Halit Kıvanç: Dünya Kupası 1930'dan 2002'ye

Page 1

H alit K ıvan ç Kupaların Kupası

Dünya Kupası 1930'dan 2002'ye

'

'

""k i

*

■ * "\

Kültür Yayınları

2. Baskı

W


Genel YayÄąn: 590 Edebiyat Dizisi: 204


© Türkiye tş Bankası Kültür Yayınları Yayına H azırlayan M ürşit Balabanlılar K a p a k Tasarım ı Mehm et Ulusel / Erol Egemen D ü zelti Eylül Durtı Sayfa D üzeni Tipograf (0212) 2 4 9 01 01 B irin ci B asım Nisan 2 0 0 2 ISBN 9 7 5 -4 5 8 -3 4 5 -5 O T M 11020401 B asım evi M as M atbaacılık AŞ (0212) 28 5 11 96 İstanbul


Kültür Yayınları

KUPALARIN KUPASI

dünya kupası 1 9 3 0 ’dan 2 0 0 2 ’ye... H alit Kıvanç


İÇ İN D E K İL E R

I 9 3 O URUGUAY 13 1 9 3 4 İTALYA 25 1 9 3 8 FRANSA 39 1 9 5 0 BREZİLYA 4 9 1 9 5 4 İSVİÇRE 65 1958 İsv eç

113

1 9 6 1 şiLİ 1 3 5 1 9 6 6 İNGİLTERE 151 1 9 7 0 MEKSİKA 183 1 9 7 4 ALMANYA 211 1 9 7 8 ARJANTİN 2 3 7 1 9 8 1 İSPANYA 271 1 9 8 6 MEKSİKA 2 9 7 1 9 9 0 İTALYA 3 2 5 1 9 9 4 ABD 3 7 9 1 9 9 8 FRANSA 4 0 9


Başlam a Vuruşu


H akem , düdüğünü çalar ve m aç başlar. Bu ilk düdük “başlam a vuruşu”nu h a ber veren işarettir. Sonrasında futbolun tüm heyecanı, stadtaki binlerden, kulağı rad­ yoda ya da gözleri televizyonda on. binlere, m ilyonlara kad ar yayılır. D aha sonrasında ise, futbolun bitm ez tü­ kenm ez m u habbeti başlar. Futbola p ek yakın olm ayan­ ların en ço k yadırgadığı da budur. “Bir buçuk saatlik m açı bir öm ür konuşuyorsunuz” diye şaşarlar. H aksız da sayılm azlar bir b a k ım a ... O sonsuz fu tb o l sohbeti, bir başka deyimle, o doyum suz fu tbol keyfi olm asa, h e­ le hele eskiler gündem e getirilm ese, b elk i de tadı k a l­ m az fu tbolu n ... Hani kadın m ahkem eye başvurur d a ... “Kocam ın futboldan başka şeyi gördüğü yok. Şimdi sorsanız, ne gün evlenmiştiniz, deseniz... Onu bile hatırlam az ” diye, yargıca yakınınca... K oca, birden ayağa fırlar d a ... Ken­ dini savunur: “Nasıl hatırlamam, sayın hâkim im ? Bizim takımın ofsayttan yediği golle filan takım a 2-1 yenildiği m açtan bir gün sonraki pazartesi günü evlenmiştik. ” Çoklarına göre, fu tbol sporların kralıdır. Oynaması ayrı zevk, seyretmesi ayrı zevk, konuşm ası ayrı zevk o l­ duğu için... O kuması da ayrı zevk olmalı, diye düşü­ nünce... Oturdum, şöyle gerilere doğru bakm aya başla­ dım. O ooo, gördüğüm, yaşadığım ya da dinlediğim, duyduğum, okuduğum bütün bu anıları sevenlerine du9


yursam ... Üstelik futbolun en büyük coşkusu “Dünya Kupası ” bir kez daha her yanı sararken ... Bir geçit yaptı tüm Dünya Kupası m açları... Kim i an ılarım da... Kimi gözlerimin önünde. Özetleyeyim izninizle: • 1 9 3 0 ’da ilk Dünya Kupası oynanırken, annesi­ nin elinden tutarak so ka ğ a çıkabilen küçücük bir ç o ­ cuktum . H enüz harfleri bile tanım ayan... • 1 9 3 4 ’teki 2. K u pada ilk o k u l öğrencisiydim . • 1 9 3 8 ’teki 3. Dünya K u p a sın d a ortaoku la gidi­ yordum . • 1950'deki 4. Dünya Kupası nda, final şansını ya­ kaladığım ız h alde niye Brezilya'ya gitm ediğim izi çö z ­ m eye çalışan bir spor yazan, daha doğrusu, yargıçlıkta bir dön em geçirdikten sonra yeni m esleği gazetecilikte ilk adım larını atan bir g en ç ... • 1954’te on altı finalistten biri olan Türk Milli Takım ı’nın m açlarını izleyen ve ülkesine bildiren, T ürki­ ye'nin ilk günlük spor gazetesi Türkiye Spor 4ın üç y ö ­ neticisinden biriydim. • 1 9 5 8 ’de yazarlık yanında m aç spikeriydim de. A m a bu k u p a d a ki m açları nakletm iyorduk. Milliyet''e yazıyordum 6. Dünya K u pası’nı... Büyük P ele’yle “ye­ d ek oyuncu” iken ilk röportajı yapan kişiydim. • 1 9 6 2 ’d ek i kupayı, İstanbul’d a k i m atbaada, gelen h aberlerle izlemiştim. • 1 9 6 6 ’da ise hem gazetecilik yapıyor, hem de unu­ tulmaz İngiltere-Alm anya finalini T ü rkiye’ye radyoda anlatıyordum . N aklen yayınlanan ilk Dünya Kupası fi­ naliydi b u ... Tabii yanında gazeteye yazı gönderm eye d ev am ... • 1 9 7 0 ’d e Tercüm an’^ yazıyor, radyoda da bazı m açları naklediyordu m . Pele ile uzun sohbetli kupam dı b u ... 10


• 1974'de A lm anya’'daki Dünya Kupası finallerini

ülkem ize canlı canlı ve de heyecanlı ilk TV naklen ya­ yınlarını yapan TRT ekihindeydim . • 1978'de, Arjantin'de TRT ekibinin dört spikerin­ den biriydim . • 1 9 8 2 ’de Ispan ya’daydık TRT-TV takım ı o la ra k ... • 1 9 8 6 ’da g e n e TRT-TV sp ikeri kim liğiyle M eksi­ k a ’da. • 1990 Dünya Kup a sı’nda İtaly a’dayım ... Günlük spor gazetesi Fotospor adına m açları izleyen ek ip te... Yorumlar, magazin haberleri yazıyorum. TRT’nin TV ya­ yınlarında da, R om a m erkezinde sunuculuk görevim var. • 1994'de A m erika için bavulumu hazırlam ışken... O zam anki bir TRT yetkilisi duvar çekiyor önüm e... Z a­ rarı y o k , t v v ar... G azeteler var. • 1998'de Paris’te bir yandan R icky M artini dinli­ yor, G erard D epardieu ile el sıkışıyorum . Bir yandan da Fransızların şam piyonluğunu seyrediyor, NTV adına röportajlar yapıyorum . Şimdi siz olsanız... Bu geçit törenini seyrettikten son­ ra, şunları şöyle bir anlatayım dem ez misiniz? Ben de dedim ... Yerin kulağı var y a... Duymuşlar... Benim kü­ çüklüğümden beri duyduğum biri duym uş... İnsanın "çok¡güvenli” olduğunu anlatm ak için öyle derlerdi ço ­ cukluğum da: “B an ka g ibi ad am dır... İş B ankası gi­ b i... T Bugün de aynen böyle diyen ço k ... Öylesine gü­ venli çilere teslim etm ez misiniz kitabınızı teşekkü rle? Ben d e ö y le yaptım. Okursunuz, seversiniz um uduyla,.. Sevgiyle dolu en güzel günler... M utlulukla dolu en güzel goller... Sizin olsun... H

a l İt

K

iv a n ç

İstanbul, 2 0 0 2 il


1. Dünya Kupası I 9 3 O URUGU AY

mpsmàiXù HCfNlIM Ir-w iM i UlUlıUtf


İnsanoğlu, “en güzeP’i bulmak için ... Ne mi yapmış? “Güzellik Yarışm ası”m icat etm iş... Sevgilimiz “FutboP’un “ Güzellik Yarışm ası” d a... “ d ü n y a k u p a s i ” işte!.. *•' I )ört yılda bir futbol dünyası bir araya geliyor, Kupaların Kupası “Dünya Kupası”nı ülkesine götürebilmek için varını yoğunu ortaya koyuyor. Sonunda herkesin sorduğu soru... “Futbol Dünyası’nda e n b ü y ü k k i m ? ” Önündeki dört yıl için yanıtını buluyor. “en

bü yü k k im

? ” ... m i?

İşte, o görkemli kupayı, ellerinde havaya kaldıran kaftanın takım ı... W Çeşitli dillerde yazılmış hayli kitap, broşür, gazete, der­ gi arasında uzun süre dolaştım. Bir baktığıma bir-iki-üç kez daha baktım, bir okuduğumu üç-beş-sekiz kez da­ ha inceledim. Sonuçta ortaya çıkan isim, Count van der Straten Pouthoy... Futbol âşığı bir B elçikalı... Yakın 15


arkadaşı, Hollandalı banker Cornélius Hirschm ann’a koşuyor. Arşimet gibi “Buldum buldum” diye... “Fut­ bol dünyasında herkes ‘en büyük kim ?’ diye merak ediyor. İşte bunu çözmenin yolunu buldum. Dünyanın her köşesinden milli takım lar gelsin, birbiriyle oyna­ sın. Sonunda şampiyon olan takım ın, en büyük oldu­ ğu kabul edilsin. Tabii belirli bir süre için ... O süre ge­ çince yeniden oynasınlar, yeni şampiyonu, yani ‘en bü­ yük’ olanı ortaya çıkarsınlar” ... Hollandalı Hirschmann pek beğenmiş bu fik ri... Belki de banker olmasının etkisi... “Bu işte para da var” diye düşünmüş olabilir. Hemen dostlarının bu­ lunduğu İngiltere Futbol Federasyonu’na bir mektup yazmış ve Belçikalı Pouthoy’uıı düşündüklerini anlat­ mış. Hirschm ann’ın hareketi doğruydu... Çünkü fut­ bolun beşiği İngiltere olduğuna göre, böyle bir girişim de ordan gelmeliydi. Gerçekten Federasyon Genel Sekreteri Sir Frédéric Wall, öneriyi 1 9 0 5 ’de FİFA’nın Paris toplantısına götürdü. Ama elleri boş dönecekti ordan... Tıpkı bir yıl sonra, aynı öneriyi FİFA’nm Bern toplantısına götüren İsviçreli Schneider gibi. Araya yıllar girmiş, fikir sanki unutulmuştu. İşte bu sıradan ufak tefek bir futbol adamı, Jules Rim et çıktı sahneye. FİFA’nın başına geçen Fransız hukukçu Rim et, öylesi­ ne azimliydi k i... Hiç yılmadan çalıştı, savundu ve 1 9 2 0 ’den 1 9 2 9 ’a kadar yorulmadan çevresini inan­ dırmak için çaba harcadı. Sonunda da başardı. f İ f a , 1 9 2 9 ’da Barcelona’daki toplantısında “Dünya Kupası”nm temelini atarken, Jules Rim et de futbol tarihine “Dünya Kupası’nm Babası” olarak geçiyordu.

16


///.' ev sahibi kim olacaktı ? ı lı A, “Evet” demişti de... Böylesine büyük bir organi­ zasyonu sırtlamak cesaretini hangi ülke gösterecekti? "B en ” diye bir ses yükseldi Güney Am erika’nın küçük beldesi Uruguay’d an... Uruguay belki haritada ufaktı, a ma futbol alanlarında çok büyüktü... Peş peşe iki ( Dlimpiyatta, 1 9 2 4 ’te ve 1 9 2 8 ’de futbol altın madalya­ larını başkasına bırakmamıştı. Ancak Uruguay’ın çifte şampiyonluğuna Avrupalıların küçüm ser bakışları, I afin Amerikalıları çileden çıkarıyordu. İşte “Dünya Kupası” olayı, büyük fırsattı. Ve Uruguay bu fırsatı ka­ çırmadı. “İlk Dünya Kupası’nın ev sahipliği” için orlaya atılıverdi. Uruguay, tüm futbol dünyasını davet etmiş, herkesi ülkesindeki büyük futbol şenliğine çağırmıştı. Ancak 1 9 3 0 , futbolda bir dünya kupasının doğdu­ ğu yıldı am a... Ekonom ide, dünyanın çok yerinde çok tüccarın, çok şirketin battığı yıl olmuştu. Feci bir eko­ nomik bunalım, her yanı sarmıştı. Üstelik şimdi bir­ kaç saatte uçakla gerçekleştirilen Atlantik yolculuğu, o günlerde uzak ve masraflı bir seyahatti. Bu nedenle Uruguay’ın çağrısına Avrupa’dan sadece dört ülke “evet” dedi. Avrupalı futbolcuların A tlantik’i geçerken vapurda (güvertede) günlerce antrenman yapmış ol­ ması, futbol tarihinin unutulmayacak anılarındandı.

Sadece on üç ü lke... Dördü Avrupa’dan (Yugoslavya, Belçika, Fransa, R o ­ manya), ötekiler Amerika kıtasından (Uruguay, Brezil­ ya, A rjantin, Şili, Bolivya, Paraguay, Peru, M eksika ve Amerika Birleşik Devletleri) on üç ülke yer aldı bu ilk 17


Dünya Kupası’nda. Ve 1 9 3 0 yılının 13 Temmuz günü M ontevideo’nun doksan bin kişilik Centenario Stadı’nda meşin topa ayakla dokunulduğu anda, Jules Rimet Kupası için ilk mücadele başlamış oldu. Konan kurala göre, üç kez şampiyonluk kazanan ülke, bu ku­ panın ebedi sahibi olacaktı. İlk Dünya Kupası maçlarına girişte stad kapısında polis sıkı arama yapıyor, özellikle tabancaları alıyordu. Ateşli Latinler her golü tabanca atarak kutladıkları için, polisin bu araması pek de yadırganmazdı. Böylece Dünya Kupası’yla birlikte, polislerin seyircileri ara­ ması olayı da başlamıştı. Aynı zamanda hakemlerin po­ lis tarafından korunması d a... Evet, ilk arama ve ilk koruma, ilk kupanın ilk notlarıydı. Grup m açları sonunda Uruguay, A rjantin, Yugos­ lavya ve bir de -şaşırm ay ın !- Amerika Birleşik Devlet­ leri yarı finale yükselmişti. Yıllar sonra, “Kuzey Am erika’da futbol başladı” denilecekti. Oysa Birleşik Amerika’da futbol tarihi, ilk Dünya Kupası’na dayanacak kadar eskiydi. “ 6 -1 ’ler yarı finali” diye anılacak iki maçta A rjan­ tin Am erika’yı, Uruguay da Yugoslavya’yı aynı sonuç­ la (6-1) yenince, kupa için iki aday kaldı. Ve 30 Temmuz 1930 günü Centenario Stadı’nda ha­ kemin ilk düdüğüyle tarihin ilk Dünya Kupası finali başladı.

İlk finalin kravatlı, garip pantolonlu hakem i... Kıyafetiyle bugün tebessüm yaratan Belçikalı hakem John Langenus, o gün mükemmel yönetimiyle “hakem­ liğin yüzakı” olarak alkışlanıyordu. Oysa daha önce Arjantin - Fransa maçının Brezilyalı hakemi, oyunu dört 18


dakika erken bitirmiş, yanlışlığın farkına varılmaca fut­ bolcular duştan getirilerek son dört dakika oynaatılmışlı. Aynı anda üç oyuncunun birden ofsayt olduğğu du­ nunda “gol” veren hakem de, bu kupada epey kkendindcıı söz ettirmişti. Futbol tarihinin ilk Dünya Kupası finalinde,;, ilginç giysili Belçikalı hakem Langenus, şahane yönettimiyle gerçekten büyük alkış toplayacaktı am a... İki i Latin Amerikalı takım, ev sahibi Uruguay’la iddialı Atu-jantin de, mükemmel futbol gösterisiyle seyircileri adeeta bü­ yüleyecekti. İşte bu ilk Dünya Kupası finalindee oyna­ ma onurunu kazanan iki takım ın kadroları: U r u g u a y : Ballesteros - Nasazzi, M aschecroni Aııdrade, Fernandoz, Gestido - D orado, Sccarone, ( iastro, Cea, İriarte A r j a n t İ n : Botasso - Della Torre, Peternostter - J. Evaristo, M onti, Suarez - Peucelle, Varallo, SStabile, l'eı reira, M . Evaristo Büyük final, ev sahiplerinin sevinç çığlıklarıykla baş­ lamıştı. Çünkü ilk gol, Uruguaylı D orado’dan ggelmişiı. Ne var ki, az sonra Arjantin, Peucelle ve Staboile im­ zalı gollerle 2-1 Öne geçiverince, doksan bin kişilik sladta çıt çıkmaz olmuştu. İlk yarıyı yenik bitireEn Uru­ guay’ın seyircileri tribünde dua ediyor, kimi dde maçı bırakıp gitmeye kaljcıyordu. Fakat ikinci yarıyıla bir­ likte Uruguay takımı bir şahlanmıştı k i... İşte CCea ile 2-2, İriarte ile 3-2 ve nihayet Castro ile 4 -2 ... 5 Seyirci çıldırmış gibiydi. Ulusal bayram olmuştu maçına sonu. Uruguay, tarihin ilk Dünya Kupası finalinde jA rja n liıı’i 4 -2 yeniyor ve ilk Dünya Kupası’m alıyordum Kay­ bedenler için tek teselli, tarihin “İlk Gol K ralı” ’ unva­ nım, attığı sekiz golle Arjantinli Stabile’nin kazzanmasıydı. Uruguaylılar, hem ilk kupaya ev sahipliğği yap­ 19


manın, hem de ilk kupayı almanın onuru yanında, iki Olimpiyat şampiyonluğu başarısını da perçinlemiş olu­ yorlardı.

İ lk D ünya Ş am piyon u U ruguay takım ı.

B üyü k fin a ld e h a k e m ve takım kap tan ları serem on id e.


İlk D ünya Kupası finalinin kravatlı, pantolonlu h a k e m i B elçikalı Langenus.


C e a ’nm g olü b erab erliğ i getiriyor.

İria rte’d en şa h an e üçüncü g o l ağlarda.

C astro k a fa y la dördü n cü g olü atıyor.


Dünya kupası oynanıyorŞimalî Am erika ve Yugoslavya? iki­ şer galibiyetle dömifinale kaldılar. Bakalım

Uruguay

M o n te v id e d a k i d ü n y a k u p a sı m a ç la r ın a b a ş ­ la n m ış tır . B u m a ç la r a A v ru p a d a n B e lç ik a , Y u ­ g o slav ya, R om anya, A m erik a d n n U ru g u a y, M e k sik a , A m e r ik a , B re z ily a , P e ru , A rja n tin , Ş ili, P a ra g u a y v e B o liv iy a M illi ta k ım la r ı iş tira k e t ­ m e k te d ir. İ lk k a rş ıla ş m a d a F ra n s a , M ek sik n y ı 3 -1 A m erik a B e lç ik a y ı 0 - 2 m ağlu p e tm işlerd ir. F r a n s ız la r d ü n y a k u p a sı m a ç la r ın a ç o k e h e m ­ m iy e t v e rd ik le r i iç in y e n i v e 'g e n ç b ir ta k ın ı y a p ­ m ışlar, ç o k h a k im b ir o y u n la M ek s ik a y ı

1 -3 yen­

m işlerd ir. D iğ e r m a ç la r ın n e tic e le ri şu n la r d ır :

YUGOSLAVYA: 2 — BREZILYA: 1 B rezily a ta k ım ı d ü n y a ku p a sın a n a m z e t b ir tak ım ad d ed iliy’o r v e Y u ğ o s la v y a y a m ü h im b ir farklu ¡galip g e lec eğ i ta h m in e d iliy o rd u .

H a lb u k i

ne

n u n b ir in c i d cv ree i 0 - 0 b e r a b e r e b itm iş, ik in ci h a fta y m ın o n u n c u d a k ik a s ın d a B o liv y a sağ a ç ığ ı­ n ın a y a ğ ı ç ık tığ ın d a n h a s ta h a n e y e k a ld ırılm ış ve o u n d a n itib a r e n Y u g o s lâ v la r s o n u h a k a d a r h a k im o y n a y a ra k 4 g o l y a p m ış la r d ır.

AMERİKA: 3 - PARAGUAY: 0 B ir in c i d e v r e d e A m e r ik a b la r rü z g â ra karşı o y ­ n a m a la r ın a r a ğ m e n s a n t e r f o r la n m n ş a h si g a y r e tile ik i go l y a p m ış la rd ır. B u n a m u k a b il b a s ım la r ın d a n d a lıa z a r if ve d a h a fe n n i o y n a y a n P a ra gu a ylır la r ın b ü tü n g a y r e tle r i a tle tik m e z iy y e tle r e sa h ip % e ç o k s e r i o la n A m erik a m ü d a ln a sı karşısın d a { n e t ic e s iz k a lm ış tır. 2 — 0 fa rk la ik in c i h a fta y m a g b n ş la y a ıı A m e r ik a lıla r b i r g o l d a h a y a p a ra k n e ti­ c e y i 3 — 0 k a z a n m ış la rd ır.

n e tic e

./ayanı h a y r e t b ir su rette 1 - 2 Y u ğ o s lâ v y a n m le h in e ç e v r ilm iş tir . b irin c i m iştir.

O yu n

ç o k sert

v e h e y e c a n lı o lm u ş

b a fta y m 0 - 1 B re z ily a n ın

le h in e n e tic e le n ­

ARJANTİN : 1 — FRANSA : 0

O y u n u m u m iy e tle F r a n s ız la rın h a k im iy e ti ım d a c e re y a n e tm iş tir. F rn ıs ız g a z e teleri M illî

a l­ ta ­

k ım la r ın ın ç o k ta lih s iz b ir o y u n o y n a d ığ ın ı kay d ed o rek asıl m a ğ lû b iy e tin

A r ja n tin e a it

o ld u ğ u n u sö y -

lıy o rla r. T u r n u v a n ın ü ç ü n c ü gütıü yap ılun b » *v u n çok h e y e c a n lı o lm u ş tu r. ra b c r lik le

b itm iş ti.

B ir in c i h a fta y ıö

A r ja n tin lile r

tjjm n '

golü nü ik in c i d ev ren in 3 8 in c i Irıı y a p m ış la rd ır.

/

ROMANYA:3 / P

Rom anya

tak ım ın d a

yapacak?

m eşlı

o y n am ıştır. B u ın u ca r p o ro fesy' Romun««»

İlk ku pan ın h abepi b ir s p o r d erg im izd e b ö y le çıkm ıştı.


2. Dünya Kupası

COPPA

BEI MONDO

* COUPE DU MONDE

• WORID'í

1 9 3 4 İTALYA

CAMPIONATO MONDIALE DI CALCIO

2 7 MAGGIO 10

G JU G H O


İlkokul sıralarındaydım 2. Dünya Kupası oynandığın­ d a... Ama çevremde “ O oo Dünya Kupası başlıyor” diye konuşan tek kişiye rastladığımı hatırlam ıyorum, (¡azetelerde de bu olayı coşkuyla duyuran bir başlık gözüme ilişmemişti. Futbol meraklısı büyüklerimin ya da mahallede babası ndan izin alıp maça gidebilen ağa­ beylerimin de “Dürüya Kupası” diye bir olaydan söz ettiklerine tanık olm am ıştım . Ancak günler sonra bir haftalık spor dergisinde, “Dünyanın en kuvvetli ta ­ kımları dünya şampiyonluğu için oynuyor” gibilerden bir başlık gözüme çarpm ıştı, o kadar. O günün gençle­ rinin adını bile duymadığı, televizyon ya da bilgisayar başından kalkm ayan bugünün gençlerine bunu anlat­ mak zor, hem de ç o k zorx. . Çünkü yöneltecekleri soru belli: “Niye? M a çla rı TV vermiyor m uydu?” İlk kupaya ev sahipliği yapan Uruguay, bu ilk kupa­ yı kazanmanın da haklı gururuyla dört yıl öncenin in­ tikamını dile getiriyor, “Siz bana gelmediniz. Ben de si­ ze gelmiyorum” diyerek, tacını, tahtını hiç mücadele­ ye girmeden bir başkasına bırakm ayı göze alıyordu. Dünya Kupası başlarken, kural şöyle konm uştu: Turnuva dört yılda bir yapılacak, üç kez şampiyon olan takım, kupayı ebediyen evine götürecekti. Finaller bir kez Amerika kıtasında, son iki kez Avrupa’da oynana­ caktı. Sıra Avrupa’ya gelince İtalya atılmış ve ev sahip­

27


liğini üstlenmişti. Bunda, o günlerin politik havasının etkisi büyüktü. İtalya’da M ussolini, Alm anya’da da H itler adında iki çılgın elele vermiş, dünyayı felakete sürüklemeye başlamışlardı. Sayısız insanın öleceği, şe­ hirlerin harap olacağı, o korkunç 2. Dünya Savaşı’nın yaratıcısı iki cani, insanlık ayıbı politikalarını yaymak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlardı. 1 9 3 6 Berlin O lim ­ piyatları, Almanların gövde gösterisi olarak hazırlan­ mış, ama bir zenci atlet, unutulmaz koşucu Ovvens, diktatör H itler’in gözü önünde şampiyonluğa koşarak Nazileri perişan etmişti. Sporun canavarlığa zaferiydi b u ... M ussolini, bir bakıma gizli çekişme içinde oldu­ ğu Hitler’e, kendisinin daha güçlü olduğunu göstermek için futbolun büyük heyecanını ülkesine taşımayı ba­ şarmıştı. Bir de İtalya takımı evinde kupayı alırsa, Duçe’nin keyfine diyecek olm ayacaktı. İtalya’da oynanacak finalleri Uruguay boykot edin­ ce, öteki Güney Amerika takım ları, hem de favoriler arasında yer alan Brezilya ve Arjantin, bir bakıma onu yalnız bırakmıyor, Uruguay’a yapılan hareketin, aslın­ da Latin Amerikalılara yapılmış hakaret olduğu gerek­ çesiyle, İtalya’ya yıldızlarının yer almadığı zayıf birer takım yolluyorlardı. Birer “ikinci takım ” ... Bu durumda Uruguay’ın şampiyonluk mirasını pay­ laşacakların başında “W underteam ” yani “Harika ta ­ kım ” yıldızlarının yer alacağı Avusturya geliyordu. Vi­ yana ekolünün yanı sıra M acaristan ve Çekoslovakya da, 1 9 3 4 Dünya Kupası’nın diğer favorileriydi. M ussolini’nin İtalyası’na ev sahibi olmasına karşın, şampi­ yonluk şansı verenlerin oranı hiç de yüksek değildi. An­ cak evdeki pazar sahadaki çarşıya bir kez daha uyma­ yacaktı. 2. Dünya Kupası finalleri, 1 9 3 4 yılının 2 7 M ayıs 28


günü başladı ve İtalya’nın sekiz kentine yayıldı. Rom a, Trieste, Floransa, Torino, Cenova, M ilano, Bologna ve Napoli, büyük mücadelenin çeşitli görüntülerine sah­ ne oldular.

Yenilen eleniyor... On altı takımdan oluşan birinci turda, ekiplerin kade­ rini tek maç tayin ediyordu. Yenilen eleniyor, kazanan çeyrek finale yükseliyordu. Finallerde temsil edilen on altı ülke arasında, on ikisi Avrupalıydı. Bir Kuzey Ame­ rika (Birleşik Devletler), iki Güney Amerika (Brezilya, Arjantin), bir de Afrika (Mısır) kıtasından gelen takım vardı. Bol gollü m açlarla renklenen eleme turunda, sekiz karşılaşmada kalelere giren gollerin toplamı kırk üçtü. Yani maç başına ortalam a beş golden çok atılmıştı. İşte bu tur sonunda İtalya, Çekoslovakya, Alman­ ya, Avusturya, İspanya, İsviçre, M acaristan ve İsveç, çeyrek final hakkını elde ettiler. D ikkat edilirse, bu ilk I tırda, Avrupa dışından gelen dört takımın da elendiği fark edilirdi. Amerika Birleşik Devletleri ilk kupada­ ki başarısını tekrarlayamamış, ev sahibi İtalya önünde perişan olmuş, 7 - İ ’lik yenilgiyle turnuva dışı kalmıştı. Brezilya İsp any aca 3 -1 , A rjantin İsveç’e 3 -2 , M ısır da M acaristan’a 4-2' yenilerek elenmişlerdi. Böylece 2. Dünya Kupası’nm çeyrek finalleri, sekiz Avrupa takı­ mı arasında oynanıyordu. Çeyrek final, ilk turun aksine çok çekişmeli geçti. I liçbir takım , tek farklı galibiyetten çoğunu elde ede­ medi. H atta ev sahibi İtalya, bu hakkı bir tekrar maçın­ da sağlayabildi. Kendisine hiç önem verilmeyen Almanya, sessiz se­ 29


dasız yarı finale çıkıvermişti. İsveç’i 2-1 yenen Alman­ ya’nın yanı sıra, küçümsenen bir başka takım İsviçre de, koca Çekoslovakya’yı hayli zorladı. Ama Çekos­ lovakya takım ı, büyük tecrübesiyle alandan 3-2 galip ayrılmasını bildi. Çeyrek finalin en ilginç karşılaşması ise, Avusturya - M acaristan maçı oldu. Çoklarının fi­ nale kupa için karşı karşıya geleceğini sandığı bu iki takım , kura cilvesiyle daha önce birbirine düşmüştü. O halde biri elenecek, öteki ayakta kalacaktı. Ama hangisi? “Harika Takım ” aslarından kurulu Avustur­ ya galip çıktı bu savaştan... 2 -1 ’lik yenilgi ile favoriler­ den Macaristan elendi, gitti. Ev sahibi İtalya ise, İspan­ yol takımında sert bir kayaya çarpmıştı. Bu kaya, o günlerin dev kalecisi Z am ora’dan başkası değildi. İtalyanlar ne denli çırpındılarsa yarar sağlamadı ve Zamora bir golden fazlasına boyun eğmedi. 1-1 sonuçlanan maç yarı finalist tayin edemeyince, karşılaşma tekrar­ landı. Bu kez İspanyol kalesinde sakatlanan Zam ora yoktu ve İtalyanlar M eazza’nın golüyle kupaya giden yolda ilerlemeyi sürdürdüler.

Uç dev kaleci... Bir bakıma bu kupa “ futbol tarihinin dev kalecilerinin kupası” olmuştu. Bir yanda İspanya’nın Z am ora’sı, öte yanda Avusturya’nın Platzer’i, bir de Çekoslovak­ ya’nın Plaııiçka’sı. Bu üç harika kaleci, öyle goller kur­ tarmışlar, öyle şahane hareketler yapmışlardı ki, seyir­ ciler “ Futbol dünyasına bir daha bu kadar büyük ka­ leci gelemez” demişti. Yıllar sonra bu üç devi izleyen futbol otoriteleri ile konuştuğumuzda, onların ne ka­ dar muhteşem olduğunu dinlemiştik. Ne yazık ki İtalya - İspanya maçında Zamora, mükemmel oyunuyla ev sa-


kiplerine tek golden fazla şans vermemiş, ama bu ara­ da fena sakatlanmıştı. 1-1 berabere biten maçın tekra­ rında Z am ora, İspanyol kalesini koruyamayacaktı. İs­ panya basım olayı şöyle özetlemişti: “İtalyanlar kale­ cimiz Z am ora’yı geçemeyince, çareyi buldular. Topu tekmeleyerek kalemize sokamayınca, o tekmeleri ka­ lecimize attılar ve Z am ora’yı sakatladılar. Z am ora’sız oynamak zorunda kaldığımız tekrar maçında da bizi rahatça yendiler.” Yarı finalde Çekoslovakya ile Almanya, İtalya ile de Avusturya eşleşmişti. Çoklarının favorisi Çekoslovak­ ya, gerçekten büyük oyunuyla Almanya’yı kolay eledi. 3 -1 ’lik sonuç, Çekoslovakya’yı finale çıkarmıştı. Yarı finalin öteki ayağında da müthiş bir final oy­ nanıyordu. Bir yanda herkesin favorisi Avusturya var­ dı. Karşısında da, Arjantin asıllı dört yıldızla güçlen­ miş ev sahibi İtalya... Oysa o güne dek İtalya’ya pek önem verilmemişti kupa yarışında... M ilano’nun San Siro Stadı’ndaki mücadelede, Avusturya kalecisi Plat­ zer maçın kahramanı olarak parlıyordu. Harika takı­ mın harika kalecisi olarak alkışlanıyordu. Ne çare, İtalya’nın Arjantinlileri bu kaleciyi de altetmesini bil­ mişlerdi. Guaita’nın attığı tek gol, maçın, hatta kupa­ nın kaderini değiştirmişti. İşin garip yanı, İtalya’ya 1-0 yenilerek finale çıkamâyan Avusturya, ilk kez düzenle­ nen üçüncülük maçını da kaybedecek ve karşılaşmayı 3-2 kazanan Almanya, “ Dünya üçüncüsii” unvanını elde ederek kupanın büyük sürprizini yaratacaktı.

Bu beyaz saçlı adam k im di? N ihayet büyük final gelip çatm ıştı. Biz şimdi o büyük finalden önceki günlere dönelim. Ve R om a’daki Vene-

31


zia Sarayı’nm merdivenlerini ağır ağır çıkan, kır saçlı adamı izleyelim. Bir profesör olabilirdi bu adam ... Ya da saygın bir diplomat. Görünüşü böyle bir izlenim ve­ riyordu. O günlerde dünyayı paylaşmak için kara dik­ tatör H itler’le elele vermiş bir başka kara ruhlunun, M ussolini’nin kabul edeceği kişi, böyle önemli bir adam olmalıydı. Evet, önemliydi önemli olm asına... Ama profesör de değildi, diplomat d a ... Bakan yahut elçi, hiç değil... D iktatör M ussolini’nin karşısında terbiye­ li, saygılı, fakat rahat ve kararlı konuşan bu kır saçlı adam, İtalya M illi Futbol Takımı’nm tek seçicisi V itto­ rio Pozzo idi. M ussolini, “rica” diye söze başlayarak bir emrini bildiriyordu aslında... “ Cuma günkü büyük geçit tö ­ reninde, milli futbol takımının da en önde geçmesini” istiyordu... “Tabii siz de başlarında olacaksınız” diye eklemişti. Pozzo’nun yanıtı kısaydı: “ O lam az!” Neee? Koskoca kara diktatöre “hayır” mı diyordu bu spor adamı? M ussolini, “rica”yı “gerekli” deyimiy­ le değiştirdi. Bir yandan da Pozzo “ O lam az” dedikçe, ses tonu değişiyordu D uçe’n in ... Yüzü de hafif sarar­ mıştı. Pozzo gfene “hayır” deyince, M ussolini bağırdı: “Ama ben istiy o ru m ...” Pozzo gayet sakindi. Ve ke­ sin konuşuyordu: “Siz takım ım ızın dünya şampiyonu olmasını da istiyorsunuz. İkisini birden yerine getire­ mem. Final m açına hazırlanan takım , bir geçit tö re­ ninde yorulam az.” M ussolini şöyle bir doğruldu ve en yüksek tonda haykırdı: “Em rediyorum ... G elecek­ le r ...” Pozzo saygıyla başını eğdi: “ Peki efendim, gelecek­ ler... Yalnız, başlarında benim yerime, seçeceğiniz ye­ ni antrenörleri bulunacak... İstifam ı veriyorum.” 32


Mussolini bir an düşündü, sonra yavaş sesle konuş­ tu: “Öyle mi? İstifam kabul etmiyorum. Ama bu takımı bir şampiyon yapamazsan??? O zaman görüşürüz!..”

Spor adamı, diktatörü ezmişti... Pozzo, Çekoslovakya ile final maçına çıkılırken, soyun­ ma odasında futbolcularına bunu anlatmış ve “Ben si­ ze inanıyorum. Siz de kendinize güvenirseniz, kazanı­ rız” demişti. Fakat karşıda da kocaman bir Çekoslo­ vakya takım ı vardı. 10 Haziran 1 9 3 4 günü Rom a Stadı’na dizilen iki fi­ nalist, şu kadrolardan oluşuyordu: İ t a l y a : Combi - Monzeglio, Allemandi - Ferraris IV, M onti, Bertolini - Guaita, Meazza, Schiavio, Fer­ rari, Orsi Ç e k o s l o v a k y a : Planiçka - Zenisek, Ctyroky Kostalek, Cambal, Krcil - Junek, Svoboda, Sobotka, Nejedly, Puc İsveçli hakem Eklind’in yönettiği oyunu 50 bin se­ yirci izliyordu. Maç,, bir Dünya Kupası finaline yaraşır güzellikte geçiyordu. Görkem li bir futbol oynanıyor­ du. Ama gol yoktu. Bu golsüzlük, ikinci yarının orta­ larına kadar sürdü. M açın altmış sekiz dakikası geride kalmıştı ki, Çekoslovakların fırtına solaçığı Puc, hızla indi ve şahane [bir şutla golü attı. Rom a Stadı mateme bürünmüştü. Hele M ussolini’nin rengi kireç gibiydi. İtalya golü yediği sırada, maçın bitimine yirmi iki da­ kika vardı. D akikalar ilerliyor, ev sahibinin beklediği gol gelmiyordu. Yirm i iki dakika değil, on iki dakika kalmıştı şim di... Derken on bir dakika, on d akika... ( ieriye sayış sürüyor ve İtalyanların umudu biraz daha sönüyordu. Sadece sekiz dakika vardı bitim e... Ve o

33


an d a... Gene bir solaçık ... Ama bu kez, İtalyanların Arjantin asıllı yıldızı Orsi inmişti fırtına gibi... Topu kontrol e tti... Vurdu... Stad ayağa kalktı: İtalya bera­ berliği sağlamıştı. Büyük kaleci Planiçka bir şey yapa­ mamıştı O rsi’nin bu müthiş golüne... Şimdi umut, iki taraf için de yeniden başlıyordu. Çünkü oyunun dok­ san dakikalık süresi 1-1 kapanmıştı. Böylece tarihte ilk uzatmalı Dünya Kupası finali başladı. Uzatmada İtal­ ya takım ı, hele Arjantinli asları şahane bir oyun tut­ turmuştu. İşte 95. dakikada G uaita’nın pasıyla dalan Schiavio, köşeden zafer golünü atıyor, 2 -1 ’lik galibi­ yeti getiriyordu. İtalyanlar kupayı kazanmanın sevinci içinde hocaları Pozzo’yıı omuzlarda yükseltirken, Pozzo’nun gözleri tribünde M ussolini’yi arıyordu. Spor adamı, diktatörü ezmişti.

Italyanlara suçlam a... İtalya 2. Dünya Kupası’m kazanmıştı ama, bu büyük zaferini futbol dünyasına gereğince kabul ettirememişti. 1 9 3 4 ’den 1 9 3 8 ’e kadar geçen dört yıl, çeşitli tartış­ malara ve İtalya’nın şampiyonluğunu küçümseyen suç­ lamalara sahne oldu. Futbol dünyasının büyük çoğun­ luğu, İtalya’ya ateş püskürüyordu. Şöyle ki: a) İtalyanlar, çeyrek finaldeki İspanya maçında ka­ leci Z am ora’yı sakatlayarak m aç kazanm akla suçlanı­ yordu. b) İspanya’yı 1-0 yendikleri tekrar maçındaki tek golde de, M eazza’nm topu elle aldığı ve İtalya’nın bu haksız golle kupa yolunda yürüdüğü öne sürülüyordu. c) Gene tekrar maçında İspanyolların attığı, hem de bir değil, iki golün sayılmayışı, gölge düşürüyordu İtalya’nın galibiyetine. 34


d) îtalyanlar sert oynamakla da suçlanıyor, özellik­ le yarı finalde Avusturya’yı sertlikle ve hakemleri etki­ leyerek yendikleri iddia ediliyordu. e) İtalya milli takımında Arjantin asıllı dört asm oynatılması da, bir başka ağır suçlamaya kaynak yara­ tıyordu. Latin Amerikalılar “İtalya, kupayı bizim oyun­ cularımızla aldı” diyorlardı. Hani bir bakıma haksız da sayılmazlardı. Örneğin, 1 9 3 4 şampiyonu İtalyan takı­ mının yıldızlarından M onti, 1930 Dünya Kupasında Arjantin milli takımında yer almıştı. Bütün bu tartışmalar, bir kişiyi geceli gündüzlü ça­ lışmaya ve dört yıl öncekinden daha da güçlü bir ta­ kım hazırlamaya yöneltti. Evet, Vittorio Pozzo, dün­ yanın ağzını kapatabilmenin tek yolunun “ bir kez da­ ha kupayı kazanm ak”tan geçtiğini iyi biliyordu. Dört yıl önceki takımdan sadece üç kişiden yararlanmıştı Pozzo... Bunlar, Meazza, Ferrari ve Monzeglio idi. On­ ların dışında takım, yepyeni elemanlardan kuruluydu. Ve Pozzo’nun yarattığı milli takım, 1934’den 1 9 3 8 ’e ka­ dar geçen dört yılda sadece iki kez yenilgi acısı tatmış­ tı. Bu bakımdan, Îtalyanlar heyecanla bekliyordu 3. Dünya Kupası’ru...

35


S ch av ıo, İtalya'ya ku p ay ı kazan dıran golü ağ lara gön deriyor.

1 9 3 4 D ünya Ş am piyon u İtalya takım ı.


1934 fin alin e sahn e olan K o m a StadÄą sa b a h Äąn erken sa atlerin d e dolm u Ĺ&#x;tu .


3. Dünya Kupası 1 9 3 8 FRANSA


193 8 Dünya K upası’mn ev sahipliğini Fransa üstlen­ mişti. Futbol dünyasında dillerden düşmeyen söz, ku­ payı Fransa’nın alacağı yolundaydı. Oysa Fransız ta ­ kımı o denli güçlü değildi. Bu tahmin nerden mi do­ ğuyordu? Gayet basit: 1 9 3 0 kupasını ev sahibi Uru­ guay almıştı. 1 9 3 4 ’de de gene ev sahibi İtalya kazan­ mıştı şampiyonluğu. Demek ki bu kupa hep ev sahip­ lerine gidiyordu. Hayır, 3. Dünya Kupası’nda bu ge­ lenek yıkılacaktı birden... Ev sahibi Fransa, finale de­ ğil, yarı finale bile çıkam ayacaktı. Uruguay’ın kini sürüp gidiyordu. Gene katılmamış­ tı. Brezilya ise, üçüncü kez yer alıyordu finallerde. Bre­ zilya’dan7 başka Avrupa dışından gelen iki takım var­ dı: Küba ve A ntiller... Otuz bir ülkenin katılacağını bildirdiği turnuvanın elemeleri sonunda, on altı ülke finalleifde oynama hakkını elde etti. Ancak H itler’in topraklarına kattığı Avusturya haritadan silinince, ku­ pa favorilerinden biri eksilmiş oldu. Böylece on beş ta­ kım arasında oynandı 3. Dünya Kupası finalleri... Ad çekme sonucu İsveç, maç yapmadan çeyrek finale yük­ seldi. 1938 Haziranında, Fransa’nın dokuz kentine yayı­ lan 3. Dünya Kupası finallerinde ilk tur m açları, “uzat­ malı karşılaşm alar” rekoru kırdı. İsviçre ile Almanya arasındaki mücadele doksan dakikada 1-1 bitmişti. Yüz

41


yirmi dakika sonunda da durum değişmiyor ve maç tek­ rarlanıyordu. Bu ikinci karşılaşmada İsviçre büyük sürpriz yaratmış ve oyundan 4 -2 galip ayrılmıştı. Bu kez iddialı gelen Almanya, daha ilk turda tökezleyip eleniyordu. Bir başka bitmeyen kavga, Küba - Rom an­ ya arasındaydı. İlk oyun, uzatmaya karşın 3-3 kapan­ mıştı. İkinci maçta Küba 2-1 kazandı ve çeyrek finale yükseldi. Çekoslovakya - Hollanda mücadelesi de il­ ginç olmuştu. Favoriler arasında yer alan Çekoslovak­ ya, beklenmez kuvvet Hollanda önünde zorlanmış, doksan dakikalık normal süre golsüz kapanmıştı. Çekoslovaklar işin şakaya gelmediğini anlıyor ve yarım saatlik uzatmada bütün varlıklarını ortaya koyuyor­ lardı. Gerçekten bu bölümde şahane oynayan Ç ekos­ lovakya, doksan dakikada yapamadığını kısa sürede yapıyor ve peş peşe attığı gollerle maçı 3-0 kazanıyor­ du. Bir önceki kupanın galibi İtalya da zorlananlar arasındaydı. Küçümsenen Norveç karşısında oyuna yeni yıldızı Piola’nm golüyle başlayan İtalya, arkasını getiremeyince, küçük sanılan Norveç büyümüş, üstüne üstlük bir de beraberliği sağlamıştı. Gücünü bir kez daha kanıtlam ak için bu finalleri bekleyen İtalya, ha­ yal kırıklığı içindeydi. Çünkü 90. dakika biterken du­ rum 1-1 ’di. Ancak uzatmada Ferrari’nin tek golü, İtal­ ya’yı ferahlattı ve 2-1 ’lik galibiyetle tur atlayabildi es­ ki şam piyon...

Basketbol maçı mı? Futbol maçı mı? Uzatmalı m açların en ilgi uyandıranı, hiç kuşkusuz, Brezilya - Polonya karşılaşmasıydı. Aslında Brezilya Polonya maçı değil de, Leonidas-Willimowski gol düellosuydu sanki. Bir o atıyor, bir ö tek i... Ya da arka­ 42


daşlarına attırıyorlardı. Brezilya’nın “Siyah İnci”si Leonidas, başlarda daha baskındı. Gerçekten ilk yarıyı 3-1 önde kapamıştı Latinler. Oyunu Brezilya’nın ra­ hatça kazanacağı sanılırken, W illim owski açıyordu perdeyi. Böylece doksan dakika sona ererken, durum 4 -4 ’tü. Uzatmada gene iki golcünün savaşı sürdü. Ve Brezilyalı kazandı. Leonidas iki, W illim owski bir gol atınca, oyun 6-5 sonuçlanmıştı. O n bir golden altısını kaydeden bu iki golcü, futbol tarihinde takdirle anı­ lacaktı. Yedi golle turnuvanın “Gol K ralı” olacak Leonidas için, bir de tuhaf anı vardı bu maçtan. Bir ara kenara gelen golcü, futbol ayakkabılarım çıkarıp atmış, maça çıplak ayakla devam etmeye başlamıştı. İsveçli hakem Eklind izin vermedi buna. Leonidas ise hakeme yalva­ rıyordu, “ Oynayamıyorum, gol atamıyorum bu ayak­ kabılarla. N ’olur çıplak ayakla oynasam ?” diye... İlk turun uzatmasız geçen karşılaşmalarında ev sahi­ bi Fransa, Belçika’yı rahat yendi: 3 -1 ... M acaristan ile A ntiller’i gol yağmuruna tuttu: 6 -0 ...

Ev sahibi mi? Son şampiyon m u? Üçüncü kupapın ikinci turu başlarken, gözler Fransa İtalya maçına çevrilmişti. Ya ev sahibi elenecek, gele­ nek bozpiacaktı; ya da eski şampiyon elenecek, yeni bir şampiyon doğacaktı. Çarpışan iki testiden kırılan, ev sahibinin testisi oldu. Pozzo’nun futbol dünyasına ar­ mağan ettiği yeni yıldız Piola, harikalar yaratarak m a­ çı takımına kazandırdı. 3-1 galip gelen İtalya’nın iki golü, Piola’nın imzasını taşıyordu. Artık ev sahibi ol­ m ak, favori gösterilmeye yetmeyecekti. Çeyrek finalin öteki maçlarında İsveç, Küba’yı ezdi

43


geçti: 8-0. M acaristan da Dr. Sarosi ve Zsengeller gibi iki asıyla İsviçre’den rahat sıyrıldı: 2 -0 ... Biri Latin Am erika’nın, öteki Avrupa’nın favorisi; Brezilya ile Çekoslovakya’nın mücadelesinde ise, ayakta kalanı ancak ikinci maç tayin edebildi. İlk karşılaşma, uzat­ maya karşın 1-1 kapanmıştı. İkincide ise, 2,-1 ’lilc gali­ biyetle gülen taraf Brezilya oldu. Fransa’daki finallere bu kez iddialı gelen Brezilya’yı yarı finalde, daha iddialı bir takım , İtalya bekliyordu. Ve bu mücadele, futbol tarihinin unutulmaz hatalarından birine sahne olacak­ tı. Brezilya teknik adamları finali oynayacaklarına o kadar güveniyorlardı ki, golcüleri Leonidas’ı o büyük finale saklamayı uygun gördüler. Ne var ki, gerçekten büyük yıldız Leonidas, yarı final gibi, final maçını da tribünden seyredecekti. Çünkü Leonidas’sız Brezilya, İtalya önünde elenmekten kurtulamamıştı. Genç Piola ile iki yanındaki iki usta, Meazza ve Ferrari, harikalar yaratmışlardı. İtalya 2-1 ’lilc galibiyetle finale yükselir­ ken, Brezilya için tek teselli, üçüncülük maçında İsveç’i 4 -2 yenmek olacaktı. Leonidas, attığı iki golle, yöneti­ cilerinin hatasını yüzlerine vurmuş gibiydi. Yarı finalin öteki ayağında ise, zorlu bir mücadele görülmedi. İsveç, güçlü M acaristan’a çabuk teslim ol­ du. Üçü Zsengeller’den gelen gollerle, 5-1 galip ayrıl­ mıştı M acarlar alandan... Finalde ilginç bir görüntü vardı: Ya İtalya ikinci kez alacaktı kupayı, ya da M a ­ caristan, futbolun yeni kralı olarak tahta çıkacaktı.

Uç kupadan ikisini alan büyük h o ca ... 19 Haziran 1 9 3 8 ... Paris’in Colom bes Stadı’nda alt­ mış bin seyirci, futbolun en büyük mücadelesini izle­ meye hazırlanıyordu. Bu seyircilerin çoğunluğu Fran44


sızdı ama kendi takımlarını seyredemiyorlardı. Dünya Kupası tarihinde ev sahibinin yer almadığı ilk finaldi b u ... Fransızlar, ancak maçın yönetiminde temsil edili­ yorlardı. Hakem , Fransız Capdeville idi. İtalya takım ı, 1 9 3 4 ’deki finalde oynayan iki elema­ nı M eazza ile Ferrari’nin yer aldığı şu on birle dizil­ mişti: Oliveri - Foni, Rava - Serantoni, Andreolo, Locatelli - Biavati, M eazza, Piola, Ferrari, Colaussi M acaristan da şu kadroyu kurmuştu: Szabo - Polgar, Biro - Szalay, Szucs, Lazar - Sas, Vincze, Dr. Sarosi, Zsengeller, Titkos Görenler, yazanlar, anlatanlar öyle diyor: “Futbo­ lun en güzeli oynanm ıştı” bu finalde. İtalya da, M aca­ ristan da tarihin unutulmaz maçını çıkarmıştı. O güne dek oynanan futbolun en büyüğü sayılmıştı bu karşı­ laşm a... Karşılıklı iki solaçığm golleriyle 1 -1 ’di du­ ru m ... Tıpkı dört yıl önceki finalde olduğu g ib i... Ö n­ ce Colaussi, İtalya’yı öne geçirmiş, bir dakika sonra da Titkos beraberliği sağlamıştı. Ama giderek açılan İtalya idi. Ve gene görenlerin, yazanların, anlatanla­ rın, bugüne aktaranların sözlerine bakılırsa, birden fırtına gibi esmeye başlamıştı İtalyanlar... Piola ile Colaussi’nin peş peşe gelen golleri, İtalya’nın ilk yarıyı 3-1 önde kgpamasmı sağlamıştı. Ama ikinci yarı başlarkenÇDu kez M acarların şahlandığı görüldü. Hele Dr. Sarosi’nin golü, durumu 3-2 yapınca... İşte o zaman kurt futbol adamı Pozzo, takımına öyle bir taktik ver­ mişti k i... Bir an tehlikeye giren maçın havası değişi­ vermişti. Yıldızlaşan Piola’nın golü ise, kupanın sahi­ bini dünyaya ilan ediyordu. M acaristan gibi bir devi 4 -2 yenmeyi başaran İtalya, böylece Dünya Kupası’m ikinci kez kazanmıştı. 45


İşte Pozzo ve çocukları, 1 9 3 4 ’den sonra 1 9 3 8 ’de de kupayı kucaklayınca... Futbol dünyası “Evet” diyor­ du, “K abu l... En büyük İta ly a ...” Ya dört yıl sonra? Bekleyen görecekti...

M ilan o S ta d ı’na a d ı verilen İtalyan yıldızı M eazza 1 9 3 8 fin alinde.


1 9 3 8 fin alin d e P io la ’nm attığı d ördü n cü g ol, İtalya'nın 4-2 galibiyet, ilan ediyor.

1 9 3 8 şam p iy on u İtalya takım ı b o c a s ı P o z z o ile.


4. Dünya Kupası I 9 5 O BREZİLYA

IV CAMPEONATO M U N D I A L DE

FUTEBOI • T A Ç A J U I E S RI MET-

JU N H O DE 1950

B R A SI L


D ört yıl sonra 4. Dünya Kupası 1 9 4 2 ’de oynanacaktı. Ama nerde? Nerde oynanabilirdi ki!.. Dünya Kupası’nın yerini Dünya Savaşı almıştı. M asum futbol, top­ ları vahşi bom baların yıktığı binaların altında kalmış­ tı, onlarla oynanacak gençlerle beraber... 2. Dünya Savaşı, pek çok güzellik gibi 4. Dünya Kupası’nı da ezip geçmişti. V e... Zam an durmuştu sanki... Futbol âşıkları, 4 . Dünya Kupası’na kavuşmak için, tam on iki yıl, ta 1 9 5 0 ’ye kadar beklemek zorunda kalm ışlar­ dı. Yıl, 1 9 5 0 ... Şimdi ev sahibi, Brezilya idi. Ve Brezilyalılar, bu şam­ piyonanın dünyanın görüp göreceği en büyük spor or­ ganizasyonu olması için ulusça elele verdiler. Rio de Janeiro’da dünyanm cn büyük stadı inşa edildi. (Bu sta­ dın yapımında, M odalı Salih diye tanınan bir Türkün de görev alm ış-olm ası, bizim için ilgi çek ici...) M aracana Stadı, ofıce yüz altmış bin kişilik olarak hesap­ lanmıştı. Fakat stad bittiğinde, iki yüz bin kişiyi ra­ hat rahat alabileceği görüldü. Böylece uzun bir aralık­ tan sonra Dünya Kupası, hem de dünyanın en büyük stadında oynanacaktı. Ve bu stadta oynama şansına erişmeyi ümit edenler arasında, Türk Alilli Takım ı da vardı.

51


Ayyıldızlı formamız D ünya K upası’n d a ... mı? Elemelerde Avusturya ve Suriye ile bir gruptaydık. Avus­ turya, kupaya katılmaktan vazgeçtiğini bildirince, Suri­ ye ile ikimiz kalmıştık. Yani? Suriye’yi yendik mi, “Rio yolu” açılacaktı... (O sıralarda R io Yolu, sinemalarda hasılat ve seyirci rekorları kıran çok tatlı bir Hollywood filmi idi.) Futbol tarihimizde ilk kez bir Dünya Kupası’nda oy­ nama onurunu taşıyorduk. 2 0 Kasım 1 9 4 9 günü Ankara 19 M ayıs Stadı’nda Suriye Milli Takım ı’nın karşısına çıkan ayyıldızlı on bi­ rimiz şöyle idi: Kalede Fenerbahçe’den Erdal Kocaçim en... Sağbekte Galatasaray’dan Naci Özkaya, solbekte Beşiktaş’tan D oktor Vedii Tosuncuk... Sağhafta Harp Okulu’ndan Mustafa Ertan, santhafta Galatasaray’dan Bülent Eken, solhafta Beşiktaş’tan Hüseyin Saygun ya da popüler adıyla Çengel Hüseyin... Sağaçıkta Fenerbahçe’den Erol Keskin, sağiçte gene Fenerbahçe’den Lefter Küçükandonyadis, santrforda G alatasaray’dan Gündüz Kılıç, soliçte Beşiktaş’tan Fahrettin Cansever, solaçıkta da ge­ ne Beşiktaş’dan Şükrü Gülesin... Kaptanlığı Gündüz Kılıç yapıyordu. Oyunda he­ men üstünlüğü almıştık. Fırtına gibi girdiğimiz ilk on dakikada bunaltmıştık Suriye defansını... Seyirci her an “G o l” diye ayağa kalkıyor, ama meşin yuvarlak, ra­ kip fileleri bulmuyordu. Nihayet 14. dakika dolarken seyirci gene ayağa fırladı. Ve gerçekten bağırdı bu kez “G o o o l!” diye... Futbol tarihinde, ilk Dünya Kupası eleme maçımızda 1-0 öne geçmiştik. Gündüz’ün uzat­ tığı pasla Fahrettin dalmış ve golümüzü atmıştı. Çok geçmeden, gene Fahrettin, gene Gündüz’ün pasıyla ikin­ 52


ci golümüzü de çıkarıyordu. İlk yarının sonucu belli olmuştu. Hakem nerdeyse ilk kırk beş dakikanın bitti­ ğini bildiren düdüğü çalmaya hazırlanırken... Bir fri­ kik kazandık. Son saniyelerde... Ve Bülent Eken geldi, vurdu... Şahane bir atıştı bu. Suriye kalecisi topu gö­ rememişti bile... Bu golle 3-0 önde kapıyorduk ilk ya­ rıyı... İki yarı arasında tribündeki seyirciler bayram yapı­ yordu. Öyle ya, 3 -0 ’ın verdiği ışıkla R io yolu aydın­ lanmıştı. Artık Dünya Kupası finallerinde oynamamız için hiçbir engel kalmıyordu. Bu hızla ikinci yarıya çı­ kan takımımız, daha da fırtınalaştı. Goller peş peşe geliyordu: Dördüncüsü Şükrü’nün enfes ortasıyla baş­ lıyor, Gündüz’ün kafasıyla ağları buluyordu. 62. daki­ kada 4 -0 ’dı durum ... 74. dakikada 5 -0 ’a yükseldik: E rol’du bu kez golcüm üz... Ve bir dakika sonra Lefter sahnedeydi. Kendine özgü kıvrak çalımlarla rakiplerini art arda aşıyor, kaleye sokulup altıncı golümüzü kay­ dediyordu. M açın bitimine iki dakika kala da yedinci golümüz geldi: Gol kapısını açan Fahrettin, gol kapı­ sını kapatıyordu. Takımının yedinci, Fahrettin Cansever’in üçüncü golüydü b u ... Dünya Kupası kitaplarında yer alan sonuç böyleydi artık: TürkiVe 7 - Suriye 0 ... Ama, işte hfepsi bu kadarla kalacaktı. Bu tarihi m a­ çımız, sadece tarihe geçecek ve Dünya Kupası hayali de sönüp kaybolacaktı. Çünkü R io yolunu kapatan bir duvar dikilmişti takımımızın önüne: p a r a s i z l i k ! Evet, Brezilya’ya takım ın gidebilmesi için gerekli pa­ ranın bulunmadığını açıklıyordu gazeteler... Ve fut­ bolcularımız da, 19 M ayıs Stadı’nda duydukları alkış­ larla yetinmek zorunda kalıyorlardı. O maçın oyuncu­ ları daha sonra o günleri anarken “Suriye’yi 7-0 yenip

53


de m açtan çıkarken nasıl sevinmişken, Brezilya’ya gi­ demeyeceğimizi öğrendiğimiz anda da adeta ağlam ak­ lı olm uştuk” diyeceklerdi. Doğrusu ayağımıza gelen fırsat kaçıvermişti. Tabii o sıralarda futbolun bugünkü kadar etkili olmadığı düşünülebilir. Bir Dünya Kupası’na katılm a heyecanı­ nın, o günlerde bugünkü kadar büyük alanı kaplam a­ dığı hesaplanabilir. Bugün gazetesiyle, radyosuyla, te­ levizyonuyla yaratılan havanın, o günlerde aynı güçte bulunmadığı da dikkate alınabilir.

Niye mi gidememiştik ? Bazı yetkililerimiz, bazı devlet adamlarımız ise, “para­ sızlık” mazeretini ileri sürmeye utandıkları için olacak, “Yok canım, gidemeyişimizin nedeni parasızlık değil” diyeceklerdi, “Yeteri kadar hazırlanam adık. Hazırlık için de vakit yok.” Acaba hangi çocuk kanmıştı buna?.. Aslında Brezilya’daki 4. Dünya Kupası finallerine gideceğini bildirip de sonradan gidemeyen, pek çoğu da parasal engelden ötürü arzusunu yerine getireme­ yen ülkelerin sayısı pek az olmadı. Bizden başka Avus­ turya, Belçika, İskoçya, Burma, Filipinler, Hindistan, A rjantin, Peru ve Ekvator şampiyonadan çekildiler. Böylece 4. Dünya Kupası finalleri, ilk finaller gibi sa­ dece on üç takım arasında oynandı. Ancak 4. Dünya Kupası’nda takım ların gruplara dağılımı eşit olmamıştı. İlk iki grupta dörder takım mü­ cadele ederken, öteki gruplardan birinde üç, birinde iki takım yer alıyordu. Ev sahibi Brezilya da, bu eşit­ sizlikten yakınanlar arasındaydı. Brezilya’nın grubun­ da İsviçre ve M eksika’dan başka 1948 Londra O lim ­ piyatları İkincisi Yugoslavya vardı. Z aten grup birin­ 54


ciliğinde bu iki takım favori gösteriliyordu. Çaykovski, M itiç, Vukas, Bobek gibi aslarıyla parlayan Yugos­ lavya, İsviçre’yi 3 -0 , M eksika’yı 4-1 yenmişti. Brezilya ise 4 -0 ’lık M eksika galibiyetiyle sevinmiş, fakat bek­ lenmez İsviçre beraberliğiyle şaşkınlığa uğramıştı. Doğrusu herkes fırtına forvetli Brezilya’nın İsviçre’ye kaç gol atacağını hesaplarken, işler beklendiği gibi çıkmam ıştı. Üstelik Brezilya’nın ilk golünde topun dı­ şardan çevrildiği de, sonradan film ve fotoğraflarla anlaşılacaktı. Çok ilgi çekici bir gün yaşamıştı R io ... 2 -2 ’lik Brezilya - İsviçre maçı sırasında şehirde hayat durmuş, trafik felce uğramıştı. Büyük caddelerde şo­ förler, otobüsleri ortada bırakıp, radyoda maç dinle­ meye koşmuşlardı. Dükkânlarda alışveriş aksamış, lo­ kantada garsonlar servisi kesmişti. Brezilyalılar, İsviç­ re korkulu rüyasından sonra, asıl tehlikeli rakip Yu­ goslavya’dan rahat sıyrıldılar. Eski as Zizinho ile Ademir, M aracana Stadı’m dolduran yüz seksen bin kişiye harika futbol sergilemiş, Brezilya’nın oyundan 2-0 ga­ lip ayrılmasını sağlamışlardı. Bu arada, maça çıkılır­ ken, çıkış tünelinde kafasını demir parmaklığa çarpan M itiç yaralanmış, Yugoslavlar oyuna on kişi ile başla­ mış, M itiç sonradan sargılarla girmişti. /

Futbolun büyük m ucizesi... 2. Gruptja ilk kez Dünya Kupası sahnesine çıkan İngil­ tere vardı. “Futbolun babası” İngilizler, kendilerini kupanın rakipsiz favorisi görerek gelmişlerdi Brezil­ ya’y a ... Grubun öteki takım ları, İspanya, Şili ve Ame­ rika idi. İspanyollar dışında İngilizleri terletecek rakip yok gibiydi. Gerçekten Şili, İspanya’ya da, İngiltere’ye de 2 -0 yenilip kenara çekildi. İspanya’ya 3-1 yenilen 55


Amerika Birleşik Devletleri takımının ise, İngiltere’den kaç gol yiyeceği ortak bahisler yaratıyordu. İngilizler futbolun hocası, Amerikalılar en acemi öğrencisi sayı­ lıyorlardı. Sorulan tek soru, İngiltere’nin Am erika’yı kaç golle yeneceğiydi. Ama maçın gidişi hiç de öyle ol­ madı. İlk otuz beş dakikada 0 -0 ’lık durum bozulma­ mıştı. Nihayet gol geldi. Tam 36. dakika oynanırken, İngilizlerin sağdan akınım kesen Amerikalılar, soldan kontratağa kalktılar. İleri çıkan solhaf Bahr, ortasını en güzel yere yolladı. Santrfor Gaetjens yükseldi, ka­ fayı vurdu: G ol!.. Top İngiliz ağlarındaydı... Amerika 1-0 öne geçerken, tribünde alkış yerine tebessüm var­ dı. “Amerikalılar şeref golünü erken attılar” diye... İkinci yarıda İngilizler yeni bir taktik uyguladılar. Ne var ki, kaç taktik denedilerse hiçbiri tutmayacak ve İtalyan hakem D attilo son düdüğünü çalarak, Ameri­ k a ’nın İngiltere’yi 1-0 yendiğini ilan edecekti. Futbol tarihine “Belo-Horizonte M ucizesi” diye geçen bu ma­ çın haberi Avrupa’ya bildirildiğinde, ajansların yanlış duyurduğu sanıldı. l-O ’ı İngiltere’nin galibiyeti olarak anlayıp küçümseyenler çıktı. l-O ’ı 10-0 zannedenler oldu. Sonuçta gerçek anlaşılınca, tüm dünya şaşırdı. Amerika kalesinde gol rekoru kırması beklenen İngil­ tere’nin, futboldaki itibarı kırılmıştı kısaca... Bu grup­ tan finale çıkan İspanya oldu. 3. Grupta 1 9 3 4 ve 1938 Dünya K upaları’nın sahi­ bi İtalya ile 1948 Londra Olimpiyatları’nın şampiyonu İsveç vardı. Bir de Paraguay... Ancak İtalyanlar şans­ sız bir dönemdeydi. Bir yıl önce uğradıkları felaket, milli takımlarım çökertm işti. Çoğunluğu milli aslar­ dan oluşan Torino takım ı, feci bir uçak kazasında ade­ ta yok olmuştu. İtalyanlar da alelacele kurdukları bir takımla gelmişlerdi Brezilya’y a... Nordahl ve Skoglund

56


gibi aslarıyla dikkati çeken İsveç, bu gruptan finale yük­ selmeyi başardı. 4. Grupta Uruguay’la Bolivya vardı. İlk kupayı al­ dıktan sonra Avrupalılara küsen ve peş peşe iki şampi­ yonaya katılmayan Uruguay, komşusu Brezilya’yı kır­ mamış, finallerde yer almıştı. Ortadan çekilmekle tah­ tını, tacını kimseye bırakmadığını kanıtlam ak istiyor­ du U ruguay... Gerçekten grup maçında Bolivya’yı ra­ hatça 8-0 yenip eledi. 1 9 5 0 Kupası’nda değişik bir yöntem uygulandı. Grup birincileri final turunda lig şeklinde karşılaştılar. Bu maçlarda Brezilya İsveç’i 7-1, İspanya’yı 6-1 yene­ rek gücünü ortaya koydu. Uruguay ise, İsveç’i 3-2 ye­ nebilmiş, İspanya ile 2 -2 berabere kalmıştı. İspanya’yı 3-1 yenen İsveç, kupanın üçüncülüğünü kazanırken, gözler birinciyi belli edecek maça çevrilmişti. Brezil­ ya’nın 4, Uruguay’ın 3 puanı vardı. Yani bir beraber­ lik bile yetiyordu Brezilya’nın kupayı alması için ...

Dünya seyirci rekoru... 16 Temmuz 1 9 5 0 günü, R io ’nun M aracana Stadı’nda biletle girmiş 1 9 9 .8 5 4 seyirci vardı. Davetiydi ve gö­ revlilerle toplam iki yüz bini aşıyordu. Futbolun ger­ çek seyirci7rekoruydu b u ... Ancak stada 1 9 9 .8 5 4 bi­ letli seyird girecekti de... Çıkanlar, 1 9 9 .8 5 0 ’yi aşmaya­ caktı. D ört seyirci hayata gözlerini yumacaktı m açta... Oysa bajşlangıçta bu dört seyirci de mutlu, umutluy­ du. “Brezilya kazanm alı” şarkısını söylüyorlardı hep birlikte... İkinci yarıda şarkı değişmişti. Şimdi “Bre­ zilya kazandı” diye söylüyorlardı. Çünkü gol gelmişti. Bu finallerin gol krallığını kazanan Ademir’in ağlarda yedi golü vardı. Bir sekizinciyi atabilirdi bu m açta. 57


Amerika Birleşik Devletleri takımının ise, İngiltere’den kaç gol yiyeceği ortak bahisler yaratıyordu. İngilizler futbolun hocası, Am erikalılar en acemi öğrencisi sayı­ lıyorlardı. Sorulan tek soru, İngiltere’nin Am erika’yı kaç golle yeneceğiydi. Ama maçın gidişi hiç de öyle ol­ madı. İlk otuz beş dakikada 0 -0 ’lık durum bozulma­ mıştı. Nihayet gol geldi. Tam 36. dakika oynanırken, İngilizlerin sağdan akınım kesen Amerikalılar, soldan kontratağa kalktılar. İleri çıkan solhaf Bahr, ortasını en güzel yere yolladı. Santrfor Gaetjens yükseldi, ka­ fayı vurdu: G ol!.. Top İngiliz ağlarındaydı... Amerika 1-0 öne geçerken, tribünde alkış yerine tebessüm var­ dı. “Amerikalılar şeref golünü erken attılar” diye... İkinci yarıda İngilizler yeni bir taktik uyguladılar. Ne var ki, kaç taktik denedilerse hiçbiri tutmayacak ve İtalyan hakem D attilo son düdüğünü çalarak, Ameri­ k a’nın İngiltere’yi 1-0 yendiğini ilan edecekti. Futbol tarihine “Belo-Florizonte M ucizesi” diye geçen bu ma­ çın haberi Avrupa’ya bildirildiğinde, ajansların yanlış duyurduğu sanıldı. l-O ’ı İngiltere’nin galibiyeti olarak anlayıp küçümseyenler çıktı. l-O ’ı 10-0 zannedenler oldu. Sonuçta gerçek anlaşılınca, tüm dünya şaşırdı. Amerika kalesinde gol rekoru kırması beklenen İngil­ tere’nin, futboldaki itibarı kırılmıştı k ısaca... Bu grup­ tan finale çıkan İspanya oldu. 3. Grupta 1 9 3 4 ve 1938 Dünya Kupaları’nın sahi­ bi İtalya ile 1948 Londra Olimpiyatları’nm şampiyonu İsveç vardı. Bir de Paraguay... Ancak İtalyanlar şans­ sız bir dönemdeydi. Bir yıl önce uğradıkları felaket, milli takımlarını çökertm işti. Çoğunluğu milli aslar­ dan oluşan Torino takım ı, feci bir uçak kazasında ade­ ta yok olmuştu. İtalyanlar da alelacele kurdukları bir takımla gelmişlerdi Brezilya’y a... Nordahl ve Skoglund

56


gibi aslarıyla dikkati çeken İsveç, bu gruptan finale yük­ selmeyi başardı. 4. Grupta Uruguay’la Bolivya vardı. İlk kupayı al­ dıktan sonra Avrupalılara küsen ve peş peşe iki şampi­ yonaya katılmayan Uruguay, komşusu Brezilya’yı kır­ mamış, finallerde yer almıştı. Ortadan çekilmekle tah­ tını, tacını kimseye bırakmadığını kanıtlam ak istiyor­ du Uruguay... Gerçekten grup maçında Bolivya’yı ra­ hatça 8-0 yenip eledi. 1 9 5 0 Kupası’nda değişik bir yöntem uygulandı. Grup birincileri final turunda lig şeklinde karşılaştılar. Bu m açlarda Brezilya İsveç’i 7-1, İspanya’yı 6-1 yene­ rek gücünü ortaya koydu. Uruguay ise, İsveç’i 3-2 ye­ nebilmiş, İspanya ile 2 -2 berabere kalmıştı. İspanya’yı 3-1 yenen İsveç, kupanın üçüncülüğünü kazanırken, gözler birinciyi belli edecek m aça çevrilmişti. Brezil­ ya’nın 4, Uruguay’ın 3 puanı vardı. Yani bir beraber­ lik bile yetiyordu Brezilya’nın kupayı alması için ...

D ünya seyirci rekoru... 16 Temmuz 1950 günü, R io ’nun M aracana Stadı’nda biletle girmiş 1 9 9 .8 5 4 seyirci vardı. Davetiyeli ve gö­ revlilerle toplam iki yüz bini aşıyordu. Futbolun ger­ çek seyirci rekoruydu b u ... Ancak stada 1 9 9 .8 5 4 bi­ letli seyirci girecekti de... Çıkanlar, 1 9 9 .8 5 0 ’yi aşmaya­ caktı. D ört seyirci hayata gözlerini yumacaktı m açta... Oysa başlangıçta bu dört seyirci de mutlu, umutluy­ du. “Brezilya kazanm alı” şarkısını söylüyorlardı hep birlikte... İkinci yarıda şarkı değişmişti. Şimdi “Bre­ zilya kazandı” diye söylüyorlardı. Çünkü gol gelmişti. Bu finallerin gol krallığını kazanan Ademir’in ağlarda yedi golü vardı. Bir sekizinciyi atabilirdi bu m açta. 57


Ama attıran adam oluyordu. Sağaçık Friaca’ya uzattı­ ğı top, Brezilya’nın golü olarak ağları bulurken, stadı da ayağa kaldırıyordu. İngiliz hakem Reader’in yönettiği maçta, Brezilya şu on birle oynuyordu: Barbosa - Augusto, Juvenal - Bauer, Danilo, Bigode - Friaca, Zizinho, Ademir, Jair, Chico Uruguay da şöyle bir düzendeydi: Maspoli - Gonzales, Tejera - Gambetta, Varela, Andrade - Ghiggia, Perez, Miguez, Schiaffino, M oran

Brezilya’da kara günler, kara geceler . .. Golsüz ilk yarıdan sonra Brezilya, Friaca’nın golüyle 1-0 öne geçince, Uruguaylılar biraz şaşırmıştı. Fakat kendilerini çabuk toparladılar ve işte yeni yıldızları Schiaffino beraberlik golünü çıkarıverdi. Şahane bir şutla attığı gol, aslında maçın kaderini değiştirmeye başlıyordu Schiaffio’n u n ... Ama Brezilyalılar farkında değildi. Tribündekiler gibi, futbol alanındakiler de... Z afer sarhoşluğuna erken girmişti Brezilyalılar... Ve Uruguay bundan yararlanmayı biliyordu. Bitime on bir dakika vardı. Brezilyalılar için ise kupa törenine on bir dakika kalmıştı sadece. İşte bu anda Uruguay sağaçığı Ghiggia aldığı topla daldı. G itti, gitti... Ve bomba gibi bir şut. Top ağlardaydı!.. İki yüz bin kişi­ lik stadta çıt çıkmıyordu şimdi. Sanki donmuştu her­ kes. Heykeller mi yerleşmişti tribünlere? İngiliz ha­ kem maçın bittiğini ilan eden düdüğünü çalıyordu az son ra... Fakat müthiş sessizliği yırtamıyordu o düdük d e... Elli bine yakın insan, Ghiggia’nm golünde nasıl donmuşlarsa, m açtan sonra da kıpırdamıyordu. Kalkamıyordu yerinden. Böyle bir tablo yaşanmamıştı fut-

58


bol tarihinde. D akikalarca, saatlerce oturacaklardı tri­ bünlerde... Bu arada üç kişinin kalbi duruyor, biri ise kendi kalbinin işaretini beklemeden intihar ediyordu. Yıllar sonra Brezilya futbolunun unutulmaz yıldızı, Fenerbahçe’de teknik direktörlük yaptığı dönemde dost olduğumuz ünlü Didi anlatmıştı o geceyi... M açın bi­ tişinden saatler geçtiği halde, elli binin üstünde Brezil­ yalı tribündeki yerinden kıpırdamamış, evet evet, saat­ lerce kıpırdamadan oturm uş... Bir hafta yas tutulmuş m emlekette... Didi’nin eşi de eklemişti, günlerce evler­ de yemek pişm ediğini... Uruguay’da ise, aynı saatlerde Cumhurbaşkanı “ulu­ sal bayram ” ilan etmişti. Fialk sokaklara dökülmüş, sabahlara kadar eğlenmişti. Şampiyon takım ı M onte­ video, hava alanından şehir merkezine kadar altı yüz bini aşkın insan karşılam ıştı. Uruguay, bir kez daha “Futbolda en büyük benim ” diye sesini dünyaya du­ yurmuştu. 1 9 5 0 Dünya Kupası’nda gerçekten unutulmayacak o kadar çok anı vardı k i... Brezilya - İsveç maçında Adernir yıldızlaşırken, tribünlerde de korkunç dalga­ lanmalar olmuş, bir kişi yaşamını yitirirken, iki yüz kişiden çok seyirci yaralanmıştı. Gene Brezilya’nın Yu\ goslavya’yı 2 -0 ’la dize getirdiği m açta kendinden ge­ çen Brezilyalı seyirciler, tabancalarını çekip boyuna ha­ vaya ateş etmiş, çok şükür ki yaralanan olmamıştı. İngilizlerin Amerika’ya yenilip elenmesi de, 4. Dün­ ya Kupası’nm unutulmazları arasında başta gelecekti. İngilizler kura çekildiğinde A m erika’nın çıkmasını se­ vinçle kutlamış, İngiliz gazeteleri “M üjde! Amerikalı am atörlere düştük” başlıklarıyla bu sevince katılm ış­ tı. M açtan sonra atılan ve hiç unutulmayan bir gazete başlığı ise şöyle anlatmıştı Am erika’nın İngiltere’yi ele59


yişini: “Futbol dünyasında tüm zamanların en büyük sü rp rizi...” 1 9 5 0 ’de kendi kalesine gol atan futbolcu da ilk kez görülmüştü. Bu unvana erişen oyuncu, İspanyol Perra idi. İspanya, Brezilya karşısında tutunamayıp 6-1 ye­ nilirken, işte bu gollerden birini de Perra kendi kalesi­ ne atmış ve tarihe geçmişti. Herhalde “Tersine G olcü” o larak ... O yıllarda müthiş maç spikeri olarak anılan Brezil­ yalı radyo sunucusu Barroso, 1950 finalinde Brezil­ ya’nın kupayı kaybedişini anlattıktan sonra mesleğini bıraktığını açıklam ış, istifasına da “Bu faciayı anlatan adam bir daha maç spikerliği yapam az” diye yazmıştı. İşin en komik yanı ise, maçın bitiminde kupa töre­ ninin sessiz sedasız gerçekleşmesiydi. “Dünya Kupası’nııı Babası” olarak anılan, f İ f a Başkanı Jules Rimet, Dünya Kupası’nı eline almış, hani kimse görmesin di­ ye adeta saklayarak koltuğunun altında sağa sola ba­ kınmıştı. Nihayet aradığını bularak Uruguay kaptanı Varela’nın yanına sokulmuş, kulağına fısıldayarak ken­ disini kutlamış, kupayı vermişti. Oysa sahanın orta­ sında yapılacak büyük kupa töreni için mükemmel bir nutuk da hazırlamıştı f İ f a Başkanı R im et... Fakat okuyamamıştı. Varela’ya kupayı verirken niye mi okuma­ dı? Çünkü bu sonucu (dünya futbolunu yöneten bir numaralı kuruluşun başkanı da) tahmin etmediği için... Ve hazırladığı nutuk, “Şampiyon Brezilya’yı çok öven bir konuşm a” idi!!! Bir de hazin öykü size... Ta 1 9 5 0 ’den bugünlere ka­ dar gelen: 1 9 5 0 ’de Brezilya kalecisi Barbosa “turnu­ vanın en iyi kalecisi” seçilecek kadar başarılı oynamış­ tı. Ne yazık ki, son m açta Uruguay karşısında gerek­ siz ölçüde öne çıktığı için ikinci golü yemişti. Bu golle


kupayı kaptırdıklarına inanan ve Barbosa’yı adeta afo­ roz eden Brezilyalılar, hiç de affetmediler. Aradan yıl­ lar geçmiş, Barbosa 1994 Diinya Kupası’na hazırla­ nan Brezilya takım ının kampını ziyarete gelmişti. Fa­ kat yöneticiler onu kampa sokmadılar. Kaç yıl kalesi­ ni koruduğu milli takımın kampının kapısından çevri­ len Barbosa, gözyaşları içinde ağır adımlarla ordan ay­ rılırken, basın mensuplarına döndü... H ıçkırıklar ara­ sında şöyle dedi: “En ağır suçun bile cezası, otuz yıl­ dır. 1 9 5 0 ’den bugüne kırk dört yıl geçti. Ben ise bir tek golün cezasını kırk dört yıldır çekiyorum .”

1 9 5 0 fin alin d e Uruguaylı S ch iaffin o ilk g olü atıyor.


K ap tan ım ız G ündüz Kılıç, Suriye kap tan ı ile serem on id e.

Suriye'yi 7-0 yen en m illi takım ım ız.


1950 D ünya K u p a sı’m kazan an Uruguay takım ı.

K upanın B ab a sı Ju le s R im el He B rezilya d ev let b aşkan ı E n rico D utra.

/


5. Dünya Kupası 1 9 5 4 İSVİÇRE


Türk M illi Futbol Takımı, tarihte ilk kez bir Dünya Kupası’nda oynuyor. On altı finalistten biri Türkiye... Sevincimiz büyük... Hele benim ... Bu muhteşem olayı yerinde izleme şansına erişen bir avuç Türk arasındayım. İsviçre’ye giderken, “Orda rastladığımız (elediği­ miz) İspanyollar kim bilir bize ne kadar kızacak” di­ yoruz. Ama daha Bern’e ayak basar basmaz, bize asıl kızanların, hem de ne kızanların, İsviçreliler olduğunu görünce şaşırıp kalıyoruz. Niye mi kızıyorlar? Nasıl kızmasınlar ki!.. Binlerce hatıra eşyası ellerinde kal­ mış. “Bizi ne kadar çok zarara soktunuz” diyorlar da başka şey demiyorlar. Ne mi yapmışız biz? Daha ne ya­ pacağız ki! Dinleyin bakın: Dünya Kupası, Olimpiyat ve benzeri dünya çapın­ daki uzun süreli organizasyonlar, ev sahibi ülkeye bü­ yük kazanç getirir. Bu gelirin büyük çoğunluğunu da, özel olarak yapılan hatıra eşyası sağlar. İşte İsviçreliler de bu kupa için hatıra eşyası yapımına biraz erken baş­ lamış, İspanya ilk başta bizi farklı yenince, on altı fi­ nalistten biri olarak İspanyolların bayrağını hatıra eş­ yasının süsleri arasına koymuşlar. Ama evdeki hesap çarşıya uymamış, finalist olma şansını Türkiye kaza­ nınca, “E yvah!!!” demiş ev sahipleri... Ellerindeki bin­ lerce hatıra eşyasını bir kenara atıp, yeniden “Türki­ ye’mi eşya üretmeye başlamışlar. Yani biz istemeden za­ 67


rara sokmuşuz İsviçrelileri... İyi de bizim günahımız ne? Üç gün daha bekleselerdi y a...

İsviçre’ye nasıl gidiyoruz? Aslında İsviçre’ye gitmek için hazırlandığımız günler, bizim için de epey karışık geçmişti. Ayyıldızlı gençler R om a’da “olm az”ı “olur”laınış ve yurda İsviçre vize­ siyle dönmüştü. Ancak, Türkiye baştan aşağı bu ola­ yın sevinciyle coşarken... O da ne? Bizim Futbol Fede­ rasyonu bir anda karışıyor, Türk futboluna gerçekten büyük hizmetleri olan, çalışkan, kıymetli futbol ada­ mı Orhan Şeref Apak istifa ediyor, futbolumuz başsız kalıyordu. M illi takımımız Dünya Ktıpası’na gitmek için hazırlıklarını yaparken... O dönemin ünlü spor yazarları, Cağaloğlu’nda o zaman çok meşhur Çifte Saraylar Gazinosu’nda toplanıyor ve futbolumuzun başsızlıktan kurtarılm ası için Başbakan’a telgraf çek­ meyi kararlaştırıyorduk. Kimler yoktu ki o toplantı­ da? (Çoğunu saygıyla, rahmetle andığım, ağabeyle­ rim, arkadaşlarım ... Nuri Bosut, Sedat Taylan, M u­ vakkat Ekrem Talu, Haluk San, Sacit Öğet, Adnan Akın, Tarık Bilgin, Ali Oraloğlu, Nam ık Sevik, Necmi Tanyolaç, Samim Var, Tevfik Ünsi, Cem Başar, Ferruh İlkünsal, Alp Zirek, Sait N il... Ve bu listeyi değerli ar­ şivinden çıkarıp veren sevgili Cem Atabeyoğlu, bir de bu satırların yazarı H alit K ıvanç...) Uzunca bir süre konuştuktan, tartıştıktan sonra, dönemin Başbakanı Adnan M enderes’e imzalarımızla bir telgraf çekmeyi kararlaştırdık. “Dünya Kupası’na çok az kaldı. Fut­ bolumuzun başında bir federasyon yok. Acil olarak bir Federasyon başkanı atam an ızı...” diye özetlenebi­ lecek bir telgraf... Başbakan M enderes, telgrafımızı


hemen gündemine alıyor ve Futbol Federasyonu baş­ kanlığına atama yapıyordu. Yeni Federasyon başkanımız, futbol dünyamızın yakından tanıdığı, eski milli futbolcu, GalatasaraylI saygın yönetici, değerli futbol adamı Ulvi YenaPdı. Türk sporuna büyük emek ver­ miş (o günden sonra da çok çaba harcayacak) Ulvi Yenal, doğru bir seçimdi. Flatıra eşyasından girdik, Federasyona başkan ara­ yan telgraftan çıktık am a... Hepinizin heyecanla bek­ lediği başk a... Hepsi güzel de... 1 9 5 4 Dünya Kupası finallerine gitme hakkım nasıl kazandık? Onu anlatsana, diyorsunuz... Nasıl mı? İşte: Elemelerde İspanya ile eşleşince, itiraf edeyim ki, bu kupa olayı ile kavuşmamızın gene bir başka bahara kal­ dığına inanmıştık. Çünkü o sırada İspanyol futbolu çok giiçlüydü. Kulüp takımlarının yıldızları, milli takı­ mı da başarıdan başarıya götürüyordu.

M adrid’te matem . .. 1 9 5 4 yılının 6 O cak günü M adrid’in Cham artin Stadı’nda binlerce İspanyolun takım larının zaferinden emin, coşkun tezahüratı arasında hayli ürkek adımlar­ la sahaya çıkan on birimiz şöyleydi: Şükrü Ersoy (Ankara Karagücü) - Bülent Eken ( g s ) , Müjdat Yetkiner ( f b ) - Eşref Özmenç ( b j k ) , Ali İhsan Karayiğit ( b j k ) , Rober Eryol ( g s ) - Lefter Küçükandonyadis ( f b ) , Mehmet Ali Has ( f b ) , Recep Adanır ( b j k ) , Fahrettin Cansever ( b j k ) , Burhan Sargun ( f b ) Oyuna hayli cansız başlamış ve çok geçmeden ilk golü yemiştik. Venancio’nun kaydettiği sayıdan sonra ise birden açılıyor ve Recep’in nefis golüyle beraberliği sağlıyorduk. Pekâlâ ümitlenmiştik. Takımımız, İspan­


ya’mn dünyaca ünlü “star”ları karşısında fırsat vermi­ yordu. Ancak bu çabamız devre sonuna kadar sürecek, ikinci kırk beş dakikada hiçbir varlık gösteremeyecek­ tik. O günlerin fırtına solaçığı Gainza, ağlarımızı sars­ tıktan sadece bir dakika sonra, bu kez, gene o günle­ rin müthiş forveti Miguel üçüncü golü kalemize gön­ deriyordu. Sonra bir süre dayanıyor, fakat tüm çaba­ mıza karşın Alsue’nin 65. dakikadaki golüne engel olamıyorduk. Daha yirmi beş dakika vardı. Futbol ta ­ rihimizin en büyük hezimetine doğru mu gidiyorduk? Çok şükür, 4 -1 ’den sonra toparlanacak ve sahadan bu farkla yenik ayrılacaktık.

İstanbul’da bayram ... Milli futbolcularımız yurda çok üzgün dönmüştü... Fa­ kat ertesi günü gazetelerimizde verdiğimiz haber, bü­ tün yurdu bir ümit ışığı olarak dolaşmaya başlıyordu: “Dünya Kupası’nda gol averajı y o k ... Yani bir takım , gol üstünlüğüyle tur atlayamıyor. Biz de İstanbul’daki rövanşı kazanırsak... İş, tarafsız sahada üçüncü maça k a la ca k !!!” Tabii pek çok sporseverimiz bunu bir “teselli” ola­ rak kabul ediyor. “Bu İspanyollar bizi İnönü Stadı’nda da ezer geçer” diyordu. Bu düşünceler içinde geçen günlerin sonunda, 14 M art günü geldi çattı. İstanbul İnönü Stadı’na sabahın erken saatlerinden itibaren müthiş bir seyirci akını başlıyor, tribünleri dolduran on binlerimiz, milli takım a m oral vermek için\hiç dur­ madan coşkuyla bağırıyordu. Nihayet maç saatÇgeldi ve takım lar sahadaki yerlerini aldılar. İspanya milli ta kımında o günlerin fırtına futbolcusu, ünlü golcü Kubala’nın yer alm ası, doğrusu bizi çok korkutmuştu. 70


Türk takımında ise değişiklik büyüktü. İlk maçtaki ta­ kımdan sadece üç kişi (Rober, Lefter ve Burhan) takım­ daydı. Dünya Kupası elemelerindeki bu ikinci maçımız­ da şu on birle oynuyorduk: Turgay Şeren ( g s ) —Rıdvan Bolatlı (Ankara Karagücü), Basri Dirimlili ( f b ) - Mustafa Ertan (Ankara Karagücü), Çetin Zeybek (Kasımpaşa), Rober Eryol ( g s ) - Lefter Küçükandonyadis ( f b ) , Suat M amat ( g s ) , Feridun Bugeker ( f b ) , Burhan Sargun ( f b ) , Coşkun Taş (b jk )

Oyuna öylesine hızlı başlıyordu ki ayyıldızlı on biri­ m iz... İspanyollar da şaşırıyordu. M adrid’te rahatça dört golle yendikleri takımın yerinde şimdi çok güçlü bir ekip vardı. Veeee... M açın henüz 16. dakikası oy­ nanırken... Bir stad dolusu insanı havaya fırlatan bir bomba patladı sanki Dolmabahçe’de... “G oooooolü !” sesleri her yanı çınlatıyordu. Burhan öyle müthiş vur­ muştu ki to p a ... Kaleci Carm elo’nun uçuşu, sadece kale arkasındaki foto muhabirlerine verilen bir poz­ dan ibaret kalmıştı. Türkiye, o dev İspanya karşısında 1-0 öndeydi şimdi. İspanyollar, hele mağrur golcü Kubala “Siz şimdi görürsünüz” edasıyla topa koşuyor, ama bizim çocuklar inanılm az bir çaba ile rakipleri­ ne beraberlik fırsatı bile vermiyordu. Alman hakem Schmeitzer maçın son düdüğünü çalarak, ayyıldızlı ta­ kımımızın 1 -0 ’lık galibiyetini futbol dünyasına duyu­ ruyordu.

R om a’da şans bize gülüyor . .. İlk m açı 4-1 kaybetm iştik. İstanbul’da 1-0 kazanm ış­ tık. Puanları eşitlemiştik. Böylece o günlerde futbolda uygulanan uluslararası kural, imdadımıza yetişmişti. 71


Böylece 5. Dünya Kupası’nın 16. finalistini belirlemek için Türkiye ile Ispanya’nın tarafsız sahada tekrar kar­ şılaşması gerekti. Seçilen “tarafsız şehir”, Roma idi. Üçüncü m açta, üç gün önce İstanbul’da bize final yo­ lu için ışık yakan on birimizle, R om a’nın Olimpiyat Stadı’na çıkıyorduk. Tıpkı İstanbul’daki gibiydi kad­ rom uz... Oyunumuz da, tıpkı İstanbul’daki gibiydi am a... İşler bir anda tersine dönmüştü sanki... Kale­ sinde topu gören, bizdik. Hem de henüz 11. dakika­ d a ... Soldan inen A rtecha, İspanya’yı 1-0 öne geçi­ rin ce... Olim piyat Stadı tribününde bir avuç Türk, Türkiye’de ise milyonlar, radyo başında umutsuzluğa düşüverm iştik... Ancak on dört dakika sürüyordu bu üzüntümüz. M açın tam 2 5 . dakikasında İspanyol ağ­ ların ı sarsan golüm üzün k ah ram an ı, tıpkı İsta n ­ bul’daki gibi, Burhan’dı. Futbolunun ve gollerinin şid­ detini anlatmak için sporseverlerin taktığı adla “C ana­ var” Burhan’dı golcüm üz... Bu golün verdiği moralle rakipleriyle başa baş bir oyun tutturan takımımız, ilk yarıyı 1-1 kapatıyordu. İkinci kırk beş dakikada ayyıldızlı on bir daha da açılacak ve oyuna hâkim olmak bir yana, galip duruma geçme başarısını da elde edecekti. Bu kez golcümüz, Suat M am at’tı. 2-1 öndeydik. Kazanıyorduk. İsviçre vizesini alıyorduk. İkinci golü attığımızda maçın biti­ mine yirmi beş dakika vardı. Yenik duruma düşmek, İspanyolları iyice kamçılamış ve kalemizi abluka altı­ na almışlardı. Bu baskı, kalan yirmi beş dakikada hiç azalmadan devam etti. Her an bir gol tehlikesi karşı­ m ızdaydı... Derken “g ol” de gelmişti: Venancio, du­ rumu 2 -2 ’ye getirmekle kalmıyor, takım ına galibiyet ümidi de veriyordu. Araya sıkıştırayım: Rakiplerimiz, süre azaldıkça hafiften hafiften sertleşmeye başlamış, 72


gol atamayınca da bu sertlik dozunu artırmışlardı. Ger­ çekten yediğimiz ikinci goldeki çok sert hamlenin so­ nucunda, Turgay Şeren fena sakatlanıyor, maça de­ vam arzusuna karşın beş dakika sonra yerini Şükrü Ersoy’a bırakmak zorunda kalıyordu. Doğrusu kaleci Şükrü de, yapabileceğinin en iyisini başarıyor, normal sürenin 2 -2 bitmesinde önemli rol oynuyordu. Şimdi heyecan, siz deyin bin misli, ben diyeyim yüz milyon misli, başkası desin bin trilyon m isli... Uzatmanın ya­ rım saatindeki inanılmaz heyecanı anlatmak için, m a­ tematik rakamlarını bozmak bile yeterli değil... Öyle­ si kalp çarpıntısı içinde, Şükrü’nün koruduğu kalede gol tehlikesi üstüne gol tehlikesi... Ve bir an geliyor: İtalyan hakem Bernardi’nin düdüğü duyuluyor: “M aç b itti!” Ama her şey bitti mi? Kim kazandı? Hangi takım gidiyor Dünya Kupası finallerine?

Nerdeyse kalbimiz duracak... İşte söz, İtalyan hakem de... Rom a Olimpiyat Stadı’nda kader dakikası... İtalyan hakem Bernardi, görevlileri çağırıyor, Tabii f î f a yetkilisi h azır... Türk ve İspanyol M illi Takım larının kaptanları da orada herkes heye­ can içinde. O günün kurallarına göre para atışı var. Ya­ ni, Türkçesi “yazı-tura” ile belirlenecek Dünya Kupa­ sı finalisti. İtalyan hakem elindeki metal İtalyan para­ sım havaya atacak, paranın hangi yüzü üste gelirse onu söyleyen kaptanın takım ı finalist olacak. Ötesini kaptanımız Turgay Şeren’den dinleyelim: “Kenarda duran İtalyan çocuklarından birine işaret ettim, gel­ d i... Sordum, adı Franko imiş. Hakem paranın iki yü­ zünü gösterince, Franko’ya bizim için işaret etmesini 73


söyledim. ‘Yazı’ tarafını işaret etti. Atış yapıldı: ‘Yazı’ ... Sevinçle havaya fırladım .” Artık M illi Takımımız Dün­ ya Kupası finalindeydi. Önce oynadık, İstanbul’da ka­ zandık. R om a’da da galibiyeti vermedik. Şimdi de şan­ sımız yardım etmişti. Ötesini tahmin ediyorsunuz. Rom a Olimpiyat Stadı’nın bir kenarında birkaç Türk sporcu coşkuyla, se­ vinçle “Y aşasın” diye bağırarak havaya fırlarken... Aynı anda radyoları başındaki m ilyonlarca Türk de aynı sevinç, aynı coşku içinde... Herkes birbirine sarı­ lıyor, mutluluktan yaşlı gözlerle... Unutulmaz bir an: Türk Milli Futbol Takımı, Dünya Kupası finallerinde... Bir tarih yazılıyor 17 M art 1954 günü, R om a’d a... “Her yol R o m a’ya gider” diyen söz biraz değişiyor o gün: “R o m a’daki bu yol İsviçre’ye gidiyor” şim di... 5. Dünya Kupası finallerinde garip bir sistem uygu­ lanıyordu. On altı finalist dört gruba ayrılmıştı ama, dört takım birbiriyle çarpışmıyordu. Her takım gru­ bundaki takımlardan ikisiyle oynuyordu. Bu maçların sonuçlarına göre de, bazen üçüncü maç yapılıyordu iki takım arasında... Sonuçta her gruptan iki takım eleni­ yor, öteki ikisi kupaya doğru yoluna devam ediyordu. 1. Grupta Brezilya ve Yugoslavya, turu rahat geç­ tiler. Fransa ve M eksika pek varlık gösteremedi. Bu grubun unutulmaz m açı, Lozan’daki yüz yirmi daki­ kalık Brezilya - Yugoslavya mücadelesiydi. Uzatmada da yenişemeyen iki takım , yıllarca dilden dile anlatı­ lan şahane futbol oynamışlardı. Çifte Santos’ları, Didi’si, Baltazar’ı, Pinga’sı ile Brezilya... Çaykovski’si, Boskov’u, M itiç’i, Z ebec’i, Vukas’ı, Stankoviç’i ile Yu­ goslavya... Seyrine doyulmayan bir m açtı bp... Bir fut­ bol şöleni... 2. Grubu, bizim grubu sona bırakalım .

74


3. Grupta, Avusturya İskoçya’yı 1-0, Çekoslovak­ ya’yı da 5-0 yenerek çeyrek finalist oldu. Aynı grubun öteki çeyrek finalisti ise Uruguay’dı. Uruguay, Çekos­ lovakya’yı 2-0; İskoçya’yı 7-0 yendi. 4. Grupta işler karışıktı. İtalya ile İsviçre’nin bir kez daha oynaması gerekti. Bu maçı 4-1 kazanan İsviç­ re, finallerin ilk büyük sürprizini yapmış oldu. Belçika ile 4 -4 gibi garip sonuçla berabere kalan İngiltere de çeyrek finale çıkabildi. Bu grupta en büyük sürpriz, çifte kupalı şampiyon İtalya’nın daha ilk turda elenmesiydi. 2. Grup, yani bizim grup, futbol otoritelerinin bü­ yük önem verdiği gruptu. Bir yanda o günlerin fırtına­ sı M acar takım ı, öte yanda Herberger H oca’nın gide­ rek güçlendirdiği ve İsviçre’ye “mutlak şampiyonluk” parolasıyla getirdiği, özellikle fizik kondisyon bakı­ mından herkesi korkutan Alman takım ı, bizim gru­ bun favorileriydi. Güney Kore ile bizi, ne yalan söyle­ meli “grubun figüranları” olarak görenlerin sayısı hiç de az değildi.

Türkiye’nin ilk günlük spor gazetesi: T ü rk iy e S p o r... Şimdi bir nebze özel ya da kişisel notlar sunmak için sizlerden izin istiyorum. Şu anda bu kitabı okuyan 21. yüzyıl gençlerinin o günleri daha iyi yaşayabilmeleri için ... Türk M illi Takımı, Dünya Kupası finallerinde oynayacak. Nerde? İsviçre’d e... Eeee, zorluğu mu var bunun? Alırsın uçak biletini... Binersin uçağa... İki, çok çok üç saatte varırsın o ray a... M aç biletlerin de önceden alınmıştır acenteden... Ya da internetten ay­ rılmıştır. Falan filan... 75


Ha bakın şimdi, 1 9 5 4 ’de Dünya Kupası’na gidecek gazeteciler, genel deyimle medya mensupları, önce ça­ lıştığımız müesseselere bu maçların ne kadar önemli ol­ duğunu anlatm ak için çok nefes tükettik, çok ter dök­ tük. “Şu sırada üç maç için bu masrafa değer m i?” di­ yen gazete yöneticisi ya da salıibi çoktu. Nasılsa ajans­ lar veriyordu. Büyük gazeteler birer spor yazarı gön­ dermeyi uygun görmüş, ikinci birine ise gitmesi için yol m asrafına biraz yardım vaat etmişlerdi. Ben o günler­ de tarihe geçen bir olayın kahram anlan arasındaydım. Saygıyla andığım bir Babıâli beyefendisi, sevgili Fuat Büte ağabey, gazete dağıtım merkezi sahibi olması ya­ nında, ilgilendiği gazetenin adeta halkla ilişkiler yetki­ lisi gibi güzel fikirler de getirir, bu fikirlerin gerçekleş­ mesi için parasal özveride de bulunurdu. Gene böyle bir girişimin gerçekleşmesinde önemli rol oynuyor, onun ilk adımı atmasıyla, bizim de üç kafadar (Halit Talayer, Alp Zirek ve ben) kendisiyle kol kola girme­ mizle “Türkiye’nin ilk günlük spor gazetesi” yayın hayatına gözlerini açıyordu. Alp Zirek ve adaşım Talayer’le birlikte Türkiye Spor adını verdiğimiz günlük spor gazetesi, bir süre büyük başarılara imza atarak de­ vam edecek, ancak bağlı olduğu “ Yeni İstanbul” müessesesinin spor gazetesini ikinci planda görmesi so­ nucu çok uzun ömürlü olam ayacaktı am a, en azından Türk M illi Takım ı’nın 1954 Dünya Kupası finallerinde oynadığı maçları Türk insanına duyurması bakımından daima gururla anılacaktı. Bu vesile ile Türkiye Spor 'da birlikte çalıştığım M uzaffer Soysal, Suihi Garan, Erol Kaner, Kenan Şengül ve diğer arkadaşlaVımı sevgiyle, saygıyla hatırlıyorum. (Güzelliğe bakın ki, yıllar sonra gene bir günlük spor gazetesinde çalışm ak mutluluğunu duydğm. Genç, di­

76


namik, çalışkan bir spor yazarı Ersan Çelik, böyle bir hamlenin önderi olmuş, F otosp or adım taşıyan ve sporseverlerimizin elinden düşürmediği bir günlük spor gazetesinin uzun süre yayınlanmasını başarmıştı. Birol Nadir, Turgay Yardar, Haldun Dom aç, Orhan Balal, İlhan Uzundurukan, Kenan Erçetingöz, Ruşen Güven gibi gençlerle birlikte çalışmak, en azından gü­ zel bir gençlik aşısı olmuştu benim için ... 1 9 5 4 Dünya Kupası finallerini ilk günlük spor gazetemiz Türkiye Spor adına izledikten 36 yıl sonra, bu kez 1 9 9 0 Dün­ ya Kupası finallerini gene bir günlük spor gazetemiz F o tosp o r ’a yazmak, hem ilginç, hem de bir çift tatlı olaydı.) M illi takımımızın finallere gideceği belli olur ol­ maz, gazetemizin parasal yöneticilerine bizim gazeteci olarak nasıl gideceğimizi sorduğumuzda “Bir inceleye­ lim” yanıtını alacaktık. İncelemeler epey sürmüş, so­ nuçta Denizyolları’ndan indirimli bilet sağlanarak İs­ tanbul’dan N apoli’ye gidebileceğimiz, ordan da trenle İsviçre’ye geçeceğimiz bildirilmişti. Deniz yolculuğu uzun da olsa, yazın tatlıdır, diye düşündük. Yolda ve İsviçre’de harcayacağımız para konusunda ise hiç kay­ gı duymadan yola çıktık. Ç ünkü... Ç ünkü... Sıkı du­ run!.. Bir dolar, bizim paramızla -yanlış hatırlam ıyor­ sam - ya 2 8 0 kuruştu ya da 5 6 0 kuruş... Zaman ça ­ buk geçiyor, yaş ilerliyor. Diyelim ki, hiç de öyle değil, daha yüksekti... İyi de, biz İsviçre’de, rahmetle andı­ ğım, Fenerbahçe’nin eski futbolcularından, uzun yıl­ lar spor yazarı olarak dünyanın her köşesini dolaşmış, büyük m açları Fîürriyet gazetesinden duyurmuş, sev­ gili Samim Var kardeşimle aynı otelde kalıyor, gene bi­ zimle beraber olan, değerli bir spor yazarı ve futbol yö­ neticisi olan Adnan Akm ağabeyimle birlikte geziyor, 77


beraber yiyip içiyorduk. Paramız o kadar boldu ki, ye­ mekten sonra hesabı “ben vereceğim, sen vereceksin” diye adeta kavga ederdik. Çünkü Türk lirası öylesine değerliydi. O kadarcık İsviçre frangını vermek hiçbiri­ mize yük değildi k i... Gömleğimiz kirlendi mi yıkat­ maya vermezdik otele. Çıkar, dükkândan yenisini alır­ dık. H arca harca bitmezdi. Sonraki yıllarda, hele hele daha sonralarda, cebimize aynı m iktar Türk parası koyup yollayacaklardı Dünya Kupası’n a ... Ama güç­ lükle geçinecektik. H atta bazı günler bir çorbayla, bir m akarnayla, mirasyedilik edersek kocam an bir pizza ile akşamı edecektik. Türkiye S por ’dan söz ederken, bir gün gelip “tiraj rekoru” kırdığımızı da araya sıkıştırmalıyım. Kendi kendimize gelin güvey olmak değil... O dönem Hürri­ yet daime liderdi, en çok satan günlük gazete o larak ... İşte bir gün... Ne gün mü? 18 M art 1954 günü... Türk M illi Takım ı’nın Dünya Kupası finallerine gitmeye hak kazandığını yazan gazetemiz, o gün ülkemizin uzun yıllar bir numaralı tirajına sahip olan gazetenin, çok az farkla da olsa, bir tek günlük de olsa, önüne geç­ mişti. İspatı? Kanıtı mı? Delili mi? Bizzat o gazetedeki dostlarım ız, ağabeylerim iz, arkadaşlarım ız telefon edip kutlam ışlardı... Başka şahit ister misiniz? Sadece bir günlük bir gurur da olsa güzel değil mi acaba?

İsviçre’deyiz . .. 17 M art 1 9 5 4 ’ten ... 17 Haziran 1 9 5 4 ’e ... Tam üç ay son ra... Bu kez İsviçre’nin Bern şehrinde, W ankdorf Stadı’ndayız... “Stadındayım” da diyebilirim. Hiç ama hiç unutmadığım günlerdendir. Stada giderken yürü­ yüşüm bile bir başkaydı sanki... Hafiften kasıla kasıla

78


yürüdüğümü iyi hatırlıyorum. Organizasyondan çok ilgi görmüştük. O nlar hatıra eşyası satıcıları gibi kız­ gın bakm am ıştı b iz e... Büyük kolaylık gösterm iş, maçtaki yerlerimizi hemen vermişlerdi. D aha s;onraki yıllarda medya mensupları o kadar artacaktı ki, bir gazeteden veya bir radyo istasyonundan ya da bir t v kanalından iki-üç kişiye değil, bir kişiye bile zor bilet vermeye kalkacaklardı. Spor yazarları dünya çapında bir örgüt kurduktan sonra bile, bu güçlükler alabildi­ ğine sürecekti. Ama İsviçre’deki 5. Dünya K upası’nda her şey çok kolay ve rah attı... Eveeeet, İspanyolları elediğimiz “ 1 7 ”li bir M art gü­ nünden tam üç ay sonra, gene “ 1 7 ”li bir H aziran gü­ nünde ilk kez bir Dünya Kupası maçı oynuyorduk. Türkiye Spor adına benden başka büyük bir spiker ağabeyimiz M uvakkar Ekrem Talu ve gazeteci A li Karakurt arkadaşlarım da, bizim maçları izlemek için gel­ mişlerdi. Gene değerli spor yazarı ağabeylerimizden, ilk maç spikerliği yıllarımda m ikrofon başına birlikte geçtiğimiz sevgili Tevfik Ünsi de, milli takım ım ızın ba­ sın temsilcisi olarak ordaydı. Tribünde heyecanla m a­ çın başlama saatini bekliyorduk. Laf aramızda, öylesi­ ne erken gitmiştik ki m aça... Olayın keyfini daha uzun yaşamak için ... Bir gün önce de futbolcularım ızla ko­ nuşmuş, onlara moral vermeye çalışmıştık. İtalyan teknik direktörümüz Puppo Sandro sessiz, sakim, çok az konuşan bir insandı. Bir futbol adam ından çok, üniversitedeki bir bilim adamı izlenimi verirdi. Fede­ rasyon Başkanı Ulvi Yenal, futbolcularımızın İspanya karşısındaki başarısına güveniyordu. Hepimizin ortak korkusu, Alm anların çok hızlı temposuydu. O n ları durdurabilirsek, yüzümüz gülebilirdi. Futbolcuların ço­ ğu “İlk on beş dakikada bir gol yemezsek, sonrasında


işimiz kolaylaşır” inanandaydı. İşte bu duygular için­ de nihayet beklenen saat geldi. Portekizli hakem Da C osta’nm yönettiği m aça taraflar şu on birlerle çıktı: T ü r k i y e : Turgay Şeren ( g s ) - Rıdvan Bolatlı (An­ kara Karagücü), Basri Dirimlili ( f b ) - Mustafa Ertan (Ankara Karagücü), Çetin Zeybek (Kasımpaşa), Rober Eryol ( g s ) - Erol Keskin (Adalet), Suat M am at ( g s ) , Feridun Bugeker ( f b ) , Burhan Sargun ( f b ) , Lefter Küçükandonyadis ( f b ) A l m a n y a : Turek - Laband, Kohlmeyer - Eckel, Posipal, M ai - Klodt, M orlock, Othmar, Walter, Fritz Walter, Schaefer

O yun başlıyor... Ye ilk golü biz atıyoruz... Elli bine yakın seyircinin izlediği maçta bizler adeta yok gibiydik. O tarihte Avrupa’da çalışanlarımız fazla olmadığından, Bern’deki seyircinin yarısı ev sahibi İs­ viçreliler, yarısı da yol yakın olduğu için otom obille­ riyle gelen Almanlardı. Biz ise, sık sık söylediğim gibi, bir değilse de birkaç avuç Türk, tribünde bağırsak da sesimizi duyuramaz haldeydik. Ama maçın başlama­ sıyla birlikte öyle bir mucize olacaktı k i... Koca kala­ balıkta kaybolan bizler bir anda havaya fırlayacaktık. Ve koca stadta çıt çıkm ayacak, sadece bizim, birkaç Türkün coşkusu yeri göğü sarsacaktı. Ç ünkü... Daha maçın 2. dakikasından 3. dakikasına gidilirken, bizim Suat M am at da kenardan aldığı topla, iki Alman sa­ vunma oyuncusunu geçiyor ve ileri uzattığı topa, yani kendi pasına gene kendisi müthiş bir deparla yetişiyor­ du. Sonrasında Suat’ın topu sürüşüne şahit olacağımı­ zı beklerken... Birden sert bir şu t... K aleci Turek yatı­ yor am a... Top ağlarda... G o l... G o ob ol... G oooool... 80


Nasıl bağırıyoruz birkaç k işi... Spor yazarı bağırır mı? Gazeteci bağırır mı? Onu düşünecek halde değiliz... Dünya Kupası finallerinde ilk kez oynuyoruz... Ve “herkesin favorisi” Almanya karşısında, maçın ilk go­ lünü atan biziz... N asıl bağırmayız? (Yıllar sonra dev­ let başkanlarım n, başbakanların maçta takım ları gol attığında nasıl da yerlerinden fırlayıp “G ooool” diye bağırdığını görecektik... Biz uzun yıllar önce yaptığı­ mıza göre bizimki daha kolay bağışlanabilirdi.) İtiraf etm eli, “ beklenmez golüm üz”ün sevinciyle coştuktan hemen sonra yerime oturuyor ve hem en... Neee? İstanbul’u, gazeteyi mi arıyordum cep telefo­ numla? C ep’lisıni bırakın, stadtan çıkınca otele gidip de gazeteyi aradıktan kaç dakika, çoğu kez kaç saat sonra İstanbul’la telefon bağlantısı kurduğumuzu ne kadar anlatsam , inandıram am bugünün gençlerini... Eğilip defterime not alıyorum : “ D akika ü ç... Gol: Su at... Kalecinin altın d an ... Stadta çıt yok, bizden b a ş k a ...” D akikalar ilerliyor. Bizim çocuklar, bir gün önce “İlk on beş dakikada gol yem ezsek...” diyorlardı. İşte yememiş, hatta atmıştık o ilk on beş dakika içindeki golü... Ancak 1 -0 ’ın keyfini sadece on bir dakika sü­ rebilecektik. Bu arada korku içinde aldığım notlar artı­ yordu: • Dakika beş... Alman kaptanı Fritz Walter’in müt­ hiş şutu.... Bizim kaptan Turgay uçarak kurtardı... • D akika dokuz... Gene kaptan Fritz... Gene kap­ tanımız Turgay... Köşe vuruşundan gelen top... Walter kafa... Turgay karşılıyor... Ama nereye kadar? Ve işte artık Turgay da başa çıkam ıyor bu fırtına gibi gelen Alm an ak ın larıyla... Stadtaki gök gürültüsü bir yandan, içimdeki hüzün ve 81


üzüntü karışımı öte yandan... Yediğimiz golün notunu alıyorum: • Dakika on d ört... Othmar Walter, kaptan Fritz’in küçük kardeşi... Harika bir p as... Hani “ ben bile atarım ”lıklardan... Schaefer de attı zaten... Bana bırak­ madı. Y akından... Kalecimizin yapacağı bir şey yok­ tu ... Arkası gelm ese... Çok şükür gelmiyor ark ası... Bu arada gene Turgay, Schaefer’in ayaklarına atlayarak tehlikeyi savuşturdu. Erol’un sağdan götürdüğü to p ... G üzel... Sonunu getirem iyoruz... Gene bir ümit ışığı... Suat güzel daldı, sert kestiler... Neyse, Alman baskısı artarken, hakemin düdüğü imdadımıza yetişiyor, dev­ reyi 1-1 kapatıyoruz. M açın ikinci yarısı başlıyor. Keşke hiç başlamamış olsa!.. 1 -1 ’lik durum, “m açın sonucudur” deyip yollasalar hepim izi... Fakat Alm anlar bırakır mı? Bırak­ mıyorlar. Bizi de, m açı d a... Bırakm ıyorlar, bir-iki gol de biz atalım , diye... Hepsini kendileri atıyor. İşte devrenin hemen başlarında E ckel’in yakından şutunu Turgay yumruklııyor, fakat orda Klodt var. Rüzgârın oğlu sanki. 2-1 yenik duruma düştükten sonra, bizde telaş arttı. O nlar ise daha hızlandılar san k i... O f o f o f!.. Üçüncü de geldi... Othm ar W alter’in kafa vuruşu m üthiş... Tutulmaz bir to p ... Tutamıyoruz biz de... O thm ar’la 3 - 1 ... Gene de az sonra Turgay kaptan, tüm stadın “G o o o l” diye ayağa kalktığı pozisyonda o golü önlemeyi başarıyor. Fakat az sonra gelene ne demeli? Kalemizin önünde iki kişi bird en... Yooo üç old u ... Biri atm asa öteki, öteki atm azsa öbürü ata­ ca k ... Atıyor da b iri... M orlock b u ... Dördüncü go­ lün k ah ram an ı... Sonrası mı? Bir “ O o o o h !” çekebili­ riz. D örtten sonrası yok. 4-1 yenik ayrılıyoruz saha­ d an ... Yalnız kim ne derse desin, bu Alman takımını


yenen zor çık ar... Görüşümüz bu ... Sonrasını bekleyin bakalım ...

Dört yedik, yedi attık... Üzüntümüz sadece üç gün sürecek, Güney Kore ile ya­ pacağımız maçın sonrasında çocuklar gibi sevinecek­ tik ... Koreliler sempatikti ama futbol alanında oyna­ dıkları oyuna sempati göstermek kolay değildi. O nla­ rın acemiliği, bizim çocukların Alm anya’dan dört ta­ ne yemenin hırsıyla birleşince... Bir değil, iki değil, üç değil, beş değil, tam yedi gol atan taraf biz olacaktık bir Dünya Kupası finalinde... Ayyıldızlı on birimiz, Al­ manya maçına oranla bu maça bir tek değişiklikle çık­ m ıştı... O günkü adıyla “santrfor” oynayan futbolcu­ muz değişmiş, Feridun Bugeker’in yerini Adalet’ten Necmi O narıcı almıştı. N otları yetiştiremiyordum Ce­ nevre’nin Charmilles Stadı’n d a... G o l... G o l... G o l... Gollerin kapısını Suat açmıştı. Henüz 10. dakikada 1-0 öne geçmiştik. Onu, Lefter’in epey uzaktan şahane bir vole ile takımımıza kazandırdığı ikinci gol izledi. Kısa süre sonra gene Suat sahnedeydi: 3-0. İlk yarıyı kapatan golümüz de Burhan’dan geliyor­ du. Cenevre Stadı’ndaki az sayıdaki seyirciyle devre arasında konuştuğumuzda “Biz m aç seyredeceğimizi sanmıştık, ama Türkler güzel bir antrenman yaptı sa­ dece... Yalnız gollerin çoğu güzeldi. İzlediğimiz goller­ de ustalık vardı” diyeceklerdi. İkinci yarıda da, gerçekten ustalık kokan gollerimiz devam etti. Burhan iki gol daha atarak üç golle maçın kralı olurken, Erol Keskin de gol perdesini nefis bir şutla kapadı. Dünya Kupası tarihine, rakiplerini büyük gol farkıyla yenenler listesinde geçecektik 7-0’lık Kore

83


galibiyetiyle... Ancak üç gün sonra??? Onu sormayın hiç! Biliyorum soracaksınız. Ben de anlatacağım. Yüre­ ğim parçalanarak... O günkü tükenmez acıyı bir kez daha içimde hissederek... Zürih’teki o “Kara 23 Hazi­ ran ” gününü anlatacağım ... Hazır mısınız dinlemeye? Biz Almanya’ya 4-1 yenilmiştik y a ... Güney Kore’yi de 7-0 yenince... Almanlarla eşit duruma gelmiştik. O tarihte gol averajı olmayışının ikinci cilvesiydi bu ... İs­ panyolları öyle elememiş miydik? Şimdi şans bir kez daha kapımızı çalıyordu. Aslına bakarsanız, bize bu umudu hazırlayan... Kim miydi? Kupanın bir numara­ lı favorisi M acaristan mıydı? Yoksa M acarları aldata­ rak, futbol tarihine “taktik zaferi’ni yaratan hoca” ola­ rak geçecek Alman teknik direktörü Sepp Herberger mi? Hangisiyse... Bizim için sonuç değişmeyecek, K o­ re’ye attığımız yedi golü, bu kez kendi kalemizde göre­ cektik. Eski bir posta deyimiyle, o yedi gol “iadeli taah­ hütlü” gidip gelecekti. Ne var ki biz yedi tane yeme­ den, Almanlar sekiz gol yiyerek dünyayı şaşırtacaklar­ dı. Almanya - M acaristan maçının sonucu 8 -3 ’tü. “ Bas­ ketbol maçı m ı?” diye alaylı başlık atmıştı gazeteler... Fakat dikkatle bakınca, Alman takımının epey eksik çıktığı fark edilmişti M acarlara karşı... Herberger, o maçta aslarını oynatmamıştı. Böylece daha sahaya çıkı­ lırken, sonucu rakiplerine hediye etmiş oluyordu. Tabii kurt hoca, takımının bizi tekrar maçında muhakkak yeneceğinden emin olarak böyle bir kumar oynamıştı.

Almanlarla tekrar karşı karşıya... Bize karşı gene en güçlü on birini kurmuştu Herberger: Turek - Laband, Bauer - Eckel, Posipal, Mai Klodt, M orlock, Othmar ^Falter, Fritz Walter, Schaefer

\


4-1 yenildiğimiz takım dan sadece solbek değişmiş­ ti. Bizde ise teknik direktörümüz Puppo Sandro ile Fe­ derasyon Başkanı Ulvi Yenal baş başa vermiş, sonun­ da kaptandan, kaleciden başlayarak, ilk Alman m açı­ na oranla üç önemli değişiklik yapmışlardı. Zürih’te sahaya çıkan on birimiz şöyleydi: Şükrü Ersoy (Ankara Karagücü) - Rıdvan Bolatlı (Ankara Karagücü), Basri Dirimlili ( f b ) - Naci Erdem ( f b ) , Çetin Zeybek (Kasım paşa), Rober Eryol ( g s ) Erol Keskin (Adalet), M ustafa Ertan (Ankara Karagü­ cü), Necmi Onarıcı (Adalet), Lefter Küçükandonyadis ( f b ) , Coşkun Taş ( b j k ) M açı Fransız hakem Vicenti yönetiyordu. Almanlar maça öyle hızlı başlamıştı k i... Bizimki­ ler daha ilk dakikalarda şaşkına dönmüştü. Gerçekten çok geçmeden gol, hatta goller gelmeye başladı. Daha 7. dakika oynanıyordu ki, Othm ar W alter topu filele­ rimizle kucaklaştırıyor, ondan üç dakika sonra da bu maçta sahanın yıldızı olacak Schaefer, enfes bir golle durumu 2-0 yapıyordu. İlk on dakikada iki gol yiyen takımımız büsbütün şaşıracak ve çok ağır bir fark ola­ cak, diye korkarken... H arika bir ümit ışığı: M ustafa Ertan, mükemmel bir atakla topu Alman kalesine so­ kuyordu. Fakat Fransız hakem “ofsayt” gerekçesiyle saymıyordu bu golüm üzü... M açtan sonra kendileriy­ le konuştuğumuz, hakem ve yardımcı hakem, ofsayt konusunda birbiriyle ters düşecek, basının önünde M ustafa’nın golünün niye iptal edildiğini açıklayam a­ yacaklardı. Ertesi günkü İsviçre gazeteleri “Türklerin bir golü sayılm adı” diye yazacak, Almanların yayınla­ dığı bir Dünya Kupası kitabında da “Türk takım ının ilk golü niye sayılmadı? Anlayam adık” yargısı yer ala­ caktı. Fakat bizim M ustafa’ya, durup dururken “Be­ 85


to n ” diye isim takmamışlardı. İşte “Beton” M ustafa E rtan’ımız, çok geçmeden şahane bir kafa vuruşuyla topu bir kez daha Alman kalesine gönderiyor, Fransız hakem de hiç ses çıkarmadan santrayı gösteriyordu. Doğrusu, itiraf etmem gerek. Durumu 2 -1 ’e çevirince bir an çok umutlanmıştık. Ne var ki bu kez de bir sa­ katlık, ama öyle böyle değil; bir futbolcumuzun bıra­ kın topa vurmayı, sekmeden koşacak hali bile kalm ı­ yordu. O günlerin kuralına göre oyuncu değiştirmek de yok. Çaresiz ağır sakatlanan Çetin Zeybek, gitti sağaçıkta durdu. Ara sıra top geldiğinde seke seke koş­ maya çalıştı, o kadar... “M azeret” , “tevil” denildi bu sakatlığın öne sürülm esine... Ancak gerçeği çok ya­ kından gören bir tanık olarak iddia ederim k i... O maçta Çetin öylesine sakatlanm asa, yani takımımız fi­ ilen on kişi kalmasa, sonuç 7-2 olmazdı. Çünkü o gün­ kü milli takımımız, birçok milli maçlarımıza oranla iyi oynamış sayılırdı. Bu sakatlık konusunda daha sonra hem İsviçre gazeteleri, hem de Almanların çıkardığı Dünya Kupası kitaplarında aynen şu satırları okuya­ caktık: “Doğrusu Türkler 4-1 yenildikleri maça oran­ la, 7 -2 yenildiklerinde daha pozitif futbol oynam ışlar­ dı. Ama büyük futbolun temel direği sayılan santrhaf oyuncusu Zeybek’in sakatlanarak takım ını gerçekte on kişi bırakm ası, çok iyi bir gününde olan Alman ta­ kımının işini kolaylaştırdı. Normal koşullarda yedi gol yemezlerdi. Buna kalecilerinin de M orlock ’un golün­ de sakatlanm ası ve o durumda maça devam etmek zo­ runda kalmasını da ekleyebiliriz.” Tabii sonradan oku­ nan gazellerin yararı olmadığını bilmeme karşın bun­ ları iletiyorum. En azından 7 -2 ’lik hezimetin gerekçe­ lerini o günden bugüne taşımak için ... Sonrasında Alm anların ve İsviçrelilerin de yazdığı


gibi, kalecimiz Şükrü’nün sakatlanmasıyla beraber ge­ len üçüncü gol, ilk devrenin sonucu oluyordu. İkinci yarıya 3-1 önde başlayan Almanları durdurmak müm­ kün değildi artık. İlk yarının son golünü atan M orlock, ikinci devrenin ilk golünü de imzalıyor, bunu kaptan Fritz W alter’in golü izliyordu. Şimdi 5-1 yenik durumdaydık. Alman atakları durmadan hızla gelir­ ken, savunmamız da bütün gücüyle çalışıyor, fakat ye­ terli olamıyordu. Böylece M orlock tekrar sahneye çı­ karak akıncıyı atıyor, Schaefer de golleri “yedi”liyor~ du. Perde kapanmadı am a... Tüm ümitlerimizin tü­ kendiği bir zamanda, bitime sekiz dakika kala Lefter, ayağına geçirdiği topu mükemmel bir vuruşla ağlara takarak, şeref sayımızı ikiye çıkardı. M açın sonucu 7-2 idi... Futbol tarihimize, en çok gol yediğimiz, en ağır kaybettiğim iz m açlardan biri olarak geçecekti bu Dünya Kupası m açı...

fîfa

delegesi oluyorum...

Böylece bir Dünya Kupası serüveni sona ermiş, acısıy­ la tatlısıyla bir tarih olmuştu. Futbol Federasyonu Başkanımız Ulvi Yenal’m mükemmel Fransızcasıyla top­ lantılarda, basınla konuşmada saygınlık görmesi gü­ zeldi. Kaptanımız Turgay Şeren’in de, aynı şekilde sa­ ha dışında yabancı gazetelere Fransızca demeç vererek dikkati çekmesi de, ayrıca iyi bir izlenim bırakıyordu. Federasyonumuzun yerinde bir kararla, Rom a’da oy­ nanan üçüncü maç sonunda kurada bizim adımızı çe­ ken İtalyan çocuğu Franco’yıı da, milli takım ım ızla birlikte “m askotum uz” olarak İsviçre’ye götürmesi hoş bir olaydı. Benim için bir güzellik daha vardı. H a­ yatımda ilk ve son sefa, dünya futbolunun en büyük 87


kuruluşu FİFA’nm 5 0 . yıldönümüne rastlayan büyük toplantıya Başkan Yenal’la birlikte katılm ıştım . Nasıl mı olmuştu? Doğrusu şu anda ince ayrıntısıyla hatır­ lamıyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla, bir sabah Ulvi Yenal beni bir köşeye çekmiş, Fİ f a toplantısında ülke­ mizi iki kişiyle temsil hakkımız bulunduğunu, ancak öteki Federasyon üyemizin bu toplantıya gelemeyece­ ğini söyleyerek, kendisiyle beraber toplantıya gitm e­ mi istemişti. Bunun herhangi bir sakıncası olmadığı­ nı, benim yabancı dille çeşitli delegelerle konuşup, ül­ kemiz adına yakınlık kuracağıma inandığını da sözle­ rine eklemişti. Gerçekten benim için çok önemli bir olaydı b u ... f İ f a toplantısında “T ü rkiye” diye ayrıl­ mış yerde oturm ak, konuşmaları izlemek, aralarda çeşitli ülke delegeleriyle görüş alışverişinde bulunmak büyük bir deneyimdi. Tabii bu tür uluslararası top­ lantılarda ne biçim ayak oyunları yapıldığını da, böylesine yakından görme fırsatını elde etmiştim. Saba­ hın erken saatlerinden itibaren birçok delege, bizim Başkan YenaPın yanına gelmiş, kendisini bugün seçi­ mi yapılacak ikinci başkanlık için aday olarak destek­ lediklerini söylemişlerdi. Ama akşam a doğru yapılan seçimde, o sabah FİFA’ya kabul edilen Hong-Kong delegesi ikinci başkan seçilecek, yaptığımız kısa bir araştırm a sonunda Ulvi Yenal’ı aday gösteren bilmem ne ülkesi delegesinin bile bize oy vermediğini, hem hayretle, hem de üzüntüyle öğrenecektik. O toplantı­ da bulunduktan sonradır ki, bu tür uluslararası top­ lantılara hep şüpheli gözle bakmaya başladım. H ak ­ sız da değildim. H a, unutmadan kaydetmeliyim. Bu toplantıda seçim sonucu açıklandıktan sonra, iki-üç ülkenin delegesiyle konuştuğumda, bana “ Biz çok is­ tedik, çok çalıştık ama Türkiye’nin başkenti Ankara,


Asya kıtasında olduğu için, öteki delegeleri razı ede­ m edik” demişlerdi. Bu olay gerçekten çok önemliydi: Y ıllarca dünya çapındaki mücadelelerde, “Avrupalı” olduğumuzu kanıtlam ak için az savaş verilm em işti... Bilesiniz, gençler... Ama futbolda Avrupalı oluşumu­ zu, diğer pek çok alandan önce kabul ettirmemiz de ilginçtir.

Çeyrek finalde büyük heyecan... 1 9 5 4 Dünya Kupası çeyrek finallerinde, büyük final heyecanı duyuldu. Çünkü çeyrek final maçlarında ele­ nen dört takımdan üçü, oklarının şampiyon adayı gösterdiği takımlardı. İngiltere bir yanda, Yugoslavya öte yanda iki favori idi. Güney Am erika’nın iddialı temsilcisi Brezilya, bir başka güçlü takımdı. Ama yu­ varlak topun cilvesi var y a... Almanya - Yugoslavya maçında, Yugoslavya’ya şans verenlerin oranı daha çoktu. Lâkin, H orvat’ın kendi kalesine gönderdiği top, Almanlar için müthiş bir pi­ yango oluyor, son dakikalarda R ahn’ın kaydettiği gol de galibiyeti perçinliyordu. Yugoslavya, sahadan 2 -0 mağlup ayrılıyordu. Bu, Yugoslav M illi Takımı’nın tur­ nuvadan elenmesi demekti. Halbuki Yugoslavlar bü­ tün maçlarında mükemmel futbol örneği vermiş, hele Brezilya ile 1-1 berabere kaldıkları karşılaşmada çok alkış toplamışlardı. Böylece ilk turda bizim dahi kendi­ sine pek şans vermediğimiz Alman takım ı, bir tur daha atlamış ve yarı finale kalmış oluyordu. Futbolun beşiği sayılan memleketin takımı, 1 9 5 4 Dünya Kupası’nda seyredenleri pek memnun edeme­ mişti. Zorlu maçlardan sonra çeyrek finale gelen İngi­ liz takımı, Uruguay gibi “çifte şampiyon” unvanlı ekip


karşısında adeta sahadan silindi. Bu aynı zamanda İngilizlerin kupadan da silinmesi manasını taşıyordu. Basel’deki maçta İngiliz kalesini koruyan M errick’in yediği hatalı goller, Uruguay’ın başarısını kolaylaştır­ mıştı. Em ektar M atthew s gene çırpınıyor, gene şahane paslarla futbol klasını konuşturuyordu. Ancak bütün çaba, Lofthouse ve Finney’in attığı iki golden öteye geçememişti. Uruguay bir “turnuva takım ı” olduğunu ispat eden canlı, hırslı oyunu ile dört golü peş peşe sı­ ralamıştı. Bu arada, ihtiyar santrhaf Varela’nm uzak­ lardan savurduğu şut, M errick’in hatasıyla ağları bu­ lunca, İngiltere bütün İratlarıyla çözülüverdi. Sahada görünenler geride Billy Wright, ilerde de 4 0 yaşın çok üstündeki Stanley M atthew s’ten ibaretti. Buna karşı­ lık Uruguay kelimenin tam manasıyla “ezici” bir üs­ tünlük kurmuştu. Schiaffino, ikinci devrenin birinci dakikasında golleri iiçledi. Sağiçte oynayan Ambrois de, İngilizlerin bütün ümidini kıran dördüncü sayıyı çıkarıverdi. Uruguay 4 -2 galipti: M açtan sonra, İngi­ liz futbolunun büyük adamı Sir Stanley R ous’a ne dü­ şündüğünü sormuştuk. Güldü ve: “Bir şey mi oldu” , dedi. “Yenildik. E lbette... Biz yenilmesek onlar yenile­ cekti. Futbol b u ... N orm al değil m i?” Evet, normaldi. Bu formsuz İngiliz takımının Uruguaylar, Brezilyalılar, Almanyalar, M acaristanlar arasında daha öteye gidemeyişi pek normaldi.

Şahane futbol... Belki “fu tb o l” olarak, bu M acaristan - Brezilya maçı uzun seneler seyredilemezdi. Ama böyle sert, hatta tekmeli, olaylı bir milli maçın da daha uzun seneler seyredilmeyeceği şüphesizdi. Doğrusu, İngiltere’nin en kud­ 90


retli hakemi Ellis’ten başka biri, bu maçı son dakikası­ na götüremezdi. O dahi, oyundaki intizam ve disipli­ ni, ancak iki Brezilyalı (N. Santos ve Umberto) ile bir M acar (ünlü Bozsik) futbolcusunu oyundan atarak sağlayabilmişti. Buna karşılık İsviçre polisi, saha dışı inzibatı aynı şekil ve derecede temin edememiş, M a­ carların kurt idarecisi Gustav Sebes yüzüne bir gazoz şişesi yerken, iki İsviçreli polis de Brezilyalılar tarafın­ dan hayli hırpalanmıştı. Hidegkuti ve Kocsis’in golleriyle ilk 7. dakikada 2-0 öne geçen M acarlar, D. Santos’un penaltı golü ile 2 -1 ’e indiler. Fakat maçın ikinci penaltısı M acarların lehine idi, böylece durum tekrar iki farka (3-1 ’e) yükseliyor­ du. Ju linho’nun golü Brezilyalıları hayli ümitlendirir­ ken, Kocsis maçın bitimine sadece iki dakika kala ne­ fis kafa vuruşlarından biriyle dördüncü sayıyı çıkardı. Takımda Puşkaş yoktu ama, Kocsis onu aratmayacak kadar şahane oynuyordu. 4 -2 mağlubiyet ve kupadan elenme, Brezilyalıları, galip rakiplerinin soyunma oda­ sına hücum edecek kadar sinirlendirmişti. Brezilyalıla­ rın bu hareketle kaybettikleri sempati, kupayı kaybet­ melerinden daha acıydı. Çeyrek finalin dördüncü m açında, Avusturya ile İs­ viçre adeta basketbol oynadılar. Goller birbirini takip ediyordu. İşin enteresan tarafı, ev sahibi İsviçrelilerin üç dakika içinde kaydettikleri gollerle 3-0 galip duru­ ma geçtikten sonra maçı kaybetmeleriydi. İsviçre’nin üç golüne, Avusturya beş golle cevap vermişti. Devre biterken, İsviçre bir gol daha çıkarıyordu. M açın ikin­ ci yarısında karşılıklı birer gol, durumu 6-5 yapmıştı. Nihayet -vaktiyle kaleci Erdal’ı sakatlayan- Probst, maçın son sayısını İsviçre ağlarına taktı. Avusturya oyu­ nu (7-5) kazanmıştı. 91


“Altın kafa” Kocsis’in golleri... 5. Dünya Kupası’nı seyredenler -A lm anlar h ariç- “ Ger­ çek güzellikte final buydu” dediler. M acaristan - Uru­ guay maçı, uzun yıllar futbol sahalarında görülemeye­ cek güzellikte bir karşılaşma olmuştu. İki saat boyun­ ca Lozan Stadı’m dolduran kırk yedi bin kişi, muaz­ zam bir heyecan kasırgasına kapılmış, her an yeni bir futbol zarafetiyle karşılaşıyordu. M acarlar olsun, Uruguaylılar olsun, “fu tbo l”un ne kadar ince, ne kadar kudretle oynanabileceğini gösteriyorlardı. Hele Uru­ guay’ın siyahi yıldızı Andrade, hele M acaristan’ın “Al­ tın kafa”sı Kocsis, “turnuvanın en iyileri” olduğunu bir kere daha ispat etmişlerdi. Kocsis ise, Puşkaş’ın pabu­ cunu, iki kafa golü ile bir hamlede Lozan Stadı’nın da­ mına atıverdi. Hakem G riffiths’in yönettiği maça M acarlar Puşkaş’sız çıkmışlardı: Grosics - Laníos, Buzansky - Bozsik, Lorant, Z a ­ learías - Budai, Kocsis, Palotas, Hidegkuti, Czibor Uruguay da İngiliz m açının yıldızlarından, emektar Varela’smdan mahrumdu: Maspoli - Santamaría, Martínez - Andrade, Carballo, Cruz - Souto, Ambrois, Hohberg, Schiaffino, Borges Hava yağışlı idi, pırıl pırıl parlayan yemyeşil çi­ menler üstünde iki futbol devi çarpışıyordu. İşte m a­ çın 12. dakikasında Czibor ilk golü atm ış, bu gol ay­ nı zamanda ilk devrenin sonu olmuştu. M açın ikinci yarısı başlarken, daha ilk anda Hidegkuti, harika bir uçuşla yere pek yakın şekilde topu kafayla ağlara ta­ kıverdi. 2 -0 ’lık durum, M acarían gevşetmiş, Uruguaylıları kamçılamıştı. Nitekim Hohberg, devre ortasm92


da ilk sayıyı kaydetti. Şimdi heyecan son haddini bul­ muştu. M acarlar, o heybetli ekip nedense 2 -1 ’e razı oynu­ yordu. Lâkin futbolda da, askerlikteki gibi “en iyi savunma’nın taarruz olduğu” hakikati bir kere daha ken­ dini gösteriyor ve gene Hohberg, maçın normal müdde­ tinin bitimine üç dakika kala, topu ikinci defa M acar kalesine gönderiyordu. Doğrusu M acar takımı hayli şaşırmıştı. Fakat 2 -2 ’lik durumdan seyirciler çok mem­ nundu. Bu şahane maçı yarım saat daha seyretmek şan­ sı doğmuştu. Uzatma bölümü başladığı anda M acar takımı bir­ den değişiverdi. Kocsis, Uruguay kalesi önünde bir fır­ tına bulutu gibiydi. Bu bulutun yağmur getireceği her an bekleniyordu. Ama on beş dakikalık ilk uzatma devresinde Güney Amerikalılar, Orta Avrupa rüzgârı­ na karşı koymuş, gol yememişlerdi. M açın dördüncü, uzatmanın ikinci devresi daha korkunç bir süratle ce­ reyan etti. Ayaktan ayağa giden topu görmek dahi ko­ lay olmuyordu. İşte maçın 109. dakikasında Kocsis, şahane bir kafa şutuyla topu filelerle kucaklaştırmıştı. 3-2 , M acarların galibiyetine yeterdi. Lâkin 2 -0 ’dakı gevşekliği ve 2 -1 ’deki rakibe mahkûm savunmayı unut­ mayan M acar takım ı bunu yeterli görmüyordu. Gene Kocsis gene muazzam bir kafa golü ile durumu 4 -2 ’ye yükseltince, artık “gedikli şampiyon” Uruguay’a da ra­ kibini tebrikten başka iş kalmamıştı. Uruguaylılar turnuvadan elenmişlerdi. Ama gerek oynadıkları nefis futbol ve gerekse kıta arkadaşları Bre­ zilyalıların tam aksine gösterdikleri sportmenlik ve efendilik, Uruguaylı futbolculara büyük sevgi kazan­ dırmıştı. M açtan sonra M acarları kucaklayarak tebrik eden Uruguaylılar, maçın galibi kadar alkışlandılar. An­

93


cak bu alkışlar ve sempati, Güney A m erika’nın iddialı eski şampiyonunun asabını düzeltmeye yetmeyecek ve üçüncülük maçında da -bü tü n tahminleri altüst ede­ re k - Avusturya’ya yenileceklerdi.

Harika takım 6-1 yenilir m i? Avusturya, futbol dünyası için meçhul ve yeni bir isim değildi. “H arika takım ”ın ülkesi, futbolda sık sık adı­ nı duyurmuş, yıllarca bu sahada “k ral” olmuştu. Fa­ kat son devrede Avusturya futbolunun bir kriz geçirdi­ ği m uhakkaktı. Bunu Türk seyircileri de, İstanbul’a gelen Viyana takım larının kalitesinin her defa biraz daha düştüğü­ nü görerek iyi anlıyorlardı. Avusturya “Dünya Kupa­ sı” finalleri için “h afif” takım larından biri telakki edi­ liyordu. Ama bu “h afif” Avusturya, hiç beklenmedik şekil­ de “Dünya Kupası üçüncüsü” oluverdi. Viyana ekolü­ nün aldığı bu derece kadar, bu dereceyi elde ederken aldığı sonuç da dikkate değerdi. Avusturya, şampiyon­ lukta iddialı Uruguay’ı iki farkla (3-1) yenmeyi başar­ mıştı. Basel Stadı’m dolduran elli sekiz bin seyirci, bir ta­ kımın bir devre içinde “fırtına” gibi diğerini ezdiğine şahit oluyordu. Turek - Posipal, Kohlmeyer - Eckel, Liebrich, M ai - Rahn, M orlock, O ttm ar Walter, Fritz Walter, Schaefer tertibiyle çıkan Alman on birine karşı, Avusturyalılar da günün en kuvvetli kadrosunu kur­ muşlardı: Zeman - Hanappi, Schleger - Ocwirk, Happel, Koller - Korner I, Wagner, Stojaspal, Probst, Kor­ ner II M açın ilk devresi “norm al” geçti. Solaçık Schaefer


bir gol atmış ve bütün mücadeleye rağmen ikinci gol kaydedilmemişti. Devre 1-0 Alman lehine kapandı. Fa­ kat maçın ikinci yarısı başladığı anda Almanlar rüz­ gâr gibi sahaya yayılmış ve devrenin 2. dakikasında M orlock vasıtasıyla ikinci sayıyı çıkarmışlardı. Probst, Avusturya’nın ilk golünü kaydetmiş, ancak arkası gel­ memişti. Bu ilk gol, aynı zamanda takım ın son golü, daha doğrusu şeref golü olmuştu. Almanlar ise sayıla­ rı peş peşe sıralıyorlardı. W alter kardeşler dört golü paylaşınca, 6-1 ’lik netice doğdu. Fritz W alter iki golü­ nü de penaltıdan kaydetmişti ki, bu penaltı atışlarının ikisi de ayrı güzellikte ve ustalıktaydı. 5. Dünya Kupası’nda “en büyük” takımın belli ola­ cağı m açtan bir gün önce, kupanın üçüncülüğü için Avusturya ile Uruguay karşı karşıya geldi. Uruguaylılar sahaya çok sinirli çıkmışlardı. M aca­ ristan’a yenilip kupadan elenmek, Güney Am erika’nın bu iddialı takımını haddinden fazla sarsmıştı. M açtan önce Uruguay soyunma odasında münakaşalara şahit olmuş, futbolcuların birbirine bağırarak çıkış kapısı­ na yürüdüklerini görmüştük. Buna karşılık Avustur­ yalIlar gayet sakindi. Kaleye tecrübeli, fakat formsuz Zem an’ın yerine genç Schmied’i almışlardı. Oyunun 16. dakikasında Dients’in akını bariz faul­ le durdurulunca, İsviçreli hakem Wyssling tereddüt et­ medi: Penaltı! Stojaspal soğukkanlı bir vuruşla topu ağ­ lara taktığı anda, Uruguay takım ındaki şaşkınlık büs­ bütün artıyordu. Buna rağmen Uruguaylılar 22. daki­ kada Hohberg vasıtasıyla beraberliği sağladılar. Fa­ k a t... Ah, o gol!.. Evet, solhaf Cruz ters bir vuruşla to ­ pu kendi kalesine sokunca, Uruguay takım ı bir anda çöküverdi. Cruz yere yatmış, başını yumrukluyordu. Lâkin ne fayda!.. Uruguaylılar kendi kendilerine attık95


lan bir golden sonra, maçın bütün hâkimiyetini Avus­ turyalIlara bıraktılar. Fırsatı kaçırmayan ünlü Ocwirk de, uzaktan savurduğu fevkalade bir şutla golleri üçledi. Bu üçüncü gol, aynı zamanda Avusturya’nın “Dün­ ya üçüncüsü” olduğunu ilan ediyordu.

“En Büyük” Alm anya . .. Açık tribündeki sarışın Alman genci, saatlerden beri saçlarından süzülen yağmuru hissetmiyordu sanki... Yağmur taneleri, gencin sevinç gözyaşlarına karışıp ya­ naklarından aşağı iniyordu. Hem ağlıyor, hem coşkuy­ la “D eutschland” (Almanya) diye bağırıyordu. Yalnız o mu? Bu gencin yanındaki yaşlı adam, önün­ deki genç kadın, arkasındaki küçük öğrenci, hepsi ağ­ lıyorlardı. Bu kadar da değil... Sahada birbirine sarıl­ mış, ağlayan futbolcular vardı. Harpten mağlup çık ­ mış Almanya, sanki bir futbol sahasında dirilmişti. İs­ viçre’nin Bern Stadı, bu 4 Temmuz 1 9 5 4 gününü hiç unutmayacaktı. O günü yaşayanlar ise, her hatırladık­ larında tüylerinin ürperdiğini hissedeceklerdi. Alman M illi Takımı bir futbol zaferi değil de, bir milli m üca­ dele kazanmış gibiydi. M açtan önce Almanlara şans vermeyenler, sadece rakipleri yahut tarafsızlar değildi. Bizzat Alman fut­ bolcularının ağzından şu sözleri duymuştuk: “Bütün azmimizle oynayacağız. Fakat dünyanın en kuvvetli takım ı var karşımızda. Onları yenip Dünya Kupası’nı almak hiç de kolay değil... Bizim için final oynamak da büyük ş e re f...” Bazılarına göre, favori apaçık ortadaydı: Grup ma­ çında M acaristan, Almanya’yı 8-3 gibi korkunç bir so­ nuçla yenmişti. O halde böylesine güçlü M acar takı­ 96


mı, finalde de Almanları rahatça ezer geç:er, kupayı alırdı. M acar takım ının dünya şampiyonluğu onuruna verilecek kokteylin davetiyeleri bile dağıtılmıştı. M acarlar sonuçtan bu kadar emindi. Ne yalan söylemeli, m açları izlediğim sırada ben de M acar takımının finali rahatça alacağı kanısındaydım. Büyük maçtan önce Alman kampında Alman fut­ bolcularıyla konuştuğumda, hiçbirisinin “ M uhakkak yeneriz” dediğine tanık olmamıştım. Elbette kendileri­ ne güveniyorlardı. Ama havadan konuşmuyorlardı da. Alman futbolcularının ağzından “ Ma<;a rlar dün­ yanın en güçlü takım ı” sözünü duymuştur^ Çok çok “Top yuvarlaktır” gerçeğine sığınıyorlardı. İhtiyar kurt Herberger ise, tatlı gülümsemeler içindeydi. Ç Qk ihti­ yatlı konuşuyor, “M açın sonucu mu? Bekleyelim^ gö­ rürüz” diyerek şakaya vuruyordu. Fakat Herberger, tüm takım oyuncularından daha emin göriinüyordu. 4 Temmuz 1 9 5 4 ... Gök delinmiş, sanki yukarda ne kadar su varsa, hepsi aşağı inmişti. Öyle bir yağmur yağıyordu Bern’d e... Altmış beş bin seyirci^ W ankdorf Stadı’nda sırılsıklam olmuştu. İngiliz hal-em Ling’in yönettiği maçta iyileşen, daha doğrusu iyileştiğini söy­ leyen Puşkaş’lı M acar on biri şöyleydi: Grosics - Buzansky, Lantos - Bozsik, Lorant, Zakarias - Czibor, Kocsis, Hidegkuti, Puşkaş, Toth Almanlar ise, M acaristan’a 8-3 yenile^ Gn birden beş kişi değiştirmiş, şu kadroyu k u rm u şları: Turek - Posipal, Kohlmeyer - Eckel, Litbrich, Mai Rahn, Morlock, Otmar Walter, Fritz Waltcr; Schaefer Kupaya adını veren, “Dünya Kupası’nm B abası” Jules Rimet de şeref tribünündeydı. Ve k a ça rla r “en büyük” olduklarım kanıtlam ak istercesine hızlı girdi­ ler oyu na... Puşkaş, m açtan önce kendsiyle M acar 97


kampında yaptığım konuşmada “iyileşip iyileşmedi­ ği” yolundaki soruma şu yanıtı vermişti: “Sakat da ol­ sam yeterim Almanları yenmek iç in ...” Sanki sözünü doğruluyordu şimdi. Daha 6. dakika dolmadan tak ı­ mını 1-0 öne geçiren golü atıyordu. Kocsis’ten aldığı topla dalan Puşkaş, Liebrich’in yanından sıyrılıp kale­ ye sokulmuş ve yerden şutunu çekerek topu ağlara göndermişti. Bu golden üç dakika geçmeden, bu kez Czibor golleri ikiliyordu. Alman kalesini koruyan Turek hâkim olam amıştı to p a ... Czibor yetişmiş, topu kapmış, yana kayarak boş kaleye yuvarlamıştı. Evet, daha 10. dakikasındaydık maçın. Ve M acaristan 2-0 öndeydi. Herkesin peşin favorisi, tahminleri doğru çı­ karıyordu. Ancak bu 2 -0 ’lık durum, iki dakika bile sürmeyecekti. Santra ile birlikte rakip kaleye iniyordu A lm anlar... M orlock, yerden bir vuruşla takımının ilk sayısını kaydediyordu. Sonradan kupanın kaderini çizmekte, M orlock ’un bu golünün en büyük etken ol­ duğu kabul edilecekti. M acarlar 2 -0 ’m üstüne yatacak fırsatı bulamamışlardı. Aksine, 2 -1 ’e yükselmek, Al­ manları kamçılamıştı. İşte şimdi de R ah n ’dan ikinci gol geliyordu. İkinci yarıya 2 -2 ’yle başlayan Alman takımı fırtına gibiydi. Hocaları Herberger, sonradan açıklanacağı gi­ bi, M acarları müthiş bir taktikle eziyordu. Grup ma­ çına zayıf bir takım la çıkmış, tam deyimiyle “aldatm ış”tı M a ca rları... Şimdi ise, özelliklerini öğrendiği rakibi karşısında, futbolcularına bambaşka görevler yüklemiş, onlar da bunu başarıyla uyguluyordu. M a­ car takımı ne olduğunu anlayamamıştı. Kendine aşırı güven yüzünden bocalıyordu. Müthiş solaçık Czibor’u sağa alm ak, M acar forvetinin aksam asına yol açmıştı. Puşkaş’ın da yeteri kadar iyileşmediği, ilerleyen daki­


kalarda anlaşılmıştı. İşte bu arada bir bomba patladı W ankdorf Stadı’n d a... Alman sağaçığı Rahn, maçın bitimine sadece altı dakika kala topu öyle müthiş bir vuruşla savuruyordu ki kaleye... Büyük kaleci Grosics uçuyor ama yetişemiyordu. Bu, kupanın sahibini ta­ yin eden goldü. 3-2 öne geçmişti Almanya. Ancak santrayla birlikte M acarlar da bir gol atıyordu. Hayır! Hakem Ling, Puşkaş’ın golünü “ofsayt” gerekçesiyle saymıyordu. M açtan sonra M acarlar “Biz İngilizleri iki kez yendik: 6-3 ve 7 -1 ... İşte İngiliz hakem de, biz­ den o yenilgilerin intikamım aldı. Golümüzü saymadı, kupaya el değiştirtti” diyeceklerdi. Sonradan isteyen istediğini diyebilirdi. Tabelada “Almanya 3 - M acaris­ tan 2 ” yazıyordu. Ve futbol tarihi de, yeni bir dünya şampiyonu doğduğunu kaydediyordu. 1 9 5 4 Dünya Kupası, meslek yaşamımda bir devrim yaratmıştı. Dünya basım ile yan yana futbolun en bü­ yük şampiyonasını izlemiş, çok ama çok şey öğrenmiş­ tim. Bu arada, sahadaki coşkuyu tüm heyecanıyla mik­ rofonda anlatan maç spikerleri de sanki “Sen de g el!” gibilerden yanlarına çağırmışlardı ben i... Herhalde öy­ le olacak. Çünkü İsviçre’den döndükten sonra, güzel rastlantılarla bir gün kendimi stadta basın tribününde değil de, daha gerideki bir küçük kulübede, maç an­ latma kulübesinde buluverdim.

Gazeteden stadtaki spiker k a binine... Aslında “maç spikeri” oluşumu, gazetede pazar gün­ leri güncel olayları mizah gözlüğüyle gören bir köşe yazmama borçluyum. Sevgiyle, saygıyla andığım, bü­ yük gazeteci Abdi İpekçi kardeşimle, onun üç yardım ­ cısından biri olarak M illiyet gazetesinde çalıştığım dö­ 99


nemdi b u ... Gene rahmetle andığım, değerli radyocu Faruk Yener de “program müdürü” olarak radyoda... Bir gün sohbet ederken, gazetedeki pazar yazılarım­ dan bazısını radyo için skeç olarak hazırlayabileceğimi söylemişti. Dediğini yaptım sevgili Faruk Yener’in... Skeçlerimi götürdüm. Beğenildi, kısa süre sonra da oynamaya başladı. Böylece İstanbul Radyosu’na adı­ mımı atmış oldum. Bu arada skeçlerimin giriş bölümü­ nü benim sunmamı istediler. Bu, ilk m ikrofon karşısına geçişimdi. Derken derken... “Senin ses tonu iyi... Türkçen iy i... Futbolla ilgin de iy i... Niye maç anlatmayı denemiyorsun?” dediler. Denedim. Sonrası, yıllar yılı yazarlığımın yanında, sahne sunuculuğumun yanında, “maç spikeri” olarak da çalışmak mutluluğunu duy­ dum. Tabii radyoda başlayarak, sonra uzun yıllar da r v ’de maç nakletmeyi sürdürerek... Futbol program­ ları yanında diğer alanlarda yarışmalar sunarak, çeşit­ li t v programlarında sunuculuk yaparak...

100


Ispanya’yı eleyen milli takımım ız R o m a ’daki üçüncü maçta.

7,1 i _ S^yı 210 — 10 Kr?.

'’SUCLÎHI

tm

SAĞLAM VÜCUTTA BULUNUR” -

ATATÜRK P a u Buttun ı Mt . Itiftal «ateşli 3KUüürwwt —

DÜNYA »ASINDAKİ İLK IHACİMİZİ MANYAYA KARSI KAYBETTİK: 1-4 TÜRK TAKIMI HER BAKIMDAN KENDİSİNDEN BEKLENEN OYUNU GÖSTERMEKTEN ¡UZAK KALDI YEGÂNE GOLÜMÜZÜ MAÇIN

"" ...

I * ¡1 i

-

\

-4 . Tiirk-Yunan * «atletizm * - * “ ?■ ; karşılaşmasının karşılaşmasının *‘ hazırlıkları t e .# U a

İlk gü n lük sp o r g azetem iz Türkiye Spor *dat D ünya K u pası fin allerin d eki ilk m açım ızın h a b er i b ö y le yer alm ıştı.


K u rad a adım ızı ç e k e r e k b ize fin al yolu n u açan , takım ım ızla b irlikte İsv iç re’y e g ötü rdü ğü m üz İtalyan çocu ğu F ran co B ern 'de, H alit K ıv an ç’la.


1954'te 4-1 kay b ettiğ im iz ilk m açtan ö n c e kap tan ım ız Turgay Şeren, A lm an k a p tan ı Fritz VValter’le serem on id e.

İkin ci m açtan ö n c e kap tan ım ız L efter'e A lm an G ü zeli çiçek veriyor.


İlk A lm an m açım ızd an ö n ce L efter, E rol, M u stafa ve Feridun.

A lm anların b ir serb est vuruşunda fu tb olcu larım ız g olü ö n lem e c e çalışıyor.


G olcü m ü z Suat M am at K o re kalesi ön ü n de.

7-0 kazan d ığ ım ız K o re m açın d a E ro l K esk in in b ir akın ı.


B etoıı M u stafa’m ız, M orlock ’u d u rdu rm aya çalışıyor.

1 7 5 4 D ünya K u pası n d a k a lecim iz Şükrü Ersoy'un b ir kurtarışı.


1954 finalinin k a h ra m a n Äą A lm an R ahn yin e k a le y e akÄąyor.



K o c sis’in m uhteşem , k a fa g ollerin den biri M acar ağ ların a gidiyor.

M illetvekili o lan M acar yıldızı B ozsik ile B rezilyalı S antos oyu n dan atılm ış, çıkıyorlar.


Ju les R im et, adın ı taşıyan ku p ay ı A lm an kap tan ın a veriyor.


Ş am piyon A lm an takım ı kap tan ı Fritz 'W alter m açtan soma om u zlarda.

K ıvanç, 1954'te tanıştığı A lm anların başarılı b o ca sı H erb erg er’le, so n ra k i yıllarda da bazı m açlard a buluşm uştu.


6. Dünya Kupası 1 9 5 8 İSVEÇ


işte 1958 Dünya Kupası’na giderken, artık “maç spi­ k eriy d im . Ne yazık ki, İsveç’te oynanacak 6. Dünya Kupası finallerinde Türk Milli Takımı yoktu. Bu ne­ denle yetkililer, yöneticiler de, ordaki final maçlarının radyoda naklen yayınma gerek görmemişlerdi. Türk takımı niye mi yoktu? Kime mi elenmiştik de İsveç’e gidememiştik? Kim seye... Oynamamıştık ki, yenilelim. Ağlanacak ya da gülünecek hikâyeyi dinleyin!.. 1958 Dünya Kupası elemeleri başlarken, bir garip sürprizle karşılaşmıştık. “Avrupalı mıyız? Asyalı m ı?” tartışması “Avrupalısınız canım ” diye sırtımızı sıvaz­ lamalarıyla çözümlenmiş gibiydi. Ne var ki, Dünya Kupası elemelerinde kendimizi bir anda İsrail’in karşı­ sında bulunca tabii çok şaşırmıştık. Öte yandan o sı­ ralarda, devlet politikam ız bakımından, İsrail’le ilişki­ lerimiz bugünkü gibi sıcak değildi. H atta hükümetin görüşünün “İsrail’le milli futbol maçı bile yapmayız” diyecek kadar soğuktu. Arap ülkeleri İsrail’i zaten boy­ kot ettiğinden, durum iyice karışıktı. f İ f a haklı olarak “Oynayan oynar, kazanan gider” kararını verince, talih G aller’e güldü ve bizim yerimi­ ze İsrail’le eşleşen ve iki karşılaşmayı da kazanan Galler takım ı, 6. Kupa’nın finalistleri arasında adını yaz­ dırdı. Finaller için İsveç’e gittiğimde, takımımızın po­ litik nedenlerle İsrail’le oynamadığını, bu bakımdan

115


oraya gelemediğini kabul eden birçok yetkili, gazeteci, spiker, yönetici ile görüştüğümde, “Takımınızın gele­ meyişini anladık da, İsveç’e bir Türk hakemi gelemez m iydi?” sorusuyla çok karşılaştım. Tabii 2 0 0 0 ’li yılla­ ra geldiğimizde, bu soruyu kendi kendimize sormaya devam edebileceğimizi nasıl bilirdim o zamanlarda? (Çok şükür, dünya gözüyle bir Türk hakeminin Dün­ ya Kupası m açı yönettiğine bir kez de olsa tanık ola­ cak, 1 9 7 4 Kupası’nda Doğan Babacan’ın hakem ola­ rak çıktığı maçı izleme mutluluğunu yaşayacaktım.) 6. Dünya Kupası’nda organizasyon daha düzelmiş, kurallar, şampiyona düzeni daha aklı başında bir sis­ teme kavuşmuştu. On altı finalist dörder takımlı dört grupta yer alıyor ve her grupta her takım lig usulüyle birbirine oynuyordu. D ört yıl önceye oranla, adaletli bir şekildi b u ... 1. Grupta son kupanın sahibi Almanya ile Kuzey İrlanda, Çekoslovakya ve Arjantin vardı. Kupa öncesi İngilizlerin ünlü M anchester United takımını taşıyan uçağın düşmesi ve bazı ünlü yıldızların hayata gözleri­ ni yumması nedeniyle, futbolcular arasında “uçak kor­ kusu” yaşanıyor, bu arada düşen uçaktan yaralı ola­ rak kurtulanlardan Kuzey İrlanda’nın unutulmaz ka­ lecisi Gregg, İsveç’e uçakla gelmeyi reddederek trenle geliyordu. Gregg’in kalesini koruduğu Kuzey İrlanda ile dört yıl öncesinin şampiyonu Almanya, bu gruptan çeyrek finale çıkan iki takım oluyordu. Ancak Alm an­ lar eskisi gibi hızlı değildi. Oynadığı üç m açtan sadece birini kazanan, öteki ikisinde beraberliği bozamayan Alman takımı, gene de “son sekiz” arasına kalmayı ba­ şarıyordu. 2. Grupta, turnuvanın favorileri arasında gösteri­ len Yugoslavya ile fazla önem verilmeyen Fransa var­

116


dı. Ancak Yugoslav takım ı hiç de beklenen başarıyı gösteremedi, tıpkı Almanya gibi üç maçından ikisinde yenişemeyerek, sadece bir tek galibiyetle çeyrek finale çıktı. Ama asıl sürpriz, Fransızların sessiz sedasız tur atlamasıydı. Birbirinden duyan herkes, Fransa’nın maç­ larını seyre koşmaya başlamıştı. Çünkü orda bir “gol m akinası” vardı k i... Bir tek bu “Fontaine” adlı gol­ cüyü görmek için Fransa’nın maçlarına gitmeye de­ ğerdi. Aslında Fontaine, müthiş üçlünün golcüsüydü. “Fontaine, Kopa, Piantoni” bir kaleden öbürüne öyle bir iniyorlardı k i... Sonunda top m uhakkak ağları bu­ luyordu. Çoğunda da Fontaine im zasıyla... Fransa’nın gruptaki üç maçta kaydettiği on bir golün altısı, Fon­ taine adının yanma yazılmıştı. 3. Grupta ev sahibi İsveç vardı. O tarihte tam yedi yıldız futbolcusu yurtdışmda, İtalya’da oynayan İsveç, bu aslarını da getirerek gerçekten güçlü bir takımla yer alıyordu finallerde. Başta Gren ve Liedholm gibi dünya çapındaki futbolcularıyla güzel maçlar çıkaran ev sahibi takım , M acaristan’ı ve M eksika’yı rahatça yendikten sonra, Galler’le golsüz berabere kaldı. Bu sonuçla ikisi de tur atladı. (Sorunuzu duyar gibiyim: “Biz katılsaydık bu Dünya Kupası’n a... Galler gibi, ev sahibi ile bir­ likte çeyrek finale çıkabilir miydik?” Rakamlarla yanıt­ lamak isterim bunu. O tarihlerde milli takımımız şöyle sonuçlar almıştı Avrupa piyasasında: 1 9 5 6 ’da Çekoslo­ vakya ile, hem de Prag’da 1-1 kalm ıştık. M ısır’ı Kahire’de 4 -0 yenmiştik. Polonya’yı Varşova’da 1-0 mağ­ lup etmiştik. 195 8 ’de Belçika ile Brüksel’de 1-1 kalmış­ tık. H ollanda’yı Amsterdam’da 2-1 yenmeyi başarmış­ tık. Çekoslovakya’yı da 1-0 yenm iştik... Bu sonuçlara b ak ın ca... İsveç’e gitseydik... Çeyrek finale çık m ak ... Niçin olmasın?.. Demez miydiniz siz de?) 1 17


3. Grubun m açlarını izleyenler, M acar takımının tam bir “hayal kırıklığı” yarattığı görüşünde birleştiler. D ört yıl öncesinin “kupa favorisi” M acaristan, şimdi üç maçta ancak bir tek galibiyet alabiliyor ve ilk tur­ dan öteye geçemiyordu. 4. Grupta hepsi ünlü ve güçlü dört takım vardı. Fut­ bolun beşiğini temsil eden İngiltere... İsveç’e büyük iddiayla gelen Sovyetler Birliği... Yeni bir hamle ile fi­ nallere yükselmiş Avusturya... Ve nihayet dört yıl ön­ ceki vurdulu kırdılı futbolu bırakıp, gerçek futbolun en güzelini oynayarak alkışlanan bir Brezilya. Bir ta ­ kım dört yılda bu kadar değişebilirdi. İsviçre’deki tekmeci, kavgacı Brezilya takım ı gitmiş, yerine tekme ye­ diğinde bile sesini çıkarmayan, yumuşacık bir futbol stiliyle seyredenleri hayranlığa boğan bir Brezilya ta­ kımı gelmişti. Gerçekten bu Brezilya takım ı, Avustur­ ya’yı 3 -0 ’la, Sovyet Rusya’yı 2 -0 ’la yendi ve çeyrek fi­ nale yükseldi. Bir tek İngilizler dayanabilmişti Brezil­ ya’y a ... O da golsüz beraberlikle... Ama İngilizler de Sovyetler Birliği önünde tutunamadılar. İlk maçları 2-2 bitti. Futbol alanlarının en centilmen oyuncularından tanınan Sovyet kalecisi Yaşin’in, ilk kez sportmenliğe aykırı bir davranışına sahne olan maçtı bu. Oyunun bitimine sadece yedi dakika kalmıştı ve Sovyetler 2-1 öndeydi. G öteborg’daki maçın son altı dakikasına gi­ rilirken, İngiliz soliçi Haynes de Sovyet ceza alanına dalmıştı. Düştü Flaynes... Düştü ya da düşürüldü? Tar­ tışma yaratan da buydu y a ... M acar hakem Z so lt’a göre düşürülmüştü. Ve bu bir “penaltı” idi. Yaşin’i bi­ le çileden çıkaran bu karar, oyunu bir süre durdurdu. Bu arada Yaşin’in kasketini çıkarıp hakeme fırlatması, herkesi hayrete düşürmüştü. Ama Yaşin’in tek yadır­ ganan hareketi de bundan ibaret kaldı. Sonrasında ge­ liş


ne centilm en Yaşin olarak alkışlandı. H atta dört yıl sonraki kupanın finallerinde de... İşte bu penaltı ile İn­ giltere beraberliği kurtarmıştı. Fakat puan eşitliğinden doğan tekrar maçında Sovyetler, beraberlik şansı ver­ mediler İngilizlere... İlyin’in golüyle 1-0 kazanan Sov­ yet Rusya, çeyrek finale yükseldi. İngiltere ise, grup maçlarından öteye geçememişti.

H ocalar her şeyi bilir... Bu grupta Brezilya - Avusturya maçındaki bir olay, as­ lında çoklarının gözünden kaçmıştı. Fakat daha sonra basında önemle yer alacak ve futbol tarihine geçecek­ ti. Brezilya’nın ünlü beki N ikon Santos, aldığı topla ileri giderken... Defansın sağlam direği olan bu fut­ bolcusunun topu sürmeye devam ettiğini gören teknik direktör Feola, kenardan bağırmaya başladı, “ Geriye dön!.. Geriye dön!.. Nereye gidiyorsun? Savunmayı boşaltm a!” diye... Ama N ilton’un hocasını duyacak hali yoktu. Fırtına gibi akıyordu karşı kaleye... Gitti g itti... Ve birden müthiş bir şu tla... Golü attığında, kenardaki teknik direktör, hani az önce “ Geri dön!.. G itm e!” diye bağıran hoca, etrafındakilere şöyle di­ yordu: “ Gördünüz mü? Benim oyuncum böyledir iş­ te!.. Ne zaman nerde ne yapacağını bilir. Öyle öğret­ tim çü n k ü ...” 6. Dünya Kupası bir bakıma “ihtiyar delikanlılar kupası”ydı. İşte İngiliz Billy W right 3 6 , Alman Fritz Walter, M acar Bozsik, İsveçli Gren 3 8 , M acar Hidegkuti, İsveçli Liedholm 39, Arjantinli Labruna ise 42 ya­ şındaydı. Ama bunca ihtiyar delikanlı arasında 17 ya­ şında körpecik bir genç herkesi bastıracak, futbol tari­ hinin en parlak güneşi olarak gözleri kamaştıracaktı. 119


Büyük Pele “küçücük” iken... 3 6 ’lık, 3 8 ’lik, 4 2 ’lik “baba”ların arasında bir anda par­ layan ve sonraki yıllarda dünya futbolunun bir num a­ ralı yıldızı olacak, yıllarca da “K ral” unvanıyla tüm futbol dünyasında tacını tahtını kimseye kaptırm aya­ cak olan, 1 9 5 8 ’in 17 yaşındaki delikanlısı kim miydi? Dünya onu “Pele” adıyla tamdı. Oysa gerçek adı, “Edson Arantes Do N ascim ento” idi. Ama Brezilya’da ço ­ cuklar plajda, kumda, sokak aralarında, kaldırımların üstünde futbol oynarken, bu harika delikanlı, topa öyle bir vuruyordu k i... Durun, durun!.. Yanlış söyle­ d im ... Hangi topa? Boş Cola tenekelerine, boş bira kutularına... Ve onlar yuvarlanırken, taşlara çarptık­ ça garip bir ses çıkarıyordu: “Ple Ple Ple” diye... Tüm çocuklar da sağdan soldan boş meşrubat teneke kutu­ larım bulup getiriyor, Edson’un önüne koyuyor, “ H a­ di vursana!.. Ple Ple Ple diye bağırtsana bu kutuları” diyorlardı. Gide gide, ona “Hadi Edson” demeyi bı­ raktı küçükler... Teneke kutularından öyle ses çık ar­ dığı için, kendisini “Pele Pele” diye çağırmaya başla­ dılar. “D ı” h anlattığımın farkındasınız... Ç ünkü... Çün­ kü bütün bunları ben... Evet, ben “Pele”den dinledim. Daha futbol dünyası Pele’yi tanımadığı, adını bile duy­ madığı günlerde... Eee, şöyle bir rahat oturun koltu­ ğunuza... Yaslanın geriye... Dinlemeye hazırlanın... Öyle kolay kolay biteceğe benzemez çünkü... Çünkü kolay değil, Pele’yi “Pele” diye dünya şöhreti olmadan önce tanım ak... Hikâyemiz, 1958 yılında İsveç’te bulutlu, serin bir yaz gününde Stockholm havaalanı yakınındaki Hotel Brom m a’nın bir salonunda başladı. Dünya Kupası’nı 120


izleyen medya mensuplan olarak çoğumuz bu otelde kalıyorduk. Birbirimizle dost olmuştuk. Bu arada fi­ nallerde oynayan takım ların spor yazarları, maç spi­ kerleri, ara sıra boş günlerde ünlü futbolcularını özel izinle buraya getiriyorlardı. Rahat rahat röportaj ve çekim yapabiliyorduk. Tabii bu kupada T V çekim i, hatta radyo ile naklen yayın bile olmadığından, ben sadece M illiyet için röportaj fırsatı yakaladığım için mutlu oluyordum. İşte o günlerden birinde iki Brezil­ yalı futbolcunun geleceğini öğrenince, hemen olayın geçtiği salona koştum. Gerçekten, iki genç orda bir köşede oturuyordu. Artık arkadaş olduğumuz Brezil­ yalı spikere kimler olduğunu sordum. Eee, sahada si­ yah siyah, birbirine benzer gördüğünüz futbolcuları saha dışında giyimli tanımak kolay değildi. Hepsi bir­ birine benziyordu. Brezilyalı spiker “Orta sahanın bey­ ni Zito ile, yarın çok parlayacak bir genci getirdim” dedi. “Henüz yedek ama, bu delikanlı takıma bir gi­ rerse, bir daha çıkmaz. Futbolumuzun gelecekteki yıl­ dızı gözüyle bakıyoruz o n a... Daha 17 yaşında... Önü­ müzdeki maçta oynayacak. Önce biraz seyretsin, hem heyecanı geçsin, hem de deneyim kazansın, diye dü­ şündü hocam ız... İlk maçlarda o yn atm ad ı...” Söylemeyi unuttum. Benim yanımda çoğu zaman birlikte gezdiğimiz, ünlü bir İtalyan spikeri vardı. Bre­ zilyalının verdiği bilgiyi dinledikten sonra, o İtalyan meslektaş “ Ben gidiyorum” dedi, “ Z ito ile konuşmak yeter... İtalya’nın en büyük spikerlerinden biriyim. Kala kala Brezilya’nın yedeklerine mi kaldım ?” Ve yürüdü gitti. Baktım: Ö teki Avrupalı spiker ve gazeteciler de o 1 7 ’lik gencin yanma sokulmuyor. Eee, biz Tü rküz... Teknikte üstün ülkelerin adamı olmadığım için, “önce 121


insanlık” duygusu itti beni, o gence doğru... Herkes Zito ile konuşurken, onun resimlerini alırken, kam e­ rayla çekerken, ben Pele’ye, yani Brezilya’nın yedek oyuncusuna yöneldim. Yabancı dil bilmiyordu. Brezil­ yalı spiker yardımıma koştu. Yanına oturdum, epey konuştuk spiker meslektaşımın çevirisiyle... Zaten çok fazla anlatacak şeyi de yoktu. Sadece kendisine niye “Pele” adını taktıklarını anlattı. M illi takım formasıy­ la bir Dünya Kupası maçına çıkacağı için çok heye­ canlı olduğunu söyledi. Türkiye’yi tanımıyordu. Bize ait bir-iki soru sordu. Hemen yukarı odama çıkıp bi­ zim gazetelerden getirdim. Baktı. İlgilendi. Sonra spor sayfasındaki yıldızlar dikkatini çekti. “Sen de oyna, sana da yıldız vereceğiz” dedim. Güldü. En fazla yıl­ dız alması dileğimi ekledim. Sonra da Brezilyalı spike­ re fotoğraf makinemi verdim. Beraber resimler çektir­ dik. Teşekkür edip ayrıldım. 6. Dünya Kupası’nda, çeyrek final maçlarından bi­ rinde ev sahibi takımla Sovyet Rusya on biri karşı kar­ şıya idi. Stockholm ’ün Rosunda Stadı’m dolduran elli iki bin kişi, İngiltere galibi Rusya’ya, İsveç’in İtalya’da oynayan yedi profesyonel oyuncusunun verdiği futbol dersini zevkle seyretti. Özellikle ikinci devrede, Kurt Harnrin ve Nacha Skoglund, cıva gibi iki açık Rus müdafaasında aman vermediler. Talihli bir gününde olan Yaşin, Simonsson ve H am rin’in iki gollük şutunu inanılmaz şekilde kurtardı. İkinci devre başlar başla­ maz, bek Orw ar Bergm ark’m uzun bir vuruşunu ya­ kalayan Ham rin, ortaya kaydığı anda Rusların akıbe­ ti belli olmuştu. H am rin’in on sekiz üzerinden çektiği şut üst köşeden ağlara takılınca, gösteri başladı. Ruslar sinirli. Sarı-mavi form alı İsveçliler ise, kendilerin­ den emin bir maç çıkarıyorlardı. 87. dakikaya yeni gi­ 122


rilmişti ki, Skoglund’ın ara pasına şimşek gibi yetişen Agne Sim onsson, üzerinden çıkan kaleciyi de geçerek galibiyeti garantiliyordu: 2-0. M alm ö’de oynanan maçın sonunda sahayı terk eden kırk iki bin seyirci, “Almanya, turnuvanın en talihli takım ı” diye düşünüyordu. Hakikaten Yugoslavya oy­ namış, Almanya kazanm ıştı. Ah o sağaçık Helmut Rahn, 14. dakikada bütün savunmayı çalımlamasa ve topu ağlara göndermeseydi, sonuç herhalde başka tür­ lü olacaktı. Ancak Rahn affetmedi ve golü attı. Artık Almanya kademeli ve “sert” bir savunma kuracak ve Yugoslavları durduracaktı. Seyircinin coşkun tezahü­ ratı ile şahlanan Yugoslav forveti demir gibi defansı bir türlü aşam ayacak ve maçı da 1-0 kaybedecekti. Kazanan Alınanlardı. Futbolun iyisini oynayan kay­ betmişti. Fransa - Kuzey İrlanda maçına gidenler, büyük gol­ cü Fontaine’le Kopa ve Piantoni’yi seyre koşmuşlardı aslında... Gerçekten bu üç yıldız, bu ümidi boşa çı­ karmadı. Birbirinden güzel dört golle süslenen maçta Fransa, İrlanda’yı adeta sahadan sildi. Üstelik dünya­ nın en büyük kalecilerinden kabul edilen Gregg’in ko­ ruduğu Kuzey İrlanda kalesine, Fontaine iki, Piantoni ve W iesnieski de birer gol atmayı başardılar. O koca Gregg gene de birçok golü önlemiş, ama takımını 4-0 yenilgiden kurtaram am ıştı. Fontaine ise, yıllarca kırı­ lamayacak rekoruna doğru yeni gollerle ilerliyordu. Takımı Fransa da artık yarı finaldeydi.

Brezilya takımında iki g en ç... Çeyrek finalde Brezilya ile G aller’i karşılaştıran maçın özelliği, iki yeni oyuncunun parlamasıydı; Brezilya ta­

123


kımı ilk turun son maçına çıkarken, forvette Didi, Vava, Zagallo gibi asların yanında Garrincha ve Pele ad­ lı iki gencin oynamasıydı. Hotel Brom m a’da tanıştı­ ğım yedek oyuncu için, Brezilyalı spikerin dediklerini hatırladım bu maçı izlerken... Gerçekten Pele harika bir futbolcuydu. Ama gene o Brezilyalı spikerden “G arrincha” adını da duymuştum. Ç ok övmüştü onu d a ... Sahiden o da inanılmaz ölçüde süratliydi. Topla giderken koşmuyor, uçuyordu san k i... Ve bu iki genç önce Sovyet Rusya’ya karşı oynamışlar, gol atam am ış­ lar ama futbol olarak çok ümit vermişlerdi. Şimdi ise çeyrek finalde, ne de olsa İngiliz futbolu temsilcisi sa­ yılan Galler önünde ne yapacakları merak edilmişti. İkisi de mükemmeldi. Ancak Garrincha ve D idi’nin ateşlemesine karşın, bir türlü gol çıkmıyordu. Bu ara­ da önceki maçta Fransa’dan tam dört gol yiyen ünlü kaleci Gregg, bu kez takımda yoktu. Yerine Arsenal’in kalecisi Kelsey alınmıştı. M açtan sonra deneyimli bir futbol otoritesi, Kelsey için aynen şöyle diyecekti: “Dünya Kupası’nın yirmi sekiz yıllık tarihinde, bir ka­ lecinin tek başına hem de muhteşem bir forvete karşı böylesine mücadele ettiği görülmemiştir. Altmış beş dakika sürmüştü Brezilya baskısı... Fder akında da Si­ yah İnciler, karşılarında Kelsey’i bulmuşlardı. Ancak Kuzey İrlanda’da golleri önleyen Kelsey varsa, Brezil­ ya’da da golleri atm ak için doğmuş olan Pele vardı. Dünya “Pele” adını gereği gibi o maçta duyacaktı. R io ’da sokakta boş meşrubat kutularıyla futbol oy­ narken, o kutulara her vuruşunda “Ple Ple Ple” diye sesler çıkaran Pele, şimdi Galler kalesine gönderdiği topla da tribünleri “Pele Pele Pele” diye ayağa kaldırı­ yordu. Pele’nin bu golüyle Brezilya, Galler’i eliyor ve kupaya bir adım daha yaklaşıyordu. Pele, aldığı pasla 124


topu biraz sürmüş, sonra da karşısına çıkan M ervyn Charles’ı nefis bir vücut çalımıyla kenarda bırakıvermişti. Sonrası “ G ooooP’d ü ... Hem de ne golü! Artık ayakta dört takım kalmıştı. Dünya Kupası bu kez hangi ülkeye gidecekti: D ört yıl önceki gibi, şimdi de yarı finale çıkan Almanya’ya mı? Yoksa ev sahibi' olma avantajını en iyisiyle kullanan, yurtdışındaki yıl­ dızlarını getirerek gerçekten güçlü bir kadro kuran İs­ veç’e mi? Eski kurtlarla genç yıldızların yarattığı müt­ hiş forvetiyle gol olup yağan Brezilya’ya mı? Ya da si­ hirli üç ortası, hele hele gol makinesi Fontaine ile ka­ leleri sarsan Fransa’ya mı? Fikstür cilvesi, ev sahibi ile son şampiyonu karşı kar­ şıya getirmişti. Büyük mücadele, dört yıl öncenin tak ­ tik zaferinin kahram anı Herberger H oca’nm yüzünü güldüren bir atakla başlamıştı. Çünkü bu atağın so­ nunda klas futbolcu Schaefer, İsveç’in em ektar kaleci­ si Svensson’u çaresiz bırakıyor, topu ağlarla kucaklaştırmayı başarıyordu. Ev sahipleri tribünde bir anda umutsuzluğa boğulmuştu sanki... Ancak bu arada bir olay, sihirli bir değnek gibi oyunun gidişini değiştire­ cekti. Çok süratli olma özelliği yanında profesyonel bazı hileleri de iyi bilen İsveçli Ham rin, kendisini fena marlte eden Alman Juskow iak’a çok sert giriyor, bu harekete çok sinirlenerek karşılık vermeye kalkıyor... Ve bir anda ipler kopuyordu. Üzerine şimşekleri çek­ mekle tanınan M acar hakem Zsolt, Juskow iak’i oyun­ dan atacak, Almanlar on kişi kalacak, bu yetmiyormuş gibi az sonra da kaptan Fritz W alter sakatlanacaktı. Ev sahiplerinin işi çok kolaylaşmıştı. Skoglund’un go­ lü 1-1 beraberliği getiriyor, ikinci yarıda ise oyuna iyi­ ce ağırlığım koyan İsveç, önce futbol profesörü diye tanımlanan G ren’le 2-1 öne geçiyor, Juskow iak’i deli 125


ederek oyundan attıran afacan Ham rin de üçüncü go­ lü Alman kalesine yollam akta gecikmiyordu. 3 -1 ’lik sonuç, eski Dünya Şampiyonu’nu kupa dışı bırakmış oluyordu. Başka deyimle, İsveç finaldeydi. 1 9 3 0 ’daki, 1 9 3 4 ’teki gibi, 1 9 5 8 ’de de Dünya Kupası ev sahibi ülke­ nin mi olacaktı? Sorular bitmiyordu: Ya İsveç’in rakibi kimdi büyük finalde? Bunun yanıtı da Brezilya - Fransa maçında alınacaktı.

Rekoru kınlam ayan gol kralı Fontaine . .. Doğrusu “ ileri üçlü”sü ve golcüsü Fontaine ile, Fran­ sa’yı final için favori gösterenler çoktu. Brezilya’nın önceki m açlarına oranla Galler karşısında zorlandığı­ nı, tek golle galip gelebildiğini öne sürenler, golcü Fransa’nın bu m açı alacağına inanıyorlardı. Bu maça gelene kadar Fransa tam on altı gol atmıştı. Brezilya ise, sadece a ltı... Bu rakam kıyaslamasını yapanlar, Fransa’dan gol bekliyor, hatta Fransızların çok gollü bir galibiyetinin bile sürpriz olmayacağını savunuyorlardı. M aç ger­ çekten gollü oldu. Ne var ki, bu gollerin çoğunu atan, golcü Fransa değildi. Oyunun karşılıklı yedi golünden beşini Brezilyalılar atmıştı. Fontaine gene kendini gös­ termeyi bilmiş, bir gol kazandırmıştı takım ına... Bir de Piantoni’nin golü vardı Brezilya kalesinde... Ama Güney A m erika’nın Siyah İncileri, başta fırtınalaşan Pele’nin üç, Vava ve D idi’nin de birer golüyle, 5-2 gibi farklı sonuçla sahadan galip ayrılıyor, ev sahibi İsveç’le final oynama şansını elde ediyorlardı. 19 5 8 Kupası’nda seyirciler gole doymuştu. Üçün­ cülük maçı da bu kuralın dışına çıkmadı. Karşılıklı do­ kuz gol seyredilirken, Fontaine imzalı dört gol, Fran­ 126


sız futbolcusuna büyük bir krallık getirdi. Turnuvada on üç gol atan Fontaine, bu rekoruyla daima anılacak­ tı. Çünkü son 1998 Kupası da dahil, bugüne dek kırı­ lam ayacaktı rekoru. Üçüncülük m açında, dokuz golden altısını atan Fransa’ydı. Fontaine dört, Kopa ile Douis de birer sayı kaydetmişlerdi. Almanlar ise yediklerinin yarısı kadar golle cevap verebilmişlerdi. 6 -3 ’lük galibiyetle Fransa, 6. Dünya Kupası’nın üçüncülüğünü kazanıyor, bir ön­ ceki kupanın şampiyonu Almanya ise 3-6 yenilerek “Dünya birincisi” unvanını bırakıyor, dördüncülüğe boyun eğiyordu.

Futbol bu kadar şahane oynanır... Ve final: 29 Haziran 1958 günü Stockholm ’ün Rasunda Stadı’nda elli bin seyirci vardı. Belki kırk, ya da kırk beş bini İsveçliydi bu elli bin in ... Ortada da İsveç takıntı oynuyordu. Dünya Kupası’nı alabilm ek için ... Fransız hakem Guigue yönetiminde başlayan finalde, takım lar şu on birlerle dizilmişti: B r e z İ l y a : Gilmar - D. Santos, N. Santos - Zito, Bellini, Orlando - Garrincha, Didi, Vava, Pele, Zagalo İ s v e ç : Svensson - Bergmark, Axbom - Börjesson, Gustavsson, Parling - Hamrin, Gren, Simonsson, Liedholm, Skoglund Brezilya’nın favori olduğunu artık herkes kabul edi­ yordu. H atta İsveçliler bile... Ama oyun hiç de bu tah­ mine yaraşır biçimde başlamamıştı. Golü atan değil, yiyendi Brezilya... Hem de daha 4. dakikada... İsveç’in 38 yaşındaki yıldızı Liedholm kendine özel, sakin sti­ liyle topu ağlara yollayıvermişti. “Ne oluyor?” deme­ ye pek vakit kalm ayacak ve Brezilya “ 195 8 ’in en bü­

127


yüğü olduğunu hemen kanıtlayacaktı. Üstelik arasına kopya kâğıdı konmuşçasına birbirine benzer iki gol­ le ... İkisinde de unutulmaz sağaçık Garrincha fırtına gibi inmiş, çizgiden ortalamış, Vava da bomba gibi vurmuş, topu kaleye adeta m ıhlam ıştı... 0 -1 ’den 1 -1 ’e ve 2 -1 ’e geçiş, adeta göz açıp kapama süresinde olu­ vermişti. Sonrasında Pele çıkıyordu sahneye... Pele’nin gücünü dünyaya ilan ettiği gündü bugün... N e­ fis bir goldü, aşırtma pasına yetişip vuruşu... Daha sonra Z ag alo ... Nihayet Pele kapatıyordu perdeyi... Hakemin son düdüğünden ancak birkaç saniye önce, topu son kez filelerle kucaklaştırıyordu. Ve adıyla “Edson Arantes Do N ascim ento” yani benim yedek oyunculuğu gününden arkadaşım Pele... Topla birlik­ te Pele de düşüyordu yere... A ğlayarak... Hıçkıra hıçkıra ağlayarak. Aradan Simonsson bir gol atacak, maç 5-2 sonuçlanacaktı. Tıpkı bir önceki maçtaki g ib i... Fransa’yı 5-2 yendikleri gibi, İsveç’i de aynı sonuca bo­ yun eğdirmişti Brezilyalılar... 1 9 3 0 ’dan beri, kuruldu­ ğundan beri hayal ettikleri kupaya artık sahip olmuş­ lardı. Hem de muhteşem bir futbol sunarak... 1958 Kupası kapanırken, söylenen söz şuydu: “Öteki on beş finalist birleşseler bile, zor yenerler bu Brezilya’y ı...” Brezilya böyle bir şampiyondu. “Herkesin şampiyo­ nu” idi Brezilya...

128


YIL 1958 - İsveç'te Stockholm 'de Halit Kıvanç, şaftında Zito, so lunda Fele. M lL L lY E T ’teki yıldız çerçevesini tanıtıyor.

Pele, «Milliyet»le 24 yıl önce tanışmıştı Stockkohı'M Bromma Oleinde kenarda duran mahçup fi jwHWIt

tn ııtı m

a İsıtıl .a İt t

lif f İr vft*4Jlfflll

İt İH flit» 9%!

gazele, 5« anda sizin de okuduğunuz gazeteydi...

ff

— K IV A N Ç

• Yazısı 1 3 . Savfada P ele d a h a y e d e k ... Yanında d ön em in ünlü fu tb olcu su Z ito ... Ve ortad a H alit K ıv an ç... İsv eç ’in S to c k h o lm şehrin de b ir o te ld e ... P ele d a h a son ra Brezilya TV’sin de “H ay atım d a b en im le yapılan ilk r ö p o rta j b u y d u ” diyecektir.


P ele 1 7 yaşın d a, ilk D ü n ya K u pası m açın d a.


“Ç o cu k ” P ele m illi takım d a.

Brezilya, D iinya Ş am p iy on u olu rken golcü lerin den biri d e gen ç P ele’y d i...


Bu, p eş p eş e atılan ik i B rezilya golünün fo to ğ r a fıd ır ... A rasına k o p y a k â ğ ıd ı ko n m u ş g ib i birbirin in aynı ik i g o l... G arrin cha o r ta ... Vava g o l..


H alit K ıvan ç 1958 D ü n ya K u p a sı’nda İta ly a ’yı ik i kez şam p iy on yapan V ittorio P ozzo ile ... İsveç F ed erasy on B aşkan ı B ergeru s d a yanlarında.

B rezilya k a p tan ı B ellin i 1 9 5 8 ’d e k aza n d ıkları D ünya K u pası ile.

B rezilyalılar ku p ay ı k a z a n d ık ta n sonra İsveç b ayrağıyla tur atarken .


7. Dünya Kupası 1 9 6 2 ŞİLİ


1 9 5 6 ’da FİFA’nın Lizbon toplantısında Şili temsilcisi Carlos Dittborn, 1 9 6 2 Dünya Kupası finallerinin ülke­ sinde oynanmasını istediğinde dudak bükenler çok ol­ muştu. Küçük Şili, böylesine büyük bir organizasyonu başarabilir miydi? Ama D ittborn, tuttuğunu kopar­ mış, 7. Dünya Kupası ev sahipliği onurunu Şili’ye ka­ zandırmıştı. D ittborn, bitmez tükenmez bir çalışma ile hazırlıkları sürdürdü ve “yapılmaz” denileni yaptı. Ne yazık ki, finallerin başlamasına sadece birkaç hafta ka­ la... Evet, m açların başlamasına sadece birkaç hafta kala, Carlos D ittborn hayata gözlerini kapıyor ve ha­ zırladığı büyük organizasyonun başarısını göremiyordu. Ama büyük spor adamı böylesine bir şampiyonayı ülkesinde yaptırm akla, futbol tarihinin ölmezleri ara­ sında yer alacaktı. 1 9 6 2 ’de Şili’de oynanan 7. Dünya Kupası finalle­ rinde milli futbol takıntımız yoktu. Sovyetler Birliği ve Norveç’le üçlü bir eleme grubuna düşmüş, oynadığımız dört m açtan ikisini kazanmamıza karşın, öteki ikisini kaybederek elenmiştik. 1 9 6 1 ’de N orveç galibiyetiyle açm ıştık k apıyı... Hem de O slo’d a ... Rakibim izin evinde... M etin O k­ tay’ın güzel golü, aynı zamanda iki puan değerindey­ di. Hemen başlarda attığımız gol, bir deplasman başa­ rısı olarak ümit vermişti bize... Ancak öteki rakibimiz

137


Sovyetler’in o sırada kurduğu takım , finallerde “favor i”ler arasında adını geçirecek kadar güçlüydü. Ger­ çekten Ruslar final maçlarında bu gücü kanıtlayacak, 1. Final Grubu birincisi olarak çeyrek finale yüksele­ ceklerdi. Bu arada Yugoslavya gibi bir başka “favor i”yi 2 -0 yenerek... Yani Sovyetler’in kuvvetli olduğu sıralarda karşısına çıkmış ve oynadığımız iki maçı da kaybetmiştik. M oskova’da 1-0, İstanbul’da ise 2-1 kay­ betmiştik.

H aberi olmadan m aç anlatan spiker... Bu ikinci maç, benim spikerlik tarihimde önemli yer tu­ tar. Şöyle ki: O yıllarda, öğrencilere laboratuvar niteli­ ğinde bir televizyon istasyonu kurulmuştu İstanbul Teknik Üniversitesi’nde... İşte İ t ü - t v haftada bir ya­ yınlarını sürdürürken, bir hafta da TV tarihimizde ilk kez bir futbol m açının naklen yayını denemesine giriş­ mişti. Bu yayın, Teknik Üniversitesi’nin damına yerleş­ tirilen kamerayla gerçekleştirilmişti. Dam , maçın oy­ nandığı İnönü Stadı’nm hemen yanında olduğundan, görüntü, izleyebilen çok az sayıdaki seyirciden “pekâ­ lâ güzel” notunu almıştı. İyi de kim anlatmıştı maçı? Futbol tarihimizin de, TV tarihimizin de bu ilk maçı naklinde spiker kimdi? Hani biraz mahcup, biraz çekin­ gen itiraf edeyim: “Ben”mişim! Şaştınız mı? Haklısınız: Duyunca ben de şaşmıştım. Çünkü o gün maçı radyoda anlatırken, aynı anda tele­ vizyona da anlattığımı, ancak o gece, maçtan kaç saat sonra öğrenecektim. İT Ü -T v ’d e her hafta ben de prog­ ram yapıyor, sunucu olarak görev üstleniyordum. B i­ zim için de büyük tecrübe oluyordu. Çok sevimli, aynı zamanda da saygılı hocalar ve öğrencilerle birlikte ça ­ 138


lışmaktan çok mutluydum. Bana da sürpriz yapıp söy­ lememişlerdi bu yayım ... Daha doğrusu sadece görün­ tü vererek bir deneme yapılacağını biliyorduk. İTÜ'rv’nin başarılı yöneticisi Prof. Adnan Ataman, bu olayı resmi kayıtlara şu notla yazmıştı: “ 12 Kasım 1 9 6 1 ... Türk - Rus m illi futbol maçının damdan televizyonla n ak li... Tarihi bir g ü n ...” Hayatım da haberim olmadan yaptığım ilk ve son maç spikerliğiydi b u ... Daha sonraları gene İ T Ü -T v ’ d e bu kez bilerek, haberli maç yayınları yapacaktık. O günkü maçta kalecimiz Necmi Mutlu ( b j k ) çok fedakâr kurtarışlar yapmış, Sovyet takımının tehlikeli pek çok akınım savuşturmuş, ama o müthiş baskı kar­ şısında iki gol yememizi önleyememişti. 2-0 yenik du­ ruma düşmemizden sonra, bu maç için İtalya’dan, Pa­ lermo’dan getirilen Metin Oktay, mükemmel bir golle durumu 2 - 1 ’e çevirmişti. Fakat sonrasında çabamız beraberliğe bile yetmemişti. N orveç’i ikinci maçta da Aydın ve M e tin ’in golleriyle 2-1 yenmemiz de, elen­ mekten kurtaram am ıştı takıntım ızı... Sovyetler sekiz puanla grup birincisi olup finallere gitme hakkını alır­ ken, biz puansız N orveç’in önünde dört puanla ikinci olarak teselli bulmuştuk. Eğer Rusları da yenip Şili’ye gidebilseydik, gruptaki rakiplerimiz, Yugoslavya, Uru­ guay ve Kolom biya olacaktı. Ne yapardık bilemem, Uruguay’ı ve K olom biya’yı geçip yola devam edebilir miydik acaba?

Polis raporuna yazılacak m a ç... A rica’da yapılan 1. Grup m açlarında, Sovyetlerin yanı sıra Yugoslavya da çeyrek final hakkını elde etti. Uru­ guay’ı da,Yuıgoslavya’yı da yenen Sovyet Rusya, sade­ 139


ce küçümsediği bir rakip, Kolombiya önünde terledi ve 4-1 galip durumdan 4 -4 ’e düştü. Yugoslavlar ise Ruslara yenildiler ama, Uruguay’ı 3-1, K olom biya’yı da 5-0 yenerek çeyrek final yolunu açtılar. Santiago’daki 2. Grup maçlarında ise kıyamet kop­ tu. Futboldan başka her şey vardı bu gruptaki karşı­ laşm alarda... Tabii bunda, ev sahibi Şilililerin sırf bu sıfatla iddialı olm alarının rolü çoktu. “Küçük Şili böyle bir büyük organizasyonu yapam az” diye Dünya Kupası’m vermek istememişlerdi. Ama kendilerine so­ rarsanız, bu işi hem organizasyon olarak başaracak­ lar, hem de futbol olarak büyük başarı sağlayıp kupayı alacaklardı. İtalyanlar sahiden çok sertti. İşte bu sert­ lik, karşılaşmaları son derece elektriklendirdi. Bir de iddialı Batı Almanya yer alınca, bu grup gerçekten ba­ rut fıçısı oldu. İsviçre, Santiago grubunun figüranı ol­ m aktan öteye geçemedi. Batı Almanya, İtalya ile gol­ süz berabere kalmıştı ama İsviçre’yi 2 -1 , Şili’yi de 2 -0 yenerek, kendisine çeyrek final yolunu açmıştı. Grup­ tan ikinci olarak kim yükselecekti çeyrek finale? Ev sahibi Şili mi? İki kez Dünya Şampiyonluğu kazanmış İtalya mı? Almanya ile berabere kalan İtalya, İsviç­ re’yi 3 -0 gibi net sonuçla altetmişti. Şili de 3-1 yenmiş­ ti İsviçre’y i... Bir beraberlik dahi İtalya’nın tur atla­ masına yetecekti. İyi ama Şili, ev sahibi olduğu bir tur­ nuvada elenip gitmeli miydi? İşte bu iddialar, Şili - İtal­ ya maçını öyle sinirli bir havaya soktu k i... Olaylar maçtan sonra da ülkenin her yanında sürüp gitti. Fut­ bol tarihine değil, polis raporuna yazılacak bir m açtı b u ... İngiliz hakem Aston bile, tüm tecrübesine rağ­ men maçın dizginlerini elinden kaçırmıştı. İki İtalyan oyuncusunu dışarı attı. Gene de söndüremedi olayları. Tekmelerle yumrukların bolca atıldığı maçta iki de gol

140


vardı atılan ... İkisi de Şili hesabına yazılm ıştı... Böylece İtalya 2 -0 yenilip elenirken, ev sahipleri çılgınca se­ vinerek çeyrek finali kutluyordu. M açtan sonra yüz­ lerce Şilili, İtalyan kampına hücum etti. Polis daha bü­ yük olayları güçlükle önledi. Otellerin, lokantaların, kafelerin kapılarına “İtalyanlar girem ez!” diye levha­ lar asıldı. Duvarlara “İtalyanlara ölü m !” diye yazıldı. İtalyan futbolcuları öylesine haşin oynamışlar, öylesine hırçın hareketler yapmışlardı ki, Şili ulusu ayağa kalk­ mıştı. Şili basını da en ağır dilden sürdürmüştü yayın­ larını... “İtalya yanlış ekip göndermiş, futbolcuları ge­ leceği yerde boksörleri geldi” diye başlayan yazılar, gi­ derek hakaret sözcükleriyle ağırlaşıyordu. İtalyan fut­ bolcuları, bir süre taşlarla saldırıya uğrayan kamp ye­ rinin kapısından dışarı adım atamamışlardı.

Fele’yi seyredem ezsek... Okulu yakarız... 3. Grupta bir önceki kupanın şampiyonu Brezilya, her­ kesin merakını kamçılıyordu. Öyle ya, Brezilya’da Pele vardı. Pek çok futbolseverler, Brezilya’dan çok İsveç’te parlayan Pele’yi görmek için stada gelecekti. Bir Şili okulunda öğrenciler, “Pele’yi seyretmemize izin ver­ mezseniz okulu yakarız” diye tehdit etmişlerdi müdür­ lerini... Ne var ki Şili, Pele’ye pek uğurlu gelmeyecek; 2 -0 ’lık M eksika maçında oynayan ve iki golden birini atan Pele, Çekoslovakya ile yapılan maçta sakatlana­ rak, turnuvanın as oyuncusu değil am a, tribündeki bir seyircisi olacaktı. Brezilya Pele’siz kalınca, ileri hattını şöyle değiştirdi: Garrincha, Didi, Vava, Amarildo, Z agallo... Evet, Pele’nin yerini genç Amarildo almıştı. Pele varken adı bile pek geçmeyen Am arildo, daha ilk maçında takımının 141


galibiyetini sağlayan golleri atınca, tüm dikkatleri üs­ tüne çekmişti. Brezilya, Puşkaş’lı Ispanya’yı, Amarildo’nun golleriyle 2-1 yenmişti. Şaştınız mı? “Puşkaş’lı İspanya” deyimi ilk bakışta epey şaşırtıcı... Ama gerçek b u ... 1 9 5 4 ’ün ünlü M acar yıldızı, ülkesinden ayrıldığı gibi, İspanyol uyruğuna geçmiş ve bu kupada da İspan­ ya formasını giymişti. İspanya da iddialıydı, Puşkaş da. Takımın teknik sorumluluğunu üstlenen Helenio Herrera da, Puşkaş’m takımının teknik direktörü, tanınmış futbol hocası Herrera idi. Fakat büyük iddialar taşıyan İspanya, Vina del M ar’daki maçlarda, 3. Grubun so­ nuncusu oldu an cak... Brezilya’dan başka, Çekoslo­ vakya sağladı çeyrek final hakkını... İspanya’yı yenen Çekoslovakya, Brezilya’ya da 0 -0 ’dan fazlasını verme­ di. Fakat Dünya Kupası’nda her zaman ilginç karşılaş­ malar, sürprizli sonuçlar vardı. Bu kez de, Çekoslovak­ ya uğruyordu bu sürprize... “Yemlik” gözüyle bakılan M eksika, hem de 3-1 yenmişti Çekoslovakları... Rancagua’da oynanan 4. Grup maçlarında ise futbol dünyasının eski güçleri, İngiltere ve Macaristan çeyrek finale yükseldiler. Arjantin’le berabere kalan Macarlar, Bulgaristan’ı gol yağmuruna tutmuş, 6-1 yenmişlerdi. İngiltere ise aksini yaptı, Bulgaristan’la berabere kaldı, Arjantin’i 3-1 yendi. Çeyrek finalist iki takımın maçın­ da ise, M acaristan üstün çıktı, 2 -1 ’le altetti İngiltere’yi. Aslında İngilizler kılpayı kurtarmışlardı tur şansını. Ar­ jantin’in de üç puanı vardı, İngiltere’nin de... Ufak bir gol üstünlüğü, İngilizleri ikinciliğe oturttu.

55 derece sıcakta futbol... Şili’de 30 M ayıs 1 9 6 2 ’de başlayan 7. Dünya Kupası fi­ nallerinde on altı finalist, birbiriyle olduğu kadar, çok

142


kez elli beş dereceye çıkan sıcakla da mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu sıcaktan mıdır bilinmez, ama bilinen, Şili’deki m açların inanılm ayacak kadar sert geçtiğiydi. Öyle ki, ilk on iki maçta sakatlanan fut­ bolcu sayısı otuz yediyi buluyordu. Haşinlik, hırçınlık sadece futbol alanında değildi... İşte Şili - İtalya m a­ çında, takım ı gol atınca bir Şilili seyirci tribünde ha­ vaya fırlamış, “ Şili, ileri!” diye bağırdıktan sonra ol­ duğu yere yıkılmıştı. Tribünde ölen Şililinin yanı sıra, radyo ve televizyon başında can verenlerden de söz edi­ liyordu. Şili’deki 7. Dünya Kupası finalleri için “Futbol şampiyonasıydı ama, futboldan başka her şey vardı” diyen bazı kötümserler bir yana bırakılsa bile, Şili’de ger­ çekten ilginç olaylar çoktu. Sovyet Rusya ile 4-4 bera­ bere kalmayı başaran Kolom biyalılarm kampı genç kızların tatlı saldırısına uğrayınca, antrenör bütün oda kapılarının anahtarlarını saklamak zorunda kalmıştı. Bir başka merak uyandıran olay, Carlos M ontez adlı Arjantinli futbol hastasının, Şili’deki finalleri görebil­ mek için evini satması, ertesi gün de piyangodan bü­ yük bir armağan kazanarak evini geri almak için sağa sola koşmasıydı. M ontez, evini sattığı fiyattan daha fazlasıyla geri aldığı gibi, kendisi gibi sekiz futbol âşı­ ğı arkadaşını da Şili’ye getirmişti. Futbolun dünya şampiyonalarında garip bir rast­ lantı, çeyrek finalde hep Batı Almanya ile Yugoslavya birbirine düşerdi. 1 9 6 2 ’de de bu gelenek bozulmadı. Tıpkı 1954 ve 1 9 5 8 ’deki gibi, gene Almanya ile Yu­ goslavya çıktılar ku rad a... Ancak İsviçre’de 2 -0 , İs­ veç’te 1-0 kazanan Almanya olmuştu. Şili’de ise çekir­ ge üçüncü kez sıçrayamadı ve bu kez Yugoslavya’nın yüzü güldü. Yugoslavya’nın 1-0’lık galibiyetini sağla­

143


yan ve yarı final yolunu açan golü, sakatlanıp başında sargıyla oynayan Radkoviç’in atması da ilgi çekiciydi. Şampiyonluk favorilerinden biri olan Batı Almanya böylece turnuva dışı kalıyor, gözler öteki çeyrek final m açlarında parlayanlara çevriliyordu.

Büyük kaleciler karşı karşıya ... Çekoslovakya ile M acaristan arasındaki mücadele ise, iki büyük kalecinin gövde gösterisi olmuştu. Çekoslo­ vak kalesinde Schroif, M acar kalesinde de eski kurt G rocics, karşılıklı kurtarışlarla gole fırsat vermemiş­ lerdi. Ama birinin yenmesi gerekliydi ve Çekoslovak­ ya hafi Scherer, maçın kaderini değiştiren golü atmayı başardı. Grocics bunca tecrübesine karşın önleyeme­ mişti bu g olü ... Başka deyimle, M acaristan’ın elenme­ sine engel olamamıştı. Çeyrek finalde kupaya veda eden bir başka favori, Sovyet’ler Birliği idi. Ev sahibi Şili, kendisinden bek­ lenmeyen bir başarının kahram anı olarak ülkesinde bayram yaratıyor, Sovyet Rusya’yı 2-1 yeniyordu. Şili ikinci golü attığında, maçı televizyondan izleyen R ojas adlı 6 7 yaşında bir şoför “ G o o o l!” diye sevinçle havaya fırlam ış, ama aşırı heyecandan hemen düşüp ölmüştü. İşin ilginç yanı, şoför R o ja s’ın heyecandan ölümüne neden olan bu golü atan Şilili futbolcunun adı da R o ja s’tı. Şili, 2-1 ’lik sonucu ilk yarıda sağla­ mış, ikinci kırk beş dakika boyunca sadece savunma yapmıştı. Şili’nin kendi yarı alanına çekilip 2 - 1 ’i k o ­ ruma çabası sırasında, Sovyetler bütün hatlarıyla sal­ dırmış, hatta kaleci Yaşin bile zaman zaman santraya kadar çıkmış, ama beraberliği sağlayacak golü çıkara­ mamışlardı. 144


Nihayet yarı finalin bir adayı da, Brezilya - İtalya maçıyla belli oldu. Pele’siz Brezilya, bu kez Garrincha ile fırtınalaşm ıştı. İki golde de damgası vardı Garrincha’nın. Bir de Vava’dan. 3-1 galip ayrılıyordu Brezil­ ya m açtan... İngiltere, gene elenmiş, finali değil, yarı fi­ nali bile bulamamıştı. Yarı finalin ilk ayağı, Çekoslovakya ile Yugoslav­ ya’yı karşı karşıya getirdi. İlk yarı golsüz kapandı. İkin­ ci yarıda da eşitlik sürdü. Ama g olle... Önce Kadraba atmış, Jerkoviç karşılık vermişti. 1 -1 ’lik gidişi, çeyrek finalde M acar maçında kaderi, golünü atan Scherer bo­ zuyor, peş peşe iki sayı kaydederek takım ının finale yükselmesini sağlıyordu. 3 -1 ’lik galibiyet, Çekoslovak­ ya’yı bir kez daha Brezilya’nın karşısına çıkaracaktı. Çünkü öteki yarı final maçında da eski şampiyon bü­ yüklüğünü ortaya koymuştu. Aslında Brezilya - Şili maçından önce ev sahipleri “ Yenilsek de şeref! Üçüncülük maçı bile bizim için ba­ şarı” diyordu. Fakat oyun başladıktan sonra hiç de öyle olmadı. Şili futbolcuları pekâlâ zorlu bir mücade­ leye giriştiler. Ne var ki, Garrincha’nm bir önceki m aç­ tan da fazla büyüdüğü oyundu b u ... Bir g o l... Bir dalıa... İlk yarım saat biterken Brezilya, G arrincha’nm golleriyle 2 -0 öndeydi. Fakat yılmıyordu Ş ili... Toro ilk umut kapısını açıyor, kırk beş dakika 2-1 kapanı­ yordu. İkinci yarıda oyun elektriklenmişti. Ev sahibi takım , ille de beraberlik şansı peşinden koşuyordu. Ama Didi de, G arrincha’nın harika oyununu tam am ­ layınca, Vava için gol şansı doğmuştu. 3 -1 ’di durum. Şili gene bırakmadı m açı. Bu kez Sanchez penaltıdan ikinci gole gitti. 3 -2 , yeniden şahlandırdı Şili’y i... Her an 3-3 hayali içindeydiler. 145


Uğursuz bir m a ç... F akat bir kez daha Vava’mn adını yazdığı gol: 4 -2 !.. M açın sonucuydu b u ... M açın rakam lı sonucu belli olmuştu da, başka olacaklar belli değildi henüz. İşte son dakikalarda Perulu hakem Yam asaki, önce Şilili Landa’yı, sonra da ünlü G arrin ch a’yı oyun dışı edi­ yordu. Şili’nin bir de maç dışı kurbanı vardı. Şili M il­ li Takım ı futbolcusu R am irez’in babası, 4 -2 ’lik ye­ nilginin üzüntüsü içinde evine dönünce fenalaşmış ve kalpten ölüverm işti. Oysa Baba Ram irez biraz daha yaşasa, oğlunun takım ının “Dünya Üçüncüsü” oldu­ ğunu görebilecekti. Kader işte!.. Evet, Brezilya’ya ye­ nilen Şili, üçüncülük m açında Y ugoslavya’yı 1-0 yenmeyi başarm ıştı. Artık bütün gözler, büyük final­ deydi. İlk sorun G arrincha idi. Şili maçında oyundan atı­ lan G arrincha, finalde takım daki yerini alabilecek miydi? G arrincha gerçekten büyük kozdu Brezilya için ... İtalya’yı iki kez dünya şampiyonu yapmış Pozzo, Garrincha için “ Ondan büyük sağaçık görmedim” demişti. Komitenin kararı Brezilya’nın yüzünü gül­ dürdü. Çünkü grup maçında yenemedikleri, hatta gol atam adıkları Çekoslovakya’nın karşısına Garrinchalı şu on birle çıktılar: Gilmar - D. Santos, N. Santos - Zito, M auro Z ozimo - Garrincha, Didi, Vava, Amarildo, Zagallo Kupa umuduyla oynayan Çekoslovakya da şu kad­ royla dizilmişti: Schroif - Tichy, Novak - Pluskal, Popluhar, M asopust - Pospihal, Scherer, Kadraba, Kvasnak, Jelinek Sovyet hakemi Latişev’in yönettiği finalin en büyük noksanı, hiç kuşkusuz Pele idi. Ama Brezilyalıların bu 146


maçtaki sloganı aynen şöyleydi: “Com Pele ou sem Pele, ganham os!” Türkçesi: “Pele’li ya da Pele’siz, biz ka­ zanacağız...”

Pele’siz Brezilya şam piyon... Pele yoktu ama, Didi vardı. Em ektar futbolcunun yıl­ dızlaştığı finalde, bir de genç Am arildo’nun adı geçe­ cekti. Pele’nin yerini dolduran Am arildo’nun. Çünkü Brezilya’yı bu m açta yenik durumdan kurtaran adam oluyordu Am arildo!.. Oyun Çekoslovak golüyle baş­ lamıştı. M asopust, 15. dakikada durumu 1-0 yapmış­ tı. İşte Am arildo’nun golüyle Brezilya, 1-1 beraberliği sağlamıştı. İlk yarı başka gole sahne olmuyordu. Brezilya için zorluk, Çekoslovak takımından çok, o günlerin büyük kale bekçisi Schroif’i altetmekteydi. fak a t bu zoru başardı Siyah İnciler... Önce Z ito, son­ ra V ava... 2-1 galibiyetin ve kupanın yolu, 3-1 de ga­ rantisi oldu. Böylece Brezilya, Dünya Kupası’m peş pe­ şe ikinci kez kazanıyordu.

Tarihin en sert futbolu... 7. Dünya Kupası finalleri en sert turnuva olarak geçti futbol tarihine... Gol bakımından ise, kralı olmayan bir turnuva... Tam altı futbolcu, dörder golle krallık tahtını paylaşmıştı. Brezilya’dan fırtına Garrincha ve Vava, Sovyet Rusya’dan İvanov, Şili’den Sanchez, M acar Albert, Yugoslav Jerkoviç... Dört golden çoğunu atan yokttı bu finallerde... Ve finaldeki heyecandan ölen Şilili futbolsever toplamı da dörttü. Radyoda maç dinlerken kalp krizi geçirip ölmüştü dördü de... Artık futbol dünyasındaki en önem li soru şuydu: 147


Brezilya bir kez daha alarak, Dünya Kupası’nın ebedi sahibi olacak mıydı? 7. Dünya Kupası’nın feci sert geçmesinin en büyük kurbanı, Pele olmuştu. Bu nedenle futbolun taçsız kralı Brezilyalı yıldızı seyredemeyenler çok üzüldü. Bu arada kendisine “Çok geçmiş olsun telgrafı geldi m i?” diye soran basın mensuplarına, Pele şu yanıtı vermişti: “ O ooo, sayılamayacak kadar çok geçmiş olsun telgra­ fı geldi. Ama çoğunluğu, benim yerime oynayan Amarildo’nun ak rabaların d an ...”

Ju les R im et ku p asın ı ikin ci k e z alan B rezilya takım ı.


B rezilya K ap tan ı M au ro 1 9 6 2 ’d e D ü n ya K u p ası’yla.


8. Dünya Kupası 1 9 6 6 İNGİLTERE


Futbolun en büyük şampiyonasının futbolun beşiğinde oynanması ve futbolun en büyük kupasının “futbolun babaları” tarafından kazanılması için tam otuz altı yıl beklenmişti. Ancak 1 9 6 6 ’ya gelindiğinde, İngilizler Dünya Kupası’nda hem “ev sahibi” hem de “şampi­ yon” olma onuruna kavuşabildiler. Evet, İngilizler fut­ bolu yarattıklarını öne sürüp, kendilerini bu sporun babası sayıyorlardı. Ne var ki, çocuklar babayı geçmiş, şampiyonluğu hiçbir zaman ona bırakmamışlardı. İşte şeytanın ayağı 1 9 6 6 ’daki 8. Dünya Kupası finallerin­ de kırıldı. O güne dek hep tökezlemişti İngiltere... Hep hayal kırıklığına uğramıştı. Bir bakıma 1 9 6 6 , İn­ giliz futbolunun dünya piyasasında yeniden doğuşuy­ du. “Evimizde şampiyon olalım ” parolasıyla en iyi ta­ kımı hazırlamaya çalışan İngilizler, sevimli maskotları “ W illie”yi hatıra eşyası olarak her yana salıyor, fut­ bolcu kılığındaki minik aslanlarıyla dünyayı ülkeleri­ ne davet ediyorlardı. Gerçekten önceki yedi kupayla kıyaslanamayacak ölçüde büyük ilgi yarattı 8. Dünya Kupası finalleri... Televizyonla seyredenler de dikkate alınırsa, m açları izleyenlerin altı yüz milyon kişiyi bul­ duğu hesaplanmıştı.

153


Bizim için dağın arkasındaki u m ut... 8. Dünya Kupası finallerine katılm a mücadelesi 1 9 6 5 ’ te başlamıştı. Bizim için ise şans, “dağın ardındaki umut”tan fazla değildi. Portekiz, Çekoslovakya ve R o ­ manya ile aynı gruba düşmüştük. Birinden sıyrılsak, ötekine takılacaktık. O halde final şansını elde edemesek de, şerefimizle denmeliydik. Grubumuzda iyi bir yer almalıydık. Ne yazık ki, öylesi bile olamadı. Yeni­ le yenile başımız döndü bu elemelerde. Futbol tarihi­ mizin en büyük bozgunlarına uğradık. Bizim Dünya Kupası sayfamız Lizbon’da açılmıştı. İstanbul’dan havalanan “Ses” adlı Türk Hava Yolları uçağı öğleyin R om a’ya varmış, akşam da Lizbon’a ulaş­ mıştı. Çünkü jet çağı henüz başlıyordu ve çoğu hava yolculuğu pervaneli uçaklarla yapılıyordu. Bizim de pervaneli bir uçakla sabah binip akşam inmemizde bir gariplik yoktu. Aksine, Lizbon Havaalanı’nda Türk H a­ va Yolları uçağı, Türk M illi Takımı kadar ilgi uyan­ dırmıştı. Çünkü ilk kez bir Türk sivil havacılık uçağı­ nın Lizbon havaalanına inmesi, Portekiz medya men­ supları için “olay” önemini kazandı birden... Lizbon Radyosu röportajcısına bunu söylediğimde, futbolcu­ larımızı bırakm ış, uçağa doğru koşmuştu. Uçakta pek neşeli gitmiştik. Özel uçak olduğundan önlerde oturm am ız tavsiye edilmişti. Hosteslerimiz “İleri, lütfen ileri” dediğinde, futbolcularımızın bazısı “Olmaz, bize verilen taktik öyle değil. Hep geride ka­ lıp savunma yapacağız” diye şakalaşıyordu. Roma H a­ vaalanında Basın Ataşemiz, gazeteci arkadaşımız, sev­ gili Orhan Koloğlu ile, İtalya’da oynayan yıldızımız Can Bartu karşılam ıştı kafilem izi... Lizbon’da da Portekiz­ lilerden büyük yakınlık görmüştük. Kafile başkanı Dr. 154


Selahattin Ak-El, menajer İtalyan Sandro Puppo, antre­ nör Cihat Arman’dı. Futbol Federasyonundan eski dost Fevzi Kaya, Rahmi M agat ve Cemal Tertemiz kafileyi tamamlıyordu. Ben maç spikerliği yanında, Federas­ yon basın temsilcisi olarak da görevliydim. Bu amaçla bir küçük broşür bastırmış, ayrıca takım kadrosunu bir basın toplantısıyla açıklamıştım. Sevgiyle andığım, değerli kardeşim Namık Sevik’in Milliyet için yaptığı röportaj, Portekiz M illi Takımı’nın ünlü kalecisi Costa Pereira ile ikimizi karşı karşıya getirmişti. Pereira kaleciliğin yanı sıra, spor spikerliği­ ne başlamıştı. Bu İberik yarımadasının kalecileri böyle oluyordu. Pereira spikerliğe özenirken, komşu Ispan­ ya’da da Real M adrid’in kalecilerinden Julio İglesias şarkıcılığa atılmıştı. Pereira “Futbolu bıraktıktan son­ ra ciddi olarak spikerliği meslek edineceğim” diyor, şimdi yaptıklarının “deneme” niteliğini taşıdığını belir­ tiyordu.

Spikerler neden kaleciyle uğraşır? Costa Pereira’nın spikerlik konusundaki sözleri ilginç­ ti: “Benim spikerliğim kaleciliğimden doğdu. Spiker­ ler çoğunlukla kalecilerle uğraşırlar. Daha doğrusu, spikerlerin ekmeğini kaleciler verir... Onlar gol yemez­ se, spikerler ne diye bağıracak? Kalecinin üzüntüsü, spikerin sermayesi değil midir? İşte ben de bu nokta­ dan hareketle, kaleciliğim bitince spiker olayım, de­ dim. Yalnız sizden ricam , yarınki maçta kaleme giren gollerde ne olur öyle çok bağırmayın, ballandıra bal­ landıra anlatm ayın.” Ertesi gün Pereira’nın kalesine gol girdi girmesine... ama bende ballandıra ballandıra anlatacak hal mi var­ 155


dı? Takım ca “Adiyö Lizbon” şarkısını söylüyorduk. Augusto, Eusebio, Torres, Coluna, Simoes forvetiyle kalemizi adeta ablukaya almıştı Portekizliler... Kale­ mizde Varol dayanıyordu. Hayatının büyük m açların­ dan birini oynuyordu V aro l... 1 9 5 4 Dünya Gençler Turnuvası’nda da “en iyi kaleci” olarak alkışlandığım hatırlıyordum. Koca Real M adrid takımına karşı da dimdik durm uştu... Zaten büyük kaleciydi. Futbol kadar sinemayı ve tiyatroyu sevmemiş olsaydı, daha da büyüyecekti y a... Ama o gün Varol dev gibiydi Por­ tekiz devlerinin karşısında... Yalnız bizimki bir kişiy­ di, onlar beş... Ve beş kişi, bir kişiyi yendi. Birinci gol geldikten sonra da, arkası geldi. Bu arada Varol’un elin­ den sakatlanm ası, Eusebio ve arkadaşlarının işini iyice kolaylaştırmıştı. Portekiz fırtınası beş gol getirmişti. Bir de ilk kez ayyıldızlı formayı giyen Göztepeli Fevzi Zemzem, şe­ ref sayımızı çıkarmıştı k afayla... Portekiz’in o takım ı­ na 5-1 yenildik diye çok üzülmüştük. Fakat teselliyi ertesi yıl bulacaktık. Çünkü aynı Portekiz, Dünya Ku­ pası finallerinde şampiyon İngiltere’ye bile ancak 2 -1 ’le zor yenilecek, onun dışında herkesi ezip geçerek “Dün­ ya üçüncüsii” olacaktı.

Şarabı içmedim , hata ettim ... M aç öncesi Portekizli spiker arkadaş kocaman bir şişe şarap getirmiş, “Halis Porto şarabı, sesi açar” demişti. Neme lazım, diyerek dokunmamıştım şişeye... Galiba hata etmiştim. Oysa tam kafa çekip de anlatılacak m aç­ tı... Adamlar oynuyor, bizimkiler seyrediyordu. Arada “Porto şarabı” deyince... Dönüşte hatıra di­ ye alanlar olmuştu kafilede... Fakat R om a’da tesadü156


İm çantasını açan bir futbolcu, bağırarak koşmuştu, " l ’yvah, mahvoldum” diye... Çünkü şarap şişesi uçak­ la patlamış, bavulun içinde ne var, ne yoksa hepsini I ,m kırmızısına bulamıştı. Milli takımla Portekiz’e gidişim, bana bir mizah ya­ n s ı ilhamı vermiş, gazetede yayınlanan bu yazı Gaze­ l i çiler Cemiyeti’nin “M izah” dalında “Başarı Armağa­ nı "m kazanmıştı. M illi maçın radyoda nakli için yap­ tığ ım girişimler, gerçekten çok mizah gibiydi zaten... İ ş l e seyahat dönüşü başımdan geçenleri derlemiş to ­ parlamış ve şu yazıyı hazırlamıştım:

I'ortekiz ilham ları... Portekiz’le bir milli m aç oynayacaktık. Bu maçı radyoı la nakletm ekle görevli sunucu da bendim . L izbon ’a va­

naca ilk işim, Portekiz R adyosu n a koşm ak ve naklen yayınla ilgili işlemi tam am lam aktı. D aha önce bir baş­ ka ülkede rastlaşıp tanıştığım Portekiz Radyosu prog­ ramı müdürü, kartını vermiş, “Yolunuz düşerse b ek le­ rim " demişti. Yolum düştüğüne göre, adam da bekliyor olmalıydı. Portekiz R adyosu ’nun kapısında m üracaat m em u­ runa yaklaşırken, elim deki karta bakıp “Senyor Da Silva'yı g ö receğ im ” dedim . A dam güldü: “H angisi a m a ? Portekiz’de her yüz kişiden doksan beşinin adı D a Sil­ uet'dır. ” Tekrar elim deki karta bakıp : “Senyor Pinto D a Sil­ uet” dedim . G ene güldü m üracaat m em uru: “P orte­ kiz'de her yüz kişiden seksen beşinin adı P in to’dur.” Bir daha b aktım kartvizite: “Senyor Pereira Pinto Da Silva” dedim . M em ur bir kez daha güldü: “P orte­ kiz'de her yüz kişiden yetm iş beşinin adı, P ereira’dır.” 157


O lacak gibi değildi. K arttaki bütün adlan peş peşe okum aya başladım : “Senyor A fonso R odrigez M urao M arcio Augustinho Antonino Pereira Pinto D a Silv a ...” Başını salladı m em ur: “H ah şöyle söylesenize!.. Ben de kim i aradığınızı anlayayım ... Bir d a k ik a b ek le­ yin lütfen... ” Telefonla konuştu, sonra bana döndü: “G eliyor.” G erç ek ten ç o k g eçm ed en m erd iv en lerd en inen uzun boylu, şık bir genç, elini uzattı: “Bendeniz Sen­ y or R obertin o J o s e R esende A lfredo Farinha Escam illa P edro D a Silva R osario Pinto D a A lm elda Pereira F ran cisco... Sanırım siz Senyor A fon so R odrigez Mu­ rao M arcio Augustinho A ntonino Pereira Pinto Da Silva’yı g örm ek istiyor sunuz... A ncak kendisi seyahette... Sizi, yardım cısı Senyor Santos D a Silva Costa Oliveira Pinto Pereira N obrega Senecca R osario Jo s e Festa G om es k a bu l e d e c e k .” B öylece beni karşılam aya gelen Senyor R obertino J o s e R esende A lfredo Farinha Escam illa Pedro D a Sil­ va R osario Pinto Da A lm elda Pereira Francisco ile bir­ likte yürüdüm ve Senyor A fon so R odrigez M urao M arcio Augustinho A ntonino Pereira Pinto D a Sil­ va’nm yardım cısı Senyor Santos Da Silva Costa O live­ ira Pinto Pereira N obrega Senecca R osario J o s e Festa G o m es’in yanm a gittim. K ibar adam dı. O daya girm e­ m izle birlikte elini uzattı ve kendisini tanıttı: “B en de­ niz Senyor Santos D a Silva C osta Oliveira Pinto P ere­ ira N obrega Senecca R osario J o s e Festa G om es... N e içersiniz? Bir k a h v e? Ya da soğuk bir şey?” Bir kahve içebileceğim i söyledim . H em en zile bastı, gelen odacıya: “Senyor Carlos Jo s e Da Silva Pinto Gracas Custodio Lucas Vicente M anuel Viritao D ezassios A lberto R obertin o... Konuğumuza bir k a h v e” dedi. 158


Sonra bana döndü, kahve getirm ek için dışarı çıkan yaşlı adam ı işaretle “Bizim eski em ektardır” dledi, “Senyor Carlos Jo s e D a Silva Pinto G racas Custoıdio Lucas Vicente M anuel Viritao Dezassios A lberto R oıbertino... Kahvenizi şim di getirir... N aklen yayına geliince... H iç merak etm eyin... Radyom uz açısından her şe>,y tam am. Şimdi stad müdürü Senyor Pedro D a Silva A fon so Petı'ira N obrega H ilario Ancuez M anuel Elcaimillo Arthııro’ya telefon ederim . O da elinden geleni ytapar. Hatla hemen telefon edeyim ... Ah ço k a ffed in ... Adınızı... Şey... Unutmadım d a ... Senyor A fonso Roâ.rigez M u­ tan Marcio Augustinho Antonino Pereira Piı\to D a Silea giderken adınızı söylem em iş, sadece Türk spiker g e­ lecek, demişti. Onun için rica etsem adınızı....” En fakiri kendisini beş-on isim le tanıtan insanlar ıUyarında, benim sad ece “H alit K ıvan ç” diye kendim i tanıtmam, en azından ülkem e, ulusuma ayıp olacaktı. Vıiııi ben de kendim i, d ah a doğrusu m em leketim i g e­ tr gi gibi ve de oranın törelerine uyarak tem sil etm eliy­ dim... Şöyle bir düşündüm. H em en ken d im i - o r d a ıluyduklarımın ilham ıyla—şöyle tanıtıverdinr. "'Turkos R adyos D esportos Evde A km az T erkos Sabah İşbaşı G eceyarı Paydos Erafik Tıkalı E lektrikler Fos Vergi Taksit B on o B ırakm az K azanç İlendeniz d e Senyor D on H alit K ıvan ç... ”

( a n ’lı, Ö zcan’lı çıktık am a... Portekiz’le ikinci maçımızın öncesi epey olaylı geçmiş­ li Portekizliler İstanbul’a gelip de batak halindeki saIı.ımızı görünce, “Burda oynamayız. M ilyonluk ayak­ 159


ları çamura gömemeyiz” dediler. Portekiz Futbol Fe­ derasyonu yetkilileri, “Çim olsun, nerde olursa olsun, oynarız” diye diretiyorlardı. Uzun tartışmalardan son­ ra M ithatpaşa’daki milli maç Ankara’ya, 19 Mayıs Stadı’na alındı. Bu arada Portekiz rövanşı için Avustur­ y a’dan kaleci Özcan A rkoç, İtalya’dan da Can Bartu getirilmişti. Lizbon 5 -1 ’inin rövanşına şöyle çıktık: Özcan (Austria) - Özcan ( f b ) , Numan (Altay) Mustafa ( g s ) , Naci ( g s ) , Şeref ( f b ) - Yılmaz ( g s ) , Ay­ han ( g s ) , Metin ( g s ) , Can (Lazio), Yaşar ( p t t ) Kaptanlığı Metin O ktay yapıyordu. M açın hakemi de Suriyeli R aşid’ti. Takımımız inanılm ayacak kadar güzel futbol oyna­ dı o gün... Eusebio ve arkadaşlarını seyre gelenler, Can Bartu ve arkadaşlarını seyretti. N e var ki, tüm maç bo­ yunca güçlü rakibimizden üstün oynamamıza karşın, son vuruşlarda zayıf kaldığımızdan gole gidemedik. Portekizliler ise, Lizbon’dakiyle kıyaslanam ayacak kadar başarısız göründükleri halde, bir frikikle “m ut­ lu son”a ulaştılar. 60. dakikada bir serbest atış kazan­ dılar. Bizimkiler baraj yaptı. Eusebio geldi ve vurdu. Vurmadı da mıhladı ad eta... Böyle frikilce, böyle gole şapka çıkarılırdı. Kalecimiz Özcan o ana kadar şahane kurtarışlar yapmıştı am a, büyük Eusebio’nun büyük frilcikinde onun da yapacak şeyi yoktu. Lizbon’daki maçla bizim açımızdan fark, orda oynayamamış, yenilmiştik. Ankara’da ise oynamıştık oy­ namasına. Ve gene yenilm iştik... Bu maçın unutulmayacak adamı Suriyeli hakem R aşid’ti. M ith atp aşa’nın batak sahası için “Nesi var? Nizamidir. O ynanabilir” diyen hakem Raşid, A nka­ ra’daki m açta öyle hatalar yapmıştı k i... Flata demek 160


hile hata olurdu. Avantaj kuralından habersiz Suriyeli hakem, bir de taç atışında ofsayt çalınca, bütün stadı hem kızdırmış, hem de güldürmüştü. M açtan sonra Portekizli medya mensupları bile bize acımış, “M açın hakkı beraberlikti. Değilse, siz kazanmalıydınız. Bi­ zim takım hiç de iyi oynamadı. Fakat Suriyeli hakemin komik kararları, hep sizin aleyhinize oldu” demişler­ di. Lizbon’dan sonra futbolumuz bu “5-1 ”e abone ol­ muştu galiba!.. Dünya Kupası maçları arasında, bir de Avrupa Kupası’nda kulüplerimizin maçlarını izli­ yorduk. Hiç unutmam, Lizbon’dan geldikten bir süre sonra Brüksel’e uçmuş ve Fenerbahçe’nin Anderlecht takımıyla Avrupa Kupası maçını nakletmiştim radyo­ da... M açtan sonra İstanbul’la telefonla konuşurken, Cialatasaray’ın İsviçre’deki Avrupa Kupası maçının sonucunu sorduğum da... kahkahalar yükselmişti tele­ fonun öbür ucundan: “Bilmeyecek ne var? Hükümet kanun çıkardı: Artık bizim takımlar Avrupa’da hep 5-1 yenilecek!!!”

S - l ’e abone! Gerçekten yurda döndüğümde Sion gibi İsviçre’nin pek tanınmamış bir takım ına G alatasaray’ın 5-1 ye­ nildiğini, maçı izleyen sevgili arkadaşım Necmi Tanyolaç’tan dinlemiş ve inanamamıştım. Necmi: “Siz ne di­ yorsunuz? Ben bile tribünde maçı seyrederken inanamıyordum.” Neyse sonrasında beş tane yememiştik. Yavaş ya­ vaş dört, hatta üç gole indirmiştik kalemize giren top­ ların sayısını... R om anya’ya Bükreş’te 3-0 kaybettik­ ten sonra özel milli maçta Bulgaristan’a 4-1 yeniliyor, ancak Pakistan’ı 3-1 yenerek teselli buluyorduk. Bir

161


başka özel maçta ise İran’ı yenemeyecek, O-O’la avu­ nacaktık. Ama 9 Ekim 1965 günü, gene Dünya Kupası’na katılm a şansı yaratmak için Çekoslovakya’nın karşısına çıkıyorduk. İyi ki iki spiker anlatıyordu m a­ ç ı... Sevgili Orhan Ayhan kardeşimle birlikte m ikro­ fon başındaydık, Ali Sami Yen Stadı’nda, tribünün en arkasındaki kulübede... Gerçek şuydu: 1 9 6 5 , futbolu­ muzun baş aşağı gittiği bir yıldı. İşte bu maçta doruk­ lara çıkacaktı bozgunumuz... Takımımız Varol (Altay) - İsmail ( f b ) , Fehmi ( b j k ) - Naci ( g s ) , Süreyya ( b j k ) , Nevzat (Göztepe) - Yılmaz ( g s ) , Yılmaz (İstanbulspor), Ogün ( f b ) , Fevzi (Gözte­ pe), Uğur ( g s ) şeklindeydi. Kaptanlığı, Fenerbahçe’den G alatasaray’a geçmiş olan N aci Erdem yapıyordu. H a­ kem de İspanyol Righi idi...

O f o f of!.. Yarım düzine gol! Ayyıldızlı takımımız o güne kadar içerde ve dışarda maç kaybetmişti. Yenilmiş, gol yemiş, goller yemişti. Ama kendi evinde, hiçbir rakip karşısında yarım düzine go­ lü kalesinde görmemişti. Orhan Ayhan’la birlikte spi­ ker kulübesinde yerin dibine geçtiğimizi hissediyor, bir­ birimize adeta yalvarıyorduk. “Ne olur, sen an lat” di­ ye. Hiçbirim iz bu faciayı duyurma görevini üstlenmek istemiyorduk. G o l... Bir gol d ah a... Bir daha g ol... Ye­ ni bir g ol... G o l... Tekrar g o l... Yeter yeteeer!.. Ancak altıda “Peki yeter” demişti Ç ekoslovaklar... İstanbul’daki 6 -0 ’dan, daha doğrusu 0 -6 ’lık Dünya Kupası eleme maçımızdan sadece iki hafta sonra yü­ zümüz bir nebze gülecek, Dünya Kupası elemelerinde­ ki tek galibiyetimizi alacaktık. İşte A nkara 19 M ayıs Stadı’ndayız. Bükreş’te 3-0 162


yenildiğimiz Rom anya’nın karşısına çıkıyoruz. Ümidi­ mi/. yok denecek kadar az... M oralim iz ondan da az... Ürkek, korkak çıkıyoruz m aça... Hayli değişik bir on birle: Nihat (Beykoz) - Şükrü ( f b ) , Fehmi ( b j k ) - Tuncay (Izmirspor), Sabahattin (Göztepe), Onursal (Hacette­ pe) - Ogün ( f b ) , Nedim ( f b ) , Fevzi (Göztepe) Şeref ( f b ), Yaşar ( f b ) Kaptanımız, Şeref H as... M açın hakem i de, Arna­ vutluk’tan Ram iz Pregio...

Çok şükür, galibiz... Mutlu bir gün... Mutlu bir m aç... Mutlu sonu var çün­ kü... Romanya’yı 2-1 yeniyoruz. R om anya’yı yenmek­ le de, Dünya Kupası cetvellerinde sadece puanı değil, ıiıbarı da “sıfır” olan bir takım kimliğinden kurtulu­ yoruz. Çekoslovakya m açındaki kırmızı kuşaklı beyaz lorma yerine, beyaz kuşaklı kırmızı forma giymişti fut­ bolcularımız... On bir oyuncudan sekizi değiştirilmişlı. Maç yeri de farklıydı. Birinden biri uğurlu gelmişti galiba... Şeref’ten Yaşar’a, Yaşar’dan Fevzi’ye, Fevzi’den R o ­ men kalesine: Gol 1. Yaşar’dan Nedim ’e, Nedim ’den bom ba şut: Gol 2. Sonrasında bir gol de onlar attı, önemli değil... G a­ libiz y a... Galibiyet özlemi içinde tribünler inliyor... Ağlayanlar var sevinçten... M ikrofonda nasıl da se­ vinçle anlatıyorum. Sanki Dünya Kupası’m kazanmışız gibi... Kolay değil, 6 -0 ’ın ezikliğini atma savaşı bu ... Son maçımızda Çekoslovakya’ya 3-1 kaybediyor ve bir kez daha Dünya Kupası’na uzaktan bakıyorduk. I R54’den bu yana olduğu gibi... 163


Kupa maçları başlıyor d a ... Kupa n erd e?

8. Dünya Kupası finalleri başlarken İngilizler, ev sahip­ liği onurunu taşıdıkları bu şampiyonada altın kupayı kimseye kaptırm ak niyetinde değillerdi... Ama daha m açlar başlamadan biri kupayı alıp gidivermişti... Bir vitrinde teşhir edilen Dünya Kupası kaybolmuştu. Ç a­ lınmış mıydı? Şaka mıydı? Ne olduğu asla anlaşılamayacaktı. Çünkü som altın Jules Rim et Kupası’nı Lond­ ra parklarından birinde gazete kâğıdına sarılı olarak, küçücük bir köpek bulacaktı. Londra’nın o güzel parklarından birinde sahibiyle dolaşmakta olan “Pickles” adlı minik köpek, bir ara yerde duran gazete kâğıdından pakete koşmuştu. Sa­ hibinin de dikkatini çekmişti, köpeğin paketle m üca­ delesi... Kalktı oturduğu park sırasından... Gitti, bak­ tı: Gazete kâğıdından paketin içinde som altından Dünya Kupası vardı. Küçük “Pickles” sahibine de hatı­ rı sayılır bir armağan kazandırmıştı. Kendisi yağlı bir­ kaç kemiğe birden sahip olurken... 11 Temmuz 1966 günü Kraliçe Elizabeth II, 8. Dün­ ya Kupası’m açtı. Ama Kraliçenin futbolcuları gol ka­ pısını açamadılar. İngiltere ile Uruguay arasındaki bu ilk mücadele 0-0 kapandı. İki tarafın da temkinli oyu­ nu, gole fırsat vermemişti. Yenmekten önce “Aman ilk maçta yenilmeyelim” diye çaba harcamıştı iki taraf d a... Sonunda bu iki takım, bu grubun iki çeyrek fi­ nalisti oldu. İngiltere, öteki m açlarında Fransa’yı da, M eksika’yı da aynı sonuçla, 2 -0 yendi. Uruguay ise M eksika ile 0-0 berabere kaldı ama Fransa’yı 2 -1 ’le altederek çeyrek final hakkını sağladı. 2. Grupta altı m açta on altı gol vardı ve bu goller den çoğunu atan Batı Almanya, İsviçre’yi 5-0, İspan­ 164


ya’yı 2-1 yenerek çeyrek finale çıkmıştı. Grubun öteki çeyrek finalisti A rjantin’di. Arjantin de İsviçre’yi 2-0, Ispanya’yı 2-1 yenmişti. Batı Almanya ile Arjantin ara­ sındaki mücadele, tıpkı 1. grubun çeyrek finalistlerin­ deki gibi, 0-0 kapanmıştı.

Bir d ev ... 3. Grup ise, büyük ilgi çeken dörtlüydü. Her şey bir yana, Pele’li Brezilya vardı bu grupta. Son iki kupayı peş peşe kazanan Brezilya... Sonra yeni bir fırtına ola­ rak esen Portekiz. Futbolda yeniden patlamaya hazır M acaristan... Bir de Bulgaristan... Brezilya, 1966 per­ desini Pele’nin golüyle açtı... Garrincha’dan da bir gol gelince: 2-0. Brezilya kupaya iyi başlamıştı. 2 -0 ’lık Bulgaristan galibiyetinden sonra Brezilya için, “Kupa­ yı üçüncü kez alacak” diyenler çoğalmıştı. Fakaaat!.. Brezilya’nın görüp göreceği zafer de, seyircinin görüp göreceği Brezilya da bu kadardı. Heyecanla bekleyen futbolseverlerin seyredeceği Pele de bundan ibaret kal­ dı. Ötesinde izlenen, bir devin tekmelerle, faullerle yı­ kılışıydı. Önce M acaristan, ardından Portekiz, hem de 3 -1 ’lik sonuçlarla devirdiler Brezilya’y ı... Brezilya için yenilgiler kadar acı ve talihsiz olay, Pele’nin sakatlanıp gözyaşlarıyla oyunu terk etmesiydi. Ancak insafla söy­ lemeli ki, 1966 finallerinde bu gruptaki her maçta her rakip futbolcu Pele’yi tutabilmek, durdurabilmek için her çareye başvurmuştu. Yani Pele, futbolcuların ya da futbol ayakkabılarının arasında değil, sanki balyozla­ rın, testerelerin, çekiçlerin, tokmakların arasında top koşturuyordu. Brezilya ezilir, Pele de sakat ayağıyla ke­ nara çekilirken, karşıda Portekiz takımı ve yıldızı Eusebio parlıyordu. Futbol dünyasında krallık tahtı için 165


aday oydu artık. Gerçekten Eusebio birbirinden güzel gollerin kahramanı oluyordu. M acaristan’a karşı oy­ narken başından sakatlanmış, ama sargılarla devam etmiş ve 3 -1 ’lik galibiyette büyük pay sahibi olmuştu. Kara Panter’li Portekiz, Bulgaristan’ı da üç golle yenip çeyrek finale çıktı. Portekiz, üç rakibini de üçer golle yenmişti. Grubun öteki çeyrek finalisti, M acaristan’dı. 4. Grup da ilginçti. D ört yıl öncenin kavgacıları, İtalya ile Şili bir araya düşmüşlerdi. Ancak zaman yara­ ları sarmıştı ve bu kez kavga dövüş çıkmadı. M aç ge­ ne 2 -0 bitmişti, yalnız şimdi kazanan İtalya idi. Ne var ki, İtalya beklemediği yerden yedi darbeyi... Kimsenin önemsemediği Uzakdoğulu bir futbol takımı, İtalya’yı silivermişti. Kuzey K ore’ye 1-0 yenilen İtalya, böylece daha grup maçlarında elenip gitti. Çeyrek finalistler, “sürpriz” Kuzey Kore ile Sovyet Rusya oldu.

Bu ne biçim futbol? 1966 Kupası’nda çeyrek finaller olaylı başlamıştı. Kördöğüşü halinde geçen İngiltere - Arjantin maçında bir tek gol, ama pek çok tekme atılm ıştı. A rjantin’in milli kahram anı, kaptan R attin ’i oyundan çıkaran Alman hakem Kreitlein, polis kordonu sayesinde canını kur­ tarabilm işti. Rattin “Kaptan olarak bir şeyler söyleye­ cektim hakem e... Yanlış anladı beni” diye savunuyor, ama derdini anlatamıyordu. M açtan sonra ise A rjan­ tinliler, oyuncusuyla, yöneticisiyle hakeme hesap sor­ mak istiyor, İngiliz polisi Alman hakemi kurtarıyordu. Futbolsuz maçın futbolla ilgili tek yanı, bitimine altı dakika kala H urst’ün attığı goldü. Bu golle de İngilte­ re yarı finale yükselmişti. Aslında bu karşılaşma 90. dakikasında bitmedi. M açtan sonra Tv’de verdiği de166


ineçte Arjantinlilerin sertliğini ve davranışını eleştiren Ingiliz menajeri Alf Ramsey, “hayvanlar” diyecek ka­ dar ileri gitti. Bu söz de dünyayı karıştırdı, hatta poli­ tik çıkmazlar bile yarattı. Ne gariptir ki, 23 Temmuz 1 9 6 6 günü Londra’daki Ingiltere - Arjantin maçında Alman hakemi, Güney Amerika takım ının kaptanını oyundan atarken; Sheflield’deki Almanya - Uruguay karşılaşmasında da, İn­ giliz hakem ordaki Güney Amerika takımının kapta­ nını oyundan çıkarıyordu. H atta az sonra bir Urugu­ aylI daha oyun dışı kalacaktı. Bunu bir rastlantı ola­ rak görmeyen Güney Amerikalılar, dünya basınına ilettikleri yakınmalarında aynı ağızla konuşuyor, “İn­ gilizlerle Almanlar elele verip bizi eliyorlar. Finali ara­ larında oynamak iç in ...” diyorlardı. Doğru muydu, yanlış mı? Bilinmezdi. Bilinen, finali dedikleri gibi ger­ çekten İngiltere ile Alm anya’nın oynaması oldu. Aslında Batı Almanya takımı fırtına gibi esiyordu. Beckenbauer, Haller, Seeler, H eld ... Evet, tam dört g ol... Uruguay’ı 4 -0 gibi ağır sonuçla yenen Batı A l­ manya yarı finaldeydi artık ... Sovyetler Birliği - M acaristan maçı ise, “kaleci” de­ nilen oyuncunun önemi konusunda düzenlenen, uygu­ lamalı bir açık oturum gibiydi. Yaşin kurtarışlarıyla takımına yarı final yolunu açarken, M acar kalecisi Gelei yenmez golleri yiyor ve M acaristan’ın 2-1 yenilip elenmesine neden oluyordu.

Ajanslar, haberi ters yüz ediyor... Çeyrek finalin dördüncü maçı, Portekiz’le Kuzey Kore arasındaydı. Az bir seyirci toplamıştı bu karşılaşm a... Hele basın pek ilgi göstermemişti. Nasılsa sonucu bel­

167


liydi. Ancak öteki stadlarda önemli buldukları maçla­ rı izleyen spor otoriteleri, basın bülteninde “Kuzey K o­ re 1 - Portekiz 0 ” yazılı notu aldıklarında basın büro­ larına koşmuşlardı. “M utlak yanlış vardır, yanlış yazıl­ m ıştır” diyen otoriteler çok geçmeden “Kuzey Kore 2 - Portekiz 0 ” notuyla şaşkına dönüyorlardı. Hele “Ku­ zey K ore’nin Portekiz önünde 3-0 galibiyete yükseldi­ ğ i” haberi geldiğinde... Bulundukları stadlardaki m a­ çı bırakmıştı basın m ensuplan... Tribünlerde herkes birbirine duyuruyordu: “ Kuzey Kore, Portekiz’e 3-0 galipm iş!..” Kimse inanmıyordu ama gerçek buydu. O gün, orda futbol tarihinin en ilginç m açlarından biri oynanıyordu Portekiz’le Kuzey Kore arasında... İşte Eusebio birden kendini gösteriyor ve “D u r!” diyordu K orelilere... Birinci Eusebio golünü, penaltıdan İkin­ cisi izledi. Ama zaman yetmemiş, ilk yarıyı 3-2 geride kapamıştı Portekiz... İkinci yarıyla birlikte Eusebio, gollerine iki tane daha ekliyordu. Bir de Jose Augusto damgalı sayı... Portekiz korkulu rüyadan uyanmış, 3-0 yenik duruma düştüğü m açtan 5-3 galip çıkmıştı. Yarı finalde Sovyetler Birliği - Almanya maçında, büyük kaleci Yaşin’in kalesinde Beckenbauer’in bü­ yük frikik golü alkışlanmıştı. Golü yedikten sonra Ya­ şin’in gidip Alman futbolcuyu kutlaması, örnek bir davranıştı. H aller’iıı golüyle açılan final yolu, Beckenbauer’le perçinlenmiş, Sovyetler Porkujan’ın onur sa­ yısından fazlasına erişememişti ve 2-1 yenilerek elen­ mişti. İngiltere kupaya elini uzatıyordu artık...

Yirmi üç dakika hiç düdük çalmayan hakem ... Yarı final öteki maçı ise, futbol tarihine “gerçek şölen” diye geçen bir oyun oldu. Hem futbol güzelliği, hem de 168


Iıakem yönetimi açısından sporu süsleyen bir karşılaş­ maydı bu. Fransız hakem Schwinte başlama düdüğü­ nü çaldıktan sonra, tam yirmi üç dakika, evet tam “yirmi üç d akika” d ü d ü k çalm am ıştı. Kesm em işti Oyunu... Futbol öylesine büyüktü bu m a çta ... îngilizIrriıı hırçın hafi Nobby Stiles bile bozam am ıştı güzel­ liği. Çünkü maçın düğümü Eusebio-Stiles mücadeleMiıdeydi. 1 9 6 6 ’nm golcüsü Eusebio, turnuvada o ana I adar gol yemeyen İngiliz kalesine, düııyaıım en iyi kalecisi Gordon Banks’a gol atabilecek miydi? D ok­ unıı iki bin seyircinin, teknik güzellik yanında sport­ menlik, centilmenlik tablolarını alkışladığı oyunda, U n u t u lm a y a c a k bir olay da, Bobby Charltoın şahane bir şutla İngiltere’yi 1-0 öne geçirdiğinde, Portekizli Augusto’nun koşup Charlton’u kutlamasıydı. Bobby ( i h a r l t o n , ikinci yarıyla birlikte ikinci golünü de tabe­ laya yazdırıyor, W embley’i yerinden oynatıyordu. Ne var ki, Eusebio da büyüklüğünü kanıtlıyordu bu bü­ yük oyunda. İşte Bobby Charlton golleri atarken, kar­ deşi Jackie de golü yedirmişti. Topu elle tu tan Jackie ( lıarlton’un neden olduğu penaltı, Banks’m gol yemezIiğini siliyordu. Eusebio vuruyor... Ve B an ks’m kalesi­ ne g ö m ü y o r d u to p u ... Portekiz 2-1 yenilip üçüncülük maçına razı olurken, Eusebio gözyaşları içinde terk ediyordu alanı. Ama Eusebio bir sonraki m açta güle­ cekti yeniden... Sovyet Rusya’yı 2-1 yenerek üçüncü oldukları m açta turnuvada dokuzuncu goılünü atan l .usebio, böylece 1 9 9 6 Dünya Kupası’nın “ G ol K ralı” unvanını kazanıyordu. Sırtındaki “ 1 3 ” num aralı for­ ma uğur getirmişti K ara Panter’e ... Nihayet büyük final günü gelmiş, çatm ıştı. Bütün diinya “Kim yenecek?” sorusunun peşine takılm ışken, Dizler de Londra’da “M açı verebilecek m iyiz?” bulma­

169


casını çözmeye uğraşıyorduk. TRT’den finali naklede­ ceğimizi bildirmişlerdi ban a... “M açın spikeri” ola­ rak görevlendirildiğimi söylemiş, “Fakat naklen yayın için gerekli girişimi Londra’da sen yapacaksın” diye de eklemişlerdi. İlk başvurumda “ Olamaz, mümkün değil” karşılığını almakla kalmamış, bir de alaya he­ def olmuştum. Bu işlere bakan İngiliz yetkilisi “Dünya Kupası finalinin oynanacağını dün mü öğrendiniz?” diye sormuştu. Bizde işlerin on ikiye beş kala ele alın­ dığım söyleyememiştim tabii. Büyükelçimiz Haluk Bayülken, diplomatik kurallar içinde elinden geleni yapı­ yor, Basın Ataşemiz N ejat Sönmez, telefon üstüne tele­ fon ediyor, ben organizasyonun başı Harold M ayes’in karşısında adeta nöbet bekliyordum. Fakat olacak gi­ bi değildi, Wembley Stadı’ndaki bütün spiker yerleri doluydu. Bizim için yeni bir spiker kabini inşa ettire­ meyeceklerini söylüyorlardı. Uykusuz geceler geçiri­ yordum. Çünkü memleketten “Nasıl olm az?” diyor­ lardı telefonda... “Naklen yayını nasıl yapamayız?” Yapamıyorduk, çünkü herkes kaç yıl önceden angaje ol­ muştu.

Telefonla m aç anlatılır mı? Bir ara Ankara ile konuşurken, karşımda sevgili Güneş Tecelli vardı. “Teknik bakımdan yayının telefonla yapı­ lıp yapılam ayacağını” sordum. Güneş’ten olumlu kar­ şılık alınca, doğru Organizasyon Komitesi’ne koştum. “Peki” dedim. “Bana basın tribününde bir telefon ve­ rin .” Yetkili İngiliz yüzüme şöyle bir baktı, sonra hay­ retle sordu: “Neee? Yeni bir icat mı? Yoksa m açı tele­ fonla mı naklen yayınlayacaksınız?” Aynı soruyu, basın tribününde telefonu elime alır170


ken, yakınımdaki bir Alman spor yazarı da sormuştu: “ Ne yani, maçı telefonla mı anlatacaksın?” Maçın sonunu bekledim kendilerine cevap vermek için... İngilizin de, Almanın da kafası almazdı, ama I iirk, her türlü çaresizlik karşısında bir şeyler yapar­ dı. Yapmıştık d a... İngilize, “evet” dedim, “M açı tele­ fonla anlattım. Türkiye’deki teknisyenler ellerinde en güçlü aygıtlar olmasa da, kafalarını kullanır, azmeder ve yapılmazı yaparlar. İşte böylece m açı, uzatmalarıy­ la, kupa törenleriyle baştan sona hiç aksaksız anlattım. Sizin dünya şampiyonu oluşunuzu Türkiye gayet iyi dinledi.” Almana da yaklaştım: “M açı telefonla anlattım. Si­ ze garip gelen şey, milyonların bu finali izlemesine fır­ sat verdi. H atta sizin yediğiniz üçüncü golün gol ol­ madığı görüşünü de duyurdum Türkiye’y e ...” İkisi de şaştı kaldı bu işe... Dünya Kupası Organi­ zasyonu sorumlusu Harold Mayes elimi sıktı. “Kutla­ nın” dedi, “ Bizim, yapmak şöyle dursun, düşünemedi­ ğimizi başardınız. Büyük finalimiz yayınlandığı için te­ şekkür ederim .” İyi hoş da, maç uzatıldığından iki saat sürmüştü. I )evre aralarıyla birlikte, başıyla, sondaki töreniyle şöy­ le böyle iki buçuk saate yakın aralıksız konuşmuştum. Yayın bittiğinde baktım : Telefon ahizesini iki buçuk saattir tuttuğum kolum uyuşmuş, indiremiyorum, ha­ reket ettiremiyorum. Bir süre bekledim. Baktım , kar­ şıdan Samim Var geliyor. Koşa koşa geldi, “Şimdi tele­ fonla konuştum. Yayın harikaym ış” dedi. Sarıldı, öp­ tü ve elimi tutarak indirdi. M osmordu dirseğimin iç tarafı, iki buçuk saat öyle durmaktan. İndik Samim’le aşağıya... Namık Sevilc, Doğan Koloğlu, Semai Şatıroğlu, Bülent Bergamalı bekliyorlar­


dı. Mutluluğumu paylaştım on larla... İngilizleri, Al­ manları güldürecek bir iş başarmıştık. A nkara’da tüm teknik kadromuz, P T T ’d e görevliler, merkez stüdyoda Spor’daki, H aber’deki bütün arkadaşlar, ne bileyim bir, belki iki-üç avuç insan, bir mucizeyi gerçekleştir­ miştik. Londra’nın ünlü Wembley Stadı’ndan radyo ile Dün­ ya Kupası finalinin Türkiye’ye baştan sona mükemmel naklen yayım, bizde gerçekten olay yaratmıştı. Tv’de Dünya Kupası finalini anlatmak için ise, daha sekiz yıl beklemem gerekecekti. 1974 Kupası’na kadar... Lond­ ra’dan yayınımız, insanımızı çok heyecanlandırmıştı. O kadar ki, bir bakanlıkta bakan ve ona yakın önem­ li makam sahipleri bir odaya toplandıklarını, kapıya da “Toplantı var” levhasını astıklarını daha sonra ba­ na itiraf etmişlerdi. Bunu bir yerde anlattığımda da, orda bulunan gene önemli kişilerin “Aaa, biz de daire­ de öyle yapm ıştık” deyişine tanık olmuştum. G erçek­ ten, Türkiye için büyük olaydı bir Dünya Kupası fina­ linin naklen yayınını radyodan dinlem ek... Hep diyo­ rum ya, şimdi bu önemi, her akşam kaç kanalda kaç Avrupa maçını kanlı canlı, heyecanlı, dakikası dakika­ sına izleyen bugünün gençlerine anlatmak kolay de­ ğ il... Nerelerden nerelere geldik?..

w c’de röportaj!.. Araya W embley’den bir özel not sıkıştırayım gene... Türk Futbolunun unutulmaz yıldızlarından, Beşiktaşlı milli futbolcu, yurtdışında başarıyla top koşturanların öncülerinden sadece bizim değil; İtalyanların sevgili­ siydi frikikleriyle, kornerleriyle, golleriyle... Saygıyla, sevgiyle andığım Şükrü Gülesin arkadaşım ... Tabii 172


esprileriyle d e ... Futbolu bıraktıktan sonra M illiyet’te spor yazarlığı yaptığı sırada, 1966 Dünya Kupası fi­ nallerinde sık sık beraber oluyorduk. İşte Wembley’de bir maçı yan yana seyrederken, devre arasında kalktık, dışarı çık tık ... Ayıbı yok, “w c ”ye gittik. Boş bir pisuarda ihtiyaç molasını değerlendirdiğim sırada... O anda hiç yanımdakilere bakm am ... Bakılması âdet de değildir zaten ... Ama sanki şeytan dürttü. Başımı çevirm em le... O da ne? Olam az!.. Olam az!.. Sadece biz değil, Dünya Kupası’m izleyen tüm medya men­ suplarının aradığı adam ... Puşkaş... Yanım da... O da lıenim g ib i... Çiş’liyor işte!.. İlk şaşkınlığımı atınca, he­ men lafı atıverdim: “ Sizinle 1 9 5 4 ’de İsviçre’de kamp­ la tanışmıştık. Sonra İstanbul’a geldiğinizde, 1 9 5 6 ’da, ziyafette epey birlikte oturmuş, konuşmuştuk. Ben Türk spor spikeri ve yazarıy ım ...” M acar futbolunun büyük yıldızı Puşkaş ülkesinden ayrılmıştı; hatta İspanyol uyruğuna geçerek, 1962 Dün­ ya kupasında İspanya M illi Takım ı’nda bile oynamış­ tı. Şimdi ise Londra’ya geldiği duyulunca bütün gaze­ teciler, radyocular, televizyoncular onu aramaya baş­ lamışlardı. Biz konuşurken birden öteki pisuardan, hem de Türkçe bir ses duymaz mıyım? Puşkaş’a rast­ layınca, oraya beraber yürüdüğümüz Şükrü Gülesin’i ıınutuverm iştim ... Şükrü de kendine özgü bir tatlı gü­ lüşüyle “Pes be H alit” diyordu, “Gidip Organizasyon Komitesi’ne bildireceğim, Dünya basın tarihinde her­ kesin arayıp da bulamadığı adamı helada sıkıştırıp rö ­ portaj yaptığını... Ve sana büyük ödül verilmesini is­ teyeceğim ... Oğlum, dünya basınını böyle atlatan bir kişi daha çıkarsa, otuz iki dişimi kırarım v a lla ...” 6. Dünya Kupası’nda “yedek Pele” ile konuşm am ­ dan sonra, 8. Dünya Kupası’nda da böyle uygunsuz 173


bir yerde Puşkaş’ı sıkıştırıp konuşm ak... Sonrasında da koskoca final maçım koskoca Türkiye’ye telefonla anlatm ak!!! Doğrusu, bu Dünya Kupaları bana çok uğurlu geliyordu. Sonraki finallere gittiğimde de mes­ lek şansım böyle gülecek miydi? Bekleyin bakalım ... Y ani... Okumaya devam edin bakalım ... Belki olur bir şeyler...

M üthiş bir fin al... Garip bir g o l... Şimdi bizim o maçı nasıl anlattığımızı unutalım da, 1 9 6 6 ’mn o büyük finalinin nasıl geçtiğini hatırlayalım. Dünya Kupası tarihinin en çok tartışılacak finalinin... İsviçreli hakem Dienst’in yönettiği karşılaşmada İngil­ tere 4 -3 -3 düzeniyle oynuyordu: Banks - Cohen, Jackie Charlton, Bobby M oore, Wilson - Stiles, Bobby Charlton, Martin Peters - Alan Ball, Hurst, Hunt Batı Almanya ise 4 -2 -4 düzenindeydi: Tilkowski - Höttges, Schulz, Weber, Schnellinger Beckenbauer, Overath - Haller, Uwe Seeler, Held, Emmerich İlginçtir: 1 9 5 0 ’den bu yana Dünya Kupalarında ilk golü atan finalist şampiyon olam amıştı. Ve şimdi, 19 6 6 finalinde de Almanya H aller’in golüyle 1-0 öne geçince, eskiyi anımsayanlar “Kupa Almanya’dan git­ ti” dediler. Gerçekten öyle oldu. “İlk golü atan kaybe­ der” kuralı bir kez daha işledi. 12. dakikada öne ge­ çen Almanlar, 17. dakikada H urst’un kafa golüyle 1-1 duruma düşmüşlerdi. Bu, aynı zamanda ilk yarının sonucuydu. İkinci yarıda M artin Peters, İngiltere’yi 2-1 galibiyete yükseltti ve şampiyonluğa yaklaştırdı. İler­ leyen dakikalar gol getirmeyince, Wembley tribünleri 174


“ İngiltere şampiyon” diye bayram yapmaya başlamış­ tı. İşte bir dakika vardı... Sadece altmış saniye... Belki daha az. Hakemin düdüğü: F rik ik ... Emmerich hırsla vuruyor. Ana baba günü kale ön ü ... Weber uzanıyor... Zorla yetişiyor to p a ... D okunuyor... V e... G o l... D a­ kika doksan: Durum 2 -2 ... Uzatılıyor oyun. Yani iki saatlik bir m aç... Bir açıp bir kapayan hava... Bir yağ­ m ur... Bir güneş... Tıpkı oyun g ib i... Bir ona gülüyor, bir buna... Nihayet tarihe geçen 101. dakika geliyor: Hurst yakaladığı topu kaleye gönderiyor, nefis şutla giden top direğin üstüne çarpıyor, ordan yere düşüyor. Weber koşup yetişiyor, kafayla kornere çeliyor am a... İsviçreli hakem Dienst duraklıyor. Sovyet yan hakemi Bayram of’a bakıyor. Yan hakem bayrağıyla ortayı gösteriyor: “G o l!” Top kaleye girdi mi, girmedi mi? Flakeme ve yan hakeme göre, girdi. Almanlara göre girmedi... Hakemin dediği dedik futbolda. Durum 3-2 şim di... Almanlar bitiyor bu golle... O kadar ki, Hurst dördüncü golü atmaya giderken pek engelleyen çıkm ı­ yor: 4 -2 ... İngiltere galip. İngiltere şam piyon... Hurst de bir finalde tek başına üç gol atan yıldız... İngilizlere sorarsanız, yarım saatlik uzatma bile ge­ reksizdi. 90. dakikadaki beraberlik golünden önce top Schnellinger’in elinden gelmişti. Yani “2-1 kazanmış­ tık zaten biz” demeye getiriyorlar. Almanlara ise hiç sormayın! Kırk yıl sonra da, kırk bin yıl sonra da sor­ sanız, “ Gol değildi. Yanlış gören Sovyet yan hakemle zayıf İsviçreli hakem yıktı bizi” diyecekler de başka şey demeyeceklerdi. Kısaca atı olan Üsküdar’a, kupa­ yı alan adaya geçmişti 1 9 6 6 ’d a ... Futbolun beşiği olan adadaydı Dünya K upası... Tabii dört yıl sonraya kadar. Bana sorarsanız... Tribünden görebildiğim kadarıy­

175


la “Top çizgiyi geçmişti. Mükemmel goldü” diyeme­ yeceğim. Ama o uzaklıktan koca Wembley Stadı’nda “Hayır, hayır!.. Asla gol değildi. Top kesinlikle çizgiyi geçmemişti” de diyemeyeceğim... Daha sonradan o golü defalarca Tv’de de gördüğüm halde... Eğer yüzde isterseniz... Yüzde kırk dokuz goldü... Yüzde elli bir değil!..

H erkesin h ay ran lık la seyrettiği bu k u p a ertesi gün y o k o la c a k , so n r a ...



H alit K ıvan ç, P o rtek iz ’in yıldızı E u seb io ile.


G ol mii, değ il mi?.. 1 9 6 6 ’d a A lm an k a lesin d ek i olay ! H a k e m e g ö r e: G ol!

Yalnız A lm atılara g ö r e d e ğ il... P ek ç o k tarafsız seyirciye g ö r e d e: G o l değil! Ç ünkü top k a le çizgisini geçm em işti.


Kıvanç, L o n d r a ’d a Ingiliz m en ajeri A lf R a m s ey ’le.

Arjantin kap tan ı R a ttin ’in oyu n dan atılm ası, 1 9 6 6 ’nın b om b aların d an .



9. Dünya Kupası 1 9 7 O MEKSİKA

IX football world championship may 31 - june 21


9, Dünya Kupası’nın ev sahipliğini M eksika üstlenir­ ken, aslan şeklindeki İngiliz maskotu “W illie” de gö­ revini “Ju anito”ya devrediyordu. M eksika’nın sıcağım ve yüksekliğini hesaplayan Avrupalılar o bölgede ha­ zırlık maçları oynarken, İngilizler de Kolombiya’ya git­ mişti. İşte Bogota’dan M exico City’ye gelecekleri gün, ünlü kaptanları Bobby M oore tutuklanıverdi. D ört yıl önce Dünya K upası’m kucaklam ış büyük kaptan, şimdi mücevher hırsızlığı sanığıydı. Saygın ve de çok zengin M oore, böyle bir şey yapmazdı. Yapmadığı da anlaşıldı. Üç gün sonra serbest bırakıldı. Kupa öncesi Ingilizlerin m oralini bozan bu olayın ise, dört yıl önce menajer Ram sey’in Latin Am erikalılara “hayvanlar” elemesinin intikamı olduğu söylendi durdu. On altı finalist arasında biz gene yoktuk. Elem eler­ de “averaj takım ı” olmuştuk. Aynı gruba düştüğümüz Sovyetler Birliği’ne 3-0 ve 3-1, Kuzey İrlanda’ya da 4-1 ve 3-0 yenilmiştik. Yani elemeleri puansız bitiren dört lakımdan biriydik. Yediğimiz on üç gole sadece iki gol­ le karşılık verebilmiştik. 9. Dünya Kupası, 31 Mayıs 1970 günü M exico City’ ııiıı yüz on bin kişilik Azteca Stadı’nda görkemli bir açılış töreniyle başladı. Bir renk cennetini andıran staddflki ilk maç, tam öğle sıcağına konmuştu. Saat farkı nedeniyle Avrupalılarm Tv’de maçları izlemesi sağlan­

185


sın diye, M eksika’da futbolcular bu çileyi çekecekti. 1. Grupta ilk maçta bir yandan yenilme çekingenliği, öte yandan aşırı sıcak, güzel futbola ve de gole imkân ver­ medi. Ancak açılışta 0-0 berabere kalan ev sahibi M ek­ sika ve Sovyetler Birliği, sonraki maçlarında başarı gösterip tur atladılar. Belçika ile Salvador elendi. Oysa Salvador, bu finallere bir savaş pahasına gelmişti. Ele­ me m açındaki bir olay yüzünden Salvador’la H ondu­ ras arasında yüz saatlik savaş çıkmış, tarih kitapları “futbol yüzünden savaş” diye bir bölüm ayırmak du­ rumunda kalmıştı. 2. Grup m açları büyük heyecanla bekleniyordu. Çünkü bu grupta İtalya vardı ve İtalyanlar “Beyaz Pele” adını taktıkları R iva’nın ne harikalar yaratacağını aylardır dünyaya ilan ediyorlardı. M eksika’ya indiği­ mizde İtalyan kampına bin bir güçlükle girmiş, Riva’yla ise milyon, milyar, katrilyon güçlükle görüşebilmiştik. İriyarı iki koruması, İtalyan futbolcuyla ko­ nuşurken bile yanına sokulmamıza engel oluyorlardı. Çünkü, “kampa gazeteci kimliğiyle gelen biri, Riva’nm ayağına basıp onu sakatlayabilir” dedikodusu yayılmıştı. Ne var ki Riva’nın değil, on bir kişilik İtal­ yan takım ının üç maçta sadece bir gol attığını göre­ cektik. İki maçını 0-0 berabere bitiren İtalya, İsveç ka­ lesinin koltuğu altından kaçırdığı top sayesinde kazan­ dığı tek golle çeyrek finale yükselebilecekti. İsrail’in de bulunduğu 1. Grubun turu geçen öteki takımı, Uruguay olacaktı. 3. Grupta, Kupanın son sahibi İngiltere ile Kupayı üçüncü kez kazanarak ebediyen müzesine götürme az­ mindeki Brezilya vardı. Çekoslovakya ile Romanya iyi futbol oynayan takım lardı ama, iddialı öteki iki tak ı­ mın yanında “figüran” olm aktan öteye geçemediler.

186


Bu gruptaki İngiltere - Brezilya karşılaşması ise, 1970 finallerinin en güzel maçlarından biri oldu. Şim­ di isterseniz, bu maça gitmeden önce, İstanbul’dan kalkıp hele bir Atlantiği geçelim. Hele bir M eksika’ya varalım. O müthiş yüksek, müthiş sıcak ülkeye ayak bastığımızda bizi kucaklayan sıcak insan, sevgiyle an­ dığımız Hüseyin ağabeyden ilk öğütleri alalım. “Hüse­ yin Ağabey” dediğim milli güreşçilerimizdendi. M in­ derlerde T ü rkiye’mize şampiyonluk getiren büyük sporcularım ızdan... Daha sonra antrenör olarak yurtiçinde ve yurtdışmda çalışmış, son durağı M eksika ol­ muştu. Esas görevi, M eksika Büyük Elçiliği’mizdeydi. Biz, doğrusu epeyce kalabalık bir basın ordusuyduk. Hüseyin Erkm en’in öğütleri çok önemliydi: “Bakın, arkadaşlar... Çok ama çok dikkat edin... Burası çok yüksek bir ülkedir... İnsanı çarpar. Tansiyonunuz altüst olur. Yatağa düşersiniz. İki-üç gün gıdanıza dikkat edin. Sonra sokakta adres soranlara, bir şeyler ister gibi ya­ naşanlara da dikkatli olun. İlaçlı pamuk koklatıp ba­ yıltırlar ve soyarlar.” M eksika’da bizim “basın takım ı”nda kimler yoktu k i... Biz, Necmi Tanyolaç, M etin Oktay ve M ehm et Biber’le dördümüz Tercüman ekibiydik. Ben ayrıca Türkiye radyolarına telefonla günlük kısa özetler veri­ yordum. Doğan Koloğlu, Togay Bayatlı, Gündüz K ı­ lıç, Çetin Özcan, Hüseyin Kırcalı, Tahsin Öztin, O r­ han Aldinç, Çetin Özcan ve M eksika’da Dünya Kupası’nı birlikte izlediğimiz spor yazarı arkadaşlarımızdı. Antrenör Sabri Kiraz, Fenerbahçeli yönetici Eşref Ay­ dın da bizimle birlikteydi. M eksika zenginlikle fakirliğin, milyonerlikle sefa­ letin yan yana, koyun koyuna yaşadığı O rta Amerika ülkelerinden biriydi. Ne var ki, Dünya Kupası, ya da 187


kendi deyimleriyle “M eksika 7 0 ” onlara tüm sıkıntıla­ rı unutturmuştu sanki. Evde ses çıkaran ne varsa, ta ­ bak, çatal, bıçak, bardak, alıyorlar, sokaklara fırlıyor­ lar ve onları birbirine vurup ses çıkararak, heyecanla bağırıyorlardı. “M ehiko B razil... M ehiko BraziE’di çoğu kez sloganları... M eksika ile birlikte Brezilya’nın da başarısını istiyorlardı. O tom obiller de bu gece ge­ çitlerine katılıyordu. Arabaların altı üstü, içi dışı her yanı insanla doluydu. Trafik filan durmuştu. Hele maç akşam ları... Organizasyon pekâlâ iyi sayılırdı. M eksika pembesi giysileriyle hostesler ve erkek görev­ liler, ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyor­ lardı. Henüz televizyonun deneme döneminde olduğu­ muz için, radyo yayınlarıyla yetinecektik. Fakat o ko­ nuda da herhangi bir girişim yapılmamıştı. İşte, beni aradıklarında, günlük özetleri ve ilginç notları içeren bir konuşma sunuyordum telefonla... Tabii büyük sa­ at farkı nedeniyle bu yayınların bir kısmı, güncelliğini yitirdikten sonra duyuluyordu. Bu arada, Guadalaja­ ra’daki Brezilya - İngiltere maçının radyodan naklen yayını için hazırlıkların tam amlandığını bildirdiler. Ben de sevindim. Kendi hazırlıklarımı yaptım. Guada­ lajara, M exico City’den hayli uzak bir şehirdi. Uçakla gittik. Fakat şehirde tüm oteller doluydu. Allahtan ba­ zı aileler evlerini pansiyon olarak kiralıyordu. Biz de böyle bir ev bulduk. İspanyolcadan başka dil bilmeyen ev sahiplerimiz çok cana yakın insanlardı. Sabah pişi­ rip kahvaltı soframıza koydukları kocaman bifteklere filan para istemediler. “Yabancı konuğa ikram ” oldu­ ğunu söylediler. Nasıl mı söylediler? Bir yandan söz­ lükle İspanyolcayı sökmeye başlamıştık. Bir de “Türk turistler” diye m erakla mahalleden koşup gelen, İngi­

188


lizce bilen komşularımız vardı Guadalajara’d a... Bir ara baktık: Metin Oktay ortada yok. Çıkmış, sokakta mahallenin çocuklarıyla çift kale futbol oynamıyor mu? M eksikalı çocuklar, M etin’in nefis şutlarını sey­ retmiyor mu? Tabii M etin’in çalımlarına, vuruşlarına hayran kalmışlar. Bir samimiyet ki, sormayın!.. G uadalajara’daki maç gerçekten harika oldu. Bre­ zilya da, İngiltere de güçlerini sonuna kadar harcadı­ lar. Üstelik karşılaşma, Avrupa’ya televizyon naklen yayınları hesaplandığı için saat L2.00’da, evet tam öğ­ le sıcağında, kırk derece sıcakta oynandığı halde... Jairzinho’nun şahane golüyle Brezilya İngiltere’yi 1-0 ye­ nince, M eksika’da yer yerinde oynadı. Koca ülke uyu­ madı sabaha kadar. G uadalajara’da otomobiller, her yanı insan dolu şehirde dolaştı durdu. Tabii klaksonlar çalarak ... Ve herkes ne bulduysa onları birbirine vu­ rup ses çık ararak...

Ben anlattım... Ben dinledim ... G u ad alajara’daki bu Brezilya - İngiltere karşılaşm a­ sı, spikerlik yaşantımda özene bezene anlattığım m aç­ lardandı. Oyunun da golün de hakkım vermiştim. Du­ rup dururken kendimi övüyor muyum? Ne yapayım, mecburum. Çünkü o maçımı dinlemediniz. Siz değil, hiç kimse dinlemedi. Oysa ben anlattım anlatm asına... Gece M exico City’ye dönüşte, otelde öğrenmiştim acı gerçeği. A nkara’dan “M aç kaç k aç?..” diye soruyor­ lardı. M eksika ile Amerika Birleşik Devletleri arasın­ da, bir teknik anlaşmazlık nedeniyle hattı kesmişler. Ankara “H at hazır” demiş, ben konuşmaya başlam ış­ tım. Fakat sonrasında? Anlayacağınız, kırk beşer da­ kikadan iki devre, doksan d ak ik a... On beş dakika da

189


iki yarının arası... Etti yüz b eş... M aç sonunda da beş d akika... Yuvarlak hesap, yüz on dakika... Tam yüz on dakika boşu boşuna konuşmuştum. Kendi kendime anlatmıştım m açı... Ya da yüksek sesle seyretmiştim.

Arkadaşım Pele... Brezilya’nın İngiltere’yi yendiği günün ertesinde Brezil­ ya kampındaydık. Daha dış kapıdan geçmek, büyük sorundu. Epey dil döktük. Ne kadar uzaktan geldiği­ mizi söyledik. Pele’nin çoook eski arkadaşımız olduğu­ nu belirttik. Sonunda basın ve halkla ilişkiler yetkilisi olan Brezilyalıyı çağırdılar. Çok nazik bir insandı. Kendisine 1 9 5 8 ’deki Stockholm anısını söyledim ve Pele ile o gün çekilen fotoğrafı gösterdim. Pele’ye Tür­ kiye’den bazı armağanlar getirdiğimizi, onları vermek istediğimizi bildirdim. Biraz beklememizi rica etti. Bek­ ledik. Sonra geldi basın ve halkla ilişkiler görevlisi... “Aynı gün saat 15.00 için randevu” verdi. Saat 1 5 .0 0 ’i iple çektik. Nihayet randevu dakikamız geldiğinde Necmi Tanyolaç, Metin Oktay, Mehmet Biber, dördü­ müz tekrar Brezilya kampındaydık. Kapıda hepimiz­ den hirer fotoğraf aldılar. Röportaj süresi için geçerli birer kimlik verdiler. Girdik. Çok geçmeden Pele, milli takımın iki yetkilisiyle yanımıza geldi. Gayet kibar, eli­ ni uzattı “Türkiye’den gelmiş ve kendisini ziyaret et­ miş olduğumuz için” teşekkür etti. O zaman çantam ­ dan meşhur fotoğrafı çıkarıp uzattım. Önce bir baktı, sonra eğildi, daha dikkatle baktı. Sevinçle, “ H arika” dedi, “benim yedekliğim döneminde çekilmiş o kadar az resmim var ki!.. Bunu alabilir miyim?” Kendisine ge­ tirdiğimi söyledim. Ayrıca, Türkiye’deki Pele hayranla­ rı adına “daha güzel goller atm ası” dileğiyle bir kılıç 190


hediye ettik. Turistik eşya mağazalarında satılan, üstü taşlı küçük kılıçlardan biriydi b u ... “Tarih boyunca Türk askerlerine uğur getirmiştir bu kılıçlar... Kaleleri zaptederken... Sizin de futbol sahalarındaki kaleleri teslim almanızda yardımcı olsun” diyen şakamı teşek­ kürle karşıladı Pele... Necmi Tanyolaç, gazeteleri gös­ terdi. Spor sayfalarımızda Pele’ye, Brezilya’ya ait yazı­ ları, fotoğrafları, karikatürleri... Çok ilgilendi. M eh­ met Biber boyuna fotoğraf çekiyordu. Aynı anda Pele’nin çağırmasıyla Brezilya televizyonu kameramanları da etrafımızı çevirmişti. Konuşmalarımızı sürekli filme alıyorlardı. İlk tanıştığımızda hiçbir yabancı dil bilme­ yen Pele, on iki yıl sonra İngilizce konuşuyordu gayet iyi...

İki kral karşı karşıya... Sıra, M etin O ktay’ın takdimine gelmişti. Türkiye’nin yıllarca gol kralı olduğunu, futbolu bıraktıktan sonra şimdi spor yazarlığına başladığını söyledik. Pele, M etin’in “Gol K ralı”, eski bir futbol yıldızı olduğunu öğ­ renince, inanılmaz derecede yakın ilgi gösterdi. Bu sı­ rada Türk gazetecilerden Doğan Koloğlu da kampa girmeyi başarmıştı. Fakat bizim Pele ile röportaj yap­ tığımızı görünce, “Bu özel bir olay. Rahatsız etmeye­ yim” diye yanımıza gelmemişti. Örnek bir gazetecilik anlayışı, bir gazetecilik namusu ve bir efendilik örne­ ğiydi Doğan K oloğlu’nun davranışı... Israr ettik, ya­ nımıza çağırdık. Epey sonra güzel bir rastlantıyla öğ­ renecektim ki, o gün Brezilya televizyonunun çektiği görüntüler, Brezilya’da kaç kez gösterilm iş... R io de Janeiro’da görevli bir Dışişleri mensubu da bana o ya­ yını seyrettiğinden söz etmişti. Pele, yedekken yabancı 191


gazetecilerin kendisine pek yüz vermediğini esprili bir dille anlatmış, ama bir Türk spikerinin kendisiyle-uzun uzun konuştuğunu söyleyerek “İşte o gün beraber çek­ tirdiğimiz fotoğrafı da, on iki yıl sonra bana getirdi” diye eklem iş...

M eksika’da Zeki M üren konseri... M eksika deyince... İlginç bir anı d ah a... Hem de gü­ zeller güzeli bir an ı... Dünyanın öbür ucunda, dışarda sokakları seller gö­ türürken, mum ışığında, nefis bir romantik atm osfer­ de, sanatımızın gerçek güneşi, şimdi özlemle saygıyla andığımız Zeki M iiren’in konserini dinlemenin güzelli­ ği b u ... Ta M eksika’d a... Bir evde... Evet, 1970’de... Gönüllü bir konserdi bu ... Hüseyin Erkmen ağabey, evinde bir “Türk gecesi” düzenlemişti. Büyükelçi, baş­ konsolos ve öteki görevlilerin yanı sıra, Beden Terbiye­ si Genel Müdürü Ulvi Yenal, Futbol Federasyonu Baş­ kanı Haşan Polat, Tahsin Öztin, Doğan Koloğlu, N ec­ ini Tanyolaç, Togay Bayatlı, M etin Oktay, Çetin Özcan, Orhan Aldinç hep beraberdik. Dışarda nasıl bir sağanak vardı, anlatılmaz. Şimşek­ ler sanki non-stop çakıyordu. Yıldırım lar düşüyordu her y an a... Yağmur bardaklardan filan değil, damaca­ nalardan boşanıyordu. O sırada birden elektrikler de sönmez mi? M um lar yakıldı derhal... Bir turistik gezi vesilesiyle M eksika’ya uğramış olan Zeki Vfüren de, gecenin konukları arasındaydı. İşte o elektriklerin sön­ düğü ve mumların yakıldığı anda, yabancı bir diyar­ da, hem de anavatandan kilom etrelerce uzakta, öyle­ sine duygulanmıştı ki Zeki M ü ren ... Hemen söyleme­ ye başladı: “İnleyen n ağm eler...” 192


On beş yıl önce Türkiye’den M eksika’ya gelmiş iki Musevi ailesi vardı salonda... Baktık, ağlıyorlardı. Zeki M üren, inleyen nağmeleriyle Türkiye’yi getirmişti on­ lara...

Bir futbol cinayeti!.. Dönelim gene m açlara... Nerde kalmıştık? 4. G rupta... Bu grupta yer alan Bulgaristan ve Fas, tur atlayacak başarı gösterememişti. Federal Almanya güçlü tak ı­ mıyla zaten favoriler arasındaydı, çeyrek finale yüksel­ di. Bir de Brezilyalı dostumuz Didi’nin çalıştırdığı Pe­ ru, güzel futboluyla tur atlamıştı. 9. Dünya Kupası’nın çeyrek finalleri, Uruguay’la Sovyetler Birliği’ni, İtalya ile M eksika’yı, Brezilya ile Peru ve Batı Almanya ile İngiltere’yi karşı karşıya ge­ tiriyordu. Ancak üstün m açlar bir yana, Alman - İn­ giliz karşılaşm ası, herkesin ilgisini çekiyordu. Çünkü I 9 7 0 ’deki bu maç, 19 6 6 ’nın rövanşı olacaktı. Alman­ lar haksız bir golle sonucun değiştiğini, kaleye girme­ yen topu hakemin gol saydığını dört yıl boyunca tek­ rarlayıp durmuşlardı. Şimdi çeyrek finalde müthiş bir mücadele seyrede­ cektik. Almanlar İngilizlerle kozlarını paylaşacaktı. Ama Uruguay’la Sovyetler Birliği arasındaki maçta olan korkunç hakem hatası, hem karşılaşmanın sonu­ cunu değiştiriyor, hem de çeyrek finalistlerden birinin kaderiyle oynuyordu. Sovyetler Uruguay’la oynuyor, iki tarafın tüm çabasına karşın, 0 -0 ’lık beraberlik bo­ zulmuyordu. Ruslar daha baskılıydı, fakat onlar da kale önünde etkili olamıyordu. Karşılaşmanın golsüz biteceği sanılırken, bir Uruguaylı futbolcu topu aldı, sürmeye başladı. Ne var ki, topu yakaladığı anda çizgi­ 193


deydi. Aut çizgisinde...Topu stop ederken çizgiden çı­ kardı. Yani oyun alanı dışına çıktı to p ... Yan hakem oralı olmayınca, hakem de uzakta bulunduğu için gör­ meyince, Uruguaylı fırsat bildi, topu sürmeye devam etti. Ancak çizginin dışından, yani auttan sürüyordu gene... On binlerce gözün gördüğü bu gerçeği, H ol­ landalI hakem Ravens görmüyordu. Uruguaylı futbol­ cunun ortaya yolladığı top, gidip gidip de Sovyet kale­ sine girmedi mi! Herkes, hakemin aut atışı için işareti­ ni beklerken, Hollandalı Ravens ortayı gösteriverdi. “ G o l” diyordu hakem ... Dışardan getirilen bir topla “g o l!..” Futbol dünyasının otoritelerinin çoğu M eksi­ k a’daydı. Olay büyük yankı uyandırdı. Hele maçın fil­ mini seyrettiklerinde... Topun dışardan çevrildiği o ka­ dar açıktı k i... Ne çare, Sovyetler Birliği o haksız golle 1-0 yenilmiş ve elenmişti. Hakem kınanırken, Sovyet­ ler takım ı futbolcularının büyük centilmenlikle başları önlerinde sahadan çıkışları da takdir edilmişti. Hiçbir anorm al davranış yapmamış, herhangi bir olay çıkar­ mamışlardı. Efendilikten söz edince... M eksika’da terbiyesiyle, zarafetiyle halkın gönlünü kazanan takım Peru idi... Daha sonra Türkiye’ye gelen ve Fenerbahçe’yi çalıştı­ ran Brezilyalı ünlü yıldız D idi’nin hazırladığı Peru ta­ kımı, hem futbol olarak güzellikler göstermiş, hem de en centilmen bir takım olarak alkış toplamıştı. İşte çeyrek finalin ikinci ayağında bu Peru takımı “favori” Brezilya ile karşı karşıya geliyordu. Guadalaja ra ’daki maçta Brezilyalılar ustalıklarını rahatça orta­ ya koydular. Rivellino ve Tostao’nun gollerine Perulu­ lar karşılık vermeye çalışırken, Tostao bir yenisini kay­ detmişti gollerin... 1-0, 2 -0 , 2 -1 , 3-1 derken... 3 -2 ... Ve Jairzinho ile 4 -2 ... M açın sonucuydu b u ... Peru 194


kaybetmişti ama, hem mücadele gücü hem de sergile­ diği futbolla alkışlanmıştı. Brezilya ise, artık herkesin favorisi olarak parlıyordu. Peru, turnuvanın en centil­ men takımıydı da. Ev sahibi M eksikalıların coşkunluğu, Toluca’da so­ na erdi. Grup maçlarında gol kısırlığı çeken İtalya kar­ şısında M eksikalılar pekâlâ mutluydu. Ancak oyun başladıktan sonra görüldü ki, bu İtalya ilk turdaki İtal­ ya değildi. Hele R iv a ... 1 -1 ’lik ilk yarıdan sonra Riva’nın şahlanışıyla İtalya 4 -1 ’e gidiverdi. Yarı final hakkı İtalyanlarındı. M eksika ise, iyi ev sahipliği, başa­ rılı organizasyon yanında, çeyrek finalde oynamakla da gururlanabilirdi.

Dört yıl öncenin rövanşı m ı f 1970 Dünya Kupası deyince akla gelen maçların ba­ şında, Batı Almanya - İngiltere çeyrek finali vardı. Ger­ çekten futbol tarihinin unutulmayacak karşılaşmala­ rından biriydi bu m aç... D ört yıl önce Wembley’de İngilizlerin 4 -2 kazandığı maçın bir anlamdaki rövanşın­ da, Leon kentinin gene kırk derecenin üstündeki sıcağı iki Avrupalıyı bekliyordu. Ancak İngiltere maça çıkar­ ken pek de mutlu değildi. Sakatlanan Banks yoktu ka­ lede... Ve Bonetti’ye görev verilmişti bu büyük m aç­ ta ... Fakat oyuna öyle hızlı girdi ki İngiliz takım ı, Al­ manlar Bonetti’nin yanına bile sokulamadılar bir sü­ re... Yüz altıncı milli maçım oynayarak Billy W right’ın yüz beş milli maçlık dünya rekorunu kıran Bobby Charlton, bu unvana ne denli layık olduğunu kam tlarcasına harika bir futbol oynuyor, takımın beyni olarak alanları düzenliyor, savunmayı dengeliyordu. Şu on birlerle oynuyordu taraflar: 195


İ NG İ L T E R E : Bonetti - Newton, Labone, Bobby M o­ ore, Cooper - Ball, Bobby Charlton, Mullery - M ar­ tin Peters, Lee, Hurst B. A l m a n y a : Maier - Vogts, Schnellinger, Fichtel, Höttges - Beckenbauer, Overath - Libuda, Uwe Seeler, Müller, Löhr M eksika’nın çeşitli kentlerine yayılan Dünya Ku­ pası heyecanı içinde, “turnuvanın en iyileri” olduğun­ da herkesin birleştiği iki futbolcu vardı. Federal Al­ manya’nın iki yıldızı, Beckenbauer ile O verath... Beckenbauer’in yıldızlaşması, beklenmeyen bir olay değil­ di. Fakat Overath çokları için sürpriz olmuştu. Alman orta alanında tükenmeyen bir dinamo gibi çalışan, en­ fes paslar veren, golleri hazırlayan Overath, M eksika ile birlikte daima hatırlanan yıldız olacaktı. Almanların dört yıldır beklediği rövanş gelip çat­ mıştı. Leon kentinde kırk iki derecede sıcakta oynanan maça bizim yetişmemiz de tam bir serüven olmuştu. Güzel güzel uçak biletlerimizi almış, rezervasyonumu­ zu yaptırmış, rahat rahat uyumuştuk. Otel resepsiyo­ nuna, saat kaçta uyandırılmamız gerektiğini not etti­ rerek... Sabah kalktığımızda ise, uçağın bir saat önce havalanmış olduğunu acı acı düşünüyorduk. Otel re­ sepsiyonu bizi uyandırmayı unutmuştu. O hızla ve hırsla indik aşağı... Şimdi ne olacaktı? Biraz tartışm a­ dan sonra otel müdürü kabahati üstleniyor ve çağırdı­ ğı bir taksi ile bizi Leon’a yolluyordu. Uçakla yarım saatte gideceğimiz yere arabayla beş-altı saatte ancak ulaşabilmiştik. Ve stada girdiğimizde maç başlamak üzereydi. İngiliz kalesinde sakatlanan Banks’m yerinde B o­ netti vardı. M açın ilginç yanı, Billy W right’in “en çok milli olma rekoru” nun kırılışıydı. W right yüz beş kez

196


milli olmuştu. Bugün ise Bobby C harlton yüz altıncı kez İngiliz M illi Takımı’nda yer alıyordu. O sıcağa kar­ şın, enfes bir oyun başlamıştı. İngilizler daha üstün görünüyordu. Ve goller de bu üstünlüğün ifadesi oldu. İki İngiliz golü peş peşe Alman kalesinde, ağlardaydı. M enajer Alf Ramsey, 2 -0 ’la her şeyin bittiğine inanı­ yor ve takımda değişiklik yapıyordu. İnanılmayacak hataydı bu!.. Takımın beyni, yüz altıncı milli maçını oynamanın üstün morali içindeki Bobby Charlton’u çıkarıyordu R am sey... “Bu maçı nasılsa aldık. Gele­ cek zorlu oyunlar için Bobby’yi saklayayım ” diye dü­ şünmüş olacaktı. İyi ama 2 -0 ’la bitmiş miydi her şey? Gerçekten bitmiş miydi? Beckenbauer “H ayır!” diyor­ du buna. Ve şahane bir şutla topu ağlara göndererek durumu 2-1 yapıyordu. Tek fark, Almanlar için ümit ışığıydı. Bu arada Ramsey, ikinci büyük hatasını dün­ ya futbolunun önüne sermekle meşguldü: M artin Peters’i çıkarıyordu. Peters de takımın ikinci golünü at­ mış, en iyilerden biri olarak parlıyordu. İkinci değişik­ lik, ikinci hata, İngiliz kalesine ikinci Alman golünü getirecek ve doksan dakikalık normal süre, tıpkı dört yıl önce W embley’deki gibi 2 -2 kapanacaktı. Uzatma­ da da Löhr’ün getirip ortaladığı topa M üller’in kon­ durduğu tarihi vole, 3 -2 ’lik sürpriz galibiyeti sağlaya­ cak, Almanlar, Londra 4 -2 ’siııin intikamını acı bir şe­ kilde almış olacaktı. Bu maç, “2 -0 ’a bile güvenilmez” gerçeğini futbol dünyasına bir kez daha ilan etmişti. Ama dünyanın her yanında gene pek çok maçta 2 -0 öne geçince, “Ta­ mam kazandık” sanan nice takımlar, nice futbolcular, nice teknik direktörler görülecekti. Onlar da İngiltere gibi, Ramsey gibi 2 -0 ’m nasıl 3 -2 ’ye dönüştüğünü hay­ retle göreceklerdi. Gelişigüzel oyuncu değiştirilemez­ 197


di. M orali yüksek bir takım ı bozmak, ayrı bir hatay­ dı. Alman teknik direktörü Helmut Schön ise, meslek­ taşı Ram sey’in hatalarını görmezlikten geliyor, tak ı­ mının dört yıl öncenin kamçılamasıyla maçı kazandı­ ğım öne sürüyordu. Çeyrek finaller geride kalırken, gözler yarı finaldeki iki ilginç m aça çevriliyordu. İngiltere’yi alteden Batı Almanya, şimdi de İtalya ile kozunu paylaşacaktı. Öte yandan da, adeta yirmi yıl öncesinin rövanşı yaşana­ caktı. Brezilya ile Uruguay, 1 9 5 0 yılındaki final m üca­ delesindeki gibi, 1 9 7 0 ’de de gene karşı karşıya idi. Federal Almanya - İtalya m açı sahiden bir m araton gibiydi. Hızıyla, heyecanıyla ve golleriyle, İngiltere m a­ çından üstün moralle çıkmış Alm anlar bir yanda, iddi­ alı ve canlı İtalyanlar öte yanda, nefis bir maç seyrettirmişlerdi. M açın şanssız adamı, Beckenbauer’di. Al­ man yıldızı daha başlarda kolundan sakatlanm ış, fa­ kat kolu askıda, doksan dakikayı tamamlamıştı. Hem de aynı harika futbolunu sürdürerek... Hızlı oynatılan film gibiydi İtalya - Almanya mü­ cadelesi... 1-0 İtalya önde... Sonra 1 -1 ... Doksan da­ kikada başka gol yok!.. En güzeli ikisinin de... Otuz dakikaya sığan beş şahane g o l... 2-1 Almanlar önde şim di... Sonra 2 -2 ... Riva sahnede: 3-2 İtalya galip... Hayır, “Kral benim ” diyen M iiller’le: 3 -3 ... Ve niha­ yet İtalyanlarda bir değişiklik. Eski as Rivera giriyor oyu na... Daha ısınmaya fırsat bulamadan top Rivera’ya geliyor. Vuruyor. Gol!.. 4-3, maçın sonucu... İtal­ ya galip... İtalya finalde... Federal Almanya, sakat Beckenbauer’inden yoksun, ama “ dinam o” O verath’ıyla bir nefis üçüncülük maçı oynayacak, Uruguay’ı 1-0 yenerek “Dünya üçüncüsü” olacaktı bundan son ra...

198


Dünya çapında bir teknik direktörüm ... 1 9 7 0 ’de M exico City’de bir ilginç maç daha oldu. Fa­ kat dünya basınında pek az yer aldı. Yazarlar da öyle büyütmedi haberi. Belki de kıskandıkları için. Şaka bir yana, bu tür uluslararası organizasyonlar­ da bir de basın maçı yapılması âdettir. Bazen radyocu­ lar, televizyoncular bir takım kurar, o ülkenin emekli millileriyle çarpışır. M eksika’da da basın ilan tahta­ sında böyle bir maç duyuruluyordu: “Latin Amerika Avrupa basın karm aları maçında oynayacaklar, adla­ rını İsviçreli spor yazarı Rosselet’e yazdırsınlar.” Ben gittim İsviçreli m eslektaşa... Bizde oynayacak yıldızlar olduğunu söyledim. Rosselet, “Peki, siz bana yardım eder misiniz? Bu işte tek başımayım. Yetişemi­ yorum ” dedi. Böylece 1 9 7 0 M eksika Dünya Kupası Avrupa Basın Karması Teknik Komite üyesi oldum. İlerde daha da büyüyecek, 1 9 7 8 ’de Bobby Charlton ve Billy W right’la birlikte “Üçlü Teknik K om ite”yi oluşturacak, hatta Teknik Kom ite adına Teknik D i­ rektör olarak sahaya bir tek ben çıkacaktım . (Dünya futbolu ne günlere kalmış, değil mi? Yok canım, ce­ bimdeki m ilyonlara basarak bir kulübün yöneticilik tahtına çıkmıyorum ya. Benimki masum bir uğraş... Üstelik sekiz yılda, on sekiz yılda b ir...) Şimdi gene sevgiyle, saygıyla andığım M etin O k ­ tay’ı tavsiye ettim. Bir de Am erika’da spor eğitimi gö­ ren, spor yazarı olarak kupayı izleyen Ümit Kesim ’i söyledim. İkisi de takım a girdi. Aslında M etin’i, karşı­ sında oynamış bir Çekoslovakla bir İtalyan da tanıdı­ lar. M açın sonunda, İsviçreli meslektaş Rosselet bana teşekkür edecekti. Fiem yardımlarım için, hem de ta ­ kıma koydurduğum Türk futbolcular için ... Çünkü 199


bizim Avrupa Karm ası, Latin Arperika Basın Karm a­ sı’m, üstelik kendi evinde 7-4 gibi farklı yenilgiye uğ­ ratırken, yedi golün üçü Türklerindi. Bu arada maçın başında stadın yayın odasını bulmuş, ses düzenini aç­ tırmış ve tribünlerde toplanan binlerce seyirciye “Av­ rupa Karması futbolcuları adına takımın Türk mena­ jeri Halit Kıvanç hepinizi selamlıyor. Türkiye’den M ek­ sika’ya sela m lar...” diye anons yapmıştım. Bunu du­ yan İsrailli gazeteci Porat, Necmi Tanyolaç’a, “Sizin Kıvanç, ülkesinin propagandasını yapmakta bizim İs­ rail’i bile geride bıraktı” demişti. Bu 7-4 kazandığımız maçın bir ilginç yanı da, erte­ si gün çıktı ortaya. Bütün M eksika gazetecileri söz bir­ liği etmiş, muziplik olsun diye maçın sonucunu tam ter­ sine yazmışlardı. M eksika basınında karşılaşma “La­ tin Amerika Basın Karm ası, Avrupa Karm ası’m 7-4 yendi” diye çıkm ıştı. Sorduğumuzda da “Avrupa’da oynadığımız zaman biz yenersek, siz de tersini yazar­ sınız” diye şakalaşmışlardı.

Şahane fin al... Şahane futbol... Şakacıktan finalden sonra sıra büyük finaldeydi. Ger­ çekten büyük, çok büyüktü bu final... Çünkü İtalya da, Brezilya da bu Dünya Kupası’nı ikişer kez kazanmıştı. Dünya Kupası’nın yaratıcısı Jules Rimet “Bu kupa, üç kez kazananın olsun” demişti. Şimdi iki takımda ikişer şampiyonlukla kupanın adayıydı. Başka şık yoktu: Kim yenerse yensin, Jules Rimet Kupası tarihe karışacaktı. Şimdiye kadar kupayı alan ülke dört yıl saklamış, dört yıl sonra yeni şampiyona vermişti. Fakat üç kez kaza­ nan, bu kupayı ebediyen müzesinde saklama şerefini kazanacağına göre... Bugün, bu kupanın sonu olacaktı. 200


M exico City’nin Azteca Stadı’nda yüz on bin seyir­ ciyle birlikte izliyordum m açı... Şu fark la... M ikrofon başındaydım. Bu şahane finali Türkiye’deki milyonla­ ra duyurmakla görevliydim. Ankara’da TRT’deki arka­ daşlar gereken bütün girişimleri yapmış, maçın nakli­ ni gerçekleştirmişlerdi. G uadalajara’daki gibi “kendin söyle, kendin dinle” olmasın diye tüm önlemleri al­ ınışlardı. Takım lar sahada ısınırken, ben de kulaklık­ tan, ta dünyanın öbür ucundan, değerli arkadaşım, ye­ tenekli televizyoncu, iki sevgili dostum Zeki Sözer’in ve Arman Talay’m sesini duyuyordum. Konuşuyor­ duk. Az sonra yayma başlayacak, bu büyük spor ola­ yını nakledecektim. Fakat o da ne? Birden ses kesil­ mişti. Koştum sağa so la... H at kesilmişti. Ve maç baş­ lıyordu. İşte, hakem başlama düdüğünü öttürüyordu bile... Aslında bir saat kadar önce de başka sorunla uğraşmıştım. A nkara’dan “Her şey tam am ” demişler­ di. Dünya Kupası, Radyo-Televizyon M erkezi’nden de “Tam am ” demişlerdi. Fakat bana ayrılan yere git­ tiğimde, önümde m ikrofon filan bulamamıştım. Sor­ duğumda ise “Kendi teknik ekibiniz yerleştirmeyecek mi m ikrofonu?” diye onlar bana sormuştu. Hangi teknik ekip? Ben burda bir garip spikerim, kendi gö­ beğimi kendim keserim , diye anlatam azdım k i... M eksikalılar kendilerinin yapacak bir şeyleri olm adı­ ğını, bir başka radyo ekibinden teknik yardım almam gerektiğini söylediler. Aklıma İtalyanlar geldi. Takım ­ ları finalistti. Onların maçını nakledecektim. Ne de ol­ sa Akdenizliydik, yakındık birbirim ize... G ittim , r a i görevlilerine durumu anlattım . Büyük ilgi gösterdiler. Hemen bir teknisyen, m ikrofon ve diğer aygıtları aldı geldi. Kendilerinde iki tane yedek varmış. (Dünyaya bakın!) O yedeklerden birini kurdu İtalyan teknis­ 201


yen... On bin kez teşekkür ettim. İtalyanların gollerini çok iyi anlatarak teşekkürümü perçinleyeceğimi be­ lirttim. K ırık dökük İtalyancam la, Akdeniz dostluğu sayesinde olayı çözümlemiştim. Fakat şimdi maç baş­ lamış ve gene yayını yapamıyordum. Çıldıracak ya da ağlayacaktım . Birden kulaklığımda “Başla H alit ağa­ bey, b aşla!” diye çok sevgili kardeşim Arman Talay’m o güven veren, o dost sesini duydum, “Başla!.. Yayın­ d asın !..” H içbir şey soramazdım, çünkü “Yayındasın” demişti A rm an... Çaresiz başladım. Öyle bir başladım k i... Sonunda durduramayacaklardı beni!.. Dem okratik (Doğu) Alm anya’dan hakem Glöckner’in yönettiği maçta, Rules Rirnet Kupası için son mü­ cadeleyi verecek takım lar şöyleydi: B r e z İ l y a : Felix - Carlos Alberto, Brito, Piazza, Everaldo - Clodoaldo, Gerson, Rivellino - Jairzinho, Tostao, Pele İ t a l y a : Albertosi - Burgnich, Cera, Rosato, Facchetti - Bertini, Mazzola, De Sisti - Domenghini, Boninsegna, Riva Perdeyi Pele açıyor, bir altın kafa golüyle Brezil­ ya’yı 1-0 öne geçiriyordu. Ne var ki, arkası gelmiyor­ du. 1 -0 ... 1 -0 ... 1 -0 ... Demek böylesine muhteşem bir final, tek golle sona erecekti. Ama İtalya’nın ileri üç­ lüsünde, cıva gibi bir Boninsegna vardı. Fırsatçı Boninsegna... Bazen tele başına kalıyordu ilerde. Brezilya defansını tek başına uğraştırıyordu d a... İşte bu ele avuca sığmaz Boninsegna, çoklarının Riva’dan bekle­ diğini yapıyor, İtalya’yı büyük finalde 1-1 beraberliğe ulaştıran golü atıyordu. Riva ise şım arık jestleri dışın­ da, pek bir şey yapabilmiş değildi. Brezilya büyüktü, çok büyüktü, en büyüktü. Bu bü­ yüklüğünü finalde de göstermekte gecikmedi. İşte Ger-

2 02


Non’u n futbol tarihine parlak harflerle yazılacak müt-

lıiş golü... Ve 2 -1 !.. Sonra Jairzinho’dan galibiyetin vc şampiyonluğun perçini olan gol: 3 -1 !.. Nihayet ge­ riden ok gihi fırlayıp, Pele’den aldığı pasla kaleye ak an ... Ve de nefis bir şutla ağları sarsan kaptan Carlos A lberto’nun kapanış selamı: 4 -1 !.. Brezilya, 1958 ve 1 9 6 2 ’den sonra 1 9 7 0 ’de de şampiyon olunca “Jules Rimet Kupası”nm ebedi sahibi oluyordu. Anlatıyor, anlatıyor, anlatıyordum. Konuşuyor, ko­ nuşuyor, konuşuyordum. M açların en büyüğüydü bu. futbolun en güzeli... Kupaların en görkem lisi... Brezil­ yalılar şeref turu yaparken, yüz on bin kişinin çoğu ağlı­ yordu sevinçten... Stadı dolduranların tümü alkışlıyor, alkışlıyor, alkışlıyordu. Alkışlanacak bir başarıydı bu ...

Türkiye n ire? Brezilya n ire? O anda baktım tepemde birtakım adam lar... Ben coş­ muş, Brezilya’nın Azteca Stadı’nda yazdığı destanı oku­ yorum adeta. A nkara’dan da kesmemişler, “Bu finalin hakkı bu yayındır” gibilerden... Başımdaki insanların ellerinde kameralar, m ikrofonlar... İlcisi de bana uzan­ dı m ikrofonların... Brezilya televizyonu ekibiymiş m e­ ğer... Radyo yayınlarım da ayrıca filme alıyorlarmış. “Dünya zaferimizi nasıl duydu?” diye... Beni öyle Bre­ zilyalıdan çok Brezilyalı gibi kendimden geçmiş anla­ tır görünce, öteki spikerleri filan bırakmışlar, filme çe­ kiyorlar... Önümdeki “TRT-Turchia” yazısını görünce ilgilenmişler zaten... “Türkiye nire, Brezilya nire” gi­ bilerden... Bilseler, bizde sokakta kendi yaptığı bez top­ la oynayan çocuğun bile, onların kalecisinin göbek adı­ nı ezbere bilecek kadar futbol hastası olduğunu... 1 9 7 0 Dünya Kupası, futbol tarihinde o güne kadar

203


görülen “en centilmen şam piyona” olarak kabul edil­ di. Otuz iki m açta doksan beş gol atılmış, ama bir tek futbolcu dahi oyundan atılmamıştı. Hakemin kırmızı kartıyla futbolun yüzünün kızarmadığı bir turnuva idi 9. Dünya Kupası finalleri... Büyük finalde Pele’nin attığı muhteşem golden söz edilirken, bu karşılaşmada Pele’yi marke etmekle gö­ revlendirilmiş ünlü İtalyan yıldızı Burgnich, m açtan sonra şöyle demişti: “Birlikte sıçradık Pele ile... Benim ayaklarım tekrar yere değdiğinde bir baktım: Pele hâ­ lâ havadaydı!..” Büyük futbol oynamış, ama “Dünya Üçüncülüğü” ile yetinmek zorunda kalm ış, bu arada İngiltere’den dört yıl öncenin rövanşını almayı başarmış Alman ta ­ kımı, “ Gol K rallığı” unvanını da başkasına kaptırm a­ mıştı. Yıllar önce M ünih’te T . s.v. Kulübünde bir ant­ renman sonunda takım ın teknik sorumlusu, sahadan soyunma odasına gitmekte olan çok genç bir futbolcu­ yu yanma çağırmış, ona “Bu işe fazla umut bağlama! Sen bu boyla, futbolda bir yere gelemezsin” demişti. İş­ te, 1 9 7 0 Dünya Kupası’nda attığı on golle “ Gol K ralı” olan Alman Gerd Müller, yıllar önce M ünih’teki ant­ renörün “Sen bu boyla futbolda bir yere gelemezsin” dediği gençti. “Bir yere” değil, hem de “öyle bir yere” gelmişti k i... Almanların bir başka golcüsü Uwe Seeler için de, M eksika’da ilginç bir yorum yapılmıştı. O kısa boyu ve o toplu vücudu ile o futbolu nasıl oynadığı, o golle­ ri nasıl attığı tartışılırken, bir Alman spiker çok tatlı benzetmelerle açıklam ıştı Uwe Seeler’in sırrını: “Se­ eler, topa sıçrarken, bir pire’d ir... Topu almak için ko­ şarken, bir tavşan... Topa vurmak için kafaya çıktığın­ da ise, bir boğa o lu r ...” 204


1 9 7 0 Dünya Kupası’na sokaklarda veda ettik. Sa­ bahlara kadar “M ehiko B razil” diye bağıran Güney Amerikalıların arasında... Kaç geceyi hiç uyumadan böylesi futbol coşkusu içinde geçirdik. Sanki bizim ta­ kım şampiyon olmuş, kupayı ebediyen müzesine gö­ türmüştü.

M e k sik a ’nın G u ad alajara şeh rin d eki B rezilya kam p ın d a B ele Türk kon u klarıy la (H alit K ıvanç, M etin O ktay, N ecm i Tanyolaç).


A lm an G o l Kralı M ü ller’in M e k s ik a ’d a k i h a rik a g ollerin d en biri.


Kıvanç, A lm an T ekn ik D irek tö r H elm u t S c b ö n ’le.


¡ 9 7 0 K u p ası’m izleyen gazeteciler, radyocu lar, televizyon cu lar g ib i Kıvanç d a g elen ek sel M e k sik a giysileriyle resim çek tirm ey i ihm al etm em işti.



10. Dünya Kupası 1 9 7 4 ALMANYA

FuBball-Weltmelsterschaft 1974 FIFA World Cup 1974 Coupe du Monde de la FIFA 1974 Copa Mundial de la FIFA 1974


1 9 7 4 , yeni bir Dünya Kupası döneminin başladığı yıl oluyordu. D ört yıl önce M eksika’da büyük başarı gös­ tererek üçüncü kez şampiyonluğu kazanan Brezilya, Jules Rim et Kupası’m ülkesine götürmüştü. Bir daha başka yere gitmemek üzere... O halde yeni bir kupa gerekliydi. F İF A , yeni şampiyona verilecek yeni kupa­ ya kendi adını koymayı uygun gördü: f î f a d ü n y a ic u p a s i . .. Bu. 10. Dünya Kupası’nın da adıydı. 1 9 7 4 Kupası’nm ev sahipliğini Batı Almanya yük­ lenmişti. İki yıl önce bir Olimpiyat düzenleme görevi­ ni üstlenen Almanlar, mükemmel organizasyonlarına karşın çok feci bir olayla kötü puan da almışlardı. İşte, M ünih Olimpiyatlarında faciayı unutmayan Alman­ lar, Dünya Kupası’nda benzeri üzücü olayların çıkm a­ sını engellemek için sert önlemler almıştı. M açlara gi­ renler inceden inceye aranıyordu. Ünlü futbolcuların kaçırılacağı, bazı stadlara bom ba konduğu yolundaki söylentiler de ortalığı heyecana veriyordu. Ama 13 H a­ ziran 19 7 4 günü Frankfurt’un Wald Stadı’nda, hake­ min ilk düdüğüyle topa vurulduğu anda her şey unu­ tuldu. Büyük finalin son düdüğü ötünceye kadar da hiçbir olaya rastlanmadı. Türkiye, 1 9 7 4 Dünya Kupası finallerinde de yoktu. İtalya, İsviçre ve Lüksemburg’la bir araya düşmüş, grup İkincisi olm akla teselli bulmuştuk. Bilançomuz ilgi çe­ 213


kiciydi: Altı m açtan ikisini kazamfıış, ikisini kaybet­ miş, ikisinde de yenişememiştik. Yediğimiz üç gole kar­ şılık attığımız gollerin toplam ı beşti. Zaten İsviçre’yi de bu gol averajıyla geçip ikinci sırayı almıştık. İsviçre de bizim gibi altı puan toplam ıştı elem elerde... İtalya on puanla grubumuzun birincisi olurken, Lüksemburg bizden aldığı iki puanla sonuncu basamaktaydı. Grup şampiyonu olan İtalya ile bir maçımızda golsüz berabere kalma başarısıyla sevinmiş, ama öteki maçla birlikte umudumuzu da yitirmiştik. İtalya’ya ancak 1-0 yenilen takımımızın, dünya futbolunun en zayıfların­ dan Lüksemburg’a, hem de 2 -0 yenilmesi, futbol tari­ himizin en büyük üzüntülerinden biri olarak kalacak­ tı. İsviçre ile bir maçta berabere kalmış, ötekinde 2-0 kazanmıştık. Liiksemburg’u da rövanşta 3-0 yenmiş­ tik. Gol yemeden grup birincisi olan ve Almanya’daki finallere giden İtalya, grubumuzda birinci olmayı hak etmişti doğrusu...

Türkiye’nin r v ’de izlediği ilk Dünya K upası... Alm anya’da oynanacak 10. Dünya Kupası’nın büyük özelliğini, ya da bir büyük güzelliğini hemen söylemem gerek: “ 1 9 7 4 finalleri, Türk insanının televizyondan izlediği ilk Dünya Kupası finalleri o la c a k tı...” M açların çeşitli şehirlere yayılması, Alm anya’nın ülkemize yakın olm ası, TRT’nin bu ilk naklen yayında olabildiğince çok maçı vermek istemesi gibi nedenler­ le, Dünya Kupası’na kalabalık bir ekiple gitmiştik. Böylece yeni spor spikerlerimizin deneyim kazanması gibi bir amaç da güdülüyordu. Bunun ne kadar doğru olduğu sonradan anlaşılacak, yurtdışından ilk kez maç anlatan gençler, kısa zamanda mesleklerinde büyük

2 14


tınıma kaydedeceklerdi. Türk seyircisinin başından so­ nuna kadar izleme şansım bulduğu bu ilk büyük futbol olayında görevlendirilen TR T ekibinde Arman Talay, Çetin Çeki, Okan Uysaler, Aydın Köker, M ustafa Salilıoğlu, Tansu Polatkan, Ümit Aktan, Erol Kaner, Abiıliıı Aydoğdu, M ustafa Genç, Altan Aşar, Hüsnü Kaflan, kameraman Recai Uğurkan, Osman Aslan, idari görevler için Aykut O ral, Yılmaz Tağtekin, birliktey­ dik. Sevgili Arman Talay ekibin yöneticisiydi. Çetin Çeki ile birlikte başarılı bir yönetim gösteren Arman Talay’ın, inanılmaz bir özveriyle ordaki çalışmasını daima mutlulukla hatırlarım. Çetin Çeki’nin orda gös­ terdiği başarı da, bir süre sonra kendisinin t r t Spor Servisi’nin başına getirilmesini sağlayacaktı. Alman­ ya’daki ekip çalışmamız gerçekten mükemmeldi. D i­ siplinimiz, ev sahibi Almanları bile kıskandıracak öl­ çüdeydi. Sabahları hepimiz saat tam sekizde otelin alt salonunda toplanıyor ve günlük görev bölümü yapı­ yorduk. Naklen yayınların dışında, memleketimize her gün çekilen filmleri yolluyorduk. Ayrıca sürekli radyo programı hazırlıyor, veriyorduk. Ekip elemanları her gün Frankfurt’tan maçların yapılacağı şehirlere dağılı­ yor, bir kısmımız da Hessische Rundfunk’un Frank­ furt’taki Dünya Kupası Televizyon M erkezi’nde kala­ rak, “off-tube” sistemiyle çalışıyorduk. M açların nak­ li için çok istek vardı. Stadlardaki yayın olanakları da tüm istekleri karşılayacak kadar geniş olmadığından, bazı ülkelere “off-tu be” zorunluluğu getiriliyordu. Aslında bu zorunluluk, bizim gibi takım ı finalde oyna­ mayan memleketler için geçerliydi. Yoksa takımı fina­ list ülkelerin TV kuruluşlarına, stadta muhakkak anla­ tım yeri veriliyordu. Biz “üvey evlat” muamelesi gör­ 21.5


mekten kurtulmak için çaba harcıyorduk. Sonraları buna alışacaktık. Nereye gidersek, en kenardaki, ba­ zen de en küçük spiker kabininin bize ayrıldığına ta­ nık olacaktık. Bazen istediğimiz bir maçı naklen yayınlayamayacağımızı son anda bildiriyorlardı. O za­ man kafası kızan Okan Uysalar, iyi Almanca da bildi­ ğinden, soluğu Alman yetkililerin yanında alıyor ve sorunumuzu çözümlemeyi başarıyordu. t r t Spor’daki genç arkadaşlarım içinde, böyle önem­ li bir uluslararası organizasyona ilk gelenler çoktu. Ben sözüm ona, “tecrübeli ağabey” olarak, uyarıda bulunu­ yor, daha uçakta giderken, “Bakın çocuklar” diyordum. “Avrupa’da hırsızlık, yankesicilik dediğiniz bizdekin­ den çok fazladır ve ustacadır d a ... Onun için dikkatli olun. Bakın, paranızı üçe, beşe ayırın ve değişik yerle­ re koyun. Hatta büyükçe bir kısmını otelin kasasına emanet edin.” Bilirsiniz, uluslararası bir kuraldır. Otellerin bir emanet kasası vardır. Paranızı, değerli evraklarınızı fi­ lan bırakırsınız. Bize Frankfurt’ta küçük bir otel tutul­ muştu. Öğrenciliği döneminden Alm anya’yı iyi tanıdı­ ğını söyleyen o tarihteki genel müdür yardımcısı Cen­ giz Taşer önermişti bu o teli... Sonra final için gittiği­ miz M ünih’teki oteli de Taşer ayırtmıştı y a... H erhal­ de ucuz diye orası tutulmuştu bize... Şimdi gelelim Frankfurt’taki otelim ize... Kapıdan girdiğimde şaşırmıştım. Hüsamettin karşımda duru­ yordu. Babıâli’de bir süre aynı yokuşu birlikte inip çık­ tığımız, bir gazeteci arkadaştı. Fakat hiç tanır gibi dav­ ranmamıştı. “Siz Hüsamettin değil m isiniz?” soruma da soğukça bir “Evet” demişti. Soğukça ve zorla... Kendimi hatırlatınca, “ O o o o ” diye boynuma sarıl­ masını bekledim. Hatırlam ış görünmedi. Sadece “Bir 216


ara oralarda çalışmıştım ” demekle yetindi. Kaldığımız, daha doğrusu bize ayrılan bu otelin sahibiydi. Bu kü­ çük oteli Alman karısıyla birlikte çalıştırıyordu. “Türkiye’ye yıllardır gelmediğini” sanki özel bir se­ vinçle söylüyordu. İyi hoş da, biz müşteriydik. Üstelik “yağlı m ü şteri...” TRT’den bir ay için yüklü para al­ m ıştı... Öyle bir t r t ekibi, en kaba Alman’m oteline onca para kazandırsa, otel sahibi ya da müdürü, en azından bir ayda bir gün bir bira ikram ederdi. Bizim­ ki ise getirdiği meşrubat şişesini açmadan parası için elini uzatıyordu. Hadi buna da “eyvallah” diyelim. Benim çocuklara da tembih ettiğim, parayı emanete teslim olayına gelelim. Akşam gittim, otel sahibine “Paramızı emanete bırakacağım ızı” söyledim. “Şimdi kasayı kapadım, gidiyorum. Sabah verirsiniz. Hem köşedeki bankaya yatırsanız daha iyi olur. Burda bize iş çıkarır” dedi, almadı. Ertesi sabah, bankaya yatır­ maya karar verip çıktık. Bir ay için geçimimizi sağla­ yacak bütün dövizimizi üstümüzde gezdiremezdik y a ... Akşam otele döndüğümüzde, ikiye ayırdığım pa­ ranın bir bölüm ü... cebimde y ok tu ... Ya düşürmüş­ tüm ya çaldırm ıştım ... Düşürdüğüm için kendime kız­ madım. Çalınm ışsa, çalan hırsıza kızmadığım g ib i... Parayı alıp emanete koymayan Herr Hüsamettin isim­ li otelciye kızabilirdim, eğer ille de birine kızmam ge­ rekirse...

Pele ile röportaj kaça mı? “Tamamen D uygusal!..” Biz gene futbola dönelim ... Farkındayım , soruyorsu­ nuz: “ Pele yok muydu 1 9 7 4 ’d e ?..” Vardı, ama bir meşrubat firmasının reklamını yapmak üzere gelmişti 21 7


Alm anya’y a ... Tabii bunu öğrenir öğrenmez, hemen koşmuştuk. Pele’yi Türkiye’ye de getiren ve Türk fut­ bolseverinin onu İnönü Stadı’nda seyretmesini de sağ­ layan firmaya, “Pele ile bir televizyon röportajı yap­ m a” isteğimizi bildirmiş, fakat Cem Yılm az’ın unutul­ maz reklamındaki gibi, “tamamen duygusal” bir ya­ nıt almıştık. Bilmem kaç bin dolar ödememiz gerekti­ ğini söylediklerinde, cebim izdeki tüm paraları bir edersek bile, bu röportajı yapma olanağına erişemiyorduk. Gene de sahiden “duygusal” bir girişim de­ nemesine giriştik. Tabii İngilizcesi benden çok çok çok iyi olan Çetin Çeki, o güzel ses tonuyla inandırıcı bir konuşma yaptıktan sonra ben atıldım, İngilizceme (orda bulunan Almanları düşünerek) Almancamı da katarak, “Pele’ye lütfen şu önemli notu vermenizi rica edeceğim. Frankfurt’ta kendisiyle konuşmak isteyen Türk televizyon sunucusunun, 1 9 5 8 ’de İsveç’te Hotel Brom m a’da kendisiyle ilk röportajı yapan gazeteci ol­ duğunu bildirirseniz, sanırım olayın çözümlenmesi mümkün olur” dedim. Birkaç dakika beklememizi söy­ lediler. Gerçekten birkaç dakika son ra... Evet evet, sa­ dece birkaç dakika sonra Pele karşımızdaydı. Bana doğru geliyor ve elimi sıkarak hatırımı soruyordu. Çe­ tin Çeki’yi tanıttım . Sonra da kısacık bir t v çekimi için izin istememle “T ab ii” dedi gülerek, “Hemen ya­ p a lım ...” Sözün kısası, bu Pele’nin benden, sizin de Pele’li anı­ lardan kurtulacağınız yok. Adam bilse konuşur muy­ du Stockholm ’da?.. Eee, çocuktu o zam an... Toylu­ ğundan yararlandım demek k i... Ama laf aramızda, Pele röportajına hiçbir şey öde­ meyince, o akşam kendimize güzel bir ziyafet çekmiştik. 218


liir kupaya on altı aday ... 10. Dünya Kupası’nm on altı finalistinden ikisi önce­ den belliydi: Ev sahibi Batı A lm anya... Ve son Dünya Şampiyonu Brezilya... Elemeler sonunda öteki on dört finalist de şöyle be­ lirlendi: Yugoslavya, İskoçya, İsveç, Bulgaristan, H ol­ landa, İtalya, Polonya, Doğu Almanya, Zaire, Avustral­ ya, Haiti, Şili, Uruguay, Arjantin. Kura cilvesi, Alm anya’nın Batı’sı ile Doğu’sunu ay­ nı eleme grubunda bir araya getirmişti. Son yıllarda sporda büyük aşama gösteren Doğu Almanya’nın, futbolda da sürpriz yapacağı öne sürülürken, ev sahibi Batı Almanya da kupaya göz dikenlerin başında geli­ yordu. 1. grubun öteki iki takımından biri, ilk kez böylesine bir şampiyonada yer alan, ayrıca futbol dünya­ sında adını pek duyurmamış Avustralya idi. Grubun bir başka ekibi, uzaklardan iddiayla gelmiş, tecrübeli Şili takımıydı. Şili, iddiasını bir ölçüde sürdürdü de. Favori Batı Almanya karşısında iyi dayandı. Ancak Breitner’in golüne boyun eğdi. Şili’den 1 -0 ’la sıyrılan Batı Almanya, Avustralya’yı üç golle yenerken, M üller de ilk golüyle sahneye çıkmıştı. Overath ve Cullmann’dı öteki golcüler... M üller’in golü, Almanları heyecanlandırmıştı: 1 9 7 0 ’in gol kralı, 1 9 7 4 ’de de un­ vanını koruyacak mıydı? Doğu Almanya ise, Avustralya’yı 2-0 yendikten son­ ra Şili önünde tökezlemiş, 1 -1 ’i bozam amıştı. Nihayet 22 Haziran günü geldi çattı. Sadece sportif bakımdan değil, politik dünya için de ilginç bir maçtı bu. İki Al­ man takım ı birbiriyle çarpışacaktı. İki değişik rejim in temsilcileriydi b u nlar... Fakat işler beklendiği gibi çıkmadı. Ev sahipliği avantajını kullanacağı sanılan ve 219


favori gösterilen Batı Almanya, Ham burg’da seyirci­ sinden hiç de destek görmedi. Destek şöyle dursun, köstek bile oldu seyirci... Hele genç yıldız Sparvvasser, Doğu Alm anya’yı 1-0 öne geçiren golü attıktan sonra seyirci, Helmut Schön’ü ıslıklamaya başlamıştı b ile... Doğu Almanya’nın günlerce konuşulan zaferiy­ di bu. 1 9 7 4 Dünya Kupası finallerinde ilk sansasyonu, iki Almanya’nın maçı yaratmıştı. İkinci olay da, gene Fe­ deral Alm anya’nın, ev sahibinin maçında patlayacak, bu finallerde ilk kırmızı kart çıkacaktı.

N ihayet... Dünya Kupası’nda Türk hakem i... Bu kupanın bizim için bir özelliği, m açları ilk kez te­ levizyonla yayınlamamızdı. Bir diğer, hem de önemli özelliği ise, bir Türk hakeminin Dünya Kupası’nda görev almasıydı. Bu onura erişen hakemimiz, Doğan B a b a ca n ’dı. A lm anya’da karşılaştığım ızda sevgili dost Doğan B abacan’a takılm ış, “Sen punduna geti­ rirsen, Beckenbauer’i bile oyundan atarsın” diye şakalaşmıştık. Babacan gülüyordu: “Yapmayın be çocuklar!.. Adı­ mı çıkaracaksınız. Ben olur olmaz oyuncu atmam k i... Fakat, disiplinsiz hareket gördüm mü, kasıtlı davranış gördüm mü, o zaman da gözünün yaşına bakmam, kim olursa o lsu n ...” Gerçekten gözünün yaşma bakm am ıştı Şilili Caszelly’n in ... Federal Alm anya’nın Şili’yi 1-0 yendiği m açta, Şili’nin en iyi oyuncusu Caszelly rakibine sert girin ce... Doğan Babacan ağır ağır gelmiş ve birden kırmızı kartını çıkarm ıştı. Bu, finallerde gösterilen ilk kırmızı karttı. 220


Şakamız bir bakıma gerçekleşmişti. Beckenbauer’i değilse de, Beckenbauer’in karşısındaki takımın kapta­ nım atmıştı bizim B abacan... Kupa Statüsü’ne göre, dört grupta oynanan m aç­ lardan sonra, her iki gruptan iki takım ikinci tura yükselecekti. Bunlar da iki final grubu oluşturacak ve gruplarda m açlar gene lig sistemiyle yapılacaktı. Öyle de oldu. Bu arada, İskoçya’nın uğradığı talihsizlik bü­ yüktü. İskoç'lar hiç yenilmemiş oldukları halde elen­ diler. İskoçya üç m açtan ikisinde berabere kalmış, bi­ rini de kazanm ıştı. Bir gol fazla atan Brezilya, averaj­ la tur atladı. İskoçya’mn elenmesi önemliydi. Böylece Britanya adasından hiç kimse kalmıyordu Dünya Ku­ pası finallerinde... İngiltere zaten gelememişti Alm an­ ya’ya-•• Turnuvada güzel futboluyla parlayan takım , H o l­ landa idi. H ollanda’nın flaş futbolcuları da Cruyff, Neeskens, Rep, Rensenbrink ve H aan ’dı. Bu kupada kendinden çok söz ettiren bir yıldız, İtal­ yan kaleci Z o ff da, herkese parmak ısırtıyordu. Gol yemiyordu Z o ff... Finallere gelene kadar, kaç maçtır, İtalya M illi Takım kalesi gol nedir görmemişti. Şimdi, Dünya Kupası başlayınca, herkes soruyordu: “Z o ff’a kim gol atacak? Alman M üller mi, Hollandalı Cruyff mu, Yugoslav Dzajiç mi, İskoç Daglish mi, Brezilyalı Jairzinho mu, Arjantinli Kempes mi, Polonyalı Lato mu? Hangisi, hangisi gol atacaktı İtalyan Dino Z o ff’a ? ”

Kim bu Haitili Şanon? I liçbiri atam adı. Fakat Z o ff gol yedi. Bu büyük olayı başaran ve adını futbol tarihine geçiren oyuncu, o güne kadar kimsenin duymadığı, bilmediği, tanımadığı Sa221


non’du. Üstelik bu Şanon, finallere gelişi bile büyük sürpriz olarak karşılanan, futbolda iddiasız bir ülke­ nin takım ında, H aiti’de oynuyordu. Evet, onca yıldı­ zın yapamadığını Haitili meçhul futbolcu Şanon yap mış, nefis bir golle, Z o ff’un “gol yemezlik rekoru”nıı 1 1 4 3 . dakikada kesmişti. İtalyanlar aynı maçta H a­ iti’ye üç gol attılar ama neye yarar? Sanon’un bir tek golü, tüm dünya televizyonlarında tekrar tekrar gös­ terilmiş, kitaplara geçmiş, gazetelerde başta yer almış­ tı y a... H ollanda, 1 9 7 4 Kupası’nın dikkatleri üzerine çe­ ken takımıydı. Başta Cruyff, portakal rengi form alılar nefis futbol oynuyorlardı. Komşu Hollanda’dan Al­ manya’ya gelen seyircilerin de coşturmasıyla, H ollan­ da takımı giderek şahlanıyordu. Çok seyircisi vardı H ollanda’n ın ... Hepsi de takım larındaki oyuncular gibi portakal renkte tişört, gömlek, bluz, hatta panto­ lon giyiyor, aynı renkte atkıları boyunlarına bağlıyor; portakal rengi bayraklarla, flamalarla sürekli olay ya­ ratıyorlardı.

Uruguaylı spiker de olduk... Hannover’deki Hollanda - Uruguay maçını, Abidin Aydoğdu ile birlikte nakletmek üzere, stadtaki spiker ku­ lübelerinin bulunduğu yere geldik. Bir vesile ile söyle­ miştim ya, en kötü yer çoğunluk bize ayrılır, diye... Orda da öyle olmuştu. “Sizin takımınız filan yok. Oy­ nadığınız futbolla bu yeri verdiğimize bile şükredin” dercesine, tribünün en sonuna itmişlerdi bizim m ik­ ro fo n u ... Bizim kabinden sonra televizyon anlatım yeri bitiyor, seyircilerin tribünü başlıyordu. Kabinin cam ından seyircilerle iç içe gibiydik. Abidin Aydoğdu 222


ile kabine girer girmez, yakınım ızdaki Hollandalı se­ yircilerde bir kıpırdanma başladı. Çok geçmeden ha­ reketleri çoğaldı. Bakışları hiç de sevimli görünmü­ yordu. Derken, bir ikisi ayağa kalkıp, bizi kovar gibi işaretler etmeye başladılar. Cama yaklaştık, anlam a­ ya çalıştık. “Uruguaylıları perişan edeceğiz. Uruguay defol” gibilerden tercüme ettik söylediklerini... Bir an Abidin’e bakarken, “Ç abuk” dedim, “ Çabuk çıkar sırtındaki m ontu... Ben de çıkarıyorum kazağımı. Ya­ lın bunlar bizi Uruguaylı sandılar, onun için protesto ediyorlar.” Rastlantı bu ya, Abidin mavi bir mont giymişti sır­ tına... Ben de mavi k azak... Stadta Hollandalılar por­ takal rengi giysileriyle bir kısım tribünleri kaplarken, öbür tribünler de mavi giysili Uruguay taraftarlarıyla doluydu. Azınlıktaydılar, ama gene de bir tribün dol­ duruyorlardı. M avi mont ve kazağımızı çıkardıktan sonra bir kâğıt aldım. Üstüne keçe kalemle koca harf­ lerle, “Biz, Türk Televizyonu spikerleriyiz. Selam” yaz­ dım. Ve cama tuttum. Bir an okudular, ardından hepsi ayağa fırlayarak alkışlamaya başladı... 1 9 7 4 finallerinde İtalyan kalecisi Dino Z off, tam I 143 dakika gol yememişti ama, bu kupada yıldızla­ şan bir kaleci daha vardı: Penaltıdan gol yemeyen, Po­ lonya kalecisi Tomaszevvski... Wembley’de, penaltı kurtararak İngilizlerin finale çıkmasını engelleyen Tomaszevvski, ününü hurda da sürdürüyor. Polonya’nın İsveç’i 1-0 yendiği m açta, ge­ ne penaltı kurtararak galibiyeti koruyordu. Ve sonra Almanya - Polonya karşılaşmasında da, hem de “penaltıcı” diye tanımlanan H oeness’in vuruşuyla gelen topu kurtaracaktı. “Penaltıdan gol yemeyen kaleci” Tomaszevvski, ne çare, aynı m açta M üller’in ofsayt 223


golüne boyun eğiyor. Almanya, bu en önemli karşılaş­ mayı tartışmalı bir golle 2-1 kazanarak, kupa yolunda yürüyordu.

Futbolu değil, yağm uru anlatmak!.. Frankfurt’taki Almanya - Polonya maçı da unutulma­ yacak bir olaydı. M aç saatinden çok önce başlayan yağmur giderek sağanak halini almış, sahanın her ya­ nını gölcüklerle doldurmuştu. Avusturyalı hakem, bu durumda maçı başlatamamıştı. Tribünlerde altmış iki bin seyirci, çoğu ıslanarak, dakikalarca yağmurun din­ mesini ve sahanın temizlenmesini beklemişti. Biz maç saatinde merkeze bağlanmış, yayma geç­ miştik. Yani, maç oynansın oynanmasın, bir şeyler an­ latmak zorundaydık. Aslında pek de kötü olmadı. O göllerle dolu saha, kısa zamanda temizlendi. Bu da naklen yayınla verildi. Hiç değilse, böyle bir sorunun nasıl çözüldüğünü bizim memleketteki yetkililer, gö­ revliler de seyretmiş ve deneyim kazanmış oldular. Bu arada, maçı birlikte nakletmekle görevli olduğum sev­ gili Ümit Aktan kardeşim, her zamanki muzipliğiyle, kulaklığını çıkarıp eğildi, “Ağabey, sen tecrübelisin. Bu yağmuru sen benden iyi anlatırsın” dedi. Ve ayağa kalkıp kabinden çıktı. Tahmin edeceğiniz gibi, kenar­ daki organizasyon hostesleriyle sohbete gitti A ktan ... O gün iki şeye üzülmüştüm. Biri, saha temizlenir­ ken görevli Alınanlardan birinin gelip de “Temizle­ yenler Türk işçileri” diye sözüm ona şaka yapmasıydı. Bir de Almanların, m açı açık bir ofsayttan attıkları golle kazanm ası... Düsseldorf’ta da böylesi yağmurlu bir maç oynan­ dı. Gök delinmişti san k i... Fakat o yağmurda gayet iyi 224


Iut bol sergilenmiş ve güzel goller seyredilmişti. Fedeı .11 Almanya’nın İsveç’i 4 -2 yendiği m açtı b u ... Edstı nın İsveç’i öne geçiren golü atmış, Overath beraber­ liği sağlamış, sonra Bonhof ve Sandberg’in karşılıklı >*(illeriyle durum 2 -2 ’ye varmıştı. İşte, bu anda Helmut Schön bir değişiklik yapıyor ve futbolda oyuncu de­ ğiştirmedeki isabetin bir galibiyet nedeni olabileceğini diinyaya gösteriyor, adeta ders veriyordu. GrabovvsUi’yi almıştı oyuna taze kuvvet o larak ... Grabowski de oyuna golle girmişti. Topa ilk vuruşu, üçüncü gol olarak stadı ayağa kaldırmıştı. İsveç kalecisi Hellstlöın de, şampiyonanın en iyi kalecilerindendi. Zaten bıı kupadan sonra, Alman kulüpleri tarafından hemen alınacaktı. H elleström ’in başarısı büyüktü ama, Hoeııcss’in golü de büyüktü. Çünkü bu, maçın 4 -2 ’lik so­ nucunu belirleyen dördüncü goldü.

ı v'de ilk Dünya Kupası finalim ... 7 Temmuz 1 9 7 4 ... M ünih’in Olim piyat Stadı’ndayız. Tribünlerde yetmiş yedi bin seyirci var. Ama televiz­ yonları başında, milyonlar seyrediyor bu büyük fina­ li... Ve Türk sporseverleri d e... Genç meslektaşım Tan­ su Polatkan’la birlikte mikrofon başındayız. Yerinde İzlediğim 5. Dünya Kupası fin ali... M ikrofon başında unlattığım üçüncü final oluyor. Ve televizyonda nak­ lettiğim ilk Dünya Kupası finalim. Tansu Polatkan, önce spor spikerliği konusunda öğrencim oldu. Hem futbolu, hem Türkçeyi iyi bilen, efendi bir gençti. Üstün yeteneğiyle, spor spikeri ola­ nı k haklı bir ün kazandı. Bugün de aynı başarıyı sür­ dürüyor. İşte, televizyonda nakledilen ilk Dünya Kupası’mn finalinde, Tansu ile birlikte yapıyorduk yayını... 225


İngiliz hakem John Taylor’un, düdüğü oyunu başla­ tırken takım lar şöyleydi: F e d e r a l A l m a n y a : M aler - Vogts, Schwarzeııbeck, Beckenbauer, Breltner - Bonhof, Overath, Hoeness - Grabovvski, Müller, Hölzenbein H o l l a n d a : Jongbloed - Suurbier, Haan, Rijsbergen, Krol - Van Hanegem, Neeskens, Jansen - Rep, Cruyff, Rensenbrink Oyun penaltıyla ve golle başladı. Daha 2. dakika dolmadan, Cruyff topla ceza alanına dalmış ve Vogts’un sert müdahalesiyle kendini yerde bulmuştu. Tipik pe­ naltıydı. İngiliz hakem de penaltıyı vermekte tereddüt etmedi. Neeskens geldi topun başın a... Bu kupada, Cruyff’tan sonra en çok beğenilen HollandalIydı Nees­ kens. Toplara sert vurmasıyla tanınmıştı. Ve öyle vur­ d u ... G o l... Hollanda 1 - Federal Almanya 0. Almanya kendi evinde kupayı alam ayacak mıydı? Oysa, nasıl 1 9 6 6 ’da İngilizler daha ilk günden “Kupa bizim ” demişlerse, burda da her gün “Kupa ev sahibi­ nin” sloganını duyuyorduk. Öte yandan “Dünya Ku­ pası finallerinde ilk gol uğursuz gelir” diye bir inanç da vardı. Kaç Dünya Kupası’nda öyle olm uştu... İlk golü atan takım , sonunda yenilmişti. Ancak dört yıl önce M eksika’da Brezilyalılar bu inancı yıkmış, hem ilk golünü atmış, hem de kupayı almışlardı. Şimdi ba­ kalım hangisi tekrarlanacaktı bugün? Almanlar, yedikleri golle birlikte hızlandılar. Bir pe­ naltıya, beraberlik golüne kadar ulaştı bu hız... Bu kez düşürülen, H ölzenbein’di. Penaltı gene tartışılmazdı. İngiliz hakem Taylor’un iki önemli kararı da onaylana­ cak doğruluktaydı. Breitner geldi topa vurmak için ... Almanların büyük futbolcusu... Öyle bir vurdu ki, ka226


Iı ı ı Jongbloed’e topu ağlardan çıkarm aktan başka iş i almamıştı. 1-1’lik durum uzun süre devam etti, herkes ilk ya­ lının böyle kapanacağını beklerken... Bonhof’tan baş­ layan atak, bir kupa değerindeki gole kadar gitti. Hollaııda kalesi önünde topu yakalayan Gerd Müller, önı e vuramadı, kaçırdı. Sonra da dışarıya gönderiyor­ muş gibi hafif vurdu. Oysa akıllı, isabetli bir vuruş­ un Ve Almanya’nın maçı 2-1 kazanmasını sağlayacak olan golü yaratıyordu bu vuruş... Tribünlerde Alman seyirciler havalara sıçrıyordu. Hollandalılar ise, topun o nazlı nazlı gidişi sırasında bir tek savunma adam ı­ nın uzanıp da topa dokunamamış olmasına şaşıyordu, 11/üliiyordu. İkinci yarıda karşılıklı çabalar 2 -1 ’lik durumu de­ ğiştiremeyecekti. Sadece sertleşmişti oyun. İngiliz ha­ kem faul üstüne faul çalıyordu. M aç boyunca tam otıız üç faul olmuştu. Yirm i üçünü yapan HollandalI­ lardı. M açtan önce Beckenbauer’in mi, yoksa Cruyff’un ıııu daha büyük olduğu tartışılıyordu. M açta ise, tarnşmadan vazgeçiliyordu. Çünkü ikisi de büyüktü. M a­ yii yıldızları, Beckenbauer ve C ruyff’tu. Ne var ki, ( irııyff’un şahane futbolunu alkışladığım kadar, bazı gereksiz davranışlarına, şımarıklık gibi görünen hare­ ketlerine de kötü puan verdiğimi belirtmek isterim. ( ¡ruyff için her zaman bu yargıya sahip oldum. Çok biiyük fu tbolcu ... Ama efendilik, centilmenlik açısın­ dan hiçbir zaman bir Pele değil, bir Eusebio değil, bir Beckenbauer değil, daha birçok kişi değil... Hemen her maçında sarı kart gören, her düdükte hakeme doğııı protesto hareketleri yapan, maruz kaldığı her sert­ likte rakibiyle ağız dalaşma giren, hatta itişmeye k al­ kışan Cruyff’tu hep... O çaptaki bir yıldıza yakışm a­ 227


yan davranışlardı bunlar... Ne bileyim, sevenleri gii cennıesin am a... Pele, Eusebio, Didi, Fontaine, Bec­ kenbauer ve o büyüklükteki yıldızların yanında, bazı şımarık davranışlarıyla Cruyff, harika futbol oynayan bir m ahalle çocuğu izlenimini bırakıyor. Futbolun tahtına çıksa d a... 1 9 7 4 ’de “ev sahibi” ulaştı “mutlu son”a ... Ancak, maç akşamı sabaha kadar bira fıçılarını deviren Al m anlar şarkılar söyleyerek M ünih sokaklarında dola­ şırken, Alman M illi Takımı onuruna verilen ziyafette hava hiç de öyle tatlı değildi. Bazı ünlü Alman futbol­ cuları, eşlerine kaba davranıldığı gerekçesiyle olay çı karıyor, ziyafette başlayan bu olay daha sonra büyü­ yordu. Böylece, Alman M illi Takım ı, Dünya Şampi yonu olduğu akşam dağılmaya başlıyor, bazı Alman M illi Takım oyuncularının ertesi günkü gazetelerde şu demeçleri okunuyordu: “Artık milli takımda yokum !” Oysa Alman halkı 1 9 5 4 ’den tam yirmi yıl sonra, 1 9 7 4 ’de, Dünya K upası’m kazanm anın sevinciyle, coşkuyla bayram yapmaya devam ediyordu.

1 9 7 4 Kupası’ndan notlar... 1974 Dünya Kupası’nı birkaç ilginç notla noktalayalım: • Türk Hakemi Doğan Babacan, bu finallerde üç m açta görev yaptı. Birincisi, bu finallerde ilk kırmızı kartın gösterildiği Batı Almanya - Şili maçıydı. Bu kar­ şılaşmada Türk hakeminin yanında yardımcı olarak bir İngiliz (Taylor), bir de Kanadalı (Winsemann) ha­ kem görev almıştı. Babacan, daha sonra İngiliz Tay­ lo r’un yönettiği Bulgaristan - Uruguay m açında, Batı Alman hakem Ohm sen’le birlikte yardımcı olarak gö­ revlendirildi. Hakemimiz Doğan Babacan, üçüncü ola228


ı ,ık da Galler’den Thom as’ın yönettiği maçta Avustral­ y a l I Boskoviç’le birlikte yardımcı hakem görevini üst­ lenmişti. • Bu finaller arasında Polonya - Yugoslavya maçını l'V’den izleyen bir Yugoslav kadını, Yugoslavlar İskoç kalesine gol atınca birden çok heyecanlanmış... Ve “er­ ken doğum” yapm ıştı... Ve de doğan çocuğa, golü atan oyuncunun adını koydular: K arasi,.. • 1143 dakika gol yemeyen İtalyan kalecisi Dino Zoff’a ilk golü atan Haitili Sanon’a, Haiti devlet başka­ nı, kupa dönüşünde güzel bir otom obil hediye etti. • Almanya’daki 1 974 Dünya Kupası finallerini tri­ bünde izleyenler arasında bir kadın seyirci vardı k i... I »iinya medyası tv kameralarıyla, fotoğraf makineleııyle hep onu kovalıyordu. Kim mi? Yüzyılın güzeli... I lizabeth Taylor... Kısa adıyla “Liz” ... • Finallerdeki otuz sekiz maçı stadlarda seyreden­ lerin toplamı 1 milyon 880 bin kişiydi. Rekor, Türk H a­ kemi Doğan B abacan’m yönettiği Batı Almanya - Şili maçında kırılmış, bu oyunda stada 8 3 .5 9 3 seyirci gel­ mişti. • Otuz sekiz m açta üç yüz yirmi beş futbolcu oy­ namıştı. Bunlar içinde sadece beşi oyundan atılmıştı. Gaszely (Şili), M ontero - Castillo (Uruguay), N ’Daie (Zaire), Richards (Avustralya), Pereira (Brezilya). • 1974 Dünya Kupası sonunda futbol otorileri, Ku­ pa Karmasını şöyle kurmuşlardı: Helström (İsveç) - Vogts (Batı Almanya), Pereira (Brezilya), Beckenbauer (Batı Almanya), Breitner (Ba­ lı Almanya) - Bremner (İskoçya), Dejna (Polonya), Neeskens (Hollanda) - Lato (Polonya), Cruyff (H ol­ landa), Gadocha (Polonya)

2 29


1143 d a k ik a g o l yem eyen Italyan kalecisi D ino Z o ff, nihayet g o l yiyor.

İtalya M illi T akım ı’nın ünlü kalecisi D in o Z o ff, ken disin e g o l atara k 1143 d a k ik a lık rekoru n a son veren H aitili golcü Sanon'u m açtan sonra kutluyor.


İlk kez D ünya K u pası fin allerin de bir T ürk h a k e m i... D oğ an B abacan , A lm anya - Şili m açın d a kap tan Caszely'ye kırm ızı k a r t gösteriyor.


P ele, K ıv a n ç la 1 9 74 D ünya K u p a sı’n da F ran kfu rt’ta T V röportajın da.

1 9 7 4 yılında T R T ’d e “D ünya K u pasın a D o ğ ru ’’ b elg eseli çekilirken .


Z a ferd en son ra A lm an O verath ve G erd M Ăźller, D Ăźnya K u pasÄą yla.


Ve ilk g o l: N eesken s h a rik a vu ru yor... 1-0 H ollan d a รถ n d e..


1974 fin alin d e ikin ci pen altı: H ölzen bein dü şü rü lü yor...

Ve ikin ci g ol: B reitn er m ü kem m el vu ru yor... D urum : 1 -1...


11. Dünya Kupası 1978

A R JA N T İN


I I . Dünya Kupası finallerinde, eleme m açları sonun­ da on dört takım A rjantin’e gitmeye hak kazanmıştı. Ilımlar Tunus, M eksika, Avusturya, İspanya, İsveç, Pe­ ru, Brezilya, Hollanda, İran, İskoçya, M acaristan, Po­ lonya, Fransa, İtalya idi. Bir önceki kupayı kazanan Almanya ve ev sahibi olarak da Arjantin katılıyordu. On altı finalist dörder takımdan oluşan dört grupta ilk tur maçlarını oynayacak, sonunda gruplarda birin­ ci ve ikinci olanlar yeniden dört takım lı iki grupla lig usulüyle maç yapacaklar; bu iki grubun birincisi final oynarken, İkinciler de dünya üçüncülüğü için karşı kar­ şıya geleceklerdi. Farkındasınız: Türkiye’den söz etmiyoruz bu kupa­ da. Çünkü gene yoktuk. Doğu Almanya, Avusturya ve Malta ile birleştiğimiz grupta tek tesellimiz, sonuncu olmayışımızdı. İki M alta maçını, hem de farklı sonuç­ larla (4-0, 3-0) kazanmış; Doğu Almanya ile, hem de onların evinde (Dresden’de) 1-1 berabere kalmayı ba­ şarmıştık. Öteki Doğu Almanya maçım ise, hem de evimizde (İzmir’de) 2-1 kaybetmiştik. Avusturya’ya ise iki maçta da -a b o n e olduğumuz g ib i- 1-0 yenilmiştik. (Hep yenildiğimiz Avusturya’yı evire çevire yenmek için 21 . yüzyılı, yani bugünleri beklememiz gerekecekti.) Eleme m açlarındaki dokuz golümüzden beşini Cemil Turan ( f b ) atmış, ikisini Bursasporlu Sedat Özden (Se­ 239


dat 3), birini de Zonguldaksporlu Volkan Yayım kay­ detmişti.

Patagonya sahiden varmış!.. Böylece ayyıldızlı form anın yer alamadığı 1978 final­ lerine doğru yola çıktığımızda, heyecanım bir kat da­ ha büyüktü. Çünkü altıncı kez Dünya Kupası’na gidi­ yordum. Öte yandan, hayatta her şey hatırıma gelirdi d e... Patagonya’ya gideceğimi düşünemezdim. Çünkü çocukluğumda “ Böylesi Patagonya’da bile olm az” dediklerinde, Patagonya’yı var olm ayan bir yer diye hayal ederdim. Biz çocuklar da aramızda, “Hadi sen de!.. Patagonya’da bile olm az” demeyi âdet haline ge­ tirm iştik. İşte bir gün, bir yerde... “ Şu karşısı Patagonya... Burdan ötesi Patagonya” deyiverdiler... Patagonya’nın, göbeğine değilse de yanına, yamacına varmıştım. Pa­ tagonya sahiden vardı. Patagonya bir yerdi. Belki ku­ tuplara yakınlıktan epey soğukça, belki uzaklıktan epey sessizce, kendi halinde, biraz ıssız, biraz bakımsız, ama gerçekten var olan bir beldeydi Patagonya... Ve Patagonya, A rjantin’deydi. 1 9 7 8 ’de Dünya Kupası finalleri A rjantin’de oynan­ mış olm asa, Patagonya’ya böylesine yakm laşam ayacaktım . Evet, 1978 Dünya Kupası finalleri A rjantin’de oy­ nandı ve Güney A m erika’daki bu büyük futbol olayı­ nı, televizyon yayınlarıyla dünyanın çok yerinde m il­ yonlar seyretti. A rjantin’deki futbol karşılaşm aları, bugüne kadar en çok seyirci tarafından izlenen m aç­ lardı. Naklen yayın, uzaydaki t v uydusuyla gerçekleş­ tirilmişti.


Televizyonculuk açısından 1 9 7 8 Dünya Kupası dııemli bir dönüm noktasıydı. Federal Almanya ile Po­ lonya arasındaki açılış m açını, ekran başında yetmiş ıl<i ülkeden 9 7 0 milyon kişi izlemişti. A rjantin - H o l­ landa finalini izleyen televizyon seyircisi toplam ının ise, 1 milyar 4 8 0 milyon kişi olduğu açıklandı. Bizim de ülkemize göre, en uzaktan yaptığımız naklen ya­ yındı. M endoza kentindeki m açları naklederken k ır­ dığımız rekordu bu. Suudi A rabistan’ın otuz sekiz maçı da renkli olarak yayınlaması, ayrıca dikkati çek­ mişti. Bizim Arjantin yolculuğumuz, epey maceralı başla­ mıştı. t r t , Yayın Birliği’ne, Dünya Kupası’m on bir kişilik bir ekiple izleyeceğimizi bildirmişti, t r t Haber Dairesi’nde A rjantin’e gidecek on bir kişi de belirlen­ mişti. Fakat bir süre sonra TRT Yönetim Kurulu, on bir kişinin gönderilmesinin israf olduğu görüşüyle, Arjantin ekibini yedi kişiye indirdi. Spor Servisi M ü ­ dürü Çetin Ç eki’nin başkanlığında yedi kişilik bir ekip oluşturuldu bu kez... Fakat Başbakanlık, dış se­ yahatler konusunda getirdiği kısıtlama nedeniyle, yedi kişiyi de fazla bulmuştu. Hükümet çapında bir hayli görüşme ve tartışm adan sonra, A rjantin’e dört kişilik bir t r t ekibinin gitmesi kararlaştırıldı. H atta gidecek dört kişiyi de, TRT’nin önerdiği isimler arasından Baş­ bakan Bülent Ecevit’in başkanlığındaki bir kurul be­ lirlemişti. Bu dört kişi, ekip şefi Çetin Çeki ile Öztürk Pekin, Tansu Polatkan ve bendim. İstanbul’dan R om a’ya uçuyor, R o m a’da uçak değiş­ tirerek uzun Buenos Aires yolculuğuna başlıyorduk. Otele indiğimizde yedi tek odanın bize ayrıldığını gör­ dük. Türkiye’de ekipteki eleman sayısının azaltılması­ nın nedeni, gereksiz harcamayı önlemekti. Oysa para­


ları yatmış olan yedi tek oda bizi .bekliyordu. Ekibim i­ zin dört kişi olduğunu ve ikişerden çift kişilik iki oda­ nın yeterli olacağını bildirdik. Otel müdüriyetiyle iki günlük tartışm a, araya Büyükelçiliğin de girmesiyle olumlu çözüldü. Kalacağımız odalar dışındaki odala­ ra ait yatırılmış parayı geri almayı başardık. Bu, mem­ lekete dönecek dövizdi. Hani ülkemize para da götü­ recektik. Bu parayı koruyacak özel bankamız da var­ dı. Bezden bir ban ka... Çetin Çeki yola çıkarken, eşi­ ne diktirdiği kaim bir kuşağı beline sarmıştı. İçi cep şeklindeydi. Uzun yolculukta para saklam akta güven­ li oldu. Üstelik kafilenin genel masraflarına ait tüm döviz Ç eki’deydi. Paralar bu kuşakla güvenli şekilde gittiği gibi, orda otelden aldığımız para da aynı yerde, güzel güzel yurda gelecekti. Arjantin uzun, upuzun, ucu yokmuş gibi görünen bir ülkeydi... Kıvrım kıvrım akarsuları vardı. Uçakla her m aça gittikçe, memleketi havadan gayet güzel tanı­ mıştım. Besili hayvanları kırlarda otluyordu, etin en lezzetlisi bu ülkede yeniyordu. Kentleri geceleri şıkır şıkır ışıldıyordu. Caddeleri ko­ caman kocam an, uzun uzun ve geniş genişti. Binaları öyle iriydi ki, bir bloktan ötekine geçmek için dakika­ larca gitmek zorunda kalıyordunuz. Arjantinliler sıcakkanlı, dost insanlardı. Yüzde dok­ sanı okur yazar, yüzdeye sığmayan bir azınlığıysa öz­ gürlüğün ve barışın kuyusunu kazar, temelde orta hal­ li, maçlarda aşırı celalli, dırıltıyı değil ama gürültüyü seven, dostluğu ateş, kendi çilekeş kişilerdi bu A rjan­ tin liler... Sevecen insanlardı ve biz de sevdik. Büyük bira bardaklarına “A rjantin” denir d e... Ar­ jantin’de öyle denildiğini duymadım. Ama denmesi gerekirdi. Çünkü Arjantinliler, büyük olan şeylere sem2 42


pati duyuyordu. Buenos Aires’te bir “ 9 Temmuz Bul­ varı” var. “Dünyanın en geniş caddesi.” Karşıdan kar­ şıya geçene kadar, tüp bebekten hamile kalmış bir ka­ dın bile üç kez doğurur. Işıklı işaretler peş peşe... Cad­ deyi enine bir yanından öbür yanma katetm ek için, birkaç kırmızı ışıkta beklemek zorunda kalıyorsunuz, kent büyük, kentteki caddeler büyük, caddedeki bi­ nalar büyük, binadaki kapılar büyük, kapıdaki nu­ maralar büyük A rjantin’d e... O yüzden başımıza ge­ len de az değildi. Bir resmi işlemi tam am lam ak için, bir devlet kurumuna gitmemiz gerekliydi. İlgili servis­ lim adresini verdiler: “Libertador caddesi” diye... Biz de şoföre “Libertador caddesi” dedik. Şoför “Kaç nu­ mara?” diye sordu. Doğrusu şoförün bu özel m erakı­ na içerleyip tekrarladık: “Libertador caddesi...” Adam güldü, arabayı sürmeye devam etti. Ç ok geçmeden de durdu: “ Geldik. İşte, Libertador caddesi burdan baş­ lıyor.”

liuenos A ires’te adres aradınız mı h iç? lamam, dedik, iner yürürüz. Hem numarayı buluruz, lıem de şehri tanımış oluruz. Parayı verip indik. Kapı­ lardan birine sokulup baktık. Num arası “ 1 7 ” idi. Bir de elimizdeki adrese baktık. Aradığımız numaraya: “ I I bin 3 9 7 !” Yürümeye başladık. H er köşe başında numaralar yükseliyordu, hem de 5 0 0 ’er, 5 0 0 ’er... Ama yol bitmiyordu. Yürü babam, yürü!.. Öğle yemeği sa­ ati geçmişti, biz hâlâ yürüyorduk. Açlıktan karnım ı­ zın gürültüsü birbirine karışıyordu. Hava da soğuktu epey... Yürü yürü yürü... Git git, 3 9 7 ... Yürü yürü 1 3 97... Birine sorduk, “ 11 bin 3 9 7 ” ... “A aa” dedi, “Y akın... Beş blok ö te d e ...” Daha o gün, A rjantin’de

243


adreslerin “ blo k ”la anlatıldığını öğrenecektik. Ancak Arjantinlilerce “ bir blok” demek, bizim Anadolu’daki “ bir sigara içim lik” ölçüsünün tıpkısıydı. Yürüye yürüye, akşam a doğru vardık 11 bin 3 9 7 num araya... Kapı önünde yığılmayalım diye son kuvvetimizi topla­ dık, sokulduk. Üniformalı nöbetçi göğüsledi. İşimiz olduğunu söyledik. Kaşlarını çattı. Anlaşabileceğimiz bir yabancı dille “Yarın geleceksiniz” dedi, “Daire ka­ pandı. Nerdeydiniz bütün gün?” “ Libertador caddesi”nin 35 mi, 65 mi neyse, bil­ mem kaç kilom etre olduğunu daha o ilk gün öğren­ dik. Bir de Buenos Aires’te taksiye binince, şoföre gi­ deceğimiz caddeyi söylemenin yeterli olmadığını, kapı numarasını da söylemenin mutlak gerektiğini...

Telefonda bir terslik var a m a ... Buenos Aires’te çalan ilk telefonla birlikte şaşkınlığım da büyük olmuştu: — Allo, dedim. — O la, dedi biri... — A llo... — O la ... Benimle alay mı ediyorlardı? Hırsla kapadım tele­ fo n u ... Bana telefon eden münasebetsizin kim olduğu­ nu sormak üzere, otelin santralını çevirdim. Açıldı: — O la ... Onu da aynı gün öğrendim. Telefonda “o la ” diyor­ lardı. Kuzey yarımküresindeki “A llo” Güney yarım­ küresinde baş aşağı olmuş, “ 0 1 a ”ya dönmüştü. Tabii onlar da bizim “O la ” değil de, “A llo” dememizi yadır­ gıyordu. Doğrusu A rjantinliler hani saçlarını süpürge yap244


ııuş, ama Dünya Kupası’nı da mükemmel organize et­ mişlerdi. İstediğiniz anda telefon ahizesini kaldırıyor ya da Radyo-TV M erkezi’ndeki stüdyonuzda bir düğ­ meye basıyor ve ta Avrupa’nın öbür ucundaki kişiyle konuşabiliyordunuz. Uzayda aracılık görevini üstle­ nen uydu, görevini gerçekten başarıyla yaptı. Evet, Amerika’nın güneyinden Avrupa’nın her yanma tele­ fon köprüsü kurulmuştu am a... Buenos Aires’te kaldı­ ğınız otelden iki sokak ötesindeki yerle konuşmak is­ tediniz miydi telefonla?.. Hah işte, o biraz zordu. Bi­ raz değil, iyice zordu... Önce “çevir” sesi gelmiyordu. Sonra ses geliyor, numara düşmüyordu. Daha sonra numara düşüyordu, ama ya karşınızdaki sizi duymu­ yordu ya dâ siz onu. Bazen de yanlış numara düşüyor­ du. Yahut araya yabancı bir ses giriyor ve İspanyolca “ Boşuna çevirmeyin! Bugün yedi ile başlayan abone­ ler arızalı” diyordu. Galiba Arjantinliler “sıla özlemi” çekmeyelim diye seferber olmuş, telefonla konuşurken kendimizi İstanbul’da hissetmemizi sağlayacak tertibat kurmuşlardı.

En kısa yoldan otelde kahvaltı siparişi! Biz gene neyse... Fransız televizyoncuları daha feci du­ rumda kalmış, sinir küpüne dönmüşlerdi. Paris’le iste­ dikleri anda görüşebiliyorlardı da, bir odadan öteki odayla yahut otelin santralıyla konuşam ıyorlardı. Önce çok kızmış, sinirlenmişler. Fakat çok geçmeden çareyi bulmuşlardı. Paris telefonu otom atik y a... he­ men çeviriyorlardı, Paris’teki TV merkezinin numara­ sını: — Allo allo ... — Burası Buenos A ires... Biz de buraya gönderdı245


ğiniz Fransız TV ekibiyiz... Otelimizin telefon numa­ rası 36 4 5 7 9 ... Oda numaramız 3 4 7 ... Şimdi lütfen otom atik hattan, Paris’ten, Buenos Aires’teki bizim ote­ li arayın ... Oda servisini isteyin... Bizim 3 4 7 numara­ lı odamız için şu siparişi verin: İki çay ... D ört yumur­ ta, az pişsin ikisi, ikisi lop olsun... Tereyağı, reçel, pey­ n ir... Tost ekmeği bol olsun... Tamam mı? — Tam am ... Fransız t v Merkezi, Paris’ten Buenos Aires’teki oteli arıyordu: — A llo... — O la ... — Oda servisi lütfen... — Bir dakika bağlıyorum ... — Buyrun, oda servisi... — 3 4 7 numaralı odaya kahvaltı lütfen... İki çay ... D ört yumurta, ikisi az pişecek, ikisi lop... Tereyağı, re­ çel, peynir... Tost ekmeği bol olsun. Tamam mı? — Si senyor...

H er sokak bir lunapark... A rjantin bir açıdan da lunaparklara benziyordu. Ö te­ ki eğlencelerini, oyuncaklarını benzetir miyiz, benzetemez miyiz, bilemem am a, trafik açısından tıpkı bir lunaparktaki çarpışan otom obiller g ib i... A rabasını park etmek isteyen A rjantinli hiç sıkıntı çekmiyor. Çünkü A rjantin sokaklarında “ park yeri y o k ” yok! Fier an her köşede, her araba için mutlak bir arab a­ lık park yeri var. A ncak nasıl park edeceğinizi bilm e­ niz g erekir... İşte bakın, öğrendiğim kadar öğrete­ yim size d e... Bir gün yolunuz o yana düşerse, lazım olur:

246


Önce arabanızı hafifçe bütün arabaların park etti­ ği tarafa yanaştıracaksınız. O park etmiş otom obiller İçinde iki-üç karışlık yer bakacaksınız. Fazla değil, iki-üç karışlık yer y eter... Buldunuz mu iki araba ara­ sında bu kadarcık boş yer? Oraya gireceksiniz. N asıl mı? Gayet kolay: İki ileri, üç g eri... Çıkarken de aynı şekilde... Ne? Ne? Ne? O küçücük yerde ileri geri gi­ dip gelirken, öndeki, arkadaki arabalara çarpar mısı­ nız? Tabii çarpacaksınız. Başka türlü nasıl girilip çı­ kılır o kadarcık yere? Bir öndeki arabaya vuracaksı­ nız. Hem de hızlı vuracaksınız ki, o da önündeki ta­ şıtlara toslasın ve size yer açılsın. Sonra aynı şekilde arkadaki arabaya vuracaksınız. Peki, kızmıyor mu sahipleri? Ya onlar nasıl girdiler o park yerine sanı­ yorsunuz? A rjantin’de bu yöntem nedeniyle pek çok arabanın önü ve arkası çarp ık ... Tam ponların hemen hepsi eğri büğrü... Çarpma sırasında hiç olay çıkmıyor. Çarpan da gülüyor, çarpılan d a... H atta selâmlaşıp ayrılıyor­ lar. Arjantin halkı, kendisi politikada çarpıla çarpıla, arabalarının çarpılmasına da aldırmaz olmuş.

Görkemli açılış... Buenos Aires’in River Plate Stadı’ndaki açılış töreni görkemliydi. Nefis gösteriler alkışlarla seyredildi. Bin­ lerce A rjantinli genç “Argentina 78 - Mundial f İ f a ” yazısını vücutlarıyla yazdılar. Bir önceki kupanın sahi­ bi Federal Almanya ile Polonya arasındaki maç, daha çok Polonya’nın baskısı altında geçti. Almanlar daha ilk günde tökezlemekten kaçınıyor, beraberliğe razı oluyordu. Bu da, açılışta kaliteli futbol seyredilmesini engelledi. 247


Açılışı naklettikten sonra uçakla Cordoba kentine gittim. Arjantin Hava Yolları, ne kadar güzel hostes varsa, hepsini Dünya Kupası m açlarının oynandığı şe­ hirlere sefer yapan uçaklara koymuştu. Küçücük uçak­ ta üç hostes vardı. Üstelik cöm ertçe ikram harikaydı. Arjantin, hava yollarıyla Dünya Kupası’nda iyi bir pro­ paganda fırsatını en iyisiyle kullanıyordu. C ordoba, filmlerde gördüğümüz tipik Güney Ame­ rika şehirlerindendi. Sıcak, sımsıcak insanların dostça karşılam asına tanık oldum. Hele Basın-TV M erkezi’nin bir turizm merkezi olduğu sanılırdı. Öyle yakın davranıyorlardı. Şansıma gollü bir maç düşmüştü. Ne var ki kazanan, herkesin favorisi İskoçya değildi. İskoçya, Peru önünde 3-1 yenilgiden kurtulamamıştı. Bu karşılaşmada ünlü Cubillas’ın yirmi beş metreden at­ tığı gol, az seyredilir güzellikteydi. Cubillas’ın bir de şahane frikik golü alkışlanmıştı. Sonra gene C ordoba’da, bu kez Federal Alman­ ya’nın M eksika’yı gol yağmuruna tuttuğu maçta gö­ revliydim. Almanlar gerçekten “son şampiyon” gibi oynamış ve güzel golleri peş peşe sıralamışlardı. 6-0 yenilen M eksika ise hiçbir varlık gösterememişti. İti­ raf edeyim, oyun 5-0 olunca, hep altıncı golü istedim içim den... Hani 5-0, İnönü Stadı’nda Almanlara olan yenilgimizi hatırlatıyor gibiydi. 6-0 olunca rahatla­ dım, hiç değilse “M eksika’dan iyi” olduğumuza ken­ dimi inandırdım. Sıra, Federal Almanya - Tunus maçına gelmişti. An­ cak TRT’nin önceden bildirdiği naklen yayını listesinde bu maç yoktu. Tunus’un Arjantin’deki finallerde gös­ terdiği başarı karşısında, bu takımın maçını Türk spor­ severlerine de seyrettirmek isteğindeydik. Çetin Çeki’nin t r t adma yaptığı başvuruyu önce olumlu karşı248


kınamışlardı. Sonra gittik, epey dil döktük. Çeki ve TRT ekibi olarak, Arjantin t v M erkezi’nde iyi bir dost

çevresi edinmiştik. Görevimizi ciddiyetle yapışımızı ya­ kından izliyorlardı. Bu bakımdan başvurumuzu, bütün zorluğuna karşın incelediler. Sonunda da elde ettik bu yayını... Doğrusu Almanya - Tunus maçını anlatırken, zaman zaman ayyıldızlı futbolcuları kendi takımımız gi­ bi benimsiyordum. Tunus takımı da gerçekten mükem­ mel oynuyor, Dünya Kupası’nın son sahibi Almanlara kök söktürüyordu. Ne yazık ki Tunus, o güzelim oyu­ nun karşılığında 0 -0 ’dan fazlasını alamadı. Federal Al­ manya’nın şöhretleri, bütün güçlerini ortaya koyarak yenilgiden kurtuldular.

Atatürk’ü tanıyan A rjantinli... Güney yarım küresiyle Kuzey yarım küresi arasında­ ki terslik, sadece telefonda “A llo ” yahut “0 1 a ” dan ibaret değildi. Aylardan hazirandı. Ama kış başlıyor­ du A rjantin’d e... Pardösü, bazen de palto ile, içim iz­ de kazak olduğu halde üşüdüğümüz oluyordu. Hele Mar del P lata’daki Brezilya - Avusturya m açına gi­ derken epey üşüdüğümü hatırlıyorum . Oysa M ar del Plata, A rjantin’in güzel yazlığıydı. Herkes yaz mevsi­ minde buraya denize girmeye, deniz eğlencelerine ka­ tılmaya geliyordu. Şimdi ise, boş bir şehir gibiydi. Plajlar, gazinolar kapalı, ama stad yolu açıktı. H alk da akm alcın stada gidiyordu. Belki kış mevsiminde yazlık yerde oynandığı için, m açta da sadece tek gol oldu. M ar del Plata deyince, şirin bir Arjantinli kızla yakı­ şıklı nişanlısı geliyor aklım a... Dünya Kupası’nda gö­ revli hosteslerdendi k ız... M açta bize devamlı basın 249


bülteni getirirken tanışmıştık. M açtan sonra bana Mar del Plata’yı gezdirmeyi teklif etti. Nişanlısıyla birlikte, otomobille şehri gezdirdiler. Kızın nişanlısı kültürlü bir delikanlıydı. Türkiye ile ilgili iki kitap okumuştu. Daha tanıştığımızda “Türkiye” deyince kız “Atatürk’ü biliyo­ rum” karşılığını vermişti. Zaten Arjantin’de Türk ol­ duğumuzu söyleyince hemen ilgi gösteriyor, sevgiyle yaklaşıyorlardı. M ar del Platalı genç çiftle uçak saatine kadar dolaştık, yemek yedik, iyi dostluk ettik. Bir süre sonra düğün davetiyelerini de göndermeyi ihmal etme­ diler. Pele ile aynı uçakta gittiğimiz M ar del Plata m açın­ da, Brezilya Avusturya’yı 1-0 yendi. Ama 1 -0 ’dan çok fazlasını hak ederek... Rivelino ve Z ico gibi asların­ dan yoksun olmasına karşın, gene de göz okşayan bir futbol sergilemişti. Aynı gün M enzoda’daki maçta, Hol­ landa’nın İskoçya’ya 3-2 yenilmesi büyük bir sürpriz­ di. M açın bir özelliği de, Hollandalı Rensenbrink’in o gün attığı golün, Dünya Kupası’nın birinci golü olm a­ sıydı. Öte yandan Dünya Kupası tarihinde İskoçya, bir kez daha yenilmeden eleniyordu. Ev sahibi A rjantin, yakışıklı menajeri M enotti ile gündemin ilk maddesindeydi. İngilizler İngiltere’de, Al­ manlar Almanya’da şampiyon olduğuna göre, A rjan­ tin’deki Dünya Kupası’nda da sıra Arjantinlilerindi.

Sisler arasında topu bile görm eden m aç anlattım!.. Bunca maç içinde en zor anlattığım karşılaşma, İtalya - Almanya maçıydı. M aç öncesi her yanı kaplayan sis o kadar yoğundu k i... H atta o gün birçok uçak seferi iptal edilmiş, bazı ünlü otoriteler başka kentlerdeki 250


MMt,lanı gidememişlerdi. Buenos Aires’in River Plate Mıldı'ndaki İtalya - Almanya maçında ise, bir tribün­ den karşı tribünü görmek imkânsızdı. Sahada da fut­ bolcular uzağa gittiklerinde seçmek güçleşiyordu. Sis Buenos Aires’te dakikalarca sürdü. Oyun da ona pal’ıllc l olarak ağır bir havada geçti. İki taraf yenilmekmıı, gol yemekten çekiniyordu. Bu çekingenlik, futbol Hevkini epey düşürdü. Giderek sis dağıldı, ama oyun­ daki heyecan temposu artmadı. İtalyanlar daha baskı­ lıydı. Onlar da inanılmaz goller kaçırdılar ve sonunda İt O’a boyun eğdiler. Gerçeği söylemek gerekirse gali­ biyet İtalyanların hakkıydı. Paolo Rossi’li, Bettega’lı, t iuısio’lü İtalya’nın bir tek gol bile atamayışı biraz şans­ sızlık, biraz da beceriksizlikti. Ve büyük isimler için bağışlanmazdı. Rosario şehrindeki Arjantin - Brezilya maçında da gol anlatamamıştım. Fakat o, bir başka maçtı. Rosaı io Stadı, Rio Karnavaldın andırıyordu. Konfetiler, şe­ ni Icr, rengârenk süsler, bir bulut gibi iniyordu saha­ ya... Bir yanda Brezilyalılar, öte yanda Arjantinliler, tipik Latin Amerika coşkusu içindeydi... Güney Ame­ rika’daki o ünlü maçlardan birindeydim işte... Ve sanki o heyecana kendimi kaptırmıştım. Aslında ku­ panın son maçı, finallerin finali olması beklenen m aç­ tı bu... Fakat fikstür cilvesi, A rjantin’le Brezilya’yı, iki favoriyi çok daha önce karşı karşıya getirmişti. İki La­ tin devi, tüm güçleriyle mücadele etti, ama hiçbiri öte­ kini yıkamadı. M aç, başladığı gibi golsüz kapanmıştı.

Türkiye’ye en uzak noktadan yayın... Brezilya - Polonya maçındaydım şimdi d e... Mendoza’dan anlatıyordum. Mendoza şehrinden yaptığım bu

251


naklen yayında, “en uzak yayın” olayını yaşıyordum. Ülkemize en uzak noktadaydım. Brezilya ile Polonya arasındaki karşılaşma da, bunca uzağa gelmeye değe­ cek kadar güzel olmuştu. Televizyon yayın tribünün­ de, hemen yanımda bir Brezilya istasyonu spikeri var­ dı. Bunlardan biri de, 1 9 7 0 Dünya Kupası’nın yıldızı G erson’du. Tanıyınca eğildim, konuştum kendisiyle... H atta m ikrofonumu uzattım, Türkiye’ye selam yolla­ masını sağladım. Aynı anda sahada Brezilya futbolcuları harikalar ya­ ratıyordu. “Beyaz Pele” diye piyasaya sürülen Z ico’nun maçın hemen başında sakatlanıp çıkması, Brezilyalıları epey sarsmış, fakat çabuk toparlanıp o şahane oyunları­ na başlamışlardı. Polonya da güzel futbola güzel futbol­ la karşılık verince, Mendoza seyircisi kaliteli bir maç seyretme şansını buldu. Brezilya’nın 30 yaşındaki ası Nelinho, kaç kişinin kurduğu barajdan topu aşırıp da şahane bir vuruşla serbest atışı gole çevirirken stad inli­ yordu. Fakat, Polonya’nın da golcü Lato’su vardı ve Lato, krallığını ispat ediyordu. Karşılıklı gollerle ilk yarı 1-1 kapanmıştı. İkinci bölümde ise Roberto, Brezilyalı seyircileri havaya kaldıran golü atıyordu. Sonra bir gol filmi seyrettik adeta: Brezilya üçüncü gol peşindeydi ve işte Gil, topu yakalayıp şutlamıştı. Ne çare, top direğe çarpıp geri dönüyordu. Bu kez Mendonca tuttu topu ve vurdu... Gene direk, evet gene direk önlüyordu golü... Direkten dönen top Dirceu’ya gelmişti. Dirceu’nun şu­ tu ... İnanılmayacak olay! O da direkten dönüyordu. Tam üç şut da topu kaleye yollamış, ama üçünde de top direkten dönmüştü. Dördüncüde R o b erto ’ya geldi to p ... İkinci golü atan Roberto’y a... Ve Roberto direk mirek dinlemedi, vurduğu gibi ağları sarstı: 3 -1 ... M a­ çın sonucu, Brezilya’nın Polonya karşısında zaferiydi. 252


6 S/A-e'nin babası! Ilre/İlya - Polonya maçından sonra M endoza Havaulaııı’nda uçağın kalkışını beklerken, bir yandan tele­ vizyondan başka şehirde oynanan Arjantin - Peru kar­ tlaşm asını izliyordum. Televizyon başında heyecanlı ev sahibi A rjantinliler... Ve M endoza’daki maçtan dö­ nen Brezilyalılar... Grup birincisi olarak finali oyna­ ma şansı gol averajına kalmıştı. Arjantin Peru’yu fark­ lı yenerse finalist olacaktı. Aksi halde Brezilya idi fi­ nalist... Ve Arjantin, maçla birlikte golleri yağdırma­ ya başlamıştı. M aç sabahı “Arjantin - Peru maçı şike olacak” diyenler vardı. H atta “6 -0 ’lık sonuç”tan söz «denlere rastlanıyordu. Tesadüfe bakın k i... Arjantin altı tane atıyordu gerçekten... Peru hiç karşılık vere­ meyince, 6 -0 bitiyordu m aç... Karşılaşmayı izleyen Devlet Başkanı bile havalara sıçramıştı. Brezilyalılar, “ İşte söylenen şike çıktı. Hem de tam amı tamamına 6 -0 ... A rjantin’in finale çıkması için gerekli averaj sağlandı” diyorlardı. Şikenin gerekçesi, politik açıdan da yorum getirmiş­ ti: “Arjantin, mülteci Perululara yardım etti. Arjantin, l’cru komşuluğu hatırına yaptı bunu. Ayrıca Peru çok fakir... Parasal sıkıntı içinde kıvranıyor. Arjantin bu maçı farklı kazanmak için, Peru’ya bilmem kaç bin d o la r...” Neler söylenmiyordu d ah a... Dilin kemiği yok k i... Söyleyen, söyleyecekti. Diyorlardı ki: “Peru, koskoca İskoçya’yı 3-1 yendi. Öylesine güçlü takım olduğunu gösterdi. İran karşısında da mükemmel oy­ nadı ve farklı galibiyet aldı. İran’ı 4-1 yenmek küçüm­ senemez. N ihayet H ollanda’ya da yenilmedi. H ollan­ da ki, finalist olan tak ım ... Onunla da 0-0 kaldı. İkin­ ci turda Polonya’ya kafa tuttu, m açı tek golle verdi... 2 53


Brezilya karşısında tutunamadı sadece... O maçta da 3 -0 ’dan fazlasını alamadı Brezilya... Şimdi A rjantin’in kolayca 6 -0 ’ı istemesi ve alması, insanın kafasını bu­ landırıyor. ” Brezilya Teknik Direktörü Coutinho ile Delegasyon Başkanı Cavalheiro, ertesi gün bir basın toplantısı dü­ zenliyor ve şu açıklamayı yapıyorlar: “Peru, bugüne kadar katıldığı hiçbir turnuvada altı gol yememiştir. Biz, bu maçın sonucunu öncesinden duyduk, F İF A ’y a bildirdik.” Brezilyalılara göre olay tek sözcükle özetlenebilirdi: “ C inayet!” Ama bu cinayet “ faili meçhul cinayet” olm aktan öteye geçemeyecek, küflü dosyalar arasında kaybola­ cak, Arjantin o 6 -0 ’la finale çıktığı gibi, finalde de ka­ zanarak Dünya Kupası’m alacaktı. Atı alan Üsküdar’ı, kupayı alan F İF A ’y ı geçmişti y ani...

Bir büyük final da ba ... 2 5 Haziran 1978 pazar günü, Buenos Aires’in River Plate Stadı’nda Tansu Polatkan’la birlikte mikrofon başmdaydık gene... D ört yıl önceki gibi... Ve ben dör­ düncü kez bir Dünya Kupası finalinde spikerlik görevi üstleniyordum. Türkiye’de de milyonlarca sporsever te­ levizyonları başındaydı. Seksen bin seyircinin izlediği maçı İtalyan hakem Gonella yönetiyordu. Yardım cıları Uruguaylı Baretto ile AvusturyalI Linem aler’di. Büyük finalin takım ları karşılıklı şöyle dizilmişti: A r j a n t i n : Fillol - Olguin, Luis-Galvan, Passarella, Tarantini - Ardiles, Gallego, Kempes - Bertoni, Luque, Oı tis

254


I I o l l a n d a : Jongbloed - Poortvliet, Krol, Brandts, |tinsen - Neeskens, Haan, Wiily Van de Kerkhof - Re­ ne Van de Kerkhof, Rep, Rensenbrink I Iollanda, Dünya Kupası şansını ikinci kez deni­ yordu. D ört yıl önce M ünih’te ev sahibine boyun eğ­ mişti. Şimdi karşısında gene ev sahibi vardı. Maç çok elektrikli başlamıştı. İlk dakikalarda hep I.ııılleri anlatıyorduk. İlk yarım saatten sonra futbol kendini göstermeye başladı. Futbolcular, bunun bir lıılbol Dünya Kupası finali olduğunu nihayet hatırla­ mışlardı. İşte 37. dakikada, uzun saçlarıyla, yeleli bir aslanı hatırlatan, yakışıklı golcü Kempes, Ardiles’ten I uque’ye, ondan da kendisine gelen topla süzüldü. Bir ceylan gibi akıyordu. Hollanda defansından sıyrıldı. Vurdu. Ve tabelaya ilk golü yazdırdı Kem pes... 1-0, aynı zamanda ilk yarının sonucuydu... İkinci yarı da uzun süre golsüz devam etti. River l'late Stadı’ndaki seksen bin kişiyle televizyonları ba­ şındaki m ilyonlar da, “A rjantin tek golle kupayı al­ dı” diye düşünürken... M açın bitimine sadece sekiz dakika kala, H ollandalı N anninga’nın topa yakıştır­ dığı kafa, stadı yerinden oynatıyordu. H ollanda’nın beraberlik golüydü b u ... N anninga, az önce yapılan değişiklikle takım a girmişti. A rjantin de, Hollanda da ikişer oyuncu değişiklik hakkını o sıralarda kul­ lanmış, A rjantin Larossa ile H ousem an’ı, Hollanda da Suurbler’le N ann in ga’yı alm ıştı. İşte, N anninga’nın oyuna girmesiyle beraberlik golünü Arjantin ağlarına göndermesi bir oldu. G ol güzeldi, kaleci Fii­ li ıl’un uçması kurtarm aya yetmedi. Ve bu gol aynı za­ manda, A rjan tin ’deki Dünya Kupası finallerinin 100. golüydü. Doksan dakikalık normal süre 1-1 kapanmıştı. M aç

255


yarım saat uzatılıyordu. İki takım da kupayı alabil­ mek için varım yoğunu, bu otuz dakikada gösterecek­ ti. Ev sahipleri, tribündeki on binlerin de coşturm asıy­ la şahlanmışlardı. İşte gene Kempes sahnedeydi. 104. dakikada kaptığı topla daldı gitti ve yakından vurdu: İkinci goldü b u ... Ve gol, Hollandalıları şaşırtmıştı. O şaşkınlık içinde Arjantin üçüncü gole de gitti. Bertoni, River Plate Stadı’m inleten golün kahramanıydı. Ar­ jantin 3-1 öndeydi şim di... Ve yüz yirmi dakikalık mü­ cadele böyle bitiyordu.

Biz de sokakta Arjantin balkıyla beraber yürüyorduk... Futbol dünyasının yeni kralı A rjantin’di a rtık ... Tek­ nik Direktör M enotti, “günün adamı”ydı... “Zafer tüm A rjantin’indir” demekle, M enotti gerçeği dile getiri­ yordu. Arjantin halkı turnuvanın başından sonuna sa­ bahlara kadar uyumamış, evde ne bulursa alıp sokağa fırlamış, onları birbirine çarparak tempolu bağırışıyla dolaşmış, coşmuştu. Vamo v am o A rbentina şarkısın­ da, Arjantinlilerle biz bile kaç kez birlikte yürümüştük. Müzik güzeldi. Coşkunluk insanı süriiklüyordıı. Bir de Arjantin insanını sevmiştik. M illi Takım Kaptanı Passarella, Dünya Kupası’m Devlet Başkanı Videla’dan alıyor, sonrasında Arjantin bir milli bayram sevinci yaşıyordu. Yeni şampiyon Ar­ jantin’di. Yeni kral da, Arjantinli Kem pes... O günler­ de Buenos Aires’te doğan çocuklardan yedisine “ Kem­ pes” adını veriyordu analar babalar. Dünya Kupası’nın en iyi futbolcusu seçilen Kempes’in heykelinin dikil­ mesini isteyenler bile vardı. Kempes’in hakkı inkâr edilemezdi. Fakat A rjantin, takım halinde oynamış ve 256


kazanmıştı. M enotti’nin hocalığı da yabana atılamazdı. Tabii evinde oynamanın avantajını da ev sahibi ta­ kım en iyisiyle kullanmıştı. Organizasyon da başarılı geçmiş, Arjantin’e gelen konuklar memnun ayrılmıştı. Biz, çok uzaklardan ge­ len radyocular, televizyoncular, basın mensupları da memnunduk. Arjantin’de yakınlık, ilgi, dostluk görmüş, işimizi rahatça, kolayca yapmıştık. Naklen yayınları­ mız da, genelde beğeniyle karşılanmıştı. Dört kişilik bir T R T ekibi olarak görevimizi başarmanın mutluluğu içinde yurda dönüyorduk. A rjantin’de Dünya Kupası’na dahil birçok önemli maç yapılm ıştı, am a kupaya dahil olmayan bir maç, ötekilerin hepsinden değişik bir ilgi uyandırmıştı. Avrupa ile A rjantin arasındaki bir maçtı b u ... M illi­ den de öte, enternasyonal bir karşılaşm a... Bir ta ra f­ ta A rjantin’in eski milli futbolcuları, dünyaca ünlü yıldızları vardı. Öte tarafta da, Avrupa’nın şöhretli eski yıldızları... Bu, Avrupa Televizyoncular Karm ası idi. Dünya Kupası’nda biz bir Türk basın grubuyduk. Dört t r t ’ c İ dışında, Togay Bayatlı, Necmi Tanyolaç, Kemal Belgin, Hüseyin Kırcalı, Ertuğrul Akbay aynı oteldeydik. Ayrıca milli takım teknik direktörlerinden M etin Türel de bizimle beraberdi. f İ f a üyelerinden eski arka­ daş, değerli futbol adamı Necdet Çobanlı ile de sık sık buluşuyorduk. Çobanlı her zamanki dostluğuyla bizlere yardımcı olmaya çalışıyor, ilgi gösteriyordu. Dünya Kupası t v M erkezi’nde, dünya futbolunun birçok eski yıldızına rastlam ak mümkündü. Avru­ pa’nın belli başlı t v istasyonları, eski ünlüleri yorum­ cu, sunucu olarak Arjantin’e getirmişti. Bunlar arasın­ 257


da kimler yoktu k i... En çok milli olma rekorunu kı­ ran, İngiliz Billy W right... İngiliz asları Bobby ve Ja c ­ kie Charlton kardeşler... İtalyan kaptanı Facchetti... Unutulmaz Fransız golcüsü Fontaine... Afacan fut­ bolcu K o p a ... Dev yıldız Di Stefan o... İskoç fırtınası St. Jo h n ... Brezilyalı G erson... Kral Pele... Asi Alman N etzer...

D ünyanın en büyük teknik direktörü ... Benim ! Bir gün restoranda yemek yerken, Bill Wright’a “Bur­ çla bu kadar yıldız var. Başka kupalarda m açlar yapı­ lırdı. Niye yapm ıyoruz?” gibilerden bir laf etmiştim. Birkaç gün sonra W right bana geldi, “ Senin dediğin maç yapılıyor” dedi. “Sizde oynayacak kim varsa söyle. Bir de sen bize m enajerlikte yardım etmez m i­ sin ?” Kim etmez k i... Teşekkürle “Peki” dedim. A ra­ da da “ Bizim spiker arkadaşlardan Polatkan eski bir kalecidir. İsterseniz o y n a r” ilavesinde bulundum. M aç günü yaklaşırken Wright gene beni buldu, maç gününü bildirdi. Bizim kaleciyi de getirmemizi istedi. Ayrıca “Teknik Kom ite sen, ben, bir de bizim B obby’ den kuruldu” dedi. Bizim t r t stüdyosuna döndü­ ğümde, yürüyüşüm hayatım da bir kez daha değiş­ mişti. Çünkü Avrupa K arm ası’nın teknik komitesi, Billy W right ve Bobby C harlton’la “ ben”den oluşuyordu. M aç saati gelip çattığında, işin hiç de şaka olm a­ dığını anladım. Buenos A ires’in Atlanta Stadı’nda yirmi bini aşkın seyirci vardı. Her biri dünya kadar para ödeyip girmişti. Toplanan para da, ordaki Sağır-Dilsiz Ç ocuklar Yurdu’na veriliyordu. Stadta m ü­ kemmel ışık düzeni, uluslararası hakem ler... Ve kaç 258


kanaldan canlı ya da bant, televizyon naklen yayını yapılıyordu. M açı naklen yayınlayan istasyonlar da vardı. Soyunma odamızda norm al olarak dünya fut­ bolunun büyükleri, Bobby C harlton’la Billy W right dururken bana laf düşmezdi. N e var ki, ikisi de gö­ revlilere söz anlatam ıyorlardı. Çünkü İngilizce konu­ şuyorlardı. Bir ara Billy bana döndü, “Yardım ” dedi. O zaman olaya girdim. Kırık dökük İspanyolcamla, stadtaki Arjantinli görevlilerden isteklerimizi sıraladım. Bunu gören C harlton’la Wright, bana yetki verdilerini söy­ lediler. “Zaten biz takımda oynayacağız. Sen kenar­ dan m enajer’olarak görev yaparsın” dediler. Futbolun beşiğindeki kralların kabul ettiği bir menajerdim ya­ n i... Cebimden eksik etmediğim İspanyolca sözlükle meramımızı daha rahat anlatmaya başladım. M alzemeciden form aları istedim. Top ayakkabıları için nu­ maraları öğrendim. Sonra da sahaya çıkacak takımı açıkladım . Hadi hadi doğruyu söyleyeyim: Bobby C harlton’la Billy W right’in yaptıkları ve bana verdik­ leri takım ı açıkladım. Form aları dağıtırken, Di Stefano’ların, K opa’larm , Fontaine’ierin karşımda bekle­ diklerini görmek beni şaşırtıyor, içimden “Hey gidi dünya hey” diyordum. Bu arada zaten kibar bilinen İtalyan kaptanı Facchetti’nin formayı alıp teşekkür et­ tikten sonra “Şurda soyunsam olur m u?” diye sorm a­ sını da hiç unutamam. Başka kaleci yoktu. Daha doğrusu M eksika’nın beş Dünya Kupası’nda oynamış ünlü kalecisi Carbajal vardı ama çok yaşlanmıştı. Sadece ismiyle oynayabi­ lirdi. Billy W right, “ Sizinki genç” dedi ve Tansu Polatkan’ın oynamasına karar verildi. Düşünün, Carbajal da Tansu’nun yedeğiydi. Bu arada Kopa şaka üstüne 259


şaka yapıyor, bana gelerek, “menajer, doping ilaçları­ mızı vermedin. Şike için kaç dolar alacağız” diyordu. Sadece Bobby Charlton ciddi olarak, “Bir yardım ma­ çıdır. Çoğumuz futbolu bıraktık. Onun için yumuşak oynayalım. Bir kaza çıkm asın” dedi. Ve sahaya yürü­ dük. Çıkış tünelinde Kopa, Di Stefano, kaptanımız Bobby Charlton, Billy Wright, lan St. Joh n, Fontaine, Facchetti, Jackie Charlton ve m enajer bendeniz yürü­ yorduk. Paltoyla, tıpkı A rjantin’in hocası M enotti gi­ bi hissediyordum kendim i... Televizyon kameraları, fotoğraf objektifleri üstümüzdeydi. Tansu Polatkan’ın koruyacağı kalenin arkasına geçerken, bir kamera ile bir m ikrofon karşıma dikildi. Arjantin Okul Televiz­ yonu imiş. Yarı İngilizce, yarı İspanyolca bir röportaj yaptılar. Ve maç başladı. Tam on gol oldu. Beşini biz attık, öbür beşini de biz yedik. On bir oyuncusunun yedi ayrı dil konuştuğu takımın beş yemesine değil de, beş tane atm asına şaşılırdı... Sonunda demeç vermedim. Verseydim, şöyle diye­ cektim : “Karm anın beş gol yiyen kısmının menajeri Bobby C harlton’la Billy Wright idi. Beş tane atan kıs­ mından sorumlu m enajer ise bendim .” Şaka bir yana, eski yıldızlar o gece şahane futbol gösterisi sunmuş, eski güzel günleri bir maçta toplayıvermişlerdi.

A rjantin’de “Prens” de oluyorum ... Buenos Aires’ten ayrılacağımız günler yaklaşınca, tanış­ tığımız, ilgi gördüğümüz Arjantinli dostlara veda ede­ lim, dedik. Bu amaçla telefonu açtım. Uzun ve sabırlı bekleyişten sonra, A rjantin Televizyonu’nu buldum: — O la ...

260


Artık alıştığım için rahatça “ O la” diye açıyordum telefonu... — O la ... Senyor Fernando Rodrigez Alvarez Ranıon Ortiz Jııan Eduardo ile görüşmek istiyorum. — Bir saniye... Telefonda bazı sesler duyuldu... Tıkırtılar geldi. Son­ ra gene “ O la ” ve: — Si senyor Fernando Rodrigez Alvarez Ram on Ortiz Juan F,duardo... Buyrun... — Ben de Halit, dememe kalmadı, soyadımı söyle­ meme fırsat bulamadan: — O ooo, nasılsınız diye bağırdı o Ekselans, sizi ra­ hatsız ettik. Bizi bağışlayın. Artık gidiyorsunuz demek... Ayrılık günü yaklaştı. Fakat sizin gibi çok önemli, ay­ nı zamanda spor dünyasının değerli bir kişisini, futbol âleminin gerçek bir otoritesini memleketimizde selam­ lamaktan büyük gurur duym uştuk... — Sağolun... Sağolun... Flani “ Sağolun” diyorum d a... Birkaç akşam önce birbirimize açık saçık fıkralar anlatıp içki içtiğimiz Ar­ jantinli televizyoncunun böylesine ciddileşmesine de akıl erdiremiyorum. O devam etti gene: — Ülkemizi onurlandırmanızdan yararlanarak, si­ zinle bugüne kadar yapamadığımız röportajı artık bi­ ze lütfedeceksiniz değil mi? — Rica ederim ... M em nuniyetle... Bir yandan içeri doğru eğiliyor, Çetin Çeki’ye “Ar­ jantin Televizyonu benimle özel röportaj yapmak isti­ yormuş” diyerek hafiften hava atıyordum. Arjantinli televizyoncu sürdürdü konuşmasını: — Ekselans, yarın olabilir mi röportaj? — İyi ama ben yarın... 261


— Ne olur kırmayın bizi... Lütfen... — Yok canım , kırm ak filan değil... U çakta yer için ... — Uçağınıza yer sorun mu sizin için? Onu devlet de bulur. Sizin uçağınıza yer olmaz mı? A m a... Kısa­ cık da olsa, bir röportaj lütfen Prens Halit. Naklen ya­ yın arabamızı, kamera ekibimizi, teknisyenlerimizi, pro­ düktörlerimizi, rejisörlerimizi, spikerimizi, hepsini ya­ rın saat 1 6 .0 0 ’da yahut daha erken ya da daha geç ote­ linize yollasak? Ne dersiniz? — Saat 1 6 .0 0 mı? H ım m ... Başka saatte o lsa... Çarşıya çıkıp eşe dosta hediye filan... — Ayy haklısınız... Öğleden sonra uyursunuz, din­ lenirsiniz... — Ne uyuması canım . Uçaklarda yer yok dedim y a ... Kaç havayolunu dolaşacağız gene rezervasyon için ... — Çok şakacısınız Ekselans H alit... Belki de ha­ vayolları konusunda uluslararası bir araştırma yapıyor­ sunuz d a ... Saat 1 3 .0 0 ’d a ... Yani birde desek? — O lu r... — O saatte herhangi bir yemek davetiniz yok değil mi, ekselans. — Yok, henüz kimseden davet almadığımıza göre, gene o ucuz pizzacıda yiyeceğiz demektir. Erken yerim. Saat 1 3 .0 0 ’da otelde olurum. — Doğru kral dairesine mi çıkalım otelde? — İzin alabilir miyiz orası için? — O zaman özel ziyafet salonunu açtırırız. Bir an bizim ekip geldi aklım a... Ayıp olmasın diye: — Yalnız dedim, röportajda başkası olmayacak mı? — Size bağlı Prens’im ... İsterseniz Sayın Abdiisselam ’ı yahut Sayın Abdülhalim senyorları alabilirsiniz. 262


— Kimleri diyorsunuz? Ben Çetin Çeki’yi, Tan­ su’yu, Ö ztürk’ü diyorum. — Kızmayın, kızmayın, kimi alırsanız, siz seçin ek­ selans... — Ekselans mı? — Tabii sayın Prens... Sizinle şu röportajı yapalım lütfen... — Bana bak Fernando, dedim, senin vaktin boş, keyfin hoş g alib a... Benim, senin gibi gırgır geçecek zamanım yok. Cebimizde üç kuruş döviz kalmış zalen. Karnım açlıktan zil çalıyor. Eşe dosta hediye ge­ rek. Arkadaşlar bekliyor, gidip uçakta yer bulmaya çalışacağız. Bavul topluyoruz öte yandan... Size ne­ zaket olsun diye hoşça kalın telefonu ediyorum. Sen benimle m atrak geçiyorsun. Beni ne sanıyorsun ku­ zum? — Sayın Prens H alit... Suudi Arabistan Futbol Fe­ derasyonu Başkanı Prens Plalit— İnanın, yüzde yüz değilse de, yüzde doksan doğru hu o lay ... Gerçekten veda ve teşekkür için A rjantin Televizyonu’na telefon ettim. Az önce onlar da, o sı­ rada A rjan tin ’de bulunan Suudi Arabistan Futbol Federasyonu B aşkanı Prens H a lit’le röportaj için kendisini aram ışlar. Santralden istemişler. Santral be­ nim aradığım telefonu bağlarken, “ H alit K ıvanç” deyişimin ikinci kısmını dinlememiş bile... “H a lit”i duyunca “Prens H alit hazır, telefon d a” diye bağla­ mış. Adam sahiden beni Prens sanarak konuşmuş. Olay açıklanınca, A rjantinli televizyoncu ile bir h at­ tın iki ucunda, dakikalarca güldük... Bizim çocuklar da, “Tam am ” dediler. “Uçak işimiz çözüldü, şimdi Halit ağabey telefonu açar, Prens H alit diyerek yer ister.”


Yaaa, yapayım öyle bir şey de... “First Class” dört yer ayırsın ve de faturayı göndersinler... Üstelik sahteci­ likle suçlanalım bir de... Ben Prens Halit değil, vatandaş Halit, spiker Halit, yazar Halit olarak kalmaya razı ol­ dum, havayolunda yer bulmak için kuyruğa girerken...

Üzüntüsü geçm eyen ülke... Size A rjantin’deki Dünya Kupası’m anlatmaya çalıştı­ ğım şu günlerde, televizyonun karşısına geçtiğimde içim “Cızzz!” ediyor. O sıcakkanlı, dost insanları, “tan­ go” gibi güzeller güzeli bir dansı yaratmış, güzel sanatı seven insanları, bir kez daha politik ve ekonomik ne­ denlerle bin bir karışıklık içinde görmek insanı üzüyor. “Bir kez d aha... görm ek” deyişimin nedeni açık: Biz o tarihte ordayken de, Videla ve arkadaşlarının faşist yö­ netiminin baskısı altında inliyordu Arjantin vatanda­ şı... Yolda yürürken birine adres sorarsanız, eski “De­ mir Perde” Rusyası’ndaki gibi önce çevreye bakıp bir kontrol ediyordu. Devletin başındakiler, bin bir tatsız olayın gerçek kahramanıydılar. Kendilerine karşı fikir sahibi olanlar, bir gecede ortadan kayboluveriyordu. Daha sonraları hür olduklarını, rahat olduklarını duy­ mak bize büyük mutluluk vermişti. Kısa bir seyahatle bir kez daha gidecektim A rjantin’e ... Gene memnun dönecektim. Ama son yıldaki olaylarla, o güzelim Ar­ jantin gene sıkıntı içinde... Dilerim, en kısa zamanda kurtulurlar. Bu kadar politik bakış yeter!..

Arjantin ’7 8 ’den akılda kalanlar... Unutmadan, 1978 Kupası’ndan birkaç not daha suna­ rak, bu bölüme de bir nokta koyalım.

264


• Dünya Kupası tarihinde o güne kadar atılan “en hızlı gol” , Fransa - İtalya maçındaydı. Romen hakem Rainea’nın ilk düdüğüyle santrayla birlikte atağa kal­ kan Fransızlar, topu Italyan ağlarına gönderdiklerin­ de, kronometreler maçın 38. saniyesini gösteriyordu. Ne var ki Lacom be “ bu en hızlı g ol”üyle tarihe geçe­ cek, ama Fransız takım ı o maçta İtalyanları geçemeye­ cekti. 2 9 . dakikada Paolo Rossi, 52. dakikada da Zaccarelli imzalı iki golle İtalya, sahadan 2-1 galip çı­ kacaktı. • İskoçya’nın H ollanda’yı 3 -2 yenmesi, bu final­ lerin ilgi uyandıran m açlarından biriydi. Çünkü m a­ çı kazanm asına karşın İskoçya eleniyor, yenilen H o l­ landa ise büyük finali oynama hakkını elde ediyor­ du. Bir de, H ollandalı Rensenbrink’in attığı gol, ta­ kımının kazanm asına yetmemişti am a ... Dünya Kupası’nın “ birin ci” golü olarak futbol tarihine geçi­ yordu. • Finallerin sondan bir önceki m açı, “ 1 9 7 8 ’in Dünya Ü çüncüsü” nü tayin etm işti. Brezilya ile İtal­ ya’yı çarpıştıran karşılaşm ada güzel bir futbol seyredilmemişti am a, birbirinden şahane üç gol dakika­ larca alkışlanm ıştı. C ausio’nin İtaly a’yı öne geçiren golüyle ilk yarı 1-0 kapanm ış, fak at ikinci yarıda N elinho ile D irceu ’nun golleri durumu tersine çevir­ miş, Brezilya 2 -1 galibiyetle “ Dünya Üçüncüsü” o l­ muştu.

11. Dünya Kupası’ndan 12. Dünya Kupası’na derken... Durun durun!.. Arada benim Futbol Federasyonu Baş­ k a n ı... yok yok, “oluşumu” değil ama “olm ayışım ı” anlatayım size... 265


Futbol Federasyonu Başkam mı? Ben mi? Hayatımı yazar ve sunucu olarak kazandım. Konuşma­ dan yazarak veya yazmadan konuşarak... Yaptığım iş­ ler kalabalık görünür, karışık görünür ama temelde hep­ si bu iki meslekten birine dayanır. Sunucu olarak, maç spikerliği dışında sahne sunuculukları yaptım. Sporda, örneğin bir Fenerbahçe’nin, bir Galatasaray’ın, bir Be­ şiktaş’ın önemli günlerinde sunuculuk görevini üstlen­ dim. Fenerbahçe gecesini sundum, kırk yıl öncenin şam­ piyon Fenerbahçe’sini sundum, Galatasaray’ın şampi­ yonluk yemeğinde sunuculuk yaptım. Beşiktaş’ın, Trabzonspor’un yıldönümü törenlerinde sunucu olarak gö­ rev üstlendim. Beşiktaşlı, GalatasaraylI, Fenerbahçeli, birçok sporcunun jübilesini sundum. Fakat hiçbir gün resmi görev almayı düşünmedim. Arzulamadım da... İşte bir gün bir telefon... A nkara’d an ... M üsteşar... Sonra B ak an ... Daha sonra üst kademelerde yetkili bir d o st... Bir arkadaş... Hepsi telefonu tek tek alıyor ve aynı şeyleri söylüyor. Nasıl ısrar ediyorlar, anlatılır gibi değil... “Peki” dememi istiyor, “Evet” dememi bekliyorlar. Ben de hepsine “H ayır” dedim. Telefonu da öyle kapattım . “ Futbol Federasyonu Başkanı” ol­ mam öneriliyordu: — Seni Futbol Federasyonu Başkanlığına getiri­ yoruz. — İm kânsız... O lam az... Kabul edem em ... — Seni tanıyorlar, seviyorlar. Dünyayı gördün, bu işi biliyorsun. — O lm az... M aç spikeri, Federasyon Başkanı olur mu? — Niye olmasın? İstanbul’da oturursun, toplantı­ lara gelirsin A nkara’y a... 266


— Hayır, kabul edem em ... Bunca sunuculuk göre­ vimi bırakam am ... Defile sunan bir Federasyon Baş­ kanı düşünebiliyor musunuz? — Biz çok uygun gördük seni... — Ben hiç uygun görmem kendim i... Tüm sunucu­ luk görevlerimi bırakmam gerekir. Ben yarar değil, za­ rar getiririm. Bağışlayın... Özür diledim, ilgilerine teşekkür ettim. Niye mi kabul etmedim? Bir kez, futbolun, daha doğrusu sporun bizdeki yürüyüş biçimini benimseme­ diğim için ... Bir ülkede teşkilat amatör, kulüpler am a­ tör, takım lar profesyonel, futbolcular profesyonel... “Şike” denen olay nerdeyse kurum laşacak, öylesine yaygın... Ve elinizde görünür delil, yazılı belge yok, diye hiçbir şey yapamıyorsunuz. Binlerce futbol oyna­ yacak hevesli genç var. O ynatacak sahanız y o k ... Stadlar yapılır, oto parkları unutulur. Ya da canım sta­ dın oto parkını belediye alır, t i r kamyonlarına verir. Deplasmana giden hakemin hayatı tehlikededir. Ta­ kım ayrı zorluk içindedir. Kulüpler doğru dürüst tanı­ madıkları yabancı antrenöre, yabancı oyuncuya avuç dolusu para dökerler. Kulüp yöneticiliği bir reklam aracı olarak, bir ün kazanma merdiveninin basamağı olarak kullanılır. Koca bir kulübün yöneticileri, oyun­ cularının kaç sarı kart gördüğünün hesabını tutmaz. Her yenilen, her küme düşen takım , milletvekillerini toplayıp Bakana, Başbakana koşar. Bu koşullarda ne yapar, ne yapabilir Futbol Federasyonu Başkanı? D a­ ha doğrusu o koltuğa oturm ak, her şeyden önce bir cesaret işi... Bende o cesaret y o k ... Bundan ötürü de üzüntü, yahut utanç duymuyorum. Çünkü sporun, dolayısıyla futbolun önce bir yasa işi olarak ele alın­ m asını, sonra bir gençlik sorunu olarak devletçe 26 7


önemsenmesini çıkar yol görüyorum. Böyle bir yol açıldığında, o zaman Futbol Federasyonu da rahatça ve sağlıklı olarak yürütülür inancındayım. Bilmem, yanlış mı düşünüyorum?

B uen os A ires’te D ünya K upası g örkem i.


T R T ek ib i B u en os Aires'te T V m erkez in d e... (Tansu F o la tk a n , H alit Kıvanç, Çetin Ç eki, ö z t iir k P ekin )... K onu kları, d a h a son ra Dünya S por Yazarları Birliği B aşkan ı o la c a k , sp o r y azan T ogay B ayatlı.

A vrupa-A m erika n ıedya m açın dan ötıce Avrupa ta k ım ı tekn ik kom itesin d en H alit K ıvanç, unutulm az g o l kralı F on ta in e ve biiyiik yıldız K o p a ile... Yanında d a bu m açta Avrupa kalesin i k o ru y an Tansu F olatkan .


12. Dünya Kupası 1 9 8 2 İSPANYA


Hadi, gene gidelim bir Dünya Kupası’n a ... Kaça gel­ dik? 1 9 8 2 ’ye... İspanya yolu göründü... Bizim takım? Hiç umutlanmayın!.. Gene yokuz finallerde... Finaller­ de yokuz d a... Elemelerde var mıyız? İşte 1 9 8 2 Dünya Kupası elemeleri sonunda, bizim bulunduğumuz gruptaki son tablo: O G B M A Y P 1. Sovyetler Birliği 8 6 2 0 20 2 1 4 2. Çekoslovakya 8 4 2 2 15 6 10 3. Galler 8 4 2 2 12 7 10 4. İzlanda 2 2 4 10 21 6 8 5. Türkiye 8 0 0 8 122 0 Kimden kaç tane yediğimizi merak ediyorsanız... • Sovyetler Birliği’ne 4-0, 3-0 • Çekoslovakya’ya 2 - 0 , 3-0 • G aller’e 4-0, 1-0 • İzlanda’ya 3-1, 2 -0 yenildik... Aaaa, sizin de merakınız hiç bitmiyor. O tek golü­ müzü kim mi attı? Kim dersiniz? O maçtaki takım kap­ tanımız Fatih Terim ( g s ) atmıştı. İzlanda’ya o sekiz maçtaki tek golümüzü... İzmir’de... Unutuyordum söy­ lemeyi: Penaltıdan atmıştık o tek golü de... Tamam mı? Artık yola çıkabiliriz. Yedi spikerdik 1 9 8 2 Dünya Kupası’nda: Öztürk Pekin, Doğan Yıldız, Tansu Polatkan, İlker Yasin, Ümit Aktan, Abidin Aydoğdu ve ben...

273


M adrid’te bir otelin en üst katındaki daireyi payla­ şıyorduk. Arada başka kentlerdeki maçlara gidip geliş­ ler nedeniyle, tam kadro toplandığımız az oluyordu. Isp any a’nın boğucu sıcağında tek kurtuluşum uz, M adrid’teki t v M erkezi’ne koşmaktı. Çünkü modern mimarlığın son gelişmelerinin uygulandığı bir yapıydı bu. R ahattı, serindi. Türkiye ile her an temasta olm a­ mız mümkündü. A nkara’da teknik çalışmaların başın­ da, her zaman için kendini bu çabaya adamış elektro­ nik mühendisi Barış Hızal arkadaşımız, bizi orda ök­ süz bırakmıyordu. Dünya Kupası öncesinde t r t Spor’unda yönetim değişikliği olmuş, müdür Çetin Çeki ayrılmıştı. Oysa Çeki, ekip şefi olarak Ispanya’ya gidecekti. T R T ’ d e n ayrılmaya kararlı olduğundan, seyahatten dönüp isti­ fa etmeyi doğru bulmadığını söylemiş, daha önce ay­ rılmıştı. Spor Servisi’nin yeni müdürü Baki Şehirlioğlu idi. t r t H aber M erkezi’nde çalışkanlığı, terbiyesi, efendiliğiyle, dürüstlüğüyle tanınmış bir arkadaştı Şe­ hirlioğlu. Kendisi göreve b a ş l a d ı k t a n az s o n r a biz yola çıkmıştık. Ekip şefi Öztürk Pekin’di. A rjantin’de çok iyi bir işbirliği yaptığımız sevgili Öztürk Pekin, Ispan­ ya’da ekibin sorumlusu olduğundan biraz huzursuz­ du. TRT’den ayrılmak isteği de, iyi niyetli bu arkadaşı­ mızı epey düşündürüyordu. Ö ztürk’le, I s p a n y a ’ d a da genelde iyi arkadaşlık ettik. Özellikle bazı boş zaman­ larımda beni yalnız bırakmamaya çalıştı. Bir de bu İs­ panya seyahati, değerli öğrencim, yetenekli spiker D o­ ğan Yıldız kardeşimle birbirimizi daha iyi anlamamıza yardımcı oldu. Eskisinden daha yakın olm aktan iki­ miz de mutluluk duyduk. İspanya’da ilk maçlar, benim yönümden tatsız geç­ ti. Bir kez, Vigo’da da, Coruna’da da gol anlatamadım. 274


O-O’lık maçların İkincisinde V igo’dan Coruna’ya has­ ta gidişim bir yana, ikinci devrede hatların kesilmesi, hepsinin üstüne tuz biber ekmişti. Ankara merkezinde­ ki teknik sorumlu ve yetkili Barış Hızal’la devre arası konuşurken, ikinci yarı başında ses kesilmiş, H ızal’ın lıattı sağlamak için harcadığı onca çabaya karşın, ikin­ ci yarıyı anlatamamıştım.

İtalya mı? Çabuk elenir... Vigo’daki İtalya - Polonya maçı oynanırken, hiç kimse hu kupayı İtalya’nın alacağını düşünmüyordu. O gün­ kü futbolu ile İtalyanların final oynayacağını söyle­ mek bile herkesi güldürürdü. Sönük, cansız, golsüz bir maçtı zaten. Karşılaşmanın büyük özelliği, kaleci Dino Z off’un 4 0 yaşını geride bırakırken, 100. a milli m açı­ na çıkmasıydı. Z o ff bu yıldönümü maçında da gol ye­ miyor, hele üç mutlak gol pozisyonundan mutlu yüzle çıkıyordu. Uç tehlikeden birini Z o ff kurtarmış, öteki­ lerden biri sırtına çarpıp kurtulmuş, üçüncüsü de di­ rekten dönmüştü. İtalya - Polonya maçının Fransız hakemi Vautrol’un başarılı yönetimini not etmek isterim. Hele 9.15 uzak­ lığa gitmeyen oyuncuya hemen sarı kart çıkarması ve barajlarda disiplini sağlaması takdire değerdi. 1 9 6 6 ’daki Fransız hakem Schwinte’yi hatırlamıştım. Böylece Lato’lu, Boniek’li, R ossi’li, C onti’li maçtan golsüz ay­ rılırken, hiç değilse iyi bir hakem yönetimi görmüştük. Aslında 13 Haziran 1982 akşamı Barcelona’da, Ar­ jantin - Belçika maçıyla 12. Dünya Kupası açılırken, İspanya’da toplanmış dünya futbol otoriteleri üçe ay­ rılmıştı. Bir bölümü, Brezilya’yı “tek favori” görüyor­ du. İkinci bir grup, şampiyonluğun gene Güney Ameri­

275


ka’ya gideceğini kabul ediyor ama “Brezilya değil, Ar­ jan tin ” diyordu. Üçüncü kısımda yer alanlara göre ise, kupa bir Avrupalınm olacaktı. Ve adayları şöyle sıralıyorlardı: Federal Almanya veya İngiltere ya da Sovyetler Birliği... Sürpriz olarak Belçika’nın, Çekos­ lovakya’nın ve Yugoslavya’nın adı veriliyor, fakat İtalya yahut Fransa diyen tek kişi çıkmıyordu. 12. Dünya Şam piyonasında sistem değişikti. FFer şeyden önce, ilk kez yirmi dört takım la oynanıyordu finaller... Bu yirmi dört takım , dörderli altı gruba ay­ rılmıştı. FFer grubun birinci ve İkincileri, final turuna çıkmaya hak kazanacaklardı. Final turunda ise üçerli dört grup oluşacaktı. Bu grupların birincileri, yarı fi­ nale yükselecek ve yenilenler üçüncülük m açına, ka­ zananlar finale çıkacaktı.

Brezilyalı mı? Arjantinli mi? Kupanın ilk şoku açılış maçı olmuştu. “Brezilyalı Zico mu, yoksa Arjantinli M aradona mı kupanın yıldızı olacak ?” diye tartışanlar, M aradona’lı A rjantin’in za­ ferini görmeye gelmişti Barcelona’y a... Bir önceki ku­ panın şampiyonu Arjantin, şimdi M aradona’sıyla da­ ha da güçlüydü. Fakat çoğunluk, sahadaki öbür tak ı­ mın, iki yıl önce Avrupa Şam piyonasında Almanya’ya kök söktüren Belçika olduğunu unutuyordu. İşte Bel­ çika öylesine şahlanmıştı k i... M aradona’nın müthiş başlangıcını on dakika durdurmuştu. Katı, gösterişsiz, ama sonuç almasını bilen Avrupa futbolu ile m arkajı pek sevmeyen, ancak gözü okşayan Güney Amerika futbolunun düellosunda ilk çatışmayı Belçika kazan­ mıştı. Dünya kupalarında açılış maçlarının golsüz bit­ mesi geleneğini hatırlayanlar, “Gene gol yok” diyordu

276


k i... Vanderbergh, herkesi heykel gibi donduran golü­ nü atıverdi. Belçika, A rjantin’i 1-0 yenivermişti. İşler bu sefer daha ilk günden karışıyordu galiba! Dev M aradona pek görünememişti sahnede...

Zavallı K am erun ... 1. Grupta İtalya, Polonya, Peru, Kamerun vardı ama gol yoktu. Bir tek Polonya Peru’yu 5-1 yenmiş, onun dışında bütün m açlar berabere bitmişti. Polonya’dan başka tur atlayan takım , minicik bir gol averajı belir­ liyor, 2 -2 ’lik averajıyla İtalya 2 . tura yükseliyordu. İtalya’ya ve Polonya’ya kafa tutan, ikisine de beraber­ likten fazlasını vermeyen Kamerun, hiç yenilmeden elendiğinde herkes acıyordu. Bu arada üç maçta bir tek gol yiyen Kamerun kalecisi N ’K ono’ya, transfer teklifleri yağmaya başlamıştı. Doğrusu m açları izle­ yenler, “Bu İtalya’nın turu geçmesine yazık” diyordu. Uzun ayrılıktan sonra sahaya dönen Paolo Rossi ise, hiçbir varlık gösterememişti. 2. Grupta otoritelerin çoğunun favorisi olarak Fe­ deral Almanya, Avusturya, Şili ve Cezayir yer almıştı. Tabii Almanya ile Cezayir arasındaki ilk maça da her­ kes, Alman gollerini görmek için gitmişti. Ve işte ku­ panın ikinci şoku!.. Seyredilen, Cezayir’in golleriydi. Almanların 5 2 . dakikada yediği gol pek önemsenme­ miş, hele Rummenigge beraberliği sağlayınca, “Alman galibiyet golü şimdi gelir” diye düşünülmüştü. Fakat gelen, Cezayir’in galibiyet golüydü. Fierkes “Olmaz böyle şey” diyordu. Kızgın güneşe alışık İspanyollar, “Bu sonuç, M adrid’e kar yağmasına benzedi” diye alay ediyordu. Gerçek şuydu ki, Alm anya’yı yıldırım çarp­ mıştı. Flem de fena çarpmıştı. Bu arada ünlü Alman 277


yıldızı Breitner’in “Herkes milli takımda para için oy­ nuyor. Aksini söyleyen yalan söylüyor” demesi, ortalı­ ğı büsbütün karıştırdı.

N eee? Şike mi? Almanya ile Avusturya mı? 12. Dünya Kupası’na Cezayir şokuyla başlayan Fede­ ral Almanya, ilk turu kapatırken de “şike” bombasıy­ la ezildi. Almanya ile Avusturya arasındaki maç öyle kritikti k i... Bırakın yenilmeyi, beraberlikte bile eleni­ yordu A lm anlar... Ama maçı üç farkla kazandıkların­ da da, elenen Avusturya olacaktı. Demek ki Alman­ ya’nın bir ya da iki farklı galibiyetinde, ikisi de tur at­ layabilecekti. Kulak gazetesi hemen çalışmaya başla­ dı: “Aynı dili konuşan iki takım futbolcuları birbirini destekleyecek?” Yani? Yanisi “hatır için de olsa şike” adı takılıyordu bu söylentiye... Ve takım lar m aça çı­ kıp gerçekten gayet cansız oynayınca... Hele Almanya attığı tek golün üstüne yatar görününce... Çoğu taraf­ sız 41 bin seyirci “Şike, şike” diye bağırmaya başladı. Spikerler, yayında gayet ağır deyimler kullandılar. H atta Alman spiker ağlayarak “Utanıyorum ” diyor­ du m ikrofonda... Başta Cezayir olmak üzere bazı ülke temsilcileri, bu iki takım ın da kupadan çıkarılm ası için FİFA’ya başvururken, Alman ve Avusturya yetkili­ leri, “Kesinlikle bir anlaşma olmadığını, ancak sonuç yettiği için kendilerini sıkmadıklarını, asıl güçlerini 2 . tura sakladıklarını, sonucu riske etmediklerini” söyle­ yerek kendilerini savunuyorlardı. M açın bazı seyirci­ leri de, Organizasyon Kom itesi’ne m üracaatla bilet paralarını geri istiyorlardı bu arad a... Herkes konuş­ tu, fakat hiçbir şey değişmedi. Almanya ile Avusturya final turuna yükseldi. 2 78


Yirmi dört takım çok m u? K arar mı? Kupa yirmi dört takımla başlarken “gereksiz” diyen­ ler çoktu, “Küçük takım lar yemlik olup elenecek. Gol lıedefliğinden başka işe yaram ayacak.” Ancak m açlar başladıktan sonra öyle olmadığı görüldü. Kam erun’u, Cezayir’i izleyen başka küçükler de çıktı. Kuveyt, Çe­ koslovakya’ya kafa tuttu, Honduras da Ispanya’y a... İkisi de 1 -1 ’den fazlasını vermedi. Tek gerçek yemlik, El Salvador’du. M acaristan’dan tam on gol yedi. Ne yazık ki bu on gollük galibiyete karşın, teknik direk­ törlüğünü M eszöly’nin yaptığı M acar takım ı, Belçika karşısında son dakikalarda beraberlik golünü yiyerek turu geçemeyecek, 3. Gruptan Belçika ile Arjantin yol­ larına devam edeceklerdi. Bu arada ilk m açta tökezle­ yen Arjantin, M acaristan karşısında kendini göster­ miş, hele M aradona attığı iki gol yanında, nefis futbo­ luyla “İşte M aradona” dedirtmiş, otoriteler de “İşte Ar­ jantin” diye konuşmuştu. 4. Grupta İngiltere, Fransa’yı rahat yenmişti. Çe­ koslovakya’yı d a ... Böylece İngilizleri favori gösteren­ ler nefes almıştı. Ama küçücük Kuveyt, İngiltere’ye tek golle zor teslim oluyor, Fransa’yı ise iyice uğraştırıyor­ du. Kupanın belki en ilginç maçıydı b u ... Valladolid şehrine gittiğimde, bindiğim taksi beni kaçırıyor sandım. Çünkü şehirden çıkmıştık. Evler, apartmanlar, dükkânlar, binalar bitmişti. Gidiyor, gi­ diyor, gidiyorduk. Gittik gittik, sonunda dağ başına geldik. Ve o dağın yanında birden dev bir stad yüksel­ di. Gerçekten görkemli bir spor tesisiydi bu. Çöl orta­ sında açan çiçek gibiydi. Bu güzelim stadtaki Dünya Kupası maçı ise, bir fut­ bol karşılaşmasından çok, acemi bir tiyatro gösterisi 279


oldu. Valladolid’teki bu naklen yayınımı da, maç spi­ kerliği notlarıma değil, sahne sunuculuklarıma ekleme­ liydim.

Futbol değil, komedi! Fransa ile Kuveyt karşı karşıyaydı. Fransızlar finallerin en iyi futbol oynayan ekiplerindendi. Hele M ichel Pla­ tin i... Hele G enghini... Hele Bossis. Hele hele, ufacık tefecik ama futbolu çok büyük Giresse. Fransa takımı, Kuveyt karşısında bu yıldızlarıyla sahaya hâkim ol­ muş, golleri sıralamaya da başlamıştı. İlk gol enfesti. Genghini, serbest atışta topu ağlara adeta yapıştırmıştı. Sonra Platini, 27. yaş günü için kendi kendisine hediye veriyordu. İkinci golle... Devre böyle bitmişti. M açın ikinci kırk beş dakikasına da golle girmişti Fransızlar. Üçüncü gol, Six’dendi. Fransa bir gol rekoruna gidiyor gibiydi. Fakat hayır! Kuveytliler birden silkiniyor, ata­ ğa kalkıyorlardı. Bu şahlanm a, gol getirm işti Ku­ veyt’e ... Al Boulushi durumu 3-1 yapmıştı. Sonra?.. Ufacık tefecik Giresse, şahane futbolunu sürdürü­ yordu. İşte gene harika bir ataktan sonra, takımının dördüncü golünü çıkarmıştı G iresse... Sovyet hakem M iroslav santrayı gösterdiğinde, Fransa 4-1 öne geç­ mişti. Fakat o da ne? Bütün Kuveytli futbolcular hake­ me koştular, etrafını sardılar. Gole itiraz ediyorlardı. Daha önce yedikleri üç golde sesi çıkmayan Kuveytli­ ler, dördüncü golde kıyamet koparıyorlardı. Birden sa­ ha kenarına koştu Kuveytli futbolcular... Tribüne doğ­ ru baktılar. Bizim t v yayın yerinin biraz önü şeref tri­ bünüydü. Çok yakındım, iyi görüyordum. Orda Ku­ veyt Futbol Federasyonu Başkanı Şeyh Ahmet oturu­ yordu. Şeyh ayağa kalkmış, eliyle oyuncularına bir işa­ 2 80


ret yapıyordu. Bu işaret üzerine Kuveyt futbolcuları sa­ hayı terke başladı. Saha komiseri koştu. Hakem o yana yöneldi. Kuveytli Şeyh’in tribünden kapıya doğru yü­ rüdüğünü gördük bu anda... Kızgın kızgın gitti. Sonra bir baktık ki sahaya inmiş. Çocukluğumuzda Şeyh A h­ m et diye bir film görmüştüm. Şeyh Ahmet yakışıklı, üs­ telik gözü pek bir atlıydı. Atına atladığı gibi gelir, eşkı­ yaların kaçırdığı kızı kurtarırdı. Şimdi de Ispanya’nın bir köşesinde, dağ başındaki stadta Kuveytli Şeyh Ah­ met, takımı kurtarmak için sahaya geliyordu. Şeyh Ah­ met’le Sovyet hakem, İsveçli yardımcıları, saha komise­ ri, daha bir sürü yetkili uzun uzun tartıştılar, konuştu­ lar. Sonuçta, herkes kenara çekildi ve hakem atış için topu Kuveyt kalecisine verdi. Yani? Yanisi az önce say­ dığı golü şimdi saymıyordu Sovyet hakem ... İşte o za­ man da olayın yönü değişti. Bir anda Fransız Teknik Direktörü Hidalgo sahaya fırladı. Tutmak isteyen İs­ panyol polislerini hışımla itti. Girdi sahaya... Doğru hakeme koştu. Gene tartışm alar... Şeyh Ahmet baskın çıkmıştı. Hakem golü saymadı ve oyun 3 -1 ’den devam etti. Ne var ki, Fransızlar o hırsla hemen Kuveyt kalesi­ ne iniyor, bu kez kimsenin “hayır” diyemeyeceği dör­ düncü golü atıyorlardı. Bossis’in golüyle durum gene 4-1 olmuştu. Bu, maçın da sonucuydu. Ne var ki, oyundaki onca olaya karşın, hakem 90. dakikanın bittiğini ilan ettiğinde, Fransız ve Kuveyt fut­ bolcuları centilmence forma değiştirdi, birbirinin elini sıktılar.

M afya, Dünya K upası’na gelmiş! Kuveyt Federasyonu Başkanı Şeyh Ahmet, ertesi gün bir basın toplantısı düzenleyecek ve dünya basınında

281


şu m ü t h i ş ifşaatı y a p a c a k ­ “M afia, F İF A ’n ı n y a n ı n d a hiç k a l ı r . . . ” f İ f a , önce gol deyip sonra cayan Sovyet hakemi gö­ revden aldı. Dünya Kupası’nda bir daha maç yönetme­ yeceğini açıkladı. Ayrıca Kuveyt Federasyonu’na 25 bin İsviçre Frangı ceza veren f İ f a , Şeyh Ahmet’in de maçlara girmesini engelledi. Çünkü Kuveyt takımının oyunu terke kalkışmasının, Şeyh’in işareti sonucu ol­ duğu görüşüne varılmıştı. Kuveytliler, önce kimi peçeli, kimi başörtülü, kimi başı açık ama değişik giysileriyle ilgi uyandırmış, tribünleri renklendirmişlerdi. Sonra da bu olayla kendilerinden çokça bahsettirdiler. Grup maçlarında T v ’d e anlattığım bir karşılaşmayı hiç unutmam. Peru ile Kamerun arasındaki doksan da­ kikayı... La Çoruna şehrindeki bu Peru - Kamerun maçında da gol yoktu, fakat gol kadar güzellikler vardı. Her şey­ den önce N ’Kono, finallerin büyük sürpriziydi. Kam e­ run kalecisi şahane kurtarışlarıyla sürekli alkış toplu­ yordu. Öte yandan bir gün önceki başarılı Fransız ha­ kemden sonra, hurda AvusturyalI hakem Wöhrer, kö­ tünün kötüsü bir yönetim gösteriyordu. O kadar ki, sahaya köpek girdiği halde, maçı kaç dakika devam ettirmişti! O da hakemdi, bu d a ... Hakem miydi sahi? Kamerun takıntının futbolu şaşılacak kadar güzeldi d e... Adlarını söylemek biz spikerler için o kadar güzel olmuyordu. Zordu telaffuz etmek. N ’Kono, M ’Bom, M ’Bida, N ’G u ea... Afrikalı spiker meslektaşlardan doğru telaffuzu öğrenmeye çalışmıştım ama başaram a­ mıştım. Ne kadar tekrarlasam, “Yanlış, olmadı” diyor­ lardı. Sonunda, “Allah kabul etsin”, diyerek dilimin döndüğünce söyledim isim leri... Vigo ve La Çoruna maçlarında gol anlatamamıştım k o c a m a n h a r fle r le y e r a la n tı:

282


am a... Sevilla şehrinde hepsinin acısını çıkardım. Sevilla’da “Sevil Berberi”ne değilse de, gollerin en güze­ line rasdadım.

Sevil Berberi kapalı mıydı, ne? Sevilla şehrine Hüseyin Kırcalı ile birlikte gitmiştik. Bahıâli’ye geldiği günden tanıdığım, hani çocukluğundan bildiğim genç fotoğraf ustası Hüseyin K ırcalı... Daha doğrusu “fotoğraf sanatımızın harika çocuğu” Hüse­ yin... Birlikte Sevilla’da sokakları dolaşmamız büyük zevkti. Çünkü şehir ayaktaydı. Bir yandan Brezilyalı­ lar, öte yandan İskoçlar, bayraklarla, flamalarla bağı­ rarak, çağırarak kentin altını üstüne getiriyorlardı. Bu maç öncesiydi. M açtan sonra ise coşku daha da arta­ cak, Brezilya’nın o şahane futbolundan, o şahane gol­ lerinden sonra, Sevilla’da hayat bile duracak ya da zembereğinden boşanırcasına coşacaktı. Az sonra sta­ da girip de spiker kulübesindeki yerimi alınca, m ikro­ fon başında çok mutluydum. Çünkü birbirinden nefis goller peş peşe sıralanıyordu. İlk yarı ortalarında Zico ’nun 2 5 -3 0 metre kadar uzaklıktan serbest vuruşu füze gibi ağlara gönderişi karşısında, civarımdaki Bre­ zilyalı spikerler gibi “ G o o o o o l!” diye ayağa fırlam ak­ tan kendimi alam am ıştım . İkinci yarıdaki Brezilya rüzgârı ise müthiş bir şeydi. Kornerden gelen topa Oscar’ın şahane kafası ikinci goldü. Sonra Eder, m ikro­ fonda da söylediğim gibi, “Bu Eder dünya futbolunda çok şey eder” d i... Evet, Eder’in kalecinin üstünden aşırtarak attığı mükemmel gol 3 -1 ’i getiriyordu. Son­ ra da Falcao’nun, tıpkı Z ico’nunki gibi uzaklardan sa­ vurduğu enfes şut. Ve 4-1. Brezilya ayakta alkışlanıyor­ du. Bir futbol şöleniydi bu. Siyah İnciler fırtına gibi gö­ 283


türmüşler di oyunu... Üstelik ilk golü yedikleri bir maç­ ta ... İskoçya, o ilk golü attığına da atacağına da piş­ man olmuştu belki... Çünkü o gol, Brezilya’yı şahlandırmıştı. Bu arada, turnuvanın en ilginç takım ı İtalya idi. Üç m açta tek galibiyet alamayan İtalya, bir tek fazla gol attığı ve de bir tek gol fazla yediği için, böylesine k o ­ mik bir averajla, koskoca Dünya Kupası’nda ikinci tu­ ra yükselmişti. Uzun ayrılıktan sonra, sahalara dönen Paolo R ossi’nin de adı yoktu o ilk tu rd a... Fakat ikin­ ci turla birlikte sanki İtalyan takım ına ve Paolo Rossi’ye bir sihirli değnek dokunacak, takım da Rossi de öyle bir şahlanacaktı k i... Dünya Kupası’nı kucakla­ yana k ad ar... Yaşlı Bearzot hocanın öğrencileri iki ateş arasınday­ dı. Doğrusu Brezilya ile A rjantin’in bulunduğu gruba düşen İtalya’ya kimse şans vermiyordu. “İtalya çok şanssız... İki devin arasında ezilecek” diyenler, İtal­ ya’nın o iki devi de ezip geçişi karşısında şaşkınlıktan küçük dillerini yutacaklardı. M aradona filan para et­ meyecekti İtalyanlara... Kurbanlık sanılan İtalya, kur­ ban niyetine A rjantin’in kupa ümidini kesmişti önce... Kırk yaşındaki kaleci Z off, Arjantin maçının yıldızıydı. İnanılmaz kurtarışlarla M aradona ve arkadaşlarını durdurmuştu. İtalyanlar önce Tardelli’nin golüyle 1-0 öne geçmiş, sonra Cabrini golleri ikilemişti. Passarella’nm enfes frikiki, durumu ancak 2 - 1 ’e çevirebilmişti. O kad ar... Arjantinliler 2-1 ’lik yenilgiye mazeret ola­ rak, “İtalyanlar çok sertti, futbol oynamadılar” diye­ cek, fakat m açı izleyenler bu sudan mazerete gülüp ge­ çecekti. İtalya, o gün Arjantin’i silmişti sahadan... Ben aynı gün M adrid’teki Federal Almanya - İngil­ tere maçının naklen yayınında görevliydim. M aç an ­ 28 4


latım fikstürünü hazırlayan genç arkadaşlarım , sevgi­ li öğrencilerim, belki de onca yıllık hizmetime karşı­ lık ben yorulmayayım diye, ikinci turda başka maç anlatımı vermemişlerdi b an a... Sağolsunlar, bilmem kaç gün, M adrid T V M erkezi’nde, bütün m açları ek­ randan bol bol seyretme şansına eriştim. İşte, ikinci turdaki tek spikerliğimde de gol anlatamıyordum. Almanlar olsun İngilizler olsun, ünlerine yakışmayan cansız bir futbolun tarafları olmuşlardı. Seyirci maç sonunda iki takımı da fena ıslıklamıştı. Al­ manlar ise, daha baştan unutulmayan şike olayından ötürü ayrıca ıslıktan nasibini almıştı. Brezilya - Arjantin maçı için, “erken final” diyor­ lardı. “Ah yazık oldu, bu iki takım son maçta kupayı almak için karşı karşıya gelmeliydi. Şimdi biri elene­ cek” diyorlardı. “Arjantin mi, Brezilya m ı?” diyorlar­ dı. Fakat İtalya sahneye çıkınca, kimsenin diyecek bir şeyi kalmamıştı.

Latinlerin rekabeti ... Brezilya - Arjantin maçı, heyecan ve zevk açısından gü­ zel geçmişti, o k ad ar... Z ico, Serginho ve Junior, Bre­ zilya’nın 3 -0 ’lık üstünlüğünü sağlıyorlar; Arjantin ise, D iaz’la ancak bir şeref sayısına kavuşuyor ve maçı 3-1 kaybediyordu. Bir önceki kupanın sahibi A rjantin’in bu finaller öncesi futbol dünyasına sürdüğü büyük isim M aradona, bir balon gibi söniivermişti. “Pele mi, M aradona m ı?” diye zorlama tartışma yaratmak iste­ yenler seyredince gördüler ki, bu M aradona o Pele’nin futbol ayakkabısına krampon bile olamaz. Bir de gol yerine tekme atmaya yeltenince M arad o n a... kendini kırmızı kartla saha dışında buluvermişti. 2 85


Öte yandan ev sahibi İspanyollar, Alm anlar’a 2-1 yenilerek yarı final şartsmı yitirdiler, ümitleri kayboldu gitti. Oysa günlerce televizyonda program üstüne prog­ ram yapmışlardı. Sokaklarda tüm reklamlar, “Dünya şampiyon adayı İspanya” üzerineydi. Kaleci Arconada afişlerde uçuyordu, ama sahada Almanların karşı­ sında uçamamıştı. İngiltere’de İngilizler, Almanya’da Almanlar, A rjantin’de Arjantinliler şampiyon olmuş­ tu. İspanya’da İspanyollar şampiyonluğa yaklaşamamıştı bile... İspanyol halkı çok üzgündü. Uğradıkları hayal kırıklığı çok büyüktü.

“Paolo Rossi” bombası patlıyor... İtalyanların afacan futbolcusu Paolo Rossi ağır bir ce­ za almış, iki yıl kadar futbol sahalarına uzak kalmıştı. Sonra yeniden meşin topa dönmüş, üstün form göster­ miş, tekrar milli takıma çağrılmış ve işte Dünya Kupa­ sı finallerine gelmişti. Kupanın ilk turunda fazla bir şey yapmış değildi R o ssi... Fakat ikinci turla birlikte ortaya bir çıktı, pir çıktı. M açların yıldızıydı artık ... Hele Brezilya m açında... Şahane bir maçtı Brezilya İtalya karşılaşm ası. Çoğunluk, Brezilya’nın, A rjan ­ tin’in düştüğü hataya düşmeyeceği görüşündeydi. İtal­ ya’nın Arjantin başarısını rastlantı sayanlar az değildi. İşte bu hava içinde başlayan maçta, Paolo Rossi ilk golü atınca, herkes şöyle bir kıpırdamıştı. Fakat Socrates’in enfes bir golle 1-1 ’i sağlaması karşısında, “Ta­ m am ” deniyordu, “şimdi Brezilya gücünü gösterecek.” Aksine, kendini göstermeye devam eden Rossi idi... İlk golüne bir İkincisini ekliyordu R ossi... Yeniden can­ landı Brezilya... “Ne oluyor?” gibilerden... Ve Falcao, 2 -2 ’yi getiren golü çıkardı. Ancak Rossi durmak bil­

2 86


iniyordu. Bir gol daha... Gene Rossi’den... İtalya üçün­ cü kez galip durumdaydı. Herkesin favorisi Brezilya, işte bu gole karşılık veremeyecek ve 3-2 yenilerek ku­ padan silinecekti. İtalya, A rjantin’den sonra Brezilya’yı da devirmişti. Paolo Rossi, Brezilya efsanesini yıkmış, bir mucize ya­ ratmıştı. İtalyanlar Cumhurbaşkanlarıyla, Başbakan­ larıyla, milletçe kupa için seferber olmuştu artık. Bre­ zilya galibiyeti gecesi İtalya’da Başbakan Spadoli’nin de elinde bayrakla, binlerce halkla birlikte sokaklarda dolaştığı haber veriliyordu.

Koca Brezilya neden mi yenildi? Peki, neden yenilmişti Brezilya?.. Gördüğüm, izlediğim kadarıyla şöyle bir yorum yapılabilirdi: 1. Brezilya grup birinciliğini, yarı finali çantada keklik görmüştü. “İtalya’yı nasıl yeneriz” diye çıkmıştı sahaya... Bu aşırı güven nedeniyle, yediği ilk gole al­ dırmadı. İkinci gole karşılık verdikten sonra, bir üçün­ cü golün gelebileceğini hesaplamadı Brezilyalılar... 2. Brezilya’ya yarı final için bir “ beraberlik” yeti­ yordu. İki kez beraberliği sağladıkları için, üçüncü go­ le de kolayca karşılık verebileceklerini sandı Brezilya­ lılar... Ama bunu başaramadılar. 3. Brezilya takım ı, önceki maçlarında görülmedik şekilde tutuktu. En iyilerden Eder bile, ünlü serbest atış­ larını yapamıyor, hep önündeki baraja çarptırıyordu. 4. Brezilya, İtalya karşısında savunmada inanılmaz gedikler vermişti. İtalyanları ciddiye almadıkları için, savunmaya önem vermemiş olabilirlerdi. Rossi de bu gedikleri iyi kullanarak, üç kez gole gitti. 5. Asıl neden, Güney Amerika takım ları çoğu kez

2 87


böyleydi. Fazla havaya girdiler mi, kendilerini kaptırı­ yor, hesaplar ters çıkınca da kendilerini toparlayam ıyorlardı.

Harika bir m aç ... 12. Dünya Kupası’nda yarı final, Almanlarla Fransızları, İtalyanlarla da Polonyalıları karşı karşıya getirdi. İtalya, Polonya’yı da Paolo Rossi rüzgârıyla dağıtıp geçmişti. Altın Çocuk, attığı iki golle, “Bu kupanın kralı benim” diyordu artık... İki sarı kart gördüğü için Boniek’in bu maçta oynayamayışı, Polonya hesabına büyük şanssızlıktı. İtalya, Rossi’nin golleriyle 2 -0 ’a ulaş­ tı ve final oynama hakkını kazandı. Turnuvanın ba­ şında “İtalya zayıf, İtalya sönük, İtalya bir h iç” diyen­ ler, finaller sonunda “İtalya en büyük” demekten ken­ dilerini alam ayacaklardı. Yarı finalin öbür maçı çok heyecanlı, çok zevkli geçti. Ancak oyunun güzelliğinde Fransızların payı daha büyüktü. Gerçekten maç sonunda herkes “Fran­ sa’ya yazık oldu” diyecekti. Final oynamaya daha çok layıktı Fransız takım ı... Sevilla’daki yarı finalde, ilk gol Littbarski’den gel­ di. Fransa buna haklı bir penaltıdan, Platini’nin attığı golle karşılık verdi. Sonra otuz üç derece sıcakta, fut­ bolun güzel bir gösterisi başladı. Bu hava koşulların­ da, futbol bu kadar mükemmel oynanabilirdi an cak ... Fakat golle süslenmedi bu fu tb o l... Ve doksan dakika 1-1 kapandı. Yarım saatlik uzatmada ileri çıkan Tresor, Fransa’yı 2-1 öne geçiyordu. Almanlar şaşırmıştı. Fransızların, her an üçüncü bir golle galibiyeti perçin­ lemesi beklenirken... Alm anların şaşırmayan adamı, Teknik Direktör Jupp Derwal, yapılabilecek en doğru 288


işi yaptı, o ana kadar yedekte tuttuğu iki büyük silahı cepheye sürdü. Derwall, ne düşünmüşse düşünmüş, sakatlığından söz edilen Rummenigge ile Hrubesch’i başta takıma koymamıştı. Ama şimdi takım 2-1 yenik­ ti. Olayın beklemeye tahammülü yoktu. İki tecrübeli golcüsünü atmıştı sahaya... Fakat Fransa şahane fut­ bolunu sürdürmeye devam ediyor ve Giresse alkışlana­ cak bir büyük gol atıyordu. 3-1, Fransız zaferinin ilanı gibiydi. Ancak Rummenigge ile Hrubesch’in oyuna ısınması, bir anda maçın kaderini etkiledi. Rummenigge’nin golü sadece 3 -2 ’yi sağlamakla kalmıyor, Alman takımını coşturuyordu d a... İşte çok geçmeden Fischer’in golü vardı ağlarda... Ve durum 3 -3 ’tii şim di... Yüz yirmi dakika dolmuştu. İş penaltılara kalmıştı. Fransız takım ı iyiydi ama, en zayıfı, kalecisi Ettori’ydi. Penaltı atışlarında ise Ettori büyük sürpriz ya­ ratıyor, Stielike’nin penaltısını kurtarıyordu. Fransa 3-2 öndeydi penaltılarda... Sıra Six’deydi. Six vurup da golü attı mı, durum 4-2 olacak, Fransa finale yük­ selecekti. Fakat hayır!.. Six, takım ının final şansını tersine çeviriyordu. Çünkü penaltıyı gole çevirememişti. Yalnız o mu? Sonra da Bossis, topu kaleci Schumacher’in kucağına atı verince... Sıra, H rubesch’deydi. Kale direklerini sarsan FIrubesch, o kuvvetli vuruş­ larından biriyle... tam on ikiden vurmuştu kısaca... Fransa 3 -1 ’den maçı kaçırmıştı. Sonra da, iki penaltı atışıyla final şansını uçurmuştu. Sadece oynadığı güzel futbolla hatırlanacaktı Fransız takım ı... Üçüncülük m açına, geniş bir kadroyla çıkıyordu Fransızlar... Ve Polonya önünde 3-2 yenilerek dünya dördüncülüğüyle yetiniyordu. Fransız Teknik Direktör M ichel Hidalgo, “Üçüncülük maçı gereksizdir. İki ta­ kım da üçüncü ilan edilmeli” diye tutturmuş, önerisine

289


gülüp geçmeleri üzerine de kızarak, yedeklerden, genç­ lerden kurulu on bif çıkarıp yenilmişti. Garipti Fransız hocanın önerisi... Bir Dünya Kupası’nda nerdeyse maç­ lar sona erecekken, çıkıp kural değişikliği, organizas­ yon değişikliği öneriyordu. Takımına iyi futbol oynata­ rak takdir edilen Hidalgo, bir Kuveyt maçında, sahaya fırlayıp yaptığı şımarıklıkla, bir de bu üçüncülük maçı öncesi garip önerisiyle şahsen epey puan kaybetmişti.

rv’de bir final daha... 12. Dünya Kupası fin ali... İtalya ile Federal Almanya karşı karşıya... Seyrettiğim 7. Dünya Kupası finali b u ... M ikrofon­ da anlattığım beşinci fin al... Televizyonda naklettiğim üçüncü fin al... Sevgili Öztürk Pekin arkadaşımla birlikte yapıyo­ ruz yayını... İki spikerin önemli anlarda ortak anlat­ ması yöntemini uyguluyoruz. Bir gol oldu mu, maçı anlatm akta olan spiker, golün öyküsünü, yorumunu öteki spikere bırakıyor... Fena da olmuyor hani... M a­ çın dört golünde “G oool” diye bağırmak, Öztürk’e kıs­ met oldu. Ben ancak gollerin devamını getirdim. Yo­ rumda, aydınlatıcı konuşm ada... Neyse, gol olsun da, nasıl olursa olsun... M açın tadı tuzu biberi, her şeyi gol çü nkü ... Brezilyalı Coelho yönetiyor m açı... İta ly a :

Zoff - Gentile, Collavati, Scirea, Cabrini

- Oriali, Tardelli, Bergomi - Conti, Paolo Rossi, Graziani F e d e r a l A l m a n y a : Schumacher - Kaltz, Karl-Heinz Förster, Stielike, Briegel - Bernd Förster, Breitner, Dremmler - Littbarski, Fischer, Rummenigge

290


İlk yarı heyecanlı... İki takım da birbirini tartıyor. İki yüzden gol gecikiyor... İkinci yarıya kalıyor g o l... bu arada bir kocam an fırsatı kaçırıyor İtaly an lar... Bir Dünya Kupası finalinde penaltı kaçar mı? Kaçıyor içte... M açın başı sayılırdı. Daha 24. dakikaydı. Altobelli’nin ortasında Conti kafayı vururken, Briegel in­ dirmişti C onti’y i... Penaltıydı. Kitabın yazdığı, kura­ lın tanımladığı penaltı... Cabrini geldi topun başına... İtalyan seyirciler “G o l” diye ayağa fırlamaya hazır... Biz spikerler de sesimizi ayarlıyoruz, “ G o oo l” demek için ... Fakat Cabrini he­ vesimizi kursağımızda bırakıyor. Bir vuruyor... top kaleyi bile tutmuyor. Yandan dışarı... Penaltı kaçır­ mak, bir takım ı yıkar bazen... Tribünlerde genel kanı da böyle... Almanların, şimdi rakibin bu moral bozuk­ luğundan yararlanacağı tahmin ediliyor. Fakat nerde? Alman takım ı, devreyi gol yemeden bitirdiğine mem­ nun sanki... Penaltı kaçırdıktan az sonra yeniden to ­ parlanan İtalyanlar, gene sahada futbolun iyisini oyna­ yan tak ım ... İkinci kırk beş dakikada şahlanıyor İtaly a... Bir Dünya Şampiyonu’na yaraşır oynuyor... G entile’nin o rtası... Cabrini ile Rossi birlikte atak yapıyorlar. Rossi vuruyor k afay ı... Bu, R ossi’nin kupadaki altıncı golü. Gol krallığını ilan eden g olü... İtalya 1-0 önde... Gene Paolo Rossi ile... Çok geçmeden bu kez Tardelli, Almanların büyük kalecisi Schum acher’e göstere göstere topu öyle güzel sokuyor k i... İtalya 2 -0 önde. Şeref tribününde sek­ senlik İtalya Cumhurbaşkanı Pertini ayakta... Her gol­ de fırlıyor havaya zaten... Ve Başkan Pertini bir daha sıçrıyor “G ol” diye... Altobelli de, kaleci Schumacher’i çalım layarak üçüncü sayıyı çıkarıyor. İtalya 3-0 ön­

291


d e... Almanlar bitmiş gibi. Santiago Bernabeu Stadı inliyor... Bitmeyen, tükenmeyen biri var: Breitner... Son mücadeleyi veriyor... Kupanın son golünü atı­ y o r... Bu aynı zamanda Almanların şeref g olü... İtalya 3-1 galip. Ve “Dünya Şam p iyonu ...” 1 9 3 4 ’ te ... 1 9 3 8 ’d e... Ve 1 9 8 2 ’d e... Özellikle ikinci tur maç­ larında hak ederek... Hele şu finaldeki futboluyla... Herkes yürekten alkışlıyor İtalyanları... Görkem li Kupa törenini de naklediyoruz televiz­ yonda... Sonra yayını kapatıp çıkıyoruz... Tribünlerin arka tarafına yürürken... Birisi hızla geliyor. Z or kur­ tuluyorum çarpışmaktan. “Pardon” diyor, öyle sert geçtiği için ... Bakıyorum: Federal Almanya Başbakanı Helmııt Schm idt... Doksan dakika boyunca her golde ayağa fırlayan ve küçük bir çocuk gibi, “Nasıl? Yeni­ yoruz” diye kendisini kızdıran İtalya Cumhurbaşkanı Pertini’nin yanından hızla ayrılmış, adeta kaçıyor şe­ ref tribününden... Alman Başbakanı Schmidt’in yüzü kıpkırm ızı... Alman Televizyonıı’na demeç vermeye gidiyor. İtalyan Cumhurbaşkanı Pertini ise hâlâ tri­ bünde... El sallıyor, sesleniyor, tam bir Akdenizli coş­ kusuyla kutluyor sporcularının zaferini... Ve yaşı da sekseni aşkın başkanın. Evet, vatandaşlarına am igo­ luk yapan seksenlik bir cum hurbaşkanı... Kimse yadır­ gamıyor, kınamıyor. Çünkü İtalya’nın kazandığı başa­ rı, büyük bir spor zaferi... Ne kadar kütlansa y eri... Ne kadar sevinseler hakları... Bizim sporseverlerin de­ yimiyle “En büyük İtaly a... Başka büyük y o k ...” Cumhurbaşkanı ile aynı uçakta dönen İtalya milli futbolcuları, R om a’da kahram an olarak karşılanıyor, İtalyanlar günlerce kupa bayramını kutluyordu. Gaze­ teler, mutluluğu dile getirmek için güzel sözcük bulma yarışındaydı şimdi: “Büyük rüya gerçekleşti!.. Dünya 2 92


önümüzde eğildi... Üç golle cennetteyiz... Dünya for­ mamız gibi m avidir... Milli takımımız dünyanın zirve­ sinde... Büyük rejisör Bearzot mucize y arattı... Dün­ yanın en kuvvetlisiyiz... İtalya, futbol seni güzelleşti­ riyor... Bugün İtalyan olmak, her zamandan daha da g ü zel...” 1 9 8 2 ’nin defteri kapanıyor. D ört yıl sonra 13. Dün­ ya Kupası sayfası açılacak. Hedef, 1 9 8 6 ... Bir kez da­ ha A tlantik’i aşacağız... Bir kez daha M eksika sahala­ rında yeni bir Dünya Şampiyonu arayacağız...

2 93



1982 D ünya Ş am piyon u İtalya takım ı.

F in ali fen a k a y b e d en A lm an takım ı.


13. Dünya Kupası 1 9 8 6 M E KSİK A


Futbolun en büyük heyecanı, en tatlı coşkusu Dünya Kupası, 1 9 8 6 yılına kadar on iki kez oynanmış ve on iki ülke bu spor güzelliğine “ev sahipliği” yapma onu­ runu taşımıştı. Aslında bu futbol olayı, organizatör memlekete büyük destek oluyor, hem turistik, hem de ekonomik yönden önemli yararlar sağlıyordu. Onun için de kendine güvenen her ülke, bu şampiyonanın fi­ nallerini düzenlemek için birbiriyle adeta yarışıyordu. Ancak 1986 Kupası öncesinde durum bir anda değişti. On altı yıl önce 9. Dünya Kupası’na ev sahipliği yap­ mış olan M eksika, olayı ne kadar iyi düzenlediğini ha­ tırlatıyor, ama şimdi ülkenin çok büyük sıkıntıda ol­ duğunu, geçirdikleri deprem felaketinin yaralarını sar­ mak için 13. Dünya Kupası’nın da kendilerine veril­ mesini istiyordu. Bu duygusal dilek karşısında dünya futbolunu yöneten kuruluş f İ f a da kayıtsız k a k m a ­ mış, sonuçta sporun insancıl bir hizmet aracı olması yanı düşünülerek, organizasyon M eksika’ya verilmiş­ ti. Aslında 1 9 8 6 Turnuvası Kolom biya’da yapılacaktı. Fakat bu yoksul ülke bu yükü taşıyamayacağını dü­ rüst olarak itiraf edip, organizasyondan vazgeçtiğini bildirmişti. Buna karşı çıkanlar, “Her ülkenin sorun­ ları ço k ... f İ f a yardım kuruluşu mu?.. Daha bu final­ leri organize etmek için bekleyen kaç ülke varken, M eksika’ya ikinci kez şans tanınması doğal değil” di­ 299


ye itiraz edenler çık tı.vAncak çoğunluk, yardım am a­ cıyla da olsa, 1 9 7 0 Kupası’m iyi düzenlemiş olan M ek­ sika’ya ikinci şansın verilmesinden yana olunca, karar gerçekleşti. Doğrusu M eksikalılara Dünya Kupası ev sahipliği onurunun ikinci kez verilmesinden bu kadar mutlu ola­ cağımı bilemezdim. M eksika topraklarına ayak basma­ mızdan az sonra, “Buyrun” diyerek iki günlük özel bir turistik geziye davet etmezler mi? Hem de başta beni... Müjdeyi t r t ekibinden sevgili Fahri İkiler getirmişti. Meğer adamlar resmen sorup öğrenmişler. “Dünya Kupası’nı en çok izleyen medya” konukları için iki günlük bir turistik gezi düzenlemişler. M eksika ’ 8 6 , futbol dün­ yasının on üçüncü kupası ise, benim de yerinde canlı canlı izlediğim sekizinci kupamdı. Aramızdan çok er­ ken ayrılanlardan sevgili Aydın Köker’le birlikte iki gün adım bile ezberlemekte zorlandığımız “İkstapa Sihuatanahu” diye söylenen bir güzel yerde... Aydın’la ikimiz, “Ya denize girer üşütürsek... Ya tropikal sinekler sokar­ sa ... Ya sesimiz k ısılırsa ...” korkusuyla... Ve de oda­ mızdan başka serin yer olmayan, gölgesi bile kırk de­ recelik o güzel yerde, odamızda oturup efendi efendi t v seyrettik... Ve futbol konuştuk. Ama turizmin nasıl ba­ şarıldığım da orda yakından gördük. M eksika ’ 8 6 ’da spiker kardeşlerim Aydın Köker, Tansu Polatkan, İlker Yasin, M urat Ünlü, Akın Göksu maçları anlattılar. Ben de anlatım, yorum, haberle ka­ rışık “ağabey spiker” görevini üstlendim. Çalışkan Fah­ ri İkiler her zamanki gibi her işe, her yana koştu. Ara­ da sevgili M ustafa Genç’in başarılı yönetmenliğiyle “İş­ te M eksika” adlı i k i güzel programı da t r t ’ m ize yol hediyesi olarak getirdik. Ya maçlar? Sıra onlara geldi. Anlatalım.

3 00


Statü gen e değişiyor... 13. Dünya Kupası’nda statü gene değişmişti. İlk turda finalist yirmi dört takım dörderli altı grupta lig usulüy­ le oynayacak, her grubun birincisi ve İkincisi ikinci tu­ ra yükselecekti. Fakat gruplarda üçüncü olanlar için­ de en iyi puan ve averaja sahip dört takım da, bir son­ raki tura çıkma hakkını elde edecekti. İkinci tura yük­ selen bu on altı takım eleminasyon sistemiyle oynaya­ cak, yenilen kupa dışı k alacak tı... Eşitlikte ise tekrar maçı veya penaltı atışı değil, kuraya başvurulacaktı. Yirmi dört finalist arasında Türkiye gene yoktu. (Ne zaman vardı ki?.. Taa 1 9 5 4 ’te ... Sonrasında hep uzak­ tan bakıyorduk. Bakıyor ama göreımiyorduk. Önceleri radyodan duyurabildiğimiz, anlatabildiğimiz kadar, memleketteki sporseverlere Dünya Kupası heyecanını iletiyorduk. 1974 finallerinde ise, ilk kez Türk insanına televizyondan seyrettirmiştik futbolun en büyük heyeca­ nını...) 13. Dünya Kupası’nda elemelerde İngiltere, Finlan­ diya, Kuzey İrlanda ve Romanya ile aynı gruba düş­ müştük. Doğrusu iyi antrenman vermiştik rakiplerimi­ ze... İngiltere’ye 5-0 ve 8-0, Rom anya’ya 3-0 ve 3-1, Finlandiya’ya 2-1 ve 1-0, Kuzey İrlanda’ya da 2 -0 ye­ nilmiştik. Ve öteki maçta, Kuzey İrlanda ile 0-0 berabe­ re kalma başarısına erişmiştik. İzmir Atatürk Stadı’nda dalga dalga tüm yurdu dolaşmıştı sevincimiz... Çok şü­ kür, bu kez elemeleri puansız kapamamıştık. “ 1 ”, ya­ zıyla “bir” puanımız vardı hiç değilse... Averajımız mı? Bir önceki kupada yediğimiz yirmi iki gole bir tek gol­ le karşılık vermiştik. Bu kez daha çok yemiş ama daha çok da atmıştık. Kalemize giren yirmi dört gole iki golle karşılık vermiştik. Gollerimizden birini İlyas T ü ­ 301


fekçi ( f b ), penaltıdan Finlandiya ağlarına takmış; öte­ kini de M etin Tekin ( b j k ) , Romanya maçında şeref sa­ yımız olarak kaydetmişti.

Meksika dalgası...

31 M ayıs günü, Azteca Stadı’nda görkemli bir açılışla 13. Dünya Kupası başladı. Doğrusu ulusal giysili genç kızlarla erkeklerin dansı dakikalarca alkışlanıyor, hele dansın finalinde kızlarla delikanlıların öpüşmesi, bin­ lerce seyirciyi tribünlerde havaya kaldırıyordu. Tabii bir tribünün bir köşesinde ayağa kalkanlar otururken, yan tribündekilerin kalkması ve tezahüratın bütün tri­ bünleri dolaşması, yani “M eksika dalgası”, bu görke­ mi daha da artırıyordu. Bu arada M eksika Federasyo­ nu, ünlü Azteca Stadı’nın zemini bozulmasın diye, açı­ lıştaki tüm etkinliklerin sahada değil, saha kenarında yapılmasını kararlaştırmış ve öyle yapılmıştı. Bu arada takıntımızın orda olmayışına üzülürken, bir de F İF A ’y a dahil ülkelerin bayrakları arasında ayyıldızlı bayrağı­ mızdaki yanlışlığı fark ederek katmerli üzülmüştük. 13. finallerde bir kural değişikliği de yürürlüğe gi­ riyordu. Üst üste iki sarı kart gören futbolcunun bir sonraki m açta oynayamayacağı kuralı, ilk kez burda uygulanacaktı. Açılış mükemmeldi de, açılış m açında­ ki futbol aynı güzellikte değildi. Bir bakıma 1. turdaki “A ” Grubu ilginçti. Önceki iki kupanın şampiyonları aynı gruba düşmüşlerdi. İtalya ile A rjantin’in mücade­ lesi heyecanla bekleniyordu. Ne var ki, daha açılış m a­ çında İtalya’nın ortaya koyduğu futbol ve Bulgaristan karşısında 1-1 beraberliği bozamayışı, A rjantin’i fa­ vori gösterenlerin sayısını bir anda artırmıştı. Çünkü bu finallerde yepyeni, hani tam deyimiyle “bomba gi-


Iıi” bir M aradona vardı sahalarda... îşte bu M aradoııa’nm yönettiği Arjantin orkestrası gayet güzel ses ve­ riyordu; K ore’yi 3 -1 , Bulgaristan’ı 2 -0 yenen A rjantin, İtalya önünde 1-1 beraberlikle yetiniyor, M aradona maçlarda yediği tekmelerden çok şikâyet ediyordu. Böylece bu gruptan birinci olarak Arjantin, ikinci ola­ rak İtalya ikinci tura çıkıyor, daha sonra üçüncü olan ama tek galibiyet alamayan Bulgaristan da yeni siste­ min özelliğiyle tur atlıyordu. “B ” Grubu en çok ses çıkaran gruptu. Hakları da yok değildi. Bu, ev sahiplerinin grubuydu. Meksika se­ yircisi coşkun tezahüratı maçlardan sonra sokaklarda da sürdürüyordu. Ancak bu coşku sadece futbolun ya­ rattığı bir sevinç olayı değildi. Ekonomik durumdan şi­ kâyetçi, hükümete karşı olanlar, futbol başarısını fırsat bulup olay çıkarıyordu. Hemen her maçtan sonra akın akın halk sokaklarda yürüyor, daha sonra da iş dük­ kânları yağmalamaya, otomobilleri tahrip etmeye kadar gidiyordu. M eksika’nın Belçika’yı 2-1 yendiği maçtan sonraki olaylarda iki yüz kişi yaralanmış, seksen kişi de gözaltına alınmıştı. Gene bu maçta Meksika gol atınca, (biri stadta, öteki evinde t v başında) iki Meksikalı kalp­ ten ölmüştü. “B ” Grubundan birinci olan M eksika, ikinci olan Paraguay, üçüncü olan Belçika tur atladı. “C ” Grubu kendilerinden çok şey beklenen Sovyetler Birliği, Fransa ve M acaristan gibi takımların buluş­ tuğu gruptu. Bir de fazla önemsenmeyen Kanada var­ dı. Ancak iddialı Fransa, o Kanada’yı zorla 1-0 yenebilince herkes şaşırdı. Asıl şaşkınlık yaratan sonuç ise, Sovyetler Birliği - M acaristan maçında alınacaktı. Bir değil, iki değil, üç değil, beş değil, tam altı g o l... Hem de “sıfır”a k arşı... Ruslar, M acaristan’ı böylesine yen­ mişlerdi: 6 -0 !.. M açtan sonra altı gol yiyen M acar ka­


lecisi Disztl sinir krizi geçirmiş, ancak iğnelerle iyileştirilebilmişti. Grubun diğer iki favorisi Fransa ile Sovyetler Birliği, golü az futbolu çok bir karşılaşmada 1-1 beraberliği bozamamışlardı. Sonuçta Sovyetler birin­ ci, Fransa ikinci olarak tur atladı. “D ” Grubunda Brezilya herkesi silip süpürmüş, üç maçını da kazanarak, hatta hiç gol yemeden grup birin­ cisi olmuştu. İkinci tura çıkan öteki takım da, tahmin edildiği gibi İspanya idi. “E ” Grubunda ise Almanya ile 1-1 berabere kalan Uruguay’ın sonraki maçı muhteşem bir sürprizdi. K a­ tıldığı her kupada iddialı Uruguay, Almanlara galibiyet vermeyince, D anim arka’yı rahatça geçmesi bekleni­ yordu. Fakat hakemin düdüğüyle beraber Danim arka gol olup yağmaya başlamıştı Uruguay kalesine... D u­ yanların inanamayacağı sonuçtu 6 -1 !.. Danim arka bu 6-1 galibiyetle Almanlarla birlikte ikinci tura geçiyor, ama altı gol yiyen Uruguay da averaj cilvesiyle elenme­ den kupaya devam ediyordu.

Fas’ın müthiş sürprizi ... “F ” Grubu “Sürpriz öyle olm az, böyle olu r” diyen gruptu. İngiltere, Polonya, Portekiz gibi Avrupa futbo­ lunda söz sahibi üç takımı peşine takıp grup birinciliği tahtına oturan... kim miydi? Kuzey Afrika’dan gelen mütevazı Fas takım ı... Fas, Polonya ve İngiltere ile 0-0 kalmış, Portekiz’i ise 3-1 gibi net sonuçla yenmişti. İn­ giltere ikinci, Polonya da üçüncü olarak ikinci tura çık­ tılar. Bu grup maçlarından hatırımızda kalan en ilginç olay, maçın naklen yayınında b b c televizyonunda yo­ rumculuk yapan, İngiliz M illi Takım ı’mn büyük yıldızı Bobby Charlton’un yayın sırasında ağlaması ve gözyaş­ 30 4


ları arasında mikrofonda şunları söylemesiydi: “İnana­ m ıyorum... İnanam ıyorum ... Ve utanıyorum... İngilte­ re’den herhangi bir amatör takımı alıp buraya getirseydik, çok daha iyi sonuç alırdı. Anlaşılması zor bir du­ rum ... M eksika’ya kadar bomba gibi olan takım burda durdu. Bu takımın İngiliz futbolu ile uzaktan yakından ilgisi y ok ... Allahım, bugünleri de mi görecektim?” Ünlü İngiliz gazeteleri, Daily Mail ve Daily Express gazeteleri “Kâbus” başlığını kullanırken, Daily M irror , Daily Telegraph ve The Sun gazeteleri de, Fas’ı yenemeyerek birinciliği onlara kaptırdıkları m aç gecesini “Utanç gecesi” ilan edeceklerdi. Ancak çeşitli ülkelerin otoriteleri arasında “Kimse kendini dev aynasında gör­ mesin. Şu ana kadar en güzel futbolu Fas takımı oyna­ dı” diyenler de az olmayacaktı. Aslında “D ” Grubunda sonuncu olmasına karşın gene bir Kuzey Afrikalı, Ceza­ yir takımı da oynadığı futbolla çok takdir toplamıştı. Bu turnuvadaki sisteme göre, ikinci tur ölüm-lcalım turuydu. On altı takım dan sekizi bir tek maçla elenip gidecek; on altı takım ın başka sekiz takımıysa, çeyrek finale çıkarak kupayı kovalam aya devam edecekti. İkinci tur, büyük sürprizlerle başladı. “İster misiniz kupayı alsın... İlk tur maçlarında o kadar başarılı oy­ nadı k i” diye anlatılan ve ikinci turda Almanya ile ya­ pacağı maça bu nedenle birçok gazetecinin, televizyon­ cunun koştuğu Fas, gene de iyi oynadığı halde, gene de ismi büyük rakibini öylesine korkuttuğu halde... Üste­ lik maçın bitimine sadece iki dakika kaldığı anda yediği golle, o bir tek golle... elendi gitti Fas takım ı... Çokla­ rının, pek çoklarının, M eksika’da bu takımı yakından gören herkesin (bu arada benim de) hayranı, adeta ta­ raftarı olduğu Fas takım ı, çeyrek finale çıkamadı. Bu arada Fas - Almanya maçından sonra Alman Teknik di­ 305


rektörü, eski Dünya Kupalarının büyük futbolcusu Bec­ kenbauer, Fas karşısında takım ının “ecel teri döktüğü­ nü” itiraf ediyordu. Bir Alman spikeri de maçı Tv’de anlatırken, Fas takım ı çok güzel oynarken, “Beyaz formalılar Alman futbolcuları, bizimkiler” diye hafiften alaya almıştı takım ını... Ancak Sezar’ın hakkı Sezar’a ... M açın kaderini tayin eden golü de, M atthaeus’un 8 8 . dakikada bir frikikten, otuz metre kadar uzaktan hari­ ka çektiğini, bir şampiyonada tur atlatacak güzellikte olduğunu da kabul etmek gerek. Tıpkı Fas gibi, ilk tu­ run başarılı diğer bir takımı da, ikinci turla beraber ku­ pa umuduna veda ediyordu. Bu, grubundaki üç takımı da, yani Almanya’yı da, İskoçya’yı da, Uruguay’ı da yenmeyi başaran, bu arada Uruguay’ı 6-1 ’le ezip geçen, 9-1 ’lik muhteşem gol averajıyla kendinden çok bahset­ tiren Danim arka idi. Ne çare ki, Danimarka da İspan­ ya karşısında yenilmekle kalmıyor, öyle bir bozguna uğruyordu k i... Sanki Uruguay’ın ahi tutmuştu. Altı ta­ ne atan Danim arka, şimdi beş tane yemenin acısıyla kıvranıyordu. 5 -1 ’lik yenilgiyle İspanya tur atlarken, Danim arka ilk tur başarısıyla tarihe geçiyordu. D ani­ m arka yenilmiş, elenmişti. Fakat Teknik Direktör Piontek’in yarattığı bu takımın güzel futbolu, uzun za­ man unutulmayacaktı. (Bu isme dikkat! O Piontek, da­ ha sonra Türk M illi Takım ı’nın hocası olacaktır.)

Beyaz Pele mi? Gene de Danim arka’nın 5-1 yenildiği maçla sürdürelim anılarım ızı... Bu büyük oyunun beş büyük golünden tam dördünü atan oyuncu da, bir anda futbol dünya­ sında kendinden bahsettirmeye başlayacaktı. M eksi­ ka’da seyircinin “Beyaz Pele” diye isim taktığı Butra30 6


gueno, o andan itibaren M eksika tribünlerindeki se­ yircilerin ve tabii aynı anda dünyanın çeşitli ülkelerin­ deki milyonlarca futbolseverin de sevgilisi olacaktı. Yenilen eleniyor, yenen sevinçle çeyrek finale koşu­ yordu. İşte ev sahibi M eksika, oldukça iyi bir oyunla ve de iki güzel golle Bulgaristan’ı safdışı bırakmayı başarıyordu. Kendi evindeki bu başarıyı görmek iste­ yenler o kadar çoktu ki, bu maçın seyirci sayısı “ 114 bin” olarak açıklanıyordu. Güney Amerikalılar ara­ sında da gizliden gizliye bir çekişme vardı. Kimin kimi tuttuğu da her zaman pek belli olmuyordu. İkinci turda Arjantin’le Uruguay’ı çarpıştıran ve hayli sert geçen maçta kaç tekme atıldığı pek sayılamıyordu ama atı­ lan tek gol, Uruguay’ın elenmesine, A rjantin’in de bir tur daha koşmasına yetiyordu. Tabii maçın yıldızı, ge­ ne M aradona idi. Bir T V spikeri karşılaşmayı nakle­ derken, “Arjantin tek kişilik orkestra gibi” diyor ve bu orkestranın da M aradona’dan ibaret olduğunu söylü­ yordu. Bu maçın bir ilginç yanı da, Uruguay Teknik Direktörü B o rıas’ın, takım ı tribünden telsizle yönetmesiydi. Önceki m açta hakemlere “katil” dediği için F İ f a tarafından cezalandırılan Uruguay’ın hocası, sa­ haya giremediği için tribünden talim at vermişti oyun­ cularına... Telsizle... Kötü oyunlarıyla t v yorum cula­ rını ağlatan İngiliz futbolcuları, ikinci tura çıkınca “fut­ bolu kendilerinin icat ettiğini” hatırlamış olm alılar ki, Paraguay’ı elerken bayağı güzel bir oyun çıkardılar ve bu oyunlarını birbirinden şık üç golle süslemeyi bildi­ ler. 3 -0 ’lık galibiyet, İngilizlere umut kapısını açmıştı. En çok alkışı, iki golün kahramanı Lineker almıştı. Bir gol de Beardley’den gelmişti. Fransa - İtalya m a­ çında iki tarafa da yüzde elli, evet, yarı yarıya şans ve­ riliyordu. M açta düğümü çözen adam, M ichel Platini 3 07


idi. Z arif hareketlerle topa başarıyla hükmeden Plati­ ni, sadece takımım yönetmekle kalmıyor, tur atlam a­ ya giden yolun kapısını aralayan ilk golü de atıyordu. Stopyra’nm ikinci golü ise, artık zaferin perçinlenmesi demekti. D ört yıl öncenin şampiyonu İtalya’ya düşen­ se, bundan sonrasında kimin kazanacağını tribünden seyretmek, sonra da R om a’ya uçak bileti almaktı. Bazılarınca “Sekizde bir final” diye adlandırılan bu ikinci turda herkesin merakla beklediği karşılaşm alar­ dan biri de, Brezilya - Polonya maçıydı. Polonyalı Zmuda’nın sonlarda oyuna girmesinin özel anlamı vardı. Böylece Polonyalı futbolcu, tam dördüncü kez Dünya Kupası’nda oynamış olacak, bir onur rekorunu egale etmiş olacaktı. M açta müthiş bir seyirci desteği vardı. Aslında tribünleri dolduran on binlerin çoğu Brezilya­ lı değildi. Ama -tıp k ı 1 9 7 0 ’de olduğu, tıpkı on altı yıl önceki g ib i- tüm M eksikalılar evlerinde ne kadar ses çıkaran tabak çanak, çatal kaşık varsa, alıp sokağa fır­ lıyor ve “M ehiko Brazil” diye bağırıyorlardı. Onlar için Brezilya’nın da başarısı M eksika’nın zaferi kadar önemliydi ve de güzeldi. Brezilyalı futbolcular da M eksikalı kardeşlerinin bu sevgisine layık olduklarını is­ patlıyor, şahane bir oyunla rakipleri Polonya’yı 4-0 gibi müthiş bir sonuçla yenip eliyorlardı. Dikkatinizden kaçmamıştır: 1970 Kupası vesilesiy­ le M eksika’dan daha çok bahsediyordum. Bu kez, ne de olsa, ikinci gidiş... Üstelik on altı yıl önce gördük­ lerimiz çok fazla değişmiş değil... İlginç gelen, sokak­ taki genel telefonların ücretsiz oluşuydu bu sefer... Çok geçmeden nedenini öğrendik. Deprem felaketin­ den ötürü vatandaşa bu gibi kolaylıklar konmuş. An­ cak halk halinden pek hoşnut değildi. Tabii on altı yıl­ da çok güzel binalar yapılmış; her ülke gibi M eksika 308


da “Küçük Am erika” olma yolunda bir şeyler yapmak için çırpınıyordu. Bütün bunların ötesinde sık sık bi­ zim de çok yakındığımız olayların, davranışların, kişi­ lerin orda da aynen karşımıza çıktıklarım eklemeden geçemeyeceğim. Hani derler ya, “Baklava börek olsa, insan her gün yerse bıkar” diye... Belki de öylesine, biz de M eksika’ya tekrar, hem de gene Dünya Kupası için gittiğim izde... aynı filmi aynı sinemada ikinci kez seyrediyormuşuz gibi geldi galiba!

Ş if o sahada... Tekrar maça gidiyoruz, hazırsanız... Hem de öyle bir maça k i... “ Sekizde bir finaller” in hiç unutulmayacak bir m açına... Sovyetler Birliği ile Belçika karşı karşı­ y a... Ruslar birinci turda grup birincisiydi. Belçika ise grubunda üçüncü olmuş, ama averaj cilvesiyle tur at­ lamıştı. Karşılaşmanın açık favorisi Sovyetler’di. “Rus­ lar çaktırm adan sessiz ve derinden geliyor, kupayı alıp gidecekler” görüşünde olanlar hiç de az değildi. Basın M erkezi’nde konuştuğumuz birçok ünlü futbol otori­ tesi bu görüşteydi. M açın başlamasıyla ve ilk yarım saat dolmadan Belanov’un golüyle Rusların 1-0 öne geçmesiyle beraber “Ben demiştim, Ruslar alır bu ma­ ç ı” diyenler ayağa kalkm ıştı. M açın ikinci yarısında sahneye Belçika’nın büyük yıldızı, bizim sevgili M eh­ m et’e, Beşiktaşlı M ehm et’e adını veren Şifo çıkıyordu. Mükemmel bir gol Şifo’d an ... Durum 1 -1 ... Ruslar yeniden ataktaydı. Gerçekten çok geçmeden gene Belanov golleri ikiliyordu. Böyle bitecekti g alib a... H a­ yır hayır!.. Ceulemans, Belçika’yı 2-2 beraberliğe ulaş­ tırıyordu. Şimdi hakem belirli işaretlerle futbolcularla uzatmayı haber veriyordu. Uzatma bölümünde Belçi­ 309


ka bir şahlanmıştı ki, görülecek şeydi... Üstelik ha­ vanda su dövmüyordu halkın taktığı isimle “Kırmızı Şeytanlar” ... Akınlarını golle, gollerle süslemeye de başlamışlardı. Önce De M o l’dan geldi gol: 3 -2 ... Son­ ra Claesen’in golü: 4 -2 ... Ruslar pes etmiş gibiydi. Bi­ ri h ariç... M açın gol kralı Belanov mücadeleyi bırak­ mıyor, bu arada sert bir hareketle, İsveçli hakem Frederiksson’un çaldığı düdükle Sovyetlerin kazandığı penaltıyı gole çeviriyordu. Belanov tam üç gol atmıştı. Belçikalılar ise bir fazla... Bir tek sarı kartın gösterildi­ ği iki saatlik maç sonunda, birçok kişinin favorisi Rus­ lar finallere veda ediyordu. Bir anda Belçika gündem­ de öne geçmişti. Çeyrek final m açları adeta “Penaltı Şampiyonası” halinde geçti. Dört maçtan üçü yarım saat uzatıldı, ge­ ne de eşitlik bozulmadı. Sonunda hep penaltı atışları, yani atan veya atamayan futbolcularla kurtaran ya da kurtaram ayan kaleciler, yarı finalistleri belirledi. Bütün bunları anlatırken, daha sonra birer hemşeh­ rimiz, hatta fahri vatandaşımız olacak iki futbolcudan niye söz etmedim? Ne bileyim, Schumacher’i Alman kalesinde görünce, yakında “Fenerbahçeli Schumac­ her” olacağını düşünemedim mi acaba? Ya Pfaff’m Bel­ çika kalesinde oynadığını seyrederken, onun da “Trabzonspor’lu Pfaff” olacağını hiç tahmin edemedim mi dersiniz? Eeee, gençlikte olmuyordu böyle şeyler... ya da M eksika’nın havası böyle yapıyor... Sahi hava da hiç değişmemişti. Tıpkı on altı yıl önceki g ibi... Öğle saatlerinde yahut öğleyi biraz geçe, hani ikindiye ya­ kın, birden yağmur. Yağmur ne demek!.. Sağanak... Hem de nasıl!.. Şakır şakır... Bakıyorum etrafım a... Hadi ben yabancıyım, bu M eksika’nın tabiatını bilmi­ yorum, tedbirsiz çıktım, yağmurluk, şemsiye almadım. 310


Ya sizler? Burda yaşıyorsunuz. Bilmez misiniz? Daya­ namadım, sordum bir gün... Bir kapının önüne sığın­ mış, sağanaktan korunmaya çalışırken, yanım daki Meksikalıya niçin şemsiye filan taşımadıklarını sor­ dum. Güldü, “Şimdi geçer” dedi. Zaten o cümlesini bi­ tirene kadar da durmuştu sağanak... Nasıl bir yağmur başlıyor... Ve birkaç dakika sonra da bitiyor... Nerden getirdiniz beni buralara? Gol yağmurundan bahseder­ ken... Tamam tam am ... Nasıl Belçika - Sovyetler m a­ çında iki saatte yedi gol seyrettikse... Şimdi de çeyrek finalde, bu kez penaltı panayırına hazırlanın bakalım! İlk iki saatlik maçımız, Brezilya - Fransa... İkisi de iddialı... Brezilya, kendi kıtasında olmanın avantajıy­ la daha emin kendinden... Fransa da İtalya gibi bir fa­ voriyi elemiş olmanın güveni içinde... Bakalım, göre­ ceğiz. Flele oyun başlasın d a ... Ve başlıyor... 17. da­ kikada Careca atıyor: 1-0, Brezilya ö nd e... Devre böyle bitecek sanılırken... 4 1 . dakikada, bu kez bü­ yük futbolcu, M ichel P latini... Bir gol de Platini’den: 1 -1 ... O ooo, ikinci yarıda bol gol seyredeceğiz... Kim demiş? Golü gören, alsın, getirsin... 90. dakika dolu­ yor, hakem Rom en Igna’mn düdüğü, “yarım saat uzatm a”yı ilan ediyor. Otuz dakikaya otuz gol sığar, eğer atan olursa!.. Ama burda yirmi iki kişinin çabası, karşılıklı birerden iki golden fazlasını getirmiyor. H a­ kemin bu kez çalan uzun düdüğü, penaltıları ilan edi­ yor dünyaya... Dünya Kupası’nda penaltı karnavalının başladığını... İlk atış ünlü Brezilyalı Socrates’ten ... O da ne: Kaleci Bats yakalıyor... Sonrasında goller geli­ yor: Stopyra ile Fransa 2-1 önde... Alemao ile 2 -2 ... Am oros’la 3 -2 ... Z ico ile 3 -3 ... Bellona 4 -3 ... Branco 4 -4 ... O f of of!.. O kadar övüp duruyoruz. Sana ya­ kışır mı be muhteşem Platini? Top öyle dikilir mi?.. O

311


yapar da Ju lio Cesar yapmaz mı? O da direği nişanlı­ y o r... Sıra Fernandez’d e... Top ağları bulursa, Fransa penaltılarda 5-4 öne geçecek veeeee... Fransa yarı fi­ nale çıkarken ... Brezilya’ya “Güle güle... Güle gü­ le ...” Vur be Fernandez! Yarma kadar seni mi bekle­ yeceğiz? Söz dinleyen çocuk vuruyor. Ve stad ayakta: Fransa yarı finalde...

İki saatte gol yem eyen iki kaleci... Aynı gün penaltılı, uzatmalı bir maç daha... Hem de ne maç: Bir tarafta ev sahibi M eksika... Karşısında da her zaman iddialı A lm anya... Federal Almanya o günkü adıyla... İki kaleci, Schumacher Larios, doğrusu yüz yirmi dakikalık maçın iki kahram anı... Çünkü o afa­ can golcülere fırsat verm iyorlar... İki saatte tek gol ye­ miyor iki kaleci... Ama şimdi yiyebilecekleri kadar yi­ yebilirler. İştahı olanın takım ı kaybeder... İşte başlı­ yor penaltılar... Ama bu kupada penaltı o kadar çok k i... İzninizle sadece gol olanları yazalım ... Kaçanlar unutulur, daha iy i... Kaçıranların başına kakmazlar yıllar y ılı... Kaleciler hazır... Siz de hazırsanız... Vur bakalım A llofs... Vuruyor A llofs... Ve gol: Almanya 1-0 önde... Negrete ile 1 -1 ... Brehme ile 2-1 Alman­ y a ... Bravo M atthaeus... 3-1 yaptı durumu... Ev sahibi kendi sahasında gene yabancılık çekiyor ki!.. Yok yok, arada Schum acher’in kurtardığı iki penaltıya alkış yok mu? Demek ki kusur sadece M eksikalIlarda değil, Alman kalecisinin de başarı payını unutm ayalım ... Sı­ ra mı? Littbarski’de... Golü attı mı? A ttı... 4-1 oldu durum... Penaltılarda 4-1 galip A lm anya... Ve o da ya­ rı finalde... M eksika’ya “Güle güle” ... Çeyrek finalin ilk penaltı festivaline sahne olan ma312


çı da, İspanya ile Belçika arasındaydı. Doğrusu bu iki takıma da turnuva başında pek şans veren yoktu. Ama bakın onlar bazı favorilerin ulaşamadığı buralara ka­ tlar gelmişlerdi. İki takımın kalecisi de, maçın en iyile­ riydi. İspanyol kalesinde ünlü Zubizaretta, rakiplerine birden çok gol şansı vermezken, karşı kaledeki gene güçlü Pfaff da başarılı kurtarışlarla tek golden fazlasını fırsat tanımamıştı. Sonuçta maç 1-1 kapanıyor, yarım saatlik uzatmada da durum değişmiyordu. Gelsin pe­ naltılar... Senor ve Claesen’in karşılıklı ilk atışları gol­ le sonuçlandı. Durum 2-2 olmuştu. Eloy’un atışında ise tribünler ayağa kalkıyordu, çünkü Pfaff topu ya­ kalamıştı. Şifo da golü atınca, Belçika 3-2 öne geçmiş­ ti. Sonrasında Chendo ile 3 -3 ... Broos ile 4 -3 ... Butragueno ile 4 -4 ... Verwoort ile 5 -4 ... Victor ile 5 -5 ... Hiç kimse kaçırmayınca penaltıyı, Pfaff’m baştaki kurtarı­ şı, sonucu belirliyor. Çünkü son penaltıda Leo van der Elst topu ağlarla kucaklaştırınca... Belçika 6 -5 ’lik ga­ libiyetle yarı finale yükselirken, îspanyollar son m aç­ ları seyretmek için tribüne çıkıyor. Çeyrek finalin uzatmalı, penaltılı üç maçından son­ ra, norm al koşullarda geçen, yani doksan dakikada biten tek karşılaşması başlıyor: Arjantin - İngiltere... O günlerde bu iki ülkenin hangi alanda olursa olsun, karşı karşıya gelmesi, tüm dünyada kaygı uyandırır­ dı, kuşkuyla izlenirdi. Çünkü iki devlet hafiften hafif­ ten bir “savaş” havasına girmişti. “Falkland krizi”, dünyanın her yerinde büyük yankılar yaratmış, devlet adamları böyle bir savaşın önüne geçmek için kolları sıvamışlardı. Son m açlarında giderek daha büyüyen M aradona ise, verdiği demeçlerle hem sahadaki, hem siyasetteki kavgayı körüklüyordu sanki... Ya da, fut­ bolun yanında politika “ofsayt”ta kalmıştı. Tunuslu

313


hakem Bennaceur’un düdüğüyle Arjantin - İngiltere m açı başladı. Azteca Stadı’nda elli bini aşkın seyirci vardı. Oyun güzel futbolla dolu, fazla sertlik görül­ meden, norm al geçiyordu. Karşılıklı ataklar ve karşı­ lıklı kurtarışlarla ilk yarı golsüz kapanm ıştı. Ama M aradona giderek “dev”leşiyor, adeta sahanın tek hâkimi oluyordu. Ayaklarında mıknatıs vardı san k i... Her top onu buluyordu. İkinci yarı başlayalı beş da­ kika olmuştu. İngiliz kalesinde en büyük tehlike de bu dakikada doğdu: Havadan gelen topa kaleci Shilton çıkış yaptığı anda, M aradona da “ bücür” boyu ile öy­ le bir sıçramıştı k i... Shilton aciz kalıyor, topa dokunamıyordu bile... M aradona ise öyle bir dokunuyor­ du k i... Top ağlarla kucaklaşıyordu. Tribünlerin yarı­ sı “G o o o l” diye çılgınca coşarken, öbür yarısı da “Gol d e ğ il...” diye feryat ediyordu. Doğrusu bana da “elle a ttı” gibi gelmişti a m a... Bir düşündüm, kafayı vurduğunu da görmüştüm. Gene M aradona çözecekti bu büyük bulm acayı... Ve “Evet, biraz kafa, biraz el” diye itiraf edecekti. Tabii 1 9 8 6 Dünya Kupası’nın en büyük yıldızı kabul edilen A rjantinli, demeci bu kadar kısa tu tm ay acak , daha neler neler ek ley ecek ti... “ Evet, golü sadece kafa ile atm adım . Biraz el, biraz k a fa ... Ammaaa benim elim değildi o ... Tanrının eli de vardı o r d a ...” M aç bu golle bitmeyecekti, fakat İngiliz takımı bu golle bitmişti. Gerçekten beş dakika sonra gene M ara­ dona, bu kez nefis bir atakla ikinci golü de İngiliz ka­ lesine gönderecekti. Kupanın yıldızı, maçtan sonraki basın toplantısında “Evet, ilk golü biraz el, biraz da kafayla attım ” diye itiraf ettikten sonra ekranda o gol seyredilecek ve topa elle müdahale açık açık görüne­ cekti. İngiliz menajeri Bobby R obson, bu açık hata­ 314


dan ötürü golün sayılamayacağını, maçın tekrar edil­ mesi gerektiğini öne sürmüş, ancak atı alan Üsküdar’ı değil de, M eksika’yı geçmişti. M aradona, ikinci golü nasıl attığını da şöyle anlatmıştı: “ 1 - 0 öne geçmenin keyfi içinde topu tekrar yakalamıştım. Daha doğrusu Burruchaga nefis bir pasla bana aktarm ış, ben de sür­ meye başlamıştım. Yanımdan koşan takım arkadaşım Valdano’ya pas verecek gibi yaparak Butcher’i geçtim. Ama iyi bir çalım atmıştım ona, değil mi? Sonra da Fenvvick’den sıyrıldım. İki defans oyuncusunun arası­ na girdiğimde, kaleci Shilton’un kalesinden çıktığını fark ettiğim anda... kolaydı sonrası... Topu kaleye yu­ varlamak da iş miydi yani?” M açın sonucu, Arjantin’de halkı sokaklara dökmüş­ tü. M eksika’da da benzeri gösterilere tanık olmuştuk. Finalleri seyre gelen Arjantinliler pek fazla değildi ama, öteki Latinler de A rjantin’in sevincine ortak olu­ yor, birlikte tezahürat yapıyorlardı. Tabii Arjantinli­ ler, bu futbol galibiyetinin, aslında Falkland savaşının intikamını almak olduğunu bağıra çağıra dünyaya du­ yuruyorlardı. “Falkland adalarını değilse de, İngilte­ re’den maçı aldık ya” diyor da başka şey demiyorlar­ d ı... Stad dışında yer yer birbiriyle kapışan İngiliz ve A rjantinli futbolseverlere de rastlıyorduk. Yumruk yumruğa kavgaları ayırmakta M eksika polisi çoğu kez zorlanıyordu. H aaa, bu maçın bir ilginç yanını unutu­ yordum. Hemen ileteyim: 2 -0 ’lık durum, Arjantin fut­ bolcularını kendinden geçirmişti, o arada fırsatı kaçır­ mayan Lineker topu ağlara gönderiyor, durumu 2-1 ya­ pıyordu. Arjantin takım ı bu gole adeta aldırmamış, sağlam bir savunma taktiğiyle sahadan galip çıkmayı bilmişti. Ne var ki, o tek gol, İngiliz Lineker’e “Kupa­ nın Gol K ralı” olma onurunu getirecekti.

315


M aradona’m n muhteşem hilesi... Ya İngiliz basını nasıl yorumlayacaktı bu maçı? İşte si­ ze bu maçın ertesi günü çıkan İngiliz gazetelerinden başlıklar: • “ D ışarda k a ld ık ... M uhteşem M arad o n a’nın muhteşem h ile si...” • “Ne biçim el? Hileye geldik... Haydut M aradona’nın elle attığı g o l...” • “Sihirbaz adama yenildik. M aradona elle oyna­ d ı...” • “M aradona’nın yumruğu, bizi knock-out e tti...” • “M arad o n a’lı A rjantin, İngiltere’nin rüyasına son v e rd i...” • “A rjantin kahram anının elle attığı gol, bizi yık­ t ı...” M eksika’daki 1986 Kupası, bir yandan da insanoğlu­ nun acılara eskisi kadar dayanamadığını ortaya koymuş­ tu. Sık sık, bir takımın kupadan elenmesinden sonra, fa­ lanca ülkede intihar edenler ya da kalp krizinden ölenler olduğu haberi duyuluyordu. İşte penaltılı maçlardan sonra da gene bu tür söylentiler M eksika’da günün ha­ beri oldu. Brezilya’nın dramatik elenmesinden ötürü Jose Martinez adlı bir bakkal, tabancasını alnına dayayıp ateşlemişti. Yakınlarının ifadesine göre, talihsiz bakkal, Brezilya takımının bu Dünya Kupası’m kazanacağına kesin gözüyle bakıyordu. Brezilya’nın kaybetmesiyle ha­ yatını kaybeden bir başkası da, bir vergi müfettişiydi. O da intihar etmişti maçın sonucunu öğrenince... Ayrıca üç Brezilyalı da, tv başında maçı seyrederken kalp krizi geçirerek hayata gözlerini yummuştu. Bu yoldaki haber­ ler birbirine eklenecek, doğrulama şansımız olmadığı için gerçeklik derecesini bilemeyecektik ama, gazete, rad­ 316


y o ve

tv

v a s ıt a s ıy la ö ğ r e n ile n , t a k ı m l a r ı e le n d iğ i iç in h a ­

y a t ın ı k a y b e d e n l e r i n s a y ıs ı o n d ö r d ü b u l a c a k t ı.

Şimdi sıra, yarı finallerdeydi. M eksika’nın şirin şehri G u ad alajara’da seyredeceğimiz m aç, Alm anya ile Fransa’yı karşı karşıya getiriyordu. Tıpkı dört yıl önce İspanya’daki gibi... 1982 Kupası’nda da, yarı finalde Almanya - Fransa birbirine düşmüş, normal süresi 1-1 biten oyun yarım saat uzatılmış, bu kez 3-3 beraberlik­ le sonuçlanmıştı. Penaltı atışları sonunda Fransa 5 -4 ’le boyun eğmiş, Almanya finale çıkmıştı. Şimdi iki takım yeniden dört yıl önceyi yaşıyordu. Ama bu defa uzat­ ma ve penaltılar da yoktu. M aç, tüm normal futbol karşılaşmaları gibi, doksan dakikada bitecekti. Alman­ lar daha 9. dakikada Brehme ile ilk golü kazanıyor; sonrasında kaleci Schumacher enfes kurtarışlarla, Fran­ sızların büyük yıldızı Michel Platini’ye gol şansı vermi­ yordu. Bilirsiniz: Futbolda bir maç sırasında en korku­ lan durum, 1 -0 ’dır. Bir gol atan takım, bu golü atm a­ nın gevşekliğine kapılır, maçı çantada keklik görür, ama bir gol yer yemez de bozulur, beraberlik derken yenilgiye gidebilir. Ancak bu maçta, Almanlar böyle bir tehlikeye açık kapı bırakacak gibi değildi. Sağlam oynayan Almanlar, bu çabalarını, bu başarılarını 90. dakikaya kadar götürüyor, herkes maçın böyle bittiği­ ne inanırken de, fırsatçı Völler’le... tam 90. dakikada ikinci golü buluyorlardı. 2 -0 ’lık net galibiyet Almanya için güzeldi. Daha iyi oynamış ve kazanmışlardı. An­ cak bu sonuçta Fransız kalecisi Bats’ın başarısızlığı, hatta daha doğru deyimle beceriksizliği de unutulma­ yacaktı. İlk golde M agath’tan aldığı pasla mükemmel bir şut atmıştı Brehm e... Ama bir Dünya Kupası yarı finalinde oynayacak klasta bir kaleci de, bu topu kol­ tuğunun altından kaçırmazdı. Bats kaçırmıştı işte!.. 90. 317


dakikadaki golde de Bats, çoklarına göre erken çıkmış, Völler de bunu fırsat bilerek ileri çıkan kalecinin üze­ rinden aşırdığı topu kaleye yuvarlamıştı. Öteki finalisti belirleyecek yarı final maçında Arjan­ tin’le Belçika karşılaşırken, Avrupa takımına şans ve­ renler yok denecek kadar azdı. İngilizleri elle, kolla, fut­ bolla, kafayla, ayakla, yumrukla, kısaca her şeyiyle ele­ yen Arjantin karşısında Belçika’nın pek varlık göster­ mesi beklenmiyordu. Gösteremedi de... M aradona “Bu kupanın kralı benim” diye bir kez daha ilan ediyor, bu­ nu kanıtlıyordu d a... Sonucu ilan eden iki güzel gol de M aradona’dan gelmişti. Arjantinli olan da olmayan da, M aradona’yı çılgınca alkışlıyordu şim di... O günün unutulmayan bir olayı, maçtan sonra iki golü yiyen Bel­ çika kalecisi Pfaff’ın, o iki golü atan M aradona’yı teb­ rik etmesiydi. Hatta yakınlarında bulunanların naklet­ tiğine göre, Pfaff şöyle demişti M aradona’ya: “Senden gol yemek de şereftir, ark ad aş...” Bilmem yalan, bil­ mem doğru? Günahı bize nakledenlerin boynuna... Büyük final beklenirken, “Üçüncülük m açı” heye­ canı yaşandı arad a... Uzatmalı m açlar turnuvasında bu karşılaşma da, aynı kurala uymaktan kurtulamadı. Ancak bu kez iş penaltılara kadar gitmedi, yüz yirmi dakika içinde çözümleniverdi. Fransız savunmasının kalabalığı arasından sıyrılmayı başaran Ceulemans, pla­ se bir vuruşla topu ağlara gönderiyor, takımını 1 - 0 öne geçiriyordu. Ne var ki Belçika’nın bu üstünlüğü çok sürmeyecek, önce Ferreri beraberliği sağlayacak, sonra da Fransa’nın yıldızlarından Papin ilk yarıyı 2-1 önde bitirmelerini sağlayan golü atacaktı. M açın ikinci bö­ lümünde Claesen’in golü, oyunu yeniden beraberliğe getiriyordu. Fakat Fransa bu maçı bırakacak gibi de­ ğildi. M ichel Platini gibi bir asından yoksun olmasına

318


karşın, Fransız takımı güzel bir futbol sergiliyor, bu­ nun meyvesini de alıyordu. Gerçekten, 2 -2 biten maçın yarım saatlik uzatmasında Genghini ile üçüncü gol ge­ liyor, az sonra da Amoros sonucu ilan ediyordu: 4 -2 ... İş penaltılara kalmamıştı ama, maç gene de bir penaltı ile tamamlanmıştı. Gerets, gole giden Amoros’u düşü­ rünce, İngiliz hakem Curtney penaltı noktasını göster­ mekte tereddüt etmemiş, Amoros da kendine yapılan hareketi golle cezalandırmıştı. Böylece iki saatlik m aç­ tan 4 -2 galip çıkan Fransa, “ 1986 Dünya Kupası’nın Üçüncüsü” olma onuruna erişmiş, Belçika’ya da “Dün­ ya Dördüncülüğü” ile övünmek kalmıştı. Federal Almanya, başarısız başladığı 13. Dünya Kupası’nın son gününde turnuvanın ayakta kalan iki ba­ şarılı takım ından biriydi. Öteki de, M aradona’nın Ar­ jantin’i. Kupayı o güne kadar Almanlar iki kez kazan­ mıştı. Arjantin ise, sadece evindeki 1978 kupasının sahibi olmuştu. Azteca Stadı’ndaki müthiş mücadele başlarken dikkati çeken ilk nokta, Almanların M aradona’nın başına M atthaeus’u bekçi olarak koym ala­ rıydı. “ Önce M aradona’yı durduralım, sonrası kolay” taktiği açık açık görülüyordu.

Azteca’da en büyük kim olacaktı? Brezilyalı hakem Filhol’un yönettiği büyük finale, iki takım şu on birlerle başladı: A r j a n t i n : Pumpido - Cuiciuffo, Brown, Ruggeri, Olarticocchea - Batista, Giusti, Burruchaga, Enrique - M aradona, Valdano A l m a n y a : Schumacher - Brehme, Förster, Jakobs, Briegel - Berthold, Matthaeus, Magath, Eder - Rum ­ menigge, Allofs 319


M aç daha ilk dakikasından itibaren hayli sert bir tempoda oynanacak, bu arada Brezilyalı hakem de sık sık elini cebine atarak sarı kartını göstermek zorunda kalacaktı. İlk sarı kartı, 17. dakikada hakeme itiraz eden M aradona görmüştü. Az sonra da onu marke eden M atthaeus’a çıktı sarı k a rt... Golü kim ne za­ man atacaktı? Hiç beklenmediği anda geldi g o l... Burruchaga’nm serbest vuruşundan gelen topa Schum ac­ her çıkış yaptı ama kurtaramadı to p u ... Aynı anda or­ da bitiveren Brown, mükemmel bir kafa vuruşuyla go­ lü attı. Bu, aynı zamanda ilk yarının sonucuydu. Alman takımında ikinci yarıda A llofs’un yerinde Völler oynuyordu. 56. dakikadaydık k i... atağı gene M aradona başlattı. Sahanın her yerinde o vardı za­ ten ... M aradona’nm pasını Enrique gayet iyi kullandı, topu kendisinden daha uygun durumdaki Valdano’ya yuvarladı. Valdano da biraz gittikten, aslında yürü­ dükten sonra kalecinin yanından içeri gönderiverdi. Schum acher’in son hamlesi fayda etmemişti. Yani du­ rum 2 -0 olmuştu. M aradona’nın takım ı fark mı yapa­ caktı yoksa? Hayır, hayır!.. 74. dakikadaki bu gole sa­ dece dört dakika sonra bir karşılık geliyor, Rum m e­ nigge durumu 2 -1 ’e getiren golü atıyordu. Sarı kartlar birbirini izlerken, goller de devam ediyordu. M arado­ na ve arkadaşları 2 - 0 ’dan 2 - 1 ’e düşünce, baştan beri sürdürdükleri tempoyu bir an kaybediyor ve işte bu arada beraberlik golünü de yiyorlardı. Bir köşe vuru­ şundan gelen top kafalarda dolaştıktan sonra, son olarak V öller’in vuruşuyla ağları bulunca... Tribünler de şöyle bir yerinden doğruluyordu. Yoksaaa M aradona’lı Arjantin 2 -0 ’dan maçı ve kupayı mı verecekti? İşte bitime beş dakika kala, evet evet, tam 85. dakika­ da M aradona büyüklüğünü gösteriyor, kaptığı topu 320


güzel bir pasla Burruchaga’ya aktarıyor, o da tek başı­ na dalarak gole kadar gidiyordu. Öylesine vurmuştu k i... Schumacher, o yanından beklememişti top u ... Goldü b u ... A rjantin’i ikinci kez Dünya Şampiyonu yapan goldü... 1986 Dünya Kupası’na son imzayı atan goldü. Bir kez daha Latin Am erika’da oynanan final­ lerde kupa gene orda kalmıştı. M aradona ve orkestra­ sı muhteşem konseriyle gönülleri fethetmişti. 3 -2 ’lik bu galibiyet yıllar boyu anlatılacaktı. Diğer yanda ise M eksika’da muazzam bir karnaval başlamış, halk so­ kaklara dökülmüştü. A rjantin’de milli bayram ilan edilmiş gibiydi. Bağırıyordu Arjantinliler, bir yandan dans ederek... bir yandan içerek... Çünkü meyhaneler bedava içki dağıtmaya başlamıştı. Ne diye bağırıyorlardı biliyor musunuz? “Arjantin büyük... M aradona en b ü y ü k ...” Sonraki günlerde Arjantin’in şampiyonluğunun yan­ kıları sürecek, dünya her gün yeni bir sansasyonla sar­ sılacaktı. Güney Am erika’dan dünyanın her köşesine yayılan haberler müthişti: • Buenos Aires Belediyesi, M aradona’ya “üstün va­ tandaşlık” unvanı veriyor. • Dışişleri, M aradona’yı Büyükelçilik unvanıyla ödüllendiriyor. • A rjantin’de doğan her erkek çocuğa “M arad o­ n a” adı veriliyor. • Breitner dedi ki: “Bizde bir M aradona olmadığı için kaybettik.” • Arjantin “Süper Şam piyon” ilan edildi. Çünkü yedi maçından altısını kazandı, birinde berabere kal­ dı, hiç yenilmedi. • M aradona’nın A rjantin’i, dört eski Dünya Şam ­ piyonunu elemeyi başardı. 321


• M aradona dedi ki: “Ben M aradona’y ım ... Pele de Pele’dir.” • Shilton da itiraf etti: “M aradona’dan gol yemek, şereftir. ” • 1 9 8 6 Dünya Kupası’nda sekiz kırmızı, yüz otuz sekiz sarı kart çıktı. • Ebedi puan cetvelinde Güney Amerika, Avrupa’yı 7-6 geçti. • Brezilya üç, Uruguay iki, Arjantin iki kez Dünya Kupası’m aldı. • Avrupa’dan ise İtalya üç, Almanya iki, İngiltere bir kez şampiyon oldu. • İngiliz Lineker altı golle kupanın gol k ra lı... Ar­ kasından beş golle M aradona (Arjantin), Careca (Bre­ zilya), Butragueno (İspanya) geliyor. • 56 yıllık Dünya Kupası genel puan cetvelinde de Arjantin birinci sırada...

Arjantin kap tan ı iinlü “B ü cü r” M aradon a, 1986 K u p a s ın ı alıyor.


Bir fe c i ta b lo daha.


14. Dünya Kupası 1 9 9 0

İT A L Y A


İlk on iki Dünya Kupası’nda finaller on iki değişik ül­ kede oynanmış; sırasıyla Uruguay, İtalya, Fransa, Bre­ zilya, İsviçre, İsveç, Şili, İngiltere, M eksika, Almanya, Arjantin ve İspanya, bu büyük futbol heyecanına ev sahipliği yapma onurunu kazanmıştı. Ancak 1 9 8 6 ’da, geçirdiği depremin yaralarını sarmakta yardımcı olur düşüncesiyle, organizasyon ikinci kez M eksika’ya ve­ rildi. Tabii bunu gören ve daha önce bu şampiyonayı düzenlemiş ülkelerden bazısı “Bize de ikinci şansı ve­ rin ” deyince, ev sahipliği yolunda ikinci tur başlamış oldu. İtalya elli altı yıl önce evinde oynanan finaller­ de “en büyük” olduğunu kanıtlam ış, 1 9 3 4 Kupası’nm sahibi olmuştu. D ört yıl aradan sonra yapılan 1938 Dünya Kupası’nm galibi gene İtalya idi. Son olarak da, sekiz yıl önce, 1 9 8 2 ’de bir kez daha çıkmıştı tah­ ta ... Üç kez Dünya Şampiyonu olmanın haklı gururu içinde, evinde düzenleyeceği bir turnuvada tarihi ba­ şarısını sürdürmek isteyen İtalya, sonunda bu dileğine erişiyor ve 14. Dünya Kupası’nın ev sahibi oluyordu. Biz mi? Ne diyeceğimi ezberlediniz artık: “Biz gene yoktuk” ya da “Biz bu kupada da yoktu k.” Bu Dünya Kupası finallerinde bir tek 1 9 5 4 ’de oynamış, sonra­ sında “bekleme odası”na oturmuştuk. Daha kaç yıl bekleyecektik bakalım! Ancak “Biz gene yoktuk” der­ ken, araya minik de olsa bir tatlı not sıkıştırabilirim: 327


1990 Dünya Kupası elemelerinde, daha öncekilerde ol­ duğu gibi, hele çoğunda olduğu gibi, “grup sonuncu­ su” değildik. Hele hele “sıfır” puanlı olmadığımızı da göğsümüzü gere gere söyleyebilirdik. Son üç kupanın elemelerinde beşer takımlı gruplarda oynamış, 1982 eleme grubunda hiç puan alam adan, 1986 elemesinde ise bir tek puanla “sonuncu” olmuştuk. 1990 elemele­ rinde beşer takımlı grupta “yedi” puan toplamayı ba­ şarmış ve de “üçüncü” sıraya çıkmıştık. İlk m açımız­ da İzlanda’yı evimizde yenebilmiş olsaydık, talih bize gülecekti am a... elimizden kaçırmış, İzlanda ile İstan­ bul’da 1-1 berabere kalmıştık. Tek golümüzü, o sırada M alatyaspor’da oynayan, değerli sporcu, daha sonra milli takımımızın Antrenörü Ünal Karam an atmıştı. 1 9 8 8 ’deki ikinci eleme m açım ızda ise, V iyan a’da Avusturya karşısında pekâlâ güzel bir futbol sergile­ miş, Feyyaz Uçar ( b j k ) ve Tanju Çolak ( g s ) ile iki de gol atmıştık. Ancak Avusturya’ya şansımız gene tutma­ mış, attığımızdan fazlasını yiyince 3-2 kaybetmiştik. Üçüncü maçımızda yüzümüz gülüyor, Doğu Alman­ ya’yı mükemmel bir oyundan sonra, hem de 3-1 yeni­ yorduk. Tanju Çolak ( g s ) ilk yarıyı önde kapamamızı sağlayan golü atıyor, ikinci yarıda Oğuz Çetin ( f b ) ta­ kımımızı 2 - 0 galibiyete yükseltiyor, bu arada yediği­ miz bir golle “Eyvah! Avantajımızı kaçırıyor muyuz?” derken, gene Tanju, üçüncü golü atarak zaferimizi per­ çinliyordu. Doğu Almanya karşısında bu başarıyı sür­ dürecek, onları M agdeburg’da da iki farkla yenecek­ tik. Takımımızın başarısı savunmadan başlamış, kale­ cimiz Engin İpekoğlu (Sakaryaspor) mükemmel kur­ tarışlarıyla Almanları durdurmuş, ilerde de önce Tan­ ju Çolak ( g s ) , sonra da Rıdvan Dilmen ( f b ) iki güzel golle güzeller güzeli galibiyeti getirm işti... Ama sonra­ 328


sında da iki yenilgiyle epey sarsılıyorduk. Sovyetler’e İstanbul’da tek golle boyun eğmiştik. Ardından İzlan­ da deplasmanından üzgün dönüyor, R ejk jav ik ’de 2 - 1 kaybediyorduk. Şeref golümüzü, Feyya:z Uçar ( b j k ) at­ mıştı.

M illi takımımız Avusturya’yı eziyor... Bir ay sonra ise, şeytanın ayağını, hem de üç yerinden kıracak ve bize daima ters gelen Avusturya’yı ters yüz edecektik. Enfes bir maçtı b u ... M uhteşem bir zaferdi. İstanbul’da, Ali Sami Yen Stadı’nda bir değil, iki değil, tam üç golle... Üstelik hiç yemeden... Sıfıra karşı... 3-0 yenecektik Avusturya’y ı... Gollerimizden ikisi Rıdvan Dilmen ( f b ), biri de Feyyaz Uçar ( b j k ) imzalıydı. İşte o maçtan sonra Rusya’ya giderken, uçakta, hani “ço ­ cuklar gibi şen”dik. Her şeyden önce takımımıza gü­ veniyorduk. Ayrıca, puan ve averajımıza da güveniyor­ duk. Simferopol maçı öncesinde, grubumuzda dokuz puanlı Ruslar birinciliği garantilem işti. Yani kaybetseler de İtalya’ya gideceklerdi. İkinci sıradaki Avustur­ ya’nın da puanı dokuzdu. Ancak averajı da 9-9 oldu­ ğundan, Ruslar için tehlike yoktu. Sovyetler dokuz gol atmış, dört gol yemişti. Yani biz üç-dört tane bile at­ sak, İtalya’ya gitmeleri önlenemeyecekti. Kendilerini sıkmayabilirlerdi bize k arşı... Puanımız yedi, averajı­ mız 1 2 -8 ’di. Rusları yenmekle finallere gidebilecektik. Kötü bir hava, sağanak halinde yağmur, sırılsıklam do­ laşan bizler... Kırım gibi çok duyduğumuz bir yeri d a­ hi istediğimiz gibi dolaşamıyoruz. M aç da istediğimiz gibi geçm eyince... Boynumuz bükük dönüyoruz Simferopol’d an ... Hiç de kötü oynamamıştık. Ama futbol golsüz olmuyor k i... Golleri atanlar ise rakipler imiz3 29


di. 2 - 0 ’lık yenilgi, puan cetvelinde üçüncü sırada bıra­ kıyordu bizi... Gene de tesellimiz vardı: Dünya Ku­ pası elemelerinde kaç yıldır ilk kez cetvelin en altında ezilmemiştik. “Üçüncü sırada” idik. Üstelik “grubun en çok gol atan takım ı” o larak ... On bir gol atan Ruslardan bir gol fazlasını atm ıştık. Avusturya’yı yenmiş olm ak, Doğu Almanya’yı, iki maçta da baş aşağı et­ mek, büyük başarı sayılırdı. Buna karşın Dünya Kupa­ sı finallerinde oynama düşümüz, gene bir başka baha­ ra kalmıştı.

TRT için İtalyan tv merkezinde ... Hadi gelin, şimdi hep birlikte İtalya’ya yollanalım. 14. Dünya Kupası’nın sahibini belli edecek büyük m üca­ dele başlıyor. Yirmi dört ülkenin milli futbol takım ı, “en büyük benim ” diye bağırmak için İtalya’ya koşu­ yor. Futbol dünyasında bir kez daha her yol R om a’ya ve de kupaya çıkıyor. Benim ise, dokuzuncu kupam oluyor b u ... 1 9 5 4 ’de siftah etmiş, arada Şili 1 9 6 2 ’yi at­ lamış, aksaksız, eksiksiz 1 9 9 0 ’ı bulmuştum. Çift dikiş­ li bir olaydı benim için ... Bir yandan ilk göz ağrımız T R T ’ d e görevim olacaktı, t r t Spor’un yöneticisi, de­ ğerli Kenan Onuk kardeşim “o maç senin, bu maç be­ nim ” dolaşarak yorulmadan, R o m a’daki Dünya Ku­ pası T V M erkezi’nde yayın koordinasyonunu yapma­ mı, gündemi sunmamı, maçtan m aça geçişlerde gerek­ tiğinde dünle bugünü kucaklaştırm am ı, t v M erke­ zi’nde yorumculuk yapan eski ünlü futbol yıldızlarını bizim m ikrofona getirmemi, özel programın sunucu­ luğunu üstlenmemi önermişti. Böylesi olumlu bir öne­ ri elbette kabul edilirdi. Tabii arada stadlara, maçlara, hatta kamplara, basın toplantılarına gidiyordum. Öyle 330


olmasa, herkes M aradona’nın yanma sokulabilmek için birbirini ezerken, ben kampın karşısındaki otelin bah­ çesinde M aradona’nın babasıyla koyu sohbetlere da­ labilir miydim? Baba M aradona güzel güzel anlatıyor, anlattıkça coşuyor, arada kahkahalar da atıyordu. Ne var ki, “Köylü İspanyolcası” ile konuştuğu için, bıra­ kın beni, yakınımızdaki İspanyollar ve ana dili İspan­ yolca olan Güney Amerikalılar bile pek anlamış gö­ rünmüyorlardı. Çift dikiş derken, çifte görev üstlendi­ ğimi özetlemek istemiştim az ö n ce... Bir yandan t r t Tv’de sunuculuk yapacak, programları, yayınları su­ nacaktım . Ama öte yandan da yazar-yorumcu olarak, günlük spor gazetemiz F o t o s p o f da sporseverlerimize İtalya’dan seslenecektim. Aslında bu rastlantının bana verdiği mutluluk büyüktü. Şöyle ki, hayatımda ilk kez bir Dünya Kupası’na gittiğimde, memleketimizde ya­ yınlanan ilk günlük spor gazetesini yöneten üç genç­ ten biriydim. 1 9 5 4 ’de Türkiye Spor adına milli takım ı­ mızın bugüne dek katıldığı tek şampiyonayı izlemiş, yurda bildirmiştim. Şimdi, otuz altı yıl sonra, gene bir Dünya Kupası’m izliyordum. Ve gene bir günlük spor gazetemiz adına... T ü rk iy e Spor ’dan F o to s p o rk r...

Türkiye S poT dan yıllar sonra yayın hayatına gözlerini açmış F o tosp o r , gerçekten mükemmel bir günlük spor gazetesiydi. Kadrosundaki gençlerle deneyimli usta isimler, başarılı bir takım oyunu çıkarmamızı sağlı­ yordu. Birol N adir’in sahibi olduğu gazetenin Genel Yönetm eni Ersan Ç elik’ti. Çelik, başarının her şeyden önce “hızlı tempoda çalışm ak”tan geçtiğini iyi bilen bir gazeteciydi. Son anda gelen, gazetecilik deyimiyle 331


“b om ba” bir haberi okuyucuya ulaştırmanın sırrına erişmiş, gazeteye daha olumlu nasıl hizmet edeceğini çabuk kavramasıyla F o t o s p o f u başarıya götürmüştü. Bu arada futbolda bir Dünya Kupası’mn yapıldığı dö­ neme rastlam ak iyi, hem de çok iyi bir fırsattı. İşte, gazetemiz bu olayı en iyisiyle duyurmak için hemen harekete geçmiş ve başarmıştı d a ... Ersan Çelik, İtal­ ya’daki finallere gitmeyip İstanbul’da kalmayı, işi mer­ kezden yönetmeyi tercih etmiş, bu da finalleri okuyu­ cuya gerçekten en iyi şekilde iletmemizi sağlamıştı. K alabalık bir kadro ile İtalya’da göreve koşan “Fotospor Dünya Kupası Ek ibi”nde eski milli futbolcu, günümüzün okunan yazarı, dinlenen futbol otoritesi Sanlı Sarıalioğlu, değerli genç gazeteciler, Kenan Erçetingöz, Tanju Tecimer, Selçuk Manav, Ruşen Güven, Saim Altunterim, Tamer Üçler, Birol Nadir vardı. H aaa bir de b en ... M erkezde de Elaldun Dom aç, Turgay Vardar, Orhan Balal, Elasan Teom an, İlhan Uzundurukan ve diğer arkadaşlarımız uykusuz geceler geçire­ rek parlak sayfalar sunmuşlardı okuyuculara... İtal­ ya’da ekibimiz Rom a, M ilan ve Cagliari’de karargâh kurmuş, öteki şehirlerdeki m açlara ve etkinliklere o merkezlerden gidip geliyordu. Bu arada İtalya’nın ba­ zı kentlerinde, özellikle geceleri ağır ve pahalı kam e­ ralar taşıyan televizyoncular ve foto m uhabirleri, çok korkulu saatler geçiriyorlardı. M açtan çıkıp trenle kaldığı şehre dönen M edya m ensupları, gayet şık gi­ yimli iki-üç genç tarafından çevriliyor, sigarasını yak­ mak için kibrit soran yakışıklı ve şık delikanlının ya­ nındaki öteki iki genç de, gazetecinin elindeki kam e­ rayı alm ak için hamle yapıyordu. Ya da başka huzur­ suzluk belirtileriyle karşılaşıyorduk. Gene de İtalyan­ ların yaptığı organizasyonun genelde başarılı olduğu­ 33 2


nu söylemek doğru olur. Basın merkezinde güvenlik önlemleri çok sıkıydı. Öyle ki, elektronik çağa uygun özel kartlarım ızı gene elektronik aygıtlardan geçire­ rek ilk kapıdan giriyorduk. Sonra ikinci bir kontrol mekanizmasını da aşarak... Neee? “ O o o o h ” mu di­ yorsunuz? H er yanımızda atlı p olisler... İri iri köpek­ ler... Ve de güzel genç kız p olisler... Hadi kız polisle­ rin kontrolünde bir estetik var, diyelim. Ya o k o ca­ man köpeklerin yanımızdan geçerken eğilip tanım ış gibi yüzünüze bakm aları, sonra da pek dost izlenimi vermeyen hırıltılarla k ok lam aları... Fakat kızam ıyor­ sunuz. Çünkü size, sizi korum ak için böyle davranı­ yorlar. O nlar öyle de, hepsini geçtikten sonra t v stüdyolarına gireceğiniz k ap ıd a... Hadiii, çantanızı, bazen ceplerinizi de boşaltın bakalım , m asadaki poli­ sin önü ne... Çatık kaşlı polis, çoğu kez çantanızın içine, diplerine elini daldırıp ince ince arıyor. K endi­ mi “W anted = A ranıyor” afişlerinde ismi yazılı, res­ mi basılı kaçaklardan biri gibi hissettiğim oluyordu, in a n ın ... Ama gene de kızm ıyordum h içb irin e ... Çünkü 1 9 7 2 M ünih O lim piyatları’ndaki faciayı hay­ li yakınında yaşamıştım. O lim piyat K öyü’nde spor­ cular katledilirken, onlardan birkaç blok ötede kalı­ yordum. Olaydan sonra hep güvenlik önlemlerini eleştirm iştik. Bu bakım dan İtalyanların aşırı titizliği­ ni doğru buluyordum. Ne dersiniz, maçları başlatalım mı artık?..

M ilano’da görkemli bir açılış... Güzel, çok güzel, güzeller güzeli bir tö ren ... Asıl gü­ zelliği de sporla sanatın kucaklaşm asından doğuyor. Unutulmaz İtalyan yıldızı, Dünya Kupalarının dev fut­

33 3


bolcusu M eazza’nın adını taşıyan M ilan o’daki stadta yetmiş beş bin kişi var bu güzel açılışı izleyen... Ya te­ levizyonları başında, yeryüzünün her köşesindeki mil­ yonlar, milyonlar, m ilyonlar... 14. Dünya Kupası baş­ lıyor... Anlatılm ası zo r... Yaşaması da kolay değil... Kalbiniz duracak sanıyorsunuz... Öylesi tatlı bir coş­ k u ... Yüz altmış manken, iki yüz jim nastikçi, gör­ kemli töreni nasıl da renklendiriyor... Büyük kupa­ nın büyük stadtaki açılışında büyükler dolu tribün­ lerd e... İtalya Cum hurbaşkam ’ndan Arjantin Devlet Başkam ’n a ... Brezilya Devlet Başkam ’ndan Kamerun Devlet Başkam ’n a ... Sinemanın popüler sanatçıların­ dan müzik dünyasının sevilen seslerine kadar... Kim­ ler yok ki bu m açta... Ben de varım ... Ama inanın ki, sizin adınıza ordayım. Öyle olm asa, yıllar sonra size bunları kim anlatacaktı? Şaka bir yana, gerçekten he­ yecan veren, şahane bir olaydı bu açılış tö reni... Ya ardından gelen açılış m açı... “Açılış m açı” deyince bi­ raz d u ralım ... Ve itiraf edelim ... Yukarda övünerek nasıl “ Ben” dediysem ... “ Ben de varım ” dediysem ... Şimdi de dövünerek değil am a, en azından utanarak, aslında yerin dibine geçecek kadar mahcup olarak söylüyorum: Bu açılış maçından önce Basın M erkezi’nde, futbolun en büyük isimleriyle söyleşirken “Şu açılışta A rjantin’in karşısında doğru dürüst bir takım olsaydı d a ... Unutulmaz bir maç seyretseydik” diyen­ ler arasında ben de vardım. Üstelik sekiz yıl önce üç maçta hiç yenilmeyen, üç maçta bir tek gol yiyen K a­ merun’u seyretmiş, m açlarını T R T - T v ’ d e anlatmış ol­ duğum halde, sanki A rjantin’in dört yıl önceki şam­ piyonluğunun etkisindeydiın. Dünyanın sayılı otori­ teleri g ib i... K am erun’un pekâlâ iyi futbol oynadığını bildiğim halde, o otoritelerin benden daha iyi bildiği­ 334


ne inanmanın etkisiyle mi, bilm em ... Kamerun’un, Ar­ jantin’in karşısında bir varlık gösteremeyeceğini düşü­ nüyordum. M ilano’daki medya ordusunun pek çoğu g ibi... M aç başlayıp da A rjantin’in golü gecikince, Kamerunlular da alanlarını artırmaya başlayınca... ge­ ne de uyanmıyor, “ Bir sürpriz olur m u?” demiyorduk. Hele hele 62. dakikada hakem, Kam erun’u on kişi bı­ rakınca... M aradona’nm pasıyla Caniggia dalıyor, ka­ leye akıyord u... Kana Bıyık da Caniggia’ya dalm akta gecikmedi. Sert bir hareket!.. Hakem hemen elini ce­ bine a tıy o r... ve tahmin ettiğiniz gibi, kırmızı kartını çıkarıyordu. 1 9 9 0 Dünya Kupası finallerinin ilk kır­ mızı kartıydı. Eee, artık tam am , Kamerun on kişiyle, dört yıl öncesinin şampiyonu A rjantin karşısında du­ ramazdı. Her dakika M aradona ve arkadaşlarının go­ lünü bekliyordu. Ve geldi de g o l... Ancak yanlış adre­ se geldi. Cilveli top, yuvarlanmıştı kaleye d e... Kam e­ run’un değil, A rjantin’in kalesine... Gözlerimizle gör­ düğümüz halde birbirimize bakıyorduk: “Doğru mu bu gördüğümüz?” diye... Kamerun takım ı, kırmızı kartla on kişi kaldıktan sadece dört dakika sonra 1-0 galip duruma geçiyordu. Hem de enfes bir g olle... Sağdan serbest vuruşu M akanaky mükemmel kullan­ mış, çok iyi sıçrayan Om am Bıyık da harika bir kafa şutuyla topu ağlara göndermişti. Tabii Dünya Şampi­ yonu bir takımın kalesini koruyan Pumpido’nun topa çıkışındaki hata da affedilemezdi. D akikalar ilerleye­ cek, “Benden büyük y ok ” diye gerine gerine gezip yürüyen Kral M aradona’nın A rjantin’i 1 -0 ’a boyun eğerek çıkacaktı sahadan... Daha önce Fransız ha­ kem Vautrot, Kamerun’dan bir oyuncuya daha kırm ı­ zı kart gösterdiği halde... Yani Kamerunlular dokuz kişi kaldığı halde...

335


“E n büyük” K am erun... 14. Kupa’nın ilk maçı, ilk bombayı patlatmıştı. “Sürp­ rizler sürprizi” olarak karşılanan bu sonuçtan sonra, o büyük otoriteler “Kam erun’dan özür dileriz”, “A f­ fet bizi Omam Bıyık ve arkadaşları”, “Böyle bir Kame­ run mucizesi beklem iyorduk” dediler... Sadece bu ka­ dar mı? Daha neler demedi ki dünya medyası bu müt­ hiş sonuç için: • Dünya Şampiyonu Arjantin rezil oldu... • “Bücür” M aradona’yı çime göm düler... • Kamerun “ Bıyık” altından gülüyor... • Şampiyona Afrika tokad ı... • M aradona ve arkadaşları dokuz kişiyle başa çıka­ m adı... • Cesaret, Kam erun’u zafere götürdü... • M aradona tek başına A rjantin’i kurtaram adı...

M aradona’nın gözyaşları... Arjantinliler, “kendilerinin kötü günlerinde olduğunu” kabul ediyor, ama Kam erun’un da çok sert oynadığım öne sürüyorlardı. M aradona “Tekmelerden yıldım. Ayaklarımı bir görseniz” diyor ve gözyaşlarını tuta­ mayarak şöyle devam ediyordu: “Hele kolumda öyle bir krampon yarası var ki, herhalde bir yılda bile zor geçer.” Arjantin Teknik Direktörü Bilardo, Kamerun’un iyi oynadığını itiraf etmekle beraber “M aradona’ya yapı­ lan sertliği herkes gördü. Bu büyük futbolcumuz yalnız kaldı” diyerek sertlik mazeretini öne sürüyordu. Öte yandan, Fransız hakem Vautrot kimseyi mem­ nun edememişti. Arjantinliler sertliğe müsamaha etti­ 336


ğini öne sürerek hakemi eleştiriyor, Kamerunlular da haksız kartlar gösterdiğini söyleyerek “Hakemi de yen­ dik” diyorlardı. Futbol otoritelerine göre, Fransa’nın bu dünyaca ünlü ve beğenilen hakemi, hayatının en kö­ tü yönetimini göstermiş, iki takım hesabına da doğru ve yanlış kararlar vermişti. Arjantin’in Kamerun tarafından ezilmesinden son­ ra, 14. Dünya Kupası’nda herkes “Yeni bom ba nerde patlayacak?” diye beklemeye başladı. Birinci turda “A” Grubunda pek sürpriz havası yoktu. Ev sahibi İtal­ ya, kendisini “ favori” gösterenleri yalancı çıkarmadı ve üç maçını da, hem de hiç gol yemeden kazanarak ikinci tura yükseldi. Sadece İtalya’ya 2 -0 ’la boyun eğen Çekoslovakya da aynı hakkı elde etmekte zorlanmadı. Grubun figüranlarından Avusturya ile öteki takım la­ rın hedef tahtası olm aktan başka bir varlık göstereme­ yen Amerika Birleşik Devletleri takımı ise elendiler. Grupta Çekoslovakya, a b d karşısındaki 5 -1 ’lik gali­ biyetiyle en farklı kazanan iki takımdan biri oldu.

Kral çöktü m ü ? “B ” Grubunun ilk maçı Kam erun’un zaferiyle sonuç­ lanmış, İtalya basınının deyimiyle “ Dokuz Afrikalı as­ lan, şampiyonu parçalamış”tı... Arjantinlileri deli eden ise, gene İtalyan basınında yer alan “Kral çöktü ” baş­ lığıydı. M aradona, “ Hele m açlar ilerlesin, kimin çö k ­ tüğünü göreceğiz” demekle yetiniyordu. Grubun öte­ ki iki takım ı, Romanya ile Sovyetler Birliği arasındaki karşılaşma da, memleketimizde büyük merakla bekle­ nen m açların başındaydı. R om anya’nın Sovyetler Bir­ liği önünde nasıl bir sonuç alacağı değil de, özellikle iki Rom en futbolcusunun nasıl oynayacağı merak ko­ 337


nusuydu. Tabii Galatasaray taraftarlarıydı bunu heye­ canla bekleyen... Kaç gündür gazeteler yazıyor, tele­ vizyonlar veriyor, Rom anya’nın iki yıldızı, Lacatus’la Rotariu’nun Dünya Kupası ertesinde sarı-kırmızılı for­ mayı giyecekleri bildiriliyordu. Gerçekten iki futbolcu da harika oynamış ve Romanya, Sovyetler’i net sonuç­ la 2 -0 yenmişti. Sonucu getiren iki golün kahramanı Lacatus’tu. Böylece Arjantin’den sonra bir favori daha ilk adımda tökezlemiş oluyordu. Bu arada İtalya’daki Dünya Kupası’nın ilk m açları, Türkiye’deki G alatasa­ ray kulübünü bir anda etkiliyordu. Sarı-kırmızılılar, finaller öncesi anlaşma yoluna gittiği Romenlerin tur­ nuvada fiyatlarının artmasından korkuyorlardı. Ger­ çekten Cim Bom ’un korktuğu başına geldi. Sovyetler’e iki gol atan Lacatus’un fiyatının birden beş buçuk mil­ yon dolara çıktığı haberi duyuldu. Bu arada Romanya Milli Takımı’nın Rusları devirme sevinci uzun sürmeye­ cek, M aradona’ları deviren Kamerun, şimdi Rom an­ y a’nın da karşısına dikilecekti.

Savulun! Kam erun geliyor! Hem de ne dikiliş! Romenler neye uğradıklarını şaşıra­ caklardı. Aslında oyun çok hareketli geçmiş, tehlikeli ataklar karşılıklı olarak birbirini izlemiş, ama maçın bitimine on üç dakika kaldığı halde iki taraf da golü bulamamıştı. Artık 0 -0 beraberliğin norm al sonuç sa­ yılacağı konuşulurken... tam 77. dakikada Kamerun’un yıldızlarından M illa, havadan gelen topu gayet güzel takip ederek kapmaya teşebbüs etti. Karşısında da us­ ta bir futbolcu, bizim de iyi tanıdığımız Popescu vardı ve müdahale etti. Deneyimli M illa, bir hareketle topu Popescu’ya bırakm adı, kaleci Lung’un yanından kale­ 338


ye yuvarlayıverdi. Tabelada “Kamerun 1 - Romanya 0 ” yazıyordu şim di... G ol, Romanya aslarım kamçılıyor, ancak Kamerunlular ilk sevinci sanki unutmuş görü­ nerek yeni hücum girişimlerinde bulunuyorlardı. D a­ kikalar da tükeniyordu bir yandan... İşte 88. dakikayı da bulm uştuk... Ve o an d a... gene deneyimli M illa çı­ kıyordu sahneye... Rom en defansının inanılmaz h ata­ sı... Top M illa’nın önündeydi... Ve müthiş bir şut! Milla topu Rom anya kalesinin tavanına asmıştı san­ k i... Kamerun 2 -0 galibiyete yükselmişti. Hemen ardından Lacatus’la başlayan karşı atak, Romanya hesabına bir gol getiriyor, ama devamı gel­ miyordu. Kaleci N kon o’nun uzanamayacağı köşeye topu yollayan Balint’in bu golü, “şeref sayısı” olm ak­ tan öteye geçemiyordu. A rjantin’i 1-0 yenen Kam e­ run, R om anya’ya da 2 -1 ’lik yenilgi acısı tattırmıştı. Artık “Bu Kamerun yarı finale, belki finale bile gider” diyenler çoğalmaya başlamıştı. Ancak 1 9 9 0 ’ın bu “B ” Grubu gerçekten ilginçti. Herkes birbirinin hakkın­ dan geliyor, sürprizler birbirini kovalıyordu. İşte ken­ dini toparlayan Arjantin, Sovyetler’in favoriliğini iyi­ ce siliyor, kendini yeniden gündeme getiren 2 -0 ’lık gü­ zel bir galibiyet alıyordu. M açın hemen başlarında kaleci Pumpido’nun sakatlanıp çıkm ası, Arjantin he­ sabına büyük talihsizlikti. Kaleye Goicocchea geçmiş­ ti. M aradona harikalar yaratmıyor, ama takımını iyi yönetiyordu. 2 8 . dakikada mükemmel bir akın seyre­ dildi. O larticochea, savunmanın arkasına attığı topa koşuyor, kendi pasını kendisi yakalıyor ve enfes bir orta yapıyordu. Bu ortayla gelen topu da, Troglio şa­ hane bir kafa vuruşuyla ağlara bırakıyordu. Gol, A r­ jantinlileri kamçılamış, akın üstüne akın tazeleyerek ilk yarıyı 1-0 önde kapamışlardı. İkinci yarının hemen 339


başında, Caniggia’nm kaleye akarken feci şekilde dü­ şürülmesini, İsveçli hakem kırmızı kartla cezalandıra­ cak; Bessanov’un çıkmasıyla Ruslar on kişi kalacaktı. Gene de maçın sonlarında Sovyet takımı öyle bir gol kaçıracaktı ki, herkes şaşacaktı. Bu tehlike, A rjantinli­ leri yeniden kamçılayacak, 78. dakikada Burruchaga, Kuznetsov’un geri pasını yakalayarak hatalı çıkan ka­ leci Uvarov’un yanından golü atacaktı. Kamerun’dan sonra A rjantin’e de yenilen Sovyetler, böylece kupaya veda selamını veriyorlardı.

“Şike!.. Şike!.. Bal gibi şike!..” “B ” Grubunun son maçlarından sonra ise ortalık bir anda karışacak, “şike” söylentileri bir anda her yana yayılacaktı. Çünkü, önceki iki maçında tek gol yemiş olan Kamerun, şimdi bir maçta tam dört gol görüyor­ du kalesinde... Gol averajı da 4 -4 oluyordu. Puanı ise ik i... Eğer Arjantin veya Rom anya’dan biri ötekini yenerse, yenilen iki puanda kalacak, ama averajı eksi’ye dönüşecekti. Böylece Sovyetler ikinci tura çıkabilecek­ ti. Kamerun ise, iki galibiyetle zaten bu turu garanti ettiğine göre, bir kaybı olm ayacaktı. Ancak, Sovyet­ lerle Kamerun bu hesapları yaparken, A rjantin’le R o ­ manya da boş durmuyor, onlar da birbiriyle berabere kaldıkları takdirde, ikisinin de tur atlayabileceğini he­ saplıyordu. Gerçekten iki “şike” de su yüzüne çıktı. O kimsenin gol atam adığı, iki maçta bir tek gole hedef olan Kamerun kalesine dört gol birden girince, “İşte bal gibi şike!” diye feryatlar başladı. Gel gelelim R o ­ manya - Arjantin maçı da, hesaplandığı gibi 1-1 “ bera­ bere” bitmez mi? Hadiiii “şike” feryatları bu kez aksi yönden her yana yayıldı. Sonunda atı alan ... İkinci tura 340


geçti... Bağıranlar da bağırdıklarıyla kaldı. “ C ” Gru­ bunda ise, Brezilya’nın rahatça birinci sırayı alacağı, sonra peşindeki üç takımdan ikisinin tur atlayabilece­ ği düşünülüyordu. Kosta R ik a’ya da çoğunluğun ya­ kıştırdığı yer “grup sonunculuğu” idi. Ama bu gru­ bun sürprizini Kosta Rika yapacak, İskoçya ve İsveç gibi iyi futbol oynadığı kabul edilen iki takım ikinci tu­ ra uzaktan bakacaktı. Perde, Brezilya’nın İsveç’i 2-1 yendiği maçla açılmıştı. “Sambacı Brezilyalılar” deyimi­ nin ne kadar doğru olduğunu ortaya koyan bir oyun­ du. Çünkü Careca, her iki yarıda attığı iki golle saha­ nın yıldızı olurken, her golden sonra arkadaşlarına koşup onlarla “sam ba” yapması, tribünlerin de onlara katılması, Brezilya maçlarının o güzeller güzeli havası­ nı yeniden Dünya Kupası heyecanının ortasına taşı­ yordu. Ancak ilk maçtaki genel izlenim, “Bu yeni Bre­ zilya takım ı, ancak gelecek Dünya Kupası’nda iş ya­ par” şeklindeydi. Ünlü futbol adamı Bearzot da bu görüşü açıklıyor, “Brezilya takım ı çok güzeldi. Seyret­ mek, tribiindekilere büyük zevk verdi. Bence Lazaroni, geleceğin takımını yapmak için kolları sıvamış” di­ yordu. Ama sonraki ilk tur maçlarında Brezilya, sanki şimdiden bu kupaya hazır izlenimini artırdı ve İsveç’ten sonra Kosta R ik a’yı da, İskoçya’yı da birer golle yene­ rek, kayıpsız, ikinci tura çıktı. Bir zamanlar bu kupa­ da final oynamış İsveç ise, evine dönerken çantasında tek puan bile yoktu, üç maçım da kaybetmişti. Iskoçya’ya İsveç’i yenmek yetmemişti. Hem İsveç’i hem İskoçya’yı yenmeyi başaran Kosta R ika, alkışlarla yolu­ na devam ediyordu. “D ” Grubuna gelince; iki takım , Federal Almanya ve Yugoslavya, futbolda güçlü iki ülke olarak her Dün­ ya Kupası’ndaki gibi, İtalya’da da iddialıydılar. Grup341


larmdaki Kolombiya ile Birleşik Arap Emirlikleri ta­ kımlarının, onlara rakip olması akıldan bile geçmiyor­ du. Olam adılar d a... Ama Kolombiya, iki favoriyi de epey uğraştırdı, Yugoslavya’ya tek golle teslim oldu, Almanya’ya ise 1-1 beraberlikten fazlasını vermedi. As­ lında grubun açılış maçında, Almanlarla Yugoslavların mücadelesi seyredilecek güzellikteydi. Beckenbauer’in çocukları, başladıkları hızla sürdürdükleri oyunu bir­ birinden mükemmel gollerle süslemeyi de bildiler. Reuter’in pasıyla dalan M atthaeus, bir vücut çalımıyla Jo siç’ten sıyrılıyor, ceza alanına girmeden sol ayağıyla enfes bir şut çekiyor ve topu İvkoviç’in uzanamayaca­ ğı köşeden ağlara gönderiyordu. 2 9 . dakikadaki bu golden tam on dakika sonra bu kez Klinsmann, müt­ hiş bir kafayla 2 -0 ’ı ilan ediyordu. Bu, aynı zamanda ilk yarının sonucuydu. İkinci yarıda ise Yugoslavlar biraz kendine gelmişti. Hele Jo siç’in ayağından 55. dakikada bir gol kazanınca, umutları da akınları da arttı. Arada eklemeliyim: Jo siç’in golü güzeldi. Ama yetmedi Yugoslavlara... Çünkü Alman takımı çok hız­ lıydı bu m açta... Oyunun yıldızlarından M atthaeus fırtına gibi indi. Kendi yarı alanından taa Yugoslav ceza alanına k ad ar... Öyle hızlıydı ki, o gidişle doğru avuta çıkabilirdi. Ama hayır!.. Dışarıya değil, içeriye odaklanmıştı. Şahane bir vuruş, üçüncü golü getiri­ yordu. Az sonra Brehme ile başlayan bir hücum izle­ dik. Sold an... Brehme birden vurdu to p a... Sert bir şuttu... Kaleci İvkoviç karşıladı sadece... Tutamadı. Dönen topa hamle yapan Völler, golcüler arasına adını yazdırdı. Aynı zamanda gol perdesini kapatmıştı V öl­ ler... Almanya, Yugoslavya’yı 4-1 gibi önemli bir so­ nuçla yenmişti. Kolombiya ile Birleşik Arap Emirlikleri maçında gol 342


rekoru bekleyenler az değildi. Ancak ilk kırk beş daki­ ka golsüz kapanınca, Arapların da Kamerun gibi bir sürpriz yapacağı konuşulmaya başlanmıştı. K olom bi­ ya, ne de olsa futbolun güzelini oynayan Güney Ame­ rika’dan geliyordu ve İtalya’da da oynuyordu şim di... Gerçekten ikinci yarıda da iki gol, Kolombiya’ya 2 -0 ’lık net galibiyeti getirdi. Kolom biya, Almanlardan aldığı bir puanla, ikinci tura çıkmayı başardı. Birleşik Arap Emirlikleri ise, Kolombiya’dan iki, Yugoslavya’dan dört, Almanya’dan da beş gol yiyerek memleketine döndü. “E ” Grubunun dört takımından üçü bu turu geç­ meyi başaracak, sadece Kore onları uzaktan el salla­ yarak uğurlayacaktı. M açlar da öyle ahım şahım fut­ bola sahne olmuş değildi. Üç favorinin üçü de, birbi­ rinden puan kaparak potaya girdi. Kore üç rakibine de yenilmiş, bu üç m açta bir tek gol atabilmişti. İlk tu­ ru birinci bitiren İspanya, K ore’yi ve Belçika’yı yen­ miş, sadece Uruguay’la golsüz berabere kalmıştı. Uru­ guay’ı ve K ore’yi yenen Belçika da ikinci tura yüksel­ mişti. Uruguay ise bir Kore galibiyeti, bir de İspanya beraberliği ile tur şansını elde etmişti. Ama bu grubun bu üç takım ına, sonrası için umut bağlayan pek çık ­ mamıştı. Nihayet “F ” Grubu da üç “ favori”li, zor gruplar­ dandı. M açlarda bu zorluktan mı, yoksa takım ların isimlerine yaraşır futbolu evde unuttuklarından mı bil­ mem, pek tatlı maçlar seyrettirmediler. Altı maçtan sa­ dece birinde takımlardan biri ötekini yenmeyi başar­ dı. Öteki altı karşılaşmadan beşinde taraflar yenişemedi. Zaten maçların tatsız tuzsuz oluşunu gollerine bakarak anlamak da m üm kün... Hiçbir maçta hiçbir takım iki gol atamadı, doksan dakikalarda birden faz­ la gol atan takım a rastlanmadı. 343


Grup maçlarını bitirdiğimize g öre... Yooo hemen “ikinci turda neler oldu?”ya başlamak yok. Daha ön­ ce, finallere katılan yirmi dört ülke temsilcisinin dör­ der takım lı altı grupta yaptığı maçların kulislerine bir göz atalım. Kulağımızı verip dedikoduları duymaya ça­ lışalım. Medyadan dünyaya yayılan olayları şöyle bir anımsayalım. Belleğimizi iyice karıştırıp İtalya ’9 0 ’m ilk iki haftasındaki anılarımızı ısıtıp yeniden sofraya sürmeye çalışalım. Gerilere, çok gerilere gidelim.

İtalya ’9 0 ’dan akılda kalanlar... • Söze ev sahiplerinden başlayalım. 1 9 9 0 Dünya Kupası’nı güzel organize etmişti İtalyanlar... Görkemli açılışta Giuseppe Verdi bile vardı. Ünlü “A ida”sım alıp gelmişti. Stadtaki binlerce İtalyan, Aida söyleye­ rek takım larını coşturuyordu. İtalya - Avusturya maçı olduğuna g öre... İtalyanlar Verdi’nin Aida’sıyla coştu­ ğuna g öre... Avusturyalılar neden Strauss valsleriyle karşılık vermiyordu?.. Anlayamadım p ek ... O yüzden de İtalya, Avusturya’yı yendi. Galibiyet golünü atan Schilacci ise “milli kahram an” ilan edildi. İşin tuhaf yanı, Schilacci’nin takımın yedekleri arasında olması, İtalya Basım ’mn onun yedekte bulunmasını bile eleştirmesiydi. Fakat son on beş dakikada takım a girmiş ve galibiyeti getirmişti. Aynı gazeteler “M uhteşem Schi­ lacci” diye başlık atın ca... (Eeee, böyledir hep... Topu içeri attın mı, “kahram an” olursun...) • Az önce, gerilere, çok gerilere gideceğiz, demiş­ tim. Hadi gidelim. Aslında finallere ev sahipliği yapan İtalyanlar, ilk maçlarını rahat ve farklı kazanmayı bek­ liyorlardı. Ama işler pek iyi gitmemiş, İtalyan takımı galibiyeti bitime on iki dakika kala elde edebilmişler344


ili. 75. dakikada oyuna giren Schilacci, üç dakika son­ ra top kendisine ilk geldiğinde, iki AvusturyalI arasın­ dan kafayı vurmuş ve takımının 1-0’lık galibiyetini sağlamıştı. İtalyan gazetelerinin “Yendik... Kapıyı ga­ libiyetle açtık ” diye kocaman başlıklar attığı gün, 10 Haziran 1 9 9 0 ’dı. İşte bu noktada geriye, tam elli yıl önceye dönelim. 10 Haziran 1940 günü de gecesi de, Roma başta, tüm İtalyan şehirlerinde halk sokaklara dökülmüş, çılgınca dans ediyor, bağırıyordu. Ancak, sözcüğü tam yerinde kullandığıma inanmanızı isterim. Çünkü 10 Haziran 1 9 4 0 ’da gerçekten bir “çılgm ”ın, M ussolini’nin peşine takılan koca bir ulus, Hitler deli­ sinin arkasına düşen Almanlarla birlikte dünyayı ate­ şe veriyordu. Şimdi 10 Haziran 1 9 9 0 ’da gene İtalyanlar sokaktaydı, gene otom obiller... gene durmadan ça­ lan klaksonlar... Bu yakıştırmayı nerden mi çıkardım? Sporun tatlı heyecanını, çılgın diktatörlerin vahşetiyle yan yana getirmek hiç de hoş değil... Üstelik benim yapacağım iş de değil... Ama “ 10 H aziran”ı da biz ce­ bimizden çıkarm adık, R om a’da İtalyan m eslektaşlar­ dan öğrendik. Kendileri, kendi geçmişlerini sorguya çekerek, 1 9 9 0 ’daki mutluluk tablosunu doya doya ya­ şamak istiyorlardı. • Politika yaptırıyor bana şu İtalyan d ostlar... K ı­ sa kısa notlarla anımsayalım 1 9 9 0 ’ın kupalı günlerini, gecelerini... O günlerin büyük yıldızı Hollandalı Gullit tam maça çık acak ... O da ne? Gullit’in lisansı ka­ yıp... Kim alır? Nasıl alır? Nerden alır? Almış işte alan ... Hollandalılar perişan... En güvendikleri yıldızı oynatam azlarsa... felaket o lu r... Neyse ki Organizas­ yon Komitesi olaya el koydu ve yeni bir lisans çıkarıldı yıldız futbolcuya... O da çıktı, golünü attı. Ancak bu arada herkesin “ O fff, ne harika maç olur” diye bekle­ 345


diği Hollanda - Serbest İrlanda karşılaşması, güzel fut­ bolun epey ötesinden geçti. H atta Fransız hakem Vautrot bile “Oynayın yahu!’’diye bağırmadıysa, Fransızcada “yahu” karşılığı bir sözcük olmadığındandı. H a­ ni dilim varmıyor am a... 1-1 beraberlikle ikisi de ikinci tura çıkacakları için ... mi acaba, berabere kalm ışlar­ dı ?! “Şike” m i? Hadi canım siz de... Hiç olur mu kos­ koca Dünya Kupası’nda! Olsa bile bize hissettirirler miydi! Fark ettirirler miydi hiç! • Kamerun, sürpriz üstüne sürpriz yapması bir ya­ na, ilginç küçük haberleriyle de dikkati çekiyordu. K a­ merun’un yıldızlarından Ebw elle’nin memlekette gü­ zel bir işi vardı. Patronu da “Bizim takım nasılsa ilk turda elenir” diye izin vermişti Ebwelle’ye... Kamerun tur atlayınca, Ebvvelle Tv’ye çıkıp “Patron, şu iznimi uzat” demez mi? Kimse bir şey anlamamıştı önce. Son­ ra gene kendisi açıkladı. • Arjantin, Kamerun yenilgisiyle büyük üzüntü ya­ şarken, bir İtalya gazetesinin Caniggia’nm “ kokain­ m an” olduğunu yazması büyük olay yaratıyordu. Ney­ se ki çabuk bastırıldı. • İtalya’da biz Türk medya mensuplan arasında bir de “Piontek’i kovalam a” yarışı vardı. Milli takım ı­ mızın yeni hocasını kapı önünde, pencere kenarında, sokakta, lavaboda, kim nerde yakalarsa “Eee, n’olacak bizim takım ?” diye soruyor, Piontek de demesi ge­ rekeni diyordu: “Zamana ve sabra ihtiyacımız var.” • Kamerun - Romanya maçının son yarım saatinde oyuna giren ve attığı iki golle takımının galibiyetini sağ­ layan Roger M illa’nın hikâyesi de, İtalya’da büyük san­ sasyon yaratmıştı. M illa 38 yaşını geride bırakıyordu. Futbolu bırakalı ise iki yıl olmuştu. Milli takımın tek­ nik direktörü Nepom niachi, görkemli bir jübile ile sa­ 3 46


halara veda eden bu yaşlı oyuncudan yararlanmayı ise hiç mi hiç düşünmüyordu. Ancak bunu düşünen biri vardı: Kamerun Devlet Başkanı Paul B iy a... Başkanın baskısına karşı duramayan teknik direktör, M illa’yı kadroya almış, fakat takıma koymayı düşünmemişti. Ancak Romanya maçında 0 -0 ’lık durum devam edin­ ce “G ir” demişti M illa’y a... Çünkü başka kozu kalma­ mıştı o and a... Ve M illa inanılmazı başarıyor, iki güzel golün kahram anı oluyordu. Bu başarı üzerine Devlet Başkanı Biya, gözde futbolcusu M illa’ya “general” rüt­ besi verecekti. • İtalya ’9 0 ’ın unutulmayacak anılarından biri de, Amerika Birleşik Devletleri takım ının teknik direktö­ rü Gansler’in “seks yasağını kaldırm ası”ydı. A BD ta­ kımının hocası “Seks günümüzde o kadar önemli bir gereksinim k i... Futbolcularım böyle bir bunalımla çı­ kıp maç yapamazlar. Bu nedenle futbolcuların eşlerini İtalya’ya getirmelerine ve beraber kalm alarına izin verdim” demişti. A BD takım ının bu serbestlik içinde oynadığı üç maçta aldığı sonuçları “rakam sal” olarak bir anımsatalım mı?: 1-5, 0 -1 , 1-2! (Yani: Üç m açta üç yenilgi... Atılan iki gole karşılık yenilen sekiz gol! Ant­ renör haklı!) • İtalya’da İngiliz hooliganları olay çıkarır diye korkuyla beklenirken, ilk olayları Alman seyircilerin çıkarması ilgi çekmişti. Epey uzun süren kavgalar so­ nunda sekiz kişi yaralanmış, on üç Alman da tutuklan­ mıştı. • Hep 3 8 ’likler takım ını kurtaracak değil y a ... İşte Uruguay, Kore karşısında ikinci tur vizesini, yedekten oyuna giren genç bir futbolcusuyla aldı... Bu maçta oynamayacağını düşünerek kenarda oturan Fonseca, tam 90. dakikada kafa ile attığı golle, Uruguay’ın m a­ 347


çı 1-0 kazanmasını, daha önemlisi, tur atlamaya yete­ cek puanlan almasını sağlamıştı. • Birinci turla ikinci tur arasındaki bekleme sıra­ sında daha fazla bekleyemeyen, İtalyanların yeni yıl­ dızı Schillaci’nin (ya da seyircisinin onu çağırdığı adla T oto’nun) bir kız çocuğu olmuştu. • Zam an zaman ileri çıkarak savunmasının tüm yükünü çeken, çok değişik bir kaleci tipi yaratan, K o­ lombiya kalecisi Higuita için, ünlü futbol adamı Franz Beckenbauer “ Gördüğüm en iyi kaleci” deyince, yan­ kılar büyük oldu. Ama bir gün fazla ileri çıkınca golü yiyiverdi. • Dönemin en büyük transfer rekorunu kıran İtal­ yan Baggio’nun aldığı para, zengin-fakir, herkesin çe­ nesini yordu. • Nihayet beklenen olay da sahneye çıktı: İngiliz hooliganlar, Cagliari’ye sokulmayıp kentin dışındaki tren istasyonunda bekletilince, küçük bir meydan mu­ harebesi oldu. Beş bin kadar İngiliz, taş, sopa, şişe, tuğ­ la ve bıçakla polise saldırdı. Polis de havaya ateş aç­ m ak, sis bom bası kullanm ak zorunda kaldı. Bu arada, hooliganlar tarafından kenarda köşede sıkıştırılıp dö­ vülen İtalyan polislerinin sayısı da hiç az değildi. • Sıkı durun!.. Kaç yıl önce patlayan bombayı yıl­ lar sonra bir kez daha ateşliyorum. M ısır takıntı mü­ tevazı futboluyla ilk turdan öteye geçemediği sırada, ünlü M ısırlı sinema yıldızı Ömer Şerif de İtalya’da fut­ bol dünyasının önüne çıkıverdi. Öm er Ş erifin Medy a’ya verdiği haber, bayağı sansasyon yaratm ıştı. Ömer Şerif, aynen şöyle demişti: “ 19 5 0 ’li yıllarda ben futbolcuydum. Hem de parlak bir futbolcuydum. M ı­ sır Milli Takım ı’nda oynamıştım. H atta ünlü Brezilyalı Garrincha ile karşı karşıya oynamıştık.” İtalya ’90 maç348


hırının heyecanı arasında, herhangi bir basın mensu­ bunun bu haberi, doğruluğunu araştırıp araştırmadığı­ nı öğrenememiştik. Yeter mi bu kadarcık “ara haber”ler... Ya da “ara dedikodu”lar? Yeterse... maçlara dönelim tek rar... İkinci tur baş­ lıyor. Yirmi dört takımdan sekizi elenmiş, on altı takım ye­ ni umutlarla ikinci tur maçına çıkıyordu. Bu kez iş çok zordu. Çünkü bir tek maç oynayacaktı her biri... Bu tek maçı da kazanmak zorundaydı. Yenilen elenecekti.

Ölüm-kalım mücadelesi başlıyor... İkinci turun ilk maçında “İhtiyar delikanlı”, bombayı bir kez daha patlatacaktı. Daha önce attığı iki golle Romanya galibiyetini getiren 38 yaşındaki M illa, şim­ di de Kolom biya’yı eleyen, Kamerun’a çeyrek final yo­ lunu açan iki golün kahramanı oluyordu. Tüm çabala­ ra karşın, iki takım da doksan dakikada bir gol dahi çıkaramamıştı. İki takımın kalesinde de, dönemin en iyi iki kalecisi vardı. Kamerun’un N kono’su da, K o ­ lombiya’nın Beckenbauer’i hayran bırakan Higuita’sı da, bir tek topun dahi kalelerine girmesine izin vermi­ yordu. M aç yarım saat uzatılacak ve bu uzatmanın ilk yarısı da golsüz kapanacaktı. Ancak son uzatmanın hemen başında, ihtiyar kurt M illa çaprazdan ceza ala­ nına giriyor ve muhteşem bir şutla büyük kaleci Higuita’nın kalesine golü gönderiyordu. Stad inliyordu şim­ d i... Tarafsız seyircilerin çoğu da, futboluyla gönülleri fetheden Kamerun’u tutuyordu çünkü... 106. dakika­ daki bu golden sadece dört dakika sonra, gene M illa... Ne mi yaptı? Futbolda kendine aşırı güvenmenin ne 349


kadar hatalı olduğu konusunda büyük bir ders verdi? Kime mi? “En büyük kaleci benim ” diyen Kolom biya­ lI Higuita’y a ... Higuita sık sık yaptığı gibi gene ceza alanı dışına çıkmış, ayağındaki topla rakip oyunculara çalım atıyor, pas verecek arkadaş arıyordu. İşte tam o anda M illa, bir hamle yaparak topu kaleciden kapıver­ di. Kendine çok güvenen Higuita’nın dönüp kaleye ko­ şacak zamanı yoktu artık. “B aba” M illa, şey pardon, “Dede” M illa, kaleciden kaptığı topu anında boş kale­ ye yuvarlamıştı bile... 2-0, her şeyin sonuydu Kolom ­ biya için ... Redin’in son dakikadaki golü de, takımının 2-0 değil, ancak 2-1 yenilmesini sağlayacak, belki mi­ nik bir teselli olacaktı. Ama Kamerun’un bu kupadaki büyüklüğünü hiç unutmayacaktım. O maçtan sonra gördüklerimle birlikte duygularımı da F otosp or’a şöy­ le yazmıştım: “Amerika’da Oscar töreninde ünlü sa­ natçı ödülünü almak için sahneye doğru yürürken, sa­ londaki yüzlefce konuk birden ayağa kalkar ve büyük sanatçıyı alkışlamaya başlar. Şimdi lütfen, siz değerli sporseverler, evet, sizler de lütfen ayağa kalkınız ve Ka­ merun takımım ayakta alkışlayınız. Çünkü bunu fazla­ sıyla hak ettiler. Yıllar boyu ‘insan yiyen yamyamlar’ diye tanınmış ya da tanıtılmış kara tenli Afrikalılar, 20. yüzyılın büyük spor olayında en büyükler arasında yer alıyor, inanılmayacak başarıları gerçekleştiriyorlar. Ka­ merun m ucizesi... Kamerun efsanesi... Kamerun des­ ta n ı... Muhteşem K am erun... Farkındasınız: Dünya Basını, Kamerunluların yarattığı büyüklüğü tam anla­ tabilmek için sözcük bulma yarışında... O halde tekrar rica ediyorum: Hep beraber ayağa kalkalım. Ve ayakta alkışlayalım Kam erunluları... ” İkinci turun o günkü maçında ise, bir “ Çekoslovak­ ya fırtınası” esecekti k i... ilk turda alkışlanan Kosta Ri35 0


kı'm n beklenen sürprizi yapacak hali kalmayacaktı. Maça Skuhravy’nin kafa golüyle başlayan Çekoslovaklıir, tlaha 11. dakikada 1-0 öne geçiyor, ama arkasını getiremiyordu. Kosta Rika, ikinci yarıya, M etford’u alarak gerçekten hızlı başlam ıştı. Ç ekoslovakya’da Skuhravy, Kosta R ika’da da M etford, maçm iki yıldı­ zıydı. Oyun daha da güzelleşmişti bu yarıda... Hele Kosta Rikalılar Gonzalez’in kafasıyla beraberlik golü­ nü de atınca... Fakat Çekoslovak fırtınası esmekte ge­ cikmiyor, Skuhravy’nin kafası: 2 -1 ... Kubik’in enfes serbest vuruşu: 3 -1 ... Sonra gene Skuhravy ve gene mü­ kemmel bir kafa: 4 -1 ... Skuhravy, sanki “Futbol kafay­ la oynanır” diyenlere mesaj gönderiyor, dört golden üçünü kafa şutlarıyla kazandırıyor takım ına... Kosta Rika için gene de başarı sayılır ikinci turda oynam ak...

On altı yıllık bir rövanş... Ölüm-kalım mücadelesinin ikinci gününde çok ilginç bir maç, daha doğrusu yıllardır bekleyen bir rövanş vardı. 1 9 7 4 Dünya Kupası finalinde Almanya, 2-1 ’lik galibiyetle kupayı H ollanda’ya bırakmamıştı. Tam on altı yıl sonra, iki takım gene bir Dünya Kupası m açın­ da karşı karşıya geliyordu. İki olasılık vardı: Ya Al­ manlar gene yenecekti, ya da Hollanda büyük rövanşı alacaktı. Öte yandan Almanya - Hollanda maçına, ev sahibi İtalyan seyirciler, bir küçük M ilan - İnter maçı gözüyle bakıyordu. Öyle ya, Gullit, Van Basten ve R ijkaard, M ilan ’m Hollandalı yıldızlarıydı. Alman tak ı­ mında yer alan Klinsmann, M atthaeus ve Brehrne de, İnter’de oynayan aslardı. İşte bir yandan M ilan - İnter havası, öte yandan 1974 rövanşı özelliği, karşılaşma­ nın önemini çok artırmıştı. Bazıları da bunu “ 1 9 9 0 ’ın 351


erken finali” kimliğinde görüyordu. M ilano şehrinin iki takımının küçük bir çarpışması gibi görünen maçın aynı kentte oynanması da, ayrıca ilginç bir rastlantıydı. Oyunda ilk golü kimin nasıl atacağı merakla bekle­ nirken, iki takımdan birer futbolcunun daha 22. daki­ kada oyundan atıldığını görmek şaşırtıcıydı. Arjantinli hakem Loustau, birbiriyle tekmeleşen Völler’le Rijkaard’a kırmızı kartım gösterince, iki takım da on kişi ka­ lıyordu. Sonrasında zaman zaman futbol resitali seyre­ dilecek, zaman zaman da sinir harbinin başka görüntü­ leri yaşanacaktı. Aşırı gerginlik, golü geciktirmiş, ilk ya­ rı 0-0 kapanmıştı. İkinci kırk beş dakikada Alman takı­ mı, özellikle M atthaeus’un orkestra şefliğiyle oyuna ağırlığını koyacak 50. dakika oynandığı sırada da Klinsmann’ın golüyle gülecekti. Hollanda’nın buna kar­ şılık verme çabası arasında, Brehme uzun yıllar unutul­ mayacak bir golün kahramanı oluyor; nefis vuruşuyla gönderdiği topu, usta kaleci Van Breukelen kurtaramıyordu. Hollanda için şeref sayısı şansını ise bir penaltı kararı getirecek, maçın son dakikasındaki bu penaltıyı Koemann güzel bir vuruşla gole çevirecekti. On altı yıl­ dır bekleyen rövanş, 1 9 7 4 ’teki gibi 2-1 bitecek ve gene 1 9 7 4 ’teki gibi, kazanan Alman takımı olacaktı.

Güney A m erika’nın iki devi karşı karşıya... ikinci turun bir başka büyük mücadelesi ise, Güney Am erika’nın iki futbol devini karşı karşıya getirmişti. Dünya Kupası’m tam üç kez kazanmış olan Brezilya ile son üç kupadan ikisini almış Arjantin, yeni bir şam­ piyonluk yolunda birbirini çelmelemek zorundaydı. Ayakta kalan yoluna devam edecekti. Böylesine iddialı maçta uzun süre oyunun hâkimi 352


Brezilya takımıydı. Daha güzel oynayan, daha çok fır­ sat yakalayan, hep Brezilya idi. Ancak çok şanssızdı I’ele’nin kardeşleri... Brezilya’nın bir değil, iki değil, tam üç gollük topu direklerden dönmüştü. Daha 19. dakikada Dunga’nm kafayla yolladığı topun direkten dönmesi, ilk talihsizlikti. Sonra ikinci yarıda, iki daki­ ka içinde iki kez daha direkler kurtardı A rjantin’i... Careca’nın ortasında topun karşısına dikilen, gene ka­ le direğiydi. Ardından Alem ao’nun yirmi beş metre­ den yolladığı füze de o hızla direğe çarpıyordu. Bunla­ ra karşılık o ana kadar fazla varlık gösteremeyen Ar­ jantin, maçın bitimine sadece on dakika kala, dünya futbolunun yıldızı M aradona’nın harika atağı ve aynı güzellikteki pasıyla gole gidiyordu. M aradona, tam üç Brezilyalıyı çalımla geçmiş, sonra da topu nefis bir pasla çok müsait durumda bekleyen Caniggia’ya ak­ tarmıştı. Eee, Caniggia da “futbolcu” idi. Futbolun ar­ zuladığı güzelliği ortaya koym akta gecikmedi, kaleci Taffarel’i çalım layarak topu ağlara yuvarladı. Sonraki yıllarda Türkiye’ye gelecek ve Galatasaray’da oynaya­ cak Taffarel’di b u ... Hemen ardından sinirleri iyice gerilen Brezilyalılardan Gomez çok sert bir hareket yapınca, Fransız hakem Quiniou kırmızı kartını gös­ termekte tereddüt etmeyecek, son dakikalarda on kişi kalan Brezilya, kadere boyun eğecekti. Ya da kupayı tekrar kucaklam ak için dört yıl daha bekleyecekti. Şimdi iş daha büyüyor, ev sahibi İtalya çıkıyordu kader m açına... Yendin yendin, yenildin mi g ittin ... Rakip, Uruguay’dı. Bazıları, İtalya’dan gol rekoru fa ­ lan bekliyordu. Bazılarına göre ise, bu maç büyük sürp­ rize gebeydi. Uruguay hiç belli olmaz, diye düşünenler az değildi. Böylece Rom a Olim piyat Stadı’ndaki maç, bir “kapalı kutu” olarak karşımıza geliyor, uzun süre 353


bozulmayan golsüzlük tribündeki İtalyanları sinirlen­ dirirken, sahadaki Uruguay’a umut veriyordu. Ama İtalya ’9 0 ’da İtalyan takımının bir Schillaci’si vardı ve işte o “T o to ” beklenen golü atarak milyonlarca İtalyanı havalara sıçratıyordu. Ardından bir de Serena’nm golü gelince, Uruguay hem m açtan, hem kupadan “gü­ le güle” diye uğurlanıyordu. Günün öteki maçındaysa, sade suya çorba gibi bir futbol seyredildi. Daha doğrusu futbolu pek az bir fut­ bol maçıydı Romanya - Serbest İrlanda karşılaşması... Tam yüz yirmi dakika topu kovalayan iki takım tek gol çıkaramamıştı. Sonuçta olayı penaltılar çözüyor, beş pe­ naltıyı da gole çeviren Serbest İrlanda takımı, bir penaltı kaçıran Romanya’yı 5 -4 ’le eliyordu. Aslına bakarsanız, penaltıyı gole çeviremeyen Tim ofte’yi mi suçlamak? Yoksa penaltı atışıyla gelen topu kurtardığım kabul edip, kaleci Bonner’i mi alkışlamak? Bilemiyorum. Bu yavan maçın tartışması da böyle yavan olacaktı tabii... İkinci turun son iki maçı da futbolun doksan dakika olduğu gerçeğini baş aşağı çeviriyor, çeyrek finalistleri doksandan sonra gelen dakikalar belirliyordu. Yugos­ lavya - İspanya maçında futbolun daha güzelini oyna­ yan, gole, hatta gollere daha çok yaklaşan taraf İspanya idi. Butragueno, Michel ve Sanchis’in kaçırdığı gollerle, İspanyol takımı nerdeyse gol rekoruna giderdi. Bu arada tribünlerin “G oool” diye ayağa kalktığı pozisyonda, to­ pun direğe çarpıp geri dönmesi, gerçekten büyük talih­ sizlikti. Sonra karşılıklı birer gol, eşitliğin bozulmasını önlüyordu. Uzatmanın başlamasıyla birlikte Stojkoviç, kaleci Zubizaretta’yı ikinci kez alt ediyor ve 2 -1 ’lik gali­ biyetle Yugoslavya’yı bir sonraki tura taşıyordu. Tıpkı İspanyollar gibi, Belçikalılar da “Futbol ne güzel am a... şu direkler olm asa” diye yakınacak, Ce-

354


ıılcmans ve Scifo da aynı azizliğe uğrayacaklardı. Gü­ zel pozisyonlara girmişti Belçika forvetleri... İngiliz kalesinin direkleri kaç kez sarsılmıştı. Golsüzlük bo­ zulmayınca oyun yarım saat uzatılmış ve iki saatin dolmasına sadece bir dakika kala, tam 119. dakikada l’latt sahneye çıkmış, “Bu futbolu biz icat ettik ” dercesine güzel bir golle İngiltere’yi çeyrek finale yükselt­ mişti. M açı baştan sona tarafsız gözle seyredenler ise, “ Belçika’ya yazık oldu” diyerek stadtan ayrılmışlardı.

Neler olmadı neler!.. İkinci turu geride bırakırken, birinci tur sonunda yap­ tığımız gibi, şöyle bir dönüp geriye bakalım. Anıları tazeleyelim. Neler olmuş o arada? • Brezilya elendi elenmesine, ama giderken savun­ ma oyuncularından Branco, öyle bir suçlamayla çıktı ki ortaya... 1-0 kaybederek elendikleri Arjantin m a­ çında başına gelenleri aynen şöyle anlattı: “Bir sakat­ lık anıydı, oyun durmuştu. M aradona yerde yatıyordu. Ben de susamıştım. Arjantinlilerden su istedim. Bir şi­ şe uzattılar, içtim. Ama çok geçmeden başımın gayet fena döndüğünü hissettim. O arada dikkatimi çekti. Arjantinli masör, M aradona’ya benim içtiğim suyu vermedi, başka su verdi. Hakeme gidip şikâyet ettim. Arjantinliler bize ilaçlı su verd iler...” • Almanya - Hollanda maçı bir faciaya sahne oldu. Almanya’da bir adam, bu maçı kendisiyle beraber izle­ mek istemeyen karısını tabancayla kurşun yağmuruna tuttu ve öldürdü. • Dünya Kupası’nı seyretmeye gelen ama Rimini kentinde olay çıkaran tam 2 4 7 İngiliz hooligam, İtal­ ya’dan sınırdışı edildi. 355


• İtalya kalecisi Zenga bir rekora doğru gidiyor. İlk turda ve ikinci turda sırasıyla Avusturya, a b d , Çekos­ lovakya, Uruguay maçlarında hiç gol yemedi. • Brezilya, istatistiği açıkladı: İki maçta tam yedi kez attıkları toplar direklerden dönmüştü. • V öller’le birlikte oyundan atılan Hollandalı R ijkaard’a üç maç ceza verilirken, Alman Basını “terbiye­ siz R ijkaard ” diye yazdı. • Dünya Kupası’na en çok oyuncu veren takım , İtalya’nın İnter’i... İnterli tam sekiz kişi finallerde oy­ nadı. Alman M atthaeus, Brehme, Klismann, İtalyan Zenga, Serena, Bergomi, Ferri, Berti bu rekoru yaratan isim ler... • Almanya - Hollanda maçından sonra her iki ülke­ nin sınır kentlerinde olaylar çıktı, çatışmalar oldu. M o ­ tosikletli bir Hollanda grubu, Alman plakalı otom obil­ leri taşladı, arabadan inenleri de dövdü. • Dünya futbolunda “İm parator” unvanı takılan ilk futbolcu, Alman Franz Beckenbauer, İtalya ’9 0 ’da haya­ tının en büyük sınavını veriyor. Futbolcu olarak ilk kez 1 9 6 6 Dünya Kupası’nda sahaya çıkmıştı Beckenba­ uer... Sonra M eksika ’7 0 ’de kolundan sakatlanmasına rağmen, oyunu terk etmeyişiyle alkışlandı. Tabii büyük futbolu da herkesi hayran bırakıyordu. 1 9 7 4 ’de şampi­ yon takımın kaptanı olarak, Dünya Kupası’nı havaya kaldırma onurunu yaşadı. 1982 Dünya Kupası’nda yo­ rumcu olarak kameraların karşısındaydı. 1 9 8 6 ’da artık Alman Milli Takımı’nın teknik direktörüydü. İşte şimdi de 1 9 9 0 ’da İtalya’da yeni teknik direktör... Ve kupayı muhakkak alacaklarına inanmış bir h oca... Kendisiyle bir milli maçta ülkemize geldiğinde tanışmıştık. Alman Milli Takımı’nın tercümanlığını yapıyor, ev sahipliği gö­ reviyle Türkiye’de bulundukları günlerde hep birlikte 356


oluyorduk. Dostluğumuz devam etti. Yuırtdışında da kaç kez karşılaştık. Sonra bir gün, yazdığı B eckenbauer Futbol Okulu adlı kitabını Türkçeye çevirmek istediği­ mi söyledim. Kabul etti, ben de çevirdim. Sonrasında çe­ şitli vesilelerle beraber olduk. Uwe Seeler’im jübilesinde de epey sohbet ettik. Hamburg’da birlikte m otorla gez­ dik. Kadife sesiyle şarkı da söyleyen Beckenbauer, iki şarkılık bir plak çıkarmıştı. Onları çeşitli radyo ve T V programlarında çaldım. Sakin görünüşlü, zarif bir in­ sandır. Babalık davalarında “evet” demesiyle ünlüdür. Bu nedenle bir hayli çocuğu vardır. Çapkınlığını da ken­ di takım arkadaşlarından duymuştum. Ancak birden fazla evlenip boşandığını gazete haberleriinden öğren­ miştim. İstanbul’a bir gelişinde Divan Otelii’ndeki salon­ da atari maçı yapmıştık. Ben bir tek sayı alabilmiştim. İşte bu Beckenbauer, şimdi 14. Dünya Kıupası’na elini uzatan son sekiz takımdan birinin teknik direktörüydü. Ve çoğunluğa göre de, kupanın bir numaralı adayıydı. • Pele, benim eski dost, İtalya ’9 0 ’da da karşıma çı­ kıyor, Rom a Stadı’nda bir m açtan sonra beraber yürü­ yorduk. Yorgundu. Çok yere davet edildiğini, gitmek zorunluluğundan yorulduğunu söylüyordu. Dünya Kupası ile ilgili bazı görevleri olduğunu da eklemişti. • Ya M aradona? Onunla Arjantin kampında, ben­ zetmek gibi olmasın ama, cezaevi ziyaretiı gibi parmak­ lıklar gerisinden konuşmuştuk. Yüzden fazla medya mensubuyla beraber, kameralardan kafam ı korumaya çalışarak... Garip bir gençti... Arada kendi kendisiyle de konuştuğu izlenimini veriyordu. Birden kızıyor, medya mensuplarına, özellikle bazı ülkelerin gazeteci­ lerine, televizyoncularına bağırıyordu. H er maçta karşı takımdaki tüm futbolcuların kendisine tekme attıkla­ rından şikâyet ediyordu. Sonra bir gün, ıo sıralarda su­ 357


nuculuğunu yaptığım “Renault Spor Şeref Kürsüsü” toplantılarından birine konuk olarak getirildi M aradon a ... Aaaa, İtalya ’9 0 ’da gördüğüm, kampta aramızda çit olmasa medya mensuplarına saldırıp dövecek M aradona gitmiş, esprili, sakin, güler yüzlü, sevimli bir Latin Amerikalı gelmişti. Toplantıdan sonra bir ara İtalya ’9 0 ’dan söz edecek oldum. İlk kez futbol alanı dışında o kadar yakından görmüştüm çünkü... Dostça dert yanmış, “Herkes benimle uğraşıyor o rd a.... Ama burda gerçekten dost bir ortamda mutluyum” demişti. Şimdi Beckenbauer’e de, M aradona’ya da birer nokta koyalım d a... maçlara bakalım ... Şu anda büyük ku­ panın adayı olarak ayakta kalan sekiz takımdan altısı Avrupa’dan, biri Güney Amerika’dan, biri de Afri­ ka’dan... Bunlardan dördü, daha önce Dünya Kupası’nı kazanmış ülkeler... Ve eşleşmeler de çok ilginç... Daha önce kupayı almış her takım, kupayı hiç kazan­ mamış bir takımla karşılaşıyor. Şimdi hep beraber bu çeyrek finalleri izlemeye gidelim.

M aradona’m n öm ründen kaç yıl gitmişti? Arjantin - Yugoslavya maçı için ne dersiniz? Sizin ne diyeceğinizi bilm em ... Ya da karışm am ... Ama M aradona bu m açtan sonra aynen şöyle demişti: “ Ömrüm­ den on yıl gitti. O dakikayı hiç ama hiç unutm ayaca­ ğım. Bir anda yaşlandığımı hissettim. Eğer elenseydik, çok vicdan azabı çekerdim .” Haksız sayılmazdı büyük futbolcu... Onun şöhretin­ de, onun klasında bir oyuncu, topu dikiyor penaltı nok­ tasına... Ve koşup vuruyor: “Top kalecinin ellerinde!!!” Bu penaltıyı çeken de, M aradona... Ama durun, o ana gelinceye kadar geçenleri bir solukta özetleyelim. Oyun

358


haşlıyor ve oyunun başlamasıyla beraber talih de Arjan­ tin’e gülüyor. Henüz 31. dakikada rakipleri on kişi kalı­ yor. M aradona topla akarken, tam ceza alanına gireceği sırada... O ooo çok sert bir fau l... İsviçreli hakem koşu­ yor, eli cebinden kırmızı kartı çıkarıyor. Zaten ilk sarı kartı görmüş Sabanadzoviç... Görmese de fark etmez. Yaptığı bu hareket bile kırmızı karta yeter de artar bi­ le... Ne var ki on kişilik Yugoslavya, daha fazla akın ya­ pıyor on bir kişili Arjantin’e oranla... Tabii seyredilen futbol, iki takımın da ününe yaraşır güzellikte değil... İkinci yarıda tempo daha da düşüyor. İkisinin de gol atacak hali yok sanki... Arada önemli şeyler de olmuyor değil... Örneğin, Ruggeri’nin kafa vuruşuyla giden top üst direkten dönüyor. Dövünüyor Arjantinliler... Burruchaga topu götürüyor, kaleye de sokuyor... Ammaaaaa ... Hakem elini kaldırıyor, “Gol değil” diye... Arjan­ tin futbolcusunun topu elle taşıdığını görmüş. Uzun sö­ zün kısası, tam iki saatlik maçta ilaç için bir tek gol bile yok. Uzatmanın bitiminde hakem, penaltı atışlarına da­ vet ediyor iki takımı d a... Ve penaltılar... Şimdi seyreyleyin dramı mı desem, komediyi mi desem, neyse n e... Kurada ilk penaltı Arjantin’e düşüyor. Topun başında Serrizuela... Vuruyor: G o l... 1-0 Arjantin önde... Yugoslavların ilk penaltısı Stojkoviç’ten ... Topa iyi vuran bir golcü ama bu kez kötü vuruyor: Top üst direkten ge­ ri geliyor... Durum hâlâ 1 -0 ... Burruchaga l-O’ı 2 -0 ’a çıkarıyor, penaltıyı gole çevirerek... Neyse Prosinecki ilk Yugoslav golünü tabelaya yazdırıyor: 2 -1 ... O oooo, kim geliyor? Kimler geliyor? Herkes ayakta... Herkes nefesini tutm uş... Bakalım büyük M aradona ya da ünlü “Bücür” hangi köşeden sokacak topu kaleye? Ve M ara­ dona çekiyor penaltıyı... Kaleci İvkoviç havalara uçu­ yor sevinçten... Tribündeki Yugoslavlar çılgına dönü­ 359


yor: Dünya Kupalarının yıldızı M aradona’nm penaltısı­ nı kurtardı İvkoviç... Beraberlik şansı doğdu Yugoslav­ ya için... Sırada Saviçeviç var. Hadi Saviçeviç... Ve 2-2 oluyor durum. Saviçeviç penaltıdan ikinci gollerini attı. Eyvah! Arjantin gidiyor. Çünkü bir golcü daha penaltıyı kaçırıyor: Troglio da direğe nişanladı. Şimdi Brnoviç at­ tı mı golü, Yugoslavya 3-2 öne geçecek... Brnoviç topa vuruyor, hem de sert. Fakat kaleci Goicoechea mükem­ mel kurtarıyor: 2-2 bozulmuyor... Arjantin’in şimdiki penaltıcısı, D ezotti... Vurdu ve gol. Tekrar Arjantin ön­ de: 3 -2 ... Hadzıbegoviç geliyor topun başına... Topu ağlarla kucaklaştırırsa, 3 -3 ’le yeniden umutlanacak Ytıgoslavlar... Ama bir de gole çeviremezse bu penaltıyı... Arjantin tur atlayacak. Hadzıbegoviç büyük bir futbol­ cu. G eliyor... vuruyor topu... Birden sahadaki bütün Arjantinli oyuncular havaya fırlıyor... Sevinç çığlıkla­ rı... M aradona, kalecileri Goicoechea’ya koşuyor... Sa­ rılıyorlar... Kucaklaşıyorlar... Ağlayanlar var içlerin­ de... Hepsi de kalecilerini kutluyor... Zaferde en büyük pay onun çünkü... Son penaltıyı kurtararak takımının yarı finale yükselmesini sağladı Goicoechea... Arjantin ipten dönüyor, on kişilik Yugoslavya’yı ancak penaltı­ larda geçebiliyor.

Rom a’daki heyecan... Bir yanda favori Arjantin böylesine sıkıntı çekerken, ay­ nı gün öte yanda, Rom a’nın Olimpiyat Stadı’nda ev sa­ hipleri İrlanda’nın karşısına çıkıyor. İtalya’nın gol ye­ meyen kalecisi Zenga’ya, İrlanda’nın bir sürprizi olacak mı? Yoksa İtalya, tam gaz yoluna devam mı edecek? Haaa, bir de “Schillaci mucizesi” var. Hani şu yedek sı­ rasından gelip de attığı gollerle İtalya’nın şansını değiş­ 3 60


tiren “Toto” ... Tribünlerde üstünlük İtalyanlarda oldu­ ğundan, hemen her atakta “G o l” diye yerlerinden fırlı­ yorlar. Ama gol nerde? İlk yarım saat geçiyor, gol görü­ nürde yok. Baggio da o günlerin fırtınası... Aldı topu, biraz sürüp pasım verdi, top Donadoni’de şim di... Ka­ leye aşağı yukarı yirmi beş metre uzaktan öylesine sert vurdu ki D onadoni... İrlanda kalecisi Bonner topu an­ cak karşılayabildi. Fakat şutun etkisinden dengesini kaybedip yere düştü. O anda oracıkta bitiveren Schillaci, topu tuttuğu gibi boş kaleye yuvarladı: İtalya 1, İr­ landa 0 ... Bu, artık maçın sonucu... İrlandalılarm tüm çabası İtalya kalesinde tek gol şansı bile getirmeyecek, İrlanda elenirken, İtalyan kalecisi Zenga “ 14. Dünya Kupası’nda beş maçtır gol yemeyen kaleci” olarak al­ kışlanmaya devam edecek. Beş maç, doksan dakikadan eder dört yüz elli dakika!.. İtalyan kampında kaleci Zenga ile sohbetimizde sormuştum, “Final dahil, hiç gol yemeden turnuvayı bitireceğinizi tahmin ediyor mu­ sunuz?” diye... “Ben önce Alman Sepp M aier’in Dünya Kupalarındaki rekorunun peşindeyim” demişti Zen­ g a... Ve şöyle sürdürmüştü sözlerini: “Maier, 1974 ve 1978 kupalarında dört yüz yetmiş beş dakika gol yeme­ mişti. Ben henüz dört yüz elli dakikadayım. Onu geçtik­ ten sonra ise, en büyük hedefim, bana göre, dünyanın en büyük kalecisi, ilah gibi taptığım kaleci D ino Z off’un 1143 dakikalık rekoruna erişmek... Zoff, 1143 dakika İtalya kalesine topu sokturmamıştı. Onu geç­ mek isterim. Fakat çok zor olduğunu da biliyorum.” Arjantin bir, İtalya ik i... Ya öteki iki yarı finalistler kim olacak? Almanlar kendinden çok em in... Ç ekos­ lovakya değişik şekiller gösteren bir takıma sahip ... M aç oluyor, dört gol, beş gol atıyor. M aç oluyor, tek golden ötesine geçemiyor, ya da hiç atamıyor. Alman 361


takım ı ise, şu ana kadar oynadığı dört maçtan üçünü kazandı, birini berabere bitirdi. Yani yenilgi yüzü gör­ medi. “Favori” olarak ev sahibi İtalya’dan bile çok da­ ha şans veriliyor A lm anlara... M ilan o’daki maçın so­ nucunu da penaltı belirledi ama, iki saatlik mücadele sonundaki penaltı değil... Henüz 2 4 . dakika oynanır­ ken hakemin verdiği penaltı... Klinsm ann’m iki Çe­ koslovak oyuncusunu geçerek ceza alanına girmesiyle pozisyon doğmuştu. Kendisini çok sertçe durdurdular. AvusturyalI hakem Kohl, penaltıyı çalm akta hiç tered­ düt göstermedi. Ne var ki, maçtan sonra Çekoslovaklar “Almanlarla aynı dili konuşan hakemin penaltı ve­ rip yenik duruma düşmemize neden olduktan sonra, bir futbolcumuzu da kırmızı kartla oyun dışı bırak­ ması olayına biz hiçbir şey demiyoruz” demeciyle çok şey söylemişlerdi. Ancak penaltıda hakemle beraber­ dik. Kurallara göre, verilen ceza doğruydu. Ama gös­ terilen kırmızı kart, biraz da kom ikti. Çekoslovak fut­ bolcusu M oravçik topla giderken sert bir hareketle durdurulmuş, o da haklı olarak hakemin bir penaltı vermesini beklemişti. Hakem “oyna” işaretini yapınca sinirlenen Çekoslovak oyuncusu, o kızgınlıkla havaya doğru bir tekme savuruyor, ancak ayakkabısı ayağın­ dan çıkıp havada bir daire çizip yere düşüyordu. İşte Avusturyalı hakem bu olaydan ötürü kırmızı kart gös­ termiş, Çekoslovaklarm on kişi kalm asına neden ol­ muştu. l-O ’ı elde eden Almanlar, savunma güvenliğine önem vererek tek farklı galibiyeti yeter görmüşlerdi.

“Yazık oldu K am erun’a . . . ” Sonuncu yarı finalisti tayin edecek maç, aslında öylesi­ ne ilgi çekiciydi k i... Bir yanda futbolu yaratan İngiliz362


ler... öte yanda Batıkların yeni uyandığını kabul ettiği Afrika’nın aslanları... Açılışta M aradona’lı, son şampi­ yon Arjantin’i yenip geçiveren, onun ardından Rom an­ ya maçından da galibiyetle ayrılan Kamerun, finallerin en büyük bombasıydı. İlk turdaki 4 -0 ’lık Sovyet yenil­ gisine ise, hayli şüphe ile bakılmıştı. Sonra ikinci turu da geçti Kam erun... Bu kez, Kolombiya’yı yenerek... Şimdi de daima iddialı İngiltere ile oynuyorlardı. M aça Kamerun öylesine hızlı girdi ki, hemen herkes bu maçta da sürpriz beklemeye başladı. Aksi oldu am a... İngilte­ re’nin kıvrak futbolcusu Platt, Pearce tarafından ortala­ nan topa iyi çıktı ve ağları havalandırdı. İlk yarı 1-0 İn­ giliz üstünlüğüyle kapandı kapanm asına... Gerçekten tam üç gol kaçırmıştı Kam erunlular... Çok müsait fır­ satları değerlendirememişlerdi. Ancak ikinci yarıda Ka­ merun yeniden şahlanıyor, beklediği galibiyete erişiyor­ du. Yaşlı kurt M illa kendine özgü hareketlerle ceza ala­ nına girmiş, kaleye giderken Gascoigne tarafından dü­ şürülüyor, Meksikalı hakem Codesal da hemen penaltı­ yı veriyordu. Kunde, kaleci Shilton’u ters köşeye yatıra­ rak öbür köşeden penaltıyı gole çeviriyor, beraberliği sağlıyordu. Aradan üç dakika geçmişti ki, bu kez Ekeke, M illa’nın harika pasını aynı güzellikte değerlendiri­ yor, kalecinin üstünden aşırtarak Kamerun’u 2-1 öne geçiriyordu. M açın normal süresinin bitimine yirmi altı dakika vardı. Kamerun, galibiyetini korumaya 83. da­ kikaya kadar devam edecekti. Yani yedi dakika daha N kono’nun kalesine top girmezse, Kamerun yarı finale çıkmış olacaktı. İşte son dakikalarda İngiliz futbolunun bir yıldızı, Lineker birden şahlanıyor, üst üste gol pozis­ yonları yaratmaya başlıyordu. Bu arada Kamerunlular da ne olursa olsun, 2-1 ’i korumak isterken biraz sert­ leşmişti. Ve böylesi bir sertliğin dozu çok fazla kaçınca, 363


Meksikalı hakem de penaltı çalın ca... Lineker, fırsatı kaçırmıyor, doksan dakikalık sürenin 2-2 bitmesini sağlıyordu. Sonrasında, iş penaltılara kadar gidebilirdi. Zaten normal sürede bile iki penaltı oldu, derken... Hakem CodesaPm düdüğü: Üçüncü penaltı! Topun ba­ şında gene Lineker... Mükemmel bir vuruş... Ve 3 -2 ’nin sevinciyle İngilizler coşarken... Kamerun, 104. dakika­ da finallere veda ediyordu. Ama ne olursa olsun, yıllar yılı futbol dünyasında “K am erun-1990”dan en güzel sözcüklerle bahsedilecekti. Afrika temsilcisi, güzel fut­ boluyla kupayı değil, fakat gönülleri kazanmıştı. İngil­ tere - Kamerun maçını seyredenler ise, stadtan çıkarken “Yazık oldu Kamerun’a ” demekten kendilerini alama­ mışlardı.

Kalecinin rekoru: 5 1 7 dakika... 14. Dünya Kupası’nda iki finalist de, uzatmalı m açlar­ dan sonra penaltı atışlarıyla belirlendi. Bu, futbol tari­ hinde ilk kez oluyordu. N apoli’deki İtalya - Arjantin maçında heyecan yaratan noktalar çoktu. Bir kere, ev sahipleri finale kalacak mıydı? Ya da turnuvanın en renkli takımı olarak gösterilen M aradona’lı Arjantin, kupaya el uzatabilecek miydi? Bu yarı final öncesi kamplarında konuştuğum İtalyan futbolcuları sonuç­ tan emin görünüyor, bir tek finalde karşılarına gelebi­ lecek Alınanlardan korkuyorlardı. Bu maçın başka özelliği, M aradona-Schillaci savaşma meydan vermesi olacaktı. Kaleci Zenga’nın “gol yemezlik rekoru” da, m erakla beklenen olaylardan biriydi. İşte Napoli m açı­ na çok hızlı giren İtalya, gole ulaşmakta da çok gecik­ memişti. “ Golün adı, Toto” diyen İtalyanlar, gerçekten golü Schillaci ile atmış, 1-0 öne geçmişlerdi. Dakikalar 364


ilerledikçe, Zenga da rekorunu yeniliyor, M aier’i geçi­ yordu. Son rekorun sahibi, Alman Milli Takımı’nm es­ ki kalecisi Maier, iki kupada 4 7 4 dakika gol yememiş­ ti. Zenga, 4 7 5 . dakikaya da gol yemeden ulaştığında çok mutluydu. M aier’i geride bırakmıştı. Rekor büyü­ yordu, Zenga’nın kalesinde 4 7 5 derken 4 8 0 , 4 9 0 , 5 0 0 , 5 1 0 dakikadır gol girmiyordu. Tam 5 1 7 . dakikaya ulaşmıştı ki, Z enga... Sarışın, şirin Arjantinli golcü Caniggia kale önünde biti veriyor... Ve topu İtalyan ağlarına yollayarak Zenga’ya “Yeter!” diyordu. 5 1 7 dakikalık rekor yeterdi. İşin ilginç yanı, o ana kadar kusursuz oynadığı için herkesin övdüğü İtalyan kaleci Zenga, Caniggia’nm attığı golde büyük hata yapmıştı. Tüm otoriteler, İtalyan kalecinin çok hatalı bir çıkış yaptığında birleşiyordu. Zenga’nın yediği gol, maçın gidişini değiştirecek, 1-1 Tik durum, oyunun uzaması­ na neden olacaktı. Sonrasında penaltılar başlayacaktı. M aça hızlı başlayan İtalya giderek bu temposunu kay­ betmiş, Arjantin ise tam aksine, ilerleyen dakikalarda bayağı iyi oynamaya başlamıştı. Penaltılar öncesinde, İtalyanların büyük kozu Schillaci’nin ayağına kramp girmişti. Bir başka penaltıcı Ferry’nin de lifi atmıştı az ön ce... Bu durumda penaltı atma görevi, bu iş için pek uygun görülmeyen Donadoni ile Serena’ya kalmıştı. İkisi de, İtalyanları korktuklarına uğratacak, Donado­ ni de, Serena da penaltıyı kaçırınca, İtalya da kupa tre­ nini kaçırmış olacaktı. Arjantin yedek kalecisi Goicoechea bir anda turnuvada adı geçen kalecilerden biri oluyor, tam iki penaltı kurtararak alkış topluyordu. İtalya için rüya bitmişti. Sonrasında sokaklardaki coş­ ku bir anda kaybolacak, sevinçle bağırıp yürüyen kala­ balıklar evlerine çekilecekti. Ertesi sabah İtalyan gaze­ telerinin çok geç çıkmasının nedeni ise açıktı: İtal­ 365


ya’nm galibiyetinden emin olarak, “Büyük finaldeyiz” başlıklı zafer sayfaları hazırlayan basının hevesi kursa­ ğında kalacak, nerdeyse gazeteler kupanın adını bile anmayacaktı. Kaç zamandır bütün vitrinleri süsleyen “İtalya ’9 0 ” hatıra eşyası da bir anda yok olmuştu. Ale­ lacele kaldırmışlardı hepsini vitrinlerden... Yarı finalin öteki ayağında da, sonucu penaltılar be­ lirleyecekti. “Herkesin favorisi” Almanya ile kimsenin favorisi olmayan İngiltere, gerçekten güzel bir futbol seyrettirdiler. Federal Almanya ile İngiltere arasındaki yarı final, bir bakıma 1966 Kupası’ndaki finalin rö ­ vanşı değerini taşıyordu. İngilizlerin 4-2 kazandığı iki saatlik maçın rövanşı... Üçüncü İngiliz golündeki tar­ tışma, aradan yirmi dört yıl geçtiği halde bitmiş değil­ di. H atta 1 9 7 0 Dünya Kupası’nda çeyrek finalde iki takım gene birbirine düşmüş, uzatmalı maçı Almanlar 3-2 kazanmıştı. Fakat 1 9 6 6 ’da uğradıkları haksızlığı bir türlü unutamıyordu A lm anlar... M aç çok çekiş­ meli geçti. Tıpkı öteki yarı final gibi, bu da 1-1 bitti. Uzatıldı, otuz dakikada da durum değişmedi. Sıra pe­ naltılara geldi. 4 -3 ’lük penaltı atışları galibiyeti, Al­ manya’yı finale çıkardı. Tıpkı öteki yarı finaldeki gi­ bi, iki penaltı hedefini bulamayınca, İngilizler de veda selamını vermek durumunda kaldı. Pearce ve Waddle, biri kaleciye, diğeri avuta nişanlamıştı to p u ... Takı­ mın en hızlı ve hırslı adamı Gascoigne dururken, Bobby R obson’un penaltı için “Pearce” demesi büyük hatay­ dı. Böylece tarih, hem de kısa zamanda tekerrür edi­ yor ve 1 9 9 0 Kupası’nda da, dört yıl önceki gibi, gene Almanya ile Arjantin finale kalıyordu. Bu arada, yenilip büyük finale çıkamayan takımların önem vermediği üçüncülük maçında İtalya’nın İngilte­ re’yi 2-1 yenmesi, normal karşılanacaktı... Aslında iki 366


takım da angarya gibi oynamışlardı. Baggio’nun attığı kafa golii harikaydı. İngiltere buna Platt’ın kafa şutuyla cevap veriyor, sonucu ise penaltısı bol kupada gene bir penaltı belirliyordu. Penaltıyı gole çeviren Schillaci, takı­ mını “Dünya Üçüncüsü” basamağına çıkarıyor, kendisi de bu golle 14. Kupanın Gol Kralı oluyordu.

rv ’deki M arianna ile R om a’da sohbet... Her Dünya Kupası’nda öyledir y a... Sokakta yürür­ ken, birden karşınıza biri çıkar, ünlü biri, çok ünlü bi­ ri... Şaşırırsınız ö n ce... Bu ilk şaşkınlığı attıktan sonra ya ona selam verirsiniz, ya da konuşur hatır sorarsınız. Belki birlikte fotoğraf çektirme teklifinde bulunursu­ nuz. Durum müsait değilse, sadece bakm akla yetinir, sonra da eşe dosta “Aaa, filmlerindeki kadar güzel de­ ğil” yahut “Aaa, Tv’de gördüğümüzden de yakışıklı” filan dersiniz. Biz de Fotospor ekibi olarak, R om a’da bir açıkhava restoranında yemek yiyoruz. Büyük, çok büyük bir bah çe... Biraz yüksekçe bir bölümünde otu­ ruyoruz. Ben de kenardayım. Her yanı gayet iyi görü­ yorum ... D erken... O da ne? Bu o ... Bu o ... Kenan Erçetingöz, fişek gibi m agazinci... Baktığım yana bak­ tı. O da ta n ıd ı... 1 9 9 0 ’m popüler t v dizisindeki tatlı M arianna değil mi o? Ta kendisi... K alabalık bir grupla beraber... Kameralar, mikrofonlar, belli ki bir TV ek ib i... Restoranda sağa sola doğru yürüyor, boş yer arıyorlar. Hemen ayağa kalktım. Bizim masa balkonumsu bir yerde y a... Her tarafı görüyor. Ondan yararlandım. Ayaklarımın ucunda da yükselerek bağır­ maya başladım: “V eronika... V ero n ik aaaa...” Nerden mi çıktı bu “Veronika?” Kızın sinema ve TV dünyasındaki adı soyadı b u : “Veronika C a stro ...” D i­ 367


zideki adıyla “M arianna” diye de seslenebilirdim ama, kendi öz adını duyduğu andaki rahatlığı düşünerek böyle yaptım. Elimle işaret ederek... Ve de bildiğim seksen yüz İspanyolca sözcükten yararlanarak... “Bek­ le! Geliyorum ” diye seslendim. Şimdi siz kendinizi onun yerine koyun. M eksikalı bu sanatçı. M eksika Televizyonu’nda da sunuculuk yaptığını duymuştum. Kendisine küçük adıyla seslenen de, çoluk çocuk de­ ğil... Herhalde içinden “Tanıyamadım, birden çıkara­ madım. Ama bu, herhalde birisi” dediğine bahse girebi­ lirdim. Keşke girseymişim, kazanırmışım! Çünkü yanı­ na gittiğimde derhal İngilizce olarak kendimi tanıttım; Türk olduğumu, t v sunuculuğu yaptığımı, Dünya Ku­ pası için hurda olduğumu, kendisinin Türkiye’de “M a­ rianna” rolüyle çok popüler olduğunu filan anlatır­ ken... Yanındaki uzun boylu erkek atıldı. O da kendisi­ ni tanıttı. Meksika Televizyonu adına burda oldukları­ nı söyledi. Sonra da Veronica Castro’nun Türkiye’de tanınması üzerine sorular sordu. Ben de dilimin döndüğıince anlattım. O zaman elini omzuma koyarak “Rica etsek, Veronica ile beraber bizim M eksika Televizyonu kamerası önünde konuşur musunuz? Müsaade eder mi­ siniz, bu röportajı M eksika’da yayınlamamıza?” demez mi? Siz olsanız “Hay hay” demez misiniz? Ve de “Ben de Veronica ile konuşacağım, ama kameramız yok. Fo­ toğraf çekeriz” diye eklemez misiniz? Uzun sözün kısa­ sı, bizde hanımları hüngür hüngür ağlatan Marianna ile dakikalarca konuştuk. Zenginler de Ağlar, İtalya’da da gösterildiği için orda da iyi tanıyorlardı. Tabii çok geçmeden etrafımız fotoğraf çektirmek isteyen meraklı­ larla doldu. Bu arada M eksikalı Tv’ciler, yanda iki ma­ sa ayarlamışlardı. Beni “ buyur” ettiler. Veronica ile yan yana oturttular ikim izi... Kenan Erçetingöz bir yandan 3 68


lotoğraf çekiyor, bir yandan da kendi makinesini alma­ dığı için “aaah” çekiyordu. Akşam otelden çıkarken, “Aman” demişti Kenan, “Kaç gündür bu ağır maki­ neyle gezmekten bıktım. Alt tarafı bir yemek yiyip dö­ neceğiz.” Ve almamıştı fotoğraf m akinesini... Allahtan ki Tanju Tecimer’in daha basit bir makinesi yanımızdaydı. Bizim sevgili Marianna ile uzun uzun konuştuk. Yüzü gerçekten çok güzeldi. Güler yüzlüydü d e... Tatlı gülüşün kendine yakıştığının farkında, hep gülüyordu. Sevimli, tatlı, mütevazı, hoş bir kadındı. Kusuru mu? O kadar kusur kadı kızında da bulunmaz mı? Boyu kısay­ dı. Hatta çok kısaydı. Diziden bahsederken “Siz çok güler yüzlüsünüz. Dizide ise herkesi ağlatıyorsunuz” dediğimde “Ne yapalım” yanıtını verdi. “Senaryonun yazdığını oynamak, yönetmenin dediğini yapmak zo­ rundasınız artist o la ra k ...” Arada dizi yıldızı olmayı sevdiğini, ama televizyonda program hazırlamayı ve sunmayı daha çok sevdiğini de ilave etti. Klasik finali de yaptı: “İlk fırsatta Türkiye’ye geleceğim.” Hep öyle derler y a ... Daha sonra aşktan konuştuk, havadan, su­ dan, m odadan... Ve de futboldan... Hiç tahmin etmez­ dim ama, futbolla yakından ilgiliydi. Tabii M eksika’nın Azteca Stadı’ndaki Dünya Kupası açılışının ne kadar görkemli olduğunu hatırlatmadan da geçemedi. Haksız da sayılmazdı.

Bir penaltıya bir kupa ... M arianna, Veronica diye beni lafa tutup az kalsın bü­ yük finali kaçırtacaksınız. Siz de merak etmiyor musu­ nuz? “Almanya mı, A rjantin m i?” diye... M eksikalı hakem Codesal’ın yönettiği büyük finale taraflar şu on birlerle çıkmıştı: 369


A l m a n y a : Ilgner - Berthold, Köhler, Augenthaler, Brehme - Littbarski, Buchwald, Matthaeus - Hassler, Klinsmann, Völler A r j a n t İ n : Goicochea - Ruggeri, Monzon, Simon, Serrizuela - Sensini, Lorenzo, Basuldo - Burruchaga, Dezotti, M aradona Korkunç gerilimli başlayan maçın ilk yarısında fut­ bol kalitesi, bir Dünya Kupası finaline yaraşacak de­ ğerde değildi. Bu zevksiz mücadele, ikinci yarıda Al­ manların bilinen presli oyuna dönmeleriyle değişiver­ di. Şimdi Almanlar daha hızlıydı. Bu arada Klinsm ann’a çok sert giren M onzon’a M eksikalı hakem kır­ mızı kart gösterince, Almanya’nın işi kolaylaştı. Böylesine büyük bir finalde on bir kişiye karşı on kişiyle sa­ vaşmak, hiç de kolay değildi. Ancak bu avantaja kar­ şın, Alman takımı bir türlü golü bulamadı. Laf aramız­ da, normal sürenin bitimine üç dakika kala hakem pe­ naltı noktasını göstermese, gene uzatma ve gene penal­ tılar gelebilirdi. Gidiş oydu çünkü ... Ama 87. dakika­ da Völler ceza alanına girerken, Simon’un sert müda­ halesiyle kendini yerde bulunca, bir anda her şey deği­ şiyor; penaltı, kupanın sahibini tayin ediyordu. Ne var ki, herkes M atthaeus’un penaltıyı çekmek için koşm a­ sını beklerken, o yerinden kıpırdamıyordu bile... Şim­ di ileri doğru koşan, çok geçmeden topu penaltı n okta­ sına diken ve gerilip vurmasıyla beraber stadı ayağa kaldıran... Brehme idi. Gerçekten mükemmel vurmuş­ tu Brehm e... 14. Dünya Kupası’nın sahibini ilan eden goldü b u ... Kalan iki dakikada A rjantin’in yürüyecek hali dahi kalm ayacaktı. Çünkü M onzon’dan sonra Dezotti de kırmızı kart görmüş, Arjantin dokuz kişi kalmıştı. Arjantinliler m ü t h i ş öfkelenecek, “M afya”nın “ f İ f a ”

370


ile işbirliği yaptığı suçlamasında bulunacaklardı. Ar­ jantinlilere göre, “Her şey ev sahibi İtalyanlarla Alınan­ lara göre ayarlanmıştı. Gene her şey, M aradona’nın ta­ kımını kenara itmek için hesaplanmıştı. Sonuç da bu­ nun ifadesi olmuştu. Finalin M eksikalı hakemi Codesal için ise, “ O, A rjantin’i ekarte etmek için kullanılan bir m aşaydı” diyordu A rjantinliler... • M aradona’dan M adonna’y a ... 1 9 9 0 Final’inde M aradona sahada mücadele ederken, tribünde de ün­ lü şarkıcı M adonna, ünlü tenor Pavarotti ile beraber maçı izliyordu. Şeref tribününde de İtalya Cumhur­ başkanı Cossiga, Başbakan Andeotti, Almanya Cum­ hurbaşkanı Weizsäcker, Başbakan Helmut Kohl, Bre­ zilya Cumhurbaşkanı C olor de M ello, Kamerun Baş­ bakanı Ehvende vardı. Arjantin Cumhurbaşkanı Car­ los M enem ise, maça gitmesinin uğurlu gelmediğini öne sürerek, finali Tv’den seyretmeyi tercih etmişti. Menem, açılışta Kam erun’a yenildikleri için uğursuz­ luğa inanmıştı. N e var ki Başkan gelince yenilmişlerdi de... Gelmeyince de yeniliyorlardı işte! • Bu final aynı zamanda en golsüz final olmuştu. Tek gol vardı. O da penaltıdan atılmıştı. • Çeyrek finaldeki İtalya - Arjantin maçında Ar­ jantinli Ruggeri’nin cebinden bir şey düşmesi, özellik­ le Tv’de daha yakından gören milyonların merakını kamçılamıştı. Sonradan Ruggeri’ye soran Basın men­ supları, futbolcunun cebinde sakız taşıdığını, düşenin de sakız paketi olduğunu öğrendiler. • Futbolcu olarak büyük ün yapan, tüm dünyada çok sevilen Beckenbauer, şimdi de “h oca” olarak başa­ rısını perçinledi. • M aradona, turnuvanın en renkli kişisiydi. Final­ den sonra ünlü “Bücür”ün F İF A ’y a , hakemlere filan 371


çok ağır dille yüklenmesini bekleyenler biraz şaşıra­ caklardı. Çünkü M aradona, onlara da verip veriştir­ mişti am a... herhalde artık olgunlaşmaya başlamış ol­ malı ki, kendisinin, kendi federasyonunun, kendi takı­ mının hatalarını da söylemeden geçememişti. M arado­ na, şöyle dert yanmıştı final sonrası: “ 1986 Kupası’nda savunma oyuncularımız bile gol atıyordu. Şimdi yük, sadece benim üstüm de... İtalya, Almanya ve Brezilya takım larının bizden daha iyi olduğunu kabul etmemiz lazım ... Ancak Kamerun’a yenilmemizin üzüntüsünü hâlâ içimden atamadım. Dünya Kupası maçlarında başarılı olm ak, A rjantin’in geleneği... Gelecek kupa için şimdiden hazırlanm alıyız.” • Finaller başlarken, o tarihteki Cumhurbaşkanı­ mız Turgut Özal, ev sahibi İtalya’yı favori göstermiş, “İtalyanlar kupayı kazanır” demişti. Türkiye’de Fe­ nerbahçe’de oynam akta olan Schumacher de İtalyanlara şans vermiş, kaç yıl kalesini koruduğu Alman M illi Takımı için “Bugünkü kadromuzla bizim takım, bırakın kupayı, yarı finale bile gelemez” demecini ver­ mişti. • Almanlar, üçüncü kez Dünya Şampiyonu olm a­ nın mutluluğunu sokaklara dökülerek coşkuyla kutlar­ ken, M atthaeus “Kimse hakeme çamur atmasın. Pe­ naltı penaltıydı. Ayrıca, bizim Auganthaler’in düşürül­ düğü, gene yüzde yüz penaltı olan pozisyonu da ceza­ landırmadı. Bu kupayı bizden başka takım ın kazan­ ması, futbol adaleti adına ihanet olurdu” diyerek şim­ şekleri epey üstüne çekti. • En ilginç sözü ise, Alman Littbarski söyledi maç­ tan sonra: “D ört yıl önce M eksika’da M aradona ve arkadaşları gülerken, biz ağlıyorduk. Gülme sırası biz­ d e... Şimdi de M aradona ağlasın bakalım ... Aslında 372


final A rjantin’in hakkı değildi. Onun için M aradona da boşuna ağlam asın.” ... Ve belki M aradona, kupayı kaybettiklerine değil, Littbarski’nin söylediklerine çok daha fazla kızmıştı.

H alit Kıvanç, R o m a ’d a TV M erkezi’n de yayında.

M aradona an tren m an d a etrafa dehşet saçıyor.



D ah a sonra G alatasaray ’da oy n ayacak H agi de, tüm R om an ya Milli Takım ı fu tbolcu ları gibi, bir m aça saçlarını sarıya boyatıp çıkm ıştı.

İtalyan K aptanı M aldini ile K ıvan ç...


M arad on a, A lm an oyuncularım takm ış a rk a sın a ... Gidiyor.


Völler düşürülüyor: Penaltı!.. Ve ku p an ım k a d e ri belli oluyor.

I

A lm an y a’y a ku p ay ı getiren g o l... B rehm ee takım ın ı şam piyon yapıyor.


15, Dünya Kupası 1 9 9 4 AB D


Futbolun en büyük heyecanı Dünya Kupası finalleri, başlangıçta iki kez Avrupa’da, bir kez Am erika’da oy­ nanacak şekilde düşünülmüştü. Hani Güney Amerika­ lılar iyi futbol oynayabilir, hatta şampiyon da olabilir ama, böylesine büyük bir organizasyonu başaramaz, diye düşünülmüştü. Latinlerin feryadı bu ilk yıllarda pek duyulamamıştı. Ancak yıllar ilerledikçe, Dünya Kupası’na ilgi arttıkça, konan kural yeniden gözden geçirildi. Sonunda finallerin bir kez Avrupa’da, bir kez Am erika’da oynanması şekli kabul edildi. Gerçek­ ten 1 9 6 2 ’den sonra peş peşe iki kupadan birinin final­ leri Avrupa’da, öteki ise Am erika’da oynanmaya baş­ landı. Ne var ki bu kural değişikliği yapılırken, hep Güney ve O rta Amerika ülkeleri düşünülmüş, ama Amerika kıtasının kuzeyi, hele hele a b d hiç hesaba katılmamıştı. Oysa ne kadar ilginçtir ki, futbolun en büyük coşkusu olan Dünya Kupası başladığında, ilk finallere katılan on üç ülkeden biri a b d idi. H atta Avrupalılarm alay ettiği bu a b d takım ı, grubundaki Avrupalı takım ı (Belçika’yı), hem de 3-0 gibi farklı skor­ la yenmeyi başarmıştı. Bütün bunlar, gene de Avru­ pa’daki bazı futbol otoritelerini etkilemiyor, 1 9 9 4 Kupası’na ev sahipliği için başvuranlar arasında yer alan a b d , bir kez daha ciddiye alınm ayacak sanılıyordu. Çünkü “Am erikalı, dört spordan başkasına yüz ver­ is i


mez. O nlar için beyzbol vardır, basketbol vardır, Ame­ rikan futbolu vardır, buz hokeyi vardır. Futbolu bir heves olarak gündeme getiriyorlar” diyen bazı Avru­ palIların tezi, bir gün geldi, ayaklar altında kalıverdi. Dünya futbolunu yönetenler, 1 9 9 4 finallerinin A B D ’ d e yapılmasına “evet” demişti. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki futbol âşıkları da, büyük organizasyonu hem kupanın, hem de kendilerinin şanına layık dü­ zenlemek için kolları sıvadı, üstesinden de geldiler. Bu arada çok, ama çok ilginç bir nokta vardı. Bazı Ame­ rikalılar milli futbol takım larının yeterince güçlü ol­ madığım öne sürüyor, daha ilk turda elenmesinden korkuyorlardı. İşte o çoook ilginç nokta hemen gün­ deme getiriliyor. “Eğer Amerika takımı yenilirse, biz de o andan itibaren dedelerimizin Yeni Dünya’ya ge­ lirken getirdikleri bayrakları sandıktan çıkarır ve nerden geldikse ordan gelenleri tutarız” diyorlardı. Yani a b d takım ı elenirse, İtalyan asıllı Amerikalılar İtal­ ya’yı, İrlanda asıllılar İrlanda’yı, kısaca herkes köke­ nindeki ülkeyi tutacaktı. Bu düşünce sık sık gündeme geldi, bazen tebessümle geçti, bazen de pekâlâ ciddiye alanlar, “N için olm asın?” diyenler çıktı.

San M arino’yu yenem ezsen... Am erikalılar her şeyi düşünüp organizasyonu hazır­ larken, bizde de ayrı bir heyecan vardı. Doğrusu Türk M illi Takım ı’nın, A B D ’ d e yapılacağı için öncekilerden farklı bir sansasyon yaratması beklenen 15. Dünya Kupası’nda yer alması, her zamandan daha da fazla arzulanıyordu. Ne var ki elemelerde öyle bir gruba düşmüştük k i... Her şeyden önce “altılı grup”taydık. Beş rakibimizden dördü, futbolda iddialı ülkelerin ta382


kınalarıydı. Bizi farklı skorlarla yenmiş bir İngilte­ re’nin, bir Polonya’nın yanı sıra kupalarda başa gü­ reşmiş bir H ollanda... Bu üçü yeter de artardı bile... Öteki iki rakibimizden biri, eşit olduğumuz N orveç’ti. Öteki mi? Hepimizin “çantada keklik” gördüğü San M arin o ... Ama biz hiç kimsenin yapamadığım yapa­ cak ve bu kekliği bile elimizden kaçıracaktık. A jans­ lar, futbolun bu en büyük sürprizini dünyaya duyur­ mak için adeta yarış edeceklerdi. Daha sonra rastladı­ ğımız yabancı futbol otoriteleri de bize merakla sora­ caklardı: “Sahi söylesenize!.. Anlatsanıza!.. N asıl be­ raber kaldınız San M arino ile?” Elemelere, Polonya’ya Polonya’da 1 -0 yenilerek baş­ lamamız pek de anorm al sayılmazdı. Ardından San M arino’yu A nkara’da 4-1 yendiğimizde, kalemize gi­ ren tek gole üzülmüştük. H akan Şükür ( g s ) ve Hami ile Orhan (Trabzon) imzalı dört golle galibiyet, elbette güzeldi. Ama arkasından yenilgiler peş peşe sıraya di­ zilince... Londra’da İngilizlere 4-0 yenilmemiz de ağır sonuçtu ama çok anormal sayılmayabilirdi. Normal olmayan, milli takımımızın İstanbul’da H ollanda’ya 3-1 ’le boyun eğmesiydi. Tek golümüzü atan Feyyaz Uçar ( b j i c ), bir sonraki m açta da Hollanda ağlarına bir gol daha bırakıyordu. Ama biz tarifeyi değiştirmi­ yor, H ollanda’ya H ollanda’da da gene 3-1 yenilerek şansımızı iyice azaltıyorduk. Tüm umudumuz önü­ müzdeki maçlardaydı. Önce şu “yemlik” San M arino karşısında bir gol rekoru kırıp, iş averaja kalırsa yü­ zümüzün gülmesini sağlamalıydık. Bu sefer o bir tek golü de yemedik San M arinolulardan... A m m aaaa... Bir tek gol de biz atamadık. Korkulanın en kötüsüydü bu 0-0 beraberlik... San M arin o’yu bile yenemeyenle­ rin herhalde a b d uçağına binmeye hakkı yoktu. Bine­ 383


medik de zaten ... Sonrasında İngiltere karşısında İz­ m ir’de 2 -0 kaybettik, N orveç’ten O slo’da 3 -1 ’lik bir yenilgi aldık. Sonunda ise bir açıldık k i... Kimse dura­ madı karşım ızda... Polonya’yı da, N orveç’i de 2,-1 ’lik skorlarla öyle bir yendik k i... Polonya maçında golle­ rimizi H akan Şükür ( g s ) ve Bülent Uygun ( f b ) atmış­ tı. Norveç kalesindeki gollerimizin ikisini de Ertuğrul Sağlam (Samsun) kazandırmıştı. İki galibiyet güzel ol­ masına güzeldi de... Şöyle bir dönüp bakın ca... O ooo, atı alan Üsküdar ne, Atlantiği bile geçmiş, 15. Dünya Kupası finallerine gidiyordu. Aldığımız altı ye­ nilginin üzüntüsü yanında, üç galibiyetle ancak teselli bulabilmiştik. Eski kupaların bazısında doğru dürüst gol bile atamadığımızı hatırlayınca... 1 9 9 4 ’iin eleme­ lerinde yediğimiz on dokuz gole tam on bir golle kar­ şılık vermiştik. Dedim ya, “teselli” sözcüğünden baş­ kası yoktu o gün için futbol sözlüğümüzde... Bir kez daha “Ne yapalım, olmayınca olmuyor işte” diyerek umutlarımızı gelecek kupalara bağlarken, futbol dün­ yası da “Amerikalılar bu işin altından nasıl kalka­ ca k ?” diye gözlerini Yeni Dünya’ya çeviriyordu. An­ cak çok değil, maçlar başladıktan birkaç gün sonra herkes “Bravo valla, C oni’ler bu işi mükemmel becer­ di” diyecekti. Her şeyden önce çok görkemli bir açılış yapmışlardı. Danslar, gösteriler, Diana Dors konseri, hepsi hepsi, harikaydı. Futbol olarak da organizasyo­ na kimse bir şey söyleyemezdi. Sadece Am erika’ya ka­ dar gelip maçlarım izleyenler, tabii başta bu olayda yer alan futbolcular çok şikâyet edeceklerdi. Televiz­ yonun her yana yayılmasından bu yana, Amerika kı­ tasında düzenlenen Dünya Kupası m açlarında “ Önce Futbol” değil, “Önce Televizyon” kuralı geçerli olu­ yordu. Günün sorusu, futbol maçlarının nasıl oynana­ 3 84


cağı değil, dünyanın her yanındaki milyonlarca futbol­ severin bu maçları Tv’de nasıl seyredebileceği idi. Çün­ kü Avrupa ile Amerika arasındaki büyük saat farkı, maçların Avrupa’da seyredilm esini güçleştiriyordu. Millet sabaha karşı uykudan uyanıp otuz-kırk gece T V başına koşamazdı y a ... Öte yandan artık bu t v yayın­ ları iyi para kaynağı olmuştu. Kaybedilmesi göze alı­ namayacak rakamlar söz konusuydu. O halde “m aç­ lar, Avrupa’da rahat seyredilebilecek saatlerde oynanmalı”ydı. Oynandı d a... Daha önce M eksika’da Dün­ ya Kupası’nda olduğu gibi... Öğle sıcağında futbol oy­ namak şöyle dursun, stadta seyretmenin bile kolay ol­ madığı açıktı. Çok şükür, bir-iki küçük olay dışında, aşırı sıcağın futbolculara kötü etkisi pek olm adı. Tribünlerde bazı maçlarda hafiften fenalaşanlar görüldü, o kadar. Bir olay da gazetelere geçti, ekranlara geçti. Belçika’nın yıldız futbolcularından Staelens, hazırlık maçları sıra­ sında baygınlık geçirdi ve bir süre tedavi gördü. (Şimdi bunları anlatırken bir an düşündüm de... Hani bir söz vardır. “Dedenin gazetede okuduğunu, torun tarih ki­ tabında okur” diye... Ben de “futbol dedesi” olarak, çoğunu canlı canlı yaşadığım Dünya Kupası anılarımı sunarken, artık sadece dedenin, ninenin değil, hatta babanın, annenin de değil, çocukların bile şöyle göz ucuyla seyrettiği finallere geldiğimizin farkındayım. 1 9 9 4 ’ü izleyeli çok olmadı. Hele 1 9 9 8 heyecanı sanki dün gibi... Pek yakm ım ızdalar... Ama siz şimdi bu bö­ lümlere gelince “Biliyoruz canım. Bunları biz de sey­ rettik” demeyin!.. Sizden sonra gelecek kuşakları da düşünün... Gün gelir, bugün aramızda olmayan birileri dünyaya gözlerini açtıktan az sonra, bakarsınız, on­ lar da futbol aşkına tutuluverir... H ah işte, onlar da


merak ederse, diye... Onlar da okusun, öğrensin, diye düşündüğüm için hepsini yazıyorum. Aslında herkesin yaşadıkları içinde zamanla unuttukları o kadar çok oluyor k i... O halde devam edelim mi yakın geçmişin kupalarına? Hadi gelsin bakalım 1 9 9 4 ’ün m açları... Perdeyi gösterilerle açmıştık zaten... Sıra, Chicago’nun Soldier Field Stadı’ndaki açılış m açında...)

İlk go l... İlk kırmızı kart... D ört yıl öncesinin şampiyonu Almanya, bu büyük un­ vanın verdiği gururla sahaya çıkarken, elemelerde se­ kiz maçından altısını kazanan, bir beraberlik alan ve sadece bir tek maçını kaybeden Bolivya’nın bir sürpriz yapıp yapamayacağı merak ediliyordu. Oyun başla­ dıktan sonra bu merak daha da artacak, Alman takı­ mı ilk yarıda golsüz beraberliğe boyun eğecekti. Bir kaza golüne kurban gitmek istemeyen son Dünya Şampiyonu, ikinci yarıda kendini toparlıyor, akmlarını sıklaştırıyordu. İşte bu ataklardan birinde golcü Klinsmann fırsatı kaçırmıyor, 60. dakikada takımının zorlu Bolivya karşısında 1 -0 ’lık galibiyetini sağlayan golü atıyordu. Tabii şeref tribününde, maçı a b d Baş­ kanı Bili Clinton ve Bolivya Lideri Gonzalez Sanchez’le birlikte seyreden Alman Başbakanı Helmuth Kohl da, mutlulukla alkışlıyordu takım ını... Altmış üç bin kişinin stadta çıplak gözle seyrettiği bu ilk karşılaşma, 15. Dünya Kupası’nın ilk golüyle beraber ilk kırmızı kartını da getirmişti. Fakat öylesi­ ne ilginçti ki bu o lay ... Yenik duruma düşen Bolivya takım ı, maçın 79. dakikasında bir değişiklik yapmış, oyuna Etcheverry’yi almıştı. D ikkat edin ama! Bu fut­ bolcu oyuna girdiğinde tam 79. dakikasıydı m açın...

386


Ve tam dört dakika son ra... Evet, 83. dakikada ise, Meksikalı hakem Carter, elini cebine götürüp kırmızı kartını çıkarıyor, bu finallerin ilk “oyundan atm a” ce­ zasını veriyordu. Etcheverry, sadece dört dakika for­ ma giyebilmişti. 1 9 9 4 Kupası finallerinde Alm anya’nın Bolivya’yı yenmesi normaldi. Ama sürprizler çok gecikmedi. Ev sahibi ABD’ye pek şans vermeyenler, çok yanıldılar. Amerikan takımı, daha ilk maçında rakibine boyun eğ­ meyerek ilk sürprizi yapıverdi. H atta sonucun yanın­ da, “Am erikalılar bizim futbolu pek sevmez. M açları­ na bile öyle ahım şahım seyirci gelmez” diye düşünen­ ler, a b d takımının maçında tribünleri 70 bin seyirci­ nin doldurması karşısında ilk şaşkınlığa uğradılar. Oyunun 1-1 berabere bitmesi ise, daha büyük hayret uyandıracaktı. A ncaaaak, Amerikalı yeni futbolsever­ ler, bir başka m açta ilk falsoyu yaptılar. Aslında Is­ panya’nın Güney Kore ile 2 -2 berabere kalması, daha büyük sürprizdi. Ama hakem son düdüğü çaldığı hal­ de, tribünlerdeki binlerce Amerikalı seyircinin stadı terk etmeyişi, daha büyük sürpriz yaratıyordu. Futbo­ lun acemisi bazı Amerikalılar, oyun berabere bitince “ uzayacak” diye epey beklediler. Bir de a b d - İsviçre maçında tribünde sigara içen tam yetmiş İsviçrelinin polis tarafından stadtan çıkarılm ası çok ilgi çekecekti. Kamuya ait kapalı genel yerlerde sigara yasağına kar­ şı gelmişlerdi. Şaştınız mı? Niye şaşıyorsunuz? O m a­ çın oynandığı stadın üstü kapalıydı. Doğrusu Amerikan topraklarındaki 15. Dünya Kupası’nda sürprizler çok çabuk başlamıştı. Atlantiği aşıp büyük iddialarla finallere gelenler, daha ilk m açların­ da küçümsedikleri rakipler önünde puan bırakıyorlar­ dı. İsviçre, a b d ile berabere kalırken, İspanya’nın da 387


Güney K ore’yi yenemeyişine şaşırmıştı herkes. Ama çok geçmeden daha büyük bomba patlayacak, eski şampiyonlardan İtalya, İrlanda önünde puan bile ala­ madan terk edecekti sahayı... Sezar’ın hakkım Sezar’a verelim. İtalyanlar sahiden güzel futbol oynamışlardı. Ne çare ki, bu güzel oyunu golle süsleyemeyince, üs­ tüne üstlük bir de gol yiyince, İrlanda’nın 1 -0 ’lık gali­ biyeti, “kupada günün olayı” önemini kazanmıştı. Bu arada m açı stadda izleyen İtalyanlar, hele hele İtalyan basını, yenilginin tek suçlusu olarak kalecileri Pagliuca’yı göstereceklerdi. Dünya Kupası’nda oynayan ünlü bir kalecinin böylesine hatalı gol yemesini kimse affetmiyordu. İtalyan takım ı daha ilk m açta elenmiş gibiydi. Öylesine yıkılmıştı İtalyanlar... Ama ardın­ dan tek golle de olsa, N orveç’i yenecek ve biraz moral toplayacaklardı. “A ” Grubunun favorisi Rom anya gerçekten iyi başlamış, Kolom biya’yı 3-1 yenmişti. Ancak ardından ABD’yi yenemeyen İsviçre’ye farklı (4-1) yeniliverince, bu yeni sürpriz, grubu iyice karıştırdı. Bu maçta Romenlerin şeref golünü Hagi atmıştı, a b d takım ı ise, İs­ viçre beraberliğinden sonra Kolom biya’yı 2-1 yenmeyi başarıyor, kendisine dudak bükenleri mahcup ediyor­ du. Bu arada Kolombiya kalecisi Cordoba’nın yedeği­ nin “El Turco” diye çağrıldığının öğrenilmesi de ilginç­ ti. Yedek kalecinin adı, Ali Farid’di. Soyadı d a ... Sıkı durun! 2 0 0 2 ’lerde Galatasaray’ın kalesini koruyacak “M ondragon”du bu 12 numaralı K olom biyalı... Kupa broşürlerinde “Ali Farid M ondragon” diye yazılmıştı. Bu grupta Romanya birinci olarak tur atladı. İsviç­ re tökezledi mökezledi, gene de 2. tura çıktı, K olom bi­ ya sonunculukla kupaya veda ederken, çoklarının şans vermediği a b d , İsviçre ile eşit puan toplayarak turu 388


geçmeyi başardı. Ev sahipliği onuru yanında 2. turda oynama başarısını da elde etmişti Am erikalılar...

Rus Salenko tarihe geçiyor ... “ B” Grubunun büyük favorisi, elbette Brezilya idi. Peş peşe Rusya’yı 2-0, Kamerun’u da 3-0 yenmişti. Ancak İsveç’i yenemeyerek 1 -1 ’e razı olan Brezilya, gene de grup birincisi olarak tur atlayacaktı. Rusya’yı 3-1 ye­ nen İsveç de bu gruptan yükselen öteki takım olacak­ tı. İsveç’in bu kupada alkışlanan golcüsü de, sonraları sahalarımızın iyi tanıdığı bir futbolcu olacak, Fener­ bahçe formasını giyecekti. Tanıdınız tabii: Kennet Andersson... Rusya, Kam erun’u gol rekoruyla 6-1 yenerken, bu altı golden beşini atan Rus futbolcusu Salenko tarihe geçecekti. Rus kalesine Kam erun’un şeref golünü atan da, önceki Dünya Kupalarında çok alkışlanan bir eski kurt, bu kupada 4 2 yaşında top koşturan Roger M illa idi. “C ” Grubunda Bolivya’yı zor yenen Almanlar, Is­ panya’ya da 1-1 ’le takılacak, ilk maçın golcüsü Klinsmann, ikinci karşılaşmada da attığı golle takımını ye­ nilgiden kurtarmayı başaracaktı. Almanya için bu tur­ daki son maç da pek rahat geçmemişti. Gene dudak bükülerek geçilen finalistlerden Güney Kore, Almanla­ rın yüreğini ağzına getirmişti. Oysa Alman takımı ger­ çekten “son şam piyon” gibi başlamıştı oyuna... Bir gol: 1-0!.. Bir daha: 2 -0 !.. Bir üçüncü gol: 3-0 !.. Eeee ikinci yarıda “Fark olur” derken, o da ne? Goller geli­ yor gelmesine... Ama adresi şaşırmış gibi top lar... Bir gol Alman kalesinde... 3 -0 ’lık durum 3-1 oluyor. D er­ ken bir gol d ah a... Gene yanlış adrese: 3-2 oldu... K o­ 389


re bir üçüncüyü atarsa!.. Atamıyor, yeniliyor fakat öy­ lesine sinirlendiriyor, öylesine kızdırıyor ki Alman fut­ bolcularını... Sahada tribüne çirkin el hareketleri ya­ pan Effenberg, büyük tepki görüyor. Ertesi gün gazete­ lerde “Alman yöneticilerinin, Effenberg’i memlekete geri yollayacakları” haberi çıkıyor. Sonunda Kore ile Bolivya kolkola ülkelerine doğru yola çıkarken, Al­ manya ile İspanya da 2. turun kapısını çalıyorlar.

M aradona yıkılıyor... “D ” Grubunda müthiş bir mücadele var. Arjantin Yu­ nanistan’ı 4 -0 yeniyor, M aradona ve arkadaşları saha­ d a... Başka türlüsü olabilir mi? Bu arada M aradona gayet mütevazı, “baba” pozlarında... Dört yanı besli­ yor paslarıyla... Atmıyor, attırıyor. Dört golden üçü­ nün kahram anı, o sıraların büyük yıldızı B atistuta... Dayanam ıyor ünlü “Bücür” ... Bir golü de kendisi bı­ rakıyor Yunan k alesine... Bu grup müthiş, dedim y a ... Arjantin atar da, N ijerya durur mu? O da Bulga­ ristan’ı 3 -0 ’la eziyor. Fenerbahçeli Uche, savunmanın belkem iği... İlerde de gollerden birini atan, Beşik­ taş’tan tanıdık, A m okachi... Ancak Arjantin - Nijerya maçı bir heyecan kasırgası içinde geçiyor. Nijerya atı­ yor ilk g olü ... M aradona sinir küpü... Giderek öyle mükemmel oynuyor, öyle harika paslar atıyor k i... İki güzel pastan iki güzel gol çıkarıyor Caniggia... Attığı gollerden biri, futbol tarihinin yazacağı gollerden... Dünya Kupalarının 1500. g olü... Ama Arjantin, grup­ taki son maçından önce öyle bir sarsılıyor k i... Sarsıl­ mak ne demek, yıkılıyor, yıkılıyor... Ufacık adam, sev­ diklerinin taktığı isimle ünlü “Bücür”, gene ön plana geçiyor... Ne şu kaleye giren goller... Ne bu boş kale 390


önünde gol kaçıran golcüler... Ne sakatlanıp kenara çekilen yıldızlar... Ne hakemden kart üzerine kart gö­ ren y aram azlar... H içb iri... H içb iri... G azeteler... R a d y o la r... Televizyonlar... Sadece “M aradona” var başlıklarında, yayınlarında, görüntülerinde, haberle­ rinde, yorum larında... Herkes “ 0 ”nu konuşuyor. Ö y­ le bir bomba ki bu ... Koskoca Arjantin temelinden sallan ıy o r... M oralm an çöküyor Arjantin M illi Takı­ m ı... Çok değil, daha üç yıl önce “kokain” kullandığı gerekçesiyle “on beş ay sahalardan men cezası” alan o değil miydi? “Doping” sözcüğü “M aradona” adıyla birlikte duyulmamış mıydı? Tabii, f İ f a yakın takiptey­ di hemen her m açta... Attığı gollere değil, attığı adım­ larına bakıyordu M aradona’n ın ... Tövbe tutmaz fut­ bolcu, sonunda yakayı ele vermiş miydi? Bazılarına gö­ re “ suçsuz”du. “Ephedrine” adlı ilacı, sadece “ilaç” di­ ye alm ıştı... Ama yetkililer maçtan sonra doping kont­ rolünde idrarında “Ephedrine” bulmuşlardı y a... O hal­ de “ suçlu”ydu. 1 9 9 1 ’deki suçu ve cezası da göz önüne alınarak, hemen “diskalifiye” sözü ortaya atılmıştı. Gerçekten çok geçmeden FİFA ’n ın “M aradona’yı Dün­ ya Kupası’ndan ihraç ettiği” haberi dünyaya yayılıyor­ du. Bu haber “Bi'ıcür’ün sonu” demekti. Bu koşullar içinde Bulgaristan maçına çıkan M aradona’sız A rjan­ tin takım ı hiçbir varlık gösteremiyor, 2 -0 ’lık yenilgiye boyun eğiyordu. Alman Effenberg’le Romen Vladoiu da memleket­ lerine gönderiliyor, ancak bu olaylar büyük, büyük ne demek, kocam an bir “M aradona O layı” yanında pek önem senm iyordu... Bu sıkıntısına karşın Arjantin de, Nijerya ve Bulgaristan’la birlikte 2. tura çıkıyordu. Üçü de altışar puan toplamışlardı. “ E ” Grubunda iddialı İtalya’nın -kendilerine göre,

391


kalecilerinin beklenmez hatasından yedikleri gollekupaya puansız başlam ası, ilk büyük sürprizlerdendi. Ama bu grup öylesine ilginç sonuçlara sahne oldu k i... Sonunda dört takım da eşit puanla bitirdiler tu­ ru ... Çünkü yenen yenildi, yenilen yendi. İşler iyice karıştı. İtalya ile M eksika’nın 1-1, İrlanda ile N or­ veç’in 0 -0 beraberlikleri de, tuzu biberi oldu. Sonuçta dörder puanlı dört takımdan M eksika 3 -3 ’lük, İrlan­ da ve İtalya da 2 -2 ’lik averajlarla tur atladılar. O nlar­ la eşit puanı olan masum Norveç, elendi gitti. Gözyaş­ ları arasında kimseye de anlatamadı derdini... Haaa puanlar, beraberlikler deyince... Finaller ilerledikçe, Am erika’nın futbol m eraklıları peş peşe öneriler getir­ meye başladılar: “Futbolda beraberlik kalkm alı... İki takımdan biri kazanmalı, biri kaybetm eli... Eğer öyle olsa, böyle m innacık puan farklarıyla takım lar elen­ mez. Bu haksızlığın kalkması için, berabere kalmak da k alk m alı!!!” “F ” Grubunun unutulmayacak takımı, Suudi Ara­ bistan olacaktı. O da finaller öncesi “turist olarak gelir, turist olarak gider” gözüyle bakılan takımlardan biriy­ di. Fakat m açlar başlayınca... Belçika H ollanda’yı, Hollanda Suudi Arabistan’ı, Suudi Arabistan da Belçi­ ka’yı yenince... Grubun figüranı Fas puansız evine dö­ nerken, öteki üç takım eşit puanla turu geçmeyi başar­ dılar. Aslında “ başarı” sözcüğü, bu üçünden sadece Su­ udi A rabistan için kullanılabilirdi. Çünkü H ollan­ da’nın Suudiler karşısında 1-0 yenik durumdan kurtul­ mak için ne kadar ter döktüğünü herkes görmüştü. Bu maç üzücü bir olaya da sahne olmuş, sonuç üzerine id­ diaya giren ve Hollanda’nın kaybedeceğine çok para koyan bir Taylandlı bahsi kaybedince... Belki inanma­ yabilirsiniz, ama gerçek üzücüydü: “İntihar” etm işti... 392


İlk turun bitiminde 15. Dünya Kupası’m izleyen medya, çeşitli anketler yapmış, ama içlerinde en çok ilgi çeken, “İlk turun en kötü on biri” seçimi olmuştu. Bu “en kötü on bir”de yer alan “ biri”nin, dört yıl ön­ ce Almanya’ya şampiyonluğu kazandıran golü atan Brehme olması ise, daha da ilginçti: Yirm i dört takım dan sekizi veda etmişti kupaya: Kolombiya, Rusya, Kamerun, Güney Kore, Bolivya, Yunanistan, Norveç ve F as...

Herkes 2. turda neler olacağını beklerken... Kolombiya’dan gelen bir haber, bir anda gündemin ba­ şına oturacak ve herkesi çok üzecekti. 1. turda elenip memleketine dönen Kolombiya M illi Takımı oyuncu­ larından Escobar, yanında bir kadınla restorandan çı­ karken, birkaç kişiyle tartışmaya girmişti, a b d m açın­ da ilk golü büyük hatayla kendi kalesine attığı için eleştirilen Escobar, hatayı isteyerek yapmadığını, raki­ binin sert girişi nedeniyle topa ters vurduğunu söyle­ yip kendini savunmaya çalışırken, etrafını çeviren fa­ natiklerden biri tabancasını çekmiş, peş peşe ateş ede­ rek zavallı sporcuyu oracıkta öldürmüştü. Ara sıra futbolu bırakıp polis muhabirliğine başla­ dığımız oluyor. Ama elden ne gelir üzülmekten başka... “İnsan” denen yaratıkların, “ Spor” un sadece “spor” olduğunu öğrenmesi ya da “spor”la birbirimize daha tatlı yaklaşabileceğimizi anlaması için daha ne kadar bekleyecek bu yaşlı dünya? Gene futbola dönelim. Fut­ boldan gelen üzüntüleri atmanın, unutmanın yolu, gene futboldan geçiyor çü nkü ... O halde başlatalım 1994 Dünya Kupası’nın 2. turunu... Bu turda en çok merak edilen, Suudi Arabistan ta-

393


kımımn İsveç karşısında ne yapacağıydı. Çünkü Suudi Arabistan, futbol tarihinde 2. tura çıkan ilk Asya takı­ mıydı. A m erika’dan tüm dünyaya yayılan haberler, “Suudi Arabistan M ucizesi” başlığını taşıyordu. Su­ udi Arabistan M illi Futbol Takım ı, üç maçından ikisi­ ni kazanıp, 2. tura çıkmıştı. İsveçlilerin gerçekten kork­ tuğu haberleri duyuluyordu. Bu arada, sarışınlarıyla ünlü İsveç takımının “Kara Viking”i Dahlin’in, tek ba­ şına Suudi takımını yenmeye yeteceği iddiasında olan­ lar da az değildi. Gerçekten Dahlin bir gole imza attı. Kennet Andersson’un iki golü de farkı yarattı. Suudi Arabistan 3-1 yenildi, elendi am a 15. Dünya Kupası’nın unutulmayan bir kahramanı oldu. Almanya - Belçika karşılaşm ası, her şeyden önce, güzel futbol seyredilmesi bakımından beğenildi. M a­ çın beğenilmeyen kişisi ise, hakemi Röthlisberger idi. İsviçreli hakem çok kötü bir yönetim göstermiş, bu arada tartışm alı birkaç pozisyonda da hep Alm alılar­ dan yana karar vermişti. M açtan sonra Belçikalı fut­ bolcular hakemi nerdeyse döveceklerdi. Ve sanırım, dövselerdi, kurtaracak kimse pek çıkmazdı o maçta tribünde olanlar arasında... Almanlar hızlı futbolları­ nı üç güzel golle süsledi. Belçika ise bir gol eksik kal­ dı. Almanya 3 -2 ’lik galibiyetle çeyrek finale çıktı. Ta­ bii Belçikalıların pek haksız olmadığını, verilmeyen penaltılardan birinin kurallara göre verilmesi gerekti­ ğini ekleyelim. İspanya - İsviçre m açı, İspanyolların ciddi bir ant­ renmanı gibiydi. Bu turdaki İsviçreli hakem ne kadar kötüyse, İsviçre takım ı da bu maçta o kadar zayıftı. Hierro, Luis Enrique ve Beguiristain imzalı üç golle 3-0 kazandı İspanya... M aradona olayının etkisindeki moralsiz Arjantin, 394


Romanya karşısında tutunamadı. Dumitrescu’nun iki, H agi’nin de bir golü, Romenlere 3 -2 ’lik galibiyeti ge­ tirdi. Bu arada Arjantinli seyirciler maçta epey olay çı­ kardı. Hollanda, gayet akıllı bir oyunla İrlanda Cumhııriyeti’nden sıyrılmayı bildi. Bergkamp ve Jo n k , ta­ kımlarını bir üst tura taşıyan, 2 -0 ’lık sonucu yaratan ilk golün sahipleriydi. Büyük favori Brezilya’nın a b d ile düşmesi ilginçti. Gene gol rekoru bekleyenler çoğunluktaydı. Ama oyu­ nun gidişi hiç de bu tahminleri haklı çıkaracak gibi de­ ğildi. Elbette Brezilya tek kale oynarcasına bastırıyor­ du, fakat turu atlatacak tek golü bulmak için tam 74. dakikaya kadar bekleyecekti... Ancak maçın bu tek golü, tek kelimeyle “muhteşem”di. Aslında golü güzel­ leştiren, R om ario’nun harika pasıydı. Bebeto da aynı güzellikte vurunca... Top ağları buluyordu, Brezilya da kendini çeyrek finalde... Bu maçı hatırlayan Brezil­ yalılar, yıllar sonra “ Ölüp ölüp dirildiğimiz o 1-0’lık maç m ı?” diyeceklerdi. 2. turun iki maçında iş uzat­ maya gidecek, birinde ise penaltılara kadar varacaktı. İtalya - Nijerya mücadelesinde sonradan ağlayacak olanlar Nijeryalılardı. Çünkü 2 6 . dakikada Ammunike golünü atmış, takım ını 1-0 öne geçirmişti. İtalya ise onca uğraşma karşın bir beraberlik sayısına bile ula­ şamadan, maçın son on altı dakikasına girilmişti. H er­ kes, İtalya’nın elendiğine hükmediyordu artık ... Süre tükeniyordu. İki dakika sonra hakem düdüğünü çala­ cak, “Nijerya galip” diye ilan edecekti. M aç gitti, diye tribündeki yerinde kalkıp çıkış kapısına ilerleyen İtal­ yan seyirciler görülüyordu. Haksız da sayılmazlardı. Artık sadece altmış saniye vardı doksan dakikanın dol­ m asına... Ve işte ne olduysa, o “son dakika”da oldu: Roberto Baggio, o büyük futbolcu, kimseye durup 395


dururken “ büyük” sıfatının verilemeyeceğini dünyaya ilan edercesine, Dünya Kupası’nda takımının kaderini değiştiren golünü attı. Dakika 8 9 ’dan 9 0 ’a gidilirken, top da N ijerya ağlarına gidiyordu. 1 -1 ’lik durum, maçın yarım saat uzatılması demek­ ti. Öyle de oldu. Şimdi İtalyan takımı fırtınalaşmıştı. Aksine N ijerya da önceki temposunu hayli kaybetm iş­ ti. Tam 101. dakika oynanıyordu k i... Roberto Baggio çıktı gene sahneye... Enfes bir aşırtma ile topu Benarrivo’ya aktardı. Benarrivo da aldığı bu topla dalar­ ken ... Eguavoen tarafından durduruldu. Tabii öyle ma­ sum bir durdurma değildi b u ... M eksikalı hakem hiç tereddüt etmeden düdüğünü çaldı ve eliyle “penaltı” noktasını gösterdi. Artık iş, penaltıyı atacak futbolcu­ nun ustalığına kalmıştı. Topun başına maçın yıldızı Roberto Baggio geliyor, gerilip koşuyor, vuruyor... Ve İtalya’yı çeyrek finale taşıyordu. Baggio’nun penaltı­ dan attığı golden sonraki on dokuz dakikada da İtalyanlar kapanarak N ijerya’ya şans vermeyecek, turnu­ vanın bu başarılı takımı alkışları toplasa da, bu alkış­ lar tur atlamaya yetmeyecekti. 2-1 kazanan İtalyanla­ rın yüzü gülüyordu. 2. turun maç sonu penaltılara kadar giden müca­ delesinde Bulgaristan da, M eksika da fevkalade bir futbol göstermediler. Beraberliğin bozulmadığı dok­ san dakikaya bir yarım saat eklenmesi, 1 -1 ’i değiştire­ medi. Çaresiz iş kalecilere kaldı. Penaltılarda M eksi­ kalI futbolcular iki fire verince, Bulgaristan 4 - 2 ’lik so­ nuçla turu geçti. Çeyrek finalin dört maçından üçü tek farklı sonuç­ larla bitti. Bir maç ise penaltılara kadar uzadı. İsveç Rom anya karşılaşmasıydı b u ... Müthiş bir mücadele seyredilmişti. İlk yarı 0-0 beraberlikle kapanmış, sonra 396


Brolin’le 1 - 0 öne geçen İsveçliler, bitime sadece iki da­ kika kala yedikleri golle l - l ’e boyun eğmişlerdi. Uzat­ mada bu kez gol Romenlerden, gene Raducioiu’dan gelmiş, ama onlar da 2-1 galip durumlarım 115. daki­ kada Kennet Andersson’un golüyle kaybetmişlerdi. Sonra kaleciler sırayla kalelere geçmiş, penaltılar baş­ lamıştı. Ne kadar gariptir ki, oyunda attığı iki mükem­ mel golle yıldızlaşan Raducioiu, uzatmadan sonraki penaltı atışında golü kaçırmıştı. Bir de Belodedici ka­ çırınca... İsveç penaltılardan 5-4, m açtan da 7-6 galip çıkmış ve çeyrek final kapısından girmişti. Romenler ise üzgündü. Tabii en çok da maçın iki golünü atıp sonraki bir penaltıyı atamayan Raducdoiu... İtalya’yı çeyrek finale Roberto Baggio taşım ıştı, at­ tığı iki golle... Yarı finale çıkaran da, gene Baggio oldu. Daha doğrusu Baggio’la r... Geçen rmaçta bir Baggio iki gol atmıştı. Bu kez iki Baggio bire r gol attı. Sonuç­ ta İtalya, yarı finale yükseliverdi. İlk yarıda İspanya, İtalya karşısında pek de etkili görünm em işti. Bundan yararlanan Dino Baggio, 2 6 . dakikamda ünlü ve dene­ yimli kaleci Zubizaretta’yı aldatan biir vuruşla takım ı­ nı 1-0 öne geçiriyordu. Ama ikinci y'arıda İspanyollar hızlanıyor, bu hız çok geçmeden kenedini gösteriyordu. Ne var ki İspanyollar şanslı bir gol a tmış sayılırdı. 58. dakikada Cam inero’nun sert vuruşumda top Benarrivo’ya çarpıyor ve kalecinin yanmdam ağları buluyor­ du. 1 - 1 ’lik durumun devam edeceği., maçın uzayacağı tahmin edilirken... Tam 87. d ak ik ad a... Yani normal sürenin bitmesine sadece üç dakika k a la ... Kim? Bili­ yorsunuz artık. Roberto Baggio ortaiya çıkıyor ve golü atıyordu. Bu bir yarı final getiren altım goldü. İtalya 2-1 kazanırken, İspanya bir kupadan dtaha başı eğik ayrı­ lıyordu. İtalyanlar maçı kazanmıştı,, ancak futbolcula-

397


rmdan Tassotti diğer arkadaşları kadar çok sevinemeyecekti. Çünkü maçtaki sert hareketiyle Luis Enrique’nin burnunun kırılmasına neden olduğu için, f İ f a kendisine tam sekiz maç ceza verecekti. H aaaa, durun durun!.. O kadarla kalsa iy i... 1 5 .5 0 0 dolar da para cezası... Çeyrek final m açları gol bakım ından hayli kısır geçmiş, gene de en gollü karşılaşma Brezilya - Hollanda maçı olmuştu. Toplam beş golün seyredildiği bu mü­ cadelede Brezilya, kendisini favori gösterenleri mah­ cup etmemiş, 3 -2 ’lik galibiyetle kupaya elini biraz da­ ha yakından uzatmıştı. 0 -0 kapanan ilk yarıdan sonra Siyah İnciler’in iki çalışkan adamı, Rom ario ile Bebeto golleri paylaşıyor ve takım larını 2 -0 öne geçiriyor­ lardı. Gollerin kapısını 5 1 . dakikada Rom ario açıyor, 63. dakikada da Bebeto ikinci sayıyı tabelaya yazdırı­ yordu. Bebeto m açtan sonra, attığı bu güzel golü, bir gün önce doğan oğluna adadığını açıklayarak, ayrıca “günün olayı”nı yaratacaktı. Ancak Bebeto ve ark a­ daşları bu golün sevincini yaşarken, aynı dakika için­ de santra ile birlikte atağa kalkan Hollandalılar da ilk gollerini kaydediyorlardı. Bergkam p’m, durumu 2l ’e getiren golü de mükemmeldi. Brezilya birden dur­ muştu san k i... Sekiz dakika içinde ikinci golü de k a­ lesinde görüyordu. Bu kez W inter’di golcü ... Tribün­ lerde ise, Brezilya’nın 2 -0 ’dan sonra farka gitmesini bekleyenler, oyunun birden 2 - 2 olması karşısında çok şaşırmıştı. Brezilyalılar zoru görünce açılıyordu. Gene öyle olmuş, yeniden fırtınalaşm ışlardı. İşte tam 80. dakika oynanıyordu k i... Bruno harika bir şut çıkarı­ yor, stadı ayağa kaldırıyordu. H akem son düdüğü ça ­ larak, Brezilya’nın H ollanda’yı 3 -2 yendiğini ilan edi­ yordu.

398


Almanlar değil, Bulgarlar alkışlandı ... Sıra Almanya - Bulgaristan maçındaydı. Dört yıl önce kucakladığı kupayı gene evine götürmek isteyen Al­ manya karşısında Bulgaristan’a şans verenler pek azdı. Grubundan üçüncü olarak 2. tura çıkan, bu turda da uzatmadan sonraki penaltılarla yoluna devam eden Bulgaristan için bu kadarı yeter görülüyordu. “Bulga­ ristan kim, kupayı kaç kez kazanan Almanya kim? Al­ ınanlar bırakır mı h iç?” diyordu herkes... Uluslararası futbol piyasasında da, Alman futbolu ile Bulgar futbo­ lu arasındaki kıyaslamada Almanlar çok, ama çok ağır basıyordu. Bütün bu peşin yargılarla başlayan maçın ilk kırk beş dakikası golsüz kapandığında bile, gene de “Almanlar ne yapar yapar, alır bu m açı” diyordu bü­ yük çoğunluk... Bu düşünceler arasında 48. dakikada KolombiyalI hakem bir de “penaltı” verince... “Tam aaaam !.. Bulgaristan’a güle g ü le...” Topun başına da büyük yıldız M atthaeus gelince... “T oo o or!” diye ba­ ğırıyordu stadtaki A lm anlar... Onların “ G oool”üydü “T o o o o r...” 1 9 5 4 ’den beri duymaya alışmıştık. 48. dakikada atılmıştı bu g o l... Yani Almanlar 4 8 . daki­ kada 1-0 öne geçmişti. Dakikalar birbirine ekleniyor­ du: 58. dakika... 6 8 . d ak ik a... 78. dakika... Y o o o o ... Durun durun!.. 7 8 ’e gelmeden 76. dakika var... Stoichkov’un kendine özgü o nefis geçişleri sonunda, birden bombaladığı topun ağlarla buluşm ası... İşte tam 76. dakikadaydık o and a... Ve durum 1-1 oluverm işti... Almanlar “Ne oluyor? Bu da nesi?” derken... “İkinci­ si” patlıyordu Alman kalesinde... Bu sefer Lechkov’du golün kahram anı... Almanlar, iki dakika içinde 1-0 ga­ libiyetten 2-1 yenik duruma düşüvermişlerdi. Sekiz yıl­ dır Dünya Kupası’nda böyle bir kaza gelmemişti baş399


larm a... Uzunca dönemlerin unutulmaz büyük futbol­ cusu Berti Vogts, şimdi milli takım teknik direktörü olarak başı önünde, kenarda büzüldükçe büzülüyor­ du. Bulgarlar son dakikalarda öyle bir tempo tuttur­ muştu k i... Almanlar için şapka çıkarm ak, şapka yok­ sa ellerini çırpıp alkışlamak gerekti Bulgarları... Öyle de oldu. Hakem in bile içinden bu sonuca şaşırdığım iddia edebilirdiniz. Fakat Bulgaristan takım ı gerçek­ ten böyle bir sonucu hak eden futbol oynamıştı. Dün­ yaya yıllarca futbol dersi veren son şampiyon Alman­ ya ise, kupa adayı son dört takım arasına bile kalamıyordu. Futbol böyledir bazen... Ya da derler ya, “Fut­ bolun adaleti hiç belli olm az!” diye... Ama itiraf ede­ lim ki, o maçın öncesinde kime sorsanız, hiç kimse “Belki Bulgarlar yenebilir” demezdi, diyemezdi. Şimdi bakalım yarı finalden geriye kimler kalacak?.. İlk maçta dört takımın kaderini toplam dört gol be­ lirledi. İtalya’nın kısmeti 2 - 1 ’den açılmıştı. 2 . turda N ijerya’yı uzatmada 2-1 yenmişti İtalyanlar... Sonra çeyrek finalde İspanya’yı 2 -1 ’le geçtiler. Şimdi yarı fi­ nalde gene 2-1 ’lik bir galibiyet... Ve Baggio’ların tak ı­ mı, kupayı bir kulpundan tutmuştu a rtık ... “Baggio’ların takım ı” deyişim sözgelimi değil... Son m aç­ larda takım a tur atlatan goller, Roberto Baggio’dan gelmişti. Sonra iki Baggio (Roberto ve Dino) paylaş­ mışlardı galibiyeti getiren iki g olü ... Şimdi yarı fin al­ de de İtalya, kupanın sürpriz takım ı Bulgaristan’ı ge­ ne 2 -1 ’le geçerken, iki gol de gene Roberto Baggio im ­ zalıydı. Üstelik bu kez sonucu çok çabuk almıştı B a g ­ gio ve arkadaşları... 2 1 . dakikada ilk golü atan R o ­ berto, beş dakika sonra da gollerini ikilemişti. A ncak hemen kaydedelim, Bulgarlar güzel futbol gösterişimi bu m açta da sürdürmüşlerdi. İtalya iyi dayanmış, ünlü 400


golcü Stoichkov’un bir penaltı golünden fazlasına izin vermemişlerdi. M açı 2-1 kaybeden Bulgarlar, Fransız Kakem Q u iniou ’nun final şanslarım çaldığından şikâ­ yet edeceklerdi. M açı izleyenlerin pek çoğuna göre de, Bulgar futbolcuları bu yakınmada pek haksız değildi. İtalyanlar, galibiyeti korumak için sonlarda epey sertli­ ğe başvurmuş, bu arada hakem bir penaltı çalmıştı. An­ cak çalınm ayan, verilmeyen bir, hatta iki pozisyon da­ ha vardı ki, yıllar boyu tartışılacaktı. İtalya, Bulgaristan’ı yenip finale çıkmıştı da, karşı­ sına kim gelecekti bakalım? Bu arada unutmadan du­ yurayım. Bir gazeteci, M aradona’yı bulup konuşmuş­ tu. Gözlerden ırak olan Arjantin yıldızı, ünlü “Bücür”, “Futbola küstüm ” demiş ve eklemişti: “Dünya Kupası maçlarını televizyonda bile seyretmiyorum. İlgilenmi­ yorum artık fu tb o lla ...” O ilgilenmiyordu am a, aynı anlarda yeryüzünde milyonlarca insan, adeta futboldan başka şeye bakm ı­ yordu. İkinci finalistin “Brezilya” olacağından şüphe eden yoktu d a ... Gene de bir “İsveç Sürprizi” düşünen, hatta bunu şiddetle savunan birkaç otorite çıkıyordu. Brezilyalılar, işi bir sürprize bırakm ayacak kadar ciddi başlamışlardı oyu na... Oyun güzeldi güzel olm ası­ n a... Yalnız, futbol maçlarında güzelliğe puan verilmi­ yordu. Gol gerekti, g o l... O gol da ortalarda yoktu. Bebeto’suyla, R om ario’suyla saldırıyordu Brezilya ta­ kım ı... I-ıh! G ol gelmiyordu. İlk yarı 0-0 kapanmış, güçlü rakibinin gol atamadığını gören İsveç’e güven gelmişti. Kuzeyli sarışınlar “ Onlar atamıyorsa biz ata­ lım” diye akm larım sıklaştırınca, bir süre bocalamıştı Brezilya... Fakat futbolda rastlantıların rolü gerçek­ ten büyük oluyor. Flatırlayacaksmız, bir önceki maçta, çeyrek finalde Brezilya, Flollanda karşısında da 2 -2 ’yi

401


bozmak için mücadele ederken, bitime sadece on d,ı kika kala, evet evet, tam 80. dakikada Bruno’nun mu kemmel golü ile turu geçmeyi başarmıştı. Yarı finaldi’ de oyun 0 -0 ’la 80. dakikayı bulduğunda, bu kez Ro mario şahane bir kafa vuruşuyla, Brezilya’nın finalist liğini dünyaya ilan ediyordu. Kupanın öteki kulpunu da Brezilyalılar yapışmıştı.

G ene tam 80. dakikada... Ancak bir noktayı unuttum: İsveç, maçıiı son otuz da kikasında on kişiyle mücadele vermişti Brezilya karşı­ sında... Bu bakımdan yarı finalin öteki maçında nasıl Bulgarlar, “Hakem penaltılarını vermedi” diye şikâyet ettiyse, turun öteki maçı sonunda da İsveçliler “Fut­ bolcumuz Thern’i 60. dakikada kırmızı kartla oyun­ dan çıkarm akla, KolombiyalI hakem Torres sonucu et­ kiledi. On bir kişiyle devam etsek, belki de kupaya uzanan, bizim ellerimiz olurdu” diye yakınacaklardı. “Üçüncülük m açı” Bulgarlar için de, İsveçliler için de teselli kaynağı olabilirdi. Yarı finaldeki şikâyetlerini bı­ rakıp, ikisi de bu maça konsantre olmayı; tercih ettiler. Ancak üçüncülük maçı, beklendiği türdeiı bir mücade­ leye sahne olmadı. İsveç, turnuvadaki en güzel oyunla­ rından birini tutturdu ve bu oyunu nefis gollerle süsle­ meyi de başardı. Brolin, M ild, Larsson ve K. Andersson’dan gelen gollerle sahadan 4-0 gibi farklı skorla ayrılan İsveç, böylece 15. Dünya Kupası’inn Üçüncüsü olarak futbol tarihindeki yerini alıyordu. Artık gözler büyük finale çevrilmişti. Brezilya, futbolun en büyük rekorlarından birini ilk kıran takımdı. 1 9 5 8 , 1 9 6 2 ve 1 9 7 0 yıllarında Dünya Şampiyonu olmuş,, bu başarıyla da “Jules Rimet Kupası”nı ebediyen müizesine götür­ 402


müştü. 1 9 7 4 ’den itibaren konan yeni kupa, “ f İ f a Dün­ ya K u pası” sahibini bekliyordu. Onu da üç kez kaza­ nan kucaklayıp götürecek, artık kimseye de vermeye­ cekti. Şimdiye kadar bu yeni kupa için yapılan m üca­ delelerde, Almanya 1974 ve 1 9 9 0 ’da, Arjantin de 1978 ve 1 9 8 6 ’da şampiyon olmuştu. Brezilya ise, 1 9 7 0 ’den bu yana, yani yirmi dört yıldır hasretti kupaya... Ö te­ ki finalist İtalya ise, f İ f a Dünya Kupası’m 1 9 8 2 ’de bir kez kazanmıştı. Bu kez de alırsa, kupayı ebediyen evi­ ne götürmek için bir tek adım kalacaktı önünde... İşte bu düşünceler, arzular, dilekler, hesaplar içinde 17 Temmuz 1994 günü geldi çattı. Futbol tarihinde on dört Dünya Kupası oynanmış, on dördünde de finalde bir takım ötekini yenerek ku­ payı almıştı. 1 9 9 4 ’de Amerika Birleşik Devletleri’nde oynanan finalde ise, ilk kez kupanın sahibi, iki saatlik uzatmalı maç sonunda penaltı atışlarıyla belirlendi. Finali beğenmeyenler, beğenenlerden çok fazlaydı. Futbolun çiçeği olan golden yoksun bir finali beğen­ mek de pek kolay değildi. Brezilya ve İtalya yüz yirmi dakikada da bir tek gol atamamıştı. İkisi de “Dünya Şam piyonu” unvanını kaçar kez kazanmış, futbolun en büyükleri olarak isim yapmış Brezilya ve İtalya, tat­ sız tuzsuz bir oyundan sonra 0 - 0 ’lık tabelayı ancak penaltı atışlarıyla değiştireceklerdi. M acar hakem Sandor Puhl’un yönettiği finale iki takım şu on birlerle çık­ mıştı: B r e z İ l y a : Taffarel - Jorginho, Aldair, Santos, Branco - Silva, Dunga, Mazinho, Zinho - Bebeto, Romario İ t a l y a : Pagliuca - Mussi, Baresi, Maldini, Benarrivo - Berti, Albertini, Dino Baggio, Donadoni - Roberto Baggio, M assaro 403


Los Angeles’in Rose Bowl Stadı’nda Whitney Houston’un şahane konseri ile süslenen muhteşem kapa­ nış töreni yanında, büyük finalin futbol olarak büyük­ lüğü adından ibaret kalacak, doksan değil, yüz yirmi dakikada iki dev takım tek gol atam ayacaktı. Sonunda kalecilerin üstüne kaldı y ü k ... Ya da pe­ naltı kaçıranların üstüne kaldı suç... Brezilya’dan Rom ario, Branco ve Dunga, üç penaltıdan topu ağlarla buluşturdular. Brezilya’nın üç golüydü b u ... Santos, kaleci Pagliuca’ya nişanlayıp kaçırmıştı. İtalyanlardan ise, Albertini ve Evani iki gol kazandırmayı başardı­ lar. Ya İtalya’nın öteki penaltıları? Baresi dışarı atmış­ tı. M assaro da kurnaz bir vuruş yapamamış, topun ge­ lişini iyi tahmin eden kaleci Taffarel, golü önlemişti. Hepsi tam am da, kaç m açtır harika golleriyle herkesi hayran bırakan o müthiş golcü, büyük yıldız Roberto Baggio’ya ne demeliydi? Öylesine kötü vurmuştu ki to p a ... Penaltıdan giden top, kalenin uzağından dışarı çıkmıştı. Roberto Baggio başta, bütün İtalya kan ağla­ yacaktı şim di... Stadı 9 4 .1 9 4 kişi doldurmuştu finalde... Ama asıl rekor, Tv’de kırılmıştı. Stadlarda, toplam üç milyar beş yüz bin kişi seyretmişti 1 9 9 4 finallerini... Bu maçları Tv’de izleyenler ise, otuz iki milyarı aşıyordu. 1 9 9 0 ’da on altı kırmızı kart gösterilmişken, bu kez sayı bir ta­ ne de olsa azalmış, 1 9 9 4 ’te kırmızı kartla oyundan atı­ lan futbolcu toplamı on beş olmuştu. Ama sarı kartlar çok artm ıştı. D ört yıl önce yüz altmış dört oyuncu sa­ rı kart görmüşken, bu defa sarı kart görenler, tam iki yüz yirmi yedi futbolcuydu. 15. Dünya Kupası’nm gol krallığını Rus Salenko il Bulgar Stoichkov paylaşmıştı. İkisi de altışar gol atmış­ tı. Bir farkla: Rus Salenko, aynı zamanda “bir maçta 404


en çok gol atan futbolcu” olarak da alkışlanmıştı. Bir maçta tam beş g o l... Salenko’nun rekoru muhteşemdi. Brezilya, yirmi dört yıllık özlemini dindiren bu şam­ piyonluğu günler geceler boyu kutladı. Tarihin en bü­ yük karnavallarından birine sahne oldu Rio de Janeiro ... Devlet Başkanı bir gün resmi tatil ilan etti. Halk sabahlara kadar sokaklarda samba yaptı. Gösteriler­ de ölçüyü kaçıranlar çoktu. Bu arada yüze yakın insan yaralanmıştı. Brezilya’da hayat uzun bir süre durmuş; hemen her Brezilyalı, dans ederek ya da sevinç gözyaşlarıyla şampiyonluğu kutlamıştı.

Brezilyalı golcii R o m a rio m utlu lu kla ku payı öpiiyor.


B rezilyalı fu tb olcu lar başarılı h ocaları C arlos A lb erto Parreira'yı sevin çle h av ay a kaldırıyor.

T ribünlerde B rezilyalılar coşku için de şam piyonlu ğu kutluyor.


fcjÜHftS

İtalyan lar p erişan ... H ele penaltıyı k a ç ır a n biiyiik g olcü R o b e r to Baggio.


16. Dünya Kupası 1 9 9 8 FRANSA

FP.fi.NCe.

S < ?


20. yüzyılın ya da milleniumun son Dünya Kupası’nm ev sahipliği onuru Fransa’ya verilmişti. Tıpkı altmış yıl önceki gibi... 1 9 3 8 ’deki 3. D ünya Kupası da Fran­ sa’da yapılmış, ama bu finaller sonunda Fransızlar “şampiyon olamayan ilk ev sahibi” unvanıyla epey üzülmüşlerdi. İlk kupa m açları Uruguay’da oynanmış ve Uruguay şampiyon olm uştu. Dünya Kupası’nın İkincisinde de şampiyonluğu, ev sahibi İtalya kazan­ mıştı. Ama üçüncü turnuvada kupayı alamayan Fran­ sa, boynu bükük ayrılmıştı sahalard an... Şimdi bütün Fransızlar “Eh artık bu kez kaçırm ayız kupayı” diyor da başka şey demiyorlardı. Tıpkı bizim gibi... Tıpkı bizim “Eyfel Kulesi’nin önünde fotoğraf çek­ tirip dönsek bile yeter” diyen bazılarımız gibi... “Paris dediğin şurası... Üstelik takımımız da iyi... Bu sefer muhakkak gideriz” diye umutlandığımız ele­ melere tökezleyerek başlayınca, bir anda tüm umutlar gitmişti sanki... Brüksel’de Belçika’ya kafa tutam a­ dık. Sergen Yalçın ( b j k ) bir gol kazandırıyor ama yet­ miyor, 2 -1 ’lik mağlubiyetten kurtulamıyorduk. Neyse ki, dört yıl önceki kupadan alacaklı olduğumuz San M arino, bu sefer berabere kalm ak gibi bir yanlışlık yapmıyor d a ... kalesini ağzına kadar açarak bize yeni­ den umut veriyor. O günlerde Beşiktaş form ası giyen 411


Oktay Derelioğlu’nun tam dört golüne H akan Şükül ( g s ) iki tane ekliyor, bir de Ertuğrul Sağlam ( B j K ) ’d a n . . . 7 -0 ’lık galibiyet, süper... San M arino önünde geçen kupa elemelerinde 0-0 .1 boyun eğdik diye ne kadar üzüldükse; şimdi, Galler t.ı kımıyla C ardiff’de 0-0 berabere kaldık, diye gerçekli n mutlu oluyoruz. D erken... O f o f of!.. Tribünde üst üs te istif olmuş, bin bir zahmetle maçı izlerken birden nasıl rahatlıyoruz, bilemezsiniz. Hepimiz kolkola aya ğa fırladık, “ G ooool” diye... Kolay mı Hollanda’yı yenmek!.. Hakan Şükür’le gidiyoruz galibiyete. 1 -O’lık H ollanda galibiyetimizden sonra Belçika önünde gene ne oldu, anlayamadık. O ktay Derelioğlu’nun golü, şe­ ref sayımız olarak kalıverdi. Kalemizde ise tam üç gol vardı. Ali Sami Yen’deki 3-1 ’lik bu Belçika yenilgisin­ den sonra öyle bir güzellik gelecekti k i... Güller aça­ caktı futbol bahçem izde... Birbirinden güzel güller... Tam altı tan e... Hakan Şükür’le dört g o l... Istanbulspor’lu Saffet Akyüz’den ve Oğuz Çetin’den de birer g ol... Tam deyimiyle, yarım düzine g ol... Bir Dünya Kupası elemesinde Galler takımına altı gol atm ak, her babayiğidin harcı olmasa gerek... Bu arada Galler’in kalemize gönderdiği dört golü bile unutabiliriz. Sonu­ ca bakın siz, sonuca! Basketbola selam gönderen bir sonuç: 6-4! Çoğunu atan bizim çocuklar ya, ona bakın siz, ona!.. Ve atmaya başlayınca, devam ediyoruz. Altı değil de beş bu sefer... İlk maçta 7-0 yendiğimiz San M arin o ’yu, şimdi 5 -0 ’lu gönderiyoruz. A rif Erdem ( g s ) iki golün kahram anı... Hakan Şükür’le Trabzonlu Hami M andıralı’dan da birer g ol... Bizimkiler atm ak­ tan yorulmuş olmalı ki, bir golümüzü de San M arino’lu Gobbi kendi kalesine atıyor. Centilmenlik dedi­ ğin böyle olur işte! Ama beşlere, yedilere bakıp da se­ 412


vinirken... Sonuncu maçımızda Hollanda’nın k a rş ıs ı­ na çıkıyoruz Amsterdam’da. Hakemin ilk düdüğüyle son düdüğü arasında bir fark y o k ... Skor levhası, b a ş ­ ladığında ne gösteriyorsa, bitiminde de aynı: 0 - 0 ! Çok umutlandığımız elemelerdi 1998 öncesinde oy­ nadıklarımız... Pekâlâ iyi bir tablomuz vardı: S ek iz maçtan dördünü kazanmak, az başarı mıydı? Ö te k i dört maçın da sadece ikisini kaybetmiştik. İkisinde ise, rakiplerimizin evinde galibiyeti vermemiştik. Sadece iki yenilgimizin oluşu bile, tablomuzun güzelliğini g öster­ miyordu muydu? Ya gol averajımız? Eski Dünya K upası elemeleri gözlerimizin önüne gelince, bir “m aşallah ” çekmeden geçemiyorduk. Sadece yedi gol yemiştik. K ar­ şılığında ise, tamamı tamamına yirmi bir gol atm ıştık ... Hollanda’ya bir, Belçika’ya iki, Galler’e altı, San M a ri­ no’ya da on iki g ol... Aaah ah! Şu Belçika’ya şansımız bir tutsaydı!.. İki maçın birini olsun kazanabilseydik!..

Finallerde otuz iki takım ... Dünya Kupası 1 9 3 0 ’da başladığında, dörder takım lı dört grup kurmanın kolaylığı düşünülmüş, “d ö rt kere dört on altı eder”den hareketle, finallerin on altı takım arasında oynanması uygun görülmüştü. Ne var ki, -anım sayacaksınız- o tarihte dünya çapındaki ek on o­ mik kriz nedeniyle ilk kupaya katılma az olmuş Ve bu ilk finaller de on üç takım arasında oynanmıştı. Sonra bu rakam on altıya tamamlanabildi. Gün geldi, “ Final­ lere daha fazla takım alınsın” tezi ortaya atıldı. Çok geçmeden de finalist sayısı yirmi dörde çıkarıldı. Yirmi dört de dörde rahatça bölündüğünden, bu öneri çabuk kabul edilmişti. Nihayet 1 9 9 8 ’de, futbolun en büyük heyecanına otuz iki takımın ortak olması öne sürüldü. 413


Çabuk da kabul edildi. 1 9 9 8 ’de Fransa’daki on altıncı finallerde, tam otuz iki ülkenin takımı yer alıyordu. Fb nalist sayısı böylesine arttığı halde, evet evet, Dünya Kupası’na artık otuz iki takım katıldığı halde, bizim bu otuz iki takımın arasına da giremeyişimiz haklı ola­ rak hepimizi üzmüştü. 1 9 7 4 ’ten bu yana, hiçbir Dünya Kupası finalinde bir tek Türk hakemine bile görev verilmeyişinden ötürü duyduğumuz üzüntü de devam ediyordu. Yani, bir kez daha “finallerin seyircisi” olmaktan öteye geçemeyecek­ tik. Benim içinse bu kupanın büyük özelliği, gazeteciyazar-spiker-sunucu olarak izleyeceğim onuncu kupa olmasıydı. Türkiye’nin aralarında bulunduğu on altı fi­ nalisti izleyerek 1 9 5 4 ’te başlayan “Dünya Kupası” serü­ venim, 1 9 9 8 ’e kadar gelmiş, İsviçre’den çıktığımız yol­ culukta onuncu durağımız Fransa olmuştu. Tabii “ku­ paya katılma rekoru”nu kimse Brezilya’nın elinden ala­ mazdı. On beş kupanın on beşinde de, yoklamada “burda” diye el kaldıran çalışkan öğrenci, Brezilya’dan başkası değildi. Şimdi Fransa’da gene en iddialı olanla­ rın başında Brezilya geliyordu. Öte yandan Fransa, bu ikinci ev sahipliğinde ilkinden çok daha şanslı görünü­ yordu. Gerçekten maçlar başlarken, tüm ulusuyla kupa­ ya ellerini uzatan Fransa vardı karşımızda... Şöyle bir eskilere dönerken, finallere onuncu kez gidişimi söyler­ ken, o kupalarda tam beş kez oynanan bir futbolcu aklı­ ma geldi. Rekoru yıllardır kınlamayan Meksikalı kaleci C arbajal... Dile kolay, 1 9 5 4 ’den 1 9 7 6 ’ya kadar, peş pe­ şe beş kupada takımının kalesini korumuştu. Belki çok büyük bir kaleci değildi ama, tam beş kupada forma giymiş olma rekorunu kimseye kaptırmayarak, bir “fut­ bol büyüğü” olarak tarihe geçtiği için alkışlanmalıydı. Tabii on altıncı finaller başlarken sorulan önemli bir so­ 414


ru da, Fransa’daki bu maçlarda Fransız futbolcu Fontaiııe tarafından 1 9 5 8 ’de elde edilen on üç gollük rekorun yenilenip yenilenemeyeceği idi. Fontaine, İsveç’teki maç­ larda birbirinden güzel on üç gol atmış, sonraki hiçbir şampiyonada bu rakama ulaşan çıkmamıştı. Şimdi fi­ naller Fransa’da oynanıyordu. Fontaine de bir “ulusal kahraman” olarak tekrar alkışlanıyordu. Ama onun re­ korunun kendi evinde bir başka futbolcu tarafından kı­ rılıp kırılamayacağı sık sık soruluyor, yanıtı da merakla bekleniyordu. Tabii ki kupada on dört gol atan Alman Gerd M üller’in bir başka rekoru, Müller’i “İki kupada on dört gol atan golcü” tahtında oturtuyordu. Bakalım onun tacı da gidecek miydi 1998 finallerinde?

Kupada iki form ahlar... Bir an için geriye dönüp eski kupalara şöyle bir göz atarken, bir başka ilginç nokta aklıma geldi. Dünya Kupalarına, birden fazla ülkenin milli formasıyla katı­ lan futbolcular da unutulamazdı. Bu işi o eski, dikta­ tör bozuntusu Mussolini başlatmıştı. 1 9 3 0 ’daki M onti adlı Arjantinli futbolcu, M ussolini’nin girişimi sonun­ da, ertesi kupada (1 9 3 4 ’te) İtalya milli formasını giy­ mişti. Daha sonra da, 1954 finallerinde Uruguay takı­ mında seyrettiğimiz Santam aria, 1962 Kupası’nda İtal­ ya takımında yer alacaktı. Ünlü Puşkaş’ın M acar for­ masıyla 1954 finalinde oynamasından sonra, 1962 fi­ nallerinde İspanya takım ı oyuncusu olarak sahaya çık­ ması çok ilgi çekmişti. Nihayet Brezilyalı Altafini de, 1 9 6 2 ’de İtalyan oyuncusu olarak finallere katılanlardandı. Yalnız, dikkatinizi çekmiştir sanırım: Bir Dünya Kupası’nda giydiği milli takım formasını çıkarıp da, bir başka kupada bir başka ülkenin formasıyla oyna­

4 15


mak garipliği, çoğunlukla 1 9 6 2 ’de Şili’de yapılan şanı piyonada görülmüştü. Tekrar dönelim milleniumun ya da yirminci yüzyılın son Dünya Kupası’n a... Eskilerin deyimiyle, “Asrın Kıı pası”n a ... Gerçekten 1 9 0 0 ’lü yılların son büyük futbol şöleni... Hatta bazı gazetelere göre de “ 16. Dünya Sava­ şı” ... (Kupa sırasında yedi bin polis ve iki bin asker gö­ rev yapacağına göre, bu başlık pek de yanlış sayılmaz!) Bu arada Yeni Dünya’dan gelen bir sese de kulak verirsek... 1998 Dünya Kupası “En aptal kupa” imiş bazı Am erikalılara g öre... Böyle düşünen ABD’liler di­ yorlar ki: “Nerdeee NBA’daki basketbol heyecanı? H atta a b d Açık G olf Turnuvası bile ondan çok daha cazip... Bir dolu insan bu sıkıcı, hatta aptal oyunu seyredecekler koca bir ay b o y u n ca...” İsteyen istediği gibi düşünedursun, biz hemen, önemli, hem de çok önemli bir notu yazmayı unutma­ yalım: Bu 16. Dünya Kupası finallerinde “Altın G o l” kuralı uygulanacak... Yani berabere biten maçlarda “yarım saatlik uzatma” yok!.. Daha doğrusu bu uzat­ ma var olmasına gene var d a... Doksan dakika bera­ bere bitti mi, maç uzatılmaya başlanacak. Fakat bir ta­ raf bir gol attı mıydı, oyun bitecek. O gülü atan taraf, “galip” ilan edilecek. Sonrası oynanmayacak. Eğer hiç gol olmazsa, o zaman uzatma yarım saat oynanacak, sonunda gene yenişemezlerse, iş penaltılara kalacak. ... Ve büyük kupa başlarken... İlginç ufak tefek ha­ berler: • Paris’e dünyanın her yerinden “fahişe akını” olacak(m ış)!.. • Otuz altı yaşındaki KolombiyalI milli futbolcu­ nun yüz bin dolarlık vergi borcunu Federasyon ödemiş ve futbolcu öylece yurtdışına çıkabilmiş! 416


• A lm anya’ da bazı birahaneler “Her golde bedava bira” vereceğini ilan etmiş! • 16. K upa’ nın en genç oyuncusu Kamerun’un, ya­ zılışı bize garip gelen futbolcusu E to ’o ... On sekiz ya­ şını sadece üç a y geçm iş... • 16. K u p a’ nın en yaşlı oyuncusu, İslcoçyalı Leighton. Yirm i gün sonra kırk yaşına basacakm ış!.. • “D ünyanın en hızlı golü” rekoru, bakalım burda kırılacak mı? B u nu en çok Fransızlar merakla bekliyor. Çünkü bugüne kadar Dünya Kupası’nda atılan en hız­ lı gol, 1 9 6 2 finallerinde Fransa kalesine girmişti. M a ­ çın tam 27. saniyesinde... İngiliz Robson atmıştı. » ... Ve D ü nya Kupası tarihinde ilk golü de bir Fransız atmıştı. 1 9 3 0 ’da ilk finallerin ilk maçındaki bu golün kahram anı, Fransız Laurent idi.

Artık açılışa gid eb iliriz ... Stade de France, Paris’in bu görkemli stadı, 10 Haziran 1998 günü 16. Dünya Kupası’nın açılış törenini bekli­ yor. Aslında Fransızlar, açılış eğlencelerine bir akşam önce Paris sokaklarında başlamışlardı. Binlerce insan, sporun bu büyük olayını inanılmaz bir coşku ve heye­ canla karşılam ıştı. Artık söz “FutboP’daydı. İspanyol hakem Garcia A randa’nın ilk düdüğüyle Brezilya - İskoçya maçı başlıyor ve daha beşinci dakikada Sampaiao ile bu kupanın ilk golünü atan Samba’cılar, herkese “Şampiyonluğun en büyük favorisi Brezilya’dır” de­ dirtiyorlardı. Ancak 1 998 finallerinin bu ilk maçında garip ilk’ler çıkacaktı sahaya... Kupanın ilk penaltısı gelecekti gündem e... 36. dakikada Collins’in penaltısı karşısında (daha sonra Galatasaray’ın kalesini koruya­ cak) Taffarel, kadere boyun eğecek ve maç birden 1-1 417


duruma girecekti. “Herkesin Favorisi” Brezilya, bu anda “Bu takım mı şampiyon olacak?” dedirtmeye başlıyor, “Samba eski tadında değil” sözleri ağızlardan dökülüyordu. Brezilya, bitime on sekiz dakika kala ga libiyet golünü atarak rahat bir nefes alacak ve maçtan 2 -1 ’lik sonuçla ayrılacaktı. İyi de “Golü hangi Brezil­ yalı atm ıştı?” diye soracak olursanız... “H içbiri” de mem gerek. Çünkü Brezilya’nın galibiyet golünü ters bir vuruşla kendi kalesine atan, İskoç savunma oyun cusu Boyd’dan başkası değildi. Açılış gününün öteki m açında ise, N orveç’le Fas’ın 2 -2 beraberliği kimseye ilginç gelmemişti. Bu dört takımın yer aldığı “A ” Grubunda Norveç, ikinci maçında da beraberliği bozmadı, bu kez İskoçya ile 1-1 kaldı. Fas ise ilgi çekici bir grafik çizmişti. Brezil­ ya’ya 3-0 yenilmiş, ama aynı sonuçla İskoçya’yı saha­ dan silmişti. Fas, bu 3 -0 ’lık galibiyetle bile elenmekten kurtulamamıştı. Gruptaki en şaşırtıcı sonucu alan N or­ veç, iddialı Brezilya’yı yenmeyi başarıyor ve Brezilya ile birlikte 2. tura çıkıyordu. Teknik Direktör Zagallo bu sonuca çok sinirlenmiş, “Brezilya’nın tarihte hiçbir ku­ pada ilk turda yenilgi almadığını” hatırlatmıştı. M açlar başlamıştı d a ... Bu arada küçücük bir ül­ keden büyük ses gelmesi, herkesi hayrete düşürmüştü. O kyanus’taki küçük ada Papua Yeni Gine’de halk, m açların Tv’den naklen yaym lanm ayışı nedeniyle ayaklanm ıştı. Yaklaşık on dört milyar lira tutan nak­ len yayın parası hükümet tarafından ödenmeyince, naklen yayın durdurulmuş, halk da buna isyan etmiş­ ti. Neyse ki hükümet sonunda bu parayı veriyor ve küçük adadaki büyük isyan, “Tv’de fu tbol” yüzünden çıkan olaylar yatıştırılıyordu. Tekrar maçlara dönelim ve şimdi “B ” Grubuna bir


göz atalım . Her kupaya büyük iddia ile gelen İtalyanlar, gene gözlerini kupaya dikmişlerdi. Ne var ki, ilk adım­ da tökezleyen Baggio ve arkadaşları, önemsemedikleri Şili karşısında, bırakın galibiyeti, beraberliği bile hake­ min lütfuyla kurtaracaklardı. Vieri ile 1-0 öne geçen İtalya, daha sonra yediği iki golle sersemliyor, ancak maçın bitmesine sadece beş dakika kala ve hakemin icat ettiği bir penaltı ile sahadan 2 -2 beraberlikle ayrılıyor­ lardı. D ö rt yıl önce finalde penaltı kaçıran ünlü yıldız Roberto Baggio, bu kez şanssızlığını yeniyor ve topu çok güzel bir vuruşla ağlara göndererek takımını yenil­ mekten kurtarıyordu. İtalya, sonraki iki maçını da ka­ zanarak 2 . tura rahat çıkacaktı. Önceki kupaların sürp­ riz takımı Kamerun, bu defa da kendini göstermiş; an­ cak Şili ve Avusturya karşısında aldığı 1-1 beraberlikler, turu geçmesini sağlayamamıştı. Kamerun yetkilileri ise örnek bir davranış sergileyecekti. Kamerun Spor Baka­ nı, teknik direktörüyle görüştükten sonra, “Takımları­ nın pekâlâ iyi oynadığını, tur şansını ise hakemin hatalı kararıyla kaybettiklerini” belirterek, futbolcularına iyi bir “zafer primi” verilmesini kararlaştıracaktı. Böylece “B ” Grubunda İtalya ve Şili tur atlamışlardı. Şili, üç maçını da berabere bitirerek aradan sıyrılmıştı.

Fyansızların futbol devrim i... “C ” Grubu, tüm dikkatlerin üstüne çevrildiği gruptu. Öyle ya, ev sahibi Fransa vardı burda... Rakipleri de fazla güçlü görülmüyordu. Gerçekten işler tahmin edil­ diği gibi gitti. Üç rakibini de kolay yenen, Suudi Ara­ bistan ve Güney Afrika karşısında sıfıra karşı üçlük, dörtlük galibiyetler alan ev sahibi, 2 . tura tam puanla çıkan iki takımdan biri oldu. Öteki de, “H ” Grubun­ 419


daki A rjantin’di. “ C ” grubunun diğer tur atlayan ta­ kımı, tek galibiyetini Suudi Arabistan karşısında 1 -0 ’la alabilen D anim arka idi. Fransız takımının başarısı, Fransız halkını daha umutlandırmış, m açlara olan ilgi de çok artmıştı. Devlet büyükleri de, eskisinden farklı bir davranışla, moda deyimle halkı ve takım ı “motive etm ek” konusunda ön plana çıkmışlardı. “D ” Grubunda Ispanya’dan çok şey bekleyenler, bir kez daha hayal kırıklığına uğrayacaktı. İspanyollar, kendi liglerinde futbolun en güzelini oynar; ama Dünya Kupası’na gelince, başarısız sonuçlarla erkenden evle­ rine dönerlerdi. Bu kez de öyle başlamıştı İspanya... Daha ilk maçta Nijerya’ya 3-2 yenilmiş, sonra da Pa­ raguay’la ancak 0-0 berabere kalabilmişti. Son dakika­ da açılan İspanyol M illi Takımı, Bulgaristan’ı korkunç bir farkla yeniyordu. Ancak attığı altı gol, tur atlaması­ na yetmeyecek, Bulgaristan ilk turda elenip gidecekti. Öte yandan bu 6 -1 ’lik yenilgi, Bulgar Teknik D irektö­ rü Bonev’i istifaya kadar götürecekti. Bu gruptaki bek­ lenmez sonuç, güçlü N ijerya’nın son maçta Paraguay’a 3-1 yenilmesiydi. Bu sonuca dudak bükenler olmadı değil... “Nijerya istese Paraguay’ı yenerdi” gibilerden... Sonunda Nijerya ile Paraguay 2. tura yükseldiler. “E ” Grubunun maçları hayli tatsız geçecek, altı kar­ şılaşmadan dördü berabere sonuçlanacaktı. Gücü Gü­ ney K ore’yi yenmeye yetenler tur atladı. Hollanda ile M eksika’nın yüzü birer galibiyetle güldü. “F ” Grubunda ise, tur atlayacak takımlar zaten bel­ liydi. ABD’nin ya da İran’ın sürpriz yapması olasılığı dü­ şünülmüyordu bile... Bu iki takım , kupaya “figüran” olarak gelmişlerdi. Görevlerini yapıp evlerine giderken, iki favori, Almanya ile Yugoslavya, bir sonraki tura doğru yola çıktılar. İkisi arasında oynanan m açta ise, 420


ikisi de kendini sıkmamış, arzuladıkları beraberliği al­ mışlardı. “Yenilmeden ilk turu geçm ek” ilkesini ger­ çekleştirerek... “ G ” Grubundaki ilginç sonuç, futbolun yaratıcısı İngilizlerin, ancak “Grup İkincisi” olarak turu geçebil­ meleriydi. Çünkü Romanya, zayıf Tunus’u yenememiş, fakat İngiltere’nin üstesinden gelmiş, 2 - 1 yenmişti. Böylece Romenlerle İngilizler ilk engeli atlatmış oldular. Otuz iki takım lı bir turnuva kolay değil... Bunu, Fransa ’98 sırasında birçok futbol otoritesinden şahsen duydum ... f î f a yetkililerinden de, u e f a yöneticilerin­ den d e... “Gene kuvvetliler ayakta kalıyor, zayıflar için­ den sürpriz yapanlar pek çıkm ıyor” diyorlardı. M aç­ ların çokluğu ile futboldan bıkılacağı korkusunu öne sürenler de oluyordu. Bu tartışmalar, hakemlerden şi­ kâyetler, kaçan galibiyetler arasında 1 . tur tam am lanı­ yordu. İşte “H ” Grubunda da, tahminler aynen çık ­ mış; iki güçlü takım , Arjantin ve Hırvatistan yollarına devam ederken, iki “J ”ler, Japonya ile Jam aika, veda selamını veriyorlardı. İkisi arasındaki maçı 2-1 Jam ai­ k a’nın kazanması ilginçti. Japonya da “ Gelecek kupa­ nın iki ev sahibinden biri” olma onurunu şimdiden ta­ şıyarak gidiyordu evine... Artık sıra, çeyrek finalin ön elemesi özelliğini taşıyan 2 . turdaydı.

İmparatorun kehaneti ... 2. tur başlarken, futbol dünyasının büyük ismi, Alman “İm parator” Beckenbauer, 1998 Kupası’nda ilk turda göz dolduran herhangi bir takım olmadığını öne sürü­ yor ve “Ümit ederim ki, ilerki turlarda m açlar hare­ ketlenir, futbol kalitesi de yükselir” diyordu. Becken­ bauer, kupa şansı konusunda da, ev sahibi Fransız ta-

42 1


kiminin şampiyonluk şansının kendi takımı Alman­ ya’dan daha fazla olduğunu sözlerine ekliyordu. Ge­ nel kanı da buydu. İlk turda takımlar güzel futbol gös­ termemiş, sadece turu atlamaya bakmışlardı. 2 . turda sekiz maçtan üçü 1 - 0 , ikisi 2 - 1 , yani sekiz­ den beşi tek farkla bitmişti. Öteki üç m açtan ikisi ise 4-1 sonuçlanmış, bir maç da uzatma sonundaki penal­ tılara kalmıştı. Şimdi kimlerin ayakta kaldığını, kim­ lerin minderden kalkamayıp tuş olduğuna bakalım: Danim arka - Nijerya maçı bir ölçüde sürpriz sayılabi­ lirdi. Z ayıf rakiplerden sıyrılan D anim arka’nın daha ileri gitmesine pek ihtimal verilmiyordu. Nijerya ise, çoklarının favorisiydi. Ve tahminlerin tepetaklak ol­ duğu m açta D anim arka, N ijerya’yı öyle bir yenecekti ki, evire çevire... 4-1 gibi farklı bir sonuçla... Nijerya, şeref sayısını 4 -0 yenik durumda, maçın son dakikala­ rında atabilecekti. Seksen bin seyirci “Helal olsun” demişti Danim arka’y a... “Bizim” Uche ile Okacha, pek arzuladığımız ölçüde başarılı oynayamamıştı. Ya da Danim arkalılar, onlara fırsat vermemişti. 2. turda gene 4 -1 ’lik bir başka sonucu da, gönüllerin favorisi Brezilya almıştı. Şili’nin hiçbir varlık göstereme­ diği doksan dakikada, alkışların çoğunu futbolun güzel, sevimli çocuğu Ronaldo toplamıştı. Sampaio perdeyi aç­ mış, çok geçmeden gene aynı oyuncu gollerini ikilemişti. Devrenin böyle biteceği sanılırken, bir penaltı Brezilyalı­ ları rahatlatıyordu. Ronaldo, binlerce seyircinin coşku­ su arasında penaltıyı sert bir vuruşla gole çeviriyordu. 3-0, büyük güvenceydi. İkinci yarıda uzun süre durum değişmeyecek, daha sonra Salas’ın Brezilya ağlarına gönderdi top, Şili’nin şeref sayısı olmaktan öteye geçe­ meyecekti. Sonrasında gene yakışıklı Ronaldo vardı ka­ le önünde... Topu öylesine mükemmel kullanıyordu ki 422


Ronaldo... Kendisinin ikinci, Brezilya’nın da dördüncü golünü atıyordu. Bir gün önce, Paris sokaklarında tam 1998 adet sarı gül dağıtan Brezilyalılar, şimdi de sahada çiçek gibi golleriyle sempati topluyorlardı. Bu unutul­ maz sokak show’u ile Siyah İnciler, Dünya Kupası’nda barış, dostluk ve fair-play mesajı vermek istemişlerdi. Bir gazetenin o günkü başlığı, gerçeğin ifadesiydi bizce de: “Kedi ile fare oynadı... Brezilya, Şili’yi 4-1 yendi.”

“Vieri ... Vidi... V ic i...” 2. turda kısır maçlardan birini İtalya ile Norveç yaptı. İtalyanlar oyuna hızlı girmiş ve bu canlı futbolun mey­ vesini almakta da gecikmemişlerdi. Vieri, topu Norveç kalesine attığında, henüz 18. dakikadaydık. M aç bu golle bitecek, tur da bu golle gelecekti. Sezar’ın ünlü “Veni... Vidi... V ic i...” yani “ Geldim ... G ördüm ... Yendim ...” sözünü de değiştiren İtalyan basını, bu ma­ çı böyle özetliyordu: “V ieri... V idi... V ic i...” Bir başka İtalyan futbol yazarı da, sonucu “Vierissim o” diye özetlemiş, “Gerçek olan, Vieri” demek istemişti. Vieri, üst üste dört maçta gol atarak ayrıca bir rekoru egale etmiş oluyordu. Hani hakkında ne deseler azdı. Takı­ mının tur atlamasını sağlamıştı. Hollanda - Yugoslavya karşılaşmasında şanslar eşitti. Belki Yugoslavların daha çok şeyler yapabileceğini bekleyenler biraz fazlaydı. Ancak maç başlayınca, öyle bir Hollanda fırtınasına rastlayacaktık k i... Rahatça “tek kale” oynuyor diyebi­ lirdik Hollanda için ... Bu temponun sonucunda da, Bergkamp’la 1 -0 ’a ulaşmışlardı... Kalecinin kapadığı köşeden topu kaleye sokmak, gerçekten önemli bir ba­ şarıydı. 38. dakikada Bergkamp’m attığı bu güzel gol­ den hemen sonra, bu kez Overmars enfes dalıyor, ama

4 23


hakem “ofsayt” diye atağı kesiyordu. Pek çok seyirciye göre hakem hatalıydı. Yardımcısıyla birlikte... Ofsaytla ilgisi yoktu pozisyonun... Eğer bu düdük ötmese... H ollanda’nın 2-0 öne geçmesi işten değildi. İkinci yarı­ da esen kasırganın adı ise, Yugoslavya idi. Devrenin he men başında Hollanda kalesini ablukaya almış ve Komjienovic’in golüyle durumu 1-1’e getirmişlerdi. Yu goslavların güzel futbolu devam ederken, birden Yu­ goslav dramını seyredecektik. Müthiş bir fırsat yakala­ mışlardı. Ancak hakemin verdiği penaltıyı, bu muaz­ zam şansı, hem de M ijatovic gibi bir usta futbolcu kaçı racaktı. Derler ya, “Dışarı atmak içeri atmaktan zor­ du” diye... Tam öyle işte! M ijatovic de, kale ağları yeri­ ne kalenin direğini nişanlamıştı. Tüm şanslarını o anda yitirmişlerdi galiba! İlk Yugoslav golünde, Stojkovic’in harika frikikiyle gelen topu, Komjienovic ağlara tak­ mıştı. Penaltıda ise, M ijatovic topa öyle sert vurmak is­ temişti ki, şans bir direkte eriyip gitmişti. Herkes saatine bakıp “T am am ... Dakika doksan” diyerek yerinden hafifçe doğrulurken... Çıkış kapısı­ na yürümeye hazırlanırken... O 90. dakikada... İlginç görünüşlü Davids, güzel golüyle birden gündemi de­ ğiştiriyor; Yugoslavya’yı kupanın dışına yollayıveriyordu. Hollanda “son nefeste” kendini kıyıya atmış, boğulmaktan kurtulmuştu. 2. turun sessiz sedasız iki takımından Hırvatistan ile Rom anya arasındaki karşılaşm a, gol olarak bir tek sayıdan başka ses vermeyecek ve Hırvatistan bu gali­ biyetle çeyrek finale yükselecekti. Bordeaux şehrinde oynanan maçın yıllarca unutulmayacak yanı, Romen takımı futbolcularının “uğur getirsin” diye saçlarını sarıya boyamalarıydı. Sapsarı saçlı Romanya takımı iyi bir futbol gösterdi. Ancak ilk yarının tam son daki­ 424


kasında Rom en defansının yaptığı penaltı, maçın dü­ ğümünü çözüyor ve H ırvatistan , ünlü yıldızı Suker’in ayağından kazandığı g o lle turu atlıyordu.

Altın golle gelen m u tlu lu k ... Bir başka 1 -0’lık maç ise, ev sahibinin yüzünü güldüre­ cekti. Aslında birçok D iinya Kupası’nda buna tanık ol­ muşumdur. Ev sahibi olm anın avantaj ıyla, takımlarının muhakkak kazanmasını bekler o ülkenin insanları... Ve de rakibi biraz zayıf gördüler mi, ille de fark beklerler. Fransa’nın 2. turdaki rakibi Paraguay’’dı. Fransızlar da, “Paraguay kalesinde k aç gol göreceğiz;” hevesiyle maça gelmişlerdi. Ammaaaa, hesap etmediklleri bir nokta var­ dı: Paraguaylılar öyle b ir duvar örmiüşlerdi ki kaleleri önünde... Etten bir du var... Ve işte iFransız takımı, o büyük yıldızlarına karşın bu duvarı aşjmakta güçlük çe­ kiyordu. Bir futbol m açının doksan (dakikalık normal süresi bile yetmemişti bu başarı için ... Bu arada hakkını verelim: Paraguay kalecisi Chilavert, belki hayatının en büyük maçlarından birini oynuyor, yıldızlaştıkça yıldız­ laşıyordu. Bir seferinde Henry olm az”ı başarmış, attığı şutla kaleciyi geçmiş, am a gönderdiği top direğe çarpa­ rak gol şansım yok etmişti. D oksan dıakika böyle bitin­ ce, maç uzatıldı. Fakat yeni kuralı biliyorsunuz: Uzatma yarım saat değil... Daha doğrusu go>l olmazsa, yarım saatte bitecek. Fakat arada taraflardain biri gol atarsa, bu “Altın G ol” olarak isimlendirileccek ve onu atan, maçı kazanmış sayılacak. İşte ilk kez Transa ’9 8 ’de uy­ gulanan bu kural, gene ilk kez ev sabıibine uğur getiri­ yor, savunmadan bir an ileri çıkan fölanc, attığı golle, şey pardon, herhangi bir gol değil ki Ibu... Blanc, attığı bu “Altın G ol’Me takımını çeyrek fimale taşıyordu. Fa­

4 25


kat galibiyet parolasıyla sahaya çıkan Fransa, ecel terle­ ri döktüğü maçta, 113. dakikada gelen golle turu geç­ mişti. Fransız kalecisi Barthez de, ilk dört maçta sadece bir tek gol yiyerek “Kupanın en az gol yiyen kalecisi” unvanını korumuş oluyordu. 2. turda Meksika ile karşılaşacak Almanya, tam m a­ ça çıkacağı sırada ısınma hareketleri yaparken Kohler sakatlanıyor, Teknik Direktör Berti Vogts da, son anda takıma Babbel’i koyuyordu. Bunun yanı sıra bu maça çıkan Alman yıldızı Lothar Matthaeus da, müthiş bir rekorun kahramanı oluyordu. Daha önce söylediğim gibi, o güne kadar tam beş Dünya Kupası’nda oynama onuruna erişen futbolcu, Meksikalı Carbajal’dı. İşin il­ ginç yanma bakın ki, M eksika’nın Almanya ile oynadı­ ğı maçta da Matthaeus, “Beş Dünya Kupası’nda oyna­ yan ikinci futbolcu” unvanını kazanıyor ve Meksikalı kalecinin rekoruna ortak oluyordu. Az sonra Almanlar, kendilerine takılan “Panzerler” yani “Tanklar” ismini hak edecek bir oyunla, M eksika kalesini baskı altına al­ maya başlayacaklardı. Doğrusu maçın bu ilk dakikala­ rında genel kanı, bir gol rekorunun dahi olabileceği şeklindeydi. Çünkü öylesine hâkim oynuyordu Alman takım ı... Ne çare ki, koca kırk beş dakika boyunca Al­ man atakları, Campos’un kalesinde tek golle bile so­ nuçlanmış değildi. “Eh, ikinci yarıyla beraber gol de ge­ lir” derken... Sahiden ikinci devrenin başlamasıyla bir­ likte gol geldi. Ama yanlış yönden... Ya da yanlış kale­ de... Hernandez 4 7 . dakikada attığı güzel golle M eksi­ ka’yı 1-0 öne geçirmiş, kaleci Köpke’nin nasıl avlandı­ ğına kimse akıl erdirememişti. Sonrasında Almanlar ge­ ne baskılı oyunlarını sürdürüyor, fakat gene gol çıkmı­ yordu. M eksika bir kaza golü daha atarsa, koca Alman takımı “favori” gösterildiği bir kupaya veda edecekti. 426


Ve atıyordu da M eksikalılar... İlk golün kahramanı Hernandez, ayağına gelen fırsatı nasıl da tepmişti!.. Az önce golü atan Meksikalı futbolcu, direğe çarpan topu kalecinin kucağına bırakınca... Kader o anda dönmüş, 75. dakikada Klinsmann beraberliği, 8 6 . dakikada da Bierhoff galibiyeti getiren golleri Meksika kalesine at­ mışlardı. Alman takımı, yenik duruma düştükten sonra da oyundaki temposunu bozmamış, aynı hızla devam ederek çeyrek finale yükselmişti. Bu sonuç, M eksikalI­ ları çok üzecek, başkent M exico City’de de halk sokak­ lara dökülecekti. Güçlükle bastırılan olaylarda ikisi ağır, on iki kişi yaralanırken, elli üç kişi de tutuklana­ caktı. M açı kazanan Alman takımı futbolcuları sevinçle kucaklaşırken, kaleci Köpke sahanın kenarına, oraya getirilen kızma koşmuştu.

Yeni bir İngiltere - Arjantin savaşı Ölüm-kalım savaşında en büyük coşkunun yaşandığı maç, İngiltere - Arjantin karşılaşması oldu. Bir zaman­ ların İngiltere - Arjantin mini savaşı hayli geride kalmış­ tı ama, ne zaman bu iki ülkenin milli takımları karşı karşıya gelse, gergin bir hava oluyordu. Fransa ’9 8 ’de de gene İngiltere ile Arjantin birbirine düşünce, aynı ha­ va her yanı kaplayıverdi. İkisi de çok iddialıydı. Oyun gergin, ama hızlı bir tempoda başlamıştı. Bu asabi hava, hemen 6 . dakikada ilk penaltıya neden oluyor, Batistuta’mn penaltıyı gole çevirmesiyle Arjantin 1-0 öne geçi­ yordu. Ne var ki, Arjantinlilerin bu mutluluğu sadece dört dakika sürecek; DanimarkalI hakem Nilsen, 10. dakikada da İngiltere lehine penaltıyı işaret edecekti. Shearer güzel vuruşlarından biriyle topu ağlara gönde­ rince durum 1 - 1 oluyor ve tam beş dakika sonra da, İn­ 427


giliz yıldızlarından Owen, takımını 2-1 üstün duruma yükselten golü atıyordu. Arjantin de bu işin peşini bıra­ kacak gibi görünmüyordu. İlk yarının son dakikası oy­ nanırken, Zanetti’den gelen gol yeniden eşitliği sağlı­ yordu. İkinci yarıya 2 -2 başlayan taraflardan biri çok geçmeden büyük sarsıntı geçirecek, ünlü star Beckham ’ın hatalı hareketini affetmeyen DanimarkalI ha­ kem, 47. dakikada kırmızı kartını çıkaracaktı... Bunun anlamı açıktı: İngiliz takımı, kalan kırk üç dakikayı on kişi oynayacaktı. Hayır! Hayır! Yanlış bu hesap... Çün­ kü maçın normal süresi, yani doksan dakikası bitene kadar, eşitliği bozan bir gol olmayacaktı. Böylece İngil­ tere tam yetmiş üç dakika, on kişi oynamak zorunda kalacaktı. Ve uzatmada da başka gol çıkmayınca, iş pe­ naltı atışlarına kalacaktı. Bir yanda Arjantin’in penaltıcıları: Berti, Veron, Gallardo, Ayala... Kaleci Seaman’ı altederek topu ağlara gönderenler... İyi saydınız mı? Berti bir, Veron iki, Gallardo üç, Ayala dört... Bakalım şimdi İngiliz peııaltıcılarına: Shearer bir, Merson iki, Owen ü ç... Ya sonrası? Arjantinli Crespo’nun penaltı vuruşuyla gelen topu, İngiliz kalecisi Seaman kurtardı. Arjantin kalecisi Roa ise, İngiliz ince ve Batty’nin şutla­ rını önledi. Karıştırdım ben hesapları... Arjantin beş pe­ naltıdan dördünü gole çevirmiş, birini kaleci kurtar­ m ış... İngiltere ise, beş penaltıdan üçünde gol kazanmış; öteki ikisinde ise, Arjantin kalecisi Roa izin vermemiş gole... Yani? Yanisi: Arjantin penaltılarda 4-3 galip! Daha daha: M aç kaç kaç bitmişti: 2 -2 ... O golleri ekler­ sek: Arjantin 6 - İngiltere 5 ... Yaniiii, İngiltere elendi mi gene Arjantin’e? Bir an on iki yıl önceye gittim. M eksi­ ka’y a... Tribündeki t v yerim, o unutulmaz golün atıldı­ ğı kaleyi çok iyi görüyordu. M aradona’nın kafaya çıktı­ ğında, topu eliyle de ittiğini çok net görmüştüm. Ve siz428


ler iyi hatırlayacaksınız... M arad o n a ne demişti maçtan sonra: “Biraz kafa, biraz e l... O lur o kadar... Üstelik o el, benim elim değildi k i... Tanrının eliydi...” Bu kez yüce Tanrı “Beni karıştırm ayın bu karışık işlerinize” demiş olmalı k i... Arjantinliler, ellerini de kullanmadan temiz temiz penaltılarını attılar ve maçı da, turu da kazandılar. Tabii Beckhanı gibi bir yıldız­ dan yoksun, on kişi ile o acar Arjantinlilerle mücadele kolay değildi. Bu bakım dan, İngilizlerin şanssızlığını da bir ölçüde teslim etmemiz gerek. H aaaa, büyük bir haber d a h a ... Ünlü “Bücür”den kocaman bir haber... D aha önce “ Futbola küstüm, Tv’de bile izlemiyorum” diyen M aradona, bu kupa fi­ nallerine “ t v yorumcusu” olarak gelmişti. Tabii aldığı hapis cezası ve benzeri olaylar nedeniyle, Fransa’ya gelmesi tehlikeye girmişti. Am a sonunda çözümlendi, o da Paris’e geldi, Tv’de yorumunu da yaptı. Arada 1 9 8 6 ’da elle attığı gol için İngilizlerden özür dilediğini bildirdi. H atta İngiltere’de antrenörlük yapmayı çok arzuladığını da açıkladı. Eeee M aradona b u ... Ne za­ man ne diyeceği hiç belli olm az k i...

Bir yanım da Riky M a rtin ... Bir yanım da D epardieu... Fransa 1998 deyince, hemen iki büyük sanatçıyı anım­ sıyorum. Biri, “ Ricky M artin ” ... Yakışıklı ve de güzel sesli. Üstüne üstlük şarkılarını harika danslarıyla süsle­ yip söyleyişi de şaheser... Fransa 1 9 9 8 ’in tüm yakışık­ lı futbolcularına fark atan, dünyanın her yerinde bü­ tün genç kızların sevgilisi, “Unos dos tres” dediği an­ da herkesi çığlıklarla havaya sıçratan Ricky M a rtin ... 16. Dünya Kupası, onun müziğiyle sanki daha çok se­ 429


vilmişti. Kendisini gördüm görm esine... Dinledim de dinlem esine... Çok ama çok sem patik... Çok ama çok yakışıklı... Onu gördükten sonra gizlice aynaya baktı­ ğımı da söyleyebilirim. H atta onu daha yakışıklı bul­ duğumu kendi kendime itiraf ettiğimi de... Zaten Fransa ’98 deyince, akla tüm futbolculardan önce “Ricky M artin” geliyor, kupanın milli marşı oluveren ünlü şarkısıyla... Bir o, bir de Gerard Depardieu... Bakın, o Ricky kadar yakışıklı değil, fakat sanatıyla o kadar büyük ki. Ayrıca çok sempatik de. Fransız sine­ masının dev oyuncusu. Şimdi “Fransa ’98 deyince, otu­ rup bir de bütün şarkıcıları, artistleri mi anlatacaksın?” derseniz... Yok canım, Depardieu ile Fransa ’9 8 ’de sta­ dın kapısında el sıkışırken... diye anlatacaktım da... Büyük final bitmiş, çıkarken... O kalabalığın arasında yürümek ne mümkün!.. Üç iri yarı, şık giyimli zenci yo­ lumu kesti. Kılık kıyafetlerinden belli. “Koruma” bun­ lar... İyi de kimi koruyorlar? Final maçına gelmiş bir ünlüyü. Birden azman zenci korumalardan biri yüzüme baktı. (Sanki televizyondan tanımış gibi!!!) Hafif tebes­ süm ederek “ Ona mı geldiniz?” gibilerden bir söz söyle­ di. Şanslı bir ânım olmalı ki, adamın dediği Fransızca cümleyi baştan sona tam anlamaz mıyım? Başımla “Evet” derken, ben de hafif bir “gizli ünlü tebessümü” patlatıverdim. Adam hemen kolunu indirdi, geçmem için yol açtı ve de “Buyrun, işte orda!” demesiyle... Ge­ rard Depardieu ile yüz yüze kalmaz mıyım? Elini uzattı, ben de uzattım. El sıkıştık. Türkiye’den geldiğimi, Türk Televizyonu’nda sunucu olduğumu” söyleyebildim. Ün­ lü sanatçı da memnun olduğunu söyledi ve tam!!! Bir şeyler daha diyecekken... Aman Allahım!.. N a­ sıl bir dalga!.. M eksika’daki tribün dalgası hiç k alır... Bu dalga olduğu yerde kalkıp inmiyor. Yüzlerce, bin­ 430


lerce insan stadtan çıkmış, Fransız marşları söyleyerek yürüyor, eziyor, geçiyor. Depardieu bir yana, dev ko­ rumaları öbür yana; biçare masum spikeriniz, sunucu­ nuz, yazarınız H alit Kıvanç öbür y an a... (Laf aramız­ da, o günden beri bir yerde adı geçse adamın hemen atı­ lıyor, “H aa bizim Gerard mı diyorum? Paris’te Dünya Kupası finalinde stadta beraberdik... Vallahi de bera­ berdik, billahi d e... Yalan mı?) Sahi nerde kalmıştık? Eee Arjantin de İngiltere’yi elemişti. M aradona derken, Ricky M artin’den şarkı dinlerken ya da söylerken, 2 . tur da bitmiş, çeyrek fi­ nallere gelmiştik.

İtalya yine penaltılara teslim... Çeyrek finalde, ilk günün iki maçından birinde, ev sahi­ binin kaderi belli oluyordu. Karşısında da tam üç kez dünya şampiyonu olmuş bir İtaly a... İkisi de kupaya uzanıyor... Kaybeden ise, üçüncülük maçı bile oyna­ yam ayacak... Ve maçlar başlıyor. Hadi bakalım, gelsin g oller... Bu restoranda servis o kadar ağır k i... Kırk beş dakikada da gelmiyor ısmarladığımız goller, dok­ san dakikada da, yüz yirmi dakikada d a... Anlayaca­ ğınız bir 0 - 0 ’lık maç d ah a... O halde ısmarladığımızı değiştireceğiz. Başka çaremiz yok! Gelsin penaltılar... Onlar geliyor... Goller d e... Zidane, Trezeguet, Henry ve B lan c... Birerden dört g ol... Fransa: D ö rt... Ya İtal­ ya? Atanlara değil atam ayanlara bakalım: Albertini atıyor: G oü! Gerisi y o k ... Dino Baggio atıyor: G o..! Gerisi y o k ... Beş penaltıdan ikisi kaçınca, geriye ne ka­ lıyor: U ç... Alıştıra alıştıra söylemeye çalışıyorum İtalyanlara... Onlar alışık a m a... 1 9 9 0 ’da yarı finalde, A rjantin’e penaltılarla 4-3 yenilm işlerdi... 1 9 9 4 ’te fi­ 431


nalde Brezilya’ya 3-2 kaybetmişlerdi. Kupanın da kay­ bı demekti bu ... Şimdi de Fransa ’9 8 ’de Fransa’ya 4 -3 ’le boyun eğiyorlardı. İtalyan Pagliuca, kalesinde dört gol görmüştü, Fransız Barthez ise ü ç... Kaptan Maldini on dokuzuncu maçına çıkıyor, İtalya’nın Dünya Kupası’nda en çok form a giyen oyuncusu olma onurunu kazanıyordu. Fakat kupadan elenmenin acısından, bu mutluluğu hissedemiyordıı bile... Ev sahipleri ise, ön­ lerinde iki maç kaldığını düşünerek, kupayı kimseye kaptırm ayacakları inancıyla yarı finali bekliyorlardı. Büyük favori Brezilya’da da rekor var. Daha sonra “bizim” liglerin futbolcusu olacak Taffarel, yüz doku­ zuncu kez giydiği milli formasıyla Danimarka maçına çı­ karken, ayrıca 16. Dünya Kupası’nda “En Çok Dünya Kupası maçı oynayan Brezilya kalecisi” unvanını kazanı­ yor. Brezilyalılar, oyuna kendilerinden çok emin başlıyor­ lar. Ama bir şok! Daha ikinci dakikada golü atan değil, yiyen takım oluyor Brezilya. Taffarel’in kalesinde Jorgensen’in golü... Yılmıyor Siyah İnciler... Yedikleri gol­ den sekiz dakika sonra beraberliği sağlıyorlar. Gol, Bebeto’dan... Sonra Rivaldo sahnede... Bir gol de ondan. R a­ hatlıyor Brezilya... İlk yarıyı 2-1 önde kapatınca, ikinci kırk beş dakikaya sanki maç kazanılmış havasında başlı­ yor. Bu gevşeme, hemen cezasını görüyor ve Danimarka, ünlü ası Laudrup’un golüyle beraberliğe erişiyor. 2 -0 ’dan 2 -2 ’ye düşen Brezilyalılar, birden toparlanıyor. Yedikleri gol, bir sihirli değnek gibi... Ronaldo bu maçta atmıyor ama attırıyor. İki golde de payı büyük. Bir de “büyük” Rivaldo var sahada... Mükemmel oynuyor. Golü de gü­ zeldi ilk yarıda... Rivaldo’nun bu yarıda attığı daha da güzel... Çünkü Brezilya’ya 3 -2 ’lik galibiyeti getiriyor. Ancak Danim arka’nın da, böylesine güçlü bir rakip önünde gösterdiği futbol başarılı... Hatta hatta... Tam

432


89. dakikada, hakemin son düdüğü öttürmesine sadece bir dakika kala Reiper, müthiş bir kafa şutu ile Brezilya kalesinin direğini sarsıyor. Direkten dönmese to p ... Belki 3 -3 ... Belki uzatma... Belki penaltılar... Belki??? Ama direkler imdadına yetişiyor Brezilya’nın...

Hollanda yirmi yıllık rövanşı alıyor... Şimdi sıkı durun! Büyük bir intikam maçı geliyor... 1 9 7 8 ’i bir anımsayalım. Kupaya uzanan iki takımın son mücadelesini... Arjantin - Hollanda m açını... Bu­ enos Aires’de, yetmiş yedi bini aşkın seyirci önünde Ar­ jantin’in Hollanda’yı 3-1 yenip kupayı kucaklayışını... Rensenbrik’li, Neeskens’li, Kerkhoff’lu H aan’lı, Rep’li, Nanninga’lı, Hollanda’nın direkten dönen topuyla ku­ panın kaçışını... Ötede de Kempes’li, Ardiles’li, Tarantini’li, Passarella’lı, Bertoni’li, Gallego’lu Arjantin’in, iki saatlik mücadeleden Kempes ve Bertoni imzalı gollerle Dünya Kupası’na uçuşunu... İşte şimdi o günün rövanşındayız bir bakım a... Gerçekten bir heyecan kasırgası bu m aç... Hollanda ilk dakikaların hâkim i... Kluivert, daha 12. dakikada, takımını 1-0 öne geçiriyor. Yalnız beş dakika için... 17. dakikada Arjantin, Lopez’le bera­ berliği getiren golü kazanıyor. Bu 1-1’lik durum uzun müddet devam edecek. Bir çokları için “erken final” bu ... Hollanda, Cocu ile direkleri sarsıyor. Arjantin de, Batistuta ve Ortega ile gollere ne kadar da yaklaştı. An­ cak golsüzlük, bozulmayan eşitlik, sinirleri bozuyor. Oyunda sert hareketler arttı. Meksikalı hakem “Ata­ rım ” diye işaret ediyor da, dinleyen kim? İsterse dinle­ mesinler, atar... Atıyor da... İki kırmızı kart, az arayla çıkıyor hakemin cebinden... 7 6 . dakikada H ollan­ da’dan Numan, 87. dakikada da Arjantin’den Ortega, 433


kırmızı kartla öpüşüp oyundan ayrılıyorlar. Dakika sek­ sen dokuz... Normal sürenin bitimine iki dakikacık var. Bitmiyor o iki dakikacık... Hatta içine bir de koskoca gol sığıveriyor. Bergkamp, Hollanda’nın yıldız futbolcu­ su, nasıl indi, nasıl vurdu, nasıl golü attı!.. Son dakika golü, bir büyük şampiyonu, 1978 ve 1986 Dünya Ku­ palarının sahibini, Fransa ’9 8 ’in dışına itiveriyor. Ger­ çekten final gibi m aç... 2-1 kazanan Hollanda yarı final­ d e... Arjantin ise yolcu... t v yorumcusu Maradona ne anlatıyor acaba? Değişik yerlerde, birbirimizi uzaktan görüyoruz. Yanında olsak, anlar mıyız ki ne dediğini?.. Üstelik Maradona b u ... Konuşurken bile çalım atar... Fakat hepsi bitti... Artık bu kupada Arjantin yok. Hol­ landa yirmi yıl öncesinin rövanşını aldı. Nihayet son yarı finalisti belirleyecek maçtayız, Al­ manya - Hırvatistan... Hırvatistan mı? O da kim? Al­ man görüşü b u ... Bir rastlantı Hırvatları buraya getir­ di. Burdan da doooğru evlerine giderler. 1 9 5 4 ... 1 9 7 4 ... 1 9 9 0 ... Üç tarih... Almanların Dünya Şampiyonu ol­ duğu üç kupa... Hırvatlar için, çok çok maçı uzatmaya bırakma çabası düşünülebilir... Genel görüş b u ... Da­ hası da var: Gidelim, görelim. Almanlar kaç atacak? Bu iş asla uzatmaya, penaltılara filan kalm az... Hah işte, bu son tahmin tam tuttu. Bu maç gerçekten uzatmaya kalmadı. Hele penaltılara... Hiiiiç!.. Doksan dakika bittiğinde, yarı finalisti belli olmuştu bile... M aç sakin başlamıştı. İki takım da birbirini tartıyor­ du. Tabii Almanlar zaman zaman gol denemesi yapı­ yor, atağa kalkıyordu. Fakat Hırvatlar, hep bir şey bek­ liyor havasında idiler. İki takım birbirinin üstüne fazla sert gitmediğinden, golün gecikmesi sanki normal kar­ şılanıyordu. Almanlar, oyunu rakip alana yıkmayı yeter sayıyor gibiydi... Bu durumda, ikinci yarıyı beklemek 434


gerekti gol görmek için... Kronometreler 40. dakikayı gösteriyordu... Ki maçta hiç beklenmeyen bir bomba patladı: Norveçli hakem Pedersen, kırmızı kartını Al­ man futbolcusu Woerns’a çıkardı. Demek ki en azın­ dan elli dakika, on bir kişiye karşı on oyuncuyla müca­ dele edecekti Alman takım ı... Aslında dikkatli gözler, Hırvatların savunmadaki başarılı taktikleriyle rakiple­ rine fazla hayat sahası bırakmadığım fark ediyordu. Hele on kişi kaldıktan sonra, Almanlar biraz şaşırmış gibiydi. Ve işte bu şaşkınlığı üzerlerinden atamadan bir de gol gelince... Doğrusu Jarni, çok akıllı kaçmış ve çok ustaca atmıştı bu golü... Golle beraber ilk yarı da bitmişti. Çoğunluk, ikinci kırk beş dakikada Almanla­ rın bu işi temizleyeceği kanısındaydı. Oysa biraz derin düşününce, Alman takımında M atthaeus’un 37, Köpke’nin 35, Klinsmann’ın 34, Kohler ve Haessler’in 32 yaşında oldukları hesaba katılınca, on kişilik takımın maçı almasındaki zorluk daha iyi meydana çıkabilirdi. Ancak bir yandan da, Norveçli hakemin kırmızı kart cezasının çok ağır, hatta haksız olduğunu öne sürenler az değildi. Bu tartışmalar siiredursun, Hırvatlar maçı almış götürüyor, çoğunluğun “Şimdi gelir” diye Alman golü ufukta bile görünmüyordu. Aksine Hırvat takımı bir şahlanmıştı k i... Bunun sonucunda 1-1’i bekleyen­ ler, 2 -0 ’la karşılaşıverdiler. Vlaovic’in harika golü, uzun yıllar unutulmayacak güzellikteydi. Bitime on bir daki­ ka kala gelen bu gol Almanları iyice dağıtıyor, bu fırsa­ tı kaçırmayan Büyük Hırvat yıldızı, golcü Suker bozgu­ nun adını koyuyordu: “3 -0 !” Suker’in golünden beş dakika sonra da oyun bitiyor, koca Almanya, kocaman Almanya, üç kez Dünya Şampiyonu Almanya, çeyrek linalde elenip gidiyordu. Arada Hamann’m bir şutunda topun direkten dönmesi dışında, Almanların “Ah vah”

43 5


diyeceği pozisyon da yok denecek kadar azdı. Bütün bunlar arasında Berti Vogts, bu maçla, Alman Milli Takımı’nda yüzüncü kez görev üstlenmenin onurunu ka­ zanıyordu. Ama kutlayacak hali kalmış mıydı ki?.. Al­ manya’nın elenmesinden çok 3-0 yenilmesi, futbol dün­ yasında tek sözcükle özetlenmişti: “ Şok!” Fransa ’9 8 ’in unutulmayacak özelliği, kaç önemli maçın uzatmaya kaldığıydı. H atta kaç maçta penaltı­ lar belirlemişti kaderi... İşte böylesi bir maç daha:

K ibar Blanc’a yakışmadı ... Koşullar pek Hırvatlar lehine görünmüyor. Ancak H ır­ vatistan için bir Dünya Kupası’nda yarı final oyna­ mak onuru da önem li... İspanyol hakem Aranda’nın ilk düdüğüyle oyun başlıyor. Başlıyor başlamasına da gol nerde? Fransız seyirci epey huzursuz. Ya uzarsa maç? Ya penaltılara kalırsa? “Beklenen şarkı”yı Zeki M üren değil, Fransız seyircisi söylüyor. Fakat Fransız futbolcuları o şarkıya katılmakta pek hevesli görün­ müyor. Aksine Hırvatlar giderek açılıyor. Hakemin ilk kırk beş dakikanın bittiğini ilan eden düdüğü duyuldu­ ğunda, ilk yarı 0-0 kapanıyor. Fransızların ikinci yarı­ ya taşıdığı ümit, bu devrenin daha ilk dakikasında da­ ğın arkasına gidiveriyor. O da ne? Top ağlarda... Ama Fransız ağlarında... “Gol Krallığı”nı kovalayan Suker, Hırvatistan’ı 1-0 öne geçiren golü atmaz mı? Stadta çıt yok! Yooo, çabuk toparlanıyor Fransız takımı da, Fransız seyircisi de... Hem de çok çabu k ... Suker’in go­ lünden henüz bir dakika değil, sadece elli saniye geç­ mişken, ev sahipleri üzüntüden sevince geçiyor. Thuram ’dan ilk “ hayat öpücüğü” ... Top bu kez Hırvat ağ­ larında... Geriden bir anda ileri fırlayan Thuram ’ın at­ 436


tığı gol, tarihi değiştirecek değerde... Çünkü bu daki­ kadan itibaren Fransız takımı harika bir futbol oynu­ yor. Ama gol gene yok. Zaman ilerliyor. 1 -1 ’in bozulmayışı, iki taraf futbolcularında gerginlik yaratıyor. Tam 70. dakikadayız. Günün yıldızı, hatta kupanın yıldızı olarak hatırlanacak Thuram gene çıkıyor ileri­ ye... Gene vuruyor to p a... Gene g ol... Stade de France ay akta... Fransız seyircisi çılgın gibi... Görülmemiş bir coşku ... Ev sahipleri 2-1 öne geçiyor. Ama daha yirmi dakika var. Her şey birden değişebilir. Ve işte gol sevin­ ci henüz geçmemişken, 74. dakikada Blanc öyle bir ha­ ta yapıyor k i... Hani beş yaşında çocuk yapmaz dene­ cek bir h ata... Galibiyet golünü atm ışsın... Ev sahipli­ ği avantajıyla seyircini de arkana alm ışsın... Finale bir­ kaç dakika kalm ış... Üstelik bu Blanc adlı futbolcuyu “aklı başında” diye kaptan yapmışlar. Koskoca Fransa takımının kaptanı... Kibar, zarif, yakışıklı bir genç bu B lan c... Ama böylesi durumda kalkıyor, “ kırmızı kart­ lık hata” yapıyor. İspanyol hakem de kartını çıkarıyor. Rakibi on kişi kalınca, Hırvatlar şöyle bir doğruluyor. Üst üste birkaç, hem de çok tehlikeli ak ın ... Başta çıp­ lak kafalı kaleci Barthez, Fransız savunması fırsat ver­ miyor. Hakemin son düdüğü duyulduğu anda, stad in­ liyor. Tribünler sevinçten oynuyor. Fransa, son on altı dakikasında on kişiyle mücadele ettiği maçı 2 - 1 kazanı­ yor ve final mutluluğuna erişiyor. Kupaya bir tek adım kalıyor artık. Fransızlar m em nun... H ırvatistan takım ı üzgün. Belki bir teselli var H ırvatlar için ... “Dünya üçüncüsü” olma şansı... Biz şimdi merakla beklenen öteki sorunun yanıtını arayalım. Fransa’nın finaldeki rakibi kim olacak: “Bre­ zilya mı? Hollanda mı? 437


Taffarel kalede devleşiyor... Brezilya, Dünya Kupası finallerinde dört kez “mutlu son”a ulaşmış tek ü lke... Yarı finalin bu maçında da, ötekinde olduğu gibi, ilk yarı golsüz kapanacak ve... gene ilk yarı final karşılaşmasındaki gibi, gol ikinci ya­ rının ilk dakikasında gelecekti. Fransa - Hırvatistan maçında, Suker’in golü O-O’ı 1 -0 ’a getirdiğinde 46. da­ kikadaydık. Brezilya - Hollanda maçında da, Ronaldo golü atıp O-O’ı 1 -0 ’a çevirdiğinde, gene maçın 4 6 . daki­ kası oynanıyordu, iki maç arasındaki fark bundan sonra başlıyordu. Fransızlar Flırvatların bir golüne iki golle karşılık verip finale yükselmişti. Şimdi ise, durum değişikti. M açın bitimine dört dakika kalmışken, Bre­ zilya 1 -0 ’lık galibiyetini sürdürüyordu. Ama ne olduy­ sa o 8 6 . dakikada oldu ve fırsatçı Hollanda forveti Kluivert, mükemmel bir golle eşitliği sağlayıverdi. 1-0’m uzun süre devam etmesi, Brezilyalılara maçın böyle bi­ teceği hissini, daha doğrusu rehavetini verince, beklen­ meyen olmuş, maçın normal süresi 1-1 kapanmıştı. Ya­ rım saatlik uzatma gol getirmeyince, iş kalecilere kal­ mıştı. İşte o zaman da artık “ GalatasaraylI Taffarel” olarak çağıracağımız Brezilya kalecisi, hayatının en büyük başarılarından birini gösteriyor, kupanın kade­ rini değiştirenlerin başında geliyordu. Penaltılar başla­ yınca, Brezilya atışlarda da, kurtarışlarda da üstünlü­ ğü yakaladı. Ronaldo, Rivaldo, Emerson ve Dunga, penaltıları Brezilya hanesine “g ol” olarak yazdıran dört yıldızdı. Hollanda’dan ise Frank de Boer ve Bergkamp ustalıklarını göstermiş, iki penaltıdan iki gol çı­ karmışlardı. Fakat kaleci Taffarel devleşerek, Ronald de Boer’in ve C ocu’nun penaltı atışlarıyla gelen iki to ­ punu da kurtarınca... Kader ağlarını örmüştü. M açta­ 438


ki goller de eklenince, penaltı golleriyle birlikte iki farklı galibiyete ulaşan Brezilya finaldeydi. Ev sahibi Fransa ile kupayı en çok kazanan takım, kozlarını paylaşacaktı. Tahmin edeceğiniz gibi, Brezilya’daki se­ vinç muhteşem bir karnavala dönüşüyordu. Fran­ sa’daki Brezilyalılar büyük tezahüratla sokaklara dö­ külüyor, Brezilya’daki kutlam aların büyüklüğü ise Tv’lerden tüm dünyaya yayılıyordu. Brezilyalılar, ku­ payı alacaklarından yüzde yüz emin görünüyorlardı. Fransızlar ise bir patlayacak ama tam patlayacaklardı. Hiç alamadıkları Dünya Kupası’m, şöyle bir tutup ha­ vaya kaldıracakları anı bekliyorlardı.

Sürpriz takım Hırvatistan... Arada “Dünya Üçüncüsü”nü belirleyecek maç vardı. “Fransa ’9 8 ’in sürpriz takım ı” Hırvatistan, Hollan­ da karşısına çıkarken; İtalya gibi, Almanya gibi, Ar­ jantin gibi, üç eski şampiyon tribündeydi. Üçü de bu finallerin seyircisiydi artık ... Önce üçüncülük maçının, sonra da büyük finalin seyircisi... Aslında bu karşılaş­ mada çifte heyecan vardı: Kim üçüncü olacaktı? Kim gol krallığını kazanacaktı? Şu anda listenin başında kral adayı olarak beşer golle İtalyan Vieri, Arjantinli Batistuta ve Hırvat Suker vardı. Vieri ve Batistuta, ar­ tık tribünden inip de top oynamayacaklarına göre, bir tek Suker’in şansı devam ediyordu. Üçüncülük karşı­ laşmasında atacağı bir tek gol bile Suker’in “ Gol K ra­ lı” olmasına yetecekti. Pare de Princes Stadı’ndaki maç başlarken genel kanı, H ollanda’nın galip geleceği, üçüncülüğü kazanacağı şeklindeydi. M aç başladıktan sonra oyunun gelişmesi de, bu tahmini doğrular yönde oldu. Ancak gerçek biraz değişikti. Hırvatlar, klasik

439


taktiklerini uyguluyor; oyunu kendi yarı alanlarında kabul edip, kontrataklarla ve tabii Suker gibi, Jurcic gibi hızlı hücum elemanlarıyla gol arıyorlardı. Bu ba­ kımdan Hollandalıları sık sık Hırvat kalesi önünde gö­ renler, birazdan Hollanda gollerinin de birbirini izleye­ ceğini düşünüyorlardı. Bu görüşün ömrü on iki daki­ kalık oldu. Tam 13. dakikada Hırvatların büyük yıldı­ zı Prosinecki, enfes bir atak sonunda aynı güzellikte golü attı. Hollandalılar fazla sarsılmayacak, akınlarını sürdürerek çok geçmeden beraberliğe ulaşacaklardı. Gol, Zenden’den gelmişti. Hollandalı futbolcunun be­ raberlik golünü yaratan şutu gerçekten enfesti. Seyre­ denin yıllarca unutamayacağı bir futbol harikasıydı bu şut... Yalnız gol, atan Hollanda’yı değil, yiyen Hırva­ tistan takımını ateşledi. Hele Suker, gol krallığına koş­ manın da kamçılamasıyla daha da coşmuştu şim di... Bu arada söyleyelim: M açın tarafsız olması gereken Fransız seyircisi, Hırvat oyuncusu Biliç’in ayağına to ­ pun her gelişinde ıslıklıyor, hatta yuhalıyor, çeşitli şe­ killerde protesto ediyordu. Fransızların, Biliç’i bu şe­ kilde hiç durmadan protesto etmesinin nedeni açıktı: Bir önceki m açta kaptanları Blanc’ı sinirlendirmiş, onun kırmızı kart görmesine sebep olmuştu B iliç... 1 9 9 8 ’in Dünya Üçüncüsü, bu unvan için oynanan maçın 3 6 . dakikasında belli old u ... 36. dakika, aynı zamanda Fransa ’9 8 ’in gol kralını da ilan eden daki­ kaydı. Suker, aldığı topu en iyisiyle kullanmış, hem Hır­ vatistan’ı galibiyete ve dünya üçüncülüğüne kavuştu­ ran, hem de kendisini gol krallığı tahtına çıkaran golü atmıştı. Aslında daha büyük final vardı orda; bir fut­ bolcu, örneğin Ronaldo, iki gol atarak Suker’i geçebi­ lirdi. Ya da bir başka futbolcu, sürprizlerin en büyüğü­ nü yapar, peş peşe üç-dört gol atarak herkesi şaşırta­ 440


bilirdi. (Zaten birkaç sayfa sonra okuyacaksınız. İyisi mi sizleri daha fazla heyecanda bırakmadan, olacak­ ları öğrenmenize yardımcı olalım. Tabii bileniniz çok y a ... Finalde kimse böyle bir şeyler yapamayacak, Suker de gol kralı tacını başından çıkarm ayacak!) Küçük final özelliği taşıyan bir maçın 36. dakika­ sında kaydedilen bir golün, bir unvanın kaderini belir­ lemesi, aslında futbol sporu için pek normal sayılma­ yabilir. Doksan dakikalık bir karşılaşmada, o golden sonra daha elli dört dakika var. Dokuz dakika sonra ilk yarı bitecek, sonrasında yeniden kırk beş dakikalık m ücadele... O hoo, elli dört dakikaya kaç gol sığmaz k i... Sığmayacaktı işte... Ve Hırvatistan, Kupanın sürp­ riz takımı olduğunu perçinleyerek, sahadan “Dünya üçüncüsü” olarak çıkacaktı. “Hollanda bizim gruptan gitmişti finallere... Üste­ lik bizi yenem eden... Ama biz onları yenmiştik. A ca­ ba Hollanda’nın yerine biz gidebilseydik, bu üçüncü­ lük maçım biz mi oynardık? H atta kazanabilir miy­ dik? Hırvatların Suker’i yerine bizim Şükür, gol kralı olamaz m ıydı?” diye düşündüğünüzü hissediyorum. Ben orda, Fransa’da, finalleri izlerken düşünmüştüm çünkü bunları... Düşünceye kilit olmadığına göre, ge­ ne düşünmeye devam edelim. Aslında gerek yok y a... Artık takım ı finallerde oynayan, 2 0 0 2 finalistleri ara­ sında yer alan bir ülkeyiz... Onu düşünmek, çok daha güzel... İnsan hayal ettikçe yaşarm ış...

Fransa ’9 8 ’de bizim yabancılar ... Büyük finali beklerken, daha değişik bir not sunmak istiyorum. 16. Dünya Kupası ile ilgili araştırmalar, is­ tatistikler arasında gözümüze çarpan, bizimle ilgili bir 441


k o n u ... Türkiye liglerinde oynayan yabancılardan, Fransa ’9 8 ’de forma giyenler konusunda küçük bir araş­ tırm a... 16. Dünya Kupası finallerinde oynayan yabancıla­ rımızdan beşi, Bulgaristan takımının Fransa ’98 kadrosundaydı: • Zdravkov (İstanbulspor) • Gintchev (Antalyaspor) • Iliev (Bursaspor) • Kishisev (Bursaspor) • Yankov (Beşiktaş) Liglerde bizim takım ların form asını giyenlerden, Dünya Kupası’nda yer alanlardan dördü, Romanya mil­ li takımındaydı: • Flagi (Galatasaray) • Popescu (Galatasaray) • Filipescu (Galatasaray) • Stingaciu (Kocaelispor) Dördü de Güney Afrika takım ının kadrosundaydı: • M oshoeu (Fenerbahçe) • M orula (Vanspor) • Phiri (Vanspor) • M khalele (Kayserispor) Fransa ’9 8 ’in üç futbolcusu da, N ijerya M illi Takım ı’ndaydı: • Uche (Fenerbahçe) • O kacha (Fenerbahçe) • Am okachi (Beşiktaş) Liglerimizin yabancılarından iki futbolcudan biri, Flırvatistan oyuncusuydu: • M rm ic (Beşiktaş) Bir oyuncu da Kamerun milli kadrosunda yer al­ mıştı: 4 42


• Allum (Vanspor) “Bizimkiler”in yer aldığı takımlardan Bulgaristan, bir beraberlik dışında başarılı olamadı, hatta Ispanya’ya 6-1 ’lik gol rekoruyla yenildi. Romanya ise, grup maçla­ rında alkışlanan sonuçlar aldı. Tunus’la 1-1 kalmanın dışında, Kolombiya’yı 1-0 yendi. Ama İngiltere’yi 2-1 yenerek yarattığı sansasyon çok daha büyüktü. Ancak 2. turda Hırvatistan’a 1-0’la boyun eğdi ve elendi. Güney Afrika, ev sahibi Fransa’ya 3-0 kaybetti fa­ kat öteki iki maçında yenilmedi. Suudi Arabistan’la 2-2 kalması önemli değilse de, çeyrek finale çıkacak bir Danim arka karşısında aldığı beraberlik küçümsene­ mezdi. N ijerya, grup birincisi olarak tur atlam akla başarılıydı. Ispanya’yı ve Bulgaristan’ı yenmiş, sadece Paraguay’a yenilmişti. 2. turda ise Danim arka önünde tutunamamış, 4-1 gibi farklı sonuca teslim olmuştu. H ırvatistan’ın üçüncülüğünü yeni anlattık. Kamerun ise ilk turda elenenlerdendi.

Açılış kadar görkemli bir kapanış... Artık Stade de France yolunu tutabiliriz. Hem de er­ ken saatlerde... Çünkü o yöne doğru trafik yoğunlu­ ğu daha sabahtan başladı. Bu bakımdan, tribünlerin maç saatinden çok önce dolduğunu kolayca tahmin edebilirsiniz. Brezilyalılar, elbette çoğunlukta değil Pa­ ris sokaklarında... Gene de ilginç görünüşleriyle, çe­ şitli boyalarla süslenmiş yüzleriyle ilgi çekiyorlar. Fransızlar ise coşku içinde am a, şöyle bir dostça k o ­ nuşmaya kalktınız mı, çok korkuyorlar... H ani “yü­ züp yüzüp de kuyruğuna gelmişken” m isali... Açılış töreni gibi, kapanış töreni de muhteşem ol­ muştu. Rüya gibiydi gerçekten... Bu kupanın maskotu 443


sayılan, yakışıklı ve sevimli, Porto Rikolu Ricky M at tin’in enfes konseriyle süslenen kapanışta dans ve ak robasi gösterileri değişik güzelliklerdi. Tabii biz de N'i v ekibi olarak, Okay Karacan ve M urat Kosova kardeş­ lerimle (ya da oğullarımla), stadın bir köşesinden Pa­ ris’teki o heyecanı memlekete taşırken, bir yandan da stadta canlı canlı böylesi bir olayı izlemenin keyfini duyuyorduk. Bense, onuncu kez bir Dünya Kupası fi­ nalinde görev üstlenmenin mutluluğu içindeydim. (Bir ara hemen yanımızda yayın yapan ve o ana kadar on beş Türk medya mensubuyla röportajlar yapan, t r t ekibinden bir sevgili kardeşimin gelip de “Baba yahu, sen de gelip bir-iki laf söylesene t r t m ikrofonunda... Sahi senin kaçıncı Dünya Kupası bu” demesi dışında üzüleceğim hiçbir tatsızlık yoktu o sırada... Kırk yılı aşkın emek verdiğim, evim, okulum, yuvam olarak kalbime yerleştirdiğim TRT’den birisinin yahut binleri­ nin, pek düşünmeden söylediklerini neyse ki çabuk unutmuş, o ânın büyüleyici keyfine yeniden dönmüş­ tüm. En sevdiğim huyumdur. Çirkin, tatsız, kötü dav­ ranışları çok çabuk unuturum. Peki, bunu niye hatırla­ dım şimdi? U nuttum ...) Stadtaki şahane defileyi, havai fişek gösterilerini iz­ lemiş, sıra büyük finale gelmişti. Tribünlerden yükse­ len büyük tezahürat, takım ların göründüğünü haber veriyordu. İşte iki finalist sahadaydı. Hakemler de. M a­ çı Afrikalı bir hakem yönetecekti. Said Belqola... Faslı hakemin yardımcıları da, İngiliz Warren ile Güney Af­ rikalı Salie idi. Ve 16. Dünya Kupası’nın adayı iki ta­ kımın kadroları, seremonideydi: F r a n s a : Barthez - Lizarazu, Leboeuf, Desailly, Thuram - Djoıkaeff, Deschamps, Zidane, Petit - Karembeu, Guivarc’h

444


B r e z İ l y a : Taffarel - Cafu, J. Baiano, Aldair, Roberto Carlos - Dunga, C. Sampaio, Leonardo, Rivaldo - Ronaldo, Bebeto

Z idane... Yine Z idane ... Büyük Z idane... Fransa oyuna öylesine hızlı, öylesine güzel başladı k i... Daha ilk dakikadan itibaren “Kupa, ev sahibinin hak­ k ı” dedirtti herkese... Guivarc’h, mükemmel girdiği pozisyonu gole çevirebilse, Fransız takımı daha ilk da­ kikada galip duruma geçecekti. Bunu birkaç dakika sonra gene Guivarc’h’ın ve D jorkaeff’in gollük atakla­ rı izliyordu. Brezilya nerdeydi? Flerkes arıyordu. Dün­ ya Kupalarının fırtınası dinmiş miydi? Yoksaaa, fırtı­ nanın yeni adı Fransa mı olmuştu? Evet... Evet... Son sorunun doğru yanıtı buydu... Brezilya takımı, Fran­ sızların müthiş temposu karşısında epey şaşırmıştı. Bu güzelliğin meyvesi de az sonra tabaktaydı. İlk Fransız golünü, “Dünyanın en büyüğü” olarak ödüller kaza­ nacak Zidane atmıştı. Şahane bir kafa vuruşu ve fina­ lin ilk coşkusu... Fransa 1-0 öne geçtiğinde, maçın he­ nüz 2 7 . dakikası oynanıyordu. Sonrasında sahada san­ ki Brezilya hiç yoktu. Atak üstüne atak yapan Fransızlar, her an gol tehlikesi yaşatıyorlardı Taffarel’in kale­ sinde... Daha önce harikalar yaratan Taffarel de bu m açta, takımının kötü temposuna uymuş gibiydi. Dev­ renin böyle bitmesi beklenirken, hakem ilk yarıya üç dakika eklemişti. Bu eklemenin de sonu gelirken, “ bü­ yük” Zidane tekrar sahneye çıkıyor ve Fransa’nın gol­ lerine bir tane daha ekliyordu. Ya da kendi gollerine, gene şahane bir kafa vuruşuyla. Fiakem ilk yarının son düdüğünü çalarken, Fransa 2-0 öndeydi. Brezilya, m a­ çın ikinci bölümüne biraz toparlanmış gibi başladı. Bu

445


arada, yıldız futbolcusu Ronaldo ile gole çok yaklaştı d a ... Fakat Ronaldo gibi bir klas futbolcu karşı karşı ya kaldığında, topu kaleci Barthez’in kucağına nişan layınca, Fransızlar buna sadece teşekkür ettiler. Ancak aynı Fransızlar, az sonra Faslı hakeme teşekkür değil, itiraz edeceklerdi. Çünkü 68. dakikada Desailly’yc gösterdiği kartın rengi “kırmızı”ydı. Daha da bitime yirmi iki dakika vardı. Yenecek bir gol, her şeyi değiş­ tirebilirdi. Brezilya karşısında on kişiyle mücadele et­ mek pek kolay sayılmazdı. Ne var ki, Fransız takımı formda bir günündeydi. Hani on değil, dokuz, hatta sekiz kişi de kalsa, maçı kazanacak bir tempodaydı. Gerçekten bunu başardı d a... Hatta on bir kişiyle oy­ nayan Brezilya’nın kalesine bir gol daha bırakarak... Zidane, birbirinden muhteşem iki kafa golüyle mağlup etmişti Taffarel’i... “Altın kafa” diye alkışlamıştı seyir­ c i... Brezilya kötü mü oynamıştı? Belki de hiç oynayamamıştı. Daha doğrusu Fransa çok iyi oynamıştı ve de Brezilya’yı oynatmamıştı. 2-0 da yeterdi şampiyonluk için ... “H ayır” diye bir ses yükseldiğinde maçın tam 90. dakikasıydı. “H ayır” diyen Petit, nefis bir atak so­ nunda, Taffarel’in kalesine üçüncü golü de yollamıştı. Futbol tarihi, futbolun en büyük kupasını ev sahibi Fransa’nın büyük bir zaferle kazandığını yazacaktı. Sonuç 3 -0 ’dan da farklı olsaydı kimse şaşırmazdı... “H ak etti Fransız tak ım ı” derdi. Şeref tribününde Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac mutluluk için­ de, ülkesinin mutlu insanlarını selamlıyordu. Gene ay­ nı tribünde alkışlayanlar arasında, futbolun unutul­ maz kralı Pele; gol rekoru bu kupada da kınlam ayan Fransız golcüsü Fontaine; müziğin, sinemanın, sanatın ünlüleri, Gérard Depardieu, Catherine Deneuve, C la­ udia Schiffer, Alain D elon... Daha kimler yoktu k i... 446


Sahadaki en tatlı tablo, her galibiyetten sonra oldu­ ğu gibi, Fransız oyuncularının kalecileri Barthez’i çıp­ lak kafasından öperek kutlamalarıydı. Aslında bunu maçtan önce de yapıyorlardı. Bir uğurdu b u ... H atta bu finalde kırmızı kart cezalısı olduğu için oynayamayan Blanc gelmiş, Barthez’in kafasına alışılan öpücü­ ğü kondurup, maçı seyretmek için tribüne çıkmıştı. Stadtan çıkılırken... Haa sahi daha önce anlatmıştım değil mi Gerard Depardieu ile tokalaşm am ızı?.. Ama bütün bu alanda herkes aynı şarkıyı söylüyordu. Ricky M artin’in L a C opa de la vida'smı, finalden önce onun­ la birlikte söylemişti on binler... Şimdi artık her yerde aynı şarkı çalıyor, sokaklarda yürüyenler de bir ağız­ dan onu söylüyorlardı. Fransızlar sevinç içinde havalara sıçrarken, Brezil­ yalılar ağlıyordu. Paris’tekiler herkesin gözü önünde ağlıyordu. Brezilya’da ise, adeta milli matem ilan edil­ miş gibi bir havanın estiği haberi geliyordu. Ama kim ne derse desin, kupa tarihinin en haklı sonuçlarından biriydi b u ... Fransız takımı, anasının ak sütü gibi helal etmişti 16. Dünya Kupası’m ... Goller atılırken, milyonlarca insan içinde en çok he­ yecan duyan kişinin kim olduğunu tahmin edersiniz? Hadi sizi yormadan söyleyeyim: Hırvat futbolcusu Suk er... Zidane ve Petit imzalı goller, onun krallığını et­ kilemediği için; Fransızların şampiyonluk coşkularına, Suker’in gol krallığı sevincinin coşkusu da katılmıştı herhalde... Gol deyince, parçalanan rekorlar da vardı. Bugüne kadar 1 9 3 0 ’da Uruguay, 1 9 3 4 ’de İtalya, 1 9 6 6 ’da İn­ giltere, 1 9 9 4 ’de de Brezilya şampiyon olurken üçer gol yemişlerdi. Bu defa şampiyon Fransa “en az gol yiyen şampiyon” rekorunu kırıyordu. Çünkü Fransa, 447


oynadığı yedi maçta hiç yenilmemiş, altı galibiyet, bir beraberlik alırken sadece iki gol yemişti. Bu yeni re­ kordu işte! Bir başka rekoru ise, hayatının en kötü oyunların­ dan birini oynayan Taffarel kırmıştı. Taffarel, on do­ kuzuncu kez Dünya Kupası’nda oynayarak, o güne ka­ dar “kupada en çok oynayan kaleci” rekorunu elinde tutan Alman Sepp M aier’i geçmişti. M aier’in rekoru, 18 maçtı. Kaleci deyince de... M açtan önce iki kaleciye bir mesaj gönderen Papa Jean Paul II “gençlik yıllarında, futbolda kaleci oynadığından ötürü kalecilere sempa­ tisi olduğunu” bildirmiş, “ Papa’nın kalbi, Taffarel ve Baıthez’le birlikte olacak ” demişti. Fransız kalecisi Barthez, kupa tarihinde biri penal­ tıdan iki gol yiyerek, “tüm zamanların en az gol yiyen kalecisi” oldu. Tabii uzatma sonu penaltılar bu hesa­ ba girmiyordu. Büyük finali yöneten Faslı hakem genellikle beğe­ nilecek; kartlarını biraz fazla kullandığını eleştirenler de, hakemin tümüyle iyi maç yönettiğini kabul edecek­ lerdi. Finalin ertesi günü şampiyon takım , hocaları Aime Jacquet başlarında, Paris’in ünlü Champs-Ellysees Bulvarı’nda üstü açık bir otobüsle şeref turu atıyor, bin­ lerce halkın tezahüratı ile büyük zafer kutlanıyordu. Cumhurbaşkanı Jacque Chirac da, takımı her vesile ile onore etmekten geri durmuyordu. Bu arada en büyük sevinci duyanlardan biri de, Fransa’nın unutulmaz yıldızı M ichel Platini idi. Eski milli takım kaptanı, şimdi Fransa ’98 Organizasyon K o­ mitesi Başkanı olarak görevini yerine getirirken, takı­ mının şampiyonluğu ile de övünenlerin başında geli­ 448


yordu. Önceki Dünya kupalarında çok iyi futbol oyna­ mıştı Platini... Ama şampiyon takımın kaptanı olmak mutluluğunu yaşayamamıştı. Arada kulağınıza fısılda­ yayım: O büyük futbolcu Michel Platini henüz bir de­ likanlı iken, M etz kulübü doktoru kendisinde “ kalp yetmezliği ve nefes darlığı” bulmuş, ayrıca “ayak bile­ ği sertleşmesi” nedeniyle kemiklerinin çabuk kırılabileceğini söylemiş, kısaca Platini’nin bu çeşitli hastalıklar nedeniyle “futbol oynayamayacağı” hakkında rapor vermesiyle, genç sporcu o kulübe girememişti. Sonra­ ları milli takım kaptanlığına kadar yükselen ve dünya­ nın ünlü yıldızları arasına giren M ichel Platini’yi tele­ vizyonda görünce o doktor ne demiş olabilirdi? Hadi siz de şimdi bana dedikodu yaptırmayın!

Fransa, “toplama takım” mı? İyi de, Fransız takımının şampiyonluğundan sonra bazı ülkelerden bazı sesler gelecek, “Fransa’nın topla­ ma takım la kupaya uzandığı” öne sürülecekti. Buna karşı Fransızlar, başta hemen şimdi sözünü ettiğim M ichel Platini, şu açıklamayı yapmışlardı: “Evet, doğ­ ru ... Bizim takım ların nerden geldiklerini sayalım is­ terseniz: Thuram , Guadeloupe’den... Lam a, Guya­ na’dan... Desailliy, G ana’dan ... Zidane, Cezayir’den... Boghossian, E rm enistan’d a n ... D jo rk aeff, G ü rcis­ tan’d an ... Karembeu, Kaledonya’dan... Vieira, Senegal’d en... Henry, Guadeloupe’den... Trezeguet, A rjan­ tin’d en... Lizarazu, Bask’ta n ... Pires, Portekiz’den... Candela, İtalya’d a n ...” Sonra da şu ekleme yapılmıştı: “ Bu futbolcuların çoğu Fransa’da doğmuştur, ama aileleri çok önce dışa­ rıdan göç etmiştir.” 449


Şampiyonluğun mimarı, Fransız Milli Takımı Teknik Direktörü Aime Jacquet, maçtan sonra büyük heyecanı­ nı şöyle anlatmıştı: “Farklı kökenden ve farklı kültür­ den insanları bir araya getirmeyi başardık. Buna Fran­ sızların kaynaşması diyebiliriz. Ulusal kenetlenme ile bu büyük sonuca ulaştık. Cumhurbaşkanımız ve Başbaka­ nımız da bunu öne sürdüler. Hem de soyunma odasına inerek çocuklara an lattılar...” Teknik Direktör Jacquet, şampiyonluğu elde ettikten sonraki bu konuşmasında, “Final öncesinde gerçekten bir panik içinde olduğunu, ama bunu futbolcularına hissettirmediğini” de itiraf et­ miş ve şöyle konuşmuştu: “Zizou’ya yani Zidane’a, ön direğe gitmesini ve gol atmasını söyledim. O, dediğimi fazlasıyla yaptı, bir yerine iki gol attı. Çocuklara duran toplardan mutlaka gol bulacağımızı önemle belirtmiş, bir de Brezilyalıların sıkı markaj yapmayışına güvenmiş, futbolcularımı ona göre hazırlamıştım. Burnumuzun di­ binden ayrılmayan İtalyanlarla oynamaktansa, markajsız Brezilyalılarla oynamak, çok daha iyi idi.” Öylesi böylesi, tam 16 Dünya Kupası geride kaldı a rtık ... İlkinden sonuncusuna tarih olan o finalleri şöyle bir gözlerimizin önüne getirdik. M açlarıyla, yıl­ dızlarıyla, golleriyle, penaltılarıyla, kırmızı kartlarıyla, gol krallıklarıyla, acısıyla, tatlısıyla, üzüntüsüyle, se­ vinciyle görmediklerimiz ya da görüp de yeniden hatır­ ladığımız bütün o kupa heyecanı, bir geçit yaptı önü­ m üzde... Ama 1 9 0 0 ’lü yıllar öbür yüzyılda kaldı ar­ tık ... H atta öbür m illenium da... O halde 16. Dünya Kupası’m da bitirdiğimize göre, geçmişte yaşananlara noktayı koyabiliriz... Gelecekte, geleceğin güzellikle­ rinde, geleceğin futbol heyecanıyla süslenecek güzellik­ lerinde yeniden buluşuncaya kadar... Yüzünüz hep gülsün... 450


1998 Kupası'rıda N ijerya kalesin d e teh lik e ... B arajd a “b iz im ” U che d e var.

E vin de şam p iy on olan Fransa takım ın ın za fer sonrası.


Dünya Kupası’nda Türkiye


1 9 3 0 U ruguay Katılmadık. 1 9 3 4 İtalya

Katılmadık.

1 9 3 8 Fran sa

Katılmadık.

1 9 5 0 Brezilya

İlk kez katıldık. Elemede Suriye ile eşleştik. Suriye’yi 7-0 yendik. “Hazırlığımız yeterli değil, Brezilya çok uzak, bütçede bu iş için para yok” gerekçeleriyle gidemedik. Dünya Kupası finallerinde oynama hakkını elde ettiğimiz halde katılamadık.

1 9 5 4 İsviçre

2002’ye kadar finallerde oynadığımız ilk ve son Dünya Kupası... Bu kupada oynadığımız maçlar:

Elemede: İspanya - Türkiye 4-1 Türkiye - İspanya 1-0 Türkiye - İspanya 2-2 (Uzatma sonu kurayla tur atladık ve finallere katılma hakkını aldık.)

455


Finallerde: Almanya - Türkiye Türkiye - Güney Kore Almanya - Türkiye

4-1 7-0 7-2

1 9 5 8 İsveç

Elemede İsrail ile eşleştik. O günkü politik engeller nedeniyle, İsrail’le maç yapmamıza devletçe izin verilmedi. Maç yapmadan elendik. Katılamadık.

1 9 6 2 Şili

Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Norveç 2-1 Norveç - Türkiye 1-0 Türkiye - Sovyetler Birliği 1-2 Sovyetler Birliği - Türkiye 1 -0

1 9 6 6 İngiltere

Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Portekiz 0-1 Portekiz - Türkiye 5-1 Türkiye - Çekoslovakya 0-6 Çekoslovakya - Türkiye 3-1 Türkiye - Romanya 2-1 Romanya - Türkiye 3-0

1 9 7 0 M ek sik a Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız:

Türkiye - Sovyetler Birliği Sovyetler Birliği - Türkiye Türkiye - Kuzey İrlanda Kuzey İrlanda - Türkiye

456

1-3 3-0 0-3 1-4


1 9 7 4 A lm anya Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız:

Türkiye - İtalya İtalya - Türkiye Türkiye - İsviçre İsviçre - Türkiye Türkiye - Lüksemburg Lüksemburg - Türkiye

0-1 0-0 2-0 0-0 3-0 2-0

1 9 7 8 A rjan tin

Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Malta 4-0 Malta - Türkiye 0-3 Türkiye - Doğu Almanya 1-2 Doğu Almanya - Türkiye 1-1 Türkiye - Avusturya 0-1 Avusturya - Türkiye 1-0

1 9 8 2 İspanya

Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Sovyetler Birliği 0-3 Sovyetler Birliği - Türkiye 4-0 Türkiye - Galler 0-1 Galler - Türkiye 4-0 Türkiye - İzlanda 1-3 İzlanda - Türkiye 2-0 Türkiye - Çekoslovakya 0-3 Çekoslovakya - Türkiye 2-0


1 9 8 6 M ek sik a Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız:

Türkiye - Finlandiya Finlandiya - Türkiye Türkiye - Romanya Romanya - Türkiye Türkiye - Kuzey İrlanda Kuzey İrlanda - Türkiye Türkiye - İngiltere İngiltere - Türkiye

1-2 1-0 1-3 3-0 0-0 2-0 0-8 5-0

1 9 9 0 İtalya

Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Avusturya 3-0 Avusturya - Türkiye 3-2 Türkiye - Sovyetler Birliği 0-1 Sovyetler Birliği - Türkiye 2-0 Türkiye - Doğu Almanya 3-1 Doğu Almanya - Türkiye 0-2 Türkiye - İzlanda 1-1 İzlanda - Türkiye 2-1

1 994 ABD

Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Norveç 2-1 Norveç - Türkiye 3-1 Türkiye - Polonya 2-1 Polonya - Türkiye 1-0 Türkiye - Hollanda 1-3 Hollanda - Türkiye 3-1 Türkiye - San Marino 4-1 San Marino - Türkiye 0-0 Türkiye - İngiltere 0-2 İngiltere - Türkiye 4-0

458


1 9 9 8 Fran sa

Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Hollanda 1-0 Hollanda - Türkiye 0-0 Türkiye - San Marino 7-0 San Marino - Türkiye 0-5 Türkiye - Belçika 1-3 Belçika - Türkiye 2-1 Türkiye - Galler 6-4 Galler - Türkiye 0-0

459


Söz, Gerçekten “Gümüş”müş - Ne güzel gelenektir. Milli form ayı yirmi beş kez giyen futbolcumuz gümüş, elli kez gi­ yen ise altın m adalya ile ödüllendirilir. Saygıyla andığım Orhan Ş eref Apak Federasyonu bu yolda bir “ilk ”e daha imza atmış ve... 30 Nisan 1969 akşam ı Ankara 19 Mayıs Stadı ndaki Türkiye - Polonya milli maçından önce, bu kar­ şılaşmayı radyoda anlatacak spikere de “gümüş m adalya” vermişti. Federasyon Başkanı Apak, “Yirmi beş milli m açı­ mızı anayurda duyuran bir spikerin de, yirmi beş kez top koşturan bir milli futbolcu kadar m em leket hizmeti yaptığı­ na inanıyoruz. Bunca yıl nefes tükettin, tatlı acı anılarıyla futbolumuzun sesini dünyanın her yanından duyurdun. Bu hizmetine teşekkür ediyoruz” diyerek gümüş madalyayı boynuma takmıştı. O anda duyduğum, kalbim i nerdeyse yerinden fırlatacak büyük heyecanı her hatırlayışta aynı gü­ zellikte yaşar, bu eşsiz gururu bir kez daha hissederim ... Ya­ zar ve konuşur olarak aldığım yüzlerce ödülün yanında bu gümüş madalyanın değeri bir başka büyüktür benim için... Bir de aynı gece sevgili Arman Talay tarafından TRT adına armağan edilen o değerli saati de gözüm gibi saklarım. Nice m açlarda nice golün dakikasını o saatimin kronom et­ resine bakarak söylediğimi unutabilir miyim hiç?


Spor’da da, Mikrofonda da “Fair Play” - S pordaki onca ödülüm arasında bir de Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi’nden aldığım “Fair Play Ö dülü”nün yeri ayrıdır. Konsey Başkanı sevgili Erdoğan A npınar’ın elinden aldığım bu ödül, m ikrofonda ve kam era karşısında da “fair p lay ”in yürekten benim senebileceğini gösterm esi yönünden beni çok mutlu etmiştir.


Halit Kıvanç

İs ta n b u llu ... P ertevniyarii... Hukuk mezunu... Bir süre yargıçlığı var... Üniversitede iken gazetecilikte ilk adımlat Derken büyük gazeteler... M ik ro fo n la tanışm a... S piker... Sunucu... R adyoda maç heyecanı... TV’de ilk yarışm a... Daha nice nice "ilk " le re imza... Londra'da BBC'de b ir yıl... Dünya ü n lü le riy le röp o rta j... Futbolun b ü yü kle rin i anlat... G ollerin en g ü ze lle rin i... P enaltıların en kaçanlarını... P ele'yle "y e d e k "k e n tanış... 16 Dünya K upası'ndan 10'unda orada... K im inde gazeteci, k im in d e radyocu, TV'ci 1954'te M illi T akım la beraber... Ve sahnede, m ikrofon elde... Bugünün ünlülerini ilk sunuş... Herkesi d ostça tu t... Çirkin olayı, kötü kişiyi unut... Y azarlıkta yarım yüzyılı aş... S unuculukta yarım yüzyıla yaklaş... Bir sevgili m ikrofon... Bir se vg ili ekran... Yuvası, su n u culuğuyla akran... Eczacı B ülbin Kıvanç'ın eşi... Yazar Ü m it K ıvanç'ın babası... İkiyüzü aşkın ödülü... Otuza yakın kitabı.... işte b ir ye n isi daha... Futbolun en büyük çoşkusunu... Dünya K upasını anlatıyor... Bu kupa şim di 72 yaşında... 72 m ille tin topçusu bu kupanın peşinde... Yine g o lle r g o lle r goller.... G o lle rle d ire kte n dönenler... O fsayt g o lle övünenler... Yaşam öyküm üz de öyle... Hep golü atan olm am ız d ile ğ iyle ....

9 7 5 -4 5 8 -3 4 5 -5 9789754583458ISBN: OTM: 1 1 0 20401

9 789754 583458

KDV dahil fiyatı: 8 .0 0 0 .0 0 0 TL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.