Emine Azboz: Günyüzü Mektupları

Page 1


Yakın Kitabevi Yayınları Günyüzü Mektupları 1. Basım - Nisan 2014 ISBN 978-605-64514-2-3 Kapak Tasarım: Hakan ESMERGÜL

Baskı ve Cilt: Gülermat Matbaa ve Yay. San. Tic. Ltd. Şti. e-posta: gulermatl@gmail.com Tel: (0232) 433 61 33 Sertifika No: 1206-35-003207 Yakın Kitabevi Kıbrıs Şehitleri Caddesi 1464 Sokak No: 6/ A Alsancak,

İZMİR

Tel & Faks: (0232) 421 81 69 - 465 23 04 e-posta: yakinkitabevi@yakinkitabevi.com.tr http:/ /www.yakinkitabevi.com.tr ©Tüm hakları saklıdır. Yayıncı izni olmadan, kısmen de olsa fotokopi, film vb. elektronik ve mekanik yöntemlerle çoğaltılamaz.


Günyüzü Mektupları

Proje - Derleme Emine Azboz Yüriitme Kurulu Çiğdem Ülker Emine Azboz Saime Bircan Sak Sultan Su Esen



ÖNSÖZ Egeli Kadın Yazarlar Platformu (EKYAZ), yazın etkinlikleri­ nin yanı sıra projelerini de kitaplaştırmakta ... "Günyüzü Mek­ tupları" yeni kitapları ... 15. yüzyıldan 1950'ye dek Türk Edebiyat Tarihinde kendine yer bulmuş kadın yazarların sayısı çok az. Türk Halk Edebiya­ tında ise hemen hemen hiç yok. Ekyaz olarak bu ihmal ve değer bilmezlik, ilgimizi çektiği kadar içimizi de acıttı. Sonsuzluğa göçmüş kimi değerlerlerimizle birlikte kaybettiğimiz kimi çağ­ daşlarımızı da bu çalışmayla gündeme taşımak istedik. Bu amaçla biz Ekyazlılar, gün bittisine erişmeden kalemleri­ mizi düşüncelerimize, düşüncemizi emeğimize, emeğimizi sev­ gimize ulayarak "Kalemden Kaleme" adıyla projeleştirdik. Unu­ tulmayan, unutulmayacak kalem ustalarımızı, "Günyüzü Mek­ tupları" kitabı ile bugüne taşıdık. Bir EKYAZ imecesidir bu. Kitabımız, "Mihri Hatun, Sırri Hanım (Cahit Uçuk ve Esma Ocak), Feride Hanım, Halide Edip Adıvar, Leyla Saz, Niğar Ha­ nım, Yaşar Nezihe, Şüküfe Nihal, Muazzez Tahsin Berkant, Sı­ dıka Avar ve Halide Nusret Zorlutuna, Suat Derviş, Adalet Cim­ coz, Behice Boran, Neriman Hikmet, Kerime Nadir, Nezihe Araz, Sevim Burak, Selçuk Baran, Sevgi Soysal, Tomris Uyar ve Nilgün Marmara, Tezer Özlü, Duygu Asena, Selma Ağabe­ yoğlu, Didem Madak"a yazdığımız mektuplardan oluştu. On­ lara hem duygularımızı anlattık hem de onları genç kuşaklara tanıtmaya çalıştık. "Günyüzü Mektupları" biz Ekyazlıların yürek sesidir. Bu ya­ pıtımızla yitirdiğimiz dil akrabalarımıza, yaşayan yazın emekçi­ lerimize bizlerden selam olsun... Yazın semasında hoş bir seda olabilmek umuduyla.... Emine Azboz



İÇİNDEKİLER Mihri Hatun (1460-1508) . . . . . . . . . . . . . . . . 9 Sırri Hanım (1814-1877) . . . . . . . . . . . . . . . . 18 Feride Cihan Göktan Feride Hanım (1837-1903) . . . . . . . . -:-. . . . . 42 Halide Edip Adıvar (1844-1964) . . . . . . . . 48 Gülseren Engin Leyla Saz (1850-1936) . . . . . . . . . . . . . . . . . . 58 Gülseren Mungan N igar Hanım (1862-1918) . . . . . . . . . .. . . . 66 Nevin Konuk Yaşar N ezihe (1882-1971) . . . . . . . . . . . . . . 76 Emel Kayın Şüküfe N ihal Başaran (1896-1973) . . . . . . . 79 Zeliha Akçagüner Muazzez T ahsin Berkant (1900-1984) . . . . 96 Fatma Gürel Sıdıka Avar (1901-1979) . . . . . . . . . . .. .. 103 Aysel Güntürkün H. Nusret Zorlutuna (1901-1984) . . .. . . 103 Suat Derviş (1905-1972) . . . . . . . . . . . . . . . 125 Sevilay Uztutan Adalet Cimcoz (1910-1970) . . . . . . . . . . . . 131 Filiz Gülmez Behice Boran (1910-1987) . . . . . . . . . . . . . 140 Nevzat Süer Sezgin N eriman Hikmet (1912-1987) . . . . . . . . . . 150 Emine Azboz Kerime N adir (1917-1984) . . . . . . . . . . . . . 178 İncila Çalışkan N ez ihe Araz (1922-2009) . . . . . . . . . . . . . . 186 Güzin Oralkan Sevim Burak (1931-1983) . . . . . . . . . . . . . . 190 Sedef Kandemir Selçuk Baran (1933-1999) . . . . . . . . . . . . . 196 Esma Zafer Ertan Sevgi Soysal (1936-1976) . . . . . . . . . . . . . . 206 Saime Bircan Sak Nilgün Marmara (1958-1987) . . . . . .. . . . 215 Nalan Yılmaz Tomris Uyar (1941-2003) . . . . . .. . . . . . . . 220 Tezer Özlü (1943-1986) . . . . . . . . . . . . . . . 225 Esme Aras Zübeyde Seven Turan Duygu Asena (1946-2006) . . . . . . . . . . . . . 240 Mine Ömer Selma Ağabeyoğlu (1952-2009) . . . . . . . . 247 Gülseren Alçı Didem Madak (1970-2011) . . . . . . . . . . . . 253

Arzu K. Ayçiçek Sultan Su Esen



Günyüzü Mektuplan

Mihri Hatun (1460-1508)

Ankara, 10 Mart 2012 Bin Yılın Efsane Şairi Sevgili Mihri Hatun, Mektubumun size ulaşmayacağını biliyorum. Ancak "Şairler öldükten sonra da yaşarlar" sözüne inandığım için size bu mektubu yazıyorum. Sizinle aynı çağda yaşamadım, aynı havayı solumadım ve sizi şahsen tanımıyorum. Ama aynı duyguları paylaştı­ ğımız için, kim olduğunuzu ve neler yaptığınızı, kitaplar­ dan okuyup tanımayı kendime bir borç bildim. Gerek ga­ zel, gerekse kasidelerinizden tanıdım sizi. Siz, benden çok çok önce doğdunuz. Çok zor dönemlerde yaşadığınızı bi­ liyorum. Kadınların söz hakkı olmadığı dönemlerde şiir yazdınız. Gerçek adınızın yerine mahlas kullanmak zorunda kaldınız. İçinde bulunduğunuz koşulları göz önünde bu­ lundurursak, mahlas kullanmanız çok doğal. O dönem­ lerde kadının şiir yazması ve kendini ifade etmesi çok zor ve de çok nadir görülen bir şeydi. Belki sizin gibi yazan birçok kadın vardı, ama içinde bulundukları toplumun 9


Günyüzü Mektupları

değer yargılarından çekindiklerinden, bu isteği içlerinde yaşadıklarını tahmin ediyorum. Bu anlamda cesaretinize hayran kaldım doğrusu. Şiirleriniz bu günkü şiirlere ben­ zemese de ifade şeklinde çok fazla fark yok: Sonuçta duy­ gularımız aynı. Kadın duyarlılığı, benzer şeyleri yaşama­ nın ortak yanları aynı. Bizler belki daha şanslıyız. Ancak aradan yüzyıllar geçmiş olsa da erkek zihniyetinde çok fazla bir şey değişmedi. Bizler bu rahatlığı yasalardan ve bize bu hakları getiren Büyük Önderimizden aldık. O günden, bu güne çok şey değişti. Çağ çok gelişti, teknoloji çok ilerledi. Sizlerin rüyada bile göremediğiniz, "tekno­ loji" adını bile duymadığınız yenilikler (makineler) çıktı ortaya. Mektupların yerini e-posta aldı. Bilgisayar dediği­ miz aygıtta yazıp dünyanın neresinde olursanız olun, anında size yazılanı okuyabiliyorsunuz ve karşınızdakiyle canlı olarak konuşabiliyorsunuz. Telefon denilen aletten birbirimizin sesini duyabiliyoruz. Tüm dünyaya canlı ya­ yın yapan, her şeyi anında izlediğimiz televizyon denen beyaz camda ölümsüzleşiyor birçok şey. Yıllar sonra ölü canlar dediğimiz kişileri, hiç ölmemiş gibi izleyebiliyoruz ekranlarda. O kişileri özledikçe görme şansına sahipsiniz. Kadınlar, artık elleriyle ne çamaşır yıkıyor, ne bulaşık; hepsini makineler yapıyor. Bunun gibi anlatamayacağım birçok şey icat edildi. Her şey alabildiğine değişti ve gelişti. Ancak değişme­ yen bir şey var, o da kadın erkek eşitliği. Sizin döneminizden bu güne sizden tek farkımız seçme ve seçilme hakkımızın ol­

masıdır ve kimi kadınların meslek edinip ekonomik özgürlüğe kavuşmasıdır. Bize bu hakları getiren Mustafa Kemal Ata­

türk'tür. Sahi siz, O'nu tanımıyorsunuz. Ben de tanımıyo­ rum. Ben doğmadan önce ölmüş. Ama O Güzel İnsanı okuyarak öğrendik ve tanıdık. Bizim Önderimiz, Atamız. O, ülkemiz ve topraklarımız işgal altındayken, yurdumu­ zun üstüne bir güneş gibi doğdu. Halk da O'nun yanında oldu. Ülkeyi düşmandan kurtarıp yeniden bir ülke yarattı bize. "Laikliği; din vicdan özgürlüğünü, kadına seçme seçilme

10


Günyüzü Mektuplan

hakkını; erkek kadın eşitliğini birçok Avrupa ülkesinden önce ge­ tirdi bize. Cumhuriyet dediğimiz yönetimi getirdi, birçok

devrim yaptı. Sizin zamanınızda kadınların adının yanına, 'Hanım ya da Hatun' diye sıfatlar eklenirken, şimdi bizim soyadımız var. Biz kadınların özgürleşmesini sağladı. En önemlisi de hiçbir yerde kadınların konuşma hakkı yok­ ken, bize seçme ve seçilme hakkı tanıdı. Ondan sonra O Büyük İnsan, artık bizim önderimiz oldu, mazlum ulusla­ rın da. Büyüklerimiz bizlere anlattı O'nu, biz de çocukla­ rımıza. İçimizde bazı devrim düşmanları olsa da Cumhu­ riyetin yıkılmasına izin vermeyecek, Cumhuriyet'i ilelebet yaşatacağız. Cumhuriyet'imizin en büyük yeniliklerinden biri de yeni yazıya, yani Latin Alfabesi'ne geçişti. Bu alfabe ile insa­ nımız, dilimiz Türkçe'yi daha kolay yazıp okuyabiliyor. Ülkede okuryazar sayısı yükseldi. Bununla, Osmanlıda sadece belli bir tabakanın okuyup yazabildiği dili sadeleş­ tirdi, halkın dilini resmi dil yaptı. Böylece rahat ve kolayca okuyup yazabiliyoruz. Çeşitli okullar açtı: İlk, orta, lise ve üniversite. Bu son okulu bitirenler, çeşitli meslek dalla­ rında bir unvan aldı: Doktor, hemşire, mühendis, öğret­ men, avukat, hakim gibi. Kadınlar, Cumhuriyet'in saye­ sinde meslek sahibi oldular. Kendi kişiliğini bulmaya yö­ neldiler. Birçok başarıya imza attılar. Ülkenin yönetildiği Büyük Millet Meclisi çatısı altında bizi temsil eden kadın­ larımız da var şimdi; sayıca yeterli olmasa da ... Bir gün daha çok olacağına inanıyorum. Dünyanın her yerinde er­ kek egemenliği var oldukça, yasaları erkekler yaptığı sürece onların egemenliğini yıkmak hiç de kolay olmayacak. Gerçi amacımız, bir şeyleri yıkmak değil, değiştirmek, eşitlik. Bir şeyleri birlikte başarmak. Eskiye oranla biraz daha kırıldı tabular. Ulu Önder'in söylediği ve yaptığı çoğu şeyi şimdiki yöneticiler, doğru olarak anlayıp yerine getirmese de biraz daha rahatladık ama çok az kadın ken­ dini ifade edip kimliğini öne çıkarabiliyor. Sizin o koşul­ larda yaşadığınız aşkların şiirini ve sevdiğiniz erkeklerin

11


Günyüzü Mektupları

isimlerini açıkça yazmanız, çok büyük bir cesaret örneği; bugün bile. Biz ne denli değişime uğrasak da ne yazık ki sizin gösterdiğiniz cesareti gösteremedik. Bunun en önemli nedenlerinden biri de erkek egemenliğinin her dö­ nemde daha baskın olması. Size çok küçük bir anımı anlatmak istiyorum: " 1 1-12 yaşlarımdaydım. Okulda öğretmenimiz, 'Büyüyünce ne ol­ mak istiyorsun ?' diye soruyordu öğrencilere. Bana sorma­ dan parmağımı kaldırıp, 'Ben şairci olacağım' dedim; öğret­ menim alaycı bir şekilde kahkahayla güldü bana. Bütün sınıf da... Sonra parmağım incelip eriyip sıranın altına ak­ mıştı. O günden sonra şiir sevgimi içimde tuttum, içimden okuyordum şiirleri. Ta ki, aklım başıma gelinceye ve şair kadınları okuyup tanıyıncaya dek. .. Sevgili Mihri Hatun, düşün ve edebiyat tarihine baktığı­ mızda önemli ve unutulmaz yazılar vardır. Her dönemde insanlığın gelişimine ve onuruna ışık tutan yazılar, şiirler ve bunları yazıp sonsuzluğa göçen nice canlar var. Yazarın ve şairin ölümü üzerinden yüzyıllar geçse de bu yazılar ve şiirler, insanlık tarihi boyunca devam eder, edecektir. Tıpkı bizlerin sizin yazdıklarınızı bugün okuduğumuz gibi. Bu ölümsüz şairlerden biri de sizsiniz. 15. yüzyılda ya­ şamanıza karşın, bugün hala sizi okuyorsak, bu sizin ve şi­ irlerinizin gücündendir. İnsanlar, 'var olma' bilgisinin pe­ şinde olduğu sürece, bu böyle devam edecek. Günümüze gelindiğinde ise bilginin var ettiği güç önem kazanmıştır. Çünkü "Bilgide yaratıcılığın kaynağı saklıdır." Her zaman gerçekler, sanaldan daha etkileyici ve önemli olmuştur. Bu nedenle sizlerin yazdıkları, bugün bizlere ışık tut­ makta. Günümüzde sizinle ilgili çok şeyler yazılıp söy­ lendi. Hakkınızda kitaplar yazıldı, size övgüler dizildi. Keşke bunları görebilseydiniz, kendinizle gurur duyardı­ nız. Günümüzün önemli şairlerinden Sennur Sezer, si­ zinle ilgili "Türk Safo'su" adında bir kitap yazdı. İyi ki yazdı, sizi daha iyi tanıma şansım oldu bu sayede. Daha bir cesaretlendim.

12


Günyüzü Mektupları

Bizler bir grup kadın yazar, şimdi hayatta olmayan şair ve yazar kadınlara mektup yazma kararı alıp bir kitap ya­ yımlamayı düşündük. Herkes birini seçti. Nedenini bilmi­ yorum ama ben bir anda sizi seçtim. Sanırım ben, sizin gibi aşkla ilgili şiirler yazamadığımdan olsa gerek; o cesa­ reti kendimde hiç bulamadım. Toplumcu şair olarak kaldım. Bu anlamda sizi bir kez daha yürekten kutluyorum, saygı ve sevgiyle anıyorum. "Mektup yazdığın Mihri Hatun kimdir? " diyenlere, ben de diyorum ki; "Osmanlı döneminde Divan Edebiyatının ilk

kadın şairlerinden biri olan Mihrf Hatun, 1460'da şehzadeler sancağı Amasya'da dünyaya geldi, 1 506'da yine burada öldü. Asıl adı Mihrinnisa ya da Fahrünnisa'dır. Ama o Mihri mahla­ sını, kendisi gibi şair olan, Belayi mahlasıyla şiir yazan babası kadı Mehmet Çelebi bin Yahya'dan (Belayi) aldı. Dedesi ise Hal­ vetf şeyhlerinden Şücaeddin Pir İlyfıs'tır. Hiç evlenmedi. 15. yüzyılda yaşamış olan Mihri Hatun, kültür düzeyi yük­ sek bir ailede yetişti. Yaşadığı dönemde saygı duyulan bir şair olmayı başarmıştır.w Sultan II. Bayezid ve oğlu Şehzade Ah­ med'in Amasya valiliği sırasında, kentte toplanan bilgin ve sa­ natkarların meclislerine katıldı. Güzelliğiyle bölgede ün salan Mihri Hatun, sade bir dille yazdığı kaside ve gazelleriyle ta­ nındı. Diğer Divan şairi kadınlardan, aşkı çekinmeden kullan. masıyla ayrılır. Şair Necati Bey'i kendisine örnek aldı. Şiirlerini Necati Bey'e gönderip fikrini öğrenmeye çalıştığı iddiaları da vardır. Söylentilere göre Necati Bey ile aralarında duygusal ya­ kınlaşma olmuş. Ayrıca şiirlerinde Müyyedzade Abdurrahman Çelebi ve Sinan Paşazade İskender Çelebi'ye duyduğu aşka dair ipuçlarına da rastlanır. " Mihri Hatun, 15-16. Yüzyıl Divan Edebiyatımızın iki kadın şairinden biridir. Kadiri dünyasını, duygularını, alı­ şılmış kalıplarını zorlayarak, açıkça ve kadınca söylemeyi başaran tek kadın divan şairidir. Sevgililerini adlarıyla anacak kadar da cesur. Divan edebiyatımızı inceleyen ya­ bancı uzmanlar, onu, "ünlü Safa ile kıyasladılar o dönemde.

Doğulu bir kadının bu biçimde şiirler yazmasını, şaşılacak bir 13


Günyüzü Mektuplan

durum olarak nitelendirdiler. Zeki, esprili ve erkeğe denk olarak tanımladılar. Tutkulu yaşamında, bedensel aşktan kaçındığını vurgulamaya özen gösterdiler. "

Ailesinin imkanları sayesinde daha kız mekteplerinin bile olmadığı bir zamanda konak terbiyesi görmüş çok iyi bir eğitim almışh Mihri Hatun. Babasından Arapça ve Farsça öğrenmiş, şiir için gerekli altyapısını oluşturmuştu. Dönemin bütün ilimleri ile yakından veya uzaktan bir şe­ kilde ilgili olan Mihri'nin eğitimi hakkında Evliya Çelebi

"yetmiş cild kitab-ı muteberi hıfzedüp cümle ulemayı mübahase­ i ulüm ve fünunda aciz bırakmış. " (yetmiş cilt önemli kitabı

okuyup bütün bilginleri bilim ve fende aciz bırakmıştır) diyerek, iltifat etmiştir. Bu donanımı, Mihri Hatun'a daha II. Bayezid'in şehzadeliği döneminde sarayın kapılarını ardına kadar açmıştır. Saray demek, güvence demekse de o, bu rahatlığı hiç­ bir zaman yaşayamamıştı; zira Mihri Hatun aldığı eğitim ve söylediği şiirler kadar dillere destan güzelliği ile de dikkatleri çekmiş bir kadındı. Bu güzelliğinin farkında olan babası, ona Mihri ismini verirken bazı kaynaklarda ismi Mihrünnisa (kadınlığın güneşi) veya Fahrünnisa (ka­ dınlığın övüncü) olarak anılmaktadır. Güzel olduğu kadar cüretkar bir kadın olan Mihri Ha­ tun, erkek meclislerine çekinmeden girer; gerek şiir, ge­ rekse diğer bilimlerle ilgili erkeklerle boy ölçüşmekten ka­ çınmaz. Onun bu girişken tavırları, bir yandan erkekleri deli divane ederken, bir yandan da kendine kızgın bir ka­ labalık biriktirmiştir etrafında. Hayatı boyunca hiç evlenmeyen Mihri Hatun, bu özel­ likleri nedeniyle dönem edebiyatının önde gelen bütün isimlerini birbirine düşürmüş denilse, çok da abartılı ol­ maz. Şiirlerinde büyük bir cesaretle aşk yaşadığı erkekle­ rin ismini telaffuz etmekten çekinmeyen afet-i devran şairi­

miz, satırlarında sezilen şuh hava nedeniyle birçok eski kaynakta ifef tiyle ilgili müstehcen karalamalara maruz kalmıştır. Bugün

hakkında yapılan araştırmalar çoğaldıkça anlıyoruz ki, bu 14


Günyüzü Mektupları

iddiaların hemen hepsi yüz vermediği erkeklerin attığı ça­ murdan ibaret. Ancak yine bize kalan yazılı eserlere baka­ rak, Mihri Hatun'un aşk hayatının gerçekten de çok renkli olduğu söylenebilir. Örnekler vererek devam edelim: Mihri ile aynı dö­ nemde yaşayan Hatemi mahlasıyla şiirler yazan Müey­ yedzade Abdurrahman Çelebi'yle ikisi de daha gençken bir gönül ilişkisi yaşadıkları şu beyit ile belirtmiştir: "Sen

yalandan Hatemf aşık geçerdün Mihrf'ye / Sümme ve lillah seni Mihrf yeğ sever oğlandan"

Diğer bir büyük aşkı olan Sinan Paşa'nın· oğlu İsker­ der'le olan gönül ilişkisi ise Latifi'nin Mihri Hatun'u iğne­ lemeye çalıştığı şu beyiti ile öğreniyoruz: "İrdi çün ab-ı ha­

yata Mihrf ölmez haşre dek/ Gördü çün zulmet şebinde ol ayan İskender' i" Bu beyite cevaben Mihri Hatun ise şunları yazacaktır:

"Nice İskenderi la'lim zülali / Suya iletti vü susuz getirdi"

Birçok erkeğin hayran olduğu şaire, ilerlemiş bir yaşta olan Paşa Çelebi'nin evlenme teklif ettiği, ancak reddedil­ diği, bu durum üzerine şair Zat1'nin küfre varan ifadelerle bir kıt'a söylediği de Aşık Paşa tarafından belirtilmiştir.

(Kadı tarafından cezalandırılan kadın figürü, Halil İnalcık - Os­ manlı Klasik Çağ kitabından)

Mihri Hatun'un fırtınalı aşk hayatında önemli bir yer tutan, edebi olarak da etkisinde kaldığı bir diğer isim ise Necati'dir. Necatl'nin şiirlerini okuyan ve yazdığı he­ men her şiiri şaire gönderen Mihri Hatun, şairin birçok şiirine nazire yazmış, bununla da yetinmeyip ara sıra şi­ irde ona yetiştiğini, kendisine duyduğu ilgiyi gizleme­ den anlatmıştır. Fakat Necati, bu duruma oldukça sinir­ lenmiş, ne aşkına, ne de şiirine duyduğu ilgiye karşılık vermemiştir. Mihrl'den Necaô'ye: "Beni azade iken aşka giriftar itdün /

Göreyim sen de benim gibi giriftar olasun / Şimdi bir haldeyüz kim, ilenen düşmanına / Der ki, Mihri gibi sen dahi siyeh-kar olasun 15


Günyüzü Mektupları

Necati'den Mihri'ye: "Ey benüm şi'rime nazire diyen /

Çıkma rah-ı edepten eyle hazer / Dime kim işte vezn ü kafiyede / Şiirüm oldu Necati'ye hem-sar / Harfi üç olmağ ile ikisünün / Bir midür filhakika ayb u hüner" Mihri Hatun'u dünya çapında üne kavuşturan ise er­ kekleri peşinden sürüklemesi değil, adını hiç vermediği bir kadına duyduğu "ilgi" olmuştur. Zaten onu keşfeden de bir Rus Türkolog Elena Maştakova'dır. 1967 yılında gü­ nümüze kalan tek eseri olan Divanını tenkitli olarak ya­ yımlamıştır. Avrupa'da Yunan mitolojisinde Afrodit'e duy­ duğu aşk nedeniyle lezbiyen olan Sappho'ya ithafen Türk Sapp­ ho'su olarak adlandırılan Mihri Hatun'a bu ismi, ilk olarak ünlü tarihçi Joseph von Hammer vermiştir. Hakkında bu konuda Türkiye'de basılan ilk eser ise Sennur Sezer'in "Türk Safo'su Mihri Hatun" adlı kitaptır. Mihri Hatun'un ilgi duyduğu kadın, uzun süre edebi­ yat ve tarih çevrelerince merak konusu olmuştur. Kimileri bu kadının aynı dönemde yaşayan şair Zeynep Hatun ol­ duğunu iddia etse de bu sav temelsizdir. Çünkü Zeynep

Hatun, Fatih Sultan Mehmet'e çocukluğundan beri deli gibi aşık olan biridir. En sonunda dayanamayıp huzurunda bir

şiirle aşkını ilan etmiş, ancak karşılık bulamamıştır. 1512'den sonra öldüğü sanılan ve mezarı, Amasya'da dedesi Pir İlyas'ın yanında bulunan Mihri Hatun için ar­ kasından edebiyat dünyası, nerdeyse vicdani bir rahatsız­ lıkla onu aklamak istercesine şunları söylemiştir: "Kınalı­ zade Hasan Çelebi: "Gerçi Mihrf, yaşadığı dönemde, zarifler

ve şairlerle sohbette, dostlukta sevgi ve şefkat üzre olurmuş, la­ kin mühürlü kesesinin güneşine yabancı eli ermemiş ve namus ve iffet perdesine harak eli değmemiştir. " Latifi: "Sevgilileri sevenler, heva ve hevesle el ele iken na­ mus ve iffe t eteğinin suçlamasından korkmayan, denizin derin­ liği inciliğine gelemeyecek derecede temiz olan; vuslat haremini yabancıdan, o gizli hazineyi kara yılandan sakınup ne nfsan damlalarından gümüş sedefini kaldırmış ne de bir araya gelme şebneminden renkli goncasını su ile doyurmuş ve bi'l-cümle ne 16


Günyüzü Mektuplan

kimse iki yarım narından dad almış ne de kimse onun gümüş ha­ vuzuna balık salmıştır. "

Ne olursa olsun Osmanlı edebiyatına diğer hemcinsleri bile erkek gibi şiir yazmaya özenirken, divan şiirine ka­ dınsı bir dokunuş getiren Mihri Hatun, edebiyat ve tarih sahnemizde önemli bir figür olarak kalmaya devam ede­ cektir. Ayrıca onun bu heyecanlı aşk hayatından bize ka­ lanlara ve saray içerisindeki pozisyonuna bakarak, Os­ manlıda kadına bakışın yüzyıllar içerisinde nasıl bir deği­ şim geçirdiğinin de ipuçlarını vermektedir. Saygıyla Mihri Hatun... Arzu K. Ayçiçek

17


Günyüzü Mektupları

Sırri Hanım (1814-1877)

Ankara, 28 Mart 2012

Sultan Su Esen'den Sırri Hanım'a Mektuplar 1. mektup

Şahsınızda ölümlü dünyanın güzel kızlarına selam ol­ sun. Geçmişimizde bunca yaratıcı hemcinslerimizin ol­ ması bizi umutlandırdı. Yapacağımız bu çalışma, bizleri geleceğe taşıyacak soyağacımız olabilir belki de. Masal kentinin büyüsüyle, sessiz dünyanın hüzünlü kızlarını araştırıp sözlerimizi paylaştıkça heyecanlandık, sevindik, üzüldük... Bir başka yanıyla; insanın, insandan korkması, korunmak için gerçek adını gizlemesi kabul edilir değil! "Kalemden Kaleme" projesinde, doğup büyüdüğüm şehrimin yetiştirdiği, sonsuzluğa göçmüş siz yazarlarına daha yakından seslenmeyi, bir gönül borcu sayarak, ilk kez yeraltına mektup yazma denemem beni coşturdu doğrusu. Sevgili Sırri Hanım, bu heyecan ve coşku, mektubumu kime ve nereye yazdığıma bağlıdır elbette. 18


Günyüzü Mektuplan

"Kalemden Kaleme Grubu" olarak projeyi ortaya koydu­ ğumuz anda içimi tatlı bir ürperti sarmıştı. Sıra kime ya­ zacağımıza gelince, herkes kendi gurur kaynağı olan bir veya daha fazla kadın yazara, şaire yazmaya karar verdi. Ben öncelikle kentimizde ilk şair yazar siz Sırri Hatun'a ve sonra sırasıyla, Hatice İffet, Cahit Uçuk, Esma Ocak'a yaz­ mak istedim. Umarım sizleri hoşnut edebilirim. Sizler ki kimi kalıpların dışına çıkarak, bu yürek işçiliğine soyunup bize önder oldunuz, çığır açtınız. Bizden size Kalemden Kaleme-Yerüstünden Yeraltına - sevgi saygımla...

2. mektup

Sevgili Sırri Hanım, Hakkınızda araştırdıkça hayran olduğum renkli kişili­ ğiniz, aristokrat bir ailede dünyaya gelmeniz, artılarınızdır elbette. Sanat üzerine konuşmak varken, kadının cinsiyeti nedeniyle çektiği sıkıntılara kafa yoruyor, boşuna enerji harcıyoruz halen.. 20. yüzyılda yaşamış ünlü şairimiz Na­ zım Hikmet'in "Yeri sarı öküzden sonra gelen kadınımız" di­ zesindeki gerçek, insanı ürkütüyor. Oysa 15. yüzyılda daha Cervantes, Don Kişot'u yazmamışken, bizim Zeynep Hatun, Mihri Hatun gibi ünlü şairlerimiz vardı övünülesi. Güzelliği, sanatı dillere destan, sözünü sakınmaz kadın yazarlarımız "mahlas" kullanmışsa, bu ayıp kimin? Diyarbakır'ın Mihri Hatun'u sayılan, siz Sırri Hanım'a "çağdaşınız dünya kadın yazarlar kimler" diye sorsam, -Vik­ torya- İngiltere'sinin erkek mahlasıyla yazan, ilk biseksüel feminizm örneğini cesaretle ortaya koyan, 1819 doğumlu "George Eliot (Mary Ann)" diyeceğinizi, adım gibi biliyo­ rum. Aynı dönemde -Charlotte, Emily ve Anne- adlı Bronte Kardeşlerin eserlerini "Curell, Ellis, Acton Bell" .

19


Günyüzü Mektupları

mahlaslarıyla yazdıklarını da söylersiniz. Oysa aynı ku­ şaktan çeyrek yüzyıl önce, 1775 yılında dünyaya gelen Jane Austen mahlas kullanmamıştır. Demek ki eskiyen za­ man değil, yönetenlerin beynidir. Fincancı katırlarıyla baş etmeyi, ne yazık ki biz günü­ müz kadınları bile başarmış değiliz sevgili Sırri Hanım. Bakıyorum da sizin döneminizde Amerika'da, kadın ya­ zar yoktur henüz. 20. yüzyıl Nobel Edebiyat Ödüllerini ölçü alırsak, yazar kadın sayısı, yüzde on civarındadır dünya genelinde. Bu bağlamda, yüzyıllar öncesine gidil­ diğinde, Anadolu'da hem de Türkçe yazan kadın şairleri­ mizin olması, büyük bir değer bizler için. Sizin araladığı­ nız koridorda, il bazında Cahit Uçuk, Esma Ocak ve arka­ dan gelenlerin olduğunu izliyorum hayranlıkla. Günü­ müz kadın şairlerinden Melisa Gürpınar'ın dizeleri de bu yazıya uygun düşer umuduyla, paylaşmak adına:

"gözyaşlarıyla söner mi yangın/ ey olüm/ ben ne aptalım okunur mu yolladığım mektup/ tutuşmuş bir kalemle yazdığım"

Keşke bir portreniz olsaydı elimizde sevgili Sırri Ha­ nım. Anlaşılan o ki, sanatınız kadar güzelliğiniz de ön planda. Az bulunur niteliktir birçok artıları üstünde top­ layıp kalıcı olmak. Ne güzel, adınız Diyarbakır'da bir okula verilmiştir. Görüldüğü gibi nice güzellikler kaybo­ lup gitmiş, yeryüzünde fotoğraf makinesi yokken. Zaten Osmanlı'da resim sanatı da yoktur. Belki de saçlarınız kı­ nalıydı, belki de badem gözleriniz, beyaz teniniz, sanatçı kimliğinizle, bugünlerde bir film kahramanı olarak tanıdı­ ğımız Kastilya Prensesi İsabella Fortuna'yı çağrıştırıyor­ dunuz. Zeynep Kamil Sultan ile dost olduğunuz halde, gönül ferman dinlememiş olmalı Sırri Hanım! Dört kadın geleneği vardı ya o yıllarda. Günümüzde buna özenenler olsa da, Medeni Kanunumuz 'tek eş' ilkesini getirmiştir. Tam da burada Sayın Cahit Uçuk Hanımefendi'yi size ta­ nıtmak geldi içimden. Ancak sizden sonraki kuşak olması -Osmanlı ve Cumhuriyet- gibi iki farklı rejimde yaşaması, 20


Günyüzü Mektupları

fırtınalı bir dönemin sanatçı kimliğini taşıması ayrıcalığı­ dır. Kendini erkek kimliği arkasına gizlese de çağının şanslı öz­ gür kızlarındandır. Özelliklerini yeri geldikçe konuşacağı­ mızı umuyorum. Zira yazılarımı, bana ayrılan sayfalar içine sığdırmaya çalışıyorum. Şimdilik hoşça kalın...

3. mektup

Sevgili Sırri Hanım, Ansiklopedileri, internet sayfalarını didiklediğimde hakkınızda farklı şeyler buldum. Divanınız kaybolmuş! Diyarbakırlı ünlü araştırmacı yazarımız Ali Emiri'nin der­ leyip topladığı, "Divançeniz" var elde sadece. Oysa kim bilir daha ne çok şeyler yazdınız. Ben şimdi ne mi yapıyorum? "Hiç" desem de, başımı kaşıyacak zamanım yok Sırri Hanım. Yazı yazamadığım zaman resim çiziyorum. Ne diyeyim, yaşadığımız top­ lumda, ben de sıradışı düşünen, zamanla yarışan, zama­ nın hızını kesmeye çalışanlardanım. Bu hızı nasıl anlat­ sam bilmem ki, artık ileri bir teknoloji çağındayız. Yaşan­ tımız özetle radyo, televizyon, bilgisayar! Hem yararlı hem zararlı. Bir kısım insanlar, bu buluşları evlerine sok­ mayacaklarını açıklayarak, aletleri kırıp sokağa fırlattilar Kudüs'te. Bir başka yanıyla bakarsak, dünyada olup bi­ teni evimizden izliyor, görebiliyoruz aletlerin gücüyle. Etkinliklere katılıyor, imza günü yapabiliyoruz. Birbiri­ mizin sanal yüzüne o kadar alıştık ki, aslını görünce şaşı­ rıyoruz. Yani ne aletle, ne de onlarsız olabilen bir ara ku­ şağız biz. Yakında, "Beni bilgisayarımla toprağa gömün!" vasiyetlerine şaşmayacağız sanırım. Bu tatlı beladan ko­ runup kurtulmamız olanaksız, dediğimde bundan yüz­ yıllar önce, Diyarbakır' dan Karadeniz' e göçüp Trab­ zon'un Maçka ilçesinde yaşayan sanatçı bir ailenin varlı­ ğından haberdar mıydınız, bilemem. Bunlardan ünlü 21


Günyüzü Mektupları

Bedri Rahmi ve Sabahattin Eyüboğlu kardeşlerin Fran­ sa'da öğrenci iken, babalarıyla mektuplaşmalarını okudu­ ğumda, "sessizlerin sesi" çok ilginç yankılandı kulağımda. Yaşamımızın bir bölümünde onlarla çağdaş olmamıza karşın, günümüzdeki iletişimin hızıyla kıyasladığımda, o yıllardaki haberleşmenin (mektup, telgraf) sabır gerektir­ diğini de anlamış oluyorum. Telefon yaygın değil henüz. Ancak bin dokuz yüz altmış yılından sonra, her şey anor­ mal hız kazandı dünyada... Sabahattin Eyüboğlu'nun aşık olduğu Fransız kız hak­ kında babasına yazdığı mektup da çok içten ve manalı... Babanın yanıtı, katı tutumu ve kaygıları da.. . Aslında bunu neden size yazdım ki? Belki de hemşehrilik duygu­ suyla. .. (...) Şimdi bir başka konu, İlgisi yok ama Sırri Hanım, çağı­ mızın gelişmesi mi desem, gerilemesi mi desem- ayrıntı­ sını anlatmak için beynim zorluyor beni. Naylon ya da plastik sözcüklerini de duymamışsınızdır.

"Dam üstünde yakacak/ Yarın tren kalkacak/ Evlenmeyin bekarlar / Naylon kızlar çıkacak"

türküsünün sözleri, her şeyi anlatıyor görüldüğü gibi. Petrol atıkları hayatımızı karartıyor Sırri Hanım. Dünya plastikten bir çöplük oldu. Sentetik karışmış ha­ vayı soluyoruz, yatağımız yorganımız, yediğimiz içtiği­ mizle. Zavallı koyunlarımızın eti, sütü yanında, yünü de ortadan kalkmak üzere. "Yeni doğan bebelerin genetiği de­ ğişiyor! " sözüne inananlar bile var. Bu afacanlar, tekno­ lojik aletleri kimi büyüklerinden daha iyi tanıyorlar. Bir de "İndigo Çocuklar" söz konusu ki, kimine göre üreti­ len aşılardan, kimine göre yaşam koşullarından... Teda­ vileri de henüz bilinmiyor. Yani olmaz denen her şey oluyor. Bilim+Kurgu=Gerçek oldu. Bilim adamlarının, insanda "33. gen" buldukları da söyleniyor! Yeni doğan bebelerin bilgiç bakışlarından korkuyorum kendi adıma, 22


Günyüzü Mektupları

Sırri Hanım. Dünyaya yeni gelen kaşiflerin analı babalı büyümesi adına, şimdilik hoşça kalın ...

4. mektup

Değerli Sırri Hanım, mehtap çok güzel dışarıda... Pen­ cereden içeriye giren süt beyazı ışıkla uykudan uyanıp masamın başına geçiyorum ve kentimizin o ünlü türküsü aklıma düşüyor: "Ay doğar sini sini/ kız sevmişem ben seni." Masallara konu Dicle Nehri üstünde ay, nasıl da parlak doğar her defasında, değil mi Sırri Hanım? Nehir, Fis ka­ yası, surlar ile muhteşem bir kompozisyon oluşturur. Kent, ovanın içinde yüzerken, onunla geçmişe yolculuk yapar, sohbete dalarız adeta. Diğer mektubumda da söylediğim gibi günümüz hız çağı Sırri Hanım. Elle mektup yazmak tarih oldu. İşte ben de size en hızlı iletişim aracımız olan e-posta ile yazıyo­ rum. Aksayan ve üzücü yanı; dilimizin kuralları çiğneni­ yor: "ş, ü, ç" harfleri anlamını yitiriyor, bunların kuyruk " ve noktaları kaldırılıyor, "w, x, q harfleri alfabemize zorla sokuluyor! Yarı yabancı, yari yerli, yapıştırma söz­ cüklerle argo, arabesk, anglo karışık yazıyor ve konuşu­ yoruz anlayacağınız. Dünyanın efendiliği Anglo/ Ameri­ ka'ya geçince, alışkanlıklar birden değişti. Kapıya postacı da gelip selam vermiyor artık! Ama projemizin adı yine de "Kalemden Kaleme." Her neyse Sırri Hanım, mektubumda kaldığım yerden devam edeyim yanılsamalara... Bilgisayar denilen alet, çok şeylere kadir. İnsan kendini kaybediyor içinde! Yan­ lışlıkla bir düğmeye bastığında, bütün emeğin elinden uçup gidebiliyor sıklıkla. Ancak bu olağanüstü teknolo­ jiye gözünü kulağını kapamak kolay değil. Bizlerden sonra, kim bilir hangi evrelere ulaşacaktır insanlık. Her yeniliği önce yadırgayıp sonra alışıyor insan. Nerede ise 23


Günyüzü Mektupları

aletlerle yatağa girip çoluk çocuğunu ailesini unutan, ka­ rısını kocasını boş verenler var. "Metal Aşk bu / derdimi söy­ leyemem kimseye" dense yeridir hani. Eğlence, aşk, söz, sohbet hepsi orada. Bu yüzden açlığım unutarak sevdaya düşüp ölenler, "-chat- çetleşiyor" diye birbirini yok eden­ ler bile var! Bu terimler, size uzak aktarımlardır biliyo­ rum, ama yazmaktan da kendimi alamıyorum. Yararlı aletler, kullanma ölçüsünü kaçırdığınızda tehlikeli olabili­ yor, tıpkı elektrik çarpması gibi! Söz aramızda, dün sizin hakkınızdaki bilgileri toplayayım derken, ben bile aletin içinde kayboldum. Hani eşimle aramız bozulabilirdi Sırri Hanım. Sizin kadın olduğunuzu nereden bilecekti adam­ cağız, ilk anda. Günümüzde kadına şiddet, aldı başını gi­ diyor. Allah uzak etsin! Her ne ise sizi ararken, o büyülü zamanlarda, büyülü mekanlara; Diyarbakır' dan Bağdafa, oradan Mısır'a, ardından İstanbul'a gittim. Safanız olsun, diyeceğim, ama o tarihte Osmanlı'nın halini, dünyanın ha­ lini de merak etmiyor değilim. Bağdat'ın, Kahire'nin şimdiki halini sormayın! Arap Baharı" denilen bir rezalette onlarca insan telef oluyor. Batı Dünyası, ekonomisi bozulunca içindeki canavarı or­ taya salıyor, kendini geri çekerek. Bu canavar, müsait or­ tamlardaki canavarlarla birleşince, karşılarında hiçbir güç duramıyor, kasıp kavuruyorlar ortalığı göz göre göre. Hani dilim varmıyor bu yutturmaca Bahar'ı olumlamaya. Bir /1

de uydurma kuruluşlar, "İnsan Hakları" adının arkasına sakla­ narak bölgemizi huzursuz ediyorlar. Size son bir haber vere­ yim: Suriye sınırında bir keşif uçağımız düşürüldü, pilotları­ mız kayıp. Dünya her şeyini bir yana bırakmış bu sakızı çiğni­ yor şimdi. Bizi bir şeyden anlamaz, keriz sanıyor Vahşi Kapita­ lizm, ne yazık ki... Durum üzücü ve dehşet verici!

Konumuza dönersek, bu kullandığımız alet, dipsiz bir kuyu, içine girince değil zamanı, kendini bile unutuyor in­ san. Hele de Yusuf Kamil Paşa ile Zeynep Sultan'ın aşk öyküsüne dalıp 19. yüzyılda kalınca, altını kapamayı unuttuğum yemek, ocakta yanıp kömür olmuş meğer. 24


Günyüzü Mektuplan

"Yangın var!" diye komşular kapıya yüklendiğinde, dilim tutulmuş halde yüzlerine bakakaldım. Bu cadıların diline düşmenin, ne demek olduğunu bilemezsiniz. Anlamazlar, ben zaman fakirinin halinden! Yataktan kalktığım gibi, sizlerle sanal sohbete dalmışım. Her bir ayağımda ayrı bir çorap, üzerimde tersinden giydiğim geceliğim, uzuvlarım kaskatı kesilmiş aletin başında, saatlerce aynı pozisyonda oturmaktan! Ben Mısır'da iken, bizim evin içi dağ başını duman almış meğer! Dil Derneği'nin bir etkinliğine katıla­ cağımı da anımsıyorum o anda! Ha sahi, bu arada Ankara, Türkiye Cumhuriyeti'nin başkentidir Sırri Hanım. Yeni haber, son Osmanlı Neslişah Sultan da (1913-2012) bu arada vefat etti. Benim adım mı? "Yok canım, ben gerçek Sultan olabilir miyim ? Adımı öylesine koymuşlar işte. " (.. .)

Sanal ortamdaki zamanla, içinde yaşadığım an ara­ sında gel-gitler yaşarken, size ayrılan mekanda, tüller içinde, köşenize çekilmiş, aruz vezniyle şiirler yazıyordu­ nuz. Öyle kaptırmışım ki kendimi yaşantınıza, geçmiş za­ man gelecek olmuş! "Zeynep Kamil Sultan, Sırri Hatun" diye sayıklıyorum o arada. 19. yüzyıl yaşamının şavkı vurmuş içime. Bizim evde de işleri yapan yardımcılar var­ mış gibi geliyor bana! Birden, "Zeynep Kamil Çocuk Has­ tanesi"nin adının nereden geldiğini, bilgisayarın kütüpha­ nesine girerek öğreniyorum. Eskisi gibi sabahın köründe kalkıp Büyük Kütüphaneye gitmeye gerek yok, aletin düğmesine basmanız yeterli. Sevgili Sırri Hanım, hakkı­ nızdaki söylenti özel yaşamınız olsa da, tarihe mal olmuş birinin yaşamını bizim "Amazon Kızlar" çok merak edi­ yor sonuçta. Hepsi de kendi yazarının ilginç yanlarını, bi­ linmeyenlerini öne çıkarmak için yarışıyor. Hani haksız da değiller, Sırri Hanım. Anlaşılan, Yusuf Kamil Paşa da safa adamıymış! İnsanı acıtan aşklar bir yana, çok anlama­ dığım Divan Şiirine de merak sardım sayenizde. Evet evet, evdeki yangını anlatıyordum. Bir koşu evin tüm pencerelerini açtım. Komşu abla, "Ne oldu sana, dört 25


Günyüzü Mektupları

duvar arasına kapandın, toplantılara da gelmiyorsun, tarikata mı girdin kız ? " dediğinde kendimi siz sanıp, "evet" diye­

cektim ki, uyandım. Hani siz tarikata girmişsiniz ya, anla­ şılan o yıllar öyle imiş. Günümüzde de benzerleri var gerçi! Aman susun, kimseler duymasın! 30 Aralık 201 1... Mektuplarımı aralıklarla yazdığım için kusuruma bakmayın sevgili Sırri Hanım. Araya bir de to­ run girdi ve o dünya tatlısı devreye girince, acımasız dün­ yanın masum bir alanına kayıveriyorum, bağlantısız. Koca yıl nasıl geçip gitti anlayamadım. Ellerinizden öper, bu arada bebeğimiz de bir yaşını devirdi. Günümüzün za­ vallı bebekleri! Değil ailede, koca mahallede bile yaşıtla­ rını bulup oynayamıyorlar. Başbakan, bangır bangır bağı­ rıyor "en az üç çocuk isterük!" Ne desem bilmem ki Sırri Hanım, derdimiz çok, yazmayayım dedikçe apansız giri­ yorlar araya... Bari Papatya Devri'nden söz edeyim size. Kentte, yeni yıl telaşı! "Nerede o eski günler!" diyenler olsa da öyle büyük alışveriş merkezleri yapıldı ki, akıllara durgunluk Sırri Hanım. Bir merkez daha -Trump Towers­ yakında İstanbul'da. Adından anlamışsınızdır sanırım, sa­ hibi Atlantik ötesinden... Evet evet, toprağınız ışıklı olsun, aynen Lübnan olduk. Eskiden yabancı ülkelerden cam ça­ nak, porselen satın alıp getirenler, şimdi de "Yaşamın heye­ canı kalmadı" diye sızlanıyorlar. Halimiz mi? Sizin zama­ nınıza sarkan Lale Devri'ni aşıp, Papatya Devri'ni geçtik, şimdiki devrin adını getiremedim. Sonra aklıma gelir. Çünkü lüksten aklımızı kaçırmış vaziyetteyiz. Yok, sadece izliyoruz dünyanın gidişatını... Diyarbakır'ı soruyorsun, biliyorum. Ne sizin bildiğiniz gibi, ne benim bıraktığım halde. Gömlek değiştiriyor. Günümüzde adı en çok gaze­ telere konu olan kent. Bir sınavdan geçiyor sanki. Allah surları korusun! Sizin yaşamınız ve zamanınıza dönersek, Diyarbakır, Bağdat, İstanbul arasında gidip gelmişsiniz! Sahi, bir de Bağdat Hatun söylencesi var halk arasında, değil mi? Yan­ lış bilmiyorsam eğer, Bağdat kentine onun adı verilmiş. O 26


Günyüzü Mektupları

öyküyü daha kapsamlı olarak, Diyarbakır "Dicle'nin İki Yakası" kitabımda konuşuruz sizinle. Zira televizyonda dizi başlıyor. Şimdi bir başka zamana kayıyorum Sırri Ha­ nımın!... "Uuu Sultanıııım" diye sesleniyor 16. yüzyıl'dan Sümbül Ağa. "Aşk olsun sana şahaneeem, kız sen delirdin mi? Huuu Sultan kız!" diye omuzlarımdan tutup "Kendine gel!" diye silkeliyor beni! Çünkü kendimi konuya öyle kaptır­ mışım ki görmek gerek. Şehzade Mustafa'yı zehirletmek istiyor o tatlı cadı kılıklı Hürrem Hatun! İnanın gerçeği gibi. Allah korusun, ona mektup yazmaya bile çekinirim. Evet, "film nedir?" diyeceksiniz şimdi de. Bu gecelik bu kadar sevgili Sırri Hanım. Onu da bir dahaki mektu­ bumda anlatırım. Saygımla...

5. mektup

Sevgili Sırri Hanım, size sormak geldi içimden; Hani memlekette cinli perili söylenceler var ya! Güya "Diyarba­ kırlı ailelerin cinleri perileri olurmuş!" Bizim ailemizde öyle şeyler olmasa da, benim cinlerim perilerim sizlersiniz. Karşımda gerçekler dururken, ben sizlerle zaman geçiri­ yorum sanal ortamda. Eşim eve gelince, "Yine yemek yak­ mışsın, öyle mi" diye soracak, televizyon başına geçip ha­ berleri izleyecek. Ha, sahi siz "televizyonu" da bilmiyorsu­ nuz. O 'aptal kutusu" eski buluşlardan sayılır artık. Yani dünyaya gelseniz şaşırıp kalırsınız. Bir damlacık çocuklar bile teknolojik becerileriyle eskilere üstünlük kurmakta­ lar! Yaşamın, daha da uzaması gereğini Yaratan görüyor­ dur elbette. Zira yenilikleri öğrenmeye ömür yetmiyor. Belleğimiz rakamlarla dolup taşıyor: Banka, alışveriş, ev­ lerimize giriş çıkış... Şifreyi unuttun mu, hapı yuttun! Onu birine kaptırdın mı yine hapı yuttun! Bir de şu mela­ net "Alzheimer-unutkanlık hastalığı" çıktı, bunca şeyi ak­ lında tutman gerekirken. "Eh n 'olacak tohumlar bile yanlış

çiçek açıyor, karpuzlar kabakla aşılandı. " 27


Günyüzü Mektupları

"Açıl susam açıl" gerçek oldu Sırri Hatun. Önce korkup, sonra alışıyoruz yeniliklere. Küresel hırsızlık aldı başını gi­ diyor, nerede bizim eski merhametli hırsızlarımız. Şimdiki hırsızlar öyle arsız ki, dil, din, töre tanımıyor hiç. Dev bir örümceğin ağındayız sanki. Haber o kadar birikmiş ki, başlıklar halinde yazabiliyo­ rum size ancak Sırri Hanım. Ben bunları yazarken, çağcıl hırsızlar iş başında, varlıklı komşunun kasasını, gündüz gözüyle evinden çalıp götürdüler de kibrit kutusu gibi üst üste yığılı binada kimsenin haberi bile olmadı. Her binada bir köy kadar insan yaşıyor, üst üste mezar evlerde; bir metre kareye onlarca insan yani. Zaten kimse, kimseyle il­ gili değil bu gibi mahallerde. Herkes yalnızlaşmak istiyor nedense. Herkesin kapısında ışıklı lambalar yanıp sönü­ yor. Kimin ışığı yanıp sönmüyorsa, küresel hırsızlar onun kapısını söküyor! Arabaları da alarm sistemi ile korumaya çalışıyoruz elbette ... Haberler çelişkili geliyor değil mi, doğrudur. Ömür uzadı deseler de, bizim orada hala töre gereği öldürül­ meyi bekleyen bahar dalı, gelincik kızlar var Sırri Hatun! Analar kızına sahip olamayınca, babalar dünden hazır on­ ları yok etmeye! Hayır hayır fazla şeye gerek yok. Öldü­ rülmek için tek bir bakış, kuru bir iftira yeterli. Sizin za­ manınızda da böyle miydi gelenek- görenek bilmiyorum, Sırri Hatun. Bu arada ilgisi yok ama aklıma takılan bir şeyi sormak istiyorum size; asıl adınız kimi yerde "Rahime", kimi yerde "Rahile" yazıyor. Hangisi doğru? diye merak ettim, bağışlayın! Şimdi bana izin verirseniz, akşam yeme­ ğini pişireyim. Elektrik kesilmiş bu defa da. Benim ocak elektrikli. Bu cansız kutulara can veren, hız kazandıran elektrik, her yerde yaşantımızda! İşte benim size yazdığım bu alet de onunla çalışır. "Aha şöyle guçük bir kutu, ne arar­

san içinde bulabilin ablacığım. Eskiyi önümüze getiren dizilere bakıyom da; birbirinin kuyusunu kazanlarda okuma, yazma alışkanlığı yok! Sen daha iyi bilin köşkleri sarayları Sırri Ha­ nım. Ne idügü belirsiz bir sürü devşirme, halkımızın kesesinden 28

·


Günyüzü Mektuplan

besleniyordu! Söz meclisten dışarı tabii ki. Siz de Osman-ı Ali­ ye'de, ikinci adamın zevcesi olmuşsunuz anlaşılan! Sanatınızla ülkemizin, kentimizin medarı iftiharı olmuşsunuz! Ayrıca, Os­ manlı Meclisi Mebusan'ında Diyarbekir memalisinde görevli, Yenişehirlizade Hacı Ahmet Efendi' nin kızısınız. "

Ben, ne iş mi yapıyorum? Memleketime, anneme, ba­ bama, sevenlerime, ülkeme, yoldaşlarıma, kalemdeşle­ rime, hayat arkadaşıma ve çocuklarıma layık olmaya çalı­ şıyorum kendi çapımda. Bir Diyarbakır kitabı yazarken, sizlerin sesini duyumsadım birden. Gogol'un "Ölü Can­ lar" kitabı gelmişti aklıma. Kadınca sevgimle...

6. mektup

Sesiniz derinden gelse de güzel yaşamışsınız belli ki, Sevgili Sırri Hatun! Ancak, sonunuz pek iyi gitmemiş. Hele de evlat acısı! Bizim de milletçe üzüntümüz oldu bu ara. Ekim 2011-Van Depremi neşemizi kaçırdı. Amerikan ikinci adamı Biden (Baydın)'in ziyareti de baydı bizleri! Bayram değil seyran değilken, niye öpüyor şapur şupur milletimizi? Şimdiki dedikodular küresel elbet, görünürde kimse yok ama dünya işgal altında. Depremi bile, "o" yaptı, diyorlar. Yaşananlar geçmişe rahmet okutuyor. Dünya, gözümüzün önünde, evimizin içinde .. . Alet, her şeyi gösterir Sırri Hanım! Dünya yakında yok olacak, diyen­ ler bile var. Ben de kafa bulmak için, televizyon dizisi "Muhteşem Hürrem Hatun'un" yediği naneleri izliyorum. Ne kadınmış yani! Ona cesaret veren bir güç olmalı kesin­ likle... Nerede kalmıştık? Ha evet, göçlerle bir Van şehri daha oluştu İstanbul' da, varın siz düşünün! Bir İstanbul var, İs­ tanbul'dan içerü! Bir araca alacağı yolcu sayısının, on beş yirmi katını yüklerseniz, devrilir. İstanbul' un iki yakası da çökmek üzere. Aman ağzımızdan yel alsın, desek de uz­ manlar bar bar bağırıyor: "Deprem bugün değilse yarın!" 29


Günyüzü Mektupları

Kamil Paşa Konağı'nı bilmiyorum ama 'Zeynep Kamil Hastanesi' şükür ki yerinde duruyor, Sırri Hanım. Çoğu köşkler, yap satçıların elinde yakılıp yıkıldı, yerlerini yirmi otuz katlı iş merkezleri aldı. Size şimdilik iyi dinlen­ meler. Edirne'den Van'a sevgim saygımla ...

7. mektup

Sırri Hanım, sizi araştırayım derken, yolum tekrar Ka­ hire'ye düştü. Meğer Zeynep Sultan, bizim ünlü Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın kızıymış. O tarihte genç bir katip olarak Kahire'ye giden Yusuf Kamil Bey ile karşılaşınca birbirlerine aşık olmuşlar. Mehmet Ali Paşa'nın bu evliliğe muhalefetine karşın, aşk ferman dinlememiş. Ünlü Kava­ lalı da aşıkların bükemediği bileklerini öperek, onları bir­ birine kavuşturmak zorunda kalmış sonunda. Ancak daha sonra her nedense Zeynep Hanım'ın öz yeğeni, teyzesinin mutluluğunun bozulmasına aracı olmuş. Devrin Osmanlı Sultanı araya girerek, onların tekrar bir araya gelmelerini sağlamış, ömürlerinin sonunda aynı kabristana gömül­ müşler. Zeynep Sultan, hanımefendiliği yanında yardım­ severliğiyle de tanınır. Hala hizmet veren Zeynep Kamil Hastanesi, onun yaptırdığı hayratlardan biri. Yusuf Kamil Paşa ise sanatla haşir neşir, Fransızca bilen, Fenelon'un "Telemaque" eserini Osmanlıca'ya çeviren, köşkünde edebiyatçıları ağırlayıp barındıran bir Osmanlı Paşası... Siz Sırri Hanım, Arapça Farsça bilen, köşkün müdavimle­ rinden biriymişsiniz! İlk evliliğinizi, Tahirzade Bekir Ağa adında soylu bir kişi ile yapmışsınız. Kızınızın vefatından sonra altmış üç yaşında da maalesef bu dünyadan ayrıl­ mışsınız. Ruhunuz şad olsun, Sevgili Sırri Hanım... Siz bu dünyadan gideli, bizler de dünyaya gelmeden önce, çok şeyler değişti memleketimizde, çoook... Os­ manlı çöktü, yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. 30

·


Günyüzü Mektuplan

Günümüzde de Diyarbakır birkaç yönüyle hareketli. İçimizden yazar, çizer, gazeteci, imparatoriçe diye ünvan­ landırılanlar bile çıktı sevinilesi. Nadire Hanım'ın Hürri­ yet gazetesi yazarı Ayşe Arman ile röportajını okudum yakında. O da tarikatlara, hacı hocalara meraklı. Dokuz kez Umreye, kaç kez Hac'ca gitmiş... Hani, siz de ermişleri ziyaret etmek için Bağdat' a gitmişsiniz ya! Her ne ise fazla karıştırmayayım, ölüler sakinlik ister ne de olsa . . . Şimdi­ lik hoşça kalın!

8. mektup

Eskiden kentlerde, soylular ve orta sınıf burjuvalar ya­ şar, kavga dövüş böyle ulu orta olmazdı, diyenler var. Ya­ kın zamana kadar da şehirliler parmakla gösteriliyordu. Günümüzde, tüm dünyada sanayileşme ile birlikte kırsal­ dan kentlere göç başlayınca, kentler eski özelliklerini kay­ betti. Kırsaldan gelenler, şehirde bocaladılar. Türkiye'de kökten rejim değişikliği, eskilerin alışkanlıklarını terk et­ memesi, yasalarla düzenlenen -din, dil, ırk ve cinsiyet- hak­ larına saygı zaman almaktadır. Kız erkek -temel- eğitim alma zorunluluğu yanında her vatandaş eşit muamele görmekte · yasalar karşısında. Annemle babam Cumhuriyetin kurulduğu tarihte dün­ yaya gelmişler. "Atatürk" der de başka şey demezlerdi, Sırri Hanım. Hatta küçük kardeşim Atatürk ü kıskanıp üzü­ lürdü; beni daha az seviyorsunuz diye. Öğretmenler, nineler, dedeler memleketin ahvalini, 20. yüzyılda yaşanan iki bü­ yük savaşın yıkımını, Kurtuluş Savaşımızı, Türkiye Cum­ huriyetinin kuruluşunu anlatırlardı. İkinci Büyük Savaşta dünya yerinden oynar, Türkiye savaşa girmez, büyük bir irade ile. 1980 sonrası Papatya Devri ile rehavete çekilen kuşak­ larımız, olabilecek tehlikelerden korkmuyorlar artık, ne '

31


Günyüzü Mektupları

yazık ki! Sevgili Sırri Hanım, derdimizi yaşayanlar anla­ mıyor, siz ölmüşlerimize anlatalım bari, diye çırpınıyoruz! Bilim adına yapılan buluşlar paraya çevrilince, toplu kı­ yun araçları (kimyasal ve atom silahları) devrede! Soludu­ ğumuz havayı bile elimizden alıyorlar. Birçok şeye gerek­ siz hava parası ödüyoruz. Akan çeşmelerimiz kurudu, aşı­ mız ekmeğimiz, geleceğimiz, dışarıdan müdahalelerin elinde. Sokakta bekçilerimiz yok artık! Ne güzeldi bekçi babanın düdüğüyle uykuya dalmak! Şimdi, korku impa­ ratorluğunda, alarm sesleriyle uyanıyoruz güne. Günde­ mimiz dolu, size hangi haberleri vereyim bilmem ki... Ya­ kında ebediyete intikal eden Cahit Hanım ve Esma Ha­ nım, dünyamızın hal ve gidişini gördüler. Onlardan sonra bile, öyle çok şey değişti ki, birilerinin gözü var, bu top­ raklarda sanki. İstanbul'daki Sevda Tepesi de Suudi Kralı Abdullah'a satıldı, imara açılacak yakında! Günün önemli haberlerinden biri de elektrik kesintisini onarmaya giden işçiler, bir göletin buz parçalarına tutunmuş, saatlerdir kurtarılmayı beklerken, sözünü ettiğim alıcıda, yani ek­ randa dünyanın gözü önünde donarak öldüler! Akabinde; bir köprü çöktü. Yayalar ve vasıtalar azgın sularda kay­ boldu, aranıyorlar! Bu durumda insan mutlu olabilir mi? Bu arada bop denilen o garip projeye /1Arap Baharı" de­ nilmesi gülünçlüğünü koruyor. Kimin, kimi öldürdü­ ğünü, işlenen insanlık suçunu ne siz sorun, ne ben söyle­ yeyim! Yarın bir gün "Türk Bahar' ı" diye bir proje çıkarsa, ona da şaşırmamamız gerekir. Dünya, bir kaç yeteneksiz liderin eline tutsak: Baldıran Çiçeği Sarkozy, Küresel Obama . . . Akıllara durgunluk vermekte bunların Libya li­ deri Kaddafi'ye uyguladıkları barbar tutum ... Olanları ta­ rih yazacak şüphesiz! Bir zamanlar Roma imparatorluğu­ nun varisleri, şimdi Kızılderililerin soyunu tüketenlerin peşinde, birer kukla gibi yürüyorlar ... Uzaktan basılan bir düğme, can veriyor metale, Sırri Hanım. Küresel dünyada istediğin ülkeye girebiliyorsun vizesiz! Sözde Demokrat ABD Dışişleri Bakanı Hillary 32


Günyüzü Mektupları

Clinton'un bir kadından umulmayan gaddarlığı, önceki Dışişleri Bakanı Condelezza Rice'i bile aratır oldu. Ameri­ ka'da kontras başkanlık dönemi yaşanıyor nedense: "Si­

yah Başkan'a beyaz Dışişleri Bakanı, Beyaz Başkan'a da siyah Dışişleri Bakanı" zıtların güç oyunu insanı tedirgin ediyor.

Sevgili Sırri Hanım, Güney Amerika'nın sevimli yöne­ ticilerinin hepsi birden kansere yakalandı, ne hikmetse! Soğuk Savaş, daha da acımasızlaşarak tek uçlu Küresel Sa­ vaş oldu... Yarın Fransa'da seçim var. Dünya bir beladan kurtulacak, inşallah! Yazarım size onu da. Yo yo, bu işe yaramazlarla sizin sakin dünyanızı karartmak istemem aslında. Sevgili Rahile Sırri Hanım, asıl sizi merak ediyorum. Diyarbakır Hanedanından Ahmet Bey'in kızı olmanız, Di­ van kültürü ile yetişmeniz, bir süre Bağdat'ta yaşamanız, İstanbul'da Yusuf Kamil Paşa konağının şiir-edebiyat soh­ betlerinde bulunmanızın kim bilir ne ilginç öyküleri var­ dır. Kızınızın zamansız ölümü üzerine yazdığınız içli mer­ siye içimi sızlattı:

"Mürği dil pervaze geldi ianeler ağlar bana / Çıkdı zünnarım bu kez humhaneler ağlar bana / Aşinalar tanı senk endaz olur­ lar her taraf/ Vakıfolsa halime biganeler ağlar bana / Ketmi güc, izharı güc bir derde oldum mübtela / Darusın bilmez tabib ka­ şaneler ağlar bana / Kasei mizabı sakiden içüb mest olmuşum / Halime agah olan mestaneler ağlar bana / Sırrf bir viranedir bir gence irdin misli yok / Hasbihalim söylesem divaneler ağlar bana* Şahbazı kuds olan mesture şeklin göstürür / Mahremi sultan ekser dur şeklin göstürür / Saykal ol mir'atı kalbe masiva fikrin bırak / Jenk olunca ayine meksur şeklin göstürür Şer çekerse ta semaye suzi dilden dudi ah / Mahitab olur fe­ lekde nur şeklin göstürür / Dehri duni bisebate dil viren diva­ neye / Mesti bibaki elest mahmur şeklin göstürür Ayni ibretle alan her bir varakdan bir sebak / Nevbehar ey­ yamıdır zünbur şeklin göstürür / Tı1 ezelden Sırrf hakikatden dili, agah olan / Başü can terkin kılub Mansur şeklin göstüriir" 33


Günyüzü Mektupları

Sevgili Sırri Hanım, sizinle sohbet etmeye doyamadım aslında. Bu arada Diyarbakır ulemasından Şaban Kani Efendi ile şiir ve edebiyat sohbetlerine katılıp takdirini ka­ zanan, yine Diyarbakır ulema ve şuarasından Azmi Zade Mehmet Efendi'nin eşi olan ablanız, şair Hatice İffet Ha­ nım'ın istirahatgahı, Diyarbakır'da Behram Paşa Camii yanındaki kabristanda bulunuyor. Onu da bir gazelinden iki dize ile analım: (. . .)

"Çünkü agehsin gönül sırrı nihan sana / Varlığı mahv eyle­ yüb terki cihan lazım sana" ( . . .) Saygımla ...

34


Günyüzü Mektuplan

Esma Ocak

9. mektup

Sevgili Sırri Hatun, Bu mektubumu şahsınızda, değerli yazarımız Esma Ocak'ı anmaya ayırıyorum. Bir yanıyla onun yazgısı da si­ zinki ile aynı sayılır. Amansız bir hastalığa yakalanan sev­ gili kızını kaybetti o da. Eşini de erken yaşta kaybeden Esma Ocak, Şeyh Abdülmecit Efendiler, Yedi Belalar, Ciz­ reliler ve diğer bazı ünlü ailelerle akrabadır. Kentte siyasi yanıyla tanınan ağabeyi avukat Canip Yıldırım'ın anıla­ rında, büyük ailelerin evlerinde eşkıya beslediklerini, oku­ yup öğrendiğimde şaşırmadım desem yalan olur, Sırri Hanım. Daha ilginç olan ise kız kardeşi Esma Hanım'ın okula gönderilmesine kendisi mani olur ve ortaokul'dan alınır Esma Hanım! Oysa Canip Yıldırım'ı alicenaplığı, hoşgörüsü, yumuşak başlılığıyla tanıyordum kendi adıma. Bizim gibi aileler kentimizin bu yanını bilmiyoruz açıkçası. Bu durumda sayfalara sığmayacak bir öyküye sa­ hiptir Esma Ocak. Geleneksel aşiret düzenindeki ailelerde, kadının yeteneğine bakılmaz. Yumurtayı delip dışarı çık­ mayı başaran Esma Hanım'ı, Diyarbakır Vilayet Parkına 35


Günyüzü Mektupları

bakan lüks dairesinde, yazar arkadaşım Suzan Samancı ile ziyaret etmiştik (2003). Aklımda yer eden, hoş bir seda oldu üçlü sohbetimiz. Diyarbakır'a her gittiğimde onun Sur içindeki tarihi evini ziyaret etmek isterim. Zira çocuk­ luğumun bir bölümü, o mahallede geçmiştir. 17.06. 2012 tarihli Hürriyet gazetesi Pazar eki, mod' ankara köşesinde yazan Diyarbakırlı Gamze Cizreli'den okuduğum

haber Diyarbakır ve Esma Ocak ile ilgiliydi: "Sultan dizisini Jıem memleketim Diyarbakır kültürünü an­ lattığı için, hem de Nurgül Yeşilçay'ın oyunculuğunu beğendi­ ğim için büyük bir heyecanla bekliyordum. Hatta yapımcı firma MasMedya çekimler için aile büyüğümüz rahmetli Esma Ocak'ın müze olarak kullanılan evini seçtiler ( .. .) evlatları an­ nelerinin anısına ( .. .) hiçbir şey talep etmeden evi çekim ekibine verdiler. Şartları evi aldıkları gibi teslim edeceklerdi. ( .. ) Türki­ ye'de doğru dürüst özel müzenin olmadığı bilinir. 1996 yılında bu müzeyi Esma Ocak kendi olanaklarıyla kurmuş, yerli ve ya­ bancıların ziyaretine açmıştı. İşte bu iyi niyetin karşılığında, MasMedya evi tanınmayacak halde bırakıp gitmiş. ( .. .) Telefon­ lara yanıt alamadık, konuşacak muhatap bulamadık. Konu yar­ gıya intikal edince, araya hatırlı kişiler koyup bizi davadan v�z­ geçirmeye çalıştılar. Bu arada dizi ekibi Calıit Sıtkı Müze Evi' ne geçti. Çekimler orada devam ediyor. (. . .)"

Sevgili Sırri Hanım, ilimizden haber çok. Erkek sanatçı yazar-çizer de çok. İlk akla gelenler: Ali Emiri, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Ahmet Arif, Cahit Sıtkı Tarancı, Sa­ bahattin Karakoç... Eyyüboğulları'nın yarısı Diyarba­ kır'da yaşasa da ünlüleri Karadeniz Maçka'dalar. Sizden günümüze, iki yüz on yıllık zamana yolculukta, yedi ka­ dın edebiyatçı sayabildim, ilimiz genelinde. Sevgili Sırri Hatun, sizin günlerinizin telaşı ile bugünküler farklıdır elbette. Genetiği değiştirilmiş tohumlardan, solitinli yo­ ğurt, plastik yiyeceklerden haberiniz yoktur. Biz, ne yiyip içtiğimizi bilmediğimiz gibi yeni kuşağın dilinden bile anlamiyoruz neredeyse. Demiştim ya, "bunları biz mi ye­ tiştirdik" diye çelişkiye düşüyorum bazen. Bir geçmişe, 36


Günyüzü Mektuplan

bir şimdiye, bir geleceğe bakıp her şeyi dert ediyorum. Uzay Çağı, 'yeni dünya düzenini' getirdi beraberinde. Ci­ han imparatorluğundan geldiğimiz için(mi) ne ise annele­ rimizi anlayamıyor, çocuklarımızla anlaşamıyoruz. 'Plas­ tik Çağın Naylon Çocukları' Çocukların temiz duygulu sevgisiyle ... Nur içinde yatın sevgili Sırri Hanım...

37


Günyüzü Mektuplan

Cahit Uçuk 10. mektup

Ah Sevgili Cahit Hanımefendi! Bu mektubu sizin şahsınıza yazmak istedim. Sizi araş­ hrınca, ünlü İlahiyatçı Bahriye Üçok ile akraba olduğur nuzu öğrendim, şaşkınlık içinde. Bahriye Hanımla Ankara Gazi Osman Paşa semtinde, bir taş atımlık uzaklıkta ko­ nutlarımız. O ibretlik bombanın sesini unutabilir miyim hiç! Akşamüzeri mutfakta yemek hazırlıyordum o sırada. Patlama sesiyle camlarımız zangır zangir titredi. Salonda ders çalışan çocuklarım koşup bana sarıldılar. Ne oldu­ ğunu anlamaya çalışırken, tüyler ürperten siren sesleri... Hani, dinimizde kadın öldürülmezdi! Siz haklıymışsınız adınızı gizlemekle... Sonuçta kadının özgür olduğunu dü­ şündüğümüz zamanda bile Ankara'nın G.O.P semti, Kö­ roğlu Caddesi'nde bir bilim kadını öldürülüyor! Bu cad­ deye, aynı semtte, 1993 yılında aynı şekilde öldürülen, ga­ zeteci - yazar Uğur Mumcu'nun adı verildi. Cahide Ha­ nım, yine bu vesileyle öğrendim ki; Cahit Uçuk adınız, as­ lında Cahide Üçok imiş. Diyarbakır eşrafından Üçok aile­ sini çok iyi tanırım, ne güzel bir rastlantı. . . Avukat Çağlar 38


Günyüzü Mektupları

Üçok sınıf arkadaşımla az mı ip atlamıştık, o güzelim sa­ ray yavrusu evlerinin avlusunda. Sevgili Cahit Hanım, siz Diyarbakırlı olduğunuzu söy­ lerken, başkaları da bir yanınızın Selanik'ten gelme oldu­ ğunu söylüyor. Ne fark eder ki, güzel olan, tüm güzellik­ leri üzerinizde toplamanız. Sizi Ali Çolak şöyle anlatıyor:

11Babıali'nin görüp göreceği en güzel kadınlardan biri ( ... ), ruhu temiz, kalbi saf, imanı kavi, merhametli; kültürlü, değer­ lerine sadık, yüzü Batı'ya dönük bir Türk kız•.11 Başka ne de­

nebilir bunun üzerine. Sizinle neden bir edebiyat toplan­ tısında karşılaşmadık, diye kendimi suçluyorum. Bizi ye­ tiştirenler desem, Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi'nde ede­ biyat hocamız, Nakiplerden şair yazar Osman Ocak'tı. Divan Edebiyatı üzerine uzmandı. Hele de Divan şairi Sırri Hanım'ı mutlaka okumuştur sınıfımızda. Ancak, ba­ şımızda kavak yelleri eserken, kim kimdir diye dikkat et­ memişizdir. Şimdi, yok oluşunuzun peşine düşmüş, siz­ leri arıyoruz. İstirahatgahınızda, rahat uyuyun. Bilmem ki, öbür taraf nasıl. Orada da buradaki gibi dünya enkür menkürleri var mı? Bunu düşünerek mi herkes ayrı bir ta­ rikata sığınmış? Eskilere bakıyorum da hepsi bir cemaate dahil. Sorgu sual Arapça ise, siz "ol hesap verme gecesinde11 ne yaptınız? Çoluk çocuğun, cehennem söylemi ile içle­ rini ürpertiyorlar. Bu melekler Türkçe biliyor mu, yoksa duaları Arapçasından mı ezberleyip gelmeliyiz(!?) Sakal­ lılar korkutuyor bebeleri. Daha küçükten beyinleri yıka­ nıyor, sonuna kadar akıl tutulması yaşıyorlar; bilinçsiz­ likten. Ha unutuyordum! Diyarbakır aşık geleneğine alı­ şık olmasa da, Aşık İhsani'yi bilirsiniz. Belçika' da Allah'ı en iyi tarif eden bir yarışmada ödül almıştı:11Hey gidi koca Tanrı / Ben ölüyom sen ölmüyon " diye başlıyordu şiiri. İh­ sani de 2010 da öldü. Cumhuriyet kurulduğunda on iki yaşında imişsiniz. Anılar çoktur sizde, sevgili Cahit Hanım. "Keşke biraz daha geç dünyaya gelseydim11 dediğiniz olmuştur, belki de. Ne kadar güzel, doksan üç yıl yaşamışsınız ki, dostlar başına. 39


Günyüzü Mektupları

Gençlik resminize bakmaya doyamıyor insan. Derler ki

"sözü olan söyler, derdi olan ağlar, rahat olanlar yan gelip ya­ tar." Ama sizin için geçerli değil, o son söz. Şevket Beysa­

noğlu ve İhsan Işık'ın Diyarbakırlı yazarlar ve ilim adam­ ları ansiklopedilerinde buldum hakkınızda yazılanları. Bi­ zim orada varlıklı aileden gelmezsen, bir yerlere varamaz­ sın. Ya da, öldükten sonra seni anlayanlar çıkar belki . . "vahhh malamıne" derler. Sevgili Uçuk Hanım, ne güzel isim koymuşsunuz kendinize. Cahide Üçok'u, Cahit Uçuk yapmışsınız, soyunuzu töhmet altında bırakmayan. . . Edebiyat yaratıcılıktır elbette! İnsan çekinerek yazıyor başlangıçta . . . Adını, sanını, bedenini insanlardan kaçırı­ yor. Bunakların bir yerleriyle oynadığı gibi adıyla-sanıyla oynuyor ve herkes bu çekingenlik devresini yaşıyor bence. Hele, yazar kadın ise; yaratan kadını hangi erkek kabul eder. Yaptığını suç sayar. . . Tek yanlı mutluluk arar­ lar . .. Israr edersen, "ne kabahat yaptım " diye sormanı bile beklemez, egemen güç!.. Yazar Mahmut Yesari ile evliliği­ niz kısa sürmüş ... Bizim meraklı okurlar, sizin gibi ünlü bir yazarın aşkını merak ederler, diye kurcalıyorum. Ga-. latasaraylı futbolcu Cici Necdet ile de, on yıl sürmüş evli­ liğiniz. Şahane bir sesiniz ve caz merakınız varmış . . . Öğ­ rendim. Benim güzeller güzeli hemşehrim, sizinle gurur duy­ dum. Hepimiz Hamravat Suyunu içmişiz. Sevgili Cahit Hanım, biyografinize bakmaya devam ediyorum. Güzel olmak, olanaklı bir aileye sahip olmak, İstanbul gibi dün­ yanın kalbinin attığı yerde doğmak bir şans. Ancak, İstan­ bul'un en karışık olduğu zamanlarda, 1911 yılında doğ­ muşsunuz. Babanız Diyarbakırlı İbrahim Vehbi Üçok, Os­ manlı Meclis-i Mebusanında Siverek Milletvekilliği yapmış, Cumhuriyet döneminde ise birçok yerde Kaymakamlık... Kibir yokmuş sizde. Yerli kızlar gibi giyinip saçlarınızı ördürmüş, halı dokuyup, yufka açmayı öğrenirken, bir yandan da sanata, şiire yönelmişsiniz. Cumhuriyet'in kızlar için açtığı okullardaki musiki dersleri, sizin için büyük fırsat .

1

40


Günyüzü Mektupları

olmuş. Nazım Hikmet'in çıkardığı Yarım Ay Dergisi'nde bir köy masalınız yayımlanmış. Kadın "tema"sı yanında, mistisizm ve Anadolu'nun çeşitli sorunlarını sıcak ve iç­ tenlikli anlahmınız, sizi okunan yazarlar arasına almış. Size en güzel armağanı da, çocuklar için yazdığınız -Türk İkizleri - Hans Christian Andersen- ödülü getirmiştir. Hele de Türkiye Cunıhuriyeti'nin ilk kadın yazarlarından ol­ mak, çok güzel bir duygu olmalı! Siz de biliyorsunuz, şu son ortamda herkes, kendini öne çıkarma peşinde. Ah Ca­ hit Hanım, 2004 yılında ölümün acımasız kolları sizi de yanına aldı. Ölüm karşısında herkesin eli kolu bağlı, ru­ hunuz şad olsun! Sevgili Cahit Hanım, sizi kendime yakın hissetmemin nedeni; aynı zaman diliminde, kimi olaylara birlikte sevi­ nip birlikte üzülmüş olmamızdır. Sırri Hanım ile ne konu­ şayım diye kafa yorarken, onunla da çok şeyi paylaşabil­ dik gerçi. Kızına yazdığı mersiye çok etkiledi beni, bir anne olarak tabii ki. Sizleri anarken, Diyarbakır bir kez daha gözümde tüttü! Öğrendim ki, Sırri Hanım'ın adı bir ilkokula verilmiş. Zira onun şairlik şöhreti, Diyarbakır ile sınırlı değil. Görevli gittiği Bağdat'ta ve daha sonra dön­ düğü İstanbul' da da hemen fark edilmiştir. Devrin Sadra­ zamı Yusuf Kamil Paşa ve karısı Prenses Zeynep Kamil, sanata kültüre değer veren insanlardır. Sırri Hanım da, o konakta kabul görecek kadar devrinin tanınmış şairidir. . . Sevgili Cahit Hanım, Sırri Hanım'ın ilimizin eski şairesi olması nedeniyle, ona öncelik tanıdığım için bağışlayın. Eserlerinizin tümünü okuduktan sonra size yine yazaca­ ğım. Sevgimle, nur içinde yatın . . . Sultan Su Esen

41


Günyüzü Mektupları

Feride Hanım (1837-1903)

İzmir, 5 Nisan 2012 Çok Saygıdeğer Feride Hanım, Sizden neredeyse iki asır sonra yaşıyorum. Benden ne­ redeyse yüz elli yıl önce yaşamış, şiirler yazmış, bir kadın gözü ile bu dünyaya bakmış adı Feride olan bir kadın şai­ rin varlığı, sizden haberdar olduğumda beni çok heyecan­ landırdı. İsmimizin aynı olmasından mı, aynı güneşin, aynı denizlerin, aynı çiçeklerin coşturduğu benzer kadın ruhlarını hissetmekten mi, yoksa kadınına hiç de iyi dav­ ranmamış bu toprakların üzerinde yılların ötesinden bile olsa kaderlerimizin ortak noktalarını ince bir sızı gibi his­ settiğimden midir, bilemiyorum ama gerçekten beni çok heyecanlandırdınız. İnternette "Google" araştırması yaparken isimlerimi­ zin alt alta çıkması, aramızdaki iki asırlık bir zaman dili­ minin sadece bir satır aralığına indirgenmesi, zaman kav­ ramını da hiçleştiren bir şey. Radyofrekans enerjisinin bütün dünyayı zaptederek, neredeyse bir çanak anten boyutlarına indirgemesi ile uzak mesafelerin tamamıyla harita üzerindeki iki noktaya indirgendiği neredeyse 42


Günyüzü Mektuplan

sıfırlandığı günümüzde, zaman kavramı da google'da size ait araşhrma yaparken hissettiğim gibi eminim aynı şe­ kilde sıfırlanacak; bir gün geçmişe ve geleceğe de yolculuk yapabileceğiz. Eğer bir gün geçmişe yolculuk mümkün olursa, sizi ilk ben ziyaret etmek isterim Feride Hanım. Bu nedenle hakkınızda her şeyi bilmeyi istedim. Sizinle ilgili bir şeyler öğrenmeyi istemek ne kadar zormuş meğerse. Ne kadar az yazı - çizi var. Celal Bayar Üniversitesi Fen / Edebiyat Fakültesi öğre­ tim üyelerinden Doç. Dr. Yasemin Ertek Morkoç, sizin hakkınızda çalışmaları olduğunu ve elinde bu konuda benzer literatür olduğunu söyleyince, o kadar çok sevin­ dim ki anlatamam. Geçmişin hem de çok çok geçmişin tozlanmış raflarından sizi çıkarmaya çalışmak için yapılan bütün çalışmaları hayranlıkla, saygıyla ve tutkuyla oku­ dum. Tavan arasında eskilerin içinden bulunmuş çok kıy­ metli bir şeyin gizeminin pırıltısı ile gözlerimi kamaştır­ maya başladınız, hakkınızda yazılanları okudukça . . . 1837 -1903 yılları arasında geçmiş kısacık ama dopdolu bir hayat sizinkisi. Ne kadar zorlu şartlar. Osmanlı İmpa­ ratorluğu'nun zayıfladığı, bir yandan da Avrupa hayali­ nin bir ışıltı olarak belirdiği yıllar. Siz İstanbul'da bile de­ ğilsiniz. Anadolu coğrafyasında, Kastamonu ilinde ente­ lektüel hayatınızı şekillendiriyorsunuz. O yıllarda Anado­ lu'da okumuş yazmış ve daha da okumak yazmak isteyen bir kadın. . . Bir kadın ruhunun, şiirlerle dolu bir ruhun en yakınları, annesi babası ve toplum tarafından baskı al­ tında tutulması ... Kadın şairlere hafif meşrep gözüyle ba­ kıldığı, kadının toplum içinde hep gözden uzak olduğu o karanlık kapkaranlık çok eski yıllar. . . Sizi düşünüyorum şimdi; şiir yazarken aldığınız o tut­ kulu halinizi, kendinizden geçişinizi, kendinizi hep sakla­ yarak içinize attığınız coşkularınızı ve cesaretle yazdıkla­ rınızı. Okuduklarımdan öğrendiğim kadarı ile en başta anneniz karşı çıkmış şiir yazmanıza. Doğrudur, çünkü annelerdir hep çocukları topluma uysun diye çırpınan. 43


Günyüzü Mektuplan

Uysun ki, üzülmesin yavruları. Bundan yüz elli yıl önce şiir yazmanıza şiddetle karşı çıkan annenizi çok iyi anlı­ yorum, bir annenin çocuğu ile acımasız toplum arasına kol kanat gerişidir o. Bazen deler geçer, ama hep böyledir bu. Sizin annenize öfkeyle yazdığınız o nazik sözler gü­ nümüze kadar gelmiş:

"Duhterine böyle ider mi mô.deri söyle bana Görmedim billô.h cihanda böyle bir ô.zô.r ana" (Türkçesi: Söyle bana anne biri kızını böyle azarlar mı, ey anne billahi dünyada böyle bir incinme, böyle bir fena­ lık daha işitmedim). Küçücük yaşta bu kadar incelikli ve estetik bir mey­ dan okuma aslında ne kadar sert bir başkaldırı imiş ki, yolunuzdan kimse döndürememiş sizi. Zor bir hayatın içinden geçtiğinizi yazıyor kaynaklar. Zorluklarla geçen hayat ve en yakınlarınızdan gelen bu engellemeler, sizin sanatçı ruhunuzu şiirden, yazıdan asla vazgeçirememiş. Şiirler yazmışsını�, Divanı olan Osmanlı şair kadınların!. dan birisiniz hattatsınız üstelik de. Hattatlık, güzel yazı yazma sanatı, İslam aleminin el sanatlarından biri ve yine bütün sanat olaylarında olduğu gibi erkek egemenli­ ğinde o vakitler. Ama siz bu sanata merak salmış ve ba­ şarılı olmuşsunuz. Feride Hanım, size hayran olmamak elimde değil. Sizin gibi kadınlar sayesinde medeniyetler ilmek ilmek örülüyor, sizin ışığınızla asırlar sonra bile özgürlüklerimiz için savaşıyoruz. Kim bilir kaç asır sonra gelecek kuşaklar, sizin şiirlerinizi yazarken gösterdiğiniz cesareti, genlerinde bularak savaşacaklar kadınlıkları için, insanlık için. Sizi çok iyi hissediyorum; şair duyarlılığınızı, kadın önsezilerinizi. "Ah! Diyorum, bir de anlayabilsem. Şiirleri­

nizi, beyitlerinizi ve gazellerinizi üç kere beş kere okuyorum anlamak için. Aşağıdaki gazeli okurken dediğim gibi sizi hisse­ diyorum ama tamamıyla anlayamıyorum. " Bu gazeli, sizi 44


Günyüzü Mektupları

yirmi bir yaşında yalnız bırakarak bu hayattan göçen ko­ canız Zaptiye Meclisi Azası Raif Efendi için yazmışsınız. Kocanızdan size hatıra kalmış bir saatin kaybolması üze­ rine olduğunu, yazılanlardan ve bilmediğim Osmanlıca kelimelerin anlamlarından çıkarttığım kadarı ile az çok anladım. GAZEL

"Alı kim çıkdı elimden koynumun zer saati / Hasretile kal­ mamışdır gönlümün hiç rahatı / Yadigar-ı yar idi doğru gider gamhar idi / Yirmi beş yıldan beru itmiş idim ünsiyeti / Zer gibi zerd ola ruyi hem ayarı nakş ola / Mekr ile biganeler ger eyledise sirkati / Yelkavan veş ruzü şeb zevki içün çeksin taab / Soksun akrebler vücudın göre rencü mihneti / Kıldı rekkası felek çerh gibi sergerdan beni / Nice dolaplar ile virdi bana çok zahmeti / Yetdürür zinciri zülfü yar ile bend olması / Kayd olup derdü game çekmekden ise firkati / Ben Feride veş gamü mihnetle fer­ dim delırde / Geçmedi alamsız biçarenin bir saati" (Mektubumu okuyanların gazelinizi anlamalarına yardımcı olmak amacıyla bazı sözcüklerin Türkçesini almayı bir görev edindim kendime sizin adınıza. zer: Altın. Sarı. zerd: Solgun.

gamhar: gam yiyen, kederlenen. -veş: Gibi (ek. ünsiyet:

Alışkanlık, ahbaplık. ruz u şeb: Gündüz gece. taab: Yor­ gunluk, sıkıntı. rene ü mihnet: acı, eziyet, hışım, zahmet, sıkıntı ve bela. rakkas-ı felek: oynak, köçek felek. çerh: Çark, felek, talih. sergerdan: Başı dönmüş, şaşkın. dolap: hile. bend: Bağlı, bağlanmış. dehr: Dünya. alam: Elemler.) GAZEL

"Aşık isen salika ayine-i didare bak i Masıvanın zulmetinden kurtulub envare bak / Dürri pendin guşuna menguş idersen ey gönül / ... den dembedem keşfolunan esrare bak / Masıvanın kes­ retinden fariğ ol itme niza / Hazreti şeyhin tutub destin heman 45


Günyüzü Mektuplan

bu kare bak / Na'rei sırrı ... dan haberdar olmağa / Aşk yolunda terki can etmiş olan berdare bak Talibi aşkı hakikat buldu en­ camı necat / Ey Feride sen heman ihlas ile ezkare bak" (. . . Okunamayan sözcükler) Yukarıdaki Gazel'i okuyunca kelimelerin bana bu ka­ dar yabancı olmasına karşın ilk gazelin aksine bu sefer çok iyi anlıyormuşum gibi geldi. Bir kadının o mahzun anlaşılmazlığını hissettim içimdeki derinliklerde. Sadece aşk sözcüğünü anlamak, bütün bir gazeli anlamak gi­ biydi ve bir de eksik noktalar şeklinde belirtilmiş okuna­ mamış silik anlaşılmayan sözcükler . . . O silinmiş anlaşı­ lamayan sözcüklerdi esas anlatmak istediğiniz ve söyle­ mek için çırpındığınız, değil mi? Hep böyle değil midir Feride Hanım, söylediklerimizin arasında hep gizli saklı kalan esas söylemek istediklerimiz . . . Kocaman bir şiir dünyasının gizemli labirentlerinde dolaşırken, hep yal­ nız olduğunuzu ve hep eksik bir şeyler hissettiğinizi bili­ yorum; bütün şair kadınlar gibi. . . Bir asır önce aşık ol­ muş bir kadını ve aşk sözcüğünün o çaresiz duruşunu benden bir asır önce yaşamış olduğunuz halde, aynen si­ zin de benim gibi hissettiğinizi biliyorum. Sizin gazel ve beyitlerinizdeki kelimeleri hiç anlamasam da oluyor, diye düşündüm içinde aşk sözcüğü geçen ve bize eksik soluk silik ulaşmış iki gazelinizi okurken . . . Bütün bir hayatı, çok kısa bir dönemi İstanbul olmak üzere hep Kastamonu' da geçirmişsiniz. Şimdi Kastamo­ nulu olmak, uzak geçmişinde sizin gibi şair bir kadının ruhunu taşımak demektir kanımca. Ruhunda şiir olan kentler, büyülü kentlerdir hep. Kastamonu'ya çok önce­ leri gittiğimde Karadeniz'in o inanılmaz renklerinden geçerken, gördüğüm Gideros Koyu'nu hatırlıyorum. Daha sizin varlığınızdan hiç haberim yoktu ama o bü­ yülü deniz ve orman içinden geçerken benim içimden de şiirler geçmişti. Kim bilir belki de o şiirlerin içinde siz de vardınız. 46


Günyüzü Mektuplan

Sevgili Feride Hanım, yine okuduğuma göre içinde yaşadığımız yıllara göre çok genç yaşta atmış alh ya­ şında, bu hüzünlü ve zorlu ama hep üretken olmuş ha­ yatınıza veda etmişsiniz. Mezarınız Kastamonu Yakup Ağa Camisi'nde imiş. Eğer bir gün mektubumun başında belirttiğim gibi delice bir hızla gelişen teknoloji aramız­ daki zaman farkını sıfırlarsa ve geçmişe yolculuk müm­ kün olursa sizi mutlaka ziyaret edeceğim. Hiçbir fotoğ­ rafınızı görmediğim halde hüzünlü gözlerinizden ve şiir­ sel sohbetinizden sizi hemen tanıyacağımı zannediyo­ rum. Ama durun bakayım, biliyor musunuz aslında hiç de teknolojinin zamanı sıfırlamasına filan gerek yok. Ben sizi nerede bulacağımı biliyorum. Kastamonu'ya gitti­ ğimde sizi bulmak için Yakup Ağa Camii'ne gitmeyece­ ğim. Siz, bence Gideros Koyu'nun o deli renkleri içinde şiir yazan kadınlara görünüyorsunuz veya Ilgarini Mağ­ arası'nm derinliklerinde, Küre Dağları'nın gizemli tırma­ nışlarında hep varsınız. Çünkü biliyorum ki şairler öl­ mez, onlar her yerde hep vardırlar, hep yaşarlar, hep ya­ şayacaklar . . . Siz, aşklarınız, beyitleriniz, gazellerinizle gök kubbe­ nin altında hep yaşayacaksınız; dünya ve şiir dur­ dukça . . . . . Sevgili Adaşım, görüşmek üzere . . . Feride Cihan Göktan

47


Günyüzü Mektupları

Halide Edip Adıvar K. Ereğli, 8 Mart 2012 Sevgili Öğretmenim Ustam Halide Edip Hanımefendi, İzin verirseniz size "Sevgili Öğretmenim" diye seslen­ mek istiyorum. Siz çocukluk yıllarımdan beri benim öğret­ menimdiniz. Örnek aldığım kadındınız öncelikle . . . Bir ya­ zar olarak da sizden çok etkilendim. Tüm yaşamım bo­ yunca sizin gibi güçlü, dirençli, ne istediğini bilen ve iste­ diklerini gerçekleştirmek için her zorluğa göğüs geren bir kadın olmaya çabaladım. Benim gözümde siz böyleydiniz. İlk kez "Sinekli Bakkal" romanınızı okuduğumda ta­ nıştım sizinle. Önce romancılığınıza hayran oldum. Öğ­ retmenlerimiz sizin yaşamınızdan söz edince daha ayrın­ tılı bilgilere ulaşmaya çalıştım. Sonuçta size olan hayran­ lığım arth. Doğum tarihiniz hakkında kesin bir bilgi yok. 1882 ve 1884 diye belirtilmiş. Okul yaşamınıza bakınca 1884 bana daha doğru gibi geliyor. Babanız II. Abdülhamit döne­ minde başkatiplik ve reji müdürlükleri yapan Mehmet Edip Bey, anneniz Bedrifem Hanım. . . Annenizi küçük yaşta kaybetmişsiniz. Annenirı kaybı mı sert bir kişiliğe 48


Günyüzü Mektuplan

sahip olmanıza yol açtı, diye düşünmeden edemiyorum. Bir çeşit kendini koruma ve ayakta kalma içgüdüsü mü? Bağışlayın psikolojiyi iyi bilen bir hekim olarak, böyle dü­ şünmeden edemiyorum. Daha küçük yaştan kafasına koyduğunu yapan, istedi­ ğini elde eden bir çocuk olmuşsunuz. Sizin ısrarınız üze­ rine okuma yazma öğrenmeniz için eve öğretmenler gel­ miş. Kısa zamanda okuma yazmayı öğrenmiş, okula git­ mek istemişsiniz. Oysa henüz yaşınız tutmuyormuş. Ba­ banız yaşınızı büyütüp sizi Üsküdar Amerikan Kız Kole­ jine yazdırmış. Başarılıymışsınız ama bir yıl sonra bir öğ­ rencinin ihbarı üzerine okuldan uzaklaştırılmışsınız Kim bilir ne kadar üzülmüşsünüzdür? Sizi çok seven babanız eve öğretmenler tutarak eğitimizi sürdürmenizi sağlamış. İngilizcenizi öylesine ilerletmişsiniz ki İngilizce öğretme­ niniz Mahmut Esat Efendinin gözetiminde "The Mother" adlı kitabın çevirisini yapmışsınız. Kitabın adı da ilginç. Anne" . . . Kim bilir annenizi ne kadar çok özlüyordunuz? Daha sonra okulunuza geri dönmüşsünüz. Orada Rıza Tevfik'ten Fransız edebiyatı dersleri almışsınız. Evde de Salih Zeki Bey' den matematik dersleri alıyormuşsunuz. Kolejin müdürü olan felsefe doktoralı, feminist misyoner Mary Mills Patrik'ten çok etkilenmişsiniz. Belli ki femi­ nizmle ilk kez onun aracılığıyla tanıştınız ve bu felsefeyi yürekten benimsediniz; çünkü yaşamınıza bakınca kadın hakları için verdiğiniz onca savaşımı açık seçik görüyorum. 1901 de kolejden mezun olmuş ve matematik öğretme­ niniz Salih Zeki Bey'le evlenmişsiniz. İki oğlunuz olmuş. Evlendiğinizde henüz on yedi yaşında olmalısınız. Sanı­ rım çocuklarınız biraz büyüyüp ele gelinceye dek bekledi­ niz. O yıllara ait fazla bilgi yok. 1908'de II. Meşrutiyetin ilanı sizin yeniden doğuşunuz olmuş adeta. Abdülhamit döneminin baskıcı, kuşkucu yönetiminden sonra ülkenin üzerine serpilen özgürlük havası sizi de etkilemiş olmalı; çünkü 1908'de ilk romanlarınız "Heyula" ve "Raik'in An­ nesi" yayımlanmış. Ayrıca Tanin Gazetesi'nde yazmaya 11

49


Günyüzü Mektupları

başlamışsınız. Sadece gazetede yazmakla kalmamış, aynı yıl "Teali-i Nisvan" yani "Kadının Yükselişi Cemiyeti"ni kurmuş ve başkanı olmuşsunuz. Bu örgütün amacı gele­ neklerden uzaklaşmadan kadınların eğitim ve kültür dü­ zeyinin yükseltilmesiymiş. Elbette o yılların koşullarına göre en uygulanabilir hedef bu olmalı. Abdülhamit Döne­ mi'nin tüm imparatorlukta kadın erkek herkes üzerinde ağır baskısı yaşanırken, kadınlar ayrıca eğitimden yoksun bırakılmış, erkeğinin gölgesi olmaya mahkum edilmişti. Elbette dinsel baskılar da bunu emretmekteydi. Bu ceha­ leti yıkmak, kadınları ezen, yok eden bu zihniyeti ortadan kaldırmak için adım adım ilerlemek gerekiyordu. Osmanlı döneminde eğitim görme ayrıcalığına kavuşmuş bir avuç kadınla işte bu savaşı başlattınız. Tanin' deki yazılar yanında "Mehasin" ve "Musavver Muhit" (Resimli Çevre) ve "Resimli Kitap Dergileri"ne de yazıyordunuz. Yazılarınız hep kadın hakları üzerineydi; ancak bu yazılarla gerici çevrelerin önce dikkatini sonra düşmanlığını üzerinize çektiniz. Oysa korkmuyor, yaz­ mayı, kadınlar için savaşmayı sürdürüyordunuz. "31 Mart 1325 yani Rumi takvime göre 13 Nisan 1909 da il. Meşrutiyete karşı yapılan en büyük ayaklanmada gericiler, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin getirdiği özgür­ lüklere ve yeniliklere karşı ayaklandığında siz de tehlike­ deydiniz. Bu yüzden Mısır' a, oradan da İngiltere'ye kaçtı­ nız. Eşinizi ve çocuklarınızı bırakıp tek başına genç bir ka­ dın olarak yabancı ülkelere kaçmak, çok zor olmalı. O günler olaylarla doluydu. Yenilikçi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Abdülhamit'e rağmen iktidarı ele ge­ çirmiş ve gericilerle savaşmaktaydı. 31 Mart Ayaklanma­ sı'nı 24 Nisan'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu bas­ tırdı. 27 Nisanda il. Abdülhamit'i tahttan indirip yerine V. Mehmet'i geçirdi. Abdülhamit, Selanik'e gönderildi. Or­ talık karışıktı ve siz ülkeye ancak ekim ayında dönebildi­ niz. Bu gecikmiş dönüş, biraz da eşinizle olan anlaşmaz­ lıklarınızdan olmalı; çünkü eşiniz bir başka kadını da eş 50


Gün)üzii Mektupları

olarak almak istiyordu ve siz buna katlanamazdınız. Böy­ lece dönüşte eşinizden ayrıldınız ve iki oğlunuzla birlikte yaşamaya başladınız. Henüz yirmi beş yaşında genç bir kadındınız. O dö­ nemde genç bir kadının tek başına ayakta durabilmesi çok zor olmalı. Günümüzde bile çok kolay değilken . . . Nite­ kim 1 909 da öğretmen ve müfettiş olarak çalışmaya başla­ dınız. Bir yandan da cemiyet çalışmalarınızı ve yazıları­ nızı sürdürüyordunuz. İlk romanınız "Seviye Talip"i 1910 yılında yazdınız. 1912'de "Handan" ve "Yeni Turan", 1913' de "Son Eseri" adlı romanları kaleme aldınız. 1912 aynı zamanda I. Balkan Savaşı'nın başladığı yıl­ dır. Balkanlardan göçlerin, cepheden katarlar dolusu ya­ ralının geldiği yıl. . . Hastaneler yaralılarla dolup taşar. So­ kaklar, camiler, medreselerse sefil, perişan halde gelen göçmenlerle doludur. İstanbul' da tifo, tifüs ve kolera gibi salgın hastalıklar kol gezmektedir. Bu yüzden Teali-i Nis­ van Cemiyeti tarafından kurulan hastanede hemşirelik yapmaya başladınız. Bir yandan hastalara şifa dağıtırken, yaralıların yaralarını sararken, bir yandan öğretmenliği sürdürüyor, bir yandan da yazmaya devam ediyordunuz. Üstelik anneydiniz ve çocuklarınız henüz küçüktüler. On­ larla da ilgileniyordunuz. Bunca işi bir arada yapıyordu­ nuz ve yakınmıyordunuz. 1913'de "Müdafaa-i Milliye Hanımlar Heyeti" tarafın­ dan Darülfünun konferansları başladı. Burada tüm kadın­ ları birliğe ve yardıma çağırdılar. Bu konferanslarda Fatma Aliye, Nigar, İhsan Raif ve Nakiye Hanımlarla bir­ likte siz de konuştunuz. Balkan Savaşı'nın yaraları sarılmadan 1914'de I. Dünya Savaşı çıktı. Osmanlı da Avusturya - Macaristan İmpara­ torluğu yanında savaşa girmişti. Arkasından Çanakkale Savaşı ve pek çok cephede devam eden savaşlar, yenilgiler, trenler dolusu gelen yaralı askerler, savaş bölgelerinden kaçan halk ve sokaklarda biriken göçmenler. . . Sakat kal­ mış askerler, sokaklarda dilenen dul kadınlar, çocuklar . . . 51


Günyüzü Mektupları

Zor yıllardı. Sizin için de zor olmalı. Otuz yaşlarında genç bir kadın olarak sosyal çalışmalarınız sürüyordu. Ayrıca öğretmenlik mesleğiniz, hemşireliğiniz, yazılarınız ve ro­ manlarınız . . . Çocuklarınız da o yıllarda 8-10 yaşlarında ol­ malılar. Yıl 1917 . . . Tek başına ayakta durmakta zorlandı­ ğınız için mi evlendiniz Dr. Adnan Adıvar'la yoksa sevdi­ niz mi? Romanlarınızdaki gibi tutkulu bir aşk mıydı bu? 1918'de savaş bir yıkımla bitti. Mondros Ateşkesi im­ zalanmış, savaşı kazanan devletler yani İngiltere, Fransa, İtalya ilk iş olarak İstanbul' a askerlerini yollamışlardı. Resmen olmasa da pratikte İstanbul'un işgal yılları başla­ mıştı. Sokaklarda düşman askerleri devriye geziyor, Müs­ lüman halkı itip kakıyordu. Askerler, subaylar silahlarını işgal ordusuna teslim etmek zorundaydılar. Bu zor za­ manlar yaşanırken 1 5 Mayıs 1919'da Yunan ordusu, İz­ mir'i işgal etti. Bardağı taşıran son damlaydı bu. 16 Mayıs 1919 sabahı kolejdeki hocanız Miss Dodd size telefon edip işgali haber verdi. Bu haberle adeta yıkıldınız. Daha sonra aldığınız telefonlardan İzmir'deki kanlı olay­ ları, ölümleri, tecavüz ve yağmaları öğrendiniz. Yüreği­ nizde kocaman bir yara açmıştı bu işgal ve artık memleke­ tin her yerinin yavaş yavaş işgal edileceğini anlamıştınız. 18 Mayıs'ta Türk Ocağı, Fatih'te bir protesto mitingi düzenledi ve sizi çağırdılar. İşgale karşı ilk mitingdi o. "Türk'ün Ateşle İmtihanı" adlı anı kitabınızda o mitingi şöyle anlatmışsınız:

"Demir parmaklığın siyah örtüsü üzerinde bir insan deni­ ziyle karşı karşıyaydım. Kalabalığın ortasında askerler ve zabit­ ler vardı. Onların etrafında çoğu genç olmak üzere siyah çarşaflı kadınlar vardı. Hepsi nutku bekliyorlardı. Aynı zamanda beyaz sarıklılar, kırmızı fesliler, birkaç tane de şapkalı vardı. Fakat in­ san, kalabalığın karşısında ne olduğunun farkına bile varmıyor; çünkü parlayan gözler söyleyeceğini insana ilham ediyor. Hepi­ mizin içinde haklarımıza ve kudretimize iman etmek gayesi vardı. İlk cümlem: 'Gece en karanlık ve ebedi göründüğü zaman gün ışığı en yakındır. ' oldu. Konuşurken sesim ta karşımdaki 52


Günyüzü Mektupları

Uçak Şehitleri Anıtı'na çarpıp geri geliyordu. Garip bir tesadüf olarak işte bu şehit anıtı sesimi bu kalabalığa duyuruyordu. Ben ne söylediysem hepsini bu gözlerden ilham alarak söyledim. O kadar birbirimize dalmıştık ki aşağılara inen iki İngiliz uçağının farkına bile varmadık. Uçaklardan bir tanesi kalabalığın sağ ta­ rafına dokunacak kadar indi. Beyaz sakallı bir adamın 'Allah Al­ lah' diye üstünü başını yırttığı görülüyordu. Kalabalık sağa sola ayrılmaya başlarken orta yerdeki kadınlar mıhlanmış gibi duru­ yorlardı. Kuvvetli bir asker sesi kumanda veriyormuş gibi kala­ balığın içinden yükseldi. 'Gene konuş' . . . "

Siz hep konuşacaktınız zaten. Bu konuşmayı Kadı­ köy'de Haydarpaşa Tıp Fakültesi öğrencilerinin ve Kadı­ köylülerin düzenlediği miting izledi. Yağmurlu, fırtınalı bir gün olmasına karşın Kadıköy Belediyesinin önündeki meydan tıkabasa doluydu. Siz balkondan konuşurken önünüzde bir şemsiye denizi uzanıyordu. O kötü havaya karşın halk üç saat boyunca meydandan ayrılmadı. 6 Haziran 1919'da ise Sultanahmet Meydanı'nda bü­ yük bir miting düzenlenecek ve siz orada konuşacaktınız. Meydan Ayasofya Camiine dek doluydu. İkiyüzbin kişi­ nin geldiği söyleniyordu. "Türk'ün Ateşle İmtihanı" kita­ bında anlatıyordunuz:

"B u kımıldayamayacak kadar sıkı olan kalabalıktan başka, ca­ miin demir parmaklıkları, damlar, cami kubbeleri dahi insanla do­ . luydu. Nasıl o kürsüye yaklaşabildim farkında değildim. İki ya­ nımda iki önümde dört süngülü asker bana yol açıyordu. Bunla­ rın gösterdiği bir kardeş sevgi ve itinasını ömrüm oldukça unut­ mayacağım. Acaba bunlardan beni oraya götürmeleri istenmiş miydi? Yoksa kendi kendilerine mi gelmişlerdi, bilmiyorum."

O kadar büyük bir meydana ve o kalabalığın hepsine sesinizi duyurmanız o günkü koşullarda olanaksız ol­ malı. Günümüzde özel mikrofonlar ve güçlü ses aygıtla­ rıyla ancak duyulabiliyor konuşmalar. Sizin mikrofonsuz sesiniz ancak ön sıralara ulaşmış olmalı;ama mutlak bir sessizlik içinde ki kalabalık için siz rüzgarda dalgalanan siyah çarşafınızla kürsüde kuşkusuz bir matem bayrağı 53


Günyüzü Mektuplan

gibiydiniz.Siz kalabalığa insanlık ve adalet esaslarına sa­ dık kalmak ve hiçbir koşul altında boyun eğmemek için yemin ettirdiniz. Yine sizin sahrlarınız:

"Binlerce ses yine bir uğultu halinde 'Yemin ediyoruz' diye cevap verdi. Gök gürlemesini andıran insan sesleri yükseliyor ve Halide'nin ayakları altındaki kürsüyü sarsıyordu. Aynı za­ manda İtilaf kuvvetlerine bağlı uçaklar minarelerin arasında uçuyor, kalabalığı teftiş eden bir polis vazifesini yapıyordu. "

Kürsüden eğilip baktığınızda bir sakat asker kalabalığı gördünüz. Hepsi özenle giyinmişlerdi . Bunlardan bir genç asker kürsünün önünü koruyor, kalabalığın oraya sokul­ masını engelliyordu. Orada üniforması içinde Fransız Ge­ neral Foulon'u gördünüz. Onun da gözleri yaşlıydı ve siz onun bir işgal generali olduğunu unutup Türkler için ağ­ ladığını sandınız. Kürsünün merdivenlerinde yeşil sarıklı bir ihtiyar oturuyordu. Bir Anadolu hocası olan bu adam ellerinize sarılıp ağlıyordu." Çık kürsüye konuş " dediniz ve miting o konuşmayla sona erdi. Mitingden sonra halk arasında İngilizlerin sizi tutukla­ dığına dair söylentiler çıktı. Gerçekten de tehlikedeydiniz: 15 Mart 1920 günü kaçmak için son hazırlıkları yaptınız. İki oğlunuzu Robert Kolej' e yatılı olarak yerleştirdiniz. Küçük oğlunuza onun istediği uzun pantolonu giydirdi­ niz. Meclisin İngilizler tarafından basılacağı, milletvekille­ rinin tutuklanacağı söylentileri dolaşıyordu. Eşinizi kaç­ maya güçlükle razı ettiniz. O gece gerçekten de İngilizler Meclisi basıp milletvekillerini Malta Adasına sürgüne yolladılar. Eşiniz Dr. Adnan Adıvar'la birlikte Ana­ dolu'ya kaçtınız; ancak bu kaçış hiç de kolay olmadı. Bü­ tün yollar İngiliz askerleri tarafından tutulmuştu. Sizi ih­ bar edene ödül konulmuştu. Sizlere yardımcı olacaklara ölüm cezası verilecekti. Son geceyi on dört yaşınızdaki oğ­ lunuzla vedalaşarak geçirdiniz. İngilizlerin çocuklarınızı tutuklamasından korktuğunuz için bir Amerikalı dostu­ nuzdan onları gerekirse Amerika'ya kaçırmasını istediniz. Evlatlarından bu koşullarda ayrılmak. . . Bir anne için ne 54


Günyüzü Mektupları

zor ne büyük fedakarlıktır. Çok zorlu bir yolculuktan sonra 2 Nisan akşamı Anka­ ra'ya vardınız; Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yanına gittiniz. Ziraat mektebinde kalıyor, halkın yardımlarıyla yaşıyordunuz. Kurtuluş Savaşı'mn planlandığı o günler de tehlikeliydi. Bir biri ardına Kuvayi Milliye karşıtı isyanlar patlıyordu. İngilizler ve Padişah Vahteddin, başta Mustafa Kemal olmak üzere hepinizin tutuklanması emrini ver­ mişti. Bin bir zorlukla Büyük Millet Meclisi'ni kurdunuz. Beyşehir, sizin milletvekili olmanız için oy verdi; ama siz bunu istemediniz. Bir "onbaşı" olarak Kurtuluş Savaşı'na katılmayı yeğlediniz. 9 Eylül'de İzmir kurtulana dek bu görevi sürdürdünüz. İzmir' e doğru adım adım ilerlerken çekilen Yunan ordusunun giderken köyleri kasabaları yak­ tığına, halka türlü işkenceler yaptığına tanık oldunuz. İz­ mir'e ilk girenlerdensiniz. Kaçarken denize dökülen Yu­ nan askerlerini, İzmir'in yanışını gördünüz. Kurtuluş Sa­ vaşı'nı sizin kişisel tarihiniz olan "Türkün Ateşle İmtihanı" kitabından öğrenmeli gençler. "Resmi tarihe" karşı çıkan­ lar, yazılanların bire bir örtüştüğünü görecektir. Cumhuriyet kurulduktan sonra Akşam, Vakit ve İktam Gazetelerinde yazmaya başladınız. Daha sonra Kurtuluş Savaşı'na birlikte başlayıp birlikte bitirdiğiniz kişilerle bazı anlaşmazlıklara düştünüz ve 1924'te eşiniz Dr. Adnan Adı­ var ile birlikte Türkiye'den ayrıldınız. Viyana, Faris, Londra, Hindistan ve Amerika'da konferanslar verdiniz, çeşitli yazılar yazdınız. Kurtuluş Savaşı yıllarında ve bu sürgün sıra­ sında çocuklarınız neredeydi? Ne yapıyorlardı? Bir anne olarak yüreğinizin ve aklınızın onlarda kaldığını biliyo­ rum. Bütün bunlara katlanmak yurt sevgisindendi. 1939'da Türkiye'ye döndüğünüzde İstanbul Üniversi­ tesinde İngiliz Edebiyatı Bölümünü kurdunuz ve profesör olarak yıllarca görev yaptınız. Ülkeye dönüşünüzde neler hissettiniz? Oğullarınıza bunca yıl sonra kavuşmak nasıl bir duyguydu? Çocuklarınızla birlikte yaşayamadığınız onca yıl, sizde nasıl izler bıraktı? 55


Günyüzü Mektupları

1950'de Demokrat Parti' den aday olup milletvekili se­ çildiniz; ama belli ki siyaset size göre değildi ya da umdu­ ğunuzu bulamamışhnız. Bu yüzden 1954'te istifa edip milletvekilliğinden ayrıldınız. Pek çok konuda öncülük yaptığınız gibi Türkiye Pen Yazarlar Derneğinin de kuru­ cususunuz. 9 Ocak 1964'te seksen yaşınızda vefat edin­ ceye dek yazmayı sürdürdünüz. İlk eserleriniz "Seviye Talip" (1910), kadın haklarını sa­ vunan bir romandır. "Handan" (1912), Batı eğitimiyle ye­ tişmiş kadınları anlatır. Doğu - Batı çelişkilerini vurgular. "Son Eseri" (1913) ve "Mev'ut Hüküm" (1917), aşk ve yal­ nızlık konularına eğilir. Sizin de yalnız olduğunuz yıllar­ dır bu romanların yazıldığı yıllar. "Yeni Turan" (1912) ro­ manınız ise Türkçülük ve Turancılık konularındaki dü­ şüncelerinizi aktarır. Daha sonraki Kurtuluş savaşı yılla­ rında "Ateşten Gömlek" (1923), "Vurun Kahpeye" (1923), "Kalp Ağrısı" (1924) ve "Zeyno'nun Oğlu" (1926) nu yaz­ dınız. Bunlar o dönemde savaş anıları ve izlenimleriyle yazılmış romanlardır. 1922'de hikayelerinizi "Dağa Çıkan Kurt" kitabında topladınız. Bunlar daha önce 1918'den beri çeşitli gazetelerde tefrika edilmişti. 1936'da sürgün yıllarınızda yazdığınız "Sinekli Bak­ kal" romanı ülkede yaşanan değişimi gözleyen, Batı'nın değerleri gelirken Doğu'nun değerlerinin yerini sorgula­ yan bir romandır. Benim de ilk okuduğum ve çok etki­ sinde kaldığım roman . . . Yine Sürgün yıllarında "Yol Pa­ las Cinayeti" (1937) romanını yazdınız. Burada yeni zen­ ginleri ve bunların yoksul sınıflarla ilişkisini incelediniz. Ardından "Tatarcık" (1939) geldi. Bu kitap da ülkenin ge­ çirdiği değişimi anlatıyordu. Bu sırada II. Dünya Savaşı çıkmıştı. Siz de yazmaya ara verdiniz. Belki üniversitedeki göreviniz engel oldu yaz­ manıza, belki de savaşın dünyaya ve ülkemize yaşattığı acılar . . . Kurtuluş Savaşı sırasında, o müthiş boğuşma es­ nasında bile yazan sizi durduran nedir? Bilemedim. Bu suskunluk savaş sona erene dek sürdü. 1946'da "Sonsuz 56


Günyüzü Mektupları

Panayır" yayımlandı. 1954' e dek yeni bir suskunluk dö­ nemi geldi. Kuşkusuz bunda milletvekilliği göreviniz rol oynamıştır; ama 1954'te "Döner Ayna" ile yeniden karşı­ mıza geldiniz. Bunu 1958'de "Akile Hanım Sokağı" izledi "Sonsuz Panayır", "Döner Ayna" ülkenin modernleşirken geçirdiği değişimleri anlatıyordu. "Akile Hanım Sokağı" romanında bu değişimin yanında Amerikan özentisi vur­ gulanıyordu. Yanlış anımsamıyorsam bu romanın diğer adı "Sallan Yuvarlan"dı. Ya da gazetelerde öyle tefrika edilmişti. O zamanlar henüz 12 yaşındaydım ve çok net anımsayamıyorum. Daha sonra bu adı hiç duymadım. 1958'de "Kerim Ustanın Oğlu" romanı yayımlandı. Er­ tesi yıl ise "Sevda Sokağı Komedyası" . . . 1961'de ise "Ça­ resaz" romanı . . . O roman, sanki sizin yaşamınızı anlatır gibiydi. Elbette her yazar biraz da kendini yazar. Siz de öyle yaptınız. 1962'de "Türk'ün Ateşle İmtihanı" kitabında Kurtuluş Savaşı anılarınızı yazdınız. 1963'te ise son romanınız "Ha­ yat Parçaları" yayımlandı. Burada da ahşap evlerden apartmanlara geçiş sancıları yer alıyordu. Yine aynı yıl ço­ cukluk anılarınızı yazdığınız "Mor Salkımlı Ev"i yayımla­ dınız. Tiyatro oyunlarınız da vardı. "Kenan Çobanları (1918) ve "Maske ve Ruh" (1937). 1964'te kaybettik sizi. Tezli romanlar yazan, belli bir duruşu, siyasal çizgisi olan · ve bunu hep koruyan bir yazarımızdınız. Benim ise kahra­ manımdınız. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde size mektup yazmak istedim. Böyle bir günde anılmayı en çok hak edenlerden biriydiniz siz. Ülkemiz kadınlarının hakla­ rını elde etmeleri, eğitim görüp kendilerini geliştirmeleri, toplum içinde layık oldukları yere ulaşmaları için çırpındınız. Ülkenizin kurtuluşu için çırpındığınız gibi. . . Önünüzde sevgi ve saygıyla eğiliyorum. Işıklar içinde yatınız. Gülseren Engin 57

.


Günyüzü Mektuplan

Leyla Saz İzmir, 30 Mart 2012 Sevgili Leyla Saz, Size bu mektubu uzaklardan yazıyorum. Çok uzaklar­ dan. . . Sizi görebilme, duyabilme ve size dokunabilm,e şansım ne yazık ki yok. Ancak, bu mektubu yazmakla tüm bunları yapabileceğimi; sizi görebileceğimi, duyabi­ leceğimi ve size dokunabileceğimi biliyorum, sizin de bunu hissetmenizi diliyorum. "Kalemden Kaleme" adlı bu çalışmada size yazmak isteyişimin önemli nedenleri var elbette. Önceleri sizin yalnızca güfte yazarı ve besteci kimliği­ nizi biliyordum. Ama yaşamöykünüzü okuduktan sonra, edebiyat dünyamıza çok güzel dizeler kazandırdığınızı düşündüğüm şiirlerinizin de olduğunu öğrendim. 'Dü­ şündüğüm' diyorum; çünkü içerisinde şiirlerinizin bir bölümü bulunan, "Solmuş Çiçekler" adıyla yayımlathğı­ nız şiir kitabınıza ne yazık ki ulaşamadım. Ben İzmir' de ya­ şıyorum. Buradaki tüm kitapçıları araştırdığımı söyleye­ mem ama birçok yerden basımının yapılmadığına dair ya­ nıt aldım. Belki yaşamınızın en güzel yıllarını geçirdiğinizi 58


Günyüzü Mektupları

söylediğiniz kentte, İstanbul' da yaşıyor olsaydım, bu de­ ğerli eserinizi bulma şansım olurdu. Onu bulmam, benim için gömü bulmuş kadar da değer taşırdı, inanın. Şair yö­ nünüzle ilgili olarak, öğrendiğimde onurlandığını, ülkem adına kıvanç duyduğum başka bir şey daha var: Yunan Edebiyatı için çok önemli Yunanca şiirlere imza atmış olma­ nız. Bir başka ülkenin edebiyat tarihine geçmiş olmanız. Bu, çok değerli bir kazanım bizler için diye düşünüyorum. Arapça, Farsça, Fransızca ve Yunanca bildiğinizi öğ­ renmek, yaşadığınız zaman dilimine bakınca beni çok şa­ şırtmadı aslında. Bildiğiniz diller, aldığınız müzik eği­ timi, yaptığınız besteler, anılarınızı yazmanız, o 'zaman­ larda, daha çok saray çevresinde, yetenekli, güçlü, azimli kadınların var olduğunu, dönemin yöneticilerinin ve aile­ lerin bilime, sanata, edebiyata değer verdiğini, bunu iç­ selleştirdiğini anlatıyor bize. Ülkemizde bu konulardaki gerileme demeye dilim varmıyor- duraksamanın içimi acıttığını sizinle paylaşmak isterim. Bu konuda beni anla­ yacağınızı umuyorum. Onaltı yaşında şiir yazmaya başlamışsınız. Ne güzel! Yetenekler, çocukken açığa çıkıyor zaten. Siz ne dersiniz buna? Bilginin ve çalışmanın önemi yadsınamaz elbette. Ben de ilkokul çağından beri şiir yazdığımı, ortaokulda mandolinle enstrüman çalmaya başladığımı ve udla de­ vam ettiğimi, ilk bestemi lisede yaptığımı söylemek iste­ rim size. Yaşamınızı incelediğimde çok benzer yönümü­ zün olduğunu gördüm. Bunu lütfen, kendimi sizinle kı­ yaslıyorum anlamında almayın. Buna asla yeltenmeyece­ ğimi bilmenizi isterim. Sizin, Sultan Abdülmecid Dönemi'nde sarayda yaşadı­ ğınızı, orada eğitim gördüğünüzü, Nikoğos Ağa' dan, Me­ deni Aziz Efendi'den müzik dersleri aldığınızı bilmek ba­ şımı döndürdü, desem abartmış olmayacağım Leyla Ha­ nım. Ben sizi, hicazkar makamındaki "Nerdesin, nerde acep,

gamla bıraktın da beni / Aradım, çok aradım ah a gözüm nuru seni. " adlı, güfte sahibi bilinmeyen şarkınızla tanıdım ve o 59


Günyüzü Mektupları

zaman size hayran oldum. Severek öğrendiğim ve yorum­ ladığım, daha sonra kendi öğrencilerime de öğretmek is­ tediğim bu nefis şarkınız, bana da hicazkar makamını daha çok sevdirdi diyebilirim. İstanbul Devlet Koro­ su'nun Klasik Türk Müziği arşivinden sayısının 200 kadar olduğunu bildiğim bestelerinizin ancak 37'sine ulaşabil­ dim. Kiminin notası Osmanlıca olarak duruyor hala. Kimi yeniden yazılmış. Bunların neredeyse üçte birinin güftesi size ait. Tatyos Efendi'nin hicazkar makamında bestele­ diği, Atatürk'ün sevdiği şarkılardan birine konu olan ve "Mani oluyor halimi takrire hicabım" dizesiyle başlayan Ni­ gar Osman Hanım'a ait güfteyi siz, suzidil makamında bes­ telernişsiniz. Çok merak ettim ve şarkınızın notasını kay­ dettim. En kısa sürede öğreneceğirnden emin olabilirsiniz. Biraz önce benzer yanlarımız var derken, dernek istedikle­ rimden biri buydu: Beste yapma, şarkı yorumlama sevgisi. Benim de güftesi bana ait 30 kadar bestem var ve üçü TRT repertuarına alındı. Aynı dönemde yaşıyor olsaydık, şar­ kılarımı, güfte ve şiirlerimi size göstermenin, bu konuda bilginizden yararlanmanın yollarını arardım mutlaka. Herhalde beni geri çevirmez, dağarcığınızdaki değerli bil� gileri benimle paylaşırdınız. Ah, ne de güzel olurdu! Sevgili Leyla Hanım, sizi tanımaya çalışırken birkaç fo­ toğrafınız geçti elime. Bu fotoğrafların dikkatimi çeken en önemli özelliği, başınız yukarıda hep ileriye bakışınızdı. Son derece kendine güvenli bir duruşunuz olduğunu da söylemeliyim. Beni etkileyen bir kadın duruşu bu. Hele piyanonuza bir kolunuzu dayayarak dimdik oturduğu­ nuz fotoğraftaki görüntünüz, belleğimden hiç silinmeye­ cek gibi. Belki de bu, aile yapınızla, yaşadığınız ortamla, gördüğünüz eğitimle ilişkilidir. Babanızın önceleri vezir hekim, daha sonra Ticaret Bakan'ı olması, Girit Adası Va­ liliği'ne atanmış olması, sarayda iyi bir öğrenim ve eğitim görmeniz, güzel bir evlilik yaşamı. . . Doğal olarak, bu ken­ dinden emin ve mutlu duruşta kişilik yapınızı da yadsı­ mamak gerek diye düşünüyorum. 60


Günyüzü Mektupları

Piyano çalmayı, Osmanlı şiirini ve aruz veznini sa­ rayda nedimeyken öğrenmişsiniz. Ülkemin kadınları iyi bir öğrenim şansını yakalasalar, onların duruşu da sizin duruşunuz gibi muhteşem olurdu. Bilmem benimle aynı fikirde misiniz? Kimse bilmiyor ama ben sizin o mağrur, kendinden emin duruşunuzdan çok etkilendiğim için sulu boya res­ minizi yaptım. Ancak istediğim gibi olmadığını düşündü­ ğüm için resmi yeniden çalışacağım. Mümkün olsaydı da yaptıktan sonra size armağan edebilseydim. Bunu gerçek­ ten çok isterdim. Leyla Hanım, kısa bir süre önce "Anılar" kitabınızı okuma şansını elde ettim. Orada çok güzel, nitelikli, mutlu bir yaşam sürdürdüğünüzü yazmışsınız. Ancak, her insanda olduğu gibi sizin yaşamınızda da yolunda git­ meyen şeyler olmuş elbette. "Her şey insanlar için." diye boşuna dememiş atalarımız. Anılarınızın giriş bölümünde, oğullarınızdan birini zi­ yaret etmek üzere yaşadığınız köşkten bir süreliğine ayrıl­ mak durumunda kaldığınızı, çalışanlarınıza bu nedenle izin verdiğinizi; yokluğunuzdan yararlanıp köşke giren hırsızların her şeyi çaldıktan sonra köşkü ateşe verdikle­ rini, bunun sizi çok üzdüğünü öğreniyoruz. Şöyle demişsiniz: "Doğal olarak tek kopya olan bütün el

yazılarım, ayrıca tüm müzik çalışmalarım, bestelerim ve bun­ larla birlikte yarım yüzyıllık bir çabayla araştırarak saptadı­ ğım eski Türk müziğine ilişkin binlerce kayıt bir anda yok oldu. " İçine düştüğünüz boşluğun büyüklüğünü hayal etmek bile istemiyorum Leyla Hanım. Gerçekten büyük bir ka­ yıp yaşamışsınız. Bazen evde iki satır bir şey yazdığım kağıdı bulamadığımda içine düştüğüm sıkıntıyı anımsı­ yorum. Onu buluncaya kadar saatlerce gösterdiğim ça­ bayı, bulmayı başaramadıysam elimin kolumun nasıl bağlandığını, adeta kilitlendiğimi anımsıyorum ve inanın kendimi sizin yerinize koymaya cesaret edemiyorum. 61


Günyüzü Mektuplan

Yine de can kaybı yaşamamış olmanızı şans olarak nite­ lemeliyiz, diye düşünüyorum. Bence siz de böyle düşü­ nerek bu ağır kaybı göğüslemişsinizdir. Yangında kaybettiğiniz kaleme alınmış anılarınızı ye­ niden yazarak; "Harem ve Saray Adat-ı Kadimesi" adıyla kitaplaştırmanız çok iyi olmuş. Ben, bu kitabınızın Şubat 2010'da Cumhuriyet Kitapları'nca yapılan 3. baskısını okudum. o dönem saray adetlerini, insanların yaşam tar­ zını, eğitim ve öğrenim durumunu, mekanları, düğünleri, eğlence anlayışını, giyim kuşamı en ince ayrıntılarıyla öyle güzel sunmuşsunuz ki, insan "Keşke o dönemde ben de sarayda yaşasaydım" diyor büyüsüne kapılıp. Bu satırları yazarken, gözlerimin önünde, sizin küçük kız çocuğu ha­ liniz sarayın görkemli salonlarında koşuşturuyor. Oyun oynarken attığınız çığlıkları, kahkahaları duyar gibi olu­ yorum. Anlata anlata bitiremediğiniz dansçılarsa döne salına geçiyorlar önümden. Her an onlara katılabilir, on­ larla dans edebilirim. Yalnız bu yaşam tarzında size olağan gelen, ancak biz­ ler için kabul edilemez durumlar da yok değil Leyla Ha­ nım. Örneğin; Kölelik Kurumu. İnsanların parayla alınıp satılması yani. En çok Çerkez kızlarının kabul gördü­ ğünü, zorlamanın dışında bazen kendi istekleriyle esaret çarkına takıldıklarını öğrendim sizden. Zenci esirlerin pek revaçta olmadığını da. Kötü adam diyebileceğimiz insanların, Afrika' dan, Etiyopya'dan 8-12 yaşlarındaki er­ kek çocukları zorla iğdiş ederek ülkemize getirip sattıkla­ rını ve büyüdüklerinde de haremde çeşitli görevlerde kullanıldıklarını da öğrendim. Aslında bildiğimiz şeyler bunlar, ancak sizin anlatımınızla fazla gerçekler ve inciti­ ciler. Ailelerinden koparılan o çocuklara, yetenekli ve gü­ zel olmadığı için kenarda köşede kalan genç kızlara acı­ mamak, onlar için üzülmemek mümkün mü? Kitabı­ nızda, sizin de köleleriniz olduğunu ilgiyle, biraz da şaş­ kınlıkla okudum. Anlattığınız köle yaşamları, beni üzdü ve incitti doğrusu. Yanı sıra, onlara duyduğunuz sevgi ve 62


Günyüzü Mektupları

şefkati de hissettim. Anlayışlı ve sevecen olduğunuzu fark ettim. Eh şair, besteci, yazar olmayı başarmış eğitimli bir sanatçıdan, bir genel vali eşinden bu beklenir elbet. Yine de söylemeden edemeyeceğim; Ben asla bir köle olmazdım. Hangi dönemde olursa olsun! Kölelikle ilgili anlattıklarınızdan yine de olumlu, içimi rahatlatacak sonuçlar çıkardım kendimce. Yoksa bu insan onuruna aykırı halin üzerimde oluşturduğu baskıyı zih­ nimden kovamayacağını. İçimi sağaltan şey, kölelik süre­ sinin yedi yılla sınırlı olması. Hiç değilse ömür boyu sü­ ren, türlü işkence ve adaletsizlik içeren bir kölelik kuru­ munu benimsememiş Osmanlı. Süre dolduğunda serbest kalmaları biraz olsun su serpiyor içime. Hele kadınların iyi bir yuva kurmalarına yardım edilmiş olması, beni daha da mutlu ediyor. Kötülüğün içinde iyilik aramak gibi bir şey bu, benim yaptığım. Anılarınızı bitirdikten sonra saray yaşamının bana uygun olup olmadığını düşündüm doğrusunu isterse­ niz. Oradaki ihtişam, ahenk, eğlence anlayışı, güzel ve yetenekli insanlarla sorunsuz, gelecek kaygısız gibi gö­ rünen renkli yaşam tarzı, önce çekici geldi bana. O gü­ zel elbiseleri giysem, birbirinden değerli takıları tak­ sam; geniş, görkemli salonlarda, has bahçelerde salın­ sam diye düşünmedim değil. Sonra, onca kuralın kon­ duğu yerde "Kuralsız davranırsam başıma neler gelirdi acaba ? " sorusu, takıldı aklıma. Kim bilir belki de çok se­ verdim sizin döneminizde yaşamayı. Belki de siz bi­ zimle olmalıydınız . . . Leyla Hanım, mektubumu yeniden müziğe dönerek sürdürmek istiyorum izninizle. Müzik, benim çok sevdi­ ğim ilgi alanlarımdan yalnızca biri. Yaşadığınız dö­ nemde sarayda da çok önemsendiği bilinen bir gerçek. Yazdıklarınızda da bu var zaten. Haremde mızıka takı­ mının varlığı, sultanların özel müzik gruplarının olması, Hacı Arif Bey, Medeni Aziz Efendi gibi usta müzisyenle­ rin sarayda gençlere ders vermeleri, ses (hanende) ve saz ·

63


Günyüzü Mektuplan

(sazende) sanatçılarına verilen değer, bunun bir göstergesi.

Bu nedenle Klasik Türk Müziği sizlerle altın çağını yaşadı bence. Kitabınızda çok hoşuma giden anlatımlarınız var, aşkla ilgili. Bazı genç kızların müzik öğretmenlerine aşık oldu­ ğunu, ancak bu aşkların sessizce yaşandığını, asla kötü so­ nuçlar doğuracak ilişkilere dönüşmediğini yazıyorsunuz. Bir genç kızın bu nedenle hastalandığından söz etmeniz, bana eski Türk filmlerindeki aşkları anımsattı. Eskiden ne güzel yaşanırmış aşklar! Benim yetiştiğim dönemde bile çok güzel ve temizdi aşk denen şey. Temizliği, kötü niyet beslememektendi, sadakati barındırmasındandı, sabrı sı­ namasındandı. . . Sizin bestenigar makamındaki şarkınıza güfte yaptığınız aşk gibi;

"Neşvem emelim sen iken ey necm-i siyadar / Bahtım beni mahrum ediyor böylece her bar Sabreyleyerek hasrete her dem yine naçar ! Ben gizli yanıp mahvolayım olma haberdar" Ya hüzzam şarkınızın güftesindeki aşka ne demeli?

"Duymasın kimse yine kalbf olan feryadımı / Bilmesin keş­ fetmesin hal-i dil-i naşadımı ! Rahme şayan bulmasınlar ye's ü gam mil.tadımı / Olmasın tii'yfb edenler dilber-i bfdadımı"

Sevgili Leyla Hanım, bu güftelerinizi belki de açıklaya­ rak yazmalıydım. Olabilirdi tabii. Ancak bu mektubu size gönderiyor olduğuma göre, içerdikleri derin anlamı boz­ madan oldukları gibi bırakmayı yeğledim. Bazı sözcükleri anlamak için sözlük karıştırdım. Bu mektubumu bizden başka okuyan olursa, ona da bunu yapmasını önerebilirim. Sizinle sayfalar dolusu yazışmak isterdim Leyla Ha­ nım. Bunu içtenlikle söylüyorum. Mektubumun sonlarına gelmiş olmam, bana, çok sevdiğim 40 yıllık bir dostum­ dan, değerli bir büyüğümden, önemli bilgiler edineceğim bir öğretmenden, bir daha görüşmemek üzere ayrılıyor ol­ duğum duygusunu veriyor. İçimde bir buruklukla size veda ediyorum. 64


Günyüzü Mektuplan

Leyla Saz olarak yaşamıma bir güfte yazarı ve besteci olarak girdiniz. Yanı sıra beni, anılarınızda bir yolculuğa çıkararak ayrıntısını bilmediğim bir döneme götürdünüz. Bunun için size çok teşekkür ederim. Varlığınızla müzik dünyamı, resim ve hayal dünyamı zenginleştirdiğiniz için de yaşadığım sürece size minnettar kalacağım. Saygı ve sevgimle . . . Gülseren Mungan

65


Günyüzü Mektupları

Nigar Hanını İzmir, 18 Mart 2012 Muhterem Hanımefendi Saygıdeğer Şairem, Uzun yıllardır ilgimi çeken biri oldunuz. Çocukluğum­ dan beri, sizin gibi yaşayıp, sizin yaptıklarınızı yapabil­ meye öykündüm. Zamanınıza uygun kıyafetlerinizden tu­ tun da o devirdeki yaşantıda inanılmaz gibi görünen bilgi haznenizle bilmeden beni kendinize hayran bıraktınız. Size yakın olmak, sizinle sohbet etmek ne güzel olurdu, diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Sonunda yılla­ rın ötesinden size ulaşmaya karar verdim ve bu mektubu yazmaya başladım. Yazacaklarım sizin çok iyi bildiğiniz şeyler olacak; yine de bunca yıl sonra yazdıklarımı oku­ mak size yeniden hayat verecek sanıyorum. Çocukluğumdan beri şiire ve müziğe duyduğum sevgi, o güzellikleri yaratanlara da ilgi duymama neden oldu. An­ nem şair ya da bestekar falan değildi, ama ut ve keman ça­ lardı. Onun, halasından kaldığını söylediği nota defterleri vardı evimizde. Ortaokul yıllarındaydım, durmadan şiirler okuyor ve yazıyordum. Öğretmenlerim şiirlerimi övdükçe, öğrenmeye ve daha güzel yazmaya gayretim artıyordu. 66


Günyüzü Mektupları

Şiir ve müzik beni durmadan çekiyordu. Büyük halanın defterlerini karıştırıyordum; Şair Nigar adı ile ilk karşılaş­ mam böyle oldu. *Söz Yazarı Şair Nigar Hanım*. Benim size olan merakım da işte böyle başladı. Kaynak kitapları araştırmak hevesine kapıldım. Çok güzel bir hanımefendi olarak çıktınız karşıma. Tüller içindeydiniz. Başınıza ser­ bestçe atıverdiğiniz ince örtü güzel yüzünüzün etrafında, uzak ve solgun dağların sislerini anımsatıyordu. Kimdi­ niz? Adınız ve ününüzle bugünlere kadar nasıl gelebil­ miştiniz. Daha da ileri giderek hakkınızdaki her şeyi bilmek isti­ yordum. Babanızın Macar ihtilali yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kalan bir subay olduğunu öğrendim. Bu konunun yabancısı değildim, babamın görevi dolayısıyla çocukluk yıllarım Tekirdağ'da geçmişti. Sanırım babanızla ayni sebepten, fakat biraz daha önceki yıllarda Türkiye'ye sığınmış Macar Prensi Rakoczi hakkında bilgim vardı. Onun yaşadığı ev olduğu gibi korunmuş ve şu anda müze olarak kullanılıyor. Bundan haberiniz oldu mu, bilmiyo­ rum. Babanız Türkiye'ye yerleştikten sonra Adolf (Sandor) Farfas olan adını Osman Nihall olarak değiştirmiş; yeni yurdu için çalışarak yararlılıklar göstermiş ve paşa unvanını almış; Macar Osman Paşa ismini benimsemiş ve o isimle ta­ rihe geçmiş. Bu konu da bir başka yönden ilgimi çekti ve aslını yok sayan biri olmadığını düşünerek babanıza say­ gım arttı. Bu arada müzik çalışmalarınıza babanız, şiire ise anneniz sayesinde yakınlaştığınızı öğrendim. Hakkınızdaki bilgim arttıkça ilgim de artıyordu. 1862 yılında doğmuşsunuz. Ailenizin zengin ve ilerici fikirleri olan kimseler olduğunu yapıtlarınızdan zaten tahmin edi­ yordum. İlk önceleri mahalle mektebinde okula başlamış­ sınız. Ailenizin öngörüsü ile ufkunuzun genişletilmeye gayret edilmesi tabii ki takdire şayan. Dadınız ve özel öğ­ retmenlerinizden şiir, resim, müzik eğitimi aldığınızı, Arap, Fars, Fransız ve Alman edebiyatları ile yakınlaştığı­ nızı öğrendim. Dahası anneniz Emine Rıf' ati Hanım, iyi 67


Günyüzü Mektupları

yetişmiş bir Türk hanımefendisi olduğu halde bununla ye­ tinmeyerek, zamanın en büyük dil ustası *darüllisan Şükrü Efendiden* Türk dilinin ustalıklarını en iyi şekilde öğrenmeniz sağlanmış; bu da babanızın sizin yetişmeniz­ deki titizliğin önemini daha iyi belirtmiyor mu? Bütün bunlar tabii ki bildiğiniz şeyler, ama ben yine de hakkınızda öğrendiklerimi, okurla paylaşmak isteği ile yazıyorum Döneminde en fazla yabancı dil bilen kadın şaire olarak dikkati çeker, diye yazıyor dünün ve günün bütün gaze­ teleri. Bildiğiniz dil sayısı hakkında farklı kaynaklara ba­ kıldığında birbirine yakın veriler sunulmakta. Günlükleri­ nizden ve hakkınızda yazılan kaynaklardan öğreniyoruz ki, Fransızca, Rumca, ve Almancayı mükemmel şekilde; İtalyanca, Ermenice, Arapça, Farsça ve Macarcayı okuyup yazacak, anlayacak kadar biliyormuşsunuz. Sekiz dil bil­ diğinizi öğrenince size olan hayranlığım daha da arttı. Pi­ yano çalmak ve resim yapmak da ayrı meziyetiniz. Yaptı­ ğınız resimlerden birinin Topkapı Sarayı Müzesinde ser­ gilenmesi ise bambaşka bir ayrıcalık. Öğrendiğiniz bütün dilleri konuşmakla da kalmamış, o ülkelerin kültürleri, edebiyat ve sanatları hakkında derin bilgi edinebilmişsiniz; doğrusu bu herkese nasip olmaz. Ah, sevgili şaire, size nasıl imrendiğimi, hatta sizi nasıl kıskandığımı söylesem, bana kızar mısınız? Sizin gibi hatta sizin yerinizde olmaya öykündüğüm için, ne olur suçlamayın beni. İlerlemiş yıllardan başlamışım anlatmaya. Oysa çocuk­ luk yıllarınızı düşününce eğitimizin başlaması ve devamı­ nın da ilginç yanları olduğu görülüyor. Tahsil hayahna annenizin teşviki ile önce mahalle mektebinde başlamışsı­ nız. Hiç ilginizi çekmeyen derslerden ziyade çocuk oyun­ ları ile oyalanırken Kur'an-ı Kerim'i iki kez hatmettiğiniz halde, doğru dürüst gazete bile okuyamadığınız fark edil­ miş. Bir süre sonra da İtalyanca ve Fransızca eğitim veren, o günlerin en iyi okuluna yatılı olarak gönderilmişsiniz. 68


Günyüzü Mektupları

Siz duymamış olabilirsiniz ama zamanımızda musiki ile il­ gilenen pek çok kişinin bildiği bir şarkı vardır. Bestesi Na­ sibin Mehmet Efendi'ye ait *Kederden mi, neden bilmem sa­ rarmış reng-i ruhsarın* der. Ben de yaşayacaklarımzı düşü­ nünce o sözleri *Kaderden mi nedendir, bilinmez* diye dü­ şündüm. Şaşırdığımzı, o da nereden çıktı, der gibi baktığı­ nızı görür gibi oluyorum. Kader diyorum; çünkü yaşamı­ nızda fırtınaların kopmasına neden olacak kişi ile o yol­ larda karşılaşmanıza başka ne denebilir ki... Devrinin en zengin kişilerinden ve tanınmış simalarından biri olan Hacı Salih Efendinin şımarık oğlu Mehmet İhsan Bey'in dikkatini çekmiş olmanıza, ne diyelim? Sizi mutlu edeme­ diği, anı defterlerinizdeki hüzünden gayet iyi anlaşılıyor. Bir de başka açıdan bakmak gerekmez mi? Sizin gibi el be­ bek gül bebek büyütülmüş, sizin kadar donanımlı biri ile yaşamak hiç de kolay olmasa gerek, diye düşünüyor insan. Mehmet İhsan Beyin ailesi, izdivacınızı talep etmek için derhal harekete geçseler de Batılı fikirde olan babanız, akıllıca davranarak, eğitiminizi sebep gösterip izdivacı­ nızı ancak bir yıl erteleyebilmiş. 3 Mart 1875'te düğün ya­ pılmış. Her neyse, çocuk denecek yaşta bile olsanız, içi­ nizde yaşayan estetik anlayışı, mektep yolunda karşılaştı­ ğınız gencin yakışıklı, eğitimli biri olması ve sanata yakın­ lık duyması, sizin ilk bir kaç yılınızın sorunsuz geçmesine yardımcı olmuş. Sonraki yıllara gelince, çoğu evliliklerde olduğu gibi zorluklar doğmaya başlamış. Sizin gibi kristal yürekler taşıyan, sanatkar ruhlu insanlar olunca kırılgan­ lıklar artar, dargınlıklar ardı ardına sıralanır. 50 yıl sonra açılması kaydıyla Aşiyana bırakılmış günlüklerinizden öğrendiğimize göre bu arada kazaen bir çocuk kaybettiği­ niz, daha sonra da 1880 de Salih Münir ve 1882 yılında da Salih Feridun adlı çocuklarınız dünyaya gelmiş. Çok hasta ve zayıf bir döneminizde ise Keramet adı verilen üçüncü oğlunuz dünyaya doğmu. (1885) Bırakmış olduğunuz anı defterleri bu olayların ardından gelen yılların sizin için pek çok acılarla geçtiğini gösteriyor. 69


Günyüzü Mektupları

Sevgili Nigar Hanımefendi, her şerde bir hayır vardır denir, ya da benim çok kere doğru olduğuna inandığım bir darb­ ı mesel de kahırdan lutuf denen sözdür. Eğer, siz o üzüntü­ leri çekmemiş olsaydınız, bu güzellikleri yaratabilir miy­ diniz? Bizler, o hassas yüreğinizdeki duyguları paylaşabi­ lir miydik? Hakkınızdaki kaynakları karıştırdıkça nelerle karşılaşı­ yorum, bilseniz. Ankara Üniversitesi Urdu Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı'nda misafir profesör olarak görev yapmış olan, Dr. Farman Fatihpuri'nin bir kitabında, Urdu Edebiyatı'nın tanınmış yazarlarından Niyaz Fatihpuri'nin çıkardığı, Urdu dilinde yayımlanan bir fikir ve sanat dergisi Nİ­ GAR'ın Türk şairi Nigar Bint-i Osman adından esinlene­ rek, hatta şiirinden etkilenerek koyduğunu biliyor muy­ dunuz? Türkiye'de ise saltanatın çöküş döneminde Türk sa­ natı yeniden yapılanmak için yollar aramaktaydı. Türk Aydınları geleneksel Divan Edebiyatı'nın etkisinden kur­ tulmaya başladılar; Şinasi (1841-1880), Ziya Paşa (18251880) ve Namık Kemal'in (1840-1880) önderlik ettiği *Ser­ vet-i Fünun* Edebiyatı'nın sizi de fazlasıyla etkilediği, fa­ kat romantizmden koparamadığı eselerinizde rahatça fark ediliyor. Tevfik Fikret'in AŞİYAN (kuş yuvası) adını verdiği ev, ben bildim bileli müze olarak halka açık. Bir ara sizin de orada misafir olduğunuzu duydum. Duvarlarında o dev­ rin ünlülerinin resimleri ve *kapısında Şair Nigar Odası* ya­ zan ayrı bir oda var. Sevgili Nigar Hanımefendi, merakımı bağışlayın, acaba bunları sezebiliyor musunuz? Aşiyan'da bulunan hatıra defterlerinizden, yaşadığınız çevrenin saraya yakın olması dolayısıyla hem o devirdeki aydın bir Osmanlı Hanımefendisinin yaşamını, hem de ha­ reme ilişkin pek çok ayrıntıyı görebiliyoruz. Yine bu def­ terlerden öğrendiğimize göre 1. Dünya Savaşı'nın getirdiği geçim sıkıntısı, memleketin her tarafında hissedildiği gibi 70


Günyüzü Mektupları

·

sizi de çok etkilemiş. Sultan Abdülhamit tarafından *İdare-i Hidmet-i kalemiyye* adı altında 15 Eşrefilik maaş bağlanmış ki, bir nevi yazarları koruma fonu olarak düşünülünce, hayli ilginç. İşte, en hüzünlü bölüme geldim. Gözlerimden yaşlar akıyor. Korkarım, sizin yazdığınız hatıra defterlerinde ol­ duğu gibi benim yazılarımın üzerinde de gözyaşı lekeleri kalacak. Savaşın getirdiği sıkıntılı günlerde tifoya yakalanma­ nız ve 1918 yılında dünyaya veda edişiniz ne kadar acı. . . İnsana, hepimizin bir gün gideceği yer diye ölümü dü­ şündürüyor, ama bir fark var ki, siz hala bizimle yaşı­ yorsunuz. Bıraktığınız eserler elden ele, dilden dile dola­ şıyor. Aradan bunca yıl geçti, eserlerinizden de biraz söz et­ mek sanırım hoşunuza gider. İlk kitabınız olan "Efsus" bir şiir kitabıydı. Kenan Akiz'in derlediği Batı tesirinde Türk Şiir Antolaojisin' de ki­ tabınızın ilk bölümü 1877, ikincisi 1891 de yayımlandığı belirtilmiş. İkinci kitap "Nirun" bazı Fransız hikaye ve şiir tercümelerini kapsamaktadır; Seyfettin Özefe'nin katalo­ ğunda 68 sayfa olduğu ve yayım yılı da 1894 olarak belir­ tilmiş; "Aks-i Seda", günümüzde en önemli eseriniz ola­ rak tanınıyor. 335 sayfa 1898' de basılmış; "Sefahat-ı Kalp", bir gönül hikayesini mektuplar halinde anlatan 94 sayfalık bir nesir eser; son eseriniz olduğunu sandığım "Elhan-ı Vatan" 24 sayfa. Diğer kitaplarınız gibi İstanbul'da ya­ yımlanmış. Çanakkale Savaşını anlattığı için konu itibariyle farklı, sizin lirik şiirlerinize alışmış biri olarak acaba ha­ masi şiirleri nasıl anlatmış diye merak etmekten, kendimi alamıyorum. Henüz o kitaba ulaşamadım. Kim bilir, belki bir gün kısmet olur. İsmini anımsayamadığım bir eleştirmen: İlk eser Ef­ sus' ta Fars gazelinin etkileri belirgin bir şekilde görülmek­ tedir; buna rağmen Aks-i Seda'daki manzumelerde kesin bir şekilde Batı eğilimi ve üslubunun etkileri görülmektedir. 71


Günyüzü Mektupları

Bu yüzden eleştirmenler bu eseri "yenilikçilik ve olgunluk şiiri örneği" olarak kabul ederler diyor. Bestelerinizin olduğunu duydumsa da ulaşamadım, ama Tamburi Cemil Bey ve Tatyos Efendi'nin besteleriyle taçlanmış şarkı sözleriniz, günümüzde sevilerek icra edi­ len eserlerden. Ben de notaları var ama bu mektuba ekle­ yebilecek miyim bilmiyorum.

Beste, Tanburf Cemil Bey / Şehnaz / Sengin senıaf / Şarkı; güfte, Nigar Hanını "Feryad ki feryadıma inıdad edecek yok / Efsus ki gamdan beni azad edecek yok / Te'sfr-i muhabbetle yıkılmış nıüteellfm ! Vfrane dili bir dahf abad edecek yok / Ya Rab ne için zar-ı Ni­ gar'ı şu cihanda / Na-şad edecek çoksa da dil-şad edecek yok" (Türkçesi; "Öyle feryat ediyorum ki yardım edecek kimse yok. / Yazık ki beni üzüntümden kurtaracak kimse yok / Aşkın etkisiyle yıkılmış, elemli gönlümü şenlendi­ recek bir tek olsun kimse yok / Allahım, şu ağlayan Ni­ gar'ı, acaba neden mutsuz edecek çok kişi var da mutlu edecek kimse yok?) Beste, Tatyos Efendi, Hicazkar; söz Nigar Osman Ha­ nım

"Mani oluyor halimi takrire hicabım / Üzme yetişir, üzme fi­ rakınla harabım / Mahv oldu sükunum, beni terk eyledi habım / Üzme yetişir, üzme firakın la harabım"

İzmir'li şair-yazar Sayın Mehmet Sadık Kırımlı bir ta­ nıtım yazısında şöyle diyor: "Sanat, yapısı gereği durağan­

lığı sevmez, hep devinim ister. Her yenilik, sanatın ufkunu aç­ tığı gibi, içkinliğini de ortaya koyar. Yoksa sanat, sanat olmak­ tan çıkar. Sanatın yaşamla uzlaşmasını amaçlayan, bunu da be­ ğeni olgusuyla yapan öğretiye de estetik diyoruz ya, Nigar Ha­ nımda şiirlerinde çoğunlukla aşk duygusunu estetiğin malze­ mesi yapmıştır hep. Aruz vezniyle yazdığı "Fıtratim" adlı şiir, ondaki potansiyel aşkın adeta bilinçle korunduğunu gösterir" Küçük, 8 mısralık bir beyannamedir Fıtratim:

72


Günyüzü Mektuplan

FITRATİM

"Hevaya dair olur her dakika ahvalim / Garı1ma müncer olur her müessir ef'alim / Sevilmeyi severim lezzeti hayatın odur / Alakasız yaşamam bir dakika ben lakin / Soran da var ise ancak odur benim halim / Sevilmeden geçemem maye-i hayatımdır / Onunçün eyler ona hep taallük amalim " (Türkçesi; her etkin işi garama, yani aşka dairdir. Sevil­ mekten de hoşlanır, çünkü hayatın temelidir, hayattaki gayesi budur. 'Alakasız' yaşayamaz, bir dakika bile. Böy­ lece sevme ve sevilmeyi hayatın temel gayesi olarak de­ ğerlendiren Nigar Hanım'ın, bir şair olarak aşkınlık ya da kendini gerçekleştirme olarak adlandırabileceğimiz, sana­ tın ve ferdin var olduğu o noktaya aşk vasıtasıyla ulaştı­ ğını görebiliriz.)

Size bir de sürprizim var; eski ve sadık bir dostunuzun mektubu. Duygulanarak, belki de gözleriniz dolarak eski günlere döneceğinizi düşünerek size gönderiyorum.

İstanbul, 25 Nisan 1321 Muazzez ve Muhterem Şairem, Kıymetli mektubunuzu ve güzel şiirinizi büyük bir lezzetle okudum. Teşekkürlerim, hürmetlerim ve dostluğum kadar sa­ mimi ve namütenahidir. Fakat itiraf edeyim ki kadınlığı mektu­ bunuzda şiirinizden daha iyi tasvir ediyorsunuz. Kadın çiçek, evet bir şükufe-i cazibebu ki takdisat-ı ruhiye sadakatkfır kele­ bek/eridir. Güzelliğin en müessir tecelligahı, nerminin en yara­ şacağı bir mevcudiyet, zarafetin hamisi, mübdii, hazinesi; rikka­ tin, şefkatin menbaı; melekiyetin esrarengizlikte hemşiresi, şey­ tanetin bahusus şeytanetin (fakat korkuyorum)tecrübe-dide icra memuru, saadetin kendisi (için) müstehakkı, başkaları için mü­ vekkili, felaketin bilerek bilmeyerek ekseriya murisi, bazen kahra­ manı hep hep kadın değil midir?Hayat-ı içitmaiyenin tenzih-i 73


Günyüzü Mektupları

maneviyatında bir kadının haiz olduğu kudrete ne muadil olabi­ lir? Bir hüsn-i nesevinin kalb-i beşerde hasıl ettiği teessürat ve heyecanat-ı ulviyeyi ne hasıl edebilir? Beşeriyet bir kıt'a ise ka­ dınlık bahçesi, bir bahçe ise hazeratı, bir ağaçsa kadınlık çiçeği, bir çiçekse kadınlık reng ü buyıdır. Beşeriyet bir sema ise kadın­ lık güneşi, bir kuşsa nağmesi, bir sahra ise serabıdır. Bazen ate­ şin ve şuledar bir darbe-i nazarla en müncemid kalpleri ısıtan, en geceli bedbinlikleri tenvir eden, bazan bir damla gözyaşıyla en paslı hissiyatı yıkayan bir ra'd-ı hiddetle en anud mukave­ metleri korkutan, ezen kadın değil midir? Fakat bilmem ki niçin uzatıyorum ? Beşeriyet kadar eski olan bu hiss-i takdisf şimdiye kadar ne kadar sCıver ü eşkal ile ifade olunmak istenilmiştir. Hal­ buki bu derin ve ince hissi tesbit etmeğe kelimat kifayet eder mi? Şiirin mevzuu ve mevkı-i iradı tevsi ve tahdidi icab ettirdiği için mütenakız iki mecburiyet tevlid ediyordu. Şikayet etmekte pek haklısınız. Bununla beraber şiir hakikaten güzeldir. İstirhamla­ rımın nezdinizdeki mazhariyet-i kabulünü anlatan sözleriniz ise güzel, nazik ve calib-i minnettir. Yalnız bedbinliğinizin yeni bir tezahürü olmak üzere kabul edeceğim (kendiniz gibilerine) aid hükmünüz beni gücendirdi. Şu ıztırabgah-ı umumide saadet-i hakikiye madem ki bir hülya­ yı müzehhebden başka bir şey değildir, o halde insanın daima bedbahtlığı zan ve tefekkür etmesi de onu teşdid edecek esbab­ dandır. En büyük maharet, yalnız şevkamiz şeyleri büyütücü bir adese arkasından kainata bakmaktır ve yalnız asvat-ı neşeyi işittirmeye yardım eden bir misma ile asvat-ı muhitatı dinle­ mektir. Ve mesud olmanın yegane alemi budur. Kendi müfekke­ renizi ise hiç söyletmeyiniz. Fakat bunu hüviyet-i maneviyenin bir nevi intiharı gibi telakki ederseniz . . . Kendi nıuhtac olduğum nasihatleri size bu suretle yazarken gülmekten men-i nefs ede­ miyorum. Lakin başka bir şey yapmak kabil olmadığını orada id­ rak ettiğimiz halde bu taannüdümüz nedir? Kartvizitinizi mektubunuzla aynı günde aldım. Fuad'ı Fe­ ridun Bey Beyoğlu'nda görmüş, vermiş. Teşekkür ederim. Eğer trenle gideceğinizi bilseydim, Cuma günü sizi bulama­ yınca gara gelirdim. Fakat bilmiyordum. Ne iyi nasib mi tayin 74


Günyüzü Mektuplan

buyurmuşsunuz. Lakin sizi ziyaretlerimden rahatsız oluncaya kadar benim o nasibden intikam almaya vaktim vardır. Gelirken mutlaka vapurla gelmenizi tavsiye ederim. Hava güzel olursa deniz seyahatlerinin zayıf vücutlar üzerinde hayat-bahş tesiratı görülür ve menazır daha hoştur zannederim. Bu vesile ile Sela­ nik' i de görmüş olursunuz ki her halde zahmeti değer. Rahatsızlığınıza ve bilhassa bunun sizdeki iştihanın hüsn-i istimaline mani olacağına çok müteessif oldum. Ben ise bu seya­ hati mahza hasıl edeceğini umduğum şu iştiha için taziz ediyor­ dum. Mümkün olduğu kadar yemek hususunda iltizam-ı ısrar etmenizi sizden çok rica ederim. Yemek üstüne geziniz. Hisar arkasına gidiniz. Saf ve açık hava za'fın ve fakr-ı demin minnet­ siz hEkimidir. Bülbüller bu tabii parkın fahri musıkişinasıdır. Hülyalarınızı tehziz ettiği müddetçe güzel hava da vücudunuzu tedavi eder. İstifadeniz iki türlü olur. Ben bu hafta yine Kağıthane'ye gittim. Güzeldi, dereye bayı­ lıyorum. Yollar çok bozuk olmasa her zaman gideceğim. Halbuki insan gidip gelinceye kadar hurdahaş olmaya yaklaşıyor. Pazar günü Makrıköyüne gittim. Gece de orada kaldım. Bu sahalı da evde şu kağıdı size yazıyorum. Hem de gevezelik etmiş olmaktan korkuyorum. Her halde bu muacciz dostunuzu afvınızla müca­ zatlandırınız. Halet,<1l iltifatınıza ve Semiye Hanımefendi haz­ retlerinin selamlarına mukabele eder ben de ellerinizi tazim ve iştiyak ile öperim. Celal Sahir Sevgili Nigar Hanım, sanırım artık veda zamanı geldi. İstemeyerek de olsa mektubuma son vermem gerek. Böy­ lesine güzel eserler bırakarak, bizleri duygularınıza ortak ettiğiniz için size teşekkür ediyoruz. Bulunduğunuz yerde aydınlıklar içinde ve huzurda olmanız dileği ile saygıla­ rımı sunuyorum. Allaha emanet olunuz. Nevin Konuk

75


Günyüzü Mektupları

Yaşar Nezilıe İzmir, 1 Mart 2012 Sevgili Yaşar Nezihe, Sen dünyaya gözlerini açtığın günden beri bir yüzyıl­ dan fazla zaman geçti. Bir bilinmezden bir başka bilin­ meze göçüp gittiğinden bu yana bile ne kadar uzun za­ man . . . Sokaklar, meydanlar, evler, arabalar, insan yüz­ leri, mobilyalar, kıyafetler, komşuluklar, aşk halleri, kü­ fürler, iklimler, ormanlar, denizler, yollar, yolculuklar çok değişti; ama insanın insan olarak yaşama mücadele­ sine dair hiçbir şey değişmedi. Sözün hakkı söze, emeğin hakkı emeğe, insanın hakkı insana verilmedi. Kötülük ya­ yıldı, büyüdü, dev sahnelere sığamayıp meydanları ele geçirdi. Sıradan insanların gündelik hayatlarının, masum ilişkilerinin içine nüfuz etti. İçerisinde yalnızca kendile­ rinden gördüklerinin nefes alabileceği sonsuz kazanmalar dünyasını inşa etmek üzere her şeyi yapmaya azmetmiş çeşit çeşit birliktelik kurgularına dahil olanların, kendile­ rinden zayıf bellediklerine vurmaya kalkıştıkları, herkesin olanı ve paylaşılması gerekeni ele geçirmek için en acıma­ sız yollara başvurdukları; kendilerinden gördüklerinin 76


Günyüzü Mektupları

varlıklarını haksızca çoğaltmaya gırışıp ötekilerini yok saydıkları kocaman bir yalanın içinde yaşamaya mahkum edildik. Sen İstanbul'da korkulası bir yoksulluğun içine doğ­ dun; orada yaşadın. Annenin yokluğu, babanın cahilliği, kocalarının baskısıyla mücadele ettin. Onlara rağmen şii­ rini yazdın. Şiirin kimi gün "Bir Deste Menekşe,, kimi gün "Feryatlarını"oldu. Ben senden üç çeyrek yüzyıldan fazla zaman sonra Gaziantep'te doğdum; orada büyüdüm; ar­ dından İzmir'e geldim. Kendimi bildiğimden beri kitapla­ rım oldu; kendimi bildiğimden beri öykü yazıyorum. Öy­ küm bir gün geldi "Mekan Hikayeleri" adını aldı. Senin Feryatlar'ını duydukça, kendi Mekan Hikayeleri'min içine girdikçe, Doğu'nun ve Batı'nın yüzünü gördüm. Toprağın ve denizin yüzünü gördüm. Yoksulluğun ve varsıllığın yüzünü gördüm. Kadının ve erkeğin yüzünü gördüm. Öyle çok acı, öyle çok isyan, öyle çok korku, öyle çok ke­ der, öyle çok hüzün gördüm ki bazen gördüklerimin beni öldüreceğini sanıyorum. Böyle anlarda aklıma dünyanın, hayatın, insanın özüne dair o derin gerçekliğin peşine düşmüş ve kendilerini özgürleştirmeyi başarmış müca­ dele insanları geliyor. Şiirlerin, öykülerin, fotoğrafların, filmlerin, binaların, sokakların, hayat hikayelerinin içinde . onların izlerini arıyorum. Çoğu unutulmuş, unutturulmuş olsa da tarihin tüm mücadeleleri er geç hatırlayacağını ve hatırlatacağını biliyorum. Bunca zaman sonra senin uzak şiirine rastlayabildiğim için umudum çoğalıyor. Sen imkansızlıkların içinde dik durup şiirini yazdın. Ezildin, yok sayıldın, yine de yazdın. Şiirin bazen "Ol­ dumsa zelil teessüf etmem / Zillete koyan zaman utansın."diye­ rek direndi. Bazen de "Mahalleden iki gündür verilmiyor ek­ mek / Kolay değil gece gündüz bu açlığı çekmek" dizeleriyle is­ yan etti. Ben bin bir çeşit "biz" kurgusunun ortasında eği­ lip bükülmeden çeyrek yüzyıl boyunca öykümü yazdım. Öyküm kısa ve özdü. Gün geldi öykünün kısa söylenme­ sini kabul etmeyenlerle gün geldi kısa öykü konuşulacaksa 77


Günyüzü Mektupları

"biz" konuşuruz diyenlerle karşılaştım. Öyküm kimi za­ man "Benim uzun bir öyküm hiç olmadı; herkesin öyküsünün kısa bir parçasıydım" deyip suskunluğa gömüldü. Kimi za­ man ise öyküm "Tarih, merdivende kimseye yol vermeden dip

dibe yürüdükleri için yukarıya hep birlikte ve çabuk varmışların kısa hikayelerini yazdı. Ve merdivende herkese yol açarak tek başlarına yürüdükleri için yukarıya yalnız ve geç varmışların uzun hikayelerini anlattı" diyerek, tarihin adaletine gü­

vendi. Yalnızlık cesaret, cesaret özgürlük, özgürlük müca­ dele demekti. Direndim. Tarihin ve mekanın içinde herkesin öyküsünün kısa bir parçası olarak dolaşırken, yalnızlığı göze almış, özgürlüğe cesaret etmiş, hayatını mücadelenin yoluna koymuş pek çok güçlü kadının hikayesine rastladım. Onların sözlerini aklıma, gönlüme yazdım. Sen de "Boynundan esaret bağını parçala, kes, at! / Kuvvetedir hak, hakkını haksızlara anlat." de­ miştin. Anlattım . . . Emel Kayın

78


Günyüzü Mektupları

Şükufe Nihal İzmir, 13 Mart 2012 Sevgili Şükufe Nihal, Keşke romantik şiirleriniz gibi romantik bir mektup yazabilseydim size. Yazık ki sizin kuşağın inançla duvar­ larını örmeye çalıştığınız Türkiye Cuınhuriyeti'nde iki binli yıllarda insanlar, dijital iletişim araçlarıyla çetleşerek, mesajlaşarak, twitter sitelerinde yazışarak sanal bir dünya aracılığıyla birbirlerine ulaşıyorlar... Anlayacağınız, ne o insan kokulu mektuplar, ne romantik şiirler kaldı. Hepsi çoktan tarih oldu. Bu yüzden, bir zamanlar İstanbul'un en güzel, en zarif, en aşık olunası şairine mektup yazmanın hiç kolay olmayacağını biliyorum. Bu eski ve insana özgü geleneği göze almamın nedeni ismi unutulmaya yüz tutan pek çok değerli kadın yazardan biri olarak unutulmayı hiç hak etmemenizdir. Bir başka nedenim de dönemin önemli şairi ŞükUfe Nihal'i yeni kuşaklarla buluşturmak, sizi ye­ niden keşfetmelerine aracı olmaktır. İstedim ki bu mek­ tupla geçmişinden habersiz, günübirlik yaşayanlar sizi ta­ nısınlar. Şiirlerinizde, romanlarınızda sıklıkla dile getir­ diğiniz kişisel romantizminiz yanında sosyal ve ulusal 79


Günyüzü Mektupları

romantizme de yer verdiğiniz yapıtlarınız, edebiyat tari­ hinin tozlu sayfalarından yeniden gün ışığına çıksın. İnsanlar ölümlüdür, ama yapıtları kalıcıdır. Faruk Nafiz'in, "kuşlar ve çiçekler şairi"; Halil Soyer'in, "aşklarda yaşayan kadın", diye betimledikleri kalabalıkların yalnız kadını. . . Size bu mektubu yazarken, peşinizi hiç bı­ rakmayan hüznünüz kara bir bulut gibi beni içine çekiyor. Oysa hüzün, yalnızlık, karamsarlık Bir Cumhuriyet Ka­ dını Şüküfe Nihal isimli inceleme kitabının kapağını süs­ leyen fotoğraftaki kısa saçlı, çağdaş görünümlü, güzel, za­ rif ve soylu kadına hiç yakışmıyor. Hele de Bakırköy Hu­ zur Ev:i'ndeki insan yığıntısına dönüşmüş küskün, sus­ kun, umutlarını tüketmiş kadının siz olduğunuz ger­ çeği, içimde derin yaralar açıyor. O kadın ki, bir zamanlar yazarların, sanatçıların, aydınların aşık olduğu, edebiyat toplantılarının erişilmez yıldızı, üstüne şiirler yazılan, ro­ manlara konu olan Şükufe Nihal' di. Yaşamınızı gözden geçirince öğreniyorum ki, 1896 yı­ lında Yeniköy'de görkemli yalıda doğmuş, soylu bir aile­ nin el bebek gül bebek yetiştirilen ŞükUfe (çiçek), Nihal (fidan) fidanıymışsınız. Dedeniz Dr. Emin Paşa, V. Mu­ rat'ın sertabibi iken, gittiği sürgünden dönememiş. Baba­ nız, Dr. Emin Paşa'nın oğlu eczacı Miralay Ahmet Ab­ dullah Bey. Anneniz Nazire Hanım, Binbaşı Şevket Bey'in kızıymış. Annenizin babanızın soy ağacında pek çok ünlü isim varmış. Aydın bir ailenin kızı olarak, eğitimi­ nize çok önem verilmiş. Kültürlü, seçkin, bir aydın olan babanız, kızının çağdaş kadın olarak yetişmesini istiyor­ muş. Bu yüzden, özel öğretmenlerden dersler alarak köklü bir eğitim görmüşsünüz. Arapça, Farsça ve Fran­ sızca biliyormuşsunuz. Ayrıca babanızın çevresinde top­ lanan dönemin seçkin sanat, siyaset ve edebiyat insanla­ rının kişiliğinizin biçimlenmesinde önemli katkıları ol­ muş. Denilebilir ki, Şükufe Nihal sosyal ve siyasal olay­ lara duyarlılığını bu toplantılarda kazanmıştır. Yine bu toplantılarda hürriyet, vatan aşkı, Jön Türkler, meşrutiyet 80


Günyüzü Mektupları

kavramlarını öğrenmişsiniz. Yaşamınız boyunca bu kav­ ramlar yolunuzu aydınlatmış. Babanız her şeyinizmiş, ona hayranmışsınız. Hatta si­ zin için eş, arkadaş, sevgili seçiminde örneğiniz olmuş. Vatan ve insan sevginiz, sizi Anadolu'ya, Anadolu in­ sanına yolculuklar yaptırmış. Vatanınızı her şeyden kutsal saydığınızı söylerdiniz. Bu düşüncenizi şiirlerinizde, ro­ manlarınızda sıkça dile getirdiniz. Sizin gibi vatan ve hür­ riyet aşığı Tevfik Fikret, örneğiniz olmuş. Onun hayranıy­ dınız. Fikret için şiirler yazdınız, kitaplarınızın başköşe­ sine oturttunuz, büyük şairinizi. Babanızın görevi gereği çocukluğunuz, ilk gençlik yıl­ larınız Anadolu' da, Manastır, Şam, Beyrut, Selanik'te geç­ mişti. İlk resmi okul olan 'rüştiyeyi' Şam'da okudunuz. Bu yerlerin kokusunu ve ruhunu, sizdeki izlerini şiirlerinize yansıttınız. Sevgili ŞükUfe Hanım, sizi Kurtuluş Savaşı kadınlarını araştırırken, daha yakından tanıma olanağı buldum. O ka­ ranlık, umutsuz yıllarda mitinglerin, eylemlerin önde ge­ len yürekli kadınlarındandınız. 1919'da İstanbul İnas Da­ rülfünunu'nun coğrafya şubesinde (kadınlar üniversitesi) okurken, işgale karşı direnen gençlik eylemlerinin içinde yer aldınız. İlk olarak "Müdafaa-ı Nisvan (kadınlan ko­ ruma, savunma) Cemiyeti"nin yönetiminde görev üstlen­ diniz. "Talebe Cemiyeti"nde vatanın kurtuluşu için em­ peryalist güçlere protesto telgrafları çektiniz. Sultanah­ met'te, Üsküdar'da yapılan mitinglerde Halide Edip'in yanındaydınız. Hamdullah Suphi Bey'le birlikte yaptığı­ nız konuşmalarla dinleyenleri coşturmuştunuz. O günle­ rin acısıyla şu şiiri kaleme almıştınız:

'"O gün, kara bayraklar kanat gerdi göklere / O gün, kara bir kefen gölgesi indi yere . . . / O gün yollara düştük genç, yaşlı, ka­ dın, erkek; / O gün öz yurdumuzda dolaştık ürkek ürkek. . . / Bastığımız topraklar çöküyor sandık; / Gözlerimizden taşan alevle yandık yandık . . . / Ogün, o · mahşer günü, feryat, hıçkırık günü / Can evimizde duyduk düşmanın süngüsünü. / ( . . . ) / 81


Günyüzü Mektuplan

Ecdadımızın namusuna hiyanet etmeyeceğiz! ... yemi . . . n edi­ yoru . . . z" diye haykırıyordunuz miting alanlarında. '"Bir korkulu rüyaydı o günler içimizde, / Bu güne tapınırken o güne ağlarız . . . / Mest olup unutmayız; sonsuz sevincimizde / Yeşil rengin yanına bir kara bağlarız . . . "'

Üyesi olduğunuz " Asri Kadınlar Cemiyeti"nde orduya yiyecek, giyecek, para yardımları topladınız. Emperyalist güçlere protesto telgrafları yağdırdınız. "İstanbul Hayır­ severler Cemiyeti" ve "Çocuk Dostları Dernekleri"nde öz­ verili çalışmalar yaptınız. İkinci eşiniz Ahmet Hamdi Bey ile "Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti"nde birlikte çalıştınız. Kurtuluş Savaşı yıllarında vatan savunmasıyla ilgili gizli örgütlerde önemli görevler üstlendiniz. M. M Grubu diye bilinen İstanbul'un yerel savunmasına yönelik örgütlen­ mede gizli görevler aldınız. "Kadınlar Dünyası, İttihat Ga­ zetesi" gibi dönemin yayın organlarında Türk kadının toplumsal ve siyasal yaşamda hak ettiği yeri ka­ zanması, kadınların aydınlanması, öğrenim alması, çalış­ ması; kadın hakları konusunda bilinçlendirici yazılarınız yayınlandı. Kaadınlara yönelik düşüncelerinizi anlatan ilk gazete yazınız 'İnas Mektepleri' başlığıyla "İttihat Gaıe­ tesi"nde çıktı. Sonrasında, "Hayat Mecmuası, Cumhuriyet Gazetesi"nde makaleleriniz birbirini izledi. İstanbul İnas Darülfunun'dan, şimdiki ismiyle İstanbul Üniversite'nden mezun olan ilk kadın sizdiniz. İstanbul Kız Li­ sesi, Nişantaşı Kız Lisesi, Kandilli Kız Lisesi, Beyoğlu Kız Lisesi'nde öğretmenlik yapan ilk kadınlardandınız. Emek­ liliğinize sekiz yıl varken, kendi isteğinizle emekli olmanız tam da size yakışan bir tavırdı. İstanbul Kız Lisesi'nde coğ­ rafya öğretmenliği yaptığınız günlerde elinizde taş ve ma­ den parçalarıyla öğrencilerinize coğrafya dersi vermek içi sınıfa girmişsiniz. O sırada aşağıdaki sınıflardan müzik sesleri geliyordu. Söylenen şarkının güftesi ŞükUfe Ni­ hal'indi. Müziğin sanat gücü, yaşama isteği ve coşkusu­ nun yanında coğrafya öğretmenliğinin çok kuru, cansız kaldığını anlayınca, hemen ertesi gün emeklilik dilekçenizi 82


Günyüzü Mektupları

vermiştiniz. Dört yıl bekledikten sonra ekonomik sıkıntı­ lar, sizi yeniden öğretmenliğe döndürdü. Sevgili ŞükUfe Hanım, yaşamınız da kişiliğiniz gibi renkli, ilginç rastlantılarla dolu ve çalkantılı geçmişti. Ai­ lenizden gelen alışkanlıkla köşkünüzde, daha sonraları Erenköy' deki yoksul evinizde edebiyat toplantıları düzen­ lerdiniz. Bu girişimlerinizi şöyle dile getirmiştiniz: 'Etra­

fımda sanat ve edebiyat bahisleri edilmezse, fikir münakaşaları yapılmazsa, beynimin uyuştuğunu zannediyorum. '

1953'te, 5 7 yaşınızda emekli olduğunuzda yaşam ve duygu yorgunuydunuz. Aslında, kırgınlık ve yorgunluk duygusunu çok önceleri,1940 yıllarında yaşamaya başla­ mıştınız. İstanbul' da yalnızdınız. Yakın arkadaşlarınız Halide Nusret, İffet Halim dışarıdaydılar. Eşiniz Ahmet Hamdi Başar ise politik yaşamın içinde çoğunlukla evden . uzaktı. Üstelik çapkın bir adamdı. Halide Nusret'e yazdı­ ğınız mektuplarda ruhsal ve bedensel olarak yorgun ol­ duğunuzu, ülkenin gidişinden kaygı duyduğunuzu anla­ tıyordunuz. Halide Nusret'in kız kardeşi İsmet Kür ise "Yarısı Ro­ man" yapıtında sizden şöyle söz etmişti: "Şükufe Nihal, he­

men her görenin aşık ya da hayran olduğu kadınlardandı. Dün­ yaya metelik vermeyen, kendine çok güvenen bir havası vardı. Zarifti, her zaman bakımlı ve çok şıktı. Biraz cıvıltıya benzeyen, kendine özgü, çok hoş bir konuşma biçimi vardı. " Bu tanımlar­

dan da anlaşıldığı gibi siz, sıradan bir kadın değildiniz. Yaşamınız da sıradan olmadı elbette. Yurtdışı göreve atanan babanız, gencecik kızının İstan­ bul'da yalnız kalmasını istemedi ve sizi Mithat Sadullah Sander ile evlendirdi. Üstelik bu evlilikten bir de oğlunuz oldu: Necdet Sander. Aşksız, sevgisiz, düş kırıklıklarıyla geçen yıllar sizi boğuyordu. Dört yıllık evliliğinizi bitiren siz oldunuz. O yıllar için kolay göze alınacak bir yürekli­ lik değildi boşanma isteğinin kadından gelmesi. Sonra Kur­ tuluş Savaşı yıllarında birlikte çalıştığınız Ahmet Hamdi Başar'la evlendiniz. Yazık ki, bu evlilikte de beklediğiniz 83


Günyüzü Mektupları

tutkulu aşkı bulamadınız. Kocanızla kesişen zevkleriniz, çevreleriniz hiç uyuşmuyordu. Bu yüzden, yıllar çabuk eskitilmişti. 1950 yılında karşılıklı yalnızlıklara dönüşen evliliğinize noktayı koyan gene siz oldunuz. Hamdi Bey'den olan kızınız Günay'ın erken ölümü, o yıllarda Bakırköy Huzurevinde yatan anneye duyurulmadı. Oğ­ lunuz Necdet ise çoktan kopmuştu annesinden. Onun sizden uzak durması hep iç yaranız oldu. Yazık ki öz oğ­ lunuz beş yıl kaldığınız bakımevinde bir kez bile ara­ madı annesini. Necdet Sander, yayınevi sahibi olduğu halde yapıtlarınızla hiç ilgilenmedi. Yalnız, kimi şiirleri­ nizi topladığı "Şiir" simli bir kitap yayımladı, o da ölü­ münüzden sonra. Evlilikleriniz, aile yaşamınız düş yıkımlarıyla dolu olsa da sizi ayakta tutan, şiirler, romanlar yazdıran duygu yüklü, dillere destan aşklarınız, vatan sevginiz, Anadolu sevginiz vardı . . . Başarısız evlilikleriniz, giderek artan yal­ nızlığınızı dillendirmek yerine içinizi edebiyata döktünüz. Edebiyat, sizin yaşamınızdı. Daha dokuz on yaşlarınızda başlayan şiir yazma tutkunuzun giderek gönüllü tutsağı olmuştunuz."Sabah Kuşları" isimli yapıtınız, bu yönelişi­ nize çarpıcı örneklerle doludur. Özellikle Cenap Şahabet­ tin'in kardeşi şair, ressam "Osman Fahri" aşkı, şiirlerinize damgasını vurdu. Sizden tutkulu aşkına karşılık bulama­ yan umutsuz gencin Anadolu'ya sığınışı, orada özlemine dayanamadığı sevgilinin acısıyla intiharı seçişi, zamanla derin bir yasa dönüşerek şiirlerinize yansımıştı. Osman Fahri'nin aşkı uğruna canına kıyması, ebedi aşkı arayan Şüküfe Nihal'in romantizmine de uygundu. İlerleyen yıl­ larda Osman Fahri aşkını kutsayacak, ona sığınacaksınız. Size; 'her çiçek nfm (yarım) açılmadan solmuş.' . . . 'Ey çiçekli yurt arayan' nihalf ümit. ' 'Bir çiçek belki bir hazine', diye ses­ lenen genç .. adamın ölümünde, kendi ölümünüzü görü­ yordunuz. "Yerden Göğe" ve "Yakut Kayalar" kitapları­ nız da hep bu aşkı işlediniz. "Yıldızlar. ve Gölgelerin"in büyük bölümünü oluşturan "Mermer Kapı" sizin Osman 84


Günyüzü

Mektuplan

Fahri'ye aşkınızı, pişmanlıklarınızı, aşkın canına kıymak­ tan duyduğunuz acıyı anlatır. Siz artık aşıkınızı göksel bir varlık olarak görmeye baş­ lamıştınız. Ondan sizi de yanına almasını istiyordunuz.

· "'İn yeryüzüne, gör de bu hali, / Bir ruh olarak göklere çek hasta Nihal'i!" diye seslenmiştiniz, ölmüş sevgiliye.

On yedi yaşınızda aşkını reddettiğiniz Osman Fahri'ye ilişkin pişmanlığınız şiirlerinizde dile geldi: "Dedin: (çok

çektin, Nihal. . . değil mi?) ve titreyen / Ellerinden başıma sarı güller döküldü, / On yedi bahiirımın rııhu güldü içimden . . . / Bir on yedi bahar ki nankör, çılgın, zalimdi, / Seven de reddeden de o şımarık kalbimdi... / Sensiz kalmak muhalken, hayır, aldandın, derdim! . . / Sanırdım ki bu oyun ömrümce sürecektir . . . / Göğ­ sümde fırtınalar çarpışırken gülerdim, / Bilmemiştim ki hayat bir mevsimlik çiçektir. "

Şiirlerinizde sıklıkla kullandığınız "gece, deniz, kara bµlutlar, çöl, hazan" sözcüklerinin karamsar ruhunuzun simgeleri olduğu söylenirdi. Dönemin ünlü şairlerinin, edebiyatçıların toplandığı şiir gecelerinde kimler aşık olmamıştı gizemli, güzel kadına . . . Tevfik Fikretler, Nazım Hikmetler, Faruk Nafizler . . . Nazım, çağırdığınız toplantıya katılamayışından duyduğu üzüntüsünü 'Şükufe Nihal Hanımefendi'ye' diye başlayan manzum bir mektupla anlatmıştı. Şükfıfe Nihal'i asıl dillere düşüren Faruk Nafiz'in aşkı ol­ muştu. Bu tutkulu aşkın doğduğu yer, Halim Paşa'nın eşi İffet Hanım'ın Erenköy'deki köşküydü. Orada, Şükfıfe Ni­ hal'in suskunluğu, gizemli gülümsemesi, hülyalı bakışları Faruk Nafiz'in kalbini çalmıştı. Belki de siz onun kalbini çalmıştınız. Elbette iki şairin aşkı, sıradan bir aşk ola­ mazdı. Şiirlerde dile gelen şiir bir aşktı bu. Siz, Faruk Na­ fiz'in şiirlerine hayrandınız. Bunu şu sözlerinizle dile ge­ tirmiştiniz: 'Bence en kuvvetli şair Faruk Nafizdir... Hatta di­

·

yebilirim ki mazide nasıl bir Fuzuli, Nedim devri varsa, bu devir de Faruk Nafiz devridir. Faruk Nafiz hislerin daha keşfedilme­ miş köşelerindeki telleri bulup ihtizaza getiren bir sanatkardır . . . 85


Günyüzü Mt'ktupları

Faruk, Fuzulf kadar derin; Nedim kadar şuh bir şairdir" Onun

şiirlerinin, Türk şiirinde bir devir olduğunu söylerdiniz. Faruk Nafiz'in etkisiyle siz de hasret ve ayrılık şiirleri yaz­ maya başlamıştınız. Gene onun etkisiyle Anadolu'ya gitti­ niz. Anadolu insanını, özellikle kadınların çilelerini, cahil­ liklerini, unutulmuşluklarını, dünyadan uzak yaşamla­ rını anlattınız kitaplarınızda. Anadolu izlenimlerinizden ve Faruk Nafiz aşkından "Yalnız Dönüyorum" isimli ro­ manınızda uzun uzun söz etmiştiniz. "Gene", "Hazan Rüzgarları", "Gayya"da da şaire özleminizi dile getirdi­ niz; Faruk Nafiz ise bu aşkı "Yıldız Yağmuru" romanında anlatmıştı. Siz, şaire esin kaynağı oldunuz. "Gurbet, Kıs­ kanç, Firari, Kızıl Saçlar, Kadın, Son Hatıra" şiirlerinde sizden esintiler vardır. Özellikle "Kadın" şiirini sizin için yazmıştır: "Bu gün sen bir başkasın, ben ondan sızan yaşım, /

Sana bütün ömrünce uyan bir arkadaşım. / Yalnız senin önünde herkese asf başım / Yere geçercesine yere eğildi kadın!"

Faruk Nafiz, ümitsiz aşkını unutmak için Ankara'ya gitti ve birkaç ay sonra sıradan bir kadınla evlendi. Bunu asla içinize sindiremediniz. Ölümünüze dek şairin adını anmadınız. Oysa siz, Faruk Nafiz'in tutkulu aşkını kızinı­ zın başka bir adama baba demesini istemediğiniz için geri çevirmiştiniz. En belirgin özelliklerinizden biri de gururu­ nuz, kişiliğinize duyduğunuz saygıydı. Evli bir kadının bir erkekle ilişkisi, İstanbul sosyetesinde dedikodular üretmişti. Buna katlanamadmız, İyice içinize çekildiniz. 24 Eylül 1973'te ölümünüz üstüne bir yazı yazması is­ tenen yakın arkadaşınız Halide Nusret, yazdığı şiirde şair yare de yer verir: "Şükufe'ne bir mezar kaz dediler, / Kazama­

dım . . . Bulamadım baharı / Nihal' ine bir ağıt yaz! dediler / Ya­ zamadım . . . nerdedir Şair yari?"

İlginç bir rastlantı mıydı iki aşık şairin, yakın aralarla ölümü kucaklamaları? Siz de sevgili Nihal, yaşadığınız dönemde kullanılan "aruz vezniyle başlamıştınız şiire. 1919'dan, yani Yıldızlar ve Gölgeler" kitabınızdan sonra, öteki şairler gibi hece 86


Günyüzü Mektupları

veznine geçtiniz. Aruzla yazdıklarınızın size hep çocuk­ luk, ilk gençlik yıllarınıza yolculuklar yaptırdığını söyler­ diniz. Şiirlerinizin en belirgin özelliğini Tanpınar, şöyle anlatmıştı: 'Şükufe Nihal Hanım'ın şiirlerinde bilhassa sevdi­

ğim taraf, kendisine mahsus bir nevi tazelik sahibi olmalarıdır. Hiçbir zahmeti, hiçbir araştırmayı ifşa etmeden, içten gelen es­ rarlı bir ahenge uydurulmuş o mütecalf (kendiliğinden) bir raks gibi, kelimelerin ve kafiyelerin şehrayinini (tören) yapan bu manzumeler, bana ekseriya masallarda dinlediğimiz insan eli dokunmamış kumaşları hatırlatıyor. Öyle ki, çok defa onlar için yazılmış demeye kıyamıyorum."'

Tanpınar'ın dediği gibi şiirleriniz öylesine olduğu gibi, öylesine içinizden geldiğinceydi . . . Bu yüzden sıkça uyak, hece ölçülerini göz ardı etmeniz, hece vezni ile aruzu bir­ leştirmeniz eleştirilirdi. Aslında siz, kendinize özgü bir şiir biçimi yaratmıştınız denebilir. Şiirlerinizin en çok sözü �dilen özelliklerinden biri de kendinizle ilgili duygularını­ zın, duyumsamalarınızın sürekliliğiydi. Siz, hemen her şiirinize kendinizi katardınız. Çoğu zaman Şükufe Ni­ hal'in bir ben şairi olduğu söylenirdi. Anadolu, Anadolu insanları, Anadolu' daki savaş, sosyal konularda bile '_ben' dilini kullandınız. " Vatan her şeyden önce gelir" derken, gene kendinizi anlatmanıza engel olamamıştınız. Ben'i öne çıkardığınız şiirleriniz, daha çok son dönemlerinize rastlar. Bunda yalnızlığınızın, kırılan umutlarınızın, unu­ tulmayı içinize sindiremeyişin etkisi olmalı. Bu gerçeği şu dizelerle dile getirmiştiniz; '"Odamın gamlı uz/etinde, bu

gün / Düşünürken hayatımı, küskün; / Sustum anne müebbe­ den sustum; / Her taraf sis . . . boğuldu bak ruhum . .

.

111

Beş Hececilerin çevresindeyken, onların etkisiyle yaz­ dığınız şiirlerde daha çok ülkeyi, Anadolu insanını anla­ tan temaları işlerken, sonrasında yeniden kendi ben'inize dönmüştünüz. Bu dönem yazdığınız şiirlerinizde yoğun­ lukla karamsarlık egemendi. Bunun yaşadıklarınızla bağlantılı olduğunu söylemek, doğru olmalı. Elbette si­ zin gibi son derece duyarlı bir şairin olumsuzluklardan, 87


Günyüzü Mektupları

ikiyüzlülüklerden, sığlıklardan, vefasızlıklardan etkilen­ memesi olası değildi. İnsanları kendiniz gibi yalın, doğal, dürüst sanmanın bir aldanış olduğunu şiirlerinize yansıt­ manız kaçınılmazdı. Çünkü siz idealleştirdiğiniz yaşamı ve aşkı bir türlü bulamadınız. Bir zaman sonra da bu bek­ lentilerinizden umudunuzu keserek kalabalıklar arasında içinizdeki büyük yalnızlığa teslim oldunuz. İşte bu teslim oluş, sizi yeniden geçmişteki Osman Fahri'de bulduğunuz ideal aşkınıza tutunmanıza neden olacaktı. Kendi deyimi­ nizle: 'Aslında bu bir cinnet haliydi. ' Doğayı anlattığınız şiirlerinizde mevsimler ya sonba­ har ya da kıştır. Gün içerisinde ise, hep akşam saatleri var­ dır. Bunlar yalnızlık duygusunu pekiştiren karamsarlığı besle­ yen zamanlardır. Kendinize özgü tavrınızla yalnızca Kurtu­ luş Savaşı'nı Anadolu temalarını işlerken iyimser bir tu­ tum sergilediniz. Tevfik Fikret, bir Servet-i Fünun şairi olarak üzerinizde derin etkiler yaratmıştı. Onun "Rübab Şikeste"sini kutsal kitap gibi yastığınızın altından eksik etmediğinizi söyler­ diniz. YILDIZLAR VE GÖLGELER kitabınızdaki 'Hicran' isimli şiirinizi Fikret'e ithaf etmiştiniz. Fikret'in zamansız ölümüyle çok sarsıldınız. Gençlerle onun mezarını bula­ mayışınızı, şu sözlerle anlatmıştınız: "Topraklar içinde ara­

mak rahını, eyvah! / Pek, pek acı bu! / Anlatamam ye'simi bil­ lalı ! "

Gençliğin Fikret'e ilişkin duygularını ise ş u şiirinizle ile dillendirdiniz: "'Maşuku idin gençliğin ey şair emin ol! / Bir

zerrefazilet bile sendendir, emin ol. / Namın bize bilsen ne Mü­ beccel, ne muazzez; / Fikret! Seni tebcile ömürler de yetmez . . . / Bir levs-i riya memleketinde seni, ancak / Ancak seni vermişti bize şaibesiz Hakk / Tebcil ederiz ruhunu; tefkür eden etsin . . . / Rabbin de huzurunda deriz: Mürşidimizsin!' 11

Bireysel romantizmden ulusal romantizme doğru de­ ğişen duygularınızı, bütün boyutlarıyla "Yalnız Dönü­ yorum" adlı romanınızın kahramanı Yıldız'a yüklemişti­ niz. Yıldız, yaşadıklarıyla yaşamak istedikleri arasındaki 88


Günyüzü Mektupları

büyük karşıtlığın, ateşkesten sonra sosyal konulara du­ yarlığından etkilenerek evlendiği Hasan'ın, Cumhuriyet sonrası giderek duyarsızlaşması hatta yabancılaşması kar­ şısında yaşadığı büyük düş kırıklığını, Tevfik Fikret'e sığı­ narak anlatır: "Siz ölmeseydiniz size gelirdim, bir türlü için­

den kurtulamadığım dolaşık bir hayat ağının tellerinden belki beni siz kurtarırdınız. . . " Ona diyecektim ki: "Babamdan, Fahir Ağabeyimden sonra yahut onlarla birlikte siz benim ruhumu işleyen insandınız. Aşkta temizliği, sözde temizliği, aileye hürmeti, düşkünlerin önünde titremeyi; ne mevkie, ne paraya baş eğmemeyi, hak bili­ nen yolda yalnız yürümeyi bana siz öğrettiniz . . . ', Rabbin de huzurunda deriz: Mürşidimizsin!" Fikret'e hayranlığınız şi­

irlerinizle sınırlı kalmaz. "Yakut Kayalar ve Yalnız Dönü­ yorum" romanlarında da kahramanı, sosyal konulara du­ yarlı genç kızın düşünsel ve duyusal heyecanlarını payla­ şacağı arkadaş arayışı, yolunu gene Fikret'e düşürür. ' Şiirlerinizin yanında romanlar da yazdınız. İlk romanı­ nız, "Renksiz Istırap"ta kendinizi roman kahramanının yerine koyarak olanca duyarlığınız ve içtenliğinizle Han­ dan'ın aşkını, kırılmalarını, çektiği acıları, tutkularını, aç­ mazlarını gerçekçi bir yaklaşımla vermek amacıyla "Han­ dan'ın Defterinden Hatıralar" başlığı altında kadın sorun­ salını irdelediniz. O yıllarda moda olan bilinçsizce Avru­ palılaşma özentisine eleştiriler getirdiniz. "Renksiz Istı­ rap", karşılıksız ve tutkulu bir aşkın romanıydı. İkinci romanınız; Yakut Kayalar' da gençlerin eş seçimi sırasında kendi duygularından çok ailelerinin istekleri doğrultusunda davranmak zorunda kalışlarını, bu dayat­ maların acılı sonlarını anlatıyorsunuz. Tıpkı sizin ilk evli­ liğinizde olduğu gibi. . . Yakut Kayalar, Türk toplumunda evlilik konusunu genç kız açısından işleyen psikolojik bir romandır. Bu romanınızda size özgü duygusallığınızı, ro­ mantizmi ve aşırı şiirselliği öne çıkarmanız Hüseyin Ca­ hit'in "romanı okurken yorulduğunu " söylemesini, nasıl karşıladığınızı bilmek isterdim. Ona kırıldınız mı, yoksa 89


Günyüzü Mektuplan

'benim kişiliğim ve yaşamı algılayışım bunlardı,' diye kestirip attınız mı? Aslında romanın atkılarını resim ve müzik sa­ natı birlikte örüyor. Çünkü roman, sanatçı ruhlu, resim ve müzik tutkuları olan iki gencin aşkını işliyordu. Gene kahramanları kadınlar olan bir başka romanınız da "Çöl Güneşi"dir (1933). Bu romanda çeşitli kadın tiple­ rini ve onların evliliğe bakışlarını anlatıyorsunuz. Okuyu­ cunuzun karşısına üç ayrı kadın tipi çıkararak, evliliğin bir hayat sigortası gibi algılanmasının yanlışlığını vurgu­ luyorsunuz. Sizin önerdiğiniz, olmasını istediğiniz kadın tipi; evli bile olsa yaşamını sürdürmek için erkeğe bağımlı kalmayan, ayakları üstünde durabilen, yetenekleri doğ­ rultusunda geçimini sağlayabilen, güçlü kadındır. Tüm olumsuzluklarına karşın evliliği sürdürmenin yanlışlığına inanan, kendine güvenli kadınlardır. Roman kahramanı Feriha, anı defterine şöyle yazacaktır: "Bu evlenme bana yal­

nız evli bir kadın olma gururunu ve süslenmek, boyanmak zev­ kini vermişti, hepsi o kadar . . . Kocam çocuk denecek kadar gençti. Onunla bazı gezmeye çıkar, bazı çalışır, okur; akşamları da bahçede top oynardık." Çocuk-kadın yaşayamadığı ço­

cukluğu ile anlayamadığı evliliği arasında kendi trajedi­ sini anlatır. Ara sıra arkadaşlarım gelirdi, onlarla odaya kapa­ /1

nırdık. Dolaptan bebeklerimi, oyuncaklarımı çıkarırdım. Gizli gizli bebekçilik oynardık. Sonra gene evli Jıanımlığıma söz gel­ mesin, oyuncaklarımı kimse görmesin diye onları özenle yerle­ rine saklardım. Tıpkı genç, güzel annemin yaptığı gibi giyinir, süslenir, kocamı beklerdim." Roman, kadın hareketlerinin

başlangıç yıllarından imparatorluktan Cumhuriyete geçi­ şin sağladığı yeni olanaklar içinde kadının durumunu de­ ğişik yönleriyle irdeler. Düz yazıyla şiirin iç içe kullanıldığı "Yalnız Dönüyo­ rum" romanınızda ise gene yalnız bir kadının iç dünyasın­ daki bunalımları anlatıyorsrmuz. Ancak daha önceki ro­ manlarınızdan farklı olarak sosyal yaşamdan kesitlerle ro­ manın içeriğini kadın odaklı olmaktan çıkıyorsunuz. Ro­ man, Türk insanı için bir geçiş dönemi olan 1908 öncesinden 90


Günyüzü Mektupları

başlayarak 1930 da biter. 1908 Meşrutiyetini hazırlayan günler, Birinci Dünya Savaşı, Mütareke Yılları, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet'in ilk yılları değişik insan tipleriyle ülke gerçekleri içinde anlatılır. Bu son derece hareketli otuz yılda Türk toplumunun sosyal yaşamındaki çalkantı­ lar, çelişkiler, kargaşa tarihsel gerçeklere dayanarak veri­ lir. Roman kahramanı Yıldız, yapıtın bir yerinde şöyle di­ yecektir: " . . . babam bana ince hatıralar bıraktı. Onların yerine

birkaç apartman bıraksaydı, bugün kalbimde bir taş yığınından başka şey duymayacaktım."

"Çölde Sabah Oluyor" romanınızda, sıklıkla şair bir yazarın izlerine rastlanır. Romanda genellikle günlükler, anılar ve yaşanmış hikayeler yanında yazar tarafından kurgulanmış hikayeler de vardır. Romantizm ve duygu­ sallığın ağır bastığı roman bu yönüyle eleştiri almıştır. Ro­ man kahramanı Yıldız, sosyal kaygılarına ortak olmayan eşinden ayrılarak Anadolu'ya içten bir ilgiyle bağlanan Fahir ile evlenir. Onunla Anadolu'ya geziler yapar. Tıpkı ŞükUfe Nihal' in yaptığı gibi . . . Bu romanda öteki yapıtla­ rınızdan farklı olarak asıl kahramanını erkek olan Fahri Manas'a ağırlık vermiştiniz. Olayların çoğu Yıldız'ın eşi Fahri ile Anadolu'da geçer. Roman, Doğu ve Güneydo­ ğu'yu, Cumhuriyet öncesini ve sonrasını anlatarak, oku­ yucunun belleğine iki ayrı vatan parçasını, iki dönemin farkını kazımak ister. 1955 yılında yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilen "Vatanım İçin" yazık ki kitaplaşamamıştı. Yapıtta İstiklal Savaşı'nda Balıkesir, Akdağ ve Gördes yörelerinde, düş­ mana karşı verilen yerel savaşlar anlatılır. Bu roman için ŞükUfe Nihal'in kendi anlayışı ile yazdığı bir Kurtuluş Sa­ vaşı destanı da denebilir. Yapıtta öteki kitaplarınızdan farklı olarak Gördesli Makbule ile kadının tarih içindeki rolünün altını çiziyorsunuz. Gördes'te çete savaşlarının gözü pek efesi Ali Efe ile bir başka yürekli efe olan Halil arasında seçim yapmak zorunda kalan Makbule'nin aşkına yer verilmektedir. Türk Amazonu diye anılan 23 yaşındaki 91


Günyüzü Mektupları

Makbule, Halil Efe ile evlendikten hemen sonra, onunla birlikte dağa çıkma kararlılığını şu sözlerle dillendirir: "Ya

benim vazifem yok mu ? Senin vatanın da benim vatanım değil mi bu toprak? / Ben, kadın erkek tanımam! / Kimsenin de şu dağ başında beni kadın diye düşünmesini istemem. / Benim yüreğim yanıyor, yerimizi, yurdumuzu düşman sarmış" Bu sözlerin yi­

ğit Makbule'si, yazık ki bir çarpışmada alnından yediği kurşunla şehit düşmüştür. Roman, Balıkesir yöresinde Yunanlıların İzmir'e çıkmasından sonra işi iyice azıtan dağlardaki Rum çeteleriyle yapılan çete savaşlarının ya­ nında Makbule'nin öyküsünü de yazar. Gördesli Makbule'yi, bizlere tanıtan "Vatanım İçin" romanı, keşke duyarlı birilerince basılsa da kadınlarımı­ zın Kurtuluş Savaşı'nda cephelerde nasıl savaştıklarını yeni kuşaklar bir de ŞükUfe Nihal'in kaleminden okuya­ bilseler . . . Siz, üretken bir yazar olarak gezi kitapları da yazdınız. Grigori Petrof'un "Beyaz Zambaklar Ülkesi" kitabından etkilenerek, 1932 yılında gittiğiniz Finlandiya'da gördükle­ rinizi, yaşadıklarınızı "Finlandia" isimli kitabınızda anlat­ tınız. Kitabınız uzun yıllar, okullarda kaynak kitap olarak okutuldu. Finlandia'nın en çok çevrenin temizliği, düzeni ilginizi çekmiş. Bu güzellikleri şu sözlerle anlatıyorsunuz:

"Yollarda yerine konmamış tek bir taş, bir avuç boş toprak yok. Ağaçlar, bahçeler, köyler, ekinlerin hepsi insan özeniyle düzen­ lenmiş. Şehirlerde, köylerde her ev boyalı. . . Her evin penceresin­ deki perdeler pırıl pırıl kolalı. Bahçe köşelerinde bir bebek köşkü gibi duran tavuk kümesleri bile boyalı . . . Bu toprak üzerinde ya­ şanılan, yıprandırılan bir yere değil, birisine beğendirilmek için düzeltilmiş bir canlı tabloya benziyor . . . Ev kadını, işçi, alış ve­ rişe gelen herkes, en yoksulu bile tertemiz. " 'Finlandia'da fab­

rikalar, büyük kent alanları, kitapçılar da ilginizi çekmiş. Kitabınızda Finlandia'ya göç eden Türklerden de söz edi­ yorsunuz. Yazık ki, onlar artık kendilerini Finli görüyor­ larmış. Kitapta kendi ülkenizde görmeyi özlediğiniz her güzelliğe, çağdaşlığa imrenerek yer veriyorsunuz. 92


Günyüzü Mektuplan

·

Dil Devriminin coşkusuyla bu yapıtınızda Türkçe kö­ kenli yerel sözcükleri kullanmaya özen göstermiştiniz. "Domaniç Dağlarının Yokusu" romanınızda, İkinci İnönü Savaşı'ında Domaniç Dağları'nda yaşanmış etkile­ yici bir öykünün peşine düşerek, İnegöl'e gitmiştiniz. Amacınız, öykünün kahramanı Habibe kadını bulmak. Öykü şöyleydi: "İkinci İnönü Savaşı'nda dağ köyünde ya­ şayan kadın, yirmi yaşındaki oğlunun eline silah vererek onu vatanını savunmaya yollar. Ancak, cahilliğin, bilinç­ sizliğin kol gezdiği köyünde yaşamın gerçek yüzünü tanı­ mayan delikanlı, hain bir jandarma onbaşısının yönlendir­ mesiyle yaptığı kötülüğün bilincinde olmadan, düşmana Türk birliğinin yerini gösterir. Yiğitliğine, dürüstlüğüne güvendiği oğlunun bu ihanetini duyan ana, hemen atına atlar, dağlarda oğlunun izini sürmeye gider. Bulduğunda, öz çocuğunu gözünü kırpmadan bir kurşunla yere serer." Domaniç Dağları'nın kahraman kadınını anlatırken, onun kişiliğinde Anadolu' dan kadın manzaraları sergiliyorsu­ nuz. Zayıf, korunmaya muhtaç bir varlık gibi algılanan kadının, yeri geldiğinde nasıl umulmadık yiğitlikler gös­ tereceğinin altını çiziyorsunuz. Sizden geriye yedi şiir kitabı, biri kitaplaşmamış altı ro­ man, bir öykü, iki gezi kitabı ve devrin gazetelerinde ya­ yımlanan birçok makaleniz, inceleme yazılarınız kaldı. Nice aşklara, ihanetlere, unutuluşlara, yalnızlıklara ve nice dizelere sığdırdığınız renkli yaşamınızdan sonra Ba­ kırköy' deki bakımevinde sonsuz suskunluğa gömülerek geçen acılı yıllarınız size hiç mi hiç yakışmamıştı. Edebiyat söyleşilerinin erişilmez şiir kadını, yoğun duygu ve beden yorgunluğunu kaldıramaz. 1940'lı yılların sonlarına doğru hızlı çöküşü başlar. Taş gibi şiirinizde yaşamdan kopuşun ilk izlerini görürüz:

"Yalnız/ Gönlümde bir acı var . . . Adını bulamadım; / Kırık gibi kanadını / Bir şey mi kaybettim ne? Ellerim bomboş gibi . . . / 'Bir zindana attılar, / Kapıyı kapattılar, / Kimseler sezemedi / Zindanda bir ışık var... / 'Çiçekle, renkle coşan günleri bulmak 93


Günyüzü Mektuplan

muhal. . . (imkansız) / Menekşe gölgeli kır şimdi tozlu, kor­ kulu . . . " ve '"Artık gökte şiir, renk, / Musikide dalga dalga . . . / Böyle biter toprakla / Bir an ruhumda kavga . . . "

Tam da anılara, doğaya ve musikiye tutunarak, yaşa­ mınızı yeniden anlamlı kılmak istediğiniz günlerde gel­ mişti başınıza o beklenmedik kaza . . . 1962'de Selamiçeş­ me' de yolun karşısına geçerken, sol bacağınıza saplanan bıçak keskini bir sancıyla yere yığıldınız. Hastaneler, dört kez yinelenen ameliyatlar sonunda sol bacağınız dört san­ tim kısa kalmıştı ve siz artık koltuk değneklerine tutsak ol­ mak zorundaydınız. Ne var ki, o iğreti desteklerle yürü­ meyi kendinize yediremediniz. Evin içinde bile onları kul­ lanmak istemediğiniz için bu kez yatağa tutuklu kaldınız. Dostlarınızın bulduğu İçerenköy'deki apartmanın zemin katında çok az eşyalı evinizde acılarınızla baş başa yalnız­ lığınıza sığındınız. Kadere başkaldırınızı şiirle açığa vur­ dunuz: "Kader ne zalimsin, / Elinde oyuncağız . . . / Daha dün,

yeryüzünün / Şi'riydi şu kuşcağız."

Giderek ölümü özlemeye başlamıştınız. "Ölüm tesellisi­

zim / Gel bir damla zehir sun! ... / 'Uyutun beni uyutun / Serin nemli topraklara / Gölgesinde bir bulutun . . . '"

Dostlarınız, sevenleriniz sizin durumunuza üzülüyor­ lardı. Sonunda 1965'te en yakın dostlarınız Hasene Ilgaz ve İffet Halim Oruz, Bakırköy'de açtıkları huzur evine yerleştirdiler sizi. İsmet Kür, bu durumu: "Sonun başlan­ gıcı" olarak yorumlayacaktı. Odanızdan çıkmayışınızı, in­ sanlarla konuşmayışınızı ise bir tür yaşamı protestonuz olarak düşünüyordu. Huzur evinde kaldığınız sürece odanızdan da yatağınızdan da çıkmadınız. İsmet Kür son günlerinizi şöyle anlatmıştı: "Bir türlü

içine sindiremediği, ait olmadığı bu dünyadan elini eteğini çek­ meye hazırlanıyordu sanki. Öyle bir zaman geldi ki huzur evinde kalanlar, orada çalışanlar onun artık hiçbir şey duymadı­ ğına, anlamadığına inandılar ve yaşamdan kopmuş bir insana davranır gibi davranmaya başladılar. Oysa herkes yanılıyordu. Ankara'dan gelen ablam Halide Nusret ile huzurevine gitmiştik. 94


Günyüzü Mektuplan

Ablam: bak Nihal, seni görmek için Ankara'dan geldim, dedi, al­ nını, saçlarını okşadı. O zaman Şükufe Nihal'in sımsıkı kapat­ tığı göz kapaklarının arasından yaşlar akmaya başladı. Ağlı­ yordu . . . Yanımızdaki bakıcılar; sizi duyduğundan anladığın­ dan falan değil, ara sıra böyle gözlerinden sular akar. Bu gördü­ ğünüz de onlardan biri. Yani, sizi anladığından değil, sadece bir rastlantı, dediler. "

Siz, kocaman yürekli şiir kadın, aslında kazadan önce yaşamdan kopmaya başlamıştınız. Hatta sık sık ölümden söz eder olmuştunuz. Şimdi Aşiyan'da bakımsızlıktan çökmüş mezarınızda arayanınız soranınız var mı, bilmem. Ama ben, ilk fırsatta mezarınızı bulacağım ve üstüne çok sevdiğiniz sarı gül­ lerden serpeceğim. Sizinle renkli bir o kadar da hüzünlü geçmişinizi konuşacağız. Şiirin, aşkın, Kurtuluş Savaşı'nın, Anadolu'nun, Ana­ dolu kadınlarının yazarı sevgili Şükufe Nihal, şükranla­ tımı iletiyorum size ... Zeliha Akçagüner

95


Günyüzü Mektupları

Muazzez Tahsin Berkant İstanbul, 12 Şubat 2012 Sevgili Muazzez Tahsin Berkant, İki gündür İstanbul'a kar yağıyor ... Çalışma odamın camından havada uçuşup duran kar taneleri, bembeyaz tepeler, Üzerleri karlarla süslenmiş çamlar görünüyor. Bugünlerde sokağa çıkmadım ve oku­ duğum bir romanı az önce bitirdim: Adı "Dağların Esrarı" Yıllar önce de okumuştum. Size yazmadan önce yeniden anımsamak istedim. O zamanlar her gördüğü kitaba bü­ yük bir iştahla saldıran ve her birinde daha önce tanıma­ dığı yeni tatlar keşfeden bir ortaokul öğrencisiydim. Bula­ bildiğim Fransız ve Rus klasiklerini ve Türk romanlarını ardarda deviriyordum. Bu da onlardan biriydi. O günlerde kitaplarınızla tanışmıştım: "Kezban, Bülbül Yuvası, Küçük Hanımefendi, Sonsuz Gece, Mualla ... " Hep­ sinde naif, tensellikten uzak, romantik bir aşk vardı. Saf, güzel ve iyi yetişmiş genç kızlarla, güven veren, güçlü er­ kekler arasında kıvılcımlanan aşklar; kimi zaman doğada, kimi zaman büyük kentlerde geçen ilginç olaylar . . . On beş, on altı yaşında bir kız için tam kendine uygun bir dünya . . . 96


Günyüzü Mektupları

Aklımın bir yanıyla gerçek olmadığını bilsem de o pembe dünya hoşuma giderdi. Ona katılmak isterdim. Altmışlı yılların Türkiye'sinde, bir Ege kasabasında yaşa­ yan o yaşlardaki kızlar, çoğunlukla böyle hissederdi; be­ nim gibi... Bizim de hayallerimiz vardı. Gece uyumadan önce on­ ları yeni baştan kurardık. Dünyaya romantizmin gözlü­ ğüyle bakardık. En katı, sert gerçekleri bile yumuşatmaya yarardı o gözlük. Küçük iyilikleri, küçük güzellikleri bile onunla görebilirdik. O yılların aile terbiyesi ve iletişim dünyası cinsellik alanına çok kapalı ve korumacı oldu­ ğundan bilgimiz çok sınırlıydı. Merak duyar ama fazla ka­ rıştırmazdık o alanı. Bize, romanlarınızdaki gibi karşılıklı söylenmiş güzel sözler, duygulu bakışlar, küçük doku­ nuşlar yeterdi. Yaşamın, tıpkı kitaplarınızda olduğu gibi bize getirivereceğini umduğumuz güzel rastlantılarını bü­ yük bir iyimserlikle beklerdik. Ve o yıllarda, biz gençler kadar büyüklerimiz de gele­ cekten umutlu insanlardı... Yaygın bir inanışa göre; daha güzel günler gelecekti, ilerde . . . Romanlarınızın doğaya yakın, duygulu, insancıl havası, kahramanların romantik ilişkisi ve mutlu sonla biten olay örgüsü, biz saf gençleri, nasıl da kolayca içine çekiverirdi. Hele o uzun ve sıcak yaz günlerinde, bu duygularımızı pe. kiştiren romanlar da elimizdeyse başka ne isterdik? Okuyup, arkadaşlarımıza salık verir, herkes elindekini birbiriyle değiştirir, küçük bir sahaf olan Rıfat'ın dükka­ nından, geceliği çok küçük bir ücret karşılığı kiralanan, okumadığımız bir başkasını alırdık. Çoğunu bir gecede bitirirdim. Işığımı gören annem ya da babam "Kızım artık uyusana saat gecenin ikisi oldu" demeye geldiğinde, ışığı kapatır onlar uykuya çekilince kaldığım yerden sürdü­ rürdüm okumayı ve gece yarılanmadan kitabı bitirmiş olurdum. Bir söyleşinizde "Eserlerimde okuyucularıma herhangi

bir fikir veya duygu aşılamak iddasında değilim, okuyucularım 97


Günyüzü Mektuplan

romanlarımı severek okurlar ve bazı samimiyetlerini tekrar ve zevkle gözden geçirmek ihtiyacını duyarlarsa, gayeme ulaşmı­ şım demektir. Ben yazdığım romanlarda okuyucuya hayatın iğ­ renç ve ıstıraplı sıkıntılarından sıyırarak, hayalimde yaşattığım güzel ve tatlı alanlarında gezdirmek ve onlara hoş saatler ge­ çirtmek isterim. demiştiniz. Dediğiniz gibi bunu gerçekten fi

başarır, bizi bu dünyadan alıp götürürdünüz . . . Dağların Esrarı'nı bu kez şu iki karlı günde tamamla­ dım. Şimdi camdan Semiha'nın mutluluğunu düşünerek uçuşan karlara bakıyorum. Karşıda karlarla yüklü çam ağaçları bir an bana ro­ mandaki Dörtler Çifliği'nin ağaçlarını anımsatıyor.

"Dörtler Çiftliği Uludağ'ın en eski ve tanınmış çiftliklerin­ den biridir. Burası vaktiyle çok zengin bir paşanınmış. İyi süte ve kaymağa meraklı olan paşa, en iyi cins hayvanları buraya ge­ tirttiği gibi mükemmel bir peynir, nefis bir kaymak, halis bir te­ reyağ elde etmek için de hiçbirfedakarlıktan çekinmemiş. Öyle ki burası Bursa'nın en meşhur çiftliklerinden biri haline gelmiş. Paşa kışın İstanbul'da yaşadıktan sonra yazları birkaç ay bu çiftliğe gelir ve tam bir köy hayatı sürermiş. Bir tarafta inekler, koyunlar, keçiler, diğer tarafta zengin bir kümesi, bol mahsul ve­ ren bir meyve bahçesi ile cesim bir bağ. . Zengin paşanın ölümünden sonra çiftlik, mirasçılar elinde birçok zarara uğramış ve Namiye Teyzenin büyük babası tara­ fından satın alınmış. ( ... ) Ancak Namiye teyzenin büyük babası ve annesi zengin olmadıklarından çiftlik yavaş yavaş eski güzel­ liğini kaybetmeye, harap olmaya yüz tutmuş ... fi

Romanın kahramanı Semiha Kamil, bu çiftliğin tek va­ risi. Başka yapıtlarınızda da rastladığım kahramanlar gibi burada ki Semiha da, en başta birçok eksikleri olan doğal bir genç kız. On altı yaşında, eğitimsiz, asi, doğaya düşkün, kırlara gidip akarsu kenarında yatan, oradan dağları sey­ retmeyi seven biri ... Topal köpeği, kör kedisi bile onun bu içten ve sevecen yapısının farkındalar ve hep yanındalar. Semiha, Bursa'daki Dörtler çiftliğinde mutluluk içinde, ihtiyar teyzesi, ihtiyar dadısı ve !alasıyla birlikte yaşıyor. 98


Günyüzü Mektuplan

Bursa' da özel dersler almış, evdeki kitaplıktan rasgele ro­ manlar, şiirler, tarih kitapları okumuş, ancak bir okula doğru düzgün gitmediğinden, eğitimi eksik kalmış .. Kır­ larda koşup oynarken, güzel sesiyle şarkılar söylerken bu hiç de umurunda değil. . . Çünkü o böyle mutlu. Ancak bu yaşantı, bir gün bir yabancının çiftliğe gel­ mesiyle kesiliyor. Gelen kişi yakın zaman önce ölen baba­ sının görevlendirdiği biri: Cahit Oğuz. Biraz gizemli, otuz­ larında bir adam.

"Babanızın vasiyeti üzerine bundan sonra servetinizle, şah­ sınızla ben meşgul olacağım; çünkü sizin medeni bir insana la­ yık bir tahsil görmenizin zamanı geçmiştir bile yavrum " diye­

rek onun dünyasına girmesiyle, büyük değişim başlıyor. Semiha artık İstanbul'a gidecek, bir okula verilecek, orada okurken, bir yandan alaturka müzikle ilgilenip tambur çalmayı öğrenecek, şiirler okuyacak, eksiklerini birer birer tamamlayacak. Koruyucusunun annesi ve ablası aracılı­ ğıyla, terzilerle, berberlerle, danslı toplantılarla tanışacak. Büyürken güzelleşecek. Sevgili Muazzez Hanım, sizin gibi eğitimli, üstelik yıl­ larca öğretmenlik Y'!pmış bir yazarın, bir genç kızın iyi ye­ tişmesini istemesinden daha doğal ne olabilir? Aralarında bulunduğunuz ilk kuşak Cumhuriyet kadınları için bu bir idealdi. Kız çocuklarının iyi öğrenim görmesini, yabancı . dil, müzik, görgü kuralları gibi bilgilerle donanmış, güzel görünümlü kadınlar olmalarını amaç edinmiş ve bunun için çabalamışlardı. Sizin de konuyu nasıl önemsediğinizi birçok romanınızda okudum. Romanın başkarakteri olan genç kızlar bu kitaptaki Semiha gibi eksiklerini kesinlikle giderme yoluna gidiyor. Öğrenimlerini tamamlarken bir yandan da görünümleri, davranışları incelip güzelleşiyor. O dönemin, özlenen modern kadınına yaklaşıyor. Hem bilgileri, hem görünümüyle saygınlık kazanırken, toplu­ mun genel ahlak ve değerlerine de bağlı kalıyor. Ayrıca ye­ tecek bir mai varlığı ya da bir işi olduğundan, ayakları yere sağlam basıyor. Eğer tüm bu aşamalardan geçmeseler, 99


Günyüzü Mektuplan

karşılarına çıkan o etkili görünüşlü, eğitimli erkek kahra­ manlar; bu kızlara aşık olmazlar, olsalar da onlarla bir ya­ şam boyu birlikteliği göze alamazlar değil mi? Bu olmazsa olmaz özelliklerin sağlanması için çözüm; gidilen iyi okullarla, getirilen özel öğretmenlerle, ünlü ter­ zilerle, iyi kuaförlerle bulunuyor. Bir süre için göze alınan sıkıntılar, uğraşlar karşılığını veriyor ve istenilen genç kıza dönüşüm gerçekleşiyor. 1912 Balkan Savaşı sırasında ailecek doğum yeriniz olan Selanik'ten İstanbul'a göç ederek her şeye yeniden başladığınız günler, sanırım oldukça zor geçmiş olmalı. Ancak yine de avukat bir babanın çocuğu olarak özel derslerle İngilizce ve Fransızca öğrenmek, Fevziye Li­ sesi'nde, sonra bir süre Kumkapı'daki Fransız Rahibeler Okulu'nda okumak ve ardından öğretmen okuluna gide­ rek öğretmen olabilmek, o yıların koşulları içinde çok az kızın kavuşabileceği olanaklar . . . Halide Edip' in davetiyle 1917 yılında Suriye'ye giderek iki yıl Türkçe dersleri vermek, yurda döndükten sonra Şişli Terakki Lisesi'nde de öğretmenlik, çeviriler yapmak ve Osmanlı Bankası Hukuk Dairesinde uzun yıllar (25 yıl) çalışmak gibi zor işleri başarmak kuşkusuz böyle sağlam bir alt yapı ile olabilirdi ancak. Bizse bugün hala kızlarımızın okumasının, iyi yetişme­ lerinin özlemini duymaktayız. Yalnızca karşılarına çıka­ cak, varlıklı ve eğitimli bir erkeğe denk olsunlar diye de­ ğil, kendi kendine yeten, kimseye muhtaç olmadan, başını eğmeden yaşayabilen, donanımlı ve güçlü bir birey olabil­ sin ve elbette çocuklarını da böyle yetiştirebilsinler diye. Ne yazık ki hala Cumhuriyet'in koyduğu o hedefe ulaşa­ madık. Onlara çağın gerektirdiği öğrenim hala sağlanamı­ yor. Ailenin, törenin, yoksulluğun labirentiµde, olması ge­ rekeni değil de yaşamaması gerekeni yaşamak zorunda kalıyorlar. Her geçen gün başlarına, beyinlerine yeni yeni engeller dolanıyor gençlerimizin. Bu, bize acı veriyor. 1 00


Günyüzü Mektuplan

Geçen gün bir sivil toplum kurumunun başındaki bir tanıdığım, İstanbul' un en eski ve yerleşik semtlerinden bi­ rinde okuma yazma kursu açtıklarını, ama üç beş kişi bek­ ledikleri sınıfa onlarca kadının başvurduğunu, yer sıkın­ tısı yaşadıklarını anlattı. Bu öğrenme isteğinin elbette se­ vindirici bir yanı var, ama İstanbul'un ortasında, okuma yazmayı bile öğrenememiş bunca genç kadın olmasına ne demeli? Romanlarınızda olduğu gibi daha çabuk ve kolay çözümler bulabilsek, ne güzel olurdu ... Önümdeki resimde otuz yaşlarında güzel bir kadın var. Kısa dalgalı saçlı, oval yüzlü, dudaklarını koyu kır­ mızı boyamış, düzgün irice burnu, hülyalı gözleri sağlam karakterli bir hava veriyor ona. Böyle bir kadın elbette ev­ leneceği erkekte kimi özellikler arayacaktır, aramıştır. . O erkek karşısına çıkmamış, ya da yanlış zamanda çıkmış ol­ malı ki, yaşamında evlilik hiç olmamış, buna karşın yapıt­ larında okuyucunun onunla bir gün bir yerde karşılaşı­ verme umudunu hep taze tutmuştur. Doğa sevginiz birçok romanınızda kendini gösterir. Mualla' da, Cevat Kudret Şişli'nin kalabalığından bunal­ dıkça Beykoz'daki çiftliğine gider. Küçük Hanımefendi ve Dağların Esrarı yine Bursa'daki bir çiftlikte başlar. Birçok romanınızda ya bir çiftlik yaşamı ya deniz kıyısında ara sıra kaçılan bir akraba evi ve doğa betimlemeleri var. Belki doğaya yakın bir yaşam özlemi içindeydiniz de kahra­ manlarınızın oralarda bulunması, yazarken sizi ettiği gibi okuyucuyu da mutlu eder diye düşündünüz, kim bilir? Karşılaşıp görüştüğümüzü hayal ediyorum bir an. Şöyle; temiz, küçük bir kahvede, ya da daha iyisi bir kü­ tüphanenin kafeteryasında kahvelerimizi yudumlarken, ben 2000'li yılların edebiyatından, edebiyat çevrelerinden söz etsem, siz de bana kendi döneminizinkileri anlatsa­ nız. . . Yaşadıklarımızın; özünde birbirine ne çok benzedi­ ğini hayretle görsek, sohbet koyulsa, küçük dedikodulara da dalsak, sonra bu dünyanın tüm güçlüklerine karşın, yazmayı sürdüren kadın yazarlar adına övünç duysak. . . .

1 01


Günyüzü Mektupları

Çalışan bir kadın olarak, onlarca kitabı yazma başarı­ sını nasıl sağlayabildiğinizi dinlesem. . . İçlerinden filme çe­ kilenleri, onları izlerkenki duygularınızı. .. Hatta siz konu­ şurken, örtülü kibar sözcükler arasından belki de yaşadı­ ğınız büyük aşkı sezebilsem . . . Altmışa yakın romanınızın teması olan aşkı. Özverili ve masum yaşanan . . . Günümüzdeyse artık epeyce örse­ lenmiş ve maddeci dünyamızın çarkları arasında sıkışıp kalmış olan . . . Bir yazar olarak, siz amaçladığınız gibi bir ilişki kurdu­ nuz okuyucularınızla. Üst üste baskılar yapan kitapları­ nızı okuyan, filmlerini izleyen binlerce seveniniz oldu. Ya­ zarların yazma nedenlerinden biri de sevilme isteği değil midir zaten? Doğrusu; yazdıklarımın okuyucum üzerinde istediğim etkiyi bırakabilmesini, (kendimce başka öncelik­ lerim var) sevilmeyi, ben de isterim ... Sevgili Muazzez Hanım, birçok arkadaşımın ve benim, genç kızlık günlerimiz ve hayallerimiz, sizin yazdıkları­ nızla zenginleşti. Renkli ve daha mutlu oldu. Yapıtlarınız, kitaplara uzak, az okuyan geniş kitlelerde, okuma heve­ sini uyandırdı ve başka romanlara da ilgi duymasını.sağ­ ladı. İş güç sahibi, eğitimli, bakımlı, modern kadın mode­ linin toplum içinde benimsenmesine, beğeni görmesine katkısı oldu. Genç kızlar eksiklerini, kusurlarını ve nasıl olmaları ge­ rektiğini sizin örneklerinizle daha kolaylıkla gördü. Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, aşk romanları­ nızla bir boşluğunu doldurdu. Tüm bunlar için teşekkür borçluyuz. İyi ki edebiyat dünyamızdan geçtiniz, iyi ki yapıtlarınızla var oldunuz ... Sizi sevgiyle anıyorum. Fatma Gürel Yıllar önceki bir okurunuz

1 02


Günyüzü Mektupları

Sıdıka Avar & H. Nusret Zorlutuna İzmir, 16 Mart 2012 Ölümsüz Öğretmenlerim Sıdıka Avar ve Halide Nus­ ret Zorlutuna, Sonsuz selamımı barış kuşuyla ulaştırmak isterken ölümsüzlüğünüze, anılarınız önünde saygıyla eğilen kale­ mimi düşledim . "Otuzuncu sayfayı aç, oku!" diyen her hangi bir öğretmenin lafı, kafasında hacıyatmaz kale­ mimle kaleminizi ölçüştüren bir çocuk oldum. Boyum ka­ dardı benimkisi, üçünü birbirine eklemeyi denedim. Ki­ minde biri üste çıktı, kiminde diğeri girdi araya, öğrenci­ lerinizden biri olmayı yeğleyen kalemim, güdük kaldı so­ nunda. Siz ikiniz de Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk öğretmenle­ rindensiniz. Ben de sizin mesleğinizi seçtim. Öğretmenlik görevim, doğduğum bölgede geçti. Yurdumun Doğu ve Güneydoğu'sunda değil çalışmak, gitmemiş öyle çok öğ­ retmen var ki, benim gibi. "Orda bir köy var uzakta / o köy bi­ .

.

zim köyümüzdür / gitmesek de, görmesek de / o köy bizim köyü­ müz . " demişiz demesine de Halide Nusret ve Sıdıka . .

Avar gibi canla başla gidip solumamışız oraların havasını, 1 03


Günyüzü Mektupları

içmemişiz suyunu, tanımamışız insanının huyunu. Silah­ lıların bile korkup çekindiği kapıları, sabırla sevgi gücü­ nüz kolayca açmış, Doğu'nun çocuklarını zorlanmadan okutmuşsunuz. Anılarınızın önünde nasıl saygıyla eğil­ meyeyim ki. . . Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu çocuklarıyla çalışmışsınız. Öğrencilerinizin siyah göğüs­ lüğü üstündeki ak yakalığının rengi, yüreğinizin enginliği olmuş. Anı eserinizi okuyan, resimlerinizi görenler, öğret­ men olsa da öğrencilerinizi bakışınızla eğitmişsiniz. Sanı­ rım okuma olanağı bulamayan, şöyle bir okuyup geçen, anınızın önünde mesleğe bakışınızla ezilir. Günümüzde öğrencinin dal seçemeyeceği ve bir seçim yapamayacağı düşünülüyor ki, bu iş velisine bırakılmak isteniyor. İlk dört yıldan sonra ilköğretimli öğrenci ergen­ liğe bile ermeden gitmek istediği bölümü, nasıl belirleye­ bilir de direnebilir büyüklerine. Kızların harcanacağı yan dal, ana dal gibi işlemeye inandırıyorlar insanları. Aileden alması gereken kimi bilgilerle ilgili bir meslekte kızların iş bulamayacağı bilindiği halde velisince seçilecek tek yönlü ders, itaat eden eş duruma gelmelerinin sağlanması bu olsa gerek. Ana dalımızı, inancımızla kesmek istedikleri­ nin ayırdında değiller. Bir ülkenin nüfusunun yarısı ka­ dınken, hakkımızdaki kararları, çoğunluğu oluşturan Meclis'teki erkekler veriyor. Bu durum, ekonomik özgür­ lüğü olmayan kızlarımızdan çocuk gelinler, berdeller ve ku­ malar oluşturmak için töreye tutunan kesimlerin işine ge­ liyor. Kimi kaçakçılıktan, kimi hastalıktan, kimi ırkçılıktan ölen eşinin kardeşine yani kaynına verilecek sermaye gibi de görülüyor küçük yaştaki kızlarımız. Varsıllar basıp başlık parasını alacaktır küçük kızları. Bu parayı biriktir­ mek isteyen kimi yoksul genç, şehirde inşaatlarda çalışır­ ken, hastalanır bu yüzden. Halide Öğretmen'im, bu konu, kadın bileğimin belini bükerken görev anlayışınız direnme gücü kattı bana. Olumsuzluklarda kırılmamış kaleminiz, kalemimle dirilip yaşamı örnekledi, Cumhuriyet'in siz değerli öğretmeleri. 1 04


Günyüzü Mektupları

Kimi arkadaşlarımız, ortaokul varken oradan alınıp imam hatip okuluna yollandı. Sınıf sayımızın yarısına yakını­ mız, çevredeki Kız İlk Öğretmen Okulu'na gidip öğretmen olduk. Diğerlerinin mesleği olmadı hiç. Şimdi yapılmak istenen de aynı. Neden kız çocuklarının önü kesilir hep? İlkokuldaki kızlar örtüyle, seçeneksizlikle niye küçük kadın yapılmak istenir? Sıdıka Öğretmen'im, İstanbullu bir kadın olarak, on iki yaş çocukları kız enstitüsünde okutmak için dağlar, do­ ruklar aşıyorsun, Doğu'nun kışına ve ayazına karşı değil, kız babalarıyla özanaların kızlarını okutmamasma karşı savaşmışsın; ışığın, sevgin, emeğin ve işi göğüsleyen ana bağrınla. Taşlanıyorsun, ayağın ve kaburgan kırılıyor, yıl­ mıyorsun; yüzün gözün, bedenin çamura beleniyor, yıl­ mıyorsun; aç ve açıkta sabahlıyorsun, yılmıyorsun. Sahip­ siz kızları veriyorlar okulda barınsın düşüncesiyle. Kimi de kendilerince kirletilmişleri veriyor, suçları örtülsün diye. Ne zaman geleceğin duyulsa, çocuk kızları gelin edi­ yorlar alelacele; okula değil kocaya gitsin diye. Hayret ve dehşetle toplu düğünlere tanık oluyor, yine de geri adım atmıyorsun. İlerdeki başka bir köye gidiyorsun, ana baba­ ları ikna etmek için; elinden, dilinden, belleğinden, bilgin­ den, uykundan, zamanından, öz yavrundan veriyor da veriyorsun; onları çok yönlü yarına hazırlamak, dahası · meslek edinmeleri için . . . O yıllarda Türkiye' de hangi meslek kalemine kaç öğ­ renci gerek diye gerekçeli veriler, ya yok ya da net ve den­ geli değil. Öne çıkarılmak istenen meslek okulunun vere­ ceği inanç bilgisi, her çocuğun ailesince verilebilir. Milli Eğitimimiz, sözde de olsa TRT ve adli yargı gibi bağım­ sız(!) olabilse; ideolojileri belli partilerin değil, ileri ülkeler bilimince gerçek anlamda pedagojik temellere oturtula­ bilse. Yargımizın bağımsızlığı tartışılırken, her iktidar kendince düşündaşlarını çoğaltmak isteyecektir. Eğitim ve öğretim, çocuk oyuncağından öte, çocuklar ve büyük­ lerin oyuncağı gibi görünür hale geldi son zamanlarda. 1 05


Günyüzü Mektuplan

Yanlış iş, Bağdat'tan döner. Eğitimde altı yaş sınıfta kal­ dığı gibi sınıfta kaldı iktidarın eğitim politikası. O yaş yav­ rularının çocukluk yılları bozuk para gibi harcanmakta . . . Sürgünle yeşeren Sıdıka Öğretmenim, on yedi yıl, dile kolay . . . Yüz kızı yüklemişken katırına, yılmayıp yine dö­ nüp yarıya düşen öğrenci sayısını artırdın yirmi yılda. Ni­ cesi sürgün sonrası, bu zora katlanmayıp kolayı seçer. Doğu Anadolu'nun dağlarından aldığın kız çocuklarının eğitimi, senin ışığının hızında kesintisiz sürseydi, bugün Türkiye şehitlerine ağıt yakmazdı. Doğulu gençler, dış güçlere ve batıl fikirlere kanmazdı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırı çizilirken, kardeşçe geçinen Doğulu ve Batılı gençlerin aldatılanları Türkiye Cumhuriyetini korumakla görevli askerlerle birbirini kırmazdı. Köy Enstitülerinin ka­ patılışı tuzaktı, ama aklı oraya takılıların çocuklarının çoğu yaşayarak, o eğitimi almadığından köylere uzak, şehirli kaldı hep. On iki yaşındaki kızların ilkeğitim ve öğretimle başlayıp yaşam için gerekli dallarda okutulduğu kız ensti­ tülerinin önemi kavranmadı hala. Elazığ' daki Yatılı Kız Enstitüsü gibi okullar Türkiye'de tek tüktü. Benzerleri açıl­ malıyken kızların eğitimi için, Atatürk'ten sonra yeterince önemsenmedi bu okullar. Yarının erkeğini de doğuracak kızlar oralarda eğitilseydi, yetiştirecekleri bebeler de eği­ timli anaların çocukları olarak kişilik kazanırlardı. Köy kızlarının öğretmen sevgisiyle sana duyduğum ana ve öğretmen sevgim eş. Öğretmen'im demek çoğaltı­ yor beni. Kızın Bahu'yla da sabahlamışsınız, ana kız ayazda. "Anamız" demiş kızlar sana, anamız . . . Kızların, ana olduğunda seni yaşatır. Senden sonra Bahu'nun "Dağ Çiçeklerim" kitabını yaşathğı gibi. Üç sınıflı kız enstitü­ sünden ilkokul beşinci sınıfı dışarıdan başarıyla bitirmele­ rine yön verdiğin kızların, köy enstitülerine girmelerini sağlamışsın. İki yıl hazırlık sınıfı açılınca, daha da yolla­ mışsın. Okuyup öğretmen olan Doğu'nun zeki kızları, gö­ rev yaptığı köylere taşımış "Sıdıka Ana"larından aldığı uy­ gulamalı görgüyü, sevgiyi, bilgiyi. . . 1 06


Günyüzü Mektupları

Halide Öğretmen'im sen de İstanbul doğumlu bir ka­ dın olarak Kırklareli, Kars, Ardahan, Urfa, Karaman, İstanbul ve Ankara'da görev yapmışsın. "Benim Küçük Dostlarım" adlı öğrencilerinle ilgili anılarını anlattığın kitabının Do­ ğunun Altın Gençliği" bölümünde yaşı büyük öğrencilerin olmuş: Kara sakallı, karakaşlı. "Sözde meslektaş" öğrenci­ leri, kötüleyip karaladıktan sonra, o sınıfa girerken ürper­ mişsin. Sonra şöyle söz ediyorsun onlardan, "Ne mert, ne "

soylu, ne altın yürekli çocuklardı. Üstün zekfiları, o asi, o serkeş görünüşün ardında, Yarabbi ne tatlı itfiatları vardı. Bazen aslan kadar cesur ve mağrur, bazen kaplan kadar vahşi ve zalim, ba­ zen kuzu gibi sakin... Onlarla konuşmayı bilmek, kalplerini, gü­ venlerini kazanmak gerek. Haksızlık etmeden iyilik ve şefkatle dolu olduğunuza inanmışlarsa sizin için gözlerini kırpmadan can verebilirler!" diye yazmışsın. Elleri böğründe "Anamız­

sın!" diyen bu altın gençliğin hak ettiği değer, tatlı dille verilir ancak. Bugün birilerinin ırk ayrımı gibi gösterip , kışkırtarak güç dengesizliği yaratması sonucu, ne vur kaç savaşıyla hak elde edebilir, ne de eli tüfeklilerle imzaya oturmakla hak verilir. Kan dökülmemesi için Türkiye'nin tarafsız ve aydın sanatçıları, iyilik duyguları ve şefkatle yaklaşılabilir yaşanan olaylara. Çanakkale Zaferi sonrasın­ daki köprücüklerinin omuzdan omuza uzanan yıkıntıları onarılıp yeniden insanlık köprüsü kurulmuştu. Halide Nus­ ret Öğretmen'im, şiirlerin şırıldayıp onarılacak dostluk ve barış köprüsü olup şiir derelerinin üzerine kurulmalı. Dün gözlerden gözlere akan selin, canları gömdüğü gibi top­ rağa gömüp geçmeli sıkıntıları; duru su akışında, ana yü­ reği atışında, sanat sevgisinde. Doğu'nun gençleri de ev­ rensel değerler gibi ar olgusunda buluşturabilir, onlar al­ tın değerinde. Hiçbir şey için geç değil, geçmiş geleceğe ışık

edilirse eğer . . .

Son zamanlarda ana sütünün ılıklığınca, baba yakınlı­ ğınca öğretmenlerin ısıtan ve ışıtan duyguları, teknik araç­ larla yer değiştiriyor. Yenilik, can sevgisiyle eğitilecek çocuk, ergen ve gençler yapaylığa özendirmesin diyor, kalemim. 1 07


Günyüzü Mektupları

Çanta yükü nedir ki? Tekerlekli okul çantaları da çıktı. Öğrenci çantasını taşımaktan yüksünür mü hiç? Öğretme­ nin rehberliği ikinci plana itilirse, öğrencilerin eksiğini hangi alet tamamlayabilir? Sevgi, şefkat, merhamet, iyilik, paylaşımdır; ben olabilme, tatlı dille uyarı, gerektiğinde tatlı sertlik, geridekini ilerletme çabası, önlerini açma gay­ reti, öğretmenini örnek alma gibi duygu ve davranışa da. yalı eğitim, çözüme yönelmek değil midir? Bunları hangi alet sağlayabilir öğrencilere? Hele kızların okula gitmele­ rini, ilerde ana olacakların yarına bilinçle hazırlanması, geleceğimizi kazanmak değil midir? Halide Öğretmen'im, "Benim Küçük Dostlarım" dediğin öğrencilerinden biri olmak isterdim: "Yalnız zeki ve çalışkan olanları değil; öylesini herkes sever. " dedin. Ben de sevdim, özellikle anne olduktan sonra diğerlerini daha çok sev­ dim. Sanırım eksik yönlerini denkleştirmek için emek ve­ rimim arttı ki, sevdim bu kadar. Sevgi, emek olduğu için sevdim. Emek verialamm çocuklar, yalansız olduğu için, üstleri başları kirli olsa da içleri temiz olduğu için sevdim. Onlar da sevildiğini bildiği için sevdi. Öğretmenlik göre­ vinden ayrılırken eşimle ben, "Öğretmenimizi İsteriz" eyle­ miyle basında seslerini duyurdular. Basın "Öğretmenimizi İsteriz", "Öğrencilerin Öğretmen Sevgisi" diye yazdı bunu. Ana olduktan sonra vurgusunu belirtmemdeki neden, Hikmet Feridun Es'in yazımıyla, Atatürk'ün, Sıdıka Avar'a: "Git . . . Dağ köylerine git . . . Bir cemiyet kadın ve ana

yoluyla fethedilir. Oradan alacağın kızları yetiştir, sonra onları tekrar yerlerine gönder. Senin öğrettiklerini beraberlerinde gö­ türecek, öğreteceklerdir. .. " demesi oldu. Sıdıka Öğretmenim, sana sayısız mani ve türkü yakılmış, şiir yazılmış, gazete yazısı

çıkmış hakkında. Bunların çok azı kitabında var. Böyle­ sine fedakar bir öğretmene bunlar az bile. İsterim ki, kızın Bahu yaşıyorsa, Bahu Görk'ün evlatları varsa, bu kitabın yeni baskıları yapılsın. Kültür Bakanlığı'nca her okulun, it ilçe ve belde kütüphanelerine gönderilsin. Bu kitap, kız çocuklarının geleceğine hükmedeceklere, öğrencilere, 1 08


Günyüzü Mektuplan

öğretmenlere şevk vereceği gibi Doğu'da örgütlenip vur kaç savaşında kandırılan gençleri uyarıp çözüme götüre­ bilecektir. O yörelerde yıllandıkça güven oluşturmuşsun Sıdıka Öğretmen. Çok hasta bir baba, yaşı küçük kızını sana bırakıp ölmeye gittiğini, o yavruyu, okul yaşı tutana dek yakınlarının yanında, bebekli kızın Bahu'nun İstan­ bul'daki evinde büyüttüğünü okuyunca, kitabını öpüyo­ rum. Sorun değil, çözüm üretiyorsun sürekli. Bu kitabın çözüm olabileceği de işte bundandır. Nasıl enstitüde okuyan kızların köyüne döndüğünde, evlerine tahta somya, duvarına oyma raf yapıyorsa, top­ rak eve pencere açıp içeride güneşi ışıtabiliyorsa, evlendi­ ğinde aynı göreneği koca evine de götürüyorsa, doğan be­ beğini büyütüp okutasın diye ısrarla sana teslim ediyorsa, kaleminizin gücü de kalemimize ulanıp yarınlara ışık tu­ tacaktır. Sıdıka ve Halide Öğretmenlerim, her ikiniz de çaba­ nızdan, başarılardan söz ettiğiniz gibi yanlışlarınızı ve ya­ nılgınızı da yazıyorsunuz, kutlarım; özgüveninize de hayranım. Kız İlköğretmen Okulu çıkışlı ve yaşam felsefesi hiçlik olan ben, bazı size benzer yaklaşımlarla öğrencilerimi ku­ caklayıp onları yarına sevgiyle hazırlamaya çalışırken,

sürgün cezası verilmeden sürülen eşimle sürgünü yaşadım. Eğitim, o günlerde kopuyor, eklemeye çalışsan da. Dünya ülkelerinin eğitim sıralamasındaki yerimizin sonda ol­ duğu düşünülürse, bize hak değil bu. Gerçeği görmeyen­ ler, geri gidişi alkışlayıp şakşakçılık yaptılar yıllar yılı. Ka­ dın haklarının çoğunu, çağdaş giyimi de Atatürk zama­ nında güç ve çabasız yorulmadan aldık. Değerini bilme­ dik çoğu dünya kadınlarından üstün haklarımızın. Öz­ gürlüğe yorulan üstü örtülü, yarı uslu fikirler ümüğü­ müzü sıksa da onları doğru sandık, inandık, kandık, ço­ ğunlukla da yandık. Kadın

yazarların

annesi,

annem

Halide Öğret­

men'im, senin eserlerini okumakla mutluyum. Hepsini 109


Günyüzü Mektupları

tümleyemedim ama ... İncelediğim kadarıyla kimi sözlerin ilkelerime uydu: 11Çocuklar, genç öğretmenleri sever. Yaşlı öğ­

retmeni sevmeleri; yılların edinimiyle süzülmüş bilgisi, hesaplı, planlı oluşu ve ışık seli gibi içinden sürekli çevreye taşan pek üs­ tün bir sevgi ve şefkat yüzündendir. " sözleriniz gibi. Keman çalan güzel Nadide'nin ölümünden duyduğun üzüntü, ilerde seni, onu konu alan romanı yazdırmaya yönlendir­ miş. Anasız Zeyno'nun, babasının ihmalini ve ölmüşlü­ ğün sevindiriciliğini yeğlemesinde, /1 Ölmüştür, değilse arar, bulurdu." diye teselli etmen çok hoş, çok doğru. "Harp, kıt­

lık, düşman, göç. Bunlar, insanlık ve bir ulus için müthiş kabus. Bir kayık dolusu çocuk, İstanbul Ortaköy Yetimhanesine getir­ mişlerdi. " diyorsun, Zeynolar için. "Babam!" diye yakaran kızın, sonra sana yönelik hep Ablam! " diye ağlaması, se­ /1

nin ne denli şefkatli olduğunu kanıtlıyor. Beslemeleriyle evlenen adamın oğlu, kuru ekmek yiyor. Besleme, 11Anan da bana böyle yapardı! " diye öcünü çocuktan çıkarıyor. Di­ ğer öğretmenler, onu tembel diye iterken, kuru ekmeğini gördüğünde ona değer verip onunla dost olabiliyor, onu başarıya ulaştırabiliyorsun. Başarısız öğrencilerinizin ya­ zılı kağıdına bile 11İstidatınız var. " yazmanız başarıya gö­ türmüş onları. . . 11Hayır, Namık Kemal 1 882'de değil; 1.SSS'de öldü ama bu pek önemli değil. Önemlisi kişiliğidir." derken, ezbercilik değil, kişilik gelişimini önemsiyorsun. Yalancı öğrencinle mücadele etmediğin için pişmanlık duyuyor­ sun; 11Kazanılabilir miydi?" diyen iç sesin, kalemini sorgu­ latıyor sana. Tahtayı idam sehpası gibi gören öğrenciyi, teşvikinle kazandırıyorsun topluma. 11İlkokul öğretmenliği fedakarlık, feragatlık mesleğidir. " diyen sen, affettiğin öğren­ cinin, seni yine yanılttığını belirtirken, bir yerde okudu­ ğun tümce beliriyor zihninde: "Bütün kötülükler aftan do­ ğar. " Tahtaya kalkmaktan korkan kızı, sık sık tahtaya kal­ dırıp onu buna alıştırırken, uçurumlaşan iri gözlerinde, geniş alnında gururun güneş gibi parladığını görüyorsun. O da öğretmen oluyor. Şiir kitabı eline geçiyor. Bir anında 11Zengin çocuklarında sabır yoktur. " teşhisini koyuyorsun. I

(110


Günyüzü Mektupları

Seni unutanlara üzülüyorsun. "Şarkta mani, güneyde şiir. " dizen çocukları fark ediyorsun. Ve şapka giydiğim yılla­ rımı arumsahyorsun bana, şapkalı öğrencilerinle... Son durakta "Kalemim, kağıdın üstünde kendi kendine yü­

rüdü, bana hiç danışmadan! Bilmiyorum kaç dakika . . . Kendimi toparladığımda yazdıklarımı okudum. Baktım, davetsiz, haber­ siz, kendi kendilerine gelip kağıdımı istila eden konuk cümleler, belki saygısız . ama hiç de sevimsiz şeyler değiller. Onları kov­ maya kıyamadım. Varsın otursunlar, oturdukları yerde, de­ dim . . " şeklinde yazdığın tümceleri, kalemim kaleminden .

alıp getirdi bugünlere oturttu Halide Öğretmen'im. Öğretmenim Annem

"Düş yüklü karalar gebeydi anneliğine Yağır yaralarımız yarınsızlığa / Ele geçmez cevherdik ergen gençlik / Günü geçiş­ tirmeden aç çömezlere / Renk huzmesi sim çizdi kalemin / Ka­ der kararsızı kemik akı alnımıza / Semeresini görsen de öğret­ menim / Analı bebelerimiz derdi ilkin / Sormadan derdi yarın­ dan sonra kim " "Git bahar git, uzaklarda gül. . . Uzaklarda gül / Denize ren­ ginden bırak hediye . . " diyen dizelerin de "Bütün Şiirleri" .

adıyla yayımlanmış. Aşk ve Zafer" romanında Milli Mü­ cadele yıllarında yaşanan bir aşkla Anadolu ve İstan­ bul' daki değişimler, Doğu kültürü ve Urfa' da bir kadının izlerini taşıyan eserin başucu kitabı niteliğinde. "Beyaz Selvi" romanında Cennet ve Cehennem'e düşen ailenin, sade ve feci alınyazısını aşkla, ihanetle, gururla, tutkuyla ve sadakatle örmüş, selvi kadar güçlü, aynı zamanda na­ rin olan Nadide'nin hüzünlü öyküsünü yazmışsın. Ay­ dınlık Kapı" romanında idealle aralanan kapının ardın­ daki aydınlıkta bekleyen, aşkla ihtirasın peşinden giden bir kadınla anneliği tercih eden iki kadının muhteşem bir medeniyet tarhşması yer alıyor. "Büyük Anne" romanında özlemi duyulacak çocuksu bir sunumla kötülüklerin bile iyilik bulduğu bir dünyada kadın duyarlığından çok, kadı­ nın yaşama direncini sergilemişsin. 1970'li yıllarda bir İs­ tanbul Hanımefendisinin yaşam algısı duyarlıca örtülmüş /1

/1

111


Günyüzü Mektupları

değer dünyasını aktarırken, hem modernliği yaşayan, hem de geleneksel değerlerine sımsıkı bağlı kalabilen bir ailenin portresini çizmişsin. "Bir Devrin Romanı" bir dev­ rin tarihine tanıklık eden bir öğretmenin, edebiyatçının ve en önemlisi de kadının kendi çarpıcı yaşamını vermişsin. Kaleminin gücü, kaleminin ucu, yeni kalemlere ışık olsun Halide Nusret Zorlutuna Öğretmenim. Emekliliğinde SHÇEK'na yönelmişsin. Ölüye çelenk yollamak yerine Çelenk Çocuk Yuvasını kurmayı başarmış­ sın. Çelenk parasının makbuzunu, iki karanfille Anıtka­ bir' e götürüp Ata'mızın ruhunu şad ederek, mozolenin önünde huzura ermişsin. Öğrencilerini gözlemlemişsin, hastaneye yaptırdıkları odaya Mediha -Turhan Tansel Odası yaptırmasıyla sevinç ve övünç duymuşsun, Halide Nusret Anne'm. Sıdıka Öğretmenim, öğrencilerini kendi kızın, kızların gibi görmüşsün hep. Gece üstü açılan öğrencilerini örter­ ken, 'Çocuğum sıcak odada açılsa kalkıp örtmez miydim? Ya bu

yavrucaklar, sırtlarında yoktu, üstleri açılınca ne olacaktı ? '

''Dayimina: Anneciğim!" diye seslenirlermiş sana. Sen, is­ yanın geçtiği yerin adını anmazken, kitabının sonunda Dersim sözcüğünü gazetecilerin yazılarından aldım, di­ yorsun ki: "Geceleri bağırıp çağırdıklarında uyandırırız; kimi

inler, ateşine bakarız; kimi bütün yatakhaneyi ayaklandırır, tes­ kin ederiz. Annesini sayıklayanların saçlarını okşayınca derhal sakinleşir, mes'ut bir ifadeyle ana koynuna sokulur gibi yastı­ ğına gömülürdü. Bunların çoğu, isyan olaylarının yaşandığı köylerin kızlarıydı. Güzeli de, çirkini de, kabası da, asisi de ni­ hayet insan yavrusuydu. Bu yaralı küçük gönüller, sevgi ve şef­ katle tedavi edilmeli, Türklükle kaynaştırılmalıydı. " diyen di­ lin, eyleminle aynı.

"Atatürk, bu dağ köylerindeki yoksunlukların Türkçe bilme­ mekten ileri geldiğini, bunun da isyanın sebeplerinden biri say­ mıştı. Türkçe'nin bu köylere 'ana' ile sokulmasını arzu etmişti. Bu, en köklü öğretimdi. Tarihte örnekleri vardı. Rumeli vilayet­ lerinden ilk kız sultanisinin açıldığı ilden pek çok siyaset adamı 112


Günyüzü Mektupları

yetişmişti. Buraya da Türkçe'yi 'ana' ile sokmalıyız, diyorlardı. "

diye yazan kalemin doğru, öğretmenim! Onları okula ka­ zandırmadaki tuttuğun yolun ne denli önemli ve doğru olduğunu, bugün anlayabiliyoruz ancak. Öğretmenim, güz ağzında birer birer topluyorsun onları, kışlatırken il­ kin temizliği başlatıyorsun beyaz mendille. Bitlerinden arınmaları için hamam yapışlarında başlarında bulunu­ yorsun. Görüyorsun ki, hademelerle çocukları yunup yı­ kanıyor, uyarıyorsun. Uyuyan idareciyi de uyandırıyor­ sun. Mutfak temizliğini sorgulayıp yemeklerin pişirilme­ sinde, sunulmasında ve bulaşık işinde kızların kullanıldı­ ğını görüp, büyük sınıflara uygulama dersini öneriyor, nöbet­ leşerek yapıldığını gözlüyorsun. Bir tek Türkçe sözcük bil­ meden, yırtık pırtık, ince giysiler içinde titreyen, başına ta­ rak değmemiş kızlarımızın, Doğulu gençlere örnek olarak yetişmeleri için çabalıyorsun. Okul dönemi biterken tek tek köylerine, kömelerine götürüyorsun onları. İkinci yıl, o yavruların iyi yetiştiğini gören aileler, çocuğunu kız ens­ titüsüne vermek için ilkinki yaygarayı koparmıyorlar. Yeni illerden öğrenci alınacağında özellikle dağda babası öldürülen kızlardan örnek olsun diye yanında götürüyor­ sun oralara. Kendi dillerince konuşurken onlar, anladığın ölçüde el, kol, mimik, baş ve kucağınla gönüllerine giri­ yorsun. Bisikletinle bir, katır terkisinde iki, diğer katırlarla üç, dört, kamyon kasasında beş altı, jiple sekiz on, yayan da yirmi öğrenciyi bıkmadan, yorulmadan her yıl toplayıp tatil başında ellerinle -ele inanmadan- ailelerine teslim ediyorsun. Elazığ, Tunceli, sonra Bingöl katılıyor kız ensti­ tüsündeki öğrencilerine. Yatılı ve pansiyonlu kalıyorlar. Hal böyleyken, sizin gibi öğretmenler, aramızdan ölüm­ süzlüğe ayrılmışken kızlarımız için biz emekliler, öğret­ menlerimizin yarı kadarı görevdeyken ne yapabiliriz? An­ cak kalem ürünlerinizi duyurabiliriz, kalemimizle . . . Nöbetçiyken kalkma ziline yarım saat varken, hademe­ lerin kızlara odun taşıttığını, soba yaktırdığını, sınıf te­ mizlettiğini, başlarında durarak emir verdiklerini, sobayı 113


' '" \

Günyüzü Mektupları

üfleyen kızın gözlerinin dumandan yaşlandığını görünce, "Bu işleri hademeler yapmaz mı ? " diye sormuşsun. Hade­ menin sinirli sinirli sertçe "Helbet yapacaklar ya . . . Bunlar is­ yan eden Kürtlerin dölleri, dağ ayıları . . . " demesine öfkelen­ mişsin çok. Okulda yeniyken yaşadığın bu olayı, idare ve hademelerle maddeler halinde yazıya döktürerek, düzene koymuşsun. Dayağa ve açlık cezasına karşı çıkmışsın. Ya­ takhaneler kokuyor diye öğretmenler girmek istemediğinde, bunun ayak, çorap ve ayakkabı kirinden geldiğini göz­ lemleyip onları temizliğe yönelterek, kokuyu gidermişsin. Ağanın kızı Elifin yatılı okulda kaydını görsün diye Fin­ can okula verilmiş. Fincan, okulu bitirip köye dönüp ev­ lendiğinde ziyaret etmişsin. O, okulda giyindiği gibi elbise giydiğinde "Donsuz Gelin" denmişse de öğrendiği güzel­ likleri uygular görmüşsün. Öğrenci toplamaya Bahuç­ kan'la da gitmişsin. O koşulları yaşamasını, ayazda sa­ bahlamasını olgunlaşmasına vermişsin. Aç bırakıldığın köyden kız alabildiğin için doymuşsun. Kızları nasıl oku­ tacağını anlatırken, susturmaya çalışmışlar seni. "Dede, şeyh, derviş, seni çarpar" diye korkutmak istemişler gö­ zünü. Kahvelere girdiğin gibi camilere de girmişsin baba­ larını ikna edip kızlarını enstitüsünde okutmaları için. Üst üste iki gece ayazda aç sabahlamışsın. Aç insan fazla üşür. Palto, Doğu'nun ayaz gecelerinde bir kadını ne denli ısıtır ki . . . Kadınlar, doğası gereği erkeklerden daha az daya­ nıklıyken, hem de . . . Geyik ile Hayriye'nin öyküsü üşütüp ürpertiyor öğret­ men olmayanı bile. "Yasak bölge dağlarına kaçan çocukların

sekizi yakalanmış. Yaşı küçükler Çocuk Esirgeme Kurumu'na verilmiş. Bu kızlar, şerefsiz ailelerin çocukları diye okutulmaya­ cak/armış. Müfettişlik 10 lira gönderiyormuş. Yedi ay dağda ta­ rak görmemiş, etekleri dizlerine, kolları pazılarına dek parçalan­ mış, deseni belirsiz basma elbisenin sırtı çürümüş, sağ küreğe yapışık, göğüs kısmı göbeğe dek yırtılmış, bellerinde urgan. De­ rileri ağaç kabuğu gibi kahverengileşmiş. Tırnaklar kırık, ağız kenarları yara. Küçüğü çok zayıf, iskeleti kaplayan bir deri, 1 14 \


Günyüzü Mektupları

yüzü yaşlılar gibi buruşuk. İçeri sokamıyoruz. Ekmekle peynir uzattık defalarca, biri kaptığı gibi koynuna soktu. Geri geri ka­ çıp bize baktı. Bir ısırık alıp yine koynuna soktu. Büyüğe yak­ laştım, elinin tersiyle bir vurdu ki ekmek fırladı. Küçük koşup kaptı, koynuna soktu. 'Kızım, kızımına' diye sabırla sırtını ok­ şadım. Yine itti ama ilki denli şiddetli değildi. Gülerek başımı sallayıp teşvik ettim. Sırtı dönük çömelip yedi. Erkek hademeler başa çıkamıyordu, zorla içeri aldılar. Aman yarabbi, ne kuvvet, ne direnme . . . Sırtı kanıyordu. Sağ kürek kemiği üstündeki yara elbiseyle kaynaşan kalın bir kabuk. Kabuk aralarında küçük be­ yaz kurtlar. Müdüre hanımla biz ağlıyorduk. Kazanla su kay­ natıldı. Elbise fırçası ile temizlediler. Yine de tam temizlenme­ miş. Gece yarısı yokladım, yatağında yok. Kaçtı sandım. Karyo­ lanın altında buldum. Çıkaramadık. Yatağı yere indirdim, hiç değilse taş üstünde uyumayacaktı. Öğleyin tabak tabak makarna yedi, ağzını koluna silip kalktı. Üzüm verdik, koynuna sokmak istedi, 'olmaz' işareti edince şapırdatarak yedi. Tıpkı köpek yav­ rusu gibi yalanarak elimize bakmaya başladı. Ellerimi sürterek 'bitti' işareti yaptım. Müdüre hanım, bana emanet edip gitti." diyorsun, 1940'lı yıllarda.

"Büyük sınıfların kızları yenilere ablalık ediyor. Bu yıl, gel­ mesi şüpheli olanlar da geldi. Elif, zayıflamış. Karnı da şişti, sıt­ madan. 'Bunu ebe doktoruna götür.' dedi Vahide. O daha ço­ cuk, dedim. 'Köy hali bu dedi.' Götürdük. Babası feryatta 'Kı­ zımı berbat ettiniz!' Okulda yapıyor bunu, hastanede niye sus­ muş? Hastaneye gittik, doktorla birlikte anlattık. Yazın çobanın yanında kalmış kız. " Bu çıplak gerçeği, köylüsüne diye­

mezdi ya babası. O köyden bir zaman öğrenci alamadı­ ğına da üzülmüşsün.

"Su kuyuları açtırdık. Bahçe yaptık. Meyve ve sebze yetişti­ rip kış için kurutup hazırlıyorduk. Üzüm bağı kardık. Kışlık pek­ mezimizi, artıklarından sirke ve turşumuzu yapıyorduk. Ahır ve kümes yaptık. Öğrencilerin yiyeceği et ve yumurtamızı temin ediyorduk böylece. A tölyeler kurduk, sınıflar ekleyip okulu bü­ yüttük. Geceleri okulda bayan hademeyle kalıyor, bir ameleyle birlikte de çalışıyordum. Vali İzzettin Bey gelirdi. Bina bitince 115


Günyüzü Mektupları

İsmet İnönü ve Hasan Ali Yücel'den tebrik telgrafı aldık. Sergi­ miz Halk Evinde idi. Mutfağımızda hazırladığımız yiyecekle ma­ saları donattık. . . 19 Mayıs yaklaşıyordu, hareketlerimizi, pira­ mitl.eri yaptık, halk oyunu ekipleri oynadı. Tokat Kız Ensti­ tüsü' ne gezi düzenledik. Kızlar çok mutlu oldu." diye yazmış­

sın. Zorla okula getirdiğin kızlarla harikalar yaratan senin gibi bir öğretmenin kalemi, nasıl uzamasın günümüze. . . Halk Eğitimle işbirliğiyle, enstitüyü ve kursu bitiren kızlarımızın öğretmenliğinde biçki dikiş kursları açtırmış­ sın. Gece okula gelip nakış yapıyorlarmış. Yılbaşında sene sonu müsameresi gibi kutlama hazırlamışsın. Her sınıfta köy türküsü korosu kurmuşsunuz. Yıl sonu gösterileriniz ol­ muş. Kız enstitüsünü bitiren başarılılara Ankara'dan iki yıllık sınavlara sokarak diploma aldırıp köy enstitülerine yollamışsın. Bakana önerdiğin gerçekleşip iki yıl hazırlık konunca köy enstitülerine, gruplar halinde Akçadağ Köy Enstitüsüne yollamışsın kızları. İsyan çıkmış 'Hükümet bi­ zim çocukları mamur yapıp aylik vermez. ' diyen dillerin köy­ lerinde. Kızlar öğretmen olunca, hükümete güvenleri art­ mış velilerin. Doğu'ya mutluluk eken bu öğretmeninin anısına nasıl saygı duyulmaz? Okul zamanı Anik'i almaya gitmişsin. Anik, Ermeni adıymış. Yaşasın istenen kızlara konurmuş bu ad Ermeni­ lerde. Allah, bu adı beğenmediğinden onları yanma al­ mazmış inanışlarınca. Babası, ağanın çobanıymış güzel Anik'in. Ağa, iki eşinin üstüne kuma alacakken onu, Anik canına kıymış; okula değil de ağaya gelin gideceği için. Üvey anasıyla babası, meşe dalı altına gömüp üstüne taş yığmışlar. Sıdıka Öğretmen'im, sen ardını aramasan Anik'in ölüsü bile bulunamayacakmış. Elif, mezun olup köye dönünce, köylüye dikiş dikiyor, okuma yazma öğretiyormuş. Sen onu Akçadağ Köy Ensti­ tüsünde okutmak istiyormuşsun. Babası göndermeyip iki eş üstüne gelin ediyor Elif'i. Diyorsun ki "O canlı, o civa gibi Elif durulmuş, küskün bir hanım şimdi. " Kim bilir kaç Elif harcandı böyle? Ya günümüzde harcanan Elifler? 1 16


Günyüzü Mektupları

Çalıştığın yörede Hakim Beyin bisikletli birine cezası şöyleymiş: "Kloş ipek etekleri uçuşarak iç çamaşırı görünen ha­ nım, tahrik edicidir. Vursalar katilin suçu dahi hafifler . . . " O hakime bisiklete binmeyi de sen öğretmişsin. Giyimi ko­ nusunda da uyarmışsın onu. O yıl nakledilmiş o kişi. Bu nedenle mi gitti ki, diye düşünüyorsun yazılarında bile. Köy yollarında sürdüğün, öğrenci topladığın o taşıtı sat­ mışsın ilk iş olarak. Bisikletine de ağlamışsın. 1944 - 1945 yılında atanan öğretmenlere, "Bir yıl sonra istediğiniz yere alırız. Sözü verilmiş. Parmak ucuyla tut­ muşlar işlerin ucundan. Ya sen öğretmenim, ya sen . . . Etütte olmayan Beser'le Zarifi fark etmiş, günlerce ara­ mışsın. Üç günde 70 km. gittikleri yerde bulmuşsunuz on­ ları. Kız, "Yeni pabucumu nenem görsün için gittim." demiş sana. Oysa yeni pabucun tabanları parçalanmış, dikişleri sökülmüş . . . Kızların bu tür sevincini tüm annelerin ve il­ gililerin duyması gerek . . . İki kızın disiplin cezasıyla okuldan uzaklaştırıldıkla­ rına çok üzülmüşsün. Öğretmenden özür dilemeleri isten­ diğinde hakaret ettiler, diye verilmiş ceza. Biri hap içmiş, diğeri belinin kuşağıyla kendini boğmak istemiş. Hafif ce­ 11

zalar almaları gerekti, o yavruları kazanmadık, kaybettik diye yanmışsın için için. Kırk yıllık yaram kanadı benim de. Öğ­ retmen okulu ikinci sınıfta aldığım küçük bir disiplin ce­ zam, notlarım yüksek olduğu için seçildiğim yüksek öğ­ retmen okulundan elenmeme neden oldu, geleceğimi için için oydu . . . Seninle cefa çeken şoförleri, kalbinin hürmet tahtına oturtmuşsun. Murat Nehri için; 20 gün yolculukta nice ça­ 11

mur, hendek, durgun suyu geçilir hale getirdik. Akşam, yanı duvar gibi yüksek kaya, öte yanı ölüm gibi renkli girdap. Girin­ tiler Murat'ı besleyen dereler. Aşağıda fisto gibi dilimli bir köprü, sanki Murat' tan ürküp beyaz eteklerini toplamış gibi in­ sana gülüyor. deyişin, doğayı sevişinden olmalı. 11

Öğretmenleri erkek diye kimi köylerde kızlar okula verilmiyor, kiminde de 11Tavlananda alırık. " diyorlar. 117


Günyüzü Mektupları

Cuma vakti camiye giriyorsun. "Çık!" denilince "Kadınla­ rın izlemesi sevap. " diyorsun. Üstüne yürüdüklerinde geri

adım atmıyorsun. Öğrenci alamasan da enstitüyü İngiliz diye algılama yanlışlarını düzelttiğine seviniyorsun. Mü­ dürün, "Seni öldürürlerdi, taşla, pabuçlarıyla . . . " diyor. Sen, "Şafiler mahreme el sürmez. Camide taş da yok. " deyip, bunda kahramanlık bulup memnunluk duyabiliyorsun. Kimsesiz kaz çobanı kızı kirleten, bebek doğurmasına bile neden olanların yeri, bol şeyhli bir köymüş. "Çarpılır­ sın!" denmiş. "Kimsesizin namusunu otuz şeyh koruyamadık­

tan sonra şeyhlikleri nerede kaldı? Benim Allah'ım o tür şeyhle­ rin bedduasıyla beni çarpmaz. Yazıklar olsun onlara!" diyen yi­

ğit kadın öğretmen, nasıl kutlanmaz ki? Var mı günü­ müzde sizler gibisi? Varsa da rahat bırakırlar mı onları hiç? Öğrenci toplarken birinde manda sürüsü çıkmış önü­ nüze. Biriyle boğuşmuş, battaniyeyi savurarak engel ol­ maya çalışmışsınız, kulakları düşene dek üstünüze yürü­ müş mandalar. Çamur, toz, toprak içinde ... Kazaya vardı­ ğınızda kadınlar sizi görünce dağa kaçışmış. Davar dö­ nene dek bekleyip süt sağarlarken, iki örnek öğrenciyle üçe ayrılıp grup grup görüşmüşsünüz. Dönüş yolunda gece uğradığınız köyde hıtsız Teti'nin dışında tüm .kızlar, gelin oluyormuş. Hırsız kızı, kazanmak iyiymiş. Teti'ye yanınızdaki okul giysisini giydirmişsiniz. Az Türkçe bili­ şiyle sonraki köylerde eteğini kaldırıp eski giysilerini gös­ terip yeni öğrenci almanı sağlamış. Onu okulda emniyet amiri etmişsin. Tek hırsızlığı, ipek elbiselik almak için ol­ muş. O yaz köyüne ipek entariyle göndermişsin onu. Ki­ tabının arasında okula gelişle, okul giysisi içinde resimleri var. İlerde albüm hazırlamışsın. Kızların okula geliş halle­ riyle okullulukları görülmeli . . . Kahrcı İbo yarı çıplak, zayıf, ayakları yalın. "O davar pe­ şinde koşmaya alışıktır. Katırın ardından yetişir. " demişler. İbo'ya kıyamayıp terkine alacağında "Ben erkeğim yorulmam, karılar yorulur. " demiş. Derdi, yoluna çıkıp "Beni de al oku­ luna" diye yanınıza düşmüş. Anasının köyünü işaret etmiş. 118


Günyüzü Mektupları

Biri, "Hükümet Kürt dölünü bozmaya bunları götürüyormuş." diyor. Açıklıyorsun, hükümetin görevinin insanları everme işi olmadığını. Dönüşte Derdi'yi de gelin etmişler, apar to­ par. Islanıyorsunuz yağmurda, paranızla ekmek bulamı­ yorsunuz. Keçinin memesinden emiyor İbo. "Çobana kap ka­ cak vermezler, böle içer. " diyerek. Katırların arpasından yi­ yor. Ayıların bal yerinde binmiş terkine, korkusundan. Türkü çekmiş İbo "Cemo gider askere / Yüzbaşıdan teskere" katılmanızı istemiş, erkek mi, kız belirsiz türküsüne, "Cemo aşçının kızı / Yanakları kırmızı. " Eşkıyalar, manda sürüsü, şeyhin karısının mübarek sütü emzirtilen bebeler, derviş kızı okula gidecek, diye size katılan diğer kızlar . . . Bingöl' de Halk Evindeki soru "Geçen yıl ayı yavrusu gibi bir kız götürmüştünüz. Hangisi?" Bingöl Valisi Sayın Şahin­ baş'tan hatalı bir soru: "Kürt kızları bunlar mı ? " Kızlardan biri sormuş: "Allah bizi niye böyle dağa, taşa atmış, biz n'ettik ona ? Bu acı dolu soruların sonu gelmediğine içerliyorsun. Yücel ile Tonguç'un ziyaretinden sevinç duyuyorsun. Kız­ larını Ankara'ya geziye götürürken soruyorlar: "Bu kadar

köyler, kasabalar hep bizim mi? Kızılırmak için: "Bu koca çay da bizim mi? Ana, bu koca dağlar, şehirler hep bizim mi hep Tür­ kiye'miz mi buraları ?" Herkes baba ve dedelerinin harp hi­

kayesini anlatıyor . . . Müsteşarınızla ve genel müdürü­ nüzle yenen akşam yemeği sonrasında kızlar halay çekip "Çayda Çıra"ya herkesi çağırıyor. Ben de o anı, öğrencilik ve öğretmenlik yıllarımı yaşıyor gibiyim. Mezun kızlarınızdan köyüne muhtar olan da çıkmış, bilmediği konuları sormuş, yanıtlamışsın. Kurs öğretmen­ lerini yerleştirirken yapıda mahpuslardan yardım almışsı­ nız. Uzak köyden: hasta olduğunu mektupla bildiren kurs öğretmenine zor koşullarda gidip ateşinin 38,5 derece ol­ duğunu ölçüp tarif üzerine ilk kez penisilin iğnesi yap­ mışsın, hiç iğne yapmadığın halde. Canları çok yönlü ya­ şatmak büyüklüğünüz, öğretmenim. İsyanda dağa kaçanlar, Çocuk Esirgeme Kurumu'nda yaşı ereni size getirmişler. Büyüğü tembelce, küçüğü çalışkanmış. 1 19


Günyüzü Mektupları

Ona düğün etmişsiniz, çeyizlerini okulda hazırlayarak. Mandolinle eşlik etmiş kızlarınız gelin alınırken. Cezayir havası çalmışlar. Kardeşini Akçadağ Köy Enstitüsü'nden çağırıp getirtmişsiniz ablasının düğününe. Baş tuttuğunuz güzelliklere hayranlığım katlanıyor, öğretmenim. Palu'da şeyhler, hacılar, ağalar . . . Öğrencinin kursunu ta­ şırken biri, "Benim çağam olmadı. Bu kızı evlatlık aldım, üç se­

nedir terbiye ediyem. Çeyizini düziyem. Bu yaz kocamla evere­ cem. " diyor. Sevap diye düşündüğü işe bak öğretmenim.

Şeyh, müritlerinden on altı yaşındaki kızla dördüncü eş olarak evlenmiş. Düğün sandığın yerde, her hafta yemek­ leriyle giden kadın cemaat, şeyhle zikredermiş. Sen ki böylesi eğitimsizliğe karşı savaşırken, öylelerinin setini geçmeyi hedeflemişsin. Hozat'taki kurs eşyasını Çemişge­ zek'e götürürken, yine sabahlamış, donma tehlikesi geçir­ miş, o gecenin rutubetini ömrünce böbreklerinde taşıya­ cak olsan da yağmurda sürdürmüşsün yolculuğunu. Ha­ nın pisliğine karşı hayvan yemliğinde yatmayı göze al­ mışsın. Ortahan Düzü'nden Haldiki'ni aşmışsın, Erzurun Düzü'nü geçmişsin ki, tipi içinden bir kamyon çıkıp gel­ miş. Endüzekli Bedri Efendi'yi görünce, sevinmişsin ya öğretmenim. Yeni tayin edilen Kaymakam Muhtar Körükçü, Kar­ lıova hakkında bilgi istediğinde korkunç yola birlikte çık­ mışsınız. Çobantaşı'n sağı göğe değin kaya, solu 300 metre uçurummuş. O yolda karşılaşacak araçlar jandarma kara­ kollarından bilgi alırmış. İlkokulda tek kız yokmuş. Vara­ cağınız kaymakam vekili, Türkçesi yetersiz bir katip, "Hü­

kümet on iki yaş kızlarını zorla alıp mektebe gönderecek. " diye

anlayıp halka öyle duyurmuş dileğinizi. On üç tane dü­ ğün varmış o gece. En az on bir yaşında ne kadar kız varsa evleniyormuş. Evler Sibirya hikayeleri gibi kışın kar altın­ dan birbirine gidilir, kapı ağzından alınan kar eritilip su elde edilirmiş. Kaymakama anlatmışsın kışın doğan bebelerin göbeğinin çarık ipiyle bağlandığını. Köy ebele­ rinin elinde kadınlar, sapır sapır ölürmüş, daha neler . . . 1 20


Günyüzü Mektuplan

"Köyden Haber" adlı kitabında seni de yazmış. Mahrumi­ yeti zevk etmeyi bilen bu eşsiz Doğu idarecileri, birer kah­ ramanmış sence, sevip sevilence de. 1949'da bakanlık emriyle Karlıova depremi çevresin­ den on iki, on sekiz yaş kızları sorarken "On can verisin,

aha bu keçik kalırsın, day tüne, bavi tüne, kızıta mürt be . . . " Ana babası yok, kız da ölse n 'olur ki . . . " denmiş. Çok can ka­

yıplı deprem kızlarını, yaşama eğitimle kazandırmışsın, can öğretmenim. Milletvekili olman önerilince, "Beyefendiciğim, ben iyi bir

hocayım, şöyle böyle bir müdürüm, hocalığı politikadan üstün görüyorum . " diyerek, öğretmenliğin daha yüce olduğunu

göstermişsin Öğrenci dermeyi sürdürmüşsün. Eli, kellik hastasıymış. Kaynar karasakızla beş altı ayda sağalttırmış­ sın yaralarını. Aynı kellikte çıkan kızın saçlarına Avar'ın saçı" denilmiş. Kel olan senmişçesine acısını duymuş, ila­ cını buldurmuşsun yavruların için. Sarı ölüm denilen sıt­ manın pençesinden gidecek aileden bir tekini çekip alabil­ mişsin. Yeni ders yılında Bingöl'den topladığın on dört kızınla sabahlamışsın. Kığı'dan on bir kızınla dönüşte Kesikkö­ rü'ye inerken rot kırılmış, direksiyon başıboş kalmış. Kur­ tulduğunuzda evliya arayanlar olmuş. Pertek'te yol ağ­ zında bekleyecek kızlarını kaybettiğinde saatlerce diğerle­ riyle birlikte ararken, yavrusunu yitiren analardan daha duyarlıymışsın. Pamuk toplayacaklar, diye kursa kızları verdirtmeyen muhtara direnip yirmi iki kız toplamış, "Sö­ zünün eriyse bıyığını kessin. " diye haber salmışsın bir de ona. Kömür ve odun hakkınıza el koymak isteyen vali ve diğerlerine direnirsin ha elinin hamuruyla . . ? Fuat Köprülü başkanlığında gelen Demokrat Parti'li he­ yetin ricaları üzerine uygulama dersi diye verdiğiniz ye­ mek için sonra soruşturma geçirmişsin. Okulunuzu ziyaret eden İsmet İnönü, Malatya'dan selam gönderdi diye de sor­ gulanmışsın. Demokrat Parti başa geçince, sürülmüşsün çifte, bu ne işse! /1

.

1 21


Günyüzü Mektupları

Köy odasındayken on beş yaşlarındaki Zarif kız, "Allah aşkına, beni mektebe götür! Munzur'un başı, kırkların aşkına, çocukların başına, Sülbüs'ün başı, Düzgün'ün şanı, Hüda'nın adı için okut ana!" Anası, "Öldürürüm, kanını içerim, meza­ rını yastık yaparım, göndermem. " demiş. "Mektep isteyen kıza 'hayır' diyemem. " deyince, peşinize düşen kızı, kafileye kat­

tım sandığım sırada, teyzesi odunla, eniştesi sopayla yere devirmiş onu. Anası sivri taşlarla sırtına vurmuş. Vücudu bereli, yüreği yaralı Zarif, okulsuz kalmış. Yolda ölürken dirilttiğin adam, iki yıl sonra fırıncı olarak çıkmış karşına. Üzünç ve sevinç . . . Amerika' dan, okulunu incelemeye gelip beğenmişler. Amerikan ve garp hayranı öğretmenlere şöyle demişler

"Siz, tarihi, mazisi, adeti, ananeleri güzel, kendi çerçeveniz içinde çok büyüksünüz. Böyle Garpçı olursanız, küçük olursu­ nuz. Maymundan farkınız kalmaz. " Bugün de yabana özen­

mekten şebek gibi bir şey mi olduk, çocuklarımızı güneşli günlere mi doyurduk, bilemiyorum. Tunceli'nin yasak bölgesinden göçenlere izin çıkmış geri dönüyorlarmış. Vali, bölge kızlarını okula almanı is­ temiş. İlkokuldan öğrencin hükümet tabibi Haydar Görk'le birlikte gitmişsin Tunceli dağlarına. Kızlarına alacakları notu bana hediye edeceğiniz not diye çalışmaya çekmişsiniz. Cumhurbaşkanı İnönü geldi­ ğinde okulun işliklerini gezip sınıflarda öğrencilerle ko­ nuşmuş. Amerika'ya davet edilmişsin. Dört ay konuk etmişler. Dağ yakalı çocukların eğitimi çok az benziyormuş bizim­ kine. Bizdeki eğitimin güzelliğini karşılaştırma şansı bul­ muşsun. Köy halkının eğitildiği hizmete yönelik kurumlar yer değişirken Halkevi Kütüphanesi Öğretmen Okuluna inti­ kal etmiş. Vali kitaplık dolaplarınızı istemiş. "Duvara çakılı, arkası sıvasız tuğla, veremem. " deyince Milli Eğitim Müdürü Yardımcısıyla kara listeye alınış seni. Manevi işkence yaşat­ mışlar. İşten el çektireceklerinde doktorlar rapor önermiş. 1 22


Günyüzü Mektupları

Gelen bir telefonla Ankara'ya atanmışsın. "Hepimizin Sözü" gazetesine veda yazısı bırakıp anjin iken sessizce çekip gitmişsin Ankara'ya. Gazeteler seni yazmış, öğret­ menlerle çevre valilerinden mektuplar almışsın. Resmi suçlamalar öyle boş, öyle anlamsızmış ki . . . Dört ay sonra vali merkeze alınmış. Aynı görevi iste­ mişsin. Döndüğünde okul yolu diğerleri görüldükçe açı­ lan kızların sayının azaldığını görüp çıkmışsın öğrenci toplamaya yine, daha şevkle . . . Üç yıl daha hızla çalışmış­ sın. Demokrat Parti iktidar olmuş, eski müdür yardımcı da Milli Eğitim Müdürü. Seçimde senelik izne çıkmışsın, başına geleceği bilircesine. Sürgün sözleri gerekçen çok il­ ginç öğretmenim: "Sıdıka Avar köylüler üstünde müthiş -di­

ğer sıfat korkunç- bir etkisi vardır. İnönü'yü sever. O, bu böl­ gede oldukça partimizin kazanması mümkün değildir. " diye ra­

por etmişler seni yukarı. Bu paragrafta kimi tümcelerin üstünden yine geçmek istiyor kalemim, gençler daha ölmesin, kan dökülmesin diye. Sıdıka Avar'ın hızının, ışıklı yolunun ikinci kez ke­ silişini irdeliyor kalemim. Cumhuriyet'ten ödün verme­ yen, daha ilerde olması düşünülürken oy kaygısına geri dönük kurulan yeni parti yakınlarınca sürülmeyip ışığını sürdürebilseydi Sıdıka Öğretmenim; ıına feyziyle eğitim aşkının süreğini sağlatabilselerdi, bugün kırkbini aşkın gencimiz ölmezdi Doğu' da; en verimli çağdaki gençlik, yaşlı ana babasını gözü yaşlı, genç eşini dul, çocuklarım yetim bırakıp gözleri açık gitmezdi. Çanakkale' de dış güçleri yurdumuzdan hep birlikte kovanların nesli, kız enstitülü anaların elinde yetişirdi. Sıdıka Öğretmen, Do­ ğu' da harcadığı çabayı ana sütünce helal ederken Dağ Çi­ çeklerine, 400 sayfalık kitabında isyan yerini, kızlarına yapıştırılacak etiketi hiç kullanmıyor. Kızlar birbirlerini, okul çalışanları ve bir vali dediğinde uyardığı gibi kitabın başlarında da "Değilse Türklüğü nasıl sevdiririz? " demiş ve yazmış bu ülkeyi saran ışığı, ıssız dağları aşan korkusuz ana yüreği. 1 23


Günyüzü Mektupları

Sevgili öğretmenim, bu şiirimi de size armağan ediyo­ rum: SIDIKA AVAR

"Sütün gül kokar mı şiirde öğretmenim / Issız yarları aşan alçak uçuşta teleğin / Dar boğaz yazgısında mürekkebin / Işık yı­ lın yirmiye erişti doğu kızlarınla / Köylere, kömelere katır sır­ tından / Ay beyazı bayrak açtın alacakaranlığa /Asil İstanbullu ilkine coşkun aktı / Verimli başakların çarptı taşlara / Anıları­ nın çiçek dağını aldı kör ataş / Resimdeki kızların kül üfürdü ül­ keme" Bizlerden, size sonsuzca sevgiler sevgili öğretmenle­ rim . . . Aysel Güntürkün

1 24


Günyüzü Mektupları

Suat Derviş Başını Eğmeyen Kadın Suat Derviş' e Manisa, 30 Mart 2012 Sevgili Suat, Seni tanıdığım gün derin bir "off!" çektiğimi hatırlıyo­ rum. "Of! ya! Keşke bugün yaşasaydın. " Hatırlıyorum, o ilk tanışmamızı; Elimde Liz Behmoaras'ın "Suat Derviş Ef­ sane Bir Kadın ve Dönemi" adlı kitabı. Bir makalede oku­ duğu üç kelime ile başlamış seni yazmaya Behmoaras;

"Başı Eğilmez Kadın!"

Oturmuşum pencerenin önüne, okuyorum . . . Dakika­ lar akıyor peşi sıra. Yumuyorum gözlerimi bir ara. Yumu­ yor ve hızla kaymaya başlıyorum derin, karanlık bir tüne­ linin içinde: Zaman Tüneli'nin. Sonra ortalık aydınlanmaya başlıyor. Uzaktan süzülüp gelen ışığa yöneliyorum. Yıl 1940. İşte, gördüm seni! Oradasın. Daktilonun başına oturmuş yazıyorsun yine. Elinden tutup var gücümle çek­ mek istiyorum seni. Ait olduğun yere, şimdiki zamana çekip çıkartmak istiyorum. Bildiğin tünellerden farklı bu tünel. 1 25


Günyüzü Mektuplan

Sonu oldukça çetin; arsızca mücadele etmeyi, haksızlığa, eşitsizliğe dur demeyi gerektiriyor. Çünkü büyük bir boş­

luk var, yeri doldurulmayı bekleyen. Öyle büyük ki boş­ luk, kimsenin cesaret edemediği, her şeyin sarpa sardığı, kalemlerin cezaevlerine tıkıldığı, edebiyatın kapitalizme kurban edildiği bir dönem bizimkisi. Aslında senin hiç de yabancısı olmadığın tanıdık ve bildik ayak izleri bunlar. Balçık çamura batmış, çırpındıkça kayan diplere doğru çekilmeye çalışılan ülkemde, belli belirsiz ayak izleri . . . Yaşam hikayeni okuduğumda varıyorum bu kanıya. "İşte Bu!" diyorum. "İşte, bu Kadın çıkarabilir bizi aydın­ lığa!" Tıp profesörlerinden İsmail Derviş Bey'in kızı Ha­ tice Saadet Baraner. Aynı zamanda aristokrat bir ailenin kızı. . . Almanya' da Berlin Konservatuarı ve Edebiyat Fakül­ tesi'nde okudun. Çocukluğunda öğrendiğin Fransızca sa­ yesinde Montrö ve Lozan Konferansları'nda bulundun. Birçok ilk'e imza attın yaşamın boyunca. İkdam Gazete­ si'nde ilk kadın sayfasını sen düzenledin. İlk Basın Sendika­ sının 5 kurucusundan biri de sendin. Öyle ki, o devirde "Devrimci Kadınlar Birliği" kurucusu ve ilk başkanı da sen oldun. . Son Posta, Vatan, Cumhuriyet gibi gazetelerde röpor­ tajların yayınlanıp romanların tefrika edildi. Yazar Reşat Fuat Baraner ile evliliğin yaşamının akışını tamamen de­ ğiştirmiştir. Birlikte Yeni Edebiyat Dergisi'ni çıkartmaya başladığınız 15 Ekim 1940-15 Kasım 1941 arasında yayın­ lanan dergide, fıkradan eleştiriye kadar birçok yazı ve öy­ külerin yayımlandı. Bu dergi Türkiye'de yayımlanan Top­ lumsal Gerçekçi Akımın ilk yayın organı oldu. 1944 tutuklamalarında evde eşin Baraner'i saklamak­ tan dolayı ve Fuat Baraner ile birlikte "Türkiye Komü­ nist Partisi"ne katıldığın için tutuklandın. Bir yıl süren mahkumiyetin ardından, senin için sürgün yılları başla­ mıştı. 1953-1963 yılları arasında Paris'te yaşadın. Bu süre boyunca kalemin hiç durmadı. Paris'te yazdıklarını, 1 26


Günyüzü Mektuplan

1963 sonrası İstanbul'a döndükten sonra, ard ardına ya­ yımlatmaya başladın. Feminizm, tam bir yaşam biçimiydi senin için. Siyasi gerçeklerinden ayrı tutmayı, özgürlük ve dürüstlüğün bir nişanesi olarak üzerinde taşımayı başardın. "Başını eğmeyen kadın " imajın öyle bir yer etmiş ki kişi­ liğine, adeta bütünleşmişti seninle. Suat Derviş'in adı, ar­ tık bu üç kelime ile anılır olmuştu. Duygularını dışa yan­ sıtmayan, bu güçlü kadın portresini romanlarındaki ka­ dın karakterler üzerine bir gömlek gibi giydirmeyi başar­ dın. Kadın senin kaleminde yeniden şekilleniyordu adeta; dik başlı, gururlu bir o kadar da mağrur. Öyle ki çocukluk aşkın Nazım Hikmet bile payına dü­ şeni almıştı sıra dışı kişiliğinden ve GÖLGESİNDE adlı şiirinde, seni şu dizelerle anlatıyordu.

Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını; Bir kere eğemedim bu kadının başını. Kaç kere sürükledi gururumu ölüme. Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme, Ya bu kadın delidir, Yahut ben çıldırmışım. (. . . )

Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım, dedim Yola mağrur uzanan gölgesini çiğnedim.

Nazım Hikmet Ran

Bundan 60-70 yıl öncesi . . . Adı ülke sınırlarını aşan, belki de ilk Türk yazar sendin. Romanların birçok dile çevriliyordu. Eserlerin temel dayanağı ve ortak noktası gerçekçilikti. İdiolojilerini ve siyasi görüşlerini her zaman edebi yaşamında kullanmayı seçtin. Her benimseyiş edebi çizginde bir kırılma noktasına dönüştü. İlk roman­ larında Osmanlı burjuvasını ve dönemin elit kesiminde kadının toplum içindeki konumuna dikkat çekerken Fe­ minizm ve Marksizm ile tanışman seni edebiyatta farklı 1 27


Günyüzü Mektupları

bir yöne sürükledi. Bu yüzden olsa gerek; 1931 ve daha sonrasında yazdığın romanlarda Marksizmin sorgulanı­ şını ve yarattığın karakterlerle feminizmin öncülügüne dikkat çekmeye başladın. "Olan Şeylerin Romanı" (1937) ve Aksaray'da Bir Pe­ rihan (1962) gibi ideolojilerinin daha ağır bastığı roman­ ların, gazetelerde tefrika edildi. 1944 yılında bir gazetede Marksizmi sorgulayan "Ne­ den Sovyetler Birliği Dostuyum?" isimli inceleme yazın­ dan sonra, gazetelerin kapıları bir bir kapandı yüzüne. Ya­ yınevleri de artık kitaplarını yayınlamaz oldu Bu durum 10 yıl sürdü Hiç şaşırmadım! Her dönemin sancısıdır bu; birçok yazarın kalemini kırmaya çalışan zihniyet, yazdığı kitaplar yüzünden tu­ tuklanmış yazarlarımız, dün olduğu gibi bugün de var. Hatta basılmamış kitaplardan dolayı ceza evlerine tıkılan yazarlarımız bile ... Zalim, izin vermez buna, istemez ede­ biyat keskin kalemlerle şekillensin. Dürüstlük, doğruluk, hakkaniyet ilkemiz, laiklik yolumuz olsun. O dönem artık iş bulamaz hale gelmiş, çareyi, farklı isimler kullanmakta bulmuştun. Uzunca b�r süre yazı ve tefrikalarını değişik isimlerle yayınlatmaya başla­ dın. Bu yöneliş uzun sürmedi, fakat bugün hala eserleri­ nin gerçek sayısı, tespit edilemiyor. Ölümünden kısa bir süre önce yazmaya başladığın anı­ larını bitirebilmek, en büyük arzundu. Fakat ön;uün yet­ medi tamamlamaya . . . Ölümünün hemen ardından yarım kalan anı dosyası, daktiloda takılı son sayfayla birlikte evinden kayboldu. Her anı dolu dolu geçen bir yaşam sürmüştün oysa. Fakat bir yazar için en kötü şey, vefasızlık olsa gerek. Bu keder dolu tümceden, sen de payına düşeni almış, son yıllarını Beyoğlu'ndaki eski bir apartman dairesinde tek başına geçirmiştin. Ölümünden 3-4 ay önce seninle ta­ nışma fırsatı bulan İsmet Kür, yıllar sonra o günlerden /1

1 28


Günyüzü Mektupları

bahsederken şöyle yazacaktı: "

Yaşamının son yıllarını bu yarı terkedilmiş binanın harap bir dairesinde ve yarı terke­ dilmiş olarak tüketti. Gelip giden sadık dostlarının sayısını, es­ kiyle kıyaslayınca, üzülmemek olası mı? En sadık ziyaretçileri hala, emniyet mensuplarıydı. 12 Mart günlerinde yaşından da yaşlı olması, kimi gecelerini karakolda geçirmemesi için bir ne­ den sayılmıyordu. "(1) . . .

Ve işte romanların: Kara Kitap (1921), Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923), Hiçbiri (1923), Ahmed Ferdi (1923), Be­ hire'nin Talipleri (1923), Fatma'nın Günahı (1924), Ben mi (1924), Buhran Gecesi (1924), Gönül Gibi (1928), Emine (1931), Hiç (1939), Çılgın Gibi (1934), Fosforlu Cevriye (1968) ve ilki Paris'te Fransızca olarak yayınla­ nan Ankara Mahpusu (1968) İlk kitabın "Kara Kitap" . Şadan isimli hasta bir kızın ölüme yaklaştıkça, artan yaşama isteğini dile getirdin ro­ manında. Kendi çocukluk yıllarına olan özleminin hika­ yesiydi belki de bu. Senin gibi eski bir konakta yaşıyordu Şadan. Yaşama sevinciyle dolu romantik bir genç kızdı. Yaşlıların arasında geçen konak hayatını "Ölüm kokuyor" diye nitelendiriyor, çıkıp gitmek yaşıtlarıyla bir arada ol­ mak istiyordu. Çirkin ve kambur Hasan'ın aşkına karşılık vermemiş. Onun ölümünden sonra gördüğü hayaller arasında can çekişleriyle hayatını kaybetmişti. "Çılgın Gibi" romanında Batıda gelişmiş olan Mark­ sizmin yarattığı sosyo-ekonomik gelişimlerden etkilen­ din. Fosforlu Cevriye ise, ataerkil yapıya dur diyebilen, kadının kendi başına birey olduğunu, özgürlüğünü, hak­ larını ön plana çıkardığın ünlü romanın. "Çılgın Gibi" romanının kadın kahramanları Çeş­ miahu ve Celile, "Hiçbiri" romanının da Cavide ve tabi Fosforlu Cevriye'nin unutulmaz dik başlı asi ruhlu Cev­ riye' si. Romanlarındaki kadınların ortak özellikleri; toplu­ mun kadına biçtiği 2. sınıf insan olmanın ve geleneksel yapı içine hapsedilmiş sosyal rollerin, karşısında dimdik 1 29


Günyüzü Mektupları

durabilen, yaşantısını ve kaderini yerleşmiş sistemsel ya­ pıya aykırı yaşayan karakterler olmasıdır. Dediğim de­ dik, dik başlı, gururunu tüm değerlerin önünde tutan bir kadın tipolojisiydi karşımıza çıkan. Feminizm ile femi­ nenliğin bütünleşip bir bedende harmanlandığı kadın karakterler. Gerçek gururlu, sıra dışı, duygularına gem vurmayı ilke edinmiş, haksızlığa boyun eğmeyen kadın portrelerin şekillendiği romanlarında, okuyucu; yarattı­ ğın olaylar döngüsüyle sınıfsal farklılıklara ve kadının her şartta bağımsız davranıp yaşayabilen serüvenine ta­ nıklık eder. Eserlerini, yayınlandığı yıllardaki Türkiye'nin gerçek­ leri ile dünün ve bugünün Türkiye'sinde değerlendire­ cek olursak, her üç dönemde de farklı izler bırakır. Bu, toplumsal gerçekliğin kadından yansıyan izdüşü­ müdür. Sevilay Uztutan

1 30


Günyüzü Mektupları

Adalet Cimcoz İzmir, 10 Nisan 2012 Sevgili Adalet Cimcoz, Mektup yazmaya son yıllarda giderek nostaljik bir an­ lam yüklendi. Telefon doldurmuyor mektubun yerini. Ya­ zarak söyleşmenin, duygularımızı paylaşmanın en güzel aracıydı mektuplar, hala da öyle. Paris'te olduğu yıllarda kızıma yazıyordum, hem de büyük bir keyifle. Ona bir ara Onat Kutlar'ın kitaplarından söz etmiştim. "Sinema Bir Şenliktir" de Ulm Sokağındaki eski sinema bi­ nasını anlatıyordu. Kızıma sormuştum Ulm Sokağını. Ya­ kınında oturduğunu, merak edip sokağa giderek sine­ mayı aradığını yazmıştı. Umutlanmıştım, sinema bina­ sını bulacağını düşünmüştüm. "Şimdilerde öyle bir yer yok," demişti de garip bir duygu kaplamıştı içimi, ne bileyim üzülmüş müydüm Onat Kutlar'da iz bırakan mekanların yok olmasına? Bir zamanlar kanlı canlı yaşayan insanların hiç yaşamamış gibi çekip gitmeleri gibi etkilemişti beni. Bugünlerde ilgimi çeker oldu: geçmişte yaşamış kadın sa­ natçılar, yazarlar, şairler. Ulm Sokağındaki eski sinema binası gibi göçüp gittikten sonra nasıl bir iz bırakmışlar 1 31


Günyüzü Mektupları

arkalarında? Bugün onlar için neler yazılı kitaplarda, ye­ niden araştıranlar var mı o insanları? Hıfzı Topuz'un, Sabahattin Ali'nin yaşamını anlattığı "Başın Öne Eğilmesin" de Adalet Cimcoz adı geçiyor. İl­ gimi çekti. Sizinle ilgili araştırma isteği duydum. Bugün­ lerde okuduğum birçok şeyde sizden söz ediliyor: Baba­ mın gençliğinde biriktirip ciltlettiği 1937-38'de yayımlan­ mış "Yarım Ay" ve "Yedi Gün" dergilerinde, Mine Sö­ ğüt'ün yaşamınızı araştırdığı "Bir Yaşam Öyküsü Dene­ mesi"nde. Garip bir güç yaşamınızı araştırmaya çekiyor beni. Hıfzı Topuz'un, Sabahattin Ali'nin romanı "Başın Öne Eğilmesin" de yazdığına göre eşiniz Mehmet Ali Cim­ coz'la, Sabahattin Ali'nin yakın arkadaşıymışsınız. Saba­ hattin Ali, bakanlık emrine alındıktan sonra İstanbul' da ça­ lışmaya başlayınca, gidecek yeri olmadığında ve parasız kaldığında sizde kalırmış. İstanbul' da sanatçı çevrelerinde tanınmış aydın bir kadın olduğunuzdan, iyi Almanca bil­ diğinizden söz ediyor Hıfzı Topuz. Ferdi Tayfur da karde­ şinizmiş. Birlikte yabancı filmleri seslendirmişsiniz. Günü­ müzde arabesk söyleyen Ferdi Tayfur'la bir ilgisi olmadı­ ğını biliyordum, ancak karç.leşiniz olduğunu bilmiyordum. Çocukluk yıllarımda Belgin Doruk, Türkfin Şoray,' Fatma Girik, Filiz Akın, Muhterem Nur gibi sanatçıları birçok filmde sizin sesinizle konuşurken izlemiştim. O ses, şimdi bile kulaklarımda. Buğulu ve özel bir sesti gerçekten Mine Söğüt'ün dediği gibi. Azra Erhat, bir yazısında: "Adalet' in sesi neydi? Susup

susmadığını, yok olup olmadığını ancak ne olduğunu kavra­ makla kestirebiliriz. Evet, çok yönlü bir sesi vardı Adalet Cim­ coz' un. Türkan Şoray'ı da, Hülya Koçyiğit'i de, Belgin Doruk'u da dile getirirdi o. Radyoda sabundan diş macunundan ya da kı­ lık kıyafetten söz etti miydi bir "şey" söylerdi hepimize. Kulağı­ mızı diker, sesi bir yandan zevkimizi okşarken bir yandan da sözü söz ve öz olarak dolaşırdı beynimizin kıvrımlarında, incecik bir gonk gibi bir oraya bir buraya vurur, bir kıpırtı, bir canlılık 1 32


Günyüzü Mektupları

uyandırırdı kafamızda. Vurucu, kışkırtıcı bir uyarıcılığı vardı Adalet'in" diyor, Yeni Ufuklar Dergisi'nin 1970, Ma­

yıs sayısında. Yeni Ufuklar, deyince, hep Vedat Günyol'u anımsarım. O dergiyi çıkarıyordu fakülte yıllarımda. Yeni Ufuklar dergisindeki yazılarından tanımıştım Günyol us­ tayı, ölümüne kadar hemen hemen her yazısını okumaya çalıştım, Cumhuriyet Gazetesinde yazdı yıllarca. Kitapla­ rının çoğunu okumuşumdur. Saydığım, sevdiğim bir ya­ zar oldu hep. Sevgili Cimcoz, İzmir "Öykü Günleri nde enerjik, bir o kadar da ilginç öyküler yazan genç bir yazarla tanıştım: Mine Söğüt. Sizin yaşam öykünüzü araştırarak kitaplaştır­ dığını öğrenmiştim, ancak kitaba ulaşamamıştım. Yıllar öncesinde yaşayan bir yazar ve çevirmenle ilgili kitap ya­ zan Mine Söğüt' ü karşımda görünce çok heyecanlandım. Bu, sizinle ilgili bilgilere bir adım daha yaklaşmış olma­ mın heyecanıydı. Ne yazık ki heyecanım filizlenmeden kurudu. Çünkü Yapı Kredi Yayınlarında kitaplaşan Bir ya­ şamöyküsü Denemesi'nin ikinci basımı yapılmamış, ilk bas­ kısı da tükenmişti. Yayınevi düşünceli ve değerbilir bir gi­ rişimle Mine Söğüt'ten bu kitabı yazmasını istemişti, an­ cak kitabın ikinci baskısını yapmaması elimi ayağımı bağ­ lamıştı. İkinci el kitap satan yerlerde de kitabı bulama­ yınca bilgisunara (internet) başvurmak kalıyordu geriye. İnterneti bilmezsiniz, sizin yaşadığınız yıllarda henüz ül­ kemize gelmemişti. Çoluk cocuk yetişkin çoğunluğun vazgeçemediği bir oyuncak artık Türkiye' de. Gerçi aklı başında kullanıcı elinde harikalar yaratmadığı da söy­ lenemez. Son yıllarda İnternet kafeleri hızla yayıldı. Tık­ lım tıklım genç dolu bu kafeler. Gören de hepsi bilimsel araştırma yapıyor ya da bir program geliştiriyor ·sanır, oysa çoğu savaş oyunlarının hastası olmuştur. Evet Sevgili Cimcoz, giderek ülkemizdeki değerler de değişiyor. Bir yozlaşmadır aldı başını gidiyor. Sanat, edebiyat popüler kültürün gölgesinde. İnsani değerlerle günlük yaşam ra­ yından çıktı artık "

133


Günyüzü Mektupları

Sevgili Cimcoz, nereden nereye geldim. İnternetten söz ederken ülkemizin bozuk giden düzenine değinme­ den edemedim. Oldukça sancılı bir yüzyıl yaşıyor dünya insanları ve ulusumuz. Her neyse Mine Söğüt'ün sizinle ilgili araştırmasının bir bölümüne internetten ulaşabil­ dim. Sevenlerinizin size "Ada" dediklerini öğrendim yazısın­

dan. Oyuncu değildi ama sesiyle canlandırmıştı beyazperde­ nin ünlülerini, diyordu; Mine Söğüt'e göre sanatçı değildiniz ama sanatı ve sanatçıları çok sevdiniz. Resim yapmadınız, se­ ramikle uğraşmadınız ama Türkiye'de ilk sanat merkezi olan Maya'yı açtınız. 1951 'de açılan Maya Sanat Galerisi dönemin pek çok entelektüel sanatçısının buluştuğu, eserlerini sergile­ diği ve çağdaş sanatın gelişimine katkı sağladığı mekanlardan biri oldu.

Bir de sizin magazin haberciliğiniz var. Türkiye'nin ilk dedikodu yazarlarından olduğunuzu öğreniyorum. Hafta, Salon, Tasvir, Aydede, Tef gibi dergilerde sözünüzü sakın­ madan yazılar yazıyorsunuz. Kim, kimle, nerede, ne yapı­ yor sizin köşenizde yer alıyor. Köşenizin adı da: "Fitne Fü­ cur"muş. Kitapçıdan sizinle ilgili kitap ararken kitap satan genç küçümseyerek: "Hani şu, gazetelerde Fitne Fücur" im­

zasıyla yazan dedikodu yazarıyla mı ilgili kitap arıyorsunuz ? "

deyince üzüldüm doğrusunu söylemek gerekirse. Bir sürü özelliğinizden süzülerek gelenler, genç bir insanın belleğinde yer eden yalnızca dedikodu yazarı olarak anıl­ manızdı beni üzen. Selim İleri de şöyle diyor bu yazılar için: "Fitne Fücur'un yazıları alışılagelmiş dedikodu, magazin

yazılarına benzemez. Keskin bir mizahın verimidir bu yazılar. "

Ayrıca Yeditepe, Varlık ve Yeni Ufuklar gibi saygın dergilerde 1950'den 1970'e kadar şiir, öykü ve kitap tanı­ tım yazıları da yazdınız. Dergilerde tiyatro eleştirilerine de yer verdiniz. Gün geçtikçe çevrenizde sanatçılar, döne­ min önemli isimleri yer aldı. Çeviriler de yaptınız. B.Brecht, G.Bühner, B.Traven, F. Kafka, T. Dery gibi yazarların yapıtlarını Almanca' dan Türkçe'ye çevirdiniz. F. Kafka'nın sevgilisi Milena'ya 1 34


Günyüzü Mektuplan

yazdığı mektuplardan oluşan "Milena'ya Mektuplar"ı si­ zin güzel çeviri dilinizden okumuştum. Bu çeviriniz 1962'de Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü'nü kazandı. Ya­ bancı bir yazarın yapıtını okumaya karar verdiğimde çe­ virmeni benim için önemli olmuştur. Lise yıllarımdayken edebiyat öğretmenimiz Hamiyet Demiray çevirinin öne­ mini sıklıkla vurgulamıştı. Hatta Dostoyevski'nin birçok romanını özellikle Nihal Yalaza Taluy çevirisinden oku­ maya özen göstermişimdir. Yine çevirilerinizden epik ti­ yatronun ustası Bertolt Brecht'tin 11Sezuan'ın İyi İnsanı" sizin güzel çeviriniz ve sözcüklerinizle sahnede yaşam buldu. Mine Söğüt'ün dediği gibi çevirilerinizdeki dil okuyanı büyülüyordu. 1910 Temmuz'unda Çanakkale İli Gelibolu Yarımada­ sı'nda Eceabat ilçesinin bir köyü olan (Kilit-ül-bahr) deni­ zin kilidi anlamını taşıyan Kilitbahir'de topçu subayı olan bir babanın ve Alman bir annenin kızı olarak doğdunuz. Babanız Osmanlıya top salın almak için Almanya'ya gitti­ ğinde katıldığı bir davette annenizle tanışır. Annenizin ai­ lesi sözü geçen ve saygın bir ailedir, ancak kızlarına söz geçiremez ve Türkiye'ye gitmesine engel olamaz. Anneniz Almanya'ya dönemeyecektir ama çocuklarını Alman­ ya' da okutacak, onların iyi bir öğrenim görmelerini ve Al­ manca öğrenmelerini sağlayacaktır. Hacıkadın İlkoku­ lu'nu bitirdikten sonra öğrenim görmeniz için gönderildi­ ğiniz Almanya'da ortaokul ve liseyi bitirdiniz. Eğitiminizi bitirip Türkiye'ye döndükten sonra birçok yerde sekreter­ lik yaptınız. Bu arada kısa süreli ve iyi gitmeyen bir evlili­ ğiniz oldu. Çalışmak zorundaydınız; sekreterlik geçiminiz için yeterli olmadı. O günlerde Toprak Mahsulleri Ofi­ sinde çevirmen olarak çalışıyordunuz. 11Dublaj Kralı" ola­ rak bilinen ağabeyiniz Ferdi Tayfur'un birlikte İpek Film stüdyosunda seslendirme yapan eşi Melek Kobra'nın has­ talanması ile ağabeyiniz size seslendirme işini yapıp ya­ pamayacağınızı sormuş ve bu rastlantı ile Türk Sinema­ sının tanınmış kadın seslerini konuşmaya başlamıştınız. 1 35


Günyüzü Mektupları

İlk seslendirdiğiniz filmin "King Kong" oduğunu yine Mine Söğüt'ten öğrendim. Kısa sürede seS:nizle olduğu kadar kişiliğiniz ve karakterinizle de be;enildiniz ve sonra da 11dublaj kraliçesi" oldunuz. 1930'da ünlü milletvekili olan Salah Cimoz'un yeğeni avukat Mehmet Ali Cimcoz ile evlendiniz. <ocuğunuz ol­ mamıştı ama çok mutlu bir evliliğiniz vardı '\li Bey'le. Sa­ bahattin Ali, Vala Nurettin, Mehmet Ali A)bar, Asaf Ha­ let Çelebi, Sabahattin Eyüboğlu gibi tanınnış edebiyatçı­ lar, sanatçılar ve kültür adamları dostlarını; arasındaydı. Eşiniz M. Ali Cimcoz, Sabahattin Eyüboğh'yla birlikte o yıllarda çeviriler yaptı. Eşiniz Galatasara:'ı bitirdikten sonra Paris Hukuk Fakültesinden diploma ılmış ünlü bir ·avukat. Uluslararası davalarda başarılı savmmalar yap­ mıştı: 1938'de de Nazım Hikmet'i savundu. Mine Söğüt'ten başka Şükran Kurdakul ca sizinle ilgili çalışma yapmış. 11Nazım'ın Bilinmeyen Mekupları Adalet Cimcoz'a Mektuplar/1945-1950" Broy Yay::1ları'nca ya­ yımlanmış. Bu mektuplarda, yoksunluklar, c::ılar, beklen­ tiler, umutlar, özlemler içindeki koca şairin. yüreğindeki cevherin ışıltısını, bütün olumsuz koşullara ::1at, nasıl ko­ ruduğuna, insanın yaratma gücüne tutunank umudunu yitirmediğine bir kez daha tanık olunuyor. Sz:i kıskandım doğrusunu söylemek gerekirse, Nazım'ın :;ize mektup yazması, bence bir ayrıcalıktır. Mustafa Kem.I'e ve Nazım Hikmet'e, o iki 11mavi gözlü dev"e hayran olmğum kadar kimseye hayranlık duymadım. O yıllarda yaasaydım iki­ sine de aşık olurdum kuşkusuz. Sizinle araştırma yaparken bir de AhmetHamdi Tan­ pınar'la mektuplarınıza rastladım. 1959'da P.ris' ten yazıl­ mış mektup, Tanpınar'dan. Eski ve yeni ikiuygarlık, iki değerler sistemi arasında bocalayan Türk toplumunun ironik tablosunun çizildiği 11Saatleri Ayalama Ensti­ tüsü"nün yazarı Tanpınar'ı anımsayınca, hD "Ne içinde­ yim zamanın, ne de büsbütün dışında" dizeleıyle başlayan şiiri gelir aklıma. Paylaşmak istiyorum bu şi:i: 1 36


Günyüzü Mektupları

"Ne içindeyim zamanın, / Ne de büsbütün dışında; / Yek­ pare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında. / Bir garip rüya rengiyle / Uyuşmuş gibi her şekil, / Rüzgarda uçan tüy bile / Be­ nim kadar hafif değil. / Başım sükutu öğüten / Uçsuz bucaksız değirmen; / İçim muradına ermiş Abasız, postsuz bir derviş. / Kökü bende bir sarmaşık / Olmuş dünya sezmekteyim, / Mavi, masmavi bir ışık / Ortasında yüzmekteyim. " Edebi mektup türünün güzel örneklerinden biri var elimde: Okuduğu kitapları paylaşmış sizinle Tanpınar. Victor Hugo'dan söz ederken şöyle demiş: "Burada haya­

tım bildiğin gibi . . . Bugünlerde Victor Hugo ile fazlasıyla meş­ gulüm. Hatıralarını okuyorum. Müzesinde birkaç defa resimle­ rini seyrettim. Müthiş ressam, nasıl görüyor ve nasıl görünme­ nin peşinde. Sanki her tablosu sonsuzluğa ve boşluğa açılıyor. "

İnternette sizinle ilgili farklı şeyler bulabilir miyim diye bir gezintiye çıkıyorum. Selim İleri'nin sizinle ilgili şu ya­ zısı çıkıyor karşıma, eğer bu yazı bir dergide ya da kitapta yer alırsa, okuyucularla paylaşmak istiyorum. Şöyle de­ miş Selim İleri:

"Çevirmen Adalet Cimcoz dendiğinde, nedense hep B. Tra­ ven'in kitaplarını hatırlarım. Bu yazarın bir ömür boyu kendini gizlemiş olmasından belki de. . . . O günlerde 'dedikodu yazarı', Fitne Fücur imzalı Adalet Cimcoz'dan habersizdik. Brecht'i, Büchner'i Türkçe'ye çeviren kişinin bir zamanlar dedikodular yazmasına herhalde anlam veremezdik. Ne var ki, Adalet Ha­ nım' ın yaşamından iz sürersek, her ikisini gönül rahatlığıyla bağdaştırabiliriz. Her ikisi de Cimcoz'un taşkın dünyasına ya­ raşıyor. " Derken "Sezuan'ın İyi İnsanı" fırtınası! İstanbul Şehir Tiyatrosu 'nun Tepebaşı Dram Bölümü 'nde sergilenen, Brecht'in eseri Sezuan'ın İyi İnsanı yaka paça kaldırılıyor.

Oyunda komünizm propagandası varmış ... Şimdi hatırla­ mıyorum, Adalet Hanım'ın Brecht çevirisi toplattırılmış mıydı? Fakat bu kitabı, bin bir güçlükle edindiğimizi, gizli gizli, korka korka, bir yandan da övüne övüne okuduğu­ muzu dün gibi hatırlıyorum. 1 37


Günyüzü Mektuplan

1966 sonrasında -Fransızca hocam- Vedat Günyol'un Çan Yayınları yazıhanesine dadandığımda, Yeni Ufuklar Dergisi'nin aboneler listesinde ünlü çevirmen, Türk film­ lerinin seslendirme kraliçesi Adalet Cimcoz'un da adına rastlayacağım. Ortada şaşırılacak bir şey yok ama, yine de çok şaşıracağım. Dahası, Vedat Hoca'nın hem Adalet Cimcoz'la hem de eşi Mehmet Ali Cimcoz'la yakın arkadaş olduğunu öğre­ neceğim. Vedat Günyol'un anlattığı "Adalet" çok şık, çok

zarif, çok neşeli, candan, deli dolu, çok görgülü bir kadın. Karı­ koca, ikisi de, sanata düşkün kişiler, sanatı, sanatçıyı koruyan kişiler de denebilir onlara. "

Çevirisini sizin yapmış olduğunuz Bertolt Brecht'in "Galilei'nin Yaşamı" adlı eserinde, Galilei'nin Engizisyon ile karşı karşıya gelişinden yola çıkarak hem bilime yöne­ lik gerici baskıları sergiliyor, hem de alttan alta bilim-pi­ yasa ilişkisini sorguluyor. Brecht'in bu oyunu, ülkemizde de Genco Erkal yönetmenliğinde defalarca sahneye kondu sizin güzel Türkçenizle. Dünya Edebiyatından daha birçok eseri dilimize ka­ zandırdınız. Bunlardan bir bölümünü sıralıyorum: Ölüm

Gemisi (B. Traven, roman, · 1957) Sezuan'ın İyi İnsanı (B. Brecht, oyun ve üç öykü, 1961) Milena'ya Mektuplar (Franz Kafra, 1961) Dinamit (B. Traven, öyküler, 1963), Leonce ile Lena (Georg Büchner, oyun, 1963) Galileo Galilei (B. Brecht, oyun, 1963) On Dakka Sonra Buffalo (Günter Grass, 1964), Bay Puntila ile Uşağı Matti (B. Brecht, oyun, 1965), Eğlentili Bir Gömme Töreni (Tibor Dery, öyküler, 1967), Kafra'nın Sev­ gilisi Milena (Margarete Buber-Neumann, 1967), Adanmış Topraklar Üstünde (sosyal taşlama, Efraim Kişon, 1969).

Evet sevgili Adalet Cimcoz, tüm yaşadıklarınızla, giz­ lerinizle 1970 yılında kansere yenik düşerek, bu yaşanası dünyadan çekip gittiniz. 60 yaşında öldüğünüzde radyodan sesiniz kadınlara öğüt veriyordu, diyor yazılar. Ölümünü­ zün ardından hayatınız dağıldı, savruldu. Özenle sakladı­ ğınız resimleriniz sahafların raflarına düştü. Mine Söğüt 1 38


Günyüzü Mektuplan

bu resimlerinizden ulaşabildiklerini toplayarak derledi ve "Bir Yaşamöyküsü Denemesi"ni yazdı. Kimilerine göre melek mi, şeytan mı olduğu kestirile­ meyen; kimilerine göre melek, kimilerine göre şeytan olan, onların deyimiyle siz muhteşem kadının yaşamöy­ küsü denemesi, Türkiye'nin üstünde pek fazla konuşul­ mamış yüzüne bir ayna olabildi mi, bunu kestirmek zor. Belki de geride daha çok üstü örtülü yaşanmışlıklar bıra­ kıp gittiniz. Ama renkli bir çevrede, renkli bir yaşam sür­ düğünüz kuşku götürmez bir gerçek. Sizi araştıranlara rastlamış olmam da içime su serpti. Onat Kutlar'ın belle­ ğinde yer eden Paris'teki Ulm Sokağında parlak bir dö­ nem yaşayan sinema binası gibi iziniz yok olmamış, se­ vindim. Sizden geriye çok şey kalmış yine de. Türk sine­ masındaki seslendirdiğiniz filmler bile tek başına sizi, se­ sinizi yaşatıyor. Sevgiler, saygılar size . . . Filiz Gülmez

1 39


Günyüzü Mektuplan

Behice Boran

İzmir, 31 Mart 2012 Sevgili Öğretmenim, Ergenlik çağımdan bu günkü altmışlı yaşıma kadar beni çok etkileyen, pek çok yanıyla model olan Sevgili Be­ hice Boran, size 'öğretmenim' diye seslenmemi sanırım doğal karşılarsınız. Ben, kendi payıma sizin gibi söyledikleriyle eylemleri birbiriyle uyum içinde olan liderleri tanımış olmamı bü­ yük bir şans olarak algılıyorum. Sizler yazdınız, biz oku­ duk; sizler anlattınız, biz dinledik. Sizin kuşağınızın say­ gın hocaları sayesinde devrimciliğin, diyalektik bir bakış açısıyla öğrenmek ve öğrendiklerini değerlendirmekle bağlantısını kavradım. Sürekli öğrenmeyi, öğrendiklerimi paylaşmayı ve gündelik yaşama katmayı yaşam biçimim haline getirdim. Bu, bana kapitalizmin en vahşi yöntemle­ rine dayanma ve direnme gücünü verdi. Eylül 2010 tarihinde Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV) yazılarınızı, konuşmalarınızı, söyleşileri­ nizi, savunmalarınızı derledi ve 2333 sayfa olarak üç cilt ha­ linde yayımladı. Bu sayede sizinle şimdiki aklımla yeniden ·

1 40


Günyüzü Mektupları

tanışma fırsatım oldu. Bir kez daha yaşamınız boyunca yaptığınız çalışmaların, eşitlik ve özgürlük mücadelesine büyük bir inançla sahip çıkışınızın ve yorulmak bilmeyen enerjinizin tanığı oldum. Hayatın bana sunduğu sevinç­ lere ve acılara katlanırken, en çok edebiyata ve özellikle de şiire sığındım. Pek çok şair yapıtlarıyla bana güç verdi. Çok genç yaşlarda yazdığınız 'Hayatım' isimli şiiriniz de bunlardan birisidi.r. Anımsatayım.

Hayatım "Bu benim hayatım, kendi hayatım, önümde, / Şekilsiz, yoğ­ rulabilir, engin / Kendi ellerimle yoğuracağım. / Bir heykel ya­ pacağım, küçük, dikkat çekmeyen belki, / Fakat saf ve güzel, /zatta orantılarda muhteşem. / Elimdeki devasa şekilsiz kütleye, gözlerimi dikmiş bakıyorum / Bu hayat, benim kendi hayatım mı? / Benim hayatım, kendi ellerimle yoğrulmuş ? / Başımın üs­ tüne kaldırıyorum, / Milyon parçaya ayrılıyor, yere atınca / Bu hayat, benim hayatım, benim kendi hayatım / Tekrar sil baştan başlamalıyım, / Tekrar, tekrar başlıyorum artık 'tekrar' kalma­ yıncaya kadar. / Orada veya burada kaynaşan kalabalık içinde, / Erkekler ve kadınlar var ki yaşamları / Tek bir başlangıç ve akıcı devamı, / Engin ve derin kıvrımları içinde / Bütün neşe ve hüznü kaplayan. / Kırılma yok, yeni başlangıç yok, / Sadece öne doğru giden bir telaş / Kaderlerine doğru" Ara sıra, toplumun sizi daha çok politik kimliğinizle ta­ nıdığını, bunun ne kadar eksik bir tanıma olduğunu, ede­ biyat dünyasının bile, sizin edebiyatla olan ilişkinizin pek farkında olmadığını düşünür, hayıflanırım. 40'lı ve 50'li yıllarda Yurt ve Dünya, Adımlar, Hür Gençlik, Yığın gibi dergilerde yazdığınız edebiyat eleştirileri ve edebi tar­ tışma yazıları, bence günümüzde pek bilinmiyor. Oysa siz, edebiyatın dönüştürücü gücüne, her zaman inandınız ve güvendiniz. Sosyolog gözünüzle Marksist bakış açı­ nızla pek çok edebiyat eleştirisi yazdınız. 1941'de Yurt ve Dünya Dergisi'nde yayımlanan 'Na­ mık Kemal'de Devlet Fikri' konulu yazınızla, Namık Ke­ mal'i, onun Rousseau'dan etkilendiğini öğrendik. 1 41


Günyüzü Mektupları

Daha da önemlisi edebiyat yapıtını, farklı okumalar ya­ parak anlamayı ve yazarın etkilendiği kişiyle benzeşen ve ayrılan bakış açılarını incelemeyi kavradık. Siz, bize ders ki­ taplarında öğretilen Halide Edip'in bambaşka yanlarını gösterdiniz. Onun romanlarıyla ilgili yaptığınız inceleme­ lerde "Her sanatkar farkında olarak veya olmayarak eserlerinde kendi cemiyet (toplum) görüşü'nü aksettirir" bakış açısıyla Si­ nekli Bakkal, Vurun Kahpeye ve Tatarcık romanlarını ya­ zıldığı tarihteki toplumsal yapıdan bakarak, kıyaslamalı olarak analiz ettiniz. Size göre "Halide Edip dini taassuba, nas­

lara muarızdır, fakat kendisi dindar ve mistiktir. Halkçıdır, çalı­ şan insana kıymet verir, fakat cemiyette aristokratik bir zümrenin mühim bir yeri olduğuna kanidir. İçtimai meselelerle alakalıdır, onların halledilmesini ister, fakat bu işlerin merkezi bir teşkilat ile değil, ferdi teşebbüs ve hamiyetle yapılmasına taraftardır. Bazı eserlerinde mücadeleci gibi görünür, fakat hakikatte sevgi ve ikna yoluyla hareket edilmesini tercih eder. Halide Edip'de maziye has­ ret vardır. Onun görüşüyle şüphesiz geçmişin kusurları çoktu, değişmeli idi ve değişti de fakat maziden kalma muhafaza edil­ meye değer kıymetler de vardır. 'Eski' esas itibariyle güzeldir, kıy­ metlidir, düzeltilip tamir edilip yeniden kullanılmalıdır. Bunun için H. Edip inkılapçı değil, ıstahatçıdır ve esas itibariyle de mu­ hafazakardır. (5 Mayıs 1941 Yurt ve Dünya)"

Kırklı ve ellili yıllarda özellikle gençler ve kadınlar tara­ fından çok okunan kadın yazarlarımızdan Muazzez Tahsin Berkand'ın, Sonsuz Gece, Bahar Çiçeği, O ve Kızı; Kerime Na­ dir'in Hıçkırık ve Kabahat Bende mi; Mebrure Sami'nin Ley­ laklar Açarken romanlarını incelediniz. İncelemenizde özetle; "Bu romanların hepsinin anlatılan vakaların ayrı ve mu­

harrirlerinin başka olmasına rağmen, aynı umumi kalıba girdi­ ğini, müşterek vasıflar gösterdiğini hayretle gördüm. Bunların hepsi sadece birer 'aşk' hikayesidir. Kitapların sıklet merkezi bu hikayelerin inkişafı bir düğüm noktasına erişmesi ve sonunda düğümün çözülmesidir. İyi, kuvvetli romanları vasıflandıran karakter tahlili, insan şahsiyetinin derinliklerine inerek incele­ mek bu kitaplarda mevcut değildir. Muharririn hayat görüşünü 1 42


Günyüzü Mektupları

veya mevcut içtimai muhitin, şartlarının tahlilini de aramak bey­ hude bir teşebbüstür. Vakalar adeta bir içtimai boşluk içinde ge­ çer, daha geniş cemiyet çerçevesinde geçen hadiselerin hikayenin kahramanları üzerine bir tesiri yoktur, onlar sadece kendi küçük şahsi meseleleri, 'kalp çarpıntıları' ile meşgul olurlar. Kitapların hepsi başından sonuna kadar vıcık vıcık, yapışkan, fazla şekerli bir şurup gibi iç bayıltıcı bir santimantalizm ile doludur. Okuyucu­ nun sathi basmakalıp hislerine hitap etmek, ona tatlı göz yaşları döktürmek, 'zavallı çocuk' veya 'zavallı genç kız' dedirtmek için lazım gelen bütün unsurlar seferber edilmiştir. Gençlerimiz bu nevi romanlardan hoşlanıyorsa bunun iki manası vardır! Gençle­ rimizin ruhi inkişafları icap eden seyri takip ederek olgunluk ça­ ğına erişmemiştir. Bu gençlerin edebi terbiyesi eksiktir. Gençleri­ miz, büyük roman nedir? Ne gibi vasıfları taşır? Bilmiyorlar de­ mektir. Kanaatimce derslerde edebiyatın nazari ve malumat kısmı üzerinde durmaktan ise, gençlere bol bol, şiir, roman ve deneme okutalım ve bunların tahlil ve tenkitlerini, sınıfta mukayeselerini yaparak gençlerde 'edebi bir miyar' ın teşekkül etmesine çalışalım. Onlara okuyacakları kitapları titizlikle seçmesini öğretmeliyiz. "

Sevgili öğretmenim, bu incelemenizden bizler de genç yaşımızda bir romanda aramamız gerekenleri öğrendik. Ama ne yazık ki edebiyat dersleri, ülkemizde hala ezberci bir müfredatla sürüyor. Gençlerimiz arhk okumayı hiç önemsemiyor. Yani sözünü ettiğiniz edebi terbiye bir türlü ve­ rilemedi, verilemiyor. Bir başka yazınızda "insan sekiz veya

on bir sene sadece ders kitapları okuyarak kitap zevkine varamaz." (Ağustos 1941 Yurt ve Dünya Kadın Romancılarımız başlıklı yazı) diyordunuz. İnanın durum hiç değişmedi. Ne zaman bir öykü okusam, sizin Sabahattin Ali'nin "Kürk Mantolu Madonna" kitabıyla ilgili yazdığınız değerlendirme yazısın­ daki şu tespitleriniz gelir aklıma: "Hikayeci okuyucuya 'dozu fazla kaçırıyor' hissi vermemelidir. Hatta fantezi, hayali mevzular yazanlar bile, eğer mahir hikayeci iseler, hikayeyi okuduğumuz müddetçe 'olmayacak şey' dedirtmezler, dedirtmemelidirler. Oku­ duğumuz şeyin bir masal, efsane veya rüya olduğunu bildiğimiz, mantığımızı kullandığımız zaman anlatılan neviden bir hikayenin 1 43


Günyüzü Mektuplan

gerçekte olamayacağını bildiğimiz halde, okurken bu bilgimizi gemler ve kendimizi hikayeye bırakırız. Hikayecinin mahareti bu­ radadır." (Adımlar, s. 2 Haziran 1943)

Benim de çok sevdiğim, eserlerini tekrar tekrar okudu­ ğum Rıfat Ilgaz için yazdıklarınızı kısaca anımsatmadan geçemeyeceğim. Onun için 1943 yılında şöyle yazmışsınız:

"Rıfat Ilgaz, kendine mahsus bir edası olan, şuurlu veya şuursuz taklitten uzak, müstakil şahsiyetli bir şair olarak beliriyor. Yazıla­ rında gösteriş, şu veya bu olmak iddiası yok. YAKINDAN BİL­ DİGİ, İÇTEN DUYDUGU MEVZULARI, KENDİ HAYAT TECRÜBELERİNi iŞLiYOR. Bunun içindir ki, entelektüel id­ dialara, 'bir şiir anlayışı' iddialarına girmeden, lüzum görmeden kendine mahsus bir yazış geliştiriyor. Rıfat Ilgaz'ın işlediği mev­ zular günlük, herkesin başından geçen veya geçebilecek olan hadi­ selerdir. 'Küçük şeylerden bahsetmek' bazı genç şairlerimiz ara­ sında beliren bir temayüldür. Fakat bazıları bunu adeta bir dogma haline getiriyorlar, küçük şeylerden bahsetmeyi gaye ediniyorlar; o zaman bu bir nevi şiir züppeliği oluyor. Rıfat Ilgaz'da beğendi­ ğim böyle bir temayül olmamasıdır. Rıfat Ilgaz müreffeh bir züm­ renin değil, fakat bir günden öbürüne yaşayabilmek için, didişen ve böyle üzüntülü günlerin akşamında bazen, 'gününü gün et­ mek için şöyle bir demlenen' halkın şairidir. Onun için şiirkrinde gül, bülbül, berrak sema, mavi deniz, kalp ağrıları yok. Hayatın daha karanlık, daha hüzünlü taraflarının akisleri var. Bununla beraber kötümser bir ruh hali de sezilmiyor. Şair isyankar da de­ ğil. Kendisini hadiselerden biraz uzağa çekiyor ve hayata karşıdan bakarak gülebiliyor, alaylı olmakla beraber, halden anlayan, şef­ katli, müsamahalı bir gülüş; acı, yakıcı bir istihza değil. Bu hoş gören tarzda alay içinde bir hüzün de gizleyerek. "

Ne mutlu Rıfat Ilgaz'a ki sizin anlattığınız konumunu hiç bozmadı. Eserleri, oğlu tarafından kurulan Çınar Yayın­ cılık tarafından yayımlanıyor, adına konulan ödül her yıl onu anarak dağıtılıyor ve böylece eserleri hala okunuyor. Sevgili öğrehnenirn, "Sanat Sanat içindir, Sanat Cemiyet İçindir Dolambacı" isimli çalışmanız da beni çok etkilemiştir. Bu makalenizde: "Sanat eserinin ve sanatkarın faaliyetinin 1 44


Günyüzü Mektupları

tetkiki bir taraftan sosyolojiyi, diğer taraftan psikolojiyi ilgilendi­ rir. Sanatkar çalışırken eserin hitap edeceği zümre ile ilgilenme­ yebilir, sırf kendisini tatmin etmek için eser yaratabilir. Eserle­ rinde şuurlu olarak hiçbir görüş, hiçbir tez ifade etmeyebilir. Fa­ kat onun kendi ruh hali içinde çalışması eserinde gerçekten sosyal şartları, bir hayat görüşünü aksettirmemesi demek değildir. Sa­ natkarın sübjektifgörüşüyle, onu faaliyete sevk eden psikolojik sa­ iklerle onun faaliyetinin ve yarattığı eserine gerçekteki mahiyeti birbirine karıştırılmamalıdır. Okuyucusuz edebiyat, seyircisiz ti­ yatro, dinleyicisiz musiki olamaz Eserin sanat değerini onu yara­ tan sanatkar kendisi değil, dışındaki zümre veya zümreler biçer. Esere değer biçen zümre iki çeşittir. Bir, o sahada salahiyettar, ih­ tisas sahibi olanlardır. İkincisi eseri okuyan, dinleyen veya seyre­ den zümrelerdir. Hiç şüphe yok ki büyük sanat eserleri mütehas­ sıs zümresini aşan, daha geniş zümrelerin beğenip kabul ettiği eserlerdir. Sanatın sosyal şartlarını, amillerini kabul etmek, sa­ natkarın ferdi kıymetini, oynadığı rolü küçültmek değildir. "Sa­ nat sanat içindir", "Sanat cemiyet içindir" ikiliği, kökünde daha umumi olan fert ve cemiyet ikiliğinin, artık eskimiş, gayri ilmi di­ yebileceğimiz mekanik içtimai determinizm görüşünün sanat sa­ hasındaki tezahürüdür." "Sanatın Sosyal Şartları ve Roman" isimli makalenizde de "Sanatkarın zaruri olarak, istese de istemese de içinde yaşadığı ce­ miyetin değerlerini, şartlarını eserinde ifade ettiğini söylemiştik. Bunun şahsf, sübjektif bir hüküm olmadığına, bugünkü tecrübf psikoloji sahasında yapılan araştırmaların bu hükmü tuttuğuna işaret etmiştik. Sosyal psikolojide, ferdin şahsiyetinin dışındaki sosyal değerlerin benliğine mal edilmesi, onun bir parçası haline gelmesi ile teşekkül ettiği, zengin müşahedelerle tespit edilmiş bir hakikattir. Şahsiyet, sosyal değerlerin benliğe yerleşmesi ile teşek­ kül ettiğine göre, demiştik, sanatkar yalnız kendisini ifade ve tat­ min etmek için eserini yaratsa, orada yalnız kendi şahsiyetini ifade etmek isterse bile bu yine dolayısıyla içinde yaşadığı cemiyetin bir ifadesi olacaktır. Fakat, sanatkar içinde yaşadığı cemiyetin, devrin şartlarını, değerlerini ifade eder demekle, sanatkarın ve sanat eserinin sosyal mahiyetinin ne olduğunu tamamıyla belirtmiş, 1 45


Günyüzü Mektupları

bu konuyu tüketmiş olmuyoruz: «İçinde yaşadığı cemiyeti ifade eder» cümlesi fazla umumf ve bunun için de müphem kaçıyor. Çünkü «cemiyet», içyapısı itibariyle mütecanis, her kısmı birbi­ rine benzeyen, birbirine eşit bir bütün değildir. En iptidaf cemi­ yetler bir tarafa bırakılırsa, bütün tarihf cemiyetler «tabakalaş­ mış» cemiyetlerdir, yani nüfus, üst, alt, orta diye geldiğimiz ta­ bakalara ayrılmıştır. Şu halde sanatkar, diğer bütün fertler gibi, yalnız bir cemiyete mensup bir insan değil, fakat bir cemiyette bir tabakaya mensup olan bir kimsedir; her fert gibi onun da sosyal tabakalaşma yapısında bir yeri vardır. Umumiyetle fertte en kuvvetle yerleşen kıymetler kendi ailesi­ nin, komşularının, dostlarının, mesleğinin, Jıülasa günlük haya­ tında temasa geldiği insanların ifade ettikleri kıymetler, yani kendi tabakasında yaşayan kıymetlerdir. Umumiyetle diyorum çünkü bazı hallerde ferdin kendi tabakasından koptuğu, bunun için de kıymetlerini değiştirdiği olur. Tabakalaşmanın en keskin ve aşikar belirtisi tarihf devirlerin binlerce yılı boyunca, dünyanın muhtelif yerlerinde muhtelif zamanlarda teşekkül edip sonra yı­ kılmış olan feodal cemiyetlerde görülür (bunlar mahalli derebeylik veya merkezi imparatorluk şekillerinde olmuşlardır). Bu cemiyet­ lerde idare eden, hakim üst tabaka ile idare edilen alt tabaka ara­ sındaki fark gayet keskin ve apk olarak örf ve adetlerde hatta kanunlarda ifadesini bulmuştur. Muhtelif nüfus zümrelerinin kılık kıyafetini bile adetler veya kanunlar kat'f olarak tespit etmiştir; ce­ zalar mücrimin ve zarara uğrayan tarafın sosyal tabakalaşmadaki mevkiine göre sıraya konmuştur; bir köleyi öldürmekle bir asilza­ deyi öldürmek aynı cezayı istilzam etmez. Bu cemiyetlerde sosyal tabakalar büyük mikyasta kapalıdır. Yani fertlerin tabaka değiş­ tirmesi gayet güçtür, ekseriyet için imkansızdır; herkesin sosyal mevkii doğuştan tespit edilir ve ölünceye kadar ve kendinden sonra çocukları da o tabakada kalırlar. Bu cemiyetlerde sanatın durumuna baktığımız zaman, hayat şartlarında idare edenle idare edilen zümreler arasındaki keskin ayrılışa uygun olarak sanatfaa­ liyetlerinin ve şekillerinin de farklılaştığı görülür. Cemiyetin ya­ pısında olduğu gibi sanatta da bu farklılaşma keskindir. Mesela Osmanlı imparatorluğunda bir hakim zümrenin edebiyatı olan 1 46

·


Günyüzü Mektupları

divan edebiyatı, onun musikisi, onun mimarisi olan camiler, çeş­ meler, saraylar vardı, bir de halkın kendisinden çıkan, onun dili ile ifadesini bulan ve onun dileklerini, hislerini ifade eden halk türküleri, destanlar, masallar, işlemeler, rakıslar ilh. . vardı. Aynı tarzda sanatın bölünmesini ortaçağ Avrupa cemiyetlerinde de gö­ rüyoruz. Orada da «saray sanatı» ve «halk sanatı» ikiliği ile kar­ şılaşıyoruz. Bu cemiyetlerde sanatkarın bir zümreye mensup oluşu ve onun kıymetlerini ifade edişi modern cemiyetlere nisbetle daha açıkça, daha elle tutulur bir surette belli oluyor; çünkü, bir taraf­ tan dediğimiz gibi bu cemiyetlerde tabakalar arasındaki ayrılma daha aşikar ve keskin olarak belirmiştir; ikincisi, bu cemiyetlerde, daha sonra kapitalist cemiyetlerde olduğu gibi, sanatkarın eserini satarak geçinmesi, mümkün olmadığından, yani sanat henüz «ti­ carfleşmiş» olmadığından sanatkarlar ancak zengin ve kuvvetli prenslerin, kralların himayesinde, onların sığıntısı olarak geçim­ lerini temin edebiliyorlardı; bunun için sanatkar her şeyden evvel eserini aristokrat patronuna beğendirmek zorunda idi. Bu demek­ tir ki sanatkar ile okuyucusu, seyircisi veya dinleyicisi arasındaki bağ daha doğrudan doğruya idi; sanatkar bu küçük aristokrat zümrenin isteklerine daha doğrudan doğruya tabi olmak zorunda idi. Kapitalist - burjuva cemiyetlerin teşekkülü ile vaziyet biraz bulanıyor; sanatın ve sanatkarın tabaka - mensubiyetini yakala­ mak ve halletmek feodal cemiyetlerdeki vaziyete nisbetle, daha kaypaklaşıyor. Bunun sebebini iki nokta etrafında toplayabiliriz: birincisi, feodal cemiyet çözülüp yıkılır ve burjuva cemiyeti de be­ lirip gelişirken cemiyet, sosyal münasebetlerin süratle değişme halinde olduğu, tabakaların arasındaki bölmelerin yumuşadığı, tabakadan tabakaya süratli ve büyük mikyasta nüfus hareketleri­ nin vaki olduğu bir devre geçiriyor. İkincisi, yeni cemiyet yapı­ sına uygun olarak, sanatkarla sosyal tabaka arasındaki münasebet feodal cemiyettekinden farklı bir şekilde ifadesini buluyor."

Bu makalede sözünü ettiğiniz kapitalist sistemin, sa­ natçıya ve özellikle de edebiyatçıya dayattığı normlar, gün geçtikçe vahşileşiyor. Ne yazık ki artık yayınevleri şiir ve öykü kitabı basmak istemiyor. Ne yazık ki en çok satan 147


Günyüzü Mektupları

kitaplar listelerinde hakim sınıfın dünya görüşünü des­ tekleyen eserler en ön sıralarda yerini alıyor. Çok etkilendiğim "İleri Sanat Geri Sanat" isimli makale­ nizden de kısa bir anımsatma yapmak istiyorum. "Sanat

eserleri için ilerilik ve gerilik varittir, çünkü sanat eseri mutlak bir şeyler söyler. 'Ne söylüyor? Kime söylüyor' sualinin cevabına göre bir sanatktirın eserleri ileri veya geridir. İlerinin ölçüsü, sa­ nat eseriyle, o eserin içinde meydana gelmiş cemiyet arasındaki münasebettedir. Bir cemiyeti bünyesinde onu daha ileri bir teka­ mül safhasına götürecek şartlar ve aynı zamanda mevcut durumu devam ettirmeye amil olan şartlar vardır. Cemiyet bünyesinin ve sınıf nizamının durumu fikir ve sanatta umumiyetle sosyal de­ ğerlerde ifadesini bulur. Bir tarafta ileri gelişmelerin yarattığı ve inkılapçı sınıfın ideolojisine tekabül eden bir hayat ve dünya gö­ rüşü ve bu görüş noktasından bir tabiat, insan, aşk, güzellik, sa­ nat ve felsefe anlayışı vardır; diğer tarafta, mevcut nizamın mü­ dafii olan sınıf ve zümrelerin kendi durumlarına uygun bir hayat ve dünya görüşü tabiat, insan, aşk, güzellik, sanat ve felsefe anla­ yışı vardır; İleri sanat birincisinin, geri sanat ikincisinin sözcü­ südür. Cemiyet, sanat münasebeti tek taraflı, mekanik, otomatik bir münasebet değil, diyalektik bir münasebettir. " (Yığın Dergisi, sayı 6, 1946)

İngiliz Edebiyatı'na bizim edebiyatımız kadar hakimdi­ niz. Walt Whitman'dan şiirler tercüme ettiniz ve yazarın yaşam şevkini ve sevincini övdünüz. Küçük şeyleri, küçük şeyler olarak ele almadığını, onları geniş bir muhteva içinde, kainatı kucaklayan bir tabiat sevgisi içinde işlediğini anlattınız. Whitman'ın, her şeyi olduğu gibi kabul eden, uyuşuk bir iyimserlik yerine, inançla girişilen bir hayat mü­ cadelesinin, geleceğe olan inancın doğurduğu gürbüz in­ sanı vuran iyimserliğinin önemini vurguladınız ve elbette bizlere o günlerde adından bile söz edilmesi sakıncalı olan Nazım Hikmet'i tanıttınız. Hiç korkmadan, onun hakkında yazılar yazdınız, hapishaneden çıkması için kampanyalar düzenlediniz. Siz Türkiye İşçi Partisi'nde şiir akşamları dü­ zenleyerek, biz gençlere adeta bir edebiyat okulu yarattınız. 1 48


Günyüzü Mektupları

Şiirden aldığımız enerjiyi elden ele, gönülden gönüle akıt­ mamızı sağladınız. Şiir demişken sevgili arkadaşınız Mihri­ zafer Kösem Tolon'un oğlu Mahmut Tolon tarafından gün ışığına çıkarılan ve tercüme edilen iki şiirinizi anımsatmak istiyorum:

Hırs "Bir hırs dalgası / Özümde mayalanıyor: / Yükselip ka­ barıyor, kaynayıp şekillenerek, / Doğuyor, sıkıntı ve çaresizliği aşarak, / Doğuyor ve taşıyor kargaşanın içinden ve akıyor / dün­ yaya doğru, / Kan kırmızısı damlayarak alttaki yıldızların üs­ tüne" Mihri'ye "Bir gün; / Fırtına dindiğinde / Ve gökyüzü tekrar safir camgöbeği mavisindeyken, / Biz bir tepenin üstünde otura­ rak, / Seyredeceğiz güneşin öfkeli kırmızısını, / Erimiş kurşun de­ nizine batarken. / Bir gün; / Yaşamın uzun çabası sona erdiğinde, / Ve boş ellerimiz kucaklarımızda dinlenirken, / Biz bir tepenin üstünde oturacağız, / Ve günlerin tantanalı geçit törenini izleye­ ceğiz: / Bir gülümseme ile birkaç gözyaşı ile ve içimizi çekerek. / Bir gün; Sen ve ben, bir tepenin üstünde oturarak, / Gariplikler yapmaktan hoşlanan ve kendimizle alay eden bir kahkaha ile / Baş­ larımızı sallayacağız bilgece: / Çünkü hiçbir gün, o zaman görün­ düğü kadar parlak olmamıştı, / Ve hiçbiri o denli kapkara, bir umut ışığı barındırmayacak kadar. " (14 Aralık 1940) Sevgili öğretmenim, bu şiirde anlattığınız fırtınalar hiç dinmedi. Her gün daha da artarak devam ediyor. Ama bizler, sizin öğrencileriniz umudumuzu hiç yitirmedik. Edebiyatın dönüştürücü gücüne güvenerek, emeğin değe­ rini bilerek, halkların kardeşliğine inanarak her çeşit sömü­ rüye, savaşlara ve ayrımcılıklara karşı durmaya büyük bir hırsla devam ediyoruz. "Bir gün yaşamlarımızın uzun çabası sona erene" kadar hpkı sizin yaptığınız gibi. Sevgilerim ve sonsuz saygılarımla ...

Nevzat Süer Sezgin

1 49


Günyüzü Mektuplan

Neriman Hikmet Datça, 26 Mart 2012 Konya'nın Devrimci Kızı Neriman Hikmet'e, Hemşeriniz olarak Konya'nm yetiştirdiği sizin gibi bir değeri, romancı-şair-gazeteci olarak edebiyatın yetiştir­ diği bir seçkini, şimdiye dek tanımamış olmam, benim ku­ surum mu, her şeyi unutturan zamanın acımasızlığı mı, yoksa edebiyat dünyasının vefasızlığı mı, bilmiyorum. Geç kalmış bu mektubu bana yazdıran da Türk Edebiyat Tarihi'nde kısacık bir yazıyla yer alışınızın içimi acıtması, belki yıllar sonra gelen hemşeri dayanışması, belki de sizde kendimi bulmam. Ne çok benzeşen yanımız varmış meğer! İstiyorum ki, yeni kuşaklar, sizi tanısın, tanıyanlar yeniden anımsasın. Bir yazar olarak bu, hemşerime vefa borcum, gençlere karşı da görevim, diye düşünüyorum. Soyadmızdan ötürü dünya şairimiz Nazım Hikmet ile sizi akraba sanırdım önceleri, meğerse soyadı benzerliğiy­ miş. Zaten dil, yazın, düşün akrabası, yurt kardeşi değil misiniz? Konya'nın Sevgili Devrimci Kızı, Kurtuluş Savaşımızı Kutsal İsyan ve Kutsal Barış ile destanlaştıran Hasan 1 50


Günyüzü Mektuplan

İzzettin Dinamo üzerinde çalıştığım sırada edebiyatımızın yüz akı ünlü yazar/ şairi Ahmet Özer "Neriman Hikmet ile

H. İzzettin Dinamo'nun yolunun kesiştiğini biliyor musun? " sorusuna "hayır" deyince, zamanın ünlü gazetecisi Suat Derviş'in, "Sizi, Dinamo ile evlendirmek istediğini" söyleye­ rek, önce telefonda tanıştırdı bizi; bu tanışma için dostum Özer' e teşekkür ederken, o da sizin kitaplarınızı edinme­ sinde büyük yardımım gördüğü Havva Alkış' a, "Reşid Ha­

lid Gönç'ün bin bir emekle yoğrulan koleksiyonundan Ayhan Yetkiner tarafından hazırlanıp Selami Akpınar, Tuncer Beno­ kan, Demir Feyizoğlu, İbrahim Örs ve Vasfiye Özkoçak tarafın­ dan yayına sunulan İstanbul Gazeteciler Cemiyeti Yayınla­ rı' ndan çıkan, üç ciltlik Bab-ı Ali'nin Hatıra Defteri'ni, BO'li yıllarda bir yolla kendisine ulaştıran sevgili Naim Tirali'ye" te­

şekkür ettiğini söyledi; Bab-ı Ali'nin geçmişinde uzun bir yolculuk yapmasını sağladıkları, sizi, onunla buluştur­ dukları için. Sevgili Konya Şekeri, mektubumda sevgili Ahmet Özer'in anlattıklarından ve yazdıklarından yola çıkarak tanıtacağım sizi okurlara. Sözü edilen yapıt, 1892 do­ ğumlu Reşid Halid Gönç, "Bab-z Ali'de bir yazar, bir gazeteci olmak isterken" imza, ithaf ve fotoğraf toplamaya yönelik özgün bir koleksiyona imza atmış: "Yaşamı boyunca pek çok

yazarın, karikatür ustasının, gazetecinin ünlü olup olmamasına bakmaksızın peşinde koşan Gönç", öldüğünde örneği olma­

yan bir yapıt bırakmasaymış geride, sizi, ne sevgili A. Özer bu denli iyi tanıyacaktı, ne de hemşeriniz ben. Sayın Gönç' ün, ardından koşup imzasını, el yazısını ve fotoğra­ fını aldığı kişilerden biri de sizmişsiniz. Ben de -ışıklı gölde yatsın- Sayın Gönç' e ayrıca teşekkürü, bir kalem borcu biliyorum. 1944'te yazar Gönç'e verdiğiniz fotoğrafa ek olarak bir kağıda el yazınızla yazdığınız yazıda "O da balçıktan yara­

tılmış bir insandı. Onun da ruhunda melek kanatları vardı ve talihini Hak göndermişti. Yedi, içti, bir gün 'oh' demedi. Ömrü ah vah ile geçti. " cümlelerini okuyunca, kadın yanım ağladı, 1 51


Günyüzü Mektupları

yazar yanım gururlandı; siz de bilirsiniz Konya' da "hem kahır çeken, hem kahra direnip yaşayanlara, "Kahramen " den­

diğini. Siz yaşamınızla, yazdıklarınızla ve yaptığınızla gerçek bir kahramansınız; örnek alınası ... Bilirsiniz ki pa­ ranın iki yüzü gibidir Konyamız; dindarlığa dönük sisli yüzüdür, tutuculuğu; çağdaşlığa bakan aydınlık yüzüdür, Mevlana ve Nasrettin Hoca ... Daha o tarihlerde ilerici dü­ şünceniz, devrimci ve çağdaş kimlik/kişiliğinizle karan­ lıktan aydınlığa ağan kuyruklu yıldızsınız; bizlerin yo­ lunu da aydınlatan . . . Nasıl üzülmem, nasıl hayran olmam Konya'nın Çetin Cevizine; hele sizi tanıdıktan sonra. Sizin gazete ve dergi­ lerde kaldığı belirtilen öyküleriniz bir yana tutulduğunda, roman türündeki tek yapıtınız "Köyün Dulları" ile ta 1944'te toplumun önemli bir sorununa parmak basma yü­ rekliliği göstermenize hayran olmamak olası mı? İstanbul Gençlik Kütüphanesi Kültür Matbaası'nda basılan 95 say­ falık romanınızda, pazardan öte yol bilmeyenlerin yaşa­ dığı Cıvgalar Köyü'nden Elifin kişiliğinde kadınların çok yönlü sorunlarını öne çıkarıp bütün yönleriyle irdelemiş­ siniz. 1940'lar Türkiye'sinin ekonomik, kültüret toplum­ sal yapısıyla kırsal kesimin·sorunlarını düşündüğümüzde erkek egemenliğinin yakıcılığı görülmekte. Yapıtınızla ka­ lemimin önünü açmanıza sevinemiyorum; onca zaman­ dan sonra "berdel, kuma, başlık parası, kadın cinayetleri, ka­ dına şiddet" öyle içimi yakıyor ki, ülkemde kadınlar açısın­ dan değişen bir şeyin olmadığını görmek. .. Kaldı ki siz, Sami Paşazade'nin "Karabibik" romanın­ dan "Küçük Paşa" ya, oradan Y. Kadri'nin "Yaban"ına uza­ nan kırsal kesim insanının yaşamını, Mahmut Makal'ın 1950'deki "Bizim Köy"de farklı bir açıdan ele alındığını düşündüğümüzde, romanınızın bir geçiş noktasında ol­ duğu besbelli. Asıl sevindirici olan da Anadolu gerçekçili­ ğine 1940'larda açtığınız pencerenin, bizleri yüreklendir­ mesi. Bugün pek çok kadın yazar, kadın sorunlarını yiğitçe dillendirmesini, size ve sizin gibilere borçlu kanımca ... 1 52


Günyüzü Mektupları

Doğum tarihinizin de benim gibi tartışmalı olup aynı ayda doğmuş olmamız, içimi sımsıcak yaptı. Adı geçen ro­ manda özgeçmişinizden "22 Aralık 1912 (1915) yılında İs­

tanbul'da (Konya'da) doğduğunuzu; babanızın istasyon şefi (bekçi) olduğunu; çocukluğunuzun küçük istasyonlarda geçti­ ğini; ilkokulu Hereke'de, liseyi İstanbul'da bitirdiğinizi; hukuk ve İktisat fakültelerine devam ederken basın mesleğine başladı­ ğınızı; 1930 yılında Servet-i Fünun Dergisi'ne şiirler ve yazılar yazdığınızı; Vakit ve Haber gazetelerinde macı,rif ve adliye mu­ habirliği yaptığınızı; daha sonra sırasıyla Tanin, Vatan, Ankara Telgraf, Medeniyet, Tan gazetelerinde çeşitli görevler üstlendi­ ğinizi; 1968 yılında emekli olana kadar çeşitli gazete ve dergi­ lerde fıkralar, öyküler, incelemeler yapıp röportajlar yayınladı­ ğınızı; Köyün Dulları'dan başka, Ankara Kabristanı'nda Açan Güller, Mevlana ve Yaratılış Felsefesi adlı eserlerinizin oldu­ ğunu; Gazeteciler Cemiyeti üyesi ve Basın Şeref Kartı sahibi olup yaşamınız boyunca hiç evlenmediğinizi." öğrendim. Gözü kara mücadeleci yanımla ne kadar da size benzi­ yorum; hayret! Sizin gibi ben de bir başıma çekip gittim büyük kente; ideallerimin peşinden. Bir anda yaşamın diş­ lileri arasında yapayalnız bir başıma buldum kendimi; ya­ şamla hep didiştim durdum. Hayatta hiçbir şey sunul­ madı bana. Hep savaşarak, dişimle tırnağımla koparıp al­ dım yaşamdan payıma düşeni. "Yalnız taştan duvar olmadı­

ğını" bilenlerdenim; zaman ve başkalarının deneyimleri, en iyi öğretmenim ve yedenim oldu. Konya'nın Sevgili Kunduru Buğdayı, her yazarla il­ gili yaşadığı dönemde hakkında olumlu ve olumsuz ya­ zılanlar, konuşulanlar olur, olmuştur, olacaktır... Sizin hakkınızda da Edebiyat Tarihçisi, eğitimci-yazar Murat Uraz, 1940-1941'de yazdığı özgeçmişinizle birlikte "Ser­

best nazımla şiirler yazdığınızı, bu alanda başarılı olduğu­ nuzu, düşünce ve duygu bakımından şiirlerinizin temalarında bir değer ve özellik bulunduğunu, çocuk yaşta şiirler yazdığı­ nızı, 13 yaşındayken 'Öksüzün kusurunu yüzlersen acı acı /İnsanların babası sana atar kırbacı' dizelerini yazdığınızı" 153


Günyüzü Mektuplan

belirtmesi beni sevindirdi. Çocuk yüreğinizde bu ne du­ yarlılık, bu ne bilinç, bu ne yiğitlik . . . . Ayrıca Sayın Uraz'ın "Eserlerinizde sözcükleri akrobatik

bir biçimde, başarıyla kullandığınızı, diğer kadın şairlere ben­ zemeyen söyleminiz olduğuna değinirken, duygularınızı be­ timlemede başarınızın üstünlüğünü vurgulama(kta) "sı, sizin

gibi genç bir şair için ne büyük övünç! Göğsüm kabardı doğrusu. Ya Hüseyin Cahit Yalçın'ın Fikir Hareketleri Der­ gisi'nde, sizin "Orijinal buluşlarınıza işaret ettiği gibi biçe­

minizin, çoğu kadın şiirlerinde görülen duyarlık düşkünlü­ ğünden uzak bulunduğuna, yeni coşkun ve teklifsiz erkek hay­ kırışları edası taşıdığınıza değin(ir)"mesi, erkek egemen

edebiyatımızda, kadın şair/yazarın sesini duyurmasının erkek haykırışından başkaca yolu mu var? Dünyada ve bizde birçok kadın yazarın "mahlas" kullanması bu yüz­ den değil midir? Sanat hayatınızda değerli bir genç şair olarak bir ara durmuş, şiir yazmayıp gazete sütunlarına yazı yetiştirmeye çalışmışsınız. Konya'nın Sevgili Çetin Cevizi'nin, çalışmaktan başka umarı mı vardı sanki? Ya benim? Bir dönem ders kitapları yazmak zorunda kal­ dım . . . Edebiyat dünyasında yapıtlarının geliriyle yaşa­ mını refah içinde sürdüren, Aziz Nesin, Yaşar Kemal'den başka kaç yazar/şair vardır ki? Ülkemizde topluma yan­ sımayan yazarın acı gerçekliği bu işte! Orhan Pamuk, Elif Şafak mı? Şiire açılan pencerenizde, -ışıklar içinde yatsın şair Öz­ can Yalım gibi- şiir kitapları konusunda özgün bir kolek­ siyona sahip olan Arslan Pulathaneli'nin belgeliğinden alınmış bir kitabınızın fotokopisinden Sevgili Özer'in ya­ zısından öğrendiğime göre "1935 yılında İstanbul'da Tecelli Matbaası'nda basılan, 31 sayfadan ibaret olan Tren'in, "ön­

söz"le birlikte 1 6 şiirden oluştuğunu; bunu yayımladığınızda 23 yaşında olduğunuzu; yapıtla ilgili görüşlerinizi 'Benim şi­ irlerim' dediğim ve Üzerlerine titrediğim şu mısralar; belki istenilen, beğenilerek okunacak olan 'öz şiir' olmayabilir. 1 54


Günyüzü Mektupları

Fakat 'yazdıklarım; şiir dolu gönlümün, şiirle dolu duy­

gularımın birer hezeyanıdır' desem; onların beni o kadar gülünç etmeyeceklerinden bir hayli ümitliyim, ben bu ümidi yaşatmakla birlikte böyle bir yolda, böyle bir ham­ lenin; bir şiir demeti yaparak okuyucu ruhlarına sunma­ nın büyük bir cesaret ve cüretkarlık olduğunu da anlamı­ yor değilim, ancak; bu hamle, yan yana yürüdüğümüzü, belki daha önde olduklarını düşünenlerden çok ileri geç­ mesiyle bana övünç verdiğini, ufak tefek eksiklerimin ba­ ğışlanacağını düşünerek seviniyorum.' cümleleriyle belirt­

tiğinizi; şiirlerinizin "Fırtına-Sükun", "Bitmeyen Yollar", "Hastane Kamyonu", "Geceler", "Kendi Kendime", "Aziz Kaptan", "Sabah", "Gelmeyen Akşam", "Yaklaşma", "Ben", "Sonbahar", "Kendi Alemim", "Bizi Terk Ettin ", "Günahkar", "Izdırap Sarhoşu" ve "Tren" adını taşıdığını; şiirlerinizde

belirgin toplumsal duyarlılığı yansıttığınızı; yaşadığınız zaman dilimi dikkate alındığında, bunun bir hanım için yüreklice olduğunu biliyorum artık. Yapıtlarımda top­ lumsal duyarlılıkları işlemeye özen göstererek izinizi ta­ kip ettiğimi bilmeniz, sonsuzlukta dinlenen ruhunuzu mutlu eder mi, bilmem. Okuduğumda Tren'i, biçim/ öz yönünden Nazım Hik­ met'in "Makineleşmek" şiirine benzetmemi, saygısızlık saymazsınız umarım. Siz, benim "Hanım Nazım Hik­ met"imsiniz . . . Çocukluğunuzdan beri iç içe olduğunuz trenlerin, ya­ şamınızda yerinin önemli olduğu -Kara trenin kimin yaşa­ mında önemi yok ki?- 1935'te yayımlanan ikinci şiir kitabı­ nıza, ilk kitabınızı biçimlendiren dizelerin esintisiyle "Tren" adını vermeniz, rastlantı olamaz . . . Sizin hasret yüklü "Tren" hpkı N . Hikmet'in "Memle­ ketimden İnsan Manzaraları ndaki gibi -geçenlerde yakı­ lan, özelleştirilerek geçmişi yok edilmek istenen- tarihi "Haydarpaşa Gar"ından kalkmış, İstanbul'u, Anado­ lu'nun uçsuz bucaksız yörelerine bağlayan, ileriki yaşamı­ nızda önemli yer tutacak olan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "

155


Günyüzü Mektupları

deyişiyle "Bozkırın Tam Çocuğu Konya yla kucaklaştırmış sizi. Tren'i, mektubuma aldım -sayfa sayısını çoğaltma, il­ kelerimizi ihlal etme, eleştirilme pahasına- şiirde biçimsel özelliğinizi belirtmek amacıyla: "

TREN

"Yollarda; kıvrılan Bir yılan Gibi... Kara sırtıyla uzanmış raylara; Lokomotif, firgon, vagon ... Heeeeeyyyyyyy Koca oğlan!.. Böyle pervasız bu gidiş ne? Bakma sağına, soluna. Git yoluna . . . Git . . . Bütün hızınla son süratinle git. Çek bu demir yolları çek, Bu yollar çekildikçe uzayıp gidecek. O zifiri dumanları boşluklara savur, Ardına bakma, koş ilerle... Önün nur. "Duuuuuurrrr! .. " Diyene bir tekme vur, Ez, geç... Sendeki hız, Çelik iradelerin en haşmetlisi. Hedefin ileri . . . Everestleri aş, kucakla mesafeleri. Geçtiğin yerlerde durma, uzaklaş. Daima yaklaş: Son istasyona. Senin gürültün, sesin . . . Boşlukta gümbürdesin: 1 56


Günyüzü Mektupları

Tiki, tiki, Tak! Tak! Tak! Tiki, Tak! Şimşek ol, yıldırım ol Hep ileri, İleri . . . Ak, Bir yılan gibi kıvrılarak. döneme tanık bir yaşam" Şair değilim, ama "Şiirinizin her dizesi, onu izleyen dizeye eklemlenerek özgün bir sesi büyütüp uyağa yaslandığını, şiirin bütün dokusuna yayılmış. " olduğunu belirtenler haksız değil. Üstelik de "Bir yandan sesin ritmi, bir yandan yolculukta ge­ çilen istasyonlardan akan renklerle iç içe bir yaşama tanık ol(ur)makta" okuyan. Ne güzel anlatıyorsunuz; vapurdan

trene akın edildiğini, hamalların, satıcıların durmadan haykırdığını, pistonların hareketiyle trenin yol aldığını; raylar, mazi gibi uzaklaşırken biletlerin zımbalandığı sı­ rada düşlerinizin yoğunlaştığını; "Kızıltoprak, Feneryolu,

Göztepe, Erenköy Suadiye geçilip önde Maltepe, Kartal, Pen­ dik'ten sonra Tuzla ve Gebze'ye" gelindiğini; trenin tünel de yol alışını "Birden tünele girdik elektrikler yandı / Etraf sanki ansızın karanlığa boyandı" dizeleriyle.

Okurken sizinle birlikte trene binmiş gibiydim. Tren, rayların üzerinde kayarken "Yolculuk büyük bir hızla sür­

mekte, doğanın özgünlüğüne istasyonların renkleri katılmakta. Şair, pırıl pırıl ışıkların gözlerine sizin gibi gözerime- uyku çöktürdüğü an, vaktin gece yarısı olduğunu, 'Pencere kena­ -

rında koluma düştü başım / Ta kalbimden damladı elle­ rime gözyaşım. ' diye an/atışınız" içimi burkuyor. "Ay'ı,

gökyüzünü ve yıldızları izleyip, horoz ötüşleriyle gözlerini açtı­ ğınızda Akşehir'de olduğunuzu; burası, türbesinin kapısında ko­ caman kilit bulunan yüzyıllardır bu toprakta yatan Nasrettin Hoca'yı düşündüğünüzü; bir süre sonra Konya toprağına ulaş­ tığınızı; trenin Konya Garı'na girişini 'Boylu boyunca yattı garın önüne tren / Birdenbire parladı yolcusunu bekleyen' 1 57


Günyüzü Mektupları

diye anlatırken" yıllar sonra yeni kuşaklarla birlikte sizi

garda beklediğimizi görmediniz mi? Ah, çocukluk! İnsanın mayası ondadır. "Çocukluk yılla­ rınızı küçük istasyonlarda geçir mişseniz de politik tercihi­ niz ve edebiyattaki emeğinizin önemli bir değer olabilme­ sini, 1940'lı yılların İstanbul'uyla bu kentin o döneminde tanıdığınız birikimli kişilere bağlanabilir mi, bilmiyorum. Ancak çağdaşınız yazarlar gibi siz de yaşadığınız döne­ min toplumsal olaylarını, politik gelişmelerini, basın ve yazının konumunu, İkinci Dünya Savaşı'nın sürdüğü yıl­ larda, iktidardaki tek parti yönetimin kuşatması altında olduğunuzu, anlatıyorsunuz. Bizler de bugün küresel efendilerin dayatmasıyla haçlı/ irticanın kuşatması al­ tında, Cumhuriy�t'in padişahlığını özenenin dayatmala­ rıyla karşı karşıyayız. Yazın cephesinde dünden bugüne değişen pek bir şey yok; yazar açısından. Silivri zindanı (bir simgedir) yazarlarla, gazetecilerle, aydınlarla ağzına kadar dolu yine ... Siz, basın-yayın dünyasının seçkin değerleriyle döne­ min toplumsal baskılarına karşı koyarken, birbirinize tu­ tunduğunuz yerlerden biriymiş "Küllük." Günümüzde tek adamlığa özenen muktedire karşı, ömürlerini yazın, sanat ve kültürün güzellikleriyle bezemişlerde ne birlik, ne direnme vardı önce? Sonra . . . Şimdi Taksim Gezi Parkı direşiyle . . . Bizim sizin gibi Küllük'ümüz yok... Küresel­ leşmeyle yozlaşan dünyada herkes bireysel ün, şan, para peşinde . . . Toplumsal konular ile halk mı? Öğrendiğime göre Nevzat Sudi'nin kaleme aldığı "Küllük Anıları"nın 1940-1941 çerçevesine sizi de yerleştir­ mesi, büyük gurur bence. Yazarın, sizi "Bir gün kitapevle­ "

rinden birinde yeni yayınları gözden geçirirken içim sevinçle doluverdi Neriman Hikmet adını görünce: "Mevlana-Bilimsel Gerçekçilik Açısından Varoluş Felsefesi. " Yıllar öncesine, dönü­ verdim birden; yine Küllük kahvesine. Neriman Hikmet dar omuzlarıyla, bir avuçluk yüzüyle, dostlukla, sevecenlikle dopdolu mavi gözleriyle, çelimsiz, albenisiz bir genç kızdı o zamanlar. 1 58


Günyüzü Mektupları

Sessiz duruşundaki üzgünlük, boynu büküklük ilkin dokunurdu insana, hele ilk tanışanlara. Ama bir kez konuşmaya başladı mı bilgisiyle kesin, doğru yargıları ve eleştirileriyle ilginçleşir, çe­ kici kişiliğe bürünüverir; bayağı güzelleşir, dirileşirdi. " diye

betimlemesini okuyunca, aynaya baktığımda kendimi gördüm sizinle yanyana. Bu özelliğimle ne kadar da ben­ ziyorum size. Bu yüzden mi özdeşleştim sizinle bu kadar? 1975 yılında Öncü Kitabevi'nce yayımlanan bu yapıtı­ nızın arka kapağındaki fotoğrafın altındaki özgeçmişi­ nizde 'Bugün 61 yaşında olan Neriman Hikmet, 1945'te Yeni

Edebiyat'ı çıkardı. Sosyalist ve sendikalist hareketlere katıldı. Bir ara içeri alındı, işsizlik ve açlık çekti' yazısını okuyunca,

yüreğime kor düştü. Yaşadığınız zaman dilimi dikkate alındığında sizin devrimci, ulusalcı yanınızı sivriltip cila­ lamanızın direngen kişiliğinizle uyumlu olduğu belli. Ka­ dınımız, direngenliğiyle toplumda var olabiliyor ancak. Işıklı gölde yatsın Aziz Nesin, sizi tanıdığından mı, sizin gözü karalığınızı benimle özdeşleştirdiğinden mi -belki benim kuruntum bu- nedendir bilmem, bir gün bana:

"Kız, sen nasıl Konyalısın? Senin gibiler var mı Konya'da? Na­ sıl yaşıyorsun orada? Çık gel buralara!" diyerek, beni yürek­

lendirmeseydi, ben sittin sene Konya' dan çıkmazdım. Ha­ yatımın akışını değiştiren çağın Nasrettin Hocası büyük ustama, ne kadar teşekkür etsem azdır. Sizi tanımak için tarihin sayfalarına yolculuk yaparken, zamanın "Efsane kadını Suat Derviş"le paylaştığınız yıllar, sizin kimliğinizde, siyasal duruşunuzda, yazındaki eme­ ğinizde, ömrünüz boyunca ardından koştuğunuz gazete­ cilik serüveninizde, yadsınamayacak payı olduğu söylen­ mekte. Olabilir. İlişkiniz çok sağlammış: İki zıt karakter, tezat iki tipmişsiniz. Sanki tezatların uyumuymuş arka­ daşlığınız, dostluğunuz, yazındaşlığınız, kardeşliğiniz . . .

" . . . Aralarından ağızlıklı sigaranın eksik olmadığı, günün modasını biraz abartıyla izleyerek kopkoyu kırmızıya kelebek şeklinde boyadığı şuh dudakları, uzun kirpikli deniz rengi gözleri, uzun kırmızı tırnakları, bembeyaz bakımlı elleriyle 1 59


Günyüzü Mektupları

Babıali'nin adeta bir efsanesi olan, başının üstünde iyice eğik taşıdığı küçük bereleri, hasır, panama ya da fötr şapkaları, grog­ ren tayyörleri, krep jorjet elbiseleri ve beyaz 'cemper'leri, hele kışın boynunun etrafına zarifçe doladığı kürk eşarpları ile çok şık giyinen, kadın erkek tüm meslektaşlarının dikkatini çeken "

kendine özgü kimlik ve kişiliği olan Suat Derviş, ününün doruğundayken sizinle arkadaşlık yapması herkese ilginç gelmiş, ama bana ... Tanıştığınız ilk günden beri kendisine sarsılmaz sadakatle bağlanmış, kayıtsız şartsız hayranlık duymuş, Hamiyet ablası ve annesinden sonra sevip gü­ veneceği tek kadınmışsınız. Gönül gönüle verip düşünce­ nizi birbirine ulayarak zoru başarmanızı, kıskanmadım dersem, yalan olur. Kolay bulunmaz güven ve dostluk; hele de edebiyat dünyasında. Sizler, bir Cumhuriyet ka­ dınıydınız çağdaş kimlik ve kişiliğinizle; bizlere örnek olan. 1950 sonrası, özellikle de 1980 sonrası siyasilerce erozyona uğratılan kadın haklarının sonucudur, kadınla­ rımızın bugün çarşafa ve türbana bürünmesi. Cumhuri­ yet'in aydın ve devrimci kuşakları, onları görünce, "Kılık Kıyafet Devrimi" hiç olmamış gibi sanki" diye düşünme­ den edemiyor. Sizi, Suat Derviş'siz; Suat Derviş'i de sizsiz düşijnmek ne mümkün. Liz Behmoaras, "Suat Derviş'i Efsane Bir Ka­ dın ve Dönemi" kitabında, sizin basın ve sanat dünyasın­ daki konumunuzu politik açıdan değerlendirirken "II.

Dünya Savaşı'nın başında, Türk komünistleri Komintern'den dışlanmışlardı. Partinin teşkilat sekreteri Reşat Fuat Bara­ ner'di. TKP, onun önderliğinde, antifaşist sanatçı ve aydınların toplanacakları bir yayın platformu oluşturmaya karar verdi. Dergi, Neriman Hikmet'in imtiyaz sahibi olduğu ve Suat Der­ viş'le birlikte birkaç sayısını çıkardığı derginin devamı olacaktı: "Yeni Edebiyat" Yasalara göre, derginin imtiyaz sahibi, üniver­ site mezunu olduğu için Neriman Hikmet olsa da fikirlerin çoğu Suat' tan gelir . . . Derginin yayın hayatına doğması için Neri­ man, babasından miras kalan, hayatta tek serveti olan evini sat­ mış, Suat ise birikiminin önemli bir kısmını harcamıştı" diye 1 60


Günyüzü Mektupları

anlahyor idealistliğinizi. Bir ideal uğruna, baba mirasını satanlar kervanına darbecilerce kapatılan Türk Dil Kuru­ mu'nun yayın organı Türk Dili Dergisi'ni çıkaran Ahmet Miskioğlu ile Ulusal Kanalı'ı kuran Doğu Perinçek katıldı yıllar sonra. Bu yurtsever aydınları şahsen tanıyıp dost ol­ maktan mutlu ve gururluyum. Eğer bugün ülkemizde emperyalistlerle çıkarlarını birleştirenlere karşı direnen bilinçli bir Cumhuriyet kuşağı varsa, bu savaşımın alçak­ gönüllü öncü neferleri sizlerin sayesindedir. Hepiniz, "İn­ sanların iyi söze değil, iyi örneğe gereksinmesi var" olduğunu kanıtlayan ne güzel örneksiniz, yeni kuşaklara... Liz Behmoaras, "Sizin bin bir emek ve özveriyle çıkardığı­ ·

nız yeni yayınla ilgili "Dört sayfalık gazete formatında tasar­ landığını; logosunun Abidin Dino'ya ait olduğunu; yeni yayı­ nın sorumlu yazı işleri müdürü olarak sizin düşünüldüğünüzü; ancak idare, parti direktifleri doğrultusunda Reşat Fuat Bara­ ner' in elinde olacağını; genç kadının adı sadece paravan olarak kullanıldığını" okuyunca, "Eyvah!" dedim. Aydınımız, ka­

dına geleneksel gözlükle bakıp onu ikinci sınıf varlık ola­ rak görmekten kurtulamamış . . . Eğer onları birey ve yurt­ taş olarak görselerdi, günümüzde kadın cinayetlerine ta­ nıtlık eder miydik hiç?

"Neriman Hikmet nedense başka bir gezegenden Babıali or­ tamına rastgele düşüvermiş izlenimi veren biriydi. Etrafındaki­ ler onu tanımlamakta biraz güçlük çekerlerdi . " diye yazan, . .

bence sizin içten içe yayla buğdayı gibi özlendiğinizi, bü­ yük ve köklü bir kültürle beslendiğinizi bilemedikleri için böyle bir yargıya kapılmış olmalıydılar... Şimdilerde pek yoksa da eskiden edebiyatımızda güzel bir gelenek vardı: Halk Edebiyatı'ndaki "usta/ çırak ilişkisi" Kalem ustaları, genç yazarların elinden tutar, onu edebiyat dünyasına tanıtırmış. Işıklar içinde yatsın şair İl­ han Berk, "Kendisini edebiyat dünyasuıa Abidin Dino'nun ta­

nıtmasından gurur duyduğunu, bu yönüyle şanslı olduğunu söy­ lemişti. " bir söyleşide. Ünlü şair, "Kaç genç yazarların elin­

den tutmuştur?" bilinmez. Aslında siz mi çok şanslıydınız, 1 61


Günyüzü Mektuplan

biz mi çok şanssızız? Zamanın basın ve yazın dünyasında olduğu kadar politik alanda seçkin yeri olan Suat Der­ viş'in, sizin yanı başınızda olmasıyla genç yaşta kazandı­ ğınız erdemin büyüklüğünü kavrayacak güçteymişsiniz. Onun serüvenlerle dolu yaşamının çoğu yerinde bir şe­ kilde yer almış, onunla geçirdiğiniz yıllar düşünceleri­ nizde özgün ufuklar açmış olmalı. . . Gerçi siz, kısa sürede Suat Derviş'in fırtınalı yaşamında söyleyeceği sözlere, or­ tam hazırlamakta gecikmemişsiniz. Sizin, "Suat Derviş Di­ yor ki: Ruhta ve muhtevada Hiçbir Yenilik Sezmiyorum ", ile "Yeni Nesil Romancıları ve Romancılığı" başlıklı yazılarınız, "Uyanış ve Servet-i Fünun Dergisi"nin; 1937 yılı sayıla­ rında yer almış. Röportajınızla S. Derviş, düşüncelerini ay­ rıntılı anlatma olanağı bulmuş. Yazın dünyasında insanın seveni de olur, sevmeyeni de; çekeni de olur, çekemeyeni de, takdir edeni de olur et­ meyeni de; bu, olağandır yazarlar için. Sizinle ilgili "Gaze­

telere tek tük makaleler verirdi. Bunlar bazen basılırdı, genellikle basılmazdı. 'Köyün Dulları' diye bir de roman yazdı. Roman epey beğenildi. Böylece iyi kötü geçinip gidiyordu; tabii kazan­ dığı para yeterli değildi; ancak dostları da çoktu . . . " diyen Res­

sam Haşmet Akal'm eşi Raife Ulus, sizinle tanış:qı.asını

"Ufak tefek, aşırı derecede nazik, çok az konuşan tuhaf bir kızdı. Kocam Haşmet, onu nereden bulduysa bir gün eve getirdi. 'Gi­

decek yeri yok, birazcık burada kalsın, sana da arkadaşlık eder' diyerek. Ben de kabul ettim, " derken, sizi taşralı görüp küçümsemesi, eşinden kıskandığı için midir, yoksa Tanzi­ mat'tan beri İstanbul'daki yazın seçkinlerinin iflah olmaz eski hastalığından mı? Sanki bu düşüncemi okumuşçasma Liz Behmoaras,

"Hayır, tescilli bir çapkın olan kocasının sevgililerinden biri de­ ğildi bu kız. İstanbul'a yeni gelmiş, bir karaca yavrusu kadar ür­ kek ve saf birine benziyordu. Raife lllus da onunla yakından il­ gilenmiş, uzun süre evinde barındırmıştı. Sonra. . . Sonra Neri­ mancık, birkaç gazeteye yazılar, şiirler vermeye başladı. Ancak, görünüşüne aldanıp onu kendi halinde, hiçbir özelliği olmayan, 1 62


Günyüzü Mektupları

hatta biraz 'geri' bir çömez sanmak büyük hataydı. " diyerek,

Raife Ulus' a tepki göstermesi, yüreğimi serinletti; hak bi­ lirliği. 40 Kuşağının önemli şairlerinden sosyalist savaşıma ömrünü adamış yazarımız Hasan İzzettin Dinamo, "TKP, Aydınlar ve Anılar"ında Suat Derviş'le arasında sizi konu alan bir görüşmeden söz ederken, "Dinamo, seninle biraz özel olarak konuşmak istiyorum. " sözüne "Buyur Suat Derviş Hanım" dedim. "Biliyorsun," dedi, "Yeni Edebiyat dergisi

Neriman Hikmet'in. O kadar zorladığım halde kendisi bu der­ giye hiç yazı yazmıyor, yazmayacak da. İlerde polis kendisini sı­ kıştırırsa, dergiyi elimizden alabilirler. Bunu önlemenin bir tek çaresi var: Neriman Hikmet'i seninle evlendirmek, seninle evle­ nince ister istemez bizim düşüncemize yatar, Yeni Edebiyat da kurtulur. " Ancak "Bu konuşma, Suat Derviş ile benim aramda kaldı. Dergi işleri yürüyordu. Neriman Hikmet de dergi yüzün­ den gelecek belaları göğüsleyecek yiğitliği gösterecek gibi görü­ nüyordu. " sözleriyle sizin cirminizin küçük, ama cürmünü­

zün büyüklüğüne mührünü basmış adeta. Suat Derviş'in sizi evlendirmek istemesindeki kaygı­ sını, ısrarını anlıyorum. Ülkemizde yirmisini geçen "kız evde kalır", hele de ... Ya Konya' da? Siz de bencileyin Kon­ yalılarca makbul "elli kollu bir kız" değilmişsiniz . . . Bu du­ rumda Suat Hanım, çaresiz kolları sıvamış sizi evlendir­ mek için. Liz Behmoaras'm bunu kafasının almadığını, . . . . Neriman Hikmet'in Yeni Edebiyat'ı kurmak için varını yo­ 11

ğunu sattığı ve ayrıca partiye kayıtlı olduğu düşünülürse, ol­ dukça tuhaf Ancak Neriman henüz çok genç, çok deneyimsizdi. Başlangıçta kendini tehlikeye atmamak için geri planda kalmak istemiş ve bunu Suat'a belirtmiş olabilir . . . Ayrıca Suat Derviş, genç arkadaşının artık evlenmesi gerektiğine inanıyordu ve ona koca aramaya koyuldu. Bu, onu evlendirmek için ilk başarısız te­ şebbüsü, ancak sonuncusu olmayacaktı. " derken, onun çöpça­ tanlıkta başarısızlığına (!) üzüldüm . . . . Aynı teklifi ilerde Sadun Aren'e d e götürdüğünü

"Kemal Ergin'in baldızının evine bir başka gidişimde bana 1 63


Günyüzü Mektuplan

'Neriman Hikmet'le evlensenize' dediler. Ben çeşitli vesile­ lerle söyledim, sosyalizme bağlı bir insanım, ama partizan mi­ zaçlı bir insan değilim. Yani hayatımın hepsini bir parti hareketi etrafında örgütlemek benim mizacıma uygun değil . . " diyerek, .

bu öneriyi reddedişini anlatır. Sizi evlendirmeyi kafasına koyan Suat Derviş'in çaba­ larının boşa gitmesini, 'Nerimancık', Raife (Akal) Ulus'un muzipçe gülerek söylediğine göre, "Yaşamının sonuna ka­ dar 'kız oğlan kız' kalacaktı. " sözleri, ilginç olduğu kadar toplumsal gerçekliğin ifadesi. . . Benim İçli Fındık Hemşerim, korkarım Suat Derviş, ne yapıp edip başını bağlamaya karar vermiş. Kurtuluşun yok. Bu konuyla ilgili şair Nusret Kemal Otyam da " Oku­

mak için İstanbul'a gittiğini; babasının kendisinden görüşme­ sini istediği kişiler arasında Suat Derviş 'in de olduğunu; babası Vasıf Bey'in genç yaşta yitirdiği ilk eşinin Suat Derviş'in babası Kadın Doğum uzmanı Muallim Dr. İsmail Derviş Paşa' nın ye­ ğeni olduğunu; Suat Derviş ile son eşi Reşat Fuat Baraner açı­ sından kaygı ve belirsizlik yaşandığını; onun Taksim'de Sular İdaresi'ne yakın bir apartmanın bodrum katında Neriman Hik­ met ile birlikte oturduğunu; Reşat Ağabeyin cezaevinde oldu­ ğunu; ilk şiirini onların çıkardığı Yeni Edebiyat'ta yayımfandı­ ğını; Neriman Hikmet'i birkaç ay sonra tanıyabildiğini; temiz yürekli, vefalı, güvenilir bir dost olarak Suat Derviş' i ölümüne dek yalnız bırakmadığını; onun zor günlerini paylaştığını; ara­ dan yirmi beş yıl geçtikten sonra Konya'ya gittiğinde belediye başkanının odasında Neriman Hikmet'le karşılaştığını; devlet demiryollarında görevli babasını ziyarete geldiğinde belediye başkanıyla gazete adına röportaj yaptığını; ayaküstü bir görüş­ tüklerini. " bizzat anlatmış şair Ahmet Özer'e, o da bana,

ben de size . . . Konya Ereğli' de doğup büyüdüm, yaşadım, Konya'da yıllarca görev yaptım. Selçuk Ünuversitesinde okudum ama sizin Konya' da çıkan "Meram Gazetesi"nde görev yaptığınızı, Şair Otyam' dan başka kimseden duymadım. Hele Konyalı olduğunuzu . . . Bu tarihi kentte sizi ne bilen 1 64


Günyüzü Mektuplan

var, ne de tanıyan. Meram'm bu sorumsuzluğu, vefasızlık değilse, nedir? Demek boşuna değil, Egeli Kadın Yazarla­ rın, sizleri yazın dünyasına anımsatmak amacıyla "Ka­ lemden Kaleme" projesinde hayata geçirmesi. . . Ne de olsa aynı topraklarda doğmuş, aynı suyu içmiş, aynı kül- . türde boy vermiş, Mevlana hoşgörüsüyle beslenmiş, Nas­ rettin Hoca ile gülmüşüz. Yetmez mi bu hemşerilik, kalem kardeşliği, dil akrabalığı, edebiyat dostluğu için? Rengarenk Suskunluğunda Konuşan Hemşerim, çok kıskanıyorum Liz Behmoaras sizi benden önce tanıdığı için. Keşke önceden tanışabilseydik, keşke sizin gibi vefalı arkadaşım olaydı. Ne acıdır ki, toplumsal unutkanlığı­ mıza bakılırsa, sanki hiç yaşamamış gibisiniz. Ne yazın dünyasında adınızdan söz edildiğini işittim, ne Selçuk Üniversitesinde hocalarımdan adınızı duydum; ya sizi bil­ miyorlardı, ya komünist diye yok sayıyorlardı, ya da ka­ lem emeğinizi yadsıyorlardı ... Bu denli unutulmuşluğun nedeni başka ne olabilir? Bozkırın Sevgili Direngen Kızı, Suat Derviş'i sizsiz, sizi Suat Derviş'siz düşünmek ne mümkün! Yazar Liz, siz te­ zat kardeşlerin ilişkisini yorumlarken "Neriman'ın varlığı,

iltifat ve sevgi dolu sözleri, ona (Suat Derviş'e) direnme, ayakta kalma, çalışmaya devam etme gücü veriyordu. Doğma büyüme İstanbullu, babası ünlü bir hekim olan, solcu gazeteci-yazar Suat Derviş ile Konya doğumlu, İstanbul'a edebiyat ve siyaset yapma uğruna yerleşmiş, babası demiryolları bekçisi olan solcu gazeteci ve şair Neriman Hikmet, gerçekten tuhaf bir ikili oluş­ turuyorlardı. Suat'a duyduğu hayranlığa büyük bir şefka.t ekle­ necek, yaşlılık günlerinde ise ona neredeyse kızıymış gibi baka­ caktı. Ancak o dönem, o da parasız ve işsizdi, hatta Suat'tan daha da işsiz. Neriman, Suat'ı hayatının merkezine yerleştir­ mişti . . " diyor. Ya Suat Derviş ? sorumu duymuşçasına ikinizi de yakın­ dan tanıyan Rasih Nuri İleri, "Suat Derviş, Neriman Hikmet gibi bambaşka bir kültür içinde yetişmiş bir insanla birliktelikte olmaktan asla zevk almazdı, alamazdı. Ancak bütün sevdiklerini .

1 65


Günyüzü Mektupları

ardı ardına yitirmeye başladığı bu zor dönemlerde yapayalnız kalmaktan korkuyordu" diyor. Ressam Haşmet Akal'ın eski eşi Raife Ulus da "Suat Derviş de Neriman'a sualler sorar ve ondan pek çok şey öğre­ nirdi. Karşılıklı bir etkileşim söz konusuydu bence . . . Zira Neri­ man ince ve derin zekası olan, çok okuyan, çok şey bilen bir kızdı." demesi ilginç. İkilinin evine sık girip çıkan Dr. Faika Artan da " Açık­ çası, Suat Hanım'ın, etrafında kadın, hele genç ve güzel kadın istemediği kanaatindeyim. Zaten kadın arkadaşı olduğunu hiç görmedim. Tek arkadaşı Hamiyet ablası, Neriman Hikmet. Ab­ lası . . . Ablasıydı, Neriman Hikmet çok gösterişsiz biriydi, o ne­ denle onu kabul ediyordu sanırım . . . " diye yorum yapıyor.

Oysa dostluk, arkadaşlık her isteyenin istediği gibi eğip bükerek yorumlayacağı şey midir? Konya'da "ahde vefa" kültürüyle yetişen sizin, Suat Hanım'ı yarı yolda bı­ rakmayı düşünemeyeceğinizi, nereden bilebilirlerdi ki . . . Sizin gibi iki yazın ustamızın -şair Cahit Külebi ile ülke­ mizin tek bibliyografi yazarı Nabi Sami Özerdim'in- ya­ nındaydım son zamanlarında. Yüksünmedim. İki büyük değere karşı görev bildim bunu; "yardımlaşmak bir doğa ka­ nunu" olduğu bilinciyle... İstanbul'u bilmem. Bu dünya kentiyle ilgili bilgim, okuduğum romanlarla gazete haberleriyle sınırlı olsa da 1970'te İstanbul Sağmalcılar'da kolera salgını çıktığını, birçok insanın yaşamını yitirdiğini, hastalık nedeniyle kentin karantinaya alındığını gazetelerde okuduğumu çok iyi anımsıyorum mektubumu yazarken. Bu salgından Suat Derviş çok etkilenmiş, öğrendiğime göre: "O ortamdan kaçış mümkün olmasa da, kendinden kaç­ ·

maya kendini oyalamaya çalıştığını; yaptığı tek tük çeviriler veya eve gelen eski dostlarla, bunlardan Neriman Hikmet'in dı­ şında Naci Sadullah'ın sık geldiğini; Suat Derviş'in, 12

Mart'ın toplumsal baskılarına tanık olduğunu; "Darağa­ cında Üç Fidan"ın acısını içten içe duyumsadığını; artık onun da ölümü çağrıştıran soğuk rüzgarlarla savrulduğu 1 66


Günyüzü Mektuplan

o günlerde "Yaşar Uzunlar, Hamza Özkan, Edip Sakarya,

Mustafa İlker Gürkan, Osman Bahadır, Neriman Hikmet Özte­ kin, Suat'ın manevi kızı Hale, Er Memduh, eşi Inga, Madam Leokadya, Hale'nin annesi Necla Özgür, kardeşi Tarhan Özgür, Mustafa Lütff'den oluşan uluslararası bir grubun " evinde ko­ nuk olduğu sırada, polislerin evini bastığını; polislerin sivil giyimli olup çoğu, tutuklamaya geldikleri zanlılar kadar genç ol­ duğunu; tam o sırada eli kolu dolu alışverişten dönen Neriman Hikmet'i bu görüntünün yanılttığını; kapı açıldığında, yüzünde kocaman gülümsemesi, her zamanki nazik tavırlarıyla yeni ge­ lenleri, 'Ooo, hoş geldiniz sevgili çocuklarım, hoş geldi­ niz!' diye selamladığınızı; sonra da elinizdeki paketlere davra­ nan karnı burnunda Hale'ye, 'Sakın evladım, sakın, bunları taşımak sana mı kaldı! Bu yeni arkadaşlarından biri bana yardım eder!' diyerek elinizdekileri memurlara uzattığınızı; Hale'nin 'Aman Neriman Abla sus, bunlar arkadaşlarımız değil, polis!' diye fısıldamasıyla ancak uyandığınızı; Suat Der­

viş, 12 Ağustos 1968 günü, eşi Reşat Fuat Baraner'i yitirdiğini; kısa sürede bu acıyı bir yana koyarak siyasi alandaki savaşımını sürdürdüğünü; 1970'de Neriman Hikmet ve diğer arkadaşla­ rıyla birlikte "Devrimci Kadınlar Birliği'ni" kurduğunu; derne­ ğin kapatılmasıyla yeniden yazarlığa ağırlık verdiğinizi" öğre­

nince, "işte, aydın ve ilerici Türk kadını bu!" dedim. Siz­ lerle ne denli övünsek az. Ben mi? Ooooo! Konya'nın Lalezarı'nı, şahsen tanımaktan onur duydu­ ğum Sadun Aren de anılarında "1947'nin sonlarında doktora

yapmak üzere İstanbul'a gittim. Orada tanıdığım insanlardan biri de Neriman Hikmet. O sıralar Neriman Hikmet, gazetelerin yazmadığı, herkesin bilmediği gerçekler (Doğrusu Gazetelerin Yazmadığı Partilerin Konuşmadığı Hakikatlar -A.Ö) adlı bir broşür yayımlamıştı. Ben de o broşür üzerinde bazı rötuşlar yaptım. Önerilerde bulundum. O broşür basılmış, dağıtılmış ve bu yüzden bazı kişiler de tutuklanmıştı. " diyerek tarihe not düşmüş. "Ankara'ya döndükten sonra Mülkiye'de kalıyordum. Suat Derviş Hanım, beni Meclis bahçesinde çaya çağırdı. Gittim. Daha önce kendisini tanımıyordum, güzel, yaşlıca, topluca bir 1 67


Günyüzü Mektupları

hanımdı. Birkaç hoşbeşten sonra 'Neriman Hikmet'le evlenmeyi düşünür müsün? ' dedi. Ben evlenmeyi düşünmediğimi söyle­ dim, o da ısrar etmedi, ayrıldık. Aradan epey zaman geçti. Biz Munise'yle evlendik, Bir gün Mülkiye'ye Neriman Hikmet geldi. Oturduk, konuştuk. 'Evlenmişsin, karını görebilir mi­ yim?' dedi. Beraber eve geldik, Munise'yi gördü. O gece bizde kaldı. Ayrılırken Munise'yi beğendiğini söyledi. Sonra bir daha görmedim. Ama gazetelerden evlendiğini (?) daha sonra da öl­ düğünü okudum. " sözleriyle anlatmış sizi.

Her insan arkasında konuşulacak bir şeyler bırakır. Kaldı ki sizin gibi bir gazeteci-yazardan arda kalanlar, ne­ siller boyu konuşulur. Ama bu, bizde . . . . Bozkır Mavisi Hemşerim, gazeteci, yazar, şair olarak sizden geriye kalanlara göz atmak yerinde olur kanısında­ yım. İstiyorum ki, sizin yapıtlarınızı da tanısınlar. Baka­ lım, bunu başarabilecek miyim? "Neriman Hikmet'in eserlerinden ilkidir "Konya Yolunda Tahassüsler" (Şiir), 1932 İstanbul'da Bürhaneddin Mat­

baası'nda basılmış. Kitap yayımlandığında 20 yaşındaymış ya­ zar. 16 sayfalık yapıt, beş şiirden, 220 dizeden oluşuyormuş. Şi­ irlerinin başlıkları "Konya Yolunda Tahassüsler" "Papatya Falı", "Son Tren", "Mazi Avazı" ve "Akşam Hisleri'.' imiş. Bu yapıtınızda, Cumhuriyetin ilk 10 yılındaki "Memleketçi düşünce "nin kanatlarında yapılan yolculuğu simgelemiş. Top­ rağına bağlı, sevgisini onunla özdeş kılmış bir sanatçının sesi­ nin bayrağıymış dalgalanan. Şiirdeki bu söyleminiz, Faruk Na­ fiz' in "Han Duvarları"nın açtığı yoldaki uzun yürüyüşe uygun tempoyla katılmanın küçük bir fotoğrafı olarak algılanmakta. "

imiş öğrendiğime göre. Eserinizdeki beş şiirden biri olan "Papatya Falı" aşkın varacağı istasyonun ne olacağına dair beklentileri içer­ diği gibi umudu ve umutsuzluğu, aşkın bin bir halini de göstermekteymiş. Gençkızlar, papatyanın yapraklarını kopararak fal bakarlar; seven ve sevilenin içten içe gör­ düğü düşlere yapılan yolculuklara çıkar böylece yolları. Aşkın tarih boyunca çoğu anlatının da konusu olduğu, 1 68


Günyüzü Mektupları

"Ruhumun semasından ayrılmayan o yıldız, / Beni gerçek sever mi; sevgisinde var mı hız? " dizelerinizden belli değil mi?

Eserin diğer şiiri "Son Tren"de makinist düdüğünü acı acı öttürdüğünü; bir başka şiiriniz "Mazi Avazı"nda "şu iki

dizeyle Lakin düne kadardı bahtın insafsız nazı / Bu perişan mısralar acı mavi avazı" ile karşılaşmak, yaktı içimi. Ya ya­ pıtın son şiiri "Akşam Hisleri"nin son dörtlüğündeki "Gö­ zümü açtığımda ne ses vardı ne mehtap / Kaplamıştı etrafı gü­ nün sıkıntıları, / Rüyadan dönüşümde gönlüm düşmüştü bitap / Bunlar bir şiir değil, hayal kırıntıları!. . " dizeleriyle gözle­ .

rim doldu, özüm için için ağladı. Yalnızlığın nasıl sağır bir arkadaş olduğunu bilmezlerden değilim. Ama sizinki bir başka dokundu bana yine de ... Dostum Özer, "Neriman Hikmet'i 20 yaşın ürünü "Konya

Yolunda Tahassüs/er"de bir arayışın, bir uzun yolculuğun içinde görürüz. Uyaklara yaslanan, gözlemleri öne alan, aşkın güzelliğini büyüsel bir düzlemde tutan, içe dönük, doğa betim­ lemelerine yaslı, umutla umutsuzluğu iç içe veren şiirlerdir önümüze konulan. " cümleleriyle anlatır yapıtınızla ilgili

düşüncelerini. İkinci yapıtınız "Tren"le (Şiir) ilgili şair Güngör Gen­ çay da İnsancıl Dergisi'nde (Eylül 2007 tarihli 206. sayı­ sında) "Kaçan Trenin Yitik Yolcusu: Neriman Hikmet" baş­ lıklı yazısında "Neriman Hikmet'in dizeleri gerek biçimi, gerek

söylemi, gerekse müzikal akışı yönünden dönemin güçlü şairi olan Nazım Hikmet'ten derin izler, hatta öykünmeler taşır. Bunu olumlu buluyorum. Çünkü yirmi üç yaşındaki genç şair, ustasını belirlemiş oluyor. Unutmayalım ki, Neriman Hik­ met'in edebiyat dünyasına girdiğinde tek parti iktidarının ağır baskısı hüküm sürmektedir. Yani ülkede, çok küçük bir kesimi saymazsak, ne siyasal, ne de yazınsal alanda muhalefet yok gibi­ dir. Bu durumda, işin kolayına kaçmak isteyen bir sanatçının, düzenin yandaşı olan bir kalemi kendisine usta seçmesi işten bile değildir. Oysaki Neriman Hikmet, zor bir işe soyunmuştur. Ay­ rıca Nazım Hikmet'e öykünmesi, şiirini: 'Odamda saniyeler rüyasız bir uyku gibi geçiyor. / Zaman zamanı içiyor. / 1 69


Günyüzü Mektuplan

Zaman hayatı biçiyor. . . ' gibi güçlü dizelerle örmesine engel ol­ mamıştır. " diye yazdıklarını mektubuma aldım okurlar için. Bozkır'ın Kavruk Kızı, şair Gençay, ayrıca sizinle ilgili

"Geleneklere saygılı olmanıza karşın geleneklerin eskiyen, bat­ tallaşan yanlarının değişmesine olumlu baktığınızı söylüyor. Bu düşüncelerini, içine bir de tekerleme yerleştirdiğiniz 'Ben' şiirinizdeki 'Ben; / Benim Ninemin .. / Annemin, / Bırakıp git­ tikleri, / Bana terk ettikleri, / 'Aşka" . . ./ Baştan başlayacağım. / Benim; / Bir erim, / Bir yerim, / Olacak! .. / Boş odamın içi / Hül­ yalarımla / Dolacak... / Kalbim bir gergef/ 'Aşk; üstüne gerilir. / 'O kızıl bir çiçektir. / 'Hayal bir iğne,/ 'Ümitler de ibrişim' / Olacak benim işim. / "Ben; / Benim Ninemin . . . / Annemin, / Bı­ rakıp gittikleri, / Bana terk ettikleri, / 'Aşka' / Baştan başlayaca­ ğım . . " dizeleriyle dile getirdiğinizi; "Hece vezniyle yazdığınızı Huriye, Sabahat, Muhterem, Ebul Muhsin Kemal'in ölmez ruhuna, Daniş Remzi'ye adan­ mış olduğunu belirtir. Ebul Muhsin Kemal'in, mezun olduğu­ nuz İstiklal Lisesi'nin yenilikçi müdürü, Daniş Remzi'nin de onun hocası olduğunu yazar. Bir de "Sizin hece ölçüsüyle ya­ zılmış şiirlerinize bakıldığında karamsarlığın şiirden dışlandı­ ğını; umudun her şiirde yüzünü gösterdiğini Geceler şiirinde 'Günden sonra ruhumu ezen sessiz geceler: / Gökyü­ .

zünde gizli bir esrara ulaşıyor. / Gönlüm: sonu gelmeyen bir duayı heceler, / Kafam; her geçen günden bir hatıra ta­ şıyor. / Umarak bekliyorum: Benim olacak günü. / Ümitli bir hastayım elbet yaşayacağım ... / Kalbimde bir emel var: bir sabahın düğünü. / Murada ermek için bin gece aşaca­ ğım. / Zulmet. . . yok siyah renkler sabrımla aklaşacak; / Toprak olsam da yine sessiz haykıracağım. / İstediğim sa­ baha geceler yaklaşacak, / Karanlığı mutlaka azmimle kı­ racağım." dizelerinde görüldüğü gibi hayatınızda yaşama mü­

cadelesiyle sanat mücadelesi aynı amaçla ve aynı anda yola çık­ tığını ileri sürerken, sözcük seçimi yapan ve bunları şiirin öz-bi­ çim bütünlüğünü; estetik yapısını koruyarak dizelere yerleştir­ diğinizi; dili kullanımına özen gösterdiğinizi" ne güzel anlatır. 1 70


Günyüzü Mektupları

Masal çocukluk düşleriyle, genç kızların düşüncelerini süsleyen şeyleri Neriman Hikmet "İlk Hayal" şiirinde

"Çok çocuktum / Kırlarda gezerken mütemadiyen / Peri padişa­ hının oğlunu düşünürdüm / Bir gün derdim muhakkak / O beni bulacak / Alıp göğün yedinci katındaki bahçelerinde / Züm­ rüdlü, yakutlu, incili ağaçların / arasında duran / Billur sara­ yına götürecek! / Şimdi bunu hatırladım da / Gülüyorum . " di­ . .

zeleriyle dillendirir. Acının Gülümseyen Yüzü Hemşerim, 1940'lı yıllarda, savaşın sürdüğü yıllarda "Edebiyat Nereye, Gençlik Nereye Gider? " yazısını yayımlamanız, sizin nasıl cesur bir kalem olduğunuzun göstergesi bence. Zamanın acımasızlığıyla kol kola giren vefasızlıktan kaynaklanan endişelerinizi dillendirirken," Neriman Hikmet ve onun gibi ömür boyu ka­

lemini tutsak etmeyenleri tanımayan bir ülkenin insanları, kendi sonlarının kazıcısı olmaktan kurtulamazlar. " diyen, hak­

sız mı? Biz Ekyazlılar, kalemlerimizi kalemlerimize, eme­ ğimizi düşüncelerimize, düşüncelerimizi sevgimize ekle­ yerek, çıkmadık mı yola mektuplarımızla? Yaşam Savaşının Kahramanı, şimdiye dek şair, ro­ mancı Neriman Hikmet'i ve eserlerini anlatmaya çalıştım. Oysa sizin bir de gazeteciliğinizin ürünü, yazdığınız ma­ kaleleriniz var ki, şimdiye dek üzerinde pek duramadım. 13 sayfalık broşürden oluşan, "Gazetelerin Yazmadığı, Partilerin Konuşmadığı Hakikatler" adıyla kitaplaştırdığıruz "Makale" (1948) yapıtınızda, İkinci Dünya Savaşı'nın, bü­ yük acılarla birlikte dünya ölçeğinde evrensel anlamda önemli değişikliklere yol açtığını anlatırken; "İnsan Hakları

Evrensel Bildirgesi"nin yayımlanmasıyla bütün dünyada ev­ rensel boyutta insan hakları gözetilerek savaşa karşı bir duruş sergilendiğini; "sosyal güvenlik, çalışma, eğitim, toplumun

kültürel yaşamına katılma haklarıyla bilimsel ilerlemenin ürünlerinden yararlanma hakkı", bildirisiyle öne çıkarıldı­

ğını; savaş sonrasında değişen dünyayla birlikte, farklı siyasi düşüncelerin örgütlenerek ifade edilmesi konusunda girişimler başlatıldığını; bu noktada, siyasi tercihleri olan dostlarla 'Yeni

171


Günyüzü Mektuplan

Edebiyat' dergisine imza attığınızı; dönemin dünyasına koşut olarak ülkemizdeki toplumsal, siyasal, kültürel ve ekonomik de­ ğişimlere de ayna tuttuğunuzu " öğrenmek, bilmek, kalemi­

nizin onuru, bizim de gururumuz oldu doğrusu. Kimi sözcükleri Türkçeleriyle değiştirildiğinde yıllar önce yayımlanan broşürde anlatıklarınızın günümüze na­ sıl ayna tuttuğunu görmek, daima genç kalan kalem ol­ manızın da kanıtı. Cesur makalenizde:

"İkinci Dünya Savaşı; insanları ekonomik, siyasf, düşünsel ve diğer özgürlüklerden yoksun etmek isteyenler yüzünden pat­ lak vermişti ve gördük ki savaşta özellikle ekonomik özgürlükle­ rine sıkı sıkı bağlı olan sınıf, çalışanlar kahramanca öldüler. Memlekette sıkıyönetim vardı. Onun yanı başında antide­ mokratik yasalar duruyordu. Bütün olanaksızlıklara karşın bizde de siyasi, demokrat hare­ ketler başladı. Bu sıralarda memleketimizin siyasf tarihinde en önemli bir sayfa teşkil edecek olan 'Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi' sahaya çıktı. İşçi kahramanları, Türk işçisinin haklarını savunmuş olan­ lar, bugünkü dünya insanlarının dilediği özgürlüklerin türkü­ sünü söyleyenler sürgünlerde, hapishane köşelerinde idiler. -bu­ gün de aynı- O kudretli sıkıyönetim idaresi, hepsini birer 'hiç" sebebiyle hapse ve sürüme mahkum etmişti. Yalnız işçi kahra­ manlarından gayri her türlü siyasi suçlu cezasından kurtuldu. İkinci Dünya Savaşı zafer günlerinde her memlekette tekrar tek­ rar yapılan siyasf aflar, yalnız bizim memleketimizde yapılmadı. Amerikan kapitalizmi, gelecekte düşeceği kötü durumu kestir­ miş, bir an evvel bir kurtuluş çaresi düşünüyordu. Evvela kendi sendika hareketlerine müdahaleye kalkıştı, sonra işçi siyasf hakla­ rını bulandırmak maksadıyla komünizmle mücadele için "Tru­ man Doktrini'ni icat etti. " diyerek, gerçekleri tüm çıplaklığı ile anlatıyorsunuz. Ne kadar da taze yazdıklarınız! Aynı ta­ zeliği Sabahattin Ali'nin "Bir ülkeden yabancı sermayeyi kov­ mak, işgal ordularını kovmaktan zordur" yazılarında da görüp okudum. Demek, büyük yazar olmak bu; düşüncelerin her daim taze kalması, genç kalması, zamana direnmesi. . . 1 72


Günyüzü Mektupları

Konya'nın Cesur Yüreği, makalende dönemin hükü­ metinin yapması gerekenleri dört maddede şöyle özetle­ mektesin: "Acele bir siyasf af ilan etmek", "Hür işçi sendikala­

rının, siyasf partilerin hakkını tanımak", "Derhal antidemokra­ tik kanunları kaldırmak", "Serbest seçim yapmak" Memleket gerçeklerini eğip bükmeden dile getirdiğiniz makaleniz,

"Bunlar olmayınca Türkiye daima büyük devletlerin ezgisi, bas­ kısı altında kalacaktır. Geçen savaşta özgürlük mücadelesini ka­ zandık. Bugünkü kaybımız, o büyük zaferi unutturacak kadar acı olabilir. " cümleleriyle sona eriyor. Ah hemşerim, ah!

Öngörünün doksan yıl sonra emperyalistlerin iktidar yap­ tıklarıyla gerçekleştiğini görmek, aymazlığa varan yaptı­ rımlar karşısında toplumun sessiz kalması, günümüzün kahreden gerçeği. . . Memleket gerçeklerini, ucundan kıyısından bulaştığım gazeteciliğimle köşemde yazıyorum; hem de sizin gibi lafı döndürüp dolandırmadan. Bu yüzden "Bir gün zaptiler seni alıp götürecek" diyor eşim . . . Gazeteci olup da röportaj yapılmaz mı? Ama ben . . . 12 Ekim 1959 tarihinde Ankara Telgraf Gazetesi'nde yayımlanan yapıtınızın 3. sayfasına "Son İlave" başlığı ile şu notu düşmüşsünüz "Ankara Kabristanlarında Açan Güller" (inceleme-röportaj), 1966 adlı yapıtınıza: "Ankara

Kabristanlarında Açan Güller, değerli şair ve gazeteci Fethi Gi­ ray'ın fikridir. Gazetesinde çalışırken konuyu verdi; gezdim, do­ laştım, okudum, inceledim ve yazdım. Bugün bu röportajı kitap haline getirirken, o tarihlerden sonra vefat eden, iyi ve mütevazı bir insan olan babacığı Abdülbaki Giray Bey de, bu tatlı, güzel güller arasına katıldı. Baba Giray'ın da hatırasını saygı ile bu­ rada anarım. Bütün ölmüşlerimize Allah rahmet eylesin . N. H. " yazmışsınız değerbilirlikle. . .

Bu yapıtınız iki bölümden oluşuyormuş: Birinci bö­ lümde, yaptığınız araştırmaların sonucunda edindiğiniz bilgileri, ilginç gözlemleri, düşüncelerinizi "Anadolu'da Kabir ve Kabir Kelimesinin Kuruluş Esası", "Ankara'nın Tarihi ve Türk Kabristanları", "40 Kadılar Kabristanı", 1 73


Günyüzü Mektupları

"Yediler Kabristanı", "Türbe ve Mescitlerde Merkatlar, Kabirler", "Kabristanlarda Tarih, Sanat, Politika" başlık­ ları altında toplamışsınız. "Selçuklu döneminin mezarlarını

anlatırken, Hacı Bayram Veli'den, Ahi Elvan'dan, Solfasol Kö­ yü'nden söz etmişsiniz" ancak sözünü ettiğiniz mezarlık­

larla ilgili mekanların çoğunun yerinde yeller estirmeye çalışıyor Ankara Büyükşehir Belediyesi. Ankara, Cumhu­ riyet'in modern başkenti değil artık; eskidi. Bu yapıtın "Zamanımızın Mezarlıkları ve Kabirleri" adını taşıyan ikinci bölümünü, "Zamanımızın Mezarlık­ ları ve Kabirleri", "Asri Mezarlık", "Müslüman Olmayan Vatandaş Kabirleri", Ankara Şehitliği" diye dört başlıkta toplayıp değerlendirirken "Ankara kabir taşlarını birer birer /1

okurken, incelerken tarihte yaşamış olanlardan, bir zevk, ruh, düşünce, fikir bulmak ne büyük neşe, huzur veriyor; birçok kişi­ nin yakından tanıdığı kişilerden eski Ankara valisi Nevzat Tan­ doğan, eski MEB Dr. Reşit Galip, Mustafa Necati ve Vasıf Çı­ nar'ın mezarlarıyla ilgili bilgi vermişsin" sağ ol. Kimi hüzünlü

ölümlerin ardından mezar taşlarına yazılan duygusal ya­ zıları, ziyaretçilerin bilincine kazımışsın. Ayrıca kitabınızda Müslüman olmayan vatandaşların kabirlerinden de söz ederken "Rum ve Ermeni vatandq.şları­

mızın Türk soyadım taşıdığını, Museviler gibi tefrik olunmadı­ ğını" anlatmışsınız. Kültürel etkileşime, birlikte yaşamaya bağlıyorum bunu . . . Babanız Mehmet Hikmet Öztekin' e ithaf ettiğiniz 131 sayfalık "Mevlana Bilimsel Gerçekçilik Açısından Varoluş Felsefesi" adını taşıyan son yapıtınız, 1975'te, İstanbul'da Öncü Kitabevi Yayınları'nca okura ulaştırılmış. Kitabın önsözünde "Mevlana ile birlikte onun babası Muhammed Ba­

haddin Veled'in de değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekmiş; Mevlana'nın ailesi, bu ailenin değişik coğrafyada yaptığı uzun yolculuklardan sonra Konya'ya gelişini anlatmış; ardından Mevlana'nın yaşamı, bu yaşam içinde Şemş'in yerine değinmiş; Sema ve Mevlevililiğin dayandığı evrensel düşünceyle birlikte Mevlana'nın çağlar içindeki yerini, Mesne-vi'nin içeriğiyle 1 74


Günyüzü Mektuplan

yansıtmış; Hicretin 672. yılı Aralık ayının 17'sinde, Şeb-i

Arus 'la büyük kavuşmaya değinmiş; "Türk Şiirinde Mevlevilik" konusuna örneklerle değinmiş; "Halk Edebi­

yatı'nın Mevlevi Bektaşi Alevi Düşüncesindeki Birliği"ni değerlendirmiş; son bölümde Mevlana sevgisinin boy ver­ diği kimi şairlerin şiirleriyle buluşturmuşsunuz okuru: Nazım Hikmet'in " Kalbten temizlendim, huzura geldim, / Ben de müridinim işte, Mevlana" dizeleri "Mevlana" başlıklı şii­ rinin yer aldığı kitapta, Abdülbaki Gölpınarlı' dan, Halide Nusret Zolutuna'ya, Nezihe Araz'dan, Feyzi Halıcı'ya bir­ çok şairin izleği ortak ürününlere yer vermişsin. Size göre Mevlana ailesi, " Anadolu Türk tarihinde uygarlıklar yaratmış, yeniden doğuş çırasını yakmış, ocağını ateşlemiştir" ama Mev­ lana bile silememiş belleklerden Konya'nın alnına yazgıla­ yın kazınmış bağnazlığı; süregeldiğine bakılırsa . . . Okurla buluşmamış yazılarınız da vardır belki. Uma­ rız, gazete ve dergi sayfalarında kalan tüm yazılarınızla birlikte bu da bir gün kitaplaşır, günyüzüne çıkar. Pek çok şair, yazar Mevlana ili ilgili kitaplar, şiirler yazdı. Bir ben . . . Konyalı olarak bu ayıp bana yeter, değil mi? İlk şiirlerinizin 1937-38 yıllarında Servet-i Fünun Der­ gisi'nde yayımlanmasının yanında bir şiirinizde "Suçumuz erken gelmekti dünyaya", dizesi, dağladı içimi. Sizler dün­ yaya erken gelerek, gerek yaşadığınız dönemde ülkenin, gerekse dünya sorunlarına kafa yormanın suçunu işlemiş­ siniz. -Bir örgütsünüz yani. Yaşasaydınız Ergenekon'dan Silivri'yi boylamıştınız- Her türlü kalem ürünlerinizle po­ litik tercihlerinizle haksızlıklarına karşı direnip türlü acı­ lara göğüs gererek, daha güzel bir ülkede yaşamanın sa­ vaşımını veren sizler, yazdıklarınız ve yaşadıklarınızla edebiyat dünyamızda onurlu yerinizi aldınız. Elinden kalem düşmeyen siz, 29 Ekim 1987'de yaşama veda ettiniz. Ölüm tarihinizle ikinci kez sonsuzluğa bir daha uğurladım sizi; yüreğim ağlarken. Sizi yakından tanıyan gazeteci Çetin Altan, 2 Kasım 1987 tarihli Güneş Gazetesi'nde sizinle ilgili "Neriman 1 75


Günyüzü Mektupları

Hikmet, Nerimancık . . . " başlıklı yazısında, ömrünü top­ lumsal savaşıma, ülkesinin mutluluğuna adamış, basın ve yazın alanında büyük emeği bulunan sizin ölümünüzün 4. gününde şöyle anlatmış sizi: "Neriman Hikmet'in ölü­

münü arabanın radyosundan öğrendim. Neriman'ı kırk yıl ön­ cesinde tanımış kaç kişi kaldık ki Babıali'de? Adı solcuya çıktığı için, peşinden polisin ayrılmadığı, ufak tefek, usul ılık bir genç kadındı. Uğradığı çaresizliklerin toplamını, neşesini çoktan yi­ tirdiği küçük çizgili gülücük gölgelerinde görmezdiniz sadece; ayakkabılarının aşınmış ökçelerinde de görürdünüz... Neriman Hikmet de tarifsiz kederler içinde, Konya'da Meram gazetesine kapılanacak, kimsesiz yaşamının adsız kahramanlığını artık iyice aklaşmış saçları ve soluk gülücüğüyle yine dik tutmaya uğ­ raşacaktı. Nerimancık, ancak bizim yaştaki meslektaşların anla­ yabileceği, gölgeli gülücüğünün şifresini çözen nükteyle, Cum-· huriyet'in altmış dördüncü yıldönümü bayramında öldü. O, Cumhuriyet'in ilk kadın kalemlerindendi. Ama ne Cumhuriyet bunun tadına vardı, ne de onun kendi tadına varmasına yar­ dımcı oldu. Arkasında kalmış bir dostu olarak, gelecek kuşaklar adına, kendisinden özür dilemenin öncülüğünü yapmak, yine bize düşüyor. Neriman Hikmet, bu toplum senin gibi kadınlar da yetiştirdiği için, mutluluğa layıktır. " diyor ardınızdi\n. Gölgeli Gülüşlü Cumhuriyet'in Çetin Kalemi, bir kez ölmeye gör. Yaşarken sizi anlayamayanlar, sahip çıkama­ yanlar, arkanızdan neler neler yazmamışlar ki . . . Gerek Suat Derviş'in gerekse sizin son birkaç yılınıza tanık ol­ muş Hale Özgür Kıyıcı, yıllar sonra "İkinizle ilgili yayımla­ nan kimi yazılarda sizlere haksızlık edildiği" kanısında. Kıyıcı,

"Suat Derviş'in baskın kişiliğinin sizin üzerinizde çok da etki yaratmadığını, sizin bilgi ve yeteneğinizin kendine özgü sağlam bir yapı taşıdığınızı" yazıyor. Sizin S. Derviş'le ilişkilerinizin

Rasih Nuri İleri ile Liz Behmoaras'ın anlattıklarından farklı olduğunu belirtirken "Sizin ile Suat Derviş'in, bir

grup arkadaşıyla kendisine yardım ve yataklık yapmaktan ceza aldığınızı, sizin cezanızın Suat Derviş'inkinden fazla oldu­ ğuna" değiniyor. 1 76


Günyüzü Mektuplan

Sadun Aren, "Puslu Camın Ardında" yapılında Suat Derviş ile Neriman Hikmet üzerine yazılanlarla sizi ya­ kından tanıdığı PIT' de memur Burhan Okyalaz ile eşi Ze­ liha Okyalaz'ın kendisine anlattıklarıyla uyuşmadığını vurgular. "Sizin Zehra Kosova'yla da bir süre yaşadığınızı,

onun gibi sizin de tütün işçilerince çok sevildiğinizi, yazın dün­ yamızdaki emeğinizin bir yazının çerçevesine sığacak boyutta olmadığını, kitaplarınızın yanı sıra sizden arda kalan yazıları­ nızın özgün biçimde bir araya getirilerek günümüz okuruna su­ nulabilmesinin" gerekliliğine değiniyor.

Biz Ekyazlılar, sizleri mektupla anmayı görev bildik, projemizi yaşama geçirirken. Özellikle sizi, bana tanıttığı için Ahmet Özer dostuma teşekkürü kalem borcu ötesinde bir borç biliyorum . . . Ayrıca uzun mektubumu sabırla okuyanlara da teşek­ kürler . . . Ünlü öykücümüz Osman Şahin benim için "Kalem ikizim" diyor, ben de izninizle size "kalem yoldaşım" dernek istiyorum. Siz mektuplara sığmazsınız, ben de sığdıramam. Sizinle geç tanışmış olsam da mutlu ve gu­ rurluyum, biraz da mahçubum. Edebiyatımızın bugü­ nünü bizlere armağan eden sonsuzluğa göçen size ve si­ zin gibi kalem ustalarıma binlerce selam, binlerce teşek­ kür, sonsuzca sevgiler . . . Emine Azboz

1 77


Günyüzü Mektuplan

Kerime Nadir

Bandırma, 12 Aralık 201 1 Sevgili Kerime Nadir Azrak, Romanlarınız Türk kadınlarına okuma zevki aşılamış­ tır. Öyle ki kitaplarınız elden ele dolaşır, sürükleyici gü­ cüyle okurlarda okuma tutkusunu kökleştirirdi. Lise yılla­ rımızda, sınıf arkadaşlarımızla kitabınızın forma�arını paylaşır, ders kitaplarımızın arasına koyar, öğretmenden gizleyerek derste okurduk. Bu dersler genelde bizi sürük­ lemeyen ya da zorlandığımız derslerdi! Biz de roman oku­ yarak ilgimizi çekmeyen derslerden intikam alırdık, ken­ dimizce! Balıkesir'de İpek Sineması, kış ayları boyunca Per­ şembe günleri kadın matinesi yapardı. Sinema, Sanayi Çarşısı'nda salonu, dar uzun, oldukça rutubetli ve havasız bir yerdi. Başlama saatinden önce, sizin romanlarınızdan senaryolaştırılan filmlerin müzikleri, yarım saatlik uzak­ lıktan duyulacak biçimde çevreye yayılırdı. Bu durum, tüm kadınların sinemaya koşmasına sebep olurdu. Kucak­ larında uyuyan çocuklarla ağlaya güle filmler izlenirdi. Beyazperdenin büyülü ışıkları kadınları ve kızları kendi 1 78


Günyüzü Mektuplan

kapalı, baskıcı dünyalarından alır, başka masallara götü­ rürdü. Kışın soğuğu, yoksulluk, evdeki geçimsizlik, koca­ nın işsizliği, ödenemeyen borçlar, ev kirası, çocukların defter-kalem-giysi giderleri, biten odun-kömür, film bo­ yunca unutulur; filmdeki oyuncunun kederlerine gözyaş­ ları dökülürdü. Bu filmlerin seyircileri, perşembe günleri İpek Sineması'na gidebilmek için, önceden mahalledeki güvenilen bir büyükle anlaşırlardı. Yoksa babalar, koca­ lar, ağabeyler sinemaya yalnız gidilmesine izin vermezdi! Aileler, genç kadınların sinemadan açık fikirler ve itaat­ sizlik öğreneceğini sanarak endişe ederlerdi. Kadınlarla kızların gözleri açılmasın diye titizlik gösterilirdi. Yine bu kadınlar ve genç kızlar, izinsiz evden sokağa çıkamayan, tutucu ailelerin kızları idi. Grup halinde sıkılgan tavır­ larla gelir, film bitince yine birbirinden ayrılmadan ma­ hallelerine hızlı adımlarla dönerlerdi. Başlarını yerden kaldırmaz, çevrelerine bakmaz, gülmez ve konuşmaz­ lardı! Tersini yapan olursa, onları sinemaya aileden izinli getiren orta yaşlı kadın ve diğerleri uyarırdı. Sinema bilet ücretlerini, dantel ve oyalarını satarak kazandıkları para­ dan ayırırlardı. Sinemanın önünde perşembe günleri seyyar sahcıdan çok bıçkın, eli tespihli delikanlılar olurdu. Bunların bazı­ ları kız tavlamaya, bazıları da sevgililerini görmeye ge­ lirdi. Gençler için bakışmak ve gizlice tebessüm etmek, gö­ rüşmek kadar heyecan vericiydi. Aileler, kızların oğlan­ larla görüşmesine, gezmesine, buluşmasına, el ele tutuş­ masına, mektuplaşmasına hoşgörü ile bakmazdı! Kimse, kızı hakkında kötü şeyler söylenmesini istemezdi. Çünkü kızların gelecekteki evlilikleri olumsuz etkilenir, diye korku­ lurdu! Görücü usulü ile evlenmeyi ahlaklı bulan geniş bir kitlenin, terbiye anlayışı buydu! Tüm ülkede aynı anlayış yaygındı. Sizin duygulu, aşk filmlerinizi kadınlar çok severdi. Erkekler, altmışlı yıllarda, geceleri gidebildikleri, daha çok yeni başlayan vurdulu kırdılı ya da seks filmlerini 1 79


Günyüzü Mektuplan

severlerdi. Bu yüzden sinemalarda "aile yeri" diye bir bö­ lüm ayrılmıştı. Çoluk çocukları ile sinemaya gelenler, er­ keklerin seçtiği filmleri seçmezlerdi. Kadınların roman okuma tutkusunun iki nedeni vardı: Önce kendi duygularını öğrenmek, sonra başka in­ sanları tanımak. Bu merakla kitaplarınız ağlayarak okunu­ yor ve üzerinde konuşuluyordu. Bütün eğlencesi radyo ve sinema olan toplum, eserlerinizi hem okur, hem de filmle­ rini görmek için sinemalara koşardı. Kitaplarınız, bu ne­ denle çok sevildi ve baskı sayıları durmadan arttı. Okurlar sinema seyircisini, filmler ise okurlarınızı çoğaltıyordu. "Hıçkırık" romanınızı bana babam önermişti. Evimizin kitaplığında vardı kitaplarınız. Annemle babamı bu ro­ man üzerine tartışırlarken kaç kez dinlemiştim. Filmi, si­ nemalarda oynamaya başlayınca, ailecek gitmiştik. Si­ nema salonunda içini çekerek ağlayanların sesi kulakları­ mızda Hıçkırık'ı seyretmiştik. Film de romanı gibi seyre­ denleri hıçkırıklara boğuyordu. Bizim kadar hüzün seven bir millet var mıdır, diye düşünmüştüm lise yıllarımda. Aşkın, söze dökülmeden acı çekilerek, roman kahra­ manları Kenan ve Nalan arasında örtülü yaşanması beni düşündürdü. Duygu dolu \"oman sayfalarından sonra, si­ · nema oyuncularının yüz ifadeleriyle sinema perdesine yansıyan görüntüleri, zihnimde uzun süre beni kaygılara sürükledi. Roman kahramanları sevilerini, özlemlerini, hep kendi içlerinde yaşıyor, bunu birbirlerine söyleme ce­ saretini asla gösteremiyorlardı. Roman kahramanları, duygularını ya günlüklerine yazıyor, ya da gizli hıçkırık­ larla ağlıyordu. Kenan'ın, annesi ölünce, Nalan'ın ailesine evlatlık veril­ mesi, Nalan'ın Kenan' dan büyük alınası, Nalan'ın evlene­ rek evden ayrılması, ikisinin mektuplaşmaları sırasında Ke­ nan'ın gerçek duygularını ortaya dökmesi, bunu öğrenen Nalan'ın kocasının ona baskı yapması ile romanın sayfaları boyunca aşk için dökülen gözyaşları, hıçkırığa dönüşür. Kenan ile Nalan aşkı, daha çok acıların çekilmesiyle sürer. 1 80


Günyüzü Mektupları

Roman örgüsünde yalnız iki kahramanın aşk acıları ön plandadır. Çevre, yaşanan zaman, diğer karakterler, sos­ yal ve ekonomik yaşam, romanın örgüsü içine alınmıştır. Sizin anlattığınız bahçesi çiçek dolu evde Nalan leylak­ ları çok sever. Romanda, yaşanan zamanlar, okura mevsi­ min hep ilkbahar günlerini düşündürür. Ben hayalimde, leylak kokuları arasında, geçirdiği zatürreden ölen solgun yüzlü, yeşil gözlü Nalan düşlemiştim. Nalan'ın Kenan'a olan duygularını yazdığı defterini evin sadık hizmetçisi, Nalan ölünce Kenan'a verir. Hizmetçinin saygılı ve ve­ falı oluşu karşısında, böyle insanlar var mı, diye düşün­ memek elde değil! Neden bu hizmetçi, onları çevrenin me­ rak duygularını körükleyen dedikodu konusu yapmaz, sırlarını saygıyla saklar diye şaşırmıştım. Çünkü günlük yaşamda gazeteler bile aşıkların dedikodularına sayfalar dolusu yer veriyordu! Kenan, kucağında bir demet ley­ lakla her gün Nalan'ın mezarına gidip gözyaşı döker. Bu sadakat, günümüz insanlarına çok yabancı! Sizin roman kahramanlarınız, çok duygulu ve çok da kırılgandı. Bin dokuz yüz altmış beş yılından sonra insanlar, uzun zaman Hıçkırık romanını ve filmini konuştular. Kenan'ın duygulu bir erkek olmasına kadınlar imrendiler. Kenan ile kendi eşleri ya da nişanlılarını karşılaştırıp onun gibi ol­ masını dilediler. Nalan' ın ailesinin geçimini ve geleceğini sağlamak için neden çalışmadığını hiç sorgulamadılar, düşünmediler! Romanın okurlarda duyarlılık yaratmak istediği konular var mı, yok mu diye düşünmediler. Filmde sinema dili nasıl kullanılıyor, diye eleştirel baka­ madılar! Oysa altmışlı yıllar, toplumun çağdaş değerleri ile ge­ leneksel yapının alabildiğine sorgulandığı yıllardı. Kızla­ rını okutan babalar, çevrelerine örnek gösterilirdi. Oku­ yan kızlar, çevrenin umutla imrenerek bakılanlarıydı. Sağ­ lık, eğitim hizmetlerinden, bankacılığa ve çeşitli alanlarda memurluğa adımlarını kararlılıkla atıyorlar, evlerinin eko­ nomik yüküne katkı veriyorlardı. Okuyan kızlar, okulda 181


Günyüzü Mektupları

aldıkları eğitimle kültür yönünden güçlendikleri için sa­ nat dallarında da kendilerini göstermeye başlamışlardı. Müzikten resme, edebiyattan tiyatroya uzanan uzun bir yolda, sahne sanatlarının tümünde eserler veriyor, kendi­ lerini gerçekleştiriyorlardı. Yenileşen Türkiye, çağın geri­ sinde kalmamak için kız-erkek karma eğitimini çoktan be­ nimsemiş, yurt kalkınmasında yurttaşlık görev ve hakla­ rını eşit paylaşmalarını sağlamıştı. Sizin romanlarınızdan yapılan filmleri seyredenler, he­ nüz bu ilerleyişe ayak uyduramayıp yaşamın gerisinde kalanlardı. Aslında ya yaşayamadıkları aşklarına ya da zorla evlendiriliş öykülerine ağlıyorlardı. Yani sizin yaz­ dıklarınızla kendi duygularını özdeş kılıyorlardı. Yine duygularının karşılık bulmaması, karşılaştıkları duyarsız­ lıklar ve gördükleri baskılara ağlıyorlardı. Yaşamın zor, katı, anlayışsız yanlarına gözyaşı döküyorlardı. Çünkü onlar da kırılgandı. Yaşama karşı aile ve çevre onları di­ rençli hazırlamadı, sadece görevler yükledi. Siz, on dokuz yaşınızda "Hıçkırık" romanını yazdınız. Yayımlatabilmek için yedi yıl beklediniz, yayınevi aradı­ nız. Bir gün Tan Gazetesi'ne götürdünüz. Çok şanslısınız, eserinizi Nazım Hikmet okudu. Gereğinden uzun buldu. Bazı bölümleri çıkardı. Eseriniz yayımlandı. Baskıları he­ men tükeniyordu. Yirmi altı yaşındayken, yayımlanan ki­ tabınız ve gördüğü ilgi, size sonsuz sevinç verdi. Hıçkırık, aynı yıl senaryolaştı, filmi çevrildi. Böylece kitaplarınızın ninelerden torunlara doğru uzanan sanat yaşamı başlamış oldu. Otuz altı romanınızın yirmi dördü sinema filmi ya­ pıldı. Bazıları değişen yıllarda gördüğü ilgi yüzünden iki kez çevrildi. Şimdi televizyon dizisi olan Samanyolu il­ giyle izleniyor. Siz, 1917 yılında İstanbul'un Üsküdar semtinde doğdu­ nuz. Saint Joseph Fransız Kız Lisesi'nde okudunuz. Özel eğitim aldığınız yıllar da oldu. Sizin çağdaşınız olan bazı yazarlar da Üsküdar' da yaşıyordu. Bunlardan Muazzez Tahsin Berkant'ın romanlarını severek okuduğumuzu 1 82


Günyüzü Mektupları

anımsıyorum. 1984'e kadar yaşadınız. Yaşadığınız yıllar, toplumun geleneksel yapıdan sıyrılıp Cumhuriyetin yeni­ leşme çabaları ile çalkalandığı yıllardı. Her türlü yenileş­ menin önce İstanbul' da başladığı bir konumda, yazı dün­ yasında kalem oynatan, eğitim almış şanslı kadınlardansı­ nız. Ayrıca dünya edebiyahndan pek çok yazarın kitapla­ rına da İstanbul'da gecikmeden ulaşmak sizin için zor ol­ mamıştır. Yazı dünyasının en ünlü eserlerinden beslendi­ ğiniz de bir gerçektir. İnsan ruhunu derinliğine işleyişiniz, okurlara bu izlenimi vermiştir. Yaşama bakışınız, roman­ larda sezdirdiğiniz kadarıyla kadınları etkilemiştir. Servet-i Fünun, Yarımay, Yedigün, Aydabir, Hayat dergilerinde şiir ve öyküleriniz yayımlanmaya başlamıştı. Gazetelerde romanlarınız, günlük bölümler halinde ya­ yımlanınca, gazetenin sahşı, en yüksek sayılara ulaşırdı. Aşk ve karasevda konularını, kadının ince duyarlığını çok akıcı bir dille yazmanızın, kitaplarınızın okunmasında payı büyüktü. Kent insanlarının sevdaları, aşk için çektik­ leri acılar, döktükleri gözyaşları kitaplarınızın ortak tema­ ları oldu. Henüz televizyonun ülkemizde evlerin başköşe­ sine kurulmadığı bu yıllarda, toplum dünyayı, olayları radyo ve sinemadan öğreniyordu. Bu nedenle insanlar, arı, duru ve naif duygulara sahipti. Günümüzde sizin ro­ manlarınızdaki masumiyeti bulmak, mümkün değil! Ben, Hıçkırık'ta Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı yıllarından hiç söz edilmediğini anımsıyorum. Kenan, Kurtuluş Savaşı bitince İstanbul'a ilk giren birlikte bir su­ baydır. Yurdumuz için bu kadar yaşamsal ve romanın geçtiği yıllarda heyecanı taptaze konular, neden kitabı­ nızda yer almadı, diye merak ettim! Aklıma romanınızı Tan Gazetesi'nde ilk kez Nazım Hikmet'in okumuş ol­ duğu geldi. "Çok uzun " bulduğu bölümleri çıkarmıştı. Acaba çıkarılan bölümlerde neler vardı? Yoksa aşk acıları çeken Nalan ile Kenan'ın kederleri tekrarlanmış mıydı? Nazım Hikmet, size roman konusunda nasıl uyarılar yap­ mıştı? Kemal Tahir, Orhan Kemal, Cahit Uçuk'a Nazım 1 83


Günyüzü Mektupları

Hikmet'in uyarılarını anılardan okumuştum. Bu uyarılar, o sanatçıları derinden etkilemiş, güçlü eserlerin yazılma­ sına sebep olmuştur. "Posta Güvercini" adlı eseriniz Fransızca'ya çevrildi. Romanlarınızın kahramanlarının kadınlar olması, kadın okurların roman okuyarak, toplum yaşamına katılmala­ rını ve duyarlılıklarını aydınlanma yolunda güç olarak kullanmalarını sağladı. Bu da Cumhuriyetle başlayan çağ­ daş kadını yaratmada, eğitimli kadının, aydınlanmanın en önemli kuvveti olduğu gerçeğini, topluma duyurmuştur. Kapalı yaşamın dışına çıkış, kadınlara eğitim alarak ya­ şamda yükselme umudunu vermiştir. "Samanyolu" kitabınız üç kez sinema filmi yapılmış. Siz romanda daha çarpıcı bir anlatım yolu seçmişsiniz. Cümleler kısa, olaylar hızlı ama aşk anlatımları yine yürek yakıcılığını sürdürmüş. Duygusal eserlerin her dönemde belli bir izleyici kitlesi var. Yaşamın zor, sert, katı, anlayış­ sız, hoşgörüsüz, hızlı akışından gün boyu yorulan, bıkan insanlar masalsı duygusal filmlere daha çok değer veri­ yorlar. Bir ölçüde gerçeklerden kaçma, zihni boşaltma, kendi sıkıntılarına avuntu bulma gibi nedenleri olabilir. Kavgalı, çatışmalı, vuruşmalı dünyanın dışında yaşamlar arayan insanların duygusal filmlere yönelmesi, günümü­ zün bir gerçeğidir. Sizin kitaplarınızla roman okumayı seven kadınların torunları, şimdi sayıları her geçen yıl artarak roman yazı­ yor. Üstelik bu romanlar, yaşamın tüm anlarını, konula­ rını irdeleyen, sorgulayan, yaşamın karşısında dik duran kadınların romanları oldu. Günümüzde kadın bakış açı­ sından toplumun katmanları inceleniyor, gözleniyor, araş­ tırılıyor, yazılıyor. Kadın ve erkek eşitliği konusu, kadın yazarların romanda, öyküde birincil teması. Toplumun çağdaş yaşama biçimi ile yücelmesi, cinsler arasında eşit­ liğin gerçekleşmesi ile olacaktır. Edebiyat, toplumdaki eşitsizlikleri göz önüne sererek, duyarlılık yaratmak için tüm yazı türlerini seferber etmiştir. Bugün eğitimli kentli 1 84


Günyüzü Mektupları

kadın, toplumun yaşam seviyesinin eşitlikçi yükselişini gerçekleştirmeyi üslenmiştir. Sanatçı olarak toplumu inci­ ten her konuda duyarlı davranışlar sergilemektedirler. Kadın yazarlarımız, toplumun ezdiği, ötelediği, yalnızlaş­ tırdığı, en kıyıdakilerin yaşamlarını işleyerek, insanları düşündürmekle kendilerini yükümlü sayıyorlar. Sizin Romanlarınızdaki İstanbul semtleri ve evleri de çok değişti. Bahçe içinde evler artık kalmadı! Gül, leylak, zambak, çimen, papatya, lale ender gidilen, yaşama alanla­ rına uzak parklarda ya da çiçekçilerde görülebiliyor. Şimdi apartmanlı yaşamlar, insanları betonların arasına sıkıştırdı. Romanlarınızın isimlerine bakıyorum. Hepsi film ad­ lan olsun diye düşünülmüş sanki. "Aşk Bekliyor, Uyku­ suz Geceler, Güller ve Dikenler, Sisli Hatıralar, Aşka Tövbe, Esir Kuş, Boş Yuva, Şahane Kadın, Son Beste, Gü­ nah Bende mi? Zambaklar Açarken . . . " Daha pek çok emek verilerek yazılmış, Türkçenin su gibi akıcı güzelliği, okurun belleğinde kalan kitaplarınız . . . Bazı yıllar, iki ese­ riniz birden film yapılmış. Bunun günümüzde görülme­ yen bir edebiyat-sinema yakınlaşması olduğunu düşünü­ yorum. Türk sinemasını yaratan Yeşilçam filmlerinin ede­ biyatla beslenmesi, dünyadan ödüller alan günümüz sine­ masını yaratmıştır. Uzun süren savaşlardan sonra insanlar, yaralarını sa­ rarken ılık bir limana sığınırcasına kitaplarınıza sarıldı. Çağdaşlarınızla beraber aşk konulu eserlere emek verme­ nizi çok iyi anlıyorum. İnsanların iyi, güzel ve doğruya yönelmesinde duygulu roman ve filmlerin büyük payı ol­ duğuna yürekten inanıyorum. Sizi masmavi gökyüzünde, yıldızlar arasında, ışıklar içinde sevgiyle selamlıyorum . . . İncila Çalışkan

1 85


Günyüzü Mektupları

Nezihe Araz İzmir, 8 Nisan 2012 Değerli Dost Nezihe Araz,

"Kim derdi ki / Doya doya yaşanmadan / Bir solukta bitecek / Hayat denen / Simleri dökülmüş serüven / Usulca satırlardan süzülen" 1995 yılında vatani gfüevini yapan oğluma "Devrim oğ­ luma, sağlıkla dön, sevgilerle" diye yazıp imzaladığınız kita­

bınız geçtiğimiz günlerde elime geçti. Onu elime aldı­ ğımda; o günlerden "Mustafa Kemal'in Ankara"sından bu günlere gelişimiz, film kareleri gibi gözlerimde canlandı. Anılara dalıp gittim yine . . . Ankara'nın köklü ailelerinden biri olan Bulgurzadele­ rin kızıydınız. Çok çocuklu bir ailede büyümenize rağmen hiç evlenmediniz. Kendinizi yazmaya, araştırmaya adadınız. Dil ve Ta­ rih Coğrafya Fakültesi Psikoloji ve Felsefe Bölümündeki öğrencilik yıllarınızdan itibaren öğretmenleriniz Doç. Dr. Muzaffer Şerif Başoğlu ve Doç. Dr. Behice Boran ile dost meclislerinde hep birlikteydiniz. Dostluklar, sizin için çok önemliydi. Behice Boran üniversiteden ayrıldığında, 1 86


Günyüzü Mektuplan

sizin de ayrılıp Kenan Rıfai'nin tasavvuf okuluna katılma­ nız, yaşamınızda ve araştırmalarınızda önemli oldu. Ke­ nan Rıfai'ye göre tarikat; irfan ve insanlık demekti. O, 1 950'de vefat ettiği yıl "Benim Dünyam" adına verdiğiniz şiirleriniz kitaplaştı. Daha sonra gazetecilik döneminiz başladı. Gazeteciliğe Şevket Rado'nun çıkardığı "Resimli Ha­ yat" dergisinde başladınız ve sonra aynı ekiple "Hayat" dergisiyle devam ettiniz. "Medya Medya" kitabınızda 1950'li yılların başında basınımızda, sadece 5 üniversite mezunu gazeteci olduğu yazıyordu. Bunlardan biri de sizdiniz. 1 953' de ilk biyografi kitabınız "Fatih'in Deruni Tarihi" çıktı. Gazetecilik kanınıza işlemiş, 1956 yıllarında Hava­ dis'te çalışmaya başladınız. 1957-1963 arası da Yeni Sa­ bah'ta çalıştınız. Meydan Larousse, Türkiye Ansiklopedi­ leri ve Kaynak Yayınları yayın kurullarında bulundunuz. Dolu dolu gazetecilik yaptınız. 1959'da Anadolu "Evliya­ ları" adlı kitabınız çok ses getirdi ve satış rekorları kırdı. Yunus Emre'nin hayatını yazdığınız "Dertli Dolap"ın arkasından "Mevlana"nm Romanı geldi. Elif Şa­ fak'ın Mevlana dönemindeki ilahi ve dünyevi aşkı konu ettiği Aşk" romanıyla kırdığı rekoru, siz yıllar önce Aşk Peygamberi" romanıyla kırmıştınız zaten. Romanla, şiirle, gazetecilikle sınırlı kalmayıp "Bozkır Güzellemesi, Öyle Bir Nevcivan, Ballar Balını Buldum, Sa­ vaş Yorgunu Kadınlar"ı yazdınız. Bunlardan "Savaş Yor­ gunu Kadınlar" adlı tiyatro eseriniz, Devlet Tiyatrolarında sahnelendi. Bu eserle Afife Jale ve Avni Dilligil Tiyatro ödüllerini" aldınız. Çocuğunuz olmadı ama Kent Oyuncuları tarafından sergilenen Akıllı Tavşan, Sihirli Fındıklar ve Güçlü As­ lan" eserlerinizle de çocukları aydınlattınız. "O Kadın, Ekmek Kavgası, İhtiras Fırtınası, Hanım" filmlerinin de senaryolarını yazdınız; halkın zevkle iz­ lediği. .. /1

/1

/1

/1

1 87


Günyüzü Mektupları

1980'li yıllar da TRT'de sabah kuşağında yayınlanan Hanımlar Sizin için programını hazırlayıp sundunuz. Siz hep öncüydünüz; bizlere örnek olan. Dindardınız. Bir dergaha bağlıydınız. Ama hayatınız boyunca erkek meclislerinden kaçmadınzz hiç, kendinizi ikinci

sınıf görmediniz. Kimsenin günlük yaşamına karışmadınız. Atatürk'e hayrandınız çok. Bu başarılarınızın "Kurtuluş ve Kuruluş Hareketleri kah­ ramanları tarafından Türk kadınlarına sunulan özgürlük saye­ sinde olduğunu ifade ederdiniz. " değerbilirlik örneği sergile­

yerek. Son eseriniz 1993 yılında "Mustafa Kemal'le 1000 Gün"de Latife Hanım ile Mustafa Kemal'in ilişkisini an­ lattınız, o kendinize özgü yalın anlatımınızla. Evet Sevgili Araz, gülen yüzünüz, gözlerinizdeki inanç ve dostlukla sizi zaman zaman değil, her zaman anımsı­ yorum. Unutanlara da anımsatmayı görev biliyorum. Hızlı değişim kavramı ile hayatlarımız nasıl da değişti bir bilseniz; ben de tanıyamıyorum artık her şeyi, yaşa­ saydınız her halde siz de . . . Dünya ne kadar değişirse de­ ğişsin, değişme hızı ve biçimi ne kadar artarsa artsın, in­ sanlığın ortak mirası evı:ensel ilkeler, gördüğümüz gföi hiç değişmiyor. Çünkü var olmak için insanlık, bu gibi il­ kelere gerçekten çok muhtaç. Ancak ülkemizde son dö­ nemlerde yaşananlar, beni üzdüğü gibi hayatta olsaydınız sizi de ne kadar üzerdi, kim bilir? Sizin ifadenizle,"Yüce Dağların doruğu her zaman yalnız­

dır. Ayak basılacak toprak çok az çok kısıtlı ve . . . Sert ve yalın­ dır. Önüne gelen o doruklara tırmanamaz. Doruğa ulaşanlar ise bir anda koca evrende tek başına kaldığını anlayıverir. Birlikte yola çıktığı insanlar, imkfinsızı mümküne çevirme çabasına ka­ tılanlar, o yar-ı ve/adarlar, o sevgililer, o idealistler dağların ya­ maçlarında kalmış yollar ayrılmış, yorumlar başlamıştır. Doruktaki dost, ulaşılmaz bir noktaya vardığı andan sonra, dost olmaktan çıkarak hedef noktası oluşturacak ve tüm silahlar ona çevrilecektir. Bu doğaldır. Doruğa tırmanamayanlar suçu 1 88


Günyüzü Mektupları

kendilerinde aramaktansa, zirveye ulaşanda görmenin kolaylı­ ğına sığınacaktır elbette. İnsan ömrünün ikindi vaktine yaklaştıkça, bildiklerini, ya da doğrudan yaşadıklarını birilerine emanet bırakıp gitme kaygı­ sına düşüyor. Bunca yılda derlenip toplanan o birikimi, kendi­ mize saklamanın ya da giderken, nereye gidiyoruz. , . Alıp gö­ türmenin anlamı var mı? Kitaplarım, böyle bir endişeyle anılardan, izlenimlerden, nostalji/erden derlenmiş bir birikimdir. Bu yazılardan benim okuyucularımın aklında kalacak bir tek cümle bile, bana bir yolla ulaşacak çok değerli bir armağandır. Düşünüyorum, bu yüzden korkuyorum. Hep korkak bir ço­ cuktum ben zaten. Oldum olası. . . " derdiniz. Duygu ve dü­ şüncelerinizde kendimi bulurdum hep . . . Sevgili Dostum, size dizelerimle veda ediyorum:

Bu mektubum size ulaşan yollardan biri / Dizeler yorgun / Köprülerin altından ne sular geçti / Sarmaşık ve yosunlarla kaplı / Evrenin tüm canları nefes nefese / Düş defterim doldu / Ölümle tanıştım erken yaşlarda / Eski bir yeniyim ben işte!" Atatürkçü Düşünce Derneği için kitaplarınızı imzalı­ yordunuz. Elimde çok sevdiğim, benim için manevi de­ ğeri yüksek kalemimi size uzattım. "Buyurun" dedim. "Bu kalemle kitaplara nice güzel imzalar atmanızı dilerim" Yüzüme dikkatle bakıp gülümsediniz. Şimdiye değin böyle bir şeyle karşılaşmadığınızdan mı, alışık olmadığınızdan mı bilmem, şaşırdınız bu jestime. Şaşkınlığınız o kadar bel­ liydi ki . . , Yine de mutlu oldunuz. Ne zaman elime bir ka­ lem alsam, ne zaman ADD'ye gitsem bunu anımsar, gü­ lümserim. Sizinle yine beraber olurum. Elim kaleme değil, size, düşüncelerinize dokunur, mutlu olurum sizi tanı­ maktan. Sevgi ve saygılarımla . . .

Güzin Oralkan

1 89


Günyüzü Mektuplan

Sevim Burak İzmir, 31 Mart 2012 Sevgili Sevim Burak,

"Şu ölüm bile hakiki ölüm değildi. / Geri dönme emriydi. Anlıyorsunuz ya emri yerine getirmekti . . . " Yanık Saraylar

Ege Denizi'ne bağrını yaslamış bir kıyı kentinde, bir yanı gecekondu, diğer yanı modern binalarla çevrelenen bir vadiye bakan penceremin karşısına oturmuş, size "merhaba" diyerek yazmaya hazırlandığım bir yerdeyim. Üzerimize serilen gökyüzünün genişliğini h�r zaman ol­ duğu gibi hayranlıkla izlemeyi de ihmal etmiyorum. Bu engin görüntünün altında ne kadar dar yaşamlara sığdığı­ mız gerçeğini unutmadan şunu da söylemeliyim; "iyi ki ki­ taplar var" diyerek, teselli bulduğum bir anda, "iyi ki varsı­ nız Sevim Burak" diyorum. Sevgili Sevim Burak, sizinle "Yanık Saraylar" başlıklı hikaye kitabınız sayesinde tanıştık. Kitabı neredeyse bir solukta okuyup bitirdiğimde nasıl mutlu olduğumu ifade etmekte zorluk çekebilirim. Ancak "Hayat, iki kişinin karşı­

lıklı gelip üç aşağı beş yukarı birbirlerinin anlayacağı hikayeler anlatmaktan ibarettir" sözünüzde olduğu gibi sizi yeterince anladığımı, hissettiğimi söylemeliyim. 1 90


Günyüzü Mektuplan

Şu an için, sizi gerçekten çok erken yaşlarda kaybettik, hayatta olsaydınız 81 yaşında olacaktınız. Osmanlı' dan sonra arta kalan yeni bir Türkiye'nin kurulduğu zamana yakın tarihlerde, 193l'de, İstanbul'da, Yahudi asıllı bir anne ve Müslüman bir babadan doğduğunuzu okudum, özgeçmişinizi anlatan bir yazıda. Türkiye yeniden oluşu­ yordu o günlerde, ancak insanların içine, üstüne ve başına yerleşmiş kültürel alışkanlıklarının tavrından çıkıp farklı­ laşan, ülkeleri kadar farklı bir insan haline gelmelerinin oldukça zor olduğu bir dönemdi. Böylesine kültür karma­ şasının yaşandığı zamanlarda elbette duyarlı, zeki ve ya­ şama içtenlikle bağlanan küçük bir kız çocuğunun etkilen­ memesi mümkün değil. Bu anlamda, o günlerden bu gün­ lere değişen çok fazla bir şey yok diyebilirim size: Kar­ maşa hala sürüyor. "Beni Deliler Anlar" başlığı altında derlenmiş, oğlunuz Karaca'ya ve yakın çevrenizden bazı kişilere yazdığınız mektuplarınızdan izlediğim yaşamınızın, bende bıraktığı derin etkiden söz etmeden geçemeyeceğim. Hayata olan bağlarınızın, en yakınlarınız tarafından nasıl çözüldüğüne tanıklık ederken, gözlerimin dolması kaçınılmazdı. Bir an­ nenin çocuklarının geleceği için olduğu kadar, bir yazarın çocukları kadar değerli olan yazıları için de çırpınışını du­ yumsadığım mektuplarınızın her biri; "Yanık Saraylar" olsun, "Sahibinin Sesi" olsun, tüm eserleriniz de olduğu kadar kıymetli satırlarla doluydu. Bir yayınevinizin no­ tunda belirtildiği gibi; Siz, en yalnız, en yalın ve en hakiki 11

kalemlerden birisiniz. Yaşadığınız dönemde kullandığınız ger­ çeküstü anlatımınızı bazı edebiyat çevreleri tarafından anlaşıla­ maması belki doğaldı, yine de kimilerinin anladıklarına ve bu­ nun sonucu sizi engellemeye çalıştıklarına inanıyorum. Çünkü

anlatımınız, sizi o dönemin yazarlarından gerçekten ayırı­ yor." O dağları aşmak kolay değil elbet. Ancak şimdi sizi anlayanların, hissedenlerin çoğaldığı bir zamana ulaştık. Gölgeler dağılıyor artık ve bu hem sizin adınıza, hem ede­ biyat adına bizleri sevindiriyor. 1 91


Günyüzü Mektupları

İki evliliğinizin sonucu, belki de hayattaki biricik ka­ zancınız olan oğlunuz Karaca ve kızınız Elfe'yle sürdür­ düğünüz hayat mücadelenizde duruşunuza, inatla sür­ dürdüğünüz insan sevgisine, kendinize ve çocuklarınıza olan düşkünlüğünüze, hayran kalmamak mümkün de­ ğildi. Bunların sonucu kalbinizin erken yaşta hırpalanma­ sını anlayabiliyorum. Estetik güzelliklere olan ilginiz sonucu hayata bir moda evinde çalışarak başladınız. Maddi imkanları ol­ dukça iyi olan bir işiniz oldu ve dış ülkelere gitme olanağı buldunuz. Yerinizde bir başkası olsaydı, karşınıza çıkan maddi olanakları farklı bir biçimde değerlendirir, hayatı­ nızın sonuna doğru çektiğiniz sıkıntılardan uzak bir yaşa­ mınız olabilirdi belki. Sanatçı yapınız, böyle bir yaşamı kolayca kaldıramayacaktı yine de. Sanatçının hayatı de­ ğiştirmeye yönelen direnişi içinize yerleşmişti bir kere. Artık çevrenizde yaşanan hayatları, savrulan insanları, in­ sanlara toplum değerleri diye giydirilip içselleştirilen ta­ vırları ve bunların sonucu yaşanan mutsuzlukları, kısacası delirmeleri görmezden gelmeniz mümkün değildi elbet. Toplum kuralları içine sıkışmış, tüm masumiyetiyle ha­ yatı seyreden, hayalleriyle gerçeklerin çatıştığı bir. dünya­ nın içinde "Daktilo Nebahat"i gösterdiniz bize, hem de öyküsüne şiiri katarak anlattınız. "Öykü ve Şiir İlişkisi" başlıklı bir çalışmamda sizin eserlerinizden de alıntı yap­ mıştım. Sizin yazılarınızı okumadan önce Shakespeare'in yazdıklarının dışında şiir gibi yazılmış bir hikayeye rast­ lamadım, diyebilirim. Türkçede yazılmış ilk şiirsel öykü­ nün yaratıcısı olduğunuza inanıyorum, değilse de en et­ kili biçimde sizin yazdığınızı iddia edebilirim. Sait Faik öykülerinin de şiirsel boyutu elbette bildiğimiz gibi ol­ dukça yoğun. Ne yazık ki ondan sonra, onun gibi yazma eğilimi neredeyse gelenekselleşmiş bir hal almışken, si­ zin çıkışınız sanıyorum, bazı subaşını tutmuş çevreleri rahatsız etmiş olmalı; sizi yıllarca yazmaktan uzaklaştır­ dılar. Öyküye kattığınız soyut kavramlarla modern Türk 192


Günyüzü Mektuplan

öykücülüğüne araladığınız kapıyı fark ederek, değerinizi anlayan ve Kuzguncuk Semti'ne bir heykelinizin dikil­ mesi gerektiğini söyleyen şair Ece Ayhan'a katılıyorum; Türkiye, bir gün sanatçılarına değer verildiği zamanlara ulaşırsa, bunun olacağına dair inancımla tabii. Bir dostunuza yazdığınız: mektupta geçen, orta halli /1

bir polisten kötülüğü nasıl öğrendiğinizi anlattığınız satırları okuduğumda" inanın gözyaşlarımı tutamamıştım Geçirdi­

ğiniz kalp ameliyatının ardından yaşadıklarınız, inanılır gibi değildi. Kızınızın babası, kullanmadığını söyleyerek, Kuzguncuk'taki dairesine yerleşmenize izin verdiğinden oraya yerleştiniz. Eski kayınvalidenizin polis eşliğinde gelerek, siz hasta yatağınızda yatarken, o an için gidecek yerinizin ve yeterli paranızın olmadığını bile bile sizi ev­ den çıkartmaya çalıştığı gün, öğrendiniz kötülüğü: Geç­ /1

m iş olsun hanımefendi, anladığım kadarıyla siz bir komploya uğramışsınız. Anne Hanımla oğlu size bu oyunu oynamışlar" diyen polise, bunun sebebini soruyorsunuz ve polis "Hiç ne olacak . . . 11Kötülük" diye cevap verdiğinde anlıyorsunuz her şeyi. İşte o zaman kitabımdan çıkmış kahramanımla bü­ tün o çokbilmiş edebiyatlı hikayelerime ve edebiyatıma, sadece edebiyat yapmak isteyen kendime lanet ettim. Orta halli bir po­ lisin kötülükten haberi vardı, benim yoktu. " diye anlatıyorsu­ /1

nuz, nasıl öğrendiğinizi kötülüğü. Bense, bir yazarın öm­ rünü, sağlığını hiçe sayarak, edebiyatı araç olarak kullan­ madan, sadece anlaşılmak amacı uğruna göze alıp duy­ gularını insanlığa ulaştırmaya çalıştığını görüyor ve anlı­ yorum sizi. . . Sevgili Sevim Burak, zor bir yaşamı yüklendiğinizi, ha­ yatın size biçtiği öykünüzü yaşarken önünüze çıkan kötü­ lükleri yaratan kişilerin egolarına karşı, nasıl mücadele verdiğinizi anlıyoruz satırlarınızdan. Yine de sizi, o gün için de anlayanlar vardı; özellikle size destek veren Me­ med Fuat, Ali Poyrazoğlu, Murathan Mungan, Ece Ayhan, Selim İleri, Abidin Dino gibi sanatçıların varlığına bir oku­ runuz olarak, ben de teşekkür ediyorum. Yaşadığınız 1 93


Günyüzü Mektupları

olumsuzluklara rağmen, toplumsal sorunların farkında olmanız, insan mutsuzluğuna sebep olan toplumsal ne­ denleri mükemmel betimlemelerle işaret ettiğiniz ürünle­ riniz için de size teşekkür ediyorum. "Yanık Saraylar'ın Daktilo Nebahat'ini, Baron Bahar"ını o kadar net satırlarla çi­ ziyorsunuz ki, neredeyse dokunabileceğim kadar yakın buluyorum onları ve bir o kadar çoklar hala . . . "Sahibinin Sesi" başlıklı tiyatro oyununuzun kahramanları Ziya Bey, Bilal Bey, Zembul Hanım' da bir o kadar canlılar. Yanık Sa­ raylar' dan sonra geçen 17 sessiz yılınızın ardından, "Sahi­ binin Sesi, Afrika Dansı, Palyaço Ruşen" gibi eserleri, ede­ biyata kazandırdığınız için de ayrıca teşekkürü bir borç bi­ liyorum. Osmanlı' da devşirilmiş köklerinden aldığı kültürle, içinde doğup yaşadığı toplumun farklı kültürlerini har­ manlanarak yepyeni bir yaşamı yaşamaya çalışan kentli insanın, içsel ve biçimsel yaşantısına ışık tutan, özellikle de kadın, erkek ve aileler arasında yaşanan ikiyüzlülükle­ rin ele alındığı, kadına biçilen toplumsal rolle kadının ha­ yallerinin çatışması sonucu nasıl mutsuzlaştırıldığını, tüm bunlar üzerinde etkili olan sosyal yapının, yaratılan statü­ lerin, sınıf ayrımının tek· satırla oluşturulan eşsiz. benzet­ melerle soyut biçimde, düşsel bir anlatımla anlatıldığı tüm eserlerinize ulaştığım için mutlu bir okurunuzum, Sevim Burak. Abidin Dino'nun eşi Güzin Dino'ya yazdığınız mektu­ bunuzda; "Bu dünyayı izleyenlere bir halt yok" diyorsunuz;

"Açıkgözler için hiçbir şey yazmayacağım. Dünyalarını kaybet­ mişler . . . Kendim için yazacağım. Erken bunamışlara, hayalpe­ restlere, çok acıklılara, bu dünyadan gitmek için hazırlık yapan­ lara yazacağım. Yalnız aklını kaybetmişlerle bu dünyayı payla­ şacağım, aşktan aklını oynatanlara, şizofrenlere, aşırı romantik­ lere ve aşırı sadistlere. Delilere yazacağım " diyorsunuz. Ve ben de diliyorum ki, "insanlar sizi anlayıncaya kadar delir­ sinler" İkiyüzlülüğü yaşamamıza neden olan, tüm içselleş­ tirilmiş tavırlardan arınırız o vakit. 1 94


Günyüzü Mektupları

Sevgili Sevim Burak, benim de annemi kaybettiğim 1983 yılının son günlerinde bizlere veda etmişsiniz. "Beni Deliler Anlar" kitabınızın önsözünde; giderken üstü­ nüzde senelerce hain bir inatla işlenmiş sonradan masa­ lara serilip üzerinde ağlanmak üzere son çiçekleri hastane günlerinde gergeflenmiş bir örtü olduğunu, anlatıyor sev­ gili oğlunuz Karaca. Ama en önsöz olarak: Anne, seni öz­ ledim, özledim" diye seslenmiş size. Oğluımz yine de bil­ melidir ki, yaşadığınız dönemde yazım hayatınızın önü kapatılmaya çalışılan olaylarda rol alan kişilere rağmen, artık hayattasınız Sevim Burak. -

-

/1

"Nerden okudum bunu? / Hayata nasıl başladım? / Nerden geldim? / Benim için bir sır, / O'nu kim çekti vurdu ? / SİZ, Ba­ ron bahar, hayatın dehşetini hiç düşünmüyorsunuz: "HER ŞEYİNİZ VAR / OTOMOBİLİNİZ ! YA TINIZ / 7 CÜCELİ E VİNİZ / BONOLARINIZ / ÇOCUKLARINIZ / BENSE ÖLÜMDEN KORKMAYACAK KAOAR YALNI­ ZIM. " diye haykıran Daktilo Nebahat'in sesini, Yanık Sa­ raylar'da sonsuza değin duyuracak kadar, okurlarınızın

"Düşüne düşüne hayatının en hurda ayrımlarına kadar indi" diyeceğimiz vakte kadar, hayattasınız. Ve "hayat, insanlar, bambaşka güzel görünecek" · size. Sonsuz saygılarımla iyi ki varsınız.

Sedef Kandemir

1 95


Günyüzü Mektuplan

Selçuk Baran Ankara, 31 Mart 2012 Sevgili Selçuk Baran, "Işıklı Pencereler", sıkıntılı bir dönemimde karşıma çı­ kan bir öyküydü. Otuzlu yaşlarımdaydım, içinde bulun­ duğum bu karışık ruh halini nasıl ifade edebileceğimi bi­ lemiyordum. O sıralar ok1:1duğum kitaplar arasında Selim İleri'nin hazırladığı "İlk Gençlik Çağına Öyküler;, seçki­ sinde ismine rastladığım anda öykünün avucuna düşü­ vermiştim. Yaşamımın içimi daraltan karanlığına bir ışık yanmıştı sanki. Hani insan bazen çözümü göremese bile hisseder ya, öyle olmuştu. İçinde yol aldığım karanlık tü­ nele hafif de olsa ışık sızmaya başlamıştı. Tabii hemen, adıyla beni mıknatıs gibi çeken öyküyü okumaya başla­ dım. Okuduğum her satırla gittikçe artan bir etkiyle kuşa­ tılıyor, sezgilerimde yanılmadığımı anlıyordum. Henüz beni kendimden bile iyi anlayan birine rastlamanın coşku­ sunu, yıllarca içimde taşıyacağım bir sürece başladığımın pek farklında değildim. Yıllarca isminden dolayı erkek ol­ duğunu düşünüp kadın ruhunu bu kadar iyi anlatabilmiş olman karşısında şaşkındım ama yanılmışım. 1 96


Günyüzü Mektupları

Yazma atölyesinde bir gün etkilendiğimiz öyküleri sı­ ralarken ben ilk başa sizi ve öykünüzü yerleştirdim. O gün erkek değil, kadın olduğun yanılgımı düzeltmek dışında hakkında başka bilgi edinmedim. Eve gelince öyküyü tek­ rar okuma isteği duydum, aradan geçen yıllara rağmen hiçbir şey değişmemiş, yine aynı etkiyle sarsılmıştım. Ta­ nınmamış bir yazardın galiba, belki de pek fazla eserin yoktu. O güne kadar hakkında hiçbir yerde bir yazı ya da konuşmaya rastlamamıştım çünkü. Yıllar sonra bir gün bir haber okudum: 2009 yılında YKY (Yapı Kredi Yayınları) "Selçuk Baran'ın tüm eserlerini yayınlama kararı almış" diye. Bir fotoğrafının bulunduğu gazete haberi böyle yazıyordu. İşte, seni ilk kez o zaman görmüştüm. Beyaz kazağın, kırmızı rujun ve köpeğinle beraber poz verdiğin fotoğra­ fında bana nostaljik değil, tam tersine canlı hayat dolu bir kadın bakıyordu. Demek yıllardır sesini kulağımda, ken­ dini yanı başımda hissettiğim yüz buydu. Nasıl heyecan­ lanmıştım! Yaşam öykünle ilgili sır perdesi de bu gazete haberiyle o sırada hafifçe aralanmaya başlamıştı.1933 yı­ lında başlayan hayatın 1999 yılında en üretken olabilece­ ğin bir dönemde sona ermişti. Haberde, yaşamının son dönemlerinde edebiyat dünyasına kırgın olduğun ve içine kapandığın yazıyordu. Aldığın onlarca ödül başarılı oldu­ ğunun kanıtı olsa bile seni tatmin etmemişti demek. Ken­ dini unutturmayı, bizleri böyle nitelikli bir yazardan ha­ bersiz bırakmayı seçmiştin. Zaten zayıf olan toplumsal belleğimizden kendini isteyerek silip atmıştın. Şimdi sana bu mektubu yazmak üzere bilgisayarımın Google arama motoruna adını yazıp hakkında yazılanlara göz atıyorum. Biliyor musun Selçuk, artık en önemsiz in­ sanların bile hakkında binlerce bilginin bulunduğu sayfa­ ların, saniyeler içinde önümüze açılıverdiği çağdayız. Se­ nin sayfanda çılgınca istediği yazma hevesinden onlarca kitap ürettikten sonra vazgeçtiğin yazıyor. Bunu "Tanzi­ mat'tan Günümüze Yazarlar Ansiklopedisi" için kendine !

1 97


Günyüzü Mektupları

gönderilen bilgi formuna "Başarısız biri olduğumu kabullen­

diğimden, 1994'te yazmamaya karar verdim. O günden beri her­ hangi biri olarak hayattan keyif alıyorum. " diye açıklamışsın.

Ayrıca "Gölgedeki Kadınlar" yazı dizisini hazırlayan yazara gönderdiğin mektupta demişsin ki; ""Bir fikir veri­

minin etki yapabilmesi için," der Thomas Mann, "eser sahibinin kişisel hayatıyla çağdaş neslin genel kaderi arasında gizli bir ya­ kınlık, hatta eşitlik bulunmalıdır. " Toplum, kendisinin, bir sa­ nat eserini niçin şöhrete ulaştırdığını bilmez. ( . . . ) ama alkışın asıl sebebi, tartıya gelmeyen bir şeydir; yakınlık duygusu. De­ mek ki ben, okuruma yakın olmayı beceremedim. Bu yüzden çe­ kilmeyi yeğledim. Gerçi insan başkaları için değil, kendisi için yazar. Ama kendim için yazdığım sekiz kitap, yalnız kendim için olacaksa, yeterlidir diyorum . . . " Tek bir öyküsüyle beni

yüreğimden vuran, okuduğum andan beri yakın bir dost gibi hep yanı başımda hissettiğim o sımsıcak dil, etkileyici anlatımın yazarı, nasıl olur da kendine bu kadar acımasız olabilir? Çok üzüldüm. Sana bu mektubu yazmadan önce okuduğum iki roma­ nın ve bir öykü kitabından sonra, kendine ne büyük hak­ sızlık ettiğini düşünüyorum. Hukuk Fakültesini bitirmiş­ sin, ama iyi bir yazar olmak adına avukatlık kariyerini ya­ rıda bırakacak kadar gönül vermişsin yazmaya. Bu büyük tutkuya neden böyle büyük bir acımasızlık yapmışsın? Şimdi, ne kadar üzülsem de seni suçlamaya değil, anla­ maya çalışmaya karar veriyorum. 21 Ocak 1966 tarihini at­ tığın günlük sayfalarının içinde yaşadığın bölünme sava­ şını "İyice yokladım kendimi. Kocamın karısıyım, çocuklarımın

da anası. Beni kesinlikle belirleyen ve bütünüyle öyle olduğuma inandıran iki şey bu. Analığım ve kadınlığım . . " diye not et­ .

mişsin. Tam da benim hissettiğim, beni kimlik bunalımına sürükleyen duygulardı bunlar ve senin tek bir öykünle kendime gelmiştim. Artık senin için bir önemi var mı bil­ mem, ama yıllar öncesinden bu güne uzanabildiğini, ken­ dini kaybetmiş bir kadına sesini duyurabildiğini, onun varlığını anlamlandırdığını, kararmış yaşam yolunu 1 98


Günyüzü Mektupları

"Işıklı Pencereler"inle aydınlattığını, ona güç verdiğini, onu onurlandırdığını, şimdi bu satırlar aracılığıyla sana ve okuyanlara iletmek istiyorum. Yazdıklarınla hissettire­ mediğini zannettiğin yakınlık duygusunu, bir okurun olarak bana bu kadar güçlü iletebilmiş olduğunu, küskün ve umutsuz gittiğin o "meçhul" yerden görüyor olmanı diliyorum. Şimdi hayatta olmayan kadın yazarları günümüz oku­ runa anımsatmayı amaçlayan bu projede !:ıepimiz, kendi­ mize yakın bulduğumuz yazarları seçtik. Bu mektup ara­ cılığıyla onları yeniden güncelleştireceğimizin umudunu taşıyoruz. Benim seçimim senden yana oldu, bir öykünle seni ne kadar anlatabilirim ki? O nedenle başka eserlerini de okuyorum. İlk elime aldığım kitabın "Bozkır Çiçekleri". Ne iyi bir şans ki, Özgür Yayınları tarafından 1987 yılında yapılan ilk baskısını bulabildim. Sanki aradan onca uzun zaman geçmemiş ve biz sıcağı sıcağına karşılaşmış gibi­ yiz. Önsözünü Selim İleri'nin yazdığı romandan söz et­ meden önce, onun kaleminden aktarmak istediğim sapta­ malar var. Çünkü senin kırgınlığının nedenlerini biraz ol­ sun anlamaya başlıyorum.

"1979 yılı Milliyet Roman Ödülü'ne katılan yapıtlar ara­ sında bu roman da vardı. Orhan Pamuk ve Mehmet Eroğ­ lu 'nun geniş perspektifli yapıtları seçici kurul üyelerinin gön­ lünü çelecek; o kadar sevimli, o kadar duyarlı, derinliği oku­ dukça bir giz gibi fısıldayan "Bozkır Çiçekleri de üçüncülüğe layık görülecekti. Ama öyle olmadı . . " Evet, beklendiği gibi .

olmamış, kitabın mansiyona layık görülmüş ve ilk baskısı için de sekiz yıl beklemen gerekmiş. Hakkı yenmiş bu eserin, Selim İleri'nin ricasıyla yıllar sonra basılabilmiş. Seni üzen, şimdi okuduğumda beni de üzen olaylar dizisi böyle başlıyor. Kitap daha ilk sayfasıyla beni yine avucuna alıyor. Seyfi, Nurten, Müfit'in yaşamlarında, Candide saflığını, iyimserliğini, kadınlığı, varoluşçuluğu, aydınlanmacılığı, gerçek aşkı, karşılık gütmeyen sevgiyi ve tüm bunlarla 1 99


Günyüzü Mektupları

beraber ülkemin geçmişine dair önemli bir kesit okuyor­ dum. Aradan geçen otuz yıl, kitabını eskitememiş, aksine öngörülerinin doğruluğu çok şaşırttı beni.

". . . Yakında sanayileşmiş bir ülke olacağız. İlerleyeceğiz ama birçok acılar pahasına. Avrupa'nın sanayileşme yolunda çektiği acıların daha korkunçlarını çekeceğiz biz. Özellikle biz aydınlar . " diye yazmıştın. Gerçekten de öyle olmadı mı? . .

Kapitalizmden doğan aksaklıkların bedelini bu ülkede en çok aydınlar ödemedi mi? Yine ışıklar, şehrin ışıkları, o ışıkların yansıdığı pence­ relerin ardında gizlenen çözümler, kalabalıklar, insan in­ sana, omuz omuza olduğumuz parklar, meydanlar, coş­ kularımızın, tutkularımızın olduğu kadar korkaklıkları­ mızın, yalnızlıklarımızın kaynaklarına inişindeki samimi­ yetinden çok etkilenmiştim. Kadın olmak, insan olmak, Türk olmak, yalnız olmak, güçlü olmak, tutsak olmak . . . Yine değişik duyguların farkına varıyor, duygularıma böyle tercüman olan yetkin bir kaleme rastlamaktan ilk okuduğumdaki aynı heyecanı duyuyordum. Okuduğum ikinci kitabın, 1974 yılında Milliyet Yayın­ ları Roman Yarışması'nda mansiyon kazanan "Bir Solgun Adam" isimli romanın. RDman kahramanını bir zamanlar kendine ilgi duyan bir kadının ağzından tanıttığın bölüm çok etkileyici. "O tıpkı Vermeer'in dinsel bir coşkuyla, toptan

bir kendini adayışla boyadığı tablolara benzer. Pencere önünde kitap okuyan sessiz, doygun bir adamdır. Penceresi sokağa değil de düzenli bir avluya bakar. Biraz sonra az ötelerden gelen bir çığlıkla azıcık sarsılsa bile hemen toparlanıp kitabını okumaya devam eden düzenle uyumlu bir adamdır. Dünyaya on yıl erken ya da geç geldiğini düşünecek kadar ara yerde bir geçitte tıkanıp kalmıştır yaşamı" diye betimlemişsin, bu çok etkileyici kita­

bının ana karakterini. "Bir Solgun Adam" Mehmet Taşçı'yı, günün birinde yararcılığı içeren topluca bir davranış ikliminde "biz" di­ yebilmenin kolaylığına, dinginliğine sığınmayı reddede­ rek ailesini, yaşamını bırakıp gönlünce yaşamanın kolayca 200


Günyüzü Mektuplan

üstesinden gelinen zorluğuna sığındırmıştın. O, kendi seç­ tiği yalnızlığında insanları sever ancak onlarla konuşmayı sevmez, çünkü "insanlar bizim gerçeklerimizi değil, kendi ya­ lanlarını söylerler. " der. Yalnızlığında kendine arkadaş, in­ sanoğlunun kanlı tarihini, o acı alın yazgısını ve bütün bunlardan sonra çatı katlarına, bira evlerine tek düzenin güvenine sığınmaktan başka çare olamadığını öğrendiği kitapları vardır. Ama devam eden yaşantısında umdu­ ğunu bulamaz; satırlardan onu bizlere "hayat çok karışık as­ lında. Onu anlamak için kitaplar yetmiyor" diye seslendiri­ yorsun. Bu aşamada umut veren "Işıklı Pencereler" in per­ delerini sıkıca çekmişsin. Bir tek insan gölgesinin vurma­ dığı perdeler gecenin karanlığında daha da ürkütücü gö­ rünüyorlar. Belirsiz tehlikelerin, derinliği bilinmeyen kor­ kuların saklandığı karanlıklardır artık onlar. Kitapta sana katıldığım önemli bir tespitinde, aslında yaşadığımız bizi üzen tüm olayların kaynağını, insanın zayıf bellekli oluşuna ya da acılarıyla yüzleşme cesareti gösteremeyişine bağlıyorsun ki, bu günümüzün hala ka­ nayan en önemli yarası bence de.

"Nasıl da unutuveriyoruz her şeyi. Çektiğimiz acıları, bize yapılan haksızlıkları . . . Acıya dayanmanın erdem olduğunu ne­ den öğretirler bize. Acıya dayanmanın akıllılık olduğunu kim söyledi bize? Acının kaynağına inilebilir mi? Acının kaynağı bulunabilir mi? Atomları parçalanabilir mi? Acı çekme yeteneği parçalanınca (hiç işe yaramayan, insanı alçaltan bu yetenek), büyük bir güçlük çıkabilir ortaya. Ölüme, acılara, aşağılanmaya karşı koyacak büyük bir güç . . . . "

Şu satırlarla katı kural insanlarının aldatıcı mutluluğunu anlatıyorsun bizlere: "Matematiğin şaşmaz, kusursuz uyumuna

göre, bu boyutlara göre yaşayan insanlar, mutluluğun kısacası ya­ şamanın sürekli bir değişim ve gelişme olduğunu bilirler. . . Oysa "Değişim her zaman gelişme demek değildir" senin "

için. Doğru söylüyorsun Selçuk, ne yazık ki değişim, her zaman gelişme anlamına gelmiyor. Bunun anlamını, en çok bu günlerde yozlaştırıldığını anlıyoruz. 201


Günyüzü Mektupları

Beni derinden etkileyen yine önemli bir saptaman var yazacağım paragrafında: "İnsan anlayamamanın sınırında

gerçeküstüne sığınır. Kurtuluş değildir bu. Kaçmaktır aslında. Kaçmak birtakım acıları göğüslemekten daha güçtür, daha yoru­ cudur. Farkına varmadan yıpranırsın . . . " diye yazmışsın. Ne

kadar haklısın. Çağımızda sanki bütün dünya el ele ver­ miş, bu aldatıcı sığınağa kaçıyor. Kaçıyoruz ve dolayısıyla çok yorgunuz Selçuk! Yüzleşerek, fark ederek acılarımızın üstesinden gelebilmek varken, bizi gittikçe daha yıpratan bu süreci yaşıyoruz çılgınca. İnsanı kurtaracak, gerçek in­ san olmamızı sağlayacak tüm yollardan, bizi aldatan sığı­ naklarımıza kaçıyoruz alabildiğine artan bir hızla. Hiç fark etmeden bize kurulan bu tuzağa düşüyoruz aptalca. Kitabın sonlarında ortaya çıkan başka bir kahraman bir gün "Bir Solgun Adam"a "Birini bekliyordum hep, bu sizsi­

niz sanmıştım. Yanılmışım . . . Kısa bir süre için sanmıştım ki bilmecelerimi çözersiniz . . . Ya da ne bileyim kimseden korkma­ dan yaşardık birlikte. Belki yolculuğa çıkardık. . . Oysa siz ko­ nuşmuyorsunuz bile" diye serzenişte bulunduğunda ona verdirdiğin yanıt, "Ben söylesem söylesem kendi gerçeğimi an­ latırım ancak. Onları da ne denli içtenlikle dile getirebilirim ki? Bir takım yalanlara başvurmadan konuşabilir miyiz sa7Jıyorsu­ nuz ? " Gerçekten de konuşmak neye yarar bu yangın yeri

dünyada artık, yeniden düzeltebilir mi bu rotası bozul­ muş geminin dümenini? Her şeye rağmen ümitsiz değilsin ama inandığın kur­ tuluşu Aydınlanmacılığın en önemli felsefecisi Voltaire'in Candide'si aracılığıyla "Uzun boylu düşünmeden çalışalım, bu yaşamı dayanılır hale getiren tek çaredir. " diyerek sezdiri­ yorsun. Aldatıcı sözlerin güzelliğini bir yana bırakıp bah­ çemizi yetiştirmenin, güzel işler yapmanın peşine düşme­ nin gereğini vurguluyorsun, ya da tam benim kendi dü­ şüncelerimi okuyorsun sanki. 1975 yılında ilk baskısı yapılan "Bir Solgun Adam" sanki senin acılarını, kırgınlıklarını, yalnızlığa kaçacağının haberini veriyor gibi. Ama işte sözlerini kesip artık sadece 202


Günyüzü Mektupları

hayatta kalmanı sağlayacak eylemlerle sınırladığın bir ya­ şamı seçmiş olsan bile bir dönem yazdıklarınla varoluşun, o günlerdeki tazeliğiyle sürüyor. Gönülden, samimiyetle yaptığın çalışmalar, yetiştirdiğin güzel bahçe, bu gün, bir yerlerde birilerinin yaşamına dokunuyor, onları gücün­ den hiçbir şey kaybetmeden etkileyebiliyor. Acıların nasıl dineceği konusunda yeni yollar gösterebiliyor. Okuduğum son kitabın, altı öykü kitabından ilki, "Ha­ ziran". Bu kitapla 1973 yılında "Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü" almışsın. Haziran, yazın başlangıcı olsa bile öykü­ ler yine insanın bilinmez yaşam yolculuğunda düştüğü çaresizlikleri, her şeye rağmen yaşama tutunma çabala­ rını, yaşanamamışlıkları, anlaşılamamaları ve daha yüz­ lerce insan hallerini anlatıyor. Her biri onlarca kez irdele­ nebilecek yoğunlukta öyküler. Kadının sindirilmişliği, ku­ şatılmışlığı ekseninde erkeklerin de düştüğü bunalımları, insan denilen canlının ayrılmaz bütünlüğü içinde bulun­ dukları sorunlar yumağını derinlikle hissedebilmiş, öykü­ leştirmişsin. Bilinçsiz sevgi kıskaçlarımızla yarattığımız çıkmazlar var her satırında. Sadece yoğun hüznümüzü değil, insan olmanın coşkusunu, sıcağını, onurunu da sez­ direbilmişsin tüm bu iç içe geçmişliklerde. Yaşam bir gece yolculuğudur benim gözümde, nereden, ne zaman, nasıl, ne geleceğini, karşımıza ne çıkacağını bilemediğimiz, uzunluğunu kısalığını kestiremediğimiz, yolculuğumu­ zun iyi geçmesi için sadece belli birkaç müdahalede bulu­ nabilmek dışında pek bir şey yapamadığımız bir yolculuk. Bu yolculuğun iyi sonuçlanabilmesi için insan sevgisine, dostluğa, güvene gereksinimiz var. Senin yıllar önce oku­ duğum öykün, bana bunları hissettirdiğini mektubuma başlarken uzun uzun anlattım anımsarsan. "Konuk Odaları" öykünde, biz kadınları kendi seçtiği­ miz bir durumdaki bu durum ailece yapılacak bir piknikte masa seçmek kadar basit bile olsa . . . bedenleri ev işlerini "

görürken aldıkları eğri, hayvansı, düşkün biçimden sıyrılır, heykel sırtı gibi dikleşir yaylanırdı. . " diye tanımlıyorsun. .

203


Günyüzü Mektupları

Erkeklerin yorgun olduğu akşam saatlerinde başlayan sal­ tanatimız seni yılgın bir umutsuzluğa düşmekten alıkoya­ mıyor. "Kim kurtaracak onca kadını ? Hangisinden başlama­ lıydı ? " sorumluluğu duyuyorsun omuzlarında. Şiirler, edebi metinler içini ürpertiyor. Çünkü onlarda şimdiye dek sana öğretilenleri kökünden yıkan, amansız, başkaldı­ ran bir devinim buluyor, onlara ümit bağlıyorsun. Şimdi seni daha yakından tanıdıkça, insan olabilmek, birey ola­ bilmek, kimsenin kimseyi ezip sömürmediği bir düzeni kurabilmek için, umut olarak gördüğün edebiyat alanında bir şeyler yapmaya çalışmana, yaşamını buna atlamana sonsuz saygı duyuyorum. Düştüğün bunalımlı durumu şimdi daha iyi anlıyorum. Zaman olarak yaşadıkları dönemden önde olan sanat­ çılar, düşün ve bilim insanlarının senin yaşadığın kırgınlıkları yaşadıklarını, düştüğün bunalımlara düştüklerini, tarih sayfalarından yüzlerce kez okumuştum. Senin ger­ çek değerini bulacağın günler fazla uzak olmasın, aman! Mektubumu sonlandırırken seni daha yakından tanı­ maya çalışmak için okuduğum kitaplarının yıllar önce okuduğum tek bir öykünün vuruculuğunda olduğu gibi, yine beni temelden sarstığım söylemek istiyorum. Uzun yıllardır kafamda yanıtsız kalmış sorularıma yanitlar bul­ dum. Kendi yaşam savaşımın anlamı konusunda yeni do­ nanımlar edindim. Varlığına, bu dünyada yaşamışlığına, kendini adadığın ideallerine hayranlık ve saygı duydum. Ben şimdi "Işıklı Pencereler"in Selime'si olarak sesleni­ yorum. İyi ki bana, karamsarlığımın kasvetli havasına, karşıda korku duvarı gibi yükselen depolara rağmen, Bü­ yük Mısırlı Han'ın köşesine doğru yürüme cesareti ver­ din. O köşe eski bir han köşesi bile olsa, burnuma aldığım deniz ve yosun kokularıyla rahatladım. Yaşamanın güzel bir şey olduğunu, yüreğimi alabildiğine genişletebilmeyi anımsattın. İçinde bulunduğum cenderelerden kaçmak için öyle uzaklara gitmeme gerek olmadığını, istersem her şeyin şuracıkta yam başımda olduğunu fark ettirdin. 204

·


Günyüzü Mektuplan

Analık, komşuluk, mahalle denen kısacık ipleri kopararak lacivert pırıl pırıl gökyüzünün altındaki kalabalığa karış­ mayı, tıpkı onlar gibi dönüşü olmayan bir ırmağa kapılıp sürüklenebilmeyi; gidebildiğim kadar gitme coşkusunu duyurdun damarlarımda. Yaşamın kutsallığını, yaşama cesaretinin sezgilerini hissetmeme yardım ettin. Şimdi ne­ rede işine gücüne dört elle sarılan birini görsem, bu eme­ ğin bütün dünya için kutsal olduğunu, ona duyumsatma isteği doluyor içime. Tıpkı Selime gibi, ona götürmek üzere demleyeceğim çaydanlığı ocağa koyup, bir aşk acı­ sını dile getirmesinin hiç önemi olmayan bir şarkıyı dolu­ yorum dilime. Ispanaklı börek ya da kurabiyeyi de eksik etmiyorum ona sunacağım tepside. Bazen sadece güler yüzümle, güzel sözlerimi sunuyorum o anda her kimse ona. Sonunda mutlaka her ikimizi de gönendiriyor, yaşam bağlarımızı daha güçlendiriyor böylesi karşılaşmalar. Sevgili Selçuk, umarım bu mektubumun yeniden gün ışığına çıkmanda azıcık da olsa bir katkısı olur, edebiyatı­ mızın en yetkin kalemlerinden biri olan Selçuk Baran'ı genç nesillere yeniden keşfettirir. Kim bilir, belki de senin yıllar önce benim yüreğime dokunduğun gibi ben de biri­ lerine bu yazı aracılığıyla dokunabilirim. Senin "Işıklı Pencere"lerin yine sıkıntıya düşmüş bir insana umut yan­ sıtabilir. Bu mektubumu sana, hepimizin ait olduğu o bütün­ lükte ulaşabileceği ümidiyle yazarken, en derin saygıla­ rımı gönderiyorum. Bir gün, bir yerlerde, darda kalmış bi­ rine yine aynı yoğunluk ve anlayışla dokunabilmeni dili­ yor ve umut ediyorum. Sevgilerimle. Esma Zafer Ertan

205


Günyüzü Mektupları

Sevgi Soysal İzmir, 20 Mart 2012 Merhaba Hüznün Gülümseyen Yüzü, Dün gece düşümde gördüm seni. Efes Antik Tiyatro' da olağanüstü bir kalabalık var. Aradaki merdiven boşlukları bile dolu. Birçok insan da ayakta ve dışarıda. Biletler çok önceden tükenmiş. İstanbul Devlet Opera ve Balesi, senin senaryosunu yazdığın "Oluşum Balesini" sergiliyor. Ko­ reografisini kardeşin Duygu Aykal yapmış. Orkestrayı da Gürer Aykal yönetiyor. Yirmi beş bin kişilik tarihi tiyat­ roda, güzel bir bahar akşamının serinliğiyle müziğin esin­ tisi yankılanıyor. Yeryüzündeki canlıların ilk var olma sa­ vaşını anlatıyor oyun. Derken, Sevgi'yi görüyoruz diğer bütün canlılar gibi o da savaşmakta; önce kendisiyle, sonra çevresiyle. Gelişim ve değişim içindir bu çabalayışı. Değişmek ve değiştirmek için. Yol almak için, gitmek ye­ niden başlamak için. Çok güzelsin. Bakanları hayran bırakan bir güzellik se­ ninki. Selanikli, yakışıklı, yerinde duramayan babayla, aşkı uğruna vatanını, dinini değiştiren Alman annenin gü­ zel kızı. Sarı kızıl arası saçlar kısacık kesilmiş. -Kendin ke206


Günyüzü Mektupları

sermişsin onları öyle söylüyorlar- Kahverengi gözlerinden başlayan ela bir gülümseme yayılıyor yüzüne ve babanın sürekli alay ettiği kemerli burnunu örtüyor. Başında zey­ tin dalından bir taç; üstünde yumuşak, zarif hareketlerle dans ederken etekleri özgürce uçuşan gökkuşağı renkle­ riyle bezeli ipek bir elbise var. Otuz beş yıl aradan sonra senin birden böyle sahneye çıkıp bunca insanı bir araya getirmen konuşuluyor. Nasıl bu denli sessiz kaldı insanlar yapıtlarına, yaşadıklarına diye şaşkınlık içindeler. Gerçi sanatçının kaderi bu. Çoğu yaşarken anlaşılmı­ yor. İlgi görmediği gibi suçlanıyor, yargılanıyor, haksız yere cezalandırılıyor. Sen sahnede dans ederken, bir yan­ dan da seni izleyenlere bakıyorum. Kimler yok ki . . . En ön sırada baba Mithat Yenen, anne Aliye Yenen, kardeşlerin, ilk eşin Özdemir Nutku, oğlunuz Korkut, ikinci eşin Başar Sabuncu, soyadım taşıdığın Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal, kızların Defne ve Funda. Hepsi de hayranlıkla iz­ liyor seni. Hangisinin içi daha çok yanıyor, yüreği burku­ luyor, burnunun direği sızlıyor bilinmez. "Bir yazarı 'anne' edindim" diyen kızın Funda'nın mı? İlkokula başladıkla­ rında yanlarında olamadığın kızların. . . Senin yoğun çalış­ malarından dolayı zamanını Başar'la geçiren ve onun sa­ yesinde bazı güçlükleri aşan oğlun Korkut'un mu? Ba­ banla evlendikten sonra Alman kimliğini bırakıp Aliye adını alarak Müslüman olan sanata ve edebiyata meraklı, dansı seven güzel annenin mi? Annenden kıskandığın ve sekiz yaşında şiir yazarak sevgini anlattığın tutkuları olan babanın mı? Sen, arkeolojiye merak sarmışken bir partide tanıştığın, yedi yaşında piyanoya başlamış, iyi dans eden Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi İngi­ liz Filolojisi ikinci sınıf öğrencisi Özdemir Nutku'nun mu? 1961 de Hüseyin Cöntürk, Turgut Özakman, Orhan Duru, Metin And, Ali Püsküllüoğlu, Edip Cansever, Metin Eloğlu, Özdemir İnce, Ece Ayhan'la birlikte Değişim Der­ gisi'ni çıkaran Özdemir Nutku . . . O dergide senin de bir çevirin ve "Ne güzel Suçluyuz Biz Hepimiz" adlı bir yazın 207


Günyüzü Mektupları

çıkmıştı. Varoluşçuluk üzerine yazdığın yazıları Erdal Öz'e götürüp okuttuğunu ve onun bu yazıları gerçeküstü boyutları olan birtakım duygusal izlenimler" diye nitelediğini anımsıyor musun? Şimdi sahnede bir kuğu güzelliğiyle devinen Sevgi, ilk dans derslerini Madame Marga' dan almış, Almanya'da Özdemir Nutku'yla aldığı kısa süreli tiyatro eğitimiyle an­ nesinin çocuklarına vermek istediği sanat sevgisi birle­ şince, sahnede devleşen bir Sevgi doğuyor ve biz onu hay­ ranlıkla izliyoruz. Ankara'nın ilk özel tiyatrosu Meydan Sahnesi'ne arkadaşı Güner Sümer'in sayesinde adım atı­ yor Sevgi. Kurucusu Adalet Ağaoğlu'yla tanışıyor. Sonra­ dan sıkı dost oluyorlar. Mahir Canova, Üner İlsever, Çetin Köroğlu, Kartal Tibet de Meydan Sahnesi oyuncularından Haldun Dormen de bu girişimi İstanbul'dan destekliyor. Sevgi' den yedi yaş küçük Başar Sabuncu, İstanbul' dan ge­ len genç sanatçı. 'Zafer Madalyası' oyununda birlikte rol alıyorlar. Oyunun tek kadın sanatçısı Sevgi. Oyun prova­ ları sırasında başlayan yakınlık, sonra evliliğe dönüşüyor. Özdemir askerdeyken, sahneden çekiliyor, koca rolünü Başar üstleniyor. İçe kapanık bir çocuğa baba yakınlığı, ağabey şefkati ve arkadaş sevgisiyle. Hemen yanında Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal dikkatle izliyor Sevgi'yi. TRT için söyleşi yapmaya gelen heyecanlı, genç, güzel Sevgi'yi ilk kez gördüğü anı ve son­ raki görüşmelerini anımsıyor. 1961 Anayasasını hazırla­ yanlar arasında olan, o zamanlar Forum, Yön, Akis Dergi­ leri'nde başyazı yazan, adı Doğan Avcıoğlu, İlhami Soy­ sal, İlhan Selçuk'la anılan Mümtaz Soysal. 18 Mayıs 1971 de Anayasaya Giriş" kitabında komünizm propagandası yapmak suçundan tutuklanan Soysal. Uzun bekleyişler sonrası çarşambaları yalnızca on dakika sevdiği kadını gö­ rebilen, onun getirdiği kitap ve gazetelerle avunan Müm­ taz Soysal. Sevdiği kadınla Mamak Cezaevinde evlenen adam. Sevgi'nin son günlerini yanından hiç ayrılmadan, üzülerek izleyen profesör. /1

/1

208


Günyüzü Mektuplan

Yakın arkadaşın Adalet Ağaoğlu eşiyle birlikte ön sıra­ larda yer alanlardan. Bir yazısında "Bana kalırsa Sevgi'nin

başı asıl kendi kendisiyle büyük dertteydi. Dar gömleklere sığa­ mazdı. Kalabalıklarda neşeli çılgın, oldukça esprili olmasına kar­ şın yalnızken "romantik" kendine dönük, çok duygusal, fazla duyarlı, hatta biraz "günah çıkarıcı. . . . " demiş senin için. Mustafa Şerif Onaran da "Gülümseyen Üzgünlük Sevgi Soysal" başlıklı yazısında 'O iç hesaplaşma Sevgi Soysal'ın

kendisiyle barışık olmasının engeliydi. Dışındaki aydınlıkla içindeki karanlığın çelişkisinde nasıl bir gelişme gösterdiği anla­ şılmadığı için evlilikleri yara aldı.' demiş. Ahmet Oktay da

"Özgürlük Dolu Bir Kahkaha" adlı yazısında, Soysal'ın kendi üzerinde acımasız soruşturma yoğunlaşhrdığını söylemiş. Sanki biz, seni değil de sen, bizi izliyorsun sahneden. Binlerce gözün var ve pembe bir alayla gülüyorsun. Tıpkı tutukluluk günlerinde Yıldırım Bölge Kadınlar Ko­ ğuşu'ndaki gibi. Size savaş tutsağı muamelesi yapılırken, devlet düşmanı olmakla suçlanırkenki gibi. . . TRT'de birlikte çalışhğın arkadaşların da izliyor seni; Emil Galip Sandalcı, Aycan Giritlioğlu, Ahmet Oktay, Zeki Sezer, Örsan Öymen, Rıdvan Çongur, Jülide Gülizar, Ersin Salman, Nuri Çolakoğlu . . . Turgut Özakman, Adalet Ağaoğlu ve Şadan Karadeniz'le birlikte program sorum­ lusu görevi vermişti sana. 1964'te TRT Kanunu çıkartılır­ ken, radyonun bağımsız ve özerk bir kuruluş olduğu ilkesi kon­ muştu. TRT binasının en üst katındaki odanda bir dakti­ lon varmış. "Tante Rosa" ve "Yürümek" bu daktiloyla ya­ zılmış olmalı; çünkü evdeki daktiloyla Başar Sabuncu, TRT'nin "Arkası Yarın" ve "Çocuk Bahçesi" programları için dünya edebiyatından uyarlamalar yapıyormuş. TRT' de çalıştığın arkadaşların arasında Reşat Nuri Güntekin'in kızı Ela Güntekin de var. Onunla birliktey­ ken arkadaşı Mehmet'in haksız suçlamalarına dayana­ mayıp "Yeter!!!!!" diye bağırması sonucu, yakalanıp tu­ tuklanmış olman, ne acı! İki kimlik birden göstermiş ol209


Günyüzü Mektupları

mana karşın "kimliksiz dolaşmak ve sıkıyönetime karşı gel­ mekten" tutuklanıp siyasilerin kaldığı Yıldırım Bölge Ka­ dınlar Koğuşu 'na konulmuşsun. Sahneden bana fısıldıyor­ sun gülerek 'orası askeriyenin katır ahırından hapishaneye çevrilmiş. ' diye. Oya Baydar, sevinçle karşılıyor sizi, sanki konukluğa gelmişsiniz gibi. Behice Boran ve Sevim Onursal da orada . . . Zil sesiyle uyanıyorum birden. "Düş mü, gerçek mi?" derken, cep telefonum çalıyor. İstanbul'dan arkadaşım arıyor. "Uyandırdım mı ? Özür dilerim" dedikten sonra İs­ tanbul'da 'Ölümünün 35.yılında iki günlük Sevgi Soysal Sem­ pozyumu' yapılacağını söylüyor. Şaşkınlık içindeyim. Bir an şaka yaptığını düşünüyorum. "Ben de rüyamda tam onu görüyordum" deyince, bu kez şaşkınlık sırası ona geçiyor. Bir süre rüyamı anlatıyorum telefonda. "Bugün gelmen ge­

rek, yarın başlıyor. O yüzden erken aradım. Senin ilgileneceğini düşündüm. Unutulmuş kadın yazarlardan ona mektup yazdı­ ğını söylemiştin ya. "

Beni kimse tutamaz artık, yol göründü; ver elini İstan­ bul. Geceyi kızımda geçirip özlem gideriyoruz. Güneşle bir uyanıp Kadıköy İskelesi'ne geliyorum. Arkadaşım Ne­ va'yı bekliyorum. Kabatcış'a geçeceğiz vapurla. Sabah te­ laşı var insanlarda. Hep bir yerlere yetişmek için koşuyor­ lar. Ben koşmuyorum. Özellikle erken geldim. Denizi, gi­ dip gelen vapurları, tarihi yarımadayı, martıları, ağaçların üzerindeki sığırcıkları seyrediyorum sevinçle. İstanbul'u dinliyorum gözlerim açık Tüm algılarım açık, seslere, ko­ kulara, eşsiz görüntülere. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sedad Hakkı Eldem Oditoryumuna giriyoruz. Ekranda Sevgi'nin güzel yüzü gülümsüyor. Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz! ya­ zılı. Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Meral Özbek açış konuş­ masını yapıyor: Aykırı bir kadın Sevgi Soysal, kendini al­ datmaması yönüyle bizim kuşağı anlatıyor. Ben, asıl kızı Funda Soysal'ı merak ediyorum. Siyah bir el­ bise içinde zarif, sade, başı dik, alçak gönüllü, hoş bir kadın. 210


Günyüzü Mektupları

Ekrandaki Sevgi'yle benzeşiyor. Hatta rüyamda gördü­ ğüm Funda sanki. Heyecanlı sesi titriyor. Onun için bu ko­ nuşmayı yapmak zor olmalı.

" 'Beni annesiz bırakmayan kitapları'nı yeniden okuyunca onun Alman Edebiyatı üzerine çok düşünmüş ve yazmış oldu­ ğunu görüyorum. Yaptığı çeviriler de bunun bir göstergesi. Gerçeklik öznelliktedir. Somut gerçekleri elekten geçirip kendi bakış açısını da katarak söylenen gerçeklik. Bunu örtük bir dille yapmıştır . " Önemli şeyler söylüyor aslında ama ben on­ . .

dan çok heyecanlıyım galiba. Tante Rosa'nın ön sözüne yazdığı 'Tante Rosa'dan Sevgi Soysal'a Yolculuk' yazısını dü­

şünüyordum. "... Tante Rosa, sanki kadınlığın kimliğe bürün­ müş halidir." Sevgi Soysal, bu kadınlık denen şeyi anlatıl­

ması, romanı yazılması gereken bir şey olarak gördüğü için mi, yadırganmıştır acaba? Ne de olsa kadınlığın kendi başına bir kimlik olarak tanınması ve meşrulaşhrılması, modernitenin kadınların mücadeleleriyle edinilmiş geç bir kazanımıdır ve 1960'ların Türkiye'sinde henüz başlama­ mış bir süreçtir bu. Kısacası, Sevgi Soysal'ın Tante Rosa'sı "Türkiye için erken öten bir horozdur. " Bunları düşünürken, beyaz perdede bize hınzırca gülümseyen gözlerinde kızın Funda Soysal'la gurur duyduğunu seziyorum. Funda sür­ dürüyor, seni ne kadar iyi anlamış, eserlerini nasıl güzel yorumlamış. Onu duyabiliyorsun değil mi? Bırakmak duygusu üzerine senin bir röportajından alıntı yapıyor "bırakmanın, bırakılanlar ne denli bırakılası ol­

salar da bırakanı sevindirmeyeceğini, yüceltmeyeceğini bilmek"

duygusu Tante Rosa'nın sonuçlandırabileceği en kesin şeydir diyor Funda. " . . . . . . . . Tante Rosa ile bize hatırlatır ki,

önemli olan bir bedenin eskiyebileceğini bilmektir; kadınca sa­ laklıkların bir sonraki nesilde düzeltilebilecek bozukluklar değil, farkında olunması gereken, baş edilecek şeyler olduğudur. Deni­ lebilir ki Tante Rosa yalnızca kadınlığı anlatmaz, çoğu kez bir özeleştiri tonuyla bir kadının adam gibi yaşamasına ilişkin de çok şey söyler. Sevgi Soysal'ın, kadınca olabilmek ve adam ola­ bilmek arasındaki o çok ince çizgide sağlam bir duruş arayışıdır 21 1


Günyüzü Mektupları

Tante Rose. " Kendini çok başarısız, varlığını anlamsız hiç­

bir şeyi gerçekleştirememiş bulduğu bir anda yazmaya başladığını söylediği Tante Rosa ile Sevgi Soysal, kendiyle başbaşa bir kadının durumunu hicvederek, dalga geçebi­ lirse de yadsınamaz olan bir kadınlığı belki kendi kendine sindirir ve çok başarılı ve çok anlamlı, çok şeyi gerçekleş­ tireceği sekiz yıllık yeni bir döneme adımını atar. Tante Rosa'dan sonra yayımladığı kitapları, "Tante Rosa'nın ölü­

münün boşa olmadığının kanıtı olacaktır. "

Kısacık bir kahve molasında sohbet ettik Funda'yla. İkimiz de seni ne denli sevdiğimizi, özlediğimizi konuş­ tuk. Ona baktıkça seni gördüm. Sana mektup yazacağımı söyleyince gülümsedi, hüzünlü bir gülümseyişti. Hatice Meryem'in 'Bütün Kadınca Bilmeyişlerin Ortak Adı: Ayşe Teyze' konuşmasını konu ettik. İlginç bir çalışma yapmış. 'Tante Rosa bizden değil' eleştirilerine, güzel bir yanıt ol­ muş. Tante Rosa'nın yerine Ayşe Teyze'yi koymuş. Kitap­ taki Sizlerle Başbaşa Dergisi'nin yerini bugünkü TV dizi­ leri ve evlilik programlarının aldığını düşünüyorum. Pek değişen bir şey yok aslında. Sempozyum sürüyor. Senem Timuroğlu: "Erkek egemen

bir toplumda kadın yazar olmanın zorluğunu, sol kesfmde 'Kü­ çük Burjuva' olarak ötelenmenin güçlüğünü vurguluyor" Kişi­

leri kurban konumundan, aktör konumuna geçiren yazar, bireysellikten toplumsallığa geçiyor. Tanıklık edebiyatı­ nın önemli yapı taşlarından. Hapishaneyi yazan ilk kadın yazar. Muzır tanıklık yapıyor. Sibel Işık: "Sevgi Soysal'ın eserlerinde suçluluk duygusu

konuşmasında; Hiç kimse yanacak kadar suçlu değil, derken so­ yut tutsaklıktan söz ediyor. İnsanları tutsak eden tutkuları­ dır." Zeki Coşkun: "Sevgi Soysal'ın yazdıkları birkaç kuşak üze­

rinden devam eden bir izdüşümdür. Yazı ile resim iç içedir. 'Ye­ nişehir'de Bir Öğle Vakti' ardıllarını yaratmış bir an romanıdır. Sevgi Soysal'dan bize kalan; baktığı şeyi sorunsallaştırması, ba­ kışın dönüşümüdür. " 212


Günyüzü Mektupları

Doğan Hızlan, Oya Baydar, Selim İleri, Latife Tekin, Buket Uzuner, seninle ilgili anılarını anlattılar. Özellikle seni tanımış olmanın sevinci, çok genç ve verimli olacağın bir yaşta yitirmenin üzüntüsü, seziliyordu konuşmala­ rında. Ama hepsi sana hayranlıklarını dile getirdi. Oya Baydar kendisinde ve pek çok kadın yazarda olmayan mi­ zah duygusuna vurgu yaparak "İroninin büyük bir yürek ve

duyguyla birleşmesi, olumlu bir pervasızlık, olduğu gibi olmak ve onu cesaretle savunabilmek, işte Sevgi bunu başardı. " dedi

ve Yıldırım Bölge Kadınlar koğuşunda karşılaşmalarını anlattı. Sema Kaygusuz da "Sevgi Soysal, ' rağmen', 'ama', 'keşke'lerle kaderi pekiştiren, kadının toplumsal tutsaklığını

perdeleyen tümceler kurmaz . . . Gitmek, bırakmak, terk etmek, özgürlüğün olmazsa olmaz koşullarıdır. Hayatla, düzenle, evi­ çiyle, başkalarıyla hizalanan kadınca varlığı, kimi avazlı, kimi alaycı, kimi şakacı bir sesle durmadan sorgular. Asıl olan öykü­ leme değil, öz, içerik, biçem ve biçim arasındaki uyumluluktur. Bulduğu nesnel gerçekliği, öznel bakışının içinden ayıklayarak gösterir bize; yazdığı ağrıyı iyi tanır. Acıyı abartarak okuru ka­ nırtmaz. Yaşadığı gibi yazmaktadır çünkü. Düşüncesini kağıda dökmeden önce kendi gövdesine kazımıştır. Ele avuca sığmaz hınzır ve akışkan dilini kimseden izin almadan işletir. " diye özetledi görüşlerini. Tüm konuşmacılar, yazdıklarından hareketle belli bir görüşte birleştiler: "Kalıplaştırılmış tipler yerine, sahici, ger­

çekçi kişilikler yaratmış, toplumun bütün kesimlerinin temsilini düşünmüş. Edebiyat alanında farklı bir anlamlandırma yapmış. Yakıcı bir mizah duygusuyla politik dönemin içinden geçip o dö­ nemin duygusunu, ruhunu doğru bir şekilde yansıtabilmiş. İlk hikayelerinde varoluşçuluk akımının etkileri görülür, bireyin so­ runları anlatılır, cinsel sorunlar sosyokültürel boyutuyla ele alı­ nır. Kadın olma -erkek olma, evlilik, kent- kadın ilişkisi, seçim­ ler sorgulanır. Bireysellikten toplumsallığa geçiş ona "Yenişe­ hir'de Bir Öğle Vakti"yle Orhan Kemal Armağanı'nı kazandır­ mıştır. Tanıklık edebiyatının önemli bir yapıtaşıdır. Şiddet ve baskıya kafa tutuş, gülerek direnme . . . "

213


Günyüzü Mektupları

İki gün dolu dolu seni konuştuk, seni yaşadık, yazdık­ larını yeniden yeniden düşündük. İletişim Yayınları'nın tüm yapıtlarını yeniden basması, yeni kuşakların da Sevgi Soysal'ı tanıması açısından güzel bir olanak. Tüm kitap kapaklarına inadına gülümseyen bir fotoğrafını koymuş­ lar. Onları toplu halde bulmak, hazineye ulaşmak gibi. Çok güzel, anlamlı ve yararlı. Sevgi Soysal, sen ne güzel yaşayacaksın sevginle, sev­ gimizle! Saime Bircan Sak

214


Günyüzü Mektupları

Nilgün Marmara İzmir, 15 Mart 2012 Sevgili Nilgün, Yazarak ürün verenler, edebiyat duvarına küçük de olsa bir çentik atmışlarsa ya da o duvarın üzerine bir tuğla daha koymuşlarsa, geleceğe kendilerinden iz bırakmışlar demektir. Bu gizemli yolda okurlara, sanatçılara, yazar­ lara ışık tutmuş yazarın aydınlığı, elbette ki kendinden sonraki kuşaklara da ulaşacakhr. Edebiyatın bir neferi ola­ rak, uzun yıllar öncesindeki değerleri, günümüzde yeni­ den görünür kılmak bizlerin görevi olmalı. İşte bu düşün­ celerle başlayan "Kalemden Kaleme" projesinde mektup yazmak istediğim yazarlardan biri de sen oldun. Ne çok insan, ne çok olay yitip gitti belleklerimizden. Kimi unutturuldu kimini de biz unuttuk. Seksen son­ rası şiirimizde marjinal iz bırakan, eserleriyle Serdar Ay­ dın, Lale Müldür, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ay­ han, Küçük İskender gibi isimleri etkilemiş olan bir şairi, bu çalışmada unutmak olmazdı. Sana bu mektubu yazarken, gizli bahçelerine girme­ den, çektiğin acıları yeniden üretmeden, çoğaltmadan 21 5


Günyüzü Mektupları

yazmaya çalışacağım. Mahremiyetine saygı duyuyorum ve bunu herkesten diliyorum. Ne zaman senden bahsedilse "yaşamaktan vazgeçti" diyorlar. Seninle ilgili pek çok yazıda bundan söz ediyor­ lar. Hangi doğum, ölümün başlangıcı; hangi ölüm, erken değil ki . . . Ne garip, tıpkı doğum gibi ölüm de toplumun onayından geçiyor. Oysa öldükten sonra, bu dünyadaki­ lerle aynı suyu, havayı, güneşi paylaşmıyorsun artık. Yani, toplumun onayını gerektirecek bir durum kalma­ mıştır aslında, ama ... Bizler, insanların yaşadıkları sürece ne kadar acı çek­ tikleriyle, neden ağladıklarıyla, niçin yalnızlığa ve açlığa gömüldükleriyle, savaşa sürüldükleriyle yeterince ilgilen­ mezken, bazen dedikodusal bir merakla nasıl doğdukla­ rıyla ya da nasıl öldükleriyle daha çok ilgileniyoruz. Oysa önemli olan bu dünyadan nasıl geçtiğimizdir. Ge­ çerken neleri yıktık, devirdik, yarattık, kurduk, hangi iz­ leri bıraktık, kimleri etkiledik. Neleri yendik ya da nelere yenildik. .. İlk olarak "Daktiloya Çekilmiş Şiirler" kitabıyla tanı­ dım seni. Benliğindeki savrulmaların imgelerle yüklü do­ laysız, sansürsüz, sert anlatımı nedeniyle okuma�ı zor bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Dizelerinin hemen hepsi, avuçlarımda cam kırıklarına dönüştü. Birini bırakıp diğe­ rine uzandıkça, sadece ellerim değil, yüreğimde de kana­ yan çizikler oluştu. Okudukça canım yandı, yandıkça ca­ nımı yakan birinin ruh halini anlamaya daha çok çabala­ dım. Şiirindeki aykırılık, seni merak etmeme neden oldu. Bu mektubu yazma düşüncesi belirince, baskıları tüken­ miş olan "Metinler" ve "Kırmızı Kahverengi Defter" ki­ taplarına ulaşmaya çalıştım. İçimden bir ses onlara ulaş­ mazsam yazacaklarımın yarım olacağını fısıldıyordu. Günlerce sürdü aramam ve bir gün araştırmalarım sı­ rasında internet ortamında tanıştığım birinden, bu iki ki­ tabını edindim. Yine internet ortamında yazarların sana dair yazdıklarını okudum. Ne yazık ki sıradışı şairliğine 216


Günyüzü Mektupları

rağmen, yazılanların odağını büyük oranda gidişin teşkil ediyordu. Belki de seni şahsen tanımalarının verdiği üzüntüyle üzerine hep aynı ışığı tutmuşlardı. Oysa ben sa­ dece günlük yaşamdaki şair Nilgün'e yazmak istiyordum. İşte bu arayışla okuduğum yazıların içindeki birkaç pa­ ragrafın az da olsa senin kişisel özelliklerini aktardığını görüp mutlu oldum. Örneğin bir yazıda Ece Ayhan şun­ ları anlatmış; "Nilgün Marmara'nın en belirgin özelliği; Mül­

kiyet Duygusu'nun olmamasıdır. Kızıltoprak'taki evinde oturu­ yorlardı. Evlenecek. Ev kocasının. Salonun parkeleri bir milim inceltildi, yeniden cila yaptılar. Hafta sonları onlarda kalıyor­ dum 'Bak ne güzel oldu' dedim. 'Misafirler için artık salonu kul­ lanmayın, benim kaldığım odayı kullanın. ' dedim. O da 'İnsan­ lar kullanmayacaksa ne işe yarar!' demişti. "

Bazen, kişi hakkında anlatılan küçücük olaylar, aktarı­ lan konuşmalar, insan zihninde nasıl da büyük açılımlar yapabiliyor. Bu anı, insanların satın alma güçlerini kulla­ narak bürünmeye çalıştıkları kimliklere itirazını ve bireyi önceleyen yaklaşımını bizlere ne kadar güzel anlatıyor. Günlüğünün otuz birinci sayfasında büyük harflerle yazılmış bir cümle; "KIYAMET KOPARKEN BİLE FİDAN DİKİNİZ" _{ll İlk okumada bu cümleden çok etkilenip ya­ nına "peygamber cümlesi gibi" notunu almıştım. Sonra, içimden bir ses bu cümleyi araştırmamı söyledi ve inter­ nette "kıyamet koparken bile elinizde bir fidan varsa onu dikin" hadisini buldum. Ölüme karşı yaşamı yücelten, an­ lamı böylesine derin bir cümleyi defterine yazmanı, çok dikkate değer buldum. Şiirlerinde umutlarının olduğunu, toprağı, kuşları, bö­ cekleri sevdiğini gördüm. "Biz ince yüzlü ince gözlüleri de

sevdik, / Yanakları dolgun, yaşları eksik olanları da, / Sevdik toprağa karışma zamanını erteleyenlerin / sıkıntılarını da, kuş­ ları da sevdik, böcekleri def "<2> "Hayatın neresinden dönülse kardır"<3ı diyen bir Nilgün'e karşın, "Kentlerin havaalanlarından çok düş alanlarına gerek­ sinimi var. Yeni düş alanları yapılmalı, olanlar restore edilmeli 21 7


Günyüzü Mektupları

ya da tümden yok edilmeli"<4> diyen bir Nilgün okudum. Öz­ nesi devlet olan eğitim sistemine eleştiri niteliğindeki şii­ rine hayran oldum ve tamamını mektuba almadan ede­ medim: " Öğretmen, / Hiçbir şeyi öğretiyordu, / Geri alıyordu

çift katlı korkudan / Bilme sevincini. / Naylon bir peruka saç ye­ rine -kafası kazılıydı- / Naylon bir hayat ve plastik korku. / İnce kolları ince bacaklarıyla düğümlenmiş / Tebeşire tahtaya ve harflere. / Öğretmek için geliyordu sınıfa, / Kapatmaya ve öğ­ renme arzusunu / yargılamaya; bir kitap tıkayıp / boğazlara, susturmaya zaman hakkını. / Korkuyordu, çoğunluk sandığı / bu azınlıktan. "<5) Ece Ayhan' dan bir güzel anı daha var paylaşmak iste­ diğim; "Nilgün Marmara, geçen yıl Topkapı'da sur içinde bir

şoförle ayıcı bir Çingene arasında çıkan tartışmayı bana anlatı­ yor. Çingene otobüse ayısıyla binmek ister, şoför de almaz on­ ları, Çingene direnir, ağız kavgası olur, çünkü Çingene sabahle­ yin evdeki 'Köroğlu'na bir şey bırakamamıştır, ekmek parasını çıkarmak üzere ne pahasına olursa olsun Sultanahmet'e gide­ cektir! 'taksi tutamam ya!' diyormuş. 'Nilgün Marmara' he­ men Çingene'nin, hızmalı kahverengi güzel ayının ve görmediği Köroğlu'nun yanında olmuştur!" Bu anlatıdan bana geçen, ötekileştirmeye direnişin, kurallara boyun eğmeyişin oldu. Gülümseyerek okudum. Şiirlerinde, "güf. kaydırak, doygun çan, dalkavuk gelecek, ·

uzlaşmacı örtünme, bunak ağaçlar, çocukluk gökdeleni, maşa tanrısı, ışığın biberi, su iti, çolak mırıltı, uçurtma ağacı" gibi

kullandığın birbirinden ilginç, çarpıcı imgelerle etkiledi­ ğin döneminin şairlerden kimisi senin için "sivil şair", ki­ misi "dünyayla yaralı" dedi, kimi de sana Scott Fitzge­ rald'ın çılgın eşinin adı olan "Zelda" ismini yakıştırdı. Daktiloya çekilmiş şiirler kitabının son sayfasında

" ... Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne gü­ zeldi. Yiten bu işte! . " diye yazmışsın. Nasıl da doğru bir .

saptama. Hepimizin içindeki o küçük ülke, bizler büyü­ dükçe istila edildi. Camları, duvarları kırıldı. Saf akış, ye­ rini ilgisizlik ve soğumaya bıraktı. Yaşamımız, hayattay218


Günyüzü Mektuplan

ken elimizden kayıp gitti. Dayanacak gücümüz kalmadı ve kendimize inancımız da. Sen, insanoğlunun içinde bulunduğu açmazların çok daha ötesini görerek "Ey iki adımlık yerküre / Senin bütün arka bahçelerini / gördüm benf ''<6) dizeleriyle aramızdan ses­ sizce ayrıldın ama biliyorum ki ölmedin, sözcüklerin kumda bıraktığı izlerin içine yerleştin. <7ı Sevgi ve dostlukla . . . Nalan Yılmaz

219


Günyüzü Mektupları

Tomris Uyar İzmir, l5 Şubat 2012 Sevgili Tomris, Öyküye gönül vermiş bir ustaya yazmaun keyfiyle başlıyorum mektubuma. Sana "usta" diyonm ama der­ ken de "usta değil, çıraklar gerekli bize" sözünümımsayarak gülümsüyorum. ' Gelişkin dil bilincinle her kelimeyi nereceyse bir ku­ yumcu titizliğiyle ölçüp tartan, yaratıcılığı öı plana çıka­ ran bir kalemdin. "Yeni bir şey yazmayacaksam hiç yazmam" diyerek, yazarın yenilenmesi gerektiğinin tltını çizdin. Sana göre, Anlatılacak öykü yoktu, kurgulana; öykü vardı. " Her kitabında 'farklı anlatım biçimleri" kullaıdın ve buna verdiğin önemi; Dünyada ne kadar anlatım biÇmi varsa hep­ /1

/1

sini bir bir öğrenmek, denemek, sonra da bozmaXisterdim. Çok farklı anlatımların aynı anlatım düzleminde bulı?malarını -is­ ter istemez buluşmalarını - önlemek için. " cümeleriyle bize aktardın. Değişik kesimlerdeki insanların toplumsa değişimler­ den etkilenişini neredeyse bir sosyolog gibi t.e alıp etkile­ yici, sade bir anlatımla öyküleştirdin. Edebyat, hep var 220


Günyüzü Mektuplan

olma biçimin ve yaşamının merkezi oldu. Okurlarına yal­ nızca öykülerinle değil, "Gündökümü" adını verdiğin günlüklerin, İngilizceden çevirilerin, düşünce yazıların ve incelemelerinle de ulaştın. Fırsat buldukça sadece yazan değil, aynı zamanda sıkı bir okur olduğunu da vurgula­ dın. Bir söyleşide, "Bizde yazar, yazardan bahsetmez kolay ko­

lay. Çok sıkışırsa ölmüş yazarlardan bahseder. Oysa sen biraz önce, daha ben sormadan, iki yazarımızın adını verdin. Kita­ bında da yazarlardan söz ediyorsun. Yazar olduğun kadar, bir okursun öyleyse!" diye soran Füsun Akatlı'ya yanıtın, "Tabi okur' um. Hem de ne biçim okur' um!" şeklindeydi.

Dediğin gibi iyi bir okurdun ve döneminin yazarlarını okuyup inceledin. Bu incelemeler sonucunda, öykümüze farklı açılımlar getirdiğine inandığın yazarları "Yeni Hi­ kaye" ya da "Yenilik Hikayesi" şemsiyesi albnda topla­ mak istedin. Bireyin eleştirisinden çok düzeni eleştiren, imgenin vurucu gücünden yararlanan, aynı duyarlılıktan beslenen Yenilik Hikayesi'ne örnek olarak "Vapur" öykü­ süyle Leyla Erbil'i, "Işıklı Pencereler" öyküsüyle Selçuk Baran'ı, "Edirne'nin Köprüleri" öyküsüyle Füruzan'ı, "Annemin Sardunyaları" öyküsüyle Selim İleri'yi işaret ettin. Bu okulu oluşturma çabana ilk tepki Leyla Erbil'den geldi ve "Tomris Uyar'ı bu yanlışlara götüren kimi yüzeysel benzerlikler ya da andırmalardır" diyerek, bu oluşuma karşı çıktı. Ardından Nermin Menemencioğlu, Demirtaş Cey­ hun, Tarık Dursun K. gibi yazarlar da olumsuz düşünce­ lerini, çeşitli yazılarla dile getirdiler ve bir süre sonra "Ye­ nilik Hikayesi" konuşulmaz oldu. Belli duyarlılıktaki ya­ zarları bir araya toplamak istemen ve önerdiğin yazarların doğruluğunu, yanlışlığını bir yana bırakacak olursak, as­ lında tüm çaban, edebiyat duvarına büyük bir çivi çak­ maktı. Yeni bir okul oluşturma fikrin edebiyatımızda ye­ rini bulmasa da sahip olduğun geniş birikim ve çözümle­ yici düşünce yapısıyla yazmış olduğun öykülerinle bunu başardın. Diline olan düşkünlüğünü, Füsun Akatlı'nın seninle 221


Günyüzü Mektuplan

yaptığı aynı söyleşide şu cümlelerle açıkladın. "Bir yazar;

Türkçe'nin yeterli bir dil olmadığını düşünüyorsa, lütfen yaz­ masın. Diline aşık olmayan yazar tanımıyorum ben . . . yazarsa! 'Yazdığı dile aşık olmakla başlar yazarlık'. Benim için Türkiye, dildir. Milliyet, dildir diye düşünüyorum aslında. Türkiye'yi, Türkçe'yi sevdiğim için seviyorum. Mesela dışarıya gitsem, Av­ rupa'ya, Amerika'ya... yazamam. Türkçeden uzak kalmak bir ez­ ginlik duygusu verir bana. Bu o kadar tüm yaşamı kaplayan bir duygu ki örneğin yabancı bir erkekle, aynı dili paylaşamadığım bir erkekle, büyük bir sevgiyi paylaşamam."

"Bir Uyumsuzun Notları" alt başlığıyla basılan gün­ lüklerini okuyunca, seninle kurduğum gönül bağına, fikir bağı da eklendi. Aynı ya da benzer şeyleri dert edindiği­ mizi görmek beni sana bir adım daha yaklaştırdı. Gündö­ kümleri'ni okurken baş sayfalarından birine, senin günlük yazma amacını kendimce değerlendirerek şu notları almı­ şım; "görülen sorunları anlatmak, görünmeyenleri görünür kıl­

mak, okurla paylaşmak, bu sorunları dert edinmemişlerin kula­ ğına kar suyu kaçırmak, dikkatlerini çekmek, tedirgin etmek.. ". .

Bir gün, Füsun Akatlı'nın seninle yaptığı söyleşide, Gön­ dökümleri'nin ortaya çıkış nedenine verdiğin yanıtı oku­ yunca, hem şaşırdım, hem de çok mutlu oldum. Senin ya­ nıtınla benim düşüncelerim birbirine çok yakındı. Biraz farklı kelimelerle şöyle söylüyordun; "Gündökümleri'nin

çıkış nedeni: "Ben inciniyorum "dur. Okura, "Sen de rencide ol, zedelen sen de incin!" demek istedim. Okur kızsın bana isterse, bu da bir tepkidir... Seçilen günler, benim sesimi yükseltmek is­ tediğim günler değil, okurun sesini yükseltmesini istediğim günler. "

Kısa öyküyü, çok önemli bir yazın türü olarak gördü­ ğünü her fırsatta yineledin. Buna inancın öylesine bü­ yüktü ki bu türün, yazarın romana geçmeden önce alış­ tırma niteliğinde yapılan çalışmalar olarak algılanmasın­ dan rahatsız oluyordun. Ne yazık ki bugün de aynı du­ rum güncelliğini koruyor. İlk kitabını yayımlamış öykü­ cülere, çoğunlukla roman yazmaları tavsiye ediliyor. Bu 222


Günyüzü Mektuplan

öneri, romanın bir üst yazım türü olduğu algısıyla yapılı­ yor. Öykü yazmakta direnenlere, tıpkı senin dönemindeki gibi "Daha romana geçmedi." deniyor. Oysa Julio Corta­ zar bu konuda son noktayı koyalı çok oldu; "Etkileyici bir

metin ve okur arasında yaşanan mücadeleyi roman hep sayıyla kazanır, oysa öykünün bu maçı nakavtla alması gerekir. " diye­

rek bu türün, yeteneklerini, karakteri itibariyle ne kadar vurucu olabileceğini, öyküde elde edilebilecek başarının boyutlarını vurgulamış oldu. Bunları söylerken tabi ki amacım bir türün diğerine üstünlüğünü kanıtlamak değil. Aksine, her ikisini de kendi koşullarıyla değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Amacım, öykünün olanaklarının tam kavranmasına katkıda bulunmak. Bu türün bence bir diğer özelliği de "okurunu seçmesidir. " Her ne kadar okur, okuma eyleminin öznesi olarak öyküyü seçiyor gö­ rünse de bana göre, aslında öyküdür seçimini yapan. Çünkü öykü nitelikli okur ister. Sen bu türe öylesine tutkundun ki onu Okuru yıllar sonrasına hazırlayan ve onu değiştiren bir sanat." olarak ta­ nımladın. Dile çok hakim olmayı gerektiren bir tür oldu­ ğuna inandığın için önce çeviriyle başladın öykü çalışma­ larına ama İngilizceyi daha iyi öğrenmek için değil, Türk­ çede dilinin kıvraklığını bileylemek için! Çevirilerinle altmıştan fazla yabancı eseri dilimize ka­ zandırdın. İyi bir çeviri yapmak için "yazarların seslerinin keşfedilmesi" gerektiğine inandın. Çevirisini yaptığın ya­ zarın fotoğrafını edinmeye, nasıl giyindiğini, olaylar kar­ şısında nasıl davrandığını öğrenmeye çalıştın. Yazarın an­ lattıklarını, anlatışını dilimize aktarırken yaşamın bütün öbür verilerinden de yararlanmak gereğini duydun. "İpek ve Bakır, Ödeşmeler, Dizboyu Papatyalar, Yü­ rekte Bukağı, Yaz Düşleri Düş Kışları, Gece Gezen Kızlar, Rus Ruleti-Dön Geri Bak, Yaza Yolculuk, Sekizinci Günah, Otuzların Kadını, Aramızdaki Şey" kitaplarınla bizlere birbirinden güzel pek çok öykü ve "Gündökümü/ Bir Uyumsuzun Notları"(l-2) kitaplarını sundun. "Yürekte /1

223


Günyüzü Mektupları

Bukağı" ve "Yaza Yolculuk" öykü kitapları ile Sait Faik Hikaye Armağam'na hak kazandın. 2003 yılından beri fi­ ziken aramızdan ayrılmış olsan da yazılarınla, günlükle­ rinle, öykülerinle hep bizimlesin. Füsun Akatlı'nın da de­ diği gibi edebiyatımızda, "söylediğiyle yaptığı birbirini tu­ tan" az sayıdaki yazardan birisin. Öykülerinle, öykünün büyülü dünyasını ve yaşadığı­ mız dünyayı zenginleştirdiğin için binlerce teşekkür. Du­ ruşunun, yaşamın her alanında insanımıza örnek olması dileğiyle ... Sevgi ve dostlukla . . . Nalan Yılmaz

224


Günyüzü Mektuplan

Tezer Özlü

Ankara, 10 Mart 2012 "Sen düşüncelerle yaşıyorsun, diğerleri gerçeklerle"

Sevgili Tezer Özlü, Mektubuma 'Sayın'la başlamanın doğru olacağını dü­ şünsem de ilkin; öykü, roman ve metinlerinle seni gün günden gecelerime (ki, gecelemeleri de senden öğrenme­ dik mi, 'Gece gündüzün devamı değildir' diyen senden) ve hayatıma konuk ettiğim düşüncenin ağır basmasıyla bu hitap şeklini daha uygun gördüm. Kelimelerle cümlelerin zaman içerisinde bizi (sanki) tanış yapmasından cesaretle­ nerek biraz da... Zaman ve uzaklık kavramlarını yok saya­ rak, geçmişi geleceğe, anı anıya dönüştürürken, sana seni, sana beni anlatacağım bu mektupla ortak yönlerimizi de bulup çıkarmaya çalışacağım, kelimelerden öte ... Çocuk­ luğunu kıyı Ege kasabasında yaşamış, maviye tutkun bir yüreğin bozkıra kök salarak burada yaşamaya (ç)alışması ne kadar oluyorsa, ben de o kadarım işte. İçimdeki deniz özlemini, gücümü kelimelerden alarak bastırabiliyorum. 225


Günyüzü Mektupları

Kent, daha halen kış, ağaç dalları tomurcuğa durmak yerine kar kristalleriyle yüklü. Hayaller ve kar kristal­ leri . . . Dona kesmemiş olsaydı yüreğim, güzel bir öykü adı olurdu yazabilseydim eğer . . . Sessizliğin dili, sesi, kardaki ayak izlerimiz oluyor böyle günlerde. Gece­ leri ıssızlığı da barındırarak. . . Mevsim değişmedi henüz. Ankara'nın sisi, pusu özlediğimiz yaz güneşini aratıyor göğ(s)ümüzde. Bahara ve gitmelere ayarlayıp ama kışa araladığımız yüreğimizden yalnızlığımız giriyor içeri, olanca kuvvetiyle. Pavese, kulağıma eğilip şöyle fısıldı­ yor; "Kendimi buzda bir balık gibi hissediyorum." Onu, "bu kış, ben de öyleyim" diye yanıtlarken, yazı masamdan başımı kaldırıp pencereden dışarıyı izliyorum. Mavisi hep eksik kalsa da; buz mavisine kesmiş Ankara, bir res­ samın fırçasından çıkmış, masal kenti gibi. "Ankara se­ vimsiz bir kent. Orada kalmayı istemedi canım" cümlelerin­ den hayli uzakta bir görüntü sergiliyor. Oysa Ankara'yı sevmemekte haklı gerekçelerin olduğunu biliyorum.

"Büyük bir coşkuyla başlayan hastalık, beni Ankara'dan İs­ tanbul'a getirmiş, büyük kentin ortasındaki sinir hastanesinin bu sevimsiz odasına sokmuştu. Yirmi dört yaşımda girdiğim bu odada büyük coşkularım, duyarlılığım, düşüncelerimin sı­ nır tanımaz özgürlüğü, korkusuzluğum beş yıl süreyle elim­ den alınacaktı. " cümlelerini sana kurduran gerçekleri, Fe­

rit Edgü'ye yazmış olduğun mektuplarda okudum. Ah, o mektuplar . . . Belki sonra değineceğim onlara. Şimdilik yalnız senin izini sürmeye çalışacağım. Bir başına çıktı­ ğın yolculukta Svevo'nun, Kafka'nın, Pavese'nin izlerini sürdüğün gibi. . . Bir sonbaharda otobüsle orta Anadolu'da ilerlerken yazmış olduğun, bozkırı sevdiğini anlatan cümlelerini anımsıyorum. "Doğacak güneşin kızıllığı yayılıyor dağların

ardından bozkıra. O an bozkırı da çok sevdiğimi düşünüyo­ rum." diyorsun. Ankara'yı değil ama onun coğrafyasını

seviyordun sen. Doğa parçalarına olan sevgin, çocukluğu­ nun kasabalarına teyellenmişti. Büyük kentlere alışma ve 226


Günyüzü Mektuplan

orada yaşama çabasına düşerken düşlediğin, yitirmediğin duygulardan biriydi bu. Kent yaşamına alışman, koşulları Süm (Sezer Duru) kadar hızlı bir gerçekçilikle benimse­ men zaman almışh. "Oysa ben henüz taşra bahçelerinin erik ağaçları altındaki durgunluktayım. " derken, özlüyordun. İn­ sanda yer etmeyen, derinden duyumsanmayan hiçbir duygu özlen(e)mez, değil mi? Sende var olması, içinde ya­ şaması, yüreğine ilişmesi gerekir öncelikle. "ince bacakla­

rımla aydınlık yaz günlerinde yokuşu koşuyorum . . . Serin esin­ tisine doğru dalgaların . " diye anlatmaya başladığın çetin (hayat) hikayene yakalandığım gibi. "Oysa koşullandırılmış bir büyük kentliyim. Doğadan ayrılıp beton alanların, asfalt yol­ ların kıyısındaki taş yapılara, apartmanlara döneceğim. dedi­ ..

"

ğinde içinde bulunduğun anı daha o dakikada özlemeye başlamıştın. Sen, özlemlerin kadınıydın aynı zamanda. Hep "Özlemin içindeyim şimdi. Ama özlemeye gene de devam ediyorum. " inadıyla özledin hayatının insanlarını, ayrıntı­ larını. Yakındayken uzakları, uzaktayken kentini, kentlile­ rini, Anadolu'nun ıssız, bomboş bozkırlarını. . . Büyük kentlerin, en çok da İstanbul'un karmaşasında çocukluk düşlerinin kasabalarını aradın. Oysa o kasaba sınırlarını · aşmak ve beraberinde kendi sınırlarını yok saymak isti­ yordun. "Seyahat eden, büyük kentlere gidip gelen bu insanlara

özlemle bakıyorum. Bir gün uzak dünyaları ben de tanıyaca­ ğım," cümlesini. yüreğinden geçiren, o duygunun içinden geçen küçük kızı düşlediğimde, her seferinde kendime va­ rıyorum. O kız, biraz ben(d)im aslında. Seninle akraba duyguları taşıyan. . .

"Kentten ya da ülkeden ayrılmadığım günlerde oteli değişti­ riyorum. Kendi kendimden böyle bir rahatlıkla çekip gitmeyi na­ sıl isterdim. " diyorsun ya . . . İnsan herkesten, her şeyden,

yaşadığı kentten sıkılıp uzaklaşmak isteyebilir bazen. Ken­ diyle baş başa ve bir başına kalabilmeyi . . . Ben de istedim. Hemen herkesin tanış olduğu sakin, huzurlu kıyı kasaba­ mızda mutluydum. Yine de arınmış bir yaşam olduğunu düşünüyor, büyümek için burayı aşmanın gerekliliğine 227


Günyüzü Mektuplan

inanıyordum. Yolculukları da seviyordum. Bir yerlere gitmek, yeni yerler, yeni insanlar tanımak, kendimi dinle­ mek bana çekici gelen ayrıntılardı. Düşlerimi süsleyen tek bir yer vardı o günlerde; "Varır varmaz küçük taşra kasaba­ larına özlem duyduğum . . . " dediğin şehir, İstanbul. Çünkü yaşadığım yerde her şey birbirine çok benziyordu. Aynı mekanlar, aynı insanlar, aynı değer yargıları, aşılanan hata yapma korkusu, 'Bir aşkı yaşatan ayrıntıları' (Murat­ han Mungan) gizleme çabası, bazen baskı. . . Orada kalır­ sam bir gün onlar gibi olmaktan korkuyordum. Bu se­ beple tepki duymaya ve başkaldırmaya başladım. Anlamı deli poyrazda yatan adım öyle çınlıyordu, var gücümle Esme'liydim. Kendimce estim de . . . Çok sonraları anlaya­ caktım, insanın hayatını sorgulamaya başlaması, mutsuz­ luklarının da nedeniymiş aslında. Sorgulamayı bırakıp kabullenirsen, kendi küçük dünyanda mutlu olabilirsin. Gerçi bu yargıyı hiçbir zaman kabullenemedim. Çünkü ben, bana biçilen yerine önce kendi elbisemi denemek is­ tedim. İlk zamanlar, İstanbul kollarını pek de şefkatle aç­ mamıştı. Kolay olmayacağını biliyordum elbet. Doğrusu bu kadar zorlanacağımı da tahmin etmemiştim. Aileden ve alışkın olduğum o kuytudan uzaklarda olmak içimin hüzünle kaplanmasına neden olmuştu. "Yalnızlık böyle bir şeymiş" dedim. İstanbul' da yüzlerce hatta binlerce in­ san, aynı zaman diliminde birlikte hareket ederek aynı yöne, yan yana, omuz omuza ilerliyor; ama varlıklarının farkına varmıyordu. Ruhsuz, ifadesiz ve bazen maskeli çehreleriyle ... Bir filmin figüranları gibi; sanki onlar orada öylece dururlar, olmalıdırlar da. Bunu bilir, ötesiyle ilgi­ lenmezsin. İşte böylesi anlarda bir dönem sıkıldığım -san­ dığım- küçük kasabamın yalın ve meraklı gözlerle bakan, tanış simalarını özledim. Yine de bu büyülü şehri, tüm zorluklarına rağmen tadına vararak yaşamayı istedim. Aslına bakılırsa vardım ve yaşadım da . . . İstanbul kadar bir diğer şehri de sevebileceğim aklımda yoktu tabii. Ve bir gün mavi gözlü şehrimi ardımda bırakıp gönlümün 228


Günyüzü Mektupları

çekiştirdiği yere, kıyısız kentim Ankara'ya giderek, yeni bir hayat seçtim. Kuytu kasabamın sınırlarını zorlayarak kendimi aşma, aradığımı bulma ümidiyle çıkılmış bir yo­ lun ilk durağıydı İstanbul; son durağı da Ankara olacaktı sanırım. Yüreğimin peşinden sürüklenerek geldiğim ül­ kemin kalbinde aradığımı buldum mu, bulamadım mı? Bu sorunun yanıtı şimdilik yok. Attila İlhan'dan esinlene­ rek; çocuklar gibi sevmeli Ankara'yı, devler gibi ıstırabını çek­ meli, diyebilirim yalnız. Yaşadığın kentlerin tarihi dokusunu, iklimini, coğraf­ yasını yaşanmışlardan ve etrafını çevreleyen her şeyden daha çok seviyordun belli ki. Orta sınıf insanların sobalı evlerindeki sevgisiz, ağır ve bunaltıcı yaşamlar, tıkış tıkış yerleştirilmiş eşyalar, ısınmayan soğuk odalar, ıslak çama­ şırlardan buğulanmış camlar, pazar günlerinin dayanıl­ maz curcunası, radyodan yükselen maç saati, yağmurun ıslaklığındaki apartman görüntüleri, balkonlarda bekle­ meye terk edilerek üst üste yığılmış eskiler, açık kalan pencerelerde insanın içindeki sessizliği alıp götüren bağ­ rışmalar . . . Tüm bu farkındalıklar, küçük renkli haplarla beslediğin, kendini öldürme isteğini körüklüyordu. Şehir, çoğu kez 'Sisler Bulvarı' gibi görünüyordu sana: "Bekleyen

gemiler. Uzak limanların özlemi. Düşlenen, erişilemeyen sevgi­ liler. " O zamanlar çok gençtin tabii. "Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin ol­ sun. " düşünceleriyle elinde bir dilim reçelli ekmekle çık­ mış olduğun yaşamın sonundaki yolculuğa, yıllar sonra istemeden koşmak zorunda kalmıştın. Uyandırıldığında

"İntihar düşüncesi peşimi bırakıyor. Çoğunluk gibi doğal ölümü bekleyeceğim. " diyordun. Aslında dünyanın sonsuz büyük­

lüğünde uzaklara, bildiğin, tanıdığın her şeyden çok uzaklara gitmek, gitmek, gitmek istiyordun yalnız. Başka bir yer ve zamandaki yaşamlara uzanarak. . . Yaşamı her yönüyle olmasa da yaşamayı seviyordun işte. Bu çelişki­ lerle ölüme de alıştırarak bünyeni. . . 229


Günyüzü Mektupları

"Yapılar arasına sıkışmış küçük taş avlu, açık havaya çıkabi­ leceğimiz tek yer. Burada bir ya da iki ağaç var. Avlunun yük­ sek taş duvarlarını tahta banklar çevreliyor. " betimlemeleriyle

algımızda yer eden soğuk okul binası, çocukluğumun bir başka hayal kırıklığına taşıyor beni. Eşini çok erken yitiren öğretmenimizin, memleketi Elazığ' a tayin istemesinin ar­ dından kaydımı aldırdığımız yeni okulun sokağına bugün bile yolum düşse, yüreğim daralıyor, bir ürperti geçiyor sırtımdan, mevsim yaz da olsa üşüdüğümü hissediyorum. Küçük beton avluda toprağın, ağacın ve saksı çiçeklerinin esamesinin okunmadığını ansıyorum. İki yıl süreyle okul öncesi eğitim aldığım ve ilköğretim birinci sınıfı okudu­ ğum okulumdan koparılmadan önce, dört mevsimi yaşa­ yabiliyordum. Okul değil, bahçeydi çünkü orası. Ve içimde yeşerttiğim bahçe metaforu yıllar sonra başka şe­ killerde vücut bulmuştu yaşamımda. Günk (Gönenç Ertem) ile birlikte sizi hoşnutsuzluğa sürükleyen yaşamın sıkıntılarını, çocuk yüreğine rağmen duyumsuyordun elbet. "Yaşam, ancak kavranılması ve anla­

şılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıl­ lara atılan bir yabancı öğe gibi önümüze getirilmiş. " saptama­

sını yaptığında okul yolunu çoktan unutmuş, dünyaya kendi gözlerinle bakabilmenin özgürlüğünü yaşıyordun. Ama dışarıdaki yaşamın sizlere, bizlere öğretilenlerden daha gerçek ve güzel olduğunu henüz o yaşlardayken se­ zinlemiştin. "Yaşam yalnızca sokaklarda. " dediğinde, içinde yaşadığın kent ve ülkenin sınırlarını aşmanın ancak dün­ yayı yaşayarak algılamak, kavramak ve öğrenmekle mümkün olacağına gönderme yapmıştın; bu anlamda ya­ saklanan her duyguya öfkeyle, her türlü baskıya tiksin­ tiyle yaklaşarak. .. Çocukluktan genç kızlık düşlerine adım attığındaysa pek çok genç kız gibi göğüs kafesinde uçuşan kelebekleri dinlemiş, yasak olan erkek bedeninin özlemini yalnızca uykusuz gecelerin düşlerine sığdırabilmiştin.

"Sevişmeyi kendi gövdelerimizde tatmaya, kendi bedenlerimizde öğrenmeye koşullandırılıyoruz. Yılların çabası gerekiyor erkeğe 230


Günyüzü Mektupları

alışmak, erkeklik organını sevmek için." derken, ahlaki değer­

leri ve insanı kuşatan geleneksel kuralları yaşanmışların­ dan çıkarsadığın acı dersler neticesinde sorgulamıştın:

"Neden dost olmadan erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyo­ ruz? Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Se­ vişmek için ilkin nikah imzası mı atılmalı ? "

Rus klasikleriyle tanıştığında, oradaki acılar ve yoksul­ luklarla dolu düş dünyasının seni çevreleyen dış dün­ yayla ne kadar benzeştiğini fark ediyordı:n. Rus yazının­ daki dünyanın aslında yanı başındaki dünya oldu­ ğunu . . . Hayalet Oğuz (Oğuz Alplaçin) ile birlikte Beyoğ­ lu'nun gecelerini, yaşamın bir kesitini gezerken, gerçekle hayalin iç içe geçtiği izlenimi veren ürünlerini yazmak için birikiyor, gözlemliyor ve kendini keşfediyordun aslında.

"Mutluluğun, insanın kendi kendisiyle hoşnut olmasıyla başla­ yacağını bilmiyordum. " diyecek kadar hem de. Çünkü ha­

yatı yaşamanın; bir kenti, bir mevsimi, bir insanı tutkuyla sevmeyi o kocaman yüreğine sığdırabilmenin ve hatta 'çok şuurlu deliliğinin' temelinde hep o coşku yatıyordu. Sevgi­ lerini doyumla devretmenin gerekliliğine inanıyordun sen. Yaşamın en çetin dönemeçlerinden, acılar ve hüzün­ lerinden geçip anılar biriktirirken "Yıllar, olaylar beni hiç yıpratmamış, aksine duygularıma yön vermiş. " demiştin. Düşüncelerini, hayatın seni dönüştürmesini yaşarken de yazarken de aslında salt kendince, kendi içinde bir devrimi gerçekleştirebilmek için bir yola çıkmıştın. Dev­ rimci mücadele içinde yer almayıp yazdıklarının küçük burjuva özgürlüklerinin sıkıcı sınırlarını yıkmaktan öte bir anlam taşımadığına vurgu yapsan da iktidardaki ege­ men sınıf düzenine karşı çıkıyor ve orta sınıfın normal karşıladığı alışkanlıklarına, beğenilerine aldırmıyordun. Zamanla edebiyatın yerleşik değerlerini de sorguladın. Bilmiyordun belki, bilmiyordun elbet; yazdıkların yal­ nızca kendine yazdıkların olarak kalmayıp gitgide büyü­ yor, seni keşfeden her okurla aranda görünmez ve kop­ maz bağlar kurmana neden oluyordu, olacaktı da. 231


Günyüzü Mektupları

Çünkü sen avaz avaz bağırmak yerine "Sizin düzeninizle,

akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. " ve "Kurallar doğrultusundaki bir ya­ şam yalnız ve yalnız durgunluktur. Başka hiçbir şey. " düşün­

celerini, kendinle konuşur gibi kedi mırıltılarıyla yazıya çeviriyordun. Gücün ve üzerimizdeki etkin de buradan geliyor bence. Gerçek yaşamla örtüşen öykülerin içimize sızıyor . . . Sen daha en başında yaşamın ucunu ( ön)görebilmiş, varoluşunun çıkış yolunu yalnızca yazmakta ve edebi­ yatta bulmuştun. Sözcüklerinin tortusunda dış dünyaya karşı geliştirdiğin savunmayı, şu sözlerle ifade ediyor­ dun: "Bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgarları, içimde

esen sevgileri, içimden ölen ölümü, içimden taşmak isteyen ya­ şamı, sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüz­ gara, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor. " Ya­

şam yerli yerinde durduğu sürece gidilecek yerler, görü­ lecek kentler, tadına varılmayı bekleyecek anlar henüz sona ermiş değildi. Bu devinim içerisinde aklına çengelle­ nen soru(n)ları birbiri ardına dizebilmek için her duygu­ sal kıpırdanışa ihtiyaç duyuyor, huzursuzluğunu koruya­ bilmenin yollarını arıyordun. İlhan Berk'in "Yazmak mut­ suzluktur, mutlu insan yazmaz" dizelerini anımsıyorum, tam da bu noktada. Zaten hayatla derdi olan insan, içhu­ zura kavuşmak için yazmak, hep anlatmak istemez mi? Bu nasıl da yürek yorgunu bir süreçtir . . . Öyle geçirimli­ dir ki senin gibilerin yüreği, hayat sanki daha derinden geçer içinizden, oysa siz hayatın içinden geçtiğinizi sanır­ ken. Belki bu yüzden korunmasız kalır, çabuk yorulursu­ nuz. Bundan mıdır, yazar ve şairlerin aramızdan erken göçmesi? Düşünme, okuma ve yazma süreçlerini engelleyen ilaçlardan uzaklaşmak, zihnine ihtiyacı olan berraklığı yeniden kazandırıyordu. Sen kendine ait sığınağını söz­ cüklerinden inşa ederken, iç dengeni kurabilmek için ki­ taplarına sarılıyordun. "Sözcüklerim olmadan o gökyüzüne 232


Günyüzü Mektupları

nasıl dayanabilirdim. O caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasında öylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlen­ diğim ve her şeyi düşünüp kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğim gecelere. " tümcelerini ardarda dizerek, yaz­

manın yaşamında ne denli tutkulu bir zorunluluk oldu­ ğunu anlatmaya çalışıyordun, kendine ve bizlere. Dene­ yimlerinin süzgecinden geçirdiğin hayata tutunma biçim­ lerini, derin yalnızlığını, sevdiğin yazarların peşinde koş­ tuğun yılları paylaşırken çoğalıyor; hayatın sana yükle­ diği acılarla ancak yazarak baş edebildiğini söylüyordun. Bu nedenle metinlerinde büyük, ölümsüz ve çok mutlu kahramanların, karakterlerin yoktu senin. Yazarlık gü­ cünü yaşadıklarından aldığın gibi yazılarının öznesi de sendin; nesnesi de iliklerine kadar duyumsadığın acıla­ rın . . . "Acılar olmadan yazılabilir mi? Edebiyat, yaşam ve ölü­

mün sınırlarının artık acıları tutamadığı, tutmaya yeterli ol­ madığı yerde başlamıyor mu ? " sorusuyla edebiyatın yaşa­

mın kendisinden daha canlı bir olgu olduğunu, yaşam­ dan taşarak oluştuğunu bir yolculuk sırasında kavradı­ ğını belirtiyordun. Yaşamın Ucuna (yaptığın) Yolculuk'ta ise "Acıları mutluluk olarak nitelendirmeye karar verdim. Ya­

şamımın en mutlu anlarında da aynı güçle acıyı duymadım mı? Ve acıların ötesinde bir beklenti vardı: Kendi dünyamın beklentisi. " sonucuna varmıştın.

Yaşamı keşfe çıktığın İstanbul' da rastladığın güzellik­ lerin, küçük ayrıntıların sana düşündürdüğü öyküleri yazma isteğiyle dolup taşarken, günlük olayların peşine takılıp o anları ıskaladığın için yakınıyordun. Yine de iyimser bir bakış açısıyla "Bunları yaşamanın tadı bile yeter insana. " diyebilmiştin. İyi bir gözlemciydin çünkü. Duy­ guları, özlemleri, alışkanlıkları tahlil etme becerinle Ana­ dolu kentleri arasında yaptığın yolculuklarda, otogarların en tatsız ve sevimsiz yüzünü "Gelip geçenleri tedirgin eden bu çirkinlik niye?" sorusuyla ortaya koyarken, Zürih ha­ vaalarunda tuvaletin halı kaplı duvarlarına ironiyle yak­ laşmıştın. Hayat standardı hayli yüksek ülke insanlarının 233


Günyüzü Mektupları

estetikten başka ne derdi olabilirdi, değil mi? Dünyanın başka ülkelerinde insancıl değerlere tanık olduktan sonra, kendi ülkeni senin gözünde tahammülsüz kılan anarşi­ siydi hiç kuşkusuz. Babanın hastalığı sırasında hastane bahçesinde tanık olduğun manzaraya ilişkin "Temmuz sı­ cağı en çok ölüme benziyor. " notunu düşmüştün. O notu şimdiki zamanda okuduğumda; "Ölümler kendi küçük dünyalarımıza, hayatlarımızın orta yerine hep Temmuz' da mı düşer?" sorusuna yanıt ararken bulu­ yorum kendimi. Çünkü bu tümce geçmiş bir tarihte bir kıyı kentinde başlayan anıları, bir temmuz sabahının buğu­ sunda yitirdiğimi anımsatıyor bana. Denizin uğultusunu, elimin değdiği her şeyi, gözyaşlarımı, eşyalarımı, özen ve önemle saklanmış gereksiz not kağıtlarını. .. Ve gencecik bir adam, bir de kadını... Ölümleri tekrar tekrar tatmak iste­ mesek de "Her yaşam zamansız ölümlerle yaşıyor. " gerçeğinin altını çizdin sen. Deneyimlenmiş bu acı gerçeğin . . . Gitme­ lerin, kalmaların, hastalıkların, sevdaların ve yazıların hep bundan mıydı? Ve bu yüzden miydi ölüme bir adım yakın duruşun? Ölüm isteğini bir hastalıktan ayrı tutuşun ...

"Her gidiş, her yolculuk, kendi ben'imin bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir" düşüncesiyle kendini "'.urdu­

ğun yollar, Avrupa şehirlerine yapılan meraklı yolculuklar kendine varmanın patikalarıydı aslında. "İçimden çıkması

gereken bir şey var. Yaşadıklarımla hesaplaşmam gerek. Şimdi yollarda yalnız kendi kıpırdanışlarımı, kendi haykırışlarımı du­ yacağım." derken, yazmaktan başka bir olanağının olmadı­

ğını da biliyordun. Yüreğin çeşitli duygularla dolup taştı­ ğında, o duygular taşınmaz hale geldiğinde kimliksiz ve ülkesiz bir kadın sıfatıyla yeni yolculuklara çıkmak istiyor­ dun; tek yurdun edebiyata doğru. Bir yerlere yerleşmeyi aklından geçirsen de yaşamı yalnızca gitmek olarak algılı­ yordun. Yaşamın en güzel armağanlarından birinin kent sokaklarında yürümek olduğunu, "Yolculuklar ilginçtir. Ya­ şamın sürekliliği içinde başlı başına kesitler oluştururlar. " cüm­ lesine ekliyor ve kendine küçük mutluluklar yaratıyordun 234


Günyüzü Mektuplan

böylece. Bazen yalnızca bu bile yetiyordu sana. Çünkü "Dünyalara açılan, yeni yaşamlardı yolculuklar. " biliyordun:

"Hareket. Gidebilmek. Kalmak. Uyum sağlamak zorunda olma­ mak. Raylar bir çeşit sonsuzluk. Dünyasal. "

Yazarların Franz Kafka, ltalo Svevo ve Cesare Pa­ vese'nin izini sürmek, mezarlarını, yaşadıkları evleri ziya­ ret etmek, acılarını ve yalnızlıklarını dindirmek kısacası onları yaşamak doğrultusunda -dört gün içinde Berlin­ Hamburg-Berlin, Prag, Viyana, Zagreb, Belgrad ve Niş coğrafyasında- gerçekleştirdiğin yolculukta, "Beni, ben ola­

rak raylar üzerinde götüren trenlerde algılıyorum gerçek dün­ yamı. Duran her şey sıkıyor beni. " diye yazmıştın. Prag'da

Kafka'yı, Trieste'de Svevo'nun kentinin rüzgarlarını du­ yumsadıktan sonra, "Benim gerçekten büyük bir aşkımdır," dediğin, yıllardan beri onun edebiyah ile yaşadığın, se­ ninle aynı gün (9 Eylül) doğmuş, aynı yaşta aramızdan ay­ rılmış Pavese'nin Torino ve St. Stefano Belbo'sunu solu­ muştun son olarak. Onların anlatımlarıyla düşlediğin ro­ man kahramanlarına özenerek, dolaştığın bulvar ve . so­ kaklarında, aynı kasabalarda, aynı doğal koşullarda geçir­ diğin çocukluğunla karşılaşarak. .. Tanımadığın bu kent­ lerde yitip gitmek istediğin her seferde rüzgarlarına, bu­ lutlara henüz doymadığın ve içinde biriktirdiklerini yete­ rince haykıramadığın gelmişti aklına. Arayışlarının peşin­ den kendi sınırlarının sonuna doğru çıktığın bu yolcu­ lukta, otel odalarının boş yataklarında varlığını hissettiğin genç adamlar, sana eşlik eden yazarlarının hayaletiydi as­ lında. Öyle hayal etmek istediğin içindi. Ve sen ne kadar bağımsız ve ne mutlu hissediyordun kendini. O korkunç diş ağrısı bile keyfini kaçırmaya yetmemişti üstelik. "Bü­

tün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum. Anlatılarında yaşa­ dığım ölülerden. Bu kahrolası dünyayı yaşanır bir dünyaya dön­ üştürmeye başarmış ölülerden. " cümlelerini, yanından ayır­

madığın defterine not ederken, hayatına ve yazın dün­ yana katkılarından dolayı yazarlarına minnettarlığını dile getiriyordun. 235


Günyüzü Mektupları

2002'nin Noel arifesinde -bir yazarın hayaletinin pe­ şinden olmasa da- çıktığım İrlanda seyahatinde yolum Ja­ mes Joyce ile kesiştiğinde seninle benzer heyecanları pay­ laştığımı, bugün gibi anımsıyorum. Soğuk ve rüzgarlı bir kış günü Tara Street yakınlarındaki istasyondan trene bi­ nerek Dublin'in 8 km güneyindeki sahil kasabası Dun La­ oghaire'ye yaptığım kısa yolculukta İrlanda Denizi, tren camından hızla kayan görüntüleriyle eşlik etmişti düş(ünce)lerime. Tatil nedeniyle kapalı olan James Joy­ ce'un müze evini gezemediğime hayıflanarak dönmüş­ tüm Dublin'e. Tek tesellim, cansız kış güneşi altında St. Stephen' s Green' de gezinirken Joyce anıtıyla karşılaşmak ve Henry Street'te gelen geçeni selamlayan heykelinin ya­ nında objektife poz vermekti. O yolculuktan sonra "Ben burada kalabilir, yaşayabilirim" ile bitirmiştim 'Kuzeyde Bir Yer' adlı öykümü. Sen bir kente yolculuk yaptığında en çok kendinde yolculuğa çıkıyordun aslında. Bu, bir yaşama özlemiydi sanki. İçindeki kıpırdanışlara yanıt verecek bir yaşamın yoksa ve yaşamın orta yerinde tüm özlemlerinin doyum­ suz kaldığını, karşına çıkf.n her şeyin yetersiz olduğunu düşünüyorsan eğer ... Sen bu özlemi, belirsizlikler ara­ sında belirlemeye çalıştığın yaşamı aşkla, insan ilişkile­ riyle, okumak ve yazmakla doldurmaya çalışmadın mı? Öyle coşkulu, öylesine büyük sevgilerle doluydu ki yü­ reğin, dalgan çok güçlü çarpıyordu kıyılarına. Sevdiğin insanlar hayatından eksilmeye başladığında ya da birbi­ rinizden uzağa düştüğünüzde yorulmaksızın aramala­ rından vazgeçtiğini söylüyordun. "İnsan yaşamının mut­

lak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek. Onun yanındayken de özlemek, istemek. Oysa yaşam genellikle insa­ nın bir başına kalması. " kabullenişine vardığında bir başı­ nalığın çaresizliğini tüm hücrelerinde hissediyor; uzun yıllar kendi duvarlarının gerisinden bakıp algılamaya ça­ lıştığın gökyüzünün, Dünya'nın tüm ülkelerindeki, tüm zamanlarındaki acıları, savaşları, açlık ve yoksullukları 236


Günyüzü Mektupları

değiştirmediğini görüyordun. Uzakta geçirilen yılların yaşamdan, insanlardan ve geçmişten yaşadığın kopuk­ lukların- ardından, "Artık o genç insanın korkutucu arayışı

içinde değilim. Ne yaşantıları, ne de insan sıcaklığını arıyo­ rum. Bugün, hem insan sıcaklığını, hem de sevgiyi yalnız kendi içimde taşıyorum. " cümleleri geliyordu. Tüm bu ken­

dini, insanları, kentleri, sorularını kısacası yaşamı arayış­ larının ve yolculukların sonunu; "Ama edebiyat daha çok

yaşam, daha çok aşk, daha çok duygu, daha çok ölüm yüklü­ dür. " düşüncesine bağlıyordun. Yaşamının olgunluk dö­

nemlerinde ise kendini hem çocuk hem yetişkin olarak tanımlıyor, "Çocukken de dünyayı aynı gözlerle, aynı düşün­ ceyle, duygular ve sezgilerle kavradığımı anlıyorum. " diyor­ dun. Çünkü ihtiyarlıkla gençlik gibi olgulara inanmıyor­ dun. Çocukluğunda ve gençliğinde bile içinde bir ihtiyar taşıyor ya da içindeki çocukla yaşlanıyordun. "Ölüme gi­

den yol çok uzun / Yoruyor beni / Hastalık hiçbir şeyi değiş­ tirmedi / İntihar etmek istedim iyi ettiler / Delirdim gene iyi ettiler / Artık yapacak bir şey kalmadı "

Yaşamı her yönüyle göğüslerken, insan olmanın bilin­ cindeki her duyarlı ve hassas ruh gibi darbeyi göğsünden aldığına şaşmamalıydı aslında. Kesif acı ve yalnızlıkla ge­ çen yıllarını bir çocuk gibi emzirdiğin göğsünden . . . Has­ talığını, seni korkuya sürükleyen tedavi sürecini kabul et­ mediğini bildiren mektuplarında Zürih izlenimlerine, ha­ yatın günlük akışına, edebiyat sohbetlerine, özlemlerine, aşka, sevgiye ve "İlk kez çocukluğumdan uzağım, kendi zama­ nım içindeyim. " gibi iç konuşmalarına yer veriyordun. Ya­ şamda hissedilebilen, görülebilen ve paylaşılabilen her şe­ yin ucuna doğru yaklaşırken Hans Peter Marti'nin dingin, rahat, sağaltıcı sevgisi sayesinde "İlk kez zaman denen za­

mansızlığı algılıyorum. İlk kez sevgi içinde yaşıyorum, ne geç­ mişi ne de geleceği düşünmüyorum, (. . . ) Değişmeyi yaşayabil­ diğim için mutluyum. " diye yazıyordun. Hayattan alacağım var hissiyle (kısacık) ömrünü 'hayat' kılma çabalarını, o

amaca giden yolda yaşadığın ya da yaşayamadığın ne 237


Günyüzü Mektupları

varsa, özlemini çektiğin insanlara emanet ediyordun, el yazından. Derinden sevilen bir insana son söz misali, "Se­

verek mektup yazılan bir insanın bile olması ne büyük bir olay, söylenen her sözcüğün anlaşılmaktan öte, yaşadığını, dahası sözcüklere bile gerek olmadan yaşandığını bilmek, güç gibi ya­ lınç bir olgu değil, var olmak gibi bir şey. " diyerek . . .

Kişinin kendi el yazısından sıcağı sıcağına duygu, dü­ şünce ve izlenimlerini samimiyetle anlatmasından öte; an dediğimiz en küçük zaman parçasını anıya çevirme gü­ cüne sahip mektupların her biri gerçek, hepsi yaşamın içinden. Söz uçar yazı kalır ve bir yönüyle yazı, geçmişten geleceğe mektuplarla kavuşur. Bizler artık başka bir za­ manın insanlarıyız. Günümüzde yaygınlığını kaybetmiş olsa da Dost Kitabevi'nin raflarında senin mektuplarınla yeniden karşılaşmak, uzun yıllar haber alınamayan yakın bir dostun el yazısının posta kutuma düşmüş olması ka­ dar sevindiriyor beni. Tabii, buruk bir sevinç . . . Seni, ya­ zarlık gücünü aldığın yaşadıklarını tüm çıplaklığın ile an­ lattığın yapıtlarında görürken; mektuplar sana dair her şeyi bilme, seni daha dolaysız tanıma ve hatta özümseme olanağı tanıyor bize. Eski bir tanışla yeniden karşılaşma şansı yakalıyoruz. Çünkü bazı insanların yaşam�, ölümü, yazdıkları derinden etkiliyor insanı. Kitaplarının kapakla­ rını incelerken düşünüyorum da; o hoş incecik boynun, sarı solgun yüzün, naif gülümsemenle bugün aramızda yaşsız ve zamansız bir kadın olarak dolaşıyorsun, aslın ve suretinle . . . Ölümsüzlüğün aramızdan çok erken ayrılmış olmandan değil, kendini her gün yeniden yeniden üreten özgün cümlelerinle, samimi, cesur anlatımından ileri geli­ yor. Çok muydu, hayır, çok azdı anların. Ama anlam, mi­ ras bıraktığın sözcüklerde yatıyor. Sen Aşiyan'da, ölüm­ süz ruhun içimizdeki tatlı delilerde . . . Sevgili Tezer, yazımın ucuna yaklaşırken, senin de al­ tını çizdiğin gibi, "Yalnız sağlıklı insan aklıyla yaşasaydı değ­

mezdi yaşamaya, can sıkıcı olurdu. Tam aksine, güzel olan, dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması. " 238


Günyüzü Mektupları

diyen Pavese'ye hak vermemek olanaksız şimdi. Biliyor musun, sana baktıkça içimdeki deliyi daha çok seviyo­ rum. Aşılanmamış küçük bir Delice'nin, ruhuma üflediği o yaban tadı. . . Evet, hiçbir zaman postaya verilemeyecek olan mektu­ bum, içinde yaşadığımız şu andan itibaren geçmişten ge­ leceğe uzanan üç çınar yaprağına dönüşerek yeryüzüne düşecek. Biri sana, biliyorum ki hissedeceksin. Diğeri bana, usuldan sol yanıma, omzuma . . . Üçüncüsü de bu mektubun okurlarına . . . Seni hasretle şakaklarından öpü­ yorum ki, oradan aklın-fikrin geçer. Sevgiyle . . . Esme Aras

Not: Ankara sen görmeyeli çok değişti. Hafıza mekan­ larının çoğunu yitirdik. 1966 Ekim'inde Mübin ile birlikte kahve içtiğiniz Piknik de buna dahil. Eskiyi özlüyorum di­ yenlere nasıl kızıyorum bilsen. Senin deyiminle; "Özledim

diyor, özlüyor ama özlediği şeyleri hiç tanımadı daha. "

239


Günyüzü Mektuplan

Duygu Asena İzmir, 31 Mart 2012 Sevgili Duygu Asena, Sevgili Asena merhaba öncelikle, Egeli Kadın Yazarlar Oluşumu'nun bir tasarcası için sana yazmayı seçtim. Önce ben sordum kendime, ned�n ölen bir başka şair değil de Duygu Asena? Yanıtları belleğimde çoğalbrken, seçimimi paylaştığım dostlardan da geldi bildik soru. Hemen geri­ lere sardım yaşam makarasını. Duygu Aseha'nın "Kadı­ nın Adı Yok" yapıtıyla, tüm kadınlar adına sesinin çığlığa dönüştüğü zaman sürecine taşındım. Neden seni seçtim? Sorusu şu yanıtı da getirdi, "Aynı sınıfın insanı değildik. Ben

kalabalık bir evde tek maaşlı bir babanın ikinci kızıydım. Sense burjuva bir aileden geliyordun. Öyle bir şey yaptın ki, ne sınıf kaldı aramızda ne de başka şey . . . "Kadının Adı Yok" fırtınası estirdiğinde, herkeste bir şaşkınlık . . . Kimisi, kadın başıyla yaptığına bak tavrındaki­ lerden oluşsa da, tam da söylemek isteyip te söyleyemedi­ ğimi dillendiren bir kadın çıktı ülkemden diyenlerin sayısı "

azımsanmayacak denli çoktu. Yaşamlarımızın kıyısında göz önünde; babasından, abisinden, kocasından şiddet 240


Günyüzü Mektuplan

görenler ne çoktu! "Erkektir, kadını hem sever, hem de döver. Kadın onun malıdır. Önce babalığın ona verdiği yetke, ardın� dan abiye geçen vekalet, dahası nikahı bastı mıydı kocası, gerisi gelirdi. " 1987 yılıydı "Kadının Adı Yok" yayımlandığında, aydın

kadınlar sevinirken, aydın erkeklerdense tepkiler yağı­ yordu bu yapıta. Bu tutumların katkısı da olabilir elbette ki 1988 yılında toplatma kararı verildi kitap için. Çok sür­ medi, uzun uğraşların hukuk mücadelenin ardından kalktı bu yasak. . . Uzun yıllar belleklerden silinmedi "Ka­ dının Adı Yok" . Mahalle baskısıyla yasaklanan konulara az da olsa bir rahatlama geldi. Kitap ve içeriği gündeme enikonu oturdu. Feminist yazarlar arasında anılmaya başladın. Tam da o günlerde kitabı okuduktan sonra yaşadığım coşkuyu, beynimde sorgulayıp durduğum, ne ki yanı­ tını bulamadığımda kendimi çıkmazda bulduğum nice konunun düğümlerimin çözüldüğünü duyumsadım. Sanki o kitabı ben yazmıştım, değilse yazılmasına destek olmuştum . . . İlk işim "Duygu Asena kimdir?" sorusunun ayrıntılı yanıtını aramak oldu. Pedagog olduğunuzu öğ­ renmek, duyarlılığınızın nerden geldiğini imliyordu sanki. Gazetecilikle sürdürdüğün yaşamını. . . İlk kitabınla olumlu ya da olumsuz ne çok ses getirdiğini benim kuşa­ ğım hala unutamaz. Kadınlara bir bedenleri olduğunu anımsattın. Yatak odalarının ürkülecek bir yer olmayabi­ leceğini fısıldadın bir bir kulaklarına. Biliyor musun Duygu Asena, seni uzaktan tanıdı­ ğımda, düşüncelerimi seslendiren biri gibi baktım. Güç­ lendim, direncim arttı, şımarttım kendimi. Toplumsal baskılara karşı gelecek güç yarattım kendime. Nasıl mı? Öncelikle yalnız olmadığımı anlayarak. . . Artık hiç­ bir yazını, tartışmam kaçırmaz olmuştum. Bununla da kalmayıp, seni okumayan kadınlara aktarıyordum yaz­ dıklarını. Bu aktarmada doğaldır ki taraftım. Birçok köşe yazarı senden söz etti. Çoğunluğu erkekti bunların. . .

241


Günyüzü Mektupları

Yanında yer alan alkışlayanlar da vardı elbette. Her yeni şey gibi önce sarsıldı herkes . . . Birçok küfür aldığından adım gibi eminim. "Herkes kabı kadar su alır," der Mevlana. Belki bir köşede yazıp çiziyor, ama insana, yaşama özel­ likle kadına bakışı benmerkezci ve tutucu kişilerden övgü alamayacağın belliydi. Bunu beklemiyordun da . . . Kimini yanıtladın harcanari sözlerin, çoğunu da görmezden duy­ mazdan geldin. Bu tavır doğru olandı, onlarla zaman har­ camayıp yoluna devam ettin. Düşünüyorum da eşini kadın doktor yok diye, erkek doktora muayene ettirmeyip ölmesine neden olanların azımsanmayacak denli çok olduğu ülkemizde en yürekli insandın. Yatak odalarının mutsuzluğa acıya açıldığı bir süreçte, kadına olması gerekenleri duyurdun. Sevişirken haz almayı bunun adının orgazm olduğunu ilk kez senden duydu çok kadın. Erkekler genellikle kadınların gireme­ diği yerlerde bir araya geldiler. Bunun hala örnekleri var,yazık ki . . . Kadınların, onlara dayatılan, zevksiz ka­ dınlık ve annelik olgusunun ötesine geçeceğinden ödü ko­ pardı erkeklerin. Bu öteye geçebilenler de iyi kadın olarak anılmazlardı zaten. Arkadan yapıştırılan orospuluk payesi ucuza gidiyordu. Bunu bir erkeğe söyleyecek değiller ya, o taciz de etse eksilen ve eksltilen her zaman kadındi. "Adı çıkar" söyleminin içeriğindeki korku kaç kadının canını yakmış, nice canlar telef edilmişti. Ölümünden sonra bile erkek yazarlar, seni yazmayı sürdürdüler. Bunlardan birini, Hüseyin Göcek'in "Defte­ rimdeki Ünlülerin 200'ü" adlı yapıtında yazdıklarının bir bölümünü yorum yapmadan buraya alacağım.

"Duyguyu ucuza verip sivri dili pahalıya alan şaşkın. Ken­ dini feminist şampiyonu sanan 'yufka yürekli, ince tenli erkek güzeli'ııden bozma çağdaş cadı özentisi. Onunla bir veya iki yurt dışı seyahatim oldu. Yani aynı uçağı, birkaç gün aynı me­ kanları, aynı oteli paylaştık. Hiç de hırçın bir feminist, yerine oturmamış bir yazar, anlayışsız biri değildi. Son derece anla­ yışlı, uyumlu. Hatta biraz da çocuk safiyetinde temiz bir insan. 242


Günyüzü Mektuplan

Zaman geçmiş olmasından mı zamansızlıktan mı bilinmez yatarken sadece kitaplarını yastık yapabildiğini, elinin başkasına yetmediğini fark ettim. Kitaplarıyla ve söylemleriyle yatabiliyor olabilmesi kariyerine iyi mi geliyordu ne? Yapıtlarına yandığın­ dan biraz daha safça bir hatun. Ağzının açık kalmasını önlemek için yanında uhu benzeri bir şey taşıdığı izlenimi veriyor gören­ lere. Bence bu kadının derdi sanıldığı gibi, erkeklerle değil. Ka­ dınlarla hiç değil. Çocuklarla. Çocuklarla. Yani uzanamadığı üzüme pis diyormuş ya. Düşünün, isminiz Duygu olacak ama siz sevemeyeceksiniz, Jıislenemeyeceksiniz. Bundan büyük bir ıstırap mı olur bir 'Duygu' için ? 'Çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane? Ce­ vap nar. Peki 'Çarşıdan aldın bin tane eve geldi bir tane?' Ce­ vap ne? Duygu'nun kitapları. Ne de 'Pek şen'imiş bu kitaplar canım. Asla fena insan, fena kadın, fena kadın yazar değildir bi­ zim Duygu. Bütün sorun 'Asena' soyadında. O tam bir dansöz gibi kıvırtıyor, bizimkinin adı çıkıyor. Merak ediyorum, yurt dışında ona 'You're my Turkish de­ light' diyen oluyor muydu ? Ölümü, Türkiye'de umulandan daha fazla üzüntü kaynağı oldu. Demek kızanı kadar seveni de çokmuş. "

Sevgili Asena, sözün burasında annemi anımsadım. Samsun'dayım, sanırım liseli yıllarımdı. Alt kattaki kira­ cımızın üç çocuğu vardı. Kadın Tekelde çalışıyordu. Adam ne iş yapardı yazmamış belleğim. Bir süreç içinde, kadının başka erkeklerle ilişkisi olduğu konuşulmaya başladı sokakta kapı önlerinde oturup güneşlenirken de­ dikodu yapanlar arasında... Şaşkındım, olabilir miydi böyle bir şey? Aynı günlerde kahve evi önünde oturan erkekler arasında, "bankada paran olacağına Tekelde karın olsun," gibi anlamı çok sözler ediliyordu. Bu konu hep kafamı kurcalayıp durdu. Bir gün annemi yalnız yakala­ dım. Ona, "Anne evli bir kadın niçin başka erkekle birlikte ol­ sun ? " diye sordum. Annem, okuyan kızının ondan bir şey öğrenmek istemesinden hoşnut, şöyle bir toparlandı.

"Şimdi beni iyi dinle. Allah kadınla erkeği ayrı yaratmış. 243


Günyüzü Mektupları

Erkeğin bir nefisi var iken, kadının dokuz nefisi vardır. Erkek bir nefisini zaptedemez, ama kadın dokuz nefsini zapteder. De­ mek ki arada bir nefisi zaptedemeyenler de oluyor. Say ki bu da onlardan. " Günlerce düşündüm annemin söylediklerini.

Yaşamın içinde görerek ve yaşayarak çözdüm sözlerinin kilidini. Yatak odalarının kapısından, sevişse mi, sevişmese mi karasızlığıyla bir adım ileri iki adım geri atan kadınların sesi oldun. Onlara yüksek sesle haklarını haykırdın. "Haz" sözcüğünü çoğu kadın seninle öğrendi. Bu sınır­ lama salt eşten gelmiyordu. "Kadın erkek" fasikülleri çı­ kardı haftada bir gün. Onları gizlice alır okur ve biriktirir­ dim. Babam görmesin diye eve nasıl getirdiğimi, bunu ya­ parken renkten renge girdiğimi bilemezsin. Yatağımın al­ tına saklardım. Bir gün bu konuyu sevgilime açtım. Der­ gileri istedi benden. Olmaz veremezdim. Versem ne olurdu? Okurken bile kızarıp bozardığım konuları, dahası ne okuduğumu o da öğrenecekti. Onun yüzüne her bakı­ şımda, hangi konuyu okumuş olabilir, diye kaygılanmak istemiyordum. Oysa gidip satın alabilirdi. Bunu düşüne­ memiştim. İşte verdiğim örnekteki. bana, benzeri veya daha zo­ runu yaşayan nice kadına kadın olduklarını anımsattın Duygu Asena. Bir başına göğüsledin bu sakıncalı konuyu. Böylelikle yıktın bu konulardaki tabuları. Yatak odasında sıkıntı içindeki kadını, oraya istekli girmeye, hazzı keşfet­ meye çağırdın. Erkek bedeninin, erkek aklının hep kadın­ dan daha öncelikli olduğuna inanan kadınları, bu karanlık dehlizden çıkarmaya başladın. Daha öncelerden bu yana parayla satılan kız çocukları, namus için deyip karısını öl­ düren nice kocayı, dahası namusunu kadının apış arasıyla sınırlayan erkek soyunu düşünmeye ittin. En azından sar­ sıldılar. Çoğu, kadın da adının olduğunu anımsadı se­ ninle . . . Düşünüyorum da bu yaptıklarınla, yapmaya ça­ lıştıklarının ve başardıklarının ayrımına varabildin mi? Ben buna "evet" diyemiyorum. Hep savaş halindeydin, 244


Günyüzü Mektupları

yaşamdaysa karınca gibi sorun vardı. Birine yetişsen aklın diğerinde kalıyordu. Hep başkalarının yaşamını değiş­ tirme isteğiyle geçti ömrün. Kadınlar yanıltmadı seni. Va­ kitsiz ölümünde onlar omzunda taşıdı. Ben inanıyorum ki hala bir yerlerden bakıyorsun kadınlara . . . Bakıyorsun da, 70' lik dedelerin yanında 1 1, 12 yaşlarındaki çocukları gö­ rüyoruz günümüzde . . . Torun morun belleme sakın, en iyimser haliyle imam nikahlı karısıdır. Bunca ziyan olan kız çocuklarına, tecavüze uğrayıp kimselere söyleyeme­ yen, hamileliği karnı büyüdükçe anlaşılınca aile mecli­ since ölüm fermanı kesilen . . . 13 yaşındaki bir kıza 14 kişi­ nin tecavüz davasında, kızın gönlüyle yaptığını öne süren; akli dengesi yerinde olmayan kıza tecavüz edenlere bile ceza vermeyen, dahası ne yapsa da yasanın belirttiği ce­ zayı indirse çabasındaki hakimlerle savcıların çoğaldığı ülkemde ne yapardın düşünemiyorum. Bu tür durum­ larda iyi ki bugünleri görmedi derler. Ben onu söylemeye­ ceğim. Keşke aramızda olsaydın, yaşananlara birlikte di­ renebilseydik. Yazdıklarınla duruşunla bana ve birçok kadına başkal­ dırı yürekliliği verdin. . . Ömrüm boyunca ezilen, horla­ nan, itilen, dövülen kadınların yanında yer aldım. Elim­ den geldiğince onlara destek vermeye çabaladım. Belki bunlarla sana gönül borcumu ödemeye çalıştım. Okula gönderilmeyen kaç kız çocuğunun okula gönderilmesini sağladım. Onlara burs verdim ya da buldum. Şimdi ka­ rınca hızıyla yol alsak da birçok dernek, oluşum, sendika­ larca toplu savaşımlar veriliyor. Ben ve benim gibiler (ka­ dın erkek) 70'lik dede adına, çocuklara ayrı başlıklar al­ tında utanmadan sıkılmadan tecavüz edenler adına, bun­ lara nereden bulsa da bir nedenle ceza vermesem diye ça­ balayan hakimin ve savcının adına, evlenme yaşını gide­ rek küçülmesine onay veren siyasiler adına, Çocuk gelin­ lerin artmasını sağlayan tecavüze onay veren anne baba adına utanmayı sürdürüyoruz. "Ne yapmalı?" sorusunun yanıtlarını arayarak geçiyor ömrümüz ... 245


Günyüzü Mektupları

Ardı ardına geldi kitaplar, "Aslında Aşk da Yok" (1989) geldi ardından, bir kez daha pardon dedi erenler. 1992' de "Kahramanlar Hep Erkek", 1994'te "Değişen Bir şey Yo1'1 1997'de, "Aynada Aşk Vardı", 2001'de, Aslında Özgürsün, 2003'te "Aşk Gidiyorum Demez", 2004 yılında ise "Param­ parça" adlı yapıtların yayımlandı. Kitap adlarından da an­ laşılabileceği gibi bu konuları savururken onlar da seni sa­ vurdu. Kaç yıl direndin kansere. Yaşama dört elle sarıldı­ ğının kanıtıydı bu. 2006 Temmuz ayında sonsuzluğa uğurladı kadınlar seni. Ben de KADIN başlıklı şiirimle sesleneceğim sana: KADIN

"Doğdun, Utanç oturdun bakışlara" Sevgiyle saygıyla selamlıyorum sizi . . .. Zübeyde Seven Turan

246


Günyüzü Mektupları

Selma Ağabeyoğlu İzmir, 27 Mart 2012 Sevgili Selma, Itır kokularıyla büyüttüğüı düşlerinin sayfalarında 'gecikmiş bir çocuk'(l! sevinci gibişiirinin içten yolculuğun­ dayım. Günlerdir şiirlerinin mrağındayım. Saatlerdir tenha dakikalar geçiyor penceemden. Düşüncelerimin gürültüsü duvarlara çarpıp durıyor. Sana yazacak o ka­ dar çok şey biriktirdim ki... İki bin on ikinin yirmi yedi N.ırt'ı bugün. Günler sonra İzmir'i kucaklayan güneş, mekubumun içine kadar sız­ mayı başardı. Hayat kokan sıcc:ık bir özlem ışığına bü­ ründü kalemim. Çağırsam, sanli 'Ben buradayım, güne­ şin ısıttığı yerdeyim' diyeceksiı. "Bir şarkı olsam, yeniden

başlasam sesinde / ellerin dağ olupievirse acıyı / şiirsiz kadın­ ların saçlarında / tarasaydık buzakesmiş sabahı"r2ı dercesine

şiir gibi dökülüyor kente bugüı güneş. Pencere kenarla­ rındaki ferforjelerin ince kıvrırriarı arasından uzanan çi­ çekler, bayramlıklarını giymiş çıcuklar gibi rengarenk se­ vinç içindeler. Pembe beyaz aramda karar veremeyen yıl­ dız çiçekleri, turuncunun etrafııda morlaşan ekinezyalar, 247


Günyüzü Mektupları

renklerini sözcüklerime akıtarak aramıza sevgi kokuları serpen sardunyalar... Sevgili Selma tıpkı dizelerindeki gibi bugün, ilkbahar bütün şiirsiz kadınların saçlarını tarıyor. "Hayatıma kattıkları için Itır'a" ithafıyla başlayan 'Öm­ rüm Yeni Baştan' isimli şiir kitabını birçok kez okudum. Ama Itır'ın kızın olduğunu daha sonra öğrendim. Kitaptaki 'O Günlerden' isimli şiirinin beni etkilediğini çok önceden yazmalıydım. Sen hayatta iken bir türlü haberleşemedik.

"O günlerden ben. ağlayan bir bebeğin yüreğinden /fırtına­ nın dalı kopardığı yerden / kanadım da geldim / soluğunun yok­ luğuydu üşüten tenimi / gövdeme yağan kar. Kar ayazın kardeşi / güneşin yaralı dişi/ o günlerden ben. Karları öperek geldim. / dilim lal. iniltisi suskunun. kekeme/ incinmişliğin izleri peşimde / sevdanın gövdesine -unutma- adını kazıdım / yüreğini bende unuttuysan/ rastlantı değil adım. /fırtınadan önce, ellerinden önce / bu kehribar gece yine ağlardı / kuşların çarpıp düşmesi dallara / tılsımsız garlar, gelmeyen yolcu / o günlerden ben, ka­ ralanmış bir dipnottum hayata. / . . /" .

Bu şiirini her okuduğumda; hayat mı bize rol veriyor, yoksa biz insanlar mı hayatı kurguluyoruz kendi rolü­ müze diye düşünüp duruyorum dizelerinin ardından . . . Hayat bizi üşütüyor üşütmesine ama iyi ki karları, buzları eriten, ayazı ısıtan, koca kentleri sarıp sarmalayan guneşi­ miz var. İncindiğimizde, yalnızlaştığımızda, bakışlarımızı göğe uzattığımızda umut veren o eşsiz aydınlığımız! Gü­ neş, bütün insanlığı kucaklasa da insanın insanı kucakla­ madığı bir dünyada yaşıyoruz. Ne kadar az insanız birbi­ rimizi seven ve ne kadar azdır gerçek dostlarımız diye dü­ şünüyorum Sevgili Selma. Hayatın dipnotlarına yazılan doğum ve ölüm değil mi­ dir bizim gerçekliğimiz? Hiçbirimiz kalıcı gelmiyoruz adını dünya koyduğumuz gezegene. Ama kısacık yaşama, ne çok savaşlar, ne çok kavgalar, ne çok yangınlar, küller, hırslar ve acılar bırakıyor insanoğlu. Geride kalanlar da ne yazık ki bu hırsların, bu egoların hatta benzer kinlerin pe­ şine düşüyorlar. 248


Günyüzü Mektupları

Yazdığın diğer kitapların isimlerine internetten ulaş­ tım. Kitaplarının tükenmiş, yeni baskılarının da olmadı­ ğını öğrendiğim halde içimdeki umutla İzmir'deki kita­ pevlerini dolaştım. Onlar ki, senin sesin, hüzünlerin, ha­ yallerindi. Sanki ihanet gibiydi kitaplarının tümünü oku­ madan sana mektup yazmak. Birkaç hafta bu ağırlıkla ya­ şadım. Kendimi eleştirdim. "Bütün fotoğraflarım siyah çıkıyor"<3ı demiştin. Duyarlı bir kadın, sorumlu bir anne, toplum sorunlarına karşı mü­ cadele aşkı taşıyan şair duruşunu yansıtan fotoğrafların ... Dünyayı değiştirmek için kırmadan, küstürmeden, tut­ kulu bir eylem içindeydin. Ne yazık ki çağları değiştiren onca buluşa, yeniliğe, modernliğe rağmen insanoğlu, ayazları baharlara dönüş­ türmeyi başaramadı. Ertelenen zamanlara bırakıldı tutuş­ turulması gereken sevgiler. Bunları düşünüp dururken, bende olmayan kitaplarına ulaşamamak içimdeki sıkıntıyı gittikçe büyüttü. Tek bir kitabın raflarda yoktu. Oysa sen aramızdan ayrılalı henüz üç yıl geçmişti ... Kitaplara ulaşabilirim düşüncesiyle internette üyesi ol­ duğum şair grubuna yazmaya karar verdim. Bilgisayarımı açtım. Heyecanla ve umutla yazmaya başladım. "Selma

Ağabeyoğlu'nun kitaplarına ulaşamıyorum. Kitapevleri, ve in­ ternet mağazalarında da şairin kitapları bulunmuyor. Baskıları kalmamış. Tek şansım var, Selma Ağabeyoğlu'nun ikinci el ki­ taplarını satın almak... İlgilenen arkadaşlar varsa, iletişime ge­ çerlerse sevinirim. " Sonra gönder imini tıkladım mesajımı

ilettim. O gün gruptan yanıt gelmedi. Ertesi sabah doktora gittim. Öğleye doğru işim bitince Karşıyaka' daki eski kitap satan kitapevlerini bir kez daha dolaştım. Hava soğuktu. Hem de İzmir için alışık olmadı­ ğımız kadar soğuktu. Bahriye Üçok Bulvarı'ndan eve yü­ rürken, karlarla dolu tepelerin kente daha bir yaklaştığı hissine kapıldım. Çarpık yerleşime duru bir güzellik ka­ tan tepelerdeki bu beyaz örtüyü ve yeşilin ıssızlığını sey­ retmek olağanüstü güzeldi. Bu alışılmamış manzarayı 249


Günyüzü Mektupları

seyrederken birdenbire senin kitaplarına ulaşamadığımı anımsayarak yeniden yüzüm asıldı. Doğanın muhteşem güzelliği umurumda değildi. Zaten günlerdir bu sıkıntıyla yaşıyordum. İçim karlı bir dağa dönüşüp buz kestiği an, "Şair grubu 'Şiir Penceresi'nden" bir ses veren olup olma­ dığını merak ettim. "Bulamadım Selma, bugün de kitapların yok... " dedim kendi kendime. Yanımdan geçen bir adam şaşkın gözlerle yüzüme baktı. O an tepelerdeki karın, kente umut dağıttığından habersizdim. Eve geldiğimde interneti açıp mesajları okuduğumda, mutluluk çiçekleri­ nin kokusunu duydum odamda. Birçok değerli şair, senin kitaplarını bana gönderebileceklerini yazmışlardı. Adres için benden haber bekliyorlardı. Bu mesajları okumak müthiş bir duygu seli yaratmıştı bende. Odamın duvarla­ rına yayılan enerjinin diğer adı dostluktu. Birkaç gün sonra kapı çaldı. Kargocu elinde bir paketle kapıda duru­ yordu. Dikkatle bilgilerimi yazıp imzalattıktan sonra pa­ keti teslim etti. Kapıyı kapatmadan paketi açmaya başla­ dım. Gönderici kısmında Itır Ağabeyoğlu yazıyordu. Çok şaşırmıştım. Sevinç ve heyecan karışımı bir an yaşadım. Kitaplar, koli kağıdına özenle sarılmıştı. Henüz paketi aç­ mış ve kitaplarla buluşmuŞtum ki, cep telefonum. çaldı. Itır Ağabeyoğlu gönderdiği kitapların, ulaşıp ulaşmadı­ ğını soruyordu. Sevgili Selma, arayan kızındı. İnternetin gücü, benim ona, onun bana ulaşmasını sağlamıştı. Dost­ luğun, arkadaşlığın dayanışmasıydı kitaplarını bana ulaş­ tıran. Itır'la telefonda konuşurken eminim bizi izliyordun. Çok duygulanmıştım. Özenle hazırladığı paketten söz et­ tim. Kitaplarından, şiirlerinden konuştuk. Şair A. Galip, ltır'la haberleşip kitaplarının bana ulaşmasını sağlamıştı. Sen giderken geride senin kadar duyarlı, senin kadar gü­ zel bir Itır bırakmıştın yeryüzüne. Bütün şiirlerinin topla­ mını Itır'ın sesinde duymak mümkündü. Ona can veren, yetiştiren, büyüten senin yüreğindi. Sevgili Selma, o gün hemen kitaplarını okumaya başladım. ilk kitabın 'İnsanı Ararken'i elimde tutmak ayrı bir heyecan vermişti. Sararan 250


Günyüzü Mektuplan

yaşama inat, sözcüklerin canlı kanlı duruyorlardı kitap sayfalarında. Kitabın daha ilk şiirinde " . . . / sevginin evidir şiirler/ her birinde bir merhaba gizlidir umuda" demişsin. Şiire olan inancın onu sevginin evi yapmıştı. Sen giderken şiirlerini okura emanet ettin. Ve dedin ki:

"hayattı. Ah! açık yara / okşadım yalnızca. Kanadı / Söyleyeme­ diklerim . . . Birbirimizin gözlerine baksak, ağlayacağız biliyo­ rum. Cesaretin o görkemli güzelliğinden aforoz edilmiş korkak­ lık. Bütün zaferleri size bırakıyorum. Size bırakıyorum erken se­ vinçleri. Söyleyemediklerim benimdir. Söyleyemediklerim gök­ taşı gibi çarptığında yüreğinize . . . Bıçağınızın ucundan damla­ yan kan donduğunda . . . Dilimin ucunda kulaklarınızı tıkayın / Bahçem sel vurgunu, bir gül bırakın"<4> Senin de vurguladığın gibi birbirimizin gözlerine bakmayan bir hayattan yana insanlık. Sevgi de gittikçe yontuldu, inceldi diyorsun yine bir şiirinde. . . . / kimse­ "

siz çocuk sesleri kucağımda / hayatımızın tene/üslerine uzanı­ yorum. / . . . "<5>

Sözcüklerin maviliğine şiirinle yüzerken her kulaçta dostluğu çıkardın derinlerden. Biz insanlar bilmedikleri­ mizle doğup, sorularımızla göçerken, kısacık hayatın dal­ larına konan serçelere benzeriz de farkında değiliz. Gü­ neşli yüzümüzü kimden ödünç aldığımızı, onu kimlere bı­ rakacağımızı düşünmeden, hep yolun sonuna doğru ko­ şulardayız. Sen; emek, emekçiler, ezilenler, yoksullar için yazar­ ken, aşkı da imledin. Şiirlerin, haksızlıklara karşı bir duruş sergilerken, toplum sorunlarına eğilmeyi de ihmal etmi­ yordun. Gündelik hayatta ölüm oruçları, F Tiplerine karşı mücadelede en önlerde olman, politik kimliğinle de çağı­ nın tanığıydın. Sevgili Selma, biz henüz hayat koşumuzu tamamlaya­ madık. Koşunun sonundaki o levhanın sonunu biliyoruz hatta görebiliyoruz. Böyle olduğu halde tümü insan kay­ naklı acıların tam da orta yerindeyiz. Bir gün güneşli gü­ lümseyebilirse tüm insanlık; eminim o gün, şairler şiir 251


Günyüzü Mektupları

yazmayı bırakacak. "Kalbimin şekli kentin şekline benzer/ arda yönü belirsiz bir rüzgar" demişti Aragon. O rüzgar, bizi oradan oraya savururken, kimin rüzgarında savrulduğu­ muzu durup düşünmeye zaman ayıramıyoruz. Bir gün, bu rüzgarın biz insanların kalplerinin rüzgarı olduğunu anladığımızda, inanıyorum ki şiirlerdeki umutlar yeşere­ cek. Ve hep birden ölüler, ölmüşler ve yaşamın ortasında­ kiler, hepimiz, hep birden haykırdığımızda, bir daha erte­ lenemeyecek sevgiler! Zaman içini çekecek ve ol diyecek aşka, sevgiye, kardeşliğe ve barışa . . . İçimizin rüzgarı sev­ giye dönüşerek bütün kötülükleri dindirecek. Güneş, odamın penceresinden sana yazdıklarımı oku­ yup sessizce çekiliyor buluta. İçtenlikle, sahicilikle ve umutla gönderiyorum güneşli sevgimi.

Mine Ömer

252


Günyüzü Mektuplan

Didem Madak İzmir, 29 Mart 2012 Dili Güllüm Gül Yüzlüm Sevgili Didem, Beyninin çocukları olan "Grapon Kağıtları, Ah'lar Ağacı ve Pulbiber Mahallesi" adlı üç şiir kitabınla berabe­ rim. Kuşatma altındayım şu an. Genç yaşında okyanus yüreğindeki dalgalanmaları, büyük görseller gibi dillendirdiğin dizelerini okudukça, o farklı, gizemli dünyana girdim. Düşündüm, üzüldüm, umudu tükettim, yeniden dirildim, yaşamayı sürdürdüm. Üç kitabındaki dizeler, beni günlerce düşündürdü. Omzumdaki şal gibi duygularımın, düşüncelerimin ayrıl­ maz arkadaşı oldu. Sanki iç dünyanın sırlarından bir ayna yapıp dokunma­ mızı, bakmamızı, okumamızı düşünmemizi istemişsin. Nesli tükenmiş çanak, çömlek ustaları gibi dili kendine özgü duyarlılıkla işlemişsin, şekil vermişsin, sanki yaşamı şiirle yaşamışsın. Görseydim gül yüzünü, iğne oyasıyla ru­ huma güneşler, kalbime çiçekler, dudaklarıma senin söz­ cüklerini işlerdim. Belleğimde arşivlenmiş şiirlerin dökü­ lünce dudaklarımdan, yanımdakiler susar, seni yaşarlardı. 253


Günyüzü Mektupları

Keşke yanında olsaydım. Ruhunla, aklınla kalbinle yazdı­ ğın dizelerdeki, yalnızlıkları, çektiğin acıları yıkayabilsey­ dim. Sana mutluluk verebilseydim. Yunan şairi Simonides; "Resim, sessiz bir şiir; şiir, konuşan bir resimdir. " der. Senin şi­ irlerinde konuşan binlerce resimle kucaklaştım. Sevgili Didemciğim, yaratıcı tohumlar attın belleğime. Şiiri özlemek, seni özlemek gibi bir şey oldu bende. Ya­ şama veda etmeden önce tanışsaydım seninle, şiir defte­ rime şiirlerini düşleyerek, yaşayarak şiirler yazdığımı, seni, şiirlerini çok sevdiğimi söylemek isterdim. Gül yüzlüm sevgili Didemim, "Ah'lar Ağacı" kita­ bında gül yüzünü görünce, içim çiçeklendi. Özlemli duy­ gular yeşermeye başladı. Yaşama veda etmeden önce İs­ tanbul Eczacılar Odası'nın avukatı olduğunu öğrendim. Telefon açtım Eczacılar Oda'sına, eşiniz Timur Çetin'inin telefonunu verdiler. Seslendim Timur Bey'e. İzmir'deki yakınlarınızı sordum. Kardeşiniz Işıl Madak Kaya'nın te­ lefonunu verdi bana. Aradım söyleştik, onun içli duygula­ rını soludum, içim ağladı, belli etmemek için bilsen nasıl çabaladım . . . Kitaplarını aradım, "Ah'lar Ağacı", "Pulbiber Mahal­ lesi"ni buldum. 2000 yılında İnkılap Kitabevi Şiir Qdülü alan "Grapon Kağıtları" kitabını günlerce eski, yeni kitap­ çılarda aramama karşın bulamadım. Kardeşin Işıl Kaya Hanım'la buluşmaya karar verdik ama gerçekleştiremedik. Işıl Hanım' a aşağıdaki e-postayı yazdım:

"Sevgili Işıl Hanım, "Hüzün kokulu sesinize dokundu, sözcüklerim. / Sevdikle­ rimi kaybetmenin kaydı var kalbimde, / Sesinizle uyandılar, duygularımı yeşillendirdiler. / Kalbimizde saklasak da sevdikle­ rimizi, / Onlar; yaşamı yaşanılır kılmışlardı. / Ruhumuzu öper­ ler, kalbimizi çiçeklendirirlerdi. / Sözleri, bakışlarıyla kucakla­ şınca, / Gün açardı içimizde. / Kalbimizde saklı onlar, / Şimdi biz, onların anılarını, / Büyütmek, çoğaltmak, yaymak için el ele vermeliyiz. / Işıl adınız, "Çok aydınlık, parlak ışık yazıyor" 254


Günyüzü Mektupları

anlamında. / Ben gölgenize sığınıp pırıltılı ışığınızla, / Aydınlık yüzlü, sözlü Didem Madak'a dokunmak istiyorum. / Sözcükle­ rin en güzeli, en anlamlısıyla . . . "

Seni özlemle, sevgiyle anan kardeşin Işıl Kaya Hanım'a umarsızca telefon açtım. "Didem'in ödüllü kitabını bulamı­ yorum," dedim. Fotokopi çekip ileteceğini söyledi. 13 Mart 2012' de "Grapon Kağıtları" kitabına kavuştum. En yakınlarının diliyle seni tanımak istiyordum. Eşine sorular yazıp ilettim. Yanıt gelmeyince, Işıl Hanım' a yaz­ dım. İşte burada derin bir "Ahh!" çektim. Sana özlemli duygulan o denli yoğundu ki, "Çok zor olacak ona dair duy­ gularımı yazmak. " dedi. Kararına saygı duydum. Yeniden seslendim yaşam arkadaşın Timur Bey'e, 16 Mart'ta aşağıdaki soruları yazıp ilettim:

"Didem Madak, hangi koşullarda nasıl yazıyordu ? Önce esinlenip yazıp olduğu gibi bırakıyor muydu, ya da yazdığı di­ zeler üzerinde çalışıyor mu ? Hangi ortamlar yazmaya yönelti­ yordu onu ? En etkilendiğiniz yanları, ya da sizin yazmamı iste­ diğiniz özellikleri nelerdir? Düşünceleri hayata bakışı nasıldı ? Politikayla ilgilenir miydi? Ya da politik görüşünü açıklar mıydı ? Yaşam savaşında bocalamaları var mıydı ? "

Eşin Sayın Timur Çelik'in 1 9 Mart 2012'de sorularıma verdiği yanıtları, aynen yazıyorum:

"Didem, tek başınayken bir nevi inzivaya çekilerek yazı­ yordu. Önce kafasında oluştururdu şiirini, sonra kağıda dö­ kerdi. Zaten evcimen bir kişi olduğu için yazdığı, düşündüğü ve kabuğuna çekildiği yer de ev ortamıydı. Tabii son dönem işin içine annelik de girdiğinden, bebek bir yaşına geldikten sonra ka­ lemi eline alabilmişti ancak. Sinirlenme değil, yazıp da beğenmediği ve sonra imha ettiği çok şiiri vardı. Kafasındakini ve kalbindekini tam olarak şiire dö­ kemediğinde -ki çoğu bence güzeldi- yazdıklarını çöpe atmaktan çekinmezdi. Yazdıkları üzerine çalıştığı oluyordu, sil baştan ye­ niden yazmaya koyulduğu da. Ama bunları tek başınayken ya­ pardı. Kimseyle ben dahil paylaşmazdı. Son döneminde annelik onun hayatının en önemli olgusu 255


Günyüzü Mektupları

olmuştu. Annelik ve kızı üzerine yazmak istiyordu. Ev orta­ mını, anne olmasını, çok sevdiği kızını ve kızıyla kurduğu ilişkiyi şiirleştirmek istiyordu. Kendi de birçok kez dile getir­ mişti: O, yazmadığı zaman içinde sıkılan biriydi. Anne olup da şiirden uzak kaldığı dönemde o huzursuzluğu yoğun olarak yaşamıştı. Eğer hastalığı yenebilseydi, hastalık sürecini de kemoterapi­ leri, ameliyatları hastaneleri ayrıca yaşadığı kaygıları vs. yazma düşüncesi uyanmıştı. Kemoterapi görürken ajandası, kalemi ya­ nında olurdu. Kısaca hayatın kendisi onu yazmaya itiyordu. Ha­ yatın içinde olup da yazamamak ise huzursuzluk yaratıyordu . . Herkesin işini düzgün yapmasını isterdi: Avukat avukatlı­ ğını, tamirci tamirciliğini, şair de şairliğini, anne de anneliğini. Kendisi bunu yapmaya çalışır ve yapardı. Politikayla ilgilenir dünya ve ülkedeki gelişmelere dönük kaygılar taşırdı. İyi bir sosyal demokrattı diyebiliriz Didem için. Bir ara Yeşiller Partisi'ne de gidip hukuki konularda yardımcı olmayı istedi. Ama hastalık buna engel oldu. Politik görüşünü, politik duruşunu öne çıkarmaz ama açıklamaktan da çekin­ mezdi. Son 8-9 yılı İstanbul Eczacı Odası'nın avukatlığını ya­ parak geçmişti, dolayısıyla da politikanın içindeydi zaten. İlaç­ ların marketlerde satılmasına karşı verdiği ve kazandığı müca­ deleyi İstanbul'daki eczacılar bilir zaten. Bocalamaları demeyelim de kaygıları, özellikle kızı olduktan sonra geleceğe dair endişeleri vardı Didem'in. Ama kendini iyi kurmuş, hayatla ilişkini iyi oluşturmuş bir kişiydi. Genelde hangi durumlarda nasıl davranacağını az çok kestirebilirdiniz, onu tanımış olsaydınız. "

Sevgili Didemim, yaşam arkadaşının yanıtlarından et­ kilendim, ona teşekkür ettim. Sevgili kızın Füsun' dan söz ederken içtenlik ve sevgi doluydu. Küçük Füsun'un yaş günü hazırlıklarından söz etti. Vedalaştık. Sevgili Didem'im, 2000 yılında İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü alan "Grapon Kağıtları" 2002 Everest Yayınla­ rı'ndan çıkan "Ah'lar Ağacı" 2007 Metis Yayınları'ndan çıkan "Pulbiber Mahallesi" eserlerin yayımlanmış. Bu üç 256


Günyüzü Mektupları

kitabın başucumda yine . . . Düşünce iklimlerinde gezine­ rek okuyorum. Kitaplarında beni çok etkileyen, düşündü­ ren dizelerin altını çizerek, sayfalarını yazarak, kaydettim, çıktısını aldım. Arkadaşlarıma, öğrencilerime altını çizdi­ ğim dizelerini okudum; çok etkilendiler. "Kırk bir yaşında,

hastalık nedeniyle, yaşamdan kopması; sevdiklerini bırakıp git­ mesi ne acı!" dediler. Atıldım hemen, "O, sevenlerinde, kar­ deşi Işıl Kaya'da, eşi Timur Çelik'te, kızı Füsun'da, okurlarında yaşıyor. Didem Madak kalbimizde saklı olarak hep yaşayacak ar­ kadaşlar. " dedim. Sustular . . .

Üç kitabındaki şiirlerinin hepsini sevdim. Beni derin­ den etkileyip düşündüren dizelerini seçip yazıyorum Sev­ gili Didem, insanlar okusun diye: Grapon Kağıtları

"Ay Işıl'a sığışmıştı / Koşuşan iki ateş gibi konuşmuştuk / İki küçük geveze gece sineğiydik / Düşlerimiz el ele tutuşmuştu. / El ele tutuşmuş iki kelebek gibi. / Gidecektik, kaçacaktık bura­ lardan / Uzak ülkeler düşlemiştik. / Büyük gemiler yüzmüştü ruhumuzda / Ben Işıl'ın yelkenini üflemiştim, / Bensiz uzaklara gitmesin diye. / Pirinç taneleri savurmuştuk havaya, / Grapon kağıtları, konfetiler . . . / Fener alayı geçmişti gözlerimden / Işıl sevinçle alkışlamıştı. " (Sayfa:lO) Annemle İlgili Şeyler

"Şimdi mucizevi bir yerdeyim / Zaman bir salyangozun vü­ cudunda yaşıyor burada / Ve çok ağır ilerliyor. / Yüzümdeki çil­ lerden başka / İsyan eden biri yok hayatımda. " (Sayfa:14) Enkaz Kaldırma Çalışmaları

"Kezzap attı yüzüme sokak lambaları / Tenekeden bir aydın­ lıkla kestim / Hayatla ilgili bütün bağlarımı / Hazırım ben / Bir anne ismine bağlamayı her şeyi: / Füsun . . " (Sayfa:33) .

Şimdiden bir Hatırasın

"Ey aşk sen / Artık bazı şarkılar kadar yaralısın. " (Sayfa:42)

İrisin Ölümü

"Bazı şarkılar vardır / Kırmızı akşam sefalarını anlatır / Ka­ ranlığın kalbinde yalnız, açmanın acısını / Bazı şarkılar vardır / Kanatlarında yağmuru taşıyan kelebeği anlatır." (sayfa:47) 257


Günyüzü Mektupları

Kedilerin Alışkanlıkları

"Söküyorum şimdi sözleri birer birer / Kalpten kalbe giden yolu kapayan." (Sayfa:53) Pollyanna'ya Mektuplar

"Dilerim sen pötikareli gömlekler gibi neşeli, / İri dişli iki mı­ sır koçanı kadar / Mutlu ve yan yanasındır (Sayfa:59) / Öfkem içimde emekleyen kırmızı patikli / Bir bebekti sanki Pollyanna11 (Sayfa:60) Çocuklar gökyüzüne bakar sorardı

"Ay dede orada ne yapıyor anne? / Annem öldüğünde ay dede içimde / Yüzlük bir ampul gibi parçalandı. 11 (Sayfa:62) Pollyanna

"Sana göre insan / Profiterol yer gibi yaşamalı / Bir çamur der­ yasının içinde / Küçük beyaz mutluluk topları yakalamalı / Bense vücuduma şiirler saplıyorum durmadan / Sen de bilirsin ya Allah / Dayanabileceği kadar acı verirmiş insana. " Ah Pollyanna

"İçimde sanki hep aynı şarkıyı çalan bir laterna; / Cancağızım basma perdeme bir çiçek de sen olsaydın / Kaçarken yangın merdi­ venlerine / Keşke grapon kağıtları assaydın. (Sayfa:63) 11

Sevgili Didem, Anadolu kadınıyım, Ah'lar Ağacı kitabı­ elime alıp gül yüzünü gördüğümde, "Ah! Didem Hanım, ahlılı'lar bizde, öyle çok ah çekilir ki. . . 11 demeden edemedim. Yüreği tutkuludur, sevgisi coşar, büyük özlemle derin bir ahhhh çeker, acıdan kıvranır, yitirir sevdiklerini, pişmanlık­ ları, yapamadıkları gelir aklına, yanık bir ahhh çeker. Ahh, sevgili Didem, sen neden kitabının adını "Ah'lar Ağacı" koydun diyerek, kendi kendime yanıtlar bulmaya çalıştım. Ah'lar Ağacı kitabının sayfalarını çeviriyorum. Sağ say­ fasında işte "Sesimin tonunu emanet ettiğim AHLAT AGA­ CINA. . . 11 diye yazmışsın. Ah'lar Ağacı" kitabının her say­ fasından etkilendiğim dizelerini ya da etkilendiğim iki di­ zeni okuyorum yeniden:

nızı

11

'"Ahlat ahların ağacıydı, /Yaşlanmaya başlayanların, İtiraf edilememiş aşkların, / Evde kalmış kızların. Ahlat ahların ağa­ cıydı, Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse, Öyleydi işte.' (Sayfa:8 ) 258


Günyüzü Mektuplan

/ Ama yazgısını çokomel kağıtları gibi, / Tırnaklarıyla düzeltemi­ yor insan." (Sayfa:17) Siz aşk'tan n'anlarsınız bayım?

"Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca / Balkona yorgun ça­ maşırlar asmayı / Ki uçlarından çile damlardı. / Güneşte nane ku­ rutmayı / Ben acılarımın başını / evcimen telaşlarla okşadım ba­ yım." (Sayfa:24) Kalbim.in En Doğusuna

"Kalbimin ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım, / Kendi­ min ucunu kenar mahallelere taşıdım. (Sayfa:26) / Güzel beyaz bir tay doğururdu her sene hafızam / Yorgundu oysa / Durmadan, durmadan hatırlamaya koşmaktan. (Sayfa:27) / Gece açılıp, gün­ düz kapanan bir parantezdim. / Sözler vardı içimde işe yarama­ yan. " (Sayfa:29) Pollyanna'ya Son Mektup

"Kocaman bir kardan adam yaptı içime bir çocuk şair / Tuhaf şarkılar mırıldanarak: Şiirime kenar süsü olsam ben / Bir kenar sü­ sünün gülü olsam ben / Sarı deftere tuttuğum bir günlük" (Sayfa:36) Müsvetteler

"Yıl 2000 / Tekke ve zaviyeleri kapatıldı kalbimin, / Ütüsüz gi­ yerim karabasanlarımı Sakarım, sık sık çarpar deviririm yazgımı. (Sayfa:42) / Şiirle­ rim için yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmayacağım. " (Sayfa:45) Ağlayan Kaya

"Cesaretim bir süredir gözaltında / İhzar müzekkeremi kendi yazdım / Tehlike sayılmam artık / Kalbimi kalın bir kitabın ara­ sında kuruttum. " (Sayfa:54) Pulbiber Mahallesi

"Büyümüş Çocuk şiiri / Bu gün bir harfgirdi atmosferime, tu­ tuştu ve yandı / Siyah bir gelinliğe benzeyecek bu şiir / Uzun kuy­ ruklusundan. (Sayfa:13)" Kelimelerin Tadına Bakıyorum

"Zehrinden korktuğum acı kelimeler yutuyorum yanlışlıkla. " (Sayfa:14) 259


Günyüzü Mektupları

Poşet Süt

"Bana artık büyü diyorlar Füsun, / Artık büyüyüm, bilmi­ yorlar, / Ülkemin yürüyen caddelerinde acılarımızın kaynağını araştırıyorum. " Kelimeler dişliyor kollarımı

"Diş izlerinden bir saatle takip ediyorum zamanı. / İsminden ismimle doğduğuma inanıyorum Füsun " (Sayfa:1 7) Pulbiber Mahallesi Tarihi

"Kadınlar paskalya yumurtaları gibi süslüydü. / Her şeyin kırığının alındığı / Voltajı düşük fakirhaneler gibiydik. / Kırık pirinç, kırık yumurta . . . Semt pazarından ucuza. / Kalbin kırı­ ğından söz etmeye sıra bile gelmiyordu. " (Sayfa:23) Takatim Yok O Kadar

"Kelimeler ölsün istemem / İsterim ki, kelimeler bahçe havu­ zumda kırmızı balıklar gibi yüzsünler. " (Sayfa:26) Çatlaklar Arasında

"Yarısı yenmiş aklımın / Kalan yarısı çileden çıkmış / Ha bre tekkeye odun taşıyordu. / Ölür şimdi diyerek. Özür zanneder" (Sayfa:45) Karşılıksız Hayat

"Didem Madak kangurular gibi şiirlerini karnında taşır / Bir ideolojiden diğerine zıplardı. " (Sayfa:51) "/ Üzüntüsünden kan tüküren Tanrı'dan işaretlerdi gelincikler" (Sayfa:54) "Hakim bağırıyor / Atın bu isterik karıları dışarıya! / Geç­ miyor zapta nedense hiçbir sözümüz" (Sayfa:59) ·

Kaza Anılar

"Ne zaman yazmaktan kaçsam / Banyoyu kireç çözücüye bu­ luyorum / Yazmaktan kaçtığımda mavi sular köpürüyordu kirli fayans aralarında / Allahım yaratıcı olamazdı bu kadar da in­ san. " (Sayfa:68) Hiçbir Yere Sığmayan Dizeler Buruşmuştu Valizlerde

"Eşyaları toplarken ağlamalıydı / Toplarken ağlamalıydı eş­ yalar da / En çok şiirlerde ağlardı eşyalar" (Sayfa:73) Viraj

"Öldüğünü kimseye söylemedim / Oysa inanmıştık aşkın be­ delsiz kamulaştırdığı hayatımıza / Evimizin ortasından geçen 260


Günyüzü Mektuplan

baharat yoluna, / Tarçın koklar, salep olurduk / Küpelerimizi sallasak dönme dolaba binmiş gibi olurdu insanın başı / Senin ruhun hep seslenirdi içerden " (Sayfa:78) Sevgili Didem'im, Pulbiber Mahallesi kitabının sonundaki "Kendim Ettim, Kendim Buldum" başlıklı kısmı duygulanarak okudum. Sana özgü farklı şiirlerini okurken, çocukça masallarda gezindim, öykülerde gerçeği kucakladım. Sözcüklerin çi­ çeklendirdi duygularımı. Sözcüklerinin büyüleyici ko­ kusu sinmiş üstüme, doyasıya soludum. Her sözcüğünü özdek gibi sevdim, bağrıma bastım. Sen de bireysel mut­ luluğun toplumsal mutluluktan geçtiğine inanıyorsun be­ nim gibi. Sen ve güzel yavrun Füsun, fotoğraflarda gü­ lümsüyor, sen onda, güneş şiirlerine özlem duyan biz­ lerde ve hayranlarında hep yaşayacaksın. Dili güllü, gül yüzlü Didem Madak'ım, resmini gör­ düm, güneş yüzünle, şiirlerinle seni tanıdım, çok sevdim. Şimdi kalbimin başköşesinde gülümseyerek oturuyorsun. Sen kalbimizde saklısın ve hiç unutulmayacaksın. Özlemli sevgilerimle . . . Gülseren Alçı

261


Kaynaklar ve Dipnotlar

Adalet Cimcoz

Erhat, Azra, Adalet Cimcoz 'un Sesi, Yeni Ufuklar Dergisi, Mayıs Sayısı, 1970. Savaş, Az ime, Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, 2008. Topuz, Hıfzı, Başın Öne Eğilmesin (Sabahattin Ali'nin Romanı), Remzi Kitabevi, 2006. Kaptana, Maya, Maya ve Adalet Cimcoz, Yenilik Basımevi, İs­ tanbul, 1972. Söğüt, Mine, Bir Yaşamöyküsü Denemesi, YKY. İleri, Selim, İstanbul Ansiklopedisi, Cilt II, s. 435.

Behice Boran

Boran, Behice, Yığın Dergisi, Sayı: 6, 1 946. Boran, Behice, Adımlar, 2 Haziran 1943. Boran, Behice, Yurt ve Dünya Dergisi, Ağustos Sayısı, 1941.

Didem Madak

Madak, Didem, Ah'lar Ağacı, Metis Yayınları, İstanbul, 2007. Madak, Didem, Grapon Kağıtları, Everest Yayınları, İstanbul, 2002. Madak, Didem, Pulbiber Mahallesi, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2000.

Duygu Asena

Asena, Duygu, Aslında Aşk da Yok, 1989. Asena, Duygu, Kahramanlar Hep Erkek, 1992. Asena, Duygu, Değişen Bir şey Yok, 1994. Asena, Duygu, Aynada Aşk Vardı, 1997. Asena, Duygu, Aslında Öz gürsün, 2001. Asena, Duygu, Aşk Gidiyorum Demez, 2003. Asena, Duygu, Paramparç a, 2004. Göcek, Hüseyin, Defterimdeki Ünlülerin 200'ü.


Feride Hanım

Ertek, Morkoç, Yasemin, "Klasik Türk Edebiyatı Kadın Şairlere Bir Bakış" CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 9, 2, 2011. Çağlayan, Bünyamin, "Baharz ade Feride Hanım Divanı" Şeyh Şaban-ı Veli Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 2006. İspirli, Serhan, Alkan, "Osmanlı Kadınının Şiiri" Journal of Tur­ kish Studies, 4, 445-454, 2007 http://www.turkishstudies.net/Makaleler/1 133583961 30alka nispirliserhan.pdf. Nazan Bekiroğlu, "Osmanlıda Kadın Şairler", www .nazanbekiroglu.net.

Halide Edip Adıvar

Adıvar, Halide Edip, Türkün Ateşle İmtihanı I-II-11, Cumhuriyet Yayınları, İstanbul, 1998. Coşkun, Alev, Kuvayı Milliye'nin Kuruluşu: Cumhuriyet Kitap­ ları, İstanbul, 1998. Criss, Bilge, İşgal Altında İstanbul 1918-1923, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000. Çolak, Güldane, Uçan Lale: II. Meşrutiyetten Cumhuriyet'e Ba­ sında Kadın Öncüler. Kurnaz, Şefika, Balkan Savaşında Kadınlarımız, Ötüken Yayınları . Sunata, İ.Hakkı, İstanbul'da İşgal Yılları, Türkiye İş Bankası Kül­ tür Yayınları, 2. Baskı , 2006. Taç alan, Nurdoğan, Ege'de Kurtuluş Savaşı Başlarken, Milliyet Yayınları, Tarih Dizisi, İstanbul, 1970.

Kerime Nadir

N adir, Kerime, Hıçkı rık, Doğan Yayıncılık. N adir, Kerime, Samanyolu, Doğan Yayıncılık. N adir, Kerime, Funda, Doğan Yayınları.

Leyla Saz

Taşan, Turhan, Kadın Besteciler, Pan Yayıncılık, İstanbul, 2000. Saz, Leyla (Şair Leyla Hanım), Anılar, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş., İstanbul, 2010.


Mihri Hatun

Kaya, Gülşen, Mihri Hatun'un Divan Tahlili, FAÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, TDE Anabilim Dalı, Elazığ, 2010. Baran, Harun, Öosted 27th July 2010. Sezer, Sennur, La T ürk Safo'su, Kapı Yayınları. Aslan, Mehmet, Mihri Divanı, Amasya Valiliği, Kültür Yayın­ ları.

Neriman Hikmet

Hikmet, Neriman, Konya Yolunda Tahassüsler, Şiir, Bürhaned­ din Matbaası, İstanbul, 1932. Hikmet, Neriman, Tren, Şiir, Tecelli Matbaası, İstanbul, 1935. Hikmet, N eriman, Köyün Dulları, Roman, Gençlik Kütüphanesi Kültür Matbaası, İstanbul, 1944. Hikmet, N eriman, Gazetelerin Yazmadığı Partilerin Konuşma­ dığı Hakikatlar, Yeni Çağ Matbaası, İstanbul, 1948. Hikmet, N eriman, Ankara Kabristanlarında Açan Güller, ince­ leme-röportaj, Cönk Yayınları, Ajans-Türk Matbaası, Ankara, 1966. Hikmet, Neriman, Mevlana Bilimsel Gerçekçilik Açısından Va­ roluş Felsefesi, Öncü Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1975. Uraz, Murat, Edebiyat Antolojisi 1923'den Sonra Yetişen Şairle­ rimiz, Semih Lütfi Erciyas Kitabevi, İstanbul, 1940, V. Cilt, s.76-77. Uraz, Murat, Kadın Şair ve "Muharrirlerimiz, İnönü Kü!üpha­ nesi, Sayı:2, İstanbul, 1941, s.182-183. Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, Yapı Kredi Yayınları, Cilt il, İstanbul, 2001, s.601. Otyam, N usret Kemal, Güneş ve Bulut Anılar ve Yazılar, T .C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002. Sudi, N evzad, Küllük Anıları, Mephisto Yayınları, İstanbul, Ey­ lül 2004, s.133-134 Genç ay, Güngör; İnsancıl, Eylül 2007, sayı:206. Behmoaras, Liz; Suat Derviş Efsane Bir Kadın ve Dönemi, Remzi Kitabevi, İstanbul, Ocak 2008. Aren, Sadun; Puslu Camın Ardında, Anı İmge Kitapevi, Ankara, Haziran 2006. Özer, Ahmet; N eriman Hikmet.


Nezihe Araz

Araz, N ezihe, Mustafa Kemal'le 1000 Gün, Dünya Yayınları. Araz, N ez ihe, Anadolu Evliyaları, Öz gür Yayınları. Araz , N ez ihe, Ballar Balını Buldum, Kültür Yayınları, 1991.

Nigar Hanım

Bekiroğlu N az an, Şair N igar Hanım, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008.

Nilgün Marmara

1. Marmara, Nilgün, Kırmızı Kahverengi Defter, Telos Yayıncı­ lık, İstanbul, 1994, s.31 2. Marmara, Nilgün, Daktiloya Çekilmiş Şiirler, Everest Yayın­ ları, İstanbul, 2010, s.91 3. Marmara, Nilgün, Kırmızı Kahverengi Defter, Telos Yayıncı­ lık, İstanbul, 1994, s.34 4. a.g.e., s.31 5. Marmara, Nilgün, Daktiloya Çekilmiş Şiirler, Everest Yayın­ ları, İstanbul, 2010, s.148 6. a.g.e, s.164 7. Marmara, N ilgün, Kırmızı Kahverengi Defter, Telos Yayıncı­ lık, İstanbul, 1994, s.20

Muazzez Tahsin Berkant

Berkant, Muazzez Berkant, Muazzez Berkant, Muazzez Berkant, Muazzez

T ahsin, Tahsin, T ahsin, Tahsin,

Kezban, 1941. Küçük Hanımefendi, 1945. Bülbül Yuvası, 1943. Dağların Esrarı, 1943.


Selçuk Baran

İleri, Selim, İlkgençlik Çağına Öyküler, YKY (Yapı Kredi Yayınları), İstanbul, 1995. Baran, Selçuk, Haziran, Cem Yayınevi, İstanbul, 1974. Baran, Selçuk, Bozkır Çiçekleri, Özgür Yayın, İstanbul, 1987. Baran, Selçuk, Bir Solgun Adam, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1975.

Selma Ağabeyoğlu

1. Ağabeyoğlu, Selma, Gecikmiş Bir Çocuk, Ümit Yayıncılık, Aralık 2000, s.80 2. Ağabeyoğlu, Selma, Ellerin Olsaydı, Ümit Yayıncılık, Aralık, 2000 s.21 3. Ağabeyoğlu, Selma, Bütün Fotoğraflarım Siyah Çıkıyor, Su­ teni Yayıncılık,1996s.52 4. Ağabeyoğlu, Selma, Beni Senden Sorarlar, Kanguru Yayın­ ları, 2007, s.25 5. Ağabeyoğlu, Selma, Gecikmiş Bir Çocuk, Ümit Yayıncılık, 2004, s.14

Sevgi Soysal

Doğan, Erdal . Sevgi Soysal -Yaşasaydı Aşık Olurdum, Everest Yayınları, İstanbul, 2003. Soysal, Sevgi . Tutkulu Perçem, İletişim Yayınları, İstanbul, 201 1. Soysal, Sevgi, Tante Rosa, İletişim Yayınları, İstanbul, 201 1 . Soysal, Sevgi, Yürümek, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011. Soysal, Sevgi, Yenişehir'de Bir Öğle Vakti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011. Soysal, Sevgi, Şafak İletişim Yayınları, İstanbul, 2011 . Soysal, Sevgi, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul, 201 1 . Soysal, Sevgi, Barış Adlı Çocuk, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011. Soysal, Sevgi, Hoş Geldin Ölüm, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011. Soysal, Sevgi, Bakmak, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011 . İdil, Mümtaz, Bir Sevginin Öyküsü, Kavram, İstanbul, 1990.


Sevim Burak

Burak, Sevim, Beni Deliler Anlar, Hayykitap, 2009. Burak, Sevim, Yanık Saraylar, YKY, 2004. Burak, Sevim, Sahibinin Sesi, YKY, 2008.

Sıdıka Avar ve Halide Nusret Zorlutuna

Avar, Sıdıka, Dağ Çiçeklerim, Berikan Yayınevi. Zorlutuna, H. Nusret, Geceden Taşan Dertler, 1930. Zorlutuna, H Nusret, Büyükanne, Timaş Yayınları, 1971. Zorlutuna, H. Nusret, Aydınlık Kapı, Timaş Yayınları, 1974. Zorlutuna, H Nusret, Benim Küçük Dostlarım, Kannes Yayınlan Zorlutuna, H. Nusret, Zeyno.

Sırri Hanım, (Hatice İffet Hanım, Cahit Uçuk, Esma Ocak)

Beysanoğlu, Şevket, "Cahit Uçuk", Diyarbakır Fikir ve Sanat Adamları, 3. Cilt, San Matbaası, Ankara, 1997, s.26-36. Beysanoğlu Şevket, "Esma Ocak", Diyarbakır Fikir ve Sanat Adamları, 3. Cilt, San Matbaası, Ankara, 1997, s.304-305. Işık, İhsan, "Sırri Hatun", Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, Cilt:S, Elvan Yayınları, Ankara, 2006, s.3303. Işık, İhsan, "Hatice İffet Hanım", Türkiye Edebiyatçılar ve Kül­ tür Adamları Ansiklopedisi, Cilt:8, Elvan Yayınları, Ankara, 2006, s.3303.

Suat Derviş

Kür, İsmet, Yarısı Roman, Everest Yayınları, İstanbul, 2006.

Şükufe Nihal

Argunşah, Hülya, Bir Cumhuriyet Kadını Şükufe Nihal, Timaş Yayınları, İstanbul, 2011 .


Tezer Özlü

Ankay, Nurcan, Tezer Özlü'nün Eserlerinde Otobiyografik An­ latım, Turkish Studies International Periodical For the Languages. Literature and History of Turkish or Turkic Volume 4/8, 2009. Ayhan, Ece, Sivil Denemeler Kara, Yapı Kredi Yayınları (YKY). İstanbul, 2008. Ayvaz, Sezer Ateş, Tezer Özlü'den Leyla Erbil'e Mektuplar, Mavi Melek e-dergi, sayı: 49, Aralık 2010. Gökmen, Ayla, Bir Ruh Çözümsel Okuma: Tezer Özlü'nün İçsel Dünyasına Öyküleriyle Yaklaşım, Balıkesir Üniversitesi, Sosyal Bi­ limler Dergisi, Sayı: 5, Mayıs 2011 . Özgüven, Fatih, Yarı 'Yolda' Kalmak, Radikal Gazetesi, 14 Nisan 2004. Özlü, Tezer, Çocukluğun Soğuk Geceleri, YKY, İstanbul, 2011 . Özlü, Tezer, Eski Bahçe - Eski Sevgi, YKY, İstanbul, 201 1 . Özlü, Tezer, Her Şeyin Sonundayım - Tezer Özlü 'den Ferit Ed­ gü'ye Mektuplar, Sel Yayıncılık, İstanbul, 201 1. Özlü, Tezer, Kalanlar, YKY, İstanbul,1995. Özlü, Tezer, Tezer Özlü'den Leyla Erbil'e Mektuplar, YKY, İstanbul, 2006. Özlü, Tezer, Yaşamın Ucuna Yolculuk, YKY, İstanbul, 2011 . Özlü, Tezer, Zaman Dışı Yaşam, YKY, İstanbul, 2011 . Sökmensüer, Yaşar, Gece'lemek, Ankara Hürriyet Gazetesi, 18 Şubat 2010. Türker, Yıldırım, Tezer'e Me.ktup, Radikal Gazetesi, 30 Ağustos 2008. Yalazan, A. Esra, Buzda Bir Balık Gibi Hissedenler, Tezer Özlü ve Pavese, Taraf Gazetesi, 3 Mayıs 2009.

Yaşar Nezihe

http:!!www.istanbulkadinmuzesi.com/yasar-nezihe Abdaloğlu, Berfin, "Çoğul Şiirlerin Gölgesinde Tekil Bir Ka­ dın:Yaşar Nezihe", blog.radikal.com.tr, 29.04.2013, http://blog.ra­ dikal.com. tr/Sayfa!cogul-siirlerin-golgesinde-tekil-bir-kadinyasar­ nezihe-20989 Sezer, Sennur, "Yaşar Nezihe'ye Mektup", Evrensel Gazetesi, 1 1 .3.2010. http: !/www.evrensel.net/v2/haber.php?haber id=66274 http://www.siirakademisi.com/forum/showthread.php?t=4419




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.