Jülide Gülizar: Haberler bitti şimdi oyun havaları

Page 1


ISBN 975-7 362-26-3

Birinci Baskı/O cak 1 994 Coşku Dizisi: 10

Dizgi ve Baskı ÜMiT YAYINCIUK Ltd. Şti.

Konur Sk. 27/ 1 06640 Kızılay-Ankara

Tel: 4 193827 Fax: 4 1 75668


HABERLER BiTTi •

ŞIM:PI

OYUN HAVALARI

••

••

JULIDE GULIZAR

1

ÜMİT YAYINCILIK

ANKARA 1 994


Kapak: Memik Kayaoglu


Anneme oe

Hikmet Münir Ebcioğlu'na


iÇiNDEKiLER Sunuş

....... . .. . . . . . . . . . . . . .............................................................

Bir Tanışma

..... . . .. . . ...... . ....... . . .... . .

.

. . . . . . . . . .............. . . . . .. . . . . .. . . .

Çok Partili Demokratik Yaşamın fi k Yıllan içinde Yaşadıgım Bir Dönem

. ....

.

, ..... ; �

..

..... . . .. . ....... . . .

. . . . . ..... . . ..... . . .......... .. . . .. . .......

Hükümet Olarak ve HükOmet Adına

........

.

.......

.

.. ...... ·

Radyoda Haberler Parola: fikellik-lşareti: Bültenler Baştan Kara Gidiş

. .. . .

.

. . . . ............

Özel... Çok Özel Bir Spiker

.

.

.

........

.

.

....

Allahın ipini Çabuk Kopardılar

. . . . ....... . .

Bizim Kuşagın Gördügü fik ihtilal

. ........... . . .

. . ..

...

.

......

... . . . . .

.... . . . .........

Tedirgiri Bir Döneme Giriyoruz

.

.... . . .. . . . . .. .

...................

Her Şey Sarpa Sarıyor

.

...

. . . . . . . . . . . .....

.

. . ........

...............

. . .. . . .....

26

51

. 57 .

. . . .. . . ...

.

. . .................. . . . . . .

63 69 85

. 1 10

. . . . . . .... . . .... . ............. . . ...... . . .. .

............ . . .. . . . . . . .

.

. . ........ .

.

Günler Yeni Çalkantılara Gebe

.

24

. 48

. . . . .. . . . . . . .

. . .......... . . . .

17

; . . . . .. . . . . . . . . ... . . . . . . . . . . ... . . . . . . . . . . . 98

. . ..

.

13

. 34

� ........ . ........ . . .

Türk Demokrasisinde ilk Cepheleşme: Vatan Cephesi

27 Mayısin Radyosu

....... .

........... . . .. . . .. . . .... . . . . . . . . . . . . ...........

Allah Bana Bir Daha O Geceyi Yaşatİnasın

ilkel Bir Radyoculuk

.

9

. . . . . ...........

.

....

.

.

.........

.

.....

.

...

. . . . . . .. . . ............

1 17 1 23 1 28

23 Mayıs 1 963 . . . . . . . . .. . . . . ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 37 Yeni Dönem .. Yeni Umutlar .. Yeni Beklentiler

....

. . .

. . . . . . . .....

. 140 .


Hepimiz Özerklik Sarhoşuyuz İnsanlar Her An Tetikte

. . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . .

..

. . . . . . . . . . . . . . . . . ..

Bir Röportaj Nasıl Yapılır? . . .

. . ...

.

.

...... . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . ... .

.

Meslek Yaşamımda Yeni Bir Dönem: Haber Merkezi

Biraz da Hoşluk Olsun

. ... . . . . . . . . . .

.. .

Memleket Saat Ayarını Veriyoruz Bir Muziplik Savaşı.

.. . . .. . . . .

.

. . ... . .

.. . .

. . ..

Yawş İntiharın Adı: Zafer Cilasun Ankara Köylerinde

...

... .

.

.

153

. .... . . . . . . . . . . . . . . .. .

.. . . . . . ..... . . . .. . . . . . . .. . . . . . . . . . . .. . . .

Gündeme Giren Yeni Kavramlar ve R?ldyo

144

. . . .

.

. .. . .

.

. . . . . . . . . . .... . . . . . . . ..

1 56

. 160 .

1 70

. . .

1 74

. . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. .. . . . . . . . . . . . .

. . ... . . . . . . . . . . .

.

.

. .. . . . . .

.

. . . . . . . . . .

19 1

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

. . . . . .. . . . . . . . . .. . . . . . ... . . . . . . ... . . . . .

. . . . .. . . . . . . . . .. . . . . .. . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Haber Merkezi Bayanlara Açılıyor Sunay Çankaya Yolunda

. . . . . . . . . . . . .

.

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .

. ... . .

.

.

... . . . . . . .. .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Seçim Sonuçlan ... mönü ve Demirel'in Yorumlan İsmet İnönü Olmak Çok Güzeldi .

. . . . . . . ... . . . . . . .

. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . .

Bir Güzel insan: Refik Ahmet Sevengil

. . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . .

1 94 199 203 207 211 218 224 227


SUNUŞ

1800'lü yılların sonlarında (ya da 1900'lü yılların başlannda), insan sesinin ilk kez bir yerden başka bir yere ulaştınlması gerçekleşirken, sonraki zamanların güçlü bir kitle iletişim aracının, "RADYO"nun dogum sancıları da bitmiş olu­ yordu. Maxwell'den Marconi'ye kadar uzanan yoldaki birçok çalışma ve deney, insanlıgı -ilkel de olsa- iNSAN SESiNi BAŞKA YERLERE, BAŞKA iNSANLARA DUYURABiLME NOKTASINA getiriyordu. işte bu deneyler sırasında başlayan ve uzun süren sancılar bir noktada bitti ve "RADYO"nun dogumu gerçekleşti. Türkiye'de,

lstanbul

Büyük

Postanesinin

kapısının

üstündeki 5 Kw'lık vericiden insanlar "allo allo" diye başlayan ilk anonsu duyduklannda, tarih 1927 Martının başlanydı. Anons şöyle sürüyordu: ''Allo allo, muhterem samiin. . . Burası lstanbul telsiz telefonu. . 1200 metre tUl-ü mevc, 250 kilosikl. Bugünkü tecrübe yayınımıza başlıyoruz. 11 Genç dinleyicilerimiz için bu anonsu günümüzün diline çevirmekte yarar görüyorum: ''Alo alo, sayın dinleyiciler, burası lstanbul telsiz telefo­ nu. Uzun dalga 1200 metre, 250 kilosikl. Bugünkü deneme yayınımıza başlıyoruz. 11 Kaynakların verdigi bilgiye göre bu anonsu, sonraki yılların ünlü spor sunucusu Eşref Şefik yapmıştı. 9


Anons bir kez de Fransızca olarak yapıldı. Türkçenin yanı sıra Fransızca anonslar uzunca bir süre uygulamada kaldı. Her sabah Ankara Radyosundan ''ici Ankara, chers audl­ teurs ... " diye başlayan anonslan duydu insanlar. Büyük Postanenin kapısı üzerindeki vericiden ilk konser yayımlandıgında da yine aynı yılın, aynı ayının sonlanydı. Türk müzigl sanatçılarının konseriydi bu. Her ülkede oldugu gibi Türkiye'de de radyo, topluma başlangıçta bir eglendirme aracı olarak sunulmuş, toplum da yeni aygıtı böyle algılamıştı. Radyonun bir egttim aracı olabile­ cegt daha sonraki yıllarda akıl· edilmiş, onun MÜTHiŞ BiR PROPAGANDA ARACI OLARAK KULLANILABILECECI ise, ikinci Dünya Savaşında fark edilmişti. Pek çok uzmanın, bu büyük savaşın yönlendirilmesinde ve kazanılmasında ''RAD­ YO"nun ve "METEOROLOJl"nln öneminden söz etmesi boşuna olmasa gerek. Savaş sonrasında radyonun egemenligi, gücü ue görkemi a l abildigine açık biçimde ortaya çıktı. işte bu andan sonra, toplumlar uzun yıllar radyoyla yönlendirildi. Radyo, yıllar bo­ yunca Çok güçlü bir etkileme ve propaganda aracı olarak salta­ natını sürdürdü. Bu gücü ve degeri fark edildigl andan itiba­ ren radyo, egemen güçlerin elinden yakasını kurtaramadı. Dünyada, kitle iletişim araçlarının en güçlülerinden biri_ olan radyo 1968'e, yani televizyonun başlamasına kadar, ülkemizde de aynı nitelikte bir yayın aracı olarak görev yaptı. TV'nin olmadıgı yıllarda radyo, siyasal, sanatsal, kültürel alan­ larda oldugu gibi, egttim ve eglence alanlarında da _hem halkın, hem de iktidarlann -dört degil- dört bin elle sarıldıgı bir kitle iletişim aracıydı. 1950.'ye degin onu, tek parti iktidarları kullanmıştı. Karşıda rakip bir parti olmadıgından bu kullanımda fazla ileri 10


gidilmemiş, belki de buna gerek görülmemişti. Kaldı ki o yılların iktidarları radyoyu 'genç Cumhuriyetin ilkelerini yur­ dun en uzak köşelerine kadar yaygınlaştırmak, toplumu bu il­ kelerin ve devrimlerin çevresinde toparlayabilmek" gibi daha genel ve yüce bir amaç için kullanmışlardı� Toplum, radyodan rahatsızlık duymuyordu. Zaten o yılların eleştirmenlerinin yakınmaları da, radyo programlarının YANLIŞLIÔI, YANLI­ LICI degil, YETERSIZLICI üzerindeydi. Radyonun -sonralan TRrnın- iktidarların cirit attıkları bir alan durumuna gelmesinde 1950-1960, ama özellikle , 1955-1960 arası dönemin çok önemli yeri, hatta vebali vardır. Devlet . ra,dyosundan ''iKTiDAR BORAZANUÔf'na dönüşümün başladıgı, adım adım ilerledigl ortamın, l 956'dan başlayarak tam içinde yaşadıgım ve birçok olaya tanık oldugum için, o günleri anlatmak istedim. Ve yine istedim ki, bu dönüşüme giçlen yoldaki taşların taa 50'1i yıllarda döşenmeye başladıgını genç kuşaklar, özellikle genç TRT'ciler ögrensinler.

11


BIR TANIŞMA

Radyonı.in sesini ilk kez, komşumuzdaki aygıttan duymuş­ tum. tık duydugum ses, Atatürk'ün ölüm haberini veriyordu .

·

Evimize radyonun girdigi yıl, 1 2 yaşımdaydım . Yıllarca içinde yaşadıgım, yıllardır da içimde yaşayan rad­ yoyla tanışmamız bir hayli geç oldu yani. Ama birbirimizi hiç bırakmadık. Herkesin radyosu gibi bizimki de ufakça bir sandıgın boyut­ larında -Blaukpunkt marka- koskoca bir kütleydi . Yine herkesinki gibi, bizim radyonun da üstünde, toz almaması için, sımsıkı giydi­ rilmiş bir beyaz gömlek ve onun üstünde işlemeli ya da dantel örtüler bulunurdu. Dinlenecegı saatlerde bu örtüler kaldınlır, iba­ det edercesine bir sessizlik içinde radyonun başına geçilirdi . Ômllikle de "AJANS HABERLERt'nin dinlendigi saatlerde soluk almaktan bile korkardık . Çünkü ikinci Dünya Savaşı yıllarıydı ve 'bütün evlerde savaş haberleri, herkesin, ömllikle de babaların me­ rakla bekledigi programlardı.

13


Hemen bütün çocuklar gibi ben de o koskoca kutunun içinden sesin nasıl çıktıgını kavrayamaz, kimselere çaktırmadan arkasına geçip bakar dururdum. Aradıgım insanı o kutunun içinde bir türlü bulamadım. Çocuklugumda, her cumartesi saat

17.00'de radyodan

duydugum bir ezgi yüreglmi hoplatırdı .

Koşun koşun radyo başına/Unutmayın bugünü Geçiyor işbaşına/Radyo Çocuk Kulübü Ha Bor'da ol, ha Kars'ta /Buluşuruz her hafta Degiliz çok uzakta /Sana Çocuk Kulübü Ve yumuşacık, sevecen, insana dinginlik veren bir ses bütün çocuklara "iyi akşamlar" dilerdi . Ardından kısa bir giriş konuşması .. . Ve adlannı bugün bile çok net anımsadıgım, Nedim 01yamlı, Salih Ahili, Erdogan Ahili, Rebap TanaDı, Meral G ö zendorlu, Attila Eldemli, Sezen Eldemli, Tuncer Birandlı, Filiz Alili program başlardı. Bir saat radyonun başına çakılır, şiirleri, müzikleri, veri­ len bilgileri, piyesleri dinlerdim . Ve bir saat boyunca "bu çocuk­ lann arasında ben neden yokum" diye vahvahlanır dururdum . Asıl adı Neriman Hızır olan, ama çocuklann dünyasında AYŞE ABLA diye tanınan bir egitimcinin beş çocukla başlattıgı bir programdı bu . Sonradan ö!)rendigime göre de her program canlı olarak yayımlanırmış.

Günün birinde komünist oldugu

gerekçesiyle, Ayşe Ablanın görevine son verildi . O da birkaç yıl sonra, Çocuk Saatindeki adını kullanarak AYŞE ABLA KOLF.Jlni açtı. "Bir damlacık çocuklann, masum beyinlerini bu komünistin zehirli fikirlerinden kurtarmak isteyen yöneticiler" amaçlanna ulaşamamışlardı . Liseyi okumak üzere Ankara'ya geldigimde kendimi Çocuk Saati için "fazla yaşlı" bulmuştum.

14


Gökyüzünde yıldızlar, ayışıgı oe şiir Işıktan bir iplige inci gibi dizilir

Ankara Radyosunda, dinleyici önünde yapılan ilk program-· da okudugum, daha dogrusu bir çırpıda yazıp bir çırpıda okudugum bu iki dizeyle başladı mikrofon yaşamım. Kara önlüklü, ak yakalı bir lise ögrencisiydim o yıllar ve içim, radyoda eksikligini duydugum bir şiir saati yapmanın ateşiyle yanıyordu. Çocuk saati için kendimi fazla yaşlı bulan ben, boyumdan büyük işlerin peşindeydim. Bu ateş beni, program müdürü, ünlü spiker Hikmet Münir Ebcioglu'nun karşısına dek götürdü. Ebcioglu, İngiliz soylu­ ları görünümünde, o güne kadarki alışılmış müdür tipine benze­ meyen bir müdürdü. Kimseye tepeden bakmayan, küçümse­ meyen, sabırla ve dikkatle dinleyen... Beni de öyle dinledi, ."Evet haklısınız" dedi. "Bu radyoda bir şiir programı yok ve bu büyük bir eksiklik, yeni dönemde düşünecegiz, bana adresinizi bırakın, o zaman sizi ararım." Aradı. inanılmaz bir şey, ama aradı. Elbette "radyoda şiir programı yaptırmak için" degil. Dinleyici önünde bir program yapılacaktı. Ben, benim gibi genç bir şair arkadaşım bu program­ da bir ara stüdyonun dışına çıkarılacagız. Dinleyicilerle bir konu saptanacak... Sonra bizi içeri alacaklar ve iki dakika içinde bizden iki dize yazmamızı isteyecekler. Konuyla ilgili dizelerimizi okuya­ cagız, kronometre hangimizin d�ha fazla alkışlandıgını gösterirse o, yarışmayı kazanmış olacak. Ali Rıza Özer adli bir şair arkadaşımla bana verilen konu deniz, mehtap vs. olarak saptanmıştı. Tanınan sürede ikişer dize yazdık, okuduk. Kronometre ikimizi berabere ilan etti. O ilk ve özel programı daha başkaları izledi. Artık ben,

programlarda sürekli şiir okuyordum. Bir gün Ebcioglu, çok güzel 15


bir sesim oldugunu ve çok güzel şiir okudugumu söyleyerek, "Seni spiker yapalım" dedi. Bu sözleri, bu işlere hevesli bir genç kıza söylenmiş bir çift güzel söz diye algılamak, hiç aklıma gelmedi. inanmak daha güzeldi. Bu sözlerin söylenişinden beş . yıl sonra açılan spiker sınavına başvurdugumda, Hikmet Münir, Kıbns'ta bir görevdeydL En kuwetli destegimden yoksun olarak sınava girmek, moralimi epeyce bozmuştu, ama kulaklarımda hep yankılanan sesi, dagılıp çözülmemi önlüyordu. "Çok güzel bir sesin var, çok güzel şiir okuyorsun, seni spi­ ker yapalım.... " Bu sınavlar da uzun, upuzun bir öykü. Beş altı aşamadan geç, "Adın ne? Anan baban kim? Nerede çalışıyorsun? Evli misin bekar mı?" vb.. türünden sade suya tirit mülakatta elen ve yerine "kartvizitlj" birinin seçildigini gör. Son derece moral bozucu.. Ama beni yıldırmıyor. Çünkü biliyor ve inanıyorum ki, "çok güzel bir sesim var, çok güzel şiir okuyorum, ben spiker olacagım." Sonunda bir gün kendimi Ankara Radyosunıin mikrofonun­ da, ilk anonsumu yaparken buldum. "Burası Türkiye Radyoları.. Uzun dalga Ankara Radyosu

1648 metre, 182 kilosikl .. "

Spikerligimin ikinci, Hikmet Münir'le tanıştıgımızın altıncı yılında kendisiyle amir-memur olarak çalışma olanagı buldum. Bir gün bütün bu yazdıklanmı kendisine anlattım. Niyetim, beni bu işe özendirdigi için kendisine teşekkür etmekti. Oysa beni ilk özel programa çıkarışının dışında hiçbir şey anımsamıyordu. Çünkü o program kendisi için de önemliydi. O zaman sınavda desteksiz kaldıgım için korkmamın ne kadar yersiz oldugunu anladım. Sonralan hep düşünmüşümdür. "Acaba Ebci�lu'nun yerin­

de ben olsaydım... Aklı havalarda bir lise ögrencisi karşıma geçip 16


radyoda neden şiir programı olrnadıgını sorsa ve bunu yalnızca kendisinin yapabilecegini iddia etseydi, ben ne yapardım? Onun gibi sabır gösterir miydim? Yoksa git kızım başımdan, bu deli saçmalarını dinleyecek vaktim yok mu derdim... Lise ögrencisi Jülide Göksan'ı, bugünkü Jülide Gülizar yapan bu insanı saygıyla, sevgiyle ve rahmetle anıyorum.

ÇOK PARTiLi DEMOKRATiK YAŞAMIN iLK YILLARI

Ankara Radyosunda spiker olarak göreve başladıgımda, Türkiye'de radyoculuk neredeyse günü gününe 30. yılına girmişti. Ülkede çok p�rtili demokratik yaşamın onuncu, bu yaşamın ürünü olan Demokrat Parti iktidarının altıncı yılıydı. Radyonun Cumhuri­ yet Halk Partili yıllarında ben de "radyo dışında, sade bir dinleyici" oldugurndan, o dönemin radyoculugunu bilemiyorum. Yani tek parti döneminin radyosunu ve radyocuhigunu... Ama okuyarak ögrendiklerimden, sonraki yıllarda da yaşayarak kavrayabildikle­ rimden çıkardıgım bir sonuç var. Gerek Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), gerekse Demokrat Parti (DP) dönemin en etkili kitle iletişim aracı. olan radyonun kullanılmasından, muhalefetteyken aynı yakınmaları dile getirmişler, kendileri açısından aynı dilekler­ de bulunmuşlar. Ômegin ve özetle... "Radyo, tüyü bitmedik yetimlerin nafakasından kesilen ver­ gilerle çalışan bir kurumdur. İktidarın borazanı gibi kullanılamaz. Ondan hiç degilse belli ölçülerde yararlanabilmek muhalefetin de hakkıdır. Çünkü muhalefetin de sesini memlekete duyurması gere­ kir. Çagdaş radyoculukta.. ." Sonra gün gelmiş devran dönmüş... Bakmışsınız iktidar ve muhalefet yer degiştirmiş. Kullanılan agız yine birbirinin aynı.. 17


"Bu radyo devletin radyosudur, iktidarın degiL Bu radyoyu iktidar partileri de muhalefet partileri de propaganda aracı olarak kullanamazlar. Devletin radyosunda yalnızca ve yalnızca hükume­ tin yaptıkları anlatılır ve yönetimden sorumlu insanlar konuşur. Radyo tüyü bitmedik yetimlerin nafakasından kesilen... Kimsenin babasının malı degildir" vb..vb..vb... Hep tüyü bitmedik yetimler, nafakalar, vergiler . .. Hep aynı hikayeler. .. Elbette radyo kimsenin babasının malı degildi. Olma­ malıydı, sag iktidarlar onu hep babalarının malı gibi tepe tepe kul­ landılar. Bugün geriye dönüp baktıgımda, radyo konusunda (son­ ralan TR1) geçmişi temiz tek bir sag parti göremiyorum . Peki ya sol partiler? Böyle bir sorunun akıllara takılması son derece dogaldır. Ama sol partiler için bu sorunun yanıtı "şöyledir ya da böyledir" diye kolayca verilecek cinsten degildir. Çünkü sol, 1950'den bu yana tüm sorumluluk ve yetkilere sahip, dört dörtlük diyemesek bile dört üçlük bir iktidar bile olamadı.ki. Ya şu partiyle koalisyon, ya da kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünü, enleri boylan biribirinden farklı on bir bastonla geçmeye çalışan bıçak sırtı bir iktidar . 40 yıl boyunca solun görüp görebildigi nimet, bu kadarcık . .. Onda da, ister beceriksizliklerinden deyin, ister demok­ rasi aşklarından, radyoyu (sonralan TRTyi) kullanmayı gerçek­ leştiremediler, iktidar olanakları

ve

süreleri böylesine sınırlı olma­

saydı solu bir çırpıda akl�mak mümkün olur muydu, bilmem. Hepinizin de bildigi gibi, tek parti döneminin seçimleri iki dereceli yapılırdı. O günün, diliyle "müntehib-1 ewel"ler "müntehib-i sani"leri

seçerlerdi .

(Birinci

seçmenler,

ikinci

seçmenleri

seçerlerdi .) Bu ikinci seçmenler de CHP'nin belirledigi adaylar arasından milletvekillerini... Daha Türkçesi, milletvekili olabilmek için CHP kodamanlarından birinin gözüne girmek yeterliydi. Ondan ötesi "çantada keklik... "

18


Cumhuriyet döneminin ilk seçimi 1927'de yapılmıştı. Bunu, hepsi de iki dereceli olan 1931-1935 ve 1939-1943 seçimleri izledi. 1946'da Demokrat Partinin kurulmasıyla birlikte, ülkede çok partili demokratik yaşama adım atılınca, seçim de bu yaşamın dogal sonucu olarak "tek dereceli"ye dönüştü. Ne var ki, bu tek dereceli seçimle birlikte Türkiye Cumhuriyeti'nin demokrasi tarihine yeni yöntemler de girdi. Seçim tuzakları, hileler, seçmen kütükleri üzerinde oynamalar, aldatmacalar, yaralamalar, hatta öldürmeler... Bunları sonraki yıllarda yaşayarak daha iyi ögrenecektık. ôgrendik. Ne yazık ki, bunların hepsi bugün de sürüyor. Tek dereceli ilk genel seçimin yapılacagı tarih, aslında 1947 olacaktı. Arıcak nedendir bilinmez, seçim bir yıl öncesine alındı. CHP yetkilileri buna "partimizin iç sorunları" diye bir gerek­ çe uydurdularsa da, asıl nedenin 7 Ocak 1946'da kurulan DP'nin palazlanmasına fırsat vermemek oldugunu, herkes biliyordu. 21 Temmuz 1946 .. Türk halkının oy verme yaşına ulaşmış kesiminin tümü, ilk kez sandık başına gidecek ve gönlünde yatan aslana gögsünü gere gere oyunu verecekti. Bir başka deyişle de, sandık başında 27 yıllık CHP ile altı ay 15 günlük DP yarışacaktı. içişleri Bakanı Hilmi Uran'ın; bir hafta sonra da Başbakan Şükrü Saracoglu'nun gazetelerle ve radyoyla "seçimin dürüst, adil ve baskısız yapılacagı, Cumhuriyet Türkiyesinde yalnızca yasaların egemen oldugu ve olacagı" konusunda güvence vermesine, seçime dört gün kala Cumhurbaşkanı ismet lnönü'nün aynı güvenceyi daha kuwetle yi­ nelemesine karşın, tek dereceli ilk genel seçim, demokrasi tarihi­ mize CHP'nin kara lekesi olarak geçiyordu. Hem de daha yolun en başında. 22 Temmuz ve daha sonraki günlerin gazeteleri -konumuz olmadıgı için buraya almadıgım- bu kara lekenin çok sayıda 19


örnekleriyle doludur. Elbette radyonun da bu seçimden yüzakıyla çıktıgını söylemek mümkün degil. Çünkü o da devletin ve hükümetin emrinde bir sözlü basın organıydı. Hem de gazeteler­ den de bagırnlı bir organ. Dört yıl, bu seçim kararının her fırsatta CHP'nin yüzüne vu­ rulmasıyla geçti. Olayın bir iyi yanı, bu dört yılın böyle demokrasi olamayacagını CHP'ye de, DP'ye de, halka da anlatmış olmasıydı. İktidarın iyi niyetli bir yaklaşım göstermesi, muhalefetin ve halkın da bastırmasıyla çagdaş hükümlerin yer alacagı bir seçim yasasının hazırlanması noktasına gelindi. Böyle bir yasa Türkiye Büyük Millet Meclisinde 16 Şubat 1950'de kabul edildi. . Yeni seçim yasası gerçekten çagdaş hükümler içeriyordu. Toplum tarafından da coşkuyla karşılanmıştı. Yasa her şeyden önce seçimde "gizli oy-açık sayım" ilkesini getiriyordu. Siyasal par­ tilere -yalnızca seçim zamanında olsa bile- radyodan yararlanma hakkını veriyordu. Seçim kurallarını, bu kuralların başına yargıçları... Dahası, Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşan bir yüksek seçim kurulunu getiriyordu. Yeni seçim yasası geregince radyo artık seçim zaman� lannda muhalefete açılacaktı. En az on il merkezinde, ya da en az üç ilde örgütlenmiş olmak ve TBMM'de en az üç kişilik grup oluşturmak koşuluyla, siyasal partiler seçim öncesinde propagan­ da konuşmaları yaparak bu hakkı kullanacaklardı. Ne var ki, bu hakkın kullanılması da bazı kurallara baglanmıştı. Bir kez konuşmalar seçimden on beş gün önce başlayacak ve seçime iki gün kala bitecekti. Bu süre içinde siyasal partilerin her biri 15'er dakikalık dört konuşma yapacaktı. Bu konuşmalar iki gün önce Radyo Dairesi Başkanlıgına gönderilecek, dahası, savcılık denetiminden geçirilecekti. ·

lşte bu son nokta mide bulandırıcıydı, ama yine de hiç yoktan iyiydi. 20


Bu kitabı -elimde olsa-, 1950'den başlatmak isterdim. İktidarın dürüst ve adil bir seçimle el degiştirdigi o çok önemli yıldan... Çünkü amacım, çok partili demokratik yaşama geçmiş Türkiye'nin radyosunun (daha sonralan TRTnin) kitabını yazmak. Başlarken de belirttigim gibi, bu tarihten önceki radyo, kitleleri et­ kileme ve yönlendirmedeki degeri fazlaca anlaşılmış bir iletişim aracı degil. Aynca tek parti iktidarının radyosu ne kadar adil ve demokratik olabilirse, o kadar adil ve demokratiktir. Bir de 1950, her alanda oldugu gibi Türk radyoculugunda da yepyeni bir dönemin başlangıcı. Ama o günleri bilemiyorum. Bilinçsiz bir radyo dinleyicisi olarak bildigim, anımsadıgım bölükpörçük bazı şeyler var yine de. Bunlardan biri, Mareşal Fevzi Çakmak'ın ölümü ve radyonun bununla ilgili yayını. Bu, yalnızca bildigim degil, bir ucundan da olsa, yaşadıgım bir anı. Tarih 10 Nisan 1950... Genel seçime 34 gün var. Gazete­ lerde okuyor ve radyodan duyuyoruz ki, Genelkurmay eski Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ölmüş. Ölen, Kurtuluş Savaşının önemli bir komutanı. Emekli olduktan sonra ısrarlara dayana­ mayıp politik yaşama atılmış ve bu yaşam için de Millet Partisini seçmişti. CHP'liler herhalde bundan dolayı kırgın ve kızgınlar ken­ disine. Cumhurbaşkanı Iı:ıönü'yle de aralarının Şekerrenk olduguna ilişkin söylentiler yaygındı. Ya bu nedenlerle, ya da radyo yöneticilerinin işgüzar uygulamalarından olacak, sevimsiz ve bek­ lenmedik bir şey yaşandı. Radyo, normal yayını kesip o güne dek alışılmış yas müzigi yayımlayacagına, önceden saptanmış yayınını sürdürdü. Bu durum dogal olarak muhalefet ve DP'nin yayın organı Zafer gazetesi tarafından çeke sündüre kullanılıyordu. insanlar büyük bir tepki gösteriyorlardı. Gençlik ayakta... Bir kıyamettir kopuyor. Kim oldugunu bilemedigim bir gençlik önderi, cenaze töreni için lstanbul'a gidilecegini söylüyor. Haydaa!. Aynı akşam trenlere doluşup lstanbul'a gidiyoruz. 21


lstanbul'da kafileler halinde Radyoeviiıi taşa tutuyoruz. Biz­ den biraz daha büyük gençler Mareşal'in cenazesini kaçırıyorlar ve "Bu degerli büyügümüzün cenaze törenini biz yapacagız" diye haykınyorlar. Ve akşam oluyor. Hepimiz ulusal bir görevi yerine getirmenin sevinci ve gururu içinde yine trenlere doluşup Anka­ ra'ya dönüyoruz. Yeni seçim yasasının getirdigi seçim propaganda konuşmalan toplum tarafından büyük ilgiyle karşılanmıştı. Çünkü insanlar ilk kez bir seçime bu kadar yakından ve bu kadar somut biç�mde katılıyorlardı. Konuşmalann başladıgı ve sürdügü 1 5 gün boyunca herkes radyosunun başından bir an olsun aynlmadan bu konuşmalan dinliyordu. Dinliyor, tartışıyor, konuşmacılan degerlendiriyordu. Dogaldır ki, yasayla getirilen kurallara radyo­ nun ne kadar uydugunu bilmiyorum ama, gerek halkın gerekse muhalefetin bu konuda dişe dokunur bir yakınması olduguhu anımsamıyorum. Sözün tam burasında bir radyo anımı anlatmak istiyorum. Seçim konuşmalannın sürdügü sırada bir gün, radyonun başına toplanmış Millet Partisi adına konuşma yapacak olan emekli General Sadık Aldogan'ın başlamasını bekliyoruz. Birden çok yadırgadıgımız ve hiçbir şey anlamachgımız bir anonsla irl<iliyoruz. "Şimdi Millet Partisi adına .. Gönül Aldogan'ı dinleyeceksiniz." ..

Gönül Aldogan, generalin tek çocugu. Hukuk Fakültesi ögrencisi. Yani MP'nin herhangi bir yetkilisi degil. Baba Aldogan'ın yerine kızı? Bu anons neyin nesi ki? incecik, tir tir titreyen bir ses: "Sevgili vatandaşlarım, Hürriyet mücadelesine katılmak isteyen büyük vatanse­ verlere Sadık Aldogan'ın şahsında hitap ediyorum. Birçok va­ tansever, duydugu ıstırabı ifade edemeden mezara götürdü. Onları ürküten belki de Namık Kemal'in, 22


'Tek başıma olsam olamam şah-ı cihane kul Viran olsa hanede ev/ad ü ayal var,; mısraları oldu. Bilmiyorum, Sadık Aldogan aynı endişeyi duydu ve amansız mücadelesinde zaman zaman irkildi mi? Hiç zannet­ miyorum ama, baba eger bizleri düşünerek, içinde küçük bir üzüntü veya ürperme duydu isen, senden millet huzurunda rica ediyorum. Bizi düşünme ve yoluna devam et. Şu dakikada konuşan kızın hapishaneye gönderilse de devam et. Zira mille­ tin kurtuluşu kurtuluşumuz, milletin mahvı ise mahvımızdır. Mütemadiyen çöken uçurumun kenarında duran vatan kitlesi üzerinde, ondan ayrı olarak aile düşünülemez."

43 yıl önceki bu olaydan aklıma en iyi yer eden, Gönül Aldogan'ın titreyen sesi... Sonralan· iyi arkadaş oldugumuzda, bu giriş bölümünü kendisinin hazırladıgın_ı, ardından da babasının konuşmasını aynen okudugunu söyledi. Bu kitabı hazırlarken sık sık o günlerin gazetelerini karıştırdım ve şimdilerde �·�mm . yamalak anımsadıgım bazı olay­ ların aynntılannı ögrendim; Bu da onlardan biri...

6 Mayıs 1950 günü, yani seçimden bir hafta önce, Sadık Aldogan Cumhurbaşkanına ve hükumete hakaretten tutuk­ lanmıştı. Alc:lo!lan. emekli general olarak atıldıgı politik yaşamına DP'de başlamış, kısa bir süre sonra da bazı nedenlerle bu partiden ayrılarak, arkadaşlarıyla birlikte MP'yi kurmuştu. Osman Bölükbaşı ve Sadık Aldogan o yılların, gözünü budaktan esirgemez, son sözü pat diye en başta söyleyen çok renkli politikacıları idi. Mey­ danları dolduruyor, kitleleri dalgalandırıyorlardı.

6 Mayıs günü lstanbul'a götürülen Sadık Aldogan ertesi gün salıverilmiş. Sonra akıl almaz bir uygulamayla 9 Mayıs günü yeni­ den alınıp götürülmüş. Onu iki gün önce salıverenler herhalde 1 O Mayıs günü radyoda konuşacagını anımsamış olacaklar ki, bu ikin­ ci tutuklama gelmiş. Ve dogal olarak MP'de bir telaş başlamış.

23


Yeni seçim yasasının getirdigi ha� ilk kez kullanacaklar ve parti­ nin iki agır topunu da mikrofona çıkaracaklar. Ama bu tutuklama her şeyi berbat etmiş. Babasının götürülmesinden az önce Gönol, "Babacıgım o konuşmayı ben okuyabilirim" diye ortadan bir laf etmiş. Önce ciddiye alınmayan bu öneri, ilk şaşkınlık geçince bomba gibi patlamış. Hukuk ögrencisi Gönol'ün, babasının yerine konuşmasının çok daha etkileyici olacagını düşünmüşler. Aldogan kız, ertesi gün Hukuk Fakoltesinde, hatta bütün gençlik kesiminde bir küçük kahramandı. Kamuoyu günlerce bu olayla çalkalandı. CHP hanesine bir eksi puan getiren bu olay, "Demokrasi Radyosu"nun sanırım ilk siyasal amaçlı kullanılışı oluyordu.

iÇiNDE YAŞAMADIÔIM BiR DÖNEM

Sizlere 1950'den başlayarak aktarmaya çalışacagım radyo yaşamını, tanık oldugum olaylarla anlatmak isterdim. Ama 19501956 arasını radyo dışında yaşamış bir radyocuyum. Bir dinleyici olarak da radyo yayınlarında dinlediklerimden birtakım sonuçlar çıkaracak yapıda bir insan degildim. O yıllardan yalnızca, bize ters gelen bazı programlarda çok ama, çok sinirlendigimizi ve bu sinir krizlerini oldukça sık geçirdigimizi anımsıyorum. 1950, Türk siyasal ve toplumsal yaşamında oldugu gibi -sonradan ögrendigim kadarıyla- radyo yaşamında da çok önemli bir yıl, bir dönüm noktası. Çünkü radyoda, daha sonraki yıllarda da TRT'de yaşanan olumsuzh.İklann hepsinin temeli bu yılda atılmış. Bu temeli çok önemli buldugum için 1950-1956 arasından da söz etmek istiyorum. Bir radyo dinleyicisi olarak anımsadıgım bazı olaylan, o dönemin gazetelerinin de tanıklıgıyla aktarmaya çalışacagım. 24


1950'deki seçimle iktidara gümbür gümbür gelen Demok­ rat Partinin radyosu ilk iş olarak ne yapmıştı bilir misiniz? Yayınlardan Cumhuriyet Halk Partisinin ve onun önderi ismet lnönü'nün adını silmek. Bir başka muhalefet önderi olan. Osman Bölükbaşı da bu uygulamadan nasibini alıyordu ama, DP ikti­ danna göre asıl çıbanbaşı CHP ve İnönü'ydü. Sonralan yaşayarak gördüklerimi, o dönemde yalnıı.ca sezinliyorduk. Sezinliyor ve küplere biniyorduk. . Ülkede, çok partili demokratik yaşamla ve halkın ezici çogunluktaki oylanyla iktidara getirdigi Demokrat Partiyle birçok güzelliklerin yaşanacagını t.imdugumuzdan, bekledigimizden, olumsuzluklar karşısındaki hayal kınklıgımız büyük oluyordu .. Ômegin insanlar radyoda İsmet Paşanın -bırakın konuşmalannı-, adını bile duymamaya son derece bozuluyordu. Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü -DP'nin dört büyükleri- konuşuyor radyoda, bakanlar konuşuyor, DP'li herhan­ gi biri konuşuyor, ama parti başkanlan olan ismet İnönü, Osman Bölükbaşı, ya da bir partinin, hem de ana muhalefet partisinin Genel Sekreteri olan bir Kasım Gülek konuşamıyordu. Sanki ülke baştan başa DP'lilerle doluydu. Elbette ülke nüfusunun çok büyük bir bölümünü yok saymak hiç kimsenin hoşuna gitmiyordu. Dahası, bir yayın kuruluşunda yapılmaması gereken şeyler oluyor­ du. !'Oluyormuş" demek aslında daha dogru, çünkü birçoklan gibi, şimdi verecegim ömegi de gazetelerden okuyup ögrenmiştik O dönemin radyosunu en iyi anlatacak örnek oldugu için olayı sizle­ re de aktarmak ve özetle sunmaya çalıştıgım bu dönemi kapatmak istiyorum. Günlerden bir gün, gazetelerde, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri Kasım Gülek'in BBC'de bir demecinin yayımlandıgını okuduk. Habere göre, Gülek kendi radyosunda muhalefete söz hakkı tanınmadıgından yakınmış, aslında bir başka ülkenin radyosunda böyle konuşmak zorunla kaldıgı için çok üzüldügünü, utandıgını söylemiş. 25


Kasım Gülek'in bu demeciyle ilgili haberin gazetelerde yayımlandıgı günün ögle saatlerinde Başbakan Adnan Mende­ res'in, Gülek'e veryansın ettigini duyduk. Menderes'in konuya ilişkin sözleri beş vakit namaz gibi, o günün haber bültenlerinde verildi. CHP Genel Sekreterinin ne vatan hainligi kalmıştı söylenmedik, ne bozgunculugu, ne utanma _ zlıgı, ne de Türkiye'yi dışarıya şikayet eden bir ispiyon oldugu... Birkaç gün bu suçlamalarla geçti. Sonra yine gazetelerden ögrendik ki, Kasım Gülek'in BBC'ye demeç verdigine ilişkin haber, aslı astan hiç araştırılmadan hazırlanmış ve yayımlanmış bir hc;ıberdi. Dogal olarak Menderes'in yerli yersiz suçlamaları da havada kalıyordu. Çünkü Kasım Gülek'le ilgili bir haber BBC'de yayımlanmamıştı. Ve bu açıklamayı BBC'nin yetkilileri yapmak zorunda kalmışlardı.

HÜKÜMET OLARAK VE HÜKÜMET ADINA

Çok partili demokratik yaşamın ikinci genel seçimi 2 Mayıs 1954'te yapılacaktı. o nedenle yeni yılın daha ilk aylarından itiba­ ren iktidarın, karşılık olarak da muhalefetin konuşmalarındaki şiddet artmaya, nitelik düşmeye başlamıştı. hıönü ve Menderes'in tartışıp çekişmeleri gün olmuş silahlı kuvvetlere kadar uzanmıştı. O günleri çok iyi anımsıyorum, Başbakan Menderes miting alan­ larında hıönü'ye hakaret üstüne hakaret yagdınyor, onu tah­ rikçilikle, yalancılıkla, münafıklıkla vb. suçluyordu. Dogal olarak bu suçlamalar miting alanında kalmıyor, radyo aracılıgıyla bütün yurda yayılıyordu. lnönü ise alabildigine sakin yanıtlıyordu bu suçlamaları. "Beni hiçbir şey yıldıramaz. Ben ·miting meydanlarından, kaldırımdan gelmedim." 26


Yine açık seçik anımsıyorum. lnönü'nün her gittigi yerde saldırılar oluyor... Kavgalar dövüşler çıkıyor... insanlar yara­ lanıyordu. Ômegin Mersin'de DP'liler lnönü'nün bindigi cipi parçalıyorlardı. lnönü ise insanı çıldırtacak kadar sakindi. Belli ki, sinirleri zayıf başbakana sinir savaşı açmış. "Benim meslegimde yetişen insanlar ölümden korkmazlar" diyordu bir gün, bir başka gün rakibinin silahıyla vuruyordu onu. "Benim yaşıma bakıp sevinmesinler, görüyorsunuz ki, Yüzbaşı ismet Efendi kadar canlı ve kuwetliyim." Ne kadar dogrudur bilemem ama, o günlerin gazetelerin­ den birinde, Menderes'in TBMM'de konuşurken "Bu bir ayagı çukurda Paşa eskisi" diye bir laf ettigi, lnönü'nün de yerinden "Benim daha annem sag" diye yanıt verdigi, küçük bir haber ola­ rak yer almıştı. Bütün bunlar Menderes'i çileden çıkartıyor ve garip bir yanıt geliyordu. "Onların devrinde Türk ordusu milli felaketti." Yanıtın yanıtı gene çıldırtıcı... "Bu sözleri protesto ederim. 1950 ordusu milli felaket or­ dusu olamaz. Son olarak Kore Savaşı bu ordunun destanıdır." Bütün bu söz düelloları gün boyu radyodan Menderes'in monologu olarak yansıyordu. lnönü'nün yanıtlarını da ertesi gün gazetelerden okuyorduk. Günlerden bir gün gazetelerde Menderes'in şu sö.zlerini okudugumuzda kanımızın dondugunu sandık. "istersem bugün Meclisi toplar, bir kanun çıkartır, hesap­ larını görürüm." Tartışmanın nitellgi düzeysizligi de aşıp dönüşmüştü. işte o zaman CHP önderi de kükredi. 27

tehdide


"Yaparsın, yaparsın, kanunu da çıkartırsın ama, ben de seni millet adına mahkOm ederim. Bir ·kabile şeyhi bile bundan daha seviyeli konuşur. İsmet Paşa memleketi serseri politikacıların elinden kurtarmak için her şeye hazırdır." O yılın nisan sonlarında, sıra radyodaki seçim konuşma­ larına gelmişti. Radyo konuşmalarının biraz düzeyli olacagını bek­ liyorduk, ama yanıldıgımızı anladık. Çünkü tartışmaların üslubu da, düzeyi de aynıydı. Çeşitli illerdeki konuşmalarında tek hedef olarak lnönü'yü alan Menderes radyodaki seçim konuşmalarında da lnönü'nün kişiligine sataşmalarını sürdürdü.

2 Mayısta yapılacak seçimin son mitingini CHP, Ankara'da

Cebeci Çayırında yapmıştı. O güne kadar, Menderes'in suçlamaları hatta hakaretleri karşısında sUkOneti elden bırakmayan mönü konuşmasında esti, yagdı, gürledi. Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın kendisine "Bizim aslımız Kuv­ vayı Milliye'dir, milli egemenlik tehlikeye girdigi zaman biz lstanbul'da oturup yatmadık" diye sataşmasına o mitingteki konuşmasında yanıt verdi. "Kuvvayı Milliye zamanlarını Celal Bayar yaşamıştır. Faydalı addederse, o zamanlar herkesin ne yol takip ettigini tafsilatıyla söyleyebilirim." O günlerin gazetelerinden ve gözümle görüp kulagımla duy­ duklarımdan aktardıgım şu birkaç örnek çogaltılabilir. Bunları niçin anlattıgıma gelince: Bütün bunlar, tek yanlı olarak radyonun haber bültenlerinde yer almıştı. Gerekçesi, hükumet olarak ve hükUmet adınaydı.

1946 sonrasının bütün gazetelerinde "radyo. .. tüyü bitme­ dik yetimler ... halktan kesilen vergiler . vb.. " yer alan çıglıklar şiddetinden kaybetmeye başlamıştı. Çünkü radyo artık bu çıglıkları atanların radyosu olmuş ve onun etkileme gücü iyice fark edilmişti. .

28


2 Mayıs 1954'te yapılan genel seçimde, DP bir öncekinden daha büyük çogunlukla iktidar oldu. 1950'nin TBMM'de CHP'nin 69 olan milletvekili sayısı, bu seçimde 3l'e düşmUştu. DP, 1950'dekinden çok daha ezici biçimde CHP'yi un ufak etmişti. Ne var ki DP'ye bu büyük ı.afer yetmedi. Çünkü seçimin hemen ardından, tamı tamına 35. günde, "yok olmasına bir kalmış CHP'yi". büsbütün ve en kısa sürede yok etme planı ortaya çıktı. 30 Haziran 1954... DP gücünün doruklannda. Dogal ola­ rak ı.afer sarhoşlugunun da... İşte bu sarhoşluk aklı, hırsın önüne geçirmiş. "Dikensiz gül bahçesi yaratmak" hırsı her şeye egemen. Oysa ortam ı.aten dikensiz gül bahçesi. Halk DP ·yönetiminden memnun ki, ikinci seçimde onu yeniden ve daha büyük çogunlukla iktidar yapmış. TBMM'ye gelince, 527 kişilik gUI bahçesinde 496 DP'li, 31 CHP'li milletvekili var. Bu 31 kişinin hepsi baştan ayaga diken olsa kimin parmagına batar ki? Ama bu eli kolu kınk 31 kişi bile iktidann gözüne devedikeni gibi batıyor. Önderlere gelince, onlar ı.aten asıl niyetlerini belli etmişler. 2 Mayıstan birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Bayar "ince demokrasi­ ye .paydos" .çekmiş. 2 Mayıstan birkaç hafta sonra Başbakan Men­ deres "CHP diye bir partiyi tanımadıklannı"ilan etmiş. Bu gözü dönmüşlükle kaba demokrasinin altyapısı hazırlanıyor. 30 Haziran günü ilk bomba patladı. Milletvekili Yasasının 45. ve 46. maddeleri yürürlükten kaldırıldı. Bu ne demekti biliyor musunuz? Bu, muhalefetin seçimden seçime kullanabilecegi bir hakkın elinden alınması... Dört yıl önce çagdaş bir yasayla aralanan ve zaman içinde daha da açılması beklenen bir kapının, bilinmez bir süre için kapatılması.. . Artık muhalefet seçimden önceki konuşma hakkından da yoksun kalıyordu. DP ise, hükUmet olarak ve hükümet adına radyoyu kul29


!anma, daha dogrusu tepe tepe kullanma hakkını koruyordu. Çünkü yeni yasayla getirilen madde iktidara bu hakkı veriyordu. "Devlet ve hükümet işlerinde vazife alanlann, bu işler etrafında yapacaklah konuşmalarla, ilgili dairelerin ve kurumların kendi faaliyetlerini gösterir şekilde yayımlayacakları her türlü mat­ bua, seçim propagandası mahiyetinde sayılmaz." 30 yıl sonrasındaki Turgut Ôzal'ın 1V1erdeki icraatın İçinden uygulamasına ne kadar benziyor, degil mi? Bayar-Menderes ikilisinin, dört yılın sonundc;l gele gele gel­ dikleri nokta buydu. Sonradan anladık ki, burada durulmayacak ve iktidarın radyodan daha çok yararlanmasının, getirilecek katı ku­ rallarla muhalefetin büsbütün susturulmasının yollan aranacaktı. Bu yollar, aradan geçen iki yılın sonunda bulunmuştu. . işte göreve başladıgım zaman buldugum radyo buydu.. O yıllarda radyosu olmayan tek ev yoktu. Bazı evlerde bu sayı ikiye üçe çıkardı. Zaman zaman gazetelerde, boynuzuna rad­ yosunu taktıgı ökUzüyle tarlasını süren köylü fotograflanna, .yollar­ da, eline çanta gibi aldıgı radyosunu dinleye dinleye yürüyen in­ sanlara rastlardık. ·Evlerinde oturanlar sabahtan akşama kadar radyolarını dinlerlerdi. İktidar yeni yeni önlemleri peşpeşe sıralamaya başiayınca muhalefetin tepkisi de giderek sertleşti. Ve ortam, dozunu gün günden arttıran söz düellosundan geçilmez oldu. Dogaldır ki, bu sertleşme radyoda çalışarılan da olumsuz yönde etkilemeye başladı. İktidarın radyo konusundaki istekleri sınırsızdı ve uygula­ malar bu sınırsızlıga koşut gelişiyordu. İktidar radyosu, kendisini, kendi koydugu kurallarla, yasalarla bile baglı saymadan yayın yapıyordu. Spikerlerin en yenisi oldugum halde ben bile tedirgin­ lik duyuyordum. Bu, son iki üç yıldır biraz daha bilinçli bir dinleyi­ ci olarak radyo başında duydugumdan daha büyük ve içten içe et­ kileyen bir tedirginlikti. 30


Radyonun o yıllardaki personeli, kurumun vitrini sayılan spikerlerle,

mutfagındaki

teknisyenlerden

ve

memurlardan

oluşuyordu . Dikkatinizi çekti mi bilmem, bir tek programcı bile yoktu radyoda. Programlar, ya radyo dışındaki bazı kimselerce hazırlanıyor saglanıyordu.

ya

da

bir

iki

yabancı

kültür

merkezinden

O nedenle iktidar-muhalefet çekişmesi yalnızca

haber bültenleri üzerinde oluyordu. İktidarın habercilik ilkesi "hep bana, yalnız bana, yine bana"ydı. Menderes bu yayınlarda hep başroldeydi. Celal Bayar Cumhurbaşkanı

olarak

kendini

daha

agıra

satıyor

ve

az

konuşuyordu. Partiler Usta bir cumhurbaşkanı olmak yerine, sapında köskoca bir DP amblemi olan bastonunu her yerde göstere göstere dolaşan bir DP militanı olmayı yeglemişti. Bu az konuşmasının sonucu olarak da, çogu zaman radyo yayınlarında ikinci sıradan bile gerilerde kalıyordu. Radyoda

çalışmaya

başladıgım

günlerde ,

haber

bültenlerinin "Menderes bültenleri"ne dönüşmesi olayı epey yol almıştı. Bir saati, bir buçuk saati bulan bültenler okudugumuzu, çenelerimizin yorgunluktan uyuştugunu anımsıyorum o günlerden. Sanının , bizim gibi acemilerin okumasından hoşlanılmamış olacak ki, sonralan o yılların en iyi erkek spikeri Can Okan'a verildi bu iş. Bu haber bültenlerinde tam metin olarak Menderes'in ha­ berleri

okunuyor,

kalan

süreler

de

bakanlarla

öteki

DP

büyüklerinin haberlerine ayrılıyordu. Özel yaşamının mahrem o­ laylan dışında, Başbakanın her söyledigi söz, her attıgı adım, haber degeri olup olmadıgına bakılmaksızın , haber bültenlerine alınıp ülkenin her yanına duyuruluyordu. (Mahrem olayların yayınını ise, tirajı çok yüksek olan Fısıltı Gazetesi yapıyordu .) Muhalefetin sesi hiç mi hiç duyulmazdı bu bültenlerde. Genel ilke buydu. Bu ilke ancak, Menderes'in saldınlanna, çirkin sözlerine, olur olmaz suçlamalarına muhatap oldugu zaman, CHP

31


ya da onun önderinden yana bozuluyordu. ismet lnönü'nün adı "Milli Münafık"tı. Menderes ve öteki DP'liler agızlarını açtılar mı, onu böyle anarlardı. İktidarın saldırılarından, hakaretlerinden en fazla nasiplenen, CHP ile İnönü'ydü. Saldırıya neden olacak bir söz ya da olay olmadıgı zaman da, lnönü'nün olagan, sıradan bir sözü ya da bir hareketi en olumsuz yanıyla yorumlanıp halka du­ yurulacagı zaman, radyoda İnönü adına yer verilirdi. Şimdi sorabilirsiniz "Bu tam metin okudugunuz bültenlerde Menderes ne konuşur, ne söyler, neler anlatırdı" diye.. DP dönemindeki "Görülmemiş Kalkınma"yı özellikle... Aynca DP mucizesini, yaptıklarını, yapacaklarını anlatırdı, CHP'ye ve lnönü'ye saldırıların, hakaretlerin, suçlamaların yanı sıra. İnönü bir yerde iki çift laf etmişse, Menderes'in yanıtı radyo­ dan iki yüz çift olarak gelirdi. Ve son derece garip bir durum çıkardı ortaya. Muhalefet önderinin tartışmaya neden olan sözleri radyodan tek kelimeyle bile duyulmaz, ama Başbakanın bu sözlere yanıtı çarşaf çarşaf yayımlanırdı. Bu nedenle Menderes "boşluga konuşan" ya da "kendi kendine konuşan" biri olurdu dinleyicilerin gözünde. Çagdaş haberciligin "Ç" harfinin bile bulunmadıgı bu haber bültenlerinde aynca, filan tesisin temel atma töreni, falan tesisin açılışı, Cumhurbaşkanının, Başbakanın gezileri, bu gezilere katılanların tam liste uzun uzun adlan okunurdu. Bu türden haber­ lerin olmadıgı ender zamanlarda da bültenlerin büyük bölümü dış haberlere ayrılır, kalanında da ıvır zıvır haberler yer alırdı. Yani Türk halkını gerçekten ilgilendiren haber, hemen hemen hiç bulunmazdı. Bu uygulama, filan ülkedeki diskotek yangınında ölen iki kişiyi, Alaska'da kurtarma çalışmaları sürdürülen balinaların günlük sıkıntılarını ya da filan yerdeki protesto yürüyüşlerini mik­ rofon ve ekrana getiren, ama Türkiye'deki bir işçi yürüyüşünü 32


Türk halkından saklamaya çalışan 30 yıl sonraki uygulamayla nasıl da benzeşiyor degil mi? Yıllar; 1950'de toplumun büyük umutlarla sanldıgı DP için hiç de iyi geçmiyordu. 1950'deki ezici çogunlukla, 1954'te onu da ezip geçen çogunlukla geldikleri iktidarda DP yöneticileri bir türlü.rahat edememişlerdi. Gittikçe hırçınlaşıyor, dogal olarak da saçlarından tırnak uçlarına kadar öfke kesiliyorlardı. Sanki her DP yetkilisi görünmez düşmanlarla çarpışıyordu. Görünmez düşmanlar filan yoktu ortalıkta aslında. Konuyla ilgili kişiler, bu hırçınlıgın" miting alanlarından iktidar koltuguna gelenlerin, savaş alanlarından Cumhurbaşkanlıgi koltuguna otur­ muş lnönü karşısında duydukları eziklikten kaynaklandıgını" yazdılar, yazacaklar da. Aynca, her fırsatta kötüledikleri 27 yıllık CHP iktidarının 23-24 yılına parti müfettişi, bakan,· bütçe komis­ yonu sözcüsü, milletvekili ve benzeri görevlerle katılan DP yöneticilerinin kendi ge;:mi.şler;ıle bir hesaplaşma olabilecegini de... DP'nin ikinci iktidar dönemi, sanki bir dahaki seçimlerde 31 kişilik CHP muhalefetini sıfırlamaya programlanmıştı. 1954 seçiminin hemen ardından başlatılan ·garip uygulamalar, yaşama geçirilen önlemler beklenenin tam aksine sonuçlar getiriyordu aslında. Osman Bölükbaşı'yı bu kez de milletvekili seçtigi için Kırşehir'in ilçe. yapılması, ismet lnönü'ye oy vermeyi sürdürdügü için Malatya'nın cezalandırılarak, Malatya ve Adıyaman illeri biçiminde ikiye ayrılması, basına kısıtlamalar getirilmesi, adaletin denetim altına alınması, iş dünyasına korkular salınması vb. uygulamalar. DP'ye yarar yerine zarar getiriyordu bunlar. Seçimin üzerinden altı ay bile geçmeden, seçime yönelik olarak alınan bu önlemler, kuruldugu günden başlayarak DP'ye destek veren aydınların büyük çogunlugunun partiden uzaklaşmasına neden oluyordu. Muhalafeti sindirmeye yönelik uygulamalar ise yine ·

33


umulanın, beklenenin tersine CHP'yi güçlendiriyordu. Herkesin üzerinde birleştigi, "yok olma noktasına· bu kadar yaklaşmış CHP'nin, iki seçimde yedigi tokatlardan kendisini kurtaramaya­ cagıyd(. Ama DP'nin yanlış uygulamalarının da büyük katkısıyla CHP yeniden doguyordu. Bu doguş DP iktidarını büsbütün �ırçın­

laştınyor ve hırçınlıklar oldugu gibi radyo yayınlarına yansıyordu.

Çünkü özellikle Menderes kızıp köpürdükçe radyoya sarılıyor, radyodan medet umuyordu. Memleket degilse bile radyo "dikensiz gUI bahçesi" olmuştu.

RADYODA HABERLER PAROLA: iLKELLiK-iŞARETi: BÜLTENLER

·

1956 ve sonrasındaki yıllarda radyolarda dört haber bülteni okunurdu. Sabah, ögle, akşam ve gece bültenleriydi bunlar. Kısa haber uygulaması henüz başlamamıştı. Bültenlerin k:ıgıt üzerindeki süreleri 15 dakika görünürdü ama, bu surede bitenl�ri­ ne, olsa olsa sabah ve gece bUltenlerinde rastlanırdı. ôgle ve akşam bUltenleri mutlaka süresini aşardı. 1959'daiı başlayarak bu uygulama neredeyse Allahın emri olmuştu. Çünkü o sıralarda DP'nin hızla çöküşüne koşut olarak çöküntüye ugrayan Menderes, hemen her gün, olur olmaz her vesileyle konuşuyor ve bunlar harfi harfine radyoda yayımlanıyordu.

O yılların haberciligi içerik açısından oldugu gibi teknik açıdan da son derece ilkel bir görünümdeydi. Bırakın çagdaş nite­ lik taşımasını, Uç beş kişiden oluşan bir haber ekibi bile yoktu. Dogal olarak muhabir diye birileri de... Haber kaynagımız, bir devlet kurumu olan Anadolu Ajansı; bültenleri hazırlayan da bir dönem Anadolu Ajansı, bir başka dönemde ise, yine bir devlet ku­ rumu olan

Basın-Yayın

Genel MüdürlUgüydü.

34

Bu iki haber


kaynagı da radyo dışındaki binalarda çalışır ve hazırlanan haber bülter 'eri, okunacagı saatten çok kısa bir süre önce radyoevine yetiştirilirdi. Kim getirirdi bilir misiniz? Sıkı durun; bisiklete bindi­ rilmiş bir memur. Evet yanlış okumadınız, bir bisikletli... Bu kişilerin bilinç düzeyinin yüksek oldugu, elinde taşıdıgı bültenin önem ve degerini tam algıladıgı söylenemezdi. Radyoda, haberler­ den sorumlu oldugu söylenen üç kişi vardı. Bizlerin . en çok kafşılaştıgı kişi, bütün gün orada olan Kemal Deniz'di. Kemal Deniz, Ulus gazetesinde çalışmış, oradan akşam haberlerine geçmiş bir gazeteciydi. Özellikle bu gazetede "Mahkeme Koridor­ ları" sütununda, mahkemelerdeki ilginç davaları, olaylan yazardı. Haberin gece sorumluları, aslında Basın-Yayın Genel Müdürlü­ günde çalışan, fazla mesai karşılıgı akşamlan da radyoya gelip ha­ berle ilgilenen iki kişiydi. Biri oldukça sert karakterli ve bizlere uzaktan bakan bir kişi oldugu için kendisinden pek hoşlanmaz, biz de ona yakınlık göstermezdik. ikincisi, 1991 Ocagının son günlerinde yitirdigimiz Müfit Arda'ydı. Tatlı, sevimli, sevecen bir insan olan Müfit Arda hepimizin sevgili Müfit Amcasıydı. Müfit Amca ·ve yakınlık duymadıgımız için adını bile ögrenmeye gerek görmedigimiz arkadaşı, gün aşın gece nöbetlerin� gelirlerdi. Geç geldikleri, -az da olsa- hiç gelmedikleri olurdu. Sabah haberlerinin bu kadarcık da bir sorumlusu yoktu. Akşam, Müfit Amca ya da arkadaşı ne hazırlamışsa, haber niyeti­ ne o okunurdu. Ögle ve akşam saatlerinde ise, bisikletlinin getirip Kemal Deniz'e verdigi bültenleri okurduk. Bu konuda Keİnal Deniz'den başka sorumlu ve yetkili de tanımazdık. Öyle tembih­ lenmişti çünkü. Ankara'nın trafigi o yıllarda elbette bugünkü yogunlukta degildi. Ama yine de, bisikletlinin geciktigi zamanlar olurdu. Öyle­ durumlarda, bülteni okumaya bir bir buçuk dakika filan geç başlardık. Gonga vurup· saat ayarını verdikten sonra bir ara plagı 35


çalarak hem dogan boşlugu doldurur, hem de b_ültenin elimize ulaşacagı anı beklerdik. Bir keresinde bisikletli hiç gelmedi. Çünkü AA'da da yogun bir gece yaşanıyormuş ve o yogunluk içinde radyonun bülteni unutulmuş. Çok kötü bir rastlantı, gece sorumlusu da gitmiş. Saat 22.45 . .. Gonga wrup saat ayarını veriyorum, ara plagıriı koyup bekliyorum. Başlangıçta hiç kaygı duymuyorum, çünkü nasıl olsa gelecek. Biraz gecikmeden bir şey olmaz. Bir dakika. . . iki dakika iki buçuk dakika Gelen )Ok Aklnna unutulmuş olması geliyor ve panige kapılıyorum. Doluya koyup aldıramadıgım, boşa koyup dolduramadıgım, aslında 15-20 saniye olan, ama bana saatler kadar uzun gelen korkunç bir panik. Daha fazla beklemenin yararsızlıgına karar verip aklıma ilk gelen çözümü uygulamaya koyuluyorum. Stüdyoda bulunması usulden olan sabah, ögle ve akşam bültenlerini masanın üzerine yayıyo­ rum . Haberden, habercilikten, haber sıralamasından- zerre kadar anladıgım da yok. Ama fark ettigim bir şey var. Baştaki ilk Uç dört haber en . önemli olanları. Hemen onları ayınyorum, birkaç tane de ıvır zıvır cinsinden haber .. Oldu size; haber bülteni. Dört daki­ kalık gecikme içfrı Ozür dileyerek başlıyorum bülteni okumaya. ...

. . .

Başlıyorum da, bu kez aklıma başka bir şey takılmış durum� da. "Şimdi bu benim . okudugum haber bülteni mi yani? Bitirirken haber bültenini dinlediklerini . söylesem dinleyicilere ayıp mı olur? Çünkü bu bir bülten degil. Olsa olsa bir derleme. Ama derleme , sözcügü pek hoş degil .. Derleme de degil aslında, çünkü onları hazır bültenlerden seçtim... Evet, seçtim. Hah, şimdi oldu... ·

·

"Seç.tim" sözcügü kafamda bin mumluk ampuller yakıyor ı sanki. Bülten boyunca duydugum sıkıntı bir anda yok oluyor, ra­ hatlıyorum. Gögsümü gere gere, bu büyük buluşumun (!) bütün kasıntısını sesime vere vere "Günün haber bültenlerinden seçmeler dinlediniz" diyerek bülteni bitiriyorum. 36


Dürüst davranıp dinleyenlere gerçegi söyledigim için namu­ sumur . _ akıllı davranıp bir çözüm buldugum için de boltenin kurtul­ dugu inancı içinde eve döndüm. O zamanların, tek sözlü iletişim organı oldugu için, hem radyonun yöneticileri, hem de büyük bir kitle -her zaman oldugu gibi- bolteni dinlemişlerdi. Ertesi gün yöneticilerden bir san zarf, dinleyicilerden de gün boyu telefonlar geldi. Her ikisindeki soru da aynıydı: "Haber bültenlerinden seçmeler ne demek?" Bu anlattıgım dönemde, radyonun hemen her birimi gibi, haberleri de gecekondu yöntemlerle yürütülüyordu. Bu konudaki tek ciddi kural, gündüz sorumlusu Kemal Deniz'in onayı olmadan haberle ilgili hiçbir şey yapılamayacagıyd ı . Bunu adımız gibi ezberlemi ş t i k . Radyoda göreve başlamamdan çok kısa bir süre sonraydı. Ve stüdyoda tek başıma çalışmaya da yeni başladıgım günlerdi. Ülke yeni bir siyasal bunalımın içindeydi. Menderes HUkümeti isti­ fa etmiş, başbakanlıga yeniden atanan adnan Menderes, aradan 18 gün geçtigi halde yeni hükometi kuramamıştı. Gazeteler her sabah "Bugün kuruluyor . . . kurulmak üzere . . . Yarına kaldı. . . Yann mutlaka açıklanacak" gibi başlıklarla çıkıyordu. 18. günün ögle saatlerinde, yüırle yUz d� bile, hokümetin açıklanacagı yüzde doksan kesinleşmişti. Saat 1 3 . 00'e dogru ögle bültenini getiren Kemal Deniz ilk iş olarak bir tembihte bulundu. "Bir iki saat sonra hükumet açıklanacak. Liste bana gelir gelmez sana verecegim. Yayında hangi program olursa olsun, hemen listeyi okuyacaksın. Aman dikkatli ol." Telaşe memuru Kemal Deniz, bu tembihi 20-25 dakikada bir yineledi. Ôyleki, neredeyse 'Yetti be, anladık, liste ne zaman gelirse yayında hangi program olursa olsun hiç vakit geçirmeden okuyacagım. Oldu mu" diye avazım çıktıgı kadar bagıracagım. 37


Ve saat 15.25 . On dakika önce başlayan "Nermin Demirçay'dan şarkılar" programı yayında. Kemal Deniz fırtına gibi eserek girdi stüdyoya. "Haydi hemen fedinge al" diye başladı. Kendisine, programın beş dakika sonra bitecegini, bitmesini bek­ lersek herhangi bir yanlışlık yapmaktan kurtulacagımızı söylediysem de dinletemedim. O günkü aklımla haberin beş daki­ ka önce, ya da sonra okunmasının benim için önemi yok. (Ôl1emini, haber merwmde çalışmaya başladıgımda ögrenecegim.) .

Telefonu kaldırıp yukarıya teknik servise, kabine listesinin geldigini, hemen feding yapılıp mikrofonun açılması gerektigini bildirdim. Program banttan yayımlandıgı için fedingin teknik ser­ visten yapılması gerekiyor. Ama nedense yapmadılar. Telefonu yeniden kaldırıp durumu anlattım. Sesin perde perde sönmesini bekliyoruz, ama gene bir degişlkllk yok. Kemal Deniz elimden te­ lefonu kaptıgı gibi teknisyen arkadaşlara bagıra çagıra "fedlng, fe­ ding" dedi. Bu bagırtının sonunda kendisi stüdyodan fırlayıp çıktı. Hemen arqından da mikrofon açıldı. Başladım· okumaya.. . "Başbakan Adnan Menderes. Devlet Bakanı..." Ya beş ya altıncı adı okumuştum ki, karşıdaki kontrol odasının bütün ışıklan lap diye yanıverdi. Başta Radyo Müdürü olmak üzere hemen bütün yöneticilerin yüzleri cama yapışmış du­ hınıda. Tablo korkunç. Anlaşılan, acaip bir şeyler oldu. Oldu da, ne? Hepsinin de gözlerinden ateşler çıkıyor. "Ne var, n'oluyor" gi­ bisinden kafamı salladım. Cama yapışmış yüzler daha da asıldı, gözler daha da açıldı ve bakışlar alabildigine keskinleşti. Birkaç el, birden havaya kalktı ve parmaklar saga sola sallanarak tehditler yagdı. Baktım ki bir şey anlamak mümkün degil, o acaip hava içinde listeyi okuyup bitirdim. Mikrofon ·kapanır kapanmaz içeri giren bir odacı, nöbeti derhal bir başka arkadaşa devredip müdürün odasına gitmem gerektigini söyledi. Müdürün odasında Kemal Deniz, Teknisyen Ertugrul İmer (sonraki yılların Efekt Ertugrul !mer'i) ayakta duruyorlar. İkisi de 38


süt dökmüş kedi gibi. Müdür dehşet içinde, odada dört dönüyor. Arada bir şeyler mınldanıyor. Anlamak mümkün degil. "Efendim, beni istemişsiniz." "Nasıl yaparsın bunu?" "Neyi" "Bir de soruyor, şuna bak. .. " "Neyi ne yapbm, bilmiyorum ki . . . " "Nass . . . ıll yaparsın, nasss . . ıl . Bana bir kasbn mı var yoksa?" "Ne kasb, nereden çıkarıyorsunuz bunu? Ne yaptıgımı söylerseniz ben de niçin ve nasıl yapbgımı anlatının." Sonunda

iş anlaşıldı.

Nermin Demirçay"la

ikimiz,

bir

müzikli kabine kurmuşuz. Ben okuyormuşum. "Başbakan Adnan Menderes. . " Nermin Demirçay, avaz avaz bagınyormuş. '�ç kolların

sar boynumaaa Alimmm ... " "Başbakan Yardımcısı Mükerrem Sarol... " ''Boylu booyuuncaa... " '1şletmeler Bakanı Samet Agaoglu ... " '�aaiıhhh aaaşık olaaanınn, .. " '�dalet Bakanı... " ''Kaalır mıı aklııı baaşındaaa... " "Milli Egitim Bakanı Tevf. .. " "Baaşıında Alllimmm, Aliimm, yarii göörüüncee... " Biz Nermin Demirçay'la bu minval üzre alıp vererek kabine listesini ve şarkılar programını bitirmişiz. Müdür Bey epeyce bagınp çagırdıktan, kendi kendine söylendikten sonra yerine oturdu. Bir torlu sakinleşemiyordu. Sürekli de söyleniyordu.

39


"Yann bunu bütün gazeteler yazacak.. . Müzikli kabine diye yaı.acaklar. Bununla da kalmayacak, öbür gün çıkacak Akis'te enine boyuna sündürülerek anlatılacak. " Akis o günlerin çok önemli, çok etkili bir siyasal dergisi. Ele aldıgı konulan enine boyuna, derinligine irdeleyen, ay­ nntılan gözden hiç kaçırmayan ve okuyanı sarıveren bir dergi. ismet Paşanın damadı Metin Toker'le birkaç arkadaşı çıkarıyor. Yalnız Radyo Müdürünün degil, DP yönetiminin de korkulu rüyası. Müdür odasındaki soru yanıt fasli biraz olaylı geçti. Çünkü müdür yapılan hatadan dolayı kendini kaybetmiş dururiıda konuşuyor, böyle konuşması nedeniyle de agzından hakaret sözcükleri çıkıyördu. Bir ara "Ben burada insanlarla çalıştıgımı sanıyordum" deyince kendimi tutamadım. Agzımdan "Ben de" çıkıverdi. O anda gözlerim karardı. Çünkü bin bir mücadele vere­ rek başladıgım spikerlik yaşamımın orada · bitiverecegini düşündüm. Müdür bu yanıtı duymadı mı, . yoksa özellikle duy­ mazlıktan mı geldi bilmiyorum, ama bekledigim tepki gelmedi. Yalnızca odadan çıka.bilecegimizi söyledi. Dogal olarak stüdyoya, görevimin başına döndüm. Nöbeti kendisine bırakmak zorunda kaldıgım arkadaş, mikrofonu bana teslim etmeyecegini, çünkü ikinci bir emre kadar çalışmamin ya­ saklandıgını, gidip spiker odasında beklemem gerektigini bildirdi. Ve ekledi: "Ayrıca ikinci bir emre kaiar, radyodan da ayrılmayocaksınız." Hoppalaa!. Neler oluyor, niçin görevim engelleniyor, niçin radyodan çıkamıyorum, anlamak mümkün degil. Neyse ki spiker odasındaki bekleyiş uzun sürmedi. Bir memur, elinde koca bir defter ve üç . san ı.arfla geldi. lmı.a karşılıgında zarflardan birini bana verdi, ötekileri de Kemal Deniz'le Ertugrul lmer'e götürdü. 40


Zarflardan çıkan kagıtlarda, olay anlatılıyor ve savunmamız isteniyordu. Önce uzun uzun savunma yapmayı düşündüm. Sonra vazgeçtim. Çünkü bu soruların yöneltilecegi kişi ben degildim. Böylesine önemli bir olayın beklendigi günde, benim gibi acemi bir spikere stüdyoyu bırakanların hiç mi sorumlulugu yoktu? Öteki arkadaşlar uzun birer savunma yapmışlar. Kemal Deniz "haberin beş kuralı"ından birinin "anında · vermek" oldugunu , o nedenle şarkılar programının bitimine kadar beklenmedigini. . . vb . . an­ latmış, Ertugrul lmer, şarkılar programının neden tamamen kesil­ meyip de fedinge alınarak anons yapılmasına izin verildigi sorusu­ na ilginç bir yanıt vermiş. "Bizim yayını kesmek . gibi bir hakkımız yoktur. Yayını ancak Başmühendis Senia Eke'nin verecegi talimatla keseriz. O nedenle feding yaptık." ·

Ben , o gün kabine listesinin aç\klanacagını Mısır'daki sagır sultanın bile duydugunu, bütün ulusun bu haberi merakla bekle­ digini yazarak başladım. Söz konusu soruların bana degil, bu kadar önemli bir gün için önlem alıp da deneyimli bir spikeri görevlendirmeyen, dahası, saat 1 5 . 20'ye kadar radyoda bulunma­ yan Radyo Müdürü, Söz Temsil Yayınlan Şefi ve Program Müdürüne sorulması gerektigini belirttim ve ekledim. "Kabine listesini okuma izninf kimden aldıgım sorulu­ yor. Böyle durumlarda izne gerek yoktur. Haber konusundaki tek yetkili ve tek sorumlu Kemal Deniz, listenin okunması ge­ rektigini söyledi ve okudum. Zaten Kemal Deniz dışında hiç kimsenin emriyle de öyle bir haberi okumazdım. Çünkü bize öyle ögretildi.

.

·

Altta müzik devam ederken niçin listeyi okudugum so­ ruluyor. Mikrofon açıldıgı zaman, s tüdyo dışında müzigin devam

edip

etmedigini

spiker

bilemez.

Bunun

oldugunu, soruları soranların bilmeleri gerekirdi. " 41

böyle


Bu satırlan kahramanlık olsun diye yazmamıştım. Hiçbir şeye doyamadan ve benim dışımdaki nedenlerle getirildigim bu noktada , yine spikerlik yaşamımın bitecegi korkusuna kapılmıştım. "Nasıl olsa bitiyor, hiç degilse o günkü yanlışlan kafa­ lanna wrarak, öfkemi bastınnm, kuyrugu dik tutarak gitmek gere­ kir" diye düşünüyordum. Ne var ki, korktuguma ugramadım. Radyo Dairesi Müdürü Refik Ahmet Sevengil hemen ertesi gün radyoya geldi ve beni çagırdı. Tatlı sert bir havada, gerekçelerimin çok haklı oldugunu, ama yine de bunun, bana amirler hakkında saygısızca konuşma hakkını vermeyecegini · filan anlattı. Ve son derece sevecen bir sesle, "Artık bir devlet memurusun küçük hanım, ögrencilik geri­ lerde kaldı" dedi. Yakayı kurtardıgım utancım da öyle oldu.

için sevincim

çok büyüktü

ama,

Radyonun haber yayınlan yalnızca haber bültenleri degildi. Bültenler kadar, hatta bazı dönemlerde onlardan da önemli ve et­ kili bir başka program vardı. Radyo Gazetesi. . . 1 940'ta başlayan, saati ve süresi degişmeyen bir programdı Radyo Gazetesi. Uzun yıllar Türk halkı bu programda Nurettin Artam'ın sesini dinlemişti. Ulus gazetesi yazarlanndan olan Artanı, Radyo Gazetesini okumayı üstlenince, gazetedeki yazılannda 'Toplu lgne"ya da T.l. rumuzunu kullanmaya başlamıştı. Böyle bir programın başlatılması ve sürdürülmesindeki amaç , "dış olaylan irdelemek ve dünya kamuoyuna Türkiye'nin se­ sini daha iyi duyurmak'' diye saptanmıştı. 1 940, ikinci Dünya Savaşının ikinci yılıydı ve savaş, bütün cephelerde . Alman ordu­ lannın arkası arkasına kazandıgı zaferlerle sürüyordu. Dünyada ve savaş alanlannda olup bitenleri Türk halkına duyurmak, zaman zaman bunlann yorumunu yaparak olc;Aam neler getira:egirü, neler gö� insanlara anlatmak gerekiyordu. Bu, en iyi biçimde Radyo Gazetesinde yapılırdı. 42


Savaş dışı kalmış Türkiye, savaşan taraflann boy hedefi du­ rumundaydı. Bu nedenle iki tarafın da Türkiye'ye yönelik propa­ gandalan ve niyetleri vardı. Bunlann yanıtlan yine Radyo Gazete­ sinde verilebilirdi. Özetle, Radyo Gazetesi, devletin dış dünyaya dönük sesiydi. İçerideyse, devletin resmi agzıydı. Sözün özü, Radyo Gazetesi o yıllann en çok dinlenen saatiydi, bu özelliklerinden dolayı. Nurettin Artam'ın yumuşak sesi ve enfes Türkçesiyle daha da bir deger kazanırdı. Çocuk yaşlarda olmamıza karşın, bizler .de babama uyar, anlamasak da dinlerdik. Artan ı "Sevgili dinleyiciler, günün siyasi manzarası şöyleee. . " diye başladı mı, bu manzarayı seyretmek ister gibi radyonun başına koşuşurduk. Artanı "şen ve esen kalınız" diyerek programı bitirin­ ceye kadar da bir yere kımıldamazdık. Bu başlangıç ve bitiriş, Nu­ rettin Artam'ın simgesi olmuştu. Yıllar sonra spiker olarak çalışmaya başladıgımda, birçok arkadaşım gibi ben de " şen ve esen kalınız" dilegini kullanmaya kalktım ama, kısa bir süre sonra, bu sözlerin en çok Artam'a yakıştıgını düşünüp vazgeçtim. Çok iyi anımsamıyorum, ama sanıyorum ki, Radyo Gazetesi Basın Yayın Genel Müdürlügünde bir kurul tarafından hazırlanırdı. Süresi de yanın saatti. Ama benim göreve başladıgım sırada bu süre O!l beş dakikaya inmişti. Nedenini sordugumda eski spiker arkadaşlar "Savaş · bitti artık, ondan" demişlerdi. Aynca, o sıralarda Radyo Gazetesini okuyan ses de degişmişti. 27 Mayıs sonrasında Yassıada duruşmalan için soruşturma yapılırken, Radyo Gazetesinin her biri için yüz lira okuma parası ödendigini duyunca hırsımızdan küplere binmiştik. Çünkü o yıllardaki aylıklanmız 200-300 lirayı geçmiyordu ve bu yüz liralar , gözümüzde büyüdükçe büyüyordu. 1950'de DP'nin iktidara gelmesinden ve Nurettin Artam'ın Radyo Gazetesini bırakmak durumunda kalmasından sonra, onu okuma görevi çeşitli kişilere verilmişti. Benim başladıgım yılda ve sonrasında erkek spikerlere okutmaya kalktılar, tutmadı. Sonunda 43


bu görev Menderes'in sag kolu durumundaki Burhan Belge'ye ve­ rildi. DP iktidanyla birlikte, iktidarın ve DP'nin propaganda saati­ ne dönüşmeye başlayan Radyo Gazetesi giderek büsbütün çıgnndan çıktı. Burhan Belge'nin Radyo Gazetesi ise tamamen ik­ tidarın borazanı oldu. Program ismet Paşaya küfürlerle, "ihtiyar, paşa eskisi, bir ayagı çukurda, münafık vb.. " hakaretlerle, görUlmemiş kalkınma edebiyatına ilişkin örneklerle Radyo Gazete­ si olmaktan çıkıyor, DP'nin haber bültenine dönüşüyordu. Olaylar günlUk, hatta bazen anlık degerlendirmelerle program kapsamına alınıyor ve Radyo Gazetesinin başlangıç saatleri bu degerlen­ dirmelerin uzun sürmesi nedeniyle giderek daha da gecikiyordu. Burhan Belge üstlendigi görevi canla başla, DP'lilik ruhun­ dan da büyük katkılar yaparak, hükumeti göklere çıkanp muhale­ feti yerin dibine batırarak sürdürdü. 27 Mayıs Burhan Belge ve Radyo Gazetesini sarmaş dolaş buldu. Belge ve program halkın kafasında biribirleriyle bütünleşmişti. 1940'ta çok yüce amaçlarla başlatılan ve uzun yıllar başanyla sürdürülen bu programın yazgısı, Yassıada'da yargılan­ makla noktalandı. Ankara Radyosunun TBMM'deki olaylan, görüşmeleri yansıtmak amacıyla konulmuş bir programı vardı. Türkiye Büyük Millet Meclisinde bugün. Haftanın beş gecesi saat 22. 00'de başlayan bu programın bitiş saati belli olmazdı. Ama program gelir, . genellikle o yıllarda saat 22.45'te yayımlanan haber bültemne dayanırdı. iki program arasında yalnızca gonga vurup saat ayannı verecek kadar bir boşluk kalır, 45 dakika çene çaldıktan sonra bu kez de haber bültenine başlardık. Dogaldır ki, 60 dakika boyunca konuşmaktan çenelerimiz laçka olurdu. Bazen Meclis bültenlerinin, haber bülteninden sonra devam etmesi de cabası. . . Vann hesabeyleyin çenelerimizin durumunu... 44


Sanının bu acıklı durumumuz yöneticilerin de dikkatini çekti ve Meclis bültenlerinin okunması, onlan hazirlayan Fethi Kardeş'e verildi. Fethi Kardeş Mecliste görüşmeleri izler, sonra da eski Türkçe yazıyİa metni hazırlardı. Bültenin sayfalan kannca duası gibi kargacık burgacık yazılarla, satırlann arasındaki girmeler ve çıkmalarla, kAgıdın yan tarafında yukandan aşagı ya da aşagıdan yukan yanlamasına yazılmış eklerle, b_aiı yerleri çarpı işareti çekilerek iptal edilmiş cümlelerle uzar giderdi. Fethi Kardeş bunlan yalnızca kendisinin uygulayabilecegi bir düzenle okur, ömegin üçüncü sayfadan son sayfaya, ordan 8. sayfaya, ordan da 2 1 . sayfaya geçerek.. .... Sayfalan bazen yanlamasına çeVtrerek, bazen de yandaki yazılan okuyabilmek için kendisi yan �rak sürdürürdü. Dahası, hiçbirimiz eski Türkçe bilmiyorduk. O neden­ le de neyi nerde okuyor, nereyi atlıyor, neler ekliyor, kestiremez­ dik. Gözleri şaşı oldugu için de bültenin nerede bitecegini bilemez, şöyle başını kaldınp da uzun uzun yüzümüze bakınca kapanış anonsunu yapardık. Fethi Kardeş bir gece yine elinde tomar tomar kAgıtla girdi stüdyoya. Saati gelince başladı okumaya. 35. dakikaya kadar bir sorun yok. Bir hataya · neden olmamak için de olanca dildQttimle izliyorum kendisini. 35. dakikada pat diye durdu, başını kaldınp yüzüme baktı ve bekledi. Bittigini anlatmak istiyor sandım ve anonsu patlattım. "Fethi Kardeş'in hazırlayıp takdim ettigi TBMM'de litugün programını dinlediniz." Fethi Kardeş'in yüzü, tam ortasına bomba düşmüş gibi allak bullak oldu. Hiçbir şey anlamamıştım. Şaşkın şaşkın bakınıp dur­ mama yanıtı, "Her şeyi berbat ettin, şimdi n'olacak, nasıl verilecek bunun hesabı" demek oldu. ·

"Siz bana bakıp durunca ve biraz da bekleyince... " "Ben sana bakmadım ki, nerden çıkardın bakmayı?" 45


"Baktınız efendim." "Hayır bakmadım." 'Vallahi de billahi de baktınız, yalan mı söylüyorum yani?" "Kızım, evladım bakmadım diyorum, inanmıyorsun, peki ben mi yalan söylüyorum. Bakmadım, bakmadım, bak.maa.. dımrn!" "Hayır, elbette yalan söylemiyorsunuz ama .. Hem de gözümün ta içine baktınız. Ben de bitti sandım." "Kızım benim şaşı oldugumu bilmiyor musun? Ben şu tarafa bakmışımdır, sen de üstüne alınmışsındır." Allahtan kocaman bir kahkaha patlattı da sözün burasında içine düştUgam sıkıntıdan kurtulmamı sagladı. Aslında öyle gülen konuşan biri degildi ama kibarlık etmiş, hem durumu düzeltmiş, hem de benim bir türlü söyleyemedigim şaşılıgını kendisi söyleyivermişti. Kahkahasının ardından da her şeyin neden berbat oldugunu anlattı. Benim durup durup da büyük isabetle konuşmayı kestigim yerde, Merderes'in o günkü oturumda ikinci kez söz alıp söyledikleri varmış. Gerçekten de her şey berbat olmuştu. Ertesi sabah -dogal olarak- bir san zarf burnuma dayandı. Akşamki davranışımın nedeni soruluyor ve sawnmam isteniyor­ du. Bir şeyler karaladım ama, Fethi .Kardeş'in şaşı gözlerinden dolayı böyle bir hata oldugunu söyleyemedim. Ne var ki, bunu Fethi Kardeş kendisi söylemiş. Bu hafifletici nedenle, bir hafta mikrofondan uzaklaştırılmakla yakayı kurtardım. Fethi Kardeş deyince, bir anıyı daha anlatmadan geçemeyecegimi anladım. Az önce söylemiştim, bUltenlerin genel­ likle çok uzun oldugunu. Fethi Kardeş bunları alabildigine tekdüze bir sesle okurdu. Stüdyonun sıcagında, vakit gece yansına yaklaşmışken bu mır mır mır giden konuşma hepimizin uykusunu getirirdi. Bir gün mikrofonun başında uyuyup kalmak hepimizin 46


korkulu rüyasıydı. Onun için yanımızda küçük bir şişe kolonya bu­ lundurur uyumamak için arada bir burnumuza çekerdik. Yine de korktugumuza ugradık. Önce bir başka arkadaş, sonra da ben, ne yaptıysak fayda vermedigi için uyuyup kalmışız. Ben kendi serüvenimi anlatayım. Gözlerim dalıp dalıp giderken kafam masanın üzerine duşmuş. Derin derin soluklar alarak uyuyormuşum. Zavallı adam­ cagızın yUregi agzına geliyormuş. Ya horlamaya başlarsa, diye. Dokunup uyandırsam, ya korkuyla bagırmaya kalkarsa. . . Adam kızcagıza ne yaptı da böyle avaz avaz bagırttı derlerse . . . " O bun­ ları geçiriyormuş aklından. Sizler de yaşamışsınızdır, böyle uykular, ne kadar derin uy­ kular olursa olsun, kuş uykusu gibidir. Biraz uyur, hiçbir şey olmamış gibi uyanırsınız. Benimki de öyle oldu. Kazasız belasız uyandıgımı gördugunde Fethi Kardeş'in yUzUnUn nasıl aydınlandıgı bugün bile aklımdadır. Bu olaydan sonra , Fethi Kardeş isteyenin, kendisi okudugu sırada dışan çıkıp yayını öyle izleyebilecegini söyledi . Dışan çıkmak isteyene tahmini bir sure veriyor ve o sure sonunda, bir anda süzülerek içeri girmemiz mümkün oluyordu. . .. Bu tatlı ve hüzünlü anılara dalınca, asıl söylemek iste­ digiml unutuyordum. Diyecegim şuydu. Tıpkı haber bültenlerinde ve Radyo Gazetesinde oldugu gibi, Meclis bültenlerinde de yalnızca DP yöneticilerinin ve iktidar partisi milletvekillerinin konuşmaları yayımlanır, muhalefet milletvekillerininki es geçilirdi. Unuttugum bir noktayı da eklemek istiyorum. Bizim oku­ dugumuz sıralarda -Meclis bültenlerinin hemen hepsi teleksten çıktıgı . gibi elimize verilir .ve hatasız okumamız beklenirdi. Bu me­ tinlerde mutlaka satır atlanır, satırlar yinelenir, harfler kanşır ve hemen her zaman satırların son hecesi silik olurdu. Bülten oku­ mak degil, harflerle sözçüklerle boguşmak olurdu bizimki. Metinler son anda geldigi için de hatasız okumamız pek mümkün olma2rlı. 47


BAŞTAN KARA GiDiŞ 1 954'teki büyük haşan ne yazık ki DP'nin hayrına olmadı.

Muhalefeti neredeyse tümden silip süpüren seçim sonuçlan, ikti­ dar partisine bitmez tükenmez bir sarhoşluk getirdi. Bu sarhoşluk bütün alanlarda oldugu gibi radyo konusunda da DP'yi büyük yanlışlara sürükledi. "Radyo mu? Devlet malıdır .. Devleti hükumet temsil eder. Biz hükumet olarak her şeyi vatandaşa anlatırız. Devletin radyo­ sunda yalnız mesul kimseler konuşur." Herı1 bir dinleyici olarak anımsıyorum, hem de o günlerin gazetelerinden anlıyorum ki, bu sarhoşluk, bu şişinme nedeniyle,

radyo yalnıı.ca DP yöneticilerinin degil, hiçbir yönetsel görevi ol­ mayan-, TBMM'de sesi solugu çıkmayan, sıradan milletvekillerinin bile at oynattıgı bir alana dönüşmekte gecikmemiş . ·

Spikerlige başladıgım yıl DP'nin, radyodan "daha çok, daha daha çok yararlanmak" için yapamayacagı şey yoktu. Her geçen

gün daha iyi anlıyorduk ki, muhalefetin sesinin tamamen kesilme-

. ·si de iktidara yetmiyordu. En olmaz haberleri bile sayfalar dolusu

okumamıza

muhalefetin yanıtı,

mikrofondan ancak yaZılı

basından geliyordu. Ama bu, deveye hendek atlatmak kadar güç bir işti. Çünkü

6

yıllarda, Ulkedeki okuryazarların sayısı hala· yüzde

ellilerin çok altında, gazete kitap okuyanların sayısı ise bunun da çok altında bir düzeydeydi. Sözünü ettigim dönemde toplumun kUltUr düzeyine ilişkin bir ipucu venriek amacıyla, bir uygulamayı anlatmak . istiyorum. Radyoda çalışmaya başladıgımda, ögle yayını saat 1 2 . 00'de başlar, 1 5 . 00'te biterdi. ôgle yayınının kapanış anonsunu yapar, Uç dört dakika bekledikten sonra "Burası Ankara, şimdi Anadolu basını için yazdırma bUltenimize başlıyoruz" diyerek yeniden açardık. Bu yayında , Kemal Deniz'in sabah ve ögle bültenlerinden

48


seçtigi birkaç önemli haberi -ki genellikle iktidar haberleri olurdu­ Anadolu'daki gazetelere yazdınrdık. Yazdırma işleminin çok agır, olabildigince agır yapılması gerekirdi. Zaman zaman istendigi kadar agır yazdıramadıgımız gerekçesiyle, radyo yöneticilerinden "Aman agır olun, daha agır olun" diye uyanlar alırdık. Herkes gibi benim de içim daralırdı bu agır yazdınmdan. Çünkü ne yapsam, bir türlü o agır tempoyu tutturamazdım. Bir ara, yazdırdıklanmı kendim de yazmaya çalışarak tutturmayı dene­ dim, olmadı. Yeni bir çözüm ararken gözüme tavandan sarkan koca mikrofon çarptı. Başladım mikrofonu ileri dogru sallayıp bana her gelişinde bir sözcük yazdırmaya . Düzenli aralıklarla mik­ rofonu sallayıp tek tek sözcük yazdırma yöntemim tuhnuştu . Radyo Müdürü lskender Cenap Ege, nihayet tempoyu yaka­ ladıgım ıçın beni kutlayarak, böyle sürdürmemi istedi. Yöntemimden haberi yoktu , ama işimi pek begenmişti. "Bak" dedi, "neden agır olun, agır olun diye tutturuyorum biliyor musun, memleketin . birçok köşesinden gelen mektuplarda haber bültenlerinin hızlı okundugundan ve takip edilemediginden söz ediliyor, pek çok insan haber bülteni yerine bu yazdırma bültenini dinliyormuş." ·

Anlıyorsunuz degil mi? Elbette başka haber programlan da vardı radyoda. Ômegin , düzensiz aralıklarla yayımlanan bir Kıbns Saati. . . Düzensiz diyorum, çünkü bunların yayın saatleri, günleri, süresi hiç belli degildi. Gerektikçe başwrulan bu yayınlar, bir ara "her gün gerekir" olmuştu. "Kıbns diye bir sorunumuz yoktur" diyen Prof. Fuat Köprülü'den sonra Dışişleri Bakanhgına getirelen Fatin Rüştü Zorlu'yla birlikte Kıbns, "sorun" durumuna gelmişti. İktidar, Kıbns konusunda İngiltere ve Yunanistan'la yaptıgı-yapacagı görüşme ve pazarlıklarda kamuoyunu yanında göstermek amacıyla, Kıbns Mi49


tingleri başlatmıştı. Bu mitinglerde insanlar "Yeşilada Türktür Türk kalacaktır/ Ya istiklal ya ölüm/ Yeşilada kızıl olamaz" ve benzeri sloganlarla bar bar bagırtılıyor ve bunlar baştan sona radyodan naklen yayımlanıyordu. Artık iki üç günde bir, bazen de her gün bir erkek spiker Kıbrıs mitingi için görevlendiriliyor, yurdun uzak yakın bütün köşelerine gönderiliyordu. Saatler boyu atılan slogan ve çıglıklar arasında, konuşmacıların şaşaalı, içerikten yoksun, bomboş vatan-millet-Sakarya nutukları radyo mikrofonlarından bütün yurda duyuruluyordu. Gerçi pek çok insan, bu saatlerde radyosunu açmıyor, açanlar da saatlerce bir bagırma çagırma fur­ yası içinde birtakım kof sözleri dinliyordu. Giderek bu mitingler öyle zıvanadan çıktı ki, sonunda ken­ diliginden kesildi. Devlet radyosunun Kıbrıs gibi çok önemli bir konudaki bu ciddiyetsiz tutumunu, hiçbirimiz anlayamıyorduk. Aradan geçen yıllar aslında devletin de bu işi ciddiye almadıgını, yapılanların bir­ takım içeriksiz etkinliklerle karşı tarafa gözdagı vermek oldugunu ve bundan da öteye geçemedigini gösterdi. Hükümetin de elaltından kışkırfügı birtakım kalabalıklann, sonunda ölçüyü kaçırdıkları ve Türkiye'yi 1 955'teki 6-7 Eylül batagına sürükledigi çabuk unutulmuştu. Görünen oydu ki, yine aynı yöntem yürürlükteydi. Kıbrıs halkına ve Türkiye'ye hem moral , hem de bilgi ver­ mek amacıyla başlatılan Kıbrıs Saati programlan da tıpkı mitingler gibi boş sözler yıgını olmaktan öteye geçemedi. Kıbns'la ilgili, anımsadıgırn hoş bir anı daha var. 1958 Ocagında Kıbns'ta yine olaylar patlak vermiş ve Rumlar çok sayıda Türkü öldürmüşlerdi. Katliam haberi radyoya geldiginde, yayının degiştirilmesi gerektigine karar verildi. Ve yönetim akla hayale gelmez bir uygulamayı başlattı. O andaki iki nöbetçi spikerin eline (biri bendim) birkaç cilt ansiklopedi 50


tutuşturuldu. Bu ansiklopedilerde işaretlenmiş bölümleri oku­ mamız istendi. Okumaya başladıktan bir süre sonra seçim işi de spikerlere bırakıldı. İkindi vakti başladıgımız bu garip yayını, evle­ rinden alınıp getirilen öteki spikerlerin de katılmasıyla gece yansına kadar sürdürdük. Karıncaların çiftleşmesinden çiçeklerin tozlaşmasına, kuşların aşk yapmasına... Afrika'daki bilmem ne ka­ bilesinin yaşam biçiminden, gelenek ve göreneklerinden Çin im­ paratoru bilmem kime... ABD'nin vahşi batısından SSCB'nin Si­ birya'sına... Tarımdan tarihe, fizikten İngilizceye ... Cografyadan sanata... Bilim dünya,sından magazine kadar, ne bulduysak oku­ duk da okuduk. Türk halkı sayemizde -Rumların sayesinde de de­ nilebilir- bu çok çeşitli alanlarda bilgi sahibi olmuştu. Gece yansı, servis arabasıyla evlerimize giderken çenelerimiz bizim degildi sanki. Ve yine böylesine ciddi bir olaydaki ciddiyetsizligi kavraya­ mamıştık. Biribirimize "Biz bu kadar safsatayı ne için, kim için okuduk" diye soruyorduk.

ÖZEL . ÇOK ÖZEL BiR SPiKER

Adı Can Okan'dı. Yaşı henüz 30'larda... Ankara Radyosu­ na Hukuk Fakültesinde ögrenciyken girmişti. Maddi olanaksızlıklar itmişti onu spikerlik sınavının kapısına. Öylesine isteksiz, öylesine gönülsüzdü 15i. başvuru yapan adayların sonuncusu olmuştu. Sanırım bu isteksizligin sonucu olarak da sınava geç kalmıştı. Bu gecikmeden dolayı çok utanmış ve utanç yüzünden sınava geldigini bile söyleyememişti. Öylesine, adet yerini bulsun diye bir gelişti bu. Görevlilerden birinin kendisini fark edip durumu sınav yapan kurula bildirmesi üzerine, işlerini bitirmiş ve kalkıp gitmeye hazırlanan üyelerden birçogu "gelsin bakalım" demişti. 51


Sınava aldılar Can Okan'ı. Büyük olasılıkla, akşamın bu saa­ tinde yolu sınav kapısına düşmüş bir şaşkın aday olarak görülen, nasıl olsa kazanamayacagı düşünülen biriydi. Ama o da ne? Bu şaşkın genç gürül gürül okuyordu.

Cümleler agzından su şınltısını andırır bir tatlılıkla dökülüyordu. Eline verilen her türlü metni, konunun gerektirdigi sesle, . vurgula­ mayla, tonlamayla degerlendiriyordu. Tüm bunların üstüne, karak­ teristik, tınısı, rengi son derece degişik bir sesi vardı. Aynca jüri üyelerinin her yanıtlıyordu.

konuda

sordukları

sorulan

da

güzel

güzel

Birkaç gün sonra radyonun kapısına asılan listede adını gördü. Sınavı kazanmıştı. Radyoya girdigim sıralarda, ciddi görünüşlü, hiç denecek kadar az konuşan, birlikte sınav kazandıgı arkadaşlarıyla bile belli bir mesafeyi hep koruyan bu adam, pek hoşuma gitmemişti dogrusu. Hatta biraz da ürküntü vennişti. Meslekte bir hayli yol almış, ünlenmiş bir spikerdi. Kısa bir süre önce radyo yönetimi, . onu ve aşagı yukan aynı kıdemdeki Kemal Kaltoglu'nu ögle ve akşam haber bültenlerini okumakla görevlendinnişti. Her ikisi de günlük nöbet çizelgelerinden çıkarılmış ve haber spikeri olmuşlardı. Bu nedenle radyoya çok az ugruyorlardı. Kaltoglu'yla nöbetleri paylaşıyor ve bültenleri öyle okuyorlardı. Bizler de sabah ve

gece bülterılerini okuyorduk. Kemal Kaltoglu'nun bu işten fazla hoşlanmaması, dinleyici

önünde yapılan progr�mlara daha çok ilgi duyması ve daha yatkın olması nedeniyle, ögle ve akşam bültenleri giderek tümüyle Can Okan'a kaldı. Bunda,

spiker arkadaşının hevessizligi kadar,

Başbakan Adnan Menderes'in onu keşfetmesi de etkili olmuştu. Bu keşif, Can Okan'a Menderes'in spikeri damgasının vurulması sonucunu getirdi. 52


Can Okan, 1 3 . 00 bülteni için 1 2 . 55'te, 1 9 . 00 bülteni için de 1 8 . 55'te stüdyonun kapısından girer; iyi günler ya da iyi akşamlar dileginden sonra elindeki bültene dalar ve yayın saatinin

gelmesini beklerdi. Gonga vurup saat ayarını vermemizden sonra okumaya başlar, bitirdigi ı.aman da genellikle nöbetçi spi ·

�rin

hava durumuna geçmesinden önce, mikrofonu kapatarak, bir iki

saniyelik boşlukta dışarı çıkardı. O çok kısa boşlukta bile ya "hoşça kalın" demeyi, ya da eliyle bir selam vermeyi ihmal etme­ yerek. . . Öylesine disiplinli bir insandı ki, hiçbirimiz bir gün bile "ya gecikirse, ya gelmezse" korkusuna kapılmadık. Radyodaki davranışlarında böylesine uz.ak ve ölçülü olan Can Okan , radyo dışı yaşamında tam tersine, neşeli, candan , konuşkan ve aranıp sevilen bir insandı. Arkadaşlan sohbetinin tadına doyum olmadıgını . söylerlerdi . Konuşkan yapımın geregi sonralan, biraz da "gelmiş geçmiş en iyi erkek spiker ve çok ilginç

bir kişilik" olarak gördügüm bu insanla konuşabilmek ister ve

hiçbir fırsatı kaçırmazdım. Kaçırmazdım ne demek, durup durup

fırsatlar yaratırdım. Sanırım o haber bültenleri öncesindeki beşer dakikalık boşluklarda ona sataşan -pek hoşlanmadıgını fark ettigim halde- sessizlik duvarını, zorla da olsa aşabilen tek in­ sandım. Bu zorlamalanmdan dolayı o günlerde çok utanırdım ama, bugün son derece memnunum. Çünkü ancak bu sayede o güzel insanı tanıyabilmiştim.

Can Okan gibi güzel ve dürüst bir insanla , beşer dakikalık boşluklarda yaşanmış güzel anılar elbette pek çok. Bunları söze dökmek, güzelliklerinden bir şeyler yitirmelerine göz yummak ola­ cak. Ama çok ilginç olan birini s.iıJere de aktarmadan ooemeyecegim. 1 959 yılıydı. O sıralarda çıkarılan bir yasa uyarınca, ticaret dünyasındaki birçok yolsuzluk, ögle ve akşam bültenlerinin hemen öncesinde kamuoyuna duyuruluyordu. 1 2 . 55 ve 1 8 . 55'te önce reklamları okur, ardından da bu tür duyurulan yapar ve gonga vurup saat ayarını vererek haber bültenini başlatırdık.

53


Günlerden bir gün , 1 2 . 55'teki reklamları . okuyorum. Can Okan karşımda. Birden kontrol odasının ışıklan yandı. Mikrofonu kapatarak görevlinin içeri girmesini işaret ettim. Geldi ve elindeki kagıtlan masanın üzerine koyup yıldırım gibi çıkıp gitti. gözucuyla baktım. Üç sayfaydı ve malum duyurulardı. İlk ikisinde herhagi bir acaiplik yok. İki dükkanın ikişer gün kapatılmasına ve kapatılma kararlarının kapılara asılmasına ilişkin duyurular. Aynı rahatlık içinde üçüncüye başladım. "Satmak üzere pazara göturdügü dolmalık biberlere , agır çekmeleri için, şırıngayla su zerketmekten sanık . . . " Arkasını getiremedim. Çünkü hiç beklemedigim, son dere­ ce komik buldugum bir yolsuzluktu bu. Durakladım, yutkundum,

bekledim ve sonra qaşlamak istedim. Başlayamadım. Can Okan

karşıinda son derece ciddi bir yüzle okumamı işaret etti. Büyük bir zorlama ve sıkıntı içinde başladım . "Satmak üzere pazara göturdügü dolmalık biberlere, agır .çekmeleri için, şırıngayla su .. "

·

Arkasını getiremedim. Can Okan'dan aynı tavırla bir işaret daha. . Ve benden bir üçüncü zorlama daha . . . Sonuç , yine aynı yerde takılıp kalma. Takılıp kalmakla iş bitse, yine iyi. Bu kez bir de

pofff. . .

diye

fışkırırcasına

gülüyorum.

Bir

yandan

da

gözlerimden yaşlar boşanıyor. Kendimi tutmam mümkün degil. Can Okan, karşısında olup bitenlere bayagı sinirlenmişti. Bu kez mikrofonu eliyle. kapattı ve kısacık arada "Bir spiker eline aldıgı her şeyi okuyabilmelidir" diyerek öfkesini belirtti. Benim bir dördüncü denemeye gücüm kalmamıştı. Yine mikrofonu kapata­ rak "Herkese rezil oldum, lütfen siz okuyun" dedim . Duyuruyu eline aldı ve o güzelim sesiyle okumaya başladı.

Çok ilginçtir, "agır çekmeleri için" bölümüne yaklaşırken önce sesi püı:Uzlendi, sonra titremeye başladı. Ardından da tıpkı benim gibi poff diye bir gülme patladı. Aklım sıra top benim ayagımdaydı.

54


Yüzüne bakıp en sinir bozucu halimle gülümsedim .. Hem bana , hem de kendisine sinirlenen Can Okan ikinci bir hamle yaptı. Sonuç aynı. Elimi uzatıp mikrofonu kapattım. "Lütfen okuyun , bir spiker eline aldıgı her metni okuyabilmelidir, okuyamayacaksanız verin ben okuyabilirim şimdi" diye havamı attım. Elindeki duyuruyu öfkeyle bir yana koydu ve haber bültenine başladı. Belliydi ki, o duyuru okunarnayacaktı. En azından biz okuyamayacaktık. Haber bülteni bitti. Çıkmadı ve hava durumunu okumamı bekledi. Konuşmak istiyordu, hem de benim sataşmam, zorlamam olmaksızın. "Hayatımda bir yıgın yolsuzluk, ugursuzluk . gördüm, ama böylesine pes dogrusu. Yahu ne biçim akıl bu böyle . . . Bir ara tıkanıp kalacagımı zannettim. " Durdu, bir kahkaha attı ve son derece sevecen bir sesle sürdürdn sözlerini. "Aslında bu sahtekara en çok neden kızdım biliyor musun? Senin gibi bir hayduda böyle konuşma fırsatı yarattıgı için. Ne söylesen haklısın , istedigin gibi konuş . . . " Can Okan gerçekten müthiş bir spikerdi. Kurdugu Tele­ Radyo Reklam fi rmasıyla, Türkiye'de radyo reklamlarını başlatan insandı. Okuyuşundaki ustalık ve kıvraklıkla Menderes'in dikkatini çekmişti. Sonralan, bütün spikerlerin bütün haber bültenlerini okudugu sıralarda bile, Menderes'in bir konuşması oldugunda mut­ laka Can Okan çagnlır ve bülten. ona okutulurdu. Bir defasında Ankara kazan- radyocular kepçe, Can Okan aranmış, yakalanan izler sürülerek nihayet Büyük Sinemada oldugu saptanmış ve ka­ ranlıkta içeri girilip el fenerlerinin ışıgında bulunup getirilmişti. Menderes'in ve DP'nin gemi azıya alıp olanca hızlarıyla uçuruma dogru koştukları dönemde, bir gün zorlaya zorlaya, üzerine gide gide konuşturdum kendisini. Aslında bu nutukları 55


okumaktan hiç hoşlanmadıgını söyledi. Şaşırmıştım. Bir başka ?.aman da, öyle damgalanmasına karşın, kendisinin DP'li olmadı­ gım, tam tersine, ömegin İsmet Paşanın damadı Metin Toker hapse filan girdiginde onu ziyaret için girişimlerde bulundugunu anlattı. "O halde niçin" diye sordugumda, aldıg_ım yanıt ilginçti. "Görev anlayışım, bana verilen her işi elimden geldigi nis­ pette iyi yapmaktır. Verseler, İsmet Paşanın nutuklarım da aynı dikkat ve itinayla okurum ama , vermezler. ikinci bir nokta daha var. Bir ?.amanlar radyodaki işimi gözden çıkaracak durumda degildim , o sebeple bırakamadım. Şimdi öyle degilim, ama bu defa beni gözden çıkaramayaçaklar var. Burayı her an bırakabilirim ama, bıraktırmazlar. " Yanıt acı vericiydi, üzücüydü, düşündürücüydü. Aynen dedigi gibi oldu. Menderes . spikerligi öylesine yapışmıştı ki yakasına, birkaç kez istifaya kalkıştı. Dilekçesini kabul etmediler. Etmediler, çünkü Menderes, kendi nutuklarını, okuyuşuyla kat kat güzelleştiren, degerli ve anlamlı kılan bu söz estetigi uzmanını elinden kaçıracak kadar akılsız degildi. Son kez 2 1 Mayıs 1960'ta Ankara'da Harp Okulu ögrencilerinin, başlarında komutanları oldugu halde yürüyüş yaptıktan gün istifa etti. O dilekçesi de geri çevrildi. Bu olaydan altı gün sonra da 27 Mayıs geldi. O sabah evinden alınıp önce Harp Okuluna götürüldü. Bii bilinmeyene başlayan yolculugu Yassıada'da nokta­ landı. Tam beş buçuk ay soruldu, soruşturuldu, araştırıldı. Daha dogrusu Menderes'in spikeri olmanın hesabı verdirildi . Gazios­ manpaşa'daki kooperatif eviyle, reklamlardan ka?.andıgını yatırıp ?.ar zor alabildigi bir arabanın hesabı kuruş kuruş istendi. Her kuruşunda alnının damla damla teri bulunan, haramın hiç bulaşmadıgı servetinin (!) hesabından yüzünün akıyla çıktı. Ama kamuoyu · aylarca, Merderes'e duydugu öfkenin acısını Can Okan'dan çıkarmanın dürtüsüyle evin ve arabanın, Menderes'in hediyeleri oldugu yolundaki dedikodularla ça!kandı durdu. 56


27 Mayıs yönetimi, beş buçuk aylık soruşturmanın sonunda Can Okan'ın "görevini yaptıgına" karar verdi. Aklanmıştı, ama bu aklanma yetmedi. Çünkü Yassıada sonrasındaki günlerde, sürdürmek istedigi reklamcılık yaşamında olmadık sıkıntılarla karşılaştı. Birçok kapının artık kendisine açılmadıgını gördü. Bun­ ların büyük çogunlugu da , Yassıada öncesinde kapılarını Can Okan'a açmaktan "büyük mutluluk duyanlar"dı. Can Okan çok iyi bir spiker olmanın bedelini çok agır ödedi. Birkaç yıl önce öldugunde, eşi Hatice Okan'a ve iki kızına yaşamları boyunca o_nur duyacakları bir ad bıraktı. Haaa. . Her dönemde yöneticiler bizden de, görevlerimizi en iyi biçimde yapmamızı istediler.

ALLAH BANA BiR DAHA O GECEYi YAŞATMASIN

. . . Yeni tesisler hizmete açıldı . . . Falan filan tesislerin temeli atıldı. Bazı gıda maddelerinin fiyatlarında indirim yapıldı. ODTÜ'nün temeli-törenle atıldı. . . Milli Korunma Kanunu ile Vera­ set ve intikal Vergisi Kanunu degiştiriliyor . . . Orman suçlarının bir defaya - mahsus olmak üzere affedilmesi için bir kanun tasarısı hazırlandı. . . Köylüye seçimden önce pilli radyo temin ediliyor. Mi­ tingte adaylara soru yönelten yedi kişi "mitingin huzurunu kaçırmaktan" mahkemeye verildi. . . Bunlar ve benzeri başlıklar 1 1 Eylül 195 7'den başlayarak bir buçuk ay boyunca radyo haber bülterılerinde eskisinden kat kat fazlasıyla verildi. Özellikle iki haber başlıgı, seçimden önceki son hafta boyunca bültenlerdeki saltanatını sürdürdü. "Hükumet 300 ton kahve temin etti." "Gaz geldi." 57


Kahve de gaz· da o yıllarda yoklugu fazlasıyla duyulan ve hemen hemen hiç bulunmayan ihtiyaç maddeleri. Tiryakiler arpa ya da nohutu kavurup degirmende çekerek kahve niyetine içiyor ve nefislerini körletiyordu. Hükumet 300 ton kahve temin etmiş . . Hiç durmadan okuyoruz bu haberi. Ne var ki, bizim bu haberi veriş biçimimizle, gazetelerde yer alış biçimi çok farklı. Biz yalnızca 300 ton kahve temin edildigini okuyarak, seçim öncesinde hOkOmetin sevap · hanesine artılar eklemeye çabalarken, haberin ayrıntıları gazetelerde çıkıyor. "300 ton kahve, seçimden iki gün önceye yetiştirildi. Kişi başına Uç fincan ·kahve hesabıyla satılıyor. "

Üç fincan kahve . . . Üç kahve kaşıgı, bilemediniz dört . . . Kahve kuyruklarında bekledigine degecek bir şey degil. Olsa olsa, tiryakisine "Bir buldum bir kaybettim gönlümün yoldaşını" torkOsOnO söyletir. Biz radyoda, CHP'nin Gebze mitinginin halkın dagılması nedeniyle yapılamadıgını bildirerek, olayı bir fiyasko, CHP'nin bir yenilgisi gibi duyuruyoruz. İşin aslını hemen ertesi gün, bütün ga­ zeteler yazıyor. "Gaz geldi. . Gaz geldi. . .Miting alanında kulaktan kulaga fısıldanan bu haberi duyunca, halk mitingi bırakıp bidonları kaptıgı gibi gaz için sıraya girdi. Bu sebeple CHP'nin Gebze'de tertip ettigi miting, gaz alışverişinin başlamasıyla sona erdi. " Radyonun neler için ve nasıl kullanıldıgına bakın. O günlerin gazetelerinden bir haber . . . "ismet lnönU'nUn Kars geiisi olaylı başladı. CHP liderini karşılamak için gelen halkı polis ve jandarmalar dagıttı. Böylece İnönü hakkında ilk defa Toplantı ve Gösteri YUrOyOşleri ·Kanunu tatbik edildi. il

Tahmin ettiginiz gibi ismet Paşa, Türkiye Radyolarına göre . böyle bir geziye çıkmadı. Ve yine tahmin ettiginiz gibi haber 58


bültenlerinde tek kelime yok. Ne zaman ki, Kars'ta iktidarın hiç hoşlanmadıgı görkemli bir karşılama oluyor, işe polis ve jandarma karışıyor, işte o zaman radyo bu haberi allayıp pullayarak "milli münafık"ın yeni marifetleri biçiminde kamuoyuna duyurmaya başlıyor. Gazete okumayan insanlar, muhalefet önderinin doguya bir gezi yaptıgını, kendisini karşılamaya gelen büyük kalabalıgı polis ve jandarmanın dagıttıgını, ancak bu nedenle ögrene­ biliyorlar. Ve yine gazetelerde -herhalde yüzüncü kez- lnönU'nün, radyonun iktidar partisi tarafından çok kötü kullanıldıgına, kendisi­ nin konuşmalarından tek satırla bile söz edilmedigine ilişkin yakınmalarını okuyoruz. Her attıgı adımda, uçuruma dogru baştankara bir gidişle yaklaşan DP iktidarı, bunaldıgı sorunlardan kurtulma yolunu erken seçim yapmakta bulmuştu. Ve radyodaki bu uygulamalar hep o erken seçime yönelik oy hesaplarıydı. . Ve erken seçim yapıldı. Tarih, 27 Ekim 1957 . . . Susturulmuş toplum kesitleri, özerkligi kaldırılmış üniver­ siteler, güvencesi elinden alınmış yargıçlar, kıskıvrak baglanmış basın, baltalanan muhalefet mitingleri, muhalefet partilerinin en­ gellenmiş güçbirligi girişimi, sulandırılmış mevlitler, dualar ve aminlerle. . . İktidarın polisi, jandarması ve "radyosu"yla seçim yapıldı. Ne var ki, Uç buçuk yıl boyunca, arkası arkasına alınmış önlemlerin, kurulan tezgahların yanı sıra, radyonun alabildigine kullanılması da boşa gitti. İktidara gelir gelmez çıkardıkları seçim yasasıyla, radyoda muhalefetin sesının propaganda konuşmalarında bile yasaklanmasına. . . Celal Bayar ve Adnan Meri.deres'in Cumhurbaşkanı ve Başbakan sıfatlarıyla, seçim öncesi propaganda konuşmalarının da dışında, devlet ve hükümet olarak, istedikleri anda, istedikleri kadar, istedikleri gibi konuşma hakkını kullanmalanna karşın , her şey boşa gitti. Daha sonraki ik­ tidarların , hatta ihtilal yönetimlerinin bile çignemedikleri bir kuralı o günün iktidarı hiçe saydı. Biliyorsunuz, gerek iktidar, gerekse 59


muhalefet sözcülerinin, önderlerinin konuşmaları mikrofondan (sonralan ekrandan) verilirken onlara tutulan alkışın verilmemesi­ ne, olabildigince kesilmesine özen gösterilir. 1957 seçimi öncesinde Bayar ve Menderes, miting alanlarındaki alkışlı, gösterili konuşmalarını yayımlatmakta hiçbir sakınca görmediler. Kendi yaptıkları seçim yasasını bile dikkate almadan, radyoyu tepe tepe kullandılar. Ômegin yasa seçimden Uç gün önce propa­ gandanın sona erecegini hükme baglıyordu. lki ahbap çavuş, ken­ dilerini devlet ve hükumet sayarak, sanarak, bu yasak süresini de gönüllerince degerlendirdiler. 1946 seçimlerini saglıklı olarak degerlendirecek yaşta ve bilinçte degildim. Ama aradan geçen on bir yıl, herkes gibi benim de bilincime katkılar yapmıştı. Daha önemlisi, iki yıla yakın bir süredir radyoda çalışıyordum. Yani olayların epeyce içinde. Çalıştıgım kurumun, halkın degil, iktidarın radyosu oldugunu ben de ögrenmiştim. 27 Ekim 1 95 7 günü de, iktidarın radyosu hiçbir kuralı takmadan yayın yapıyordu. Yasaya göre, oy verme işlemi saat 1 7 . 00'de sona eriyordu. O saatte sandık başlarında hala oy kullanmamış seçmenler varsa, onların kulanmalannın sonuna kadar süre uzatılıyordu. Bütün sandıklarda oy verme işlemi bitinceye kadar da seçimlerle ilgili haber verilmiyordu. DP radyosu bu kuralı da bir güzel çignedi. Çignedi ve saat 14. 30'da radyoda seçim sonuçlarına ilişkin haberler yayım­ lanmaya başladı. Her açılan sandıktan ezici çogunlukla çıkan DP oylarını bildirirken , sandıklardaki oy verme işlemi de sürüyordu. Bu yayınların, o saatte sandık başına gitmekte olanları nasıl etkile­ yecegini bir · düşünün. iktidar, radyoyla resmen seçim suçu işlF yordu. Radyoya protesto niteliginde telofanlar yagıyor ve bizler öfkeden kı.iduruyorduk. Yayın her şeye karşın aynen sürüyordu. 60


Bir ara lsmet İnönü'nün "yasalara ve o güne kadarki uygula­ maya ters düşen" yayın yapıldıgını, zaten açıklanan sonuçların "yüksek seçim kurulu"ndan degil , İçişleri Bakanlıgı'ndan verildigini bildirerek şikayette bulundugu haberi dolaştı ortalıkta. Bu habere inanmak ve inanmamak arasında bocalarken , Devlet Bakanına yapılan bu itirazın reddedildigini duyduk. Biz.e söylendigine göre yapılan yayın yasaya uygun bulunmuştu. Bu olup bitenler elbette radyodan halka duyurulmadı. Zaten biz.e de Fısıltı Gazetesinden gelmişti. O yüzden dogruluk derecesi­ ni bilemiyor, inanamıyorduk. Ertesi gün gazetelerden ögrendik, hem de bütün ayrıntılarıyla. Gerçekten İsmet Paşa radyoyu Devlet Bakanına şikayet etmiş. Bakan da o ipe sapa gelmez yanıtı vermiş. Bunun üz.erine Paşa, Yüksek Seçim Kuruluna başvuruda bulunmuş. YSK başvuruyu haklı bulmuş ve yayının durdurul­ masına karar vermiş. Ama bu arada saat 1 7 . 00'ye gelince (ne hik­ metse) yayını durdurmak gibi bir sorun da kalmamış. Yani atı alan Üsküdar'ı geçtikten sonra sorunun çözümü bulunmuş. Ne var ki, İnönü bu arada boş oturup beklememiş. Durumu bir tegrafla Başbakan Menderes'e bildirmiş. Yanıt, kocaman bir sessizlik. . . Yapılan yayın kesinlikle uygun degildi yasaya. Oy verme işlemi sür.erken sonuç açıklamak, DP'nin özene bezene yaptıgı seçim . yasasına bile aykırıydı. Yine bu yasa geregince, seçim sonuçlan mutlaka YSK'den gelmeliydi. Çünkü YSK seçimin dürüst, adil ve tarafsız yapılmasını saglamak üz.ere oluşturulmuş bir yüksek yargıçlar kuruluydu. Nitelik açısından siyaset üstü bir konuma sahipti. İçişleri Bakanlıgı ise bir siyaset organıydı. Radyo, siyaset üstü YSK'yi degil, siyaseti yeglemişti. Seçim sonuçlan, radyodan ancak iki gün sonra resmen açıklandı. Bu iki günlük bekletmenin nedeni elbette belliydi. Sonuçlara göre, birçok yerde CHP, DP'yle kıyasıya çekişmişti. Ômegin , Gaziantep'te il, Artvin'de 100, Giresun'da 50 oyla kay­ betmişti CHP. 61


195 7 seçimi de demokrasi tarihimize yüz karası bir seçim olarak geçti. DP için büyük önem taşıyan ve en yakın arka­ daşlarının yazdıgına göre Menderes'i "Allah bana bir daha öyle bir gece yaşatmasın" diye konuşturan seçim sonuçlarından iktidarın ders alması gerektigini düşünüyorduk. Oysa yıllar sonra yazdıgı Arkadaşım Menderes kitabında Samet Agaoglu neler anlatıyor. "Seçim sonuçlannı bildiren haberleri o gece sabaha kadar, zaman zaman /çişleri Bakanı Namık Gedik'in odasında, zaman zaman Başbakanın odasında ve Halk Partililerin Anka­ ra caddelerinde tertipledikleri kızgın yürüyüşlerin gürültüleri arasında alıyorduk. Menderes'i yedi yılda o geceki kadar üzgün bir sinirlilik içinde görmemiştim. Hükümet olarak memleketin düzeninin, Başbakan olarak da DPnin büyük so­ rumlusu idi. Kendisini her iki niteligi yönünden de manen biraz yenilmiş buluyor, kısık bir sesle demokrasiyi bu hale ge­ tirmeye ne hakkımız var, kimin ne hakkı var diye soruyordu. En sakinimiz rahmetli Fatin Rüştü Zorlu'ydu. Bir aralık yanıma geldi, bak Samet dedi, Adnan Bey maglup bir kuman­ dana ne kadar benziyor üstünde sadece üniforması eksik. "

Menderes'i böyle konuşturan, maglup bir komutanın ruh hali içine atan, seçimden istedigi, umdugu sonucu alamamasıydı. O günkü çogunluk sistemi geregince DP seçimi kazanmıştı, bütün oy kaybına karşın. Ama sonuç olarak 180 sandalyeyi CHP'ye kaptırmıştı. Çıldırmasının nedeni buydu. Çıldırdıkça da oy topla­ manın geçerli yolu olarak dine-imana, halkın kutsal duyg1Jlannı sömürmeye sarıldı. Bu sarılışın en canlı aleti yine radyo oldu. 1958. . . Yeni yıl Türkiye radyolarında, radyonun din sömürüsü ugruna en çılgın uygulamalarla kullanılacagı bir yıl ola­ rak başladı. iftar programlan o yıl çıktı ortaya. Ramazan boyunca her akşam iftar programına çıkan hocalar, seslerine öte dünyaların havasını vererek konuşmalar yaptılar. Konuşmalar, ney seslerinden oluşan bir fon üzerine ·okundu. �uran'dan ayetler, 62


bunların Türkçe açıklamaları ve ezanla sürüp giden iftar program­ larında Devlet Tiyatrosunun bazı "uhrevi sesli sanatçıları" da yemek duaları okudular. 1 95 7'deki seçimin sonuçlarından, o günün ve gecesinin so­ rumlusu olan radyo yöneticilerinin de ders alacaklarını düşünüyorduk. Ne var ki, yıllar boyunca, o dönem yöneticilerinin hiçbirinin agzından, yaptıklarının yanlış olduguna ilişkin bir . söz, bir pişmanlık tavrı görmedim, duymadım. Yassıada'ya gidip dönmelerinden sonra bile . . .

ALLAHIN iPiNi ÇABUK KOPARDILAR

Din, insanların saygı duyulması ve hiç karışılmaması gere­ ken inancıdır. lnanmpk ya da inanmamak. . . insanların kendisin­ den başka kimseyi ilgilendirmez. Kimileri öteki dünyanın mutlu­ lugunu garantiledikleri için sevinç duyabilirler. Kimileri de, sevincin , keyfin bu dünyada oldugunu düşünüp öteki dünyayı dışlayabilirler. "Öteki dünyanın hesabını verecek olan da benim, vermeyecek olan da, kime ne" diyenler de bıilunabilir. Başka ülkeleri bilmiyorum ama, bizde her demokrasi dene­ mesinde din hep en kötü biçimde kullanılmış ve bu nedenle ilk iki deneme (Serbest Fırka ve Terakkiperver Parti denemeleri) başarısız kalmıştır. Üçüncüsü ise, 1946'da Demokrat Partiyle yaşama geçirilmiş, sık sık ve irili ufaklı tökezlemelerle bugüne dek gelinmiştir. Sarılacak başka bir dal yokmuş gibi özellikle sag politi­ kacılar hep dine sarılmışlardır. Dini politik amaçlarına alet edenler, genellikle sag politi­ kacılar olmuş ama , zaman zaman sol da bu yola başvurmaktan geri kalmamıştır. Ôrnegin, CHP'li olup da şu ya da bu nedenle kopup bir başka parti kuranlar, yeni konumlarında yüzlerini dine çevirmişlerdir. 63


Politik yaşamı boyunca , . dinden medet ummayan tek insan CHP Genel Başkanı İnönü · oldu. Bütün yazılanlann, kulaktan kulaga fısıldananlann ve ona "dinsiz, Allahsız, zındık" suçlama­ lannı yöneltenlerin aksine, inanmış bir insan olan İnönü hiç böyle bir kolaycılıga , ucuzluga iltifat etmedi. Tanıyanlar, tanık olanlar

anlatırlar ki, sürekli seçim yenilg ilerini birkaç CHP'li lnönü'nün bu

tutumunda bulurlar ve hiç olmazsa bir konuşmasında Paşanın Al­ lahtan söz etmesini isterler� Baskılar karşısında dayanamayan İsmet İnönü "peki" der. Bu pekiden · sonraki ilk konuşmasını biti­ rince de çevresindekilere sorar. "İsteginiz üzerine Allahtan söz ettim, begendiniz mi?" "Aa, ne zaman, nasıl ettiniz?"

İnönü muzip muzip güler, yanıtı yapıştınr. "Konuşmamı bitirip ayrılırken allahısmarladık dedim ya. " Ve sonra ciddileşir. "Unutmayın ki ben agzımı din iman diye açacak olursam, hiç şüpheniz olmasın bunun karşılıgı kat kat faz­ lasıyla gelir. Sanıyor musunui ki, dini sömürmenin bir sonu vardır? CHP Atatürk devrimlerinin ve bilhassa laikligin bekçisi ola­ rak kaldıkça kuwetli olacaktır. " Damadı Metin Toker, Paşanın yatagınıh baş tarafındaki du­ varda . sürekli olarak bir Kuran asılı oldugunu yazar. Röportaj için Pembe Köşk'e gidişlerimde

de gördUm. Herhalde "aman

Jülide Gülizar geliyor" diye telaşa kapılıp da bulup buluşturduklan bir Kuran degildi bu. Size o günün gazetelerinden bazı aktarmalar yapmak istiyo­ rum:

14 Mayıstaki seçimle iktidar olan DP'nln radyosunun da dine

nasıl alet edildigini anlatabilmek için. 14 Mayıs 1950 . DP ezici çogunlukla iktidar. .

22 Mayıs 1 950 . Menderes başkanlıgındaki ilk DP hükUmeti. .

64


9 . Haziran 1950 . . . Ezanın Arapça okutulması karan (DP ikı ddannın 18. günü) . 1 Agustos 1 950 . . . Radyoda cuma sabahlan Kuran yayını (79. gün). İktidarda üç ayını bile doldurmayan DP'nin atmaya başladıgı bu hızlı adımlar� daha sonraki yılların nasıl gelecegini aç.ıkça gösteriyordu. Radyoya başladıgım yıl, dini yayınlardaki tablo şuydu. Cuma sabahlan Kuran saati. . . Haftada üç akşam dini ve ahlaki musahabeler (söyleşiler) saati. . . Bir de bazı dinsel günierde okunan mevlitler. Dini ve ahlaki Musahabeler Saati salı, parşembe cumartesi akşamlan yayına giriyordu. Başlangıçta haftada bir yayımlanı­ yormuş ve süresi de 1 0 dakikaymış. 1954'te bu sayı üçe, süre de 1 2- 1 3 dakikaya çıkarılmış. Her birini başka bir din görevlisinin okudugu bu program­ larda ele alınan konular dinsel bir bakış açısıyla degerlendiriliyor ve Kuran'dan Peygamberden alınan ayet ve sözlerle daha etkili duruma getirilerek sunuluyordu. Mevlitler 1 956 başlarında bazı dinsel nedenlerle yayım­ lanıyordu. Bu yayınlar önceleri Ankara Radyosunun neredeyse bir sini büyüklügündeki özel plaklarından yapılıyordu. Bu özel plak­ ların ilginç yanı, pikap kolunun plagın dışından degil, ortasından konulmasıydı. Program ilerledikçe kol dışa dogru açılır, açılır ve gelir dış kenara dayanırdı. Genellikle radyo temsillerinin yayımlandıgı bu plakların bir yüzünde program bitmemişse, mümkün olan en kısa sürede plagın öteki yüzünü çevirip ve çok az bir boşluktan sonra yayını başlatmak marifet sayılırdı. Biz yeni­ ler, kendi aramızda yarışmalar bile düzenlerdik, kim .daha çabuk plak çevirecek diye. 65


Sonralan bant yayınlan başladı. Bu sırada mevlit yayınlan da giderek artmış ve olur olmaz zamanlarda, olur olmaz nedenler­ le mevlit yayımlamak usul haline gelmişti. Dahası, artık mevlitleri plaktan ya da banttan degil, okundugu camiden naklen yayımlıyorduk. Ne var ki, mevlitler gide gide mevlit olmaktan çıkıp hocaların camilerde okudukları haber bültenine dönüşüyordu. Çünkü mevlidin dua bölümünde hocalar "DP'ye, Bayar-Menderes ve Koraltan'a övgüler" yagdınyor, Allahın onlan iki cihanda da aziz ve mübarek kılmasını niyaz ediyorlardı. Bu arada mevlidin canlı yayımlanmasını fırsat bilenlerin propaganda çıglıklan atması da işin cabası oluyordu. Sayı, süre ve içerik bakımından daha büyük sayılara , daha bagnaz nitelige giden mevlit yayınlarında din, DP'nin politikasına alet ediliyor ve halkın dinsel duygularının seçim sandıklarında oya dönüştürülmesinin provaları yapılıyordu. işin en ilginç yanı da, mevlitlerinin pek çogunun DP Ocakları tarafından okutulmasıydı. (0 yılların parti örgütlenmelerinde ocak­ bucak kuruluşları vardı.) DP, halkın din duygularını yalnız.ca bu mevlitlerde degil , başka yerlerde de sömürüyordu. ômegin, yur­ dun şu ya da bu köşesindeki bir miting dolayısıyla, bazı hocalar DP mitinglerine gitmeyenlerin kafir olduklarını, cehenneme gide­ ceklerini anlatıyor, biz de bunları radyodan okuyor da okuyorduk. Bu mevlitlerden birinin ilginç bir öyküsü var. Olayı o gece nöbetçi spiker olarak yaşadıgım için bugün gibi aklımda. 1 957'de, erken seçimin çok yaklaştıgı günlerde iktidar iyiee azıtmış. . . Camilerde propaganda mevlitleri ve bunların radyodan yayınlan gırla gidiyor. ipin ucu iyiden iyiye kaçmış. işte o mevlitlerden biri . . . Radyo yetkilileri Hacı Bayram Ca­ miinde okunacak mevlidin naklen yayımlanacagını bildirdiler. Nak­ len yayın ekibi camiye gidip gerekli hazırlıkları yaptı. Biraz sonra da bana , naklen yayın anonsunu yapıp yayını camiye baglamamı bildirdiler. Mevlit başladı. Bir süre normal giden -yayına birden acaip sözlerin kanştıgını fark ettim. Tatlı ve alabildigine cilveli bir kadın sesi cıvıldıyordu. 66


"Şekeeerim, nereden arıyorsun? Yoksa Arlliara'ya geldin mi?' "Yok yok, lstanbul'dayım daha. " Cızırtı. Hırıltı vb . . . "Kadirciim. Aldın mı söylediklerimi?" "Hı hı. .Tamam. Yarın akş . . " Ve mevlit sesi. . "Amine eydür çü vakt oldu tamam . . . " cızırtılar arasında bir başka ses . . "Ulan ben senin . . " Hayatımm,seni . . .

"

"Sus ulan hayvan, � .. .'\e ımvlit .. "Geldiler rrnlekler saf saf'

"Sevgilim . . . " "Hayvan . . . Hayvan senin baban . . . " "Heey, sesin duyulmuyor, biraz yüksek konuş." "Yaradılalı cihan gelmiş degil . . . " "Sussana ulan . . . Hala . . . " Cızırtı. . . Hırıltı. . . Fısıltı. . . Homurtu. . . Bögürtü. . . Arada bir de mevlit. . . Devamında iki sevgilinin aşk sözlerine; iki ticaret adamının pazarlıktan, yakası açılmadık küfürleri karışıyor. Hepsi notlarımda yazılı ama, es geçmek zorundayım onlan . . . Sonrasında garip şeyler oluyor. Görevli teknisyen arka­ daşlar duruma müdahale edip yayını kesiyorlar. Sanının başlanna ne gelecegini düşününce başlatıyorlar. Yine aynı curcuna . . . Mevlit sesi biraz uzayınca "hah, nihayet düzeldi" diye sevinmeye kalkıyorum, ama sevincim kursagımda kalıyor. Çünkü aynı kargaşa bir daha . . . Bir daha. . . Bir daha. . . Bu kargaşa ortasında teknik servistekilerin ölüp ölüp dirildiklerini anımsıyorum. Bana gelince hiç oralı degilim. fik anda kapıldıgım panikten kısa sürede sıynldıgım için mutluyum. Çünkü benim yapacagım bir şey yok. Bırakıyorum kendimi. Biraz da DP'ye öfkemden ola­ cak, kıkır kıkır gülüyorum. t:.'''1


Bir saati aşkın sürenin hemen hemen yansında görevli ar­ kadaşlar yayınla cenkleştiler. Başmühendis Senia Eke apar topar radyoya geldi. Radyonun ve PITnin çabalarıyla, mevlidin bitmesi­ ne kısa bir süre kala yabancı sesler kesildi. DP'nin oy tuzagı olarak kullanmaya kalktıgı mevlit, umul­ madık beklenmedik bir gariplige dönüşmüştü. Günler boyu "dini seçim silahı olarak kullanmaya kalkan DP'yi Allah çarptı" diyerek gülmüştük. 1 955-56 yıllan ve 1 957'nin dörtte Oçü CHP'nin gittikçe yükselen grafigi dogrultusunda geçti. Ülk�nin içinde bulundugu

toplumsal, siyasal ve ekonomik çalkantı, DP'nin bu seçim dönemini tamamlayıp 1 958'de yapılması gereken OçOncO genel seçime ulaşamayacagını gösteriyordu. ikinci seçimden bu yana geçen Uç yılda gerekli bütün önlemler alınmış, DP büyüklerinden Burhan Belge'nin daha sonraki yıllarda kullanacagı deyimle "saha temizlenmiş"ti. Arkası arkasına gelen yasaklarla, bütün mallan elinden alındıgı için bir kuru sandalyeye muhtaç duruma düşürülmüş CHP'yle öteki muhalefet partilerinin, radyodaki cılız sesleri kısılmıştı. Bununla yetinilmemiş, arkası daha da kötü gelmişti. Başbakanın basın toplantılarına çagnlmada basına uygu­ lanan çifte standarttan muhalif gazetecilerin radyoda sergilenmele­ rine . . . Bu muhalif gazetelerin kagıdının, reklamının kesilmesinden kapatılmalarına . . . Aykırı kalem sahiplerinin olur olmaz nedenlerle yargı önüne çıkarılmalarından hapse atılmalarına kadar bir dizi önlemle basın hizaya getirilmişti. Yüksek yargı organlan ince ele­ yip sık dokuyarak yapılan atamalarla dikensiz gOI bahçesine döndoralmOştü. işçiler mi. diyorsunuz? Öyle örgütlü bir işçi sınıfı yoktu ki o yıllarda. Radyoya gelince. O zaten çoktan teslim alınmıştı.

68


TÜRK DEMOKRASiSiNDE iLK CEPHELEŞME: VA TAN CEPHESi

Bayar-Menderes ikilisinin şahane buluşlan olan bir garip yayın Türkiye radyolanndan ilk kez 1 Ekim 1 958 günü yapıldı. -O günkü 19 .00 haber bülteninde "Vatan Cephesi"nin kunıldugu, ülkenin iyiligini, esenlige çıkmasını isteyenlerin bu cepheye katılmaya başladıklan duyuruldu. Bu ilk yayını, her 1 9 . 00 bülte­ ninde Vatan Cephesine katılan yurtseverlerin(!) adlannın okun­ ması izledi. Türkiye'yi kurtarmak için Vatan Cephesine koşanlar öylesine hızlı ve öylesine büyük artış gösterdi ki, yalnızca akşam bültenlerine sıgmaz oldu. Yöneticiler, bu adlan ögle bültenine de . aktarmak zorunda kaldılar. Neydi bu Vatan Cephesi? Kimler kurmuştu, hukuksal daya­ nagı neydi? Cepheye koşup kayıt yaptıranlar ne yapacak da Türkiye'yi esenlige çıkaracaklardı? Bilen yok. . . Ama bir Vatan Cephesi edebiyatıdır gidiyordu. Önceleri makul sayılabilecek ölçülerde verilen listeler giderek kabarmaya başladı. Kimler yoktu ki bu çarşaf çarşaf okudugumuz listelerde. . . Günün ünlü işadamlan, toplumun yakından tanıdıgı bazı kişiler, sanatçılar, aydınlar ve sade yurttaşlar . . . Hemen her kuruluşta bir Vatan Cep­ hesi öcagı açılıyor, elimize verilen listelere bakılırsa insanlar, bu cephenin kapısında, uzun upuzun kuyruklar oluşturuyorlardı . Günün birinde Devlet Tiyatrosunda da (henüz Devlet Tiyat­ rolan degildi) Vatan Cephesinin kuruldugu ve pek çok sanatçının bu cepheye kaydoldugu haberi geldi. Toplumun en etkili kesimle, rinden biri olarak düşünülmüş olacak ki, bu haber, cepheye katılan bazı sanatçılarla röportajlar yaparak daha da kuwetlendiril­ mek istendi. Ünlerinden şanlanndan yanlanna varmaya çekindigimiz bu sanatçılar, bant kayıtlan yapılırken gözümüzde nasıl çirkinleştiler, nasıl degersizleştiler bilemezsiniz. Usta spiker. 69


Hikmet Münir Ebcioglu'nun · sorularını yanıtlayarak Vatan Cephe­ sine niçin kaydolduklarını anlattılar. Hepsi de yalnızca ve yalnızca vicdanlarının sesini dinlemişlerdi, vicdanlarının sesi hepsine de en dogru yol olarak Vatan Cephesini göstermişti. Hepsine de hiç kimse bu konuda bir baskı yapmamıştı. Ülkenin selametini düşünen herkes, kendileri gibi yapmalı ve Vatan Cephesine koşmalıydı� O röportajlardan Sevda Aydan'ı, Ertugrul 1lgin'i hayal meyal anımsıyorum. Ama operacı . Ferhan-Dogan Onat çiftini unutmam olanaksız. Belki önceden bir tanışmışlıgımız, konuşmuşlugumuz olmasından, belki de bu çiftin herkesten çok şakımasından dolayı. . . Hele de Ferhan Onat. Sanki sahnedeydi ve şen şakrak bir kadını oynuyordu. Bu sanatçıları sonralan bir de Yassıada'da dinledik. Bizler bile, başlangıçta, okudugumuz listelerin dogru olduguna inanıyorduk. Ama işin çıgnndan çıktıgının , listelerin ala­ bildigine sulandıgının ve kantarın topuzunun hepten kaçtıgının anlaşılması uzun sürmedi. Çünkü okudugumuz listelerde olmadık adlann , 8- 10 yaşında çocukların, bebeklerin, ölmüşlerin, hatta ke­ dilerin köpeklerin bulundugu ortaya çıktı. ilk zamanlar, okudugumuz bazı adların, Vatan Cephesine katıldıklarına ilişkin haberi gazetelerle, radyoya yazdıkları mektuplarla yalanladıkları olurdu. Elbette biz bu yalanlamaları radyodan duyurmazdık. Ama iş vıcık vıcık duruma geldikten sonra, anadan dogma atadan görme CHP'li oldugu için Vatan Cephesine girmeyeceklerini bildi­ renler bile ipin ucunu bıraktılar. Çünkü her ögle ve akşam bülteninde okuduklarımızın, daha sonraki günlerdeki işi alaya alan mektuplarını görmeye başladık. Millet iyi bir oyuncak bulmuş da egleniyor gibiydi. Gazeteler Vatan Cephesinin kısa adı olarak kul­ landıkları VC'yi kısa bir süre sonra WC'ye çevirerek, bu alaya al­ maya katıldılar. Artık gazetelerde "Dün WC'ye girenler" başlıgıyla haberler ve altında bu başlıga denk düşen espiriler yer. alıyordu. 70


Radyodaki Vatan Cephesi yayınlan ciddiyetten o kadar uı.aklaşmıştı ki. . . Gün geldi "radyodan adını duysun da sevinsin Jaripler" espirisi içinde başladık biz spikerler de aklımıı.a gelen her adı okudugumuz listeye eklemeye. Hemen hepimiz nöbete gel­ mek üzere evden çıkarken konuya komşuya; karşı apartmandaki­ lere "Bugün VC'nde sizin de adınızı okuyacagız, dinleyin" gibisin­ den bir şeyler söylüyor ve cepheye katkıda bulunuyorduk. Bu katkımız radyo yönetiminden hiçbir tepki görmüyordu. Bir Allahın kulu çıkıp da "Nedir bu sizin yaptıgınız" diye sormuyordu. Agızdan agı.a dolaşan espirilerde ve bazı gazete haberlerinde Türkiye'nin 35 milyon olan nüfusunun ve. sayesinde 70 milyona çıktıgı anlatılıyordu. O günlerde ilginç· ve o derecede de korkunç bir Vatan Cep­ hesi olayını da ben yaşadım. Can Okan bir akşam stüdyoya alabildigine keyifli girdi. Gülüyor, şakalar yapıyor, bırakın benim sataşmalanma karşı çıkmayı, kendisi bana sataşıyordu. Tatlı tatlı herkesle gırgırını geçerken dünyayı umursamaz görünüyordu. O akşamki bültende de upuzun bir liste vardı. Can Okan bu bitmez tükenmez listeyi okumaktan sıkıldıgını göseteren el kol işaretleriyle ve mimiklerle, almış başını gidiyordu. ". :. Satılmış, Hatice, Döndü, Hasan; Mehmet, Ünzüle Tenzile kardeşler, Döne, Durdu, Duran, Mestan, Sarman, Gümüş, Hayrettin, Vesile... Birden durdu. Gözlerini iri iri açıp baktı. Son derece muzip bir görünüşü vardı. Kendimi tutamayıp gülümsedim, o da güldü. Hem de oldukça belirgin biçimde. Ve ardından, sesine verdigi özel bir tonlamayla, gözümün içine baka baka konuştu: Jülide Gülizar... Beynimde sanki bir bomba patladı. Hele adımı söyledikten sonra, istim salıverir gibi hehh... diye nefes salıvermesi ve açık açık da gülmesi. Atom bombası yemiş Hiroşima gibiydim. Canlı 71


yayında oldugumu unutup haykıracaktım ki . . Can Okan masanın karşı tarafından yıldınm hızıyla sag elini uzatıp agzımı, sol eliyle de mikrofonu kapattı. "Panige kapılmış bir halde bagırdı. "Hemen çık dışarı, dışarda konuşuruz, şimdi olmaz. " Bir anda kendimi dışarda buldum. Bagıra bögüre aglıyordum hırsımdan . Bülten bittikten sonra Can Okan geldi. "Çok sıkılmıştım bu saçmalıklardan" dedi, "galiba fena patladım, . ama kötü bir tesadüf, o da sana rastladı. " Ve ardından ekledi: "Affedersin, çök çok özür dilerim. Tepki gösterecegini bili­ yordum, ama bir an düşünemedim. Bu işin zerre kadar ciddiyeti kalmadıgı için, sana bu şakayı yaptım. Haydi istedigin kadar bagır, çagır, rahatla . . . Ne istersen söyle . . . Affedersin . . . " Yaşça en büyügümüz degildi, ama öyle bir havası vardı. Can Okan'a bagırmak olmazdı. Bütün kırgırılıgımı sesime yansıtmaya çalışarak, kısa konuştum. "Bir gün ben de size öyle bir oyun oynarım kii, feleginiz şaşar!" Güldü. "Benim için fark etmez" dedi," adımı okusan da okumasan da bir şey fark etmez, nasıl olsa DP'li diye damga­ lanmışım, o sebeple felegimi şaşırtamazsin . . . "

iki gün sonra bir gazetede "Jülide Gülizar adının Vatan Cephesi listesinde yanlışlıkla okundugunu ve bu yanlışlıgın spiker­ den kaynaklandıgını" bildiren bir açıklama gördüm. Yaptıgı şakay­ la beni ta�fsiz şekilde üzen Can Okan kendi eliyle de sevindirmişti. Sevgiyle, !ınygıyla

ve

özlemle anıyorum onu.

Günler birbirinin ardından geçip gitti. VC listeleri de uzaya. rak kabararak sürüyordu. İnsanlar artık bu listelerle alay etmekten de sıkılmış olacaklar ki, listelere duyulan tepkiler giderek artık radyo dinlemek istemediklerini bildiren haykırışlara dönüştü. Tep­ kilerin böylesine yogunlaşması üzerine, ve uygulamasının yeri ve saati degiştirildi. 72


26 Ocak 1960'tı. O günden başlayarak Vatan Cephesi listeleri haber 1 bültenlerinden çıkarıldı ve ögle saatlerine alındı. Yurdun Dört Köşesinden Haberler adıyla bir köşe açıldı ve cepheye koşanların adlan orada yayımlanmaya başladı. Her gün yayımlanan bu prog­ ramda, adının hakkını vermek için olacak, önce sade suya tirit ha­ berler, sonra da filan tesisin açıldıgı, falan tesisin temelinin atıldıgı, şu köye su, bu köye elektrik götUrUldugu veriliyor, ardından da çarşaf çarşaf Vatan Cephesi listeleri okunuyordu. Radyo yönetimi bu uygulamayla hem VC listelerini haber bültenlerinden çıkarıp sözUmona dinleyenlerin gönlünü ediyor, hem de az dinlenen bir saatte de olsa, Vatan Cephesi listelerini daha geniş biçimde yayımlamış oluyordu. Akıllarınca ne şiş yanıyordu, ne keb�p . . . ·

2 7 Mayıs, Vatan Cephesini bu durumda buldu. 27 Mayıs sonrasında kurulan Yüksek Adalet Divanında, dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve bazı VC gönüllülerinin söylediklerine bir göz atrrianın , bu olayı daha iyi anlatacagına inanıyorum. Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol'un sorusu Uı.erine Menderes anlatıyor. "Vatan Cephesi diye ayn bir teşkilat mevcut degildir ve asla bunların harhangi bir DP ocagından farkı yoktur. Esasen biz yeni üyeleri VC'ye degil, dogrudan dogruya DP'ye kaydediyorduk. Par­ tiler propagandaları için birtakım tedbirler ve sloganlar bulurlar. Bunlar tabii ve meşrudur. Bu usulu , yeni iltihak edenlerin topluca ve bir arada bulunmalarını ve eskiler tarafından horgörülmemeleri ve yadırganmamalan için tatbik ettik. Muhalefeti bir ehl-i salip ' topluluguna benı.etmek sadece bir teşbihtir. Ve DP'yi bir Müslümanlar toplulugu halinde, muhalefeti ise bunun dışında göstermek manasına gelmez. Muhalefete nasıl ehl-i salip diyebili­ riz ki, bunların arasinda laiklige bizden farklı mana veren CHP de . vardır. Bu benzeyiş mahiyet bakımından degildir. Ayn ayn 73


teşekküllerin bir maksatla buluşmalannı kastetmiştim. Bir din me­ selesi asla mezuubahis degildir. " Salim Başol soruyor: "Vatan Cephesinin kanuni olup olmadıgı · hakkında size kendi aranızdan hiçbir itiraz vaki olmadı mı?" "Muhterem reis bey hazretleri, kanuni mahiyet üzerinde hiç kimsenin şüphe ve tereddüdü olmadı. Degil aramızdan , muhale­ fetten dahi btınun gayn kanuni olduguna dair bir itiraz vaki olmadı." Aslında itirazlar ayyuka çıkıyordu ama, muhalefete ve ora­ dan gelecek olan sese kulaklar tıkandıgı için, Menderes'in böyle söylemesi dogaldı. Bırakın muhalefeti, ülkeyi cephelere bölmenin yanlışlıgını farkeden her kesim avaz avaz bagınyordu. DP yöneticileri ve onlann bir avuç yaranı dışında herkes, · yakın felake­ ti göstermek için çırpınıyordu. Neyse, konumuz bunlar degil, geçelim. Ama Menderes'in savunmasındaki birkaç cümlenin de alhnı çizelim. "Tedbirler . . . Sloganlar" diyor Menderes .. Bunlann tabii ve meşru oldugunu söylüyor. Dogrudur. Dogrudur da, bunlar devlet radyosunun mikrofonlarından degil, miting alanlanndaki mikro­ fonlardan atılır. "Yeni üyeleri VC'ye degil, dogrudan dogruya DP'ye kayde­ diyorduk. " Yani bir Başbakan, kendi partisine kaydettigi üyelerin adını, bizleri radyolarda bangır bangır bagırtarak bütün Türkiye'ye duyuruyor. Madem öyle yapıyorsun, demokrasi olsun diye Uç beş tane de CHP'ye kaydolanlardan okutsana . . . Radyoyu iktidann tam borazanı . yapan öyle garip bir . mantıktı ki bu, yargı önünde bunu itiraf anlamına gelen bir cümleyi savunma olarak söyleyebiliyordu. "Vatan Cephesi diye ayn bir teşkilat yokmuş" . . . Yoktu da biz neyi okuduk 20 ay boyunca radyodan? Vatan Cephesini yoksa bizler mi uydurduk? 74


Yassıada duruşmalarında başkaları da konuştu. 1 Mayıs 1 961 günü yapılan duruşmada ilk tanık olarak Ti­ qret ve Sanayi Odaları Genel Sekreteri Cihat lren , DP'ye girmesi için kendisine yapılan baskıları anlattı. Sonunda bu yüzden istifa etmek zorunda kaldıgını söyledi. Yine gazetelerin tanıklıgına başvuralım. 'Tanınmış Fabrikatör-Çiftçi ve Tacir Şadi Eliyeşil, kredilerin dondurulması dolayısıyla, DP'ye girmedigi takdirde fabrikasını ka­ patmak zorunda kalacagını anladıgı için, Başbakan Menderes'in talebini yerine getirdigini, ama CHPden ayrılmadıgını bildirdi. Eliyeşil, DP'ye geçer geçmez Menderes benden 500 bin lira yardımda bulunmamı istedi. Bu parayı bankadan çektim, fakat ih­ tilal olunca bende kaldı. Menderes tanıgın dogru söylemedigini. . . " "Devlet Operasının ünlü çifti Ferhan ve Dogan Onat da, Vatan Cephesine sanati<Arların nasıl bulaştırıldıklarını anlathlar. Taner Dogan Onat, önce aylıklarından sebepsiz yere yüzer lira in� dirim yapıldıgını, DP'ye girmeleri için yapılan . teklifleri, bazı şeylerden çekindikleri için kabul ettiklerini ve kansının , giriş be­ yannamesini kendisine de imzalattıgını" belirtmiştir. Soprano Ferhan Onat ise şunlan söylemiştir: "Ben DP'ye şahsen girmiş degilim. Herhangi bir giriş be­ yannamesinde de imzam yoktur. DP'li oldugumu kocamdan ögrendim. Aradan üç dört ay geçtikten sonra, sanki Vatan Cep­ hesine geçmişiz gibi radyodan adlanmız okundu. Bu sebepten basında aleyhimize yazılar çıktı. Bunun üzerine Burhan Belge bizi evine davet ederek, yazılı birer metin verdi. Bu metinde aleyhimiz­ de çıkan yazılara, karşılıklı konuşmalar halinde cevaplar vardı. Biz o c;ıkşam evde konuşmanın provasını yaptık, .ertesi gün de radyo­ da okuduk. " "Kırşehir'den CKMP'li (Millet Partisinin kapatılmasından sonra onun yerine kurulan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) Bele­ diye Başkanı Vehbi Demir, Vatan Cephesine girişini şöyle anlath. 75


"Menderes Kırşehir'e geldiginde beraberinde bulunan şahıslardan Fuat Adalı, Burhan Ulutan ve Atıf Topaloglu CKMP'den istifa edip DP'ye girmem için zorladılar. Şehrin ihtiyacı olan paranırı ancak bu şekilde verilebilecegini, Menderes'in cebin­ de/ 60 milyonluk çek bulundugunu, teklifi kabul etmezsem vatan haini ilan edilecegimi söylüyorlardı. O gece verilen ziyafette Men­ deres Adalı'ya beni gösterip yaptınız mı diye sordu. Adalı hayır efendim sabaha bıraktı dedi. . . . Sonra ben ısrarlara dayanamayarak şifahen (sözlü olarak) oldugumu �. Fakat partiye girmedim. Buna ragmen radyo­ dan üç defa benim Vatan Cephesine girdigimi ilan ettiler." razı

Karamanlı CHP Ocak başkanı Hüseyin Yakarşimşek, hiç haberi olmadıgı halde 1 20 arkadaşıyla birlikte Vatan Cephesine geçtiklerinin radyodan okundugunu söyledi. Ankara Dikimevi'nden iki kadın, radyoda tanıdıklan bir spi­ kerin kendilerinin adını okuyuverdigini, aslında evcek, ailecek CHP'li olduklannı bildirdi. 22 sanıklı Vatan Cephesi davasında başta Menderes olmak üzere 1 9 sanık mahkOm olmuşlardı. Bunlardan biri de Samet Agaoglu idi. Bakın ne diyor VC konusunda . . "Menderes 95 7'den sonra grup kürsülerinde, başka top­ lantılarda, hatta arkadaşlar arası toplantılarda, neler söylenme­ mesi gerektigini zaman zaman düşünmez olmuştu. Yalnız ve yalnız bir sebepten agzından çıkmış kelimeler, cümleler kulaktan kulaga yayılıyor, muhalefetin elinde keskin silahlar halini alıyordu. Vatan Cephesi deyimi de böyle dogdu. . . . Şu ve bu sebepten partiden uzaklaşmış veya uzak­ laştınlmış kimseleri, yine partinin bir parçası olan Vatan Cephesi ocaklannda birleştirmek istemişti . . . . Fakat heyhaaat. . Karşımızda öyle bir muhalefet vardı ki, en masum, en lüzumsuz kelimeleri agır birer taş olarak başımıza 76


atıyor, bir Vatan Cephesi sözünden , tek partiye dönüş emeli çıkararak hücuma geçiyordu." Görüyor musunuz demokrasi anlayışını, görüyor musunuz Türkiye radyolarının nelere alet edildigini? Bi.J Vatan Cephesi uygulamasını ne kadar anlatsam, anlata­ mayacagımı düşünüyorum. O günlerdeki yozlaşmayı yaşamayan­ ların anlaması zordur, hatta olanaksızdır çünkü. O nedenle, kimin yazdıgını bilmedigim, ama o günlerde elden ele, kulaktan kulaga dolaşan bir şiiri yardımıma çagıracagım. Ne var ne yok bizim evde/Girdi Vatan Cephesine Masaldaki koca dev de/ Girdi Vatan Cephesine Yatak yorgan çarşaf yastık/Oje ruj manikür rastık Elma armut fındık fıstık/Girdi.. ... Kapkacak tencere tava/Tepsi gügüm kazan kova Ahmet Mehmet Fatma Havva/Girdi. . . Kertenkele böcek sinek/Arpa bugday yulaf kepek Davul zurna def dümbelek/Girdi . . . Halı kilim minder örtüfforba çuval pılı pırtı Pilav yogurt çorba mantı/Girdi . . . Lamba ampul fener kandiWazma cepken atkı kandil Akü bobin batarya plVGirdi . . . Sini tepsi tabak bıçak/Patlıcan biber ıspanak Lahana turp sogan _kabak/Girdi... Büyük küçük çoluk çocuk/Yelek pantol ceket gocuk Pastırma tarama sucuk/Girdi. .. Karanfil zencefil kimyorı/Hisar'daki cüce Simon Haysiyetli nane limorı/Girdl. .. işkembe dalak baş paçq/Var ya bizim meşhur Çaça Tokayı takınca saça/Girdi Vatan Cephesine. 77


Görüyor musunuz Türkiye Radyolarının nelere alet edil­ digini? Aslında ben hep, Türkiye'nin hatın sayılır edebiyatçıla­ nndah olan Samet Agaoglu'nun kendisinin ,. bu yazdıklarına gerçekten inanıp inanmadıgını merak etmişimdir. DP yönetimi, o yılların en güçlü kitle iletişim aracı olan rad­ yodan sınırsız biçimde ve sonuna kadar yararlandı. Yasaların, hem de kendi yaptıkları yasaların bile çerçevesini aşarak. . . Bazı yetkililere göre DP, güçlü bir halk hareketiyle iktidara gelmişti. Bu harekette bilim ve kültür adanılan, sanatçılar, gazeteciler, yazar­ lar, bir sözcükle aydınlar da büyük destek vererek yer almışlardı. Ama iktidar sarhoşlugundan bir turlu uyanamayan DP, kendi yandaşları dışında, toplumun çok büyük kesimini karşısına almak­ ta gecikmedi. Radyo, işte bu kesimlere DP'nin açtıgı savaşta en etkili silah oldu . O günlerde bu silahla insanlar susturuluyor, aldatı­ lıyor , karalanıyordu. Ne var ki bu durum, DP yöneticilerinin d üşündüklerinin aksine, uzun sürmedi. Kasıtlı ve katı uygulamalar bu etkili silah ı , daha onuncu yılına varmadan . tersine tepen noktaya getird i . Halk, radyo konusunu sürekli konuşarak tepki göstermenin ya da gazete sayfalarına yansıtmanın da yetersiz kaldigını görmeye başladı. Bunun sonucu, bazı dinleyicilerin "Artık buna gerek kalmadı" gerekçesiyle radyolarını mühürletrneleri . biçiminde ortaya çıktı. O da kısa sürede geçersiz duruma geldi. Çünkü o bıktırıcı, gına getiren yayınlara bu kez de bir başkası eklendi. Işte az önce anlatmaya çalıştıgım Vatan Cephesi uygulamasıydı bu. Cephe yayınlarının üzerinden iki ay geçmiş geçmemişti ki, beterin beteri geldi. Bu kez de CHP'den istifa edenlerin listesini okumaya başladık. 1 Aralık 1 958 . . VC uygulamasının tam ikinci ayı dolmuş. Gazetelerde bir haber: .

78


1

Bedrettin Çalışkur adlı bir avukat radyo dinlemeyenler ce­ miyetini kurdu . Ne var ki, ülkeyi yönetenler, demokrasi anlayışlannın geregini yerine getirerek, İstanbul Valisi Ethem Yetkiner'in eliyle cemiyeti kapattırdılar. Böylece Radyo Dinlemeyenler Cemi­ yeti "24 saat yaşayabilen bir demek" olarak demokrasi tarihimize geçti. Demokrat Partililer, demokrasiye ancak bir gün tahammül gösterebilmişlerdi. DP, kendisini yaratan toplumla inatlaşmayı sürdürdü. Artık DP'yle, DP'lilerle ilgili her olay, her söz radyo için bir "haber"di. Bu anlayıştaki radyo günlerden bir gün - 1 959 yılıydı- saat 1 3 . 00 bülteninde, İçişleri Bakanı Namık Gedik'in kızı Ayla Gedik'in An­ kara Palastaki (bugünkü Devlet Konukevi) dügününün haberini verdi. Bakan kızına görkemli bir dügün hazırlanmıştı. Görkemli di­ yorum, gerçekten öyleydi. Bir kere Türkiye'nin bütün illerinin vali ve emniyet müdürleri tam kadro davet edilmişlerdi. Aynca devlet ve hükumet erkfilıı, üstdüzey bürokratlar, DP yöneticileri ve millet­ vekilleri, bu mutlu günlerinde gelin hanımla damat beyi yalnız bırakmamışlardı. lşte biz bu . dügünü radyonun 1 3 . 00 haber bülteninde okuduk. Böyle bir haber aslında yalnızca magazin basınını ya da ciddi gazetelerin magazin köşesini ilgilendirirdi. Devlet radyosu magazin basın gibi davranmakta hiçbir sakınca görmemişti. · O günün anlayışında çok tepki gören bir davranıştı bu. Bu olayı zaman zaman anımsadıgımda hep "Ah keşke o zaman 1V olsaydı da Türk halkı bakan kızının mUrUwetini TV'den izleseydi" diye söylenmişimdir. Ama 1 993'te bir eski bakan kızının (hUkümetten bir ay önce ayrılmış Cavit Çaglar'ın) 1 1 milyarlık nişan töreninin , birkaç ay sonra dügününün . yayımlandıgını görünce de yine aynı tuhaf duygulan yaşadım. Söz buraya gelmişken, o günlerdeki bir başka uygulan:ıayı anlatmak istiyorum. 79


Ankara Radyosunun her perşembe akşamı Radyo Gazete­ sinden hemen sonra (saat 20 . 30'da) başlayan bir programı vardı. Büyük Stüdyoda yapılan ve canlı olarak yayımlanan bu konserler­ de uzunca bir süredir sunuculuk yapıyordum. 1 959 konserlerin­ den birinin bitiminde şef rahmetli Muzaffer İlkar, sanatçılann dagtlmamasını, Çankaya KöşkUne çagnlı olduklannı bildirdi. Bir süre sonra da tam kadro olarak Köşke hareket ettiler. Muzaffer İlkar, tam o anda, programın sunucusu olarak benim de gitmem gerektiginden söz edecek oldu. "Ben radyo programlannı sunanın, görevim budur, Köşk programlannın degil" dedim. Al­ lahtan , üstelemedi. Bu bir başlangıç oldu. Çünkü radyo sanatçılan giderek Köşkün sanatçılan gibi kullanılmaya başlandılar. O günlerin gaze­ telerinde Ustu kapalı ya da yan açık, Çankaya gecelerine ilişkin haberlerin görülmesi de fazla gecikmedi. 27 Mayıstan sonra · bu sanatçılardan birçqgu çeşitli gazete­ lerde Çankaya'ya zorla götürüldüklerine ilişkin bir şeyler anlatma­ ya kalktılar. Ama en gü�li, Çankaya'ya gitmek için biribirinin gözünü oyan takımdan, rüzg�r sesli bir bayan sanatçının Akis der­ gisinin orta sayfasındaki ifşaatı oldu. Dekolte bir giysi içinde verdigi şuh pozdaki bir kocaman fotograf. . . Ve üstünde fasulye ta­ nesi büyüklügünde harflerle bir cümle: "iffetimi nasıl kurtardım? . . " 1 959, 27 Mayısın ayak seslerini uzaktan uzaktan duyuran bir yıldı. Çıgnndan çıkmış bir radyonun ve bir yıgın katı uygula­ manın yanı sıra muhalefete ve özellikle onun önderi İnönü'ye yüklenmelerin dozu da artıyordu. En başta , Paşanın gezilerine olmadık engeller çıkarmaya başladılar. Mitinglere, dinlemeye ge­ lenlere çeşitli yıldırma yollan denemek bunlardan biriydi. Ômegin 80


halkın Uz.erine su sıkmak, göz yaşartıcı bomba atmak, coplamak, döVIT'�k gibi. Son aşamada ise, polis aracıligıyla birtakım insanlan mimleyerek işlerinden atmak geldL Bütün bunlar, pek az insanı ürkütüyordu. Ama radyo . . . Radyonun yayınlan, DP'liler dışında h.erkesi bunaltıyor, çileden çıkanyordu. Çıldırtmanın, çileden çıkarmanın yanı sıra radyo, "yurttaşın özgür haber almasını, dogru ve zamanında bilgi edinme­ sini" de engelliyordu. Daha önce de belirttigim gibi, ömegin İnönü bir yerde bir demeç veriyor, radyoda bu demeçin tek cümlesi bile yer almıyordu. Ama: bu demece sinirlenen Menderes, kendisine yanıt verecegini bildiriyor. Biz bunu radyodan "Başbakan Adnan Menderes CHP lideri ismet lnönü'nün. , . . . yerdeki demecine saat. . . . . 'de cevap verecek" gibi bir anonsla duyuruyorduk. Duyuru­ lan saat geldiginde, demeçten ses seda çıkmıyor. Biz aynı anonsu, bu kez saatini degiştirerek yineliyorduk. Üç kez, beş kez . . . Sonun­ da ı.ehir zemberek, kin ve nefret saçan bir demeç geliyordu . Ge­ nellikle Can Okan bulunup okutuluyordu.

Yapılan işe neresinden baksanız ters. lnönü'nün filan yerde verdigi demeçten kimsenin haberi yok. Bu demecin içerigini de dozunu da bilen yok. Ama durup durup "saat. . . . . 'de cevap verecektir" anonsu yapılması, dinleyiciyle alay etmekten başka bir anlam taşımıyordu. İlk zamanlar bunun da çaresini bulmuştu insanlar. Radyo­ nun esirgedigini, ertesi . gün, hem de bütün aynntılanna kadar, ga­ zetelerden ögreniyordu. Ama.Evet, amaaa . . . 1 959, hiç .de hoş başlamamıştı. Daha yılın ikinci ayında şu ünlü Londra uçak kal.asi. Londra yakınlannda meydana gelen ve kazadan bumu bile kanamadan kurtuldugu için Menderes'i halkın gözünde peygamber mertebesine yükselten ünlü kaza. Peygamber Menderes'in yurda dönüşü , başından sonuna bir dinsel tören havasında oklu. Günler ve günler boyU biz bunu 81

'


haber bültenlerinde okuduk. Eskilerin deyimiyle törenler pehlivan tefrikasına dönüşmüştü. Dogrusunu isterseniz, radyo bültenlerinin neredeyse bu törenlerle doldurulmasına biraz bozuluyor, ama haksız da bulmuyorduk. 14 kişinin yaşamını yitirdigi bu feci kaza­ dan sag salim kurtulanlar . elbette bir sevinç nedeniydi. Hele de kurtulanlardan biri ül�enin başbakanı ise. . . Bizim bozuldugumuz, bu törenlere ve dolayısıyla radyonun haber bültenlerine dinin imanın, Allahın Peyga.mberin kanştınlmasıydı. O günkü uygula­ malardan edindigimiz bir duyguyla, buna önsezi de diyebilirsiniz, irticanın ayak seslerini dinledigimizi düşünüyorduk. Ve uçak kazasından sonra gelen olaylar . . . Uşak-Topkapı­ Geyikli (Çanakkale) - Rıhtım Ostanbul)- Yeşilhisar (Kayseri)­ Himmetdede (Kayseri) olaylan . . . Bütün bunlar ülkenin ve toplumun düz.enini alt üst eden, insan sabrının son damlalannı da tüketen olaylardı. Konumuzun dışında kaldıgı için aynntıya girmeyecegim ve ilgilendirdigi için yalnızca birini anlatacagım. Bu olaylar zincirinin ilki Uşak'ta olmuş ve 1 7- 1 8 yaşlarında birinin attıgı taş, ismet Paşayı başından yaralamıştı. 'iktidarın şaşkınlıgına rastladıgından olacak -belki de panige kapılma­ larından- yaralanma olayı radyodan ayrıntılı biçimde, ama nalıncı keseriyle hep DP'ye yontularak verildi. Aynı akşam Radyo Gaz.ete­ sinde ismet Paşaya saldırının, küfrün bini bir para. . . Aman Tanrım . . . Bütün bu olaylar yalnızca ve yalnızca muhalefetin . ortalıgı karıştırmasından dogmuş. Asıl neden lnönü'nün münafıklıgıymış. . . Bu ihtiyar çıkmış memleketi dolaşmaya, gittigi her yerde z.ehrini akıtıyormuş. Ertesi gün olayı gerçek okudugumu:zda şaşınp kaldık.

aynntılanyla

gaz.etelerden

Radyo , bu olayda da · tersine tepen silah olmuştu. 82


DP iktidarı Uşak olaylarından hemen sonra ve peşpeşe gelen öteki olaylarda -ilk deneyimden agzı yandıgı için- başka bir taktik uygulamaya başladı. lnönü'ye saldın biçiminde ortaya çıkan olaylardan radyoda hiç söz etmemek. . . Uşak'ı, Topkapı olaylan izlemişti. insanlar rahattı. Çünkü o gün radyodan verilmeyeni yann gazetelerden ögreneceklerdi. Ne var ki, gazetelere baglanan umut boşa çıktı. Çünkü iktidar, gazete­ lere de olaylarla ilgili olarak yayın yasagı koymuştu. Gazete · sayfa­ larında bazı sütunların bembeyaz çıkması işte bu dönemde başladı ve 27 Mayısa kadar sürdü. Bu "bembeyazlıgın" nedeni, basılmış olan haberin, kazınarak çıkarılmasıydı. Elbette "protesto" niteligi de taşıyordu. Yaşayanlar bilir, Türkiye'de son derece ilginç bir dönem başladı. Radyo ve gazeteler suskunluk içine atıldıkları için toplu­ mun bütün haber alma kanalları tıkanmıştı. Böylesi tıkanıklıklarda hep oldugu gibi, bembeyaz sütunlardaki boşlugu Fısıltı Gazetesi doldurdu. Bu arada , radyoda da ilginç bir uygulama başlatıldı. Ne zaman . haber bültenlerinde Menderes'in küfür derecesine varan bir konuşması, kat kat agırlaştınlarak akşamki Radyo Gazetesinde yer alıyorsa, herkes anlıyordu ki, yine bir yerlerde bir şeyler olmuştur. insanların bu düşüncelerinde hiç yanılmadıklarını söyleyebilirim. Zaten ertesi günkü gazetelerin bembeyaz sütunları da bu düşünceleri dogruluyordu. Böyle zamanlarda ne mi oluyordu? Böyle zamanlarda muhalefet de Fısıltı Gazetesine yükleniyordu. Ve her zaman "en yüksek tirajlı gazete olarak nite­ lenen söz konusu gazete" kendi tirajını bile zorluyordu. Bu gazete­ de neler yer almıyordu ki. Ômegin filan yerde subaylar Mende­ res'e arkalarını dönmüşler. Falan yerde askerler lnönü'yü törenle karşılamışlar ve hepsi de lnönü'nün elini · öpmüşler. Feşmekan yerde, güvenlik güçleri lnönü'yü engelleme emrini dinlememişler · ve Paşaya saldıranları kovalamışlar vb . . vb . . . 83


Mış . . mış . . mış . . Haber istemediginiz kadar çok. Ama ne de olsa dedikodudan öteye gitmiyor. işte o zaman insanlar bir başka haber kaynagı buluyorlar. Daha dogrusu kaynaklan . . . BBC'nin , Paris, Moskova ve Budapeşte radyolarının Türkiye'ye yönelik yayınlan, bu kaynaklar. Hepsi iyi güzel de, ille de BBC . . . Halk kendi radyosunu bırakıp bu radyoların başına geçiyor. Dedigim gibi, bunların en çok dinlenileni BBC. O nedenle bu dönemin adı kendiliginden oluşuyor. BBC dönemi. . . BBC dönemi, Türkiye'deki öneminden sonraki yıllarda da bir şey yitirmedi. Demokrasimizde sık sık yaşanan · kesintilerde . . . Bu kesintilerden sonra ki, adına demokrasiye geçiş denilen, ama aslında demokrasiye geçişe geçiş olan günlerde. . . Ve daha sonra işte demokrasi diye sunulan , gerçekte demokrasinin yalnız.ca "D" harfinin yaşandıgı dönemlerde, insanlar olup bitenler hakkında taze ve dogru haber alabilmek için başta BBC olmak üzere hep bu kaynaklan kullandılar. Bir halkın kendi radyosuna (sonralan 1Vsine) güvenmeyişi ne acı, degil mi? DP yöneticileri elbette ülkedeki karmaşayı ve içine düşülen çıkmazı görüyorlardı. Ama kör bir hırsın , inadın peşine takılmış gidiyorlardı. Artık ardaman çatlamış bir yönetici gibi, ardaman çatlamış bir radyonun da yapamayacagı hiçbir şey yoktu. Dogrusunu isterseniz, toplumla bu derece inatlaşmanın bir per­ vasızlık mı, yoksa bir aymazlık mı olduguna bugün bile karar vere­ bilmiş degilim.

27 Mayıs, ülkeyi oldugu gibi, radyoyu da çıgnndan çıkmış durumda buldu.

84


BiZiM KUŞAÔIN GÖRDÜÔÜ iLK iHTiLAL

27 Mayıs 1960 sabahı, alışık olmadıgımız müziklerle ve anonslarla uyandık. Sabahın çok erken saatiydi ve radyoda, başta Harp Okulu Marşı olmak üzere, ardı ardına marşlar çalınıyor, arada bir de kalın, tek bir sesin yaptıgı anonslar duyuluyordu. "Dikkat Dikkat. . . Muhterem vatandaşlar . . Radyolarınızın ba$ına geçiniz. Güvendiginiz Silahlı Kuwetlerinizin sesi birkaç da­ kika sonra size hitap edecek." Anlamıştık. Sonunda · beklenen olmuş, Türkiye bir ihtilal sabahına uyanmıştı. Sonradan ögrendigime göre, bütün spiker ar­ kadaşlarım gibi ben de, alelacele giyinip radyoya koşmayı düŞünüyorum. Ama bir anons zınk diye çiviliyor yerime. "ikinci bir emre kadar vatandaşlarımdan sokaga çıkmamalarını rica ediyorum. Bu yasaga uymayanlar. . . " ·

Böyle bir yasagı görülüyor ki buna?

hiç anlayamıyorum.

Neden

gerek

Anlamamakta haklıyım daha dogrusu haklıyız. Çünkü o güne kadar böyle bir olay yaşamamışız ki. Bir ihtilalin ne demek oldugunu, nasıl önlemler gerektirdigini kafamızın alması mümkün degil . Buraya küçük bir notu, unutmadan düşmek istiyorum. Son­ raki yıllarda yaşadıgımız iki ihtilal, iki ihtilalcik ve sayısız girişimler sayesinde o dönemin bütün radyocuları profesyonel · bir ihtilalci kadar bilgi sahibi olduk. Hem de TRTde bir ihtilali yönetecek kadar . . . Sonradan ögrendik, spiker Ülkü lmset ve programcı eşi Erhan lmset dışında hepimiz bu yasaga uymuşuz. Merakta.n çatlamak, sabırsızliktan yerimizde duramamak pahasına. lmsetler silah seslerini duyar duymaz arabalarına atlayıp ihtilalcilere yardım için radyoya koşmuşlar. Evleri Sıhhıyede, radyoya çok yakın yani. 85


Bir punduna getirip hem yollardaki devriyelerden sıynlmışlar, hem de radyodan içeri girmişler. Biz, kurallara uyan ve ikinci bir emri bekleyen vatandaşlar olarak evden çıkacag1İT1ız saati beklerken radyodan Ülkü'nün ve Erhan'ın anonsları duyulmaya başlamaz mı? Dogaldır ki, bu noktadan sonra sabırsızlıgımıza merak ve öfke de kanştı. Neyse ki, yasak sandıgımız kadar uzun sürmedi. Saat 16.00'da, yasagın kalktıgına ilişkin anons duyuldugunda, evlerin­ de bekleyen bütün spikerlerin yaptıgı gibi, ilk işim, bir taksiye atlayıp radyoya koşmak oldu. Saat 1 6 . lS'te bütün spikerler rad­ yonun kapısındaydık. Elimizi kolumuzu sallayarak içeri dalmak is­ tedigimizde, ilk engeli kapıdaki nöbetçiler çıkardı. "Girmeniz yasaktır efendim." Bu üç sözcük hepimizin kafasına üç balyoz olup inmişti sanki. Durumumuzu anlatmamız, görevimizin başına dönmenin en dogal hakkımız oldugunu söylememiz bu üç söz.cügü aşmamiza yetmedi. Bir arkadaşımız aramızdan hiç degilse iki kişinin radyo müdürüne çıkıp durumu anlatmasını önerdi. Nöbetçiler yukan haber gönderdiler. iki temsilcinin yukan çagnlacagını beklerken, merdivenlerden iki subayın indigini gördük. Anlaşılan bizim gibi tehlikelilerin içeriye adımını bile atması istenmemiş, kendileri gelmişlerdi. Derdimizi ve istegimizi anlattık, · içerde iki arka­ daşımızın anons yapmakta olduklannı söyledik. Iıhhf Nuh diyor, peygamber demiyorlardı. Ben her zamanki aceleciligimle, "Efen­ dim" dedim, "belki sizin yetkilerinizi aşıyordur bizim isteklerimiz, arna izin verin de müdür beyle görüşelim. " Karşımızda duranlar­ dan orta boylu, seyrek saçlı olanı aniden gürledi. ·

"Müdür mü? Müdür benim. Kıdemli Binbaşı Nusret Altug. . Bu da yardımcım Binbaşı Cihat Türkeli. Size içeri giremeye­ ceginizi söylüyorum." Baltayı taşa vurmuştum ki, ne vuruş . O nedenle ben biraz suskundum, ama her kafadan bir başka ses çıkıyordu. . .

86


"Ama binbaşım biz göreve geldik. " "Efendim biz yasak kararına uydugumuz için haksızlıga mı ugrayacagız?" "Peki biz ne olacagız?" Biz . . . Biz . . . Biz?? Böyle olaylarda, · her zaman oldugu gibi en çok konuşan ben oldum, kısa bir süre içinde, olup bitenleri anlamak istiyorduk. "Erhan ve Ülkü lmset'i neden içeri aldınız peki?" "Onlar bize yardım ediyorlar." "Yardım ha?" "Evet yardım." "Yaaa .. Hayret . ! ". Bu yardım sözcügü bomba gibi düşmüştü ortaya. Umutsuz bir sesle sordum. "Peki bizler ne zaman içeri alınacagız?" "Hepiniz hakkındaki tahkikat tamamlanınca." "içeriye aldıklarınızın tahkikatını ne zaman yaptınız, ne zaman bitirdiniz?" Sorumun yanıtı Binbaşı Cihat Türkeli'den geldi. Hem de gökgürültüsü gibi bir sesle. "Siz kimsiniz ögrenebilir miyim?" Bil- ihtilal yönetimiyle karşı karşıya oldugumuzu ilk kez o an duyumsadık. O ana kadar sakin sakin dinlemişlerdi oysa. Ve biz de özellikle ben, aklımıza estigı agzımızdan çıktıgı gibi konuşuyorduk. ·

"Benim adım Jülide Gülizar, spikerim . " Binbaşı önce gülümsedi, sonra acaip bir ses tonuyla konuştu: "Demek Jülide Gülizar . . . Sizsiniz öyle mi? Peki siz şimdi bu87


rada hangi hakla konuşuyorsunuz? Siz buranın kadrolu elemanı bile degilsiniz. Kaşeli bir insan olarak, biraz fazla kaçmadı mı konuşmanız?" Donup kalmıştım. Dogaldır ki olup bitenleri de anlamıştım. Anlamıştık. · Hepimiz hakkında en ince ayrıntılanna kadar bilgi ve­ rilmişti askerlere . . . Vermişlerdi.

Yapacak bir şey kalmamıştı.

Önümüze ardımıza bakmadan yürüdük. Şaşkınligımız biraz geçer gibi olunca, bu işin arkasinı bırakmamaya ve her kapıyı zorlamaya karar verip dagıldık. Dagıldık ama, biz birkaç kişi ertesi gün ilk olarak yine radyonun kapısına koştuk. Yine müdür ve müdür yardımcısı. Yine aşagı yukan aynı konuşmalar. Ama bu kez daha büyük bir tehdit da­ yanmış burnumuza. Ben bir gün öncesini unutup yine aynı dozda konuşmaya başlayınca Binbaşı TUrkeli'nin yine · gurleyen sesi . . . "Siz galiba anlamak istemiyorsunuz söylediklerimizi. Tahki­ katlannız bitmeden içeri girmeniz mümkün degil . Mum . . kün . . dee . . gill. Oldu mu? Daha fazla ısrar ederseniz şimdi sizi Gar­ nizon Komutanlıgına gönderirim." Tehdit yenilir yutulur gibi degildi. Degildi de altından nasıl kalkacaktım? Ne diyebilirdim, nasıl diyebilirdim aklımdan geçip di­ limin ucunda dogomlenenleri. . . Biraz zaman kazanmak için gözümü binbaşının gözüne dikip uzunca bir süre baktım. Ve aklıma gelen yanıtı yapıştırdım. "Bir kötü dönemi kapatmak için yapılan 27 Mayıs devrimi? eger hoşunuza gitmeyen bazı sözlerle haklannı arayanlan Garni­ zon Komutanlıgına gönderecekse, ben hazırım. Buyunm götürün. . . "

Bu son sözcükleri söylerken bir adım öne çıkıp durdum. Ve binbaşıda bir hareket gc?remeyince de üsteledim.

''İşte burcrlıyım w bekliyorum. Bu ayıbı 27 Mayıs �-" Elbette bu sözleri kahramanlıgımdan söylemedim, bu hare88


keti cesaretimden yapmadım. Ama her insanın oldugu gibi, aklımın, beynimin , yüregimin sigortası atmıştı. Önünü sonunu düşünemez olmuştum. Dilimi tutamayıp konuşmuştum. Bunun bir faturası olacak ve ödenecekti. Hiç degilse kuyrugu dik tut­ malıydım . .Sözün özü, ok yaydan fırlamışb bir kez, nereye düşerse düşecekti. En iyi yere düştü. Çünkü benim üstelememden hemen sonra binbaşının gülümsedigini gördüm. Ardından bir kahkaha geldi. Oldukça tatlı bir tonla konuştu. "Sen ne kadar da öfkesi burnunun ucunda bir insansın. Ne demek haydi götürün? Hiç olacak şey mi bu? Öfkeyle söylenmiş bir sözün üzerine bu kadar gidilir mi? Haydi sakinleş bakalım. Merak etmeyin, elbette sizler de görevlerinize başlayacaksınız. " Binbaşı Türkeli on gün içinde sonuca ulaşılacagından filan söz etti, ama bizim o kadar bekleyecek sabrımız yoktu. Beşinci gün, · son umut olarak Basın Yayın Genel. Müdürlügüyle görevlendirilen Binbaşı Ahmet Yıldız'ın kapısına dayandık. Yıldız bizi dinledi, dinledi ve "Şimdi · telefon edip gerekenin yapılmasını söyleyecegim, haydi sizler dogru radyoevine gidin" dedi. On dakika sonra radyodaydık. Kapıda bizi hiç bekletmeden müdürün odasına aldılar. Yardımcısı da yanındaydı. Gülümseyerek ellerimizi sıktılar. Hatta oturtup birer de çay ikram ettiler. Radyo müdürü bizi biraz üzdüklerini, ama böyle bir kargaşada bazı ters­ likler olacagını anlatarak, hemen o gün göreve başlayacagımızı bildirdi. Sanki özür diler gibi bir halleri vardı. Ben bu havadan biraz şımarmış, biraz da üç gün öncesinin intikamını almak hevesi­ ne kapılmış oldugum için, aklımdan geçeni pat diye soruverdim. "Hakkımızdaki tahkikatı bitirdiniz mi binbaşım?" Binbaşının yanıtı bu kez çok zarifti?. "Hepiniz bu vatanın çocuklarısınız. Hepiniz vatanınızı sever­ siniz. Bundan hiç şüphemiz yok. " 89


Sonra bana döndü ve gülerek ekledi: "Sizin tahkikatınızı çok çabuk bitirmek için özel bir gayret gösterdim. Çünkü, uzarsa beni Gami:zön Komutanlıgına göndereceginizden korkttim. " Oracıkta bir nöbet çizelgesi yapıldı. Arkadaşlar beş gün bo­ yunca en kahraman savaşçı oldugum için , binbaşı da en edepsizle­ ri ben oldugumdan dolayı -bunu diyemiyordu, ama düşündügü belliydi- ilk nöbeti benim tutmamı istediler. ôgleden sonra başlayacagım nöbet gece yansına kadar sürecekti. Ama umurumda bile degildi. Beş gündür gerilmiş sinir­ lerim, ilk anonstan sonra gevşeyiverdi. Sanki yüzyıllardır uzak kalmıştım radyodan ve her yanını koklamak, öpmek, sevmek isti­ yordum. Haa, stüdyoya girdigim andaki manzarayı da hiç unu­ tamıyorum. Adımımı içeri attıgımda karşımda bana uzanan asker ellerini gördüm. Ardından sesler geldi. "Ben spiker Kd.Yzb. Nuri Gündeş. " "Ben spiker Deniz Tegmen Türkan Suyolcu. " "Ben spiker Hava Tegrrien Güler Uçucu. " Sıra bana gelmişti. "Teşekkür ederim, buraya döndügüm ve sizlerle tanıştıgım için çok seviniyorum. Ben de askerligini Erzurum-Dumlu, Kızıl­ vank'ta 256. Piyade Alayında yapmış spiker, er Jülide Gülizar . . . " Bir kahkaha patladı. Dakikalarca süren bir kahkaha tufa­ nıydı bu. Elleri belleri silahlı genç subaylar arasında çalışmamız başladı. Durumu yadfrgıyorum yadırgamasına ama, elimden gelen bir şey yok. llk anda bütün silahlar spiker masasına çevrili bir or­ tamda anonslar yapıyorum, haber okuyorum. İçim ürperip ürpe­ rip kalkıyor, ama belli etmiyorum. Bir de şu sesim titremese . . . İki saate kalmadan namlular benim oldugurn masadan öteye çevriliyor. 90


Saatler boyu tekdüze giden yayın bir haberle hareketlendi. İhtilalin önderi Cemal Gürsel'in o gece radyoya gelecegi söylentisi dolaştı ortalıkta. Bizler inanmakla inanmamak arasında bocalar­ ken, radyo müdürünün odasından bu yana sesler duyuldu. Birden­ bire, dışardaki koşuşturmalar artınca, söylentinin gerçek oldugu anlaşıldı. Aradan on ya da on . beş dakika geçmişti ki, stüdyonun kapısı açıldı. . İçeri önce bir haşmetli göbek girdi, ardından da sahi­ bi. Stüdyodakiler selama durdu. İçerisi bir anda 25-30 subayla tıklım tıklım doluverdi. Cemal Gürsel'in bir merhaba demesine bile fırsat verme­ den, özür dileyerek herkesten susmasını, çıt bile çıkarmamalannı rica ettim. Çünkü yayımlanmakta olan program bitmişti. Hemen, ikinci programa geçmem gerekiyordu. Anonsu ve baglantıyı yapıp mikrofonu kapattıktan sonra "Artık konuşabilirsiniz" dedim. "Amma da zamanı seçmişiz içeri girmek için" dedi, "eee, bu kadar isabetli atış yapmazsak asker oldugumuz nereden belli olacak . . . " Sonra elini uzattı, "Merhaba hanım kızım" dedi. Cemal Gürsel, · ihtilalin üzerinden geçen beş günde "Cemal Aga"Iıgıyla gönüllerimize taht kurmuştu. Kocamali. göbegi, geriye atılmış şapkası, sarkık yanaklanyla babacan, sevecen bir görüntüsü vardı. İddiasız, özensiz bir tavır ve sesle, stüdyoyla ilgili sorular sormaya başladı. Ben de biraz sıkıntılı, bol heyecanlı ve ürkek başiadıgım konuşmamı giderek rahatlayan bir havada sürdürdüm. "Sayın Başkanım, şu anda günlük yayınlann yapıldıgı stüdyoda bulunuyorsunuz, Hemen yan tarafımızda, sagda böyle bir işlevi sürdüren bir stüdyo daha var. İl Radyosu o stüdyodan yayın yapıyor. Şu karşısı, camın arkasındaki bölüm, iki numaralı stüdyonun kontrol odası. Biz oraya, aramızdaki kocaman camdan dolayı akvaryum deriz. Tonmayster canlı yayınlarda orada oturur. Müdür odasının hemen yanında en büyük stüdyomuz var. Konuk91


lann katıldıgı özel programlar o stüdyoda gerçekleştirilir. İki nu­ maralı stüdyo buradan biraz daha büyük. . . Teknik servis yukan katta, hemen bizim üstümüzdedir. Bizim bütün işimiz Teknik Ser­ visledir diyebilirim. " Sözümü kesip sordu. "Peki bütün işiniz onlarla da neden birbirinizi görmüyorsunuz? Hemen karşınızda olmaları gerekmez miydi?" "Dogrusu odur, ama durum böyle . . . " "Nasıl anlaşıyorsunuz birbirinizle?" "Şu telefon aracılıgıyla. . . Bir de şu gördügünüz dügmeye basarak. " "Basarak mı, nasıl yani?" "Efendim, bu dügmeye bir defa basınca yukarıda bulunan sinyal lambası bir defa yanıp .söner. Teknisyen arkadaş spikerin mikrofonu açtırmak istedigini anlar ve açar. iki defa basılınca, yine yukardan plak kanalı, Uç defa olunca da ya canlı yayın için stüdyolardan biri, ya da bant yayını için bant kanalı açılır." bilir?"

"Peki, yayının canlı mı bant mı olacagını teknisyen nereden

"Bakın burada, spikerin izledigi bir program vardır. Aynı program teknisyende de bulunur. Bu programda yayının plak mı, bant mı, canlı mı olacagı, canlıysa hangi stüdyodan yayımlanacagı yazılıdır. Bakın mesela şu programın karşısında (plak), şunun karşısında da (bant) yazılı. " "Bir tane de canlı yayın göster. " "Gösteremem efendim, ama canlı yayın olsaydı, karşısında (canlı, ST. 3) yazardı. Şu günlerde canlı yayın yapılmıyor, o neden­ le gösteremem. " " Sen burada şimdi n e yayını yapıyorsun, plak m ı bant mı?"

"Bant. . Çünkü plak yayını olsaydı, şu gördugunüz platoda 92


plak olurdu. Canlı yayını siz tam içeriye girdiginiz ·zaman yaptım. Biten programın kapanışını, başlayacak programın ne oldugunu söyledim yani . . ." "Bizi onun için mi susturdun yani?" "Evet. . . Bizim Hikmet Münir Ebcioglu diye çok usta bir spi­ kerimiz vardı. Şimdi emekli. O her zaman 'spiker iki kelimeyle Cumhurbaşkanını bile susturabilen insandır. O iki kelime mikrofo­ nu açıyorum demekten ibarettir' derdi. Mikrofon açık olsa sizin burada benimle konuştuklarınızın hepsi dışarıdan duyulur." "Demeee! Peki ya yaı:ılışlıkla açıksa. " "Kapalı efendim. Açık olsa, şu, arkanızdaki, sag taraftaki ince uzun camın içinde bekleyiniz diye yanan yeşil lamba, kırmızı olarak susunuz diye yanar. " "Hani canlı yayını anlatacaktın bana." "Canlı yayın az önce anlattıgım stüdyolardan birinde, sanatçının, tam program saatinde dogrudan kendisinin yaptıgı ,yayındır. Bant ise, önceden doldurulur ve günü saati gelince yayımlanır. Sanatçı radyosunun başında kendisini dinleyebilir." "Şu anda bçınt yayımlanıyor yani, kim bu sanatçı?" Nevin Demirdögen . . Evet banttan yayımlanıyor. Zaten beş gündür canlı yayın yapılmıyor . . . "

"Yapılmıyor mu? Peki neden yapılmıyor?" Söz gele gele kendiliginden, tam da benim istedigim nokta­ ya gelmişti. Gökte aradıgım şansı, yerde avcumun içinde bulmuştum. Şansımı kaçırmamak için yanıtı yapıştırdım. "Sayın Başkanım, radyoda çalışanların hiçbiri içeri alınmadı daha . Biz spikeriz, yani yayının can daman. Biz bile beş günlük mücadeleden sonra, bugün ögleyin girebildik içeri. Bilseniz neler çektik kaç gündür, hangi kapılan çaldık. . . " Sözün arkasını o anda aklıma geldigi gibi getirdim. 93


"Bugün de olmasaydı, artık size gelecektik. " "Bilseniz neler çektik, hangi kapılan çaldık beş gündür" diye başlayan ve soluksuz sürüp giden yakınmalarımı Gürsel, gözleri her an biraz daha açılarak, sık sık "Yaa, vah vah . . . Sahi mi? Peki neden? Allah Allah. ! Demeee!" gibi küçük çıgıklar atarak dinliyor­ du. Ben anlattıkça rahatlıyorum. İçimdeki her şeyi söylemiş olmanın rahatlıgıyla noktalıyorum sözü . . "İşte efendim, sanırsınız ki 27 Mayıs, radyoya ve radyocula­ ra karşı yapıldı." "Ne münasebet, ne münasebet" diyerek yanıtlıyor ve sürdürüyor Gürsel. "Arkadaşlar, bizler burada geçiciyiz. Gidecegiz ve yerimizi asıl sahiplerine bırakacagız." Sonra müdüre dönüyor, "Yarından tezi yok, radyonun gerçek sahiplerini çagıracak­ sınız. İhtilal muvaffak olmuştur ve korkulacak bir şey kalmamıştır. Gönül rahatlıgı içinde yerlerimizi kendilerine bırakabiliriz. " Stüdyonun kapısına yöneliyor. Tam kapıdan çıkarken durup son derece babacan bir tavırla konuşuyor. "Aman arkadaşlar, şimdi yine özür dileyip susturur bizi, hemen çıkalım. " Biraz daha vakit oldugunu söylüyorum. "Peki o halde son sorumu da sorabilirim" diyor. "Evet efendim." "Yani sen bu akşam bir cumhurbaşkanını susturdın öyle mi?" Olanca şımanklıgımla yanıtlıyorum. "Eweet, susturdum. " "Yann arkadaşlarına bununla övüneceksin degil mi?" ''Ebettee. Hem yalnız yarın degil, bütün ömrümce övüna:egim."

Ertesi günden başlayarak bütün personel işbaşı yapıyor. "Ben mi? Ben o geceyi son derece mutlu geçiriyorum. 94


Çünkü, beş yıla yaklaşan spikerlik yaşamımda ne zaman aşın laf etsem, arkasından kara kara düşünmüştüm. İlk kez, rahatım. Ra­ hattım çünkü, . koskoca Cumhurbaşkanına sırtımı dayayıp içimi boşaltmışım ve beş gün boyunca yapılanların hıncını almışım. Şimdi, gerekiyorsa binbaşılar düşünsün . Yine de ertesi gün, binbaşılarda bir burukluk bekliyordum. Ama olmadı. ikisinde de bir burukluk, bir kİrgınlık yoktu, Elbette içten içe üzülmüşlerdir, ama bana yansıtmadılar. 27 Mayıs yönetimi ihtilalin ilk günü aldıgı kararla, ikinci bir emre kadar kamu kurumlarında atama, nakil, istifa, yer degiştirme gibi işlemleri durdurmuştu. Ben , 1 956'da ayıla bayıla girdigim spi­ kerlik yaşamımda birçok nedenlerle sıkılmıştım. Hem sıkılmış, hem spikerligi tekdüze bir iş gibi görmeye başla�ıştım. Ve 1 958 son­ larında radyodan istifa edip dört yıldır erteledigim avukatlık stajıma başlamışhm. 1 959 sonlarında staj bittiginde , artık radyo­ ya dönmeyi düşünmedigim için , başka iş aramaya başlamıştım. Stajını boyunca ögretmenlik yaparak kazandıgım üç beş kuruş da, okullar tatil olunca kesilmişti. Tam o sırada, beklenmedik bir çagrı hızır gibi imdadıma yetişti. Spiker açıgı nedeniyle Ankara Radyo­ sundan çagınyorlardı. İstiyorsam yeniden atamam yapılacaktı, is- . temiyor:sam o günlerde uygulanan bir yöntemle, kaşeli olarak çalışacaktım. Canım dönmek istemiyordu, ama beş parasız kal­ mak da hiç hoş degildi. ikinci öneri rahatça kabullenilebilirdi. Çünkü hem çalışıp biraz para kazanmak, hem de yeni bir iş ara­ mak iyi olurdu. ·

Evdeki hesap çarşıya uymadı. ikinci spikerlik dönemimin başlamasından birkaç ay sonra 27 Mayıs geldi. Ve de yasaklarıyla geldi. Benim için yİne kara kara düşünme dönemi başladı. Artık kaşeli personel çalıştırılmayacagı yolunda söylentiler de giderek 95


yogunlaşıyordu. Kamu kurumlarına getirilen yasak nedeniyle başka bir yerde iş bulmam mümkün degildi. Gelecek günler ne olacak, neler getirecek? Radyonun yeni yöneticileriyle daha ihtila­ lin ilk akşamı tartışmıştık. Beşinci gece, kendilerini bir güzel şikayet etmiştim. Şikayet etmiştim, amaa. . . Düşüncelerimin burasında içim aydınlanıyor. Bana bir terslik yapacak olurlarsa -ki yapabilirler, çünkü kuyruk acılan var- kalkar Cemal Gürsel'e gide­ rim (Cemal Gürsel de babamın oglu sanki, her isteyen her istedigi anda yanına girebilirmiş . gibi) . Yok yok, binbaşıların böyle bir şey yapacaklarını sanmam. Çünkü, şehitler için yapılan naklen yayından sonra kendileriyle aramız düzelmişti. . Allahtan bekleyiş u�un sürmedi. ihtilalin birinci ayı doldugunda binbaşılar beni çagırarak önüme iki seçenek uzattılar. lhitilalin ilk günü komitenin aldıgı karan anlattılar, sonra "Bu du­ rumda ya radyodan ayrılmanız, ya da atamanızın yapılması gere­ kiyor" dediler. Ardından da eklediler: "Bizim gönlümüz kalmanızı istiyor. " Atanmam iki günde tamamlandı. Durumu bildirmek üzere beni çagırdıklannda ikinci . bombalannı patlattılar. "Radyodaki bütün spikerler sınava girecektir. " Belli ki ayıklamak istedikleri birkaç kişi var. Spikerlerin zaten çok zorlu sınavlardan sonra radyoya alın­ dıklannı söylememin bir yaran olmadı. Çünkü hemen sordular: "Peki ya onca sınavsız spiker neyin nesi?" Aslında haklıydılar. O sırada ikisi Yassıada'da olmak üzere 1 5 spikerdik. Can Okan ve Yılmaz Tok, ihtilalin ilk saatlerinde as­ kerlerce alınıp götürülmüşlerdi. Özellikle Can Okan'ın MENDE­ RESİ N SPİKERİ diye anılmasından dolayı geride kalan spikerlerin hepsi, askerlerin gözünde şaibeli insanlardı. Radyonun on yıldır uygulayageldigi garip politika, hepimizi potansiyel suçlu yapmıştı. Aynca aramızda gerçekten de filan bakanın, falan genel müdürün ya da milletvekiliriin kartvizitiyle gelmiş 6-7 sınavsız arkadaş vardı. 96


Hepimizin sınavdan geçirilecegi haberi spikerler .arasında bomba gibi patladı. Bu karara isyan edip sınava girmemeyi önerenler çogunluktaydı. "Biz zaten kaç sınavdan geçip de geldik, bunların sınavından mı korkacagız, girelim" diyenler, bu durumu onur sorunu yapıp kriz geçirenler vardı. "Ayıp d_egil mi bunca yıllık spikerleri sınavdan geçirmek" diye söylenenler . . . Tartışma­ ların noktasını, bütün zamanların en güzel sözünü (!) söyledigime inanarak ben koydum. "Kendi adıma konuşuyorum arkadaşlar, bu bir formalite sınavı olacak, bazılarını ayıklayacaklar. Böyle bir sınava girmekten korkmuyorum da, utanmıyorum da. . . Utanması gereken ben degilim, beni bunca yıl sonra böyle bir sınava çagıranlardır. Ben girecegim. " Sınav, temmuz başlarında yapıldı. isyan edenler d e girdiler sınava. Çünkü oluşturulan jüriye baktıklarında, gerçekten bunun bir formalite oldugunu, ayıklanması gerekenlerin saf dışı bırakılacagını anladılar. Radyo yönetimi, bizlere saygılı davranmış · ve dogru dürüst bir jüri oluşturmuştu. Sınav sonunda yalnızca beş bayandan oluşan bir ekip başa­ rılı bulunmuştu. Nadide Köksal, Hazin Güran, Mukaddes Göz­ aydın, Ülkü lmset ve ben. Digerlerinin radyoyla ilişkileri kesildi. Yaşamımızda çok zorlu bir dönem başlıyordu. Bir askeri dönemi ilk kez yaşıyorduk. Birtakım sıkıntıların olacagını elbette biliyor, ama bunların boyutlarını kestiremiyorduk. ihtilalin ilk günlerindeki, bir yönüyle balayı, bir yönüyle bunalım diye nitele­ digimiz havası atlatılmıştı. Balayı diyorum, çünkü özellikle son · bir buçuk yıldır üzerimize karabasan gibi çöken sıkıntıdan bir gecede kurtulmuştum, ötekilerle birlikte görece bir özgürlük ortamında bulmuştuk kendimizi. Sıkıntı diyorum, çünkü ilk birkaç haftadır namluları bize dönük silahların ortasında yayın yapıyorduk. Sagımız üniforma, solumuz silahtı. Gerçi stüdyodaki subaylarla ar97


kadaş olmuştuk, herhangi bir olumsuzlukla karşılaşmıyorduk, ama yine de silah ve üniforma hiç içimizi açmıyordu. Bu çelişik duygu­ ların yarattıgı karmaşaya bir de gün boyu okumak zorunda kaldı­ gımız askeri bildirileri eklerseniz, durumunuz daha iyi anlaşılır. Stüdyolarda spikerlik yapan, radyonun çeşitli bölümlerin­ deki birimlerin başına getirilen askeri personelin çogu uzun süre kalmadı. Asker olarak yalnızca iki binbaşı, müdürlük ve müdür yardımcılıgı görevini sürdürdü. Yani radyo dış görünüşüyle çok kısa sürede sivilleşti, ama bir buçuk yıl suren 27 Mayıs yönetimi boyunca oldugu gibi, 15 Ekim 196 1 seçimiyle oluşturulan TBMM döneminde de, yayınlarda zaman ,zaman haki renk fark edildi. Bu, belki de o günlerin kaçınılmaz sonucuydu. Çünkü 27 Mayisı çok kısa bir süre sonra Milli Birlik Komitesindeki 14 Kasım Operasyo­ nunu, 22 Şubat " 1 962 ve 2 1 Mayıs 1 963'teki ayaklanmalar izle­ mişti. Buna, geçen zaman içinde, ihtilalden sonra sinmiş olan DP'lilerin palazlanmaya başlamalarını da ekleyin. Dahası, kayna­ yan kazan durumundaki silahlı kuwetleri. . . Türkiye, tarihinin çok zor dönemlerinden birini yaşıyordu.

iLKEL BiR RADYOCULUK

1950'lerin radyosunda, çagdaş yayıncılıgın gerektirdigi çalışmalardan eser yoktu. Stüdyodaki masanın üzerinde cısılı duran, yavru köpek kafası büyük!UgUnde bir mikrofon, iki yanında lenduha gibi ve son derece çirkin görÜnüşlü iki plato. Karşıda da, plak, bant ve canlı yayınlan izlememizi saglayan, 10.5 ayak buz­ dolabı bUyüklügünde bir alıcı. Platolarda 78 ve 33 devirli plaklar­ la, Ankara Radyosunun· sini bUyUklügUndeki ve plato kolunun içten dışa dogru hareketiyle ses veren özel plaklarını çalardık 98


Bant yayınlan başlangıçta yoktu, 1960'a dogru başladı. Onların da montajı alabildigine ilkel yöntemlerle, bandı hata yapılan yer­ den kesip baglanacagı noktaya yapıştırarak yayın yapılırdı. Arada­ ki bölüm de bir işe yaramayacagı için kesilip atılırdı. Bu, hem bant kaybına neden olur, hem de yayın sırasında bant, yapıştırma nok­ tasından kopup yayını aksatırdı. Kopan yeri yapıştırıp bandı yeni­ den yayına sokmak için ugraşırken de bir, bir buçuk dakikalık boşluklar yaşanırdı .. Yayının iki ana daman sayılan spiker ve teknisyen anlaşması, daha önce anlattıgım gibi, telefonla ya da mikrofon dügmesine bir iki Uç basarak saglanırdı. Dogrusunu söylemek ge­ rekirse, blr teknisyenin sekiz saatlik nöbeti boyunca gözünü dikip aşagıdan bir iki Uç basılınca bir iki Uç kez yanıp sönen sinyal lam­ basını beklemesi pek kolay degiL Diyelim ki spiker dügmeye Uç kez bastı. Bant ya da canlı yayın kanalının açılmasını istiyor. Tek­ nisyen bunlardan iki sinyali görüp plak kanalını verdi. Hatta birini görüp mikrofonu açtı. Siz bant ya da canlı yayın kanalını bekler­ ken mikrofon açılıveriyor durup dururken. Öfkeden kuduruyorsu­ nuz. Başka bir stüdyoda canlı yayına başlayacak sanatçı, bekiedigi baglantı yapılamadıgı için öfkesinden ateşler püskürme noktasına gelmiş. Haydiii . . . Bir kıyamet kopması işten degil. "Sen bir bastın, ben de mikrofonu açtım. . . Hayır üç bastım. . . . Ben kör müyüm de görmedim? Peki ben aptal mıyım da kaç bastıgımı bilmiyorum?" Oysa ne teknisyen kör, ne spiker aptal. . . Yalnızca sistem yanlış . . . Durum teknik açıdan ilkel de personel açısından, çok mu degişik? Hiç öyle bir şey söz konusu degil. Bütün kadro, büro me­ murları, spiker ve teknisyenlerden oluşuyor yalnızca. Bir yayın ku­ ruluşunun vaigeçilmez elemanları olan programcıların ve muha­ birlerin adı sanı bile yok. Daha · önce anlattıgım gibi haber bültenleri radyo dışında hazırlanıyor, bir bisikletliyle radyoya gönderiliyor. Programlar ise, başta Amerikan olmak üzere, bazı 99


kOltür derneklerinden geliyor. Elbette bu derneklerin arasında o günün deyimiyle demirperde ülkelerinin yeri yok. Onlardan yılan görmüşçesine ürkülüyor� Tek tük de, radyo dışındaki bazı kişilerce hazırlanan programlar var. Bunlar genellikle sözlü programlar . . . Çok gerektiginde röportajları yalnızca erkek spikerler yapıyor. Naklen yayınlan ise mutlaka dışardan kimseler. 30 Agustos ve 29 Ekimlerde asker kökenliler, 19 Mayıslarda ise Gazi Egitim Ens­ titüsü hocalarından bazıları. Naklen yayınlarda erkek spikerlere bile yer yok. Saat 1 3 . 00 ve 1 9.00 bültenlerini Can Okan'la Kemal Kaltoglu'na vermişler. Bizlere de sabah ve gece bültenleriyle, "Şarkılar bitti, türküler programına başlıyoruz" ya da "filancanın konuşmasını dinlediniz, şimdi şarkılar programına başlıyoruz" türünden kıytırık anonslar kalıyordu. Dogal olarak günün birinde biz hanımlar bu duruma isyan ettik. Biz de röportaj yapmak istiyorduk ve bunu erkekler kadar biz de başarabilirdik. Başkaldırımız yönetimce haklı bulundu. Arada bir de olsa, röportajlara hanımlar da gönderilmeye başlandı. Ama benim gönlüm naklen yayındaydı. Sürekli o kapıyı zorlamama karşın , "işte bunu yapabilirim" diyebilecegim bir fırsatı yakalayamıyordum. Çünkü üç bayramla, cumartesi günleri DTCF'de yapılan Cumhurbaşkanlıgı Senfoni Orkestrasının kon­ serlerinden başka naklen yayın yoktu. Bayramlaryn sahibi zaten belliydi. Sonuncusuna da müzik bilgimin yeterli olmadıgını bildigimden, ben talip olamıyordum.

Umutsuz bekleyişim sürerk�n, Scarlatti adında bir İtalyan hafif müzik orkestrası geldi Ankara'ya. Bugünkü Büyük Tiyatro sahnesinde bir konser verecekti ve bu konser radyodan naklen yayımlanacaktı. Radyo Müdürü Ümit Halit Demiriz "Naklen yayın, naklen yayın deyip duruyordun, al işte sana naklen yayın" diyerek bu görevi bana verdi. O andan başlayarak, elimin ayagıma, dili­ min burnuma dolandıgını söylemeye gerek yok. Bir yandan, sevinçten havalara uçuyor, bir yandan da başaramayacagımdan 100


korkup kendi kendime verip veriştiriyordum. Nereden çıkarmıştım bu naklen yayın işini durup dururken? ·

iki gün üst .üste nöbetim yoktu. Üçüncü günü de arkadaşlar idare ettiler. Ben üç gün boyunca eve kapandım, yemek yememe­ cesine hazırlıklar yaptım. Sanki dünyayı fethe hazırlanıyordum. Dönüp dönüp yeniden yazdıgım sayfalar dolusu metni neredeyse ezberlemiştim. Artık hazırdım. Amaa . . . Ama işin bir başka yönü vardı. insanların önüne, sahneye çıkarken · ne giyecektim? Kosko­ ca Ankara Radyosunu temsil ediyordum. Öyle günlük kıyafetle çıkmak olmazdı ki. iyi, ama öyle bir kıyafetim yoktu. . . Bir gece için de dünyanın masrafını yapıp almaya degmezdi ki . . Bir arka-. daş imdadıma yetişti. O gece için, ışıklar altında pırıltılar saçan siyah bir giysiyle, beyaz yumuşacık tüylü bolerosunu verdi. Acele çarşıya çikıp topuklu bir ayakkabı aldık. Kuaföre gidip o yılların modası Farah Diba stili bir de saç yaptırdık. Kaşımı gözümü, du­ daklarımı boyayıp makyajımı tamamladık. Üstelik bu işten anlayan arkadaşlar sahne makyajının koyu yapılması gerektigini söyleyerek boyaların üzerinden bir kat daha geçtiler. Siyah giysi ve beyaz bolerolu halimi gördügümde kendimi yadırgamamın üstüne, bir de bana sipsivri gelen topuklu ayakkabıları ayagıma geçirince, bir apartmanın tepesinde aşagılara bakıyormuşum gibi bir duygu gelip içime oturdu. Müthiş rahatsızdım. Oyalı boyalı yüzümü aynada gördügümde ise, hiç . tanımadıgım biriyle karşılaştıgımı düşündüm. Benim için olumsuz sayılabilecek ne varsa . hepsi bir aradaydı ama, o kadar çok istedigim bir işi yapa­ cagım için hepsine katlanacaktım. .

Radyonun arabası saat 20. 30'da gelip beni evden aldı, ti­ yatroya götürdü. Ben sahnedeki yerimi aranıp dururken bir görevli geldi, yerimin hazır oldugunu bildirdi, kendisini izlememi istedi. Arkasına takıldım. Önce perdenin arka yanına geçtik. "Dur bakalım" dedim kendi kendime. Sonra, yerlere atılmış, çogu çivili tahta parçalarının üzerinden, birtakım ev eşyalarının arasından 1 01


geçtik. Bir yandan iki dirhem bir çekirdek görünüşümle ne kadar komik oldugumu düşünüyor, bir yandan da ne umdugumu, ne bul� ugumu karşılaştırıp kahroluyordum. Bitmez tükenmez bu yolculuk daracık, dapdaracık bir kutu­ da son buldu. Beni uzun uzun yollardan geçirip yerime getiren görevli. "işte şurası yeriniz, şuradan sahneyi izleyecek ve anlata­ caksınız, haydi başanlar" diyerek aynldı. Gösterdigi yerden sahne zar zor seçilebiliyordu. Olsun . . . Naklen yayın dedigin de kolay olmaz ki . . . Her işin bir güçlügü vardır. Katlanacaksın. ı

Katlanacagım da, ayakkabı alıp tepesine çıkmışım, kuaföre gidip kafamı tas gibi taratrnışım, yüzümü gözümü boyayıp kendi­ mi tanınmaz hale getirmişim. Arkadaşımdan ödünç elbise, bolero, takı almışım. O engebelerden geçerken ya elbiseye bir şey olduy­ sa . . . Ya lekelendiyse . . . Yırtıldıysa . . . Bembeyaz bolero renk degiştirdiyse . . Ya takılardan biri düşüp kaybolduysa . . . Aman camım, bu da tasa mı? Koskoca bir naklen yayın ya­ pacagım. O kadarcık zarara da katlanmalıyım. Öderim gider be . . . O kadar parayı nerden bulur da ödersin . . . Taksitle öderim . . . İyi ama , ben sahnede olacaktım. Bütün bunlar, karşısına çıkacagım kitleye saygımdandı. Oysa şimdi, dekorlardan bir enkaz yıgınının üstünde, dengemi saglayarak durabilmek için cambazlık yapıyorum. Kendi kendimle alıp vermem, Scarlatti Orkestrası sahne aldıgı anda bitti. ilk anonsu yapıp bitirdigim zaman yine kendi kendime söylendim. "Off, amma da ince eleyip sık dokudum. . . işte başladı. O kadar . karamsarlıgın boşuna oldugunu gördüm. Bir ara bu işi ya­ pamayacagımı düşündüm . . "

1 02


Ama yaptım. Başardım mı başarmadım mı, bilemiyonim. Nedense içimde acaip bir boşluk, bir doymamışlık var. Birilerinin bu boşlugu gidermesi, biraz konuşması, bir iki güzel cümle söylemesi, o anda en çok istedigim şey. Radyoya döndük. Müdür gülümseyerek karşıladı bizi ve elimi sıkarak kutladı. "ttk naklen yayınındı, ufak tefek hatalar dışında iyiydin. Kutlarım . . . " Sözünü bitirdigi anda sanının kıyafetimi fark etti. Bir kahkaha attı. Ardından da sorularını .sıralamaya başladı. "Yahu çılgın, sen nereye gidecegini sandın da böyle giyinip kuşandın, bu kadar süslendin. Vah vaaah, kimseler görmedi seni, hepsi boşa gitti degil mi? Herhalde çok üzülmüşsündür. Ama yok, boşa gitmesin, yanın saat sonra yayın bitecek, spiker arkadaşları da alıp bir yere gidelim." Neyse, küçük bir grup yaptık ve benim kıyafetimin görülecegi bir yere gittik. Demiriz, benim gibi herkesin de bu nak­ len yayınlan yapacagını yineledi durdu. O zaman da gidip bir yerde başarılan kutlayacaktık. Oysa ne ben, ne de başka biri. . . Hiçbirimiz yapamadık bu işi. Çünkü kısa bir süre sonra 27 Mayıs geldi. Ümit Halit Demiriz, Yassıada'ya gitti. Bizler yeni yönetimde ne olup bitecegini, nasıl bir döneme girecegimizi düşünüp durduk. Bizim düşüncemize göre, birçok şey başlamadan bitmişti. Yanılmışız. Çünkü çok kısa bir süre, 27 Mayıstan bir hafta sonra hiçbir şeyin bitmedigini, hatta birçok şeyin yeni başladıgını gördük. Hem de öylesine gördük ki, adımımızı bir tek röportaja, naklen yayına attırmadıkları biz hanımlar nerelerde, ne konularda röportajlar yaptık. Özellikle ben röportajı ve az önce anlattıgım naklen yayından sonra bu işi çok sevmiştim. O nedenle nerede böyle bir görev çıksa, gözümü kırpmadan gitmeye başladım. Bun­ lardan ilginç olan birini anlatmak istiyorum. 103


Etimesgut'taki vericilerden birinde periyodik bakımlardan biri yapılacaktı. Başmühendis Senia Eke, kulenin tepesinde bu bakımın röportajını yapıp yapmayacagımı sordu. Sorulur muydu, ben dünden hazırdım. Sabahın dördünde, biz iki hanım kulenin ayaklan dibinde­ yiz. Hani kahvecilerin çay kahve servisi yaptıkları askılar vardır ya, onlardan birini 1 0- 1 2 kat büyütün. işte öyle bir askıyla, kulenin çalışanları asansör diyorlar, ona bindik. Her tarafı açık bu askıdan, uzaklan yakınlan seyrede seyrede yukarılara dogru yükseldik. Durdugumuz yerde röportaj yapacagımızı sanıyordum. Senia Eke, daha yukarıya çıkacagımızı ve bunun için asansör yeri­ ne merdiven kullanacagımızı söyledi. işte o zaman, beynimden w­ rulmuşa döndüm. Çünkü yükseklere çıktıgım zaman aşagıya baka­ mazdım, bakarsam düşecegimi sanırdım. Ama iş o noktaya kadar geldikten sonra, yapamayacagımı söylemek de olmazdı. Canımı dişime takıp deneyecegim. Deneyecegim de, kendi başıma degilim, yanımda yedi kilo agırlıgında bir de röportaj aygıtı _var. Senia Eke'yle bir durum degerlendirmesi yapıp çöZUmü bu­ luyoruz. Gemici merdivenlerine benzer o merdivende önce ben dört beş basamak çıkacagım. Senia Eke aygıtı uzatacak. Ben ala­ cagım ve tırmanmaya devam edecegiın. .Arkıdarı da kendisi gelecek Çözümü pek begeniyoruz. Üzerinde biraz daha durursak, sanırım ikimiz de yeni bir korkuya kapılacagımızı düşündügümüz için acele ediyoruz. Ben yaradana sıgınıp gözlerimi hafifçe kapatıyorum ve basamakları saymaya başlıyorum. Kararlaştırdıgı­ mız yerde, bir elimle sımsıkı merdivene tutunup ötekiyle, aşagıdan uzatılan aygıtı alıyorum, hiç vakit geçirmeden ve can havliyle iki basamak daha yükselip elimdekini yukarıya koyuyorum. Ondan sonra yine gözlerim hafif kapalı, aşagıya bakmamaya özen göste­ rerek tepeye çıkıyorum. Aşagıdaki teknisyenlerin çıglıklan arasın­ da, Senia Eke de yanıma geliyor ve operasyon tamamlanıyor. 1 04

·


Yukansı küçük bir sini büyüklügünde bir plato. Röporta­ jımızı yapıyoruz. Bir yandan bu çıkışın inişi nasıl olacak düşüncesi içindeyim, bir yandan da, bir teknisyenin yanlışlıkla biz tepedey­ ken kuleye cereyan vermesi korkusunda . . . Tepede kavrulup kal­ mak işten degil. Bu korkumu 5enia Eke'ye aktardıgımda "Kork­ ma" diyor, "benden talimat almadan cereyan vermezler". O ne derse desin, yayının başlama saati yaklaştıkça benim yürek çarpıntılanm sıklaşıyor. Neyse, yukan çıkarken uyguladıgımız · yöntemi bu kez tersi­ ne çevirerek asansöre iniyoruz . . . Oradan da rahat bir biçimde ye­ re. Ayagım topraga degdiginde utanmasam egilip topragı öpecegim. Sonraki günlerin gazetelerinde, "Bu iki hanım sabahın köründe, kulenin tepesinde_ ne yapıyorlardı, deli mi bunlar" kabi­ linden yazılar çıktı. Eveeet. Dönelim kaldıgımız yere. Ne demiştik, 27 Mayıstan bir hafta sonra, hanımlann röportaj ve naklen yayın öyküsünün, başlamadan biten bir öykü olmadıgını gördük. Çünkü, 10 Haziranda bir naklen yayın yapılacaktı. !stanbul'daki 28 Nisan olaylannda ölen Turan Emek­ siz, Nedim Ôzpulat, 27 Mayıs sabahı şehit düşen Tegmen Ali İhsan Kalmaz ve Koçak Ersan, düzenlenecek bir törenle Anıtkabir'e götürülecek ve orada topraga verilecekti. Yönetim bu şehitler için yapılacak törenin çok görkemli olmasını ve radyodan naklen yayımlanmasını istiyordu. İstiyordu da, radyoda bu işin üstesinden gelebilecek kimse yoktu. 14 spikerden hiçbiri -benim dışımda- naklen yayına gitmemişti. İçlerinde -tek naklen yayınla­ en deneyimlileri (!) bendim. Sanırım yöneticiler zor durumday­ dılar, ama yapabilecekleri bir şey yoktu ve bizlere mecburdular. ·

Naklen yayından dört beş gün önce bize durumu anlattılar. Törenin başlayacagı Cebeci Camiinden Anıtkabir'e kadar sekiz yerde istasyon kurulacak,buralara birer telefon baglanacaktı. 105


lstasyonlann her birinde radyodan bir spiker, bir teknisyen ve biri şiirleri okumaya yardımcı olacak, biri de bizleri koruyacak iki subay bulunacaktı. Her istasyondaki spiker, zamanı geldiginde sözü bir sonrakine devredecekti. Cebeci Camiinde İhsan Erdamar ve Ferit Güvenç'in naken yayınlanyla tören başladı. Sözün akışını bozmak olacak ama, o dönemin garip uygulamalannı daha iyi anlatmak amacıyla, spiker İhsan Erdamar'ın başına gelenleri anlatmak istiyorum. İhsan, Tıp Fakültesinde okuyan bir ögrenci spiker. Ailesi DP'IL. Ama herkes gibi o da, gördüklerinden yaşadıklanndan çılgına dönmüş. Hiç unutmuyorum, lstanbul'da 28 Nisan günü başlayan olaylar ertesi gUn Ankara'ya sıçramıştı. O gün lhsan'la ikimiz sabah nöbetindeyiz. ôgleyin, nöbete gelen arkadaşlara görevi devredip çıkıyoruz. İkimizin de evi Dikimevi'nde . . . Bir otobüse bi­ niyoruz. Kurtuluş alanına yaklaşırken önce bir ugultu duyuluyor, sonra da ucu bucagı kestirilemeyen bir kalabalık dalgalanıyor. Bir de akıl almaz sayıda polis dolaşıyor ortalıkta. Alanın · başında polis­ ler otobüsü durdurup hepimizi indiriyor ve kimsenin Kurtuluş'tan yukan bir adım bile atamıyacagını bildiriyorlar. Biz spiker kimlikle­ rimizi göstererek geçmeyi deniyoruz. Şaşılacak şey ama, deneme­ miz olumlu sonuç veriyor. Yanımıza iki polis verip Dikimevi'ne ulaşmamızı saglıyorlar. Saglıyorlar ama, Siyasal Bilgiler Fakültesinin önünde ipin ucu kaçıyor. Çünkü burası insan denizi olmaktan çıkmış, tıpkı fokur fokur kaynayan kazan. Biz öte yana geçmek için çabalarken aniden bir komutla irkiliyoruz. "Ateş" . . . Ve komutun ardından açılan ateş. Silah sesini radyo temsilleri ve filmler dışında ilk kez bu kadar yakından ve böylesine gerçekten duyuyorum. Fakültenin balkonunda az önce sloganlar atarak dire­ nen kız erkek yüzlerce ögrenci, bu kez çıgık çıglıga bagırmaya, kendilerini yere atmaya, içeri kaçmaya başlıyorlar. Balkon duvar­ lannda açılan kurşun yaralan, çıglıklar. Olaya biraz da kadınca bir 106


duyarlık, duygusallık karşınca ben ellerimle gözlerimi kulaklarımı kapatıyorum, sonra yine açıp yine kapatıyorum. Bizi korumakla görevli polisleri o kargaşada kaybettigiiniz için Dikimevi'ne kendi çabalarımızla ulaşıyoruz. Alelacele bir yemek yiyecek ve kayıt yapmak Umre yeniden radyoya dönecegiz. Belli bir saatte, şimdi Dikimevi Postanesinin oldugu yerde buluşup birlikte radyoya gitmeyi düşünüyoruz. Çünkü aynı kalabalıkta, aynı sıkıntıları yaşamak olası. iki kişi olursak işimiz biraz daha kolaylaşır sanıyoruz. SBFye yaklaşırken yanıldıgımızı anlıyoruz. . Asker ve polisler gitmiş, halk dagılmış. Çok sayıda ögrenciyi polisler alıp götürdükleri için ögrenciler de kalmamış ortalıkta. Görünüm bir meydan savaşı sonrasını andırıyor. Durup biraz hüzünle ve çokça da nefretle, fakültenin balkonundaki kurşun yaralarına bakıyoruz. Belki de öfkenin ve nefretin dürtüsüyle hiç yapılmaması gereken bir şeyi yapıp fakUlteye yöneliyoruz. Amacımız, ateş sonrasında o yerleri daha yakından görmek. Bu çok önemli (!) incelememizi ta­ mamladıktan 5onra radyoya gidiyoruz. Bu olayın 07.erinden yalnızca iki gün geçiyor. Pazar günü ögle nöbetindeyiz. Kapı açılıyor ve içeriye spikerlerden rahmetli Erol Onar giriyor. Bir "selam" bile demeden Ihsan' a dönüyor, üzgün bir sesle "Seni müdür bey istiyor" diyor, "senin yerine beni çagırdılar nöbete" diye ekliyor. Hiçbir şey anlamadıgımız için şaşkın şaşkın bakıyoruz Erol'a. Onun da gözlerinde aynı şaşkın bakışlar. On dakikaya kalmadan Ihsan dönüyor. Yüzü bembeyaz, sesi buruk. Tek cümle söylüyor. "işime son verildi, hoşçakalın . . " Açılan kurşun yaralarını incelemek thsan'a pahalıya mal oluyor. Gerekçesini bugün bile anlayamadıgımız ögrenemedigimiz bu olay, 27 Mayısta son buluyor. Askerler thsan'ı evinden alıp görevinin başına döndürüyorlar. Gelgelim naklen yayınımıza ve sözü bıraktıgımız yere. 107


Camideki tören kısa sordu. Ve hemen SÖZÜ bana bagladılar. Ben, böyle bir naklen yayın için düşünülecek en güzel, olanaklan en iyi yerdeyim. Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteleri arasındaki incecik yolun karşısında bulunan apartmanın beşinci katında, balkondayım. Hem, karşımda töreni izleyen ögrenci deni­ z.ini, hem de Kızılay'a yönelmiş konvoyun büyük bir bölümünü görüyoriım. 29 Nisan gününü bir raslantı sonucu burada yaşamış, açılan ateşi burada izlemiş ve iliklerime kadar burada titremişim. Yani anılar taptaze, 27 Mayısın coşkusu dorukta . . . Dört beş gün boyunca, bu coşku ve kısa bir süre önce yaşadıgım nefret içinde, babamla birlikte bu naklen yayın için sayfalar dolusu metinler hazırlamış ve şiirler seçmişim. Dahası, elimde başka olanaklar var. Ômegin bu evdekiler 29 Nisanı bütün dehşetiyle yaşamış. Onlar­ dan birine bu dehşeti anlattırabilirim. Ve karşımdaki ögrencilerden pek çogu cop yemiş. Onlardan birine de bunu anlattırabilirim . Aklıma gelenleri, hemen uygulamaya karar verdim. Hukuk Fakültesine haber göndererek cop yemiş bir ögrenci istedim. Copun alasını yemiş gönüllü uçtu geldi sanki. Evin hanımı, 29 Nisanı anlatmaya hazır qldugunu söyledi. Elimdeki metinler. . . Şiirler. . . Röportajlar. . . Kendimden geçmiş, konuşuyor da konuşuyorum. Sanki naklen yayın degil de,. açık havada bir stüdyo programı yapıyorum. Geçen dakikalann farkında bile degilim. Bir telefon sesiyle kendime geldim. Bizi korumakla görevli subay, Radyo Müdürünün telefon ettigini, harikalar yarattıgımı, ama biraz daha konuşursam sözü üçüncü degil, dördüncü istasyo­ na baglamam gerektigini, müdürün agzından bana aktardı. Türkçesi, kibar bir yöntemle artık susmam anımsatılıyordu. Uygun bir baglantıyla sözü üçüncU istasyona bıraktım. Bir haftaya varan çalışmam boşa gitrnedigi ve alnımın akıyla bu . işi bitirdigim için seviniyordum. Telefon yine çaldı. Yine 108


aynı subay, konuşmayı iletti. Telefondaki Radyo Müdürüymüş. Benim hemen bir cipe bindirilip birkaç korumayla birlikte Anıtkabir'e intikal ettirilmem ve oradaki naklen yayını da benim yapmam isteniyormuş. Birkaç subay buldukları ilk cipe bindirip en kısa sürede beni Anıtkabir'e ulaştırdılar. Anayollarda, igne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalık oldugundan arka yollan seçmişlerdi. Bütün arkadaşlar, . korkumuzun aksine, başarıyla bitirdik görevimizi. Ama hiç alçakgönollolük yapmadan söylüyorum, günün yıldızı · bendim. Naklen yayın sonrası radyoevine döndügümüzde iki binbaşı da aynı şeyi dönüp dönüp yinelediler . . . Keyfime diyecek yoktu. Çok istedigim . bir işin üstesinden gelmiştim. Aynca, binbaşılarla ilk günkü çatışmanın ve onları Gür­ sel'e şik:ıyet etmemin ezikligini bu naklen yayınla silip atmıştım. Bu . olaydan· sonraki günlerde müdürün de yardımcısının da baştacı oldum. Binbaşı Türkeli'nin radyodaki görevi bir süre sonra bitti. Konya'ya atanmıştı. Binbaşı Busret Altug ise 22 Şubata kadar kaldı. 22 Şubatta kendisinin de bu işin içinde oldugu anlaşılınca emekliye ayırdılar . . Baştaki takışıp çekişmelerimize karşın, ikisini de sevgiyle anıyorum, en güzel yanlarıyla · anımsıyorum. Ama nöbette oldugum bir gece, telefonla evimi suların bastıgı haberi verilince, Nusret Altug'un hemen yerime bir spiker getirtip yayını ona dev­ redişini. . . "Sen yalnız başına oturan bir genç kadınsın, gecenin bu saatinde birisi sana bir oyun etmiş olabilir, onun için eve tek başına gidemezsin" deyişini. . . Nöbetçi şöförün yanına bir şoför daha alarak hep birlikte eve gelişimizi. . . Merdivenlerden akan sulan görünce patolonunun paçalarını kıvırıp ayakkabılarını ve çoraplarını çıkararak sulara dalışını . . . Sonuç olarak hep birlikte evi tertemiz edişimizi hiç unutmuyorum. 1 09


27 MAYISIN RADYOSU

Elbette 27 Mayıs da, kendinden sonra gelenler gibi bir as­ keri hare�ttır ve bu niteligiyle çagımız anlayışına ters düşmektedir. Çanka 27 Mayıs da, seçimle gelen -ama seçimle git­ meyi içine sindiremedigi için, meşruiyetini kaybetmiş- bir iktidarın silahla devrilmesidir. Ama 27 Mayısın getirdigi sonucu, o gazelim 1 96 1 Anayasasını ve -görece bile olsa-bir özgUrlUkler ortamını hiç hesaba katmadan ona "askeri hare�t" ya da "darbe" damgasını basıp küçümsemeye olanak var mı? Her siyasal hare�t gibi aske­ ri hare�t da ideolojisini, amaçlarını daha geniş kitlelere ulaştırmak ve benimsetebilmek için çaba gösterir. Bu çabada kul­ lanabilecegi en uzun menzilli silah da kitle iletişim araçlarıdır. 27 Mayısta bu silah "radyo"ydu. Bir önceki dönemde çok köta kullanılan bu silah, onuncu yıla varmadan ters tepmişti. Şim­ di onu hem iyi kullanmak, hem ters tepmesini önlemek gerakiyordu. Yeni yöneticiler, daha dogrusu askerler, teknik ve insan gaco açısından zayıf, işletme ilkeleri bakımından gecekondu yöntemlerin egemen oldugu, yayıncılık yönünden de çagdışı bir radyo bulmuşlardı. Dahası, ihtilali yapanların bu konudaki bilgi ve deneyimleri "yok" denecek kadar yetersizdi. Doşonon, ihtilal sabahı radyoyu işgale gelenler, içeride bir odacıdan başka kimseyi bulamadıkları için radyoyu çalıştıramamışlardı. Bereket o yıllarda radyoda tonmayster olarak çalışan Faruk Güvenç imdada yetişmişti. Bilir misiniz ki, o sabah Ankara Radyosunu çalıştıran ve "burası Türkiye Radyo yayın postalan" diye ilk anonsu yapan kişi bu müzik adamı Faruk GUvenç'tir. Ve Alparslan Türkeş o Onlu ihtilal anonsunu Faruk GOvenç'in postayı açısından sonra yapmıştır. Sözün özü, kullanacakları silah, ihtilalcilerin önünde karmaşık bir sorun olarak duruyordu. Her yönetici gibi ihtilalciler de işe vitrini düzenlemekle başladılar. Bilim, kOltOr ve sanat adam110


.anna daha canlı, daha içerikli ve devrimin ruhunu yansıtacak programlar yaptırmakla. . . Bu girişimin ardından radyonun ne oldugunun saptanması aşamasına gelindi. Yeni yöneticilere göre radyo siyasal iktidarın , bir kişinin, bir partinin degil , devle­ tin yayın organıydı . Bu, elbette çok önemli bir saptamaydı ama, uygulanması insanın dogasına aykın düşecekti. Çünkü ihtilal yönetiminin de, geniş halk kesimlerine ulaşmada, radyoya büyük gereksinimi vardı. Sonuç olarak bizler, askeri bildiriler toplamı olarak başladıgımız yeni dönemde, haber bültenlerinde yine 27 Mayıstan yana haberler okuyacak, radyo gazetesinin yerine yayına konulan Olaylar ve Yankılan'nda yine 27 Mayısça yorumlar aktaracaktık. Öyle de oldu. Menderes'in nutuklarını en güz.el okudugu için, Yassıada'da kendisinden hesap sorulan Can Okan gibi, bizler de elimiı.e veri­ len metinleri en güz.el okumaya özen gösterecektik. Çünkü spike­ rin görevi buydu. ihtilalle birlikte radyodaki birimlerin başlarına gelen askerler çok kısa sürede asıl görevlerine döndüler. Hatta Cemal Aganın deyimiyle, "radyonun gerçek sahipleri" işlerinin başına geçtiklerinde, · askerler hiçbir şeye karışmadılar. Ômegin spikerle­ rin tam kadro işe başladıklarında hiçbir askeri spiker mikrofonda tek satırlık anons yapmadı. Kısa bir süre için silahlan ve üniformalarıyla stüdyoda kaldılarsa da bu, göstermelik olmaktan öteye geçmedi. iki üç hafta içinde radyo eski haline döndü. Bir tek Müdür Binbaşı Nusret Altug'la, radyonun gelmiş geçmiş bütün hesap-. lannı ve işlemlerini elden geçiren müfettişler kaldı. Ne var ki, 27 Mayısın radyodaki etkileri, örtülü ya da açık biçimde 1965'te yapılan ikinci genel seçime kadar sürdü. Ômegin haber bültenleri haki görüntüden kolayca annarriadı. irili ufaklı askert törenler 111


radyo bültenlerinde sıkça yer aldı. Bu, askerlerin istegi miydi, yöneticilerin kendi ürkekligi miydi, bilemem. Bildigim, yöneticile­ rin davranışlarında hep "yukanlan gözlemeyi" ihmal etmedikleridir. Ama. . . Evet ama. . . ihtilalin ilk altı ayı bile dolmadan başlayan bir radyo programı, ihtilalin yörüngesinden hiç çıkmadı. Yassıada Saati'ydi bu programın adı. Harekat başlar başlamaz ev­ lerinden alınan ve önce Ankara'da Kara Harp Okulu'na, oradan da Yassıada'ya götürülen DP'liler için Yüksek Adalet Divanı adıyla özel bir mahkeme kurulmuştu. Sanıklann duruşmalan Yassıada'da bu mahkemede yapılıyor ve her duruşmadan sonra hazırlanan programlar, saat 20. 30'da radyodan yayımlanıyordu. Programlar, duruşmalann süresine ve akış biçimine baglı oldugundan, yayın süreleri hiç belli olmuyordu. İstanbul Radyosunun usta spikerlerin­ den Tank Gürcan'a okutulan programlar, hiç tartışmasız, Milli Bir­ lik Komitesinin güdümündeydi. Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol'un "sanıklar getirildiler, baglı olmayarak yerlerine alındılar . . . " anonsuyla başlayan Yassıada Saati programlah, duruşmalar boyunca hiç aksatılmadan yayımlandı. Bir önceki dönemde toplumun radyodan alabildigine yararlanan kesimi bu kez, özellikle Yassıada Saati nedeniyle, yayınlardan rahatsızlık duymaya başladı. Askerler o arada bir kez olsun akıllanna "acaba insanlar bundan memnun .mu" sorusunu getirseydiler, Yassıada programlan, tarafsız insanlann da yüreklerini sızlatan ve Milli Bir­ lik Komitesinin sevap hanesine yazılamayan bir program olmazdı. Ne yazık ki, ömürünü bu niteligiyle tamarrıladı. 1960 Temmuzunda Ankara Radyosundaki bütün spikerle­ rin sınavdan geçirildigini ve sonuçta beş hanımın başanlı bulun-: dugunu anlatmıştım. Sabahtan başlayan . ve gece yansına kadar süren yayınlan bu beş spikerle yürütmek olanaksız denecek kadar güçtü. Üstüne üstlük, ruhsal yönden oldukça zor durumdaydık. 27 Mayıs öncesinin bunalımlı günleri, sonrasının kendine özgü 112


sıkıntıları hepimizi fazlasıyla yormuştu. Hepimizin de bu nedenle tatile gereksinimi vardı. Yönetim, tatilimizi en kısa sürede bitirme­ miz yönünde istek belirtmişti. Beş kişinin tatilini bir aya sıgdırabilmek için önce Uç arkadaşın, sonra da kalan ikisinin 15'er günlük tatil . yapmasına karar verdik. Hazır yorulmuşken, biraz daha yorulup ardından bir güzel dinlenerek yeniden çalışmaya en canlı biçimde başlamayı düşUndUgüm için ben son grubu yegledim. Üç arkadaşımız hemen ertesi gün tatile çıktılar. Mukaddes Gözaydın'la ben her günü ikiye bölerek çalışmaya başladık. Normal dönemlerde, spikerlerin bütün yayın boyunca stüdyoda oturması düşünülemez. Programı başlattıktan sonra stüdyonun yakınındaki dinlenme odasına çıkıp ordaki radyodan yayım izlemesi mümkündür. Ama programın bitecegi saatten beş dakika önce stüdyoya girmesi de yayıncılıgın degişmez kuralıdır. Yaşadıgımız olaganUstU bir dönem oldugu için spikerlere, nöbet süresi boyunca (10 saate yakın bir süre demek bu) stüdyoda otur­ ma zorunlulugu getirildi. Çivilenip kalmıştık mikrofonun başına. Ancak tuvalete gide­ cegimiz zaman, uygun bir programın başlamasını bekleyerek ve stüdyoyu bir teknisyen arkadaşa emanet ederek çıkabiliyorduk. Dogal olarak insan sıkın.tıdan bunalıyor, yapayalnız oturmaktan bogulacak gibi oluyor, bastıran uykuyu 'dagıtmak için ne yapa­ cagım şaşırıyordu. Üç arkadaşımızın tatile çıkışlarının beşinci günü. . . Saat 15.00'te aldıgım nöbetin yedinci saatine yaklaşıyorum. Bir elimde kolonyalı pamuk, bir elimde kocaman bir bardak su. . . Yüzümü ıslatarak, kolonyalı pamugu koklayarak ' uykumu açmaya çalışıyorum, olmuyor. Uyku kurşun gibi bastırmış, dalıp dalıp gidi­ yorum. Saat 22.45'e yaklaşırken haber bültenini getiriyorlar. Bülteni getirenle biraz konuşup uykumu dagıtıyorum. 22.45'te de gonga vurup saat ayarım veriyorum ve haberleri okumaya 1 13


başlıyorum. ilk iki üç haber iyi gidiyor. Sonra yavaştan, göz�­ paklarım agırlaşmaya, sesim pürüzlenmeye başlıyor. Belli ki, uyku fena halde bastırıyor. Gelsin kolonya ve su . . . Açılıyorum ama, bu çok kısa sürüyor. Bütün çabam, bülteni kazasız belasız bitirebil­ mek. Mümkün görünmüyor. İki koca şişedeki kolonya ve su tutun­ dugum iki dal. . . Kendimle cenkleşip duruyonm. . . Ve yenik düşüyorum.. Uyumuşum. . . Uyumuş, rüya bile görmüşüm. Rüyamda Faruk Güvenç stüdyonun kapısını açıp "Ne kadar güzel, ne kadar etkili okuyorsun" diyor. Nasıl okudugumdan hep kuşku · duydugumdan olacak inanamıyorum ve itiraz ediyorum. 'Yok canım, alay etme benimle, kapıyı da hemen kapat ve çık" diyo­ rum ve kendi sesime uyanıyorum. Bir de ne göreyim, mikrofon kapalı, telefonun sinyali yanıp yanıp sönüyor. Almacı kaldırıp so­ ruyorum. Teknisyen arkadaş telaş içinde "Hasta degilsin degil mi, o halde kaldıgın yerden devam et, sonra anlatının" diyor; Bu noktadan sonra haberleri gerçekten iyi okuyorum. Çünkü öyle bir uyanmışım ki, bir daha uyumak mümkGn degil. Hem de bu olayı izleyen bir kaç gece boyunca . . . ·

Sonradan teknisyen arkadaşlar anlattı. Sesimin giderek pürüzlendigini ve söylediklerimin karışmaya başladıgını fark edin­ ce, bir aksiligin kaçınılmaz oldugunu düşünerek kulak kesilmişler. Birden sesim duyulmaz olunca sarılmışlar telefona. . . İç dinlemede benim Faruk Güvenç'e verdigim yanıtı duyunca büsbütün telaşlanmışlar. Anlattıklarına göre, uyumam, rüya görmem, uyanıp haber bültenine başlamam 20-25 saniye içinde olmuş. Dışarıya yansıyan yalnızca 20-25 saniyelik bir boşluk yani. . . Ertesi gün, bekledigimin aksine, kıyamet falan kopmadı. Radyo Müdürü, iki spikerin d"l çok yorgun oldugunu, böyle hata­ larla karşılaşılabilecegini söyledi. Ve ikimizden de dişimizi biraz daha sıkmamızı istedi. Sıkmasına sıkalım ama, Mukaddes de ben de ortalıkta ruh gibi dolaşıyoruz. Benden daha eski ve çok daha usta bir spiker oldugu için, onun hataları daha az, daha küçük. Bi­ ribirimize moral vermeye çalışıyoruz, yetmiyor. 1 14


Tatilcilerin dönmesine iki gün var. Yine bir akşam nöbetindeyim. Eski dönemin Radyo Gazetesinin yerine konulan Olaylar ve . Yankılan programının metnini getiriyorlar. Tertemiz, pınl pınl . bir metin. Bir nedenle hata yapmamızı ellerinden geldigince önlemeye çalışıyor sorumlular. Gerek haber bültenleri, gerek meclis bültenleri gerekse bu programın metinleri tertemiz yazılıyor. Ne bir çıkıntı, ne kazıntı, ne silinti. , Eski dönemin o te­ leksten çekilip getirilen ve şifre çözer gibi okumak zorunda kaldigımız metinleri yok artık. Aynca yayın saatinden çok önce elimize verildigi için mikrofona çıkmadan bir kez okuma olanagımız da var. Olaylar ve Yankılannın ilk sayfası vukuatsız bitiyor. İkinci sayfanın ortalanna dogru, okudugum birkaç satır nedense beni ra­ hatsız ediyor. Bir yanlışlık yapmışım gibi, acaip bir duygu içindeyim. Yapıp yapmadıgımı kestiremiyorum. ama, nedenini bil­ medigim bir tedirginlik kaplıyor içimi. Bir önlem olarak, cümleyi yeniden okumaya karar veriyorum. Düşündügüm şu. . Eger bir hata yaptıysam, böylece düzeltmiş olurum. Yapmadıysam da din­ leyiciler "Spiker şaşırdı, aynı cümleyi bir daha okudu" derler . . . O da çok önemli degil. Ama o da ne? Bir dakika bile geçmeden, yine karşımdaki kontrol . odasının ışıklan yanıyor. Ve yine aradaki cama birtakım yüzler yapışıyor. İlk seçebildigim, Radyo Müdürünün yüzü. Gözleri dehşet saçıyor. Böyle bir olayı bir kez daha yaşadıgım için, ne var, ne oldu gibi sorulan es geçiyorum. Çünkü işaretle bunlan sorma­ ya kalksam ne yanıt gelecegini ve dışan çıkar çıkmaz hesabının sorulacagını biliyorum. Sakin sakin okuyup bitiriyorum. Ve yerim­ den bile kımıldamıyorum. Çünkü yine biliyorum, camın arkasındakiler içeri doluşacaklar. Öyle oluyor. Ve Müdürün öfkeli sesi, "Ne yaptın , ne okudugunu, okuduklannın ne anlama geldigini, daha do'grusu her şeyi berbat ettigini biliyor musun?" diye soruyor. "Bilmiyorum, 1 15


yalnız bir yerde yanlış yaptım gibi geldi ve düzeltmeye kalktım" di­ yorum," ne oldu, anlatır mısınız, çok mu kötü bir şey yaptım?" Benim sakin sakin soruşum sanının Müdürü de etkiliyor. Öfkeden arınmış bir sesle anlatıyor. Anlattıklarımı dinledikçe renk­ ten renge girme sırası bana geliyor. O sıralar Ortadogu yine bugünkü gibi karmakarışık. · Müslüman ülkeleri bir yandan biribirleriyle çekişiyor, bir yandan da kendi iç sorunlarıyla cenkleşiyorlar. Özellikle Suriye'de iktidar durup durup el degiştiriyor. O günkü olaylar ve yankılan, Orta­ dogu'ya genel bir bakış havasında. ikinci sayfanın ortalarında aynen şu satırlar var: "Suriye'de durum karışık görünmektedir. Bir süre önce yapılan ihtilalin başarılı olmadıgı anlaşılıyor. Ordunun alt kademe­ sini teşkil eden subaylar, durumdan rahatsızlık duyduklarından . . . " Ben bu satırları biraz degişik okumuşum. "Türkiye'de durum karışık görünmektedir. Bir süre önce yapılan ihtilalin başanlı olmadıgı anlaşılıyor. Ordunun alt kademe­ sini teşkil eden subaylar rahatsızlık duyduklarından . . . "

Aslında rahatsızlık duyan, subaylar degil benmişim ki, düzeltmek geregini duyup cümleyi baştan almışım. Hem de yine Türkiye'de durum diyerek. . . Dogal olarak b u kez kıyametin küçügü degU, büyügü, hem de en büyügü koptu. Gece boyunca radyoya telefonlar yagdı. Bir nöbetçi arkadaş Türkiye'de karışık bir durum olmadıgını, spikerin yorgunluktan öyle okudugunu, telefon sahiplerine anlattı durdu; Ama çok kimse bu yanıta inanmıyor ve "öyle bir durum yoksa, düzeltmeye kalktıgında da neden Türkiye'de dedi" diye soruyordu. Aynı kargaşa ve telaş gazetelerde de yaşanmış. Ertesi gün gazete­ ler hem yanlış okunan haberi, hem de telefonları verdiler. Sonraki günlerde köşe yazarları olayın üstüne üstüne gittiler. Her kafadan bir ses çıktı. Her yazan, kendi yöntemince "Bu hatayı yapan kızın 1 16


cezalandırılmasını" istedi. Haklıydılar elbet. Bir tek Çetin Altan kendi köşesinde bir hayli de gırgırını geçerek özetle şunları yazdı. Bu hanım kızımızın üzerine amma da çok gittiniz. Ne yapmış yani. . . 'Bence yanlış bir şey söylememiş, Bilinçaltını boşaltmış. Bu kadar uzak görüşlü olan ve son derece isabetli tah­ minler yapabilen bu kızımızı cezalandırmak degil, Meteoroloji Genel Müdürlügüne getirerek taltif etmek gerekir. Çetin Altan "isabetli tahmin" derken neyi kastediyordu bile­ mem. Çünkü göründügü kadarıyla, ordunun alt kademesinde her ihtilalin beraberinde getirdigi ve daha · sonra ortaya çıkacak olan rahatsızlıklar henüz yoktu. Ama o bir gazeteciydi. . . Hem de iyi bir gazeteci. Ve belki de bir koku almıştı, gelecegi okuyordu. Radyo yönetiminin -çok çok istemesine ve haklı olarak is­ temesine karşın- beni cezalandırmalarına olanak yoktu. Çünkü bu hata nedeniyle beni bir süre mikrofondan çekseler (genellikle öyle yaparlardı) nöbetler- yalnıı.ca Mukaddes'in üzerine kalacaktı. Tatildeki arkadaşlarımız döner dönmez bizim iznimizi verdi­ ler. Müdür Altug bana özel bir tembihte ve tehditte bulundu. "Bana . bak, yarın hemen tatile çıktın çıktın, yoksa seni asker kuv­ vetiyle gönderirim haberin olsun. Bir güzel dinlen ve sapasaglam dön. Yapılacak çok şey var." Tatil dönüşü, biz beş hanım spiker kendimizi bulmuş du­ rumda, yeni bir çalışma dönemine başladık. Uzun süre de yayınlar kazasız belasız gitti.

TEDiRGiN BiR DÖNEME GiRiYORUZ

27 Mayısı yapanların kendi aralarındaki "balayı dönemi" uzun sürmedi. Kulagımıza, Milli Birlik Komitesi içinde görüş aynlıklarının başgösterdigi fısıltıları geldi önce. Ardından, bu 117


aynlıklann ileri boyutlara ulaştıgı. . . Sonralan Komite top­ lantılannın kavgalı gürültülü geçmeye başladıgı. . . En sonunda da Komite üyelerinin biribrilerine silah çektikleri vb . Bu fısıltılar 1 3 Kasım gecesi, 1 4 Komite üyesinin emekli edilmesi, sabahın kör karanlıgında evlerinden toplanıp apar topar yurtdışı görevlere gönderilmeleriyle kesinleşti. 27 Mayısı yapanlann, Silahlı Kuwetler'le "balayı dönemi" de uzun sürmedi. Benim bir süre önce uı.akgörüşlUlügUmle (!) ' verdigim tedirginlik haberleri konumuzun dışında oldugu için üzerinde durmayacagım. Ne var ki, Silahlı Kuwetlerdeki bu tedir­ ginlik hakün:ıete, topluma ve radyoya yansımaya başladı. "Silahlı Kuwetler Birligi''nin kuruluşu, gerilimi daha da arttırdı. 6 Ocak 196 1 günü Kurucu Meclis işte bu koşullar içinde açıldı. Bu meclis 1961 Anayasasını hazırlayacaktı. Kurucu Meclisin göreve başlamasının ardından, siyasal par­ tiler kurma yasagının kaldınlması gündeme geldi. Ve yeni partile­ rin kurulması da kısa sürede gerçekleşti. 1 2 Şubat 1961 tarihli ga­ zeteler, emel<li Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın başkanlıgında Adalet Partisi'nin, 14 Şubat tarihli gazeteler de Ekrem Alican'ın başkanlıgında Yeni Türkiye Partlsi'nin kuruldugunu açıkladılar. Sivil döneme geçişin ilk işaretleriydi bunlar. Bu işaretlerle birlikte sivil kesimlerde -özellikle DP'li çevrelerde- 27 Mayıs karşıtı kıpırtılar başladı. Bir ya ndan Silahlı Kuwetlerdeki kargaşa, bir yandan bu çevrelerdeki kıpırtılar. . . Bu arada yeni anayasa taslagı da hazırlanmış, dahası, anayasanın halkoyuna sunulacagı tarih bile saptanmıştı. 9 Temmu z 1 96 1 . B u tarihin açıklanmasından sonra karşıt çevrelerdeki etkin­ likler daha da yogunlaştı. DP'liler oya sunulacak anayasanın red­ dedilmesi için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Elaltından yürütUlen propagandalarda, "gözlerime bakın ne demek istedlgiml anlarsınız" ya da "hayıİ'da hayır vardır " vb . . sloganlar alabil­ digine kullanıldı. . .

118


O günkü ortamı özetle verdikten sonra, gelelim radyonun o günlerdeki yayınına. Radyo, bütün bu olup bitenleri ya belli ölçüde bir sansürden geçirerek, ya da abartıp bazı noktalan özellikle ön plana çıkarta­ rak, yani askeri yönetimin belirledigl çerçeve içinde duyurdu ka­ muoyuna. Daha sonralan konuştugum ve radyoyu niçin öyle kul­ landıklannı sordugınn Komite üyeleri bunu şu gerekçeyle açıkladılar. "Bizim amacımız bir an önce sivil yönetime geçip iktidan ilk seçimde kazanacak partiye devretmekti. Bunun için de anaya­ sanın kabulü gerekiyordu. Ama karşı taraf anayasanın kabul edil­ memesi için ortalıgı alabildigine bulandınyordu. Bu durumda işimiz uzayacaktı. Anayasanın kabul edilmesini saglamak için rad­ yoyu biraz istenmeyen biçimde kullandık." Askerlerin kullandıkları radyoda , halkoylamasına birkaç ay kala her gün konuyla ilgili konuşmalar yapılmaya başlandı. Elbette bu . konuşmalarda ve haberlerde dozu ayarlanmış uyanlar bulunuyordu. Halkoylamasına on gün kala radyoda acaip bir uygulama başlatıldı. O güne dek bültenlerde sürekli olarak verdigimiz "Milli Birlik Komitesi üyelerinin yurt düzeyinde sürdürdügü anayasaya evet kampanyası- falan parti evet karan aldı- gençlik anayasaya evet kampanyasında-filan evet dedi- falan evet diyecek" vb. haber­ lere müzikli bir kampanya eklendi. Hemen her programın sonun­ da, iki dörtlükten oluşan bir şarkı yayımlanıyordu. Dörtlüklerin sanlan "anayasamıza evet diyelim" dizesiyle biten bu şarkıyı, o günlerin Türk Sanat Müzigi Şefi olan Arif Sami Toker bestelemişti. Bugün bütün partilerin yaptıgı şarkılı-türkülü propaganda­ lar, o sırada Türkiye'nin gündemine girmemiş oldugu için, bu uy­ gulama çok yadırganmış, yadırganmakta da kalmamış, toplumda büyük tepki uyandırmıştı. 1 19


Halkoylaması 9 Temmuz 1 96 1 günü yapıldı. Sonuçlar %66 evet, %34 hayır olarak çıktı. Bu sonuç, karşıt propaganda­ ların daha da artmasına neden oldu. Propagandaya şimdi, sonuna yaklaşılmakta olan Yassıada duruşmalarında çok sayıda ölüm ceı.cisı çıkacagı, ama bunların hiçbirini asamayacaklarına ilişkin meydan okumalar karıştı. "Asamazlar. ! Asamazlar! . " Bu sloganın, Silahlı Kuwetlerde ·büyük çalkantılar ya­ rattıgını, çok büyük öfkeye neden oldugunu duyuyorduk. "Asa- . mazlar" iddiasına giderek söylenceler karışmaya başladı. Yok efendim, Menderes her gece beyaz bir ata binip önce Eyüp Sul­ tan'a gidiyor, ordan sabaha kadar bütün memleketi dolaşıp kendi­ sini asmaya kimsenin gücü yetmeyecegini söylüyormuş.· Yok efen­ dim, Menderes çoktaaan beyaz atın sırtında uçuuup gitmiş. Daragacı kuruldugunda neyi bulup da neyi asacaklarmış. Olaylar korkulan noktaya dogru hızla yol alırken, siyasal parti başkanlarının, Çankaya'da Devlet Başkanı Cemal Gürsel'in başkanlıgında toplanacagı duyuldu. Yuvarlak masa toplantısı adlı bir görüşmenin radyodan naklen yayımlanması istendi. Naklen yayın için beni görevlendirdiler. Sevinçten uçuyordum. Çünkü Türk tarihinin çok önemli bir toplantısında bu­ lunacak, . kimbilir nelere tanık olacaktım. Günlerce hazırlandıktan sonra, yanımda, 6-7 ay önceki sınavda radyoya alınmış yeni spikerlerden Erdal Boratap, Çankaya Köşküne yollandık. Köşkün kente bakan balkonunda ku­ rulmuş naklen yayın istasyonunda liderlerin bahçe kapısından girişleriyle birlikte anlatmaya başlayacak, toplantı salonunun kapısından girişine kadar sürdürecektik. Liderler tek tek geliyor­ lardı ve bizim işimiz de bu nedenle yinelenip duracaktı. Bu yinele­ meler arasındaki boşluklarda, toplantının anlamıyla, önemi ve geregiyle ilgili metinleri okuyacaktık. 120


Heyecandan tıkanacak gibiydim, son lider de salona girdigi zaman. Çünkü hemen arkasından da biz girecektik. Bizdeki de akıl işte. . . Böyle bir toplantı, kim bilir nasıl tartışmalı geçecek, içeri bizi alırlar mı hiç? Biraz bozulmuş halde, toplantının dagılmasını bekledik. Çünkü liderlerin Köşkten çıkışlarını da nak­ len yayımlayacaktık. Sonradan toplantıyla ilgili açıklama yapıldıgında, bir proto­ kol imzalandıgını, bu protokolde bütün liderlerin "27 Mayısın Milli Bir Devrim oldugu, mutlaka korunacagı, hiçbir partinin Demokrat Partiyi diriltme çabalarına girmeyecegi vb . . noktalarda anlaş­ tıklan"nı ögrendik. Daha dogrusu radyodan bu kadarı duyuruldu. Her duruşma gününün akşamında yayımlanan Yassıada Saati programlan, eylülün ikinci haftasında bitti. 1 5 Eylül günü açıklanan kararda 15 kişinin ölüm cezasına çarptınldıgı, bunlar­ dan üçünün Milli Birlik Komitesince onaylanc!ıgı, 1 2'sinin de ömür boyu hapse çevrildigi bildirildi. "Asamazlar . . Asamazlar" iddiasına, Beyaz at-Eyüp Sultan, memleketi dolaşma, beyaz atla uçup gitme vb. söylencelere karşın idam cezalan infaz edildi. 1 6 Eylül günü Maliye Bakanı Hasan Po­ latkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, ertesi gün de Adnan Menderes hakkındaki cezalar yerine getirildi. Polatkan ve Zorlu'yla ilgili haberleri radyoda hangi arkadaşın okudugunu anımsamıyorum, Menderes'le ilgili haberi, o akşam saat 1 9.00 bülteninde, nöbetçi spiker olan Hazin Güran'ın okuması gereki­ yordu. Hazin okuyamayacagını söylemiş. Program Müdürü 'Gün­ tekin Orkut da bir araba göndererek beni getirmelerini istemiş. Radyoya gelince dogru Güntekin'in odasına çıktım. Amacım neden çagnldıgımı ögrenmekti. Güntekin bizlerle yaşıttı ama, bizden büyük bir havası ve hepimize kol kanat geren bir hali vardı. "Bak yavrucugum" dedi, "Hazin rahatsızlandı, biliyorsun yeni spikerler henüz haber okumuyorlar, sen 19.00'u 9ku, hemen evine gönderirim, nöbete yeni arkadaş devam eder." 121


O akşam haber bülteni, gonga wrup saat ayannı verirken stüdyoya getirildi. Günün özelliginden dogan bir gecikme miydi, yoksa benim de haberi görünce aynı tepkiyi gösterecegim korku­ su muydu, bilemiyorum. ilk sayfayı açıp başladım okumaya. 9� 10 satırlık bir haberdi bu. Bir gün önce, rahatsızlandıgı duyurulan Menderes'in tedavisinin tamamlandıgı ve iyileştigi anlatılıyordu. altta bir tek satır vardı.

"Adnan Menderes hakkındaki karar infaz edilmiştir. " Ya okudugumun bir idam haberi oldugunu kavraya­ mamıştım, ya da yapım geregi içimden hiçbir tepki gelmemişti. Genellikle çok büyük bir sevinci, heyecanı ya da üzüntüyü o anda degil, o sıradaki ruh durumuma göre 1 5-20 dakika, birkaç saat ya da birkaç gün sonra duyumsarım. Stüdyodan çıktıgımda içimde sonsuz· bir boşluk sezinledim. Sanki bütün iç' organla_nrn çıkanlmış gibiydi. Bu boşluk giderek korkunç bir karabasana dönüştü. Eve nasıl geldigimi anımsa­ mıyorum. O geceden aklımda kalanlar, bir türlü uyuyamadıgım, arada bir dalınca karşımda beliren daragacı, bir de kendime yönelttigim aynı soru ve yanıtı . . .

"27 Mayıs öncesinde, versinler bu adamın ipini ben çekeyim derdin . Şimdi bu halin ne? Toparlan biraz, kendine gel. ." "Amaan, o öfkeyle söylenmiş, öfkemin büyüklügünü anlat­ mak için söylenmiş bir sözdü. Kurbanlık koyuna bile bakamayan sen mi, bir insanın ipini çekecektin ?" Ertesi sabah gazetelerde Berrin Menderes'in, eşinin idam haberini radyodan ögrendigini okuyunca içimde bir kıyılma başladı. Üzüntüme kadınca bir duyarlılık da karışmıştı. Menderes'in idamı, benim kuşagımın bilinçle algıladıgı belki de ilk idamdı. O yüzden, daha önce kendisini ohun can düşmanı, kan düşmanı gibi görenleri bile perişan etmişti. Türkiye ondan sonra neler yaşayacak, . neleri kanıksayacaktı. · 122


Bütün spikerler gibi ben de daha sonraki yıllarda nice idam haberleri okudum. Üzüldük, çarpıldık, perişan olduk, ama ölüm denen, daha dogrusu idam denilen olguyu kanıksayamadık. Ben ölüm cezasının nasıl dehşet verici bir şey oldugunu, 1 7 EylOI 196 1 ve ertesi günü bütün benligimle yaşadım. Ondan . sonra ne zaman . önüme "İdam cezasına hayır" diyen bir dilekçe uzatıldıysa, hiç düşünmeden imzayı bastım.

HER ŞEY SARPA SARIYOR

1961 genel seçimi, böyle bir olay için ne kadar olumsuz olrriası gerekiyorsa, o kadar olumsuz koşullarda yapıldı. Silahlı Kuwetlerin kaynayan kazana dönüştügü, karşıt propagandaların cirit attıgı, Yassıada duruşmalarında ıvır zıvır suçlarla ugraşrrianın, DP'lilere karşı olan çevrelerde bile bıkkınlık yarattıgı ve Uç idamın getirdigi duygusallık ortamında . . . İdamların üzerinden henüz bir ay geçmişti. Tarih, 15 Ekim 1961'di. O gün gidilen seçim sandıklarından CHP-17 3, AP- 158, Yeni Türkiye Partisi-65, Cum­ huriyetçi Köylü Millet Partisi-54 gibi bir sonuç çıkmıştı. Silahlı Kuwetlerin bu sonuçtan rahatsızlık duydugu, yönetime el koyarak seçim sonunda oluşan meclisin toplanmasına izin venneyecegi yolunda söylentiler dolaşmaya başladı ortalıkta. Bunların dogruluk derecesini, Silahlı Kuwetlerde, hükUmette ve siyasal partilerde yaşananların perde arkasını elbette bilemiyor­ duk. Ama bütün olumsuz fısıltılara karşın TBMM 25 Ekim günü toplandı. Ertesi gün de Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı seçildi. Gürsel CHP lideri ismet İnönü'yü hükümeti kurmakla görevlendirdi. 20 Kasım günü lnönü'nün başkanlıgında CHP-AP koalisyonu kuruldu. Cumhuriyet döneminin ilk koalisyonuydu bu. 1 23


Görünürde sivil yönetime geçilmiş ve demokratik rejime ilk · adım atılmıştı. Ama dinmek durulmak bilmeyen söylentilerle ülke çalkalanıyordu. Bu çalkantı içinde 22 Şubat 1962'ye gelindi. O gün cumartesiydi ve radyonun büyük stüdyosunda dinle­ yici :--belki de yaşanmakta olan kritik dönem nedeniyle- biraz ürkek davranır ve programa alkışlarla katılmaktan çekinirlerd� O nedenle radyo çalışanlarından 7-8 kişi, dinleyicilerin arasına dagı­ lır ve alkışlan başlatıp bitirerek bir bakıma onlara öncülük ederdik. Programın sonuna yaklaşılırken birkaç odacının stüdyoya girdigini gördük. Ya işaretle, ya da yanımıza yaklaşarak müdür beyin bizleri çagırdıgını söylediler. Dışan çıktıgımızda ilk göiümüze çarpan, mavi Uniformalan içindeki çok sayıda havacı subay oldu. Müdür Nusret Altug , askerlerin duruma el koydugunu, içeri girip panik yaratmamaya özen göstererek dinleyicileri grup grup salondan çıkarmamızı istedi.

·;a

Verilen görevi yerine getirmek üzere stüdyoya girip başladık insanlann omuzlanna hafifçe dokunup fısıldamaya . . "Efendim biz hep böyle yapanz. Program bitmek üzere . . . Şu arka­ lardan başlayarak stüdyodan çıkarsanız iyi olur. Çünkü sonunda müthiş bir kalabalık oluyor. Herkes otobüslere yetişmek için bir itiş kakış içine giriyor. Size yardımcı olmak istedik de . . . "

Söylediklerimize kendimiz inanmıyorduk ki, karşımızdakileri inandırabilelim. Nitekim her rica girişiminin sonunda aldıgımız yanıt aynı oldu. "Yardımınıza teşekkür ederim, ama programı sonuna kadar izlemek istiyorum. Kırk yılda bir davetiye bulup gelmişim, bırakın sonuna kadar kalayım . . "

. Haklıydılar haklı olmasına ama, bütün çabalanmızın boşa gitmesi de ömegin benim tepemi attırdı. Biz çıkaramazsak, dışardaki havacılann gelip bu işi yapacaklan aklıma geliyor ve kan ter içinde kalıyordum. Bu korku ve telaş içinde, hiç yapılmaması gerekeni yaptım. 124


"Sevgili konuklarımız, ihtilal oldu. Lütfen panige kapılmadan stüdyoyu terk ediniz. Evet, panige kapılmadan.. Çünkü korkulacak bir şey yok." ihtilal haberini verip arkasından da korkulacak bir şey olmadıgını söylemenin mantıksızlıgını düşünecek durumda degildim. Ama yaptıgım anonsun yarçttıgı panik görülecek şeydi. insanlar, stüdyonun çok geniş iki kapısına hücum edip biribirlerini ezerek dışarı çıktıklarında havacılarla karşılaşıyor, bu kez daha büyük bir panik içinde merdivene saldırıyorlardı. Oldukça geniş merdivenin basamaklarında kaynaşan, dalgalanan ve bu arada bagrışan kalabalık aşagıya indiginde, . aynı sıkıntı radyoevinin kapısında, kapının önünde ve karşı kaldırımdaki otobüs duragında yaşanıyordu. Kendilerini duraga atabilenler gelen otobüslere dalıyor, dalamayanlar ise sürat yarışına çıkmış atletler gibi, inanılmaz bir hızla Ulus ve Kızılay yönüne koşuyorlardı. Olimpiyat ve dünya rekorları o koşturmalarda kırılmış olmalı. ·

Çok kısa sürede radyoevi boşaldı. Kendimize geldigimizde biribirimize ilk sorumuz, "Bu havacılar radyoya niçin geldiler, sa­ vunmaya mı, işgale mi" diye fısıldamak oldu. Ben o anda bir ihtilal içinde oldugumuzu hesaba bile katmadan bir yarbaya yaklaştım. "iyi akşamlar yarbayım, siz havacılar hangi amaçla radyo­ dasınız?'.' Sesimin bütün yumuşaklıgına, tavrımın bütün kibarlıgına karşın, yarbayın yanıtı, gürleyen bir sesle, agzının içinde bir şeyler mırıldanmak oldu. Şansımı giderek küçülen rütbelerdeki subaylar­ da denediysem de, hepsinin yanıtı da gürlemekten, bir şeyler mırıldanmaktan öteye gitmedi. Ülkede ikinci bir ihtilal oluyordu ve biz bir öncekinin aksine radyoevindeydik. Bunu kaçırmak olmazdı. Bazı arkadaşlar evleri­ ne gittilerse de ben kalmayı yegledim. Çünkü olayın yarattıgı he­ yecan giderek artıyordu ve kısmet ayagıma kadar gelmişti. Tep125


mek olmazdı. Bir ihtilali radyoda, olup biterken izlemek her zaman yaşanacak bir olay degildi. Akşamüzeri bazı parti başkanları, milletvekillert, Hava Kuv­ vetlerinden bazı komutanlar ve bakanlar radyoevine geldiler. Kısa bir süre sonra da, bitişikteki Hava Kuvvetleri Komutanlıgına geçtiler. Bütün bunlar olurken saatin 18.00'i geçtigini fark etme­ miştik. Bir ara nöbetçi spikerin bildiri okuyan _sesi duyuldu. Siyasal parti liderlerinin demokratik düzene baglılıklarından filan söz edili­ yor ve ülkenin bir avuç maceracıya bırakılmayacagı bildiriliyordu. Bir süre sonra Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in, ardından da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay'ın kendi sesle­ riyle konuşmaları yayımlandı. Az sonra da spiker saat 2 1 . 00'de Başbakan ismet lnönü'nün konuşacagını duyurdu. Bu son anonsun geregi ne yazık ki yerine getirilemedi. Çünkü lnönü "Sayın yurttaşlarım" dedigi anda önce şiddetli bir parazit başladı. Ardından birtakım gürUltUler geldi. Ve aniden ses ke­ sildi. işte o anda radyonun bütün telefonları çalmaya başladı. Panige kapılan insan!ar, neler olup bittigini, Başbakanın konuşmasının hiçin kesildigini soruyorlardı. Büyük çogunluk da aglayıp hıçkırarak "Yoksa lnönü'yü öldürdüler mi" diye feryat edi­ yordu. Yayının Etimesgut'taki vericiden kesildigi apaçık ortadaydı ama, başka bir şey bilmiyorduk. lnönü'nün öldürüldügünü düşünüp · telaşlananlara, "koskoca istiklal Harbinin koskoca lnönü'sü böyle bir akıbetle mi gidecekti" diye aglayanlara inandırıcı bir yanıt veremiyorduk. ·

·

Durum anlaşıldıktan sonra radyonun yöneticileri, Etimes­ gut'taki başka bir vericiden yayını sürdürmek üzere teknik bir ekip hazırladılar. Spiker olarak da o anda radyoda bulunan Yılmaz Tok'u göndermeye karar verdiler. Yılmaz, 27 Mayısta bir karam­ bole . gelip Yassıada'da bulmuştu kendini. Orada sorgusu yapılıp 126


salıverilinceye kadar beş buçuk ay geçmişti. Bizler o zaman arka­ daşımızın suçsuzlugunu, yanlışlıga kurban gittigini anlatabilmek için çalmadık kapı bırakmamış, ama bu kapılan açmayı başaramamışhk. Her kapıda verilen yanıt aynıydı. "Tamam, arkadaşınız suçsuzca neden içerde tutalım, sorgu­ su yapılsın, derhal bırakınz. " Sorgusu yapılınca "derhal bırakıldı" gerçekten. Ama az önce söyledigim gibi araya beş aycık girivermişti yalnızca. Dahası, Yılmaz. içeri alındıgında hamile olan eşi, bir kadının en duyarlı dönemi sayılan hamileligi kendi başına geçirmiş, dogumunu eşinin yoklugunda yapmıştı. Bu acılı dönemin tek ve en güzel ürünü olan Özlem kıza, Yılmaz ancak birkaç ay sonra kavuşabilmişti. Yine piyangonun (!) Yılmaz'a isabet edeceginden kork­ tugumuz için onun gönderilmesine engel olmaya .kalktık ama, ar­ kadaşımız razı olmadı. Yine de ne olur ne olmaz düşüncesiyle Yılmaz'la helalleştik. Ve gittiler. Kulagımız radyoda, beklemeye başladık. İki saate yakın bir zaman geçti. Önce Yılmaz Tok'un anonsunu, sonra da lnönü'nün sesini duyup rahatladık. Burada ilginç bir olayı da anlatmak istiyorum.

O sıralarda, tıpkı Faruk Güvenç gibi, radyoda tonmayster olarak çalışan genç bir müzik adamı vardı. Fahamettin Özgüç . . Özgüç, Haftanın Bestecisi adıyla bir klasik müzik programı yapıyordu. Son derece titiz, programlı, düzenli çalışan bir insandı. Programın montajı için o cumartesi saat 20. 30'da stüdyo ayır­ mışlardı kendisine. O zaman ihtilalin "1" harfi bile yoktu ortalıkta. Fahamettin Özgüç, montaj saati gelince montaj stüdyosuna gidip teknisyen arkadaşların. bütün itirazlarına karşın, programın montajını bitirip bandı teslim etmiş. Yanımıza geldiginde söyledikleri çok ilginçti. 127


"İhtilal olmazsa ne olursa olsun ben görevimi yaparım. Montaj sırasında havacı subaylar gelip ne yaptıgımı sordular, an­ lattım. Teşekkür edip çıktılar. Ben bandı teslim ettim, şirİıdi eve gidiyorum. " Fahamettin Ôzgüç'ün söyledikleri bizi hem güldürdü, hem düşündürdü.

GÜNLER YENi ÇALKANTILARA GEBE

22 Şubat olayı, İsmet İnönü'nün usta devlet adamı tutumuyla bastırılmıştı ama, ülkenin içinde bulundugu çalkantı dinmek du­ rulmak bilmiyordu. Gün geçtikçe 22 Şubat isyanının, birkaç albayın ayaklanması olmadıgı anlaşılmıştı. İsyanın sonunda ortaya çıkan tablo hiç de iç açıcı degildi. Çünkü üstdüzeyde birçok komu­ tanın, hatta bazı kuwet komutanlarının, bazı bakanların, birçok bürokratın, hemen her partiden küçümsenemeyecek sayıda millet­ vekiliyle, bazı gazetecilerin de bu işin içinde oldukları görülmüştu. Dogaldır ki bu sonuç, Silahlı Kuwetleriyle siyasal partileriy­ le, devlet kademeleri, hükumeti ve basınıyla botun alkeyi allak bul­ lak etmişti. Silahlı Kuwetlerde 22 Şubata aktif olarak katılanlar emekli edildi, daha zararsız görülen subay ve komutanların görev yerleri degiştirildi. Harp Okulu neredeyse tamamen boşaltıldı. Benzeri olaylar bürokraside ve öteki alanlarda da yaşandı. Bakanlardan is­ tifa edenler ya da ettirilenler oldu. Siyasal partilerde bazı genel başkanlar partilerinden ayrıldı, daha alt yönetim kademesindekiler ayrılmak zorunda � ırakıldı. Adalet Partisi Yassıada mahkumlarının affedilmesi konusundaki baskılarını arttırdı. · Silahlı Kuwetler bu baskılara karşı çİkışlannı sürdürdü. Bu arada yurtdışındaki 141erden bazıları yurda dönmüşlerdi. Onlar da ayn bir tedirginlik 128

·


kaynagı oldu. lnönü başkanlıgındaki koalisyon, iyice iki arada bir derede sıkıştı kaldı. Ve sonunda beklenen oldu. lnönü Başbakanlıktan istifa etti. Koalisyonun CHP ve AP kanatlannın ikisi de istifa konusunda bir­ birini suçladı. ·

Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel yeni hükümeti kurmakla yine lnönü'yü görevlendirdi. lnönü'nün konuyla ilgili çalışmalan bir hayli uzadı. Toplumun bütün kesimleri bu bekleme döneminde "yine mi askerler yönetime el koyacak, yine mi ihtilal olacak" kuşkusu içinde bunaldı. Sonunda -40 ya da 41 gün geçmişti aradan- lnönü başkanlıgındaki CHP-CKMP-YTP koalisyonu kuruldu. Kurulmasına kuruldu da, degişen bir şey olmadı. Tam aksi­ ne, ülkenin birçok yerindeki çatışmalar, 5aldınlar, kınp dökmeler eklendi varolan sıkıntılara. Günün birinde 14'lerin tamamı yurda döndü. Bunlardan bir kesiminin -affedilen, ama uslanmayan 22 Şubatçılarla- temasta olduklan duyuldu. Aynca sık sık Silahlı Kuv­ vetlerde şu ya da bu birligin ihtilal hazırlıgı içinde oldugu söylentileri, bu kargaşada cirit atmaya başladı. işin en kötü yanı, bu kaynayan kazanın· altındaki ateşin, sorumsuz ve iyi niyetten uzak kişilerce ve kurumlarca sürekli körüklenmesiydi. Ülke dolu dizgin bir atın sırtında, askeri bir ayaklanmaya dogru koşuyordu.

O Mayıs gecesi. . . Gecelerin belki de en güzeliydi. Anka­ ra'nın ünlü akşamüstü serinligi, akşam yerini geceye bırakırken daha da yogunlaşmış. Gündüzün, kaldınmlan yumuşatan bunaltıcı havasından e5er yok. Saat 23.45 . . . Radyodaki nöbetçi spiker, rahmetli Müberra Yetkin . . Nöbete geldigi saatlerde Müberra'nın moralini bozuk gördügümüz için Prodüktör Esin Baysal (Öngören) ve ben, radyoda kalmaya karar vermişiz. Bütün gece birlikte olup 1 29


konuşacagız ve Müberra'nın moralini düzeltmeye çalışacagız. Yayın saat 24.00'te bitecek. Esin'le ikimiz aynı yönde oturuyoruz. Gece yansından sonraya kalıp da taksiye çift tarife üzerinden para ödememek için 1 5-20 dakika erken çıkıyoruz. Dışan çıktıgımızda gecenin güZelim havası ikimizi de etkiliyor ve Lozan alanına kadar yürüyüp orada bir taksiye binmeye karar veriyoruz. O sıralarda Ankara'nın gece yaşairu daha erken saatlerde bittigi ·için, koskoca bulvarda tek tük insan görülüyor. Ortalıkta çıt yok. insan böylesine güzel bir ortamda, az sonra bir kıyametin kopa­ cagını düşünemez bile . . . Ama kopuyor. Esin'i lççebeci'de bırakıp ben Dikimevi'ne devam ediyorum. Eve girdigimde saat ya 24.00 olmuş, ya azıcık geçmiş . . . Tam yat­ maya hazırlanıyorum ki, uzaktan garip ugultular geliyor. Pencere­ ye koşup kulak kesiliyorum. Daha da büyüyen ugultular. inanamıyorum, daha dogrusu inanmak istemiyorum. Yıldırım hızıyla merdivenlerden aşagı iniyorum. Bir de sokakta dinliyorum uzaklan. Ugultular daha da belirgin bu kez . . . Yukan çıkıp radyoyu açmak aklıma gelmiyor nedense. içimdeki ihtilal saplantısından bir türlü kurtulamıyorum, çünkü aylardır ortalık karmakanşık. Talat Aydemir'le ilgili söylentiler ayyuka çıkmış. 22 Şubatın bu ünlü lide­ rinin, tlıönü'nün verdigi söz üzerine affedilmiş olmasına karşın, us­ lanmadıgını ve bir şeyler kanştırmakta oldugunu hep duyuyoruz . . Ama yine de içimizde "ikinci bir harekete kalkışacagına ilişkin bir kaygı" pek yok. Ya da öyle sanıyoruz. Anlaşılan bu kez başkala­ nndan bekliyoruz. Ama söylentiler nedense hep Aydemir üstüne. Dahası, eşi de filanca kuaförde çok yakın arkadaşlanna gelecek toplantıyı Çankaya Köşkünde yapacaginı. . . Onlan Cumhur­ başkanı eşi olarak çaya çagıracagını söylemiş de. . . Arkadaşlan özlemle, heyecanla gelecek toplantıyı bekliyorlarmış da . . . Yani bütün göstergeler, bir patırtının kapıya gelip dayandıgı yolunda. Bu söylentiler yıldınm hızıyla aklımdan geçerken, sanki ugultular daha da yogunlaşıyor . . Artık lamı cimi yok, bal gibi ihti130


lal oluyor. Buna karar verdigim zaman ilk iş olarak kendime verip veriştiriyorum. "Ne vardı sanki yayın bitmeden çıkacak. Üç beş kuruş fazla versen ne olurdu sanki. Kıl payı farkla elinden kaçmış bir fırsat bu. Allah cezanı versin senin e mi?,. " Kaçan fırsatı yakalamanın tek yolu var. Hemen bir taksiye atlayıp radyoya gitmek. Karanını uygulayacagım anda aklıma geli­ yor. "İyi hoş da, ya yolda askerler karşıma çıkıp geri çevirirlerse? Ya radyonun kapısında aynı şey olursa . . . "

Kararımdan vazgeçmeyi düşünüyorum. Bu kez içim daralıyor. Allahtan tam o sırada bir taksi duruyor önümde. Biniyo­ rum. Ve dogal olarak, korktugum başıma geliyor. Dikimevi'nden Kurtuluş'a kadar bir şey yok. Ama Lozan Alanına yaklaşırken, her yandan koşuşan askerler, ilerleyen tanklar çıkıveriyor karşımıza. Kuş bile uçurtmuyorlar. Çaı;esiz geri dönüyorum. 27 Mayıs . . . 22 Şubat . . . ve 2 1 Mayıs . . . Bu sonuncusunun da ne yazık ki içinde yaşayamadım. Ne yazık ki diyorum, çünkü bir gazeteci-radyocu-televizyoncu için bu çok önemlidir, bundan daha büyük şans olamaz. Olayın iyi ya da kötü olması fark etmez. Önemli olan, bir şey olmuşsa onu "içinde yaşamak" ve onun tanıgı olmaktır. · Ben şanssızlıgıma üzülüyorum ama, bir arkadaşımız yaşadı 2 1 Mayısı. Hem de dakika dakika . . O gece moralini bozuk gördü­ gümüz için yanında kaldıgımız, ama kendisini gece yansından 1 5 dakika önce terk etmek gafletinde bulundugumuz Müberra Yet­ kin. Ben o geceyi Müberra'nın notlarından aktararak, anılarımda boşluk bırakmamak istiyorum. Ama asıl istedigim, genç yaşında yitirdigimiz sevgili Müberra'mızı özlemle ve sevgiyle anma�. "20 Mayısı 2 1 Mayısa baglayan geceydi. Saat 24. 00'te yayını kapatmış ve gitmek üzere hazırlanmıştım. Haberlerden so131


rumlu arkadaş Reyman Somer de stüdyodaydı. Reyman'la birlikte, teknik servisteki arkadaşlan da almak üzere kumanda salonuna geçtik. Servis arabasına binmek üzere aşagıya inmeye hazırlanı­ yorduk ki, kumanda salonunun kapısından elleri silahlı Uç subayın daldıgını gördüm. İçlerinden Albay rütbesinde olanı (sonradan Albay Yaşar Başaran oldugunu ögrendim) , bana kısaca durumu bildirdi. Hemen de telefonun başına geçerek Etimesgut Verici İstasyonuna, Türkiye'de . ihtilal oldugunu, yayının yeniden başla­ masını emretti. Bu arada genç bir subay da (sonradan Ostegmen İlhan Baş oldugunu ögrendim) uı.attıgı ihtilal bildirisini okumam gerektigini söyledi. Olup bitenlerden haberim yoktu bu yü?.Clen şaşkındım. Kafamda arkası arkasına sorular gidip geliyordu. Kim bunlar . . Kim kime karşı ihtilal yapıyor . . Hareket ne ı.aman başladı . . . Şimdi ne aşamada . . Hükumetin d u r u m u ve tutumu ne? . . vb . Korkmuş ve alabildigine heyecanlanmıştım. Biraz çekine­ rek, duyduklanmın ve gördüklerimin beni çok heyecanlandırdıgını, o nedenle okumayı beceremeyebilecegimi, okursam bazı yanlışlar yapabilecegimi anlattım. Diretip beni zorlayacagını beklerken tam aksi oldu ve tamam o halde, mikrofon açılınca ben okurum dedi. Az sonra Etimesgut yayının başladıgını bildirdi. Albayın emri üzerine Ostegm�n mikrofona geçti. Saat 00. 1 2'yi gösteriyordu. "

Müberra o geceki raporuna b u cümlelerle başlamış. İşte tam o saatte radyonun başında bulunan öteki yurttaşlar gibi ben de, yüregim agzıma gele gide dinlemeye koyuldum. "Dikkat dikkat" diye başlamıştı ses, "şimdi Türk Silahlı Kuv­ vetleri İhtilal Karargahının bildirisini dinleyeceksiniz" diye devam etti. Vatanın milletin içine düştogo durum anlatıldı, ekonomik ve sosyal yaşamın felç oldugu vurgulandı, gelecegimizin tehlikeye düştugo, devletin yok olma noktasına geldigi anımsatıldı. Sonraa . . 132


Sonra Türk Silahlı Kuwetlerinin durumu yakından ve büyük bir duyarlılıkla izledigi. Yüce milletimizin isteklerine uygun hareket eden Türk Silahlı Kuwetlerinin artık, ulusal görevi yüklenmek ve yönetime el koymak zorunda kaldıgı falan filan anlatıldı. Bunun da, 15 ay önceki (22 Şubat 1962) gibi bir serüven mi olacagını düşünüp dururken, bildirinin son cümlesi okundu: "Halaskar fedailerin yalnız ve daima senin emrinde ve hiz­ metindedirler: . Türk Silahlı Kuwetleri Genel Karargahı achna Talat Aydemir." Olayın rengi belli olmuştu. Gerisini dinlemek üzere radyo­ nun başına çakıldım. Bildirinin hemen ardından Harp Okulu marşı geldi. Onu iki numaralı bildiri izledi. Sokaga çıkma yasagından, uymayanlara ateş edileceginden söz ediyordu. Ve dogal olarak marşlar . . . marşlar . . marşlar . . . Yanın saat kadar dinledim. Mikrofon yeniden açıldı. Bu kez başka bir ses, bambaşka şeyler söylüyordu. "Muhterem Türk Milleti, burası Ankara Garnizon Komutan­ lıgı. Ben 28. Tümen Garnizon Kurmay Başkanı Yarbay Ali Therdi." Bu anılan yazarken, o zamanlar alelacele tuttugum nottan kanştınyor ve şifre çözer gibi ter döküyorum. Derleyip toparlaya­ bildiklerime göre, Ali Elverdi o konuşmasında, birkaç saat önce bazı çapulcuların, sergüzeştçilerin radyoevini istila ettiklerini, yalan bir yayınla milleti kandırdıklarını, şimdi o yanlışlıgın düzeltildigini anlatmış: Cumhurbaşkanının, Başbakanın, Genelkurmay Başkanı­ nın vb . . hepsinin, herkesin işlerinin başında oldugunu, kısa bir sü­ re sonra üçünün de millete sesleneceklerini bildirmiş. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bti sergüzeştçileri topladıgını, Ankara'nın sükOnete kavuşturuldugunu döne döne vurgulamış. Sık sık da insanların ri­ vayetlere, dedikodulara i n anıp panige kapılmamalarını istemiş. .

O geceden, hemen herkes gibi, benim de aklımda kalan Ali Elverdi'nin ikide bir "Talat'ın Uç buçuk adamı" sözleri ve dönüp dönüp yapfıgı bir çagndır. 133


"Ankara garnizon birlikleri, Ankara garnizon birlikleri . . Emassa Planı uygulansın . . Emassa Planı uygulansın . . . " Yaşananların aynntılannı yine Müberra'dan dinleyelim. "Kendisini Ankara Garnizonu Kurmay Başkanı Ali Elverdi diye tanıtan bir Yarbay, arkasında çok sayıda subay öldugu halde stüdyoya geldi. Kendisini, daha önce rady0yu ele geçirmiş olan Yarbay Yaşar Başaran karşıladı. ikisinin de ellerinde silah vardı. Başaran , Elverdi'yi beraberindekileri tehdit ederek tabancalarını el­ lerinden aldı. Tehdit ettigi kişileri önüne katıp aşagıya indirecegini sanıyorduk, ama öyle bir şey olmadı. Bir anda Ali Elverdi'nin ok gibi fırlayıp kumanda salonuna daldıgını gördüm. ilhan Baş, rad­ yonun eski spikerlerinden Ekrem lrge'yle konuşuyordu. Ekrem lrge, ilhan Baş'a kendisinin de 22 Şubatçı oldugunu, bir süre öncesine kadar radyoda spiker olarak çalıştıgını anlatmış ve ihtilal bildirisini okumak istedigini söylemiş. Kumanda odasıyla stüdyonun arasındaki camın arkasında, ilhan Baş'ın, elindeki silahı Ali Elverdi'ye uzattıgını gördüm. Elverdi, ilhan Baş'ı tutuklayıp Merkez Komutanlıgına göndermiş. Bu işi bitirdikten sonra da stüdyoya geldi. Ekrem lrge de arkasındaydı. 'Elverdi mikrofonun önüne geçecegi sırada lrge kendisine şöyle dedi: 'Yarbayım, ben de 27 Mayısçıyım. Emrederseniz ihtilal bil­ dirisini ben okuyabilirim." Elverdi hiç oralı olmadı, mikrofona dönüp irticalen konuşmaya başladı. Saate baktım, 00 . 57'ydi. Yani ilhan Baş'ın ilk bildiriyi okumasının üı.erinden sadece 45 dakika geçmişti. " Radyo başında dikkat kesilmiş bizler için, hükOmetin duru­ ma egemen oldugunu duymak, hem de birkaç kez duymak bile ra­ hatlama getirmemişti. 40-45 dakika önce, ihtilali yapanların ben­ ı.er sözlerini dinlemiştik. Nitekim kaygımız boşa çıkmadı. Çünkü biraz sonra, yayımlanmakta olan marş kesildi, bir üçüncü sesin dikkat dikkat 134


uyarısıyla irkildik. Bu kez de "İhtilal Genel Karargahı adına Talat Aydemir'in Türk milletine" bildirisi okunuyordu. Müberra anlatıyor: "Stüdyodaydım.Kumanda 5alonuna bir üstegmenin girdigini ve Ali Elverdi'yi tehdit ederek tabancasını aldıgını gördüm. Elverdi kumanda salonundan çıktı. Biraz sonra radyodan ayrıldıgını söylediler. Elverdi'nin tabancasını alan Üstegmen (adı Erol Dinçer'miş) mikrofonun başına geçip dikkat dikkat diye başladı. İrticalen yaptıgı konuşmada, hükumet kuvvetlerinin bütün Türkiye'de maglup edildigini, Türk Silahlı Kuwetlerinin duruma hakim oldugunu bildirdi. Saat 02.20'ydi. Erol Dinçer daha sonra marşlar çaldırmaya, arada da bir ve iki numaralı bildirileri okuma­ ya başladı. Saat 02. 58'de yayın aniden kesildi. Teknisyenler, hükumet kuwetlerinin Etimesgut Verici İstasyonundan yayına el koyduklarını ve duruma hakim olduklarını söylediler. Yayının kesil­ mesinden sonra Erol Dinçer teknisyenleri toplayarak, İl Radyosu­ nu çalıştırmaları emrini verdi. Emrin arkasından da ne diyorsa onun derhal yapılması gerektigini söyledi ve kendisini kandırmaya kalkacakların, beynine kurşun yiyecegi tehdidini savurdu. Teknis­ yen Sedat Aktirn, lI Radyosunun Etimesgut'tan çalıştırıldıgını, oranın da hükumet kuvetlerinin eline geçtigi için, isteginin yerine getirilmesinin mümkün olmadıgını anlattı. Erol Dinçer bu sözleri dinledikten sonra büyük bir öfke içinde ayrıldı. Saat 03. 30'da kısa dalga posta yayına başladı. Bu postadan, Genelkınmay Başkanı Or­ general Cevdet Sunay'ın, milleti sükQnete davet eden ve bütün komutanların hükümetı destekledigini duyuran bildirisi okun­ maya başladı. " . Allahtan Sedat Aktim, 11 Radyosunun durumunu arılatmış da yayını başlatmamış. Yoksa bir dördüncü ses mikrofona çıkıp bir şeyler söyleyecek ve radyo başındakileri bir kez daha "acaba"lar arasında bocalatacaktı. 1 35


Uzun, upuzuuun bir gecenin ardından Ankara -görece de olsa- bir dinginlige kavuşmuştu. 27 Mayıstaki uygulamayla karşılaşmamak için, ortalık aganr agarmaz kendimi radyoya attım . . Birçok arkadaşım da aynı şeyi yapmıştı. Bu kez hiçbir engelle karşılaşmadan, işimizin başına geçmiştik. Sabah oldugunda radyoda her şeyin alt üst oldugunu gördük. Özellikle diskotegin, stüdyonun ve kumanda salonunun bulundugu kat haraptı. Çünkü bütün kavga çatışma orada olmuştu. Gördügüm manzara karşısında aglamamak için kendimi zor tuttum. Dlskotegin kapısında ve koridorun duvarlannda çok sayıda kurşun deligi vardı. Ama beni aglama noktasına getiren bunlar degil, yerdeki delikler ve yırtıklardı. Radyonun, 1 963 Martında hizmete giren bu yeni bölümünde yerlerin döşemesi Akustik Vinili denilen özel bir maddeyle yapılmıştı. Muşamba görünüşlü, ama üzerine yattıgınızda yaylanıyormuşsunuz duygusu veren bir döşemeydi bu. Radyo Müdürü (o da rahmetli oldu) Yılmaz Hiçyılmaz, döşemenin kısa zamanda zedelenmemesi için, hanımlann, o yıllann modası olan ince sivri topuklu ayakkabılar giymesını yasaklamıştı. 21 Mayısın sonunda koridorda karşılaştıgımız zaman, geceki çatışmanın duvarlarda ve yerde · açtıgı yaralara uzun uzun bakmış, ayakkabısının bumunu yerdeki yırtıklardan birinin içine sokarak yırtıgı daha da büyübneye Çalışmış ve agız dolusu bir küfür savurduktan sonra gözyaşlan arasında haykırmıştı.

"Artık kim ne giyerse giysin! . Hepiniz duyun, hepiniz duyu­ nun! Artık hiçbir şey yasak degil! ." Arkasından baktık. Omuzlan sarsıla sarsıla aglıyor odasına dogru gidiyordu.

ve

Aşagı yukan üç aylık bir geçmişi olan bu bölümdeki kurşun yaralan hepimizin içini yatalamıştı. Aynca içimize kurşun gibi çöken bir duygu vardı. Bir ihtilal, batan ülkeyle birlikte radyonun 136


da bir kez daha alt üst olması demek. . . 22 Şubatın belki de çok daha agır koşullarda bir kez daha yaşanması demek. Şu demek, bu demek, o demek. Görünen o ki, kork­ tugumuzu yaşayacagız.

23 MA YIS 1 963

Talat Aydemir ve arkadaşlarının ikinci denemesi de ne yazık ki o gecenin kanlı biçimde kapanmasıyla, dahası bir süre sonra iki . ihtilalcinin daragacında can vermesiyle sonuçlandı. Ge­ cenin bilançosunda beş ölü vardı. Muhafız Alayı Komutan Yardımcısı Binbaşı Cafer Attila, Onbaşı Hasan Akkan, erler Mus­ tafa Gültekin, Mustafa Şahin , Mustafa Şakır, o kanlı gecenin sabahına çıkamamışlardı. Bir hafta sonra bu beşliye, ihtilal gecesi yaralanan Hava Albay Fehmi Erol da katıldı. O gece bir ihtilalci- · nin de öldügünü duyduk, ama onun adı açıklanmadı. Beşler, 23 Mayıs günü Hacı Bayram Camiinde kılınacak namazdan sonra bir törenle Anıtkabir'e götürülecek ve orada topraga verilecekti. O törenden naklen yayın yapılacagına ilişkin bir haber, ya da bir hazırlık yoktu ortada. Ta ki 23 Mayıs saat 1 1 . 00'e kadar. Tam o saatte kapım çalındı. Gelen radyonun şofö­ rüydü. Hemen hazırlanmamı, beni radyoya götUreceglni SC1ylüyordu. Apar topar radyoya gidince durum anlaşıldı. Şehitlerin ce­ naze töreninden, Kızılay'a kadar olan bölümü naklen yayımla­ nacakmış. Onu da ben yapacakmışım. Eh, artık 27 Mayısta parla­ yan naklen yayın yıldızıyım ya, evlerden alınıp getiriliyorum. Geti­ riliyorum da, böyle "yap" deyince bir naklen yayın yapılmasının, olanaksız denilecek kadar zor oldugunu düşünen yok. Her şeyden önce hazırlanmak ve o hazırlıkları kagıda dökmek gerek. Çünkü olay ve ortaı:n alabildigine kritik. Düşünmeden agıı.dan çıkacak bir 137


söz hem ortalıgı allak bullak eder, hem de kabagın benim başıma patlaması sonucunu getirir. Benim böyle bir hazırlıgım olmadıgı gibi, yönetimce hazırlanmış bir metin de yok. Elime verilen, yalnızca beş ölünün yaşamöyküleri. Önce biraz kara kara düşündüm. O arada aklıma ismet Paşanın, 2 1 Mayıs sabahı çok erken saatlerde TBMM'de yaptıgı konuşma geldi. Naklen yayın sırasında söyleyeceklerim için bu konuşma bulunmaz bir ölçü olurdu. · lnönü'nün çizdigi sınırların dışına çıkmadan konuşursam ne şiş yanardı, ne kebap. Konuş­ malarıma biraz da günün anlamı ve havasıyla ilgili cümleler katar5am ki, işten degildi bu- naklen yayını kazasız belasız atlatırdım. Naklen yayın istasyonunun nerede kuruldugunu, ne zaman oraya gidecegimi sordugumda "Ne istasyonu, o kadar aceleye gel­ di ki, istasyon filan kuracak zaman olmadı" dediler. Ve eklediler: "Radyonun damına çıkacaksın ve oradan konuşacaksın. Teknisyenler istasyona benzer bir şey kuruyorlar. " Gülmemek elde degildi. Damdan naklen yayın. "Haydi hayırlısı" diyerek dama çıktıgımda, aşagıdayken hafiften başlayan gülmem krize dönüşmek üzereydi. Çünkü kurulmuş ya da kurula­ cak bir istasyon filan yoktu ortalıkta. iki taknisyen arkadaş ve elle­ rinde bir mikrofon vardı yalnızca. Bir kat aşagıdaki teknisyen yukarı dogru bagırarak "Ben size başla deyince başlarsınız" 'diye­ rek sözOmona baglantıyı sagladı. Tıpkı ilkçaglardaki haberleşme gibi, avazı çıktıgı kadar yukarı dogru bir daha bagırarak, başla­ yabilecegimizi bildirdi. Bunu söylerken, az önce yılan gibi kıvrıla büküle dama çıktıgım delikten elini sallamayı da ihmal etmedi.

Ve başladım konuşmaya . . . Kısa bir giriş yaptım önce, ardından lnönü'nün meclis konuşmasını aldım elime. Bu işin ciddi yanıydı. Bunu fark ettlgim anda tepemden aşagı sanki kaynar sular döküldü. Eimdeki konuşma dogru dürüst yazılmış bir metin degildi. Teleksten çekip getirdikleri bir kagıt parçasıydı. Çogu yer138


leri silik satırlarla, satır sonlarında kesilmiş ya da hiç yazılmamış hecelerle doluydu. Dahası, aşagılarda tatlı tatlı esen, ama bilmem kaç metre yükseklikteki damın tepesinde rüzgara dönüşen doga olayıyla boguşmak zorundaydım. . Aklımdan bin türlü soru geçiyordu. "Ya şimdi rüzgar elimdeki sayfalardan birini uçurursa?. Ya · bir de uçan kagıt aşagıya düşerse?. Uçan kagıdı nasıl yakalarsın?. Deli misin be, uçan kagıt yakalanır mı hiç?. Yakalanmaz elbette, ama benim konuşmam mahvolur. . "

Düşüncelerimin burasında bir an, aşagıya dogru savrulan bir sayfa, sayfanın ardından da uçan kendimi görür gibi oldum. iliklerime kadar ürperdim. Bir yandan mikİ-ofona konuşur, bir yandan da bu garip düşüncelerle boguşurken bir şey farkettim. lnönü'nOn konuşması epeyce uzun, tek parçalık bir teleks ka­ gıdıydı. Sahip olabilirsem, o tek parçayı elden kaçırmayabilirdim. Asıl zorluk, kuynık gibi uzayıp giden telP.ks kagıdını, meltemin rüzgara dönüştügü o damın tepesinde, düzgün biçimde tutabil­ rnekteydi. Çünkü kuyruk biraz fazla havalanırsa kopabilirdi. Bunu önlemek için üzerine bassam yine aynı şey olabilirdi. Çözümü hemen buldum. Kagıdı rulo yapıp yavaş yavaş açarak okumak. .. Mikrofonu teknisyen arkadaşlardan biri tuttu, şehitlerin yaşamöykülerini öteki... Ben bir yandan konuşmayı sürdürürken, bir yandan da teleks kagıdını rulo yaptım. Başladım, o konuşmanın çerçevesinde, ihtilal yapmaya kalkanlara verip veriştirmeye. Birazcık rahatlamıştım. Birazcık diyorum, çünkü bu kez de teleks metnindeki girmeler çıkmalarla, silik çıkmış ya da hiç çıkmamış hecelerle boguşmaya. Bu sonuncusu, spikerlerin sonsuzdan gelip sonsuza kadar uzanacak cengiydi, olagan karşılamam gerekirdi ama, yine de sinirlerim laçka olmuştu. Çaresizlikten avazım çıktıgı kadar bagırmak istiyordum. Elimle mikrofonu avuçlayıp bastırarak sımsıkı kapattım. 139

·


"Sakın şaşırmayın ve korkmayın, Allahını seven de tut­ masın beni, bagıracagım!"

iki teknisyenin şaşkın bakışları arasında, cigerlerimin bütün gücünü toplayarak bir nara attım, gökyüzüne dogru . . . Rahatlamıştım. Naklen yayını kaldıgı yerden sürdürdüm. Kortejin ucu Kızılay'da kayboluncaya kadar konuştum. Bitirdigim z.aman bir meydan savaşından çıkmış gibiydim. Dama çıktıgım yollan tersine izleyerek aşagıya indigimde herkes bu işi kaz.asız belasız atlattıgım için kutluyordu. Ama ben bir türlü rahatlayamıyordum. Bu, ancak naklen yayın bandını dinleyince mümkün oldu.

YENi DÖNEM. . YENi UMUTLAR. . YENi BEKLENTiLER

Haber hizmetleri radyo yayıncılıgının çok önemli hizmetle­ rinden biriydi ama, her şey gibi o da çok ilkel yöntemlerle sürdürülmüştü. Artık çagdışı anlayışın bırakılması ve çagdaş haber­ cilige geçilmesi gerekiyordu. Giderek sivilleşen radyonun yeni yöneticileri ilk atılımı bu konuda yaparak, Ankara Radyosunun bünyesinde bir haber ve aktüalite servisi kurdular. Bu servis lstanbul-lzmir-Adana-Erzurum ve bundan sonra kurulacak radyolara da haber ve aktüalite prog­ ramlan hazırlayacaktı. Haber ve Aktüalite Servisi, l 962'nin son aylarında çalışma­ ya başladı. Bu, Türkiye Radyolarında atılmış olumlu ve çok önemli bir adımdı. Bir bakıma da TRT'ye dönüştükten sonra mutlaka oluşturulması gereken "Haber Merkezi"nin de çekirdegi olacaktı. 140


Elbette Haber ve Aktüalite Servisi yeterince başarılı olamıyordu. Çünkü o da ilkel koşullarda çalışıyordu. Eski radyo binasının üst katındaki büyükçe bir salon , ortasından bölünerek iki odaya dönüştürülmüştü. Bu odalardaki iki masaya da birer daktilo konulmuştu. Telefon yalnızca bir odada vardı, iki odanın yükünü çekiyordu. . . Çekemiyordu elbette. Çok iyi anımsamıyorum telek­ sin pir mi iki mi oldugunu, ama bir tane olması daha agır basıyor kafamda. Personel derseniz, iyi niyetli, ama haberle ilgisi olmayan kişilerden oluşuyordu. Onlar da yanlış yapa yapa, dogrusunu ögrenmeye çalışıyorlardı. Bir muhabir agı kurulmamış oldugun­ dan, bOltenler yine Anadolu Ajansının geçtigi haberlerle hazırlanı­ yordu. Yani önceki dönemde AA'da hazırlanıp bir bisikletliyle rad­ yoya gönderilen haber °bültenlerinin kaynagı degişmemişti. Ne var ki bültenlerin kaybolması, yolda bir kazaya ugraması, gecikmesi ya da unutulması olasılıkları ortadan kalkmıştı. Aynca bOltenlerin hazırlanışına bir ci�diyet gelmiş, yorumlar biraz daha dikkatle, özenle hazırlanmaya başlamış ve haber sıralamasında protokol ye­ rine, haber degeri taşıması koşulu getirilmişti. Özetle, Haber ve. Aktüalite Servisi yetersiz, ama önemli bir adım olmuştu. Çünkü bu servisle;

1) Halkın dogru ve tam haber alma gereksinimi karşılanacak, demokrasinin önemli bir işlevi yerine getirilmiş ola­ cakti. Aynca, halkın başka ve muzır haber kaynaklarını dinlemesi önlenecekti. 2) Radyo haberlerinin ilgi çekici ,dinlenilir olması saglanacaktı.

ve

güvenilir

3) En önemlisi, Anayasanın öngördUgü özerk ve tarafsız radyo haber sisteminin çekirdegi oluşturulacaktı. Yayın ilkeleri kaba taslak da olsa belirlenmişti. Birimlerin görev, yetki ve sorumlulukları saptanmıştı. Haber ve Aktüalite Servisi oluşturulmuştu . . . Şimdi sıra Türkiye radyolarının eşgUdüm 141


içinde çalışmasına gelmişti. Başta Ankara, İstanbul ve lzmir radyo­ ları olmak üzere bütün öteki radyolara bir çekidüzen verilmesi, hizmetlerin saglıklı biçimde yürütülebilmesi gerekiyordu. Bütün bunlar, radyoların üzerinde yeni bir birimin oluşturulmasıyla saglanabilirdi. O birim, kısa bir süre sonra Merkez Program Müdürlügü adıyla oluşturuldu. Başına da ünlü tiyatro yazan Turgut Ôzakman getirildi. Ôzakman, yanında Adalet Agaoglu, Sevgi Soy­ sal gibi tanınmış yazarlarla çalışmaya koyuldu. Merkez Program Müdürlügü, Türkiye radyolarının kendi aralarındaki baglantılannı ve yabancı radyolarla ilişkilerini yürüten, radyoların her alandaki gereksinimlerini karşılayan, çok yönlü çalışmalar yapan yeni bir birim olarak ortaya çıkmıştı. Bu birimle, ·

-Rac;dar

saglanması,

arası

program planlaması, Program �)erinin

-Bütün Türkiye radyoları için programlar yapılması, -Yabancı radyolarla ilişkiler kurulması, program alışverişinin ve Türkiye'yi tanıtıcı programların yapılmasına olanak yaratılması düşünülüyordu. Yeni dönem, yeni anlayış ve ruh, yeni birimler oluşturul­ ması, biz çalışanlara da yeni bir heves getirmişti. 1 Eylül 1959 günü, Ankara Radyosunda Söz ve Temsil Yayınlan Şefi olarak göreve başlayan Mahmut Tali Ôngören'le birlikte zaten bu atılım başlamıştı. Öngören, Nuray Ôgel ve Esin Baysal adlı iki radyo çalışanını Prodüktör olarak görevlendirirken, biz spikerlerden de programlar yapmamızı istemişti. işte şimdi bu olanak bir kez daha ayagımıza geliyordu. Aynca bir sınav açılmış, yeterince spiker ve çok sayıda programcı alınmıştı radyoya. Yeni elemanlar için açılan spikerlik ve programcılık kurslarındaki egitim çalışmaları, bir bakıma, ufukta parlayan TRT döneminin altyapısını da hazırlıyordu. Bu kurslar giderek kurum içi egitime dönüştü. işte bu kadro, köylülerden işçilere, kültürden sanata bilime, egitimden 142


saglıga, çocuklardan gençlige kadınlara, yarışmadan eglenceye, turizmden trafige, söz programlarından müzik programlarına, dahası, yurt sorunlarından dünya sorunlarına kadar, aklınıza gelen her konuda programlar yapmaya başladı. Başlattıklan ve giderek geliştirdikleri dolgun içerikli, dipdiri programlarda bu kadro halkın sorunlannı yine halkın kendi agzından dile getirerek, toplumun bütün kesimlerinin sesini duyurarak 1964-197 1 yıllan TRTsinin altın dönemini yarattı. Pek çok eksigine, pek çok fazlasına karşın, bugün gururla, mutlulukla anımsadıgımız bir dönemdir o yıllar . . . Bütün bu çalışmalar yürütülürken, radyonun, 2 7 Mayıs öncesinde yapımına başlanan ek binası da tamamlanmış ve 1963 Martının ortalarında kullanıma açılmıştı. En son teknolofiye uygun biçimde yapıldıgı söylenen bu eklentinin teknik donanımı ve stüdyolan da yepyeni bir çalışma istegi veriyordu. Eski binadaki Spiker-Teknisyen kördögüşö sona eriyordu aynca. Çünkü, bu bi­ nada spikerler ve teknisyenler biribirini görerek, çagdaş olanaklar­ la iletişim saglayarak, yani konuşup anlaşarak çalışıyorlardı. Dahası, radyo plak ve bant açısından da rahatlamıştı. Çünkü çok sayıda plak ve bant alınmıştı. Asıl önemlisi, bu arada bir de Haber Merkezi oluşturulmaya başlanmış ve habercilik alanında son dere­ ce önemli bir adım atılmıştı. Dogan Kasaroglu başkanlıgında oluşturulmasına başlanan bu merkezde Muammer Yaşar Bostancı, Hüsamettin Çelebi, Zeki Sözer gibi deneyimli gazetecilerin yanı sıra birçok da genç gazeteci görev almıştı. Ankara · Radyosunda yeterince büyük bir salon bulunmadıgı için, Haber Merkezi, Her­ gele Meydanındaki bir eski binada çalışmaya başlamıştı. Dogaldır ki, haber ve aktüalite programlan bir anda sihirli degnekle dokun­ muşçasına, bütün yanlışlarından, bütün kusurlarından annmamıştı, ama bu merkez önemli, çok önemli bir aşamaydı radyo için . . . Radyoda çalışmalar olumlu yönde ilerlerken, uzun süredir hazırlanmakta olan yeni TRT Yasa tasansı da son aşamaya gelmiş w 24 Aralık 1963'te kabul edilmişti. Yasa 1964'te yürürlüge girecekti . 1 43


Girdi. Yeni radyo, profesyonel bir kadrodan yoksunluguna, kurumlaşmamış

olmasına

karşın,

bizler- için

bulunmaz

Hint

kumaşıydı. Bizler derya içre balıklar gibi mutluyduk. Derya içre balıklar gibi mutlu olmadıgımızı anlamamız için fazla zaman geçmesi gerekmedi. Kendimizi alabildigine özgür say­ mamıza ve sanmamıza karşın, birçok yönden elimizin kolumuzun baglı oldugunu, işin içine dalınca fark etmiştik. İşte size birkaç örnek. Dünya degişiyor, ama Türkiye degişmiyordu. Radyoda hala sol görüş, yılan görrnüşçesihe ürkülen bir şeydi. Bırakın sol içerikli bir program yapılmasını, sol bloktaki ülkelerden gelen plakların, bantların çalınması bile yasaktı. Romanya'dan gelen birkaç plak ve ünlü Fransız şarkıcı Yves Montand'ın bir şarkısı yayımlandıgı

için

bazı

kişilerin

cezalandınldıgını

bugün

gibi

anımsıyorum. Dahası, Kitap Saati Programında sol içerikli oldugu gerekçesiyle bazı kitap ve dergilerin yayından çıkanldıgını ·da . . . 27 Mayıs gibi bir olay yaşanmış,

1 96 1 Anayasasının getirdigi

özgürlük ortamında sol yayınlar furyası başlamış . . . Dahası, seksen­

lik delikanlı lsm t lnönü CHP'nin ortanın solunda bir parti oldugunu ilan etmiş. Ama yöneticilerin kafa yapısında nokta kadar bir degişme yok. Ülkenin ve radyonun bu yapısı içinde biz. !er de kendimizi özgür sanıyoruz, özgür sayıyoruz. Ama yine · de "n'olursa olsun, artık özerk"iz ya . . Ufak tefek sıkıntılar kaç yazar?.

HEP1M1Z ÖZERKUK SARHOŞUYUZ

- 1 96 1 Anayasasına hiçbir zaman sıcak bakmayan, eline geçecek ilk fırsatta degiştirrneyi hiçbir zaman gündemden indirme­ yen sag kesim ona hep "Tepki Anayasası" diyerek karşı çıktı. Bir bakıma dogru da sayılabilirdi bu deyim. Çünkü on yıl boyunca süregiden uygulamalar, toplumu tepki noktasına getirmişti. Sag

144


kesim gibi, sık sık yaşanan ara dönem yöneticileri de özerk ve ta­ rafsız --dogru haber verecek ve halkın gerçeklerini yansıtacak­ sosyal devlet anlayışının geregi olan halkı aydınlatma, bilinçlendirme ve kamuoyunu özgürce oluşturma görevlerini yeri­ ne getirecek bir TRT'yi içlerine sindiremediler. Çünkü böyle bir TRT, tutucu ve dışa bagımlı egemen güçlerin önüne çok önemli bir engel olarak çıkacaktı. Bu çevreler, toplumdaki uyanışın TRT'ye bu biçimde yansımasını o nedenle hep Komünistlik olarak gördüler, gösterdiler.

359 sayılı TRT Yasası, tıpkı 196 1 Anayasası gibi, uygar ülkelerinkini andıran, tam onlar gibi olmasa da çok yaklaşan bir güzel yasaydı. Tek parti sultasındaki radyonun, o dönemlere yüz kere rahmet okutan 1 950-1960 arasındaki Demokrat Partinin borazanı radyonun, bu yasayla yerini halkın sorunlarına açık, yalnızca Anayasanın, Atatürk devrimlerinin yandaşı, çagdaş ve asıl önemlisi özerk bir Radyo-Televizyon Kut\lmU (fR1) alıyordu. Toplumla . bütünleşebilen, onu bilimin yüceligine, kültürün aydınlıgına ve sanatın güzelligine yönlendirecek bir yayın �uru­ munda çalışacaktık bundan sonra. Ve bizim çalıştıgımız kurum, in­ sanlara her şeyin en iyisini, en güzelini verecekti. 359 Sayılı TRT Yasasını nasıl özlemle bekledigimizi anlat­ mak istiyorum, sözün burasında. 2 7 Mayısı hepimiz yeni bir dönemin müjdec_isi gibi algıladık. Devrimin başlatacagı yeni dönemde, eski dönemin beyin törpüsüne dönüşmüş radyosunda artık eski yasayla, eski alışkanlıklar ve usullerle yayın yapılmayacagı apaçık ortadaydı. Bu gerçek, yöneticiler gibi halkın da bekledigi bir degişiklikti. Yeni bir yasaya gereksinim kaçınılmazdı. .

Biz radyo çalışanlan (fRT olmamıştık henüz) ihtilal sonrası döneme bu yeni dönem beklentisi içinde girdik. Tasarının hazırlanması, ilgili komisyonda görüşülmesi, genel kurula inmesi 145


gibi aşamaları heyacanlı bir bekleyiş içinde. . . Ortada dolaşan fısıltıların işimize gelenlerini gerçek sayıp sevinerek, gelmeyerıleri­ ni dışlayarak. . . Kendimiz, yasayla ilgili söylentiler üretip yayarak, sonra bunlar kulagımıza geldiginde candan gönülden inanarak. . � Gelecege ilişkin hayaller kurarak. . . Öz.etle, beklenti içindeki herke­ sin geçirecegi ruhsal durumları yaşayarak gün saydık. Ve zaman geldi dayandı 1 Mayıs 1 964'e. . . Dogal olarak, burada yazdıgım kadar kolay ve hızlı gelmedi. Tasarının, komis­ yonda takılıp kaldıgı ve uzunca sürelerle bekledigi dönemlerde yaşadıgımız hayal kırıklıkları içimizi az karartmamıştı. Radyo yöneticileri bu bekleme sürelerinin nasıl kısaltıla­ cagını düşünmeye başladılar. Sonunda, TRT Yasasının milletvekil­ lerine anımsatılması gerektiginde karar kıldılar. Bu amaçla, dinle­ yici önünde yapılan programlardan birine yalnızca milletvekillerini çagırdılar. Sunuculugunu da (o zamanlar takdimcilik derdik) Müberra'yla bana verdiler. "Milletvekillerini etkilemek için, çenelerinizi çalıştırabildiginiz kadar çalıştırın" diye tembihte bulun­ mayı da ihmal etmediler. Müberra'yla ikimiz tembihin geregini yerine getirmek için elimizden gelen çabayı gösterdik ama; sonucun degişmedigini söylemek zorundayım. Yeni TRT Yasası, hepimize taze kan pompalamış gibiydi. Ôzerkligin ne oldugunu hiçbirimiz bilmiyorduk ama, "artık ·özerk'iz" deyip duruyorduk. Konuyla ilgili olarak ögrendiklerimiz, biraz da sezgilerimiz biı.e her şeyin daha kolay ve daha güzel olacagını söylüyordu. En önemlisi de, bu güzellikleri bizler yaratıp topluma sunacaktık ve bu keyfi ilk yaşayanlar da bizler olacaktık. Rüyada gibiydik. Sözün özü, hepimiz özerklik sarhoşuyduk. O dönemdeki TRT çalışanları için 1 Mayıs 1964 çok özel bir gündü. Bir rüyanın başlangıcıydı. O rüya, elbette uzun sürmedi 146


ama, yine de o günleri yaşamış TRT'ciler için 1964 -197 1 arası, önce de söylemiştim, TRT'nin altın dönemi oldu. Görüp görece­ gimiz nimetin bu kadarla kaldıgını söylemeye gerek yok elbette. 1 Mayıs 1964'ün, ô dönemdeki radyocular için bir başka özelligi daha vardı. Hala, keyifle ve biraz da kendi halimize gülerek anımsadıgımız bir özelliktir bu. TRT öncesi radyoda, aylıklarımızı çalıştİktan sonra alırdık. TRT'yle birlikte bu aylıkların peşin olarak ödenecegi bildirildi. Eh artık, keyfimize diyecek yoktu. 30 Nisan günü, nisan ayının işlemiş aylıgını, 1 Mayıs günü de mayısın peşin aylıgını alacaktık. Çift aylıgın getirecegi miktarı, hemen hiçbirimiz rüyamızda bile görmemiştik. Haftalar öncesinden bu ikinci ayltgın harcama yerle­ rini saptamaya başlamıştık. Kimileri evlerine yeni eşya almak, ya da bir eksigini tamamlamak için taksit açtırdı, kimileri güzel bir tatil için filan ya da falan tatil merkezinde yer ayırttı. Kimileri de, ikinci aylıgın elverdigi ölçüde, Ankara'da güzel birkaÇ gün yaşamayı yegledi. Ben bu sonuncular arasındaydım. 1 Mayıs günü aylıklarımızı almak üzere veznenin önüne bi­ riktigimizde, hiç beklemedigimiz bir acı gerçekle karşılaştık. Çünkü o gün yapılacagı bildirilen "çift ödeme"den yalnızca birinin yerine getirilecegi, ikincisinin ise birkaç ay sonraya kcildıgı söylendi. · Beynimizden ·kurşun yemişe dönmüştük. TRT'nin yöneticileriyle ilgili olarak, içimizden hangi güzel duygulann geçtigini söylemeye gerek yok elbette. Hele ben, nasıl hayırla yad ediyordum hepsini. O ikinci aylıgı birlikte yemek için İstanbul rad­ yosundan bir arkadaşımla kardeşini davet etmiştim. Davetimi sevinçle kabul edip geldiler. Onlar da bir jest yapmak istemiş ve bana 500 liraya (yanlış okumadınız beş yüz liraya) bir saat alıp he­ diye olarak getirmişlerdi. Radyocu arkadaşımın da katkısıyla An­ kara'da yalnızca dört günlük bir "lüküs hayat" yaşayabildik. Dönüş paralannı teyzelerinden borç aldılar. 147


Özerklik sarhoşlugundan da çabuk ayıldık. Ve başlangıç epeyce gürültülü oldu. Yıl 1965. .. TRT olmamızın üzerinden bir yıl bile geçmemiş. Ünlü Magna Carta'nın ilan edilişinin 750'nci yılı . . . An­ kara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde, bu çok önemli belgenin yıldönümü bir hafta sürecek etkinliklerle kutlanacak. Pek çok ülkeden üniversite mensuplan ve hukukçular çagrılı haftaya. O za­ manlar hala yalnızca radyo var. Radyoda her akşam 1 9 . 00 haber bülteninden sonra (genellikle saat 1 9 . 1 5'te) Yaşadıgımız Günler adıyla bir program yayımlanıyor. Programda, haber bültenine gir­ meyen, ama haber degeri taşıyan bazı olaylar röportaj olarak veri­ liyor. Ben, TRT olmamızdan kısa bir süre sonra spikerligi bırakıp röportajcı olarak Haber Merkezine geçmişim. En önemli görevim, bu Yaşadıgımız Günler programını hazırlamak. · Programın en önemli özelligi, her akşam bülteninden sonra mutlaka, ama gerek­ tigi zaman. her bültenden sonra yapılması . . . Magna Carta . olayı gündeme gelince, TRTde, ilk Genel Müdür Adnan Ôztrak'ın da katıldıgı bir toplantı yapıldı. Ve Magna Carta konferanslarının her gün izlenmesi, her akşam bu konfe­ ranslardan bir program yayımlanması kararlaştırıldı. Bir haftalık Magna Carta maratonum bu kararla başladı. ilk gün, iki konferans vardı. ikisi de konferansçıları bakımından ilginçti. Biri, yaşını başını almış bir İngiliz, öteki de genç bir Sov­ yet profesörüydü. Magria Carta konferansları, toplumun belli bir kesimini ilgi­ lendiren, büyük çogunluga ise radyonun dügmesini kapattırı­ verecek etkinlikler olacaktı. Bu, daha baştan belli. Benim için de en büyük sıkıntı bu. Dahası, radyo röportajcılıgı konusunda ne fazla bilgim var ne de deneyimim . . . ama yapacagım röportajlann mutlaka dinlenmesi de en dogal istegim. Peki ama, o kuru, kup­ kuru Magna Carta konferanslarıyla nasıl başarabilirim. Günler 148


boyu düşünüyorum, ama çözfümünü bulamıyorum. Ne var ki, sözünü ettigim iki profesörü göırünce kafamda kıvılcımlar yanıyor. Anlatımıma biraz magazin katarsam , pe�la fıstık gibi röportajlar olabiiir. . . İngiliz profesör yaşının geregi beş altı basa­ mak merdiveni çıkarken zorlanıyor. Görevliler yardım ediyorlar. Kürsüye ilerlerken omuzlan çökmüş gibi. . . Saçtan darmadagın . . . Ü zerinde bol bir ceket ve boru gibi bir pantolon. Açık mikrofon önünde öksürüp aksırarak gırıtlagını temizliyor ve . konuşmaya başlıyor. Salondaki hocalar ve ögrenciler, soluklan kasilmiş, gözlerini bile kırpmadan dinliyor:lar. O pejmurde kılıklı, yaşlı adam konuştukça şirin, şipşirin bir şey oluyor. Olayın espirisini ben de işte o zaman yakalıyorum. Önümdeki teype önce tüm dış görünüşüyle profesörü anlatıyorum, sonra da salondakileri: . . Ardından, konuşmadan bazı bölümleri alıyorum. Konferans bittik­ ten sonra da -magazin olmasına özen gösterdigim- birkaç soruyu ekliyorum. Ve röportajı "karika turistleri yalancı çıkarmayan bir profesör" diyerek bitiriyorum. lngilizin işi tamam. ôgleden sonraki konferansçı Sovyet profesör, lngilizin tam aksine genç, kıpır kıpır, zıpır zıpır bir adam. Basamakları sekerek çıkan, kürsüye koşarak gelen bir tip. . . Kürsüde ellerini havaya açıp· önce Rusça sonra da Türkçe "merhaba dostlar" diyor, selam­ lar veriyor, sevgi öpücükleri gönderiyor. Büyük çogunlugu gençlerden oluşan izleyicileri bu davranışlar coşturuyor, onların coşkusu da profesörü aşka getiriyor. Adam bu insanları gençligiyle, dinamik davranışlanyla kendine baglamış, sonra da ustaca yaptıgı çıkışlarla . . . Alkışlar dinmek durulmak bilmiyor. Ken­ dince yeterli buldugu anda, elleriyle kollarıyla işaretler yaparak durduruyor insanları. Ben , olup bitenleri önündeki teype anlatıyorum. Sesimin tonunun, anlatımımın bir öncekiyle aynı olması için olanca çabayı 149


gösteriyorum. Ve aynı sırayı, aynı süreyi de gözeterek. Baglantı cümlemi , de "karikatüristlere yepyeni bir profesör tipi çıktı böylece" diyerek yapıyorum. Radyoya dönüp montaja başladıgı­ mızda gerek teknisyen, gerekse ben, konferansçılara verecegimiz alkıştan, kronometreyle ayarlıyoruz, "komünistlik yaptılar" denme­ mesi için, Rusun alkışlannı birkaç saniye aı,altıyoruz. Çok güzel bir röportaj yaptıgım inancı, herkesin zevkle izle­ yecegi sevinci içinde, radyonun başına geçiyorum. Gerçekten de güzel olmuş. Dinleyicilerden birkaç tebrik telefonu geliyor. Güzel sözler var. Bir ara Haber Müdürü Dogan Kasaroglu arayıp "Eline diline saglık, pek güzel olmuş" diyor, "bundan sonrakileri de bu havada yap ki, dinlesinler" Diyor da, ertesi gün küçük bir kıyamet kopuyor. Çünkü ben dün akşamki röportajda komünistlik yapmışım. Rusu ,öve öve bitirememişim. Onu anlatırken dilimden bal, sesimden şerbet akıyormuş. Eh, ne de olsa o yakışıklı bir erkek, ben de genç bir kadınmışım. Ne bileyim işte . . . Olurmuş böyle şeyler . . . Zaten Rusun alkışını ve­ rebildigim kadar vermişim. . . Gönülmüş bu canım. . . Düşermiş elbet bir yakışıklıya. Bunu anlamak mümkünmüş. . . Peki, TR.Tye ne oluyormuş?. Koskoca TRT benim heyecanlanma riasıl alet olurmuş?. Bu TR.Tnin bir Genç! l\:'lüdürü yok muymuş? Kimse TR.Tyi sahipsiz sanmasmmış! . Genel Müdür sahip çıkamıyorsa, ona gerçek sahibi · olan Millet el atarmış. Bu millet, radyosunda Komünistlik methiyeleri dinlemek istemiyormuş. Bunun hesabını millet adına vekilleri sorarmış. vb . . vb . . vb . . Ve ardından tüyü bit­ medik yetimlerin nafakasından kesilen vergiler . . . öyküleri . . . Millet adına TRT'den hesabı ilk soran, Kırşehir Milletvekili Osman Bölükbaşı oldu. Az önce sıraladıgım cümleler günlerce basında yer aldı. Sonra onlan başkalan izledi. Aklına esen herkes millet adına TRTden hesap sormaya kalktı. Sonuçta suçlu (!) ben 150


oldugum halde işin faturası Genel Müdür Adnan Öztrak'a çıkarıldı. Çünkü kendisini arayıp bu işin hesabını ve benim cezalandırılıp cezalandınlmadıgımı soranlara yanıtı "Bu, TRTnin iç sorunudur�. gerekirse cezayı biz veririz, ama gerekmiyor" oluyordu. · Genel Müdürün bu yanıtı elbette çok güzeldi, bence çok da isabetliydi. Ama bana yetmiyordu. Çünkü asıl düşüncesinin ne oldugunu bilmek istiyordum . Uygun bir zamanda yanına çıkıp sordum. "Sayın Öztrak, siz bir Genel Müdür olarak dışarıya karşı beni korumak için böyle konuşuyor olabilirsiniz. Size teşekkür ederim. Ama başınıza bu kadar iş açtıgım için bana söyleyeceginiz bir şeyler olmalı diye düşünüyorum." "Elbette size söyleyecegim bir şeyler var. Meslegim spikerlik olsaydı ve sizin kadar güzel konuşabilseydim, ben de böyle bir röportaj yapmak isterdim. Ama . ne yapalım ki burada Genel Mü­ dürüm. Sizden daha büyük başarılar bekliyorum. Teşekkür ederim." Odadan nasıl çıktıgımı anımsamıyorum. Ama ).llerdivenler­ den inip kendi odamıza girinceye kadar sevinçle hüznü bir arada yaşadıgım ve hüngür hüngür agladıgım bugün gibi aklımda. Millet adına hesap soranlar hırslarım bir türlü alamcdılar. Ve olay kısa bir süre sonra Türkiye Büyük Millet Meclisine getirildi. . TRT'nin görüşOlecegi gün, kurumun üstdüzey personeli -ve dogal olarak ben de- tam kadro Meclisteydik. Önce Osman Bölükbaşı kürsüye çıktı. Saatlarce sürse de, insanı bıktırmayan, tam tersine sardıkça saran bir konuşması vardı Bölükbaşı'nın. Önergesini, veriliş nedenini, TRTnin konumunu anlattı da anlattı. Adalet Partisi sıralarıridan sürekli alkışlar ve bravo sesleri, Cumhu­ riyet Halk Partisi sıralarından da sık sık yükselen protestolar arasında konuşmasını tamamlayıp kürsüden inerken bir CHP mil­ letvekilinin "Nihayet rahatladın mı TIRT Osman" dedigi duyuldu. Bu TIRT Osman giderek öylesine yerleşti, öylesine tuttu ki, adam151


cagız sonralan Osman Bölükbaşı yerine hep TIRT Osman diye anılır oldu. , TIRT Osman'ın konuşmasından, az önce sıraladıgı cümlelerle ben de nasibimi aldım. Ama ille de Adnan Ôztrak. . . Sonra başkalan çıktı kürsüye. Hemen hepsi de aynı havalan çaldı. Komünistlik. . . Türk milleti. . . Tüyü bitmedik yetimler. . . Devletin milli radyosu . . . Sorulacak hesap . . . vb. ·

Ve Trabzon Milletvekili Ekrem Dikmen. Agır agır çıktı kürsüye. Kendinden öncekilerin üstü kapalı ve biraz kibar olmaya çalışarak söylediklerini, en kaba biçimde söyleyiverdi. "Efendim, ben bir Türküm. (Sözün burasında elini kalbinin üstüne bastınyor.) Elhamdülillah Müslümanım. Bu milletin %99'u Müslümandır. Türktür. Bu memlekette komünlsterin işi yok. Onlar Moskova'ya gitsinler. (Hep Moskova yolunu gösterdiler biz­ lere ama, çok üzülüyorum, şu ana kadar gidemedim, ama onlar sık sık gittiler.) Ben radyomu açtıgım zaman milliyetçiligimle, Müslümanlıgımla ilgili sözler duymak istiyorum. Ama dogmeye b'asınca ne duyuyorum . . . Rus profesöre aşık bir �zın aşk sözlerini. Bu memlekette komünistlerin işi yoktur, olmayacaktır da. . . Rus profesöre aşık olanlar, o rejimin hasretini çekenler, gitsinler efen­ dim, gitmeyeceklerse de bu Müslüman memleketin havasını, rad­ yolannı mülewes aşklanyla kirletmesinler." Dogal olarak yine aynı tepkiler. AP sıralanndan alkışlar, CHP sıralanndan protestolar . . . Ekrem Dikmen içini boşaltmış ve rahatlamış olarak iniyor kürsüden. CHP adına konuşacak olan Kayseri Milletvekili Prof. Turhan Feyzioglu söz alıyor. Feyz_ioglu, TBBM'de degil de, aktif politikaya girerken aynlmak zorunda kaldıgı Siyasal Bilgiler Fakültesinin bir sınıfında ögrencilerine ders verir gibi, tane tane, sindire sindire konuşuyor. Doktrinden söz ederek, çagdaş ülkelerdeki uygulamalan anlata152


rak, bir anayasa, bir hukuk, bir kültür dersi veriyor. İki saate yakın süren konuşmasında kimseden çıt çıkmıyor. Bitirip kürsüden iner­ ken de, CHP . sıralarından dinmek durulmak bilmeyen bir alkış tufanı kopuyor. Bu, TRT'nin aklanması oluyor. Hiç degilse bazı çevrelerde. Ama TRT'ye tepki duyanlar, olup bitenlerden hiç etki­ lenmiyor, verilen dersten hiçbir şey alamıyorlar. Ve bu kişiler, top­ lumun uzanabildikleri kesimlerine kinlerini kusmayı sürdürüyorlar.TRT'yle ilgili olarak açtlan bu yoldan daha kimler geçiyor, kimler . . . Ve hepsinden önemlisi, TRTyi aslanlar gibi savunan Tur­ han Feyzioglu iki ytl kadar sonra, CHP'den ayrılıp Güven Partisini kurdugunda önce hafiften hafiften başlayarak,sonraları "azılı bir TRT karşıb" kesiliyor. O andan başlayarak TRT, Turhan Fey­ zioglu için de bir komünist yuvası oluyor. Peki, benim Rus Profesöre olan aşkım? Bir süre daha ko­ nuşuluyor. Altındaki ateş sürekli körüklenerek parlablmaya çalışı­ lan bu büyük aşk (!) ancak bir saman alevi ı.adar parl;or w sönüyor. Yani aşkım, dogal ömrünü tamamlayıp bitiyor.

iNSANLAR HER AN TETiKTE

2 1 Mayıs hareketi arkasında iki idam bırakarak tarihteki ye­ rini aldı. 1964 Haziranının son günlerinde Fethi Gürcari'ın, tem­ muzun ilk günlennde de Talat Aydemir'in haklarındaki ölüm ceı.a­ larının yerine getirilmesi, süregelen çalkantılara yenilerini ekledi. asker-sivil, toplumun bütün kesimleri diken üstünde oturuyor­ muşçasına tedirgindi. Her gün, her yanda yepyeni senaryolar yazılıyor, söylentiler üretiliyor, bırakın sade yurttaşları, sonunda burtları üretenler de duyduklarına inanıyordu. Türkiye'nin bütün çivileri yerlerinden çıkmış gibiydi. 153


Böyle bir ortamda, günlerden . bir gün akşam haber bültenini okuyorum. Kendimde önce bir halsizlik hissettim. Kısa �ir duraklamadan sonra bülteni kaldıgım yerden okumayı dene­ dim. Biraz zorlandım. Ardından yeni ve daha agır bir halsizlik. Yigitligi elden bırakmak istemedigim ve üzerine gidersem halsizligi yenebilecegimi düşündügüm için, okumayı sürdürdüm. Ama başaramadım. Çünkü bir anda bütün çevrem kapkara oldu, bölmenin ardındaki Teknik Servisin ışıklannı belli belirsiz seçebiliyordum. Son bir çabayla elimi kumanda koluna kadar uzatıp çektim ve karşımdakilere "çok fenayım" dedim. Teknik Ser­ viste koşuşup duran insanlan ve havada kendi kendine sallanıp duran bir sürahiyi anımsıyorum. Teknisyen arkadaşlar durumu anlamış, hemen spiker odasına koşup nöbetçi spikerlerden birini apar topar stüdyoya ge­ tirmişler. Onu içeri alıp beni dışan çıkanrlarken "işaretledim" demişim. Yerime gelen arkadaş bunun ne demek oldugunu anlamış ve işaretten sonrasını okumaya başlamış. Bu arada yayın iki dakikalık bir kesintiye ugramış. 1 0- 1 5 dakika sonra kendime geldigimde ilk fark ettigim, radyoevinin bir başından ötekine koşuşturanlar; ilk duydugum ardı arkası kesilmeden çalan telefonlar oldu. Ortam gergin, durum ala­ bildigine kritik ya. . . Radyonun mikrofonu iki dakika susmuş, spi­ kerlerin sesi kesilmiş ya. . . Eh, bu durumda insanlann kafasında haklı olarak canlanacak senaryo belli.

''Yeni bir ihtilal olmuş . . . Radyoyu askerler basmış. Askerler stüdyoya dalmışlar . . . Spiker karşısında silahlar görünce dili tutul­ muş . . . Ya da askerler silah zoruyla susturmuşlar. O iki dakikalık boşlukta gereken talimatı vermişler . . . Yayın o nedenle, başka spi­ kerle devam etmiş. Dogaldır ki, o da silahlann gölgesinde kem kam ederek olmuş. " 154


Ve arkasından hep aynı soru: "Alıp götürülen spiker şimdi nerede?" Telefonlara yanıt verenler gerçek durumu anlatıyor ve spi­ kerin tansiyonu düştügü için fenalık geçirdigini anlatıyor, ama kimseyi inandıramıyorlarmış. Bu arada benim yakınlarım "İlle de Jülide'nin sesini duymak istiyoruz" diye yeri gögü birbirine katıyorlarmış.·· Kendime geldigim zaman , telefonların bir bölümüne de ben yanıt vererek hem yaşadıgıma, hem de gerçek durumun ne olduguna karşımdakileri inandırdım. Daha sonra yayına girerek, sesimle de bu inançtan pekiştirmeye çalıştım. Basın ve yayın mesleginde çalışanların bir özelligi vardır. (Olmasa da meslege gir­ dikten sonra kazanılır.) insanlar, en korkunç bir olayın ille gülünebilecek bir yanını bulur, sonra da oradan tutup çeke sündüre birileriyle, bir şeylerle, hatta kendileriyle gırgırlannı geçerler. O gece de öyle oldu. Arkadaşlar, tamamen toparlan­ mamdan sonra, sırtımın, gögsümün ve başımın neden ıslak oldugunu anlattılar. Fenalaştıgııiı ve bunu Teknik Servise iletebildigim anda, bir teknisyen arkadaş masanın üstündeki sürahiyi kaptıgı gibi, bana göstere göstere sallamaya başlamış. Bir yandan da avaz avaz bagınyormuş. "Dayan biraz, dayan biraz, şimdi geliyorum." Gerçekten de son süratle yetişmiş ve dedigini yapmış, tepemden aşagı bir sürahi suyu boşaltıvermiş. Dogal olarak yayının kalan bölümünde bütün konu, başımdan aşagı dökülen su ve suyu döken arkadaş oldu. Espriler, takılmalar arasında, sanki böyle bir olay hiç yaşanmamış gibi, yayını bitirdik. Evlerimize dönerken bana takıhyorlardı. "Akşam bülteninden sonra, gece bülteninde de fenalaşırsın diye Orhan'ı elinde sürahiyle stüdyo kapısında nöbete diktik." 1 55


Biz, yaşananlan o gece unuttuk. Ama kamuoyu uzunca bir süre, "o gece mutlaka bir şey oldu" saplantısından kurtulamadı.

BiR RÖPORTAJ NASIL YAPILIR

Radyo yayın saatlerinin giderek uzaması, kanallann çogalması ve program çeşitlerinin artması, yeni elemanlann alınmasını gerektiriyordu. Bu nedenle 1 964 sonlarında bir sınav açıldı. Sınav sonucu, çok sayıda spiker, programcı, teknisyen ve büro memuru katıldı aramıza. Spiker ve röportajcı olarak çalıştınlacaklann sayısı on ikiydi. Bu arkadaşlan, biz eski spikerler stüdyoya girerken, ya da röportaja giderken yanımıza alacak ve yetiştirecektik. 1 Haziran 1 965 . . . Türk Hava Kuwetlerinin kuruluş yıldönümü. Komutan, Org. İrfan Tansel o yılki törenin çok kap­ samlı olması ve görkemli biçimde hazırlanılması için emir vermiş. Biz de bu törenleri, yapacagımız röportajlarla geniş bir biçimde yayımlayacagız. llk tören saat 1 0 . 00'da, Mürted'de. Yanıma çiçegi bumun­ da spiker Aycan Giritlioglu, Mürted'e yollandık. Başta Komutan - Org. İrfan Tansel olmak üzere, çeşitli rütbelerdeki askerler konuştu. Tepemizde uçaklar gösteriler yaptı. Mürted'den kalkıp Hava Kuwetlerinin "kardeş" seçtigi bir köye gittik. Orada da bir tören. Muhtar başta olmak üzere orada da çeşitli konuşmacılar . . . Ardından, konuk oldugumuz bir evde hane halkıyla söyleşiler . . . Sonra ver elini kardeş okul. Gel mikrofona başögretmenim . . . ô gretme.nim . . . ô grenciler. . . Törenleri bitirip radyoya döndügümüzde saat 1 8 . 00'e yaklaşıyordu. Elimizde montajı yapılması gereken 9- 10 tane bant, 156


önümüzde yalnızca bir saat 15 dakika var. Çünkü · 1 9 . 00 bülteninin hemen ardından --genellikle 19. 1 5 oluyor- Yaşadıgımız Günler'de törenlerin hepsini yayımlamak zorundayız. Teknisyen lbrahim Coşkun'la geçtik montaj m a sasının başına. Sözün burasında sizlere bu arkadaşı anlatmak istiyorum. Yaşamının en önemli amacı çalışmak. . . Çalışmayı, ibadet ederce­ sine bir dinginlik içinde yapıyor. Eli son derece çabuk ve prog­ ramcılıgı çok iyi kavramış bir teknisyen. Bant çalışmalarının yeni başladıgı sıralarda, bir Genel Müdür, konusuyla ilgili olarak banda konuşuyor. Radyodan ayrıldıktan yarım saat sonra filan, bir tele­ fon . . . lbrahim'le konuşmak istiyor. Konuşuyorlar. Genel Müdür, konuşmasında bir rakam yanlışlıgı yapmış. Bir milyon diyecegine, yüz bin demiş. Telefonda lbrahim'den bir istegi var. "Acaba o rakama bir sıfır ilave edip de milyon yapar mısınız?" lbrahim "Elbette yaparım, merak etmeyin" diyerek Genel Müdürü rahatlatıyor. Bir başka gün, bir başka konuşmacıdan benzer bir istek. "Banda konuşurken bir kelimeyi yanlış söylemişim. 1 diye telaffuz ed�irne, 1 çıkmış. tnin üstündeki noktayı silebilir misiniz?"

lbrahirn'in yarutı yine olınnlu .. 'Elbette silerim, merak etmeyin ." Ve lbrahim dedigini yapıyor. Nasıl mı? Radyodaki birçok erkek sesini deneyip konuşmacılarınkine yakın olanlara, bir milyon" dedirterek yüz bini milyon yapıyor, "Kazim" yerine "Kazım'" dedirterek de l'nin noktasını siliyor. işte bu ustaların usj:asıyla montajı yapacagız. Kusursuz bir montaj olacagından eminim, hem de rahatım. Aycan"la ikimiz, yaptıgımız kayıt sırasına göre bantları lbrahim'e veriyoruz. Bant­ ları başa dogru _ saracak ve sırayla temizleyip biribirine ekleyecegiz. Ne var ki, makineye taktıgı ve çevirdigi bantların hiçbirinden ses 157


gelmiyor. Son bant da agzı var dili yok çıkınca , hiç abartmadan söylüyorum, masaya tutunmasam · boş bir çuval gibi yıgılacagım. Beynim sanki kafatasımı patlatıp dışarı fırlayacak. Anlaşılıyor ki, sabahtan akşama kadar boşuna çalışmışız. Çünkü hiçbir banda ses alamamışız. İbrahim rahat. Çünkü eline ne verirsek onu kullana­ cak. Bir şey verememişiz. Aycan rahat, çünkü daha dünkü spiker ve hiçbir şeyden sorumlu degil. Çok iyi biliyorum ki, fiyasko orta­ ya çıktıgında , kıyametin büyügü kopacak, yer yerinden oynaya­ cak. Damda yaptıgım 2 1 Mayıs naklen yayınından sonra adımı Damdaki Kız koyan ve sevgisinden beni yerlere göklere sıgdıramayan irfan Tansel bile gözümün yaşına bakmayacak. Bey­ nim zonkluyor ve ben gözüm saatin akrebiyle yelkovanında, rie yapabilecegimi, durumu nasıl kurtarabilecegimi düşünüyorum . . . . Birden ok gibi yerimden fırlayıp telefonu kaptım. Konuşacagım numarayı çevirene kadar, bildigim bilmedigim dua­ ları sıralayarak, irfan Tansel'in yerinde olmasını diledim. Dilegim tuttu, yerindeymiş. Hemen bagladılar. En masum sesimle başladım dil dökmeye. "Sayın paşam, Mürted'deki konuşmanız törene katılanların ve jetlerin gürültüleri arasında biraz bogulmuş. Gönlüm bu sesi kullanmaya elvermedi. Acaba hemen gelsem, bana bu törenle ilgi­ li kısa bir konuşma yapar mısınız?" Biraz nazlandıysa da, sonunda kabul etti. On dakika sonra Tansel'in makamındaydım. Konuşmasını banda alıp radyoya döndüm. Anahtar bulunmuştu , en önemli kapı açılmıştı, ötekiler de nasıl olsa açılırdı. Birkaç odacı, birkaç teknis­ yen ve birkaç memur bulup radyonun damına çıkardım. Onlara, köylüler gibi kendi aralarında konuşmalarını söyledim. Kardeş köyün muhtarının , başögretmeninin, ögretmeninin, konuk oldugumuz evdeki söyleşilerin aklımda kalanlarını kagıda dökerek başka arkadaşların eline tutuşturup okumalarını rica ettim. 158


Köylülerin (!) kendi aralarında konuşmalarını fon olarak kullanıp arkadaşları konuşturdum. Aycan'ın şaşkın bakışları arasında, konuşmaların başına, aralarına törenleri anlattım. Ellerine kagıt verdiklerimden birine muhtar nutku attırdım, birine başögretmen, birine de ögretmen konuşmaları yaptırdım. Yıldırım hızıyla lbrahim'in yanına indim. lbrahim bu arada, kendine düşeni yapmış, kalabalıkta insan sesleri, jet uçuşları, ögrenci cıvıltıları, as­ kerlerin geçit törenleriyle ilgili efektleri hazırlamıştı. Büyük bir ra­ hatlık içinde, montajı tamamlayıp yayına yetiştirdik. Durum bir katakulleyle kurtulmuştu. Üçümüz de işin içinden alnımızın akıyla ! çıktıgımız için alabildigine rahatlamıştık. Ama lbrahim'in kafası hep o ses vermeyen bantalara takılıydı: Bir ara "verin şu bantları" dedi "şöyle rahat kafayla bir bakıp neden ses almadıgını ögrenelim" . Bantları ileri geri sarıp dururken bir de ne görelim . . . Montajı yetiştiremeyecegimiz korkusu , telaşı içinde · biz ya tersine sarılı , ya da boş ban tları vermişiz lbrahim'e. Makineye taktıgımız (bu kez dogru taktıgımız) bütün bantlar bülbüller gibi şakıyor. Onca gerginlikten, çırpınmadan, koşturmadan sonra bu kez sevinçten, oldugum yere yıgılıp kaldıgımı anımsıyorum. Bir de daha dünkü spiker Aycan Giritlioglu'nun karşısında düştügüm komik durumdan kurtulmak için "Bak genç arkadaş, bir röportaj sabahleyin yaptıgımız gibi banda alınır, sonra montaja girilir ve röportaj tamarrılanır. Her meslekte oldugu gibi, burada da esas olan hiç hata yapmamaktır, ama onun kadar önemli olan bir başka şey de, yapılan hatayı şu ya da bu yolla kurtarabilmektir" deyişimi. . . Aycan'ın bıyıkaltından gülerek, bir kaşını kaldırıp sözlerimi yutmadıgını da sesine yansıtarak verdigi tek sözcüklük yanıt da bugün gibi aklımda. "Anlıyorum." 159


MESLEK YAŞAMIMDA YENi BiR DÖNEM: HABER MERKEZi

Spikerlik iyiydi hoştu. Ayıla bayıla girmiştim sınavlara. Ka­ zanamazsam bayılacagırnı ölecegimi . sanıp tarifsiz korkular yaşamıştım. Aşagı yukarı on yıldır spiker olarak çalışıyordum. Arada bir şeylere sıkılıp istifa etmiş ve ayrılmıştım. Sonra 27 Mayıs olmuş, yeniden spikerlige başlamak durumunda kalmıştım. işte bütün bunların sonunda yine sıkılmaya başlamıştım. Spikerligi yetersiz buluyordum. Sıkıntımı, o günlerde çiçegi bumunda Haber Madara Dogan Kasaroglu'yla koriuştugum bir gün kendisine çıtlatır gibi olunca, ilginç bir öneriyle karşılaştım. "Aman ne iyi! . Göreve geldigimden beri benim de gözüm sendeydi. Tam aradıgım insansın, gel bizim Haber Merkezine. Bir röportaj bölümü kur. Birlikte çalışacagın Uç beş arkadaşını da ken­ din seç. Haberlerimizde bol · bol röportaj verelim. Yaşadıgımız Ganler'i de bundan böyle tümüyle röportaja ayırırız. " Benim aradıgım bir gözdü, Kasaroglu dört göz birden vaat ediyor. Ümrinde düşünmek bile gereksiz. Balıklama atladım önerinin üstüne, hemen "evet"i yapıştırdım. Raçiyodan Haber Merkezine atanmam için gerekli işlemlere başlandı. O arada Kasaroglu beni, 28 Nisan olaylarının yıldönilmil nedeniyle damnlenecek törenlerden röportaj yapmak Umre lstanbul'a göndermek istedi. Hazırlıgımı yaptım, ama gidemedim. Neden biliyor musunuz? Bana yolh.�k verilmesi için gerekli işlemin tamamlanamayışından. Gazetecilik yaşamında pratik çözümlere alışmış olan Kasaroglu bu agır işleyişe öfkeden kudurdu. 1 Temmuz 1965 . . (Ben ona 1965.5 yılı diyorum) Spiker Gökçen Solok'la birlikte Haber Merkezinin kapısından içeri ilk adımımızı atıyoruz. Bu adımımla, yaşamımda yepyeni ve çok güzel olacagına inandıgım bir dönem açılıyor. Tam istedigim gibi, .

. 160


yanın saat bile dogru dürüst masa başında oturulmayacak. . . Çat orda, çat burda . . . Bugün Ankara'da, yann Gaziantep'te, öbür gün Kars'ta . . . Soluk soluga yaşanacak bir dönem. Yeni çalışma arka­ daşları, yeni konular, yeni yöntemler . . . Degmeyin keyfime . . . Haber Merkezinde göreve başlayışımızın üçüncü günü Ka­ bütün çalışanları çagırdıgı bir toplantı yapıyor. Gökçen'le ikimizin kendilerine katıldıgımızı, bizimle Haber Merkezinin daha bir anlam kazanacagını vb . . anlatıyor. Herkesin, özellikle ilk aylar­ da bize yardıma olmasını istiyor. Ve arkasından asıl haberi veriyor.

'saroglu ,

"Arkadaşlar bugünden itibaren gece nöbeti konmuştur. Bu nöbet, gece ekibinin görevi bitirdigi saat 24.00'te başlayacak ve sabaha · kadar sürecektir. Bir nöbet çizelgesi hazırlayalım ve bu gece başlayalım. Haa, aramızda bir tek hanım muhabir arka­ daşımız var. Jülide . . . Onu bu nöbetlerden muaf tutacagız. Tek hanıma gece nöbeti tutturmak erkeklige yakışmaz. " Bu sözler tepemin tasını attırmaya yetiyor. "Ben böyle ayrıcalıklar istemiyorum" diye haykırıyorum. "Eger ben buraya gel­ meyi göze aldıysam, buranın çalışma koşullarını da kabullenmişiffi deinektir. O sizin erkeklige yakıştıramadıgınızı, ben de kadınlıga yakıştıramıyorum. Ben de gece nöbeti tutacagım. Hem de mümkünse bu akşam . . . "

Ne türlü gürledim, nasıl bagırdıysam, kimse bir şey demeye cesaret edemiyor. Uzun süren bir sessizlik ve şaşkınlık dönemind�n �nra bir daha haykırıyorum. "Evet! . Bu gece ben nöbete kalacagım. " Gece ekibi saat 24. 00'te dagıldı. Son ayak sesi de kesil­ diginde duydugum ürpetiyi hiç unutamam. Binamız Hergele Mey­ danının bir kenarındaydı. Çevrede ne idügü belirsiz insanlar dolaşıyordu. Ve o koskocaman binada yüzünü bile görmedigim bir gece bekçisiyle ben kalmıştım. insanı öldürseler sabaha kadar kimsenin ruhu duymaz . . . . 1 61


Gece nöbeti, Haber Müdürü Dogan Kasaroglu'nun odasında tutulacaktı. Orta büyüklükte bir odaydı burası. Ortada lenduha gibi kocaman, yerinden oynatılması imkansız bir masa . . . . Masanın üzerinde Dogan Kasaroglu . ve yardımcısı Muammer Yaşar'ın ev telefonla.nnın numaralan. Herhangi bir durumda ilk, uyandırılacak kişiler bu ikisi. . . Duydugum üpertiyi bastırmak için , parmaklarımın . ucuna basa basa (nedenini bugün bile anlayamıyorum) gidip odanın kapısını kilitledim. Yine aynı sessizlik içinde yerime döndüm. Sa­ : atin tik taklarından başka ses yok. Saniyeler bile durmuş gibi geli­ yor bana. Ö nce gazetelere göz gezdirdim,olmadı. Yanımda getir­ digim kitaba bakmak istedim. Satırlar sanki biribirine geçti. Masadan kalkıp karşıdaki koltuklardan birinde uzun oturur biçimde uyumayı denedim, ne mümkün?. Bu sırada başka bir şey oldu. Dışardan giderek yaklaşan ayak sesleri gelmeye başladı. Ses­ ler geldi , geldi, içinde bulundugum odanın kapısında durdu. Başladım tahminler yürütmeye . . "işte geldi! . Yoo hayır, geldiler . . . Şimdi kapıyı omuzlayıp kıracaklar. işte dayandılar. . . Aman Tanrım, galiba kapı çatır-dıyor. Hadi be!. Çatırd;orsa nooen açılmıyor? Aman aman açılıyor. . . "

Kapı kırıldı, kırılacak korkusunu ilkinden sonra Uç dört kez daha yaşadım. Bir saat mi geçti, bir buçuk saat mı, bilemiyorum, içimden sürekli Kasaroglu ya da Muammer Yaşar'a telefon etmek geldi. Ne var ki elim telefona her uzanışta "Gündüz yaptıgın kah­ ramanlıgt, gece berbat mı edeceksin" diyerek vazgeçtim. Biraz düşündükten ve biraz daha ürperdikten sonra, aklıma gelen çözümü uygulamaya karar . verdim. Orta yerdeki o hantal masayı çekip kapının arkasına dayayacak ve sonra üzerine boylu boyunca uzanıp uyumayı deneyecektim. Çünkü o an içimde tek bir istek vardı. Uyumak, uyuyabilmek. . . 1 62


Kollan paçaları sıvayıp dayandım ma5aya . O bacagından çekerek, bu bacagından iterek, önce kımıldatabildim. Sonra da, bir saat süren zorlu bir ugraşla, santim santim sürükleyerek kapının arkasına dayadım. Kapıdan gelecek tehlikenin yolunu tıkamıştım. Pencereye tırmanmak zaten olanaksızdı, çünkü dördüncü kattaydık. Masanın üz.erine bir güzel uzandım. Ayak sesleri kesilmiş gi­ biydi. Kesilmişti de, bu kez de karşı duvardaki Atatürk maskı içimi hoplatmaya başladı. Baktıkça bir tuhaf oluyordum. Çünkü mask yerinden çıkıyor, kara bir hayalet gibi üz.erime geliyor · ve yüzüme kapanarak beni soluksuz bırakıyordu. Arkamı döndüm. Aynı şey bu kez arkamda olmaya başladı. Kalktım, sandalyenin arkalıgına basıp maskı duvardan indirdim. Elime aldıgımda en küçük bir ürperti duymadım, ama gözüm görmesin diye masanın altına koy­ dum. Aynı karabasanı masanın üstünde. yaşamaz mıyım? Kendimi bu karabasandan kurtarmak için olmadık laflar ediyor, korkumla, cesaretimle gırgır geçiyordum. "Bak Atatürkçügüm, bu duydugum inan ki korku filan degil. Senden niçin korkacak mışım ki?. Ama içimi bir tuhaf ediyorsun. Ben aslında korkak bir insan degilim. Degilim, çünkü annem çok korkak oldugu için bizim üçümüzü de korkusuz yetiştirmiş. Biz üçümüz de ne ölüden diriden, ne cinden periden. . . Ne hırsızdan ugursuı,cian. . . Hiçbir şeyden, ama hiçbir şeyden korkmayız. Par­ don ben yalnızca fareden korkanın. Ondan da bütün kadınlar kor­ kar zaten. " Saçma sapan davranışlarla, konuşmalarla saati beş ettim. Gözüm pencereye iliştiginde havanın agarmaya başladıgını gördüm. O zaman ilk işim kalkıp pencereye gitmek oldu. Gökyüzündeki yanm yamalak aydınlıgın tümü de içime doldu sanki. Camlan ardına kadar aştım ve sabahın tertemiz 'havasını derin derin soludum. Bütün ürpetilerden sıyrılmıştım. Aşagıda ha­ fiften insan kıpırtıları başladı. Ankara tatlı tatlı gerinerek uyanıyor 1 63


gibiydi. Sabahın bu seher vaktinde, beş saatlik saçmalıklarıma kahkahalarla gülmek geliyordu içimden. Aşagıya baktım. Devinip duran insanlar içime daha da bir ferahlık verdi. Pencerenin kenarına oturup güneşin dogı.ışunu seyretmeye başladım. Akşamdan termosla bırakılan çayı ve peynir ekrnegi gövdeye in­ dirmek de dünyayı daha pırıltılı yaptı gözümde. Ve güneş dogdu. Sokakların günlük olagan dalgalanması başladı. Saat 8. 30'da arkadaşlar işbaşı yapacaklardı. Geceki perişanlıgımı kimseler bilmemeli, anlamamalıydı. Yerimden kalkıp dagıttıgım odayı eski durumuna getirmeye başladım. Bu kez, akşamı gibi zorlanmadım. Ne de olsa deneyim­ liydim. Bu işin ilmini almıştım. Atatürk'ün maskını yerine yerleştirirken yanagına bir fiske vurup "çapkın" dedim, "gecemin canına okudun". ttk olarak Kasaroglu-Yaşar ikilisi geldi. ikisi de heyecan ve pişmanlık içindeydi. Geceyi nasıl geçirdigimi, korkup kork­ madıgımı sordular. Yigitlige leke sürmek olur mu?. "Neden korkacak mışım?" diye dudak büktüm," kale gibi bina, kale kapısı gibi kapılar, topla tüfekle yıkamazsın , üstüne üstlük içinde aslan gibi bekçisi. . . Benim korkmaktan önce yapa­ cagım. işler vardı, onları yaptım. Gecenin nasıl geçtigini anla­ madım bile . . . " Oysa onlar bütün geceyi, beni nöbete koydukları için pişmanlık içinde geçirmişler. Sık sık telefon edip durumumu sor­ mak istemişler. Tam telefon edecekleri zaman, aklıma korkuyu düşüreceklerini düşünüp vazgeçmişler. Kasaroglu, "Bir daha sana nöbet möbet yok, çünkü ben bir daha böyle bir gece geçirmek istemiyorum. Genç bir kadını, Aliahın şeyi bir bekçiyle yalnız bırakıp gitmek bagışlanır serserilik degil, ama yaptık işte, kusura bakma". "Ne kusuru arkadaş" dedim, "sen benim bu gece nöbetin­ den nasıl memnun oldugumu biliyor musun, gazetelerin hepsini 164


hatmettim, kitap okudum, ben geceleri üç ya da dört saat uyuyan bir insanım, uykuyu sevenlerin yerine de nöbete kalabilirim. " Aslında n e kahramanlık, n e de özveriydi b u davranışım. Sırf kendimle inatlaşmak, gece boyunca yaşadıgım saçmalıklardan dolayı duydugum utançtan kurtulmaktı. On gün sonraki gece nöbetimde kurtuldum. Haber Merkezindeki ilk önemli işim, 20 Temmuz günü Er­ zurum'a gitmek oldu. Erzurum Kongresinin yıldönümü törenlerinin radyodan en geniş biçimde verilmesi kararlaştınlmıştı. Muammer Yaşar'la birlikte gittik, koskoca TRTnin iki elemanı bir kente gidip de handa kalamazdı. Kentin en pahalısı olan Deniz Oteline indik. Gecesi 35 lira. Bizim günlüklerimiz ise -derecemiz yüksek oldugundan- 22'şer lira. Astan yüzünden pahalı bir hizmet bizim için. Ama olsun, maksat hizmet degil mi? Burada bir nok­ tayı wrgulamak istiyorum. TRT Haber Merkezindeki röportaj mu­ habirligim dört buçuk yıl sürdü. Ben bu süre içinde hababam avans borcu kapatmaktan, bir ay bile tam aylık alamadım. Dahası, bu dört buçuk yılın sonunda röportajcılıgı bırakıp haber spiker­ ligine geçtigimde bir altı ay daha avans borcu ödedim. Gelelim Erzurum'a. . . Muammer törenlerin haberini yaza­ cak, ben röportajlannı yapıp Ankara'ya geçecektim. Törenler üç gün sürdü ve biz tören öncesi, tören sırası, tören sonrası olmak üzere her gün haber ve röportajlar yayımladık. O günkü habercilik anlayışı buydu. 23 Agustos, Şapka Devriminin yıldönUmUydU. Dogal ola­ rak bana "Ver elini Kastamonu" demek düştü . 23-25 Agustos arasında Kastamonu'dan fnebolu'ya kadar, bütün törenleri aynntılı biçimde yayımladık radyodan . 25

Agustos

akşamı

Kastamonu 165

Valisinin

devrimin


yıldönümü nedeniyle verecegi yemek vardı.· Vali bu yemekte TRTnin de bulunması için ısrar ediyordu. Kalamaroım, çcinkü er­ tesi gün 26 Agustostu ve hem Dumlupınar'da, hem de Kocate­ pe'de törenler vardı. Bu törenlerden röportaj yapıp aynı akşam Ankara'ya dönmem gerekiyordu. Sabah saat beş buçukta kalka­ cak bir askeri uçakla Afyon'a gidecektim. Evden alınma saatim de günler öncesinden sabahın beşi olarak saptanmıştı. Vali onun da çaresini buldu. Akşam yemegini yiyecektik. Sa.at 23.30 dolaylarında beni makam arabasıyla Ankara'ya gönderecekti. Ben yol boyunca arka kanapede yatıp uyuyacaktım. Böylece sabaha karşı Ankara'ya dinlenmiş olarak inecektim. Şimdi düşünüyorum da, hiç bilmedigim tanımadıgın birinin arabasında bu yolculuga çıkmak biraz tuhaf geliyor. Evden içeri girdigimde saat 4. 45'ti. Acele bir duş alıp ken­ dime geldim. Saat tam beşte kapı çalındı . iki Ü stegmen beni Mürted'e götürmek üzere gelmişlerdi. Mürted'deki şaşkınlıgımı hiç unutamam. Çünkü askeri uçak dedikleri şey, Kara Kuwetlerinin, üflesen dagılacakmış duygusunu veren iki kişilik uçaklarından biriydi. Adına da Pırpır diyorlardı. Pilot öne geçti, ben de arkaya oturdum ve havalandık. Sabahın alacakaranhgında aşagıda uzanan çayırlar, dereler, tepe­ ler · oldugundan çok daha güzel görünüyordu. Harika bir .sabah se­ rinligi de cabası . . . Uzunca bir uçuştan sonra pırpınn alçalmaya başladıgını fark ettim. Afyon'a yaklaştıgımızı düşünüp sevinirken pırpır bir va­ diye iniverdi. lndigimiz yer Afyon degildi. O halde zorunlu iniş yapmıştık. Yakıt mı bitmişti, bir arıza mı olmuştu?. "Hiçbiri degil" dedi pilot, "kahvaltı molası bu, ihtiyaç molası da diyebilirsiniz. " 1 66


Çayırların üstüne oturduk. Çantasından paketler ve termos . çıkardı. Kumanya paketlerinde kahvaltı için gerekli olan her şey vardı. Termostan taptaze çaylan doldurdu. Yalnızca on beş daki­ kamız oldugunu anımsatarak "afiyet olsun" dedi. Ben artık olup bitenlerden hiçbir şey anlamıyordum. Gece­ yi ilk kez gördügüm bir şoförün arabasında geçirmiştim. Sabahın alacakaranlıgında, ilk kez gördügUm bir yüzbaşıyla iki dagın arasında yerlere yayılmış kahvaltı ediyordum. Hadi hayırlısı! . . Yü.zbaşı biraz sonra karşıdaki bir kayanın arkasına gitti. İhtiyacım varsa, ben de sag yandaki kayanın arkasına gidebilir­ mişim. Yerimden bile kımıldamadan beklemeye karar verdim. Dumlupınar ve Kocatepe'deki törenleri banda aldık. Akşamüzeri, montajını yapmak ve bantları yayına yetiştirmek için Ankara'ya dönmemiz gernkiyordu. Uçaga binerken pilota, akşam yemegi için ogluma söz verdigimi, o nedenle kumanyaya ve mola­ ya gerek olmadıgını söyledim. Bu anılan, yalnızca anı olsun diye yazmadım. Vurgulamak istedigim başka bir şey var aslında. O günleri yaşayanlar bilir, Demokrat Parti iktidarıyla birlikte başlayan Atatürk karşıtı düŞünceler, 1960'a dogru kıpırtı olmak­ tan çıkmış, bir hayli palazlanmıştı. Din sömürüsü, iktidarın oy ugruna din konusunda verdigi ödünler, bu palazlanmayı saglamıştı. 27 Mayısla birlikte yeniden Atatürkçülüge dönüş gün. deme gelmişti ya . . . Radyo bunun da geregini yerine getirmek için elinden geleni ardına koymuyordu. O nedenle, nerede Atatürk'le ilgili bir etkinlik varsa elimizde röportaj aygıtı oraya koşuyorduk. Bu politika yıllarca sürdü. Ve radyo bu politikanın geregi olarak Atatürk devrimlerinin yıldönUmlerini, onun filan ile ya da filanca ilçeye gelişinin yıldönümünü, kurtuluş günlerini vb . . en saçma sa­ pan yanlarıyla yayımladı durdu. Ôrnegin, valinin ya da kayma­ kamın, her yıl yinelenen temsili törenlerde; bir yetkilinin 167


kucagında taşıdıgı Atatürk büstünü karşılayıp "hoş geldiniz paşam" deyişini, ya da benzeri, kalıplaşmış birtakım konuşmaları . . . 2 7 Mayıs, 2 2 Şubat, 2 1 Mayıs gelip geçmiş, 196 1 seçimleriyle yönetim sivilleşmiş, siyasal partiler yeniden kurul­ muştu. Ama radyo yayınlarının üzerinden asker gölgesi tam anlamıyla kalkmamıştı. ·

Dozu kaçırılmış politika, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in, geçirdigi felç nedeniyle tedavi için Amerika Birleşik Devletleri'ne gönderilmesinde, dönüşünde ve ölümünde de uygulandı. Gürsel , 14 Kasım operasyonundan kısa bir süre sonra felç geçirmiş ve Gülhane Hastanesine yatırılmıştı. Burada uzunca süren tedavi beklenen sonucu vermeyince Süleyman Demirel HükOmeti kendisini ABD'ye göndermeye karar vermişti. Gürsel , 2 Şubat 1966 günü Walter Reed Hastanesine yatırıldı. Tedaviye alındıktan çok kısa bir süre sonra da, 8 Şubatta bitkisel yaşama girdigi haberi geldi. Bir süre daha geçince, artık Walter Reed'de yapılacak bir şey kalmadıgı gerekçesiyle Türkiye'ye getirildi. Aynı yılın 26 Martıydı. Gürsel'in gidişinde . oldugu gibi, dönüşQnde de, radyoda günün dört ana haber bülteninden sonra "Cemal Gürsel'le ilgili programlar" yayımlandı. Burada bir ''cin"ligimi anlatmak istiyorum. Böyle olaylarda bilirsiniz bütün gazeteciler bir fotograf çekebilmek için çırpınırlar. Ertesi günkü gazetelerde bitkisel yaşamdaki Cemal Gürsel fotografı için, herkes çeşitli yollan deni­ yor. Ben, TRT'ye bir kıyak yapılabileceginden emin oldugum için rahatım. Ne var ki bu şansımı denemeye kalktıgımda Gürsel'in doktorlan Lütfi Vural ve Saim Bostancıoglu TRT'ye ayncalık tanımak istemediklerini söylemezler mi? Ö ylesine bozuldum ki . . Aklıma hemşirelerden birini razı . etmek geldi. Başanr mıydım, başaramaz mıydım bilemem, ama bir kez denemekte yarar vardı. Hemşireleri tek tek markaja aldım. Uzun ugraşlardan sonra birini .

168

.


razı edebildim. Hemen, iki dakikalıgına beni Gürsel'in odasına aldı. Çıkıp gördügüm yüzü banda anlattım, yayımladık. Cemal Gürsel, Walter Reed'de yatarken Cumhur­ başkanıydi. O nedenle Hastanenin kendisiyle ilgili günlük saglık raporlarını radyo hiç aksatmadan her gün yayımlıyordu. Ama yurda getirilmesinden iki gün sonra bir doktorlar heyetinin hazırladıgı "Cemal Gürsel'in artık Cumhurbaşkanlıgı görevini yeri­ ne getiremeyecegine" ilişkin raporla birlikte Cumhurbaşkanlıgı sona ermişti. Ve Gürsel o andan itibaren "Gülhane Hastanesinde bitkisel yaşamını sürdüren bir eski Cumhurbaşkanı, bir emekli or­ generaldi." Ama 14 eylül 1966 günü öldügünde radyodaki yayımlar eski bir Cumhurbaşkanı degil, görevi başında ölmüş bir Cumhurbaşkanı ıçın yapılıyor gibiydi. Bugünmüş gibi anımsıyorum, Kasaroglu o gün Gökçen1e beni çagırmış "Bugün ve yarın ikinize her zamankinden daha çok iş düşüyor, bir yere kaybolmayın, hep elimin altında bulunun" demiş ve eklemişti: "Bu iki gün boyunca Yaşadıgımız Günler programının dışında da röportajlar yapmamız gerekecek. Birtakım çevreler bazı melanetler düşünüyor da . . "

Gökçen'le ikimiz o iki günü bir röportajdan ötekine koşarak geçirdik. Yaptıgımız röportajı ilgili kişiye teslim ediyor, hemen bir başkası için yola çıkıyorduk. Dogan Kasaroglu ve ekibi, iki gün boyunca insanları radyo­ dan Gürsel bombardımanına tutmuştu. O günlerde yayımlanan programlardan bazılarını anımsıyorum . . Doktorları anlatıyor -Ne Dediler- Erzurum'dan ihtilale Cemal Gürsel-Cemal Aga-lhtilalci Arkadaşları Konuşuyor-Gürsel' in Yaşamöyküsü-Bir Mezar Hazırlanıyor- Hastaneden Alınırken­ Odası Bomboş Artık-Sonsuzluk Yoluna Çıkarken-Katafalkının Önünden Geçiyorlar- 27 Mayıs ve Gürsel-Anıtkabir Yolunda­ Artık O Yok. . . gibi. 169


Bu programlara bir de TBMM'de başlayıp Anıtkabir'de bi­ ten naklen yayını ekleyin . . . Radyo, birileriyle savaşa girmiş gibiydi. TRT yöneticilerinin, bu politikayı bilinçli olarak uygu­ lcıdıklanna inanıyorum. Çünkü halkı cenazeye katılmaması için u­ yaran , onlara bunun yolunu ve yöntemini gösteren çevreler, o iki gün boyunca hiç boş durmamış ve sürekli çeşitli söylentiler Uretrnişti. Batan bu karşıt çabalara karşın, Gürsel katılımın çok büyük oldugu görkemli bir törenle topraga verildi. ·

GÜNDEME GiREN YENi KAVRAMLAR VE RADYO

27 Mayıs -sonralan çok eleştirilip 1 2 Mart ve 1 2 Eylülle . aynı kefeye konulma çabalarına . karşın- ülkede ve toplumda yep­ yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. 27 Mayısın en güzel UrUnU olan 1961 Anayasası da, yıllarca her yerinden çekilip sUndUrUlmesine karşın , düşünce alanında bir altın dönemin kapısını aralamıştı. O güne kadar, Türk aydınlarının büyük kesimi­ nin duymadıgı, karşılaşmadıgı kavramlar, tartışmalar toplumun gündemine girmeye başlamıştı. Aydınlarla birlikte, halkın botun katmanlarından insanların, özellikle gençlerin ufkunda yeni pence­ reler açılması, 1 96 1 Anayasasının getirdigi özgürlük ortamında mümkün olmuştu. Çünkü o güne kadar "yasak" olan birçok yayın, kitabevlerinin vitrinlerini süslemeye başlamıştı. Sol içerikli bu yayınlarla, insanlar dünyanın bir başka yönünü keşfetmeye çalışıyordu. Hepimizde, yasaklı geçen yılların açlıgını giderme çabası vardı. Ama bu sol yayınlar furyasında okumaya ve ögrenmeye hangi kitaplarla başlanacagını, hangileriyle sUrdUrUlecegini bilmeden, hangi kitabın ne verecegini, hangisinin fasafiso oldugunu ayırt edemeden okuyor da okuyorduk. Elbette 1 70


zor oluyordu bunca kitap için para ve zaman bulmak. Çünkü aç kurtlar gibi her gördügümüze saldıny9r, okumaya ayırdıgımız saat­ lerin sonunda da, elimizde kalan parayla ayın sonunu nasıl getire­ cegimizi düşünüp kıvranıyorduk. Bu kıvranışımıza çareyi, bugünkü tanınmış yayıncı, öykü yazan Erdal Öz bulmuştu. Erdal, 60'lı yılların başlarında Ankara Radyosunda programcı olarak çalışmış, tadı hala damagımda Bit­ mez Tükenmez Anadolu program dizisini başarıyla sürdürmüştü. Günlerden bir gün radyonun şeflerinden birinin "Komünistlik suçlaması ve ihbarıyla" apar topar radyodan uzaklaştırılmıştı. Bir süre boş gezen Erdal daha sonra, Sıhhıye-Kızılay arasının en gözde yerindeki bir pasajın asma katında bülbül yuvası büyUklügünde bir kitabevi açmıştı. Sergi Kitabe�i. . . Öylesine küçük bir ortamdı ki burası, iki kişiden fazlası dışan taşardı. ·

Dogal olarak radyodan pek çok arkadaş bir olup Sergi'ye saldırdık. Kitabevindeki bütün yayınlan almak istiyorduk. Ama . . . "Aması filan yok" dedi Erdal, "istediginiz kadar kitap alın,aldıgınız miktara göre de 7 . 5 ya da 10 liralık taksitler yapanın, işte size maddi bakımdan bir kolaylık, okumak için ge­ rekli zamanı da siz yaratın" Hemen hepimiz onar liralık taksit hakkımızı kullandık. Yıllar sonra Erdal1a bu konuyu konuşurken, birçok arkadaşın bu taksitleri tamamen ödemedigini söyledi ve h�en de ekledi: "Okudular ya . . . Ödeyen de sag olsun, ödemeyen de . . Ama okumamış olanlar için aynı şeyi söylemiyorum. Korkma, sana laf çarpınıyorum, sen ödeyenlerdensin çünkü . . "

Sol yayınların piyasayı kaplaması çeşitli çevreleri çok hızlı biçimde uyandırdı. Özellikle de üniversite kentlerinde, elle tutulur, gözle görUlürcesine somut biçimde gelişiyordu bu uyanış. Toplum kesimlerinde yeni yeni tartışma konulan gündeme giriyordu. Ömegin dogal kaynaklarımız. . . . Bu kaynakların bizim oldugu . . . 1 71


Bu alanda yıllardır yaşanan sömürü düzeni. . . Ô megin petrol soru­ nu . . . O yılların gençlik örgütlerinden Türkiye Milli Talebe Fede­ rasyonu (TMTF) 1 965'te petrolün millileştirilmesini öngören bir kampanya başlatıyordu. Türkiye lşçi Partisi (flP) Türkiye'deki Amerikan üsleri konusunu TBMM'ye getiriyor, şiddetli tartış­ malarla geçen meclis oturumlarında 15 milletvekiliyle iddialarını aslanlar gibi savunuyordu. Sonunda Başbakan Demirel, " Üs yok, tesis var" diyerek konuya garip bir yaklaşım sergiliyor ve Türkiye' nin siyasal gündemine üsler-tesisler tartışmasını sokuyordu. Tartışılan her konu, yeni tartışma konularına yolaçıyordu. Artık montaj sanayiinin aşılması geregi. . . Kalkınma modelleri .. . Plan tartışmaları. . . Kapitalizm . . . Sosyalizm . . . Hangi sosyalizm . . . NATO'ya hayır! . Ö zel okulların devletleştirilmesi vb . Yine 1 965'te üniversite kentlerinde kurulan ilk fikir kulüp­ leri. . . Bir süre sonra bunların yerini alan Sosyalist Fikir Kulüpleri. . . Kısa bir süre sonra bunların Fikir Kulüpleri Konfede­ rasyonunu oluşturması . . . 2 7 Mayıs öncesinde oldugu gibi, gençlik yine kıpırdanmaya başlamıştı. Ama bu kez gençlik daha bilinçliydi. Ü lke sorunlannı tartışıyor, oradan dünya sorunlarına uzanıyor ve bunların ara­ larındaki ilişkileri irdeliyordu. Bu sıralarda Atatürk'ün Bursa Nutku'nun ortaya çıkması tartışmalara yeni boyut getiriyordu. Sag kesim bu nutkun varlıgını tamamen yadsıyor, sol kesim varlıgı ko­ nusunda diretiyor, ·hatta birçok etkinliklerinin, eylemlerinin gerekçesini bu nutka dayandırıyordu. 1 96 7'de Amerikan Altıncı Filosunun İstanbul limanına gelmesi gençlerin kıpırtılarını bir anda büyük bir tepkiye dönüştürdü. Gençlerin Taksim anıtına koyduk­ ları çelenklerin polis tarafından kaldırılması tepkilerin boyutlarını daha da genişletti. Ardından, karaya çıkan Amerikan askerlerine gençlerin saldırılan . . . Ve filoyu protesto gösterileri, yürüyüşler . . . ·

Bütün b u olaylar, toplumu büyük bir hızla antiemperyalist bir çizgiye çekiyordu. Üniversitelerde düzenlenen konferanslar, 1 72


söyleşiler, açıkoturumlar, paneller ve benzeri etkinlikler toplumun her kesiminden insanlann , özellikle de gençlerin anlar misali üşüştugü bal kovanlannı andınyordu.

1967 Kasımında lstanbul'dan Ankara'ya 150-160 gencin 1 3 gün süren yürüşüyü ve yürüyüş sonundaki miting , gelecek yıllann ilk işaretlerini veriyordu . Ö zetin de özetiyle çizc:ligim bu tablo ya şa nırken radyo ne mi yapıyordu? Çagdaş ve gerçekten demokratik bir ülke radyosu­ nun ne yapması gerekiyorsa onun aksini. . . Yani olup bitenlerden halkı bilgilendirmeyen, zaman zaman yanlış, zaman zaman da tek yanlı bilgilendiren haberler vermeyi ve Türkiye'nin gündeminde yer almaya başlayan yeni · sorunlan es geçmeyi sürdürüyordu. Sonradan anladık ki, . radyonun bunlara mikrofonun uzatması için, 196 7'de Fransa'da başlayan ögrenci olaylannın TUrkiye'ye sıçraması gerekiyordu. O da oldu. Ü niversitelerdeki ilk kıpırtılar, hocalardan şi�yet, kitapsız profesörler, tercüme kitaplardan yapılan egitim, ögrencilerin katılmasına izin verilmeyen açılış törenleri vb . . neden­ lerle başlamıştı. ôgrenciler başlangıçta hocalan ya da dersleri boy­ kot ettiler. Zamanın Başbakanı Süleyman Demirel karşı çıkarak gençleri suçladı. Zamanın muhalefet lideri ismet İnönü ise, gençlerden yana bir tutum sergiledi. Bir süre sonra ögrenciler boykotla yetinmeyip sınıftan işgale başladılar. Demirel gençleri suçlamayı sürdürdü, İnönü tutumunda bir adım daha ileri giderek "boykotla işgal aynı şeydir" dedi. Bizler, haber bültenlerinde üniversitelerdeki, liselerdeki boykot ve işgalleri çatışmalan, kavga­ lan ve iki liderin konuyla ilgili çekişmelerini okuduk durduk. Dc>galdır ki, bu haber bültenleri hiçbir şeye, hiçbir çözüm getirme­ di. Sözün özü, bütün Türkiye radyolarda, Demirel'le lnönü'nUn ge­ reksiz çekişmelerini dinledi. Oysa bir yayin kuruluşunun yapması gereken başka şeyler vardı. Olaylan yansız bir tutumla aktarmak, toplumu yaşanan olaylar konusunda aydınlatmak, gençlerin eylem 1 73


nedenlerini kendi agızlanndan topluma duyurmak, hocalanyla karşılıklı konuşmalarda mikrofona getirmek, uzmanlann görüşlerini ve çözUm önerilerini aktarmak gibi. . . Bunlann hiçbiri yapılmadı. Biz, o dönemde de yalnızca Devletin Sesi olduk. Oysa Olkede artık daha başka sesler de vardı.

·

BiRAZ DA HOŞLUK OLSUN

1956-1 9 8 1 arasında görev yaptıgım TRT'de, her anı dolu dolu bir 25 yıl geçirdigim için sonsuz mutluluk duyuyorum . TRTnin çalışmadıgım radyosu, paket yayın yapan TV'si kalmadı desem inanın abarbnış olmam. Ve bu kurumda denemedigim program türü kalmadıgını söylersem, o da dogrudur. Hiç uygun düşmeyen sesimle çocuklara masal bile okudum ve başanlı ola­ madıgımı görerek bıraktım. O ?.amanki bilgim yetersiz oldugu halde, 1 972 Akdeniz Olimpiyat Oyunlannda yüzme yanşmalannı naklen anlatarak -daha dogrusu anlatmak zorunda kalarak- o ko­ nuyu bile denedim. O naklen yayında başansızlıktan kıl payı kur­ tuldugumu görüp bir daha öyle bir işe heveslenmedim. Buraya kadar TRT kurumundaki birtakım çarpıklıklan, olumsuzluklan ve pek de hoş olmayan olaylan anlattım. Elbette TRTde işler hep öyle gitmiyordu. Kurum çalışanlannın yaşadıklan hoşluklar da vardı. Ö zellikle spikerlerin. . . 1956'da başladıgım Ankara Radyosunda ilk okudugum metin, o günün söylemiyle Havaic-i Zaruriye listesiydi. Bugün "zo­ runlu ihtiyaç maddeleri" diyebilecegimiz o listede, sabahın çok erken saatlerinde, 6 . 30'da, pek çok meyve ve sebzenin toptancı halinden çıkış fiyatlannı okurduk. Listeyi sakin ve düzgün biçimde okumaya başlar, sıra kelle patates'e geldiginde hiç aynmsız, bütün spikerler kendimizi tutamaz, gülerdik. 1 74


Her işyerinde oldugu gibi radyoda da yeni gelenler, eski spikerlerin yanında, onların yaptıklarını görerek, sorarak yetişirdi. Birkaç ay sonra artık kendi kanatlanmızla uçmamız gerektigi için stüdyoya yalnız girer, hata yapmamaya özen göstererek -ama yine de yaparak- yayının sorumlulugunu üstlenirdik. Biz dört spiker, Ferit Güvenç, Serra Çınar, �muran Kıratlı ve ben radyoya birlikte başlamıştık. Nedense ben bu üç kişiyi ve bir önceki sınavda rady�a giren Can Akbel'le (sonraki yılların Kele Bakış'ı) Deniz Bozkır'ı kendime rakip görmüyordum. Asıl ra­ kipler eski spikerlerdi. Hepsi de o yılların dev adlan. Nadide Ülker, Mukaddes Gözaydın, Hazin Güran, Can Okan, Kemal Kaltoglu . . . Bu kişileri aşmak mümkün degildi. Bunun bilincindey­ dim ve haddimi biliyordum. Hepsinin de renkleri, tınıları birbirin­ den farklı sesleri, biribirinden güzel konuşma tarzları vardı. O halde ben kiminle yarışacaktım?. Günlerce düşündükten sonra buldum. "Senin kimseyle yarışman mümkün degil, sen kendinle yarışacaksın kızım ! . " Her gün kendimi "bir burun farkla geçmeyi" ilke edindim. Yetişme döneminde benimle en çok ilgilenen Mukaddes Gözaydın oldu. Bunda belki evlerimizin de çok yakın olmasının et­ kisi vardı: Mukaddes, sözcüklerle anlatılamayacak kadar iyi bir spi­ kerdi. İnsanı yüreginin ortasından yakalayan bir sesi, çaglayan gibi bir konuşması vardı. Bir ara, akşamlan çocuklara masallar anlat­ maya · başlamıştı. Bu masalları yalnız çocuklar · degil, 60'1ık, 90'lık insarılar bile ilgiyle izlediler. Günün birinde stüdyoya girerken Mukaddes'in benimle gel­ medigini fark ettim. Nedenini sordugumda, artık yalnız başıma çalışmam gerektigini söyleyip kapıyı üstüme kapattı. Kendimi sudan çıkmış balık gibi duyumsadıgımı hiç unutamıyorum. Sanki o güne kadar hiçbir şey ögrenmemiştim. Mikrofonun üzerindeki mi­ nicik minicik deliklerin her biri birer magara agzı gibi açılmıştı ve ben içlerine düşecektim. Agzıriı kurudu, dilim dolaştı aklım şaştı. 1 75


Yayımlanan programın bitiminde elim başkasının eliymiş gibi mik­ rofonun dügmesine bastı, dilim benim dilim degilmiş gibi, bir son­ raki programın açılış anonsunu yaptı. Engeli aşmıştım. Arkası gelirdi. . Ve geldi. Geldi gelmesine de, zaman geçtikçe ögrenmemiz gereken ne çok şey olugunu görüyorduk. Ômegin, bir gün, iki program arasındaki boşlugu doldur­ mak için ara plagı çalacagım. Plak, iki yanımda bulunan lenduha gibi platolardan birinin üstünde zaten . Gerekli işlemi yapıp plato­ yu çalıştırdım . 78 devirli plagın ikinci ya. da üçüncü turunda bir ka­ rasinek ignenin ucuna kanadından takılıverdi. Sinegin plaga sürtünmesinden dogan bir cızırtı müzige eşlik etmeye başladı. Kanadından yakalanmış sinekcik, canı yandıgı için bir de kendisi vızıldamaya başlayınca plaktaki asıl müzik duyulmaz du ruma geldi. Ben durumu görüyor, ama ne yapmam gerektigini kestiremiyor­ dum. Yine de sinegi kurtarma operasyonumu aşkla, şevkle, iman­ la sürdürüyordum. Elimdeki kalemin ucunu uzatıp kurtarmayı de­ nerken kalem plaga sürtüyor ve garç diye bir ses duyunca vazgeçiyordum. .

Mukaddes, spiker odasında otururken yayındaki cızırtıları, garç gurç seslerini fark etmiş ve yerinden fırladıgı gibi kontrol odasına gelmiş. Odanın penceresinden stüdyoya baktıgı zaman gördügü manzara ilginç mi ilginç! Plak dönüyor, 78 devirli plagın hızıyla aynı turda benim de kafam dönüp duruyormuş. Bu arada sag elimdeki kalem plagın üzerine gidip gidip geliyor, kafam dönmeyi sürdürüyormuş. Elbette ne oldugunu anlayamamış. İçeri girip yanıma gelmiş, seslenmiş. Kurtarma operasyonuna öylesine dalmışım ki, fark etmemişim. Top atsalar duyacak durumda degilim. Mukaddes bakmış ki, beni döndürmekten kurtarmanın yolu yok, iki eliyle kafamı sımsıkı tutup durdurmuş. 1 76


Bundan sonrasını elbette gayet iyi anımsıyorum. Mukad­ des'in yüzüne bakıp çok üzgün bir sesle "Kurtaramayacagım gali­ be" dedim, "bilmem neden başım çok fena dönüyor. Mukaddes önce, dönüp duran plagı durdurdu ve öteki pla­ toda bulunan plagı çalmaya başladı. Sonra baha dönüp "Bak her şey ne kadar kolay" dedi, "hem cızırtı kesildi , hem sinek, biraz yaralı da olsa kurtuldu. " Ve ardından bir kahkaha atarak sürdürdü: .,

"Başının dönmesine degil de bence plakla aynı hzda bu kadar devir yaptıktan sonra dönmemesine şaşmak gerekirdi." Bir başka plak olayını da "Klasik Batı Müzigi Bestecilerini Tanıtıyoruz" programında yaşadım. O günkü programın bestecisi Sibelius'tu. Programın metni okunacak ve Finlandiya Konçertosu plaktan çalınacaktı. Konçerto, yine 78 devirli dört plaktan oluşuyordu. Plakları zarflarından çıkarıp masanın üzerine yaydım. Başladım aval aval bakmaya. Çünkü bu plakların hangi sırayla çalınacagına ilişkin hiç bilgim yok. Hangi yüzden başlayıp hangi sırayla gidecegim. Gerçi her yüzün üzerinde birtakım şeyler yazılı. Ama ben klasik müzigin dilinden zerre kadar anlamayan bir kara cahilim. Dışanlara bakıp yardım edecek birini aradım. Kimse yok. Stüdyoya dönüp aklımca bir sıra yaparak programı başlattım. Ala­ bildigine tedirgin, programın bitmesini bekliyorum. Nihayet bitti. Bitmesiyle, yakınlardaki spiker odasının tele­ fonunun çalması bir oldu. Arayan, Batı Müzigi Yayınlan Şefiydi. Sözleri bugün gibi aklımda: "Sevgili hanım kızım, seni tebrik etmek için aradım. Çünkü Sibelius'un Finlandiya Konçertosunu yeniden besteledin . Hem de bestecisinin aylarca notalarla boguşarak yaptıgını sen hiç zahmet çekmeden plaklarla yaptın . Bu muvaffakiyetin için seni kutlarım, ama Sibelius'un ruhu ne yapar bilmem?" Şef, az sonra gelecegini bildirerek telefonu kapattı. Utancımdan , ezikligimden öylece kalakalmıştım. 1 77


Gerçekten az sonra geldi . Durumu bütün açıklıgıyla anlatıp ilk kez böyle bir programla karşılaştıgımı, klasik müzikten hiç anla­ madıgımı, plaklann üstünü okuyup dilini çözmeyi bilmedigimi ve kimsenin de ögretmedigini vb . . anlattım. Yanıma oturdu, tane tane konuşarak plak üstünün nasıl okunacagını, mouvement'nın ne demek oldugunu, iki mouvement arasında ne kadar es vere­ cegimi anlattı. İlk fırsatta bir deney yaptıracagını söyleyip aynldı. Çok büyük bir hata yapmıştım ama, bu hatadan büyük bir kazançla çıkıyordum. Kara cahili oldugum klasik müzik konusunu ögrenmem gerektigi apaçık ortadaydı. O günden sonra bu yolda epey çaba harcadım. Sonraki yıllarda edindigim klasik müzik din­ leme sevgisini bu büyük hataya borçluyum. Ne var ki, Finlandiya Konçertosunu ne zaman dinlesem burnumun diregi sızlar ve Batı Müzigi Yayınları Şefini radyosunun başında nasıl hop hop hoplattıgımı , saçını başını yoldur­ dugumu düşünürüm. Daha önce de anlatmıştım, Ankara Radyosunda perşembe akşamlan Büyük Stüdyoda konuklar önünde ve canlı olarak yayımlanan bir programı vardı. Koronun ve birkaç · solistin şarkılanndan oluşan bu Türk Sanat MOzigi programını, Şef Muzaf­ fer ttkar yönetirdi. Spikerlige başlamamdan kısa bir süre sonra programın su­ nuculugunu bana verdiler. Uzun bir süre kazasız belasız gitti prog­ ram. Günlerden bir gün, daha dogrusu perşembelerden bir perşembe, hava karardıktan sonra eve geldim. On günlük bir izin­ den dönmüştüm. Elektrigin dügmesini çevirdim, yanmadı. Birkaç yeri kontrol ettikten sonra anladım ki, elektrik kesilmiş. Kibrit aradım, karanlıkta bulamadım. Saate bakmaya çalıştım, göremedim. Apartmanda karşı komşudan başka taiı.ıdıgırn yok. Bir kibrit istemek ve saati ögrenmek üzere onun kapısını çaldım, kapı duvar . . . Tam o sırada yan taraftan radyonun sesi geldi. Kulak kabarttım. Radyo Gazetesi okunuyordu. Bu, saatin 20.00 1 78


ile 20. 30 arasında bir yerlerde olması demekti. Ama nerde? Aklıma en kötü olasılık geldi. Ya 20. 30'a çok yakınsa. Kapıldıgım panik arılatılır gibi degil. Bu panik içinde gardroba koştum el yor­ damıyla bulabildigim bir siyah kazakla, pileli bir ekose etegi giy­ dim. Çoraplan elime aldıgım gibi sokaga fırlayıp buldugum ilk tak­ siyi çevirdim. Arabada çoraplan giymeye ugraşırken şoförden saatin 20.20 oldugunu ögrenmeyeyim mi?. "Çabuk, çok çabuk, beş, �ilemedin altı dakika içinde beni radyoevine yetiştir" diye bagırdıgımı anımsıyorum. Şoför, rally yanşçısı gibi sürerek yetiştirdi. Merdivenleri ikişer üçer 'atlayarak stüdyonun kapısına ulaştıgımda, Radyo Gaze­ tesinin son cümlesi okunuyordu. içeri girip anons masasına otur­ dum. Yayın bize baglandı ve programın açılışını, ilk şarkının anon­ sunu yaptım. Aceleden, masaya ilişir gibi oturmuştum. Koro şarkıya başladıgında şöyle bir derlenip toparlanıp sandaiyeye rahatça oturmaya kalktım. O da ne. . . Etegimi düzeltirken sag elim bir şeye takıldı. Bir anlam veremedim. Sol elimi etegime attım, bir takılma da o yanda oldu . . Çaktırmadan egilip baktıgım�a ne görsem begenirsiniz? Karanlıkta aceleyle, etegin tersini giymişim, elime ·takılanlar etegin baskı yerleriymiş. "Tepemden kaynar sular döküldü" demek, durumumu an­ latmaya yetmez, çok hafif kalır. Parmaklar:ımın uclına kadar kızardım. Yüzüm yanıyor, ellerim bacaklanm yanıyor, dahası bey­ nim yanıyor sanki. Gerçi uzaktan durum farkedilmez, ama bu programın bir de bitişi var. Daha önceki programlardan biliyo­ rum, programın bitiminde konuklann pek çogu spikerin ve sanatçılann yanına gelip tanışmadan, onlarla birkaç satır konuşmadan stüdyodan çıkmazlardı. Gene öyle olacagını düşündükçe kahroluyordum. "Mutsuz son"dan kurtulmak için düşündügüm bütün senaryolar bir yanından açık veriyordu. Kızara bozara, sarara morara yaptıgım anonslar da pek bir şeye benze1 79


miyordu. Gerek Muzaffer Ilkar, gerek kontrol odasındaki görevli arkadaşlar, hatta konuklar bile, sık sık renk degiştirmemden dolayı bir rahatsızlıgım oldugunu anlamışlardı. Bunu fark ettigim zaman , çözümü de buldum. Beklenen son geldi. Programın kapanış anonsunu yaptık­ tan sonra başımı masanın üzerine, kollarımı da iki yanıma bırakı­ verdim. Rengim zaten uygundu, resmen has1aJık numarası yapıyordum. Bekledigim gibi; başta Muzaffer llkar oltnak üzere birçok ar­ kadaş başıma üşüştü. Bazıları ne oldugunu anlamak için yanıma gelmeye çalışan konuklan uz.aklaştırdı. Bütün çabam, durumu ko­ nukların fark etmemesiydi. Muzaffer likar "Bir şey yok, bir şey yok, tansiyonu düşmüş arkadaşımızın, rahatsızlıgı programa geldigi andan itibaren belliydi" diyordu. Dogrusu numaram iyi tutmuştu. Çünkü başıma toplanan­ ların bazdan filanca ilacı bulmaktan, falanca doktora götürmeye kadar bütün çareleri sıralıyorlardı. Kollarımdan tutup kaldırdılar. Spiker odasına dogru uzanan koridorun başına kadar bin bir güçlükle yürüttüler. Koridorun başına geldigimizi fark ettigim anda, ellerinden ok gip i fırlayıp ta­ bana kuwet koşmaya başladım. Arkamda çeşitli tonda sesler du­ yuyordum, ama kim dinler ki! . Kendimi Kısa Dalga Yayın Stüdyosuna attım. Göz açıp kapayıncaya kadar etegimi ters yüz ettim ve gülerek dışarı çıktım. Karşımda bir dolu insan vardı, şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Sessizligi Muzaffer tıkar bozarak, olup bitenlerin ne demek oldugunu sordu. Durumu ta evden başlayarak anlattım. Ve en masum tavrımı takınarak ekledim: "Sizleri çok telaşlandırdım, çok üzdüm ama, başka çarem yoktu, rezil olacaktım." Muzaffer likar sinirli bir sesle öfkesini açıga vurdu: "Program boyunca kızardın bozardın. Hastalandıgını sanıp anonsu ha bıraktı ha bırakacak diye panige kapıldım. Koridorun 180


başında elimizden kurtulup deliler gibi koştugunu görünce aklına bir şey ·oldugunu düşünüp kahroldum. Şimdi de karşıma geçmiş arsız arsız gülüyorsun. Allah cezanı vermesin e mi ? Burada her­ kesin önünde kesin talimatı veriyorum. Bundan sonra programa girmeden odama geleceksin ve etegini dogru mu giydin, ters mi, kontrolden geçeceksin. " llkar talima:tını verip gittikten sonra, koridor .faslını an­ lattılar. Ben fırlayıp koşmaya başlayınca "Eyvah delirdi galiba! Ya­ kalayın, tutun! N'oluyor, neyi var?" diye bagrışarak onlar da ar­ kamdan koşmaya başlamışlar. Beni yakalamalarına kalmadan stüdyo kapısı yüzlerine kapanmış. Asıl garibi bir yandan beni kovalıyor, bir yandan da şimdi bir foto muhabiri bizi görse ne en­ teresan pozlar yakalar diye gülüyorlarmış. Daha önce de söz etmiştim. 29 Ekim 1 938'de yayına başlayan Ankara Radyosu, benim göreve başladıgım yıllarda bile bina olarak epeyce eskimişti. Bir radyo için gerekli olan birçok cihaz da teknoloji açısından epeyce gerilerde kalmıştı. Her şey öylesine eski, öylesine yıpranmıştı ki. . . Ômegin yayın stüdyo­ sundaki mikrofonun, kapalı oldugu zamanlarda bile ses kaçırdıgı, yani stüdyoda . konuşulanları dışarıya aktardıgı olurdu. Diyelim ki iki spiker konuşuyor. Bir bakardık, teknisyen arkadaşlardan "aman susun, gene kaçırıyor" uyarısı gelirdi. Hem korkardık, hem de konuşmadan edemezdik. Bir keresinde arkadaşıma başımın çok agrıdıgını söylemiştim. Biraz sonra odacı geldi ve "Telefon ediyorlar, spiker hanıma aspirin gönderelim mi diye soruyorlar" dedi. Şaşırıp kaldık. Ankara Radyosunun o zamanlar, birisi günlük yayın için aynlmış çeşitli büyüklüklerde dört stüdyosu vardı. En büyükleri 1 Numaralı Stüdyoda konuklar önünde programlar, büyük orkestra konserleri yapılırdı 2 Numaralı Stüdyo büyüklükte, ikinci olanıydı. Burada genellikle radyo temsillerinin ve kalabalık kadrolu müzik 181


programlarının canlı ya da kayıt yayınlan yapılırdı. 3 Numaralı Stüdyo, söz programlarının ya da solist yayınifinnın gerçekleş­ tirildigi bir stüdyoydu. Akşamlan saat 1 7 . 00'de yayına başlayan n Radyosu, o güne dek · Kısa Dalga Postası olarak kullanılmış küçücük bir stüdyoda çalışırdı. Kısa Dalga Postası için de, tıpkı 11 Radyosununki gibi küçücük ve derme çatma bir stüdyo ayrılmıştı.

n Radyosu yayınlan biz spikerlere yeni bir yük getirmişti. Ama yükten de kötü bir şey daha vardı. O sıralarda Radyo Müdürü olan Mahmut Tali Öngören, bu postayı şu ya da bu ne­ denle h�ta yapan spikerler için cezalandırma yeri olarak kullanma­ ya başlamıştı. Hatanın büyüklügüne göre, üç gün , beş gün, bir hafta ya da on gün sürerdi bu cezalar. Spikerlikte bir kural vardır. Yayından sorumlu olan spiker, nöbeti boyunca stüdyodan çıkmamalıdır. Gerçi özellikle akşam yayınlarında kaçamak yapıp dinlenme odasında oturdugumuz olurdu, ama hep içimiz hop ederek. Çünkü olmadık bir zamanda, hiç beklenmedik bir yöneticinin radyoya gelmesi mümkündü. Son­ ralan bu ilke biraz yumuşatıldı ve spikerlerin , yayımlanmakta olan programın bitiminden beş dakika önce mutlaka stüdyoya girmesi koşuluyla dinlenme odasında yayını izleyebilecegi resmen kabul edildi. Böylece stüdyoda gizli saklı yemek yeme derdinden de kur­ tulmuş olduk. 1 959'un sonlarıydı. Altemur Kılıç, Basın Yayın Genel . Müdürü olarak göreve yeni başlamıştı. Bir pazar günü . . . Rahmetli Erol Onar'la birlikte ögle nöbetindeyiz. Yemek vakti gelmiş ve iki­ mizin de kamı açlıktan zil çalıyor. Radyoevinin bodrum katındaki kantine telefon edip iki · sucuklu yumurta getirtmeyi önerdim Erol'a. Erol kafa dengi bir insan. Hemen olur dedi. Ama telefon etmeye kalmadan bir kaygısını dile getirdi. "Sucuklu yumurtaları burada yiyemeyiz, onar dakika arayla sipariş verelim, birimiz stüdyoyu beklerken birimiz odaya çıkıp yiyelim." 1 82


Sucuklu yumurtayı tek başıma yemek pek de hoşuma git­ memişti. Şöyle bir pazar keyfi olsun istemiştim. Tatil günü oldugunu, radyoda inlerin cinlerin bile top oynamadıgını, hiçbir yöneticinin pazar günü bu saatte radyoya gelecek kadar akılsız olmadıgını filan anlatarak, bitlikte yemeyi Erol'a kabul ettirdim. aslında o da dünden razıydı buna. Hiç nazlanmadı. Sucuklu yumurtalar getirildi. Yanlarında birer baş da sogan. Öylesine sıcak ki, yagdan cızır cızır sesler geliyor. Mis gibi sucuk kokusu adeta "Haydi ne duruyorsunuz, saldırın" diyor. Çagrıya uyup saldırdık. Keyiften dört degil, dört yüz köşeyiz sanki. lşte tam o sırada bir görüntü bu keyfin ortasına bomba gibi düştü. Kontrol Odasının penceresinde Radyo Müdürü rahmetli Ümit Halit Demiriz ve yanındaki birkaç kişi göründü. Tanımadıgımız in­ sanlardı. Hemen ardından stüdyonun kapısı açıldı. ''Yakalandık Erol" demeye fırsat kalmadan kapıdan içeriye kerli ferli biri girdi. Arkasından Radyo Müdürü. Yanlarından birkaç kişi ve 8-9 yaşlarında bir kız. çocugu . . . Yüzüm kapıya dönük oturdugum için felaketle karşılaşan benim. Dudaklarımın arasından ıslık · gibi "Erolll. . . " sözcügü çıktı. Erol kapıya dönüp de müdürün dehşet saçan gözleriyle karşılaşınca benden beter oldu. Manzarayı düşü­ nebiliyor musunuz, masanın üzerine boylu boyunca yaydıgımız ye­ mekleri büyük bir şamatayla yiyoruz. Yeni Basın Yayın Genel Müdürünü stüdyoları gezdirmek, radyo ve spikerler hakkında bilgi vermek üzere getiren bir müdür. Ve karşılaştıgı durum. Sanm­ sak,sogan, yag yumurta kokulan biribirine karışmış bir stüdyo . . . Ayaga kalktık. Aklırmz sıra bozuntuya vermeyecegiz. Ama en azından içeri girenlere bir "Hoş geldiniz" demek gerekmez mi? Gerekmesine gerekir de biz bunu yapabilecek durumda degiliz. ikimizin de agzında son derece sıcak ve kocaman . birer lokma. O da bogazımıza dizilmiş, çigneyip yutmak mümkün degil. Aitemur Kılıç'ın "Merhaba çocuklar" demesine ancak başımız sallayarak yanıt verebiliyoruz. ikimiz de tırnaklarımızın ucuna kadar 1 83


kııarmışız. Radyo Müdürünün gözleri, az sonra neler olacagını söylemiyor, haykırıyor. Bir sıkıntılı durum ki, anlatılır gibi degil. Hani insanın "Yer yanlsa da içinde kaybolsam" diye düşündügü anlar vardır ya, öyle bir şey . . . imdadımıza, agzımlzdaki lokmalarla boguştugumuzu fark eden Altemur Kılıç yetişti. "Çocuklar telaşlanmayın, şu lokmalannızı yutun da rahatça konuşalım." Bu, herhalde ikimizin de o güne kadarki yaşamımızda duydugumuz en güzel cümleydi. Yuttuk, yutkunduk ve konuşmaya hazır duruma geldik. Yeni Genel Müdür önce bizleri tanımak sonra da radyoyla ilgili bir şeyler ögrenmek istiyordu. Özetle kendimizi tanıttık,' stüdyoyu an­ lattık. Konuşuyorduk ama, A!temur Kılıç'ın gitmesinden sonra ola­ cakları aklımızdan çıkarmadıgımız için ikimiz de rahat degildik. Ve kem kam edip duruyorduk. Altemur Kılıç bir ara radyo dışındaki röportajların nasıl yapıldıgını sordu. Erol sözü bana bıraktıgı için, ben başladım. "Efendim şurılardan birini alır, röportaj yerine gideriz . . . Orada . . "

Stüdyoda bir kahkaha patladı. O ana kadar yüzünden gülümsemenin "G" harfi geçmeyen müdür bile kahkahadan kınlıyordu. Şaşkın bakınıp dururken Altemur Kılıç'ın küçük kızı "O kadar agır makineyi nasıl taşıyorsun abla,. hammal mı tutuyorsu­ nuz?" diye sorunca kendime geldim. Çünkü "Şunlardan biri" diye gösterdigim, stüdyodaki masanın iki yanında duran, plak çaldıgımız platolardı. Eni boyu yüksekligi aşagı yukan 120-55-60 santim, en azından 70-80 kilo agırlıgında koskocaman bir kitle. Küçük kızın sorusu üzerine iki yanıma bakındım ve agzımdan bir başka saçma cümle çıktı. "Sahi, ben bunu taşıyamam. Hay Allah ! . Elbette hamal da tutulmaz." 184


Bir kahkaha tufanı daha . . Bilmiyorum, nasıl saçmala­ dıysam, Erol dayanamayıp söze girdi. "Efendim siz bakmayın JOlide'nin böyle abuk sabuk konuştuguna. Kendisi aklı başında bir insandır. Agzı laf yapmayı bilir ve genellikle saçmalamadan konuşur. Ama yakalandıgımız durum pek hoş olmadıgından. . Üstelik de beni o azc:lırdıgından; iyice şaşırdı. Sanının biraz da bana karşı suçluluk duygusu içinde. O yüzden böyle konuşuyor." ·

baktı:

Altemur Kılıç bir kahkaha daha attıktan sonra dönüp bana "Olur böyle şeyler. . bir da . .

"

"Olur lx1yle şeyler de... Ümit Beyin gözlerine bir baksanız . . . " Nasıl olsa yakalanmıştık. Bir şeyler olacaktı. Ama sözler kahkahaya dönüşmüşken yaradana sıgınıp konuşmak, belki de bir şeyleri kurtarırdı. Nitekim kurtardı da. Altemur Kılıç, müdürün gözlerine bakacagına hafifçe omuzuna dokurıdu. "Haydi biz çıkalım da arkadaşlar yemeklerini rahat rahat yesirıler. . Sogumadan yesirıler . . " Ve dönüp bize el salladı: "Afiyet olsurı çocuklar! ."

Ankara Radyosurıurı stüdyolarında, biraz son yıllardaki bakımsızlıktan biraz da stüdyolarda kaçamak yemeklerden dolayı sık sık minik fareler konuk oluyordu. Hemen bütün kadınlar gibi ben de fareyi gördügünde aklı diline dolaşan biri.ydim.(Hala da öyleyim ya . . ) Stüdyoya girerken hep bir fareyle karşılaşma olasılıgı son zamarılarda alabildigine ürkütüyordu beni. Ne var ki, korku­ nurı ecele faydası yoktu ve korktuguma ugradım. Bir gece 22.45 bültenini okurken çevremde incecik incecik sesler duydum. Az sonra seslere yine incecik çıtırtılar karıştı. 1 85


Bülteni okumayı sürdürürken, bir yandan da etrafı kolaçan etme­ ye başladım. Az. sonra seslerin ve çıtırtıların nedeni anlaşıldı. Mini­ cik bir fare karşımdaki duvarın kenarı boyunca yukarı aşagı inip çıkıyor, arada bir çöp sepetine dalıp �gıtlan karıştırıyor, kendi halince eglenlyordu. Gördüklerim önce elimi ayagımı birbirine dolaştırdı. Ardından sesimde titremeler başladı. Bu titremeleri bastırmak için büyük çaba sarfediyordum, ama başaramıyorum. Avaz avaz bagırmak işten degil . . Ben bu korkulan sıkıntıları yaşarken fare stüdyo içinde cirit atmaya başlamaz mı? Yoo artık bu kadarı çok fazla. Derhal karşı silahımı çekmem gerek. Çektim de . . . Ne mi yaptım? Önce oturdugum sandalyenin üstüne fırlayıp tünedim, sonra da sesime acaip tehdit havası vererek oku­ mayı sordurdum. Fareye arada bir keskin ve gözdagı veren bakışlar atmayı da ihmal etmeden. "Cumhurbaşkanı Celal Bayar bugün . . .

"

CUrnleye normal sesle başladım. Ama fare yakınlarımda. Derhal sertleşmeliyim. Öyle yaptım. ". . . Uçakla fstanbul'a gitti." Gözlerimde dehşet, sesimde tehditler çakıyor. Farenin aldırdıgı yok. Ama o kadar kolay degil, bu bUlten nasıl olsa bite­ cek, elime geçirdigim ne olursa, senin üstüne öyle bir yürüyecegim kiii . . Kaçacak delik bulamayacaksın. Bakalım hangi­ miz daha yamanız minik fare . . " O benden yaman çıktı. ÇUnkU bültenin bitiminde, arada bir tırmanıp indigi duvardan yukarı çıkarak bir anda yok oldu.

Benim kendime gelmemse, bir hayli zaman aldı. Daha önce de söylemiştim, basın yayın rriesleginde çalışanlar sıkıntılı anlan keyfe çeviren, olumsuzlukların mutlaka bir 186


gırgır yanını bulan . . . · Dahası, yeni gelenlere z�man zaman tuzaklar hazırlayıp eglenen insanlardır. İyi ki de öyledirler, çünkü başka türlü yayıncılıgın stresine zor dayanılır. Hele radyoda, 1V'de za­ manla yanşan ve bu yarışı kazanmak zorunda olan bir çalışmayı, nasıl gerçekleştirir insanlar?. . Böyle tuzakların birçoguna özellikle başlangıçta ben de düştüm, daha sonra böylesi tuzakları ben de hazırladım. işte bun­ lardan birkaçı . . . 3 Numaralı Stüdyoda canlı yayındayım. Henüz spiker­ ligimin ilk ayları. . . Nezahat Bayram'dan Türküler programı yayımlanıyor. Elime verilen metinden programın ilk türküsünü anons ediyorum. Ve ilk türkü başlıyor. ikinci parça bir uzun hava. Elimdeki anonsta "Uzun havaya Emin Aldernir ayak gösteriyor" diye bir cümle var. Onu da söylüyorum. · Emin Aldemir başlıyor sazın tellerinde dolanmaya. Bu arada, tam karşımda Hüseyin lleri, eliyle koluyla agız işaretleriyle bana bir şeyler anlatmak için çırpınıyor. Anlamıyorum. Bu kez yeniden başlıyor ve önce havaya bir rakam yazıyor. 45 oldugunu çıkarıyorum, ama bir anlam vere­ medigim için bir şey söylemiyorum. Hüseyin lieri eliyle dur işareti yaptıktan sonra iki eliyle 10-20-30-40-45 diye sayıyor . . Çok yeni oldugum ve bir hata yapmaktan korktugum için sesimi çıkaramıyorum. Hüseyin Ueri de pes etmiyor ve cebinden bir kurşun kalem çıkarıp nota kagıdının arkasına bir şeyler yazıyor ve okumam için bana çeviriyor. Eh artık, lamı cimi yok, bu anorisun yapılması farz oldu. "Emin Aldemir 45 numara ayak gösteriyor." O güne kadar, halk müziginde yol göstermek diye bir deyim duymuşum ama, ayak göstermek ilk kez karşıma çıkıyor. Belli ki çok özel bir deyim, o kadar çırpınıldıgına göre de mutlaka anons etmek gerekir. Anonsu yapmamla birlikte herkes garip bir şaşkınlıga düşüyor,ardından bir gülmedir başlıyor. Elbette açıktan 187

·


açıga gülmüyorlar. Neı.ahat Bayram neredeyse mosmor kesilmiş. Bense hepsinden daha şaşkın bakınıp duruyorum. Hüseyin tleri biraz kendine gelince, cebinden yine kurşun kalemini çıkanyor, yine nota kagıdının arkasına yazıyor. "Ben sana şaka yapmıştım, Allah ceı.anı versin e mi?" Spikerligimin ikinci yılı bitmiş. Eh artık ben de yavaştan yavaştan fark ediliyorum. Arkadaşlarla eski yeni aynını pek kal­ mamış aramızda. Program Müdürü Güntekin Orkut o yılki 1 Mayısta, piknik yapmamızı öneriyor. Hepimiz kabul ediyoruz. Yalnız bir sorun var. O sabah ben nöbetçiyim. Güntekin onun da çözümünü buluyor. Bizimle gelmeyecek bir arkadaş var. Yeni bir spiker. Filanca Bakandan kartviZitle gelip girmiş radyoya. Yöneticiler haber bültenlerini okutmuyorlar. Yalnızca ara anons­ lan yapıyor. O nedenle nöbetimi ona devrediyoruz, ama bir şartla. . . Sabah bültenini ben okuyup nöbeti ona bırakacagım. Bültenden sonra Kızılcahamam' a gidecegiz. ·

O sabah, hemen hemen bütün spikerler radyoda ve hatta stüdyoda. Haber Bülteni saati yaklaşırken Kamuran Kıratlı "Bu sa­ bahki haberleri ben okuyacagım" diye tutturuyor. Keyf bu ya, ben de "hayır" diyorum. Ama Kamuran işin arkasını ·bırakacak gibi degil, bastınyor. O bastırdıkça benim inadım daha beter tutuyor. !Qmuran bir tehdit sawruyor ki, yenilir yutulur gibi degil. "Tamam, sen oku, madem ki vermiyorsun bana bülteni, sen oku, ama ben de senin canına okuyacagım!" lddialaşmamız oldukça kızışıyor. Stüdyodaki spikerler de ikiye aynlıyor, Başlıyorlar iki taraflı atışmaya. Benim bir tek şartım var. "Bak .!Qmuran" diyorum," ben haberleri okurken ne yapar­ san yap yalnız Menderes'le ilgili haberde lütfen bir şey yapma, çünkü o haberde bir terslik olursa hepimizin canına okurlar, bunu biliyorsun degil mi?" !Qmuran bildigini söylüyor ve taraftarlanna da bu konuda gerekli uyanyı yapıyor. !Qmuran'la aramızdaki artık bir iddialaşma degil, bir sınava dönüşüyor. 188


ilk haber, Menderes'le ilgili. . Sözlerinde duruyor ve hiçbir şey yapmıyorlar. ikinci habere geçer geçmez, bir soytarılıktır başlıyor çevremde. Elleri kollarıyla, gözleri burunlarıyla yap­ madıkları işaret kalmıyor, stüdyoda perende takla atmalar mı, kagıtlara yazdıkları acayip yazılan göstermeler mi?. Aklınıza ne gelirse, onun yapıyorlar. Benim inadım öyle tutmuş ki, hiç renk vermeden, bozulmadan sürdürüyorum okumayı. l<Amuran bakıyor ki, sınavı kaybetmek üzere, son bir çırpınışla masanın üzerindeki sürahiyi kapıyor. . Başlıyor içindeki suyu damla damla başıma, en­ semden içeri akıtmaya. . Su damlaları elimdeki bültenin üstüne aktıkça; ensemden içeri sızdıkça kuduruyorum, ama yigitligi elden bırakmak olmayacak. Bir yandan okuyorum bir yandan da elimle "Gösterecegım sana" diye işaretler yapıyorum. Hayatımın en zor bir iki bülteninden · biri kazasız belasız biti­ yor. Bir sonraki programı başlatır başlatmaz l<Amuran'a saldıracagım, ama o hep tetikte bekledigi için elimden kurtuluyor. Uzun koridor boyunca o kaçıyor, ben kovalıyorum. Bir yandan da avaz avaz bagınyorum. "Elime geçersen parçalayacagım seni, sonra da o bir sürahi suyu tependen aşagı boca edecegim." Radyo içinde birkaç tur atıyoruz. Ben 46 kiloyum o zaman­ lar, l<Amuran 60 kilo. Şişmanlıgı nedeniyle bir süre sonra nefesi daralmaya başlıyor. Kilolar nedeniyle ben avantajlıyım. Kfunuran da bunu fark . ediyor. Can havliyle radyonun çıkiş kapısına dogru yöneliyor. Amacı kendini dışarı atmak. Ama gücü karşı kaldırıma kadar yeti­ yor. Orada yakalıyorum. Yakasından tuttugum gibi kaldırıyorum ve soruyorum. "Bak yine senin gururunu düşünüyorum, şu anda elimdesin ve yorgun degil, bitkinsin. Seni dışarda pataklamak istemiyorum, gir içeri kendi isteginle, orada hesaplaşalım." 189


Ve bir tehdit: "Sakın ha bir kalleşlik yapmaya kalkma." Kamuran kahkahalar atarak yanıtlıyor: ''Yok arkadaş, sen kaı.andın, bir de alicenaplık gösterip beni içeri çagınyorsun, artık kalleşlik söz konusu olamaz. " O gün, bu soguk, ama gerçek anlamda soguk . şakanın ardından son derece keyifli geçiyor. ·

Yine 3 Numaralı Stüdyodayız! "Gönül Akın'dan Şarkılar" programı var bu kez. Stüdyoda o gün spiker için ayn bir mikrofon yok. O nedenle solistle aynı mikrofonu paylaşacagız. Gönül Akın şarkısını bitirirken ben parmaklanmın ucuna basa basa mikrofona yaklaşıp bir sonraki şarkıyı anons edecegim. Öyle yapıyorum. Mikrofondan çekilince gelip durdugum yerde bir piyano var. Piyanonun üstünde de bir sonraki prog­ ramın provasını yapan sanatçılann sazlan duruyor. Nedense ' içlerinden kanun ilgimi çekiyor. Ve o anda bir şeytan dürtüyor sanki. · Küçük parmagımı tellerin arasına uı.atıyorum. Sıra parmagımı tellerin arasından çıkarmaya gelince beklenmedik bir aksilik oluyor. Bütün çabama karşın parmak takılmış, çıkmamakta direniyor. Gönül Akın şarkısını bitirmiş, ama gidip anons yapamı­ yorum ki. . . Çünkü küçük parmak takıldıgı yerden çıkmıyor. Son bir çaba daha. Iııh. Yaradana sıgınıp elimi olanca hızla çekiyorum. Parmak tellerden kurtuluyor ama, parmakla birlikte tellerden "Cıyykk" diye tiz perdeden acaip bir ses de çıkıyor. Yine kahkahalar. Ama sessiz, bastırarak, engelleyerek, sak­ lamaya dışanya yansıtmamaya çabaladıgımız kahkahalar. Ben gülmekten, başladıgım anonsu, ancak kesik kesik konuşarak yapıyorum, Gönül Akın şarkıya giremiyor.Berbat bir durum. Ama mutlaka kurtarmak gerek. 190


Bu iş saz sanatçılanna düşüyor. Kaşla gözle anlaşarak, işaretleşerek dayanıyorlar çalmaıya . . Başladıklan Taksim'i döne döne çalarak, bizlerin ve kendileriinin sakinleşmesini saglıyorlar. Programın bundan sonrasını kazasız belasız bitiriyoruz. MEMLEKET SAAT AYARINI VERiYORUZ

Hani anlatırlar ya, adamın biri avaz avaz bagırarak elindeki ürünü satıyormuş. "Pire tozu, pire tozuuu. . Haydi pire tozuu. Pirelerle en güzel, en tesirli mücadele yolu . . Gelin gelin, burayaaa . . " Bir anda insanlarla doluvermiş çevresi. Herkes şaşkın, adamın paketteki tozla, pirelerin nasıl yok edilecegini anlatmasını bekliyor. Bakmışlar adam oralı. degil. Biri sormuş, satıcı da yanıtlamış. "Bak abim, bakın abilerim, pireyi işte böyle yakalar, şu eli­ nin iki parmagı arasına alırsınız. Öteki elinizin şu iki parmagıyla da bu tozdan bir fiske . . . Tozu .pirenin gözüne boca ettin miii abi . . "

Soru sahibi patlamış: "Be birader sen bizimle dalganı mı geçiyorsun? Ben pireyi yakaladıktan sonra iki tımagımın arasında eziveririm biter. Hem de en kestirme yoldan işi hallederim . . " Satıcı arsız arsız gülerek yanıtı yapıştırmış: "Paşa gönlün bilir onu da abim, nasıl istersen öyle öldürürsün. Pire senin keyif senin ."

Radyolarda ilk saat ayarının verilişi �e buna benzer bir öykü. Ama önce, ilk saat ayarının 1 9 1 3'te, Paris'te Eyfel Kulesi radyo istasyonundan verildigini anımsatalm w geçelim öykümüze. O günlerin gazetelerinde şöyle bir haber . . ,,..

� .

191


"Bahçenize bir telefon, bir anten ve bir dedektör koya­ caksınız. Böylece ucuz(!) ve basit (!) bir düzenek elde edeceksiniz. Ondan sonra da Paris Radyosundan gelecek sinyallere kulak vere­ rek saatin kaç oldugunu ögrenebileceksiniz." Elbette, sinyalleri hiç kaçırmadan, dogru sayarak alabildiyseniz. Herhalde haberi yazanlar da buna pek inanmamışlar ki, şöyle bir not eklemeyi ihmal etmemişler. "Ama pek çok radyo dinleyicisinin, masasındaki ya da ko­ lundaki saate bakarak vakti ögreneceklerinden hiç kuşkumuz yok." Günümüzde artık bu iş, sözü bile edilmeyecek kadar kolay. Radyolarda spikerler, belki de istemediginiz kadar çok duyuruyor­ lar saatin kaç oldugunu. TV'de ekrana yansıyan bir saat görüritüsü aynı işi yapıyor. Radyoda spiker olarak çalıştıgım yıllarda, bir nokta çok dik­ katimi çekerdi. Spikerligin "zamanı yiyen yutan" bir meslek oldu­ gu. Çünkü masanın üzerinde, el kadar bir kutu büyüklügünde bir saat dururdu. Ve spiker stüdyoya girince bir mikrofonla bir de bu saatle başbaşa kalırdı. Nöbet süresi içinde yaptıgı iş, lx.ı saatle ilgiliydi. Bu, öylesine tuhaf bir duygu uyandınrdı ki bende. Saatin saniye kolunun her atışında içimden hep "gitti bir saniye daha" diye geçerdi. Saniye saniye zamanı tüketmek. Her programın bitişi, 1 5-20 dakikanın, ya da yanın saatin geçip gitmesi demek. Ve tüketilen zamanı gözüyle görmek, beyniyle algılamak, duyum­ samak. Başka hiçbir meslekte, insan, yaşamından saniye saniye uçup giden şeyi bu kadar yakından algılayamaz. Damla damla göl oldugu gibi, saniye saniye de saat olurdu. Ve biz bu saniyeler top­ lamını sık sık dinleyicilere duyurur, aynca ha�r bültenlerinin başında bir de gqngun sesiyle -insanlann kafasına vururcasına­ ilan ederdik. Gong ilginç bir şeydi. Yaklaşık 50-55 santimetre çapında bir madeni çember düşünün. Bunun içine de hafifçe dışbükey, 48 192


ya da 54 santimetre çapında bir madeni plaka asın. Çemberin altına bir ayak yerleştirdiniz mi, işte size bir gong. Yine 50 santi­ metre uzunlugunda bir sopanın ucuna, üzeri keçeyle kaplı bir pamuk yumagı yerleştirdiniz mi, olur bu da gongun tokmagı. Elbette bu kadar basit degil bir gong. Çemberin içine otur­ tulmuş o madeni plakanın egimi, inceligi kalınlıgı, sertligi yumuşaklıgı son derece önemli. Çünkü tokmagı gonga vurdugu­ nuzda çıkan sesin tınısı bunlara baglı. Bize, en güzel gongları, Galata'da Kuledibindeki Ermeni ustaların yaptıgını söylerlerdi. Gonga wrarak saat ayan wrm:ınin çok degişik bir keyfi vardı. Genellikle şöyle başlardı bu süreç. "Sayın dinleyiciler, şimdi memleket saat ayarını veriyoruz. Gonga saat tam 19.00'da (7. 30-13.00-22.45 ya da) vurulacak. Beş saniye var. Üç saniye . . . Bir saniye . . . Dikkat. . . . TINNN! . . . Gonga vuruldugu zaman saat tam 19. 00'du. Şimdi haber bültenimizi sunuyoruz." Bu, öylesine alışılmış bir anonstu ki, neredeyse hepimiz otomatige baglanmış gibiydik. Çünkü bazen bir program ömegin saat 18.59'u geçe biterdi. Saat 19.00'a, 1 5-20 saniyenin kaldıgını bile düşünemeden, kesintisiz biçimde "bir saniye var, dikkat" deyip gonga vurdugumuz olurdu.

� ikkat uyarısından sonraki TINN sesi öyle güzeldi ki! . El­ bette TINNN yerine DANNN ya da DONG diye vurmç:ık da vardı hesapta. Ama önemli olan TINN diye vurmaktı. Biz yeniler bu iş için çok ugraşırdık. Tokmagın gonga degdigi . anda hafif yankılı, bugulu bir ses, birkaç saniye büyüyüp genişleyerek sürerdi. Tokmagı gongun üzerinde dairesel deginmelerle birkaç kez dolaştırınca da, yankılanan ses perde ı)erde sönerdi. 193


Saat gongunun saltanatı, bizim de gong keyfimiz Mart 1963'te, radyonun ek binasının hizmete açılmasıyla sona erdi. Gongun yerini, saat ayarının verilmesinden altı saniye önce başlayan pip-pip-pip sesleri aldı. Program bitişlerinde wrulan küçük gongun sesi bugün de duyuluyor. Saat ayan, 1963'ten bu yana, Ankara Radyosunun Teknik Servisinde, hücre büyüklügündeki bir odada bulunan çok büyük boyutlardaki saatler aracılıgıyla Londra'dan alınıyor. Greenwich Rasathanesinden günde dört kez saat ayan isteniyor ve dinleyicile­ re duyuruluyor. Bu saat odası ilginç bir yer. insanın orada birkaç saniyeden fazla kalması mümkün degil. Çünkü, koca koca saatle­ rin, her saniye atışında çıkardıgı boguk yankılı ses, biraz düşünebilen her insanı çıldırtmaya yeter. Zamanın ·akıp gidişini elle tutarcasına izlemek hiç de hoş degil. Yıllar sonra Greenwich Rasathanesinde saat odasını gösterdiklerinde içim bir kez daha hop etti. Çünkü saat odası degil, saatler odasıydı gösterdikleri yer. Dev boyutlardaki saatler, dünyanın her tarafına saat ayan veriyordu. Ve bunlardan çıkan dann-dunn-dong sesleri, insana "öteki tarafın" çok yakında oldugunu duyumsatıyordu.

BlR MUZ1PL1K SA VAŞI

Daha önce de söylemiştim, 27 Mayısçılar, 1 5 Ekim . 1961 'de yapilan seçimle yönetimi sivil iktidara devretmişti ama, dönemin koşullan geregi, ülkenin ve radyonun üstünden asker gölgesi büsbütün kalkmamıştı. O nedenle hemen her askeri etkin­ lige elimizde röportaj aygıtıyla gönderiliyorduk. Ankara'da bir kez olsun ugramadıgım askeri birlik kalmamıştı. Bazılarının karava­ nasına bile kayıtlıydım. 194

·


Bir ara Hava Kuwetlerinin etkinlikleri art arda geldigi için, oraya daha sık gider olmuştum. Gittigim yerlerdeki personelle son derece güzel sıcak ilişkiler içindeydim. Üstelik Komutanları İrfan Tansel beni çok seviyor, sevgisini öteki komutanlardan daha çok belli ediyordu. Mürted'e gittigim bir gün, nefes kesen gösterileri izleyip dönerken, bir grup pilot bindigim arabanın önüne geçti. Bir rica­ ları oldugu için durdurduklarını söylediler. "Evet dinliyorüm, nedir istediginiz?"

·

"Radyoda türküler okuyan MT var ya . . " "Evet." "Ne kadar aylık alır o?" "Bilmem . . Bordrosunu görmedim ki . . . Herhalde bütün me­ murlar gibi. Memurlar ne alıyorsa, MT de onu alır. Neden sordu­ nuzr Yanıt vermediler ve bir hesap işlemine daldılar. "N'olur, idarecilerinize söyleyin de o arkadaşı programlara çıkarmasınlar. Biz ona maaşının üç katını her ay kendi cebimiz­ den ödeyelim. " Radyoya döner dönmez Dinleyici istekleri programını yapan arkadaşa rica ettim. Elimdeki 25'i aşkın pilotun adını kendi­ sine . vererek, bu arkadaşların istegi üzerine MT'ten bir türkü çalmasını istedim. Program yayımlandıgında küçük bir kıyamet koptu. Adı söylenen söylenmey�n bütün pilotlar bir öfke bombardımanına tuttular beni. Telefonda bile gözlerinden dehşet saçtıkları anlaşılı. yordu. Öfkelerini ortak bir söylemle aktarıyorlardı: "Elimizde olsa ·gelip radyonun üzerinde en gaddar dalışlarımızı yapacagız. Sonra da sizi bulup pike dalışlarla didik didik edecegiz. " 1 95

·


Tehditleri de hep aynı cümleyle son buluyordu: "Ama nasıl olsa elimize düşersiniz bir gün . . . "

Ne yazık ki ellerine düştüm bir gün. Hava Kuwetleri Komu­ tanı Orgeneral irfan Tahsel'in de katılacagı bir tören için Mürted'e gitmem gerekiyordu. Mürted Havaalanında, her zamankinden daha coşkulu bir karşılanma. . . "işte geldim, pikenizi burda yapın" filan gibi takılmalanma bütün pilotlar tatlı tatlı gülüp "mümkün mü" diye yanıt veriyorlar. Her halleri, her sözleriyle olup bitenlerin karşılıklı bir şaka oldugunu anlatmaya çaba gösteriyorlardı. Tören başladı, gösteriler yapıldı. Ve bitti. irfan Paşayla yan yana yürüyerek ilerdeki binaya dogru gidiyoruz. iki pilot, sözcügüri tam anlamıyla, musallat oldular. ikisi de yalvanyorlardı. "Komutanım n'olur izin verin, Jülide Gülizar'ı bir defa uçuralım. Her törenimize geliyor, bizim çok kahnmızı çekiyor. N'olur bir defa . . . ·

"

Tansel her istege "hayır" diyor başka bir şey demiyordu. Hiç abartmadan söylüyorum, pilotlar herhalde on kez yine­ lediler isteklerini. Dogrusunu isterseniz, ben çok hevesliydim uçmaya, ama Koı:ııutan'ı kırmamak için söyleyemiyordum. Pilotlar ıgnesi takılmış plak gibi aynı istegi tekrarlıyorlardı. "Komutanım N'oluuur! . Bir defa uçuralım! . " Komutan -herhalde benim de hevesli oldugumu fark etti ki- sonunda razı oldu "Pekala, uçurun ama, kendi usulünazle degil, akıllı uslu. iyi hoş da hanginiz uçuracaksınız? iki kişisiniz baksanıza . . . " "Onu kurayla tespit ederiz komutanım. Kimin adı çıkarsa, öteki kaderine razı olur . . . " Kendi usullerince şanslı (!) adı belirlediler. Öteki biraz bozul­ du ama, çabuk kendini topladı. "Olsun" dedi, "komutanım, izniniz­ le Jülide Gülizar'ı pist başına ben götürür getiririm. " 1 96


Tansel Paşa "iyi uçuşlar" diyerek bizi ugurladı. iki pilot ve ben arabaya atlayıp pist başına gittik. İkisi de çok memnun mutlu görünüyordu. ·

T-33 egitim uçagına bindik, aşagıda kalan pilota el sallayıp havalandık. Birkaç dakikalık normal bir uçuştan sonra "dünya ters dönmüş" gibi oldu. Önce, tansiyonumun düştugünü, uçagın tut­ tugunu sandım. Ama olay yinelenince, dünyanın gerçekten ters döndügünü anladım. Çünkü uçak ters dönmüş başımız aşagı uçu. yorduk. Az sonra, sırtüstunden dogrulup yana yatarak, daha sonra uçagın bumu havada yukarı dogru uçuş . . Ve hemen ardın­ dan pike dalışlar. O biçimden bu biçime geçe geçe uçuyoruz. Mi­ dem agzıma gelip gelip gidiyor. Bacaklarım kollanın sanki benim degil . . . Bütün organlanm biribirine karışmış gibi. Yere sag ine­ cegimden umudu kesmişim. Etraftan duyulursa kaygısı içinde fazla bagırmadan küçük küçük çıglıklar atıyorum. Sanki avazım çıktıgı kadar bagı rsam duyulurmuş gibi. . . Ama o anda bunlan düşü­ necek durumda degilim. Bütün bunlar olup biterken de -zehir ha­ fiye gibi- bu olup bitenlerin nedenini bulmaya çalışıyorum ve bulu­ yorum. Dinleyici istekleri programına kendi usullerince bir karşılık Derhal karanını veriyorum. Yere sag salim inersem , aşagıdaki pilotun kullanacagı ara­ baya kesinlikle binmeyecegim. (Ne ceza ama! .) Karanını uygulamama gerek kalmıyor. Çünkü Tansel Paşa, biz havalandıktan sonra bir süre beklemiş. Bir ara başını kaldınp havaya bakınca durumu çakmış. Ve ardından yukarıya biOOç talimat. . •

Ayagımı yeniden piste uyanıklıgına borçluyum yani. . .

basışımı Tansel Paşanın

bu

Uçaktan yere indigimde ayakta duracak halim yoktu. Ama yigitligi elden bırakmak bana göre bir şey degildi. Kimsenin konuşmasına fırsat tanımadan "Oh bee, ne ilginçti'' dedim, "ilk oldugu için biraz sarsıldım, midem bulandı, gözüm karardı filan, ama bir daha uçtugumda bunların hiçbir olmaz .. "

1 97


İrfan Tansel hiçbir şey söylemeden yüzüme baktı. "Ensenin kökünü görürsen bir daha uçarsın. Hiç hava atma" der gibi bir bakıştı bu. Üstelemedim. Ben üstelemedim ama, beni uçuramayan şanssız pilot "beni pist başından Ankara'ya dönecegim arabaya kadar götürmek" teki istegini yineledi. Tansel Paşa önce hayır demekle yetindi. Pilot üsteleyince, dayanamayıp sordu. "Evladım, niçin bu kadar üsteleyip duruyorsun, nedir senin maksadın?" Pilotun yanıtı son derece ilginçti. "Komutanım, izin verseydiniz Jülide Güliı.ar'a dört tekerlekli bir arabanın iki tekerlek üstünde nasıl gittigini gösterecektim. " Paşadan bir keskin bakış da pilota b u kez. Adamcagız neye ugradıgını bilmeden, yalnızca "izninizle komutanım" diyerek ara­ baya atladıgı gibi, iki tekerlek degilse bile Uç tekerlek üzerinde bir arabanın nasıl gittigini örnekleyerek uı.aklaştı. Canımı bu müthiş karadan da sag salim kurtannca ne yaptıgımı, sanının tahmin edersiniz. llk yayımlanacak Dinleyici istekleri programına, bu iki pilotun istegi olarak MTden bir türkü koydurmak. Ve aldıgır:n bir karar. . "Bir daha pilotlar beni gafil avlayamayacaklar . . . " Sanıyorum ilk kez "lsternek Sizden Çalmak Bizden" adıyla, 1 936'da Berlin Radyosunda yayımlanan dinleyici istekleri prog­ ramlannın hiçbirinde böyle bir savaş yaşanmamıştır.

198

'


YA VAŞ iNTiHARIN ADI: ZAFER CiLASUN

Her kurumdan yüzlerce binlerce kişi gelir geçer. Ama bun­ lardan pek azı arkasında iz bırakır, çalıştıgı yıllara damgasını basar. Daha önce anlatmaya _çalıştıgım Can Okan bunlardan biriy­ di. Zafer Cilasun bir başkası. 1963'te başlamıştı Zafer'in spikerlik serüveni. 1963'te açılan sınavda büyük haşan göstermişti. Sınav sonunda açılan kursta da, · kursun yıldızıydı. �urstan sonraki sınavı da aynı parlak sonuçla noktaladı. Bu aşamalardan sonra Zaf�r Cila�un artık Türkiye Radyo. larının spikeriydi. Son derece güzel, gür ve kadife sesini yetenegiyle de birleştirince, kısa sürede ortaya mükemmel bir spiker · çıkmıştı. Eline verilen her metni, şöylece bir göz attıktan sonra, içeriginin gerektirdigi tonlamayla, vurguyla okur, degerine deger katardı. Sesini gerilere atıp da bogazıni yormayan, hemen dilinin Ucunda ve çok kolay konuşan bir spikerdi. Kurslarda spiker adaylarına artikUlasyon çalışmaları yaptınlırken hocaların ıriatla; ısrarla vurguladıkları bir nokta vardır. "Hepinizin dudakları tembel. Önce bu dudak tembel­ liginden kurtulacaksınız. Dudaklarınızı her harfin gerektirdigi biçimde öne-yana-yukarı açacak, gerekirse öne dogru uzata­ caksınız. Öyle çizgi gibi konuşan . bir agızla, ne söylediginiz anlaşılmaz." ·

Zafer Cilasun, agzı çizgi gibi konuşan bir spikerdi. Hocalar bu çizgiyi _ yana-yukan,aşagı-ône hareket ettirmek için çok ugraştılar, başaramadılar. Ama Zafer çizgi gibi agzıyla ne söylediyse anlaşıldı. 199


Her şeyiyle dört dörtlük bir spikerdi ama, bir büyük kusuru vardı. İçkiyi çok sevmek Öz.ellikle Türkiye'de lV'nin başlamasından sonra, içki sevgisi, içki düşkünlügüne dönüştü. lV'nin ilk haber spikeriydi. Bir yılı aşkın bir süre de tek spikeri oldu. Bir anda ülkenin her yanındaki projektörler üstüne çevrilmişti. Başını ne yana çevirse, kendisine hayranlıkla bakan gözler görüyordu. Çevresindeki birtakım insanlar da kendisini yanlış yönlendiriyorlardı. Televizyoncu olmanın raconunu "uzun saç, favori, agızda pipo, sırtta balıkçı yakalı bir ka?.ak ve içki içmek" diye algılayan bu in5anlardan mı, yoksa şöhretin her insa­ na getirdigi hafif başdönmesinden mi bilemiyorum, her akşam kafa çekmeyi Allah'ın emri durumuna getirmişti. Başta Haber Müdürü Dogan Kasaroglu olmak üzere bütün yöneticilerin ve ar­ kadaşlarının uyanlarına kulak vermemeye başladıgında tehlike çanları iyiden iyiye çalıyordu. "Dikkat et, yavaş yavaş ölüyorsun, bu seninki bile bile intihardır" diyenlere yanıtı, "hanginiz bu dünyaya kazık çakacaksınız, 'ha biraz erken ha biraç geç, ne fark eder" oluyordu. Ve hemen ardından ekliyordu: •

"Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun" demişler. Birkaç kez, haberleri okurken dili dolanınca, bir süre mikro­ fondan ve ekrandan aldılar, ama degişen bir şey olmadı. Kasar­ oglu'nun biçtigi ceza sona erince yeniden ekrana ve mikrofona dönüyordu. Çünkü, ne olursa olsun, yöneticilerin vazgeçemeye­ cegi bir spikerdi. Kurs hocalarının ve bizden eski spikerlerin hepimize, durup durup yineledikleri bir söz vardır. ·

"En yakınınızın ölUm haberini okumak zorunda kalsanız bile kendinizi kaybetmeyeceksiniz. "

Zafer bunu başarmış bir spikerdi. Gerçi hiçbir yakınının ölüm haberini okumadı ama, 12 Mart döneminde kardeşi Ugur Cilasun'un "idam istegiyle yargılanmasına" ilişkin haberi okumak 200


zorunda kaldı. Hepimiz ne yapacagını, nasıl okuyacagını merakla bekliyorduk. Hatta, o haberi ben okumayı önerdim, reddetti: "Bu haberin sırası bana dUşmüştOr, ben okuyacagım." Ekrandaydık. Soluk almadan, habere başlamasını ve oku­ masını izledim. Her an tetikteydim "ya bir yerde tıkanır da okuya­ mazsa" diye . . Öyle bir şey olmadı. Zafer, ekrandaki görüntusU pek de ahım şahım olan bir spi­ ker degildi. Alabildigine esmer teni, simsiyah saçlan, camlan hafif dumanlı, şişe camı kalırılıgındaki, kalın simsiyah çerçeveli · gözluguyle ekranı bir karabulut gibi kaplardı. Ama agzını açtıgı · andan itibaren izleyiciyle en sıcak ilişkiyi kuruverirdi. Günlerden bir gün bir de bıyık bırakmaya kalkınca, bu karalıga yeni bir karalık eklendi. Bu bıyık bırakmanın hoş bir Öjküsü var, anlatmak istiyorum. Ekranın öteki haber spikerleri Çetin Çeki ve Erkan Oyal'la birlikte bir ara bıyık bırakmaya karar vermişlerdi. Çetin ve Erkan'ın bıyıklan kısa sürede uzayıp biçime girdi. Zafer'inkiler tek tUk görünmeye başladı. Bir torlu dogru dürüst uzamıyordu. Ekran­ da da garip bir görüntü oluyordu. Birkaç kez, hepimiz bıyıgın ken­ disine yakışmadıgını, kesmesinin iyi olacagını söylediysek de oralı olmadı. Bir gün nasıl çıktıgını anımsamıyorum, agzımdan bir laf çıktı. "Yeter be, uzadıgı uzayacagı yok" dedim, "kes şunlan da suratında bir boşluk açılsın, seninki bıyık degil kenef sazlıgı . . "

Ertesi gün bıyıklannı kökünden kazımış durumda çıkageldi. Herkes hayretle nedenini soruyor, bense havalar atarak "Ben · kes­ tirdim, hem de bir sözümle" diye ortalarda dolanıyordum. Bu kadar havaya dayanamamış olacak ki, gürleyiverdi: "Dogrudur söyledigi. . Ama Jülide istedi diye kesmedim. Kenef sazlıgı gibi bıyıklann var deyince burnuma lagım kokusu 201


gelmeye başladı. Bütün gece duydum o kokuyu, kurtulmak için kesiverdim işte . . . Şimdi anladınız mı?"

Öncemizdeki ve sonramızdaki spikerler gibi bizler de her türlü haberi okuduk. İyisini-kötüsünü, inandıgımızı -inanmadıgımı­ zı, egrisini- dogrusunu, se\Tdigimizi-sevrnedigimizi . . . Ama en çok

ölüm haberleri etkilerdi bizi. Hele de yetmişli yılların ortalarında başlayan terör olaylarında şu ya da bu biçimde öldüıillenler. . . Bu

haberlerden sonra garip bir hüıiln çökerdi üstümüze, suskunlaşırdık.

Yine böyle haberlerden sonra hüzünlenip oturduguinuz bir gün ,

suskunlugumuz

biraz

uzadı.

Üstümüze

çöken

agırlıgı

dagıtmak için, şimdi kim oldugunu anımsayamadıgım bir spiker arkadaş "Çocuklar hiç düşündünüz mü, hep başkalarının ölüm ha­ berini okuyoruz" dedi, "ama günün birinde bizlerinkini de birileri okuyacak, sırada acaba kim var. " "Allah korusun! . Allah. gecinden versin! . Aman aman, agzından yel alsın." dilekleri arasında , biraz da esprili bir havada tahminler yürütülmeye başlandı.

Hiç kimsenin ölmeye niyeti

olrnadıgını anlaşılıyordu. Son sözü , işi tatlıya baglamak istercesine bir havada Zafer söyledi. "Ne tartışıyorsunuz yani? içimizde en huysuz olanımız kim?­ Jülide. . O halde hepimizden önce o ölsün. Duydugum zaman nerde olsam koşar gelirim, uçar gelirim onun ölüm haberini ilk okuyan spiker olmak için. Hem de İle derim biliyor musunuz? O h bee, Jülide Gülizar nihayet öldü. Ey izleyiciler, ey dinleyiciler siz -

de kurtuldunuz, biz de . . . "

Bu konuşmamızdan altı yedi ay sonra kendisi öldü. Kendisi­ ni, meslek yaşamı boyunca baştacı etmiş, yerlere göklere sıgdıra­ mamış yüz binlerce Ankaralı, caddelerde sokaklarda toplanıp ce­ naı.eye katılarak, �e �. gözyaŞaııyla son yerine ugurladılar. Kendiliginden oluşan topluluklardı bunlar . . .

202


ANKARA KÖYLERiNDE

TRT olmak, Türkiye Radyolanndan TRT'ye dönüşmek, be­ raberinde birçok atılımı da getirmişti. O tarihten az öncesine kadar dişe dokunur bir programı olmayan Ankara Radyosu, 1963'teki sınavda alınan çok sayıda programcının, yine çok sayıda yeni, yepyeni önerileriyle "kendi insanının" yaptıgı prog­ ramlara kavuşmuştu. Kavuşmuş ve ele güne muhtaç olmaktan kurtulmuştu. Radyonun bünyesinde kurulan çeşitli birimler, bu yeni programcılarla -o günün teknik olanaklarıyla, daha dogrusu olanaksızlıklarıyla- harikalar yaratıyordu. Kurulan birimler içinde çok önemli bir birim henüz yoktu. Köy programlan yapacak, köye seslenecek birim . . . 1964 yazında Program Müdürü rahmetli Güntekin Orkut; beni pazar nöbetlerinden sileceginl ve her pazar Ankara'nın bir köyüne giderek oralarda röportajlar yapmamı istedigini söyledi. Bu, benim havada kapacagım bir öneriydi, kaptım da. Ve başladık, Yurttan Sesler Korusunun şefi -o da rahmetli­ Osman Ôzdenkçi'yle her pazar sabahı erkenden köy yollarına düşmeye. Yanımıza bir ya da iki teknisyen de alıyorduk. Gittlglmiz yerlerde köyf}n·köylünün her türlü sorununu, yaşayanların agzından banda kaydediyor, bu sesleri yetkili ma­ kamlara dogrudan duyuruyorduk. ·

. Bu yeni uygulama ilgiyle karşılandı. Devlet Tiyatrosu sanat­ çılarının oynadıkları köy skeçlerinin yanı sıra bu programların da yayına girmesi hem köylülere, hem yetkililere ilg.inç geliyordu. Bu programlara, daha dogrusu köy ziyaretlerine sıcak bak­ mayan bir kesim vardı. Köy kadınlan. . . Her şeyden önce beni kendilerinden saymıyor, yönelttiglm sorulan da yanıtlamaktan . kaçınıyorlardı. Sonralan fark ettim ki, bu kadınlar bir de verecek­ leri yanıtlardan dolayı, kocalarından korkuyorlardı. 203


Bu korku , Kalecik'in bir köyündeki kadınlarda çok belirgin­ di. Köye gircligimizde, üzerinde Ankara Radyosu yazılı minibüsü önce çocuklar, sonra da köyün erkekleri karşıladı. 1ndigimiz zaı:nan ben , ilk olarak köyün kadınlanyla bir çay içmek istedigimi söyledim. Bizi kahveye aldılar. Sonra acele evlere haber salındı. Yanın saat sonra da beni kahvaltıya bekledikleri haberi geldi. Çagırdıklan eve götürUldügUmde mükellef bir sabah kahvaltısına buyur edildim. Kadınlann, ürkek havada başladıklan sohbetleri giderek ısındı. Kahvaltının sonunda büyük ölçüde kaynaşmıştık. Bu kaynaşmadan umutlanarak, bir adım daha attım. Bir kumar oyna­ yacaktım. Kazanırsam da başımın üstüne, kazanamazsam da . . . Kahvaltı boyunca yaptıgımız konuşmalarda, bu kadınlann en · az beş çocuk annesi olduklannı ögrenmiştim. Aralannda 7-81 0-12 (bir tane de 15) çocuklu olanları vardı. Hepsi de bu durum­ dan yakınıyordu. Bir dogum kontrolü programı için bu kadınlar biçilmiş kaftandı. Yakınmalanndan da cesaret alarak, dogum kontrolüyle ilgili bir programda konuşup konuşmayacaklannı sor­ dum. Hem gönüllüydUler, hem de "Abovvv, bizim herif ne der kötü bir şey söylersem döver vallaha" diyorlardı. Bir süre dUşündUler, bakıştılar. Anlaşılan doluya koysalar almıyor, boşa koysalar dolmuyordu. İşin uzadıgını görünce, hemen her köyde rastlanan "hökümat gibi bir kadın" son sözü söyledi. "Konuşun be! . Nasıl olsa, olura yiyorsunuz dayagı, olmaza yiyorsunuz. Vann bir de radyoya konuştunuz diye yiyin. Hiç ol­ mazsa bir sebebi olur yediginiz dayagın. Siz de söyleyeceginizi söylemiş olursunuz ya . . : " Dogal olarak kadınlar "evet" dediler. Mikrofonu orta yere koydum. Hepimiz çevresine daire yapıp sıralandık. Tape'i çalıştırdım, ilk soruyu yönelttim. Başladılar 204


konuşmaya. Sıkıntılarını, yakınmalarını, dileklerini öylesine içten, öylesine dogal biçimde dile getiriyorlardı ki. . . Bir genç kız, bana ve köyün hatırı sayılır bazı kadınlarına kahve yapıp dagıtrnıştı. Bu kahve, konuşmalarımıza Sabah Kahvesi Keyfi'ni getirmişti. Yarım saate yakın konuştular. Sözü birbirlerinden usturuplu biçimde alıyor veriyorlardı. Sabah keyfimiz .kesintisiz yansımıştı banda. Tek kesinti on beş dakikalık birinci bandın bitiminde onu çıkarıp yerine yenisini takarken olmuştu. Ankara'ya döndügümüzde, erkeklerle yaptıgımız konuşma­ ları ve benim köyle ilgili olarak anlattıklarımı bir program olarak yayımladık. El�tte montajını yaptıktan sonra . . . Kadınların dogum kontrolüyle ilgili konuşmalarını yarım sa­ atlik bir program olarak aynca yayımladık. Montaj mı diyorsunuz?. Hiç gerek kalmadı. öylesine dogal, öylesine güzeldi ki. Yalnızca iki bandın arasındaki boşlugu ka­ pattık, o kadar . . . Ankara'nın Haymana ilçesine baglı Ballıpınar köyündeyiz. Giderek, kadınlarla da ilişki kurmayı ögrendigim için, o konuda sıkıntım yok. Oldukça rahat konuşuyoruz. · Her köyde oldugu gibi Ballıpınar'da da başlık sorununu işliyoruz. Burada bir degişiklik yapıp bir de genç kızlarla konuşuyoruz. Hepsi de evlenirken, babalarına verilecek başlık parasının yüksek olmasını hayal ediyor, bundan emin olanlar ise daha da ileri giderek övünüyor. Hiçbirinin "Nedir bu, bizi parayla satıyorlar" gibisinden bir sıkıntıları yok. Kadınlar öyle, erkekler öyle . . . Hele yaşlılar . . . "Başlık parası verilmeden kız alınır mı" diye­ rek öyle bir savunuyorlar ki . . . Başlık parasının hangi ölçülere göre saptandıgını soruyo­ rum. Ak sakallı bir köylü yanıtlıyor. 205


"Ewela gızın gözelligine bakılır. Efendime söyleeeyimm, so­ naaa da marifetlerine . . Dikiş nahış biliyo mu, yemek yapmasını bi­ liyo mu?. Uysal , itaatli mi? İ şte bunlara göre şu gadar eder, bu gadar eder deyoz. " Yaradana sıgınıp soruyorum. "Ben bu köye gelin gelsem başlık param ne olur, kaç para ederim ben?" Adam hiÇ düşünmeden "sekiz bin" deyiveriyor. _ "Neden" diye sorarken , 1 964'ün koşullarında sekiz bin liranın ne kadar büyük bir miktar oldugunu düşünüyorum ve biraz kabarıyorum. "Heç öyle gabarıp durma" _diyor ak sakallı, "bu köyde en kötü gıza üç bin verilir, daha eyilerine beş bin . . " Şaşkınlık sırası bu kez bende. "Peki bana neden sekiz bin? Burdakilerin hepsinden daha iyi olmasam sekiz bin verir misiniz?" "Eee canım, sen okumuş yazmış bir gızsın . . . Şehirlisin . İşte

onun için sekiz bin. Yogsam üç bin de etmezsin . " "Neden etmem?" Ak sakallı

bu

kez coşuyor

sıralamaya.

w

başl;cr durmamacasına

"Mademki sordun, aha söylüyom işte. Etin yok budun yok, çöp gibi avratsın bir. . . Evi süpür desem süpüremezsin, al şu hacet­ leri gomşuya götür desem götüremezsin. İnek sagarnazsın, yogurt çalamazsın. Sofra gur desem guramazsın, tezek gar desem gara­ mazsın. Daha daha, hamur yoguramazsın , çocuk doguramazsın . Sen gelin gettigin yerin soyunu gurudursun . İşte bu bu bu sebep­ lerle sekiz bin veriyorum sana . " Bir yandan kahkahalarla gülüyoruz a k sakallının sözlerine, bir yandan da ben, ne kadar erdemli, marifetli, yetenekli oldugumu düşünüyorum. 206


Ak sakallı sözün sonunu getiriyor.

"Seni alıp tellere tüllere· sannal�, aha şoo baş göşeyee otur­ tup bizim şeherli gelin · deyi övünmeli." Yüksekögrenimin , memur maaşlarında ancak 50 lira fark getirdigi-· bir dönemde, bana biçilen üç bin liralık farkın hiç de küçümsenmemesi gerektigini düşünerek susuyorum.

HABER MERKEZi BAYANLARA AÇILIYOR

_ TRT Haber Merkezi kuruldugunda elbette sonraki yıllarda -özellikle de bugün- oldugu kadar kalabalık degildi. Hele hanımlar açısından. fik aşam�da yalnızca bir hanımın çalıştıgı bir merkez� Dogan Kasaroglu'nun sekreteri olan Güler Küpçü'nün. iki iki buçuk ay sonra ben gidiyorum , ediyoruz iki. Kısa bir süre sonra da üçüncü hanım arkadaş geliyor. Muhabir Nalan Seçkin. Haber Merkezi'ndeki . bayanlar kadrosunun çekirdegi sayılabilecek biz Uç hanım, erkek arkadaşlarımızdan prenses mua­ melesi görüyoruz. Kimse üstümüze toz kondurmuyor. Şu ya da bu görevle yurtdışına gönderilenler, dönüşte mutlaka üçümüze bir şeyler getiriyor. Öylesine şımartıyorlar ki bizi , gün oluyor eli boş dön enlerden hesap bile soruyoruz. Öylesine uyumlu, sıcak ve güzel bir ortam . . . Saltanatımız üç yıl kadar sürdü. Haber Merkezi geliştikçe yeni görev alanlan ortaya çıkmaya başladı. Aynca, dışardaki ör" nekleri görüp ögrenmeye başladıkça yeni uygulamalar gündeme geldi . Haber spikerlerinin ayrılması ve bunların Haber Merkezine getirilmesi bu uygulamalardan biriydi. 207


Türkiye Radyolanndan TRT'ye geçişte, bir Haber Merkezi kurulmuştu ama, bu merkezde hazırlanan bültenler yine arabayla radyoya -ne var ki bu kez merkezin kendi arabasıyla­ gönderiİiyordu. O gün kimler nöbetçi devamlılık spikeriyse bülteni de onlar okuyordu. Dogan Kasaroglu bir gün, yabancı ülkelerdeki uygulamanın böyle olmadıgını söyledi. "Biz de onlar gibi yapalım" dedi, "birkaç tane haber spikeri belirleyelim ve onlan da Haber Merkezine alalım. " ·

Kasaroglu ü ç erkek, iki d e hanım spiker istiyordu haber okutmak için "Biri de zaten sensin ve buradasın" diyordu. Sonuçta radyodaki spikerlerden Ülkü Kuranel, Sevinç Yemişçi, Aytaç Kardüz, Zafer Cilasun, Çetin Çeki ve Erkan Oyal haber spikeri olarak seçildiler. Güler'in, Nalan'ın ve benim Haber Merkezindeki salta­ natımız böylece sona erdi. Ama fark ediyorduk ki, üçümüzün de yeri bir başkaydı. Çünkü arkadaşlanmızın ilk gözagnlanydık. Güler, bütün nitelikleriyle tam bir sekreterdi. işini aksatma­ dan yapan, patronuyla konuşturacaklannı ya da "kendileri şu anda toplantıdalar efendim" diyerek atlatacaklannı çok iyi bilen bir sekreter. Na�n , cebinde elli lirası olsa, kırkını, ihtiyacı olan birine ve­ recek ve sonra kendisi, kalan on lirayla ne yapacagını arpacı kum­ rusu gibi düşünecek kadar özverili. . . Duyarlı, duygusal, ama işinde kimseye ödün vermeyen, ödün istendiginde efeleniveren bir insan. Müdürlerden ya da arkadaşlardan biri "haydi Nalloşum . . . " diye başlayıp da bir istekte bulundu mu, hayır demesi olanaksızdı. Yıllarca Cumhurbaşkanlıgı ve Başbakanlık muhabiri olarak çalışhgı için üst kademeyi iyi tanırdı. Senlibenli konuşabildigi ba­ kanlar, müsteşarlar, g�nel müdürler vardı. Ama iş başında hepsi de Nalan için birer yabancıydı. Hepsine hitabı "sayın"la başlardı. 208


Nalan'ın da benim de evlerimiz, Bayındır Sokakta, yani Haber Merkezine iki dakika · uzaklıkta oldugu için, gecenin olmadık bir saatinde bile ugrayabilirdik. 1 966 Şubatında bir akşam, yakınlarda bir yerde yedigimiz yemekten sonra Haber Merkezine ugradıgımızda, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in ABD'de Walter Reed Hastanesinde bitkisel yaşama girdigini ögrendik. O gece Nalan'la karşılıklı masalara oturup saatlerce agladıgımızı hiç unutamam. ·

Bu aglama seanslarımız, Gürsel yurda getirilinceye kadar surdu. Gürsel ABD'ye gönderilirken TRTden Nalan'la ikimiz vardık Esenboga'da, Dönüşte de öyle oldu. Haber Merkezi başlangıçta, Hergele Meydanındaki bir bina­ da çalışıyordu. Bir süre sonra Mithatpaşa Caddesindeki 37 numa­ raya taşındık. Yeni arkadaşlanmız burada bize katıldılar. O andan itibaren de yeni bir uygulama başlatıldı. Haber bülteni hazırlanıyor, iki spikerin eline veriliyor, Haber Merkezinin ara­ basıyla radyoya gönderiliyordu. Araba radyonun önünde bekliyor, bülten bitince spikerleri alıp Haber Merkezine getiriyordu. Eskisine göre belki blrai daha gelişmiş bir uygulamaydı, ama yine de ilkel bir yöntemdi. En kısa sürede terk edilmeliydi. Günlerden bir gün Dogan Kasaroglu, bina içinde bir tetkik seyahatine çıktı. Bir saat kadar sonra bizleri odasına çagırarak "buldum" dedi, "stüdyo yapılacak bir yer buldum, haydi hep birlik­ te gidip görelim. " Yirmiye yakın basamak indik, karanlık bir yere geldik. herde bir yerden hafif bir ışık sızıyordu yalnızca. Kasaroglu dikkatli biçimde saga dönmemizi söyledi. Döndük. · herde bir taşın üstünde iki tane mum yanıyordu. Mumlann sagında derin bir girinti seçiliyordu. Bulundugumuz yerle o girinti arasında, yapı arbgı bir yıgın malzeme vardı. Üzerinde koca koca · çivilerle keresteler mi 209


dersiniz, öbek öbek çimento yıgınlan, kınk tugla parçalan, duvar­ lardan dökülmüş küçük parçalar . . . Ne ararsanız var. O girintiye dogru ilerlerkaı. , özellikle hanımlardan feryatlar yükselmeye başladı. 1 1Hiihh , topugum sıkıştı . . . Ayyy çorabım takıldı galiba . . . Aman Allahım düşüyordum nerdeyse11 • • •

Arada bir de erkekler yakınıyordu, "Off be ayagım burkul­ du . . . Abi, minarenin tepesinde gibiyim, düşecegim. . . Pantolonu­ 1 mun paçası gitti galiba . . 1 Bütün bu feryatlara Kasaroglu'nun yanıtı ilginçti. 'Yürüyün, yürüyün. . . Bir şey olmaz, düşmezsiniz, yırtılan 11 sökülen bir şey olursa yenisini alırsınız. 1 5:20 dakikalık keşif yürüyüşünü, kaçık birkaç çorap, bir kınlmış topuk, hafifçe yırtılmış bir pantolan paçası ve ellerimiz.de bazı çiziklerle, hafif kanamalarla, yine de düşündügümüz.den az bir hasarla bitirdik. Böyle bir yerde stüdyo olamayacagını söyleyerek itiraz ettiy­ sek de Kasaroglu bizi dinlemedi. iki ay kadar sonra o girinti, ceza­ evlerindeki hücrelerden bir boy büyük stüdyo olarak bizleri bekliy­ ordu. Geçtigimiz karanlık yol, gece gündüz yanan ampullerle donatılmış, yerler temizlenmişti, ama o yapı artıgı enkaz hemen hemen oldugu gibi duruyordu. Yalnızca tam orta yerden birazcık çekilmiş, ama dogru dürüst bir yol açılamamıştı. Bu enkaz yıgınının tepesinde cambazlık yaparak, bazen hafif hasara ugrayarak haberleri okumaya başladık. Çilemiz Ka­ vaklıdere'deki binaya taşınıncaya kadar sürdü. fi k kez 1920'de, Detroit'te yapılan haber yayınından bu yana hiçbir spikerin böyle cambazlıklar yapmak zorunda kal­ madıgını düşünüyorum.

210


SUNA Y ÇANKAYA YOLUNDA

Cevdet Sunay, Türkiye'nin beşinci cumhurbaşkanı seçildiginde tarih 26 . Mart 1 966'ydı. Cemal Gürsel'in, Amerika Birleşik Devletleri'nden yurda getirilmesinden sonra, bir doktorlar heyetinin "artık fiilen cumhurbaşkanlıgı yapamayacagına" ilişkin raporu, yeni bir cumhurbaşkanı seçimini gündeme getirmişti. Rapor, Cemal Gürsel'in Cumhurbaşkanlıgını sona erdiriyordu. ·

Ayrıntılarına girmeme gerek olmayan birtakım siyasal arayış ve paı.arhklardan sonra yeni aday bulundu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay . . . Sunay'ın Çankaya'ya çıkış yolu da "danışıklı dövüş" biçiminde saptanmıştı. Genelkurmay Başkanı, belirlenen yöntem uyarınca, acele olarak emekliligini istedi. Cumhurbaşkanı Kontenjanından Sena­ to'ya girmiş üye , Ragıp Üner istifa etti. Ü ner'den boşalan yere Sunay, senatör olarak atandı. iki Uç gün sonra da emekli Genel­ kurmay Başkanı Cevdet Sunay, TBMM'ce cumhurbaşkanlıgı'na seçildi. Cevdet Sunay, Saracoglu (sonraki adı Namık Kemal) Ma­ hallesindeki lojmanda oturuyordu. Seçimin yapılacagı gün, dogal olarak, Kumrular Sokagının başından lojmana kadar olan bütün yollar · bir santimetre karelik boşluk kalmamacasına, gazeteciler tarafından · tutulmuştu. Elimde röportaj aygıtı ben de bu gazeteciler arasındaydım. ·

Bir ara "TRT nerde, TRT nerde" gibi sesler duydum. Avazım çıktıgı kadar "burdayııımm" diyerek yerimi belli etmeye çalıştım. Bir dakika bile geçmemişti ki birkaç subay kollarımdan tuttukları gibi, beni lojmana dogru götürmeye başladılar. İkinci da­ kikanın sonunda kendimi lojmanın salonunda, Sunay'ın karşısında buldum. "Niçin yalnızca TRT, bizim de izlemek hakkımız, olmaz böyle şey" diye bagınp TRT'nin içeri alınmasını protesto eden ga­ zetecilerin sesleri çook derinden duyuluyordu. Elbette haklıydılar. 211


Ben o yıllarda, çok sayıda erkek gazetecinin içinde, "hanım" olarak yer alan birkaç kişiden biriydim. Bir Nilüfer Yalçın vardı, bir Emel Aktug vardı, TRT'den Başbakanlık Muhabiri Nalan Seçkin vardı, bir de ben. Belki de şu anda anımsayamadıgım bir iki bayan daha. tık Uç arkadaş muhabirdi. Ben henüz gazeteciligin "G" harfini ögrenmiştim, ama biraz daha farklı bir görev yapıyor­ dum. TRT'nin röportaj muhabiriydim. O sıralarda Ankara Gazete­ ciler Cemiyetinin Altın Mikrofon diye adlandınlan, "Yılın Gazeteci­ si Ôdülleri"nden birini kazanmıştım. Bu, görevlilerin ilgisini daha çok üzerime çekiyordu. Özellikle de Garnizon Komutanı Tugge­ neral Sabri Koçak'ın. Koçak, oldukça sert karakterli bir paşaydı. Gazetecilerle de arası pek hoş sayılmazdı. Nedense onlarla yıldızı bir turlu barışmamıştı. En ufak bir olayda tepesi atar ve başlardı gazeteci arkadaşlara tehditler yagdırmaya. O arada gözU bana ilişn:ıişse birden yüzü yumuşar, sesi yumuşar "Sen gel şöyle benim altın mikrofonlu kızım" diyerek ayrıcalıklı bir davranış sergilerdi. Cumhurbaşkanının seçilmesini bekleyen gazetecilerin arasından beni ayırmalarında büyük ölçüde onun da payı olmuştu. Sunay'la karşılıklı koltuklara oturduk. Dogal olarak ben son derece rahattım. Her yanı askerlik anılarıyla dolu salonu seyredi­ yor, son birkaç yıldır yaşadıklarımızı dUşUnUyordum. Sunay ise kıpır kıpırdı. Bir türlü oturdugu yerde oturamıyor, ayaga fırlıyor, bir iki adım atıp yine oturuyor, ama rahatlayamıyordu. O sırada TBMM'de cumhurbaşkanı seçimi yapılıyor, Sunay lojmanın salo­ nunda, kanımca, heyacandan ölüp ölüp diriliyordu. Sonuç önceden belliydi ; bellisi ne, önceden saptanmıştı ve "formalite ola­ rak" seçim yapılıyordu. Merakımı gidermek için, hiç durmadan an­ lattıgı askerlik anılarını bir yerde keserek sordum. "Heyecanlı görünüyorsunuz, gerçekten öyle mi, yoksa bana mı öyle geliyor?" "Yok yok, sahiden heyecanlıyım" diye yanıtladı sorumu; 212


"iyi ama, nasıl olsa kazanacaksınız, neden heyecan duyu­ yorsunuz ki?" "Seçim bu belli olur mu?" O anda bir kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Pa­

zarlıgı önceden yapılmış, yolu ustalıkla bulunmuş, sonuç kesin ola­ rak saptanmış bir seçimde neyin heyecanıydı bu, anla­ yamıyordum. "Demokrasi olsun" diye, tek adayla da girilmemiş seçime, Alparslan Türkeş de adaylıgını koymuş . . . Her şey demok­ rasiye uygun (!) . . Ve "seçildiniz" diye, haberi getirecek olan TBMM Başkanını beklerken böylesine bir heyecan. .

İçin için gUlerek, patavatsıılık yapmamak için kmdimi tuttum. Dakikalar geçiyor, beklenen haber bir türlü gelmiyordu. Bu gecikme Sunay'ı daha da tedirgin ediyordu. Giderek anladım ki, orgeneral giysisini çıkanp üzerine frak giymiş Sunay, seçimin he­ yecanının yanı sıra, bu degişimln tedlrginligini yaşıyor. Çünkü ayaga kalktıgı sırada, sürekli olarak üzerindekilerinin orasını burasını çekiştirmesi, pantolonunun önünden tutup yukan yukan çekmesi gözüme çarpıyor. Üzerinden Genelkurmay Başkanlıgının o erişilmez, dokunulmaz havası gitmiş, tam anlamıyla bizden biri gibi duruyor karşımda. Belki de bundan cesaret alarak soruyorum. "Sayın Sunay, neden öyle rahatsızsınız? Siz böyle tedirgin­ lik içinde sık sık kolunuzu, yakanızı çekiştiriyorsunuz. Görünü­ münüz bozuluyor." Sunay'ın, evladı gibi sevcligini bildiglmlz Turgut Albay, hay­ retler içinde bana bakıyor. Sorum üzerine Sunay'ın yanına gidip gerçekten çarpılmış yakasını, gömleginin önünü düzeltiyor. O arada da Sunay, sorumu yanıtlıyor. "İstersen önce rahat rahat gUI. Çünkü farkındayım halime bakıp bakıp gülecek gibi oluyorsun, ama belli kendini tutuyorsun. 49 yıl asker yaşamış bir insan, sivil bir elbise giymeye fısrat bile 213


bulamadan kendini fraklar içinde buluyorsa, işte böyle oluyor. Donu düşük çocuklar gibi pantolonumu, yakamı, kolumu çekiştirmem bu yüzden. Korkma, gol golebildigin kadar. . . " Yanıta, ikimiz birden , gözlerimiz yaşanrcasına gülüyoruz. Ve . . . Ve beklenen an geliyor. Turgut Albay, TBMM Başkanı Ferruh Bozbeyli'nin ziyarete geldigini haber veriyor. Ferruh Bozbeyli içeri giriyor. Sözleri bugün gibi aklımda. "TBMM , bugün yaptıgı toplantıda 4 7 4 oyla, . sizi Türkiye'nin beçinci cumhurbaşkanı seçti. Sayın cumhurbaşkanım, sizi TBMM'ye götürmeye geldim. " Türkiye, o karmakanşık dönemde olaysız,kazasız-belasız bir cumhurbaşkanına kavuşuyor, ben de -yöneticilerin meslegime tanıdıklan ayncalık nedeniyle- herkesin yaşamak için can attıgı, çok önemli birkaç saati yaşıyorum. Cevdet Sunay da asker kökenli bir cumhurbaşkanıydı. Bunu toplum da biliyordu, kendisinin de aklının orta yerinde duru­ yordu. Nitekim, seçilişinin 40'ncı gününde, 5 Mayıs 1 966'da "içinden çıktıgı ilim irfan ocagı, Harp Okulunu ziyaret etme istegi''yle bunu daha baştan ortaya koymuştu. Elime röportaj aygıtını aldıgım gibi Harp Okuluna yol­ landım. Daha önce anlattıgım özelligim nedeniyle -özellikle de asker kesimindeki- bütün gazeteciler dışarda bekletilirken , Okul Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun tarafından, Sunay ve öteki konuklarla birlikte komutanlık odasına alındım. Çaylar, kahveler içildi, nezaket konuşmalan yapıldı. Ve Ögrenci Alayı Komutanı Albay Kenan Kortan, cumhurbaşkanının önünde bir selam duruşuyla, Harp Okuiu ögrencilerinin teftişe hazır oldugunu bildirdi. Odadan çıktık. Ögrenciler iki tabur halinde, tertemiz giysile­ riyle ve keskin bakışlanyla heykel gibi duruyorlardı. 214


Sunay birkaç adım ilerledi. Arkasında Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tura!, Okul Komutanı, ôgrenci Alayı Komutanı ve birçok subay . . . Ve ben röportaj yapacagım için, dogal olarak Sunay'ın yanı başındaydım. Cumhurbaşkanı birkaç adım daha ilerlerdi. Birinci taburun hemen önüne gelmiştik. Sunay'dan hiç ses çıkmıyordu. Herkes acaip bir bekleyiş ve suskunluk içinde. Ve herkeste bu suskun­ Iugun getirdigi bir tedirginlik. Bize saatler gibi gelen bu suskunlugu aniden Sunay bozdu. (Daha başka türlüsü de düşünülmezdi zaten.) "Eee, şimdi ne yapacagız?" Kimseden çıt çıkmıyor. Kolay degil askerlik bu, birtakım ku­ ralları var. Yeni bir suskunluk daha . . . Bu kez ben daraldım. Agzımdan pat diye çıkıverdi. "Efendim, Harbiyelileri denetleyeceksiniz. Önce birinci ta­ buru, sonra da ikinci. . . " Cümlemin sonu gelmeden , sa g kolumun şiddetle . çekildigini fark ettim. Çaktırmamaya çalışarak dönüp baktıgımda, bütün ko­ mutanların gözlerinin, bana çevrilmiş oldugunu ve şaşkın şaşkın baktıklarını gördüm. Albay Kortan "ne yaptın" der gibi bana bakıyor ve dudaklarıyla susmamı işaret ediyordu. Gerçekten de ne yapmıştım ben? Askeri törenlere çok gidi­ yo rlım ya, neler yapılacagını bir asker kadar ögrenmişim. Bir deee. . . Evet bir de cumhurbaşkanı seçimini birlikte izlemiş, bir­ takım şeyleri paylaşmışız ya. . . Herhalde bu nedenlerle ne yapılacagını söyleyivermişim. içimizde tek rahat olan Sunay'dı. Benim söyledigimden de alınmış görünmüyordu. Yürüdü, birinci taburun önünde belirli noktaya gelince "Merhaba Asker" dedi. Bilinen sorular yanıtlar . . . Ve ikinci tabura dogru yönelişimiz. Ama bu anda beklenmeyen bir 215


şey oldu. Sunay aniden yolunu degiştirip avlunun ortasındaki kürsüye dogru yürüdü. Bizler de arkasından, dogal olarak. . . Başladı konuşmaya. Özeti şu: "Bu ilim irfan ocagı Atatürk gibi bir komutanı yetiştinniştir. Ben de bu ocaktan yetiştim. Sizler, hepiniz birer Atatork'sünüz. Bakışlarmıı.daki kararlılıkta bunu görüyorum. Ders yılının sonuna geldik. Kısa bir müddet sonra sınavlannız başlayacak. Bu sınavlardan sonra birinci sınıflar ikinci sınıf olacak, ikinci sınıflar mezun olacak ve şanlı ordumuzun saflarına katılacak. " Konuşmanın ana fikri, özeti . bu ama, bu kadar kısa, böylesine yalın ve düzgün cümlelerle degil. Her biri 6, 7 satırlık cümleler. . . Aralarda uzun uzun duraklamalar. . . Birtakım yanlışlar . . . Ve şu yaı.dıklanmın dönüp dönüp yinelenmesi. Sonuç olarak yinni dakikaya yaklaşan ayıklanması son derece güç bir konuşma . . . Radyoya döner . dönmez İbrahim Coşkun kollan sıvadı. "Bugün işimiz çok zor, haydi ikimize de kolay gelsin" diyerek işe başladı. O gün çektigimiz sıkıhtıyı hiç unutamıyorum. Çünkü konuşmanın montajını, metni kelime kelime keserek, kestiklerimi­ zi bir yana ayırıp sonradan lbrahim'in ustalıgıyla yan yana getire­ rek, iki saate yakın sürede bitirdik. İbrahim �n ter içinde kalmıştı. Cumhurbaşkanı Sunay konuşmasını bitirdikten sonra dış avluya çıkıldı. Orada Harbiyeliler cumhurbaşkanının önünden _bir saygı geçişi yapacaklardı. Avluya kurulan portatif tribüne çıkarken Sunay bana döndü. "Şimdi ne yapacagımı biliyorum, sen söyleme" diyerek bir kahkaha attı. fik izin günlerinde, sokakta rastladıgım Harbiyelilerin çogu yanıma yaklaşıp etrafa bakındıktan sonra fısıltıyla sordular. Abla öyle konuşmamıştı, nasıl düzelttin". 216


Nedense benim yanıtım da fısıltıyla oluyordu. "Çok ugraştık, çok zor oldu, ama yaptık işte . . .

"

Bu askerlik anılarımı(!), yine onlarla ilgili bir röportaj dene­ mesiyle bitirmek istiyorum. Harp Okulu ögrencileri her yaz iki ay süreyle lzmir-Menteş Kampına gider ve ögrenimlerini orada sürdürürlerdi. Bu gidişlerde Ankara'da önemli bir olay olurdu. ôgrenciler Harp Okulundan çıkarlar, başlarında alay komutanları oldugu halde, Ankara cadde­ lerinden, Harp Okulu marşını söyleyerek, · rap rap adımlarla geçer . ve gara gelirlerdi. Garda onları ugurlamaya gelen yakınlarıyia belli kurallar içinde vedalaşır ve bir komutla trene biner, önceden belir­ lenmiş kompartmanlarda pencerelerin önüne dizilirlerdi. Bu arada okul komutanı bir ugurlama konuşması yapar, ardından kampana sesi duyulurdu. Ve tren agır agır hareket ederdi. Artık, ugurlamaya gelenlerin iyi dilekleri trenin raylardaki sesine ve ma­ kinistin uzun uzun çaldıgı düdüge, ögrencilerin haykıra haykıra söyledikleri Harp Okulu marşına karışırdı. Bu gidiş gelişlerde sırası bile degişmeden hep aynı aşamalar yaşandıgı için yaptıgım röportajlar da biribirinin aynı olurdu. Bu durumdan sıkıldıgım için, gidişlerden birinde yeni bir şey denemeye karar verdim. Harp Okulundan başlayarak, adım sesle­ rini, caddelerdeki gösterileri, konuşmaların bazı bölümleri . . . Gara girişi, vadalaşma sırasındaki dilekleri . . . Trene binmeleri için veri­ len komutu, komutanın konuşmasını, kampana, tekerlek ve düdük sesini, Harp Okulu marşını. . . Gereken ne varsa hepsini banda aldım. lbrahim'le geçtik montaj masasının başına. Tören sırasını iz­ leyerek bu efektleri arka arkaya sıraladım. Sonuna da böyle gittiler diye iki �2dlkten oluşan bir anonsu ekledim. Bandı yayına verdik. 217


Harp Okulu ögrencilerinin Menteş Kampına gidişlerinin öyküsü , söze hiç gerek kalmadan, en güzel biçimde ortaya çıkmıştı. •

İçimde, yeni bir deneme yapmanın ve başarılı olmanın ra­ hatlıgı ve sevinci vardı. Güzel bir sonuç almıştık. Eh, biraz da övüneyim, dinleyici­ lerden gelen çok sayıda telefon da bunu kanıtlıyordu.

SEÇiM SONUÇLARI. . . INÖNÜ VE DEMIREL'IN YORUMLARI

Gökçen Sölok ve ben 1 965 ortalarında radyo spikerligini bırakıp Haber Merkezine geçmiştik. Geçmiş ve Kasaroglu'nun is­ tedigi Röportaj Birimini de kurmuştuk. Birçok olayı röportaj biçiminde vermeye başlayınca iki kişinin bu işe yetmedigi, yetme­ yecegi ortaya çıktı. Hele 1960'ta birçok gazeteci ve TRT'ci arka­ daş gibi Gökçen de Basın Yayın Yüksek Okulunda ayrılan konten­ jandan yararlanıp bu okula kayıt yaptırınca, hemen hemen bütün işler benim üstüme kaldı. En azından bir röportajcı daha bulmak gerekiyordu. O zaman her canı isteyen radyo mikrofonuna (son­ ralan da 1V ekranına) çıkanlmadıgı için, bulacagımız röportajcının bir spiker sınavından geçmiş, kazanmasa bile belli bir aşamaya kadar gelmiş olması gerekiyordu. Kasaroglu "kafanızı çalıştırın ve bulun" dedi. Kafamızı çalıştırdık ve bulduk. Dış yayınlarda spiker olan ve o sırada Jandarma Genel Komutanlıgında yaptıgı askerligin bit­ mesine ramak kalmış bir kişi geldi aklımıza. Esen Ünür'dü bu. Esen Ünür, Ankara Kolejinde okudugu sıralarda tanıdıgım bir genç tiyatro heveslisiydi. O zamanlar ben her sabah Ankara'da 218


Bugün adıyla beş. dakikalık bir program hazırlıyor ve saat 00. 0B'de yayına veriyordum. Programda Ankara'da o gün gerçekleştirilecek sanat ve kültür olaylarının duyurusu yapılıyordu. İşte Esen Ünür'ü bu programlardan birine çagırarak, o sırada kolej sahnesinde oynadıkları bir oyunla ilgili mini bir röportaj yaptım. Sevinçten uçarcasına gelmişti. Tombul toraman , cin bakışlı, sarman kedi yavrusu gibi sevimli, sıcacık bir delikanlı. Sade, güzel ve içerikli bir röportaj yaptık kendisiyle. iki üç yıl sonra Esen Ünür'ü spikerlik sınavına girecekler arasında gördüm. ilk sözü "Benimle röportaj yaparak kanıma bu mik�obu siz soktunuz, sınava geldim" demek oldu. Zafer Cilasun'un da girdigi sınavdı bu. Kazananların arasında Esen'in de adı vardı. Hem de listenin ikinci sırasında. Sınav sonu açılan kursta o da Zafer gibi başarılıydı. Hepi­ miz bu kurstan sonra yapılacak sınavda Esen'in de kazanacagına yüzde· yüz kesinlikle bakıyorduk. Ne yazık ki öyle olmadı. Çünkü Esen , sınavda daha elindeki metnin ikinci cümlesinde tıkanmaya başladı. Sesi pürüzlendi, gitti geldi ve sonra iyice kısıldı. Durdurup nedenini sorduk. "Heyecan­ dan"· dedi, "nedendir bilmiyorum, çok heyecanlandım. " Eh olur y a . . B u kadar yetenekli bir insan d a yeri gelir heye­ canlanabilir. Bir şans daha tanımak üzere on dakikalıgına dışarı çıkardık. Heyecanını yenip gelmesini bekliyorduk. Yenememiş. Hiç kimsenin gönlü razı degil böyle bir yetenegin kaybet­ mesine. O nedenle sonuna kadar zorlamak niyetindeyiz. Birkaç adayın içeri alınıp çıkarılmasından sonra bir deneme daha. Yine ses gidiyor geliyor ve sönüyor. Yine aynı gerekçe: "he­ yecanlandım. " 219


İyi gUı.el de . . . Bu meslek heyecan ister . . Ama bu kadarını degil. Bu kadarını kaldırmaz. Ya aynı heyecan her mikrofona çıkışında yinelenirse? . . .

Ne yazık ki, Esen sınavı kaybetti. Ama sanırım b u sonuca ondan çok, sınavı yapanlar üzüldü. Aradan birkaç ay geçti. Dış Yayınlarda bir spikere gereksinme duyuldu. Esen hep aklımızda ya . . "Çagıralım gelsin, belki bu postada daha rahat yetişir" denildi. Gerçekten de öyle oldu. Esen kısa sürede kendine geldi. Bfr süre sonra da askerligini yapmak Uı.ere işini bıraktı. işte biz Esen'i bu askerliginin bitmesine çok az kala Dogan Kasaroglu'yla tanıştırdık. Ve askerligi biter bitmez Esen Onur bizim Röportaj Biriminde işe başladı. Yeni gelen herkese yapıldıgı gibi, onun da birkaç yere Gökçen'le ya da benimle birlikte gitmesi ve yapılanları ögrenmesi kararlaştırıldı. Kısa bir süre sonra da böyle bir fırsat dogdu. Deniz Kuwetleri Komutanlıgının Gölcük'teki bir etkinligine gidecegiz. Törene katılacaklarla birlikte bir askeri uçak'la sabah Ankara'dan hareket edecek, akşamüstü dönecegiz. Dönünce de aldıgımız seslerin montajını yapıp bandı yayına hazırlayacagız. Kasaroglu, durumu bildirmek Uı.ere beni ve Esen'i odasına çagırdı. "Röportaj için Gölcak'e gideceksiniz" demesine vakit kal­ madan Esen'den bir yanıt geldi. "Abi ben hemen Fusun'a telefon edeyim, bavulumu hazırlasın. " "Oglum ne bavulu? Sabah gidip akşam döneceksiniz . . . Tu­ ristik tatile çıkmıyorsun. " "Nereden, hasıl gidecegiz abi?" Esen iyi niyetle soruyor, ama Kasaroglu bu . . . Eline bir hazi­ ne düşer de, o durur mu? . . . 220


"Bak oglum, uçaga bineceksiniz, eger ilk defa bineceksen uçaga, sakın korkma. Korkarsan pencereyi aç etrafa bak, bir şeyin kalmaz. Uçak sizi önce Adana'ya oradan da Trabzon'a götürecek. Sonra lstanbul Tamam mı?"

üzerinden

Gölcük'e

gideceksiniz.

Esen aslında sevimli, zeki, cin mi cin. . . Ama tek kusuru aşın heyecanlı. oluşu . . . Heyecan bir kez başladı mı sınav kaybedi­ yor, beş saatlik gidiş dönüş için bavul hazırlatmaya kalkıyor. Aynca Koleji bitirmiş pırıl pırıl bir delikanlı. Gelmiş, hepsi birlbi­ rinden fırlama gazetecilerin içine düşmüş. Çok yaygın deyimiyle çocugun "felegi şaşmış. " işin güzel yanı, kısa bir süre sonra Esen, o fırlamalann hepsine taş çıkartacak kadar ustalaştı. Ama yine de ne zaman Ankara dışına bir yere gidilecek olsa, Kasaroglu Esen'I çagınp masasının üzerine kocaman bir Türkiye haritası yaydı, Moskova üzerinden Kars'a, Baka üz.erinden lzmir'e yollamaya devam etti.

6 Haziran

1966 . . .

Bütün

Türkiye'de

yerel

seçimler

yapılıyor. ilk kez 10 Ekim 1 965 genel seçiminde uygulanan saba­ ha kadar yayın bu kez de yapılacak. Ve Gökçen, Esen , ben saba­ ha kadar birçok yerde röportaj yapıp yayımlayacagız. Ankara'da Belediye Başkanlıgı için iki aday var. Adalet Par­ .tisinin adayı Ekrem Barlas, Cumhuriyet Halk Partisininki ise Gen�l-lş Sendikası Başkanı Osman Sogukpınar. iki aday, bütün gece ' boyunca kah biri kah öteki öne geçerek, çök az bir farkla çekişiyorlar. Öylesine az fark ki, sporcu deyimiyle sonucu fotofiniş belli edecek.

Her iki adayla da ikişer kez röportaj yapıp

· yayımlamışız. 40-45 dakikalık boş bir vaktimiz var. Boşlugu, eglenceli bir şeyler yaparak doldurmak istiyoruz. Aklımıza bir cin­ lik geliyor. Gökçen'le ikimiz, Esen'e "Haydi Süleyman Demirel ve lnönü ol da şu andaki seçim sonuçlarını degerlendir" diyoruz. 221


Esen , bu konuda müthiş yetenekli. Hele de Demirel'i taklit konu­ . sunda . Ve önerimiz.e de dünden hazır. Başlıyor Demirel ve İnönü taklitlerine. Tavırlanyla, hareket­ leriyle konuşma biçimleriyle bir konuşuyor, bir konuşuyor, bir konuşuyor ki . . . Biz de hani hani banda kaydediyoruz. Canımız eglenceyi bir adım daha ileri götürmek istiyor. Ezik, ürkek bir tavırla Kasaroglu'nun odasına girip kendi başımıza bir iş yaptıgımızı, İnönü

ve

Dernirel'den son gelen sonuçlarla ilgili

durum degerlendirmesi aldıgımızı, ama kesinlikle yayımlanacagına ilişkin bir söz vermedigimizi

fil�m anlatıp özür diliyoruz.

"Ne özürü be hergeleler" diye sevinçle bagınyor Kasaroglu, "Ha rika bir iş yapmışsınız, işte bu gazetec iliktir, çok iyi bir gazetecilik. ..

"

Hemen tapeyi çalıştırıp dinletiyoruz. Haber Merkezinin bütün çalışanları başımızda. Kasaroglu zevkten dört degil, dört yüz köşe. . . Bant bittikten sonra orada bulunanlara öyle bir nutuk çekiyor kiii . . . Bizlerin Haber Merkezine daha dün denilecek kadar kısa bir süre önce geldigimizi, kırk yıllı.k gaz.etecinin yapacagı bir iş başardıgımızı, bundan biraz ders almalarını filan. . . Anlata anlata bitiremiyor. Sık sık "Sizler de gaz.etecisiniz ha! . " demeyi de ihmal etmiyor. Herkes dokunsanız aglayacak durumda . Biz üçümüz, işin böylesine ciddileşecegini hiç düşünmemiştik, ne yapacagımızı şaşırdık. Bunun bir şaka oldugunu nasıl açıklayabiliriz? Alimallah, Kasaroglu Haber Merkezini başımıza yıkar. Sözün özü, iki taraf da alabildigine sıkıntılı. Kasaroglu, bantları bir kez daha ,dinletmemizi istiyor. Aygıtı çalıştırıyoruz , ama üçümüz de oracıkta yıgılıp kalacak gibiyiz. Karşı taraf kulak kesilmiş dinliyor. 222


Demirel mükemmel . . . Sıra lnönü'de. . . O da iyi, çok iyi ama, bir yerde çok küçük, küçücük bir falso var. Dinleyenlerin damanna o kadar basılmamış olsa, kimse fark edemez. Ama onlar da can kulagıyla dinliyor. O küçücük falsoya geldigimizde Tayyar Şafak, son cümleyi bir kez daha dinlemek istedigini söylüyor. Bizde renk atıyor, dogal olarak. Biribirimize bakıp gözlerimizle yukanyı işaret ediyoruz. Son cümleyi yeniden dinletiyoruz. Tayyar Şafak, zafer ka­ zanmış komutan edasıyla bar bar bagınyor: "Abi, bu bantlar gerçek degil, bu bantlar sahte abi, vallahi sahte. . . Taklit bunlar! . " Kasaroglu'nun dönüp bize bakmasına fırsat bile vermeden, bir dügmeye basılmışçasına , üçümüz yerlerimizden fırlayıp merdi­ venleri tırmanmaya başlıyoruz. Gökçen upuzun boyuyla, Esen Ko­ caman göbegiyle epey zorlanıyorlar, ama yine de ikişer üçer atlıyorlar basamaklan . En rahatlan benim, çünkü kilom 48. Çıkıyoruz çıkıyoruz bitmiyor. Uzun yolculugumuz sekizinci kata kadar sürecek. Soluk soluga, kan ter içinde sün noktayı bulu­ yoruz. Durup rahatlamaya çalışıyoruz. Gögüslerimiz körük gibi inip inip kalkıyor. Biraz rahatlar gibi olunca aŞagıdan gelen çıglık çıglıga tehditleri, küfürleri fark ediyoruz. Kasaroglu'nun öfke. dolu sesi bu . . . Bir rahatlıgımız var. Asansör bozuk ve Kasaroglu 4-5 gün önce hafif bir kalp spazmı geçirmiş. Sekiz kat merdiven tırmanması olanaksız. Epey bir zaman yukanda bekliyoruz. Tabii bu arada gele­ cegimize ilişkin tahminler gırla gidiyor. Aşagı inmeye hem yüzümüz yok, hem de korkunç "son"un o anda yüzümüze haykınlacagını düşünüyoruz. Bir süre sonra, yeni bir rahatlama noktası buluyoruz . . "Yine röportajlar gerekecek. Üç röportajcı da yukanda . . Hiç degilse bir süreligine affa ugrayacagız demektir bu. ," 223


Gerçekten Kasaroglu yukarıya haykırıyor.

"inin aşagı,

röportaja gideceksiniz." Yukarıdan aşagıya, aşagıdan yukarıya bir yıgın pazarlıktan sonra süklüm püklüm iniyoruz Haber Merkezine. Esen, çok kısa sürede işin üstesinden gelmeye başladı. Haber kovalamayı, haber yazmayı, röportaj yapmayı vb . . Çok kısa sürede ögrendi. Bülent Ecevit'in Başbakan olarak Sovyetler Birligi'ne gidişinde, TRTden bu geziyi izleyenler arasında Esen de vardı. Çok başarılı haberler geçti Haber Merkezine, canlı . yayınlar yaptı. Ama birini unutmak mümkün degil. Ecevit'in Moskova'da yaptıgı basın toplantısından geçtigi haberi . . ESen ekranda, o günün özetini veriyor. Sözü basın top­ lantısına getiriyor. Toplantının o sırada sürdügünü, ama ana haber bültenine yetiştirmek için baglantı yapıldıgını anlatıyor ve ikinci bir baglantıda, daha ayrıntılı bilgi verecegini bildiriyor. Sözlerini bitirecegi sırada, Ecevit'in konuşmasını getiriyorlar. Esen , bir iki dakikalık izin istiyor seyircilerden ve başlıyor sayfaları hızla çevirerek göz atmaya. . . Sonra başını kaldırıp, konuşmadan özetin de özeti bir haber geçecegini söylüyor. Ve 20-25 sayfalık konuşma metnini altı yedi dakikada özetle sonuyor. Bugün de aynı düşüncedeyim. Esen Üntir'ün o gün ekranda yaptıgını bugün bile degme haber spikeri yapamaz.

iSMET INÖNÜ OLMAK ÇOK GÜZELDi

27 Mayıs sonrasında bir gün. . Artık haber bültenlerinde, Olaylar ve Yankılarında, TBMM Saati programlarında CHP ve ismet lnönü'ye rahatça yer veriliyor. 224


Günlerden bir gün , İsmet Paşa TBMM'de çok önemli ve epeyce de uzun bir konuşma yapmış. O . akşam nöbetçiyim ve dogal olarak meclis bültenini ben okuyacagım. 27 Mayıs sonrasının bütün metinleri gibi tertemiz bir meclis bülteni veriyorlar elime . İki Uç dakika sonra da başlıyorum o kumaya . İlk beş sayfa tıkır tıkır gidiyor. Altıncı sayfaya geçtigimde aclp bir durumla karşılaşıyorum. Az. önce okuduklarımla , bu say­ fanın başındaki cümlelerin hiç ilgisi yok. Sagına bakıyorum say­ fanın, soluna bakıyorum, bir ipucu yok. Gerideki sayfalara göz atıyorum, karışık bir şey görmüyorum. Şaşkın şaşkın bakınırken durumu anlıyorum. Beşinci sayfadan yedinciye geçilmiş, aradaki sayfa unutulmuş. Yapılacak şey apaçık ortada. İki Uç baglantı cümlesiyle sayfaları biribirine baglayıp bozuntuya vermeden sürdürmek. Ben de aynı şeyi yapıyorum. Önce kendime · bir soru yöneltiyorum. · "ismet Paşa olsam, ben nasıl sürdürürdüm bu konuşmayı?" Ve başlıyorum "ismet İnönü" kişiligimle cümleleri sıralamaya. Sanırım Uç dört cümle sonra, baglantıyı kuruyor ve yedinci sayfaya geçiyorum. BUlten kazasız belasız bitiyor. Bitiyor da, anında nöbetçi odacı da stüdyonun kapısında bi­ tiyor. Müdür odasında telefonum varmış, çok önemliymiş, hemen gitmeliymişim. Stüdyoyu bir başka spiker arkadaşa emanet edip gidiyonm .

.

"Buyurun efendim, ben JUlide Gülizar, beni aramışsınız. " "Evet Jülide Hanım, ismet Paşa görüşecek. " "İsmet Paşa mı? Kuzum gecenin bu saatinde · siz dalga geçecek birini mi arıyorsunuz? Başkasını bulun . . "

225


"Durun lütfen durun, kapatmayın. Gerçekten ismet Paşa görüşecek. Yemin ederim İsmet. . . " "Tamam tamam, verin şu İsmet Paşanızı da konuşalım. " V�riyor. Gerçekten İsmet Paşa . . . Kulaklan agır işittigi için bagıia bagıra konuşmam gereki­ yor. Bir hayli zor da olsa konuşuyoruz. İşin aslını ögreniyorum. İsmet Paşa Meclis Saatini dinliyormuş. Bir ara 7-8 saniyelik bir boşli.ık olunca . iyice dikkat kesilmiş. Duydul<lanndan şaşkına dönmüş durumda yardımcısına, "Selami bak, pek böyle deme­ miştim ama yanlış da degil , n'oluyor Selami?. " deyip duruyormuş. Bir süre · sonra aynen mecliste söylediklerini duymaya başlayınca "Hah, işte bak buraya, şimdi hakikaten ben konuşuyorum" demiş .

. Olup bitenl;ri merak ettikleri sanlmışlar.

ve

ögrenmek istedikleri için telefona

Durumu oldugu gibi anlattım

ve

"Paşam" dedim, "kendimi

sizin yerinize koyarak aradaki boşlugu birkaç cümleyle kapatmaya çalıştım. " Paşa hayretler içinde . . "Neee, birkaç cümle mi? Sen birkaç cümle mi diyorsun .buna? İki dakikadan fazla konuştun . . " Bu kez şaşkınlık sırası -biraz da korkuyla kanşık- bende. "Paşam hiç farkında degilim o kadar konuştugumun . . Yanlış bir şey mi söyledim yoksa?" Paşanın yanıtı önce kocaman bir kahkaha. . Ardından da fısıltılı bir ses . . . "Yok yok, hiç yanlış olmadı. Laf aramızda, benden daha iyi bir İsmet İnönü'ydün. Haydi iyi geceler! " 226


ismet İnönü olmak çok güzeldi. ismet lnönü'den daha iyi bir ismet İnönü olmayı ismet lnönü'den duymak çok daha güzeldi. Tatlı bir

şaka olsa da .. .

BiR GÜZEL iNSAN: REFiK AHMET SEVENGIL Başkalannı bilmem,

ama

Ankara Radyosu bence dünyanın

· en iyi okuluydu . Gerek sanatçılar, gerekse spikerler burada sürekli bir egitiriıle

en

güzel biçimde yetiştirilirlerdi . Dönemin en yetkili

insanlan, radyonun bu kesimindekileri kılı kırk yararcasına bir titiz­ likle egitmek için parçalanırlardı. Bir Suphi Ôzbekkan, bir Vecihe Daryal, Bir Fahire Fersan, bir Refik Fersan, bir Ruşen Ferit Kam, bir Halil Bedii Yönetken, bir Muzaffer Sansözen, bir Saadet lkesus ve Konservatuardan birçok ögretmen , sanatçılara en ince aynntılanna kadar ders verirlerdi. Her sabah hiç aksatılmadan yapılan derslerde tam bir okul disiplini uygulanırdı . Spikerler için ömegin Devlet Tiyatrosundan bir Cüneyt Gökçer , bir Mahir Can­ ova, Konservatuardan bir Nüzhet Şenbay, bir Nurettin Sevin, ga­ zetecilerden ömegin bir Nurettin Artam, sık sık açılan kurslarda hocalık yaparlardı. Bu kurslarda diksiyon çalışmalanndan fonetik alfa�sine, sesi kafadan, gırtlaktan ya da dudaklann ucundan çıkarmaktan diyafram çalışmalanna, artikalasyondan dogru telaf­ fuza, metin degerlendirmeye kadar her türlü konuda egitim verilir­ di. Aynca Türkçeyi çok dogru ve çok güzel konuşan yazan bir edebiyat adamı, Refik Ahmet Sevengil hem sanatçılann, hem spi­ kerlerin Türkçesiyle, özellikle de eski sözcüklerin dogru telaffuzuy­ la ilgilenirdi. Çalışmalardan birinde bana " sen dişini mi çektirdin"

diye sorduguna donup kalmıştım. Çünkü gerçekten bir dişimi

çektirmiştim. Bir ders sonra aynı soruyu Nüzhet Şenbay'dan du­ yunca dayanamayıp sormuştum.

227


"Evet bir dişimi çektirdim; ama görünen bir diş degil ki o . .

Taa

yan

Ahmet

tarafta, azı dişlerimden biri. Nereden anladınız? Refik Bey

de

aynı

şekilde

sordu.

Bir

aksama

var

konuşmamda?" Nüzhet Şenbay'ın yanıtı kesin ve netti: "Evet, bir degişiklik var. S harflerin kirlenmiş de oradan anladım. Refik Ahmet Beye de sorarsan, aynı şeyi söyleyecektir." Dogrusu buna inanamadım. Dersten çıkar çıkmaz koşup sordugumda Refik Ahmet Bey de aynı şeyi söyledi. Ben radyoda göreve başladıgım sırada Refik Ahmet Seven­ gil , Radyo Dairesi Müdürüydü.

Müdürlük görevinin başında,

dışında, evde, özetle her fırsat buldugu yerde bizleri dinler ve ilk gördügünde yanlışlanmızı düzeltirdi. Aynca her hafta Cuma sa­ bahlan sabah yayınının bittigi saat

10.00'dan ögle yayının

başlayacagı saat 1 2 .00'ye kadar spikerleri toplar ve bir hafta bo­ yunca

banda

aldırttıgı .

konuşmalanmızı

bizlere

dinleterek

yanlışlanmıZın üstünde durur, düzeltmeleri yapardı. Aynı yanlışı birkaç kez yineleyen spikere, burnunun ortasına kadar indirdigi kalın camlı gözlüganan üstünden ters ters- �r ve "Ş"lerin üstüne basa basa "dilini eşşşek anlan soksun e mf' derdi. Bu, Sevengil'in en büyük hakaretiydi · bizlere. Arapça ve Farsçadan dilimize yerleşmiş sözcükleri yanlış söylememiz çıldırtırdı bu güzel insanı. Yanlış konuşulan Türkçenin doçentler düzeyine kadar geldiginden yakınır, bu yanlışın profesörler düzeyine ulaştıgında Türkçenin bitmiş olacagını, artık onu kimsenin kurtaramayacagını söylerdi. Bir gün kendisine Türkçenin ne zaman düzelecegini sormak gafle­ tinde bulundum. Yanıtı biraz acı geldi. "25 yıl sonra . " " 2 5 y ı l sonra mı? Nereden çıkardınız b u süreyi, nasıl hesap ettiniz?"

228


"Çok basit, 25 yıl sonra bu dili dogru konuşan son kişi de ölmüş olacagından, yanlış Türkçe artık kimseyi rahatsız etmeye­ cek. Dilimizin kurtuluşu, eger kurtuluşsa, böyle olacak." Türkçeyi dogru konuşan ve yaı.an son kişi de belki öldü ama, toplumumuzda yanlış Türkçeden rahatsız olanların sayısı hala bir hayli fazla . . O dönemin spikerleri olan bizler, Türçedeki 29 harfin her birinin hakkını vererek, hiçbirini yutmayarak, bu harfleri kirletmekten korkarak konuşmayı Refik Ahmet Seven­ gil'den ögrendik. Arapça ve Farsçadan geçmiş sözcükleri kef'leriyle kaf'lanyla (yani ince ve kalın k'leriyle) telaffuz etmeyi. . . Aldıgımız solukla, başladıgımız cümleyi aynı ı.amanda bitirmeyi, hatta cümleyi solugumuzdan biraz daha önce bitirmeyi. . . Mikro­ fonda nefeslerimizi hiç duyurmamayı. . . Sözcükleri agzımızda yu­ varlamamayi . . . Metinleri dogru degerlendirmeyi. . . İyi anlatabilmek için, önce iyi anlamayı, duyurabilmek için, önce kendimiz duy­ mayı birçok hocadan, ama en çok da Refik Ahmet Sevengil'den talim ettik. Şimdiki spiker ve sunuculann garip konuşmalanna abur cubur konuşmalanna bakıyorum, ben de çıldırina raddelerine geliyorum. Dikkat ederseniz bu saydıklanmın hiçbirine özen gösterildigi yok artık konuşmalarda. H harfi tümden yok olmak üzere. Cumhurbaşkanı cumurbaşkanı olmuş. Cumhuriyet cumuri­ yet olmuş, IBT Haber Merkezinin hazırladıgı Haber Bültenini Su­ nuyoruz." TRT Aber Merkezinin Azırladıgı Aberleri sunuyoruz"a "Spor Haberleri" "Spor aberleri"ne dönüşmüş. Gerek radyoda, ge­ rekse lVde spikerlerin konuşmalanna bir bakın. Gerek başlarken, gerekse sürdürürken, spikerlerin, sesiriden daha etkin biçinıde haşır haşır nefes aldıklannı duyarsınız. Oysa bize ilk ögretilen, nefesin nasıl dinleyiciye çaktırmadan alınacagı, uzun upuzun cümleler boyunca nasıl ekonomik kullanılarak, cümleyle birlikte sona erdirilecegiydi. Çünkü nefes almasını ve kullanmasını bilmeyenin konuşmayı da ögrenemeyecegı anlatılırdı hep. Bugün, özellikle özel radyolardaki sunuculann Amerikan aksanı ve vurgu­ suyla konuşmalan yalnız beni degil, herkesi çıldırtıyor. 229


Aslında Refik Ahmet Sevengil'den başlamıştım, nereye gel­ dim. Yine o güzel insana dönelim. Sevengil o güzel Türkçesi ve derin bilgisiyle, söz müzik karişımı, ·sevilen bir program · yapardı. "Şairler ve Bestekarlar" adındaki bu programda, şiirlerine beste yapılmış şairlerden ve onları besteleyenlerden söz ederdi. Programı kendisi yazar, kendi­ si konuşurdu. Yalnızca programın açılış ve kapanış anonsları için "Refik Ahmet Sevengil'in hazırladıgı ve takdim ettigi Şairler ve Bestekarlar Programını · dinleyeceksiniz/dinlediniz" demek . ve programda yeralan 3-4 şarkının birer dizesini okumak için bir spi­ kere gereksinim vardı. Bu işi için de dilimin eski söı.cüklere yatkın oldugu gerekçesiyle beni seçmişti. Bu seçim, başlangıçta elbette beni çok sevindirmişti. Çünkü yeni bir spikerdim ve Türkçenin ustası birisi tarafından seçilmek, yabana atılır şey degildi . Ne var ki, programların banda kaydedilmesi başlayınca, durumun hiç de iç açıcı olmadıgı ortaya . çıktı. Çünkü Sevengil kayıtlarını hiç olmadık saatlerde -nedense bunlar da hep benim dinlenme günlerime rastlardı- yapardı. Ve ben yalnızca üç dört satırlık bir anons için boş günümde, ç_ogu zaman planladıgım işlerden özveride bulunarak radyoya gelirdim. Kayıt öncesinde mikrofon masasının iki yanına hocayla karşılıklı oturur, programın talimine başlardık. Şarkıların bir dizesini dogru telaffuzla, dogru vezniyle okumam için prova üstüne prova çalışmaları bazen canımdan bez­ dirirdi beni. Bir harf tam olarak çıkmadı mı, haydiii al baştan. Se­ vengil "Tamam oldu" dedigi zaman bant kaydına başlardık. Hoca elindeki metinden uzun uzun bölümler okur, sıram geldiginde · bana işaret eder, işareti zamanında aldıysam ve . dogru, istedigi gibi okuduysam sorun yok. Ama biraç geç kaldıysam ya da harf­ lerden biri yeterince temiz çıkmadıysa, okudugu metnin uygun bir yerinden yeniden okumaya başlardı. Ben bir yandan karşımdaki ustanın nefis Türkçesini dinler keyiflenir, bir yandan da saatler boyu stüdyoya kapandıgıma bozulur, içimden bildigim bütün hayır 230


dualannı okurdum. Aslında benim, anonslan aynca almam ve

bunlan programa montajla eklemerrı mümkündü. Kendisine bunu

bir kez hatırlattıgımda yanıtı, yine gözlUgünUn üstünden ters ters bakmak olmuştu. O beni çok severdi, ben onu çok sever ve sa­ yardım. Bana sevgisini bildigimden alabildigine şımanrdım, ama gözlerini devirip ters ters baktı mı,

sus pus olur kalırdım.

Şımardıgım zamanlar da tatlı sert bir tonla azarlamaya kalkardı, ama hiç aldı

rİnaroım.

·

Anlattıgım sıkıntılı durum aylarca surdu. Günlerden bir gün , Sevengil'le yine masanın iki yanında karşılıklı oturuyoruz. iki prog­ ram birden yapılacagı için çilem daha fazla sürecek. Hazırlıklar tamamlandı ve kayda başladık. Sevengil, pelür kagıtlanna yaroıgı metni okuyor, bitirdigi sayfayı -masanın üzeri­ ne koysa fazla hışırtı yapacagını !düşünüyor- usturuplu biçimde yan taraftan yere bırakıyordu. Fasulye tanesi büyaklagande harf­ lerle yaroıgı için 35-40 sayfayı bulmuş program metinleri.

iki programın banda alınması, provalar dışında bir saati geçmiş. Ben bunalabilecegim kadar bunalmışım. Program nihayet bitmiş ve sıra, yere atılan kagıtlann toplanıp sıraya konmasina gelmiş. Yapılacak şey apaçık ortada . Yerden kagıtlan toplayıp Se­ vengil'e vermek ve sıralamasını yapıp bitirmesini beklemek. Ama duydugum öfke burnumun ucunda. Öylece bekliyorum. Sanının,

gerekeni yapmadıgımı görünce Sevengil, koc aman göbeginin üstüne bastıra bastıra egilip sayfalan yerden toplamaya başladı.

Herhalde çok dalgın ve düşünceli bir günündeydi ki, bir egilişte hepsini alıp masanın üstünde sıraya koymayı akıledememişti. Her defasında binbir sıkıntı ve güçlükle yere egildi, bir sayfa aldı . . Bir, Uç, beş yirmi . . . Sevengil'in bu kadar oflayıp puflamasını yeterli gördugum için olacak, bu işkenceye son vermeyi düşündüm. Belki de yaptıgım saygısızlıktan artık rahatsız oldugum için. Her neyse . . "Hocam" dedim, "niçin hepsini bir defada alıp da sıralamayı masanın üstünde yapmadınız?"

231


Soruma çok sinirli bir yanıt verecegini düşünüyordum. Tatlı tatlı güldü ve "A benim akıllı kızım, yerde sadece sekiz kagıt kalınca beni uyarmanın �bebini anlamadım mı sanıyorsun?" Ve ardından ekledi: "Bak şimdi sen benden intikamını almış oldun. O halde aramızda alacak verecek hesabı kalmadı. Artık sıfırdan başlaya­ cagız demektir. Şairler ve Bestekarlar programını yine eskisi gibi yapacagız" Ve programına günün birinde son verinceye kadar eskisi gibi yaptık. O gün, aylardır içinde birikmiş olumsuzlukların öcünü aldıgım için mutluydum. O günden sonra, yaptıgım saygısızlıktan

dolayı hep utandm.

Bugün, bu satırları

yazarken yine utanıyorum.

Başından beri anlatmaya çalıştıgım gibi, Refik Ahmet Se-· vengil, özellikle şarkıların anonslarında _son derece titiz davranırdı. Yine spikerligimln ilk yılında bir akşamüstü radyodan çıkmak üzereydim. Hocanın beni çagırdıgıni söylediler. Gittim. "Otur bakalım" dedi, "seninle biraz şarkı anonsu çalışacagız. " Ünlü sanatçı Münir Nurettin Selçuk o akşam radyonun 1 Numaralı Stüdyosunda canlı yayımlanacak bir konser verecekmiş. Dinleyici bulunmayacakmış konserde ama, . yine de canlı yayımlanacakmış. Anonslarını bana yaptırmayı düşündügü için, provaya çagırmış. Başladık

provaya.

kalıplarına uydurmak için

Baştan

sarf

almalarla,

sözcükleri

aruz

edilen çabalarla uzunca bir süre

geçti. Saat 20 . 30'a dogru büyük stüdyoya girdim. Sevengil, yan· daki kontrol odasında büyük bir dikkatle içeriyi gözlüyor. Ben de olanca özeni göstererek, yanlış yapmamaya çabalayarak, anonsla­ ra başlıyorum ve sürdürüyorum. Heyecandan , Münir Nurettin adının agırlıgından kaskatı kesilmişim . . Daha çok heyecanlanma­ mak için Sevengil'in bulundugu yana bakmaya özen gösteriyorum. "Mutlaka bir hata yapmışımdır, hiç degilse işaretle filan yayın

232


sırasında yüzüme vurulmasın, moralim bozulur" kaygısı içindeyim.

Ama bir an kontrolü elden kaçırıyorum ve gözüm yan tarafa kayıyor. O da nesi? Sevengil eliyle "bravo" işareti yapıyor. Hiç beklemedigim bir şey bu. O hiç beklemedigim işaret, yine hiç bek­ lemedigim bir olaya neden oluyor. Selçuk'un yeni başlayacagı şarkının anonsunu yapmak üzere stüdyonun ortasındaki mikrofo­ na dogru yürüyorum, Mikrofon, çok uzun bir kolun ucunda asılı, deve boynu denilen cinsten kocaman, hantal bir mikrofon. &nim yürüdügüm sırada teknisyen arkadaş mikrofonu boyuma göre a­ yarlamak için saga sola hareket ettiriyormuş. Heyecandan olacak, fark edemiyorum ve gidip kafayı gümmm diye mikrofona çarpı­ yorum. Hiç abartmadan söylüyorum, anında alnımın sag yanında şöyle yanın ceviz büyüklügünde bir yumru oluşuyor. Burnumun direginde bir sızlama bir sızlama . . O acı arasında gözüm Seven­ .

gil'e takılıyor. Adamcagız yerinden bir fırlıyor ki . . . Aynı anda, göz­ lügünün üstünden o ünlü bakışıyla "devam" işareti veriyor. Prog­ ramın bundan sonrasını kazasız belasız sürdürüyor ve bitiriyorum. ilk işim kontrol odasına geçip hocadan, hak ettigim azan işitmek. . Ama o beni hiç fark etmemiş gibi, tonmaystere dönüp soruyor: "Evladım, mikrofona bir şey oldu mu? Ne feci çarpmaydı o. Gökgürültüsünü andırıyordu. Nasıl fırladım yerimden degil mi? Eminim, mikrofondaki o patlama sebebiyle, radyosunun başındakiler de yerlerinden fırlamıştır. ·Spiker . spiker olacaktı da,

dinleyicilerin korkmaması için, bir anonsla durumu bildirecekti.

Ama nerde o spikerleeer. .

"

· Tonmayster espiriyi kavradıgı için, muzip biçimde yanıtlıyor: "Hayır

efendim,

önemli

bir

şey

yok

mikrofonda.

Çarpmanın şiddetinden büyükçe bir çatlak olmuş yalnızca. Hemen yapılmazsa kırılabilir. . . " Hocanın yanıtı daha da ilginç. 233


"Allah Allah, bu nasıl terslik böyle?. Ona çarpanın kafası kınlacagı yerde mikrofon kırılmış ha! . Olmaz böyle şey! ." Bu kadar işkenceyi yeter görmüş olacak ki, bana dönüyor ve sevgi dolu bir sesle konuşuyor: "Savruk kızım, deli fişek kızım, kafanı �rpmanın dışında iyiydin. Çarpmanın cezasını da, alnındaki o koskocaman yumruyu .günlerce taşıyarak çekeceksin. Onun için seni aynca ceza­ landırmaya lüzum yok." Bir hoş, bir tatlı, bir çelebi adamdı Refik Ahmet Sevengil. Nesli tükenmekte olan lstanbul efendisi tipinin son temsilcilerin­ den biriydi. iş başında alabildigine ciddi. . . Yanlışlarımızı yaka­ ladıgında alabildigine öfkeli. . . Gırgır geçmek istediginde ise alabil­ digine ince. . . Sonraki yıllarda kendisini yitirdigimizde en çok üzülenlerden biri de bendim. Yaşanmış nice anılar vardı. Aramızdaki 30 yıllık yaş farkına karşın "Seninle aynı yaştayız, ama sen benden daha moruk gÖrOnüyorsun, anlaşılan çabuk çökmüşsün neden acaba?" diyerek gülümseyişini. . . Karşılaştıgımız yerle�de zaman zaman "Üstadem, hal ve hatırınız nasıldır acaba, afiyettesinizdir inşallah" diye takılışlannı hiç unutmuyorum. Ama asıl unutamadıgım bir anı var ki, anlatmadan geçemeyecegim. 1 964 ortalarında Ankara Radyosundan sıkılmış oldugumu fark ettim. Ve aklıma lstanbul Radyosunda çalışmak geldi. Atan­ ma işlemimi Refik Ahmet Sevengil yapacaktı. Ona nazım geçecegi için bu işin olacagından emindim. Önemli olan, Radyo Müdürü Yılmaz Hiçyılmaz'ı kandırabilmekti. Böyle bir istege ke­ sinlikle izin vermeyecegini söyledi. Ben de işimi daha üst makam­ larda çözümleyecegimi söyleyerek Sevengil'e koştum. O da aynı . tepkiyi gösterdi ve dilinin döndügünce, İstanbul Radyosunda mutlu olamayacagımı, . bu sevdadan vezgeçmem gerekttgini an� !attı. Ama ben aklıma taktıgım için Nuh diyor Peygamber demi234


yordum. Daha sonraki gUnlerde inadımı sürdürdügümü görünce "Peki" demek zorunda kaldı. Bir tehdit savurmadan da edemedi. "Bütün ısrarlarıma ragmen inadını sürdürüyorsun, iki günde atanmanı çıkaracagım. Ama tekrar Ankara'ya dönmek istersen, taş çatlasa buraya almam. 1Stersen bir daha düşün ve öyle gel." Niyetim kesindi, yanıtım da kesin oldu. "Bir daha düşünmeye hiç gerek yok. Tehdidinize gelince . . . Sizden önce Hiçyılmaz da böyle bir tehdit savurdu. Yeniden An­ kara'ya gelmek istersem radyoya kabul etmeyecegini söyledi. Ben gitmek istiyorum. Çünkü Ankara Radyosu benim için bitmiştir. Bir gün buraya dönmek istersem, ·siz atanmamı yapmayın, Hiçyılmaz da radyoya kabul etmesin. Gitmek istiyorum. " Sonuçta haklı çıkanlar, n e yazık ki onlar oldu. Çünkü Se­ vengil'in uyarılan bir bir gerçekleşti. Bunlara özel bazı nedenler de eklenince, dokuzuncu ayın sonunda Ankara'ya dönüş için dilekçe verdim. O günlerde Refik Ahmet Sevengil lstanbul'daydı. Gidip dogrudan konuşmak dünyanın en agır işi olacaktı benim için. İstanbul Radyosunun Müdürü nasıl olsa dilekçemi Sevengil' e vere­ cekti. O zaman beni çagırması kaçınıimazdı. Nitekim öyle oldu. Hocanın karşısında ezik, süklüm püklüm bir insan durumun­ daydım. Dokuz ay önceki huysuzlugumdan eser yoktu. "Nasılsınız küçük hanım, pardon üstadem, afiyette misiniz? Aylardır sesiniz solugunuz çikmıyordu. Ben de sizi pek mes'ut sanıyordum. Duydum ve gördüm ki, yanılmışım. Buyurunuz efen­ dim SİZİ dirıliyorum. il

içimden kahroluyordum ama , hiçbir şey söylemeye hakkım olmadıgı için susuyordum. Dokuz ay önce havalara kalkan burnu­ mu indirmiş ve Arıkara'ya dönmek için dileçke vermiştim. Şimdi bunun için de pişmanlık duyuyordum. Yenilmiştim, ama yenilgiyi içime sindirmek zor geliyordu. İçimden geçenleri bir anda söze dönüştürüverdim. 235


"Siz.den hiçbir şey istememeye karar verdim. Dilekçemi geri alacagım. Dokuz ay önce Hiçyılmaz da, siz de beni fazlasıyla uyardınız. Dinlemedim. Sizin dedikleriniz oldu. Bir akılsızlık yapıp dönmek için dilekçe verdim. Şimdi pişmanım. Bu pişmanlıkla işimi sürdüremem. istifa ediyorum. " "Yani yenilgiyi kabullerımek zor geliyor, öyle mi?" "Evet öyle. Ama istemesem de kabullenecegim. Her şey için teşekkür ederim. Becerebilsem, dokuz ay öncesi için özür de dilemek isterim. " Ayakta zor durabildigimin farkındaydım. O nedenle hemen oradan aynlmak istiyordum. Sanının bunu anlamıştı. Yanıma geldi. Elini omzuma koydu. Sevecen bir sesle konuştu. "Ah şaşkın, bilir misin ki ben senin bu kabadayılıgını, bu

dobra dobralıgını severim. Kaba bir benı.etme olacak, ama tam yeri geldigi için söyleyecegim, ölüp gitmeye razısın, ama kuyrugu dik tutmakta da inat ediyorsun. Üzülme, çaresi bulunur. " Sonra sesine alaycı bir hava vererek sürdürdü konuşmasını. "Senin gibi bir spikeri feda edebilir miyiz canım. Sonra ne yapanz biz sensiz . . Dinleyiciler bizden hesap sormazlar mı? Nasıl veririz bunun cevabını?" Başımı kaldınp yüzüne bakamıyordum. Bu biraz utancımdan geliyordu, biraz da göz pınarlarımda biriken yaşlan göstermemek istedigimden. Beni rahatlatb. "Haydi daha fazla tutma, yolver gözyaşlanna da rahatla." bu sözü bekliyormuşum. Yaşlar şarrr diye boşanıverdi. Neden agladıgımı bilemiyordum. Yaptıklarıma karşılık olarak bu ince tavrı mı duygulandırmıştı beni, yoksa çok mu utanıyordum. . . Özür . dilemeyi de hiç beceremeyen bir in­ sandım, ama dilemem gerekiyordu. Omzuna kapanıp hıçkıra hıçkıra sürdürdüm aglamamı. Tavnn ı her zamanki tatlı sert tutu­ muyla ortaya koydu. Sanki

236



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.