Emin Çölaşan: Önce İnsanım Sonra Gazeteci

Page 1


ISBN 975-478-014-5

önce İnsanım, Sonra Gazeteci, Emin Çölaşan / 7. Basım, 1988 / Kapak, Erkal Yavi / Kapak Baskısı, özyılmaz Matbaası / Dizgi - Baskı, Yaylacık Mat­ baası / Cilt, Tekin Ticaret / Kitabı Yayımlayan, Tekin Yayınevi, Ankara Cad. No. 43 - İstanbul T e l . : 527 69 69 - 512 59 84


E M Î N ÇÖLAŞAN

Önce insanım, Sonra G a z e t e c i

7. Basım

TEKÎN YAYINEVİ


GİRİŞ ÖNSÖZ Türk insanı olarak en büyük eksiklerimizden bi­ ri nedir, biliyor musunuz? Birincisi, yaşadığımız olay­ ları daha sonra hatırlamak için not almayız. İkincisi ve daha önemlisi, yaşadığımız olayları sonradan yaz­ mayı aklımıza bile getirmeyiz. Anı yazma geleneği bizde hemen hiç yoktur. Yaşadıklarımızı yazmayı bir tür ayıp ve küçüklük sayarız. Mesleğim gereği, birçok insanla konuşurum. Özel­ likle belli zamanlarda devletin üst düzeyinde görev almış olanlar, hiç bilmediğimiz bazı olayları anlatır­ lar. O anda içimden, kaleme kâğıda sarılıp anlattıkla­ rını yazmak gelir. «Şu anlattıklarınızı niçin yazmıyor­ sunuz? Bunlar gelecek kuşaklara ders olacaktır, ibret belgesi olacaktır» derim. Ya ayıp olacağını söylerler, ya da aslında yazmak istedikleri halde, işin üstesin­ den gelemeyeceklerini belirtirler. Oysa inanıyorum ki, herkes yazmalıdır. Anıları­ nı yazanlara, büyük saygı duyuyorum. Ülkemizin geç­ mişinde, hatta şu yakın geçmişte bile birtakım kişiler oturup ta anılarını yazmış olsalardı, örneğin bizim ku­ şaklarımız onlardan nice dersler alacaktı. Ne yazık ki, bu gibi öğretici kaynaklardan büyük ölçüde yok­ sunuz. Hemen hiç kimse yazmamış ve yazmıyor. Ge­ lecek kuşaklara bir şeyler öğretecek, onların ufkunu açacak, geçmişi aydınlatacak belgelere, bu gidişle hiç­ bir zaman sahip olamayacağız. Siz, valiler, kaymakamlar, öğretmenler... Siz. Ana-

5


dolu'da yıllarca görev yapan ve nice olaylara tanık olan doktorlar, hemşireler... Siz, bütün politikacılar... Siz, devletin en ilginç olaylarını yaşamış bürokratlar, diplomatlar... Siz, gerçek sanatçılar ve sanatçı geçi­ nenler... Herkes, ama herkes... Hele siz, gazeteci ağa­ beylerim ve arkadaşlarım... Yaşadığınız olayları niçin yazmıyorsunuz? Niçin? Yazdıklarımızın mutlaka olay yaratması, ortalığı ayağa kaldırması, ya da bir edebiyat şaheseri olması şart değil. Kaldı ki, sadece günümüzün okuyucusu için değil, gelecek kuşaklar için de yazmak zorundayız. Her dönemin okuyucusu, yazılan anıları okuyup bir şeyler öğrenecek. Belki yazdıklarımızdan ders alıp, biz­ lerin hatalarına düşmemek için çaba harcayacak. Bel­ ki de bizim yaptığımız iyi işler, onlara yol gösterip ör­ nek olacak. Yaşadığı olayları yazmak istemeyenlerin bir ma­ zereti de şudur: «Yazmak için henüz erken»... Peki ne zaman yazacağız? Ne kadar yaşayacağımızı biliyor muyuz? Bugün yaşadıklarımızı otuz yıl sonra yazmak istesek, böylesine büyük bir riski nasıl göze alabiliriz? Acaba o zaman yaşıyor olsak bile, yazma olanağı bu­ labilir miyiz? Bizler geçmişimizden büyük ölçüde kopuk kaldık. Yoksa gelecek kuşakların da bizlerden ve ülkelerinin geçmişinden kopuk kalmasını mı istiyorsunuz?

***

Gazetecilik zor iştir. Ama işinizi seviyor ve ciddi­ ye alıyorsanız, dünyanın en zevkli mesleğidir. Bu ki­ tabın yayınlandığı 1987 yılında, ben on yıllık gazete­ ciyim ve mesleğime aşığım. On yıldan beri gerçek bir aşk yaşıyorum ve bunun hiç bitmeyeceğini biliyorum. Bizim meslekte çalışan çok arkadaşımız vardır ve bunların çoğu, «İsimsiz kahraman»dır. Her gün oku­ duğunuz gazeteleri hazırlayan, fotoğrafları çeken, ha­ berleri izleyip yazan, yazıları dizen, sayfaları hazır­ layıp basıma hazır duruma getiren, yüzlerce teknik 6


işlemi yapan, gazeteleri basan ve size ulaştıran, bin¿ lerce kişiden oluşan bir kitleyiz biz. Okuyucu, bu büyük kitlenin çoğunu doğal ola­ rak hiç tanımaz. Örneğin basılan gazeteleri en olum­ suz koşullarda bile yurdun en uzak köşelerine ulaştı­ ran, her gece matbaalarımızdan Türkiye'nin dört bir yanına yıldırım hızıyla ve kelle koltukta gazete ye­ tiştiren kamyon şoförlerimizi hiç biriniz tanımazsınız. Ben de tanımam!., istanbul ve diğer matbaalarımızda her gün zamana karşı yarışarak, en büyük gerilimler içerisinde sizler için gazeteyi hazırlayan insanları da tanımazsınız. Oysa asıl tanınması gereken, en büyük çileyi çeken kişiler, o arkadaşlarımızdır... O isimsiz kahramanlardır. Her gazete, o hiç bilinmeyen ve ta­ nınmayan arkadaşlarımız sayesinde çıkar ve sizlere ulaşır. Burada hepsini, basınımızın bütün emekçileri­ ni saygıyla anıyorum. Bir de «Vitrindeki gazeteciler» vardır. Sanıyorum ben de onlardan biriyim. Okuyucu, bizleri tanır. Zan­ neder ki, gazeteleri çıkaran bizleriz... «Gazeteci» de­ yince, çoğunluğun aklına biz vitrindekiler geliriz. Okuyucu bizim yazılarımızı okur, fotoğraflarımızı gö­ rür. Bizi sevenler de, bize kızanlar da vardır. Ama so­ nuçta bizler tanınırız. Kader bizleri, gazetecilik mes­ leğinde bu noktaya getirmiştir. Aslında vitrindeki ga­ zeteciler olarak çoğumuzun, normal insanlardan hiç bir farkımız yoktur. Oysa okuyucu bizleri «Bir şey» zanneder. Haydi burada sadece kendim için konuşup, hiç kimseyi kızdırmayayım... Okuyucu bazen beni de «Bir şey» zanneder. Otobüste görür, «Aaa, siz de otobüse biner misiniz? Sizi böyle görünce çok şaşırdık» der. Gazeteye gelip bir şeyler anlatır, giderken de «Sizin gibi önemli bir insa­ nın beni kabul edeceğini doğrusu hiç düşünmezdim» der... Onların karşısında ezilip büzülürüm, benim de gayet sıradan bir insan olduğumu anlatmaya çalışırım. Gerçekten de öyleyim. Hava basarnam, poz yapamam, rol yapamam.

7


Aramızda kasılmayı, poz yapmayı ve kendini oldu­ ğundan çok daha iyi satmayı beceren gazeteci arka­ daşlarımız az da olsa yok mudur? Elbette ki vardır. İş­ te o küçük azınlık, «Büyük g a z e t e c i d i r . Ben hiçbir za­ man, büyük gazeteci olamadım. Kendi mütevazi yaşa­ mımdan ve doğru bildiğim çizgiden bir türlü kapama­ dım. Bazı şeyleri hiç beceremedim! Ne bileyim, iş ta­ kipçiliği yapamadım. Gazetecilikle tüccarlığı bir arada yürütüp, köşeyi dönemedim. Gece kulüplerinde lüks yerlerde görünüp hava basamadım. Büyüklerimize ve zenginlerimize yağ çekip onlara «Hayattaki bu büyük başarılarınızı neye borçlusunuz?» diye vıcık vıcık soru­ lar soramadım. Her zaman onların gerçek kişiliklerini, köşeyi nasıl döndüklerini ve yedikleri haltları ortaya çıkarmaya çalıştım... Böyle davranan bütün gazeteci arkadaşlarıma da, büyük saygı duydum.

**• / Ukkat ediyorum, bazı insanlar belli yerlere çok kolav fitliyorlar. Adeta gökten zembille iniyorlar. Bu söy­ lediğim, her meslekte geçerli bir durum... Adamını bul­ dunuz mu, iş tamamdır. Yeter ki siz, etkili ve yetkili bi­ rilerinin kucağına oturmaya razı olun. Ama bazıları da aynı yerlere tırnaklarıyla kaza ka­ za, alınlarının teriyle ve büyük mücadeleler sonunda gelebiliyorlar. Ben de Türk basınında birçok arkada­ şım gibi iyi ya da kötü, belli bir yere gelmiş bir gaze­ teciyim. Peki bu iş nasıl oldu? Gelebildiğim yere nasıl ve neler pahasına geldim? Neler yaşadım? Kimler, önüme ne gibi engeller çıkarmaya kalkıştılar? Ne gibi kıskanç­ lıklarla ve komplekslerle boğuşmak zorunda kaldım? Kimlerle, nasıl kavga verdim? Çevremdeki birtakım ilişkiler nasıl gelişti? Hatta, kader beni gazetecilik mes­ leğine nasıl sürükledi? İşte bunları yazmaya karar verdim. Yazmak ve bazı şeyleri okuyucularımla paylaşmak zorundayım... 8


Çünkü bir insanın yaşadıklarını yazmasını küçüklük, ya da ayıp sayanlardan değilim. Tam tersine, bunun son derece yararlı bir şey olduğuna inanıyorum. Yeter ki yazılanlar gerçek olsun... Yazdıklarımın tümü ger­ çektir. Elimde hepsinin belgeleri vardır. Anlattığım bü­ tün olayların tanıkları, 1987 yılında hayattadır. *** Bu kitabı okurken lütfen olağanüstü şeyler bekle­ meyin. Büyük açıklamalar falan yapıp, ortalığı ayağa kaldıracağımı zannetmeyin. Gazetecilik yaşamımda or­ talığı ayağa kaldırdığım zamanlar oldu. Ama bu kita­ bı, sıradan bir insanın ve sıradan bir gazetecinin yaşa­ dığı olaylar olarak değerlendirin... Çünkü size anlata­ cağım olaylar, sıradan her insanın yaşayabileceği olay­ lardır. Bir gün ben de «Büyük Gazeteci» olursam, o za­ man size çok daha önemli şeyler anlatırım. Evet, ben gazeteciyim. Ama her şeyden önce, in­ sanım!.. Duyguları, düşünceleri, mutlulukları, sevinçle­ ri, üzüntüleri, kompleksleri, iyi ya da kötü yanları olan, ama dürüstlük çizgisinden sapmamaya çalışmış bir in­ sanım. Lütfen bu kitabı okurken beni bir «Gazeteci» ola­ rak gördüğünüz kadar, «İnsan» olarak ta görmeye ça­ lışın... Çünkü ben önce insanım, sonra gazeteciyim!


1960 yılında Ankara Koleji'ni hiç çakmadan, hatta ik­ male bile kalmadan, kopya ile bitirdim. Hiç tartışmasız, gel­ miş geçmişler arasında en iyi kopya çeken öğrencilerden biriydim. Ortaokul yıllarından başlayıp her çeşit kopya çek­ tim ve hiç yakalanmadım. Ama lütfen sanmayın ki aptal olduğum için kopya çekiyordum. Ders çalışmaktan nefret ederdim sevgili okuyucum! Nitekim, üniversiteyi bitirdiğim gün ders bitaplarımı kapadım. Bir daha ne sınava girdim, ne de herhangi bir şekilde ders çalıştım. Allah bütün ders çalışanların yardımcısı olsun. Ders çalışan öğrencileri gör­ düğüm zaman şimdi bile kendimi bir an için onların yeri­ ne koyuyorum.. İçim daralıyor, kalbim sıkışıyor! Ama size söyleyeyim.. Şimdi bile olsa o sınavlara gir­ diğim zaman yine kopya çekerim. Gencecik insanların ka­ fasına bu kadar gereksiz bilginin doldurulmasına şaşıyo­ rum. Aklım bunu bir türlü almıyor. Neyse, konuyu daha ilk paragrafta dağıtmayayım.. Ankara Koleji'ni bitirdikten sonra ODTÜ'nün giriş sı­ navlarına katıldım ve İdari İlimler Fakültesi'ni kazandım. Liseden mezuniyet, edebiyat kolu.. Matematik bilgisi sıfır.. Gerçekten sıfır! ODTÜ kurulalı birkaç yıl olmuş. Üniversitenin binaları falan ortada yok. Biz o günlerde TBMM'nin arka bahçesi­ ne kurulmuş olan barakalarda eğitim görüyoruz. TBMM için yapılan bir binada üniversitenin idari bölümleri ve ho­ caların odaları var. Bir de garaj bölümü var. Orası kanti­ nimiz. Az sayıda öğrenci olduğumuz için, daha ilk hafta­ larda birbirimizle tanıştık. Mühendisler, mimarlar ve bizler hep aynı barakalarda okuyoruz. Okul tam bir lise havasım da. Ortam ve arkadaşlık çok iyi... Bizim sınıf otuz kişi.. Yarısı kız, yarısı erkek.. Derslerim

11


mizden biri de matematik. Matematik hocamız şişman, kısa boylu, esmer, gür siyah saçlı bir genç adam. O sırada, ya­ ni 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilâtı yeni kurulmuş. Bu seçkin kuruluş ta, başka bir yer bulunamadığı için TBMM binasının bir bölümünde çalışıyor. 27 Mayıs 1960 ih­ tilâli yapılalı henüz çok az bir zaman geçtiği için, ortada bina var ama çalışan bir Meolis yok.. Bizim genç matema­ tik hocası bir elektrik yüksek mühendisi.. Askerliğini DPT'de yapıyor. Süleyman Demirel de aynı durumda.. O da as­ kerliğini orada yapıyor. Demirel de, bizim matematik hoca­ sı da hem Planlama'da çalışıyorlar, hem de yüz metre me­ safedeki ODTÜ'ye gelip bizlere ders veriyorlar. Böyle bir­ kaç hoca daha var. Tabii biz o günlerde Demirel'i falan sa­ dece şahsen tanıyoruz.. Çünkü henüz meşhur olmamış. Bizim esmer, kısa boylu, şişman matematik hocası sempatik bir adam. Kendisine «Küçük asker» diyoruz. Der­ sini bir lise havasında veriyor. Bazen bizleri sözlüye kaldı­ rıyor. Matematik temelim sıfır olduğu için ben sözlülerde çuvallıyorum. Anlatılan dersi de hiçbir şekilde anlamıyo­ rum ve hep kendi kendime düşünüyorum.. Ben ne yapa­ cağım? Haydi liseyi kopya çekerek bitirdim ama burası üni­ versite.. En azından bu matematik dersini vermem müm­ kün değil.. Mutlaka rezil olacağım ve okuıldan atılacağım.. Çünkü ODTÜ'de öyle uzun boylu okumak yok.. Gerekli not ortalamasını tutturamazsanız, gözünüzün yaşına bakmaz­ lar ve atarlar. O günlerde YÖK, MÖK gibi şeyler yok ama. yine atarlar. Ara sınavları başladı.. Aman Allahım ben ne yapaca­ ğım?.. Matematikte kimden, nereden kopya çekeceğim? Sınıfta benim gibi iki üç kişi daha var bu durumda olan.. Sonunda aklımıza parlak bir fikir geldi.. Sınavlara bizim ba­ rakalarda giriyoruz. Mühendislik ve mimarlık okuyan ve dolayısıyla matematikten anlayan arkadaşlarımız var. Aca­ ba onları ayarlasak, soru kâğıdını dışarıya atsak, onlar da soruları alıp dışarıda çözseler ve sonra bir punduna ge­ tirip bize verseler olmaz mı? Niçin olmasın? Bu işi iyice düşündük ve planladık. Matematik bilen 12


fırlamaları bulduk. Her şeyi ayarladık.. Planımız görünüşte dört dörtlük.. Bakalım yürüyecek mi? İlk matematik sınavı başladı. Ben fazladan bir soru kağıdı yürüttüm ve yanımdaki açık camdan dışarıya salla­ dım. Biraz sonra, elektrik mühendisliği öğrencisi, adamı­ mız Hasan Tuna Altay ıslık çalarak barakanın yanından geçti ve yerden kağıdı alıp gitti.. Ohhh. ilk aşamayı başar­ mıştık. Kantindeki ekip şimdi orada soruları çözecek ve sı­ nav sonunda yine barakanın camından bize verecekti.. Ben­ deniz bir saat boyunca soruları çözer gibi yapıp, sabırla bekledim.. Biraz sonra bizim arkadaşlar barakanın önün­ de dolaşmaya başlamışlardı.. Camlar açık olduğu için, on­ lar da içeriyi görüyorlardı.. Sınav zamanı bitti, birkaç kişi hocanın çevresini sardılar ve biz dışarıdan kağıtları aldık.. Üzerine isimlerimizi, sınıflarımızı ve numaralarımızı bile yazmışlardı.. Eksik olmasınlar.. Ve kağıtlarımızı götürüp kürsüde bekleyen matematik hocamıza verdik. Her şey tereyağdan kıl çeker gibi olmuştu. Birkaç gün sonra sonuçlar açıklandı.. Kantindeki ar­ kadaşlar doğrusu iyi bir iş yapmışlar. Dışarıdan kağıt alan üç arkadaş ta en yüksek not olan «A» almıştık. Bu duruma sınıfımızdaki ineklerden biri iki tanesi bozulmuştu.. Onlar o kadar çalıştıkları halde, daha dü­ şük not almışlardı.. Ama ne yalan söyleyeyim, ihbar et­ me durumları falan olmadı.. Ancak biz de bazı tedbirler almak gerektiğini hissettik. Çözücü arkadaşlara, bundan sonraki sınavlarda soruların hepsini doğru çözmemeleri­ ni, bazı yanlışlar yapmalarını söyledik. Her sınavda en yüksek notu alırsak, durum hocamız tarafından çakılabi­ lirdi. Akıllı olmak bizim için şarttı.. Durum yıl sonuna kadar böyle gitti. En ufak bir tek­ leme bile olmadı. Matematik hocamız herhalde biraz saf olmalı ki, en ufak bir şey anlamıyordu. Sadece bana ara­ da sırada takılıyor «Aferin sana yahu Emin, sözlülerde hiç­ bir şey bilmiyorsun ama yazılılarda çok başarılı oluyorsun» diyordu. Ben de kendisine «Hocam ben sözlüye kalkınca çok heyecanlanıp bildiğimi unutuyorum» diyordum Mate­ matik, en iyi dersim olmuştu Başka derslerden, dışarıdan 13


kağıt alma durumu yoktu. Onlarda, diğer yöntemlere baş= vurup kopyamızı öyle çekiyorduk. Sonunda, «Final» dediğimiz büyük sınav geldi. Birin­ ci sömestrenin sınavı yapılacak. Soruları kantinde çözüp bize iletecek arkadaşları örgütledik. Bu arada belirteyim ki, dışarıdan kağıt almanın başarısı ortaya çıkınca, bizim sınıfta bu işin müşterileri de artmıştı. Artık hepsi de er­ kek olmak üzere, yedi sekiz kişi kağıt alıyorduk. Kızlar hem çalışkan, hem de korkak oldukları için, soruları ken­ dileri çözmeyi yeğliyorlardı. Aylardan Şubat ve korkunç soğuk! Her şey hazır. Sınıfa girdik. Heyecan son aşama­ da... Dışarıdan kağıt almayan arkadaşlara önceden uyarı­ da bulunarak, sınıfın birkaç camının soruları dışarıya at­ mak için zorunlu olarak açık tutulacağını bildirdik. Çok itiraz ettiler ama kabul etmek zorunda kaldılar. Hoca gel­ di. Ben üzerimde palto, camın kenarında oturuyorum. So­ ruları dışarıya ben atacağım. Hoca bugün bir acayip du­ rumda., önce bana seslendi: — Kalk oradan.. Camın kenarına oturma.. Ayrıca bü­ tün pencereler kapatılsın.. Çabuk.. Soruları dağıtmaya baş­ lıyorum.. — Hocam burası rahat.. Bize sıcak bastığı için cam açık oturuyoruz. — Ulan bu Şubat soğuğunda sıcak mı başarmış?.. Kapatın pencereleri.. Sen de kalk oradan.. Mecburen kalkıp kapının yanına gittim ve orada otur­ dum. Hoca birden gürledi: — Dışarıdan kağıt aldığınızı biliyorum. Herkesi dik­ katle gözleyeceğim. En ufak bir kıpırtıda kağıdınızı alı­ rım ve sıfır veririm. Haberiniz olsun.. Eyvah.. Yanmıştık.. Acaba biri ihbar mı etti? Dört ay­ dan beri bu işe bir türlü uyanamayan matematik hocamız durumu nasıl farketti? Durum felaket. Bu sınavda geçer not almazsak, önceki notlarımız ne olursa olsun çakarız.. Yönetmelik böyle.. Sorular dağıtıldı ve sınav başladı.. Hoca hiç kimse­ nin kıpırdamasına izin vermiyor.. Kağıtlarını dışarıdan beta 14


lemeyen çalışkan arkadaşlarımız hemen sorulara yumul­ dular. Bu arada, Bilsay Keretli adındaki arkadaşımız so­ rular dağıtılırken bir adet soru kağıdını fazladan yürütme­ yi becermiş.. Dışarıda bizim çocuklar dolaşıyorlar.. .On­ ları görüyoruz ama soruları dışarıya bir türlü atamıyoruz.. Sonunda Bilsay «Ya Allah» deyip pencereye doğru hamle etti ve camı açarak soru kağıdını dışarıya fırlattı.. Bara­ kanın önünde dolaşan bizim çetenin mensupları, kağıdı neredeyse havada kaparak kaçtılar.. Bilsay, sigara duma­ nından çok rahatsız olduğunu ve pencereyi bu yüzden aç­ tığını söyledi.. İlk aşama bitmişti.. Sınav üç saat sürüyor.. Hocamız habire benim başı­ ma gelip ne yaptığıma bakıyor. Elimde bir tükenmez ka­ lem, kağıda yüzlerce imza atıp zaman geçiriyorum.. Hoca «Çözemiyor musun?» diye soruyor.. «Düşünüyorum. Hep­ sini çözeceğim» diyorum. Başka ne diyeyim?. Birazdan yine geliyor başıma.. Bu konuşma üç dört kez yapılıyor.. Ve sınavın sonu geliyor. Artık kağıtlarımızı vereceğiz. An­ cak hoca pencereleri kapatmış. Açılmasına kesinlikle izin vermiyor. Kağıtları galiba alamayacağız ve de çakacağız... Bu arada, pencerenin açılmayacağını anlayan dışarı­ daki çete mensupları, belli ki soruları çözmüşler. Kağıtla­ rı bize verebilmek için çare arıyorlar.. Barakanın dışında bu kez başka bir numara başlıyor ve feryatlar yükseliyor.. «Vur, kır, öldür, aahhh, yandım»... «Hocam dışarıda kavga çıktı, izin verin de ayırıp gele­ lim» diyoruz. Hoca kararlı.. Yerinden kıpırdayanı çaktıra­ cağını söylüyor.. Sınav süresi bitti.. Hoca kürsüde, kağıt­ ları toplamaya başlıyor.. Ve o anda sınıfın kapısı açılıp, içeriye kavga etme numarasıyla başta Adana'lı Babuş al-* mak üzere beş on kişi doluşuyor.. Herkes bir an donup kalıyor ve o karambolde Babuş benim paltomun içine to­ marla kağıt sokuyor.. Hemen birkaç kişinin kağıdını veri­ yorum.. Üzerlerine isimlerimizi bile yazmışlar.. Ve de sınıf­ ta o kargaşa devam ederken kürsüye gidip, hocaya üze­ rinde benim ismim yazılı olan cevap kağıdını veriyorum.. Hoca bir an benim elimden yakalayıp «Gel buraya» diye bağırıyor ama ben derhal kaçıyorum ve koşarak kantine 15


sığınıyorum. Kantin, bizim barakaya elli metre uzaklıkta.. Bütün kağıtları toplayan hocamız da o şişman gövdesiyle benim arkamdan kantine koşuyor.. Ben oradaki büyük perdelerin arkasında gizleniyorum.. Beni soran hocaya ora­ daki arkadaşlardan biri «Valla on saniye önce arabaya bi­ nip gitti» diyor.. Hoca çıldırmış durumda.. Olup biteni ke­ sinlikle anladı herhalde.. öğleden sonra eve gittim.. Annem dedi ki «Oğlum se­ ni matematik hocan aradı. Galiba kopya çekmişsin. Bugün öğleden sonra bana Planlamaya gelsin. Aksi halde çaktı­ racağım dedi»... Ertesi sabah, dışarıdan kağıt alan arkadaşlarla buluş­ tuk. İki arkadaşın daha evlerine telefon etmiş. Bu durum­ da yapacak bir şeyimiz kalmamıştı. Hocamıza gidecektik.. Utana sıkıla, TBMM binasındaki Devlet Planlama Teşkilatı'na girdik ve matematik hocamızın odasına çıktık.. An­ cak kararımız kesin.. Kopya çektiğimizi sonuna kadar in­ kar edeceğiz.. Hoca üçümüzün de kağıtlarını masaya çıkardı.. «Afe­ rin çocuklar, üçünüz de çok başarılı olmuşsunuz. Üçünüz de A aldınız. Size A vereceğim. Bakın şu ilk soruyu üçü­ nüz de dün çözmüşsünüz. Şimdi alın şu kalem kağıdı, bir de buraya çözün bakayım» dedi... Birbirimize baktık.. — Olmaz hocam.. Çözemeyiz.. — Oğlum niçin olmasın? Dün çözmüşsünüz ya.. Hay­ di çözün de size en yüksek notu vereyim.. — Hocam bize güvenmiyor musunuz? — Güvenmez olur muyum hiç? Haydi çözüverin ca­ nım.. Bir dakikalık bir iş.. Orada hocamızla belki iki saat konuştuk, önünde üç tane sınav kağıdı duruyor. Banların üzerindeki yazılar bi­ zim el yazımız değil. Rakamlar bizim değil. Oysa hoca bu durumu bize bir türlü hatırlatmıyor. Bugün bile düşünüyo­ rum, niçin «Arkadaş bu yazı sizin yazınız mı?» diye sormaaığını bilemiyorum. Oysa bunu söylese biz o anda çö­ züleceğiz. Biz kopya çektiğimizi sürekli inkar ediyoruz . «Ho" cam, vicdanınız razı olacaksa bizi çaktırın» falan gibi lâflar 16


geveliyoruz. O da bize sürekli olarak «Yahu şu ilk soruyu bir çözüverin. Ya da şunlardan herhangi birini çözün de göreyim» diyor... Ah bir bilsek... Hiç çözmez miyiz? Ho­ canın böyle bir öneride bulunacağı aklımıza hiç gelme­ di ki... Gelse, o çözümleri ezberlerdik. Sonunda hoca bize bir şey önerdi: — Hakkınız 100 almak. Ama kopya çektiğinize kesin inanıyorum. Size 60 veririm. Bu dersten geçersiniz ama ortalamanız düşer. Kabul mü? Yapacak başka bir şeyimiz yoktu. Zorunlu olarak ka­ bul ettik ve matematik denilen beladan böylece kurtul­ muş olduk. Saatler süren pazarlık,.Devlet Planlama Teş­ kilatının bir odasında böyle sonuçlanmıştı. Matematik ho­ camla ilginç bir macera yaşamış ve bu işten alnımın akıy­ la, çakmadan sıyrılabilmiştim. Hocamla sonraki yıllarda nice ilginç olaylar yaşaya­ cağımı, onun benim hayat akışımı değiştireceğini o sıra­ da nereden bilecektim ki? Hocam sonraki yıllarda çok ün­ lü oldu. Kendisiyle olan ilişkilerimiz öylesine inişli çıkışlı durumlar gösterdi ki... Ondan bazen nefret ettim, bazen de insan olarak çok sevdim. Çelişkilerle, iniş çıkışlarla, dostluk ve nefret duygularıyla süregelen bir ilişkiydi... Beni 1961 yılında dersinde kopya çekerken yakalayan, ancak bunu bir türlü kanıtlayamayan matematik hocamın adı Turgut özal'dı...

***

Sevgili okuyucum, aradan yıllar geçti ve bir sene çak­ tıktan sonra ODTÜ İdari İlimler Fakültesi'nin Ekonomi İs­ tatistik bölümünü bitirdim.. Yıl 1965.. Tabii bu kopya ola­ yın, falan da unuttum gitti.. Artık bütün amacım, vatana ve millete faydalı bir insan olmaktı. Çok okuyan, yurt so­ runlarını sürekli izleyen, 23 yaşında idealist bir insandım. Bütün amacım Devlet Planlama Teşkilatı'na girmekti. O yaz aylarında, okulu bitirmemden hemen sonra sınav açıl­ dı ve Planlama'ya girdim.. Planlama benim için gerçek bir okuldu.. Pırıl pırıl bir kad­ ro, rahat bir çalışma ortamı, her şey burada vardı. Ay17 F. : 2


rica Planlama, saygın bir kuruluştu. Devlet ve özellikle ekonomi, bir anlamda oradan yönetiliyordu. 23 yaşında genç bir uzman yardımcısı olarak Yüksek Planlama Kuru­ lu toplantılarına girip, örneğin Başbakan Demirel'i dinli­ yordum. Nefis bir olaydı.. Adeta rüyada yaşıyordum. Cu­ martesi, Pazar demeden her gün çalışıyordum. Benim gibi çalışan öyle çok plancı vardı ki.. Hem öğreniyordum, hem de arkadaşlık ilişkileri çok iyiydi.. Türkiye'nin neredeyse en seçkin insanları burada toplanmıştı. Nitekim sonraki yıllarda, o yılların DPT kadrosundan yetişenler Türkiye'­ de en etkili makamlara geleceklerdi. 1966 yılında askere gittim. 1968 yılında döndüğüm za­ man, Planlama üst kadrosu değişmişti. Başbakan Demi­ rel, kendi adamlarını göreve getirmişti. Müsteşar Memduh Aytür'ün yerine hocam Turgut Özal, benim daire baş­ kanım Evner Ergun'un yerine Nevzad Yalçıntaş gelmişti. Evner Ergun yıllar sonra Viyana'da Ermeniler tarafından şehit edilen, gerçekten pırıl pırıl bir insandı. 1968 yılında askerliğim bitince Planlama'ya tekrar başvurdum ve işe başladım. Müsteşar Turgut özal'a, bir merhaba demek için gittim.. Ne de olsa öğrencisiydim.. Yanına girdiğim anda ilk sorusunu sordu : — Emin doğru söyle bakayım, kopya çekiyor muy­ dun? — Vallahi çekmiyordum hocam.. Kesinlikle çekmiyor­ dum.. Aynı tempoyla çalışmaya başladım. Evner Ergun'un yerine gelen Sosyal Planlama Dairesi Başkanı Nevzad Yalçıntaş, hele Evner Bey'le kıyaslandığında çekilmez bir insandı.. Soğuk, kasıntı, sağ kesimin önde gelenlerinden bir adam.. Gerçi ilk girdiğim 1965 yılına oranla Planlama kadrosu fazla değişmemişti ama, aradan gelen üç yılın çok şey götürdüğü açıktı. Kıyım yapıyorlardı.. Yalnız ken­ di adamlarını doldurmaya başlamışlardı.. Artık Planlama koridorlarında hacılar, hocalar, çember sakailılar kol ge­ ziyordu.. «Takunyalılar» adıyla bilinen bu ekip, pırıl pırıl Planlama'yı ele geçirmeye başlamıştı. Toplu namazlar kı­ lınıyor, koridorlarda abdest alınıyordu. Bu arada Turgut 18


özal, «Teşvik Uygulama Dairesi»ni kurmuştu. Artık özel sektör devlet eliyle teşvik ediliyordu. Türkiye'de bir şey­ ler oluyordu. Devletin ilk kez şeriatçılar, hacılar ve hoca­ lar tarafından ele geçirildiğine tanık oluyorduk.. Ama ne yapabilirdik ki? Gün onların günüydü.. Bazen koridorda, o gençlik heyecanıyla bunlara lâf falan atıyorduk.. Hep­ si o kadar.. Bazen Turgut Özal'a koridorda rastlıyordum. Yine soruyordu : — Kopya çekmiş miydin? Cevabım hep aynı oluyordu: — İnanın ki çekmedim hocam.. Bu arada da, ODTÜ'deki bazı sınıf arkadaşlarımdan duyuyordum.. Özal onlara rastladıkça benim kopya çekip çekmediğimi soruyormuş.. Aradan sekiz yıl geçmişti ve demek ki hocam bu konuyu henüz unutmamıştı. Ne il­ ginç.. O zamanlar Akşam adlı bir gazete çıkardı ve epeyce de satardı.. Akşam solcu bir gazeteydi.. İlhami Soysal ustamız orada çalışırdı. Birkaç kez İlhami ağabeye gidip Planlama'nın durumunu anlattım. O sırada, orada çalışan Yavuz Donat adında genç bir muhabirle de tanıştım. Ya­ vuz'la bir gün, Planlama'nın dağılma saatinde pusu kur­ duk ve dışarıya çıkan çember sakallıların resmini çekmek istedik. Ancak o gün belki de uyandıklarından olacak, hiç bir çember sakallı çıkmadı. Ben bu arada sağlık sektörüne bakıyorum ve bütün Anadolu'yu karış karış geziyorum. O konuda oldukça bü­ yük bir bilgi birikimi elde etmişim. Çok mutluyum. İşimi yine de seviyorum.. Planlama'da olmaktan gerçekten gurur duyuyorum. Bazen düşünüyorum ve buradan başka hiç­ bir yerde çalışmamın mümkün olmadığı kanısına varıyo­ rum. Ne Güzel.. İnsanın işini sevmesi kadar güzel bir şey var mı? Edindiğim birikimi gazetelerde yazmaya karar verdim. Hem böylece ismimi de kamuoyuna duyuracaktım. Bu amaçla oturup iki yazı kaleme aldım ve Yavuz Donat'a verdim. Bunlar Akşam gazetesinin İkinci sayfasındaki «Dü­ şünceye Saygı» sütununda yayınlanacaktı. Birinci yazı. 19


29 Eylül 1968 tarihli Akşam'da «Sağlık Hizmetlerinin Sos­ yalizasyonu ve Aksayan Yönleri» başlığı ile ve de benim ismimle yayınlandı. Ertesi gün, amirim Nevzad Yalçıntaş beni yanına ça­ ğırıp uzun bir nasihat geçti: — Emin Bey, böyle sosyalist gazetelere yazı yazma­ yın. Bu gazetenin sahibi Malik Yolaç, zengin bir insandır. Bunlar kapitalist sosyalisttir. Ne olursa olsun, Planlama'dan birinin, solcu bir yayın organında yazı yazmasını is­ temiyorum... Sağcı Nevzad Bey'e bu iş anlaşılan çok ters gelmişti. Ben de bu durumda Yavuz Donat'a gittim ve bu yazıya bozulduklarını söyleyip «Aman Yavuz, ikinci yazıyı ya hiç kullanmasınlar, ya da isimsiz yayınlasınlar» dedim. Yavuz da durumu İstanbul'a, gazete yönetimine bildirdi. Aradan tam bir hafta geçti.. Bir de ne göreyim, 6 Ekim 1968 tarihli Akşam gazetesi, benim ikinci yazıyı da aynen yayınlamış.. Yazının yanında da kocaman harf­ lerle aynen şöyle yazıyor: «BU YAZIYI YAZAN, DEVLET PLANLAMA TEŞKİLA­ TINDA GÖREVLİDİR, ADINI, KİŞİLİĞİNE BASKI YAPILA­ CAĞI GEREKÇESİYLE AÇIKLAMIYORUZ».. Mahvoldum.. Bu yazıyı gördüğüm anda mahvoldum.. Çünkü yayınladıkları yazı yine sağlıkla ilgili.. Başlığı «Sağ­ lık Sigortası».. Aslında tamamen teknik bir yazı ama, ben bu durumu Nevzad Yalçıntaş'a nasıl anlatayım? O gün Pazardı.. Yalçıntaş ertesi gün beni yine çağırdı ve gazeteyi göstererek «Bu nedir beyefendi?» diye sordu. Kendisine durumu anlattım. Akşam gazetesine daha önce iki yazı verdiğimi, kendisinin uyarısından sonra ikinci yazıyı ya­ yınlamasınlar diye rica ettiğimi, ancak gazetenin bana kalleşlik yaparak böyle bir açıklama yaptığını anlattım.. Hiç farketmedi.. Artık mimlenmiştim. Marksist, Leninist, komünist falan değildim ama, Nevzad Yalçıntaş büyüğü­ müz beni öyle biliyordu.. Oysa kendisine gerçeği olduğu gibi söylemiştim. Suyum ısınıyordu. 20


Aradan birkaç ay geçti.. Nevzad Yalçıntaş, 1 Nisan 1969 günü Planlama Genel Sekreterlik makamına bir ya­ zı yazıyor.. Sonradan elime geçen bu yazı şöyle: «Dairemizin bazı elemanları 1968 döneminde verimli çalışmalar yapmamışlar ve kendilerinden beklenen istifa­ de elde edilemediği gibi, istihdamlarının devamında sakın­ calar ortaya çıkmıştır... Aşağıda isimleri zikredilen ele­ manların istihdamlarındaki sakıncalar devam etmektedir. Bu elemanların istihdamlarında verimli çalışma yapama­ maları, çalışma disiplinine uymamaları, işe geç gelmeleri ve zaman zaman yapılan yoklamalarda dairede mazeret­ siz olarak bulunmadıklarının tesbiti, mesai arkadaşları ile ahenkli bir çalışma münasebetlerini tesis edememeleri, çalışma konularında başarı gösteremeyip, daire ile gerek­ li itibarı kurmamaları gibi problemler ortaya çıkmıştır. (Türkçe hataları Yalçıntaş'a aittir).. Bu durumda bu elemanların istihdamlarının devamın­ da bir fayda görülmediği gibi, verimli çalışma yapan ve iş disiplinine bağlı diğer elemanlarımız üzerinde menfi is­ tikamette bir tesir ortaya çıkmaktadır. Yukarıda zikredilen mevzuu teşkil eden elemanlar Ve Emin Çölaşan'dır. Bu elemanların dairemizle ilişkilerinin kesilmesi için ge­ reken işlemin yapılmasını rica ederim. Doç. Dr. Nevzad Yalçıntaş».. (Burada benimle birlikte adı geçen diğer üç arkadaşın kimliklerini açıklamıyorum. Biri torpil yapıp kalaı, biz üç kişi atıldık).. 19 Nisan 1969 tarihinde Müsteşar Turgut Özal imza­ sıyla bir tebligat aldım. Sarı zarfı açtım ve o anda dünya başıma yıkıldı. Görevime son verilmişti.. Turgut özal ya­ zısının sonunda «Bundan sonraki iş hayatınızda başarılı olmanızı temenni ederim» diyordu.. Korkunç şaşırdım. Ne yapacağımı bilemedim.. Tabii danışıklı döğüş yapmışlar­ dı.. Nevzad Yalçıntaş'ın yukarıda açıkladığım yazısı baş­ tan aşağı yalandı. Utanmadan, sıkılmadan yalan ve düz­ mece gerekçelerle beni işimden atıyorlardı.. Arkadaşlarım beni teselli ettiler.. Gece gündüz deme­ den çalışmıştım.. Demek kl sonuç bu oluyordu.. O gün ye21


min ettim.. İntikam alacaktım.. Ne yapıp yapıp, bu adam­ lardan intikam alacaktım.. Hayatımda (Bugün de öyleyim) hiç kimseye haksızlık yapmamıştım.. Kendime de, başka­ larına da haksızlık yapıldığında dayanamazdım.. Bu bü­ yük bir haksızlıktı.. İntikamım fena olacaktı.. Kovulma tebligatını alınca Nevzad Yalçıntaş'ın yanı­ na gittim.. İçeriye girdim. Beni ayakta karşıladı, böyle şey­ lerin olabileceğini söyledi.. İntikam alacağımı, bu haksız­ lığın ve bu yalanların altında kalmayacağımı söyledim.. «Bildiğiniz gibi yapınız beyefendi» dedi.. Odamdaki eşyalarımı topladım. Kapıdaki isim levha­ mı söktüm ve arkadaşlarıma veda ettim.. Eve gelip hün­ gür hüngür ağladım. Öyle bir boşlukta kalmıştım ki.. Şim­ di ben ne yapacaktım? Nerede çalışacaktım? Bir hafta kendime gelemedim. Bir hafta sonra karar verdim.. «Oğ­ lum Emin, güçlü olacaksın ve bunlarla kavga edeceksin».. Mahalle arkadaşım Uğur Mumcu'yla buluştuk. Uğur o günlerde Ankara Hukuk Fakültesi idare hukuku asista­ nı.. Bu işi en iyi bilen kişilerden., ilkokul arkadaşım avu­ kat Selçuk ömerbaş, arkadaşım Adil Özkol, hep birlikte toplandık ve Danıştay'da dava açmaya karar verdik. Adil de idare hukuku asistanı olduğu için, bu işi iyi biliyor. Üç hukukçu uzun uzun düşündüler ve bu olayda Plan­ lama yönetiminin haksız olduğunu, somut gerekçeler ve kanıtlar olmadan benim görevime son verilemeyeceğini söylediler. Hep birlikte oturduk ve dava dilekçem yazıldı.. Ancak bu arada ilginç bir olay oldu.. Uğur bana sordu: — Sen bu adamlardan bir bonservis alabilir misin? — Nasıl bonservis yani? — Yani senin başarılı bir eleman olduğunu yazıp al­ tına imza attırabilir misin? — Uğur sen delirdin mi? On gün önce beni işten atan adamlar bana böyle bir belge verirler mi? Ama yine de denemeye karar verdik.. Babam dokuz yıldan beri Devlet Meteoroloji İşleri genel müdürüydü.. Belki bir punduna getirip Nevzad Yalçıntaş'tan böyle bir belge alabilirdi.. Durumu babama söyledim.. Puştluğa puşt22


luk yapacaktım.. Kalleşliğe ben de kalleşlikle cevap ve­ recektim.. Başka çarem yoktu.. Babam Nevzad Yalçıntaş'a gitti.. Benim yeni bir işe gireceğimi, ancak görevine son verilen bir kişi durumun­ da olduğum sürece yeni işe girerken güçlüklerle, karşıla­ şacağımı söylemiş.. Ve bir bonservis rica etmiş.. Babam akşam eve geldi ve bana belgeyi verdi.. Gözlerime inana­ madım. Belge aynen şöyleydi: «BONSERVİSTİR... Devlet Planlama Teşkilatı Sosyal Planlama Dairesinde dairemin bir mensubu olarak çalı­ şan Emin Çölaşan şahsiyetli, mesuliyet duygusu olan, bil­ gili bir gençtir. Kendisi, sahasına giren bir vazifeyi yapa­ cak kabiliyettedir. Doç. Dr. Nevzad Yalçıntaş. İmza».. Hayatımda ilk kez birisine kalleşlik yapmıştım ama olsun.. Hak etmişti. Onlara ilk golümü böylece atmıştım. Sonra daha neler yapıp, doğduklarına pişman edecektim.. Bu belgeyi gören bizim avukat çocukların gözleri faltaşı gibi açıldı. Danıştay'da davamızı açtık. Ve ilk sonuç: «Planlama'nın işlemi yasalara aykırıdır. Yürütmenin dur­ durulmasına oy birliği ile karar verilmiştir».. Danıştay'da görevli yargıçların, savcıların ve rapor­ törlerin de bu belgeyi görünce akılları durmuştu.. «Bunca yıllık hukukçuyuz, böyle bir komediyi ilk kez görüyoruz» sözlerini çoğundan duydum. Danıştay kararını Planlama'ya elden tebliğ ettik ve göreve derhal başlatılmamı iste­ dik. Hiç ses yok.. Bu arada Turgut Özal da, Planlama adı­ na savunmalarını Danıştay'a gönderiyor. Beni göreve gel­ memekle, yapılan yoklamalarda mazeretsiz olarak iş yerin­ de bulunmamakla, verimli çalışma yapamamakla suçla­ mışlardı.. Bu iddialarından bir tanesini bile kanıtlayamıyorlardı. Bütün söyledikleri, idare istediği insanla çaiışır, is­ tediğini kovar.. Evet, bu kadar basit.. Sanki memlekette hiç hukuk yok, hiç yasa yok.. Özal ayrıca, Nevzad Yalçıntaş'ın verdiği bonservisin kişisel olduğunu ve Planlama'yı bağlamayacağını iddia ediyor, ancak Danıştay bu nu­ maraları yemiyor. Sözün kısası sevgili okuyucum, Planla­ ma'nın savunmaları tam bir hukuk komedisi.. Bütün bu 23


belgeler bendedir. İsteyene seve seve gösteririm bu ibret belgelerini... Tabii bu arada bendeniz de Danıştay'ın abonesi ol­ dum. Orada da yeni dostlar ediniyorum. Orada raportör olan Tansel Tuğcu'yu da bu arada tanıdım. Sonra Tansel'le evlendik.. Nereden nereye? Aradan aylar geçiyor ve beni görevime bir türlü baş­ latmıyorlar. Oysa Anayasa'nın 132. maddesi var.. «İdare, mahkeme kararlarını geciktirmeden uygulamak zorunda­ dır» diyor.. Ama Özal kim, Anayasa kim? Kaldı ki o gün­ lerde tek haksızlığa uğrayan insan ben değilim. Yüzler­ ce, binlerce kamu görevlisini işten atıyorlar ve hiç biri­ nin mahkeme kararlarını uygulamıyorlar. Adalet Partisi iktidarı, almış başını gidiyor. O günlerde, Planlama'dan arkadaşım İçen Börtücene bana bir olay anlattı. Yüksek Planlama Kurulu toplantısı­ na girerken Turgut Özal, Nevzad Yalçıntaş'a fırça çek­ miş: — Kardeşim, herifin hem görevine son veriyoruz, hem de sen kalkıp bonservis veriyorsun. Olur mu böyle şey? — Sayın Müsteşarım, babası çok muhterem bir in­ sandır. Babası bana geldiği için vermekte sakınca görme­ dim. — Olur mu hiç yahu? Rica ederim.. Biraz dikkatli ol bundan sonra.. Bak, hepimizi müşkül durumda bıraktın.. Şimdi mahkemeyi kazanacak, ondan sonra da bizden ça­ tır çatır tazminat alacak. Nevzad hafif tertip kızarmış, morarmış.. Çünkü İcen'in anlattığına göre fırçayı kendi elemanlarının yanında ye­ miş.. Aslında Nevzad beyefendi çok müslüman bir insan­ dır. Bir ayağı Türkiye'de, bir ayağı Suudi Arabistan'da do­ laşıp durur. Böylesine seçkin bir müslümanın, benim hak­ kımda yalanlarla dolu bir yazıyı nasıl yazdığını ve beni İşten attırmak için bu yalanlara nasıl sarıldığını şimdi bile anlayabilmiş değilim. Bunu da bir yana bırakın, yarın öbürgün bu hesabı Allah'ın önünde nasıl vereceğini de hiç bil­ miyorum. Allah bu din kardeşimizin benimle ilgili günahını 24


affetsin. Amin! Obür günahlarına karışmam. O konuda yetkim yok. Aradan yıllar geçtikten sonra, MC hükümetleri döne­ minde bu değerli Nevzad TRT genel müdürü olmaz mı? Tam o günlerde Hürriyet gazetesinin «Bir Günün Hikayesi» sütununda ilginç bir yazı çıkmıştı.. Nevzad TRT genel mü­ dürü olduğu gün, bu kuruluşun üst düzeydeki personelini toplayıp «Muhteremler, eğer adam alacaksanız, sakın ha daha sonra bonservis vermeyin. Ben bu hıyarlığı bir kere yaptım ve başıma iş açıldı» demiş. Nevzad Yalçıntaş'ı bu olaylardan tam 15 yıl sonra ilk kez İstanbul'da, Marmara Etap Oteli'nde gördüm.. El sıkıştık.. — Büyük işler başarıyorsunuz Emin bey.. — Sayenizde efendim.. Beni kovmasaydınız gazeteci ©lamazdım. Size teşekkür borçluyum.. Bir şey söylemedi.. Vedalaştık, gitti. Arkasından bakıp geçmişi düşündüm!..

*** Devlet Planlama Teşkilatı'ndan atıldıktan sonra beş ay işsiz kaldım. 1969 yılının Ekim ayında. Maliye bakan­ lığına girdim.. Maliye yeni bir uygulama başlatacakmış. Artık devlet bütçesi «Program bütçe» olacakmış. Bunun için, Bütçe ve Mali Kontrol genel müdürlüğüne bağlı ayrı bir grup kurulmuş. Buraya gençlerden oluşan bir ekip topluyorlarmış. Kızılay'da bir bina kiralanmış. Oraya gi­ ren ODTÜ'lü birkaç arkadaşım, ortamın çok iyi olduğunu ve benim de başvurmamı söylediler. Gittim. Gerçekten uygar bir ortam vardı. Ekim ayında, devlet memuru ola­ rak yeniden işe başladım. Program bütçe grubunun başında Amerika'lı bir zen­ ci var.. Adı Mr. Cooper.. Kesinlikle Amerikan a|anı.. Ame­ rika'nın devletin içine soktuğu, karvizltinde «Danışman» yazan ajanlardan biri.. Adam orada bizim bütçemizi, büt­ çe sistemimizi falan olduğu gibi l/llyor. Bizim program bütçe işine ayrıca Amerikan yardımı yapılıyor.. AID deni­

ri.


1en kuruluş para desteğinde bulunuyor. Amerikan yardı­ mı He Türk bütçe sistemini düzelteceğiz!. Artık Maliye'ye alıştım. Bizim binamız, Ulus'taki köh­ ne binadan ve oradaki kokuşmuş bürokrasiden uzak ol­ duğu için gerçekten çok rahatız. Fazla bir iş yok. Grup­ taki arkadaşlar çok iyi.. Aramızda çok güzel dostluklar gelişiyor, öğle tatillerinde çıkıp kağıt oynuyoruz.. İsteyen işe geliyor, isteyen gelmiyor. Ama iş olunca, hızla ve en İyi biçimde yapılıyor. Başımızda birkaç tane eski maliyeci var. Bunlar «ba­ kanlık mensubu» oldukları için kafaları da eski.. Binamız­ da güzel bir kitaplık kurduk. Bütün arkadaşlar aramızda para toplayıp, kitaplığımıza her gün bütün gazeteleri al­ maya başladık. Hasan Çetinsavaş adında bir grup mü­ dürü vardı. Bir gün kitaplığa gelmiş ve orada bazı arka­ daşları gazete okurken görmüş.. Kıyameti kopardı ve dev­ let dairesine gazete giremeyeceğini söyledi.. Hepimiz bir olup kendisini dövecektik.. Ancak son anda vazgeçtik.. O günden sonra kitaplığa gazete girmedi. Gazeteleri yine aldık ama herkes odasında okumaya başladı. Bu vatan­ daş ta korkusundan ses çıkaramadı.. 18 Kasım 1969 günü Danıştay, benim Planlama'dan atılmama ilişkin işlemi yasalara aykırı bularak iptal etti.. Çok mutlu oldum.. Sevinçten uçuyordum. Hemen gidip ka­ rarı aldım. « Davacı Emin Çölaşan Devlet Planlama Teşkilatı'na kanunların verdiği yetkiye dayanılarak sözleşme ile alınmış, sözleşmenin sona ermesi üzerine yeni bir sözleş­ me ile görevi bir yıl daha uzatılmıştır. Bu tarihten kısa bir süre sonra ise, davacıya sözleşmesinin feshedildiği bildirilerek görevine son verilmiştir. İdarenin (Devlet Planlama Teşkiiatı'nın) sözleşmenin feshi suretiyle göreve son verme konusunda dayandığı haklı sebepleri bildirmesi ve yaptığı işlemin kamu hizmet­ lerinin gereklerine uygunluğunu belirtmesi gerekir. Dev­ leri Planlama Teşkilatı ise gerek davaya konu işleminde ve gerekse bu davaya verdiği savunmalarında hangi se­ beple bu yola gittiğinin izahını yapmamakta ve göreve son 26


vermede kamu hizmeti yönünden ne gibi bir lüzum duy­ duğuna değinmemektedir. Hizmet yönünden haklı bir se­ bebe dayanmayan işlemler ise iptale mahkumdur..» Evet, devletin yargı organı, Planlama'nın işlemini hu­ kuka aykırı bularak iptal etmişti.. Şimdi ne olacaktı? Bir­ çok hukukçu ile konuştum.. Başta arkadaşlarım ve avu­ katlarım Uğur Mumcu ve Selçuk Ömerbaş olmak üzere artık başka hiç kimseyle, başka bir konu konuşmuyordum. İdare hukuku kitapları okumaya başladım.. Elleri mah­ kumdu.. Beni yeniden görevime başlatacaklardı. Anayasa'nın 132. maddesi «İdare, mahkeme kararlarının uygu­ lanmasını hiçbir şekilde geciktiremez» diyordu.. Her şey o kadar açıktı ki.. Mahkeme kararının bir örneği ile Planlama Müsteşa­ rı Turgut Özal'a başvurdum ve işe başlatılmamı istedim.. âzal'dan ses yok.. Planlama'ya verdiğim hiçbir dilekçeye cevap yok.. İnsan bir yerde eli kolu bağlı kalınca sıkışıyor ve ne yapacağını şaşırıyor. İktidarda Adalet Partisi var.. Başba­ kan Süleyman Demire!.. O'nun Planlama Müsteşarı Ta­ kunyalı Turgut ÖzaL Ben bu mahkeme kararını kime uy­ gulatacağım? Kim bana cevap verecek? Kim bana hak­ kımı geri verecek? Ankara Cumhuriyet Savcılığı'na dilekçe verdim. Mah­ keme kararını uygulamayan bu kişiler hakkında yasal iş­ lem yapılmasını istedim.. Aradan birkaç ay geçti ve ba­ na Adalet bakanlığından cevap geldi. «Ankara Cumhuriyet Savcılığına hitaben sunulup, ba­ kanlığımıza gönderilen dilekçeniz, ilgisi cihetiyle gereği­ nin takdir ve ifası için Başbakanlığa intikal ettirilmiştir. Bilgi edinilmesi rica olunur. Melih Ezgü. Adalet Bakanı yerine. Ceza İşleri genel müdürü».. Vay be, işe bak sen... «Şıracının şahidi bozacı» mi­ sali, ben kimi kime şikayet etmişim?.. Bir sürü devlet me­ muru işinden kovuluyor ve bunfar hakkında Danıştay'ın verdiği hiçbir karar uygulanmıyordu.- Demek ki ben şim­ di Özal'ı, Demirel'e şikayet etmiş oluyordum. Dilekçemin «Takdir ve ifası için» bana Başbakanlık cevap verecekti. 27


Şu anda aradan tam 17 yıl geçti. Herhalde Başbakan­ lık gereğinin takdir ve ifasını henüz yapamamış olmalı ki. bu dilekçeme halen cevap bekliyorum. Şimdi özal baş­ bakan... Belki o cevap verir.

*** Bütün bu olaylar ve haksızlıklar, içimdeki kin duygu­ larını alevlendiriyor. Demirel, Özal ve Planlama'ya bun­ ların getirdiği takunyalı ekipten mutlaka intikam alacağım. Planlama'da büyük numaralar döndüğünü duyuyorum. Devletin hem de o günkü değerlerle milyarlarını eşe dos­ ta ve torpillilere dağıtıyorlarmış. Turgut Özal Planlama müsteşarı, Nevzad Yalçıntaş, Ekrem Ceyhun, Yılmaz Ergenekon daire başkanları, Yusuf Bozkurt Özal, Hüsnü Do­ ğan, Ekrem Pakdemirli gibi «İş bitiriciler» diğer makam­ larda.. Planlama'da neler olup bittiğini oradaki arkadaşlar­ dan alıyordum. Ancak bunları kanıtlamak gerekirdi. Her şeyi gizli yaptıkları ve olup bitenleri kendi yakın adamla­ rından başka hiç kimse bilmediği için, önümde zor bir kavga vardı. Ama ben de kavgadan yılmayan bir insanım.. Karar verdim.. Bütün olup bitenleri ele geçireceğim ve gazetelerde yayınlayacağım.. Uğur Mumcu beni Devrim gazetesine götürdü ve rahmetli Doğan Avcıoğlu ile tanış­ tırdı.. Devrim haftalık çıkan etkili bir yayın organıydı.. İki tane genç yazı işleri müdürü vardı.. Hasan Cemal ve Uluç Gürkan.. Onlarla tanıştım. (Sonra dostluğumuz çok ilerle­ di. Hem Hasan'la, hem de Uluç'la, gazetecilik mesleğinin her aşamasında gerçekten gurur duydum). Doğan Avcıoğlu'na, Planlama'da bir sürü yolsuzluk olduğunu söyledim ve bunları ele geçirirsem yayınlayıp yayınlamayacağını sordum.. «Sen getir, gerisine karışma. İstediğin şekilde yayınlarız» dedi.. Gördüm ki, Planlama'daki takunyalılar Doğan abi'nin de ilacı.. «Çok ilginç numaralar oluyor. Eğer bunları belgeleyebilirsem, biz bun­ ları mahvederiz» dedim.. «İnşallah» dedi.. Paçaları sıva­ dım. 28


Planlama'da bir Araştırma Grubu kurmuşlar ve başı­ na da Turgut Özal'ın kardeşi Yusuf Bozkurt Özal'ı getir­ mişlerdi. Yıllar sonra ağabeyi bu memlekete Başbakan olunca, Planlama'da ilk antrenmanlarını 1968'den sonra yapmaya başlayan küçük Yusuf'u, Planlama Müsteşarı ya­ pacaktı. Küçük Yusuf ta yurt dışı gezilerinden zaman ka­ lırsa koltuğuna oturup ekonomiyi yönetecek, bu arada İskender Evranosoğlu gibi Allah'la konuşan adamlarıyla birlikte memlekete faydalı hizmetlerde bulunacaktı. Al­ lah ondan razı olsun! Planlama'da eşe dosta dağıttıkları milyarlar gizli. Hepsi için gizli sözleşmeler yapmışlar. Bunlardan bazıla­ rının Maliye'nin başka birimlerinde, bazılarının da Sayış­ tay'da olduğunu öğrendim. Maliye'de şimdi de büyük say­ gı duyduğum bir grup şefimiz vardı. Adı, Gülay Coşkun... Gülay hanım ilgili kişilerden rica etti ve benim bir araş­ tırma yapacağımı söyledi. İzin çıkmıştı. Ertesi gün ilgili genel müdürlüğe gittim. Orada bana bir oda açtılar... Ve bütün gizli dosyalar önüme geldi. Gözlerime inanamıyo­ rum. Aman Allahım.. Gerçekten gözlerime inanamıyorum. Hemen Uğur Mumcu'ya telefon ettim... Uğur da Devrim gazetesinde yazıyordu.. «Uğur inanmayacaksın ama hep­ sini ele geçirdim. Şu anda bütün dosyalar önümde» de­ dim.. Önümde gerçek bir maden vardı. Meğer ben işin yüz­ de birini ancak biliyormuşum. Dosyaları taramaya başla­ dım. Üç gün, gözlerim dosya ve gizli sözleşme okumaktan şişti.. Sonunda işi bitirdim. Devletin ve milletin paraları­ nın nasıl çarçur edildiğini ilk kez böylesine açık olarak görüyordum. Korkunç bir şeydi bu.. Turgut Özal ve kar­ deşi Yusuf, eşe dosta ve torpillilere devletin paralarını dağıtmışlardı. Olayı 24 Şubat 1970 tarihli Devrim'de «YAĞMA EDİ­ LEN MİLYONLAR.. PLANLAMA TEŞKİLATI 400 MİLYON ULUFE DAĞITIYOR.. CIA'NIN ŞEFİNİN ŞİRKETİ DE ULU­ FELERDEN ÖNEMLİ PAY ALDI» başlığı ile patlattık. O günlerde «Milyon» büyük paraydı.. Bu milyonları kimler 29


paylaşmamıştı ki?.. Acaba bu paraları alanlar karşılığın­ da ne vermişlerdi? Alaçam, Tümaş, Ayyıldız, Metag gibi yerli, Litton, Bechtel, Stolberg, Trundle gibi yabancı firmalara devletin paraları ve dövizleri su gibi akıtılmıştı. Mustafa Sabri Sözeri adlı birine «İmam Hatip Okul­ ları», Nail Asaf adlı birine «Kıbrıs'a ihracat, Kıbrıs'tan it­ halat», Mustafa Renksizbulut adlı birine de «1967 yılı it­ halatının dağılımı» gibi sözde araştırmalar yaptırılmıştı. Herkes adamını kollamıştı. O günlerde doçent olan Nevzad Yalçıntaş, kürsü profesörü Orhan Tuna'yı unutmamış ve «Türkiye'de toplu iş sözleşmelerinin tesirleri» başlıklı araştırmayı parası karşılığında yaptırmıştı. Korkunç bir şeydi bu.. Bulabilenler, Devrim gazetesi­ nin 24 Şubat 1970 tarihli nüshasında bu utanç verici ola­ yın tam listesini ve ayrıntılarını okuyabilirler. Ancak bu listede bir uyanık vardı ki, ona helâl olsun.. Ayrıca ona para verenlere de helâl olsun.. Bu uyanık, Ole Helvveg adında bir Danimarkalı mimardı.. Türkiye beş kuruş dö­ vize muhtaçtı.. Nitekim bu olaylar olup biterken, 1970 Ağustos ayında devalüasyon yapılacaktı.. İşte bu ortam­ da, Ole Helvveg'e «Türkiye'nin Güney Sahillerinin Kalkın­ dırılması» konulu bir araştırma sipariş edilmiş ve karşı­ lığında da tam 270 bin dolar (İkiyüz yetmiş bin dolar) ödenmişti. Olacak şey değildi.. Uyanık Ole Helvveg para­ yı almış, karşılığında da bir rapor yazıp gitmişti. Ole, kö­ şeyi bir anda dönmüştü. Acaba bu alışverişte başkaları da köşeyi dönmüş müydü? Vallahi bu konuda elimde bel­ ge yok! Devlet malı deniz, yemeyen domuz! Başka birtakım kişi ve firmalara da araştırma yaptır­ ma bahanesiyle milyonlarca dolar döviz ödenmişti.. Kişi ve firmalarla yapılan sözleşmelerin çoğunda «Bu sözleş­ me kesinlikle gizli kalacak ve hiç kimseye açıklanmaya­ caktır» hükmü vardı. Şimdi bile çok merak ederim, acaba Özal biraderle­ rin o günlerde dağıttıkları bu milyonlarca dolar ve lira ne İşe yaramıştır? O paralar karşılığında yazılan sözde ra30


poflar nerededir? Ne işe yaramışlardır? örneğin Öle Helvveg'in raporu ne olmuştur? O gün Devrim gazetesindeki yazımın sonunu şöyle bi­ tirmiştim: «Hatırlı kişileri zengin etmek için büyük bir gizlilik içerisinde dağıtılan bu milyonlar, fakir Türk toplumuna yüzlerce, binlerce okul, hastahane, fabrika ve konut için harcanması gereken milyonlardır. Bu yüz milyonların he­ sabı, hiç şüphe yok bir gün sorulacaktır». Bu hesap nedense sorulmadı. Hiç sorulmadı.. Zaten kim soracaktı ki? Şimdi ANAP'ın getirdiği fonlara ve bun­ lardan denetimsiz harcanan milyarlara bakınca hep o geç­ miş günler aklıma geliyor nedense.. Evet sevgili okuyucum, artık benim için kavga baş­ lamıştı. Bana bu haksızlığı yapan Turgut özal'dan mut­ laka intikam alacaktım. Araştırmalarıma devam ettim. Turgut Özal, Süleyman Demirel.in biraderi Hacı Ali Demirel'in özel Yükseliş Koleji'ne yatırım indirimi vermişti. Bunu da ele geçirip yazdım. Artık Planlama'da olup bi­ ten her şey bana geliyordu. Hem de belgeleriyle geliyor­ du. Bunları Devrim'de bir bir yazıyordum.. Turgut Özal sarsılıyordu. «Planlama Teşkilatı'nda şeriatçı sultası» başlığı ile yazdığım yazıda, Özal'ın ve yanına doldurduğu şeriatçıların isimlerini ve maaşlarını açıkladım. Örneğin, uzmanlar 1500 lira maaş alırken, lise mezunu erkek sek­ reteri Akgün Albayrak tam 3250 lira alıyordu. O günlerde büyük paraydı. Ben Maliye'lde 700 lira maaşla çalışıyor­ dum. Bildiğiniz gibi Akgün Albayrak 6 Kasım 1983 se­ çimlerinde ANAP milletvekilli oldu. Kimler yoktu ki sözünü ettiğim o şeriatçılar içinde... Sonraki yıllarda hepsi Özal'­ ın desteği ile MSP'de, daha sonra da ANAP'ta palazlan­ dılar. Artık herkes, Devrim'deki bu yazıları benim yazdığı­ mı biliyordu. Tabii devlet memuru olduğum için, yazılar imzasızdı. O günlerde Özal Planlama koridorlarında ve makam odasında benden söz ederken «Bırakın onu ya­ hu.. Ne yazarsa yazsın.. Ben onu kopya çekerken yaka­ lamıştım.. Şimdi benden intikam almaya çalışıyor» der31


miş.. Bunları da en geç yarım saat sonra haber alırdım.. Çünkü takunyalı yönetimden orada çalışan uzmanların büyük çoğunluğu nefret ediyordu. 23 Haziran 1970 tarihli Devrim'de «Hacı Turgut er geç hesap verecektir» başlığı ile yazdığım yazı şöyle bitiyor­ du : «Planlama'nın şeriatçı yöneticileri devletin ve mille­ tin milyonlarını eşe dosta ve el altından sorumsuzca da­ ğıtmışlardır. Araştırma projeleri yanında yotırım indirim­ leri, gümrük indirimleri, döviz tahsisi gibi konularda da aynı şeriatçı ekip, çeşitli tehlikeli oyunlara bütün hızla­ rıyla girişmişlerdir. Kardeş, akraba, şeriatçı, torpilli ve yerli yabancı özel sektör işbirlikçilerinden meydana gelen bu ilginç kadro, devlet içinde devlet olduğunu neredeyse ilan etmek üzeredir. Şeriatın ve mecellenin bile elverme­ diği oyunları kardeş kardeşe oynayan Planlama'nın şeri­ atçı yöneticileri, marifetlerinin hesabım mutlaka verecek­ lerdir»... O zaman çok satmışım!. Hesap vereceklerine gerçek­ ten inanıyormuşum!. Bunlar o günlerde Planlama eliyle birtakım özel şir­ ketler de kurduruyorlardı.. Bunlardan biri de Frintaş takliye şirketiydi.. Koskoca şirketi daha sonra hatırdılar. Şir­ ket inasıl batırdıklarını da Devrim'de yazdım. 15 Kasım 1970 tarihli Devrim'de «YÜCE DİVANLIK BİR DOSYA DAHA.. DEVLET PLANLAMA TEŞKİLATI'NIN DAĞITTIĞI 13 MİLYARLIK ULUFENİN HİKAYESİ» başlık­ lı bir yazı daha patlattım.. Burada, o günlerde kurmuş ol­ dukları fonlarla eşi dostu nasıl zengin ettiklerini, «Musta­ fa Çöl» takma adıyla anlattım. Yatırım indirimi, gümrük muafiyeti gibi ayrıcalıkları hangi firmalara tanıdıklarını açıkladım. Bunlar arasında tavukçu firmaları, lüks kon­ feksiyon mağazaları, özel okullar ve bira firmaları vardı. 1970 yılında bira fabrikaları kurulsun diye devletin ola­ naklarını onlara sunan ve teşvik veren Turgut özal, yıllar sonra iktidar oldu ve bira reklamlarını yasakladı. Vallahi yazık oldu o milyarlık teşviklere.. Malı götüren götürmüştü.. Tıpkı şimdi olduğu gibi.. 32


Bütün bunlar olup biterken ben yine Maliye'de çalı­ şıyordum sevgili okuyucum. Ama artık İşi gücü bırakmış, bunlarla uğraşıyordum. Turgut Özal ve ekibine iyi dersler verdiğim kesindi. Basın da Planlama konusuna el atmış­ tı. Akşam gazetesinde İlhami Soysal bunları fena halde bombalıyordu. Bağımsız milletvekili Celal Kargılı, namus­ lu ve kavgacı bir insandı.. Bunların yaptıkları ipin Meclis'e soruşturma önergeleri vermişti.. Demirel hakkında soruş­ turma komisyonları kuruldu.. Çünkü Turgut Özal devlet memuruydu ve onun için komisyon kurulamıyordu. Yaptık­ ları, başbakanı bağlıyordu. Ama ben Turgut Özal'ın bir ün yargılanacağına ve yaptıklarının hesabını vereceğiıe kesinlikle inanıyordum. Özal'ın kamuoyunda hiçbir saygınlığı kalmamıştı. Söylemesi ayıptır, kendi kendimle de bir miktar gurur duymaya başlamıştım. Bütün yükü he­ men hemen tek başıma omuzlamış ve işi çok iyi bir yere getirmiştim. Tek başıma, bazı ilerici gazetecilerin deste­ ği ile bir kavga veriyordum. Artık herkes, Planlama'da ne­ ler olup bittiğini öğrenmişti. Bana yaptığı büyük haksız­ lığı Turgut Özal'a yavaş yavaş ödetmeye başlıyordum. Bunların Planlama'da yaptıklarını öğrendikçe büyük bir zevkle kaleme sarılıp Devrim gazetesine veriyordum.. Özal bunların bir bölümüne hiç ses çıkaramıyor, iki yazıma ise tekzip gönderiyordu.. O tekzipler de beni doğruluyordu. 1970 yılı Temmuz ayı ortalarında ben ve Planlama'­ da çalışan birkaç arkadaş bir araya gelip, kamuoyuna bir bildiri yayınlamayı düşündük. Özal çok yıpranmıştı. Bir yumruk daha vurmanın tam zamanıydı. Ancak bildiriye im­ za atmak mümkün değildi.. Arkadaşlar devlet memuruy­ du.. Benim ise, Planlama ile yasal bir ilişkim yoktu.. Bil­ dirinin imzasız olmasına karar verdik ve metni yazdık. 24 Temmuz günü bu bildiriyi ben bütün gazete bürolarına bıraktım. Kamuoyu Planlama'da olup bitenlerden öylesi­ ne rahatsızdı ki, bildirimiz 25 Temmuz 1970 Cumartesi gü­ nü büyük gazeteler dahil çoğunun manşetinde kocaman yer aldı: «DPT ülkenin kalkınması İçin yapılması gereken bi­ limsel çalışmaları tamamen bir tarafa bırakmıştır. Plan II33

F.: 3


keleri ve kanunlarımız her konuda açıkça çiğnenmekte, yöneticiler ellerindeki korkunç yetkilerle özel sektörü ve şeriatçıları zengin etmektedirler. Planlama kadrosu de­ vamlı olarak yöneticilerin akrabaları, torpillileri ile dol­ durulmaktadır.. Araştırma fonları, vergi ve gümrük indi­ rimleri, vergi iadesi gibi kavramlar tamamen dejenere edilmiş olup, devlet hazinesinin milyarlarca lirası haksız ve kanunsuz olarak torpilli özel sektöre ve şeriatçı çev­ relere akıtılmaktadır. Teşkilata doldurulmuş olan ekip, de­ vamlı olarak laiklik ilkesine aykırı davranmaktadır. Çalış­ ma saatlerinde Planlama mescidinde toplu namazlar kı­ lınmakta, dinî toplantılar yapılmaktadır. DPT görevlileri olarak bugüne kadar bu ciddi konulara eğilmeyen tüm yetkilileri, bu kuruluşta sıkı bir soruşturma yapmaya ve onu ıslah etmeye davet etmek, bizim için vatan ve vic­ dan borcudur. Türkiye'nin ve Türk toplumunun, ülkemi­ zi doğrudan etkileyen bu yolsuzluklara tahammülü kal­ mamıştır».. Evet. bildiri böyleydi.. Şimdi aradan 17-18 yıl geçmiş. Sevgili okuyucu, acaba bir an gözlerini kapayıp ta bu bildirinin Planlama için bugün yayınlandığını bir düşünsen.. Bu uzun yıllar içerisinde, acaba orada neler değiş­ miş?.. Planlama aynı Planlama.. Tek farkı, başından bü­ yük Özal gitmiş ve yerine küçük Özal gelmiş. En seçkin uzmanların tümü gitmiş.. Planlama yine hacılarla, hocalar­ la dolu.. Bir de Ülkücülerle.. Şimdi Selametçilerle Hareketçi'lerin kavga alanı olmuş bu güzelim kuruluş.. Başın­ daki küçük Yusuf, yurt dışı gezmelerinden fırsat bulursa Türkiye'ye geliyor. Türkiye'de fırsat bulursa Ankara'ya uğruyor. Ankara'da fırsat bulursa makamına şöyle bir gi­ diveriyor. Devlet Planlama Teşkilatı'nı Müsteşar vekilinin vekilinin vekilinin yönettiği günler oluyor. Bana inanmaz­ sanız, orada çalışanlara sorun. Bunların hepsi devletin yazılı belgelerinde de mevcut. Söylemeyi unuttum, Yusuf özal yönetimindeki Plan-* lama Teşkilatı da ilginç olaylara tanık oluyor, örneğin* büyük din adamı İskender Evranosoğlu orada çalışıyordu. Allah'la konuşan, müritleriyle birlikte göklere uçup giden 34


amanımızın halifesi Evranosoğlu'nun olayını, 1986 yılı sonlarında Hürriyet'te yazmak ta bana kısmet oldu. Hoca efendi Planlama'daki odasında Müsteşar Yusuf özal'ın gözleri önünde din toplantıları yaparken, kendisine hiç bir şey dememişlerdi. Sonra bu adama deli raporu verdi­ ler. Deli olduğunu kamuoyuna önce Başbakan Turgut Özal açıkladı. Herhalde hoca efendiyi iyi tanıyordu. Yoksa ne­ neden bilecek? Neyse, konuyu yine dağıtır gibi oldum.. Planlama Müs­ teşarı Turgut Özal, 25 Temmuz 1970 tarihli gazetelerde bizim bildiriyi okuyunca elbette ki biraz bozulmuş. Renk durumları falan bir miktar kızarıvermiş.. Eee, kolay değil bu.. Ne demiş atalarımız?.. «Alma mazlumun ahım, çıkar aheste aheste».. Ben o gün zevkten dört köşe gezerken lanlama'da bir toplantı yapmış ve «Bu iş mutlaka bizim kopyacının başının altından çıkmıştır» demiş. Nitekim er­ tesi gün, 26 Temmuz günü Milliyet gazetesinde çıkan ha­ ber aynen şöyleydi: «ÖZAL, DPT İÇİN YAPILAN İTHAMLARI REDDETTİ... DPT Müsteşarı Turgut Özal dün bazı gazetelerde yer alan ve Planlama uzmanlarına atfen verilen (DPT özel sektörü ve şeriatçıları zengin etme yolunda) şeklindeki haberler üzerine bir açıklama yaparak bu gibi haberlerin malûm kişiler tarafından ortaya atıldığını ifade etmiş, benim uz­ man ve yardımcılarım medenî cesaret sahibidirler. İmza­ sız bildiri yayınlamazlar demiştir. Öte yandan Nevşehir CHP milletvekili Selahattin Hak­ kı Esatoğlu, DPT yöneticileriyle bu teşkilatın çalışmaları hakkında Meclis araştırması öngören bir önergeyi CHP grup başkanlığına vermiştir...» Acaba Turgut Özal'ın bu demecinde sözünü ettiği «Malûm kişiler» kimdi? Yoksa ben miydim?.. Estağfurul­ lah.. Bendeniz o günlerde işinden kovulmuş, beş ay işsiz kaldıktan sonra başka bir devlet memurluğuna kapaklan­ mış sıradan bir İnsanım.. Eğer beni kastediyorlarsa, te­ veccüh göstermişler!. Sağolsunlar!. Ben Maliye bakanlığında çalışmaya devam ederken. Turgut özal'ın suyu da yavaş yavaş ısınıyordu. Bağımsi2 35


milletvekili rahmetli Celal Kargılı «Ben bunların peşini bı­ rakmam» diyordu. Kargılı ile sıkı bir işbirliğine girişmiş­ tik. TBMM Başkanlığı'na Planlama'da olup bitenler hak­ kında sürekli önergeler veriyor, Başbakan Demire! hakkmda soruşturma komisyonları kuruluyordu.. Sonradan bu komisyonlardan hiçbir sonuç çıkmadı.. Adalet Partili üyelerin çoğunluğu, belgelere dayalı bütün suçlamaları reddettiler. Rahmetli Celal Kargılı çok ilginç bir adamdı.. Birkaç yıl sonra Ticaret Bakanlığı'nda çalışmaya başlamıştım. Bir gün baktım ki önümüze birtakım çarşaf gibi listeler geliyor.. Celal Kargılı, Ticaret bakanına bir yazılı soru önergesi vermiş ve Cumhurîyet'in kurulduğu tarihten bu yana Türkiye'nin yurt dışına ihraç ettiği ve dışarıdan it­ hal ettiği her malın tek tek cinsini, miktarını ve fiyatını sormuş. Bakanlıkta herkes haftalarca işi gücü bıraktı ve bu listelerin dökümünü çıkarmaya başladı. Bir gün Kargılı'ya «Abi sen ne yaptın? Bu kadar ayrıntılı bilgiyi ne ya­ pacaksın? İşi gücü bıraktık senin listelerle uğraşıyoruz» dedim.. «Valla Emin'ciğim, bizim arkadaşlardan biri bu konuda doktora tezi hazırlıyormuş. Bu bilgileri kendisi çı­ karmaya kalksa on sene sürermiş. Ben de durumuna acı­ dım ve soru önergesi verip bakanlığa sordum. Bunları bi­ zim arkadaş çıkaracağına bakanlık çıkarsın» demez mi?.. İşte böyle.. Danıştay, Planlama'daki görevime son verilmesine ilişkin işlemi yasalara aykırı bulup iptal et­ tikten sonra, Planlama aleyhine bir tazminat davası aç­ tım. 1970 yılında onu da kazandım. İşsiz kaldığım aylar için 6.792 lira, davanın sonuçlandığı güne kadar maaş farkı olarak ta (Maliye'de elime daha az para geçiyordu) 4.641 lira maddi tazminat almama karar verildi. Danıştay ayrıca, «çektiğim üzüntü ve ızdırap» karşılığında da 1.000 (Bin) lira manevi tazminat ödenmesine karar vermişti. Evet, toplam 12.433 lira.. Böylesine büyük bir haksız­ lığın bedeli işte bu kadardı. Bir hukuk devleti olduğu söy­ lenen Türkiye Cumhuriyeti'nde. hakkını aramasını bilen ve bu açıdan her türlü olanağa sahip bir vatandaşa bile Verilen buydu.. Sadece bu kadardı.. Bu durumda yapıla36


cak iki şey vardı. Birincisi, silahı alıp Turgut özai'ı vur­ mak.. Bunu elbette ki yapamazdım. İkincisi ise mücadele­ yi yasal yollardan sürdürüp, Turgut özal görevden alı­ nıncaya kadar kavgaya devam etmek.. Evet, kavgamı sür­ dürüyordum ve sürdürecektim. Kararım kesindi. Tazminat davasını da kazandıktan sonra, mahkeme dosyalarını zorunlu olarak kapadım... Çünkü açabilece­ ğim başka bir dava kalmamıştı. İş 12.433 liraya bağlan­ mıştı. Benim durumumda olan ve böylesine haksızlıklara uğrayan nice devlet memuru vardı. Ben onlardan sadece biriydim.

***

Maliye Bakanlığında çalışmaya devam ediyorum. Ame­ rika tarafından finanse edilen «Program Bütçe» uygula­ ması için bazı arkadaşlarımızı Amerika'ya gönderiyorlar. Orada New York eyaletinde bu tür bir bütçe uygulanıyor­ muş. Bizler de bunu öğreneceğiz. Bütün masrafları ve ora­ daki harcamaları Amerika karşılıyor. Sonunda bana da sıra geldi. Biz üç arkadaş gideceğiz. Pasaportumuzu ve diğer belgeleri hazırladık. Şubat 1971... Üç arkadaş aramızda İş bölümü yap­ tık. Pasaportlarımız Ankara'daki Amerikan elçiliğine vize için verilmiş. Ben pasaportları almaya gittim. Beni elçi­ liğin alt katında bir yere indirdiler. Orada karşıma dev gibi, sonradan adının Bobby VValter olduğunu öğrendi­ ğim bir zenci çıktı ve beni karşısına oturttu. İngilizce ola­ rak sormaya başladı: — ODTÜ mezunusun değil mi? — Evet.. — Orada öğrenci derneği başkanlığı yaptın mı? — Evet, yaptım. — Açık oturumlar düzenledin mi? — Evet, düzenledim... Amerikalı görevli anlaşılan bir şeylerden kuşkulanmıştı. Ya elinde benimle ilgili bazı belge ve bilgiler vardı, ya da gereksiz yere işgüzarlık ediyordu. O günlerde ODTÜ «Sakıncalı Üniversite» olmuştu. Mezunlarının ve öğrencl37


terinin çoğu sol görüşlüydü. Amerikalı görevli, sorgu do= zunu giderek arttırıyordu: — Komünistlerle ilişkin var mı? — Bakın, ben Türk devletinin memuruyum. Bana böy­ le sorular soramazsınız. — Burası Amerika toprağıdır. İstediğimi sorarım ve sen de cevap vermek zorundasın. Sen benim ülkeme git­ mek için vize bekliyorsun. Söyle 'bana, komünist misin? Vay be, zenci beni azarlamaya başlamıştı. Feci asa­ bım bozuldu ve ben de ona bağırmaya başladım. Kendi­ sinin hiçbir sorusuna cevap vermek zorunda olmadığı­ mı söyledim. Aslında komünist falan değildim. Ama ko­ münist olmadığımı bu herife söylersem, küçük düşerdim. Onun karşısında sanki hesap veriyormuş gibi olurdum. Ben orada Türk devletinin bir görevlisiydim... Tartışma­ mız bağırıp çağırmaya dönüştü. Elçilikte görevli perso­ nelin yanımıza koştuğunu hatırlıyorum. Biraz da bundan cesaret alarak elimdeki belgeleri ve kağıtları Amerikalı­ nın suratına fırlattım. Zenci yerinden kalktı, bana ters ters baktı ve elindeki pasaportumu benim kafamın üze­ rinden karşı duvara fırlattı.. Türk devletinin pasaportu­ nu.. — Amerika Birleşik Devletleri sana ve senin gibi­ lere vize vermez. Sana ve senin gibilere bizim kapımız kapalıdır.. Haydi şimdi burayı terket ve git.. — Size vize için ben başvurmadım. Beni görevli gön­ derdikleri için Amerika'ya gidiyordum.. Ama bu pasapor­ tu sen duvara fırlatamazsın. Ben sanö bunu sorarım.. — Cehenneme git.. Defol... Bir sürü kişinin ortasında büyük hakarete uğramıştım.. Daha doğrusu, benim kişiliğimde devletime hakaret edil­ mişti.. Pasaportumu yerden aldım ve çekip gittim. Elim ayağım titriyordu.. Bobby Walter denilen o adamı orada öldürebilirdim.. O hırsla bakanlığa gittim.. Derdimi anlatacak bir bü­ yük arıyordum.. Saat 14 olmuştu.. Ortada kimse yoktu.. Müsteşar Yardımcısı Tayyar Emre'nin odasında olduğunu söylediler.. Odaya doğru yöneldim.. Hemen önümden oda38


cı dört kahve getirdi. Odacı çıktı, ben girdim. Tayyar Emre'yi ilk kez görüyordum. Yanında arkadaşları vardı.. İlk gözüme çarpan, uzun parmakları ve uzun tırnakları oldu.. O heyecanla söz girdim ve uğradığım hakareti anlatmaya başladım. Henüz birkaç cümle söylemiştim ki yüzünü ek­ şitti: — Sen devlet memuru musun? — Evet efendim, bütçede çalışıyorum.. — Çık dışarı, çık dışarı baki i im.. Önce memur olma­ sını öğren. Artık asabım iyice bozulmuştu.. Bağırmaya başladım: — Nesini öğreneyim memur olmanın?. Ne diyorsu­ nuz siz beyefendi?. Benim şahsımda devlete hakaret et­ tiler. Benim pasaportumu yere attılar.. — Çık dışarı bakiim. Ceketinin önünü iliklemeyi öğ­ ren önce.. Git derdini kendi genel müdürüne anlat.. Çık dışarı.. Adamcağızın yüzüne ters ters bakıp dışarı çıktım. Tayyar bey böyle işlerden anlayacak adam değildi. Ama ben de çaresizdim. Kime başvuracaktım? Koridorda hır­ sımdan ağlamaya başladım. Aklıma Hazine genel müdürü Mahir Ablum'a gitmek geldi. Kendisi bir tanıdığımızın ya­ kınıydı.. Durumu kendisine anlattım.. «Sen hiç merak et­ me.. Gerçekten çirkin bir olay olmuş. Ben kendilerine yar zı yazıp durumu resmen sorarım. Şimdi git ve sakinleş» dedi.. Gerçekten de Mahir Ablum Amerikan AID teşkila­ tına bir yazı yazıp durumu sormuş. Gelen cevabın bir fo­ tokopisini bana verdi.. Cevapta «Emin Çölaşan'a zaman yokluğu nedeniyle vize verilememiştir» deniliyordu. Vay canına.. Koskoca Amerikan devleti, küçücük dev­ let memuru Emin Çölaşan için yalan söylüyordu. Doğru­ su çok şaşırdım.. Sonra bu konuyu kendi kendime çok düşündüm.. Amerika'ya gidebilmek uğruna ben o Ame­ rikalı görevlinin «komünist misin?» gibi sorularına «Valla billa değilim.. İnanmazsanız beni tanıyanlara sorun» gibi­ sine yalakça cevaplar verseydim, herhalde yaşadığım sü­ rece kendimi affetmezdim. Ne o gün, ne de başka bir zaman, hiç kimsenin karşısında bu duruma düşmedim. 39


Evet, koskoca Amerika'nın ülkesine giriş izni verme­ diği ilk, belki de son devlet memuru ben olmuştum. O gün­ den sonra da bu ülkeye gitmek için herhangi bir girişi­ mim olmadı. Aradan yedi sekiz ay geçti. 1971 Eylül ayında Akde­ niz oyunlarını izlemek için İzmir'e gidiyordum. ODTÜ'den tarih hocam olan Yuiuğ Tekin Kurat'la aynı otobüsteydim.. Kurat yolculuk sırasında bana çok ilginç bir şey fısıldadı: — Yahu Emin, geçenlerde Amerika'ya gitmiştim. Ora­ da bir Amerika'lı profesör bana senin ismini vererek çok azılı bir komünist olduğunu, ODTÜ'de düzenlediğin top­ lantılar ve açık oturumlarla öğrenci kitlesini uyandırdığını söyledi. Hocama bu adamın kim olduğunu sordum. Türkiye'­ de falan hiç bulunmamış. Ama nasıl oluyorsa beni ismim­ le tanıyor.. Hem de taa oralardan.. «Vay canına, ben amma da meşhur olmuşum» diye düşündüm. Amerikan büyükelçiliğinde beni sorgulamaya kalkışan görevli bunu elbette ki babasının hayrına yapmamıştı. De­ mek ki bu adamların büyükelçiliğinde ve CIA merkezinde­ ki bilgisayarlarında nice Türk vatandaşının da fişleri var­ dı. Hayırlı fişlemeler olsun!

*** Amerikan büyükelçiliğinde uğradığım hakareti hemen bir yazıya döktüm ve Devrim gazetesine götürdüm.. Bobby VValter adlı görevlinin beni sorgulamaya kalkışını ve pa­ saportumu fırlatışını güzelce yazdım.. Yazıda da kendisin­ den «Bobi köpeği» diye söz ediyorum. Yazı Devrim'de çı­ kacak ve herkes olayı duyacak. Tam o sırada 12 Mart muhtırası verildi. Demirel hükümeti istifa etti. Devrim ga­ zetesi de sıkıyönetim tarafından kapatıldı. Yazı çıkmadı. 12 Mart muhtırasından hemen sonra Planlama'ya bir dilekçe daha verdim ve Danıştay kararı uyarınca görevi­ me derhal başlatılmamı istedim. Yine cevap vermediler. Bir süre sonra Planlama'ya gittim ve genel sekreter Sel­ çuk Egemen'in yanına çıktım.. Rahmetli Selçuk bey ufak 40


tefek bir adamdı. Zenci Bobby VValter'i kesinlikle dövemezdim ama, gücüm Selçuk Egemen'e yeterdi!. Beni göreve başlatmayacaklarını söyledi. Tartışmaya başladık. Odası­ nın önünde, hırsımdan Selçuk Egemen'in yakasına yapışıp silkelemeye başladım. Planlama'daki arkadaşlar ve odacı­ lar yetişip ayırdılar. Bu nasıl iş be? Koskoca 12 Mart muhtırası verilmiş ve Demirel hükümeti istifa ettirilmiş. O halde benim mah­ keme kararım niçin uygulanmıyor? Uğradığım haksızlık niçin giderilmiyor? Bizi ayırırlarken Selçuk bey'e bağırdım : — Hiç merak etme, yakında hepiniz yolcusunuz. Müs­ teşarın Turgut da gidecek, sen de gideceksin. O zaman da ben gelip görevime tekrar başlayacağım.

•** Günlerden 21 Nisan 1971.. Allahım sana çok şükürler olsun.. Gazetelerde başlıklar şöyle: «PLANLAMA MÜSTEŞARI TURGUT ÖZAL GÖREVDEN ALINDI».. Evet, artık rüyam gerçekleşti.. Bu iş tamamdır.. Plan­ lama'ya yeniden döneceğim. Uğradığım büyük haksızlık sona erecek.. Allahım, ne mutlu bana.. Oradaki arkadaş­ larıma, dostlarıma, masama ve çok sevdiğim işime kavu­ şacağım.. Turgut Özal'a da «Al işte» diye bir mektup göndereceğim.. Zamanında Demirel tarafından görevden alınan rah­ metli Memduh Aytür, yine Planlama Müsteşarı oldu. Aytür görevden alınmanın ne demek olduğunu iyi bilir ve uğra­ dığım haksızlığı kesinlikle giderir.. Planlama'ya yine dilek­ çeler vermeye başladım. Cevap aylar sonra gelebildi : «Sayın Emin Çölaşan İlgi: a) 10 Mayıs 1971 tarihli dilekçeniz. İlgi: b) 24 Mayıs 1971 tarihli dilekçeniz. 1969 yılı için İdaremizle akdettiğiniz hizmet sözleş­ mesinin feshi dolayısıyla Danıştay nezdinde açtığınız da­ va sonucunda maddi ve manevi tazminat olarak ödenme 41


si gereken 14.959 lira 50 kuruş için.... Maliye Bakanlığına 10 Mayıs 1971 tarihli yazımızla müracaat edilmiştir. Esasen sözkonusu Danıştay kararlarının sadece fes­ hedilen mukavelenin geçerli bulunduğu bir yıllık süre için muteber olması ve dolayısıyla gelecek yıllara ilişkin bir ta­ ahhüt mahiyetinde olmadığı görüşünde bulunduğumuzdan, ilgi dilekçeleriniz üzerinde bir işlem yapılamamıştır. Bilginizi rica ederim. Memduh Aytür. DPT Müsteşarı. İmza» Bir kez daha yıkıldım. Anlaşılan bizim işe bazı «Ru­ failer» iyice karışmıştı. Memduh Aytür'ün Özal dönemin­ den arta kalan bürokratları işte bu yazıyı yazmışlar ve kendisi de bunu imzalamıştı.. Aytür, Cahit Kayra'nın yakın arkadaşıydı.. Maliye Tet­ kik Kurulu başkanı olan Kayra beni gerçekten çok se­ verdi. Son bir şans denemesi olarak ona gittim ve duru­ mu Aytür'e anlatmasını rica ettim. Kayra, benim yanım­ dan telefonla Aytür'ü aradı. Memduh Aytür, hiçbir şey ya­ pamayacağını söylemiş. Aylar süren bu gerilimin sonucu, orada kendimi tutamayıp hüngür hüngür ağlamaya başla­ dım. Cahit Kayra'ya da çok ayıp oldu ama ne yapayım? Elimden başka bir şey gelmiyor. Bu haksızlığı bir türlü geri aldıramıyorum. Bütün kapılar yüzüme kapanıyor. Bu olup bitenlerden sonra, Planlama'ya girmenin be­ nim için artık mümkün olmadığını anladım. Beni oraya bir daha almayacaklardı. Birtakım güçlerle benim tek başı­ ma uğraşabilmem mümkün değildi. Oysa hırsızlıktan, yol­ suzluktan, ahlâksızlıktan dolayı atılmış olsaydım, mutlaka bir çaresini bulur ve göreve yeniden başlardım. Unutmadan söyleyeyim, 12 Mart yönetiminin görev­ den aldığı Turgut Özal, bir süre sonra Amerika'ya gitti. Yanlış hatırlamıyorsam havaalanında diplomatik pasapor­ tuna el koydular ve Özal çok korktu.. Sonra normal bir pasaportla çıkış yaptı.. Amerika'ya giderken arkasında pek çok söylenti, dedikodu, belge ve Meclis araştırma öner­ gesi bırakmıştı.. Gariban devlet memuru Emin Çölaşan'a vize bile ver­ meyen Amerika, Özal'ı bağrına bastı. Kendisine orada en 42


iyi işi buldular. Dünya Bankası'na girdi ve Türkiye'de is­ mi uzun süre unutuldu. Türkiye'ye döndükten sonra bir süre büyük holdinglerde çalıştı, sonra İşveren Sendikaları'nın başına geçip orada işçi ve emekçilere karşı çaba harcadı. 1977 seçimlerinde MSP'den İzmir adayı oldu ve kaybetti.. O günlerde ismi gazetelerde biraz geçti ve tek­ rar unutuldu.. O yıllarda kardeşi Korkut daha ünlü olmuş­ tu. Milliyetçi Cephe hükümetlerinde bakan olarak görev alan ve dinci kesimin en önde gelenlerinden biri olan Korkut çok popülerdi.. Turgut Özal adeta unutulmuştu.. Taa ki 3 Aralık 1979 günü Başbakanlık Müsteşarı olarak göreve başlayana kadar.. İnsan bazı durumlarda umudunu kesiyor ve birtakım şeyleri unutması gerektiğine kendini inandırıyor. Yeni or­ tamlara, zor da olsa uyum sağlamak zorunda kalıyor. Plan­ lama işi kesinlikle yattı. Bir süre daha geçti. ODTÜ'deki matematik hocam, be­ ni Planlama'dan kovan müsteşarım, hakkında belgelere dayanarak en ağır yazıları yazdığım Turgut Özal'ı zaman­ la unutmaya başladım. En azından, bana yaptığı haksız­ lığı daha az düşünür oldum. Artık Özal'la ilişkimizin bit­ tiğini zannediyordum. Ona karşı duyduğum kin ve nefreti de giderek unutmaya başladım. Ama yine de, bir yerde karşılaşsak ne o benim yüzüme bakar, ne de ben onun yüzüne bakarım diye düşünüyordum. Oysa yanılıyormuşum. Bu dosyanın kapanmamış ol­ duğunu yıllar sonra görecektim. Turgut Özal'la aramızda­ ki inişli çıkışlı serüveni, hatta belki de ilginç bir kader çizgisini bu kitabın ilerideki bölümlerinde size ayrıntıla­ rıyla anlatacağım. O zaman kader beni gazeteci yapmıştı. Bir anlamda özal bana muhtaçtı. Ama ben ona daha fazla muhtaçtım.

***

Bir süre sonra. Maliye Bakanlığında iyice daralmaya başladım. Bizi bütün genç arkadaşların bulunduğu Kızı­ lay'daki binadan Ulus'taki ana binaya taşıdılar. Orada tam anlamıyla bürokrasi çarkının icie düştük. Yapacak bir 43


iş falan da yok.. Hep içimden «Allah bütün devlet memur­ larına kolaylık versin» diye dua ediyorum. Çekilecek iş değil bu.. İlk kez bürokrasinin böylesine göbeğine düş­ müş oluyorum. Odada yedi sekiz arkadaş birden oturuyo­ ruz ve bütün gün çene çalıyoruz. Zamanımın büyük bö­ lümünü gazete ve kitap okuyarak geçiriyorum. Zaten oku­ ma yazma öğrendiğim günden beri okumak en büyük zev­ kim.. Ama belli bir iş yapmadan oturmak, dünyanın en zor şeyi.. 1971 yaz aylarında Milliyet gazetesinde bir ilân oku­ dum.. Milliyet'in o sırada her yıl düzenlediği Karacan ya­ zı yarışması vardı. Bu yarışma, gazetenin kurucusu Ali Naci Karacan adına yapılırdı.. 1972 yılının yarışma konu­ sunu «Türkiye'den bir gerçek» olarak duyuruyorlardı.. Bir yurt gerçeği, röportaj olarak yazılacaktı.. Bunu uzun uzun düşündüm.. Kendi kendime dedim ki «Ulan insan biraz dü­ şünse, böyle bin tane ülke gerçeği çıkarır».. Bir gece, Planlama'dan arkadaşım İçen Börtücene'nin evine gitmiş­ tim.. Icen hayatta en çok sevdiğim, saygı duyduğum ve kafasına güvendiğim arkadaşlarımdan biriydi.. Konu Mil­ liyet'in yarışmasına geldi. Röportajla işlenebilecek ülke gerçekleri konusunda fikir cimnastiği yapmaya başladık.. Sonuçta kafamızda şimşek çaktı.. Konuyu bulmuştuk.. Süleyman Demirel hükümeti, 1965 yılından bu yana bir sürü devlet memurunun görevine haksız bir biçimde son vermişti. Bunlardan çoğu, Danıştay'da dava açmışlar­ dı. Danıştay bu davaları incelemiş, haksız ve yasalara ay­ kırı bulduğu pek çok işlemi iptal etmişti. Ancak Anayasa'nın açık hükümlerine rağmen, Demirel hükümeti bu ka­ rarları uygulamamakta direnmiş ve mağdur edilen devlet memurlarını eski görevlerine başlatmamıştı. Bu konu o zaman kamuoyunda çok günceldi. Bu memurlar arasında müsteşarlar, genel müdürler, öğretmenler, polisler, kısa­ cası her kesimden devlet görevlisi vardı.. Ben de onlar­ dan biriydim.. Elimde mahkeme kararı vardı, ancak uygu­ lanmıyordu.. İcen'le birlikte röportaj konumuzu bulmuştuk. Göre­ vinden haksız bir biçimde alınan, Danıştay'a başvuran. 44


davasını kazanan, ancak görevine iade edilmeyen devlet memurlarıyla ilgili bir röportaj hazırlayıp Milliyet'in yarış­ masına katılacaktık. Böyle bir araştırma o güne kadar basında çıkmamıştı.. O günlerde (şimdi evli olduğum ka­ rım) Tansel'le çıkıyorduk. Tansel Danıştay'da raportördü. Bu işleri çok iyi bilen bir insandı. Tansel de konunun çok ilginç olacağını söyleyince daha da rahatladık.. Tansel'le ben Danıştay'a kendi davam için gidip gelirken tanışmış­ tık. Evleneceğim kişi de, Planlama'dan kovulmamın sonu­ cunda karşıma çıkmıştı. İcen'le birlikte kolları sıvamaya karar verdik. Şimdi yapacağımız iş, konuyu kafamızda biraz daha olgunlaştır­ mak, röportaj yapacağımız kişileri iyi belirlemek ve başka uyanıklar da konunun üzerine atlamasınlar diye işi çok giz­ li tutmaktı. İcen'in bilimsel, benim pratik kafamla işe baş­ ladık.

***

Maliye'de iyice daralmaya ve bunalmaya başladım. Ticaret Bakanlığı Dış Ticaret Genel Sekreterliği'ne geç­ meye karar verdim. Durumu bakan Özer Derbil'le ayarla­ dık ve Maliye Bakanlığına istifamı vererek yeni görevime başladım. Artık 1971 yılının sonundayız. İhracat genel müdürlü­ ğünde çalışıyorum. Son derece ciddi bir yer. Herkes kra­ vatlı.. İlk gün çok korktum.. Beni büyük bir odaya verdi­ ler. Bu odada beş altı kişiyiz. Görevimiz, ihraç edilecek olan belli malların fiyatlarını kontrol etmek. Umur adlı bir arkadaş servis şefi.. Bu arkadaş bana görevimi göster­ di. İnanılacak gibi değil ama, bir gün içerisinde en az bin tane kağıdın toplu iğnelerini söküyorum, kağıtları ye­ ni bir sıraya sokuyorum ve sonra tekrar bu sıraya göre iğneliyorum. Bu arada çeşitli kağıtlara, herkesin önünde bulunan damgalardan sırayla vurmaya başlıyorum. Böyle­ ce de, günde binlerce kağıda binlerce damga vuruyorum.. Damgalar arasında «Fiyat uygundur», «Yeniden incelen­ mesi», «Falanca servise havalesi», «Bilginize arz ederim» gibi en az onbeş yirmi çeşit var. Bazen yanlış damga vu45


ruyorum, bazen de kalın kağıtlara toplu iğne geçirirken elimi deliyorum.. Odaya kıdemli biri gelince herkes ayağa fırlıyor. Ben de hiç tanımadığım bu adamlara ayağa kalkmak zorunda kalıyorum.. Hayatta hiç hoşlanmadığım şeyler. Galiba bu­ rada da daralıp bunalacağım.. Çok ciddi ve disiplinli bir yere benziyor.. Üstüne üstelik bir de imza var.. Günde dört kez imza atıyoruz.. İkinci gün odada Melek adındaki bir daktilo arkadaşla yalnız kalmıştık. Melek birdenbire Türk sanat müziği söylemeye başladı. Ben çok rahatla­ dım.. Kendi kendime dedim ki «Oğlum Emin, daha çok yeni olduğun için burası sana böyle sıkı ve ciddi bir yer­ miş gibi geldi. Bak, kızcağız şarkı söylüyor.. Dur baka­ lım, hele çevrendeki insanları bir tanı, daha ne gırgırlar çıkar.. Burası Türkiye»... Bir süre sonra, çevredeki kişileri tanımaya başladım. Hemen hiç kimse, iş gereği olmazsa odasından çıkmıyor. Herkes telefonun başında çağrılmayı bekliyor. Dış Ticaret Genel Sekreteri Şeref Durugönül, en büyük amirimiz. Her­ kes Şeref bey'den Allah gibi korkuyor. Şeref bey bazen odasından çıkıp bizim kocaman koridora gelecek oluyor.. Anında bir fısıltı, bütün hızıyla odaları dolaşıyor.. «Şeref geliyor».. «Şeref geliyor» sözü duyulduğu anda herkes önünü ilikliyor, kravatını düzeltiyor ve masasını dosyalarla dol­ durup kafasını çalışıyormuş numarasında dosyalara doğ­ ru eğip beklemeye başlıyor. Bu bekleyiş Şeref Durugönül gelene kadar sürüyor.. Şişman, sert bakışlı, heybetli bir insan olan Şeref Durugönül'ün odasından çıkacağını, ko­ ridora geleceğini, ya da gelmekten vaz geçtiğini acaba hangi mekanizma böyle çabuk bir biçimde bütün odalara iletiyor? Bunu gerçekten çok merak ediyorum. Bir gün yine «Şeref geliyor» sözü duyuldu.. Birkaç dakika sonra bizim odanın kapısı açıldı ve hepimiz esas duruşa geçtik. Şeref bey şöyle bir bakıp çıktı. Ben o gün kendimden çok memnun kaldım. Ceketim ilikliydi, krava­ tım düzgündü ve masam doluydu.. Ama kesin kararlıy­ dım, Şeref bey bana «Oğlum sen ne iş yapıyorsun?» diye 46


sorarsa «Efendim kağıtları iğneliyorum ve yüzlerce dam­ ga basıyorum. Başkg bir işim yok» diyecektim.. Ama bir şey sormadı.. Sonra gördüm ki, bu işi hemen herkes ya­ pıyordu. Koskoca üniversite mezunu insanlar, çoğunlukla ipe sapa gelmez işlerle uğraşıyordu. Fakat bu aşırı cid­ diyetin de nedenini kısa süre sonra çözdüm.. Burada her­ kes dış tayin bekliyordu.. Dış tayinde iki şık vardı.. Bi­ rincisi, sıranız geldiği zaman gidebilmek.. İkincisi de iyi bir yere kapağı atmak.. Bu yüzden herkes Şeref bey'in gözüne girmek çabasındaydı. Bir keresinde koridora ce­ ketsiz çıktım.. Turgut Ayintabi adlı oldukça yaşlı bir ami­ rim vardı. Beni ceketsiz görünce «Aman kardeşim, bir da­ ha ceketsiz dolaşma. Sonra çok sıkıntı çekersin» dedi.. Bense, bırakın ceketi, kravatı zor takıyordum.. O günden sonra, lâf gelmesin diye koridora ceketsiz çıkmadım. Dış Ticaret Genel Sekreterliğinde insanların çoğu sin­ dirilmiş. Bir dış tayin uğruna kişiliğini yok etmiş nice in­ sanı orada tanıdım. Bir gün birisinin odasında kıçımı ma­ saya dayamıştım.. Arkadaş feci halde telaşlandı. «Kalk, kalk, çekil masadan.. Görürlerse ben ne derim?» demeye başladı.. «Yahu kardeşim, görürlerse bana lâf ederler. Sen niye korkuyorsun?» deyince de «Ama benim odamdasın, Benim sicilim bozulur» diye cevap vermişti.. Burası gerçekten tuhaf bir yer.. Günde dört kez im­ za atıyoruz. İmza aralarında dışarı çıkma olanağı da yok. Kapıyı odacılarla tutmuşlar. Gireni ve çıkanı derhal yu­ karıya bildiriyorlar. Dışarı çıkmak için izin kağıdı gereki­ yor. Bazen iyice bunaldığım zaman Ticaret Bakanlığının uzun koridorlarında ceketimi ilikleyip volta atmaya başlı­ yorum. Benim gibi olan birkaç arkadaş daha var.. Bazen de onların odasında toplanıp sohbet ediyoruz ama zaman geçmiyor. Yaptığım iş, iş değil. Bazı işlerin daha tutarlı yapılması için yetkili kişilere bazı önerilerde bulunacak oldum.. Dinlemediler bile.. Oysa birtakım konuları çok ba­ sit bir biçimde düzeltebilirlerdi. Artık iyice bunalıyorum.. Kondl kendime diyorum kl «Koskoca ODTÜ mezunusun ama bir baltaya sap olama­ dın. Kaç aydır toplu ianeleri* v* damgalarla uğraşıyorsun. 47


Planlama'da rahat dursan başına bu işler gelmezdi».. Ken­ dime çok kızıyorum.. Yurt dışına birkaç yıllık bir tayin için bu iş doğrusu çekilmez. Ocak 1972'de Tansel'le evleniyoruz. Nikah davetiye­ si vermek için Şeref Durugönül'ün odasına girdim. Dave­ tiyeyi aldı, teşekkür etti. Tam kapıdan çıkıyordum ki, «Oğlum dön bakayım bana doğru» dedi.. Döndüm.. «Ma­ şallah arslan gibi delikanlısın be.. Ne halt etmeye evleni­ yorsun? Bundan sonra hayatın kayacak, haberin olsun» dedi.. Öylesine korku salmış bir insanın bana espri yap­ ması çok hoşuma gitmişti. Dış Ticaret Genel Sekreterliğinde günler böyle geçip gidiyordu. Günde yüzlerce dosya geliyor, sabahtan akşa­ ma kadar kağıt iğnelemeye devam ediyordum. Artık el­ lerim alışmış. Balkanların ve Ortadoğu'nun en hızlı kağıt iğneleyen adamı olmuştum. Damgaları da çok iyi basıyor­ dum.. Sıkıntım iyice artmıştı. Bir gün masada kağıt iğnelerken odamızın kapısı bir açıldı, bir kapandı. Kapı açıldığı anda odada bir gürültü koptu. Kafamı kaldırdığımda bütün arkadaşların esas du­ ruşta olduklarını gördüm. Kafamı kapıya döndürdüğüm an­ da, kapı kapanmıştı.. Arkadaşlar «Şeref geldi» dediler.. Her şey iki saniye içerisinde olmuş, Şeref Durugönül ka­ pıyı açmış, içeriye bakmış ve kapayıp gitmişti. Ben ayağa kalkamamıştım.. Çünkü kapının açıldığını farketmemiştim. Onbeş dakika sonra, İhracat genel müdürü Turgut Çarıklı beni odasına çağırdı : — Emin bey, az önce Şeref bey'le birlikte odanıza geldik. Kapıyı açtığımız halde siz ayağa kalkmadınız. Ni­ çin kalkmadınız? — Efendim görmedim.. Gerçekten görmedim.. Kapı­ nın açıldığını bile farketmedim. Arkadaşlar ayağa kalktık­ ları zaman refleks olarak kapıya baktım ama tam o sıra­ da kapı kapanmıştı.. — Bir daha böyle bir durum olmasın. Daha gençsi­ niz ve memuriyet hayatınızın basındasınız. Böyle şeyler yaparsanız siciliniz düzgün olmaz. Sıkıntısını ömrünüz bo­ yunca çekersiniz.. 48


Yani siciliniz bozulursa, yurt dışı tayin zamanınız gel­ diği zaman ya hiç gidemezsiniz, ya da soluğu Pakistan'­ da alırsınız! Ben ne diyeyim?.. «Beyefendi, memur olduksa esir mi olduk? Siz böyle göstermelik işlerle uğraşacağınıza başka konulara bir eğilsenize.. O temel konulan düzeltsenize» diye bağıramazdım ki.. Turgut Çarıklı aslında çok efendi ve gerçekten sev­ diğim bir insandı. Ama bu olay bana çok koymuştu. Ke­ sin karar verdim. Buradan ayrılacaktım. Bu sıkıcı ortama daha fazla dayanmak benim için mümkün değildi. Benim ne yurt dışına gitmekte gözüm vardı, ne de parada pulda.. Kendini ülke sorunlarına adamış, sürekli okuyan bir in­ sandım. Özel sektörde çalışmayı da, bütün niteliklerim elverdiği halde kesinlikle istemiyordum. Devlet görevi ba­ na çok kutsal geliyordu. Ama şu yaşadıklarım da ortaday­ dı.. Planlama'dan sonra çalıştığım iki yerde de bana yap­ tırılan işler gülünçtü. Gerçekten gülünçtü.. Devlet, elin­ deki nitelikli elemanlardan yararlanmasını kesinlikle bil­ miyordu. Sorumlu yerlere gelenler çoğunlukla niteliksiz ve yeteneksiz kişilerdi. İyi elemanlar ise, bürokrasi çarkların­ da boğulup kalmışlardı. Herkesin kendisinden Allah gibi korktuğu Şeref Durugönül'le ben gazeteci olduktan sonra çok iyi dost olduk. Fırsat buldukça uzun sohbetler ettik. Mülkiye'lilerin «Ba­ ba Şeref» dedikleri Durugönül, artık iş adamı Asil Nadir'in yanında çalışıyordu, özel yaşamında bu kadar esprili, tat­ lı ve hoşsohbet bir İnsan olan Şeref Durugönül'ün, bü­ rokrasi yaşamında nasıl böylesine sert ve acımasız ola­ bildiğini hiç anlayamadım. Evet, artık kendime yeni bir iş arıyordum. Ancak her devlet dairesinin de bana kolayca iş vermeyeceğini bi­ liyordum. Ne de olsa bir Planlama sabıkam vardı. Oradan kovulmuştum. Amerikan büyükelçiliği vize vermemişti. Bel­ ki de gizli birtakım yerlerde «Fişli» idim.. Bilemiyordum ki.. Tam o günlerde, gazetelerde büyük bir ilan gördüm, ismi verilmeyen «Büyük bir anonim şirket», çok iyi İngiliz49 F.: 4


ce bilen ODTÜ mezunları arıyordu. İlanda belirtilen şart­ lar çok iyiydi. Uygar ve doyurucu bir çalışma ortamı vaad ediyorlardı. Verdikleri posta kutusuna özgeçmişimi gön­ derdim. Bir süre sonra cevap geldi. İş yeri Petklm'dL Bir başka devlet kuruluşu.. Görüşmeye çağırdılar, ingilizce konuştuk. Herhalde beğendiler ki, işe başlamamı söyle­ diler. Hemen gidip Ticaret Bakanlığına istifamı verdim. Oh, sanki bir hapishaneden kurtulmuştum. Petkim'de, Ti­ caret Müdürlüğünde göreve başladım.. Yıl 1972, aylardan Mayıs.. Ne olursa olsun Petkim, Ticaret Bakanlığından daha kötü olamaz diye düşünüyordum.

***

Arkadaşım İçen Börtücene ile birlikte Milliyet gaze­ tesinin Karacan yarışmasına aylarca hazırlandık. Konuyu kafanvzda iyice oluşturduktan sonra, işin uzmanlarıyla uzun görüşmeler yaptık ve Adalet Partisi tarafından gö­ revlerinden yasalara aykırı bir biçimde alınan, Danıştay'ın bu işlemleri hukuka aykırı bularak iptal etmesine karşın görevlerine iade edilmeyen üst düzey bürokratların isim­ lerini belirledik. Karşımıza çok sayıda örnek olay çıktı. Bunlardan en renkli olanları seçtik ve röportajlarımıza başladık. Ele aldığımız örnek olaylar şunlardı: TPAO genel müdürü İhsan Topaloğlu, Devlet Planlama Teşkilatı şube müdürü Ömer Faruk Erdem, Merkez Banka­ sı genel müdürü Ziya Kayla, Yüksek Denetleme Kurulu üye­ si Kâmuran Ardıç, Et ve Balık Kurumu genel müdürü ihsan Çandar, Devlet Hava Meydanları İşletmesi genel müdürü Muhittin Asral, İş ve İşçi Bulma Kurumu genel müdürü Kemal Gökçedağ. Bu üst düzey devlet memurlarının hepsi de görevden alınmış kişilerdi. Anayasamızın «İdare mahkeme kararla­ rının uygulanmasını geciktiremez» biçimindeki açık hük­ müne rağmen Adalet Partisi, yüzlerce devlet memuru hak­ kında Danıştay tarafından verilen iptal kararlarını uygulamıyordu. Röportaj yaptığımız kişilerle bu olayı deştik. Ortaya çok ilginç öyküler çıktı. Bunları yarı gazetecilik, 50


yarı bilimsellik içerisinde çok güzel toparladık. Son ola­ rak da, Adalet Partisi hükümetinin bu işlerle ilgili bakanı Refet Sezgin'le görüşüp, bu konuda mahkeme kararları­ nı hasıraitı eden kesimin görüşlerini aldık. Araştırma-röportajımız gerçekten güzel olmuştu. Ortaya dört dörtlük bir olay çıkarmıştık. Yazımızı günlerce uğraştıktan sonra bitirdik. Gazeteci gözüyle bir görsün diye Yavuz Donat'a götürdüm. Ya­ vuz o günlerde muhabir.. Yazımızı okudu ve «Giriş bölü­ münü çok çarpıcı yapmak şarttır» diyerek değiştirdi.. Böy­ lece ilk gazetecilik dersini bilmeden Yavuz Donat'tan al­ mış oldum.. Artık işimiz bitmişti. Yazımıza yarışma kuralları ge­ reğince bir rumuz koyduk. Gerçek isimlerimizi ve özgeç­ mişlerimizi de, kapalı bir zarfa ayrıca koyduk ve özenle dosyaladığımız araştırmamızı Milliyet gazetesine gönder­ dik. Bundan sonra söz jürinindi.. 18 Temmuz 1972 günü. Milliyetin Ankara temsilcisi Orhan Tokatlı beni Petkim'den aradı.. Aman Allahım, bi­ rinci olmuştuk.. Sevincimden, havalara zıpladım. Hemen İcen'e haber verdim ve buluştuk. Birbirimize sarıldık, bir türlü ayrılamadık. Hayatımın en mutlu günlerinden birini yaşıyordum. Yarışmaya gönderilen yüzlerce eser arasın­ da bizim «Hukuk Devleti» adlı röportajımızla Ümit Kaftancıoğlu'nun «Hakullah »adlı röportajı birinci seçilmişti. Oylar eşit çıkınca, jüri iki eseri birden birinciliğe lâyık görmüştü. Tokatlı bizi kutladı. Kendisiyle ilk kez o gün karşıla­ şıyordum. Daha sonra yıllarca aynı çatı altında gazete­ cilik yapacağımızı, en iyi ve en kötü günleri birlikte ya­ şayacağımızı o gün nereden bilebilirdim ki? Orada bizimle röportaj yaptılar. Ayrıca eserimiz Milliyet'te yazı dizisi olarak yayınlanacakmış.. Yarışmayı ka­ zandığımızı bütün tanıdıklarıma büyük bir sevinçle duyur­ dum. Ertesi gün, 19 Temmuz 1972 tarihli Milliyet'in birinci sayfasında sonuçlar ilan edildi. Kocaman resimlerimiz ve isimlerimizle.. O gün Petkim'de biraz kasılarak dolaş51


maya kalkıştım.. Herkesten tebrik bekliyorum.. «Aferin ya­ hu, bize yeni giren bu arkadaş çok yetenekliymiş» falan diyeceklerini sanıyorum. Ama baktım kl, birkaç kişi dışın­ da tebrik eden falan yok. Daha doğrusu olaydan hiç kim­ senin haberi yok.. Çünkü Ankara'nın göbeğinde çalışan ve çoğu yüksek tahsilli olan bu İnsanlar gazete falan oku­ muyorlar. Dünyadan fazla haberleri yok. Bunu sonraki aylarda daha iyi anlayacaktım. Birkaç gün sonra İstanbul'da ödül töreni yapılacaktı. Petkim'de yeni olduğum için izin hakkım yoktu. Personel müdürüne gittim, adam hiç oralı değil. Bana izin vermeye yetkisi yokmuş. Genel müdür Hamza Batuk'a çıktım.. Sa­ nıyorum ki Batuk bir Petkim mensubu olarak beni kut­ layacak. Elimdeki gazeteyi gösterdim, hiçbir tepki gös­ termedi.. İsteksiz bir şekilde «Bu seferlik gidin ama, bir daha olmasın böyle bir şey» dedi.. İzin hakkı doğmayan personele izin verilmezmiş. Adamlar hep böyle gösterme­ lik şeylerle uğraşıyorlar. .Aynı Hamza Batuk daha sonra beni İstanbul'a görevli gönderecek ve ben Abdi bey'le kendisi için bir «Haftanın sohbeti» röportajı ayarlaya­ caktım. Icen'le birlikte İstanbul'a gittik. Ödül töreni Milliyet gazetesinde, patron Ercüment Karacan'ın odasında yapıl­ dı. Ercüment bey soğuk ve kasıntı bir adamdı. Orada bir­ likte olduğumuz onbeş yirmi dakika içerisinde bu izlenimi edindim. Kendisini daha sonra hiç görmediğim için, bel­ ki de yanılıyor olabilirim. Bilemiyorum.. O gün rahmetli Abdi İpekçi ile tanıştık.. Abdi bey'e hayran bir insandım. Onu uzun uzun inceledim.. Bir süre sohbet ettik ve ödüllerimizi aldık. Bizimle birlikte birinci olan Ümit Kaftancıoğlu'nu da orada tanıdım. Kaftancıoğlu'nu daha sonraki yıllarda ülkücüler öldürdü. Allah rahmet eylesin. İşte böyle.. Ödülümüzü aldık, ertesi gün gazetede yine resimlerimiz çıktı. Bizimle yapılan röportaj yayınlan­ dı, bizim araştırmamız da ayrıca yazı dizisi olarak Milliyet'te yer aldı. Sonuçta Abdi İpekçi gibi büyük bir gaze­ teciyi tanımış oldum.. 52


İstanbul'daki ödül töreninde bir şey dikkatimi çek­ mişti.. Abdi bey ülkemizin en büyük gazetecisi idi.. Oysa çok yumuşak, tatlı, sevecen bir insandı. Bu nitelikleri he­ men belli oluyordu. Ayrıca çok da alçak gönüllüydü.. Abdi bey'i bulmuşken kendisini hemen soru yağmuruna tut­ tum.. Milliyet ve gazetecilikle ilgili birçok soru sordum. Hepsine sabırla cevap verdi. Bizi öğle yemeğine alıkoy­ du.. Milliyet'in en üst katında yemek yedik.. Bu adamı çok sevmiştim. Gazeteciliğine zaten hayrandım.. Yanılmıyor­ sam her Pazartesi günü bir konukla uzun bir konuşma yapardı.. Zevkle okurdum.. Çoğu zaman da «Ah şu fırsat benim elime geçecek ki, ben bu adamlara ne sorular so­ rarım» diye düşünürdüm.. Yıllar sonra o sayfaların ve ola­ nakların benim önüme de açılacağını kim tahmin edebi­ lirdi?.. Açılacaktı ama, neler pahasına?.. Abdi Bey'i o günden sonra insan olarak da çok sev­ meye başladım. Bu sonsuz sevgi ve saygı, içimde bugün bile yaşıyor. O'nu hiçbir zaman unutmadım. Sonraki yıl­ larda iyi bir gazetecilik olayı patlattığım zaman «Ah be Abdi bey, şimdi hayatta olup da şu yarattığım olayı görseydin, ne kadar sevinirdin. Herhalde telefonu açıp beni tebrik ederdin. Ben de ne kadar mutlu olurdum» diye dü­ şündüğüm çok olmuştur. Nur içinde yat büyük insan..

**»

Petkim'de günler anlamsız bir biçimde devam ediyor. Bu kez yaptığım iş aynen şöyle: Petkim fabrikaları İzmit Yarımca'da.. Bu fabrikaların yurt dışından ithal edilmesi gereken binlerce malzemesi oluyor. Teknik kesimler ihtiyaç listesini bizim Ticaret mü­ dürlüğüne gönderiyorlar. Biz de bunları birtakım basılı formlara daktilo ettirip, yurt dışındaki ilgili firmalara gön­ deriyoruz. Yurt dışından gelen teklifleri Yarımca'ya ileti­ yoruz. Orası «Şunu satın alalım» diye bize bildiriyor. Biz de sipariş formunu doldurup firmaya gönderiyoruz. Bütün hikâye bu.. Sokaktan rastgele bir kişiyi çağırsanız. beş dakikada öğretirsiniz. Hiçbir yenilik yok, hiçbir katkınız yok. Bir

53


düzen kurulmuş ve aynen devam ettiriliyor. İşi düzeltmek ve daha verimli kılmak için bazen öneriler götürüyorum ama hiç kimsenin umurunda bile değil. Sıkıcı ve kasvetli bir ortam.. Bu gibi işler için acaba hangi nedenle üni­ versite mezunlarını çalıştırırlar? Hem de yabancı dil bi­ len ve kendilerince «Nitelikli» olan insanları? Acaba ni­ çin? Bu insanları tatminsiz iş ortamlarına iterek onları ezmek, acaba birtakım yöneticilere zevk mi verir? Bunu bir türlü çözebilmiş değilim. Bir süre sonra imza koydular.. Çünkü gösteriş çok önemli.. Siz saatinde gelin, ancak ondan sonra ne yapar­ sanız yapın. İster dedikodu yapın, ister boş oturun, ister örgü örün.. Hiç farketmez.. Ama mutlaka iş yerinize za­ manında gelin. Hep göstermelik işler peşindeler.. Hep böyle.. Bu imza oiayı kadar saçma bir şey hayatımda gör­ medim. İşin matrak tarafı, imzaları kontrol yetkisi verdi­ ğiniz birtakım küçük insanlar, bu kez kendilerini yetkili görmeye falan başlıyorlar.. İmza kağıtlarına hiçbirimiz ger­ çek İmza atmıyoruz. Bunun yerine paraf kullanmayı ter­ cih ediyoruz.. Çünkü herkes birbirinin yerine imza atıyor, herkes birbirini idare ediyor. Bu durumu anlayan işgüzar yöneticiler de artık kapı arkalarında falan gözcülük ya­ pıyorlar.. Çünkü herkes işe zamanında gelip giderse, Petkim kurtulmuş olacak! Bunların yüzünden ayağımı kırdım. Sabah işe geç kalmıştım.. Evden koşarak fırladım. Yüz metre kadar koştuktan sonra ayağım burkuldu ve düştüm. Topallaya topallaya işe gittim. Ayağım fena halde şişmiş­ ti. İzin alarak bir taksiye bindim ve Tıp Fakültesi hastahanesinde röntgen çektirdim.. Ayağım kırılmış. Alçıya alıp rapor verdiler.. Birkaç gün sonra eve Petkim'den telefon ettiler.. Ra­ porum geçerli değilmiş. Onun için, mazeretsiz işe gitme­ me durumum olmuş. Haydi, bu kez kırık ve alçılı ayakla Sigorta hastahanesine gidip, orada saatlerce bekleyip ra­ por aldık.. Sigortalı olduğumuz için, sigorta raporu gere­ kiyormuş. Devletin başka bir hastahanesinin verdiği rapor kabul edilmezmiş..

54


Petkim'de sendikalıyız. Yavaş yavaş sendika işlerine bulaşmaya başladım ve sendika baş temsilcisi seçildim, ir süre sonra, bizim bağımsız sendikamız, DİSK'e geçıek için başvuruda bulundu. DİSK yönetimi ön şart olaak, aynı iş kolunun sendikası olan DİSK üyesi Petkimİş'e katılmamızı istedi. Bunu zorunlu olarak kabul ettik... Çünkü bu sendikanın başkanı Mehmet Kiline için hiç de olumlu şeyler duymuyorduk. Bu şahıs, yeni başkanımız oldu. Böylece, gelmiş geçmiş en büyük sendika ağaların­ dan biri olan Mehmet Kılınç'la tanışma fırsatını buldum. Yanına üç sekreterden geçilerek girilirdi. Hepsi de manken gibiydi. Ne yapalım? Biz DİSK ilkelerini benimsemiş insan­ lardık. Bu bile bize yeterdi. Belki ileride Mehmet Kılınç'ı devirirdik.

*** Milliyet gazetesi 1974 yılının Karacan yarışması ko­ nusunu ilan etti.. Türkiye'de 1973 seçimleri yapılmıştı.. Konu, «1973 seçimleriyle ilgili bir araştırma».. Biz İcen'le birlikte yine düşündük ve bu yarışmaya katılmaya karar verdik.. Konumuz da «1973 seçimleri ve bürokrasi».. Devlet memurlarının milletvekili adayı olmak için han­ gi partilere hangi oranda başvurduklarını, partilerin sınıf­ sal yapılarını, bürokrat milletvekillerinin kökenlerini, eko­ nomik ve siyasal görüşlerini irdeleyeceğiz.. Seçimler yapıl­ dıktan sonra bütün partilerin arşivlerine girip başvuru formlarını taradık. Bürokrat milletvekillerini çıkardık ve TBMM'de bunlara ayrıntılı bir anket uyguladık.. Çok uzun ve kapsamlı bir çalışma oldu. İçen o sırada Planlama'da şube müdürü olmuştu. Si­ yasal içerikli bir araştırmaya ismini koymayı, haklı olarak İstemedi. Bu durumda yarışmaya benim adımla katıldık.. Sonuçlar açıklanmadan önce Milliyet'in Ankara temsilcisi Orhan Tokatlı bana ikinci müjdeyi verdi.. Evet, İcen'le bir­ likte yaptığımız ve sadece benim adımla girdiğimiz Ka­ racan yarışmasında ikinci kez birinci olmuştuk.. Yine çok mutlu oldum, çok sevindim. Büyük şerefti.. 7 Temmuz 1974 tarihli Milliyet'te sonuçlar açıklandı.. Bu kez resmim, bi55


rinci sayfada renkli basılmıştı.. Çünkü Türk basını artık renkliye geçmişti. Ödül törenine İstanbul'a gittim., ödülü bu kez Abdi bey verdi.. Milliyetin sahibi Ercüment Karacan yoktu.. Ab­ di bey ödül alan üç kişiyi yine yukarıda yemeğe davet etti.. Yemekte Abdi bey'e, daha sonra kendisiyle bir süre özel olarak konuşmak İstediğimi söyledim. İkincilik ve üçüncülük ödülünü alan arkadaşlar gittikten sonra Abdi bey beni odasına götürdü. Orada kendisine teklifte bulundum : — Abdi bey, ben gazeteci olmak istiyorum. Size bu­ nu utana sıkıla söylüyorum ama, ne dersiniz? Acaba ola­ bilir miyim? Bana bu konuda yardımınız olur mu? — Emin, gazeteci olabilirsin. Eğitimin, geçmişin, ça­ lıştığın yerler uygun. Ayrıca bizim yarışmamızı iki defa ka­ zanmış olman da senin lehine bir puandır. Ben bir düşü­ neyim.. Ankara'ya gelince seni ararım, cevabımı bildiri­ rim. Artık Petkim'de de sıkılmıştım. Saçma sapan islerin arasında boğulup kalmıştım. Gazetecilik benim için uygun bir iş olabilirdi. Gazeteciliğe girişin çok zor, hatta imkan­ sız bir olay olduğunu zannederdim. Oysa Abdi bey benim önerimi olumlu karşılamıştı. Bir süre sonra Abdi bey Ankara'ya geldi ve beni ça­ ğırdı.. Petkim'de kaç para aldığımı sordu.. Dürüstçe söy­ ledim.. «Tamam, gazeteci oldun. Aynı parayla Milliyette başla» dedi.. Aldığım para yanılmıyorsam üçbin lira dolaylarındaydı. Milliyetten daha fazlasını bekliyordum. O paraya gelmeyeceğimi söyledim. Abdi bey de, gazetede belli bir ücret hiyerarşisi olduğunu, bunu benim için bo­ zamayacağını söyledi. Gazetecilik işi de böylece yatmış oldu. 1974 yazında tatile gittim ve sakal bıraktım. Ankara'­ ya sakallı döndüm ve işe başlayınca sakalımı kesmedim. Bir kamu kuruluşunda belki de ilk kez birisi sakallı gezi­ yordu. Ancak benim bu konuda güç aldığım bir büyüğü­ müz olduğunu hemen söyleyeyim.. CHP-MSP koalisyonu­ nun Ticaret Bakanı Fehim Adak sakallıydı.. İki gün sonra, genel müdür yardımcısı Celalettin öz-

56


gen (Sonraki yıllarda Sümerbank genel müdürü ve Oku­ muş Holding genel koordinatörü) beni makamına çağırdı: — Kardeşim bu ne hal?.. Devlet kuruluşunda sakallr gezmek de ne oluyor? Şimdi derhal gidin ve sakalına kestirin. Traş olduktan sonra da yanıma gelin.. — Özür dilerim efendim, sakalımı kestirmeyeceğim.. — Ne demek oluyor o? — Gayet açık.. Bundan sonra sakallı gezeceğim.. Sa­ kalda kötü bir şey mi var? Sakallı olmak ayıp mı? — Disipline aykırı.. Eğer kesmezseniz yazılı emir çı­ kartıp yine kestiririm.. — Beyefendi, koskoca Türkiye Cumhuriyeti hüküme­ tinde sakallı bakan var. Eğer sakal kötü bir şey olsa Fehim Adak sakallı olabilir mi? — Peki kardeşim.. Ben yazılı emir yayınlayacağım. Ondan sonra da kesmezsen görüşürüz. Ertesi gün yazılı emir yayınlandı.. Aynen şöyle deni­ liyor : «Arkadaşların saç ve sakal traşlarının usulüne uygun olması...» Ben de kendisine «Benim saç ve sakal traşım usulüne uygundur» diye haber gönderdim. Böylece sakalımı kestlremediler. Ondan sonra sakallı dolaştım. Canım istediği zaman kestim, istediği zaman tekrar bıraktım. Keyif on­ ların değil, benim keyfimdi!

*** CHP-MSP koalisyonu kurulduktan sonra Tarım Ba­ kanlığı MSP'li Korkut Özal'a düşmüştü.. Babam 1960 yı­ lından beri Devlet Meteoroloji İşleri genel müdürüydü. Hayatını bu kuruluşa adamış ve Türk meteoroloji örgütünü gerçekten gelişmiş ülkeler düzeyine yükseltmişti. Ondört yıl süresince genel müdürlük yapan bir insanın belli ko­ nularda yıpranması çok doğaldı, ancak memurlarını koru­ yan ve onlara kanat geren bir insandı. Adalet Partisi'nin Tarım Bakanı Bahri Dağdaş'la babam arasında geçen bir olayı hiç unutamam.. Dağdaş, bir küçük kasabadaki ya57


ğış memurunun CHP'li olduğu gerekçesiyle görevden alın­ masını istiyordu. Babam direnmişti. Dağdaş bir gece bi­ zim eve gelmiş ve babama bastırmaya başlamıştı. İçeri­ den gelen kavga seslerini dinliyordum.. Babam son sözünü söyledi: «Beni görevden alırsınız, sonra da bu gariban me­ muru istediğiniz yere sürersiniz. Ben genel müdür kal­ dıkça böyle işler yapmam».. Memur yerinde kalmıştı. Babam böylesine dediğim dedik bir adamdı.. Hem de namusluydu. Bağımsız bütçeli ve yatırımcı bir genel mü­ dürlüğün başındaki bir insan olarak ondört yılda istese, köşeyi bin defa dönerdi.. Özellikle ANAP iktidarı dönemin­ de köşeyi dönenleri gördükten sonra hep babamı hatırlamışımdır. Babam bizi de «Namus» kavramıyla yetiştir­ mişti.. Bizlere o kavramı aşılamıştı. Vatanın ve milletin çıkarlarını gözetmeyi öğretmişti.. Babası albay Emin bey, Abdülhamit tarafından özgürlük çalışmaları nedeniyle Fizan'a sürgün edilmiş ve yıllarca orada kalmıştı. Büyük Sahra'yı sürgün kafileleriyle develerin üzerinde aşmışlar, susuzluktan ölmek üzereyken develerin çişini içmişlerdi. Abdülhamit düşürüldükten sonra büyükbabam yurda, yi­ ne aynı maceralardan sonra dönmüştü. Soyadımız «Çölaşan» oradan geliyor.. Annemin babası Refik Şevket İn­ ce, Kurtuluş Savaşı'nın ilk Meclis'ine Saruhan milletvekili olarak girmiş, Atatürk'ün Adalet Bakanlığını yapmış, Kur­ tuluş Savaşı'nın en yoğun günlerinde Kastamonu İstik­ lâl Mahkemesi başkanlığına getirilmiş ve kelle koltukta, vatan hainlerini yargılamış.. Daha sonra 1950 yılında Ad­ nan Menderes hükümetinin ilk Milli Savunma Bakanı ol­ muş.. Anormal namus anlayışı olan bir insan.. Ölümünde geriye beş kuruş bırakmamış bir devlet adamı.. Elinde bin­ lerce fırsat varken, köşeyi dönmeyi aklına bile getirmemiş. Ömrü boyunca vatanı için çalışmış. Babam da öyle.. Korkut Özal bakan olduktan kısa sû­ re sonra babamı görevden aldı. Devlet kimsenin tapu­ lu malı değil.. Bunu biliyorum ama Korkut'un bütün ama­ cı, babamın yerine bir şeriatçıyı getirmek.. Nitekim getir­ di de.. Ondan sonra da, ele geçirdikleri diğer kuruluşlar gibi Meteoroloji genel müdürlüğünü hacılarla ve hocalarla 58


doldurmaya başladılar.. Başbakan Ecevit, ipleri bu adam­ lara bırakmış.. Anlaşılan koalisyon hükümetini kurmadan önce bu işin pazarlığını yapmışlar. 1974 yılında devlet da­ irelerinde MSP işgali başladı. Korkut, sadece ve sadece MSP'li şeriatçılara yer aç­ mak için babamı harcamıştı. Ancak benim için konunun önemli bir yanı daha vardı. Ağabeyi Turgut Özal beni Planlama'dan kovmuştu. Sonra onun Planlama'daki bütün gizli kapaklı işlerini kamuoyuna ben duyurmuş ve kendi­ sini çok güç durumlara düşürmüştüm. Korkut bunları el­ bette ki iyi biliyordu ve bana bozuktu. Acaba ağabeyinin intikamını şimdi babamdan mı alıyordu? Özal ailesi, Çölaşan ailesiyle kan davasına mı girişiyordu? İşin ilginç ya­ nı, hep bunlar bizi harcıyordu! Babam da Danıştay'a başvurdu. Danıştay işlemin ya­ salara aykırı olduğuna karar verip, işlemi iptal etti.. An­ cak karar Ecevit hükümeti tarafından da uygulanmadı. Uygulanmayan Danıştay kararları nedeniyle muhalefette iken Demirel aleyhine söylemediğini bırakmayan Ecevit de şimdi aynı işi yapıyordu. Doğrusu hayret ediyordum.. Türkiye'de iş şirazesinden çıkmıştı.. O günlerde Türkiye'de kuraklık vardı. Korkut bakan olduktan hemen sonra babamı çağırmış ve yağmur bom­ bası konusunda çalışma yapılmasını istemişti. Yağmur bombası tam bir şarlatanlık numarasıydı.. Amerika ve Kanada'dan bazı uyanık firmalar bunları büyük para karşı­ lığında birkaç Afrika ülkesinde ve özellikle hırsız Şah dö­ neminin İran'ında tezgahlamışlardı. Arada büyük paralar dönüyordu. Korkut Türkiye'de yağmur bombası atılması için ısrarlıydı.. Yağmurcu firmanın temsilcisi de bir iki gün sonra ortaya çıktı. Bu adamın ismi Süleyman Ergin'di.. Kendisi MSP senatörüydü.. Korkut'la aynı partidendi.. Ben bu adamın ismini gazeteci arkadaşlara duyurdum. Olay büyüdü... Çünkü işin içerisinde çok büyük komis­ yonlar ve avantalar vardı. Babam Devlet Meteoroloji İşleri genel müdürü olarak yağmur bombasına «Tamam» desey­ di, MSP senatörü ve firma temsilcisi Süleyman Ergin, ma59


Iı fena halde götürecekti. Hem de devlet kesesinden götü­ recekti. Yağmurcu senatör kamuoyu önünde güç durumda kal­ mıştı. Yağmur bombasının faziletlerini anlatmak için TBMM'de bir basın toplantısı düzenledi. Gazeteciler ba­ sın toplantısına «Ne olur ne olmaz, bu adam yağmur bom­ bası atıp Meclis binasında bile yağmur yağdırın) diye şem­ siyelerle gittiler. Ertesi gün gazetelerde resimler çıktı... MSP'li komisyoncu senatör, masanın başında oturmuş ga­ yet ciddi bir şekilde konuşuyor. Karşısında çok sayıda gazeteci var. Gazeteciler şemsiye açmışlar. Hoca efen­ diyi şemsiyelerin altında dinliyorlar. Hoca efendi de, ciddi ciddi anlatıyor. Tam bir komedi... Bunca acı ve gülünç olaydan sonra, Tarım Bakanı Korkut yağmur bombasını attıramadı. Attırmak biraz sıkar­ dı. Ama olan babama olmuştu. Evet, tam Turgut Özal'ın bana yaptıklarını unutmuş­ tum ki, kader bu kez de karşıma Korkut Özal'ı çıkarmış­ tı... Babam emekli oldu. Kendi kendime şöyle dediğimi çok İyi hatırlıyorum : — Ey Korkut Özal, Allah büyüktür. Ne Allah, ne de dinimiz senin gibilerin tekelinde değildir. Allah haksızlık yapanların, devlet kesesinden köşeyi dönmeye kalkışan­ ların yardımcısı değildir. Ağabeyin bana haksızlık yaptı, onun hesabını sorabileceğim kadar sordum. İnşallah gün gelir, senden de hesap sorarım... Beklediğim o günün tam oniki yıl sonra, 1986 yılında geleceğini nasıl bilebilirdim? Ağabeyi Başbakan olduktan sonra Korkut 1983 yılın­ da ticaret hayatına atılmış ve içindeki büyük ticari de­ hayı elli yaşından sonra değerlendirerek hızla milyarder olmuştu. Maşallah, kırkbir kere maşallah!.. Korkut iki üç yıl içerisinde son derece üstün perfor­ mans göstermiş, köşeyi hem de ne biçim dönmüştü. Al­ lah ona «Yürrrüü ya Korkut» demişti sanki... Yürümek ne demek, koşuyordu... Hayır hayır, uçuyordu! Yurt içinde ve yurt dışında her şeyi ayarlamış ve petrol ticaretiyle mil­ yarder olmuştu. 60


Bendeniz ise, ola ola gazeteci olmuştum. Bir gün Al­ lah Korkut'u, İstanbul'da Marmara Etap otelinde benim karşıma oturttu... Teybimi ağzına doğru uzattım, işte o gün ben sordum, o cevap veremedi. Bu dünyanın hesabı ve kazancıyla ilgili ne sorduysam cevap veremedi. Kar­ deşi Başbakan olur olmaz böyle büyük bir ticareti birden­ bire nasıl örgütlediğini, nasıl zengin olduğunu, kaç para kazandığını, devlete kaç lira vergi ödediğini, mal varlığını sordum. Tutarlı bir tek şey söyleyemedi. Sürekli olarak «Ben hesabımı öbür dünyada vermeye hazırım» diyordu. Kendisinin «Süper yükselişini», kurduğu şirketleri ve bu ko­ nuşmamızı tek tek yazdım. Merak edenler 22 ve 23 Mart 1986 tarihli Hürriyet gazetelerine bakabilirler. Bunları ay­ rıca «İcraatın İçinden» adlı kitabımda da aynen yayınla­ dım. Hiç birini yalanlayamadı. Babamı ve birçok kamu görevlisini görevden haksız olarak uzaklaştıran arslan parçası Korkut'la, o gün bana devlete kaç lira vergi ödediğini, mal varlığının ne oldu­ ğunu, iki üç yılda nasıl milyarder olduğunu açıklayamayan Korkut aynı insandı. Tek fark şimdi ağabeyi Başbakan, küçük kardeşi ekonominin başındaki Planlama Müsteşarı ve kendisi de kısa günün milyarderiydi. Marmara Etap otelindeki odasında konuşmamız bit­ ti. Bana «Sizi bana Allah yolladı. Allah sizden razı olsun» demez mi?... Ben de kendisine «Hayır beyefendi, tam ter­ sine Allah sizi bana yolladı. Allah sizden razı olsun, Al­ lah tuttuğunuzu altın etsin» dedim. Onunla işim bitmişti. Otelin koridorlarında «Ey büyük Allah... Sen ne büyüksün. Bana bugünü de gösterdin» diye bağırdım.

***

Petkim'de sıkıcı günler geçirmeye devam ediyorum. Artık bütün zamanım sendika işleriyle geçiyor. Günde bir­ kaç saatlik işim oluyor. O basit işleri de, lâf gelmesin diye kesinlikle aksatmıyorum.. 1975 yılı başlarında CHPMSP koalisyonu bitti ve yerine AP-MSP-MHP ve Güven Partisi'nden oluşan birinci MC hükümeti kuruldu. Petkim'e giren herkesin sendikaya kaydı yapıldığı için, yeni gelen 61


arkadaşlar benim elimden geçiyor. Onlara form verip, Disk'e bağlı Petkim-İş Sendikası'na üye yapıyorum.. Ya­ vaş yavaş ülkücüler alınmaya başlandı. Fakat işin ilginç yanı, ülkücüler kadar da sol görüşlü arkadaş giriyor.. Ül­ kücüler gibi, sol görüşlüler de MC hükümetinin üst dü­ zeydeki yetkililerinden torpilli.. Solcu oldukları bilinmeden, eş dost ilişkisiyle işe alınıyorlar. Ancak ülkücüler de sayı­ ca artıyor.. Bize gelenler arasında MSP'li ya da AP'li hiç yok.. Oysa bizim bağlı olduğumuz Enerji Bakanlığı AP'lilerde.. Bu dönemde fırsat buldukça Cumhuriyet gibi gaze­ telerde ve bazı ilerici dergilerde imzalı ve imzasız yazı­ lar yazıyorum. Bazen de Petkim'in hemen karşısındaki Mil­ liyet bürosuna geçip duyduğum bazı ilginç olayları ve eli­ me geçirdiğim belgeleri O r s a n Ö y m e n ' e veriyo­ rum O r s a n da bunları yazıyor. MC döneminde Petkim yönetimi bana iyice bozulmaya başlıyor Bunu hissediyorum Ayrıca D İ S K ' e bağlı sendikamız ne­ deniyle de yönetimden baskı belirtileri gelmeye başlıyor. Baskılar özellikle 1976 yılında iyice artıyor. 1976 yılı son­ larında toplu iş sözleşmemiz imzalanacak. Türk-İş'e bağlı Petrol-İş adında bir sendika var.. Petkim yönetimi bun­ larla anlaşmış. Bu sarı sendika, bizi ele geçirmeye çalı­ şıyor. Artık durum öyle oldu ki, sendikamızdan yakında toplu istifaların başlayacağı söyleniyor.. Genel müdürümüz Füruzan Ardıç, Süleyman Demirel'in yakını.: İşin bir ilginç yanı daha var.. İcen'le birlikte ilk Karacan yarışmasına hazırladığımız ve birincilik kazandığı için Milliyet'te yayın­ lanan araştırmamızda Abdülkadir Kermeoğlu adında bir AP Mardin milletvekili ile gırgır geçiyorduk.. Kermeoğlu AP milletvekili sıfatıyla bir gün Meclis kürsüsüne çıkmış ve Danıştay kararlarının niçin uygulanmadığını kendi man­ tığına göre savunmuş.. Bu konuşmayı aynen zabıtlardan almıştık.. Okuyanı gerçekten kahkahalarla güldüren bir şeydi. Karacan yarışmasında birincilik kazanan eserimiz­ de ismini de vererek gırgır geçtiğimiz Abdülkadir Kerme­ oğlu, MC hükümeti tarafından Petkim'e yönetim kurulu üyesi olarak atanmaz mı? Bunu duyunca «Eyvah, ben 62


yine yandım» dedim. Suyum yine ısınmaya başladı. Hem kişisel yönden, hem de sendikal yönden... Milletvekilliğini kaybedince bizim oraya atanan Ker­ meoğlu ile bir gün tanıştık... «Demek benim hakkımda o yazıyı yazan genç sizsiniz» dedi. Ne diyeyim? «Evet efen­ dim, benim» dedim... İnkar edecek değilim ya! 1976 ortalarında koskoca kamu kuruluşu Petkim'in odalarında genel müdürler, genel müdür yardımcıları, yö­ netim kurulu üyeleri, şube müdürü düzeyinde olanlar fa­ lan işi gücü bırakıp kulise başlamışlardı. Güvendikleri arkadaşları tek tek çağırarak bizim sendikadan istifa edip Türk-İş'e bağlı sarı Petrol-İş Sendikası'na geçmelerini söy­ lüyor ve «Geçmeyenlerin işine son verilecek» diyorlardı. İstifa etmeye önce ülkücüler başladı. Onlarla zaten ko­ nuşmuyorduk. Fazla önemsemedik. Çoğunluk nasıl olsa bizdendi! Yine de bütün arkadaşları marke etmeye baş­ ladık. Gidip yöneticilerle kavga ettik.. «Bu yaptıklarınızın hesabını bir gün sorarız. Bu MC yakında gidecek ve CHP gelecek. O zaman hesaplaşırız» falan diye de tehditler savuruyorduk. Ama biz inançlı arkadaşlar bile bu tehdit­ lerimize inanmıyorduk. MC hükümeti, ülkeyi bütünüyle parsellemeye başlamıştı. Bunların gitmesi son derece güç olacaktı. Şimdi de başımıza MC hikâyesi çıkmıştı. Sonuçta istifalar yoğunluk kazanmaya başladı. Ar­ tık arkadaşların önemli bir bölümünü tutamıyorduk. Ül­ kücülerden sonra hiçbir görüşe bağlı olmayanlar ve kor­ kaklar da istifalarını vermeye başladılar. Bu arada, kor­ kaklık gösteren çok yakın arkadaşlarımızı da gördük.. İs­ tifa sürecini hızlandırmak için birkaç arkadaşın işine son verdiler.. Diğerleri daha da korktu.. Ama yine de çözül­ me tam başlamamıştı. Disk üyeleri çoğunluktaydı.. İş­ ten çıkarmaya hız verdiler. Sendikamızın başkanı Meh­ met Kılınç'a gittik. Kılınç oralı bile değildi.. Bu adamdan ve sendikadan hiçbir şey beklenmemesi gerektiğini anla­ dım. Görevine son verilen arkadaşlarımıza yardım için pa­ ra toplamaktan başka bir şey. elimizden ne yazık ki gel­ miyordu.. O günlerde bir de şunu gördüm.. Pek çok insan 63


için ekmek parası, inançtan daha önemliydi.. Nice inanç­ lı arkadaşlarımız, sırf işlerinden olmasınlar diye istifala­ rını veriyorlardı.. İş öyle bir yere geldi ki, bizi çözdüler. İşverenin baskısına daha fazla dayanmak mümkün değil­ di. En çok ihtiyacı olan, bir yanda okuyup bir yanda aile­ sini geçindiren garibanları bile acımasızca kovuyorlardı. 8iz Ankara'da 400 kişi kadardık.. Yarımca tabakalarında­ ki gerçek işçi kitlesini de çözmüşlerdi. Orada da büyük kıyım yapıyorlardı. İşveren toplu sözleşme görüşmelerine Disk'le değil, Türk-İş'in sarı sendikasıyla oturacaktı. Bu, MC hükümetinin kararıydı. Aramızda her gün toplanıyorduk. Daha fazla arkada­ şın zarar görmesini önlemek amacıyla, sendikadan henüz istifa etmeyen arkadaşlara çağrıda bulunduk ve istifala­ rını vermelerini istedik. Başka çaremiz kalmamıştı. Hiç değilse onların işten atılmasını önleyebilirdik.. Ben dahil birkaç arkadaş, ne-olursa olsun sendikamızdan istifa et­ meyecektik. MC yönetimi İşi Ekim ayında bitirdi. Herkes sarı sen­ dikaya üye olmuştu. 6 Kasım 1976 günü, Disk'ten istifa etmeyi ve sarı sendikaya geçmeyi reddeden bizlere teb­ ligat geldi. Hepimizin görevimize son verilmişti. Kendimi bir kez daha kapının önünde buldum. Planlama'dan son­ ra ikinci kez Petkim'den kovulmuştum. Bu kez hiç üzül­ medim.. Bir süre sonra nasılsa iş bulur, ekmeğimi taştan çıkarırdım.. Mühendis arkadaşlar vardı, onlar da iş bula­ bilirdi. Ama tek gözü görmeyen bir arkadaşımız vardı. Lise mezunu olan bu çocuk inançlı ve namuslu bir insan­ dı. Bizi sonuna kadar bırakmayan, bütün ısrarlarımıza rağ­ men sendikadan istifa etmeyen bu onurlu insana, Bülent Tözüm'e hemen iş bulmak zorundaydık. Genel müdür Füruzan Ardıç'a çıkarak veda ziyareti yaptım. Füruzan bey uygar bir adamdı.. Bunların hesabı­ nın bir gün sorulacağını söylediğim zaman, bu uygulama­ ları hükümetin isteği doğrultusunda ve istemeden yaptı­ ğını söyledi.. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Füruzan Ardıç'ı bir gün yolda gördüm.. Gazeteci olmuştum.. «Emin bey, yazılarınızı okuyorum. Çok güzel şeyler yazıyorsunuz. 64


Sizin gibi değerli bir elemanın görevine son verdiğimiz için gerçekten çok üzgünüm» dedi.. Ben de kendisine «Hiç üzülmeyin beyefendi, bana bilmeden en büyük iyi­ liği yapmış oldunuz. Eğer atmasaydınız, yine Petkim'de sürünüyor olacaktım» dedim, gülüştük.. Ardıç sonra TPAO genel müdürü oldu ve bana büyük yardımlarda bulundu.. Petrol konusunun çok güncel olduğu günlerde, en gizli bilgileri bile kendisinden alıp yazardım. İşten kovulduğum 6 Kasım 1976 günü, Petkim'de masamı ve eşyalarımı topladım. Son olaylarda namuslu davranan bütün arkadaşlarla vedalaştım. Bize ihanet eden sol görüşlülere, korkaklara «Eyvallah» demeye dilim var­ madı. Gezdiğim odalarda ülkücüler kıs kıs gülüyorlar. Ko­ vulduk ya, artık Petkim'de «Bütün komünistler» temizlen­ miş oldu. Ülkücü kardeşler zevkten dört köşe. Aslında on­ lara da acıyorum. İçlerinde bir iki militan dışında hepsi gariban. Ekmek parası bulabilmek uğruna ülkücülük nu­ marasına kapılanmışlar... Ne yapalım? Kıyım sadece Pet­ kim'de olmuyor ki... MC hükümeti bütün devlet kuruluş­ larına el atmış. Kendilerinden olmayan her kesimden in­ sanı utanmadan, sıkılmadan işinden atıp sokaklara bıra­ kıyorlar. (Sonra Petkim'i de mahkemeye verdim ve kazan­ dım).

*** Evet, Bülent'e hemen iş bulmak zorundayız. Hem ken­ di durumumu anlatmak, hem de Bülent'e iş istemek için Milliyet'e gitmeye karar verdim. Önce eşyalarımı karım Tansel'e bıraktım. Onun iş yeri de Petkim'e çok yakın. Tansel'e «Müjdeyi» verince «Ulan yine mi?» deyip gül­ meye başladı... «Bundan sonra bir süre bana sen ba­ kacaksın» dedim... Milliyet'e gidip Orhan Tokatlı'nın yanına girdim ve durumu anlattım : — Abi bu çocuğun durumu cok kritik. İlan bölümün­ de falan bir işe alabilir misin onu? — Valla hiç yerimiz yok. İdare bölümüne adam al­ mıyoruz... Sen onu bırak da, buraya seni alalım. Artık ga65

F.: 5


zeteci ol. Bundan sonra sana devlet Kapısında hayat yok. İki defa devletten kovulmuş adamsın. Bundan sonra sana hiçbir kamu kuruluşunda iş vermezler. Hele bu MC döne­ minde mümkün değil... — Peki abi gazeteci olsam becerebilir miyim? — Oğlum niye beceremeyesin? Bu işi becerenler sen­ den daha mı iyi yani? — Ne bileyim abi?.. 35 yaşıma gelmişim artık. Bü saatten sonra gazeteciliğe başlanır mı? Peki sen bu ko­ nuyu Abdi bey'le mi konuşacaksın? — Tabii, karar Abdi bey'e aittir. Ben onunla konu­ şurum. Bak, iki yıl önce seni almaya karar verdik, parayı az bulup gelmedin. O zaman başlasaydın, şimdi iki yıllık gazeteci olurdun. Ama Abdi bey seni tuttu... Sanıyorum kabul eder... Tokatlı'nın sözleri bana büyük cesaret verdi. Evet, gazeteci olabilirdim. Onun yanından çıkınca Örsan'ın oda­ sına girdim ve durumu anlattım. Orsan da bana destek olacağını söyledi, orsan bana göre, o günlerde Türkiye'­ nin en iyi birkaç gazetecisinden biriydi. Yazılarını hay­ ranlıkla okurdum, örsan'ın da bana destek olacağını söy­ lemesine çok sevinmiştim. Milliyette Bülent işin iş sormaya gitmiştim ama ga­ liba kendime iş bulmuştum. (Bülent'e kısa süre sonra başka bir iş bulduk). O günden sonra Tokatlı'yı birkaç kez aradım. Abdi ipekçi ile henüz konuşamadığını söyledi. Bir süre sonra da Gülhane hastahanesine yatıp kıçından ameliyat oldu. Yağcılık olsun diye Tokatlı'yı hastahanede ziyaret edip çiçek götürdüm. Çıkar çıkmaz benim işimi halledeceğini söyledi. Günler geçiyor ve bendeniz yine işsiz geziyorum. Bü­ tün umudum Abdi bey'de.. Sonuçta Tokatlı hastahaneden çıktı ve Abdi bey bir gün Ankara'ya geldi. Bana Petkim'­ de kaç lira aldığımı sordu. Yine dürüstçe söyledim. Evet, kararı olumluydu. Abdi bey beni işe alıyordu. Milliyet bana Petkim'de aldığım para kadar verecekti. Sonradan Petkim'de aldığım parayı daha yüksek söyle-

66


mediğim için pişman oldum ama, iş işten geçmişti. Böy­ lesine bir işsizlik durumunda benim herhangi bir pazarlık gücüm zaten olamazdı. Para durumunu kabul ettim. Abdi bey benden istediklerini ve yapacağım işleri anlattı: — Emin, sen ekonomik konulara bakacaksın. Bizim Ankara'daki ekonomi muhabirlerimizden biri olacaksın. Ekonomi çok önemlidir. — Abdi bey sizden bir isteğim var.. Beni lütfen eko­ nomiye vermeyin. Ben siyasi konulara bakmak isterim. üyasi konularla çok daha fazla ilgiliyim. — Hayır, siyasi konulara bakacak çok adam var. Eko­ nomide daha iyi işler yaparsın. Yine pazarlık durumum yoktu. Bana Abdi bey'in öner­ diği şartları isteksizce kabul etmek zorunda kaldım. Eko­ nomiyle uğraşmayı gerçekten hiç istemiyordum. Mesle­ ğim olmasına rağmen, en az ilgilendiğim konu ekonomiy­ di.. Ancak zaman, rahmetli Abdi bey'i haklı çıkardı.. Tam benim gazeteci olduğum günlerde, yani 1977 Şubat ayı­ nın başlarında, MC hükümeti ekonomik krize girdi.. Döviz darboğazı başlıyordu.. Döviz transferleri durdurulmuştu.. Biz bunları bir iki ay sonra haber alacak ve yazmaya baş­ layacaktık. Ekonomi, Türkiye'nin en güncel konusu olu­ yordu.. Kısa süre sonra, nereye el atsam bir maden bula­ caktım. Doğma büyüme Ankaralı olduğum için, edindiğim bütün çevreyi kullanarak ekonomi konusunda ilginç ha­ berler patlatacak ve gazetecilikte adımı duyurmaya başla­ yacaktım.. Kafası çalışan bir insan için, her şeyin haber konusu olduğunu da böylece öğrenecektim. Abdi bey'le anlaştık. On onbeş gün sonra işe başla­ yacağım. Ama hep korkuyorum.. Ya yapamazsam, ya beceremezsem? Bu benim için son fırsat. 35 yaşıma kadar Planlama dışında hiçbir işimi benimsememişim.. Ayrıca hiçbir iş yerimde sürekli kalamamışım.. Planlama, Maliye, Ticaret Bakanlığı ve Petkim'den sonra gazetecilik beşinci İşim oluyor. Özel yaşamımın tam tersine, iş yaşamımda İstikrar hiç olmamış. Başarılı olabilmek için hep Allah'a dua ediyorum.. «Allah'ım beni mahcup etme» diyorum. 67


6 Şubat günü Hacıbayram hazretlerinin türbesine gi­ dip dua ettim. 7 Şubat 1977 sabahı, besmele çekerek ve korkudan elim ayağım titreyerek Milliyet Ankara bürosu­ nun kapısından içeriye girdim. Artık gazeteciyim! O gü­ ne kadar bana karşı çok iyi olan Orhan Tokatlı beni asık bir suratla karşıladı ve «Git Örsan'ın odasında otur. Bun­ dan sonra orada oturacaksın» dedi.. Örsan'la ikimiz ay­ nı odada oturacağız. Orada küçük bir masa var. Gidip oturdum.. Hiç kimse beni orada çalışanlarla falan tanış­ tırmadı. Tek başıma kalakaldım. Biraz sonra koridora çı­ kıp, odalara tek tek girdim ve tanımadığım arkadaşlarla tanıştım. Bir kısmını ismen bile olsa tanıyorum ama arada tanımadıklarım da var.. Tam bir acemi çaylak durumun­ dayım! Hep aklımda, Mete Akyol'un bana bir süre önce bir arkadaşın bürosunda tanıştığımız zaman söyledikleri var: — Bak arkadaş, bu gazetecilik mesleğinde inşallah başarılı olursun. Ama şunu bil ki, anandan emdiğin sütü burnundan getireceklerdir. Her türlü puştlukla karşılaşa­ caksın. Seni kıskanacaklar, çekemeyecekler, her türlü nu­ marayı çevirecekler. Bunlara hazırlıklı ol ve sakın kafanı bozma. Bu meslekte yaşayacağın ve tanık olacağın puşt­ luk, hiçbir meslekte yoktur. Ben sana kıdemli bir gazeteci olarak söylüyorum. Bunları bil ve hazırlıklı ol.. Bir ara, daha önceden gıyaben tanıdığım, ancak hiç tanışmadığımız Nilüfer Yalçın odaya girdi. Bana soğuk bir «Hoşgeldiniz» dedikten sonra gözlerini kısarak yüzüme şöyle bir baktı ve bugün bile gözümün önünde fotoğraf gibi duran ifadesiyle sordu : — Kuzum siz burada ne iş yapacaksınız? — Ekonomik konulara bakacakmışım efendim.. — İyi.. Bize de bir yardımcı lâzımdı zaten.. Hiçbir şey söylemedim.. Neme lâzım? Daha ilk gün­ den kimseyle kötü olmayayım! Çevremde olup bitenleri kuşkuyla izliyorum. Acaba gazete nasıl bir iş yeri? Her şey çok mu sıkı? Bunlar beni perişan mı edecekler? Re­ zil mi olacağım? Bir hata yaparsam acaba affederler mi? Saat öğlen 12 oldu.. Tokatlı dışarıya çıkmış. Onun 68


yerine Orhan Duru bakıyor. Duru, koridorda bar bar ba­ ğırıyor : — Ulan bu ne rezalet be.. Foto muhabiri lâzım, hep­ si toz olmuş. Yemeğe çıkarken haber verin diye bin de­ fa rica ediyoruz, heriflerin umurunda bile değil.. Çabuk bulun bana bir foto muhabiri.. Bu olay beni biraz rahatlattı.. Demek ki burası da di­ ğer iş yerlerinden farksız. Burada da lâçkalık falan var. Çok memnun oldum!. Çünkü gazetecileri insanüstü kim­ seler olarak görüyor ve korkuyordum. Demek ki onlar da normal insanmış. Düzen, gazetelerde de aynıymış. Foto muhabiri Engin Cenkçi beni spor servisine gö­ türüp, oradaki arkadaşlarla tanıştırdı. Devrim Sağıroğlu, spor servisinin şefi.. Onunla da tanıştık.. Devrim bana «Hoşgeldin abiclğim, hayırlı olsun» deyince Engin «Ulan şimdi yüzüne karşı hoşgeldin diyorsun. Sabah arkasından küfrediyordun» deyiverdi.. Devrim çok bozuldu ve kıpkır­ mızı oldu. Aradan yarım saat geçmişti. Odamda oturuyordum.. Koridorda korkunç bir yaygara koptu.. Bağırış, çağırış, kı­ yamet.. Odadan dışarı fırladığımda Devrim birini dövüyor­ du.. Hep birlikte ayırdık.. Devrim sonra masaları, kapıları yumruklamaya başladı.. Daha sonraki dönemlerde Devrim'in hırslanarak kapıları tekmelediğini, telefonları kırdı­ ğını çok görecektim.. Neyse, Devrim biraz sonra sakinleşti.. Dövdüğü adam, Milliyet'in matbaa müdürü Mahmut'muş. Sonraları Devrim bana bu olayı defalarca hatırlatıp dedi ki «Abi, bu Engin Cenkçi o lâfı söyleyince sana o kadar mahcup olmuştum ki, hırsımı biraz sonra Mahmut'u döverek aldım».. Her seferinde de kahkahalarla gülerdik. Bazen de ben ona «Devrim, Mahmut'u nasıl dövdüğünü bir anlatsana» derdim, yine kahkahalarla anlatırdı. Ancak o günkü kavga sırasında gazetedeki ilk gününü yaşayan bendeniz «Ulan ben burada galiba tımarhanelik delilerin arasına düştüm» diye düşünmüştüm. Ama bir yandan da, ne yalan söyleyeyim sevinmiştim.. Çünkü adına «Gazete» denilen iş yerinin, diğerlerinden hiçbir farkı yoktu. Bura­ da da aynı türde insanlar görev yapıyordu. 69


Öğleden sonra Orhan Tokatlı beni odasına çağırdı. Halit Narin'in basın toplantısı varmış. Oraya gitmemi söy­ ledi.. «Abi, kendisine soru falan sorabilir miyim?)» dedim.. «İstediğin her şeyi sorabilirsin» dedi. Basın toplantısına gittim. Orada eski arkadaşım, gazeteci Şefik Kahramankaptan da vardı. Beni birkaç kişiyle «Yeni gazeteci arka­ daşımız Emin Çölaşan» diye tanıştırdı. Şefik'le yan yana oturduk. Halit Narin'e iki soru sordum, o da cevap verdi. Oh be, soru sormak ne zevkli şeymiş.. Hele şu acemilik dönemimi bir atlatayım, inşallah daha kimlere ne sorular sorarım ben.. Kendime güvenim yerine geldi.. Öyle ya, koskoca Halit Narin bile benim sorularıma cevap ver­ mişti. Hemen büroya geldim ve daktilo yazmasını bilmedi­ ğim için, Narin'in basın toplantısını el yazısıyla yazıp Tokatlı'ya götürdüm. Haber yazmasını bilmediğim için, saç­ ma sapan bir şey olmuş. Tokatlı haberi bir arkadaşa yaz­ dırdı. Eh, yavaş yavaş haber yazmasını da, elbette ki öğreneceğim. Bir ara yine Tokatlı'nın yanına girip «Abi, gerekirse bir bakanı, genel müdürü veya bir başkasını gazete adı­ na telefonla arayıp bilgi alabilir miyim?» diye sordum.. «Elbette kardeşim.. Sen artık gazeteci oldun. Kimi ister­ sen ararsın ve istediğin her şeyi sorarsın» dedi. Rahatla­ dım.. Demek ki üzerimde fazla bir kısıtlama olmayacak. Diğer gazeteciler ne yapıyorsa, ben de aynı şeyleri yapa­ bileceğim. Gazetecilikte ilk günümün akşamı, geç saatlerde iş­ ten çıktım. Eve doğru yürüyorum. Üzerimde bir kasıntılık havası var! İşte ben de artık gazeteci oldum. Sanki her­ kes benim gazeteci olduğumu biliyormuş gibi, sokaktaki insanların yüzlerine bakıp onlardan bir tepki bekliyorum. Yolda Cumhuriyet gazetesinin ekonomik konulara bakan muhabiri Yalçın Doğan'a rastladım. Yalçın'ı bana İçen ta­ nıştırmıştı. Petkim'de olup bitenleri Yalçın'a aktarırdım, o da gazetede haber olarak yazardı.. Yalçın Doğan bana «Herhangi bir konuda yardıma ihtiyacın olursa hiç çekin­ me. Bazı konuları bulmakta zorlanabilirsin. Mutlaka beni 70


ara» dedi. Yalçın'ın bu sözleri çok hoşuma gitti ve moral kazandım. Sonradan Milliyet gazetesi, yazdığım ve bana göre çok önemli olan bazı haberleri kullanmayınca, hemen Yalçın'ı arar ve konuyu ona iletirdim. Yalçın da haberi Cumhuriyet'te yazardı. Bana göre önemli olan, haberin kamuoyunda duyulmasıydı. Ben de gazeteye (İstanbul'a) telefon edip «Bakın siz benim haberimi kullanmadınız ama Cumhuriyet manşetten verdi aynı olayı. Eğer böyle gider­ se benim haber kaynaklarımı kurutursunuz. Bilginiz olsun» derdim. Böyle bazı durumlarda gazetenin kullanmadığı ha­ berleri başka gazeteci arkadaşlara da verdim ve onlar yazdılar. Bazı gazeteci arkadaşlar da, kendi gazetelerin­ de çıkaramadıkları bazı haberleri bana getirirler ve Mil­ liyette kullanırdık. Gazetelerimizle inatlaştığımız zaman­ larda böyle yapardık. Bu durumda her gazetecinin, gaze­ tesine söylediği sözler aynı olurdu : — Bakın, sizin kullanmadığınız haberi falanca gazete kullanmış. Ben burada boşu boşuna haber yazıyorum, son­ ra da haber kaynaklarıma rezil oluyorum. Bizim aramızda bazen böyle «Zorunlu bir haber alış­ verişi» olur!

***

Büroya ve gazetecilik mesleğine yavaş yavaş alışı­ yorum galiba.. İşimi çok sevmeye başladım. Kısa bir süre sonra gecelerimi, gündüzlerimi, tatil günlerimi bile gaze­ tecilik mesleğine vereceğimi ve amansız bir çalışma tem­ posuna gireceğimi henüz bilmiyorum ama, bu işi çok sev­ diğim kesin. Güzel ve renkli bir dünya.. Tam bana göre.. Ancak bazı tepkiler de görmeye başladım., örneğin Rafet Genç ve Aytekin Yıldız benimle hiç konuşmuyorlar. Acaba niçin? Ben onlara bir kötülük falan yapmadım ki.. Bir «Hoşgeldin» bile demediler. Birkaç kez konuşmak ve dostluk kurmak için yanlarına yaklaştım, kafalarını çe­ virdiler. Soru sordum, cevap vermediler. Bir gün büroda kumar masası kurulmuştu.. Rafet ütülünce benden borç istedi.. Tek konuşması bu oldu.. Ben de «Param yok» de71


yip vermedim. (Milliyet Ankara bürosunda bir ara kumar çok yaygındı.. Tokatlı dedektif gibi çaba harcayarak ku­ marbazları basmaya çalışır, ancak başaramazdı.. Çünkü o gelirken gözcüler haber verir ve kumar o dakikada sona ererdi!) Meslekte yerleşmeye başladıktan sonra, yeni gelen gazetecilere karşı bu gibi tavır koymaların, konuşmama eylemlerinin çok yaygın olduğunu gördüm. Her yeni gele­ ne birileri mutlaka tavır koyardı. Bunun iki nedeni vardı.. Birincisi, «Ya yeni gelen benden daha iyi çıkar da, bu durum benim aleyhime olursa» korkusuydu.. İkincisi ise paraydı.. Yeni gelen eskilerden daha fazla para alıyorsa, hatta onlarla eşit düzeyde bile alıyorsa, yine büyük tep­ ki görürdü.. Tabii para konusunda gösterilen tepkiler ba­ zen gerçekten haklı olurdu. Bir büroda yirmi yıllık bir ga­ zeteci diyelim ki 100 bin lira alırken, üç aylık bir muha­ bire de aynı para verilince, o kıdemli arkadaş - düzeyi ne olursa olsun - haklı olarak isyan ederdi. Yeni gelenlere gösterilen bu gibi tepkilerin sıkıntısını iyi bildiğim için her yeni gelen arkadaşa yakınlık ve ilgi göstermeyi meslek yaşamımda bir görev bildim. Hele genç arkadaşlara.. Onlara moral vermek, güç katmak ve bir şeyler öğretmek için elimden geleni yaptım. Uzun sohbet­ ler edip yol göstermeye çalıştım.. Araştırabilecekleri bazı konular önermeye çalıştım., Çünkü Milliyet'te işe başla­ dığım andan itibaren, ne yaptıysam kendi çabamla yap­ mıştım. Ne yol gösteren olmuştu, ne de bir şey öğretmek isteyen.. Sizi sonsuz bir denizin ortasına atıveriyorlar. Ora­ da canınızı kurtarabilirseniz ne iyi.. Yoksa geçmiş olsun! Ya mesleği bırakırsınız, ya da öylesine bir gazeteci olur­ sunuz. Evet sevgili okuyucum, artık gazeteci olmuştum. Ama bu serüvenin sonu hiç belli değil.. Tam iki ay, hiç ara vermeden çalıştım. Sonunda bitik duruma geldim ve Tokath'ya giderek bana bir izin günü vermesini rica ettim. İzin günüm Cumartesi oldu. Pazar günleri çalışacaktım. Ondan sonra sekizbuçuk yıl, Milliyet gazetesinde her Pa­ zar günü işe gittim. Herkes gezerken, evinde dinlenirken, 72


pikniğe giderken, ben işe gittim. Karım bir tek Pazar gü­ nü bile benimle birlikte olamadı. Pazar, onun yalnızlık günüydü. Ama bütün iyi konuları da Pazar günleri yakaladım.. Hafta arasında iş yerlerinde ulaşmanın mümkün olmadığı bakanlarla, üst düzeydeki devlet memurlarıyla Pazar gü­ nü evlerinden arayıp konuşur ve bilgi toplardım.. Onlar da tatil gününün rahatlığı içerisinde kesenin ağzını biraz açar­ lar ve daha rahat bilgi verirlerdi.. Maliye Bakanı Kaya Erdem'in «Bankere para yatıran vatandaş kumar oyna­ mıştır» sözleri gibi nice büyük ve önemli haberi Pazar günleri toplamışımdır. Ayda altı izin günümüz vardı. Ben her Cumartesi, ayrıca iki haftada bir Cuma günleri izinliydim. İzin gün­ lerimi kesinlikle kullanırdım. Sonraki yıllarda, özellikle ki­ tap yazmaya başladıktan sonra izin günü falan kalmadı. İki ay, bir tek gün bile ara vermeden çalıştığım dönem­ ler oldu. Düzenli izin kullandığım meslekteki ilk yıllarım­ da en büyük zevkim, pazara gitmekti. İçki falan içmediğim için, benim kafamı dinlendirme yöntemlerim biraz garip­ tir. Bulaşık yıkamak, ütü yapmak, evin alışverişini yapmak gibi... (Bu sözlerimle inşallah erkek okuyucularıma kötü örnek olmomışımdır!)

***

Odada sadece Örsan'la ikimiz varız. Örsan'ı sürekli izliyorum ve ondan bir şeyler öğrenmek istiyorum.. Orsan büyük gazeteci. Ona gelp.n gidenle de tanışıyorum. Gaze­ tecilikte yeni insanlar tanımak çok önemli. Orsan çok iyi bir insan.. Tanıdıkça daha çok seviyorum. Bazen yazıla­ rını bana okutup düzeltmemi istiyor. Söylediklerimi ve önerilerimi dikkate alıyor.. Bazen de bana «Şu işin üze­ rine git» diye yol gösteriyor. Aklım yatarsa, araştırmaya başlıyorum. Onu izlerken bir yandan da «Acaba günün birinde ben de Orsan gibi olabilir miyim?» diye düşün­ düğüm çok oluyor.. Çünkü Örsan'a okuyucu mektupları geliyor, telefonları durmadan çalıyor. Geleni gideni çok var.. Onu tatlı tatlı kıskanıyorum. 73


Burada gazeteci olduğum ilk günlerdeki bir olayı da anlatayım.. Foto muhabiri arkadaşım Engin Cenkçi, An­ kara Gazeteciler Cemiyeti başkanı Beyhan Cenkçi'nin kardeşiydi. Bir gün bana bu cemiyete üye olmak isteyip istemediğimi sordu. Ben de istediğimi söyledim.. Engin bir form getirdi, bunu doldurup kendisine verdim. Bizim form gitti ama, aradan geçen aylarda ve yıllarda beni oraya üye yapmadılar. Neden yapmadıklarını bir kez sor­ dum.. Efendim, o cemiyetin bir «Balotaj kurulu» varmış. Üyelik istekleri önce o kurulda değerlendirilip, uygun gö­ rülen kişiler üye yapılırmış. Ama ileride beni de inşallah üye yapacaklarmış. Bu konunun üzerinde o zaman pek durmamıştım. Ancak daha sonra uyandım. Beyhan Cenk­ çi benim bir talebim olmadığı halde bana form doldurtmuş ve sonra da üyeliğe kabul etmemişti. Ben işin yabancısı olduğum için, o günlerde aklıma böyle bir numara ola­ cağı doğrusu hiç gelmemişti. Sonraki yıllarda Beyhan Cenkçi'nin ve başında bulunduğu bu cemiyetin yapısını iyi öğrenecek ve bu kişiye, ömrü boyunca unutamayaca­ ğı bir şey de ben yapacaktım.. Bu hikayeyi de kitabımızın ilerideki bölümlerinde anlatacağım..

*** Gazetecilikte en önemli şey, özel haber yakalaya­ bilmek.. Yanı siz bir haber yazacaksınız ve bu haber er­ tesi gün sizin imzanızla sadece sizin gazetenizde çıka­ cak. Bütün diğer gazeteler haberi atlamış... Siz o gün herkesi atlattığınız için biraz kasılırken, bir sürü meslekdaşınız haberi atladığı için sizin yüzünüzden amirlerinden fırça yiyecek.. Ya da siz bir haberi atladığınız İçin kendi amirinizden fırça yiyeceksiniz. Gazeteciliğe başladığım günden itibaren bütün çev­ reme haber saldım ve ne duyarlarsa bana iletmelerini ri­ ca ettim. Yalçın Küçük, o günlerde TİP yanlılarının çıkar­ dığı Yürüyüş dergisinde çalışırdı. Gazetecilikte üçüncü gü­ nümdü.. Bana telefon açtı: — Emin, Merkez Bankası'nda Vural Günal adında bir 74


arkadaşım var. Üst düzeyde biridir. Elinde Libya ile olan ekonomik ilişkilerimiz konusunda önemli haberler var. Ben­ den selam söyle, sana onları versin.. Yazarsın gazetede! Hemen atlayıp, Vural bey'e gittim ve Yalçın abi'nin selamlarını söyledim. Ancak Vural Günal, bu konularda hiçbir bilgisi olmadığını söyleyince çok bozum oldum ve elim boş bir şekilde büroya döndüm. Hemen Yalçın Küçük'e telefon açtım : — Abi, Vural bey'e gittim ama hiçbir şey bilmediği­ ni söyledi. — Bilmesine çok şey biliyor da, sana söylemek iste­ memiştir. Neyse, üzme canını. Olur böyle şeyler gazeteci­ likte.. Daha çok yenisin. Böylece ilk «Atlatma haber» denemem olumsuz so­ nuçlanmıştı. Ama şansım ertesi gün döndü. Danıştay'dan bir arkadaşım aradı ve «Belki işine yarar» diyerek ilginç bir şey söyledi. Konya'da bir aile, ölünce gömülmek üze­ re bir türbe yaptırmış. Türbe, yine aynı aile tarafından yaptırılan bir caminin bahçesindeymiş. Ailenin bu türbe­ ye gömülmesi için, MC hükümeti gizli bir kararname çı­ karmış. Demokratik Partili Konya belediyesi de, bakanlar kurulunun bu kararnamesinin yasalara ve anayasaya ay­ kırı olduğu gerekçesiyle dava açmış. Danıştay, belediye­ yi haklı bularak kararnameyi iptal etmiş. Durumu hemen Tokatlı'ya bildirdim. Tokatlı, Abdi be­ yi aradı. Biraz sonra, yanıma bir de foto muhabiri ahp Konya'ya doğru yola çıktım. Camiyi ve bahçesindeki tür­ beyi resimledik. İlgili kişilerle konuştum... Bu haber gaze­ tenin birinci sayfasında iki gün üst üste, benim imzamla yer aldı. Hem de resmim çıktı... Son derece mutlu ol­ dum. Henüz bir haftalık gazeteciydim ama işte başarmış­ tım. Büyük moral kazandım ve gazeteci olmanın büyük zevkinin tadına, ilk kez o gün vardım. Bu olay bana şunu da göstermiş oldu... Demek ki gazetede yer alabilecek konuların kokusunu alma yetene­ ğine sahiptim. Bu olayı önemli bulmuştum ve yanılmamış­ tım... Çünkü Abdi bey de önemli bulmuş ve işin üzerine 75


hemen atlayıp, Konya'ya gitmemi söylemişti. Kendime gü­ venim yerine geldi. Böylesine olaylar, hele güzel olaylar, yepyeni bir mes­ leğe ilk adımını atmış bir insan için öyle önemli ki... Çok yeni bir gazeteci olmama rağmen, Abdi bey sık sık beni de aramaya başlamıştı. Benden birkaç ekonomik konuda araştırma yapmamı istedi. Bunlardan biri, doğu bloku ülkeleriyle ekonomik ilişkilerimiz konusuydu. Gün­ lerce araştırdım ve yazdım. Henüz daktilo yazmasını bil­ mediğim için, dışarıda para vererek daktilo ettirdim. Ab­ di bey herhalde beğenmedi ki, kullanmadı. (Daktilo yaz­ masını kısa süre sonra öğrendim. Artık el yazısı ile hiç­ bir şey yazamıyorum. Daktilo, yaşantımın bir parçası ol­ du). Abdi bey, aramaya devam ediyordu: — Emin, ben şu konuda şöyle bir şey yazıyorum. Sen bu işi izliyor musun? — Evet, izliyorum Abdi bey. Ama henüz bir şey çı­ karamadım. Bunu söylerken çoğu kez telefonda kızarıyordum... Çünkü izlemiyordum. Abdi bey'e yalan söylüyordum. Öyle bir konunun var olduğunu bile, ilk kez Abdi bey'den duy­ muş oluyordum. Açıkçası, «Benim hiç haberim yok efen­ dim» demekten korkuyordum. Rahmetli Abdi İpekçi'nin bir büyük tarafı da buydu. Örneğin ertesi günkü «Durum» yazısını dış politikayla ilgili yazacaksa, mutlaka telefonu açıp Nilüfer Yalçın'a danışırdı. Ekonomi yazacaksa bana sorardı. Oysa ben daha kaç günlük gazeteciydim ki?.. Ba­ zen de telefonda bana yazısını okurdu : — Ne dersin Emin, doğru mu yazmışım? — Çok iyi yazmışsınız Abdi bey. Belki şunu da ek­ leyebilirsiniz Benim söylediklerimi de bazen yazısına eklerdi. Bü­ yük gurur duyardım. Sonra gördüm ki, Abdi bey'in bu tu­ tumu, bütün muhabirleri konularını çok iyi izlemeye zorlu­ yor. Konunuzu çok iyi bileceksiniz ki, Abdi bey bir şey sorduğu zaman rezil olmayasınız. Abdi bey'in herkesi her dakika arama olasılığı vardı. 78


Onun için, hiç kimse bürodan kaçamazdı. Herkes yerinde oturup beklerdi. Çıkmak zorunda olan da, mutlaka bulu­ nacağı yerin telefonunu bırakıp giderdi. Gazetecilik yaşamımın ilk günlerinde tanıştığım en önemli kişi, Merkez Bankası başkanı Cafer Tayyar Sa­ dıklar oldu. Kendisinden randevu istemiştim. Bir gün ma­ kamına gittim, tanıştık. Dev gibi bir adamdı. Kendisine sorular sordum, hepsine yuvarlak cevaplar verdi. Hiç bil­ gi sızdırmayan bir devlet memuru tipiydi. Konuşurdu ama ağzından lâf alamazdınız. Sonra kendisinin yardımcılarıy­ la tanıştım ve onlardan çok iyi bilgiler sızdırdım. «Aman Sadıklar duymasın» deyip, bana her şeyi anlatırlardı. Sa­ dıklarla sonraki yıllarda çok iyi dost olduk. O dostluk ilişkilerimiz içerisinde bile, geçmişte yaşadığı ilginç olay­ ları anlatmaktan hep kaçındı. Ülkemizde ender bulunan namuslu insanlardan biri olan Cafer Tayyar Sadıklar, Baş­ bakan Demirel'in «Yetmiş sente muhtacız» dediği günle­ rin Merkez Bankası başkanıydı.

*** Aradan yaklaşık iki ay geçti. Artık gazeteciliği öğ­ rendiğimi zannediyordum. Oysa yıllar sonra görecektim ki, gazetecilik öğrenilmez. Her dakika, yeni bir şey yaşarsı­ nız ve yeni bir şey öğrenirsiniz... Ekonomi muhabirliği açısından durumu yavaş yavaş toparlamaya başlamıştım. Planlama, Maliye ve Ticaret Bakanlığındaki arkadaşlarım bana yetiyordu. Başkalarını da tanımaya başlamıştım. Telefon ettiğim, ya da yolda rastladığım bir arkadaşa birkaç soru sorunca mutlaka bir haber çıkarıyordum. Artık konumu iyi bilmeye başlamış­ tım. Abdi bey telefonda bir şey sorduğu zaman daha gü­ venle konuşabiliyordum. 1977 yılında Milliyet'in bir «Mizah Sayfası» vardı. Bu sayfayı, Refik Erduran yönetirdi. İş başında AP, MSP, MHP ve Güven Partisi'nden oluşan birinci Milliyetçi Cephe (MC) hükümeti vardı. Özelikle MSP ve MHP, devleti parsellemişti. Ülkede gerçek bir kara mizah yaşanıyordu. 77


Nereye el atsam, mizah malzemesi çıkıyordu. Ben de bunları mizah sayfasında imzalı olarak yazıyordum. Bir gün Refik Erduran telefonda «Emin bey, bu kadar malze­ meyi nereden buluyorsunuz?» diye sorunca, yine çok mut­ lu olmuştum. Demek ki, yaptığım iş beğeniliyordu. Orhan Tokatlı'nın da, ilk amirim olarak benden mem­ nun olduğunu seziyordum. Bana hiçbir görev vermiyordu... Çünkü kendisine her gün en az bir tane atlatma ekonomi haberi yazıp vermeye başlamıştım. Beni sağa sola göndermiyordu. Bir de şunu görmeye başlamıştım... Gazetede isminiz çıkmaya başladığı zaman, bazı konular size gel­ meye başlıyordu. İsminizi duyanlar ve yazdığınızı beğe­ nenler, size haber yağdırıyordu. Bu süreç içerisinde ilk kavgamı, gazetenin ekonomi sayfasını yöneten Ali Gevgilili ile yaptım. Sonraki yıllar­ da daha nice kavgalar yapacak ve hepsinden de alnımın akıyla çıkacaktım. Gevgilili benim sadece ekonomi sayfa­ sı için çalışmamı istiyor, mizah sayfasında ya da başka konularda çıkan yazılarıma bozuluyordu. Bir gün İstanbul'­ dan telefon etti: — Emin bey, siz bu gazeteye ekonomi muhabiri ola­ rak alındınız ve emeğinizi bu alanda kullanmak zorunda­ sınız. Lütfen başka konulara girip başka işlerle uğraşma­ yın. Sadece ekonomiyle ilgilenin... — Hayır Ali bey, ben istediğim konuda çalışırım. Kal­ dı ki ekonomi haberlerini de hiçbir zaman ihmal etmiyo­ rum. Boş zamanım kalırsa elbette ki başka ilginç konu­ lara da el atarım. Gevgilili bana sözünü geçiremedi. Ama gördüm ki, üzerimde birtakım baskılar başlamak üzere... Birileri, üze­ rimde denetim kurmak istiyor. Sonraki yıllarda basın dün­ yasında bunun nice örneklerini görecektim. Birçok yete­ nekli, pırıl pırıl gazeteci, birtakım kişilerin kompleksleri ve kıskançlıkları nedeniyle harcanıp gitmektedir. Çoğu arkadaşımız, belki de haklı olarak korktuğu için bu yapı­ lanların hesabını soramaz. Oysa ben her seferinde kendi kavgamı verirdim. En azından, bana yapılanın altında kal­ madığımı gösterirdim. Bu gibi harcamalar, Türk basınının 78


en büyük sorunlarından biridir ve gazeteciler arasında en çok konuşulan, dedikodusu yapılan konudur. Devrim Sağıroğlu, bunu şöyle anlatırdı: — Canım abiciğim, gazete yönetiminin gözünde he­ pimizin bir çizgisi vardır. Hepimize bir sınır çizmişlerdir. O çizgiyi bir adım bile geçmeye kalkışırsan, alarm zille­ ri hemen çalar ve seni tekme tokat çizginin gerisine yol­ larlar. Onun için, hepimiz haddimizi bilmek zorundayız. Oyunu bizim için belirlenmiş alanda oynamak durumunda­ yız... Devrim bunları söylerken iyice gerilir ve arada «Ah ulan ah orospu çocukları» diye bağırmaya başlayıp hepi­ mizi gülmekten yerlere yatırırdı.

***

Günlerden bir gün, bir arkadaşım bana ilginç bir şey söyledi. Et Balık Kurumu'nun Ankara yakınlarında bir ta­ vuk mezbahası varmış. Burada tavuklar otomatik makinalarda kesiliyormuş. Her üç saniyede, bir tavuk kesme kapasitesi varmış. Bu mezbahaya bir de imam vermişler. İmam, her tavuk kesilirken besmele çekiyormuş. Ancak her üç saniyede bir «Bismillahirrahmanirrahim» derken, dili dolaşmaya başlıyormuş... Çünkü bütün gün bu keli­ meyi, her tavuk için tekrarlamak zorundaymış... Önce bunu ciddiye almadım. Fakat aynı şeyi birkaç yerden daha duydum. Her üç saniyede bir besmele çeken ve bir süre sonra dili dolaşmaya başlayan imamla gidip röportaj yapmaya karar verdim... O günlerde devletin par­ sellenmesinde Et Balık Kurumu MSP'nin payına düştüğü için, bu iddia belki de doğru olabilirdi. Eğer doğruysa, ilginç bir konuydu.. Arabaya atlayıp Sincan'a, tavuk mezbahasına gittik. Bizi çok uygar bir yönetici karşıladı. Önce mezbahayı gez­ dik. Ben durumu çaktırmamak için imamı henüz sormu­ yorum. Foto muhabiri arkadaş resimlerini çekti ve işi bi­ tirdik. Sonunda ben yöneticiye sordum : — Efendim tavuklar kesilirker besmele çekilmiyor mu burada? 7?


— Yok efendim... Sabah makinalarımızı çalıştırırken ve iik tavuğun kesimi yapılırken besmele çekeriz elbette.. — Yani her tavuk için besmele çekmek gerekmez mi? — Aman beyefendi, günde binlerce tavuk kesiliyor burada. Hepsine ayrı ayrı besmele çekmekle baş edilir mi? Çok kötü... Umduğumu bulamamıştım. Ama bu konu­ yu bir kez kafama takmıştım ya... Gazeteye geldim. Sin­ can'daki tavuk mezbahasında MSP'li bir görevlinin kesi­ len her tavuk için üç saniyede bir «Bismillahirrahmanirrahim» dediğini, ancak bu hıza dayanamayıp bir süre son­ ra dilinin dolaşmaya başladığını falan ballandıra ballan­ dıra yazdım. Bu yazı, birkaç gün sonra bizim mizah say­ fasında çıktı. Fakat inanır mısınız, o gün büyük bir vicdan azabı çektim. Evet, ben yanlış bir iş yapmıştım. Gazetede bir yazım çıksın diye, o mezbahada görev yapan insanlarla haksız yere dalga geçmiştim. Son derece rahatsız oldum. O gece uykum kaçtı... Ve bu olay, benim gazetecilik ya­ şamımda bir dönüm noktası oldu. Karar verdim, bir daha ne olursa olsun yalan yazmayacaktım. O günden sonra, bu meslekte bir daha yalan yazma­ dım. İki aylık gazeteciydim, ilk ve son yalanımı o gün yaz­ mıştım. Oysa daha sonra bazı gazeteciler gibi ben de yalan yazıp yutturabilirdim. Kesinlikle yapmadım ve yapmama­ nın da çok büyük yararlarını gördüm.

*** 1977 yılının Mayıs ayı... Üç aylık gazeteciyim. Örsan'la aynı odada oturuyoruz. Birisi Örsan'a bir belge getirdi. Başbakan yardımcısı Necmettin Erbakan hocamızın kar­ deşi Akgün Erbakan, Denizli'de bir firmanın Sanayi Ba­ kanlığındaki işlerini çözümlemek için, o firmayla 500 bin lira karşılığında bir sözleşme imzalamış. 500 bin lira, 1977 yılında çok büyük para.. Sanayi Bakanlığı, MSP'ye bağlı.. Hoca efendinin kardeşi Akgün Erbakan, abisine bağlı ba­ kanlıkta para karşılığında iş bitiriyor. Firma yetkilisi, Ör80


san'a sözleşmeyi verdi. Örsan'ın her davranışından ders alıyorum. Orsan önce imzanın Akgün Erbokan'a ait olup olmadığı konusunu iyice araştırdı. Başka yerlerden, pa­ ra karşılığında bu adamın imza örneğini buldurdu.. Evet, sözleşmedeki imza, Akgün Erbakan'a aitti. Ben, bombayı patlatacak olan Örsan'ı gıptayla izliyoum. Bir yandan da, sözleşmeyi getiren firma yöneticisine çimden «Ulan be adam, insan onu bana getirmez mi?» iye söyleniyorum.. Abdi bey'in gazetecilik ilkelerine gö­ re, bu olayın yayınlanması için, Akgün Erbakan'ın görüşü­ nün de alınması şart. Erbakan'ın rehberde iş adresini bulduk. Orsan, kendisiyle gidip benim konuşmamı söyle­ di.. Bir ay sonra, Haziran 1977'de genel seçimler yapıla­ caktı. Ben de yanıma bir foto muhabiri alıp, Akgün Erba­ kan'ın bürosuna gittim : — Efendim yakında seçimler var. Biz siyasetçilerimiin yakınları arasında Milliyet olarak bir anket düzenledik, caba sizce seçimlerde en büyük parti kim olur? Yani kim iktidara gelir? — Efendim, MSP kazanır. En büyük MSP olur. — Çok teşekkür ederim efendim. Akgün Erbakan'la birlikte resimlerimiz çekildi. Ken­ disine konuyu ne olur ne olmaz diye bürosunda sormadım. Gazeteye gelir gelmez telefon ettim: — Sayın Erbakan, Denizli'de bir şirketten 500 bin li­ ra para almışsınız. Bu konuda imzaladığınız sözleşme eli­ mizde. Para karşılığında, bu şirketin MSP'ye bağlı Sanayi Bakanlığındaki işlerini çıkarıyormuşsunuz.. Doğru mu? Akgün Erbakan bir süre hık mık ettikten sonra, olayı doğrulamak zorunda kaldı... «Bunu yayınlayıp yayınlama­ mak sizin vicdanınıza kalmıştır» dedi. Vicdanımız, yayın­ lanmasını söylüyordu. Milliyet bu olayı ertesi gün Örsan'ın imzasıyla patattı. Ben de Erbakan'la yaptığım konuşmayı kendi imzama verdim. Ama birinci sayfada, benim Akgün Erbakan'la resmim yayınlanmıştı. Herkes resimden yanılgıya düşerek, bu haberi benim bulup ortaya çıkardığımı zannedip beni 81

F. : 6


kutladı. Ben de hiç bozuntuya vermedim... «Hayır, bu haberi Orsan buldu. Onu kutlayın» demedim.

***

Evet sevgili okuyucular, Türkiye'de 1977 yılının ilk ya­ rısını böylece yaşadık. Haziran ayında seçimler oldu, CHP azınlık hükümeti kuruldu, ancak Meclis'ten güvenoyu ala­ madığı için, bir ay işbaşında kaldıktan sonra düştü. Bu­ nun yerine yaz aylarında ikinci MC kuruldu. Bu kez ortak­ lar AP, MSP ve MHP. Yine Demirel başbakan... İkinci MC'de, birinci MC gibi zoraki nikahtı. Ortaklar birbirlerinin altını oymak ipin ellerinden geleni ardlarına koymazken, bir yandan devletin parsellenmesi, bir yan­ dan da komedi devam ediyordu. Terör ve anarşi, her ge­ çen gün artıyordu. Devlet ve hükümet yönetimi gerçek bir dram, komedi ve trajediye dönüşürken, ekonomi mahvol­ muştu. Döviz transferleri durmuştu. Ekonomi tıkanmıştı. Ekonomide olup bitenleri, her gün canavar gibi veriyordum. Ankara'da bu alanda rakibim olan iki kişi vardı. Biri Cum­ huriyetten Yalçın Doğan, diğeri ANKA Ajansı'ndan Uluç Gürkan.. Bazen onlar beni atlatırdı, bazen de ben onları.. Aramızda tatlı bir yarış vardı. Yalçın da, Uluç da, bilgili, kültürlü arkadaşlarımdı. İkisini de çok severdim. Ama yi­ ne de kendi kendime «Ulan şu Uiuç'la Yalçın olmasaydı, bütün haberleri ben yazardım ve malı tek başıma götü­ rürdüm» diye düşündüğüm olurdu. MC dönemi, gazetecilerin altın çağı idi. Nereye el atsak bir rezalet çıkardı. Belgeleriyle büyük yolsuzluklar yazmaya başladım. MHP'nin devlet dairelerinde nasıl ör­ gütlendiğini, katilleri nasıl iş başına getirdiğini kanıtla­ dım. Bir gün Maltepe'de. Kültür Bakanlığı Yayınevi'nin vit­ rinindeki kitaplara bakıyordum.. Bir de ne göreyim, vitrin­ de küçük boyda bir çocuk kitabı duruyor... Adı «Ülkücü Ali»... Hemen bir tane aldım. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti'nin koskoca Kültür Bakanlığı, çocukları bile ülkücü yap­ mak için roman yayınlamıştı. Durumdan hiç kimsenin ha­ beri yoktu. O gece evde kitabı okudum ve notlar aldım. 82


Çocuk romanında resmen ülkücülük propagandası yapı­ lıyordu. Bu kitabı bütün ayrıntılarıyla gazetede yazdım. Büyük gürültü koptu. 1978 yılı başında, dördüncü beş yıllık kalkınma planı yürürlüğe girecekti. MC hükümetinin koalisyon ortakların'an AP ve MSP, plan konusunda anlaşamadılar. DPT taafından hazırlanan planın «Kaybolduğunu» Planlama'dki arkadaşlardan öğrendim. Plan gerçekten kaybolmuşı. Nereye gittiğini hiç kimse bilmiyordu. Bunları yazaren bir yandan utanıyordum, bir yandan da gülüyordum. 1977 yılının Ekim ayında, iş iyice çıkmaza girmişti. Büyük bir IMF heyeti Ankara'ya gelip hükümetle görüş­ meler yapmaya başladı. Bizim heyettekilerden biri, benim yakın arkadaşım. O arkadaşla her gece buluştuk. Bana içerideki bütün konuşmaları anlatıyordu, ertesi gün de Milliyet'te her şey çıkıyordu. Bu durum tam on gün böy­ le devam etti. Diğer gazeteler bir tek satır yazamazken, ben her gün görüşmelerin gizli zabıtlarını yazıyordum. Abdi bey sevincinden uçuyor, hemen her gün beni kutlu­ yordu. Onbirinci gün (28 Ekim 1977) Milliyet'te bir haber da­ ha çıktı: «IMF görüşmelerine katılan Türk heyetinin sayı­ sı, konuşmaların her gün basına sızması nedeniyle azal­ tıldı»... IMF heyeti başkanı Woodward, bizim heyetin başka­ nı Hazine genel müdürü Sadullah Aygün'e durumdan ya­ kınmış ve önlem almasını istemiş. Aygün de, görüşmeleri sadece kendisi ve çok güvendiği bir adamıyla sürdürme­ ye karar vermiş. Bizim arkadaş da heyetten çıkarıldı.. Böy­ lece benim haberler de kesilmiş oldu. MC hükümetine çoğunluk karşı olduğu için, her kesim­ deki devlet memurlarından bana da haber yağıyor. En bü­ yük haber kaynağımız, memurlar. Bazen hangisinin peşi­ ne düşeceğimi şaşırıyorum. Ancak MSP'ye bağlı bazı ku­ ruluşlardan yeterince bilgi alamıyoruz. Bunun da kolayını buldum. Sanayi Bakanlığının matbaa ve teksir bölümün­ de çalışan birini ayarladım. Adama gazeteden her ay belli bir para veriyoruz. O da. Sanayi Bakanlığında ne ba83


sılırsa bana getiriyor. MSP'nin raporları, ağır sanayi ham­ lesi palavraları, önemli projeler ve diğer birtakım geliş­ meler anında bana geliyor ve ben bunları yazıyorum... Yeter ki bunlar Sanayi Bakanlığının matbaa ve teksir bö­ lümünden geçsin. Bizim kiralık teksirci gerçekten iyi ça­ lışıyor. Adam bir gün bana geldi — Abi, benim sana getirdiğim şeyleri hemen yazı­ yorsun. Oysa onlar daha ilgili kişilerin eline bile ulaş­ mamış. Herifler duruma uyandılar. Birkaç gün beklet de öyle yaz. Başımı belaya sokacaksın. Ondan sonra biraz bekletmeye başladım. 1978 yılı başında yürürlüğe girmesi beklenen dördün­ cü beş yıllık kalkınma planının kaybolduğu, Aralık ayında kesinleşti. Ben planın kaybolduğunu Milliyet'te birkaç kez yazmışım. Herkes planı arıyor, ancak bulamıyor. Plan resmen kayıp... Yani espri falan değil... 9 Aralık 1977 tarihli Milliyet'te kocaman bir kayıp ila­ nım yayınlandı. Benim imzamla yayınlanan dört tarafı ka­ lın siyah çerçeveli ilan şöyle :

—, K A Y I P Medarı

iftiharımız, umudumuz, kurtarıcımız, evladımız, salihatı nisvandan BEŞ YILLIK PLAN

hazırlandığı günden bu yana kayıptır. Akıbetin­ den endişe edilmektedir. Nerede olduğunu bilen veya duyanların, en kısa zamanda haber verme­ leri insaniyet namına rica olunur. Oğlum PLAN, kaybolduğun günden beri annen MC hasta ola­ rak yatağa düştü. Durumu çok ağır. Her tarafı felç oldu ve kıpırdayamaz duruma geldi. Bulun­ duğun yeri acele bildir ve ortaya çık. Emin Çölaşan. 84


Evet, plan kayıptı ve Türkiye 1978 yılına plansız gir­ di... Benim verdiğim bu ilon daha sonra Financial Times gazetesinin 28 Aralık 1977 tarihli nüshasında yayınlan­ mıştı.. Yine büyük gurur duymuştum.. Bu mutluluklar, be­ ni daha fazla çalışmaya itiyordu. 1977 yılının son günlerinde, ikinci MC hükümeti düş­ tü ve Ecevit'in onbirlerle kurduğu hükümet iş îsaşına geldi. 2 Ocak 1978 günü mizah sayfasında «ACI BİR KAYIP» başlığı ile yine kocaman bir ilanım yayınlandı : «İsparta eşrafından barajlar kralı Süleyman bey'in biricik umudu, büyük din adamı molla Necmeddin ile, barışçı insan karınca ezmez Türkeş bey'in velinimeti, Kayserili Turhan Feyzioğlu'nun eski eşi, hukuk devletinin yılmaz savunucusu, anayasanın, yasaların ve mahkeme kararlarının şaşmaz uygulayıcısı, yurdumuzu görülmemiş bir kalkınmaya kavuşturan, devletimizin itibarını yurt içinde ve yurt dışında sürekli yükselten, anarşiyi önleyip can güvenliğimizi sağlayan, mem­ leketteki bütün komandoları, hacıları ve hocaları üstün bir gayretle parsellediği devlet kapısında iş sahibi yapan, canımız, her şeyimiz, dünyada bir eşi daha bulunmayan ÜÇ BAŞLI HİLKAT GARİBESİ MC doğduğu günden bu yana çekmekte olduğu felç­ ten ve şuur kaybı sonucu girdiği derin komadan kurtulamamış ve vefat etmiştir. Bir daha da diri­ leceği sanilmamaktadır. Milletçe acımız sonsuz­ dur. Hepimizin başı sağolsun. Emin Çölaşan» Ne yalan söyleyeyim, bu ilan da büyük sükse yarat­ tı. Türk milleti bu MC hükümetlerinden öylesine bıkmıştı ki, yeni CHP hükümetinden sonra ülkede neredeyse bay­ ram vardı. Ancak bu hükümetin sonu da iyi gelmeyecek, Tuncay Mataracı, Hilmi İşgüzar gibi bakanları rüşvet al­ mak suçundan daha sonra Yüce Divan'da yargılanıp ce85


za alacaklardı. Oysa o günlerde bu hükümet bizim de umudumuzdu... «Artık bütün bakanları tanıyoruz. Bunlar bizim dostlarımız. Her bilgiyi onlardan alırız» diye düşünen be­ nim gibi saflar, yanıldığımızı çok kısa süre sonra anla­ dık. O bakanların çoğuyla ilişki kurmak mümkün değildi. Muhalefette iken her gün gazeteye bizim yanımıza gelen bu insanlar, bakan olduktan sonra öylesine değişmişlerdi ki... Telefonlarımıza bile çakmıyorlardı. Bu olaydan başlayarak ve daha sonraki gözlemlerim­ le de doğrulayarak, şunu söylemek istiyorum... Bir in­ sanla, makam sahibi olduğu sürece dostluk kurmak bel­ ki mümkündür ama çok zordur. Buna karşın, makamını şu veya bu şekilde bırakan insanlar, dost olmak için size gelirler. Yani bir insanla gerçekten dost olmak, onunla ilişki kurmak istiyorsanız, o insanın makamından ayrılma­ sını bekleyin. Genellikle göreceksiniz ki o asık yüzlü, ka­ sıntı insanın yerine güleç, sevecen, kendi kendini eleştirebilen biri gelmiş. Sanki aynı insan değil... O da sizin gibi sıradan bir kimse.. Belki makam sahipleri de haklı.. Onca işleri arasında birtakım ilişkilere zaman ayırmaları mümkün olmuyor. Hayatım boyunca hiçbir zaman makam sahibi olmadığım için bilemiyorum. Bu durumu bir gazeteci olarak nice başbakanlarla, bakanlarla ve üst düzeyde devlet memurlarıyla olan iliş­ kilerimde yaşadım. Askerler hariç... Askerlerle diyalog ve dostluk kurmak çok zor oluyor. Görevden ayrıldıktan son­ ra bile, askerler kendi kabukları içinde yaşamayı tercih ediyorlar. Çoğunlukla böyle.

***

Evet, 1978 yılında Ecevit hükümeti dönemini yaşıyo­ ruz. MC döneminde ülkemizi adeta iki ayrı kampa ayır­ mışlardı... «Milliyetçiler» ve milliyetçi olmayanlar. Başka bir deyişle, kendilerinden olanlar ve kendilerine karşı olan­ lar. Şeriatçılar .ırkçılar, vurguncular, karaborsacılar, ka­ çakçılar, hepsi de milliyetçiliğe soyunmuştu. Ecevit hü­ kümeti, MC hükümetlerinin devlette yaptığı büyük tahri-

86


batın çok küçük bir bölümünü giderebildi... Çünkü birlik­ te hükümet kurdukları onbir adet transfer bakanın her bi­ ri ayrı telden çalıyordu. Kaldı ki, CHP'li bakanlar da ken­ di aralarında kapışmışlardı. Ecevit, duruma bir türlü ha­ kim olamıyordu. Bir süre, MC döneminde yapılan yolsuzlukları belge­ leriyle yazmaya başladım. Örneğin koskoca Transtürk Hol­ ding, yurda çok büyük miktarlarda kaçak demir getirmiş ve bu iş için sahte belgeler düzenlemişti. O günlerde Sa­ nayi Bakanlığı müsteşar yardımcısı da, çember sakallı bir hacıydı... Adı, Temel Karamollaoğlu... Bu adamı Turgut Özal Planlama'ya almıştı. Bu adam beni ve Milliyet'in yazı İşleri müdürü Hasan Pulur'u mahkemeye verdi. Hasan abi tatlı, şirin, esprili bir basın ustasıdır. Bü­ yük saygı duyduğum bir insandır. Ancak Hasan abi, yol­ suzluk haberlerinde falan biraz çekingen davranır, gaze­ tenin başına bir iş gelmesinden korkardı. Mahkememiz Ankara'da görülecekti. Hasan abi gün­ ler öncesinden bana savunmamızı ve mahkemede neler söyleyeceğimizi teleksle bildirmeye başladı. Ben gazeteci olarak ilk kez yargılanacaktım. Duruşma günü geldi. Hasan abi'nin heyecanı son aşamada. Ben kendi kendime «Yahu Hasan abi bugüne kadar gazeteci olarak yüzlerce defa yargılanmıştır. Aca­ ba niçin bu kadar heyecanlanıyor?» diye soruyorum. Tam duruşmaya gireceğiz, Hasan abi «Emin burada tuvalet ne­ rede? Hemen tuvalete girmek zorundayım» demez mi?.. Haydiii, biz adliyede tuvalet aramaya başladık. Bir yan­ da da mübaşir mahkeme kapısında isimlerimizi bağırıyor. Ben mübaşire Hasan abi'nin tuvalete gittiğini, beş dakika beklemesini söyledim. O da hakime durumu bildirdi. Ha­ kim gülmeye başladı. Biraz sonra Hasan abi pantolon ke­ merini bağlaya bağlaya, nefes nefese geldi... Sonuçta beraat ettik. Yazdıklarım doğruydu. Bu olaydan sonra, yazdığım yazılardan dolayı aley­ himde birçok dava açıldı. Birçok kez savcılıklarda ifade verdim, mahkemelere çıktım. Ama çok şükür, hiçbir mah­ kûmiyet almadım. Beni en çok dava edemin, savcılıklara

87


en çok şikayet edenin. Alpaslan Türkeş olduğunu da bu­ rada belirteyim.

***

Her yıl olduğu gibi, 1978 Ocak ayında da Meclis'e sunulmak üzere bütçe tasarısı hazırlanmıştı. Kendi ken­ dime «Şunu açıp, içindeki bölümlere bir göz atayım. Bel­ ki yazacak bir şey çıkar» dedim... Bütçenin «Ç» cetveli dikkatimi çekti. Bu cetvelde, vatana hizmet tertibinden ödenen maaşlar vardı. İncelemeye başladım. İçerisinde özellikle Kurtuluş Savaşı günlerinde vatana üstün hizmet etmiş kahramanlar ve bunların yardıma muhtaç yakınları var. Büyükbabam Refik Şevket İnce de Kurtuluş Savaşı'­ nın sivil kahramanlarından olduğu için, o döneme karşı özel bir ilgim vardır. «Ç» cetvelinde zamanında vatan için çalışan ve ha­ len hayatta oldukları için devletten maaş alan 297 kahra­ man ve onların yakınlarının acı kaderini gördüm. Devlet bu 297 kişiden 262'sine 200 (İkiyüz) liradan daha az bir maaş veriyor. Geri kalanların eline ise, 300 lira dolayla­ rında bir şey geçiyor. Yani devlet bunları unutmuş, sürün­ meye terketmiş. Hemen oturup bu konuyu yazdım ve yazı­ mı şöyle bitirdim : «Bu insanlar ayda ellerine geçen 87 lira 50 kuruşlar­ la, 58 lira 33 kuruşlarla, 43 lira 75 kuruşlarla ne yapacak­ lardır? Vatan hizmeti parasıyla bir kilo beyaz peynir bile alamayanları kim düşünecektir? Onlar vatan için çalışan­ ların, ölenlerin kendileri, dul eşleri, ya da evlatlarıdır. Te­ vekkülle beklerler. Sesleri bile çıkmaz. Aydan aya gidip paralarını alırlar. Sonra da, vatana hizmetin bedeli olarak, bu parayı bozdura bozdura harcarlar». Gazete de bu yazıyı çok iyi kullandı. O gün İstan­ bul'a gitmiştim. İstanbul Milliyet'teki arkadaşların çoğu­ nu hiç tanımıyordum. Sabah yazıişleri salonuna girdiğim­ de zayıf, uzun boylu bir hanım gelip boynuma sarıldı ve elindeki gazeteyi sallayarak «İşte gazetecilik budur. Se­ ni kutluyorum arkadaşım» diye iki yanağımdan öptü. Cok sevindim. Bu arkadaşın adının Okşan Atasoy olduğunu daha sonra öğrendim.

88


Birkaç gün sonra, benim yazım üzerine TBMM'de bu konu görüşüldü ve vatana hizmet aylıkları büyük ölçüde arttırıldı. Aradan bir hafta geçmişti, gazeteye iki yaşlı ge­ lip benim ellerimi öpmek istediler.. İkisi de ağlıyordu. Ma­ aşları artınca öylesine mutlu olmuşlardı ki... Orada göz­ lerim doldu. Kendi kendime bir kez daha «İşte gazetecili­ ğin güzel yönü.. Şu insanların duasını almak ne güzel şey» diye düşündüm. Onların ellerini öptüm, uğurladım. O gün bir kez daha anladım ki, bir gazeteci kalemi­ ni iyi yolda kullanırsa, namusundan, haysiyetinden ve ki­ şiliğinden ödün vermezse, kahraman olur. Bu en güzel şey­ dir.. Oysa bir gazeteci kalemini kişisel çıkar hesaplarıyla kullanırsa, kısa sürede köşeyi dönebilir. Buna karşın say­ gınlığı mutlaka sıfıra iner. Gazetecilik yaşantımda şeref­ li, haysiyetli nice meslekdaşımı gördüm. Ama ne yazık ki, aynı çatı altında tüccar gazeteciler, vıcık vıcık yağ çe­ kenler, büyüklerimizin kıçını yalayanlar, lüks bir lokanta­ da bir akşam yemeği uğruna yazı ve haber yazanlar da vardı. Keşke mümkün olsa da, bunların isimlerini burada tek tek sayabilsem! Vatana hizmet aylıklarıyla ilgili yazım 31 Ocak 1978 günü yayınlanmıştı. 5 Şubat günü, rahmetli ustamız Hal­ dun Taner, sütununda bu konuya değinerek benden söz ediyordu. Yine çok mutlu oldum. İlk kez adım bir köşe yazarının sütununda geçmişti.

*** 1977 başından beri iyice açmaza giren Türk ekono­ misi, 1978 yılında da giderek bozuluyordu. Karaborsa baş­ lamıştı. Döviz yoktu. İthalat kesilmişti. İşler IMF ve Dün­ ya Bankası'nın güdümüne doğru iyice gitmeye başlamıştı. Nisan ayında Dünya Bankası başkanı Mc Namara, Türk hükümeti yetkilileriyle görüşmek için Ankara'ya geldi. Mc Namara, Başbakan Bülent Ecevit'le başbakanlık konutun­ da basına açıklama yapacaktı. Milliyet'in babadan kalma, çanta gibi tuhaf bir teybi vardı. O güne kadar bu teybi hiç kullanmamıştım.. Çünkü büro dışına fazla çıkmıyordum.. Normal basın toplantılarını izlemiyordum. Teybi kul89


lanmayı arkadaşlardan öğrendim ve başbakanlık konu­ tuna gittim. Mc Namara ve Ecevit koltuklara oturmuşlar. Yanlarında kurmayları.. Bütün basın ve TRT orada. Mc Na­ mara konuşmaya başladı. Ben de teybin ses alma düğme­ sine bastım. Fakat o da ne? Bizim teypten korkunç bir arabesk müzik yükselmez mi? Orhan Gencebay söylü­ yor... Mc Namara sustu ve bana döndü. Ecevit'le göz göze geldik. O da ters ters bakıyor. Elim ayağım karıştı. Bir şeyler yaptım, müzik durmadı. Kıpkırmızı olduğumu hissediyorum. Yanımdan birtakım eller teybe doğru ham­ le edip kapadılar. Bizim arabesk müzik durunca Mc Na­ mara konuşmasına devam etti. Ben de korkudan, teybin düğmesine bir daha basamadım. Gazeteye dönünce du­ rumu Tokatlı'ya anlattım. O da güldü... Sonra başka ga­ zetelerdeki arkadaşlara telefon açıp, konuşmaların met­ nini onlardan aldım ve haberi yazdım. Bir gün Abdi bey Ankara'ya gelmişti. Maliye Bakanı Ziya Müezzinoğlu bir yerde konuşma yapacakmış. Abdi bey bana «O toplantıyı gidip sen izle» dedi. Konuşmanın yapılacağı yere gittim. Kapıda Müezzinoğlu'nun yapacağı konuşmanın yazılı metnini dağıtıyorlardı. O metni aldım ve içeriye bile girmeden büroya dönüp haberi yazdım. Aradan iki saat geçmişti. Abdi bey beni çağırdı i — Emin, sen orada kalıp toplantıyı sonuna kadar izledin mi? — Hayır efendim, konuşma metni olduğu için, geç kalmayayım diye alıp geldim. — Bak sana bir şey söyleyeyim.. Bir görev aldığın zaman, o görevi tam olarak yerine getir. Toplantıda olay çıkmış, sert tartışmalar olmuş. Bunu ajanslar geçti. Bir daha böyle bir şey yapma... Abdi bey'in bu sözleri kulağıma küpe oldu. Birkaç gün önce de oda arkadaşım Orsan Öymen. kendisine yan­ lış bilgi aktaran birini azarlarken «Gazetecilik ciddi iştir» diye bağırmıştı. Abdi bey'in bu uyarısı, Örsan'ın birkaç gün önceki sözlerini bana hatırlattı. Evet, gazetecilik ciddi bir işti. İşi her zaman ciddi tutmak şarttı. Bunu bir kez daha anlamıştım. 9C


Ancak kısa bir süre sonra yaşadığım bir olay, bu ko­ nuda kafamda bazı kuşkular yaratacaktı. Acaba gazete­ cilik her zaman çok mu ciddi götürülüyordu? Şimdi anla­ tacağım bu konuyla ilgili olarak, İstanbul'da Milliyet'in üst düzeyinde neler olup bittiğini bugün bile bilemiyorum. Bu olayı size isim vermeden anlatacağım... Çünkü olayı­ mızda adı geçen kişi ve kuruluş, ülkemizin çok tanınan isimleridir. Anlatacağım bu olayı inkar ederlerse, doğru olduğunu kanıtlayamam. Büyük bir holding, yaptığı çok büyük bir yatırım için bir devlet bankasından 1970'li yılların parasıyla milyarlar­ ca lira kredi almıştı. Ancak yatırım bir türlü bitmiyor, bu kredileri veren devlet bankası da, bu yüzden batma aşa­ masına geliyordu. Holdingin ünlü patronu ise devlet ban­ kasına şantaj yapıyordu : — Ya yeniden iki milyar verirsiniz ve bu işi bitiririz, ya da yatırım böyle yarım kalır. Yarım kalırsa size bir kuruş borç ödeyemeyiz. Biz batarız ama siz de batarsı­ nız. Banka bu durumda yeniden kredi veriyor, ancak hol­ dingin istekleri bir türlü bitmiyordu. Bankanın batma nok­ tasına geldiğini öğrenmiştim. Bu ilişkiyi en iyi bilen ban­ ka yetkilisine gittim. Adam her şeyi biliyor, ancak konuş­ muyordu. Ona şöyle dedim : — Bu işin içindeki bütün numaraları biliyorum. İşte bazı belgeler... Siz bana istediğim bilgileri verseniz de, vermeseniz de ben bunu yazacağım. Eğer bana yardımcı olursanız, yazıda sizden söz etmem. Aksi halde sizin hak­ kınızda da bazı bildiklerimi yazarım. Bütün bilgileri aldım ve elimde çok büyük bir yolsuz­ luk haberi olduğunu İstanbul'a bildirdim. Abdi bey'den ha­ ber geldi : — Holding sahibini bul ve onun da görüşlerini al.. Bu, Abdi bey'in klasik isteği idi.. Haberin bütün un­ surları tamam olmalıydı. Holding sahibinden randevu alıp, bürosuna gittim. Elimde bütün belgelerin olduğunu, du­ rumu yakında yazacağımı bildirdim.. «Sizin bu konudaki sözlerinizi de aynen yazarım» dedim. 91


Adam bana tam üç saat traş attı. Hava karardı.. Ar­ tık kalkmak üzereyim. Bir ara patron dışarı çıktı ve tek­ rar geldi. İki dakika sonra da, artist gibi güzel bir sekre­ ter, patronun önüne bir imza kartonu getirdi.. Hani devlet dairelerinde falan içine imzalanacak evrakların konuldu­ ğu kalın defter gibi bir şey vardır ya.. Patron birazdan onu açtı.. Karşı karşıya oturuyoruz.. Defterin içinde deste des­ te paralar duruyor. Adamla konuşurken gözüm hep paralara takılıyor.. Patronun her an «Al bu paraları ve bu işi unut» demesini bekliyorum. Paralar önümde duruyor. Tuhaf bir şey.. Ka­ lın imza kartonunun içinde deste deste paralar.. Fakat patron böyle bir teklifte bulunmuyor. Biraz sonra izin istedim ve ayağa kalktım. Kesinlikle biliyorum ki, en ufak bir belirti göstersem, o paraları alıp gideceğim.. Patron da ayağa kalktı.. «Yahu bu bizim bi­ radere para yetiştiremiyoruz vallahi.. Daha iki gün önce 500 bin lira verdim, hepsini harcamış. Şimdi herife yine tomarla para vereceğiz» dedi ve desteleri tek tek ceple­ rine yerleştirmeye başladı. Kapının önünde de elimi tuttu : — Bak arkadaşım, sen görevini yapıyorsun ve haklı­ sın. Ama ben şimdi anladım ki, biz basınla sosyal ilişki­ lerimizi zayıf tutmuşuz. Senin bana gelmen, bana çok büyük bir ders verdi. Bundan sonra demek ki, basınla iyi ilişkiler kurmak zorundayız.. Ben adamın ne demek istediğini anlamadım. Vedalaştık. Eve gelince durumu karıma anlattım, o da şaşırdı.. Eğer patrona bir göz kırpsaydım, o anda zengin olmuştuk. Ertesi gün oturup haberi bütün ayrıntılarıyla yazdım. Büyük bir yolsuzluk olayını belgeleriyle açıklıyoruz.. Ara­ dan iki gün geçti, bizim haber yok. Üç gün geçti, yok. Bir hafta geçti, yok.. İstanbul'a sordum, «Çok uzun yazmış­ sın, gazetede yer olursa kullanacağız» dediler.. «Peki o halde kısaltayım» dedim ve yeniden yazdım. Tam o kısal­ tılmış haberi geçeceğim gün bir de baktım ki, gazetede o holdingin yarım sayfalık bir ilanı.. O günlerde ekonomi durgun olduğu için, gazeteler ilansızlıktan kıvranıyor.. Ben 92


yine uyanmadım ve kısaltılmış haberi geçtim. Bir gün son­ ra, bu kez aynı holdingin tam sayfa bir ilanı.. Gazetede ilanlar çıktı, ancak benim yolsuzluk haberi çıkmadı. Olayı, çok güvendiğim bir gazeteci ağabeyime anlattım.. «Bazı şeyler hepimizi maalesef aşar. Hiçbir şey yapamazsın» dedi.. Galiba doğruydu. Böyle bazı durum­ lara, sonraki yıllarda da tanık olacaktım. Holding patronunun «Biz basınla sosyal ilişkilerimizi biraz zayıf tutmuşuz» sözüyle neyi söylemek istediğini an­ lar gibi olmuştum. Ama yine de şunu söylüyorum... Bu olayın içyüzünü bugün bile bilmiyorum. Bir şeyler oldu da, acaba ne oldu?

* **

1978 Eylül ayında, yurt dışına yapılacak bir NATO gezisi için Amerikan elçiliğinden davet aidim. Herhalde Amerika'da bir «Genel af» çıkmış olmalıydı ki, bana yedi yıl önce vize vermeyen Amerikan yetkilileri, şimdi beni bir yurt dışı geziye davet ediyorlardı. Hem de bu gezide koskoca bir askeri tesis, John Kennedy uçak gemisi ge­ zilecek, NATO karargahları ziyaret edilecekti. Orhan Tokatlı'ya gidip bir hafta izin istedim.. Suratı­ nı astı ve «Hayır» dedi. Ben de çok bozuldum ve hayatım­ da hiç yapmadığım bir şeyi yaptım. Abdi bey'e telefon açıp Tokatlı'yı şikayet ettim : — Abdi bey, ben bu geziye gitmeyi çok istiyorum ama Tokatlı izin vermiyor. Niçin vermediğini de bilmiyo­ rum. Böyle kafadan davranışlarda bulunuyor. — Senin yıllık izninden kullanmadığın günler var mı? — Var efendim. — Peki, geziye gideceksin. İznini al ve git.. Abdi bey gibi büyük bir insan, benim küçücük soru­ numla ilgilenmiş ve çözmüştü. Kendi kendime bir kez da­ ha «Helâl olsun Abdi bey» dedim. Gezi dönüşünde de Or­ han Tokatlı'ya bir karton Amerikan sigarası getirip gön­ lünü aldım. Böylece biraz yağcılık yapmış oldum. Ondan sonraki yıllarda da Tokatlı ile aramızda nice kavgalar olacak, ama bir süre sonra barışacaktık. Orhan abi kin

93


tutmazdı. Ben de tutmazdım. Bir süre küser, birbirimizin suratına bakmaz, ama sonra barışırdık... Kendisinin be­ ğendiğim çok iyi bir huyu vardı. Benim amirim olduğu hal­ de, kızdığı zaman İstanbul'a falan şikayet etmezdi. Gammazcılığı yoktu. Sonraları, gazete içerisinde bu gammazcılık durumlarını da yaşayacaktık. Bunları da ilerideki bö­ lümlerde anlatacağım.

***

1978 yılında ülkede anarşi ve terör olanca hızıyla de­ vam ediyordu. Ekonomik konulardan arta kalan zamanım dışında, kafamı bu yönde çalıştırmaya başladım. Bir psi­ kolog arkadaşım, terör olayları nedeniyle birçok gencin ruhsal sağlığının bozulduğunu ve hastahanelerin psikiyat­ ri kliniklerine başvuruların büyük ölçüde artmış olduğunu söylemişti. Oturup bu konuda bir araştırma yaptım. Psikiyatristlerle. psikologlarla, onlara başvuran hastalarla ko­ nuştum. Gerçekten de, Türk toplumu ruh sağlığını giderek yitiriyordu. Sonuç bu çıktı. Bu oluşumda, anarşi ve terö­ rün rolü çok büyüktü... Bu diziyi Eylül ayında «Şiddet Olay­ larının Ruhsal Kurbanları» başlığı ile yayınladık. Büyük ilgi yarattı. Yine o günlerde, cezaevlerine girip oradaki sağcı ve solcu tutuklularla görüşmeyi düşündüm. Adalet Bakanı Mehmet Çan'a durumu anlattım. Mehmet Can büyük ilgi gösterdi ve bunların elebaşlarının bulunduğu Ankara ce­ zaevinde röportaj yapmama izin verdi. Resim çekmek için de ayrıca izin aldım. Ankara cezaevine gidip gelmeye başladım. Cezaevini ülkücü ve devrimci mahkûmların yönettiğini, devletin var olmadığını daha ilk gün gördüm. Bir ara koskoca devle­ tin savcısı yanıma gelip «Emin bey sizden çok önemli bir ricamız olacak. Lütfen koğuşlardaki Alpaslan Türkeş, Mao, Lenin gibi resimleri foto muhabiriniz çekmesin. Eğer çekilmişse, bunları gazetede kullanmayın» dedi. Savcı bu durumdaydı. Bütün koğuşlar afişlerle, pankartlarla do­ luydu. Devlet bunları indiremiyordu. İçeride sağcı ve solcu çocuklarla tanıştık. Aralarında 94


katiller, gaspçılar, silah bulunduranlar ve her türlü suç­ tan yatanlar vardı. İki kesimle de ayrı ayrı ve uzun uzun konuşmalar yaptım. Doğrusunu söyleyeyim, dışarıda tanısam bu çocukların hiçbirinin bu suçları işleyeceklerine inanmazdım. Hepsi de tertemiz, pırıl pırıl insanlardı. Beni koğuşlarında ağırlamak için ellerinden gelen her şeyi yap­ tılar. Örneğin bir Necdet Adalı vardı. Bu şirin, sarı saçlı, temiz yüzlü çocuğu hiç unutamıyorum. Kurtuluş grubu­ nun lideri olan Necdet, 12 Eylül sonrasında idam edildi. Allah rahmet eylesin. Bu araştırmayı hazırlarken iki tarafa da ilginç soru­ lar sordum. Bütün söylediklerini teybe aldım. Onlar da içtenlikle anlattılar. Ama bütün ısrarlarıma rağmen, ülkü­ cü ve devrimci kesimi benim yanımda bir araya getire­ medim. Bu yazı dizisi Aralık 1978'de yayınlandı ve çok bü­ yük ilgi uyandırdı. Abdi bey beni tebrik etti, teşekkürleri­ ni iletti. Hazır cezaevine girme izni almışken, orada yatan sağ­ cı ve solcu gençlere bir de anket uygulamayı düşündüm. Acaba bu insanlar kimdi? Kökenleri ne idi? Aileleri na­ sıldı? Çoğu kırsal kesimden mi, yoksa kentlerin yoksul kesimlerinden mi geliyordu? Gelir düzeyleri ne idi? Kaç kardeşleri vardı? Babalarının mesleği ne idi? Eğitim dü­ zeyleri nasıldı? Anket düzenleme konusunu hiç bilmiyordum. Ayrıca, böyle bir ankette ne gibi sorular sorulması konusunda da. mutlaka birilerinden fikir almak zorundaydım. Aksi halde yaptığım iş yanlış "ve eksik kalabilirdi. Bu gibi konularda çok bilgili olan, kafasına çok güvendiğim arkadaşım İçen Börtücene'ye danıştım. İçen bir miktar katkıda bulundu, ancak konuyu bir kez de SBF'de asistan olan Doğu Ergil'le konuşmamı istedi. Doğu Ergil'in evine gittim. Büyük yakınlık gösterdi. Kendisi de bu konularla ilgileniyormuş, hatta terörle ilgili bir kitap yazmayı düşünüyormuş. Birlikte, anket sorula­ rını saptadık. Bana bir öneride bulundu : — Bu anketleri ben SBF'de teksire bastırırım. Sen bunları cezaevindekilere doldurttuktan sonra yine bana 95


getir. Hem düzenlemesini yaparım, hem de ODTÜ'nün bil­ gisayarına verip sonuçları alırım. SBF asistanı Doğu Ergil'in bu yakın ilgisinden çok memnun kalmıştım. Gerçekten de anket formlarını fakül­ tesinde bastırıp bana getirdi. Ben de bunları cezaevine götürüp hem sağ kesimin, hem de sol kesimin liderlerine verdim. Onlar da, koğuşlardaki arkadaşlarına dağıttılar. Anketin doldurulması en çok beş dakika sürüyordu. Böy­ lece iki kesimden de anketleri topladım. Yaklaşık ikiyüz kişi cevap vermişti. Türkiye'de terör ve anarşi olaylarına katılmış gençler arasında ilk kez böyle bir çalışma yapı­ lıyordu. İnşallah ortaya güzel bir gazetecilik ürünü çıka­ racaktım. Anketlerin tümünü Doğu Ergil'e verdim. Doğu bunla­ rı ODTÜ bilgisayarına sokacak ve sonuçları alacaktı.. Ara­ dan birkaç gün geçti, ses çıkmadı.. Bir hafta geçti, Doğu'dan yine ses yok.. Bir gün gazeteye geldi : — Benim paramı verirseniz, anket sonuçlarını hemen getiririm. — Ne parası kardeşim? — Ben bunları değerlendirmek için üç tane öğrenci çalıştırdım. Bunlar beş gün çalıştılar. Bunların ücreti şu kadar eder.. Ayrıca ODTÜ bilgisayarını kullanmak için şu kadar para verdim.. (Söylediği rakamları şimdi hatırlamı­ yorum. EÇ). — Peki daha önce sen bana böyle bir para isteğin olduğundan söz ettin mi? — Etmedim ama zorunlu masraflar çıktı. — O halde hem çalıştırdığın öğrencilerden, hem de ODTÜ'den bize makbuz getir, paranı verelim... Aradan bir iki hafta daha geçti, makbuzlar bir türlü gelmedi.. Bir gün ODTÜ bilgisayar bölümüne telefon ettim ve Doğu Ergil'den para alıp almadıklarını sordum.. Alma­ mışlar.. «Zaten alsak, makbuz vermiş oluruz. Onun yap­ tığı iş, bizim bilgisayarımızın iki dakikasını aldı. Ne pararası alalım?» dediler. Durumu Doğu Ergil'e aktardım. Bu kez de, programcıya açıktan para verdiğini söyledi.. Bi­ zim anketler kendisinde.. Parayı almadan vermiyor. Du-

96


rumu Orhan Tokatlı'ya anlattım. Bir miktar para vermeye razı olduk.. Bu kez Doğu Ergil'le oturup pazarlık ettim. Söylediği harcamaların yarısını kırptı ama yine de gaze­ teden yüklü bir para aldı. Sonunda bizim anketleri de verdi. Bilim adamlığı ile tüccarlık doğrusu pek bağdaş­ mıyordu! O para Doğu Ergil'e ödenirken, sanki ben ce­ bime atıyormuşum gibi utanç duydum. Bu yazı dizisi de yayınlandı ve büyük ilgi uyandırdı. Demin de söylediğim gibi, anarşik olaylara karışan genç­ lerle ilgili olarak, ilk kez böyle bir araştırma yapılıyordu. Doğal olarak basit bir araştırmaydı.. Bir gazeteci tarafın­ dan yapılmıştı. Ama kamuoyuna bir fikir veriyordu. Türkiye anarşi ve terörden yıllarca kan kustu. Ne ya­ zık ki bilim adamlarımız ve üniversitelerimiz bu konuda (benim bildiğim kadarıyla) bir tek ciddi araştırma yapma­ dılar. Onların yapması gereken bir işi, kendi çapımda bi­ le olsa .bir gazeteci olarak ben yapmaya kalkışıyordum. Ülkemiz adına acı bir gerçektir. Bu araştırma Milliyet'te yayınlandı. Aradan aylar geç­ ti ve Doğu Ergil bir kitap çıkardı. Adı «Türkiye'de Terör ve Şiddet». Bu kitabında benim Milliyet'te aylar önce yayınlanan araştırmamı almış ve bunu sanki kendisi yapmış gibi kul­ lanmıştı. Kitabın bir yerinde de küçücük bir dip not yaza­ rak bana teşekkür etmişti. Artık dayanamadım ve bu adamı SBF dekanlığına yazılı olarak şikayet ettim. Meğer kendisi hakkında benzer konulardan açılmış başka soruş­ turmalar da varmış. Dekan beni arayarak elimde başka belge ve bilgi olup olmadığını sordu. Gazeteden nasıl pa­ ra aldığını da anlattım. Bu «Bilim adamı» hakkında ne gibi bir karara varıl­ dığını bilmiyorum. Olayın sonrasını izlemedim. Ben göre­ vimi yapmıştım.

***•

Odalar Birliği'nin yanılmıyorsam Ankara Oteli'nde bir kokteyli vardı. Ana muhalefet lideri Süleyman Demirel de gelmişti. Demirel'den yıllardan beri nefret ederdim. Hatırlarsınız, o günlerde Demirel, Başbakan Ecevit için 97

F.: 7


sürekli olarak «Hükümetin başı» deyimini kullanırdı. San­ ki Ecevit, bu ülkenin başbakanı değildi.. Demirel'le o gü­ ne kadar hiç tanışmamıştım. Çevresi kalabalıktı. Bir ara yanına sokuldum : — Efendim ben Milliyet gazetesinden Emin Çölaşan. Size açıkça bir şey sormak istiyorum. — Buyur, sor bakalım.. — Sayın Ecevit'ten sürekli olarak «Hükümetin başı» diye söz ediyorsunuz. Oysa kendisi Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanıdır. Kısa süre öncesine kadar siz bu ülke­ de aynı görevde bulunuyordunuz. Acaba başkaları sizden böyle küçümseyici ve alay edici bir tavırla söz etseydi, hoşunuza gider miydi? Siz devletin başbakanına nasıl «Hü­ kümetin başı» dersiniz? Bu soruları büyük bir kin ve nefretle sormuştum. De­ mirel bir şeyler söyledi.. O sinirle, hiçbirini hatırımda tu­ tamadım. Ancak bir ara benim elimi tuttu : — Sen Refik Şevket İnce'nin torunu değil misin? Se­ nin büyükbaban büyük insandı. Büyük siyasetçiydi. De­ mokrat Parti döneminde de, ondan önce de memlekete büyük hizmetler yapmış insandı.. Sen bir gün bana gel de uzun uzun konuşalım, olmaz mı? — Efendim ben size ulaşamam. — Hiç denedin mi ulaşmayı? — Hiç denemedim. — O halde bir dene bakalım. Bana telefon et. Demirel'in benim Refik Şevket İnce'nin torunu oldu­ ğumu bilmesine doğrusu çok şaşırmıştım. Demek ki, be­ nim gibi sıradan bir insan hakkında bile bilgisi vardı. Son­ raki dönemlerde kendisini tanıdıkça, o korkunç hafızası­ na hayran kalacaktım. Süleyman Demirel benim sinirli tavrımı yumuşatmak için çaba harcamış, elimi uzun uzun tutmuş, büyükba­ bamdan söz etmişti. Belki de alkollü olduğumu zannet­ mişti. Yanından ayrılıyordum. Tam o sırada, bizi dinleyen kalabalık gruptan biri, bana doğru hamle ederek bağırdı: — Komünist.. Ben de ona bağırdım :

98


rif..

— Sen kimsin lan? Sensin komünist.. Utanmaz he­

Ortalık karıştı. Adamı alıp götürdüler. Biraz sonra, çok sevdiğim bir gazeteci arkadaşım yanıma geldi: — Yahu Emin'ciğim, bunlar devlet büyükleridir. Böy­ le sert soru sorma bunlara. Gazetecilikte yeni oldu­ ğun için, daha bilmiyor olabilirsin. Ama bir şey soracaksan bile, yumuşak sor. Böyle sertlik gazeteciye yakışmaz. «Büyüklerin» karşısında elpençe divan durmak, ne yazık ki birçok gazetecide gördüğüm kötü bir hastalıktı. Hayatımda bir tek gün bile bunu yapmadım. Demirel'le görüşüp ilişki kurmayı doğrusu ben de is­ terdim. Kendisini birkaç kez aradım. Ulaşmam mümkün olmadı. Haber bıraktığım halde o da beni aramadı. Bu durumu Demirel'in yakınlarından, eski arkadaşım Mehmet Dülger'e anlattım ve Demirel'in bu davranışıyla beni renci­ de ettiğini söyledim. Aradan birkaç yıl geçecek ve bu kez Süleyman De­ mirel'in benimle görüşme isteğini halamın oğlu Hüsamet­ tin Cindoruk bana iletecekti. Milliyet'te ortalığı ayağa kal­ dıran bir araştırmam yayınlanmıştı. Demirel'e gidecektim.. Demirel bana «Bu yazı dizisiyle fevkalade rencide oldum» diyecekti. Bu olayı da, ilerideki bölümlerde anlatacağım. 1978 yılı da böyle geçti sevgili okuyucum. Artık ga­ zetecilikte adımı iyice duyurdum. Aslında hep böyle düşü­ nüyorum ama, örneğin 1980 yılında geriye baktığımda. 1978 yılında hemen hemen bir hiç olduğumu görüyorum. İnsan kendi kendine hep «Bu iş artık oldu» diyor ve öyle zannediyor. Birkaç yıl sonra geriye baktığında da, o gün­ lerde nasıl yanıldığını açık seçik görüyor... 1978 yılı sonlarında ve 1979 yılı başlarında iki yıllık gazeteciyim ve ekonomi haberleri yazmaya devam ediyo­ rum. İki üç günde bir, mutlaka atlatma bir ekonomi ha­ berim gazetede yayınlanıyor. Türk ekonomisi her geçen gün biraz daha batağa saplanıyor ve bu yüzden de, her konu manşetlik haber oluyor. Örneğin ülkede petrol yok. Tankerlerimiz, döviz transferi yapılamadığı için, «Dost ve kardeş» Arap ülkelerinin limanlarında, açıkta bekliyor. 99


Dövizi bulunan ve dolum yapan bir tanker olursa, büyük haber oluyor. Kamuoyu birkaç gün «Tanker geldi, geliyor» diye avunuyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Deniz Baykal «Akdeniz'de bir petrol tankerini parasını ödeyerek Türkiye'ye çevirdik. Yakında İpraş rafinerisine gelecek» diye müjdeli demeçler veriyor. Herkesin eli kolu bağlı. Bü­ tün ihracat gelirlerimiz, sadece petrol alımına gidiyor. Beni ekonomi konusuyla görevlendirdiği için hep Ab­ di bey'e dua ediyordum. Madenin tam ortasına düşmüş­ tüm. Nereye elimi atsam, haber çıkıyordu. Akıl almaz şey­ ler buluyordum. Aslında biraz da şansım yaver gitmişti. Benim gazeteci olmamla birlikte, Türk ekonomisi tıkan­ mıştı. Vatanın ve milletin kötülüğüne olan bir şey, ne ya­ zık ki benim iyiliğime olmuştu. Ben de bu fırsatı iyi de­ ğerlendiriyordum. 1979 Ocak ayında «VVells Fargo» rezaletini yakaladım. Wells Fargo, küçük bir Amerikan bankasıydı. 1976 yılın­ da, birinci MC hükümeti döneminde, elde döviz olmadığı için Türkiye VVells Fargo'dan 150 milyon dolar borç al­ mıştı. Sonra bu borcun vadesi gelmiş, ancak ödenmemiş­ ti. Buna karşılık, ihraç ettiğimiz tarım ürünlerimizin döviz geliri, borcumuza karşılık VVells Fargo'ya yine MC hükü­ meti tarafından rehin edilmişti. Evet, resmen rehin edil­ mişti. Ocak 1979'da, bu borcun ödeme zamanı bir kez da­ ha gelmişti. VVells Fargo borcu yeniden uzatabilmek için, yaklaşık 100 milyon dolarlık bölümünün ödenmesini is­ tiyordu. Oysa Merkez Bankası'nda değil 100 milyon do­ lar, belki 100 dolarımız bile yoktu. İşin kötü tarafı, bu parayı ödeyemezsek, bütün dış borçlarımız «Muaccel» duruma düşecekti. Yani Türkiye'nin bir anlamda iflas etti­ ği, bütün dünya tarafından kabul edilecekti. Anlaşmada böyle hükümler vardı. Korkunç bir şeydi. Merkez Bankası bir yandan VVells Fargo yetkililerini yumuşatmaya çalışıyor, bir yandan da 100 milyon dolar arıyordu. Banka'nın başkanı İsmail Hakkı Aydınoğlu ile konuştum. Cok gizli tutulan bu olayı bildiğimi öğrenince şaşırdı. Olayı Milliyet'te bütün ayrıntılarıyla yazdım. Ger100


çekten ses getirdi. İsmail Hakkı Aydınoğlu bu parayı binbir cambazlık yaparak, ancak aylar sonra VVells Fargo'ya ödeyebilecekti. Türkiye bu durumdaydı. Abdi bey, bu ola­ yı ortaya çıkarmam nedeniyle beni bir kez daha kutladı. Yine çok mutlu oldum. 25 Ocak 1979 günü Abdi İpekçi'nin «Durum» yazısı «Yiğidin Kamçısını Yiye Yiye» başlığını taşıyor ve şöyle başlıyordu : «VVells Fargo kredisi olayını Türk basınında ilk kez duyuran Ankara muhabirimiz Emin Çölaşan, bugünkü ya­ zısında işin içyüzünü ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Okuyan­ lar geçen yıllarda ne denli sorumsuz bir borçlanma poli­ tikasının güdüldüğünü ve o yüzden Türkiye'nin şimdi ne­ lere mahkûm edildiğini göreceklerdir » Yine büyük gurur ve mutluluk duydum. Abdi bey ya­ zısında benden söz etmişti. Benim için büyük bir şerefti. Sağol Abdi bey!

***

Aradan tam bir hafta geçmişti. 1 Şubat 1979 günü, gece saat 20 dolaylarında evimin telefonu çaldı. Arayan Yavuz Donat., sesi ağlamaklı.. — Emin duydun mu? — Neyi duydum mu? — Abdi bey'i.. — Ne oldu Abdi bey'e? — Vurdular. — Eyvah.. Öldü mü? — Maalesef.. Maalesef öldü. Şimdi haber aldım. Yığılıp kaldım. Büyük gazeteci, büyük insan Abdi be­ yi de sonunda öldürmüşlerdi. Korkunç bir şeydi bu. Elim ayağım karıştı .ağlamaya başladım. Elden başka ne ge­ lirdi ki? Biraz sonra olayı televizyon haberlerinde dinle­ dim. Ustamın ruhuna fatiha okudum. Abdi bey o gün An­ kara'daydı. Nasıl düşünebilirdik o kirli ellerin Abdi bey'i birkaç saat sonra öldüreceğini?.. Hemen gazeteye koştum. Herkes şaşkındı, herkes pa­ nik içerisindeydi.. Ertesi sabah Nilüfer Yalçın'ın kocası Prof. Aydın Yalçın büroya geldi : 101


— Bu KGB'nin işidir. Abdi bey'i KGB vurdurdu. Rus­ lar vurdurdu! — Nereden biliyorsunuz Aydın bey? — Ben bilirim. Başka türlü olamaz! Aydın Yalçın Türkiye'de gelmiş geçmiş en hızlı Ame­ rikancılardan, en hızlı «Milliyetçilerden» biriydi. Herhalde bir bildiği vardı! Nilüfer Yalçın da aynı görüşü savunuyor­ du. Bu işin arkasında Rus parmağı aranmalıydı! Nilüfer ablam aslında dünyanın en iyi inşam, Türk ba­ sınının en kıdemli muhabiridir. Dünyada ablam kadar çalış­ kan bir muhabir olabileceğine kesinlikle ihtimal vermem. Kendisi 60 yaşını geçmiştir ama, her olayın arkasından koşturur. Bir haftalık muhabirin bile küçümseyerek gitmek istemediği yerlerde Nilüfer Yalçın'ı görürsünüz. Allah onu doğuştan «Muhabir» yaratmış ve haber yazmakla görevlen­ dirmiştir. İşin ilginç yanı, kalbinden çok ciddi bir ameliyat geçirmiştir. Kalp zarı yoktur. Kendisine bir gün «Abla şu koşuşturmayı artık bırak da evine çekil. Biraz kafam din­ le» demiştim... «Oğlum ben işte o zaman ölürüm. Beni yaşatan gazeteciliktir» diye cevap vermişti. Ancak ablamın bana göre küçük bir sakıncası var­ dır. Yazdığı haberlerde Amerika'yı ve batı ülkelerini biraz kollar. Bundan birkaç yıl önce, Ankara'da görevli Eli Nevo adında İsrailli bir diplomat vardı. Bu adam meşhur Ya­ hudi kasabı Eichmann'ı Arjantin'den kaçırıp İsrail'e getir­ miş ve idam edilmesini sağlamış biri... Acayip bir istih­ baratçıydı. Bazen gazeteye gelir ve Türkiye'de neler olup bittiği konusunda beni de ısrarla, adeta sorguya çekerdi. Ben duruma sonradan uyandım. Eli Nevo geldiği zaman kendimi dışarıya atmaya başladım. Bu adam bir gün Ni­ lüfer ablamdan ve kocası Aydın Yalçın'dan söz ederken «They are the voice of America» demişti. Kaçın kurası istihbaratçı Eli Nevo, herhalde boşa konuşmazdı. Ablamın ve kocasının Amerika'dan para alıp almadık­ ları konusunu, gazetede kendi aramızdaki dedikodu se­ anslarında çok tartışırdık. Bazı arkadaşlara göre, bu ka­ dar askerlik para almadan yapılamazdı. Ancak özellikle Teoman Erel bunların para karşılığı hizmet vermedikleri102


ni, Amerika'ya ruhlarıyla ve kalpleriyle bağlı olduklarını savunurdu. Ancak daha sonra Amerika'nın, Aydın Yalçın'ın sahibi olduğu Forum dergisine onbınlerce dolar para ödediği ortaya çıktı. Teoman da «Üzülerek söylüyorum ki yanılmışım» diye acı bir itirafta bulundu!

* **

Evet, Türk basınının büyük ustası Abdi İpekçi öldü­ rülmüştü ama, yaşam devam ediyordu. Milliyet'in Abdi bey'den sonra ikinci adamları olan Hasan Pulur'la Turhan Aytul, kısa süre sonra birbirleriyle anlaşmazlığa düştüler. Bu durumda Hasan abi Hürriyet'e geçti. Turhan abi de ga­ zetenin başına oturdu. 7 Şubat 1979 günü, gazetecilik mesleğinde iki yılımı doldurdum ve sarı basın kartı almaya hak kazandım. Ba­ sın Yayın genel müdürlüğüne başvurumu yaptım. Şubat sonlarında basın kartım geldi. Basın kartımı elime alıp saatlerce baktım. Bu iki yıl süresince cebimde gerçek bir gazeteci kimliği yoktu. Şimdi buna kavuşmuştum. Sa­ rı basın kartı, her gazetecinin ayrılmaz bir parçası, yapı­ şık kardeşi gibi yanında taşıdığı kimliğidir. Sarı basın kar­ tımı alınca, kendimi bir anlamda «Gerçek gazeteci» ol­ muş gibi hissettim.

* ** İlk günlerde, Abdi İpekçi'den yoksun bir Milliyet'in çökmesinden korkmuştuk. Oysa gazete çökmedi. Tam ter­ sine, niçin bilmiyorum ama satışları arttı. Artık başımız­ da Turhan Aytul var.. Basın piyasasındaki lâkabı «Deli Turhan».. Turhan abi sayfa hazırlamakta, manşet atmak­ ta usta bir insan. Ufak tefek, beyaz saçlı, keçi sakallı, boynunda sürekli fular bulunan, gözlüklü, çipil gözlü, kar­ ga burunlu bir adam. Gazetecilik sezgileri olağanüstü.. Korkunç içki içer. Günde belki beş paket Amerikan siga­ rası tüketir. Her gece mutlaka içkiden sızar. Gazetede boş zamanlarında iskambil kağıtlarını masaya yayar ve fal açar. Sözü sohbeti yerinde, alçakgönüllü bir insan. Söy­ lendiğine göre iyi zampara imiş. Ben bilmemi. Gazete 103


Turhan abi'nin yönetiminde yürüyor. Pek çok kimseden «Ulan, Deli Turhan Milliyet'i mahveder. Bu adama gazete bırakılır mı?» diye duyuyorum. Umurumda bile değil. 1979 yılında Türkiye'de ekonomi yine en güncel ko­ nu. Yokluklar, karaborsa ve kuyruklar en üst düzeyde. Ara­ nan hiçbir malı bulmak mümkün değil. Ülkede petrol yok, ampul yok, yağ yok, şeker yok, demir yok... Hiçbir şey yok. Her şey karaborsada. CHP hükümeti bu durumun üstesinden gelmek için OECD'ye, yabancı bankalara ve IMF'ye yanaşıyor. Herhalde başka çare kalmadı. 1977 ba­ şından beri açmaza giren ekonominin bütün ceremesini şimdi CHP hükümeti çekiyor. Kamu kesiminin ürettiği mal­ lara birbiri ardına zam yapılıyor ama yararı yok. Elde beş kuruşluk döviz kalmamış. Petrol ithalatı yapılamıyor. Elek­ trik kesintileri başlatıldı. İşin ilginç yanı, böylesine kötü bir ekonomik ortam­ da CHP hükümetinin her kuruluşu ayrı telden çalıyor. Ekonomik işlerden sorumlu Devlet Bakanı Hikmet Çetin, Maliye Bakanı Ziya Müezzinoğlu, Ticaret Bakanı Teoman Köprülüler, Enerji Bakanı Deniz Baykal, Merkez Bankası Başkanı İsmail Hakkı Aydınoğlu ve Planlama Müsteşarı Bilsay Kuruç... Bu yetkililerin hepsi de ayrı telden çalı­ yor. Aralarında hiçbir uyum yok. Ekonomiden sorumlu bü­ tün üst düzey yöneticileri birbirlerine karşı tavır almış­ lar. Herkes, diğerlerinin kuyusunu kazmaya çalışıyor. Bun­ ların altındaki üst düzey bürokratlar da aynı durumda. Eko­ nomik panik hepsine yansımış. Herkes birbirini suçluyor ve çıkış yolunu kimse ortaya koyamıyor. Ekonomik yöne­ tim tam bir kargaşa içerisinde.. Kısa süre sonra bu kar­ gaşa ve çelişkilerden yararlanıp, çok büyük bir gazete­ cilik bombası patlatacağımı o günlerde elbette ki bilemi­ yorum. Hükümet, ekonomiyi bir parça düzlüğe çıkarabilmek amacıyla yabancı bankalarla borç erteleme görüşmeleri yapıyor. OECD ile kredi görüşmeleri başlatıldı. Ancak eko­ nomik durumu bilen bu kuruluşlar, sıkı önlemler almamı­ zı istiyorlar. CHP hükümeti, oy kaygısıyla bundan kaçını­ yor. 104


Maliye Bakanı Ziya Müezzinoğlu.. Ziya bey'den bütün bakanlık Allah gibi korkuyor. Ziya bey sinirlendi mi, herkes kaçacak delik arıyor. Bürokratlar, bakanın yanına besme­ le çekmeden giremiyorlar. Zıya bey aslında iyi insan ama çok asık suratlı. Gazetecilere karşı da öyle. Hiç yüz ver­ miyor. Bürokratları da, Ziya bey'den korktukları için biz­ lerle konuşmuyorlar. Maliye'den bilgi akımı kesildi. Mayıs 1979'da IMF heyeti tam kadro Ankara'ya gel­ di. Hükümetle görüşmeler çok gizli sürdürülüyor. İçeriye çok az sayıda yetkili giriyor. Bunlardan da bir tek kelime olsun bilgi alamıyoruz. Görüşmeler uzadı, uzadı, uzadı ve Haziran sonlarında bitti. Ecevit hükümeti, IMF ile anlaş­ maya varmıştı. Artık Türk ekonomisi, IMF'nin isteklerine göre yönetilecekti. Ziya Müezzinoğlu, IMF'nin istediği ko­ şulları içeren «Niyet Mektubunnu imzaladı. Peki ama bu belgede neler var? Kıvır kıvır kıvranıyo­ ruz, fakat hiçbir bilgi elde edemiyoruz. Niyet mektubu, belki Genelkurmay'daki birtakım askeri belgelerden sonra en gizli belge. Sadece birkaç kişide var. Ecevit'te, Müezzinoğlu'nda, Hikmet Çetin'de, Aydınoğlu'nda, ayrıca Ma­ liye Bakanlığı ve Merkez Bankası'nın üst düzeyde beş bü­ rokratında.. Bir de, belki Planlama Müsteşarı Bilsay Kuruç'ta. Hep rüyalarıma giriyor «Ah şu niyet mektubunu bir bulsam da patlatsam» diye.. Sonra da kendi kendime di­ yorum ki «Oğlum Emin, biraz gerçekçi ol ve boşuna ha­ yal kurma. O belge hiç dışarıya sızar mı? Hiç senin eline geçer mi?»...

***

CHP hükümetinin üst düzeyde bir yetkilisi vardı. Ba­ zen telefonla konuşurduk, bazen kısa kısa bilgiler alırdım. Bir gün yanına gittim. Yoğun işleri vardı. Birlikte çay İç­ tik. Yine ekonomiden söz ediyoruz, gidişin çok kötü ol­ duğunu konuşuyoruz. Birdenbire sordum : — Beyefendi, IMF'ye verilen niyet mektubu var mı? — (Gülerek).. Var, niçin sordunuz? — Çok merak ediyorum içinde neler olduğunu. Ger­ çekten merak ediyorum. 105


— Öyle çok fozla merak edilecek bir şey yok ca­ nım... Normal şeyleri Aslında ben çok gizli bir konuyu merak ediyordum. Bunun farkındaydım. Utana sıkıla sordum : — Eğer bu belge yanınızdaysa, şöyle bir göz atabi­ lir miyim? Yani yazmak için falan değil... Söz veriyorum, bir kelime bile yazmam. — Tabii, göstereyim... Şöyle bir bakarsınız. Beni bir başka odaya götürdü. Oradaki büyük kasa­ dan bir dosya çıkardı ve önüme koydu. Aman Allah... İşte niyet mektubu elimde. Ama ne yazık ki, yazamaya­ cağım. Heyecandan kan tepeme çıkmıştı. Terliyordum... Odada tek başımaydım. Bir ara not almayı düşündüm. Ancak o kişi odaya girerse, rezil olurdum. Niyet mektubu on onbeş sayfalık bir metindi. Altında Ziya Müezzinoğlu'nun imzası vardı. Bundan sonra da üzerinde kocaman «Çok gizli» damgası bulunan «IMF'nin Türkiye Raporu» vardı. İkisi birden yaklaşık 40 sayfalık, İngilizce daktilo edilmiş metinlerdi. Tabii orada aceleyle göz atarken hiç­ bir şey anlayamadım. Biraz sonra o kişi içeriye girdi. Ben de kendisine teşekkür edip, dosyayı iade ettim. Dosya tekrar kasaya girdi. Kendisiyle hiçbir yakınlığım yoktu ama, bu belgele­ ri istemeye karar verdim. Hırsızlık, yolsuzluk yapmıyor­ dum, rüşvet istemiyordum. Vermezse canı sağolsun. So­ nunda ölüm yok ya... Ben mesleğimin gereğini yerine getireceğim. Yine utana sıkıla sordum : — Efendim acaba bunlardan birer fotokopi vermeniz mümkün olur mu? Arşivimde bulunsun diye yani... — Yazmak için mi istiyorsunuz? — İsterseniz yazılabilir de... Ama esas şeyim, arşi­ vimde bulunsun. Şey, yazarım da yani... — Şimdi şöyle yapalım... Ben iki gün sonra Anka­ ra dışına gideceğim. Siz Perşembe günü benim sekreteri arayın. Sekretere o gün bir yerden bulup getirteyim. Bun­ ların fotokopisini çıkaramam. Ben bir süre Ankara'da olmayacağım. Korkunç sevindim. Gerçi belgelerin bana veriliş bi106


imini anlayamamıştım ama olsun... Herhalde onun da ir bildiği vardı... Vedalaştık, dışarı çıktım. İki gün sonra ekreterini arayacaktım. Gazeteye giderken düşündüm ve endi kendime dedim ki «Arkadaş, bu iş yatar. Boşuna mutlanma. Verecek olsaydı, belgeler elinin altındaydı. O da verirdi. Bu adam seni resmen uyuttu»... O iki günün geçmesini nasıl beklediğimi ben bilirim, eklenen gün geldiğinde, sekreteri aradım.. Evet, konuş­ tuğum kişi Ankara dışına gitmişti.. Peki benim adıma ken­ disine bırakılmış bir zarf var mıydı? Hayır, yoktu.. Ayrıca sekreter hanımın böyle bir konuda bilgisi yoktu... «Ama bir zarf gelirse, ben sizi ararım» dedi. 26 Temmuz Perşembe günüydü. Sekreteri yarım saat arayla arıyordum.. Ama hayır.. Kendisine benim adıma hiçbir zarf gelmiyordu. Gelmesi de zaten mümkün değil­ di. İlişki kurduğum kişi beni resmen uyutmuş ve gitmiş­ ti. İnsan bu gibi durumlarda ne de olsa en iyisine şart­ lanıyor.. Ben de niyet mektubunu yayınlayacağıma öyle bir şartlanmıştım ki.. Şimdi büyük hayal kırıklığına uğra­ dım.. Bu arada her çalan telefona da «Bu kez mutlaka sekreter arıyor» diye uzanıyorum.. Yok, yok, yok... Ara­ mıyor.. Ben arıyorum, «Hayır Emin bey, hiçbir şey gelme­ di. Ben gelirse sizi arayacağım efendim» cevabını alıyo­ rum. Saat tam 16.30'du.. Artık ümidim kalmamıştı. Dışarı­ dan gelen bir arkadaşımla çay içiyorduk. Telefon çaldı.. Karşıda sekreter hanım ; — Emin bey, sizin adınıza büyük bir zarf geldi. Her­ halde beklediğiniz buydu. Ben odacıyla size göndereyim mi? — Hayır hanımefendi, ben hemen geliyorum oraya... Arkadaşımı heyecandan orada yüzüstü bırakıp fırla­ dım. On dakika sonra oradaydım.. Zarfı aldım. Dışarıya fırladım ve kapının önünde açtım.. Evet, içinde niyet mek­ tubu ve gizli IMF raporu vardı.. Gözlerime inanamadım. Sevinçten uçuyordum. Büroya gelip Nilgün Tarkan'ı oda­ ya çağırdım.. Nilgün en sevdiğim ve güvendiğim insanla­ rın başında gelirdi. Sevincimi onunla paylaşmak istedim..

107


— Nilgün bak, şu gördüğün niyet mektubu ve IMF raporudur.. İkisini de ele geçirdim. — Vay bee, çok sevindim Emin.. Helâl olsun. Çok iyi.. Büyük bomba patlatacaksın. Hemen Orhan Tokatlı'nın yanına girdim.. Ona da du­ rumu anlattım.. Orhan abi de çok sevindi. Tabii olayı çok gizli tutacaktık. Böyle büyük bir olayı hiç kimse duyma­ malıydı. Gazetecilikte sır saklamasını iyi bileceksiniz. Ak­ si halde işin peşine başka uyanıkları da düşürmüş olur­ sunuz.. Tokatlı hemen İstanbul'a, Turhan Aytul'a telefon edip durumu «Sır» olarak bildirdi. Şimdi benim yapmam gereken, gece oturup çeviri işi­ ni tamamlamaktı. Fakat bu iş zoruma gitti. Tanıdığım bir profesyonel çevirmen vardı. İngilizceyi de ana dili gibi bi­ lirdi. Hemen onu aradım ve elimde bir belge olduğunu, bu­ nu hemen çevirip çeviremeyeceğini sordum. Tabii parasıy­ la.. Saat 19'da evde olacakmış. Eve getirmemi söyledi. Halûk abi'nin evi, Atlıspor kulübünün karşısındaydı. De­ diği saatte evine götürdüm. Önce niyet mektubunu ya­ yınlayacaktık. Bu belgeyi kendisine verdim. Ne olur ne olmaz diye de, bunun niyet mektubu olduğunu falan söy­ lemedim. Şöyle bir baktı, tahminen gece saat 02'de biti­ receğini söyledi.. «Sen evde uyuma ve benim telefonumu bekle. Bitirdiğim anda haber veririm, gelip alırsın» dedi. Ben eve döndüm. Zevkten dört köşe durumdayım.. Saat 03'te Halûk abi telefon etti. İş bitmiş. Hemen ara­ baya atladım.. Evi, yüksek bir apartmanda.. Kapıdan gi­ rerken, apartmanın önünde birkaç kişi oturuyordu.. Gece­ nin o saatinde biraz garibime gitti ama içeriye girdim. Çe­ viri tamamdı. Hemen alıp fırladım. Çıkışta, apartmanın önünde oturan gençler yanıma geldiler: — Kardeş bir dakika, nereye geldin, nereye gidiyor­ sun gecenin bu saatinde? Hemen anladım ki, bunlar ülkücüler.. Halûk abi o ma­ hallenin ülkücülerin denetiminde olduğunu söylerdi.. — Kardeşim ben gazeteciyim. Bir tercüme vardı da, onu aldım. Şimdi gidiyorum. — Kimlik görelim..

108


Zorunlu olarak sarı basın kartımı çıkardım... — Ooo. Emin Cölaşan.. Sen bizim arkadaşlarımız ve MHP hakkında epeyce yazı yazdın.. Ver bakalım şu elin­ deki kağıtları.. Eyvah.. Niyet mektubu resmen gidiyor.. Çeviri de gi­ diyor.. Kağıtları ellerine verdim. Bir süre, lamba ışığı al­ tında okudular. Kendilerine bunun teknik bir rapor oldu­ ğunu söyledim. Biraz konuştuk.. Baktım ki efendice dav­ ranıyorlar, korkum biraz azaldı.. Bir daha o saatlerde ora­ lara gelmememi söylediler ve beni bıraktılar.. Hayatımdan birkaç yıl gitmişti korkudan. Arabaya bindim, derin bir ne­ fes aldım. Niyet mektubunu kurtarmıştım. Bu olay bana büyük bir ders oldu. Gazetecilik yaşan­ tımda elime ilk kez çok önemli bir belge geçmişti ve bu­ nun bir fotokopisini kendim için almayı düşünmemiştim. O tek nüshanın başına bir iş gelseydi, gerçekten mahvo­ lurdum. O günden beri, elime önemli birtakım şeyler geç­ tiği zaman, önce iki nüsha fotokopi çıkarırım, bunları da ayrı ayrı yerlerde saklarım.. Ne olur ne olmaz!.. Sabaha karşı eve geldim ve çeviriyi kendime göre düzelttim. Bir ara telefon çaldı.. Orhan Tokatlı arıyor.. Sa­ at sabahın 9.30'u olmuş... Ve ben hâlâ kapalı perdelerin arkasında ve lamba ışığında çalışıyorum.. Zaman nasıl geçmiş, kendimi nasıl kaybetmişim?. İşim bitmişti.. Hemen büroya gittim. Tokatlı teleks odasına giriş çıkışı yasakladı. Bizim haber teleks tıkırtıları arasında İstanbul'a geçmeye başladı. Tokatlı gece matbaayı da denetim altına aldırdı. Ne olursa olsun, dışarıya gazete verilmeyecekti. Haberi ti­ tizlikle saklıyorduk ki, başka gazetelerin eline geçmesin.. Gece Turhan Aytul eve telefon açtı: — Emin, başlığı şöyle veriyorum.. IMF'ye verilen iyi niyet mektubunu açıklıyoruz.. — Abi İyi niyet mektubu değil.. Niysl mektubu.. Aman yanlışlık olmasın.. — Tamam canım.. Birazdan, Turhan abi yine aradı.. 109


— Emin, hiçbir iyi niyet mektubu önceki yıllarda Türk basınında yayınlanmamış mıydı? — Abi iyi niyet değil, niyet mektubu.. Hayır, ilk kez biz yayınlıyoruz.. 28 Temmuz 1979 Cumartesi günü, gerçek bombayı patlattık.. Hemen hemen tam sayfa.. «İşte Niyet Mektu­ bu... IMF'ye Verilen Niyet Mektubunu Açıklıyoruz».. Ortalık birbirine girdi. Ziya Müezzinoğlu, kendi imza­ sıyla verilen bu çok gizli belgeyi sabah Milliyet'te kosko­ caman görünce önce kızarmış, sonra morarmış, sonra da kararmış.. Hırsından çılgına dönen Ziya Bey, Maliye Ba­ kanlığı ve Merkez Bankası'nda bu belgenin kopyaları kim­ lerde varsa hepsini sorguya çekmiş. Bu konunun araştır­ ması uzun süre devam edip de kimin verdiğini bulamayın­ ca, «Bu adam bu belgeyi herhalde IMF'den yürüttü» diye karara varılmış. O gün benim bayram günüm oldu. Bütün gün kutla­ ma telefonlarına cevap verdim. İlk kez büyük bir bomba patlatmıştım. Gazete de büyük prim yapmıştı. Turhan abi bana 15 bin lira ikramiye verdi. 1979'da fena para değil­ di.. 1980 Şubat ayında bu haberle, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti tarafından «Yılın gazetecisi» seçildim. Sonuçlar açıklandıktan sonra, bu haberi bana veren kişiye telefon açıp teşekkür ettim. Onun sayesinde ödül almıştım. Te­ şekkür benim borcumdu. Bana yapılan hiçbir iyiliği, hiç­ bir zaman unutmam. Kitabımın bu bölümlerini yazarken, bu belgeyi zamanında bana veren ve sonraki yıllarda da aramızda çok saygılı bir ilişkiyi devam ettirdiğimiz kişiye durumu anlattım ve ismini aradan sekiz yıl geçtikten son­ ra açıklarsam bunun bir sakıncası olup olmadığını sor­ dum.. «Açıklamayın» dedi. Onun isteğine saygı duyarak ismini bu kitapta da açıklamıyorum.

Türkiye'de ekonomik durum felaketti. Düzelen hiçbir şey yoktu. 14 Ekim 1979 günü, boş bulunan beş milletve110


killiği için ülkede ara seçim yapıldı.. Adalet Partisi, CHP'yf ağır bir yenilgiye uğratarak beş milletvekilliğini de ka­ zandı. Ecevit istifa etti ve bir süre sonra, MSP ve MHP'nin destek vaadiyle. Adalet Partisi azınlık hükümeti ku­ ruldu. Başbakan Süleyman Demirel, ekonomiyi kurtarmak için köklü önlemler alınacağını açıklamaya başladı. Hü­ kümet, TBMM'de güven oyu aldı.. Kasım ayı ortalarında Ankara'da ciddi bir söylenti do­ laşmaya başladı. Demirel, Turgut Özal'ı yeniden göreve çağırmıştı. Ekonomi tamamen Özal'ın yetki ve sorumlulu­ ğuna verilecekti. Ben önce buna inanmak istemedim. Fa­ kat olayın doğru olduğu kısa sürede anlaşıldı.. Eyvah, ben şimdi mahvolmuştum. Ekonomik konula­ ra bakan bir gazeteciydim. Turgut Özal benim can düşmanımdı. Çıka çıka karşıma yine Özal çıkıyordu.. Ulan, neydi benim bu adamdan çektiğim be? Şimdi iş başına ge­ lecek, kendi adamlarını da getirecek ve benim bütün ha­ ber alma yollarım ister istemez, tıkanacaktı. Arkadaşlar da bana espri yapıyorlar, «Artık gazetecilikten istifa et. Li­ mon satmak senin için daha iyi olur» diyorlar.. Nitekim Turgut Özal, 3 Aralık 1979 günü Başbakanlık Müsteşarı ve DPT Müsteşar vekili olarak göreve başladı. Ekonomi, Başbakan Demirel'in denetiminde Özal'a verilmişti. Ay­ vayı yediğimi hissediyordum. Durumu Tokatlı'ya anlat­ tım... «Biraz bekle bakalım. Belki de ilişki kurarsın» de­ di... «Aman abi, Özal benim ODTÜ'den hocamdır. Bir sü­ rü kopya hikayemiz vardır. Beni Planlama'dan kovdu. Son­ ra ben onun hakkında bir sürü şey yazıp zor duruma dü­ şürdüm. Beni yakalasa bir kaşık suda boğar. Unutmuş olması mümkün değildir» dedim... Durum çok kötü! Aralık ortalarında bir gün Özal'ı aramaya karar ver­ dim. Onunla bir ilişki kurmam şarttı. Çok büyük bir ihti­ malle telefonuma çıkmayacaktı ama olsun... «Bismillah» deyip, Başbakanlık Müsteşarlığı makamını aradım. Sekre­ tere ismimi verdim... «Bir dakika efendim, bakayım yer lerindeler mi?» diye klasik sekreter numarasını yaptı... Biraz bekledim. Karşıma bir erkek sesi çıktı. Evet, bu Tur111


gut Özal'dı... Cok şaşırmıştım. Ben aramıştım ve onca olup bitenden sonra Özal benim telefonuma çıkmıştı: — Merhaba Emin, nasılsın bakalım yahu? — Sağolun hocam, siz nasılsınız? Yeni göreviniz ha­ yırlı olsun. Başarılı olmanızı diliyorum. — Sağol, teşekkür ederim... Yahu sen ne büyük adam oldun! — Estağfurullah hocam. Büyük adam olmak kim, ben kimim? Siz büyük adamsınız. — Şimdi sen onu bırak da, bana doğrusunu söyle ba­ kalım... ODTÜ'de kopya çekiyor muydun, çekmiyor muy­ dun benim matematik dersimde? O an tereddüt ettim. Kopya çektiğimi hep inkar et­ miştim. Acaba şimdi ne demeliydim? Birkaç saniye sonra cevap verdim : — Evet hocam, çekiyordum. Doğrusu çekiyordum. — Tabii çekiyordun. Ben biliyordum çektiğini ama hep inkar ettin. — İşte şimdi itiraf ettim hocam... (Karşılıklı kahka­ halar atıyoruz)... — Ne zaman olmuştu o kopya olayları? 1960 yılında, değil mi? Bak aradan 19 yıl geçince bile adamı böyle itiraf ettiririm ben... (Yine kahkahalar)... — Hocam sizi bir ziyaret etmeyi arzu ederim. — Şimdi değil... Hele Ankara'da bir yerleşelim, dü­ zenimizi kuralım da ondan sonra... Sen beni sonra ara, olmaz mı? Özal'ın bana gösterdiği bu yakınlık, kendisine geçmiş­ te duyduğum bütün olumsuz duyguları bir anda yok et­ mişti. Artık o benim için, beni Planlama'dan haksız yere atan insan değildi. Benim mahkemeye verdiğim, Devrim ve diğer gazetelerde ipliğini pazara çıkardığım insan da değildi. Zaten benim yaradılışım böyledir. Birisi bana bir yardımda bulunduğu, yakınlık gösterdiği zaman, o insan benim yüreğime girer. Sonradan 24 Ocak kararları diye adlandırılacak olan, yeni ve çok önemli bir ekonomik kararlar dizisi hazırla­ nıyordu. Ekonomide büyük değişikilikler yapılacaktı. Ne112


ler hazırlandığını ayrıntılarıyla öğrenmek bir türlü mümkün olmuyordu. Özal'ı birkaç kez aradım, bulamadım. Sonun­ da, Ocak 1980 ortalarında bir gün beni evine çağırdı. Git­ tim... Benim Planlama'dan 1969 yılında kovulmamdan son­ ra aradan tam onbir yıl geçmiş ve birbirimizi hiç görme­ miştik. Hocamın elini öptüm. Beni Semra hanımla tanış­ tırdı. Ne o gün, ne de ondan sonra geçmişteki o olaylardan hiçbir şekilde söz etmedik. Ne o, ne de ben... Bir süre havadan sudan sohbet ettik. Semra hanım kahve yaptı, sonra da ayaklarını uzatarak koltuğa oturdu. Bir de puro tellendirdi. Benim bildiğim Özal dinci adamdı ama karısı hiç de o havalarda değildi. Tabii konu benim gazetecilik merakıma geldi. Özal'a yakında alınması beklenen ekonomik kararları sormaya başladım. Önce hiçbir şey söylemedi. Daha sonra, ısrarlı sorularım üzerine de, bir kelime bile yazmayacağım ko­ nusunda benden namus sözü alarak, her şeyi tek tek açıkladı. Bu ilginç sahnenin bütün ayrıntılarını «24 Ocak... Bir Dönemin Perde Arkası» adlı kitabımda anlatmıştım. Burada tekrar etmeyeyim. Doğrusu yıllarca kanlı bıçaklı olduğu bir insana gü­ venerek, böylesine önemli bilgileri anlatması, Özal için büyük riskti. Gazeteye gider gitmez bunları yazıp büyük bir bomba daha patlatabilirdim. Ama yapmadım. Bir insan bana güvenmişti. O güveni kötüye kullanamazdım. Böyle bir şeyi, hayatımda bir kez bile yapmamıştım.. Hatta o ka­ dar ki, gazeteye gittiğim zaman, Özal'ın yanından geldi­ ğimi bilen Tokatlı sordu : — Ne var? Bir şeyler alabildin mi? — Yok abi.. O konularda bir kelime bile konuşmuyor. Hiçbir şey alamadım. Sadece barışmış olduk. Hepsi o ka­ dar. Evet, 1980 yılı Ocak ayında Turgut Özal'la yeniden yüz yüze gelmiş ve birbirimize hiçbirşey söylemeden ba­ rışmıştık. Geçmişte kalan olayları ben unutmuştum. Sanı­ rım Özal da unutmuştu. Geçen her gün, birbirimize daha yakın olacak, birbirimizi daha çok sevecektik.. Taa ki 1985 113

F.: 8


yılının Temmuz ayına gelene kadar.. Oraya da inşallah ki­ tabımızın sonraki bölümlerinde geleceğiz. 24 Ocak kararları alındı. Birkaç gün sonra Özal Ame­ rika'ya, kredi bulmaya gitti. Gezmeyi ne kadar sevdiğini o zamanlarda hiç bilmiyorduk!

***

1980 yılında iki gazetecilik ödülü kazandım. İlki Çağ­ daş Gazeteciler Cemiyeti'nden, ikincisi ise «IMF'ye Verilen Niyet Mektubunu Açıklıyoruz» haberiyle İstanbul Gazete­ ciler Cemiyeti'nden.. Yine çok mutlu oldum. Bu gazeteci­ lik ne güzel bir şey.. Hep mutlu olaylar yaşıyorum. Her za­ man da «Allah'ım bana daha nice başarılar ver» diye dua ediyorum. Gerçi bazen gazetede tatsız olaylar yaşıyorum ve asabım bozuluyor ama olsun.. Yaşadığım mutluluklar ve doyum, çok daha fazla. İstanbul Gazeteciler Cemiyeti'nin ödül töreni var. Şu­ bat ayında İstanbul'a gideceğim. Orhan Tokatlı'nın yanına girdim ; — Abi ödül törenine İstanbul'a gideceğim. Gazeteden görevli gitmiş olacağıma göre, biraz avans alayım. — Hayır kardeşim, avans mavans alamazsın. Kendi paranla gidersin. Paran yoksa gitmezsin. — Aman abi, ben ödül almışım yani... — Bana ne? Bana mı sordun ödül alırken.. — Peki, ben cebimden giderim o halde.. Tokatlı'nın bana yaptığı bu numara çok asabımı boz­ muştu. Nedense, bazen şöyle şeyler yapıyordu. İstanbul'a cepten gittim. Ertesi gün ödül töreni var. Turhan Aytul'un yanına girdim : — Abi buralarda benim kalabileceğim ucuz bir otel var mıdır? — Ne yapacaksın ucuz oteli? — Ben gelirken Tokatlı gazeteden para vermeyi ka­ bul etmedi. Param yok, ucuz bir yerde kalmak zorunda­ yım. — Halt etmiş Tokatlı... Git muhasebeden istediğin kadar para al. Ne demek bu be? Benim bir elemanım 114


ödül alacak, buraya kendi parasıyla gelecek. Bizim kitap­ ta öyle şey yazmaz. Turhan abi sekreterini çağırdı ve bana Sheraton ote­ linde yer ayırmalarını söyledi. Bana da «Buradan ayrıl­ ma, gece birlikte çıkalım» dedi. Gazetenin işi bittikten son­ ra gece birlikte çıktık. Karnım, açlıktan zil çalıyor. Sheraton'un roof'una gittik. Turhan abi yemek yemediği için, içkileri söyledi. Ben zaten içki içmem. Karnımın aç oldu­ ğunu da utancımdan söyleyemedim. Turhan abim içtikçe içti ve beşinci altıncı dubleden sonra garsonlara şofö­ rünü çağırttı.. Şoför geldi. Abim iyice sızmıştı. Bir koluna şoför girdi, bir koluna ben girdim ve kendisini arabaya bin­ dirdik. Öne oturdu. Kafası öne düşmüştü. Araba hafif sa­ ğa ve sola kıvrıldığı zaman, ya şoföre doğru, ya da ka­ pıya doğru devriliyor, ben kendisini arkadan düzeltiyor­ dum. Evine geldik, şoför inip kapıyı çaldı. Sonra ikimiz Turhan Aytul'u karısına teslim ettik... Şoför beni tekrar otele getirdi. O gece, hayatımda ilk kez Sheraton'da ge­ celedim. Dönüşte de Tokatlı'ya beni gazetenin Sheraton otelinde ağırladığını söyledim.. «Bana ne» dedi. Ödül töreninden sonra, beni Aydın Doğan'ın çağırdı­ ğını söylediler. Milliyet'in sahibi Ercüment Karacan, Abdi bey'in öldürülmesinden sonra gazeteyi Aydın Doğan'a sat­ mıştı.. Yeni patronumuzun yanına girdim.. Kendisini ilk kez görüyordum. Genç, tatlı, güler yüzlü bir insandı. Be­ ni tebrik etti ve bir gümüş tabak hediye etti. O andan başlayarak Aydın bey'i çok sevdim. Sanırım o da beni sevdi. Daha sonra anlatacağım büyük sorunlarda hep ben­ den yana taraf oldu. Patron olmasına rağmen, Aydın bey için bir gün bile kötü bir şey düşünemedim. En büyük hatası, iyi gazetecilerine bile az para vermesiydi. Bunun dışında, iyi insandı. Tam bir aile babasıydı. Mütevazi bir yaşamı vardı. Başım sıkıştığı her zaman Aydın bey'e baş­ vur Hum ve sorunuma çözüm buldu.

***

lıir (|iin, Maliye Bakanlığında çalışan bir arkadaşımın evine gitmiştim. Demirel'e ve Özal'a çok bozuluyor, «Bun115


lor memleketi IMF'ye ve Dünya Bankası'na sattılar. Bu Özal Dünya Bankası'na öyle bir mektup verdi ki, yenilir yutulur şey değil» dedi.. Mektup kendisinde de varmış.. «Öyleyse ver de yazayım» dedim. Ertesi gece gelip ev­ den almamı söyledi. Ertesi gece gittim. Kapıyı çaldım, arkadaşım çıktı ve «Kusura bakma, şimdi misafir var. Ya­ rın gece gel» dedi. Hiçbir şey anlayamadım ama, döndüm gittim. Bir gece sonra yine aynı şeyi söyledi. Yine geri döndüm ama çok bozuldum. Sabah iş yerine telefon et­ tim ve belgeyi verip vermeyeceğini sordum.. Yine gece gelmemi söyledi. Gittim, evde kimse yok.. Burada bir gazetecinin tipik açmazıyla karşı karşıya kalmıştım. Bu arkadaş benim onurumla oynamıştı. Beni oyuncak etmişti. Sürekli atlatıyordu. Özel bir işim olsa, bir daha yüzüne kesinlikle bakmazdım.. Ama ona mesle­ ğim için gidiyordum. Meslek sevgisi uğruna, kendimi kü­ çük düşmüş hissediyordum. Sonunda bana belgeyi verdi. Gerçekten çok önemliydi. Özal Dünya Bankası'ndan kredi alabilmek İçin bu kuruluşa büyük ödünler veriyordu. Öy­ le ki, devam eden pek çok yatırım projesinin durdurula­ cağını, ekonomide yapılacak düzenlemelerin önce Dünya Bankası'na sorulacağını falan taahhüt ediyordu. Bu bel­ geyi de yayınladık. Büyük ses getirdi. Tabii o günlerde bilmiyordum. Sonra 24 Ocak kita­ bımı yazarken öğrendim ve kitapta da yazdım.. Meğer Özal Amerika'da Dünya Bankası tarafından önüne uzatılan bu belgeyi önce imzalamak istememiş.. İçindeki korkunç ağır şartları görünce ürkmüş.. «Bunu imzalayanı ipe götürür­ ler» demiş. Ancak, Amerika'daki Maliye Bakanlığı tem­ silcisi Tunç Bilget kendisine havaalanında «Efendim biz bunun daha ağırlarım da imzaladık Türkiye olarak.. Bunu imzalamanız şarttır» diye uzatınca imzalamış.. Mümtaz Soysal, ben bu belgeyi yayınladıktan sonra «Okuyun da tüyleriniz ürpersin» diye çok ağır bir yazı yazdı.. Evet, Türk ekonomisi Özal'la birlikte yabancı ku­ ruluşların güdümüne tam olarak girmişti. Anlaşılan, Baş­ bakan Demirel bu konuda Özal'ı tam yetkili kılmıştı. Ankara'daki ekonomik çevreleri artık tam olarak ör116


gütlemiştim. Sanki herkes bana çalışıyordu. Ankara'ya ula­ şan, ya da Ankara'da imzalanan her gizli belge elime ge­ çiyordu. Turhan Aytul da bunları en iyi şekilde değerlen­ diriyor ve on sütun üzerinden patlatıyordu. IMF raporla­ rı, OECD raporları, hepsini elime geçiriyordum. Bu arada bir şeyi öğrenmiştim... Eline ne geçerse, o dakikada yazıp gazeteye vereceksin...» Bunu bana verenler nasılsa baş­ ka gazeteciye vermezler. Bu belge sadece bende var» di­ ye düşünmeyeceksin. Birkaç kez böyle oldu ve çok önem­ li şeyler elimde patladı. Yazmakta bir iki gün geciktiğim için, başka gazetelerde okudum. Bir gün yine çok gizli bir IMF raporu yayınlamıştım. O sabah basında en çok sevdiğim ve saygı duyduğum arkadaşlarımdan biri olan Uluç Gürkan telefon etti. Uluç, ANKA Ajansı'nın genel ya­ yın yönetmeniydi: — Patronum, sıçtın ağzıma.. — Ne oldu lan? — Senin bugün yayınladığın belge bende de vardı. Nasılsa başkasında yoktur diye elimde tuttum. Bugün geçecektim.. — Geçmiş olsun canım!. Uluç'a çok güvenirim. Ekonomik konularda büyük ar­ şivi vardır. Bazen önemli bir belge yakaladığımda Uluç'a uğrayıp bir nüshasını ona verirdim arşivi için. — Bak patronum, bu yarın bizim gazetede çıkacak. Sadece senin özel bilgin olsun diye getiriyorum. Haberin olsun.. Yazmaya falan kalkışma! Bazen de Uluç çok önemli bir şey yakalar, bir gün önceden «Yarın bombayı patlatıyorum patronum» diye bana haber verirdi. Birbirimize olan güvenimizi bir gün bile kötüye kullanmadık ve bu sırlarımızı başkalarına ak­ tarmadık. Demirel ve özal'ın İşleri gerçekten zordu. Ekonomi bir türlü toparlanamıyordu. Bir miktar dış kredi gelmeye başlamıştı ama yeterli değildi. Hükümet, biraz kredi için yabancılara her türlü ödünü veriyordu, örneğin Özal'ın Dünya Bankası'na imzaladığı mektup, Nisan 1980'de ba117


kanlar kurulu kararına dönüştürülerek Resmi Gazete'de yayınlandı. Bunlar, görülmemiş olaylardı.

***

Nisan 1980'de. Irak hükümetinin davetlisi olarak bu ülkeye gittim. Beni lüks bir otele yerleştirip gezdirmeye başladılar. Bir gün otelde bir not buldum. İstanbul Milliyet'ten acele beni aramışlar. Bizim Bağdat Ticaret Mü­ şaviri Halûk Kalaç arkadaşımdı. Halûk'la birlikte müşavir­ liğe gidip teleksle Milliyet'i aradık. Karşıma Sami Kohen geldi ve yazmaya başladı: — Emin'ciğim, biliyorsun İran'la Irak arasında savaş çıktı. Mehmet Ali Birand tesadüfen Tahran'da. Senin de Bağdat'ta olman bizim için büyük bir şans. Şimdi sen bana savaşla ilgili ilk notlarını hemen yazmaya başla .. Bunları telekste okurken kıpkırmızı oldum. Ulan, oulunduğum ülkede savaş çıkmış ve benim haberim yok... Çünkü kaç gündür orası senin, burası benim geziyorum. Bu sırada Halûk da yanımda değil. Aşağıya inmiş. Ya­ nımda olsa savaş çıkıp çıkmadığını ona soracağım. Ama iki saatten beni beraberdik, savaş çıktığını bana söyle­ medi... Bu durumda ben hiç bozuntuya vermedim ve Sa­ mi Kohen'e teleksle yazmaya başladım : — Sami abi, Bağdat'ta durum oldukça sakin. Hiç savaş havası yok. Halk işinde gücünde. Dükkanlara hü­ cum falan da olmadı. Cephelerden yeni bir haber şu da­ kikaya kadar alabilmiş değilim. Ancak halkın moralinin iyi olduğunu görüyorum. Caddelerde bazen tanklar ve as­ ker dolu kamyonlar dolaşıyor. Bundan sonraki bütün ge­ lişmeleri de ayrıca bildiririm. Saygılarımla. Tabii bütün bu yazdıklarım palavra. Sami Kohen'e sa­ vaş çıktığından haberim olmadığını söylesem, dönüşte be­ ni gazeteden atarlar. Biraz sonra Halûk geldi, savaştan mavaştan onun da haberi yok. Ulan, bu ne biçim iş? He­ men bizim büyükelçiliğe gittik, onların da bir şeyden ha­ beri yok. Ancak Türkiye radyoları öğle haberlerinde iki ülke arasında çatışma çıktığını duyurmuş. Allah Allah, şim­ di bu savaş konusunda ben kimden bilgi alacağım? Bu-

118


ralarda ne güzel gezerken, şimdi işi gücü bırakıp savaş haberi yazacağım. Vay başıma gelenler!.. Bizim büyükelçi ile konuştum. Bana şöyle dedi: — Emin bey, burası kapalı bir rejimdir. Tam bir po­ lis devletidir. Hükümet savaştan falan söz etmediği sü­ rece, halkın hiçbir şeyden haberi olmaz. Burada gazeteci­ lik yasaktır. Hiçbir yayın organının Bağdat'ta muhabiri yoktur. Yabancı gazeteci ise, sizin gibi davetliler dışında tamamen yasaktır. Şimdi size tavsiyem, sakın gazetecilik yapmaya falan kalkışmayın. Sizi hemen götürürler ve ne­ rede olduğunuzu aylarca bulamayız. Ancak başka çarem yoktu. Mihmandarım, Kerkük Türklerinden Abdülvahap'ı buldum. Beni Irak devlet ajan­ sına götürdü. Orada savaş konusunda bilgi alacağım. Be­ ni kapıdan bile sokmadılar...» Savaş var mı, yok mu?» di­ ye yukarıya pusula göndermek istedim, ona bile izin ver­ mediler. Oradan bir gazeteye gittik. Bütün gazeteler gibi, orası da devletin gazetesi. Yine kapıdan içeriye sokmadı­ lar. Otele döndüm... O dakikaya kadar bana güler yüzle davranan personelin yüzü değişmişti. Bir yere telefon bağ­ lamalarını istedim, bağlamadılar. Büyükelçiliği arayacak­ tım. İzin vermediler. İstanbul'u teleksle aramalarını iste­ dim, reddettiler. Gün batımına yakın, Dicle nehrinin kıyı­ sına gittim. Peşimde açıkça iki adam vardı. Durumu an­ lamıştım. Bizim büyükelçi haklıymış... Sonradan öğren­ diğime göre, o sırada Bağdat'ta bulunan tek yabancı ga­ zeteci benmişim. Üç gün bekledikten sonra, Irak hükümet sözcüsü Ha­ san Tualba'dan bir randevu alabildim. Tualba Enformas­ yon bakanı... Yanına gece saat 02'de girebildim. Humeyni'ye verip veriştirdi. İyi bir demeç olmuştu. Ertesi sabah, bizim Abdülvahap'la birlikte Enformas­ yon bakanlığına gittik. Ben İstanbul'a geçeceğim metni yazdım. Abdülvahap bunu Arapça'ya çevirmeye başladı. Anlaşılan benim haber sansürden geçecek. Üç kişilik kurul sonunda metni onayladı. Hep birlikte teleks odasına git­ tik, İstanbul'u aradık. Hemen haberi geçtik... Bu iş bit­ ti... Karşı taraftan Turhan Aytul yazmaya başladı: 119


— Emin kaç gündür bir satır haber geçmedin be kardeşim... — Abi sayın Iraklı yetkililer haber geçmemi isteme­ diler. Zaten şimdi de Enformasyon bakanlığında sayın yet­ kililerle birlikteyim. Sayın hükümet sözcüsünden aldığım demeci az önce geçtim. Bütün bu yazışmaları da Abdülvahap anında yanımız­ daki Iraklı görevlilere tercüme ediyor... Turhan abim yaz­ maya devam etti: — Ulan ben onların hepsinin ağzına sıçarım. Bir ga­ zetecinin haber alma ve haber verme özgürlüğünü nasıl kısıtlayabilirler? Ben rezil olmuş durumdayım... — Abi, birkaç gün sonra İstanbul'a gelince konuşu­ ruz. Tamam mı? — Sen o hıyarlara söyle, dünyada hiç kimse gazete­ cinin özgürlüğünü kısıtlayamaz. İçimden «Turhan abi, Allah senin belam versin. Ben senin » diye sövüyorum. Turhan Aytul telekste Iraklı­ lara küfrettikçe hem kıpkırmızı oluyorum, hem de Abdülvahap'a dönüp özür diliyorum. O da «Ziyanı yok kardeş, olur böyle şeyler» diyor ama, bir yandan da yazılan söz­ leri yanındakilere tercüme ediyor. Tabii belki de bu haka­ retleri hafifletiyor... Bilemiyorum ki... Ama Abdülvahap da kıpkırmızı oldu. Ben ayrıca, başıma bir iş gelirse diye korkuyorum. Hep büyükelçinin sözleri hatırıma geliyor: — Çok dikkatli olun. Geçenlerde bunlar Bağdat'ta Kuzey Yemen büyükelçiliğini basıp diplomatları götürdü­ ler. Adamlardan hâlâ haber yok.... Teleks kapandı. Ter içinde kalmıştım. Yanımızdaki ız­ bandut gibi Iraklılardan özür diledim. İçeride bir odaya geçtik, çay söylediler... Sonra da bana kibarca bir teleks daha yazdırdılar ve İstanbula' geçmemi rica ettiler. «Dikkat dikkat.. Yazıişlerine önemli not: Irak hükü­ meti benim ismimle İran-lrak olayları konusunda Milliyet'­ te haber yayınlanmasını istemiyor. Benim adımla gazete­ de bir şey çıkarsa bundan benim sorumlu olacağımı ve derhal sınırdışı edileceğimi kesinlikle bildirdiler. Bu teleks 120

ı

1

-•


mesajını size enformasyon bakanlığından ve Iraklı sayın üst düzeyde yetkililerin yanından çekiyorum. Çölaşan».. İstanbul'a dönünce gördüm ki Turhan Aytul önce Hasan Tualba'da aldığım demeci, ertesi gün de bu son teleksi sürmanşette kullanmış ve on sütun üzerine koca­ man başlık atmış : «Irak, muhabirimiz Emin Çölaşan'ın haber geçmesini yasakladı». Turhan abi'nin bana Irak'ta yaşattığı sıkıntıyı, ızdırabı ve korkuyu anlatabilmem mümkün değil. Dönünce «Abi beni mahvettin» dedim... «Boşver, sana bir şey ol­ sa, dünyayı ayağa kaldırırdım» dedi ve iskambil falı aç­ maya devam etti. Acaba dünyayı nasıl ayağa kaldıracak­ tı? Hâlâ çok merak ederimi Boşuna «Dell Turhan» dememişler!

***

Geldik 1980 yılının Mayıs ayına... Uğur Mumcu, Cumhuriyet'te bir yazı yazdı. Enerji Bakanlığına bağlı TPAO gibi büyük yatırımcı kuruluşlarla çok büyük işler yapan PET adında bir şirket varmış. Uğur bir gün. Enerji Bakanı Esat Kıratlıoğlu'nu aramış. Ancak rehberde Kıratlıoğlu üzerinde görünen telefon numarasını çevirince, PET şirke­ ti çıkıyormuş. Uğur herhalde bazı şeyler daha biliyor ki, yazısında sormuş : — Bu nasıl iştir? Acaba sayın bakanla PET şirketi arasında bir ortaklık ilişkisi mi vardır? Belli ki Uğur kokuyu almış. Ancak böyle bir ortaklık ilişkisini kanıtlayacak belgeler elinde yok. Türkiye'ye gel­ miş geçmiş en büyük gazetecilerden biri olan Uğur Mum­ cu bu yazıyı yazdıktan sonra, Enerji Bakanı Kıratlıoğlu ken­ disine cevap verdi: — Benim herhangi bir şirketle ortak olduğumu iddia eden adamın alnını karışlarım. Buyursunlar, ortak oldu­ ğumu isbat etsinler. Aradan birkaç gün geçmişti. Oldukça iyi tanıdığım biri, bana gazeteye ziyarete geldi. Biraz sohbet ettik, git­ ti... Ertesi gün yine geldi... Üçüncü gün yine geldi. Habire karşımda oturuyor. Artık konuşacak bir konu da kal121


madı. Ben de içimden «Yahu bu adam manyak mıdır ne­ dir? Ayağı buraya alıştı galiba. Anlaşılan her gün gele­ cek» diye düşünüp duruyorum... Biraz sonra bana dedi ki: — Arkadaşım ben buraya üç günden beri niçin geli­ yorum? — Valla bilemem ki, beni ziyarete geliyorsun. — Peki sen benim bu adamlarla ilişkimi bilmiyor mu­ sun? — Hangi adamlarla? — Esat Kıratlıoğlu ve PET şirketiyle. O anda benim jeton ancak düştü. — Haa, hatırladım senin ilişkini... Biliyorum. — Biliyorsan niçin ortaklık işini sormuyorsun? Bun­ lar resmen ortak. Esat Kıratlıoğlu şirketin ortağı. Hem şirketin üç ortağından biri, hem de bu şirkete milyarlar­ ca liralık işi kendi bakanlığından sağlayan bakan. — Vay bee, ciddi mi söylüyorsun? — Elbette.. Uğur Mumcu şüphelendi ama onda bel­ geler olmadığı için isbat edemiyor .İstersen sana bütün belgeleri veririm, yazarsın. Ertesi gün bütün belgeleri getirdi. PET şirketi Ener­ ji Bakanlığına bağlı kuruluşlarla çok büyük işler yapıyor­ du. Enerji Bakanı Kıratlıoğlu da. şirketin üç ortağından biriydi. İşte bu ilişkiyi ve ortaklığı kanıtlayan bütün bel­ geler elimdeydi. Bu arada, Enerji eski Bakanı Deniz Baykal'ın bu ko­ nuda Meclis'e gensoru vermek üzere olduğunu öğrendim. Meclis'te kendisiyle konuştuk: — Deniz bey gensoru önergesi verecekmişsiniz. Eli­ nizde belgeler var mı? — Belge yok. — Peki neye dayanarak vereceksiniz önergeyi? — Uğur Mumcu yazdı ya... O konu araştırılsın diye vereceğim. — Bakın Deniz bey, bu ortaklığı kanıtlayan bütün bel­ geler benim elimde. İşte bunlar... Bütün gazetecilik yaşamımda birileri bana belge ver122


misti. İlk kez ben birine belge veriyordum. Baykal bunla^ rın üzerine atladı. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Kendisin­ den hiç kimseye göstermeyeceği ve söz etmeyeceği ko­ nusunda söz aldıktan sonra, belgelerin birer örneğini ver­ dim. Son olarak PET şirketinin sahibi Güntekin Koksal ve Enerji Bakanı Kıratlıoğlu ile konuştum. İkisi de eski dost olduklarını söylediler, ancak ortaklık ilişkisini inkar etti­ ler. Elimdeki ortaklık belgelerini sorduğumda Kıratlıoğlu, «Güntekin onları yanlışlıkla düzenlemiştir» diyordu. Ha­ beri yazdım ve bütün belgelerle birlikte İstanbul'a gönder­ dim. Böylesine önemli bir olayla, Demirel hükümetini bile düşürürdüm. Aradan günler geçiyor, ancak gazete bu haberi ya­ yınlamıyor. İşe yine rufaller karıştı galiba... Herhalde bi­ tildi ya/otoyu buskı yapıyor ki, kullanmıyorlar. Haberin çıkmasını en çok isteyenlerden biri de, Deniz Baykal... Çünkü kendisine verdiğim belgelere, benim haber gazete­ de yayınlanana kadar ambargo koymuşuz. Benim haber çıkacak ki. Baykal da gensoru önergesini Meclis'e verBln Höylesine önemli ve belgelerle kanıtlanan bir haberi İm ga/oto nasıl kullanmaz? Doğrusu aklım almıyor... Sonuçia Uaykal'la bir plan yaptık. Baykal bana geldi ve ga/ntodeki odamdan Turhan Aytul'u aradı: — Sayın Aytul, bu belgeleri ve bu haberi Sayın Çölaşan'a ben vermiştim. Ancak gazeteniz bunları değerlen­ dirmedi. Şimdi bunları Cumhuriyet'e vereceğim. Uğur Mum­ cu gereğini yapar. Bilginiz olsun diye söylüyorum.. Turhan Aytul, başka gazetenin adını duyunca telaş­ lanmış ve yayınlayacağına söz vermiş. Ertesi gün bizim bomba, belgeleriyle birlikte patladı. Ortalık yine karıştı. Kıratlıoğlu, sonraki dönemlerde kendisini ne zaman gör­ sem bana «Başımın tatlı belası» diye takılır ve şirkete or­ tak olmadığını söylerdi. Bizim belgelerimiz ise ortak oldu­ ğunu gösteriyordu. Bu haberle 1981 yılında Cumhuriyet gazetesinin «Bülent Dikmener Haber Ödülü»nü kazandım. Gazetecilik yaşantımın en büyük onurlarından biridir. Ne olursa olsun, gazetecilik biraz da şans işidir sev123


gili okuyucum. Eğer bana o belgeleri getiren kişi başka­ sına gitseydi, kaymağı o gazeteci arkadaş yiyecekti.. Ya da bazen sokakta birisine rastlarsınız.. Hiçbir yakınlığı­ nız yoktur.. Ama size öyle bir şey söyler ki, kafanızdaki jetonlar birbiri ardından düşmeye başlar ve büyük bir ga­ zetecilik olayı yaratırsınız. Ne kadar iyi gazeteci olursa­ nız olun, gazetecilikte şansın da önemli bir payı vardır.

* **

1980 yılının yaz aylarında Türkiye yine acılı günler geçiriyor. Anarşi ve terör sürüp gidiyor. Her gün birkaç cenaze var. TBMM, yeni cumhurbaşkanını bir türlü seçe­ miyor. Ekonomi biraz olsun açılmış, ancak sorunlar bit­ memiş.. Özal'la aramız çok iyi.. Bana sık sık bilgi veri­ yor.. Ve 12 Eylül günü Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koyuyor.. Burada şunu hemen belirteyim.. 12 Eylül harekâtı, Türkiye'de gazeteciliğe büyük bir darbe vurdu. Birçok şe­ yi yazmak yasaklandı. Sıkıyönetim komutanlıkları, gazete­ leri ciddi bir denetime aldılar. Gazeteler kapatılmaya baş­ landı. Gazete yönetimleri korkudan birçok şeyi yayınlaya­ maz oldular. Gazeteci arkadaşım Hasan Cemal'in kitap­ ları, o günlerin belgeselidir. 12 Eylül ortamı, gazetecileri de maalesef «memurlaştırdı». Herkes tembelleşti. Eski rekabet ortamı kalmadı. Bunun iki temel nedeni vardı.. Birincisi, devlet memurla­ rının basınla ilişkilerini yasal hükümler getirerek ortadan kaldırdılar. Memurlar, bizimle konuşamaz duruma geldiler. Yetkililerden bilgi akımı kesildi. En yakın bildiğimiz haber kaynakları bile, başlarına bir iş gelmesinden korkmaya başladılar.. İkincisi de, biz gazetecilerin içindeki tembel­ lik duyguları, böylesine hazır bir ortamı bulmuşken filiz­ lendi.. Gerekçemiz hazırdı.. «Yasak olduğu için yazamı­ yoruz»..

* **

12 Eylül'den birkaç gün sonra, televizyonda bir anar­ şi programı yayınlandı. Bu yayında birkaç cümleyle, Ma­ mak cezaevindeki sağ ve sol görüşlü tutukluların barıştığı 124


belirtiliyordu.. Aradan bir süre geçince, yakalanan anar­ şistlerin sayısı artmaya başladı.. Mamak cezaevi, her gün basında yer alıyordu.. Burası, ünlü bir yerdi.. Mamak'ta bir röportaj yapmak herhalde çok ilginç olurdu.. Ama as­ keri bir cezaevine adamı sokarlar mı? Hele röportaj için kesinlikle izin vermezler.. Kendi kendime «Ulan bir şansı­ mı deneyeyim» dedim ve oturup Genelkurmay başkanlığı­ na bir dilekçe yazdım.. Dilekçede, Mamak cezaevindeki sağ ve sol görüşlülerin barıştığını televizyondan izlediği­ mi ve bunun güzel bir gelişme olduğunu belirtererek bu­ rada resim de çekmek şartıyla bir röportaj yapmam için izin verilmesini «Arz ve rica» ettim. Cevabın olumlu ge­ leceği konusunda milyonda bir bile ümidim yoktu. Hatta dilekçeyi verdikten sonra, bu konuyu unuttum gitti.. Aradan on gün geçmişti.. Genelkurmay'dan aradılar.. Cevap olumluydu.. Mamak cezaevinde istediğim gibi ge­ zecek, İstediğim röportajı yapabilecektim. Foto muhabiri arkadaşımız da, istediği gibi resim çekecekti.. Bu cevap, büyük bir gazetecilik olayının ilk müjdesiydi.. Mamak ce­ zaevine o güne kadar gazeteci girmemişti. Hazırlıklarımızı yaptık. Foto muhabiri olarak Savaş Ay ve Selahattin Gökhan geldiler. Beş gün süreyle günle­ rimizi Mamak'ta geçirdik. Koğuşları gezdik, içeridekilerle konuştuk. Yanımızda hep subaylar olduğu için, elbette kl bizimle rahat konuşamadılar.. Bizim patron Aydın Doğan'ın bacanağı Namık Kemal Zeybek de MHP olayından tutuklanmıştı. Aydın bey onu görüp selam söylememi ri6d etti. Komutan Raci albay'dan izin alıp onun koğuşuna <ııttık. Zeybek namaz kılıyormuş. Yapımıza geldi.. Zeybek MC döneminde Gümrük Bakanlığı müsteşarıydı. Oraya ka­ til komandoların alındığını Milliyet'te yazmadan önce gidip kendisiyle de konuşmuştum. O makamdan sonra şimdi ka­ fası kabak edilmiş, havasız ve kasvetli koğuşta yatıyor­ du.. Yanımıza geldi.. Aydın bey'in selamlarını ilettim, bir İsteği olup olmadığını sordum.. Subayların yanında esas duruşta duruyordu. Benimle konuşurken de esas duruşu­ nu bozamadı. İçimden «Allah kimseyi bu durumlara dü­ şürmesin» diye geçirdim. 125


Mamak, gerçek bir olaydı. Tutuklulara verilen «Ata­ türk eğitimini» izledik. Üzerlerindeki baskıları tam olmasa bile gördük.. Açık hava eğitimlerini, hep birlikte marş söy­ leyerek talim yapmalarını gördük. Hayatımın en ilginç ola­ yını yaşıyordum.. Bir yandan da, üzerime bir kabus çök­ müştü. A Blok'un girişinde demir bir kafes vardı. Bu kafesten daha sonraları çok söz edildi. Bir gidişimizde kafeste Doğu Perinçek'i gördüm. Kurallara uygun bir biçimde başı ha­ vada, esas duruşta ve ayakta bekliyordu. Komutandan, eski arkadaşım Doğu'ya bir merhaba demek için izin is­ tedim.. İzin verdi.. Doğu'ya «Merhaba Doğu, nasılsın?» dedim.. Sonra bu sorumun ne kadar aptalca olduğunu dü­ şündüm. Bana boş gözlerle bakıp «Merhaba» dedi.. A Blok'un aşağı katındaki ölüm hücrelerine indik. Ora­ da Erdal Eren adında genç bir çocuk vardı. 12 Eylül ön­ cesinde bir inzibat erini öldürdüğü iddiasıyla yargılanmış ve idama mahkum edilmişti. Lise öğrencisiydi.. Solgun bir lamba ışığının altında, cezasının infaz edilmesini bekli­ yordu. Ben ömrümde böyle sarı renk hiç görmedim.. Hüc­ reye inmeden önce komutana «Ne zaman idam edilir?» diye sormuştum.. «Bugün yarın, Konsey'den kararın onay­ lanmasını bekliyoruz» dedi. Erdal'a sigara ikram ettim.. Galiba aldı.. Hatırını sordum.. Bir isteği olup olmadığını sordum.. Yanımdaki Savaş Ay birden atıldı: — Erdal, yakında idam edileceksin. Neler hissediyor­ sun? O anda mahvoldum. Savaş'a bir dirsek attığımı ha­ tırlıyorum.. Bir insana böyle bir soru nasıl sorulabilirdi? Bir gazetecinin bile böyle bir şey sormaya hakkı yoktu.. Savaş çok iyi bir arkadaştı ama, böyle bir densizlik yap­ mıştı. Sonra kendisine «Sen sadece resim çek, soru sor­ mayı da bana bırak» dedim. Belki Savaş'ın kalbini kır­ mış oldum ama, o sorusu bana çok ters gelmişti. Ben gazetecilikten önce, insandım.. Erdal, bir iki gün sonra idam edildi. Bize orada, askeri kendisinin öldürmediğini söylemişti. Bilmiyorum, günahsız yere mi astılar 18 yaşın­ daki lise öğrencisini.. 126


Diğer ölüm hücresinde, Piyangotepe katliamında ye­ di kişiyi öldüren Ali Bülent Orkan yatıyordu. O, katliamı yaptığını bize de söyledi. Bu MHP'li çocuğu da kısa süre sonra astılar.. Ülkemizde gencecik insanları katil yapanların, ma­ sum insanları öldürten elebaşıların-, onları kandıranların Allah bin belasını versin. Mamak'ta işimiz bitmişti. Şimdi sıra yazıları yazmaya geldi. Yazıları, görevli bazı kurmay subaylara önceden okutmamızı «Rica» ettiler. Çok dikkatli yazdım. Yine de bazı yerleri çıkardılar. Örneğin «Başı kabak edilmiş» de­ yimini kullandırmadılar. Ancak bu ilişkiler ve sansür ola­ yı, gayet kibarca ve efendice oldu. Askerlerin o ortam­ daki «Ricası», aslında bize verilmiş bir emirdi. Mamak röportajı, 6 Aralık 1980 tarihli Milliyet'te tam sayfa patladı. Bunu beş gün sürdürdük. Gördüğüm her şeyi yazdım. Okuyan herkes, oradaki düzeni anladı. Bun­ dan sonra sol kesimden bazı kişiler üzerimde büyük bir baskı ortamı yaratmaya çalıştılar: — Siz ilerici bir insansınız. Nasıl olur da askerlerin oyununa gelip orada röportaj yaparsınız? — Kardeşim ben askerlerin oyununa gelmedim. O işe ben talip oldum. Ayrıca yazabileceğim her şeyi yazdım. Mamak'ın havası, oranın ne olduğu belli olmuyor mu yaz­ dıklarımdan? — Hayır, siz faşistlerin oyununa geldiniz. İsminizi le­ kelediniz.. Cezaevinde gördüklerim, özellikle Erdal Eren, beni perişan etmişti. Mamak, günlerce bir kabus olarak rüya­ larıma girdi ve uzun süren bir bunalım yaşadım. Gerçek bir bunalım.. Canım hiçbir şey yapmak istemedi, hiç kim­ seyle konuşmadım. İyi bir gazetecilik yapmıştım.. Ama bir kez daha gördüm ki, insanlık gazetecilikten çok daha önemlidir.. Dünyanın en büyük gazeteciliği bile olsa, ben bu tür işlerin adamı değilim. Bir daha da, böyle konulara hiçbir zaman girmedim.

*** 127


Mamak röportajından sonraydı. 25 Aralık 1980 saba­ hı, teJeksçi arkadaşımız Birsen Ocak (Sonra İsmail Gülgeç'le evlendi) odama geldi. Yüzünde alaycı bir tavır var... «Emin hayırlı olsun. Bakıyorum artık Beyhan Cenkçi de sana ödül veriyor» dedi. — Ne ödülü be? Adam bizi cemiyetine bile üye yap­ madı. Hiç ödül verir mi? — Vallahi doğru söylüyorum. Yılın gazetecilerini seç­ miş. Sen de varsın. Şimdi teleksle İstanbul'a geçtim... Hemen teleks odasına gidip Beyhan Cenkçi'nin ödül listesine baktım. Allah Allah, gerçekten bana da ödül ver­ miş. Feci halde asabım bozuldu! YıHardan beri Ankara Gazeteciler Cemiyeti'nin başkanlığını yapan, ancak gaze­ tecilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan bu şahıs her yıl olduğu gibi bu yıl da kafadan, bol kepçe ve gayriciddi ödül dağıtımı yapmıştı. Herhalde Mamak röportajı nede­ niyle olsa gerek, bana da teveccüh göstermiş ve röpor­ taj dalında yılın gazetecisi seçmiş. Adamın hiçbir ciddi ölçüsü yok... Örneğin İstanbul Gazeteciler Cemiyeti, bu ödül işini son derece ciddi götürür. Bütün bir yıl boyun­ ca gazeteler dikkatle izlenir ve ödüle aday gösterilen eser­ ler ciddi bir jüri tarafından değerlendirilir. Ödül alanların, hangi eserleriyle ödül aldıkları açıklanır. Cenkçi'de böyle bir durum yok. Her yıl, kafadan ödül dağıtır. Hele kendisine sadık bazı adamları vardır ki, on­ lar bütün bir yıl sırtüstü yatsalar, ödülleri yine garanti al­ tındadır. Gerçekte gazeteci falan olmayan Beyhan Cenk­ çi, birtakım basın konularıyla birlikte, ödül işini de böy­ lesine yozlaştırmıştır. Peki gazeteciliği bırakalı en az yirmibeş yıl olduğu halde. Cenkçi şimdi bile niçin Ankara Gazeteciler Cemiyeti'nin başkanıdır? Bu soruya da he­ men cevap vereyim... Cenkçi, iş bitirici bir adamdır. Yıl­ lar önce Kaş'ta devletten bir yarımada kapatmayı becer­ miştir. Sonra bu yarımadayı, üyeleri arasında paylaştıra­ cağını açıklamıştır. Ancak iş epey uzamış, «Tapular ha geldi ha geliyor. Bu işi Beyhan'dan başkası beceremez» yöntemiyle yıllardır iş başında kalmayı başarmıştır. Bu arada kendisi de, Kaş'taki yarımadaya görkemli bir şa-

128


to dikmiştir. Geliri neredendir, parayı nereden bulur, hiç bilemem.. İşin daha da acı yönü, bir gazeteciler cemiye­ tinin başkanı olan Cenkçi, bizzat naylon gazete çıkar­ maktadır.. Naylon gazetenin adı « 2 4 Saatotir. Bir gün Ankara'daki bütün gazete bürolarına yazılı duyuru gönder­ miş, adı sanı bilinmeyen ve piyasada satılmayan naylon gazetesine ilan bulacak gazeteci arkadaşlara yüzde 25 komisyon vereceğini açıklamıştı. Bu duyuru Milliyet bü­ rosuna da asılmıştı. Bunu okuyunca benim yüzüm kızar­ mıştı. Türkiye'de bilip tanıdığınız saygın ve iyi gazetecile­ rin pek çoğu Cenkçi'nin cemiyetine üye değildir.. Cenkçi bunları üye yapmaz. Sadece kendisine karşı çıkmayaca­ ğına kesinlikle inandığı kişileri üyeliğe kabul eder. 1979 yılında bu şahsa karşı Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti ku­ rulmuştu. Çağdaş, Ankara'daki gazeteciler arasında üye çoğunluğunu sağladı. Cenkçi paniğe kapılmıştı. Ankara Bayram gazetesini çıkarma yetkisi elinden gidiyordu.. Ta­ bii bu gazetenin ilan gelirleri de.. Yanılmıyorsam Ankara V a l i l i ğ i , Bayram gazetesini çıkarma yetkisini Cenkçi'den ulıp Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti'ne vermişti. Ancak işblllı Cenkçi son anda durumu yine kurtarmayı başarmış, hu iıayram öncesindeki yarım günlük çalışma gününde Danıştay'dan üçe karşı iki oyla yürütmenin durdurulması Hararı almayı becermişti. Gazeteci olduğum ilk günlerde bu şahıs, kardeşi En­ gin Cenkçi aracılığı ile bana üyelik formu doldurtmuştu. Ben de bu gibi numaraları o günlerde hiç bilmediğim için, formu saf saf doldurup kendisine iletmiştim. Ya hırsızlık, ya ahlaksızlık, ya eşcinsellik, ya da yeteneksizlik nede­ niyle olsa gerek, birçok değerli ve saygın gazeteci arka­ daşım gibi, beni de üye yapmamıştı. Oysa İsrail elçiliği­ nin bazı görevlileri, üyesiydi. Gazeteci olmadığı halde gazeteciler cemiyeti başkan­ lığı yapan, naylon gazete çıkarıp ilan parası toplayan, bu­ l u n işlevi arsa ve tapu dağıtmak olan Beyhan Cenkçi, aslında gerçekten işbilir insandır. Her fırsattan yararlanıp kondlni televizyon ve basında göstermeyi becerir. Sağ 129

F.: 9


hükümetlerin bakanları kendisini ziyarete gelir. Cenkçi de koltuğunda yarım kaykılarak onları kabul eder. TRT'de arsa dağıttığı elemanları da, bu görüntünün çekimini yapıp akşam haberlerinde bize sunarlar.. Gazetelerin An­ kara bürolarındaki adamları da bu «Haberi» ortesi gün Ankara sayfasında kullanırlar.. Çünkü Cenkçi, hiçbir ga­ zetenin Türkiye baskısında yer alamaz. 12 Eylül öncesinde Cumhurbaşkanı vekili İhsan Sabri Çağlayangil, Türk basınında onca saygın ve değerli in­ san varken, Cenkçi'yi kontenjan senatörlüğüne atamaz mı?.. Bu haberi duyunca küçük dilimi yutacak gibi oldum. Sadece ben değil, bu işlerin içerisinde olan herkes şaşır­ dı.. Demek Beyhan bey, Çağlayangil'e de yaklaşmayı bil­ mişti. Helâl olsun.. Allah'ın büyüklüğüne bakın ki, birkaç gün sonra 12 Eylül harekatı oldu. 12 Eylül birkaç gün daha gecikmiş olsa, gazetecilikle ilgisi olmayan bu nay­ lon gazete sahibi, TBMM kürsüsünde senatör olarak ye­ min edecek ve şimdi devletten yüklü bir «Eski parlamen­ ter» maaşı alacaktı. Küçük dağları kendisinin yarattığını zanneden, büyük adam olduğu için kasım kasım kasılan bu şahısla hayatım­ da bir kez, 1986 yılında Dedeman otelinin kapısında kar­ şılaştım. Yanında Cumhurbaşkanlığı basın müşaviri Ali Baransel vardı. Bana «Yazılarınızı zevkle okuyorum. Bü­ yük işler başarıyorsunuz» dedi. Ben de kendisine teşekkür ettim.. El sıkıştık, ayrıldık. İşte bu Beyhan Cenkçi, kendisiyle uzaktan yakından hiçbir ilgim olmayan bu şahıs, 1980 yılı Aralık ayında bana gazetecilik başarı ödülü vermeye kalkışıyordu. Er­ tesi gün, kafadan ve gayriciddi ödül dağıttığı diğer Milli­ yet mensuplarıyla birlikte isimlerimiz ve resimlerimiz bi­ rinci sayfadan kocaman verildi.. Arkadaşlara «Ben bu adama gösteririm» dedim. Benim Türkiye'de ve gazete­ cilikte iyi kötü bir ismim vardı. İsmimi herkese kullandıramazdım. Ocak 1981 ortalarında bir gün, Hürriyet gazetesi baş­ yazarı Oktay Ekşi ile telefonda konuştuk. Cenkçi, bu say­ gın insana da ödül vermiş ve rencide etmişti. İkimiz de. 130


ülü reddetmeyi kararlaştırdık. Bu haberi gazete ve ajans­ lara Ankara'da ben, İstanbul'da Oktay abi verecekti. Ben oturup Cervkçi'ye bir mektup yazdım : «Ankara Gazeteciler Cemiyeti başkanı olarak, tutum ve davranışlarınızın tümüyle karşısındayım. Bugüne kadar bu cemiyetin başkanı olarak meslekdaşlarımızı bölmekten, ayırım yapmaktan, belli gruplardan yana tavır almaktan ve cemiyet ağası olmaktan başka bir iş yaptğınızı hatırla­ mıyorum. Ankara'da pek çok gerçek gazeteciyi genel kurulda size oy vermeyeceklerin bildiğiniz için üyeliğe kabul et­ mediğiniz gibi, gazetecilikle ilgisi olmayan kişileri de, sa­ dece sizden yana oldukları için üyeliğe doldurdunuz. Üyelerinizin bir bölümünü bugüne kadar hediyelerle ve arsa dağıtma vaadleriyle bir arada tutmaya çaba gös­ terdiniz. Sizin başkanlığınızda bu cemiyetin saygınlığı, ge­ rek basın çevrelerinde ve gerekse kamuoyunda zedelen­ miştir. Her yıl olduğu gibi bu yıl da kafadan ve ciddi olmayan bir biçimde dağıttığınız gazetecilik başarı ödüllerinden birini de, haberim olmadan bana verdiğinizi öğrendim. < Miılünüzü reddediyorum ve almıyorum. Size meslek bölıı< usü olmaktan vazgeçmenizi ve gazetecilik mesleğinin ciddiyetine hiç değilse bundan sonra gölge düşürmeme­ nizi öneriyorum. Bilgi edinmenizi ve ödül listelerinizde bundan sonra arlıma yer verilmemesini rica ederim. Emin Çölaşan». Beyhan Cenkçi, kendisine gönderdiğim bu mektuptaki MV.iyelerimden bugüne kadar sadece bir tanesine uydu ve ondan sonra bana ödül veremedi. Ancak diğer konu­ l u r d u tutumunu aynen sürdürdü. Oktay abi de kendisine şöyle yazmıştı: «Bana verildiğini bir süre önce açıkladığınız yılın galetecisl ödülünü almayacağımı bildirmek için, bu mektu­ bu yazıyorum. Ödülün sizin keyfî kararlarınıza göre dağı­ tıldığını biliyorum. Bu nedenle, ödülünüzün onu kabul eden­ imi ı onurlandıracak bir ciddiyet ve değer taşımadığına İnanıyorum. 131


Bana verileceğini açıkladığınız bu ödülü almayacağı­ mı bildiriyorum. Oktay Ekşi». Ödülü reddedenler kervanına o gün İstanbul'da Cum­ huriyet gazetesinin karikatüristi Ali Ulvi de katılmış.. O da Cenkçi'ye şunları yazıyor: «Ankara Gazeteciler Cemiyeti'nin bu ödülleri, ödülü alanlardan çok, verenleri değerlendirmeye yöneliktir. Be­ nim anlayışım dışında olan bu ödülü kabul etmiyorum».. Ertesi günü bizim ödülleri reddetme haberimiz, bütün gazetelerde yer aldı. Oktay Ekşi ile birlikte, Ali Ulvi gibi saygı duyduğum bir gazetecinin de ödülü reddetmesi be­ ni çok sevindirmişti. Aradan birkaç gün geçti.. Gazetelerde bir haber da­ ha : «Halit Kıvanç ve Savaş Ay da, Ankara Gazeteciler Cemiyeti'nin ödülünü reddettiler»... İki gün sonra, karikatürist Semih Balcıoğlu, Bedri Koraman, Talay Erker ve Uğur Cebeci-de ödülü redde­ denler kervanına katıldılar.. Artık gazetelerde her gün, Cenkçi'nin ödülünü reddedenlerin listesi yayınlanıyordu. Allah kimseyi şaşırtmasın ama. Cenkçi çok şaşırmıştı! Hayatı kaymak üzereydi. Fakat bu da bir şey değildi.. En büyük bombayı, bü­ yük usta Aziz Nesin patlattı.. Cenkçi, Aziz Nesin'e de ödül verme gafletinde bulunmuştu! Aziz Nesin'in red ge­ rekçesi 29 Ocak 1981 tarihli gazetelerde yayınlandı. Ne­ sin usta, Cenkçi'ye gönderdiği mektupta aynen şöyle di­ yordu : «Yılın gazetecisi seçilenler arasında bulunduğumu, Almanya'da olduğum sırada gazete haberlerinden öğren­ dim. Kırk yıllık gazetecilik yaşamımda kendime göre ba­ şarılı olduğumu sandığım zamanlar ödül verilmemişken, başarı sayılabilecek hiçbir şey yapmadan böyle bir ödüle lâyık görülmem beni çok şaşırttı. Hangi nedenle yılın gazetecisi seçilip de, örmeğin ni­ çin yılın futbolcusu veya yılın şarkıcısı seçilmemiş oldu­ ğumu anlamak çok zordur. 132


Yılın gazetecisi seçilmek için hiçbir şey yapmamak gerekli idiyse, benden başka hiçbir şey yapmayan bir gareteci bulamadınız mı da, beni yılın gazetecisi diye teşhir gereğini duydunuz? Değerli ödülünüzü benden daha lâyık, yani benden daha çok iş yapmamış olan bir gazeteciye vermenizi ri­ ca ederim. Aziz Nesin». Bu konuyu daha sonra Aziz Nesin'le konuşuyorduk... «O yıl hemen hiçbir gazetede doğru dürüst bir yazım çık­ mamıştı. Adamın ciddiyetine bak ki, gazetede yazısı çık­ mayan birini yılın gazetecisi seçiyor» dedi. Evet, Beyhan Cenkçi'nin başına bunlar gelmişti. Ka­ muoyu önünde bu duruma düşen bir insanın intihar et­ mese bile istifa edip Kaş'ta kendisine yaptırdığı milyar­ lık şatoda inzivaya çekilmesi gerekirdi. Ancak yüreği her­ halde çok geniş olan Cenkçi, bunu yapamadı... Çünkü arsalarının tapu işlemini henüz bitirememişti. Naylon gaetesine biraz daha ilan bulması gerekiyordu. Yine de, başına gelen bu olaydan sonra Cenkçi, ödül ıtımına birkaç yıl,ara vermek zorunda kaldı. Ancak ra, aynı hızla ödül dağıtmaya yine başladı. Ne yazık artık bana ödül veremiyor! Cok üzgünüm! Böyle bir ılgıya bir daha düşmüyor. Ancak kendisini bazen tezyon haberlerinde izliyorum. Ciddi ciddi demeçler ve­ ri Ne de olsa, değerli bir Türk gazetecisi. Aslında eteci falan değil ama, bizim TRT'nin ölçülerine göre zeteci»... Galiba Beyhan Cenkçi'ye gereğinden fazla yer verOİduk sevgili okuyucularım. Aslında bu konuda yazadaha çok şey var ama, burada keselim.

*** Mamak Cezaevi'nin üzerimdeki olumsuz etkisi devam or, Moralim çok bozuk. Bütün bunlara rağmen, olanflüOümle çalışmaya devam ediyorum.. «Kurtuluş SaBütçesi» diye bir yazı dizisi hazırladım. Ayrıca «Kurş Savaşı'nda İstiklâl Mahkemeleri» adlı bir dizi hazır133


Iıyorum. Ancak moralim iyi olmadığı için, gazeteye fazla haber geçemiyorum.. Çünkü canım hiç kimseyle konuş­ mak istemiyor. Bu durumda da, haber toplamak mümkün olmuyor. Yaklaşık bir aydan beri doğru dürüst bir şey yapmamışım. «Kurtuluş Savaşı Bütçesi» dizisini İstanbul'a gönder­ dim.. Yazıişleri müdürümüz Doğan Heper'e de telefon et­ tim.. — Doğan baba, bunu lütfen iyi kullan da biraz mo­ ralim düzelsin. Bak, bir aydan beri gazeteye bile doğru dürüst gelemiyorum. Doğan Heper iyi kalpli, tertemiz bir isandır. Ben zan­ nediyorum ki bana «Evet Emin, yokluğunun farkındayız.. Geçmiş olsun» falan diyecek.. Oysa «Ne oldu, neyin var­ dı? Allah Allah, hiç haberim yoktu» dedi.. Heper'in bu sözleri bana bir şeyi anlattı.. Ben o gü­ ne kadar kendimi galiba biraz fazla adam yerine koy­ muştum. Oysa yokluğum bile farkedilmiyordu. Hiç kimse­ nin umurunda değildi. En azından, İstanbul'un umurunda değildi. Yokluğumu anlamamışlardı bile. Orada anladım ki, gazeteler kişilerle yürümüyor. Falanca yazarın, filanca muhabirin yokluğu gazete için sorun değildir.. Çünkü o kişinin yerini dolduracak insanlar vardır.. Gazete gazete­ cilere değil, gazeteciler gazeteye bağımlıdır.. Gazetenin çarkı, siz olsanız da döner, olmasanız da.. İşte Abdi bey artık yoktu, ama Milliyet yine çıkıyordu.

*** 1981 yılında askeri yönetimi yaşamaya devam ediyo­ ruz. Bir yandan da bankerler palazlanmaya devom edi­ yor. Başbakan Yardımcısı Turgut Özal ve Maliye Bakanı Kaya Erdem, gidişten memnun görünüyorlar.. Özal'la ara­ mız çok iyi.. Bana arada sırada belgeler veriyor, bunlan yayınlıyorum.. OECD raporları, IMF raporları, Dünya Ban­ kası raporları yine elime geçiyor. Bir gün demeç almak için Özal'ın evine gittim.. Git­ meden önce, Teoman Erel'le konuşuyorduk. Teoman de134


'iı iı «Bugün Uluç'la konuşuyordum, Özal, Uluç'a güzel Mı teyp almaya söz vermiş».. Uluç'a telefon ettim.. GerI akten doğruymuş. Uluç bir gün Özal'ın evine gitmiş, elin<i( • İ M eski teyp çalışmayınca Özal «Sen bu eski püskü şey­ le hiç uğraşma. Ben sana güzel bir teyp getirteyim dışa­ rıdan» demiş. Milliyet'in babadan kalma çanta gibi teybini alarak Özal'a gittim. O güne kadar kendime ait bir teybim ger­ dikten olmamıştı.. Önce resim çektirecektik.. «Hocam, de­ ğişik bir resim olsun» dedim. Özal önce eşofman giyip ueldi. Ancak Semra hanım o kıyafeti beğenmedi. Bu kez bir kimono giyip geldi.. Semra hanım «Şişman gösteri­ yor» diye ona da itiraz etti. Üçüncüsünde bir başka ki­ monoyla geldi.. Semra hanım bunu beğendi. Foto muha­ birimiz Mustafa İstemi bol bol resmimizi çekti.. Özal ra­ hat adamdı. Resim işi bitti.. Teybi açtım, röportaja başladık.. — Hocam, siz Uluç'a teyp alacakmışsınız.. — Evet, alacağım.. Geçen gün geldi, teybi çalışmı­ yor.. Yeni bir şey alacağım ona. — Hocam, bizim sizinle çok daha eski hukukumuz var. Şu kullandığım teybe bir bakın... — Yani sen de istiyorsun bir tane... Tamam, sana da getirteyim. — Hocam, bu sözleriniz teybe geçti. Şimdi teyp açık... Haberiniz olsun. — Tamam, söz veriyorum. O konuşmamız gazetenin birinci sayfasında Özal'ın kimonolu resmiyle birlikte yayınlandı. Aradan iki hafta geç­ mişti. Özal telefon etti... «Uluç'u al da, benim eve gelin» dedi. Gittik, ikimize de birer teyp getirtmiş. Çok sevindik. Aradan yıllar geçti, hâlâ o teybi kullanıyorum. Sonraki yıllarda Özal'ın hediye ettiği o teyple yüzlerce konuşma yaptım. Yine o teybe aldığım konuşmalarla yedi kitap yazaım. Turgut Özal, rahat adamdı. Dünyanın en güzel rö­ portajlarını verirdi. Sorduğunuz her soruya cevap alırdı­ nız. Ondan sonra «Sen bu yazıyı yazınca bana bir getir, 135


ben bir göreyim. Biraz düzeJtme yapayım» demek gibi. gazeteciyi çok rahatsız eden birtakım kötü huyları yok­ tu. Bugüne kadar yüzlerce insanla, yazmak için konuş­ malar yaptım. Ancak ne yalan söyleyeyim, bu konuda Bü­ lent Ecevit gibisini görmedim. Ecevit son derece titiz ve ayrıntılarla uğraşan bir insan. Örneğin Demirel öyle de­ ğil... Ecevit'le konuşma yaparsınız, teybe alırsınız. Sizin tahrifat yapmayacağınızı da bilir. Ama hayır... Konuşmayı yazmanız için bu yetmez. Ecevit size gelir, gider, tekrar gelir, belli bölümleri tekrar yazıp getirir. Yazının nokta­ larını, virgüllerini, noktalı virgüllerini yeniden yerleştirir. En küçük ayrıntısıyla bile uğraşır... Tam yazdığınızı zan­ nedersiniz, tekrar bir yerin değiştirilmesini rica eder. Hürriyet'e geçmiştim. Ecevit'le bir konuşma yaptım. Yazıyı isteği üzerine kendisine gönderdim. Geldi, gitti, ye­ niden düzeltti, tekrar haberleştik, bazı bölümleri yeniden kendisi yazdı... Bunlar oldukça, bizim Pazar Sohbeti ge­ cikiyor. İstanbul'dan habire telefon açıp «Yazı nerede, çok geç kaldınız» diyorlar. Sonuçta her şey bitti. Yazıyı uzun uzun yazmaya baş­ ladım. Yazdığım her sayfayı da, zaman kazanmak için İstanbul'a anında geçiyorum. Ecevit'ten bir telefon daha... Yazıp İstanbul'a geçtiğim bir bölümün daha değiştiril­ mesini istiyor. O anda kalbime korkunç bir çarpıntı girdi. Birkaç da­ kika bekledim, baktım ki geçmiyor, yukarı katta yatağa yattım. Biraz sonra gazetedeki bütün arkadaşlar başıma toplandılar... «Herhalde Ecevit'in yüzünden ölüyorum» di­ ye düşündüm. Doktor Akın Yıldız geldi, ilaç verdi... Çar­ pıntı bir türlü geçmiyor. Yarım saat geçti, elim ayağım hiç tutmuyor. Korkunç bir çarpıntı... Damardan iğne yap­ tı, yine geçmedi. Elektro çekildi... Doktor «Tamamen si­ nirsel» diyor. Sonuçta bir arabaya bindik ve kliniğe doğ­ ru yola çıktık. Tam kapıda geçti. Birtakım ilaçlar verdiler ve iki gün yatmamı söylediler. O durumda gazeteye gelip yazıyı yetiştirdim. Bülent Ecevit'in titizliği, başıma iş aç­ mıştı. Az daha kalpten gidecektim! 136


Bir gün yine Özal'ın evine gitmiştim., İçim bir tuhaf yordu. Özal sordu : — Neyin var senin? Gözlerin tuhaf bakmaya başladı. — Galiba tansiyonum düşüyor hocam.. — Dur bakalım, senin tansiyonunu bir ölçeyim... Ooo, in tansiyonun sekize düşmüş.. Biraz dinlen şurada.. Biraz dinlenip kendime geldim.. Hemen espri yaptım : — Peki hocam benim tansiyonum mu daha kolay kur­ tulur .yoksa Türk ekonomisi mi? — Biilyorsun, biz ekonomi için bir istikrar programı hazırladık. Bu istikrar programı uygulanırsa, ekonomi kur­ tulur. Ben şimdi senin tansiyonun için de bir istikrar prog­ ramı hazırlayacağım. O programı uygularsan, tansiyonun da kurtulur. — Nedir hocam o program? — Bol tuzlu ayran iç.. Kendini yorma. Dinlen ve uy­ kuna dikkat et. Bir şeyin kalmaz.. Bol bol gülüştük.. Bu Özal çok tatlı adam.. Geçmişi artık tamamen unutmuştum.

*** 1981 yılının yaz iznini kullanmaya başladım. Bütün ta­ tillerde kafam gazetecilik için çalışıyor. Acaba dönüşte ben ne yapabilirim? Hangi konuların üzerinde durmalıyım? Ne gibi araştırmalar yapmalıyım? O günlerde bankerlik, bir salgın hastalık gibi yayılmış. Herkes parasını bankere yatırıyor. Gazeteler banker ilan­ larıyla dolu. Önüne gelen banker olmuş. Yalçın adında 18 yaşında bir çocuğun da bankerlik yaptığını, bu çocuğun daha önce İller Bankası'nın çaycısı olduğunu söylüyorlar. Fakat ben bunu espri zannediyorum ve üzerinde durmu­ yorum.. Çünkü bu kadarı olamaz.. Ağustos ayında tatilden döner dönmez, Ankara'daki bankerlerin peşine düştüm. Birçok bankerle görüştüm. Or­ taya çok ilginç şeyler çıkardım.. Bunlar kesinlikle bata­ caktı. Yaşamaları mümkün değildi. Bankerler batınca da. bunlara para yatıran yüzbinlerce gariban mahvolacaktı. 137


Ankara'da konuştuğum bankerlerin hepsi üçkağıtçıydı. Sahtekarlık yüzlerinden akıyordu.. Turhan Aytul'a telefon ettim : — Abi, bu herifler yakında batacak. Ben çok iyi mal­ zeme topladım birkaç günden beri. Bunu bir yazı dizisi yapalım ve halkı uyaralım.. — Emin boşver.. Hiç yapma.. — Yapma olur mu abi? Çok iyi bir konu.. — Hiç yapma.. Belalarını bizden bulmasınlar.. İşin sorumlusu biz olmayalım. Herifler batarlar, sonra da bun­ ları Milliyet'in yayını batırdı olur.. Ne kadar ısrar ettiysem, Turhan Aytul dinlemedi.. Ve o güzel malzemeler elimde kaldı.. Yıllar sonra bunları «Banker Skandalinin Perde Arkası» adlı kitabımda değer­ lendirdim. Ancak hükümet de duruma uyanmıştı. Bunları teşvik eden Turgut Özal da. Kaya Erdem de, sanırım gidişin iyi olmadığını görüyorlardı. Resmi Gazete'de halka fazla bel­ li etmeden, birtakım kısıtlayıcı önlemler yayınlanıyordu. Ama ış işten geçmişti. Atı alan bankerler, Üsküdar'ı çok­ tan geçmişti. 20 Eylül 1981 Pazar günü, Maliye Bakam Kaya Erdem'i evinden aradım. Çok dertliydi.. Ancak kendi poli­ tikalarını değil, bankere para yatıran vatandaşı suçlu­ yordu.. Bana o gün söylediği cümle, sonradan Türk eko­ nomi tarihine geçecekti: «Bankere para yatıran vatandaş, kumar oynamıştır». Bu olayın ilginç öyküsünü, öncesini ve bu demeçten sonra Ankara'da neler olduğunu «Banker Skandalinin Per­ de Arkası» kitabımda anlatmıştım. Onun için, Durada ay­ rıntıya girmiyorum.. Ancak ortalık birbirine girdi.. Kava Erdem büyük yara aldı. Doğrusu iyi bir gazetecilik daha yapmıştım!

***

Milliyet'in genel yayın yönetmeni Turhan Aytul, il­ ginç bir insandı. Onunla konuşmak, sohbet etmek çok hoşuma giderdi. Turhan abi günde birkaç paket Amerikan 138


sigraası içerdi. O günlerde Türkiye'de Amerikan sigara­ sı satılmadığı için, İstanbul'da olduğum günlerde hep on­ dan otlanırdım.. Paket masada dururdu. Soru ve cevap hep aynıydı: — Abi, şuradan bir sigara alabilir miyim? — Soracaksan alma kardeşim.. Sigarayı alıp yakardım.. Biraz zaman geçerdi.. — Abi bir sigara daha alayım mı? — Soracaksan alma.. Bir gün yine aynı durum oldu. Ben bu kez işi yüzsüz­ lüğe vurup, yeni açılmış Amerikan sigarasının paketini Turhan abi'nin gözü önünde cebime koydum. Abim yerin­ den fırladı.. — Hop, hop.. Ne oluyor? — Abi, soracaksan alma diyen sen değil misin? Ben de sormadan paketi aldım. — Kardeşim ben soracaksan alma diye tek sigara için diyorum. Varmı öyle lâf oyunuyla bütün paketi götür­ mek?. Gülmekten yerlere yatardım.. Turhan abi kendisine «Nasılsın» diye soran herkese de aynı cevabı verirdi: — Demir gibiyim! Oysa pek demir gibi değildi! Günde birkaç paket si­ gara ve bol miktarda içki içtiği için, durumunu pek parlak görmezdim. Bir gün Ankara'ya gelmişti. O günlerde elek­ trik kısıntısı vardı. Dört kat merdiveni yürüyerek çıkmış. Büronun kapısı açıldı, iki kişi koluna girmiş durumda Tur­ han abi içeri girdi. Acayip sesler çıkarıyor ve hırıldıyordu. Kendinde değildi. Milliyet bürosunda her odada bir ka­ nepe vardı. Kendisini kanepeye yatırdılar. Hırıldamaya de­ vam ediyordu. Göğsü körük gibi inip çıkıyordu. Ben kal» krizi geçirdiğini zannettim. Acaba doktor çağırsak mı di­ ye düşünürken, bir ara yanına gittim.. Üzerine doğru eği­ lerek yavaşça «Abi nasılsın?» diye sordum.. Hırıltılar ara­ sında gözlerini zorlukla yarı yarıya açtı ve kısık bir sesle cevap verdi: — Demir gibiyim! 139


1981 yılının Kasım ayıydı.. Turhan Aytul bana şöyle dedi: — Yahu Emin, sana ilginç bir konu söyleyeyim.. Ben Îstanbul-Ankara arasında arabayla gidip gelirken görüyo­ rum.. Gerede yakınlarında Yeniçağa diye bir yer var. Ora­ da sanayi çarşısı gibi koskoca dükkanlar yapılıyor. An­ cak bu inşaatlar yıllardan beri hiç ilerlemiyor. Koskoca yatırım yarım kalmış. Bir gün gazeteden bir araba al, bir de foto muhabiri al, şu yarım kalan yatırıma bir git.. Gü­ zel bir konu olur.. — Tamam abi, giderim.. Bir boş zamanda giderim.. Doğrusu bu iş, bana göre bir iş değildi.. Bana ne Yeniçağa'daki yarım kalmış sanayi çarşısından?. Ben ar­ tık daha büyük işlerle uğraşıyorum!. Turhan abi birkaç kez bana İstanbul'dan telefon edip bu konuyu hatırlattı.. Her seferinde bir bahane uydurdum.. Fakat bir süre sonra bende jeton düşmeye başladı.. Turhan Aytul'un «Yarım kalmış yatırım» sözü, bende baş­ ka fikirler uyandırmaya başlamıştı. Allah bilir Türkiye'de nice büyük yatırım vardı ve bunlar yarım kalmıç'\. Bun­ lara milyonlarca dolar, milyarlarca lira ödenmiş \»;, bütün bu paralar boşa gitmişti. Bu konuyu düşünmeye başladım.. Önce Planlama'ya gittim. Bu işleri izlemekle görevli biri­ min başına bir ülkücüyü getirmişler. Adamın dünyadan haberi yok. Bana en ufak bilgi veremedi. İşi gücü bırakıp bu konuyu araştırmaya başladım. Sonunda aradığım adamı bulmuştum.. Efe Bilkur, o gün­ lerde Planlama'dan ayrılmış değerli bir uzmandı. O ülkü­ cü, Efe'nin yerine gelmişti.. Efe gibi insanları devletten ayırıyorlar, yerlerine de ilgis'z tipleri getiriyorlardı. Efe Bilkur benim ufkumu açtı, bana yarım kalmış pro­ jelerle ilgili uzun bilgiler aktardı. Biraz daha araştırdıktan sonra, çatıyı oluşturdum. Gemlik Amonyak fabrikası, MSP'nin ağır sanayi hamlesinden arta kalan bazı sanayi te­ sisleri, Elazığ gübre fabrikası, Eğridir kemik hastalıkları hastahanesi, Soma gübre fabrikası, Divriği konsantrasyon tesisleri, Uludağ volfram tesisleri, Ankara-İstanbul çift hat demiryolu projesi, Toprak Mahsulleri Ofisi'nin Dünya Bon140


kası kredisiyle yaptırdığı 38 adet silo projesi, bazı şeker ve çimento fabrikaları ve İzmir Alaybey tersanesi... Miiyariar harcanıp da yarım bırakılmış yüzlerce te­ sis vardı. Ben yukarıda sıraladıklarımı seçtim ve bunlarla ilgili bilgisi olan kişileri aramaya koyuldum. Ancak bilgi verecek insanların çoğu, 12 Eylül sonrasında her zaman yaşadığımız gibi korkuyordu.. Bazısı kişisel olarak kor­ kaktı.. Korkak olduğu yüzünden belliydi.. Bazısı ise «De­ meç vermemiz yasak» dalına tutunuyordu.. Demeç iste­ mediğimi, sadece bilgi alacağımı, böyle bir durumu kamu­ oyuna yansıtmanın bir vatan borcu olduğunu bu yetkili­ lere anlatmaya çalışıyordum. Birbuçuk ay uğraştım ve sonunda başardım. Ortaya korkunç bir tablo çıkmıştı. Bu yarım kalmış, ya da eksik veya yanlış planlanmış tesislerin çoğuna gittim. Resim­ lerini çektik. Binbir güçlükle, hiç kimsenin ismini verme­ yeceğim konusunda namus sözleri vererek, oralarda çalı­ şan teknisyenlerden bilgi aldım. Bir haftalık yazı dizisini İstanbul'a götürdüm. Ben adı­ nı «Planlı Plansızlık» koymuştum.. Turhan abi baktı bak­ tı, «Kül Olan Milyarlar» olsun dedi.. Çok güzel bir isimdi.. Turhan abi, bu işlerin ustasıydı. Bir ibret belgesi olan «Kül Olan Milyarlar» dizisi, bü­ yük yankılar yarattı. Hiç kimsenin farkında olmadığı cid­ di bir sorunu gündeme getirmiştik. Dizi, 31 Aralık 1981 günü bitti. İki gün sonra Ankara'ya dönüyordum. Turhan Aytul'a veda etmeye gittim.. — Emin neyle dönüyorsun Ankara'ya? — Yataklıyla dönüyorum. — Hadi şu bileti iptal ettir de, sana bir araba vere­ ni.. Bir de foto muhabiri vereyim, arabayla dön.. — Niçin abi? — Yolda giderken Yeniçağa'da şu yarım kalan düknların resmini çekiverin. O konuyu da yazalım. — Aman abi, sen ne diyorsun? Biz yarım kalan en baba projeleri yazıp malı götürmüşüz. Artık Yeniçağa'dakl dükkanların lâfı mı olur? Turhan abi «Sen bilirsin» dedi.. Ama boynu bükük141


tü... «Evet» deseydim çok sevinecekti.. Ya da «Ben bu ga­ zetenin başındaki adamım. Sana emir veriyorum» diyebi­ lirdi.. Demedi.. Turhan abinin bu isteğini yerine getirmediğim için sonraları çok üzüldüm. Arabayla oradan geçer, resim çek­ tirir ve birkaç satırla olsun o dükkanları da yazabilirdim.. Şimdi Ankara-İstanbul arasını arabayla ya da otobüsle ne zaman gitsem, Yeniçağa'dan geçerken o sanayi site­ sine özellikle bakar ve «Kulakların çınlasın Turhan abi» derim.. Ancak şunu da söyleyeyim, o sanayi sitesi şimdi bitmiş durumda.. «Kül Olan Milyarlar» dizisi ortalığı iyice karıştırdı. İlk tepkiyi, konuşması ve her türlü demeç vermesi 12 Eylül sonrasında yasaklanmış olan Süleyman Demirel'den al­ dım.. Halamın oğlu, kapatılan Adalet Partisi'nin İstanbul il başkanı Hüsamettin Cindoruk beni aradı.. — Emin, Süleyman bey'i bir arayıver.. — Ben onu aramam abi.. jki üç yıl önce kendisini aramamı istemişti. Birkaç kez aradım, karşıma çıkmadı. Yine aynı duruma düşmem. — Sen şimdi ara.. — Çıkacağı kesin mi? Bir daha kendimi küçültmek istemiyorum.. — Sen ara dedim.. Haberi var sana bu söylediklerim­ den.. Demirel'i aradım. Beni evine çağırdı. Kendisiyle ilk kez başbaşa oluyorduk. «Kül Olan Milyarlar» dizisini dos­ yadan çıkardı ve ilk sözü «Bu yazılarla beni fevkalade ren­ cide ettiniz» ordu. Demirel'e çoğu kendisi tarafından baş­ latılmış bu projelere karşı olmadığımı, ancak bunların bu kadar para harcandıktan sonra yarım kalmış olmasına içerlediğimi söyledim. Bana bu projeleri tek tek anlattı ve bu durumdan Konsey yönetiminin sorumlu olduğunu söyledi.. Ancak bir iki gün sonra beklenmedik bir olay oldu. Demirel, Milliyet gazetesine açıklama gönderdi. Gazete, demeç vermesi yasak olan Demirel'in mektubunu basa­ madı.. Sıkıyönetim gazeteyi kapatabilirdi. 142


Demirel bunun üzerine, açıklamasını Hayat dergisin­ de yayınladı.. Sanıyorum diğer gazeteler de korkmuşlar­ ın.. Hayat'ın sahibi, Demirel'in zamanında çok yardımını görmüştü.. Bu yükün altına girdi.. 1 Şubat 1982 tarihli Ha­ yat dergisinin kapağında Demirel'in resmi ve altında şu yazı vardı: «Süleyman Demirel: Milyarlar Kül Olmuş mudur?» Sıkıyönetim, Hayat dergisini derhal toplattı.. Dergi kapanın elinde kalmıştı.. Çünkü Demirel, sıkıyönetim ya­ saklarını ilk kez yırtmayı denemişti. Sonra Demirel bu konuyla ilgili olarak sıkıyönetim savcılığında ifadeler ver­ di. Bunların hepsi gazetelerde, alabileceği kadar yer aldı. Bu aşamada devreye. Tercüman gazetesi yazarı Nazlı Ilı­ cak girdi ve bu yazı dizisi için dolaylı yollardan beni eleş­ tirmeye başladı. Mehmet Barlas, Milliyet adına llıcak'a ce­ vap verdi. Tartışma giderek tırmanıyordu. Milyarlar kül olmuş muydu, yoksa olmamış mıydı? Şubat ayında bütün gazeteler, Demirel'in sıkıyönetim savcılığında verdiği ifa­ delerin haberleriyle doluydu.. Mart ortasına gelmiştik.. 14 Mart 1982 tarihli Tercüman'da Nazlı Ilıcak hâlâ bu konu­ yu yazıyordu. Başlığı da şöyleydi: «Git Git Gıdak Yumurtam Sıcak Milyarlar Kül Olmayacak». Bir gazetecinin en büyük zevki, kendi yazdığı bir ha­ ber veya yazıdan sonra, kamuoyunun o konuyu tartış­ maya başlamasıdır. Olayı siz başlatmışsınızdır ve geliş­ meleri hem zevkle, hem de kendi kendinize biraz böbürlonerek izlersiniz. Her gazeteci için böyledir.. «Kül Olan Milyarlar» olayı, bana bu fırsatı bir kez daha vermişti. Şunu da söyleyeyim, işi biraz daha karıştırmak için, Başbakan Yardımcısı Turgut Özal'dan bu konuda demeç aldım. Özal da «Evet, milyarlar kül olmuştun) dedi. Bunu da manşetten verdik. Böylece Özal, kısa süre öncesine kadar emrinde çalıştığı Demirel'e ilk kılç'ğını atmış olu­ yordu,

*** 143


12 Eylül sonrasının sıkıyönetim yasakları bir alemdi.. Ekonomik konuları rahatça yazabiliyorduk. Ancak siyasal konular öyle değildi. Konsey eleştirilemezdi. Eski siyaset­ çilerin ağzından bir şey yazmak mümkün değildi. Çeşitli illerdeki sıkıyönetim komutanlıklarından gazeteye her gün yasak emirleri gelirdi. Bunlar duvarlara asılırdı.. Bir de, bazı olayların gazetede sadece tek sütun verilmesi için «Ricalar» gelirdi.. O konu aslında kamuoyu için önemliydi ama büyütemezdiniz. Yasaklar, özellikle İstanbul'da yazıişleri salonunda görülmeye değer bir manzara gösteriyordu. Yasak tebli­ gatlarından, duvarlarda yer kalmamıştı. Bazıları da, ger­ çekten ilginç yasaklardı : — Bir hafta önce falanca yerde eğitim uçuşu sırasın­ da düşen askerî uçakla ilgili yayın yapılması yasaktır. — Tuzla'da falanca lokantada sivillerle asker kişi­ ler arasında çıkan kavgayla ilgili herhangi bir haber ve­ ya resim yayınlanması yasaktır. — Yurt dışında falanca yerde konuşma yapan falan yabancının sözlerinin yayınlanması yasaktır. Dediğim gibi, ekonomik konularda hiçbir yasak yok­ tu. Konsey'e ve hükümetin siyasal kesimine söz söylemek yasaktı, ama hükümetin ekonomik kesimine söz söylemek serbestti.. Dolayısıyla, bütün eleştiriler Özal'a yöneliyor­ du. Eleştirilmesi serbest olan tek insan, Turgut Özal'dı.. Basın, yasaklara uymak zorundaydı. Aksi halde, hiç yoktan gazete kapatılıyordu.. Hele bir gazete «İkinci bir emre kadar» kapatılmışsa, durum daha da kötüydü. Bı­ rakınız demokrasiyi falan bir yana, bir gazetenin üç gün kapatılması bile, o gazete için ekonomik yıkımdı. Basın, 12 Eylül sonrasında adeta «Memur» olmuştu.. Bunun sonucu olarak da, basında baldır bacak, çıplak ka­ dın, ırza geçme ve skandal haberleri iyice arttı ve bugün­ kü düzeyine geldi... Çünkü bunlar serbestti!

***

Biz «Kül Olan Milyarlar» işiyle uğraşırken, Aralık 1981'de bankerler batmaya ve kaçmaya başlamıştı. Beklenen 144


İMinker skandali en sonunda patlak verdi. Özal ve Kaya Erdem güç durumdaydı.. Ancak hayat devam ediyordu, i n i k ekonomisi IMF'nin güdümüne iyice girmişti. Artık nkonomiyi IMF, Dünya Bankası ve OECD denetliyordu. Ocak 1982'de Türk yetkililerle IMF arasında görüş­ meler yine başlamıştı. Bir gün açıklama yapıldı ve taraf­ ların anlaşmaya vardıkları bildirildi. Bu demekti ki, Türk pirafı IMF'ye yeni bir niyet mektubu daha imzaladı. Bu niyet mektubunun peşinde düştüm. Mektubu Kaya I rdem imzalamıştı. Özal'dan istedim, «Çok gizlidir» diye vermedi. Kaya Erdem'den rica ettim, vermedi. Bu belge kimde olabilirse, bütün kapıları denedim. Günlerce uğraş­ tım, ancak başarılı olamadım.. Bu kez niyet mektubunu yayınlayamayacaktım. Oysa o belgede, Türk ekonomisin­ de 1982 yılında nelerin yapılacağı tek tek vardı. Bir gün büroda öğle yemeğine çıkıyordum. Yarım sa­ at falan önce, gelen mektupları masama bırakmışlardı. Başka işim vardı. Mektupları açmadım bile.. Ve yemeğe çıktım. Dönüşte açtım.. Birincisi bir okuyucudan geliyor.. İkincisi, yine bir okuyucudan.. Üçüncüsü Amerika'dan pos­ talanmış, kalınca bir zarf.. Açtım.. Amanin, o da ne? Gözlerime inanamıyorum.. Zarfın İçinde Kaya Erdem'in imzasıyla IMF'ye verilen niyet mek­ tubu ve ayrıca IMF'nin gizli Türkiye raporu var.. Ulan, acaba yanlış mı görüyorum? Zarfın üzerine baktım, Washlngton'dan postaya verilmiş.. Böyle bir şey ilk kez ba­ şıma geliyor.. Önce çok sevindim.. Yine iyi bir gazeteci­ lik olayı patlatacaktım.. Çünkü bütün gazetecilerin, bu bel­ gelerin peşinde olduğunu biliyorum.. Sonra düşündüm, acaba birisi beni tezgaha getiri­ yor olmasın? Öyle ya, oturup sahte bir mektup yazarlar, •en de onu gerçek zannedip saf saf yazarsın.. Ve gaze­ tede yayınlandığı gün ilk açıklama Kaya Erdem'den gelir: — Milliyet gazetesinde niyet mektubu diye gösterile­ rek bir belge yayınlanmıştır. Bu belgeyi nereden bulduk­ larını bilmiyorum. Ancak ortada böyle bir belge yoktur Yazılanların hepsi hayal ürünüdür.. Allah korusun! Böyle bir durum olduğu takdirde o gün

145

F.: 10


gazeteye istifanı ver ve işi bırak. İstifa da sorun değil, memlekete rezil olursun. Memlekete rezil olmak bir yana, basın dünyasında rezil olursun. Arkandan teneke çalarlar. Hep bunları düşünüyorum. Uluç Gürkan'a telefon aç­ tım : — Patronum, bana erkekçe söyle bakayım, elinde ni­ yet mektubu var mı? — Yok be patronum, ne gezer? Uluç'a bunu soruş nedenim de, acaba bu belgeyi ba­ na gönderenle'- başka gazetecilere de göndermişler mi? Hemen Uluç'a gittim.. — Bak arkadaş, bu postadan çıktı.. Acaba sahte mi, değil mi? Belgeyi iyice inceledik. Sahte olamazdı.. Çünkü IMF'­ nin küçük harflerle yazan tipik daktilosunda yazılmıştı. Niyet mektuplarını IMF yetkilileri orada yazdırır, bizimkile­ re de sanki kendileri yazmış gibi imzalamak düşerdi. Evet, belge gerçekti.. Hemen gazeteye dönüp İngiliz­ ce'den Türkçe'ye çevirmeye başladım. İşim geceyarısı bit­ ti.. Haberi zorunlu olarak yarın geçeceğim. Bir yandan da düşünüyorum, bu belge bir başka gazeteciye daha gön­ derildiyse ve o arkadaş elini çabuk tuttuysa, bunu yarın patlatır.. Ertesi gün sabah erkenden gazeteye geldim.. Bir bak­ tım ki, hiçbir gazetede yok. Rahatladım.. 17 Şubat 1982 günü niyet mektubunu bir kez daha patlattım. Bir sonraki gün de gizli IMF raporunu... Bu belgeleri bana VVashington'dan kimin postaladığı­ nı aylarca merak ettim. Bu soru hep kafamı kurcaladı ama bir türlü bulamadım.. Sonra öğrendim.. O kişiye te­ şekkür ettim. Bana yaptığı o iyiliği hiçbir zaman unut­ mam.

***

Milliyet Ankara bürosunda çok mutluyum. İşimi çok seviyorum, zevkle çalışıyorum. Gecem gündüzüm yok. Ga­ zetecilikte hep mutluluğu yaşıyorum. Her güzel olayı içi­ me sindire sindire yaşamaya çalışıyorum. İşimin değerini 146


ve kutsallığını biliyorum. Bazen tatsızlıklar çıkıyor ama Olsun.. Bunlar her yerde olur. Bazen odalarda toplanıp, ılunyanın en tatlı dedikodularını yapıyoruz. Çekiştirdiğimiz •ey ya İstanbul'daki gazete yönetimi, ya da Orhan Tokat­ lı.. Hep diyoruz ki «Ulan şu zavallı okuyucular, şu gazete­ lerin nasıl çıktığını bir bilseler, bir daha gazete okumaz­ lar».. Günün yoğun koşuşturması içinde herkes herkesle İyi olamıyor. Ayrıca her şey de iyi olamıyor. Birbirini se­ venler var, sevmeyenler var. Küsler var, birbirinden nef­ ret edenler var. Bir haber yazıyorsunuz, İstanbul yazıişleri bilerek ya da bilmeyerek haberi katlediyor. Ya hiç kul­ lanmıyor, ya da iç sayfalarda tek sütun falan veriyor. Siz haberi aldığınız kişiye rezil oluyorsunuz. Bazen de ya­ lıları makaslıyorlar. Her gazetede «Altın Makas» denilen bazı arkadaşlar var. Sayfada yer olmayınca, yazının ba­ şını sonunu bilinçsizce kırpıyorlar. Ertesi gün bu kırpılmış yazıyı görünce kafam bozuluyor ve telefona sarılıyorum : — Kardeşim, kesecekseniz bana haber verin de ben kısaltayım. Ama yazıyı kimin kestiği hiçbir zaman ortaya çıkmı­ yor. Makaslama olayları «Faili meçhul cinayet» gibi orta­ da kalıyor. Hiç kimse «Ben kestim» demiyor! Basında her gün ve her gazetede aynı sorunlar bol miktarda yaşanır. Kulisler, kıskançlıklar, dedikodular, initan harcamalar.. Tabii bendeniz de dahil herkes, kendi 'yazdığının en iyi ve en önemli olduğunu zanneder. Oy­ na gazetenin İstanbul'da «Mutfak» dediğimiz bölümüne Türkiye'nin ve dünyanın her yerinden günde bin tane ha­ lter ve resim akar. Oradaki görevlilerin her zaman en [iyisini becermeleri, herkesi memnun etmeleri elbette ki mümkün değildir. Ama bizler yine de «Yazımı mahvetti­ ler, haberimi mahvettiler» diye ağlaşırız. Bazen de gerçek­ ten mahvederler. Onca emek verdiğiniz bir haberin kuşa çevrilmesi, küçiıcük gösterilmesi ya da hiç yayınlanmaması, insanı kor­ kunç rahatsız eder. Bu işlem bazen kasıtlı olarak da ya­ pılır Amaç, sizi harcamaktır. Basın piyasası, bir deyişe göre «ibne Tarlası»dır. Her 147


türlü puştluk, kalleşlik yapılır. Bu alanda özellikle ün yap­ mış «Gazeteci şöhretler» vardır. Bunların hayatı entrika­ dır. Sizi ezmek ve saf dışı bırakmak için ellerinden ge­ len her şeyi yaparlar. Eğer güçlüyseniz. bunlarla kavga edersiniz ve sonunda mutlaka siz kazanırsınız. Tabii bu kavgayı kazanmak için gerek meslek yaşantınızda, gerek­ se özel yaşantınızda hiçbir açığınızın olmaması şarttır. Yoksa o puştlar, adamı yiyiverirler.. Bunların en büyük özelliği büyüklere yağ çekmek, küçükleri ezmektir. Bir ba­ kanın yanında esas duruşta duran, yedi göbek akrabası­ nın hatırını soran ve saygılar sunan bir gazeteci, gazete­ nin çaycısına «Çay getir lan» diye seslenir.. Kokteyllerde çevresine gülücükler dağıtıp şirin görünmeye çalışırken, gazetede sıradan bir insanla konuşmayı kendisi için kü­ çüklük sayar. Böyleleri yanında, basın mesleğinde gerçekten onur­ lu, bilgili ve yetenekli arkadaşlarımız da çoktur... Benim gördüğüm kadarıyla bizim gazetecilikte, bir de «Tüccar sınıfı» vardır. Bunlar aslında gazetecidir. Ama resmen ti­ caret yaparlar. Her gün, ya da sık sık yazılarını okudu­ ğunuz bu kişilerin firmaları vardır. Bankalardan kredi alır­ lar. Büyük holding patronlarıyla, gazetecilik mesleğini kul­ lanıp iş bitirirler. Büyük patronlarla sık sık röportaj ya­ pıp, onlara tatlı tatlı yağ çekerler... «Efendim, hayattaki bu büyük başarılarınızı neye borçlusunuz?» gibi muhte­ şem sorular sorarlar. Aynı yağı, devlet ve hükümet büyük­ lerine de çekerler. Bunlardan bir bölümü, karı-koca ga­ zetecidir. Bu gibilerin altında son model arabalar vardır. Köşklerde, yalılarda, villalarda ikamet buyururlar. Güzel kokular sürerler, yurt dışından giyinirler. Bunlar basınımı­ zın «Beyefendileri» ve de «Hanımefendilerindir. Kim ol­ dukları bellidir!

*** 1982 ortalarında en mutlu günlerimi yaşıyorum. İlhami Soysal, Ankara bürosunun istihbarat şefi oldu. Onun­ la aynı odada oturuyorum ve çok şey öğreniyorum. İlhami abi. gerçek bir derya.. Türk tarihini. Kurtuluş Savaşı'nı. bir148


çok başka konuyu tartışıyoruz. Ilhami abi ayrıca çok iyi bir insan.. Büyük insan. Küçüklerini ezmiyor, hiç kimseye yağ çekmiyor. En kıdemsiz arkadaşla bile, ona saygı gös­ tererek konuşuyor. Ondan çok şey öğreniyorum. Her gün geç saatlere kadar, bütün arkadaşlar onunla sohbet edi­ yoruz. Ancak gazetede bir «Gelen giden» sorunu var. Bu sorunun üstesinden bir türlü gelemiyoruz. Tam oturup bir şey yazmaya başlıyorsunuz, hiç ilgisi olmayan biri «Ge­ çiyordum uğradım» diye düşüyor. Boşuna zamanınızı alı­ yor. Benim yüzüm de, İlhami abi gibi yumuşak.. Mutlaka çay kahve ısmarlamak zorunda hissediyoruz kendimizi.. Hele gelen kişi «Eee, siz gazeteciler bilirsiniz, memleket nereye gidiyor?» diye sordu mu, içimden «Eyvah» diyo­ rum.. Adama «Kardeşim her şey gizli.. Bilsek biz sana anlatacağımıza oturup yazarız» diye cevap veremiyorsu­ nuz ki.. Bazı ziyaretçiler, size hiçbir şey sormadan traşa şlıyor. Bazıları ise, size zevk veriyor. Sohbetinden yarlanıyorsunuz, bir şeyler duyup öğreniyorsunuz. Kendi­ ni uğurlarken de içtenlikle «Sık sık gelin» diyorsunuz, iz gazeteciler şartlanmışız.. Konuştuğumuz her insanın, bize mutlaka önemli bir haber vermesini bekliyoruz. Do­ ğal olarak böyle bir şey olmayınca da, hayal kırıklığına Uğruyoruz. Birtakım kişiler de sizden daha önce randevu alıp «Çok önemli bir konuyu size aktaracağım» diye geliyor.. Umutla, bir şey açıklamasını bekliyorsunuz. Size beledi­ yenin o mahallede kazdığı yolları anlatmaya başlayınca delirir gibi oluyorsunuz.. Ama ziyaretçiniz, bu konunun yarınki gazetenin manşetinden verilmesini bekliyor. Her­ kes gazeteciyi, kendisine iletilen her konuyu yazmakla yü­ kümlü bir insan olarak görüyor. Oysa bu işin de bir sürü m (ili var. Çoğunluk bunu bilmiyor. Bizim büroda Zehra adında bir sekreter-santral arkaaş var. Böyle işimizin yoğun olduğu zamanlarda birileri İlip traşa başlayınca, durum güçleşiyor. Zehra'ya birac kez tenbih ettim :

149


— Ben sana telefon açıp da bana Mustafa bey'i bağla dersem, hemen benim odaya gel ve beni çok ucele toplantıya çağırdıklarını söyle. Parolamız bu olsun. Bi­ raz sonra tekrar gel. Eğer yanımdaki yine oturuyorsa. Emin bey toplantı başladı. Herkes sizi bekliyor de.. Fakat bizim Zehra, bir alemi. Allah selamet versin, bu numarayı bir türlü yapmaz.. Ya da yapamaz.. İsten­ meyen biri geldiğinde Zehra'ya telefon açarım : — Zehra, bana çok acele Mustafa bey'i bağla.. — Hangi Mustafa bey'i? Mustafa bey kim? Hey büyük Allah'ım.. Ölür müsün, öldürür müsün? He­ men dışarı çıkıp «Yahu kardeşim sen geri zekalı mısın be? Hemen odaya gelip beni toplantıya çağır» derim. Zeh­ ra, bundan sonra da en az yarısını unutur. Gözüm kapı­ da, Zehra'nın gelmesini beklerim. Gelip de beni toplantıya çağırırsa, büyük olay.. Adamı savdıktan sonra özellikle gi­ dip, bu kez başardığı için kendisine teşekkür ederim. O da gayet sakin «Rica ederim, görevimi yaptım» der! Büroda bazen de «Röntgen sorunu» çıkıyor. Hemen yanımızda Balin Otel var. Otele bazen turist kafileleri ge­ liyor. Kafile geldiği anda, büroda herkesin haberi oluyor. Akşam geç saatlerde, bazen bir ses duyuyorsunuz : — Abileeeer, ışıkları söndürelim... Işıklar sönüyor. Meraklılar karanlıkta tam siper... Tu­ rist kadınlar bazen perdeyi kapatmadan soyunuyor, çoğu zaman da umutsuz bekleyiş sürüyor. Balin Otel'in odaları hemen bizim büronun yanıbaşında. Meraklı arkadaşlar bazen de güpegündüz röntgene kalkışıyorlar. Bir odaya giriyorsunuz, arkadaş yarı beline kadar dışarıya sarkmış, gözlerini otele dikmiş: — Abi gel gel... İyi bir karı var şu odada... — Arkadaş iyi de, karı seni karşısında pencereden yarı beline kadar sarkmış görünce hiç soyunur mu? — Bunlar gâvur abi... Bunlar için farketmez... Bizim büroda ne türde zamparalık ararsanız var. Bi­ namızın diğer yanı, Banker Tasfiye Kurulu binası. Karşı­ mızda Petkim var, başka iş yerleri var. Bazı arkadaşlar cama çıkıp, buralardaki kızlarla el kol hareketleriyle ta150


nışıyorlar ve dışarıda buluşuyorlar. Arkadaşlarımızdan biri, bu yöntemle tavladığı kızla evlendi! 1982 yılı Mayıs ayında, işçi şirketleriyle ilgili bir yazı zisi hazırladım. Hükümet, bir sürü büyük şirketi kurtaordu. Ancak gariban işçi şirketlerinin elinden tutan yok. 24 Ocak programından sonra bunlar tek tek iflas eteye başlamıştı. Bazıları da, çeşitli yöntemlerle engelleordu. Bunlardan biri de, Erzincan'da binlerce fakir tu­ ranın küçücük tasarruflarıyla kurulan Doğusan'dı... Fabrikanın her şeyi bitmişti. Ancak en büyük ortak er Bankası'nın genel müdürü, Doğusan'a takmıştı. İpe pa gelmez birtakım numaralarla, fabrikanın üretime gec­ esini engelliyordu. Durumu Milliyet'te iki kez yazdım. Ay­ rıca elimde genel müdürün yaptığı bazı işlerle ilgili belge­ ler ve dosyalar vardı. Bunları da yayınladım. Olaya Kenan Evren el koydu. Genel müdürü kısa süre sonra görevden aldılar. Doğusan üretime başladı. Bugün bile çok kârlı çalışan bir kuruluş... Doğusan'ı kurtardıktan sonra Erzincan halkından yüzrce teşekkür telgrafı ve teşekkür mektubu aldım. O gü­ ne kadar yazdığım hiçbir konuda, böylesine yoğun teşek­ kür yağmamıştı. Çok, ama çok mutlu oldum. O günden bu yana Doğusan yöneticileri bana her yıl tulum peyniri ve bal gönderirler. Anadolu insanı, kendi­ sine yapılan iyiliği hiç unutmuyor.

***

Mayıs 1982 ortalarında Turhan Aytul, Milliyet'in ge­ nel yayın yönetmenliği görevinden ayrıldı. Patronumuz Aydın Doğan'la arasında görüş ayrılığı çıkmıştı. Birkaç y sonra, Mehmet Ali Birand gazetenin başına getiril'.. Birand, Altan Öymen'i de Milliyet'e aldı.. Ben Altan ymen'i severdim.. Hiçbir kötülüğünü görmemiştim.. Ama İmdi, herkesin ağzından aynı şeyi duymaya başlamıştım: — Altan, kardeşi Orsan gibi değildir. Gittiği her yeri .rıştırır. Birlikte çalıştığı her adamın altını oyar ve mutka onun yerine geçmeye çalışır. Kısa süre sonra Milyet'te neler olup biteceğini görürsünüz.. 151


Ben bunları duydukça çok şaşırıyorum. Ama anlatan­ lar da, Altan Öymen'i iyi tanıyan kişiler.. Altan abi'nin böy­ le şeyler yapacağına hiç ihtimal vermiyorum.. Hele benim­ le ne alışverişi olacak ki?

*** Banker Kastelli, 20 Haziran 1982 günü İsviçre'ye kaç­ tı. Bu olay, banker bunalımının son aşamasıydı. Başba­ kan Yardımcısı Turgut Özal ve Maliye Bakanı Kaya Erdem, çok zor durumda kaldılar. Milli Güvenlik Konseyi'nde. hü­ kümette, iş çevrelerinde ve halkta büyük şaşkınlık vardı. Kastelli, banker sisteminin son kalesiydi.. Ankara'da bü­ yük olaylar yaşanmaya başlandı.. «Banker Skandalinin Perde Arkası adlı kitabımda ayrıntılarıyla anlattığım bu olayları burada tekrarlamıyorum.. Kastelli'nin kaçmasından sonra, Özal da ortadan kay­ bolmuştu. Bütün gazeteciler Özal'ın peşindeydi.. Oysa Baş­ bakan yardımcısı ağzını açmıyordu.. Kendisini makamından ve evinden defalarca aradım.. Yok, yok, yok.. Daha doğ­ rusu var da, konuşmak istemiyor. 23 Haziran gecesi evine bir kez daha telefon ettim.. Telefona her zaman olduğu gibi, Semra hanım çıktı.. — Semra hanım, hocamla kısacık bir görüşecektim lütfen.. — Dur bakayım Emin, şimdi evden çıkıyorduk. Hocan görüşecek durumdaysa veririm Biraz bekledim.. Sonunda Özal karşımdaydı.. Teybi telefona takmıştım. Düğmesine bastım.. Özal, Kastelli ko­ nusunda ilk kez konuşuyordu: «Bunlar ufak tefek rüzgar­ lardır. Böyle bazı olaylar, sistemin yerine oturmasını sağ­ lar. Bu iş şuna benzer.. Bazen balonu şişirirken, bazı yer­ lerinde fazlalıklar ortaya çıkar. Şimdi bu fazlalıklar iniyor. İşler normale geliyor».. Uzun bir demeçti.. Özal «Dimdik ayaktayız» diyordu.. Bu konuşmayı 25 Haziran 1982 tarihli Milliyet'te «Bun­ lar Ufak Tefek Rüzgarlardır» başlığı ile yayınladık Büyük olay yarattı. Bütün gazeteler ve kamuoyu, Öznl"m bu söz152


lermı eleştirdi.. Turgut Ozal ve Kaya Erdem çok yıpran­ mışlardı.. 14 Temmuz 1982 günü her ikisi de görevlerinden is­ tifa ettiler.. Özal'ın aynı gün Side'ye hareket ettiğini öğ­ rendik.. Foto muhabiri arkadaşım Bülent Hıçyılmaz'la bir­ likte gece otobüsüne atlayıp Side'ye gittik.. Sabah erken­ den Özal'ın evini, sora sora bulduk.. Ev, gazetecilerin ab­ lukası altında. Her gazeteden, belki yirmi arkadaş gelmiş.. Sabah 9 dolaylarında genç bir adam ortalıkta göründü.. Ayakkabılarının arkasına basmış.. Yanımıza gelip «Karde­ şim boşuna beklemeyin. Turgut bey istirahat ediyor. Siz­ lerle konuşmayacak» dedi.. «Sen kimsin arkadaşım?» di­ ye sorduk.. «Ben Adnan Kahveci» dedi.. Adnan'ı ilk kez orada gördüm.. İlk gördüğümde de çok gıcık oldum. Son­ ra aramız düzeldi.. Öğlene doğru Özal evden çıkıp yanımızaa geldi. Bü­ tün arkadaşlar, kendisine birçok sorular sorduk.. Epeyce konuştuk.. Sonra hepimiz, haberleri yazdırmak için Side postahanesine koştuk.. Ben zannediyorum ki, Özal'ın bu açıklamalarından sonra diğer gazeteciler Side'den ayrılır. Ben de orada kalıp, işin bilinmeyen gerçeklerini ve istifa olayının perde arkasını Özal'dan alırım.. Ama ne gezer? Hiç kimsenin gitmeye niyeti yok. Side'de hava güzel.. Özal'ın evinin ya­ nındaki motellere yerleştik. Yeme içme gazeteden.. Bol bol denize giriyoruz, Özal'la sohbet ediyoruz. Kaya Erdem de orada.. Geceleri Özal ve Erdem aileleri ile birlikte olu­ yoruz. Fakat bütün gazeteciler birlikteyiz.. Her gazeteci, diğerlerini kolluyor. Özal'ın evi sürekli abluka halinde.. Cumhuriyet'ten Kenan Mortan ve Hürriyet'ten Yavuz Gök­ men de geldiler.. Ben özellikle Yavuz'un bir numara çe­ virip beni atlatmasından endişe ediyorum.. Çünkü Özal, Yavuz'u da çok sever.. Ona bilgi aktarabilir.. Gazetecilik­ te diğerlerini atlatmak ayıp değildir.. Kalleşlik falan sayıl­ maz. Mesleğin gereği atlatmaktır. Ama bezen de, aynı ola­ yı izleyen gazeteciler aranızda anlaşabilirsiniz.. Herkes atlamaktan korktuğu için, bazen bir centilmen anlaşması yapılır ve herkes «atlatmamaya» söz verir. Bu durumda 153


haberler müşterek yazılır, herkes diğerlerine bildiğini ak­ tarır. İşte o durumda birisi diğerlerini atlatırsa, o kişi namussuzluk yapmış olur. Side'de böyle bir centilmen anlaşması yapmadığımız için. hepimiz birbirimizi kollu­ yoruz. Üç gün sonra bir gün Semra hanımı dışarıda tek ba­ şına yakaladım : — Semra hanım, sizden çok önemli bir ricam olacak. Hocamla şöyle bir iki saat yalnız konuşmak istiyorum. Lütfen bana bir şey ayarlayın.. Yalnız, öbür gazetecilerin haberi olmasın. — Emin güzel de, durumu görüyorsun. Nasıl bir ayar­ lama yapayım? Herkes Turgut'un peşinde.. — Efendim, öğle sıcağı bastırınca hocam uykuya yottığı için, gazeteciler de ya uyumaya, ya denize gidiyorlar. Ancak yine de evin çevresinde mutlaka nöbetçi bırakıyor­ lar.. Ben bugün öğlen eve geleyim.. — Peki, gel bakalım.. Bülent Hiçyılmaz, öğle vakti gazetecilerin bir bölü­ münü Side'ye yemeğe götürdü.. Ben de elime teybimi alıp, sürüne sürüne ve hiç kimseye görünmemeye çalışarak Özal'ın evine girdim.. Özal bana 1981 yılı sonunda Ankara bankerlerinin ba­ tışından sonra neler olduğunu anlattı.. Kastelli'nin kaçışı­ na nasıl gelindiğini, kaçtıktan sonra Konsey ve hükümet­ te neler olduğunu. Kaya Erdem'le birlikte istifaya nasıl karar verdiklerini üç saat boyunca anlattı. Bana anlattık­ larını hiç kimse bilmiyordu. İşi bitirmiştim.. «Eğer birkaç gün daha burada kalırsam, başka anlatacaklarınız olur mu?» diye sordum.. «Daha ne anlatayım? Ne varsa ben­ den aldın» dedi.. ' Şimdi Özal'dan bir güvence istemem gerekiyordu: — Hocam ben Ankara'ya gidince bunları gazetede yazacağım. Lütfen bunları hiçbir gazeteciye anlatmayın. Söz mü? — Merak etme.. Söz veriyorum. Yalnız, benim ağ­ zımdan yazma bunları!

154


— Ama olup bitenleri Kaya bey de biliyor. Ya o an­ latırsa? — Kaya benim haberim olmadan bir şey yapmaz. Sen hiç merak etme. Rahatlamıştım. O gün ve ertesi gün Side'de gerçek bir tatil yaptım. Böyle şeylere hasrettim. Side'nin ve de­ nizin tadını çıkardım. Aradığım bütün malzeme artık tey­ bimde kayıtlıydı. Amacıma ulaşmıştım. İnşallah iyi bir ga­ zetecilik daha yapacaktım. Ankara'da üç saatlik bandı hemen çözdüm. Gazeteye de. Özal olayının perde arkasını yazı dizisi olarak hazır­ layacağımı bildirdim. Üç gün gece gündüz çalışıp, yazı­ ları İstanbul'a gönderdim. Ancak bu ilginç yazı dizisini kullanmadılar. Niçin bil­ miyorum, ama kullanmadılar. Çok üzüldüm, çok bozuldum, istanbul'a her sorduğumda «İlk fırsatta kullanacağız» ce­ vabını alıyordum. Ama artık bu işlerin iyice puştu olmuş­ tum. Kullanmayacakları seslerinden bile anlaşılıyordu. Belki sıkıyönetim yasaklarından korkmuşlardı. Belki gaze­ tenin kapatılmasından ürküyorlardı. Aradan bir süre geçti. Bu konuyu kitap yapabileceği­ mi düşünmeye başladım.. Ve bir gün İstanbul'a telefon et­ tim : — O diziyi unutun.. Sakın kullanmayın, çünkü içinde büyük hatalar varmış! Onlar da zaten unutmuşlardı ama olsun.. Ben işi ga­ rantiye alayım dedim. Bu olay sonraları bana çok büyük bir hayat tecrübe­ si daha kazandırdı. Gördüm ki insanlara bazen bilerek ya da bilmeyerek yapılan kötülükler, önüne çıkarılan bazı engeller, o insanı bir süre çok üzüyor ve yıpratıyor.. Ama sonra aynı insana büyük yararlar sağlıyor. Eğer Milliyet O yazı dizisini yayınlasaydı, ben daha sonra «24 Ocak Bir Dönemin Perde Arkası», «12 Eylül Özal Ekonomisinin Perde Arkası» ve «Banker Skandalinin Perde Arkası» ad­ lı kitaplarımı yazmayacaktım.. Çünkü o kitaplardaki bazı olayların özü, hazırlayıp Milliyet'e verdiğim o yayınlanma­ yan yazı dizisinde vardı. Dizinin yayınlanmaması, benim 155


o olaylar konusundaki merak duygularımı gıdıklamaya de­ vam etti.. O duyguyla araştırmalarımı sürdürdüm.. O dizi yayınlansaydı, merakım da bitecekti. İnsanoğlu, kendisinin önüne engel çıkaranlara, üzen­ lere ve yıpratmaya çalışanlara önce çok kızıyor.. Ama bazen görüyor ki, onlara aslında teşekkür borçludur.

*** Yazı dizisi Milliyet'te yayınlanmayacaktı. O yaz, izni­ mi Sıde'de Özal'ın- yanında geçirmeye karar verdim. Özal Side'de dinlenmeye devam ediyordu. Kamuoyu, kendisini neredeyse unutmuştu. Artık sadece, istifa etmiş bir baş­ bakan yardımcısıydı... Ancak Özal'ın bana o üç saat içe­ risinde anlattıkları, gerçekten çok ilginç şeylerdi. Askeri bir dönem yaşandığı için, gazeteci olarak bizler bile he­ men hiçbir şeyi bilmiyorduk. Ankara'da bu konuya iyice aklım takılmıştı. Şu son yıllarda olup biten bazı şeyleri ve bunların perde arkasını hiç kimse bilmiyordu. Ben bun­ ları biraz daha genişletip, kitap yazabilirdim. Ancak ki­ tap yazmak için, yoğun bir araştırma ve ayrıca bilgi akı­ mı gerekirdi. Ağustos ayında Özal'la Side'de aynı konuları yine uzun uzun konuştuk. 1979 Aralık ayında Demirel tara­ fından Başbakanlık Müsteşarlığı görevine getirilmişti. He­ men ardından 24 Ocak kararları çıkarılmış, daha sonra da ekonomiyi kurtarmak için yoğun çabalar harcanmıştı. IMF, Dünya Bankası, OECD, yabancı bankalar gibi birçok kuruluşla, roman gibi olaylar yaşandığı kuşkusuzdu. Son­ ra 12 Eylül olmuş, Özal Başbakan Yardımcılığı görevine getirilmişti.. Bu göreve nasıl gelmişti? Konsey'de neler olup bitmişti? Hükümette neler oluyordu? Bankerleri nasıl teşvik etmişlerdi? Kastelli kaçtıktan sonra neler olmuştu? İstifa aşamasına nasıl gelmişlerdi?.. Bunların hepsinin ay­ rıntılarını öğrenmek zorundaydım. Bu olayları yaşayan birkaç kişi dışında, hiç kimse bilmiyordu.. Bu konuları Özal'la her gün birkaç saat konuştuk. Bir tek kuşkum vardı.. Acaba Özal kendini aniatmak için 156


bana yalan söylüyor muydu? Hayır.. Kendi aleyhinde olup bitenleri, kendi hatalarını bile anlatıyordu.. Özal'a söyle dedim: — Hocam, ben bu işi kitap yapmaya karar verirsem sizinle yine uzun uzun konuşurum. Ancak sizinle konuş­ mam yetmez. Sizin olmadığınız birçok olay daha yaşan­ dı. Sizinle birlikte görev yapan arkadaşlarınıza da bana yardımcı olmalarını söyler misiniz? Örneğin Kaya Erdem, Yıldırım Aktürk, Ekrem Pakdemirli, Hüsnü Doğan, Hasan Celal Güzel.. Bunların hepsi benimle konuşmalı.. — Hepsine söylerim.. Tamam. Karar vermiştim. Ben bu konuda kitap ya­ zacaktım. Cok ilginç bir kitap olacaktı. Bunu şimdiden bi­ liyordum. Son olarak, Özal'dan bir demeç daha aldım. Bu de­ meç 26 Ağustos 1982 günü Milliyet'te manşetten yayın­ landı : «ÖZAL: ŞARTLAR UYGUN OLURSA SİYASETE ATI­ LACAĞIM». Bu demeci herkes okudu.. Ama yazan kişi olarak ben de dahil, hiç kimsenin aklına, yaklaşık bir yıl sonra Özal'­ ın başbakan olacağı gelmedi. Nereden gelecekti ki? Ekim ayında Özal Ankara'ya gelmiş. Gazeteye tele­ fon açıp, beni Ankara Oteli'ne çağırdı.. Orada kalıyormuş. Yanında esmer bir adam vardı.. «Mehmet Keçeciler» diye tanıştırdı.. Özal bu kez bana kendi isteği ile demeç ve­ riyordu. Bu demeci 19 Ekim 1982 günü Milliyet'te yayın­ ladık : «Eski Başbakan Yardımcısı, Demirel ve Bülend Ulusu İle parti konusunda görüşmediğini açıkladı.. ÖZAL: KURACAĞIM PARTİNİN BAŞINDA OLACA­ ĞIM. Özal partisinin, sağ kesim ile CHP'nin ortanın solu oy­ larından almayı amaçlayan toparlayıcı bir kuruluş oldu­ ğunu söyledi» Geçmişte kanlı bıçaklı olan Turgut Özal'la Emin Cölaşan. iyi dost olmuşlardı. Özal böyle önemli açıklamaları saciece bana yapıyordu.. Bana her konuda, sanıyorum tam 157


olarak güveni vardı. Yazılmasını istemediği şeyleri kesin­ likle yazmıyordum.. Aramızda çok iyi, çok güzel ve ger­ çek bir dostluk oluşmuştu. Özal'ın birçok uygulamasına, çevresindeki birtakım kişilere kesinlikle karşıydım ve bun­ ları kendisine söylüyordum.. Ama Özal iyi insandı.. Onu çok seviyordum. İnsan olarak çok iyiydi.. Kaya Erdem, Özal'ın adeta kader arkadaşı olmuştu., özal'ın en sevdiği insanların başında gelirdi. Kaya bey sessiz, sakin, efendi bir adamdı.. Ama «Kokmaz bulaş­ maz» bir tipti. Banker skandalından sonra Maliye Bakan­ lığından istifade etmiş, aradan aylar geçtiği halde hiçbir gazeteciyle konuşmamıştı. Hep arka planda kalıyordu.. Sadece Özal'ın sözünden çıkmazdı.. Özai'dan rica ettim ve bana Kaya Erdem'le bir konuşma yapmam için rande­ vu ayarlamasını istedim. Benim yanımda Kaya bey'e tele­ fon açtı : — Kaya, Emin Çölaşan'la bir konuş.. Sana soracak­ ları varmış.. Kaya Erdem, banker olayları konusunda ilk kez içini bana döktü.. Bu uzun konuşmamız 25 Ekim 1982 tarihli Milliyet'te yayınlandı.. Konuşmamız bitince Kaya Erdem'e sordum: — Kaya bey sizin yaşadığınız bir dönemi kitap ya­ parsam, bana yardımcı olur musunuz? — Çok iyi olur.. Roman gibi bir şey çıkar ortaya.. Her türlü yardımı yaparım. Zaten Turgut bey de yardım etmemi söyledi.. Tamam, artık karar verdim... Bütün boş zamanlarımı kitap hazırlığı için ayıracağım. Şimdi bu işin planını ha­ zırlamam gerekiyor. Hiç kitap yazmadığım için, işe nere­ den ve nasıl başlamam gerektiğini bilemiyorum.

***

Aralık 1982.. Bir gece birkaç arkadaş, Ankara'da Mer­ kez Bankası lojmanlarında oturan bir arkadaşın evindeyiz.. Lojmanlar, gökdelen bloklar.. Dışarısı korkunç soğuk, an­ cak bulunduğumuz ev sıcaktan yanıyor. Camlar açık otu­ ruyoruz.. Ev sahibi arkadaşıma sordum : 158


— Yahu nasıl bu kadar sıcak oluyor bu ev? Çok mu yakıyorlar kaloriferleri? Arkadaşım, tipik bir devlet memuruydu.. Güldü.. — Şimdi sana nasıl bu kadar ısındığımızı anlatırsam, yarın gazetede yazarsın. Onun için anlatmayacağım.. — Yahu sen manyak mısın? İşim gücüm kalmadı da. Merkez Bankası lojmanlarının ısınmasını mı yazacağım? Yazacak başka konu mu kalmadı Türkiye'de?.. Arkadaşım güldü.. Bir şey söylemedi.. Küçük bir ço­ cuğu vardı.. O hemen atıldı : — Emin amca, Emin amca, bizim kazanlarda para ya­ kılıyor. Onun için böyle çok ısınıyoruz. — Ne yakılıyor? — Para yakılıyor, para!. İnanmadım.. Anasına babasına baktım, gülmeye de­ vam ediyorlar.. Bu ilginç durum karşısında hemen tüyle­ rim diken diken olmuş, bütün gazetecilik damarlarım ka­ barmış, antenlerim dışarı fırlamıştı.. Fakat Merkez Bankası'nda görevli arkadaşım gerçekten ürkek bir insandı.. Bazen kritik ekonomik bilgileri falan gazetede yayınlcdığım zaman «Yapma Allahaşkına.. Bunları sana benim ver­ diğimi zannediyorlar» diyebilen bir insandı.. Aradan bir 8üre geçti.. Tekrar sordum : — Gerçekten para mı yakılıyor sizin kazanlarda? Hiç cevap yok.. Ama ufaklık dayanamayıp bir açıkla­ ma daha yaptı : — Valla billa Emin amca.. Paraları kamyonla geti­ rip kazan dairesine boşaltıyorlar.. Ulan, bunca yıllık gazeteciyim, böyle şey duymamı­ şım!. Aklım pek almadı ama, ufaklık da yalan söyleyecek değil ya.. Ertesi gün yanıma bir foto muhabiri alıp, sabah er­ kenden Merkez Bankası bloklarına gittik. İki saat kadar, para kamyonunun gelmesini bekledik. Gelen giden olma­ dı. Sonra o koskoca binaların kazan dairesine girmeye karar verdik.. Belki paralar yerde duruyordun. Bütün her tarafta kilit üstüne kilit var.. Sanki Merkez Bankası'nın altın kasalarını kilitlemişler.. Kapıcıyı ve kazancıyı ara159


•dik.. Adamlara ürkütmeden yanaşmak için, buralarda ki­ ralık ev olup olmadığını sordum.. Olmadığını, zaten bu­ ranın Merkez Bankası'na ait olduğunu söylediler. Ancak çevremizi hemen, birtakım görevliler almıştı.. Sordum : — Hemşerim, bu bloklar neyle ısınıyor? — Kaloriferle.. — Hayır, onu sormadım.. Yani kömür mü, fuel oil mi? — Bilemeyiz biz.. Söylemeye yetkimiz yok.. Anlaşılan, bunlar da devlet memuru oldukları için, «De­ meç vermeleri» yasaklanmıştı!. Çaresiz ayrıldık.. Bu ko­ nuyu Merkez Bankası Başkanı Osman Şıklar'a sormaya karar verdim. Fakat Şıklar da konuşmaz.. O da tipik dev­ let memuru.. Memurların gazetecilerle konuşmasına yasak getirilmiş.. Bırakın konuşmayı, birkaç kez aradım, telefo­ numa, bile çıkmadı.. Fakat bu ış fena halde kafamı kurca­ lıyor.. Mutlaka çözmeliyim.. Sonunda, Osman Şıklar'a bir gazeteci numarası yapmaya karar verdim. Bürodaki kız arkadaşlardan birine, söyleyeceklerini anlatıp, Merkez Bankası'nı arattım : — Aloo, hanımefendi, sayın İstanbul Teknik Üniver­ sitesi rektörümüz, sayın başkanınzla görüşmek istiyorlar­ dı... Biraz sonra Şıklar telefonu aldı: — Hocam, buyurun efendim.. — Sayın Şıklar, bizim iki hafta sonra yurt dışında bir seminerimiz var.. Enerji konusunda bir seminer.. Ben de bir tebliğle katılacağım.. Tabii rektör olduğum için, bi­ raz değişik alanlara el atmak istiyorum. Galiba sizin Ankara'daki lojmanlarda kağıt para yakılıyormuş. O konuda biraz teknik bilgi isteyecektim.. — Hocam, kağıt para yaktığımız doğru da, ben ışın ayrıntısını bilmiyorum. Bizim falanca işlere bakan müdü­ rümüz Cenap bey vardır. Siz bana telefonunuzu verin, si­ zi aratayım.. (Telefonumu versem, gazeteden aradığım or­ taya çıkacak). — Sayın Şıklar, ben kendisini birazdan ararım.. Siz kendisine bir emir verseniz de. bana biraz bilgi aktarsa.. 160


— Derhal efendim.. Şimdi emir veriyorum.. Siz ken­ disini arayın.. Osman Şıklar'a içten gelen teşekkürlerimi ve saygıla­ rımı sundum. Koltuğa şöyle bir kaykıldım. Rahatlamıştım! Biraz sonra, aynı numarayla Cenap bey'i aradım.. Ne de olsa, koskoca rektördüm!. Cenap bey bana güvenme­ yecek de, kime güvenecekti? Her şeyi bülbül gibi anlat­ tı.. Bütün bilgileri aldıktan sonra, «Acaba kazanın başın­ da paralar içeriye atılırken resim çekebilir miyiz?» diye sordum.. Cenap bey durakladı.. Herhalde pirelenmişti.. «O yasaktır hocam» dedi. Bombayı 11 Aralık 1982 günü patlattık.. «MERKEZ BANKASI LOJMANLARI KAĞIT PARA İLE ISINIYOR.. İKİBİN ADET KAĞIT PARA, 1,7 LİTRE FUEL OİL'E EŞİT ENERJİ SAĞLIYOR. 48 daireli, 12 katlı binanın sakinleri, banknot enerji­ sinden çok memnunlar. Banknotlar sayesinde evimiz sıca­ cık. Günün 24 saati gürül gürül sıcak suyumuz akıyor di­ yorlar».. Meğer Merkez Bankası, eskiyen ve yıpranan bankotları burada yakıyormuş. Bunlar kirli ve yağlı oldukları çin, korkunç bir enerji veriyormuş.. Olayı bütün ilginç yrıntılarıyla verdim.. Osman Şıklar ve Cenap bey, herhalde gazeteyi oku­ yunca saçlarını başlarını yolmuşlar, düştükleri oyunu an­ lamışlardır.. Sonra bu konuyu, Ali Ulvi Cumhuriyet'te karikatür ola­ rak çizdi.. 30 Aralık 1982 tarihli Financial Times gazetesi de bu olayı «Sıcak para, Ankara'daki soğuğu önlüyor» baş­ lığı altında kocaman verdi.. Olayı Milliyet'te çıkan yazıyı anlatarak yayınladılar.. Yanında bir de karikatür vardı.. Merkez Bankası lojmanları belki şimdi de kağıt pa­ ralarla ısınıyordun Bilmiyorum...

*** 1982 yılı sonunda dost insan İlhami ağabey İstanbul'a taşındı. Aralık 1982'de, patronumuz Aydın Doğan, gaze161

F.: 1 1


tenin başına CHP eski milletvekillerinden Tartıan Erdem'i getirdi. Tarhan Erdem uzun süre Paşabahçe Şişe Cam fabrikalarını yönetmiş bir mühendisti. Ayrıca Kaya Erdem'in kardeşiydi. Gazetecilikle uzaktan yakından ilişkisi ol­ mayan bir insanın, gazetenin başına hangi nedenlerle ge­ tirildiğini bir türlü anlayamadık. Ama Aydın bey'in, her­ halde bir bildiği olmalıydı.. Çünkü Tarhan Erdem, gaze­ tenin başına geçmeden önce de bir süre Milliyet'in danış­ manı olarak görev yapmıştı. Şimdi ise, gazetenin her şe­ yinden o sorumlu olacaktı. Kazandığı paradan haberlerin içeriğine, ilan politikasından gazeteci milletiyle uğraşmaya kadar... Birbirimizle konuşurken «Allah kolaylık versin. İn­ şallah bu işin üstesinden gelir» diyorduk. Koskoca Milli­ yet gazetesini evirip çevirmek zor işti. Hele gazeteci, ol­ mayan bir kişinin bu işi becermesi, daha da zordu. Basın çevresinde dedikodular hemen başladı: — Tarhan Erdem yakında çuvallar. Bu işi kesinlikle götüremez. Basının dışından gelen bir insanın koskoca ga­ zeteyi yönetmesi mümkün değildir. Birkaç ay sonra ba­ şına saksı düşmüş gibi olur, feleğini şaşırır. — Bunlar şimdi Altan öymen'le de kapışırlar. Altan bulunduğu her gazeteyi ve ajansı karıştırmakta en büyük ustadır. Bir süre sonra Milliyet'te herkes birbirine girer. Altan'ın bütün amacı başa oynamaktır. Ne yapıp yapar, ortalığı karıştırır ve amacına ulaşır. Artık her kafadan bir ses çıkıyor. Kimin doğru söyle­ diği, kimin yanlış düşündüğü hiç belli değil. Tarhan Erdem ve Altan Öymen, Ecevit'in 1977 yılında kurduğu CHP azınlık hükümetinde bakan olarak görev al­ mışlardı. Bu hükümetin ömrü, güvenoyu alamadığı için bir ay kadar sürmüş, yerine de ikinci MC kurulmuştu. Dedi­ kodulardan biri de şöyleydi: — Ulan bunlar koskoca CHP'yi batırmış adamlar! Milliyet'i de eninde sonunda batırırlar... Basın çevrelerinde her gün bin tane dedikodu duyar­ sınız. En olmayacak, en yalan yanlış şeyler bile her gün konuşulur. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlayabil­ mek kesinlikle mümkün değildir. Herkes dedikodu yapar.. 162


Herkes birbiri aleyhinde atıp tutar.. Onun için en iyisi, duygusal olmamak ve gelişmeleri beklemektir. 1983 Ocak ayına işte bu ortamda girdik. Teleksçi ar­ kadaşımız Birsen Ocak (Gülgeç) bir gün odama gelip ba­ na fısıldadı: — Cüneyt Arcayürek Milliyet'e geliyormuş. Haberin var mı? — Eh artık, yeter be... Her gün saçma sapan bir sü­ rü dedikodu çıkıyor.. — Kesin geliyor.. Hem de Ankara'ya.. İstihbarat şe­ fi oluyor.. — Yahu kardeşim nasıl olur? Dedikodunun da bir mantığı vardır. Arcayürek iki yıl önce Hürriyet'i bırakıp Güneş'e geçti.. Hem de çok yüklü bir transfer ücreti al­ dı.. Mümkün değil, gelmez.. Arcayürek, bir süre sonra Milliyet Ankara bürosun­ da göreve başladı. Yanında iki kişi getirdi. Biri Önder Şenyapılı, diğeri de Derya Sazak.. Ekip halinde Güneş gaze­ tesinden gelip başladılar. Cüneyt abi ile bir kez evinde, 1981 Ocak ayında ko­ nuşmuştuk. ODTÜ'den tanıdığım Önder Şenyapılı bir Pa­ zar günü beni gazeteden almış ve Arcayürek'in evine gö­ türmüştü.. Yeni bir gazete çıkıyormuş. Adı Güneş.. Arca­ yürek gazetenin Ankara temsilcisi olmuş.. Kendisi, ben ve Önder, evinde tam dört saat konuştuk. Daha doğrusu Arcayürek konuştu.. Ve bana transfer teklif etti.. Ne para konuştuk, ne bir şey.. Sadece, yeni çıkacak gazetede her gün büyük gazetecilik yapılacağım, her gün bir bomba patlatılacağını bana uzun uzun anlattı.. Öbür gazetelerde her gün yaşanan engellemelerin ve puştlukların Güneş'­ te olmayacağı konusunda güvence verdi. Reddettim.. 24 eaat düşünmemi ve kendisine kararımı ertesi gün bildir­ memi istedi.. Yeni bir gazeteye girmenin macera olacağı­ nı, oturmuş bir gazetede çalışmaktan şu anda vazgeçeme­ yeceğimi anlattım.. Ama Cüneyt abi'nin bana böyle bir teklifte bulunma­ lından da gurur duymuştum. Demek ki artık basın piya-

163


sasında benim de adım iyice geçiyordu. O gece geç saat­ lerde eve gittim. Önder Şenyapılı telefon etti: — Emin. belki bize güvenmedin. Sana altı aylık ma­ aşını peşin vereceğiz.. Biraz sonra da Arcayürek telefon açtı: — Emin, seninle para konusunu konuşmadık. Sana «Hayır» diyemeyeceğin bir para vereceğiz. Kabul etmez­ sen yine arttıracağız. Kabul edene kadar vereceğiz.. Kararım o kadar kesindi ki, paranın ne olduğunu bi­ le sormadım. O da söylemedi.. Transfer işim de böylece yatmış oldu. Gerçekten de, yeni kurulacak bir gazetede maceraya atılamazdım. Benim karakterime aykırıydı. Hat­ ta bu konuyu sonra arkadaşlarla falan konuştuğumuz za­ man «Keşke parayı konuşsaydın da, piyasada ne ettiğini öğrenseydin» demişlerdir.. Doğruydu.. Güneş gazetesi kurulduktan bir süre sonra, Cüneyt abi'ye «Hayırlı olsun» demeye gittim.. Kendisini gerçekten sevmiştim.. En azından, beni adam yerine koyup transfer teklif etmişti. Beni aşağı katta iki saat bekletti.. Cevat Taylan, Selman Erdoğdu ve Önder Şenyapılı'nın yanında tam iki saat bekledim. Cevat kendisine birkaç kez tele­ fon açıp beklemeye devam ettiğimi söyledi.. Fakat hayır, beni bir türlü kabul etmedi.. Biraz bozuldum.. İşte Cüneyt Arcayürek'le hayattaki bütün ilişkim bu kadardı.. Kendisi, her zaman takdir ettiğim bir gazeteciy­ di.. Cüneyt Arcayürek'le Milliyet'te aynı odada oturuyo­ ruz.. Aramız çok iyi.. Gırgır şamata bir adam.. O günlerde ilk kitabı piyasaya çıkmak üzere.. Arcayürek «Büyük ga­ zetecilere» her zaman karşı olduğunu, kendisinin müteva­ zı bir muhabir olduğunu anlatıp duruyor. Ankara temsilcisi Orhan Tokatlı, Arcayürek'e daha ilk günden bozuk. Tarhan Erdem'in, Cüneyt Arcayürek'! kendisine haber bile vermeden işe aldığını söylüyor. Tabii kaçın kurası Cüneyt Arcayürek de Tokatlı'nın tavrını an­ ladı... O da Tokatlı'ya pek yüz vermiyor. Aslında büroda en yetkili kişi Tokatlı. Arcayürek, onun emrinde çalışacak istihbarat şefi... Daha ilk günlerden başlayarak. Mümtaz 164


Soysal ve Teoman Erel'le Arcayürek arasında da rüzgar­ ların soğuk estiğini hissediyorum... 1983 yılının ilk ayın­ dayız... Ve anlaşılan. Milliyet Ankara bürosu önemli olay­ lara gebe.

*** Bu arada kitap konusuna kafamı iyice kaptırmış du­ rumdayım. Yavaş yavaş, işin havasına giriyorum. İşin ça­ tısı, kafamda oluşuyor. O yakın geçmişi yaşamış herkesle konuşup fikir alıyorum. Kitaba 24 Ocak 1980 kararlarının nası> alındığının bilinmeyen öyküsüyle başlayacağım. Bi­ rinci KitaDimı 12 Eylül 1980 tarihine getirip orada bıraka­ cağım. 12 Eylül dönemini, yasaklar biraz gevşeyince ya­ zarım... İlk aşamada, o günlerde olup bitenleri yeniden hatırlamak için gazete koleksiyonlarını taramakla işe baş­ ladım. Kitap yazmak zor iş.. Bunu bir yandan bir belgesel, bir yandan da bir macera romanı gibi kaleme alacağım. Bu amaçla belgeler buluyorum, dosyalar tarıyorum, olayları yaşayan herkesle, aklınıza kim gelirse konuşuyorum. Bu konuşmaları banda alıyorum, çözüyorum, tekrar konuşu­ yorum, tekrar çözüyorum.. Bazen aynı olayla ilgili olarak iki kişi farklı şeyler anlatıyorlar.. Tekrar gidiyorum, tek­ rar soruyorum. İnsanları konuşturdukça, çok ilginç olay­ lar yakalıyorum. Uyanık gazeteci geçindiğim ve bu işleri izlediğim halde, pek çoğunu ruhum bile duymamış. Her­ kes yardım ediyor, bildiğini aktarıyor. Birçok kişi halen makam sahibi olduğu için, kendilerinin ağzından hiçbir şey yazmayacağıma dair namus sözleri veriyorum.. Bin tane randevunun peşinde koşuşturup duruyorum. Bir konuya el atıyorsunuz, yirmi tane bilinmeyen yönü çıkıyor.. İşi to­ parlamak bir mesele.. Yaklaşık birbuçuk ay, gece gündüz demeden çalış­ tım ve işin Ankara yönünü bitirdim. Şimdi geriye kaldı, İstanbul'da konuşmam gerekenler.. Bunların başında Yeniköy'deki evine çekilmiş olan Turgut Özal var.. İstanbul'a gitmem gerekiyor.. Orada otelde kalacağım, yiyip icece165


ğim.. Param yok.. Gerçekten yok.. Ocak 1983 maaşım 60 bin lira.. Bedava çalışıyorum! Orhan Tokatlı kitap hazırladığımı biliyor. Bu arada, geçmiş yıllardan kullanmadığım izinlerimin bir bölümünü alıyorum.. Tokatlı'nın bana karşı tavrının değiştiğini his­ sediyorum. İstanbul'a görevli gitmek istiyorum. «Hayır.. Ben Tarhan Erdem'le konuştum, gitmeyeceksin. Gideceksen kendi paranla gidersin» diyor.. — Yahu abi, etme eyleme.. Bu kitap bittiği zaman özetini Milliyet'te yazı dizisi olarak yayınlarız. Büyük olay yaratacak. Ayrıca kitabı da MilliyetYayınları basacak. Ya­ ni benim bu yaptığım iş, Milliyet'in işi aslında.. Sonunda en büyük faydayı yine gazete görecek.. — Bana ne kardeşim.. Gitmeyeceksin işte... İzin alıp İstanbul'a gidiyorum. Cebimde teybim, insan kovalıyorum.. Arkadaş evlerinde kalıyorum.. Tabii bana yardımcı olmadığı için Tokatlı'ya da çok bozuğum.. Şubat başında, yine İstanbul'a gitmem gerekti.. Yine görevli göndermiyor. Tarhan Erdem'e telefon edip durumu bildirdim.. «Hayır efendim, gelemezsiniz. Bir şey yapıyorsanız, ken­ di imkânlarınızla yaparsınız. Yoksa hiç yapmazsınız» dedi.. Oturup kendisine bir mektup yazdım.. Tarihi, 4 Şubat 1983: « İstanbul'a gelmem konusunda Ankara'da olan ge­ lişmeleri size yazmaya elim varmıyor. Ancak size, gerçehiçbir şekilde uymayan yanlış bilgi verildiğini biliyorum.... Emekle, alın terimle, tırnaklarımla kazarak ortaya çıkar­ dığım, hiçbir maddi çıkar beklemeden kendi gazetem için hazırladığım, sıfırdan başlattığım ve yoktan var etme yo­ lunda olduğum bu çok güzel ve gerçekten ilgi çekecek araştırma için, bana tebliğ edilen «Görevle gitmen kabul edilmiyor» kararına çok üzüldüğümü ve kendimi küçük düşmüş olarak gördüğümü bilmenizi isterim. Bugüne kadar Milliyet'e canla başla hizmet verdim. Sanırım gazetecilik açısından iyi şeyler de yapabildim. Gö­ zümün önündeki adaletsiz uygulamalara ve eşitsizliklere rağmen, gazeteden bir tek gün bile, bir tek kuruş fazlar­ dan para istemedim. İşin maddi değil, manevi yönleriyle 166


tatmin olmaya çalıştım. Yaptığım işleri tümüyle kendi ça­ bamla, hiçbir yardım ve destek olmadan gerçekleştirdim. Pek çok engelleme ile boğuşmak zorunda kaldım. Ancak bu son olay ,benim sabrımın son damlalarını da taşır­ dı » Gerçekten sabrım taşmıştı. Belki bana inanmaz diye, mektubun sonuna o güne kadar kimlerle konuştuğumun listesini ekledim. Kendi abisi Kaya Erdem dahil, tam 33 kişi.. O dönemi yaşamış tam 33 kişi... İstanbul'da ise, ko­ nuşmam gereken (Özal dahil) yedi kişi var.. Tarhan Erdem biraz yumuşadı.. Bir kez görevle, iki kez daha cepten İstanbul'a gittim.. Hayatımda ilk kez, sağdan soldan borç alıyorum.. Ne o? Türkiye'de bir ga­ zeteci boyundan büyük bir işe soyunmuş ve kitap yaz­ maya kalkışmış.. Şimdi Şubat 1983'te bizim Ankara bürosundaki man­ zara şu : Tokatlı benimle konuşmuyor.. İlk defa ciddi olarak küstük. Ben de onunla konuşmuyorum. Böyle haklı oldu­ ğum durumlarda kesinlikle alttan almam. Ama en ufak bir haksızlığım varsa, gidip özür dilerim.. Cüneyt Arcayürek'in benimle arası iyi.. Ancak bazen dağıtır gibi oluyor. Şimdi odası değişti.. Aynı odada otur­ muyoruz.. Tokatlı, Mümtaz Soysal ve Teoman Erel hakkın­ da atıp tutuyor.. Soysal ve Erel'den «Onlar büyük gazete­ cidir kardeşim.. Biz onlarla muhatap olamayız» diye söz ediyor. Arcayürek'le Tokatlı da küs.. Arcayürek ayrıca, Mümtaz Hoca ve Teoman'la da, çok zorunlu olmadıkça konuşmuyor.. Arcayürek'in adamı Önder Şenyapılı. abi­ sinin yanından ayrılamadığı için, ona en yakın yere otur­ du. Orada santral var. Odada santral ve Önder birlikte oturuyorlar. Bir garip durum.. Önder Şenyapılı, Arcayürek'­ in yardımcısı oldu.. Bir gün aşağı katta gazetenin idare bölümündeki ar­ kadaşlardan. Önder Şenyapılı'nın maaşının 150 bin lira net olduğunu öğrendik.. Bu duruma başta ben olmak üzere herkes bozuldu.. Önder Şenyapılı'nın henüz basın kartı bile yoktu. Daha da önemlisi, o güne kadar yarattığı bir 167


tek gazetecilik olayı yoktu. Ben bu gazeteye altı yıldan beri hizmet veriyordum ve iyi kötü gazetecilik olayları yaratmıştım. Oysa bu arkadaş, benden çok daha fazla para alıyordu. Niçin? Çünkü onun hakkını koruyan biri vardı. Arcayürek, Milliyet'e gelirken onun da pazarlığını yapmıştı. Beni ve bürodaki diğer arkadaşlarımızı koruyup kollayacak hiç kimse, ne yazık ki yoktu!.. Önder'e sağla­ nan bu ayrıcalıklar, büyük bir adaletsizlikti. Öbür tarafta. Derya Sazak da Milliyet'e bu ekiple gelmişti. Ona normal para veriyorlardı. Ayrıca Derya, efendi insandı. Sessiz se­ dasız görevini yapıyordu. Hiç kimse ona bozulmamıştı. Derya'yı hepimiz benimsemiştik. Aradan bir süre geçti, Arcayürek'in bazı arkadaşlarla durup dururken küsmeye başladığını gördük. Her gün bi­ risi gelip «Şimdi de benimle konuşmuyor» diyordu. Bana karşı olan tavrı da değişmeye başlamıştı. Benimle de ko­ nuşmaktan kaçındığını görüyordum. O artık, bir ay önceki Cüneyt abi değildi. Çay ocağında oturup sempati gösteri­ leri yapan adamın yerine, sanki bir başkası gelmişti. O günlerde ilk kitabı çıkmıştı... «Belki imzalayıp ve­ rir» diye düşündüm, vermedi. Kendisine bir yakınlık gös­ terisi olsun diye gidip çarşıdan aldım, yüzüme bile bak­ madan, zoraki imzaladı. Aynı günlerde ben de kitabımı hazırlamaya başlamış­ tım. Bu arada, bir lâf gelmesin diye haber de bulup yazı­ yordum. İstihbarat şefi olarak haberleri ona götürmek zo­ rundaydım... Götürüyordum, yüzüme bile bakmadan «Ta­ mamdır, git telekse ver» diyordu. Haberin ne olduğuna bakmıyordu bile... Bürodaki tavırlarını, kendisiyle daha önce Hürriyet ve Güneş'te çalışmış olan gazeteci arkadaşlara sordum. O gazetelerdeki Şeniz Yurtman, Selman Erdoğdu, Cevat Taylan gibi arkadaşlar hep aynı şeyi söylüyorlardı: — Ooo, daha dur bakalım...' Daha neler göreceksiniz siz... Yine de inanmıyordum. Bir gün dayanamayıp kendi­ sine sordum : 168


— Abi seni kıracak bir şey mi yaptım? Bana hiç yüz vermiyorsun... Gerçekten de aramızda hiçbir olay olmamıştı. Bir tek gün bile gelip bana bir abi olarak uyarıda bulunmamış, bir isteğini iletmemişti.. Herhalde Önder'e yüz vermedi­ ğimiz için bozuluyordu. Burnunu kıvırarak cevap verdi: — Yok efendim.. Sen benim ne kadar yorgun olduğu­ mu biliyor musun? Aradan bir süre daha geçti.. Odama çay içmeye ça­ ğırdım.. Gelmedi.. Bir kez daha «Abi, bir şey mi oldu? Ni­ çin böyle yapıyorsun?» diye sordum.. «Yok bir şey şeke­ rim» dedi.. Ama artık benimle konuşmuyordu. Ben de kendisiyle konuşmamaya karar verdim.. Bir gün, öğle yemeğinden geliyordum.. Aşağıda asan­ sör beklerken, Arcayürek'le Önder geldiler.. Zorunlu ola­ rak aynı asansörle çıktık. Asansör durduğunda, kapıyı aça­ rak «Buyurun» dedim.. Arcayürek alaycı bir ifadeyle «Siz buyurun» dedi.. «Büyüğümüzsünüz, buyurun» dedim.. Asan­ sörden çıktı.. Ve arkasına dönüp bana şu lâfı yapıştırdı: — Biz büyük olmak isteyen ne küçükler gördük.. Buz gibi kaldım.. Bir karşılık veremedim.. Yoksa o lâ­ fın altında kalmazdım.. Mart ayında, «Bismillahirrahmanirrahim» diyerek ve Allah'a dua ederek kitabımı yazmaya başladım. Rahat çalışabilmek için, yıllık iznimin bir bölümünü daha almış­ tım. Odada iki kişiyiz. Derya Sazak ve ben. İkimizin de geleni gideni var. Telefonlarımız sürekli çalıyor. İnsanın kafası, ister istemez dağılıyor. Milliyet Ankara bürosu, İzmir caddesinde bir binanın dördüncü katında.. Ancak bir kata sığmadığı™'? 'Cin, o günlerde binanın üçüncü katı da kiralandı. Yeni kiralanan katın odalarından biri de, kütüphane oldu. Milliyet'in geç­ miş yıllardaki bütün arşiv ciltleri de burada duruyor. Kü­ tüphane o günlerde bitti. Ben de sessiz sedasız çalışabil­ mek için oraya geçtim.. Nasılsa izinliyim.. Hiç değilse ki­ tabımı rahat yazayım. Orada ikinci günümdü. Bir ara yu­ karıya odama çıktım, yarım saat sonra tekrar geldim.. Kü­ tüphanenin kapısı kilitlenmiş.. O katın çaycısı Ferman'a 169


sordum.. «Ali Abalı emir verdi abi.. Anahtar bende ama açamam» dedi.. Ali Abalı, Ankara bürosunun idari işleri­ ne bakan eski bir gazeteci.. Ali Abalı'ya durumu sordum.. Sert bir şekilde cevap verdi: — Orası yasak.. Artık orayı kullanamayacaksın.. Git başka yer bul kendine.. Karşıma çıkarılan yüzlerce engel yüzünden sinirlerim zaten gergindi.. Kendisini ikna etmeye çalıştım. Adam yine ters konuşmaya başladı.. Bunun üzerine hayatta hiç kim­ seye yapmadığım bir şeyi yaptım ve Ali Abalı'nın üzerine ağır hakaretlerle yürüdüm.. Çok çirkin küfürler ediyorum.. Teoman Erel ve diğer arkadaşlar odalarından çıkıp beni tuttular.. Abalı zaten kalp hastası.. Yüzü sapsarı oldu.. Ölecek diye korktum.. Ondan sonra kekelemeye başladı: — Bana kilitlemem için emir verdiler.. — Kim emir verdi sana? Kim verdi? Söyle onu bana bakayım da, ondan sorayım hesabını.. Bar bar bağırıyordum.. Anladım ki Orhan Tokatlı emir vermiş.. Odası beş metre ötede.. Bütün sesleri duyuyor.. Kapısının önüne gittim ve orada bağırmaya başladım : — Kim emir verdi lan kütüphane kilitlensin diye? Erkekse çıkıp benim yüzüme karşı söylesin.. Ancak Tokatlı'dan ses çıkmıyor.. Herkes beni yatış­ tırmaya çalışıyor.. Yukarıya, odama çıktım.. Biraz sonra Tokatlı'ya hitaben bir dilekçe yazdım : «...Mesleğinin gerektirdiği bir araştırma ile uğraşan ve alnının teriyle ortaya ciddi bir eser çıkaran bir Milli­ yet mensubu olarak bu davranışınızın nedenlerini anlaya­ bilmiş değilim. Kütüphane eğer böyle amaçlar için kullanılmayacaksa, başka ne için kullanılabilir?.. Benim orada sessiz sedasız yaptığım çalışmalar acaba çevreyi rahat­ sız mı etmiştir? İzin günlerimi bile gezerek ve dedikodu yaparak geçirmek yerine, kütüphanede çalışarak geçirme­ min, benim bilmediğim bir sakıncası mı vardır? Yoksa bu tür kararlar, tamamen kişisel nedenlerle mi alınmaktadır?... Çalışmalarımı en kısa zamanda tamamlayabilmek için, kütüphanede çalışma izninin verilmesini yüksek makamla­ rınıza saygılarımla crzederim»... 170


Dilekçemin son cümlesini biraz alaycı bir dille bitir­ miştim.. Fakat ortada ilginç bir durum vardı.. Milliyet ta­ rihinde herhalde ilk kez böyle bir dilekçe veriliyordu. Bu dilekçeyi kime verecektim? Kayda nasıl geçirecektim? Böyle bir kayıt sistemi yoktu.. İdare'deki arkadaşlardan birine, ikinci nüshasına «Aslını aldım» diye yazdırıp, imza karşılığında verdim.. O da götürüp Tokatlı'ya verdi. Aynı gün, 18 Mart 1983 günü ikinci dilekçemi verdim: «Milliyet Gazetesi Ankara temsilciliğine, Çok ivedi ve önemlidir. Kütüphane kilitlenmiş olduğu için içeriye giremiyo­ rum. Size bugün vermiş olduğum çalışma iznime ilişkin di­ lekçeme cevap alıncaya kadar, kütüphanede bulunan Kasım-Aralık 1979 Milliyet cildinin bendenize iletilmesi için emir vermenizi saygılarımla arz ve rica ederim. Not: Bu cilt orada masanın üzerinde durmaktadır».. Aradan yarım saat geçti.. Bir baktım ki çaycı Ferman, istediğim gazete cildini odama getirmiş.. Demek ki çaba­ larım olumlu sonuçlanmaya başlıyor!.. Artık kitabımı odam­ da, her türlü gürültü patırtı içerisinde yazıyorum. Aslında bazen konuya öyle dalıyorum ki, gürültüyü falan hiç duy­ muyorum.. Ama bazen de sinirlerim gergin oluyor.. O za­ man, odada «Çıt» diye bir ses olsa yerimden fırlıyorum.. Derya Sazak beni rahatsız etmemek için elinden geleni yapıyor. Sık sık ortadan kayboluyor.. Bir başka odada ça­ lıştığını anlıyorum. Gösterdiği anlayış için ona her zaman teşekkür borçluyum.. 23 Mart 1983 günü, Orhan Tokatlı'ya üçüncü bir dilek­ çe daha verdim : «Kütüphane olarak yaptırılan yer kilitli olduğundan ve bundan bir süre önce buradan çok kaba bir biçimde kovulmuş bulunmam nedeniyle bu odaya girmem müm­ kün olmamaktadır. Bu konuda sayın temsilciliğinize vermiş olduğum 18 Mart 1983 tarihli dilekçeme de, bugüne ka­ dar cevap verilmemiştir. Yapmakta olduğum bir çalışma için, Milliyet gazete­ sinin Mart-Nisan 1980 ve Mayıs-Haziran 1980 ciltlerine 171


çok acele ihtiyacım vardır. Yüksek temsilcilik makamını­ zın, bu konuda gerekli işlemi en kısa zamanda yapmaları için ilgili kişilere gereken emri vermesini arz ve rica eder, değerli zamanınızı almak zorunda kaldığım için özür di­ lerim efendim. Saygılarımla». On dakika sonra, istediğim ciltler önüme geldi... Bun­ ları yazarken şimdi bile gülüyorum ama, hepsi gerçek. Sözünü ettiğim bütün belgeler bende... Kitabımın yazımını 6 Nisan 1983 günü bitirdim. He­ men hemen bir ay süresince, bir tek gün bile ara verme­ den yazmıştım. Takvimime, «Kitap bitti» diye not düş­ tüm... Yazmaya sabah saat 9'da başlıyordum, gece geç saatlerde kafam durunca bırakıp eve giriyordum. Ertesi gün, uzun bir aradan sonra ilk kez gazeteye gitmedim. Bütün gün araba yıkayıp, kafamı dinlendirdim. Sonra birkaç gün içerisinde, yazdığım metni yine oku­ dum ve düzeltmeleri yaptım... Ve sonra da, kafalarına ve bilgilerine güvendiğim iki arkadaşıma, Yalçın Doğan ve Uluç Gürkan'a okuttum. İkisi de bazı ufak hatalarımı dü­ zelttiler ve «Çok iyi olmuş» dediler. Bu iki arkadaşım da beğendiyse, iş tamamdır. Moralim çok düzeldi... Kitabı­ mın adını «24 Ocak... Bir Dönemin Perde Arkası» koy­ dum. Fotokopi çekip İstanbul'a, Milliyet Yayınlan'na gön­ derdim.. Onlar basacaklar. Kitabın özeti Z Mayıs 1983 günü Milliyet'te yayınlan­ maya başladı. Bana sadece beş günlük yer ayırmışlardı.. Kaç defa telefon açıp «Yahu bu dizi çok ses getirecek.. Biraz uzun tutun» dediysem de dinletemedim.. Beş gün­ le yetindiler. Buna da şükür.. Kitabım basıldı ve 10 Mayıs gecesi elime iki adet geçti. Milliyet Yayın'dan göndermişler.. Kitabımı saat­ lerce okşadım, sevdim. Uzaydan gelen bir yaratıkmış gi­ bi, her tarafını inceledim.. Okudum, tekrar okudum.. İlk kez kitabım olmuştu.. Gazetecilikte yeni bir adım daha atmıştım.. O günlerde İstanbul'a gitmiştim. Savaş Ay şöy­ le dedi : 172


— Abi şimdiye kadar gazeteci idin, şimdiden sonra gazeteci-yazar oldun.. Bunu hiç düşünmemiştim. Savaş'ın söyJediği doğruy­ du.. 13 Mayıs günü kitabım piyasaya çıktı.. Kitapçı vitrin­ lerinde kitabımı gördükçe kendi kendime gururlanmaya başladım.. Gerçekten zor bir kitap yazmıştım.. Her satı­ rında alın terim ve emeğim vardı. Bir yandan yazmıştım, bir yandan da bin tane engelle boğuşmuştum..

*** Mayıs ayında büroda bir söylenti dolaşıyor: — Deli Ünal Milliyet'e geliyormuş.. — Kimdir Deli Ünal? — Polis adliye muhabiridir.. Tam bir delidir.. Herkes Deli Ünal'dan söz ediyor. Ben Ünal İnanç is­ mini ilk kez duyuyorum.. Birkaç gün içinde başlayacak­ mış.. Peki Deli Ünal hangi odada oturacak? Bütün odalar­ da üç kişi oturuyor. Sadece bizim odada, Derya Sazak'­ la iki kişiyiz. Cüneyt Arcayürek herhalde bu «Deli Ünal» denilen polis muhabirini bizim odaya verir. Oysa ben is­ temiyorum... Çünkü yakında «24 Ocakmn devamı olan ikinci kitabımı yazmaya başlayacağım. Odada kalabalık olması bana zarar verir. Durumu Arcayürek'e söylemeye karar verdim. Gerçi konuşmuyoruz ama zorunlu birtakım durumlarda aramızda soğuk, kesik kesik bazı konuşmalar olabiliyor. Epeyce düşündüm, benim isteğimi reddedece­ ğini kesinlikle biliyordum. Yine de odasına gittim. Kapısı açık. Kapının hemen dışında ve kendisinin hemen karşı­ sına gelen bir yerde, bir adam oturuyor. Yani ikisi bir anlamda yüz yüze... Aralarında açık bir kapı ve dört met­ re mesafe var. Adamın bir bacağı, kasığına kadar alçı­ da. Yanında koltuk değnekleri var. Kel kafalı, 130 kiloluk birisi... Bu adam duymasın diye Arcayürek'e doğru eğil­ dim, yavaş bir sesle ve haksız bir istekte bulunduğumu bildiğim için, ezik bir şekilde kulağına fısıldadım : — Abi buraya yeni bir polis muhabiri geliyormuş. Bu­ nu lütfen bizim odaya verme. Şimdi yeni kitap yazmaya 173


başlayacağım. Polis muhabirlerinin geleni gideni çok olur... Doğru dürüst çalışamam. Arcayürek lâfı ağzıma tıktı ve hemen bağırmaya baş­ ladı : — Ne demek istiyorsun yani kardeşim? Polis muha­ biri adam değil mi yani? Niçin böyle küçümsüyorsun po­ lis muhabiri arkadaşları? Niçin odanda istemiyorsun? Arcayürek akıllı adamdı! Bu işleri çok iyi bilirdi. Ka­ çın kurasıydı o? Beni zayıf bulduğu anda vurmuştu. Ba­ ğırmalarını kapının önünde oturan kırık bacaklı adam, san­ tral Zehra ve santralın yanındaki masada, Cüneyt abi'sinden bir türlü uzaklaşamayan Önder Şenyapılı da oldu­ ğu gibi duyuyordu... «Tamam abi» dedim ve iş uzamasın diye odadan kaçtım. Kendi kendimi böyle bir duruma düşürdüğüm için çok bozulmuştum. Odamda tek başıma oturuyordum. Biraz sonra kapı açıldı. Az önce dışarıda oturan kırık bacaklı, kel kafalı, şişman adam oflaya poflaya, koltuk değnekleriyle içeri girdi: — Emin bey, ben Ünal İnanç. Yeni polis muhabiri­ yim. Bu odada oturacakmışım. Kıpkırmızı oldum. Başımdan aşağıya kaynar sular dö­ küldü. Demek ki Arcayürek az önce o bağırma numarala­ rını Ünal'a duyurmak için yapmıştı. Demek ki orada otu­ ran adam Ünal İnanç'tı... Olay gayet açıktı. Ünal'ı ilk günden bana düşman edecek ve bana düşman olan bir insanı benim odamda oturtacaktı. Ünal İnanç'tan özür diledim. Kendisini odaya isteme­ me nedenimin, onun kişiliği ile ilgili olmadığını anlatmaya çalıştım. Birlikte çay içtik. Ünal bana kendisini anlatmaya başladı. Üç saat konuştu. Ağzının içine bakarak dinledim. Yaşam öyküsü, gerçek bir roman konusuydu. Ünal'la o gün başlayan dostluğumuz şimdi de devam ediyor... O gün, iki gerçek dost olmuştuk. Arcayürek'in oyunu ters tepmişti! Aynı odayı paylaştığımız günlerde ve aylarda Ünal benim önüme hiç bilmediğim ve yabancısı olduğum yeni dünyaların ufuklarını açtı. Pırıl pırıl bir insandı. Mangal gi174


bi yüreği vardı. Onu anlatacak kelime bulamıyorum. Bir süre sonra Tarhan Erdem, Altan Öymen. Cüneyt Arca­ yürek ekibinin, başımıza ne gibi işler açacağını o gün­ lerde ben de bilmiyordum, Ünal da bilmiyordu. Bu konuyu da biraz sonra anlatacağım .

***

Kitabımla ilgili ilk yazıyı Milliyet'te Teoman Erel yaz­ dı. Sonra Hürriyet'te Hasan Pulur söz etti. Ancak kitabın patlaması Haziran ve Temmuz aylarında oldu. İlhan Sel­ çuk, Mammer Yaşar, Refik Erduran, Güngör Yerdeş. Şa­ hin Alpay, Uğur Mumcu, Uluç Gürkan, Mehmet Kemal, Varlık Özmenek, Füsun Özbilgen, Orsan Öymen gibi saygı ve sevgi duyduğum yazarlar kitabımdan söz ediyorladı. ' Bir yanda Turgut Özal yeni kurduğu partisi ANAP için Milliyet Yayın'dan ikibin adet kitap satın alıyor ve kendi propagandası için parti örgütüne dağıtıyordu. Öte yanda ise sol görüşlü yazarlar benim kitabıma dayanarak Özal'a veryansın ediyorlardı. Aziz Nesin bana mektup ya­ zıyor ve «Ellerin dert görmesin» diyordu. Bir kez daha, bü­ yük mutluluğu yaşıyordum. Kamuoyunda kitabımla ilgili büyük tartışma başlamıştı. Piyasada kitap yoktu. Birbiri ardından yeni baskılar yapılırken, kitabım satış listelerin­ de aylarca birinci sırayı koruyacak ve «24 Ocak Bir Dö­ nemin Perde Arkası» yıl sonuna kadar 55 bin adet sata­ rak büyük bir rekor kıracaktı. Bu, Türkiye gibi az kitap okunan bir ülkede, çok önemli rakamdı. Ben kitapta sadece olup biten gerçekleri yazmış ve içine hiç yorum katmamıştım. Oysa kitabı herkes farklı yorumluyordu. Turgut Özal bunu seçimlerde propaganda malzemesi olarak kullanırken sol görüşlü yazarlar «Özal bu kitabı okusun da yaptıklarından utanç duysun» diye ya­ zıyorlardı. Artık bütün çektiğim sıkıntıları unutmuştum. Mutluluğu yaşıyordum. Milliyet Yayın'dan ilk telif ücretim Temmuz 1983'te geldi. 200 bin lira aldım. Benim için çok büyük paraydı. Her kuruşunu helâl kazanmıştım. Her sa­ tırında alnımın teri, gözümün nuru vardı. Kitap çıkınca Orhan Tokatlı'ya da bir tane imzalayıp

175


götürdüm. Kendisiyle uzun süreden beri küstük. Üç ay kadar konuşmamıştık. — Orhan abi, sen benim abimsin. Seni severim. Şu son zamanlarda olup biteni ben unuttum, sen de unutur­ san sevinirim. Altı yıldan beri aynı çatı altında çalışıyoruz. Sen karını gördüğünden daha fazla beni gördün, ben ka­ rımı gördüğümden daha fazla seni gördüm. Böyle dar­ gınlıklar olur, gelip geçer... Öpüştük... Tokatlı da kinci bir adam değildi. Bana teşekkür etti, çay ısmarladı. Hemen muhabbete başladık. Artık barışmıştık. Cüneyt Arcayürek'e de imzalı bir kitap götürdüm. Şöy­ le bir baktı, kuru bir teşekkür etti ve kitabı masanın üze­ rine koyup kafasını çevirdi. Odasından hemen çıktım. Ver­ diğime vereceğime pişman olmuştum.

*** 1983 yaz aylarında bizim büroda durum şöyle: Ben Tokatlı ile barışmış durumdayım. Tokatlı ile Arcayürek ko­ nuşmuyor.. Yani gazetenin Ankara temsilcisi ile istihba­ rat şefi küs... Ben Arcayürek'le zorunlu olmadıkça konuş­ muyorum. Yardımcısı Önder Şenyapılı'nın suratına bile bakmıyorum... Çünkü onu «Gazeteci» olarak kabul etmi­ yorum. Milliyet'e Cüneyt abi'sinin sırtından kapağı atmış biri olarak görüyorum. Sadece ben değil, büroda herkes bu vatandaşı öyle görüyor... Gazeteci olmamasına karşın, hepimizden çok para alıyor. Olacak iş değil... ArcayürekŞenyapılı ikilisine büroda bir iki kişi dışında herkes karşı. Mümtaz Soysal ve Teoman Erel de bunlarla, zorunlu ol­ madıkça konuşmuyorlar. İkisi, giderek kendi kabuklarına çekiliyorlar. Bütün güçlerini de İstanbul'da Tarhan Erdem ve Altan Öymen'den alıyorlar. Arcayürek, fazla mesaileri yazma görevini adamı ön­ der'e vermiş. Benim mesai falan aldığım zaten yok. An­ cak ücreti çok düşük olan ve fazla mesai ücretine bel bağ­ lamış arkadaşlar, olup bitene haklı olarak çok bozuluyor­ lar. Önder her ay kendisine bol kepçeden fazla mesai yazıp, paraları cebe atıyor. Oysa fazla mesai falon yaptığı 176


kesinlikle yok. Diğer arkadaşlara da gönlünden ne koparsa yazıyor. Kendisi bir ayda otuz mesai almışsa, diğerle­ rine üç beş dağıtıyor. Türkçesi, sadaka dağıtıyor. Büro­ daki arkadaşlar bu adamı bir gün döverlerse, bu yüzden dövecekler. Orhan Tokatlı devre dışı.. Ancak patron Aydın Doğan onu seviyor ve tutuyor. Aydın bey, Ankara'da olup biten­ leri biliyor. Örneğin Ankara'ya geldiği zaman Tokatlı'nın yanında oturuyor, Arcayürek'e uğramıyor. Bir gün Aydın bey Ankara'ya gelmişti. Kendisiyle konuştum : — Aydın bey, bu adamlarla bu iş yürümez. Bir çözüm bulun... Patron bana hak verdi. Ancak sanıyorum onun da birtakım sıkıntıları vardı. Durumu bildiğini söyledi. Uzun uzun dertleştik. Bana «Sen rahat ol» dedi. Aydın bey'e rağmen Tokatlı devre dışı. Sadece idari işlere bakıyor. Bütün gün odasında oturup gazete oku­ yor. Yorulunca koltuğunu dışarıya doğru çeviriyor ve sa­ atlerce Kızılay meydanını seyrediyor. Bir de gelen giden­ le sohbet ediyor. İstanbul'da gazetenin başındaki Tarhan Erdem, sanı­ yorum Aydın Doğan'dan tam yetki almış. Aydın bey olup bitene bu yüzden pek karışmıyor, ama gidişi dikkatle izli­ yor. Tarhan Erdem sürekli genelge yolluyor. Bir sürü çi­ zelgeler, bürokratik formlar hazırlanıyor. Ast, üstle nasıl konuşacak gibi anlamsız konular en ince ayrıntılarına ka­ dar belirleniyor. Mübarek adam sanki bir gazeteyi değil, devlet dairesini yönetiyor. Koskoca Milliyet yavaş yavaş, bir devlet dairesine dönüşüyor. Gelen imzalı genelgeleri okuyup, kahkahalarla gülüyoruz. Böyle gazete yönetimi olamaz. Örneğin ben Tarhan Erdem'le bir konuda konuş­ mak istersem, önce istihbarat şef yardımcısı Önder Şenyapılı'ya başvuracağım. Şenyapılı istihbarat şefi Arcayü­ rek'e bu durumu iletecek. Arcayürek benim isteğimi An­ kara temsilcisi Tokatlı'ya söyleyecek. Tokatlı yazıişleri mü­ dürü Doğan Heper'e, Doğan Heper de Tarhan bey'e... Ölme eşşeğim ölme! Gazetecilikte böyle şey olmaz. Tam bir komedi yaşıyoruz. 177

F.: 12


Biz İstanbul'da, yazıişleri müdürümüz Doğan Heper'le muhatap oluyoruz. Heper hem iyi bir insan, hem de ga­ zetenin en eskilerinden biri. Onunla insanca ilişki kur­ mak mümkün oluyor. Tek olumsuz tarafı, biraz pasif ve sessiz.

*** Milli Güvenlik Konseyi, diğer siyasal partiler kurulur­ ken, Demirel ve arkadaşları tarafından kurdurulan Büyük Türkiye Partisi'ni 1983 yılının yaz aylarında kapattı. Bu­ nun da ötesinde bir emir yayınlayarak, bazı eski AP ve CHP'lileri, Çanakkale yakınlarında Zincirbozan adlı bir as­ keri garnizona kapattı. Bunlar arasında Süleyman Demi­ rel, Deniz Baykal, İhsan Sabri Çağlayangil, Sırrı Atalay, Sadettin Bilgiç, Ali Naili Erdem, Metin Tüzün, Yüksel Çakmur, Süleyman Genç, Hüsamettin Cindoruk gibi isim­ ler vardı. Hüsamettin Cindoruk, benim halamın oğlu. Zincirbozan'da aile yakınları dışında her türlü ziyaret yasak. Hü­ samettin abi, kendisine gelebilecek aile bireyleri arasına benim adımı da «Dayımın oğlu» olarak yazdırmış. Zaten bu akrabalık derecesi, kendisini ziyaret etmeme yetiyor. Zincirbozan'a girmek, bir gazeteci için tarihi bir fır­ sat. Haziran ayında, gazetemizde yayınlanan genelgeler uyarınca durumu Cüneyt Arcayürek'e bildirdim... Eğer ona söylemeyip de doğrudan İstanbul'a söylersem, haksız du­ ruma düşürüleceğimi biliyordum. Yüzünü ekşitti ve «Ba­ na ne söylüyorsun kardeşim. İstanbul'a söyle» dedi. Ben de durumu Doğan Heper'e ilettim. Zincirbozan'a gitmem kabul edildi. Gazeteden avans almak için, «Amir» imzası gerekiyor­ du. Kâğıtları, imzalaması için Arcayürek'e götürdüm.. Yi­ ne bozuldu.. «Bana ne getiriyorsun, sen gitme iznini İs­ tanbul'dan aldın. O kağıtları Doğan Heper'e götür, o im­ zalasın» dedi. Feci bozuldum ve Doğan Heper'e telefon ettim : — Doğan baba, ben burada katil olacağım. Gerçek­ ten cinayet çıkacak. Böyle böyle oldu. Haberin olsun.

178


— Ne demek yahu? Böyle saçma şey mi olurmuş? Ben kendisiyle konuşurum... On dakika sonra Arcayürek odama geldi. Aylardan beri ilk kez odama giriyordu : — Yahu şekerim, o kağıtları ben imzalayacakmışım. Ver de imza atayım. Burası tımarhane be... Manyaklar yuvası! Evet, bizim büro gerçekten manyaklar yuvası olmuş­ tu! Kağıtları imzaladı. Sonra bu olayı Tarhan Erdem'e aynen yazdım. Tarhan bey, kendisine gönderdiğim 27 Ey­ lül 1983 tarihli mektubu herhalde saklıyordun Bunu da ileride anlatacağım. Gazeteden araba alarak Çanakkale'ye doğru yola çıktım. Yanıma küçük teybimi ve fotoğraf makinamı da almıştım. Gerçi Zincirbozan'ı yazmak kesinlikle yasaktı ama olsun.. Belki sıkıyönetimden falan özel bir izin almak mümkün olurdu. Ziyaret saati her gün saat 13-18 arasın­ da. Zincirbozan, Çanakkale'ye yaklaşık 40 kilometre uzak­ lıkta. Nizamiyeye vardık. Yol, karayolundan sola doğru sapıyor ve 200 metre ötede nizamiye var. Arabada üstü­ mü değiştirdim. Kotumu falan çıkarıp, takım elbise giyip kravatımı taktım. Kapıdaki nöbetçi subaylar kimliğimi al­ dılar. Ne olur ne olmaz diye basın kartımı değil, nüfus kağıdımı verdim. Listeden adımı kontrol ettiler, içeriye, Hüsamettin abi'ye haber saldılar.. Tarihi bir gün yaşa­ yacaktım. Yanımda teyp ve fotoğraf makinası olup olma­ dığını sordular. Korktum ve «Var» dedim. İkisini de onlara teslim ettim. O günlerde İşin şakası yoktu. İçeriye girdim. 100 metrelik bir beton yoldan sonra bir binaya geldik. Üç katlı bir bina.. Kara tarafında gü­ zel bir bahçesi var. Oradaki ağaçların gölgesine koltuklar koymuşlar.. İçeridekiler hepsi orada oturuyor. Bir tek De­ mirel ceket ve kravatlı. Diğerleri şortlarla, başlarında deniz kepleriyle ve tokyolarla... Sarıldık, öpüştük ve sohbete başladık. Az ötede, bah­ çenin diğer bölümlerinde askerler büyük çadırlar kurmuş179


lar. Çevrede çok sayıda asker ve nöbetçi var. Ayrıca kurt köpekleri varmış. Onları görmedim. Hüsamettin abi bana binayı gezdirdi. Herkesin oda­ sına girdim. Çağlayangil odasını özel dayayıp döşemiş. Yemek takımları, oturma takımları, halılar ve televizyon özel gelmiş... İçeridekilere beyaz ceketli asker garson­ lar servis yapıyor. Yemek serbest de, anladığım kadarıy­ la içmek de serbest! İçki olup olmadığını Hüsamettin abi'ye soruyorum. İçenin içtiğini anlıyorum... Deniz kıyısına gidiyoruz. Küçücük bir plaj var. Burada denize giriyorlarmış. Denize giderken ufak bir bina var. Orada sürekli bir doktor varmış. Ayrıca bir ambulans bekliyor. Zincirbozan, küçücük bir alan. Avuç içi kadar bir yer. Bütün o saatler boyunca bir tarihi olayı yaşamanın zev­ kini, içime sindire sindire çıkarıyorum. O gün benden baş­ ka ziyaretçi yok. Herkesle doya doya sohbet ediyorum. Nizamiyeye giden yüz metrelik beton yola eski AP'liler «Doğru Yol» adını takmışlar. O günlerde Doğru Yol Par­ tisi kurulmak üzere.. Dışarıdakiler partiyi kuracaklar. Hü­ samettin abi bana «Gel biraz bizim doğru yol'da yürüye­ lim» diyor. Tur atıyoruz o ufacık alanda. Bir ara Deniz Baykal ve Yüksel Çakmur. beni odaya çağırıyorlar. Özellikle Baykal benden uzun uzun rica edi­ yor : — Emin, buradan çıktıktan sonra lütfen bir satır bi­ le yazma burayla ilgili. Zaten yazamazsın ama, izin alsan bile yazma. Eğer yazarsan, iyi şeyler yazmak zorunda ka­ lacaksın. Yemeklerden, bize hizmet veren asker garson­ lardan ve atıcılardan, denize girdiğimizden, ense yaptı­ ğımızdan söz edeceksin ister istemez. Oysa biz burada birtakım yasa dışı yöntemlerle hapis durumdayız. Bizim hapis olduğumuzu yazamazsın. Dolayısıyla kamuoyunda yanlış yargılar uyanır. Lütfen bir tek satır bile yazma... Bütün öğleden sonra orada çaylar kahveler içtik. Ağaçların gölgesinde dünyanın en güzel sohbetlerini et­ tik. Artık gitme zamanım yaklaşıyordu. Saat 17.30 olmuş­ tu. Bir anda nizamiyeden bir paşa arabası belirdi ve için­ den bir Tuğamiral çıktı. Amiralim, Çanakkale sıkıyöne180


tim komutanıymış. Şimdi ismini unuttum. Aynı zamanda Zincirbozan komutanıymış. Yanında birkaç subayla geldi. El sıkıştık, hep birlikte bahçedeki koltuklara oturduk. Be­ ni Amiral'e takdim ettiler: — Efendim, Sayın Emin Çölaşan.. Amiral önce fazla önemsemedi. Aradan on onbeş sa­ niye geçmişti ki bana döndü : — Beyefendi kimsiniz? İsminizi anlayamadım. — Emin Çölaşan efendim! — Gazeteci Emin Çölaşan mı? — Evet efendim! — Aman kardeşim, buraya gazeteci girmesi yasak­ tır. Nasıl girdiniz siz? Eski AP ve CHP'liler, benim Hüsamettin Cindoruk'un akrabası olduğumu söylediler. Ancak Amiral pirelenmişti: — Beyefendi, gerçekten Hüsamettin bey'in dayısının oğlu musunuz? — Vallahi öyle efendim. Merak etmeyin, buraya ga­ zeteci olarak değil, akraba olarak geldim. — İnşallah bir şey yazmazsınız. — Zaten yasak efendim. İstesem de yazamam ki.. — Lütfen bir şey yazmayın. Başımıza iş açarsınız. Saat 18 olmuştu. Ziyaret saati bitti. Herkese veda ettim. Amiralim tekrar rica etti: — Bir şey yazmazsınız değil mi? — Hiç merak etmeyin efendim! — Arabanız yoksa sizi göndereyim. — Var efendim, kapıda bekliyor. O gün Zincirbozan'da tarihi bir gün yaşadım... Ve Zincirbozan'a giren ilk ve son gazeteci oldum... Sonra Hüsamettin abi'den duydum. Ben gittikten sonra da Ami­ ral duruma inanmamış ve Hüsamettin abi'ye gerçekten akraba olup olmadığımızı birkaç kez sormuş... «Senden sonra hep birlikte çok güldük bu duruma» dedi. O günlerin ortamı içinde Zincirbozan'ı maalesef ya­ zamadım. Oysa nefis bir gazetecilik olurdu. İstanbul'a vardık. Sıcaktan bitik durumdayım. Mar181


mara Etap otelindeki odamda duş aldım. Anadan doğma bir durumda, otelin 17. katındaki odamdan Boğaz'ı seyre­ diyordum. Sigaramı da keyifle yakmışım. Birden bana bir şeyler olmaya başladı. Her taraf sallanıyor.. «Herhalde yolda yorulduğum İçin başım dönüyor» diye düşündüm. Fakat sonra baktım ki odada her taraf çatırdıyor ve per­ deler de sallanıyor. Evet, deprem oluyor! O şaşkınlıkla ve anadan doğma durumumla yerimden fırladım ve ayak­ larıma hemen çoraplarımı giydim! İnsanoğlu panikleyince neler yapıyor. Acaba niçin çoraplarımı giymiştim ki? Gazete'ye gittim. Zincirbozan'da gördüklerimi Aydın Doğan'a ve diğer arkadaşlara uzun uzun anlattım. Aydın bey'le biraz dertleştik.

***

14 Temmuz 1983 günü, ikinci kitabımın çalışmalarına başladım. Bu kitap ilkinin devamı olacak. İlk kitabı 12 Ey­ lül 1980 gününde kesmiştim. Şimdi 11 Eylül 1980 günün­ den başlayarak yazmaya başlayacağım. O gün Ankara'­ da neler oluyordu? Sonra da, 12 Eylül ve sonrasında olup bitenleri yazacağım. Sanıyorum bu da güzel bir kitap ola­ cak. Birincisi bu kadar tutulunca, moralim düzeldi. Ay­ rıca kitap yazmadaki acemiliğimi de üzerimden büyük ölçüde atmış oldum. Artık neyi nasıl yapacağımı biliyo­ rum. İşin ilginç yanı, Türkiye'de 12 Eylül'le ilgili ilk kitabı yazacağım. Böylesine bir yasaklar ortamında, 12 Eylül döneminin belli bir kesitini ilk kez ben anlatacağım. 14 Temmuz 1983, şeker bayramının son günü. Yine besmele çekip Allah'a dua ettikten sonra işe başladım. Gazetenin kütüphanesi artık bana açık. Tokatlı ile barıştık ya... işe yumuldum. Yine gece gündüz yok. Arada sırada bazı arkadaşlarla oluyoruz. Basın dedikodusu yapmak be­ nim de hoşuma gidiyor. Zaten iki gazeteci bile nerede bir araya gelse, hemen basın dedikoduları başlıyor. Benden kıdemli gazeteci ağabeylerim şöyle diyorlar: — Cüneyt'in sana bozulma sebebi gayet açık. O her­ kese bozulur ama sana kitap yazdığın için bozuluyordun

182


— Ne ilgisi var ki? Niçin kitap yazdım diye bozulsun? — Şimdi o da kitap yazıyor, sen de yazıyorsun ve ona rakip çıkıyorsun. — Yahu abi, benim kitaplarım ayrı, onun kitapları ay­ rı. İsteyen istediğini yazar. Apayrı şeyler yazıyoruz... İnanmıyorum ama böyle diyorlar ağabeylerimiz. Ar­ tık Arcayürek'le hiç konuşmuyorum. Zorunlu bile olsa ko­ nuşmuyorum. Bürodaki arkadaşlardan bazıları da hiç ko­ nuşmuyorlar. Her işi Önder'le ikisi götürmeye çalışıyorlar ve doğal olarak yapamıyorlar. 12 Eylül ortamında bir sü­ rü şeyi yazmak zaten yasak. Piyasada haber yok. Bun­ lar da oflaya puflaya haber arıyorlar ama hiçbir şey bu­ lamıyorlar. Bunun da ötesinde, bir sürü haberi atlıyorlar. Sekreter arkadaşlardan, her gün İstanbul'dan fırça ye­ diklerini duyuyor ve mutlu oluyoruz! Bir tek atlatma haber verebilmek, artık onlar için mümkün değil. Nitekim vere­ miyorlar da... Burada 1982 yılına dönüp bir anımı anlatayım. Hasan Celal Güzel Başbakanlık Müsteşar Yardımcısıydı. Hasan'ı Planlama günlerinden tanırdım. En az 15 yıllık arkadaş­ lığımız vardı. Bir gün bana gelmişti. Büroda iki saat ka­ dar oturup konuştuk. Bir ara Hasan'ın çişi geldi. Tuvale­ ti gösterdim. Fakat aradan epeyce zaman geçti, Hasan ortada yok.. Ancak koridordan sesi geliyor. Odadan dışa­ rıya çıktım. Hasan, Cüneyt Arcayürek'le konuşuyor. Arcavürek beni görünce hemen oradan ayrıldı. Hasan'ın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Odaya girdik. Ne olduğunu sordum. Arcayürek kendisini tuvaletten çıkarken görmüş ve «Elimzde haber yok. Bize biraz haber sızdırın sizin oradan» demiş. Hasan'ın iyice asabı bozulmuştu : — Ulan sen benim bunca yıllık arkadaşımsın. Sana bile bir tek gün bir haber sızdırdım mı? Adamı tanımam etmem, beni kenef kapısında yakalamış haber istiyor. Ha­ ber istemenin de bir adabı usulü vardır be... w o?an'a durumu anlatmış ve «Sen onun kusuruna bakma» demiştim... Yaz tatiline on gün çıktım ve Ankara'ya dönüp çalış­ maya tekrar başladım. İş çok iyi gidiyor. Bizim Ünal'da

183


büyük sohbet var. Sık sık işi bırakıyorum ve Ünal'ın soh­ betini dinliyorum. Derya, Ünal ve ben, aynı odada o kadar iyiyiz ki... Ben çalışmaya başlayınca, ayaklarının ucuna basarak yürüyorlar gürültü olmasın diye. Ünal, polis tel­ sizi dinlemek zorunda. Alıcı aygıtını ses olmasın diye bir başka odaya götürdü. İkisini de çok seviyorum. Kardeş gibi olduk. Ünal yine alçıda.. O koca gövde, koltuk değnekleriyle yürüyor. Sepetli bir motorsikleti var Ünal'ın... O kırık bacağı ile motorsiklet kullanıyor. Zaten ayağını da o aletle kaza yapıp kırmış. Arcayürek ve Önder Şenyapılı, Ünal'ı o kırık ve alçılı bacağı ile olmayacak işlere gönde­ riyorlar : — Cinayet olmuş, git izle... Falan sıkıyönetim mah­ kemesine gidip duruşmaları takip et... Emniyet'e git... Ünal ses çıkarmadan gidiyor, geliyor. Ünal neredeyse 50 yaşında. Odadan içeriye bir giriyor ki alı al, moru mor: — Baba şu adamların yaptığına bak be... Beni bu durumumla bugün elli yere gönderdiler. Ayıp değil mi, gü­ nah değil mi? İnsanlık mı bu? — Ünal'cığım moralini bozma. Bu günler geçecek, hiç merak etme.. Bu arada İstanbul'a birçok yazı ve haber gönderiyo­ rum. Çoğunu çöp sepetine atıyorlar. Bazısını makaslaya­ rak kullanıyorlar, iyi kullandıklarından da imzamı çıkarı­ yorlar. Örneğin yaz tatilinde YÖK Başkanı İhsan Doğramacı'ya rastlıyorum. Doğramacı YÖK başkanı olduğun­ dan beri ilk demecini bana veriyor. Kendisine çok da il­ ginç sorular soruyorum. Bunları teybe alıyorum, tatilimde çözüp resimle birlikte İstanbul'a, Tarhan Erdem'e gönde­ riyorum. İç sayfalarda, kısaltarak kullanıyor. Çünkü adam gazeteci değil. Başta Mümtaz Soysal olmak üzere herkes kendisinden «Camcı» diye söz ediyor. Milliyet'in başına Paşabahçe Şişe Cam'dan geldi ya... Tarhan Erdem, artık oldu «Camcı», isim babası da Mümtaz hoca...

*** Günlerden 22 Eylül 1983. Perşembe. Öğle yemeğine çıktım, bir kebap yiyip büroya döndüm. Masamda bir zarf 184


duruyor. Sarı bir zarf... Bir anda kapıda Nilgün Tarkan belirdi. Bana tuhaf tuhaf bakıyor. — Çok üzüldüm Emin! — Ne oldu yahu? Neye üzüldün? — Açsana zarfı... Zarfı açtım : «Sayın Emin Çölaşan, Genel Koordinatör Sayın Tarhan Erdem'in direktifle­ riyle, Yayın ve Araştırma müdürlüğü İstanbul araştırma şefliğine atanmış bulunuyorsunuz. 21 Eylül 1983 torihinl taşıyan bu yazıda, İstanbul'daki yeni görevinize 24 Ekim 1983'e kadar başlamanız istenmektedir. Bilgi edinilmesini rica ederim. Orhan Tokatlı. Ankara Temsilcisi»... Ulan bu ne? Gülmeye başladım. Nilgün başımda di­ kilmiş... «Ümit abi ile Ünal'a da geldi» dedi. Ünal odada yok. Bir baktım, onun masasında da aynı zarf duruyor. Ümit Gürtuna da dışarıda. Onun masasında da zarf du­ ruyor. Tokatlı acele dışarıya çıkacağı için, yazıları he­ men yazdırıp bize tebliğ etmiş. Büro birbirine girdi. Birazdan Ünal geldi, müjdeyi ver­ dik. Arkadan Ümit geldi, o da aynı müjdeyi aldı... Böyle bir şey Türk basın tarihinde ilk kez oluyor. Bu işi belli ki Cüneyt Arcayürek, Tarhan Erdem ve Altan Öymen tez­ gahladılar. Haydi beni ve Ünal'ı sevmiyorlar. Acaba Ümit'­ in sorunu nedir? Niçin Ümit de İstanbul'a atanıyor? — Ümit, sen de bunlarla küs müydün? — Hayır, benimle bazen küsüyordu ama genelde ba­ rışıyorduk. Benim sorunum Tarhan'la. — Nedir lan o sorun? — Biz SODEP'in kurulup örgütlenmesi konusunda görüş ayrılığına düştük. Daha doğrusu, Tarhan'ı dışladık. Tahmin ediyorum bana bozukluğu oradan geliyor. Ümit Gürtuna hem gazeteci, hem de politikacıydı. Partilerin kurulduğu o aylarda gazeteden ücretsiz izin alıp, uzun süre SODEP için çalışmıştı. Ümit en çok bir şeye bozuluyordu. İkiz çocukları ame­ liyat olmuştu. Onlar iyileşti diye kurban almış, kurban 185


kestirmekten geldiği zaman da tebligatı masasında bul­ muş.. Durum çok ilginçti. Hemen toplu iş sözleşmesini aç­ tık... Sözleşmede açık hüküm var. Gazeteci, belediye sı­ nırları dışında işverenin başka bir iş yerine atanamaz. Bu atamanın gerçekleşmesi için gazetecinin yazılı onayı ge­ rekir. Hüküm çok açıktı. İşlem her şeyden önce yasal de­ ğildi! Biraz sonra Tokatlı geldi. Emrin aslını ondan aldık. Meğer Tokatlı bana yanlış tebligatta bulunmuş. Ben İs­ tanbul'da araştırma şefliğine değil, araştırma şefliği emri­ ne atanıyorum! Araştırma müdürü Alman Öymen... Araş­ tırma şefi de, Öymen'in Milliyet'e aldırdığı, ülkücü olduğu söylenenlerden biri. Adı, Aydın Candabak. Yani ben hem Öymen'in, hem de bu hiç tanımadığım, suratını ömrümde görmediğim genç arkadaşın emrine giriyorum! İçimden, «Ben hepinize gösteririm» dedim. Kafamı toparladıktan sonra Tarhan Erdem'e telefon ettim : — Tarhan bey, tebligatınızı aldım. Nedir bu olay? Ben hiç anlamadım bu işi. Eğer Ankara'ya gelecekseniz bu­ rada konuşalım. Yok eğer gelmeyecekseniz, ben İstan­ bul'a geleceğim. Ankara'ya geleceğini söyledi. Konuşmayı kendisinin de arzu ettiğini bildirdi. Benim açımdan iş bitmişti. Bir yönetici böylesine bir ödün verdiği zaman, geri adım atı­ yor demekti... Bana «Kardeşim sana tebligat yapılmıştır. İstanbul'a atandın. Buraya gelince konuşuruz» diyebilirdi. Demedi, ya da diyemedi. Arkadan Aydın Doğan'ı aradım ve durumu bildirdim... Aydın Doğan şaşırdı: — Nasıl olur Emin? Ben bu gazetenin sahibiyim. Ba­ na söylenmeden bir odacının bile yeri değişmez. Ben du­ rumu derhal soruştururum. Seninle tekrar konuşuruz. «Acaba Aydın Doğan bana numara mı yapıyor?» diye düşündüm. Ama Aydın bey beni gerçekten severdi. Nu­ mara yapmasına gerek yoktu. O gün, yani 22 Eylül 1983 >akşamı karar verdim. Cüneyt Arcayürek ve önder ŞenI

186


yapılı ile ilgili, biraz gazetecilik yapacaktım. Bugüne ka­ dar hep Milliyet için gazetecilik yapmıştım. Birkaç gün de kendim için, özel gazetecilik yapmamda yarar vardı. Bu ikisinin daha önce çalıştıkları Hürriyet, Güneş, Dünya gibi gazetelerde onların zamanında çalışan arka­ daşlarla tek tek konuşmaya başladım. Aman Allah... Ba­ na bunların yarattığı olayları anlatmak için bütün gazeteci arkadaşlar sıraya girmişti. Ayrıca, belgeler de yakalıyor­ dum. Örneğin Milliyet gazetesinde çalışan Önder Şenya­ pılı, Güneş gazetesine mektup yazıyor ve evinin telefon parasıyla gazete paralarının ödenmesini rica ediyor... Üç dört gün bir dedektif gibi çalışıp, bunların geç­ mişte çalıştıkları gazetelerde arkadaşlarımıza neler çek­ tirdiklerini toparladım. Bana bunları anlatan gazeteci ar­ kadaşlarıma «Gerekirse tanıklık yapar mısınız?» diye sor­ dum. Hepsi de «Seve seve» dediler... Artık yetti be... Sonunda bizi İstanbul'a bile tayin ettirdiler. Bütün bildiklerimi Aydın Doğan ve Tarhan Erdem'e, belgelerle ve tanık isimleriyle yazıp göndereceğim. Hayret, bizi nelerle uğraştırıyorlar?.. Ben kolay kolay korkmam arkadaş! Bu işleri tezgahlamaya kalkışanlarla sonuna kadar uğraşacağım. Sonunda yenik düşersem, is­ tifamı şerefimle veririm, olur biter. Oturup mektupları yazmaya başladım. Bir ara bizim Ünal şöyle demez mi? — Yahu Emin baba, bu Önder Şenyapılı arkadaşı­ mız muhbirlik de yapar. Zamanında beni sıkıyönetime ih­ bar etmişti. Bu da işine yarar mı? — Ünal ciddi misin, gırgır mı geçiyorsun? — Valla ciddiyim baba! Kesinlikle muhbirdir. Bak sa­ na anlatayım... 1979 yılında ben Dünya gazetesindeydim. Polis Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'nü bastı ve bazı öğretim üyelerinin odasında arama yaptı. Birtakım yasak yayınlar bulup götürdü. Ben bu haberi duyunca yazdım. Ancak konu hassas olduğu için, sorumluluğu tek başıma almayayım diye, Cumhuriyet ve Aydınlık gazetelerine de verdim. Bu haber üç gazetede birden çıktı. Sıkıyönetim hemen soruşturma açtı. Polis gazeteleri dolaşıp, haberi 187


kendilerine kimin verdiğini soruyor. Cumhuriyet ve Aydınlık'taki arkadaşlar haberi tanımadıkları kişilerden aldıkla­ rını, doğru olduğuna inandıkları için bastıklarını söylüyor­ lar. Bu Önder de o sırada Dünya'nın istihbarat şefiydi. Polisler Önder'e de aynı şeyi soruyorlar. O da diyor ki «Bu haberi bizim muhabirimiz Ünal İnanç yazdı. Ayrıca

öbür gazetelere de o verdi»... Baba, beni bu adamın yü­ zünden gözaltına aldılar. Bir süre içeride kaldım. Sonra savcılık takipsizlik kararı verdi de yırttık... Dosya numa­ rası da 1979/294'tür... Vay be, bir yaşıma daha girmiştim! Bu olayı da mek­ tuplara ekledim. Tarhan Erdem ve Aydın Doğan'a iki ayrı mektup yaz­ dım. Birinin tarihi 27 Eylül 1983, diğerinin tarihi 11 Ekim 1983. Bunlarla ilgili her şeyi, tanık gazeteci arkadaşların isimleriyle ve belgelerle anlattım. Aydın bey'e yazdığım mektubun sonu şöyle bitiyordu : «....Size bunları yazmamın nedeni şudur: Bizi arka­ mızdan ihbar eden kişileri biraz daha iyi tanımanızı istedim. Madalyonun öbür yüzünü biraz açmayı amaçladım... Bizi jurnal eden kişilerin hayatları, benzer olaylarla doludur. Her gittikleri yerde olay yaratmışlardır.... Eğer güç günler gelirse, sizin yanınızda yine ben ve benim gibiler kalır. Ancak bazıları, gemiyi ilk terketme konusunda iyi birer ustadırlar ve bunu şimdiye kadar bir­ çok kez kanıtlamışlardır... Saygılarımla».

Bir türlü anlamıyorum, gerçekten anlamıyorum. Bun­ ca olay niçin yaratılıyor? Hadise nedir? Bu kavgalar ni­ çin yaratılıyor? Hadise nedir? Bu kavgalar niçin çıkarılı­ yor? Hırsızlık mı yaptık, yolsuzluk mu yaptık, gazetedeki görevimizi kötüye mi kullandık? Birtakım çıkarlar mı sağ­ ladık? Hayır, hiçbiri değil... Sadece birkaç kişinin kompleks­ leri yüzünden bizi uğraştırıyorlar. Kesin kararlıyım. İstanbul'a atanma kararını kabul etmeyeceğim. İstanbul'a gitmeyeceğim ve bu emri imza­ layan Tarhan Erdem'e, o tebligat belgesini çiğ çiğ yedi188


receğim. Kendisine bir mektup daha yazdım... Kesin ka­ rarlı olduğumu hepsi bilsinler de, tavırlarını ona göre ayar­ lasınlar : «....Bu tebligatınız, yürürlükte bulunan toplu iş söz­ leşmesinin ilgili hükümlerine, Türk basınının gelenekleri­ ne ve devletimizin bu konuda uyguladığı ailenin parçalan­ maması ilkesine de aykırıdır. Yasal, sosyal ve sendikal gerekçelerle, İstanbul'a atanmama ilişkin işlemi kabul etmem mümkün değildir. Bilgilerinize saygılarımla sunarım. Emin Çölaşan». Ümit'le konuştum, o da gitmeyeceğini söyledi. Ünal'­ ın durumu ise ilginç! Adam zaten sakat ve alçılı durum­ da. Ona dedim ki «Sen git SSK hastahanesinden rapor al. İşe gelme. Bu kavganın dışında kal. Ben senin hakkını da kendi hakkım kadar korurum, hiç merak etme». Aydın bey Ankara'ya geldi ve beni kısa bir süre için İstanbul'a gelmem konusunda ikna etmeye çalıştı: — Bak sevgilim, sen benim çok sevdiğim bir insan­ sın. Ama bu tebligatı imzalayan kişi de, gazetenin başın­ daki adam. Şimdi sen hiç gelmesen, o zor durumda kalır. Bir süre gel, ben sana söz veriyorum dönersin. — Tamam Aydın bey, size güvenip bir süre gelirim. Ancak benim bu adamlara güvenim yok. Şu şartlarla geli­ rim: Yeni bir kitap daha yazıyorum. İstanbul'da yapacak araştırmalarım var. Gelip onları yaparım. Ayrıca orada hiçbir belgeye imza falan atmam. Sadece param biterse, gazeteden para alırken imza atarım. Aydın bey'le anlaştık. Arkadaşlar beni eleştirdiler ve Aydın bey'in bu işin içinde olduğunu söylediler. Bana mutlaka bir oyun oynayacağında ısrar ettiler. Hayır, Ay­ dın bey'e güveniyordum. Gerçekten güveniyordum. İki gün sonra Tarhan Erdem Ankara'ya geldi. İş bü­ yümüştü. Kendisine de şartlarımı söyledim. Aydın bey'e söylediğim şartlar dışında hiçbir şeyi kabul edemeyece­ ğimi bildirdim. — Ne münasebet... O şartları ben bilirim! — O halde ben de gelmiyorum. Görevime son verin efendim! 189


Bu arada bütün basın çevreleri bizim tayin olayını konuşuyor. Böyle bir olay, Türk basınında ilk kez olmuş. Hiç kimsenin aklı almıyor. Kulağıma geldiğine göre. Ar­ cayürek de sürekli kendisini savunuyor ve bu işi kendisi­ nin yaptırtmadığını söylüyormuş. Karar verdim. Aydın bey'in sözüne güvenerek bir sü­ re İstanbul'a gidip kitap çalışması yapacağım. En ufak bir terslik olursa ya istifa edeceğim, ya da Ankara'ya döneceğim. Tebligatta, İstanbul'daki yeni görevimize en geç 24 Ekim tarihinde başlamamız gerektiği bildiriliyordu. Önce bu tarihi geçirdim. Böylece ilk yedirmemi yapmış oldum. Tarhan Erdem'in verdiği tarihe uymayacağımı, kendi iste­ diğim zaman ve eğer istersem, kendi şartlarımla gelece­ ğimi anlamış oldular. Ünal'dan kırık bacağının röntgen fillmerini ve rapor­ larını aldım. Onları da İstanbul'a götüreceğim. 1 Kasım gününe yataklı bileti aldım. O gece gidiyo-. rum. Kitap malzemelerimi, teybimi ve gerekli olan her şe­ yi hazırladım. İstanbul'da kitap için konuşacağım kişiler­ le randevularımı ayarladım. Son olarak da Cüneyt Arcayürek'in odasının önüne gittim. Adamı Önder'le ikisi, odada başbaşa oturuyorlar i — Şimdi gidiyorum ama yakında geleceğim. O zaman tekrar görüşürüz. O zaman muhbirliğin, jurnalciliğin he­ sabını ikinizden de soracağım. Şimdilik eyvallah! Geri döndüm. İki saniye sonra bir patlama sesi ol­ du. Arcayürek hırsından ayağa fırlamış ve odasının kapı­ sını çarpmış. Bizim sekreter santral Zehra «Korkudan ba­ yılıyordum. Bomba patladı zannettim» dedi.

*** Sabah doğruca Marmara Etap oteline indim. Eşyala­ rımı bıraktım ve ilk kitap randevumla konuşup teybe al­ dım. Akşamüstü gazeteye gittim. İdari işlerden sorumlu genel müdürümüz Yekta Okur'a uğradım. Nerede kaldı­ ğımı sordu, Marmara Etap'ta kaldığımı söyledim.

190


— Aman Emin'ciğim ,bu sefer uzun kalacaksın. Çok pahalı olur gazeteye.. Başka bir otelde kalsan! — Bana ne abi? Ben buraya keyfimden gelmedim. Tayime geldim. Yasal olmayan bir işlem bu.. On yıl bile kalsam. Marmara Etap'ta kalacağım! Yekta Okur'ia gülüştük. Tarhan Erdem'in yanına çıktım ve arz-ı endam eyle­ dim! Geldiğimi bildirdim. Önce çantadan bizim Ünal İnanç'ın filmlerini çıkardım : — Tarhan bey, öyle bir işlem yaptınız ki, neresinden baksak olmuyor. Şimdi şu İstanbul'a tayin ettiğiniz ada­ mın röntgen filmlerine bir bakın. Şu kırıkları görmek için doktor olmaya gerek yok. — Nedir bu kardeşim, ne kırığı? — Ünal'ın bacağı beyefendi. Bu adam aylardır alçı­ da koltuk değnekleriyle yürüyor. Haberiniz yok mu? — Hayır, haberim yok. Cüneyt bana bunu söyleme­ mişti. Tarhan Erdem boş bulunmuş ve Cüneyt Arcayürek'in adını ağzından işte böyle kaçırıvermişti. Bizi Ankara'da istemeyenin kim olduğu açıkça ortaya çıkmıştı. — Bakın Tarhan bey, haydi ben İstanbul'a geldim diyelim. Ümit Gürtuna geldi diyelim. Peki Ünal gelse ne olacak? Bu arkadaşı nerede yatıracaksınız, nerede ve hangi işte kullanacaksınız? Bu adam sakat. Bacağı ay­ lardan beri kaynamıyor. — Allah Allah, çağırın bana Osman Arolat'ı... Osman Arolat içeri geldi. Meğer Ünal'ı gazeteye aldı­ ran Osman'mış... —• Osman bey, bu arkadaşın bacağı kırık mı? — Evet efendim.. — Yahu bu ne rezalet? Bana adam aldırıyorsun, bu durumda olduğunu gizliyorsun. Ayıp değil mi? Sonra ben zor durumda kalıyorum. Osman fırçayı yerken, ben içimden gülüyorum. İlk raundu kazandım. Şimdi sıra ikinci raunda geliyor: — Evet Emin bey, beş gün sonra seçimler var. (6 Ka­ sım 1983 seçimleri). Siz şimdi oturup her partinin ekono191


mik programını ve iktidar olurlarsa neler yapacaklarını bir derlemeye başlayın. Haa, önce Altan bey'i çağırayım. Onun emrinde çalışacaksınız burada. Sizden o sorumlu olacak... — Beyefendi boşuna hiç kimseyi çağırmayın. Ben bu­ raya iş yapmak için gelmedim. Aydın bey'le şartları ko­ nuştuk. O şartlarla geldim. Kitabım için çalışacağım. Al­ tan bey falan da benden sorumlu olamaz. Ben burada kim­ senin emri altına da girmem. İstiyorsanız istifamı derhal vereyim. Ya da siz beni kovmuş olun... Aslında siz beni kovun ki, alacağım tazminat yükselsin. Öyle değil mi? Tarhan Erdem, getirildiği oyunun boyutunu anlamış ama, kendisi için iş işten geçmiş durumda. Beni kovamı­ yor.. O sırada Altan Öymen geldi. Bana gayet sıcak «Hoş geldin Emin'ciğim» dedi, gayet soğuk davrandım.. Orada kesin tavrımı koydum : — Tarhan bey ben izninizi alayım. Gece bir rande­ vum var otelde. Tekrar görüşürüz.. — Bir dakika efendim, bir dakika. Ne demek tekrar görüşürüz. Siz burada iş yapacaksınız gazetede. Bunları Altan Bey'le konuşun. — Kusura bakmayın efendim. Hiçbir iş yapmayaca­ ğım. Ben o şartla geldim. İsterseniz Aydın bey'le konuşun. Orada kısa bir pazarlık yaptık. Özal'ı iyi tanıdığım için, iktidar olunca neler yapacağını aşağı yukarı biliyor­ dum. Onun düşüncelerini, «ANAP gelirse ekonomide ne­ ler yapacak?» başlığı altında kafadan yazdım. Saat 20 do­ laylarında yazıyı verdim. Ertesi gün bir kez daha gazeteye gelip Aydın bey'le konuştum.. — Aydın bey, gazete batar. Koskoca Milliyet'i bu adamlar batırır. Satışlar giderek düşüyor. Siz bunu benden daha iyi biliyorsunuz. Bunlarla bu iş yürümez. — Emin bir süre daha bekleyelim bakalım. Bu konu­ larda kesin karar vermek, hem de aceleye getirmek risk­ lidir. Biraz daha bekleyelim. Biraz sonra Tarhan Erdem'in yanına tekrar girdim : — Tarhan bey ben ayda 60 bin liraya çalışıyorum, önder Şenyapılı benim iki katımdan fazla para alıyor. Ben 192


dün gece düşündüm, bu parayla çalışamam. Sizden zam istiyorum. Ben bunları söylerken, Tarhan bey'in beni kovacağını sanıyordum.. Ciddi ciddi «Ben duruma bir bakayım» de­ mez mi?.. Birkaç gün sonra maaşıma zam yapıldı! Tam bir komedi! İstanbul'daki bütün arkadaşların da yönetimden ra­ hatsız olduğunu görüyorum. Ancak bizim tayin olayı, bü­ yük gırgır yaratmış: — Vaaay Emin, becayişe mi geldin? — Ooo, tayin olan gazeteci... Türk basın tarihine adı­ nız altın harflerle geçecek.. Ümit Gürtuna da İstanbul'a geldi.. Ancak «Ankara'da çocuklarım beni bekliyor» diye 6 Kasım seçimlerinde bir gece kalıp Ankara'ya döndü. İşin ciddiyeti kalmamıştı! İstanbul'da yaklaşık 20 gün kaldım ve kitabın burada yapılacak bütün işlerini bitirdim. İşim bitince de Tarhan Erdem'in yanına çıktım : — Tarhan bey ben Ankara'ya dönüyorum bu gece. — Tamam.. Ancak Ankara'da büroya bir süre uğramayın. — Anlamadım. Niçin uğramayayım? — Uğramayın efendim. — O halde yazılı emir verin, uğramayayım. Yazılı emir vermedi. 19 Kasım 1983 Cumartesi sabahı, yataklıdan indim. Eve gidip bavulumu bıraktım ve doğruca gazeteye geldim. Geldiğimi de, Arcayürek ve Şenyapılı duysunlar diye gü­ rültülü bir şekilde duyurdum. Bu arada onları illet etmek İçin, yüksek sesle «Çıktık açın alınla on yılda her savaş­ tan» diye marş söylüyorum. Odada arkadaşlarla sohbet ediyoruz. Büroya geleli 20 dakika ya olmuş, ya da olma­ mış. Telefon çaldı. Karşıda Tarhan Erdem bağırıyor: — Kardeşim ben sana büroya gitme demedim mi? — Dediniz Tarhan bey.. Ama yazılı emir istedim, ver­ mediniz. Ben de bu yüzden geldim. — Gelme kardeşim, git evine.. — Yazılı emir gönderin beyefendi.. 193

F.: 13


Telefon kapandı. Demek ki Arcayürek hemen İstan­ bul'u aramış ve benim büroya geldiğimi söylemiş. Demek ki Tarhan Erdem bana İstanbul'da «Büroya gitmeyin» der­ ken bir bildiği varmış. Bunu Arcayürek'le birlikte karar­ laştırmışlar.. Arcayürek beni istemiyor. Dağdan geldi, bağdakini kovuyor. Biraz sonra Tokatlı'nın yanına indim. Telefonla konu­ şuyordu. Eliyle bana «Sus» işareti yaptı. Konuşması bitti.. Hoşgeldin faslı da bitti... — Şimdi Camcı'yla konuşuyordum. Büroya gelmeni istemiyor. — Abi bana da söyledi. Yazılı emir versin, gelmeyeyim. Büroya gelmeyeceğim, ondan sonra da «Göreve gel­ miyor» diye zabıt tutacaklar. Sözleşmede açık hüküm var. Üç gün gelmezsen, görevine tazminatsız son verilir. — Yahu kardeşim, biraz da esnek ol be!. Bir süre yu­ karı kata çıkma, odana girme. Gel bizim burada otur da ortalık bir yatışsın. Oturup. Tarhan Erdem'e bir mektup daha yazdım : «Sayın Orhan Tokatlı sizin sözlü bir emrinizi bana tebliğ etmiş ve 1 Aralık 1983 tarihine kadar Milliyet An­ kara bürosuna gelmememi istemiştir. Bu konuda sizden yazılı bir emir istemeyeceğim ve gerekli bir durum olma­ dıkça iş yerime gelmeyeceğim. Bu yazıyı herhangi bir yan­ lış anlamaya neden olmayı önlemek ve bu konuda daha sonra çıkabilecek bazı sorunları şimdiden ortadan kaldır­ mak için takdim ediyorum. Saygılarımla. Emin Çölaşan». Bundan sonra da,her gün gazeteye geldim. Ancak aşağı katta oturdum. Her gün de birkaç arkadaşa tutanak imzalattım : «Emin Çölaşan 26 Kasım 1983 günü iş yerine gelmiş ve kütüphanede çalışmıştır... İmzalar » Başka çare yoktu. Bu adamlara hiç güvenmiyordum. Şeytanın aklına gelmeyecek yöntemlerle bir numara çevi­ rebilirlerdi. Bir süre sonra Tarhan Erdem imzasıyla yeni bir yazı bana tebliğ edildi : «Ankara Temsilciliğine, İstanbul Araştırma müdürlü194


ğü elemanlarından Emin Çölaşan'ın çalışma durumu aşa­ ğıdaki şekilde düzenlenmiştir: Kendisi İstanbul haber müdürlüğüne bağlı eleman ola­ rak Ankara'da çalışabilecektir.... Görevi İstanbul Haber müdürlüğünden alacak, görevle ilgili önerilerini Haber mü­ dürlüğüne yapacaktır...» Oturup Tarhan Erdem'e bir mektup daha döşendim. Bu konuda alttan almak kesinlikle yoktu : «...Sözkonusu yazınızda benim İstanbul Araştırma mü­ dürlüğü elemanı olduğum belirtilmektedir. İstanbul'a atan­ mış olduğum bana daha önce de tebliğ edilmiş, ancak yasal olmayan bu işlemi kabul etmemin sözkonusu olma­ dığını 10 Ekim 1983 tarihli yazımla yüksek makamınıza orzetmiştim. Sözkonusu yazı ilişiktedir ve aynı hususlar geçerlidir. Durumu bilginize saygılarımla sunarım. Emin. Çölaşan». Evet sevgili okuyucum, böylece Ankara'da kaldım. Ümit ve Ünal da kaldılar. Bize bu oyunu tezgahlamaya kalkışanlara da, iyi bir ders vermiş olduk. Bütün tezgah"arını, onlara çiğ çiğ yedirdik. Ancak tayin tebligatını aldığım 22 Eylül 1983 günün­ den Aralık 1983 ortalarına kadar yaklaşık üç ay geçmiş Ve böyle ipe sapa gelmez işlerle zaman yitirmiştim. Bu arada ANAP iktidar olmuştu. Evet, büyük zaman yitirmiş­ tim. Karşı taraf da aynı durumdaydı. Sinirlerimiz bozul­ muş, birbirimizi kırmıştık. Ancak Tarhan Erdem, gazete­ nin yöneticisi olarak büyük itibar kaybetmişti. Bir anlam­ da, tükürdüğünü yalamak zorunda kalmıştı. Onun için ger­ çekten üzgündüm. Ben o duruma düşsem, herhalde is­ tifamı verip giderdim. Cüneyt Arcayürek de çok büyük yara almıştı. Yara derindi. Kolay kolay kapanması mümkün değil­ di... Altan öymen'e de çok bozuluyordum. Kendisini yü­ züne karşı açıkça suçladım ve ağır konuşmalar yaptım. Her şeyi yüzüne karşı söyledim. Öymen gazetede iyice yetkili bir duruma gelmişti ve benim gönderdiğim bir­ takım yazıları inadına kullanmıyordu. Artık gazetede ke­ sinlikle saf dışı kalmıştım. 195


Ancak şunu da belirteyim, çok ağır birtakım konuş­ malarım ve eleştirilerim karşısında bile Altan abi bana her zaman efendice davrandı. Bir gün Ankara'ya gelmiş­ ti. Söz yine bizim İstanbul'a tayin kararımıza geldi... «Bir gün sana o olayın Iç yüzünü anlatırım» dedi ama hiçbir zaman anlatmadı. Ümit'e, Ünal'a ve bana yapılan bu hareket gerçekten çok ayıptı. Ama üçümüz de. alnımızın akıyla çıkmıştık. Karşı taraf mağlup, biz galiptik. Bütün bu gelişmeler olur­ ken bir kez daha anladım ki, insan hayatta dürüst ve namuslu olmalıdır. Tek başıma bir kavgaya girişmiştim. Gerek özel yaşantımda, gerekse meslek yaşantımda en ufak bir açığım olsaydı, bu adamlar beni bitirirdi ve ağ­ zımı açamazdım. Sadece bunlar değil, birtakım başka güç­ ler de aynı şeyi yaparlardı.

***

21 Aralık 1983 günü .ikinci kitabımı yazmaya başla­ dım. Bunun adı «12 Eylül, Özal Ekonomisinin Perde Arka­ sı» olacak. İlk kitabımın devamı... Gazetede saf dışı ol­ duğum için, artık bütün gücümü kitaba- vereceğim. Ocak ayı başlarında İstanbul Gazeteciler Cemiyeti'n­ den telefon edip, «24 Ocak... Bir Dönemin Perde Arkası­ nı ödüle aday gösterdiklerini söylediler. Eğer bu ödülü kazanabilirsem, benim için çok büyük bir olay olacak ve gazetede beni harcamak isteyenlere bir şamar daha at­ mış olacaktım. Belki de hırslarından ve kıskançlıklarından çatlayacaklardı... Çünkü o birkaç kişiden gerçekten nef­ ret ediyordum. Yaptıkları bu ayıbı, bir türlü hazmedemiyordum. Hayatımda hiçbir şey için bu kadar dua ettiğimi hatırlamıyorum. Her gün bütün içtenliğimle Allah'a dua ettim bu ödül için... Bir ay geçti. Gece saat 21... Büroda haldır haldır ki­ tap yazıyorum, ödül kazananların o günlerde belli olmuş olması gerekiyor. Sadullah Usumi de jüri üyesi... Sadullah abı çok sevdiğim bir insan. Ama «Belki yanlış anlar» di­ ye açıp ta sonuçları bir türlü soramıyorum. Sonunda ara­ maya karar verdim : 196


— Ooo Emin, senin haberin yok mu? Sonuçlar iki gün önce belli oldu. Seni tebrik ederim. — Kazandım mı Sadullah abi? — Kazandın elbette... — Abi kesin mi? Bir değişiklik falan olur mu son­ radan? — Ne değişikliği olacak? Kesin kazandın... Sadullah abi'ye nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim. Sevincimden havalara sıçradım. Gerçekten sıçradım... Kendi kendime şarkılar söylemeye başladım. Bütün yakın­ larıma telefon edip haberi duyurdum. Bu adamlarla kav­ galı olmasam, bu kadar sevinmezdim. Şimdi onlara bir gol daha atmış gibiydim... Onlar beni gazetemde saf dışı bırakıyorlardı ama, ben ödül alıyordum. Milliyet/ten sadece Vasfiye Özkoçak'la ikimiz ödül almıştık. Birkaç gün, belki Tarhan Erdem bir telefon açar da kutlar diye bekledim. Hiç ses çıkmadı. Ödüller açık­ landığı gün, ismimizi tek sütun üzerinden lütfen verdiler... Bunu yapan, kendi gazetemizdi... Olsun, ben ödülümü almıştım ya... Bu bile onlara yeterdi. 20 Ocak 1984 günü, ikinci kitabın yazması da bitti. Irkaç günde okuyup düzeltmelerini tamamladım ve Millyet Yayın'a göndermek üzere paketledim. Kitap yazma­ nın en zevkli dakikası galiba bu oluyor. Her şey bitmiş İre siz kitabınızı zarfa yerleştirip gönderiyorsunuz... O tomar tomar kağıtlara da şöyle bir bakıp «Ulan ben bu kadar şeyi nasıl yazdım?» diye düşünüyorsunuz... Hemen •turup Milliyet'te yayınlanacak yazı dizisini hazırlamaya İMi.iadım. Bunu galiba yayınlayacaklar... Bu kitap da güzel iılu. Çok severek yazdım. 12 Eylül'le ilgili hiç bilinmeyen yieri açıklıyorum. Türkiye'de, 12 Eylül dönemiyle ilgili k kitap yayınlanacak. Gazete ve dergiler, 24 Ocak kitabımın 1983 yılının en k satan kitabı olduğunu yazıyorlar. Darısı bu kitabımın inal

*** 197


18 Şubat 1984 Cumartesi günü, yazı dizimin anonsu Milliyet'te, birinci sayfanın en üstünde verildi: «Geniş yankılar uyandıracak bir dizi.. 12 EYLÜL. ÖZAL EKONOMİSİNİN PERDE ARKASI Olay yaratan «24 OCAK.. BİR DÖNEMİN PERDE AR­ KASI» kitabının yazan EMİN ÇÖLAŞAN bu kez daha yakın ve daha önemli bir dönemin per­ desini aralıyor. Olayların bilinmeyen yönleriyle, gizli ve ayrıntılı bel­ geleriyle Pazartesi Milliyet'te». Yine çok mutluyum. O gün İstanbul'dayım. 22 Şubat günü ödül töreni var. Ödül törenine katılmak için biraz erken gelmişim. Öğleden sonra gazeteye uğradım. Doğan Heper beni odasına çağırdı ve önce «Geçmiş olsun» de­ dikten sonra elime bir kağıt tutuşturdu. Bu bir sıkıyöne­ tim bildirisi. Aynen şöyle diyor : «12 EYLÜL ÖNCESİ SİYASİ ÇEKİŞME VE ÇATIŞMA ORTAMINA BENZER BİR DURUMUN ÖNLENMESİ HAK­ KINDAKİ 2969 SAYILI KANUNDA BELİRTİLEN KONULAR­ DA YAYIN YAPILMAYACAK VE SIKIYÖNETİM KOMUTAN­ LIĞININ BUGÜNE KADAR YAYINLADIĞI KSITLAMALARA TİTİZLİKLE UYULACAKTIR». Doğan Heper'e baktım : — Eee, ne olmuş, ne var bunda? Niye geçmiş olsun diyorsun? — Senin yazı dizisini iptal ettik de ondan. Bildiri se­ nin yazılarla ilgili olabilir. — Yahu Doğan baba sen ne diyorsun? Benim yazıla­ rımda böyle durumlar yok ki... Nereden bilecekler öyle bir şey olduğunu? — Haklısın da, tam yazı dizisinin anonsunu verdiği­ miz gün adamlar durup dururken bu bildiriyi yayınlayıp bütün gazetelere gönderiyorlar. Bildirinin adresinin kim olduğu belli değil ki... Belki de bizim bugünkü anonsu­ muzdan pirelendiler. 198


— Peki açıp soralım sıkıyönetime... Eğer bizim yazı İçin yayınladılarsa, sen haklısın. Ama başka bir amaçla yayınladılarsa, diziyi yayınlayalım... Günkü şu anda bunun kitabı da basıldı. Dizi biter bitmez piyasaya verilecek. İçinde suç olacak bir şey yok ki... Ben keriz miyim? Her kelimesini birkaç defa düşünüp öyle yazdım. Allah Allah... Akıl alacak iş değil. Memlekette seçim­ ler olmuş, sivil bir hükümet iş başına gelmiş. Ama yönetim yine de askerlerde. Şimdi biz derdimizi kime anlatacağız? Sıkıyönetim komutanlığını aradık. Bildirinin amacı ve adresi konusunda bir bilgi almamız mümkün olmadı. An­ cak burada yazıişleri müdürümüz Doğan Heper haklıydı. Sıkıyönetim, beğenmediği en küçük bir durumda gazeteyi kapatabilirdi. Bizim diziyi zorunlu olarak yayından kaldır­ dılar. Tabii bu durumu okuyuculara bildirmek de mümkün olmadı. Durumu bilmeyen birçok okuyucudan, ertesi gün­ den başlayarak gazeteye çok sayıda telefon ve mektup yağdı. Herkes, başlayacağı daha önce anons edilen yazı dizisine ne olduğunu soruyordu. Peki şimdi ben ne yapacağım? Kitap da basılmış du­ rumda. İşin kötüsü, ben 12 Eylül kitabının devamını da Banker Skandalinin Perde Arkası» adıyla yazacağım. Şimadresi meçhul bir sıkıyönetim bildirisi yüzünden benim nca emeğim, bunca alın terim boşa mı gitmiş olacak? Haydi diyelim ki, gazete bu yazı dizisini yayınlamaığı halde, Milliyet Yayın kitabı piyasaya verdi... Acaba o aman kitabı toplatmazlar mı? Ondan sonra mahkeme ııhkeme dolaş dur... Bu riske de girilmez ki... Ertesi gün. Milliyet Yayın genel müdürü Muhittin Kâimoğlu'nun odasından, sıkıyönetim komutanlığını aradık, omutan, Orgeneral Necdet Öztorun'du... Kendisine uta­ madık. Kurmay Başkanı Tuğgeneral Çetin Başar, bizi llmiye'ye çağırdı. Ne olur ne olmaz diye yanımıza da I adet kitap alıp Selimiye kışlasına gittik ve paşanın ya­ na kabul edildik. Kendisine durumu anlattım : — Paşam, acaba bu bildirinin adresi biz miyiz? — Emin bey, ben size bildirinin adresi falan diye r şey söyleyemem. Siz şimdi bu kitapları bana bırakın. 199


Bizim adli müşavir arkadaşlarımız kitabı okusunlar. Eğer bir suç unsuru veya yasaklara aykırı bir durum yoksa, size bildiririz. Varsa yine bildiririz. Hatta ben de bu gece okurum kitabınızı... Çetin Paşa bize çay ısmarladı. Biraz da sohbet edip ayrıldık. İki gün sonra kendisini tekrar arayıp, sonucu öğ­ reneceğiz... Yahu nedir benim bu başıma gelenler? Şu memlekette nelerle uğraşıyoruz? Memlekette dört ay ön­ ce seçim yapılmış ve sivil bir hükümet kurulmuş. Şimdi ben bu durumu hükümete anlatmaya kalkışsam, sivil kesi­ min hemen hiçbir yetkisi yok. İşi yine askerlerle çözmek zorundayız. Eğer kitabı yasak ederlerse mahvoldum. Bu­ nu çok iyi biliyorum. Hem onca emeğim boşa gitmiş ola­ cak, hem de bunun devamı olan üçüncü kitabı yazamaya­ cağım. Ben sanıyorum ki Çetin Paşa bir yerden sonra bizim­ le muhatap olmayacak. Ne de olsa asker... Orada binler­ ce işi var... Ve bizim iş unutulup gidecek. İki gün sonra Çetin Başar'ı yine aradım. Hayret, telefona çıktı: — Emin bey, kitabınızı adli müşavir arkadaşlar oku­ du. Ancak iş onları aştı. Şimdi Öztorun Paşa okuyor. Sa­ nırım bu konudaki son kararı komutanımız verecek. Siz beni yarın tekrar arayın. Bu arada Ankara'ya döndüm. Çetin Paşa'yı yine ara­ dım : — Emin bey, komutanımız da okudular. Ancak sanı­ yorum bu konuda daha üst düzeyde bir karar verilmesi gerekecek. — Paşam, bunun daha üst düzeyi dediğiniz, Genel­ kurmay Başkanı Sayın Necdet Üruğ mudur efendim? — Artık ben o kadarını söyleyemem. Siz biraz sab­ redin. İki gün geçti, paşayı yine aradım. Çetin Başar, ha­ yatımda gördüğüm en uygar ve en efendi insanlardan bi­ ri. Kendisini sürekli arıyorum, her defasında telefona çık­ tığı gibi, bütün gelişmeleri bana anlatıyor. 27 Şubat 1984 gecesi evime Kara Kuvvetleri Komu­ tanı Orgeneral Haydar Saltık'ın emir subavı telefon açtı. 200


Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Genelkurmay Başkanı Üruğf ve Kara Kuvvetleri Komutanı Saltık için üç adet kitap is­ tediklerini söyledi. Adresi verdim. Biraz sonra asker gö­ revliler gelip kitapları evden aldılar. Bir ara kitapları im­ zalayıp vermeyi düşündüm. Ama sonra kendi kendime dedim ki «Boşver imzayı falan. Hem ayıp olabilir, hem de yanlış anlaşılabilir. Bir sorun çıkmasın».. Yine o günlerde, Üruğ ve Saltık paşaların İstanbul'a gideceklerini ve Öztorun Paşa ile birlikte benim kitap konusunu da görüşeceklerini öğrendim. Televizyon haber­ lerinde, komutanların İstanbul'a gittikleri duyuruldu. Ka­ rıma «Televizyon bir de benim kitabı konuşacaklarını söy­ lese amma da reklam olur» diye espri yaptım! Sonuçta benim kitap Birinci Ordu ve Sıkıyönetim Koutanlığı aşamasını geçti. Kara Kuvvetleri aşamasını geç­ ti, Genelkurmay aşamasını geçti. Şimdi Cumhurbaşkanlığı makamı tarafından inceleniyor. Ama nasıl ve hangi görüş­ lerle geçtiğini öğrenmek mümkün olmuyor. Sadece aşa­ maları öğreniyoruz. Araya bir sürü tanıdık koyduk. Onlar bana güvenerek, gelişmeleri bildiriyorlar. Top artık Cumhurbaşkanlığı makamında. Orada gö­ revli bazı üst düzeyde yetkililere de durumu soruyorum... «Merak etmeyin, biraz daha bekleyin» diyorlar. Büyük bir erakla beklediğim haber, Cumhurbaşkanlığı'nın üst düydeki bir asker yetkilisinden geldi. Tarih, 19 Mart 1984... Evet, kitap serbestti. Yayınlanmasında bir sakınca yoktu. Ancak bir «Ricaları» vardı. Kitapta yer alan bazı ayfalar ve bazı bölümler çıkarılacaktı. Rica demek, kk rca emir demekti. İster istemez ve «Buna da şükür» oyip kabul ettim. Bana, çıkarılmasını istedikleri sayfaları k tek yazdırdılar. Çetin Başar Paşa'ya telefon açıp sonucu ve teşek­ kürlerimi bildirdim. Gerçekten çok ilgilenmişti. Başımın yicsıne sıkışık olduğu bir ortamda bana yardımcı olmak İn elinden gelen her şeyi yapan Çetin Başar* a bugün bile ekkür borçluyum. İyi niyetini ve yardımlarını hiçbir zaan unutmam. 201


12 Eylül kitabımda askerler tarafından çıkarılan bö­ lümleri ilk kez bu kitapta açıklıyorum. İlk sahne, 11 Eylül 1980 gecesi Genelkurmay'da ge­ çiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri birkaç saat sonra yönetime el koyacak. TRT Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu, bir ba­ haneyle askerler tarafından Genelkurmay'a getirilmiş. Ko­ mutanlarla birlikte, yemek salonunda yemek yiyorlar. Çıkarılan ilk bölüm şu: «Komutanlar, TRT ve PTT Genel Müdürlerinin yar­ dımcıları ve diğer askerlerle oturdukları masaya geldiler. Herkes birbirini öptü. Evren Paşa Kasaroğlu'na şöyle de­ di : — Ben 30 Ağustos günü sana TRT'yi biraz konuşa­ lım demiştim değil mi Kasaroğlu? İşte bu gece konuşaca­ ğızYemek sırasında Evren Paşa'nın oturduğu komutan­ lar masasında yeni kurulacak hükümetle ilgili görüşler ve isimler geçiyordu. Bunlardan biri de Başbakanlık Müste­ şarı Turgut Özal'dı. — Ekonomiyi Özal'la yürüteceğiz. — Ya kabul etmezse? — Eder, eder.. Etmezse ettirmesini biliriz.» Kitapta bir sahneyi daha anlatıyorum. Türkiye Sana­ yici ve İş Adamları Derneği TÜSİAD'ın 12 Eylül sonra­ sındaki yönetim kurulu başkanı Ali Koçman, o günlerin Birinci Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Necdet Üruğ'un karşısında ağlıyor! Kitaptan çıkarttıkları bölüm aynen şöyle : «İstanbul mali polisi, Sıkıyönetim görevlileriyle de iş­ birliği yaparak bazı kaçakçılık iddialarına adı karışan San­ tral Mensucat firmasını bastı. Firmanın üst düzeydeki yet­ kilileri gözaltına alındı. Bunlardan biri de, tanınmış iş adam­ larından Fuat Bezmen'di. 19 Aralık günü TÜSİAD'ın Divan Oteli'nde basına ka­ palı bir toplantısı vardı İstanbul'daki bütün büyük iş adamlarının katıldığı bu toplantıda güvenlik güçlerinin Santral Mensucat operasyonu kınandı. Divan Oteli'ndekl 202


toplantıya, Tercüman gazetesinin sahibi Kemal Ilıcak da katıldı. Ilıcak toplantı biter bitmez gazetesine gitti ve bir haber yazdırdı. Ertesi gün sadece Tercüman gazetesinde «Mensucat Santral'a Baskın Tarzı Kınandı» başlığı ile çı­ kan haberde özetle şöyle deniliyordu: «TÜSİAD toplantısında eleştiriler üç ana grupta top­ lanıyordu.. 1 — Baskının yapılış ve operasyonun sürdürülüş tarzı bir vergi ya da döviz kontrolünü aşan müba­ lağalı gösteri boyutlarında olmuştur.. 2 — Basında hiçbir dayanağı olmayan, gerçekdışı ve tutulan zabıtlara aykırı haberler yer almıştır.. 3 — Operasyonun yapılış tarzı ve basına yansıtılış biçimi, bütünüyle özel sektörü yıpratacak biçimdedir.» Tercüman gazetesinde yer alan haberde daha sonra TÜSİAD üyesi iş adamlarına atıfta bulunuluyor ve bu ope­ rasyonun özel sektörü yıpratmaya yönelik, hakaretlerle dolu bir gösteriye dönüştüğü öne sürülüyordu.. Haberin Tercüman'da yayınlandığı 20 Aralık 1980 gü­ nü, TÜSİAD Başkanı Ali Koçman, Selimiye kışlasındaki Sı­ kıyönetim Komutanlığına çağrıldı.. Ve doğruca Birinci Or­ du ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Necdet Üruğ'un yanına alındı. Üruğ Paşa'nın yanında akeri sav­ cılar vardı.. — Emretmişsiniz geldim Paşam.. — Siz o toplantıda beni mi kınadınız? — Estağfurullah Paşam.. — Nedir bu kepazelik yahu? Siz kendinizi ne zan­ nediyorsunuz? İş adamı olmakla bu ülkede dokunulmazlı­ ğınız olduğunu mu sanıyorsunuz? İstanbul'daki güvenlik örgütlerini kınamak beni kınamak demektir. Çünkü İstan­ bul'daki polisin de, askerin de başı benim.. Şimdi sizi ka­ n l a y ı m mı yani? Bunu mu istiyorsunuz? Hassas ruhlu ve duygulu bir insan olan Ali Koçman lıyordu.. Ertesi gün bir TÜSİAD bildirisi yayınlandı ve lantıda olayın sadece tartışıldığı, ancak kınanmadığı •llrtlldi..» Askerler tarafından kitaptan çıkarılan üçüncü bölüm, 12 Eylül yönetiminin Başbakan Yardımcısı Turgut ö203


zarın tedirginliği ve Başbakan Bülend Ulusu'yu Devlet Başkanı Evren'e şikayet etmesi anlatılıyor. O bölüm de şöyle : «Bakanlar Kurulu'nda bazen tartışmalar kızışıyor, ba­ zen de ortalık durgun oluyordu.. Yoğun çalışmalar içinde bunalan bazı bakanların, özellikle bazı yaşlı bakanların görüşmeler sırasında uykuya daldıkları, hatta horlamaya başladıkları görülüyordu.. Bunlardan biri bir gün aniden uyanınca Başbakan Ulusu kendisine sert sert bakarak sesleniyordu.. — Günaydın sayın Bakan.. Turgut Özal, Bakanlar Kurulu toplantılarına mümkün olduğu kadar katılmıyor, 1981 yılında Başbakanlık tara­ fından hazırlanan özel bir çizelgede kendisinin toplantı­ lara en seyrek katılan bakan olduğu ortaya çıkıyordu. Toplantıların sadece üçte birine katılmıştı. Bazen Yıldırım Aktürk, DPT Müsteşarı olarak kendi­ sine sorunlarım aktarıyordu.. — Abl, ben bu kırtasiye işleriyle bunalıyorum. Hükü­ met programının her maddesinin gerçekleşme durumunu 15 günde bir istiyorlar. Yapmış olsan bile karşısına yap­ tığını yazacaksın. İşi gücü bıraktık bu hikâyelerle uğra­ şıyoruz.. Bu durumu Evren Paşa'ya lütfen intikal ettir.. He­ pimiz bunaldık artık. — Yıldırım, askerler böyle şeylerden hoşlanırlar.. Bir süre böyle gitsin bakalım.. Sonuca göre bir şey yaparız. Özal fırsat bulduğu zaman Devlet Başkanına, Başba­ kan Ulusu'yu «şikâyet ediyordu». — Sayın Devlet Başkanım, sayın Ulusu maalesef ba­ zı meseleleri taşıyamıyor. Ben de size her zaman direkt ulaşamadığım için işlerde bazı aksamalar oluyor. Bizim bitirdiğimiz konuları tekrar gündeme getirme durumu or­ taya çıkıyor. Hem bizi yoruyor, hem de işleri uzatıyor. Kendilerine serbest piyasa ekonomisini anlatıyoruz, bu­ nun hükümet programında yazılı olduğunu anlatıyoruz, ama sonra öyle şeyler getiriyor kl, biz her şeye sıfırdan başlamak durumunda kalıyoruz. 204


Özal, Evren Paşa ile yaptığı her görüşmeden sonra ekibine sonucu anlatıyordu.. — Bu adam çok mantıklı.. Çok aklıselim sahibi yahu.. 1981 yılının nisan ayına gelindiğinde Özal, kendisini hükümet içerisinde çok daha güçlü olarak görüyordu.. En­ flasyon oranını düşürmüş, ihracatı arttırmıştı. Artık başka­ larına «Biz bunları başarabildik» diyebiliyordu. Buna kar­ şın ekonomiyi istediği gibi götürmesi yine mümkün olmu­ yor, Başbakan Yardımcısı olarak siyasal konulara hiçbir biçimde karışmamaya özen gösteriyordu. Ekim ayında va­ liler kararnamesi sevkedildiği sırada bu deneyimi yete­ rince edinmişti.» Aslında ben askerlerin yerinde olsam, «12 Eylül.. Özal Ekonomisinin Perde Arkası» adlı kitaptan başka bölümleri çıkarırdım. Ama onlar bu bölümleri takdir etmişlerdi. Söz. ve yetki elbette ki onlarındı! Çıkarılan bölümlerin yerine yenilerini yazdım ve aynı uzunluktaki boş yerleri doldurdum. Milliyet Yayın, basıl­ mış olan beşbin adet kitabın o sayfalarını tek tek kestirdi. Bunların yerine yeniden yazdığım sayfalar basıldı ve bun­ lar tek tek, kesilen yerlere yapıştırıldı. Evinde bu kitabın İlk baskısı olan okuyucular, kitapta bazı sayfaların en di­ binden yapışık olduğunu göreceklerdir. İşte o yapışık soy­ ların öyküsü budur! Olayı gerçekten ucuz atlatmıştım.. 28 Mart 1984 günü azetede yazı dizisi başladı. Nisan ayı başlarında da kip piyasaya çıktı. Yine büyük ilgi yarattı ve toplam 45 İn dolaylarında sattı. Güngör Yerdeş, 3 Nisan 1984 tarihli Bulvar gazetesin«Üç Sayfası Yok» başlığı ile bir yazı y a z d ı : «Gazeteci Emin Çölaşan, 12 Eylül Özal Ekonomisinin de Arkası adlı kitabını piyasaya çıkardı. Fakat üç sayı noksan olarak. A c a b a mürettiphane'de mi bir şey ol? Ciltçi'de mi başına bir kaza geldi? Çölaşan mı o üç yiayı yırtıp attı? Bunu merak edenler çoğunlukta. Bu İ d e n kendisiyle sizin adınıza bir konuşma yaptım. Fakat bütün ısrarlarıma rağmen, bu sayfaların bası-

205


na gelenler hakkında dilini çözemedim, l-ıhh dedi de, baş­ ka bir şey demedi » Tabii Güngör abi durumu biliyordu. Ancak o günlerin ortamında bu kadarını yazabiliyordu!

***

Geldik 3 Mayıs 1984 gününe sevgili okuyucum. Bu­ gün olup biteni mutlaka anlatmalıyım! Bugün olup biten, bir gazetecinin başına gelebilecek en acı, en çirkin olay­ lardan biridir. Bir süre önce Başbakan Turgut Özal'dan randevu is­ temiştim. Özel Kalem'den haber bekliyorum. Kendisiyle röportaj yapacağım... 3 Mayıs, Milliyet'in kuruluş yıldönü­ mü. O gün Mola Otel'de sadece Ankara Milliyet bürosu mensuplarının katıldığı küçük bir kokteyl var. Akşamüstü oraya gittik. Gayet soğuk bir hava esiyor. Cüneyt Arca­ yürek ve adamı Önder bir tarafta. Öbür tarafta da bizler varız. Bürodaki arkadaşların çoğu bunlarla konuşmuyor. Ben oradan erken çıkıp eve gittim. Saat 19 olmuş. Eve girer girmez telefon çaldı. Başbakanlık konutundan, Sem­ ra hanım'ın sekreteri. Sevinç Toğman arıyor: — Emin bey, Sayın Başbakan sizi hemen bekliyorlar. Hemen gelin. ^ Derhal gazeteye telefon açtım. Hiçbir foto muhabiri yok. Telefona çıkan arkadaş, Bülent Hiçyılmaz ve Yavuz Yüksel'in Türkiye Spor Yazarları Derneği lokalinde olduk­ larını söyledi. Oranın telefonunu alıp Bülent'i aradım ve durumu bildirdim : — Bülent ben şimdi çıkıyorum. Ya sen gel, ya da Yavuz'u gönder. — Tamam abi, ben şimdi Yavuz'u gönderiyorum. Hemen Konut'a gittim. Başbakan'ın yanında birileri varmış, onların çıkmasını bekliyorum. Biraz sonra Özel Ka­ lem Müdürü Hüseyin bey, bana bir telefon olduğunu söy­ ledi... Allah Allah, benim burada olduğumu kim biliyor ki? Telefona gittim, karşımda Bülent Hiçyılmaz : — Emin abi, biz ikimiz de gelemiyoruz oraya. Çok özür dilerim. 206


— Niçin? Ne oldu? — Abi biliyorsun Cüneyt bey'in bize emri var. Onun haberi olmadan hiçbir yere gidemiyoruz. Şimdi kendisini arayıp durumu bildirdim ve Yavuzu' sana göndereceğimi söyledim. Hayır, gitmeyecek dedi. — Bülent etme eyleme, burada rezi! olurum. Fotoğrafsız röportaj olur mu? — Abi özür dilerim. Ben emir kuluyum. Elimden bir şey gelmiyor! — Bak Bülent, bana herhalde güvenirsin. Ya sen gel, ya da Yavuz gelsin. Hiç kimsenin haberi bile olmaz. Kim­ seye söylemem. — Kusura bakma abi... Sanki başımdan aşağı bir kova kaynar su dökülmüş­ tü. İşin acı tarafı, bu konuşmayı orada bulunan bütün Konut görevlileri duymuş ve onlara da rezil olmuştum. Ben gazetecilik hayatımda böyle çirkin bir durumla karşılaşmamıştım. Cüneyt Arcayürek, bana olan kişisel nefreti yüzünden, artık gazetenin işlerini de aksatmayı göze alıyordu. İçimden «Ben sana bunun da hesabını so­ rarım» dedim ve hemen Orhan Tokatlı'yı aradım.. O daha Mola Otel'de, birkaç arkadaşla birlikte içmeye devam edi­ yormuş : — Abi durum böyle böyle. Ben şimdi Konut'tayım.. Bana nereden bulursan bul, bir foto muhabiri gönder. — Tamam, Taki Doğan burada. Onu hemen gönderi­ yorum. Biraz sonra Taki geldi. Ancak Taki çok içkili! İçki ko­ kusu on metre uzaklıktan duyuluyor. Ulan, ne yapacağız? Koskoca Başbakan'a rezil olmak da var. Taki'ye dedim ki «Arkadaş, Başbakan'a sakın el sıkmak için falan yak­ laşma. Çok uzakta dur»... Bu arada da Taki'ye nane şe­ keri, maydanoz falan aratıyoruz ağız kokusu gitsin diye.. Neyse, birazdan Özal'ın yanına girdik ve işimizi bi­ tirdik. Konuşma bittikten sonra Özal bana dedi k i : — Gel bizim yandaki binaya geçelim de. Semra seni bir görsün. O seni çok sever. 207


Dışarı çıktık, hemen yandaki binaya geçtik. Bir kat -merdiven var. Özal önde, arkada ben, daha arkada Taki merdivenleri tırmandık. Sağa saptık ve bir koridora girdik. Özal sol tarafta bir odanın kapısını açtı. Biz arkasındayız. Özal içeriye seslendi: — Hanım bak, sana kimi getirdim... İçeriden bir feryat yükseldi: — Ben sana kadınların yatak odasına girilmez diye kaç kere söyledim? Hemen çık dışarı. Aaaa... Cık, çık dışarı! Semra hanım fena halde bağırmaya başlamıştı. Ben panikledim ve arkama dönüp Taki'yi de aldım ve korido­ run dibindeki büyük oturma salonuna kaçtık. Taki'ye de «Bu görüp duyduğun olayı hiç kimseye anlatmayacaksın. Burada kalacak» dedim. Salonda oturduk. Öbür tarafa doğru kaçmış olsak, aynı merdiveni inip kapıya ulaşmış olacaktık. Peki ama biz şimdi ne yapacağız? Davetsiz misafir olarak oturma­ ya devam ediyoruz. Ne gelen var, ne de giden... Acaba çaktırmadan koridora çıkıp da gitsek mi diye düşünüp duruyorum. Taki, alkolün de etkisiyle gayet rahat. Semra hanımın purolarından birini yakıp koltuğa iyice kaykıldı... «Abi garson çağıralım da içki getirsin» falan diye gırgır geçiyor... Fakat ben gerçekten şaşkın durumdayım. Aca­ ba Özal, Semra hanımdan yediği bu fırçadan sonra bizim burada olduğumuzu unutmuş olmasın? Acaba burada ne kadar oturup beklemeliyiz? Ya birileri gelip de niçin bek­ lediğimizi sorarlarsa, ne diyeceğiz? Salonda yarım saat kadar bekledik. Biraz sonra Tur­ gut bey ve Semra hanım el ele tutuşmuş durumda içe­ riye girdiler. Semra hanım'la hal hatır sorduk, konuştuk. Gece Devlet Konukevi'nde bir yemekleri varmış. Oraya gidiyorlar. Hep birlikte aşağı indik. Vedalaşıp ayrıldık. O anda yine cinlerim tepeme çıktı. Ben sana bu kal­ leşliğin hesabını soracağım Cüneyt Arcayürek... Ertesi gün (4 Mayıs 1984) Tarhan Erdem ve Aydın Doğan'a ayrı ayrı mektup yazdım ve olayı anlattım. Ay­ dın bey'e yazdığım mektup şöyle bitiyordu: 208


«....Milliyet Ankara bürosu uzun zamandan beri ma­ alesef böyle kişisel duygularlo, kıskançlıklarla ve benzer yöntemlerle yönetilmekte ve bundan zararlı çıkan da ga­ zetemiz olmaktadır. Sayın Başbakanla yapılacak bir gö­ rüşmeye foto muhabiri arkadaşın gelmesini önlemek ve orada bir Milliyet mensubunu bütün görevlilerin arasında kanter içinde bırakarak küçük düşürmek ne insanlık an­ layışına, ne gazetecilik namusuna, ne basının gelenekle­ rine, ne de Milliyet'in çıkarlarına uygun düşer. Büromuzda bu tür olaylar maalesef çok sık olmakta ve bundan Milliyet zararlı çıkmaktadır. Ankara'da bu ko­ nuda açtıracağınız basit bir soruşturmada bile size ayrın­ tılı bilgi verecek pek çok arkadaşımız vardır. Ben yukarı­ da sözünü ettiğim olayı size açıkça, dürüstçe ve altına İmzamı atarak bildiriyorum. Aynı hususu, Sayın Tarhan Erdem'e de bugün yazıyorum. Bu çirkin ve Milliyet gazetesine zarar veren davra­ nışların artık bitmesini diliyorum. Bu olayları size aktar rırken Milliyet adına üzüntü duyuyorum ve olayı sizin tak­ dirlerinize bırakıyorum. Bu ne ilktir, ne de son olacaktır. Saygılarımla. Emin Çölaşan». Birkaç gün sonra İstanbul'a gittim. Mektubum Aydır lıoy'in masasında duruyor: — Emin çok haklısın. Yüzde yüz haklısın. — Aydın bey gazete gidiyor. Satışlar giderek azalıyor. Ilımlar koskoca Milliyet'i Resmi Gazete'ye dönüştürdüler. Bize açık söyleyeyim, bu ekibi en kısa zamanda görevden Olmazsanız, bu iş yatar Aydın bey. Zararını en çok siz gönıı .unuz. Tarhan Erdem bu saatten sonra gazeteci olaınu/ıiı ve nitekim olamadı da.. Bakın, gazetede bütün işı kilitlenmiş durumda... — Sevgilim sana güvenerek söylüyorum. Bunu hiç seye söyleme. Bu iş tamamdır. İpler kopacak. Biraz a sabret.. Çok yakında işi bitireceğim. Hiç merak etKesln mi Aydın bey? — Kesin.. Ama lütfen hiç kimseye söyleme. Bunların I gidecek. 209

F.: 14


İstanbul Milliyet'te de durumlar çok kötü. Çok sev­ diğim arkadaşım Erhan Akyıldız, Altan Öymen'le gi­ rişmiş gazetede.. Doğan Heper zor ayırmış. Erhan'ın da artık sabrı taşmış. Çoğu arkadaş hiç çalışmıyor. Herkes boykotta. Kimsenin de kimseden iş falan istediği yok. Koskoca Milliyet gazetesi, birkaç kişi yüzünden uçurumun kenarına gelmiş durumda. Halit Çapın, herkesin içinde yazıişleri salonunda bar bar bağırıyor: — Ulan Babıali ibne tarlasıdır be! Bu ibne tarlasında Tarhan'ı yaşatırlar mı? Buradan nice Tarhan'lar geldi geç­ ti. Onun da sonu yaklaştı. Yakında Abbas yolcudur. Hiç merak etmeyin... Ben telaşlanıyorum : — Halit baba kapısı açık.. Seni duyacak. — Ben de duysun diye bağırıyorum zaten. Aslında duyuyor ama otoritesi kalmadı ki artık. Duysa da farketmez. Onun otoritesi sizin İstanbul tayininizde bitti, sıfıra indi. Ankara'ya döndüm. Kemal Balcı ile konuşuyoruz. Ke­ mal, Cüneyt'e en bozuk olanlardan biri... — Arkadaş tamam. Bunlar yakında gidici. Hiç merak etme. — Abi bırak bu lâfları be.. Bunları şimdiye kadar bin defa duyduk. — Kemal bildiğim bir şey var. Bu sefer kesin söylü­ yorum. Arkadaşıma «Bunu bana Aydın bey söyledi» diyemi­ yorum ki...

***

1984 Mayıs ve Haziran aylarında Milliyet'in durumu hiç de iyi değil. Haziran sıcakları da iyice bastı. Cüneyt Arcayürek ve Önder, öğlenden sonra en geç saat 15'te kaçıp gidiyorlar. Onlar gidince herkes gidiyor. Büroda sadece nöbetçi arkadaş kalıyor. Bir de, işi olan arkadaş­ lar... Ben durumdan çok memnunum. Sessiz bir ortamda üçüncü kitabımı yazıyorum. Adı «Banker Skandalinin Per­ de Arkası» olacak. 24 Ocak ve 12 Eylül kitaplarımın de210


vamı ve sonuncu cildi. Bu kitapta anlattıklarımı Turgut Özal ve Kaya Erdem'in, Kastelli'nin kaçmasından sonra Temmuz 1982'de istifa etmelerine getirip bırakacağım. Bü­ tün o olayların bilinmeyen yönlerini yazıyorum. Kafamı kaşıyacak zamanım yok. Büroda işin cılkı iyice çıktı. Tam bir komedi oynanı­ yor. Bazen Önder Şenyapılı benim odamda oturan Ünal'a kapının dört metre ötesinden sesleniyor ve yanına çağırı­ yor : — Ünaaaalll... Çünkü benim odama giremiyor. Odam yasak bölge!! Ben de bu sesi duyunca masamdan bağırıyorum • — Sesleninceye kadar gelip de burada söylesene lan... Ünal kızarıp bozarıyor: — Baba yapma be! Öldüreceksin adamı.. Artık Ünal'ın meşhur alçısı çıktı. Topallaya topallaya yürüyor. Yerinden kalkıp, Önder'in yanına gidiyor.

Haziran 1984 ortalarında, olması gereken olay oldu. Tarhan Erdem istifa etmişti. Hemen telefona sarılıp, bu güzel haberi İstanbul'dan doğrulattık. İstifa etmek zorun­ da kalmıştı... Çünkü işi yürütemiyordu. 25 Haziran günü, gazetenin başına Çetin Emeç gel­ di. Emeç, Hürriyet'in genel yayın yönetmeniydi ve kısa süre önce oradan ayrılmıştı. Kendisini hiç tanımazdım. İki cümlelik bir mektup yazdım: «Sayın Emeç, görevinizde başarılı olmanızı diliyo­ rum. Saygılarımla.» Çetin bey başladıktan sonra, Arcayürek ve adamı, akşam geç saatlere kadar büroda kalmaya başladılar. Her gün erkenden çıkıp giden iki ahbap çavuş son derece bo­ zuk. Sık sık kafa kafaya verip konuşuyorlar. Kapıyı da ka­ padıkları için, ne konuştuklarını öğrenemiyoruz. Arcayü­ rek iki günlüğüne İstanbul'a gitti. Arkadaşlar, suratının çok bozuk olduğunu söylüyorlar. Ben kendisini görmediğim 211


için, bilemiyorum. Birbirimizle sadece tuvaletin kapısında falan karşılaşıyoruz. Arkadaşlarla durum değerlendirmesi yapıyoruz. Bun­ lar da kesin gidici! Orhan Tokatlı uzun süreli izin almış ve Ören'deki evine çekilmiş. Kaç haftadan beri yok. Bu ikisi de gittiği gün, kavgamızı kazanmış olacağız. 27 Haziran günü Çetin Emeç aradı: — Mektubunuzu aldım, çok teşekkür ediyorum. İn­ şallah yakında görüşeceğiz. — İnşallah efendim. Başarılar diliyorum. Çetin bey'in araması, herhalde olumlu bir göstergey­ di. İnşallah gazetemde yine devreye girecektim. 28 Haziran 1984 Perşembe sabahı, sabah saat 9.30 do­ layları.. Gazeteye geliyorum. Kafamda o gün yazacağım kitap bölümleri var. Binaya girmek üzereyim. Bizim dör­ düncü katın penceresinden Kemal Balcı yarı beline ka­ dar dışarıya sarkmış. Bir yandan iki elini ANAP selamı gibi başının üzerinde birleştirmiş, bir yandan bağırıyor: — Heeey Emin abiii, gel gel... Yukarıya doğru bağırdım : — Ne oldu? Kemal elini kolunu sallamaya, birtakım işaretler yap­ maya devam ediyor. Habire de bağırıyor: — Gel, gel, çabuk gel.. — Tamam geliyorum.. Asansöre doğru giderken, Kemal'in niçin bağırdığını, niçin bu kadar büyük tezahürat yaptığını anlamaya çalı­ şıyorum. Kendi kendime dedim ki «Ulan olsa olsa, Cüneyt İstifa etti. Ya da kovuldu. Bunun başka izahı yok.» Büroya girdim. İçeride bir bayram havası var.. — Gitti, kaçtı.. Hepimize geçmiş olsun! Birkaç kişi gelip boynuma sarıldı. — Gazamız mübarek olsun! — Eyvallaaahhh! — Bugün çaylar benden arkadaşlar.. — Peki beyler bir dakika, kaçtığı kesin mi? — Evet, kesin. Acaba nasıl kaçmıştı? Şoför arkadaşımız Erdal ken212


dişini havaalanına. Dalaman uçağına götürmüş. Uçağa binmiş ve bir melek gibi gökyüzüne tırmanmış! — Erdal anlat bakayım aslanım, kesin mi kaçtığı? Neler oldu? — Abi dün akşam bana, bu sabah erken gelip ken­ disini evden almamı söyledi. Ben de erkenden gittim. Arabaya bavulunu falan yerleştirdik. Esenboğa'ya, Dala­ man uçağına götürdüm. Yolda bana istifa ettiğini söyledi, istifasını dün Çetin bey'e göndermiş. Yine telefona sarıldık. Erdal yanılabilirdi. İstanbul'a sorduk. Evet, istifa etmişti. Büroda yaklaşık birbuçuk yıl çalışmıştı. İstihbarat şe­ fiydi. Hepimizin abisi idi. Daha doğrusu, hepimizin abisi olması gerekirdi. Kendisine hiç kimse saygısızlık etmemiş, tam tersine kucak açmıştı. Ama o, bundan önce çalıştığı her gazetede yaptığı gibi herkesi kırmış, herkesle küsmüş­ tü. Ve en acısı da, giderken bir tek kişiye bile veda ede­ memişti. Bir arkadaşımıza bile «Ben istifa ettim, buradan ayrılıyorum. Hoşça kal, hakkını helâl et» diyememişti. Bir insan, işyerinden ayrılabilirdi. Orada kavga da edebilirdi. Ama bir kişiye bile veda edemeden, «Allahaısmarladık» di­ yemeden kaçmak, herhalde çok kötü bir şeydi. Allah kim­ senin başına vermesin! Sevgili okuyucum, yukarıdaki satırdan sonrasını bi­ raz sonra yazmaya başlayacağım. Ancak burada ileriye, benim Hürriyet gazetesindeki günlerime dönük bir sap­ lantı yapmadan geçemeyeceğim. Hani dedim ya, iş yerinden kimseye veda edemeden ayrılmak, o gücü ve o yüreği bulamamak çok kötüdür. Şimdi size bu konuda ikinci bir örnek anlatmazsam çat­ larım. İyisi mi anlatayım!

1985 Eylül ayında Hürriyet gazetesinde göreve baş­ ladım. Ankara temsilcisi, Mehmet Ali Kışlalı adında bir gazeteci. Hürriyet'e başlamadan birkaç gün önce, Hürri213


yet için bir röportaj yapacaktım. Kendisine telefon açıp, Hürriyet'e geçtiğimi söyledim. Evet, haberi varmış... Bir foto muhabiri rica ettim. «Valla ben bu işlerle ilgilenmem ama bir defaya mahsus sana göndereyim» dedi. Biraz şa­ şırdım. Adam Ankara temsilcisi ama bu işlerle ilgilenmezmiş! Çok ilginç! İlk gün kendisine bir nezaket ziyaretine gittim. Sek­ reteri «İçeride kardeşi var Emin bey. Ben bir sorayım» dedi. Dışarı çıkınca da «Sizi şimdi kabul edemeyecek. Bir saat sonra gelmenizi söyledi» demez mi? Feci halde bo­ zuldum ama renk vermedim. İlk günden bir tatsızlık çık­ masın. Bir saat sonra gittim. Beni kabul etti ve bir saat konuştuk. Bir saat bana, bürodaki arkadaşları kötüledi. Şaşırdım... Benimle hiçbir yakınlığı yok, yine de onları çekiştiriyor. Hürriyet'te de bütün arkadaşlar Kışlalı'nın aleyhinde.. Bir sürü şey anlatıyorlar ama bunlar doğru mudur, yanlış mıdır bilemiyorum... Çünkü ben doğrudan İstanbul'a bağ­ lı çalışıyorum. Ama adamın hiç kimseyle selâmı yok. Asık yüzlü, herkesi kıran, herkesi kendinden uzaklaştıran bir tip. Zaman geçtikçe kendisini daha iyi tanıyorum. Örne­ ğin öğle saatlerinde, yani gazetenin en yoğun çalışma sa­ atlerinde odasına çekilip iki saat uyku uyuyor. Dünya yıkıl­ sa, hafta sonları Silifke'de tatilde. Cuma akşamı yola çı­ kıyor, Pazartesi öğlene doğru gazeteye teşrif ediyor. Gazetenin aynı binada ayrı bir katı var. Biz birkaç arkadaş o ayrı katta çalışıyoruz. Bir gün bizim kata geldi ve burasını yatakhane yaptıracağını söyledi. Ben odamda kalacakmışım, diğer bölümler yatakhane olacakmış. — Mehmet Ali bey, etmeyin eylemeyin. Bana bir sü­ rü saygın insan gelir her gün. Bunlar burada pijamalı, bornozlu adamların arasından mı gelip gitsinler? Ayıp ol­ maz mı? — Hiçbir şey olmaz. Sen merak etme... Kendisini ikna edemedim.. Uzun çabalarımdan sonra bu projeden vazgeçmek zorunda kaldı... Aslında Kışlalı da, abilik yapması gereken bütün arkadaşların kalbini kır214


mış. Kendisini basın dünyasında da seven yok. Kapısı her zaman kapalı. Bütün gününü yabancı gazete ve ajans­ lara muhabirlik yaparak, onlara haber yazarak geçiriyor. Tabii Allah arttırsın, dövizle ve de çok iyi para kazanıyor! Benden sonra Çetin Emeç de Milliyet'ten ayrılıp Hür­ riyet'e, gazetenin başına tekrar döndü. Çetin Emeç, Seç­ kin Türesay, Erol Türegün'le tam bir uyum ortamında ça­ lışıyoruz. Benimle hiçbir ilişkisi olmamasına rağmen, arkadaş­ lardan her gün Kışlalı'nın onlara yaptığı haksızlıkları ve kabalıkları duyduğumda tüylerim diken diken oluyor. Bu­ nun da ötesinde, arkadaşların gazetecilik yapmasını ön­ lüyor. Bir arkadaş önüne haber götürüyor. Kışlalı haberin kaynağını soruyor. Arkadaş da ona güvenip, üst düzeyde asker yetkilinin adını söylüyor. Oysa asker yetkili arka­ daşımıza, ismini hiç kimseye söylememesini tenbih etmiş. Ama gazeteci, Ankara temsilcisinden böyle bir şeyi niçin saklasın ki? Çünkü ilk güveneceği insan Kışlalı.. Daha doğrusu kitap öyle yazıyor!! Kışlalı asker yetkiliye telefon açıp, o arkadaşa böyle bir haber verip vermediğimi soruyor. Asker yetkili de hak­ lı olarak vermediğini söylüyor. Sonra da arkadaşımızı ara­ yıp «Ayıp değil mi? Ben sana güvendim. Sen benim ismimi haberin kaynağı olarak nasıl başkasına verirsin? Bundan sonra beni arama. Sana artık güvenmiyorum» diyor. Ar­ kadaş rezil oluyor.. Daha böyle nice örneği her gün du­ yuyorum. Bir gün Çetin Emeç beni aradı: — Emin, yazılarını elbette ki doğrudan İstanbul'a ge­ çeceksin. Ama bir haber yazarsan, bunu Kışlalı kanalıyla bize geç. Ankara bürosunun da haberi olsun. Gerekirse onların da izleyeceği bir konu olabilir. Çok mantıklı bir öneriydi. Bir süre sonra bir haber yakaladım. Başbakan Yar­ dımcısı Kaya Erdem'in kardeşleri Tarhan Erdem ve Tur­ gut Erdem, Okan Holding adında bir kuruluşa girmişler ve üst düzeyde görev almışlardı. DESİYAP, burada ayrın215


Ularına girmeyeceğim bazı yöntemlerle, biraderlerin çalış­ tığı bu kuruluşa tam 17 milyon dolar (Evet, 17 milyon do­ lar) kredi açmıştı. Bütün belgeler elimdeydi. DESİYAB ge­ nel müdürü, Turgut Erdem'in yakın arkadaşıydı. Turgut Erdem'in iş takipçiliği yaptığı ve iş bitirdiği zaten söyle­ nirdi. Olayı soruşturmaya başladım. DESİYAB genel mü­ dürü Halit Kara'ya gittim. Kara'nın eli ayağı karışmıştı. Olayı inkâr etmiyor, ancak kredinin yasal olduğunu sa­ vunuyordu. Ayrıca Turgut Erdem'le de yakın dost oldu­ ğunu kabul ediyordu. Ertesi gün görünmez güçler devreye girdi. Ben öm­ rümde böyle bir şey yaşamadım. Tanıdığım ve tanımadı­ ğım herkes ya bana gazeteye geliyor, ya da telefon edi­ yordu : — Lütfen bu konuyu yazmayın. Sonunda holding yetkilileri geldi. Onlar da ısrar edi­ yorlar. Onlara şöyle dedim : — Arkadaşım, araya bin tane adam koydunuz. Ben bunu yazarım ve İstanbul'a geçerim. Ötesine karışmam. Eğer ben bunu yazmazsam, yarın öbürgün benim sizden para aldığım ve onun için yazmadığım söylentisi yayılır. Siz şimdi bana şu Turgut Erdem'i bulun da, haberin so­ nuna onun görüşlerini katayım. Adamı üç gündür arıyo­ rum, telefona çıkmıyor. — Onun telefonu bozuk. — Telefonu bozuksa beni jetonlu telefonla postane­ den arasın. Allah Allah.. Bin defa not bıraktık İstanbul'daki sekreterlerine... Haber çok büyük ve önemliydi. Bütün belgeleriyle yaz­ dım. Sonuna da Turgut Erdem'i bulamadığımız için onun bu konudaki görüşlerini alamadığımızı ekledim. Çetin Emeç'in isteği doğrultusunda, götürüp Kışlah'ya verdim. Aradan iki gün geçti, bizim haber gazetede yok. Kışlah'ya haberi geçip geçmediğini sordum. Geçmediğini söyledi. — Niçin geçmediniz? — Senin haberinin unsurları eksik. Bizim gazetemiz­ de böyle haber geçilmez. 216


— Allah Allah, neymiş eksik olan unsurlar? — Turgut Erdem'le konuşmamışsın. — Peki diyelim ki eksik, niçin iki günden beri bana haber vermiyorsunuz? — O benim bileceğim iştir... Vay be... Demek Kışlalı beni sıradan bir adam zan­ nediyordu.. Ya da, herkese yaptığı numaralardan biriyle beni de sindireceğini zannediyordu. — Bakın Mehmet Ali bey, ben gazeteciliği en az si­ zin kadar bilirim. Ben bugüne kadar yaptığım gazetecilik­ lerle çok ödül aldım. Ayrıca söylemesi ayıptır, altı adet de kitap yazdım. Sakın ha, bana gazetecilik dersi falan vermeye kalkışmayın. Eğer iddianız varsa siz bugüne ka­ dar yaptığınız gazetecilikleri ortaya çıkarın, ben de kendiminkileri çıkarayım... Turgut Erdem'i kaç günden beri arıyorum ama telefonuma çıkmıyor. Korkusundan çıkamı­ yor. Benimle konuşmuyor diye bu haberi geçmeyecek mi­ yiz yani? Kaldı ki, haberin sonuna da benimle konuşmayı kabul etmediğini yazmışım. — Turgut Erdem benim Siyasal'dan abimdir. Ayrıca Kaya Erdem de, haber kaynağımdır. — Bana ne sizin ahinizden, bana ne sizin haber kay­ nağınızdan? Bari ahilerinizin ve haber kaynaklarınızın lis­ tesini şuraya asın da, onların aleyhine bir şey yazmaya­ lım... Bütün bunları konuşurken, sinirlerim yine tepeme çık­ mış. Şimdi de bu Mehmet Ali'yle uğraşacağız galiba! Size bazı konuları abartarak falan anlattığımı lütfen zannetmeyin sevgili okuyucum. Şimdi anlattığım ve aşa­ ğıda anlatmaya devam edeceğim olayın baştan sona ta­ nığı, Esen Ünür'dür. Kışlalı, Turgut abisini aradı. Günlerden beri benim kar­ şıma çıkamayan Turgut Erdem, şimdi telefondaydı: — Turgut abi, bir arkadaşımız bir haber yazmış... Konuyu biliyorsun... — Yırtıp atamam abi.. Nasıl yırtarım? Şöyle yapalım, senin ağzından birkaç cümle yazmak zorundayız. Bu ha217


berin yalan olduğunu söyleyelim. Senin ağzından «Bu ha­ ber tamamen yalandır» diye yazalım. Konuşma böyle devam ediyor. Ben çıldırıyorum. Tab­ layı adamın kafasına geçireceğim. İşaret edip «Telefonu bana verin de benimle konuşsun» diyorum, «Hayır» diyor! Bu konuşma tam 45 dakika sürdü... Telefonu kapadı ve Esen Ünür'e direktif verdi: — Şimdi sen bu haberin altına Turgut Erdem habe­ rin tamamen uydurma ve hayal ürünü olduğuun söylemiş­ tir diye yazacaksın.. Zaten Turgut Erdem artık o holding­ de çalışmıyormuş. İki ay önce ayrılmış, dedi. Nevrim dönmüştü : — Ne demek o holdingde çalışmıyormuş? Ne demek iki ay önce ayrılmış? Bunca yıllık gazeteciyim, böyle nu­ mara görmedim. Ayıptır, ayıp.. Esen Ünür, olup bitenlere şaşırmış durumda. Kışlalı da bağırmaya başladı: — Buranın yetkilisi benim. Benim dediğim olur, an­ ladın mı? — Hiçbir şey anlamadım. Sen gazeteci misin, Turgut Erdem'in avukatı mısın? Ben böyle şey ne gördüm, ne de duydum şimdiye kadar. Turgut Erdem erkekse benimle konuşsun da, yazdıklarımın yalan olduğunu bana söylesin. Meğer Kışlalı bey fazla sinirlenmeye gelmezmiş... Çünkü şeker hastasıymış. Ayağa fırladı ve üzerime yürü­ dü. Tam arkamda, cam bir bölme var. Yumruk atarsa ka­ fam cama vurmasın diye yana çekildim. Önüme geldi, bağırıyor... Yüzü sapsarı olmuş, çenesi titriyor: — Terbiyesiz... Terbiyesiz herif... — Sen önce gazeteci olmayı öğren... Bunun hesa­ bını sana sorarım. Esen ayağa fırlamış, «Yapma abi» diye adamı tutma­ ya çalışıyor. Gürültüyü duyan arkadaşlar odaya doluştu­ lar... — Tamam Mehmet Ali bey, ver haberimi geriye. Ben bu haberi iptal ettim. Ben yazdığım şeyler üzerinde böyle atraksiyonlar yaptırmam... Haberi alıp oradan çıktım. Bütün arkadaşlar «Abi he218


lal olsun. Bu adama çok iyi bir ders verdin» diye beni kut­ luyorlar... Yukarıya, odama çıktım ve Çetin Emeç'e telefon et­ tim : — Çetin bey böyle böyle oldu. Bilginiz olsun. Büroda artık can güvenliğimiz yok. — Emin nasıl olur? — Evet Çetin bey, aynen böyle oldu. Esen Ünür bü­ tün olayın tanığıdır. Aradan birkaç gün geçti. Adnan Gerger arkadaşımı­ zın çocuğu olmuş. Adnan da bir kutu baklava getirmiş, arkadaşlara dağıtıyor. Herkes «Allah uzun ömür versin. Allah analı babalı büyütsün» diye Adnan'ı kutluyor. Biraz sonra aşağıda Adnan'ı gördüm. Başında bazı arkadaşlar var. Hepsinin yüzü ağlamaklı. Adnan'ın rengi de bembe­ yaz : — Ne oldu yahu? Hasta mısın? — Yok abi, biraz önce Kışlah'ya da baklava götür­ düm. Beni odasında görünce en ağır sözlerle kovdu. Du­ rumu anlattım, çocuğum olduğunu ve baklava getirdiğimi söyledim. Yine kovdu! Gözleri dolu doluydu. Arkadaşlar «Sen sabırlı insanmışsın. Böyleleri insanı katil eder» dediler. Adamı bir kez daha, hep birlikte lanetledik. Aradan bir süre daha geçti. Bir gün Celalettin Çetin Ankara'ya gelmişti. Kışlalı telefonla konuşurken, Celalet­ tin abi de başkasıyla konuşuyormuş. Onu da istihbarat odasından kovmaya kalkışmış! Celalettin abi yılların ga­ zetecisi, Hürriyet'in en eskilerinden biri. Ayrıca güçlü kuv­ vetli bir adam. Kolay lokma değil. Aralarında tartışma çıkmış: — Çık dışarı buradan... — Sen kimsin de beni gazetemin bir yerinden kovu­ yorsun? Çıkmıyorum, gel de çıkar bakalım. — Ben istediğimi yaparım. Burası benden sorulur. Ve birdenbire yerinden fırlayıp, oturmakta olan Cela­ lettin Cetin'e birkaç yumruk patlatmış. Ben olayı duyup aşağı indiğimde Kışlalı kaçmıştı. Celalettin abi'nin g ö z ü 219


nün altı kıpkırmızı çizilmiş. Yüzünde birkaç kızartı var. Gözlüğü kırılmış: — Burada akşama kadar bekleyeceğim. Nasılsa bi­ razdan gelir. Ergeç döveceğim. Üzerime ansızın saldırıp yumruklamaya başladı. Şuna bir haber verin de gelsin. Kendisini yatıştırmaya çalışıyoruz. Olayı İstanbul da duymuş. Teleks çekip hemen İstanbul'a dönmesini iste­ diler. Biz de kendisini ikna etmeye çalıştık : — Abı şu anda haklı durumdasın... Şimdi bu adamı dövüp de haksız duruma düşürme kendini. Sen hemen atla git İstanbul'a. Adam artık mahalle kabadayısı gibi davranmaya başladı gazetede. Ama yakında bu da yolcu­ dur!., Celalettin abi gitti. Burada Kışlalı iie ilgili bir başka olay daha anlataca­ ğım. Yönetici duruma gelmiş birtakım gazetecilerin, arka­ daşlarının gazetecilik yapmalarına hangi yöntemlerle en­ gel olduklarının somut örneğidir. Bu engellemeyi ya kıs­ kançlıktan, ya da cehalet nedeniyle yaparlar. Hangisi olur­ sa olsun çok çirkin ve çok ayıptır. DPT uzmanı İskender Evranosoğlu'nun tarikat şeyhi olduğunu, ayinler düzenlediğini ve Planlama'da da dinci çalışmalar yaptığını haber almıştım. Elimde belgeler de vardı. Hürriyet'te Aslı Gürdal adında genç bir muhabir arkadaşa durumu anlattım. Aslı'yı adamın yanına sokaca­ ğım. İskender hoca'ya sahte kimlikle telefon edip, din eğitimine muhtaç bir kızım olduğunu, kızımı kendisine göndermek istediğimi söyledim. Eksik olmasın, hocam ka­ bul buyurdu! Aslı Planlama'ya gitti. Orada hoca efendi­ den iki saat vaaz dinlemiş. Ayrıca hoca durumu çakma­ mış. İş iyi gidiyor! Aslı oraya birkaç gün sonra yeniden gidecek, sonra da ayinlere katılmaya başlayacak. Ancak bu arada Aslı durumu Kışlah'ya söylemiş. Kışlalı onun amiri ya... Ertesi gün Aslı bana geldi: — Kışlalı oraya gitmeme izin vermiyor... Çünkü İstan­ bul'la konuşmuş. İstanbul da böyle bir haber istemeyiz, bunu basmayız demiş. 220


— Aslı olur mu hiç? Adam yalan söylüyor. Bomba gibi bir haber patlatacağız. Gazete hiç böyle bir haberi istemez olur mu? Bu adam haberi benim yapacağımı bil­ diği için engelliyor. Evet, yine engel olacaktı. Yeni bir kavga çıkmasın diye işi ertelemeye karar verdim... Kışlalı Hürriyet'ten ay­ rıldıktan sonra bu işi arkadaşımız Sabrı Canbeyli ile tez­ gahladık. Sabri, benim aldığım randevudan sonra bunların arasına girdi, ayinlerine katıldı. Bu olayı 1986 sonlarında bomba gibi patlattık. Bütün Türkiye İskender hoca olayı­ nı konuşmaya başladı. Bütün basın, İskender hoca'nın pe­ şindeydi. Adam içeri atıldı, DGM'de yargılandı. Özal ada­ mın deli olduğunu söyledi! Sonra da deli raporu verildi ve hakkındaki dava düştü. Ve Sabri Canbeyli arkadaşımla ikimiz, bu olayla 1987 yılında gazetecilik başarı ödülünü kazandık! Ödül sonuçları açıklandıktan sonra bir ara Kışlah'ya telefon açıp «Nasılsın, iyi misin?» diye sormayı düşündüm. Ama değmezdi. Gerçekten değmezdi. Bu adam bir süre önce Hürriyet'ten «İstifa etmişti». Tam istifa ettiği günlerde İstanbul'da teröristler sina­ gog basıp, çok sayıda musevi yurttaşımızı öldürmüşlerdi. Kışlalı'nın masasında kendisine yurt dışından gelmiş en az yirmi İngilizce teleks mesajı duruyordu : — Dear Mehmet Ali, sinagog haberinin ayrıntılarını acele bekliyoruz. Yabancı ajansların ve yayın organlarının Türkiye'de döviz karşılığı çalışan muhabiri «Dear Mehmet Ali» ne ya­ zık ki ortada yoktu. Yurt dışındaki patronları, onun Hür­ riyet'ten «İstifa ettiğini» henüz bilmiyorlardı. Bu nedenle Mehmet Ali, sırf sinagog olayından epeyce döviz geliri kaybetti. Hep buna üzülürüm! Ondan sonraki olaylarda bu kaybını inşallah telafi etmiştir! Evet, «İstifa etti». Bir gün gazeteye gelip eşyalarını topladı... Ve bir tek kişiye bile veda etmedi. Bir kişiye bile «Hoşça kal arkadaşım» diyemedi... Çünkü bir tek dos­ tu, bir tek seveni yoktu. Onun için de, arkadaşlarımıza veda edecek yüzü yoktu. 221


Sonra ilk iş olarak ne yaptı biliyor musunuz? Yıllarca ekmeğini yediği, her türlü olanağından yararlandığı, mu­ habirliğini yaptığı yurt dışındaki yayın organlarına haber satmak için telefon ve telekslerini yıllarca beleş kullandığı Hürriyet gazetesini mahkemeye verdi. Burada bu vatandaşla ilgili her şeyi yazmıyorum. Ancak şunu belirteyim, bugüne kadar iş yerlerinden hiç kimseye veda edemeden ayrılan iki kişi gördüm... Ar­ cayürek ve Kışlalı. Ne ekersen onu biçersin hemşerim! Acıdır ama doğ­ rudur! Sevgili okuyucum, birkaç sayfa önce ileriye dönük bir saplantı yapacağımı söylemiştim. Şimdi o bölümü bitirdik. Yine kitabımızın kaldığımız yerine dönelim ve öykümüzü anlatmaya devam edelim. Nerede kalmıştık? 28 Haziran 1984 günü Cüneyt Arcayürek Milliyet'ten gizlice kaçmıştı. Orada kalmıştık!

**

*

Büroda bayram var... Ancak Arcayürek'in yerine şim­ di kim gelecek? Önder Şenyapılı, abi'sinin istifasını dün­ den bildiği için bu sabah erkenden gelip onun masasına çökmüş. Yani büroyu o yönetecek! Bir anlamda «Duruma hakimiz» diyor. Arkadaşlar «Biz haber yazıp da bu ada­ mın ayağına götüremeyiz» diyorlar. Hatta bazıları «Gidip yanağından makas alalım» falan diye öneride bulunuyor­ lar. Tabii aylardan beri olup biten bu tür konuşmaları en hafif deyimleriyle yazıyorum. Saat 10.30 dolaylarında İstanbul'dan bir haber daha aldık. Dün gece Orhan Tokatlı'nın Ören'deki evine Çetin Emeç telefon etmiş ve Ankara'ya dönüp duruma el koy­ masını istemiş. Tokatlı da gece geç saatlerde yola çık­ mış. Şimdi Ankara'ya gelmek üzereymiş. Tokatlı saat 11 dolaylarında geldi ve doğruca şimdi önder'in oturduğu Cüneyt Arcayürek'in odasına girdi: — Kalk oradan bakalım tosunum! Ben geldim. Sen geç eski yerine otur. Önder kös kös kalktı. Herhalde bundan sonra, işleri 222


kendisinin yöneteceğini zannetmişti... Biraz sonra, büro­ nun normal haber trafiği ve diğer işleri başladı. Aradan bir yıldan fazla zaman geçmişti ve o odaya adımımı bile atmamıştım. Tokatlı ile sarıldık, öpüştük. Odama geçip düşünmeye başladım... Neler yaşamıştık şu son birbuçuk yılda... İstanbul'a atanma emrimiz çıkmıştı. Duyan telefon ediyordu. Önder'in masasında bir direkt telefon vardı. Bazen de oradan aranırdım. Önder haber gönderir ve telefona çağırırdı. Bel­ ki yirmi kişi o telefondan arayıp, atanma konusunu sor­ muştu. Hepsine bağıra bağıra aynı cevabı veriyordum on­ ların bir metre yanında : — Biz böyle numaraları çok gördük. Biz böyle şey­ lerden yılacak adam mıyız? O muhbirlerden de gün gelir hesabını sorarız. Hiç merak etme, burada biz hancıyız, bu muhbirler yolcu... Hiçbiri muhbirliği üzerine alınıp da bir tek kelime bi­ le söyleyemezdi. «Gık» bile diyemezlerdi. Bunlara kafam öylesine bozuktu ki, her an patlamaya hazır bir bomba gibiydim. Bizim Ümit Gürtuna barışçı bir insandı. Ben ortalıkta bağırıp çağırdıkça, birilerine yüksek sesle hakaretler yağ­ dırdıkça yanıma gelir ve sessizce «Arkadaş, barış çubuğu iç de, olay daha fazla büyümesin» derdi. Aslında ben de sessiz, sakin bir insanım. Ama böylesine büyük haksız­ lıklar ve kalleşlikler, neredeyse karakterimi değiştirmişti. Ümit'i çok sevdiğim halde bazen ona da kızardım : — Barış çubuğu mu kaldı be Ümit? Bunlar bize binbir tane numara yapacaklar ve biz barış çubuğu içeceğiz. Keriz miyiz biz? Hep bunları düşünüyordum odamda. Şimdi arkadaşlar arasında görüş ayrılığı çıkmıştı: — Bunlar bize çok çektirdi. Birbuçuk yıl hepimize kan kusturdular. Şimdi büyüğü gitti, küçüğü kaldı. Her şe­ yin hesabını soralım bundan... Çünkü Cüneyt'i dolduruşa getiren aslında buydu. Oysa bazı arkadaşlar farklı düşünüyordu : — Düşene vurulmaz. Düşene vurmak insanlığa sığ223


ınaz. Hiç merak etmeyin, bu da birkaç gün sonra yolcu­ dur. Artık burada barınamaz. Hiç elleşmeyin, bırakın ma­ sasında otursun şimdilik. Birkaç gün sonra Önder de istifasını verip gitmek zorunda kaldı. Milliyet'e üç kişi gelmişlerdi. Üçüncü arka­ daş Derya Sazak'tı. O pırıl pırıl bir insandı. Herkesi sevdi ve saydı. Herkes de Derya'yı sevdi ve saydı. Derya 1986 yılı sonlarında Milliyet Ankara bürosunun istihbarat şefi oldu.

***

Hayatımda yazılı ve sözlü olarak iki kişiyi üstlerime şikayet ettim. Cüneyt Arcayürek ve Mehmet Ali Kışlalı. Arcayürek'i birkaç kez Aydın Doğan ve Tarhan Erdem'e yazılı olarak imzamla, Kışlalı'yı ise bir kez Çetin Emeç'e (Hürriyette) sözlü olarak şikayet ettim. İkisi de bunu hem yönetici, hem de «İnsan» olarak fazlasıyla hak etmiş­ lerdi... Çünkü kime yapılırsa yapılsın haksızlığa ve numa­ raya gelemem. Entrika, kulis, arkadan konuşup yüzüne gülmek, büyüklere yağ çekip küçükleri ezmek, tiksindiğim şeylerdir. Onları şikayet ederken yalan söylemedim, yalan yaz­ madım. Benim önüme binbir tane engel çıkarmaya kalkış­ mışlardı. Gazetecilik birçok arkadaşımın olduğu gibi be­ nim de ekmek teknemdi. Bunların geçmişte işten kovdur­ duğu nice gazeteci arkadaşımı tanıyordum. Hüngür hün­ gür ağlattıkları, kalp krizi geçirttikleri, bütün yaşamlarını altüst ettikleri nice meslekdaşımı biliyordum. Sonunda iki­ si de şu ya da bu şekilde benimle uğraşmaya kalkışmış­ lardı. Böyle şeyler basında belki çok oluyordu ama ben bu numaralara gelecek adam değildim. Yine de bunlarla yüz yüze ve mertçe kavgaya giriştim. Aksi halde bu kurt­ lar sofrasında birçok arkadaşım gibi beni de yemeleri ka­ çınılmazdı. Oysa ne tuhaf, ben hayatımda hiç kimseyi ez­ medim. Böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmedim. Bütün bu olaylardan sonra hep düşünmüşümdür... Acaba Cüneyt Arcayürek niçin böyle şeyler yapmıştır? Niçin herkese böyle kötü davranmıştır?.. İnanın ki, öbü224


rünü hiç aklıma bile getirmedim. Onu, yani Kışlalı'yı hiç önemsemedim. Oysa Cüneyt Arcayürek, zamanında bü­ yük gazetecilik olayları yaratmış bir insandı. Öbürünün ise geçmişte ve gelecekte yaptığı ve yapabileceği bir tek şey bile yoktu. Gerçekten Cüneyt abi... Niçin yaptın bunları? Sen bizim abimizdin. Senin geçmişte yaptığın büyük gazeteci­ likleri kendimize örnek alırdık biz. Sen Mehmet Ali Kış­ lalı gibi değildin ki... Ne olurdu aynı çatı altında abi kar­ deş gibi. dostça çalışsaydık? Ne olurdu bizim bir hatamı­ zı gördüğün zaman bir abi olarak uyarsaydın? Ne olurdu ortada hiçbir şey yokken bizlere küsmeseydin, bizleri kü­ çük görmeseydin, bizleri İstanbul'a sürgün gönderip ge­ leceğimizle oynamaya kalkışmasaydın? Ne olurdu?.. Ne olurdu? Bütün bu olup bitenlerden sen ne kazandın, biz ne kazandık? Birbirimize boşuna kızdık, sinirlendik. Ga­ zetecilik yapacağımıza birbirimizle uğraştık, birbirimize küfrettik. Haftalarımızı, aylarımızı boşuna geçirdik. Bunla­ rı o olaylarda haksız olduğum, ya da pişmanlık duyduğum için yazmıyorum. Ben böyle kavgaları hiç sevmiyorum. Ama birileri insanı kavgaya çekiyor. İşte o zaman, canı­ nızı kurtarmak için kıran kırana girişiyorsunuz. Olmasın böyle şeyler bir daha... Hiçbir gazetede, hiçbir iş yerinde olmasın. Lütfen olmasın!

*** Evet, Milliyet'te aylarca, bana hayat hakkı tanımamış­ lardı. Yazdığım hiçbir şeyi kullanmıyorlardı. 1984 başların­ da 12 Eylül kitabımın yazı dizisi yayınlandı. Birkaç şey daha... Hepsi bu! Niçin?.. Çünkü birkaç kişi bana bozuk. Niçin bozuk? Hiçbir tutarlı nedeni yok... Birtakım insan­ ların kaprislerine boyun eğmemişim, komplekslerini benim üzerimde tatmin etmelerine izin vermemişim! Gazeteye bir sürü haber gönderiyorum. Ertesi gün bakıyorum ya hiç yok, ya da bir bölümünü kullandıkları halde, imzamı çıkarmışlar. Doğan Heper'e, ya da Tufan Türenç'e telefon açıyorum :

225

F.: 15


— Yahu bu çok önemli bir konuydu. Niçin kullanma­ dınız? — Emin'ciğim, durumu biliyorsun. Aç Tarhan'a sor. Durumu Tarhan Erdem'e de anlatmaya çalışıyorum : — Tarhan bey, beni sevmeyebilirsiniz. Altan Öymen veya Cüneyt Arcayürek de sevmeyebilir. Ama kişisel duy­ gularla gazeteciliği lütfen birbirinden ayırın. Siz bunu ya­ pacak kapasitede bir insansınız. Ben bir Mersedes ara­ bayım ve siz beni uzun yolda birinci viteste kullanmak istiyorsunuz? Olur mu? Hem gazeteye günah, hem bana günah. Haziran 1984'te Çetin Emeç göreve başladığında. Mil­ liyet en zor günlerini yaşıyor. Gazete, kamuoyunda say­ gınlığını büyük ölçüde yitirmiş. Satışlar korkunç düşmüş. Çetin bey'in işi zor. Bakalım durumu kurtarabilecek mi? O'nun göreve başlamasından hemen sonra iki yazı gönderdim. İkisi de çıktı. Evet, galiba yeniden devreye gireceğim gazetemde...

*** 10 Temmuz 1984 günü, üçüncü kitabımı da bitirdim. Düzeltmeler dahil, her şeyi tamam. Çok şükürler olsun... Neredeyse tam birbuçuk yıl, hep kitap yazmıştım. Koşturmuştum, araştırmıştım, bir sürü insanın kapısının önünde beklemiştim, en ince ayrıntıları bile didik didik etmiştim. Böylece, birbirinin devamı olan, üç kitaplık bir dizi oluş­ muştu... Galiba beni devre dışı tutmalarının en büyük ya­ rarı buydu... Kitaplara yeterince zaman ayırabilmiştim. 10 Temmuz saat 17.35... Radyoda incesaz çalıyor. Kitabımı Milliyet Yayın'a göndermek üzere paket ettim. Gazetenin emektar çaycısı Tahsin Yılmaz, bir çay daha getirdi. Sigaramı da yakıp beş dakikalık bir keyif yaptım... Sonra daktilomu öptüm. Böyle yoğun çalışmalarda sürekli kullandığım dakti­ lo, teyp gibi aygıtları, sanki bana yardımcı olan, beni yarı yolda bırakmayan canlı yaratıkla'', dostlarım falan gibi 226


görüyorum... Ve kendimi onlara teşekkür borçlu hissedi­ yorum!.. Şu önümdeki daktilom, benim bütün sıkıntılarımı benimle yaşamış. Sinirlendiğimde ana avrat küfürlerimi duymuş, bütün mutluluklarıma tanık olmuş, bütün duygu­ larıma ortaklık etmiş... Evet, masaya uzanıp daktilomu öp­ tüm. Artık kesin kararlıyım. Bundan sonra uzun bir süre kitap yazmayacağım. Üç kitap yeter. Biraz kafamı dinlen­ direceğim. Belki iki yıl olmuş, kırlarda yarım saat yürüyememişim. Sinemaya, tiyatroya gidememişim. Zaten yaz­ mak istesem bile, başka konu yok... Konular gökten zem­ bille inmiyor ki! Yeni kitap istesem bile ne yazacağım? Kolay mı kitap yazmak? Bundan sonra sadece gazetem için çalışacağım. İn­ şallah Çetin Emeç de böyle kalleşlikler falan yapmaz.

«** Temmuz ortalarında Çetin Emeç beni İstanbul'a ça­ ğırdı. Gittim. Kendisiyle tanıştım... 50 yaşlarında, zayıf, kır saçlı bir insan. Arkadaşlardan duyduğuma göre gecesi gündüzü gazetede geçiyormuş. Şimdi bütün her şeyin so­ rumluluğu Çetin bey'de... Ona sormadan hiç kimse elini bile kıpırdatamıyor... Ve herkes Çetin Emeç'ten Allah gibi korkuyor. Oysa biz tatlı tatlı konuştuk. Hiç de korkulacak bir insan değil gibi geldi bana... Ama yazıişleh salonun­ da falan. Çetin bey oraya adımını atınca herkes esas du­ ruşa geçiyor. Çetin bey'in hata affetmediğini ve çok fena bağırıp azarladığını söylüyorlar. Süleyman Demirel 1984 yazında Tuzla'daki evinde... Çetin bey, kendisiyle bir konuşma yapmamı istedi: — Efendim yapalım da, yayınlamak için mi istiyor­ sunuz? — Elbette yayınlamak için! — Ama eski siyasçetilerin konuşması, demeç verme­ si yasak. Nasıl yazacağız? — O da senin ustalığına kalmış Emin! Usturuplu ko­ nuştur, usturuplu yaz.. 227


Demirel'den randevu alındı. Altan öymen, Taylan Bilgel, ben ve foto muhabiri arkadaşımız Yalcın Çınar, ara­ baya atlayıp yola koyulduk. Demirel 12 Eylül'den sonra ilk kez konuşacak... Büyük olay... Aradan tam dört yıl geç­ miş ve Demirel sadece bir kez, benim «Kül Olan Milyar­ lar» dizisi için yazılı bir çıkış yapmış.. Ondan sonra da hemen sıkıyönetimde ifadeler falan... Şimdi ilk kez konu­ şacak. Altan Öymen'e aslında kırgınım ama, ikimiz de geçmişten hiç söz etmiyoruz. Yol boyunca hep dostça soh­ bet ediyoruz... Acaba Süleyman bey'e neler soralım ki ne onun başı derde girsin, ne de bizim... Çünkü sıkıyö­ netim olanca ağırlığıyla devam ediyor. Tuzla'ya vardık. Hal hatır sorduktan sonra evi gez­ dik. Sonra bahçede masaya oturduk. Ben çantadan tey­ bi çıkardım. Demirel atıldı: — Koy o teybi çantaya... Sadece not al... Teyp kul­ lanma. Demirel haklı olarak çekiniyordu. — Efendim hiç merak etmeyin. Bant sadece bizde kalır. Eğer not alırsam, söylediklerinizi tam olarak yaza­ mayacağımdan korkarım. — Sen not al, olmaz mı? Ben yavaş konuşurum. Altan abi'yle birlikte sorular sormaya başladık. Ben habire not alıyorum. Ne sorsak, Demirel kurnazca bir me­ saj veriyor. Ancak başımıza iş gelmesin diye, sorular bi­ raz da havadan sudan olacak... Soruyorum : — Burada video seyrediyor musunuz? — Bu gece Doktor Jivago'yu seyredeceğim. Fevkala­ de enteresan bir eserdir. Çarlık Rusya'sında geçer. Bir ül­ kede gelir dağılımı bozuldukça, gelirler arasındaki fark açıl­ dıkça, neler olduğunu gösteren çok güzel bir eserdir. Biz yazınca, anlayan anlayacak elbette. Demirel an­ latıyor : — Siyaset her zaman bilinmeyenlerle doludur. Bir sü­ re sonrasının ne olacağı belli olmaz. Bakın size bir anımı anlatayım... Yugoslavya Devlet Başkanı Tito, 18 yıl içeri­ sinde ikinci defa Türkiye'ye gelmişti. Bu dediğim 1976 yılında oluyor. Bir ara resmî ziyafette kendisine de* 228


dim ki «Sayın Devlet Başkanı, ne kadar güzel bir olay. 18 yıl arayla Türkiye'ye devlet başkanı sıfatıyla ikinci de­ fa geliyorsunuz». Tito bunun üzerine şöyle dedi... «Aslın­ da bu benim üçüncü gelişimdir ama, ilk gelişim bilinmez. İkinci Dünya Savaşı yıllarında. Almanlar Yugoslavya'yı iş­ gal ettiğinde gelip İstanbul'da üç ay kalmıştım ve işim gücüm olmadığı için Sultanahmet meydanında güvercinle­ re yem atarak zaman geçirmiştim»... Bakınız, nereden ne­ reye gelebiliyor insan. Bir süre boş kalıp güvercinlere yem atıyorsunuz, sonra da ülke yönetiminde yeniden görev alı­ yorsunuz. Demirel elbette ki «Şimdi bu durumdayım ama ileride yine bu işlerin içinde olacağım» diyemiyordu. Mesajını böylece veriyordu... Demirel'e Özal'ı da sordum. Şöyle dedi: — Ben onun nesini değerlendireyim? O benim siya­ set arkadaşım değil ki... O zaman nihayet bir memurdu. Bunu kimseyi küçümsemek için söylemiyorum. Memurluk da şerefli bir görevdir. Ancak devlet hizmetinde kararı si­ yasetçiler verir, memurlar uygular. O zaman aramızdaki ilişki, siyaset adamı-memur ilişkisiydi. Çok ilginç bir konuşma oldu. Gazeteye döndük. Çe­ tin bey «Emin bunu çok uzun yaz. Bundan sonra da her Pazar günü birisiyle böyle uzun bir konuşma yayınlayalım. Okuyucu ilgiyle izler» dedi. Uzun uzun ,bütün konuştuklarımızı yazdım. Başımız sıkıyönetimle derde girmesin diye, yazıyı birkaç kez oku­ yup gözden geçirdik... Ve 22 Temmuz 1984 Pazar günü, ilk «Pazar Sohbeti» yayınlandı. Demirel 12 Eylül sonrasın­ da ilk kez bir gazeteye konuşmuştu. Büyük ilgi uyandırdı. Çetin Emeç, Türk basınına Pazar Sohbeti olayını kazan­ dırmıştı. O Pazar günü Özal Bingöl'deydi. Gazeteciler Demi­ rel'in sözlerini kendisine sormuşlar... Özal da «Demirel benim B a ş b a k a n ı m d ı . Kendisine saygım var. Başka bir şey söylemem» demiş. Pazartesi günü bütün manşetler bizim Demirel konuşmasına Özal'ın verdiği cevapla doluydu. Şimdi burada bir şey söyleyeceğim. Türk basınında 229


kötü bir uygulama vardır. Birisi gidip bir gazetecilik ya par, sonra başka gazeteciler o meslekdaşlarını «Sen niçin böyle yapıyorsun?» diye eleştirirler. Rauf Tamer de, bizim Demirel konuşmasından iki gün sonra bunu yaptı... 24 Temmuz 1984 tarihli Tercüman'da «Hassas Konulan) baş­ lığı ile özetle şöyle yazdı: «Demirel'in karşısına oturup soruyoruz: — Özel hakkında ne düşünüyorsunuz? Ondan sonra da Özal'ı Anadolu'nun bilmem neresinde yakalayıp: — Demirel hakkında ne düşünüyorsunuz Yapmak istediğimiz acaba nedir? Bu insanlar arasında diyalog kurdurmak mı, yoksa or­ talığı iyice karıştırmak mı? Buradaki niyet ekonomik bir demeç almak değildir. Siyaset de değildir. Olsa olsa, ma­ gazin bölümüne bir kepçe daldırmaktır. Gazeteci arkadaşları hayretle seyretmekteyiz. Temen­ ni ettikleri cevabı alamayınca düpedüz üzülüyorlar.... İn­ sanlar et ve kemikten yapılmıştır. Bir sinir sistemleri var­ dır.... Ani sualler karşısında bir şey kaçabilir ağızların­ dan. Buna rağmen kaçmıyor. İşte bizim meslekdaşlar da, galiba buna üzülüyor. Demirel tam dört yıldır konuşmamıştır... Şimdi böyle bir insanın karşısına oturup, magazin merakı içerisinde bazı zorlamalara giriyoruz : — Özal hakkında ne düşünüyorsunuz? Magazin merakından ibaretse buyurun. O cephe daha caziptir beyler. Tuzla'da işiniz ne?». Rauf Tamer, beni Demirel'le konuştuğum ve birtakım sorular sorduğum için eleştiriyor! Yahu kardeşim, ben Demirel'e silah çekip onu zorla mı konuşturmuşum? Ya da bana söylediklerini tahrif ede­ rek mi yazmışım? Yoksa hiç söylemediği şeyleri söylemiş gibi göstererek mi yazmışım? Hayır... Hiçbiri değil... Ben Demirel'e gitmişim, sorularımı sormuşum, o da bana is­ tediği gibi cevaplarını vermiş. Alan razı, veren razı... O halde sana ne oluyor? Yok efendim Demirel dört yıldır konuşmuyormuş da, ona böyle sorular sorulur muy230


muş? Sen Demirel'in avukatı mısın, yoksa velisi misin? Demirel o yazıdan sonra bana teşekkür etmiş. Onu bili­ yor musun? Yok magazin yapmışız, yok Tuzla'da işimiz neymiş, yok bizim niyetimiz Demirel'den demeç almak değilmiş. Sayın Rauf Tamer de bu durumda bizi «Hayretle seyretmekteymiş»... Bir dahaki sefere önceden sorularımızı verip, icazet alalım bari! Bu nasıl gazetecilik anlayışıdır yani?.. «Kül Olan Mil­ yarlar» dizisini yayınlıyoruz, Tercüman'ın patronu Kemal llıcak'ın karısı Nazlı hanım birkaç yazı birden yazıp bizi eleştirmeye kalkışıyor. Nazlı hanım sana ne? Sen de ga­ zetecisin, sen de otur «Kül Olmayan Milyarlar» diye bir dizi hazırla. Ama bu gibi araştırma işlerine girişmek biraz yürek ister! Lâf aramızda, biraz da gazetecilik ister! Vallahi şu bizim basında birtakım kişilerin işlerini be­ nim aklım hiç almıyor. Bunlar bir yanda «Milliyetçi muha­ fazakar» olup okuyucuya din, iman ve mukaddesat veren gazeteler çıkarıyorlar. Öbür yanda ise, aynı kişiler baldır bacak gazetesi çıkarıyorlar. Bilumum çıplak karılar orada. Seç seç al... Hem milliyetçilikten, hem de baldır bacak vaziyetlerinden para kazanıyorlar. Gazetelerinde halkımıza din, iman ve mukaddesat ve­ ren bu kişiler, Boğaz'da yalılarda tatlı hayat yaşıyorlar. İçkiler su gibi akıyor. Servisi beyaz eldivenli gcrsonlar ya­ pıyor. Fakir ve müslüman insanlarımıza din, iman ve mu­ kaddesat, kendilerine gelince her türlü zevk-ü safa ve tatlı hayat. Oh, ne güzel be!.. Bunlar tam uyanık!.. Tica­ retin yolunu öyle güzel bulmuşlar ki!.. Ondan sonra da bir meslekdaşları gazetecilik yapınca «Vay efendim sen kül olan milyarları nasıl yazarsın, vay efendim sen bu soruları Demirel'e nasıl sorarsın?» edebi­ yatı... Sanki ben gazeteciliği küçük düşüren ahlâksızlıklar yapıyorum!.. Sanki «Bazı gazeteciler» gibi birtakım iş adamlarını odamda buluşturup ihale ayarlıyorum!.. Elime bir fırsat geçse, bunlara öyle bir ders verece231


ğim ki!.. Hep fırsatını kolluyorum... Ve o fırsatın elime tam bir yıl sonra geçeceğini o sırada hiç bilmiyorum!.. Onu da. biraz sonra anlatacağım.

***

Evet, Pazar Sohbeti olayını başlatmıştık. Süleyman Demirel'den sonra, ikinci konuşmayı Halit Narin'le yaptım. Bugüne kadar yaptığım röportajlar arasında bile en iyi­ lerinden biriydi. Konuşmada Hasan Pulur'un da adı geçi­ yordu. Hasan abi bana bir mektup yazıp teşekkür etti. Oysa o, koskoca Hasan Pulur'du. Adı her gün ve her yerde, binlerce kez geçen bir insandı. Ama Türk basının­ da. Hasan abi gibi mütevazi insanlar da vardı. 1984 yaz aylarında gazetede iyice devreye girmiştim. YÖK Başkanı İhsan Doğramacı'ya mason olduğunu, Ma­ liye Bakanı Vural Arıkan'a vergi kaçırdığını itiraf ettirdim. Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler, Planlama'dan eski arkadaşımdı. 6 Kasım 1983 seçimlerinden önce bü­ roya gelmeye başladı. ANAP'tan milletvekili adayı olmuş­ tu. — Vehbi, şimdi buralara geliyorsun. Yarın öbürgün bakan falan olursun, telefonlarımıza bile çıkmazsın. — Yok aga, ben öyle insan mıyım? Sen beni tanımaz mısın? Vehbi'yi uzun yıllar görmemiştim. Planlama'da aklı ba­ şında, kendi halinde bir arkadaştı. Meğer sonraki yıllarda dinci falan olmuş. Bir sabah, kendisiyle evinde röportaj yapıyorum. Bir baktım, benim önüme kendi teybini koydu : — Bu ne Vehbi? Yoksa bana güvenmiyor musun? Sözlerini mi değiştiririm? — Yok aga... Güvenmez olur muyum? Ama bizim teyp de kalsın burada. Belli ki güvenmiyordu... İşimizi bitirdik. Konuşmayı iki hafta sonra Pazar günü yayınlayacağız. Bir gün, Hürriyet'ten Saygı Öztürk gazeteye telefon etti: — Emin abi, Dinçerler'le yaptığın konuşmanın bandı elimde. Bunları yarına ben yazayım mı? 232


— Aman Saygı, ne yapıyorsun sen? O benim özel konuşmam... Nasıl yazarsın? Nasıl geçti o bant senin •line? Saygı yazma konusunda şaka yapıyor. Ama bant ger­ çekten elinde. Vehbi kendisinden bilgi isteyen Saygı'ya benim bandı vermiş ve «Al bunu dinle, istersen yaz» de­

miş. Fena halde kafam attı. Adamın davranışına bakın •İz... Bir süre sonra Vehbi de «Büyük adamlar» safına ka­ tıldı. Kendisini birkaç kez aradım, telefonuma bile çıkma­ dı. Bir kez evinden aradım, çocuğu çıktı... «Bir dakika, babama veriyorum» dedi... Birkaç dakika sessizlik oldu ve çocukcağız telefona yine gelip «Babam daha gelme­ miş» deyiverdi. Ben de ona «Babana selâm söyle, dinimiz­ de yalan söylemek günahtır. Küçücük çocuğuna yalan söy­ letmek daha da büyük günahtır» dedim. Artık babasına

söyledi mi, onu bilemem. Bildiğim tek şey. bizim Vehbi, çok büyümüştü. Bu büyüklüğü ruhen ve bedenen kaldır­ ması mümkün değildi. Bakan olarak ağzını her açtığında çam deviriyordu. Özal bir süre sonra, bizim gariban Veh­ bi'yi görevden aldı ve konuşmaması için kesin emir verdi. Vehbi yıllardan beri hiç konuşmuyor... Konuş Vehbi, ko­ nuş! Dut yemiş bülbüle döndün!

*** Eylül 1984'te «Banker Skandalinin Perde Arkası» ba­

sıldı. Önce Milliyet'te kitabın özeti yazı dizisi olarak ya­ yınlanacak, sonra da kitap piyasaya verilecek. (Bu kitap­ la 1985 yılında yine gazetecilik basan ödülünü alacağım)...

Daha önce de söylediğim gibi, artık kesin kararlıyım... Uzun bir süre yeni kitap falan yazmayacağım. Kafam kor­ kunç yorgun... Yazı dizisi Milliyet'te tam iki hafta yayın­ landı. Çetin Emeç'ten önce olsaydı, beş günle yetinirler­ di. Kasım ayında gazetelerde Milliyet Yayınlan'nın büyük boy ilanları var. Üç kitabımın toplam satışı 100 bin ol­ muş... Birbuçuk yılda 100 bin kitap, büyük rekor! Her yer­ den imza gününe çağırıyorlar. İmza günlerinde okuyucu İle ilişki kurmak iyi de. bu işi açıkçası sevmiyorum. Birkaç 233


kez Ankara'da tek başıma imza günü yapmıştım. Artık ke­ sinlikle yapmıyorum. Sadece Milliyet Yayınlan'nın katıldı­ ğı kitap fuarlarına gidiyorum. Önümde büyük kalabalıklar oluşuyor. Cok güzel bir şey, büyük mutluluk duyuyorum. Anlıyorum ki, gazeteci olarak ne yaparsanız yapın, kitap olayı bambaşka bir şey. Okuyucu sizi daha çok kitapları­ nızdan tanıyor. Ayrıca kitap kalıcı bir şey... Gazetede yaz­ dığınız yazının ömrü bilemediniz 48 saat. Sonra unutulu­ yor. Oysa kitap öyle değil. Onbinlerce evin içine, kitap­ larınızla giriyorsunuz. Yaşlı dostum Halil İbrahim Göktürk bir gün gazeteye geliyor ve şu anda bile aynen kulaklarımda olan kalın sesiyle şöyle diyor: — Çölaşan, evlât, bir gün mezar taşları bile yıkılıp gider. Geride sadece kitaplar kalır. İnsanın ismini kitaplar yaşatır. Yaz evlât, kitap yaz. Her zaman yaz... — Yazayım da efendim, artık konu kalmadı. Yazacak bir şey yok. Hem de çok yorgunum... — Konu bul ve yaz. Bu memleketin ihtiyacı var oku­ maya! İzmir'den bir kitabevi beni ısrarla imza gününe çağı­ rıyordu. Milliyet'in İzmir temsilcisi Nurettin Tekindor, ki­ tabevi sahibinin yakın arkadaşıymış. Nurettin abi de rica ediyor... Kasım sonunda İzmir'e birkaç röportaj yapmaya gidecektim. Nurettin abi'yı kırmamak için imza gününü kabul ettim. 1 Aralık 1984 Cumartesi günü İzmir'de ilk ve son imza günüm var. Gazetelere ilanlar falan verildi. Kitabevine gittim, oturdum. On dakika, yirmi dakika, yarım saat, gelen giden bir tek Allah kulu yok. Kitapçı şaşkın, ben de şaşkınım ama hiç çaktırmıyorum. Orada öylece oturuyoruz. Arada bir birileri gelip kağıt, cetvel falan alı­ yorlar. Kitapçı diyor ki «Bugün aybaşı ama Cumartesi ol­ duğu için kimse maaşını alamadı»... Oysa ben Ankara ve İstanbul'da imza günlerinde, büyük kalabalıklara alışmı­ şım. Neyse, sürenin bitmesini bekliyorum. Arada birkaç kişi geliyor, sohbet ediyoruz. İster istemez iyi bir dostluk başlıyor. Kitapçı da habire cay kahve getirtiyor. Dükkanın 234


yeri, kentin en merkezî yerinde. Hava da güzel.. Ulan niçin gelmiyor bu İzmirliler? Süre bitti. Yanımda bavulum da var. Kitabevinden doğruca istasyona, Ankara yataklısına gideceğim... İçe­ riye bir adam girdi. Elinde birkaç karanfil... Çiçekleri ba­ na uzattı: — Sayın Çölaşan, fakir insanlarız. Ben inşaatçıyım. Oğlum hasta yatıyor. Bu çiçekleri size o gönderdi... Teşekkür edip çiçekleri aldım. Karanfillerin üzerinde bir de kart var. Üzerinde aynen şöyle yazıyor: «Çölaşan amca, kafanın ışığından ve de kaleminden halkımıza ne verdiinse helâl et. Bedrettin Bilge». Bunu okuyunca gözlerim doldu, içimde o hasta yatan gence sarılıp kucaklama isteği belirdi. Şimdi bu satırları yazarken de gözlerim dolu dolu... Bir insana, bundan da­ ha güzel bir armağan verilemezdi. Babasıyla birbirimize sarıldık... «Ben halkımıza ne verdim ki helâl edeyim? Bu memleket bana ne verdiyse helâl etsin» diyebildim. O dört saat süresince kitap imzalatmaya on-onbeş kişi gelmişti. Sıkıntıdan, dört saat boyunca kıvır kıvır kıvranmıştım. Ama sonuçta, böylesine güzel bir armağan al­ mıştım. O kartı, hayatımın en değerli armağanlarından biri olarak şimdi de saklıyorum. Bana maddi değeri yüksek armağan falan gelmez... Çünkü bunları gönderen kişi ve kuruluşlarla uzaktan ya­ kından, hiçbir ilgim yoktur. En değerli armağanlar, oku­ yuculardan gelen mektuplardır. Bazen moralinizin en bo­ zuk olduğu bir anda öyle bir mektup alırsınız ki, derhal keyfiniz yerine gelir. O hiç tanımadığınız okuyucular sizi öyle bir ödüllendirir ki... Okuyucu o sözleri nasıl bulur, nereden aklına getirir, şaşar kalırsınız. 1985 Eylül ayında Hürriyet'e geçmiştim. Odama bir buket çiçek geldi. Üze­ rinde de, o güne kadar hiç tanışmadığım İnci Baha'nın kartı: «Aslanlara hüviyet sorulmaz. Mesleğinizde göstermiş olduğunuz cesareti, ince zekayı ve ürünlerinizi takdir et­ memek mümkün değildir. Gazetecilik tarihinde Hasan Tah­ sin'lerin anısını yaşatan siz aslan yürekli yazarımızın şah­ sında Hürriyet camiasını kutlar, başarılar dilerim». 235


Kim olursa olsun, okuyucu sizi ödüllendirir. Yeter kl siz gazeteciliğinizi para ya da çıkar karşılığı satmayın. Görevinizi büyüklere yağ çekmek, kendinize ya da baş­ kalarına çıkar sağlamak amacıyla kullanmayın. Namussuz­ ların, vurguncuların, üçkağıtçıların, devleti ve milleti soyup zengin olan iktidar mensuplarının ve yakınlarının üzerine üzerine gidip, bu utanmaz yaratıkları ve yaptıklarını ortaya çıkarın. Bunları yaparken sadece çıkarları zedelenen şe­ refsizlerden imzasız küfür ve tehdit mektupları alırsınız. Bu da hiç önemli değildir. Önemli olan gece rahat uyu­ maktır.

***

Evet, «Banker Skandalinin Perde Arkası» adlı kita­ bımın özeti olan dizinin Milliyet'te yayınlanması Ekim 1984 başlarında bitti. Üç gün sonra bir mektup aldım... Anka­ ra'da İller Bankası'nda çaycılık yaparken banker olan or­ taokul mezunu Yalçın Doğan yazıyordu bu mektubu. Yal­ çın banker olduğu zaman 18 yaşındaydı. Kendisini hiç gör­ mediğim bu çocuk hakkında son kitabımda bir şeyler ya­ zıp gırgır geçmiştim. Yalçın beş kuruşu olmadan çaycılık­ tan banker olmuş ve halktan bir milyara yakın para top­ lamayı başarmıştı. Banker Yalçın benim Milliyet'teki yazı dizisini okumuş. Kitabı da en kısa zamanda alıp okuyacakmış. Şimdi ken­ disinin bir isteği varmış. «Sayın Emin Çölaşan» diye baş­ ladığı mektubunda hayatını kitap yapmayı düşündüğünü söylüyor ve bana, kendisine yardım edip edemeyeceğimi soruyor. Bir anda kafamda jetonlar düşmeye başladı. Oysa bir süre kitap yazmamaya kesin karar vermiştim. Damarla­ rımda dolaşan yazı yazma virüslerini bir süre cansız bı­ rakacaktım. O virüsler, bir anda canlandı. İçimde birtakım kıpırtılar hissettim... Yalçın mektubunda «Benim hayatım gerçek bir roman» diyordu. Yalçın o sırada Eskişehir askeri cezaevinde yatıyor­ muş. Bankerlik suçu nedeniyle askerliğini yaparken 25 yıl ceza almış. Hemen kendisine cevap yazdım ve başından 236


geçenleri bana ayrıntılı bir mektupla bildirmesini istedim. Cevap geldi... Evet, tahmin ettiğim gibiydi... Hayatı ger­ çek bir romandı. Böylece mektuplaşmaya başladık. Yalçın durumunun cezaevinde uygun olduğunu, istersem kendisiyle görüşe­ bileceğini söyledi. Eskişehir'e gittim. Saatlerce anlattırdım. Anlattıklarını teybe aldım. Bana her şeyi dürüstçe anlata­ cağı, kendi üçkağıtlarını bile saklamayacağı konusunda •öz verdi. Tekrar gittim, tekrar geldim, sürekli yazıştık. Artık Yalçın olayının içinde yaşıyordum. Ama ona yi­ ne de güvenmiyordum. Anlattığı kişileri tek tek bulup ga­ zeteye çağırdım. Hepsi de, olayları doğruladılar. Artık ge­ ce gündüz kafamda Yalçın vardı... Evet, Yalçın'ın yaşam öyküsünü yazacaktım. Böyle bir yaşam öyküsü dünyada olamazdı. Çok iyi bir olay yakalamıştım. Yalçın'a bir dak­ tilo gönderdim. O içeriden, ben dışarıdan yazacağız. Haf­ tada birbirimize en az dört beş mektup yazıyoruz. Uzun süre kitap yazmama kararımı derhal unuttum... Ve 5 Aralık 1984 günü, Yalçın'ın yaşam öyküsünü yazmaya başladım. Bu kitap inşallah olağanüstü bir şey olacak. Ya­ zarken bazen ben bile kahkahalarla gülüyorum!

*** ANAP milletvekili Türkan Arıkan, Maliye Bakanı Vural Arıkan'ın kardeşiydi. Partisiyle bazı sorunları olduğunu duyuyorduk ama, Türkan hanım hiç konuşmuyordu. Bir gün Çetin Emeç İstanbul'dan aradı ve «Emin, bu hafta Türkan Arıkan'la konuşmaya çalışalım. İyi bir şeyler çıka­ bilir» dedi. Çetin bey galiba birtakım kokuları almıştı. Bizim Derya Sazak, o günlerde parlamento muhabi­ ri... Ben Türkan hanımı tanımam. Derya bana randevu alacak... O günlerde, kadın haklarıyla ilgili çalışmalar ya­ pılıyor. Türkan Arıkan da o grubun içinde... Derya ken­ disini ürkütmemek için, «Emin abi sizinle kadın haklarını konuşacak» diye randevu almış. Arıkan'la Meclis'te bu­ luştuk. Konuşmaya doğrudan doğruya ANAP ve Mehmet Keçeciler'le girdim. Arıkan, bunlara iyice giydirmeye baş237


ladı. Çok iyi şeyler almıştım. Konuşmamız bitti... Kendi­ sinden izin isteyip, ayağa kalktım. Türkan hanım dedi k i : — Emin bey, kadın haklarını konuşacaktık. Onu sor­ madınız! Oysa ben alacağımı almıştım... — Onu da bir dahaki sefere sorarım efendim! Türkan Arıkan'la konuşmamız Milliyet'te yayınlandı ve büyük olay yarattı. Arıkan'ı, benimle yaptığı konuşmada söylediği sözler nedeniyle, ANAP'tan attılar! Sonraki yıllarda ben Hürriyet'e geçmiştim. Bir gün Türkan hanım telefon etti: — Emin bey, biliyorsunuz hükümet bir sürü fon kur­ du. Bu çok önemli konunun hiç kimse farkında değil. Har vurup harman savuruyorlar. İsterseniz sizinle bir «Pazar Sohbeti» yapıp gündeme getirelim. Büyük olay yaratırız. Anlaşılan Türkan hanım ilk konuşmamızdan memnun kalmıştı. Konuştuk ve «Fonlar» konusunu gündeme getir­ dik. Doğrusu işin bu derece vahim olduğunu ben de Tür­ kan Arıkan'dan öğrenmiş oldum. Neredeyse devlet bütçe­ sinden daha büyük miktarlara ulaşan fonları, ANAP'lılar istedikleri gibi. her türlü denetimden yoksun olarak kul­ lanıyorlardı. Acaba her kuruşunda hepimizin payı olan bu paralar nereye giidyordu? Bu milyarları niçin denetimden kaçırıyorlardı? Yoksa birileri bu fonlar sayesinde köşeyi fena halde dönüyor muydu? Bu konuşmamızdan sonra fonlar, kamuoyunun günde­ mine geldi. Fonlar üzerinde büyük tartışmalar açıldı. En azından, Türk milleti bu konuda uyandı. İleride sorulabilecek bir hesabın ilk tohumlarını Türkan hanımla birlikte atmış olduk. İşte gazeteciliğin zevki ve mutluluk veren yön­ lerinden biri daha... Bir vatan hizmeti yapmış olmak!..

*** - Aralık 1984'te, çok değerli bir armağan daha aldım. Dostum Yalvaç Ural'ın, Varlık dergisinin bu sayısında bir şiiri yayınlandı. Adı «Üç Perdelik Oyun, ya da Yokuşta Bir Ankaralı»...

238


Dün akşamüstü Eve erken gittim Kimsecikler gelmemiş Ne karım işinden Ne de kızım okulundan Canım sıkıldı birden Gittim perdeleri açtım Kim çıktı biliyor musunuz Perdenin arkasından Söylesem inanmazsınız Emin Çölaşan! Hayatımda ilk kez benim için bir şiir yazılmıştı. Anfctamayacağım kadar sevindim. Yalvac'a bu şiirin nere­ ni aklına geldiğini sordum. Şöyle dedi: — Gerçekten de eve gittim, canım sıkıldı. Perdeleri m. imi ve o anda perdenin arkasından sen çıkmış gibi ol­ dun Orada seni gördüm. Hemen o anda da oturup bu şi­ iri yazdım. — Peki niçin ben perdenin arkasından çıkmış oluy o ı u m yani? Ne ilgisi var? — Abi sen gırgır mı geçiyorsun benimle?.. Sen «Per­ ide Arkası» diye üç cilt kitap yazmış adamsın. Senin ki­ taplarından sonra her perde arkası benim bilinç altına işlemiş. Şimdi nerede bir perde görsem, arkasında seni pörür gibi oluyorum!

***

Çetin Emeç, Milliyet'i kısa sürede toparladı. 1985 baş­ larında gazete eski satış miktarına ulaştı, hatta geçti bile. fcetin bey gazetede «Tek adam» durumunda. Ona sorma(lun hiçbir şey yapılamıyor. Kime ne sorsak, aldığımız ce­ vap «Çetin bey bilir» oluyor. Çetin bey gazeteye sabahın prken saatlerinde geliyor ve gece geç saatlere kadar ça­ lışıyor. İşin ilginç tarafı, yemek falan da yemiyor. Bazen birkaç küçük bisküvi ve bir yoğurt... Çetin Emeç. geçmişten devraldığı enkazı toparlama239


ya çalışıyor. Bu yüzden, her dakika birileriyle toplantıda. Kendisine ulaşmak kesinlikle mümkün olmuyor. Bazen on defa arıyorum, aldığım cevap hep aynı: — Çetin bey sizi arayacak... 1985 yılında Milliyet gazetesinde aldığım maaş, yap­ tığım işlere oranla çok düşük. O güne kadar gece gündüz çalışmışım ama, para konusu aklıma pek az gelmiş. Her zaman, gazeteciliğin bana verdiği manevi zevkle yetinmi­ şim. Öylesine bir doyum sağlamışım ki, para benim için her zaman ikinci planda kalmış. Karım da çalışıyor ve Al­ lah'a şükür ay sonunu kimseye muhtaç olmadan getirebi­ liyoruz. Ancak hep başımızı sokacak bir evimiz olsun istiyo­ rum. 43 yaşıma gelmişim ve bir evimiz bile yok... Bütün varlığımız, 1975 model bir Murat 124 araba. Şimdi kitap­ larımdan elime biraz para geçmeye başladı. Benim ölçü­ lerime göre, oldukça büyük paralar. Ancak bu parayla mütevazi bir ev bile almak mümkün olmuyor. Oysa Boğaz'da yalı, ya da süperlüks villa falan aradığım yok. Fi­ yatlar korkunç boyutlarda. Biraz açılıp borçlanmaya da cesaret edemiyorum. Bugün baktığınız bir evin fiyatı, onbeş gün sonra bile artıyor. Tuhaf bir durum... Kitaplardan kazandığım paranın vergisini de, beş ku­ ruş bile kaçırmadan ödüyorum. Hayatımda ilk kez, ma­ aşımdan kesilen vergi dışında vergi ödediğim için, bura­ daki korkunç haksızlığı da görüyorum. Ödeyeceğim vergi hesaplanırken, devlet sadece kitap gelirimle yetinmiyor. Bunun üzerine, benim gazeteden aldığım maaş da katılı­ yor. Oysa ben o maaşın vergisini ayın başında ödemişim. Vergi benden zaten kesilmiş. Ama hayır... Şimdi vergi öderken, maaşım da bir kez daha vergiye tabi tutulu­ yor. Bir hesap yapıyorum ki, kitaplardan kazandığım pa­ ranın yarıya yakınını devlete vergi olarak ödemişim... Yi­ ne de helal olsun! Bir gün para konusunu Aydın bey'e aktarıyorum... Aslında bunu söylerken utanıyorum, yüzüm kızarıyor... Pa­ ra konusunu bundan önce bir kez Tarhan bey'e söylemiş ve zam yapılmazsa daha fazla çalışmayacağımı bildirmiş-

240


tim. Tam İstanbul'a atandığım günlerdeydi... Kafam çok bozuk olduğu için, paldır küldür söylemiştim ve maaşıma bir miktar zam gelmişti. Ben de hayret etmiştim. Aydın bey şöyle diyor : — Emin'ciğim, sen yıldız gazetecisin. Sen bu yuva­ nın evladısın. Biraz bekle. Bir ayarlama mutlaka yapıla­ cak. Ama şimdi, bir tek senin için bir ayarlama yapamam. Bir kişiye zam yapsam hemen duyulur ve herkes benim kapıma yığılır. Biraz daha sabret, tamam mı sevgilim? Ayrıca bir isteğin olursa hiç çekinmeden bana söyle. Varmı şimdi bir sorunun? — Yok Aydın bey, sağolun. Hiçbir sorunum yok. Es­ ki kötü günler bitti artık. Bu arada yaşadığım bir çelişkiyi aklım almıyor. Ör­ neğin İstanbul'a gittiğim zaman Marmara Etap otelinde, İzmir'e gittiğim zaman Efes otelinde kalıyorum. Bunlar ga­ zetede herkese tanınan haklar değil. Diyelim ki Marmara Etap'ta üç gece kalsam, hesap en az benim bir maaşım kadar tutuyor. Bir hafta kalsam, gazete neredeyse benim üç aylık maaşımı otele ödüyor. Bu çelişkiyi bir türlü anla­ yamıyorum. Her zaman kendi kendime garip bir utanç duygusu içerisindeyim... Bütün otel masraflarımı gazete ödüyor. Harcamalar kabarmasın diye, örneğin yemekle­ rimden tasarruf ediyorum! Otele iş için bir konuk gelip de İki üç viskiyi beleş bulup ard arda içince, sanki bir suç İşlemişim gibi yüzüme ateş basıyor. Allah'tan ki ben içk! İçmiyorum. Böyle bir sorunum yok! Sanıyorum 1985 yılı başlarında, Tarhan Erdem'in kal­ binde ciddi sorunlar çıktığını ve by-pass ameliyatı olacağı­ nı öğreniyorum. Milliyet'teki görevinden ayrıldığı zaman kendisine bir mektup yazmıştım... Çünkü o kötü günler benim için o anda geri kalmıştı. Kendisine, emirlerini her •aman bekleyeceğimi söylemiştim... Artık ben onun kar­ lısında bir «insanım»... Şimdi de Tarhan bey'in kalbinin, gazeteciliğin ve gazetenin o gerilimli ortamına dayanaIrıadığını öğrenince gerçekten üzülüyorum. Kendisine ame­ liyat öncesi ve sonrasında birkaç kez telefon edip hatırı­ nı soruyorum, «Geçmiş olsun» dileklerimi iletiyorum. Sa241

F.: 16


nırım bu aramularıma o da çok memnun oluyor. Benim amirim durumunda olsaydı, belki yağ çektiğimi zanneder­ di. Ama şimdi öyle bir durum yok.

*** 1984'ün yaz aylarında Süleyman Demirel'le başlattığı­ mız «Pazar Sohbeti» olayını okuyucu tuttu... Artık gün­ deme birbiri ardından çok ilginç kişiler getiriyoruz. Bu il­ ginç kişileri mümkün olduğu kadar çözmeye çalışıyorum. Yassıada komutanı ünlü Tarık Güryay, yıllardan beri ilk kez benimle konuşuyor ve hiç kimsenin bilmediği açıkla­ malar yapıyor. 27 Mayıs ihtilalinin o güçlü albayı çökmüş, bitmiş. Kendisini mahalle kahvesinde buluyoruz. Bana bü­ tün gününü kahvede geçirdiğini söylüyor. Güryay hiç ev­ lenmemiş. Şimdi rahmetli olan Tarık Güryay'ın bu duru­ munu gördükten sonra bir kez daha inanıyorum ki «Ne oldum deme, ne olacağım de»... O hafta kiminle konuşacağımızı. Çetin bey'le birlikte karara bağlıyoruz. Ancak Çetin bey'e ulaşmak bir mese­ le... Bazen Perşembe günü oluyor ve elimde hiçbir şey yok... Ortalıkta sinir krizleri geçiriyorum. Sonuçta yazıyı her hafta binbir güçlükle kurtarıyoruz ama benim anam­ dan emdiğim süt burnumdan geliyor. Çetin bey bu göre­ vi bazen de başka arkadaşlara veriyor. Kitap yazdığım dönemlerde bu durum benim işime geliyor. Hiç değilse birkaç günümü kendime ayırabiliyo­ rum... Ortaya sanıyorum iyi sohbetler de çıkıyor. Örne­ ğin rüşvet almakla suçlanan İsmail Özdağlar, sadece be­ nimle konuşuyor. Binbir cambazlıktan sonra kendisini bir gece yarısı evinde yakalıyorum. Yanımdaki foto muhabiri arkadaşım Bülent Hiçyılmaz'ı evden kovuyor. Bülent dek­ lanşöre sadece bir kez bastıktan sonra kovuluyor. İki gün sonra gazetede, Özdağlar'la ikimizi yan yana gösteren bu tek kare kullanılıyor. Bu sohbetleri hazırlarken çok ilginç olaylar yaşıyo­ rum. Örneğin o günlerde hayalî ihracat olayı çok güncel. Çetin bey bana telefon açıyor: 242


— Emin, bu hafta bir hayalî ihracatçı İle sohbet ya­ palım. Ne dersin? — Çetin bey yapalım da, hayalî ihracatçıyı nereden bulacağız? Bulsak bile adam konuşur mu? — Sen bulursun. Sana güveniyorum... Yahu ben nereden bulayım şimdi hayalî ihracat yap­ mış bir adamı? Ara ara yok... Sonuçta aklıma geliyor. Bir arkadaşımın kayınbiraderi var. Arkadaşım bu adamın her türlü üçkağıtçılığı yaptığını anlatır. O adamı buluyo­ rum. Kendisi hayalî ihracat yapmamış ama, birkaç ay ön­ ce bu işi yapmaya soyunmuş. Ancak malını son anda gümrükte yakalamışlar... Çünkü pazarlık ettiklerinden da­ ha çok rüşvet istenmiş ve o da vermemiş. Yani olayı iyi biliyor. Bana güvenerek, hayalî ihracat olayını anlattı... İsmini ve kimliğini açıklamayacaktım. Ancak resim çektir­ meye kesinlikle izin vermedi. Peki resim işini ne yapaca­ ğız? Bizim bürodan çıkıp, yatak yorgan satan bir mağaza­ ya girdim ve bir kırmızı yastık yüzü aldım. Bunun göz hizasına gelen yerlerinde iki delik açtım. Sonra bir foto muhabiri arkadaşla bizim eve gittik. Gazetenin şoförü Er­ dal'ın başına yastık yüzünü geçirdik. Ben de karşısına oturdum ve poz poz resim çektirdik. Başka çare yoktu. Gazetede hayalî ihracatçının resmi olarak, bunlar çıktı! Ertesi günden başlayarak, bizim eve girip çıkan pek çok kişiden şunu duydum : — Yahu bu eşyalar bana hiç yabancı gelmiyor. Burası hayalî ihracatçının evi mi? Herhalde biz bu herifi tanıyo­ ruz. Kimdir bu? Çok güvendiğim bir iki dost dışında hiç kimseye du­ rumu söylemedim. İçimden gülmekle yetindim! Bir gün İstanbul'da ünlü babalardan Kürt İdris'le Pa­ zar Sohbeti yapıyorum. İdris Özbir'in Zincirlikuyu'daki yazıhanesindeyiz. Yanımda foto muhabiri arkadaşımız Garbis Özatay var. Yazıhanenin üst katındayız. Sadece üçü­ müz varız. Konuşmamız bitti. Teybi kapattım, ayağa kalk­ tık. Artık Kürt İdris'e veda ediyoruz. Kürt İdris birdenbire bana döndü : 243


— Sayın abim, sizinle bir dakika özel konuşmak is­ tiyorum... — Tabii... — Buyurun, şu içeriye geçelim bir dakika... Kürt İdris, Amerikan barın yanında bir kapı açtı. İçe­ riye geçtik. Orada küçük bir oda, var. Odada bir tek ya­ tak gördüm. Başka hiçbir şey yok. Aklıma kötü şeyler ge'di... Ulan acaba Niyazi mi olacağız burada? Kürt İdris elini pantolonunun cebine attı ve bir tomar para çıkarıp bana uzattı: — Abi, Ankara'dan benim için gelip bana şeref ver­ diniz. İstanbul'da masrafınız oldu. Buyurun bu 150 bin li­ rayı... Bir an çok şaşırdım. Ne yapacağımı bilemedim. Kar­ şımda Türkiye'nin en ünlü babalarından biri olarak bildi­ ğimiz Kürt İdris var... — İdris bey teşekkür ederim. Benim buradaki bütün masraflarımı gazete karşılıyor. Cebimden bir kuruş bile masrafım olmaz. Sağolun... — Abi bunu almazsanız ben mahcup olurum. Siz bi­ zim konuğumuzsunuz burada. Bütün ısrarlarına rağmen parayı almadım. Kürt İdris'in bana orada çok kırıldığını biliyorum. Hatta belki de, parayı almamakla kendisini küçük düşürdüğümü zannetti. Ama kırıldığını, kesin olarak anladım ve gördüm. Onun bana, yeraltı dünyasının kendi kuralları içerisinde bir ar­ mağanıydı o para... Ve armağanı reddedilmişti. Sonra «Acaba o parayı alıp da fakir fukaraya dağıtsaydım daha mı iyi olurdu?» diye çok düşündüm... Ama sonuçta karar verdim ki, ne olursa olsun, almamakla iyi etmiştim Allah korusun, böyle bir şeyin en ufak bir dedikodusu çıksa insan mahvolur... Kürt İdris'in yanından ayrılınca olayı Garbis'e de anlattım. O da çok şaşırdı... «Pazar Sohbeti» hazırlarken yaşadığım ve tanık ol­ duğum olayları yazsam, sadece bunlar bir kitap konusu olur! Onun için bu konuyu fazla uzatmak istemiyorum. Ama burada bir örnek daha vermeden geçemeyeceğim. Çok ünlü çıplaklarımızdan bir «Hanımefendi sanatçı» ile 244


konuşacaktım. Kendisiyle ilgili çok ilginç şeyler duymuş­ tum. Kabul ederse, dört dörtlük bir konuşma olacaktı. Hanımefendi'ye telefon açtım, memnuniyetle kabul edeceğini eöyledi. Belli bir gün ve saat kararlaştırdık. Ben ona gi­ deceğim. O gün sabah bana telefon açtı: — Emin bey çok özür dilerim, regli oldum. Bugün yapmalıyım bu-işi... — Aman efendim, sadece konuşacağız sizinle... Baş­ ka bir şey yapmayacağız ki... Regli olmanız benim için hiç önemli değil. — Yok yok, birkaç gün sonra bekleyeyim ben sizi... . Allah Allah... Hiç böylesin! duymamıştım! Birkaç gün sonra kendisini yine aradım : — Hanımefendi, regliniz geçti mi? — Ay, geçti çok şükür! — Neyse, bu kadarla geçmiş olsun. Bugün buluşu­ yor muyuz? — Emin bey vallahi bugün ağdacı gelecek. Bugün ol­ maz. Ben artık işi gırgıra vurmaya başladım : — Ağdacı nedir efendim? — İşte bu kılları alıyor ya... — Hangi kılları alıyor? — İşte canım, bacaktaki kılları falan. — Ama siz bu kadar soyunup dökünen bir insansı­ nız. Sizde kıl var mı? — Ayol olmaz mı? Ben insan değil miyim? «Hanımefendi» ile bir türlü buluşamadık! Böyle gırgırları olmasa, bizim meslek hiç çekilmez! * * * Ocak 1985 sonlarında banker Yalçın'ın birinci kitabı­ nı bitirdim. Kitabı Milliyet Yayın'a gönderdim. Ayrıca ga­ zete için de bir haftalık bir yazı dizisi hazırlayıp gönder­ dim... Kitabın adı «Yalçın Nereye Koşuyor?»... Birkaç gün sonra Çetin Emeç telefon açtı: — Emin, bu olağanüstü bir şey. Yazı dizisini uzata­ lım. İki haftahk yer ayırdım. Sen tekrar, uzun uzun yaz... 245


Yazı dizisi büyük ilgi uyandırdı. Kitap Şubat 1985'te piyasaya verildi. «Yalçın Nereye Koşuyor?» en çok satan kitabım oldu. 1987 yılına kadar geçen iki yıllık süre içeri­ sinde tam 70 bin adet sattı. Kitabın en sonuna, Yalçın'la yattığı cezaevinde mektuplaşmak isteyenlerin, kendisine benim aracılığımla mektup yazabilecekleri notunu koymuş­ tum. Bugüne kadar Yalçın'a her kesim insandan binlerce mektup yağdı... Hiç abartmıyorum... Binlerce mektup... Bunların birer örneği bendedir. İsteyen herkese gösteririm. Bizim banker Yalçın, Türkiye'nin en popüler adamı olmuştu. Kendisine mektuplar, hediyeler yağıyordu. Kita­ bın sonuna Yalçın'ın adresini bilerek koymamış ve mek­ tupların bana gönderilmesini istemiştim. Bütün amacım Yalçın'a hakaret eden, alay eden, onu küçük düşüren mektupları ayırıp el koymaktı. Bunları Yal­ çın'a gönderip, cezaevinde moralinin bozulmasına izin ve­ remezdim. İnanır mısınız, bu tür mektupların sayısı, gelen binlerce mektup arasında ikiyi üçü geçmedi. Bütün mek­ tuplar, Yalçın'a övgü ve hayranlık doluydu. Yalçın, top­ lumsal bir kahraman olmuştu. Yazanlardan bazıları da, Yalçın'dan iş hayatı konusunda görüş isteyenler ve ona ortaklık teklif edenlerdi. Artık kimi görsem, bana Yalçın'­ dan söz ediyordu. Başbakan Özal'dan sokaktaki adama, bilim adamlarından Vehbi Koç'a kadar herkes Yalçın'ı so­ ruyordu. Şimdi kim olduğunu hatırlamıyorum, birisi de şöy­ le demişti: — Emin bey, siz bu kitapları yazdınız ve Yalçın kah­ raman oldu. Ama siz bunları on yıl önce yazsaydınız, Yal­ çın'ı herkes ayıplar ve eleştirirdi... Çünkü ANAP, ülkemiz­ deki bütün kutsal kavramları yıktı. Biz on yıl önce üçka­ ğıtçılığı, hırsızlığı, yolsuzluğu, rüşveti millet olarak ayıp sayardık. Şimdi bunlar olağan şeyler oldu. Yalçın olayı da böyle... Birkaç yıl önce ayıplayıp eleştireceğimiz Yalçın, şimdi herkesin sevgilisi durumuna geldi. Bu gidiş nereye beyefendi? Konu sıkıntısı çeken magazin basını, Yalçın olayına saldırdı. Kitapta bazı «Sanatçıların» da adı geçiyordu. O günlerde Uğur Dündar, televizyonda bir «Olay» programı 246


ycıptı. Programa beni de çıkardı ve Yalçın olayını anlat[tım. Hemen ardından, Ahu Tuğba, Aynur Aydan gibi sa­ natçılar, Uğur'la beni mahkemeye vereceklerini açıklanılar. Artık bütün magazin basını ben, Yalçın ve Uğur Dündar'la dolu! Ben magazin basınında ilk kez yer aldığım İçin, şaşkın durumdayım. Magazin basınının diline düşe­ ni Allah korusun! Örneğin bir gazete manşet attı: «Ahu Tuğba, Uğur Dündar'ı anasından doğduğuna piş­ man edeceğim. Emin Çölaşan bir yalancıdır dedi»... Bu gazetenin yetkilisine telefon ettim : — Kardeşim, yapmayın böyle şeyler. Benim ismimi bir daha böyle Ahu Tuğba'yla falan, onun sözleriyle kul­ lanırsanız, ben de gerekeni yaparım. — Emin bey haklısınız. Bir açıklamanız varsa gönde­ rin, aynen yayınlayalım! — Yok be kardeşim... Açıklama yapıp bir de Ahu ha­ nımla polemiğe mi gireyim? Ahu Tuğba olayı da şuradan kaynaklanıyor... Ki­ tapta Yalçın, ilk banker olduğu günlerde İstanbul'da bir kadının evinde yüzbin lira verip, Ahu adına sarışın biriy­ le yatıyor. Ahu o sırada, «Hayata» yeni atılan bir kız­ cağız... Bizim yOzı dizisinin bu bölümü Milliyet'te yayın­ lanırken. Haslet Soyöz bir karikatür çizdi. O gün benim yazıyla yayınlanan koskoca karikatür, aynen Ahu Tuğba'ya benziyor. Haslet, tam bir fırlama!.. Sonra Uğur Dündar Milliyet'te yayınlanan bu kari­ katürü televizyon programında kullanınca. Ahu Tuğba küplere bindi. Bizi mahkemeye vereceğini açıkladı. Ama sonra vermedi. Herhalde avukatları kendisine kitapta adı geçen Ahu'nun, kendisi olduğunun kanıtlanamayacağını söylediler... Çünkü kitaptaki kadın sadece «Ahu» olarak geçiyordu! Soyadı yoktu! Kısacası, bir süre magazin basınında yer aldım. Ga­ liba Demirel'le Tuzla'da yaptığım konuşmadan sonra beni eleştiren ve «Bari magazin yap kardeşim» demeye getiren Rauf Tamer'in ah'ı tutmuştu! Yalçın'ın yaşam öyküsünü bir kitaba sığdırmak müm­ kün olmadı. Hemen ardından ikinci kitaba başladım. 24 247


Mart 1985 günü yazmaya başladığım kitabı tam üç ay sonra, 24 Haziran 1985'te bitirdim. Bütün bu aşamada sinirlerim yine son derece gergin, kafam son derece yorgun. Hammal gibi çalışıyorum. Yaz yaz bitmiyor. Mereti bir türlü bitiremiyorum! Artık gücü­ mün, beynimin ve sinir sistemimin son kırıntılarını harcı­ yorum. Odada bir «Çıt» sesi duysam, fena halde sinirleni­ yorum. Bu arada oda arkadaşım ve dostum Ünal İnanç Milliyet'ten ayrıldı. Benim yanıma Ahmet Baydar adında genç bir arkadaşı verdiler. Kitap yazdığımı ve biraz ses­ siz olmasını birkaç kez rica ettim... Bir gün yine ben yazarken, yanımda başkalarıyla yüksek sesle konuşuyor­ du. Artık dayanamadım ve bağırmaya başladım : — Yeter be! Çık git, dışarıda konuş... Seni dinlemek zorunda mıyım ben burada? Ayıp be, şurada kitap yazı­ yoruz, insan biraz saygı gösterir. Ahmet kıpkırmızı oldu ve çıktı. Meslek hayatımda yap­ tığım en kaba ve terbiyesiz davranış galiba buydu... Da­ ha sonra Ahmet'ten özür dileyemedim. O görevi burada yerine getiriyorum. Kitabı sonunda bitirdim ama, ben de bittim. Gerçek­ ten bittim... Kitabın adı «YaJçın'ı Kim Kurtaracak?» oldu... Bu arada söyleyeyim, Milliyet Yayın'la Yalçın arasında ayrı bir sözleşme imzalattım. İki kitabın da parasını Yalçın'la yarı yarıya aldık... Çünkü kitaplarda benim kadar, onun da katkısı vardı. O olmasa ben o kitapları yazamaz­ dım, ben olmasam o yazamazdı. Böylece, beş kuruşu ol­ mayan ve bütün paralarını banker olduğu dönemde kitap­ larda anlattığım gibi başka uyanıklara kaptıran Yalçın, cezaevinde gelir sahibi oldu.

*** Yalçın'ın ikinci kitabını da bitirdikten sonra iş için İs­ tanbul'a gittim ve Çetin Emeç'le de konuştum : — Çetin bey ben sizi arayınca lütfen telefonuma çı­ kın. Buradaki sıkışık durumunuzu biliyorum. Ama ben de si­ zi aradığım zaman çok sıkışmış oluyorum. Sizjn yerinize 248


danışabileceğim bir başka yetkili, ikinci bir adam gazetede yok. Ben size ulaşamayınca, iş benim açımdan büyük öl­ çüde aksıyor. — Emin insaf et, ben senin telefonlarına çıkmıyorsam, hiç kimsenin karşıma çıkmıyorum demektir. — Çetin bey, bu yetmiyor. Benim size o anda ulaş­ mam şart... Çetin bey halen gazeteyi rayına oturtmaya çalışıyor. Sürekli toplantılarda. Çok zor oluyor. Aydın Doğan'la da konuşuyorum : — Aydın bey, bir ev almak için çaba harcıyorum ama olmuyor. Herhalde tarih kitapları bu Özal döreminin en­ flasyonunu ibret belgesi olarak yazacak. Milliyet Yayın'­ dan, kitaplarımın yeni baskısı yapıldıkça para alıyorum. Fakat ortada öyle bir durum var ki, ev fiyatları hep be­ nim önümden gidiyor. Ben para alınca bir de bakıyorum ki, fiyatlar benim aldığım paranın iki katı artıvermiş. Akıt alacak iş değil... — Peki sana biraz borç verelim... Kitapların bundan sonra yapılacak baskılarına mahsuben borç verel'm. Bor­ cunu yeni baskılarla ödersin... Borç alıyorum. Aydın bey bana borç para veriyor. Ha­ yatımda ilk kez birine borçlanıyorum. Bu kez de «Ya ki­ tapların yeterince yeni baskısı olmaz da ben bu borcu öde-

yemeyip rezil olursam» diye uykularım kaçmaya başlıyor. Borç almaya, borçlu yaşamaya alışık bir insan değilim ki... Ankara bürosunda bir de oda sorunum var. Odada üç kişi oturuyoruz. Özel bir konuşma yapmak mümkün değil. Bazı kişiler odaya benimle konuşmak için geldiğin­ de, arkadaşlara rica ediyorum, odayı bırakıp gidiyorlar. Bana gelen birçok kişi, özel olarak konuşmak istiyor. An­ lattıklarının, kim olursa olsun başkaları tarafından duyul­ masını istemiyor. Aşağı katta iki adet oda bomboş duruyor. Tokatlı'ya o odalardan birine geçmek istediğimi söylüyorum. Onla­ rın Aydın bey'in odası olduğunu söylüyor. Oysa Aydın bey, Ankara'ya binde bir geliyor. Gelince de, o odaları zaten 249


kullanmıyor. Hal* odalardan birinde gazoz kasaları, döküntüler dmııyın K e n d i kendime «Ulan bu gazetede gazoz kasaları kudar değerim yok» diyorum. Bu durumu Aydın bay*e söylemeyi düşünüyorum, ayıp olur diye vazgeçiyo­ rum. Ama bu oda konusu, beni son derece rencide ediyor. Gazeteye bu kadar emeği geçmiş bir insan olarak böyle­ sine düşük bir maaşla çalışmayı, boş duran bir odanın ben­ den esirgenmesini ve birtakım böylesine sorunları artık hazmedemiyorum. Yılların verdiği yorgunluk ve gerilimle­ rin de etkisiyle, 1985 yılı ortalarında Milliyet'teki rahatsız­ lığım giderek artıyor. Bir gün İstanbul'dan dönmüştüm. Bir hanım beni bir­ kaç kez İstanbul'dan aramış ve çok önemli olduğunu söy­ leyip ismini ve telefon numarasını bırakmış. Kendisini ara­ dım : — Buyurun hanımefendi, ben Emin Çölaşan... Beni aramışsınız. — Ah Emin bey nasılsınız? O geceden sonra size kar­ şı öyle mahcubum ki. Beni artık affettiniz mi? — Hanımefendi ben sizi hatırlayamadım, kusura bak­ mayın... Hangi geceden sonra? Telefondaki hanım benimle o kadar içtenlikle konu­ şunca, gerçekten hatırlayamadığım biri zannettim ve üzül­ düm... Çünkü kafam hep yorgundur ve birçok şeyi unu­ turum. İnsanları tanımam, olayları tam hatırlayamam!.. Böyle durumlar başıma sık sık gelir, hatta bazıları da ha­ va basıyor diye düşünürler. Oysa her gün elli kişiyle tanı­ şıp görüşen bir yorgun kafa için, bunlar çok doğaldır... Telefondaki hanım dedi k i : — Ay nasıl tanımazsınız, Maçka'da Spor Yazarları Derneği'nde o gece beraber olmadık mı? Sonra siz beni evime getirip bırakmadınız mı? — Efendim bir yanlışlık olmasın? Ben hayatımda Spor Yazarları Derneği'ne adım atmış biri değilim. Yerini bile bilmem... Fakat hanım ısrar ediyor! Anlattığına göre «Emin Çöl250


aşarınla orada bir baloda tanışmış, sonra orada romantik danslar falan etmişler. Emin Çölaşan da gece kendisini eve bırakmış. Ancak hanım söz verdiği halde, kendisini bir liırlü arayamamış... Allah Allah... Acaba biri beni işleti­ yor mu desem, değil! Acaba kadın ruh hastası mı? Herhal­ de değil, çünkü gayet tutarlı konuşuyor! Kadını bir türlü ikna edemedim. Diyorum ki «Hanım•fendi dünkü Milliyet'te benim resmim var. Ona bir bakın. O benim işte! Sizin konuştuğunuz kişi o resimdeki kişi rml?»... Kadın diyor ki «Aman efendim, ben sizi bilmez miyim? Ben sizin bütün kitaplarınızı bile okudum»... Ölür müsün, öldürür müsün? Aynı kişi birkaç gün sonra yine telefon etti. O gece birlikte olduğu kişinin ben olmadığımı tekrar söyledim... — Peki Emin bey, o halde ben Ankara'ya geleyim. Belki beni görünce tanıyacaksınız. — Nasıl isterseniz. Ama ben değilim o kişi... Herhal­ de birisi benim adımı kullanarak zamparalık yapmış. Bu ilginç durumu bürodaki arkadaşlara da anlattım. Kadın İstanbul'dan trene binip. Cumartesi günü saat 11'de gazeteye gelecek. Bizim çocuklarla durum değerlendir­ mesi yapıyoruz. Arkadaşlardan biri dedi ki: — Abi bizim Taki Doğan hem zayıf, hem de sakallı. Tip olarak biraz seni andırıyor. Böyle bir numarayı acaba Taki yapmış olabilir mi? Çünkü kendisi de spor yazarı olduğu için, İstanbul'da Spor Yazarları Derneği'ne sık sık gider. Vallahi bu numarayı Taki yapmıştır! Taki'yi çağırıp durumu anlattım : — Ulan Taki, erkekçe söyle bakayım, benim adımı kullanarak İstanbul'da zamparalık yaptın mı? — Yok abi, vallahi billahi yapmadım. Yapacak olsam, kendi adıma yaparım! Gülmekten yerlere yatıyoruz. — Bak Taki, kadın yarın geliyor buraya. O gelince ben sana haber göndereceğim ve benim yanıma gelip ka­ dına görüneceksin, tamam mı? — Tamam abi, yarın büroda olacağım zaten. İstanbullu kadın ertesi gün tam saatinde geldi. 35 yaş251


larında biri. El sıkıştık, karşımdaki koltuğa oturttum. Cay söyledim ve bir bahaneyle Taki'yi yanıma çağırttım. Taki geldi, kadını kendisiyle tanıştırdım. Hep kadının yüzüne bakıyorum, hiç tepki yok. Demek ki Taki suçsuz! Taki be­ raat etti! — Eveeet hanımefendi, işte beni gördünüz. Ben Emin Çölaşan'ın kendisiyim. İstanbul'daki o adam ben miydim? Bekliyorum ki kadın «Evet ben yanılmışım, özür dile­ rim. Ama o adam da size çok benziyordu» gibi bir şeyler söyleyecek. — Tabii sizsiniz! Rica ederim, niçin böyle yapıyorsu­ nuz? Niçin böyle şakalarla benim duygularımla oynuyor­ sunuz? — Hanımefendi etmeyin, eylemeyin! Ben sizi hayatım­ da ilk kez görüyorum yahu! Nasıl ben olurum o adam? Kadın bir türlü inanmıyor. Acaba bu kadın bir ruh hastası mı? Oysa mantıklı sözler söylüyor. — Peki hanımefendi, benim adımı kullanan o namus­ suz, o gece size özür dilerim ama kötü bir şey yapmış mıydı? Allah'tan ki yapmamış!.. Kadına yarım saat dil dök­ tüm. Fakat bir türlü, o herifin ben olmadığıma inandıramadım. Biraz sonra kendimi parolamızla toplantıya çağırt­ tırdım. Kadın İstanbul'dan birkaç kez aradı ve hep aynı şeyleri söyledi. Kendisini bir daha görmedim. Acaba has­ ta mıydı? Amacı neydi? Yoksa benim adıma zamparalık yapan ve bana gerçekten ikiz kardeş gibi benzeyen bir İstanbul uyanığı mı var? Bunu hiçbir zaman çözemedim. Geçtiğimiz günlerde bir de, İstanbul'dan gazinocular kralı Fahrettin Aslan telefon etti : — Emin bey biliyorsunuz biz Maksim gazinosunda hafız Kâni Karaca'yı sahneye çıkardık. — Valla bilmiyorum. Benim gece hayatım olmadığı için, bu işleri bilmem. — Peki siz Kâni Karaca'ya hiç telefon ettiniz mi? — Kendisini hiç tanımam ki... Niçin telefon edeyim? Kâni Karaca, iki gözü kör bir insan. Birisi kendisine telefon etmiş: 252


— Ben Emin Çölaşan. Sen hem din adamısın, hem de utanmadan içkili gazinolarda sahneye çıkıyorsun. Er­ keksen gel de seninle bir röportaj yapayım. Senin bütün ipliğini pazara çıkarayım. İki gün sonra seni tekrar ara­ yacağım. Kâni Karaca durumu Fahrettin Aslan'a bildirmiş. O da bana telefon ediyor. «Bir daha ararsa herife randevu verip yakalatın» dedim. Sonra aramamış! Bir de böyle bizler adına, çeşitli amaçlarla çalışan «Şubelerimiz» oluyor!

*** 1985 yılının yaz aylarındayız. Başbakan Turgut Özal ve Semra hanım, kalabalık bir heyetle birlikte iki Uzakdoğu gezisi yapmışlar. Bu gezilere danışman, bakan, milletve­ kili, devlet memuru, iş adamı, gazeteci, yağcı ve eş dost olarak yaklaşık 350-400 kişi katılmış. İki gezi de «Devlet gezisi»!.. Birincisinde Japonya, Singapur, ikincisinde Bang­ kok, Çin Halk Cumhuriyeti ve Hong-Kong var... İlk geziye katılan kafile yurda döndü. Orada bulunan birkaç arkadaştan olup bitenleri dinledim. Anlattıkları ina­ nılır şeyler değildi. Bir devlet gezisinde büyük rezaletler olmuştu. Heyette bulunan bazı iş adamları, bazı resmî gö­ revliler ve bazı gazeteciler, Tokyo ve Singapur'da orospu­ lara hücum etmişlerdi. Ayrıca korkunç bir alışveriş fur­ yası olmuştu. Tam bir skandaldi. Ancak o geziye çok sa­ yıda gazeteci arkadaş da katılmıştı. Onlar bu konudan bir tek satırla bile söz etmemişlerdi. Sadece Günaydın gaze­ tesinde, geziye katılan bazı iş adamlarının, Tokyo ve Sin­ gapur orospularından belsoğukluğu kaptıkları yazılmıştı. Çok hayret ettim. Bir devlet gezisinde böyle şeyler aca­ ba nasıl olabiliyordu? Kısa süre sonra, ikinci gezi yapıldı. İkinci gezinin esas durağı Çin Halk Cumhuriyeti idi. Ancak Bangkok ve HongKong'a da gidilmişti. Bizim gazetelerde heyetimiz daha orada iken, kısa bazı haberler yer aldı... Oralarda yayın­ lanan falanca gazete, Türk heyetinin Çin'den Hong-Kong'a 253


geçmek için feribota bindiğini, ancak eşyaların fazlalığı yüzünden feribotun denize açılamadığını yazmışlar... He­ men konuya uyandım. Eğer geziye katılan gazeteciler yaz­ mazlarsa, heyetimiz Türkiye'ye döndükten sonra bu olup biten rezaleti ben yazacaktım! İkinci gezi de bitti ve kafilemiz yurda sağ salim dön­ dü! Kafilede bulunan ve çok güvendiğim birkaç kişiye, olup bitenleri sordum. Bazıları ilk geziye de katılmış kişi­ lerdi. Her iki gezide de, ülkemiz adına utanç verici şeyler olmuştu. Anlatılanları dinlerken benim yüzüm kızarıyordu. Birkaç gün daha beklemeye ve bu iki geziye katılan gaze­ teci arkadaşlar yine hiçbir şey yazmazlarsa, ben yazmaya karar verdim. Ancak olup bitenleri çok ciddi olarak araş­ tırmam ve çok sağlam bilgiler edinmem gerekiyordu. Hiç kimse bir şey yazmadı! Nedense yazmadı! Duyduğuma göre her iki geziden de dönüşte, kafile­ lerimizi getiren THY uçakları, fazla yüklenme nedeniyle tehlikeye girmişti. Uçakların havalanması, bu nedenle so­ run yaratmıştı. Korkunç bir alışveriş furyasında Uzakdoğu ülkelerinin bütün mağazaları görgüsüzce yağmalanmış, aklınıza gelen her şey satın alınıp uçağa yüklenmişti. İşin daha da acı yönü, bunca malı yurda sokarken, bir kişi bile bir tek kuruş gümrük ödememişti. Esenboğa ve Ata­ türk hava limanlarında her iki kafileyi de resmi ve özel plakalı kamyonlar ve diğer taşıt araçları karşılamış ve ba­ tan geminin malları evlere ancak böyle taşınmıştı. Yap­ tığım hesaplara göre, gerek alışveriş furyası ve gerekse orospu sektörüne, bu iki gezide Türkiye'nin en az bir mil­ yon doları gitmişti. Eşyaların gümrüksüz girmesi çok önemli olaydı. Bu­ nu çok iyi soruşturmam gerekiyordu. İki geziye de katılan en az otuz kişiye, durumu çaktırmadan sordum : — Gümrük ödediniz mi? — Hqyır! — Peki ödeyen oldu mu? — Hayır. Hepimiz rahatça girdik. Kimse eşyalarımıza bakmadı! Oh be!.. Gel keyfim gel. Gurbetçi bir vatandaş küçü254


cük bir şey getirse gümrükte el koyarlar. Demek ki ö/ul'ın gezileri farklı oluyor. Demek ki TC yasaları, Uaşbukaıı m gezilerinde geçmiyor! İki gezide de olup bitenleri birkaç gün içerisinde to­ parladım. Bu kafilelerde yer alan gazeteci arkadaşlar bun­ ları nedense yazmamışlardı. Yine durumu çaktırmadan ve onları uyandırmadan, bazılarına durumu sordum ve bilgi aldım. Ancak hepsine başka vesilelerle telefon açıyorum, sonra da sözü gezilere getirip sohbet niteliğinde bilgi alı­ yorum... İş adamlarıyla, devlet memurlarıyla konuştum. Zaten bunlardan ikisi, bütün rezalete iki gezi boyunca ta­ nık olmuşlardı. Her şeyi ayrıntılarıyla biliyorlardı. İstanbul'a, Çetin Emeç'e telefon açtım : — Çetin bey durum böyle böyle... Bunu patlatalım. Ortada büyük bir rezalet var! Çetin bey, gazetecilik kokusunu hemen almıştı: — Hiç durma Emin!.. Bu Pazar patlatalım. Yalnız, ya­ zacakların sağlam mı? — Kesinlikle sağlam Çetin bey. Altına imzamı koyu­ yorum. Sağlam olmasa ismimi tehlikeye sokar mıyım? Her iki geziye de katılan iki kişiyle o gece buluştuk. Kafilede yer alan bazı kişilerin özellikle Tokyo, Singapur ve Hong-Kong'ta orospu sektörüne nasıl saldırıya geçtik­ lerini, otelde orospularla neler yapıldığını, alışveriş yağ­ masının nasıl olduğunu bana bütün ayrıntılarıyla anlattı­ lar. Bombayı, 14 Temmuz 1985 Pazar günü Milliyet'te fe­ na halde patlattık: «ÖZAL SEFERİNDE REZALET....» Yazıda, bildiğim pek çok şeyi açıkladım. Bazı olup bi­ tenleri, devletimizin şeref ve saygınlığı ile doğrudan ilgili olduğu için yazmadım. Yazıda ayrıca, «Suç olabilir» ge­ rekçesiyle seks partilerine katılan, Uzakdoğu orospularıyla otel odalarında, Özal ve eşinin odasına birkaç metre uzaklıkta alem yapan kişilerin isimlerini boş bırakıp «Nok­ ta nokta» ile geçiştirdim. Zaten önemli olan isimler değil, iki ayrı devlet gezisinde olup biten utanç verici rezalet255


ferdi. Utanmazca ve görgüsüzce yapılan alışveriş yağma­ sını yazdım. Türkiye olarak, belli kişiler yüzünden bütün o ülkelerde rezil olmuştuk. (Bu yazının tam metnini, kitabı­ mızın sonunda bulacaksınız). O gün Pazar'dı... Henüz evdeydim. Sabah saat 8'de ilk arayan, gazeteci arkadaşım Ahmet Kahraman oldu. Ah­ met bağırıyordu : — Seni kutluyorum arkadaş... Korkunç bir şey bu. Şimdi yer yerinden oynayacak. Bunun hesabını şimdi Özal versin bakalım! Gazeteye gittim. Yurdun dört bir yanından telefonlar yağmaya başladı. Okuyucular arayıp «Elleriniz dert gör­ mesin. Allah razı olsun» diyorlar. Hemen ertesi gün, kut­ lama mektupları ve telgrafları yağmaya başladı. Pazartesi günü Çetin Emeç aradı. Kahkahalar atıyor. Çok mutlu olduğu belli . — Emin büyük iş yaptık. Ortalık yine karıştı. — Sayenizde Çetin bey. Yazıyı çok iyi gösterdiniz. Manşetten verdiniz. Altan Erbulak'ın karikatürü de cuk diye oturmuş. — Senin malın çok iyiydi... Mal iyi olmasa ben iyi gösterir miyim? — Nazlı llıcak'ın yazısına ne diyorsunuz? — Bırak onu yahu... İyice şaşırmış. Kendi kendini re­ zil etti! — Biliyorum ama ben ona öyle bir cevap vereceğim ki, ağzını bile açamayacak. Kaç zamandır bu günün gel­ mesini bekliyordum. Beklediğim günü kendi elleriyle ge­ tirip benim önüme koydu... Evet, benim yazımın ertesi günü Nazlı hanım yine be­ nim üzerime gelmeye kalkışmış ve bir yazı döktürmüş. Aklınca benimle de alay ediyor ve yine gazetecilik dersi veriyor! Hanımefendi'nin 15 Temmuz 1985 tarihli Tercüman gazetesinde «Bir Öz Eleştiri» başlıklı yazısı aynen şöyle: «Bir gazete, «Özal Seferinde Rezalet» başlığı altında düzmece bir röportaj yayınladı. Olayları kimin anlattığı belli değil, olayların nerede cereyan ettiği belil değil, olay kahramanları belli değil. Hepsi «Nokta nokta»larla geçiş256


tirilmiş. Yani herkesi birlikte karalama ve küçük düşür­ me gayreti mevcut. Üstelik bu arada, resmî bir ziyaret yapan Türk heyeti, alışverişten ve fuhuştan başka bir şe­ yi düşünmemiş havasında gösterilmek suretiyle dış dün­ yaya rezil ediliyor. Seks dergilerinde kullanmaktan hicap duyulacak yüz kızartıcı kelimeler, bu gazetenin birinci say­ fasında yeralıyor. Düzmece-röportajın sonunda, bir de gazeteciler eleş­ tirilmez mi?.. «Efendim, bu seyahatlere katılan gazeteci­ ler, olayları duyup gördükleri halde neden yazmıyorlarmış?..» Biz de Çin seyahatine iştirak ettiğimiz için, eleştiriyi bir nebze üzerimize aldık ve bu yüzden kısa bir cevap vermek isteriz. «Oraya gazeteciler, B a ş b a k a n ' ı n temasla­ rını takip etmek, ülkeyi tanıyıp bilgi edinmek maksadıyla gidiyorlar. Kökleri dedikodu yazarlığından gelmediği için de, oda kapılarına kulaklarını yapıştırıp, anahtar deliklerin­ den içeriyi gözetlemiyorlar. Her söylentiyi ciddiye almaya­ cak, hiçbir delile dayanmadan, onu bunu çirkef içine baiırmayacak kadar meslek haysiyetlerini korumasını bili­ yorlar. Eğer dedikoduya dayanarak kalem oynatmak üslû­ bunu benimseselerdi, öyle Japonya veyahut Çin'e gitme­ ye gerek yoktu... Meselâ o gazetenin büyük nokta nokta­ sıyla, genel nokta noktası veyahut herhangi bir «Nokta noktası» aylarca konuşulacak güzel bir malzeme olurdu hepimize...» Ciddi basın mensuplarının, tıpkı Avrupa'da olduğu gi­ bi, sansasyon basınını, yalan habere dayanan gazeteciliği, mesleğin haysiyetini korumak bakımından kınaması gere­ kir. Maalesef bu çileli meslek, gazetecilikle alâkası olma­ yan kimselerin, «buzdolabı fabrikası» alır gibi gazete sa­ tın almasıyla yozlaşmıştır. Şimdiye kadar devlet adamla­ rını, ancak televizyon ekranlarından seyredebilenler, ce­ miyet içinde yer edinebilmek için, sadece paralarına gü­ venerek Babıâli'ye atlarlarsa, bu neticeyi yadırgamamak gerekir. Hükümet, kâğıt fiyatlarına zam yaptı diye, «Kültür katlediliyor» çığlıkları atıyoruz. Bu durumda hangi kültür257

F.: 17


den bahsedebiliriz? Mesleği itibarsızıaştırarak, kendi ipi­ mizi, kendi ellerimizle çekiyoruz. Rahmetli Abdi İpekçi'nin kemikleri, mezarında çatırdıyordur. İpekçi, itibarlı, doğru haber vermeye çabalayan, ciddi bir gazete bırakmıştı. O, haysiyetli, dürüst, saygılı ve herkesin örnek alması gereken bir gazeteciydi... Hem onun adına, hem de mesleğimiz adına üzüntü­ lerimizi bildirir, meslektaşlarımızı daha sorumlu davranma­ ya davet ederiz.» Evet, evet... Nazlı hanım hem bana gazetecilik dersi vermeye, hem de beni küçümseyip gırgır geçmeye kalkı­ şıyor! Yazısında sözünü ettiği «Büyük nokta nokta», Mil­ liyet'in sahibi Aydın Doğan... «Genel nokta nokta», Mil­ liyet'in genel yayın yönetmeni Çetin Emeç... «Herhangi bir nokta nokta» ise bendeniz! Yani gazetenin herhangi bir kişisi... Eğer iş dedikoduya kalırsa, bizler de Nazlı hanım için aylarca konuşulacak güzel bir malzeme olurmuşuz! Bu yazıyı okuyunca, korkunç tepem attı. Bu vatandaşa öyle bir ders verecektim ki, artık ağzını benim hakkımda bir daha açamayacaktı... Çünkü benim alnım açıktı. Kor­ kacak hiçbir şeyim, hayatım boyunca en ufak bir açığım bile yoktu. Ne özel yaşantımda, ne de meslek hayatımda en ufak bir kirli işe bulaşmamıştım. Allah'a bin şükür, soyumda sülalemde de hiçbir şaibe yoktu. Hemen oturup kendisine bir mektup yazdım ve iadeli taahhütlü olarak Tercüman gazetesine postaladım. Bir­ kaç gün sonra, alındı makbuzu geldi. Benim bu kadınla hayatta hiçbir alışverişim olmamış­ tı. Sadece bir kez tanışmış ve hal hatır sormuştuk. Ama ben gazetecilik yaptıkça benim üzerime gelmeye kalkışı­ yor ve beni eleştiriyordu. Aynı şeyi «Kül Olan Milyarlar» dizisinde yapmamış mıydı?.. Demirel'le yaptığım konuş­ madan sonra aynı gazetede Rauf Tamer de «İnsana hiç böyle sorular sorulur mu? Ayıp değil mi?» diye bana ders vermeye kalkışmıştı! Nazlı hanımefendi'ye yazdığım mektup aynen şöyley­ di: «15 Temmuz 1985 tarihli Tercüman gazetesinde ç kan 258


yazınızı okudum ve gösterdiğiniz tepkiye bir yo verdim. Haklısınız.. Çünkü ben bir devlet gezisinde vıcık yağ çekenlerden, kucak kucağa resim çektirenlerden ve fotoroman düzenleyenlerden değilim. Ben gazeteciyim.. Bu yüzden de bir devlet gezisinde olup bitenleri, o geziye katılanlar (Nedense) yazamadığı için açıklamak bana düştü.. Çünkü benim o gezideki üst düzeyde kişilerle ve iş adamlarıyla hiçbir çıkar ilişkim yok­ tur.. Çünkü ben milyarlarca liralık mal varlığı olan, yalı­ larına ve tesislerine konulan ipotekleri kaldırmak için yağ çekmek durumunda kalan ve onun bunun peşinde kendimi şirin göstermek isteyenlerden değilim. Tesislerime yeni kredi bulmak için çalışmıyorum. Borçlarımı erteletmek için birtakım kademelere atraksiyon yapmıyorum.. Belli gezi­ lerde alışveriş yağmasına katılıp bunları yurda gümrüksüz de sokmadım. O yazı için «Düzmece» diyorsunuz. Herhalde konuş­ tuğum kişiyi, ya da kişileri açıklamamı bekliyordunuz. De­ mek ki günün birinde kısmet olur da siz de iyi bir gazete­ cilik yaparsanız, herkes bunun kaynağını açıklamanızı siz­ den bekleyecek. Aksi halde yaptığınız o gazeteciliği «Düz­ mece» olarak niteleme hakkına sahip olacak. Öyle mi?.. Gazetecilikte gerektiği zaman haber kaynağı açıklanmaz. Bunu siz bilmiyorsanız Tercüman ve Bulvar'daki stajyer muhabirlere bile sorabilirsiniz. Onlar size anlatırlar. Bir de yazınızdan anlayabildiğim kadarıyla benden «Herhangi bir nokta nokta» diye söz ediyorsunuz.. Ve ay­ rıca benim de aylarca konuşulabilecek güzel bir malze­ me olabileceğimi yazıyorsunuz. Siz eğer mert ve sözünün eri bir insansanız buyurun bakalım ortaya... Eteğinizdeki taşları şöyle bir döküverin de herkes görsün. Gazetecilik yaşamımla, özel yaşamımla, ailemle, so­ yumla, sülalemle, gelmişim ve geçmişimle, bir adet on yıllık Murat 124'ten oluşan maddi, birkaç mütevazi kitap­ tan oluşan manevi varlığımla işte ben buradayım.. Haydi gelin de beni «Aylarca konuşulacak bir malzeme» yapın bakalım. Eğer isterseniz elinizdeki iki gazetenin bütün kad259


rolarını da bu iş için harekete geçiriverin. Görelim bu kuru sıkı laflarınızın sonucunu.. Hanımefendi, ben sizin ve sizin gibilerin çevresinde bot miktarda bulunan kişiliksiz, haysiyetsiz ve yağcılardan değilim. Allah'a bin şükür hayatımda en ufak bir açık, al­ nımda en ufak bir leke yoktur.. Sözkonusu yazıda bir de beni «Dedikodu yazarı» ol­ makla suçlamışsınız. Ben bu işlere hiç girmedim. Ama de­ dikodulara ve çıkar hesaplarına girip de her seferinde yanlış ata oynayanları ve hüsrana uğrayıp nasihat alan­ ları, sonunda da mosmor olanları Türkiye çok gördü. AP başkanlık seçiminde Kamuran İnan'ı, DYP başkanlık se­ çiminde Mehmet Yazar'ı bir türlü başkan yapamayanlar, 6 Kasım seçimleri öncesinde Sunalp'a oynayanlar hep bu dedikodulara kulak veren dedikodu yazarlarıydı. Onları bu dedikodular mahvetti! Son olarak şuna değineyim.. Lütfen işinize geldiğini zannettiğiniz zamanlarda rahmetli Abdi İpekçi'nin adını ağzınıza almayın. O'na sadece ve sadece yazdığı yazılar ve savunduğu fikirler yüzünden ettiğiniz küfürlerin mürek­ kebi Tercüman gazetesinin koleksiyonlarında henüz kurumadı.. Abdi Bey'in kemikleri asıl siz O'nun adını kendinize kalkan yapmaya kalkıştığınız zaman sızlar. Siz de gazetecisiniz, ben de gazeteciyim. Birkaç se­ ferdir dikkat ediyorum. (Kül Olan Milyarlar olayında oldu­ ğu gibi) ben bir gazetecilik yapınca siz saldırıda bulunu­ yorsunuz. Naçizane tavsiyem, gazetecilik yapanları (Eğer siz o olayı atlamış bile olsanız) kınamayın.. Siz de gaze­ tecilik yapın. Hakkımda malzeme toplamanızı bekleyeceğim. Bu ko­ nuda size, takıldığınız bir yer olursa yardımcı da olurum. Hoşça kalınız Hanımefendi. Not: Bu mektubu yayınlamanız için falan gönderdiği­ mi sanmayın. Bizler gibi «Herhangi bir nokta nokta» olan mütevazi gazetecilerin cevap mektupları sizin «Onurlu ve büyük» sütunlarınızda yakışık almaz. Sizde kalsın yeter. Okuyup öğrenirsiniz.» 260


Nazlı hanımefendi bu mektubu doğal olarak kendi gazetesinde yayınlayamadı. Zaten yayınlamazdı da!.. Ama mektup, 28 Temmuz 1985 tarihli Nokta dergisinde tam metin olarak yer aldı. Aynı sayıda Nokta bana, bu ko­ nudaki görüşlerimi de sordu ve cevap verdim. Nazlı hanım ise görüşlerini kendi köşesinde açıklamayı tercih ettiğini belirtip, Nokta'nın görüşme talebini kabul etmemiş. Bu sözleri Nokta dergisinde aynen çıktı. Canı sağolsun, baş­ ka ne diyeyim? Benim yazı ortalığı gerçekten karıştırdı. Gazetelerde başlıklar şöyle: «Sanayi Bakam Cahit Aral: Bu konunun yazılması çok isabetli olmuştur». «ANAP karıştı». «Mesut Yılmaz: Bunlar dedikodudan ibarettir». (Ter­ cüman). «Demirel: Dışa açılmıyoruz, dışa saçılıyoruz». «Cindoruk: Ben Özal'ı Marco Polo zannederdim. Me­ ğer organizatörmüş». «A. Güven Gürkan: Bugüne kadar rezaletin böylesi gö­ rülmedi».. Bütün bunların dışında iş mizah ve gırgır konusu da oldu. Örneğin, Tan gazetesinde bir haber: «Ah be, şu Uzakdoğu gezilerine ben de gidecektim ki diyen kocasını boşamaya kalktı». Gırgır dergisinin kapağı bizim konuya ayrılmış du­ rumda. Alem yapan iş adamı arkadaşına «Uzakdoğu gezi­ sinde yaptıklarımızı yazdılarsa ne olmuş yani? Asıl bizim memlekette neler yaptığımızı yazarlarsa fena olur» diyor! Fırt dergisi, olayın fotoromanını yapmış. Bu arada Nazlı Ilıcak da olayın fotoromanını Bulvar gazetesinde yayınlı­ yor. Evet evet, resmen fotoroman yayınlıyor! Hem de Uzak­ doğu gezisinde kendi yazısında «Dedikodu» dediği olay­ ların fotoromanını... Olay bir türlü durulmuyor. Ilıcak'a yazdığım mektubun Nokta'da yayınlanmasından sonra da yüzlerce insan beni kutluyor. Nokta'ya da okuyuculardan kutlama mektupları geliyor. Nokta bunlardan birkaç tanesini yayınlıyor. 261


Sakıp Sabancı gazetelere demeç veriyor: — Gardaşım, develer altı ayda bir hoplar! Her erkek de. yaşının şartlarına bağlı olarak edeplice, develer gibi hoplar! Ben bu yazının o şekilde abartılmasını onaylamı­ yorum. Ama (o gezilerde) mağazalara hücum konusunda ise, maalesef gözümüz mala doymadı. Sakıp ağa da o gezilerde var. Onun hoplayıp hoplamadığını vallahi bilmiyorum! Ama mala hücum konusunda o bile bana hak veriyor. Şimdi bir sorun çıktı... Herkes bana bu bilgileri ki­ min verdiğini, benimle konuşanın ve olup biteni anlatanın kim olduğunu soruyor. Herkes, ama herkes aynı şeyi soru­ yor! Bazıları, gazeteci Ertuğrul Akbay'dan kuşkulanıyor. Günaydın'da «Bazı iş adamları özal'ın uzakdoğu seferin­ de belsoğukluğu oldu» haberini Ertuğrul Akbay'ın yazdığı­ nı ve haberi de bana onun uçurduğunu söylüyorlar. Hiç ilgisi yok. Öyle bir şey olsa, Ertuğrul niçin kendisi yaz­ masın? Bir de Ali Koçman'dan kuşkulanıyorlar. Olay şu... Pekin'de son gece, herkes bütün alışverişini otelin lobisine yığmış. Paketler dağ gibi. Uçak bunları almayacak. THY yetkililerinin rengi uçmuş. Uçağın bu kadar ağırlıkla kal­ kamayacağını söylüyorlar. Orada Ali Koçman diyor k i : — Beyler, bu alışveriş yağması utanç vericidir! Ayıp­ tır, günahtır! Şu durumu bir gazeteci Türkiye'ye döndük­ ten sonra yazarsa, rezil oluruz. Bu ne görgüsüzlüktür böy­ le? Bir de iş adamı Halis Toprak'tan kuşkulananlar var. Onun da nedeni şu... Bizim yazı Milliyet'te çıktığı gün, Al­ tan Erbulak yanına bir karikatür çizmiş. Bir footğraf var. Solda ben oturuyorum. Benim sağımda ise, karikatür otu­ ruyor ve benimle konuşuyor. Bu karikatür, benimle konu­ şan «bilinmeyen adamı» simgeliyor. Karikatürün gömlek cebinde «H.T.» yazılı. Şimdi herkes dedektif gibi adının ve soyadının baş harfleri H.T. olan şahsı anyor. Kim bu H.T.?... Olsa olsa Halis Toprak olur diye söylenti yayıl262


Allah'tan ki, Halis Toprak o iki geziye de katılma­ lı,.1 Yoksa ihale onun üzerine kalacaktı! Aradan aylar geçti, bir gün Altan abi'ye sordum : — Abi niçin o adamın gömleğine H.T. yazdın? Her8 Halis Toprak zannetti... — Hiç ilgisi yok yahu... Ben karikatürü çizerken kar­ ımda bizim Hasan (Soyadı T ile başlıyor ama unuttum) turuyordu. Çizim bitince lâf olsun diye onun adının so­ yadının baş harflerini yazdım. Aslında o iki Uzakdoğu seferinde olup biten birçok şeyi daha biliyordum. Ama onları yazmadım. Eğer yazsaydım, devletimiz gerçekten çok küçük düşerdi. Hiç ilgisi olmayan birtakım kişilerin, bazı iş adamlarının yakınlarının kafileye nasıl alındıklarını, oralarda neler yaptıklarını şim­ di burada bile açıklamaktan utanç duyarım. Örneğin bun­ lardan bir hanım, kafiledeki bir başka hanımın şişen ba­ caklarına ve ayaklarına masaj yapmakla yükümlüydü. Peki bu iki gezide olup bitenleri Başbakan Özal bili­ yor muydu? Hiç sanmıyorum. Nitekim bunu da yazımın içerisinde yazmıştım. Özal'ın bu rezaletlerden nasıl haberi olacaktı? Ama Özal'ın en yakınları, en yakın çevresindekilerden ba­ zıları bile, rezaletin içinde yer almışlardı. Hatta bunların arasında devlet yetkilileri bile vardı!

***

Sevgili okuyucum, şimdi «Uzakdoğu rezaleti» olayın­ dan kısa bir süre öncesine dönüyorum. Yer, Başbakan­ lık Konutu... Başbakan Özal'dan bir demeç daha alaca­ ğım. Yanımda foto muhabiri arkadaşım Yavuz Yüksel de var... İçeriye birlikte girdik. Masada Devlet Bakanı Kâzım Oksay ve Başbakanlık Müsteşarı Hasan Celal Güzel var. Hem Kâzım abi'yi, hem de Hasan'ı Planlama'dan tanıyorum. Cok eskilere uzanan dostluğumuz var. Odada bir anlam­ da, dört eski Planlama mensubuyuz. Ben özal'a soruları­ mı sorarken Oksay ve Güzel de dinliyorlar, bazen söze karışıyorlar. Güle oynaya konuşuyoruz! Bazen Özal «Bak, 263


yine olmayacak bir soru sordun» gibi espriler yapıyor. Ko­ nuşmamız bitti. Özal'ın daha fazla zamanını almamak için, izin istedim... «Gel bir dakika, seninle özel bir şey konu­ şacağım» dedi ve koluma girip beni biraz öteye götürdü : — Bak Emin, sen benim çok yakın gördüğüm bir insansın. Ayrıca bilgine, kültürüne, karakterine de güveni­ rim senin. Bir gün benim hayatım yazılmalı... Çünkü be­ nim hayatımda bilinmeyen çok şey vardır. Benim hayatımı senin yazmanı istiyorum. Senin kalemine güvenim var. Onun için de, benim çok yakınımda olmanı istiyorum. Be­ nim basın müşavirim olur musun? Yani Başbakanlık ba­ sın müşaviri olur musun? Bir anda hiç beklemediğim bir teklifle karşılaşmıştım. Hiç, ama tıiç beklemediğim bir şeydi. Özal bana bu öne­ riyi yapacağını herhalde Oksay ve Güzel'e de söylemişti... Çünkü bizim konuştuklarımızı, oturdukları yerden duyacak kadar yakındaydılar. Belki başka yakınlarına da bu niye­ tinden söz etmişti. Bilemem. Bir anda kafamda sanki iki saatlik bir filmi seyrettim. Nereden nereye? 1960 yılında kopya olaylarıyla başlayan hoca-öğrenci ilişkisi... Sonra öğrencisini Planlama'dan kovan Müste­ şar... Mahkemelik olma durumu... Hocası aleyhinde en ağır yazıları Devrim gazetesinde yazan genç insan... Kan­ lı bıçaklı bir ilişki... Hocasından nefret eden bir öğrenci... Belki öğrencisinden nefret eden bir hoca... Sonra hoca 1979 yılında Başbakanlık Müsteşarı oluyor... İkisi barışı­ yorlar... Aralarında güzel bir ilişki oluşuyor... İkisi de geç­ mişi unutmuş... Hoca, 12 Eylül sonrasında Başbakan yar­ dımcısı, 6 Kasım 1983 seçimlerinden sonra Başbakan olu­ yor... Başbakan olduktan sonra bile öğrencisi ona «Ho­ cam» diye hitap ediyor... Hoca Başbakan olarak nereye gitse, öğrencisini ve onun kopya olaylarını anlatıyor. Kok­ teyllerde, resepsiyonlarda... Hoca aslında iyi insan. Ka­ rısı da iyi insan... Yaşamasını, eğlenmesini biliyorlar. Öğ­ renci, ikisini de çok seviyor... Hocasının Türkiye'ye getir­ diği yeni düzene karşı, çevredeki yiyicilere, yağcılara kar­ şı, hırsızlıklara, yolsuzluklara karşı.. Ama hocasını «İnsan olarak» seviyor... 264


u l u n bunlar, bir film gibi gözümün önünden geçip r. Evet, nereden nereye? Kopya olaylarıyla başlaj ionra nerelere inmiş, nerelere çıkmış, şaşırtıcı şey^ H ı t e r m l ş bir ilişki... Birden kendime geldim: F— Hocam, bu teklifinizle bana şeref verdiniz, sağoAma size şu andaki düşüncemi söyleyeyim... BaşbaHlık basın müşavirliği pasif bir görevdir. Orada devlet Hnuru olurum ve gazetecilik yapamam. Oysa ben mesIml çok seviyorum. Kopmayı hiç düşünmüyorum. — Bak Emin, bu fırsatı iyi değerlendir. Altına araba rlrlz, sekreterin olur. Hep benim yanımda olursun ve yatımı sen yazarsın. — Hocam çok açık söyleyeyim, şu andaki kararım ek olumlu değil. — Sen birkaç gün düşün ve beni arayıp kararını bil­ dir. Tamam mı? Konut'tan ayrıldık. Gerçekten de hiç beklemediğim bir teklifti ve çok şaşırmıştım. Ama içimde, bunu kabul etmek İçin en ufak bir istek yoktu. Ben gazetecilikten ve yazı yazmaktan uzak duramazdım. Daha sonra Özal'ı birkaç kez aradım, ancak ulaşa­ madım. Özel Kalem Müdürü Tevfik Ertürk'e not bıraktım, özal da beni aramadı. Böylece kararımı kendisine bildiremedim. Kısa bir süre sonra, Başbakanlık Basın müşavirliği görevine, gazeteci arkadaşım Can Pulak getirildi.

*** Milliyet'te «Özal Seferinde Rezalet» yazım çıktığı gün, Özal, bana küsmüş! Kısa süre önce basın müşaviri yap­ mak istediği öğrencisine küsmüş!.. Bu haberi, hemen o gün bana telefon eden yakınlarından aldım. Başbakan'ın bana çok kırıldığını ve bundan sonra benimle konuşaca­ ğını zannetmediklerini söylediler. Bu konuda Özal'a çok yakın olan bazı kişilerle ara­ mızda en az on konuşma geçti. Onların isimlerini burada açıklamayacağım: 265


— Emin, sen bu yazıyı yazınca Turgut bey kendini ihanete uğramış hissetti. — Niçin ihanet? Ben yalan mı yazdım, yanlış mı yaz­ dım? — O eşyalar yurda gümrüksüz girmedi. Doğru değH o yazdığın. — Bak arkadaş, ben yalan yazmam. İddia ediyorum ki, iki seferde de ne kadar eşya geldiyse, hepsi gümrük­ süz girdi. Eğer ben yalan yazdıysam, gümrük makbuzla­ rını çıkarıp gazetelere dağıtın. Devlet sizin elinizde... Bir emir verirsiniz, bütün makbuzları beş dakikada çıkarırsı­ nız. O zaman da ben rezil olurum, gazetecilikten istifa ederim. Siz de durumu kurtarmış olursunuz. Ben böyle büyük bir yalanı nasıl yazarım? Ben o yazıda yazdığım her cümleyi, yazmadan önce en az on kişiye doğrulattım ar­ kadaş! — Ne olursa olsun, senin böyle bir şeyi yazmaman gerekirdi. Turgut bey bunu senin yazmana çok üzüldü. — Yahu kardeşim, ben yağcı değilim ki... Ben gaze­ teciyim. Böyle önemli bir olay olmuşsa nasıl yazmam? Kaldı ki, bütün o olup biten rezaletlerden Turgut bey'in haberinin olmadığını da yazıda belirtiyorum. — Belirtiyorsun ama, o cümleler arada kaynayıp git­ miş. Bak, sana söyleyeyim, Turgut bey'i en hassas yerin­ den vurdun. Bu dış ilişkilere ne kadar önem verdiğini bi­ liyorsun. En hassas olduğu yerden vurdun onu! — Peki ben sana bir şey sorayım... Bu yazıdan son­ ra Evren falan bozuldu mu Özal'a? — Orasını hiç karıştırma şimdi! — Evet, benim duyduğum bozulmuş ve bozulduğunu kendisine de söylemiş. Peki Başbakan niçin beni çağırıp da şu olup bitenleri sormuyor? Ona durumu anlatayım» şu rezaleti yaratan bütün herkesin isimlerini tek tek ve­ reyim. O da bilsin yakın çevresindeki bu yağcıları, üçkağıt­ çıları, utanmazları. İleride Turgut bey'in başına bu tipler iş açacak. Her türlü rezalet bunlarda! — Kim onlar? Sen bana versene şu isimleri? 266


— Hayır, onları ve neler yaptıklarını sadece Başba­ kan'a anlatırım... Sevgili okuyucum, aradan birkaç gün daha geçiyor ve yine aranıyorum: — Emin, sen Turgut bey'den bir randevu istesene. — Senin bana bu teklifi yaptığından, kendisinin ha­ beri var mı? — Hayır, yok. — Peki ben randevu istersem ve vermezse ne olur? Ben küçülmüş olmaz mıyım? — Niçin küçülesin? Koskoca Başbakan o!.. — O halde emir versin, beni çağırsın! — Konuşmaya sen talip ol, daha iyi olur. — Ben talip olurum ya red cevabı gelir, ya da hiç cevap gelmez. Ben kendimi o duruma düşürmem. Böyle çok konuşmalar oldu. Özal'ı aramadım... Çün­ kü haklıydım. Yalan yanlış yazmamıştım. Evet, belki Özal beni kendisine ihanet etmiş bir sevdiği olarak görüyor­ du ama ortada ihanet falan yoktu. Ben gazeteci olarak görevimi yapmıştım ve Özal bana küsmüştü. Oysa Özal, sanıyorum kendisine asıl ihanet eden ba­ zı yakınlarının farkında değildi. Onlar her türlü numarayı çeviriyorlar! O ihanetlerin, o gerçek ihanetlerin iç yüzü belki yıllar sonra ortaya çıkacak, Özal ihanetin ne demek olduğunu o zaman anlayacak. Kendi çıkarları uğruna al­ tını oyanların, köşeyi dönenlerin kimliğini özal o zaman farkedecek. Yakında iktidardan düştüğü zaman, şimdi ik­ tidarın bütün nimetlerinden yararlanan o yağcıların ve çı­ karcıların hepsi de, ortalıktan toz olmuş olacak. Özal bun­ ların geride bıraktığı rezaletleri o zaman görüp saçını ba­ şını yolacak ama, iş işten geçmiş olacak. Artık onlara «Küsse de», hiçbir yararını görmeyecek! Evet, Turgut Özal'la 1960 yılında başlayan ilişkimiz, aradan tam 25 yıl geçtikten sonra 1985 yılının Temmuz ayında böylece sona erdi. İki insan arasında herhalde böylesine inişli çıkışlı bir ilişki, kolay kolay olamazdı. 25 yıl önce askerliğini Planlama'da yaparken mate­ matik hocam olan «Küçük asker», şimdi koskoca Törkl 267


ye'nin Başbakan'ı olmuştu. Aradan geçen o uzun süre İçerisinde Özal büyük aşama göstermiş ve adım adım yük­ selerek bu düzeye ulaşmıştı. Ben ise, yine bir hiçtim! Kovula kovula, ola ola, sıradan bir gazeteci olabilmiştim. Hepsi o kadar. Bu kitabı yazdığım 1987 yılında, Özal benimle barış­ mış değil. «Başbakan» Özal'ın bana küsmüş olmasından hiç üzüntü duymuyorum... Çünkü «Başbakan»dan hiçbir kişisel çıkarım, beklentim yoktu. Hiçbir zaman da olma­ mıştı. Onun yağcısı değildim, iş takipçiliği yapmıyordum, tesislerime kredi beklemiyordum. Bankalardan danışıklı döğüş milyarlarca liralık kredi alıp, sonra iflas etme nu­ marasıyla malı götürenlerden de değildim... Ama «İnsan» Özal'ın bana böylesine bir «İhanet» gerekçesiyle küsmüş olmasından doğrusu üzüntü duyuyorum... Çünkü kendi­ sinden hem insan, hem de Başbakan olarak «Yahu Emin, bu yazdığın nedir? Gel buraya da bir anlat bakayım. Eğer yalan yazdıysan, çok ayıp ettin. O zaman bir daha senin yüzüne bakmam. Ama yazdıkların doğruysa, ben bu reza­ leti yaratanlardan hesap soracağım» demesini beklerdim! Ama Özal da bir yerde haklıydı. Uzakdoğu ülkelerin­ deki o rezaletleri yaratanlardan hesap sormaya kalksay­ dı, bütün yakın çevresini «Boşaması» gerekirdi. Neyse, olur böyle vakalar Ama küs olmak, unutmaya yetmiyordu! Ne Özal be­ ni unutacaktı, ne de ben onu... Ben yazılarımda sık sık ondan söz edecektim, o da beni sağda solda anlatmaya devam edecekti. Örneğin Ankara'da gazetecilere verdiği yemeğe, sa­ dece beni ve Cüneyt Arcayürek'i çağırmamış. Arcayürek'e «Kudeta» isimli kitabı nedeniyle bozukmuş. Orada Uğur Mumcu kendisine sormuş: — Sayın Başbakan, Emin niçin yok acaba? — Haa, o mu?.. O cezalı... Onun cezası bitmedi da­ ha! Ondan sonra yine bir saat boyunca bizim kopya ola­ yından, beni Planlama'dan kovmasına kadar geçen olay268


lan, bütün gazeteci arkadaşları kahkahalarla güldürerek tatlı tatlı anlatmış. Bu sırada ben Hürriyetteyim. Ben de ertesi hafta, Mehmet Keçeciler'le yaptığım «Pazar Sohbeti»nde Özal'a hitaben şöyle yazdım : «Hocam, insan hiç öğrencisine böyle ceza verir mi? Bendenizi ODTÜ'de matematik dersinde kopya çekerken yakaladınız, ceza vermediniz. Şimdi yazı yazınca ceza ve­ riyorsunuz. Vallahi ben bu işi hiç anlayamadım. Ama ma­ dem ki verdiniz, süresi ne kadar? Acaba günün birinde af çıkarsa benim suçum da af kapsamına girer mi, yoksa müebbet miyim?» İşi espriye vurdum ama, Özal'dan hiç ses çıkmadı. Anlaşılan benimle küs kalmaya niyetliydi! İşin ilginç tarafı nedir biliyor musunuz? Karakter ve kişilik sahibi insanlar, böyle durumlardan etkilenmiyorlar. Örneğin Özal bana küstükten sonra bile, onun çok yakı­ nı olduğu halde benimle eski ilişkilerini sürdüren çok sa­ yıda arkadaşım ve tanıdığım oldu. Hasan Celal Güzel, Ka­ zım Oksay, Adnan Kahveci ve başkaları buna örnektir. Ama birkaç tip vardı ki, Özal bana küsünce bunlar da kendilerini bana küsmek zorunda hissettiler ve ister iste­ mez küstüler! Herhalde «Ulan ne olur ne olmaz, koskoca Başbakan bu herife küstüğüne göre, mutlaka bir bildiği vardır. İyisi mi biz de tavrımızı ona göre ayarlayıp, bir an önce küsmekte gecikmeyelim» diye düşündülerl Hele hele bunların arasında bir «Sayın bakan» var ki, o arkadaş resmen korktu. Eli ayağı titredi. O vatandaşın nasıl korktuğunu ve neler yaptığını, ölmez de sağ kalırsam bir gün mutlaka açıklayacağım. Tam Aziz Nesin'lik bir olaydır! Böyle tiplerin bu memleketi yönettiğini bazen düşü­ nünce «Allah'ım, vatanımıza ve milletimize sen acı. Bu kul­ larını en kısa zamanda iş başından uzaklaştır» diye dua ediyorum!

***

«Singapur Rezaleti»ni yazdığım günlerdeyiz. Ya bir­ kaç gün öncesi, ya da birkaç gün sonrası. Ümit Gürtuna benimle özel olarak konuşmak istediğini söyledi. Boş bir oda bulduk, girdik : 269


— Emin sana bir şey söyleyeceğim, ancak namusuna havale ediyorum. Hiç kimse duymayacak. Hürriyet, yen, bir gazete çıkaracak. Siyah-beyaz, ciddi, Cumhuriyet tü­ ründe bir gazete olacak. Kadro yavaş yavaş oluşuyor. Ben adamlarla anlaştım. Milliyetten ayrılıyorum. Gazetenin An­ kara temsilcisi oluyorum. Çok iyi bir kadro kuracağız. Se­ ni de almak istiyorlar. Ne dersin? — Kim olacak gazetenin başında? — Oktay abi... Oktay Kurtböke. Çok sağlam, ilerici bir kadro kuruluyor. — Valla Ümit, sana açık söyleyeyim... Konuşmaya kapalı değilim. Eğer buraya gelirlerse buyursunlar, şartla­ rını açıkça ortaya koysunlar. Burada elime ayda 134 bin lira geçiyor. Bunca yılın emeği sadece bu kadar. Artık daraldım ve bunaldım. Eğer ciddi bir teklifse, oturup düşü­ nürüm her yönüyle... Birkaç gün sonra Oktay Kurtböke Ankara'ya geldi. Oturduk, konuştuk. Ben kendisine bazı konuları sordum. Birtakım kuşkularımı belirttim. Oktay abi, bana bir süre sonra cevap vereceğini söyledi. Ancak açık söyleyeyim, Oktay abi'yle yaptığım konuşmadan sonra, kararım Milli­ yet'te devam etmekti. Aradan iki gün geçti. Oktay Kurtböke beni İstanbul'­ dan aradı: — Emin, Erol Simavi bey seninle konuşmak istiyor. Nasıl ayarlayalım durumu? — Valla abi ben tatile çıkıyorum. Artık kafam iyice durmuş vaziyette. Hiç değilse on-onbeş günlük bir tatil yapayım. — Peki nereye gideceksin? — Üç gün sonra Kuşadası'na gidiyorum. Sonra da bir süre İzmir'de kalacağım. Gazeteye bir araştırma hazır­ lıyorum. Ertesi gün Oktay abi tekrar aradı: — Emin, Erol bey sana arabasını gönderecek. Eğer sence bir sakıncası yoksa, şoför seni ve karını Ankara'dan alıp Kuşadası'na götürsün. Sonra da Erol bey İzmir'de ola270


cak. Orada görüşürsünüz. İşin o bölümü için sana Hürri­ yet İzmir bürosu haber verecek. Vay canına be!.. Erol Simavi sadece Hürriyet'in pat­ ronu değil, Türk basınının da imparatoru... Hiç tartışmasız imparatoru. Erol bey'in bana arabasını ve şoförünü gön­ dermesi büyük olay. Demek ki iş çok ciddi. Ne yalan söy­ leyeyim, bu durumdan biraz gurur duydum. Demek ki Erol Simavi'nin araba gönderip beni aldıracağı bir düzeye gel­ mişim... Çünkü ben yerimi falan hiç bilmem. Kasılmakla, hava basmakla falan hiç ilgim olmadığı için, işimi yapıp bitiririm. Hepsi o kadardır. Erol bey'in arabası bizi İzmir'e getirdi. Orada birkaç gün kaldıktan sonra, Hürriyet'in bir arabasıyla Kuşadası'­ na gittik. Milliyet mensubuyum ama bir başka gazeteyle ilişkiye girmişim. Bir yandan da bunu kendime yediremiyorum. Şimdiye kadar böyle bir şeyi hiç yaşamamışım ki!.. Erol Simavi İzmir'e gelmiş. İki gün sonra bu kez Erol bey'in başka bir şoförü, başka bir makam arabasıyla ge­ lip beni aldı. Arabayla, Hürriyet Ege temsilcisi Nedim Demirağ da gelmiş. İzmir'e, Erol bey'in evine gittik. Nedim Demirağ, beni kapıda Erol Simavi ile tanıştırıp gitti. Ta­ rih, 6 Ağustos 1985... Erol Simavi'yi ilk kez görüyorum. Beni içtenlikle kar­ şıladı. Tatlı, şirin, hoşsohbet ve en önemlisi, mütevazı bir insan. Benimle kırk yıllık dost gibi konuşmaya başladı. Sü­ rekli içki ve sigara içiyor. Ben de onun hatırı için bir ka­ deh içki aldım. Bir saat, iki saat, üç saat geçti. Biz ha­ vadan sudan konuşup dedikodu yapıyoruz, Türk basının­ dan söz ediyoruz. Sonunda Erol bey konuya girdi: — Ben Türk basınında birkaç kişinin yazılarını baş­ tan sona okurum. Yavuz Donat, Uğur Mumcu, Oktay Ekşi ve siz... Ben şöyle düşündüm... Siz hem yeni çıkaraca­ ğımız Hürgün gazetesinde; hem de Hürriyet'te olacaksınız. Hürgün'de istediğiniz her şeyi yazarsınız, Hürriyet'te ise «Pazar Sohbeti» isterim... Uzun uzun konuştuk. Erol bey'in önerdiği şartlar, her yönden tatmin ediciydi. Bu şartlardan sonra kendisiyle 271


bir pazarlık etmeyi, aklıma bile getirmedim. Çok ayıp olurdu. Ancak birtakım kuşkularım vardı: — Efendim, Türk basınında bazı uygulamalar olur. Bir gazeteci başka bir gazeteye alınır ve orada hayatı kaydırılır. Böyle çok arkadaşımız var. Eğer amacınız Mil­ liyetten bir tuğla çekip orayı zayıf düşürmek ve sonra da beni harcamaksa, lütfen bunu benimle yapmayın. Ben ken­ dimi böyle bir şeye lâyık bir insan olarak görmem... Bir de şu var.. Yeni gelen insanlara gazetelerde tepki göste­ rilir. Acaba ben Hürriyet'te nasıl karşılanırım? Erol bey, bütün kuşkularımla ilgili olarak bana güven­ ce verdi. Şimdi karşımda bir sorun kalıyordu. Ne olursa olsun. Milliyet benim ilk göz ağrımdı. Gazeteciliğe orada gözü­ mü açmış, ne yaptıysam orada yapmıştım. Evet, param azdı, sikiliyordum, bunalıyordum, bazı sorunlarım vardı ama olsun... Orası yine de benim yuvamdı. Erol bey'den, düşünmem için bana biraz süre ver­ mesini istedim. Birkaç gün sonra ben yine İzmir'e gelecek ve kesin kararımı bildirecektim... Erol Simavi beni o ge­ ce yemeğe bırakmadı. Nedim Demirağ'ı da alıp, Kordon'da bir balıkçı lokantasına gittik. Bütün gün benim yanımda votka içen Erol bey, şimdi de rakı içiyor ve hiç çarpılmıyor. Onu hayretle izliyorum!.. Aslında bir şey daha görüyo­ rum. Birlikte girdiğimiz lüks lokantada Erol beyi herkes ayakta karşılıyor. Yanımıza çiçek satan bir küçük çocuk geliyor, Erol bey ona onbin lira veriyor... Ancak çiçekçi çocuk uyanık. Biraz ileride bir başka arkadaşını el kol hareketleriyle bizim masaya doğru sevkediyor. Olayı, ar­ kası dönük olduğu için Erol bey göremiyor. O çocuk da birazdan elinde çiçeklerle geliyor ve onbin lirayı alıp gi­ diyor. Ben içimden gülüyorum! Erol bey keyifli... Fıkralar anlatıyor, espriler yapıyor, kahkahalar atıyor. Bir ara masadan kalktığında Nedim Demirağ'a, merakımı yenemeyip soruyorum: — Hep böyle midir? — Hep böyledir... 2/2


— Valla helal olsun. Ben Erol Simavi deyince kasın­ tı bir adam diye düşünürdüm... Sevgili okuyucum, bugüne kadar iki gazetede iki ay­ rı patronla çalıştım. Aydın Doğan ve Erol Simavi... Diğer gazete patronlarını bilmem. Aydın bey ve Erol bey, iki fark­ lı dünyanın insanları. Aydın bey evcil bir insan. Dışa dönük değil. Akşam evine giden, pijamalarını giyip televizyonun karşısına geçen bir Anadolu insanı. Erol bey dışa dönük... Yemesini, içmesini, her türlü eğlenmesini ve «Yaşamayı» belki de Türkiye'de en iyi bilen insan. Sanıyorum en bü­ yük zevki para harcamak... Ama ikisi de iyi insanlar. Ger­ çekten iyi insanlar. Şimdi belki içinizden «Yağ çekiyor» diyeceksiniz ama değil. Yağ falan çekmiyorum. İki patron da, bana karşı her zaman çok iyi oldular. Ben burada kişisel durumumu ve kişisel duygularımı anlatıyorum. Ama onları sevmeyenler ve eleştirenler de doğal olarak vardır. Herkesi olduğu gibi... Gece geç saatlerde Erol bey'in arabası beni Kuşada­ sı'na götürdü. Karım otelde beni merakla bekliyor. Erol bey'in önerdiği şartları ona anlattım. Çok olumlu karşıla­ dı... Ama ben yine kararsızım... Aman Allah'ım, ben Mil­ liyetten nasıl ayrılacağım? Ben oraya güya tatil yapmaya gitmiştim. Beş altı gün, denizin karşısında oturup bu konuyu düşündüm. Kafam hep rahatsız, hep bu konuyla dolu. Oysa dinlenmeye öy­ lesine muhtacım ki... 1983 Ocak ayından bu yana geçen iki buçuk yıl içerisinde beş kitap yazmışım. Bunla/ı araş­ tırırken ve yazarken kafam çatlamış. Bunun da ötesinde nice badireler atlatmışım, nice olaylar yaşamışım. Bunla­ rın hepsi beni son derece yormuş. Şimdi bir tatil yapma­ ya niyetlenmişim, bu kez de karşıma bu gazete değiştirme işi çıkmış! Sonunda kararımı verdim. Evet, Hürriyet'e ve Hürgün'e geçecektim. Birincisi, önerilen şartlar çok iyiydi. İkincisi, Hürriyet'te ülkemizin Cumhuriyet ve Milliyet gibi en saygın birkaç gazetesinden biriydi. Hürgün de öyle ola­ caktı. Üçüncüsü ise. Hürriyet Türkiye'nin en çok satan ga273

F.: 18


zetesiydi. Hürriyet'te ulaşacağım okuyucu kitlesi çok daha fazlaydı. Ama yine de, kafamda tereddütler oluşuyordu. İzmir'e geldim ve güvendiğim birkaç kişiye durumu anlattım. Hep­ si de «Durma, geç» dediler... Erol bey'le tekrar buluştuk. Kararımı kendisine bildirdim. Beni kucakladı, «Hayırlı ol­ sun» dedi. Sonra yine uzun uzun konuştuk. Kafamdaki bütün tereddütleri kendisine aktardım. Hepsini aydınlat­ tı... Sorun kalmamıştı. Bu arada Milliyet için bir yazı dizisi hazırlıyorum. Elimde çok ilginç bilgi ve belgeler var. 12 Eylül sonrasın­ da Necmettin Erbakan ve Alpaslan Türkeş, İzmir'de Uzunada'ya getiriliyorlar. Bu askerî adada bir süre tutuluyor­ lar. İki eski siyasetçinin buradaki yaşamları konusunda hiç bilinmeyen olayları yazacağım. Çok ilginç bir konu... Araştırmanın İzmir'de yapılması zorunlu. Milliyet İzmir bürosuna gittim ve önce utana sıkıla Çetin Emeç'i aradım. Çetin bey'e durumu bildirdim. Erol bey'le konuştuğumu ve Milliyet'ten ayrılmaya karar ver­ diğimi kendisine söyledim. Sonra Aydın Doğan'ı aradım. Utana sııkıla Aydın bey'e de durumu söyledim. «Emin, İstanbul'a gel de yüz yüze bir konuşalım» dedi... Ama onun da sesinden çok üzüldü­ ğü belliydi... Erol bey'le buluşmak için zaten İstanbul'a gelecektim... «Tamam Aydın bey» dedim. Vapurla İstanbul'a geçtim. Erol bey Sirkeci'ye yine arabasını göndermiş. Şoförü beni karşıladı. Doğru Mar­ mara Etap oteline gittik. Erol bey sürekli olarak orada ka­ lıyor. Bir süre konuştuk. Milliyet'e gittim. Durumu herkes duymuş. Çetin be­ yin yanına girdim. Biraz konuştuk, sarıldık, vedalaştık... Çetin Emeç'le bir yıldan biraz fazla birlikte çalışmıştık ve kendisinden çok şey öğrenmiştim. Bir gazetecilik ola­ yında «Koku» almasını çok iyi bilen bir insandı. Kokuyu aldı mı, hiç durmaz patlatırdı. Milliyet'te çalışan bütün arkadaşlar Çetin bey'den yedikleri fırçalardan, işittikleri azarlardan yakınırlardı. Bunlardan bazılarına ben de ta­ nık olmuştum. Ama bana hiçbir zaman böyle davranma£74


mıştı. Karşılıklı saygı ve sevgiye dayanan bir ilişki sür­ dürmüştük. Onunla tek sorunum, kendisine her istediğim zaman ulaşamamak olmuştu. Sürekli toplantıdaydı.., (Çe­ tin bey Milliyet'in başına, Hürriyet'ten gelmişti. Ben Hür­ riyete geçtikten kısa bir süre sonra, tekrar Hürriyet'in ba­ şına geçti. Ben de arkadaşlara «Çetin Emeç'in buraya geleceği belliydi... Çünkü ben Milliyetten ayrıldıktan son­ ra Emin nerede, ben oradayım... Ben Emin'siz gazeteci­ lik yapamam diye bağırmaya başlamış» falan diyerek es­ pri yapıyordum). Aydın Doğan'ın yanına çıktım. Belki de hayatımın en güç dakikalarını yaşıyordum. Aydın bey kararımın kesin olup olmadığını sordu, kesin olduğunu söyledim. Çok sev­ diğim bir insandan ayrılıyordum. Kendimi tutamadım, göz­ lerim doldu. Aydın bey'in de gözleri dolu dolu olmuştu. İkimiz de şaşkındık. Aydın bey dedi k i : — Emin sana her zaman kapım açıktır. Benim kapım da açıktır, Milliyet'in kapısı da açıktır. Sen benim çok sevdiğim bir insansın. Buradan ayrılsan da, beni her za­ man bir dost olarak bil. — Elbette öyle bileceğim Aydın bey. Ben de sizin dos­ tunuzum. Kaç yıl birlikte çalıştık ve birbirimizi bir gün bi­ le kırmadık. Daha doğrusu siz beni kırmadınız, incitmedi­ niz. Size her şey için teşekkür ediyorum. Ayrıca size bir miktar borcum var. Kitaplarımın yemi baskılarına mahsu­ ben avans almıştım. Onu da en kısa zamanda ödeyece­ ğim. — Hayır, onu ödemeyeceksin. Para sende kalsın. Ki­ tapların yeni baskıları o parayı bana öder. — Ancak o paranın yeni baskılarla ödenmesi altı ayı bulabilir Aydın bey. — Hiç önemli değil. Aydın bey'le de kucaklaştık, sarıldık, öpüştük... Yıllardan beri birlikte çalıştığım bütün arkadaşlarıma tek tek veda ettim. Nice iyi ve kötü günleri onlarla bir­ likte yaşamıştık. Beraber üzülmüş, beraber sevinmiştik. Birbirimizin dertlerini paylaşmış, ne güzel dedikoriuinr yapmıştık! Yaşıtlarım vardı, ağabeylerim ve küçüklerim 275


vardı. Sanıyorum hiç birinin kalbini bir kez olsun kırma­ mıştım. Bir gün olsun bir tanesine bir puştluk yapmamış­ tım. Ankara'ya döndüm. Tokatlı başta, bütün arkadaşlar haberi almışlar. 24 Ağustos 1985 günü istifamı Tokatlı'ya verdim: «Çok sevdiğim gazetemden istifa ediyorum. Kullan­ madığım 20 günlük izin sürem düşüldükten sonra, istifa­ mın 2 Eylül 1985 gününden geçerli sayılmasını ve gereken işlemlerin yapılmasını saygılarımla rica ederim». Birkaç gün içerisinde. Milliyet için hazırladığım son yazı dizisini bitirdim. Bunu 12 Eylül harekatının yıldönü­ mü nedeniyle yayınlayacaklar... Aslında insanız... Her in­ sanın aklına bazen iyi olmayan şeyler gelebiliyor. Hepi­ mizin bazı zayıf tarafları var... Birkaç kez düşündüm... «Ben şimdi iki ayrı gazeteye birden geçiyorum. Bu yazı dizisini Milliyet'e niçin vereyim ki? Ya Hürriyet'e, ya da Hürgün'e veririm ve orada yayınlanır. Böylece, iyi bir şey­ le başlamış olurum.» Sonra bunun benim için resmen ahlaksızlık olacağı­ na karar verdim. Ben bu diziyi Milliyet için hazırlamaya başlamıştım. Milliyet'in kesesinden, İzmir'de Efes otelinde bu iş için yatıp kalkmıştım. Eğer bunu yaparsam, çok çir­ kin bir davranış olurdu. Hayır, yazı dizisini Milliyet'e gön­ derdim. Gerçi bu dizi yayınlanırken ben başka bir gazete­ de olacaktım ama olsun. Böyle geçici bir şey için kendi­ me söz söyletmem, beni her yerde küçük düşürürdü. Diziyi Çetin Emeç'e gönderdim. Sonra bir gün Çetin Emeç'le konuşuyorduk: — Emin, bu uygar davranışın için sana teşekkür ede­ rim. Aynı günlerde Turhan Aytul da Güneş'e geçiyordu. Bize vermiş olduğu bir yazı dizisi vardı. Nail Güreli'den ya­ zı dizisini bir şeyi düzeltme bahanesiyle alıp gitmiş. Dizi Güneş'te yayınlandı. Tabii çok bozuldum. Turhan abi o günlerde Milliyet'te danışman olarak gö­ rev yapıyordu. Sonra öğrendim ki, olay gerçekten Çetin bey'in söylediği gibi olmuş. Ama Turhan abi bunu yapar­ ken gerekçesi neydi, onu elbette ki bilemem. 276


Hürgün gazetesi 16 Eylül 1985 günü yanına başlaya­ cak. Gazetenin yeri, Hürriyet Ankara bürosunun üst katı. Gazete Hürriyet'in gazetesi oluyor. Hürriyet'in bütün ola­ naklarından yararlanacak. Ankara temsilcisi bizim Ümil Gürtuna. Oraya gidip kendime oda seçtim... Hürriyet be­ nim odama yeni eşyalar aldı. Bütün oda baştan aşağıya döşendi. İlk kez tek başıma oturduğum bir odam oluyor. Benim için ne büyük bir şey!.. Artık sessiz bir ortamda çalışabileceğim. Bizim banker Yalçın'ın ikinci kitabı yakın­ da piyasaya çıkacak. Bunun özetini Hürgün için hazırla­ dım. Hürgün, «Yalçın'ı Kim Kurtaracak?» dizisiyle çıkma­ ya başlayacak.... Bu arada Hürriyet'e geçtiğimi duyurmak için televizyon çekimlerim yapılıyor. Televizyona ilan ve­ rilecek... Yayın hayatına 16 Eylül 1985 günü atılan Hürgün ga­ zetesi, 49 gün sonra kapanacak. Gazete kapandıktan son­ ra benim dışımda bütün arkadaşların görevine son veri­ lecek. O güne kadar alışmışım... Hep ben atılırım, başka­ ları kalır. Şimdi başkaları atılıyor, bir tek ben kalıyorum... Çok kötü oluyorum!.. Ama çarklar dönüyor, hayat sürü­ yor. Her şey gibi, bu da bir gün unutuluyor... Ve Hürgün'den sonra, sadece Hürriyet'in elemanı olarak kalıyo­ rum...

•** Bugün 2 Eylül 1985 Pazartesi. Milliyet'ten, ilk yuvam­ dan ayrılıyorum. Sabah erkenden büroya geldim. Birkaç mektup yazacağım : «Çetin bey, Milliyet'ten bugün ayrılıyorum. Sizinle bir yıldan biraz fazla bir süre birlikte çalıştık. Bana çok bü­ yük olanaklar sağladınız. Gazetecilikte düşünce frekans­ larımız, birbirine çok benziyordu. Sanıyorum ki birlikte büyük olaylar yarattık, birkaç defa Türkiye'yi ayağa kal­ dırdık. Sizden gazetecilik konusunda çok şey öğrendim. Bu yüzden, size çok şey borçluyum... Size her şey için teşekkür ediyorum. Her zaman yoğun işleriniz vardı. Bu yüzden sizinle hiçbir zaman oturup, doyasıya bir sohbet edemedik... Ve 277


belki de birbirimizi yeterince tanıyamadık. Bu fırsat, bel­ ki bundan sonra elimize geçer».... Çetin Emeç'le kısa bir süre sonra Hürriyet'te tekrar beraber olacağımızı o günlerde nereden bilebilirdim ki? Sonra Aydın Doğan'a yazdım «Aydın bey, Milliyet'ten bugün ayrılıyorum. Bu çatı altında, büyük bir bölümü sizinle olmak üzere tam sekizbuçuk yılım geçti. Sizinle hem iyi, hem de kötü günleri birlikte yaşadık. Güzel gazetecilikler yapıp bombalar pat­ lattık ve bunun mutluluğunu yaşadık. Kötü günlerde birbirimizin üzüntüsünü paylaştık. Da­ ha doğrusu, siz benim üzüntülerimi paylaştınız. Her zaman destek aradığım ve bulduğum ilk insan siz oldunuz. Ben bilirdim ki başım sıkışınca Aydın bey oradadır ve soru­ numa çözüm bulur. Size bir patron, bir ağabey ve bir dost olarak her zaman güven duydum ve bu duygularımda hiç­ bir zaman yanılmadım. İnsan çok sevdiği bir yuvadan ve çevreden ayrılır­ ken, duygularını kolay ifade edemiyor. Şu anda ben de bu durumdayım. Size şu anda veda ediyor ve her şey için teşekkürlerimi bir kez daha iletiyorum... Ve diyorum ki, «Aydın bey, hakkınızı helal edin»... İstanbul'daki diğer arkadaşlarıma da tekrar yazıp ve­ da ettim. Aynı gün, Ankara bürosundaki herkesle tek tek vedalaştım. Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Onun için de, habire espri falan yapmaya çalışıyorum. Kolay değil, o arkadaşlarımın hepsiyle yıllar boyunca bir sürü acı ve tatlı anım olmuş. Tahsin Yılmaz, bizim büronun çaycısı... 1955 yılından beri Milliyet'in Ankara bürosunda çalışıyor. En kıdemli ele­ manımız. Çay yapar, ortalığı toplar ve bütün işlerimize koşar. Bana da yıllarca çay taşımış, pırıl pırıl bir insan. Tahsin'le vedalaşıyoruz. Tahsin boynuma atılıyor, sarmaş dolaş oluyoruz: — Hakkını helal et Emin bey! — Benim sana helal edecek ne hakkım var Tahsin? Sen bana hakkını helal et. 278


Tahsin bana sarılmış, o koskoca adam hüngür hüngür ağlıyor. Artık ben de dayanamıyorum... Yanımızdaki bü­ tün arkadaşların gözleri dolu dolu... Nilüfer Yalçın, Hayri Birler, Kemal Balcı, Nilgün Tar­ kan, Taner Dedeoğlu, Devrim Sağıroğlu, Zeki Çol, Taki Doğan, Erol Yaşar, Bülent Hiçyılmaz, Yavuz Yüksel, Der­ ya Sazak, Mümtaz Soysal, Teoman Erel ve diğerleri... Hepsiyle vedalaşıyorum. Benim arkadaşlarım, dostlarım, ağabeylerim, kardeşlerim... Bazısı Milliyet'te benden da­ ha eski, bazısı daha yeni... Ama hepsiyle ne anılarımız var! En son Orhan Tokatlı'ya gidiyorum. Sekizbuçuk yıl bazen kanlı bıçaklı, bazen çok iyi dost olduğumuz, kavga ettiğimiz, küstüğümüz, barıştığımız, sık sık acımasızca eleştirdiğim, ama birçok gazetecilik olayının mutluluğunu birlikte yaşadığım Orhan Tokatlı... Benim amirim... Tokat­ lı kalleş değildi. Kavga ederdik, küserdik, barışırdık ama, hepsi aramızda kalırdı. İstanbul'a şikayet etmek, jurnal etmek gibi huyları yoktu. Ancak birbirimizin kafasını ara­ da sırada mutlaka bozardık! Biraz sonra Hürriyet'e gideceğim. Çayımızı içiyoruz: — Abi neler yaşadık, değil mi? — Ya lan! Valla öyle... — Bir gün fırsat bulursam, gazetecilikte yaşadığım şu olayları mutlaka yazacağım. Bizim hangi şartlar altın­ da çalıştığımızı okuyucu da bilsin. Sadece Tarhan Erdem döneminde yaşadıklarımızı yazsam, o bile kitap olur. Yok yok, bir gün kesinlikle yazacağım her şeyi...

*** O gece tekrar büroya geldim. Sadece nöbetçi muha­ bir arkadaş var... Odama girdim, eşyalarımı topladım. Aynı odada tam sekizbuçuk yıl oturmuştum. Dile kolay... İlk gün bu odaya titreye titreye girdiğimi hatırlıyorum. 35 yaşındaydım ve kovula kovula, yepyeni bir mesleğe so­ yunmuştum. Acaba rezil mi olacaktım?.. Ve bu odada yıl­ larım geçmişti. Bütün iyi ve kötü şeyleri, dostlukları, puşt279


iııkiuıı. bütün üzüntüleri ve mutlulukları bu odada yaşa­ mıştım. Şimdi odamdan ayrılıyordum. Belki inanmayacaksınız ama, masamı öptüm. Sonra da dua ettim: «Allah'ım, beni bugüne kadar mahcup etmedin. Yeni gazetelerimde de beni mahcup etme, bana büyük başarı­ lar ver»... Odamdan ayrıldım. Ertesi gün, 3 Eylül 1985 günü Hürriyet ve Hürgün'de göreve başladım. 8 Eylül günü, Milliyet'teki son yazı dizim yayınlanmaya başladı. Adı «Gözetim Günlüğü»... 14 Eylül günü dizi sona erdi. Milliyet'teki son yazımdı. Yazının altında bir çerçeve içerisinde, Milliyet okuyucula­ rına veda mesajım vardı: «Sevgili Milliyet okuyucuları, gazetecilik mesleğine Milliyet'te başladım. Yaklaşık dokuz yıl, sizlere daha iyi bir şeyler verebilmek için gece gündüz demeden çaba harcadım. Yazdığım haberlerde, hazırladığım araştırma­ larda, yazı dizilerinde ve röportajlarda bazen hep birlikte acı acı düşündük ve üzüldük, bazen de güldük ve mutlu olduk. Onların hepsi, ülkemizin gerçekleriydi. Herkesin olduğu gibi bir gazetecinin de, vatanına ve milletine karşı büyük sorumluluk ve görevleri olduğunun bilincindeyim. Bunları eksiksiz yerine getirmek için, elim­ den geleni yaptığıma inanmanızı isterim. Böylesine yoğun bir çalışma temposunda bazı hata­ larım, kusurlarım ve eksiklerim olduysa, hepinizden özür diliyorum. Beni yetiştiren «Ocak» olan Milliyet gazetesinden ay­ rılırken, sizlere burada son yazımla veda ediyorum. En iyi dileklerimle ve saygılarımla». İki gün sonra Hürgün çıkacaktı. Orada yazmaya baş­ layacaktım. Bir ay sonra da Hürriyet'te devreye girecek­ tim. İnanılmaz ölçüde büyük bir aşkla bağlı olduğum mes­ leğimde bir sayfa kapanmış, onun kadar onurlu bir başko sayfa açılmıştı.

•*• 280


İşte böyle sevgili okuyucum... Size bu kitapta bir •i kesiti anlatmaya çalıştım. Sizinle biraz sohbet edip şmek, yaşadığım olayları, sevinçlerimi, mutiulukla. üzüntülerimi, hatalarımı ve aldığım hayat derslerini rle biraz olsun paylaşmak istedim. Anlattıklarım hem sıradan bir insanın, hem de sırabir gazetecinin duyguları, düşünceleri ve yaşadıklarıHepsi o kadar... Canınızı sıktıysam beni lütfen bağışlayın, olmaz mı? - B İ T T İ K

281


E K L E R


ÖZAL'IN DEVLET GEZİLERİNDEKİ REZALET (Kamuoyunu ayağa kaldıran ibret

belgesi)

(MİLLİYET: 14 Temmuz 1985) — «Beyefendi siz sayın Turgut Özal'ın Uzakdoğu ha­ rekâtına katıldınız. Kimliğiniz, adınız, soyadınız kesinlik­ le gizli kalacak. Benden başka belki gazetede iki kişi bi­ lecek ama gizlilik kuralına kesinlikle uyulacak. Bana ve okuyucularımıza bu harekâtın değişik yönlerini anlatmanı­ zı rica ediyorum. Neler oluyor Türkiye Cumhuriyeti adına düzenlenen bu seferlerde?» — «Efendim, biliyorsunuz iki gezi oldu. Birisi esas itibariyle Japonya gezisiydi. Uçağın transit iniş kalkışları hariç Japonya ve Singapur'a gidildi. İkincisinde ise Çin Halk Cumhuriyeti, Bangkok ve Hong-Kong.. Yanılmıyor­ sam her iki kafilede de 170-180 kişi vardı. Belki biraz da­ ha fazla olabilir.» — «Kimlerden oluşuyordu katılanlar?» — «Önce sayın başbakanımız ve eşi hanımefendi.. Şöyle sayayım.. Önce devlet görevlileri. Başbakan, eşi hanımefendi, bunların müşavir ve sekreterleri, memurlar, milletvekilleri ve korumalar.. Bunlar resmi heyette yer alanlar. İkincisi çok sayıda ünlü iş adamımız. Üçüncüsü ise sizin basın mensupları.. Tabi bir de uçakta görevli THY yetkilileri var.» — «Gezilerin amacı ne oluyor?» — «Amaç, Türkiye Uzakdoğu'ya açılacak ve o böl­ geyle yakın ilişkiler kurulacak. Bunun için iş adamları da kafileye katılıyorlar ve orada iş bağlantısı yapmaya gel285


diklerini söylüyorlar. Oysa çoğunlukla başka işlerin bağ­ lantısını yapıyorlar.» — «O bölümü sonra soracağım size.. Şimdi kafileyi taşıyan uçağa bindiniz. Neler oluyor uçakta?.. Bir de. uçak paralı mı?» — «Uçak paralı.. Resmi heyette yer alanların ücreti­ ni devlet ödüyor.. Bunlar ayrıca devletten harcırah alıyor­ lar. Geri kalanlar da bilet ücreti ödüyor. Bu ücret bir mil­ yon lira civarında. Tabii herkes Allah ne verdiyse dövizle­ rini de cebine dolduruyor ve uçağa biniyor.» — «Uçak yolculuğu nasıl geçiyor?» — «Emin Bey, uçakta önde sayın Başbakan ve eşi ve protokol sırasına göre görevliler oturuyor. Onun ar­ kasındaki bölümde Özal ailesi için hazırlanan çalışma ve yatak odası var. Bunların arkasında gazeteciler ve iş adamları oturuyor. Ama kalkıştan hemen sonra bu düzen bozuluyor ve herkes birbirine karışıyor. Turgut Bey uça­ ğa biner binmez soyunup kravatı falan çıkarıyor ve soh­ bet başlıyor. Tabii bu arada herkes kendisine yakın ola­ bilmek için birbirini omuzlamaya başlıyor.. Çünkü iş ada­ mının derdi var, gazetecinin derdi var. İş adamı Türkiye'­ de kolay göremeyeceği Başbakan'ı hazır bulmuşken so­ runlarını iletmek istiyor.. Gazeteciler özel demeç peşin­ de.. Yani yolculuk böyle devam ediyor en başta.. Ve bu bölüm yolculuğun en ciddi bölümü oluyor. Çünkü henüz mala, mağazalara ve fuhuşa hücum başlamamış..» — «Onları sonra soracağım.. Uçakta servis herhalde iyidir..» — «Valla her şey bol.. Mesela kalkışta uçağa galiba 40-50 kasa viski koydular.. Bunlar tükendi. Servis, yemek­ ler çok iyi.. Zaten THY sayın Başbakan ve eşini memnun edebilmek için uçağa özel müdürler koymuş.. Her şey bedava.. Devletimizin ikramı. Ne ararsan var..» — «İş adamları niçin büyük rağbet gösteriyor bu ge­ zilere?» I — «Benim gözlemim, aslında bunların çoğu gidilen yerlerde ciddi bir iş bağlantısı falan kurma peşinde değil­ ler. Demin de dediğim gibi iki amaçları var.. İlki Başba286


kan ve devlet erkânına yakın olup sorunlarını aktarmak ve yağ çekmek.. Zaten bu gezilerdeki yağ çekme olayını görünce tiksindim..» — «Kim kime çekiyor?» — «Valla, kusura bakmayın ama kafiledeki herkes Turgut Bey ve Semra Hanım'a nasıl yağ çekeceğini şaşır­ mış durumda....» — «Peki, ikinci amaç nedir?» — «İkincisinin adı üstünde.. Uzakdoğu seferi demişler buna.. Gidilen ülkeler ilginç, mallar değişik, kaliteli ve ucuz.. Mal derken kadını da dahil ediyorum buna. Hem ucuz, hem enteresan.» — «Şimdi birinciden başlayalım..» — «İşte yağcılık olayı.. Başbakan ve eşine yağ çeki­ liyor dedim ama aslında bu olayın boyutları çok geniş.. Herkes birkaç kişinin çevresinde pervane oluyor. Mese­ la Yavuz Canevi ve Ekrem Pakdemirli çok rağbet görü­ yorlar bu açıdan. Gezideki bakanlar bile bu ilgiyi görmü­ yor. Yani bir nevi iş takipçiliği ve bunlarla dostluğu pekiş­ tirme olayı yaşanıyor.» — «Evet.. Şimdi ikinci yönüne gelelim işin.. Artık Uzak­ doğu harekâtı gerçek yönüyle başlasın bakalım..» — «Emin Bey, biliyorsunuz biz toplum olarak refah düzeyimiz ne olursa olsun biraz aç insanlarızdır. Mesela birtakım mallara ve bunun yanısıra kadınlara karşı açlığı­ mız vardır. En büyük zenginlerimiz bile bu açlığı yaşar maalesef..» — «Bu iki gezide bu açlığımız ortaya çıktı değil mi?» — «Hem de ne biçim çıktı.. Yahu, bu adamların bazı­ sı memleketin en forslu insanları. Memleketi yöneten adamlar. Bir kısmı para içinde yüzen iş adamları. Ama bir bakıyorsunuz neler oluyor kardeşim..» — «Neler oluyor? Anlatsanıza..» — «Size olduğu gibi, isim vererek anlatacağım. Uy­ gun görürseniz isimleri yazarsınız. Kamuoyu bunları bil­ melidir.. Çünkü hepsinin şahitleri var.» — «Gereken isimleri yazarım tabii..» — «Japonya gezisinin ilk durağı Abu Dabi.. Gece ya287


rısı alana indik. Bizi şeref salonuna aldılar ve ağırlama başladı. Sayın Erdoğan Demirören'in de dahil olduğu bir kafile gecenin o saatinde bir taksiye atlayıp uzaklaştılar..» — «Şehre mi gidiyorlar?» — «Hayır efendim.. Havaalanının öbür tarafındaki Free Shop'a alışverişe gidiyorlar.. Gecenin o saatinde pro­ tokol araya girmiş ve kapalı olan dükkânlar açtırılmış.. İlk hücum böyle başladı yani..» — «Ne alıyorlar?» — «Amerikan sigaraları, Havana puroları, birtakım elektronik eşya.. Ama sonraki talancılığın yanında bu sol­ da sıfır kalır..» — «Japonya'da neler oldu Beyefendi?» — «Efendim, Tokyo'da otele yerleştik.. Hemen ucuz mağaza ve Türk Hamamı arayışı başladı. Biliyorsunuz ora­ da fuhuş yapılan yerlere Türk Hamamı deniliyor. Heyet­ te bulunan resmisi özeli herkes elini yüzünü yıkadıktan sonra sokak ve caddelere döküldü ve bu tempoya maale­ sef birkaç kişi dışında herkes girdi.. Sayın Özal dışında en üst yetkililer bile..» — «Kim yardımcı oldu bu gibi yerleri bulmakta?» — «Resmi heyette bulunan üst düzeyde bir yetkilinin Tokyo'da okuyan yeğeni vardı. Fuhuş yerlerinin adresle­ rini, bu genç kâğıda Japonca'nın Türkçe okunuşu gibi ya­ zıyor. Bunu bindiğiniz taksinin şoförüne vereceksiniz. Tak­ siye binince mesela şoföre «Toki muyata mutino» gibi Ja­ ponca okuyorsunuz. O da hemen gülmeye başlıyor ve si­ zi kapıya kadar götürüyor. Gece otelde brifingler başladı. Herkes birbiriyle mağaza ve kadın adresi teati ediyor.. Heyet mensuplarından birinin, mesela o gün Turgut Bey'­ le veya Japonlarla toplantısı varsa «Aman o adresi iyi saklayın da çıkınca ben gideyim» falan diyor. Yani Tok­ yo'da kafilemizin çok büyük bir bölümü «Allah Allah» ses­ leriyle mağazaları ve Türk hamamlarını bastı.» — «Herkes mi girdi bu çarka?» — «Alışverişe istisnasız herkes daldı.. Yani kim aklı­ nıza geliyorsa.. Fuhuşa ise çoğunluk. Hatta Sayın bile çok güzel bir «Gece gezmesi» yapmış.. Tokyo'da oku288


yan genç onu bizzat götürmüş. Kendisi protokola dahil «iduğu için bir arkadaştan kot pantolon falan isteyip otel­ den öyle çıkmış.. Tokyo'da okuyan o genç, eksik olmasın çok yardımcı oldu fuhuş sorunumuzun giderilmesi için..» — «Başka kimler yardımcı oldu?» — «Söyleyeyim ama bunları yazabilir misiniz?...» — Evet.. Bunları yazamam..» — «Artık bütün konuşulan konu hangi mallar kaça alındı.. Bazı tecrübeliler diyor ki «Yahu arkadaşlar, heve­ sinizi Singapur'a saklayın. Orası daha ucuzdur».. Bütün mağazalar yağmalandı ve bavullar tıka basa doldu..» — «Sonra Singapur faslı başlıyor..» — «Ben buna «Singapur rezaleti» diyorum.. Burada özel olarak iki gece kaldık. Ziyaretin resmi olan hiçbir yönü yok.. Bu iki gün aslında herkes için utanç vesilesi­ dir. Orada hikâye çok..» — «Neler oldu?» — «Efendim orada dükkânlar da, fuhuş sektörü de Japonya'ya göre daha ucuz. Bizim kafilede ise hemen her­ keste tomarlarla dolar var.. Mesela Yapı Kredi Genel Mü­ dürü Hüsnü Özyeğin'in Tokyo'da 1100 dolara aldığı kame­ rayı İktisat Bankası Genel Müdürü Erol Aksoy Singapur'­ da 670 dolara düşürmüş.. Artık para işleri kızıştığı ve pa­ rayla kadından başka şey konuşulmadığı için Erol Bey, Hüsnü Bey'e kamerayı kaça aldığını söyledi ve eliyle «Nah» işareti yaptı.. Tabii Hüsnü Bey de Erol Bey'i dinlemeyip Japonya'da kazık yediği için çok bozuldu. Ancak biraz sonra bir gazeteci aynı kamerayı 500 dolara almış olarak otele döndü ve her ikisine birden bacağını iki elinin ara­ sına alıp kaldırarak «Naaahhh» diye bağırdı.. Yani en ucu­ za o aldığı için seviniyor. Bütün Singapur mazazaları ger­ çek anlamda talan edildi Emin Bey.. Hatta Singapur yet­ kilileri bizim heyete «Mubayaa Heyeti» diye isim taktılar.. O iki gün ucuz mal kapma yarısıyla devam etti. İstisna­ sız kafiledeki herkes katıldı bu yarışa.. Anlatabildim mi? Ne varsa yağma edildi. Birisi bir yakınına veya kendine bir şey alıp da gösterdi mi, öbürleri de hemen tekrar fır­ lıyorlardı dükkânlara.. En üst düzeyden başlayan bir Türk 289

F : 19


kafilesi düşünün.. İki dolarlık adi, rezil şapka ve mendiller bile yağmalandı. Manzara nefis.. Yağmaya kafiledeki her­ kes katılmış.. Yolunu kaybedenler, dil bilmediği için baş­ kalarına tercümanlık için yalvaranlar.. Ama kimse kimse­ ye yardım edemiyor ki..» — «Niçin?» — «Adam o mağazada işini bitirince ya başka dük­ kâna dalacak, ya da otele gidip kadınlarla olacak.. Çün­ kü zaman az.. Aslında hepimiz adına utanç verici bir du­ rumdu. Ben de dahilim buna..» — «Neler alındı genellikle?» — «Beyefendi, bir yağma olayında ne alındığı fark eder mi? Akla gelen ve gelmeyen her şey yağma edildi resmen. Türk heyetinin resmî uçağına dört kapılı buzdo­ labı bile yüklendi.. Bunu gözümle gördüm.. Müzik setleri, renkli TV'ler, videolar, kameralar, bilgisayarlı oyuncaklar, ipek kumaşlar, inci, mücevher, ipek kimonolar.. Üç milyon iki yüz bin liraya ipek kimono alanlar oldu beyim..» — «Allah doyursun o açlıklarını hepsinin.. Peki, bu kadar para var mı kafilede?» — «Hemen herkeste iyi para var ama esas paranın büyüğü iş adamlarında ve özel banka yöneticilerinde.. He­ sapsız para.. Sonra borç olayı başladı. Adam birkaç gön­ de beş bin doları bitirmiş ve borç arıyor kafileden.. Ge­ lirken herkesin bir tek bavulu vardı. Dönüşte hemen her­ keste en az beş bavul ve bunun dışında paketler, koliler, büyük ambalajlar.. Uçağın yüklenmesi saatler almış bü­ yük konteynerlerle..» — «Fuhuş olayı nasıldı resmi kafilemizde?» — «Harikaydı.. Hemen hemen bütün erkeklerimiz ote­ lin özel karartılan bölümlerinde ve diğer yerlerde gönül­ lerince eğlendiler. Odalarda bazı büyük iş adamlarımızın ve diğer heyet mensuplarının katıldığı seks partileri dü­ zenlendi Bunları yazabilir misiniz?» — «Şu verdiğiniz isimleri ve anlattıklarınızı maalesef yazamam. Memleket ayağa kalkar...» — « İşte milletvekilliği veto edilen bu banka genel müdürü karanlıkta başını kadının eteğinin altına sok290


muş. bir türlü çıkarmıyor Otel odalarında kıya­ met kopuyor Ayıp Adam ANAP'ın kurucusu ve bir bankanın yönetim kurulu üyesi Bu da büyük iş adamı Bir otel görevlisi geldi yanlarına ve «Bey­ ler ayıptır. Mübarek Ramazan ayındayız. Yoksa siz Türk'­ ler Müslüman değil misiniz?» diye sordu.. Meğer adam Müslümanmış. Adı da Ekber Muhammet.. Bir başka oda­ da Sayın 'm adını herkesin bildiği danışmanı ve başkaları var.. Seks partisi için aralarında bir türlü anla­ şamıyorlar. Odada beş kadın, beş erkek var. Danışman ve büyük iş adamı aynı kadını istiyor. Bunun üzerine oda­ daki gazeteci «Beyler, herkes çıkarsın. Kimimki bü­ yükse o istediği karıyı seçer» diyor. Bu işler olurken ka­ dınlar odadan çığlık çığlığa kaçıyorlar falan.. Bu sırada sayın Özal ve eşi de aynı otelin bir başka katında.. Bi­ zimkilerde para bol olduğu için mesela 100 dolarlık ka­ dına 500 dolar veriyor ve «Üstü kalsın sende» diyor.. Son­ ra da kendisinin büyük bir Türk iş adamı olduğunu kadı­ na gururla anlatıyor. Bu durumu duyan bütün Singapur orospuları «Paralı Arap Türkler'i gelmiş» diyerek oteli abluka'ya aldılar. Hatta bir kısmı yasak olmasına rağmen katlara kadar sızmayı başardılar. Otel görevlileri bunları kovdu.. Çünkü otelin kendi orospuları var. Bize bunları satarsa daha çok para kazanacak. Büyük olaylar oldu yani..» — «Evet.. Yani Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil eden bir kafilede gerçekten utanç verici durumlar.. Bir de Sin­ gapur'da biri uçağı kaçırmış galiba..» — (Gülerek).. «Valla öyle şeyler oldu ki.. Singapur'­ da pasaport bölümünde bir yetkili, yanımdaki arkadaşın kulağına eğilip dedi ki «Sizin gibi yılda on kafile gelse iüiz köşeyi döneriz».. Yani bu anlamda.. Efendim, uçağa bindik ve bir iki saat bekledik.. Fakat bir türlü kalkmıyo­ ruz.. Arada çok yüklü olduğumuz için kalkamıyoruz anla­ mına espriler oluyor. Meğer Devlet Bakanı Ahmet Karaevli ile birlikte gelen bir danışmanı varmış.. Adam piya­ sada yok.. Onu bekliyormuşuz. Sonuçta Başbakan çok «kızdı.. Tabii Ahmet Karaevli de mosmor oldu. Dışişleri Ba291


kanlığı sözcüsü Yalım Eraıp'a emir verdiler.. Adamın pa­ saportunu ve bin dolar para bıraktılar ve biz hareket et­ tik.» — «Safahat âlemine mi dalmış danışman Bey?» — «Valla artık orasını izlemedim daha sonra..» — «Çin gezisi nasıldı?» — «Efendim, Çin'de fuhuş olmadığı için burada ağır­ lık alışverişe kaydı. Heyet mensuplarının tümü yine ton­ larca eşya aldılar. Pekin'de korkunç bir alışveriş patlama­ sına şahit olduk. Bir önceki geziden tecrübe kazanan THY Pekin'deki son gün herkesin odasına bir bildiri bı­ raktı ve bagajların belli bir kiloyu geçmemesini istedi. Ak­ si halde uçak tehlikeye girer ve gerekli yakıtı olamaz­ mış.. Pekin otelinde bütün eşyalar sandıklar, koliler, pa­ ketler ve bavullar dolusu yığıldı.. Ama orada olmadığı için bu sefer dört kapılı buzdolabı, çamaşır makinesi falan ala­ madılar.» — «Pekin yağmasında neler rağbet gördü?» — İpek kumaşlar, Çin porselenleri, heykeller, el iş­ leri, çeyizlikler, ipek Çin halıları, ipek giyim eşyaları fa­ lan.. Orada da korkunç bir alışveriş furyası oldu.. Çin'liler herhalde arkamızdan çok gülmüşlerdir ama çok da para bıraktık yani.. Aynı durum bu gezinin Bangkok ve Hong Kong aşamalarında da oldu. Bu son iki yerde yine fu­ huş ve alışveriş koşturmacası.. Hatta Hong Kong'tan kalk­ madan önce uçağın aşırı yükü nedeniyle bazı sorunlar çıkmış galiba.. Ama kilomuz tehlike limitini geçmemiş.. Allah'tan ki 300 kişilik uçakta 170 kişi falanız.. Yoksa yü­ kümüz için kesinlikle ikinci bir uçak gerekecekti.» — «Peki Beyefendi, bu gezilere birçok iş adamı gi­ diyor.. Hem de en babaları.. Bunların gerçek umacı ne?» — «Emin Bey, aralarında gerçekten çok ciddi olanlar ve iş için gelenler var. Ama bunlar maalesef azınlıkta.. Bunlardan çoğunun amacı, orada Başbakan'a yakın dur­ mak ve bunun dışında para savurup gösteriş yapmak. Erkekse bir kişi çıkıp da bunların yalan olduğunu söyle­ sin bakalım. Hadri meydan.» 292


— «Peki, sizce bu iki gezide tahminen kaç dolar har­ canmıştır?» — «Şöyle anlatayım.. Bu gezilere yanında 20 bin do­ larla gelip hepsini bir seferde harcayanlar vardı.. Bu do­ larların çoğu alışveriş yağmasına ve fuhuş sektörüne git­ ti. Ama aynı kafilede yanında üç beş bin doları olanlar da vardı ve bunlar parasız sayılıyordu.. Bizim arkadaşlar­ la kabaca yaptığımız hesaba göre bu iki gezide Türk mil­ letinin sırf eşya alımı ve fuhuş sektörü için harcanan dö­ vizi en az birbuçuk milyon dolardır.. Bu da en düşük tah­ minle yani.. Toplam 350 kişi, ortalama beşbin dolardan hesaplayın.» — «Valla helâl olsun.. Hatırlarsanız bundan birkaç yıl önce bir OECD yardım toplantısında Lüksemburg, Türki­ ye'ye bir milyon dolar borç vermişti de hepimiz «Sadaka verildi» diye bozulmuştuk. O bir milyon doları kabul eden heyetin başkanı da Sayın Özal'dı.. Demek ki artık duru­ mumuz çok düzeldi. O yardımlarda aldığımız paraları Uzak­ doğu gezilerinde har vurup harman savurabiliyoruz. Da­ ha o yardım anlaşmalarının mürekkebi yeni kuruyor.. Pe­ ki, size bir şey daha sorayım.. Sayın Başbakan acaba bu iki gezide olup biten rezaletin farkında değil mi?» — «Bunu ben de çok düşündüm.. Farkında olduğunu sanmıyorum.. Çünkü yüz bin tane işi var oralarda. Bütün yük onun üzerine biniyor.» — «Demek ki çevresinden bir Allah'ın kulu çıkıp da «Sayın Başbakan durumlar böyle böyle oluyor» demiyor.. Bu iki geziye de çok sayıda milletvekili katıldı. Devlet bunlara o kadar para ödedi ve yolluk verdi.. Bunlar ne yaptılar oralarda?» — «Milletin vekili olarak aynen milleti temsil ettiler. Herkes ne yaptıysa onlar da aynı şeyi yaptı. Tabii hanım milletvekilleri sadece çarşı pazar gezdiler ve devlet kese­ sinden alışveriş yağmasına katıldılar. Zaten milletvekille­ rinin çoğu yabancı dil falan bilmdiği için mihmandar eş­ liğinde gezdiler.. Çünkü bunlar resmi heyette oluyor ya.. İşte resmi bazı yemeklere katıldılar, bol bol para hesabı yaptılar..» 293


— «Evet.. Daha ne yapsınlar.. Onlarla ilgili ilginç bit kravat iğnesi olayı olmuş galiba..» — «Japon polisi Tokyo'da bunlara üzerinde inci olan bir kravat iğnesi verdi.. Yani resmi heyette oldukları anla­ şılsın diye.. Bunları takıp dolaştılar. Bir tanesi bu inciden şüphelenmiş ve «Dikkatli konuşalım. Bunun içine Japon­ lar mutlaka mikrofon koymuşlardır» demiş.. Tabii «Gece gezmelerine» giderken bu kravat iğnelerini çıkarmak zo­ runda kalmışlar.. Dönüşte Japonlar bunları geri alacakla­ rını söylemişlerdi. Maalesef iki milletvekilimiz bunları ver­ mediler. İsimlerini de veriyorum.. İsterseniz yazın. Biri ANÂP, öbürü Halkçı Parti milletvekili. İsimleri » — «Aferin onlara valla.. Türk parlamentosunu iyi tem­ sil etmişler.. Peki, uçağın bu seferlerden dönüşü nasıl ge­ çiyor?» — «Dönüşte herkes yorgun ve bitkin. Biliyorsunuz ilk seferin dönüşü Singapur'dan, ikinci seferin dönüşü Hong Kong'tan oldu.. Hemen herkes bu iki dönüşte de bitik durumda.. Kimisi fuhuştan bitkin.. Fuhuş yapmayanlar ise alışveriş yağması yüzünden bitkin. Ayakları şişmiş.. Dö­ nüşte herkes çok yorgun. Artık uçakta yağ çekmeler, cid­ di konular falan asgarî düzeyde.. Konuşulan tek şey nele­ rin kaça alındığı. Kim neler aldı, kaça aldı, ne kadar ucuza düşürdü?.. Kim kazık yedi, kim uyanık davrandı? Tabii bir de kadınlarla kim kaça ve nasıl yattı, bunun hikâye­ leri..» — «Bir de şunu sorayım.. İki Uzakdoğu seferinde de uçaklar tıklım tıklım eşya dolu geldi. Hatta dört kapılı buz­ dolabı bile geldiğini söylediniz. Bunca yük, bunca eşya gümrükten nasıl geçti?.. Çünkü bunların hepsi de güm­ rüğe tabi eşyadır..» — «Hiç kimse bir kuruş bile gümrük ödemedi. Bu işin nasıl ayarlandığını bilmiyorum Yalnız boşaltma işlemleri çok uzun sürdü.» — «O niçin?» — «O kadar eşya kaç saatte boşalır beyefendi? Kam­ yonlar dolusu eşya geldi her iki seferden.. Bazısı evine kamyonla götürdü.. Bazılarını resmi arabalar taşıdı.» 294


— «Peki, bu nasıl oluyor yani? Gariban bir gurbetçi İşçimiz en ufak bir şey getirince gümrükte el koyuyor­ lar da, Uzakdoğu kafilelerinin dönüşü Türkiye Cumhuri­ yeti kanunlarına tabi değil mi? Bu memleketin kanunla­ rı adamına göre mi uygulanıyor acaba?» — «Onu bilemem.. Ama o kadar eşya için ne aran­ dık, ne bir soru soran oldu, ne de bir kuruş gümrük öde­ yen..» — «Efendim, size çok teşekkür ediyorum ve bu ge­ zilere ciddi amaçla katılçn ve görevini yapan herkesi bu konuştuklarımızdan tenzih ediyorum. Onlar lütfen bu ko­ nuştuklarımızı üzerlerine almasınlar. Ama bunlar Türk dev­ letinin, Türkiye Cumhuriyeti'nin temsil edildiği gezilerdir. İnşallah bundan sonraki gezileri biraz daha ciddi tutarlar­ da bizim gibi normal vatandaşların asabını bozmazlar.. Hem de memleketin bunca dövizini Uzakdoğu ülkelerinin mağazalarına ve orospularına harcamazlar. Ayıptır, gü­ nahtır. Ben böyle görgüsüzlük duymadım şimdiye kadar.» — «Emin Bey, benim de öğrenmek İstediğim bir hu­ sus var.. Bu iki geziye de birçok gazeteci katıldı. Konu­ nun bu yönlerini onlar içinde yaşadıkları halde hiç yaz­ madılar.. Acaba neden?» — «Onu da ben bilemem Beyefendi.. Herkes kendi görevini kendisi yapsın. Herkes kendinden sorumludur.»

295


«Fotoğraf: Mustafa

Bozdemlr)

Emin Çölaşan'ın bugüne kadar yazdığı her kitap olay yarattı. Ama bu kitap, bir başka olay yaratacak... Çünkü ilk kez bir gazeteci kendi yaşadıklarını, başına gelenleri, gazetecilik mesleğindeki kıskançlıkları, kalleşlikleri, atı­ lan kazıkları, güzellikleri, mutlulukları, sevinçleri, hüzün­ leri, gazetecilikte kapalı kapılar arkasında olup bitenleri ve Turgut Özal'la romanlara konu olacak ilişkilerini açık­ lıyor. Basın dünyamızın ve gazeteciliğin kapalı kapıları ilk kez bu kitapla açılıyor ve bazı tabular işte böyle yıkılıyor. Çölaşan'ın bu kitapta anlattığı her olay gerçek. Kişi­ ler isimleriyle, olaylar belgeleriyle ve tanıklarıyla veriliyor. Çölaşan hem bir «İnsan», hem de bir «Gazeteci» olarak yaşadıklarını korkmadan, çekinmeden anlatıyor. Emin Çölaşan'ın diğer bütün kitapları gibi, bu kita­ bını da bir solukta okuyacaksınız. Tekin Yayınevi, size bu ilginç kitabı sunmaktan gurur duyuyor.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.