kutuphaneci - eskikitaplarim.com
Bircan Usallı Silan Küçük Hanımefendi Belgin Doruk
Acı Dolu Yıllar
Acı Dolu Yıllar Anı Dizisi ©Türkiye Yayın Haklan: AD Yayıncılık A.Ş. 1. Baskı: Haziran 1995 ISBN 975-325-014-2
Yazan: Bircan Usallı SILAN Yayın Yönetmeni: Yalvaç URAL Sorumlu Müdür: Necati GÜNGÖR Dizi Editörü: Cemal ENER
Görsel Tasanın ve Kapak İllüstrasyon: Ali Sina ÖZÜSTÜN Dizgi: Hayriye KAYMAZ İç Düzenleme: Zuhal DÜLGER Düzelti: Tekin ERGUN
Basıldığı Yer: Doğan Yayın Holding A.Ş. Doğan Medya Center, Bağcılar 34554-ISTANBUL Tel.: 0.212.505 61 11, Fax.: 0.212.505 61 31
Bircan Usallı Silan
Küçük Hanımefendi Belgin Doruk
Acı Dolu Yıllar
Onunla ilk kez bir margarinin reklam filmleri sırasında tanıştım... Bu filmler onun için çok önemliydi. Birinci Bölüm
Habercilik mi dostluk mu? Onu filmleri dışında ilk kez yıllar önce çekimine katıldığı Vita Yağı reklamlarında görmüştüm... Daracık buracık bir so kak arasındaki reklam şirketine gittiğimde bir yanında kızı, öte yanında oğlu bir de hızla inip kalkan yüreği vardı ve makyajı yapılıyordu... Biz gazetecilerin yaşamlarında vardır böyle unutulmayan ilkler... Belgin Doruk ile ilk karşılaşmam bunlardan biri oldu... Filmlerinde tanıyıp sevdiğim kadın işte hemen karşımda duru yordu. . Sanki çok değişen bir şey yok gibiydi... Ona geniş gös.
7
teren bir objektifin ardından bakıyordum hepsi bu... Yine yana ğında o ünlü beni, gözlerinde o tanıdık makyaj ve dudakları ha fif taşık boyanmış ruju, arkadan topuz siyah saçları. Belli belirsiz gülümsüyordu ve gözleri bu gülümsemenin en doğru tanığıydı... Ama yine o gözleri onun ne denli bir endişe ve merak içinde olduğunu ele veriyordu... Gözlerindeki ifade o nun en etkili diliydi. Ben, dostluğumuz süresince hep gözlerinin ifadesine göre ayarladım kendimi. Eğrisiyle doğrusuyla onu ilk veren yeri gözleriydi. Sıkıldığını, üzüldüğünü, sevindiğini, bu naldığını hep gözlerinden anlardım. Kimi zaman bir çocuk gibi afacan ve kaçamak bakan gözleri, kimi zaman da 80 yaşındaki bir kadının bezginliğinde zorunlu olarak bakar, görürdü sanki... Çok seyrek de olsa o 30'lu yaş dönemlerindeki Belgin Doruk'u yakaladım bakışlarında.. Ama bana kalsa en güzel hali tombul bir büyükanne olmayı kabul ettiği zamanki o rahatlamış ifadesiydi... Dünyaya yeni gelmiş gibi umarsız, dost ve barışık...
Gerçek Belgin Doruk'a Doğru ... Onun geçmişini yalnızca siyah beyaz filmlerdeki Küçük Hanımefendiyle özdeşleştiren pek çok meslektaşım gibi ben de hazır karşımda bulmuşken onu sorgulamaya çalıştım ... Hem de ne aptal, ne acımasız ve ne zor sorularla... Onun ya şamını beş dakika içinde, bir reklam filminden arta kalan za manda öğrenmeye çalışmanın çabasını gençliğime ve deneyimsizliğime veriyorum şimdilerde... Ve ancak öyle rahatlayabiliyorum... "Neden bu kadar şişmandı? Yoksa alkolik miydi? Uyuşturu cu kullandığı doğru muydu? Niye yıllardır herkesten saklanı yordu?" Oysa o, hepimizi öyle güzel geçiştirdi ki. Aramızdaki ilk sı caklığın o an başladığını şimdi anımsıyorum. Beni makyajın ya8
pıldığı küçük odaya almış ve oğlu ile kızının arasında fotoğraf larını çekmeme izin vermişti ( Bu onun kızı ve oğlu arasındaki son fotoğrafıydı sanıyorum...) Ben de çektiğim bu fotoğrafın mutluluğunda bir keyif yaşamıştım... Çekim süresince biz gazeteciler farklı bir şeyler yakalamanın peşindeydik ve birçoğumuz bunu gerçekleştiremediği için ger gindik... Oysa günün sonuna doğru ise, o hepimizin gönlünü al dı ve herkesi memnun uğurladı yanından...
•'ihristi Kontrol Etmek İçin ... Onu sevmiştim... Ama iş telaşı ya da bir iki özel söyleşi iste ğime olumsuz yanıt verdiği için, "Nasıl olsa iş çıkmaz" düşün cesiyle onu yıllarca aramadım... Ancak bir gün, telefon fihristi mi yenilerken numarasını kontrol etmek amacıyla numaralarını çevirdim ... "Belgin hanımla görüşebilir miyim?" " Buyrun benim..." " Efendim merhaba nasılsınız... Ben Hürriyet Gazetesi'nden Bircan Usallı Silan ..." Ve böylece başladı ilişkimiz... O da benim hatırımı sordu... Süylc�i isteğimi yine kibarca geri çevirdi... O an gerçekten bu nu hissetmiş miydim yoksa bir taktik miydi net olarak anımsa mıyorum ama, onu ziyaret etmek istediğimi söyledim ... Yalnız ca bir seveni olarak... Bu isteğimi geri çevirmedi ve beni evine davet etti... Amavut köy'deki o meşhur evine... Y ıllarını, yaşamını geçirdiği, duvarın arkasına saklanmış gibi duran evine .... Çok hoş ve kibardı. .. Kilo larıyla çok da görkemli ve kocaman duruyordu... Ama o yüreği, o pırpır edip de canlanıp uçuveren mini minnacık kuştan farksızdı... Canım benim o kadar naif, korkak, güvensiz ve ürkekti ki... İşte arkadaşlığımız o zaman başladı. .. Ondan sonra gerçek9
ten gazetecilik, habercilik değil, insanlık, dostluk önemliydi bi zim için... Ama arada sırada iş saatleri içinde onunla buluşmaya gitmem sonunda servis müdürüm Orhan Olcay'ı harekete geçir di ve " Hadi artık bir söyleşi için ikna et onu. Bu defa bağla bu i şi" dedi... Ve bir dahaki gidişimde onu söyleşi yapmaya ikna ettim... Görüntüsünden rahatsızdı. Ama sanıyorum beni kırmak ona zor geliyordu... Öte yandan yıllar sonra çektireceği fotoğraflardan korkuyordu ve insanların hayallerindeki Belgin Doruk'u öldü rüp, yenisini göstermeye çok da hazır görünmüyordu...
Yaptığım Doğru Muydu? Şimdi düşündüğümde acaba bu çabalarım onun için ne kadar iyi oldu diye ikileme düşüyorum ... Sessiz sedasız bir köşede kalmasına göz mü yumsaydım? Hiç mi dokunmasaydım onun yalnızlığına... Boşuna heyecanlar mı yükledim acaba ona diye ... Ama en sonunda randevular verildi ... Ben yanımda makyöz arkadaş Nesrin'i de alıp gittim bu kez onun evine. .. Saçları sabahtan yapılmıştı. Az sonra foto muhabiri arkadaşım Sinan Özbalkan da geldi... Bütün ekip onun istediği gibi hareket et meye hazırdık... İstediği pozisyondan fotoğrafı çekiliyordu. Son kararı veren daima oydu... Bu hep bildiğimiz klasik Belgin Doruk pozlarıydı. O ne o lursa olsun imajına sahip çıkmak istiyordu. 50 kilo fazlası da ol sa o yine ellerini bir bebek gibi birleştirmek, objektife yandan bakmak saçının kıvrımını doğru verebilmek için uğraşıyordu... Boynuna doladığı fuları ile şişmanlığın izlerini örtmeye çalışı yordu ... Sonraları bunu hep yaptığına tanık oldum. Son fotoğ rafları çekilirken de yine bir fular meydandaydı... "Fil gibi gö rünmek istemiyorum ... Resme bakanlar benden korkmasın ... " diyordu. Bu o zaman olduğu gibi şimdi de içimi acıtıyor. Belgin Doruk gibi simge bir kadının fulardan medet umması... 10
"Sinan Bey acaba şuradan mı çeksek... Sinan bey biliyorum yoruldunuz ama, bir de şuradan dene sek..." "Bak Bircan bana söz verdin resimleri göreceğiz tamam mı?" diyordu sık sık... İçinde bir korku vardı. Kendini birilerine teslim ediyor korkusu ... Oysa yıllarca hep kendini önce annesi ne, sonra ilk koca�ı Faruk Kenç'e, ardından Özdemir Birsel'e ve yönetmenlere teslim etmemiş miydi? Belki de yıllar sonra yeniden birilerinin dediğini yapıyor olmak onu üzüyor, bunaltı yor sıkıyordu ... Artık isteği dışında şeylere "Hayır" diyebilmek hakkını kullanmak istiyordu ... Ancak kesin tavırlı konuşurken bile o kadar sıcak, yumuşak ve sevimliydi ki.. Fotoğraf çekimi büyük bir hızla sürüyordu. Zaman zaman terliyor, makyajı akar gibi oluyor o zaman da hemen Nesrin devreye girip yüzünü pudralıyordu.. Yorulunca ya da tansiyo nun çıktığını hissedince oturup dinleniyordu... Sonra da gülerek ve keyifle "Ayol ben bunca film çevirdim hiç böyle lüksüm ol madı. Bir yanda özel fotoğrafçım, öte yandan makyözüm ve de asistanım... Aliki'nin setinde ancak olurdu bu türlü şıklıklar. -·Bizde hiç olmazdı.. Hele ben sette artist değil set görevlilerin den biri gibiydim. Kostüm ve dekor işi çoğu zaman bana ait o lurdu. Neyi neye denk getireceğimi şaşırırdım... Şimdi bu halim elbette çok hoşuma gidiyor. Şöyle gidereyak yaşanan bir hoşluk bu benim için" deyip kahkaha atıyordu... Çok emindim onun o an mutlu olduğuna... Bu arada ikramla rımızı unutmuyor, sevgili yardımcısı hanım ikide bir peşimizde dolaşarak ne istediğimizi soruyordu... Sevgili Belgin'in elinde sürahi bardağıma su doldururkenki halini asla unutmayacağım... O gözlerinin üst kapağını boyarken çekmeyi, asla ihmal etmedi ği kuyruğu, "Ay ayı yogi gibi oldum vallahi" deyişlerini... Evinden ayrılırken bu kez endişe eden bendim. Ya Orhan Ol cay diaları bizden önce alıp da şişmanlığından sözeden bir yazı yazarsa diye korkular yaşadım... Bu pek olan bir şey değildi a11
ma Belgin Doruk çok uzun yıllar sonra ilk kez fotoğraf çektir mişti... Bu bir magazin müdürü olarak oldukça cazip bir işti... Biz evden çıkar çıkmaz Sinan gazeteye gitmiş ve filmleri yıkatıp sabahın erken saatlerinde Belgin Doruk'a uğramış ve di aları göstermişti bile... Belgin Doruk bu hareketten çok duygulanmış ve Sinan'ı her zaman sevgiyle yadetmişti.. "O da benim gibi tombiş... Tombiş ler iyi kalpli olur iyi. O yüzden kilo alıyorum diye üz�lme" de mişti üstelik.
Belgin Doruk Anılarını Yazıyor... Diaların kötülerini kendimize alıkoyup en iyilerini Olcay'a verdik ve nihayet haber kullanıldı... " Belgin Doruk anılarını yazıyor"... Bu haberin ardından Belgin Doruk cephesinde olumlu geliş meler oldu. 20 Şubat 1980 gecesi ilk kez yazmaya başladığı a nılarına biraz daha ciddi olarak bakmaya karar verdi ... Haberin etkisi de umduğumuzdan daha öte bir yerdeydi. Pek çok büyük gazete aramış ve anılarını dizi olarak yayınlamak istemişti... Ve o, bu habere çok sevindi... Demek ki insanlar halen onun la ilgiliydiler... Demek ki halen merak konusuydu ... Bir gün beni arayıp " Gel bakalım bıcır bu işi birlikte yapaca ğız, mademki başıma iş açtın" dedi ve buluştuk... Artık o ne za man kendini iyi hissediyorsa buluşuyor, konuşuyor ve anılarını toparlıyorduk... O birkaç gün yazıyor, sonra beni çağırıyor, ben ona okuyor, aklıma takılanları soruyor ve eve götürüp yayına hazır hale getiriyordum... Ama şunu tüm açık yüreklilikle söy lemeliyim ki yazı dili gerçekten güzeldi... İşim hiç zor değildi... İşin tek zor yanı zaman zaman bu anılardan vazgeçer gibi olma sıydı... Hep " Ay bu anılar bitmeden ben öleceğim galiba" diyor olmasıydı. Bazen tansiyonu çıkıyor, depresyona giriyor ve ça lışmamıza bir süre ara vermek zorunda kalıyorduk... Ama illaki 12
umut ediyorduk ve illaki kararlıydık. Kış, yaz demeden o ne zaman hazır olduysa buluştuk Ama vutköy'deki kendini gizlediği o evde... Tarihi eser diye yıkılma yan duvardan başka manzarası olmayan ancak içeri girer gir mez insanın yüreğini ısıtan o evinde... O kadar güzeldi ki bu ev... Hep yuva deyince aklıma geliyor orası. Kendi evimden ön ce gelecek hatta. O siyah koltuklar üzerindeki beyaz danteller, kendi eliyle bir bir düzene soktuğu eşyalar, kitaplar, biblolar... ilk kocasından kalan vişne çürüğü kadife koltuk ile o beyaz porselen kadın heykelciği ve çiçekleri çiçekleri... Onun en bü yilk sırdaşı olduğuna inandığım dokunurken okşadığı, okşarken sevdiği, severken yaşama bağlandığı çiçekleri. Onları asla susuz bırakmaz, güneşi ne kadar isteyip istemediklerini, onlara en doğru nasıl bakılacağını anlatır dururdu ... Küçük tuvaletindeki sifonunun ucuna taktığı çiçek, anahtarındaki kurdele, aynanın kt'ııarıııdaki gül, gülün dalındaki yaprak... Her şey o kadar ka dınsı, sıı.:ak ve insanın içini sarıveren bir boşluktaydı ki... Küçük tuvalette bile hayal kurmak olasıydı... O kuruyordu mutlaka ... Dantellerle bezeli o havluları onun ruhundaki kadın lığın bir göstergesi gibiydi... "Ne kadar hoş koltuklar ve danteller bunlar" demiştim bir kez ona... Gülerek hem de acı acı gülerek göz pınarlarındaki yaşları akıtmamaya çalışarak şunları anlatmıştı o zamanlar; " Bunlar Gül'ün eski koltukları ... Bizimkiler icra ile gittiğin de Gülcük apar topar bunları getirdi evinden ... Bu da Gül'ün babasının eski koltuğu (Vişne çürüğü kadife koltuk) Eski püskü şeylere biraz hoşluk olsun diye eski siyah çarşafları kestim koy dum. Üstüne de bu beyaz dantelleri. Yoksa evimizde oturacak koltuk kalmamıştı... Hepsini alıp götürdüler. Korkunç bir durum bu. Düşünsene şöhretin doruğundasın ve evine icra memurları geliyor. Onlar şaşkın ben şaşkın. Özene bezene, hayaller kurup üzerinde güzel anlar yaşadığın eşyaların yok olup gidiyor.. As lında elden giden kayıp giden yok olan onca maldan mülkten 13
sonra bu o kadar da önemli değil belki ama, bana en çok doku nan eşyalarımızı alıp gidişleri oldu. Neye uğradığımı anlayama dım. O an sanki ölümü de, canımı da alıp gittiler... Çok korkunç bir an bu... Bu icra memurları senden imza isterlerken bir yan dan da evini başına yıkıp gidiyorlar... Asla onları suçlamıyo rum. Üstelik çok iyi niyetliydiler de. Ama olmadı iyi niyet bir şeye yetmedi. Vazifelerini yaptılar... O halıların sarılışı, koltuk ların tek tek kapıdan çıkartılışı, masaların toparlanışı, dolapların sökülüşü hep gözümün önündeydi. Y ıllarca bunun etkisinden kurtulamadım. Ah ne zor anlardı onlar bilemezsin. O günlerde sevgili Sezer (Sezer Sezin onun hayattaki en yakın dostuydu.) yanımda olma saydı her şey daha güç olacaktı. Onun o iyilik dolu kalbini asla unutmam... O yüzden gerçekten bu koltuklar benim için de acı anılarla dolu. Ama çaresizdim. Biliyorsun değil mi çok değerli ve güzel eşyalarımız vardı. Hepsi tükendi gitti... O icra memurlarının eve geldikleri günü asla unutmayaca ğımı defalarca söylemek istiyorum... Tansiyonum herhalde 23'e filan çıkmıştı... Ondan olmalı yıllar boyu ne zaman başı mı yastığa koysam bir kabus gibi gördüm onları. Hep kafam dan atmak istediğim bir an oldu benim için ... Hep yüreğim da raldı, nefes almakta güçlük çektim o anı düşündükçe... Oğlu mun bir borç işi nedeniyle olmuştu bunlar... Ama bu mevzula ra hiç girmeyelim olur mu? Ben yaşarken bir daha bunları okumaya, insanlarla paylaş maya, anlatmaya yüreğim yetmez... Bu olayın ardından uzun süre kendime gelemedim... Nereden nereye... Onca zenginlikten sonra insanın evinde oturduğu koltuğa icra gelmesi çok acı... Onca değerli, anı dolu eşya yok oldu gitti... Şu ortada duran ma sa var ya, bakma onun süslü püslü olduğuna. O döküntü bir ma saydı. Siyah boya aldım ve onu boyadım. Hem boyadım hem ağladım. Kaderimin rengine boyadım sanki o masayı. .. Ama yi ne de eskiliği belli olmasın diye bu örtüleri üstüne örttüm. Bu 14
siyahlık sanki benim ruhumu yansıtıyor bu evde. Üzerindeki beyaz danteller ise belki biraz umudu anımsatıp, rahatlamama neden oluyor... Ona uygun iskemleler de bulup boyadım. Bun
ları hep tek başıma yaptığımı biliyorsun değil mi? Özdemir' in daima bana ayrılacak zaman konusunda sıkıntısı vardı. O hep işinin başında ve Ankara'nın kollarındaydı. Beni ne yazık ki, Ankara ya da işi kadar sevemedi. Keşke sevseydi. Keşke gerçek bir karıkoca gibi olabilseydik. Keşke araya hiç al datmalar, sömürüler girmeseydi... Keşke keşke diyecek o kadar çok şey var ki yaşamımızda. Ama artık çok üzülmek istemiyo rum geride kalan günlere. Altı üstü hop diye bir beyaz bezin i çinde çukurun birine atıverecekler bizi. Bir bu kaldı eski günlerden... ( Abdülhamit devrinden kalma lavabolu bir dolaptı bu ... ) Onu da gözüm gibi saklıyorum. Ben ölmeden onu kimse bu evden çıkartamaz... Bu kadın heykelciği var ya, ilk eşim Faruk Kenç'ten ayrılırken o evden aldığım tek eşya idi... Bir bunu almıştım ...bir de giysilerimi... Bu kadın hey kelciği benim sanki bir parçam.. Onun orada olması bana güç veriyor, yalnızlığımı paylaşıyor sanki ... Değeri var mı yok mu hiç bilmiyorum ama benim için pek çok insandan daha da ö nemli ve vazgeçilmez... Bir de Faruk'ta bıraktığım bir heykel cik var ki o benim gerçek yaşamım.
Yaşamm İki Y üzü Yaşamın iki yüzünü bundan daha iyi anlatan bir şey ola maz... Bu ne biliyor musun film çekmek için Paris'e gittiğimiz de aldığım bir heykel. Sen nehrinden yıllar önce bir kadın cese di çıkartılmış. Cesette çok önemli bir ayrıcalık varmış, 30, 35 yaşlarındaki bu kadının yüzünün yansı gülüyor, öteki yarısı ağ lıyormuş. Bu müthiş bir ifade. Ve ömür boyu vazgeçilmez bir yaşam dersi oldu bana ... Aslında biliyor musun ki ben de aynı bu kadın gibi hissettim 15
kendimi. Bu kadının heykelciğini hemen satın aldım ve evime götürdüm. Ama Faruk'tan ayrılırken bu hüzne veda etmek için o heykelciği almadım. Almadım ama yaşamımda hiç bir şey de ğişmedi. Tüm yıllar boyunca ben de böyle yaşadım. Yüreğimin, ruhumun, yüzümün yansı hep güldü, öteki yansı ağladı. .. Belki günü gelip öldüğümde benim de cesetime baksalar aynı şeyi gö recekler...
Umarım Bu Halimle Görür Beni Özdemir... İstediğim bir şey var ki o da Özdemir'in bana son kez baktı ğında bu duyguyu yakalayabilmesi. Çünkü gerçekten ben ken dime bu kadar yakın hiçbir şey bulamadım ömrümce. O yüzden kitabıma "Yaşamın İki Y üzü Var" adını koymak istiyorum ... Gerçekten bu böyle oldu benim için. İki eşimle de kadın olarak aradığımı asla bulamadım. Faruk ile çok yaş farkımız vardı, ben çok gençtim ... Ama Özdemir ile çok bilinçliydim evlendiğimde. Her şeyi bulacağımı, paylaşacağımı sanarak evlenmiştim ama olmadı. .. Ben de avunmak, acımı belli etmemek için oynadım yıllar boyu... Sonra oyunlar karıştı birbirine... Ne zaman kamera önündeydim ne zaman arkasında bilemedim. Bazen filmlerde yaşanan aşk hikayeleri ile avundum, yetinmeye çalıştım. Öpü lüp koklanmak, sarılıp sarmalanmak filmlerde de yasaktı bana gerçek hayatta da. Bu nedenle hep bir eksiklikti yaşadığım, hep bir doyumsuzluk... Kimbilir belki ben hatalıyım kendimi yete rince sevdiremediğim için, kimbilir belki de yeterince çekici, erkeğini evine bağlayacak bir kadın değilim...
Evi Onun Cennetiydi ... Evi onun cenneti, sarayı, orası onun hücresi ve hapishanesiy di... Orası onun yaşadığı tek yerdi, sığınağı, kalesi sakladığı sır lan, ağlayan gözyaşları, titreyen elleri, özleyen gözleri hüzünlü 16
bakan, hüzünlü çarpan yüreğiydi... Bir keresinde içeri girer girmez; " İçim ezildi, hemen yemek için bir şeyler istiyorum ... " dediğim için beni küçük ziyafetlere boğduğu o evinde... O kadar nazik ve kibardı ki.. . Onu gerçekten özlüyorum.. . Beyaz dantelli gümüş tepsisine dizdiği eliyle yaptığı o sıca cık kurabiyeleri, minik kanapeleri, sandviçleri, neskafeleri, çay lan özlüyorum ... O kırmızı koltuğuna iyice gömülüp, benim ar kama bir yastık verdikten sonra " Bırak şimdi o teybi ( Teyple çalışmayı hiç sevmezdi. Üstüne üstlük teybi açınca konuşması mekanikleşir, daha çabuk terler ve çalışmaktan sıkılırdı. O yüz den bu teyp çoğu kez gidip gelirdi yanımda... Ama bir iki kaset te kalan sesi bile şimdi benim için o kadar anlamlı ve güzel ki)... Çayımızı içelim" demelerini özlüyorum...
Sahah saat dokuz sularında telefonlar açıp " Bircaan kalk ba koca tcmhcl... Bugün buluşuyor muyuz?" demeleri hep
kalı ııı
kulağımda...
Dizi Satıldı... İki yıl süren bu gelip gitmelerden sonra nihayet yazı işini to parladık ve anılarını SABAH gazetesine sattık ... O dönem en çok Ayhan Işık'ın başına gelenlerden korkuyor ve anılarının ya yınlandığını görmeden ölmekten ürküyordu... "Ya sevgili Ayhancık gibi üç gün önce ölürsem?" diyordu. Dizisi parası için önemliydi. Ama kitap onun için en önemli prestijdi. Bu kitap ile ölümsüzleşmek, en doğru biçimde kendi ni anlatmak istiyordu. Üstelik kendisinin bu konuda öncü ola cağına inanıyor ve tüm sanatçıların onu takip etmeleri gerekti ğini anlatıyordu sık sık. Diziyi gördü ama kitabını göremedi sevgili Belgin Doruk. .. Ama bence bunu hissediyordu o ... Aynı kocası tarafından aldatıldığını hissedip de buna boşveren bir
17
kadın edası vardı bu tavrında ... " Yapılacak bir şey yok artık, o lan olmuş. Bu saatten sonra aldatsa ne olur aldatmasa ne olur? Benim bir başka kadınla mücadele edecek ne zamanım, ne gü cüm, ne isteğim var. Bu bir yürek işi. Aldatırsa aldatır... Ya su sar oturur, ar deyip içine gömersin, umursamaz görünür�ün. İ çindeki yara sızım sızım kanar kendi kendime kaldığımda. Ya da bu işi bitirir cümle alemin diline düşersin, kızına yeni bir yük daha yüklersin... Bunu da istemiyorum" der gibi yani ... Dedi gibi sanki ... Bana hissettirdikleri bunlar... Dizisini bir hafta içinde yayınlama isteğinde diretti Sabah gazetesi... Oysa daha o kadar hazır değildik. Ancak öte yandan paraya gereksinmesi vardı sevgili Belgin Doruk'un, yurtdışında yaşayan oğlu için. Yaşamını neredeyse üstüne adadığı, son de rece sevdiği, beraber sokağa çıkıp dolaşmayı istediği, kolkola sinemaya gitmeye özendiği, evlendirip de mürüvvetini görmek, torunlarını kucaklamak için yanıp tutuştuğu sevgili oğlunu ... Her şeyi ona bağlıydı sanki. Onun yurtdışına gitmesiyle, bu duyguyla, özlemle yanıp tu tuştu hep yüreği... Tek amacı ona destek olmak elini tutabilmek ti. Her şeye rağmen bu konuda yeterince başarılı olamadığına i nanırdı kendine haksızlık yaparak hep eleştirirdi... Oysa hep ödemesi gereken taksitleri vardı, hep zamanında bulması gereken paralar. Hep bunun stresini yaşadı hep evine icra memurlarının gelmesinden korktu. O yüzden bu parayı istiyordu o yüzden anılarını satıyordu... Gazete yetkilileri reklam filmi çekmek için evlerine geldik lerinde içimde hep bir korku vardı " Ya biz son bölümü yazma dan ona bir şey olursa? Ya Belgin Doruk bu strese dayanamayıp da yaşama eyvallah derse" diye... O gün gerçekten heyecanlı bir öğleden sonra yaşadık. Çünkü o her şeyi planladığı saatte yaşamayı severdi. Beş dakikalık ge cikmeler bile onu tedirgin etmeye yarardı ... Reklam filminin ve 18
fotoğraflarının hemen çekilmesini istedi... Bunun için uzun u zun zaman ayıramayacak kadar tedirgin, heyecanlı ve stresliy di... O yüzden o fotoğraflara hiçbir özen göstermedi. Tam tersi bütün olayın iki üç dakika içinde hallolmasını sağladı. Sıkıntı lıydı... Belki her an vazgeçme duygusu vardı onda... Sözleşme yi imzalarken, tüm maddeleri tek tek okudu. Bir bir inceledi... Sevgili Türkan Şoray "İnşallah o parayı kendisi için bir yerlere atar" dediğini ona ilettiğimde "Nerede?" der gibi bakmıştı yü züme?.. Bu paranın yeri çoktan belli. Bir borç daha kapatacak. Kendime kenara para atacak halim yok... Ama sen kendi aldığın parayla kendine bir araba al artık" diye akıl vermişti... Belgin Doruk'un ölümünden sonra en çok üzülenlerden biri de o oldu zaten. Sevgili Şoray hep onun yeterince kendi için ya şamadığını, hüzünlerle boğuşup, acılarını göstermemeye çaba lamasının zorluğu üzerine sessiz sessiz acılandı. .. Belki o an 'fO"- gl·nçlik döneminde evine yemeğe gittiği, hayranlık duydu
gu
o
hoş kadını özledi... O hoş kadına kıyamadı ... Gözünün ö
nüne belki onun evinde kendisi için hazırlanan o güzelim masa, dost elini uzatan sıcak bir kadın geldi... Belki de yalnızca bir kadın olarak onun yaşadıklarına üzül dü... Allahtan tamamladık konuşmalarımızı ve yazdık yazımızı... Reklam filmlerinde verilen " Alkolün pençesindeki star" lafının bir reklam işi olduğunu o öylesine güzel kabul etmişti ki Özde mir Birsel'e bunu anlatmaya çalıştı. Zaten dönem dönem alkole sığındığını hiç saklamadı ki... Hiçbir zaman gerçek anlamda al kolik olmamıştı ama, bazen fazla alkol almış, kendini böyle a vutmaya çalışmıştı... Bazen alkol ona yasaklanmış ama eninde sonunda alkol ile hep dost olmuştu ... Y ıllar boyu her akşamüstü bir keyif
anı
vardı ve birkaç duble ya cin, ya viski ya da şarap i
çerdi... Ama asla alkolün pençesine gerçek anlamda düşmedi, alkol tedavisi görmedi... O yüzden bu konuda birazcık abartı o nun canını sıkmadı. .. 19
Ama Özdemir bey Ankara'daki konumundan dolayı bu tanı tımdan müthiş rahatsız olmuştu ve bu ifade biçimini yargıla maktan yanaydı. Sevgili Belgin bu sıralar hep alttan almış " A ma Özdemir bu işin satışı böyle. Ne yapsınlar adamlar abartı yorlar" demişti... Ve belki de ne kadarı yanlış, ne kadarının doğru olduğunun muhakemesini yapmıştı. Sonra da boşvermişti... Hiç kuşkusuz o kocasından daha çok incinmişti, daha çok yaralanmıştı ... Ama susmayı yeğliyordu... Kendi yaşamını satıyordu oysa... Ama onun için o an önemli olan yalnızca paraydı... Ailesi için paraya gereksinmesi vardı ve kocasının bu tür kaprisleriyle, ayrıntılarıyla uğraşacak hali yok tu ... Yaşam ona karşı zaten o kadar zalimce davranmıştı ki, öyle ya da böyle anons edilmek umurunda değildi. Ama kocası ta kım elbiseleri, ceketinin cebinde mendili elinde sigarası salonun içinde öfkeli öfkeli söylenirken, o hep bana göz kırpıyor " Boş ver sen onu" diyordu... Ve biz kadın bakışlarımızda buluşurduk onunla ... Onun ne kadar çaresiz kalıp da sustuğunu, göz yumduğunu hissettiğimde "Niye?" diye sorar, aklımın almadığı bu davranış biçimine bir yanıt arardım... "Niye sen değil de o öfkeli? Niye senin gururun değil de o nun iş çevresi önemli? Niye hep sakinleştirilmek istenen sen de ğilsin de o?" diye sorar ya da bakardım çoğu kez yüzüne... " Aldırma sen... Boşver... Üstüne gitsen ne olacak ki? Şimdi diretsen ne olacak ki ne değişecek. Yalnızca üzülecek sin, tansiyonun çıkacak, kalbin sıkışacak. Adam yine çekip gi decek, ben yine yalnız kalacağım. Acılarımı dertlerimi yine tek başıma üstleneceğim. O da zaten borçların kapanmasını en az benim kadar istiyor. Ama herkesin tavrı başka ne yapalım?" derdi. Haklıydı, herkes onun gibi olamazdı bence... Dizinin yayınlandığı dönem bence son yirmi sene içindeki 20
en mutlu dönemi oldu sevgili Belgin Doruk'un. O süre içinde yeniden tombul bir anneanne olarak ortaya çıkmaya karar verdi. Sevgili arkadaşlarıyla buluşup sokaklara çıktı ve sevenlerinden gelen telefonlar yüzünden bir telefon daha bağlattı evine. Her kes onunla konuşup dertleşmek istiyor, herkes onun yaşama i kinci merhabasını çok sevindirici buluyordu. Özellikle orta yaş grubunun biraz üstündekiler bana bile telefon açıp; " Gençliğimizi bize yeniden yaşattınız. Sağolun" diyorlardı. Ve sevgili Belgin Doruk her konuşmayı, her telefondaki sesi, her mektubu çok ciddiye alıyor ve kimi zaman sevinç gözyaşla rı içinde konuştuklarını anlatıyordu. Sevildiğini, unutulmadığını hissetmek onu yaşama bir kez daha bağlamıştı. Mutluydu gerçekten çok mutluydu... Şimdi düşünüyorum da, dizinin istenilen uzunlukta olması i çin pek çok şeyi kendi kafama göre attım ya da koymadım anı Lıııııııı i�·iııc. Bir kez bile olsun bana " Bircan'cığım keşke şunu
da yaı.saydık" dem edi. Tek dediği şey " Eline sağlık" oldu. Mut laka mutlaka içinin ezildiği bir şey olmuştu ama bunu bana asla hissettirmedi... Dizi on gün sürdü gazetede ve o süre içinde promosyon yap mayan gazetenin satışında herhangi bir düşüş olmadı. Yani bu da 80-90 bin tiraj demekti ... Adamların kar edip etmediklerini, bu işten pişmanlık duyup duymadıklarını bile düşündü sevgili Belgin Doruk o parayı aldıktan sonra... Hatta bunu bana defa larca sordu. Ben de defalarca aldığı paranın hiç de öyle çok ol madığını, keşke daha fazlasını isteseydi diye düşündüğümü söyledim... Bir de fotoğraflarının peşine düştü en çok. Onlara yeniden sahip olmak istiyordu... Belki o resimlere baktıkça eski mutlu günler onun gülümsemesine neden oluyordu... Eski anıla rın hoşluğu sarıyordu tüm vücudunu... " O eski filmleri bile öyle seviyorum ki... Ne çok yaşanmış içten dostluklar var o günlerde kalan ve yalnızca bu filmlerle anımsanan..." Oysa şimdi evinde bavullar dolusu resimler ve yazılar
21
var... Gazete küpürleri, anılar ve daha neler neler. Öylesine sa hipsiz duruyor. Ama hepsi bir süre sonra düzenleyecek ve belki de sinemamıza ilişkin açılacak bir müzede yerini alacak. Sevgili Gül annesinin evine gidemiyor daha. Y üreği o kadar güçlü de ğil henüz... Özdemir bey ise artık daha çok Ankara'da ... Daha rahat oralarda... Zaman zaman o çok meraklı olduğu protokolün içinde olmak, onların toplantılarına katılmak, diziler çekmek o na anlamlı geliyor... Ama üzülme Belgin, sen tüm sevenlerinin yüreğindesin, anı lardasın .. Allah tan siyah beyaz fılmlerinle haftada birkaç kez ekranlardasın... Eğer düşün gerçekleşir de Kültür Bakanlığı ya da sinema kuruluşları Türk Sineması'nı bir müze haline getirir lerse sonsuza dek orada kalacaksın.
TV Teklifi Gazete dizisinin gördüğü bu ilgiden sonra Belgin Doruk' a " Güzin Abla" tarzı programlar yapması önerildi. Ayda ona göre iyi olarak yorumlanan bir para karşılığı. Önce bu önerilere sıcak baktı. Yaşamla kucaklaşmasından sonra gelen hoşluklardı bun lar. Ancak sonra sağlığını bu konuda yetersiz gördü ve vazgeçti bu işten. "Yapamayacağım. Kendimi bu kadar güçlü hissetmi yorum. Haftada bir gün olsa dahi bu strese dayanamam" dedi... Ama bu arada Özdemir Birsel sevgili Belgin'in program başlıklarını bile hazırlamış, onları karısına dikte etmeye çalışı yordu... Çünkü ona göre bu işte iyi para vardı ve Belgin bunu yapmalıydı. Hiç kuşkusuz onu yaşama bağlayacağına da inanı yordu paranın yanısıra. Yapımcılığını da üstleneceği bu prog ram için heyecanlıydı. Oysa Belgin Doruk Özdemir Birsel'in yapımcılığına çok sıcak bakmıyor, onu buna söyleyemiyor ve aynca bir stres daha yaşıyordu... Bunları kocasına asla söyleme di. Asla buna cesaret edemedi... Ama kendisini çok sıkı sarıp sarmalamayan bu işten vazgeçmeyi başardı. Ve derin bir soluk
22
aldı... Ama hep bir yandan " keşke kabul etseydim de o parayla tüm borç işini halletse miydim?" diye bir ikircilik yaşadı... Belgin, hayatının TV dizisi olmasını istiyordu... Bunun için yönetmen Yusuf Kurçenli ile birtakım temaslar kuruldu ama so nuç alınamadı ne yazık ki sağlığı sırasında... " Beni Aydan Şener oynar... Ya da başka bir yol bulunur. Ör neğin, yeni yeni yarışmalar açılır bir kez daha Belginler, Ayhan lar, Sadriler bulunur. O dönem sinemasıyla, politikasıyla, eko nomisiyle gündeme gelir... Ve ben de son karelerde görülürüm:.. Belki Sadricik de ayağa kalkar o da oynar... Ama Ayhan'ı ne yapacağız? Ah bu hayat ne kadar acımasız ve zalim değil mi? O güzelim adam, hepimizden çok yaşayacağına inandığım adam hepimizden önce küt diye göç etti gitti... Onun ölüm anına ina namıyorum. Oysa hepimizin ne güzel bir arkadaşlığı vardı bile llll'ı.sin. Eşleriyle gerçekten aile dostluğu vardı aramızda... Her yılbıı�ı )tt't"l'Sİ �-o�uııhıkla bizim evde buluşurduk... Onun yanı sılW hofl"
mnu
J!.eıilC'r, httlolar, partiler hep birlikte yaşadığımız
gllı.clliklenli, ho�lııklanlı. l lepimiz kardeş gibiydik. Hepimizin
derdi birimizin derdi gibiydi ... Ama şimdi birbirimizden yine de ne çok sakladığımız şey varmış onu görüyorum... Sadri Gülşen'e neden kızmıştı biliyorsun değil mi? Ayhan ö lümcül yatakta yatarken Gülşen Avrupa gezisini bölüp İstan bul'a dönmüş ve ilk işi Ayhan'a; " Kalk lan... Artistlik yapma... Domuz gibi iki gün sonra aya ğa dikilirsin" demesine tanık olmu.ş.. Belki kocasına güç ver mek için söylemişti Gülşen bunları ama, insanlar böyle anlarda olağanüstü duyarlı oluyorlar biliyorsun ... Hep bu dizi hikaye sinde Ayhan var gözümün önünde... Çünkü yaşam boyu onunla benzeri kaderi paylaştık. Daha ilk günden itibaren hep sıkı dost olduk... Konuşmadan anlaştık, aynı şeylere gülüp, aynı şeylere üzüldük. Bunlar tümüyle arkadaşlıktı. Öyle sanıldığı gibi ya da bana sık sık sorulduğu gibi aramızda asla bir duygusal yakınlı ğımız olmadı. Biz gerçekten kardeş gibiydik... Bu kitap ve dizi
23
benzeşmesi olursa tuhaf bir kader cilvesi olabilir bu..." Sevgili Belgin Doruk'un düşü belki şimdi gerçekleşir ve di ziden gelen paralar bu kez kızına ve oğluna yarar... Eğer ötedeki dünya varsa ve oradakiler buralardan haberdar olurlarsa Belgin büyük bir mutluluk yaşar. Çünkü sinemamızın hüzünlü Küçük Hanımefendisi parayı bu kez böyle kullanmak istiyordu. Ve sanıyorum ki Özdemir Birsel'in buna diyecek en ufak bir sözü yoktu. Olmayacak da... Artık Belgin'in anıları, onunla bir likte yaşadıkları yetecek ona ... Ve yaşamını bu kez daha çok Ankara'da sürdürmeye devam edecek... Ve artık herkesin bildiği sevgilisi ile daha rahat başbaşa kalıp, ona daha geniş zamanlar ayıracak... Artık saklamayacak bir başka kadının varlığım... Ve hep kendini " sürekli kriz geçiren bir kadınla yaşamak nasıl bir duygu siz bilir misiniz?" diye savunmaya geçecek... Ama bu ül ke onu affedecek mi? Sevgili Küçük Hanımefendilerinin bu al datılışını affedecekler mi? Çok mu güzel ikinci kadın sevgili Özdemir Birsel? Belgin'e yıllarım, yaşamım sana adamış bir kadına acı çektirecek kadar önemli mi yani? Elbette gün gelip, zaman geçtiğinde bunlar artık unutulacak; Ama nasıl? Ama hangi yürek ile? Bu onun bileceği bir şey... Ama yaşamı boyunca Belgin Do ruk'un eşi diye anılacak yine de... Kimileri ona hak verecek ki mileri asla hoşgörülü olamayacak ona karşı...
Artık Yalnızca Anılarda Var... Şimdi artık yalnızca anılarda var Belgin Doruk... Ve ben vic danımla başbaşayım... O zaman onun yazmak istemediği pek çok şey var konuştuğumuz... Onları onun anısına saygı gösterip yazmayacağım belki de ... Ama bir yandan da yüreğimdeki ikir cilikten sözetmeyelim diye düşünüyorum;
24
Herkes Belgin Doruk'u çok düz bir insan olarak düşünüyor... Fazla kilolarından dolayı ruhsal bunalım geçirip de evine kapa nan bir kontes... Duyarlılığı, duyguları pek çok kimse tarafın dan yeterince önemsenmiyor, bilinmiyor ve en çok da buna ü zülüyorum... O yüzden biraz da kendi duygularımı, onunla ya şadıklarımı yazmak istedim onun anısına asla saygısızlık etme den... Çünkü Belgin Doruk yalnızca lüks içinde yaşayıp Hollywo od kaprisleri yapan menopoz dönemini tam olarak üstünden a tamamış bir artist eskisi değil... O gerçek bir ana, acı çekmiş bir eş ve vefakar bir kadın... Y üreği yaralı, yaşamın iki yüzünü de iliklerine kadar yaşamış bir kadın...
İşte Aşkı Arayış Öyküsü Faruk Kenç ile 18, J 9 yaşlarındayken evlenmişti Belgin Do ruk... Ama onunla ya�adığı güzellikler ne yazık ki bir sene ka dar sürmüştü. Sonra birdenbire kendini para kazanmak zorunda olan bir makine gibi görmeye başlamıştı. Bazen de eşi tarafın dan bilgisiz görgüsüz bir genç kız muamelesine layık görülüyor, bu konuda kendini hep öğretmeni karşısında sınavda bir genç kız gibi görüyor, sürekli kontrol altında tutulmaktan dolayı bu nalıyordu. İşte böyle zamanlarda canı gidip annesinin dizinde ağlamak istiyordu ... Babasını çok özlüyordu ama yapamıyordu. Çünkü bu evliliğe kendi koşarak gitmişti... Dert yanacak hali yoktu. Bu evliliği zaten kitabın ikinci bölümünde Belgin Doruk'un kendi ağzından okuyacaksınız. Ben yazmadıklarımıza ilişkin il ginç notları buradan size vermek istiyorum; " Aman adamcağız yaşıyor, kızımın babası ve ona saygı du yuyorum. Ne olur onu incitecek bir şey yazmalıyım olur mu ca nım? Ben ondan çok gençtim ve aramızdaki yaş farkı bir süre
25
sonra ortaya çıktı elbette... Onun sunduğu renkli hayat muhte şemdi ama bir süre sonra bunun faturasını ödeyemez hale gel miştik ... At sırtında geziler, hafta sonu orman piknikleri, ateşler, şaraplar, yemekler... Bir giydiğini bir daha giymemeler, evde verilen balolar, yılbaşı geceleri her şey çok hoştu da ben para kazanmaktan bunun tadını alamaz hale gelmiştim. Yaptığım tek şey para kazanmak, yazlığın, kışlığın, evin, çalışanların giderle rini karşılayabilmekti... Kocamla karı koca ilişkisini bile yaşa yamaz olmuştuk. Ama dediğim gibi kimselere şikayet edecek, dert yanacak halim yoktu perişandım... Ama ben yaşama ilişkin ne varsa ondan öğrendim. Onu halen saygı ve sevgiyle anıyo rum. Bazen onun gönderdiği koltuğa oturduğumda, gençlik günlerime geri dönüp o günleri özlüyorum. Keşke o kadar genç ve deneyimsiz olmasaydım diyorum ... Belki biraz daha olgun olsaydım ya da o anlayışlı belki başka yaşam olurdu önümüzde ki... Ama olmadı ve Gülcük üç yaşlarında bu aynlığın acısını yaşadı. Hafta sonları babasında, hafta içinde bizimle oturdu. O anları bile Gül ile yeterince paylaşamadım. Evindeyken yatılı o kul yaşamı, annesizlik, babasızlık çekmesini engelleyemedim. Gül bunlardan çok yakınmadı ama ben hep için için üzüldüm... " Kızı sevgili ve biricik kızı Gül doğduğu andan itibaren onun hayattaki en yakını oldu. Yaşama onu bağlayan en önemli et ken... Ona yeterince annelik yapamadığını hep içi ezilerek ve hatta bu eziklik ses tonuna yansıyarak anlatırdı; "Bir insanın bebeğini bile doğru dürüst emzirmeden işe git mesi nasıl bir duygu bilemezsin ... Hep ona sarılmak, onunla be raber olmak durmadan öpmek istiyordum. Ama ben hep gitmek zorundaydım. Sabahın erken saatinden gece yanlarına kadar. Ben evden giderken ona bakan arap bacım Fattuma'yı, annemi dadıları kıskanıyordum. Onlar sıcacık evde Gül ile kalıyorlar, ben gidiyorum diye... İki saatlik çekim aralarında bile koştura rak eve geliyor, bilinçsizce kızımı öpüp kokluyor sonra yine se te dönüyordum... Ama Faruk Bey (Ondan çoğu kez bey diye sö-
26
zederdi) bu konuda çok acımasızdı. Çocuğun şımartılmasına, öyle durduk yere kucağa alınıp öpülüp koklanmasına karşıydı... Hatta doktorunun sözünü tutup, bütün gece çocuğu ağlatır, beni de yanına yollamazdı. Niye böyle bir işkenceye izin verdiğimi halen anlamıyorum. Şimdi bile ne zaman bir çocuk ağlama sesi duysam için burkuluyor ve kızım Gülüm ağlıyor sanıyorum ... Gülü bir paket gibi anneme bırakıp ya da annemi bana çağırıp i şe gittiğimde kızımı çok özlerdim. Set aralarında eve gidip onu emzirmek, ona sarılmak altını temizlemek isterdim. Onun o be bek kokusunu, mama kokusunu, hatta kakalı bezini bile değiş tirmeyi özlüyordum. Annem olmam fizik olarak gerçekleşmişti ama ciuygu olarak bu benden çalınan bir şeydi... Ve ben yıllarca bu çalınan bebeği, duyguyu aradım ... Şimdi o yıllara geri dönüp baktığımda hep bu eksik yaşanan duyguların beni bu çıkmazlara sürüklediğini hissediyorum.. İnsanlar sahip oldukları değerleri, duyguları so nuna kadar yaşamalılar bence. Sen de yaşa anneliğini, kadınlı ğını, yazı yazma isteğini. Bunu çevremdeki herkese söylüyorum insanın duygularını görmezden gelmesi en tehlikeli oyun, en et kili çöküş yolu bence... Kızımla birlikte olduğum o küçük anlarda gerçekten çok mutluydum ve Faruk Bey de bunun farkındaydı. Hatta o kadar farkındaydı ki, Fransız mürebbiye ciddiyetinde bu zaafımı fazla bulduğunu söylerdi bana ve işimi kızım yüzünden aksatmama asla izin vermezdi... Ama yaşama ilişkin ne kadar önemli şey varsa hepsini bir baba, bir öğretmen edasıyla bana öğretti. O, My Fair Lady filmindeki mister Hegins'ti benim için... Hoş, ya kışıklı, görgülü, seçkin tam bir beyefendi... Şimdi bile o kadar kibar ve hoş ki...Zaman zaman onu bir dost, bir ağabey gibi öz lüyorum. Onu kırmış olmanın, üzmüş olmanın acısını yüreğim de hissediyorum ve bazı şeyler için ona hak veriyorum... Belgin Doruk sevmek, sevilmek için yanıp tutuşan bir kadın dı edindiğim izlenime göre... Yani hepimizin hayalindeki eş,
27
sevgili onun da hayalinde gerine gerine oturuyordu ve o ne ya zık ki ne birinci, ne de ikinci evliliğinde bu hayalini gerçekleşti rememişti... Sözcük mözcük aynı olmasa da duygu olarak izle nimini çektiği duygu şuydu; "Ben kocamın yani Özdemir'in elinden tutup da şöyle bir sokaklarda dolaşamadım. Arada daima bir engel vardı... Bu za man zaman ünlü olmamdan kaynaklanan bir engel gibi görünse de benden duygu olarak daha çoğunu alıp çalan bir şeydi ... Dü şünsene bir sevgili gibi yaşamak istiyorsun böyle bir şey olamı yor. Filmlerde romantizmin, aşkın had safhasını oynuyorsun e ve geldiğinde kendini sıradan bir ilişki içinde buluyorsun. Sıra dan bile değil, kendini işine adamış bir eşin oluyor... Adam sen den çok işiyle ilgili. Yan odada olsa da ruhu, aklı hep çok uzak larda gibi görünüyor... Bazen bir kadını mı yoksa işini mi ondan kıskanıyorum diye derin düşüncelere dalıyordum... Aslında iki sini de kıskandığımı biliyor, ancak yüzüne vurmuyor, bunu bi linçaltımda saklı tutmaya çalışıyordum ...
"
Aşkı gerçek yaşamda kim filmlerdeki gibi yaşıyor ki, o yaşa sın diye düşünemedim onunla beraber olduğumuz süre içinde. Aşkı yaşayan yaşıyor çünkü gerçek anlamda... Hele hele özel bir kadın olunca aşk denen bu duyguyu iliklerine kadar tanımla yabiliyorsa... İşte yine Belgin Doruk'un ağzından kendi ifadesi ile aşka dair söyledikleri; " Hayır hayır senin dediğin anlamda aşkı yaşadığımı söyle yemem ... Yani aşk öyle bir şey ki saman alevi gibi oluyor çakı yor, yangın gibi sarıveriyor insanı ve etkiliyor çevresini... O i letişim, o elektriklenme çok çok önemli elbette. Yaşarken de çok güzel duygular. Ama ya ondan sonrası... Bence önemli o lan ondan sonrası alışkanlık oluyor, arkadaşlık çok çok daha fazla önem kazanıyor. Yani kafa, fikir anlaşması, zevk uyumu, frekans tutması sevgili Sadri'nin dediği gibi aynı plağı çalma ları çok önemli. Yani insan otuz sene beraber ve mutlu yaşaya bilir ama bu kadar sene sonra aşkta ne kıvılcım, ne de heyecan
28
kalıyor. Ama bunları bitiren şeyler o kadar çok ki. Beraber konsere, sinemaya, tiyatroya gitmek, dışarıda yemek yemek, a lışveriş yapmak, pazara gitmek birlikte kahvaltı etmek, aynı haberden etkilenmek, sırtını ovmak, yakınacağın, dertleşeceğin ilk kişi olarak onu görmek bile çok önemli duygular bence. Ve biliyorsun değil mi ki ben bunları hiç yaşayamadım ama hep özledim ... Eğer aşk çarpıntısı bittiğinde arkadaşlık da kurulmadıysa ay nı evde yaşayan iki ayrı insan oluyorsunuz artık. Kalp çarpıntı sından daha önemli inan bana. Daha gençsin, ileride ne demek istediğimi yaşayarak göreceksin. Umarım sen benim yalnızlığı mı yaşamazsın. En beteri bu yalnızlık. Ben hep yapayalnız his settim kendimi. Bu evde, bu kale içinde kendi hapishanemde yalnız yaşadım. Bu kolay bir duygu değil... Aradığın, istediğin, paylaşmak için zorlandığın dönemlerde kocam yanımda yoktu. Bazı şeyler yalnızca eşle paylaşılır... Benim sevgili çocuklarım, annem, kardeşim, arkadaşım var... Ama onlar yetmiyor biliyor
sun değil mi? Ama ben hep içime atmakla yine kendimle pay laşmakla geçirdim zamanımın çoğunu ve bunlar beni sinirli, bu nalıma giren bir kadına çevirdi... Sonra da "vah vah Özdemir'e" oldu... Ama insanları üzmemek için bunları anlatmak isteme dim çoğu zaman... " Evi giriş katındaydı. Yalnız geceler ve gündüzleri çoktu. Hiç gecenin bir yansı korkmaz mıydı diye merak edip sorduğumda "O kadar alıştım ki bu duyguya korkmuyorum. Korksam ne o lacak ki? Sevgili Gül çocuklarıyla mı uğraşacak benimle mi? En fazlası ölürüm üç gün sonra nasıl olsa duyulur... İnsan çare siz olunca her şeye boyun eğiyor sevgili kızım benim... " Belgin Doruk'un bu duygu boşluğuna onunla beraber oldu ğum süre içinde yakından tanık oldum... Çünkü yıllar önce bir intihar girişiminde kocası yan odada kitap okuyordu ya da se naryo yazıyordu... Bir kapı ötede yaşamdan vazgeçmiş bir ka dın ve bir kapı çevrimi yakınında kendini işine adamış gibi gö-
29
rünen bir adam. Aklım almamıştı. Nasıl saatler boyu adam gi dip de karısına bakmaz, onun bu ruh halini görmez, yaşamdan vazgeçtiğini hissetmez diye ... Nasıl yirmi santimlik duvar kalın lığı kilometrelerce uzaklığa dönüşür, birbirine bitişik iki odada iki ayn dünya kurulur ve yaşanır diye? İnsan kuşunu, kedisini bile merak eder, acaba niye sesi çık mıyor diye? Peki ya Belgin o kendini bu kadar
mı
uzak hissediyordu e
şinden ... Ona tek bir kelime söyleyemiyor, onunla konuşmayı
30
denemiyordu. .. Yoksa Özdemir'den o da iyice vaz mı geçmişti? Ya da ona söylemekten ve anlaşılmamaktan yorulmuş, bıkmış mıydı? Ben bu duygularımı sevgili Belgin Doruk'a söylediğimde o yine de; "Kendini işine çok vermişti ve ben de büyük bir boş luktaydım" diye Özdemir Birsel'i savunmaya geçmişti... Beş yıllık dostluğumuz süresince en fazla üç kez konuştuğumuz bu intihar olayını anlatırken tansiyonu çıkmış, su içmiş, yüzünü ter basmıştı... Bir kez daha bu olayı yaşamış olmak mı yoksa kur tulmuş olmak mı onu böylesine rahatsız eden şeydi, uzun za man çözememiştim... Hep çocuklarını düşünüyordu ... Yoksa bana kalsa çoktan ba şını alır giderdi yaşamdan. " Çocuklarım için istediğim pek çok şeyi yapamadığımın baskısı beni belli belirsiz üzüyordu ... Ama bunu hep bilinçaltına atıyordum. .. Sonra öyle bir dönem olmuştu ki içime iyice kapa nıp bir kaplumbağa gibi kabuğumun altında yaşamaya başladı ğım bir dönem. Şişmanlığım bu kaçış döneminin en büyük ba hanesi olarak ilan edildi... Acaba yalnızlığım mı şişmanlığım mı ön plandaydı bu gerilimde onu şimdi bile net olarak ayırt ede miyorum ... Bu dönemde bütün dostlarımdan yavaş yavaş uzak laştım. Kimselerle görüşmek istemiyordum. Ve müthiş bir eko nomik sıkıntıdaydık ... Öyle böyle değil ciddi bir sıkıntıdaydık. Faruk Bey ile ilk evlendiğim dönemde günlük giysilerim Pa ris'ten gelir, film kostürnlerim ise en ünlü t.erzilere diktirilirdi. Y üzlerce ayakkabım, şapkam vardı. Oysa bu dönemde değil is tediğim ayakkabıyı almak, istediğim yemeği yapmak bile nere deyse güçtü ... Borç harç içindeydik. Özdemir'in malvarlığı kül olup gitmişti... Elimizde avucumuzda var olan her şeyi borca kapatıyorduk. Benim kendi adıma kenara atılmış beş kuruş pa ram yoktu... Yani sırça sarayda yaşayan kraliçe kimliği tama men yanlıştı. Ama insanların bizi gerçek halimizle bilmesinden se, böyle değerlendirmeleri o sıralar beni rahatsız etmiyordu. 31
Bu bana yapılan ilk haksızlık değildi ki ... Gerçekten zor ve bunalım dolu günlerdi ... Kısa sürede böyle bir düşüş ve en önemlisi bunu kimseye belli etmeme çabası. Pa ra asla önemli değildi benim yaşamımda ama varlığına, harca maya alıştıktan sonra yok yere yokluğunu çekmek, bazı insanlar tarafından .enayi yerine konulduğunu bildiğin halde bunu söyle yememek müthiş stresli bir şey... Dostlarıma ziyafet veremiyor, yemeğe çağıramıyordum. Onların gezi önerilerini hep geri çevi riyor, hiç yoktan onları dışlıyordum ve bu benim için inanılmaz bir acı idi. .. Paran olmadığını çok yakınına bile söylemek zor... Bunu bilmeni, yaşamam istemem. Onlar benim niçin bu kadar uzaklaştığımı, soğuklaştığımı araştıra dursunlar ben derin acılar içinde ağlayıp duruyordum. Gözyaşlarım da en çok yine beni boğuyordu ... Çünkü Özdemir dilediği zaman yok olup gidiyordu...
·
Özdemir'in Ankara'ya gidip gelmeleri, şimdilerde dost oldu ğum bu yalnızlık çok zordu benim için... Özellikle Lape'den sonra böyle bir dönem yaşamam belki olayı daha da vahim hale getiriyordu benim için. Oysa bu dönem tam bir nekahat devresi olmalıydı benim için. Yani asla huzursuzluk, yokluk çekmeme liydim. Asla yalnız kalmamalıydım ve üzülmemeliydim. Yani el üstünde tutulmalıydım. Bir bebek gibi bana özen gösterilme liydi ... Ama nerde? İşte içinde bulunduğum bu durum bana sık sık ölümü düşündürür hale getirmişti. Tek kurtuluşun ölüm ol duğuna inandığım pek çok an oldu. İşte böyle bir gece vakti birden bire ölmek istediğimi bir kez daha hissettim. Çünkü benim için tek kurtuluşun bu olacağına i lişkin bir duygu bir süredir bir soluk gibi vücudumda dolaşıyor du. .. Ormanın içinde bir evde oturuyorduk. O gece yağmur ya ğıyordu. Özdemir yine tüm işkolikliği üstünde çalışma odasın daydı. Yani ya Ankara' da, ya da çalışma odasındaydı adam ... Asla yanımda değildi. Zorunlu anlar dışında elbette ... Birdenbi re dünyada artık beni enterese eden, benim yaşamımı gerektire-
32
cek hiçbir şey kalmadığımı hissettim ... Tuhaf bir ruh hali elbet te. Sağlıklı olduğu söylenemez. Ama beni oraya getiren koşul lar çok önemliydi. Belki yağmurunun o büyüleyici sesi, belki Bach'ın müziği, ortam bana cesaret verdi ve aldım elime bir ka ğıt kalem " Beni affedin. Yaşamak istemiyorum. Ben artık bu yaşamın yükünü kaldıramıyorum" diye yazdım ... Sonra da bir kutu hapı yutarak kendimden geçtiğimi anımsıyorum ... Allahtan Özdemir beni vaktinde bulmuş, Gül'lere haber ver miş onlar da bir ambulansla beni hastaneye kaldırmışlar. Şimdi düşünüyorum da niye Gül'e haber vermeden, ona duyurmadan, ona o acıyı çektirmeden direkt olarak kendi götürmedi hastane ye. Sorumluluksa kocamsın. Bunu yapabilirsin ... Ama hayır o daima benim her sorunuma kızımı ortak etti ... Beni tek başına yüklenemedi. Bu ne acı bir duygu değil mi? Doktorlar uzun süre, damarımı bulamamışlar iğne yapmak ve serum vermek için, ayak bileğimden yapmışlar müdahaleyi...
Kurtulduğumu hissettiğim an inan bana ne sevindim ne de üzül düm ... Demek ki çekilecek çilelerim varmış, yaşayacağım gü zelliklerin yanısıra... Bir daha intiharı düşünür müyüm diye sorma sakın bana ... Buna ne yanıt versem gerçek anlamda duygularımı yansıta mam. Kimi zaman ölmüş olmayı gerçekten çok istedim. Kimi zaman da yaşıyor olduğuma şükrettim ... Düşünsene ölseydim güzel Gülümün, güzel Deniz'ini göremezdim. Yaramaz bızdığı mı/ tanıyamaz, anılarımı yazamazdım . . . Ama ölseydim belki çektiğim pek çok şeyi çekmezdim. O yüzden lütfen sorma ... İn san hali hiç belli olmaz ... Bir bakarsın günün birinde bir kez da ha en doğru sonucun ölüm olduğunu düşünürüm ... ( Bence o kurtuluş yolunun ölüm olduğundan asla vazgeçmedi . .. Ölümü hep özledi ve çoğu kez tek çare olarak gördü ... Ama vazgeçme diği bir ailesi vardı onu düşündüren... Ama onun bir kez daha intihara kalkışacağı düşüncesi beni hiç bırakmadı. Ölümünü öğ rendiğim an aklıma gelen ilk bu oldu. Yine de bir şeylere üzü-
33
lüp sinirlendiğini, uyku ilacı alıp yattığını ve ölümü kucakladı ğını düşünüyorum. Umutların bir kez daha tükendiğini, kitap sevincini bile unutturduğunu...) Ama beni içine düştüğüm bu boşluktan kitaplar kurtardı. Gözlerimden yaşlar gelinceye ka dar, gözlerim uykudan kapanıncaya ve bozuluncaya kadar dur madan okudum okudum ve böylece o büyük boşluktan kurtul dum..." Para Belgin Doruk'un yaşamında hiçbir zaman hırs ve amaç olmadı. Yalnızca yaşamını sürdürmek için bir araçtı ve kazan mak zorundaydı yaşadığı süre içinde... Bazen parmağındaki yü züğünü çıkartıp verdi sevdiği birine, bazen de duvardaki tablo sunu çıkarttı armağan etti... Elindeki son kuruşuna kadar eğer ihtiyacınız olduğunu biliyorsa size vermeye hazırdı ... İyi yürek li güzel yüzlü Belgin... O yüzden belki de en çok hep genç kız lık günlerini, kız kardeşi Oya ile Ankara'da o küçük köyde otu rup çimenlerinde yuvarlandıkları, dertsiz, tasasız günlerini özlü yordu. Sevgili babası Hasan Doruk'un verdiği güveni ve rahatı yaşamı boyunca bir kez daha duyamadı sevgili Belgin Doruk... Hep babasını özledi... Hep onu kucaklamak ona derdini anlat mak istedi... Oysa o dönem ve öncesinde Belgin Doruk eşi adına para ka zanıyordu ve bireysel olarak tek bir yatınını bile yoktu. Niye kendisi için en ufak bir yatırım bile yapmadığını sordu ğumda " Ah siz yeni ve genç kadınlar... Karı koca birliği diye bir şey var kızım. Ne kazanıyorsak beraber paylaşıyoruz. Öyle ayrımız gayrimiz yoktu bizim. Hem o zamanlar Özdemir'in du rumu çok çok iyiydi. O ve ailesi çok varlıklıydılar. Aşiyan'da evler, Aydın'da çiftlikler, Beyoğlu'nda sinemalar ( Alkazar). Sonradan bozuldu işimiz ve Özdemir'in işine olan düşkünlüğü işkolikliğe dönüştü ... Pek çok mücevherim vardı o zamanlar. Daha sonra bunlar çalındı. ( Belki de satıldı. Ama bunu bana bi le söylemedi. Çok hüzünlendiğinde o dönemi yaşamış olmayı
34
reddediyor ya da olması gerektiği şekliyle anlatmaya çalışıyor du . . . Özdemir Birsel' in ağabeyi ve karısının safahat içinde belki de onların hakkı olan parayı yediklerini düşündüğü halde bunu yüzlerine vurmayı hiç düşünmediğini zaman zaman kıyısından köşesinden anlatmaya çalıştı ... Belgincik sıkıntıların altında ezi lip gidiyordu. Ama garip bir şey ki ne o ne de eşi Özdemir bir kez bile onlara hesap sormadılar. . . Ama bu onların dünya görü şü... Öteki duyarsızlık ve haksızlık belki de ötekilerin yaşam bi çimi ... ) Ama inan bana bu para pul meselesi birey olarak beni çok etkilemiyor ama yaşam içinde gerekiyorsa, anılarını bile sa tacak hale geliyorsun . . . Elbette salt para için yapmadım bu işi. Eğer öyle olduğunu söylersem o zaman yalan olur, yanlış olur. . . Ama para önemli bir noktada. Ancak yaşamımın kitap olması benim için en büyük mutluluk... " demişti... Ve bu kadın belki de fazla çalışmanın getirdiği bir depresyon içindeydi ve bu kadın özlemini duyduğu, doya doya yaşayaca ğını umut ettiği aşkı yaşayamadığı, yalnız kaldığı için bu buna lımın eşiğindeydi. Bu kadın hayatını Özdemir Birsel' e adamış gibi görünüyordu ve ondan istediği yalnızca aşktı, şefkatti, il giydi. Oysa kocası ile arasında yarım metrelik bir duvar varken intihar ediyordu . . . Onunla yaşamı, dertlerini, sorunlarını payla şamıyordu. Aralarında okyanuslar, kıtalar vardı sanki . . . Arala rında milyarlarca kilometrelik bir uzaklık gibiydi o yarım met re ... Demek ki hiç konuşmuyor, bir yerlerde buluşmuyorlardı. .. Ne acı aynı evi paylaşan ama birbirlerini görmeyen, hissetme yen iki yabancı gibiydiler onlar. . . Çünkü bu intihar fikri anında ortaya çıkmamış ve uzun bir süreden sonra gerçekleştirilmişti Belgin Doruk tarafından... Allahtan o gece çok iş işten geçmeden uykusu geldi Özdemir Beyin ve yatağa geldi... Allahtan farketti büyük bir aşk duyarak evlendiği kansının intihar ettiğini ve Allahtan onu hastaneye yetiştirme konusunda fazla geç kalmadılar...
35
Aslında hep "Acaba o zaman
mı
ölseydim?" diye düşünürdü
Belgin Doruk. .. O zaman ölmesinin kimi zaman çok daha iyi ol duğunu hayal ederdi. Hiç olmazsa sevgili kızı Gül'ü ve damadı nı daha az zaman üzmüş olacağını düşünürdü ... Çünkü hayatta en çok üzüldüğü şey Gül'e yük olmak, onun kafasında soru işa reti olmak düşüncesiydi... Kızım ve torunlarım her şeyden daha çok severdi sevgili Belgin Doruk... Ve tüm hayali onlarla yapa cağı bir mavi deniz turu idi ... " Şu Gül'e içim parçalanıyor vallahi. Yazık hep benim endi şem ile yaşıyor, her derdimi paylaşıyor. Sanki o benim annem, sanki ben onun kızıyım ... Öylesine meraklı bana. Sırf o üzülme sin diye ölmek istemiyorum ya da sırf o kurtulsun böyle bir yükten diye ölmek istiyorum" derdi...
Ekrem Bora 'nın muzurluğunu seviyordu Belgin Doruk. Son günlere kadar arkadaşlıkları hep sürdü ve Ekrem Bora bu güzel dostunun tabutunu kimseye yer vermeden omuzunda taşıdı.
36
Bence Gül yaşadı ve yaşıyor en çok senin acını sevgili Bel gin Doruk. Onu senin cenazende görecektin. O sana bir türlü u laşamıyor olmasının acısını, stresini görecektin... Beyaz çiçeklerle örtülü o tahta kutunun altında yatan seni düşündükçe akan gözyaşlarını, Deniz'in o mavi gözlerinden sa na akan acı yaşı görseydin... Sen önde biz arkada mezarlığa giderken gözlerinin içine düştüğü o kocaman boşluğu görecektin... Yine en çok o yandı bence, yine en çok o yaralandı yine en çok o yalnız kaldı... Biliyorsun değil mi o güzel Deniz sana tek bir gonca gül getirdi son kez uğurlamaya geldiğinde. Ben yere dökülen çiçekleri toplarken seni yalnızca filmlerinden tanıyan onbeş, onaltı yaşındaki gençler; " O bizim de annemizdi, o bi zim de canımızdı, o bizim de teyzemizdi" deyip gözyaşı döktü ler... Kızının kolunda ta Bolu'dan kalkıp gelen ihtiyar teyzenin gözyaşlarını görecektin... Onlar inan ki timsah gözyaşları değildi. Gerçekti... Sana çi çek atan kucağında bebesi ile ağlayan güzel gelinin gözlerinde ki özlem inan ki olağanüstü bir duyguydu... Çocuklardan biri "Niye onu toprağa değil de hemen bu taşın altına gömüyorlar? Sordular mı sanki böylesini istiyor muydu? İllaki bu akrabaların yanında mı olmak istiyordu? diye isyan et ti, .. Ona katılmamak olası mı güzel Belgin? Senin duan edilirken sevgili Çolphi ( Çolphan İlhan'dan hep böyle sözederdi) gözyaşlarına boğuldu... O çok sevdiğin Ekrem Bora dostun yine mağrur ve vakurdu seni taşırken omzunda ve gözyaşı akarken yanaklarının çizgileri arasında o seninle başka bir dünyada konuşuyor gibiydi ... Belki de bir filmde seni kuca ğına almış, kuş gibi uçurmuş, o incecik belini iki eli arasında sarmıştı... Onu ne çok severdin değil mi sevgili arkadaşım be nim... Hep onu ne de güler yüzle anlatırdın... Onun muzurlukla-
37
nnı abarta abarta bir kez daha hatırlar ve yine gülerdin ... Ne de güzel gülerdin... Oysa şimdi o, seni omzunda taşıyor ve asla yerini kimseye bırakmıyor ve belki de düşünüyor, buluştuğunuz dost yemekle rinde " Şişman ne haber?" diye sana takıldığı o anı ... Seni hazır bir mezarın içine koydular sevgili. Belgin Doruk. Koca bir mermerin altına derince bir yere ... Oysa elimde duru yordu gelin çiçeğin başının üzerine koyması için Gül'e verece ğimi düşünerek ... Oysa onu aldı Özdemir Birsel ve o taşın üs tüne bıraktı ... Oysa Gül son bir kez öper gibi toprağının üstüne bırakacaktı o fulyaları, yaseminleri o orkideyi.. . Sana son bir kez dokunacaktı beJki de ... Ama Özdemir Birsel belki bilinçli belki bilinçsiz buna izin vermedi... Ve Gül mahsun öylece dur du bir köşede ... O an her şey onun dışında gelişiyordu ve o se nin sevgili biricik kızın, tek sırdaşın, sevgili dostun olaylara ha kim olamıyor, uzaktan sana bakıyordu yalnızca ... Yine uysal uysal, sakin sakin sana bakıyordu. .. Hep seni düşündüm o an. Eğer şimdi bizi görüyorsa ne kadar üzülüyordur diye ... Belki de " Aman ne şişman kadınmış bu da" diye başkasının yerine iç sesi geçirdiğini hayal ettim. . . Gülüm sedim başım önümde... Sonra bir kez daha gözyaşlarımı sildim belli belirsiz o şakacı ve nükteli yanını bir daha görmeyeceğimi bilerek ... Özdemir Birsel ağlarken acaba sen bunları görsen ne hisse dersin diye düşündüm ... Çünkü hep yanında olmadığı için üzül düğün, hayal kırıklığı yaşadığın ve asla vazgeçmediğin, sevdi ğin bu koca adamın ağlaması, bayılması, kendinden geçmesi se nin yüreğini ne kadar yumuşatabilirdi acaba? Bunu bana direkt olarak anlatmadı ama, zaman zaman koca sının kendisini aldattığını hissettiğini dolaylı yollardan anlatıp dertlendi Belgin Doruk ... O herkesin " Biraz delirmiş" gözüyle baktığı zaman evinde otururken böyle bir duygu da yaşıyordu... Oysa o da biliyordu ki sevgili eşinin Ankara'da beraber bir evi
38
paylaştığı sevgilisi vardı... O artık yalnızca onun erkeği, onun sevgilisi değildi... Ben bile, uzun bir süre bu gerçeğe inanmak istemedim... Bunu sevgili Belgin'e konduramadım ama ah ger çekler o yalın ve kaçınılmaz gerçekler... Stresler, üzüntüler hep böyle üst üste gelip de insanların yüreğini daraltmıyor mu insa nların?.. Ama biz kadınlar bu konuda önsezilerimize çok güveniriz ve Belgin Doruk da önsezisi gelişmiş kadınlardan biriydi bana gö re... Şaka yollu da olsa; " Canım bu kadar zaman Ankara'da kalıyor herhalde yalnız lıktan patlamıyordur canı .. O yüzden o kadar da merak etmiyo .
rum" derken ya da "Ne yapalım canım. Hissediyorum elbette birtakım şeyler ama fazla yüz göz olmak istemiyorum. Bu koca şişman ve bunalımlı kadından adama fenalık gelmiş olabilir... Hiç aldırmıyorum vallahi. Bu saatten sonra artık bunlar uğraşı lacak şeyler değil benim için... Her -şeye rağmen ben kocamla bir kez bile elele şu sahilde dolaşamamanın acısını çekeceğim, özlemini duyacağım, sevildiğini hissedememek, bunu yaşaya mamak çok yaralayıcı bir duygu. Ben bunu yaşayarak zaten ya ralandım. Ha aldatılmışım ha aldatılmamışım ne olacak? Kim kimi aldatacak? Kim kimden ne saklayacak?" derdi... Evet, bir erkek için zor bir kadındı belki de Belgin Doruk... Ama onun istediği yaşamını adadığı, paylaştığı, çocuk doğurdu ğu erkeğin ilgisi, şefkati ve sıcak dokunuşu, yalnız geceleri pay laşmasıydı... Ama aynı Özdemir Asaf'ın dediği gibi " Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz" diyen Belgin Doruk belki de yalnızlığı doya doya yaşadı... Ve· bence Özdemir Birsel bu sevgili meselesinin gündeme gelmesi yüzünden bana çok kızacak... Ankara'daki işlerini etki lediğini düşünecek... Ölümden bir gün sonra başsağlığı için ara yanları protokol sırasına göre liste yaptığına pişman olacak... Ve o aıtık Belgin Doruk'un istese de gönlünü alamayacak. " Sevgili Belgin beni affet..." diyemeyecek...
39
İkinci Bölüm
Belgin'in Ağzından Dedem Fizan defterdarı Süleyman Asaf tam bir Osmanlı e fendisi imiş. Fizan'a giden Türklere gösterdiği yakınlık ve iki e şine olan düşkünlüğü onun en belirgin özellikleriymiş. Annean nem Nefise ve kuması Fatma Hanım altısı kız ikisi oğlan ço cuklar, iki arap bacı gül gibi geçinir giderlermiş... ancak Nefise Hanım, ne zaman Süleyman Efendi Fatma Hanım ile yatak oda sına girse topladığı fındık farelerini sessizce içeriye salıverir, gecelerini zehredermiş. Anneannem eşini böyle kıskana dursun, kızı yani teyzem sür gündeki ittihatçılardan Sami Bey'e aşık olmuş. Ancak Süleyman bey kızını vermemek konusunda diretmiş. Araya Fizan mutasar rıfı Celal Bey ( Hüsamettin Cindoruk'un dedesi) girmiş, ama na file. Bunun üzerine Sami Bey Fizanlı bir kızla evlenmiş ve on dan iki çocuğu olmuş. Ancak aklında hep çölün derinliklerinden kaçıp gitmek varmış ve günün birinde bunu gerçekleştirmiş. ( Soyadı kanunu çıkınca
Atatürk
Sami enişteye çölü ilk geçen
Türk olduğu için Çölgeçen soyadım vermiş.) Birinci Meşrutiye tin ilanında Yeşilköy'deki Kupa Otelinde kurulan mecliste yeral mış. Ancak meclis lağv edilince Sami Bey bu kez Fizan Muta sarrıfı olarak bizimkilerin yanına geri dönmüş. Ve bu kez Nevin teyzeyi Süleyman Bey gönül rızası ile vermiş. Ve adını Feridun koydukları bir oğulları olmuş. Anneannem de kızından dört sene sonra benim annemi dünyaya getirmiş. Annem 6-7 aylıkken İtal yanlar Trablusgarp'a saldırmışlar. Fizan'la İstanbul arasında iliş ki kesilince dedem bütün aileyi toplayıp develerle yola koyul41
muşlar. Gündüzleri gidiyor, geceleri konaklıyorlarmış. Bütün al tınlar ve paralar ise anneannemin yeleğinde imiş. Herhangi bir saldırıya karşı kadın olmanın getirdiği güvenceyi kullanmak ni yetindeler herhalde. Böyle develerin sırtındaki seyahatleri iki-üç . ay sürmüş. Daha sonra da gemi ile Sicilya'nın güneyindeki Ca tania'ya gidip oraya yerleşmişler. Çarşaflar içindeki anneannem ve teyzem ile iki arap bacı İtalyan çocukların eğlencesi olmuş bir süre. Hele Fattuma ile Mabruka'nın (arap bacılar) vitrindeki mankenleri canlı sanmaları, gazoz ile ilk tanışmaları tam bir ko medi imiş. Bu Fattuma anneme, bana, kardeşime baktı ve bu yetmiyormuş gibi benim kızım Gül'ü de o büyüttü. Yanık şarkı ları ve acılı yemeklerini ölünceye kadar unutacağımı sanmıyo rum.
VATANA VARIŞ Bizimkiler, İstanbul'a döndüklerinde kent işgal edilmiş. Sü leyman Bey zatürreeden, bir süre sonra anneannem de kalpten ölmüş. Kardeşler dağılmış. Annem de Sami eniştelerle Anka ra' da yaşamaya başlamış. Sami eniştenin antikalarla dolu evi bir müze gibi meraklılar tarafından gezilinniş. Atatürk Cumhur başkanı olunca Sami enişte de Ankara mebusu olmuş. Malta'da beraber esir düştüğü yakın arkadaşı Cevat Emre de Çanakkale mebusu olmuş. Cevat amca o sıralar " Muhit" gazetesini de çı karıyormuş. Atatürk bu iki arkadaşı Türk Dil Kurumu'nun ku rulmasında görevlendirmiş. Ve defalarca geceyarılan köşke gi dip Ata ile birlikte sabahlara kadar çalışmışlar. Bu arada annem de İsmet Paşa Kız Enstitüsüne başlamış. Hocası da ünlü Münir Hayri Egeli. Sami eniştenin ev konuklan ise Recep Peker, Yu suf Akçurdar, Kılıç Ali, Şevket Süreyya. Recep Peker bir gün anneme " Senden inkılap kadını" adlı bir şiir yazmanı istiyorum diyor... Annemin şiirleri o sıralar Varlık ve Çığır gibi dergilerde zaten yayınlanıyonnuş. 42
ATATÜRK'E DAİR ANILAR... Annem ilk balosuna 1 9 yaşındayken katılmış. Atatürk'ün a çılış dansını yaptığı bu balo halen annemin en unutamadığı anı sıdır. Atatürk'ün bir heykele benzeyen haşmetini defalarca an lattı bize. Yaz aylarında Rumelihisarı'ndaki yaJıya taşımrmış aile. Gençler kızlı erkekli arkadaşlığın, dostluğun tadını çıkarırlar mış. Annem bu bakımdan kendini daima çok şanslı hissettiğini söyler durur... Derken annemin evlilik çağı gelmiş. Kısmetler i çinden ziraat mühend isi Hasan Doruk Bey'e karar verilmiş. Hasan Bey de babasını Çanakkale Harbi'nde kaybetmiş. An nem ile babamın nikahından sonra, annem en yakın arkadaşı Leman teyze ( Ahmet Cevat'ın kızı) ile babamın yakın arkadaşı Celal Bey'in evlenmesini sağlamış. Atatürk Leman teyzeye dü ğünde pırlanta bir yüzük takmış. Atatürk ile yakınlarımızın anıları bizi çok etkilerdi. Bu eşsiz insanı anlatmalarına doyamazdık. Yine bir 29 Ekim kıyafet ba losunda teyzemin yaşadığı bize hala rüya gibi helir. Teyzem bu baloda Sami eniştenin sandığından tümü altınla işlenmiş otantik bir elbise giymiş ve o gecenin en güzel giysisi seçilmiş. Ödül o larak da Atatürk ile dansetmiş. O anı anlatırken hep heyecanla nır ve " Bayılmamak için dua ediyordum. Y üzüne bakmam mümkün değildi. Yalnızca elini görüyordum... O yumuşacık eli ni..." derdi. Babam da bir anısını şöyle anlatırdı: " Ankara'nın yeni yapılandığı dönemdi. Şah Ankara'ya gel meye karar verdi. Halkevinde ağırlanacaktı. Ancak halkevi tam bir toz toprak içindeydi. Değil ağaç, dikili bir ot bile yoktu. A tatürk'ün emri ise burayı bir gecede cennete çevirmemizdi. O gece ağaçları kökleyişimiz, evlerden saksılarla güller taşıyışı mız ve orayı cennete çevirişimizi hiç unutmuyorum. Hele Ata'nın üstü açık araba ile yanında Şah'la buraya geldiğindeki yüzündeki o gülümseyişi...
"
43
lıyor ve öpüyor... Savaşın adı bana göre Hitler'di ve o kocaman hain bir devdi. Bizi babamızdan ayırıyordu çünkü. Annemde beni ve kızkardeşimi, Fattuma'yı alıp Balıkesir'e ablasının ya nına gitmek üzere yola çıktık. Trenlere, vapurlara indik bindik. Ondan sonra Balıkesir'e vardık. Bir asker bizi teyzemin evine getirdi ... Karartma geceleri sürüyordu. Ekmek bulmak zordu. Çay üzüm ile içiliyordu. Babamdan gelen mektupları . dinlerken nefesimizi kesiyorduk. Kızkardeşim Oya ise hep avaz avaz ağ lardı. Nihayet kış bitip bahar geldiğinde babamdan evimize dö nebileceğimizi müjdeleyen mektubu aldık. Çünkü o da Hadım köy'e tayin olmuştu. Bir süre sonra da savaş olmayacağı kesin lik kazandı ve tüm aile yeniden bir araya geldik... Dürüst, namuslu ve çelebi bir adamdı babam. Devletin sun duğu tüm imkanları eliyle bir kenara itip yalnızca maaşı ile ye tindi. Gözü asla yükseklerde değildi. Tek amacı bizleri en doğru biçimde yetiştirmekti. Ailesine düşkünlüğü inanılmaz derecey di. Nihayet ilkokula başlama zamanım geldi. Babam o sırada Ankara'ya tayin oldu. Bu kez de annemin genç kızlığında otur duğu eve taşındık. Nevin teyze ve Feridun (Çölgeçen) üstkatı mızda oturuyorlardı. Feridun o sıralar tam bir tiyatro delisiydi, piyeslerde oynuyor, davetiyeler bastırıyor, elinde kağıtlar avaz avaz rolünü ezberliyordu. Bu işe epey de para yatırıyordu. Çün kü antikalarla dolu evlerinde her gün bir eşya yok oluyordu. Hatta çok değerli bir ikona olduğunu sonradan öğrendiğim bir parçayı benim yanımda satmıştı. O sıralar biz de kardeşim Oya ile birlikte Abdülaziz devrinden kalma karyolamızda zıplar du rurduk... Şimdiki değerini düşündükçe aklım başımdan gidi yor...
46
Ataköy-Bakzrköy sahillerindeki yeni yetişmekte olan bu güzel kızın en büyük sevdası, sinema ve tiyatroydu.
47
BELGİN İSMİNİN HİKAY ESİ Annem benim doğumumdan birkaç gün önce Sami enişteye gider. İsim konusunda sohbet ederler. Eniştem " Belgin" adını koyarsa çok mutlu olacağını söyler. Ve Mecliste temsil ettiği Çankırı'ya gider. Orada katıldığı bir yemekten sonra fenalaşır ve hemen ölür. Atatürk'e olan yakınlığını çekemeyenler tarafın dan zehirlendiği söylenirdi. Doğruluk derecesini hiç öğreneme dik. Annem bu acı haber üzerine erken doğum yapar ve ben
1 936 yılının 28 Haziranında dünyaya gelirim... Ve kulağıma zir vedeki insan demek olan Belgin adı konulur. Annem ve babam ellerinde Kızılay'ın çocuk bakma kitabı beni öyle büyütmüşler. Ceviz yapralçlarını kaynattıkları su ile yıkayıp kemiklerimi geliştirmeye, inşaattan getirdikleri kumları eleyip onun üstünde çırılçıplak yatıp güneşlenmemi hiç ihmal etmemişler. Bu arada Leman teyzenin de Ulpan adını verdiği bir kızı dünyaya gelir... Yaramaz bir çocuk olduğumu hayal me yal de olsa hatırlıyorum. Teyzemin parfümlerini tuvalete döktü ğümü, duvarları rujlarla boyadığımı üstümü her defasında ina nılmaz biçimde kirlettiğimi ... Hele bir keresinde babamın be nim çamurlu beyaz elbiseme bakıp " Böyle kirletirsen, ben de seni böyle temizlerim" deyip beni kırmızı balçıklı havuza sokup çıkarttığını ...
ÇOCUKLUGUM... Ben bir buçuk yaşındayken annem yine hamile kalıyor. Ba bam da Halkalı Ziraat mektebine hoca olarak tayin ediliyor. Ye şilköy'de bahçe içinde iki katlı şirin bir eve taşınıyoruz. Havu zu, çardakaltı gülleri, hanımelileri ile inanılmaz güzellikte bir ev. Kardeşim Oya ile halen bu evin bulunduğu yere gider o gün leri yadederiz zaman zaman. Annemin doğumu yaklaştığında dadımız Fattuma'yı çağırdı44
lar yine. Annem kardeşimi nasıl kıskandığımı anlattıkça bu ya şımda olmama rağmen içimi bir karabasan basıyor. Ben Fattu ma ile birlikte çatı katında yaşamaya başlamışım. Geceleri onun koynunda yatıyor, gündüzleri de eteğinin dibinden aynlmıyor muşum. Parka gidişlerimizi, yüzlerce kurbağayı seyredişimi ha yal meyal hatırlıyorum. Kolumun altına topumu sıkıştırdığım gibi doğru istasyonun oradaki büfeye gider Tika ( Çikolata) isti yorum dermişim. Babam oradan alıyor ya ben de onun yaptıkla rını yapabileceğimi gösterirmişim. Zaman zaman da faytonların altına girer otururmuşum. En çok da Kirkor'un faytonuna... o da beni tuttuğu gibi eve getirir 'Bu yaramaz yine kaçmış' der miş... Dörtbuçuk yaşımdan itibaren her şeyi çok net anımsıyorum. Yazın Yeşilköy'e gelen sirk, ipte ve sırıkların tepesinde yürüyen cambazı nasıl da hayretle izlemiştim. Hiç unutmuyorum. O ço cuksu heyecanların tadlan meğer ne kadar başkaymış, ne kadar da güzelmiş. Annem de o sıralar bir sinema tutkunu. Greta Garbo ve Gin ger Rogers hayranı. Arkadaşları ile sık sık sinemaya giderdi. Beş yaşındaydım beni de ilk kez sinemaya götürdü. Shirley Temple'nin 'Mavi Kuş' adlı filmi. Çok hoşuma gitmişti. Ama filmden en çok etkilenen hiç kuşkusuz annem olmuştu. Çünkü daha sonralan kardeşimin ve benim saçlarımı hep lüle lüle yap mıştı... Sevimli ve şirin bir çocuk olduğumu anımsıyorum. En büyük suçum yaptığım tüm yaramazlıkların faturasını melekler kadar uslu olan kızkardeşimin üstüne atmamdı hiç kuşkusuz.
KARARTMA GECELERİ 1939- 1940'lı yıllar. Hitler Avrupa'yı yakıp yıkıyor. Her an Türkiye'ye saldırmasından korkuluyor. Geceleri lacivert storlar çekiliyor. Karartma geceleri yaşadığınız. Babamı Bulgar hudu duna yolluyorlar. Annem ağlıyor. Babam çok üzgün bizi kucak45
Üçüncü Bölüm
Çocukluğumu Seviyorum . . . Sonbaharda annemin de okulu olan Mimar Kemal ilkokulu na başladım. Okuldaki tek arkadaşım ise Leman teyzenin kızı Ulpan'dı. Ulpan'ın erkek kardeşi Savaş ve Oya ile birlikte müt hiş bir dörtlü oluşturmuştuk. Durmadan koşar, evleri birbirine katardık. O sıralarda Ulpan'ın dedesi Cevat Amca Alice Hari kalar Ülkesinde'yi Türkçeleştirmişti... Bize durmadan Alice'i anlatırdı. Bir de sinemaya giderdik. Pinokyo'nun denizde balina ile karşılaşmasına onun ağzının içine girmesine ne kadar heye canlanmıştık... Bu sıralarda teyze oğlu Feridun'un da antikaları suyunu çek meye başlamıştı. En sonunda sıra eve geldi. Biz de bu arada ba bamın işine yakın olsun diye Keçiören yolu üzerinde Kalaba denilen bir şirin yere taşındık. Ortasından Çubuk çayının aktığı yemyeşil köy gibi bir yerdi. Tavuklar, inekler, taze sütler, ballar, kaymaklar, sıcak yumurtalar, evde yapılmış sucuklar, tahin pek mezler, katkısız bahçede yetişmiş sebzeler... Herşey Oya ve be nim için hazırdı. Babam işine yürüyerek gider gelirdi. Y ıllar sonra Şişli'de o tururken Vilayete de yürüdüğünü anımsıyorum. O yüzden Gala ta köprüsü yerinden kaldırıldığında çok üzülmüştüm... Sevgili babamın en büyük zevki ise saatlerce bilmece çözmekti. " Ha nım, beyin cimnastiği yapıyorum sakın kızma" derdi. Bir de an nemin resim yapması için tuvalleri hazırlardı. Ancak o yapılan
49
resimlerle pek ilgilenmez annem buna çok üzülürdü. Babam ile yaptığımız en keyifli işler ise saka kuşu tutup onları kafeste beslemekti. Bu av maceralarımız ise inanılmaz güzellikte olur du. Ancak babamın bitki isimlerini öğretme konusundaki mera kı hepimizi canımızdan bezdirirdi ... Annem ise babama sinir lendi mi açardı kafeslerin kapılarını kuşları azad ederdi. Biz de bir dahaki pazar bir daha ava çıkardık.
İLK OPERA İLK TİYATRO Babam bizi dağ bayır gezdirirken annem de saçlarımızı lüle lüle yapar, kırmızı mantolar diker boynumuzdan kordonla sar kan manşonlar yapardı. Kendi de şapkalar takar, ince topuklu a yakkabılar giyer şehre iner, Leman teyzelerle sinemaya operaya giderdik. İlk kez operaya 9 yaşımdayken gittik. " Sevil Berbe ri'nden çok etkilenmiştim. İlk tiyatrom da: 'Bizim Şehir'di. A ma en çok sinemaya gidiyorduk. Schuberth'in hayatı, Chopin ... İlk aşkım Chopin di. Hep bir piyanoya sahip olmak istiyordum. Babam ne yazık ki alacak maddi güçte değildi. Ulpan'ların e vindeki piyanoya gizlice dokunur, Chopin'i hayal ederdim. Ora sı benim mabedim gibiydi ... Bir de Walt Disney'in Fantasya'sı nı çok severdim. Çaykovsky, Fındıkkıran, Kuğu Gölü, Rüzgar Gibi Geçti... Vivian Leigh'in canlandırdığı Scarlett'e benzetme ye çalışırdım kendimi gizli gizli. Bu arada Cahide Sonku'nun Yuvamı Yıkamazsın ve Sezer Sezin'in oynadığı 'Vurun Kahpe ye' o dönem en çok etkilendiğim filmler oldu. Annem bizi kültürel anlamda beslerken babam da hesap ki tap için peşimizi bırakmazdı. Benim matematikle aram hiç yoktu. Zaten tüm yaşamım boyunca da hesabımı bilemedim. O dönemler cumhurbaşkanı olan İsmet Paşa siyah arabası, arka sında motorsikletliler fırtına gibi Keçiören'e giderdi. Yolun ke narında durur onu alkışlardık. Ama bir kere bile arabasını dur durup bizlere selam vermedi, hatırımızı- sormadı... Dursa ne o50
lurdu sanki? Bir kere hatırımızı sorsa... Çevremdeki gençlerin gittikleri çaya gitmek için can atıyor dum... Nihayet bir gün annem beni götürdü. Orada bir gençle 'Papatya gibisin beyaz ve ince' eşliğinde dans ettim. Boyum yetmiyordu ve ayaklarımın üstünde dik durmaktan canım çık mıştı. Masaya döndüğümde annem beni tonton bir amcaya 'kı zım' diye takdim etti. Bu amca bana 'Büyüyünce ne olacaksın?' diye sorduğunda 'Doktor' demiştim... Bu tontonun Recep Peker olduğunu söyledi annem daha sonra.
YAZ TATİLLERİ Yaz aylarında İstanbul'a giderdik ve bol bol gezerdik. Anııe min arkadaşları, çocukları ve biz bir gün Adalara, bir gün Mo daya, Y örükali plajına, Florya'ya... O zamanlar her yer mis gi biydi. Hiç unutmam, dolma börek muhabbetli bir hamam sefa mız bile olmuştu. Ancak bir tek bana bu ceza gibi geldi ve bir daha ayağımı hamamdan içeri atmadım. Leman teyzenin Tuz la'daki evinde ise inanılmaz geceler yaşanırdı. Bir yerde man gallar, şarkılar, türküler... ancak Refik Halit Karay, eşi ve tom bul oğlu oldu mu derin derin memleket meseleleri tartışılırdı. Gece sahilde ateş yakıldığında ise Refik Halit belki de içkinin verdiği etki ile ateşin çevresinde dansederdi. Sonra da hamağına uzanır uyurdu.
İki ayın nasıl geçtiğini anlamaz, Ankara'ya döndüğümüzde bu kez annemden gizli Oya ile birlikte Çubuk çayına girerdik. Akşam üstleri annem tuvalini ve piknik yapmak için yiyecekler alır çayın etrafında güzel saatler yaşardık. .. Solucanlar toplar, onları iğnelerin ucuna takar balık tutmaya çalışırdık. Şu an bile gözümü kapadığımda kendimi Çubuk çayının yanında yonca ve iğde kokuları arasında hissedebiliyorum... İlkokul dönemimde en çok etkilendiğim şey 1 0 Kasımlar ol du. Elimizde kasımpatılar okula gider, sonra Etnografya'da A-
51
ta'nın naaşını ziyaret eder gözlerimiz yaşlı eve dönerdik.... Yıl lar sonra yine çok acı yaşadığım bir 10 Kasımı anlatmak istiyo rum. O gün oğlumu okula ben g'füürmek istedim. Ruhsal bakım dan iyi olmadığım bir dönemdi. Sabah erkenden kalktım. Sanki çocukluğumu özlemiştim. Çiçekçiye uğrayıp koca bir demet be yaz kasımpatı aldım. Bebek İlkokuluna gittik. Ata'nın bayrağı sanlı büstü yüksek bir yerde duruyordu. İstiklal Marşı okunur ken dişlerimi kenetleyerek gözyaşlarımı engellemeye çalıştım. Ufacık çocuklar daha sonra mikrofonun önüne gelip şiirler oku maya başladılar. Sesleri, cılız, güçsüz. Biz mikrofonsuz hali mizle öyle bir heyecanla ve yürekten okurduk ki boğaz damar larımız şişerdi. Birden kendimi kaybettim. Fırladım çocuğu ku cağıma alıp ' Bağır yavrum bağır ki sesin duyulsun' dedim. Her kes bir anda şaşırdı.
ÇEHOV'UN ARABACISI Yolda yürürken yeni nesilde heyecanın, sevginin, Atatürk'e karşı beslenen hislerin eksik olduğunu düşündüm... Sonra da kendi kendimi teselli etmeye çalıştım. D�rken yürüye yürüye Arif Paşa korusuna geldiğimi gördüm. 'Ayhan ile Gülşen'e uğ rayıp bir kahve içeyim' dedim. Tam onların evi önünde bir at a rabası duruyordu. Zavallı bitkin, perişan bir at. Ata dokunup o nu okşadım... Kimbilir belki de kulağına üç beş hoş sözcük söy ledim.. Birkaç gün sonra bir gazetede ' Küçükhanım yalnızlığını atlarla paylaşıyor. Küçükhanımın dramı diye bir haber gör düm... Sanırım beni Çehov'un arabacısı ile karıştırmışlardı. Ha ni o acısını, üzüntüsünü atıyla paylaşmaya çalışan güzel roman kahramanına. Bu haberden sonra moralim iyice bozulmuştu. Dilerseniz yine geçmişe dönüp kaldığımız yerden devam e delim; Artık beşinci sınıf öğrencisiydim. Annem Kıbrıslı bir İngi liz'den bize ders aldırmaya başladı. Ancak bu hocanın telaffuzu 52
çok kötüydü ve ortaokulda hocalarım 'Aman kızım sen bu İngi lizceyi nereden öğrendin?' diye yarım dille alay ettiler. Çocuk luğumda bu gülümsemeler beni etkilemişti... Ve babam bir kez daha İstanbul'a tayin oldu. Ben okulumu, evimizi bir daha göremeyeceğimi o an hissettim. Gerçekten de bir daha oralara gidemedim. Babam Bakırköy' de bahçesinde mor ağaçları olan yeşil bir ev tuttu. Kardeşimle şimdilerde Tarık Akan'ın sahip olduğu Taş Mektep'e gitmeye başladık. Hemen yanımızdaki evde ise Sım Gültekin oturuyordu. Sım'nın kız kardeşi Nurten benim en yakın arkadaşım oldu. Sınıftaki, zayıf kısa pantolonlu Ahmet ise yıllar sonra ünlü türkücü Ahmet Sez gin oldu. Sarışın, yeşil gözlü, pembe yanaklı ve uzun boylu İnci ise okulun en alımlı kızıydı. Bu güzel kız yıllar sonra İnci Ça yırlı olarak ünlendi... Esmer güzeli Ayla ise Ayla Büyükataman ·
olarak sanat dünyamızda adlarını duyurdular.
ANNEM MÜTHİŞ BİR KADIN... Bakırköy cıvıl cıvıl bir yerdi ancak sayfiye yeri değildi. An nem de kendi genç kızlığında yaptığı gibi bizim de bisiklete binmemizi, bu zevki yaşamamızı istiyordu. Babamın 'Ne gerek var olmaz' itirazlarına aldırmadan eve yedi dakika uzaklıktaki Yeşilköy'de bir köşkün alt katını kiraladı. Sessiz sakin bir yer. Daha sonraları Fenerin ortasına Çınar Oteli yapıldı. Öteki uca da Deniz Park Oteli. Park yine aynı park. İçinde Röne gazinosu vardı. Denize oradan girerdik. Sonra annem Oya'ya ve bana sı rayla bineriz düşüncesi ile bir bisiklet alıp iki saat içinde kullan masını öğretti. Ancak zavallı Oya çoğu kez sıranın kendisine gelmesini boşuna bekledi. Denize girdik mi de saatlerce çık maz, gözden kayboluncaya kadar açılırdık... Çok güzel günler di. Annem müthiş bir kadındı halen de öyle. Bize bildiği bilmek istediği her şeyi öğretmeye çalıştı. Annemin bir özelliği de ar53
kadaşlarımız arasında kız erkek ayırımı yapmamasıydı. Amacı erkekleri de yakından tanımamızı iyisini kötüsünü, pisini, temi zini, sağlam karakterlisini ayırt etmemizi sağlamaktı. İstediği sonuçta doğru birini seçmemizdi. Kızını eve kilitleyen annelere hiç benzemiyordu. Böyle yetişen pekçok arkadaşım önüne çı kan ilk erkeğe aşık oldu ve sonuçta hep acı yaşadılar. Gerçi be nim de yaşadığım acı oldu ilk evliliğimin sonunda ama benim durumum biraz daha farklıydı. Çok daha başka bir dünyanın i çinde gelişmişti olaylar. Şimdi bile o günlere baktıkça anneme hak veriyorum. Hara retle yanaklarından ellerinden öpüp 'Helal olsun sana Rafet. Ne cesur ne ilerici kadınmışsın' diye. Çünkü bizler onun sayesinde modern bir dünyanın güzelliğinin farkına vardık, ucuz insan i lişkilerine malzeme olmadık...
1 950 yılında 14 yaşımın tüm coşkusunu yaşıyordum. Bisik letle Yeşilköy'ün altını üstüne getiriyor, hava kararmaya başla dığında eve dönerken, annemin sarımsak soslu patlıcan kızart masını... Ve radyodaki fasıla eşlik etmenin hayalini kuruyor dum. Darvaş'ı Çınar Otelinde değil otelin bahçesinde çimenle rin üstünde oturarak dinlerdik. Nat King Cole ise hep dilimiz deydi. O sıralar Ayten Alpman adında genç bir kız gündüzleri kırmızı şortuyla bisiklete biner geceleri şarkı söylerdi. Erdoğan isimli bir arkadaşım beni bir gece oraya davet etti. Dansımızı, yürüyüşümüzü, oturuşumuzu şaşırdık. O da benim elimi tutma ya çalıştı olmadı... Sonbahar geldiğinde yeniden sinemalara gitmeye başladık. Yerli ve yabancı filmleri hiç kaçırmamaya çalışarak. Her hafta sinema dergisi almayı da ihmal etmiyorduk. Resimli romanlar, kontes Margolar, Mandrakeleri soluksuz okuyorduk. Babam ise iflah olmaz bir Cumhuriyet okuruydu. Biz ise arkadaşlarımızla artist resimleri biriktiriyoruz. Bana İhsan Evrim' den imzalı re sim geldiğinde dünyalar benim olmuştu. Bir gün Y ıldız dergisinde 1 genç kız ve erkek amatör oyuncu
54
arandığını gördüm. Bütün gece dergiyi elimden bırakamadım. Acaba resmimi yollasam mı diye. Bütün gece uyuyamadım. Kalktım aynaya baktım. Kaşımı kaldırıp Scarlett gibi kendimi seyrettim. Bendeki suratla artist olunamayacağına karar verdim ama yine içime sinmedi çekilmiş fotoğraflarımdan ikisini pem be zarflanmdan birine koyup bolca tükürükleyip kapattım. Son ra da üstüne Türkiye Yayınevi Cağaloğlu yazıp postaladım. A ma hiç kimseye söylemeden. Zaten patırdı gürültü içinde bu o layı unuttum gitti. Bir hafta sonu Bakırköy Sineması'nda Jenni fer Jones'in 'Kanlı Dük' filmini izledim iki gözüm iki çeşme e ve döndüm. Evde babam sigara üstüne sigara içiyor. Annem e linde bir zarf burnuma uzatıp hesap vermemi istiyor. Sonradan öğrendim ki 540 kişi içinde 1 1 kız 1 0 erkek finale kalmış bun lardan biri de benim. Babamın öfkesini anlıyordum da annemi kavrayamadım. Daha dört yaşından itibaren beni sinemaya taşı yıp beynime tohumlan eken o değil miydi? " Anneciğim lütfen canlı elemeye gidelim" dedim. Deneyeceğiz tabii dedi. Bir süre önce ailenin kararıyla kon servatuvara girmem engellenmişti ama bu kez annem de kararlı görünüyordu. Babam ise avaz avaz bağırarak " Benim onca yıl lık şerefli mesleğimle oynuyorsunuz. Beni şarka sürerler" diye _bağırıyordu. Ben ise çoktan sokağa fırlamış müjdeyi arkadaşla rıma vermiştim bile. Final gününe kadar evde her gün karar de ğişiyor bir gün evet, bir gün hayır deniliyordu. Nihayet o malfim gün geldi. Sabah erkenden kalktım. Dişle rimi iyice fırçaladım. Olmadı limonlu tuzla ovdum. Kaşlarım gür kirpiklerim ise çok uzundu. Saçlarımı tepemde sıkı sıkı tut turdum. Siyah tafta eteğimi, beyaz bluzumu ve şoset çorapları mı giydim. Annem de hazırlandı. Babam bizimle hiç konuşmu yordu. Annem yolda beni kazanamayacağıma ve buna üzülme mem gerektiğine inandırmaya çalışıyordu. Nihayet Turgut De mirağ'ın And Film şirketine geldik. İçerisi çok kalabalıktı. Kız ların hepsi süslü, gösterişli ve çok güzeldiler. Adının Nana ol55
duğunu öğrendiğim dünya güzeli bir kızı görünce (ünlü dansöz) iyice umutsuzluğa kapıldım. Bu arada gazeteci Ümit Deniz ya rışmacıları birer birer jüriye tanıtıyordu. Jüride Rejisör ve İstan bul Filmin sahibi Faruk Kenç, kameraman Enver Burçkin, ga zeteciler Sezai Solelli, Oğuz Özdeş, Cemil Cem Cahit, Nihal Yeğinobalı, Sara Karle, Ali İpar ve onun eşi Amerikalı artist Wirginia Bruce vardı... Derken beni çağırdılar. Heyecan içinde platoya girdim. Belki de biri beni itti. O kadar heyecanlıydım ki. Ümit Deniz bu kez benim elimi tuttu ve beni jüriye götürdü. Bütün ışıklar üzerime çevrildi. Biri saçlarımı açmamı söyledi. Bir başkası profilimi görmek... Ancak annemle dönerken iki miz de çok umutsuzduk. Bizim bu umutsuzluğumuz yalnızca babamın hoşuna gitti ve " tanrıya şükür boyunuzun ölçüsünü al mışa benziyorsunuz. Bu yaştan sonra yüreğime indirecektiniz. Artık adam gibi okur da bir meslek sahibi olursun" dedi. Ancak tam on gün sonra gelen mektup herşeyi değiştirdi. Bu yarışmanın birincisi bendim. Babam gene suratını indirdi. An nemin mutluluğu ise artık saklanamaz haldeydi. Çağınldığımız tarihte deneme filmi çekmek üzere And Filme gittik. Bizi Faruk Kenç ve Enver Burçkin karşıladı. ( 1 95 1 ) Bizi uzun boylu, yakı şıklı bir gençle tanıştırdılar. Adı Ayhan Işık'mış. O da erkekle rin birincisi olmuştu. Ayhanla beni aynalı bir odaya aldılar. Elimize birer tüp verip yüzümüze sürmemizi istediler. O güne kadar ruj bile sürmemiş tim. O bu kiremit rengi şeyi yüzümüze bulaştırdık demek daha doğru. Bir an Ayhanla gözgöze geldik. Başladık katılırcasına gülmeye. Ayhan ile dostluğumuz o an başladı. Enver Burçkin bu kez pudraları sürmemize yardımcı oldu. " Bu yüze sürülme den film çekilmez" diye açıklamada bulundu bir de. Nihayet çe kime başladılar. Sağa sola dönmeler, ileri geri gülmeler, ışıklar, parlamalar, pudralar... Çenemi biraz geniş bulmuşlardı. En iyi zaviyemin profil ve dömi profil olduğuna karar verildi. Daha sonra o günlerin ünlü fotoğrafçısı Kemal Baysal'a gittim ve bol
56
bol resim çekildi. Sezai Solelli ile ilk söyleşimi yaptım ve Yıl dız dergisine kapak oldum. Aile kızı olmam herkesi çok mutlu etti. Herkes bunu yazdı. Ancak okulda durum bu kadar hoş kar şılanmadı veya okulu, ya sinemayı seçmem gerektiği söylendi.. Kötü yola düşmüş zavallı bir kız gibi hissettim kendimi ve ağla maktan katılırcasına koşarak eve döndüm. Gururum incinmişti, acı çekiyordum ve ölmek istiyordum. Kendimi, şerefimi rezil etmiştim... Annemin tokadı ile kendime geldim. Bir aslan gibiydi. Gitti okuldan kayıtlarımızı aldı. Bir daha okumak istemedim. "Artist" denilince yüzüme kü çümseyerek bakanlardan intikam almaya o tarihlerde yemin et tim. İlk filmim için ata binmeyi öğrenmem gerekiyordu. Günde iki saat ata binmek için ders alıyordum. Atın tepesinde başım dönüyordu. Bana ders veren Ali çavuş korkumu yenmem için beni kasıtlı olarak bir iki kere atın üstünden düşürdü. 2,5 ayın sonunda kovboylar gibi olmuştum. Atın üstünde boş bir çuval gibi durmuyor, atı idare edebiliyordum. Rejisör Faruk Bey ara da yanıma geliyor film ile ilgili bilgi veriyordu. Bir gün ablasını sete getirip beni tanıştırdı. Nihayet çekim için Aydın'a gitme günü geldi...
Dördüncü Bölüm
Beyazperde'ye İlk Adım Annem beni Faruk beyin ablasına teslim etti... Ve hayatımda ilk kez uçağa bindim. lzmir'den sonra trene binerek Aydın'a geçtik. Garda bizi daha önce oraya giden ekip karşıladı. Yarış manın ikincisi olan Mahir Özerdem erkek oyuncu olarak rol alı yordu. Ayhan Işık ise Yavuz Sultan Selim isimli bir filme başla mıştı. Oyunda Vedat Karaokçu, Kadir Savun, Tamer Balcı, Mu azzez Arçay, Zeki Alpan ve Zenne Necdet rol alıyordu. Hepsi neşeli, keyifli insanlardı. Vedat Bey elinde bir efe yeleği hem tamir ediyor hem de yanık yanık Ayşem operetinden şarkılar söylüyordu ... Gece Melahat Hanımla aynı odada kaldık. Ben pazen geceliğimi giyip, iyice yatağın içine büzüldüm o ise de kolte bir gecelik ile buz gibi suda kollarını, boynunu filan yıkı yor bir yandan da anlatıyordu. Ben ise evimden ayn geçirdiğim ilk gecenin heyecanı, hüznü ile sessizce ağlıyordum. Sonra ise uykuya dalmış gitmişim... Ertesi sabah uyanıp aşağı indiğimde herkesi telaş içinde bul dum. Bana rengarenk bir şalvar verdiler. Başıma fes taktılar, pul lar dikildi. Zeki bey o malum macunu yüzüme sürdü, pudralan dık. Sonra koca bir otobüse bindik. Bir otobüs dolusu efe, silah lar, kılıçlar... Eğlenerek çekim yerine vardık. Onbeşime henüz basmıştım ama herkesin bana çocuk muamelesi yapması hoşuma gitmiyordu. Bu arada ben de "Şu artist takımını bir öğreneyim"in telaşında herkesi inceliyordum. Y önetmenin çalışması, Enver 59
Beyin yer arayışları, horozun kesilip alnımıza sürülmesi hepsi rü ya gibiydi. Derken ortaya bir tabut getirdiler, kapağını açtılar. Ben ne olacak diye şaşkınlıkla bakarken yönetmen " Hadi kızım gir içine" demez mi? Ben başladım titremeye, ama çaresiz girdim tabutun içine. Bir de üstüme kapağı kapatmasınlar mı? Ölecek tim telaştan ... Tabutun içinde çok korkunca yavaşça kapağı aralı yorum. "Çabuk kapat" diye bağırıyorlar. Başımda iki kişi kaçış planları kuruyor. Derken kapak açılıyor Mahir ve Tamer birer ko luma yapışıyorlar dağlara doğru kaçıyoruz. Niye, niçin hiç bilmi yorum .. . ayaklarımı yerden kestim, iki adam beni uçurmaya baş ladılar. Bir hayli uçtuktan sonra nihayet yemek molası verildi. Sonra dağda çalıların arkasına gizlendik. Aşağıda zaptiyeler. Si lah sesleri. Benim de elimde bir silah, bastım tetiğe. Sırtüstü yu varlandım. Haydi bir daha ... Pat küt sesleri arasında akşamı ettik. Stop denildiğinde yorgunluktan ayakta duracak halim kalmamış tı. Yardımıma hep "Zenne Necdet" dedikleri efe mi ne bir bey koşuyordu. Ertesi gün Zenne'yi efe kılığına sokup dağları tır mandırdılar. Zavallı bir yerde dala takıldı kaldı. Yarasa gibi... Na sıl bağırıyordu "beni kurtarın" diye. Settekiler ise gülüyorlardı... Bir gün yolumuz Koçarlı yakınlarındaki Çakmar Çiftliğine düştü ... Orada çekim yaptık. Bize Aydın usulü tandırlar yaptı lar... Günün birinde bu çiftliğin sahiplerinden Özdemir Birsel i le evleneceğimi kim bilebilirdi ki? Nihayet İstanbul'a döndük. Dahili sahneler stüdyoda çekildi ... Filmi ilk seyrettiğim anki heyecanım anlatılır gibi değil. Şal varlar içinde bir kız kukla gibi oradan oraya koşuyor. Kendimi hiç beğenmedim. Zaten hiçbir zaman tam beğendiğimi anımsa mıyorum. Elbette basın bana önemli bir yer ayırdı ve ben niha yet ilk paramı yani 1 500 liramı aldım. Bu benim kazandığım ilk para idi. Annemle alışverişe çıktık. Kendime taba rengi bir tay yörlük, beyaz ipek buluzluk kumaş, askılı çanta, ipek çorap, jar tiyer aldım. Babama da pantoflu bir terlik, anneme parfüm, kar deşime ceket alınca param da bitti. Terzi param bile kalmamış-
60
tı. .. Ama onu annem karşıladı. Çok şık olmuştum. Bu kıyafete bir de siyah kurdele kondurunca içim rahat etti... Bu kondurma huyum da zaten hiç bitmedi ... Herşey tamamdı da jartiyer ve çorap beni sıkıyordu. Lastikler beni yukarı doğru çekiyordu, sanki adımlarımı zor atıyordum. Zaman zaman Babıali yokuşu nu tırmanır, Türkiye Yayınevi'iıe gider Cemil Cem Cahit ve Se zai Soleli'ye konuk olurdum. Bana gazoz ikram ederlerdi tatlı tatlı söyleşirdik. Zaman zaman Oğuz Özdeş de katılırdı. Benim le ilk söyleşiyi yaptığı için Sezai Bey kendisini vaftiz babam gi bi görürdü. Ara sıra Ayhan ile karşılaşıyorduk bu büroda. Faruk Kenç bir gün annemle beni Beyoğlu'ndaki Abdullah Lokantasına davet etti. Sonbaharda iki filme başlayacaktık. O daha önce Amerika'ya gidecek, dönüştede "Rüyam" isminde tekne ile lstanbul'a döneceklerdi...
Artist adayı Belgin geleceğe umutla bakıyor.
Beşinci Bölüm
Görümcelerle tık Prova Faruk Kenç'in de içinde bulunduğu " Rüyam" teknesi İstan bul'da büyük törenlerle karşılandı. Yolda başlarına gelenler, bali na ile mücadeleleri günlerce konuşuldu. Faruk Bey bana ve kar deşime paçaları ekose çevrili birer blucin ve kızılderili mokoseni getirmişti ... Nihayet Antalya hazırlıkları başladı. İki film " Kanlı Çiftlik" ve " Köroğlu" bir arada çekilecekti. Erkek oyuncu ise Bülent U fuk'tu. Aliye; Zihni Rona, Cihan Işık ve Coşkun kardeşler de fil min öteki oyuncularıydılar. Kameraman ise özellikle harici çe kimleri pek ünlü olan Enver Burçkindi... Bir de o zamanlar gece sahnelerini kameraya kırmızı filtre koyarak gündüz çekerdik. Antalya yolculuğuna Faruk Beyin iki kızkardeşi de katıldı. Benim yakın arkadaşım ise Işık Toraman yol boyunca bana mi dem tuttuğu için karton külahlar yaptı. Kabus gibi geçen yolcu luktan sonra Antalya'ya vardık. Ferda Kahraman'ın çiftliğine yerleştik. Bize deniz kenarında karyolalar kurdular. Biz sinek lerle uğraşırken Faruk Beyin kızkardeşleri cibinliklerini taktılar. Deniz, orman, dağ, portakal bahçeleri, göl, pamuk tarlaları her şey o kadar güzeldi ki... Ronalar çok hoştular. Aliye Rona siyah saçları, çakmak çakmak gözleri ile o kadar güzeldi ki. Zihni Bey ona adeta tapıyordu. İkisi de ot yemeye bayılıyordu. Kolla rında sepetler durmadan ot topluyorlardı. Zihni Bey bazen " Al63
yoşka Alyoşka bak sana neler topladım... hayat iksiri bunlar" diye şarkılar söylerdi. Onların aşkını hep gülümseyerek, içim sevgi dolarak anımsardım...
Artist Takımından Biri Olmak... Bu filmlerin de ötekilerden farkı hiç yoktu. İyiler, kötüler, si lahlar, kaçanlar, kovalayanlar... Artist takımından olmaktan do layı mutluydum. Renkli, yaratıcı kişilerdi hepsi. Ben hepsiyle samimiydim ... Ancak asla laubali olmadım. O stop lambasını i yi bir yere koymuştum. Yaşamım boyunca da bu saygı ve sevgi meselesini iyi dengelediğimi sanıyorum... Mesleğimde saygın biri olmaya yemin ettiğim okuldan ko vulduğum günkü ruh halim belki beni bu kadar kontrollü yaptı. Oysa müdürden intikamımı yıllar sonra aldım... Nasıl mı? Oğlu Bakırköy Lionsların başkanıydı ve bana bir Bakırköylü olarak onur ödülü vermek istemişlerdi... Ne olduğunu hatırlamıyorum o gün toplantıya gidememiştim .. . Pazar günleri çalışmıyorduk. Ekip, çekim haricinde bol bol denize giriyordu. Faruk Bey ise avlara katılıyordu. Bir keresin de beni ve Işık'ı da götürdü. Saatlerce tırmandık, çizmeler aya ğımı vurdu, dilim beş karış dışarıda... Av filan da olmadı. .. İstanbul'a döndüğümüzde dahili sahneler çekiliyordu. Bu a rada kontes rolünde oynayan Ayfer Feray ile tanıştık ... Bir yan dan çekim yapıyor, bir yandan da hazır olanların iç kopyalarını izliyorduk. Bu alışkanlık sonra tüm sanat yaşamım boyunca yerleşti kaldı bende... Hatta bir keresinde Halit Refiğ'in yönetti ği " Kırık Hayatlar" filminde ilginç bir anı yaşadım ... Halit Bey'in adeti filmini önce tek başına izlemekmiş... Ben de me raktan öleceğim. Onun izleyeceği saati öğrendim. İçersi karan lık olunca gizlice girdim oturdum. Film bitinceye kadar da so luk bile almadan izledim. Işıklar birden yanınca Halit Bey beni gördü. O anki halime hem çok şaşırdı hem de çok güldü ... 64
Ayhan'la Birlikte Taşlandık Filmlerim ne yazık ki yeterince ses getirmiyordu. İşte böyle bir dönemde Osman Seden " Öldüren Şehir" adlı filmde oyna mamı istedi. Senaryosu bana daha önce izlediğim bir Alman fil mini anımsattı. Fakir bir genç kızın düşleri ve başına gelenler... Karşımda da Ayhan Işık olacaktı. Nihayet onunla aynı filmde oynayacaktık. Kenan Pars ilk kez bu filmle kamera karşısına ge çecekti. Turan Seyfioğlu da vardı. Settar Körmükçü babamı, Muazzez Arçay annemi, Pola Morelli ise kötü kadın rollerini üstlenmişlerdi. Y önetmen ise Lütfü Akad'dı. Kameraman Kri ton İlyadis, asistan Sım Gültekin. Kamera asistanı ise Kenan Kurt.. Bir yanımda Turhan, bir yanımda Ayhan fotoğraflar çekil di. İkisi de boylu poslu, ben bellerine geliyordum neredeyse. A yağımın altına karton kutular koyup boyumu uzattılar. .. Tipik bir sinema işleyişi ... Nihayet çekime başlandı. Mehtaplı bir gecede Ayhan ile bir bankta elele oturmamız gerekiyor. Ancak ışıkları gören halk ba şımıza toplandı. Bizi çembere aldılar. Başımı Ayhan'ın omzuna koymam lazım utancımdan koyamıyorum. Polis çağırmaya gittiler. Derken bir taş attılar üstümüze, sonra ötekiler... Resmen taşlanıyorduk. Linç edileceğiz korkusuna kapıldık... Arpar topar kaçtık oradan. Sonra bu sahneyi dahili çektik. Bu rol çok oyun gücü istiyordu. Öyle dağ bayır koşmaya benzemiyordu. Lütfü bey ise çok titizdi. Defalarca prova yaptırıyordu. Bir ağlama sah nesinde ise gözyaşlarım kurumuş gibiydi. Herkes çıldıracaktı. Lütfü geldi yüzüme iki tokat attı. Ne olduğumu anlamadan, baş ladım hüngür hüngür ağlamaya. İki tokat da Turhan'dan yedim. Beynim döndü. Burnumdan kan geldi. Turhan ne yapacağını şa şırdı. " Birşey olursa seni Londra'ya tedaviye götüreceğim" dedi durdu. Bu film bana yaşamımın en önemli ödülü olarak gördü ğüm, sakladığım ve uğruna inandığım "Film Dostları Sanat Ar mağanı" ödülünü kazandırmıştı. Henüz onyedi yaşındaydım ... 65
O sıralar filmler hep dekorlarda çekilirdi. Dekorun yapımı da dahil bir filmin çekimi iki-üç ay sürerdi. Bu arada Sırrı aile dos tumuz ve komşumuz olarak beni himayesine almıştı.
ilkfilmlerinden birinde, eşi ile arasındaki aşka hayran kaldığı Aliye Rona ile Belgin Doruk
66
Güzellik Yarışmaları Bir gün evde uzanmış gazete okuyordum. Güzellik yarışması ile ilgili bir haber okudum. Türkiye güzeli seçilecekti. 1 95 1 yı lında Günseli Başar ülkemize. birincilik kazandırmıştı. Birden i çeriye Hergün Gazetesi'nin sahibi Faruk Gürtunca'nın kendi gi bi gazeteci olan kızı Ülkü geldi. O da benim çok iyi arkadaşım dı. Nefes nefese bana güzellik yarışmasına katılmamı söylüyor du. Birinci eleme yapılmıştı ama beni ikinci elemeden yarışma ya dahil edeceklerdi ... " Aman deli misin git işine" dedim ana nafile ... Çılgın gibi bir anneme bir bana baskı yapıyordu. Bir gir. Ne kaybedersin ki?" dedi annem birden. Ertesi gün Ülkü al dı beni Daver Bey'e götürdü. Yaşımı bir yaş büyüttük. .. Biz o radayken davetiye almak için gelen Ayten Akyol diye bir kızı da yarışmaya katılmaya ikna ettiler. Biz iki şaşkın güldük hali mıze. Yarışma iki gün sonra yapılacaktı. Hemen san organzeden bir elbise dikildi. O sıralar lasteks mayo bulmak çok zor. Ülkü, bana Amerika'dan getirdiği kendi mayosunu verdi. Uzun to puklu ayakkabılar aldık. O gün sete gittiğimde Osman Seden'e olan biteni anlattım. O kendine has konuşmasıyla " Çiçek ablası çiçek, çok iyi etmişsin" dedi. Ülkü yarışma sabahı saçlarımı sardı. Kirpiklerini bol tükü rüklü rimelle fırçaladım. İyice yelpaze gibi oldu. Cildim zaten iyiydi. Ünlü terzi Suat Aysan sanki cildinde ampul var derdi. Biz iki araba yola çıktık. Babamın yüzü yine asık. Terfisinin gecikmesine neden olarak bizi görüyordu. Spor Sergi Sara yı'nın arka kapısından insanları yara yara içeri girmeyi başar dık. Hepimizi büyük bir odaya topladılar. Esmer güzeli Ceylan Ece birinci elemenin favorisi olarak kendinden emin bir şekilde oturuyor. Bir köşede ise yüzü kireç gibi Ayten Akyol makyaj yapmaya çalışıyor. Benim çenem de leylek gibi titreyecek hal de. Numaralarımızı iğneledi birisi. Ben 40 numarayım. 1 02 ki67
şilik jürinin en yaşlı üyesi ünlü ressam İbrahim Çallı. En genci ise Günseli Başar. Tuvaletlerle jürinin önünde dolaştıktan sonra mayolanmızı giydik çıktık. Birden Sergi Sarayı "40 40" diye inlemeye başladı. Heyecandan ayaklarım yerden kesilecek gibi oldu. Kendimi içeri zor attım. Ülkü bir bardak suyu bana uza tırken sonuçlar açıklandı. Ayten Akyol birinci, Belgin Doruk i kinci Ceylan Ece ise 3. olmuştu. Boynumuza kurdeleleri taktı lar. Son tur için podyuma çıktığımızda halk jüriyi protesto edi yordu. 40 numara diye her yer inliyordu. İçeri giremiyordum bir türlü. ortaya gelip ellerimi kaldırıp selam verdiğimi hayal meyal hatırlıyorum. İçeri girdiğimde sandalyeye yığılıp kal dım. . .. Dışarı çıktığımda halk kapıda bekliyordu. Bir yaşlı ka dın " Hakkını yediler yavrum. Allah bahtını açık etsin" diyor, bir başkası da " O halkın birincisi" diyordu. Ülkü ise artist ol mamın jüriyi olumsuz etkilediğini söylüyordu. Ertesi günkü bütün gazeteler jürinin birincisi Ayten Akyol. Halkın birincisi ise küçük Belgin diyordu. Evimiz gazeteciden geçilmiyor, filmlerim tanıtılıyordu. Os man Seden zevkten dört köşeydi. Bakırköylüler şerefime bir ba lo düzenleyip beni hediye yağmuruna boğdular. O zamanki bu ilginin daha sonraları yaşamdan bezdireceğini nasıl bilebilirdim ki.... O küçücük aklımda artık topluma malolduğum, her davranı şıma çok dikkat etmem gerektiğine karar verdim. Basının ürkü tücü gücüyle kendimi sınırladım. Attığım her adımın ne kadar önemli olduğunu biliyordum artık. Bir sürü gazeteci tanımıştım. Artık evde, sokakta, mutfakta, yemek yerken, yürürken, çocuk doğumunda, hastalıkta her şeyde onlar vardı. Bir kez yılbaşı ba losunda Park Otelin o çok cilalı parkesi üstünde dans ederken bir ayağım kayıp düşmüştüm. O Aydın'ın doğumuna ilişkin bir anım var. Doğum daha yeni olmuş, ben ancak ayılıyorum. Y ü zümde belli belirsiz fırça darbeleri hissediyorum dudağımın üs tünde bir şeyin dolaştığını hissediyorum. Bir gözümü açıyorum 68
ki sevgili Çolphan İlhan bana makyaj yapıyor. Nedeni de kapı da bekleyen gazeteciler... Sevgili Çolphan bana kirpik bile ya pıştırmış... Bu yarışma sonrası işlerim iyice yoğunlaştı ve Beyoğlu'na yakın olmak için Şişli'ye taşındık. Bir gün eve döndüğümde Se zai Bey evde beni bekliyordu. Bana gazetelerinin düzenlediği Avrupa Güzellik yarışmasında ülkemizi temsil etmeyi önerdi. Tüm itirazlarıma rağmen elbiseler dikildi, hazırlıklar yapıldı, elimde sorular, cevaplar... Bir yandan da "Öldüren Şehir" in son sahnelerini çekiyoruz ... Yarışmada delege ve tercüman konusunda Orhan Boran bana yardım edecek.... Şaşkınlık içindey dim. Apar topar güzellerle tanışma kokteyline gittim. Kurdele lerimizi takıp basına poz verdik. Yunan güzelinin bana hediye olarak getirdiği mayoyu giymiştim. Ama Günseli Başar bana bunun doğru olmadığını ikimizin aynı mayolu olmasının yanlış lığını söyledi ve mavi bir mayo verdi. Kokteyller, partiler, ye mekler, tenis turnuvaları... Birden Orhan Boran' ın BBC işi çık tı. Bu kez Faruk Kenç bana yardım etme görevini üstlendi. Yarışma anında giymemi istedikleri bikiniyi görünce şaşır dım. Vatan millet uğruna deyip onu da giydim. Çekiştire çekiş tire çıktım ortaya. Gazeteciler mayolu ve bikiniliyken bana da ha çok ilgi gösteriyorlardı... Sonunda yarışmada final oldu. İtal yan güzeli birinci, İngiliz ve Fransız ikinci, Monte Carlo ile ben de üçüncü olmuştuk. Son anda podyum çöktü. Ortalık karıştı... Ve nihayet bu yarışma faslı sona erdi...
Altıncı Bölüm
Mutluluk Hayalleri Bu yarışmalardan sonra parlak izdivaç teklifleri almaya baş
ladım. Annem mesleğimi sürdürmek şartıyla biriyle evlenmemi
istiyordu. Çünkü artık peşimde olmaktan yorulmuştu. Benim
evlenmeyi düşündüğüm biri vardı. Bunu anneme söylediğimde yüreğine inecekti. Bu benden 27 yaş büyük olan Faruk Kenç'ti.
O benim için My Fair Lady' deki mister Higgens' ti ... Annem
bunu duyduğunda yüreğine inecekti. Ama ben gerçekten aşık
tım ve gözüm ondan başkasını görmüyordu. "O senin baban ya
şında olmaz" demesine aldırmadım ve rüştümü ispat ettiğim
gün Faruk Beyin Ayazpaşadaki evinde yalnızca çok yakın dost larının katıldığı sade bir törenle evlendim.
Evimiz ufacıktı ama çok zevkli döşenmişti. Rustik salonun
önünde Kabataş iskelesine bakan sarmaşıklarla kaplı bir balko
numuz vardı. Mehtaplı gecelerde balkonda yaşadığımız o keyif
beni hep mutlu etti. Ben ve Faruk çok mutluyduk. Herşey rüya
gibiydi. Zaten üç yıldır birbirimize alışmıştık. Faruk ile birlikte sosyal yaşamım başladı. Pazar sabahları hemen evimize yakın
olan sipahi ocağına gider ata binerdik. Ben her grubun sonunda olur, yollardaki böğürtlenleri toplardım. B azı hafta sonları Ku
ruçeşmedeki Enver Paşa korusunda pikniğe giderdik. Bu biraz da ziyaretti. O zaman korunun içinde 3 katlı evde Faruk Beyin yengesi Kamil Beyin eşi Naciye Sultan oturuyordu. Kamil Bey
ünlü Enver Paşa'nın kardeşiydi. Meğerse o vasiyet etmiş bu ev71
liliği. Kamil Bey ava, silahlara, mantara düşkün bir beydi. Naci ye Sultan ziyaretlerimizi de bizi boğaza karşı balkonu olan evin üçüncü katında kabul eder, burada çaylar içilirdi. Şişman mavi gözlü, mihrabı gençlik günlerini benimle bir daha yaşardı. Onu son gördüğümde Ayazpaşadaki bir evde oturuyordu. Zor bir ameliyat geçirmişti. Vedalaşırken elimi sıkı sıkı tuttu. İ yilik dilekleri ile bana tümüyle veda eder gibiydi. Zaten iki gün sonra da ağzından burnundan kanlar gelerek ölmüştü. Gençli ğinde çok hovarda ve müsrif olduğu söylenirdi Naciye Sul tan 'ın. Şimdi onun yaşadığı o yerde adını taşıyan ünlü konutlar yapıldı. Avrupa sosyetesinde oynadığı oyunlar, bozdurduğu mü cevherleri çok anlattılar. Kayınvalidem Hasene Killigi, Enver Paşa' nın kız kardeşiydi ve dünyalar güzeliydi. Ben tanıdığımda 80 yaşındaydı ama o yaşta bile biçimli kaşları, güzel bakan gözleri ile yumuşacık, a sil bir kadındı. Bir kez bile onu sabahlıkla, taranmamış saçla görmedim. Onu çok sevmiştim O da beni. Patik örmesini o öğ retmişti bana ve de bir inci kolye takmıştı. O kolyeyi de ne ya zık ki satmak zorunda kaldım günün birinde. . . Artık evli bir kadın olarak yemek yapmayı öğrenmem gere kiyordu. Faruk Beyin kardeşi Melahat Hanım bu konuda bana yardımcı oldu ... Sonra da iyi bir şölene döndürdüm. Çiçekler, mumlar, şamdanlar ve pek çok sürpriz. . . Faruk Beyin arkadaşla rı Ali İpar, İhsan Ağar, Turgut Demirağ, Ferda Kahraman, Fey yaz Altınorak, Haluk Camcıgil, Galip San ve eşi Selmin .... O zamanlar İparların kotrası kiralanırdı. Bir keresinde benim do ğum günümü kutladık teknede. Ancak hava patladı. Hepimiz kotranın altına doluştuk. . . ama yine de çok güzel bir yıldönü müydü benim için ... Sene 1 955'ti sanıyorum. . . Evimizde çok kıymetli antikalar vardı. Abdülmecid'in, En ver Paşa'nın orijinal yağlı boya resimleri, Ayvazovsky'in tablo su antik çerçeveler içinde duruyordu. İçki dolabımız ve çalışma masamız da çok değerli antikalardı. . . . Bu arada ben de Suavi 72
Sonar ' in eşinden giyinmeye başlamıştım. O Paris'ten elbise ve
aksesuar getirir satardı. Suat Aysan ise film kıyafetlerimi özel
olarak hazırlardı. Hatta bir kez Zeki Müren ile oynayacağım "Hayat B azen Tatlıdır" filminin renkli çekilecek olan rüya sah
nesi için rengarenk şifonlardan hazırladığı kıyafeti en unutul
maz anılardan biri olarak halen saklarım. . .
Refıi Cevat Ulunay v e Osman Nihat Akın ise tüm hoş soh
betlerine karşın ağdalı bir İstanbul uslubu ile konuşurlardı. Be nim senli benli bir konuşmamı eşim çok kınamış ve beni uyar
mıştı. . . Ne de olsa M ister Higgens ben de my fair ladysiydim . . .
Bir ağzıma biber koymadığı kalmıştı. Halen yüzüm kızarır o
anı hatırladıkça.
O zamanlar samba çok modaydı ve mister Higgens Faruk
Bey çok da güzel dans ederdi. en ince figürlerine kadar öğretirdi
her şeyi olduğu gibi dansı da. Yılbaşı balolarında Hilton' da ya da Kervansarayda, piste çıktığımızda dans yarışmasındaymışça
sına numaralar yapardık. Eşim benden hayli yaşlı olmasına kar şın çok hareketli yaşam ve coşku doluydu. Ben bazen evde otu
rup tembellik yapmak istesem "Beni arkadaşlarımdan uzaklaştı rıyorsun" diye söylenirdi. Haluk Samiye, Galip Selmin çiftleri
ve bazı arkadaşlar kar tipi demeden üstü kapalı ciplerle ormana
gider, bekçi kulübesinde sıcak şaraplar içer sonra da sucuk ek mek yerdik. Kışın tadını çıkartırdık. Dönüşte buz tutmuş o bo
ğaz virajları benim aklımı başımdan alırdı.
Evlendikten sonra Erman filmden Zeki Müren ile oynamam
için bir teklif aldım. "Son beste" adlı bu filme hemen başladık.
Ona hemen ısındım. Sıcak, esprili saygılı hoş bir gençti. Bana
hep "Ayol bu kadar erkenden evlenecek ne vardı. Seni ben ala
caktım." derdi. Ben 1 9 o da 22-23 yaşlarındaydı. İkimiz beraber büyüdük. Elimdeki resimlerde bu gelişmeyi çok iyi anlıyorum.
Yüzümüzdeki o masum ifade yıllar geçtikçe daha anlamlı bir çehreye dönüştü. Sonunda 60'lı yaşlara geldiğimizde ikimiz de 1 20' şer kiloluk çok manalı bir güzelliğe bürünüp evlere kapan73
Belgin Doruk evliliğinin ilk günlerinde mutlu ve huzurlu... Daha acıyı pek bilmiyor.
dık. Herhalde aynı anda artık TV 'ye çıkamayız. B izi göstere
cek ekran bulmak kolay olmaz herhalde . . . Zeki' yle çok dost ol duk. Onun o sıcaklığını halen çok özlüyorum. İkimiz de kimse
lerle görüşmüyoruz. Kabuğumuza çekildik. Ama yüreğimdeki
sevgisi hiç eksilmedi. Onu özledim ve sesini duymayı hiç ol
mazsa çok istiyorum. Zeki ile "Son Beste"nin ardından "Kader"
ve "Ölüm Korkusu" adlı filmleri çektik. Zeki Müren o sıralar "Belgin olmazsa oynamam" diye şart koşuyordu yapımcılara . . .
Eşim ile gezmelerimiz sürüyordu. O koyu bir Galatasaray ta
raftarıydı. Kombine biletler alınır ve illaki her hafta sonu maça
gidilirdi. Ümit Deniz, Ali İpar, Turgut Demirağ ve kadim dostu
muz Esat hep birlikte olurduk. O bağırışlar, çağırı şlar, heyecanlı
oturup kalkmalar beni maçtan daha çok ilgilendirirdi. Esat be
den eğitimi hocasıydı ve eşiyle birlikte bana jimnastik yaptırır dı. O sıralarda Galatasaray'ın en ünlü oyuncuları Metin, Turgay,
Sarı Naci Türkiye
2. güzeli seçildiğim zaman Fenerbahçe ile
yapacakları şampiyonluk maçı için beni stadyuma davet etmiş lerdi. Hiç unutmuyorum beyaz bir elbise giydim. Sahaya çıktı
ğımda kendimi bir nokta kadar küçük hissediyordum. Alkışlar
arasında hakem getirip topu ayağıma koydu. Yaradana sığınıp
topa bir tekme attım. Ayağım uğurlu geldi ve Galatasaray maçı
kazanıp şampiyon oldu. Sonra şampiyonluk balosunun şeref ko
nuğu oldum ve bana gümüş bir tabak hediye ettiler. . .
Faruk kendi giyimine çok düşkündü ve beni de çok denetler-
di. Eldivensiz, şapkasız hiçbir galaya gitmezdik. Opera ve kon
serlere ise smokin ve tuvaletlerle giderdik. Leyla Gencer' i loca
dan mavi mineli, sedef kakmalı dürbünle izlediğimi hatırlıyo rum. . . .
Turgut Demirağ 'ın Göztepe 'deki köşkte verdiği garden par
tiler, İhsan Agor' un Büyükada'da verdikleri hepsi çok güzeldi.
Bir ara Semia ve Haluk bizi Beyrut' a davet ettiler. Semia Bey
rut'un en zengin kızlarından biriydi. Film çalışmalarına on gün
ara verip gittik. Arabalar, uşaklar, aşçılar, tenis kortları, yüzme 75
havuzları, muhteşem bir evdi palmiye ağaçları arasında . . . Semi
a'nın babası sabahları gecelik entarisi ile dolaşır her görüşünde
eli göğsünde "Ehlen ve sehlen" diye selam verirdi. Yarım saat i
çinde beş kere karşılaşırsan yine aynı selamı verirdi. O sıralar 1
Türk Lirası 2 Lübnan lirası ediyordu. Ama Semia o kadar kali teli giyinmeye alışmış ki beni de en pahalı mağazalara götürdü.
Hiç ucuz bir şey alamadım. Gece kulüpler, gündüz alışveriş ve
plaj derken zaman akıp geçti.
İstanbul'da oturduğumuz evin alt katına her yaz Irak'tan bir
paşa gelirdi. Kocaman siyah bir Cadillac ve şoför kapıda hazır
beklerdi. Çok zengin ve nüfuzlu bir beydi. Evinde Türk Musiki
si geceleri düzenler, Adnan Menderes de zaman zaman bu gece
lere katılırdı. Biz de belimize kadar aşağı sarkar olup biteni an
lamaya çalışırdık. O da daha sonra evinin üstünü kapattı. . .
Hamilelik 1 956 yılının Eylül ayında hamile olduğumu öğrendim. Ayak
larım yerden kesildi. Ancak eşimin tavrı "bu çocuk için zaman
çok erken" şeklinde oldu. Yıkıldım. Gücüme gitti. Madam An
tuanet ve Faruk beni doktor doktor dolaştırıp çocuğu aldırmak
istediler. Korkunç birkaç gün yaşadım. Kimisi daha çok küçük
dedi almadı, kimisi "İlk çocuk alınmaz" dedi. Ve sonunda bebe ğin kalmasına karar verildi. Sevincim biraz buruktu ama mut luydum. Zafer benim ve minicik bebeğimindi. Bu karar alındı
ğında karnıma dokundum ve miniğimi usul usul okşadım . . .
Çünkü anne olmak istiyordum. . . Çocukluk işte. Hem deli gibi çalış, hem de anne olmak iste . . . .
1 95 6 yılının 1 6 Mayıs'ında Şişli' deki Ataman kliniğinde kı
zımı dünyaya getirdim. Gözümü açtığımda kucağıma verdiler
Gülümü. Pespembe
buruşuk bir yüz vardı. öpmeye korktum.
Kırılıp dökülecekmiş gibi geliyordu. Şaşkın ve mutluydum. 1 9
yaşında anne olmuştum . . . Kucağımda güzel güzel dururken bir76
den ağlamaya başlıyor, hemşire emzirmemi söylüyordu. O kü
çük bebek de mememe yapışıp cak cuk sesleri arasında kamım
doyurmaya çalışıyordu. Eve geldiğimde doktorumuz bir nutuk atarak bebeğin dünyanın en büyük şantajcısı olduğunu disipline
etmemiz gerektiğini, her ağladığında kucağa almamamız gerek tiğini filan söyledi . . .
Gülümü salonun ortasında dantellerle fistolarla süslü sepete
yatırdık. Biz de kendi odamıza geçtik. . . Bütün gece Gül orada ben yatakta ağladım. Faruk her yataktan fırlamaya çalıştığımda
elimi tutuyor "Doktorun dediğini unutma" diyordu. Oysa yav
rum beni istiyor ben onu . . . Bu ne yanlış bir emirdi tanrım. . . Oy
sa şimdi çocukları annelerin kucağına veriyorlar. Bol bol öpü
şüp koklaşıp cam istedikçe süt emiyor çocuklar ve ana çocuk
kalp atışlarıyla daha dayanışıyorlar birbirlerine.
Annem hemen emektar dadımız Fattuma ' yı benim yanıma
getirdi. . . Bu arada ben de 75 kilo olmuştum. Göğüslerim süt do lu. Bir akşam bir davetten döndük. Elbiseyi üstümden çıkart
mam mümkün değil. Anneme sonunda fenalık geldi ve makası kaptığı gibi elbisemi kesiverdi. Bu sırada Rüçhan da (Çamay)
Melike' yi dünyaya getirdi. Rüçhan ile hep çocuklardan konuş maya başladık. Birbirimize mamalar, doktorlar, ilaçlar tavsiye ediyorduk.
Güzel, endişeli heyecan ve de sevgi dolu günlerdi. Doya do
ya yaşayamadığım hep özlediğim bir dönemdi bu . . . Tüm anne
lere anneliklerinin her anım doya doya yaşamalarım öneriyo
rum. . . B acı kalfa "Uyusun da büyüsün, tıpış tıpış yürüsün . . . " di
ye ninniler söylüyordu . . . Ben karışınca da "Ükela sene de anne ne de ben baktım. Şimdi kalkmış bana akıl veriyor" diye sinirle niyordu . . .
77
Faruk Kenç ile olan evliliğinde ilk zamanlar bir leydi gibiydi Belgin... At gezileri partiler, kokteyller, yemekler. .. Kimi zaman çayırların ortasında dinleniyor, kimi zaman evinin havuz kenarında güneşleniyordu. Ama çoğu kez mutlu mutlu gülümsüyordu. ilk aşkın, ünlü olmanın sevilip, sevilmenin gözleri kör eden mutluluk sarhoşluğundaydı.
Yedinci Bölüm
İlaçlara İlk Adım Ben annelik ile uğraşırken Turgut Demirağ ve Faruk Esat
Mahmut Karakurt'un "Çölde Bir İstanbul Kızı" adlı filmini yap
maya karar verdiler. Evde senaryo çalıştılar günlerce. Havuza
çıplak girmem gereken sahne yüzünden tartıştılar. Ve sonunda
"Fazla erotik, olmaz ve dahi olmaz" diyen Faruk'un dediği oldu.
Onlar senaryo ile uğraşırken ben kilolarımdan kurtulmanın yol
larını arıyordum. Doğum yapalı henüz üç ay olmuştu. Bel korse
leri ısmarlandı. Beni zayıf gösterecek modeller aranmaya baş landı. Derken bir gün annem elinde bir ilaç şişesi ile geldi.
79
Ve bu beni hayatımdaki kötü dönemin başlangıcı oldu . . . An
nem ilacı uzatıp "İç şunları da zayıfla. Fil gibisin. . . " Annemin
bana verdiği OBEX isimli zayıflama ilacıydı. Bu ilaçlarla yaşa
mımın önemli bir bölümünde kilolarımı kontrol etmeye çalış
tım. Sonunda da canıma okudular.
Nihayet filmin çekimine başlandı. Atlı, çöllü tam Turhan
Seyfioğlu' na göre bir roldü. B ir sahnede Turhan' ın beni atla kovalaması gerekiyor. İkimiz de ata bindik ve ben ne olduğu
nu anlamadan kendimi yerde buldum . . . Ben gözümü açmaya
çalışırken yönetmenin çığlıkları geliyordu "Harika bir çekim oldu . . . harika."
Kızımı çok seviyordum. Ama hiç zaman ayıramıyordum.
Annem ve dadım ona bakıyorlardı içim rahattı ama yine de kı
zımı çok özlüyordum. Ne zaman vakit bulsam onu alıp gezdiri
yordum Bazen bir pastaneye, bazen çocuk bahçesine . . . Sarım
trak yüzü ve çekik gözleri ile Gül eskimolara benziyordu . . '
Sarışın Belgen 1 957'de önce İzmir' e Baki Tamer ile gidip "Çiçeli Bülbül"ü
çektim . İstanbul' a döndüğümde ise Hasan Kazankaya senaryosu
kendine ait olan Lejyonun Dönüşü' nde oynamam için beni ikna etti. Kocayı; Hayri Esen, sevgiliyi Fikret Hakan oynayacaktı .
Orhan Günşiray adında bir genç ise ilk kez denenecekti. Orhan
Arıburun' un yöneteceği filmde Saime Bekbay, Uğur Başaran ve
Pervin Par da rol alıyorlardı. Rolün gereği saçlarımın san olma
sı gerekiyordu. Zamanın en iyi kuaförüne götürüldüm. Saçlarım
bir türlü açılmaz. Zehirlenme belirtileri gösterdim mi bir tabak
dolusu yoğurdu dayıyorlardı önüme. Biri başıma yelpaze yapı
yor, biri yoğurdu tutuyor. . . Akşama kadar öldüm bittim. Tam
civciv gibi olmuştum ki Faruk beni görür görmez yanımdaki ga zeteci Hanoğlu' nun boğazına sarıldı "Karıma ne yaptınız?" di ye. Küçük çaplı bir kavga patırtıdan sonra sakinleşti. . .
80
Hilton'da verilen kokteylden sonra çekime başladık. Orhan Anburun başında şapkası, boynunda atkısı, ağzında sigarası ti pik bir yönetmen. . . Çok titiz, çok sinirli . . . Fikret ile bir türlü ge çinemiyorlar. Bir keresinde Fikret kızdı, bir odaya girdi kapısını kilitledi. Dışarıya çıkmaz . . . Arıbumu "Bak kapıyı kırar içeri gi rer seni vururum. Kapı gibi deli raporum var kimse de bana bir şey yapamaz" deyince Fikret kendini dışarı zor atmıştı. Film iyi iş yaptı. Ben de sarışın lady olarak fena sayılmaz dım ama saçlarımı hemen eski rengine boyattık. Kocam da "Oh be metresim gitti, karım geldi nihayet" dedi . . . O süre içinde duygu olarak bunu hissetmiş meğerse . . . Bu arada film teklifleri peşpeşe geliyordu. Ben durmadan ça lışıyordum. Bir elimde çantam bir elimde makyaj çantam me mur gibi mesai yapıyordum. Dur durak yok... Ancak Faruk'un işleri eskisi kadar iyi değildi. Güzel yaşamaya, bol harcamaya alışmıştı. Ve evin yükünün tümüyle omuzlarıma yığıldığını his sediyordum. Bu yükü kaldırmak için biraz fazla gençtim. Bir yandan da çocuğumla yeterince ilgilenememenin acısını duy maya başlamıştım. 1 959'da Zeki Müren ile Kemal Film için "Kırık Plak" isimli filmi çektik. İkimizin biraraya gelmesi işletmecilere yetiyordu. Zeki' nin şöhreti iyice artmıştı. Ancak Zeki yine aynı Zeki'ydi. En ufak bir şekilde şımarma, böbürlenmesi yoktu. Mütevazı, sı cak sesli hoş bir delikanlıydı. Görüntüsüne, giyimine pek dikkat ederdi. O da Faruk gibi fular takmayı seviyordu ... Onunla çalı şırken bayağı keyifli saatler geçiriyor, kameramanın önündey ken de arkasındayken de dostluğumuz sürüyordu ... İkimiz hem sinemayı, hem sahneyi konuşuyor ayrıca günün politikasını da tartışıyorduk... (Zekiciğim ne dersin seninle yine şöyle karşılıklı bir oturup o günlerden söz etsek?) Bu sırada sinema dünyasına Nüzhet İkbal de katıldı. Ve Fa ruk ile birlikte "Ölmeyen Aşk"ı çekmeye karar verdiler. Al manya' dan kameraman getirildi. Müzikleri yapması için Ne81
veser Kökdeş ile anlaşıldı. Fransız şarkıcı Maria Venson vamp
kadını oynayacaktı. Atıf Kaptan, Melahat İçli, Halide Pişkin,
Mehmet Karaca, Reşit B aran, öteki oyunculardı. B aşrol için i
se konservatuvar öğrencisi olan Efkan Efekan adlı bir gencin
denenmesine karar verildi.
Ben zengin bir kızım, Efkan da fakir bir piyano hocası . . . Sa
raylarda filan çekildi film. . . Ama müthiş bir güldürü oldu. Mari a dahil hepimiz kendimizi filme kaptırdık. . . Halide Pişkin, Me
lahat İçli hepsi birer tarih . . . Onları tanıdığım için çok mutlu
yum . . .
Şimdilerde TV ' de filmleri izlerken n e kadar çok insan ara
mızdan yitip gitmiş . . . Turan Seyfi oğlu ki o bizim Hum bert Bo
garty ' ımızdı. Başı dik, mağrur, yakışıklı ... Duygularını gözle
riyle ifade edebilen. . . Turan' ı hep çok sevmişimdir. Ancak çok
içerdi. Gece gündüz durmadan . . . İçkinin sağlığı dışında ona verdiği herhangi bir kötü görüntü yoktu ama zamansız aramız
dan aldı götürdü onu . . . Hele Ayhan . . . İşin garibi bu anılarımı yazarken hep bunu hissettim ... S izlerle de paylaşmak istiyorum.
Ayhanla bizim kaderimiz birbirine çok benzer, başlangıcımız,
yükselmemiz. . . Pek çok şeyi hem meslektaş hem dost olarak
paylaştık . . . O da anılarını yazdı ve ne yazık ki yayınlanmasını göremeden öldü. Şimdi benim içimde garip bir ürküntü var. A
caba benim için de aynı şey olacak mı diye? Umarım olmaz...
Umarım ben anılarımın yayınlandığını, hatta kitap olduğunu ve
televizyon dizisi olduğunu görürüm . . . Ayhan' ı zaten bir süre
sonra daha da uzun uzun anlatacağım . . . Bir de Suphi Kaner' in
ölümü beni çok etkilemişti. . . İyi yürekli çocuk nasıl da ölümle
kucaklaştı. . .
Bedia Muvahhit Hanım Ben bu satırları yazarken Bedia Hanımı yitirdiğimizin habe
rini okudum. . . Hey gidi koca Bedia . . . Ne çok anımız vardı o82
nunla. Nevişahsına münhasır derler ya tam öyle bir kadındı.
Son derece zeki ve hazır cevaptı. Öyle bir anda öyle bir laf e derdi ki şaşar kalırdık. Onun çok meşhur bir anısı vardır. Kulak
tan kulağa yayılırken biraz biçim değiştirdi ama biz olayı birlik te yaşadığımız için en doğru biçimde anlatmak istiyorum. . .
Haldun Dormen' in ilk filmi "Bozuk Düzen"i çekiyoruz. O
benim annemi oynuyor. Ekrem B ora da var oyunda. O tarihler
de Levent'teki villasını filmcilere kiraya veren "G" adında bir
bayan var. B iraz geçkince ama alımlı bir han�m. Genç erkekle re olan merakı dillere destan. Hatta bizim Ekrem' e de pek hay ran . . . Bir gün onun evindeyiz. Biz B edia Hanım ile makyaj ya
pıyoruz. O da elinde çay bardağı yanımıza geliyor. Bir ara söz
döndü dolaştı artist olmaya geldi . . . G hanım derin bir iç çekip "ah ah ben de artist olmayı çok istedim. Hatta Şehir Tiyatroları
na yazılmak için müracaat bile ettim. Ama ailem olmaz, sonra
kötü yola düşüp orospu olursun dedi. Beni engelledi"
O böyle der demez küçük aynasında dudaklarını boyayan
Bedia Hanım başını bu hanıma çevirip kendine has o ses tonuy
la ve gözlerinin içine bakarak "Eeee peki sonra nasıl oldunuz?"
demez mi . . . Kadın mosmor olup dışarı çıktı. . . Ne müthiş bir es pri diye düşündüm hep . . .
Yine aynı filmin çekimi sırasında b u kez Haldun Dormen' i n
annesinin antikalarla dolu evinde fi l m çekiyoruz. Haldun'un an nesi yurtdışında bu yokluktan istifade ediyoruz. Ama ertesi gün
dönecek, filmi bitirmek zorundayız . . . Filmcilerin girdiği me
kanlar belli darına dağınık oluyor. Figüran olarak da Haldun' un
yakınları çekimdeler. Onlara fenalık geldi . . . Neyse gün ağarır
ken çekim bitti.
Bedia Hanım beni eve bırakmayı önerdi. Ben de sevinerek
kabul ettim. Aynı yerde oturuyoruz çünkü . . . Minik bir kaplum
bağası vardı. Kendi kullanırdı. Arabaya bindik . . . "ah şekercim.
Bu ne yorgunluk. Ellerim titriyor. Direksiyona hakim değilim"
dedi ve biz hızla Valikonağından aşağa kaymaya başladık. Be83
dia Hanıma bir baktım ki direksiyonu tutmuyor. İki eli ile vitese yapışmış değiştirmeye uğraşıyor. Yüreğim ağzıma geldi. Gözle rim faltaşı gibi açıldı. Küçük çığlıklar atmaya başladım. O ise gayet sakin "korkma canikom ben bunu hep yaparım. Hayatımı za biraz heyecan katar işte fena mı?" demez mi? Bir keresinde de benim bir dergi kapağındaki mayolu resmi me bakıp "Bu biraz fazla düzgün. Hakiki olamaz. Dekupe mi yapular canikom?" demişti .. . Kırmızı ruju, değişmeyen saç mo deli, bilezikleri ve kırmızı ojeli tırnakları ile müthiş bir kadındı. Kulağından hiç çıkartmadığı meşhur halka küpelerini ise ilk ko casının hatırası olarak saklardı . . . Onları ölünceye kadar kulağın dan çıkartmadı. . . Canlı bir tarihti gerçekten. Onu tanımak be nim için büyük bir ayrıcalıktı diye düşünüyorum ... Dünya sine masında olsa bu insanlar hiç kuşkusuz çok daha başka konum larda olurlardı ama yine de gördükleri sevgi az birşey değil ben ce . . . Yine anılarımıza döndüğümüzde b u kez sırada Esat Mahmut Karakurt' un "Ömrümün Tek Gecesi" filmi var. Karakurt' un filmleri hep buram buram cinsellik kokar zaten ... Kenan Pars ile oynuyoruz. Filmin en önemli sahnesinde çiftlikteyiz. Sıcak ve mehtaplı bir yaz gecesi. Filmin kahramanı kız uyuyamaz ve havuzun ba şına gelir. Bornozu yakın plan yere düşer ve kız havuza girer yüzer. Keyifle döne döne ... Sanki çınlçıplakmış izlenimi verilir bu çekimde. Filmin er kek oyuncusu da uyuyamamıştır ve havuz başına gelir. Kızı giz lice izler... Kız izlendiğini hissedince utancından kıpkırmızı o lur ve yine yakın plan bornozunu yerden alıp nöbetçilere sesle nir. Adamı yakalatır ve bir ağaca bağlatıp kırbaçlar... Ne sahne ama. . . Fatma Girik o filmde masum ufak bir köylü kızı rolündeydi. Sete annesi ile birlikte gidip geliyordu. Pembe beyaz tombul yüzü, masmavi gözleri vardı. Çok saf ve iyi niyetliydi. Güler 84
yüzlüydü. Simsiyah saçları çoğu kez iki örgü idi. Akça pakça denilen türden.. . Sonra Fatma' nın sinemada gösterdiği gelişimi hayranlıkla izledim . . . Halen hayranlık duyduğum müthiş oyun culardan biridir. Sonra Fatma' yla Orhan Aksoy'un bir filminde iki kızkardeşi oynadık... Orada arkadaşlığımız çok hoştu. Fatma inanılmaz iştahta. Çok zayıf ama ben de çok zayıftım sonra kilo almaya başladım korkusu ile ona da yememesini telkin etmeye başladım. O da çok şirin yiyor. Sonra ona benim malum zayıfla ma haplarından verdim. Çekim süresince o da hap içti. Beni kır mamak için... Canım. .. Hiç unutmam sette ikimizin yapmadığı kalmazdı. Birbirimize sürprizler hazırlar, öteki arkadaşlara kü çük tuzaklar kurardık. Eğlenirdik bol bol gülerdik. Yine bu çe kim sırasında doğum günümün olduğu bir sabah kapım çaldı. Bir baktım kapıda bir sürü balon, üstünde "Doğum günün kutlu olsun" yazısı ve bir armağan paketi... Fatma kapıya bunu bırak mış ve saklanmış.. . O gün hem çok duygulandım, hem de çok mutlu olmuştum . . . . Bu güzelliği bana yaşattığı için Fatma'ya sağol demek istiyorum bir kez daha. . . Neyse Ömrümün Tek Gecesi vizyona girecek diye beklerken hiç unutmam bir Ocak gecesi yönetmen Alyanak eve geldi ve "Aman Belgincim, filmin en önemli havuz sahnesi kayıp. Yeni den çekeceğiz" demez mi . . . Tarabya'da yüzme havuzlu bir eve gittik. Dışarıda sulu kar atıştırıyor. Benim soğuktan çenem ta kırdıyor. Ve havuza girip sıcaktan bunalmış bir insanın rahatla yışını oynamam gerekiyor. Nihayet kendimi attım havuza. Buz gibi. Vücudum yandı ... Adalelerim kasıldı. Yüzümde bir iskele tin soğuk sırıtışı. "Gül... çok keyiflisin" diyor settekiler üstlerin de manto ve kaşkollarla. . . Ben sırtımı kameraya döndüğümde "ölüyorum çıkartın beni" diye bağırıyorum yüzüm kameraya dönükken sırıtıyorum. Onlar da arada bir ağzıma konyak şişesi dayıyorlar... Kafayı çeke çeke o sahne tamamlandı ve bir hafta ateşler içinde hasta yattım ...
85
Göksel Arsoy ile beraberlikleri çok konuşuldu... Neredeyse aşk hikayesine dönüştürüldü... Özdemir Bey kıskançlık krizleri yaşadı. Evde huzursuzluklar başladı ve böylece efsanevi çiftin arasına karakedi girdi... 86
Sekizinci Bölüm
Yıldırım Aşkı ve İkinci Evlilik . . . Adım artık zirvedeydi. FiJmlerim çok iş yapıyor, setten sete
koşuyordum. B ir gün Nevzat Pesen' den Muazzez Tahsin'in ünlü eseri Samanyolu için öneri geldi. Filmin erkek oyuncusu
ise uzun boylu mavi gözlü, sarışın bugüne kadar bir iki filmde
oynamış olan Göksel Arsoy adında bir gençti . . . Kireçburnu' nda bahçe içinde eski bir yalıda çekimlere başlandı. Ben şımarık
kolejli kız Zülal, Göksel ise içine dönük teyze oğlu . . . Nevzat film çekimi sırasında konsantre olalım diye klasik plaklar çalar,
heyecandan yüzü kıpkırmızı olurdu. Neriman Köksal ' a çok aşıktı ve birlikte oturuyorlardı. İşleri bozulunca onuruna yedi
remedi ve bürosunun penceresinden atlayarak intihar etti . . . Ne
acı bir son değil mi? Zaten Yeşilçam' da sonu parlak kaç kişi
vardır ki?
Samanyolu inanılmaz bir iş yaptı. Filmi bir gören bir daha
görmek için sinemaya gitti. Böylece sinemamızda romantik aşk
filmleri dönemi de başlamış oldu. Göksel ile müthiş bir ikili olmuştuk. "Satın Alınan Adam", "Zavallı Necdet", "Bülbül Yuvası", "Evcilik Oyunu" o bir dönem filmlerimiz.
Çevremizde bir hayran seli oluştu. Harici sahnelerin çeki
minde halkın hücumuna uğruyorduk. Arabalarımızı havaya kaldırıyorlar, bize dokunmak için birbirlerini çiğniyorlardı.
Çnğu kez bir halat geriyor içinde oynuyorduk ve bizi polis
koruyordu. Seyirci ile böylesine kucaklaşmak müthiş bir duygu.
87
TV de yoktu ve seyirciyi iyice sinemaya bağlamıştık.
Ancak bu aniden gelen şöhret Göksel' in başını döndürdü.
B aş l adı adım önce yazılacak, fiyatım iki misli olacak , şu
koşullar olursa çalışırım demeye . . . Zaten aramızda da öyle sıcak bir arkadaşlık asla olmadı. Bir Ayhan, bir Sadri ile çalışmaktan aldığım zevki ne yazık ki Göksel ' den alamadım . . . . Hayran
kitlesine bakıp bakıp böbürleniyor ve "işte benim tebam. Ben ne istersem yaparlar. . . " diyordu. Beni bir kalemde silip atmıştı bile. Bütün hikmetin yalnızca kendisinde olduğuna inanıyordu.
Elbette bu tavırlar zamanla aramızdaki ilişkiyi iyice mesafe
lendirdi. O dönemde Ayhan şansını denemek için Hollyvood' a gitmiş ancak hayal kırıklığına uğrayıp dönmüştü ve meydan
iyice Göksel ' e kalmıştı. . . Ama ne yazık ki bence Göksel bu
boşluğu dolduracak kadar mütevazı değildi, sıcak değildi. "Küçük Hanım" filmlerinde oynamayı da istemedi. Filmleri,
rolünü konuyu küçümsedi . . . Ve bence şanını ve şöhretini kendi elleriyle yeniden Ayhan' a devretti. Hiç unutmuyorum bu film
lerde Ayhan' ın oynayacağını duyunca "öyle sert bir erkek tipin
den bu karakter olmaz. Çok yanlış bir iş yapmışsınız" diye de
bizi eleştirmişti.
Evliliğim Çatırdıyor Göksel ' li dönem sürerken Faruk' un işleri iyice bozulmuş,
ofisini bile kapatmıştı. Artık tüm yük benim omuzlarımdaydı.
Çocuğun bakımı, yazlık, kışlık ev, alıştığımız konfor. Bu kadar
yükün altında eziliyordum ve panikliyordum. Evet ben istey erek evlenmiştim ama zaman da o kadar acımasızdı ki . . .
Olgunlaşmış ve hayatın gerçekleriyle el sıkışma zamanımın
geldiğini anlamıştım. . .
. 1 960' lı yılların başındaydık. B irsel filmden "Yeşil Köşkün
Lambası" adlı kostüme bir film için teklif aldım. Faruk Birsel kardeş leri tanıyor ve geleceklerinin çok par l ak olduğunu 88
söylüyordu. Hatta bir gün Kenter' lerin "Salıncakta İki Kişi" adlı oyunlarını izledikten sonra Birsellerin bürolarına uğradık. Nejat Saydam ve Ôzdemir Birsel bizi karşıladılar. Prova günleri belirlenirken hep Özdemir' in bana kaçamak bakışlarını hisset tim... Eve Faruk ile yürüyerek döndük. Çünkü cebimizdeki son para ile Yıldız ve Müşfik'e orkide almıştık. . . Gece yattığımda gözümün önüne Özdemir ' in kaçamak bakışları geldi. Sonradan öğrendiğime göre Özdemir meğerse güzellik yarışmasına katıldığım günden bu yana bana ilgiliymiş. H atta amcası S a l ah B irsel i l e birl ikte protes tocu l arın arasındaymış. Filmin çekimine başladık. Ekrem Bora ile oynuyorum. Avni Dilligil paşa babam, Şaziye Moral da annem olacak. İlk gün her zaman olduğu gibi sabah erkenden kalktım ve makyaj ımı yaptım. Sonra yine mavi makyaj çantam elimde sete gittim. Çekimlere başladık. Nüzhet Bey hep ortalıklarda ama Özdemir pek görünmüyordu. Akşam olup iş bittiğinde Özdemir yanıma geldi ve "Sizi yola çıkartayım" dedi. "Aman ne kibar patron" diye geçirdim içimden. Sonra bu olay birbirini takip etti. Çalışmalarımız kesintisiz Üsküdar' da ve Tarabya'da konaklarda geçiyordu. Bu sırada Özdemir ile arkadaş ve dost olduk. Bu dostluk kısa sürede elektriklenmeye dönüştü.
Aşık Oluyorum A ş ı k o luyordum g a l i b a . Y ı ldırım aşkı d ed i kl e ri bu olmalıydı. Aramızda söylenmiş tek bir söz olmamasına karşın, gözlerimiz pek çok şeyi halletmişti. Nihayet çekim sona erdi. Herkesle vedalaştık. Özdemir bu kez benimle karşıya kadar gelmeyi teklif etti. Kabataş i simli araba vapuruna bindik. İkimiz de küpeşteye dayandık. Güneşin batışını seyrediyorduk birlikte. Kalbimin patırdısı duyulacak diye korkuyordum. Bir şeylerin olacağı kesindi. Çünkü Özdemir'in de yüzü allak bul89
laktı . B i r şeyler söyleyecek ama söyleyemiyordu. B irden
yüzüne baktım. . . Ne olduğunu anlamalıydım. O da bu bakıştan
cesaret alıp bir nefeste şunları söyledi:
Bakın sakın yanlış anlamayın. Böyle bir şeyi asla temenni
etmem, üzülürüm bile ama evliliğinizin yolunda gitmediğini hissediyorum. Eğer günün birinde eşinizden ayrılacak olursanız sizi beklememe izin verir misiniz?"
Birden hıçkırarak ağlamaya başladım. Bir ay boyunca kendi
mi tutmuştum. S inirlerim gergindi, kendi kendimle mücadele
etmekten yorulmuştum. "Olur" der gibi başımı hafifçe önüme
eğdim. Birden gök gürledi, yağmur yağmaya başladı. Nasıl
şiddetli . . . zangır zangır titriyordum. Beni eve bıraktı . Tek bir
kelime konuşmadan vedalaştık. . .
Eve geldiğimde camlar açıktı . Evde kasvetli bir hava var
gibiydi. Masanın başına çöktüm . . . Tüm bedenim sallanı yor
g ib i y d i . B irden t e l e fo n ç a l d ı . Arayan Özdemi r ' di n a s ı l
olduğumu merak etmişti . . . Fırtınadan korkup korkmadığımı sordu . . . Ben de camlan kapadığımı söyledim . . . Sözcük olarak
pek bir şey söylemedik ama anlamı bence çok derindi bu telefo nun . . .
O akşam Faruk i l e birlikte Melahat ablalara yemeğe gittik.
Ben kös kös düşünürken Melahat Hanım beni yatak odasına ça
ğırdı ve "Bu ne. hal küçük Belgin? Neler oluyor anlat bana" de
di . . . Ben de sırrımı biriyle paylaşmanın verdiği istekle hemen
başımdan geçenleri anlattım ve "Faruk'tan ayrılmak istiyorum"
dedim. O gayet sakin, saçımı okşayarak "Günün birinde bunun
olacağını biliyordum. Daha ilk günden Faruk ' a söylemiştim.
Dur bakalım bu adam neyin nesiymiş bir araştırayım" dedi. San
ki görümcem değil de annemdi . . . Melahat ablayı yıllar sonra bir
kez daha gördüm. Küçük torunumun sünnet düğününde Tarabya Otelinde - Kızım Gül baba tarafını pistin bir tarafına, anne tara
fını karşı tarafına oturtmuştu. O da sağa sola koşturuyordu. Bir ara karşı masadan Melahat ablanın bize doğru geldiğini görmüş, 90
kalkmış onu kucaklamıştım. "Kocanı tanımak için geldim bura
ya" dedi kulağıma yavaşça. O sırada Çetin İnöntepe Orkestrası
"Sevdim Bir Genç Kadını" adlı şarkıyı çalmaya başladı. Faruk
küçük torununuz Deniz ile dansa kalkmıştı. Saçları bembeyazdı ama hala çok dinçti . . . "Sevdim bir genç kadını, ansam onun adı
nı, her şey beni ona bağlar, kalbim durmadan ağlar. . . " aynı anda Gül bu kez de kardeşi Aydın'la dansa kalktı. Benim yanaklarım
dan yaşlar süzülüyordu. Melahat abla elimi sıkıca tutarak "mut lu olduğuna seviniyorum, benim küçük kızım anneanne oldu bi
le" dedi. İnöntepe şarkıyı sürdürüyordu "Gitti o dönmeyecek aş
kım hiç sönmeyecek. Uzun yıllar geçse bile yaşarım hayalin
le . . . " O gece mutlu, buruk bir geceydi. . . Melahat ablayı da son
görüşümdü . . . O benim yüreğimde hep yaşıyor. Zaman zaman halen en gizli sırlarımızı onunla paylaşıyorum. . .
O güne geri dönüyorum yine . . . Melahat abl ay a derdimi
anlattıktan sonra biraz rahatladım. Daha sonra Özdemir ile tele
fonla konuşmaya başl adık. Bu konuşmalardaki mutluluğum
suçluluk psikozu ile yok oluyordu. Nihayet bir gün Özdemir'e
buluşmamız gerektiğini söyledim. Yine Kabataş ' ta buluştuk.
Ben kocaman gözlükler, başımda eşarp ile kendimi biraz gizle meyi başarmıştım. B ir sandal kiralayıp Üsküdar ' a geçtik.
Oradan da bir taksi ile Pendik'teki bir lokantaya . . . Masaya otur
duğum uzda sanki bombardıman gibi konuşmaya başladım.
Artık böyle devam edemeyecektim. Kendimi çok iki yüzlü ve
çok kötü hissettiğimi anlattım ona. Ve o gece Faruk' a her şeyi
a n l atmaya k arar v e r d i k . E l b e t t e b u n u b e n tek b a ş ı m a yapacaktım.
Beni Affet Senden Ayrılmak İstiyorum... Eve döndüğümde Faruk m a s a n ı n b a ş ı ndaydı . Hemen
kendime b i r konyak doldurdum ve bir kadehte bitirdim.
"Hayrola nen var senin?" dedi. "Seninle konuşmak istiyorum" 91
dedim. "Aşık oldum. Senden ayrılmak istiyorum. Ne olur beni
affet" dedim. . .
Uzun uzun yüzüme baktı. Bana dokunmaya korkar gibiydi.
Usulca "Özdemir mi?" diye sordu. Gözlerine bakmadan "nere
den biliyorsun?" dedim. Ben bu saçları değirmende ağartmadım
Belgin" dedi ve sürdürdü:
S endeki değişikliğin ne zamandır farkındaydım . Er geç
bugünün geleceğini biliyordum. B unu bile bile seninle evlendim. Senin mutlu olmanı isterim. İnan b u bile beni mutlu eder güzel kızım . . . " dedi.
Ben katılarak ağlamaya başladım. Kendimi kontrol etmem
mümkün değil. İffet abla gelip ellerimi kolonya ile ovmaya
başladı. "Madem bu kadar üzülüyorsun o halde niye gidiyor sun?" diyor.
Herşey çok çabuk olup bitti. Bir yanda altı yıldır süren güzel
bir evlilik, anılarla dolu bir ev, öte yanda aşık olduğum genç bir adamla yeni bir hayat. Korkuyordum. Kimseyle paylaşmadığım
sımm artık yaşam gerçeğim olmuştu. Özdemir' i bu ana kadar bir
tek kızkardeşim Oya ile Faruk'un ablası Melahat Hanım biliyor du . . .
Oya geldi . . . Evlenirken de yanımda o vardı ayrılırken de.
Z a t e n y aş am ı m b o y u n c a en kritik d ö n e m lerde o h e p yanımdaydı. Güçlü, doğru kararlar veren mantıklı soğukkanlı
kard e ş i m b e n i m . B e n zaten t i p i k b i r yengeç b u rc u y u m .
Duygularım hep ortada. Kocaman kocaman ağlar yine kocaman kocaman gülerim . . . Oysa Oya belki de Alman eğitimi aldığı
için çok disiplinlidir. Çocukları onu hep nazi subayına benzetip kızdırırlardı şakayollu . . .
Faruk b i z i yalnız bırakmış t ı . Eşyal arımı b i r i k i bavula
doldurdum. Evden ise yalnızca art nü bir kadın heykeli vardı,
onu aldım. Bu heykelcik halen evimin baş köşesinde durur. . .
Hıçkırıklar içinde bu şirin daireye son bir kez daha baktım . . .
Çiçeklerimle, plaklarımla, duvardaki resimlerle, mutfaktaki 92
tabaklanmla, yatak çarşaflanmla, penceremle sarmaşıkla tek tek vedalaştım sessizce . . . Sonra duvardaki yüzünün yansı gülüp, öteki yansı ağlayan kadın heykelciğine bakıp, evimin anahtarını masanın üzerine bırakıp kapıyı çektim... Hayatımın bir dönemi böylece kapanıyordu . . . Oya ile birlikte bir taksiye binip, Şişli'ye anne evine döndük. Onlara her şeyi bir solukta anlattım. Annem "ben dememiş miydim. Adam benden bile büyüktü" derken babam mutlu mutlu gülümsedi. Gül ' ü elinden tutup kestane şekeri almak bahanesiyle bizi yalnız bıraktı . . . Zaten Gül o sıralar hep annemde kalıyordu ... O l a y kısa zamanda duyuldu. Faruk i l k g ü nkü soğukkanlılığını kaybedip bir ayda bitmesi gereken mahke menin yedi ay uzamasına neden oldu. Bu sıralarda basında "Göksel Arsoy ile evleniyor" türü haberler çıkmaya başladı. Herkes bizi birbirimize pek yakıştırırdı. Şimdi bile halen niye Göksel Arsoy ile evlenmediğimi soranlar oluyor. Oysa o sıralar Göksel de şimdiki eşi Solay ile büyük bir aşk yaşıyordu. Yani herkes bizi birbirimize yakıştırmış, gerçek sevgililerimizi göre memişti . . . Bu yanlış yakıştırma aslında o zamanlar işimize gelmişti.
Dokuzuncu Bölüm
Hasılat Rekoru Kıran Filmler Özdemir geceleri gizlice anneme geliyor saatlerce oturup
konuşuyorduk. Ben klasik müzik sevdiğim için evde sürekli
B a c h C h o p i n , Ç ay k o v s k i ç a l ı ş ı y o r u z . Ö zd e m i r de pek hoşlanıyormuş gibi dinliyordu. Oysa evlendikten sonra anladım
ki o bu müziği hep aşkının hatırına dinliyormuş . . . Bu arada "Aşkın S aati Gelince" adlı filmi çekmeye başladık. Sadri,
Çolphan ve Göksel'le birlikte oynuyoruz. Sadriler de kiralık ev arıyorlar haldır haldır. . . Bizim mahkeme de uzadıkça uzuyor. .
Sette işimizin erken bittiği bir gün o sıralar emlakçılık yapmak
ta olan Hasan Kazankaya' nın hanına gittik. Sadrilerden önce bana bir ev gösterdi. Valikonağının sonunda Korman apart manının en üst katı. Müthiş güzel, geniş, aydınlık ve yepyeni
bir ev. İlk biz gireceğiz. Ancak evin kirası o dönemin parası ile
1 500 lira. Oldukça fazla. Sadriler karşı apartmana giderken ben
Özdemir 'in yanına gidip bulduğum evi heyecanla anlattım . . .
Ona da biraz pahalı geldi ama "madem ki beğendin" deyip razı
oldu. Ertesi gün Hasan' a gidip kontrat yaptık. . . Mahkeme biz
evi tuttuktan bir ay sonra bitti. Biz elimizde boşanma ilamı o
merdivenlerden elele bir inişimiz var ki . . . Kim görürse görsün · umurumuzda değil artık. Soluğu hemen M ilano mobilyada
alıyoruz. Derhal eşyaları ısmarladık. Çünkü ikimizin de tek bir
çöpü yok bu eve getirecek . . . Ha benim bir heykelciğim, Özdemir' in de minik ipek halısını unutmamam gerekiyor.
95
B i r y a n da fi l m ç e k i m i , öte y a n d a n e v i n t a ş ı n m a s ı
yerleşmesi . . Her gün bir sorun çıkıyor. Özdemir bir gün sete gelmedi ve beni iş dönüşü evde beklediğini söyledi. Ben de
akşamı zor edip evimize gittim. Bir baktım Özdemir ve asistanı
Nişan spagetti pişirmişler. . Mis gibi kokuyor. . . B ir an aklım z ay ı fl ama hapıma takı l ı y o r ama sonra vazgeçiyorum b u düşünceden ve uzun taburelerin üstüne oturup afiyetle yedim. . .
Elbette bana sürpriz olarak alınmış olan beyaz eşyalar iyice
keyfimi yerine getirmişti. O günkü Özdemir'e sarılmamı, o spagettinin keyfini hiç unutmuyorum. . . Bence her kadın böyle
bir güzellik yaşamalı.
Bu arada kızkardeşim Oya da flört ediyordu. Ergin Algan ile
büyük bir aşk sonucu evlendiler. . . Bu arada bizim eşyalarımız
da nihayet geldi. Siyah İngiliz stili yemek odası, bordo kadife geniş kanepeler ve bazı aksesuarlar. Hepsi yerli yerine konuldu
ama salon o kadar büyüktü ki yine boşluklar oldu. Ama ben her
şeye razıydım . . . B oşluk filan umurumda değildi. B u arada
Nüzhet ve Özdemir annelerinin kalbi olduğu düşüncesinden
yola çıkarak bu nikahı bir süre annelerinden gizilemeye karar
verdiler. Biricik küçük oğulun, bir çocuklu dul bir kadınla üste lik bir artistle evlendiğini duyup kadının yüreğine inmesinden
korktular. Haklı bir korku bence . . . Onca genç kız varken . . .
İkinci Nikah Nihayet 7 Mayıs 1 96 1 geldi çattı. .. Sadri, Çolphan, annem
babam, kızkardeş i m ve E rgi n , gazeteci dostumuz Kadri Yurdatapan, Nüzhet ve Necla Erol Demek ... Ergin benim Sadri
de Özdemir' n nikah şahidi oldu. Sevgili Gül de yeni bir şeyler o l d u ğ u n u n far k ı n d a h e y e c a n l a ortal ı k t a fi n k a t ı y ordu .
Nikahımız çok s adeydi ama her şey özenle hazırlanmıştı .
Çiçeklerimiz, ikramlarımız, giysilerimiz . . . Şimdi düşünüyorum
96
acaba şöyle telli duvaklı, düğünlü dernekli düğün ister miydim
diye . . . Pek de hevesli değildim galiba bu işe . . .
Erol ve Kadri davetli olduklarını u n utup i ş i röportaj a
çevirdiler. O dönem İsa Pehlevi il� Farah' ın profil resimleri
modaydı aynı tür pozları verdirttiler bize, sonra elbette dergiye
kapak olduk . . Daha sonra her gün gazeteciler geldiler eve, dur madan hediyeler geliyordu sevenlerimizden . . Hele hapishanede
ki hayranlarımın gönderdiği boncuk işli çantalardı, tabloları hep hüzünle aldırdım elime . . .
Bu arada yeni film üzerine konuşmaya başladık. Balayı filan
yoktu. İ şte daha evliliğimin ilk başında kocamın bir işkolik olduğunun farkına vardım . Çok önemsemedim o an, ama bu
daha sonraki dönemlerimizde beni en çok yoran şey oldu . . .
Nüzhet para v e organizasyon i ş leri yaparken Özdemir de
senaryo, film ve iş takibi yapıyordu ve bunlar onun için yaşamın
en anlamlı şeyleriydi. Özel yaşamım diye bir şey kalmamıştı.
Her sabah 7'de uyanıyor işe gidiyordu. Ben de 9 ' da sette oluyor
dum. Gece yorgun argın eve döndükten sonra bir duş alıyor
yarınki çekim sahnelerini yaşıyordu. Nüzhet ise gezmeyi, toz
mayı çok seviyordu. Her gece yanına karşısına alıp Klüp 1 2' ye
gidiyor, gece geç saatlere kadar eğleniyor, işkembeciden sonra eve dönüyorlardı . Büroya ise öğleye doğru geliyordu.
Kayınvalidem Belkıs Hanım Bu arada kayınvalidem Belkıs Hanım evlilik haberimizi aldı
ve hiç de yüreğine filan inmedi. Beni tanımak istedi ve bir p�zar elini öpmeye gittik . . . Zengin, kültürlü, görmüş geçirmiş
bir kadın. . . İki oğlunu da İhsan İpekçi' nin tavsiyesine uyup o
sinemacı yapmı ş . Elini öpmeye gittiğimiz bana tek bir parça
pırlanta yüzük taktı. Birbirimizi kısa zamanda çok sevdik . . .
Gerçek bir ana kız gibi anlaştık. Son günlerde yanında hep ben
vardım. Ona i steyerek baktım. Hastaydı, umutsuzdu, üstelik 97
Hafızalarda tekerlemeler yapılan, filmleri hasılat rekorları kıran bu üçlü şimdi beraberliklerini mezarlarında sürdürüyorlar. .. Eğer varsa ölümden sonra yaşamak üçü eğlencelerine kaldıkları yerden devam ediyor olabilirler. .. Umarım böyledir. .. Umarım yine birbirlerini koruyup kolluyorlardır. ö l ü me h a z ı r o lmay a c ak k adar da g e n ç t i . O n u e l i md e n
geldiğince mutlu etmeye çalıştım. H i ç unutmam tedavi için
Londra' ya gitmiş, dönüşte bana çok istediğimi bildiği bir vizon palto getirmişti . . . "Ben seni bilsem Hiltonlarda düğün yapmaz
mıydım?" demişti hep . . . Öldüğünde henüz 57 yaşındaydı. Eğer ölmese çiftlikler, yalılar, köşkler satılmazdı. Birseller dağılmaz
ve çökmezdi. O ailenin direğiydi.
Yine 60' lı yıllardayız. Birsel film olarak Muazzez Tahsin
Berkant'm "Küçük Hanımefendi"sini çekmeye karar veriyoruz.
Özdemir ve Nejat kitabı bir hayli değişime uğratıyorlar. Yansı
dram, yansı salon komedisi. Özdemir tüm ciddiyetine rağmen çok iyi komedi yazardı. 98
Kadro kurmaya başladığımızda jön problemi ile karşılaştık.
İkinci en önemli rol Sadri Alışık' ın. Anneler, babalar, dadılar,
aşçılar hep tamam da jön problemimiz var. Göksel ' e önerildi
rol. Ancak o konuyu pek beğenmedi. B ir de o sıralar şöhreti
gerçekten çok büyüktü . . . Tam o sırada Ayhan Işık Amerika' dan _ yurda döndü. Hoolywood' da istediği başarıyı elde edememiş,
bu arada şöhreti de eski parlaklığını kaybetmişti . . . Rolü kabul
etti. Ancak halk onu vurdulu kırdılı filmlerin sert erkeği olarak
tanıyordu ve bir salon beyefendisi olarak yadırganabilirdi.
Göksel Arsoy ' un "Bu rolü Ayhan' a mı oynatacaksınız? Film ikiseksen yatar yahu" deyişine aldırmadan filme büyük bir istekle başladık. . .
Ayhan ve Sadri daha sette bir filemdiler. . . Onların ilişkisini
aralarındaki diyaloğun sıcaklığını ve içtenliğini görünce, filmin
sonucundan emin olduk. Ben de özel yaşamımda gülmeyi seven
biri olduğum için ekibin içinde oldukça rahattım. Film vizyona girdiğinde kıyametler koptu. İşletmeciler yüksek hasılatın mutlu
sarhoşluğunda ikinci filmi ne zaman çekeceğimizi sormaya
başladı lar. O güne kadarki tüm hasılat rekorlarını kırmıştık.
Ayrıca Sadri ile Ayhan' ı n beraberlikleri herkesi müthiş etkile mişti. Füze gibi öne fırlamışlardı. .. Muhteşemdiler. Onları yan
yana görüp de gülümsememek olası değildi. İkisi de hem çok
yakışıklı hem de çok mütevazıydılar. . . O günleri yaşamış olmak
benim hayatımın en renkli dönemi gibi geliyor.
B u başarımın ardından "Küçükhanımın Şoförü"ne geldi sıra.
Bu film bir öncekinden daha da çok iş yaptı. Halk bu kadroya
bayılıyordu. Özdemir daktilonun başında sabahlıyor, Sadri,
Ayhan ve ben aklımıza ne gelirse söylüyorduk ... Sonunda daha da iyi çekebilmek için Avrupa ' y a gidi l meye karar verildi.
Öncelikle Özdemir' in amcası Salah Birsel Avrupa' ya gitti. O
gereken izinleri aldı. İzlememiz gereken rotayı çizdi. Çünkü
yurtdışında öyle istediğin yere kameranı koyup hemen film çekemiyorsun.
99
Nihayet amca B irsel bizi telefonla arayarak tüm izinleri
aldığını, paralan yatırdığını ve bizi Paris'te beklediğini bildirdi.
Senaryo gereği film gemide başlıyordu . . . Karadeniz vapurunda yerlerimiz ayrıldı. Ayhan Işık kaptan, Sadri Alışık çarkçı, Vahi
Öz çarkçıbaşı, Hulsi Kentmen, Suna Pekuysal, Saltuk Kaplangil
ve de i k i koca C hevrolet arabal arı mız gemiye bindik ve
başladık çekimlere . . . Geminin çalışmadığımız yeri kalmıyordu.
Makina dairesinden, balo salonuna, güverteden, kameraya
kadar. Yolcular ise doğal figüranlardı. Hepsi nasıl da söz dinler,
rol yaparlardı. Aslında hep bu filmin çekiminde insanlarımızın
sıcaklığını düşündüm . . . Akşamlan yemek salonundaki yuvarlak
masada önce rol gereği yemeğimizi yer, ardından da kurt gibi
acıkmış olarak gerçekten karnımızı doyururduk. Dekor olmak
tan ç ı kan y emekleri b i r güzel midemize indirirdik. B e n zayıflama hapıma güvenerek o akışa kendimi kaptırıp yiyor
dum.
Yemek masasında en güldüğüm şey Sadri olurdu . . . Sadri
yemeğini rakı sıyla birlikte yerdi. Ancak son lokmasını bir
ressam gibi tabağının bir köşesine dizer öyle bakardı. Tek bir
lokma bile olsa onu büyük bir zevkle çatalla oynar da oynardı. Çünkü rakısının sonuyla içmek isterdi. Ama bir çene, bir çene.
Derken garson gelir önündeki tabağı alır giderdi. Sadri tabağın arkasından bakar kalırdı . . . Ağlamaklı olurdu nerdeyse "yarın
akşam kaptırmayacağım sana tabağımı"der ertesi gün yine aynı şey olurdu. Artık biz akşam yemeklerinin sonunda bu olayı
yaşamayı takip eder ve gülerdik. . . Sevgili Sadri seni gerçekten çok seviyorum, canım dostum benim . . . . Tanrı sana uzatmaları
oynama izni
verdiği için nasıl memnun oldum bilemezsin.
Keşke Ayhan da bizimle olsaydı değil mi?
Sevgili Suna ... Yıllar önce bir söyleşide "Belgin değil Suna
olmayı tercih ederdim . B en h ala sahnedeyim ama o evine kapandı" demiştin ya. O zaman yüreğim burkulmuştu sana.
A m a o l s u n . A s lı n d a y a n l ı ş d a d e ğ i l . A m a b e n i m n e l e r 1 00
yaşadığımı sen bilmiyor musun ki güzel arkadaşım benim . . . O
sıralar hep "Ah belim, ah sırtım" diye inler biz de numara yapar sanırdık. Oysa ne kadar da haklıymış. Meğer şekerciğimin daha o zamanlardan başlamış sırt ağrıları.
İlk durağımız Pire idi. İndik çekimler yaptık. Hem geziyoruz,
hem iş yapıyoruz. Burada eğleniyoruz da. Suna aynen filmde
olduğu gibi çok muzip bir insandır. Zaten çoğumuz olduğumuz gibiydik. Daha sonra Atina'ya geçtik. Burada Yunan basınının
Suna Pekuysal ile Belgin Doruk iyi dosttular. .. Bu yıllarca sürdü. Ancak Suna Pekuysal'ın bir gazete söyleşisinde "Belgin gibi bir köşede gizleneceğime, kendim olmayı tercih ederim " demesi Belgin 'i çok üzdü ve "yaşam bize ne gösterecek hiç belli değil " dedi yalnızca ve içi buruldu. 101
ısrarları karşısında bir basın toplantısı düzenledik. Bize göster
ilen ilgi gerçekten çok hoştu. Haberlerimiz, resimlerimiz Yunan
gazete ve dergilerinde oldukça iyi biçimde değerlendirildi. Artist ve ünlü olmanın, sevilip sayılmanın o güzelliğini en çok bu film
ler sırasında yaşadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Ayhan ile
Sadri ' nin hayranları her geçen gün artıyordu . . . Zaman zaman
Çolphan ve Gülen' e 'kızlar dikkat kocalarınızı her an melekler kaçırabilir" diyordum. . Onlar da gördükleri ilgileri, eşlerine bire on katarak anlatıyorlardı. . . "Ha bir de o kızıl saçlı, balık etindeki
kız sana nasıl da sarılmıştı değil mi Ayhan?" "Yok oğlum o sana
sarılandı. Benimki Birgit. İtalya'nın Napoli kentinde de çekim
yaptıktan sonra tekrar gemiye döndük. . İşler saat gibi işliyordu.
Sonunda Marsilya limanına yanaştık. Arabalarımız vinçlerle
limana indirildi . İki kameramız da bagajlarda. Programımıza
göre önce Paris' e sonra Cote Azur, İtalya, Roma Venedik ve Napoli' den sonra dönüşte yine gemiye bineceğiz. Marsilya' dan Paris'e doğru yola çıktık. Nüzhet önde Fransa' nın Valans kentine
geldik. Nüzhet'in arabası bozulmaz mı? Suna, Özdemir, Nüzhet
ve ben tamir için kaldık.
Ayhan, Sadri, Saltuk (Kaplangu), Nejat (Saydam) ve kam
eraman Turgut Ören yola devam ettiler. Salah Birsel de bizi
otelde bekliyor. B izim araba tamire gitti. Nüzhet ile Özdemir tamirhanede biz de Suna ile otelde bekliyoruz. Suna ile elim izde koca bir torba kabak çekirdiğini çata çata çat yiyoruz.
S onra da s u sayınca garson kadından su i stiyoruz . S ürahi
sürahi . . . Hem yiyor hem istiyoruz. Sonunda kadın yüzümüze
öyle bir baktı ki korktuk. .. Sonra "bu Türkler ne çok ne biçim su içiyorlar. Bu ne böyle" diye isyan etti.
B izim çılgın bekleyişimiz arabanın otelin arka kapısına
gelemsiyle sona erdi. Hemen arabaya bindik. Saat 18 sularıydı. B ütün gece yol alsak ancak ekibe yetişecektik. Neyse güle
oynaya başladık yola. Ancak bir süre sonra arkada oturan Suna ile Özdemir uyudular ve sonra başladılar horuldamaya. . . B iri
1 02
nefes veriyor öteki alıyor. . . Bu ritm önce bizi güldürdü sonra da si�irlerimizi bozdu. Nüzhet gözleri yan açık yarı kapalı direk siyona
yapıştı. Benim kucağımda bir kutu lokum ha bire bir
onun ağzına, bir kendi ağzıma attım . . . Neyse sağ salim otele vardık ve ekibe yetiştik. . .
Paris'teyiz Biraz dinlendikten sonra başladık çalışmaya. Paris'in altını
üstüne getirdik. Change Elisse, Sen Nehri, Eyfel Kulesi ve ünlü
kafelerde . . . İşlerimiz tıkır tıkır yolunda gidiyordu. Son gece Ayhan, Sadri, Nej at, Turgut baba, Özdemir ve Nüzhet "Eh Paris'e kadar gelmişken Pigal'e de bir uğrayalım" dediler. . . . Ben
yorgun olduğum için gidemeyeı:;eğimi söyleyince Özdemir altın
bulmuş madenci gibi sevinerek "Eh Belginciğim o zaman ben
de onlara katılayım" dedi .
D u ş u m u a l d ı m y a t t ı m . . . H e m e n u y u mu ş u m . Kap ı n ı n
gıcırtısı ile uyandığımda güneş doğmuştu . . . . Özdemir çakır
keyf "Günaydın karıcığım nasılsın?" dedi. Ben de güldüm geç
tim. İkimiz de duşumuzu alıp aşağıya indik. Hepsinin suratı
darmadağınıktı. . . Kahvaltı ederken Sadri iki masa öteden "Ulal
la pigal . . . O lalala Özdemir" d i y e n ara atıyor. . . O b ö y l e
güldükçe, Özdemir' in tası attı. . . . Kimbilir n e halt ettiniz? diye sinirlendim. Pigal ' in şöhreti malum . . . Ötekilerin,
yanlarında
yok. Eh bir gecelik kaçamak neyse ama ben oradayım. . . Çok kızdım. B en kızdıkça da Sadri "O lala Özdemir o lala Pigal
ahhhh" diyor. Sonunda o kadar kızdım ki Özdemir ' in arabasına
binmedim . Ayhan ' ın yanına oturdum. Arka koltukta S una,
Nej at ve Saltuk var. S adri artık y olda .i ş i iyice abarttı ve kafasını .ön arabadan çıkartıp elleriyle de sesini destekleyerek "Oley Pigal .oley" diye bağırdı. .. Roma yolu bana zehir oldu.
Dönüşte boşanmaya karar verdim . . . Canım Ayhan ile S una "Aman Belgin Sadri' yi bilmez misin mahsus yapıyor... Vallahi
1 03
hiçbir şey olmadı Pigal" de diyorlar ama dinleyen kim?
B u arada bütün paralar, pasaportla Nüzhet'in arabasında.
Giderken gece birden kendimizi bir dağ yol unda bulduk.
Nüzhet yok olmuştu ... Yolu kaybettik. Yüzümüzden düşen bin
parça öylesine gidiyorduk. Bu arada Ayhan "Canım her yol Roma'ya gider" diye bizi teselli etmeye bastırmaya başladı. . . Derken uzaktan ışıklar göründü. Nihayet bir polis görüp yolu
sorduk. Sabah yola çıkarsak akşam Roma' da olabileceğimizi
söyledi polis . . .
Hepimiz yorgun v e açtık. Neyse Nej at'ta biraz para varmış.
Ayak üstü bir şeyler atıştırrnamıza yetti . . . Derken geceyi nerede
geçireceğimiz geldi aklımıza. Sonra çok ucuz fakat felaket bir otel bulduk. Merdivenleri gacırdayan, küf kokan kötü bir otel.
Daha önce kameramızın birini t>agaj dan çaldırdığımız için bu
kez ikinci ve son kamerayı çantamızdan daha iyi korumak
konusunda kararlıyız. Onu yanımıza aldık. S altuk "Kızlar
burası pek tekin değil. Dolap filan ne varsa kapının arkasına koyun" dedi. Biz de koyduk. Sonra Saltuk kapıyı kontrol edey im d i y e b i r a ç m a y a k a l k t ı , meğer kapı i ç e değ i l , d ı ş a
a ç ı lıyormuş . . . Kapı küt d i y e dışa d ü ş m e z m i ? S aatlerce güldük. .. Sonunda yorgun düşmüştük herhalde uyuduk kaldık. ..
Sabah uyanır uyanmaz aşağıya indik. B irer kahve kuruvasan
yiyip Roma ' ya doğru yola koyulduk . . Nihayet geceyarısı Roma ' y a vardık.
Ünlü meydana indik . . . Herkes bir koldan
Türk konsolosluğunu aramaya başladı. Suna ile ikimiz arabanın
kap ı l arı açık öylece oturuyoruz. Müzik çalı y or, i nsanlar
dansediyor, gezip tozuyorlar. .. Biz Suna ile hüngür hüngür
ağlıyoruz . . . Sanki küçük birer kızdık ve annelerimizi kaybetmiş g i b iy d i k . . . T ü rk k o n s o l o s l u ğ u kapalı i di . . . N e y s e tam
odalarımıza çıktık ki aşağıdan "Geldiler" diye bir çığlık duy
duk. Paldır küldür aşağıya indik . . . Özde mir ' de saç sakal
uzamış, yola polis ekipleri çıkartmışlar bzi arıyorlar.. Hemen
kucaklaştık . . Özdemir ile nasıl sarıldık birbirimize . . . O anda
1 04
kulağıma "vallahi Belgincim. O gece yalnızca seks şovu yapan
bir gazinoya gittik. Yalnızca izledik" diyor. . . Kahkahalarla güldüm hem ona, hem de kendi kıskançlığıma. . .
Nihayet ertesi gün çekimlere başlandı. Aşk çeşmesine git
tik. . . Sonra da Venedik' e .. Venedik' e daha sonra da defalarca gittim. Bu kentin benim üzerimde garip bir etkisi var çünkü. O
eski gizemli şehire, yosunlu taşlarına dokunmak beni hep mutlu etti. Hafif yağmur yağarken San Marko Meydanı' ndaki sessi zliği yaşamak kendi hayatımdaki yoğunluktan bir an olsun kur
tarır gibi geldi hep b an a . . . Neyse b i z gondolları, u ç uşan güvercinleri filan çektik. . . Sonra Roma'ya döndük . . .
B i r günümüz vardı bize ait. Salah B irsel b i r meşhur Cine
Citta stüdyolarına girme izni almış oraya gittik. B urada 23 gün önce Richard Burton ile Liz Taylor "Kleopatra" yı çekmişler.
Koca koca heykeller. . . Kendimi arkeoloj i müzesini geziyor gibi
hissettim. O ünlü taht tam ortada. Muazzam bir havuz içinde bir
viking gemisi, dev bir vantilatör. . . Fırtına sahnesi böyle çekil-
miş .. Muhteşem bir görüntü idi . . . Daha sonra "Babilin Yanışı"
adlı filmde kullanılan maketlerden birini gösterdiler. O ünlü
yangının nasıl çıktığım biz de olsa dökeriz üstüne gazı, sonra da çakmak tamam . . . Ama onlar bu koca maketin altına incecik havagazı boruları döşemişler gereken yerlerde delik . . . Gaz yavaş
yavaş
veriy orl ar,
b a ş l ı y or
maket
yanmaya. . . .
Muhteşemdi. . . Ancak Ayhan bize katılmadı. "Kusura bakmayın arkadaşlar, bana kompleks geliyor" demişti . . . Oysa bana kom
pleks filan gelmedi. . . Bilhassa gurur duydum. O teknikle babam
da film çeker, gelsinler de bizim tekniklerimizle çekebilsinler.
Pire'de, Avni Dilligil, bize katıldı. Her şey dama taşı gibi yerine
oturmuştu . . . Dönüşümüz muhteşem oldu . . . B izi bütün basın
limanda bekliyordu. B izim de başımızda hasır şapkalar pek komikti . . .
1 05
Onuncu Bölüm
SONUN BAŞLANGICI Eczanelerde büyük reklamlarla satılan "Pat" adlı zayıflama i
lacının büyüsüne kapıldım. Yasal olması en büyük güvencemdi.
Ancak içimdeki "Anfetamin"in uyarıcı ve uyuşturucu etkisinin
ne yazık ki o tarihlerde gerçek anlamda farkına varamadım. Bir süre sonra da anfetamine alıştım. Kendimi "Himen" gibi güçlü
hissediyordum. Hayallerimin ve enerjimin sonsuzluğu ile mutlu
oluyordum. O sıralar dünyayı baştan yaratacak kadar güçlü his sediyordum kendimi. . .
Bu güzel dönem uzun bir süre devam etti. Bu kez zayıflama
ilaçlarımla mutlu olduğumu hissediyordum. Ancak olumsuz et kiler bir süre sonra kendini göstermeye başladı. Bir gece yarısı
bir bayan gazeteci arkadaşıma telefon açıp "Ben Özdemir'den
boşanıyorum" dedim. Kız şaşkınlıktan bir an bile konuşamadı. . .
Bir süredir yolunda gitmeyen beraberliğimize bilinçaltı olarak
demek ki böyle anlatmak, Özdernir'e bu yolla tepki göstermek
istemiştim. Bu bir birikimin karşı konulmaz sonuydu. Özde
mir'in YOGUN İŞ TEMPOSU BENİ İYİCE YALNIZLIGA İT MİŞTİ. GECELERİMİ KLASİK MÜZİK DİNLEYEREK, O
KUYARAK VE BELKİ DE BİRKAÇ KADEH İÇEREK GE
ÇİŞTİRMEYE ÇALIŞIYORDUM. Oysa Özdemir işin stresin
den arkadaşlarıyla birlikte bir yerlere giderek kurtulmayı yeğli
yordu. Benimle paylaşmaya çok da niyeti yoktu .. Zaten benim
şöhretim onu hep çok rahatsız etti. Şimdi düşünüyorum da bir 1 07
kez bile olsun sahillerde elele dolaşamadık. Kolkola beraberli ğimizin tadını çıkaramadık. Düşünsene kocanla başbaşa restora na gittiğin tarihi anımsarnıyorsun bile . . Belki de hiç gitmedik . . .
Ama ben halen yine kadınlara özgü o sabırla ve çocuklara özgü umutla bekliyordum. . . Ama ne yazık ki onun 33 yıllık kaçışı ha
len sürüyor. Çünkü o gerçek anlamda biir işkolik. Belki eğer
varsa öbür dünyada elele dolaşırız Özdemir'le . . .
Zayıflamaya Devam Ediyorum... Ertesi gün bütün gazeteciler eve hücum ettiler. . . Gazeteler 1 2
yıllık mutlu bir yuvanın yıkılış hikayesini yazdılar uzun bir sü
re. Memlekette bu kadar çok sorun ve önemli olay varken be nim özel yaşamıma bu denli geniş yer ayırmalarına gerçekten
çok şaşırmıştım. . . Belki de ilk o zaman topluma ne kadar mal olduğumun bilincine vardım. . . Bir yandan da Pat'ların etkisiyle
ben iyice zayıflamıştım ve bu arada ilacın miktarını artırmıştım.
Çünkü onu içmediğim zamanlar kendimi bir külçe gibi hissedi yordum . . .
B u arada Özdemir olup bitenlerin şaşkınlığında soran gaze
tecilere "Evet ayınlıyormuşuz. Belgin'in kararı bu yönde" şek linde beyanatlar veriyordu . . . Ben de bu aralar film çalışmaları
mı sürdürüyordum. Hiç unutmuyorum o sıralar Zeki (Mü
ren)nin de kilolarıyla başı dertteydi ... (Sevgili Belgin Doruk Ze
ki Müren'i gerçekten çok severdi ve özlediğini söylerdi. Bu yazı
dizisiyle ona pek çok kez mesaj yolladı. Ancak Zeki Müren'in
onu bir kez bile aramamasına çok üzüldü . . . Oysa onun ölümüne
en çok üzülenlerden biri de hiç kuşkusuz Zeki Müren oldu . . . A
ma sevgili Müren o zamanlar bir telefon açıp o güzel sesinizle "Nasılsınız Belginciğim" diye bir soruverseydiniz. Kalbi size
kınk olmasaydı bu güzel insanın . . . )
Zeki'ye benim haplardan yutturdum. O bu aniden gelen ve
ayaklarını yerden kesen enerjinin mutluluğunda kendini sokak1 08
lara atmış. Tanıdığı kim varsa ona hediyeler aldı . . . Ancak bir
süre sonra benden daha akılcı davranıp "Enerjinin bu kadarı da çok fazla" deyip bir daha Pat almadı. . .
Y ıldırım'a Borcumu Unutmadım... Bir yandan evde ayrılık rüzgarları eserken ben kendimi iyice
o l a y a kaptırd ı m . Ve o s ı ralar p e k m o d a o l a n s i n e m a
oyuncularının sahneye çıkma modasına uyup gelen sahne tek liflerinden birini kabul ettim. Evdeki trafik akıl almaz bir şeydi.
Bir yandan başım dönüyor, öte yandan yaşamıma yeni bir yön
çiziyor olmaktan dolayı mutluluk duyuyordum. Terziler, gazete
ciler, saz sanatçıları, hocalar, afiş fotoğraf çekimleri derken
benim ayaklarım iyice yerden kesilmişti. Anfetamin katkılarıyla kendimi Maria Callas gibi hissediyordum . . . Sevgili Haldun
Dormen benim her şeyimle ilgileniyor hatta terzi Mualla'ya bile benimle birlikte gelip gidiyordu. Yüklüce bir avans almış
paraların çoğunu harcamıştım bile. Hiç unutmam Mualla ile üç
elbise üzerine anlaştık ve ben elbiseleri teslim almadan peşin peşin parasını ödedim. Ancak dikilen iki elbise korkunçtu. Kötü
ve çirkin dikme talimatı üzerine hazırlanmış iki giysi . . . Gülşen Işık bu kıyafetleri gördüğünde "Sahneye bunlarla çıkarsan seni
öldürürüm" dedi bana . . . Ben de onun bu kararına katıldım. Ama
çok çaresizdim. Sahneye çıkmama çok kısa bir süre kalmıştı� ve henüz hiçbir şey hazır değildi . . . A l l ahtan o sıralar Gönül
Yaz ar ' ı n y an ı nda t a n ı d ı ğ ı m v e h al e n çok b ü y ü k s a y g ı
duyduğum, sevgi ile andığım Yıldırım Mayruk bir gecede bana
rüya gibi bir tuvalet dikti . . . Hem de beş kuruş almadan. Onun bu asilliği beni
her zaman çok etkiledi. Ve bugünkü başarısı
beni çok mutlu etti . . .
Yolun daha da açık olsun Yıldırım . . .
B iliyor musun ki sevgili dostum bana o gün diktiğin tuvalet geçen gün elime geçti . . . Artık çok eskimiş. Biraz da küf kokuy
or, biraz da acı veriyor bana. Ne çok emek var değil
mi o
109
tuvalette . . . Hem de borcu asla ödenemedi ne yazık ki. Sen bana bunu bir kez bile anımsatmadın ama ben de bir kez olsun unut
madım. . . Yine sahneye çıkmaya karar verdiğim çılgın anlardan birinde ayaklarım yerden kesilmiş veziyette uçuyordum sanki.
İlaçların etkisiyle her şeyi çok kolay görüyordum. Bir gün
Zeki'ye telefon açıp sesimi dinlemesini i stedim. " Elbette
Belginciğim şeref duyarım mutlu olurum" dedi her zamanki
kibarlığı ile . . . Hemen Levent'teki evine gittim. Beni kapıda
karşıladı ve yanaklarımı öptü. "Hayırlı olsun, cesur ol. İnsanlar seni seviyorlar. Bu işi başarırsın" dedi. Salona geçtik. B iraz
daha konuştuktan sonra sıra benim şarkı söylememe geldi . . . O
koltukta ben yerde başladım şarkı söylemeye. Bir an Zeki'nin
yüzüne baktığımda yüzünün allak bullak olduğunu gördüm.
Gözlerini benden kaçırmaya ve kem küm etmeye başlamıştı. . .
Şimdi Zeki Müren'in bu halini öyle iyi anlıyorum ki . . . O zaman
asla kendimde değildim ve çocuğun çaresizliğini göremeyip, ne
dernek istediğini bile anlamadım. Tüm kibarlığı ile bana "Bak B elginciğim sesin fena değil. Ben sana birtakım sesi açı p
boğazı rahatlatan ilaçlar vereceğim onları hemen al kullan. Bir
de birkaç hoca adı tavsiye edeceğim onlarla hemen sıkı bir
çalışmaya gir" dedi ve bana yardım sözü verdi . . . Ancak Zeki
'nin önerdiği ilaçları asla almadım. Unuttum . . . Hocaları da ara
madım ve sonunda olanlar oldu . . O günleri anımsıyor musun .
Zekiciğim? Aslında ben şu an Zeki'yi de içinde bulunduğu
durumu da B odrurn'da neden inzivay a çekildiğini çok iyi
anlıyorum. Zaten hasta olunca, sağlık bozulunca insanın gözü
hiçbir şeyi görmüyor. . .
Umarım kendini toparlar da seven
leriyle kavuşur bir an önce . . . Çünkü onun sevgisi hepimizin yüreğinde . . .
Gen el Prova N i hayet ö z e l d a v e t l i l e r i ç i n g a l a d a n ö n c e b i r gece
yapılmasına karar verildi. B asın elbette orada. Ben de evden 1 10
getirdiğim ayna, perde, paspas, koltuk ve sehpa ile küçük bir
salona çevirdiğim kapı s ında " B elgin Doru k " yazan küçük
kulisimde sıramın gelmesini bekliyordum. B ir yandan anfeta
minin etkisini, öte yandan Özdemir'in Yunus filmini çekmek
için bir aydır Anadolu'da olmam ve de i çinde bulunduğum
stresli ortam beni iyice kendimden, gerçek benliğimden uzak
laştırmıştı. . . Tüm sosyete, yakın dostlar ve basının huzuruna
çıkmak için nihayet döner sahnedeki yerimi aldım. . . Allahım o
ne korkunç bir andı. . O an demek tümüyle Özdemir'e konsantre olmuşum ki başladım birden Yunus'tan deyişlere . . .
"Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni . . . Ben yanarım
dünü günü bana seni gerek seni . . . " demeye. Zavallı Selahattin
Erköse arkamdan bağırıyor "Belgin Yıldızların Altında" diye
Ama ben onu anlamıyorum bile . . . Öztürk ise çıldırmış bir halde "İndirin şalteri bu kadın iyice çıldırmış . Daha çok rezil olmay
alım " diye . . . İyi ki bu anın daha
detayını hatırlamıyorum.
Çünkü her hatırlayışımda üstüme bir karabasan gibi çöküyor o an. Gözlerimi açtığımda sevgili annem yine başucumdaydı.
Doktorlar çağrıldı. Ama ne yazık ki hiçbiri kullandığım Patın
içi ndeki anfetaminin farkında bile değil ler. En eski usule
başv urup kurş u n l ar döküp dualar etmekle b aş ımdaki b u
hastalığı savacaklarına inandılar... O sıralar yakın dostum olan
S e v g i l i R ü çh an Ç amay b e n i a l ı p R afet Kayseril i o ğ l u ' n a
götürdü . . . Adam bilinçaltıma girebilmek için beni uyutmaya
çalıştı. B ir saat sonra bu terapiiye tek cevap veren acıkan karnımın gurultusu
yanım
oldu. Bunun üzerine Kayserilioğlu
hemen çözümü bulup " B ugün iç organlarınız sakin değil . O
yüzden başarılı olamıyoruz" dedi ve bizi salıverdi . . . Aslında ona hiçbir zaman inanmadım ve bir daha yanına bile uğramadım.
B u arada hastane hastane dolaşıp derdime çare olacak bir hekim aradım. Benim sorumun fizikseldi bunu biliyordum. Ama ne
yazık ki hekimlerin bana tek önerdikleri şey psikoterapiydi . . .
O y s a b e n herke s t e n ö n c e b i r doktor kurbanı o l d u ğ u m u 111
anlamıştım . . . Keşke onlar da anlasalardı. . .
Artık pilimin bittiğini hissediyordum . . Eski Belgin'den eser
bile yoktu. Olağanüstü bir yorgunluğum vardı . . . Hasta ve bitkin bir vaziyetteydim, her yanım ayrı titriyordu. Kollarım, bacak
larım, çenem . . . Her yerim tutmaz halde . O sıralar kimbilir y a k ı n l arı m ı
ne
kadar
ü z ü y or d u m .
Gülümü,
annemi ,
kızkardeşimi, dostlarımı . . . Yaşamımın en acı günleri, kendimi çok zavallı ve çaresiz görüyordum . . Himenliğim, enerjim,
gücüm kuvvetim, hayallerim çoktan başlarını alıp gitmişler
benim yaşamımdan. Ama yine de içine düştüğüm bu bataktan
birilerinin beni kurtarmasını bekliyordum. Ne yazık ki uzanan her el beni daha da aşağılara çekiyor.
En sonunda anfetaminin zararı Sağlık Bakanlığı tarafından
anlaşılıyor ve bir genelge yayınlanarak bu tür
ilaçların kul
lanımı yasaklanıyor. Ama bu arada kimbilir benim gibi kaç kişinin başı yandı. Ancak beni en çok üzen şey son yıllarda özellikle lise çağındaki çocukların anfetamine olan bağlılıkları.
Aslında birileri bu çocukları uyarmalı , karşılarına alıp anlat
malılar. B ana larını . . .
bile deseler ben bile anlatırım, söylerim zarar
B u arada Ö zdemir e l i nde avucunda kalan s o n p aray l a
hayatının
kumarını Yunus Emre ile oynamayı sürdürüyordu.
Yıllarca paraları ağabeyi Nüzhet idare etmiş, o da yapımcılık
yapmak için yollara, sokaklara düşmüştü. İşte bu arada elim
izdeki mal varlığı tümüyle erimiş görünüyordu . . . Özdemir
Yunus Emre filmini son şansı olarak görüyordu . . . O öyle
dağbaşlarında uğraşa dursun ben yine sevgili annemin yanında yaşam mücadelemi sürdürüyordum. Bana o sıralar sosyete dok
toru diye bilinen Dr. Ergun Mengü bakıyordu. (Sevgili Belgin bu ismi verdiğine sonra pişman olmuş, yayınlanmasını engelle
mek istemişti. Adamı yıllar sonra üzmek istemiyordu . Ama söyledikleri doğruydu. O yüzden bu kitapta ben bir kez daha bu
adı kullanmakta herhangi bir sakınca görmüyoru m . ) B an a 1 12
fenalık geldikçe Amerikan Hastanesi'ne gidiyorduk o da bana
bir diazem yapıp yolluyordu. Çok kötü olduğum dönemlerde de
annem hemen ondan y ardım istiyor, o d a " B iraz B ağdat
Caddesine gidin, sinemaya, tiyatroya, alışverişe filan gidin"
diyordu. Biz de onun dediğini yapıyor yollara dökülüyorduk.
Ama bu sokaklarda bulacağım sanılan huzuru ne yazık ki asla
bulamıyordum ve iyice elimden kaçırdığımı hissediyordum.
Bir gün Oya'nın arkadaşı Serpil Tüfekçi ; "Belgin'i Lape'ye
götürmek en iyi çözüm Hamit Alacalıoğlu diye bir doktor var ki herkesi iyi ediyor, müthiş sonuçlar alıyor" dedi . . .
Lape Günleri Ertesi gün Oya ile birlikte Lape'ye gittik. Eski Fransız
Hastanesi. Soğuk taş duvarlar, demir kapılar, buz gibi koridor
lar, uzak sevimsiz suratlar ! O an kendimi ölüme o kadar yakın
hissettim ki. Sanki ölmüştüm ve o an ayakta duran yalnızca
benim cenazemdi. Oya ile birbirimize sarılarak vedalaştık. Acı
dolu bir andı ! Sanki sevgili kız kardeşim yanımdan ayrılırken
bütün dünya ile ilişkim kesiliyordu . . . O an Oya ile birlikte geri dönmeyi düşündüm aklımdan. Beni bir hasiphaneye, bir akıl
hastane s i ne kapatıyorlar sandım. Hatta zal i mce düşü nüp
" B enden kurtulmak i stiyorl ar" dedim kendi kendi me. Oya
arkasını dönüp g iderken bi l i yorum o d a ağl ı yord u . Ama
dışarıda onu bir hayat kucaklayacaktı. Ya beni taş duvarların arkasında neler bekliyordu acaba?
Beni beyaz geniş kolalı, şapkalı nörsler alıp uzun taş kori
dorlardan geçirdiler. O an onlar bana Azrail gibi geliyordu ve ben öteki dünyaya göç etmiş de hesap sorulmaya götürülüyor
muş gibi hissediyordum kendimi . . . Bir yığıntı halindeydim.
Durmadan koridorlardaki demir parmaklıklı kapılar açılı yor,
nörsler aynı gardiyanlar gibi o koca koca anahtarları bir cepler
ine atıyorlar, bir ceplerinden çıkartıyorlardı. . . B iz yürürken
1 13
koridorlarda ağlayan, gülen, çığlık çığlığa bağıran insanların
sesleri yükseliyordu .. Kendimi gerçek bir ruh hastası gibi his
settim o an. Ve b i r daha a s l a ç ıkamay acakm ı ş ı m h i s s i ne
kapıldım. Böyle şeylerin ise yalnızca filmlerde olacağını sanır,
yönetmenin geniş hayal dünyasına hayranlık duyardım. Oysa o
o l ayı yaşadıktan sonra asla gerçek anl amda bu duygunun beyazperdeye yansıtılmadığına inandım daha sonraları . . .
Nihayet koridorlar sona erdi ve ben son kapıdan sonra salon
gibi bir yere çıktığımızı hatırlıyorum şimdilerde. Hemşire yine o insanı ürperten anahtarları ile bir kapıyı açtı. Yüzü son derece a
sıktı. Mutsuzdu, donuktu. Sanki duygulan alınmış birer robot
gibiydiler. Yüzünün en ifadesiz haliyle "Burası sizindir madam"
dedi. Gözlerime inanamıyordum. Ufacık bir iskemle, demir bir
yatak, bir lavabo, demir bir elbise dolabı, masa . . . Tuvalet ise
herkesin ortaklaşa kullandığı bir yerdi ve koridorun sonundaydı.
Kabus gibiydi. Ben o an gözüme dünya güzeli gibi görünen ga
zinodaki kulisimi özledim . . . O odayı beğenmezken şimdi korku filmlerinde bile rastlayacağımı sanmadığım bir odaya resmen
kilitlenmiştim, korkunçtu. Demir kapıyı sarsıp dışarı çıkmak is
tedim o an. Ancak hemşire arkasına dönüp bakmadı bile. Bir sü re sonra sesim oradaki öteki seslere, çığlıklara karıştı.
Hiç unutmuyorum bir keresinde kolumda uzun demir serum
çubuğu ile ayağımı süre süre tuvalete gittim. Ağlıyordum . . .
Hem de için için, hem de hıçkıra hıçkıra. . . İçinde bulunduğum
durum acılığı beni mahvediyordu . . . Paris , Londra, Atina, en büyük kokteyller, galalar derken Türk Sineması 'nın Küçük Hanımefendisi ne hallerdeydi . . . Tuvalete nasıl gittiğimi, işimi
n a s ı l görüp de geri d ö n d ü ğ ü m ü h e p b i r k a b u s g i b i
hatırlıyorum . . . Zaten o günler hep kabus değil miydi k i benim için. Halen kabus . . .
Tuvaletten dönerken serumum kolumdan çıkmış v e kanım
yerlere saçılmıştı. Acım bir yandan beni üzüyor ama bir yandan
da hemşireden yiyeceğim fırçadan korkuyordum. Aman tanrım 1 14
ne zor günler7 o ne uzun koridorlar, o ne bitmez haykırışlar, tedirginlikler, duvarları yumruklamak, kendini öldürmek istiyor
insan. Gerçekten de hemşireden dikkatli olmadığım ve yerleri
kirlettiğim için inanılmaz bir fırça yedim. Yaşamımı boyunca ilk böylesine aşağılandığımı hissediyordum ve bunu sineye
çekemeyip ağlama krizine tutuldum.
Hemen bir iğne yapıldı bana ve sakinleştim. . . O ilk gece
nasıl geçti inanamıyorum. Korkunçtu. Sanki beni bir işkence
makinasına yatırmışlar direnmemi deniyorlardı. . . Bu hastanede azılı akıl hastaları n ı n d ı ş ı nda pek çok ç e ş i t hasta vardı .
Gencecik pırıl pırıl eroinman kızlar ve yalnızlık bunalımından
kurtulamamış genç kadınlar. . .
İlk günün s abahı gözümü açtığımda penceremden içeri
bakan manasız bir çift göz gördüm. Anlamsız anlamsız bana
bakıyordu ama ne görüyordu bilmiyorum. Ben çok ürktüm ve rahatsız oldum bu gözlerden.
Şok Tedavi Dışarıdan garip bir çığlık sesi geliyordu. Ben yatağıma
büzülmüş korku içinde ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum
sonra yataktan fırlıyor küçücük penceremden bomboş koridor
lara bakıyor ürperiyordum. Korkumdan ne yapacağımı bilmez
haldeydim. Ağlamaya başladım. Sonra sesin kesilmesiyle sus
tum. Derken nihayet doktor Alacalıoğlu geldi. Beni hemen sıkı
b i r m u ayeneden g e ç i rdi . U z u n zaman d e v l e t s e n fo n i
o rkestrasında keman ç a l m ı ş o l an doktorla i l k kere sinde kanlarımız ısındı birbirine.
Şimdi düşünüyorum da ilk anda beni o muayene etseydi
belki de yıllarca çektiklerimi çekmeyecek, hastalığın bu kadar ilerlemesine meydan vermeyecektik. Neyse o muayenede
görüldü ki hastalığın son aşamasındayız. Alelacele Özdemir'i
hastaneye çağırdılar . . . B unun yanısıra Ayhan Songar, Özcan 1 15
Köknel, benim doktorum ve iki profesör kendi atalarında topla
narak bana şok tedavi yapılmasına karar verdiler. Özdemir
endişeli fakat çaresiz bu izin kağıdını imzaladı. .. Ben ise olan bitenin asla farkında olmayan bir külçe gibi olduğumu hissediy
or, beni oradan oraya sürüklemelerine aldırmıyordum bile . . .
İ d a m l ı k b i r mahku m u n s o n u n u beklerkenki h a l i n i ç o k
andın yordum. . .
Ertesi gün beni özel şok odasına aldılar. Narkoz verip şoku
uyguladılar. O odaya girerken anımsadığım tek şey uzun yataklar,
pis kokular, beyaz önlüklü asık suratlı doktorlardı. . . İşlem bittik ten sonra kayabalığı gibi yalpaladığını hatırlıyorum bir de.
Sedyeler, o kocaman kocaman iğneler, o kötü kokulu, kötü bakışlı
hastabakıcılar şimdi bile o kadar net gözümün önündeler ki . . .
B u ş o k tedavi d e n i l e n r i s k l i o l a y ı b a n a ü ç d ö r t k e z
uyguladılar. Ancak aldıkları sonuç olumlu olduğu i ç i n ilk
keresindeki korkumun giderek azaldığını gördüm. Ama yine de
bu hastanede olmak cehennem gibi bir şeydi. Canım oradan kaçıp uzaklaşmak istiyordu. Ama bu mümkün değildi. Kilit
üstüne kilit altındaydık. Nihayet ikinci haftanın sonunda dışarı
çıkma izinleri başladı. Aman Tannın bu ne mutluluktu. Sevgili Oya ve kızım Gül gelip beni alıyorlar, hep beraber gezip
eğlenip dolaşıyor, balıkçı restoranlarına gidiyor o günün her anını en iyi biçimde değerlendirmeye çalışıyorduk. Canım
annem ise dayanamadığı, yüreği elvermediği için sanıyorum
hastaneye hiç gelmiyordu . . . Oysa ben onu, evimi , eşimi ve
çocuklarımı çok özlüyordum.
Nihayet haftalar Gül'ü, Oya'yı göreceğimin sevinci ile daha
da kolay geçmeye başladı. Bütün günü onlarla geçirdikten sonra o ayrılık anında canımın ayak parmaklarından çekildi ğini
hissediyordum. Yaralı bir kuş gibi kafesime bırakılıyordum. Ya da zararlı bir insan gibi kilit altında tutulmam gerekiyordu. O
zamanlar nasıl ağladığımı, duygu ve düşünce olarak ne kadar
yıprandığımı kimse anlayamaz . . . 1 16
B ir gün ansızın, İpek Günay, Gülşen Işık, Gül B ora ve
Neriman Köksal ziyaretime geldiler. . . O kadar mutlu oldum ki ...
A m a o n l ar z a t e n y aş a m boyu iyi d o s t u m o l d u l ar. H e l e Neriman'ın o avuçlarımı ellerinin içine alıp da beni teselli etm
eye çalıştığı o anı, akıtmamak için zor tuttuğu gözyaşlarını asla unutamam.
O gün için hepinize birer birer sağol demek isti yorum,
sevgili Gül, sevgili Gülşen, Sevgili İpek ve Neriman. Bu güzel
anı bana yaşattığınız, beni sevmekten ve dostluğumdan asla
vazgeçmediğiniz için sağolun . . .
O sıralar Elizabeth Taylor d a alkol tedavisi görmek için
dünyaca ünlü Betty Ford kliniğine yatmıştı. Arasıra okumamıza izin verdikleri bir gazetede okumuştum bu haberi. Hatta terapi
olsun diye hastanenin taşlarını bile sildiriyorlarmış ona. B u
arada aldığı ilaçların etkisiyle tatlıya olan arzusu artmış ve epeyce kilo almış . . . Ben bu satırları okurken elimdeki çikola
tanın son lokmasını yutmakla meşguldum . . .
Bu arada basın e n sonunda nerede olduğumu keşfetti. Dr.
Hamit'i günde elli kez aramaya başladılar. Doktor bunu yalan
lasa da onlar asla vazgeçmediler.. Oysa benim için çok kritik bir
dönemdi. En ufak bir depresyon beni eski halime döndürebilir
di. Ancak o günden bugüne öylesine bir direncimi artırdım ki,
en kötü olaydan bile etkilenmeyecek hale geldim neredeyse. Her türlü acı, kötü ve olumsuz habere hazırladım kendimi.
Şimdi çocuklar bile bana ters giden bir haberi söyleyecekleri
zaman, ben onların yolunu açıyor " Korkma. Ne diyeceksen bir an önce söyle. Ben hazmın" diyorum . . .
Neyse gazeteciler, n e yapıp edip objektiflerini hastanenin
camına dayamışlar ve bana benzer bir hemşirenin resmini çekip "Belgin Doruk demir parmaklıklar ardında" diye trajedi dolu
haberler yazdılar...
Ben bir yandan sabahları sevgili doktorumun ziyaretini bek
lerken, öte yandan dostlarımın getirdikleri çikolataları kutu kutu 1 17
yiyordum. Ş i ş manlamay a başlamıştım ama u mrumda bile değldi. Ben bu kilitli kapılar ardındaki esaretimin sona ereceği anı dört gözle bekliyordum. Kendi tatlılarını bitince hastanede o
demir tabaklarda verilen tatlı benzerlerini bile yalayıp yutmaya
başlamıştım.
Ve en sonunda beklenen o an geldi. Artık kendi başıma
ayaklarımın üstüne basabileceğime ve eve dönebileceğime karar verildi. Eğer istersem eve dönebilecektim. Allahım o ne mutluluktu ! Tanrının herkesi sevdiklerine böyle kavuşturmasını ve bu olağanüstü sevinci yaşamalarını dilerim. . .
Artık ne nörsler, ne zincirler, ne d e şakır şakır şakıyan
anahtarlar vardı. Çıkış kapısında beni bekleyen kız kardeşim
Oya ve yeni gelin olmuş bebeğim Gül vardı. .. Onlarla ayrılma
macasına sarıldım. Artık mutluydum . . Balık etinde ama kendine güvenen orta yaşlı bir kadın olarak yaşamıma kaldığım yerden devam etmek kararındaydım . . .
1 18
Onbirinci Bölüm
TOMBUL TEYZELİKTE KARARLI . . . Hayat yine de gülümseyerek bakamıyor ne yazık ki . . . - Hayatı boyunca a s l a alkolün ve uyu şturucunun esiri
olmadı . . . Herkes gibi dost topluluklarında ya da akşamüstleri
bir ya da iki kadeh viski içti . . . Rahatlamak, stres atmak belki de
güzel bir olayı kutlamak adına. . .
- Artık yalnız kalmaktan korkmuyor. Çünkü biliyor ki eşi
Özdemir Birsel çalışmak zorunda. . . Ankara'ya gitmek, işlerini
bitirmek . . . B unun için bir kurtuluş olsa bile sevdikleri için korkunç bir olay olduğunun farkında . . .
- Şimdi tek isteği b u diziye sığmayan anılarını kitabında
anlatmak, TV dizisinde de canlandırmak. . . İşte o zaman yaşamı onun için çok daha önemli olacak hiç kuşkusuz . . . Ömür boyu
asla utanılacak bir şey yapmaması onun insan olarak en belirgin özelliklerinden, güzell iğinin ve küçük hanımefendiliğinin yanısıra . . .
Hastaneden çıktıktan sonra içine girdiği dönem uzun uzun
bizim yaşamımızı etki l edi. Şimdi düşünüyorum da sevgili Özdemir tam ondokuz yıl boyunca aldığım ilaçların, beyin
hücrelerime verdiği zararın etkisiyle alışık olmadığı bir Belgin
ile yaşamak zorunda kaldı. Onca yalnızlığa karşın yine de bana
gösterdiği sabır için ona "Sağol" demek istiyorum. Ve umuyo-
1 19
rum ki bundan sonraki günlerde daha çok beraber oluruz . . .
Evet yine geçmişe olan yolculuğumuzu sürdürelim. Sene
1 974 . . . Birsel Film hesabına "Gecekondu Rüzgarı" adlı film
çekilecekti. Ben kendim oynamak istedim bu filmde. Bunun sanat yaşamımdaki son işim olduğunu tahmin ediyordum belli belirsiz . . . Muhterem Nur ve Fikret Hakan ile oynamamız da işin
başka güzel yanıydı . Muhterem bir devre imzasını atmış önemli
bir oyuncuydu. Fikret ise olağanüstü bir oyun gücüne sahip sanatçı. Antohny Quinn' den ne eksiği var ki . . . Neyse çok güzel
bir çalışma oldu.
Bu arada B i rsel Film daha önce Türkan Ş oray ' la "Yedi
Kocalı Hürmüz ' ü , Zeynep Değirmencoğlu i l e de "Pamuk
Prenses' i çekmiş ve dirilmişti. Zaten gerek Hisar, gerekse Birsel Film olarak kaliteden asla ödün verilmedi, masraftan kaçılmadı. Sinemadan ne kazandıysak yine sinemaya yatırdık. . .
Türkan ' ı tanıdığımda çok güzel b i r kadındı. . . Küçük bir
kadın çünkü yaşı çok gençti. O da sinemaya ben "Hisar filme
bağlıyım. O yüzden oynayamam" diye reddettiğim bir teklifi
kabul ederek başlamıştı. Bu Yedi Kocalı' nın çekiminden önce
bir gece Rüçhan Adlı ile birlikte yemeğe geldiler bize. Rüçhan Bey zaten çok yakışıklı, gerçek anlamda biir beyefendiydi.
Türkan ise dünya güzeli, nazik, çekingen . . . Onun bu ürkekliğini
hep düşünmüş 'Hem Türkiye' nin starı hem de bu kadar heye
canlı? Niye ' demiştim. Sonra Türkan 'ın setine gittim birkaç
kez . . Sonra aradan yıllar geçti görüşemedik. Ben onun filmleri
ni izliyorum yalnızca. Sinemaya böylesi sıkı sarılışı çok güzel
bir duygu. İnanıyorum ki gerçek hayatta yaşayamadığı bazı şeyleri sinemada yaşıyor. . .
Yine son filmlerimden biri de "Pamuk Prenses" orada ben
Zeynep'in iyi yürekli annesini oynadım. Çok kısa bir roldü.
Ama bu filmle ilgili hoş anılarım var ki şöyle:
Gazetelerde 7 tane cüce arandığına ilişkin ilan verdik.
Bir
süre sonra baktık ki Türkiye'nin her yerinden cüceler geliyor. 1 20
İçlerinden çok sıkı bir seçicilikle 7 tanesine karar verildi.
Muhteşem dekorlar Antalya ' y a kuruldu. Kostüm ve dekor Peyman'a ait. Ben de ona yardım ediyorum. O yedi cücelerin
kostümlerinin çıtçıtlarını dikmekten gözlerime tik gelmişti. Her birinde 20 çıt çıt. Ve üçer, dörder kostüm . . . Yani her biri için 80 çıt çıttan, yedi ile çarparsak 560 tane filan . . . Pamuk prenses
olarak Zeynep'e karar verdik. Ancak Zeynep' in saçları kızıl ve
iki dişi dudağının üstünde, şirin bir dişlek yani . . . B abasına
aldırmadan saçlarını boyattım. Çünkü elimde Walt Disney ' in
eskizi var. Ben de Zeynep' i ona benzetmeye kararlıydım. Sonra
aldım dişçiye götürdüm. Bir günde ona pamuk prenses dişleri
yaptırdık. Bembeyaz ve porselenden.
Zeynep' i çok küçüklüğünden beri tanırdım. Daha önce de
Ömercik'li ve Ayhan' lı sanıyorum "Yuvanın Bekçileri" diye
fi l m l e r i m i z o l m u ş tu ve b e n bu fi l m l e ö d ü l a l m ı ş t ı m . . .
Zeynep' çik sete uyuklayarak gelirdi. Çünkü geceleri babası ne
kadar toplantı varsa götürürdü onu . . .
Neyse Özdemir bu filmlerin ardından i şletmec iliğe de
başladı ve biz bir kez daha battık . . . Bu arada Aydın' daki çiftlik,
yukarıdaki köşk, mallar hepsi satıldı. . . Ardından yeşilçamda seks filmleri furyası başladı. Özdemir seks filmi yapamayacağı
için toparlanmamız mümkün olmadı. Yeşilçam'ın o dönemdeki
batıkları arasında biz de yerimizi aldık. . .
Aşiyan'a Taşınıyoruz Ç i fte s aray lardaki evimiz de s atı lmı ştı . B i z de Te vfik
Fikret'in evine yakın, yokuşun başında, ağaçlıklar arasında bir villaya taşındık. Özdemir de bu arada Kültür B akanlığı için,
bankalar için belgeseller ve reklam filmleri çekiyordu . Uzun senaryolar yazmış , bu i şlerde zorlanıyordu . Çok çalışması
gerekiyordu. B u arada Hülya, Türkan, Fatma ve Filiz' in devri başlamıştı . . . Hayır hayır en ufak bir kıskançl ığım olmadı. 121
Elbette birileri gelecek, ötekiler gidecekti . . . Yaş dönemi filan diye bir şey var.
Ancak ben onca şok tedaviden s onra, yine şok olaylar
yaşamıştım. Son filmimin çekimi sırasında da "Acaba bitire
bilecek miyim?"in stresini yaşamıştım. B u beni üzmüştü . . .
Ancak yeni ekip ile çok dosttum. Mesela Türkan ile doğum
günlerimiz aynı g ü n yani 28 H aziran ' dı . O bana doğum
günümde kırmızı güller yollamıştı. Ben de ona. Hoş bir anı
yani. Hülya da birkaç kez gelmişti bana. "Dudaktan Kalbe"
diye bir film çekmişti bize. Ve kostümlerini birlikte seçmiştik. . .
Filiz, şekercim zaten bana olan sevgisini bilirim, Fatma' yla da
yaşadık böyle bir muhabbet. ..
Ama benim iç dünyamda fırtınalar kopuyordu ... Yalnızlık,
Özdemir ' in iş temposu . . . Bu arada sürekli kilo alıyordum. Kendimi
eve
kapatmı ş t ı m .
Hep
y a ş adı k l arımı
ve
yaşay amadıklarımı düşünüyordum. B i r Ö zdemir ' in Aydın
doğduğundaki sevincini, içip avaz avaz bağırmasını, hastanenin kapısına dayanışını, annelik hissini daha bilinçli yaşayışını
anımsıyor gülümsüyor, ancak sonra Aydı n ' ımı da annemin yetiştirdiği gerçeği ile sarsılıyordum. Şişmanlık, içinde bulun
duğumuz ekonomik kriz ve yalnızlık beni çok etkilemişti. Ormanın içinde koskoca evde yalnız bir kadın.
İ şte o l a n l ar o gece oldu . . . Ö zdemir içeride yine i ş i n i
yapıyordu b e n artık bu dünyada i ş i m kalmadı ğ ı na karar verdim. A i leme, y akınlarıma sıkıntı ve üzüntü vermekten
başka hiçbir işe yaramadığımı düşünmeye başladım. Sevgili kızım da bu arada sevdiği gençle evlenip iyi bir i zdivaç yapmıştı. . .
Gözüm iyice karardı. Ağlıyor muydum hatırlamıyorum. Bir
anda ölmeye karar vermiş olmanın rahatlığı içine girdim. Bir
kutu uyku ilacını yuttum. Başucumda da bir mektup bırakıp kendimi yatağa attım. . .
Rahatlamıştım . . . İşte bütün dertler v e sorunlar bitiyordu.
1 22
İnsanlar arkamdan biraz ağlayacak, ölümümdeki dramatiklik
konuşulacak o parlak günl erin ardından gelen acı sonum anlatılacaktı. B elki iki torunu özleyecektim en çok. Çünkü
onl ar dünya şekerleri çocuklar. . . Onl arla bile istediğim gibi ilgilenemiyordum.
Dalıp gitmişim herhalde . . . Gözlerimi açtığımda hastanedey
dim. Başucumda kızım, kocam . . . Yaşadığımı anladım . O an
neler hissettiğimi asla anımsamıyorum. Mutlu muydum, mutsuz mu?
Özdemir bir ara yanıma gel m i ş ve beni öyl e g örünce
çıldıracak gibi olmuş. Kolay mı içeride çalışırken, karısı yatak odasında intihar ediyor. Hemen bir ambulansla beni hastaneye
getirmişler. Kolumdan serum vermek için damar bulamayıp,
ayak bileğimden kalı n damara girmişler. . . Yani şu an yaşıyor
olmamı yine Özdemir' e borçluyum . . .
Kitaplarım Benim Dostlarım Bu devrede yanımda hep Sezer Sezin dostum oldu. Zor gün
lerimin biricik dostu. D aha sonraki zor anlarımda da hep
yanı mdaydı . Tatl ı S ezer ' im , senin en kadim dostl uğunun
k a r ş ı l ı ğ ı n ı s a na n a s ı l vere b i l i r i m d i y e n e kad ar ç ok
düşündüğümü bilir misin? Maddi manevi hep yanımda oldun ve
bana güç verdin . . .
Ben b u dönemden sonra deliler gibi okumaya başladı m.
Okumamın asla sonu gelmiyordu. Gözlerim kanlanıncaya kadar
okuyordum. B u alışkanlığım halen sürüyor ve asla vazgeçe
meyeceğim bir şey b u . Hastalanmaktan en çok bu yüzden
korkuyorum ya doktorlar okumamı yasaklarlarsa benim en
büyük korkum . . . Onun dışında tanrıya şükürler olsun hiçbir
alışkanlığım olmadı. Uyarıcı ve uyuşturucu etkisi olan hiçbir ilacı bilinçle kullanmadım. Alkole gelince, her insan ne kadar
içerse . . . Dost yemeklerinde, arkadaşlar geldiğinde (bu o kadar 1 23
az oldu ki yıllarca. . . ) Ama bazı akşam üstleri yani saat 1 8.00 ile
20.00 arasında bir duble viskim olur. . . Hepsi bu. Yani alkolik
olmadım asla. . . Akşamcı bile sayılmadım hiçbir dönem. Ancak zaman zaman o bir, iki kadehin keyfini yaşadım, yaşıyorum
da . . .
Sanat dünyası ile ilişkim tamamen kesilmişti. Kimselerle gö
rüşmüyor ve telefonlara bile çıkmıyordum. Yalnızca Gül Bora,
İpek Günay, Gülşen Işık ve elbette Sezer Sezin dostum ile görü
şüyordum. Rukiye ve Sermin ile zaten bir hayat yaşadık. Onlar
hep yanımda oldular. . .
Bir gün hiç unutmuyorum yine herkesten çok gizlendiğim
bir dönem. Koskoca gözlükler gözümde Nişantaşı' na gittim.
Tam bir mağazaya gireceğim ki bir flaş patladı . . . Daha önce pek çok kez röportaj yaptığımız bir gazeteci arkadaş "Ben E.R.
Olcayto . . Vazifemi yapıyorum. Lütfen bana kızmayın" dedi ve
yok oldu . . . Sonra elbette y ine gazetede koskoca bir Küçük
Hanemefendi' nin yalnızlığı" diye bir yazı . . .
B u beni üzen bir olaydı. . Ancak yine böyle bir kaçamak
ç ı k ı ş ı n sonunda e v e dönmek i ç i n bir taksiye el e tt i ğ i m i hatırlıyorum. Şoför durdu beni aldı . B enim başım önümde.
Genç bir çocuktu direksiyonun başındaki "Siz Belgin Doruk d e ğ i l m i s i n i z ? " d i y e s ordu . . . " N a s ı l t a n ı dı n ı z ? " d e d i m şaşkınlıkla . . . "Karşı caddede yürürken, yürüyüşünüzden tanıdım
sizi" dedi. Mutlu oldum . . . . ki o çocuğun yaşı kadar bir dönem
olmuştu neredeyse ben sinemadan ayrılalı . . . . Çocuk başladı
bana, Ayhan' a ve Sadri' ye olan ilgisini anlatmaya . . .
" S i zi n zamanınızda duygular ç o k daha güzel , sıcak v e
yalınmış. Ş imdi öyle m i ? S i z bakmayı n artık eskidiğinizi
söyleyenlere. Siz her nesille bir kez daha gençleşiyorsunuz"
falan. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam . . .
Ş i mdi TV ' de fil mlerimizi z e v k l e izliyorum. Kiminde
ağlıyorum kiminde gülüyorum . . . Ama şimdi kendi hikayenin
gerçek bir TV dizisi o l arak ekrana gelmesini istiyorum. 1 24
Kendimi daha geniş bir kesitte anlatma şansım olacak diye. Kendimi, dostlarımı . . .
B unun yanısıra artık yaşamımı tombul b i r teyze olarak
sürdürmeye, ölümün yalnızca benim için bir kaçış olduğunu da
anlamaya kararlıydım. Ölümün artık yalnızca benim için bir
kaçış olabileceğini biliyorum. Ya arkada kalanlar. . . Ve ne güzel
ki Tanrı bana okuma aşkını verdi. Can Yücel'in o küçük küçük ş i i r l e r i n d e n s o n s u z tad l ar a l m ay ı , N e c a t i D oğ r u ' n u n
yorumlarını anlayabilmeyi, İlhan Selçuk ile aynı şeylere kafa sallayabilmeyi. . .
Yaşamı bir kara mizah olarak görüyor v e bir Pollyanna iyi
niyetiyle yaşamaktan zevk alıyorum. Gülmeyi, espriyi seviyo
rum. Ve yaşamaktan zevk almaya çalışıyorum. . .
Nevi şahsına münhasır Rafet Hanıma bakıp yaşama daha
sıkı bağlanmam gerektiğini görüyorum. 80 yaşındaki tonton
annem benim gözündeki katarakta rağmen diziyi okumaya
çalışıyor, resimler yapmak için uğraşıyor, şiirler yazıyor. . .
Kendi başaramadı ğını komşu kızına yaptırıyor. Her sabah
yürüyüşleri, cimnastikleri . . . Böyle bir kadının kızı olmak bana hep gurur verdi. .
Acaba Aydın v e Gül benimle ilgili duyguları yaşıyorlar mı?
Ama benim halen hayata tam olarak gülerek bakamamamın
ç o k ç ok özel nedenleri var. . . İ n s an ı n kendi kendine b i l e söylemediği kadar özel nedenleri . . .
Benimle ilgili b u diziyi hiç ara vermeden okuyup, telefonlar
la, mektup ve telgraflarla sevgilerini, sevinçlerini dile getiren herkese çok çok teşekkür etmek istiyorum . . .
B u sevgiyi n e kadar hak ettiğimi bilmiyorum ama, böylesine
sevilmeyi Tanrı bana bahşettiği için hayatımın en mutlu günleri ni yaşıyorum . . .
Belgin Doruk sözlerini asla burada tamamlamıyor. . . Çünkü
buraya sığmayan o kadar çok şey var ki anlattığı. Bir gazeteci gözüyle
baktı ğ ı md a
bu
malzemenin
çokluğu
beni
1 25
heyecanlandırıyor. Bir kadın olarak baktığımda ise üzüyor. Türk
filmlerinde bile olmaz böyle şeyler dediğim pek çok şeyi onun
hayatında yaşamış olmanın garip bir hüznünü duyuyorum . . .
Sevgili Belgin Doruk' u o çok sevdiğim evinde, şarap rengi
kadife koltuklarının, dantellerle örtülü siyah sehpalarının,
küçük kadın heykelciğinin ve Abdülhamit devrinden kalma o
muhteşem lavabolu dolabının hemen yanında ve o kocaman duvarının arkasında bırakıp çıkıyorum dışarı şimdilik . . . O
benim için hazırladığı çok özel ikramlarını ömür boyu içimde s a k l a y ac a ğ ı m ı , k e n d i m i b an a b u de n l i öze l h i s setmemi
sağladığı için yaşadığım güzellikleri bir de ...
S e v gi l i Ö zd c m ir B ir s e l , Gül, Ay d ı n . . . Lütfen, tüm
Türkiye' nin küçük Hanımefendisi"ne iyi bakın olur mu?
Belgin Doruk'un "EN"leri EN KORKTUÖU . . . Hasta olmak . . . Hasta olursam kitap
okuyamam ve yine çevremdekileri üzerim diye korkuyorum . . .
EN ÖZLEDİÖL B ir dünya seyahat i . B ir gemi i l e t ü m
d ü n y a y ı g e z m e k . K i m b i l i r b e l k i de g ü n ü n b i r i n d e b u gerçekleşir.
EN HOŞLANDIÖI ŞEY. . . Kitap okumak. . . ÇüHkü beni hay
ata yeniden bağlayan şey kitaplar, dergiler oldu. Onlarsız ola
mam ben. Eğer seçim yapmam gerekse yemekten vazgeçerim,
kitaptan geçmem. Bunu herkese öneriyorum. Hanımlar kuaföre
gitmeyin kitap alıp okuyun bence. Göreceksiniz böyle çok daha güzel olacaksınız.
EN SEVD1G1 1NSAN . . . Gül ve torunlarım . . .
E N ZEVK ALDIGI ŞEY. . . Hali yerindeyse misafir ağırla
mak, onlar için sofralar kurmak. . . Çünkü bunu bir ressam edası ile yapıyor ve o günleri hep çok özlüyor.
EN SEVD1Ö1 MÜZİK. . . Klasik müzik. Bunu küçüklüğüm
den itibaren çok sevdim. Chopian benim ilk aşkımdı. 1 26
EN YAPMAK İSTEDİGİ ŞEY. . . Torunları ile bir mavi yol
culuk. . . Onların "Anneanne sen gemiyi batırırsın" demelerine aldırmadan bir mavi yolculuk yapmak istiyor. . .
E N SEVDİGİ YİYECEK. . . Halimden belli değil m i yiyecek
lerin tümünü çok seviyorum.
EN SEVDİGİ YAŞAM TARZI. . . Şık, kaliteli, zarif. . .
KAYBETMEKTEN EN KORKTUGU ŞEY. . . Yaşama sevin
ci ve anılan . . .
E N ÖZLEDİGİ.. . Yeşilköy' deki genç kızlık anılan . . .
Anılar Anılar Evime kapandığım dönemlerde birara kırlara bayırlara çıkıp
kimselere görünmeden çiçekler topladım. Onları kuruttum . . .
Onlardan küçük tabl o l ar y aptım . . . Ç evremdeki i n s an lara dağıttı m . Ayağıma ayakkabı almakta güçlük çektiğim bu
dönemde gazetelerde " K ü ç ü k h a n ı m e fe n d i A şi y a n ' daki
v i l l asında lüks i çi nde s al tanat yaşıyor" b a ş l ıklı haberler
çıkıyordu. Onlara ben de gülüp geçecek cesareti kendimde
buluyordum. . .
- Filmlerde giydiğim her şeyi ben kendim alıyordum. Şimdi
düşünüyorum da ne boşa bir yatırımmış . . . Ama onca mal, mülk
arasında insan bu aynını farkına varamıyor ki . . . Bu kıyafetleri min pek çoğunu da ya beni sevip evime gelenlere ya da ihtiyacı
olanlara dağıttım . . . Şimdi benim bedenim ve bana olan bir şey
den başkasına olmasına imkan yok. . .
- Şimdi benim gibi hap kullanıp zayıflamak isteyenlere bir
sözüm var. Bu yol kesinlikle yanlış. Ben kendi irademle doktora
gitmeden, hap kullanmadan tam 22 kilo verdim. Yağsız, tuzsuz,
tatsız yemeklerle . . . . Sonra yine özel nedenler ve sıkıntılarla yine kilo aldım . . . Ama kalori hesabı ve mantıkla kilo verilebilir.
Ancak en baştan itibaren dikkatli olmak gerek. B eyinde iki merkez var. B ir i s i nde ü z ü nt ü ş i ş m a n l at ı y or, öteki s i n de 1 27
yazıflatıyor. B enimkisi ne yazık ki şişmanlatan . Üzüntü ve sıkıntı da yaşamımdan eksik olmadığı için zayıflamam çok
güçtü.
Şimdi aynaya gülümseyerek bakabiliyorum. Çünkü benim
derdim güzellik değil, derli, toplu, bakımlı olabilmek. . . Kaliteli yaşayabilmek. . .
- Bizim zamanımızda öyle raylar üzerinde yürüyen kamera
lar filan yoktu. O üç ayaklı kameraların üç ayağına da birer ka
lıp beyaz sabun takıp, altına da bir koca su dökerdik, o kamera
kayardı. .. Ne komik değil mi?
- H ayatım b o y u n c a dedikod u s una hep çok korktum . . .
Örneğin diyelim ki Göksel ya da Ayhan ile Şile'de çalışıyoruz.
Benim arabam yok o gün yanımda. İşim de erken bitiyor. Ayhan
ve Göksel' in de. Benim evimden geçecekler metazori . . . Ama
ben onların arabasına asla binmez i ll aki m i nibüsün işinin
bitmesini beklerdim. . . Çünkü Boğaz yolunda bizi bir gören olur da l af olur diye . . . Hayatım boyunca böyle disipliine ettim kendimi . . .
Rol gereği yaşadığı stresli-bunalımlı kadını bir baktı ki gerçek yaşamına taşımış sevgili Belgin ve gerçek ile düş, düş ile film birbirine karışmış. Onikinci Bölüm
Özdemir Haklı mı? Aslında bir keresinde Özdemir Bey "Benim d e işim o kadar
kolay değil. Yirmi yıl boyunca pek çok sorunu oldu Belgin"in.
Böyle bir beraberliği yaşamanın çok kolay olduğu söylenemez" demişti . . .
Ona h ak veren birkaç kişi daha çıktı karşıma . . .
Belgin Doruk bile Özdemir B irsel'e katılmış v e "Kolay de1 29
ğil, Ôzdemir tam ondokuz yıl boyunca hiç alışık olmadığı bir
kadınla yaşamak zorunda kaldı. Aldığım ilaçlar beni tanınmaz
bir hale getirmişti çünkü . . . Zaman zaman onun bu kaçış lan na
hak vermiyor değilim . . . Üç gün iyi, dört gün bunalımlı bir ka
dınla yaşamak kolay mı? Üstelik bu evlendiği kadından çok
farklıydı. O başka bir Belgin'e aşık olmuştu. . . Hayatını başka
bir Belgin'le paylaşmak isterdi, başka bir kadınla yaşamak zo
runda kaldı . . . Kimbilir o belki sıradan bir kadınla evlense çok daha mutlu olur, başka bir kadınla kendi daha iyi hissederdi.
B elki de böyle bir kadınla elele, gözgöze yürümeyi o da isterdi.. Benim yüküm ağırdı gerçekten . . .
"
(Bunları anlatırken ikna etmeye çalıştığı bendim. O asla ikna
olmamıştı ve belki de hayatının rolünü evde kendi kendine, ba
na, eşine dostuna oynuyordu. Çok fazla üstüne gittiğinde de o lan oluyor tansiyonu çıkıyor, terliyor, bir koltuğa yığılıp kalı
yordu . . . )
Öyle ama bu depresyon devresini o tek başına hazırlamamış
tı . . . Bunun koşulları oluşurken yine yanında büyük bir aşkla ev
lendiği kocası Özdemir B irsel ' in yokluğu vardı . . . Ona dokuna maması, destek bulamaması, elini tutamaması, aynı filmi izle
yememesi, mumlarla, çiçeklerle, örtülerle süslediği masada ye
mek yiyememesi, birlikte Vivaldi, Bach, Beethoven dinleyeme mesi ve daha kimbilir ne çok masum istek vardı ...
Evet zaman zaman depresyona giriyordu sevgili Belgin Do
ruk. Bir ya da iki hafta beni bile arayıp sormadığı olurdu. Sonra da telefonla konuştuğumuzda;
"İyi değildim canım. . . Bu heyecanlar bu stresler beni depres
yona sokuyor, ölüp gideceğim vallahi. Tam da işleri yoluna gi
rerken ister misin küt diye öleyim? Ne dersin görecek miyim
kitabımızın çıktığı, dizimizin çekildiği o günleri . . . " diye yakı
nırdı. 1 30
Kitabın yanısıra yaşamının TV dizisi olması isteği vardı sev
gili Belgin Doruk'ta . . . Hep kendi yerine Aydan Şener' in oynaya
cağını düşünürdü. Ancak son zamanlarda "Aydan' ın yerine bir yarışma açanz, bana çok benzeyen bir kız buluruz. . . Düşünsene
yeni yeni Ayhan ' ların, Sadri' lerin, Belgin'lerin çıktığını . . . O dö
nem sinemasının anlatıldığını . . . Son bölümde belki ben de görü nürüm, finalde olmak isterim elbette . . . Ah ah bir şu sağlığım el
verse yeter ki" derdi.
Ve ölüm korkusu bir soluk gibi onun yaşamında hep önemli
oldu, hep ilk sıralarda aldı yerini. . . Düşünü kurduğu her umutta
kara bir leke gibi "ölüm" korkusu vardı.
Doktora gitmezdi böyle dönemlerde. Eski usul bir sağlık me
muru gelir ona bakar, tansiyonunu ölçer, kalbini dinlerdi. B u dokunuş v e yardım Belgin Doruk için gerçekten çok önemliydi. Yıllarca kendini bu kadim dostuna emanet etmişti.
"O benim vücudumu, ruhumu iyi anlıyor. Hem yeri de çok
yakın. Bir telefon edişte yanımda oluyor. . . Hemen aleti çıkartıp
ölçüyor tansiyonumu . . . Hemen ona göre bir ilaç veriyor, iğne
yapıyor beni iyileştiriyor. . . "
Vişnak Meselesi Onunla buluşmalarımız gerçek bir keyif olurdu benim için.
Neskafe ya da çay faslından sonra sıra hafif alkollülere gelirdi.
Bir keresinde o kocaman vücuduna aldırmadan bir kuş gibi
koltuktan kalktı ve yüzünde muzip bir gülümseme geri döndü;
"Şimdi sana çok hoşlanacağın bir içki tattıracağım. . . " deyip
elindeki kadehleri salladı . . .
Vişnak onun özel içkisiydi. B u özel içkinin yapımını bana
anlattığı anı üç dakika öncesi kadar net anımsıyorum;
"Bak canım o kiloluk votkalardan alacaksın. Bir de dondu
rulmuş vişneler var ya bir torba da onlardan. Onları bir geniş a131
ma cam kapta karıştıracaksın. Bir buçuk çorba kaşığı şeker ka
tacaksın ve bir güzel karıştıracaksın. Sakın ha şekeri fazla kaçı rayım deme. . . Ondan sonra hemen kadehe doldurup içeceksin
sanma. . . En az bir ay kadar bekleteceksin. Ondan sonra kocanla karşılıklı oturup içersin . . . Ama şimdilik sen benim yaptıklarımı
iç. Ben sana hep yaparım sevgili bıcır. . . "
Gerçekten de son telefon konuşmamızda yine vişnak muhab
beti yapmıştık. Yine bir sabah beni aramış, dizi üzerine biraz konuşmuştuk. Sonra da yine neşeli neşeli;
"Sana tam iki şişelik vişnak yaptım B ircan . . . İçilmeye hazır
haldeler artık. Gel de beraber içelim. Ha gelirken senin şişmanı da getir tamam mı? Sonra da senin o meyhaneye, İsmet Ba
ba' ya da gideriz nasıl program beğendin mi? Gel de satalım a
nasını şu dünyanın . . . Öbür dünyada ne olup bittiğini hiç bilmi
yoruz ki. Gel içimizdeki bazı şeyleri gerçekleştirelim. . . Ama is tediğim kadar balık yiyeceğim, sakın karışmak yok tamam mı canım, tamam mı'?"
Benden tamam da senden ne haber sevgili dostum benim? O
vişnakları kim içecek şimdi . . . Ya benim derin dondurucudaki vişneler ne olacak?
Gerçekten o minik kanapelerin üstüne çok da iyi giderdi viş
nak. O bazen bana eşlik eder, bazen de beyaz şarap içerdi . . . Çok şık ve güzel kadehler seçerdi daima. Onun en önemli özelliği
beraberken her şeyi senin için seçmiş duygusunu vermesiydi. Oturulacak yer, ikram edilen şey, konuşulan konu, çalan müzik,
sözcükler hep seçilmiş ve sizin için bir yere yerleştirilmiş izle nimi veriyordu.
Bu aslında çok hoş bir duygu. O zamanın, o duygunun, o ko
nunun, o gümüş tepsinin, o insanın o an yalnızca size ait oldu
ğunu hissetmek hoş bir duygu . . .
Belgin Doruk için kimi zaman çok içki· içtiği, hatta alkolik
olduğuna ilişkin sözlere hep güldü hiç ciddiye almadı. .. Bunu o nunla konuşmuştuk. . . 1 32
"Bak pekçok insan gibi ben de zaman zaman içki içiyorum
elbette. Bu gecesine, içinde yaşadığım ana göre değişirdi. Öyle her gün her gece sabahtan akşama kadar içki içtiğimi anımsamı yorum. Asla alkolik olmadım ama kimi zaman içkiye sığındım.
Kimi zaman fazlaca içtim belki zaman zaman sarhoş bile olmu
şumdur. Dediğim gibi bazen hüznün bazen de sevincin taşması,
kendini ifade etmesi olmuştur bu ama alkol tedavisi görmedim hiçbir zaman. . .
"
Ya uyuşturucu kullanmış mıydı?
Bunu net olarak sormaya cesaret ettiğimi söyleyemem. . . Onu
kırmaktan, incitmekten korktum her zaman. . . Bir gazeteci man
tığı ile bakıldığında belki bu eksiklik ama önce insan olma duy gusu Belgin Doruk ile olan ilişkimde daima ilk plandaydı. . . A
ma bir keresinde bu konuda kendisi bazı şeyler söylemişti:
"Lape' de geçen günlerimde ve öncesinde ve de sonrasında
aldığım ilaçlarda uyuşturucu olmadığını söylesem sana yalan
söylemiş olurum. Anfetaminli, uyuşturucu özelliği bol ilaçlar
aldım. Ama inan bunlar bilinçli değildi. Benim seçimim değildi.
Bilerek ve isteyerek değil. Ama bunlar ne ciddiyette uyuşturucu
o da tartışılır. . . Öyle eroinler, esrarlar hayat boyu görmediğim şeyler benim . . . Doktorların verdiği ilaçtı. Benim bilinçsizce al-
dığım i laçlardı. . . O ünlü zayıflama haplarında bu tür bolca kim
yasal katkılar vardı . .. Zayıfladığına inanırken mutl oluyorsun ve daha çok alıyorsun. İçtikçe içiyorsun.
Uzun yıllar ben bunun· etkisinde kaldım ve bu ilaçları kullan
dım. Yalnızca o anı geçiştirdiğini düşünemiyor insan ve işin ga
ribi, bu ilaçlarla uyuştuğunu farketmiyorsun . . . Bu ilaçlar insanı
bir an, bir zaman içinde uyuşturup olayları, ilişkileri, yapman
gereken işleri, kimliğini unutturuyor. Zaman zaman da inanıl
maz bir dinamizm ve güç veriyordu. Bir yükseliyorsun, bir ye-
rin dibine giriyorsun yani . . . Ama işte bir de finali var bu işin . . .
Küt diye düşüveriyorsun. . . Allah kimseyi bu ilaçlara muhtaç et-
mesin . . .
133
Bunu konuştuktan sonra içki içerken Belgin Doruk' u izle
dim. Kimi zaman bir şişe şarabı bir saat içinde, kimi zaman bir
kadeh arçiyi beş saatte içerdi. Ve ikisi arasında asla görüntüde bir fark yoktu . . . Ama içki içerken de, çay fincanını tutarken de
çok zarifti. Bir şey ikram etmek için o gömülü gibi oturduğu
koltuğundan bir minik kuş gibi fırlar ve anında geri dönerdi. İç ki içmek, bunu hazırlamak onun için keyifti. Yani içip içip de
ortalığı dağıtan tiplerden değildi. Ama bence zaman zaman hüz
nün tünellerinde kayboluyordu sevgili Belgin Doruk.
Bence onun en büyük derdi yalnızlıktı. Bir de, bir türlü ger
çek anlamda sahip olamadığı kocası. Biliyorum Özdemir Bey
bunları okuduktan sonra kırılacak, sitem edecek. kızacak ama i şin gerçeği bence bu.
Belgin Doruk yalnız yapayalnız bir kadındı. Ve herkesten
gizlediği, kendine bil ediyemediği bir özlemi vardı. .. Sakladığı
bir yürek acısı bir de . . . Bence bu yürek acısı onun ölümünü hız
landırdı. Çaresizliğe çare arayışları üzdü bitirdi, tüketti onu. U
mutlar bir yerde umutsuzluğa dönüşüyordu . . .
Derdini paylaştığı kızkardeşi Oya v e e n kadim dostu Sezer
Sezin bile üzülmesinler diye anlatmadığı çok özel sırları vardı.
Kızına asla anlatmak istemediği, Gül ' ün dertlenmesinden kork
tuğu için içine attığı. Kimbilir böyle zamanlarda dostu belki de
içkisiydi. İntihar girişiminde başarılı olamama kabusuydu ve belki de düşüydü, kurtuluşuydu. . .
O evini ailesiyle yeterince paylaşamamaktan üzüntü duyardı
ençok. Bir yanda hep üzüntüsünü duyduğu, gerçek kimliğini
özlediği oğlu, öte yandan sevgili arkadaşı Zeki Müren'in dediği
gibi "Şimdi uzaklardasın gönül hicranla doldu. Hiç ayrılamam
derken kavuşmak şimdi hayal oldu" şarkısını adıyla birlikte a nımsadığı eşi Özdemir Birsel.
Bir kadın olarak asla mutlu olmadığını hep söylerdi. İlk eşi
belki yaşı gereği Belgin'i fazla romantik bulmuştu . . . Ama ikinci eşi yani, aşkı Doruk noktada yaşamayı hayal ederek evlendiği 1 34
Özdemir Birsel de bu romantizminden rahatsız etmişti. Kadın kadına yaptığımız dost sohbetlerinde bana anlattığı bazı şeyleri yazıyor olmak bazen beni üzüyor. Ama öte yandan içimde onun haksız ve yanlış anlaşılması beni daha da üzüyor. Onun ilaçlara, zaman zaman da içkiye sığınmasına neden olan birikimleri bilmek hepimizin hakkı gibi geliyor artık bana. Çün kü mezarlığa gelen ve ona bir çiçek atabilmek, gözyaşları ile u ğurlayabilmek için bekleşen gençlere karşı bir sorumluluk bu diye düşünüyorum... Çok çok özeller ise asla anlatılmaz ... "Bak bunu yazarsan ö lümü gör" dediği anılar.. . Halbuki ölüsünü de gördüm artık bu yeminin de bir yeri yok .. Ama sözüm var. . . "Özdemir ' in ağabeyi bütün para işlerini avucunun içine al mıştı. Nüzhet parayı idare ediyor, Özdemir film şirketine iş yapı yor beni de oynatıyorlardı. Bedava bir oyuncu... Ve nüzhetler i nanılmaz bir lüks hayat yaşıyorlardı. Kan koca hayatın tadını çı kartıyordu. Biz ise köleler gibi çalışıyorduk. Özdemir bir gün bi le ağabeyine "Ne oluyor?" diye sormadı. Ben elimde çantalar setten sete koşuyordum... Benim yorulmam, yıpranmam onlar i çin o kadar da önemli değildi. Bu arada dikkatimi çeken şey Özdemir ' in benim şöhretim den rahatsız olduğu idi. Benimle dışarıda yemeğe bile gelmez di. Ben de dul kadınlar gibi hep Nüzhetlerle dolaşırdım. Bu bende zamanla inanılmaz bir birikim yaptı. Niye kocam yanım da yoktu? Yanımda görünmekten hoşnut olmazdı hiçbir zaman. Oysa benim istediğim ve özlediğim tek şey hangi koşullarda o lursa olsun kocamla yanyana olabilmekti. Onun en yakınım ol duğunu hissetme duygusunu yaşayabilmekti. Eğer bunu hisset miyorsa evli ya da beraber olan çiftler zaten o işte yolunda git meyen bir şeyler var demektir. Özdemir ile bende böyle oldu. Ben tüm yaşamım boyunca hep bir kocam olduğunu bildim ama sevgilim, can dostum oldu uğu konusunda hep derin şüpheler taşıdım. Elbette benim de
135
ruh sağlığım bir erkeği yüzde elli bile mutlu edecek konumda değildi ama, bana sevgi konusunda cimri davrandı Özdemir. . .
"Evet acaba şimdi yalnız gecelere üzülüyor m u Özdemir
B irsel. Karısını bırakıp da Kültür B akanlığındaki işi nedeniyle
haftalarca Ankara' da yaşadığı o uzun gecelere üzülüyor mu? Belgin onu evde beklerken o bir başka kadında mutluluk yaşa
dığına üzülüyor mu? O duvarın arkasına gizlenmiş pencereden
başka bakacak, görecek yeri olmayan karısını bırakıp da gittiği
o gecelere, saatlere, dakikalara üzülüyor mu?
Acaba ona Belgin Doruk'un öldüğü haberi verildiğinde neler
hissetti?
Karısını ölmeden önce bir kez daha göremediğine üzüldü
mü? Yandı mı?
O an tam yüreğinden yaralandı mı Özdemir Birsel? Çünkü e
ve döndüğünde bu kez onu karşılayan o kocaman kadın değil,
yatakta yatan soğumuş bir cesetti . . . 0 an neler hissetti? Biliyo
rum çok üzüldüğünü, bu konuda haksızlık etmek istemiyorum a ma yine de ölüm anında karısının yanında olmak istemez miydi?
O takım elbisesi, cebinde mendili, kıravatı çok mu önemliy
di ki insanları o kılıkta karşıladı. . . Aynanın karşısına geçip de
mendilini düzeltti . . .
Telefonla arayanların listesini protokol sıralarına göre yapa
bildi?
Çok üzgün olduğu için karısına yazamadığı veda mektubunu
onun yeı;ine kaleme aldığımda, yine protokol ile ilgili şeylere kafası takıldı. . .
Ve o an kitabın, dizinin ne olacağını sormayı düşünebildi?
Hazırlıklı mıydı böylesi bir ani ölüme, ani elvedaya. . .
Evet ortak oğulları Aydın'ın birtakım hukuksal zorlukları ol
muştu ve o şimdi çok uzaklarda yaşıyordu. Ama düşünce olarak Belgin' in her an yanındaydı . . . Onun yokluğu Belgin'i gerçekten
en çok üzen olaylardan biriydi. Belki işte bu geceler, gündüzler boyu bu düşünceler, bu fikirler tansiyonlarını artırdı onun ... 1 36
Bütün Aşklar Tatlı Başlar Vişnak benim için müthiş bir içkiydi . . . B ir kadeh, bir daha
derken oradan ayrıldığımda çok hafif sarhoş gibi hissederdim kendimi. Ancak iki dakika sonra Boğaz'ın o soğuğunu hissedin
ce kendime gelirdim. . .
Sevgili Belgin çoğu kez benimle birlikte beyaz şarap . . . "Ha
di bakalım dizimizin şerefine" deyip kadehlerimizi tokuşturur
duk çoğu kez. . .
Çoğu zaman Özdemir Bey olmazdı evde. Sessiz v e sakin du
ran yardımcısı ona hizmet ederdi. Eğer yardıma gereksinmesi varsa elbette kızı Gül orada olurdu. En çok da hasta olan enişte
sinin haline üzülür "Tam yaşayacağı yaşta adam yavaş yavaş ö
lüyor" derdi.
Bence o sıkıntılarla dolu bir kadındı. .. Sevgili oğlu Aydın ki
lometrelerce uzakta olmasına karşın, her an her dakika içinde
gibiydi. Onu sürekli düşünmek, bence onu çok yıpratan şeydi.
Onu hep yanında hissetti Belgin Doruk. Hep ona ulaşmaya ça
lıştı.
Dile geçmemiş bir ifade biçimiydi ama bunu, ortak oğlunun
bu düşüncelerini eşiyle yeterince paylaşamadığına da üzülüyor du bence . . .
Yılbaşı gecesi evinde verdiği parti onun yaşadığı son güzel
likti belki de . . . O gece kızı değil dostları olacaktı yanında . . . Ve
oldu da. . . O gece Özdemir Birsel ile dans etmek, iki sevgili gibi
yanyana olmak onun için hoş bir hoşçakal mutluluğu oldu belki de . . .
O gecenin menüsünü b ir hafta önceden hazırlamaya başladı.
Dostlarına eliyle özel davetiyeler yapıp yolladı. Hepsine küçük
küçük armağanlar aldı. Tıpkı çok eski yıllarda olduğu gibi. As
lında yılbaşı geceleri onun için hep çok özel oldu ve çoğu kez
kızıyla, torunlarıyla, ailesiyle geçirdi . . . Ve onlara o günlere iliş
kin unutulmaz anılar vererek aldı başını gitti . . .
1 37
Sahte mutluluk. . . Bu onlann birlikte son fotoğraflan. .. Ölümünden 1 ay önce. . . Ve ikisi de öylesine gülümsüyor. Senarist Özdemir Bey kansına veda mektubunu benim yazmamı istiyor ve' o yalnızca protokolü düzenliyor. 1 38
O artık sevenlerinin yüreğinde yalnızca . . .
Anılarımızda, çocukluk, gençlik düşlerimizde . . . kimin ilk aş-
kı halen, kiminin anne yerine koyup sevdiği kadın . . . kiminin ise
benzemek için yapmadığı kalmayan kadınların idolleri . . .
O estetiğin dokunmadığı güzelliği, zarifliği ile sinemamızın
en önemli oyuncularından, devre damgasını bulan sanatçıların
dan biri . . .
Ve benim için yeri asla doldurulamayacak bir dost, arkadaş . . .
Eğer sürçü lisan ettiysem affola sevgili Belgin v e onu sevip,
merak edip bu satırları okuyan herkes . . .
Ona elveda değil, hoşçakal demek istiyorum . . .
Söz Veriyorum Sevgili Kanın B enim
•••
Şimdi herkes Türk sineması Küçük Hanımefendisini kaybet
ti diye ağlıyor Belginim . . . Ama ya ben ben ne yapayım? . . 34 yıllık sevgilimi, eşimi, dostumu, yuvamı, ailemi kaybettim. Canyoldaşımı, sırdaşımı her şeyimi yitirdim canım Belginim. . .
Tutkular ve sevgiler böyle acı ayrılıklarda daha da ortaya çı
kıyormuş meğerse güzel karım benim. . . Sevgi neymiş, paylaş
mak neymiş şimdi daha da iyi anlıyorum canım benim . . .
B u tuhaf bir duygu Belgin. . . Cumhurbaşkanı' ndan, balıkçısı
na, Başbakanı' ndan, öğretmenine, temizlikçiden Genel Kurmay
Başkanı ' na kadar herkes senin acını paylaşmak için arıyor Bel
ginim . . .
Ama benim acım paylaşılmaz biliyorsun değil mi?
Kimse beni senin gibi teselli edip, kimse bana senin kadar
destek olmaz bir tanem.
Ben oyunculuğuna, sanatına hayran olup saygı duyduğum,
güzelliğine, kadınlığına, yüreğine aşık olduğum seninle uzun
yılları yaşamış olmanın ne kadar önemli bir şans olduğunu şim di daha iyi anlıyorum . . .
Üzdük m ü birbirimizi Belginim?. . . 1 39
Sen beni hiç kırmadın, ben kırdıysam bağışla bir tanem. . .
Sana sahip olmanın onurunu, güzelliğini bana yaşattığın için
mutluyum. . .
Yeşil köşkün lambası hep yanacak hiç merak etme Belginim.
O çok özlediğimiz elele gezilerimizi de gerçekleştireceğiz
hiç merak etme güzel karım benim . . .
Görüştüğümüzde, tüm hayallerimizi gerçekleştireceğiz, söz
veriyorum sevgili karım benim. . .
Gül büyüdüğünde ise onun e n yakın dostu, arkadaşı oldu ve bu ayrılık en çok belki de onu yaraladı.
Onüçüncü Bölüm
Kızı Gül Annesini Anlatıyor Belgin Doruk' un sağlığında da, ölümünden sonra da Gül ile
hep arkadaş olduk. . . Çok çok uzun uzun oturup konuşmadık a
ma Belgin Doruk bizi hep güzel ve ihanetsiz, yalansız bir duy
guda birleştirdi. Bu söyleşiyi de Sevgili Belgin'in ölümünden sonra yaptık. . .
Gül' ü n gözleri hep dolu doluydu b u sohbet sırasında. Anne
sinin cenazesinde kuruyan gözyaşları sanki yeniden güçlenerek akıyordu. Güzel kızı Deniz de aynı annesi gibiydi anneannesini
anlatırken . . .
Gül çocukluğuna döndüğünde öncelikle şunları anımsıyor;
"Bazen annemin, bazen anneannemin evinde kaldım. Sürekli
bana bakan bir mürebbiye vardı . Çünkü annem hep çalışıyordu
ve onun yüzünü görmediğim an o kadar çoktu ki . . . . Karnemi
göstermek için bile onu kritik bir anında yakalamaya çalışırdım.
Şöyle bir karneme bakar "Ne o spor toto mu karne mi bu?" der
imzalar giderdi. Ama hep çocukluğumu yeterince yaşamadığımı
düşünüyorum. Ben çocukluğum boyunca bir kez bile olsun an
nemle babamla elele tutuşup da sinemaya, lunaparka gitmedim.
Annemlerle evde oturup oyunlar oynayıp, pikniklere gitmedim.
Onlarla paylaştığım o kadar
az
şey vardı ki . . . Ben annemi çok
özeldiğimde beni alır sete götürürlerdi. Ben de uzaktan onu iz lerdim. . . "
Belgin Doruk' un Gül ile ilgili anlattığı pastane maceraları 141
vardı bana anlattığı. Gül' e bunu sorduğumda o çocukluğundan ve genç.kızlık anılarından kalanları şöyle anlattı:
"Babamla yani Faruk Kenç ile evliyken beni alıp pastaneye
götürürdü. . . O onun için önemli bir kaçamaktı. Bir de genç kız
ken annemle gittiğimiz bir "Ünlü" pastanesi vardı. Gider oradan tatlılar alır sonra da birlikte butikleri gezerdik.
Hatırladığım kadarıyla annem çok gençti ve anne olacak za
manı bile yoktu. Genç kızlığım döneminde ise yine ana kızdan ziyade iki arkadaş gibi olduk. Çok güzel bir dostluktu bizimkisi.
Ama anneme ben hiçbir zaman flörtümü, hoşlandığım her
hangi birini ona anlatamazdım. Ama zaten çok genç evlendiğim
için pek flörtüm de olmadı. . . Benim evliliğim onu çok mutlu et
mişti . . . Ondan sonra gerçekten iki arkadaş gibi sürdü ilişkimiz . . .
Ve o çok genç yaşta kırkına bile varmadan anneanne oldu ve
torunları onu hayata bağladı. Zaten aile içindeki bu ilişki sevgi
bağı onun için çok önemliydi. . .. "
Gül de kilolarıyla başı dertte olan hoş, iyi yürekli duygu dolu
bir kadın. . . . Hep annesini anlatmak istiyor ve bu yüzden çoğu
kez daldan dala atlıyoruz:
"Benim de halimden anlayacağın gibi yemek işi bizim aile
nin kadınları için problem . . . Yemeği seviyoruz. Ama sevgili an nem o kadar hoş yemekler, tatlılar yapardı ki . . .
Bazen akşamüstü bizi çaya çağırırdı. Zaten damadı ile ilişki
si müthiş sıcaktı . . . Gittiğimizde kendimizi her defasında çok ö
zel bir davette hissetmemizi sağlardı. Şekilli kesilmiş salamlar,
sosisler, kanepeler, börekler. . . B unları hazırlamaktan büyük bir
mutluluk duyardı tad alırdı. Onun en büyük zevklerinden biri ·
buydu. Belki de sürekli evde oturmanın verdiği bir duygu bu,
ya da yeterince dolu dolu yaşanmamış yıllardan intikam alma duygusuydu belki de bu ..."
Annesinin kilo almaya b aşladığı dönemleri de gayet net a
nımsıyor Gül ve o günlere döndüğünde şunlar dökülüyor dilin den: 1 42
"Annem kilo almaya hastanede tedavi gördüğü dönemden
sonra başladı. Zaten ondan önce ilaç kullanıyor ve böylece za
yıf kalıyordu. Bu ilaçlar ona korkunç bir enerji veriyor, iştahını
kesiyor, çok konuşuyordu. Ancak ilaçları kestiğinde boş bir çu vala döndü. İştahı açıldı. Anneme bu ilaçları kullanmaması için hiç etki edemediğimi düşünüyor ve üzülüyonım zaman zaman.
Ama bunu engellemek mümkün değildi. Piyasada reçetesiz satı lan Pat diye bir ilaç onu mahvetti.
Onun Lape' ye yatışını hatırlıyonım. Onu teyzem oraya götür
müştü ve biz tam iki hafta sonra onu ziyarete gidebilmiştik. Ben
o zamanlar evliydim ve hatta Deniz bile doğmuştu. Anneme hep elimiz tatlılar, çikolatalarla dolu olarak gidiyorduk. Sonraki dö
nemlerde ise onun da çıkmasına izin veriyorlardı. Onu alır doğnı
Kavak' a filan balık yemeye giderdik. Çok hoşlanırdı bundan. O
saatler hepimiz için o kadar değerli ve önemliydi ki.
Bu yemek dönüşleri o hastaneye gitmek benim için bile bir
kabustu. Sevimsiz demir kapı bir yerdi. Hep içerde ne olup bit
tiğini merak ederdim. Annem ise pek anlatmazdı. Ondan ayrıl dıktan sonra kendimi hep çuval gibi hissederdim. O sarılmamız,
o ağlayışlarımız, o dönüp dönüp öpüşmelerimiz şimdi bile bana
acı veriyor. Ama biliyorsun ki o anı yaşamak zonındasın. O çok sevdiğin insanın iyiliği için buna mecbursun. Allahtan iyileşe
rek çıktı oradan s�vgili, güzel annem benim. . . "
Gül annesi ve babasının ayrılığından sonra annesiyle beraber
oturmaya başlamış ve bu evlenene kadar devam etmiş. O günle ri şöyle anımsıyor;
"Hafta sonları babama gidiyordum. Orada çok sevgili halala
rım vardı. Annemin de çok sevdiği, onların da ona bayıldığı
Melahat, Saadet ve İffet hala. . . Bir gece babamda kalırdım. O
beni ertesi gün elimden tutup güzel güzel dolaştırırdı. . . Pazar ' günleri akşamüstü anneme geri dönerdim ... " Çoğu kez uslu bir kız olan Gül zaman zaman annesini zıva
nadan çıkardığını gülerek anlatmaya başlıyor, ağlayarak tamam1 43
·
lıyor sözlerini. Çünkü acıda da, sevinçte de, yaramazlıkta da
hep anne özlemi var yaşamında:
"Bir sabah uyandım ve okula gitmek istemediğimi söyledim
anneme. Gideceksin gitmeyeceksin derken o kadar sinirlendi ki
bana Yunanistan' dan getirdiği iskemleli bebeğin iskemlesini ka
fama fırlattı. Benim alnım anında kocaman şişti ve o buna daya namayıp benden önce düştü bayıldı. Ve ben okula gitmedim.
Böyle olaylar başıma çok fazla gelmedi. Çünkü annem işe
çok erken gidiyor, döndüğünde ise ben çoktan uyumuş oluyor dum. Ama yatağıma gelip beni öpüp koklamalarını, okşamaları
nı hiç unutamam. B u benim rüyamın en güzel yanıydı belki
de. . . Çalışıyor diye beni bir kenara itmiş değildi. Ama asla bir
likte paylaştığımız bir 24 saatimiz olmadı. O yüzden birbirimize
hep hasrettik. . .
Evet bazen eğer normal bir anne olsaydı ilişkimiz çok daha
farklı olurdu diye düşünüyorum: Çünkü o zaman başka bir şey
yaşıyor insan. Ben on, oniki yaşlarında kendim için alışverişe
çıkar ayakkabılarımı filan kendim alırdım. Hele bir keresinde o
yaşta dört parmak topuklu beyaz rugan bir ayakkabı almıştım
kendime. Annem de bunu görünce çıldırmıştı ve geri dönüp de ğiştirmiştik birlikte. O geri giderken bile mutluydum. Çünkü
benim annem Belgin Doruk'tu ve işte benimle ilgileniyor, ko lumdan tutup ayakkabıcıya götürüyordu . . .
Belki her işimi kendi başıma yapmaktan dolayı ben de çok
küçük yaşta olgunlaştım . . .
Elbette ben evlendikten sonra, o da sinemayı bıraktıktan son
ra
daha sık görüşür olduk. Sabah 8.30'da herkes evden gittikten
sonra hemen annemi arardım. Ne yapıyor diye. Bir on dakika geç kalsam o beni telaş içinde arar birşey mi olduğunu sorardı. . .
B azen günde beş kez telefonlaşırdık. . .
Ve herşeyi konuşurduk onunla. Bazen evdeki bir kavgadan
sözederdi, bazen de ben ona anlatırdım. Ama ben ne anlatırsam anlatayım daima damadına hak verirdi." 1 44
Glil asla babasıyla yani Faruk Kenç'le annesi ayrıldığı için
onları suçlamamış. İkisini tekrar biraraya getirmek için uğraş
mamış. . . Nedenini ise şöyle açıklıyor;
"Şimdi o seçimini yapmış. Çünkü yaşadığı, karar verdiği kendi
hayatı. Eğer babamın tüm iyiliğini, oturaklığına, şefkatine rağ
men, bir başkasını tercih ediyorsa yetmeyen bir şey var demektir.
O yüzden asla bu konuda ona tek bir sözcük bile söylemedim . . .
Benim için önemli olan kavga etsek tartışsak da, k i b u çok az o
lurdu onunla yaşadığım her anı değerlendirmekti. Bu ikimiz için
de çok önemliydi."
Bir çocuk ve genç kız olarak annesinin bunalımlı günlerin
den nasıl etkilendiğine gelince;
"Çocukluğumun bitiminde, genç kızlığımın başlangıç döne
minde ve sonrasında annem hep rahatsızdı ve dönem dönem bu nalıma giriyor, tedavi görüyordu. Bunlar elbette hoş şeyler de ğildi. Bir genç kız olarak anneni hastaneye kaldırıyorsun, başın
da bekliyorsun . . . Bunlar insanı yıpratıyor, farkına varmadan a sabi bir insan olup çıkıyorsun. Allahtan aile bağlarımız, eşimin,
çocuklarımın desteği korkunç. Sevgili halalarımın, teyzemin,
anneannemin. Onlar olamasa benim başetmem o kadar da kolay olmazdı .
Ama sağlıklıyken çok şekerdi. Ölüm günü de saat yedilere
kadar sokaklardaydı. Alışveriş etmeyi, Paşabahçe'ye gitmeyi çok severdi. Kendisinden çok çevresindekiler için alışveriş e
derdi. Hediye vermeye bayılırdı. Hele anılarının yayınlanmasın
dan sonra herşeyi kabullenmişti. Hele o TV söyleşisinden son
ra, artık insanları onu olduğu gibi kabul etmeleri onu müthiş mutlu etmişti."
Sevgili Belgin Doruk'un kıyafetleri hepsi birbirine benziyor
du . . . Bunun nedenini biricik kızı Gülümseyerek anlatıyor;
"İlk zamanlarda Çolphan dikiyordu. Sonra artık ona gidecek
vücudu kalmadığına inanarak biraz buralarda bilinen Ahmet di
ye bir terziye diktiriyor. O onun ölçüsünü biliyordu zaten. Dikip 145
dikip getiriyordu ... Annem bu olayı hiç yadırgamadan kabullen
mişti... Canım benim o kalın gözlüklerini takıp da uzun uzun ki
tap, gazete, dergi okumaları hep gözümün önünde. Kendi ken
dine yetiyordu çoğu zaman . . .
Öldüğü gün beraberdik. O yüzden inanmak kondurmak çok
güç. Geçen gün oturduk teyzemle konuşuyorduk bana "Belgin' i aradın mı?" diye sordu. Yani halen olayın şokunda ve inanama
ma devresindeyiz. Cenaze günü herşey çok boş ve uzaktı bana.
Hep yapılması gereken bir takım işler, konuşulması gerekli in sanlar vardı. Garip bir şey o an. Hiçbir şey düşünemiyorsun.
Düşündüğün tek şey, içinden geçen tek ses, anneni yanına ça
ğırmak oluyor. Onun desteğine gereksinim duyuyorsun. Sonra
da olayın akışına bırakıyorsun kendini. Sen de sürükleniyorsun
o insanların arasında . . . Bir çiçeği alıp da onun başucuna koya
mıyorsun. Elinden alınıyor, sersem gibi oluyorsun. Çok acı, ga
rip bir an ...
Orada beni en çok etkileyenlerden biri sevgili Çolphan ol
du. Biz annemle Sadri ' nin cenazesine gidemezken, çünkü o nun buna dayanacak gücü yoktu, acısının biraz hafiflemesini
beklerken o annemin cenazesine geldi. S adri' ye elbette çok ü
züldü. Çok içi yandı ama gazetelerin yazdığı gibi ölüm nede ninin bu olduğunu sanmıyorum . . . B u ölüm onun ruh halini,
moralini olumsuz etkilemiş onu demoralize etmişti ama salt bu
yüzden öldü demek haksızlık olur.
Annem insanlara haksızlık etmeyi hiç sevmezdi. Bir keresinde
banyodan tam yeni çıkmışken bir kapı çalmış ve karşısında elinde
fotoğraf makinasıyla bir genç kız duruyormuş. Hafta sonu gazete
sinden olan bu kız bir kare ya çekmiş ya çekememiş. Annem bu
olaya da çok üzülmüştü. Yıllar önce yaşadığı bir şeydi ama za
man zaman insan haklarına saygı dendi mi kendine yapılan bu
saygısızlığı anlatırdı. ... Çünkü o insanları çok severdi... Hep dost
olmak isterdi ...
"
Evet Belgin Doruk insanları, yazarları, ya gazetecileri, bi-
1 46
limadamlarını, arkadaşlarını çok severdi. Sinemadan ise en çok sevdikleri Ekrem, Gül Bora, İzzet, İpek Günay, Ve kadim dost
ları Sadri Alışık, Çolphan İlhan, Ayhan Işık, Sefa Önal ve elbet
te Neriman Köksal, Zeki Müren ile Sezer Sezin, Filiz Akın idi.
Türker İnanoğlu ile evli olduğu dönemlerde İnanoğlu' nun Filiz
Akın' ı nasıl aldattığını birkaç kez anlatmış, "Ah o Türker yok mu o Türker. . .karda yürür izini belli etmezdi. Zavallı Filizcik de eve geç kalmayayım, aman İlker' e, Türker' e yetişeyim diye te
laş içinde olurdu. Ben de ona üzülür bir türlü bu aldatma işlerini
anlatamazdım. Sonra hep beraber olduğumuzda da Filiz' e belli
etmemek için adeta oyun oynardık. ti.
Tatlı, güzel Filizcik. . . Onu daima çok sevmişimdir. . . ? demişAslında Suna Pekuysal' ı da çok severdi. Ama bir röportajın
da Pekuysal ' ın "Belgin gibi eve kapanmaktansa, bu halimle sahneye çıkmayı tercih ederim.
O güzelliğinin esiri oldu. Ne
öyle güzel olmak, ne de eve kapanmak isterim? demesine üzül
müş ve ona kalbi kırılmıştı. . . .
Bu kez Gül' den annesinin kitabı ile ilgili düşüncelerini öğ
renmek istiyorum;
"Bu kitap onun için gerçekten çok önemliydi. Elbette dizi
den farklı olmalı. Ama bir de çok çok özel sırları anlatılmamalı
diye düşünüyorum. Ama satıhta bir şeyi o da istemezdi. Çünkü
o da eksik anlatılmaktan hoşlanmazdı. .. Ne bileyim işte sen de onun kızı sayılırsın. Yaşadığın şeyleri yazmak elbette senin de
hakkın."
Annesinin son dönemlerdeki makyajını ise şöyle anlatıyor
Gül:
"Annem en çok kendi yaptığı makyajı beğeniyordu ve hep o
nu yapmaya çalışıyordu son dönemlerde. Sağ kolu kırık olduğu
ve ameliyattan sonra eski işlevini yapamadığı için bu işte za
man zaman zorlansa da yine de beceriyordu ve bu işi yaparken mutlu oluyordu.
147
Şimdi artık ne yazık ki makyajını yaparkenki şakaları anım
sayarak avunuyorum . . . Onu gerçekten çok özlüyorum ve ne ol
duğunu yavaş yavaş anlayabiliyorum. Annemin evinin olduğu
gibi kalmasını istiyorum. Yalnızca onun çok sevdiği o beyaz va zoyu almak istiyorum buraya getirmek için. . . En çok i stediği
şey ise mavi yolculuk ile Uzakdoğu idi. Belki salt şimdi onun i
çin gideceğim oralara. Ama biliyorum ki o yaşasa da gitmeye
cekti Uzak Doğu' ya. Çünkü o telaş, o uçaklara inip binmelere
dayanamazdı o . . . İsteği yalnızca dilindeydi . . .
Bir d e e n çok neyi özleyeceğim biliyor musun onu mıncıkla
yıp öptüğüm o anları. Deniz (kızı) ile birlikte onu yatağa yatırıp
mıncıklar, öperdik. Kızınca da tombulum benim der o başından savıncaya kadar öper koklardım . . .
O çok şekerdi. Özel yaşamında kimseye farklı görünmek i
çin çaba harcamadı. Hep olduğu gibiydi . . . O yürüyen merdiven
lerden çok korkardı. Bir kere teyzemle Capitol' e gitmişler. Ora da o merdivenlerle başından geçenleri nasıl anlatmıştı nasıl gül
müştük. . . Canım benim. Bir kere de benimle Akmerkez'e geldi.
Ama baştan pazarlık yaptı ki yürüyen merdivenlere binmeme garantisi aldı benden . . .
En çok sevdiği şeylerden biri de televizyon karşısında oturup
film seyretmekti. Ama en son "Yengeç Sepeti"ne gitmek istedi. Bir
türlü gidemedik. Sadri'yi izlemek istiyordu. Sadri altın portakalı al� <lığında nasıl sevinmiş, nasıl ağlamıştı. . . Sanki kendi almış gibi ...
Canım annem iyi yürekli bir kadındı. Onu hep özleyeceğim
ve hep seveceğim . . . evet zaman zaman Özdemir B irsel ile birta
kım zor günler geçirdi . . . Sıkıntılı dönemler. . . Birtakım kıskanç
lıklar. . . ama onu seviyordu ve birçok seven kadın gibi bazı şey leri görmezden geliyordu . . .
Ama içine atıp biriktirdiği o kadar belliydi k i. . .
O n u n ölüsünü gördüğüm a n ı sorma sakın bana anlata
mam. . .bana o anı kimse sormasın diyemem, söyleyemem. O an bir bende, bir Tanrı ' da bir de annemde gizli kalmalı . . . 1 48
Kızı Gül de annesine hep hasret kaldı. Çocukluğu boyunca bir kez bile el ele tutuşup sinemaya, Lunaparka gidemedi.
149
Yıl 1 956. Belgin Doruk yaşanımın ilk mutluluğunu kızı Gül ile ..
yaşıyor. .. Ancak bu annelik duygusunu bile doya doya yaşayamıyor. .. Çünkü para kazanması gerek...
1 50
Canım Annem, Sen sahiden gittin mi anne? Sahiden artık kapının zilini çal dığımda, o gülen yüzünle karşılamayacak mısın beni artık? Bu nun doğru olduğuna beni nasıl inandırabilirsin, asla asla inan mam buna anne. . . Sen milyonlarca insan için ünlü bir sinema oyuncusuydun. Ben uzun yıllar bunun hem sevincini duydum, hem sıkıntısını yaşadım. Sana tam sahip olamamanın o buruk hüznünü. Seni hep birileriyle paylaşmanın o hüznünü. Ana kızlığın tadını an cak 1 975 'li yıllarda gerçek anlamda yaşamaya başlamıştık ve sen benim en sevgili arkadaşımdın. Canım annem, canım Belgi nim ben artık kiminle ağlayıp kiminle güleceğim, kimin saçını başını düzeltip, birlikte akşam vakitleri sokağa çıkıp İstanbul'u paylaşacağım? Hiç merak etme Belgin, hiç merak etme güzel annem sen hep benimsin, sen hep benim yaşamımdaki en önemli insansın. Ve benin onurun bana hep yetecek. Ben yine sana anlatacağım o çok sevdiğin torunlarını. . . Ama onlara nasıl anlatacağım senin yokluğunu? Şimdi sen siz nasıl çıkacağız o mavi yolculuğa? Olmaz güzel annem artık o hep hayalini kurduğumuz mavi yolculuk olmaz artık. . . Ama yeşil bir cennet belki artık seni sarıp sarmalayan. Söz ver anne bana hiç olmazsa orada üzme kendini. Orada iyi bak kendine ... Orada buluştuğumuzda kaldığımız yerden devam e deriz. Hoşçakal anne görüşmek üzere... Gül...
151
Ondördüncü Bölüm
Oğuldan Annesine; Kitabın basılmasına beş kala sevgili Belgin Doruk'un yaşa mını adadığı biricik oğlu yaşamakta olduğu Fransa'dan telefonla arayarak annesi ile ilgili duygularını kısaca da olsa ifade etmek istediğini söyledi ... Annesinin ölüm haberini duyduğu an tüm dünyasının yıkıl dığını belirten Aydın, erkekliğe sığınarak ağlamamaya çalıştı a ma kimi zaman sessiz ve soluksuz kaldığı anlarda yaşadıkları o kadar belliydi ki ... "Herkes beni anneme o kadar çok benzettiği için aynaya bakmaya bile cesaretim kalmadı sanki... Nereye baksam neye dokunsam hep onu yanımda hissediyorum. . . Çünkü o buraya geldiğinde çoğu kez ikimiz birlikte yaşadık. .. Kimi zaman o ba na baktı, kimi zaman da ben ona.... Bizim hayattaki en yakını mız birbirimizdik. Bana en yakın o, ona en yakın ben... Babam hayatımıza bu anlamda asla giremedi ... biz birbirine sığınan iki yaralıydık sanki... Oturduğu koltuğu, yattığı yatağı görünce kafamı oynatacağı mı sanıyorum ... Onu o kadar çok özlüyorum ki çıldırmak işten değil... Tam herşey düzlüğe çıkacakken annemin o meleğin yü reği, sinirleri, stresleri bu kadar yükü kaldıramadı... Kuş gibi uçtu gitti dünyamızdan... Ama biliyorum ki annem şu an yanımızda sizi ve beni dinli1 53
yor. . . Belki şu an benim yalnızlığıma, ona olan ihtiyacıma, on dan başka kimsem olmadığına, elbette Gül ablam var ama, onun da kurulu bir düzeni, ailesi var ve yaşam bir hır gür içinde geçi yor. . . Ama benim kimsem yok. .. Çoğu kez bütün gece ve sabah onunla oturup konuşuyorum, ona anlatıyorum yine dertlerimi ... Sanki hiç ölmemiş gibi, sanki benim çaresizliğime dayana mayıp da yeniden dirilmiş gibi . . . Annem dünya güzeli olmasına karşın çok şanssız bir kadın dı. Kadın olarak hep mutsuzdu. Babam yanımızda değildi çoğu kez. O annemi yalnız bırakmış gibiydi . . . Bazen telefonla uzun uzun konuşur bazen de o atlar yanıma gelirdi . .. Birlikte olduğu muz anlar yaşamımızın en güzel anlarıydı. . . Kendimi anımsadığım andan itibaren annemin hastalıkları ve bitip tükenmek bilmeyen, mutsuzluğuna, ağlayışlanna, babamın duyarsızlığına tanık oldum. . . Çoğu kez ağlayışlarına, babamın duyarsızlığına tanık oldum... Çoğu kez anneannem baktı bana... Ama bu bir alışveriş değil. İllaki o bana bakmak zorunda değil di. O çalışmak, iyileşmek, tedavi görmek ve acılara karşı güçlü olmak zorundaydı. O yüzden asla gerçek anlamda yaşayamadı ğım gençliğimin ve çocukluğumun hesabını annemden sorma dım . .. Ama illaki sorulacak, hesaplaşılacak biri var... Annem bana hayatını verdi . . . Aklımda kalan en önemli şey bu ... Benim için hazırladığı yemekler, üstümü örttüğü, kitap oku duğu, kahveler pişirip yanıma geldiği geceler değil, önemli olan hayatı. .. Bana adadığı hayatı. . . Benim bir annem vardı, şimdi o da yok. . . Benim gönül bahçemdeki çiçeklerin tümü soldu ... ancak şimdiden sonra yaşamıma bir çekidüzen verirsem onun da beni görüp rahat edeceğine ve artık ruhunun rahat olacağına inanıyo rum... Ama ne olursa olsun benim bir yanım daima eksik kalacak, bir yanım yarım olacak... Belki de tıpkı annemin tarif ettiği o yü zünün yansı gülüp, yarısı ağlayan kadın gibi olacak içim dışım ... Yirmi yaşlarındayken genç kızların peşinden koştukları bir delikanlıydım. . . ama annemi düşünerek hiç de afişe olmadım 1 54
buna özen gösterdim. Onun üzülmesine dayanamazdım. Çünkü üzüntü kaldıracak hali yoktu . . . B abam ile olan tartışmalarımız da hep araya girdi. Ben duygu olarak annemin en büyük dayanağı idim. O da benim. Bazen birbirimizi çok özlediğimizde ya da etle kemik gibi olduğumuzda "Sen olmazsan ben ne yapanın derdi?" bana. Ya o olmasa ben ne yapardım. Şimdi o yok şimdi ben ne yapa cağım? ... İçimiz kan ağlıyor bizim. . . Annemin mezarına gidip üstüne kapanıp ağlayamadım bile. Bu o kadar acı ki ... Bu duygu, bu dokunamama yüreğimi parça parça ediyor. . . Annem ile herşeyi paylaşmamıza karşın yine d e kafasının bir yerinde biriktirip bize söylemediği sıkıntılar vardı. .. Asla anlat mak istemediği... Babamdan niçin ayrılmadığına gelince, toplumda bunun hoş karşılanmayacağını düşündü... Aile bütünlüğümüzün yıkılması nı istemedi ve gerçekten de sevdi bu adamı. Herşeye rağmen yüreğinde ona bir yer vardı. . . Ama kırgınlığı çok da fazlaydı. .. Annem hiçbir zaman alkolik olmadı. Hiçbir zaman uyuşturu cuyu ilaçların dışında bilinçli olarak kullanmadı. .. Ancak o za yıflama haplarıyla aldığı anfetamin onu yıktı, onu üzdü ve onun yaşamından pek çok güzellik çaldı ... Annemi hep gözlüyorum, yattığı odanın kapısını açamıyor, TV'de yayınlanan filmlerini izleyemiyorum. Burada bile seyre dilen bazı Türk kanallarında annemi görünce yüreğim sıkışıyor ve kendimi aynen annem gibi ölüme yakın hissediyorum. . . Ama ona sözüm var. Yaşayacağım hayatımı düzene koyaca ğım ve senin gözyaşlarına neden olan, seni kahreden herşeyin üstesinden geleceğim... Seni seviyorum ve daima seveceğim anneciğim...
155
Ve bu genç kız günün birinde bir masal yaşadı ve bir baktı ki 39 yıl geçmiş. . . Gözlerinde umut değil yaşanmamış yıllann izi var.
1 56
Canım dostum benim. . . Telefon açan bir gazeteci arkadaşım soluk soluğa "Belgin Doruk ö l m ü ş , doğru m u ?·" dedi bana . . . " Zeki Müren şakalarından biri herhalde dedim ve hemen seni aradım ... Meğer şaka değilmiş sevgili dostum ... Sen çıkmadın tele fona, sen o güzel seninle gülerek "Bircaaannnn" demedin. Bir kadın "Belgin'i kaybettik" dedi. Gül, "Doğru, annem gitti" diye onayladı... Bir "Hoşçakal" demedin bana, sevgili dostum! Oysa son beş yıldır neleri paylaşmadık ki seninle . . . Bıcırın, seni çok özleye cek bilmiyor musun? Ya benim için hazırladığın o vişnaklar ne olacak şimdi? Defterlerinin arasından çıkan kuru çiçekler. . . Olmadı, olmadı güzel Belgin'im; tam hayatla barışmışken, tam tombul bir büyükanne olmayı kabul etmişken, tam yaşamını dizi yapacakken bizi böyle yüzüstü bırakıp gitmen olmadı sevgili Belgin'im . . . Ya o salaş bir balıkçı lokantasında yiyeceğimiz balıklar ne olacak? Şimdi ben, "Şu duvarları bir yıksalar da önüm açılsa" dediğin setüstünden nasıl geçerim artık. "Bu kadar sevildiğimi bilmiyordum . . . " demiştin anılarının ardından . . . Ölümünün ardından dökülen gözyaşlarını ben sana anlatamam sevgili B elgin'im . . . S eni hep çok seviyoruz ve seveceğiz... Biliyor musun hani; "Şu kitabı bir görsem de sonra ölsem" diyordun ya işte o kitabın da en kısa zamanda çıkıyor artık... Haberin var mı? Sevindin değil mi, yüreği yüzünden güzel dos tum, ikinci annem benim. . . Seni hep seveceğim, sevgiyle anımsayacağım... Hoşçakal, görüşmek üzere sevgili Belginim... Bircan 1 57