Nurer U�URLU başkanlı{lında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.
DiZQİ - Yayımlayan: Yenı Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Baskı: Ça{ldaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Kasım 1999
.. .. ..
ÇANKAYA iV
Cumhuriyet
GAZETESİNİN OKURLARINA ARMAGANIDIR.
YENİ DEVİR
Ankara'da ilk Günler -1Saltanatı kaldırmak, Osmanlı devrine son vermekti. Eski devlet, artık bir geçmiş zaman hatırası idi. 1 922 sonunda yeni bir devrin eşiğindeyiz. Fakat bu yeni de vir, henüz Mustafa Kemal'in bir sırrıdır. Cumhuriyet kelimesi, 1 923 Nisanında ilan olunan Halk Fırkası umdclcri arasında bile yoktur. Bağlı olduğu limandan ayrılmış bir geminin içindeyiz. En ginlere doğru uzaklaşıyoruz. Fakat nereye vamıak için? Bunu yal nız kaptan köprüsündeki adam biliyor. Halk yolcuları şevk için de türkü çağırmaktadırlar. Onların içinde tek bir şey var: Bu ada ma inanmak ! Bu adam onlar için kader gibi bir şey... Fakat halife lstanbul'dadır. Ne o, ne de Mustafa Kemal'in Büyük M.illet Meclisindeki muhalifleri ve bu muhaliflerle yeni işbirliği eden saltanatçı ve şeriatçı gazeteciler, Tanzimatçı veya medreseciler, bir esrarlar alemine doğru bu gidişten hoşnut de ğildirler. Dostum rahmetli Namık lsmail, son Halife Abdülmecid Efendi de resim meraklısı olduğu için, ara sıra veliaht köşküne devam ederdi. Halife seçildikten sonra saraya gitmiş. Mecid Efen di kendisini kabul etmiş: - Bütün şehzadeliğimi bu halka iyi bir padişah olmak için neler yapacağımı düşünerek geçirmiştim. Bu düşüncelerimi bir deftere yazmıştım. Hepsini yaktım... demiş.
7
Biz Mustafa Kemal ile lzmit'te buluştuğumuz vakit telaşlı ca bir gün geçirmiştik. Meclisteki hocalar ··Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi" isimli bir risale neşretmişlerdi. Bu risa lede' 'Meclis halifenin ve halife meclisindir" deniyordu. Tasvir i Efkar sahibi Velid Ebüzziya da toplantıda: - Yeni hükumetin dini olacak mı? diye sormuştu. - Dini var efendim, fakat lslamda fikir hürriyeti de vardır. - Hayır, anlamak istiyoruz. Hükumet bir din ile tedeyyün edecek mi? Şimdi başka türlü ikiye ayrılmıştık. Artık bir tarafta hainler ve saraycılar, bir yanda milliyetçiler ve istiklalciler yoktu. Ayrı lık bu sonuncular arasında idi. lstiklalci Mustafa Kemal, saltana tı kaldırdığı günden beri, eski müesseseleri ve nizamları nereye kadar ve nasıl değiştireceği bilinmeyen bir ihtilalci idi. Tanzi mat'tan beri her ıslahat hareketinde karşı karşıya gelenler, yine karşı karşıya idiler. Bu ayrılış daha da derindir. Çünkü ihtilalci nin karşısında basit bir gericilik ayaklanışı yoktur. Saltanat gele neklerine bağlı Osmanlı Tanzimatçıları da onlarla beraberdirler. Vakitsiz ve ihtiyatsız bir adım, Mustafa Kemal'i pek güç bir duruma sokabilir. Ama büyük stratej, bu güç durumları, fırsat bul dukça muhalifleri için yaratacaktır. Muhalifleri de ona fırsat ver mekte hiç hasis değildirler. Nitekim o günlerde seçim kanunun da bir değişiklik teklif etmişlerdir. Bu değişikliğe göre bir seçim çevresinde beş yıl oturmamış olanlar milletvekili olamıyacaklar dı. Mustafa Kemal ise, o günkü Türkiye sınırları içinde, hiçbir seçim çevresinde 5 yıl "mütemekkin" olmamıştı. Demek ki, ye ni Meclise üye seçilemiyecekti. Fakat Rumeli kaybolmuşsa, harp ler içinde beş yıl bir yerde oturınak imkanı bulmamışsa kabahat onun mu idi? Mustafa Kemal, bu tema üzerinden pek kolay bir savaş açtı. Memleketin her yanından Meclise protestolar yağdı. Düşmanları sinmek zorunda kaldılar.
8
Sekiz ay süren Lausanne konferansında bir kesilme olması üzerine Ankara 'ya gelen başdclegc İsmet Paşa 'ya karşı hazırla nan hücum taktiği de havaya gitti. Mustafa KemaFin hiç boş durduğu yoktu. Bütün sırlarını sım sıkı gönlünün içine kapayarak, halkı kendine bağlamak için dola şıp durınakta, Meclis dışındaki otoritesini kuvvetlendirmekte idi.
1 923 Temmuzunda Lausanne' da yeni devleti bütün dünya ya tanıtıyorduk. Kapitüliisyonsuz, tam egemenlik ve bağımsız lık şaı1ları içinde milli bir devlet olmuştuk. Birinci Dünya Har bine girdiği vakit bu devlet, gerçi bir saltanattı ama, bir yarı sö mürge idi. Rus çarından izin çıkmadıkça Alınan sermayeli demir yolunu Ankara'dan bir karış ileriye yürütmeye hakkı yoktu. Do ğu vilayetleri, tıpkı Rumeli gibi, vatandan kopmak üzere idi. ismet Paşa, eski şartlardan ne mümkünse kurtarmak istiyen kibirli Lord Curzon'un bütün tekliflerini reddetmişti. Birinci Dünya Harbi kazanççılarııiı bırakınız, yanında bulunan ileri fi kirli_ arkadaşlarından bile buna şaşanlar vardı. Lord Curzon, her reddolunan teklifi geri aldıkça: - Ben bunu cebime koyuyorum. Yarın para bulmak için bi ze geleceksiniz. Para bende ve (Fransız başdelegesini göstererek) bunda var. Her para istedikçe cebime koyduğum reddedilmiş tekliflerden birini size takdim edeceğim, diyordu. Bu söze dikkat ediniz, yeni Türkiye'nin kendi alın terinden başka hiçbir kaynak bulamıyarak, devletçi sistemle, kalkınmaya uğraşmasının başlıca sebebini anlamış olacaksınız. Büyük dev letler sekiz aydan fazla tartışmalar sonunda yeni Türk devletini tanıyacaklar, fakat daha birkaç sene "kabul" etmiyecektir, hat ta yeni başkente yerleşmek için elçilik arsası bile aramıyacaklar dı. Silahlı bir dayatış savaşından siliihsız bir dayatış savaşına ge çiyorduk. Kuvay-ı Milliyecilik ruhu, hiç zayıflamaksızın ve ümit sizliğe düşmeksizin, yeni devletin bütün kuruluş devrinde dina mizmini ve yılmaz iradesini titizce koruyacaktı.
9
Ağustosta Bolu milletvekili seçilmiştim. Mardin Milletve kili Yakup Kadri ile beraber Ankara'da, Hamamönü tarafların da kerpiç bir ev bulduk. -
2
-
Vaktiyle Hristiyanlar Ankara'nın bütün iyi geçim ve ka zanç kaynakları üstünde kurulmuşlar, kalenin istasyona bakan sır tını konakları, otelleri, lokanta ve hanları ile donatmışlar. Çan kaya ve Keçiören semtlerine de asına, yemiş ve gölge ağacı di kerek yaz için serince birer köşe edinmişler. Biz Türkler efendi liğimizle kalmışız ama, onlar, çorbacımız kesilmişler. 923 'te An kara 'ya geldiğimiz vakit, bağ evleri müstesna, Hristiyan mahal lesinden eser yoktu. Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaç sız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından ge çerek tozuması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık. Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara ka dar iptidai olduğunu sanmıyorum. Yemek ve yazmak iÇin eve bir masa yaptırımştık. Dört ayağından hiçbiri ötekine koşut''ınüva zi" değildi. Yakup'la karşısına geçer, bu masanın nasıl düz du rabileceğine şaşardık. Ankara, lstanbul surları dışındaki bütün Türkiye'nin sembolü idi. Ermeniler ve Rumlarla beraber hayat ve "uınran" denecek ne varsa hepsi sökülüp gitmişti. Bu şehri ve bu memleketi temelinden çatısına kadar kuracaktık. Gazi Mustafa Kemal, Çankaya'da havuzlu bir küçük köşk te otururdu. Galiba bir lngiliz yapağı tüccarının evi imiş. Nakil vasıtaları yalnız atlı fayton arabaları olduğundan, şehirden ora
ya kadar bir hayli sürerdi. Yol denebilecek bir şey de yo ktu. Es ki halkevinin bulunduğu tepe eteklerinden ta Çankaya sırtlarına kadar bozulmuş bağlarla asma kütükleri ve yabani gül fidanları arasından sarsıla sarsıla giderdik. Çankaya'dan ufuklar boyu bomboş bir bozkır parçası görünürdü. Bu kül ve toz yığınları için de bir yeni devlete başkent yapmayı düşünmek değil, onun yü züne bakmak bile cesaret kırıcı bir şeydi.
10
Yerliler bize yaban derler ve aramıza katılmazlardı. Birin den bir .t:v arsası satın almak istemiştim. Beni Çankaya yokuşu üstündeki tarlasına götürdü, eni boyu, sınırı ve içindeki ağaçlar üzerine ne söyledi ise, hemen hiçbirini anlamamıştım. Lehçe ve şive bakımından da birbirimize o kadar yabancı idik. Sokakta dolaşanlar veya Meclis yanındaki aşçı dükkanı ile belediye bahçesinde buluşanlar hep aynı kimseler olduğumuzdan selamlaşmazdık bile ! "Ah bir anonim olmak, kalabalık içine ka rışıp kaybolmak tadına kavuşabilseydik ... " diye hasretlenirdik. Gündüzleri Meclisten başka vakit geçirecek yer yoktu. Akşam ları Mustafa Kemal tarafından çağrılmaya can atardık. Eğer da vetli değilsek, Meclisin yakınındaki aşçı dükkanının içki içebil diğimiz köşesinde toplanırdık. Men-i Müskirat Kanunu yürürlük te idi. içkimizi polis müdürünün adamlarından temin ederdik. Bu nun bir adı da " Dilaver suyu" idi. Dilaver, polis müdürü! Bağ larda oturan bazı milletvekillerinin de imbikleri vardı. Bir akşam böyle bir bağda bize sıcak rakı ikram edildiğini hatırlıyorum. Elektrik yoktu. ikide bir yavaşlayan ve kararan lüks lambaları ile didişip dururduk. Neden sonra lokomobilden bazı yerlere elekt rik vermişlerdi. I şığı titriye titriye yanardı. O sıralarda ' ' Hakimi yet-i Milliye" gazetesinde şöyle ilanlar okurduk: "Elektrikli odalar kiralıktır ! " Bu ilan Amerika' da okunsaydı, elektrikle dö nen veya elektrik düğmesine basılınca duvar kapakları açılıp, ih tiyaca göre, yatak odası yahut yemek odası vazifesini gören son icat şeyler olduğu sanılacağını söyliyerek gülüşürdük. Evler de, eşyalar da bir alemdi. Çarşı o kadar iptidai idi ki, küçük bir masanın üstünü aynı çeşit bardak, kadeh ve tabakla donatamazdık. Şlı bildiğimiz Be yoğlu, Karaoğlan çarşısından Paris'te bir bulvar gibi görünürdü. Ankara Belediye Reisi: - Tozdan ne zaman kurtulacağız? sorusuna:
1 1
- Bunlar ne biçim adamlar, hem yol isterler, hem toz iste mezler.. . diyordu. İlk kış, Ruşen Eşrefin evine ziyarete gitmiştik. Ana yolun bir dere aşırı sırtında idi. Biz evde iken kar yağdı, mübalağa etmiye yim ama, galiba iki gün iki gece kımıldıyamadık, misafir kaldık. Bereket kış, kuru geçerdi. Toprak donar� her yer yola dö nerdi. Yazın toz kasırgaları içinde boğulur gibi olurduk. Ruslar devamlı otururlar, öteki yabancılar ara sıra gelir ve hemen dönerlerdi. Yerleşmeğe hiç niyetleri yok gibi idi. Fransız elçiliği, bir aralık, kale tarafında Osmanlı Bankasına taşınmış, de poyu Goblen halılariyle kabul salonuna çevirmişti.
·
Bazıları : - Sıfırın üstünde medeniyet kurulmaz, diyorlardı. Şüphesiz İsviçre'nin deniz kıyısında olmadığını unutuyor lardı. Eşek. yerli halkın başlıca nakil vasıtası olmakta devam edi yordu. Sık .sık, sokaklarda tellallar: - Eşek bulaan... Eşek bulaan... diye haykırarak kaybolmuş ları arardı. Yerli halk, devletin kalkıp gitmeyişinden memnun da değil di. Hayat pahalılaşacaktı. Kendileri, dışarıdan akın edenler ara sında eriyip gideceklerdi. Bir avuç arsası olanın, birkaç yıl için de zengin olacağını tahmin etmiyorlardı. Ankaralı bir dostum anlattı: Şimdi Atatürk Bulvarının üs tündeki büyük apartmanlardan birinin arsası satılıkmış. Galiba
200 liraya kadar bir şey. Alınak için haber yollamış. Bir ses çık mamış. Sonradan öğrenmiş ki, sahibi bir yabancıya satmış: - Yahu, niçin bana vermedin? diye sormuş. - Vallahi burasını babam da ekti, ben de ektim. Bir hayrını görmedik. Ne diye seni zarara sokayım? Bir yabancıya verdim . . . demiş.
12
Akşamları masa başında geç vakitlere kadar konuşmaktan, içimizi canlandırmaktan başka eğlencemiz yoktu. Yalnız toplan tılar değil, evler, oteller, sokaklar hep kadınsızdı. Amerika 'nın ilk göç zamanlarında bile kadın, Ankara'nın ilk kuruluş yılların da olduğu kadar bulunmazlığı hissettirıniş midir, diye düşünü rüm. Bir gün bir milletvekiline lstanbul usulü çarşaf giyen karı sı ile Karaoğlan çarşısında rastlanması, Mecliste dedikodu konu su olmuştu. Geceleri araba olmadığı için, Yakup Kadri ile beraber Ke mal'in lokantasından çıkınca sık sık c�p fenerlerimizi yakarak, güçlükle evimize giderdik. Yol uzun, bitmiyecek gibi. gelirdi. Hiç unutmam, bir akşam erken yatmağa karar verdik. Karaoğla nı geçtik. Tam yangın yerine gelince, boş ve ıssız karanlık bizi adeta geriye doğru itti. Döndük, tekrar içki masasındakilere ka tıldık. Karşılıklı konuşmalarımızda öyle tükenirdik ki yeni bir ls tanbul yolcusu meclislerimize taze bir hava katmazsa ne yapa cağımızı bilmezdik. Dairelerde, ancak aç kaldıkları için lstanbul'u bırakan me murlar vardı. Bir siyasi hırsları ve heyecanları da olmadığından bunlar büsbütün bedbaht kimselerdi. Beş on memurun bir tek ker piç odaya sığındığı olurdu. Bir akşam rahmetli Nuri Conker, ge ce yarısından sonra Çankaya köşkünden çıkarak eski mahalleler den birindeki evinin kapısında otomobilden iner. Cebinden as ma demirli büyük kapı kilidinin anahtarını çıkardığı sırada bir de bakar ki ayda bir tuhaflık var. Tam ortasından bölünmüş gibi bir şey, şaşıp seyrettiği sırada, o saate kadar kim bilir nerede hangi arkadaşı ile içip sallana sallana evine dönen bir memurun geldi ğini görür. - Birader efendi, diye çağırır. - Buyurunuz. - Hadise-i cevviyeyi görüyor musunuz?
13
Adamcağız başını bile kaldırınıyarak: - Bırak Allahını seversen, benim burnumun ucunu görecek halim yok, cevabını verir. Tek avuntu, ara sıra lstanbul'a kaçmak! Trenlerde henüz ya taklı vagon ve lokanta yoktu. Sabahleyin kalkar, öğle yemeğini Polatlı, akşam yemeğini Eskişehir istasyonunda yer, geceyi ra hatsız koınpaıtımanlarda geçirir, ertesi sabah Kocaeli'nin yeşil tabiatını ve körfezin mavi sularını görünce, ölmüşten dirilınişe dönerdik. Tahtakurusu yüzünden çok defa kompartımanlarda uyunınazdı. Bir gece, açık pencerenin yanında ayakta kalmıştım. Trenin hızı ile kendini tutaınıyan bir baykuş göğsümün üstüne çarptı. Yolda sıtma alanlar çoktu. Yine de iki gün lstanbul -keyfi sürmek için bunca zahmeti göze alırdık. Henüz tstanbul'dan gelen bir iki arkadaş, bir akşam üstü Çankaya köşkünün bahçesinde buluştuktu. Güneş batıyordu. iç lerinden biri: - Paşa hazretleri, gelin de bu gurubu lstanbul'da bulun, dedi. Henüz lstanbul'a gitmek devri gelmediği için Ankara'dan
ayrılmayan Mustafa Kemal davetlisinin yüzüne Şöyle bir hazin baktı idi.
Cumhuriyetin ilan edilmesine daha iki ay var. Ankara'nın başkentliğine bile karar vermemiştik. lstanbul'a dönmek istemi yen kaç kişi idi, bilmiyorum, fakat hiç olmazsa Eskişehir'e doğ ru,
yeşil ve sulak yerlere doğru gitmek istemiyen hemen hemen
yoktu. Mustafa Kemal: - Ankara kendisi merkez olmuştur, istila onun kapısında durmuştur, diyordu. Yer seçmek bahsi açı Isa, Ankara 'nın birçok rakipleri vardı. Garba doğru Eskişehir ve Bursa, merkeze doğru Konya belli baş lılar arasında idi. Ankara susuzdu. Ağaçsızdı. Kuru ve yabani idi. Fakat Bü-
14
yük Millet Meclisi orada kurulmuş, orada toplanmış, bütün sa vaş oradan idare edilmişti. Yeni idarenin milletlerarası edebiyat ta adı " Ankara Hükumeti" idi. Meclis toplandıktan iki ay kadar sonra Malatya Milletvekili ismet Paşa, Ankara'nın başkent ol ması için Meclis Reisliğine takrir verdi. Bazı duraksamalar gös terilmekle beraber, sonunda herkes en kestirme yolun, bulundu ğumuz yerde kalmak olduğunda birleşti. Meclisten çıktığımız vakit hemen kapı önüne eski bir idare amirinin dikmiş olduğu çamı göstererek: - Bakınız ağaç da pek iyi yetişiyor, diyorduk. Vaktiyle bağlar ağaçlıkmış. Yakınlarda küçük korul�r varmış. Çankaya bekçisine bir gün: - Buradaki ağaçları ne diye kestiler? diye sormuştum. - Gölgeden başka bir şey verdikleri yoktu ki, dedi. Bir defasında da yerli bir tanıdık bize: - Geliniz, size bir mazılık göstereyim, dedi. Arka taraflara doğru gittik. Hayli uzaklaştık. Bir köşeden sapınca'. - Aa ... dedi. Çıplak bir dağ idi: - Harpten önce burası mazılıktı, ne olmuş bunca ağaç? diye şaştı. "Yeşil Ankara" başlığı ile "Hakimiyet-i Milliye" gazete sinde bir başmakale yazdığım vakit, Mecliste adeta hakarete uğ rıyacaktım: - Dalkavuk... diye söyleniyorlardı. - Bakınız, dedim, ikiden biri, ya Ankara yeşil olur ve su gelir, yahut devlet merkezi olmaz. Halbuki ben Birinci Dünya Harbinde çölde Bir-üs-Saba'da yeşillik yarattığımızı gönnüştüm. lsrail, birkaç binalı bir iki bah çeli bu kasabayı şimdi altmış bin nüfuslu şehir haline getirmiştir. Ben insan iradesinin yaratıcılığından hiç şüphe etmemişim-
15
<lir. Şevk ve eyimserliğimi en güç şartlar içinde kaybetmeyişi min sebebi budur. Ankara'nın modern bir merkezi olabilmesi için aylarca hatta yıllarca bütün edebiyatımı seferber ettim. Şehir plancılığı fikrini yaymak için birkaç yüz yazı yazdım. Eğer Frenk uzmanları çabuk kovulmasaydı ve son defa lstanbul'da olduğu gibi, spekülasyoncular ve arsa tüccarları plana musallat olmasay dılar, Ankara bugün şimdikinden birkaç misli daha ileri bir şehir olurdu. Geçenlerde ölen eski lngiliz büyükelçilerinden Sir Ge orges Clarck, Türkiye'ye son gelişinde benimle buluştuğu vakit: - Ankara'dan geliyorum. Hiçbir şeye şaşmadım. Çimento ol dukça, bütün o binalar yapilabilirdi. Fakat Ankara'nın yeşilliği ne şaştım, demişti. Ben "Yeşil Ankara "yı yazdığım yıllarda Sir Georges Clar ck �a Çankaya'daki ahşap evinden ufuklar boyu bozkır boşluğu nu seyrediyordu. ***
Ankara için bir rapordan bazı parçalar sunuyorum: Şehirlerin kuruluşu, büyüyüşü ve yapılışı, mücerred mana da almak şartile, rakımla hiç de ilgili değildir. iç harpten önce dünyanın en bayındır şehirlerinden biri sayılan Madrid'in deniz den yüksekliği 655 metre idi. Münih'in rakımı 526'dır. Buna karşı Berlin'in, Londra'nın, Paris'in Nevyork'un, Oslo'nun, Hamburg'un rakımları 30-200 metre arasındadır. Fakat biz, Ankara'nın 907 metre olan yüksekliğini ne Ber lin'in 70, ne de koca bir yeni zaman şehri olan San Salvador'un 682 metre olan rakımı ile kıyaslayarak bir hüküm çıkaramayız: Çünkü Ankara, üzerinde 13 vilayet bulunan ve Türkiye'nin en geniş parçası olan iklim özellikleri kendine has Orta Anado lu'nun bir toprak parçası üstünde kuruludur. Burası bir yayladır ve bu yüksek platformda dünyanın en en-
16
gin medeniyetleri doğmuş ve gelişme imkanları bulmuştur. Çün kü bu yaylada iklim, erkek bir iklimdir. Yıllık ısı ortalamaları bü yük farklar göstermez. "Traite de climatologie biologique et medicale" adlı eserin de Lion Tıp Fakültesi climatologie ve hydrologie therapeytique profesörü Bay Piery, bu yaylayı -yanlış bir görüşle- bozkır ola raJ< saydığı halde burada bir medeniyetin kuruluşu için en büyük vasıfların bolluğunu şu cümlelerle anlatmaktadır: " ... Bu iklim, mihnet ve meşekkate karşı koyma terbiyesini veren eşsiz bir mekteptir. Buradaki insan tabiatın asiliğiyle sa vaşmayı ahlak edinmiştir. Sıcak memleketlerin yakıcılığına ol duğu kadar, kutup soğukları ile uyuşabilir. 8\ı iklim, inisiyatif yeteneğini ve moral enerjiyi geliştirir.
Bu ırkın cilt dokusu kuvvetlidir. Hava değişimleri onun karakte rinde savaşçı vasıfları kuvvetlendirir." Moskova Merkez Biyologie ve Climatologie Enstitüsü pro fesörlerinden Dr. Aleksandrofa göre: "Osmanlı Türklerinin, ana yurt iklimlerine hiç benzemeyen dünyanın dört köşesinde asırlar ca yaşayabilmeleri ve buraların muhit özelliklerine göre kuşaklar yetiştirmeleri, işte bu yayla ikliminin nimetlerinden biridir.'' Ankara'nın on yıllık hava basıncı, ortalama 685,5 milimet redir. Deniz düzeyinin normal basıncı 760 milimetre olduğun dan bunun manası şudur: İnsanların sıhhati üzerinde en büyük bir etkisi, atmosfer basıncı, enternasyonal miyarlara göre, Anka ra'da tatlı bir yayla özelliği gösterir ve çok değişmez. Ankara ikliminin en orijinal tarafını ısıda buluyoruz. Anka ra 'nın on yıllık ısı ortalaması, sıfırın üstünde 12 derecedir. Hal buki bir de büyük şehirlerin yıllık ısı ortalamasına bakınız: Oslo 5.5, lstokholm 5. 7, Kopenhag 6. 9, Liverpul 9.4, Londra 9 .8, Ham burg 8.4, Berlin 9.4, Münih 8.4, Paris l 0.2;Zürih 8.4, Viyana 9.6,
17
Belgrad 1 1.2. Bükreş 1 0.2, Var�ova 7.9, Leıüngrad4.6, M osko va 3.4, Odesa 9.9, Şikago 1 0. 1 , Nevyork 1 1 .0, Vaşington 1 2.07... Bu, şu demektir ki, eğer siz. ısı ortalamasını. şehir gelişme si için bir ölçü olarak alıyorsanız. Ankaraımz. dünyanın en ileri şehirlerinden biri olacaktır. 907 rakımlı Ankara'da ısı en yüksek olarak birkaç gün 37.5 dereceye çıkabilir. On yılda, yalnız tek bir gün müstesna, sıfırın altında 20.5 dereceden aşağıya düşmez. Gece gündüz ısı farkı ni hayet 25 derecedir. Halbuki rakımı 1 5-0'yi bulmayan Şimal ( Kuzey) Amerika sının Nevyork. Vaşington ve bütün Ohio ve Texas vadileri üze rine kurulmuş yirminci asır şehirleriyle Avrupa'nm bazı büyük merkezlerinde bu ısı ortalamalarının büyük farkları bir felilket ha lindedir: Tayfunlar, kasırgalar, toz bulutları. fırtınalar, bütün me deni vasıtalarla cihazlı olan bu şehirleri daima tehdit etmektedir. Eksiksiz ijiyen şartlarına rağmen sıcaktan ölenler, soğuktan do nanlar. salgın hastalıklar, hayat ve hareketi felce uğratan tabiat afetleri hep bu müthiş sühunet farklarının arkasından geliyor. Biz Ankara'da bunları yalnız gazetelerde okumaktayız. Sonra Ankara 'nın şu iklim özelliklerine bakınız: Ankara 'da yılda 1 1 6 gün ısı 25. derecenin üstüne çıkabilir. 95 günün gecesi sıfırın altına iner ve yalnız 1 5 gün gündüzün sühunet sıfırın al tında kalır. Ankara'da senede ancak 46 gün sis oluyor. Bunun 7 güne indiği de vakidir. Ankara 'nın en çok esen rüzgarı poyraz, yani s a ğ l ı k rüzg{mdır. Önce Ankara, bir b o z k ı r değildir. Çünkü, enternasyo nal birimleri rutubet miyanna nisbeti 55-75 derece olan yerler or ta derecede kuru sayılır. Ankara'nın on yıllık rutubet vasatisi 57 'dir. Yani orta derecede kuru şehirler arasındadır. Yalnız. ısıda olduğu gibi, rutubette de Ankara havasında bir
18
düzenlilik göze çarpar. Ankara'nın rutubet.or-talamasının 60 ol duğu yillar vardır. Fakat 54'ten aşağı düştüğü yoktur. Şimdi, Ankara'nın modem şehir ve sıhhi şehir davasındaki büyük meselelerinden biri üzerinde duracağız. Prof. Piery diyor ki: " ... İç şehirler, bilhassa salgın hastalıkların yerleşmesine im kan vermez. Orta Anadolu'da insanlarda ve nebatlarda, bünyevi hastalıklara az rastlanır. Tüberküloz ferdidir. Buralarda daha faz la iklimin sıhhat üzerindeki menfi tesirlerini önleyerek ijiyen va sıtalarının yokluğu dolayısiyle görülen anjin, grip gibi hastalık lara tesadüf edilir. İklim dolayısiyle yenen ağır yemekler, mide ve karaciğer hastalıklarını doğurur.'' Tıp, mevsim hastalıklarının, bilhassa yüksek rakımlı yayla larda, en fazla, rutubetin kararlılığı ile önleneceği sonucuna var mıştır. Bugünkü fen, doğrudan doğruya yağmur yağdırtamıyor. Fakat tecrübeler, bize bu alanda kıymetli iki imkan vermiştir: Bi ri, tabiata rutubetin ekonomisini öğreten ağaç, öteki sıhhatin en belli başlı şartlarından biri olan belli ısı ve rutubet derecelerini temin eder ısıtma santralları. Ağaç, rutubetin hazinesidir. Havada rutubet derecesi azal dıkça ona rutubet verir. Fakat toplu halde ağaç, yani orman, bir taraftan rutubeti korurken, diğer taraftan da yağmur bulutlarını toplar. Bol ağaç, ki bizim Orta Anadolu için büyük davamızdır, elde ettiğimiz zaman Ankara'nın rutubet varlığı için en büyük fak törü sağlamış olacağız. Eksiklerimiz, bol ağaç ve modem ısıtmadır. Bunları yalnız Ankara için değil, bütün Türkiye ölçüsünde istiyoruz. Biz ki yer den fışkırır gibi şehir kunnuş ve dünyanın en zengin kömür ve linyit kaynaklarına sahip bir milletiz. Eksiklerimizin ikisini de ta mamlamak nihayet azami kısaltılmış bir zaman meselesidir. Çün kü bol ağaç ve modem teshin, Türkiye'de yeni zamanlar şehri kur makta olan Kemalizmin şehircilik davasının iki ana vast)dır."
19
-31923 'te bir buçuk katlı Meclis binasına giriyoruz. Blı bina, Meşrutiyet devrinde İttihat ve Terakki Fırkası tarafından iane ile yaptırılmıştır. Kapının karşısında reis yaverlerinin de oturduğu bir bekleme odası. Koridor üzerinde sağda küçük bir oda reise ayrılmıştır. Solda büyük bir oda var ki, bakanlar, milletvekilleri burada buluşurlar. Mustafa Kemal de umumi temaslarda bulun mak için buraya gelir ve dipteki yazı masasında oturur. Toplan tı salonu sıkıcı ve bozuk ışıklıdır. lki yanında merdivenle çıkılan dar dinleyici balkonları vardır. Dinleyiciler de, milletvekilleri gi bi, aynı koridordan geçerek, aynı salon kapısından girip balkona çıkarlar. Milletvekillerinin oturmaları için ancak eski mektep sı raları bulunabilmiştir. Mim Hakimiyet rejimi, 23 Nisan 1920'de, eski bir siyasi par tinin bir vilayet merkezindeki bu kulüp binasında kurulmuştu. Kuvay-ı Milliye devri bu çatının altında geçmiştir. Padişahlık bu sıralarda oturanların oyları ile kaldırılmıştır. Sonradan Cumhu riyet Halk Partisi merkezi için kullanılmak üzere, birçok tadiller yapıldığından, şimdi aynı binanın içinde eski havayı yakalamak bizim için bile güç. O dekor olduğu gibi kalmalı idi. Yeni dev rin başlıca hatırası idi. Bu hatırayı bozmak günahını, Halk Parti si umumi katibi Recep Peker'e affedemem. 1923 Ağustosunda yan locaya çıkıp da salonda toplananla ra bakanlar, yarı Asyalı bir teokratik devletten tam Avrupalı bir lfıyik devlet çıkarmak için bir sürü nizamlar koymağa hazırlanan devrimciler karşısında bulunduklarına şüphesiz inanmazlardı. Bunlar, eski müesseseleri yıkmak ve yeni müesseseler kurmak için açık programlı bir partiye söz vererek seçilmiş kimseler de ğildi. Vatanseverce işler görmeğe gelen, fakat 1O kişisi ikinci onu na uymayan, y.etişmece farklı, kafaca farklı, anlayışça, görüşçe,
20
isteyişçe, çok defa, taban tabana aykırı denecek kadar farklı bir "kalabalık"tı. Bu kelimeyi fena bir manaya almayınız. Toplu luk manasına kullanıyorum. Mustafa Kemal'i liderlikten alınız. Yerine sağa doğru herhangi bir şahsiyet koyunuz. Bu "kalaba lık" arasında böyle bir liderin bilakis eski müesseseleri ayakta tutmak ve kuvvetlendirmek için kolayca çoğunluk bulacağına şüphe yoktu. Mustafa Kemal kendi çoğunluğunu, yavaş yavaş ve yerine göre, ya sevilmesine, ya sayılmasına, ya korkulmasına, ina nılmasına veya arkasından gidilmekten başka çare olmıyacağı ka derciliğine dayanarak yaratacaktı. Bu çoğunluk yine de çok uzun yıllar sun'i ve eğreti olmaktan çıkmıyacaktı. Kalabalığı kısa ve kuş bakışı bir tahlilden geçirelim: Sara coğlu, Mahmut Esat, Vasıf gibi Ankara'da tanıdıklarımızla be raber biz Türkçüler, fakat Türkçülüğün tam Batılı kolu vardık. Tanzimat' tan beri devam eden kültür ve medeniyet ikizliğini tas fiye etmek, eski nizamı köklerine kadar yıkmak ve Türk milleti ne, Batı topluluğu içinde bir yeni çağ cemiyeti olarak yer alma imkanlarını vermek için Mustafa Kemal'in zafer otoritesini fır sat biliyorduk. Meşrutiyet devrinde şer'iyye mahkemelerini, ni teliklerinde hiçbir değişiklik olmamak üzere, meşihat dairesin den alıp adliye binasına yerleştirmek bizler için bir başarı idi. Ra dikal reformlar fikri o kadar azınlıkta idi. O gidişle daha bir asır olduğumuz yerde bocaladık. Çünkü medreseler, sivil mektepler den daha çok insan yetiştiriyordu. Padişah aynı zamanda halifedir. Hükumette padişahmsad razamı varsa, halifenin de şeyhülislamı vardır. Maarif ikizdir: Si vil mektep ve medrese vardır. Sivil mektep dahi, kültür bakımın dan medresenin kontrolü altındadır. Adalet ikizdir: Batı dünya sından aldığımız kanunlarla hükmeden mahkemeler ve hakimler, şeriat esaslarına göre hükmeden şer'iyye mahkemeleri ve kadılar vardır. Fetvasız harbe girilmez. Aile tamamiyle şeriatçılığın em-
21
ri altındadır. lstanbul'dan en uzak merkeze doğru her yerdt; iki kad.
.
'
'
.
.
.
royu iç içe görürsünüz. Sarıklı kadro. hiç şüphesiz, daha nüfuzludur. En itibarlı vali bile sarığa karşı riyakarlık eder. Kadın hukuk suzdur. lstanbul'da Türkçüler piyano çalan veya nutuk söyleyen çarşaflı bir hanımı sahneye çıkarmayı bir devrim sanmışlardır. Fakat Birinci Dünya Harbinde kocası ile bir ada oteline in en Türk kadını. polis müdürü tarafından kolundan tutulup kovul muştur. Aynı arabaya binen kadın ve erkekten polis, karı koca ve sikası sormaktadır. Üniversite vardır ama, içinde hür düşünce ne fes alamaz. Felsefe, medresenin malıdır. Biz ileri Türkçüler niha yet bu kargaşalıktan kurtulmak zamanı geldiğine seviniyoruz. Be reket Mustafa Kemal, Enver gibi, gericiliğe dayanarak sadece şahsi hüküm ve nüfuz kazanmak eğiliminde değildi. Hayalimiz .de ne varsa, onun yıkılmaz ve karşı konulmaz itibarına güvene rek gerçekleştirecektik. Halbuki onun devrimciliği, bizim hayal lerimizi bile aşan bir enginlikte idi. Mavi gözlerine baktıkça, ge lecek zamanların rüyalarını görürdük. Acaba eserini tamamlayın caya kadar yaşayacak mıydı? Bütün kaygımız bundan ibaret. ileri Türkçüler, dedim. Gerileri de vardır. içlerinden Tanzi matçı ve gelenekçidirler. Bunlar köklere kadar inen devrim ka rarlarını sevmiyeceklerdir. Çoğu saltanatın kaldırılışını hazmet memişlerdir. Bir kısmı hilafetin kaldırılmasından memnun olını yacaklardır. Fakat hiçbiri yeni yazı ve dile, Türk milletini gerçek kültür hürriyetine kavuşturucu devrimlere kadar bizimle beraber kalmıyacaklar, Mustafa Kemal'den de ayrılmıyacaklardır. Bun lar "kerhen" Kemalisttirler. Şimdi de aynı kimseleri Türkçülük devrindeki geri akımlara saplanmış olarak görmekteyiz. Bir kültür hazırlıkları olmamakla beraber, tam bir inanışla Mustafa Kemal'e bağlı olanları kaydetmeliyim. Bunlar için o ne yaparsa dqğru idi. Ona bir yeni zamanlar habercisi gibi, samimi bir imanları vardı. Uğrunda ölmeğe kadar her şeye razı idiler.
22
Hocalar vardır. Bazıları aydıncadırlar. Çoğu tam kara kuv vettirler. Birinciler kendi hallerine bırakılsalar, eski binadan hiç bir taş kımıldatmazlar ve halk arasında uyanık hocalıklarını de ğil, taassubu okşayan riyakarlıklarını kullanırlar. Mustafa Kemal, bunlardan hilafetin dinde yeri olmadığını, dini delillerle ispat et tirerek faydalanacaktır. Kara kuvvet ise, Mustafa Kemal halife olsa kabul edecektir. Fakat hilafeti kaldırınca da, kendilerine sağ ladığı menfaatler yüzünden, sessiz ve sinik, fırsat bekliyecektir. Yalnız birkaçı cesurdur. Her devrim kararını önlemek için kür süye çıkacaklar. Onlara göre Mustafa Kemal büyük adamdır, millet kurtarıcısıdır, onsuz bu memleket olmaz ama, hele şu et rafındakiler olmasa, gibi bir edebiyat tutturmuşlardır. Etrafında kiler, tabii bizler. .. Bütün hınçları, hücumları, kinleri, nefretleri bize doğrulacaktır. Hilafet kalktığı, şapka giyildiği, yazı değişti rildiği vakit, Mustafa Kemal yine Mustafa Kemal'dir. Biz ise dal kavuklar, müfsitler, zındıklar olarak lanetlerine uğrayacağız. Yeni seçimlerde Birinci Millet Meclisinin ikinci grubu tas fiye edilmiştir. Fakat bir muhalefet partisinin bütün unsurları ye ni Meclise gelmiştir. Aralarında siyasi şöhretler, yarı veya tam aydınlar şöyle böyle Türkçüler, fakat bilhassa Osmanlılar vardır. Devrimci değildirler. Gerici de değildirler. Bunlar "bila kayd-ü şart Hakimiyet-i Milliye " prensibini tutacaklar, Mustafa Ke mal'in diktatör olmaması için dostça, muhalifçe uğraşacaklardır. Biraz sonra ilk gerçek demokrasi savaşını bunlar verecekler, "Terakkiperver Cumhuriyet" Fırkasını kuracaklardır. Kendile ri ile Mustafa Kemal arasında asıl ayırıcı çarpışına, Cumhuriyet ilan edildiği zaman başlıyacaktır. Vaktiyle "Roman" adlı �itabımda "Gaziciler" ismini verdi ğim, o ne derse "evet", neyi istemezse "hayır" diyen, pek azı sev gi, birçoğu menfaat duygusu ile onun şahsına bağlı birtakım da var dır. Silahlıdırlar. Meclisin içinde bir çeşit "müfreze" halindedirler.
23
Vaşington'da ilk kongre toplandığı vakit, üyelerden birço ğu yatağanlı imiş. Birinci ve ikinci Millet Meclisinde de taban calı idi. Yaşayış, giyiniş ve tutum bakımından biz lstanbul kıyafet liler ikinci Mecliste yadırganırdık. Henüz potur ve külot bırakıl mamıştı. Kalpaklar, birçoklarına, garip bir dağlılık hali verirdi. ikinci Meclisin yalnız vatanseverliğinde şüphe yoktu ve bir birine bu kadar aykırı kafa ve mizaçları biraz kaynaştıran yoğu rucu hassa da bu idi. ***
Mustafa Kemal, Rauf Orbay'ın yerine eski arkadaşı Fethi Bey'i başvekil seçtirmişti. Mustafa Kemal, Ağustostaki toplanışından 20 Ekime kadar hemen her gün Meclistedir. Parti grup toplantılarına reislik ed er. Pek önemli işler olduğu vakit kürsüye çıkar, konuşur ve tar tışmalar yapar. Kendisine has bir reisliği vardı. O zamanlar takrirlerin oya konmadan önce reis tarafından açıklama yapılması adetti. Mus tafa Kemal 'in açıklaması öyle olurdu ki, takririn kabul mü, yok sa ret mi edilmesini istediği anlaşılırdı. Bir defa böyle takrirler den birini oya koydu, beklediğinin aksi çıkınca: - Lütfen ellerinizi indirir misiniz? Galiba eyi izah edeme dim.. dedi ve yeniden ret kararı istediğini hissettirerek izah etti. Büyük devrim devrinin başlangıcında hiçbir şeyi oluruna ve te sadüfe bırakmak niyetinde olmadığı belli idi. Bir defa da Halk Partisi tüzüğü konuşulduğu zaman, hoca milletvekillerinden biri kürsüde ağır tenkitlerde bulunuyordu. Tenkitler hiç de hoşa gidecek şeyler değildi. Hoca bir aralık: - Bu "asri'" kelimesi de ne demektir? deyince, Mustafa Ke mal, reislik makamında oturduğunu unutarak, yukarıdan hatibe doğru eğildi:
24
- Adam olmak demektir, hocam, adam olmak ... demişti. Doğrusu bütün devrim programının da hulasası bu idi. Yeni ve parasız devlet, yüz binlerce Rumeli göçmeninin yerleştirilmesi gibi pek ağır ve tehlikeli bir yük altında idi. Ka palı bir oturumda yerleştinne işleri üzerinde görüşmeler yapıldı
ğı sırada, Türk şairi Mehmet Emin Be y kürsüye çıkmıştı. Hicret ler ve muhacirlere dair uzun bir mensur şiir okuyağa koyuldu. Ameli tedbirler üstünde durulmasını istiyen milletvekilleri sabır sızlanmakta idiler. Mustafa Kemal, yine hatibe doğru eğilerek: - Sadede geliniz, beyefendi ... dedi. Mehmet Eınin Bey:
- Sadede arkadaşlar gelecek, reis beyefendi ... dedi ve kağıt larını toplayarak indi idi. Cumhurreisi olduktan sonra, daima elindeki kağıtları oku mağa mahkum oluşu ve Meclis tartışmalarına artık katılamama sı, Mustafa Kema l ' in bir hatip olarak tanınmamasına sebep ol muştur. Pek hünerli bir kürsü oyuncusu idi. Oyuncu kelimesini en iyi manasına almalısınız. Bazan bir hatip dolgun bir Meclis havası içinde kürsüye çıkar. Çoğunluğun kararı adeta bakışlarda okunur. Bu havayı önce hafifletmek, sonra dağıtmak, nihayet başka bir yöne aktarmak için Meclisin ruh hali ile inceden ince ye oynamak zarureti vardır. Mustafa Kemal zorlama taktiğini pek az, meydana çıkan meseleler hayati önemde olduğu zaman kul lanmıştır. Bir gün kürsüye fırlıyarak aşağı yukarı demişti ki: - Alacağımız kararlarda halk temayüllerini elbette göz önün de tutacağız. Mutlaka bu temayüllere karşı hareket etmiyeceğiz. Fakat eğer prensiplerimiz bahis konusu ise, başımızı veririz, pren siplerimizden fedakarlık etmeyiz ! Meclisin türlü kaynaşmaları içinde genç hırslar da belir mekte idi. Bakanlar, milletvekilleri tarafından seçildiği için, ça buk parlamak istiyen gençler koridor avına çıkarlardı. Bunun ilk
25
misalini rahmetli Necati vennişti. Bir iskan vekaleti kurulması için takrir imzalatılıyor, bu büyük meselenin başlı başına bir ve kalet olmaksızın başarılamayacağını anlatmaya çalışıyordu. Ye ni kuruluşun kahramanı olacağı için vekil de şüphesiz o seçile cekti. Kürsüden yine bütün ateşi ile konuştuğu sırada, milletve killeri arasında, elinden hiç eksik etmediği tespihi ile ayakta du ran Mustafa Kemal: - Bütün bunları vekil olmak için söylüyorsun, seni vekil yapmıyacağız, diyordu. Fakat Fethi Bey kabinesinin listesinde " iskan Vekili Mus tafa Necati" ismini görürsünüz. Mustafa Kemal; kendisi ile doğ rudan doğruya hasımlaşılmadıkça, kinci ve inatçı değildi. Bila kis müstesna bir yetiştirmeci idi. Necati'yi de sonradan pek sev di. Öldüğü vakit Mustafa Kemal arkasından adeta "hüngür hün gür" ağlamıştır. Ağlama zaafına pek az düştüğünü de hatırlat malıyım. Mustafa Kemal, her türlü zaaftan tiksinen bir kuvvet, zeka ve irade adamı idi. Bir yanda muhafazakarlık, bir yanda Mustafa Kemal'in şah si otoritesinin artmasını önlemek isteyen Milli Hakimiyetçilik, bir yanda da ileri hareketçilik akımları artık iyice belirmektedir. Mustafa Kemal, akşamları sofrasında ileri hareketi ve onun uğ runda verilecek bütün savaşlari hazırlamaktadır. Arkadaşı Fethi Bey'i ve hükumetin sağcı ve geri fikirli adamlarını tenkit etmek tedir. Sanki bir devlet reisi değil de, bir muhalefet lideri idi. Bir defasında hükumet aleyhine iyice girişildiği sırada, holden Fet hi Bey'in sesi duyuldu: ·
- Çocuklar susunuz, hükumeti geliyor. .. diye telaşlanması
görülecek şeydi. Beklemek, sabırla, fakat hazırlayarak, yoklayarak, hatta si nerek, her vakanın hakkını vererek beklemek! Bir defa Saracoğlu kürsüde Arap kültürü diye tutturduğu va-
. 26
kit hocalar ayaklanmışlar, hatibi dövmek için'lürsüye doğru yü rümüşle.rdi. Saracoğlu,,acaba kendimi Üzerlerine mi atsam, ne yapsam, diye düşündüğü sırada kapıdan Vasıf ve arkadaşları gi rerek kürsüye koştular ve bir kavga cephesi kurdular. Böylece ho caların ayaklanışı sonuna kadar gitmedi. O akşam Mustafa Ke mal, Saracoğlu'na diyordu ki: - Bak çocuk, büyük bir hata ettin. Ya seni dövselerdi ne olur du? Yapacağımızı bir müddet daha geri bırakmaya ıyıecbur ka lırdık. Böyle şeyler tertip ister. Daha önce bize haber vermelisi niz. Hazırlıklı olmalıyız. Sonra şu fıkrayı anlatmıştı: - Sakarya'dan dönmüştüm. istasyona çıkınca hocaların be ni Hacı Bayram'a götüreceklerini haber verdiler. Baktım ki, Meh metçiğin zaferini türbeye kaptıracağız. Ret de edemezdim, \<ala balık arasında yavaş yavaş yürüyerek bir tertip düşünüyordum. Tam Meclisin önüne gelince, birden ayrıldım, balkona çıkarak nutuk söylemeye hazırlandım. Halk da milletvekillerine katıla rak karşımda bir dinleyiciler kalabalığı toplandı. Söyledim, son ra içeriye girdim. Program bu olmuş oldu. ***
Hemen hiç kimse de gidişattan memnun değildi. ileri hare ketçiler, fırka seçimlerinde yüksek kadroya gerici hocaların so kulmasından şikayetçi idiler. Bu kadrolarda, devrime inanarak Mustafa Kemal ile sonuna kadar çalışacak olanlardan hemen hiç bir genç yoktu. Büyük taktikçi, bu gençlerin kendisi ile birlik ka lacağını bilmekte, asıl öteki ve aykırı kalabalığı nasıl yürütece ğini hesaplamakta idi. Onlar iıntiyazlandıkça Mustafa Kemal'den ayrılnııyacaklar, ikbal nimetleri uğruna kanaatlerini kolayca fe da edeceklerdi. Feda etmiyecek olanları da muhalif olarak karşı sına alacaktı. Bizler, kendimizin ne kadar azlıkta olduğumuzu unutuyor ve bir "tek" in bu bir avuç azlıkla nası 1 bir duruma dü-
27
şeccğini lwsaplamıyorduk. O zaman düpedüz, sadece orduya da yanan bir istibdat rejimi kurmak lfızımdı. Mustafa Kemal ise Meclisçi idi. Her şey, son, en son imkanlar tecrübe edilerek mil li iradenin "tecellisi" mantığına uymalı idi. 1 923 notlarımdan birini okuyalım: "Bahçede Ahmet Bey yanıma oturdu. Seçim listelerini kendisine verdik. Daha önce bi zimle konuşmaya gelen bahriyeli Ali Rıza Bey kalktı, Meclise girdi. Ahmet Bey, Ali Rıza Bey'in kalktığı yeri göstererek: - Bizi bu mu idare edecek? dedi. ilk listede Ahmet Bey'in de adı vannış. Bu liste daha genç ve liberalmiş. Yeni listede ise geri, sönük ve itaat etmekten baş ka meziyetleri olmayan kimseler var. Ahmet Bey: - ittihat ve Terakki'nin yolunda gidiyoruz, dedi. Hem kızgın, hem kırgın idi. Oportünistlerle kılikçilerin üs te geçtiğini görüyorduk. Aramıza katılan genç bir milletvekili: - iktidar sağa kaçıyor. Hepimizi feda edecekler, diye söy lendi. Liste çoğunluk kazandı. Hiç kimse kürsüye çıkıp koridorda söylediklerini tekrarlamamak la beraber, Mustafa Kemal Paşa 'nın hatırı için susulduğu da bel li idi. Sırada yanımda bulunan Yunus Nadi, Necmettin Mol la'nın ismini ilave etti. Ben hoca Mahir'le beğenmediğim birkaç kişinin adlarını sildim. İttihat ve Terakki devrini hatırlıyanlar, idare heyetlerinin merkez-i umumi yerine geçeceğini düşünerek, hem istemedikle rinin hüküm ve nüfuzu altında kalmaktan, hem de kendilerinin bu hüküm ve nüfuz mekanizmasında hisseleri olmadığından ke derli idiler. Akşam üstü birkaç arkadaş çay içmek için belediye bahçe sine gittik. Acı şeyler konuştuk. Bütün gazeteler Meclisin düş manı, bütün gençlik genç milletvekillerinin aleyhinde idi. Neca ti'ye arkadaşları mektup yollayarak: 28
- au işin sonu çıkmayacağını anlamıyotnmsun? İstifa et gel, diyorlarmış. Acaba Mustafa Kemal partiyi ve Meclisi hükumete karşı da ha serbest bırakmıyacak mıydı? Eğer bugün böyle bir serbestlik olsa Fethi Bey hükumetinin ayakta duramıyacağına şüphe yoktu. Bütün gün Meclis havası hep böyle üzüntülü geçti. Y akup Kadri ile beraber eve döndük. Yemekten sonra da dertleştik. Yakup, bir selamını alabilmek için sabahtan akşama kadar Mustafa Kemal Paşa'nın yolunu bekliyen milletvekillerin den bahsederek: - Ben de onlardan olacakmışım gibi, o kadar sevdiğim Mus tafa Kemal'e Mecliste rastlamak istemiyorum, dedi. 14 üncü Lo uis devrinde bütün asilzadeler kralın bir göz iltifatını kazanmak için Versay Sarayı'nın tavanarası odalarına yerleşirlerdi. lki ba cağı olmadığı için ne ziyafetlerde, ne de suarelerde kralı göremi yen bir asilzade bir gün el arabası ile büyük havuzun kenarında bekler. Kral yanından geçer, fakat kötürüm asilzadenin yüzüne tik sinerek bakar. Azilsade kendisini havuza atarak intihar eder. Şim di Mecliste hep bu kötürümün hayalini sürükliyerek dolaşıyorum. Ben de, o da Mustafa Kemal'in inkıJapçılığına inanıyoruz. O bir hükümdar gibi putlaşamaz. İnsanlığı anlayışını da seviyo ruz. Biz gençler kendi aramızda rekabetlerle, kıskançlıklarla par çalanarak ve yalnız onun kuvvetini yiyerek, Mustafa Kemal'i is temediğimiz tarafa kaydırmıyor muyuz? Ama ne bizi, ne de fi kirlerini feda.etmesine ihtimal var mı? "Fırkada kuvvet kafadan fazla, kolun elinde! Gençler ne za man toplanacaklar ve birleşecekler? Tabancalı olmamız değil, fa kat yılmadığımızı göstermekliğimiz lazım geliyor.'' Mustafa Kemal ise, hocaları, Men-i Müskirat Kanununun kaldırılmasına doğru hazırlamaktadır. İçlerinden biri demiş ki: " Dinde müskirat haram değildir, içene ceza verilir!"
29
Mustafa Kenial, taassubun ı>aştan başa kasıp ka\/.urduğu, memleketi Birinci Dünya Harbi öncesinden bin beter bir cehen neme çevirdiği o sırada hoca fetvasını, içki kanununda ve son de fa da hilafetin kaldırılmasında kullanacaktır. Şimdi bu notları gözden geçirdikçe, biz titizlerin Mustafa Kemal'i 1 923 'te, Af gan Kralı Emanullah 'a benzeteceğimizi düşünemediğim ize şa şıyorum. 1 923 'te Türkiyemiz lüzumundan fazla geri, medrese ler, tekkeler, şeyhler ve derebeyleri halk yığınlarına hakimdi. Üstelik saltanat ve hilfıfet taraftarlığından, başkentliği elden git tiği için topyekun aleyhimize dönen lstanbul gazetelerinin tah riklerinden de kuvvet almakta idiler. ***
Ben " Akşam"da hemen hemen eski polemik sertliğini bul muştum. Hava Ankara'ya karşı o kadar kötü idi. Üstelik en çok biz genç ve yazar milletvekilleri hücuma uğruyorduk. Adımız: - Dalkavuklar. .. idi. Salonlarda, toplantıtarda, her yerde itibarımızı kaybetmiştik. lstanbul'a gelince zorcu ve cakacı milletvekilleri de Ankara hak kında pek kötü bir his bırakmakta idiler. Hemen her gün gazete lerde şöyle bir telgraf görülürdü: "Ankara-... mebus ... " "... mebu su... lstanbul'a hareket etmişlerdir." Kılık kıyafetleri, tavırları ve edaları ile bunlar bir rejimi sev direcek değil, fakat zati hazmedilmeyen bir rejimden herkesi büs bütün nefret ettirecek kimselerdi. lstanbul inatçıları, havayı ze hirlemekte Ankara gösterişçilerinden daha az zararlı değil idiler. Zafer ve öncesi tamamiyle unutulmuştu. Bir yaz gününün kü çük bir hatırasnı nakledeyim. Köprüden vapura binmiş, Büyüka da'ya gidiyorduk. Kazım Şinasi, galiba Necmettin Sadak, rahmet li Cavit Bey ve ben güvertede beraber oturmuştuk. Moda iskele sinde vapura ittihat ve Terakki Merkez-i Umumi azasından rah metli Dr. Nazım bindi. Cavit alaycı ve tenkitçi idi. Anadolu'yu
30
da. Ankara'yı da. Mustafa Kemal'i de pek hafife alıyordu. Mil letvekilliği taslamamak için tartışma aramıyordum. Fakat Doktor Nazım tam birintikamcı ve kinci dili kullanıyordu. Hristiyan azın lıklarla Türkler arasında fark yapıldığından şikayet edecek kadar kendini unutmuştu. Politika tartışmalarını hiç sevmiyen Kazım Şi nasi bile, eski Merkez-i Umumi güı:ılerini hatırhyarak. bir aralık: - Aman doktorcuğum. hiç olmazsa sen bunları söyleme... dedi. Doktor Nazım: - Bizim zamanımız başka idi, şimdiki zaman başka ... diye cevap verdi, sonra da: - Trabzon ittihat ve Terakki şubesinin evrakı neşrolunsun. Kuvay-ı Milliyc'yi kim yapmıştır, öğrenirsiniz, diyordu. Cavit: - Evet Mustafa Kemal bir devlet adamı olamaz. siyaset bil mez, hükumet işleri bilmez. fakat askerliğine de bir şey diyemez siniz ya! diyecek olmuştu. Doktor Nazım: - Askerlik mi? Ali Ihsan Paşa ordunun başına geçsin. Pliin ları hazırlasın. Tam kumanda vereceği zaman sen gel, onu at, ko şulu arabaya bin ve 1zmir'e git... dedi. Hatta kendi aralarında birbirine zıt birçok cereyanlar, Mus tafa Kemal'i yıkmakta birleşmişlerdi. Hiç kimsenin de bir prog ramı yoktu. Mustafa Kemal yıkılıp da ne olacaktı? Şimdi daha iyi düşünüyorum: 14 Mayıs 1950'yi 1923 yılı na doğru götürünüz. Ne olacağımızı kolayca anlıyabilirsiniz. Bereket Mustafa Kemal tanıdıkları adam değildi. -4Feylesof, fiillerin tarihi fikirlerin tarihidir, der. Devrimci Mustafa Kemal'i yoğuran fikir hareketleri nelerdi? Mustafa Ke mal kimleri ve neleri okumuş, kafasını nasıl hazırlamıştı?
31
Bu metotlu bir hazırlanış değildir. Bizim Tanzimat'tan son raki fikir hayatımız, Fransız ihtilalcilerini yetiştiren tarih, felsefe ve ilim geçmişine benzemez. Bu üstünkörü bir "ıslahat" edebi yatıdır. Onda ne ekonomik, ne sosyal bir meslek karakteri vardır. Tanzimat'tan sonraki devrimizde, Meşrutiyet'teki Türkçü lük akımına kadar, kafalara yön verici sanatçılar ve düşünürler görülmez. Bu edebiyat bazan uyanık vatanseverler, bazan vatan larını da, milletlerini de hor gören Frenk taklitçileri yetiştirir. Na sıl bir cemiyet olacağız? Nasıl bir devlet olacağız? Batılılaşma tarihinin tanınmış adamları eserlerinde böyle suallere cevap ver memişlerdir. Bir hürriyet ve meşrutiyet davasıdır, gider. Bu ise bir rejim meselesidir. Osmanlı devletinin ve cemiyetinin yeni za manlara göre nasıl gelişmesi lazım olduğunu tartışan fikri, eko nomik ve sosyal devrim davası değildir. Din ve dünya işleri birbiri içindedir. Devletin teokratik ni teliğine dayanan ve halkın cehaleti ile taassubundan kuvvet alan medrese faktörü, bütün milli hayat üzerinde baskısını ve kontro lünü hissettirir. Üniversite, düşünce terbiyesi bakımından med resenin hükmü altındadır. Kadın hür değildir, düşünüş hür değil dir, yaşayış hür değildir. Hür düşünmeyi ve hür yaşamayı isteyen vatandaşları gibi, Mustafa Kemal de bu baskıyı geceli gündüzlü hisseder. Ondan nef ret eder. Fakat bu nefret, Mustafa Kemal'i tatlı su Türk'ü gibi, memleketinden ve milletinden tiksindirmez. Onu ümitsizlik için de, yıkıp devirmez. Biliikis ona ilk fırsatta bu baskıdan silkinmek, bu baskıyı, asıl hürriyet olan düşünce, vicdan ve yaşama hürriyet lerini yasaklayıcı baskıyı yıkıp devirmek aşkını verir. O da meslek kitapları dışında umumi bilgiler edinmiştir. İyi muhakeme eder. Okuduklarını, gördüklerini ve dinlediklerini iyi kavrar ve onları ''terkip'' etmesini bilir. Hayat ve sergüzeştleri kendisini bir şeye inandırmıştır: Biz
32
Batılı bir millet ve bir Batı devleti olmadıkça kurtulamayız. Bi zi Batılı bir millet olmaktan ve bir B�tı devleti haline gelmekten alıkoyan gelenekler ve müesseseler kalkmalıdır. Taassuba karşı açıkça cephe alınmalıdır. Halk, kara kuvvetin pençesinden kur tarılmalıdır. Halkı biz yetiştirmeliyiz. Onu kara kuvvet yobazla rının eğitimine bırakmamalıyız. Mustafa Kemal'in Türkçülük hareketini takip etmiş oldu ğunu sanmıyorum. Kuvay-ı Milliye devrinde ve sonrasında ise, bilhassa Türkçü fikir ve sanat adamları ile temas etti. Ziya Gö kalp'a, geç ve güç ısındığını hatırlıyorum. Asla siyasi ırkçı ve Tu rancı değildi. Türkiyeci, Türkiye Türkçüsü idi. Sonradan dil ve tarih bakımından o kadar sarıldığı milliyetçilikte Asya'ya doğru ve geriye doğru bakmazdı. Bu meselelerle de, hayli sonradan il gilenmiştir. Mustafa Kemal, büyük bir realistti. Siyasette, ütop yacı zaaflarına düşmekten kaçardı. Ziya Gökalp, tanıdıktan son ra, Mustafa Kemal'e hayran kalmıştır. Çünkü devrimci olarak, en ileri Türkçülerin,bile·kurtulacaklarını sanmadıkları Ortaçağ müesseselerini bir hamlede yıkmış ve Türk milliyetçiliğine en gin ufuklar açmıştı. Mustafa Kemal'in devrimcilik mesleğinde ilmiyi andıran formüller, sonradan ve kendiliğinden doğacaktır. Kurtuluş dev ri nihayet bulduktan sonra, devrimcilik eseri ilk zamanları hatı ra gelmiyen hayret verici bir "tecanüs" gösterecek ve ileri Türk çüler bütün harekete "Kemalizm" ismini vereceklerdir. Mustafa Kemal, bir memleketli idi. Avrupa'ya birkaç defa "uğramıştır." İlk seyahatlerine dair.tuhaf fıkralar anlatırdı.. Fet hi Bey ataşemiliter olduğu vakit Paris'e gitmişti. Seliinik'te şap ka ve sivil esvap almak üzere bir mağaza seçmiş. Uzun tüylü Ti rol şapkasından pek hoşlanmış ve satın alarak valizine koymuş, Fethi Bey vestiyerde o şapkayı görünce:
.
- Bu da ne Kemal? diye hayret-etmiş.
33
Mustafa Kemal ise onun hayretine şaşmış : - Beğenmedin mi? Mağazada en çok onu beğendim. - Sokakta bu şapka ile kimseyi gördün mü? Hemen orada kendi şapkalarından birini vermiş. Grand Hotel'de telefonla hizmet ettirmeyi bir türlü becere medikleri için, kahvaltı istemek üzere, yatak odasının kapısında arkadaşı ile bir garson yakalamak için nasıl nöbet tuttuklarını gü lerek hikaye ederdi. Büyük harpte tedavi olunmak üzere Viyana ve Karlsbafta bulunmuştu. O seyahatten kalına bir hatıra defterini ara sıra okur du. Defter, Fransızca idi. Zannederim, bir kadından Fransızca ders almış olmalıdır. Fransızcayı az konuşmakla beraber, okudukla rını anlayabilecek kadar bilirdi. Çankaya'da devrimcilik hayatına giren Mustafa Kemal 'in hazırlanışı üzerine edindiğimiz bilgiler bunlardı. Sofraları uzun sürer, herkesi konuşturur, sabırla dinlerdi. Medeni kanun fikri Mahmut Esat, Saracoğlu, Şükrü Kaya gibi Batı'da okumuş Türkçüler tarafından "ilham" olunmuştur. La tin yazısı biz birkaç Türkçünün telkinleri sonucu idi. Bir arı gibi çiçeklerden bal toplardı. Ama o yapmalı idi. onsuz hiçbirinin ya pılmasına imkan yoktu.
34
KEMALÄ°ZM
Devrimler
-1Gerçekte değişen ne idi? Hiçbir şey veya pek az şey... Padi şahlık kalkmıştır ama, "bil-irs-Ü velistihkak" Vahideddin'in ye rine geçen Abdülmecid halifedir ve Dolmabahçe Sarayı'nda otur maktadır. Müslümanlıkta dini ile dünyanın birbirinden ayrılmıya cağını iddia eden hocalar, halifenin padişah da olması lazım gel diği fikrinden caymamışlardır. Muhafazakar Osmanlı ve sağ eği limli Türkçüler de, hala meşrutiyetçidirler. Mustafa Kemal hilafe ti padişahlıktan ayırmakla ve devlet merkezini Ankara'ya naklet mekle bütün hüküm ve nüfuzu kendi şahsında toplamak isteyen bir zorlama yapmıştır. Fakat Meclis, eski Meclistir. Hükumet baş kanını ve üyelerini ayrı ayrı o seçer. Mustafa Kemal de, nihayet, bu Meclisin reisidir. Bir gün meşruti hükümdarlığa dönmek için, bu sistem olduğu gibi kalmalıdır. "Gün doğmadan meşime-i şeb den neler doğar?" Mustafa Kemal yarın ölebilir. Öldürülebilir. iti barını kaybedebilir. Büyük gazeteler lstanbul 'da çıkmaktadırlar ve halk efkarını bu güzel "ihtimal"e hazırlamaktadırlar. Mecliste hiç kimse Cumhuriyet kelimesinin ağıza alınmasını istemez. Mustafa Kemal, ismet Paşa ve fıkirdaşları ise, sık sık, re jimdeki bu''gayr-i tabiiliğin" çabuk nihayet bulması gerektiğini ile ri süm1ektedirler. Yabancılara göre Türkiye'de devlet �ekli askıda dır. Bir gün kapalı bir grup konuşmasında ismet Paşa, yabancıların devlet şekli üzerindeki bu şüphelerini milletvekillerine anlatmıştı.
37
Bir gün de Mustafa Kemal, galiba Avusturyalı bir' gazeteci ile görüştüğü sırada, ''Cumhuriyet'' kelimesini ağzından kaçım1a sı üzerine Meclisin ve İstanbul gazetecilerinin yüreği oynamıştır. Meclis Reisinin küçük odasına koşuşan birtakım milletvekilleri Mustafa Kemal'in bu " dil sürçünü" düzeltmesini istemişlerdir. Başlarında Hamdullah Suphi'yi (Tanrıöver) görmek hayli tuhaftı. Gine bu küçük odada geçen bir konuşmayı 1 1 Eylül 1 923 tarihli notlarım arasında saklamıştım. Konuşmanın rejim meselesine de ğinen kısmını buraya alıyorum: " Divandan sonra, saat yarımda, reis vekili Sabri Bey (rah metli Sabri Toprak) ve bir iki arkadaşla yemeğe çıkıyorduk. Mec lisin iç kapısından bahçeye ineceğimiz sırada, Mustafa Kemal Pa şa'nın hademeye pabuçlarını sildirdiğini görünce durduk. Gözün de, kendini bir tuhafdeğiştiren, olduğundan daha zayıf ve yaşlı gös teren kenarı kapaklı toz gözlüğü vardı. Parti toplantısının kaçta ol duğunu sordu. Üçte idi. - Bana birde olduğunu söylediler, onun için erken geldim, dedi. Odasına giderken bizi de çağırdı. Milletvekili olmakla bera ber halii yaverliğini yapan eski subaylardan biri, parti tüzüğünün son şeklini getirdi. Tüzük bugün bütün milletvekilleri tarafından birer birer imzalanacaktı. Biraz sonra cebinden tüzüğün bir nüshasinı çıkardı: Sahite açı ğına yazıdığı Fransızca bir cümleyi okudu. Bu, Fransız Cunihuri yetinin 'bir ve gayr-i kabil-i tecezzi' olduğunu söyliyen cümle idi: - Dün akşam Fransız ihtilal tarihini gözden geçirdiğim vakit not etmiştim, dedi ve sildi. Bir sualim üzerine Kanun-ı Esasi tadilleri meselesine geçtik. Biraz önce içeriye giren Yunus Nadi de aramızda idi. Gazi dedi ki: - Cumhuriyet ne demektir? Kamusa baktım,'chose publique' kelimeleriyle tercüme edilmiştir. Bizde manası ne olmalı? Gazinin, sözü hangi konu üstüne getirmek istediği belli idi.
38
Kanun-ı Esasi' de yeni hükumet şeklini açıkça göstermek sırası gel
diğini söyliyen Sabri B�y:
- Mesele bugünkü vaziyetin ifade edilmesinden ibarettir, dedi. Gazi: - Ben projeyi gördüm. Çok eksik yerleri var. Bu hatta kcn diın uğraşacağım. Sonra bazı arkadaşlarla hususi müzakerede bu lunuruz ve fırkaya getiririz, dedi. Yunus Nadi: - Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız. Gazi, kalemini masaya vurarak: - En kuvvetli zamanımız bugündür, dedi. Sonra yeni Kanun-ı Esasi'nin kendi niyetine göre ilk madde sini okudu: ' Türkiye Cumhuriyet usuli ile idare olunur bir halk dev letidir. ' Nihayet yakında cumhuriyetin ilan olunacağını Mecliste Mus tafa Kemal Paşa'nın ağzından işitiyorduk. Haber ağızdan ağıza ya yı !arak, Mecliste herkes şüpheden kurtulacaktı . Acaba, böyle bir havadisi ölüm haberi gibi bckliyenler harekete geçecek miydi? Aramızdan biri sordu: - Reis-i Cumhur olduktan sonra gene Halk Fırkasının reisi ka lacak mısınız? Gazi gülümseyerek: 'Aramızda, öyle . .. ' dedi. Reis-i Cumhurluk müddeti üzerine konuştuk. Onun fikrince Reis-i Cumhur Büyük Millet Meclisinin de reisidir. Dört sene, ye di sene bahisleri geçti. Bir gayretkeş: - Kayd-ı hayat şartiyle de olabilir, dedi. Gazi sert bir tavırla bunu reddetti. Bir arkadaş fesih hakkı meselesini açtı. - Gerçi şimdiki Meclis için düşünülecek bir şey yok. Sizin hü kumetleriniz daima ekseriyet bulabilir. Fakat fırkalar çoğalınca hükumetsizlik tehlikeleri de başgösterebilir, buna ne çare düşünü yorsunuz?
39
- Millet Meclisi kendi kendini feshedebilir. Bu cevap emniyet verecek gibi değildi. Arkadaşların ortaya sürdüğü fikirler şöyle hulasa olunabilir: Cumhuriyeti Fransa'daki şekli ile almak arzusunda olanlar, bu hakkı Reis-i Cumhura ve hü kumete bırakmak teklifinde bulundular. Eski ittihatçı Sabri Bey, fesih hakkının Meşrutiyet devrinde iki defa kötüye kullanıldığını hatırlatarak, ihtiyatlı olmayı tavsiye etti. Bir arkadaş: 'Acaba fesih hakkı şartlarını son derece kayıtlamak, mesela, Reis-i Cumhur ve hükumetin, bu hakkı ancak fırkalar arasındaki nisbetsizlik anarşi ye vardığı zaman kullanması daha doğru değil midir?' dedi. Gazi: - Millete müracaat eder, referandum yapanz, cevabını verdi. Arkadaşlar bu usulün karışıklığını ve sebep olabileceği buhranları öne sürdüler. Münakaşaya gene kendisinin bulduğu şöyle bir formül üstünde karar kıldı: Reis-i Cumhur ve hükumet, Millet Meclisi ifa-yı vazife imkan sızlığında kaldığı vakit yeni intihabat icra ettirmek hakkını haizdir.'' ***
1 O Eylülden 29 Ekime kadar kırk dokuz gün var. Yukarıda ki notuburaya alışımın sebebi, Cumhuriyet meselesinin sonuna ka dar bir sır olarak saklanıp, bir gece, top sesleri ile ansızın ortaya çıkmış olmadığını anlatmaktır. Ankara'da ve lstanbul'da düşüne bilen, görebilen ve duyabilen herkes biliyordu ki, hiçbir yerde ben zeri olmayan o rejim öyle gidemez. Bir şey olacağı, bir şey hazır landığı belli idi. Devlet şeklinin Cumhuriyet ve Mustafa Kemal'in Cumhurreisi olmasını istemiyenler, halk efkarını kendileri ile be raber sürükliyeceklerine inanmakta idiler ve bu inanışlarında hak lı idiler. Eski Türkiye'de "Cumhuriyet" sözü "şapka" sözü ka dar kötü ve korkulu idi. Yobaz lügatindeki manası ile ' 'gavurluk'' mahiyetinde idi. Gerçi Tanzimat'tan sonraki edebiyatta ilk halife ler rejiminin Cumhuriyet demek olduğu gibi bir iki fıkraya tesa-
40
düf olunabilir. Fakat eski Türkiye'de hiçbir zaman Cuınhuriyetçi lik diye bir fikir akımı olmamıştır. Olmasına da imkan yoktu. Bir Osmanlıya Cumhuriyetçi demek, o zaman için "gavur" demek, bugün için · 'komünist" demek gibi bir şeydi. Öyle ise Cumhuri yet, Millet Meclisinin bir toplanışta vereceği karar ile '"emr-i va ki'' olmamalı idi. Mecliste ve gazetelerde tartışmaya konulmalı i di. Ayrıca milletin oyu alınmak gibi tekliflere fırsat verilmeli idi. Muhafazakarlar böyle bir devrimi ''millete istetmemenin'' ne ka dar kolay olduğunu bilmekte idiler. Ama halk, her tarafta, medre se mutaassıplarının ve mürteci derebeylerin kati otoritesi altında olduğundan Mustafa Kemal de hasımlarının elindeki bu kolaylı ğın farkında idi. O sıralarda Mustafa Kemal'e halife olmak teşvikleri dahi ya pılmıştır. Bu teklifi, Hindistan' dan Antalya Milletvekili Rasih Ho ca da getirdi idi. Kendi kendime hanedanın bütün itibarını kaybe derek bir düşman zırhlısının güvertesinde intihar etmiş olduğu o devirde Mustafa Kemal'in yerine Enver'i koyarım. lran'da Rıza Şah ne yaptıysa, onun da öyle yapacağı bana pek yakın bir ihtimal gibi görünür. 1923 yılının o haftalarında Büyük Millet Meclisinde Cumhu riyetçilik akımı var mıydı? Hayır! Mustafa Kemal ne yapsa ona itirazsız razı olacaklar dahi, içlerinden; "Keşke bunu yapmasa... " diyorlardı. Mustafa Kemal o Mecliste fikir tartışmaları ile tabii bir "ekseriyet" elde edemezdi. ince politika taktikleri ile bir "tesli miyet" havası yaratmalı idi. Ya vekil seçilmek, ya yüksek Meclis ve hükumet kadrosuna Mustafa Kemal 'i fırenliyeceği sanılan şahsiyetleri getirınek için el altından bir hizip kaynaşması vardı. Mustafa Kemal bu kaynaşma yı, ancak kendi hakemliği ile içinden çıkılabilecek bir buhrana doğru sürükletti. Meclisteki bazı seçimleri kendi aleyhine bir ha reket sayarak bu oyuna gelmiyeceğini gösterir bir tavır takındı. Kimse de Mustafa Kemal ile açık bir savaşa girişmek niyeti olma-
41
dığı için, onun bu tavrı gerçekten bir anarşiye doğru gidildiği duy gusunu yaydı. Eski arkadaşı Başvekil Fethi Bey, bu "kuvvetli bir hükumete ihtiyaç olduğu" havası içinde istifasını verdi. Mecliste birçok listeler meydana geldi. Fakat bu listelerde şahsiyet denebi lecek olanlar, Mustafa Kemal'den ayrılamazlardı. Ne onlarsız bir hükumet yapmak, ne de, Mustafa Kemal kendilerine seçilmeyi reddetmek tavsiyesinde bulunduğu için, onlarla bir hükumet kur mak ihtimali vardı. Öyle bir "hal ve şart" doğdu ki, ya Mustafa Kemal'i düşümıek, yahut onunla birlikte yürümek yollarından bi rini tutmak lazım geldi. Düşürmek mümkün olsa, bu fikir etrafın da bir hayli insan toplamak imkanı da yok değildi. Fakat düşür mek mümkün değildi. Gerçek bir ihtilalci karşısındayız. O sonuna kadar her şeyi gö ze almıştır. Kimseye ne yapacağını da söylemez. Çankaya tepe sinde kendisinden her şey beklenebilecek esrarlı bir tali kuvveti bağlamıştır. Muhalifleri ise, işlerin "kendiliğinden" diledikleri gibi gelişmesini gizli gizli ve hiçbiri ortaya atılmıyarak hazırlamak tan başka bir şey yapamamaktadırlar. Mustafa Kemal bir ayaklanmadan korkmaz. Ordudaki zafer arkadaşlarına ve halk arasındaki mistik nüfuzuna güvenmektedir. Komutanına ve subaylarına tamamiyle bel bağladığı muhafız kı tası vardır. Çankaya, Türkiye'de tutunabilecek tek tepe olsa, bu muhafız kıtası ile ihtiliili o tepede savunacak ve oradan tekrar bü tün memleketi etrafına toplıyacaktır. Bu, son silahtır. Hiçbir za man kullanmıyacaktır. Fakat o türlü bir karar ve irade ile, Meclis koridorlarının kulaktan kulağa fısıltı ve küçük tertip taktikleri boy ölçüşemez. Nihayet 1 923 Ekiminin son günleri gelip çatar, 28'i 29'a bağ layan gece, Mustafa Kemal'in sofrasında bir toplantı .olmuştur. Er tesi gün Meclisten gelecekler, "işin içinden çıkamıyoruz. Böyle zamanlarda liderler vazifeden kaçmamalıdırlar, buhranın halledil mesi için Meclise yardım etmelisiniz,'' diyeceklerdir. Mustafa Ke-
42
·
mal de kısaca devlet şek l inin Cumhuriyet olmasından başka çare olmadığını söyliyecektir. Şüphesiz onu Cuınhurreisi yapaca klar. Rejim kanunu. hüküınete de artık normal kabine mahiyeti vere cektir. O gece yemekte bultmanların çoğu. asker milletvekil leri i di. Aralarında Hariciye Vek i l i İsmet Paşa da vardı. Mustafa Ke mal, sabaha doğru Ocak 1 92 1 tarihli anayasanın birinci maddesi nin sonuna w fıkranın eklenmesine karar verdiler: • 'Türkiye dev letinin şekli, Hükümet-i Cuınhuriyyedir. " ***
Eski rej imin son günü idi. Bunu bilenler az. bilmiyenler çok tu. Bi lenler kaygılı bir rahat için<lc idiler. Rahat. çünkü mesele kö klinden kesi lip atılacaktı . Kaygılı , çünkü kim bilir kaç yıl için. sa dece Mustafa Kemal " in ömrüne bağlı bir yabancı rej ime giriyor duk. Halkı bu rejime ı sındırabilecek tek 'iCY. Mustafa Kemal' in baş ta bulunmasına alışkanlıktan ibaretti. Acaba Mustafa Kemal. Mec lisin içinde muhafaza ettiği halk adamlığı karakterinden uzaklaşa cak mıydı? Çankaya ihti lül karargahı olmaktan çıkıp, yeni bir sa ray havasının itici merasim soğukluğu içinde. yaklaşılmaz, görü şülmez, kaynaşılmaz bir diktatörün saltanatkari uzleti mi olacak tı? Kartal yuvası bozulacak mıydı? Hepimiz bir ucundan bu şüp heye tutulmuştuk. Mabeyni ve kuranası ile aramızdan ayrılıp gi den CumhuITeisinde, inkı lapçıyı kaybetmekten korkuyorduk. Bilmiyenler, bütün günü, ateşl i bir hastal ığın sayıklatıcı nö betleri içinde geçirdiler. Bir Meclis hükümeti kurmak imkaııı kal mamıştı . Mustafa Keına l ' in arkadaşlık edebileceği her şahsiyet, başveki l l i k veya vek i l l i k tekliflerine: - " Hayır! cevabını veriyordu. N ihayet 29 Ekim 1 923 Pazartesi günü Halk Fırkası grubu, grup idare heyeti başkanı Ali Fethi Bey'in (Okyar) başkanlığında saat onda toplanmış, yeni kabine üzerinde gene çetin tartışmalar başlamıştı. i dare heyeti, bir adaylar listesi hazırlamıştı. Listede i k tisat Vek i l l iğine aday gösterilen Cel:ll Bey ( Bayar) söz alınış, " Bu
43
listede görülenler, çekilenlerden daha kuvvetli değildir, Mecliste ben kendimi iktisat Vekilliğine layık gönnüyorum," dedi. Öğle den sonra tartışmalar çok sertleşmişti. Sonra Kemalettin Sami Pa şa'nın verdiği takrir, oya konmuştu. Bu takrire göre "Umumi Re is Mustafa Kemal Paşa buhrana çare bulması için davet edilmeli" idi. Mustafa Kemal Çankaya'da bu kararı bekliyordu. O gün de di şi sancıyordu. Toplantı salonuna girince hemen kürsüye çıkmış: - Bana bir saat müsaade ediniz. Bulacağım hal tarzını arz ede rim, demişti. Küçük reis odasına çekilerek orada Meclis arkadaşları ile son ·görüşmelerini yaptı. Ve yeniden toplantı salonuna gelerek, kuru ve kısa bir nutuktan sonra, hep bildiğimiz takririni reise uzattı. Muhalifler, devlet şekli meselesini bırakalım, önce hükumet işini halledelim veya, biz Teşkilat-ı Esasiye Kanununu tadil ede bilir miyiz, gibi geciktirici tedbirler üzerinde tartışma açılmasına çalıştılar. Tarihçi Abdurrahman Şeref Bey: " Doğan çocuğun adı nı koymaktan başka ne yapıyoruz?" diyordu. 23 Nisan 1 920'den beri memleketi, sadece adı konmıyan Cumhuriyet rejimi ile idare etmiyor muyduk? Fırka toplantısındaki görüşmeler hayli uzun sürdü. Akşama doğru, grup toplantısı, Meclis toplantısına çevrilerek, ikinci Mil let Meclisinin milletvekilleri saat sekiz buçukta Teşkilat-ı Esasiye Kanunundaki tadilleri kabul ettiler ve Mustafa Kemal'i Türki ye'nin ilk Cumhurreisi seçtiler. Cumhuriyet teklifi oya sunulurken yanımda bulunan rahmet li ve eski valilerden, bir aralık Osmanlı Dahiliye Nazırı Hazım Bey'i hatırlıyorum. "Birinci maddeyi kabul edenler?" iki elini kal dırıyor ve yarı sesle: "Aman Allah! " diyordu. İki defa daha tek rarlaması üzerine: "Beyefendi niçin aman Allah?" diye sordum. " Min küllilvücuh, yavrum, min küllilvücuh! " demişti. Oy, sanki yüreğinin içinden tırnakla sökülüyordu. ***
44
O ·gece birkaç· arkadaş belediye ba�esindeki gazinoya gide rek geç vakitlere kadar şenlik yaptık. Beraber olduklarımıza bakı yordum: Meclisin bütün karınalığı bu yuvarlak sofranın etrafında idi. Cumhuriyet hepimiz için ayrı bir şeydi. Bazıları Tanzimatçı bile değildiler. Mustafa Kemal'in ne kadar tehlikeli bir mesuliyet yüklenmiş olduğunu gözlerimle görüyordum. Eğer, bütün mües seseleri ve bizi Batı'dan ayıran gelenekleri ile eski düzeni yıkmaz, bütün müesseseleri ve bizi Doğu'dan ayıran gelenekleri ile yeni düzeni kurınazsak, devrimci Mustafa Kemal tarihi vazifesini yap mazsa, hiçbir şey kazanmış olmazdık. Belki, sarayın ve onun oto ritesine dayanan vezirlerin, ara sıra memlekette "ıslahat" yapmak ihtimalini de kaybetmiş olurduk. Cemiyet seviyesinin o günkü şartları devam ettikçe, her şey Mustafa Kemal'e bağlı idi. Cumhuriyetten ileriye doğru daha bir şeyler umanlara, Mus tafa Kemal'in zayıf damarlarını okşıyarak onu "yapılmaması la zım gelen şeyleri yapmağa teşvik edecek'' fesatçılar gibi bakılmak ta idi. Meclisin büyük çoğunluğuna göre iş, hiç olmazsa burada kal malıydı. Bu Mecliste, devrimlerden hangisine dair bir fikir ortaya atılsa, zındık gibi taşlanırdık. Halbuki Tanzimat'tan beri sürüp gelen medeniyet ve kültür savaşı, Garpçılık davası lehine bir zaferle nihayet bulmazsa, dev lete, Cumhuriyet şekli verilmemesi şüphesiz daha eyi olurdu. Mus tafa Kemal hem bu vazifesini yapmalı, hem de eserini savunabi lecek bir yeni nizam kadrosu yetiştirecek kadar yaşamalıydı. Sabaha doğru uyuduk. ertesi gün İstanbul gazetelerinde kı yamet koptuğunu duyduk. Sonradan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kuran paşalar ve şahsiyetler, gizli muhalefetlerine daha· açık bir hal vermişlerdi. Her zaman bizden kalmış bir dostumdan 3 1 Ekimde aldığım bir mektupta lstanbul 'un o sıradaki havası ko layca hissedilebilir: "Cumhuriyete diyecek yok. Fakat ilan tarzına bayıldık. Oyun pek mahirane tertip edilmiş. Millet Meclisi azasının çoğundan sak-
45
lanmıştır. Doğrusu Hakimiyet-i Mil liye prensibinin cari olduğunu her vesile ile tekrar ettiğimiz bir devirde devlet şeklinin tesbit edil mesi gibi bir meselenin böyle yapı lıvennesi kolaylıkla hazmedi lebilecek bir şey değildir. " Bütün parola bu idi. Trabzon mevki komutanı Kazım Paşa (Orbay ) o gece top ata rak Cumhuriyet ilanını kutlamak emrini almış ve yerine getinniş ti. Trabzon'da bulunan Kazım Karabekir: - Nedir bu toplar? diye sordu. Kazını Paşa, Cumhuriyetin ilan edildiği cevabını verince: - Neden bana sormadınız? dedi. - Sorsaydım top atmamaklığımı mı emredecektiniz? - Hayır ama... Biz bunu konuşmamıştık! dedi. ***
Atatürk'ün bana anlattıkları arasından küçük bir notu buraya alayım: " Rauf Bey istifa edip yerine Fethi Bey seçildikten sonra lsmct'i gönnüştüm. Başvekillik meselesi çıkınca kendisinin seçi leceğini düşünmüş olduğunu tahmin ediyordum: - Ben senin zihninden geçeni biliyorum, dedim. Yüzüme baktı: - Başvekil olmamaklığını düşünüyorsun. Fakat buna gele cekte cevap vereceğim, dedim. Cumhuriyetin ilanı üzerine kendisini Başvekil seçince: - Şimdi o günkü sözümü hatırla! Hangisi daha eyi? diye sor dum. ismet Paşa tarihe Cumhuriyet devrinin ilk Başvekili olarak geçiyordu. '' ***
1 923 yılının Kasım ayında hoşnutsuzluk havası umumileşti. Cumhuriyet, Meclis ve halk efkarı önünde açıkça ve serbestçe tar tışılmaksızın "acele" ilan edilmiştir. Mesele bundan mı ibaretti? Bu bir bahane idi.
46
ittihat - ve - Terakki Fırkasından arta kalan nüfuzlular hala eski kolağası Mustafa Kemal'in aleyhindedirler. Talat Paşa'yı ve Merkez-i Umumi büyüklerini içeriye almamakta inat ederek öldü rülmelerine o sebep olmuştur. Bu tez Dr. Nazım'ındır. ittihat - ve - Terakki'nin lstanbul katib-i mesulü Kara Kemal, lzınit'teki top lantıya geldiği vakit, ittihat - ve - Terakki 'nin temsilcisi sıfatı ile kendini takdim etmişti. Yakup Kadri Karaosmanoğlu �üdafaa-i Hukuk adına aynı seyahate katılmıştı. Mustafa Kemal. daha o za man, Müdafaa-i Hukuk'tan gayri bir siyasi teşekkül tanımadığını söylemişti. ittihat- ve -Terakki'nin bir kolu vaktiyle bu fırkanın kur muş olduğu bir milli şirketi idare eden rahmetli Nail 'in reisliği al tında, Ankara'da idi. Nail'i tanıdığım için ara sıra evine gider ve onun yanındakiler tarafından yadırgandığımı hissederdim. Biz Mustafa Kemal 'e bağlandığımız için, arkamızdan nankörler diye gammazlanıyorduk. Eski Maliye Nazırı rahmetli Cavit, ittihat - ve - Terakkinin göze görünür lideri hükmünde idi. Cavit bir komiteci değildi. Me deni bir adamdı. Onu Lausanne'dan beri muhalefete sürükliyen se bepler şunlardır: Büyük Avrupa devletlerinin yardımı olmaksızın \.'.e bu yardımı temin edecek tavizler yapılmaksızın, Anadolu'nun ortasında tek başımıza bir devlet kurup yaşıyamazdık. lstanbul 'dan ayrılmamalı idik. Mustafa Kemal de, ismet de, nihayet, Enver gi bi birer askerdirler. Ankara iktidarı, ister istemez kafasının dikine giden bir askeri dikta rejimi olacaktır. Cumhuriyet işin iç yüzünü . maskelemekten başka bir şey değildir. Cavit, iktisadi ve mali alem den kafasını ayıramıyan, milliyetçiliği her bakımdan bir " 'darlaş ma'' sayan, devrim diktalarına aklı yatmıyan bir Osmanlı idi. Va tanperver ve namuslu adamdı. Bir şahsi kusuru lüzumundan fazla kibirli olması idi. Hüseyin Cahit, Tanin gazetesinin başında Ankara'ya karşı sa vaşa geçmişti. Cahit, şüphesiz bir mürteci değildi. Daha Meşruti yet devrinde Latin yazısının kabul edilmesi lehinde bulunmuştur.
47
Fakat ta başlangıçtan beri, ne Mustafa Kemal ona, ne de o Musta fa Kemal'e ısınabilınişti. 1 908 Meşrutiyetinde ittihat ve Terakki Fırkasının gazetecisi iken, Seliinik 'te toplantı olmuş ve Cahit'e bir altın kalem hediye edilmek teklifi ortaya atılmıştı. Merkez-i Umu mi politikasını sevmiyen ve beğenmiyen Mustafa Kemal, bir nu
tuk söyliyerek, o politikanın lstanbul'daki savaşçısına altın kale min verilmesini reddettiğini ve reddettinneğe çalıştığını kendisin den dinlemiştim. Gerçekte Mustafa Kemal 'in yaratmak istediği ye
ni Türkiye ve yeni Türk cemiyeti ile, Hüseyin Cahit'in ilk gençli ğinden beri rüyasını gördüğü yeni zamanlar Türkiyesi arasında hiç bir fark yoktu. Cavit de; o da iki tabii cumhuriyetçi idiler. Öyle ol malı idiler. ikisi de aşağı yukarı Mustafa Kemal ile aynı şeye inan makla beraber Mustafa Kemal'e inanmıyorlardı. ittihat ve Terak
ki devrindeki En_yer diktatoryası tecrübesinin bu tÜrlü kaygılanma larda derin tesiri olmuştur. Tasvir-i Efkar sahibi Velid Ebüzziya, o devirde belli başlı
akımlardan birini temsil eder. Vatanperver, milliyetçi, fakat koyu şeriatçı denecek kadar geri fikirli idi. Bu geri fikirlilik pek basit bir formülde izah olunabilir: Avrupalılar maddece bizden üstündür ler. Biz manaca onlardan üstünüz. Garp'ın maddi ileriliklerini al malıyız. Bu anlayış, devrimci anlayışı ile taban tabana zıttır: Biz Avrupa'nın maddi üstünlüğünü değil bu maddi üstünlüğü yaratan manevi üstünlüğünün kurbanı idik. Garp, bir hür tefekkür yoğru luşudur. Osmanlı gericilerinin zaafı, "manevi" kelimesini "din" ile bir tutuşlarında, din ve dünyayı birbirinden ayırmak söz konu su oldukça, dinimizi ve onunla beraber milliyetimizi kaybedece ğimiz korkusuna kapılmalarındandır. Velid hiç şüphesiz halifeci ve padişahçı idi. Cumhuriyetin temelinden aleyhinde idi. Gazetelerin ve memleket aydınlarının toplandığı merkez ol duğundan, lstanbul, hemen hemen, bütün sınıfları ile Ankara'ya ısınmamıştı. lstanbul'da o vakitler maddi ıstırabın da ne kadar de rin olduğunu düşünmeliyiz. l 908'de İstanbul, Adriyatik kıyıların-
48
dan Fars körfezine kadar uzanan koca bir imparatorluğun merke zi idi. Gittikçe fakir düşmekle beraber, umumi bir ayarlanma için de, yaşayıp gitmekte idi. Meşrutiyet, saray ve konaklar sınıfı ile geçimleri bu hazne sinıfına bağlı olanları dağıtmıştı. Balkan Har· bi devlet sınırlarını Meriç kıyılarına getirdi. Arkadan umumi harp ve onun, lstanbul ailelerini sandık diplerindeki kırpıntılara kadar neleri var yoksa sattıran sıkıntiları geldi, çattı. Para değerini kay betti. Maaşlar ekmek parasına yetmez hale geldi. Bir avuç türedi harp zengininden başka bütün Türkler bedbaht idiler. Nihayet ba tış ve mütareke devri çöktü. Şehrin ticari ve iktisadi faaliyetleri ile ilgisi olmayan Türk halkı eski reaya durumuna düştü. Vatanı ve kendisini kurtaran zafer de başkentliğini elinden almakta, hazne sınıflarını Ankara'ya taşımakta idi. Istırap, muhakeme etınez. Is tırap, sorumluyu geçmişte aramaz. Istırap, can acısından kıvran dığı vakit, karşısına kim çıkarsa onun yakasından tutar. 1 923 'te İs tanbul mustaripleri Ankara'ya karşı hoşnutsuzlar seferberliğinin ta bii gönüllüleri olmuşlardı. ikinci Büyük Millet Meclisine gelen Kuvay-ı Milliye şöhret lerinden asker olanlar, milletvekili kalmakla beraber Mustafa Ke mal' den uzaklaşmışlar ve her türlü muhalefetler ümitlerini bu şöh retlere bağlamışlardı. Türkiye'de umumi hava, o tarihte bu şöhret lerin, hürriyet şaıtları içinde, pek kolay bir mücadele yapmalarına elverişli idi. Rauf Bey'in komutan arkadaşları ile uğurlanarak ve karşılanarak İstanbul'a gidip gelmesi, Cumhuriyet ilanı üzerine İs tanbul gazetelerinde çıkan sözleri, bir şey yapmak veya bir şey ya pılmasını istiyenlere, Rauf Bey ve arkadaşlarının da düşünceleri ni aşan bir cesaret vemıiştir. Silahlarının kuvveti, sadeliğinde idi. "Ne istiyorsunuz?" den dikçe: - Hiçbir şey ... "Bila kayd-ü şart Hakimiyet-i Milliye'nin te cellisini" istiyoruz, diyorlardı. Cumhuriyetin ilan şekli hakkındaki tenkitleri de Teşkilat-ı
49
Esasiye Kanununun bu ana prensibine riayet edilmemiş olmak ba kımından idi. Bu sırada lstanbul 'da halifenin istifa edeceği_ rivayeti çıktı. "Tanin" gazetesinin neşrettiği bir açık mektup üzerine gazeteler de kıyamet koptu: Nihayet bu felaket olacak mıydı? Halifemizden mahrum mu kalacaktık? lslam alemindeki manevi nüfuzumuzu, kendi elimizle feda mı edecektik? Düşününüz: Bu feryatlar laik ve Latin harfçi Hüseyin Cahit'in gazetesinden işitiliyordu. Mustafa Kemal'in hasta olduğu haberi de ağızdan ağıza yayılmakta idi. işte 22 Kasım meşhur grup toplantısı bu şartlar içinde olmuş tur. Parti üyesi Rauf Bey, etrafında uyanan şüpheler üzerine, ken di durumunu izah etmiye davet edilmişti. Esas tartışma ismet Paşa ile Rauf Bey arasında geçti. ismet Paşa'nın ilk kürsü imtihanı idi. O da, Rauf Bey de imtihanlarını eyi verdiler. Genelkunnay Başkanı iken kürsüye çıktığı vakit, birkaç kelime kekeliyerek in en ve hiç de eyi bir tesir bırakmadığı söylenen ismet Paşa, kendi kendini yetiştinnesini ne kadar eyi bildiğini isbat etti. Bize o gün lerde tam bir Avrupa parlamentosu hatibi hissini verdi. Rauf Bey de, insanı çileden çıkarabilecek birçok gayretkeş tahriklerine rağ men sabır ve soğukkanlılığını sonuna kadar korudu. Sıra tahrikçi lerinin hizasına inmiyerek, ismet Paşa ile baş başa kaldı. Lehinde olanlar sustukları ve çekingen davrandıkları, aleyhinde bir mari fet gösterişi yapmak istiyenler, asabi ve hassas bir mizaca her tür lü ölçülerini kaybettirecek taşkınlıklarda bulundukları düşünülür se, RaufBey'in bu imtihandan ne kadar eyi çıkmış olduğu tahmin olunabilir. Bu grup tartışması, Mustafa Kemal ve onun yanında topla nanların hiçbir muhalefet karşısında taviz vennek ve geri dönmek niyetinde olmadıklarını, onların gidişini beğenıniyenlerin de par tiden ayrılarak açık bir mücadele cephesi kunnağa henüz akıllan yatmadığını anlatmıştı. Mustafa Kemal, bir müddet işleri kendi gidişinde bırakmak,
50
daha doğrusu yeni kararlar vemıe fırsatının kendiliğinden hazırlan masına vakit bırakmak üzere, iki aylık bir İzmir seyahatine çıktı. ***
Bu yılın hikayeleri arasında lstanbul ' a giden istiklal Mahke mesi hatırlanmağa değer. Kuvay-ı M i l l iye devrinde irtica ve isyan hadiselerini bastımıakta işe yarayan bu ihtilal mahkemesi, İ stan bul ' da gazetecileri muhakeme edecekti. Reis, eski Ankara istiklal Mahkemesi Reisi İ hsan ( Bahriye Vekil i ), savcı da Vasıf rahmetli idi. Mahkeme Fındıklı'daki son Osmanlı Mebuslar Meclisi bina sında kurulmuştu. Biz de gidip locadan dinl iyorduk. Gazeteler biz genç milletveki lleri ile "Cumhuriyet Prensleri" diye alay ediyor lardı. lstanbul 'un pek çok zarif giyimli hanımları dinleyiciler ara sında idi. Bilhassa İhsan 'ın kolayca İ stanbul havasına hoş görün mek zaafına tutulmuş olduğunu görmüştük. Öyle zamanlar oluypr du ki sanki sanıklar yargıçları muhakeme ediyorlardı. Oturum bi tince H üseyin Cahit salonun seyirci safına yaklaşarak: ' ' Bugünkü perde de indi ! " diye alay ediyordu. Sonunda yargıçlar hiç kimse yi mahkum etmediler. Ankara ile görüşerek böyle bir sonuca va rıp vamıadıklarını bilmiyorum. Keşke bu İ stiklal Mahkemesi hiç gönderilmemiş olsaydı ! İhsan ve arkadaşlarının zaafı kötü bir tep ki uyandırınıştır. N ihayet daha sonraki sehpalı ve ölümlü lzmir is tiklal Mahkemesi faciasına yol açmıştır. ***
CuınhuıTeisi Mustafa Kemal ' i n lzmir seyahati sonkanundan . (ocaktan) şubat nihayetlerine kadar sürdü. Bu devirdeki gazeteler okunursa, Cumhuriyet ilan edilmekle büyük hiçbir meselenin hal ledilmemiş olduğuna kolayca hükmolunabilir. lstanbu l ' daki hali fe, er geç padişahl ığını bekliyen şahane bir nöbetçidir. Bütün şer'iyeciler, medreseci ler, muhafazakar Osmanlılar, hepsi onun etrafında manevi bir safbirliği kurmuşlardır. Fakat ismet Paşa'nın grup toplantısındaki meşhur cümlesi de kulaklarında çınlamakta dır: "Tarihin herhangi bir devrinde, bir halife, eğer zihninden bu 51
memleket mukadderatına karışmak arzusunu geçirirse, o kafayı be hemehal koparacağız ! ' ' Siyasi taıtışmaların parolası, en küçük fırsatı e l e alarak. An kara rej imini kötülemektir. O aylarda Yakup Kadri Karaosmanoğ lu 'nun "Akşam" gazetesinde hilafet ve hanedan meselelerine te mas eden bir yazısı çıkmıştı. Bu, Meclisteki devrimci takımın bir Cumhuriyet bütçesinde hanedan ve damat maaşlarının yeri olma dığı gibi, " Henüz yapılacak işler olduğunu ima eden" koridor hasbıhallerini halk efkarına aksettirici bir yazı idi. Yakup Kadri 'nin, bu yazısından dolayı kürsüde hesap venni ye çağırıldığı günü hatırlıyorum. Meclisin tekmil hocaları ve mu hafazakarları ön sıralara toplanmışlardı. içlerinden biri elindeki �a lemi uzatarak: - Senin iki gözünü oyacağız. diyordu. Sarıkların durınadan dalgalandığı görülüyordu. Yakup, hiç bir cümlesini tamamlıyamıyordu. M ustafa Kemal 'in 2 Martta ya pacaklarının yüzde birini yazmağa cesaret eden hatip, devrime on beş gün kala, kollarına güvenen birkaç delikanlı milletvekilinin kür süye yaklaşarak savunmaya hazırlandığı pek küçük bir azlığın ada mı idi. Ortaçağl ı teokratik devlet henüz bütün işliyen cihazları i le, ayakta idi. Müspet i lmin gölgesini bile kapılarından içeri sokma yan medreseler, ömürleri boyunca, Batı medeniyetçi l iği düşman lığ� edecek unsurları, sivil mektep pğrenci lerinin birkaç misli ye tiştirınckte i diler. Şer' iye Vekaleti, bütün teşki lat ile, ister istemez hilafetin tamamlayıcısı idi. Sonradan vekilliğe kadar çıkan bir me bus, çarşaflı karısı ile Karaoğlan çarşısında görüldüğü için, Mec lis koridorlarında kendisine günlerce lanet okunuyordu. Dekoru ile, az çok uyanık cemiyeti ve gelenekleri ile içinde yaşayan ve çalı şanlara otoritesini hissettiren lstanbul 'dan Ankara 'ya taşınmakla büsbütün gerilemiştik. Bizler yeni başkentte 1 9 1 5 Türkçüler çev resini bile bulamıyorduk. 52
Umumi fikir kargaşalığının herkesi şaşırttığı günlerde, 22 Şu batta M ustafa Kemal Çankaya'ya döndü. Onun yeni kararlarını ağ zından duyunca, k ı nından sıyrılmış bir kılıç pırıltısını andıran ira desi karşısında ruhlarımızın ısındığını duyduk. Tanzimat'tan beri devlet ve millet bünyesinde bir ur gibi kaskatı şişen Ortaçağı kö künden kesip atacaktı . Her zaferinin sağladığı büyük itibar, el ine geçen eşsiz ikbal, fi'ıni ömrüne kadar nesi varsa nesi yoksa hepsini, büyük fikir uğ runa harcamağa hazırdı. Hakikati söyliyelim: Mustafa Kemal, bir devrimci olarak, 1 8 yaşından son nefesine kadar hiçbir taviz zaafı göstermiyen bir ide alisttir. Bu tarafı çağdaşlarından hiç kimseye benzemez. Ve hiçbir türlü tenkit edil emez. M ustafa Kemal 'in tenkit edil ecek zaaflarını insan ve politikacı tarafında arayabiliriz. Bulabiliriz de! Mustafa Kemal 'in basit ltaatçı lar dışında, üç türlü takımı ol muştur: Devrimciliğine bağlı fikir ve ideal takımı, insan ve pol iti kacı zaaflarını ya haksızlıklar, ya menfaatler için sömürmekten baş ka bir şey düşünmiyen türediler takımı ! Bu üç takım, Mustafa Ke mal 'in sofrasında daima yan yana gelmişler, fakat hiçbir zaman bir leşmemişlerdir. Bu fikri daha fazla izah edecek vakaları ileride oku yacaksınız. Biz M ustafa Kemal 'in kesip atmasını ve yeni düzeni, sağlam teminat elde edinceye kadar, sıkı bir disiplin altında korumasını is tiyorduk. Bu bakımdan Hakimiyet�i M i l liyecilerden tamamiyle ayrılıyorduk. Bize göre Türkiye, her şeyin �aşında, medeniyet me selesini halletmeli idi. Bir m i lletin tarihinde medeniyet meselesi nin oy toplıyarak halledildiği görülmemiştir. Bize göre 1 923 'te Ha kimiyet-i M i l l iye silahı, muhafazakarların, yani halledilecek bir medeniyet meselesi olduğuna inanmayanların, yahut irticaın, ya ni Tanzimat'tan beri medeniyet düşmanlığını elden bırakmayan ların silah ı idi. Bize göre milli irade hür değildir. M i l li irade, batıl fikirler ve batıl inançlarla paslanmış ve büyük ölçüde Ortaçağ mü-
53
-esseseleri kadrosunun köleliği altında idi. Her şeyden önce bu ira de, müspet ilme dayanan ilk eğitim terbiyesi ile, kara inançlardan temizlenerek saf kılınmalı ve hürriyetine kavuşturulmalı idi . Bizler usul olarak tekamülden ötesini görememiştik. 011açağ müesseselerinin hükmü altındaki bir toplulukta, i leri fikirlerin ih tilali alttan gelmez, üstten gelir. Büyük Rus ihtilalcisi Del i Pet ro' dur. i lk Osmanl ı ihti lalcileıi padişahlardır, vezirlerdir. Böyle top luluklarda alttan yalnız "karşı-ihti laller", yani irtica gelir. Mede niyet düşman lığının bir milli irade zevahiri almakla haklı olabile ceğini düşünmek, bir budalalıktır. 1 923 'te devrimi gerçekleştirecek ve Tanzimat'tan beri devam
eden savaşı nihayetlendirecek tek otorite M ustafa Kemal idi. Bir milli kahramandı, halk kahramanı idi. Onun bir de fikir kahrama nı oluşu 1 923 gençliği için, zaferden de büyük kazanç olmuştur. Son asır tarihimizde de askeri zaferler eksik değildir. Türk mille tinin kuı1uluşu için zaferlerin yeterl i olmadığı anlaşılmıştır. Zafer ler, tarihi düşman bildiğimiz Rusları ve Almanları kısa veya uzun müddet herhangi bir sınır çizgisinde tutabi lmişti. Fakat Osmanlı saltanatının, batışa kadar, tabii kaderini takip etmesine engel ol mamıştı. Çünkü Türk milletinin gerçek düşmanı, Oı1açağlı yarı te okratik devletin, müsbet ilim ışığı vurınayan Şark kafasının ta ken disi idi. Düşman onun dışında değil, içinde idi . ***
2 Maı1ta grup toplantısı yapılarak yeni kararlar verilecek ve 3 Martta, Türkiye'yi Ortaçağa bağlıyan bütün köprüler atılacaktı. 3 Mart devrimi, i kinci Büyük M i llet Meclisine şu üç teklif ile
gelmiştir: " ! - H i lafetin ilgasına ve hanedan-ı Osmaninin Türkiye hari cine çıkarılmasına dair Şeyh Saffet Efendi ile elli arkadaşının tek lif-i kanunisi . 2- Şer'iye, Evkaf ve Erkan-ı Harbiye Vekaletlerinin ilgasına
54
dair Siiı! Mebusu
!-f alil Hulki efendi ve elli arkadaşının teklif-i ka
nunisi.
3- Tevhid-i tedrisat hakkında Saruhan Mebusu Vasıf Bey ve elli arkadaşının teklif-i kanunisi . "
Görüşmeler başladığı vakit M ustafa Kemal, reislik bürosu nun karşısındaki geniş odada idi. Bir aralık birkaç sarıklı hocanın içeriye koşuştuklarını gördüm. Kürsüd� rahmetli Vasıfnutuk söy l üyorınuş. Aralarından biri Mustafa Kemal 'e atılarak: - Paşam, paşam, diye haykırdı, maksadın kitabı da kaldım1ak olsa, bize emret, yolunu bulalım, (toplantı salonunu işaret ederek) ama bunları söyletme . . . H i lafeti ve Şer'iye Vekaletini kaldırına tekliflerinin baş im zalayıcıları da hocalar idi. Bunlar için din ve mukaddesat bahane den ibaretti. Korkuları halk üzerindeki nüfuzlarını ve bin bir "cer" kaynağını kaybetmekti. H i lafetin dinde yeri olmadığını, o gün hiç bir hocanın cevap veremiyeceği şer'i del illeriyle isbat eden Sey yid Bey de eski bir hoca idi . Nutkunu büyük bir başarı ile bitirip kürsüden indiği zaman, M ustafa Kemal: - Seyyid Bey son vazifesini yaptı, diyordu. Yaşlı ve pek itibarlı bir hoca, yanına gelip otunnuştu. Mus tafa Kemal onu göstererek : - H i lafetin dinde hiçbir yeri olmadığını bana öğreten efendi hazretleridir. Öyle değil mi? demesi üzerine, efendi hazretleri hi l afetin dinde hiçbir lüzumu olmadığını M ustafa Kemal 'e öğretmek şerefini ne kadar kıskandığını gösterecek bir telaşla tasdik etti idi. Daha on beş gün önce Yakup Kadri 'yi nerede ise l inç edecek olanlar, Saracoğlu'nu dövmek için kürsüye hücum edenler, şimdi hepsi kızıl devrimci idiler. Tevhid-i Tedrisat Kanununun konuşul masında rahmetli Vasıf: - Bütün dünyada Maarif Vekaletlerine bağlı olmayan hiçbir mektep yoktur, gibi kendine has bir atılganlık gösterdiği vakit, doğruluk meraklısı rahmetli Yusuf Akçura:
55
- M üsaade buyurunuz, beyefendl, Fransa'da benim okumuş olduğum Ulüm-i Siyasiye Mektebi Maarif Nezaretine bağlı değil dir, diye itiraz etti. Vasıf: - Beyefendi, beyefendi, iyi tahkik buyurunuz da öyle geliniz, diye haykırdı ve sıralardan bir alkıştır koptu. Çünkü Yusuf Akçu ra Rusya asıl l ı olduğu için, çoğunlukça sevimsizdi. Büyük iradelerin sihri böyledir. inanmayan da inanışın, iste meyen d.e _i steyişin heyecanına tutulur. Güçlük bu havanın yaratıl masındadır. An'ın, kader anı 'nın tam üstüne düşülmesindedir. Hanedandan damatlar ve kadınlar sınırdan dışarı çıkarılmalı mıdır, yoksa memlekette bırakılmalı mıdır? Bu mesele, tartışılma sında büyük bir mahzur olmamak gevşe �l iği içinde ortaya çıktı. Bir iki yoklayışta davayı yürütebileceklerini sananlar, bir şey ko pannak hıncı ile sanki bunu koparırlarsa, bütün günün öcü yatışa cakmış gibi, üstüne üşüştüler. içlerinden rahmetli Hazım Bey'in damatları savunarak, başını ipten kurtaran damat Arif H ikmet Pa şa 'ya borcunu ödemekte olduğunu yalnız ben biliyordum. Celse yi bir müddet tatil ettiler. Karşıki ufak salonda, eski Fransız İhti liili gravürlerini hatıra getiren, pek ateşli bir sahne geçti. i skemle üstüne çıkan, masalar üzerine fırlayan hatipler sesleri kısılıncaya kadar haykırışıp durdular. Eğer o sırada M ustafa Kemal damat ve sultanların memlekette kalabileceği hakkında bir takrir venniş ol saydı, belki de devrime hıyanet etmekle suçlanacaktı. Devrimci Meclis çoğunluğu hiçbir taviz vermemekte ısrar eder görünüşü ib ret verici idi. Halife ve bütün hanedanı o gece Türkiye topraklarını terk et tiler. ***
M ustafa Kemal İzmir' de i ken Matbuat Cemiyeti Reisi Nec mettin Sadak. İstanbul gazetecileri ile lider arasında anlaşma im kanları aramıştı. lstikliil Mahkemesi hiçbir gazeteciyi mahkum et56
mediği için, hava da böyle bir anlaşmaya elverişli idi. Bütün bu hadiselerin geçtiği zaman üzerine okurlarımın daha iyi bir fikir edinmeleri için Necmettin Sadak 'tan aldığım mektubu buraya nak letmek istiyorum: " Kardeşim Fal ih, İzmir seyahati hakkında biraz malfımat ve reyim. Seyahat iyi geçti. Bu işe teşebbüs ettiğim için derin bir memnuniyet duyuyorum. Eğer Velid ( Velid Ebüzziya) hadisesi ol masaydı, daha iyi olacaktı. Maamafih Velid'in paşa ile görüşme mesi hiçbir şeye mani olmadı. Velid, istiklal Mahkemesinden son ra kendisini bir kahraman addediyor. Seyahatten evvel burada ga zetesine, lzmir'e davet edildik, tarzında bir havadis yazdı . Kendi sini hem ben, hem Ihsan Bey tekdir ettik. ' Ben yazmadım, habe rim yok,' dedi. İzmir'e gittiğimiz gün Tevhid-i Efkar gazetesi de gelmiş, pa şa o fı krayı okuyunca otele Tevfik Bey 'i gönderdi. Tevfik Bey: ' Pa şa, Velid Bey ' i kabul etmiyecek ! ' dedi. Biz meselenin düzeleceğinden emin idik. Hatta paşaya bizzat rica ettim. "- Bir fena tesa düf eseridir, Velid Bey'in haberi olmadan yazılmıştır," diye izah ettim. Paşa herhalde affedecekti. Fakat Velid müthiş bir pot daha kınmş, Tevfik Bey'e: ' Ben zaten paşayı ziyaret etmek arzusunda değildim, davet edildim zannı ile geldim. Bilseydim gelmezdim' tarzında hezeyanlar etmiş. Tevfi k Bey de bunları aynen Paşaya nak letmiş. Tavassut ve ricada bulunduğum zaman paşa bunları söyle yince yerin dibine geçtim. Yine ısrar ettik. Ertesi gün kendisinden ·Tevfi k Bey'e hitaben gayet basit bir mektup istediler. ' Yazılan fık radan haberim yok, ben İzmir' e paşayı ziyarete geldim,' gibi bir şey. Eğer bunu yazsaydı paşa, Velid'i yine kabul edecekti. Kahraman Velid, Gazi Paşa 'yı kendisi ile müsavi gördüğü için bu mektubu ta ziye addetti ve yazmadı. Ancak paşanın bizlere söylediği şeyleri ve istikbal hakkındaki programını kendisine anlattığım vakit, Velid ar tık gazetecilikten vazgeçmekten başka çare olmadığını söyledi. Ah met Cevd�t Bey de ( İ kdam sahibi) Velid'e bunu tavsiye etti.
57
·
Gazi ile bir defa üç, bir defa. dokuz saat konuştuk. Azizim, ben ömrümde böyle adam gönnedim ve iddia ederim ki, hiçbir memlekette böyle bir adanı yoktur. Benim üzerimde müthiş bir te sir yaptı. Kendisi iş başında kaldığı, bizzat amil olduğu takdirde memleketin salah bulmamasına imkan yoktur. i ki mühim sual sordum: 1 - Mademki Cumhuriyet bir emr-i vaki suretinde ilan edildi, ( Kendisi böyle anlatmıştı ) demek ki, Mecliste Cumhuriyete muarız kuvvetli bir hizip var. Fakat cum huriyet tamam olmadı. Bunun icabatını Meclisten nasıl geçirecek siniz? Yoksa başka emr-i vakiler oluncaya kadar Cumhuriyet böy le eksik mi kalacak? Medreseler, şer'iye mahkemeleri, Şeı" iye Ve kaleti v.s. ne zaman kalkacak? Teşkilat-ı Esasiye'deki din madde si kalacak mı? Paşa, Meclisten geçse de geçmese de, bunl arın hepsinin ya pılacağını söyledi. - Mademki bu Meclis Cumhuriyet ilan etmiye kendisini sa lahiyetli gördü. O halde başka bir Mecliste başka bir ekseriyet bir gün Meşrutiyet i l an ederse ne yaparız? dedim. - Olabi lir. Fakat hepsini sopa ile kovarız, dedi. Bunun için fırkanın başında kalmak i stediğini ve hakiki bir Cumhuriyet Fırkası teşkil edeceğini ilave etti. Hüseyin Cahit, Cumhurreisliği ile fırka reisliğinin beraberola mıyacağını söyledi. Hem epeyce seıt ve serbest söyledi. Paşa uzun uzadıya cevap verdi . Konuştuğumuz şeylerden çıkan esaslı neticeler şunlardır: Hi-· !afeti kaldıracak, mevcut devlet teşkilatını ta esasından yıkacak ve yeni bir bina kuracak. Gidişten memnun değildir. Radikal hareket etmiye karar vem1iştir. Fakat bunun için kuvvetli, mütecanis bir fırkaya ihtiyacı var. Azim ve kararı müthiştir. Bunun dışında da yanmağa imkan yoktur. Paşanın nutkuna Cahifin cevap vermesi ni istedim ve bu suretle kendisini taahhüt altına soktum. Cahit çok güzel söyledi . heyecandan sesi titriyordu. Kendisi bu müJakattan
58
çok memnundur. Ne çare ki. ittihatçı inadı, memnun olduğunu söy leyemez! Fakat azizim, paşanın bu kati azim ve iradesi, yeni fikirlere yeni insanlara ihtiyaç göstem1ektedir. Artık ittihatçılığı filan bı rakmalı, bila istisna her değerli adamı kullanmalıdır. Gazinin fi kirleri o kadar asridir ki, bugün iş başında bulunanlardan ekserisi bunları tatbik etmekten değil , anlamaktan bile acizdir. Allah bu memleketin başına böyle bir adam ihsan etmiş. Eğer onu yalnız bı rakıp, azim ve dehasından istifade edilmezse günahtır. Paşa, mart başında Ankara 'ya gidecek. Ben de o zaman gelirim. ' ' ***
Necmeddin Sadak'ın b i r eski mektubunu buraya alışımın bir iki sebebi var. Necmeddin o zamanlar yine "Akşam" gazetesinin başyaza rı, öğrenimini Avrupa'da bitiren bir sosyoloj i hocası, Türk milli yetçisi ve Garp medeniyetçisi idi. Mustafa Kernal 'i lzınir'de ilk defa görüp tanıyan bu objektif tenkitçi, biri üç, biri dokuz saatlik iki konuşmada " Bizim Mustafa Kema l ' i " keşfetmiştir. Bugün bu Mustafa Kemal, binlerce, on binlerce Cumhuriyet devri yetişmelerinin anladığı, hatta ondan başkasını anlamadığı adamdır. 1 923 'te bu binlerce, on binlerce Kemalist, Necmeddin gibi bir avuç ileri kafalı aydından ibaretti. Cumhuriyetin onuncu yıldönümüne doğru, bir akşam ölümünün tehlikesi yine ortaya atıl dığı vakit: - M ustafa Kemal 'leryi1111 i yaşındadırl ar, demesinin sebebi bu idi. Bugün onlar kırkına, kırk beşine, Mustafa Kemal 'in kurtuluş zaferini kazandığı yaşa basmışlardır. Mustafa Kemal 1 923 'te bugünkü aydınlar ve uzmanlar takı mının yarısını bulsaydı, Türkiye şimdi tam kuruluşlu bir Batı dev leti ve topluluğu, tam yoğruluşlu bir Batı topluluğu olup gitmişti. M ustafa Kemal'i, sadece hüküm ve nüfuz sürmek için ikti dar peşinde koşan bir hırs maceracısı olarak tanıyanlar, onun ele
59
geçebilecek en parlak ikbale erdikten sonra dahi dumıadığını, bi lakis zaferini de. bu ikbal ini de fikirleri uğruna tehl ikeye attığını görerek şahsı üzerine yeni bir anlayış edinmeli idiler. Mustafa Ke mal, yeni düzeni k urmak davasında kendisi ile beraber olmak şar tı ile, herkesle işbirliği yapmak istemiştir. lzmir'de Vel id hadise sindeki sabrı ve hoş görürlüğü, o güne kadar aleyhine yazmadığı nı bırakmıyan H üseyin Cahit'le münasebetleri de bunu gösterir. Daima o reddedilmiştir. Keşki böyle olmasaydı, keşki bütün eski arkadaşları ve kafa terbiyeleri ile tabii Cumhuriyetçi ler onun etra fında kalabil seydiler... Türkiye 'nin Oıtaçağlı bir teokratik devlet ve Türk milletinin geri bir Şark topluluğu olarak yaşıyabilmesine ihtimal olmadığını son asır tarihi i sbat etmişti. Şekillerin hiçbir değeri olmamıştı. Tan zimat 1 856 doğuml u idi. i l k parlamento l 877'de açılmıştı. Galata saray Lisesi 1 886'da kurulmuştu. 3 1 Maıt, 1 909'daolmuş. 1 922 'de bir milletvekili, Kur'an varken kanun yapmak iddiasında bulunan bir Mecliste bulunamam, diye M i llet Meclisinden çekilip gitmişti. Japonlar çok daha kısa bir mühlet içinde yeni zamanların bü yük devletleri sırasına geçmişlerdi. Çünkü ilk işleri, Çin medrese sinden kuıtulmak ve Garplı )aşmak olmuştur. 1 923 'te bile Anado lu maarifi nin döıtte üçü henüz medrese çatıları altında idi. Bizim ilim kafası i le "bilmiyorduk". Tefekkür kafası i le "dü şünmüyorduk " . Fakat Tanzimat'tan beri hiç olmazsa mukayese yapına imkanları elde etmiştik. Bir karar verınek liizımdı. Bu ka rarı veremiyorduk. M ustafa Ken'lal bu kararı vennişti. 3 Maıt, devrimin başlangıcı idi. 1 924 Nisanında şer'iye mah kemeleri kaldırı larak, öğretim birliği gibi, adalet birliği de temin olunacaktı. 925 Ağustosunda şapka giyi lecek, aynı yılın Kasım ayında tekkeler kapatılacaktı. Medeni Kanun, yeni cemiyetin te mellerini atacaktı. N ihayet l 928 ' de Anayasa tadilleri ile devlet ta mamiyle laikleşecek ve aynı yıl Latin yazısı kabul edi lerek dev rim eseri tamam olacaktı. 60
Demek h inkıl iip devri, eğer Cumhuriyet i lanını başlangıç al ırsak, 29 Ekim 1 923 'ten 3 Kasım l 928'c kadar beş yıl bir ay sür müştür. Ondan sonra bütün iş, yeni düzeni bütün topluluğa sindinnek te idi. Bu da Türkiye halkını, yüzde yüz müsbet ilme dayanan ilk eğitim terbiyesinden geçimıeğe bağlı idi. Bizler Tanzimaftan beri çok zaman geçtiğini sanırdık. İlk eği tim gönniyen köy için, Tanzimat gelmemişti bile! Biz hatıralarımızda bu devre "devrimler devri " adı takıyo ruz. Artık tarih sırasını bırakarak, kuruluş devrinin başlıca hadise lerini toplu olarak hikaye edeceğiz. Din ve Devrimler Tanzimat fennanı başımıza ne gelmişse şeriatın bozulmuş ol masından geldiği önsözü ile başlamaktadır. Gerçekte ise, din ve dünya, din ve akıl işlerini birbirinden ayınnamaklığımızın cezası nı çekiyorduk. Ali Paşa, Fransız Medeni Kanununun al ınmasını teklif ettiği vakit, karşısına Mecelle tavizciliği çıkmıştır. Namık Ke mal ve Ziya Paşa gibi Tanzimat fikir adamları Reşit ve Ali paşa ları " Şeriat-ı İ slamiyye dururken, Garp'tan kanunlar almakla" suçlamışlardı. Her şey " Şer-i Şerif'e uygun olmalı, bir fetvaya bağlanmalı idL Sivil okulla medrese ve cami birbirine düşmandı. Halk yığınları ise camiye bağlı idiler. Batı medeniyetçiliği, daima pek küçük. bir azınlığın mal ı kalmıştı. Kemalizm. aslında büyük ve esaslı bir din refonnudur. Tan rı, bir paygambere verdiği şeriatı, ikinci bir peygamberde değiştir mekle, hatta Kur'an 'ın bir ayetindeki emrini başka bir ayette kal dınnakla hükümlerin toplum evrimini izlemesi gerektiğini göster miştir. Fıkıhta buna "nesih" diyoruz. Muhammed, son peygamber olduğuna göre, ondan sonra nesih hakkı insan aklına kalmıştır. O nun için İslam bilginleri, "zamanla hükümlerin değişeceği" içti61
hadında bulunmuşlardır. M ustafa Kemal 'in yaptığı işte bu nesih hakkını kullanmaktı. lsJamda bütün şer'i meseleler iki büyük bölüme ayrılmıştır: Birinci bölüm, ahreti ilgilendirir ki ibadetlerdir: Oruç, namaz, hac, zekat! ikinci bölüm, dünyayı ilgilendirir ki bunlar da nikah ve ai leye ait hükümlerle muamelat denen mal, borç, dava i lişkileri ve ukubat denen ceza hükümleridir. Kemalizm, ibadetler dışındaki bü tün ayet hükümlerini kaldırmıştır. Kaldı ki insan aklı nesih hakkını farzlar üzerine de götürebi lir; zekat kazanış ve gelir vergilerinin bulunmadığı bir devrin mi rasıdır. Hac, Kabe'den faydalanan Mekkelilerin Müslümanlığını sağlamak için konmuştur ve bu döviz çağında Hicaz dışındaki hiç bir yabancı M üslüman halkı buna zorlanamaz. N amaz şekli de is kemle olmıyan entarili bir halkın yaşayışına uygundur. Pantolon, etek ve hele başkasının ayağı değen yere yüz değdirmeyi yasak e den ijyen devrinde yürüyemez. Cenaze namazını neden ayakta kı lıyoruz? Cami in dışında olduğu için! Bugünkü ijyen anlayışına gö re camiin içi ile dışı arasında fark yoktur. Atatürk ibadet devrimine ezan ve namazı Türkçeleştinnekle başlamıştı. Gerçekte verdiği i l k emir ezan.ve namazın Türkçeleş mesi idi. Muhafazakarların sözcülüğünü yapan lnönü, Atatürk'e yalvarmış, önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza sıra gelir, demişti. Arkadan dil ve Kur'an metni meseleleri çıkıp namazın Türkçeleşmesi gecikti idi. Atatürk sağ kalsaydı ibadet refomıu ola cağında da şüphe yoktu. iç Didişme Ordu müfettişleri aynı zamanda milletvekili idiler. 1 924 Ka sımında birinci ve ikinci ordu m üfettişleri Kazım Karabeki r ve Ali Fuat paşalar istifalarını vererek Büyük Millet Meclisine katılacak larını bildirdiler. O tarihi gecelerde Çankaya'da Mustafa Kemal'in davetlileri 62
arasında bulundum. istifa haberlerinin kendi üzerirıde ilk bıraktı ğı etki, Meclisin içinde ve dışındaki muhalefet hareketi ile ayar lanmış bir askeri komplo karşısında bulunımış olmak ihtimalidir. Bu böyle imişçesine harekete geçti. Bir askeri isyan da olsa, hiç tereddütsüz karşılıyacağı bel l i idi. Mustafa Kemal üçüncü ordu müfettişi ile milletveki l i komu tanlara bir şifreli telgrafçekerek. kendilerini Meclisten istifa etmi ye davet etti. Genelkurmay Başkanı da çağrılanlar arasında idi. Seç menleri ile danışmaksızın istifa etmeyi münasip göm1ediklerini söyliyen ikisi müstesna, hepsi M il let Meclisinden çekildiler. Bunun bir sonucu, ordunun artık kesin olarak politikadan ay rılmış olmasıdır. Kuvay-ı M i l l iye zamanı. politika i l e uzaktan ya kı ndan ilgili ne kadar komutan ve subay varsa, yaverlerine kadar hepsi sivil olmuşlar ve çoğu Meclise katılmışlardır. ikinci sonucu, "Terakkiperver Cumhuriyet" Paıtisinin ku rulmasıdır. "Cumhuriyet" kelimesi bir muhalif partiye mal edi lmemek için " Halk Partisi"nin başına "Cumhuriyet" keli mesi eklenmiş tir. Fakat yeni parti üzerinde asıl tartışma, programdaki "hissiyat ı diniyye' "den bahseden fıkra üstünde koptu. Bu fıkranın bütün ir tica unsurlarını tahrik edeceği meydanda idi. Gerçi bu kayıt olsa da olmasa da, Cumhuriyet devri boyunca ne zaman bir muhalefet hareketi uyansa, onun başlıca kuvveti, liderler istese de istemese de, irtica olması tabii idi. Terakkiperver Cumhuriyet Partisi 'nin kuruluşunu da, şahsi kıskançlıklar, rekabetler veya geçimsizlikler gibi basit sebeplere bağlamak, çok üstün körü bir şeydir. Böyle bir yorum hiçbir şey öğretemez. Hadiseler üzerinde fikir yorabilecek kabiliyetleri olım yanların yakıştııınalarından i barettir. Eğer Mustafa Kemal, ismet Paşa yerine, mesela Kazım Ka rabekir Paşa'yı başveki l seçseydi. Kazım Karabekir Paşa kafasını değiştirecek miydi? Yahut, Rauf Bey, Mustafa Keına l ' i n baş ada63
mı olmakla, fikir ve kamları ne ise onlardan vaz mı geçecekti? Ra uf Bey başvekil olduğu zaman da, kendi fikir ve kamlarına bağlı kalmamış mıydı'? Yoksa M ustafa Kemal beraber çalıştığı ve buluştuğu kimse lerin kuklası mı idi? Yani, M ustafa Kemal 'in yanında ismet Paşa veya başka bir şahsiyet bulunmakla, M ustafa Kemal ayrı bir adam mı olacaktı? Bir gün eski yaveri mebus Sali h Bozok'a: - Tarih size lanet okuyacak, demişler. - Neden? diye sommş. - M ustafa Kemal'e içki içiriyorsunuz. Kadın eğlenceleri tertip ediyorsunuz. Ömrünü k ısaltıyorsunuz. - Ya ... Öyleyse tarifi bizim hepimize birer heykel dikecek. O bize yalnız içkide ve eğlencede esir olmaz ya, demek lzmir'i de ona biz aldırdık, cevabını vermiş. M ustafa Kemal 'de tek olmayan şey, "alet olmak" zaafı idi. Uzun yalnızlık ve halktan uzaklaşmanın ve netameli hastalığın te siri altında kalıncaya kadar, kendine has kontrol metotları ile her türlü telkinleri de karşılamayı bilmiştir. Terakkiperver Cumhuriyet Partisi, ciddi ve büyük bir hare ket idi. Halk, hatta o devrin aydınları arasındaki karşıl ığı devrim ideolojisinin karşılığından çok daha esaslı idi. Ben Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kuranlarla o gün de bir fi kirde değildim, bu gün de bir fikirde değilim. Fakat bu ayrılık, bizi tarihi yanlış gör meye ve göstermeye, Terakkiperver Cumhuriyet Paıtisinin başın daki ve i"çindeki ve etrafındaki şahsiyetleri, mahalle mektebi kıs kançlığı veya sadece şahsi hırs ve hesaplar üzerinde yürüyen ba sit kimseler gibi teşhir etıniye sevk etmemelidir. Mustafa Kemal, hükumet reisi olarak, kendi davasını birlik te yürütebileceği bir ikinci aradığı vakit aklına ilk gelen i smet Pa şa olmamıştır. Fethi Bey olmuştur. Fethi Bey, şüphe yok, t:Jatı me deniyetçisi idi. Fakat bir devrim rej iminin dikta sıkısına akl ı yat64
mıyacak kadar l i beraldi. Ona göre "şeyler" zorlanmamal ı idi, ol malı idi. M ustafa Kemal ' i n vefalı ve eski arkadaşı olmakla beraber, başvekilliğinde, M ustafa Kemal ile çok defa hiç uyuşmadığı gö rülmekte idi. Biz Fethi Bey'i fikir adamı olarak pek düzden bulur duk. Onda, hayalimizdeki yeni Türkiye 'nin adamını bulamazdık. Fethi Bey'in başveki l l iği zamanında Mustafa Kemal ile hayli çe tin çarpışmaları olmuştur. Bir defasında Mustafa Kemal : - Yarın Meclisin kararını göreceğiz, demesi üzerine Fethi Bey: - Siz Meclise gelmeseniz daha iyi olur, demişti. M ustafa Kemal ' i n : - Niçin? sualine de: - Güç mevkide kalabilirsiniz, cevabını vermişti. - Ya? Güç mevkide nasıl kaldığımı ben de görmeliyim. Onun için geleceğim. Ertesi günü gerçi Fethi Bey Mecliste kaybetti . Fakat ön sıra da oturan Mustafa Kemal 'in tam karş·ı sındaki kürsüye gelen me buslardan 52 si, onun gözü önünde, oy kutusuna ell i iki kınnızı pu sula attılardı. Daha önce Fransızca bilen, Paris'te bulunan ve Fransız kül türüne ısınan Fethi Bey, Malta' da İ ngilizce öğrenmişti. i natçı ve huylu olduktan başka, görüşlerinde ve anlayışlarında devrimci ta kımın sistem görüşünden ve anlayışından çok uzaktı. Arkadaşları da, doğrusu, seçme "sathi"ler idi. Dalkavuk, M ustafa Kemal ' i yalnız eğlendirir, fakat Fethi Bey ' i sırasına göre sevk ve i dare de ederdi. Pek arkadaşçı ve arkadaşlığı da tatlı idi. Tembel denecek kadar az çalışıyordu. Harap, yoksul, temel inden çatısına kadar yeni baştan ve maddeten ve manen inşa edilecek o günkü Türkiye'nin, gecelerini gündüzlerine katan, yılmaz ve yo rulmaz faaliyet adamlarına ihtiyacı vardı. Mustafa Kemal, İsmet Paşa 'yı niçin seçti? ismet Paşa, daima
65
"almak" ve kendisinden hiç "vermemek" adetinde oldugu için fikir kıymeti pek tanınmaz. Mesela ismet lnönü'nün çok iyi A lmanca bildiğini, Fransız ca konuştuğunu ve okuduğunu, ellisinden sonra öğrendiği lngiliz ce ile en güç metinleri takip ettiğini pek az kimse bilir. O kadar kendi içine kapalıdır. Haibuki bizim kürsülerde Farsça "perestiş" kelimesiyle Fransızca "prestige" kelimesini karıştıranlardan ni celeri, Frenkçe söz katmadan beş cümle söylemezlerdi. Ona dair sık sık anlattığım bir fıkra vardır. Öğleye doğru ya nına gidersiniz. O sabah gazetede Londra 'dan gelme bir havadis çıkmıştır. i smet Paşa 'nın bu havadisi sizden önce okuduğuna şüp he yoktur. "Gördünüz mü efendim?" diye sorarsınız. Görmemiş gibi, sizi dinler. Siz anlatırken, havadisi nasıl muhakeme ettiğini zi de yoklamaktadır. Biraz sonra başka bir ziyaretçi gelir, aynı su ali sorar, aynı sahnenin tekrarlandığına şahit olursunuz. Bir akşam Saracoğlu, rahmetl i Nafi Atuf ve daha birkaç ar kadaş yanında idik. Acaba Türk milleti Osmanlı saltanatı devrin de kaç yıl barış yüzü görmüştür, meselesi konuşuluyordu. Hepi miz bir cevap veriyorduk. i smet Paşa garsonunu çağırdı: - Bana bir bloknot getiriniz! dedi. Büyükçe bir kağıdın üstüne Sultan Osman' dan Vahideddin 'e kadar bütün padişahların sıra ile isimlerini yazdı. Her padişahın ya nına alafranga cülus ve ölüm tarihlerini koydu. Bunların arasına bel l i başlı harp ve barış tarihlerini dizdi. Bir sürü isim ve bir sürü rakam içinden yalnız ikisi üzerinde sual işareti vardı. Böyle bir im tihanı pek az tarih hocasının geçirebileceğini tahmin ediyorum. Çünkü ismet Paşa, saltanatın kaldın iması gibi bir mesele olunca, onun bütün tarihini bilmeli idi. Ona aklı yatmalıydı. lnkıJapların daima en eyi esbab-ı mucibesi onun kafasından doğardı. 1 923'te Mustafa Kemal ' in, i smet Paşa üzerinde karar k ılma sı için başlıca sebepler şunlardır: M ustafa Kemal 'e karşı hususi bir rakiplik hissi olmadıktan başka, M ustafa Kemal 'in otoritesine ka66
ti ihtiyaç olduğu kanısında idi. Son derece çalışkan, ciddi bir hü kümet adamı idi. M ustafa Kemal ' in "maddi ve manevi topyekün bir inşa ' ' kelimeleri ile hulasa edebileceğimiz devrim davasına en aşağı onun kadar inanmış bir fikir adamı idi. M ustafa Kemal teferruat ile uğraşmayı sevmezdi. Yalnız dış politikaya devamlı bir ilgi göstermiştir. Bunun dışında hükumet. İsmet Paşa 'ya, ordu Fevzi Paşa 'ya emanet idi. Bazı meselelerde, şikayet ve tenkitler üzerine, müdahaleler yapmak ve hakem rolü oynamaktan başka, hükumet işleri ile pek yorulmamıştır. Mustafa Kemal büyük aksiyonlar kahramanıdır. Türk mil le tinin talii, M ustafa Kemal'in askerl iğini Dumlupınar zaferi ile bı rakmış olmasındadır. Ondan sonra onu ancak devrimler içinde ge çen "devam tehlikeli hayat" havası avutabi lmiştir. Çok defa Çan kaya 'daki köşkünde yapacak bir iş bulamadığı için iç sıkıntısına tutulduğu vakit, kendisini cangıldan alınarak kafese konmuş bir ars lana benzetirdim. Mustafa Kemal , omuzlarındaki yükün ağırlığı hakkında fik ri olmayan bir kabile reisi deği ldi. Görevlendirdiği her arkadaşını imtihandan geçirirdi. Bir istidat gördüğü vakit çabuk feda ederdi. M ustafa Kemal ' in sadece itaat gibi, etrafındaki bin bir kişi den bininde kolaylıkla bulacağı bir hassasından dolayı, koskoca devleti şuna buna bırakacağı gibi bir düşünce, M ustafa Kemal hak kında hiçbir fikri olmamak demektir. Nitekim M ustafa Kemal 'i ya tak odasına kadar girenler değil, kafasının içine sokulabilenler ta nınıışlardır. Hiç yüzünü görmemiş olsalar bile! Mustafa Kemal'in ismet Paşa ile yakından tanışması, Ahmet izzet Paşa 'nın yerine şarktaki ordunun kumandanı olduğu vakit is met Bey ' i Kurınay Başkanı olarak bulmasından sonradır. M usta fa Kemal, bir Türk tabiri ile, insan sarrafı idi. Daha önceden ls met'e hiç ısınmamıştı. Her nedense onu da galiba Envercilerden sayarmış. Beraber çalışmaya başladıktan az zaman sonra, arkada şını bütün zaafları ve kuvvetleri ile, kusurları ve meziyetleri ile ta67
nıdı ve ona bağlandı. M ustafa Kemal, sonuna kadar, gerek ordu da, gerek siyasi hayatta ismet Paşa 'nın bu kuvvet ve değerlerin den faydalanmıştır. Zaaf ve kusur sayd ığı şeylerde de, pek ihtiyat lı ve nazik müdahalelerde bulunmuştur. Buna karşı ismet Paşa, M ustafa Kemal 'in gittikçe kuvvetle nen otoritesini kendi menfaatleri için sömürenlere karşı m ücade le ederek, ona belki de en büyük hizmeti etti. ismet Paşa'nın etra fındaki bütün hasım l ıkların baş sebebi , bu mücadeledir. ismet Paşa, Mustafa Kemal ve Atatürk sofrasının birincisi ve müstesnası idi. N üfuzu o kadar büyüktü ki, bugün kendisinden Ja lalıbalice bahsedenlerin, ismet Paşa sofraya gelince ağızlarını bi le açamadıkları sayısız akşamları hatırlıyarak içimden gülüyorum. Bir misal verelim. lnönü orkestra konserleri ile at yarışları me raklısı idi. Bazı kimseler musiki ve at sevdikleri için değil de lnö nü 'ye görünmek ve yaranmak için konser veya yarışları kaçırınaz lardı. Bugün lnönü'den kabaca bahsedenlerden birinin bir pazar günü "Yahu, yine mi yarışa gideceğiz?" diye mırıldanan arkada şına: - H aberin yok mu? ismet Paşa nezle olmuş, gelmiyecekmiş. Bugün kurtulduk, m üjdesini verdiğini işitiyor gibiyim. Halbuki lnönü'nün böyle şeyler umurunda değildi. Birçok larımız hemen hemen hiçbirine gitmezdik. Ama yaranıcıların bel li başlı marifetleri böyle şeylerdi . Mustafa Kemal 'in ismet Paşa yokken onun zaaflarına ait ba zı tenkitlerde bulunması neyi ifade eder? M ustafa Kemal kendi ken disinin zaafları ile alay bile ederdi. Biz Paris'teki şapka hi kayesi gibi, Picardi manevralarındaki bazı Fransızca gafları gibi gülünç fıkralarını onun ağzından duymuş ve beraberce gülmüştük. Orınan çiftliği kurulduğu yıl larda idi. Toprağa ne koyarsa, kaybediyordu. Bir yıldönümü akşamı aşağı ufak köşkün önünde oturuyorduk. Topraklar bomboştu. Müdür Tahsin Bey bu köşkün önüne bir ha vuz yaptırmıştı . O gün, bir senelik zararı haber aldığı için düşün-
68
ceye daldığı sırada, havuzun fıskıyesini açtılar. M eğer Tahsin Bey suyun içine renkli ampuller koydunnuş. Bozkırın bir köşesinde, alaca karanlıkta birdenbire yeşilli, mavili, allı sular fışkırınca, Mus tafa Kemal güldü: - A Kemal, dedi, sen ziraat okudun mu? Hayır. Çiftçi misin? Hayır. Baban çiftçi miydi? Hayır. i şte bilmediği işe parasını koyup da kaybedenlere sular bile güler.
. M ustafa Kemal, her şeyi ve herkesi, kendisine kadar herkesi
zaman zaman tenkit etmiştir. Fakat on beş yıl onun hususi meclis lerinde bulunanlar bil irler ki, M ustafa Kemal, ismet Paşa'yı bütün arkadaşlarından daima üstün tutmuştur. Onun zekasına, faziletine, devlet idaresine güvenmiştir. N ice defalar: - Çocuklar, Çankaya' da rahat ediyorsam, ismet sayesindedir, demiştir. Bu sözü duymayan Çankaya davetlileri pannakla göste rilebilir. M ustafa Kemal ve ismet, aralarındaki nisbet daima ayrıca mu hakeme edilmek üzere, birbirlerini tamamlamışlardı. Birinci Dünya Harbinden sonraki sivil diktatörler iktidara ge çince ünifonna giymişler ve bir daha arkalarından bu ünifonnayı çıkannamışlardır. M ustafa Kemal, i smet Paşa ile beraber zaferden sonra ünifonnalarını çıkardılar ve bir iki askeri manevra müstes na, bir daha giymediler. M ustafa Kemal, yeni düzen devletini ve toplumunu kunnak, yeni düzene aykırı bütün müesseseleri ve ge lenekleri yıkmak, yerlerine yenilerini koymak davasında samimi, açık ve tereddütsüzdü. Birçok Türkçüler kendisi ile beraber idiler. Ancak bunlar bir şahsi ve keyfi otorite değil , M ustafa Kemal 'in li derlik itibar ve nüfuzunu da içine alan bir Meclis ve kanunlar oto ritesi istiyorlardı. Teşkiliit-ı Esasiye Kanununun tadillerinde Cum hurrisine veto ve fesih hakları verilmek meselesi tartışıldığı zaman, devrimin otoriter idaresini zaruri bulan ileri fikir arkadaşları dahi kendisine karşı koymuşlardır. Bunlar arasında Saracoğlu Şükrü ve rahmetli Mahmut Esat Bozkurt vardı. Mustafa Kemal, Meclis gö-
69
rüşnıe leri sırasında. en çok kürsü nüfuzu kazanan bu iki genci bir akşam çağırdı. Sabahlara kadar kendileri ile tartıştı ve sonunda bu yeni haklarla şahsi otoritesini kuvvetlendinnek iddiasından vag zeçti. Bütün nimetlerin ve mahrumiyetlerin kaynağı olan bir za mane hakimi bunu yapmaz. M ustafa Kemal emir kulları ile fikir yoldaşlarını birbirinden ayınnasını ve hangilerini nerelerde kulla nacağı nı bilmeseydi, Atatürk olur mu idi? Keşki bazı hususi zaaf ları ve müsamahaları da olmasaydı ! Hastalanıp o korkunç i lletin pençesi altında abasi muvazene si sarsıl ıncaya kadar, Mustafa Kemal i l e hükumet ve M eclis arka daşları arasında çok tartı şmalar ve kendisine. yahut kötli yakınla rına karşı çok dayatışlar olmuştur. M ustafa Kemal, devrim yolcu l uğunda kendisi ile birlik olduğuna şüphe etmediği arkadaşlarının her türlü nazını çekmiştir. Ama etrafındaki bu adam ve seviye karışıklığmm sebebi ne olduğunu soracaksınız. Bu, o devrin. kendisine eski komitekari tak tiklerden faydalanmak zaruretlerini duyuran öze l l iklerinden gelir. Sofrasmda devrinin bütün çeşitleri vardı . Bir akşam yanmdaki ha nı ma sofrasındaki bir davetliyi göstererek : - Bu adamın ne bayağı olduğunu bilemezsiniz, demişti. Sonra fikrine daha da kuvvet verınek için: - Hani çöp tenekesi vardır. içine her türlü süprüntüler konur. Ne kadar boşaltsanız, dibinde yapışık bir şeyler kalır. i şte bu o şey lerdendir, sözlerini i lave etmişti. Hanım. şaşırarak: - Aman paşac ığıın öyle ise ne diye sofranıza alıyorsunuz? de mesi üzerine: - Ha . . . işte onu da sen bilınemezsin kızını, cevabını verınişti. ***
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının büyük bir hareketin temsi lcisi olduğunu yazmıştık. Bu hareket türlü akımların kayna şağı idi.
70
)çipde samimi dem9krasi .savaşçıları vardı. Bunlar şahsi ve ya takım tahakkümü olmaksızın, serbest seçimli hür bir muraka be meclisi taraflısı idiler. Bunlara Terakkiperver Cumhuriyet Par tisinin idealistleri diyebiliriz. içlerinde, işlerin dürüst gitmesinden, tahakküm ve yolsuzluk olmamasından başka bir şey istemeyen mü tevazı memleketçiler vardı. Yine hareketin içinde şahsi kinler ve rekabetler vardı. Bi lhas sa eski ittihatçılardan bir kısmını bu takıma katmak liizım gelir. Ge riciler ise, pek tabii olarak, Terakkiperverlerin safında idi. Şahsi idareye nihayet vermek, Hakimiyet-i M i lliye prensip lerine göre tam bir murakabe sistemi kurmak umumi parola idi. M ustafa Kemal ' e karşı hususi bir kasıtları olmayıp yalnız otorite ve sistemden kurtulmak isteyenler de, M ustafa Kemal ' i düşür mekten başka bir şey düşünmeyenler de, henüz başlayan devrimi, olduğu yerde durdurmak veya eski düzeni tekrar kurmak i steyen ler de, hepsi bir parolada birlik idiler. M ustafa Kemal 'in milli kahramanlık ve liderlik otoritesi git tikçe zayıflamakta idi. Kunnağa başladığı yeni düzenin devam edebilmesi için M ustafa Kemal ' in uzun yaşamasından başka çare olmamakla beraber, bu çarenin de kafi olduğuna inananlar gittik çe azalıyordu. l stanbul ' a gelip gittikçe Ankara 'nın ne kadar hafi
fe alındığını görüyorduk . Meclislerde sözünü esi rgeyen yoktu. Bizler gazetelerde " ' dalkavuklar" diye teşhir ediliyorduk. Halk ef karı bir Ankara müdafaacısına tahammül edemediği için, ortak ol duğum " Akşam" gazetesinden ayrılarak Hakimiyet-i M i l liye'ye geçmek zorunda kalmıştım. Bu gazetenin de sürümü, resmi abo neleri ile beraber iki üç bin arasında idi. M uhalefetle iktidar arasındaki Meclis çatışmaları, İsmet Pa şa ve karşı parti liderleri arasında kalsa iyi olacaktı. Ne yazık ki, Mustafa Kemal ' i n yakınlarından bazıları kürsüde veya koridorlar da muhalefet şahsiyetlerine ağır hakaretlerde ve hücuml arda bu l unarak, hepsini hak ve halk kahramanı kılmakta idiler. Eski İtti-
71
hatçı Şükrü Bey ' i n bir lokantada masasına tabak fırlattığını duy muştuk. Terakkiperver Cumhuriyet Partisinde bir suikast fikrinin uyanmasında, şahsi kırgınlıkları affetmez kin kızgınlığına çıkaran bu aşırılıkların da büyük rolü olduğunu sanıyorum. Bizim duyduğumuza göre ittihatçıların eski MaaıifNaiırı Şük rü Bey, 1 908 Meşrutiyetinde suikastlar tertip eden h ususi komite nin başında idi. Acaba M ustafa Kema l ' i öldürmek doğrudan doğ ruya onun mu aklına geldi, yoksa eski fedayiler zihniyeti içinde ken diliğinden mi doğdu, bilmiyorsam da, Meclis içindeki ve dışındaki l iderlerin suikastlar söylenti ve söyleşmelerini duyup dinlemekten ileri bir ilgileri olabileceğine hiçbir zaman inanmamışımdır. M ustafa Kemal 'in ölümü o tarihte yeni rej im i olduğu yerde durdurmak, hatta yıkmak için tek çare idi. Orduyu emniyetli elle re teslim eden M ustafa Kemal'i düşümıek imkanı yoktu. Ölümün bir çare olması başkadır, öldürmeğe karar vennek başkadır. Suikast lzınir' de yapıl acaktı . Tertipçiler pek iyi bir nokta seç mişlerdi . M ustafa Kemal 'in otomobili bu noktadan yavaşlayarak geçmek zorunda idi. Kalabalık arasına sokulan ve saklanan katil, onu vuracak ve kargaşalıktan faydalanarak savuşacaktı. M ustafa Kemal tren yolculuğunda gecikti. Bu gecikmeyi suikastın keşfe dilmiş olmasına veren tertipçilerden biri, ilk ihbarda bulunanın ce zadan kurtulması imtiyazını kazanmak için gitti, her şeyi lzmirva lisine anlattı. Sanıklar ve şüpheliler tutularak istiklal Mahkemesi ne verildiler. M uhalefet hareketine l i derlik eden kimler varsa, hepsi tutu lanlar arasında idi . Bunlardan Ş ükrü Bey'le birkaç arkadaşından başkasının suikastçı olabileceğine inanılmıyordu. M uhakemeye adalet m i , umumi bir tasfiye fikri mi hakim olacaktı? Genç devri min cinayetle lekelenmesini isteyenlerin büyük kaygısı bu idi. Ankara'da Kazım Karabekir'i tevki f etmişlerdi. Kazım Ka rabekir kendisini götürenlere Başvekil ismet Paşa'yı görmek iste diğini söyledi. Yanına çıkardılar. ismet Paşa, Kazım Karabekir'in
72
suikastçılık sanığı olarak yakalandığını duyunca, bütün suikast hi kayesinin topyekun bir tertip olduğuna hükmetti. Kazım Karabe kir çok eski arkadaşı idi. Mizacı, karakteri, ahliikı ne olduğunu, ne ye elverişli , neye elverişsiz olduğunu pek iyi biliyordu. M ustafa Kemal, suikast tertibinin arkasından çıkacak vakalar bilinmediği için hükumet reisinin Ankara'da kalmasını istemi şti. Kazım Ka rabekir meselesindeki müdahalesini duyunca, kendisine, mesele nin gerçekten ciddi olduğunu temin etti ve lzmir'e gelerek duru mu yakından incelemesini istedi. ismet Paşa İzmir'e giti. Suikast hikayesinin aslı olduğuna, hapishaneye giderek Ziya H unşit' i n kar deşi Faik Bey'le görüşüp, bizzat Faik Bey'in kendisine verdiği açık lama üzerine inanmıştır. Fakat Kazım Karabekir ve arkadaşlarının acele bir hükme kurban gitmeleri ihtimali üzerine M ustafa Ke mal ' den iyice teminat da almıştır. Terakkiperver Paı1i l iderlerinin, Kazım Karabekir, Refet ve Ali Fuad paşaların meselesini sonuna kadar takip etti. Paşaları mahkumiyetten kurtannak için M ustafa Kemal 'le yapmış olduğu tartışmalardan sonuncusunu, o sırada tesadüfen yanlarına giden Ge neral Fahreddin Altay' dan dinledimdi . O aral ık ben de lzmir'e gitmiştim. Sinemadaki muhakeme nin bir celsesinde bulundum. M i lletvekili olduğumuz için mahke me heyeti ile beraber sahnede oturuyorduk. Reis Ali Bey'in Ca vit' e bir ağır muamelesi pek gücüne gitti. Cavit' in eli cepte konuş mak eski adeti idi. Birçok fotoğrafları da böyle çıkmıştır. Şüphe siz bir mahkemenin karşısında eli cepte konuşulmaz. Fakat başı ile oynanan bir sanık, heyecanl ı anl arda kendi kendinin kontrolü nü kaybeder. Ona yargılamasından fazla alışkanlıkları hükmeder. Ali Bey bunu görünce, herkese saygıl ı ve yavaş hitap etmişken, birdenbire alabildiğine köpürdü. Cavit'e haykıra haykıra hakaret etti : Bu hakarette eski bir geri İttihatçının, eski bir i leri ittihatçıya karşı kininin köpürdüğünü hissediyordum. Bu hakaret, Cavit'in medeniyetçi likte bizden ayrı olmayan kafasına idi.
73
Öğleden sonra Mustafa Kemal' in ve i smet Paşa ';ı;ıııJ bulun dukları Çeşme 'ye gittim. M ustafa Kemal, küçük bir köş�te oturu yordu. Haber verdiler. Beni yanma çağud\ . Talat Paşa 'nm eski ya veri Abdülkadir'le görüşüyordu. - Ne var, ne yok? diye sordu. lzmir'e uğrayarak geldiğimi söyledim . istika! Mahkeme si'nde gördüklerimi anlattım. Ve: - Paşam, bir adalet mahkemesi, veya siyasi bir rejim mahke mesi, ikisi de olur. Adalet yalnız haklıyı haksızı, rej i m de yalnız kendi selametini düşünür. Ben ikisini de anlıyorum. Ali Bey' in ne yapmak istediğini anlıyamadım, dedim. Ve o günkü celseden bazı misaller verdim. M ustafa Kemal 'i n benim açıklamalarımdan neler sezindiği ni bilmiyorum. O akşam Çeşme 'nin otelinde bir suare vardı. istik lal M ahkemecileri de köşkte yemeğe davetl i idiler. Gelince üst ka ta çıktı lar. Onlar, ismet Paşa ve Fevzi Paşa konuşmaya daldılar. Ben aşağıda, davetli lerden olan lzmir müstahkem mevki ko mutanı i le bekliyordum. Konuşma uzun sürdü. M eğer bu bir tar tışma imiş. M ustafa Kemal birtakım tenkitlerde bulunmuş. Arada benim adımı da ağzından kaçırmış. Tabii hepsi bana düşman kesilmişler: " Her şey yolunda idi. Bu müfsit geldi, araya nifak soktu" diye söylenmişler. Sofraya inildiği vakit, istiklal Mahkemecilerinin bana seliim vennediklerini gördüm. M ustafa Kemal ise beni sofrada tam kar şısına oturttu. Lüzumlu lüzumsuz benimle alakalanmasına bir ma na veremiyordum. Neden bahsedilse, sık sık: - Öyle değil mi Falih? diyordu. Yemekten sonra istiklal Mahkemecileri Çeşme' de kalmadı lar. Biz suareye birkaç
kişi gittik.
Eı1esi sabah otelde otururken başkatip Tevfik Bey geldi:
- Paşa, hemen lzmir'e gitsin, bir vapurla l stanbul 'a, oradan Ankara'ya gelsin, diyor.
74
Kendi kendime: " Bu da ne demek?" diye sinirlendim. Doğ ru köşke gittim. Mustafa Kemal. ismet Paşa ile beraber aşağı av luda idiler. Gülerek: - Ne o'? dedi. - Bir emrinizi aldım. Ama kusurumun ne olduğunu bilmiyorum. dedim. - Çocuğum senin kusurun yok. Ben bir gafür, yaptım. Bili yorsun görülecek işler var. Ben yamı Ankara'ya dönüyonım. Sen de doğru lstanbu l 'a git, oradan Ankara 'ya gel. Hem rica ederim sana, bir mektup yaz, Ali Bey'in hatırını al. dedi. Dediklerini yaptım. Ali Bey ' i n bir yakınına mektup yazdım. Fakat Ali Bey ve arkadaşlarından kimlerse bilmiyorum, adeta sof rasında ya o. ya biz, diyesiye kadar ileri varmışlar. Mustafa Kemal böyle zorlamalara hiç gelmezdi. Nasıl düşü nememişler, şaşarım. Ben bilfıkis M ustafa Kemal ' in büsbütün sık davetli leri arasına geçtim. istiklal Mahkemecileri de bir akşam, Ha riciye köşkünün bahçesinde birer birer elime sıktılar. Keşki fesatç ıl ığımda muvaffak olabilseydim! Biz Cahit'le Cavit'in hiçbir zaman suikastçı olamayacaklarını bil iyor ve Anka ra 'ya geldi kten sonra da dunnadan ismet Paşa 'ya baskı yapıyor duk. Cavit 'in, eğer onunla beraber başka günahsızlar varsa onla rın ölümden kuı1ulamamış olmalarına hfıla vicdanım yanar. itti hatçılardan bazıları. kendilerine sığınanları vaktiyle haber vemıe mek gibi, kabadayılık jestlerinin kurbanı olmuşlardır. Suikastçılar Mustafa Kemal ' i öldüremediler. Fakat kendi par tilerini öldürdüler. Ne kadar yazık ki, yeni rejimin otoritesi, lzınir ve Ankara sehpaları üstünde tutundu. Bu kesin tasfiye, her türlü aleyhtarlığİn veya gericil iğin bütün cesaretlerini kırdı. M ustafa Kemal ' e başladığı ink1\abı tamamlamak fırsatını verd i . Nasıl k i , M eşrutiyet ittihat v e Terakki otoritesi d e taklib-i hü küınet hadisesinin sehpaları üstünde tutunmuştu. Fakat. hükümet içinde hükümet gibi bir de lstiklfıl Mahke-
75
mesi otoritesi meydana geldi. Reisin evi hemen hemen ' "merci-i
enam ' ' idi. Bu hal. ismet Paşa'nın devaml ı ısrarları üzeri �e bir ak şam, Ankara Palas ' ı n bir balosunda M ustafa Kemal ' in istiklal
Mahkeınecilcrini çağırıp hemen oracıkta vazifelerine nihayet ver melerine kadar sürdü. Ertesi günü kendilerine hediye edilen Benz otomobillerine binerek, fakat aıtık basit milletvekili sıfatı ile Mec lise gelmişlerdi . Değişen Hayat Tarih der ki: "Japonlar bağımsızlanrnak ve kuvvetlenmek için medeniyetlerini değiştirınek zaruretini duydular. ilk akıl larına ge len şey feodalizm kurumlarını yıkmak ve Garpkari . bilhassa Ame
rikankankari teşki liitlanmaktı.
1 868 ile 1 877 arasında geçmişe ait ne varsa tahrip olunmuş tur. Japonlar, Çin kaynaklarından Avrupa ve Amerikan kültür kay naklarına doğru bu gidişe "Garplılaşma" ( Batıl ı laşma) adı verıniş lerdir. l 858'dcn sonra, adl iyede, askerl ikte, ticarette, i lim, edebi yat ve sanatta bu hareket büyük bir hız almıştır. Bu ilk devirde Japonlar adeta kendilerinden soğumuşlar, şid detli bir Garp ( Batı ) taklitçi liğine kapılmışlardı. Kadınlı erkekl i su vareler, maskel i balo, smokinle lokantaya gitmek gibi şeyler hemen kibar adetleri arasına girdi. Radikal bir ahlak devrimi yapmak, ka dını kölelik ve dişilikten ku11aı111ak fikirleri aldı, yürüdü. Frenge benzemek için saçlarını kıvırtanlara, mavi gözlü olmadıklarına esef ederlerc sık sık rastlanmakta idi. Bir büyük Japon muhan-iri, Japon ırkı beyaz ırktan aşağıdır, bu aşağılıktan kuıtulabilmek için Avrupalı kanı ile aşılanmalıyız, diyordu. Japonlar, Garplı tefekkü rün cevherini bırakarak, sathi bir taklitçiliğe kapıldılar. ilk tepki 1 889' da duyulmuştur. Ondan sonra Japonluğun yaratış devri gelir." Charles Seignobos. on yedinci asır sonlarının hikayelerini yazdığı sırada der ki: " Büyük Petro, Rusları Asyalı geleneklerden 76
kurtarmak ve Garplılaştınnak için kadınlı erkekli salon toplantıla rına da önem verdi. Asilzadeleri bu toplantılara karıları ile birlik te gelmek zorunda bıraktı . Fakat toplantılarda kadınlar
ve
erkek
ler, hareketsiz ve sessiz, birbirlerinden ayrı otururlardı . ' · B u , dar kalıbı kırmak v e topluluğu bir hapis yaşayışından ser best havaya çıkarınak ihtiyacından ileri geliyor. Kadın hür olma dıkça ve umumi hayata katılmadıkça, topluluğun durgun suyu dal galanmaz. Taklit ve özenti devri en çok bizde sürmüştür. Büyük şehir Osmanlılığı kıyafetini, başlığını. birçok adetlerini değiştinniş ti. Fakat kadına ve tefekküre el dokunduramamıştı. Meşrutiyetin sonlarında dahi ail e ve üniversite şeriat takımının hükmü altında idi. H ür yaşayış ve hür düşünüş gizli ve her tarafta dört duvarla ka palı idi . Bu bir riyakarlar topluluğu idi. Evlerinde açılan. her türlü Batı adetlerini benimseyen ailelerin kadınları bile çarşafsız ve pe çesiz sokağa çıkamazlardı . Vak;ınüvis on dokuzuncu asrın sonlarına ait bir balo daveti ni şöyle hikaye eder: " Bu esnada lngiltere elçisi Tersane-i Amire Haliç ' inde, gemisinde balo tertibi ile vükelayı davet etmiştir. O vak te kadar alafranga ziyafet ve hususiyle balo l stanbul 'ca görülmüş şey olmadığından görenler ve işitenlerin taaccübünü mucip olarak türlü sözler tahaddüs etmiştir. Davetli olan zevat, yatsı namazını tersane divanhanesinde kılarak asat ikide ( alaturka saat) sandallar ile gemiye gitmişler, sabaha kadar orada eğlenmişlerdir. Ertesi gün sudurdan Yahya Bey, Hüsrev Paşa'ya ziyafetten sual ettikte: - Az vakitte çok tekel lüf etmişler. Biz bir ayda tanzim edeme yiz. Çare ne? Devletçe bir şeydir, oldu. Gidilı:nese olmaz. Kaşık. çatal gibi bazı mekruh şeyler vardı, diye münafıkane davranmış ise de, ' Murassa çatal ve kaşığı padişaha arz eden ve böyle şeylere alış tıran kendisidir' demiş olduğunu Esat Efendi kaydeylemiştir. Beş on gün sonra Fransa elçisi mükemmel bir balo venniştir ve buna davetlilerden bazıları gitmemiştir. ' '
77
Osmanl ı topluluğunda kadın, taassuba karşı devletin başlıca tavizi idi. Taassup için ahlak, ırz, ırz da bilhassa kadın demektir. lstanbul'da kadınların ırzından yalnız kocaları. ana babaları sorum lu değil idiler. Bütün mahalle halkı aile hayatını kontrol ederdi. Bir eve kadın alındığı haberi duyuldu mu. imam, bekçi ve belli başlı mahall e eşrafı gider, o evi basardı. Çatı arasına ve kümese kadar aramadığı yer bırakmazdı. Sokakta herkes kadın kıyafetine karış mak hakkını kendinde görürdü. Yüzler. eller. kollar ve bacaklar iyice kapanmal ı, çarşaflar vücut biçimini hiç sezdirınenıeli, peçe ler bir süs değil, tam bir örtü olmal ı idi. Bazı kibar semtlerde ve Beyoğlu'nda bu disiplin biraz gevşerdi. Fakat harp, pahalılık gibi hadiseler olduğu. veya i dare aleyhine dedikodular aıttığı vakit, he men kadın kılığı günün meselesi haline gelirdi. Kadın erkekle bir arabaya binemezdi. Vapurlarda, tramvaylarda, muhallebici dük kanlarında kadın yerleri perde veya kafesle erkek yerlerinden ay rılmıştı. Mesirelere kadar her yerde harem kısmı vardı. 1 908 Meşrutiyetinden sonra dahi mesela kız mekteplerinde edebiyat hocası harem ağası idi. Batılı tefekkür adamı, bir mille tin medeniyetini ölçmek istiyor musunuz, kadına nasıl muamele ettiğine bakınız. der. Osmanlı topluluğunda bu bir dişi muamele si idi. Türkçe oynayan tiyatrolarda kadın rolü, bilhassa Ermeni ler de idi. Orta oyununda kadın "zenne"dir: Yani kadın rolünde yaş maklı bir erkek! Kaçgöç hemen hemen umumidir. Evinin kadınlarını yakın er kek ahbapları ile tanıştıran açılmış aileler bile, erkek misafirlerini selamlıkta kabul etmek, "dile düşmemek" zorunda idiler. Rahmet li Müşir Ethem Paşa 'nın bir fıkrasını duymuştum. Girit'te vali iken bir konsolosun davetine gitmiş. Hristiyanlar ve ecnebiler kadınlı erkekli imişler. Kendisine: - Bakınız, biz bu davetlere kadınlarımızla geliyoruz. Siz ni çin böyle yapmazsınız? diye sorınuşlar.
78
Pek' Fransızca bilmeyen rahmetli Müşir:
- Yoo ... demiş, bizde femme maison, clef poche... Hamdullah Suphi Türkocaklannda Türk kadınını piyano konserleri veya konferans vermek üzere sahneye çıkardığı zaman, bu, zamanın büyük hadiseleri arasına geçmişti. Bununla beraber harem, artık selamlık duvarını zorluyordu. Edebiyat, kadın davasını tutuyordu. B i rinci Dünya Harbi gelince, bu da geri kaldı. Hele bozgunlar üzerine Enver Paşa halk arasın daki dedikoduları durdı.innak için kadın tavizine girişti. Çarşafla rın ayakların hangi noktasına kadar ineceğini tesbit etmek üzere bir komisyon bile kurulmuştu. Bir gün bir polis müdürü, ada otel lerinden birinde bir karı kocanın beraber oturdukl arını duyunca, bizzat otele giderek kadını sokağa atmıştı. Çanakkale cephesinde döğüşen büyük rütbeli bir subayın, anaları Alman olan kızlan bir gün Alman davetlileri ile buluşmuş lar. Enver Paşa bunu duyunca, cephede harp eden babayı hemen emekliye ayırmıştır. O aileden bir hanımla evl i olan bir rüsumat memurunun da vazifesine nihayet verdirıniştir. Mütareke gazeteleri okununca, Osmanlı saltanatının sanki ka dınlar yüzünden batmış olduğunu zannedersiniz. Mondros'ta tes lim olmuşuz, kadına hücum. Düşman donanmaları lstanbul l ima nına demirlemişler, kadına hücum. H azne dar, o ay maaş çıkma mış, kadına hücum. Gazetelerin birçoğunda İ stanbul polis müdür� lüğü kadın meselesi i le aliikalanmadığı için tenkit edilmekte idi. Fakat kadınlar, bilhassa Beyoğlu ve Kadıköy semtlerinde, ec nebi işgali sırasında, hay l i serbestleme denemesinde bulunmuş lardır. ***
Mustafa Kemal 'in anlattığına göre, ismet ve Fevzi paşalar, devrimlere başlamazdan önce, kendisine evlenmek tavsiyesinde bulunmuşlar. Yeni ve gerçek hürriyet devri, kadınla başlayacaktı.
79
Kadın hayata katılacaktı. Halbuki biz 1 923 'te Ankara·ya gittiği miz vakit, ora hayatını İ stanbul' dan da çok geri bulmuştuk. Anka ra' da lstanbul alafrangalarından hemen hemen hiçbir aile yoktu. Çankaya' da oturan birkaç uyanık mil liyetçiler, kendi aralarında er kekli kadınlı bulu�makta idiler. Fakat sokak tamamiyle kadınsız dı. Cinsi ahliik da, bu yüzden, pek aşağı idi . Hatta burada zikret. mekten utandığım bir ağız tamimi yapıldığını hatırlıyorum. M ustafa Kemal dar kabı kıracaktı. Burada devrimci M ustafa Kemal' in hayran kaldığım bir özel liğini anlatmalıyım. Mustafa Kemal, bir Şarklının tamamiyle zıd dına, kendi mizaç ve-adetlerini çiğneyerek fikir kahramanlığı et miştir. Sevdiği musiki ·alaturka, inandığı Garp musikisi idi. Evin den alaturka musikiyi eksik etmemişken, milli eğitimde yalnız Ba tı musikisini tutmuştur. Daima musikisiz devrim olmaz, sözünü tek rar eder. "Çocuklarımızın ve gelecek nesillerin musikisi, Garp medeniyetinin musikisidir" derd i . Garp ( Batı) musikisinin ancak pek hafiflerinden zevk almakla beraber, hemen hemen bütün in celiklerini kavradığı alaturka musiki ile onun arasında ve alaturka lehine bir mukayese yaptığını hatırlamıyorum. Kadın anlayışında pek Garplı olduğu söylenemez. Hatta ha nımların tırnaklarımı boyamasını bile istemezdi. Son derece kıs kançtı. Denebilir ki harem eğil im i nde idi. Bu onun hissi, mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre kadın, hür ve erkekle eşit olmalı idi. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını bütün aşağılık duygularından kurtarılmalı idi. Medeni Kanunla Türk kadınına Garp kadınının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebet lerinde, bırakınız ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi ka dınla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi. Devrimlerin büyük ve eşsiz kahramanı, kendi koyduğu kanunun sonuçları ile karşılaşmak liizım gelince: " Bize göre değil ha çocuklar. . . " dedi. Devrimci ve ıslahatçı M ustafa Kemal, bir beyin adamı idi. Beyni kendi kalbinin de bütün isyanlarını ezerdi. Bir gün bir Türk 80
annasına hangi timsaller konacağı tartışıldığı sırada eski Türk kur dundan bahsedilmesi üzerine; - Timsal... timsal. .. insan zekasıdır timsal, diye haykınnıştı. Zeka, akıl ve müsbet i lim, onun saygısı yalnız bunlara olmuştur. Kadını kurtaracaktı. Kuıtannak için önce açmalı idi. Haremi yıkmalı idi. ilk yapılan işlerden biri, 1stanbul tramvayları ile vapur larındaki perdelerin kaldırılması olmuştur. Gariptir, o sırada pek ay dın ve i leri bir lstanbul hanımı ile, Halide Edip'le ( Adıvar) konu şuyordum. Hanım, Ankara aleyhindeki cepheye katılmıştı: Bana: - Hem efendim bizim peÇelerimize, perdelerimize ne karışı yorsunuz? demişti. Pek talihsiz adamdı M ustafa Kemal! Fakat talihinden de kuv vetli idi. Fikirlerini en çok anlayabilecek olanların, rüyalarında gönnedikleri ve ilk gen� liklerinden beri özledikleri ıslahat tedbir lerini tatbik ettiği zaman, onların mırıldandıklarını görmüştür.
Dikta perde idi. Dikta peçe idi. Kara kuvvetin ve taassubun diktası altında Sark köleliği ömrü sürenler, kendilerini bu dikta dan kurtaran inkılapçıya; - Ben senden hürriyet istedim mi? demek istiyorlardı. Kerpiçten bir okulu, galiba bir Rum okulu imiş, Hamdullah
Suphi, T Ürkocağına çevinnişti. M ustafa Kemal ilk defa arkadaş larını hanımları ile oraya davet etti.
Hala gözümün önündedir. Salonun bir tarafında kadınlar, bir
tarafında da erkekler toplu olarak oturmuşlardı. Ayakta yalnız bir kaç uyanık hanım vardı. Kadınlar büfeye gidip bir şey yemek için bile kımıldamıyorlardı. Hiç kimseye ailece takdim edilmiyordu. Kadınlar, erkeklerinin göz hapsinde idiler. Mustafa Kemal bize: - Çocuklar, ayaktaki hanımlara itibar ediniz. i kram ediniz. Oturanları kıskandıral ım. Y�vaş yavaş hepsi kalkar, diyordu. Yavaş yavaş hepsi, fakat o akşam deği l, bir iki yıl içinde yer-
81
!erinden kalktılar ve topluluğa karıştılar. - Elbet, bu açıl ışta biz de kurbanlar vereceğiz, fakat nihayet 1
alışacaklar, diyordu.
Kadın hareketi büyük bir hızla gelişti. Mustafa Kemal ve is met Paşa davetlerin kadınlı olmasına bilhassa dikkat ederlerdi . N ihayet hareket Medeni Kanuna, kadınla erkek arasındaki her türlü hukuk farklarının kaldırılmasına kadar gitti. Parola, ileride hiç bir gerilemeye imkan verıneyecek kadar, kadına her meslekte yer vemıekti. Kadın milletvekili, belediye azası, hekim, avukat, her şey olmalı idi. Üniversitede erkeklerle beraber okumalı idi. Seçimler de rey vermeliydi. Taassup şaşırıp kalmalı idi. M ustafa Kemal büyük bir realisttir. Köy kadınını zorlamamış tır. Devrimlerinde evrimciliğe bıraktığı tek şey belki de budur. Köyde çok evliliğe dahi göz yummuştu. Köy kadınının kurtuluşu, iktisat ve terbiye şartlarının tamamlanmasına bağlı kalmıştır. Tar lada çal ışan kadın, nihayet hür olur. Nihayet bütün haklarını ala bilir. Kadın davasında tehlike, harem dişiliğidir. Meclisteki ve gazetelerdeki taassup çığırtkanları boşuna yo ruldular. Mecl iste bir hoca mebus, sık sık kürsüye gelir, " Flôriy ye"de denize giren kadınlardan bahseder, dururdu. ***
Kadın hürriyeti i l e Ankara bozkırının katı v e sert yüzü gül dü. Ağır ağır yerleşen ecnebi elçi l ikler, şehi r hayatının gelişmesi ne yardım ettiler. Davetlerde kadın sayısı gittikçe arttı. Hanımlar bu türlü toplantıların yeni şartlarına kolaylıkla alışıyorlardı. Bü yük zorlukları yabancı dil meselesi idi. Ankara 'ya bir hayli zaman herkes eğreti gözü ile bakmıştı. Ne Türkler ailelerini getirdiler. ne de Ruslardan gayri ecnebiler esaslı yerleşme niyeti gösterdi ler. Onlar için başkent, hala l stan bul idi. Ankara' da müsteşar veya başkatipler nöbet tutar, elçiler ara sıra gelirdi. lngilizler Çankaya'da üç beş odalı bir ahşap ev tutmuş lar, Amerikalı lar Evkafın yeni yaptırdığı pek küçük evlerden biri82
ni kiralamışlard ı . Fransızlar kale yamacındaki Osmanl ı Bankası
nın deposunu bir iki büyük Goblen halısı ile kabul salonuna çevir
diler. Sonradan Fransa' da Başbakanl ığa kadar çıkan Albert San-a ut ilk davetlerini bu depoda yaptı. Suareler seyrekti. Başlıca eğlen ce briç toplantıları idi. Çankaya Caddesinde ilk elçilik binasını yaptıran Sovyetler dir. Yanar-söner kasaba elektriği devrinde, büyük ve iyi döşenmiş salonları, uzun müddet, Ankara'nın tek lüksü olarak kalmıştır. Suriç yoldaş sık sık kalabalık davet yapar, bol votka ve hav yar ikram ederdi. Cemiyet hayatına henüz al ışan milletveki lleri nin bu ikramlara fazla kapılıp merdivenlerden düşerek inmelerin den utanırdık. Bir defa bundan Mustafa Kemal 'a şikayet etmiştik: "Milletvekillerimize Rus elçiliği davetlerinde az içmeleri söyle nilse" demiştik . Rahmetli N uri Conker, " Bu düşmeler sarhoşluk tan değildir" diye müdahale etti. - Ya nedendir? diye sorduk. - Bu bir raht irtifaı meselesidir, dedi. Biz dar basamak l ı merdivenlere alışmışız. Biraz dalınca sefaretin geniş ve yüksek basa maklarında muvazenemizi kaybediyoruz, cevabını vermişti. Saffet Arıkan, Bend Deresi mahallesinde eski ve küçük bir Ankara evinde otururdu. Bir öğle üstü Fransız sefiri Albert San-a ut ile karısı briç ve çaya davet ederek ikramlarının altında kalına mağa karar vermiş. Edip Servet Tör ve ben, bir iki arkadaş saat al tıya doğru toplandık. iki masalık davetli bütün salonu doldunnuş tuk. Karı koca pek eğlendiler, çay vakti geçti, yemek vakti geçti, 'Sabaha kadar bizimle kaldılar. Alaca karanlıkta Bend Deresi 'nin bir iç sokağında, tam bir Anadolu kasaba dekoru içinde, Albert Sar raut ile karısının yorgunluktan solmuş yüzlerini gönnek pek tuha fımıza gitmişti. Türkler için eski Millet Meclisi binası, yeni yapılan küçük gar-
lar. hepsi toplantı salonları idi. Ankara boş ve hara!', hayat taşkın dı. Bu bir ihtilalciler havası idi. Coşkun, şevkl i ve daima tetikte bir hava . . . Kurtların Yenişehir Caddesine kadar inip, Şehremininin Av rupa'dan getirttiği bronzdan kopye kız heykellerini dişledikleri söylenen bir kış gecesi, Başvekil ismet Paşa yeni evinde elçilere bir davet vermişti. Gece kar o kadar yağmış ki, otomobiller sap lanmışlar, sökülemez hale gelmişler. lngiliz Büyükelçisi George Clarck yanında müsteşarı ile beraber davetten çıkınca. yürüyerek evine dönmekten başka çare olmadığını görür. Evi de birkaç yüz metre yukarıda. Fakat ara yer bomboş kırlık. Biraz i lerleyince, bü yükelçiyi bir gülme tutmuş: - Kurtların bizi parçalaması bir şey deği l... Fakat kurtların par çaladığı insanlardan ilk defa olarak kar üstünde frak ve silindir ar tıkları kalacak . . . demiş. Bir aralık garip bir protokol meselesi çıkmıştı. Elçiliklere da vet edilenler son dakikada devlet reisi tarafından çağırılınca, elçi ye haber gönderip özür diliyorlardı. B u hayli acayip bir işti. Elçi, sofrasını ve briç masalarını hazırlamıştır. Birkaç gün önce yolla dığı davetlerine kabul cevabını almıştır. Tam davet akşamı da bir kaç ecnebi misafiri ile kalakalmıştır. M ustafa Kemal ' l i bir geceyi feda etmek niyetinde olmayanlar, " Devlet reisi çağınnca bütün da vetler düşer" diye bir kaide tutturmuşlardı. Halbuki M ustafa Ke mal bir elçili ğe davet edilmiş olanları serbest bırakırdı. Biz birkaç kişi onun bu iznini esas tutar. kabul edilmiş yemek daveti gibi ec nebiler için büyük bir terbiye ve nezaket meselesinde mahcup ola mamağa çalışırdık. Memleketine dönen bir Amerikan M üsteşarı tam ayrılacağı gün bana: - A llahaısmarladık dostum, artık ayrı lıyoruz. Son dakikada size bir şey söylemek istiyorum. Bir büyükelçinin hazırlandığı ak şam, yemek sofrasını boş bırakmanızın nasıl kötü bir tesir bıraktı ğını tasavvur edemezsiniz, demişti.
84
lngi l iz Büyükelçisi Ankara'da lngiltere kralını, Amerikan Büyükelçisi Birleşik Devletler reisini temsil ediyorlardı . Fakat ba zı arkadaşlarımız için bir elçiliğe akşam saatinde M ustafa Kemal'e gideceğini söylemek ve onun feda edilmez davetlisi gibi görün mek cakası. her şeyden daha cazibeli görünürdü. Amiral Bristol . Amerikan temsilcilerinin en sevilenlerinden biri olmuştur. Bir akşam şimdiki Halk Sineması 'nın yerindeki kü çük kulüp binasındaki davette Mustafa Kemal ile buluştu idi. Dev let Reisi i le .biribirlerine o kadar ısındılar ki, sabaha kadar kaldılar. Sonradan duyduğumuz bir h ikayeye göre M ustafa Kemal 'e karşı ilk suikast o gece olacakmış. Kulübün karşısı, şimdi iş Bankasının bulunduğu arsa, henüz mezarlıktı. Suikastçı lar orada pusu kur muşlar ve ortalık ağarınca sıvışıp gitmişler. İzmir suikastından . sa dece yolda gecikmiş olduğu için kurtulmuş olan M ustafa Kemal,
bu vakayı da duyunca: - Nasıl, ben kendi kendimin polisi değil miyim? demişti. lzmir'e bir bahane ile tam zamanında gitmemekliğinde ken di hususi bir tedbiri olduğunu söylemişti. Kuvay-ı Milliye zamanı Mustafa Kemal Ankara'daki ecnebi temsilcileri ile daha içli dışlı imiş. Azerbaycan elçisi, bir yaz ge cesi geç vakit atına binmiş, Çankaya 'ya gelerek henüz bahçesin de oturan Mustafa Kemal 'in sofrasına katılmış. Mustafa Kemal. resmi ilişkilerinde son derece dikkatli , titiz ve nıerasinıci iken, hususi alemlerinde ecnebi tanıdıklarından hoş landıkları ile pek samimi idi . Bu münasebetlerde rütbe ve nıevkie bakmazdı . Bizimle pek dostluk eden bir Amerikan baş veya ikin ci katibine Ankara'dan ayrılacağı vakit, ona verdiğimiz veda top luluğunda bulunmuş ve kendisi ile arkadaşça eğlenmişti. Eci1ebiler bir kahramanı daha iyi anlıyorlardı. M ustafa Ke mal ' i n zaferi ne demek olduğunu bizden daha iyi biliyorlardı. Bi zim kendisinde fazla gibi gördüğümüz şeylerin, bir milli kahra manın pek tabii hususiyetleri olduğunu düşünüyorlardı. Mustafa 85
Kemal bir mizaç, büyük bir m izaçtı. Bu mizaç çetin ve yenilmez tehlikelerde ve güçlüklerde görünüp, sonra bir derviş hyyu ses sizliği bağlayamazdı . Bu m izaç Selanik'te Beyaz-Kule masasın da ne i se, Anafartalar'da ve Kocatepe'de de o, Çankaya'daki sof rasında da o idi. Ankara'da hayat, bir taslak olmaktan kurtulmuyordu. Şehri yapmak lazımdı. Bir Şehir Yapmak Ankara, Atatürk 'ün büyük işleri ve eserleri arasındadır. An kara 'nın kuruluş h ikayelerinden bazılarını Cumhuriyet tarihine ha tıra olarak bırakmak istiyorum. Bir devlete bir başkent, bir orduya karargah gibi seçilmez. Devleti idare edenler, nesillerce bu şehirde oturacaklardır. Birçok kültür merkezleri bu şehirde yerleşecektir. Şehir ikliminin insan sağlığı ve sinirler üstündeki iyi veya kötü tesirleri bütün memle kette duyulur. Bir başkentte, on i k i ay çalışılabilmel idir. Maaş ve geçim hatırı için ancak " ilişilebilinen" bir şehir, başkentlik vazi fesini yapamaz.
1 07 1 Malazgirt'ten sonra büyük Türk devletlerinin başlıca larından yalnız biri yaylada bir merkez edinmiştir. Konya, Selçuk devletinin başkenti idi. Osmanlıların i l k payitahtı B ursa, ikincisi Edime, üçüncüsü ls tanbul 'dur. Müslüman ve Türk halk lstanbul'a Fatih 'ten sonra aktı. Tür l ü türlü şiveler ve milliyetler, bu şehirde kaynaştılar. Bugünkü şi vemiz bu kaynaşmanın eseridir. l stanbullu da, uzak yakın bütün taşralardan göçme pek çeşitli mizaçların bir yoğuruluşu idi. Her Müslüman, hangi ırktan olsa, lstanbul 'da Türk olmuştur. lstanbul, dilde ve milliyette kaynaştırıcı, yoğurucu ve birleştirici bir rol oy namıştır. lstanbul, Osmanlı i mparatorluğunun yalnız idare değil, 86
her bakımdan merkezi haline geldi. Bazı şai1lar içinde devlet de mek, hemen hemen o demekti.· Sırasına göre p:ıdişahları değişti ren, hükümetleri vezirden vezire devreden o idi. Devlet için, her işte ve en başta lstanbul ' u düşünmek bir zaruret haline gelmişti. Tarih, l stanbul 'a işsiz ve karıştırıcı halk yığınlarının göç et mesini kolaylaştırdığı için Kanuni Sultan Süleyman 'ın bu şehre su getinı1iş olduğundan pişmanlık duyduğunu yazar. Bir harp sırasın da, l stanbul'un derdinden devlet derdini düşünmeyen bir padişa ha, veziri: - Harp olunca lstanbul 'dan çıkıp Bursa gibi bir şehirde otur mak lazımdır, demişti. Hanedanlar için taç ve taht, çok defa her şey demektir. lstan bul o kadar her şeydi ki, padişahlar için onun uğruna feda edilme yecek şey yoktu. Büyük bir vatan müdafaasında lstanbul 'dan bir gün bile ayrılmak, hanedan için taçtan, tahttan, devletten ve her ne var ne yoksa hepsinden olmak demekti . Çanakkale muharebesi za manında düşmanın Akdeniz boğazından geçerek l stanbul 'a gelme si ihtimali düşünüldüğünden Anadolu'da bir merkeze gitmek ha tıra gelmişti. Sultan Reşad için de Eskişehir' de bir konak hazırla nacaktı. Bu haberi duyan saraylı lar: - Padi�ahımızı taşralara götürecekler... diye ağlaşıyorlardı. Mesele. hanedanın lstanbul'dan çıkmasına gelince, düşman la mutlaka uzlaşılmalı idi. Taç ve tahtın lstanbul 'da kalabilmesi için her şey verilmeli idi. Fakat memleket sınırı Edinıe'ye gelince, yazılmasa ve söy lenmese bile, Anadolu 'da bir merkez edinmek fikri alttan alta iş leniyordu. Devlet bütün müesseseleri ile o kadar şehirleşmişti ki, bir gün l stanbul elden gitse hiçbir şeyimiz kalmayacaktı . Balkan Harbinden sonra devlet merkezini artık l stanbul ' dan Anadolu'ya aktarmak fikri, ilk defa açıkça galiba Mareşal Fon der Golz Paşa tarafından ileri sürülmüştür.
87
Mustafa Kemal acaba neden Ankara 'yı seçti? Meselenin böy le konuşu doğru değildir. Mustafa Kemal sadece Ankara'da kal maya karar vermiştir. Ankara ilk zamanları milli kuı1uluş savaşı nın karargahı idi. Düşman, onun yakınlarına kadar gelmiş, fakat kapısını zorlayamamıştı. Yer yer birçok bölgelerde Büyük M illet Meclisine karşı ayaklanmalar olmuşken, Ankara, hareketi ve M us tafa Kemal'i sonuna kadar tereddütsüz tutmuştur. Tutuşunun se bebi kuvvet baskısına verilemez. Çünkü Ankara'da askeri kuvvet daima pek azdı. irtica, fesat ve tahriklerinin böyle kuvvetleri, çok da olsalar, ne çabuk erittikleri de başka merkezlerde görülmüştür. Sonra din işleri reisliği vazifesini gören rahmetli Hoca Rifat Efen di, pek vatanperver, dürüst ve cesur, bundan başka Ankaralıların da pek saydığı bir adamdı. Seı1 yaylanın bu çetin karakteri, heın şerileri ile beraber, en güç zamanlarda Mustafa Kemal 'e bağlı kal mıştır. Ve sadece inandığından ve inandıklarından! Bundan başka demiryolu Ankara'da sona ermekte idi . Sa karya günlerinde orası bırakılsa bile yine geri dönüleceğine şüp he yoktu. M ustafa Kemal Ankara'yı merkez seçmiş değildir. Dediği" miz gibi Ankara' dan çıkmamıştır. Birçok şehir rekabetlerini önle menin çaresi de bu idi. Onun için Ankara başkent olabilir mi, olamaz mı? iklimi bu na elverişli midir? ileride birkaç yüz bin nüfusu idare edecek su bulunabilecek midir? Bu çıplak toprak bir gün yeşerebilecek mi dir? Bu sualler sorulmamıştır. ihtisas tetkikleri yapılmamıştır. Ay dın bir generalimiz: - Ankara 'nın merkezliği geçici bir şeydir. Sıfırın üstünde me deniyet olmaz. Onun için buraya çok masrafetmemeliyiz, diyordu. Bir başkası : - Bir müddet kalırız. Yerleşmeğe uğraşırız. Sonunda l stan bul 'a gitsek bile, sıkışınca Anadolu'da taşınabi lecek bir merkez edinmiş oluruz, diye avunuyordu.
88
p dayanmaz. Ankaralı Enneni ler bile el
- Bu yüksekliğe kal
lisine gelince l stanbul ' a göçerlem1iş, diyenlere rastl ıyorduk. Avrupa'nın başlıca bayındır şehirlerinden biri. Madrid, 655 rakımlıdır. M ünich 'in rakımı 526'dır. Ankara 907. Sıfırın çok üs tünde medeni merkezler daima kurulmuştur. Mesele su bulmakta. yaşanabilecek bir iklime kavuşabilmektedir. Ankara, bir yayla şeh ridir. Lion Üniversitesi Climatologie Profesörü Piery der ki: " B u iklim, mihnet v e meşakkate karşı koyma terbiyesi veren eşsiz bir mekteptir. Buradaki insan, tabiatın asiliği i le savaşmayı ahlak edin miştir. Sıcak memleketlerin yakıcılığı ile olduğu kadar, kutup so ğuklan ile de uyuşabilir. B u iklim, inisiyatif kabiliyetini ve moral enerj iyi geliştirir." Moskova Merkez Biyologie ve Climatologie Enstitüsü profe sörlerinden Doktor A leksandrofda şöyle demiştir: · 'Osmanlı Türk lerinin, anayurt iklimlerine hiç benzemeyen çeşitli dünya bölgele rinde asırlarca yaşayabilmeleri ve buraların hususiyetlerine göre ne sil üretebi lmeleri, işte bir yayla ikliminin nimetlerinden biridir." Sakarya, yayla karakterinin bir dayanış zaferi idi. Fakat biz bütün bu bilgileri sonradan ediniyorduk. Bilhassa i lk on yıllık tecrübeler bizi Ankara'ya daha inandırmıştı. Teknik teferruat ile okurlarımı yormak istemiyorum. Bir iki nokta üstün de durup geçeyim. Ankara bozkır mıdır? 1 00 rutubet mikyasına göre 55-75 orta derece sayılmaktadır. Bulutla tam kapalı havayı 1 0 farz ederseniz, Ankara'nın ortalaması 4,Tdir. Bir yılda Anka ra havası 1 1 5 gün açık, 86 gün kapalı, 1 64 gün az çok bulutlu ge çer. Y ı l l ık yağışın metrekareye 427 ki lograma çıktığı vardır. 220'den aşağı hiç düşmemiştir. Ankara'da bütün mesele ağaçla mada, sıhhi ısıtmada ve iklim hususiyetlerine göre yemektedir. Ankara' da oturanların ağır yemekten sakınmaları lazımdır. Bütün bu meseleler için etütler vardır. Ankara Belediyesinin, hiila neden hepsini bir broşürde toplamamış olmasına şaşıyorum. ***
89
Ankara bugün bir şehirdir. Atatürk 'ün başladığı, nedense bı raktığımız ağaçlama davasına devam etmekten ve imar hatalarını düzelterek yeni bir hızla devam etmekten başka meselesi kalma mıştır. Halbuki ilk zamanları o bir avuç nüfus için yüz yıkayabile cek kadar su bulmak devlet reisinin ve hükumetin bel li başlı gün delik dertleri arasında idi. Osmanlı lar anıt yapmışlar, fakat şehircilik yapmamışlardı. lstanbul sokaklarının, en zengin saltanat devrinde dahi, bir düğün alayı geçemeyecek darlıkta olduğu için padişah femıanı ile cum baların yıktırıldığını tarihlerde okuruz. Kanuni devrinde l stanbul 'a gelen bir elçi, burası sokağa çıkabilecek bir şehir olmadığı için bü tün vaktini evinde geçirdiğini yazar. Bizim dostumuz, ordularımı zın zaferine dua ederek l stanbu l ' da oturan bir genç Macar, Tarab ya'dan Boğaziçi 'ne baktığı vakit, burası bir başka milletin elinde olsa cennete döneceğini söyler. Gitgide anıt yapıcıl ığı kudretini de kaybetmiştik. Osmanlıla rın son zamanlarında artık hiçbir şey yapmıyorduk, nasıl yapılaca ğını bilmiyorduk. M imari kültürümüzü taınaıniyle kaybetmiştik. imar işleri için elimizde Avrupa örneklerinden Türkçeye çevirdi ğimiz belediye nizamname maddelerinden başka bir şey yoktu. Ankara 'yı devlet bütçeden yapacaktı. Bu tabii bir göç mas rafı idi. i l k akla gelen şey, Avrupa'dan bir Frenk şehirci çağırarak pliin yaptırmak ve hükumetle dışarıdan gelen memurları yerleştir mekti. Gerçi bir aralık bir Alman geldi. Yenişehir' in çekirdeğini kurdu. Fakat bu da ancak çok parası olanların alabilecekleri bir pa halı evler mahallesi idi. Saracoğlu apartmanları yapı l ıncaya kadar, az ve orta maaşlı memurlar, eski evlerde tahtakurulu birer odaya sığınmışlardır. Bir matematik hocasının böyle bir odada iki çocu ğu, karısı ve kaynanası ile oturduğunu biliyorum. Halbuki yeni An kara köşkler ve apartmanlarla hemen hemen donanmıştı. Ankara Belediyesinin emrine veril mek üzere, Yenişehir tarafında, geniş 90
topraklar aldığımız vakitkanuna bir tek m�dde koymağı hatıra ge tinnemiştik: ' " Bu arsalar. bina yaptıracak olanlara, yaptıracaklan binaya lazım olduğu kadar ve alındığı yıl kullanılmak şartı ile sa tılacaktır. " Bir küçük madde daha unutmuştuk: "Ankara Emval-i met nlkesi ve hazne toprakları, Ankara İ mar Sandığına serınaye ola rak ayrı lacaktır." Çünkü hemen spekülasyona dalmıştık. Herkes saklayıp ile ride satmak üzere arsa edinmek hırsına kapılmıştı. Şehir imarları nın başlıca düşmanı spekülasyon olduğunu düşünecek halde bile değildik. Bunlar yeni devletin "kusurları" değil, "tecrübesizlikle ri " idi. Bizim 1 924 'te neleri ne kadar bilmediğimiz ve bu memle kette nelerin ne kadar bilinmediği anlaşılmadıkça, Cumhuriyetin başardığı işler hakkında iyi bir fikir edinilemez. Bundan yirmi beş yıl önce Ankara'da yapılmamış olanların, bugün lstanbul 'da yapılmalarına bile, arada bunca görgü edinmiş ken, şimdiki demagoji havası içinde imkan var mıdır? Milletlerarası bir müsabaka açılması fikri nihayet muvaffak olabildi. Gelen planları hakem heyeti ile bizzat Mustafa Kemal de tetkik etti. Müsabakayı Profesör Yansen kazanmıştı. Planın tatbi kine başlanması Şükrü Kaya'nın Dahiliye Vekilliği zamanına te sadüf eder. Şükrü Kaya, şehirleri planlaştırmak davasını bütün Türkiye'ye genişleten kanunları çıkannakta büyük amil olmuştur. imar işlerini kolaylaştınnak için i ller Bankasını kuran da doğru dan doğruya odur. Lider olarak M ustafa Kemal, hükfımet reisi ve bütçenin hakimi olarak ismet Paşa, eyi fikirlerin yürümesi için herkese yardım etmiye hazırdırlar. Fakat bu fikirlerin hepsini ken di kendilerine yaratamazlardı . Her türlü i ş le kendileri uğraşamaz lardı. Onun için birçok eyi teşebbüsler, her ikisinin medeni anla yışlarından faydalanmasını bilen bakanlara nasip olmuştur. Eğer Lütfi Kırdar, Atatürk'ün o devirlerinde l stanbul ' a vali olup da is met Paşa' dan gördüğü yardımı ondan da görse ve Atatürk ' ün sev91
diği gayretleri alabildiğine destekl iyen teşviklerini bulsaydı. ben derim ki, l stanbul bugün bambaşka bir şehir olur giderdi. işler, M ustafa Kemal devrinde de, ister istemez adamına bağlı kalmış tır. Adam da "tesadüf ' etmeli idi. ***
Yansen planının v e umumiyetle plan disipl incil iğinin, spekü lasyoncular ve keyifçiler elinde i flas etmesine yandığım kadar hiç bir şeye yanmam. Bu hatıraları okuyucular arasında bir gün ikti dar fırsatını elde edenler olursa, kendilerine hizmet etmek için menfaatçilik ve keyiflik yüzünden Ankara'nın neler kaybetmiş ol duğunu kısaca anlatayım. Ta ki Şark kafasının ve mizacının, Ata türk ' ün enerj isini bile eriterek, en güzel hayallerimizden birini na sıl söndürmüş olduğunu göresiniz. Profesör Yansen Atatürk' le ilk buluştuğu zaman masasının üstüne belediye mühendislerinin bir proje taslağını koydu. Bu tas lak Ankara Palas oteli i le Belvü oteli ve Ziraat Bankası arkasında ki üçgeni ana caddeye bağlayan yolları gösteriyordu: -Bu yolların vazifesi nedir, dedi, bu binaları caddeye çıkar mak, değil mi? Hepsini silerek kendisi bir tek yol çizdi : - Bu tek yol aynı vazifeyi yapar. Eski yollardan artan arsa par çalarını etrafındaki bina ve bahçelere katacaksınız. Bugünkü arsa fiyatı ile bu satacak olduklarınız ve bugünkü yol maliyeti ile yap maktan vazgeçecek olduklarınız yüz yirıni bin l iradan fazla tutar. Halbuki siz şehir planının bütün teferruatı i le hazırlanması için 1 20 bin lira harcayacaksınız. Sadece şu küçük mahalle parçasındaki ta sarrufunuzla bu parayı kazanmış oluyorsunuz. Yansen tercümanla konuşmakta idi. Arkasından bir sual sordu:
-Bir şehir planını tatbik edebi lecek k adar kuvvetli bir idare
niz var mıdır? Atatürk kızdı. Koca memleketi yedi düvelin elinden kurtar-
92
mışız. Bir Ortaçağ saltanatını yıkarak yerine bir yeni çağ devleti kur muşuz. Bunca devrimler yapmaktayız. Bütün bunları başaran bir rej imin bir şehir pliinını tatbik edebilecek kuvvette olup olmadığı nasıl sorulabilirdi? Biraz sertçe cevap verdi. Dik kafalı Prusyalı : - Belki sizin hakkınız var, dedi, biz Almanya' da bile türlü güç l üklere uğruyoruz da, onun için sormuştum. Sonra planının prensiplerini izah etti: -Yepyeni bir şehir k uracaksınız. Size şehircilik sanatının son sözlerini getiriyorum. Dünyaya bir örnek vereceksiniz. Biliyorsu nuz, Avrupa şehirleri motörden önce yapılmıştır. Motör eski anla yışları ve nizamları altüst etti. Eskiden otelleri, anıtyapıları ve dev let dairelerini büyük caddeler üstüne dizmek adetti . Halbuki, bili yorsunuz, Paris'teki Champs Elyses Caddesindeki ağaçlar benzin zehrine dayanmadığı için sökülmüş ve yerlerine daha tahammül lü yeni ağaçlar dikilmiştir. (iki cins ağacın ismini şimdi hatırlamı yorum.) Dünyanın en dar yolu hangisidir? Bir metre yirmi santim genişliğindeki demir yolu. Halbuki trenler bu yoldan yüz elli k ilo metre hızla gider. Çünkü insanlar gürültülü ve dumanl ı lokomoti fe hususi bir yol vermek, kendileri ya üstünden ya altından köprü ile geçerek onu rahatsız etmemek liizım olduğunu görmüşlerdir. Paris de Champs Elysee dünya büyük şehirlerinin en geniş cadde lerinden biridir. Bu caddede otomobillerin nasıl tıkandığını, bu tı kanışlarda süratlerin nasıl yedi kilometreye kadar düştüğünü bili yoruz. Yeni şehirler şimdi motör için aynı şeyi yapmaktadırlar. ( Pliin taslağındaki Atatürk Bulvarını göstererek) Bu yola bakınız. Onu otomobi llere ayırdım. Yan yollar bu caddeyi ancak yarım ki lometrede bir kesecekler ve karşılıklı kesmiyecekler, her yan yo lun köşesi, caddeye inen arabaları gösterecek gibi açık bırakılacak. Evler, daireler ve apartmanlar geriye doğru yapılacak ve hiçbiri- . nin caddeye kapısı olmayacak. Bu cadde üzerine yaya kaldırımı yapılmıyacak. Yan yolların her biri caddeyi bir bloka bağlayacak tır. Siz istasyondan arabanıza binerek yüz kilometre hızla gidece-
93
ğiniz yere doğrulacaksınız. Nasıl bir tren istasyona yaklaştığı za man yavaşlarsa, arabanız gitmek istediğiniz bloka sapmak için sü ratini kesecek, sizi kapınıza bırakacak ve arka yolların hepsi blok ların sonunda kapalı olduğundan. tekrar geri dönerek caddeye çı kacaktır. Tıpkı otomobil yolunuz gibi. blokların arkasında yaya lar için bir de yeşil yolunuz olacaktır. " Bu yolu ucuz ve gelişi güzel yapacaksınız. Ağaçlayacaksı nız. Nasıl yayalar otomobil yolunu yarım kilometrede bir kesiyor sa, otomobi 1 ler de yeşi 1 yolu yarım ki lometrede bir kesecekler. Ç o cuk arabası önünüzde, yalnız beş yüz metrede bir etrafınıza baka rak, yolun sonuna kadar rahatça gideceksiniz. Bu bloklar içindeki evlerinizde, otellerinizde hiçbir klakson sesi duymadan rahat uyu yacak, dairelerinizde rahat çalışacaksınız. Sokakta benzin zehri te neffüs etmiyeceksiniz. ' ' Atatürk neşe ile dinliyordu. Profesör, Ankara yol larında hiç bir seyrüsefer memuru bulunmıyacağını söylüyordu. Pek işlek yol ları birbirinin üstünden veya altından geçirmek için yapılan mas rafın, kavşak noktalarında bekletilen seyrüsefer memurlarının on yıllık aylığı karşılığı olduğunu anlatıyordu. Arka dar sokakları ise sapış yerlerinde o kadar dik bir açı ile döndürüyordu ki, otomobil ler ister istemez süratlerini beş on kilometreye indinneden yolla rına devam edemiyeceklerdi. Meskenler, son şehircilik kongrele ri kararlarına göre, döı1 kattan fazla olmamalı idi.
.
Şehircilik sanatı, yerleşme bölgesinin yüzde dokuzunu umu mi parklara ayımıakla kanaat etmiyordu. Her ciğerin hakkı olan havayı her pencereye paylaştıran yeşil saha usulü konmuştu. Dev let daireleri bir mahallede toplanacaktı. Bir imar komisyonu yapmıştık. Reis bendim. Rahmetli Yali ve Belediye Reisi Nevzat da bu komisyonun azası idi . Bir ecnebi mütehassısının dediklerini yapmaktan başka elinden bir şey gel nıiyen bir belediye reisi olmağa daha ilk günü isyan etti. Açıkça
94
muhalefet de edemiyeceği için, adet olduğu üzere, devaml ı bir bal talama yolu tuttu. Birçok arsalar spekülasyoncuların eline geçmişti. Bunlar en başta devlet dairelerinin bir mahallede toplanmak fikrine karşı koydular. Çünkü Ankara'da nüfuz ticaretinin ilk kaynağı, mesela Cebeci'de ucuz bir arsa almak ve Maarif Vekiline konservatuarı orada yapmağa karar verdirerek arsasını ona satmaktı. Yansen pla nı, devlet dairelerini Atatürk Bulvarı üzerindeki bugünkü yerine topluyor ve hemen yakınında 3000 memur meskeni için de arsa lar ayırıyordu. En son bina, Büyük M illet Meclisi olacaktı. Devlet daireleri i le 3000 memur meskeninin yapılacağı bölgeyi kamulaş tınnağa karar vermiştik. Başvekil ismet Paşa: - Bunun için yüz bin liradan fazla para veremem, dedi . Devletimiz çok fakir idi. Hepsinin bu para ile alınabilmesi için cadde üstündeki arsaların metrekaresine bir lira koymak lazımdı . Öyle yaptık. Emniyet anıtının bulunduğu kısımda Atatürk' ün ya kın arkadaşları da arsalar edinmişlerdi. Hemen fiyata itiraz ettiler. Atatürk'e durumu izah ettik. Arkadaşlarını itiraz etmekten menet ti. Böylece arka taraflara doğru fiyat ine ine bütün sahayı l l 8 bin liraya devfete mal etmiş olacaktık. Bu sefer Meclisteki spekülas yoncular: - Devlet daireleri bir araya toplanamaz, bir hava hücumunda hepsi yıkılıp gider, diye kıyameti kopardı lar. Yeni çıkan meseleyi de Atatürk 'e götürdük: - Hepsini ayrı ayrı müdafaa edeceğim yerde bir arada müda faa ederim, bundan ne çıkar? dedi. Son baltalama da suya düştü. Büyük M illet Meclisinin bu gün yapılmakta olduğu toprakları al mak için kamulaştırma masrafına 20 bin lira kadar bir şey ekle mek Iiiz ımdı. Kabul etmediler: - Biz Meclisi oraya yaptırmıyacağız, dediler. Proje tatbik edil ince, M i llet Meclisi de nihayet orada yapıl mak lazımgelmiştir. Fakat yıllar geçtiği için 20 bin lira yerine iki 95
buçuk m ilyon l iradan fazla kamulaştırma parası harcanmıştır. Bun dan başka mahalleyi Mil let Meclisi binası nihayetlendireceği yer de. içişleri Bakanlığı binası nihayetlendirdiği için, bir anıtyapı olan Meclis geride ve önü kapalı kalmıştır. Gelecek nesiller i çişleri Ba kanlığını bir gün yı kacaklardır. Devlet dairelerinin etrafı yeteri kadar açık bı�akılınıştı. Af yon Mil letvekili rahmetli Ali Bey Bayındırlık Bakanı olduğu va kit. birinci işi, minaresiz kubbe kilise kubbesi demektir, diye yar gıtay toplantı salonunun kubbesini yıktııınak olmu�tur. Böylece bü tün ses tekniği bozulmuştur. Ali Bey, Atatürk'ün geçici kabrinin bul unduğu eski müze binasının da minaresiz bir kubbesi olduğu nu görmemiş olabilir m i idi'? Rahmetlinin ikinci işi: - Bu kadar boş toprak bırakılır mı'? diye daireler semtinin umumi ahengini bozarak şuraya buraya dilediği üslupta yapılar kondurmak olmuştur. Yansen şehir planını yaptığı vakit, onun bir yandan Çanka ya. bir yandan telsizler istikametine doğru genişliyeceğini ve is tasyon arkasının da endüstri bölgesi olacağını düşünmüştü. Şehir Çankaya yolunun etrafına alabildiğine yayıldı. Profesör bu hadi seyi kabul etmek tazım geldiğini, ancak istasyon yerini de aynı ge l iştiııneye uyduııııak zarureti baş gösterdiğini izah etti. Henüz gar binası yapılmamıştı. Yeni istasyon meydanı, Di l-Tarih Fakültesi nin karşısı olacaktı. Ankara'ya gelenler bugünkü istasyonla köp rü arasındaki mesafeyi kazanmış olacaklardı. Mahalleler ortasın daki bugünkü manevra istasyonu rezaleti olmıyacaktı. Gitmiş, Ba yındırlık Bakanını görmüş. Ali Bey: - Ben öyle fikrinden cayan mütehassıs istemem, demesin mi? Profesör ters pürs otele geldi. Ali Bey bir binadan çok fazla . bir makine olan gar binasını da müsabakaya bile koymadan, o za man Bayındırlık Bakanlığına bağlı Yüksek Mühendis Mektebi diplomalı larından bir gence yaptırıveııııiştir. Başına buyruk ve inatçı idi.
96
Rahmetl i Nevzat: -Malatya'da dağ başında yollar yapmışım. Yansen bana şe hir içinde sokak yapmayı mı öğretecek? diyordu. Ve bir göstennel i k olmak üzere parasının çoğunu, Atatürk' ün daima geçtiği bulvarı, plan disiplininin tersine, süslemek için har cıyordu. Hacettepe Evkafındı. imar Kanununun verdiği hakka daya narak hiç parasız belediyeye devretmiştik. Uzun müddet el bile do kundum1adı ve arkadan arkaya, oraya bir mektep yapılması için Milli Eğitimi teşvik etti. Bir gün Başvekil ismet Paşa Çankaya'dan dairesine gelirken, yanında bulunan valiye Hacettepe'yi gösterir: - Neden burasını ağaçlamıyorsunuz'? diye sorar. Biraz sinirl ice sorduğu için tepe hemen o mevsim park ol muştur. Akköprü'den gelen yol ile Meclis önünden istasyona inen yo lun kesiştiği yerde: - Yeni şeyler yapmak için paraya ihtiyacınız ' ar. bu iki yolu birbirinin altından üstünden geçinnck için şimdi lik ma�raf etme yiniz, diyerek, şehir mütehassısı tarafından bugünkü yuvarlak pro jesi yapılmıştı . Belediye Reisi bunu tatbik ettim1eyi adeta bir şe ref meselesi haline soktu. Otomobiller yavaşlıyarak geçmek zo runda oldukları için Atatürk 'e burada suikast yapmak kolay ola cağı ve nıesuliyeti üstüne alnııyacağı iddiasına kadar gitti. Atatürk bizzat geldi, meseleyi tetkik etti: - Yuvarlağı belki biraz daha daraltmak lazım. ama fikir doğ rudur, yaptırınız, dedi. Belediye Yansen planının kavşak prensiplerini nerede tatbik etmemişse, orada kazalar olmuştur ve senelerden beri seyrüsefer memuru beklemektedir. Yalnız bu yuvarlağın olduğu yerde hiçbir kaza olmamıştır ve hiçbir seyrüsefer memuru beklememiştir. Profesör: - Tuhaf zat bu valiniz, evinde iki ampulü yanmasa bir elekt-
97
rikçi çağım. Tesisata el sünnez. Çünkü elektrikte ölüm vardır. Ölüm olmadığı için benim planıma dunnadan karışıyor. Halbuki şehircilik, elektrik tesisciliğinden çok daha ince bir sanattır, diye söylenirdi. ***
Şehir planında evsiz fakirlere verilmek üzere bir ucuz arsalar bölgesi ayrılmıştır. Bu arsalar her isteyene parasız da verilebile cek fakat yapılanlar ufak kulübeler de olsa bir mühendisin kontro lü altında bulunacaktı. Tam merkezde mektep, çarşı ve dispanser gibi umumi tesisler için bir yer ayrılacaktı. Belediye bu vazifesini de bir yana bıraktı. Dışarıdan gelenler Ankara Kalesi tarafındaki sırtlarda ilk gecekonduları tecrübe ettiler. lmar Komisyonu yıkıl ma kararı verdi, vilayet ve belediye aldırış bile etmedi. Türkiye' de gecekondu faciası, işte o zamanlar Ankara Belediyesinin imar plancılığını bu türlü baltalamasından aldı, yürüdü. Şimdi, Ankara'da bir kaçak şehir var! Bir bütün şehir ... Ka le etrafındaki dağları kaplıyan bir şehir. .. Çok defa kendi kendime düşünür sıkılırım: - Türklerin şehirciliği mi? Yenişehir taraflarında gördüğünüz bir Avrupalı şehircinin planı ... Ve bir dev pannak bana dağ mahallesi ve yayıntılarını gös terir gibi olur: - Onların asıl medeniyeti ve kültürü işte bu .. der. Bizim polisin elinden bir yankesici kaçamaz, fakat bir ev, bir mahalle, bir şehir kaçabilir. Buna akıl erdirebilir misiniz? Kusur halkta mı? Hayır, bizim şehirplancılığını anlayışımız da! Ankara pl:lnında bu türlü fakir ve işçi evleri için ayrılan bölge o vaktin ucuzluğu ile hemen hemen hiçe kamulaştırılacaktı ve aı;. sa parası olmıyan, çalışarak, didinerek bir yuva edinmek istiyen Iere orada yer gösterilecekti. Yapmadık, Şimdi yapmağa çalışma lıyız. Şehirler ebedidirler: Planlarındaki bozukluklar düzeltilmek ve yanlışlar geri alınmak için hiçbir zaman geç sayılmaz ve olup
98
bittiler ne kadar ehemmiyetli olsa da, onları köklerinden temizle yecek tedbirler alınmaktan kaçınılamaz. Bir gün imar mütehassısına Atatürk' ün yakınlarından biri için yaptıracağı bir ev projesi getirmişlerdi. M ütehassıs Ör ley ba na geldi: - Çankaya' dan getirdikleri için tasdik ettim. Fakat bu sokağa dükkan yapılmayacak, dedi. Atatürk meseleyi duyunca: - Bizim için plan bozulmaz, hemen dükkanı hazfettiriniz, em rini vem1işti. O ev şimdiki Mithatpaşa Caddesinde dükkansız yapılmıştır. Fakat bir İstanbul Milletvekili, garaj bahanesi i le aynı sokak l ardan birinde dükkan "kaçırdı ' : . Bir başka milletvekili kat "ka çırd ı " . Belediye göz yumdu. Ve tıpkı İstanbul ' da spekülasyoncu ve arsa vurguncularının Prost' a oynadığı oyunu, Ankara' da yaban cı şehircilere oynadılar. Yerli imar, Orta Anadolu'da, hiç şüphe siz bugüne kadar harcadığımızdan daha az masrafla elde edeceği miz yeryüzünün en ileri şehri hayal ini mahvetti. Yerli i mara yıllarca hakim olanlardan biri, Ankara'ya on pa rasız gelmişti. Yüz binlerce l ira kazandı ve parasını Amerika'ya aktardı. 1 945 'te New-York'a gittiğim vakit, Ankara'daki ecnebi inşaatından çalan bir hırsız mühendisle onun şirket kurmuş oldu ğunu öğrenmiştim. Mesele basit değil midir? Bir dönüm içinde bir kır evi disip linine göre bir metre arsa fiyatının bir lirada karar kıldığını düşü nürseniz, aynı yerde bitişik ve dört katlı apartman sistemi bu fiya tı on l iraya, yinni liraya çıkarır. M üsaadeyi verenler spekülasyon cularla ortaktırlar. Onun için nerede arsacı lar lehine bir plan deği şikliği duyarsanız, hemen hırsızlığa hükmediniz. Ankara'da milyonlar çalınmıştır. İstanbul 'da milyonlar vu rulmaktadır. Sabit olmuştur ki, M ustafa Kemal, şapka ve Latin harfleri dev99
rimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kunnuş, fakat bir şehir planını tatbik edebilecek kuvvette bir i dare k uramamıştı. Çünkü bu, Atatürk ' ün devrimleri ile halletmeğe çalıştığı me deniyet ve kültürün meselesidir. Şimdi lsrail Akdeniz kıyılarında tam Yansen prensiplerine gö re yepyeni bir şehir kunnak üzeredir. Planlarını Avrupa gazetele rinde gördüm. Bir gün gıptalar içinde onun seyrine gideceğiz. Hır sızlar ve gericiler olmasaydı, o şehrin daha büyük, daha zengin ve daha tamamının çoktan Anadolu yaylasında kurulmuş olacağını dü şünmiyeceğiz b i le ... lsrail, bir uçumluk ötemizde, halledilmiş medeniyet ve kül tür davalarının hayır nimetlerini biçmektedir. Biz 1 952' de ve her işimizde bile Amerika'yı yeniden keşfet miye çalışmıyor muyuz? ***
Planlı imara, v e doğrudan doğruya imara karşı yalnız Atatürk anlayış göstemıiştir. Hükumetler? Hayır! Zati Atatürk'ün ölümün de ne kadar imar eseri varsa, Yalova, Bursa' daki modem kaplıca, Florya, oıinan çiftliği, hepsi rahmetli l iderin eseridir. Şapka Acaba hala, imtihanlar yaklaştığı zaman, çocuklarını Topka pı dışındaki Zekeriya kuyusuna götürenler var mıdır? Bir yeraltı gediğinden bu kuyunun dibine doğru giden dolambaçlı, dar yol, haceti tutmıyacak olanları sıkannış, derler. Evimize gelen bazı ka dınların övünüşlerini bile hatırlıyorum: " Şimdiye kadar beni hiç sıkmadı. Geçen yıl Makbule'nin gebeliği için geçmiştim. Dün de Hüseyin'in maaşı için geçtim." Şimdi ellisini aşanlardan bir haylısının i l k ağrıyan dişlerini bir berber çekmiştir. Aralarında nöbetten yandıkları vakit kurşun döktürenler, ağrı sızı için konu komşularının eski İstanbul semtle1 00
rinde üfüıilkçüye gittiklerini ve ilaçlarını M ısırçarşısı'ndan aldık larını unutmıyanlar çoktur. Okuma, üfünne, kurşun ve adak kar etmediği zamanlar bir de hekim tecrübe edenler olurdu. B izim tarafların hazır doktoru, camide ve evlerde çabuk çıkarınak için kunduralı papuç giyen, tes bihi elinden düşmez, hacılığı da var mı idi bilmiyorum ama, " Ha fız Bey ' " diye anılan temiz pak bir efendi idi. Latin harflerini ilk defa onun reçetelerinde gönnüştüm. Bir aralık rahmetli babam şiddetli bir romatizmaya tutulmuş tu. Ne merhemler, ne ovmalar, ne kafuriler, ne de Hatlz Bey' in hap ları kar ediyordu. Ağabeyim Harbiye' den çıkma uyanık bir subay dı. Fener taraflarında oturur, katı, siyah ve yuvarlak şapkalı, şakak tan kesik sakallı, redingotlu, Palamidi derler, bir alafranga doktor vardı, bir defa da onu çağırmaya karar verdi. Ertesi sabah gelebildi. Merdiven üstünüen gözetliyordum. İçeri girince şapkasını çıkardı, kapının yanındaki alçak rafın üstü ne bıraktı, yukarı çıktı . Usulca avluya indim. Rafa doğru yanaş tıın. Katı, kara bir şapka... Şu bildiğimiz melon· şapka . . . Pannağı mın ucunu dokundurdum ve hemen, ateş yalamış gibi, geri çek tim. Pannağımı üstüme süremiyordum. Simsiyah bir şey . . . Gözü, kulağı ve sesi vannış gibi bir şey . . . Sanki bir cin başı! Bir suç işlemiş gibi irkile sıkıla yan odaya girdim. Doktor Pa lamidi 'nin, başında melonile, sokağa çıkmasını bekledim. Doktor işini bitirince aşağı indi, kapıdan çıktı ve yokuştan karakola doğ ru inen komisere, şapkası i le selam vererek uzaklaştı. Pek M üslü man beslememiz, o gittikten sonra, şapkanın bulunduğu yeri kim bilir kaç defa kaynar su ile şartlamıştır! M üslümanlar Hristiyanın iyisine "makul kefere", kötüsüne "gavur," beterine "şapkalı gavur" derlerdi._l'i<, Şark milletlerini Garplı laştınnakla, eski kıyafet ve başlıkları değiştiıınek bir arada gitmiş, bu pek sathilere göre bir benzeme ve şekilce farksızlaşma, devrimcilere göre kafanın dışını değil, içini
101
değiştim1e sayılmıştır. Büyük Petro, Ortodoks Ruslara kalpak ye rine şapka giydirebilmek için Moskova şehrinin etrafını topçu ba taryaları i le çevirmişti. Tanzimat devri Osmanlıları da kıyafet ve başlık meselesinde çok güçlük çektiler ve yarım asırdan fazla yalnız sivil memur kad rosu i le büyük şehirlerin ileri cemiyetinde muvaffak olabildiler. Vakanüvis Lütfi Efendi, 1 828 vakaları arasına şu hikayeyi sı kıştırır: Padişah, setre-pantolonun halk üzerinde nası l bir tesir bı rakacağını anlamak için, saray adamlarından H üsnü Bey'le Avni Bey ' i yeni kıyafete sokar ve çarşı içine salıverir. Bir Ramazan gü nü imiş: Halkın bu iki zamane züppesini bir parçalamadığı kalmış. Padişah kabahati H üsnü ve Avni beylere yüklemek için, oruç ye diklerini bahane ederek, ikisini de süıınüş. Yeni kıyafet nizamnamesi tamamiyle dini bakımdan yazılmış tı. Koyu Osmanl ıcayı anlamayanlar pek çoğaldığı için, bu yazıyı bugünkü Türkçe ile hulasa edeyim: "ilk devirlerde M üslüman es vabı, ancak vücudu örtecek kadar sade imiş. Gel zaman git zaman, M üslümanlar göçebelikten kurtulup şehirli olmuşlar ve süslenme ğe heves etmişler. Merasim ve divan kıyafetleri ile şeriat haddini tecavüz etmişler. Halbuki. leh-ül hamd-i vel-minne, Osmanlı padi şahının devrinde asker ve hoca sınıfının, derecelerine göre, itibar ları o kadar yerinde imiş ki, esvap süslerine muhtaç değil imişler. Zaten M üslüman haysiyeti ahlak ile ve "libas-ı takva" ile olurmuş. Bunun için de bedevi şartlara dönmek tazım gelirıniş. Padişah, te baasını çeki düzen külfetlerinden kurtarınak niyetinde bulunmuş. Bu sadeleşme vücut ve keseye daha elverişli imiş. Osmanlılar, böy lece. sefahatten ve israftan, fazla masraftan kurtulacaklaıınış." Yeniçerilerin hiçbir hatıra bırakmamak için mezar taşların daki külahları bile kırdıran ikinci Mahmut, kaptan Hüsrev Pa şa'nın kalyoncu neferlerine giydirdiği Tunus feslerini beğenmesi üzerine halkın da aynı başlığı kullanması için fermanlar çıkardı. Ulema ve softalar "şer'an fes giyilmek caiz olmadığına" dair de1 02
dikodu ettiklerinden şeyhülislam değiştirilmiş ve birçok kimseler cezalandırılmıştı. ikinci Mahmut, ilk zamanları, cuma ve bayram alaylarına eski kıyafetle, yeni talim askerlerinin yanına da fes ve setre ile gidenniş. Kocaeli M i lletvekili rahmetli Ali Bey' den işitmiştim. Büya kadalı rahmetli Hakkı Bey'e, Halide Edip Adıvar'ın babası Edip Bey nakletmiş: Topkapı Sarayı mahzenlerinde vesika aradıkları sı rada bir yığın şapka bulmuşlar. Sultan Mahmut' un fes yerine şap ka giydinneyi düşündüğü, fakat buna cesaret edemediği manasını çıkannışlar. Acaba bunlar, Sultan Mahmut' un ordu için getirttiği ve müftü itiraz ettiğinden kullanılmayan askeri müzedeki viziyer li miğferler mi, yoksa sivillere mahsus şapkaları mıdır, nasıl öğ renmeli? O zamanlara ait bir vesika okumuştum. Üçüncü Selim ' in ya kınlarından biri, efendisinin taassuptan dunnayıp şikayet ettiğini görerek, bir gün demiş ki: "Padişahım şapka giyip, Frenk olduk deyip, sokağa yürümekten gayri çare yoktur." ikinci Mahmut'un fesinden Atatürk ' ün şapkasına kadar bir i ki değişiklik daha olmuştur. Sultan Hamid, 1 903 'te, süvari ve top çu askerlerine kalpak giydirdiği sırada, ulema ve softalar"fesin din ve iman alameti olduğunu" ileri sürerek buna da itiraz etmişler. Ge çen Dünya Harbinde Enver, bilhassa sıcak memleketlere giden kı taları düşünerek, kabalak adlı ve güneş-siperli başlığı icat etmişti. Bunun adına Enveıiye de denird i . Kuvay-i M i lliye kalpaklı i d i : Ordunun İzmir'e girdiğinin haf tasında bütün iç sokaklar, Anadolu'ya geçen Rum esirlerin başla rından attıkları şapkalarla kaldırım gibi döşeli iken, halkın Anado lu' dan gelen kalpağa selam verdiğini görmüştüm. Fesin üzerinden asra yakın zaman geçtiği halde Rumeli ve Anadolu halkının şehirlerde oturanlardan haylısı, köylülerin hemen hepsi ya abani, ya başka türlü sarıkfı idi. Bu gerçi tam hoca sarığı deği ldi. Fakat sarıktan başka da isim verilemezdi.
1 03
Avrupa'ya giden iŞçilerimiz ve memurlarımız arasında bile şapka giymiyenler vardı. ikinci Mahmut devrinde ulema.ve softa larca "giyilmesi caiz olmayan" fes, ikinci Hamid devrinde yine ule ma ve softalarca "din ve iman alameti" idi. Meşrutiyette Paris'te okuyan gençlerimizden biri, başlığı milliyet damgası sayarak fe sini hiç çıkarmadığı için "Fesli Niyazi" diye anılırdı. Yine Meşru tiyette ödünç para aramak için Paris'e giden Maliye Nazırı Cavit Bey'in, her devirde taassup kışkırtıcılığı vazifesini yapan bir ga zetede çıkan şapkalı resmi, ittihat ve Terakki hükumetini düşürme propagandasında ciddi bir yer tutmuştu. Ben ilk şapkayı Dahiliye Nazırı Talat Bey'le beraber Bükreş'e gittiğimiz vakit, 1 9 1 3 'te giymiştim. Bir hasır şapka idi . Otel kapı sında nazıra rastladığım vakit, alışkanlık yüzünden, elimle seıam vermiye kalktığımdan şapkayı nasıl yere düşürdüğümü hatırladık ça haıa sıkılırım. Mütareke devrinde Rus, Ermeni ve Yahudilerle beraber şap kalı gezmeğe özenen Türklere pek kızardık. Bu taassup duygusun dan gelme bir şey değildi. Ali Suavi, Galatasaray Sultanisi Müdü rü olduğu vakit, dış kapı üstündeki alafranga saati alaturkaya çe virmiş. Beyoğlu Osmanlısı bu yüzden kendisine softalık ve yobaz lık damgası vurmuş. Ama millet ve devlet saati alaturka idi. Ali Suavi'nin o hareketini, bizim mütarekedeki şapka nefretimize ben zetirim. Türkiye'de saat, takvim ve başlık değiştinneğe çalışmak ayrı bir şeydir: Sırf milletten ayn görünmek için, hiçbir kimsenin yapmadığını ve kullanmadığını yapmak ve kullanmak ayrı bir şey . . . Biri Rum, biri Ermeni iken, pek iyi Osmanlı olduklarından feslerini çıkarmayan Panciru Bey'le Osmanlı Bankasında Keres teciyan Efendi 'yi ne kadar sevmiştik. Atatürk'ün başlık meselesine dair bazı hatıralarını dinlemiş tim. 1 908 Meşrutiyetinde ittihat ve Terakki tarafından, teşkilat me seleleri için, Trabl usgarp'a gönderilmişti. Bindiği vapur Sicilya'ya uğrar. Bir hayli durur. Mustafa Kemal açık bir araba ile kısa bir 1 04
gezi ntiye çıkar. Başında fes olduğu için Sicilya çocukları arabayı limon kabuğuna tutarlar. Mustafa Kemal çocukların terbiyesizli ğinden fazla. Türk kafasının neden böyle yabani bir başlığa esir ol duğuna tutulur. kendi fesine kızar. Tüylü Tirol şapkası ile Picardi manevralarındaki kalpak hikayesini daha yukarılarda anlatmıştım. M ustafa Kemal bir tatlı su Türk ' ü değil . hür fikirli bir Türk devrimcisi idi. Fes ve şapka demek. medeniyet demek olmadığını
pek iyi bi ldiğine şüphe yoktu. Fakat başlık değiştirmenin din ve i man değiştinne olduğu gibi batıl inanışlara saplanan ve mıhlanan bir kafaya . hiçbir ileri tefekkür ışığı vurmıyaeağını da bilirdi. Asıl mesele kafanın içindeki batıl inanışları söküp atmakta idi. Bu baş lık değil . baş davası idi. Çankaya 'da resmi kıyafet ve başlık meseleleri. l 925'te sık sık görülmüştür. Esvap işinde bazı kimseler, ucuz ve kolay olacağı için, ceket atay yahut redingotu i leri sürınüşler. içlerinde l stanbolin ve ya yıldızlı sınnalı ünifom1a teklifinde bulunanlar da olmuştur. Ba zı arkadaşlarımız da Amerika ve lsviçre'de olduğu gibi, frak ka bul edilmesi fikrinde idi ler. Cumhuriyet bayramında veki llerin ve mil letveki llerinin frakla Meclise girişlerini seyreden köylülere da ir hoş bir fıkra vardır. Eski törenlerde valinin ve büyük memurla rın giydiği redingotu hatırlıyarak, bir köylü yanındakine sorar: - Gazi Paşa ne diye esvapların eteğini kestirmiş'? - Etek öpmeyi kaldırmış da ondan! ***
Atatürk ' ün başlık meselesini halletmek için sıra v e fırsat bek lediğini seziyorduk. Çiftlikte bir traktör üstünde alınan fotoğrafın dan anlaşı lacağı üzere ara sıra panama giyerdi. Fakat panamasının siyah kurdelası yoktu. Atatürk'ün Kastamonu ve lnebolu'ya doğru bir seyahate ka rar verdiğinin akşamı Çankaya' daki eski köşkünde bulunuyorduk. Hazır olanlardan ismet Paşa, Şükrü Kaya, Ruşen Eşref hatırıma geliyor. Başlık bahsi açıldı. 1 05
Türlü fik irler arasından başlıcası şu idi: İstanbul 'da başı ka şınan alafrangalardan birkaçı şapka giyerler. Tabii halk arasından bunlara tecavüz etmeye kalkışanlar olur. Polis de her vatandaşın dilediği başlığı kul lanmakta serbest olduğunu söyleyerek tecavüz edenleri karakola götürür: Sonra orduda Enveriyeyi biraz daha ka tılaştırınz. Nihayet devlet memurlarına sıra gelir. Böylece şapka umumileşip gider. Başlığa siper-i şemsli serpuş (güneş siperli baş l ı k ) adı verilmesi de i leri sürülen fikirler arasında idi. Konuşmalar arasında Atatürk Avrupa 'da bulunmuş arkadaş larından şapkanın kullanıl ışına dair bilgi alıyordu. Hatta bir iki ar kadaş talim bile yaptı. 1 92 5 Ağustosunun yiııni dördünde Mustafa Kemal Kastaıııo nu'ya hareket etti. Ben de milletvekili olduğum Bol u'da bir dolaş ma yaparak lstanbul 'a gitmek üzere yola çıkmıştım. Dağlarda haydutlar eksik olmadığı için. azıl ı bir eşkıyayı ya kalamak üzere takipte bulunan Bolu ve Kocaeli val i leri ve jandar ma komutanları ile Düzce 'de buluştuk. Akşam beraberce yemek yediğimiz sırada şapka giyilmek ihtimalini söyledim. Sofrada bu lunanlar: - İşte yalnız bu olamaz. dediler. Gündüz olsa da insan pencereden başını çıkarıp bir sokağa baksa bu söze hak vereceğine şüphe yoktu. Biz daha Düzce'de iken ajanslar Atatürk ' ün 27 Ağustosta İnebolu Türkocağındaki nutkunu ve isim muvazaasını da bıraka rak şapka adını kul landığını haber vemıesinler mi'? Güvenilen. inanılan bir büyük lider ne demektir? İradesini za yıf sinirler üstüne nasıl yayar ve imkansızlıkla dövüşecek bir azmi nasıl yaratı verir. bir misalini daha görüyordum. Aynı arkadaşlar: - M ustafa Kemal giydi mi, giymedi mi , kimin haddine karşı koymak? diyorlardı. M ustafa Kemal o yolculuktan Ankara 'ya şapkalı döndü. Se1 06
hir yakı'hiarında kendisini karşılamaya gidenlerden Yunus Na di'nin şapkasını beğenerek kendisininki ile değiştirdi. ilk havadi si duyar duymaz başına şapka giyerek lstikliil Mahkemesine gel diği için "'Vakit'' muhabirini huzurundan kovan ve hapsettim1eye kalkışan rahmetli AfyonM i lletveki li Ali Bey de. şapkası i le. kar şı l�yıcılar arasında idi . Bir hayli sonra, mesela İzmir gibi aydın çevreler varken. ilk şapkayı niçin Kastamonu taassubu içinde giydiğini M ustafa Ke mal "den somıuştum. Şu cevabı verdi: � izmir tarafı halkı beni birçok defa gördü. Eğer orada şapka
giysem. bana değil. şapkama bakarlardı. Beni ilk defa görenler ise şapkamla olduğu gibi kabul ettiler. Ad koyma hadisesi için şöyle demişti: - Fena uyumuştum. Sinirli ve rahatsızdım. lnebolu'da halk toplantısına gittiğim vakit simsiyah bir kalabalık bulunca sinir ger ginliğim büsbütün arttı: "Nedir bu milleti bu geril iğe mahkum et mek?" diye düşünüyordum. Söze başlamadan önce su içmek iste dim. Elim titredi, bardağı dudağımda güç tuttum. Bu da bende şid detli bir aksüli'ımel (tepki) yaptı . Bildiğiniz nutku söyledim ve ba şımdakini halka göstererek : "Bunun adına şapka derler," dedim. lstanbu l ' un i leri kafaları arasında bile, Mustafa Kemal düş manlığı yüzünden, bu kararı hoş göm1iyenler olmuştur. Araların da Cavit Bey'in de bul unduğunu anlatmışlardı. Bir şapkalı resmi nin gazetelerde çıkması, partisi hükumetinin düşme sebeplerinden olan eski Maliye Nazırına Mustafa Kemal kızmış: "Beyimin dini ne mi dokunuyor acaba?" demişti. O vakitler doksan yaşlarına basan eski Sadrazam Tevfik Paşa: - Yahu bu festen de kolay geçti, sokakta hiç kimse taşlanma dı, dediğini duymuştum. Eskilerden bir sofu milletvekilinin bir teklifini de hatıraları ma katayım: Başvekile gel ir, "Paşam�" der, "Gazimiz emretti, giy1 07
dik. Fakat şunun burasına (melon şapkasının ön tarafını göstere rek ) bir ay-yıldız i!'!letsek olmaz mı?" Yemek hazmetmek değildir: Şapkanın benimsenmesi . giyil mesinden çok uzun sürdü. Pek iyi hatırlıyorum: Ekim ayı sonları na kadar fötr ve melon biçimlerine alışan iç sokaklar halkı . bizi ilk defa si lindir şapka ile gördükleri vakit peşimize takılırnşlardı. Ba .. zı pencerelerin arkasından "'Gavurlar! iltifatını da işitmiştik. Taassup ve din istismarcılığı pek ağır bir darbe yemişti. Asır ların nice mi lyonlarda bir yetiştirmediği büyük inkı lapçı, her şey den önce ve her şeyin üstünde büyük Türk ve şüphesiz son çağ M üs1 ümanlığının en hayırlı adamı. Harun'lar ve Memun ' lar devrinde
eski Yunan ayarı bir medeniyet yaratan l slamlığı kafasından boğa boğa. karanlığa sürükl iye sürükliye. nihayet yiııninci asırda -Mus tafa Kemal Türkiyesinin on üç on döı1 mi lyon Türk ' ü müstesna yüzlerce milyonluk geri bir kölelik sürüsüne çeviren taassubu ye re çarpmakta devam ediyordu. Şapka, Kemalizmi Osmanlı ıslahat hareketlerinden tavizci ve ımıvazaacı olmamak karakteri ile ayırır. M ustafa Kemal Deniz Kı zı masalına inanmıyordu. Ya balık. ya insan vardır. M ustafa Ke mal geri bir memlekette medeniyet meselesi halledilmedikçe hiç bir meselenin halledilemeyeceğini biliyordu. Şarklı-Garplıya inan mıyordu. Ya Şark, ya Garp vardır. Garp medeniyetinin temeli. hür tefekkürdür. Şapka bir başlık taklidi değildir. tefekkür inkı labının bir sembolü idi. Bu inkılap nıüsbet ilme dayanan ilkokul eğitimi ile köyde hal kın derin köklerine kadar inmeli idi. Ömrü buna yetmedi. Mede niyet meselesi halledilmedikçe hiçbir meselenin halledilemez ol duğ-umı bugün de gönnüyor muyuz? Demokrasi politikacıları. geçici dünya nimetlerini paylaşmak için, can çekişen taassubu beslediler ve ona yeniden halk kanını emme kudreti verdiler. ! 08
Yazı Birinci Dünya Harbinden önce "Tanin" gazetesinin birinci sayfa köşesinde yeni bir yazı denemeleri vardır. Harbiye Nazırı En ver Paşa kendi dairelerinde Türk yazısını değiştinı1işti. Hatta res mi nezaret tezkereleri yeni yazı ile yazılmakta idi. Yeni yazı sadece bitişik harfusulünü kaldııınaktan, imla harf leri üzerine hareke koymaktan ibaret. ·
Mesela: "Yeni ahz-ı asker kanununun meclis-i mebusan en
cümeni askerisinde müzakeratı hayli ilerlemiştir." cümlesi eski yazı ile şöyle yazılmakta idi:
..!.}.;_.
;.,
�
� �\ �
.. ,.
� \:.
r-.
&--lr .
Enver Paşa yazısı ile şu biçime ginnekte idi:
.:, � ,
t..S u o ..s
;,n 'u / v ; v ı � •
Eğer harp çıkmasaydı. bu acayip yazı uınuınileşeeek miydi? Hiç zannetmiyorum. Hepimiz gülüyorduk. Fakat Enver Paşa'yı da denemesinden alıkoymak mümkün değildi. Enver Paşa bir vatansever ve muhafazakar tipte bir ıslahatçı idi. Bu yazı da. onun kabalığı nevinden bir icattır. Fakat ilk yeni leşme ve Garplılaşma hareketinden beri duyulagelen bir ihtiyacın ne kadar derinleştiğini gösterir. Bu bir fantazya değildi. Ciddi bir şeydi. Bir Osmanl ı çocuğunun ilk eğitim değil, orta ve daha yüksek I 09
mektepler gördükten sonra dahi imla yanlışları yapmaması az rast lanan bir şeydi. i mlası düzgün demek, Osmanlıcada yarı-bilgin demektir. ·
·
Enikonu şöhret kazanan yazarlar arasında kendi yazısındaki Arapça ve Farsça kelimeleri doğru okuyamayanlar çoktu. Gerçi T ürkçe keli meler imla harfleri ile gitgide bir okunma kolaylığı almakta idi. Mesela "trk" kelimesini artık eski yazıda da "Türk" diye yazıyorduk. Ancak buradaki "u"nun yerini tutan "vav" harfi hem "ü", hem "u", hem "ö" sesi verirdi. Ama Arap ve Fars kelimelerine dokunulmak barbarlık sayıl ırdı. Size yeni yazımızla iki eski imla örneği göstereyim: "trdd", "mtcld", kelimelerini, eğer iyi Arapça bilmiyorsanız, şimdi nasıl okursanız eski yazıda da öy le okurdunuz. Birincisi "tereddüt", ikincisi "mütecellid"dir. Enver Paşa bunu eski harfleri ayınnak ve aralarında imla harfleri koy mak yolu ile halletmeye kalkıştı. Çünkü sağdan yazı Kuran yazı sı idi. Onu muhafaza ederek bir çare bulmalı idi. Sağ ve soldan yazı meselesinin dinle ilgili bir mesele olma dığı bir hoca olan Ali Suavi tarafından nice yıllar önce ortaya atıl mıştı. Fakat Ali Suavi'ye göre okuyup yazma gülünçl üğünün se bebi bir yazı değil, bir dil işi idi : "İngilizce' de de imla yoktur," di yordu, "İngilizce"de 'a' birkaç türlü okunur. Fakat İngilizcede ln gil izin bilmediği ve konuşurken kullanmadığı kelime yoktur. Bi zim dilimiz ise bizim olmayan, konuşurken ağzımıza almadığımız, sadece şair, edip ve alimlerin yazarken kullandıkları kel imelerle doludur. Dili sadeleştiriniz. ihtiyacımız olmayan yabancı kelime leri atınız. imlayı biraz düzeltmekle bu güçlük kalmaz." Bu doğru bir fikirdi. Fakat, Ali Suavi 'nin dediğini yapmak için Osmanlıcadan vazgeçmeli idi. Eğer Arapça ve Farsça kelimelerin imlası üzerinde bir taas sup olmasaydı, Arap ve Fars kel imeleri de Türkçeler gibi bölüne rek kolayca okunabilmek imkanı aransaydı, yazı davası yine kalır mıydı, bilmiyorum. Fakat bu dil işini halletmek, Arapçayı ilim di1 10
ti olmaktan çıkarmak. kendimize mal ettiğimiz yabancı kelimele ri Türkçe saymak ve onlara Türkçe kelimeler gibi sahiplenmek de mekti. Düşününüz. Arapça '"ayın ve se" ile '"Osmanlı" kelimesini Türkçe '"elif. vav ve sin" ile yazmak ... Bu da yazı değiştirmek ka dar. belki daha güç bir şeydi. Meşnıtiyet'te Latin yazısı üzerine tartışmalar olmuştur. Hat ta Abdullah Cevdet "içti had" dergisi i le kitaplarında Frenk rakam ları kullanırdı. Taıtışma Cumhuriyet devrinin kuruluş yıl larına ka dar devam etti. Hüseyin Cahit Yalçın lzmir gazeteci ler konuşmasında Ata türk 'e Liitin yazısının ne zaman kabul edileceğini sorımıştu. Aca ba henüz kati bir fikri mi yoktu veya zamanı gelmediği düşünce sinde miydi? Atatürk. Hüseyin Cahit'in sualini iyi karşılamamış tı. i leri fikirli gençler. Cumhuriyet gazetelerinde yazı tartışmaları nı bırakmadılar. Liitin yazısı ile bir köy çocuğu bir hafta içinde. üni versiteden çıkma gençlerin bile yanlışsız içinden çıkamadıkla rı metinleri doğru okuyacaktı. Batı yazı alemine girecek ve onun bütün kolaylıklarından faydalanacaktık. En ehemmiyetlisi Türk ka fasını. köklerine kadar. Arap kaynaklarından sökecek ve milli kı lacaktık. Bu yazı işinde gazetede ve Atatürk meclislerinde ben de haylı çalışmışımdır. Nihayet Atatürk 1 928 yılı Haziranında Ankara'da bir komis yon kurulmasını Maarif Vekili rahmetli Necati 'den istedi. Bu ko misyonun azaları Maarif Vekaleti Müsteşarı Mehmet Emin Erişir gil. Talim ve Terbiye Dairesi Reisi i lhan Sungu. Ruşen EşrefÜnay dın, Profesör Ragıp Hulusi. Ahmet Cevat Emre ve lbrahim Gran di idi. Ben memleket dışında bir yolculukta idim. Döner dönmez Dolınabahçe Sarayı ' nda ziyaretine gittiğim Atatürk : '"He.men An kara 'ya git. komisyona katıl ve bu işi çabuk bitiriniz," dedi. Komisyonda ilk görülecek iş, yazı değiştimıck doğru mudur. değil midir. tartışmasına nihayet verip yeni alfabe harflerini scç meğe başlamaktı.
1il
Bir prensip anlaşmazlığı şöyle çıktı: Osmanlıcadaki yabancı kelimelerin dahi bütün ses haklarını veren bir alfabe mi alacaktık. yoksa Türkçe ve Türkçeleşen kelimeleri mi esas tutacaktık? Ara bın "ayın"ı, "s"si, "'zel"i, "tı"sı, "zı"sı gibi yeni alfabede ayrı ayrı harfler olacak mıydı'? Bu harfler Türklerin ağzında kaybolmuştur. "Osman"daki "s" ile "esmek"teki "sin" arasında. "ağız"daki kalın "ze" ile ''haz"daki "zı" arasında hiçbir fark yoktu. Bundan başka biz yeni alfabede yalnız Türkçe kelimeleri düşünmekle yabancı ke limelerin de Türkçeleştirilmesini sağlamış olacaktık. Aynı harf, ya bancı kelimeye imtiyaz verınek ve onu daima yabancı kıldıktan başka eski imli! zorluklarını yeni yazıda da bırakmak demekti. Sağ anlayış, Türk söyleyişinde kalmayan, fakat fasih Arap söyleyişinde devam eden bütün ses haklarını vermekti. Biz milli yetçiler sağ anlayışın iddialarını yendik. Türkçe kelimeler için "kaf' ve "kef', "gef' ve "gayın" harf leri lüzumsuzdu. istisnasız bütün Türkçe kelimelerde "k" ve "g'' harfleri ince seslilerle "kef' ve "gef', kalın seslilerle "kat" ve "ga yın"dırlar. - Ya Kazım kelimesini nasıl okuyacağız, diyorlardı. Bir radikal fikir şu idi: Böyle kelimeler gitgide Türk söyleni şine uysa ne çıkar? Fakat bu fikir yürümedi . iki ayrı harfalmak ye rine Türk kaidesine uymayan Arapça kelimeler için "k" ve "g" harf lerinin önüne bir "h" koymakta uyuştuk. '·Kazım == Khazıın" ya zılacaktı. Tasrif ve terkipler için tire usulünü kabul etmiştik! "Gel miyorum" kelimesi ''Gelıniyor-um" şeklinde yazılacaktı. Yeni alfabede Latin yazısı dünyasının ortaklaşa değerlerini değiştiren acayipliklerin kalmasına hiilii esefduymaktayım. Bunun başlıcası "c" harfidir. Türkçede "j" sesi yoktur. Yabancı dillerden alınına kelimelerde bu ses "c"ye değişmiştir: Candarma. cuma! gi bi . . . "Ejderha" i le "'ecnebi" kelimeleri pek farklı söylenir. Bir tek lif "c" sesi için 'j'"yi almak ve "c" harfini de "ç" sesi için bırak-
ı 12
mak, "ç"yi "ş" karşılığı kullanmaktı. Herhalde bugünkü bazı ay kırılıklardan kurtulabilirdik. Komisyon alfabesini l stanbul'da Atatürk' e ben getirdim. _Uzun uzun tetki k etti. Konuştuklarından bir takımı "q" harfinde ıs rar ediyorlardı. Hatta bir aralık Atatürk bu tavizde bulunmaya da karar ve,rdi. Ertesi gün vazgeçirdik. Atatürk bana sordu:
- Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz? - Bir on beş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa mühletli iki teklif var, dedim. Teklif sahiplerine göre ilk devirleri iki yazı bir ara da öğretilecektir. Gazeteler yarım sütundan başlıyarak yavaş ya vaş yeni yazıl ı kısmı artıracaklardır. Daireler ve yüksek mektep ler için de tedrici bazı usuller düşünülmüştür. Yüzüme baktı: - B u ya üç ayda olur, ya hiç olmaz, dedi . Hayli radikal bir inkılapçı iken ben bile yüzüne bakakalmıştıın: - Çocuğum, dedi, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir harp, bir iç buhran, bir terslik oldu mu, bizim yazı da Enver' in ya zısına döner. Hemen terkolunuverir. Bu arada bir (q-kü) harfi tehl ikesi atlattık. Biz Türkçe keli melerde ( k )nın ince seslilerle daima (k), kalıp seslilerle ( ka) okun duğunu düşünerek ( q-kü)yü alfabeye almamıştık. Ben yeni yazı ta sarısını getirdiğim günün akşamı Kazım Paşa (Özalp) sofrada: - Ben adımı nasıl yazacağım? "Kü" harfi lazım, diye tutturdu. Atatürk de: - Bir harften ne çıkar? Kabul edelim, dedi. Böylece Arap kelimesini Türkçeleştinnekten al ıkoymuş ola caktık. Sofrada ses çıkarmadım. Ertesi günü yanına gittiğimde me seleyi yeniden Ata'ya açtım. Atatürk el yazısı majüsküllerini bilı 13
mezdi. Küçük harfleri büyültnıekle yetinirdi. Kağıdı aldı. Kemal"in baş harfini küçük ( k ü )nün büyütülmüşü i le, sonra da ( K )nin büyü tülmüşü ile yazdı. Birincisi hiç hoşuna gitmedi. Bu yüzden (kü) harfinden kurtulduk. Bereket Atatürk ( kü)nün maj üskülünü bilmi yordu. Çünkü o ( K )nın büyütülınüşündcn daha gösterişli idi. ***
1 928'de bir Ağustos akşamı idi. Dolınabahçe Sarayı'nda bu lunuyorduk. Atatürk Saraybumu parkındaki halk toplantısı ile Bü yükada Kulübünde bir suareye davetli idi. Saraybumu parkının, bütün kalabalığı ve sahneyi gören yük sekçe bir yerinde bir masa hazırlamışlard ı . Bahçenin bir köşesin de halkı eğlendiren bir caz. sahnede ise. nöbeti geldikçe Arapça şarkı ve kasideler söyliyen Mısırlı M ünire-tül-Mehdiye takımı var dı. Atatürk 'ün geldiğini gören halk alabildiğine coştu. Atatürk bu lunduğu yerde neşe ve şevki susturan mürai bir Şark zorbası de ğil, şenlik içine katılan . halk sevincini içine sindiren, içenle içen, oynayanla oynayan, konuşanla konuşan bir halk arkadaşı idi. Hal kın içine girdiği vakit kendini tam yerinde h issederdi. Halk ile ha şır neşir olurdu. M ustafa Kemal ' i halk ile beraber görünce, mürai yobazlar kaybolup giderlerdi. O kalabalıktan ürken ve kalabalığı kendilerinden iki üç asker kordonu ötede tutan diktatörlerin aksi ne, nefesine nefesi kanşan kalabalıkta kuvvet bulurdu. Bütün öm rünce halktan hiçbir tecavüz beklememiştir. Shakespeare'in kralı başvekil ini tacını bırakıp vatandaş olmakla tehdit ettiği gibi, Mus tafa Kemal de kızdıkça: "Mil lete giderim." derdi. M ustafa Ke mal ' in inkılap iradesinin kaynağı, halkın kendine inanışıdır. O bü tün baltamamaları halktan değil, aydınlardan gönnüştür. Tek dik tası da bu irtica üniversite profesöründen ınedreseliye kadar çeşit li aydınlarını halkı kışkırtmalarına müsaade etmemekti. Tanzi mat'tan beri isimlerini duyduğumuz liderler arasında halkı doğru anlayan ve halk ile kaynaşma yollarını bulan yalnız o i_d i.
1 14
Kadınlı erkekl i park kalabalığının neşesi ile keyfi arttı. Bu coş kunluğa, ara sıra, Arap musiki takımının biteviye, ağlayışlı ve in leyişli nielodileri sekte veriyordu. - Kimde bir defter var? dedi. Kendisine hizmet edenlerden biri paıınak büyükl üğünde bir cep defteri bulabildi. Bu deftere bir şeyler yazdığını görüyorduk. Bir müddet sonra beni yanına çağırdı, kulağıma: - Kimseye göstermeden bunlara göz gezdir, sana okutacağım, dedi. Yerime oturdum, baktım, yeni yazı i le "Saraybumu nutku" diye Cumhuriyet tarihine geçen hitabenin ilk parçaları idi. Atatürk millete iki şey söylüyordu: Yazın, Arap yazısı değildir. Musikin, bu sahnedeki musiki değildir. Yazdıkça birer birer bana geçirdiği kağıtları geri aldı, ayağa kal karak halkı selamlayan kısa bir nutuk söyledi, sonra el inde tut tuğu defteri göstererek, bir şeyler not ettiğini ve bunları orada ha zır bulunanlardan birine okutacağını haber verdi, kalabalı ktan Türkçe yazı okumayı bilen birini çağırd ı . Bir genç koşup geldi, fa kat Latin yazılı kağıtları görünce şaşaladı, Atatürk: "Bu arkadaşı mız hakiki Türk yazısını bilmediği için şaşııınıştır. Arkadaşlarım dan birine okutayım," dedi. Beni yanına çağırdı. Nutku okudum. Halk, parkın içinde toplandığından beri bir müjde bekliyor muş da o müjde bu imiş gibi, dibinden kaynayarak coştu. Atatürk ayağa kalkarak halk şerefine içti. Halk onun şerefine o ağustos ge cesini donanma gecesine çevirdi. Geç vakit iskeleye doğru güçlükle inerek motöre binip Bü yükada Kulübüne yanaştık. Bahçede ana binaya doğru i lerlediğimiz sırada tuvaletli ha nımlar ve frakl ı erkekler bir grup halinde bize doğru geliyorlardı. Atatürk bana döndü: - Çocuk, dedi, orada yaptığımızı burada yapamazdık.
1 15
Bu bir Tanzimat dekorudur. Garp medeniyetçisi ve Türk mil liyetçisi Atatürk bu dekora bir türlü ısınamamıştır. O bir ciliicı de ğil, bir yontmacı idi . ***
Atatürk halkı yeni yazıya alıştınnak için meşhur seyahatine çıktı. Gezici alfabe hocalığı yapıyordu. Hiç okuma yazma bilme yenlerin, kolayca öğreniverdikleri bu yazıya ısınmaları tabii idi . Al fabedeki tire ve bazı işaretlerin güçlük uyandırdığını gördüğü için, hepsini kaldınmştı. B iz İstanbul gazetelerinde her gün yeni yazı örnekleri neşre diyorduk. Açıkça muhalefet yoksa da muhafazakar ilim ve edebi yat çevreleri bu kadar kökten bir değişikliğin aleyhinde idiler. Doğ rusunu isterseniz kandırıcı bir del i lleri de yoktur. Bir gün öncesi ne kadar Osmanl ı k ütüphanesinin yoksulluğundan şikayet eden ler, şimdi geçmiş haznesinin ne olacağını soruyorlardı. Yeni yazı nın Arap diline uymıyacağını i leri sürenler hiç şüphesiz haklı idi ler. Fakat Türkçeye de uygun gelmiyeceği üzerine akıl yatırır hiç bir tenkitlerine rastlamıyorduk. Yeni yazının Türk dil indeki yaban cı kelimeleri asıl l arından uzaklaştırıp millileştinnesi ise, onun aley hine değil , lehine bir del i l sayılmak lazım gelirdi. B ütün zorluk bizim nesiller içindi. Eski yazı ile yetişmiştik. Her Türkçe kelime, bizim için, bir resimdi. Onu heceliyerek değil, görerek okuyorduk. Bizler, bu resmi kaybedip, yerine her kelime nin yeni bir resmini koymak gibi, belki de ömrümüzün sonuna doğ ru başaramayacağımız nankör bir külfet karşısında idik. Okuyor duk, heceleyecektik. Ama bütün okur yazarlar milletin yüzde be şi i l e onu arasında idik. Eğer bu nisbet yüzde elliyi aşmış olsaydı. yazının değiştirile meyeceğine şüphe yoktu. Aynı anadilini Sırplar Kiri! ve H ırvatlar Latin harfleri ile yazmaktadırlar. Yazı inkılabı yapılacaksa, tam za manı idi. M i l letin yüzde beşi ile onu arasındaki bir azlık, gelecek nesiller hesabına bir fedakarlı k yapacaktık. Bir memur düşününüz. 1 16
Sağdan yazar. Latin harfleri ile hiçbir alışkanlığı yoktur. Bu memur şimdi yeni b! r yazı öğrenecekti. Ne kadar istenıiyeceği bir şey ol duğuna şüphe edilemez. Atatürk inkı laplarının en çok rahatsız ede ni yeni yazıdır. Çilesine katlanabilmek için fedakarlığın şerefini be nimsemek liizıındı. Doğrusu Atatürk ve İnönü herkese örnek olmak istediler. Yeni yazı kabul edildikten sonra ikisi de bir daha Arap ya zısı kullanmadılar. inönü adetlerinden vazgeçip geçmediklerini an l amak için, arkadaşlarının not defterini bile yoklardı. İ l k iş, yeni yazı ile okuyup yazma bilenlerin sayısını, hemen, eski yazı ile okuyup yazına bilenlerin sayısı üstüne çıkannak, yeni yazı ammesini yaratmaktı. M illet mektepleri fikri bundan doğdu. Zavallı Necati millet mekteplerin i açacağı sırada genç yaşın da öldü. Hastalığından bir akşam önce Çankaya' da beraberdik. Ata türk ve arkadaşları neşe içinde idik. Çankaya durgun havaya gel mezdi. Rüzgar sesi duyulmalı , kuşlar uçuşmalı ve kaçışınalı idi ler. Sonsuz enginlere doğru bembeyaz ümit ile hayal yelkenlerini açan Türkiye'nin yürüdüğünü öyle hissederdik. Miskinler tekke sinde neler konuşulduğunu düşünmezdik. Türk kafasını ve vicda nını Ortaçağ karanl ığından yeni zamanlar aydınlığına ulaştınnak için çırpınan bir kahramanın yoldaşları idik. O kadar sevinen Necati, Latin harfi ile imza atmayı henüz ıneş kediyordu. Maarif Vekili millet mekteplerinin ilk talebesi olacak tı. Heyecan içinde kalktı. Pek sevdiği zeybeğini oynadı. Körbağır sak ameliyatı olması için hekimlerin nasihatlerini dinlemiyen za val l ı genç, bu sıçrayışlarda bir zehir kesesini delerek içine akıttığı nı bilmiyordu. Ertesi gün ateşler içinde yattı, millet mekteplerini sa yıklayarak öldü. Atatürk 'ün ilk defa hıçkırıklarla ağladığını bu ölüm akşamı göı111 üştüm. "Ne evladdı o. . . " diye hayıflanıyordu. Yüz binlerin ölümüne göz kırpmadan bakan, ateşte dövülmüş ve kanda soğumuş bu irade, bir ana kalbi kadar yumuşamıştı. 3 1 Kasım l 928 'de Büyük M i l let Meclisi yeni alfabe kanunu nu kabul etti . 1 17
Layisizm Tanzimatçı sadrazam:
- Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki hukuk farklarını kal dırdık. Artık hepsi Osmanlı ve eşittirler, demesi üzerine l ngiliz bü yükelçisi: - Demek ki, bundan sonra Müslüman kadınlar Hristiyanlarla da evlenebilecekler, demiş ve sadrazam: - Yoo . . . işte bu olmaz, diye yerinden sıçramıştı. Tanzimat'ta büyük işler görüldüğü inkar edilemez. Saray, Bab-ı ali ve uyanık Osmanlılar anlaşmışlardı ki, ya Avrupalı ola caktık, ya Düvel-i M uazzama denen yedi pençeli emperyal ist dev bizi parçalayıp Asya sürülerine döndürecekti. Tanzimatçılar Os
manlı Türklügünü bu kara kaderden kurtarabilmek için büyük ce saret göstennişlerdir. l 9'uncu asrın başlangıcında Hristiyanlarla Müslümanlar hukukça eşittirler, diyebilmek. l 928'de Arap yazı sını Latin yazısına çevinnekten daha güç bir şeydi. fakat mektebin yanında medrese, yeni kanunların yanında şe riat. sivil mahkemelerin yanında şer'iye mahkemeleri, hakimin yanında kadı. valinin yanında müftü. sadrazamın yanında şeyhü l islam, l 920'de dahi, olduğu gibi durnıakta idi. Bizzat padişah ay nı zamanda halife idi . Tanzimat'ın yüzüncü yıldönümüne doğru Bab-ı fıli 'de ( l ) yirminci, Süleymaniye'de ( 2 ) yedinci asırda idik. Yalnız bütün hakları ile aile değil, üniversitede tefekkür dahi şeri atin kontrolü altında idi. Edebiyat Fakültesinde felsefeyi bir mu taassıp medreseliden okurduk. Bir Ortaçağ teokrasisinin bütün baskısı memleketin dörtte üçünde hissedilmekte idi. Büyük M i l let Meclisinin koyacağı ka nunların şeriat hükümlerine aykırı olmıyacağı hakkındaki madde Teşkiıat-ı Esasiye'nin esas hükümleri arasından çıkmamıştı. ( 1 ) Sadaretin bulunduğu yer.
( 2 ) Mcşihatin ve şer' iye mahkemelerinin bulunduğu yer.
1 18
Cumhuriyetin kuruluş devrinde bir asırdan beri devam eden medeniyet mücadelesinin kesin zaferi, medeni kanun ve layisizın le kazanılmıştır. Büyük M i l let Meclisinden Medeni Kanunu ge çiımek ve Anayasayı, devletin dini din-i ls!amdır, maddesini çı kararak layisizm prensiplerine göre tasfiye etmek, devrim dava mızın taç giyme törenidir. Türk mi lletinin bir yim1inci asır toplu luğuna doğru tekamül etmesi için artık hiçbir engel kalmamıştı. Bundan ötesi eğitim meselesi idi. Gericiler, bir asırdan beri, Garplı laşmanın dinden ve milliyet ten çıkmak demek olduğu fikrini yaymışlardı. Kemalizm. bu ma sala nihayet veriyordu. Devrimler içinde, ilk defa, Türklüğümüze de kavuşuyorduk. Avrupa ve Asya sınırlarımız arasındaki bu ko ca ülkede Milli Birlik denen şey, i l k defa inkılap Türkiyesinde ger çekleşti. Tanzimat edebiyatında .. Ben Türküm," diyen bir iki ay dının nerede ise heykelini dikeceğiz. inkılap Türkiyesinde "Ben Türküm," demeyen aydın kalmamıştır. Batı medeniyet dünyasında ltalyan nasıl l talyansa, Alınan na sıl Alınansa, Türk de öyle Türk olacaktı. lslaın Şarkında Arap Arap, Fars Fars, hatta Amavut Arnavut, fakat Türk Türk değildi. Felse feci Naim Hoca, daha 1 9 1 S 'te üniversite profesörü iken. Türklük için bulduğu tek kurtuluş yolu onun Araplaşması idi. Dili de Arap ça olmalı idi. Bir Eskişehir milletvekili hocanın, ikinci Millet Mec lisinde "Ve"yi daima Arap şivesi ile söylenıeğe dikkat ettiğini ha tırlıyorum. Medrese ve tekke büyüklerinin vizita kartlarından ço ğunda soy sonu bir sahabeye. bilhassa Ebabekir'e dayanırdı. Garplılaşmak, aynı zamanda Araplaşmaktan kurtulmak, Türkleşmek demekti. Din, bir vicdan işidir. M üslümanlık. Türk lük şuurunda, milliyet mayasıdır. Ama v icdan işi olan din başka. topluluk ve dünya işlerini yedinci asır şartları içinde tutmak ve don durmak isteyen şeriat başkadır. Atatürk devrimlerine vurulmak is tenen din düşmanlığı damgası. medeniyet düşmanlarının i ftirasın dan ibarettir.
1 19
Yeni Türkiye 'nin kuruluş devri bu devrimlerle nihayet bulc muştur. Fakat yaptığımız devrimler bir "zincir kımıa" ameliyesi i di. Eski zaman ve eski nizam, adetleri ile, görenekleri i le, batıl iti katları ile cemiyetin içinde yaşamakta idi. Geniş ölçüde bir eğitim seferberliği ile halk yığınlarına ve halk çocuklarına yeni zaman ve yeni nizam hakikatlerini benimsetmek lazımdı. Rej imin kaderi ni hayet "kayıtsız şartsız milli hakimiyet'' gayesine, yani çoğunluk iradesine dayanan demokrasiye ulaşmak olduğuna göre, bu irade yi şuurlandırmak, "eski"den hür kılmak zaruretinde idik. Daha "Yeni Rusya" röportaj larında bu tezi savunuyordum. Geçen devrin büyük kusuru bu olmuştur. İ lk eğitim işlerinde çok geciktik ve Türk köyünün ancak ucuna ilişebildik. Roma' da rahmetli Recep Peker'le bir taıiışmamı hatırlıyorum. Başvekil i smet Paşa ile birlikte gitmiştik. Recep paıtinin umumi katibi idi. Rej imin parlak başarılarından bahsettiği sırada: - Mademki bu rejimin mektepleri ve hocaları bütün köyleri kaplamamıştır, hiçbir şey yapmamışızdır, demiştim. Mübalağama öfkelenmişti. Bir hayli taıiıştık. Rahmetli çok efendi huylu bir arkadaştı. Kalbi toz tutmazdı . Bir müddet sonra bana: "Bilsen Falih, seni ne kadar severim. "Zeytindağı 'n yok mu, o kitaptaki görüşlerine hayran kalmışımdır," dedi. - Aziz dostum, Zeytindağı'ndaki görüşleri topladığım vakit yirmi iki yiııni üç yaşında bir gençtim, şimdi otuz beş yaşındaymi, cevabını veııniştim. Kanunla işleri bitirdiğimizi sanmak ve meseleyi, cemiyetin üst katı meselesi saymak bizim eski hastalığımızdır. Tanzimat'tan beri bir asır, sadece bu üst katı havalandırarak geçmiştir. M i l letin yüzde seksen beşi için Tanzimat'tan beri bir gün bile geçmiş ol madığını düşünmüyorduk. Daha devrimin ikinci yılında Atatürk 'e ve eserlerine inanan lardan çoğu, bir fırsatını bulup memleketten çıkmak, veya mem lekette rahat ve kazanç mevkilerini elde etmek için sabırsızlanmak1 20
ta idiler, Bu harap vatandan uzakta, bu yoksul halktan ırakta, Av rupa şehirlerinde bir devlet konağına yerleşerek, devlet arabası ve devlet dövizi i le ömürlerini hoşça geçiırnek veya Çankaya' daki nü fuzlarını iş piyasasına satarak bir iki vurgunda nesillik servetler edinmek hırsı, Çankaya'daki ihtilalci yuvasını saray havası ile ze hirliyordu. Üçüncü Selim devrinin Cevdet tarihindeki etabekan-ı saltanat hikayesini sık sık hatırlardım. Atatürk, devrimci lider olarak, ordusuz bir komutana benzi yordu. Bütün taşra gurbetleri 1 923 'ten sonra onun piyoniyeleri ile doldurmalı idi. Kendisine gelip de bir iç hizmet istiyen gömıez dik, devrim inanıcılarının pek dar'kadrosu, ikbal sinekürlerini bir türlü paylaşamazdı . 1 923 neslinin vazifesi, Atatürk devrimlerini halka sindirmek ti. Bu güç, zahmetli ve belki ilk zamanları nankör bir vazife idi. Dev rimlere, bu kanunları koyan ve onlara karşı isyanları cezalandınııak için mahkemeler kuran Meclis, hatta bu mahkemeler bile samimi inanmıyordu. Yeni nizamın hayatı; Atatürk 'ün ömrü ile ölçül üyor du. Arkadaşlarından biri Çankaya akşamlarından birinde Atatürk' e: - Sıhhatinizi düşününüz, uzun yaşamaya bakınız, öldüğünü zün ertesi günü heykellerinizi bile kırarlar, demişti. Onun partisine, tek paıii adını verenleryanılnıaktadırfar. Halk Paıiisi en koyu gericilikten en ileri fikre kadar bütün eğilimleri, iti raz edilemez bir prensipler disiplini içinde dizginlemeye çalışan bir kaııııa paıii idi. Bu karına-paıii içinde bizler yabancı idik ve yadırganırdık. Atatürk ' e: - Davaya inanmayanları tasfiye ediniz, inananları etrafınızda toplayınız, gibi telkinlerde bulunduğumuz çok olmuştur. Uınu<lunu Cumhuriyet devrinde yetişecek gençliklere bağla mıştı . Halkı da bunlar yetiştireceklerdi . Ben Rusya 'ya gidip gel dikçe daha kestirme, daha çabuk vardırıcı halk ve gençlik eğitimi metotları olduğunu yetki li arkadaşlarıma anlatamıyordum. Biz as rımızın teknik ve metot mucizelerini kavrıyamıyorduk. 121
Hakikat odur ki, Atatürk, bu mil letin tarihinde, bir milletin tarihinde bir ıslahatçı liderden beklenebilecek her şeyi yapmıştır. inkılap devri aydınları, Atatürk ' ün bütün ileri hareketler emrine verdiği itibar, kudret ve nüfuzunu "işletmekte" ıslahat tarihleri ne sillerinin hepsinden daha az kabiliyet göstem1işlerdir. En güç olan sanatı yanında, Atatürk ' ün, yetişme tarzından doğma eksikleri vardı. Bu eksikleri tamamlayamadık. Ekonomi Bu devir hikayesini kapamazdan önce, bazı iç krizleri üze rinde durınak istiyorum. Aradan yinni beş yıl geçti. "ilk zaman lar"ın acı hatıraları unutulmuş gibidir. Durumu iyi toparlayabilmek için bazı l üzumlu tekrarları mazur göstennelisiniz. Birinci Dünya Harbinden önceki kilise nüfus kayıtlarına gö re (çünkü doğrusu bunlardır) Anadolu'da Türk ve Müslüman ol mayanların nisbeti yüzde kırka yaklaşmakta idi. Ortaçağ H ristiyan lığı içinde Müslüman azlıkların yaşamasına imkan yoktu. Fakat Os manlı saltanatının sınırları içindeki Hristiyanlar dilleri. dinleri ve kiliseleri ile korunmuşlardı. Eğer Fatih, Kanuni ve Selim: - Ya Hristiyanların hepsi Müslüman olacaklardır. yahut hiç birine bu ülkede yaşama hakkı vem1iyeceğiz, demiş olsalardı . on ları bu kararlarından alıkoyabilecek hiçbir dünya kuvveti karşıla rına çıkamazdı. Müslüman olmayanlara karşı müsamaha gösteri l mesinin bir değil , türlü sebepleri vardı. Bu sebepleri uzun boylu tahl i l etmek, tarihçilerin görevidir. Bununla beraber iki kardeşten birinin Sokollu Mehmet Paşa adı ile saltanatın sadrazamı, Müslü man olmayan ikincisinin de ilk Sırp Patriği olması gibi bir hadise ye Hristiyan milletleri tarihinde misal gösteri lemez. Çöküş devrin de Osmanl ı imparatorluğundan beş Hristiyan devlet çıktı . Endü lüs topraklarında bir tek Müslüman mahalle kalmış mıdır? Yeni Türkiye' nin kuruluş yıllarındaki Hristiyansız Türkiye.
1 22
bir tammıp trajedisi deği l d i . Dinleri. d i l leri
\
c k i l iseleri i l e Orta
çağdaıı �iııııinci asra kadar Türk !erle beraber yaşayarak gelen Hris tiyanl ı ğı tasfiye etmek. Düvcl-i M uazzama vasiliği altında kapitü Iasyon lu Türkiye'niıı haddi mi idi? Avrupa Türkiyesi elden gidip bütün fetih toprakları yeni Hris tiyan devletlerin vatanı olduktan sonra.
1 9 1 4 'tc. Ruslar Ermenis
tan saydıkları Doğu Anadolu'ya bir ecnebi vali tayin ettirnıi�ler d i . Karadeniz k ıyı ları. Trakya ve Batı Anadolu üstünde Yunan id diaları nın m i l l etlcrarası can l ı bir edebiyatı vard ı . M i l l i yetçilik dev ri. ayrı lma h ırsın ı M üslüman kavimlere de bulaştırdığı için. büs bütün vatansız kalmak korkusu içinde idik. Zaval l ı Osman l ı salta natının Arnavut ve Arap sadrazam ları . Hristiyan nazırları ve bü yükelçi leri olmasının. hatta bir vakitler Dış Bakan l ığın üdeta Hris tiyanlar eline veri lmesinin hiçbir faydası olmuyordu. Y i mı i nci asır Türk 'ün ölümü asrı idi. Birinci Dünya Harbinde. kendi isyanları ve Çar orduları ile işbi rl iği etmeleri yüzünden, Ermeni faciası olmuştur. N e acıklı şeydir k i . bu facia olmasaydı. Kuvay-ı M i l l iye hareketi tutunamaz d ı . Muzaffer devletler mütareken i n daha i l k günlerinde Kafkas sı nırlarından K i l ikya'ya doğru uzanan Ernıenistan devletini kuracak lard ı . 1 9 1 8 mütarekesi i l,e beraber Anadolu Yunan egemen liği teh l ikesi altına girnıişti. Bu egemenlik. Batı Anadolu i le Karadeni z k ı yı larında bul unan Rum nüfusa dayanmakta i d i . Atatürk kuı1uluş zaferi ni kazanınca, Trakya ve Anadol u'yu lıer fı rsatta kendini gös teren bu tehl i keden tasfiye etti. l stanbul surları dışında bütün Tür kiye, som bir Müslüman Türk l ük vatanı hfüine geldi. Böyle bir mil li birl i k taslağı Küçük Asya tarihinde i l k defa görülüyordu. Eski A nkara vi layetinin genişl iğini b i l i r misiniz'? Bolu, Zon guldak, Yozgat galiba Kayseri vilayetleri. onun birer sancağı idi. B i r gün ge l m iştir k i . bu vilayetin bütün ç i ft toprakları birkaç Er meni bankerin rehni altına girmiştir. Küçük esnafl ıktan ve zanaat l ardan ithalfü i hracat tüccarl ığına. veri m l i ziraate kadar bütün m i l-
1 23
li ekonomi Hristiyanların inhisarı altında idi. Türkler rençber. as ker. memur vakıfçı veya derebeyi idi ler. 1 9 1 4 İstanbul telefon def teri adreslerinin yeni kuşak delikanlıları tarafından gözden geçi rilmesini ne kadar isterdim. Rumeli'den Türkler devletle beraber göçmüşlerdir. Osmanl ı sancağı inen yerde Türk tutunmasının imkanı yoktu. Biz Trakya ve Anadolu'dan Hristiyan halkı tasfiye etmekle. memleket ekonomisini köklerinden sökmüştük. Her yerde bağlar bozulmakta. zeytinlikler yabanileşmekte veya kesilmekte. balık av cıl ığı ölmekte. çarşılar kapalı dumıakta idi. 1 924 Türkiyesinin ger çeklerini bilmeyen. yeni Türk tarihi hakkında hiçbir şey öğrenemez. Eııııeni tehciri sırasında Anadolu şehir ve kasabalarının bü tün oturulabil ir mahal lelerini yakmışlardı. Benim 1 9 1 I 'de gördü� ğüm Ankara, 1 923 'te bulduğum Ankara 'nın yanında bir ·mamu re" idi. Yunan ordusu bozgun çekilişi sırasında, Anadolu'nun bir memlekete benzeyen batısındaki şehirleri yakmıştı. lzmir'e gitti ğim vakit bu şehrin de Akdeniz Avrupası şehirlerini andıran ma halleleri yanmağa başlamıştı . lzmir'den Uşak'a doğru yalnız tü ten harabeler ve enkaz arasından geçmiştik. Baştan başa, ziraati i le, ticareti i le, zanaatleri i le. şehirleri, ka sabaları ve köyleri i le, yeniden " inşa" edilecek, maddi ve mane vi inşa edilecek bir vatan ve on iki m ilyon İngiliz l irası, yani iyice bir anonim şirket sennayesi kadar bir bütçe! Osmanlı bütçesinin başlıca kaynağı olan aşarı da, halkı yeni devre ısındımıak için kal dırıyorduk. Batı Anadolu'nun yanmamış büyükçe kasabalarında s inemaya para yerine yumurta verilerek giriliyordu . ·
Lausanne 'da İngi liz Başdelegesi Lord Curzon, Türk Başde legesi i smet Paşa 'nın yabancı imtiyazlarına dair reddettiği her teklifini: - Bir bende, bir de ( Fransız Başdelegesini göstererek ) bunda para var, nasıl olsa bizden para istemeğe geleceksin. Bu reddetti ğin tek l i flerimi o zaman birer birer geri vereceğim, demişti. 1 24
Kısa ve uzun vadeli hiçbir ödünç alma imkanı yoktu. Her şey yapılacak ve 1 9 1 1 ' den 1 922 'ye kadar dört harp geçiren, yanan. yı kılan. milyonlarca evladını kaybeden, üstelik bütün gelir kaynak ları sıfıra inen vatan yoksullarının parası ile yapılacaktı. H itler Atatürk 'ü övdüğü sırada: -Bir millet bütün vasıtalarından mahrum edilmiş olsa dahi. kendi kendini kurtarma vasıtalarını yara!abileceğini ispat eden adamdır. demişti . 1 923- 1 924 Türklüğü düşünülürse. H itler'e ikinci defa hak vermek lazım gelir. Bir de sömürgesizleşme davamız vardı. Demir yolları. tram vaylar, şehir ışıkları, suları. gaz. rıhtımlar, fenerler. hepsi imtiyaz lı yabancı şirketler elinde idi. Bunları satın alarak millileştirecek. tik. Anadolu yaylasında, rayları Ankara 'ya kadar döşenen demir yoll arı bizim değildi ve Düyun-u Umumiye'den kuıiulamam ı�tık. Bu borcu ödeyemezdik. B u demir yollarını yalnız milllleştinnek deği l . kısa zamanda sınır boylarına ulaştınnak zorunda idik. Birin , ci Dünya Harbinde demir yolsuzluktan neler çektiğimizi bilen iki askerden biri Devlet Reisi, öteki Başvekildi. Bi lmiyorduk. Bir bilen ve öğreten de yoktu. Herkes şaşıı11cı ve umut kırıcı idi. Mekteplerde okudukları veya okuttukları on do kuzuncu asır iktisat teorileri ile yeni devlete nasihat verenleri din lesek, kollarımızı kavuşturup bir asır beklemeli idik. Başveki I , de mir yoll arını kendimiz yapacağımızdan bahsettiği vakit. her taraf tan: -Devlet, demir yolu yapamaz, kitapta yeri yok ... sesi geliyordu. Demir yolunu imtiyazlı yabancı şirketler yapmalı idi. Halbu ki Türk bağımsızlığının bize sağlayacağı ilk menfaat, imtiyazlı ya bancı şirketlerin sömürüşünden, yani yarı-sömürgelik şartlarından kurtulmaktı. Memlekette sermaye yoktu. Sermaye simsarları var-
1 25
dı. Bu simsarlar. Türkiye 'yı;: ekonoın. ik bağımsızlık tadı ta.ttırmak istemeyen politikacı sermayenin avukatları idiler. Başveki l :
-Ben o teori, b u teori bilmem. B i r şeyi bil irim, o d a her gün bir karış ray döşemek. . . diyordu. Yeni Türkiye' de devletçilik, bir ekonomik meslek olarak doğ mamıştır: Bir tarihi zaruret olarak doğmuştur. Yapılacak şeyleri devletten başka yapabilecek olan yoktu. Mesele bundan ibaret. Yani Türkiye, kendi yapmak veya hiçbir şey yapılmamasına bo yun eğmek arasında seçmeli idi. Partinin bir iki yüz bin l irasını bir yabancı bankaya yatırarak hissedar olmak teklifinde bulunduğumuz vakit: -Türkler bankacılık edemezler. Paranızı bize bırakırsanız, fa izini veririz, diyorlardı. Bir vatan kuıta1111ak, fakat bir banka kuramamak. Bir fabri ka işletememek ... Zaferin verdiği üstünlük duygusu ile bu iddiala rın doğurduğu aşağılık duygusu çarpışıyordu. 1 923 ' ün şevkli ira desi on dokuzuncu asır iktisat öğrencilerinin şüpheci ve bozgun cu telkinlerini nihayet yendi. Bilmediğimiz şeyleri yapmaya ko yulduk. Ankara köy mü idi? Şehir olacaktı. Demir yolu Erzurum 'a kadar ulaşmalı mı idi'? Ulaşacaktı. Aldanmak, avlanmak. yaptığımızı bozmak veya kul lanma mak hepsi hesapta idi. Her şey yapı lmalı ve yapanların sahibi bu millet olmalı idi. Türk' ün parası varsa Türk. Türk ' ün parası yoksa devlet yapacak tı. Geçmişten korkuyorduk. Kapitülasyonlar kabusu henüz dün ak şamki uykularımızda idi. Devletçilik yeni Türkiye'de milliyetçilik demekti. Birkaç kondüktörle ateşçilerden ve yaban yerlerde istasyon memurlarından başka içine Türk sokmayan Alman, l ngiliz, Fran sız demir yol !arını hem satın almak, hem tamamlamak, hem de yüz de yüz Türk kadro ile işletmek . . . imtiyazlı yabancı şirketleri tasfı-
1 26
·
ye etmek ve hepsini yüzde yüz Türk kadro tle işletmek . . . Ve bu ge ri Asya memleketini ileri Avrupa memleketi haline getirecek her şeyi. her şeyi temelinden ku1111ak . . . M eclis kürsüsünde bir de ' ' l;ç beyaz" parolası revaç bulmuş tu: Ekmeğimizi kendi unumuzdan yoğurmak, şekerimizi kendi pancarımızdan almak, bezim izi kendi pamuğum uzdan dokumak . . . Ah bir buna muvaffak olsaydık . . .
1 923 kafası v e iradesi imkansızlığa meydan okuımıştur. Doğ
ru eğri. eksik tamam. fakat " Türkün yapamayacağı " sabit fikrini yenmiştir.
1 923 iradesinin ve kafasının eline geçmişten yalnız tarihi anıt lar miras kalmıştı. Tarihi anıtlar dışında ne varsa. iktisat, teknik, ticaret, ziraat teşebbüslerinden doğma ne görünürse. hemen hiç bi ri Türk deği ldi. Şimdi tarihi anıtlar dışında olan ve görünen şeyler nesillerce artmıştır ve hepsi ' 'ıni l l i "dir.
Türk tarihi 1 923 iradesinin ve kafasın ın niucizesini unutamaz.
Teferruat isteni ldiği kadar tartışı labi l ir. 1 923 kafasının ve i ra desinin bir büyük eseri de. bugün bütün bu işleri tenkit etmek. da ha iyi tedbirler arayıp bulmak kabil iyetlerini kazanmış olmamız dır. M eşrutiyet'te Direklerarası ' nda bir pabuççu dükkanının açıl masını Türklerde iktisadi teşebbüsçülüğün müjdesi gibi sayan biz ler, bugün, 1 923 kafasının ve iradesinin kunııuş olduğu demir ve çelik endüstrisini lsveçli ler kadar verinıleştirmek imkanlarını ara yabilen bir seviyeye çıkmışızdır. ***
M i l letvekil liğimin i l k yılında, bir öğle üstü, Yakup Kadri i le beraber Meclise gelmiştik. Dış bahçe kapısı ile iç kapı merdiveni arasında birkaç mil letvekili bize bir kanun tek lifi imzalatmak is tediler. Okuduk. Teklif aşağı yukarı şu idi: " H idemat-ı vataniye sine mükafeten Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine 1 mi lyon lira ibda edi l miştir. ' ' imzalayanlardan bazıları belki d e iyi niyetliydiler. M uzaffer
1 27
komutanlarını para i le mükafatlandırmak lngilizlerin de adeti de ğil miydi? Sonra Mustafa Kemal devrimler yapacak ve de\/rimler düzenini memlekette kökleştirmek ve korumak için büyük bir par tiyi teşkilatlandıracaktı. B unun için para lazımdı. Beynimizden vurulmuşa döndük. Sanki zafer ve onun bütün şanları ve şerefleri satılığa çıkarılmıştı. Kuvay-ı M i ll iye devrinin lngi liz entelijansı adına -hareketin başından ayrılmak şartiyle Mustafa Kemal'e büyük bir para ve ltalya'da bir villa vadedilmiş ti. Bu da öyle bir şeydi. Gazi M ustafa Kemal 'i devrim tarihinin ilk günlerinde suikastların en alçakçası ile öldürınek demekti. Gazi'nin haberi olup olmadığını düşünmeden reislik odasın da kendisini bulduk. Hamdullah Suphi heyecanlı sözleri ile hepi mizin ıstıraplarını anlatmaya çalıştı. Gazi: - H iç haberim yok ... Küstahlık etmişler, teklifi bana bulduru nuz, dedi. Getirtti ve yırttı. Derin bir gönül rahatı duyduk. Fakat ittihat ve Terakki devrindeki nüfuz kazançlarına has ret çeken veya Kuvay-ı Milliyenin çetecilik günlerinde vurgun ve yağma z�vki tatmış olanlar, Gazi 'nin yanında ve Mecliste idi. Bir çoklarının devrim umurlarında bile olmadığını biliyorduk. Millet vekilliği de, boğaz tokluğu geçime yeter yetmez maaşlı bir görev di. İşleri yalnız idealist tarafından görenler yeni bir Batı Türkiye sinin ve bu Türkiye içinde yeni bir topluluğun kuruluş savaşlarına katılmanın şevki yanında her şeyi unutuyorlardı. Bu heyecanı duy mayanların hatırladıkları tek şey nüfuzlarını satmaktan ibaretti. Para kazanmak için tek sennayeleri de nüfuzları idi. Gazi, varl ıksız her aile çocuğu gibi, hayli sıkıntı lı bir öğren ci ve subay hayatı geçinnişti. Aylığı hiçbir zaman masrafına yet mezdi. Biraz rahat bir hayatta büyük komuta rütbelerinde kavuşa bilmiştir. Bununla beraber fikirlerini ve politikasını ne satmış, ne de kiralamıştı. Acaba etrafındakilerin kendi itibarını sarsacağına şüphe olmayan nüfuz ticaretlerini önleyebilecek miydi'? 128
Yeni devrin ilk skandallarından biri. Eııneni kaçırma hadise sidir. lstanbul gazeteleri. mallarını yeniden ele geçin11ek için iki En11eni zengininin gizlice lstanbul ·a sokulduğunu yazım şiar ve bu kaçakçılığı yapan " i ş Komitesi"nde Gazi"nin arkadaşlarından bir kaçını ortak göstermişlerdi. Bu iki Erıneninin lstanbul'a gelmiş ol duğu, fakat mesele ortaya çıkınca tekrar savuşturulduktan doğru idi. Kimlerin suçlu olduğu ise anlaşılamamıştı . Bir gün ' " Akşam" gazetesinde otururken, bana bir yeni çıga ra kağıdı kwıağı getirdiler. Çıgara kağıdının adı: Gazi M ustafa Ke mal Paşa! imtiyaz sahibinin adı : Recep Zühdü . . . Recep Zühdü, Ga zi'nin en yakınlarından. idi. Kuşağı aldım, Çankaya 'ya götürdüm. Rahmetli l ider, önledi idi .
Bir aralık vaktiyle orduda politikacılık eden ve Gazi 'nin hiç sevmediği bir eski subay Ankara sokaklarında görünmüştü. Gazi: - Ne işi var bu adamın Ankara'da? diye şüpheye düşmüştü. Komisyonculuk için dolaştığı söylenmesi üzerine, bazıları: - Davanın bütün zahmetlerini biz çekeceğiz, parasını onlar mı kazanacaklar? diye söylenmişlerdi. Eğer devlette bir iş görülecekse ve bu işten bir komisyon alı nacaksa, Gazi 'nin yakınları ve tanıdıkları dururken, bu kazanç ne den kendisinin de rejimin de düşmanı olanlara kaptırılnıalı idi'? İ l k aferizm fesadı Ankara'da iş takip etmeğe gelenleri hara ca kesme_kle başlamıştır. Adam ya zayıf bakanlara sözlerini geçi ren nüfuzlularla oı1ak olacaktı, yahut kazancından olacaktı . Türk olmayanlar bir Ankaralı maske edinmek zorunda idiler. Birkaç misal sürat le şu fikrin yayılmasına sebep olmuştur: Ankara· da an cak nüfuzlu mil letvekil leri vasıtası ile iş çıkarılabilir. Bir gün Hakimiyet-i M i l liye gazetesinde oturuyordum. Çaıı kaya 'daki evimi kiralayan Çek Sefiri beni görmeğe geldi. Biraz hoşbeşten sonra dedi ki: - Bizim l skoda firıırnsını biliyorsunuz. Bu fün1anın Türkiye mümessili Sabur Sami Bey"dir. Bize söylediklerine göre, kendisi1 29
nin siyasi nüfuzu olmadığı için firmanın işlerini yürütenieyecek tir. Onun yerine siyasi nüfuz sahibi bir kimsenin bulunmasını ba na yazdılar. Aklıma siz geldiniz. Gazi 'nin arkadaşısınız. Gazete sinin başındasınız. Lütfen bu mümessilliği kabul etmez misiniz? Hepsinin asılsız olduğunu ve Türkiye'de bu firmanın işleri ni daha iyi görecek bir temsilci bulunamayacağını dilim döndüğü kadar anlatmağa çalışmıştım. Bir gün Milli Savunmanın bir eksiltmesine katılan iki rakip fir madan ikisinin de temsilcisi aynı milletvekili olduğu görülmüştü. iş Bankasının bir nevi politikacılar bankası olarak kurulmuş olması, Cumhuriyet tarihi için pek acıklı bir aferizm salgının baş langıcı olmuştur. iş Bankasını kuranlar ve bilhassa onun umum müdürü, -dü rüst kimselerdi. F.akat bankayı yürutebi lmek, tutabilmek ve işlete bilmek, uzun muddet devlet otoritesini kullamnağa bağlı kalmış tır. Kolay kazanç elde etmeğe çalışanlar, yeili yabancı, Ankara'da nüfuz tüccarlarını bulmakta ve onlar vasıtası ile bankayı kendi te şebbüsleri içine sürüklemekte idi. Birkaç defa bankayı pek ağır zi yanlardan kurtarmak için, onu çıkmaz işlere sokmuş olanları ka zandırarak kurtannak liizıın gelmiştir. Bu kurtarı lanlardan biri, ki on parasız bir subay emeklisi ola� rak i l k Meclise katılmıştı, bir demir yolu mukavelesinden tam 1 mi lyon yirmi sekiz bin l ira komisyon almıştı . Bu komisyonun ehemmiyetli bir kısmı iş Bankasındaki hesaplarını kapatmağa anc cak yetebilmişti. Devlet bu uzun mühletli sözleşme yüzünden milyonlarca li ra ziyana gireceğini anlamış ve onu sonradan feshedebilmek için bin bir sıkıntıya uğramıştı. Oıtaya bir teşebbüs atarak i ş Bankasının sennayesini tehlike ye koyabilmek, para kazanmanın en kestirme yollarından biri sayı l ıyordu. Rej imden hava parası vurınak hırsı nüfuz satıcılannı o ka dar bürümüştü ki, bir gün, Atatürk'ün kızıp yanına sokmadığı bir 1 30
şahısla l}Ufuzlu dostlarından biri arasında şöyle bir pazarlık yapıl mıştı: Dqstu bir kolayını bulup o şahsı sofraya davet ettirecek ve sofrada bir kolayına getirip Atatürk' ün el ipi öptürerek affettirecek ti. B usenin ücreti on biniira idi. Meseleyi duyan bir arkadaşım ta rizli müdahalesiyle bu karlı işi son dakikasında akim kalmıştı. Şöyle bir sistem kurulmak isteniyordu: Devletin yapacağın ı banka yapmalı i d i . Şüphesiz arada bankanın yabancı iş v e yerli nü fuz komisyoncuları asıl h isseyi paylaşacaklardı. Reassürans hika yesi bunun tipik bir misalidir. Galiba dünyanın hiçbir yerinde reassürans işi imtiyaz altında değildir. Bu fikri İstanbul sigorta kumpanyalarından birinin Levan ten müdürü icat etti. Atatürk' ün kalp rahatsızlığından şüphe edile rek perhize girdiği zamanlarda idi. Arkadaşları iki cepheye bölün müşlerdi. Böyle bir inhisarcılığa mani olmak isteyenler, bütün de l i llerini kullanmakta idiler. Hükumette de banka n üfuzcu luğuna karşı mukavemet belirmişti. İmtiyaz davası bütün bir mevsim geri kaldı. Fakat nihayet teşebbüse önayak olanlar muvaffak oldular. H iç unıltmam, Hakimiyet-i M i lliye gazetesindeki odamda oturuyor dum. Başyazarlardan ve banka i dare meclisi reisi Siirt M i lletveki l i Mahmut, yanımdaki odada çalışırdı. Arada kapı yoktu. Beraber konuşurken İ stanbull u sigorta müdürünün geldiğini haber verdiler. Pek neşeli müdür, Mahmut'un masası üstüne üç zarf bıraktı: -Bu zat"i alinizin. Bu . . . Beyefendinin, bu da . . . Beyefendi nin, dedi. Bu zarflar hisse senedi dolu idi. Bahsettiğim sigorta müdürü, elde ettiği başarıdan sonra, servet ve samanını toplayarak Fransa'ya gitti. "Cote d' Azure"de yerleşti. Geçen gün l stanbul l u bir tüccardan duydum. Reassürans im tiyazı yüzünden yalnız bu tüccar şimdiye kadar 50.000 lira fazla sigorta parası ödemiştir. İş Bankasının i l k sermayesi de H i ndistan'dan M ustafa Ke mal 'e gönderilen paranın geri kalanı idi. Bu para, millete ve dev131
\ete gönderilmişti. M ustafa Kemal el sürmemeli idi. Gerçi o ser maye hesabı daima aynı tutulmuş. paıti işleri için kul lanılmış ve partiye bırakılmıştır. Ama Mustafa Kemal yanındakilere bir örnek olmalı idi. Başvekil ve arkadaşları aferizme karşı mücadele ediyorlardı. Başveki l : - B i r iş ki, k imse yapmaz, devlet yapar, bunu anl ıyorum. Bir iş ki, hususi bir teşebbüs yapar, bunu da anl ıyorum. Fakat devle tin nüfuzunu kullanarak şahıslar veya bankalar yapar. bunu anla mıyorum. Ben devletçilik denen şeyi anlarım, fakat dolapçı l ığı an lamam, diyordu. Başvekil Milli Savunmaya bir tezkere yazarak ve tezkerede Atatürk ' ün pek yakın bir arkadaşının ismini zikrederek, bu zatın karıştığı eksiltme ve arttınnaların bozulmasını emretmişti . Bir gün de Meclis koridorunda yüksek sesle: - Hazineyi soydumıayacağım, hazineyi soydurmayacağım ... diye haykırdığını görmüş, sinirlerini iyice oynattığından şüphe et miştik. Hava paracı lafı hükumetin bu dayatışına, iktisat politikasının nazari sakatlığı mahiyetini vemıek için Çankaya 'yı telkin altında bırakmağa uğraşıyorlardı. Bir akşam, biraz yukarıda bir milyon li ra komisyon aldığından bahsettiğim M i lletvekili tenkitler yürüt meğe koyulmuştu. Atatürk işi alaya alarak: - Fransızca söylersen dinlerim, demişti. Hatibin dış seyahatlerinde kulaktan kapma birkaç kelimesin den başka Fransızcası yoktu. Biraz içmiş olduğundan cesaretle ayağa kaltı ve: "Mon economie autre economie ismet Paşa ..." di ye tutturdu idi. Bir gün. daha sonra Yavuz - havuz skandalında hüküm gi yenlerden bir milletvekili ile trende konuşuyordum. O da 1 923 fı karasından idi: 1 32
- Seni bir açık otomobilde gördüm. Kapalısını sattın mı? di ye sordum. - Hayır. .. dedi, bir de açık aldım. Biliyor musun, iki otomo bil almak daha ekonomik . . . Bu sözle n e demek istediğini hala anlamamışımdır. Bir gün de, mütarekede küçük bir alacağı için tanıdığını de nize atmakla tehdit eden bir küçük maaşlının Fi orya' daki evi önün de otomobili, denizde de kotrası duruyordu. Arkadaşımla: - Bunun torunu da olmuş ... diye eğlenmiştik. Millet Meclisi, Cumhurbaşkanlığı için Çankaya'daki yeni e vi yaptınnakta idi. Ben kestördüm. Yazları Ankara'da üç arkadaş nöbet tutardık. İhaleler de kestörlükten yapılırdı. Sıra bende idi. Köşkün en devamlı adamlarından biri geldi : - Sıhhi tesisleri .. . ' e ihale et. Bizim oıtağımızdır, dedi. - Nasıl yapabilirim bunu? ihaleye katılanların zarfları kapalı ... Hangisinde ucuz teklif çıkarsa ona vermeğe mecburuz. - Sana yolunu öğretirler, dedi. Öğretecek olan da daire müdürü imiş. ihale en ucuz teklife yapılmıştır. Fakat aynı zatın bu eve dair Atatürk' e telkinleri yü zünden kestörler ha:yli ıstırap çekmişlerdi. . i ş bahsinde bu kadar titiz görünen Başvekilin de yakın etrafı nüfuz ticaretinden zengin olmuşlardır. Ayazpaşa mezarlığını biri nin mülkü haline sokup bizzat İnönü'ye bu mezarlıktan arsa his sesi sağlamışlardı. ***
Size burada Cevdet tarihinin, Üçüncü Selim'in tahttan indi rilmesini hikaye eden 8 inci cildinden birkaç fıkra okumak istiyo rum: " . . . Ricalden ve kibardan niceleri gücenip birer tarafa çekil diler. Bu sırada bazı eyyam adamları dahi şahsi menfaatlerine ba karak müdahane yollarına döküldüler. İstanbul ' ca görülmedik tarz ve surette büyük ve m üzeyyen konak ve yalı lar inşası ile ziyade sefahet ve ihtişama düştüler. Geceleri mukataat mültezimleri ve 1 33
memleketeynin kapı kethüdaları gibi rüşvet vasıtası o l an kimse lerle yahut aşağı takımdan kasclislerle hcmbezm olup kah evlerin de, kah kayıklarla mehtaba çıkıp deniz üzerinde bazende ( oynayı c ı ) ve hanende ve sazendelerle ıyş ve işret meclisleri kurdular. Ni zam-ı Cedid işini mal toplamağa vesile edip pek çok israfa düştü ler. H atta İbrahim kethüda bir gün birine bir at verip: "Tavlada altmış atım kaldı , bundan sonra babam mezardan çıkıp da bir at istese vermem, dediği Asım tarihinde zikredilmiştir. işte N izam-ı Cedidi terviç eden rical in hali bu veçh ile olup. kendileri servet toplamakla meşgul olup her birinin etrafı dahi ay nı yolda olmakla N izam-ı Cedid işi güya halktan birçok paralar top layıp da zamanın n üfuzlularına bol bol harcayarak sefahet etmek için imiş gibi bir surete girdi. Halkın alışmadığı N izamat-ı Cedi denin icrasında ise fedakarane hareket etmek ve şahsi menfaatle ri terk edip, saire hüsn-i misal göstem1ek lazım gelip yoksa başta bulunanlar ihtişam ve sefahete daldıkları halde Ocak l ı dahi mekcl edinmiş olduk l arı ulı1felerin ellerinden gitmemesi için N izam-ı Cedid aleyhinde bulunmaları tabii idi . " Kuruluş devrinin nüfuz ticareti halk efkarı üzerinde süratle aynı tepkiyi yaptı. Hükumette ve partide tehlikeyi görenler. elle rinden geldiği kadar mukavemet göstennekte idiler. Türkiye 'yi kal kındınnak için durınadan vergileri arttırıyorduk. Biraz geçim te min etmeğe başlayan aylıkları yeniden kesiyorduk. Bütün mill'i kal kınma yükü, milletin sırtında idi. Böyle zamanlarda politikayı iş ve kazançtan, tıpkı dünyayı dinden, orduyu siyasetten ayırır gibi, o kadar kati ayınnak lazımdı. Atatürk, realist bir politikacı olduğu için yanında bulundurmayı faydalı saydıklarını feda etmemekle be raber, hükumette ve partide fazilet mücadelesi verenlerin gayret lerini hoş görüyordu . Fakat kazanççılar bu mücadeleye k ızıyorlar, kimini . mesela " Kadro ' ' gazetesinde şeker meselesini tenkit eden leri Bolşeviklikle, h ük umeti de serbest teşebbüse nefes aldım1a makla suçluyorlardı .
1 34
Kaza11ççılığın bir tepkisi de hükumeti. her işte bir nüfuz tica reti görm�k vehmine sürüklemek olmuştur. Serb est Fırka hareketinin uyanışında 'atcristler takımının bü yük rolü olmuştur. Fethi Okyar namuskar bir efendi idi. O, liberal i ktisat ve politika anlayışı ile hem Atatürk, hem de İ smet Paşa 'dan ayrı l ıyordu. Fakat aferistler için liberalizm demek, devletin yapa caklarını kendileri yapmak demekti. Bunlar iktisat devletçisi oldu ğu için değil, kendi kazançlarını önlemeğe uğraştığı için İsmet Pa şa ve arkadaşlarının aleyhinde idiler. M ukavemetçi lerin çok olması ve hükumete aferistlerden mümkün olduğu kadar az adam sokulması, kuruluş devrinin bü yük bir taliidir. Hükumeti de bulaştım1ak isteyen aferizm salgını, Yavuz-havuz davası ile tasfiye edi lmiştir. Bu dava, aferistler için pek ağır bir darbe idi. Fakat onları perde arkasında fesat yürütmek ten men etmemiştir. Bu hatıralara dedikodu ve şahsiyet bulaştırmamak için elim den geldiği kadar dikkat ediyorum. Bütün isimler ortaya atılsa ve bunlara benzer birçok vakalar daha sayılıp dökülse ne çıkar? Bir mahkeme savcısına gerekçe edebiyatı hazırlamıyorum. Doğrusunu isterseniz, bugünkü demokrasiyi uyarmak ve uya- . nık tutmak için bu bahse dokundum. l 950'den sonra aynı aferizm salgını daha büyük bir hırs ile tepmiştir. Otuz yıldan beri kurulan milyarlık seıınayel i bankalar. iktisadi teşekkül ler, işletmelerde par tizan bir kontrol inhisarı kurulmuştur. 1 923 ve sonrasında on bin ler ve yüz binlerle oynanmakta idi. Bugün on milyonlarla oynan maktadır. Ne eski rejimde, ne de bugün gizli nüfuz ticaretlerinin ve şah si yolsuzlukların tamamiyle önlenebileceği gibi bir hayale kapı l mıyorum. H içbir demokrasi bunda muvaffak olamamıştır. Asıl mesele nüfuz ticaretinin bir sistem haline gelmesinde, adeta imti yazlı politikacıların meşru bir hakkı gibi tanınmasındadır. Eski rejim on beş yıl mücadele etti. En sonunda nüfuz ticare135
ti önlenmi�ti. Mil letveki lleri en basit serbest meslek haklarını bi le kullanmayacakları kadar kazanç ve politika birbirinden ayrılmış tı . Millet\'ekilleri ve parti politikacıları idare meclislerinden uzak laştın lmıştı. İş Bankası tanı ticari bir mahiyet almıştı . 1 950"den sonra hepsinin tersi yüzüne dönmüştür. Benim fik rimce eğer 1 923 'ten sonraki mukavemetçiler cephesi kurulmasay dı. inkı lap rejimi on yılı bulmaz batardı. Bugün belirdiğini gördü ğümüz gidiş daha da kötüdür: Büyük nimetler paylaşması. parti zanları bir iktidar inhisarcıl ığınııı bütün şiddetlerine doğru sürük lemektedir. Geçmişi. bugüne bunun için hatırlattım. Bir Deneme Liberalizm, 1 924 'te Fethi Okyar'ın Başveki l l iği ile iktidara gelmişti . B'u ikinci deneme beş ay kadar sürmüştür. Atatürk denemelerden korkmayan. ara sıra . . Meclisi havalan dırınayı " bilen bir lider idi. Pek yakında İsmet Paşa'ya döneceği ni bilerek Fethi Okyar' ı Başvekil yapmıştır. Devri min o tehlikeli kuruluş günlerinde Okyar' ın siyasi l ibe ralizmi Şeyh Sait isyanına kadar sürdü. Ahval fenalaştıkça, kendi sine hiçbir önleyici tedbir aldırınak mümkün olmuyordu: - Candarına var. polis var, kanun var, bunlar yeter. . . diyordu. İç tehlike büyüdükçe, ismet Paşa devrinin herkesi rahatsız ed er görünen sıkılık zahmeti unutuluyor, bütün gönüllerde: .. Ya dev rim'? Ya rej im?" kaygısı uyanıyordu. Bir akşam Atatürk 'e davetl.i idik. Birkaç oyun masası kurul muştu. Hanımlı efendi l i vakit geçiriyorduk. Ben ve Yakup, Ata türk ' ün masasında idik. Fethi Bey ve i smet Paşa ayrı ayrı masa larda briç oynuyorlardı . Bir aralık yaver. Atatürk 'e bir şifre getirdi. Şeyh Sait i syanı na ait son bir rapor olduğunu anladık. Bir cephe düşer gibi, şark 1 36
düşüyordu. İsyana katılan katılana idi. Atatürk raporu okudu, du " " " i . ı r ı ı ı ı bir acı k ı stı sonra yavere usulca: ,
- Al bunu Fethi 'ye götür. .. Bize de: - Çocuklar dikkat ediniz, dedi. Fethi Bey rahatsız edi lmesinden sıkı lmış görünerek. bir an oyunu bırakıp yavere: - Ne var? diye sordu. Yaver raporu verince de şöyle bir göz atıp: - Sonra bakarız, diyerek iade etti. Atatürk yaveri çağırdı, yine yavaş sesle: - İ smet'e götür. .. dedi. 1 smet Paşa' nın hük ümette hiçbir vazifesi yoktu. Oyunu bırak tı. rapora bir baktı, sonra iskemlesini geriye çekerek bircigara yak tı, uzun uzun okudu. birkaç nefes cigara daha çekti, tekrar okudu ve pek düşünceli bir hiilde kağıdı ağır ağır kıvırdı. yavere verdi. düşüncesi bir müddet daha devam etti. Atatürk: - işte farklar! dedi. Bu fikrayı Fethi Bey ' i küçültmek için anlatmıyorum. Fethi Bey eğilmez bükülmez bir l iberaldi. inkılap ve medeniyet hamle lerinde Atatürk 'ü anlıyordu. Bir Garp medeniyetçisi idi. Fakat in kılapçılık denen disiplin sistemini anlamıyordu. Sıkı yönetim ve fevkalade tedbir gibi şeylerin yeniden bu disipline yol açabilece ğini düşünüyor. bunu istemiyordu. Fethi Bey, bir inkılap devrinin adamı değildi. Fethi Bey düştü, yerine l smit Paşa geldi ve "Takrir-i Sükun ' ' Kanunu çıktı. ***
Atatürk ikinci havalandırma ihtiyacını 1 930'da hissetmiştir. Sofrası şikayetlerle dolup taşıyordu. Yeni inşa devrinin maddi kül fetleri memlekete ağır geliyor, şahsi menfaatleri önleyen hükfımet çi sistem nüfuz kazanççılarını isyan ettiriyordu. 137
Atatürk, Paris Büyükelçisi Fethi Bey ' i n bir tatil dönüşünde, bütün bu �ikayetçileri onun etrafında toplamaya. i smet Pa�a pol i tikası ile gizli \ e el altından değil. açık mücadele ettirmeye karar verdi. Benim bildiğime gore ı l k tasarlama, bunun parti içinde bir hizip olma�ı idi. ismet Paşa buna şiddetle karşı koymuştu: -Bir hükumet. sabahleyin Meclise geldiği zaman, ekseriyet var mıdır, yoksa o gece bir dalgalanma ile kaybolmuş mudur. gi bi bir şaı1 içinde çalışamaz. Bir hizip deği l, bir muhalefet partisi olmalıdır, diyordu. Devrimci Atatürk. iıtica henüz olanca hıncı i le dipdiri iken. bir muhalefet paıtisinin kurulmasına neden izin verdi? Bu suale hiç kimse doğru cevap veremez. Çünkü hiç kimse açıkça fikrini söylememiştir. Bazıları derler ki İ smet Paşa 'nın politikasını beğenmezmiş de onu frenlemek için böyle yapmış. O zamanı hatırlayanlar bilir ve tarih de pek kolay öğrenecektir ki kuruluş devri idaresi, "baş ba şa" bir idare idi. Hükumet politikasını frenlemek için Atatürk 'ün bir başkasına ihtiyacı yoktu. Zati böyle bir ihtiyaç zaafı , onun bü yük gurur ve nefis güveni hassaları ile uzlaşamaz. Bazıları derler ki. Fethi Okyar' ın da katılmakta olduğu sağ te mayüllü politikayı, açık münakaşalar içinde iflas ettiıınek için öyle yapmış. Bu ihtimal de, Serbest Fırka kuruculuğuna ayırdığı arkadaş ları ile kendi arasındaki münasebetlerin hususiyetlerine uymaz. Akla en yakın gelen teşhis, bence, şudur: Bu rejim nihayet normalleşecekti. Tek partili bir Meclis rejimi bir gün sona erecek ti. Acaba rejimi norınal leştiııne eseri. Atatürk sağ ve bütün otori tesi ile ayakta iken, kendisi tarafından temin edilemez miydi? Böy le bir denemede Atatürk 'ün muhalefet paıtisini Fethi Okyar kadar inanmadığı şahsiyetlere emanet etmesi şüphesiz tehl ikel i ol urdu. Fethi Okyar, Atatürk' ün onu hiçbir zaman feda etmeyecek bir ar kadaşı idi: Atatürk. Cumhuriyet Halk Paıtisinin lideri olarak kal malı, fakat Serbest Fırka da onun yüksek hakemliğini tanımalı 1 38
idi. Asil mühimi, Serbest Fırka devrim nizamına, Cumhuriyet Halk Paı1isi kadar bağlı kalmalı idi . Devrim nizamı dışındaki türlü me seleler. iktisat. maliye. ziraat \ c ticaret işleri. iki paı1i arasındaki ıııüııaka�aları bcslcycbi l irdi. Bulgaristan \lan lstanbul 'a dönerek Yalova 'ya gitmiştim. Ata türk Serbest Fırkadan bahsedince fikrimi saklamadım. Erken ol duğunu söyledim ve yeni paı1inin etrafını inkılüp dü�ınanlarının saracağına şüphem olmadığını anlattım. Yeni muhalefet gazeteleri alıp veııııekte idiler. Gazete hücum l<ırını idare edenler arasında "yalnız" ta ilk gününden beri devrim rej imine kar�ı koyanlar göze çarpıyordu. M uhalefet bir sürüm va sıtası hüline de geldiği için, Cumhuriyet Halk Partisinin müdafa acısı kalmamıştı. Serbest Fırkaya geçmemiş olanlar da, halk etkü
rıııdaki kaynayışa bakarak. ihtiyatl ı bir dil kullanmakta idiler. Atatürk Yalova 'ya gelen milletvekilleri arasından gözü kes tiklerine: - Siz de yeni fırkaya geçmek i stemez misiniz? diyor ve yeni parti Meclis Grubunun sayı edinmesine çal ışıyordu. Benim bulun duğum gece. Sair Mehmet Emin Bey sofra davetli leri arasında i di. Atatürk pek saygılı bir lisa_n la ona da aynı tekl i fte bulundu ve Emin Bey kabul etti. Atatürk ' ün hemşiresi dedi k i : - Paşam siz d e bizim fırkaya hep beyefendi gibi zevatı veri yorsunuz. ( Beni göstererek ) Bir de bu ımıharriri versenize . . . Atatürk: - Yooo . . . dedi, ne kadar gazete ve gazeteci varsa hepsi sizin tarafta! Onu bize bırakınız. Fakat benim bazı tenkitlerimi de hoş görmedi. Her vakit ser bestçe konuşınaklığıına izin verirken, o akşam bir iki defa i leri git mekl iğimin doğru olmadığını ima etti. Eı1esi sabah yaveri gördüm, • • İki fırkalı sofraya alışmamışını. gaf yapacağı benziyorum, onun için bu akşam Ankara 'ya gidece ğim," dedim. 139
Görüşmek üzere Küçük Köşkte i smet Paşa 'ya uğradım. O da pek asi ve itirazcı geçinen bazı arkadaşlarını yeni fırkaya geçmek için teşvik ediyormuş. O sabah rahmetli Vasıfa: - Sen ne zaman bizden ayrı lacaksın? diye soııımş. Vasıf asi ve itirazcı, fakat samimi devrimci idi. Hiç anlama mazlıktan gelmiş. Bana şikayet etti idi. ismet Paşa ayrılırken bana: - i şler inkişaf edecek. Seyrini takip edecek . . . Hakimiyet- i M i l l iye" tarafsız kalmalıdır. Yeni fırka aleyhine hiçbir şey yaz mayacaksın, dedi. Ağustos sıcağında Ankara 'ya geldim. Tatile gitmeyen ve ha diseyi Ankara'da kalarak, takip etmeyi tercih eden birçok mil let vekilleri Mecliste idi. Benim Yalova'dan geldiğimi duyunca etra fıına toplandılar. Hepsinin merakı aynı idi: - Acaba Atatürk ismet Paşa'yı mı, Fethi Bey ' i mi tutacak? Söyle bir şey sezinir gibi oldum: Eğer Atatürk' ün i smet Pa şa'dan vazgeçtiği kanaatine varsalar, birçokları yeni fırkaya akıp gidecekti. Şahıslar benim umurumda değildi. inkı lap prensipleri ni sımsıkı tutanların iktidarını istiyordum. Medeniyet meselesin den öbür tarafı beni alakalandınnazdı. Rahmetli Recep Peker o tarihte Nafıa Vek i l i idi. Onu görüp dertleşmeye gittim. Atatürk'ün o kadar yakını i ken o da: - Yahu. Atatürk ' ün gerçek niyetini anlayabildin mi? diye sordu. Akşam üstü gazeteye gittim. " Politika" sütununu açarak, Serbest Fırka gazetecileri ve sözcüleri ile münaka�aya giriştim. Atatürk ' ün kendi fırkasında böyle bir polemiğin başladığı görül mekle devrim cephesinin kuvvetleneceğini, birtakım tereddütlerin kalkacağını umuyordum. Fakat acaba Atatürk ve Başveki l ne di yeceklerdi? Üç dört gün Yalova'dan hiçbir ses gelmedi. Gittikçe genişle yen bir tecavüz cephesine karşı, parti gazetesinin mücadelesini ta1 40
bil bulnıu� olmalı idiler. Bir hayli fıkralarını sonra da " Eski Saat" kitabıma almış olduğum ' · Pol itika ' ' sütunu yazıları birçok dostla rın hoşlarına gitti. Serbest Fırka kurucuları pek nazlı idi ler. Halk arasında alabil dik lerine insafsız davranırken, ikide bir Atatürk'e gelir, şaı1 koşar lardı . Bu defa da benim Hakimiyet-i Mill iye'de mücadeleyi kes mekliğimi istemişler. Atatürk 'e kendi cephesi adamlarından biri nin kuvvetinden şikayet etmek büyük bir hata idi. Bundan ba�ka muhalefet, pek az zamanda, her türlü i11icaı seferber etmişti. ilk gün lerde sadece bir tenkit ve murakebe görevi yapmak için yeni fırka yı kurmuş olanlar. memleketin her köşesinden bu umumi alakayı görünce hemen bir seçimde Meclisi ele geçimıeyi gözlerine kestir diler. Gerçekte henüz inkılap yarası taze idi. Eski müesseseleri di riltebilecek olanlar l iderleri ve müritleri i le ayakta idi ler. Şaı1lar l 950'de olduğundan çok daha tehlikeli olduğuna şüphe yoktu. Serbest Fırka kurucularının umut ve hevesleri ile birli kte, ha reket sömürücülerinin cüretleri de arttı. Daha büstleri olmadığı için ismet Paşa 'nın resimlerini y111mak gündelik hadiseler sırası na geçti. Bunda muvaffak olunca hedeflerini değiştirdiler ve Ata türk' e açık tecavüzlere giriştiler. Hepsi bahane, hedef, devrimin kendisi idi. Fethi Bey ve ar kadaşları, l iderlik nüfuzu ile gelecek duruma hakim olabi lecekle rini zannediyorlardı. Aldanıyorlardı. Din, pek tabii olarak, hareket sömürücülerinin başl ıca si lahı haline gelmişti. Atatürk, vaktiyle hocalık ettiği için kendisine pek güvendiği ve Fethi Bey'e arkadaş olarak verdiği: milletveki l i , bu s ilahı eski talebesine ve yeni velinimetine karşı kullanmakta en i le ri gidenler arasında idi. Ufku çepçevre kaplayan karabulut, sararmış eki n l i kuru top rağa en iyi rahmetlerin müjdesin i verdi. Ve ondan su yerine taş yağdı. Atatürk halk çoğunluğunun devrim aleyhine elde edilebile·
141
ceğini bilmiyor değildi. Onun 1 930 ınuhalefeti11den be)<le.d iği va '. z;ite, devrim nizamına bağlı kalarak ve devrim düşmanlaı ; nın iş birliğini reddederek, hür bir murakebe hayatı tesis etmekti. Bu bir feragat işi idi. Bir gün i smat Paşa 'yı Çankaya Köşküne çağırdı: - Ne var, ne yok? diye sordu. Başvekil her şeyin tabii seyrini takip etmekte olduğunu söy ledi: " M uhalefetle mücadelemizi yapıyoruz, " dedi. Atatürk : - Hayır. Muhalefet bana ve inkı laba karşı bir hareket halini almıştır. Bunu bırakamam. dedi. Muhalefetin son şaı1ı, Atatürk ' ün fırkalar üstünde kalınası idi. Bir defa partisi yıkıldıktan sonra, ondan kuı1ulmak güç olma yacak yahut büyük bir iç savaş tehl ikesi baş gösterecekti. Atatürk : - Ben bitaraf değil, bir tarafını, diyordu. Yani inkılapçı idi. Onun tarafsızlığı, ikinci fırka da birincisi kadar inkı lap nizamına bağl ı l ık karakterini korduğu pek kısa bir zaman süımüştü. En çok genç harislere şaşıyordum. i kbal pahasına, bilhassa kendilerinin olmak lazım gelen inkılap davasını, iı1icaa peşkeş çekmekte tereddüt etmiyorlardı. Bugünkü demokraside ne kadar alçaklık yapılmışsa, hepsi 1 930' da da yapılmıştı. Şu fark ile ki, 1 930' da inkılap kolayca yıkı labilirdi. l 950'de bütün eski müesseseler yiımi yıl daha çökmüşler ve yeni müesseseler yinni yıl daha yaşlanmışlar ve köklenmişlerdi. N ihayet Serbest Fırka feshedilerek büyük tehl ike durdu. Keşke bu tehl ike hiç uyanmayarak. büyük hareket, dürüst tenkit ve murakebe hareketi devam edebilseydi . . . Çünkü basın hürriyeti v e siyasi serbestlik oı1adan kalkınca, başka istismarcılar işe koyulacaklardı. Rej imin hayatı Atatürk ' ün ömrü ile sıkı sıkıya bağlanmış olduğu için, ikide bir suikast masal1 42
lan çıkarılarak Atatürk' ün etrafındaki çember gittikçe daralacak
büyük � alk adamı halktan gittikçe uzaklaştırılacaktı.
Hastalığı da başlamak üzere idi. Rahmetli Fethi Bey 'in, eskiden beri o kadar çok sevdiği Ata türk' e en büyük yardım fırsatını kaçırmış olmasına hepimiz ne ka dar esef etsek yeri vardır. Birkaç sene sonra ismet Paşa: - Ne zaman olsa, rejimi tabiileştirmek için bir sarsıntı geçire cek değil miyiz? Serbest Fırka devam etseydi, çoktan bu sarsıntı buhranını atlatmış olurduk, diyordu. D i l ve Tarih Devrimler içinde size dil ve tarih hareketine dair kısaca bazı bildiklerimi anlatmak isterim. Mustafa Kemal de, kendinden önceki ve sonraki kuşaklar gi bi, Türklüğün geçmiş medeniyetlerde yeri olmadığını ileri sür mekte Frenk edebiyatı ile birleşen tarih kitaplarını okuyarak ve Türkçenin bir ilim ve edebiyat dili olamayacağına inandırılarak ye tişmiştir. Osmanl ı tarihi, Osmanl ı hanedanından önceki Türklüğe barbar gözü ile bakar. Türklüğe, ancak, Arap-lslam dünyası için de şahsiyetini kaybettiği kadar değer verir. Osmanl ı edebiyatı, Türkçenin Arap ve Fars dillerinin kelime ve kaide egemenliği al tında yaşayabileceği davasını tutar. Türkler medeniyet bakımın dan tarihsiz, i l i m ve edebiyat bakımından d i lsizdirler. On dokuzuncu ve yirminci asır Türkçüleri, Osmanl ı inkarcı lığına karşı isyan etmişlerdi. Eski Türklüğün i lme ve medeniyete h izmetleri üzerine yine bazı Batı bilginlerinin kılavuzluğu i le, ya zılar yazmışlar ve Türkçeni n bağımsız bir dil olacağı davasını or taya atmışlardı. llk zamanları Osmanlı fikir adamları aleminde bü
yük bir akis bırakmayan bu iddialar, 1 908 Meşrutiyetinden sonra, Türkçülerle beraber tam bir hareket karakteri almıştı. Atatürk' ün
hareketi takip etmeye vakti olduğunu sanmıyorum. H iç ardı arası 1 43
kesi lmeyen politika krizleri ve harpler yüzünden, bu vakit bula mamayı kendisine bağışlamak da tazım gelir. Alfabe işi, Atatürk için, başlangıçta sadece bir yazı işi idi. Fa kat yeni yazının bizim kuşak edebiyatçılarında daha ilk dünya har bi öncesinden beri gelişen Türkçecilik akımını uyandım1amasına imkan yoktu. Osmanlıca, yeni yazı içinde yaşayamazdı. Osmanlı canın temel i, ilim dilinde Arap iştikaklarıdır. Edebiyatta bilhassa Farsça şekillerdir. Yeni yazıda Arap kelimesi bütün şahsiyetini kay betmekte ve kolaylığı Turkçe ve Türkçeleşmiş kelimelerde duyul makta idi. Yeni yazı 1 928 Kasımında kabul edildikten sonra Alfabe Ko misyonu Dil Komisyonuna çevri lmiştir. Ben de komisyonda idim. Bu komisyon kurulduktan sonra, rahmetli Celal Sahir, Ahmet Ra sim ve lbrahim Necmi bir imla lügati hazırladılar. Dil meselesi ilk önce Başvekil ismet Paşa 'nın bir parolası ile doğmuştur. i smet Paşa: - Larousse' un bir Türkçesini yapınız. diyordu. Başvekilin iddiası sade idi: iki ciltlik Larousse lügatinin ke limeleri Türkçede karşılanmalıdır. Eski Fransızca - Türkçe lügatlerdeki karşılıklardan haylısı kelime değil, tariflerdir. O kadar zengin sandığımız Osmanlıca, Ba tı ilim ve kültür dilleri arasında deği ldi. Batı dilleri ile tam bir kar şılaştırılma tecrübesi geçirmemişti. Larousse tercümesine başlanınca, Osmanlıcanın fakirliği he men meydana çıktı. Birçok kel imeye ihtiyaç vardı: Bunlar ya eski metinlerde bulunacak, yahut yeniden yapılacaktı. Kelime arayışla rında ve yapı şiarında Arapçaya bağlı kalmak kimsenin hatırına gel mediği için "yeni "yi Türkçede arıyorduk. Komisyon üyelerinin bir kısmı Türkçe kelimeleri toplamak vazifesini üzerlerine aldı lar. Larousse tercümesi pek yavaş yürümekte idi. Komisyon üç dört yıl içinde bir alfabe kitabı ile. yeni imlayı öğretmek için bir küçük gramer. bir de imla lügatinden başka eser vermemiştir. 1 44
Atatürk Türkçülerin bu münasebetle öz dil zenginlikleri hak kındaki iddialarına, bulunan yeni kelimelere ilgileniyordu. Wells'in tarihi de onu Türkçülerin tarih anlayışına ısındıııııı ştı. Türklerin bize öğrettiklerinden başka türlü bir tarihi olduğu ve Türkçenin bağımsız bir ilim ve edebiyat dili olabi leceği kanısı, Türklük gururu ile göğsü durmadan kabarıp inen Atatürk'e büyük bir şevk verdi. Biraz zorlama da olsa, Türkler onulmaz aşağılık duy gusundan. yani bir medeniyet tari hleri ve bir ilim ve edebiyat dil leri olmadığı tevekkülünden kuı1ulmal ı, hatta bu aşağılık duygu sunu. medeniyete ve ilme hizmet eden başlıca milletlerden olmak üstünlüğü duygusu ile değiştiııneli idiler. Böyle bir duygu değiş tirmede Arapça kadar. zengin ve sağlam temelli bir dilleri olduğu na inanmaları da şaı1 idi. Atatürk, eski yazılarında ve büyük "N utuk"unda görüleceği üzere, Osmanlıcı inşa terbiyesi gönııüştür. Yazı dili. Edebiyat-ı Ce dide 'den daha geri, Namık Kemal mektebine yakındır. 1 9 1 2'den beri Türkçeci liğe doğru değişmekte olanların zevki i le. Atatürk' ün 1 930 'daki dil zevki arasında büyük bir fark olması tabii idi. Biz Türkçüler eski sadelcştirmecilerden bir hayli ileride idik. Sadeleştirmeci ler Osmanlıcayı reddetmemişlerdir. "Ciil ib-i na zar-ı dikkat' ' yerine "nazar-ı dikkati celbeden" sözü bir sadeleş me öıııeği idi. Sadeleşme. eski koyu inşayı mümkün olduğu kadar aydınlatmaktan ibaretti. Muallim Naci Osmanlıca yazmakla bera ber. bazan, bir sadeleştiııııe devri eserlerinin muvaffak olmuşları arasındadır. Sadeleşme hareketi pek eskidir. i kinci Murad meşhur " Ka busname"yi pek sevmiş. Fakat okuduğu tercümelerden hiçbirinin açık olmadığından Mercümek Ahmed'e şikayet etmiş: - Bir kimse olsa ki kitabı açık tercüme etse. Taki mefhumun dan gönüller hazzalsa. demiş. Mercünıek Ahmed eseri yeniden Türkçeye çeviııııiş. Bu 400 sayfalık tercüme, Türkçenin başlıca anıtlarından biridir. Bugün bir 1 45
Türk çocuğu, üstünden asırlar geçen bu kitabı . daha dünkü Fecr-i fıti nesrinden bir kat daha kolaylıkla okur. Sizinle kitabın sonun daki parçalardan birkaç satır okuyalım. Halife, bir gün. Cafer adın da bir alimle birlikte Şat lrmağında gezmeğe çıkar; " Vakti hoş ve gönlü açıktır. ' ' Şimdi şu Türkçeye bakınız: '' ... Halifenin diline yü rüdü ki A llahü-vahidün-ve-ene-vahid. yani niteki Tanrı birdir, ben dahi hilafette birim. Cafer eyitti, yanıldın ey müminler beyi. Sen ikisin: Can ve ten. lkidensin: Ata, ana. lkidesin: Gece. gündüz. iki ye varacaksın: Uçmak. tamu . ' ' ( 1 ) Bir de 1 908 mekteplerinde okunan bir tarih kitabından aldı ğım şu parçaya bakınız: Ol şeb-i hayır - ki bir sabah-ı felahın ınif tah-ı zafer-ki.işası idi . Şehriyar-ı Gazi Hazretleri cebin taarru-u if tikarı zeınin-i teşeffu-u istinsardan kaldırmayıp . . . " Bu nesir rah metli Ata Bey'in " lktitaf ' kitabına da seçilmiştir. Şimdi Yunus'un üzerinden gene asırlar geçen iki şiir parça sını okuyalım: Derviş bagn baş gerek Gözü dolu yaş gerek Koyundan yavaş gerek Sen derviş olamazsın. Dövene elsiz gerek Sövene dilsiz gerek Derviş gönülsüz gerek Sen derViş olamazsın. Bunun da karşısına Fikret 'ten, Cenab'dan, Haşim'den kıt' al ar
( 1 ) Uçmak = cennet. tamu = cehennem demektir. Cennet ve cehennem gi bi bu kelimeler de Türkçe değildirler. Biri Tibetçe. biri Suğutçadır.
1 46
koyup mukayese ediniz. Kendi kendime: "Ah Türk nesri Mercü mek Ahmed'den, Türk şiiri Yunus'tan yürüseydi ... " diye ne de rin gönül acısı ile dalıp gitmişimdir. Bazı milletlerin tarihinde, uzun müddet, konuşma dilinden ta mamiyle ayrı bir yazı dili i l im ve edebiyata hakim olmuştur. Türk çede böyle değildir: iki yazı dili şiirde ve nesirde yan yana yaşa mıştır. Bunlardan birinde esas, konuşma dilidir: Yabancı kelime ve şekiller bu dile klişe olarak girer. Böyle bir katışıklıktan hiçbir dil de kendini kurtaramamıştır. Cennet ve cehennem kelimeleri nin Türkçesi olamazdı. Çünkü Türklerde ikisinin de mefhumu yok tu. Bu kelimeleri ilk önce iki Asya dilinden, Müslüman olunca da Arapçadan almışlardı. ikinci yazı dilinde esas, ilimde bilhassa Arapça, edebiyatta Farsçadır. Bu yazı, medresenindir. Ve onunla inşakari bir mektup yazmak için bile on sekiz yıl dirsek çürütmek lazım gelir. Bir papaz öldürmekle bir kale üstüne yürümek arasında, yaz mak bakımından ne fark olabilir? Bakınız Peçevi birincisini nasıl yazar: " . . .Tepeden çıkardılar. Ve andan baş aşağı Tuna tarafına at tılar ve yine ölüsün (ölüsünü) görrneğe geldiler. Henüz canı vardı. Bir harbe i le sançdılar. Başından tutup ol kadar çaldılar ki başı pa re pare oldu. Kanı ol taşa yapıştı. Nice yıllar Tuna suyunda kaldı. Ol kan yıkanmadı. Yedi yıl sonra papaslar gelüp bu ibreti gördü ler ve kanı taştan kazıdılar." Tam on bir sayfa sonra Peçevi' nin bir başka hikayeyi anlatı şını okuyalım: " Bir püşte-i refia üzerinde bir kale-i adim-üt bedel ve asir-ül amel' dir ki . . . hususa içinde bir deyr-i acib-üssiyer ki, der ü divan rüham-ı rengi n ile. . .
"
Bu yazıdaki yabancı kelimelerin tepe gibi, yüks�k gibi, güç gibi, kilise ve manastır gibi, kapı gibi, menner gibi Türkçelerini o zaman da şimdi de hep kullanırız. Geniş halk yığınlarına yayılmak istiyen edebiyat � konuşma 1 47
dilini benimsemiştir. Tekke dili halk dili idi. Bu dil derindir ve bir çok tasavvuf deyimleri ile zengindir de! Fakat klasik edebiyatın da ve bizim neslin okuduğu resmi edebiyat kitaplarının da dışında bı rak ı 1 mı ştı r. i kinci Sultan Mahmut bir Tuna gezintisinden döndüğü vakit yanında bulunanlardan biri bir seyahatname yazar. Sultan Mahmut: " Bunu herkesin anlaması için yazdınızsa içinde 'Gerdune' gibi. halkça bilinmeyen kelimelerin ne l üzumu var?" diye tenkit eder. Birçok dil lerde devrimci hareketler. azlar tarafından anlaşı lanı çoklar tarafından anlaşılma sadeliğine eriştinııek ihtiyacından doğmuştur. Halkçılığın i lk davası. dili halk anlayışına yaklaştınnak. yani konuşma dilini esas tutmaktır. Halkçı A l i Suavi. bu davayı en iyi kavrayanlardan biri idi. Edebiyat-ı Cedide. sanat tarihimize edebiyat anlayışında bir ilerleme getirdiği kadar. dil bakımından bir gerileme olmuştu. Sa deleştirnıe akımı bu yüzden 1 908 Meşrutiyeti Tükçülüğüne kadar bir yana atı lmıştır. Sadeleştirmeciler "Avam" sayılmıştır. Meşru tiyetten sonraki Fecr-i ati mektebi de Edebiyat-ı Cedide'nin bir de vamı idi. ilim dili ta başlangıçtan beri harekete zaten yabancı kal mıştı . Her yerde olduğu gibi. bizde de sadeleşme veya Türkçeleş me. ne derseniz deyiniz, dil davasını halletmekte edebiyat, kı la vuzluk etmeli idi. Selanik 'te çıkan "Genç Kalemler" dergisi dil meselesine ye ni bir canlılık verdi. Bu mecmua Türkçeleşmenin başlıca bir iki esasını da ortaya atmıştı: " Bir dil, yabancı bir dilden kelime ala bil ir. Kaide alamaz. Konuşma dil inde Türkçesi olan kelimenin, Arapça veya Farsçasını kuJ!anınanıal ıyız ! " · · 'Genç Kalemler' ' yabancı kaidelerle kurulup da kullanma di l ine yerleşen bir takını şek i l lerin "klişe" olarak kalabileceği fik rini de tutuyordu. " i lim" Türkçenin mal ı olacaktı. "Alim'' sözü de klişe olarak dilde kalabil irdi . Fakat " ulema" dememeli. "alim1 48
ler" demeli idik. Arap ve Fars terkiplerini ve tasritlerini aıtık bı rakacaktık. " 'Nazar-ı dikkat ' ' gibi kullanma diline ginniş olanları kl işe sayacaktık. ' 'Genç Kalemler' 'in sanat ve edebiyat tarafı cazibeli değildi. Hele Türkçenin Osmanlıcaya üstün olduğunu anlatmak için Tev fik Fikret'in aruzla yazılmış bir şiirini, hece vezni ile sadeleştir mek gibi zevke aykırı ve ancak davanın aksini isbat edici örnek ler, bütün hareketi gülünç kılıyordu. "Türk Yurdu" ve daha sonra "Yeni Mecmua", Türkçeciliği yeni edebiyat nesillerinin davası haline getirdi. Süleyman Nazif gi bi koyu inşacılar, Türkçülere karşı cephe aldılar. Türkçüler, diyo ruz, şimdi bu kelimeyi ne kadar kolay kullanıyoruz. O zaman ilk kı yamet "ci" edatının "Türk" kelimesine eklenmesi i le kopmuştu: - Türkçü ne demek? Dilimizde zerzevatçı vardır. Yoksa Türk çüler, Türk satanlar mı demektir? diyorlardı. M izah gazetelerinde herkesi Türkçeye güldümıek için ortaya atılan misallerden biri ne idi. bilir misiniz?'Tayyare" yerine " uçak" kelimesi ! Türkçeden yeni bir kelime yapmağa. hele i li m terimleri yap mağa kalkışmak cinayet sayılıyordu. Türkçe fiillerden ancak argo ve müstehcen l ügatleri üreyebiliyordu. Ziya Gökalp gibi Türkçüler dahi i lim dilinin Arapça kalaca ğı fikrinde idiler. Ziya Gökalp'in büyük yeniliği. meseıa, "reali te" karşılığı olarak o güne kadar hiç duyulmamış "şe'niyet" ke limesini yapmak ve bunu "şe'niyetci" ve "şe'niyetcilik" diye ta rif etmekti. "Gerçek" kelimesini ilme mal .etmeğe cesaret edemi yordu. Belki buna inanmıyordu da! " Mefkure" Ziya Gökalp'in bir uydunnasıdır. B u uydunna kelime "mefkureci ve metkureci lik'' diye tasrif edilmekle Türkçeleşiyordu. Abdullah Cevdet ilim terimlerinde Latincenin kaynak olarak alınması fikrinde idi. Fakat o da tasrifte Arapçıdır. " Psikoloji"nin karşılığı Ziya Gökalp'te "ruhiyat", Abdullah Cevdet'te " Psiko1 49
loçya "dır. Ziya Gökalp · 'ruhiyatç ı " , Abdullah Cevdet "psikoloç yfü" der. Bu bir dalgalanma ve bulanınadır. Türkçe yeni bir kadere doğ ru, çığrından çıkmıştır. Ye harekette, bu türlü başlangıçların bütün buhranları görülmektedir. En koyu inşaya doğru çeken sağcılara kar şı, özleştiıınc ütopisine kapı lmış solcular vardır. Başka dil inkılap larında ne olmuşsa, bizde de olacaktı. Bunun çaresi yoktu. Bir ha kikat varsa. o da Osmanlıcanın artık can çekişmekte olduğu idi. Dil, herkesin kullandığı bir şeydir. Di lde yenilik herkesi ra hatsız ve tedirgin eder. Zevkler isyan eder. Al ışkanlıklar dayatır. Kanaatlaı· bir türlü uzlaşamaz. Bu hal, işleri yüzünden görenlere "anarşi " korkusu verir. Dilde başlayan esaslı değişme hareketle rinin nesillerce sünı1esi tabii olduğu fikrini kimse benimsemek is temez. Yazanlar ' 'kalmamak' ' kaygısı içindedirler. Okuyanlar bu gün anladıklarını yarın anlamamaktan öfkelidirler. Fakat bu alın yazısıdır, yürür. Ve hiçbir kuvvet, i leriye doğru bir dil gelişmesi ni geriye çeviremez. Gerçekte dil devrimi; sadeleştiııne ihtiyacı duyulduğu zaman başlamıştır ve Türkçe ek ve köklerle ilk yeni abstrait kelime yapıl dığı zaman da bitmiştir. Ondan sonrası ileriye, dura gerileye bir "oluş" devridir. Bu devrin biz de içindeyiz. Çocuklarımız da ömürlerini onun içinde bitireceklerdir. "akl-ı selim" yerine "sağ duyu" denmiş midir, denmemiş midir'? İlim ve edebiyat bu deni şi benimsemi ş midir, benimsememiş midir'? Mesele, prensip bakı mından halledilmiştir. ***
Osmanlıcadan hiç ayrılmamak, mesela rahmetli Halil N ihat gibi Şürayı Devlet yerine " Devlet Şürası " denmeyi bile dili çir kinleştiıınek sayanlar bir yana bırakılırsa. hareketin içinde üç ce reyan belirdi: Basit sadeleştirmeci ler. Yani dilde sadeleşmeyi ka bul etmekle beraber Türkçe\eşmeğe doğru her türlü zorlamayı red1 50
dedenl�r. Türkçeleştirmeciler. Ben bunlar arasında idim. Konuş ma ve kullanma di line yerleşen yabancı kelimelere dokunmamal ı i d i k . Türkçeden yeni kelimeler üretirken, kendi eklerimizi, kökle rimizi ve şivemizi esas tutmalı idik. Ölü bir kök, yeniden dirile mez, bir kelimenin ölü manası da öyle! Fakat bir kelimenin ölü ma nası ile terim yapılabileceğini kabul ediyorduk. Mesela · · koğmak ' ' kelimesinin Türkçede eski manası ' " takip etmek"tir. Bundan fay dalanarak " 'takibat" yerine pek güzel "koğuştum1a" karşılığını yaratabilirdik. Terimlerden aynı zamanda konuşma ve kullanma dil ine geçmiş olanlara dokunmamalı idik. " Vicdan" gibi kelime ler bunlar arasında idi. Solumuzda iki ifrat vardı : Bir kısmı, yeni kelimeler yapmak için bütün Türk lehçelerinin eklerinden ve kök lerinden faydalanmak ve · ' sel, sal ' ' gibi. mesela n isbet eki saydık ları, eski ekleri diriltmek i stiyenler. Bunlar için "geniş"deki ' 'gen" eski bir ektir. ' " Sel, sal " gibi " I " eski bir nisbet eki olduğuna gö re umumi yerine "genel" diyebi lirdik. Biz: "A, efendim, gramer de Türk n isbet şekil lerini anlatsak, ve müstesnalar arasında ·mu mi' gibi birkaç kelimeyi sıralasak ne kaybederiz," diye münaka şa eder dururduk. Onlara göre ' "genel yazgan" Türkçe idi. Bize göre umum katip! Türk köyünde mal, can, ırz, çift ve bizzat köy kelimeleri yabancı iken, bucak köşelerine kadar yerleşen ' 'katip'' kelimesi ile oynayarak hem vakitten olmak, hem itibardan düşnıc ğe bir sebep var mıydı'? i kinci ifrat, "mangal" kelimesi bile Arapça olduğu için ona da bir Türkçe aramağa kalkışan özleştimıeciler idi. Bir Rusya seyahatinden döndüğümde, 1 932 'de Dolmabah
çe' de Birinci Dil Kurultayı toplanm�k üzere. idi. İ l k gittiğim sof ra, bu Kurultayda görev alanlarla dolu idi . Atatürk, beni yanına oturttu: - H üseyin Cahit Bey ' i n tezini bil iyor musun'? dedi. - Hayır efendim . . . 151
- Öyle ise önce onu okuyunuz, diye emir verdi. Birinci Dil Kurultayı için Edebiyat-ı Cedide azasının sağ ka lanlarından da tez istemişler. Halit Ziya ve başkaları fikirlerini söylemekten çekinmişler. Hüseyin Cahit, ki bir sadeleştim1eci idi, düşündüklerini yazıp yollamış. Fakat " Eğer Atatürk bu Kurultay da bel l i bir maksat elde etmek istiyor da benim yazdıklarım güç lük çıkarına mahiyetinde ise yırtınız, atınız,' ' ricasında bulunmuş. Yırtıp atmamışlar da Atatürk ' ün yanında okumuşlar. Hüseyin Ca hit pek i leri geri düşünmeden yazar. Eski Servet-i fünun sahibi rah metli Ahmet Ihsan, ki dilden bir şey anladığı olmadıktan başka, Türk edebiyat tarihinde mecmuasına unutulmaz bir yer verenler arasında Hüseyin Cahit vardır, okunan yazının bir cümlesinden: -Öyledir o ... Bakınız, askerler bu işe karışamazlar diyor, gam mazl ığı ile Atatürk 'ü sinirlendinniş. Sofrada bulunanlardan birka çı Hüseyin Cahit'e cevap vennek üzere vazife almışlar. Ve H üse yin Cahit Kurultaya gelse de gelmese de yazısının ve cevaplarının Atatürk 'e tekrarlanacağı akşama rastlamışım. '
Hüseyin Cahit'in tezini okudular. Atatürk döndü. bana sordu: - Ne dersin? dedi. - Acaba bu tezi Kurultayda hiç okutmamaklığınız mümkün değil midir, paşam? - N için? - Fikirlerinden bir kısmı doğru. Fakat hepsi bir arada Kurultaya gelecek olanlar tarafından iyi karşılanacaktır. Hüseyin Cahit'e neden bir zafer hazırlamalı? - Ya? Öyle ise arkadaşlarımızın verecekleri cevapları dinle de H üseyin Cahit Bey'in yerine sen müdafaada bulun, dedi . Oldukça sinirli bir sesle söylemişti. Sakın bu türlü tartışmalarda bulunmağı cesarete venneyiniz. Atatürk, bir defa kendinden olduğuna inandıklarına karşı daima ve
1 52
istisnasız bir müsamaha göstenııiştir. Atatürk ' ün sofrasında fikirle rini söylemek bir cesaret değildi. Söylememek, aksini söylemek lü zumsuz bir ' ·ınüdahane' ' , yahut çıkar bekl iyen bir dalkavukluktu. Cevapları tekrarladı lar. H içbirini kuvvetl i bulmadım. Ata türk 'e, Hüseyin Cahifin bu cevapları kolayca karşılıyabileceğini de söylemekten çekinmedim. Sofra dağılırken Atatürk beni al ıkoydu ve herkes gittikten son ra: "Çocuğum, senin de Hüseyin Cahit gibi düşündüklerin olabi l ir. Fakat ona cevap verecek olanların cesaretlerini kırına! " dedi. Kurultayın ilk günü Hüseyin Cahifin zaferi ile çalkalandı. 0mın söyledikleri ne kadar iyi karşılanmışsa, cevap verenler o ka dar kayıtsız gömıüşlerdi. Locasından manzarayı görüp kavrayan Atatürk, hasta yatağından Samih Rifat'ı kaldırarak kürsüye getirt mek zorunda kaldı. Samih Rifat iyi ve bol konuşur, bilmeyenlerin anlayışlarını tereddüde düşürecek dil ler sünnek marifetini göste rirdi. H üseyin Cahit yenilmemişti ama, ona cevap verenler yere se ri lmiş olmaktan kuıtulur gibi olmuşlardı. Toplantının sonunda ce vapçılardan bir kısmı Atatürk' ün etrafını almışlar: - i şte Hüseyin Cahit bugün öldü! diyorlardı. Atatürk gülümseyerek dinliyordu. H üseyin Cahit ise akşam karanlığında saray bahçesinden dış kapıya doğru giderken, elini sık mak isteyenler birbirleri ile adeta itişiyorlardı. ikisini de gördüm ve Ayaspaşa 'daki apaıtmanıına geldim. Da ha nefes almadan bir saray otomobili geldi, şoför: - Atatürk sizi emretmişler, dedi. Sofra aynı sofra idi. Ben bir ucuna oturdum. Atatürk dün ak şamki cevapçıların söylediklerini dinledikten sonra, bana dönerek : - Çocuk senin hakkın varımş! dedi. ***
Birinci Dil Kurultayında "Türk Dili Tetkik Encümeni " ku rulmuştu. Samih Rifat reis idi. Ruşen Eşref ve Celal Sahir' den baş1 53
ka üyeleri zorlamacı ve özleştiııneci takımdan idiler. , Atatürk denemeye karar vermişti. Sözüme dikkat ediniz. Atatürk, bir büyük Türk 'tür. O kadar büyük bir stratejdir. Halk ağzından tarama kelimelerin, sadece gö rünürde ve sayı bakımından zenginliği ile öz ve ileri bir Türkçe da vası üzerine o kadar merakını uyandırmışlardı ki, bu bir deneme değerdi . Atatürk ise denemeden ürkmeyen, onun bütün risklerini kabul eden bir l ider idi. Öz bir dil denemesinde son neticeleri alın caya kadar, bu teze inanmış ve bağlanmış tesiri verecek, en acayip kelimeleri bizzat kendisi Meclis kürsüsünde kullanmaktan çekin meyecekti. Arapça olduğu için " ' şey"siz yazıp konuşacaktık . ipin öteki ucunu da elden bırakmamak için, beni her toplantıda bulundurup tenkitlerimi dinleıneğe tahammül gösteııııekte idi: - Yapmayınız paşam, diyordum, bir mucize olsa da Anado l u'da ne kadar ölmüş Türk varsa hepsinin aynı anda diri lmesi müm kün olsa, hepsinin beraber i l k ağızlarından çıkacak keli me · · şey' "dir. ' " Şey ' " o kadar Türkçedir. Hiç unutmam. Atatürk, dil meselesine sarıldığından beri ken di dairesinin işleri ile uğraşmamasına pek sevinen vekil ile aynı arabaya binmiştim. Bana dönerek: - Falihciğim, sen de · · şey" gibi koyu Arapçaların Türkçe ol duğunu iddia edecek kadar i leri varma ! demesin mi'? Bu vekilin dili de zevki de eskinin eskisi idi. Komisyon üyeleri bir şikayette bul unmuşlar. Yeni kelimele ri üslüp sahipleri sevdirir ve benimsetir. Falih Rıfkı gibi yazarlar, bu kel imeleri kullanmazlarsa işimiz nasıl yürür, demişler. Atatürk, kendini seven başyazarları öz Türkçe yazmağa davet etti. Zavallı Yunus Nadi, galiba bildiği gibi yazıp: " " Bütün yabancı kelimele rin asıllarını Tarama Dergisinden bularak koyarsınız, bulamadık larınızı da atarsınız" demiş olacaktı. Çünkü imzaladıklarını ken1 54
disinin de sonradan anlamış olacağını tahmin etmiyorum. Ben kolay yazan bir yazarım. Bir başyazıya yarım saat veya kırk dakikadan fazla vakit ayırdığımı pek hatırlamam. Atatürk'ün denemesi, bir dava. Ona yardım etmek, her fedakarlık pahasına, benim için bir borç. Bir yandan da zevkim var. Kağıdı yemek ma sasının üstüne koyar, döner, döner, bir saatte yarım sütun kadar bir şey yazardım. Bu yazılar öz Türkçe idi. Fakat sev i lmeyen kelime l erden de hiçbiri yoktu. Bir akşam, aşırıcılar gene benden şikayet etmeleri üzerine, i smet Paşa o gün yazdığım bir başyazıyı okur: - Bundan daha iyi Türkçe ne olabilir? der. Atatürk: "Ama içinde bizim kelimeler yok ! " cevabını verir. Halbuki Atatürk, Meclis nutuklarında ' 'baysal utku' ' sözünü kullanacak kadar, hareketi teşvik ediyordu. Bizden de bunu isti yordu. Özleştirmeci l erin "baysal utku" su, Osmanlıcanın "isal-i peygam"ı kadar ölmüş değil midir? Maarif Vek i l liğine gelen Safvet Arıkan, bizi anlayan bir ar kadaştı.
�tatürk 'le konuşması pek cesaretli değildi ama, bir de biz
lerle bir deneme yapması acaba nasıl oli.ır, gibi telkinlerde bulunu yordu. Bir akşam Atatürk, sofra bittikten sonra, benim, yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti , -Dili b i r çıkmaza saplamışızdır, dedi. Sonra: -Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır. Ama ben de işi baş kalarına bırakamam. Çıkmazdan biz k urtaracağız, dedi. O vakit Safvet Arıkan'la beraber yeni l ügat komisyonu kur duk. Bu komisyona Hasan A l i , Necmeddin Sadak, Celal Esat, Köprül ü Fuat, Reşat N uri, A l i Muzaffer gibi azalar seçmiştik. Ana dolu Kulübünde "Cep kılavuzu" denen Osmanlıcadan - Türkçe ye l ügatı hazırlamağa başladık. Usulümüz pek sade idi: Bir Türk-
1 55
çesi olan yabancı kelimeleri tasfiye �diyorduk. Kullanı l ır.Türkçe si olmayanları Türkçe olarak alıkoyuyorduk. Aıtık Türkçe kelime ler yapıfnıa devrine ginniş olduğumuzdan, şivenıizdeki ek ve kök lerden yeni kelimeler üretiyorduk. Atatürk başlangıçtan pek hoşnut kaldı. Hatta bir ak�am, ra hatsız bul unan Başvekilin evine gider, ' " Bu çocuklar bizi çıkmaz dan kurtaracaklar," der. Beni Karpiç lokantasına yemeğe davet ederek bu müjdeyi verdi idi. Sonra bir gün: -Niçin müfrit dediklerinizi de heyete almıyorsunuz? diye sor du. Yaptığınızın itiraz edilecek nesi var? Lügatin izi bitirdikten son ra tei1kit edeceklerine onlarla şimdiden münakaşa edersiniz, dedi. Belki de özleştinııeei lerin müracaatı üzerine bir tavsiyede bulunmuştu. Yalnız başımıza çal ışmamız imkanı olmadığını kü çük bir yoklama ile anlamıştım. Böylece bizim lügat komisyonu nu genişlettik. Artık pek tartışmal ı toplantılar yapıyorduk. Aramızda Frenk çe hangi kelimeyi ortaya atsanız asl ının Türkçe olduğunu iddia e den rahmetli Yusuf Ziya veya Arapça kelimelerin köklerini Türk çeye çıkaran Naim Hazım üstadımız olduğu halde ve bir kelime nin kökü Türkçe ise onu bugünkü kullanı ldığı şekilde kul lanmak gibi bir prensip üzerinde de anlaşmışken, hiçbir l üzumlu kelime yi lügatte bırakamıyorduk. Bu devirde biz şiveciler ne kadar kel i me teklif ettikse, hemen hepsi sevi lmiştir \'e dilde kalmıştır. Bun ların yekunu yüzlercedir. Özlcştiıınecilerin teklifleri ise uydurma cılık damgası yiyerek hareketin de kötülenmesine sebep olmuştur. içlerinden biri demişti k i : - Efendim Türkçede beş yüz kelime mi vardır? işte lügat bu dur, derim, üstünü yasak ederim. Bir başkas ı : - Kelimenin güzeli çirkini olmaz, diyordu. 1 56
Biz di)de ırkçıl ığa inanmıyorduk. Kullandığımız Türkçenin ekleri ve kökleri i le. bu ilk ve esaslı ileri atılışta. bize yeteceğini de. iddia ediy6fduk. Biz Fransızca kadar bağımsız bir Türkçeyi ideal saymakta ve bunun bile. hayli uzun zaman sonra. mümkün olup olmayacağını düşünmekte idik. Karşımızdaki lerden hele bazıları yeryüzünde eşi olmayan ve eşle.nmesine ihtimal de olmayan öz bir dil yaratmak hayalinde idiler. "Can " kelimesini Türkçeden kal dım1ak gibi isim verilmez sapıtkanlıklar meydan alınıştı. Bir gün "hüküm" kelimesi üstünde dunnuştuk. Terimler ara sındaki "yargı" dışında bu kelimenin Türkçede kalmasından baş ka çare yoktu. Fakat bir türlü münakaşanın sonunu getiremiyorduk. Dağı ldıktan sonra dostum Abdülkadir yanıma geldi. Kendi si bir defa demişti ki: - Ben Asya Türklerinin çoğunun lehçelerini bil iyorum. Sizin ve Yakup Kadri ' l erin lehçesini de anlıyorum. Benim aklımın er mediği bir lehçe varsa. o da Türk Dil Kurumunun lehçesi! Dolmabahçe Sarayı 'nın üst holünde: - Görüyorum ki. pek sıkılıyorsunuz, dedi. Siz bana güçlük çektiğiniz kelimeleri söyleyiniz. Bir Türkçe asla vardırabiliıiz, dedi. - i şte "hüküm" kelimesi. dedim. - Yarına kadar müsaade ediniz. Ertesi gün bazı lehçelerde "ök"ün "akıl " manasına geldiği ne, bunun birtakım lehçelerde " uk " şeklini aldığına ve Yakutça da "um" eki i le kelime yapılabildiğine dair vesikalar getirdi. Top lantı açıl ınca ben: - Hüküm kelimesi Türkçedir, dedim. Çünkü, "ük-üm" meseleyi halletmekte idi. Akşamlan komis yonun çalışmalarını Atatürk'e götürürdüm. Bu yakıştınna ile böy le ehemmiyetli bir kelime kazanmaklığımızdan pek memnun kal dı. istiyordu ki. Türkçe mümkün olduğu kadar çok kelime bıraka lım. ancak bu kel imelerin Türkçe olduğunu da izah edebi lelim. Kılavuz çıktı. ama kimseyi tatmin etmiyordu. Atatürk bir 1 57
gün: - ismet Paşa 'yı gördüm. Konuşamıyoruz, dilsiz kaldık, bu ka dar çalıştık, küçük bir kılavuz çıkardık, diyor, dedi. 1 93 5 sonbaharında Atatürk İstanbul ' dan Ankara 'ya rahatsız dönmüştü. Kurum üyelerini yanına davet etti. Yatakta idi. Fran sızca yazılmış bir kısa etütten bahsetti. Bu etüt Viyanalı doktor Kvirgiç tarafından yazılmıştı. Viyanalı doktora göre ilk tefekkür güneşle alakalı idi. D i llerin doğuşu da güneşe bağlanmalı idi. Bu ütetten i lham almışa benzeyen Güney-Dil Teorisi üstün de dunnak istemiyorum. Ben bu teoriye hiçbir zaman inanmaınış tıın. Atatürk' ün maksadı birçok yabancı kelimelerin Türkçe oldu ğunu isbat ettirerek, Türk lügatını dünyanın en zengin olanların dan biri haline getinnekti. Biz onun gayesine bakalım ve bağlana lım. Tarih tezleri için de birçok şeyler söylenmiştir ve Atatürk 'ün uydunna bir tarih peşinde koştuğu ileri sürülmüştür. Doğrusu şudur ki, dilimiz ve tarihimiz, ne Osmanl ı aydınla rının sandığı gibi hiçbir şey, ne de Atatürk devrinin zorladığı her şey idi. Atatürk, aşırıları deneyerek doğruyu bulmak istemiştir. Ese rini sonuçlandırmaya ömrü yetmedi. Yazık ki, son dil çalışmaları da Atatürk'ün eşsiz ve hayret verici sağduyusunu hayli zedeleyen hastalık buhranlarına rasltadı. Ama dil devrimi de olmuştur. Dil, büyük bir hızla kendi ken disini aramakta ve bulmaktadır. Terimler işinde milletlerarası pren siplere uyup da sağa ve sola doğru ifratlar arasında mi.ivazeneli bir yol bulabi l irsek, gelecek nesile ansiklopedisini yazabilecek bir milli dil bırakabiliriz. Bu da büyük, pek büyük bir iştir ve şerefi, en başta Atatürk' ündür. Atatürk, dilde Türkçec i liği devlete maletıniştir. Üniversiteye mftletmiştir. Mekteplere mftletıniştir. Atatürk'ün amacı zengin, güzel ve milli Türkçe idi. Bu gaye den ayrılmak için insan Türklüğünden uzaklaşmalıdır. Bugün ka-
1 58
dar yaptığımız. yapı lacak olanın belki yarısından da ileridedir. Di l de geri dönülemez. Mesel<'ı benim scrnıediğim. beninısenıediğiııı ve kullanma dığım uydunııalardan bile geri denebilecek miyiz? "Genci " keli mesi herkesin pek kolayına gelmekte. yeni nesil . bu kelimeyi Türk çenin herhangi bir kelimesi gibi öğrenmektedir. " Metküre " nin uy durma olduğunu sonradan anlamış olanlar. alıştıkları bu kel imeyi . kullanmaktan vazgeçmişler midir? "Sel. sal. - men. nıan . ekleri nin binlerce soyadında. serbest vatandaşlar tarafından benimsen miş olduğunu görüyoruz. Telefon rehberindeki soyadlarından pek çok çoğu bu eklerle yapı lmıştır. Biz gençken çocuğu olanın ilk aradığı şey. bir edebiyatçıya giderek hiç duyulmamış bir Farsça veya Arapça bir isim soruştur maktı. Bugün herkes duyulmamış bir Türkçe isim aramakta ve bu isimler. yeniden yapılmaktadır. Bu. şunu gösterir ki, artık "bir şeye inanılmamakta" ve "bir
şeye de inanılmakta· 'dır. inanılmayan şey Osnıanlıc�. inanı lan şey Türkçedir.
1 59