Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Ocak 1998
YENİ TÜRKİYE BİR BATI DEVLETİ Fransız Akademisi 'nden
GEORGESDUHAMEL
Çeviren
CAN YÜCEL
Cumhuriye(
GAZETESİNİN OKURLARINA ARMAGANIDIR.
İÇİNDEKİLER Onsöz
.
Preface
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
7
11
BÖLÜMI: Bir Milletin Uyanışı.Evrim, Devrim.Doğu, Batı.Usavur ma, Sezgi.Duygudaşlığın Gücü. Dinlerimizin, Masallarımızın Kaynağında. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. 15
BÖLÜM il: Kansız Devrim. Teknikerler, Felsefeciler. Latin Alfabesi, Bir Uygarlığa Giriş Kapısı.Bir Denetleme Kuruluna Du yulan İhtiyaç. Sivil Devlet, Medeni Hukuk.Vicdan Hürlü ğü, Siyasal Hürlük.Vakıflar, Folklor.Türkiye, İslam Ülkeleri Arasında Sayılmalı mıdır? ... .. ............27 .
.
BÖLÜM ili: Olaylan Yerinde Görmenin Özellikleri. Yolcunun Karşı laştığı Meseleler.Seçkinlerin Yetiştirilmesi.Metot Seçme. Tekniğin Önemiyle Sınırlan.Yaratıcı Zeka, Uygulayıcı Ze ka.Örnek Okullar.Kesinkes Karar Verme İhtiyacı. Tabiat ve İnsan.......... ...........................43 .
BÖLÜMiV: Bir Devrimin Muhasebesi. Bir Ulustaki Erdemler, Töre-
5
ler, Bilgelikler. Anadolu'dan Manzaralar. Besin, Mutfak. Erozyon ve Yeniden Ormanlama. Tanın. Su Şehri, Sanat Şehri, Endüstri Şehri Bursa.El Sanatları.Kanun Koyucu sunun İleri Görüşlülüğü.Kadının Durumu.Yardımlaşma. Turizm. ......
.
.
..... ..... ......... ......5 5 .
.
.
BÖLÜMV: Bilimsel Uygarlığın Güzel Sanatlara Etkisi.Tiyatro, Ope ra, Musiki. Sessizlik, Gezi Yerlerinin Süsüdür. Dans.Ka ragöz. Süsleme Sanatı, Resim.Hitit Heykelinden Rodin' e, Bourdelle'e.Mimarlıkta Üç Temel Kural.Bugünün Yazar ları, Tarihçileri.Milli Kütüphane'nin Doğuşu. . . . . . . 67
BÖLÜMVI: Yolculuğun Yorucu ve Tatlı Tarafları.Türkiye'de UNESCO. Tıp.Çevre Stratejisi ve Ulusal İhtiyat.Diplomatik Ziyaretler. Türk Sularında Fransız Bandırası.Ankara'daki Fransız Kül tür Merkezi. Fransızcanın Oynadığı Rol. Dostluk Yuvalan.
Asya'nın Siyasal Dengesinde İki Ana Unsur. ........ 81 .
CUMHURİYET GAZETESİNDE ÇIKAN YAZILAR: Doğu - Batı Düğünü (G.Duhamel) ...............95 Efsane ve Bilgi ............ ......... .... ...99 .
.
.
Aydın Yetiştirmek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 103 Duhamel'in Dedikleri (Hasan Ali Y ücel) .........107
6
ÖNSÖZ
Y ENİ TÜRKİY E, Bir Batı Devleti adlı kitabımın, ha yatını kültür çalışmalarına adamış, bilgisini, gücünü Fran sa ile Türkiye arasındaki entelektüel münasebetlerin gelişi mi için seferber etmiş büyük bir Türk edebiyatçısının öncü lüğünde Türkçeye çevrilmiş olmasını sevinçle karşılıyorum. Eski seyyahlar, Türkiye'yi "pittoresque", bir bakıma göz alıcı bir ışık altında anlatagelmişlerdi.Batı dünyası bu efsanelerle, sanat anıtlarıyla dolup taşan Türkiye'ye; yüz yıllardır bizleri çekip çeviren olaylara, kısaca tarihimize ka tışmış olan bu ulusa çok şey borçludur. Ben yaşta olanlarımız, romancılarımızın, ozanlarımı zın, seyyahlarımızın bunca değer verdiği, her fırsatta sözü nü ettiği bu Türkiye'nin ne halde olduğunu elbet merak et miştir. İlk defa 1924 yılında İzmir'i, İstanbul'u ziyaret et tim.Harp, Osmanlı İmparatorluğu'nu alabildiğine hırpala mıştı.Ama köylüleri, şehirlileri yakından görünce, ne gö zü pek insanlar olduklarını kavramış, er geç bu yıkıntıyı or tadan kaldırıp yeni bir düzen kuracaklarına inanmıştım.Ya bu düzen nasıl bir düzen olacaktı? Zihinleri kurcalayan iş te bu soruydu.Cumhuriyet ilan olunmuş, Atatürk ile arka daşları işe iyice sarılmışlardı, ama bu coşkunluğun ne gibi sonuçlar vereceğini o zamandan kestirmek kolay değildi.
7
1 954'te Türkiye 'yi yeniden gördüm.Bu kısa inceleme gezisi sırasında hayranlık, hatta minnet duyduğumu söyle meliyim.Minnet duygusu diyorum, çünkü yeni Türkiye. sa dece harplerin, ihtilallerin sarsıntısı değil, aynı zamanda bü tün uygar ulusları susadurduran genel buhranın yumruğu altında çile doldurmakta olan dünyamızda güvenebileceği miz muvazene unsurlarından biri haline gelmeyi bilmiştir. Türkiye eski haşmetini kazanmaya kalkışabilir, yeni yeni ordular kurarak sonu gelmez maceralara atılabilirdi. Bu yolu tutmadığı için yeni Türkiye'yi ne kadar övsek az dır. Mustafa Kemal ile arkadaşları tarafından yönetilen Devrim sade siyasal olmakla kalmamış, insan münasebet leri, bilim, bilinç, sosyal kalkınma meselelerini içine alan bir genişliğe ulaşmıştır.Türkiye insanlık aleminde hak et tiği yeri kazanabilmek için aşağı yukarı bir yüzyıldır geliş miş diye adlandırılan ulusların benimsediği bilimsel, sos yal ve moral bir uygarlık çeşidine bütün gücüyle katılma yı amaç edinmiştir. Türkiye çekinmeden, duraklamadan Medeni Kanun'u, laik devlet düzenini, Latin alfabesini ve bir aydın takımı yetiştirebilmek için gerekli eğitim sistem lerini kabul etmiştir.Otuz yıl içinde elde edilen sonuçlar en iyimser olanları bile şaşırtacak niteliktedir. Bu önsözde kitabımda yer alan bölümleri özetlemek niyetinde değilim.Sözüme son vermeden önce önemle do kunmak istediğim bir nokta da Türkiye ile Fransa arasın daki kültürel münaseb�tlerin son )'ıllarda büsbütün geliş-
8
miş olmasıdır. Çeviri alanında yeni bir hamleye girişmek zorunluluğunu gözden kaçırmamalıyız. İşte bu konuda atı lan adımlar her iki ülkede de geniş yankılar uyandırmakta dır.Türkiye'de dostluğunu kazanmak mutluluğuna erdiğim bilginlerin, aydınların bu satırlarda şahsi minnet ve bağlı lık duygularımı yenilemek kaygısını güttüğüme inanmala rını dilerim. Temmuz 1 956.
9
Sayın üstat Georges Duha mel'in bu tercüme için özel ola rak yazmak nezaketinde bulundu ğu önsözün Fransızca metnini ya yımlamakla yurdumuzu bilerek, ulusumuzu tanıyarak seven büyük Fransız edibine şükranlarımızı belirtmek istedik.
10
PREFACE
Je suis heureux et fier de penser que mon livre, LA TURQUIE NOUV ELLE, Puissance d' Occident est tradu it en turc par les soins d'un grand lettre qui a concacre sa vie aux oeuvres de la culture et qui emploie toute 1'influ ence dont il dispose a developper les relations intellectuel les entre nos deux pays. Les voyageurs d'autrefois nous ont montre la Turquie dans l'admirable lumiere du pittoresque. L'Occident doit, sans doute, beaucoup a cette Turquie hantee de legendes, comblee d'oeuvres d'art, a cette nation turque, melee, de puis des siecles, aux evenements de notre histoire. Les hommes de mon age ont pu se demander ce qu'il allait advenir de cette Turquie, chera a nos romanciers, a nos poetes, a nos voyageurs, a maintes aventures individu elles ou collectives. J'ai, pour la premiere fois, visie S myrne et İstanbul en 1 924. La guerre avait cruellement ep rouve l'ancien empire ottoman.A voir le peuple de la ter re et des villes, on devinait bien qu'il etait courageux, qu'il saurait relever ses ruine!> et trouver un ordre nouveau. Qu el serait cet ordre? Voila ce que pouvait se demander l'ob servateur attentif.La republique avait ete proclamee.Deja Mustapha Kemal avec son equipe s'appliquait a l'oeuvre.
11
Mais il etait encore difficile de comprendre quels seraient les resultats de cette ferveur. J'ai revu la Turquie en 1954, et je dois dire que mon sejour, d'ailleurs itinerant et investigateur, m'a rempli d'ad miration et meme de reconnaissance.Oui, de reconnaissan ce, car la Turquie renovee est devenue l'un des elements d'equilibre sur lesquels peut compter notre monde boule verse non seulement par les guerres et les revolutions, ma is encore par la erise generale qui atteint tous les peuples civilises. La Turquie pouvait s'efforcer de retro�ver son ancien nee autorite temporelle, equiper des armees, se lancer dans des aventures guerrieres. Elle n'a rien fait de tel, et nous devons l'en louer.La revolution menee a bien par Mustap ha Kemal et ses collaborateurs n'a pas ete purement poli tique: elle a touche tous les departements de la connaissan ce, de l'expression, des relations humaines, de l'edificati on sociale. Pour prendre la place qui lui etait due dans la communaute des peuples, la Turquie s'est ralliee, audaci eusement et courageusement, a une forme de civilisation scientifique, sociale et morale qui s'est imposee depuis un siecle a tous les peuples que l'on dit evolues.La Turquie a, sans vaines hesitations, adopte le code civil, l'etat civil, le caractere romain, la methode inductive et, notamment, to us les systemes pedagogiques necessaires a une nation qui entend produire des elites avec generosite.Les resultats oh-
12
tenus en une trentaine d'annees sont de nature a justifier toutes les esperances. Je n'entends pas, dans cette preface, reprendre en les resumant les chapitres de mon l�vre. Ce qui me parait de grande importance, je tiens a le dire avant de terminer ce prelude, c'est l'intense reprise des relations culturelles ent re la Turquie et la France. Un effort de traduction etait ne cessaire. Cet effort est poursuivi de part et d' autre avec une ardente curiosite. Que nos amis, les Turcs lettres et savants, trouvent ici l'expression de ma reconnaissance personelle et de mon fidele attachement. Julliet 1 954.
13
BÖLÜM I
Bir milletin uyanışı. Evrim, Devrim. Dogu., Batı. Usavurma, Sezgi. Duygudaşlığın Gücü. Dinlerimizin, m Masaflarımızın kaynağında.
Kimimiz, İkinci Dünya Harbi içinde, yurdumuzla biz leri bekleyen, ne olacağını bir türlü kestiremediğimiz gele ceği kara kara düşünürken, kimimiz de, bilmiyorum, öyle adamsendeci kimseler oldukları için değil, herhalde, kapıl dıkları üzüntünün etkisi altında, Fransa'nın, Roma boyun duruğu altına girdikten sonra Yunanistan'da kopmuş olan olayların eşiğinde olduğunu, bu yüz kızartıcı durumu sine ye çekmek, yıkıntıyı kabullenmek, ona göre hareket etmek gerektiği sanısındaydı. Bu sevimsiz boyun eğiş haline her fırsatta bütün gü cümle karşı koydum.Ama, bu, sağduyuyu, gözünün önün deki kanıtları bir yana atıp körü körüne dediğim dedik di yenlerden olduğum için değil; yüzyıllar, binyıllar boyunca insan topluluklarının ne büyük bir güçle kalkındıklarını, uy kudan silkindikleri üzerinde tarihten öğrendiklerimi akıl dan çıkarmadığım için.XIX. yüzyıl sonunda Batılı müşa hitler, Osmanlı İmparatorluğu 'nun ucu çöküntüye kadar varabilir bir dizi yıkıma gelberi ettiği kanısındaydılar.Uya nık, aklı başında kimseler bile merkeziyetçi imparatorluk-
15
lann kaçınamadığı bir bozguna sürüklenmiş olduğunu gö rerek, Türk dünyasının sıfırı tüketmiş, dünya haritasından bir daha girmemecesine silinip atılmış olduğunu ileri sürü yorlardı. Günün dağdağası içinde gözlerini dört açan, kulağını kirişte tutan, ıspazmozlar içinde kıvranan dünyamızın ge lişimini gözlemek, iyi ellerden çıkmış incelemeleri okumak, yorumlamak yükünü omuzlarına alanlar, daha sonra da dü şüncelerini yerli yerinde saptamak için ancak yolculuğun sağlayabileceği imkanlardan yararlanmak, çeşitli ulusları, ülkeleri tanımak, önemli işler yüklenmiş şahsiyetlerle ta nışmak için fedakarlıktan kaçınmayanlar; diyeceğim, öğ renmek, gerçeğe ulaşmak için didinen insanlar, bir sezin leme devresinden sonra bugün artık anladılar ki, göçmüş Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntısı üstünde yeni bir ulus yükselmiştir; bu ulusun öyle alabildiğine olmamakla bir likte kendine yetecek kadar toprağı vardır, bu ulus sağlam dır, gözü pektir, yabana atılmayacak tabiat zenginliklerine sahiptir, bunlardan yararlanmasını bilir, gözü komşu ülke lerin toprağında değildir, ancak bilgiyle, emekle, kalkına bileceğine inanır, yedisinden yetmişine kadar bu inancın ateşiyle yaşamaktadır. Umutsuzlukla hiçbir şey halledil meyeceğini görmüş olan kimseler, yeni Türkiye'nin dünya tutumunda hesaba katılması gereken bir kuvvet olduğunu, daha on üç yıl önce sayısı on bir milyonu geçmeyen bu ulu sun bugün yirmi üç milyona vardığını ve yüzyılın bitimin den önce aşağı yukarı Fransa'nınkine yakın bir nüfus yo ğunluğuna erişeceğini bilmektedirler. Aynı zamanda bu
16
genç ulusun ana besinini kendi topraklarından çıkarabildi ğini, kendi doktorları eliyle bakım gördüğünü, telaşla de ğil ama, hızla elinden iş gelir, canlı aydınlar yetiştirdiğini, Doğu ile Batı arasında başlıca köprü noktasını elinde tut ması dolayısıyla bu kocamış dünyamızda son derece önem li bir yeri olduğunu gözden kaçırmamaktadırlar. Batılılaştırma davası ahlakçılarımızı tedirgin eden bir mesele olmaktan çıkmıştır. Ben, kurulmasında büyük hiz metleri geçmiş, şerefle temsil etmiş olduğu uygarlığın de ğerinden, diyebiliriz ki, hiçbir zaman şüphe etmemiş olan eski bir ulusun çocuğuyum. Her zaman söyledim, şimdi de aynı kanıdayım, Fransızları dünyanın dört bir yanına yönelt miş olan şey, kazanç hırsı, buyurmak tutkusu değil, gelmiş geçmiş uygarlıkların en iyisi, en doğrusu belledikleri ha yat tarzını yayma hevesidir.Bu bir bakıma dinsel diyebile ceğimiz çabanın her zaman iyi sonuçlar verdiğini söylemek, işlenen hataları örtmeye kalkışmak yanlış olur.Batı adı al tında tanımladığımız uygarlık, şimdi bizi burada ilgilendi ren yanıyla en azından bir dört yüz yıllık geçmişi olması na rağmen, belki de ilerde belli başlı bir rol oynayacak olan muazzam Amerika bölümünü hesaba katmayacak olursak, yirminci ile yetmişinci enlemler ve altmışıncı ile on beşin ci boylamlar arasında yaşamış, çile çekmiş, çalışmış, didin miş olan alabildiğine çeşitli milletlerin eseridir. İşte ta es ki Mısır İmparatorluğu'ndan Knos, Minos krallıklarından, ilk Hitit hanedanından kopup çıtkırıldım Manhattan gök tır malayıcılarına kadar uzanan bu uygarlık, son bir buçuk yüz yıl içinde tümdengelim metodunun zaferi ve dünyamızı
17
korkulu bir ruh haleti içine sürüklediğini haklı olarak söy leyebileceğimiz bilimsel bulgular sayesinde temelli değiş melere uğramıştır.Öteden beri tarihine, geleneklerine, anıt larına bağlı uluslar dünyada hak kazandıkları yeri elde et mek veya koruyabilmek için Batı düzenine ayak uydurmak gereğini, zorunluluğunu duymakta, bunun için de sadece ressamlarımızın, yontucularımızın, mimarlarımızın tekni ğini değil aynı zamanda, Batılı bilginlerin virüsler, rölati vite, antibiyotikler veya dalga mekaniği üzerindeki son araştırmalarını öğrenmek, benimsemek amacıyla girift hat ta kahramanca bir çaba göstermektedirler.Mesela Türkler, adları yazık ki modem ansiklopedimizde yer almayan Fa rabi musikisini, Levni resmini bir yana atmaksızın Amold Schoenberg ile tilmizlerinin musikisini, Van Gogh, Lhote, Douanier Rousseau gibi Batılı ressamların eserlerini, nice . yorgunluklar pahasına benimsemek zorundadırlar.
Kısacası, 1:3 atı metotlarının geçici başarısı önünde eğil
mek zorunda kalan ülkeler, Batı'yı bir bütün halinde kabul etmeleri gerektiğini kavramışlardır.Japonlar bu işe ancak aşın bir buhran geçirdikten sonra razı olmuşlardır, ama bu yüzden onları kınamaya hakkımız yoktur.Bu oyuna en ön de katılan saygıdeğer Japon ulusu, içinde az çok şamata pa yı olmakla beraber, kendisinin de birinci sınıf teknisyenler yetiştirerek, Mozart veya Mahler çalabilecek, BCG aşısı i mal edecek, verem hastalıklarını gereği gibi tedavi edecek, büyük tekneler, uçaklar, her çeşit silah yapabilecek güçte olduğunu göstermiştir.Gene de şerefli, bir bakıma içine güç işlenir özelliklerle dolu tarihi için, değeri küçümseneme-
18
yecek eserleri, töreleri için beslediği sevgiyi bir türlü için den silememektedir. Bir gece önce sinemada gördüğünüz bir aileye ertesi gece bir "No" temsilinde rastlayabilirsi nız. Batılılaşma hareketi, işin aslına bakarsanız, Türkiye 'de bambaşka bir yoldan yürümüştür. Bir kere Osmanlı dünya sıyla Avrupa arasında uçsuz bucaksız denizler, çöller, ıssız topraklar yoktu. Batı dünyasının kapılarını zorlamış olan Türk halkı yüzyıllar boyunca Doğu'yla Orta Avrupa'nın bir parçasına buyruğunu geçirmişti. Bu bölgenin oldum olası sallantıda olan kaderine büyük etkisi olmuştur. Bir yandan da İslam alemine öteden beri bağlı kalan bu topluluk, yir
minci yüzyılın sonuna kadar ortaçağdan arta kalan bazı ge lenekleri silkip atma gücünü kendinde görememiştir. Sanat çılar, zanaatçılar, ozanlar yetiştirmiş olmasına rağmen Ba tı metotlarını, bilimini, Batı tekniğini, Batı uluslarınca uy gulanan bazı siyasal ilkeleri kavrayabilmek için gerekli olan toptancı bir devrimin yokluğunu duymuştur. Kipling' in kimi zaman kötüye kullanılmış ünlü bir sözü vardır. İngi liz yazarı Doğu'yla Batı arasında bağdaşma imkanı olma dığını ileri sürer hani, işte Türk halkı bu sözün toptan yan lış, alabildiğine karamsar olduğunu göstermek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Türkiye bir otuz yıldır Batılı dev letler arasında yer almıştır. İşin tuhafı, Türkiye'yi tanıyan, hiç değilse yeni çağ de nilen dramatik serüvende Türk halkının oynadığı rolü kav ramış olan Fransızların sayısı kabarık değildir. İstanbul'da tek tük Fransız işadamına, birkaç üniversite mensubuna, az
19
sayıda turiste rastlarsınız. Daha sonra ticari, kültürel mü nasebetler ile turizm meselesini ele alacağım.Şimdilik ço ğu vatandaşımın yeni Türkiye'yi kitaplardan olsun tanıma dıklarını hayretle, üzüntüyle belirtmek isterim.Mme.Mar guerite Bourgoin 1935 yılında "La Turquie d' Atatürk" ad lı, özlü, değerli bir kitap yayımladı.Geçen yıl M.Jean-Pa ul Roux'nun Türkiye hakkında mükemmel bir eseri çıktı. Türkiye'yi ziyaret eden bir yabancının zihnini kurcalaya cak coğrafya, tarih ve genel olarak kültür konularında ay dınlatıcı bilgiyle dolu olan bu kitabı okurlarımıza salık ver mek isteriz. 195 1 'de M.Ernest Mamboury planlarla, resim lerle donatılmış dört başı mamur bir İstanbul kılavuzu ya yımladı.Fakat Türkiye, her bakımdan dikkate değer bir şe hir olan İstanbul'dan ibaret değildir. Öbür yandan devlet eliyle memleketin ünlü gezi yerleri, müzeleri, resim, mimar lık ve süsleme sanatları konularında bir sürü kitap, broşür çıkarılmaktadır.Seyyahların bu yayınlara başvurması fay dalı olacaktır.Son olarak görülmeye bilinmeye değer zen ginliklerle yüklü bu ülkenin tanınması uğruna hayatını ada mış olan M.Albert Gabriel gibi büyük bilginleri burada an mayı bir borç bilirim. M. Albert Gabriel aşağı yukarı ya nın yüzyıldır saygıdeğer bir konuk olarak Türkiye'de bu lunmaktadır.Kendisi İstanbul Fransız Arkeoloji Enstitüsü eliyle yürütülen les Etudes orientales yayınlarını yönet mektedir.M.Gabriel aynca College de France profesörle rindendir. Yabancı ülkeleri dolaşan, çeşitli ulusların yaşa yışını, törelerini inceleyen seyyahlar, böyle insanların eser leri önünde saygıyla eğilmeli, dağarcığına atacağı bilgile-
20
ri artırmak, öğrendiklerini düzene sokabilmek için onların öğütlerini almalıdır. Görünürdekilerle yetinmek istemeyen bir yolcu bu böl genin sosyal yapısı üzerinde kafa yormuş uzmanlara danı şırsa, iyi eder. Özellikle bu konuda bir tarih belgesinin ve ya tarihçi gözüyle yapılan bir incelemenin yerini tutacak de ğerde bir sezgi verisinin hakkını yememek gerekir. Türk halkı bugünkü haliyle, bütün Avrupa ulusları gibi birbiri ne benzemez unsurlardan kuruludur.Bununla birlikte, gö rünüşe bakarsanız, beyaz ırka bağlı bir ulus özelliği taşı maktadır.Türkiye 'de en sık karşınıza çıkan tipleri görüp de merkez yaylası veya güney eyaletlerinde yaşayan Fransız ları hatırlamamak olmaz. Mesela kırlarda talim eden, kü çük toplaşmalar halinde sokaklardan geçen askerleri ele alalım. Can korkusu içinde olmadıklarını, donatımlarının kusursuzluğunu hesaba katmazsak, bizim Birinci Dünya Harbi seferlerindeki "Poilu "!erimize ne kadar benziyorlar! Türk halkı büyük çoğunlukla köylü olduğu için, çehrece, yapıca bundan kırk yıl önce ordularımızda yer alan yanık çehreli, sağlam keresteli köylülerimizi andırmaktadırlar. Şehir halkı daha karışıktır.İlk bakışta Doğu ülkeleri ne vergi tipler göze çarpmakla birlikte şehirlilerin çoğu bi zim Fransızları andırmaktadır. Aydınlara gelince bu ben zerlik büsbütün göze çarpar haldedir.Kaç kere bilginler, sa nat adamlarıyla doktorların yer aldığı, hemen herkesin Fran sızca konuştuğu toplantılarda, sağıma, soluma, ileriye bak tığım zaman çevremde yüzleri, vatandaşlarımın, yel arka daşlarımın yüzlerine tıpatıp benzeyen insanlar buldum.Ki-
21
mi de Berber ülkesinde görülen, Vandal akınlarının kalın tısı olduğu bilinen kızıl saçlı tiplere rastlanmakla birlikte büyük çoğunluk bizde olduğu gibi kumral veya san saçlı, çekme, kısa burunlu, kemikli, açık alınlı insanlar. Uğradığımız okulların çoğunda öğretmenleriyle kay naşmış, düzenli, öğrenci topluluklarına rastladık. Özellik le kız okullarında Avrupa'daki kolejleri andıran sahnelere tanık oldum. Türkiye'yi bir otuz yıldır görmemiştim. O zamanlar Türkler, Batı Anadolu'yu silip süpürmüş olan yıkımın gö beğinde, harabe halindeki şehirlerde yaşıyorlardı. Bu yol culuğa niyetlenirken aklıma eğlence değil, inceleme; geli şigüzel karşılaşmalar, tesadüfler değil, işi oluruna bırakma dan sağlam temeller üzerine kurulmuş dostluklar, münase betler kurmak kaygısı, emeli vardı. Türkiye'de bir zaman kaldıktan sonra, yurda dönen Fransız yazarlarının bu ulus için, bu ülke için içten gelme bir sevgi beslediklerini gör müş olmamın, kurduğum tasarılara büyük etkisi oldu. Ba zı edebiyatçılar, Loti'nin hatırasına saygı ve şükranlık bes lemelerine rağmen Desenchentees romanında bir dereceye kadar bir kötü niyet, belki de bir hor görme kokusu sezdik lerini söylediler.Dediğim gibi bu, Loti'ye karşı kırgınlık ları olduğu anlamına gelmez. Mesela Reşit Saffet Atabi nen 'in "Pierre Loti, heroique ami des Turques" adlı kitabı bu konuda yeter kanıttır. Ben çoğu zaman insanlar hakkında yargıya girişmeden önce düşünme, sezgi, mizah vergilerini ne yolda kullandık larına bakanın. Türkiye'de kaldığım sürece karşılaştığım
22
Türklere baktım, hemen hepsi dediğim bu üç aracı her za man büyük bir kolaylıkla, kimi zaman da dikkate değer bir üstünlükle kullanmaktadır. Bana, "Türkler duygulu, alıngan insanlardır. Sakın fazla açılayım deme, hiç yoktan güceniverirler" dedilerdi. Gelgelelim, İzmir'de Türk topraklarına ilk ayak bastığımız zaman, yolculuğumuz boyunca bize arkadaşlık edecek iki kişiden biri olan Vedit Uzgören 'i karşımızda bulduk.Ken disi Türkiye'nin Meksika elçiliğini yapmış, adamakıllı Fransızca biliyor.Aynı rahatlıkla konuştuğu bir yedi sekiz dil daha var.İlk görüşmemizin daha başlangıcında tam bir dostluk havası içinde sohbet edebileceğimizi, kırk yılılk dostlarım, hem�erilerimle konuştuğum ağızdan kendisiy le görüşebileceğimi anladım. Sonradan İstanbul'a gelir gelmez Bay Vedit ile birlikte bize yol arkadaşlığı edecek olan UNESCO sekreteri Behram Kür ile buluştuk.Aynı ya kınlık, aynı neşe, kahkaha bolluğu, iç rahatlığı...Yol arka daşlarımızla tam bir duygu düşünme uyusu, birliği kurdu ğumuzu söylemek bile fazla. Programımız iyice yüklüy dü. Birkaç hafta içinde birçok yer görecek, birçok insan la tanışacaktık.Bu zevkli yükü hafifletmek için bizlere her türlü kolaylık gösterildi.Büyük şehirlerde bize Bedreddin Tuncel gibi edebiyatçılar, Bay Berker gibi bilginler kıla vuzluk etti, yol gösterdi.Kendilerinden gördüğüm, bir ko nukseverlik, kibarlık örneğiydi. Farkındayım, öteden beri edindiğim alışkanlığa rağ-
23
men, kimi yerde Stamboul, kimi yerde İstanbul dedim.Az önce İzmir demiştim, biraz ileride, biliyorum, Smyrne de yip çıkacağım. Tabii bir dereceye kadar temkinli olmam, öbür yandan da bu konuda aydınlatıcı birkaç söz söylemem gerek. Fransızlar'ın özel isimlere karşı belki saygısızlık de ğil, ama kayıtsızlığı andıran bir tavırları vardır. Biz Regens burg' a Ratisbonne, München'e Münich, London'a Lond res, İzmir'e Smyrne, Ankara'ya Angora deriz, Paris'teki I'Europe semtindeki Constantinopole sokağına İstanbul adı verileceği söyleniyor. Ben de yeri düşerse Trebizonde' a Trabzon demeye çalışacağım. Yalnız Bursa yerine sık sık Brousse dersem kusuruma bakılmamasını dilerim. Yazı masamın üzerinde eserlerimin Türkçe çevirileri ni gören arkadaşlarım, bazılarının başlıklarına takıldılar. "I'homme" kelimesi karşılığının Türkçe'de "adam" oldu ğunu görünce hayret ettiler. Bu konuda özel bir emeği ol mayan aydın bir Fransız için Türk dili anlaşılması hemen hemen imkansız bir dildir. İleride bu konuyu yeniden ele almak üzere şurada hemen söyleyeyim ki Latin alfabesi nin kabulü gerçek bir devrim hareketi olmakla birlikte, ba zı uzmanlara göre mogol ve tonguz dillerinin yanı sıra, Al tay dilleri grubuna bağlanması gereken Türk dili, kökleri bakımından Latin dillerinden kesin ayrılıklar göstermek tedir. Yeni Türkiye Batılılaşma tutkusu içinde Avrupa dil lerinden özellikle bilim, teknik alanlarda birçok kelime al mıştır.Öbür yandan Türkiye'de dolaşırken insan, her adım da Türkiye'nin bizim efsanelere, din tarihimize ne kadar
24
yakından katıştığını daha iyi anlamaktadır. Düşündüğüm de mesela Saint Paul'ün Doğu'daki yolculuğunun izlerini kovalayarak iyi bir inceleme, aynı zamanda da bir eğlen ce gezisi yapılabilir.Yolculuğa, Güney Anadolu'da, Kilik ya'da -ki bu bölgede yetişen keçilerin tüylerinden dokunan kumaşa o zamandan beri "Cilice" denmektedir- Tarsus'tan başlanır.Yolcu, tabii Türk sınırları dışına çıkarak önce Ku düs, sonra Suriye'ye, Arabistan'a geçecek, yeniden Saint Paul'ün doğduğu Tarsus'a dönüp, Ege adalarına, sonra da yeniden Anadolu'ya ... Sonra... Frikya'ya Galatya'ya ge çecektir. Ne hoş yolculuk değil mi? Truva, Makedonya, Atik, Corint...Hac gezisi, dolaşa dolaşa, Roma'da sona ere cektir. Seyyah isterse yol üstünde Efes'e de uğrayabilir. Saint Jean Chrisostome, Türklerin Antakya dedikleri Antioche'da, yani İskenderun sancağında doğmuştur. Efes'i de ziyaret ettik; ileride sözünü edeceğim. Do ruğunda son zamanlarda kilise haline getirilmiş olan ufak bir ev bulunan tepeye de tırmandık. İşte bu küçük yapıda Meryem Ana'nın doğduğu söylentisi dolaşmaktadır. Yazık ki Nuh'un gemisinin takılıp kaldığı söylenen Ararat Dağı'na kadar gidemedik. Yalnız Bursa'nın güne yindeki Olympe dağını gördüm. Bu, efsanede yer alan Olymplerden biri. Bergama Tepesi'ni hayranlıkla seyret tik, tiyatronun kalıntılarını inceledik.Truva kalıntıları Ça nakkale Boğazı'nın batı yakasında Çanakkale yakınların dadır.Xenophon'un Anabasis'te anlattığı "On binlerin ri catı" Doğu Anadolu boyuncadır. Y ürüyüşün Türklerin Ka-
25
radeniz dediği "La Mer Noire"da sona erdiğini biliyoruz. Yalnız sizlere hatırlatayım ki şeftali İran'dan, kayısı Erme nistan'dan gelmişti. Kiraz da ağzının tadını iyi bilen Lu cullus tarafından bugün Giresun diye adlandırılan Cerason te 'dan getirilmiştir. Türk ulusunun üzerinde yaşadığı, ektiği, biçtiği, kut lu bildiği bu koca ülke, unutmayalım, uzun tarihimizin bir çok yaprağına sahne olmuş bir dünya parçasıdır.
26
BÖLÜM il
Kansız Devrim. Teknikerler, felsefeciler. Latin alfabesi, Bir uygarlığa giriş kapısı. Bir denetleme kuruluna duyulan ihtiyaç. Sivil devlet, medeni hukuk. Vicdan hürlüğü, siyasal hürlük. Vakıflar, folklor. Türkiye, lslam ülkeleri arasında sayılmalı mıdır?
Devrimler, denilebilir ki, hiçbir zaman tek bir insanın eseri değildir. Halkın önemli bir bölümünün az veya çok ortaya vurulan rızasıyla kararlı birtakım insanlar tarafından hazırlanır. Halkın gözünden düşmüş, çökmeye mahkum bir rejim can çekişme dönemine girdiği sırada devrimci takım, öldürücü darbeyi vurur, iktidara geçer. Derken yeni başa geçmiş olanlar arasında kavgalar başlar. Beş yıldan otuz, kırk yıla kadar uzayabilecek bu dönem süresince yeni kişi ler birbirlerini paralar, parçalar; bir an gelir ki ya ortada dö vüşecek kimse kalmadığı için ya da yeni bir rejim tutundu ğu için ortalık düzene kavuşur. Yeni Türkiye'yi doğuran devrim ise gerçekten tek bir adamın eseridir.Bu adam sadık yardımcılar tarafından des teklenmiştir; yardım görmüştür. Bu adam, bütün bir ulusun güveniyle, hayranlığıyla ayaklandırılmış, güdülmüştür. İş te bu, başarısının ana dayanağıdır. Bu adamın siyasal kişi-
27
liği çevresinden kopmuş bir durum göstermemekle birlik te, bir yalnızlık, bir ışık çemberiyle kuşatılmıştır diyorsam, bu, onun sadece siyasal, sosyal değil, aynı zamanda, din sel ve felsefi bir nitelik gösteren eşsiz bir devrimin ana hat larını tek başına, evet, tek başına çizmiş olmasındandır.Bu devrim ulusal olma özelliğini hiçbir zaman kaybetmemiş, propaganda yoluyla yabancı ülkeleri etkileme, yeni kurdu ğu rejimi Arap devletlerine kabul ettirme sevdasına düşme miştir.Yeni kurduğu dengenin ana ilkelerine dinsel bir gö rünüş vermeye yeltenmemiştir.Bugün dünyanın en barışçı devletleri arasında yer alan Türkiye'nin güçlü bir ordusu varsa, bu ürkütücü düşmanlarına karşı yaşama düzenini sa vunmak içindir. İşte bu ileri görüşlü hazırlık sayesinde, Türkiye Finlandiya'nın yanı sıra peyk devletlerin içler acı sı durumuna düşmekten kurtulan iki ülkeden biridir. Kendisine haklı olarak Atatürk, yani Türklerin atası de� nilen Mustafa Kemal, beslediği umutlan, giriştiği işleri bir yaygara konusu yapmaksızın çalışmıştır.Bunun içindir ki, bu göz kamaştıran eserin büyüklüğü gereği gibi bilinme mektedir. Öbür yandan bu eser, İngiliz, Fransız, Rus devrimleri nin başardıklarından bambaşkadır.Hiçbiri mesela dil, ya zı gibi konulara el atmamıştır.Ne Cromwell, ne. Robespi erre, ne Lenin ne de ondan sonra gelenler, çekip çevirdik leri ulusların bilim felsefesini, düşünme metotlarını, kısa cası bütün bir alın yazısını değiştirme yükünü omuzlarına alamamışlardır. Teknik alandaki kalkınma hamlelerinde ana ilke olarak
28
tümevarım metodunu benimsemek, rasgele bir insanın yapa cağı iş değildir. Japonlar uzun boylu düşünüp taşındıktan son ra bu işe giriştiler, faydasını da gördüler. Şu anda hemen he men bütün uluslar, içrek, batıni olmaktan alabildiğine uzak duran Batı bilimine bağlanabilmek amacıyla çalışmaktadır lar. Gereği gibi çaba gösterdikten, hele bu işe vergili olduk tan sonra başarı kazanamamaları için sebep yoktur. Dediğim vergilerden ilki hepimizin bildiği gibi tecessüstür, öğrenme, anlama merakıdır. Birtakım uluslar, Batı dehasının ortaya çı kardığı araçlardan yararlanmaya razı olmakla birlikte, Batı dehasını hor görmekte, bu yüzden de sonuna kadar yararlan ma imkanlarından yoksun kalmaktaydılar. Türkiye ise Mus tafa Kemal'in <lürtelemesi sayesinde, sade eli yatkın işçiler değil aynı zamanda mühendisler, teknikerler yetiştirmesi ge rektiğini bununla da yetinmeyerek ne kadar usta olursa olsun teknikçilerle iş bitmeyeceğini anlamış, bu gibi uygulayıcıla rı yetiştirdikten sonra bilim adamlarını, metot kurucularını öne sürmek, onları gözetmek gerektiğini kavramıştır. Bütün insanlığı kavrayan uygarlık buhranının ortaya çıkardığı meselelerin en önemlisi, modern bilimin sağladı ğı kuvvet araçlarının ne yolda kullanılacağını kestirmektir. Türkiye, çok şükür, şimdilik, tarlada olsun, fabrikada ol sun, ana personel ile donatım ihtiyacını karşılama dönemin dedir. Bu alabildiğine vergili, sağlam, güçlü, düzenle çalı şan halk barış yolunda yürümeyi başarırsa, gelecekte öbür toplumlara örnek olmak mutluluğuna erecektir. Torunları mız, burada ileri sürdüğüm dileğin ge:çeklere uygun olup olmadığını göreceklerdir.
29
Mustafa Kemal'in tasarladığı ideolojik devrimin ger çekleşmesi için üstesinden gelinmesi gereken değişmeleri bazı Avrupalılar, kaçınılmaz olarak gördükleri için hafifle yebilirler. Fakat görmüş geçirmiş kimseler, bu temelli za ferin kazanılması uğrunda harcanan emeklerinin büyüklü ğünü gözden kaçırmayacaklardır. Y üzyıllardan beri Osmanlılar Arap alfabesini kullan mışladı. Acaba bu yazı, Türk diline uygun mudur? Tabii de ğil. Türk dilinde Arap harfleriyle belirtilemeyen bir sürü ses vardır. Arap harflerinin istif şekli, yatay giden alfabe lere kıyasla, baskı makinelerinin kullanılışını güçleştirmek tedir. Arap alfabesinin yanı sıra Türk diline, halk yığınla rının anlayamayacağı bir sürü terim girmiştir. Yirminci yüzyılın başından beri bu konuda bir devrim ge rekli görülmeye başlamış, bazı çalışmalara girişilmişti. Fakat Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasıyla sonuçlanan harpler bu çalışmaları uzun zaman kösteklemiştir. Ancak 1928 'de Ke malist Türkiye, hükümetin teklifi, Millet Meclisi 'nin kararıy la Latin harflerini kabul etti. Bu karan etkileyen şey, önce de söylediğimiz gibi Batı uygarlığına katılma emelidir. Bir Türk gazetesini veya Türkçe bir kitabı gözden ge çiren bir Avrupalı, yeni Türk alfabesiyle kendi kullandığı alfabe arasında bazı ayrıntılar olduğunu görecektir. Mese la, biz Fransızcada ş, ö, ğ harflerini kullanmıyoruz. Fakat bizim alfabedeki ç harfi de öbür uluslar için hiçbir şey ifa de etmemektedir. Sonra İspanyol alfabesinde yer alan üstü işaretli "n" harfi veya İsveçlilerin kullandığı ne "o" ne "a" seslisine benzeyen, alt alta gelen bir küçük "o" ve "a" ile
30
kurulan sesliyi biz kullanmamaktayız. Bundan da anlaşılı yor ki her ulus Latin alfabesini kendi ihtiyaçlarına en uy gun gelen biçime sokmaktadır. Dava, ana işaretlerin aynı oluşudur. Böyle bir devrimi gerçekleştirebilmek için yenilmesi gereken güçlükleri daha iyi belirtebilmek emeliyle size şu nu da söyleyeyim ki, Latin alfabesinde yer alıp da Türkçe ye kabul edilmemiş iki harf vardır: q ile x. Halbuki seslile re büyük ihtiyaç duyulmaktadır. Arap dilinde 28 sessize kar şılık sadece üç sesli vardır, bunlar da metinlerde pek sey rek yer alır. Türkler 1 928 devriminden öylesine yararlan mışlardır ki insan bu kadar gerekli bir araçtan neden bun ca zamandır yoksun kalmaya razı olduklarını anlamakta güçlük çekiyor. Bir ulusun böyle bir devrimi hem de düzen içinde ger çekleştirebilmesi için disiplinli, gözü pek bir ulus olması gerekir. Vietnamlılar, Fransız din adamlarının baskısıyla Latin harflerini kabul ettiler. Bundan herhalde pişman de ğillerdir. Yazı konusunda henüz bir hal çaresi arama yolun da uğraşan Japonlar Romen sayılarını benimsediler. Çinli ler de bazı yayınlarda bu sayılan kullanmaktadırlar. Çekin meden söyleyebilirim ki onlar da er geç Latin harflerini ka bul etmek zorunda kalacaklardır. Mısır'da, Kuzey Afrika 'da aydınlarla bu konuda uzun uzun tartışmalara giriştim. Bak tım ki bu konuda çekingen, tedirgin ve dinsel geleneklerin etkisi altında ürkek bir davranışları var. Bununla birlikte za man, bu nazik meseleyi bir hal çaresine bağlayacaktır. Ben ce Stalin ulusal gururu incitmeden bu meseleyi ele alacak
31
imkana sahip olsaydı, Latin alfabesini derhal kabul eder, Sovyetler dışındaki ulusları da Slav alfabesini kabule zor lardı.
1928 Ekim Kanunu, 1930 Haziranı'na kadar (stenog rafi yerini tutmak üzere) resmi, özel belgelerde Arap harf lerinin kullanılmasına yetki tanımıştı. Bu kanun resmi me tinlerde tam olarak gerçekleşebilmiştir. Kimi zaman yaşlı kimselerle görüşürken dikkatimi çekti, mesela not almak için, alışkanlık yüzünden olacak, hala Arap harfleri kulla nıyorlar. Bununla birlikte Türkiye'de her gün 110 günlük gazete, haftalık, on beş günlük, aylık olmak üzere geniş sa yıda dergi çıkmaktadır. Bundan başka binlerce, çeşitli ter cüme, telif kitap yayını yapılmakta . . Demek ki yazı devri mi artık Türkiye'de kökleşmiştir. Bazı edebiyat adamlarının Arap harflerini özlemeleri ni hoş karşılıyorum. Bu alfabenin göze hoş gelme bakımın dan değerini kabul etmek gerek. Bana anlamla biçimin bü yük bir uyarlık, ahenk içinde kaynaştığı hemen göze çar pan eski metinler gösterdiler. Bilginler, sanatçılar bu şeref li geçmişten kalma eserleri incelemekte tabii hürdürler. Yal nız, bazı dikkate değer sanat eserlerini hesaba katmadan söylüyorum, hangi birimiz bugün parşömen kağıtlarının üstüne fona yaldız döşeyip o süslü gotik harfleriyle yazı yazma külfetine katlanır? Artık elimizde olmadan bizi sa rıp sarmalamış bambaşka kaygılara baş eğmek, onlara göre hareket etmek zorundayız. Bu harf devriminin yanı sıra Louis Bazen' in de belirt tiği gibi halk yığınlarının pek tutmadığı görülen yeni bir ke-
32
·
lime akını baş göstermiştir. Bizde XVI'ncı yüzyılda buna benzer bir akımla karşılaşılmıştı. Türk yazarları bugün Türk kaynaklı terimlere dönmektedir. Tabii Avrupa dille rinden, öncelikle Fransızcadan "neologisme" yoluyla alın ma kelimeler insanın gözüne çarpmaktadır. Bunların yazı lışı fonetik, yani söyleniş biçimlerine bağlıdır. Mesela Cor don, c harfi bizdeki gibi söylenmediği için kordon yazıl maktadır. Hôtel, otel; restaurant, restoran; pavillon, pavyon ve Fransız aslından gelmeyen casino kelimesi gazino ola rak yazılmaktadır. Conferance'a ise konferans denilmekte dir. Bicarbonate de soude eczanelerde bikarbonat dö sut di ye anılmaktadır. Türk vatandaşlarının etimoloji kuralları na bizim kadar bağlı kalmalarını istemek haksızlık olur. Üs telik, bizde de günlük konuşmanın etkisi altında hemorr hagie yerine hemorragie, ophthalmie yerine ophtalmie ya zılmaktadır. Öbür yandan fonetik imla meselesi birtakım manyakların zoruyla sık sık kurcalanagelmişti. İyi ama biz Türkler gibi bir devrim yapmadık ki .. Kemalist hükümetin Latin harflerini kabulü bir devrim olmuştur; Türklerin bu sert dönüş hareketinden yararlanarak bu konuda halkın yü künü hafifletmek istemelerini olağanüstü karşılamamak gerekir. Türkçe gibi buhran devresi geçiren dillerin bir denet leme altında tutulması yerinde bir hareket olacaktır. 163 5 'te Richelieu, Pleiade denemelerini örnek alarak 1'Academie française'i kurduğu zaman böyle bir denetleme kurumu ta sarlıyor olmalıydı. Bunda haklıydı da. Karşılaştığım ede biyatçılara, dilin doğru olarak kullanabilmesini sağlamak
33
bakımından öğütler vermek ve dilin gelişigüzel yazılması nı önlemek üzere bir kurul veya bır akademi -adının şu ve ya bu oluşu önemli değil- kurmayı düşünüp düşünmedik lerini sordum. Karşılık olarak böyle bir kurumun var oldu ğunu, fakat gereği gibi çalışmadığını söylediler. Kimle ko nuştuysam, böyle bir kurula ihtiyaç olduğu yolundaki dü şüncemi benimsedi. Ayrıca bazı kuruluşların yerine göre değiştiği dikkati mi çekti. Kimi yerde Otel Kordon, kimi yerde Park Oteli deniliyor. Karşılık olarak gramerdeki isim değişmelerini ile ri sürdülerse de bunun doyurucu bir açıklama olmadığı meydanda. Bir Türk arkadaşım, az çok alaycı bir edayla bi zim de kimi yerde rue de Rivoli, kimi yerde rue Richelieu dediğimize, yani ön takıyı sadece yer adlan için kullandı ğımıza, bunun da bir çelişme olduğuna işaret etti. Diren meye kalkmadım, milletlerarasında yayılıp duran derme çatma dilin geçer akçe olduğu bir çağda yaşıyoruz. Şöyle bir çevremize bakarsak, akademiyi bir çırpıda kopkoyu bir umutsuzluğa düşürecek ağırlıkta binlerce yanlışa rastlama mız işten bile değil. Yazı devrimi uzun zamandan beri yazı yazmayı bilgin lere, edebiyat adamlarına vergi bir başarı olarak görmüş olan Türk halkı tarafından büyük bir coşkunlukla karşılan mıştır. Birçok okul kurulmuş, hemen her yerde halkın akı nıyla karşılaşılmıştır. Orta Anadolu'da trenle bir kasabadan geçiyorduk, kim haber vermişse vermiş, istasyonda karşı mıza öğrenciler karşıcı çıktı; hemen hepsi şöyle böyle Fran sızca biliyordu.
34
M:ıstafa Kemal'in sık sık şurda hurda gördüğüm bir fotoğrafı var. Kara tahtanın başında halka Latin alfabesi nin sesli, sessiz harflerini gösteriyor. *
Osmanlı İmparatorluğu yirminci yüzyılın başlarına ka dar hilafet rejimi altında yaşadı. Padişah aynı zamanda din sel önderdi; sivil hukuk yerine şeriat buyruğu yürürdü. Jön Türk denen devrim hareketi, 1 908'den sonra, özellikle ic ra ile teşri organlarım birbirinden ayıran parlamento siste minin kurulması, bazı uygarlık haklarının sağlanması gibi kayda değer değişikliklere öncülük etmiş, dolayısıyla, da ha sonra kopacak devrime yol açmış, böylece Türk halkı Mustafa Kemal' in eliyle 1 926'da gerçekleştirilen devrim lere ruhça hazırlıklı bulunmuştu. _Yeni Türkiye'nin Medeni Kanun' a kavuşması zamanı gelmişti. Türkiye Batılı ulusların hayatlarını düzenleyen kanunlar arasında bir İsviçre kanununu, Neuchatel kanto nunun Medeni Kanunu' nu seçti. Bilindiği gibi İsviçre kon federasyonunu meydana getiren 22 kanton bir ölçüde ba ğımsızdır; Neuchatel kantonu ise temsil yoluyla demokra si rejimini benimsemiştir. İ leride Medeni Kanun'un kadınların hayatında, erkek kadın münasebetlerinde yarattığı değişikliklerden söz aça cağım. Şimdilik Medeni Kanun' un kabulüyle ortaya çıkan garip bir duruma dokunmakla yetineceğim. Fransa'da va tandaşların medeni hali Büyük İ htilal'den önce mahalli ki lise sicillerinde tutulagelmişti. 1 792 tarihli bir kanunla va tandaşların doğum, evlilik hali ve ölümleriyle ilgili bilgi-
35
nin kütüğe geçirilmesi işi sivil kurumlara bırakıldı. Bu işin yürütülebilmesi için de her vatandaşın bir soy veya aile adı olması gerekiyordu. Oysa Türklerin, çoğu Müslüman ül kelerinde olduğu gibi sadece küçük adlan vardı. Kimi za man bu küçük ada babası adı da katılırdı, Abdullah bin Ah met gibi. Bazı da asıl adın başına getirilen lakaplar, kesin liği büsbütün zedeliyordu. Bu yüzden Türkler, Medeni Ka nun'un kabulünden sonra bir soyadı edinmek zorunda kal dılar. Kimi oturdukları yerden, kimi bir beden özelliğinden esinmiş soyadları aldılar. Bu meseleyle ilgilenen okuyucu larımıza hiç değilse Albert Danzat'ın "Fransa'da Soyadla rı ve Küçük Adlar Etimolojik Sözlüğü" adlı kitabının ön sözünü okumalarını salık veririm. Eski düzende küçük addan sonra gelen unvanlar, ge nel olarak kaldırılmıştır. Gene de sıkı fıkı konuşmalarda kul lanıldıkları oluyor. Mesela Tevfik Paşa deniyor. Bey sözü ne gelince, monsieur anlamına kullanılıyor: Vedit Bey, Beh ram Bey gibi. Unutmayalım ki monsieur, Monseigneur'ün kısaltılmış şeklidir. Sonuç olarak diyebilirim ki Medeni Kanun kurumu Kemalist Türkiye'nin başlıca başarılarından biridir. *
Epeyce yolculuk ettim; onun için İslam dininin şu sa tırları yazdığım anda çöküntüye yönelmiş bir din olmadı ğını görebilecek haldeyim. Aksine eskiden olduğu gibi zor la değil barışçı yollardan, bunun için de kolayca sezilme yen yayılmalar başardığını belirtmek isterim. İslam dini ya lın bir din olup, birkaç ana kural üzerine kurulmuştur. Ke-
36
lime-i şahadet, beş vakit namazdan önce aptes, ramazan ayında oruç, kimi zaman bağış niteliği kazanan zekat, bun lardan başka, güce bağlı olmak üzere, Hac farzı ki, bunu yerine getirenlere "hacı" denir, ayrıca sünnet zorunludur. Dinsel buyruklardan kimisi için de bazı kolaylıklar tanın mıştır. Mesela çölde yolculuk eden bir mümin, susuz kal dığı zaman kumla aptes alabilir. Türkiye'de Hanefi mezhe bi hakim olmakla birlikte İslam aleminin geri kalan bölge lerinde Maliki, Şafii, Hambeli mezhepleri de yiirürlükte dir. Din adamları, Katolik dininde olduğu kadar güçlü de ğilse de, bugün için sadece dinsel değil aynı zamanda siya sal bir rol oynamaktadırlar. Yeniden söyleyeyim, bu din, özellikle okuma yazması kıt toplumlar arasında yayılmak tadır. Y irmi otuz yıl içinde bütün Afrika kıtasını sarması beklenilebilir. Dediğim gibi yalındır, basittir, ama hala or taçağ özelliği taşımaktadır. İslamiyeti değiştirebilecek yet kide bir kurum yoktur. Kuvveti de zaafı da bu hareketsiz liğinden ileri gelmektedir. Hıristiyan dini çapraşıktır, bel ki de bunun için bölüntülere uğramıştır. Saint Paul'ün sö zünü burada hayranlıkla anacağım "Opportet haeresse es se" "Mümine en sağlam kanıtlan ilham eden, rafızdır." Ye ter ki Hıristiyanlık ileride yayılma gücünü ruhani meclisin vereceği ileri görüşlü kararlarda bulabilsin. Çünkü çapra şıklığın üstü kapalı oluşunun zararını çekmesine rağmen, kilise makamlarının yerinde kararlan Hıristiyan dinini gü nün zorunluklarına uydurmasını bilmiştir. Aklıma gelmişken anlatayım, yirmi yıl kadar önce bir gün rahip Henri Bremond ile Pirene Dağlan'nda bir yerde
37
gezmeye çıkmıştık. Söz döndü dolaştı, cehennem konusu na geldi. Hala din derslerinde anlatılagelen cehennem sah nelerini yerecek oldum. "Cehennemin bu türlü tanıtılma sı, dedim, ortaçağ topluluklarının gözünü korkutabildi, a ma yirminci yüzyılda yaşayan bir Hıristiyan bütün bunları gülünç bulacaktır. Bence yüksek makamların bu konuda ha rekete geçmesi zamanı gelmiştir." Rahip Bremond durdu, beni uzun uzun süzdü, sonra gizli kapaklı, ama anlam do lu olan şu sözü söyledi: "Bu işin üzerindeler, Monsieur Duhamel." Gerçi ilginç bir konu, ama bu ruhani meclis ile dog ma, nas meselesini bir yana bırakalım, dönelim Türkiye'ye. Hatırı sayılır sayıda Yahudi; kimi Katolik, kimi Protestan kimi Gregoryen olan Hıristiyanlar, çeşitli külte bağlı top luluklar var. Asya, bu bakımdan bir hayli zengindir. Sonda da büyük çoğunluğu kavrayan Müslümanlar geliyor. Mus tafa Kemal'in bir zamanlar Osmanlı İ mparatorluğu'nun haşmetini sağlamasına rağmen sonunda yıkımına yol aç mış olan rejimden yakayı kurtarmak kaygısıyla dinle dev let işlerini birbirinden ayırıp laisizmi ilan etmesini haklı gö rüyorum. Tabii ki bu adım, bir direnmeyle karşılaşmıştı. İslam dininin buyruklarına göre namaz sırasında zaman zaman secdeye varılır. Müminler cami içinde başlarını örterler; alınları yere dokunması gerektiği için fes veya sipersiz baş lıklar namazın gereğini yerine getirmeye daha uygundur. Mustafa Kemal, bir çırpıda fes giyilmesini yasak etti. Böy-
38
lece hem laisizmi pekiştirmek hem de dinsel işlemlerden bazısını önlemek amacını güttü. Kenarlı başlığı, şapkayı zo runlu kıldı. Müminler bere giyerek kaytarmaya çalıştılar. Diktatör onu da yasak etti. Siperi olduğu için kaskete göz yumuldu. Kasket giyenler secde sırasında güneşliği geriye çevirerek işin bir kolayını buldular. Türkiye'deki yolculuğum sırasında edindiğim kanıya göre Türkler arasında dinsel meseleler bir ikilik yaratıcısı olmaktan çıkmıştır. Evlerde çalışan hizmetçiler aptes almaları için gerek li kolaylıkları ev sahibinden isteme yetkisindedir. Sokak larda, namaz zamanı gelince, en yakın çeşmenin başında aptes almaya gelen müminler görülüyor. Helalarda aptes ib rikleri bulunduruyorlar. Her köyde bir cami var, müezzin ler namaz vaktinin geldiğini bildirmek için ezan okuyorlar. Yalnız bazı büyük Arap şehirlerindeki minarelerden bir avaza uluyan hoparlörlere rastlanmıyor. Fakat dinsel bay ramlarda akşamlan donatılan camiler pırıl pırıl gerdanlık lara dönüyor. Bütün şehir bu gösteriden yararlanıyor. Şü kür, buna kanunca bir engel de yok. Camiler kalabalık ol makla birlikte namaz saatlerinde içerden ibadet sesleri yük seliyor. Yavaş yavaş bir hoşgörürlük, tolerans anlayışı yer leşiyor. 54 yılında yapılan son seçimlerden sonra bu hoş görürlük havası büsbütün arttı. Şehirlerdeki aydınlar ise, eserleriyle olsun, konuşmalarıyla olsun dinsel inançlardan gitgide uzaklaşıyorlar. Ankara'da 60 kadar öğrencinin devam ettiği bir ilahi-
39
yat fakültesi var; Mehmet Karasan'ın dekanlığı altında te oloji ile İslam felsefesi okutuluyor. Kuran inceleniyor, İs lam sanatları tarihi öğretiliyor. Dinsel psikoloji, mukaye seli dinler tarihi ve felsefe gibi konular için ayn kürsüler kurulmuş. Yapı, yeni anlayışta, aydınlık bir yapı. Bu bir okul, fakülte; hiçbir zaman bir tapınak, bir manastır değil. Hayır kurumlarına, vakıflara -Kuzey Afrika'da bunla ra Habu deniyor- dokunulmamış. Bu kurumların tarihini in celemek amacıyla çıkan önemli bir dergi var. Gayrimenkul leri hesaba katmazsak, menkuller üzerine işlenen vakıfla rın alın yazısı Fransa'da olduğu gibi, para değerinin inişi ne, çıkışına bağlı. Devlet böyle hayır kurumlarını iyi göz le görmekle birlikte toptan yıkılmaması için tedbir almak niyetinde değil. Halk sanatına karşı saygı gösteriliyor. Okullarda, Bur sa'da hatta Ankara Konservatuvarı'nda halkoyunları oy nandığını gördüm. Bizde de yurdumuzun taşralıkbölgele rindeki geleneksel oyunlar, giyimler, şarkılar, töreler gibi değerlerin canlı kalmasına gayret gösteriliyor. Bana öyle geldi ki Türkler eski günler için özlem du yuyorlar. Türk halkının yüzü geleceğe dönük, gene de geç mişe karşı ilgi sürüp gidiyor. Folklor incelemeleri yapan bir de kurum var. Karşılaştığımız, görüştüğümüz Türklerin hiçbirinde Tuna'dan, Adriyatik Denizi'nden Mezopotamya'ya, Mı sır'a kadar uzanan o koskoca Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmış olmasından ötürü bir üzüntü, pişmanlık görmedim.
40
Görüşmelerim sırasında kendilerine imparatorluğu kaybet tikleri için üzülecekleri yerde bir gönül ferahlığı duyduk larını sezdiğimi belirttim. Güldüler önce, sonra da yanıl madığımı, önlerinde bunca güzel, büyük eser, emek, çalış ma bekler dururken, boş pişmanlıklara kapılmaya gönülle ri olmadığını söylediler. *
Atatürk ile arkadaşlarının şimdiye kadar kısaca anlat tıklarım dışında kalan başarılarını şöyle bir gözden ge�ire cek olursak, şunları sayabiliriz: Kadınların hayatında temel li bir değişme, güçlü bir ordu, okullar, fakülteler; tarımda, endüstride ilerleme. Bu konulan ileride ele alacağım. Bun lardan başka Anadolu'nun göbeğinde yoktan var edilen başkent, Ankara'yı unutmamak gerek. Rusların Petrograd'ı bırakıp Moskova'yı başkent yapmalarına yol açan stratejik kaygıların, Türk-Yunan harbi sırasında düşman orduları Anadolu içerlerine doğru ilerlerken, bir anlamı vardı. Uçak ların bugünkü harplerde oynadığı rolü düşünürsek, bu gi bi tedbirlerin pek etkin olmayacağını ileri sürebiliriz. Ne olursa olsun, Mustafa Kemal yanık yıkık bir kasabayı mo dem bir şehir haline getirmeyi bilmiştir; başkentte ilginç kurumlar kurmuş, barajlar, havaalanlan yapmış, demiryol lan döşemiştir.. İstanbul sevdalıları kimi, Ankara'dan hoş nutsuzlukla söz etmekte, ama hata ediyorlar. Ankara gele ceği temsil ediyor. Türk halkının bir tepe üstünde kendini uçurumdan kurtaran insan için diktiği o güzel, sade anıta doğru yürürken bunları düşünüyordum.
41
1 947'de İslam ülkelerini incelemek üzere Lübnan'dan başlayıp Senegal'de sona eren bir yolculuğa çıkarken, Tür kiye'ye uğramayı aklımdan geçirmiştim. Sonra düşündüm, Türkiye' nin ayn bir inceleme konusu olduğuna aklım yat tı. 1947 yılında yolculuğum sonunda yayımladığım kitabın adı 'Consultation aux pays d'İslam.' Oysaİslam ülkesi te rimini yalnız dinsel değil, hele siyasal anlamı içinde aldı ğımız takdirde artık Türkiye'yi birİslam ülkesi olarak gör mek mümkün değildir.
42
BÖLÜM ili
Olayları yerinde görmenin özellikleri. Yolcunun karşılaştıgı meseleler. Seçkinlerin yetiştirilmesi. Metot seçme. Teknigin önemiyle sınırları. Yaratıcı zeka, uygulayıcı zeka. Örnek okullar. Kesinkes karar verme ihtiyacı. T(lbiat ve insan.
Kültürce kalkınma emelinde olan bir ulusun karşılaştığı başlıca mesele, bir seçkin takımı yetiştirmek, genç zekalara bi çim verecek metotları bulmak, daha sonra da bunların arasın dan bilim, sanat, edebiyat konularında incelemelere girişmek, teknikerlere kılavuzluk edecek, orduyu donanmayı güdecek, yurdun yönetimini üzerine alacak, yabancı ülkelerde temsil ödevi görecek, halkın sağlığını gözetecek, gerek birey gerek toplum olarak gerekli eğitimi sağlayacak aydınları seçmektir. Yeni Türkiye, bu alanda bir Avrupalının karşısında ka yıtsız kalamayacağı genişlikte bir başarıya ulaşmıştır. Bu hamlenin bana esindirdiği düşünceleri açıklamadan önce, yolculuğum sırasında görüştüğüm değerli Türk yazan Ha san Ali Y ücel'in ortaya attığı bir soruyu cevaplandırmaya çalışacağım: Acaba herhangi bir ülkeden geçen bir yolcu, bu ülkede yer alan ana olguları birkaç hafta içinde kavra yabilir mi? Yoksa bahis konusu ülke hakkında derine inen, her an tazelenmesi gereken bir bilgideP yoksun olduğu için izlenimleri yalınkat kalmaya mı mahkfundur? 43
Hasan Ali Y ücel'e hemen söyleyeyim ki ele aldığı çev rede uzun zaman yaşamamış, hatta çile çekmemiş, dövüş memiş, büyüyüp olgunlaşmamış olan yolcu kişilerin yaz dığı hikayelere önem vermem . Harp konusunu ele aldıy sam - 1 9 1 4'ten 1 9 1 9.'a kadar, 52 ayım orduda geçmiş oldu ğu için ; üstelik doktor olduğumdan her şeyden önce yara lıların hayatını, ölümlerini, acılarını dile getirmeye çalış tım . Roman alanında malzeme toplama çabasına güvenim yoktur. Romanlarımın konuları iyice tanıdığım çevrelerde geçer. Gerçi Tunus üzerine bir kitap yazdım, ama bu bir ro man sayılmaz. Sonra kendi gördüklerim, öğrendiklerimle de yetinmedim, bu ülkeyi iyi bilenlerin bilgilerine başvur dum. Ne Amerika ne Rusya ne de Japonya üzerinde bir pi yes yazmaya kalkışacak da değilim. A ma yaptığım yolcu luklardan dönüşte bir Avrupalı, bir Fransız vatandaşı ola rak duyduğum kişisel tepkilerin anlaşılmasına yarayacak ni telikte yazılar yazdım. Lafcadio Heam'ın pek doğru ola rak söylediği gibi, her zaman için en önemli izlenimler en önce edinilenlerdir. Kaç kere gördük, bir doktor öteden be ri baktığı bir hasta hakkında çıkmaza girdiği zaman başka bir arkadaşını danışmaya çağırır, ne zamandan beri bildiği, fakat gereğinden fazla tanımaktan korktuğu hastaya yaban cı gözüyle bir bakmasını ister. Sonra bazı yolculuklarım üzerinde yazdığım kitaplarda bir Fransızın a klını kurcala yan, dünyanın çoğu yerini gezmiş dolaşmış bir seyyahın di kkatini çekmesi olağan sayılması gereken meselelerin çerçevesi içinde kalmaya çalıştım. İşte bu gibi meselelerin incelenmesinde de bazı tedbirler 44
almayı da ihmal etmedim. Daha önce anlattığım gibi İslam ül kelerini dolaştığım sırada dost olduğum kimselerden, bana açıkladıkları düşünceleri yazıyla pekiştirmelerini istedim. Böy lece edindiğim bilgilerin sağlamlığını şüpheye düşürücü söz leri önlemiş oldum. Türkiye 'deki dostlarım, belki de bu gibi di leklerimi garipsemişlerdir, ama ben uğradığım ülkelerde fotoğ rafve andaç çeşidinden belgeleri toplamayı adet edinmişimdir. Gene de bu meselelerin yeni Türkiye vatandaşlarınca bir konuktan çok daha iyi bilindiği, dolayısıyla çok daha iyi yargılandığı ileri sürülebilir. Ama bu Fransızların bir ya bancı ülkeyi Fransız gözüyle görmek, hatta Türklerin de bu konudaki düşüncelerini kitap halinde inceleme fırsatını el de etmek istemelerine engel olmasa gerek . Bundan başka Türkiye yolculuğu, beni geçen yıl Ja ponya 'd a da denediğim gibi bir çeyrek yüzyıldır bir çözüm yolu bulma kaygısı içinde u ğraştıran meselelerle karşı kar ş ıya getirdi . İşte bu seçkinler takımı yetiştirmek meselesi bunların başında geliyor. *
Büyük İhtilal'den sonra Fransa, bu seçkinler meselesi ne XIX'uncu yüzyıl boyunca eksiksiz sonuçlar veren bir çö züm yolu bulduydu. Halk yığınlarına inip, seçkinler kayna ğını böylece genişleterek iki nesillik bir süre içinde yeni ön cüler yetiştirme yolunu tutmuştu. On ciltlik La Chronique des Pasquier adlı kitabımda da bu konuyu işlemiştim. Yeni Türkiye 'de seçkinler takımının uygarlığa bir an önce ulaşma çabası içinde çarçabuk eridiği; bu yüzden hal ka, sayıca üstün sınıflara başvurulması gerektiği iyice an laşılmıştır. Her yanda okullar açılmış, Latin harflerinin be45
nimsenmesi taşralık yerlerde bile , halkın ilköğretime yanaş masını kolaylaştırmıştır. Eski İslam metodunun kusurları nı açığa vuracak bazı sözler söylemek niyetindeyim . Bu nunla birlikte , mesela Kuzey A frika'da imam okullarında çalışan öğrencileri uzun uzun seyretmek fırsatını kaçırma dım. Öğrenciler şu veya bu kelimeye , Kuran 'dan a lınma şu veya bu cümleye gözlerini takıp, bu kelimeyi veya cümle yi bıkıp usanmadan tekrarlayarak okumayı öğreniyor. Göz le ses izlenimleri bir noktada buluşuyor ve yazılı biçimi bel leyen çocuk, sonunda ses karşıtını sökebiliyor. Küçücük ço cuklar öne arkaya sallanarak hep bir ağızdan bağırıyorlar. İnsanın bu sallanma sayesinde ha fızalarını büsbütün açan bir vecid haline girdiklerine inanası geliyor. Daha önce bir yerde şöyle demiştim : "İmam okulları yararsız değil. Bu da gösteriyor ki, hiçbir metot birçocuğun okuyup yazmayı öğ renmesine engel olamaz." Ama Batı u luslarının safına geçmek isteyen vergili, canlı bir u lus, iyiden iyiye ortaçağ malı olan metot ları bir yana bırakmasını bilmelidir. Ankara yöresinde Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nü ziya ret ettim. Anadolu köylerinde çalışacak köy öğretmenleri yetiştiriliyor. Çok yararlı vakit geçirdim orada. Okul, aynı adlı bucağın yanında bir tepenin eteğine kurulmuş . Her şey yalın, sade, ama yerli yerinde, eksiksiz. Geleceğin öğret menleri tarih, coğrafya, edebiyatla sınırlanmayan, o lumlu bilim ler, e l sanatları, resim, musiki gibi konuları da kavra yan bir öğretimden geçiriliyor. Bu bizim öğretmen okulla rında yürütülen sistemi andırıyor bir bakıma . İnsanın gö züne çarpan, sonradan da kafasına işleyen şey, Yeni Türki46
ye'de her türlü kültür alanında tekniköğretime verilen bü yük önemdir. Bir daha geriye dönmemek üzere uygulumlu, tatbiki bi limler dünyasına dalmaya karar vermiş bir u lusun kendine tekniker yetiştirmek için her çareye başvurması kadar ola ğan, hatta zorunlu ne olabilir? İstanbul'da altı fakülteden ku r ulu bir teknik üniversite var. Ortaöğretim katında da her tür lü teknik bilgi sağlayan örnek okullar açılmış. Çok iyi bir şey. Fransa'da tekniköğretim aşağı yukarı yirmi tip . Tip diyorum, çünkü, hem Paris'te hem de taşrada çeşit çeşit teknik okul var; bunların dışında, baş1<:enti hesaba katmayacak olursak, Angers'de, Chalons-sur-Marne, Cluny, Lille, Aix'de Arts et Metiers (sanat) okulları, sonra dokuz şehirde kurulmuş olan meslek okulları hep bu tekniköğretim alanına giriyor. Öbür yandan yeni Türkiye'nin üniversite adamlarını bi limse l teknikle yetinmeyip, salt bilim, bilim felsefesi konula rıyla uğraşan fakülteler açmış oldukları için kut lamak isterim. Amerikan ö rneği, yeni Türkiye'nin kurucularını doğru yoldan caydıracak, gözlerini kamaştıracak çapta bir örnek. Kimse A mer ika'nın uygulama alanında deha sahibi olduğu nu inkar etmiyor. Geniş sayıda tekniker, ikinci derecede bil ginler yetiştiriyor, ama metot buluculan, yani Bacon'a, Pas cal'a, Descartes'a, Pasteur'e kıyaslanacak bilim felsefecile ri yetiştirmekte yaya kalıyor. Yalnız bu durumun nedenini bulmak güç biraz. Birleşik Amerika'mn beyaz derili ha lkı genel o larak Avrupa'dan gelme . Bunların birtakımı da son zamanlarda göç etmiş olanlar. Einstein gibi büyük ün kazan mış kimse ler de Avrupa toprağında giriştikleri çalışmalara devam ediyorlar. Geri kalanlar, Avrupa'dan getirdikleri aile 47
geleneklerine, Avrupa anılarına bağlı haldeler. Dediğim gi bi bunların arasında yaman uygulayıcılar, mühendisler, tek nikerler, operatörler yetişiyor. Bu bakımdan Avrupa'ya ör nek olacak durumdalar. Yalnız ansiklopedilerdeki Birleşik Amerika maddesinde öteden beri bilime, büyük bilginlere ay rılan bölümleri aramak boşuna. Bu konuda soruya tuttuğu nuz Amerikalılar duraklıyor, sonra Edison'u anıyorlar. Edi son yaman bir tekniker, ama birinci sınıfbir bulucu değil el bet. İlkeleri, sırasıyla İngiliz Young, Fransız Scott de Mar tinville , Duhamel, Charles Cros tarafından bulunan gramo fonun ilk örneğini ortaya çıkarmış. Vergi konusundaki bu ay rılaşmaya en iyi örnek penisilin. Mikroplarla küfler arasın daki çatışıcı özellikler ilk olarak Fransız Duchene de Lyon tarafından or taya atılıyor, ama de Lyon çalışmalarını sonu na kadar götürmüyor. Penisilin Oxford bilginleri, özellikle Alexandre Fleming tarafından elde ediliyor. Penisilinin te davi bakımından değerini ispat eden, saf olarak hazırlayan Fleming 'den sonra A merikalılar işe karışıyor, elverişli böl gelerde toplu olarak mantar yetiştirme, dolayısıyla geniş pe nisilin ihtiyacını karşılama çarelerini buluyorlar. İlk atom bombasını yapan Amerikalılar ; atomun parçalanışıyla ilgili görüngüleri inceleyenler ise Fransız bilginleri. Bu mesele üzerine dikkatle eğilinecek olursa, görüle cek ki, vergilerin ulustan ulusa ayrıntı göstermesi, sadece pedagojik metotlara , ırk yapısına bağlı değil; yaşanılan ye rin yapısı , iklimi, besin çeşidi bunda etkin oluyor. Adeta şa rapların çeşitlenişi gibi . Bu açıklamayı yaparken ulusal bir gururun güdüsü altında değiliz. Aksine, insan oluntuları nın, insan başarılarının sırrını gözden kaçırmayan bir aşa48
ğı gönüllülük içindeyiz. Yoksa ben bütün umudumu büyük bir atlantik uygarlığının kurulmasına bağlamıştım. Her ül ke bu uygarlığa karınca kaderince bağışta bulunacak ; Av rupa yaratıcı zekasıyla, A merika dikkate değer uygulama üstünlüğüyle bu uygarlığın gelişmesine çalışacakt ır. Türkiye bütün öbür Akdeniz ülkeleri gibi Avrupa' nın bir parçası sayılmalıdır. Türkiye eski çağlardan beri Batı uy garlığı tarihinde önemli bir rol oynamıştır. Şu halde Batı ül keleriyle e l ele vererek bu uygarlığın izinde yürümek için kendi kendini hazırlamalıdır. Bu demektir ki, teknikerler, ikinci basamakta bilginler yetiştirmekle yetinmeyip, metot yaratıcısı, bilim felse fecisi diye adlandırdığımız seçkin ki şilerin ortaya çıkmasına önayak olmalıdır. Türkiye bu eme li gerçekleştirecek zenginlikte kaynaklara sahiptir. Az önce Hasanoğlu K öy Enstitüsü'nden söz etmiştik . Bilmem ; söylemeye lüzum var mı, bu okul disiplin, düzen bağıyla hürlüğü kaynaşt ırabilen hava içinde bana örnek bir proleter rejiminde öğretim kurumlarının nasıl olması gerek tiğini gösterdi . Aynca bu gibi okulların kÖylük yerlerde ku rulması yerinde bir hareket. Bence geleceğin köy eğitim cilerini şehirlere yollayıp toprak alışkanlığını kaybetmele rini önlemeli. Öğrencilere resim yapmak öğretildiğini söy lemiştim. Gördüğüm eserler aydınlık, geniş sofalarda ser gilenmişti . Bunlarda süslemeye, dekorasyona büyük bir eğilim görülmekte. Ama bazı peyzajlara, ko,npozisyonla ra, portrelere bakınca, bu toy sanatçıların "avantgarde " (öncü) ressamlarımızdan hiç de aşağı kalmadığını rahatlık la s öyleyebiliriz. Öğrenciler, içinde öğretmenlik edecekle ri okulları kendi elleriyle yapıyorlar. Elektrik santralını iş 49
letecek yetkiye u laşmış lar. Umut dolu bir sanat kolu olan fotoğrafçılıkta a labildiğine ileriler. K lasik musikiyle uğra şıyorlar. Halkoyunlannda Ankara Konservatuvarı öğrenci leri kadar ustalar. Ankara Gazi Enstitüsü'nü de gezdik. A tatürk 'ün hatı rasına adanmış olan bu kuruma A rapçada " Mansur " ke li mesinin karşılığı o lan Gazi, yani " Muza ffer " adı verilmiş. Bu enstitü bizim 'l'ecole normal superieure 'ümüze kıyas lanabilir. Ders konulan, bizim okullarımızın programların da yer alan konuların aynı. Gerçek Amerikan pedagojisi An kara 'da baş üstünde tutuluyor. Tekin saymadığım o test me todu A merikan uzmanları tarafından öğretiliyor. Dilerim Tann'dan, matematiğe aşın bağlı kalan bu metodun verdi ği yanlış sonuçlar genç aydınların istendiği gibi yetişmesi ne köstek olmasın !.. Lhote 'un bir öğrencisi tarafından üç yıllık bir resim öğ retimi veriliyor. Eğer kültür yakınlaşmasıyla ilgili ser visler, Fransız resimlerinin reprodüksiyonları gibi gereçler bakı mından daha iyi donatılacak olursa, Fransa bu eğitimden ge niş ö lçüde yararlanabilecektir. Aynca Batı musikisine geniş yer veriliyor. Biçki, dikiş, aşçılık, fotoğrafçılık, süsleme sa natları, yontuculuk, tahta, kar ton, demir, bakır işleri gibi ko nular da ihmal edilmiyor. Ziyaretçi bu programın genişliği karşısında ilk ağızda tedirgin oluyor. Ama nasıl olsa bir ko nuda derinleşme sayesinde bu kusur da önlenebilir. Tabii, test lerden boş vakit bulup temelli uzmanlık yoluna girilebilirse. Her yıl Fransızca bölümünü bitiren öğrencilerden biri ne Fransız hükümeti burs veriyor. Yeter değil e lbette. Ame rikan hükümeti pedagoji bölümü öğrencilerine çok daha açık 50
elli davranıyor. Hükümet adamlarımızın bu işin önemini kav rayıp üstünde düşünmeye başlaması zamanı gelmiştir. Gazi Enstitüsü öğrencilerinin tümü, Türk hükümetin ce barındırılıyor. Karşılık olarak üç yıl eğitim kurumların da hizmet görmekle zorunludurlar. İstanbul'da çeşitli ilk, ortaöğretim kurumlarına uğradık. Önce ünlü Galatasaray Lisesi'ni anayım. Lise oluşu 1 868 yılında. Kuruluşu ise dört yüzyıl eski . Bu ünlü okulun ko nuksever öğrencileriyle birlikte yemek yemek fırsatını da bulduk. Lis� bö lümünün sonunda öğrenciye bizde olduğu gibi yükseköğretim kurumlarının kapısını açan ve Fransa'ya ge ldikleri takdirde bizim bakalorya benzeri sayılan bir dip loma veriliyor. Bu tutum bizleri ilgilendirse gerek. Aynı kolaylık Notre -Dame-de Sion'u bitiren genç kız lara da sağlanıyor. Özel bir kurum bu. Okulu çeviren, öğ retmenlik eden rahibeler bayağı siviller gibi giyiniyor. Ya pı eski ama bakımlı. Hiç unutabilir miyim o çiçek gibi gi yinmiş kızların, Marseillais'i, Türk Milli Marşı'nı söyle dikten sonra gelip önümüzde, ta Birinci Dünya Harbi'nin sonunda yazdığım bir baladı değişik seslerle okumalarını? Dünyada unutmam bir daha . .. Ankara'da, İstanbu l'd a belli başh fakültelere de uğra dım . Tıp fakültesinde "Akdeniz havzası salgın hastalıkla rı" ve Charles Nicolle'un çalışmaları konusunda bir ders verdim. İ leride Türk hekimliği konusuna döneceğim. An kara 'da bir de askeri ve sivil a lanlarda pratisyen yetiştiren güzel bir baytar fakültesi var. Öğrencileri, öğretmenleri iş başında gördüm. Teoloji Fakültesi'nden söz etmiştim. Şimdi de o övülme51
ye değer Siyasal Bilgiler Fakültesi 'ni anmadan geçmeyece ğim. Atatürk yeni başkenti Anadolu'nun uçsuz bucaksız boz kırında kurmakla çok iyi etmiş. Alabildiğine geniş yerler. Si yasal Bilgiler okulu iç açıcı; güzel bir bahçe içinde, her türlü gelişme imkfuuna sahip. Bizim Siences Politiques okulunu ör nek seçmek suretiyle kurulan bu fakültede, idareciler, diplo matlar, maliyeciler, iktisatçılar, hukukçular, şehirciler yetiş tiriliyor. Öğrencilerin yüklendiği ödev büyük. Onlar, Kema list devrimin yolunda yürümeyi ve otuz yıl önce başlanan ye ni Türkiye yapısını bütünlemeyi üzerlerine alıyorlar. Daha genel konulara geçmeden İstanbul 'daki Atatürk Lisesi 'ni ziyaretimizden söz açmak istiyorum. Binlerce kız orada ortaöğretim görüyor. Ne sevimli bir genç topluluğu! . . Kemalist devrimin nimetleriyle gönenen b u genç kızlarda ki coşkunluğu yadırgamamak gerek. Eskiden olduğu gibi harem köşelerine kapanacaklarına, çarşaflara bürünecekle ri yerde, yurtlarının yücelmesine hayatlarını adamış öğret menlerinin bilimli yönetimi altında bilgi, zihin ve beden eği timi yolunda yürüme mutluluğuna ermişler. Bu genç topluluğundan aynhrken, bizcileyin uluslar da gelecek için seçkin kişiler yetiştirme davasıyla ilgili me seleleri bir kere daha düşünmekten kendimi alamadım. Birkaç yıl önce Paris Akademisi Rektörü M. Jean Sar railh, yıllık açılış söylevini veririrken şöyle demişti: "Bu 54 bin öğrenciyi nasıl çekip çevireceğiz? Onlara işinin ehli bir ustabaşının kötü bir avukattan daha yararlı, becerikli bir iş- . çinin yarım yamalak yetişmiş bir doktordan daha önemli ol duğunu nasıl anlatacağız?" Aklımda kaldığı kadarını akta rıyorum buraya, ama rektör aşağı yukarı böyle demişti.
52
Bu meselenin ortaya çıkmasına sebep, Fransa'da otuz yıldır seçkin gençler yetiştirme konusunda gösterilen çaba nın bence canlılığını kaybetmiş olmasıdır. Ne emekçe ne ve rice hak edilmemiş olan diplomalar bol keseden dağıtılmak tadır. Etimoloji bakımından elite (seçkin) kelimesi bir seç me eylemini zorunlu kılmaktadır. Seçilen insanların sayısı kabarık olursa, orta seviye de o ölçüde düşük olacaktır. Or talama kültür seviyesi yükselmekte olsa bile teknik uğraşla ra açılan yolu tıkamamak için bu dediğim seçim içinde sert davranmalıdır. Aksi halde devletçiliğin, bürokrasinin günden güne baskı altına alageldiği, boyunduruğa sokmaya çalıştı ğı teknik dışı, liberal uğraşmalara girenlerin sayıca şişmesi ne, dolayısıyla bir dengesizliğe yol açılacaktır. Türkiye şimdilik aşın bir seçkin kalabalığı yüzünden patlak veren böyle bir çıkmaz içinde değildir. Bir yandan sanatkar denilen teknik elemanları, bir yandan da salt bi lim adamlarını yetiştirmekte; bu iki yetiştirme çabasını bir denge içinde yürütebilmektedir. Böyle güzel işleri başar mak, böyle asil ödevleri yerine getirmek durumunda olan bir ulusa ne mutlu! . . *
Otuz yıl kadar önce, Güney Cezayir'de Bou-Saada Va hası 'nı gezerken, İslamlığı kabul etmiş olan, o zamandan beri de dindaşları arasında yaşayan ressam Dinet'yi ziya ret etmek aklıma geldi. Ramazan ayıydı. Dinet, benden gün battıktan sonra uğramamı rica etmiş. Sözünü tuttum ben de. Görüşmemiz sırasında Dinet: "Beni görmeye gelenlerden bazısı, ilk ağızda yadırgadıkları İslam dünyası üzerinde ne düşündüğümü soruyor, dedi. Ben de onlara sizin 'Prince
53
Jaffar' adlı kitabınızı, özellikle Mokrani'den söz eden bö lümünü okumalarını salık veriyorum. Bu birkaç yaprağı okumakla İslam uygarlığıyla Batı uygarlığı arasındaki te melli ayrıntıları elle tutulur halde görebilecekleri: sanısın dayım." Bu yaşlı ustanın ne demek istediğini okuyucularımın anlayabilmesi için, çaresiz bahis konusu fıkrayı kısaca an latmam gerek. Mokrani bir kalfa. Prince Jaffar için bir ev sipariş alıyor. O sırada Tunus Sıhhat Müdürlüğü' nden çağ rılıyor. Büronun başı Dr. Lami 'nin karşısına çıkıyor. Dr., kalfadan yapacağı binanın planını göstermesini istiyor. Kal fa çaresizlik içinde doktorun yüzüne bakarak "Ne planı" diyor. "Bina daha bitmedi ki." Bu fıkra benim uydurmam değil. Kitabımda yer ver memin sebebi de, halk zekasının özelliklerini taşıması ba kımından. Türkiye bir İ slam ülkesi olmaktan çıkmıştır der ken, başta bulunan kimselerin bundan böyle yurtlarını ön ceden hazırlanmış planlara göre yöneltmekte olduklarını söylemek istiyorum. Türk ulusunun her ileri adımı, yerin de hazırlanmış planlara göre atılıyor. Ben bir Batılıyım. Ben de plana göre hareket ederim. Yalnız sanat konusunda planın daha lastikli, oynak olması gerekir. Bazı kitaplarım aklıma gelir de kimi zaman şöyle detim kendi kendime: "Bir sanat eseri bir ev gibi değil, bir ağaç gibi büyümeli, yükselmeli." Dilerim, Türk dostlarım bu sözlerimden dolayı beni gerilikle kınamasınlar!
54
BÖLÜM iV
Bir devrimin muhasebesi. Bir ulustaki erdemler, töreler, bilgelikler. A nadolu 'dan manzaralar. Besin, mutfak. Erozyon ve yeniden orman/ama. Tarım. Su şehri, sanat şehri, endüstri şehri Bursa. El sanatları. Kanun koyucusunun ileri görüşlülüğü. Kadının durumu. Yardımlaşma. Turizm.
Türk halkı yeni düzen içinde nasıl yaşıyor? Baştan beri bağrına bastığını, içten içe özlediğini bildi ğimiz bu devrim, bu halkın devrimidir. Herkesin belirttiği gi bi fazla kan dökülmeden gerçekleştirilmiştir. Rakamlarda her zamanyanılma olabilir. Fransa'da Vichy rejimi taraftar ları, kurtuluş hareketinin 1 944 'te yüz bini aşkın kurbana mal olduğunu söyler dururlar; yine Fransızlar tarafından öldürü lenler, tabii. Oysa adalet bakanının üst üste açıkladığına gö re ölenlerin sayısı onla on bir bin arasında oynamaktadır. Kargaşalık içinde sayım yapılmamış olduğu için kesin sayı verilemiyor. Türkiye 'de çeşitli kaynaklarca açıklanan rakam lara bakılacak olursa, bu şaşırtıcı devrim iki yüz elli bin ölümle kapanmıştır. Bilgisine başvurulanların tümü, devri min öncülerine karşı girişilen suikastların can kaybının art masına yol açtığmda ağız birliği etmektedirler. Bir ders ni teliği taşıyan bu bilgiyi doğıu saymamak için sebep yok.
55
Öyle ki devrim hiç değilse ana hatlarıyla gerçekleşti rilmiş, yeni bir nesil yetişmiştir. Ancak bir iki kere, o da Rus ya'da olduğu gibi sağı solu kolaçan etmeksizin, İmparator luğu değil ama, eski hayat tarzını özlediklerini söyleyen Türklere rastladım. Her seferinde de bu özlemin estetik kaygılarından patlak verdiğini sezinl�dim. Loti de başını
�
kaldırsa ugün, bu eski zaman övücüleri arasında yer ala caktır. Şairce duyarlık her zaman endüstri kalkınmasına ayak uyduramıyor. Arkadaşlarımdan biri, yola çıkmadan önce yazdığı mektupta: "Atatürk devrimlerinden geriye ne kaldığını gö recek, tarihin lanetlediği, bu hoşgörür, yiğit ulusun gerçek yüzünü tanıyacaksınız" diyordu. Uyanık, bilgili bir tarih çi olan arkadaşımın sözlerini olduğu gibi aktardım. Hemen söyleyeyim ki, Türk halkı, gördüğüm kadarı, kurtarıcısının yolundan hiç mi hiç ayrılma niyetinde değil. Her yanda Atatürk'ün resmi. Bütün söylevlerde adı anılı yor. 1 924-30 arasında konan kayıtların yumuşatılması, bir gevşeme, bir geri tepki belirtisi değil, zamanında girişilmiş bir ayarlama tedbiri. Şehir halkı, köylü sınıfı ne aşağılık ne de üstünlük duygusu çekmekte. Böyle şeyler gözümden kaçmaz; rastlasaydım, yüzde yüz dikkatimi çekerdi. Yavaş yavaş gerçekleşen makineleşme vaatleri halkın bedence çalışma vergisini kıramamış. Yabancılar muazzam yükleri sırtlayıp bir hayli uzağa götürebilen hamalları gö rünce, afallamaktan kendilerini alamıyorlar. Şehirde de, köyde de gördüğüm insanlar sağlam yapı lı, efendi kılıklı, aklı başında kimseler. Sokaklarda bir sar-
56
hoşa bile rastlamadım, oysa, nefis içkiler yapılıyor. Usta lıktan yana İ stanbul şoförlerinin üstüne şoför yok. Gala ta 'nın, Beyoğlu 'nun dar sokaklarında, dik yokuşlar, sert vi rajların arasında cirit oynuyorlar. İ ki üç hafta kaldım ora da; bir tek trafik kazası görmedim. Yeri gelmişken söyle yeyim, Fransız yapısı araba çok seyrek gördüm, epey üzül düm bu işe. Fransa'ya döndüğümde tanıştığım ünlü bir fab rikatör üzüntümü bastıracak sözler söyledi : "Fransız oto mobilleri az ama, dedi, lastiklerin yarısı, özellikle ağır ta şıtlarda kullanılanlar, hurdan gidiyor." İ leride yine Fran sa'nın yaya kaldığı bazı noktalara dokunacağım. Bu işlenmesi güç topraklarda yaşayan köylülerin kal kınması ağır oluyor. Tarlalarda kimi firavun çağından kal ma Mısır kabartmalarında eşleri görülen köhne sahanlara, kimi de en modern traktörlere rastlanıyor. Hükümet geçen seçim devresinde dışardan 50.000'den fazla traktör getirt miş. Traktör politikası 1 954 seçimlerinde etkisini göster miş. Halkın sağlık durumu iyi. Türkiye'de bakıcılardan, üfürükçülerden çok doktora itibar var. Şarlatanların, alay lı hekimlerin ortalığı nasıl haraca kestiğini görmek için böyle göz boyacılığına teşne bir hava içinde çalkalanan bu günkü Fransa'da yaşamak gerek. Daha önce de nekre, neşeli olduğunu, şakadan anladı ğını belirttiğim bu insanlar hem nazik hem de soğukkanlı. Teşekkür etmesini biliyorlar. Önemsediği durumlarda da jest yer alıyor. Şükranlığını göstermek isteyen karşısında kinin elini tutup öpüyor, sonra başına koyuyor. 57
Bizde olduğu gibi tek tük dilenciye rastlanıyor. Yalnız amelelerin geçim şartlan iyi değil galiba. Ekine elverişli toprak bol. Atatürk'ün yolunda aksaksız olarak yürüdük çe, bu koca ülkenin yemyeşil, tepeden tırnağa verimli kı lınması işten değil. Ormanların azalması yüzünden patlak veren erozyon, toprakları verimsiz kılıyor. Toprağı koruya bilmek için bütün tepeleri ağaçlamaya, sonra da ta İndus kıyılarından tutun İspanya 'ya kadar bitkilere onca kötülük etmiş, bereketli ülkeleri çöle çevirmiş olan keçileri ortadan kaldırmaya bakmalı. Atatürk'ün bu işe el attığını söyledi ler bana. Belli, ileri görüşlü adammış. Tabii köy halkı Batılılaşma çabalarını geriden kovalı yor. Tarlalarda sıram sıram çalışan kadınlar öteden beri adet olduğu gibi yere çömeliyorlar. Ayaklarında işe elverişli ol duğu belli olan bol pantolonlar (şalvar) var. Fransa'da genç kadınlar kısa dar pantoloiılar giyerken, bu bol pantolonla rın Atatürk'ün tutumuna aykırı olduğunu söylemek haksız lık olur. Hiçbir önemi yok bütün bunların. İşin can daman, bu halkın zekası, nezaketi. Türk ata sözleri üstüne derlenrnni ş bir kitap var, çevirisini bize de ver diler. Kır çiçeklerinin kokusunu andıran vecizelere bayıldım:
A tarlar sengi-i tarizi dırakt-ı meyvedar üzre Bizim basında ona buna hakaret etmeyi adet edinmiş olanları düşündürmesi gereken bir söz.
it gibi çalış, bey gibi harca. Bana öyle geliyor ki, Miracle n 'est pas oeuvre-Muci
ze eserden sayılmaz, sözünü benimseyen dostum Laurent Pasquier, bu gülümser edalı hikmeti beğenecektir. . .
58
Tekrar edeyim, gördüğüm kadarı, halk iyi gıda alıyor. Bursa'da Merinos fabrikasını ziyaretimde, müessesenin iş çilere günde bir öğün yemek verdiğini gördüm. Aynca haf tada üç gün et verildiğini söylediler. Türkiye gibi üç deni ze açılan bir tanın ülkesinin yakın bir gelecekte işçilerin günlük tayınlanndaki azotlu, proteinli besin nispetini art tırmayı başaracağını söylemek yanlış olmayacaktır. Japon ların hayvancılığı geri, bu yüzden sıkıntıdalar. Bu eksikle rini balıkla kapatmağa çalışıyorlar. Kimi zaman çiğ yeni yorsa da adaların iç bölgelerine isli, tuzlu balık yollanabi liyor. Ankara'da balık seyrek yeniyor. Deniz balığı Anado lu'nun göbeğine en azından bir gecede getirilebiliyor; bu yüzden lokantalarda birlikte yemek yediğim kimseler, he le taze deniz balığına alışık olanlar, balık yemememi salık verdiler. Türkiye'de tuzlu olsun, isli olsun, bir kere bile ku ru balık yemek fırsatı olmadı. Bence bu vadide bir gayret göstermek lazım, halk yığınlarının azotlu besin ihtiyacı an cak böyle karşılanabilir. Aynca Verlaine'in dediği gibi "hareket üstüne" yaşa yan Türkler domuzu tehlikeli, pis bir hayvan olarak görmek ten vazgeçmeye bakmalı. Domuz eti de tuzlanıp kurutula bilir, böylece uzun zaman saklanabilir. Domuz etindeki vi rüslerden bilinen hastalıkları önlemek de Türk doktorları için güç olmasa gerek. İş, aslında sağlık kaygısından kon duğu anlaşılan, dinsel geleneği yenmeye kalıyor. Yalnız böyle tavsiyelerde bulunmadan önce Türki ye'nin nüfus durumuna bir göz atmak yararlı olacak. Bu ha-
59
kımdan Türkiye, birbirinden alabildiğine uzak iki örnek alırsak, ne Japonya'ya ne de Cezayir'e benziyor. Yirmi beş yıl içinde Türkiye nüfusu 1 3 - 1 4 milyondan 23 milyona yük selmiştir. Bu gidişle Türkiye yüzyıl sonunda Fransa'nın nüfus yoğunluğuna ulaşacaktır. Fransa 'dan çok daha geniş, ama bakımsız, işlenmemiş bir ülke. Denizden yana bölge lerde yemiş ağaçlarının çoğalması, yüksek yaylalarda bile iyi buğday ürünü alınmaya başlanması umut verici belirti ler. Türkler, bizim gibi, ekmeğe düşkün. Güney Anado lu'da da pirinç yetişiyor. Şimdiye kadar bu işe elverişsiz sa yılan geniş düzlüklerde çeltik tarlalarının uzandığını gör mek ilgi çekici. Senegal 'de yetiştirilip de yerli ahali tara fından tüketilen pirinci hesaba katmazsak, Fransa'nın tek pirinç kaynağı Camargue'dır. Mısır, pamuğun yanı sıra pi rinç ihraç ediyor. İtalya da bu rekabet alanına katıldı. Mi lano üzerinden uçarken, Lombardia Ovası'nın bazı mevsim lerde pirinç tarlalarıyla örtüldüğü görülüyor. Bu gibi tanın hamleleri, çölü insanlığın en büyük düşmanları arasında sa yanları haklı olarak sevindiriyor. Türk yemekleri bu konuda türlü inceliğe alışık, mide sine düşkün Fransızları yadırgatmayacak kadar lezzetli. Boğaz balığının ününden söz etmiştim. Deniz dolayların da deniz böceklerinin çeşitlisi var. Baş yemek koyun eti. Ko kuca fakir olmakla birlikte bizim Catalogne şarapları aya rındaki şaraplarına diyecek yok; bol bol da içiyorlar. Pirinç� ten yapılan pilav, et, balık yemeği yanı sıra sunuluyor. Kah valtılarda peynir yeniyor. Taze olsun kuru olsun, yemişle ri lezzetli. Bezelyelerinin biçimi güzel değil ama tatları iyi.
60
Başkentin dolaylarında, ormanlama işi hızla yüıiitülüyor. Türk arkadaşlarıma: "İklim, zeytin ağaçlarını Ankara bölge sine ulaştırmanıza elverir hale gelirse, Atatürk'ün kurduğu bu şehir bir Asya şehri olmaktan çıkıp, Akdeniz dünyasının ma lı olacaktır" dedim. Zeytin ağacı Akdeniz kıtasının sembolü dür. İyi sulanmış olan bu bölgenin dışına çıkıverince, Ceza yir'i, Ortadoğu'u görmüş olan Fromentin'in dediği gibi "as lan tüyü" rengindeki çıplak tepelerle örtülü bozkırı karşınız da buluyorsunuz. Bu ıssızlık ortasında yol alan trenler, ikide bir duruyor; insan bu aşağı yukarı boş toprakların göbeğine c.!ikili istasyon yapılarını görünce, daha sonra aynı yerlerde ku rulacak büyük şehirleri düşünmezlik edemiyor. Ankara'nın bir ucunda "Gazi" adını taşıyan bir de ör nek çiftlik var. 1 945 'te o zamandan bu yana duraksamadan yürütülen toprak dağıtımı işine girişilmiş. Nüfusun yüzde seksen beşini kavrayan köylü sınıfı, şehrin gürültüsüne, ya bancı ışıklarına kapılmış görünmüyor. İnanılır şey değil bu. Arada bir karşımıza kimi dikine kimi enine döşenmiş taşlarla örtülü tarlalar çıkıyor. Küçük, garip mezarlıklar. Anadolu yollan o reklam afetinden şimdilik uzak. Türkleri bu akıllıca davranıştan ötürü kutlayacak oldum. Daha son ra dolu dizgin bir reklam çarkına kendini kaptırmış olan İs tanbul-Yeşilköy yolunu görünce, hayal kırıklığına uğradım. Köylüler, duruma göre, kimi suni kimi de hayvan güb resi kullanıyorlar. Toprağın iyi işlendiği bölgelerde tarlala rın taşı temizlenmiş. Tren büyücek istasyonlarda durunca, gezici satıcılar görünüveriyorlar ortada; yemiş, eğlencelik filan satıyorlar. 61
Aynca bu işten anlayanların dediğine göre haklı bir ün ka zanmış olan Türk tütünü de sattıkları mallar arasında. Bizde olduğu gibi Ankara'da da bir Ziraat Fakültesi var. Memleketin dört bir köşesinden gelme öğrencilerin yanı sı ra Irak'tan, Suriye'den, Lübnan'dan buraya yollanmış genç lere de rastlıyoruz. Bir de İngiliz öğrencisi olduğunu söy lediler. Bir an için tatlı tatlı hayaller kurmaya kapıldım. Fa kültede en azından yirmi kürsü var. Kimya, zooteknik, su lama ve mekanik ayrı uzmanlık konulan sayılıyor. Çiftçi ar tık bugün çalışmasını bilim üstüne kurma zorunda. Gelgelelim Türklerin alın yazısını, değerini küçümse memekle birlikte, hayvancılık, çiftçilikle çerçevelenmiş bir hayat tarzına bağlı saymak yanlış olacaktır. Yeraltı zengin likleri gerekli ilgiyi görüyor. Maden kömürü, linyit, bakır, kurşun ve öbür değerli madenler bulunmuş. Aynca demir le krom da var. Atom enerjisi geme vurulup, yapıcı çağına girinceye kadar teknik alanda başköşeyi tutacağı söz götür mez bir gerçek olan petrolün Güney Anadolu'da bulundu ğunu söylediler. Bir gün yeni Türkiye'nin gurur kaynağı olacak fabri kaların hepsini gezemedim; yalnız Bursa Yün İpek-İplik Dokuma fabrikasında birkaç saat geçirdim. İpek, ipek bö ceğinden alınıyor, ama sentetik sistemin yakın bir gelecek te tabii malzemenin yerini tutacağı şüphesiz. Gene de o tır tılın uyuyakaldığı kozacıktan ipincecik ipliğin çıkmasım seyre doyum olmuyor. Sessiz, çalışkan Türk işçilerinin Ana dolu koyunlarının yününü yepyeni, pırıl pırıl bir makine nin yardımıyla dokuduklarını gördüm. Olympe Dağı'nın 62
eteğine kurulmuş olan Bursa, aynı zamanda, ünlü bir su şeh ri. Fabrikalar, şehrin görünüşünü bozmasın diye düzlüğe ku rulmuş. Tepelerden camiler, tarihsel anıtlarla bezenmiş şeh rin panoramasını seyredenlerimiz, fabrikaların bu güzelim yeri çirkinleştirmediğini göreceklerdir. Pazarları dolaşır ken karşınıza içinde bir iki işçinin çalıştığı dükkanlar çıkı yor. İşte o zaman bugünkü teknik çağın ortaya attığı başlı ca meselelerden birini düşünmeye başlıyorsunuz. İleri endüstri, Türkiye gibi hammadde bakımından zen gin ülkelerde er geç her türlü el sanatının yerini tutacak. Se ri imalat Yakındoğu ülkelerinde el sanatım kalitece bastı ran işler çıkarabiliyor. Türk arkadaşlarıma Fransa'da el sa natlarının seri imalat yanındaki üstün yerini yeniden kazan maya çalıştığını anlattım. İyi yapılmış, kısacası yapıcısının el izini taşıyan, otomatik işin niteliğini kat kat geride bıra kan bir eşyadan söz ederken "el işi" diyoruz ona. Gelgele lim, mesela Amerikalı dostlarımızı alalım ele, sanmam ki onlar bu çeşitten bir övgünün ne demeye geldiğini anlaya bilsin. Hayali geniş insan, adım başında çözümü alabildiğine güç meselelerle karşılaşıyor. Camide kundura çıkarma zo runluğu Türkiye'de halı sanayiinin gelişmesini sağlamış. Kesinkes hareket eden aşın bir devrimcinin eliyle camile rin kapatılması bir sürü işçinin yokluğa, yoksulluğa düşme sine yol açacaktır. Böyle kanunlar çıkarmaya kalkmadan önce, halkın ha yat dengesini bozmamayı göz önünde tutmak gerek. Ata türk işte böyle ortalamayı bilen bir devrimciydi. Beş vakit 63
namaz sırasındaki eğilmeler, kalkmalar yaşlılar için beden eğitimi yerine geçiyor. Din kurucuları hemen her zaman, din duygusunun coşkunluğu bir yana, sağlık işinden iyi an lar insanlardı. Türkiye'de işçilerin hafta tatili olduğunu söyledim ga liba. Haftada bir gün; o da yeter zaten. Tunus'ta bulunur ken üç gün tatil yapıldığı dikkatimi çekmişti: Cuma Müs lümanların, cumartesi Yahudilerin, pazar da belli tatil gü nü. Yeni Türkiye'de böyle düzensizliklere yer yok, Al lah'tan. Avrupa'da olduğu gibi hafta tatili, herkes için pa zar günü. Medine yollarında birlikte dolaşırken Charles Nicol le, bana gölgeleri andıran o çarşaflı kadınlan göstererek: "Bir gün gelecek, demişti, birdenbire bu örtüler bir kalem de iniverecek aşağıya, kadınların hayat şartlan değişivere cek." UNESCO'nun verdiği bir şölenden gece yansına doğ ru çıkarken bu sözler aklıma geldi. Yanımızda bir arkadaş kansı da vardı. Kadın epey açık giyinmişti. Gecenin ayazı vurunca, güzel omuzlarını, boynunu örtmek zorunda kal dı. Belli ki harem, çarşaf, peçe hepsi geride kalmış. Ankara'da garda Türk Kadınlan Birliği'nin temsilci leri bize karşıcı gelmişti. Daha sonra çağırdılar bizi, çalış maları üzerinde bilgi verdiler. Bilgisizliğe karşı savaşıyor lar. Radyoda konuşma saatleri var; bütün milletlerarası top luluklara katılıyorlar, bir de dergileri var. Kısacası dünya nın geri kalan yerlerinde kadınlara tanınan haklara sahip ler. Ankara'da kadın polis de var; kadın doktorların sayısı 64
bizde olduğu gibi yüksek; milletvekili olabiliyorlar, kadın yargıçlar da var. Bu bahsi kapatmadan önce üzüntüyle söyleyeyim ki ce zaevlerini ziyarete vakit bulamadım. Ölüm cezasının hala yürürlükte olduğunu söylediler ama, sadece kamu suçları için. Oysa ben ölüm cezasının, hele siyasal alanda verilen lerine, şiddetle karşıyım. Yardımlaşma Müslümanlığın temellerinden biri; sada ka vermek sevap sayılıyor. Gene de Ortadoğu ülkelerinde topluluk, doğuştan sakatların, sağır-dilsizlerin ve trahomun ortalığı kasıp kavurmasına rağmen, körlerin bakımını üze rine almaya yanaşmıyor. Kum fırtınasına rastlanan bu ül kelerde kum gözün karniye kısmını zedeliyor, mikroplara yatak haline getiriyor. Türkiye'de sağır-dilsizlerin bakıldı ğı, eğitim gördüğü iki okul var. Ankara'dakini ziyaret et tim, adamakıllı da duyarlı oldum. Yapı güzel, bakımlı. Has talara musiki, yontmacılık. sepetçilik gibi çeşitli el sanat ları öğretiliyor. Bu çocuklar, bu gençler artık otomobille rin cirit oynadığı caddelerde gelip geçenlere avuç açmaya caklar. Hıristiyanlıkla İslamiyet, her türlü uygarlığın temeli ni pekiştiren yardımlaşma konusunda el birliği ediyorlar. İleride yeni Türkiye'nin veremlilere ne yolda yardım etti ğini anlatacağım. Türk halkı, köyde de, kentte de akıllı, nazik. İncelmiş çevrelerde çiçek armağan etmek adetten; Japonlardaki gi bi. Bu nezaket gösterilerinde incelik, zevk üstünlüğü göz den kaçmıyor. Bir Türk gemisinde ilk defa olarak bir sa65
londa cıvıl cıvıl ötüşen ufacık kuşlarla dolu bir kafes gör düm. Böyle bir ulke uygar dünyanın dikkatini, ilgisini çek meye hak kazanmıştır. Türlü uygarlığa beşiklik etmiş bu toprakların, bitmez tükenmez bir sanat aşkına tanık olan anıtları, görülmeye değer yerleri, tarihsel zenginlikler ile seyyahları şimdi olduğundan çok daha ilgilendirmesini is temekte haksız değiliz. Trenle, uçakla, gemiyle İstanbul 'u ve dolaylarını görmeye gelenler, tabii az değil. Eski başkent ile pırıltılı bir gün geçirdiğimiz Adalar üzerinde güzel ya zılmış kılavuzlar var. France-Turquie Birliği Başkanı M. Hermite'in öncülüğüyle Anadolu'da geziler düzenleniyor. Bu konuda Türkiye'ye düşen, yollarını düzeltmek, artırmak, otellerini geliştirmektir. Batılılar böylece hem Atatürk dev
riminin ne kadar verimli olduğunu gözleriyle görür hem de bir zamanlar Avrupa, ortaçağ karanlıkları içinde yaşarken altın çağına girmiş olan bu ülkeyi tanıma fırsatını bulabi lider.
66
BÖLÜM V
Bilimsel uygarlıgzn güzel sanatlara etkisi. Tiyatro, opera, musiki. Sessizlik, gezi yerlerinin süsüdür. Dans. Karagöz. Sus/eme sanatı, resim. Hitit heykelinden Rodin 'e, Bourdelle 'e. Mimarlıkta üç temel kural. Bugünün yazarları, tarihçileri. Milli Kütüphane 'nin doguşu.
Biz Avrupalılar, teknik uygarlığın ve tümevarım me todunun bütün topluluk katlarında yarattığı töre kargaşası karşısında her gün yeni bir uyma, adaptasyon çabasına ta nık oluyoruz. Ne olursa olsun, bu metodun Avrupalı deha sından kopup gelişen bir yemiş olduğunu unutamayız. Ha yat kanunlarımızın hemen her maddesine etki etmese bile, geniş sonuçlar doğuran olayların birbirini kovaladığını göz den kaçırmamalıyız. Ben önce burada bilim araştırmaları nın doğurduğu ilk sonuçlardan söz etmekle yetineceğim. İncelemeyi biraz ileri götürdük mü, bilimsel teknikte görülen gelişmelerin güzel sanatları da etkilediğini sez mekte gecikmeyeceğiz. Fotoğrafla sinema XIX. yüzyılın sonuna kadar resim sanatının rakipsiz olarak elinde tuttu ğu bazı kilit noktalarını ele geçirmiştir. Fotoğraf, yavaş ya vaş, özellikle minyatür alanında portre sanatı ve doküman ter önemi taşıması istenen manzara tasvirlerinde resmin yerini tutmuştur. Yüzyıllardır tek söz sahibi olarak buyruk 67
sürdüğü çalışma alanlarından uzaklaştırılmış olan ressam lar, son yirmi otuz yıl içinde yeni araçlar yardımıyla hayat ta karşılaştıkları olaylan, eşyaları dile getirme yolunda bü yük çabalar gösterdiler. Bilimin, sanayinin sağladığı malzemeler, mimarlığa yeni bir yön kazandırmıştır. Mesela Rio de Janeiro'daki Milli Eğitim Bakanlığı yapısını, o cam çimento karışımı menşuru göz önüne getirdiğiniz zaman, Ouro Preto 'da tam kıvamını bulan cizvit stili çağında böyle bir yapıyı kimse nin aklından bile geçiremeyeceğini söylemek zorunda ka lırız. Radyo ile gramofonun musiki üzerinde derinliğini bu günden kestiremeyeceğimiz bir etki yaptığını görmekte yiz. Hayatımızdaki değişiklikleri şaire yeni bir sözlük, ye ni bir imaj takımı sağlamıştır. Bunu kavramak için Vigny' in geçer akçe kelimelerle lokomotifi nasıl anlattığına yeniden bir göz atmak yetecektir, sanırım: Duman saçan, soluyan, böğüren bu demir boganzn üstüne insan vaktinden önce çıktı. Kimse bilmiyor şimdiden Bu kör hayvanın içinde nefırtınalar saklı oldugunu. Oysa neşeli yolcu korkmadan cümle hazinesini emanet etmiş ona. Bugün Vigny, tepkili uçaklardan, nucleaire diye anı lan fenomenlerden, görüngülerden söz edecek olsa, kim bilir neler söylerdi? . . İster hayranlıkla, ister ürküntüyle kabullenelim, töre68
lerimizde, çalışmalarımızda, iş hayatımızda görünen deği şiklikler, dediğim gibi, hep bizim zekamızın verimleri. O nun için öteden beri bizimkinden ayrı geleneklere bağlı uluslarda teknik devrimin hem bireylerin hem de toplumun tümü üzerinde sonuçlarını kestirmemiz gereken bir karga şaya çaresiz yol açtığını, büyük emekler harcamadan alt edi lemeyen bir dengesizlik doğurduğunu hatırdan çıkarmama mız uygun olur. Mesela sinemayı kayıtsız şartsız benimsediğini gördü ğümüz Japonların sahne sanatında "No" oyunundan arta kalan klasik biçimlere bağlı kaldıklarını görüyoruz. Kabu ki 'de ise makine, ışık, dekorasyon, konu alanlarında bazı aktarmalar yapmışlar. Fakat Kabuki tiyatrosunda seyretti ğim bazı modem oyunlarda eski sahne geleneklerine yer ve rildiğini gördüm. Musikiyle, dansa gelince Japonların bir yandan eski sahne biçimlerini canlı tutmak, öbür yandan da Avrupa musikisini gereği gibi tanımak niyetinde oldu ğu göze çarpıyor. Türkiye'deki gelişme biraz farklı olmuş. Konservatu varda, yahut çeşitli illerde verilen eğlentilerde klasik musi kiye bağlı kalan sanatçıları dinledim. Konservatuvar öğren cileri bizlere Humperdinck'in Haensel et Gretel operasın dan bazı sahneler oynadılar. Başkent operası dışardan sade ama, zevkli bir yapı. İç dekorasyonda klasik Türk sanatı ge leneklerine bağlı kalınmış olmakla birlikte salonun genel ku ruluşu bizimkilerden farklı değil. Lucie de Lammermoor'u seyrettim orada. Gaetano Donizetti'nin kardeşi Joseph Do nizetti'nin Türkiye'de uzun zaman kaldığını ve geçen yüz69
yılda musikicilerin gelişimini etkilediğini unutmamak ge rek. Bu temsil üzerinde fikrim sorulduğu zaman, ses sanat çılarının övgüye değer, orkestranın ise eksiksiz olmamakla birlikte hareket gücüne sahip olduğunu, yalnız Türk tiyat rosunun her şeyden önce 1 7 ve 1 8. yüzyıl oyunlarını ele ala rak olgunlaştığını, ondan sonra Wagner operasına girip, sı rasıyla Ruslara ve modem Fransız eserlerine geçmesi gerek tiğini anlattım. Bu yolda yürünülürse, Türk bestecilerinin opera alanında Türk halkının sevincini, kederini dile getir mesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun o uzun, şerefli tarihinden esinilmiş eserler verebilmesi için hiçbir engel kalmayacak tır. Ahmet Adnan Saygun'un Kerem adlı operasının temsi line gitmek fırsatını bulamadım. Batı tekniğine uygun ope raların ilki sayılan bu oyun 1 95 3 'te sahneye konmuş, umut verici bir eser. Konuyu da ana hatlarını da biliyorum. Teknik ile uygulama konusunda kaygılı değilim. Filar moni orkestrasının Ankara Üniversitesi Salonu'nda verdi ği bir konseri dinledim. Programda Smetana, Verdi, Mo zart, Mendelssohn ve Türk bestecisi Ulvi Cemal yer alıyor du. Övülmeye değer bir konserdi. Aynca harika çocuk Ati la Aydıntan'dan bir keman konçertosu dinledim. Şuna ak lım erdi ki, Türkiye Batı okuluna katıldığı takdirde, kısa za manda yüksek vergili besteciler yetiştirebilecektir. Değe rini, vergisini takdir fırsatını bulduğumuz virtüözler arasın da yetişkin viyolonist Feyha Talay'ın adını anmak isterim. Ama İstanbul Güzel Sanatlar Konservatuvan'nda ney denilen, eskiden kalma bir çeşit flütle bize hayranlığa de ğer bir konser verdiler. 70
Bununla birlikte Amerikan caz musikisi, lokantalarda, sokaklarda ortalığı haraca kesiyor. Bergama'da Asclepe ion'u saygıyla, hayranlıkla ziyaretten arabamıza döndü ğüm zaman, turist arabalarındaki radyolardan uğrayan o korkunç caz musikisi kulaklarıma doluverdi. Türk dostla rıma Güzel Sanatlar Bakanlığı'nın da yaydığı bir sözü tek rar etmek isterim. " Sessizlik, anıtların, gezi yerlerinin baş lıca süsüdür." Türkiye'ye mekanik caz musikisinin girişi ni Avrupalılaşma hamlesinin bir gereği saymıyorum. Bu na karşılık bana uzmanların bir bale takımı kurmak için gi riştikleri çalışmalardan söz ettiler. Çalışmalara, 1 950'de başlanılmış, kısa zamanda Türk operasının yerli dansçıla ra kavuşacağını, böylece yeni denemelere yol açılacağını müjdelediler. Türk guignolu diyebileceğimiz Karagöz ile yeniden karşılaşmam beni çok sevindirdi. Bu hayal oyunu kahrama nı, halkın mistik ve satirik dehasını dile getiren bir sembol olarak bugün hala canlılığını muhafaza ediyor. Bir otuz yıl kadar oluyor, Tunus'ta görmüştüm Karagöz'ü. İstilaların peşinden oralara kadar ulaşmış; lakin az buçuk değişmeye uğramıştı. Tunus 'taki Türk Karagözü kadar bolahenk bir tip ama müstehcen bir yanı da var. Adı da değişmiş, Karakuş deniyor. Karagöz'ü ele almışken Nasreddin Hoca'yı anmadan olmayacak. Ne saf Goa'ya ne de bizim Gavroche'a benzi yor; kimi halk arasında kimi de yerli hoca kılığında oyun cakçı dükkanlarının raflarında karşımıza çıkıyor. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi profesörlerinden 71
Nurullah Berk gibi eleştirmecilerin fikrini benimseyerek di yebiliriz ki, Türkiye'de resim sanatının uzun ömürlü bir ge leneği vardır, İslamiyetten çok önce Türk sanatçıları min yatür alanında haşan göstermeyi bilmişlerdir. Yalnız ken disine bol resimli, güzel bir kitap borçlu olduğumuz Nu rullah Berk'ten ayrıldığım bir nokta var; o da ulusal resim okulunu Türk minyatür sanatının devamı olarak görmesi. Plastik sanatlar Türkiye'de yüzyıllardan beri kitaplar la mimarlık dışına çıkmayan bir çalışma alanına kapanmış tı. Bu dediğim tabii, desenin, pentürün, mozaik ve serami ğin zenginliğini, önemini küçültmez. Türk süsleme sanat ları üzerinde değerli kitaplar var, mesela Celal Esat Arse ven ile Süheyl Ünver'in kitapları. Batı'da pek
az
tanınan
Levni ayarında bir sanatçı, XVIII. yüzyılda, yalın resmi, Chevalet resmini müjdeliyor. Fakat Türk artistlerinin Batı tekniğinin metotlarını tam anlamıyla benimsemeleri için XIX. yüzyıla kadar beklemek gerekmiş. Gelişme hızlı, verimli olmuş. Dolmabahçe Sarayı Mü zesi 'nde eserlerini gördüğümüz XIX. yüzyıl ressamlarına etkileri dokunanlar bizim ikinci sınıf ressamlarımız. Kom pozisyonlarda işin hikaye tarafı, çoğu zaman ölümsüz in sanı vermeye yönelen kaygılan baskı altına almış. Süsleyi ci, bezeyici, tasvirci olarak kalıyorlar. Ama yirminci yüz yıldan bu yana, Türk sanatçıları Avrupa'nın yetiştirdiği us talara el atmışlar. Modern albümleri karıştırırken insan, Van Gogh'u, Cezanne'ı, Monet'yi kimi de daha ileri gidip Gleizes'i, Lhote'u, Rouault'yu, Picasso'yu görür gibi olu yor. Türkiye'nin usta sanatçıları bu satırları okurken, inşal72
lalı beni alaya almazlar. Son otuz yılda yetişen Japon res samları gibi onlar da büyük bir çaba göstermişler. Zaman zaman ulusal kaynaklara döner, Osman, Levni ayan, canlı kalabilen atalarına başvururlarsa, sonunda bu savaştan ga lip çıkmamalarına sebep yok. Bu, ölümsüz, evrensel insa nı kavrayabilen bir ressam olmaktan da güç bir haşan ola cak. Nitekim, yeni okula bağlı bazı artistler bu haşan yo lunu tutmayı bilmişler. Heykel sanatı yeni Türkiye'de gözde bir sanat. Kadın erkek öğrenciler okullarda iyi yetişmiş ustalardan ders gö rüyorlar. Hititlerden kalma kabartmalar, heykeller önünde uzun uzun durdum. O zaman anladım ki genç sanatçıların elinden çıkan bazı kompozisyonlarda bu eski sanat anlayı şıyla Rodin gibi yeni sanatçıların ilkelerini bağdaştırma ça bası verimli sonuçlar verebilecek. Bu çalışma yolu hem ye tişme hem de ulusal gelenekleri ayakta tutmak bakımından yararlı. Kalkınma yolundaki ülkelerin mimarlık alanında de nemelere girişmesini olağan karşılamak gerek. Aynca bu deneylerin üç türlü ilkeye dayanması şart. Bunlardan ilki, yerin yapısı, çevrenin tabiatıyla ilgili. Bir zaman önce "Poligeognostique" terimini ileri sürmüş tüm. Bu terimle, insan yapılarıyla, yapının dikileceği yer düzlük, kayalık, nehir, deniz, tepeler veya dağlar- arasında bir harmoni, uyum kurulması gerektiğini anlatmak iste miştim. Mimarların gözü ne kadar pek olursa olsun, yapı nın çevresiyle ilgili zorunluklara dirsek çevirmelerinden da ha büyük bir hata olamaz. Cezayir'den önce de söz etmiş73
tim. Bu vesileyle Rio de Janeiro'nun halini anmak gerek. Her iki şehirde de mimarlar çevrenin yapısına çoğu zaman gözlerini kapamakta direnmişlerdir. İkinci ilke de eldeki yerin imkanları . . . Yer bol, adeta ölçüsüzken, mesela Amerika'nın Afrika'nın bazı bölgele rinde dev yapılar, göktırmalayıcılar dikmek akıl alır iş de ğil. Dikey yapı stilinin ticaretle, iş hayatıyla, bürokrasiyle ilgili yapıların bir noktada toplaşmasına, böylece zaman dan tasarruf sağlanmasına yol açacağını ileri sürecek olan lar çıkacaktır. Ne saçma, ne yanlış görüş! . . Bazı şehirlerde trafiğin sıkışmasından doğan zaman kaybının büyüklüğü nü hiç düşündünüz mü? Bir yandan yok yere yakıt sarfiya tı artmakta, bir yandan da iş sahiplerinde verimli çalışma yı baltalayan sinir gerginlikleri baş göstermektedir. Japon ya gibi ekilebilir toprağı kıt olan ülkelerde dikey stili, bü tün çirkinliğine, sevimsizliğine rağmen, çaresiz kalındığı için olağan karşılamalı. Ama Japonlar deprem tehlikesi yü zünden haklı olarak bu dikine yapılardan kaçınmaktadır lar. Deprem gibi tabii afetlerin yüzü suyu hürmetine ölçü süzlükten uzak kalabilen ülkeleri bir bakıma mutlu saymak gerek. Üçüncü ilke, sanatça, tarihçe değeri olan eski, ünlü anıtların yapısını göz önünde tutmak zorunudur. Paris mi marları, istediği kadar cüretli olsun, başkentin göbeğinde bir göktırmalayan dikmeye dünyada yanaşmaz; değil şeh rin göbeğinde, hatta eteklerinde bile; mesela Saint Cloud gibi tepelerde böyle işe girişecek babayiğit güç bulunur. Bence ağır sorumluluklar yüklenmiş olması gereken gaze-
74
teler, bu her şeyin hor görüldüğü çağda, öteden beri göze tilmiş ünlü şehirleri bozacak nitelikteki teşebbüsleri vak tinde haber alıp, açığa vurmalı. O güzelim İstanbul şehri bu gibi saldınşlardan acaba korunabilir halde mi? Pek emin değilim. Civarda bir tepe üzerinde lüks olmasına lüks ama, bulunduğu çevreye biçi mi hiç yakışmayan bir otel yapıldığını gördüm. Belediye Reisi Fahrettin Kerim Gökay, ruh doktoru, asabiyeci, ken disine güvenim var; ileride bu eşsiz şehri korumak, yolunu sapıtmışları yola getirmek için gerekli tedbirleri alacağına inanıyorum. Türk-Yunan harbi sırasında baştan başa yanıp yıkılmış olan İzmir'de durum bambaşka. Bana şehircilik üstüne ta sarılar gösterdiler; yeni yapılmış şehri gezdim. Ölçülü, ak la yakın bir düzeni var. Bol bol boş yer bırakmışlar, her yan da yeşillik. Bir hisar eteğinde, bozkırın göbeğinde yer alan başken tin kurulması da ayrı bir mesele. Orda da şehirciler, ortala ma tutumu kaybetmemişler. Yolların çoğu geniş. Devlet ya pıları amaca uygun, büyüklük iddiasından uzak. Elçilikle re geniş banliyö bölgesinde yerler ayırmışlar; iyi de etmiş ler; her elçilik kendi anlayışına göre, tabii, şehrin geri ka lan kısmına, aynı zamanda ufku çevreleyen tepelere uygun düşen yapılar dikmiş. Bergama'dan Efes'e, Bursa'dan Konya'ya doğru yol alan seyyah, harabelerde, camilerde mola verecek, en mü tevazılarında bile mimarın tanrısal bir titizlikle koruduğu, çerçevelediği, süslediği uzayın o eşsiz zaferini hayranlıkla
75
seyredecektir. Yabancı, yerli birçok bilgin bu şaheserleri in celeme, tanıtma yoluna ömürlerini adamış. Benim konum sa yeni Türkiye 'nin tez elden yapılan bir devrimin doğur duğu meseleleri nasıl çözdüğünü incelemek. Öyleyse ana konumuza dönelim. Modem mimarlık bahsinde Fuat Pekin'in kitabını si ze salık vereyim. Türklerin Doğu Avrupa uygarlığına, ge nel olarak da Akdeniz dünyasına yaptığı etkiler üzerinde candan bir Fransız dostu olan Bay Reşit Saffet Atabinen' in küçük eserini okumanız yararlı olacaktır. Kim bilir kaç kere başıma geldi, bir şehir üzerinde uçarken "Buradaki insanlar nasıl yaşar? Töreleri, günlük kaygılan, sevinçleri, üzüntüleri nedir diye?" bir merak alır beni. Her seferinde aynı sonuca vardım. Derim ki kendi ken dime: "Bu şehirden bir yazar çıkıp hemşerilerinin iç haya tını, aralarındaki ilintilerini bize anlatmadan bu yer, bu in sanlar üzerinde hiçbir şey bilemeyiz." Ozanların içlerini dökmeleri değerli olmasına değerli, yalnız şiirin musikiye katışan yapısı içinde bunları başka di le çevirmek güç oluyor. Kimi de şiirin karşısında çeviricinin eli kolu bağlı kalıyor. Birkaç yabancı dil bilen Georges Bran des bir gün bana "Ben çevirmeye gelmeyen eserleri seviyo
rum" demişti. Gene de roman ulusların birbirlerini anlama sında nice nice hizmetler görüyor. Dostoyevski çıkmasaydı, bizim için Rusya bir kapalı kutu olarak kalacaktı. Dickens 'sız, Hardy'siz, İngiliz çevrelerini ne kadar yadırgayacak, komşu larımızı hakkıyla tanımaktan yoksun kalacaktık. Sosyoloji ki taplarının bilimsel yönden değerini inkar edecek değilim, a76
ma, onlardan yabancı bir ulusun ruh yapısını kavramaya kal kışmak boşunadır. Ben rakamların gücüne bel bağlayamı yorum. Halk yığınları arasında sinemaya karşı sonsuz bir gü ven var. Fakat orta sınıftan bir Amerikalının nasıl bir insan olduğunu Amerikan filmlerinden anlayabileceğinizi sanmak çocukluk olur. Sinema perdesinde görülen, kalıplaşmış şey ler... Bin km.'lik bir film şeridi seyredeceğime Sinclair Le wis 'den on yaprak okurum, daha iyi . . . Türkiye, önceleri büyük sayıda tarihçi, felsefeci, ozan yetiştirmiş. Atatürk devrimi, yirminci yü... ryılda . gelişen Türk yazarlarının Batı dünyasıyla olan ilintilerini büsbütün sıkı lamış. Tarihçilerin, ozanların yanı sıra romancılar, hikaye ciler yetişiyor. Halk sanatı zengin. Üstelik son olaylar ulu sal dehayı yüreklendiriyor. Yabancı dillerden boyuna çevi riler yapılıyor. Ankara'da bir de tercüme bürosu var. Öbür yandan Fransa'da bir çağdaş Türk Şairleri Antolojisi yayım landı. Bu kitaptan anlaşıldığına göre, bugün türlü şiir okul ları var, kimi eski nazım geleneklerinin içinde, kimi hece, kimi de serbest nazım yolunda yazıyor. Bu son okula bağ lı olanların sayısı yüksek; bizim ozanların yirmi otuz yıl dır yürüdükleri yolda yürüyorlar. Mizah esintisi bu yarı acı, yarı tatlı şiirlere bir hafiflik, bir yaşantı katıyor. Geçen neslin ustaları arasında Verlaine havasında bir şair olan Ahmet Haşim'i analım. Modem romanı Türk edebiyatına Halit Ziya Uşaklı gil, hikayeyi ise Ahmet Hikmet getirmiş. Bir hikaye, bir halk masalı, bir de Türk nesircilerinin yazılarından olmak üzere Fransızca üç derleme yayımlandı. Türk dostlarım 77
Ömer Seyfettin'in geçen neslin en iyi hikayecisi olduğu nu söylemişlerdi, bir iki hikayesini okuduktan sonra bu yar gının haklı olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Peyami Safa, Doğu ile Batı arasındaki ilintiler üzerin de kaleme aldığı romanlarla bu ana meseleyi aydınlatma da büyük hizmet görüyor. Tarihçi geleneği ise Fuat Köprü lü 'nün çalışmaları sayesinde ayakta kalabilmiş. Gazete ya zarlığı alanında Refik Halit, Falih Rıfkı Atay gibi güçlü ki şilere rastlanıyor. 1 942'den beri her yıl bir edebiyat yarışması yapılıyor. İlk mükafat önce İngilizce yazılıp da sonradan Türkçeye çevrilen " Sinekli Bakkal" adlı romanı için Bayan Halide Edib'e verilmiş. Halide Edib bu romanda padişahlık dev rinin son günlerini anlatıyor. Mme. Gentille Arditty Puller, Marco Polo, Goldoni, d' Annunzio, Moreas gibi bazı yazar lar eserlerini doğrudan doğruya Fransızca olarak kaleme al ma alışkanlığındaydılar. Tercüme dergisi gibi değerli der giler milletlerarası kültür organı olma eğilimindedir. Bütün bunlar güzel işler; lakin her iki yönden olmak üzere daha geniş bir çeviri çabasına ihtiyaç var. Bu konuyu burada kesmeden önce, deneme alanında kalem oynatan değerli yazarları da anmak isterim. Balzac'ı, Stendhal 'i Türkçeye çevirmiş olan Nurullah Ataç eski ve yeni edebiyatımızdaki geniş bilgisiyle beni hayran bıraktı. Nurullah Ataç meraka değer, üstelik meraklı bir insan. Eği limlerini, çekilimlerini sevimli bir kesinkeslik içinde dile getiriyor. Görüşmemiz sırasında onu Leautaud'ya benzet tim; bu benzetmeyi, baktım, hoş karşıladı. 78
İkinci gelişimde İstanbul yazarları, Karadeniz ağzına ya kın, taraçası Boğaz'a bakan, ilerisi mayın tarlasıyla örtülü, ün lü bir lokantada bize bir şölen verdiler. İyi oturtulan bir uçak bombasının topunu bir arada havaya uçurabileceğini kestirmek güç olmayan bu mayınların ancak sembolik bir değeri olabilir. Yazarların verdiği bu şölenden tatlı anılarla ayrıldım. Uluslar arasında canlı bir işbirliği, karşılıklı anlayış hava sının kurulabilmesi yolunda alabildiğine önem kazanan kültür değiş-tokuşu meselesini uzun uzun konuştuk. Uzun zamandan beri kimi devlete, kimi belediyelere, kimi üniversitelere, kimi özel kurumlara- Mazarine Ensti tüsü gibi- bağlı sayısız kitapsaraylardan yararlanan; gezici kütüphanelerden tutun, bir kısmı özel kişiler, bir kısmı da birlikler, kurumlar tarafından çekip çevrilen özel kütüpha nelere kadar bir sürü kitaplığı elinin altında bulundurmak mutluluğuna ermiş olan Fransızlar, gelişmelerinin dönüm noktasında yaşayan ulusların bu alandaki çalışmalarını, hiç şüphe yok, iyi gözle görecektir. 1 94 7 'de Lübnan milli kitapsarayını ziyaret etmiştim. Ancak 45 bin ciltlik bir kuruluştu. Ankara'daki Milli Kü tüphane'nin övülmeye değer bir canlılık içinde çalıştığını gördüm. Şimdiki yapıya 1 948 'de taşınılmış, 1 950 'de de res men açılmış. Gitgide büyüyor, arşivlerden tutun, periyodik lere kadar bir sürü çalışma bölümü var. Ciltleme atölyesin de ona buna armağan için bazı eserlerimin Türkçe çeviri lerini ciltlettim. Bir de ufak basımevi var; ileride tabii bü yüy�cek. Yanına beş katlı yeni ilaveler yapılıyor. Geçmişi altı yılı aşmayan bu kitapsarayın kuruluşun79
da en büyük güçlüğün yer bulmakta çekildiğini söyleyebi liriz. Paris'te National Sarayı'nda yapıyı bozmamak için gi rişilen emeklere rağmen, Versailies' a yeni yeni ilaveler yap mak zorunda kaldık. Kitap toplamaya bir kere başladı mıy dı, yer davası insanın başına bela olur. Özel olsun, genel ol sun, kitabevleri bir uygarlığın tapınağı sayılmalıdır. İşte bunun için Ankara'da rastladığım ilgililere, yapı işini geniş tutmalarını salık verdim. Zaman dev adımlarıyla yürüyor; radyonun, sinemanın, televizyonun göz alıcılığına rağmen Türkiye gibi ikinci bir gençlik çağına girmiş uluslar, kita bın en büyük bilgi, eğitim kaynağı olduğunu, öyle de kala cağını anlıyorlar. Bir demeci, söyleyecek sözü olduğu bilinen bütün ko nuklar gibi, bana da imkan verdiler, birkaç kere radyoda ko nuştum. Türkiye'de beş verici istasyon var; uzun, kısa, or ta dalgalardan yayın yapıyorlar. Böylece Türk halkına kom şu ülkelere bütün dünyaya seslenebiliyor. Alıcı aygıtların sayısı bir milyona yakın. Yayınlarda haberlere, eğlenceye, eğitime yer veriliyor. Anadolu kıyısına yanaşan barışsever ler, yüzü geleneğe dönük, güzel düşler içinde yaşayan, baş ladığı işi haşan içinde yürütmek, dünya uluslarının saygı sını kazanmaktan başka bir şey istemeyen bu halkın sesini işitmekte gecikmiyor.
80
BÖLÜM VI
Yolculuğun yorucu ve tatlı tarafları. Türkiye 'de UNESCO. T ıp. Çevre stratejisi ve ulusal ihtiyat. Diplomatik ıiyaretler. Türk sularında Fransız bandırası. A nkara 'daki Fransız Kültür Merkezi. Fransızcanın oynadığı rol. Dostluk yuvaları. A sya 'nin siyasal dengesinde iki ana unsur.
Geçen yüzyıl seyyahlarında gördüğümüz -pittoresque değişik, göz alıcı şeyler merakı, aşağı yukarı gururdan ile ri gelme bir meraktı. Hayat tutumu, ortaçağ veya barbar top luluklar hayatını andıran ülkeleri ziyaret ederken, Avrupa lı seyyah, hem merakını gidermenin, kitaplarda okuduğu şeyleri canlı olarak görmenin verdiği zevki hem de haya tın ana meselelerine çok önceden uygun, elverişli kimi za man da parlak çözümler bulmuş .olan bir ulustan olmanın üstünlüğünü duyardı. Bugün "geri kalmış", "geiişmemiş" diye anılan birçok ülkeye uğradım. Beni ilgilendiren eksik likler değil, bu ulusların başkalarının yardımıyla veya bir başına bu eksiklikleri gidermek, bilgi yolunda yükselmek için harcadıkları emeklerdir. Hemen söyleyeyim ki, geri gibi görünen alışkanlıkların ardında bizimkinden apayrı, a ma bilimle olmasa bile bilgelik sayesinde gelişmiş bir uy-
81
garlığın gelenekleri olup olmadığını anlamak için hiçbir zahmetten kaçınmadım. Öbür yandan kimi teknik ilerlemesine, kimi sosyal ya pısının üstünlüğüne güvenip kendini örnek göstermekten çekinmeyen ulusları inceledim; elimden geldiği kadar on lardan ders almaya çalıştım. Yeni Türkiye'yi tanımayı kendine iş edinen bir insan iki çeşit duygunun etkisi altında kalacaktır. Bir kere öyle pittoresque, göz alıcı filan değil, ama kişiye saygı aşılayan çeşitten yalın bir güzellikle donanmış anıtların, gezi yerle rinin dört bir yanında yükseldiğini görecektir. Daha sonra Türk halkının yüzyılların kutlulaştırdığı el dokunulmaz kıldığı sanılan gelenekleri nasıl bir coşkunluk içinde kırmış olduğunu görüp hayranlık duyacaktır. Türk halkı Batı uygarlığı içindeki yerini bir an önce alabilmek, öbür ulusların bilim, sanat konularında sorduğu sorulan karşılamak, sonra da yabancı kurumlara önemli gördüğü so ruları sorabilmek için elinden geleni yapmıştır. İstanbul 'da UNESCO'nun Bilimde İşbirliği Bürosu kurulalı dört yıl oluyor. UNESCO biri Ortadoğu, biri Güney Asya, biri En donezya, Filipinler, biri de Latin Amerika için olmak üze re böyle dört büro açmış. Yıllardır özlemini çektiğim Mil letlerarası Uygarlık Konseyi'nin taslağı gibi bir şey. Bu kusursuz kurumun yapıcılarından olan Prof. Ber ker, bir konuda derinleşeyim derken eli ayağı bağlanmış bil ginlerden değil. Konferanslar düzenliyor, üniversitede ders ler veriyor, o can sıkıcı döviz darlığının kösteklemesine karşı kitap dağıtımıyla uğraşıyor. H:.ınların yanı sıra yaban82
cılara anıtları gezdirmeye bile vakit ayırabiliyor. Kimi za man kendisine Bay Ayverdi yardımcılık ediyor. *
Ankara Tıp Fakültesi'nin ömrü on yılı geçmemesine rağmen, otuz kadar kürsüsü, bir de 800 yataklı kliniği var. Aşağı yukarı bin beş yüz genç öğrenim görüyor. Kitaplar yayımlıyor, bir de dergi çıkarıyor. Böyle kısa zamanda el de edilen bu sonuçlara hayran olmamak ne mümkün? İstanbul 'da türlü hastalıklarla uğraşan hastanelerin ya nı sıra bir tımarhane, bir Alkolle Savaş Kurumu, prevantor yomlar, sanatoryumlar da var. Sosyal güvenlik kanunları çerçevesi içinde işçilerin hayat yükü hafifletilmeye çalışılmış. Prof. Tevfik Sağlam'la birlikte Kızılay'ı gezdim. İster ay, ister haç olsun, ruh aynı ruh. Tevfik Sağlam, Veremle Savaş Derneği'nin başkanı. Beni Anadolu yakasında çok iyi seçilmiş bir yerde kurulu olan Erenköy Sanatoryumu'na götürdü. Hastalara ayrılan bölümün yanında hastabakıcılar için bir okul açılmış. Türk gençliğine dispanserlerde BCG aşısı uygulanıyor, başarı da kazanılmış. Bütün dünyaya ya yılmış olan bu aşı Fransızlar tarafından bulundu; işin tuha fı, en fazla da Fransa'da direnmeyle karşılaştı. İşte yeni Türkiye gibi taptaze bir ülke,bu araştırma alanında bunca başarı göstermiş olan Fransa'da doktorlara karşı ileri geri konuşulduğu, hatta alaylı hekimler için bir kanun çıkarıl masından söz edildiği sırada bilime işte böyle bir güvenle, coşkunlukla bağlanıyor. Dünya Sağlık Kurumu, hayırsever çalışmalarında Türk 83
verem uzmanlarına yardım için uzun zaman İstanbul'da ka lıp değerli incelemeler yayımlamış olan Dr. Berthet' yi gö revlendirmiştir. İstanbul Üniversitesi Hariciye Kliniği 'nden kısa da ol sa söz etmeden geçmeyeceğim. On yıl olmuş kurulalı; bir sürü laboratuvarı var. Şimdiden bir kan bankası kurulmuş. Az zaman içinde kemik, damar bankaları da çalışmaya açı lacak. O güzelim ameliyat, röntgen salonlarını gördüğüm zaman, teknik alanda bütün dünyaya yaygın bir kafa birli ğinin gerçekleştiğini bir daha anladım. Tıp bilimini doru ğa P-riştirmek için geriye kalp, yani ahlak birliği kalıyor. An-' kara Tıp Fakültesi'ndeki deontologie ve meslek görevi bil gisine ayrılan iki kürsüyü anmadan geçemeyeceğim. *
1 953 yılı Mart ayında Kuzey İspanya yollanndayım. Bis caye, Asturies, Galice, Leon ve eski Castille'den geçtik. Bü
tün bu yollar tamir görüyordu. Bu çapta masrafı turizm kay gısıyla açıklamaya yanaşmadığım için şöyle düşündüm ken di kendime: "İşte çevre stratejisine bir hazırlık daha; başarı ka zanmasına kazanır ama, çaresiz sonunda harp meydanı olma sı kararlaştırılan şehirlerin, kasabaların yıkımına yol açacak." Şimdiden uzmanlar tarafından �elecek harbin ana nok talarından biri olarak düşünülen Türkiye ile Ortadoğu ül kelerinin çevre stratejisini ihmal etmeleri delice bir hareket olur. Aslına bakarsanız, Anadolu yollan genel görünüşüy le pek ilgi görmüşe benzemiyor. Türkler, üç dört yıldır, si lah altında bir milyon kişi tutuyorlar. Nüfusu Fransa'nınki nin yansına eş bir ülke için bu küçümsenecek bir sayı de-
84
ğildir. Bir zamandır harbe hazır birliklerin sayısı da yanın milyonu bulmuş. Köyde, kentte, her yanda asker görüyor sunuz. Sağlam yapılı, iyi giyimli, bakımlı gençler. Dört bir yanı peyk devletlerle, kalelerle çevrili Rusya, Türkiye'nin Pakistan'la karşılıklı savunma antlaşması im zaladığını görünce, kızgınlık nöbetleri geçirir, kuşatıldığı teranesiyle ortalığı velveleye verirken, Türklerden davası yüzyıllarca süren bu korkunç düşmanı karşısında eli kolu bağlı kalmasını isteyemeyiz. Rusya birbiri peşi sıra patlak veren harplerde Osmanlı İmparatorluğu'nun büyücek bir parçasını kapmıştır. Çevre stratejisi uzmanları hazırlıkların büyük kısmını bitirilmiş buldular. Türkiye onların teşebbü sünden çok daha önce tehlikeli düşmanına karşı tedbir al mıştı. Bir zamanlar Çarlık Rusyası tersine çevrilmiş bir ayın üstüne iliştirilen bir haçla bu dolaylarda kendisini tem sil ettirirdi. Bu sembole yeni bir biçim vermek için öyle uzun boylu emeğe hacet yok. İşte orak, çekiç . . . Sovyet Rus ya, çarların başladığı işe istifini bile bozmadan devam edi yor. Türklerin koskoca Rus İmparatorluğu karşısında duy duğu bu bitip tükenmez korku, yüzyıllar boyunca kurduğu dostluk münasebetlerinden de anlaşılabilir. Fransa Rus ya 'nın İ stanbul' a kadar uzanan bir protektora kurmasını ön lemek için, Kırım harbinde Türklerin safında dövüşmüştür. Birinci Dünya Harbi'nde ise Fransa'nın Rusya ile birleşti ğini gören Türkler, Almanya'ya el uzattılar. Fransa bugün kimsenin ne hatırladığı ne de eksikliğini hissettirdiği kapi tülasyonlardan vazgeçmeye razı olsaydı, Osmanlı İmpara-
85
torluğu belki de böyle hareket etmezdi. Türkiye, İkinci Dünya Harbi 'nde yangının dışında kalma akıllılığını gös terdi. Bu sayede Mustafa Kemal 'in giriştiği işleri ilerletmek, üstelik Doğu ile Batı arasında bir harp koptuğu takdirde, Türklerin kesin bir rol oynamasını sağlayacak çapta kara, deniz orduları kurmak fırsatı buldu. Gene de söyleyeyim, Türklerin siyasal tutumu bir diplomasi pazarlığına değil, yüzyıllardır çekiştikleri düşmanlarına karşı duydukları son suz güvensizliğe dayanıyor. Komünist Partisi kanun dışı tu tuluyor; bu, komünizmle Rusya'yı bir saydıklarından ileri geliyor. Türk - Alman dostluğu kolay silinmez izler bırakmış. Üst üste iki defa yenilgiye uğramalarına rağmen, Alman lar Türkiye'deki nüfuzlarını ayakta tutabilmek için ellerin den geleni yapıyorlar. Bilginler yolluyor, kitaplarını yay mak için çalışıp didiniyorlar. Size bir de örnek vereyim: Fransızca yazılmış bir kitap Türkiye'de yedi Tl.?ye satılırken, aynı kitabın Almanca çevi risi dört TI.:ye gidiyor. Türk-Fransız dostluğunun önemini kavrayan iki bakanımız geçenlerde Türkiye'yi ziyaret etti. Bunların hemen arkasından M. Adenauer de Ankara'ya ge liverdi. Bizim Türkiye'ye varışımızda Alman Başbakanı da ha yurduna dönmemişti. Bahar mevsiminde Ankara önemli bir ziyarete daha sahne oldu: Mareşal Tito'nun ziyareti. Fransızlar sevimliliklerini arttırmak için en ufak bir zahmete bile katlanmadan da sevilebileceklerini bir kere akıllarına koymuşlar, ama burada yanılıyorlar. Benden söy lemesi, istatistiklerden de durumu göstermesi . . 1 953 yılın.
86
da Fransız bandırası İstanbul limanında 1 4 kere dalgalan mış. Buna karşılık aynı süre içinde, aynı limana 305 İtal yan, 1 1 2 İngiliz, 1 06 Alman gemisi girmiş. Oldu olacak bu on dört gemimizin şilep olduğunu, Marsilya-Türkiye hat tında bir tek yolcu gemisi bile çalıştırmadığımızı da söyle yeyim. Fransa uykuda mı, yoksa ne idüğü belirsiz hayalle rin sarhoşluğu içinde mi, anlayamadım gitti. Fransız nüfuzunun yayılmasına onca hizmet etmiş olan dinsel öğretim kurumlarımız öğretmen darlığı çekmektedir. Üç dört yıl önce İskenderiye'de karşılaştığım saygıdeğer bir rahip bana: "Maalesef, Monsieur, dedi, bize katılanlar öyle azaldı ki, gençler bizi unuttu artık." :Fransa'da haklı. tartışmalara ko nu olan kilise-devlet ayrılığı, laik öğrenim kanunları bir yığın din adamının yurtdışına çıkmasına, dolayısıyla yabancı ülke lere doğru bir din yayımı seferinin başlamasına yol açmıştı. Son yıllarda kabul edilen, liberal görüşlü kanunlar, bizim için beklenmedik, acı bir sonuç verdi. Din adanılan Fransa'da iş bulabildikleri için yurtdışına çıkmaya yanaşmıyorlar. Bu ko nuda bilgisine başvurduklarım, din davasına sonuna kadar bağlı insanların üzüntülerini haklı görmek gerek. Ankara'dayken Fransız Kültür Merkezi 'nin açılış tö reninde bulundum. Yönetenleri Brezilya'daki çalışmaları nı hayranlıkla incelediğim Bay ve Bayan Roche; kendile riyle Anadolu'da rastlaştığıma memnun oldum. Elçimiz M . Tarhe de Saint Hardouin 'le Dışişleri Bakanı Bay Köprü lü'nün söylevlerinden sonra ben de söz aldım, Fransa'nın bugünkü dünyada oynadığı rolü anlatmaya çalıştım. Top laştığımız salon, yeni kurulan merkezin toplantı salonuy87
du. İki yüz kişi kadar vardık. Fransa'nın, kısa zamanda, gör düğü ilgiye yakışır, daha büyük bir yapı kurması dileğinde bulundum. Açılma töreninden sonraki aylarda öğrenci sa yısı birdenbire altı yüzü buldu. Ankara'daki öğretmenlerin yükünü hafifletmek üzere bir profesör daha yollanılması ba his konusu ediliyor. Yalnız işin acıklı tarafı, her zaman ra kiplerimizin bizi geride bırakmasına razı oluvermemiz. İstanbul Tıp Fakültesi bize iki, Teknik Üniversite ise dokuz kürsü açıyor. Ankara Üniversitesi de bizlerden yar dım istiyor. Bu çağrıya karşılık verebilecek miyiz acaba? Bizden dilemesi. Oysa İngiltere 'yle Amerika bıkıp usanmadan çalışıyor, masraftan kaçınmıyor; filmler, kitaplar, temsilciler yollu yor. İnsandan daha etkin ihraç maddesi olabilir mi? Her yer de Amerikan uzmanları görüyorsunuz. Amerikan dili Fran sa'nın elinden bıraktığı kilit noktalarını tutmuş. Türkler, Fransızcanın zengin bir kültür dili olarak sağ ladığı imkanların yanı sıra, kendileriyle, Latin dünyası, hat ta Batı uygarlığı
arasında bir köprü hizmeti gördüklerini pek
iyi biliyorlar. Paris'in üniversite mahallesinde Türkiye için ayrılmış bir yer var. Türkiye'nin parasını türlü tehlikeden uzak tut mak için sıkı bir döviz rejimine girmesini olağan karşılı yorum. Bununla birlikte Türkiye'yi üniversite mahallesin de aydınlar arası bağların sıkılaşmasına geniş ölçüde hiz met edecek olan bir Türk evi kurmaya davet etmekten çe kinmemeliyiz. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi; her ulusun kendine göre 88
emelleri, meraklan var. Rusya peykler, dost devletler pe şinde; İngiltere'yle Amerika, müşteri, alıcı bulmasına ya radığı için olacak, kültür münasebetlerine dirsek çevirmiş değil. Bizler ise, öğretme tutkumuzdan ötürü şimdiye ka dar kendimize hep öğrenci aradık; öğrenci olsun da ne olur sa olsun kabilinden. Şimdi bu seçkin ödevimizi yüzüstü mü bırakacağız? Yeter sayıda öğretmen gönderemediğimize göre, bir karara varıp, yerli profesörler yetiştirmenin çaresine bakma lıyız. Bu da Türk gençlerine Fransa'da uzun zaman kalma imkanı sağlayacak burslar vermekle olur. Bugün Fransa'da ancak 1 7 Türk burslusu var. Övünülecek bir durum değil. Bunları söylerken ne ulusal itibarımızı, saygınlığımızı
�
korumak, ne de gururumuzu pekiştirme kaygısını duyuyo ruz.
Bizim korumak, kurtarmak istediğimiz şey sadece Fran
sa'nın değil, aynı zamanda bütün Avrupa uygarlığının kül türel menfaatleridir. Fransa'nın Batı dünyası için ne derece can alıcı bir varlık olduğunu söylemeye lüzum yok. Yoksullaşmış Fransa'yla ölçülürse Amerika'nın elin deki imkanlar alabildiğine geniş. Amerikalılar Ankara'da üniversite benzeri bir okul kurma yolundalar. Aynı şeyi Lübnan 'da daha önce yapmışlar. Ford Vakfı 'nın Ankara'da ki İdare Enstitüsü'ne hatırı sayılır bir bağışta bulunacağı söyleniyor. Aynca her bakımdan eksiksiz bir Amerikan ko leji de var. Hepsi iyi ama, Amerikan kültürünün Ortadoğu uluslarına ne dereceye kadar uygun düşeceğini bilemiyo rum. Amerika, bence Batılı olmaktan çok, bir Ortadoğu ül kesidir.
89
Büyük şehirlerde Unions Françaises, Associations Cul turelles Franco-Turques gibi Fransız dostu dernekler var. Bizleri coşkunlukla karşıladılar. Fransız vatandaşlarım, Türk hükümetinin bize kılavuzluk, yol arkadaşlığı etmek, yapacağımız temaslarda, incelemelerde yardımcı olmakla görevlendirdiği kimselerden gördüğümüz yakın ilginin, dostluğun derecesini kabil değil kestiremezler. Dışişleri Bakanlığı'ndan Bay Vedit Uzgören yol arkadaşlarımızın en nükteli olanıydı. Bay Behram ise candan ilgisi, düşünceli insan haliyle bizleri hayran bıraktı. Paul Valery üzerinde de ğerli incelemeler yapmış olan Ankara Üniversitesi Fransız edebiyatı profesörü Bedreddin Tuncel ile olan tatlı görüş melerimizi ömrüm oldukça unutmayacağım. İyi, hoş, ama gösterilen nezaketi, yakın ilgiyi karşılık sız bırakmamaya bakmalıyız. Bol bol kitap, kısa filmler göndermeliyiz. Fransa ödevini, çıkarını hakkıyla kavramış sa, yarından tezi yok İzmir'de bir kültür merkezi kurmanın bir yolunu aramaya başlayacaktır. Resmi makamlar, bu iş ten daha sonra bol bol yararlanacak olan endüstri ve tica ret çevrelerinden de yardım isteyebilirler. İstanbul gibi yolların kavşağı, fikir cereyanlarının ko nak yeri olan bir şehirde Montevideo 'dakine benzer bir Fransız yurdu kurmalıyız. Bu yurda önce konsolosluk bü roları, sonra da Fransız enstitüsü yerleşebilir. Aynca, tica ret odasına, Union Française, Association Culturelle Fran co-Turque derneklerine yer ayırabilir. Bir kitaplığı, bir si nema, konferans, musiki salonu, bir de sergi salonu olma lıdır. 90
Amerikan okullarıyla hiçbir zaman yarışamayacak du rumda olan okul yapılarını da bir hale yola benzetmek ge rek. Gezici bir konuk olarak ileri sürdüğüm bu dilekler dip lomatlanmızca, özellikle Türkiye'de uzun yıllardır oturan, bilgisine ileri görüşlülüğüne hayran kaldığım Kültür Ata şemiz M. Bergeaud tarafından akla yakın karşılandı. Türkiye ile Fransa arasında 1 952 Haziranı 'nda bir kül tür antlaşması imzalandı. İki ülke arasında fotoğraf, hey kel kalıplan, kitap, belge, arşiv değiş tokuşunu kolaylaştı rıcı maddeleri içine alan bu metnin amaca yakın olduğunu söylemek gerek. Kültür birliğinin şuuruna varabilmek için bütün bunların gerekli olduğuna inanıyoruz. Aynca iki ulu sun birbirini daha yakından tanımasına yol açacak olan rad yo yayınlarını, konserleri, tiyatro temsillerini sabırsızlıkla bekliyoruz. Yalnız bir noktada azıcık durmak istiyorum. Fransa efsanelere mal olmuş olan Türkiye'yi genel olarak az çok tanımasına rağmen, yeni Türkiye'yi hiç mi hiç bil mıyor. Geçen yıl Japonya'dan dönerken, Uzakdoğu'yla ilin tilerimizi canlı tutmak istiyorsak demiştim, dünyanın bu parçasında büyük bir ulusun bize karşı gösterdiği ilgiyi, me rakı, güveni karşılıksız bırakmamalıyız. Bugün de söylüyorum: Türkiye'nin dostluğunu kaybe dersek Ortadoğu'da kalan son kalelerimiz de çökecektir. Türkiye uzun tarihinin o can alıcı dönemini yaşamakta, Ba tı ulU3larının gidişini desteklemek için elinden geleni yap maktadır. Bu büyük emek, sonsuz cesaret isteyen bir iştir. 91
Bu gelişimi sona erdirebilmesi için Türkiye'ye bütün gü cümüzle yardım etmeliyiz. Belki de bir gün bu ulus, dün ya yüzündeki insan topluluklarının denge içinde, uygarlık içinde yaşamasına elverişli bir Avrupa, hatta Atlantik uy-· garlığının kurulmasında, sırası gelince, bize yardım edecek tir. Yeni Türkiye'ye dost selamımızı yollamalı, bunun için de boş sözlerle yetinmeyip verdiğimiz sözü hareketlerimiz le gerçekleştirmeye bakmalıyız. Nisan-Haziran 1 954
92
Georges Duhamel'in ve Hasan Ali Yücel'in Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazıları
DOGU-BATI DÜGÜNÜ
Yazan: GEORGES DUHAMEL Fransız Akademisi 'nden
Bizler henüz delikanlı çağında iken, edebiyat sahasında parlayan ve dünyayı devreden şöhretli büyüklerimiz bizlere, hiç şüphesiz zevkle tekrar tekrar okuduğumuz eserler bırak mışlardır. Şirin çizgilerden mürekkep bu eserler, aynı zaman da, yeni medeniyetin, fen, teknik, makine medeniyetinin el birliği etmiş bütün kuvvetleri tarafından tahdit edilmekte olan bir dünyanın şairane ve içli tasvirine hasredilmiştir. Doğrusunu söyleyeyim, büyük insanlık meseleleri be ni şirin bir dar sokağın veya gün ışığının zarif cümbüşle riyle bezenen güzel bir derenin manzarasından daha fazla çeker ve daha derinden heyecanlandırır. Seyahatlerimde, bilhassa tanımadığım yerleri görüp tanımak için yaptığım seyahatlerde, hemen de farkına varmadan, zamanımı ikiye bölerim. Zevki hor görmem: Bir limanın kaynaşmasını ala ka ile seyrederim; nazarımda esasen daima bir realite ve bir sembol olan zeytinliklerin huzur ve sükfınunu ruhumda his sederim; çiriş otlan arasında gözlerim laleler arar. Fakat her an insanlık meseleleri üzerinde dururum, bu meseleleri an lamı:ıya çalışırım. Bu kadarı bile bu meseleleri bir nevi hal letmek, hiç değilse hal yollarını hazırlamak demektir. Sıs-
95
ka öküzlerin peşinden, sabanının açtığı çizgiye ayak uydu rarak yürüdüğünü gördüğüm şu çiftçi acaba ne düşünür? Bazı havai meşrep seyyahların yaptıkları gibi, bu suale baş tan savma cevap verebilir miyim? Hiçbir şey düşünmüyo rum, diyebilir miyim? Dükkanında çalışan şu sanatkar, ta salarıyla, hatta ümitleriyle ilgilenemeyeceğim kadar bana uzak mıdır? Hayır. " Hiçbir beşeri şey bana yabancı değil dir." Ben ancak beşeriyetin karşıma çıkardığı acı mesele lerin manasını kavradıktan ve bunları inceledikten sonra dır ki, merak sahibi bir insan olarak zevk duyabilirim.
Uzun yıllardan beri, Türkiye'yi tekrar görmeyi, daha doğrusu, görmeyi istiyordum. Çünkü Türkiye'yi ilk ziyare tim kısa sürmüştü. Bundan otuz sene evveldi. Yalnız İzmir' e ve İstanbul'a uğramıştım. Doğu'dan Batı'ya, dünyayı gezer ken, kendi kendime, Türkiye'yi, Fransa'ya oldukça yakın bu lunduğu için ihtiyarlık günlerimde görüp tanırım, diyordum. Türk dostlarımız nezaket gösterdiler, bu mühleti erkene aldı lar. Daha doğrusu, vnların dostça davetine icabet edebilecek kadar kendimi zinde buldum. Böylece işte Türkiye'ye gelmiş bulunuyorum. Hatta burada ikamet müddetimin yansından fazlası geçti bile. Türkiye'yi bir kere daha ziyaret etmem ge rekeceğini daha şimdiden anlıyorum. Ömrüm vefa etse de bu güzel avdet bana nasip olsa diye temennilerde bulunuyorum. Türkiye'ye bakıyorum da her zaman her yerde olduğu gibi zihnimde mazinin, halin ve istikbalin dolaştığını hisse diyorum. Başka türlü olabilir mi zaten? Türkiye, Batı 'nın bü tün efsanelerine, bütün masallarına, bütün dinlerine, bütün fel sefelerine karışmıştır. Bugüne kadar Bergama'yı ve Efes'i
96
gördüm. Yarın Bursa'yı ve Bursa'nın emsalsiz hazinelerini göreceğim. Ünlü beldeleri hayranlıkla görüyorum. Sanat eser leri karşısında hayranlıkla duruyorum. Bu, Türk milletine baktıkça benim şöyle düşünmeme mani olmuyor: İşte kala balık, kuvvetli, sıhhatli bir millet; tarihin bütün meşhur mil letleri gibi felakete uğramış, azimle istikbale teveccüh etmiş bir millet. Bir dahinin sevk ve idaresi altında bu millet, eşsiz denebilecek bir ihtilal yapmıştır. Eşsiz bir ihtilal, çünkü ha şin olmamıştır? Yalnız siyasi olmakla kalmamış, aynı zaman da içtimai ve ahlaki olmuştur. Bu son kelime, böyle bir ihti lalin örflerle ve adetlerle ilgili olduğunu göstermeye kafidir. Bu kuvvetli, büyük millet bu ihtilali nasıl başardı? Vak tiyle bizlere, tıp sahasında, cebir sahasında, matematik, kim ya, şiir sahasında nice nice şeyler öğretmiş olan bu millet, kendini makineye, tekniğe, mütemadi ilmi keşiflere vermiş olan bir dünyada, şanlı tecrübelerine nasıl devam edecektir? Onu tam bir itimatla işbaşında görmeyi bekliyoruz. Türk milleti, artık bizim için, Batılı milletlerin en doğulu sudur. İstanbul, 3 1 Mart 1 954
97
EFSANE VE BİLGİ
Yazan: GEORGES DUHAMEL Fransız A kademisi 'nden
Açıkça itiraf etmek lazımdır ki, Fransızlarır. çoğu ye ni Türkiye'yi iyi tanımıyorlar, Türkiye hakkındaki bilgile rinde birtakım efsanelere dayanıyorlar. Vakıa, bu efsaneler pek şairanedir, pek caziptir ama, milletlerarası münasebet ler ve dünyanın geleceği için artık değerleri kalmamıştır. Bazı bilgin, işadamı, askeri şahsiyetler gibi gayet küçük bir zümre bir tarafa, Fransızlar Türkiye hakkında bilmeleri lazım gelen ve pekala mümkün olan şeyleri hemen hemen hiç bilmiyorlar. İlk dünya savaşından sonra Türkiye'de vuku bulan siyasi, içtimai ve beşeri devrimlere dair ancak pek mahdut bilgileri var. Fransız kültüründeki felsefe görüşleri nin ve efsanelerin dayandığı unsurlardan çoğunun Türki ye'de derin kökleri olduğunu bile bilmiyorlar. Gene bilmi yorlar ki, Türk milleti, dünyadaki bütün milletler arasında, gerek etnik tipleri, gerek düşünce tarzları, gerekse hadisele re karşı tepkileri bakımından, bize en fazla benzeyenidir. Bu neden böyledir? Acaba, öteden beri münzevi yara dılışlı olan Fransızların başka milletlerle fazla alakadar ol mamalarından mı? Şüphesiz ki, değil. Fransızlar, her şeyi merak edip arayan, araştıran kimseler, büyük denizciler ve
99
kaşifler yetiştirmişlerdir; çok seyahat ederler. Fakat ister ler ki önceden kendilerine yollar açılsın, yeryüzünün keş finde kendilerine biraz yardım edilsin. Turizm çok büyük ve faydalı adımlar atmıştır. Bazıla rı var ki turizmi hoş bir dinlenme vasıtası, tatil günlerinde eğlenme vesilesi sayarlar; ben onlardan değilim. Bence tu rizm, elde kitap, şuurla tatbik edildiği takdirde, gerçek bir bilgi yoludur. Dostum Gillon, meşhur müessesesinin (Larousse'un) neşriyatı arasında "Fransa, Coğrafya ve Turizm" ismi ile iki cilt kitap çıkardığı zaman benden bir önsöz yazmamı is tedi, milletlerin birbirlerini daha iyi tanıyıp daha iyi sev melerine yardım maksadıyla, bu isteği sevinçle yerine ge tirdim. Biliyorum: Türkiye halen yeniden kurulmak hengame sinde. Fakat buna rağmen Türkiye'den ısrarla şunu istiyo rum: Fransızların ilgisini çeksin, ne yapıp yapıp onlara yal nız tarihi köşelerini, sanat eserlerini, güzel manzaralarını göstermekle kalmasın, aynı zamanda vaktiyle anane tahak kümü altında ezilmişe benzeyen bu memlekette otuz yıldır başarılan devrimin ehemmiyetini de anlatsın. Hatırlıyorum: Bundan yirmi yıl önce, iki oğlumu alıp Akdeniz'de bir vapur gezintisine çıkmıştık. Bir aralık Bey rut'ta vapurdan ayrıldık, kara yoluyla Suriye ve Lübnan'da biraz dolaştık, günlerce sonra vapurumuza bir Filistin lima nında yeniden bindik. Şimdi öyle bir gün tahayyül ediyorum ki, Akdeniz li manlarını dolaşmaya çıkmış yolcular, vapurlarından İsken1 00
derun limanından ayrılacaklar, rahat yollardan seyahat ede rek Efes'i, İzmir'i, Bergama'yı, Ank:ıra'yı, Bursa'yı geze cekler, hem Türkiye'yi hem Türk milletini tanımış olarak İs tanbul' a gelecekler ve oradan tekrar vapurlarına binecekler. Bu güzel emelin gerçekleşmesi için, Türkiye 'ye düşen vazife, önce otel sanayiinde, sonra yolların düzeltilmesin de büyük bir gayret sarf etmektir. Biliyorum ki, böyle bü yük bir iş bir günde olmaz. Fakat bence, böyle bir hamle yapmazsa, Türkiye milletlerarası yolların dışında kalmak tehlikesindedir. Memleketin menfaati bakımından bu gay retin gösterilmesi şarttır. Buradaki dostlarım bane: "Memleketimizi hep methe diyorsunuz, halbuki biz sizden tenkit bekliyoruz" diyorlar. İşte bugün bu tenkitlerin en kuvvetlisini, en lüzumlu sunu yapıyorum ve Türkiye'deki dostlarıma hitap ederek di yorum ki: -"Bize, Fransızlara yardım edin de, sizi daha iyi tanı yalım, daha iyi anlayalım ve böylece, daha çok sevelim."
İstanbul, 5 Nisan 1 954
101
AYDIN YETİŞTİRMEK
Yazan: GEORGES DUHAMEL Fransız Akademisi 'nden
Bugün insanlığa tasa veren bütün meseleler arasında kalburüstü tabakanın yetiştirilmesi, hiç şüphesiz, başta ge lir. Şu veya bu memlekette hala, babadan oğula hükümran lık hakkı geçen imtiyazlı sınıflar varsa bile bunların hiçbi ri büyük bir millete savunmak, var olmak ve ilerlemek için gereken sayıda değerli insanları sağlamaz. Bugünkü toplu lukların yaşayışı pek yıpratıcı: Kalburüstü kimseler çabuk tükeniyorlar. Onun için, medeni milletler bu aşınmayı göz önünde bulundurmak ve eskiyeuin yerine yenisini hazırla mak zorundadırlar. Sonradan baş, hoca, kahraman ve evliya olacak bu de ğerli insanları nereden bulmalı? On sekizinci yüzyılın so nundan beri, yani yüz altmış yıldır, Fransa bu çetrefil dü ğümü çözmüş, gereken değerli insanları halkın içinden seç meye ve kendiliğinden elenme ile eğitim ve öğretim ara sında bu bakımdan bir işbirliği kurmaya başlamıştır. Hemen hemen içgüdü ile bulunmuş olan bu basit usul zamanla denenmiş ve hiç şaşmadan gayet iyi sonuç verdi ği görülmüştür. Halktan, yani topraktan veya tezgahtan ge lenler iki, çok çok üç göbek boyunca denenmiş ve bu de1 03
nemeler kesin bir yükseliş göstermiştir. İkinci, üçüncü gö bekten sonra kalburüstü tabaka kendilerine vergi özellik leri ortaya koymaya başlıyorlar: Bilgin oluyorlar, filozof oluyorlar, edebiyatçı, sanatçı, idareci, eğitimci, hekim olu yorlar, girişilen büyük işlerde başa geçiyorlar.
1 932 ile 1 944 arasında "Pasquie�lerin Tarihçesi" ad lı, on ciltlik büyük bir roman yazdım. Bu uzun eserin ko , nusunu bir tek cümlede toplamam gerekirse şöyle dıyebi lirim: Fransa kalburüstü insanlarını halkın içinden nasıl alı yor ve bunları değerli kimseler haline nasıl getiriyor? İşte ben o romanda bunu göstermeye çalıştım. Pasquierlerin evinde beş çocuk var. Bunlardan biri, Laurent, bilgin olu yor. Kızkardeşi Cecile bütün dünyanın takdir ettiği bir mu siki sanatkarıdır. Diğer kızkardeşleri, Susarım: gayet güzel bir artisttir. Çocukların en büyükleri, Joseph, devrin tapın dığı şeylere hizmet ederek müthiş para kazanıyor. Çocuk lardan beşincisi -sıra bakımından değil de hadiselerin gidi şi bakımından beşinci- orta halli bir adam olarak kalıyor ve hiçbir verim elde edemiyor. Türkiye'ye geldiğimden beri bu "kalburüstü tabaka nın yetişmesi" hadisesi üzerinde çok düşündüm. Küçüğün den büyüğüne kadar birçok okul gezdim. Hocaları ders ve rirken gördüm, öğrencilerdeki şevk ve gayrete hayran kal dım. Fransa gibi ve egemen milletler gibi, Türkiye de elini rasgele kalabalığa uzatıyor ve oradan, hem hiç korkmadan hem de ihtiyatlı davranarak birtakım araştırmalar, eleme ler yapıyor. Anadolu yaylalarından geçerken, tarlalarda ineklerini 104
güderek çift süren köylülere bakarken içimden: "Belki de ben bu rençperlerin çocuklarını Hasanoğlan Eğitim Oku lu'nda görmüşümdür" diyordum. Bu çocukların her biri ile ride canla, başla çalışan birer öğretmen olacak, onların ço cuklarından biri belki astronom, biri kanunlar keşfeden, usuller koyan bir mucit, bir başkası da şair veya ressam ola cak. Hülasa artık toprak fethi gibi boş emellerden v.azgeç miş olan Türkiye, şimdi kafa dünyasında fetihlere çıkıyor. Sağlam yapılı, güçlü, kuvvetli, samimi ve yaradılıştan asil bir millet olan Türkler, yi;kselme için gereken ne varsa hep-. sine sahip bulunuyorlar. Türk milleti muhakkak ki yükse lecektir. Bu şaşmaz yoldan gittikçe, bir gün bütün dünya ya verimli ve kafalı insanlar yetiştirecek ve bunlar yeni me deniyetin hakiki beyleri arasında yer alacaktır.
İstanbul, 2 Nisan 1 954
1 05
DUHAMEL'İN DEDİKLERİ
Yazan: HASAN AL1 YÜCEL Bugün Fransa'da mensuplarının sayısı azalmış bir nes lin değerli mümessillerinden biri olan, Akademi üyesi Ge orges Duhamel iki haftadan fazla bir zaman memleketimi zin misafiri olarak aramızda bulundu. Devlet ve fikir adam lanmızla, köyümüz ve köylülerimizle; evimiz, müzemiz,_ okullarımız ve üniversitelerimizle iç içe saatler ve günler geçirdi. Yurdumuzun arık yerlerini görüp üstünde yaşayan bizlerin ruhlarımızı da o gördüğü yerler gibi harabelere benzeterek gösteren Gide' in heyecanlı ihtiyatsızlığına düş meyecek kadar ergin ve dikkatli olan dostumuzun, hakkı mızda edindiği kanaatler bizim için mühim olacaktır. Consultation aux Pays d'Islam adlı eserinde söylediği gibi üstat, elbette bizim de "actuel eternel"imizi, bugünkü ve her zamanki taraflarımızı aramıştır. O da bilir ki, bir mil leti kısa zamanda mazisi ve halile tanımak, istikbalinin is tikametini tam bir açıklıkla görmek güçtür. Nasıl yaşıyo ruz; günlük hayatımız nedir; zevklerimiz, kederlerimiz ne lerdir; aşk ve dostluk duygularımız, nezaket kaidelerimiz ne gibi şeylerdir: Belki bunlar kolay görülebilir. Ama türlü çevrelerdeki vatandaşlarımızın iç dileklerini keşfetmek, he le genç ruhların birer dava olarak göz önünde tuttukları meseleleri yakalayabilmek, hayli zordur. Bunu biz yaşlılar,
1 07
kendi nesillerimiz için çok kere yapmaya muvaffak olama dığımız gibi üstadın da Fransız gençliğindeki bu türlü giz li duyguları tam kesinlikle ve sarahatle bulup meydana çı kardığını kabulde mazuruz. Böyle olduğuna göre medeni dünyaca tanınmış bu çapta bir yazarın, süratle gezdiği bir memleket hakkında doğru hükümlere varmak için çekece ği sıkıntıyı tahmin ve takdir ediyoruz. Üstat, Beyoğlu'ndaki Olgunluk Kız Enstitüsü'nü gez dikten sonra okulun ziyaret defterine yazdığı manalı cüm lede "souvenir" ile "avenir"in, hatıralarla geleceklerin na sıl yaratıcı bir gayretle ahenkleştirildiğini pek güzel gös termiştir. Tıpkı Bergson'un bize verdiği hayale göre ayağı nın biri geçmişte, öbürü gelecekte bir millet olarak dünü müzden kalmış kıymetleri bugünün ihtiyaçları içinde ye niden yaşatma hamlemiz, onun gibi anlayışlı bir kültür ada mının dikkatli gözünden kaçamazdı. Nitekim kaçmamış tır. Biz milli ruhu, mazinin hamuruyla yoğurmak, bugünün fırınında pişirmek ve istikbalin zevkine sunup onu yeni ih tiyaçları duymaya hazırlamak istiyoruz. Zarif ve maharetli kızlarımız, büyükannelerinin çev relerinde gördükleri çizgileri ve renkleri, memlekette do kunmuş zeminler üstüne, bir tuvalet elbisesinin motifleri olarak naklederken zaman içindeki devamı canlandırmak tadırlar. Türk mazisi, tarih kitaplarından daha öğretici bir anlayışla onların diriltici ellerinde bize ilerideki hayatımı zın zevkini haber veriyor. Sonradan görmüş, türedi bir top luluk adiliğinden uzak kalmak, bizim gözümüzde kültür da valarımızın esaslı bir kaidesidir. Atatürk inkılapçılığını ma1 08
ziyi inkar şeklinde anlayanlar, yalnız ecnebiler arasında de ğil, kendi içimizde de vardır. Fakat -ister Türk, ister yaban cı- böyle sananlar, aldanmanın tam içindedirler. Misafirimizin "Cumhuriyet"e yazdığı birinci makale sinin şu son cümlesini yorumlama zamanı gelmiştir. Onda diyor ki: "Türk milleti, artık bizim için, Batılı milletlerin en Doğulusudur." Bununla ne söylemek istediğini kendisine sorduğum zaman verdiği cevaba göre Türkler, Batı 'nın Doğu'ya en yakın milletidir. Bu fikirrle mutabık olduğumu o konuşma mızdaki gibi şimdi de ifade edebilirim. Acaba bunun aksi de doğru değil midir? "Türk milleti, Doğulu milletlerin en Batılısıdır" desek yanlış olur mu? Hiç zannetmiyorum. Üstat, o türlü veya bu türlü, bu cümlesiyle bizim ana davamızı keşfetmiştir. Atatürk'ün yaptığı ihtilal, bir Batılılaşma hamlesi idi. Bu sebeple as keri ve siyasi sahada donup kalmadı. Makalesinde dediği gibi o ihtilal, gene bu sebeple haşin olmadı. Sosyal ve mo ral bir mahiyet aldı. Onu sathi görmek hatadır. Atatürk, ba şımızdan fesi atıp şapkayı giydirirken beynimizden ortaça ğı çıkarıp ruhlarımıza yeniçağı sokmak istedi. Taassup adamları ona dinsiz dediler. Yanlıştı. Çünkü yeniçağ, orta çağdan daha az dindar değildir. İkisi arasındaki başkalık bu günkü müspet bilim ve tekniğin değiştirdiği anlayıştan ge len bir başkalıktır; o kadar! .. Allah, her zaman aynı Allah 'tır. Değişen şey, ancak ona teveccüh eden beşeri idraktir. Duhamel, bu ihtilali ve kaynaşmayı Doğu ile Batı 'nın
1 09
düğünü şeklinde görüyor. Ah, onu bize sorsun ! .. Evet, bel ki bir düğün; fakat gelinin ayn hasımları, güveyin ayrı kıs kananları olmak şartıyla. . . Nikah kıyılmış, hatta zifaf ol muştur. Bu gebe varlık, hala doğum sancıları içindedir; her yaratmada olduğu gibi. . . Ve bu, böyle daha uzun zaman sü recektir. Hele demokratik hayatın ferde ve cemiyete getir diği hürriyet içinde doğru istikameti, güdümlü idareden da ha ağır bulmak zorunda olduğumuzu da ayrıca takdir edi yoruz. Sırf Batılı olan bugünkü Fransız cemiyeti de, başka bir etapta ve başka şartlar ortasında, fakat aynı arama çalkan tısı içinde yaşamıyor mu? Üstat, memleketimizde yaptığı seyahati, Paris 'te hatta Paris' in belli bir yerinde, yalnız kah velere girerek tekrar etse, kim bilir, kaç makalelik mesele bulur? Figaro'daki yazıları, bu tahmine hak verdirecek mi sallerle doludur. Birkaç sene önce okuduğumu hatırladığım bir yazısında üstat, İtalya'daki fikri ve siyasi cereyanları an latırken aynı kökten gelmiş dilleri konuşan, Renaissance'ı yapan komşusu milletin, sağ ve sol uçlar arasında bir sar kaç gibi sallandığım ne güzel tasvir ediyordu. Düyun-u-Uınumiye zamanında biz nasıl "frank"ın bas kısı altında idiysek bugün "frank" da ''dolar"ın hatta "mark"ın tazyiki altındadır. Fransa, Batı'dır. Fakat Fran sız'ın bilimde bulduklarım 'Daha Batı ' öyle baş döndürü cü bir başarıyla maddeleştirmiştir ki teknik dediğimiz bu yapı, ona ilk düşünüş malzemesini bulup verenleri pişman ettirecek bir merhaleye yükselmiştir. Brogli 'nin memleke ti, atom realisation'una daha yeni başlamış sayılabilir. Bu
1 10
bakımdan Fransa, hatta Avrupa, Amerika'ya nispetle bir Doğu'dur. Nitekim bir zamanlar, biz de Batı idik. El-Biruni, doğ ru görüşüyle, vatanımız Anadolu'yu Batı 'dan sayar ve Batı'yı İran'dan başlatır. Batı'nın efsanelerine karıştığımız zamanlar da güneşe daha yakın oturanlar, bize Batılı der lerdi. Aynı dinden ve aynı medeniyetten olduğu halde Ame rikalı, Avrupalıdan böyle ayrılmıyor mu? Amerikalı, daha ayn bir üslupla Avrupalıyı biraz Doğulu görmüyor mu? İki ayrı kampa ayrılmış bugünün insanlığı içinde, de ğil mi ki, Amerikan tekniğine ve yardımına muhtaç bulu nuyoruz, bu ihtiyaçtaki milletler eşit seviyeler civarında yaşıyorlar demektir. Dünkü gibi ve her zamanki gibi Doğu ile Batı bugün de vardır. Fakat yerlerini değiştirmişlerdir. Eski ve derin tarihli milletler, uğradıkları felaketlerin ders leriyle daha uyanık, maziden devraldıkları gururlan daha itina ile silerek realiteleri daha ciddi gözle görmeye taham mül etmelidirler. Her şey, nispetler ve kuvvetler içinde yü züyor. Doğu ve Batı bunun dışında değildir. Bugün artık Doğululuk veya Batılılık, birer sabit coğrafya terimi ol maktan çıkmıştır. Sadece, üstünlük ifadesine imkan verme yen birer ok işaretinden başka bir şey değildir. Bilmem, üstatla bu fikirde de mutabık mıyız? Orhantepe, 1 1 Nisan 1 954
111