinde, konfordan da nasiplerini en az alarak, akıllı uslu yaşıyor, bu suretle, tam bir cesaret içinde örnek teşkil ediyorlar. Celalettin Arif Bey, İngilizlerin şehrin üstüne sanki bir ağ atarak toplama ameliyesine giriştikleri o 1920'nin Mart ayma kadar, İstanbul Baro başkanıdır. Padişah huzurundan çıkacağı sırada, durumu haber aldığı için, üstünde redingot, ayağında rugan iskarpinler ile kaçmıştır İstanbul'dan. Saray nhtımında kendisini bekleyen bir kayığa atlayıp, Asya yaka­ sına geçer. Birkaç hafta sonra, bin bir maceradan sıyrılarak fakat hep o ayakkabılarla Ankara'ya atmıştı kapağı. Her şeyini yeni baştan yapan, oluşma halindeki bu devlet için onun vücudu, önem verilmeyecek bir varlık değildi. Ce­ lalettin Arif Bey'in etkisi büyük oldu. Batı kanunlarındaki üs­ tünlükleri iyi bilirdi ama, o yine de kendi milletinin benimse81


diği şeriat taraflısı olmayı ve zorlama Batılılaşmadan kaçma­ yı tavsiye ediyordu. Arkadaşı Durak Bey'in düşünceleri ise aksine idi ancak, arkadaşlıkları bundan dolayı asla bozulmu­ yordu. Bu, birbirine zıt akımlar Meclisi zenginleştiriyor, An­ kara'nın da kuvvetini bunlar oluşturuyordu. Celalettin Arif Bey, birkaç defa vekillik yapmış, resmi diplomatik görevlerde bulunmuştu. Yolda, beraber gelmiştik. Akşamlan, şehirler ve­ ya kasabalar arası molalarda, eşraf gelir, onun etrafında topla­ nırdı. Asya'da hala görüldüğü üzere, onu inançla dinlerlerdi. Aldıklan ibret dersinden sonra, sorular yöneltirler, zamanın si­ yasi tartışmalan üzerinde, bizim diyardaki insanlann kabul ediverdikleri cevaplardan başka türlü, açık seçim cevaplar alır­ lardı. Bizim insanlar ki, buradakilerle mukayese edilmeyi, akıllarınca istemezler ama, burası da işte böyledir. Her akşam, yeni bir dinleyici topluluğuna hitap eden ve konferanslan andıran bu konuşmalan, canlı bir ilgi ile dinlemişimdir. Bu muazzam güç ile sözün nasıl etki edip yayıldı­ ğını görmüş oluyordum. Milliyetçiliğin aydın tabakası, bu fi­ kir yayınını bilinçle değerlendiriyordu. Böylece, ondan son­ raki toplanmalarda her yol kavşağında, asker sivil arasında, savaş ve barış amaçlan üstüne gayet iyi aydınlanmış kişiler bulmak mümkün oluyordu. Köylüler ve askerler içinde, he­ men ve gerekçeli cevap verenlerin bulunuşunu, şimdi daha iyi anlıyordum. Bu insanları birleştiren bağın kuvveti tek bir manevi ya­ pıya tabi oluşlanndan geliyordu. Celalettin Arif Bey, bizim için, en dikkatli ve sevimli bir yol arkadaşı olmuştu. Ondaki dayanıklılığa, devamlı hareket hassasına ve hiçbir sıkıntının sarsamayacağı o iyi niyet duy­ gusuna hayran kalmıştım. Yolculuğun uzun görüşmeleri es82


nasında, baria, Anadolu köylüsünün ruh ve kalbinden uzun uzun söz etmişti. Eksiksiz bildiği o Milliyetçilik konusunun en meçhul girdi çıktılarında, beni kaç defa fikren gezdirip durmuştu. Bugün de işte, dün buraya gelerek parlamentoda, kendi­ sini dinleyen en vasıflı mebusları nasıl biraraya getirdiğini anlatıyordu. Onlara, son günlerde Roma'dan, Londra'dan ve Paris'ten edindiği tecrübeleri nakletmişti. - Görüyorsunuz ya, bizim isteklerimizde abartmalı hiç­ bir taraf yoktur. Biz, serbestçe yaşamak istiyoruz. Güneş al­ tında yerimizi almak isteriz. Savaştan önce, kapitülasyonlar zincirine vurulmuştu. Sanayimiz, ticaretimiz, bu iktisadi ka­ pitülasyonlar yüzünden sönmüştü. Bir Rum katil yakalayabil­ mek için, konsolostuktaki Kavas Efendi'den medet umuyor­ duk. Ellerimiz, ayaklarımız bağlı olarak, gelişme yolunda yü­ rümek zorunda kalıyor, ilişkilerimiz, denge sağlamamıza bi­ le imkan bırakmıyordu. Kapitülasyon rejimi, serbest rekabe­ ti ortadan kaldırmıştı. "Bugün, her şeyden önce, dopdolu ve tastamam bir özgürlük istiyoruz: Mali iktisadi, adli hürriyet vs. Bunu, mil­ li sınırlarımız içinde istiyoruz. İstanbul'da 1920 yılı Ocak ayında yazılan milli sözleşme, İngiltere çizmesi altında yazıl­ mış, Türkiye'nin yaşam şartlan bakımından asgari haddi teş­ kil ediyordu. Bu anlayışımız içinde şimdi hiçbir şeyden vaz­ geçmeyiz, bunda öyle kararlıyız ki, şayet basan sağlayamaz­ sak, geride şu basit mezar taşı yazışım bırakınz: "Türk, istik­ lali için ölmeyi bildi." Biz kimseyi bozuk duruma sokma da­ vasında değiliz, sadece varoluş hakkımızı savunuyoruz, o ka­ dar: Herkes kendi evinin efendisidir. Celalettin Arif Bey, Ankara'da kurduğu adalet düzeninin 83


ilk zamanlarını da anlatıyordu, ilk gün, tek bir mesai arkada­ şı, tek bir mebus vardı. Ondan soma yirmi beş kişilik munta­ zam bir personel kadrosu ve her şey fevkalade bir düzen için­ de işlemeye başlamıştı, istanbul'daki üç yüz kişilik memur kadrosu, bu yirmi beş kişi ile pekala karşılanmıştı. Savcıya gönderilen her dilekçe, yirmi dört saat içinde cevabım alırdı, bu da şimdiye dek görülmemiş olayda. Ankara'da her hizmet yeri aynı biçimde çalışmıştır ve bu sayededir ki, Hükümet ne­ lere kadir olduğunu Ankara'dan göstermiştir. Bu başlangıç düzeni, ancak barıştan soma değiştirilecek ve olgunlaştırılacaktır: - Bütün paramız, amaca varmcaya kadar, milli savunma­ ya gidecektir. Fikir ayrılıkları, mebuslar içinde hiçbir başkal­ dırma sebebi olmaz; milli hazinede, bir tek mebus bile gedik açmayı düşünemez. Millet, kutsal dava karşısmda birleşiktir. *** Çankaya'da en çok sevdiğim anlar, sabah anları idi. Odam ile o heyecanlı hayat arasında sadece bir bölme bulu­ nurdu ve çok sayıda pencere benim o hayata bağlantı kurma­ mı sağlardı. Nihayet her şey düzenlendi; benim küçük aydınlık odam, bir salon halini almıştı. Yatak üstüne, işlemeli güzel kumaş, canlı bir ton veriyordu, tül perdeler dantelalarla bezenmişti, her yerden girip çıkan temiz havanın etkisiyle dalgalanıyordu, ince zevkli yapılmış ceviz divan üstünde, rengarenk yastıklar vardı. Tuvalet üzerinde de tertemiz beyaz ince örtü ne kadar hoş duruyordu. Bunları her gün, bulduğum hale getirmek için düzeltmek gerçekten bir zevk oluyordu. Böylece, kapıyı açıyor ve sofadan geçerek, sevimli ika­ metgahımı geziyordum. Çalışabilmem için düşünülmüş, bü84


ro-salon biçimindeki zarif yerde gidip geliyordum. Masa üze­ rinde hiçbir eksik yoktu; en önemsiz şey bile, ince, sade bir zevk, nefis bir orijinallik eseri idi. Büyük pencere yola bakı­ yordu, oradan, hep aynı saatte, karargahı oluşturan her şeyi görürdüm. Süvariler mesaj lan yahut postayı getirir, iaşe arabalan yüklerini boşaltır ya da Ankara kumandanının, paşa­ nın, kurmay başkanının arabası sırtlan tırmanır, askerler gü­ neşte eğlenirlerdi. Fakat, bir ara nöbetteki er bana gizli bir işa­ rette bulunurdu: Bu, kahve altı hazır demekti. Şarkın, hatasız yapılmış saf bir köşesi denilebilecek o çok şirin küçük adadan geçer, sonra, hemen hemen bütün hareketli hayatımı içinde geçirdiğim sevgili odama girerdim. Sabahın aydınlığı onu da­ ima aynı parlak renge sokardı. Güneş sekiz pencerenin seki­ zinden de girer, soba çıtırdar dururdu. Tatlı renkli eski halılar aydınlığa kavuşurdu: Hafif pembe, yumuşak mavi, inci beyaz renkler, ilk imal edildikleri gibi pınldardı. Bunlar, galiba es­ ki Fransız (Savonnerie) haklan idi ki, daha soma Gobelin'lerin adını almıştı. Sekiz köşeli büyük odamın her tarafında di­ vanlar vardı. Büyük, derin koltuklar, dünkü sohbetlerin yeri­ ni işaretliyordu. Türk hizmetkarların güzel! ve gizli içtenlik­ lerine karşı benim gülümseyişim mahcup bir halde, mavi fa­ yanslı kütahya taşından yapılma masayı göstermem ile birbi­ rine kanşıyordu. masanın üstü yiyecek tepsileri ile dolu olur­ du. O kara renkli havyar, gül reçelinin pembe yapraklan, si­ yah zeytinler, hafif şurubunun içinde kıpkırmızı çilek reçeli, uzakta kalmış yaz mevsimini hatırlatırdı, ince porselenden çay fincanlan, o susarak konuşan ve karlı İngiliz çaydanlığı yanında tüm canlılıklan ile dururlardı. İnce ışığın canlandırdığı tonlar, nadir bir koyulukta idi. Bin ikiyüz metrelik rakımda, herşey daha parlak görülüyor. 85


İşte, binbaşı Mahmut Bey de içeriye girmişti. İkimiz, çok iyi dosttuk, karşılıklı bir hayli şakalar yapar, bir gün ön­ ce bıraktığımız yerden konuşmamıza devam eder, yahut gaze­ teleri aramızda taksim ederdik. Zira onları, yenilerini almak üzere, her gün öğleden önce iade etmemiz gerekiyordu, ama az soma sevimli arkadaşımıza gezinti teklif edecek: "Çıksak nasıl olur? diyecektim. O, bendeki bu açık hava iptilasına çok alışık olduğu için, hemen gülümserdi. O zaman, derhal, bü­ yük kapıyı ardma kadar açardım. Küçük evin hemen önünde, çok yaşlı bir ağaç, dallarını salarak uzatmış dururdu;. Üstün­ de gecenin şebnemleri bulunurdu. Bu hafif gölgeye rağmen, açık hava ile ilk temasta, gözler biraz kapanır, soma gökte birşeyler arar gibi, mevsimsi siyahı andıran o sonsuzluğa da­ lardı. Bu kubbe yarımda bizim Batı göklerimiz, alçak tavan­ lar gibidir; havaya da ziyaya da manidir ve düşüncelerin hergünkü vecibelerden biraz olsun uzaklaşmasına engel olur. Bütün Çankaya bu mavi parlaklık içinde sanki yıkanırdı. Erguvan rengi pencere kapaklarının işaretlediği ve gri renkte bir damın başım örttüğü yüksek beyaz taş bina, etrafına mavimtrak ışınlar saçarak yükseliyordu. Bahçeler canlanmış, mermer çeşmeler pembeleşmiş (Ankara mermer) asker siluet­ leri en küçük çizgileri ile belirmişti ve Muzaffer Bey'in büyük, safkan Rus atı, gecikmiş olan genç efendisini gözlüyordu. Dimdik tırmanıyor, zirveler arıyorduk. "Hüdayi nâbit" yani Allahın ulu orta hayat verdiği birtakım nebatlar, ayrık ot­ ları, çalı çırpı, Asyanın güzel kokulu bitkilerine, cüce ağaç­ çıklara karışmış olarak, Toprağı örtüyordu. Bu kaim tabaka üstünde çaba patikaları ince izler halinde idi. Birkaç dakika içinde, birinci ovaya geçilmişti; şimdi bü­ yük mesafelere doğru yol alıyorduk. 86


Her defasında, duymaktan hazzettiğim isimleri tekrarla­ tırdım. Uzaklarda, şu geçitin öte istikametinde Antalya var. Orası şahane, dalgalı, kuşatıcı mavileriyle Doğu Akdenizdir, şu kısa süreli insan neşesi için yaratılmış güneş sahilleridir. Tam aksi istikamette ise, derin hiddetleriyle, çok güzel demleriyle Karadeniz ve İnebolu. Öte tarafta Konya var. Kilikya kapılan. Daha ötede, şu hareketli uzaklıkta, nisbeten kesik ışıklan, ebedi karla örtülü zirveleriyle, yakın Asya'nın doğu vilayetleri ki, buralarda en ufak bir yolculuk altı ay sürer. Bi­ zim gibi batı insanlan üzerindeki büyüsü de, karanlık bir ata­ vizm sonucu gayet şiddetli olur. Acaba niçin hep Avrupa'ya doğru bakıyoruz? Bu tehlikeli, eziyetli mevsimde, çağın da­ ha da emredici, öyleki, üstünde bulunduğumuz ovanm niteli­ ğini az kalsın unutuyordum: Onun gölgeleri, çukurlan, ışık­ lan, insan bakışını esir etmeye yeterdi. Hava, buruk kokular­ la tuz ile dolu idi. Her aynntı, enginliğe dayalı olarak çıkan bir kabartma idi. Rengarenk elbiseler içindeki köylülerden oluşma bir ker­ van, eşekler üstünde geçiyordu. Güneş onlan, yaldızlı tozlar içinde yüzdürüyordu, siyah üniformasına gururlu biçimde ya­ kışmış Giresunlu asker, bir koyun sürüsü yanında yalnız başı­ na nöbet bekliyordu. Işıklı fon üstünde, o, bir acem minyatü­ rünün önemli adamı gibi kendini İnssettiriyor, farkediliyordu. Renkleri ve şekilleri bakımından hava ile birleşen beyaz kaya birikintileri, seraplar, vahalar, şehirler vardı ki bulutlann oynaşmalanyla kâh görünüyor, kah kayboluyorlardı. Hava, başdöndürücü idi, hükmedici idi. Süvariler, arazinin tepe kıs­ mından birdenbire aynlmaya başlamışlardı. Biz yavaş yavaş geri dönüyorduk. Birden, gördük ki, büyük evin kenarlarına 87


düşmüşüz, nöbetçilerin, köşkün yanma. Köşk, o dondurcu hava ve yakan güneş banyosundan soma pek de ılıktı. Neylenir ki, çalışmak gerekti. Gazeteleri baştan başa okumalı, Avrupa'da, buradaki en basit olaylar üstüne yazılan bütün safsataları görmeli, bazı notlar ahnalı, tek gerçeği din­ lemeye hazırlanmalı idim. Bu tek gerçek, buradaki büyük ka­ labalık. O halk ki, en büyük iyi niyetle, kendisinin doğru an­ laşılması yolunda o canlı isteği ile, buralara, tabir caizse, dağ­ lara çıkar, savaş verir. Ülke insanlannm üçte ikisi üstüne, taraf tatmadan eğilirseniz, onların hangi hakikat aşkı yolunda bunu yaptıkları me­ selesi ile karşı karşıya kalırsınız. *** Bahtiyar Galip Diyarbakır Mebusu olarak, Müfit Efen­ di, Kırşehir, Vehbi Hoca Konya mebusları olarak, üstlerinde eşraf cübbesi, başlarında sarık, az önce geldiler, oturdular, kahve ve sigara ikramını kabul ettiler, bundan soma ilk neza­ ket cünılelerini sarfettik. Ardından bir suskunluk geldi. Bu susuşu Vehbi Hoca bozdu. Düşüncenin durmak bil­ mez çalışması sonucu, tatlı başı, zarif bir yapıya ulaşmıştı. Dikildi o baş. Sonra, güzelliği ve gücü ile ün salan diliyle şöyle dedi: - Hıristiyan ülkelerde bulunan milyonlarca Müslüman ne oldu? Tesalya Müslümanları nerede şimdi? Burada, imparator­ luk içinde, Hıristiyan halk, on defa çoğalmıştır. Memleketin zenginliklerinden istedikleri gibi yararlanmış, bunları kendile­ rine mal etmişlerdir. Acaba niçin, sizinkiler, hep onların çıkar­ larından, onların güven ihtiyacından bahsedilir de, bizim çıkar­ larımızdan, bizim güven isteğimizden hiç dem vurulmaz? Evet, daima o büyük yakınma. Vebi Hoca, bu sözleriyle, 88


bana, İstanbul'da, eski rejim zamanında, bizim en aydın kişi­ lerimizin bile, Türk aileleri nezdine girmediklerinden söz edi­ yordu. Ben de ona, bu işin, arada bir Rum, bir Ermeni olmaz­ sa, ne kadar güç hale geldiğini anlattım. Hakverdi ve ekledi: - Bu gün aynı hal yok. Bunu siz, herkesten iyi bilmek du­ rumundasınız. O halde, kendi ülkenizdeki hayat ile bizimki arasında, öyle derin bir fark görüyor musunuz? Acaba biz, bambaşka örflere, bambaşka fikirlere mi sahibiz? Doğrusu, zeki bir adam olan hoca bunu görmüştü. Anka­ ra'daki uğraşlar bana bizimkileri, bizim ailelerin yaşamını, evlerimizin iç durumunu hayret edecek şekilde hatırlatıyor­ du. Ben, onları, birçok Avrupalı komşumuzdan daha yakın bulurdum, buradakiler, bizimle birlikte, aynı yaklaşımları paylaşır, anlaşılmazlık karşısında aynı duyarlığı iftira karşı­ sında aynı tiksinmeyi gösterirlerdi. Vehbi Hoca ve arkadaşları, bana, milli meclis üyeleri olan kendilerinin, din meselesi ile, Anadolu örflerine intibak zarureti üzerine nasıl bir dikkatle eğilmekte olduklarını anla­ tıyorlardı. İslam, her yerde, büyük güçlerini göz önünden ayırmaksızın, aynı çabayı harcıyordu: Aile disiplini, şeflere saygı. Gülümseyerek: - Biz elbet bolşevik değiliz diyordu. Bunu sık sık siz de söylüyorsunuz ya. Gerçekten, bu insanlar, hep birlikte, bura­ da, komünizm ile de dini taassup ile aynı mesafede ayrı idi­ ler, her yıkıma karşı ve kamu düzeninin hararetli savunucula­ rı olarak. Bir başka gün, Eskişehir de 1919 yılında tanıdığım eski bir dostumun ani ziyaretine sevinmiştim. O zamanlar orada Belediye reisi idi. Ona, bizim eski başbakana pek benzediği 89


için "Eskişehir tilkisi" demiştim. Bunu hatırladıkça hala gü­ lüyordu. Bir diğer gün, Avrupa'dan taptaze haberlerle dönen Be­ kir Sami Bey, ziyaretime gelmişti. Orada yaşadıkları ile hala dolu halde idi. Onu dinlerken, iki siyasi görüşün birbirinden ne denli ayrı olduğunu görüyordum. Aslında, o hala orasını yaşıyordu. Fakat, birkaç gün içinde, buradaki sert savaş onu bir güzel ıslatacak, o da herşeyi başka bir açıdan görecekti. Dövüşen inşam görecekti. Gün batarken, tekrar sokağa çıkıyor, komşumuz hanım­ ları ziyarete gidiyorduk Onların zamanı da Batı kadınlarının zamam gibi hareketli idi. Vaktin bir kısmın aile işlerine ayı­ rır, öteki kısım memlekete ait olurdu. Aile işleri de, ev bakı­ mı, çocukların yetişmesi ve eğitimi idi. Yuvanın görevleri, bir vakit gecrme konusu değildi. Çok dar personel sayısı dışında, evin kadını bizzat çalışır, tüm gu­ rurunu, bu kamp çeşidinin güçlüklerim unutturmak için orta­ ya koyardı. Uzaktan, hayli geniş görünen "kaban" 1ar şale villalar, aslında üç yada dört odadan ibaretti. İçeride, yaratıcı bir beceri ile bir ev hali düzenlemek gerekirdi. Okullar çok uzakta olduğu için, genç anneler öğretmenlik de ediyorlardı. Bu hanımlar, komşu köylülerin eşleriyle fiilen meşgul olurlar ve herbiri, ayrıca, kadınlar arası kurulmuş bir tesis ile ilgile­ nirdi. Soma, ilk işarette, İstanbul'da bazı görevler ifasına git­ mek, o orada, tabiatıyla, İngiliz - Yunan barajmı aşmak için hazırlanmak, yada, kocalarına eşlik edip onların ani olarak gönderildiği uzak bir Anadolu diyarında çalışmaya birlikte katılmak üzere hazır bulunmak da gerekiyordu. Bu, bir meç­ hulden ibaretti. Ankara'da yaşam bile kırılır cinsten hayli na-

90


rin görünürdü. Gelecekten kim emin olabilirdi ki? Burada herkes, bütün imkanları ile, tek bir esere adamışlardı kendi­ lerini. Bu, onlardan, heran o yüce fedakarlığı isteyebilirdi ve gerçekten yaşamak da, ölmek de onun yanında değer taşı­ mazdı. Bu gibi şeyler hiç konuşulmazdı; onları, bir bakış, bir ke­ lime içinde navada yakalamak, şimdiden o denli genç yüzler­ de görülmeye başlayan gizlenmiş çizgilerin anlamını kavra­ mak gerekirdi. O yüzlerdeki, az uykunun, sıkıntılı bekleyişin izlerini saklayamıyordu. Bu kadınların hiç birinde hiçbir şikayet yoktu. Tam da çalışırlarken mi geldiniz yanlarına? Bir kaç dakika içinde in­ şam giydirme sanatını iyi bilirler. Ankara'nın aman vermez kanunlarına rağmen, İstanbul'dan gelme kumaş, tüm yasak­ ların hakkından gelmektedir. Tıpkı, İstanbul'daki salonlarında oldukları gibi, dudak­ larında tebessüm ile girerler içeriye, sanki hiçbirşey kafaları­ nı meşgul etmiyormuş gibi. Misafirlerini eğlendirebilmek için de daima konuşurlar. Gayretlerindeki gerilim bazan bir jest ile devamlı uyanık gü­ zel başların canlı bir hareketi ile belli olmakta. Bütün şeflerin aynı saygıyı gösterdiği bir hareketin de­ ğerini, şüphesiz, onlar takdir etmeyecekler. Bu işlerden hiç söz etmeyecek kadar kendilerine güvenleri var. Ama, erkek­ lerin, onların yardımı olmaksızın, o kadar engeli aşamayacağını da bilmiyor değiller. Bu kadınlar, sanki yüz yıllar boyu süren yan uykulu hal kendilerine tükenmez bir hayat gücü vermiş gibi, erkekleri­ nin gizli, yorulmaz, gönülden vatan sever ortakları idi. As­ ya'nın bu uyanışını, bu hayranlık uyandıran halini, hepsi de o 91


özel sevimlilikleri ile sembolleştiriyor onların ruhunu üreti­ yor, bu da olaya daha sert bir tutum getiriyor, zaferin daha bü­ yük bir gururunu teşkil ediyordu. Bütün bunları, o akşam ziyaretlerinde konuşurduk. Av­ rupa'dan, Paris'ten söz eder fakat daima, yaşadığımız o anla­ rın karışık durumuna dönerdik. Hepsi, iyi okumuş insanlardı, bu taraflarım açığa vurma basitliğini göstermezlerdi, her nok­ ta üstünde yürekten milliyetçi idiler ve evvela, dilleri, o yeni­ lenen Türkçeleri, milli musikileri, milli sanatları üzerinde uğ­ raş verirlerdi. Hemen hepsi yazardı. Sanmam ki, kadınlık re­ kabetleri bizimkilerdeki acılıkta olsun; müslüman kadınlar arasında dayanışma büyüktür, ayrıca pek güçlü bir bağ onla­ rı birleştirmektedir. Bu, aynı mücadelenin, aynı tehlikenin ya­ rattığı bağlantıdır. Zamanları yapmaları gerekli her şeye yet­ miyordu. Erkekler gibi hiyerarşik disipline tabi olmadıkları için, hayatları daha fazla dolu, onlannkinden daha gizlenmiş bir zorluk içinde geçerdi. Ani hareket kabiliyetleri, incelikle­ ri hiç bozulmamıştı. Batı yayınlan içinde, her hangi bir derginin "Türk kadı­ n ı " hakkındaki o basma kalıp, yanılmış hükümleri verdiğim gördükleri zaman ne de genç genç gülerlerdi! Türk kadım, istikbaldir. *** O akşam, Ankara kumandanı Fuat Bey, yemekte bize gelmişti. Maceralarına ve esir düşmüş olmasına rağmen, in­ ce kalmıştı, uzun boylu idi. Zevk duyarak, güzel ve askeri za­ rafetle Fransızca konuşuyor. Yüzlerce soru yönelteceğim. Hepsine cevap vereceğini vaadetti. Ona bakıyor ve şöyle düşünüyorum: Burada, fizik bakı­ mından olsun, fikir yönünden olsun, hayret değil mi, bir çok 92


soylu insana rastlarsınız ki, onlarla, hiç bir suretle sıkıntı duy­ maksızın, her konuya yaklaşır, her çeşit tartışmada bulunabilhsiniz. Bizler, Batıda, kırmadan ve asla yorulmadan böyle­ sine görüşmeyi bir türlü beceremiyoruz. Karşımdaki insan, tüm Ankara'nın en meşgul insanı idi; üzerinde, en büyük önemde acil sorumluluklar toplanmıştı. Onun çalışma hayatım ayrıca gecelerinin de gündüzlerine pek benzediğini biliyordum. Süratli sorularım karşısında onun, pek sakin ve kendine o kadar hakim olması altında böyle bir büyük yükün bulun­ duğunu kim düşünebilirdi ki? Zira, vaktin geçip gittiğini dü­ şünüp duran o değildi, ben idim. Fuat Bey, bana, bütün ayrıntılarıyla, kendinin de kahra­ manlarından biri olduğu Sakarya Savaşı stratejisini anlatıyor­ du. İlk gençliğinden bu yana, Mustafa Kemal Paşa'nm silah arkadaşı idi ve şimdiye dek kaç savaşta onun izinden gitmişti. Büyük harpte, Filistin'de beraberdiler. Fuat Bey İngiliz­ lere esir düşer, çöle gönderilir, dikenli teller arasına konulur. - Şerefimizi yaralayabilecek ne varsa bize reva görülü­ yordu. Bir gün karargâh kumandanı sorumluluğumu düşüne­ rek, buna bir son vermek gerektiğini kararlaştırdım, diyor, sonra şunları ekliyordu: - Yanıma bizim subaylardan bir kaçını aldım, İngiliz ku­ mandana giderek, ona, bize kullandığı dil ile hitap ettim: - İsterseniz, beni öldürün, bu bizim için dert değil, ama bundan böyle, o kalabalıklarınızdan bir tekine bile katlanma­ yacağız." dedim. Hayret etmiştim: Hiç cevap vermemiş, bana sırtını dön­ müştü. Bundan soma ilişkilerimiz adeta bir protokol nezake­ ti içinde geçti." 93


Fuat Bey, ayrıca, onbin esir Türk'ün, çölde, gereksiz iş­ lere koşularak, öldürücü güneş altında, temerküz kamplarının bütün faciaları ile, mahvolmuş duruma geldiklerim ve onlara hiçbir yardımda bulunamayışlannm acı hatırasını da bu ara­ da naklediyordu. Esirlere yardım için çok sayıda Türk ailesi koşmuşta oraya. Ama acımasız kamp emini onlara hiç bir izin vermedi: Uzakta tutuldular ve şikayetleri, İngilizleri rahatsız eder bir hal almca, kadm, çocuk, hepsi, başka özel kamplara tıkıldılar ki, bunlar da tel örgülerle çevrili idi. Bu gibi manevi işkence­ ler, fizik acıları kat kat geçer. Fuat Bey, yavaş sesle: - Ah, bu esaretin iğrençliği diye mırıldanıyordu, biz bu­ nu çektik ve şimdi, o hatıra bize bir ibret dersi, bir silah ol­ muştur. Tanıyoruz artık o acımasız düşmanı, o, merhamet duygusunu bilmez, medeni kelimesi, kendisinden öteye ge­ çemez. Azerbaycan Büyükelçiliğinde akşam yemeği. Bir hayli ziyaretten soma, Ankara'da elbise değiştiriyor ve büyük, ak­ şam kıyafetiyle, bir Asya gecesinde, eksi 20 derece altında, açık arabaya binmek acaipliği ile yola çıkıyordum. Hava öy­ le nefis, öyle kuru idi ki, soğuğun etkisi çabucak azalıyordu. Gök, sonsuz pırıldamalar halinde yıldızlarla dolu idi. Anka­ ra'yı geçiyorduk. Karla kaplı, derin çukurlu yollarda, atlar yürümekte tereddüt içinde idiler. Uzakta, ulaşmamız gerekli büyük kapıyı, kızıllıkları yansıyan meşaleler göstermeye baş­ lamıştı. Bu kırmızmıtrak ışıklar, evi kaplayarak ve bahçeler arasında oynaşarak, ihtiraslı bir ışık izi oluşturuyordu.

94


Dış merdivene de halılar döşenmişti. Yukarıya çıkmadan önce, gece içinde koşuşan bu insanların ve bu meş'alelerin garip, sevimli temaşasından kendimizi alamamıştık. Doğu evlerin iç kısmında yaşamın merkezi sayılan uzun büyük holde sofra, birçok misafir için hazırlanmıştı. Azerbeycan yemekleri ile dolu küçük tabaklar masayı süslüyordu. Orkestra başlamıştı, davetliler tamamdı; fakat hayır, asıl bek­ lenen şahsiyet yoktu; Paşa daha gelmemişti. O ki, o kadar da­ kikti, şimdi kendini bekletiyordu. Herkesin asabı, az çok ge­ rilmişti. Yusuf Kemal Bey, fazla sabredemedi, telefona gitti. Azerbeycan Büyükelçisi, rmsafirlerini oyalamaya bakıyordu, ama nafile; hepsi suskundu. Az soma bir motor sesi, endişe­ leri giderdi, Mustafa Kemal Paşa, canlı adımlarıyla içeriye gi­ riyordu. Bütün iyi niyetiyle özürler diledi. Otomobilinde bir arıza, onu yol ortasında hareketsiz hale sokmuştu. Davetlile­ ri birbir dolaşıyor, her biri için, sevimli bir söz buluyordu. Şimdi, çember onun etrafinda idi ve damlıyordu, birbirinden hayli uzak kişiler bile dirsek dirseğe idiler. Az soma, Türkiye, Azerbeycan, Ukrayna, Sovyetler, ay­ nı masa etrafinda toplanıyor ama yine de aynı küçük toplu­ luklar teşkil ediyorlardı. Yemek de, nutuklar da başlamıştı. Azerbeycan B. elçisi, ateşe girişmişti. Bana doğru dön­ müş, Fransa şayet Ankara'nın savaşmasına kayıtsız kalmıyor­ sa, milletlerin istiklali onun için bir boş kelime değilse, bu­ nun farzedilebihnesi halinde dahi, aynı Fransa, Azerbeycan'a karşı kayıtsızdır, onun gözünde Azerbeycan mevcut değil, ni­ çin? demişti. Soma ülkesinin zenginliklerini sayarak, tam bağımsızlık üzerinde ısrar etmişti. Tüm iç ve dış meselelerin­ de tam bağımsızlık.

95


- Sizin ülkenizde, acaba, bugünkü rejimimiz hakkında ne kadar bilgi var? diye devam etmiş, büyük Fransız ihtilali ile doğru ihtilalini kıyaslamış, şöyle demişti: "Bugün doğu, sizin yaptığınızı tekrarlıyor, yalnız, daha geniş daha yüksek ilkele­ re dayanıyor, çünkü zemin daha engindir. Batılılar ve insanlı­ ğın ışık kaynağı, insan haklan ilkelerini bulan ülke olarak Fransa, evvela, bizim bugünkü hükümetimizin meşruluğunu tanıyacaktır." "Şu anda, Fransa, Doğu'ya gösterdiği iyiliksever sami­ miliğe rağmen, gerçek duygularını köstekliyen bağlar ile ha­ reketsiz haldedir. Bu ortaklık, onun tüm tarihi gelenekleriyle zıtlaşıyor. Fransa eskiden bir ışıktı, şimdi ise onu, ancak de­ rin bir gölgenin arkasında görebiliyoruz." Yusuf Kemal Bey, Ankara hükümeti ile Fransa arasmda henüz yapılmış sözleşmeyi ve Fransa'nın doğu ile ilgili her konferansa katılmasının sağlandığmı işaret ederek, buna ce­ vap verdi. Fakat o esnada Sovyetler'in temsilcisi ayağa kalkı­ yor ve her kelimesini anlamamı temin etmek üzere, geniş ta­ vırlı bir konuşmayı Fransızca olarak yapıyordu. Esasen, yüzünü de bana dönmüştü. Bu suretle Fransa'yı, ihtilalci Rusya karşısında, ezilenlere zulmetme suçu altında mttuğunu bana anlatmak yolundaki maksadını açıkça göster­ mek istiyordu. İşte o zaman, Mustafa Kemal Paşa, topu tam zamanında kaptı, Türkçe bir konuşma yaparak şu konuyu cesaretle işle­ di: "Ne ezen, ne de ezilen vardır, diyordu, sadece, zulme izin verenler vardır, o kadar." Düzenin, iradenin neler yapabileceğini ispatlayarak, be­ cerikli, açık birkaç cümle içinde tezini ustalıkla dile getirmiş­ ti. Gerçekten, güler yüzlü tavıma rağmen etkileyici konuşu96


yordu. Bir âni nutku, herşey için gösterdiği dikkati ortaya koymak, herşeyi yerine oturtmak hususundaki o atik fikriyle irad ediyordu. Soma, sonu gelmeyecek konuşma dizilerini keserek, beni müzisyenlerin yanma götürüyor, bana onların aletlerini gösteriyor, şarkılarına hâkim olan usul hakkında açıklamalar yapıyordu. Bu, bir doğu musikisi dersi sayılabi­ lirdi. Daha soma, benim için Azeri oyunlarının yapılmasını arzu etti. Bu oyunlar, boyunduruk altında eğilmiş bir milletin acılarım, büyük üzüntülerim, çöküşünü ve soma ilk ümitleri­ ni belirtmekte idi. Paşa'nm farkedilmezbir hareketiyle, Mahmut Bey, elin­ de kürkümle yanıma geldi ve yine bir işaret üzerine, oradan ilk ayrılan bizler olduk ve gecenin o ihtişamı içinde, Çanka­ ya tepesinin yolunu tuttuk. Çok tatlı bir kış sabahında, siyah sargılı askerler, tepenin bütün patikalarından fırlayarak süratle koşuşuyorlardı. Bu, askerin "içtima", denilen toplanma halidir. Ankara'ya, başta askeri mızıka, yeni bir alay daha gelmişti. Şimdi, her yandan koşup gelenler, düzen içindeki yerlerini alıyorlardı. Süslü ve cilâlı olarak. Az soma Ukrayna delegasyonu gelecekti oraya. Musta­ fa Kemal Paşa'nm muhafız askerleri onİan bekliyordu. Her­ şey hazırdı. Ortalık aydınlanmıştı. Ukrayna'lılarm otomobili tepeye süratle tırmandı ve durdu. Arkasında kurmay heyeti bulunan General Fronze, arabadan indi. Türklerin ateşli bakışları al­ tında teftişini yapıyor, bu güç beğenir kişiler karşısında hiç tökezlemimiş oluyordu. Karşısındaki gençler, çok yakışıklı askerlerdi ve insanın gözü içine dimdik bakıyorlardı. Genera97


lin bakışlarında canlı bir teecessüs belirdi, açıkça şaşırmış olarak, kendisini Paşa'mn beklediği büyük binaya doğru yü­ rüdü. *** Ankara'da, bu kez, altı kısa hafta kalmıştım. Milliyetçi Türkiye'ye bu üçüncü gelişim, hepsinden daha tamam, daha heyecanlı olmuşta. Burada, bütün benliğimle duyduğum yüz­ lerce izlenimden ancak bir kaçım belirttim. Bu defa, verdiği hız ve güven duygusunu hiç unutamaya­ cağım. O iyi kabul sayesinde insanların fikrine, herşeyin kal­ bine ulaşmayı başarmıştım. Bana, herşey açılmış, herşey söy­ lenmişti. Şimdiye kadar her yabancıdan saklı kalmış olanla­ rı, tam bağımsızlıkla, kendi bildiğim gibi yümttüğüm araştır­ ma sonucunda görmüş öğrenmiştim. Hem, başkalarından hayli önce geldiğim, hatta ilk gelen olduğum için, biraz da kendimi, o evden bir kişi sayabilirdim. Ankara'yı, açılmış bir kitap gibi okuyabilmeki çin, biraz iyi niyet sahibi olmak, önceden oluşmuş fikirlerden arınmak, eski şark tecrübelerini unutmak yeter, zira burada herşey ye­ nidir, güçlüdür. Milliyetçi gelişmenin öz doğrultusu iyi belirtilmişti. Herkes ileriye gider, dünkü başarıya takılıp kalmaz, yarının zorluklarını tahmin eder. Milli Birlik, ingiliz taarruzundan doğmuştur. Onun sert darbeleri olmasa idi, bu korkunç fedakarlıklara katlanılmaz, şefler, itibarları ile başbaşa kalmazlardı. İngilizler, her Ana­ dolu insanının, ateşli bir savaşçı, kendinden geçen bir vatan­ sever hale gelmesine sebep olmuşlardır. Anadolu, her erkeğin, her kadımn, içinde kavga görevi yaptığı büyük bir askeri cephe olmuştur. 98


Ankara, bu dayanma hareketini kişilendirir. îlk onların şefi bu işin beynidir. Ama bu hayatın çeşitlenmesini süratli bir hareket kazanmasını acaba kim sağlayacak? Bununla birlikte, burada herşey aydınlıktır. Ancak arkamızdaki per­ de bir kere çekilip örtüldü mü, herşey esrarlı bir hal alır ve hiçbirşey bilmeyip, hep de bilmek istemek suretiyle koşar, bilgi edinmek için kaynaklara gelirsiniz. Ancak yine de birşey bilemezsiniz. Hatta az soma, propagandaların ve yozlaştırılmış haber­ lerin etkisi altmda, oralarda, size o denli açık, o denli basit ge­ len şeyleri azçok unutmuş olursunuz. Bugün, bitirilmekte olan o eser, artık tek bir insana tabi değil. Buna mukabil Asya'mn yakın ilgisi, Avrupa'nın da gözleyişi ile, bu eser iki politika arasındadır. Ankara'nın in­ sanları acaba hangisini benimseyecekler? www.eskikitaplarim.com

99


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.