J. Glosneck: K. Atatürk ve çağdaş Türkiye 1.Cilt

Page 1


Nurer UGURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.

Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Eylül 1998


••

KEMAL ATATURK ve

ÇAGDAŞ TÜRKİYE 1

JOHANNESGLASNECK

Curnhuriyet GAZETESİNİN OKURLARINA ARMAGANIDIR.



İÇİNDEKİLER

Önsöz

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

PADİŞAHIN BİR GENERALİ

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

7

BİR

Sultan Abdülhamid'e Başkaldırma Jön Türklerle Çatışma

.

Alman Komutası Altında

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

13 13

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

38

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

58

5



ÖN SÖZ YÜZYILIMIZIN yirminci ve otuzuncu yıllarının ga­ zeteleri gözden geçirildiği zaman, dar ve zayıf yüzlü, çakır ve etkili gözlü bir adamın resimleri ile sık sık karşılaşılır. Güçlü bir kişiliği anlatan, çok be.lirgin bir yüzdür bu. İlk resimlerinde üniforma ile görülür, başında tatarların kürk şapkası, kalpak vardır. Sonraki resimlerinde yalnız sivil kı­ yafettedir. Çoğu zaman silindir şapka ile şık bir frak, ara sı­ ra da en modern İngiliz kesimi hafif bir yaz elbisesi için­ dedir. Her gazete okuru için bir kavramdır bu insan: Musta­ fa Kemal Paşa( 1) ya da Kemal Atatürk (2), 19 19- 1923 yıl­ larında, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı' nın önderi ve Türki­ ye Cumhuriyeti'nin ilk devlet başkanı. Kısa zamanda ya­ . şamı ve yapıtı ile ilgili kitaplar da ortaya çıktı. Burjuva ga­ z� tecilerin ve yayımcıların onun için yazdıkları, şaşırtıcı, merak verici ve coşkulu, tek sözcükle coşturucuydu. Onun için çok kişi yazdı, kişiliği konusunda çok yo­ rumlar yapıldı. Ancak burjuva basını bir noktada görüş bir­ liğindeydi: Bu Türk generali ve devlet adamı, "tarih yapan kişilerdendi " . Onlar için bu, daha çok yalnız bir seçkin grubun, yalnız birkaç sivrilmiş "büyük kişi "nin dünya olay( 1 ) l Nisan 1 9 1 6' da Mustafa Kemal generalliğe yükseltildi ve böylece oto­ matik olarak "paşa" unvanını aldı. Osmanlı lmparatorluğu'nda subaylar, binba­ şı rütbesine kadar "efendi"; yarbay ve albay rütbesinde olanlar "bey", general­ den başlayarak "paşa" diye çağrılırdı. Memurlar da buna göre sınıflandırılırdı. ( 2 ) 24 Kasım l934'te Büyük Millet Meclisi, Mustafa Kemal'e, "Türkle­ rin babası" anlamına gelen "Atatürk'' soyadım verdi.

7


!arını belirlediği savı konusunda bir kanıttı . Halk yığını ise uyuşuk ve tembeldir, bu türlü insanların elinde yoğrulan bir hamurdur. Ancak onların sesi, bu yığını uykusundan uyan­ dırır. Ama düşünen okur için, Türkleri yabancı boyundu­ ruğundan kurtaran ve yeni bir devlet kuran bu Mustafa Ke­ mal yalnız mıydı, sorusu ortaya çıkmıştı. Hangi koşullar o­ nun böyle üstün bir rol oynamasını sağlamış, hangi kişisel deneyimler ona bu rolü yerine getirme olanağını vermişti? Mustafa Kemal' in yaşamının ve yapıtının yorumlanış biçimi, yazarın siyasal görüşüne ve çoğu zaman milliyeti­ ne bile bağlıydı. Alman tekel basınının, yazıişleri bürola­ rında oturanlar, Türk Kurtuluş Savaşı 'nı, yalnızca dünya sa­ vaşının bir uzantısı olarak görüyor, Mustafa Kemal'in Yu­ nanlıları ve onlarla birlikte İtilaf Devletlerini uğrattığı ye­ nilgiler konusunda için için gülüyorlardı. Alman gazetele­ ri, Birinci Dünya Savaşı 'nın "Alman-Türk silah arkadaşlı­ ğından" bıktırıncaya kadar söz ediyorlardı. Mustafa Ke­ mal 'in Alman militaristleri ile anlaşmazlıkları, çoğunluk­ la utanç konusu olduğu için değinilmeden geçiştiriliyordu. 1933 'ten sonra Goebbels ' in propagandacıları ayrıca, " iki büyük ulusal kahraman arasında benzerlikler", yani Hitler ile Kemal arasında benzerlikler bulup çıkarma konusunda büyük çaba gösteriyorlardı. Batılı ülkelerde bu konu deği­ şik bir duruma getirilmiş ve getirilmekte; Hitler, Mussoli­ ni ve Lenin' in yanına Atatürk de konularak, bütün bu kişi­ ler, "otoriter" ya da "totoliter" rejimlerin benzer temsilci­ leri olarak nitelenmektedir. Dünya proletaryasının önderi ve Sovyetler Birliği'nin kurucusu Lenin'i, anti-emperyalist 8


Türk Kurtuluş Savaşı 'nın önderi Atatürk'ü, emperyalizmin en haydutça, en gerici ve en çok kana susayan biçiminin temsilcileri derekesine koymak, tarihi kabaca değiştirme anlamına gelmekle kalmaz; aynı zamanda, gerek Sovyet­ ler Birliği'ni, gerek uluslararası işçi hareketini ve ulusal kur­ tuluş hareketini lekelemek, küçük düşürmek gibi kötü ni­ yetli bir girişimi anlatır. Coşku verici yazılar ve biyografiler de Kemal Ata­ türk'ü bir " bozkurt " , " at üstündeki hayalet " , hatta bir " ikinci Cengiz Han" yapıyordu. Bunlara göre, bu kişi, Türk soyunun gerçek temsilcisidir; Moğol-Tatar ve Osmanlı ata­ larının orta Asya steplerinden saldırışı gibi, Türklerin yüz­ yıllar süren yenilgilerinden sonra bu kez Asya'nın Av'ru­ pa'ya karşı saldırısını yürütmek için gelmiştir. Yakıp yıkı­ cı, anlaşılmaz bir doğa kuvveti gibi "Uygar Batı 'ya" kar­ şı başkaldırmıştır. Avrupa ve Amerika'daki bir burjuvanın, böyle öykü­ leri.'okurken sırtından soğuk terler dükülmüş olması gere­ kir. Çünkü Mustafa Kemal,. özel yaşamında, bu yazarlar ta­ rafından, yaman bir acımasız kişi diye gösterilmiştir. Böy­ le bir bakış biçiminin temelinde "Boğaziçi 'ndeki hasta ada­ mın" yeniden ayağa kalkmasını uzun süre olanaksız sanan İngiliz sömürgecilerinin kızgınlığı ve düş kırıklığı yatıyor­ du. onlara, göre, Türk halkında bağımsız bir politika yürü­ tecek güç ve yetenek yoktu. Bundan dolayı, Mustafa Ke­ mal gibi emperyalist barış buyrultusuna karşı dikilmiş bi­ risi, ancak bir "haydut " , "çete başı" ya da "Moskova aja­ nı" olabilirdi. 9


Halifeliği, fesi ve peçeyi kaldıran aaam, tutucu yazar­ lar için dinsiz, nerdeyse Bolşevik bir yıkıcı, liberaller için ise akıllı bir reformcu, halkının gerçek b abası sayılırdı. . Mustafa Kemal' e karşı anlayış, en çok Fransız burjuva bi­ yografi yazarları arasında görülür. Burjuva cumhuriyetçi­ ler ve demokratlar, ona, Jül Sezar döneminin Galli özgür­ lük savaşçısı Vercingetorix ile, kralcıların Vendemiaire ayaklanmasını bastıran genç Napolyon Bonaparte ile, hat­ ta ünlü Paris komüncüleri ile karşılaştırdılar. Ama böylesine coşturucu yazılar, efsaneler ve karşı­ laştırma lar, Kemal Atatürk olayını açıklamaktan uzaktı_r. Ta­ rihsel ·gerçek,· onun oluşum çizgisini ve bu kişiliğe tarihte birine:\ derecede bir rol oynama olanağını veren koşulların araştırılmasını ister. Daha onun yaşadığı zamanlarda µlus­ lararası devrimci işçi hareketinin yayınlarında buna ilişkin temel noktalar vardı. Ayrıca Sovyet tarih bilimi de uzun sü­ redir en yeni Türk tarihi ile yoğun biçimde uğraşmakta, bun­ da, Kemal Atatürk'ün, aldığı yerin üzerinde durmaktadır. Elinizde bulunan çalışma bu araştırma sonuçlarına dayan­ dırılmıştır. Üstelik ilk Türk devlet başkanının yaşam öyküsü, ta­ rihsel yönü yanında, günümüzü ilgilendiren çok güncel bir yanı da içerir: Mustafa Kemal, bundan 40 yıl önce, Türki-. ye'yi emperyalist sömürgeci devletlerin ve içerdeki feodal . gericiliğin siyasal, ekonomik ve ideolojik vasiliğinden kur­ tarma girişimine geçti. Onun bu yoldaki başarılan kadar, yapamadıkları, eksikleri ve yanlışları da, günümüzde As­ ya ve Afrika'riın genç ulusal devletlerindeki d�vlet adam10


lannın kaynaklandıkları ve her zaman kaynaklanabilecek­ leri deneyimler hazinesinde toplanmıştır. Bu kitapta, Ke­ mal Atatürk'ün biyografisinde, gerek tarihsel ve gerekse güncel öğeye hakkını verme girişiminde bulunulacaktır.

11



BİR PADİ ŞAHIN BİR GENERALİ

SULTAN ABDÜLHAMİD'E BAŞKALDIRMA Kemal Atatürk, 1 881 'de, Selanik'te doğdu. Babası gümrük memuru Ali Rıza Efendi ve annesi köylü kızı Zü­ beyde Hanım, oğullarına Mustafa Kemal adını verdiler. Ali Rıza, o vakitler Selanik'i de egemenliği altında bulundu­ ran padişahın hizmetinde önemli bir varlık sahibi olama­ mıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun başı, memurlarına az ve düzensiz aylık ödüyordu. Mustafa'nın babasının bir gün aç­ tığı küçük kereste ticarethanesi de gelişme göstermedi ve böylece aile gösterişsiz.küçük-burjuva yaşantısının ötesi­ ne geçemedi. Annesi, Türk köylülerinin büyük çoğunluğu gibi Al­ lah' a ve onun Peygamberi Muhammed'e, Müslümanların dinsel başı Sultan Halife'ye (3) içten ve sarsılmaz bir inanç beslediği, Kuran' ın yazdığı eski adet ve geleneklere saygı gösterdiği ve uyduğu halde, Mustafa Kemal, sonradan, ba(3) Os �anlı lmparatorluğu'nun laik devlet başı olan padişah, aynı zaman­ da halife, bütün Müslümanların dinsel başı idi.

13


basını, dinle ilgilenmeyen, buna karşılık Batı Avrupa'nın liberal düşüncelerine istekle sarılan, özgür düşünceli bir ki­ şi olarak nitelemiştir. Küçük Mustafa okula gönderileceği zaman, bu yüzden anne ile babanın görüşleri birbirlerinden ayrılır. O zamanlar Osmanlı İmparatorluğu'nda eski ile ye­ ni arasındaki savaşımın nasıl olduğunu gösteren küçük, a­ ma ayırıcı nitelikte bir örnek. Zübeyde, oğlunun, oğlan ço­ cukların eski geleneğe göre Kuran öğrendikleri bir din oku­ luna gitmesini istiyordu. Ali Rıza ise, çocuklara çağdaş bi­ limlerin ilkelerine göre ders veren Şemsi Efendi'nin özel ilkokulunu yeğ tutuyordu. Baba, usta bir manevra ile soru­ nu çözdü. Sözde annenin isteklerine uyuyormuş gibi, Mus­ tafa ' nın her zamanki dinsel törenle mahalle camiinin ya­ nındaki din okuluna girmesine razı oldu. Bir süre sonra ço­ cuğu bu okuldan aldı ve Şemsi Efendi 'nin yanına verdi: An­ ne buna karşı artık direnmedi. Çünkü onun için önemli olan dinsel tören nasıl olsa yapılmıştı. Bir süre sonra Ali Rıza öldü. Hiç bir geliri olmayan Zü­ beyde, Mustafa ile kızı Makbule'yi alarak, köye, erkek kar­ deşinin yanına taşındı. Orada iki yıl kaldılar. Çocuklar her türlü tarla işi yapıyorlar, özellikle fasulye tarlalarını bekle­ yerek kargaları kovuyorlardı. Ama oğlunun hiç bir eğitim görmeden büyümesi anneyi tedirgin ediyordu. Bu yüzden, onu, Selanik'e, kent okuluna yolladı. Orada teyzesinin ya­ nında kalıyordu. Ancak Mustafa bir gün arkadaşlarından bi­ riyle kavga ettiği için Arapça öğretmeninden k�nı akınca­ ya kadar dayak yediğinden okul� gitmekten vazgeçti . Anne, oğlunun geleceği konusunda büyük üzüntüler 14


içindeydi. Oğlu din adamı olmak istemiyordu. Babasının düşündüğü gibi onu ticaret okulunda okutmak için para yoktu. Ama on iki yaşındaki Mustafa seçimini yapmıştı bi­ le: Subay olmak istiyordu. Komşunun oğlu Ahmet'i süslü askeri öğrenci üniforması ile caddede caka ile yürürken gördüğü zaman, onu kıskanmamalı mıydı? Hele Selanik 'te sayısı bol olan subayları? Mustafa da böyle bir üniforma giymek istiyordu . Askeri okulun parasız olduğunu bilecek yaştaydı da . Türk küçük burjuvazisinin birçok genci bu yükselme olanağından yararlanıyordu. Zaten onlar için ger­ çekte başka olanak da yoktu. Zübeyde, oğlunun niyetini öğ­ renince korktu. Oğlunu, kanlı askerlik mesleğine terk et­ mek istemedi ve onun niyetine sert biçimde karşı çıktı. A­ ma başarılı olamadı. Mustafa, annesinden habersiz, baba­ sının bir dostuna başvurdu ve bu kişi giriş sınavına alınma­ sı için ona yardımda bulundu. Mustafa sınavı kazındı ve sonra da olup-bittiyi annesine bildirdi. On iki yaşındaki bir çocuk için şaşırtıcı olan bu kararlılık ve direşme, sonraları yetişkinlik döneminde onun en belirgin karakter özellikle­ ri olarak gelişmiştir. 1 893'te Selanik Askeri Rüştiyesi ' nde çoktandır özle­ diği üniformayı sıvazlayan taze askeri öğrenci, bununla da­ ha sonraki tüm yaşamı için nasıl önemli bir adım attığını ölçebilecek durumdan henüz çok uzaktı. Askerlikten son­ ra hangi yüce amaçların geleceğini de bilebileek yetenek­ te değildi. Annesi Zübeyde, Mustafa 'nın asker olmak iste­ mesinden duyduğu kuşkularda elbette haklıydı. Vaktiyle Atlantik'ten Kırım'a, Viyana kapılarından Hint Okyanu15


su'na kadar uzayan büyük Osmanlı İmparatorluğu, artık es­ ki büyüklüğünün yalnızca gölgesini yansıtıyordu. Padişah, Arapların, Kürtlerin, Ermenilerin, Bulgarların, Yunanlıla­ rın, Sırpların ve Arnavutların özgürlük çabalarını ezmek için ordusunu imparatorluğun bir köşesinden ötekine yol­ lamak zorunda kalıyordu. Askerler, çoğunlukla Türk köy­ lülerinden meydana geliyordu. Onların yaşam düzeyi, bir hayvanınkinden pek iyi değildi. Subaylar da düşük aylık alı­ yor, çok zaman bu küçük aylığı alabilmek için aylarca bek­ lemek zorunda kalıyorlardı. Askerlik görevine çağrılan köy­ lülerin çoğu, dağlara kaçıyorlar ya da kendilerini sakatlı­ yorlardı. Çünkü imparatorluğun uzak i llerinde görev al­ mak, ölüme atılmak demekti. Örneğin Yemen' e gönderilen askerlerden her zaman ancak yüzde 20'si yakınlarının ya­ nına dönebiliyordu. Geri kalanlar, ayaklanan Bedevilerin kurşunlarına kurban gidiyor, salgın hastalıklar tarafından alıp götürülüyor, ya da yalnızca iyi beslenmemekten dola­ yı ölüyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu son anlarını yaşıyor­ du. "Boğaziçi 'nin hasta adamı " deyimi tamamen yerin­ deydi. Vaktiyle herkesi titreten imparatorluğun; topraklarını birbiri ardından yitirmiş olmasının ve Avrupalı büyük dev­ letlerin oyuncağı haline gelmesinin nedenleri nelerdi? Ka­ pitalizm ve burjuva ulusal devlet çağında çokuluslu Osman­ lı Devleti, Habsbur-g monarşisi gibi çağını doldurmuştu. Bu, iki yönden böyleydi . Önce, bir halkın adını değil, Osmanlı hanedanının adı­ nı taşıyan bu feodal devlet, güney Slavlarının, Ermenilerin 16


ve Arapların, hatta bizzat Türklerin burjuva ulusal gelişme­ si için bir engel haline gelmişti. Çok sayıda gruplar, Osman­ lı yabancı egemenliğine karşı ulusal-devrimci bir hareketi yürütüyorlardı: 1 893-94'te gerek Türkiye'ye, gerekse Avus­ turya-Macaristan' a karşı güney Slavlarının feodal ve yaban­ -cı boyunduruktan kurtarılması için savaşan "İç Makedon­ ya Devrimci Örgütü" meydana geldi. Suriye'de 1904'ten bu yana Arap illerinin Osmanlı İmparatorluğu 'ndan ayrılma­ sı yolunda çaba gösteren Arap Vatan Birliği vardı. Sözde henüz Türkiye'nin olan, ama 1882'den bu yana İngiliz sö­ mürge beyleri tarafından işgal altında tutulan Mısır'da Mus­ tafa Kamil, 1907'den sonra da Ulusal Parti, İngilizlerin ka­ yıtsız koşulsuz çekilmelerini istiyordu. Siyasal alandaki bu merkez güçler, ekonomik olayları yansıtıyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nda da pamuk ve ipek işleyen manüfaktür­ ler meydana geldi. Sonradan bunlara tütün ve halı fabrika­ ları eklendi. Türk olmayan burjuvazinin, özellikle Rumla­ rın ve Ermenilerin elinde, dış ve iç ticaretten gelen serma­ yeler toplanıyordu. Osmanlı Devleti'nin çağını doldurmuşluğunun ikinci yanına, geri kalmış feodal toplum düzenine böylece değin­ miş oluyoruz: Bununla ilgili olarak, özellikle, Anadolu'yu, imparatorluğun Türk olan çekirdek bölgesini gözden geçir­ mek istiyoruz. Türk zanaatçılar henüz ortaçağ loncalarının etkisinden kurtulamamışlardı. Zanaatçılar ve tüccarlar, Müslüman olmayan tüccarların rekabetiyle baş edemiyor­ lardı. Eski bir gelenek gereğince varlıklı Türkler çoğunluk­ la memurluk ve askerlik gibi meselelerle uğraşıyorlardı. Ti17


caret sermayesinin sanayi alanına yatırıldığı seyrek durum­ larda söz konu�u olan da, Ermeni ya da Rum girişimleriy­ di. Ulusal bir çerçeve bunun yanında da iç pazar bulunma­ dığı için, sanayi üretiminin zayıf filizleri çok dar ölçüde ge­ lişme gösterebiliyordu. Nüfusun başlıca bölümünü meyda­ na getiren Türk köylüsü, devlet ile büyük toprak sahipleri "Ya verirsin, ya ölürsün ! " biçimindeki eski kurala göre kendisini soyuyorsa, pazardan ne satın alacaktı? Gerçi 1 9. yüzyıl boyunca ülkenin feodal yapısı değiş­ mişti. Dış düşmanların baskısı altında daha çok dayanabil­ mek için, padişahlar, özel orduları bulunan büyük toprak sahiplerinin özerkliğini ortadan kaldırmışlardı. Ancak bu kişiler topraklarını gene de istedikleri gibi kullanabiliyor ve köylülerin ürününün bir kısmını alıyor, onları kendi hiz­ metlerinde çalıştırıyorlardı. Hükümet, atlı birlikJeri kur­ mak ve savaş hizmeti yapmakla yükümlü olan timarları da kaldırmıştı. Bunun yerine yeni bir sürekli ordu kurmuş, devlet hazinesine kısa zamanda para sağlamak için de top­ rakları " iyi hizmet görmüş" saray memurları ile mültezim­ lere dağıtmıştı. Böylece 1 9. yüzyılda ağalar denilen yeni bir büyük toprak sahipleri sınıfı doğdu. Bunlar köylü nüfusun ancak yüzde 5 ' ini meydana getirmekle birlikle, tüm toprak­ ların üçte-ikisine sahiptiler. Bir köye egemen olan ağa için köylünün sağladığı vergi ve hizmetlere, bir de devletin al­ dığı "aşar" ekleniyordu. Ancak devlet memurları aylarca aylık alamadıkları için -sürekli savaşlar yüzünden devlet ha­ zinesi çoğu zaman boştu-, kendi başlarının çaresine bakı­ yorlardı.; Normal bir resmi görevi yerine getirirken halk18


tan rüşvet istiyor, köylerde ve kentlerde yaşayan koruma­ sız halkı aldatıyorlardı. Köylülerin elinde teknik yenilikleri benimsemek ve böylece tarlalardan alman ürünü yükseltmek için hiç bir ola­ nak yoktu. 1 928'de ( ! ) bile Türk köylüsünün yüzde 85 ' i, ağaçtan yapılan sabanı kullanıyordu. Birçok köylü, talihi­ ni kentte denemek için topraklarını terk ediyor, ya da dağ­ lara çıkarak kendilerini ezenlere ve padişahın zaptiyesine karşı savaşmak için birlikler kuruyordu. 1 9. yüzyılın halk edebiyatı, köylülerin bu türlü birçok acılı sınıf kavgalarını dile getirir. Bunların başında da, eylemleri türkülerde söy­ lenen Anadolu Robin Hood'ları vardı. Köylülerin durumu ve memurların kötü yönetimi, çağ­ daş bir gözlemcinin şöylesine anlattığı durumdan ülkeyi kurtaramıyordu: " Ülke, büyük verimliliğine karşın . . . pek az bayındır hale getiri lmiş, toprakların çoğu ormanlardan yoksun edilmiştir; haberleşme aracı, sanayi, ulaştırma vb. yoktur. Türk kentleri, insanın tasarlayabileceği en kültür­ süz ve en perişan bir yaşam içindedir. Tek sözcükle, ülke her bakımdan yüzyıllarca geri kalmıştır." (4) Böylesine geri bir toplumsal-ekonomik yapı dolayısıy­ ia padişah ile egemen feodal sınıf, imparatorluğun hızlı çö­ küşünü durdurabilmek için gerekli maddi olanaklardan yok­ sundu. Bu yüzden Kırım· Savaşı'ndan ( 1 854- 1 856) bu ya­ na, Osmanlı hükümeti, Paris ve Londra'dan borç para alı­ yordu. 1 876'da İstanbul hükümeti, devlet borçları 200 mil(4) J. Pomiankowski. Der Zusammcnbruch dcs Ottomanischen Reiches, Zürich/Lcipzig/Wien 1928, s. 27.

19


yon sterline ulaştığı için devletin iflasını ilan etmek zorun­ da kaldığı zaman, yabancı sermayeye bütün kapılar açıldı. Kemal Atatürk'ün doğduğu 1881 yılında 20 aralık günü, Avrupa'nm parababaları, padişah hükümeti ile "Osmanlı Düyun-u Umumiyesi "nin (genel borçlar yönetiminin) ku­ r ulması konusunda anlaştılar. Bu yönetim, artık Türk ma­ liyesini ve tüm ekonomik yaşamını denetliyordu. Fransız, İngiliz ve daha sonra da Alman sermayesi, Türk ekonomi­ sinde gittikçe genişleyen bir etkiye . sahip oldular. O vakit­ ler, Türk hükümetinin bulunduğu yere göre verilmiş adı ile " Babıali", yabancı şirketlere birbiri ardından imtiyazlar dağıtıyordu: demiryolları, tramvay işletmeleri, limanlar, gaz ve elektrik işletmeleri, var olan birkaç maden işletme­ si ve hafif sanayi işletmeleri bunların eline geçti. Bunun ya­ nında özerkliği daraltan "kapitülasyonlar" vardı. Büyük devletlerin yurttaşları ya da onların "korunumu" altında bu­ lunan nüfus grupları, Türk adliyesinin dışına çıkarılmıştı. Onlar için özel, daha düşük gümrük resimleri ve vergiler uygulanıyordu. Fransa ve Rusya, istedikleri zaman Kato­ lik ya da Rum-Ortodoks Hıristiyanların çıkarına, Osmanlı İmparatorluğu'nun içişlerine karışmak hakkına sahipti. Ma­ kedonya, Lübnan ve Ermenistan gibi bölgelerin, büyük devletlerle uyuşma halinde saptanmış özel yönetim durum­ ları vardı. Büyük devletlerin Türkiye'de ekonomik yayılmasının iki toplumsal sonucu şu oldu: Artık ülkeye bol bol akıp ge­ len Avrupa'nın ucuz tüketim malları, bunlarla rekabet ede­ meyen yerli zanaatları kökten yıktı. Açlık ve salgın hasta20


lıklarla birlikte gittikçe artan işsizlik, yavaş yavaş bütün Türk kentlerine yayıldı. Öte yandan mallarının satışını sür­ düren ya da parasal işlemlerini gerçekleştiren yabancı te­ kellerin temsilcilerinden, Doğu Asya örneğine göre "komp­ rador burjuvazi " dediğimiz yeni bir tabaka meydana geldi. Bunlar da çoğunlukla Rum, Ermeni ya da Yahudi köken­ liydi. Padişah, egemen feodal sınıfın temsilcisi olarak böy­ lece ülkenin ekonomisini, etkinlik alanındaki ulusal ve top-· lumsal kur tuluş hareketlerini daha iyi ezebilmek için Av­ rupa mali burj uvazisinin aradığı sermaye yatırım . a lanları, hammadde kaynakları ve satış pazarları yolundaki hırsına kurban etti. Ancak ekom>mik bağımsızlığın yitirilmesi, siyasal ba­ ğımsızlığın otomatik olarak yitirilmesi sonucuna henüz gö­ türmedi. İstanbul ' un paşaları, bunu, büyük devletler arasın­ daki karşılıklı rekabete borçluydular. İngiltere, Hindistan'la olan bağlarını güvenceye almak için Osmanlı İmparatorlu­ ğu 'nu önemli bir karakol olarak görüyordu. Bu yüzden do­ laysız egemenlik alanını da Mısır ve Aden üzerindeki öte­ ki Arap topraklarına yaymak çabasındaydı. Bununla birlik­ te Suriye ve Lübnan'da güçlü ekonomik, siyasal ve özellik­ le ideolojik etkiye sahip o lan Fransa gibi öteki emperyalist devletler, soygunun önemli bir payını elde etmeden önce, " Boğaziçi 'nin hasta adamı"nın bütünlüğünü savunma ro­ lünü oynuyordu. İstanbul 'u ve Boğazları alarak Akdeniz'. e çıkmak için yol elde etmek isteyen Rusya'nın çarlık hükü­ meti de böyle davranıyordu. Londra'nın böyle bir plana 21


karşı güçlü ve aşılmaz görünen direnişi, padişahı İngilte­ re' nin kollarına itmektense, bu devlete karşı destekl eme yoluna götürdü. Dünyanın bölüşülmesine zamanında yeti­ şemeyen Alman emperyal istleri, doksanıncı yıllarda Bağ­ dat demiryolu politikası ile ve Osmanlı ordusuna verdikle­ ri Krupp toplarıyla Türkiye'yi yarı-sömürge durumuna ge­ tirmek isteyince, İngilizlerin ve Rusların hegemonya istek­ lerine karşı· 300 milyon Müslümanın ve onların halifesi olan Türk padişahın koruyucusu olduklarını resmen ilan et­ mek zorunda kaldılar. Böylece, Osmanlı politikası için biraz daha manevra­ larla ayakta durma olanağı vardı. l 876'dan başlayarak hü­ kümet eden Abdülhamid il, bu sanatın ustası olduğunu gös­ terdi. Genç Mustafa Kemal de, kısa bir süre sonra bu padi­ şahın rejimi ile çatışacaktı. Abdülhamid tarihe " kanlı sul­ tan" olarak geçti. Kendisinden önceki padişahlar zamanın­ da " Genç-Osmanlılar" hükümette kilit noktalarını elde et­ mişlerdi. Bunlar, başta eğitimde· ve yönetimde olmak üze­ re bazı reformlar yaptılar. Osmanlı İmparatorluğu'nun çö­ küşünü durdurmak için Avrupa'n ın burjuva uygarlığının ye­ niliklerinden yararlanabileceklerine inanıyorlardı. En bü­ yük başarıları, Sadrazam Mithat Paşa tarafından hazırlanan ve 1 876'da ilan edilen anayasa idi. Ama Abdülhamid, ilk olarak seçilen Osmanlı parlamentosunu dağıtmak ve ana­ yasayı yürürlükten kaldırmak için, tam o sıralarda çıkan Türk-Rus savaşından yararlandı. "Genç-Osmanlıları" ül­ keden kovdu, zindanlara attı, ya da Arap çöllerine sürgün etti. Mithat Paşa'yı da bu çöllerde haince öldürttü. 22


Abdülhamid, gerici feodal kliğin varlığını uzatmak için mutlak hükümdar olarak ülkeyi yönetti. Dış politikada bü­ yük devletlerin rekabetinden ustalıkla yararlanmakla bir­ likte, ülke içinde daha geniş burjuva özgürlükleri ve ulusal özgürlükler isteyen halkların her kıpırdanışını sıkı sıkıya kovuşturd u. Örneğin " vatan" sözünü söyleyenleri bile ce­ zalandırıyordu. Türkler, Araplar ve öteki milliyetler, ulu­ süstü bir niteliği olmayan "vatan" ın yurttaşları olarak de­ ğil, padişahın kulları sayılmak zorundaydılar. Padişah, bu politikanın aracı olarak, yalnız halkı değil, hükümet örgü­ tünü de gözetleyen gizli polislerden ve hafiyelerden mey­ dana gelme sıkı bir ağ kurdu. Abdülhamit, polis ve cinayet öykülerini çok severdi. Conan Doyle'ın bütün Sherlock­ Holmes romanlarını yayınlanışından hemen sonra Türk­ çe'ye çevirtiyordu. Akşamları bir perdenin ardında oturan mabeyinci bunları ona okurdu. Halkın ayaklanması ve kendisine suikastlar yapılması konusunda Abdülhamid'in duyduğu korku, çok gülünç gö­ rünen bir cinnete kadar vardı. Boğazın Avrupa yakasında kendisine yeni bir köşk, Yıldız Sarayı'nı yaptırdı. 1 00 hek­ tarlık bir alana yapılan, üç katlı bir duvarla çevrili bu sara­ yın içinde köşklerin, pavyonların, haremin ve parkların ya­ nında ahırlar, savunma tesisleri ve 1 5 bin kişilik, en iyi do­ nanımlı bir saray koruma gücü vardı. Padişah burada ay­ larca sürecek bir kuşatmaya dayanabilirdi. Abdülhamid, bu sarayda, yanında sürekli olarak üç tabanca bulundurur, ye­ meğinde zehir olup olmadığını birkaç kez incelettirir ve ter­ zi ölçüsünü alırken yanına yaklaşamadığı için çok biçim23


siz elbiseler içinde dolaşırdı. Ama gene de her cuma günü törenle yapılan cuma namazında bulunmak için selamlığı terkederek Yıldız Sarayı'nm kapısından çıkardı. Herhangi bir İ stanbul camisine kadar giderek kendini tehlikeye atmak istemediğinden sarayın yakınında Yıldız Camisi'ni yaptır­ dı. Arabası camiye giden kısa yolu hızla geçerken padişah sağa sola selamlar verirdi. Camide kendisini hazırol duru­ muna geçmiş koruma askerleri, saray memurları ve kordip­ lomatlar beklerdi. Abdülhamid zamanında hükümet yöntemleri, Ermeni­ lerin ulusal kurtuluş çabasına karşı uygulanan kanlı toplu öldürmelerden, önde gelen muhalefeti susturmak için da­ ğıtılan rüşvetlere kadar değişiyordu. Yalnız 1890-1898 yıl­ larında 150-200 bin Ermeni öldürüldü. Özellikle, Türk hal­ kının, Müslümanlığın bütün yaşam alanlarına koyduğu yö­ nergelerin karanlığından kurtulmasını önlemek amacıyla uygulanan sansür korkunçtu . Abdülhamid, liberal düşüncelerin yerleşmesini tehli­ ke olarak görüyordu. Bu yüzden, yıkılmakta olan impara­ toi luğu ayakta tutma ve belki de yeniden topraklar ele ge­ , çiriue yolunda Müslümanlığı bir birleştirme aracı olarak dü­ şünüyordu . Yıldız Sarayı, ateşli bir panislamizın propagan­ dasının merkezi olmuştu. Müslüman din adamları; hocalar ve ulema, (5) fanatik dervişler ve gezgin vaizler saraya gi­ rip çıkıyordu. Bunlar, Osmanlı İmparatorluğu 'nun her ya­ nında ve hatta imparatorluğun sınırları dışında, tek kurtu(5) İ slam ülkelerinde din öğretmenleri hoca, dinbilim hukukçuları ulema diye adlandırılırdı.

24


luş yolunun sarsılmaz bir inançta ve halife için özveriye ha­ zır bulunmakta okluğunu Müslümanlara anlatıyorlardı. Sul­ tan halifenin, bütün Hıristiyanlara ve Avruplılara karşı "kut­ sal savaş " hazırlığında olduğu düşüncesini demagoj ik bir ustalıkla yayıyorlardı. Din yobazlığı, uyanan ulusal bilin­ ci, toplumsal yoksulluk üzerinde düşünmeyi insanların ka­ fasından söküp atmalıydı. Abdülhamid gibi dar kafalı ve yobaz bir despot bile, çağdaş doğabilimin ve tekniğin yeniliklerine tamamen ka­ palı olamazdı. Tahtını, feodallerin ve din adamlarının top­ raklarını ve gelirlerini korumak için becerikli bir memur ör­ gütü, özellikle de güçlü bir ordu gerekliydi. Bu yüzden me­ mur yetiştirecek orta dereceli okullar, maliye, hukuk, ada­ let, ticaret, mühendislik, polis ve tıp alanları için meslek okulları açıldı. Padişah, buralarda Avrupa örneğine gôre öğ­ retim yapılmasını, istemeyerek ve kuşku içinde kabul etti. Ordu konusunda da çelişkili duygular taşıyordu. Bir yan­ dan donanmanın İstanbul'da Haliç'ten çıkmasını ve ordu birliklerinin kırsal yerlerde talim yapmasını yasaklamıştı. Kendisini devirme niyetlerinin saklı olabileceği askeri ma­ nevraların ise sözü bile edilemezdi. Öte yandan genel as­ keri okulların, savaş akademilerinin, askeri tıp okullarının, veteriner, istih kam ve topçu subayı yetiştirecek okulların ge­ liştirilmesine yardımcı olmuştu. Becerikli subay sahibi ol­ mak isteyince, bu okullarda matematik, fizik, kimya, tıp ve özellikle modem yabancı dillerin öğretilmesine izin vermek zorundaydı. Ama böylece subaylaı-ı Batı Avrupa'nın geliş­ miş kapitalist ülkelerinin bütün alanlarda Osmanlı İmpara25


torluğu'ndan ne kadar üstün olduğunu anlayacak duruma gelmezler miydi? Bundan da nasıl b ir sonuç çıkarırlardı? İşte böyle b ir okula gitme olanağı bulan genç Musta­ fa'nın daha sonraki yaşam yolunu şimdi gene izleyelim. Se­ lanik askeri okulunda Mustafa, en çok matematiğe karşı gösterdiği ilgi ile dikkati çekti. Matematik öğretmeninin adı da Mustafa idi. İkisini ayırt etmek kolay olsun diye öğret­ meni ona, onurlandırıcı ikinci ad olarak, " olgunlaşmış" anlamına gelen " Kemal" adını verdi. Mustafa Kemal, 1 895'te Manastır askeri lisesine geçtikten sonra, Fransızca öğretmeninin önceleri ağır uyarıları ile karılaştı. Çünkü bu alanda bilgisinde önemli eksikler vardı. Eksiklerini gider­ mek için Selanik'te geçirdiği yaz tatillerinden yararlandı. Fransızların dominikan kilisesine gitti ve rahiplerden ders aldı. Fransızca bilgisi ona yeni bir dünyanın kapılarını aç­ tı. O zamanki okul arkadaşlarının çoğu gibi Voltaire'in, Montesquieu'nün, Rousseau'nun yasaklanmış olan yapıt­ larını, Mirabeau'nun konuşmalarını ve Robespierre üzeri­ ne bir biyografi okudu. Genç adamı daha önceleri bulanık bir duygu sarmıştı: Ayaklanmak, isyan etmek istiyordu. Şimdi bu duygudan besleniyor ve daha belirgin çizgiler ka­ zanıyordu. Voltaire, ona, feodal din adamlarının mutlaki­ yetin önemli bir güç dayanağı olduğunu ve bununla sava­ şılması gerektiğini öğretmişti. Montesquieu'nün "güçler dağılımı" ve hatta Rousseau'nun "halk özerkliği" , ona, Abdülhamid'in despotizmi karşısında ulaşılması gereken seçenekler olarak görünüyordu. Fransız aydınlanması, onu, halkın gizli duran gücüne ve eğitilebilirliğine inandırdı. 26


Dünyayı gerçekçi olarak, mistik örtüsünden sıyırarak gör­ mesini öğrendi . Genç Mustafa Kemal, askeri eğitimi ve s iyasal incele­ meleri yanında başka şeylerle de uğraşıyordu. Manastır'da, daha sonra da 1 899'da girdiği İstanbul Harp Okulu'nda edebiyata karşı sevgisi olduğunu anladı. Fransızca, küçük, acemice şiirler yazdı, konuşma sanatı üzerinde alıştırma­ lar yaptı ve gönül işlerine de tam bir hız verdi. Kendi açık­ lamasına göre, bu yüzden çalışmalarını bir süre astı. Anne­ si, ikinci kez, hem de varlıklı bir adamla evlendiği için, gü­ zel giyime, rakıya, sigaraya verecek para buluyor, eğlence yerlerini de ziyaret ediyordu. Onun belgelerle tanıtlanabilen bazı önemli karakter çizgileri o sıralarda belirdi. O zamanki okul arka daşların­ _ dan biri, Mustafa Kema l' in her zaman başkalarından uzak durduğunu, sıkı dostluklar kurmadığını, ama başkalarına kaba ve katı da davranmadığını anlatır. Arkadaşları arasın­ da fazla belirgin olmamakla birlikte, bazı arkadaşlarının ona güven duyması da bu özelliğinden ileri geliyordu. Harp okulunun müdürü 1 902 'de Mustafa Kemal için yargısını yazdı. Buna göre Mustafa Kemal, üstün başarıları dolayı­ sıyla kurmay subay yetiştiren harp akademisi için öngörü­ lüyordu. Okul müdürü yazısında, Mustafa Kema l ' in " güç­ l'ü bir kişiliğe sahip bir genç olduğu, çok yetenekli bulun­ duğu, ama kendisiyle sıkı ilişkiler kurma olanağı bulunma­ dığını" ( 6) belirtiyordu. Mustafa Kemal 'de sağlıklı bir hırs (6) Alıntı: Bcnoist-Mcchin, Moustafa Kemal ou la mort d'un Empirc. Pa­ ris 1 954. s. 92.

27


·

vardı; "bir şey olmak" istiyordu. Bununla birlikte, kişisel tutkularını, her zaman, uğrunda çaba gösterdiği hedefin al­ tında tutuyordu. Bu hedef sevdiği askerlik uğraşısı ya da "vatanın kurtarı lması" olabilirdi. Harp akademisinde genç subayların küçük bir gizli ör­ gütü ile karşılaştı. Genç subaylar, yasaklanan "vatan" söz­ cüğünü kendilerine parola yapmışlardı. Kemal bu subayla­ . ra katıldı. Örgütün gizli toplantılarında tam bir coşkunluk içinde konuşuyor, elyazısı ile çıkardıkları gizli gazetede çok sayıda makaleler ve şiirler yazıyordu. Böylece subay­ lar, ülkenin yönetiminde ve politikasında bulunan eksikler­ le ilgili görüşlerini akademinin öteki öğrencilerine duyur­ mak ve onları kendi yanlarına çekmek istiyorlardı. Musta­ fa Kemal de, görüş ve düşünceleri benimsemekle kalmıyor, siyasal olayların içine karışıyordu. 1 904 ve 1905 yıllarında harp akademisinde böyle za­ yıf ve yoklayıcı biçimde canlanan şeyin, gerek burada ve gerekse başkentin öteki askeri okullarında bir geleneği var­ dı. Mustafa Kemal'den önceki askeri öğrenci kuşakları da, Türk aydınlatıcıları İbrahim Şinasi'nin (1826-1871 ); Zi­ ya'nın (1 825-1880), özellikle Namık Kemal'in (18401 888) yasaklanmış kitaplarını okuyordu. 1848 Şubatı 'nda Paris barikatlarında savaşan Şinasi, daha sonra Ziya, Tür­ kiye'de anayasal bir hükümet biçimi istemişlerdi. Namık Kemal, 1863 'te, Montesquieu'nün Esprit des Lois adlı ya­ pıtını çevirdi ve M ithat' ın 1 87 6 Anayasası' nın hazırlanma­ sına katıldı. Sansürün verdiği olanak çapında ve süresinde, İngiltere'nin parlamenter hükümet biçimini övdü, bunun, 28


Kuran'dan alınan İslam hukuk düzeni olan şeriatla tamamen : uyuşabileceğini ortaya koydu. Namık Kemal, 1873 'te "Va­ tan" adını taşıyan bir yurtseverlik dramı yayınladı. Bunun­ la, askeri okullarda en çok okunan yazar durumuna geldi. Abdülhamid bu dramı yasaklayınca, elde çoğaltılmış kop­ yaları askeri öğrenciler arasında elden ele dolaştı. Mustafa Kemal de onu coşku ile okudu ve yasaklanmasına öfkelen­ di. Yapıt, ondaki vatan kavramı tamamıyla Osmanlı ve Müs­ lüman olmakla birlikte, gençlik arasında yurtseverlik duy­ gusu ve ulusal bilinç uyandırdı. Namık Kemal için henüz bir "Türk" ulusu yoktu. Fransız burj uva devriminden gelen, Namık Kemal ta­ rafından Osmanlıcaya aktarılan " özgürlük" ve " vatan" kavramları, 1889 Mayısı 'na -büyük Fransız örneğinden yüz yıl sonra- İstanbul askeri tıp okulunun dört öğrencisini, " İt­ tihat ve Terakki" (Birlik ve İlerilik) adlı gizli bir örgüt kur­ maya götürdü. Böylece, yazarların ideolojik olarak hazır­ ladıkları "Jön Türkler hareketi ", siyasal bir etken olmaya başladı. Bu hareket, sözü geçen askeri okullarda, özellikle harp akademisinde kısa zamanda yayıldı. O sıralarda yurt­ dışına sürülmüş "Jön Türkler"de, Paris'te Ahmet Rıza'nın çevresinde toplanmıştı. Ahmet Rıza, Auguste Comte'un olgucu toplumbilimine göre "düzen ve ilerleme" kavramı altında Osmanlı İmparatorluğu'nda gerekli değişmeleri ger­ çekleştirmek istiyordu. Ancak donuk ve gerici Fransız bur­ juvazisi ideologlarının kaleminden çıkma bu türlü reçete­ ler İstanbul 'daki insanlar için çare değildi. Örgütün çekir­ _ değine yönelmiş çok sayıda tutuklamalar ve sürgünler kar29


şısında, padişahın zorla düşürülmesine 1 896 'da karar veril­ di. Ama düzenlemeye ihanet edildi; 1 896-97 yıllarında ve­ rilen askeri mahkeme kararları gizli örgütün çalışmalarını sona erdirdi. Reform sözleri veren ve paradan da sakınma­ yan Abdülhamid, ülke dışındaki Jön Türklerin büyük bir kısmını yurda dönüşe razı etmeyi başardı. . 1 904- 1 906 yıllarında İstanbul 'da kurulan ve Mustafa Kemal 'in de üyesi olduğu yeni gizli örgütlerin yürütücüle­ ri gene ordunun aydınlarıydı. Jön Türkler hareketinin ide­ ologları -öğretmenler, hekimler, yazarlar ve filozoflar- ve ordu aydınlarının temsilcileri, padişahın feodal-dinsel reji­ mi karşısında, burjuva-ulusal çıkarları temsil eden kişiler­ di. Denebilir ki, bunlar, henüz ortada olmayan Türk burju­ vasının yerini almı şlardı . Bu durum karşısında Jön Türkler muhalefetinin programı epeyce dar ölçüdeydi. Ezilen her ulusun burj uva milliyetçiliği gibi, bir ilerici ve bir de geri­ ci yanı vardı. Jön Türklerin, Abdülhamid'in mutlakiyetçi rej imini ortadan kaldırmak ve 1 876 Anayasası'nı yeniden yürürlüğe koymak istemeleri bunun ilerici yanıydı. Osman­ lı İmparatorluğu ' nun bütün insanlarına aynı burj uva özgür­ lükleri verilmeli ve Müslümanlık çağdaş yaşam koşulları­ na uydurulmalıydı. Mustafa Kemal'ih de çalıştığı gizli ga­ zete, tekkelerin kaldırılmasını, adaletin, Kuran'ın buyrul­ t4larından kurtarılmasını, özellikle de kadının peçe ve ha­ remden kurtulmasını istiyordu. Jön Türkler Avrupa'nın bü­ yük devletlerinin vasiliğine karşı da savaşıyorlardı. Prog­ ramın gerici yanı, Türk olmayan halkların bağımsızlık sa­ vaşının ortak "Osmanlı vatanına" ihanet olarak görülme30


siydi. Ülkenin bütünlüğünü korumak, en yüce hedef diye kabul ediliyordu. Jön Türkler, geniş halk yığınlarının, fü:el­ likle köylülerin yoksulluğuna karşı da anlayış göstermi­ yorlardı. Rejimin devrilmesi için halka başvurmayı düşün­ müyorlardı. 1 904-05 yıllarında harp akademisinde kararlaştırılan gizli sözleşmenin sonu çabuk geldi. Gizli şeyler düzenle­ me kurallarında acemi olan Mustafa Kemal ve arkadaşla­ rı, Abdülhamit' in gizli polisinin hemen şüphesini çektiler. Akademi komutanına düzeni sağlama buyruğu verildi. Ko­ mutan gizli örgütçülüğü bağışlanabilecek bir düşüncesiz­ lik diye görüp ya da bu türlü çabalara karşı yakınlık duy­ duğu için olsa gerek, bir gün onları gizli gazeteyi yazarken yakalamış olduğu halde, bu gençleri koruyordu. 1 1 Ocak 1 905 'te Mustafa Kemal harp akademisini bitirdi diploma­ yı ve kurmay yüzbaşı rütbesini aldı. Notlarına göre, 1 3 ki­ şilik kurmay sınıfının beşincisiydi. Genç yüzbaşıların, kesin görev buyruğunu alıncaya kadar geçen birkaç haftalık zamanı vardı. Bu zamandan ya­ rarlandılar, İstanbul 'da bir oda kiraladılar, orada to?lanarak tartışmalar yaptılar ve gazeteyi çıkarma işini sürdürdüler. Ama ara larına yeni katılan bir subayın muhbir olduğu an­ laşıldı ve bir gün grup tam toplantı halinde iken polis hep­ sini birden tutukladı. Mustafa Kemal ve arkadaşları despot­ luğa karşı olan bazı kimselerin diri çıkmadığı ünlü " kızıl zindan"da iki ay hücre tutuklusu o larak kaldılar. Sonra, Mustafa Kemal, bir daha asla siyasal faaliyette bulunma­ mak koşulu ile, _Şam'da bulunan 3 0 ' uncu süvari alayına 31


atandı. Arkadaşları da gene'böyle uzak illere gönderildiler. Bu hoşgörülü işlemi, o zamanki okul komutanının etkisi­ ne borçlu oldukları anlaşılıyordu. Mustafa Kemal, Suriye'de yaptığı ilk birlik hizmeti ile, Osmanlı hükümetinin uygulamalarını hemen öğrendi. As­ keri öğrencilerin coşkunlukla tartıştıkları, kanlı gerçek kar­ şısında solup kalıyordu. Durmadan bozulan bir yönetimin hizmetindeki Türk a layları, Arap köylerinde dolaşıyor, ora­ larda konaklıyor, halkın varını yoğunu yağma ediyor, yıkın­ tıya uğratılan köylerde umutsuzluk ve öfke bırakarak gidi­ yordu. Ayaklanan Dürzü boylarına karşı "ceza yürüyüşle­ rine" geçiyorlardı. Mustafa Kemal, buna öfkeleniyor, ora­ da devletin vergilerini toplama perdesi altında yapılanları salt bir soygunculuk olarak niteliyordu. Halkın kuşkuları­ na karşın, onlarla çeşitli konuşmalar yapıyordu. Bu kimse­ ler ona, devlet adına onları yok etmeye yönelmiş bir yöne­ timin buyruklarını yerine getiremeyeceklerini sık sık anla­ tıyorlardı. Böylece Mustafa Kemal, Arap halkının padişah rej imine karşı duyduğu, aşılmaz düşmanlığı öğrendi. Os­ manlı "birliğini" -Abdülhamid'e karşı başarılı bir devrim yapılsa bile- sağlamanın olanaklı olup o lmadığı konusun­ da içinde şüpheler uyandı. Kışla avlusunda geçen ve pen­ ceresinden gözlediği küçük bir o lay, ondaki bu kuşkuları güçlendirdi: B ir Türk astsubayının talim sıra sında bir arap askerini nasıl dövdüğünü gördü. Mustafa Kemal, astsuba­ yın mahkemeye verilmesini istedi. Türk'ün vicdanının o­ nun kendi içinde ayaklandığını bir Arabı, eski bir kültürün halkından olan kişiyi dövme hakkını her astsubaya tanıyan 32


Osmanlı egemenlik sisteminin kötülüğünü gördüğünü son­ radan anlatıyordu. Kemal 'in düşüncelerinde bu, ancak ulu­ sal bir Türk Devleti'nin ve yabancı halklara boyun eğdir­ mekten vazgeçmenin, Türk halkına daha iyi bir gelecek sağlayabileceği inancını doğurdu. Mustafa Kemal Suriye garnizonlarındaki subaylar ara-· sında kendisi gibi Abdülhamid'in rej imini devirmeye ha­ zır birçok kimse buldu. Eski kapalılığını yavaş yavaş aşma­ ya başlamıştı. Çoğunlukla görüşlerini anlatmak için arka­ daşlarıyla saatlerce konuşuyordu. Bir gün arkadaşı Yüzba­ şı Müfit'le Şam pazarında dolaşırken, orada küçük bir dük­ kan işleten Dr. Mustafa Bey'le tanıştılar. Bu hekimin tıp okulunda devrimci çalışmaları yüzünden zindana atıldığı ve sonra da Şam'a sürüldüğü anlaşıldı. orada kendisi gibi düşünenleri çevresine toplamış ve küçük bir gizli örgüt kur­ muştu. İki subay, 1 906. Kasım ayında hiç duraksamadan on­ lara katıldılar. Bu grup kendisine, "Vatan ve Özgürlük" adı­ nı vermişti. Mustafa Kemal kısa zamanda onların başı du­ rumuna geçti. Örgüt, Doğu Akdeniz kıyılarında, Beyrut, Ya­ fa ve Kudüs'te bulunan 5 . Kolordu'nun subayları arasında büyük saygınlık kazandı . Mustafa Kemal 'in o zamanki ro­ lünü fazla büyütmek istememekle birlikte, " Vatan ve Öz­ gürlük" örgütünün 1 908 devrimini ciddi biçimde hazırla­ yan ilk askeri komite olduğunu belirtmek gerekir. 5 . Kolordu'nun subayları, Suriye'nin kendi hedefleri için a sla elverişli olmadığını hemen anladılar. Başkentten çok uzaklarda bulunuyorlardı. Mustafa Kemal, Makedon­ ya 'daki 3. Kolordu 'da harp akademisinden eski arkadaşla33


rının birçoğunun bulunduğunu biliyordu. Makedonya 'nın büyük kenti Selanik, İstanbul 'a çok daha yakındı. Oradaki çeşitli karmaşık milliyetler, yabancı subaylar tarafından yö­ netilen Makedonya polisi, Abdülhamid'in casuslarından korunmak için gizli örgütçülere güvenlik sağlayabilirdi . Bunun için "Vatan ve Özgürlük" komitesi, Kemal'i İsken­ deriye ve Atina üzerinden Selanik'e, bir şube örgütü kur­ mak üzere yolladı. Mustafa Kemal, yüksek rütbeli subay­ ların da "Vatan ve Özgürlük" örgütünün amaçlarına yakın­ lık duymaları yüzünden, doğduğu kentte dört ay kalabildi. Burada bir kurmay albay ona kolordu komutanından "sağ­ lık izni" a ldı ve böylece üniforması ile serbestçe dolaşma olanağı buldu. Padişahın gizli polisinin, Kemal'in nerede bulunduğu sorusuna yarşılık Yafa liman komutanı, onun Si­ na çölünde görevli bulunduğu karşılığını veriyordu. Ger­ çekten de Kemal, garnizonuna bir süvari bölüğü ile Mısır sınırından döndü. Padişahın casusları, Selanik'te aynı adla dolaşan subayın başka biri o lması gerektiği sonucuna var­ dılar. Kemal, Selanik'te, adları bize kadar gelen beş subay ve öğretmenle "Vatan ve Özgürlük" komitesinin Make­ donya şubesini kurdu. Altı kişi, devrim yolundan asla dön­ meme konusunda bir topçu subayının tabancası üzerinde ant içtiler. Her biri, ünlü Karbonari yöntemine uygun dört-beş kişilik yeni bir komite kurdu. Bunların üyelerini öteki ko­ mitelerin üyeleri tanımıyordu. Padişahın polisi, Suriye'deki görevine döndükten son­ ra Kema l ' i çok daha sıkı biçimde gözaltında bulundurdu34


ğu için kendisi şimdi daha dikkatli davranmak zorundaydı. Bununla birlikte, 1 907 yılının Eylül ayında, Makedonya 3. Kolordusu kurmayına atanmasını sağladı. Ancak "Vatan ve Özgürlük "ün yöneticisi devrimci eyleminde zoraki bir ke­ sinti yapmak zorunda kaldığı için, Makedorı:ya 'da Musta fa Kema l 'den bağımsız bir komite daha kuruldu. Bu komite­ nin ilk ve en etkili üyeleri arasında Selanik Posta ve Telg­ raf Müdürlüğü Başkatibi Talat Bey, Kurmay Albay Cemal Bey vardı. Her ikisi, sonradan Jön Türkler hükümetinin üyesiydiler. Bu örgüt, kendine, önce, " Hürriyeti Osmani­ ye Cemiyeti" adını verdi; ama 27 Eylül 1 907'de Ahmet Rı­ za 'nın Paris'teki örgütü i le birleşerek, tarihsel bir isim ha­ line gelen " İttihat ve Terakki" adını aldı. Ahmet Rıza, Ma­ kedonyalı subayların 1 905 Rus Devrimi' nin deneyimleri­ ne dayanarak ana hedefo larak kabul ettikleri, Abdülhamid yönetiminin zorla yıkılması ilkesine büyük bir duraksama­ dan sonra razı olabildi. Dışardaki örgüt ile Makedonya 'da­ ki " İttihat ve Terakki" komitesinin gerçek işbirliği hiçbir zaman sağlanamadı. Yeni komite, 3. Kolordu üzerinde et­ kisini çabucak yaydı. Selanik dışında ilk hücreler Manas­ tır, Resne, Ohri, Üsküp, Serez, E dirne ve Drama 'da kurul­ du. Komitenin üyeleri, toplantılar ve dosyaların güvenlik­ le saklanması için İtalyan Büyükelçiliği'nin korunumu al­ tında bulunan Selanik' in iki İtalyan mason locasından ya­ rarlanıyorlardı. Böylece polisin elinin yetişebildiği yerden uzak kalıyorlardı. " İttihat ve Terakki "nin birçok üyesi, bu türlü pratik düşünceler dolayısıyla locaların üyesi oldular. Komite, Selanik'in iş yaşamına egemen olan dönmelerden, 35


yani Müslüman olmuş Yahudilerden para yardımı alıyor­ du. K ı sa bir zaman sonra " İttihat ve Terakki", Mustafa Ke­ mal ' in "Vatan ve Özgürlük" komitesinden çok daha büyük bir örgüt durumuna geldi. Her iki grup arasında bağlantı, daha önce sağlanmıştı. Mustafa Kemal, iki ayrı grubun var­ lığının ortak devrimci sorun için pek az yararlı olacağını anladı. Bu yüzden her iki grup, birleşmeye karar verdiler. "ittihat ve Terakki "nin ağırlığı bu birleşme ile ilgili olarak, " Vatan ve Özgürlük" adının tamamıyla ortadan silinmesin­ de kendini gösterdi. Musta fa Kemal, Selanik-Üsküp de­ miryolunun denetimiyle görevl i olduğu için haber ulaştır­ mada " İttihat ve Terakki "ye yararlı oluyordu. 1 908 yılının önemli haftalarında ve aylarında ise olağanüstü bir olay or­ taya çıkmadı. Rusya 'da Bolşevik Partisi 'nin önderliğinde işçilerin ve köylülerin çarlığın temellerini sarstığı 1 905 devrimi ile As­ ya 'da burj uva-demokratik devrimler çağı başlamıştı. Bun­ lar, Doğu'nun gerek yerli feodal gericiliğe ve gerek yaban­ cı emperya lizme karşı başkaldıran halklarının ulusal uya­ nışını gösteriyordu. Rusya 'daki olaylarla birlikte İran, Çin ve Türkiye'de de devrimci kıvılcım parladı. l 907'de ülke ağır bir ekonomik bunalım ve açlıkla karşılaştı. Artık Os­ manlı İmparatorluğu'nda halk ayaklanmalarının sonu gel­ miyordu. Askeri birlikler ve garnizonlar aylarca aylık ve­ rilmemesi yüzünden ayaklanmışlardı.Bazı b irlikler, Ye­ men' e gidecek gemilere binmekten kaçındılar. Bu ayaklan­ maların çoğu, başarı ile sonuçlandığı için sivil halk da he­ men bunlara katıldı. Bitlis, Van, Erzurum ve öteki kentler36


de halk, rüşvetçi, memurlara karşı ayaklandı, valileri gö­ revden attı ve yeni buyruklara uymayı kabu l etmedi. Ordu yöneticileri, "güvenemedikleri" birlikleri hal ka karşı kul­ lanmaya cesaret edemediler. 1 908 yazına kadar, ayaklan­ malar, Anadolu ve Suriye'nin de dışına taştı. Başkentte bi­ le ayaklanmalar ve başkaldırmalar görüldü. "İttihat ve Terakki " komitesinin subaylarına göre, za­ man, eyleme geçmek için olgunlaşmıştı. İstanbul 'daki çök­ müş rej imin imparatorluğun ayakta kalmasını sağlayama­ yacağı kanısındaydılar. İngiltere K ralı Edward VII ' nin 9 ve 1 O Haziran 1 908 'de Çar Nikola il ile Reva ! 'de buluşmasın­ dan sonra Türkiye'de herkes, iki eski rakibin b irleşmesinin Avrupa 'daki Türk topraklarının yitirilmesine götüreceğin­ den korkuyordu . Abdülhamid, Makedonya 'ya, "İttihat ve Terakki" komitesinin peşine düşen ve birçok subayı tutuk­ layan bir ara ştırma komisyonu gönderince, devrimin baş­ lamasını bizzat sağlamış oldu. Bu olay üzerine genç Enver Bey, tutuklanmamak için Resne dağlarına çıktı. Birkaç gün sonra, 4 Temmuz 1 908'de Binbaşı Niyazi Bey, iyi silahlan­ mış 200 kişilik bir bölükle onu izledi. Ama onun nedeni yal­ nızca tutuklanmaktan kurtulmak değil; Manastır belediye başkanına yazdığı gibi, "vatanı kurtarmak"tı. İstanbul hü­ kümetinden ve illerin yetkililerinden, 1 876 Anayasası'nın derhal yürürlüğe konmasını istedi. Bunun üzerine 3. Ko­ lordudaki komiteler açıkça ortaya çıktılar. Bütün kolordu, sonunda da Trakya 'da bulunan 2. Kolordu, aynı zamanda, Arnavutluk ve Makedonya kurtuluş hareketi, Niyazi 'nin isteğine katıldı. Ayaklanmayı bastırmak üzere Anadolu'dan Selanik' e gönderilen birlikler de Jön Türklerin yanına geç37


ti. 2 1 Temmuz 1 908 'de Yıldız Sarayı'na, padişahın anaya­ sanın yürürlüğe girişini ilan etmemesi halinde yüzbin kişi­ lik bir ordunun İstanbul 'a yürüyeceğini bildiren bir telgraf geldi. 23 Temmuz'da Abdülhamid boyun eğdi ve "özgür­ lük, eşitlik, kardeşlik ve ada let " diye haykıran çok büyük bir insan kalabalığı sokakları doldurdu. K alabalık, anaya­ saya bağlılık andı içilmesini nazırlarda n istiyordu. 1 9 Temmuz 1 908'de Enver, bu devrimin "kahramanı " olarak yenmiş kişi davranışı ile Selanik'e girmişti. Olym­ pus Pa lace Oteli' nin balkonundan anayasanın yeniden ka­ bul edilişini ilan ederken, arkasında duran subaylar arasın­ da Kaymakam Mustafa Kemal de bulunuyordu. Savaşıma ilk başlayanlardan biri olduğu halde kalabalığın hiç tanıma­ dığı, ikinci ya da üçüncü sırada biri olarak yer alıyordu. " İt­ tihat ve Terakki" komitesinin ağır basan iç çevresinin dışın­ da kalmıştı. Arkadaşları arasında askerlik yeteneklerinden ve bilgisinden olduğu kadar devrim konusundaki gö� evse­ verliği bakımından da saygı görmekle birlikte, sürekli ola­ rak kuşku ve eleştiriler öne sürdüğü, devrimin bundan son­ raki gelişmesi konusunda kuşku dolu yargılarda bulunduğu için komitenin önderlerinde güvensizlik uyandırmıştı. JÖN TÜRKLERLE ÇATIŞMA· Lenin, daha 1 908 Ağustosu' nda, 1 908 burjuva Jön Türkler devriminin "ancak yarım bir zafer ya da zaferin yal­ nız küçük bir parçası " (7) olduğunu belirtmişti. Yarımlığı(7) W.I. Lenin. "Zündstoff in der Wetlpolitik" Wcrkc. Bd. 15. Bcrlin 1 962, s. 1 1 7.

38


nın bir yanı, anaya sanın yeniden kabulünden sonra Abdül­ hamid' e hiç dokunulmamasıydı. Bu, ona ve feodal-dinci sa­ ray kliğine Jön Türklerin partisinin iktidarına karşı 1 3 Ni­ san l 909"da karşı-devrimci bir darbeyi sahnelemek olana­ ğını verdi. Yobaz hocalar İ stanbul garnizonunun askerleri­ ni kışkırttılar. Askerler çok sayıda subayı öldürdüler, par­ lamentoyu kuşattılar ve anayasa ile zedelenen şeriatın, kut­ sal İslam hukukunun korunmasını istediler. Abdülhamid b u konuda büyük bir istekle gereken sözü verdi ve yaman bir gericiyi sadrazamlık görevine getirdi. Ama karşı-darbe faz­ la gecikmedi. Enver Bey, Mustafa Kemal ve komitenin öte­ ki subayları, 2. ve 3 . kolordu birliklerinden bir "Harekat Or­ dusu" kurması için Mahmut Şevket Paşa 'yı harekete ge­ çirdiler. Bu ordunun kurmay başkanı Mustafa Kemal 'di. Böyle bir görev için üstün a skerlik yeteneklerini daha ön­ ce de kanıtlamıştı. İstanbul halkına yazılan bildiri de onun ka leminden çıkmıştı. 24 Nisan l 909'da kısa bir çarpışma­ dan sonra Harekat Ordusu İstanbul 'a girdi. Enver, ilk sü­ vari birliğinin baş ında kente girerek "devrimin" kurtarıcı­ sı olarak görünmeyi düzenlemişti. Abdülhamid tahtını yi­ tirdi. Yerine, tamamıyla "İttihat ve Terakki " komitesinin elinde olan Mehmet Reşat geçti. Ancak 1 908 devriminin öteki "yarımlığı " daha önem­ li sonuçlar verir nitelikteydi. İttihat ve Terakki Partisi, 1 909 ilkyaz programında, " ha lkın kendi egemenliğinin kurula­ cağı ve kuvvetler ayrılığına dayalı anayasa sisteminin tam olarak gerçekleştirileceği" sözünü verdi. (8) 1 7 Ara lık ( 8 ) G. Jaschkc, Die Çntwicklung des Osmanischen Verfassungsstaates von den Anfangen bis zur Gcgenwart, Berlin 1 9 1 7, s. 42.

39


1 908'den sonra Osmanlı İmparatorluğu 'nun gene b ir par­ lamentosu vardı. Anayasa da bütün yurttaşların yasa önün­ de eşit olduğunu, toplanma özgürlüğünü, basın ve haberal­ ma özgürlüğünü güvenceye bağlıyordu. Artık yazarlar ve yayımcılar oldukça serbest halde toplumsal, felsefi ve ay­ nı zamanda dinsel sorunlar üzerinde yazabi liyorlardı. Or­ tak tartışmalarının ana konusu, geleceğin T ürkiyesi ' inin nasıl olması gerektiği üzerinde toplanıyordu. Bütün halk yı­ ğınına, 1 908 devrimi, hiç bir yarar sağlamadı. Feodal aşar, başlangıçta söz verildiği halde kaldırılmadı ve Aydın ilin­ de çıkan bir köylü ayaklanmasını Jön T ürkler acımasız bas­ tırdılar. 1 872 'de ilk ücret savaşımını veren işçiler, önceleri sendikalar ve 1 9 1 0 'da da Osmanlı Sosyalist Partisi'ni kur­ dular. Ama hemen ardından, egemen Jön T ürklerin çevre­ leri, işçilerin grev yapmasını yasakladılar ve örgütlerini de yeniden dağıttılar. Anayasanın tanıdığı siyasal özgürlüklerin yalnızca ka­ ğıt üstünde bulı.induğu anlaşıldı. 1 9 1 2 Temmuzu ile 1 9 1 3 Aralık ayı ara sındaki kısa bir ara lık dışında 1 9 1 8 ' e kadar iktidarda İttihat ve Terakki Partisi bulundu. Daha doğrusu gerçekte partiye ve ülkeye sınırsız olarak egemen olan üç kişi vardı : Enver, (9) 1 9 1 3 'ten başlayarak Harbiye Nazırı, 1 9 14 'ten sonra padişahın damadı; Cemal, 1 9 1 4 'ten sonra İstanbul askeri valisi, daha sonra Bahriye Nazırı ve Suri­ ye'de "padişahın vekili " ; Talat, Dahiliye Nazırı ve 1 9 1 6'dan (9) Enver de, Mustafa Kemal gibi 1 88 1 yılında doğdu, bir dcmiryolu me­ murunun oğluydu. Gene onun gibi askeri okullarda ve İ stanbul Harp Akademi­ si ' ndc eğitim gördü.

40


sonra sadrazam. Parlamento, padişah, sadrazam ve öteki na­ zırlar, çıplak diktatörlüğü gizleyen b ir incir yaprağıydı. Bü­ yük toprak sahipleri ile rüşvetçi memurların büyük kısmı­ nın yeni kişilerden korkacak bir durumu yoktu, onların buy­ ruğuna girdiler. Jön Türklerin önderleri için önemli olan, iç reformları yapmaktan çok, imparatorluğun çöküşünü bü­ tün araçları kullanarak önlemekti. Anayasanın buna yeter­ li olmadığını anlayınca, Abdülhamid'in yöntemlerine baş­ vurdular. Aradaki tek fark, Abdülhamid'in göze çarpma­ yan sürgünleri yeğ görmesine karşılık, şimdi darağaçları­ nın yerden ot gibi bitmesiydi. 23 Temmuz 1 908 'de ve onu izleyen günlerde İstan­ bul 'da ve bütün Osmanlı İmparatorluğu 'nda Müslümanlar­ la Hıristiyanlar, Türklerle Ermeniler; Bulgarlarla Rumlar sokaklarda sarmaş dolaş olmuşlardı. İnsanları gerçek bir kardeşlik coşkunluğu sarmıştı. Jön Türkler, değişik dinler ve milliyetler arasında fark olmadığını ilan etmişlerdi. A­ ma "Osmanlılik" bayrağı altında, halkların özgürce, eşit­ çe ve barışçı biçimde birleşmesi yolundaki düş hemen or­ tadan kayboldu. Jön Türklerin önderleri bundan ne anladık­ larını, iktidarı güvence altında sandıkları andan sonra açı­ ğa vurdular. 1 6 Ağustos l 909'da bir yasa ile, etnik ya da ulusal temele dayalı siyasal kuruluşların meydana getiril­ mesi yasaklandı. 1 908 devrimine kısmen etkin biçimde ka­ tılmış çeşitli Balkan halklarının kulüpleri ve dernekleri böy­ lece kapatıldı. Aynı yılın 27 Eylülü'nde " soygunculuğu ve ayaklanmayı önleme yasası" bunu izledi. Hükümet, artık Balkanlar'daki çete denilen silahlı birlikleri silahsız duru41


ma getiriyor, dağıtıyor ve silah taşımayı ağır cezalara uğ­ ratabiliyordu. Jön Türkl�rin önderlerinin tek isteği, bütün imparatorluğa, Arnavutlara, Bulgarlara, Ermenilere, Kürt­ lere ve Araplara, Türk dilini zorla kabul ettirmekti. Türk­ çe her yerde ve bütün okullarda resmi dil oldu. Yalnız Türk­ çe konuşabilen parlamentoya üye seçilebiliyordu. Talat, bu politikayı partinin gizli bir toplantısında şöyle açıkladı: "İmparator! uğu Osmanlılaştırma görevinde başarı sağlama­ mıza kadar eşitlik söz konusu olamaz . . . " ( 1 O). Bu, hem ger­ çeklikten uzak, hem de serüven demekti ve Birinci Dünya Savaşı ' nın gösterdiği gibi, Türk halkının da varlığını tehli­ keye soktu. Ermenilere karşı girişilen yeni toplu öldürmeler ve Ar­ navutları cezalandırma seferleri, bunlara bizzat katılmak zo­ runda kalan Mustafa Kemal 'de "Osmanlıcılık " konusunda duyduğu kuşkuları güçlendirmekten başka bir etki yapma­ dı. Bununla birlikte, Mustafa Kemal'in yaşamının bu bö­ lümüne ilişkin belgeler, Jön Türklerin politikası için olum­ lu bir seçenek sahibi olduğunu ileri sürmemize olanak ver­ miyor. Ancak kesin olan bir nokta var: 1 908 'den sonra olup bitenler onu derin bir düş kırıklığına uğrattı, önderlere kar­ şı eleştirileri acı ve iğneleyici bir biçime girdi. Bir gün Se­ lanik'te Cafe Gnogno'da arkadaşlarının önünde yaptığı uzun bir konuşmada, siyasal bir kişiliğin asıl büyüklüğünün ne olduğunu açıklarken, bunun vatanı kurtarmak olduğunu, kendi gösterişini sergilemek sayılamayacağını belirtti. Çok ( 1 0) Alıntı: B. Lewis, The Emergencc of Modern Turkey, London/Ncw Y­ ork/ Toronto, 1 96 1 , s. 2 1 4.

42


iyi ilişkiler kurduğu Cemal 'in dikkatini, Jön Türklerin po­ litikasının serüvenciliğine çekerek şöyle dedi : "Gerçekçi­ lik duygusu bütün alanlara girememiştir. Aramızda, ham hayallar ve eskimiş uydurma şeyler peşinde koşan çok sa­ yıda kimse var." ( 1 1 ) Mustafa Kemal partinin yönetimine karşı bir çıkışta daha bulundu ve bunu, 1 909 yazında İttihat ve Terakki Par­ tisi 'nin ilk açık kongresinde delege olarak yaptı . Zamanın önderlerinin yeniden seçilmesini önlemek istiyordu. Konuş­ masında şöyle dedi: "Biz subaylar, partide kaldığımız süre­ ce ne güçlü bir parti, ne de güçlü bir ordu meydana getire­ ceğiz. 4. Kolordu'da subayların çoğu aynı zamanada parti üyesidirler ve 3 . Kolordu için birinci sınıf bir askeri birlik­ tir denemez. Ayrıca, gücünü orduya dayandıran bir parti as­ la halkta yankı bulamaz. Bunun için partide kalmak isteyen bütün subayların ordudan ayrılmaları gerektiğine şimdi bu­ rada karar verelim." ( 1 2) Gerçi kongre böyle bir karar ver­ di, ama önderleri özellikle bunun dşında bıraktı. Mustafa Ke­ mal, gene Enver ile adamlarının siyasal bakımdan oyununa gelmişti. Kendisi karara uydu, partiden çıktı ve subay ola­ rak kendini görevine verdi. Bir süre komuta ettiği 38. Piya­ de Alayı 'nın subayları ve erleriyle iyi ilişkisinin bulunma­ sı, parti tarafından gizli örgütçülükle suçlanmasının nedeni oldu. Kendisini daha iyi gözaltında bulundurmak için İstan­ bul'da Harbiye Nezareti 'ne atamasını yaptı lar. ( 1 1 ) " Lcs Souvcnirs du Gazi Moustafa Kemal Pacha". yayımlayan V. J . Dcny. Revue des Etudes lslamiques. 1 / 1 927. s. 1 39. ( 12) Alıntı: İ rfan Orga. Phocnix Ascendant, London 1 958. s . 3 8 .

43


Mustafa Kemal 'in kişisel yenilgisi, Türkiye'de burju­ va devrimini "yarım zaferlerden" öteye götürmek isteyen herkesin yenilgisiydi. Lenin o sıralarda Türk halkı ile bir­ likte Mustafa Kemal 'in tutması gereken yolu göstermişti : "Devrimlerde böylesi yarım zaferler... yeni, çok daha önem­ li, daha sert, içsavaşın daha büyük halk yığınlarını kapsa­ yan dönüşümleri için en sağlam güvencedir." ( 1 3). Bununla birlikte Jön Türklerin bir noktada hakkını ye­ meyelim: Onlar çok ağır bir mirası yüklenmişlerdi. Os­ manlı İmparatorluğu yalnızca iç çöküşle karşı karşıya de­ ğildi. Emperyalist devletlerin ve tekellerin pazarlar, serma­ ye yatırımları, etkinlik bölgeleri ve sömürgeler bulma yo­ lundaki savaşımı da yüzyılın başından bu yana şiddetlen­ miş, Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığını tehlikeye sok­ muştu. Yerel bir bunalımın bir dünya çatışmasına dönmesi her an olanaklıydı. Yabancıların gözünde Türkiye'yi saldı­ rı için daha büyük bir hedef haline getiren 1 908 devrimin­ den sonra, önce Avusturya-Macaristan, 1 87 8 'den bu yana işgal altında bulundurduğu Türklerin Bosna ve Hersek il­ lerini kendi topraklarına kattı. Rus Dışişleri Bakanı İzvols­ ki, bir zarar ödentisi karşılığında bu katıma razı oluverdi. Ödenti, Rus savaş gemilerine boğazların açılmasına Avus­ turya'nın karşı koymayacağına söz vermesinden başka bir şey değildi. İzvolski, İtalyanların Trablusgarp' ı ele geçir­ melerine razı olmakla, onların da "onayını" sağladı. Ama bu devletler, dünya hegemonyası uğrundaki sa( 1 3) W.

44

1. Lenin. Werke, Bd. 1 5 , s. 1 1 7.


vaşım konusunda yalnızca ileri karakol çarpışmaları veri­ yorlardı: Almanya ve İngiltere asıl tarafları meydana geti­ riyordu; "üçlü İttifak" ile " itilaf" da onların öncülüğünde­ ki askeri müttefiklerdi. Dünyanın yeniden bölüşülmesini is­ teyen Alman tekeJleriyle onların diplomatik yardımcıları, İngiliz İmparatorluğu'nun ana bağlantı hatlarına -Süveyş Kanalı ve Hint Okyanusu- doksanıncı yıllardan bu yana teh­ like olacak kadar yaklaşmayı becermişlerdi. Bu konuda Al­ man Dışişleri Bakanlığı şu reçeteye göre davranıyordu: " Önemli olan, İngiltere ile Rusya'nın Asya'daki rekabetin­ den kendi çıkarımıza öylesine yararlanmaktlr ki, İngiliz as­ lanı önünde hemen şöyle bir eğilmekle, Rus ayısı önünde şöyle bir nazik selamla, İran körfezinde bulunan Kuveyt'e inmek için kendimize bir yol açalım." ( 14 ). Deutsche Bank tarafından denetim altında bulundurulan Anadolu Demir­ yoJları Şirketi 1 902 'de Konya'dan İran körfezine uzanacak demiryolunu yapma imtiyazını aldı. Deutsche Bank, Türk maliye ekonomisinde o güne kadar süren İ ngiliz-Fransız üs­ tünlüğüne de son verdi. Birinci dünya Savaşı 'ndan önce ya­ pılan yabancı sermaye yatırımlarının yüzde 60'ı Fransa'ya, yüzde 25 .4 'ü Almanya 'ya düşüyordu. İngiltere 'nin bu alan­ daki payı ise yüzde 1 4 . 5 ' e düşmüştü. Osmanlı İmparator­ luğu, Alman finans-kapitaline 20 milyon Türk Lirası borç­ lanmıştı. Krupp firması, Osmanlı ordusuna silah, cephane vermek için uluslararası silah şirketlerinin yarışmasını açık( 1 4 ) Die Grosse Politik der Europaischen Kabincttc 1 87 1 - 1 9 1 4. lm Autt­ ragc dcs Auswartigcn Amtes hg. v. J. Lepsius/A. Mendelssohn Bartholdy/F. Thimme. Bd. 1 7. Berlin 1 924, no 5 2 1 3 . s. 375.

45


ça kazandı. Bu konuda, Feldmareşal von der Goltz' un ( 1 883- 1 895) askeri kurulundan bu yana Türkiye 'de sürek­ li olarak kalan çok sayıdaki Alman askeri danışmanları, Krupp'a yardımcı oldular. Alman emperyalistleri "barışçı sızma" yolu ile; İngiltere ' nin M ısır'da elde ettiği gibi üs­ tün bir durumu Türkiye'de kendilerine sağlamak isityorlar­ dı. Yalnız ekonominin, ordunun ve yönetimin en önemli ko­ muta noktaları Almanların elinde bulunursa, Osmanlıların sözde bağımsızlığı korunabilir ve korunmalıydı. Bu durum karşısında Jön Türklerin önderleri nasıl dav­ ranıyordu? Birçok yurtsever subay ve aydının umut ettiği gibi, yabancı etkisini uzaklaştırmak için çaba gösteriyorlar mıydı? Böylesi umutlar boşunaydı. Jön Türkler, kaba "Os­ manlılaştırma" politikası ile bu olanağı bizzat yok ediyor­ lardı. İmparatorluk sınırları içindeki öteki halkların gem­ lerini elde tutabilmek için, Alman emperyalistlerinin yar­ dımını gereksiniyorlardı. Sonuç: Enver Paşa ve kliği, Al­ man bankalarından eski hükümdarlara göre daha çok borç para aldılar, Krupp'tan daha .çok silah satın aldılar ve son olarak da 1 9 1 3 'te, Osmanlı ordusunu yeniden örgütlemek üzere General Liman von Sanders başkanlığında yeni bir resmi Alman askeri kurulunu İstanbul'a getirdiler. Böyle­ ce Türk genelkurmayında, topçu birliklerinde, istihkam bir­ liklerinde ve savaş sanayi inde bütün önemli görevler Alman askerlerinin eline geçti. Bununla Mustafa Kemal 'in umutları da gerçekleşme­ mişti . Gerçi ordunun yeniden örgütlenmesinin mutlak ge­ rekliliğini o da görüyordu, ama Türkiye'nin bunu kendi gü46


cü ile başaracağına inanıyordu. Önce Selanik'te bir subay yetiştirme kurumunun komutanı olarak, sonra bir piyade alayının komutanı olarak ve en sonunda da İstanbul 'da Har­ biye Nezareti ' nde büyük bir tutku ile kendisini bu göreve vermişti. 1 9 1 0 'da Picardie'de Fransız manevralarına katıl­ dı, Alman generali Litzmann'ın takım ve bölük çarpışma­ larına ilişkin iki kitabını Türkçeye çevirdi. Üstleri ile İtti­ hat ve Terakki 'nin önderleri tarafından sevilmez olmuştu. Çünkü dilekçelerinde, sunuşlarında ve kişisel görüşmeler­ de, Almanların üstün etkinliği yüzünden ülkenin bağımsız­ lığının tehlikeye girdiği konusuna onların dikkatini çekiyor­ du. Üç yıl askeri ataşe olarak çalıştığı sırada Enver'in Ber­ lin'le kurduğu sıkı siyasal ve parasal bağ dolayısıyla özel­ likle onu hedef alıyordu. Kemal muhalefetinde yalnız de­ ğildi. Jön Türklerin partisi içinde itilaf dostu güçlü bir ka­ nat da vardı. Yakınmalarında ve uyarmalarında, onlardan ve Cemal Paşa'dan anlayış görüyordu. Mustafa Kemal, o sıralarda, İstanbul 'un askeri çevrelerinde, Alman emperya­ listlerinin karşıtı olarak öylesine tanınmıştı ki, zamanın Avusturya askeri ataşesi Pomiankowski anılarında bundan söz etmiştir. Ancak İngilizlerden ve Fransızlardan yana bir politi­ kanın taraftarları ile ayrıldığı önemli bir nokta vardı: Bir şeytanın başka bir şeytanla uzaklaştırılmasını değil, vata­ nının her türlü emperyalist hegemonyadan arınmasını isti­ yordu. Bununla ilgili önemli bir kanıt belgesi var. 1 9 1 O'da 3 . Kolordu, Arnavutluk ayaklanmasını bastırdıktan sonra, kolordu subayları birlikte oturuyorlardı. Alman danışman, 47


zaferin şerefine kadeh kaldırdı. Bunun üzerine Mustafa Kemal ayağa kalktı ve genç bir yaverin Almana çevirdiği karşılığı alaylı biçimde verdi: "Türk subayı olarak Arna­ vutluk' un teslim alınması gibi önemsiz bir olay için kade­ himi kaldıramam. Bunu yaparsam, üzüntüden başka bir şey duymam. Kendi sınırları içinde kazandığı bir başarıdan do­ layı Türk ordusu için, Osmanlı ordusu için değil -böyle bir şey yoktur-, kadeh kaldırılırsa benim buna üzülmem gere­ kir. Beni dinleyin, arkadaşlar: Osmanlı ordusunun değil, Türk ordusunun, Türk ulusunun bağımsızlığını kurtaraca­ ğı gün gelecektir. O zaman ordumuzun şerefine göğsümüz kabararak ve mutlulukla içeceğiz! " ( 1 5) . Görkemli bir gelecek görünümü, ama hepsi b u kadar. Dünya emperyalizmi henüz gücünün en yüksek noktasın­ da bulunuyor ve Asya ile Afrika halklarını siyasal ve eko­ nomik boyunduruğu altında sımsıkı tutuyordu. Böyle bir görünümün gerçek olabilmesi için önce dünya tarihi bakı­ mından köklü değişmeler olmalıydı. Önce Türk köylüsü as­ ker kılığı içinde, kendisi için hiç de önemli olmayan bir so­ run için, Osmanlı İmparatorluğu'riun ayakta kalması için çok kanlar dökecekti. 27 Eylül 1 9 1 1 'de İtalyan birlikleri, sömürge olarak kendi topraklarına katmak üzere Türklerin Trablusgrap ili­ ne saldırdılar. İtalyan emperyalistleri Türkiye'nin bölüşül­ mesinde geri kalmak istemiyorlardı. Zayıf Türk garnizon­ larının kısa zamanda üstesinden gelindi. Ama İtalyanlar ül( 15) Alıntı: Orga. s . 39.

48


kenin içine doğru yayılmak istediklerinde, Arap bedevi aşi­ retlerinin sert direnmesi ile karşılaştılar. İtalyan birlikleri "ceza olsun diye" 3 . 000 Arabı öldürdüler, aileleri toptan yok ettiler, kadınları ve çocukları kılıçtan geçirdiler. Lenin, daha o zaman, karaparçasının iç taraflarında Arap aşiretle­ rinin İ talyan katımına razı olmayacaklarını görmüştü. Bu halkların önünde uzun ve dikenli bir yol görüyordu, ama günün birinde sömürge efendilerinin üstünlüğüne son ve­ receklerine kesinlikle inanıyordu. Jön Türkler kabinesi, Trablusgarp'ı yitirmek isteme­ di, İslam dünyasındaki saygınlığını yitirmekten kaygı du­ yuyordu. İtalyan donanması Doğu Akdeniz'e egemen ol­ duğu için hükümet karayolu ile Trablusgarp'a bir subay grubu yolladı. İtalya'ya karşı savaşta komutayı Enver üze­ rine aldı. Mustafa Kemal de Anadolu, Suriye Mısır üzerin­ den Trablusgarp'a geçti. Mısır'da bedevi kılığına girdi. Çün­ kü İngiliz makamları Trablusgrap sınırını kapatmışlardı. İn­ giliz gizli servisi, arkadaşlarından ikisini tutukladı. Sınır is­ tasyonundaki Mısırlı subaya, Mustafa Kemal ' in tam bir ki­ şilik tanımlaması bildirildi : ince ve uzun boylu, mavi göz­ lü, açık sarı saçlı, çok az arapça bilir. Tren istasyona girdi­ ği zaman M ısırlı subay Mustafa Kemal ' i hemen buldu. A­ ma İngilizlere olduğu kadar İtalyan emperyal istlerine de ki­ ni vardı; mavi gözlü Türkü hemen bıraktı ve aynı belirtile­ ri taşıyan bir Berberi 'yi tutukladı. 9 Ocak l 9 1 2 'de Mustafa Kemal Tobruk önündeki i lk çarpışmada başarıl ı oldu. Bu arada binbaşılığa yükseltildi ve Deme önlerinde bulunan Arap savaşçı larının komutası49


nı ele aldı. Karargahı, Türk Başkomutanı' nın, Yarbay En­ ver'in süslü çadırının kurulu olduğu yerde bulunuyordu. Yürekli bedeviler ölümü iyice göze alarak İtalyan mevzi­ lerine saldırıyor, birçok küçük başarılar sağlıyorlardı. Ge­ ne de bu savaşı kazanamazlardı. Yakında bulunan İtalya'dan silah ve asker getiren yeni gemiler durmadan Trablusgarp l imanlarına giriyordu. İtalyan gemi topları Derne vadisini bir mezara çevirdi. Enver, halifenin temsilcisi olarak Arap şeyhlerinden saygı bekliyordu. İtalyanların gene denize doğru atılacak­ larına kesin inanç içinde, birinin ardından başka bir büyük plan hazırlıyordu. P lanlarını Kemal ile görüştükçe, arala­ rında sert tartışmalar çıkıyordu. Daha önceki yı Harda da sö­ zu edilen siyasal nedenler yüzünden birbirlerinden çok uzaklaşmışlardı. Enver, karakter bakımından kendisinden çok değişik olan Kemal' i, aynı zamanda kişisel düşmanı ve rakibi olarak görüyordu. Pomiankowski, Enver' i "doğuş­ tan akıllı ve becerikli, kişilik bakımından metin ve yürek­ li, alçakgönüllülük maskesi altında ölçüsüz biz tutkuyu giz­ leyen" kişi olarak tanımlar. Ama onda "olabilen ve erişi­ lebilen konusunda şaşılacak bir sezgi eksikliği bulunduğu­ nu" da anlatır. ( 1 6) Buna karşılık Mustafa Kemal için yal­ nız kesin gerçekler ve sayılar söz konusudur. Enver, talihe güvendiği halde, Kemal üstün bir satranç oyuncusu gibi her gerçek olanağı nerdeyse matematiksel bir incelikle tartar ve düşmanın yapılabilecek karşı çıkışlarını hesaplardı. En( 1 6) Pomiankowski, s. 39.

50


ver' in her strateji kararına karşı eleştirici, bazen de iğnele­ yici sözlerini öne sürüverirdi. Trablusgarp serüveni bu iki insan arasındaki ayrılığı, bir daha giderilemeyecek ölçüde derinleştirdi. Trablusgarp 'ın acımasız çöl güneşi altında kanlı çar­ pışmalar bir yıla yakın sürdü. 1 9 1 2 Ekim ayının ortasında Türk subaylarına, Balkan bloku devletlerinin -Karadağ, Sır­ bistan, Bulgaristan ve Yunanistan- Osmanlı İmparatorlu­ ğu'na karşı birbiri ardından ilk Balkan savaşını başlattık­ ları haberi ulaştı. Çarlık Rusyası, meydana getirdiği Bal­ kan blokunu, yaklaşmakta olan dünya çatışmasında, özel­ likle Avusturya-Macaristan ve Almanya'ya karşı kullanma­ yı düşünüyordu. Ama alet ustasının elinden kaydı . Emper­ yalist Rusya savaş hazırlığını yapmadan, Balkan devletle­ ri, ulusal hedeflerine ulaşmak, Arnavutluk, Makedonya, Trakya üzerindeki Türk egemenliğine son vermek için ha­ reket geçti. Babıali, Roma ile çabucak barış yapmak zorunda kal­ dı ve subayları Trablusgarp'tan geri çağırdı. Mustafa Ke­ mal, 1 9 1 2 Kasımı sonunda başkente vardığı zaman, her şey olup bitmişti. Türk ordusuna hızlı ve yok edici bir yumruk vurulmuştu. Bulgarlar, İstanbul'un 40 km. batısında bulu­ nan Çatalca hattına erişmişlerdi. "Avrupa Türkiye" artık yoktu. 3 Kasım 1 9 1 2 'de Osmanlı hükümeti, barış antlaşma­ sında aracılık yapmaları için büyük devletlere başvurdu. Mustafa Kemal, İstanbul sokaklarında tarifsiz bir se­ faletle karşılaştı. Parçalanan ordu ile birlikte yaralı dolu ara­ balar, Makedonya'daki yurtlarını terk eden onbinlerce Müs51


lüman Türk kente akın ediyordu. Kemal, yetersiz ve rüş­ vetçi ordu komutanları ile valiler konusunda yeteri kadar uyarılarda bulunmuştu. Ama yıkılışın bu ölçüye vardığına kendisi bile inanmak istemiyordu. Sağlık işlerinin ve geri hizmetlerin daha savaş başlangıcında korkunç bir durum­ da bulunduğunu kendisine anlatmışlardı. Bir mil ötede in­ sanlar açlıktan ölürken, koyunlar vagonlarda açlıktan telef oluyor, buğdaylar ambarlarda çürüyordu. Sokaklarda, ca­ mi avlularında, kentin kenarında aceleyle kurulmuş çadır­ larda konaklayan insan yığınları arasında kolera ve tifo ya­ yılmıştı. Soğuk kuzey rüzgarları gerisini tamamlıyordu: 1 9 1 2- 1 3 kışında açlık, hastalık ve soğuk, onbinlerce insa­ nı silip süpürdü. Mustafa Kemal, bu perişanlığın ortasın­ da, Selanik'ten kaçmış olan annesini ve kızkardeşini gün­ lerce aradı. Sonunda onları bir göçmen kampında buldu. Annesi yaşlanmış, gözleri nerdeyse görmez olmuştu. On­ ları İstanbul 'da bir yere yerleştirdi. Sonra Harbiye Nezareti 'ne giderek geldiğini bildirdi ve 25 Kasım 1 9 1 2 'de yeni bir görev aldı. O güne kadar Ge­ libolu yarımadasını Bulgar saldırılarına karşı tutmuş olan Bolayır Kolordusu'nun kurmaybaşkanı olmuştu. Ama şim­ dilik ateşkes vardı. 1 9 1 2 Aralık ayı ortasından bu yana Londra'da, savaşan taraflar ile büyük devletler, barış ko. şulları üzerinde görüşmeler yapıyordu. Gerek Avusturya­ Macaristan, gerekse Rusya, bencil nedenlerden dolayı güç­ lü bir Bulgaristan istedikleri için, Avrupa'daki hemen bü­ tün toprakları elinden alınmak istenen Türkiye'nin zararı­ na büyük devletler arasında bir uyuşma meydana geldi. 52


1 9 1 2 Temmuzu'ndan bu yana İttihat ve Terakki'nin görev almadığı Kami l Paşa Kabinesi, teslim olmaya ·hazırdı. Trablus 'tan henüz dönmüş olan Enver, bir hükümet darbe­ si yapmak için bu durumdan yararlandı. 23 Ocak'ta küçük bir subay grubu ile kabinenin toplandığı odaya girdi, kor­ kulu nazırlardan birini vurdu ve Kamil Paşa'yı çekilmeye zorladı. Enver'in Harbiye Nazırı olduğu, Mahmut Şevket Paşa'nın Jön Türkler kabinesi, barış antlaşması koşulları­ nı kabul etmedi ve 3 Şubat'ta savaş yeniden başladı. En­ ver'in savaş planı, Bolayır'ın kuzeyinde bir kara hareketi­ nin desteği ile Gelibolu Yarımadası ' ndan çıkış yaparak ku­ zeye doğru Bulgar cephesini yarmak, kuşatılmış olan Edir­ ne'yi kurtarmak ve böylece de İstanbul önündeki Balkan orduları cephesini yıkmaktı. Mustafa Kemal, bir savaş ge­ misinde yapılan durum görüşmesinde gene Enver'le karşı karşıya geldi. Bulgar mevzileri çok iyi -hem de derinliği­ ne- pekiştirildiği ve düşman, iç hattaki güçlü yedek birlik­ leriyle harekete geçebileceği için, planın uygulanması ola­ naksızdı. Bu yüzden Enver, konuşulacak bir kişi değil, buyrukları yerine getirilecek biriydi. Saldırı fiyasko ile sonuçlandı. Çıkarma birliği, geride 6.000 ölü bıraktı. Sağ kalanlar da gemilere kaçtılar. Mustafa Kemal' in yanında bulunduğu birlikler er sayısının yarısını yitirdi ve çıkış mevzilerine geri atıldılar. Jön Türkler hükümeti, Kamil Paşa kabinesinin kabul etmek istediği barış koşullarını im­ zalamak zorunda kaldı. İlk Balkan Savaşı, Avrupa'da vak­ tiyle çok güçlü olan Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye yalnız İstanbul ile, Enez-Midilli hattına kadar bir toprak 53


parçasının kalması biçiminde sona erdi. 1 9 1 3 yazında Bal­ kan devletleri İ kinci Balkan savaşında ganimet kavgası yü­ zünden çözülme gösterdikleri için, Türkiye, bu fırsattan ya­ rarlandı ve Edirne'yi geri aldı. Bu yüzden Enver ününü ar­ tırdı. İstanbul ' un bütün vitrinlerinde onun resmi şu altya­ zı i le görülüyordu: " Edirne fatihi ! " 1 0 Ağustos 1 9 1 3 ta­ rihli Bükreş Barışı ile Türkiye, Edirne ile birlikte Meriç' e kadar Doğu Trakya 'yı geri alıyor ve bugün de geçerlikte bulunan sınır çiziliyordu. Balkanlarda Osmanlı egemenliğinin çöküşü, Jön Türk­ lerin inanılır olmayan devlet ülküsü "Osmanlıcılığı " da ke­ sinlikle ortadan sildi. Jön Türklerin jdeologları arasında hemen "Türkçülük" akımı yayıldı. Yayımcılar ve eğitim­ ciler uzun süredir, pek az dikkati çekmekle birlikte, roman­ tizmle karışık bir Türk milliyetçiliğini savunuyorlardı. Es­ kiden Anadolu köylüsünü tanımlamak için kullanılan, kü­ çümsemeli "Türk" sözünü gene onurlandırdılar. Türk halk dilini edebiyata sokma, okumuşların dilini Farsça ve Arap­ ça öğelerden arıtma çabası güdüyorlardı. Türk toplumun­ da Müslümanlıkla i lişkinin kuruluşundan önceki eski Türk halk yaşamı ve sanatı üzerinde duruluyordu. 1 9 1 2 'de Türk Yurdu dergisi çıkmaya başladı. Aynı yıl "Türk Ocağı " de­ nilen kulüp kuruldu. Yazar Ziya Gökalp ( 1 875- 1 924), genç Türk aydınlarının fikir önderi oldu ve Mustfifa Kemal'i de çok etkiledi. Gö­ kalp'ın görüşlerinin temel düşüncesi, Türk ulusunun ulusal kültürünü yeniden bularak yenileşmesi gerektiğinde toplanı­ yordu. Bu arayışta önderliği, bir düşünür seçkinler grubu ya54


pacaktı. Ancak bundan sonra Avrupa uygarlığının önemli edinimlerini -Ziya Gökalp yaygın bir sanayileşmeden yanay­ dı- Türk kültürüne katmak olanağı vardı. Bu hedefe, aydın­ larla halk arasında kurulacak sıkı bir bağ ile ulaşılabilirdi. Bu burj uva-milliyetçi ideoloji, Türkiye'nin, Çin, İran ve sömürge ülkeler gibi emperyalizme karşı büyük burju­ va-demokratik hareketlerin ve ayaklanmaların arifesinde bulunduğunu gösteren bir işaretti . Bu ideolojinin sınıfsal bencilliği ve burj uva sınırlılığı, Ziya Gökalp'in toplumun gelişmesi için asıl öğeyi milliyetçilikte görmesinden ileri geliyordu. Ona göre, Türkiye'de sanayileşme ile birlikte kendini gösterecek olan sosyalizm de kaçınılması gereken bir şeydi: " Yalnız siyasal savaş sırasında değil, ekonomik savaşımda da ulusal ülküler sınıfsal ülkülerden her zaman önde gelmelidir." ( 1 7) . Özellikle bu g� rüş, l 9 l 9'dan son­ ra Kemal Atatürk'ün siyasal tutumunu belirlemiştir. <?ysa bu sıralarda Lenin, ezilen halkların ulusal kurtu­ luş savaşımının, emperyalizme karşı uluslararası sınıf sa­ vaşımının bir parçası olduğunu belirtmiştir. Bundan dola­ yı ezilen ülkelerin sosyalistlerinden, burjuva-demokratik ulusal kurtuluş hareketini kesinlikle desteklemelerini, ay­ nı zamanda da küçük ulus sınırlılığına, bencilliğe, hareke­ tin kendi kabuğu içinde kalmasına ve soyutlanmasına kar­ şı savaşmalarını istedi. Ayrıca ezilen ulusların sosyalistle­ ri, ezilen ulusun işçileri ile ezen ulusun işçileri arasında bir­ lik kurmalı ve bunu savunmalıydılar. ( 1 7) Alıntı: E. Wemer, " Wesen und Formen des Türkischcn Nationalis­ mus", in ZfG. 1 0/ 1 968, s. 1 304.

55


·

"Türkçülüğün" burj uva milliyetçiliği için tipik olan gerici öğelerini, şovenist " Pantürkizm" ya da "Turancı­ lık" ortaya koyuyordu. Ziya Gökalp'in yapıtında bu da var­ dı. 1 9 1 1 'de yazdığı "Turan" adlı şiirinde, Türklerin vata­ nının, ne Türkiye, ne de Türkistan, büyük ve ölümsüz ülke Turan olduğu görüşünü buluruz. Jön Türklerin önderleri, burada yatan, Anadolu'dan Orta Asya ve Moğolistan'a ka­ dar Türkçe konuşan bütün halkların birleştirilmesi olanağı konusundaki düşünceye sarıldılar. Talat Paşa, "Bu bizi Sa­ rı Denize kadar götürebilir! " diyerek Turancılığa hemen si­ yasal bir patlama gücü verdi. ( 1 8) . İttihat ve Terakki Parti­ si 'nin egemen çevreleri- Birinci Dünya Savaşı 'nın arifesin­ de, herkesin kendi ulusal toplumu üzerindeki düşüncelere olan i lgisini, saldırgan bir yayılma programına doğru yö­ nelttiler. Enver, bunu ancak Alman emperyalistlerinin yar­ dımı ile gerçekleştirebilirdi. Çünkü program ilk planda Rus egemenliği altında bulunan bölgeleri (Kafkasya, Kırım, Or­ ta Asya) içine alıyordu. Ünl ü Türk yazarı Halide Edip' in anılarından anlaşıldığına göre, böyle serüvenli bir progra­ mı zamanın burj uva Türk aydınlarının büyük bir kısmı ka­ bul etmiyordu. Mustafa Kemal ' in, Enver' in politikasını eleştirisi arasında bunları da sayabiliriz. 27 Ekim 1 9 1 3 'te, Mustafa Kemal, Sofya'da Türk as­ keri ataşeliği görevine başladı. Atatürk üzerine kitap yazan­ lardan bazılarının belirttiği gibi, Enver Paşa'nın, böylece tedirgin edici bir eleştiriciyi ordudan uzaklaştırmak istedi( 1 8 ) Mcmoirs of Halide Edip, London 1 926, s. 3 1 5 .

56


ği akla yakın geliyor. Daha önce Abdülhamit zamanında da görülen bir uygulamaydı bu. Ama Enver Paşa, eskiden ol­ duğu gibi şimdi de Harbiye Nezareti'nin ataşeler dairesin­ deki yazı masalarına Kemal'in raporlarının gelmesini, İs­ tanbul 'da olup bitenler konusunda çok sayıda arkadaşının Kemal ' i sürekli olarak haberdar etmesini önleyemedi. Sofya Elçisi Fethi Bey, Kemal 'i, Bulgar başkentinin ki­ bar, feodal-burjuva toplumuna soktu. Kemal, bir generalin kızı ile ilişki kurmak istedi, ama olumlu karşılık alamadı. Sofya salonlarındaki kadınlar onu fazla "taşralı " buluyor­ lardı. Kendi si gerçekten bu toplum için fazla diri ve yalın kişiydi. Onu etkileyen ve özendiren bir şey vardı: şu Bul­ gar kadınlarının serbest, bilinçli ve peçesiz dolaşması . Ha­ rem ve peçe ile küçük düşürülmüş Türk kadını bakımından büyük bir çelişki. Sonraları Bulgaristan 'la ilgili bir izlenimini daha açık­ lamıştı. Bir gün dans çayı sırasında bir kahvede oturuyor­ du. Şef garsonun bir köylüye servis yapmadığını ve onu dı­ şarı atmak istediğini gördü. Köylü dışarı çıkmayınca adam bir polis çağırdı. Ama polis de bir şey yapamadı, köylünün ödeyecek parası vardı. Bunun üzerine köylü şöyle dedi: "Utanmıyor musun? Sen ve Sofya halkı, hatta bütün Bul­ garistan, benim tüfeğimin ve sabanımın gölgesinde yaşıyor­ sunuz. Oysa sen, yanında yemek yeme hakkını bana tanı­ maktan kaçınıyorsun demek? " ( 1 9) Kemal bu olayı anla­ tırken, Türk köylüsünün de bu bilince erişmesi gerektiği( 1 9) Alıntı: Orga, s. 46.

57


. ni, Türkiye'nin efendisi olmasmı sözlerine ekledi. Sofya'da geçirdiği günler, Mustafa Kemal 'de yalnız Türk halkının, köylünün, Türkiye'nin alınyazısını iyiye doğru yöneltebi­ leceği düşüncesinin yerleşmesine yardım etti. ALMAN KOMUTASI ALTINDA 1 9 1 4 Temmuzu'nda İstanbul 'un daracık ve tozlu cad­ delerinde, sokaklarında oturan insanlar tropik bir sıcak al­ tında terliyordu. Boğazın kıyılarında ise yılın en sıcak mev­ siminde bile her şey güzeldir. Karadeniz tarafmdan serin bir rüzgar eser. Boğaz, tablo kadar güzel kıyıları ve masma­ vi gökyüzü ile dünyamızın en güzel köşelerinden biridir. Bu yüzden 1 9 1 4 yılının gerginlik dolu bu Temmuz günlerinde bile Tarabya otelleri ile deniz kıyısındaki villalar dopdoluy­ du. Türk ve Mısırlı prensler, yüksek rütbeliler, egemen ül­ kelerin elçileri, zengin Rum ve Ermeni bankerler, tüccar­ lar ve fabrikatörler, yazı burada geçiriyorlardı. Yeniköy'de Sadrazam Said Halim Köşkü ile Tarab­ ya'da Alman Büyükelçisi 'nin yazlığı arasında, iyi giyinmiş aylakların gözünden uzak, önemli görüşmeler oluyordu. Büyükelçi Wangenheim, 22 Temmuz'da Harbiye Nazırı En­ ver Paşa 'yı kabul etti. Enver Paşa kendisine bir ittifak öne­ risi yapmıştı. İtilaf yanlısı nazırları da bundan haberdar et­ memişti. 28 Temmuz'da, büyük dünya çatışmasının başlangıcm­ dan dört gün önce, Sadrazam Said Halim öneriyi resmen tekrarladı . 58


Bir yanda İngiltere, Fransa, Rusya, öte yanda Alman­ ya ile Avusturya-Macaristan olmak üzere taraflar arasında­ ki rekabet öylesine sertleşmişti ki, barut fıçısının patlama­ sı için küçük bir kıvılcım yeterl iydi. Bu kıvılcım, Saraye­ vo'da Avusturya veliahdı Franz Ferdinand'ın Sırp milliyet­ çileri tarafından öldürülmesi oldu. Alman emperyalistleri, uğrunda çaba gösterdikleri " güneşte yer kapma"da kendi­ lerine yardımcı olur diye, anlaşmazlığın çözümlenmesi için istekle çalışıyorlardı. 1 Ağustos 1 9 1 4 'te, Lenin 'in sözleriy­ le söylersek, " soyguncu büyük devletlerin iki grubu ara­ sında sömürgeleri paylaşma, başka ulusları köleleştirme, dünya pazarlarında üstünlükler ve ayrıcalıklar sağlama sa­ vaşı" (20) başladı. Enver Paşa' nın çevresindeki Jön Türk­ ler kliği kenarda kalmak istemiyor, topraklar ele geçirmek amacı güdüyordu. İtilafa katılma ya da hiç değilse tarafsız kalma konusunda İngiltere, Fransa ve Rusya'dan öneriler geliyordu. Türk ortaklık paylarını ve tahvillerini ellerinde bulunduran Fransız ve İngilizler, kabineye kadar ellerini uzatıyorlardı. Ama daha önce gördüğümüz gibi, bu yarış­ ta emperyalist Almanya epeyce önde gidiyordu: Ordu, stra­ tejik bakımdan en önemli olan demiryolu ve hatta Jön Türk­ lerden önemli iktidar sahipleri Alman etkisi altındaydı. Bu yüzden, Almanya'nın doğuda siyasal amaçları olmadığını, yalnızca ekonomik amaçlar güttüğünü, Orta Avrupa dev­ letlerine katılırsa Osmanlı İmparatorluğu 'na toprakları ko­ nusunda güvence sağlama ve belki de bunları genişletme sözü verdiğini söyleyen Wangenheim'a da inanıyorlardı. (20) W. l. Lenin. ".Ü ber den Krieg". Wcrkc. Bd. 2 1 . Bcrlin 1 960.

s.

372.

59


Almanya, Rusya'nın ve doğudaki İngiliz üslerinin tersine Türk sınırından uzaktı ve bu yüzden en az tehlikeli görü­ nüyordu. Türkiye'yi bölmek için Londra, Paris ve Peters­ burg'da planlar yapıldığı da çok iyi biliniyordu. Bu değerlendirme, iktidar sahibi Jön Türklerin en teh­ likeli yanlış hesaplarından biri olarak kendini gösterdi. Bu­ nu ancak onların milliyetçi dar görüşlülüğü ve şovenist ele geçirme tutkusu ile açıklama olanağı var. Yakın ve Ortado­ ğu, Alman emperyalizmi için başlıca yayılma bölgelerin­ den biriydi. Burayı ele geçirme ya da isteme -kısmen de­ ğişmiş yöntemlerle de olsa- emperyalizmin iktidar gücü­ nün sürekli savaşım hedefi olmuş ve olmaktadır. Alman te­ kelci burj uvazisi ve saldırıların planlanmasında ve yürütül­ mesinde rol oynayan merkez kuruluşları, Dışişleri Bakan­ lığı ile Genelkurmay, daha ilk Emperyalist Dünya Savaşı' n­ da Türkiye 'yi yalnız kendi etki alanları içinde bir yarı-sö­ mürge durumuna dönüştürmeye ve özellikle Osmanlı İm­ paratorluğu 'nun Arap bölgelerini sömürge egemenliği al­ tına almaya kararlıydılar. Örneğin 1 9 1 5 Kasımı 'nda Yuka­ rı Silezya Kömür v� Çelik Sanayii, " merkez devletleri Al­ manya ve Avusturya-Macaristan' ın Balkan devletleri ve Türkiye ile askeri bakımdan bir konvansiyon, ekonomik bakımdan ticaret ve gümrük antlaşmaları yoluyla olabildi­ ği kadar uzun bir süre için Flamanya'dan İran Körfezi ' ne kadar uzanan sımsıkı bir devletler bloku halinde birleşme­ sini " (2 1 ) istedi. Bunun dışında Türkiye, daha serüvenli Al­ man planları için eşsiz bir üs meydana getiriyordu: İran ve ( 2 1 ) Alıntı: 1 . Rathmann, Stossrichtung Nahost 1 9 1 4- 1 9 1 8 , Beri in 1 963, s 65.

60


Afganistan yoluyla İ ngiliz Hindistanı'na ve Mısır yoluyla Orta Afrika'ya girmek, buralarda büyük, bağlantılı bir sö­ mürge imparatorluğu kurmak. Alman tekelleri için savaş, savaş-öncesinin Bağdat demiryolu politikasını sürdürmek için de başka bir araçtı. Birçok belgeler, Alman finans-ka­ pitalinin Osmanlı İmparatorluğu için itilafın finans-kapi­ tali kadar tehlikeli olduğunu tanıtlıyordu. Bağdat demiryolu yayılmasının, Osmanlı İmparator­ luğu'ndaki halk yığınlarının sömürülmesinin gerici niteli­ ğini daha savaşın ortasında görmeleri ve gözler önüne ser­ meleri bakımından işçi hareketi içinde Alman solcularına onur sağlamıştır. Rosa Luxemburg, Berlin kadınlar hapisha­ nesinde şunları yazıyordu: "Alman emperyalizminin en önemli harekat alanı Tür­ kiye, burada yolları �çan da, Almanya'nın doğu politika­ sında ağırlık noktasını meydana getiren Deutsche Bank ile onun Asya'da giriştiği büyük işler olmuştur: . . . Bu yoldan . . . iki türlü sonuç elde ediliyor. Anadolu'nun köylü ekono­ misi, Avrupa, özellikle Alman bankıvve sanayi sermayesi­ nin yararına işleyecek iyi düzenlenmiş bir sömürme süre­ cinin hedefi haline geliyor. Böylece Türkiye'de Alman­ ya'nın 'çıkar alanları' genişliyor. Bunlar, gene Türkiye'nin siyasal ' korunması ' için temel ve fırsat sağlıyor. Aynı za­ manda köylülerin ekonomik sömürüsü için gerekli emme aygıtı, Türk hükümeti, Alman dış politikasının uslu bir ale­ ti, kahyası durumuna giriyor."(22) ( 2 2 ) R. Luxemburg, Ausgewahlte Reden und Schriften, Bcrlin 1 95 1 , s. 294, 297.

61


2 Ağustos 1 9 1 4'te Almanya ile Osmanlı İ mparatorlu­ ğu gizli bir ittifak kurdular. Ama Türk kabinesindeki taraf­ sızlar ve İtilaf yanlıları, emperyalist Almanya'nın yanıba­ şmda savaşa girmeye henüz karar veremiyorlardı. Alman askeri danışmanları ise Enver Paşa ile birlikte Türk ordu­ sunun saldırıları için planlar hazırlıyorlardı. Bunlar, Alman tekel sermayesinin yayılma özelliklerine tıpatıp uygun dü­ şüyordu: Kafkas sınırındaki bir saldırı, Bakü'yü merkez devletlerinin eline geçirecek, İran ve Hindistan kapısını açacaktır. Süveyş kanalında Türklerin harekete geçmesi, Alman mali ve sınai devlere Mısır üzerinde egemenlik sağ­ layacak, özlenen büyük Afrika sömürge imparatorluğunun temelini atacaktır. Aynı zamanda, bu hareketlerle, Avru­ pa'da, Alman ve Avusturya silahlı kuvvetlerinin hareketle­ ri desteklenebilecek; çünkü İngiliz ve Rus yüksek komu­ tanlığı, Avrupa'nın ana cephelerinden birliklerini çekmek zorunda kalacaktı. 1 9 14 Ağustosu başında Genelkurmay Başkanı V Molt­ ke'nin üzerine, Türkiye'nin savaşa girmeye zorlanması için İstanbul'daki Alman ilgilileri yoğun bir etkinliğe giriştiler. 1 O Ağustos 1 9 1 4 'te Akdeniz 'de İngilizlerin kovalamasın­ dan kaçan " Goeben" zırhlısı ile küçük " Breslau" zırhlısı Çanakkale Boğazı 'na girdi. Bu durum, Enver Paşa 'nın çev­ resindeki Alman yanlılarını güçlendirdi. Bahriye Nezareti tarafından Londra 'daki Armastrong-Vickers tersanesine si­ pariş edilen ve tamamlanmış olan " Sultan Osman" ve " Re­ şadiye" savaş gemilerine, İngiliz hükümeti savaşın başla­ masından hemen sonra elkoymuştu. Enver, Talat ve Cemal, 62


"Goeben" ile "Breslau"nun sözde satın alındığını ve Türk­ lerin hizmetine sokulduğunu kabul ettirdiler. Alman komu­ tanı Amiral Souchon 'u da Türk donanma komutanl ığına atadılar. 29 Ağustos 1 9 1 4 'te iki Alman amirali, 1 5 deniz su­ bayı ve 28 1 deniz topçusu daha Türk başkentine geldiler. Bunlar boğazlardaki müstahkem yerlerin yönetimini aldı­ lar. Türk ordusunda ve donanmasında bütün kilit noktala­ rını elde eden Alman subayları, ordunun seferberlik duru­ muna geçmesi için hızla ilerletiyorlardı. Türkiye daha faz­ la hareketsiz kalırsa, Enver'i görevlerini bırakmakla kor­ kutuyorlardı. Bu sırada Türk hükümetinin İtilaf Devletleri'yle yü­ rüttüğü gizli görüşmeler ölü noktaya gelmişti. Türkiye, ta­ rafsızlığının bedeli olarak, kapitülasyonların kaldırılması­ nı istemişti. Ama müttefikler, özellikle dengesiz anlaşma­ larla sağladıkları ekonomik ayrıcalıkları feda etmek isteme­ diler. Şimdi Enver, hiila daha kararsız olan kabine çoğun­ luğunu, savaş serüveni içine çekmek için kesin darbeyi in­ direbilirdi. 22 Ekim 1 9 1 4 'te donanma komutanı Amiral Souchon'a şu gizli buyruğu imzaladı: "Türk donanması Ka­ radeniz'de deniz üstünlüğünü sağlayacaktır. Rus donanma­ sını bulunuz ve savaş ilanı yapmaksızın bulunduğu yerde ona saldırınız."(23) 29 Ekimde, Türk savaş gemileri, Karadeniz'de Rusla­ . rın Sivastopol, Odesa, Feodosiya ve Novorosisk limanları-

(23) C . Mühlmann, Das deutsch-türkische Wafferibündnis im Wcltkri­ cge,Leipzig 1 940, s. 23 ..

63


nı topa tuttu. Petrol ve buğday depoları alevler içinde kal­ dı. Dönüşte de bir Rus mayın gemisi ile bir torpido botu ba­ tırdılar. Hemen ardından, İtilaf Devletleri, Türkiye'ye sa­ vaş ilan etti. Enver Paşa'nın çevresindeki Jön Türkler kli­ ğinin yardımı ile Alman Yüksek Komutanlığı, dünyanın ye­ niden paylaşılması yolunda, Alman emperyalistlerinin sa­ vaşına Osmanlı İ mparatorluğu'nu sokmayı başarmıştı. Mustafa Kemal, Sofya'daki ateşelik masasında, 1 9 1 4 yılının yaz ve güz aylarında İ stanbul 'da geçen olayları kuş­ ku içinde izliyordu. Almanya'nın yanında savaşa sürükle­ nilmemesi için durmadan uyarılar yapıyordu. Alman ordu­ ları henüz Paris'e doğru durdurulmaz sanılan yürüyüşte iken, Almanya ile müttefiklerinin yenileceğini haber ver­ mişti. Soğukkanlı hesap yapan bir kişi olarak, İngiltere, Fransa ve Rusya'nın, Alman yıldırım savaşı stratej isini ba­ şarısızlığa uğratmak ve sonunda savaşı kazançla bitirmek için gerekli çok daha büyük insan ve gereç kaynaklarına sa­ hip olduğunu gözler önüne seriyordu. Hem bu savaş onun vatanına ne getirecekti? Analar,", Balkan savaşlarında ölen­ ler için hala gözyaşı dökmüyorlar mıydı? Böyle yararsız bir sorun için daha çok insan yok olmalı mıydı? Sınır boyla­ rında yaşayan halkı, örneğin Rumlar, Ermeniler ve Arap­ lar, fırsatı geldiği zaman Türk egemenliğini yıkma anını bekleyen; çağdaş bir savaş için ulaşım yolları tamamıyla ye­ tersiz olan; tarımı verimsiz halde duran, sanayii ne ağır si­ lah, ne de gerekli cephaneyi yapabilen bir devlet, savaşı na­ sıl başarı ile yürütebilirdi? Ama Harbiye Nezareti Musta­ fa Kemal ' in sunuşlarını "zamana uymaz" nitelikte diye bir 64


kenara itiyordu. Cemal Paşa'nın bile Enver'in yoluna gir­ diğini görecekti. Mustafa Kemal, bu savaşın, gerçek, emperyalist nite­ liğini henüz görmüyordu. Ağır basan olgularda onun için bilinmeyen şeylerdi. Kendisi yalnız resmi Türk açıklama­ sına göre Rusların çıkardığı ve Karadeniz 'de geçen bir "ça­ tışma "yı biliyordu. Enver Paşa ile General Liman von San­ ders arasında yapılan, bütün Türk ordusunu Alman askeri kuruluşunun "gerçek komutası" altına sokan gizli anlaş­ madan da haberi yoktu. Ama kısa bir zaman sonra bu gerçekle karşı karşıya ge­ lecekti. Savaş çıktıktan sonra askeri ateşe Mustafa Kemal, Sofya'nın diplomatik salonlarındaki sessizlikten sıkılma­ ya başlamıştı. Artık Osmanlı İmparatorluğu'nun geleceği­ ne inanmıyordu. Padişahın ilan ettiği, bütün Müslümanla­ rın " kutsal savaş" ını bir maskaralık olarak görüyordu. A­ ma Türk subayı olarak Türk yurdunu yabancı devletlerin saldırısına karşı savunmayı da görev biliyordu. Savaşa bu anlamı veriyordu. "Başkomutan Vekil i "(24) ve Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya kendisini orduya alması için yazdı. Ama Enver, onun Sofya'da kalmasını uygun buldu. Kemal dileğini birçok kez yineledi. Hiçbir karşılık gelmeyince, kendi başına yalın bir asker olarak cepheye gitmek üzere en önemli öteberisini topladı. O sırada Harbiye Nezare­ ti 'nden bir telgraf aldı; 2 Şubat 1 9 1 5 'te 1 9. Piyade Tüme-

(24) Resmi olarak ordunun başkomutanı padişahtı. bu yüzden Envcr'in rüt­ besi " başkomutan vekili" idi.

65


ni Komutanlığı 'na atanmıştı. Bu 1 9 . Tümenin nerede oldu­ ğunu bilen birisine başkentin askeri makamlarında rastla­ yıncaya kadar bir süre geçirmek zorunda kaldı. Tümen he­ nüz kuruluyordu ve Çanakkale boğazındaki savunma gö­ revini alan, General Liman von Sanders ordusuna bağlıy­ dı. Mustafa Kemal, Harbiye Nezareti 'nin koridorlarında dolaşırken eski muhalifi, şimdiki Başkomutan Vekili En­ ver Paşa'ya da rastladı . Aralık ayında Enver, Kafkas ordu­ sunun komutasını bizzat yüklenmişti. Baron von Wangen­ heim ve Türk ordusunun Alman Genelkurmay Başkanı Ge­ neral Bronsart ile olan anlaşması gereğince, Pantürkizmin ve Panislamizmin ele geçirme planlarını gerçekleştirmek istiyordu: 1 9 Aralık l 9 l 4 'te saldırıya geçen ordunun iler­ leme yönü Azerbaycan-İran-Hindistan'dı. Ama hangi ko­ şullar altında! En yakın tren istasyonuna 600 km uzakta, 2 bin metre yükseklikte bir plato üstünde, eksi 20-25 derece soğukta, dört gün yetecek ekmeği ile 1 00 bin kişi saldırıya başladı. Hatta 9. Kolordu birbuçuk metre karın içinde da­ ha hızlı ilerleyebilmek için paltoları Erzurum 'da bırakmış­ tı . 1 4 gün içinde bu ordu. Sarıkamış Meydan Savaşı 'nda Rus birlikleri tarafından neredeyse yok edildi. 80 bin kişi soğuk­ tan ve açlıktan öldü, 8 bin kişi tutsak oldu ya da öldürüldü. Bunlar, bir acemi asker tarafından, gerçekte yabancı, Al­ man tekellerinin karları uğruna ölüme itildiler. Napolyon'u taklit etmeyi seven bu adam, şimdi Mus­ tafa Kemal ' in karşısında duruyordu. Zayıflamış ve bitik bir durumda görünüyordu. Mustafa Kemal, ona, "Biraz yor66


gunsun galiba?" diye sordu. "Hayır, pek değilim " karşılı­ ğı geldi. Kemal, biraz daha açtı konuyu: "Neler oldu?" Başkomutan Vekili açıkladı : "Yenildik, iyice yenildik." Kemal soruşturuyordu: " Peki genel durum, o nasıl?" " Çok iyi" ;(25) diye kısa bir karşılık geldi. Herhalde bu, onun ki­ şisel durumuna ilişkindi. Çünkü vicdansız serüvenci Enver, Alman Genelkurmayı 'na ve Deutsche Bank'a dayanarak, devletin en güçlü adamı olmuştu. Durum değiştiğinde, da­ yanaklar ortadan kalktığında, ne olacaktı acaba? Mustafa Kemal, daha sonra yeni ordu komutanı Gene­ ral Liman von Sanders'e göreve başlangıç ziyareti yaptı. General, karşısındakinin Sofya'dan henüz geldiğini öğre­ nince, Bulgaristan'ın Almanya yanında savaşa girmek için ne zaman karar vereceğini sordu. Mustafa Kemal, Bulgar­ ların önemli bir Alman başarısını beklediklerini söyledi. Al­ man generali öfkeli bir tavır takındı ve kibirli bir gülümse­ me ile sordu: " Bulgarlar, Alman ordusunun başarısına ha­ la inanmıyorlar mı?" Kemal, tam bir soğukkanlılıkla "Ha­ yır" diye karşılık verdi. Liman von Sanders, b ir müttefikin davasına karşı gösterilen bu güven eksikliğinden dolayı öf­ kesinden kızarmış durumda yakındı � Mustafa Kemal ' in o­ nun öfkesine katılmadığını anlayınca, şüpheci biçimde sor­ du: "Bu konuda sizin görüşünüz ne?" Kemal bir an dura­ ladı . Ne de olsa henüz komutanlığı kesinlik kazanmamış­ tı. Ama öte yandan, ilgili kişilere Türkiye'nin savaşa gir-

S.

(25) Bkz: " Lcs Souvcnirs du Gazi Moustafa Kemal Pacha". R E ! . 2/1 927. 1 80.

67


mesi konusunda görüşünü o kadar sık ve o kadar açıklıkla söylemişti ki, bunları artık geri alamazdı. Böylece konuş­ tu: "Bulgarların haklı olduğunu sanıyorum." Bunun üze­ rine general ayağa kalktı ve Kemal dışarı çıktı.(26) Çanakkale Boğazı 'ndaki tümenine ulaştığı zaman, bo­ ğazın girişi önünde İngiliz-Fransız donanması toplanmış, kıyı müstahkem yerlerini bombardıman ediyordu. Boğazın girişine egemen olan Seddülbahir ve Kumkale istihkamla­ rı susturulmuştu. Müttefik yüksek komutanlığı, Rusya ile bağlantı yolunu yeniden açmak ve Türkiye 'yi safdışı bırak. mak için İstanbul ' a ulaşmayı tasarlıyordu. Ancak müttefik­ ler tarafından da askeri harekatın siyasal he�efleri vardı . Çarlık hükümeti, başarılı bir Çanakkale harekatının boğaz­ ları İngiltere ile Fransa'nın etkinlik alanına sokacağından korkuyordu. İ stanbul' un alınması ise emperyalist Rus­ ya'nın ana hedeflerinden biriydi ve 1 9 1 4 güzünde İngiliz Dışişleri Bakanı Grey tarafından Rusya'ya bunun sözü de verilmişti. Fransa'da cepheyi rahatlatmak için Rus yardımı gerekliydi. Şimdi Rus Dışişleri Bakanı Sasonov, resmi söz­ leşmeler yapılması konusunda müttefikleri sıkıştırıyordu. İngiltere ve Fransa, 1 8 Mart 1 9 1 5 'te, gizlice alınıp verilen notalarla, Türkiye'nin yenilmesi halinde İstanbul ile boğaz­ lar bölgesinin Rusya'ya bırakılmasını kabul ettiler. Buna karşılık çarlık hükümeti de Asya Türkiyesi konusunda İn­ giltere ve Fransa'ya "özel haklar" tanıdı. Böylece büyük

(26) Bkz: aynı yerde. 1 8 1 vd . . .

68


devletler Türkiye 'nin paylaşılması için ilk adımı atmışlar­ dı. 1 8 Mart 1 9 1 5 'te, Müttefik donanması, 1 6 büyük savaş gemisi ile yarmayı sağlamak için Çanakkale Boğazı 'na gir­ di. Ancak kıyı bataryalarının ateşi, denizaltı torpidoları ve mayınlar dolayısıyla İngiliz-Fransız donanması dört savaş gemisi yitirdi, ötekiler de ağır hasar gördü. Saldırı püskür­ tülmüştü. Ama bütün belirtiler, Müttefiklerin Gelibolu Ya­ rımadası 'na bir çıkartma yaparak donanmaya İstanbul yo­ lunu açma girişiminde bulunacaklarını gösteriyordu. Ge­ neral Liman von Sanders komutasındaki 5 . Türk Ordu­ su'nun savunmaya hazırlanmak için yeterli zamanı vardı. Mustafa Kemal, Eceabat'ta yedek olarak bekleyen komu­ tasındaki 1 9. Tümen' in alaylarını sürekli yürüyüşler ve eği­ timle hareket halinde tutuyordu. 5 . Ordu'nun altı tümeni Bolayır'dan Bezika koyuna kadar tüm kıyı çizgisini kapa­ tamadığı için, bir çıkartma durumunda bunların en tehlike­ li yerlere en kısa yoldan götürülebilmesi gerekliydi. 25 Nisan 1 9 1 5 'te sabahın erken saatlerinde İngiliz ge­ mi topçusunun gürültüsü M ustafa Kemal ' i tümen kararga­ hında uyandırdı. İlk çıkartma harekatı ile ilgili haber he­ men ulaştı. Çoğu Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve Hintli olan 8 1 bin kişilik İngiliz birlikleri, savaş gemilerinin ateş ko­ ruması altında Arıburnu, Kabatepe ve Seddülbahir'de Ge­ libolu Yarımadası'na, Asya yakasında da Kumkale'de ka­ raya çıkarıldı. Arıburnu'ndan gelen haberler Mustafa Ke­ mal ' i kaygılandırıyordu. Düşman burada bulunan 9. Tü­ men'in zayıf güve.n lik hatlarını yarmayı ve tepeleri aşma69


yı başarırsa, boğaz loyısındaki Eceabat'a oldukça kolaylık­ la ilerleyebilirdi. Bu yüzden Mustafa Kemal hemen karar verip buyruk almadan harekete geçti. Türk yurtseveri ola­ rak, düşmanın içerilere doğru yolunu kapamayı görev bili­ yordu. Bu öznel onurlu tutum ne kadar çok saygıdeğer ol­ sa da, Mustafa Kemal, bu tutumla bile nesnel bakımdan Al­ man tekellerinin ve Türk gericilerinin isteklerini yerine ge­ tiren kişi olmaktan öte geçmiyordu. Mustafa Kemal tümeni alarma geçirdi ve Arıburnu yö­ nünde yürüyüşe soktu. Daracık yarımada üzerindeki önem­ li tepeleri mutlaka İngilizlerden önce ele geçirmek zorun­ daydı. Kendisini ağır ağır izleyen alayların önünde kurma­ yı ile atını sürüyordu. Gemi topçusunun ağır ateşi arasın­ da, kayaların ve çalıların üzerinden Kocaçimen tepesine ulaşıldı. Buradan denizdeki düşman gemilerini görebili­ yordu. Henüz gerilerde bulunan birliklerin on dakika din­ lenmesi buyruğunu verdi. Bu arada kendisi, üç subayla bir­ likte en yakın tepeye, Conkbayırı 'na gitti. Conkbayırı'nın güneyinde bulunan 261 numaralı tepeye keşifiçin daha ön­ ce yolladığı bölüğün hızla koşarak geriye kaçtığını gördü. Bundan sonraki önemli anların anlatılması için sözü Mus­ tafa Kemal 'in kendisine bırakalım: "Onlara bağırdım: 'Ni­ çin kaçıyorsunuz?' Cevap verdiler: ' Düşman ! ' 'Nerede?' 'Orada' diyerek 26 1 numaralı tepeyi gösterdiler. Doğruy­ du. İngilizler 2 6 1 numaralı tepeye avcı hatları ile yaklaşı­ yorlardı. Hiçbir engelle karşılaşmadan ilerliyorlardı. Duru­ mu göz önüne getirin! .. Düşman şimdi bana kendi birlik­ lerimden daha yakındı. Biraz daha ilerleyince, birliklerim 70


çok nazik bir duruma düşeceklerdi. Bilmiyorum, mantık­ sal bir düşünmenin sonucu muydu, yoksa doğal bir dürtü mü; kaçanlara bağırdım: ' Düşmandan kaçıl maz ! ' ' Cepha­ nemiz kalmadı ! ' ' Cephaneniz yoksa, süngünüz var! ' Sün­ gü takmalarını emrettim. Sonra askerlere bağırdım: 'Yere yat! ' Emir subayını, arkadan gelen piyade alayı ile dağ top­ çu bataryasının en kısa yoldan Conkbayırı 'na yöneltilme­ si için geriye yolladım. Askerlerim kendilerini yere atınca, düşman birlikleri de mevzilendiler. Bize çarpışmayı kazan­ dıran bu andı. . . . Düşman bir ara kararsız kaldı. Bu arada 5 7 . Alay Conkbayırı'na ulaştı."(27) İlk taburlar geldiği zaman, Mustafa Kemal, karşı-sal­ dırıya başladı. Türk askerleri düşmanı adım adım geriletti­ ler. Mustafa Kemal, düşmanı gene denize püskürtmek isti­ yordu. Ama bütün gün sürekli olarak yeni İ ngiliz bölükle­ ri karaya çıktılar ve tepeye doğru saldırılarda bulundular. Tümen Arıburnu'na yaklaştıkça, gemi topçusunun öldürü­ cü ateşi saflarda öylesine büyük yarıklar açıyordu. Akşa­ ma doğru savaş gürültüsü azalıp da askerler bitkin halde kı­ sa bir dinlenme yaparken, Mustafa Kemal, ana hedefine u­ laştığını saptadı. İngilizlerin sefer ordusu Eceabat'a doğru hızla sızamamış ve böylece baskın başarısızlığa uğramış­ tı . Mayıs ortasına kadar saldırılar ve karşı-saldırılar sürüp gitti. 1 9. Tümen ve bu arada hızla getirilen pekiştirmeler

(27) Atatürk, yayınlayan: UNESCO Türkiye Milli Komisyonu, Ankara 1 963, s. 23 ve devamı (İslam Ansiklopedisi, c. 1 O. Ankara 1 946). Bundan sonra ' Atatürk' diye anılacaktır.

71


Arıburnu çevresindeki kayalık tepelere sımsıkı yerleştiler. Sonunda cephe tam bir mevzi savaşı durumuna girdi. Harbiye Nezareti 'nde fazla önem verilmeyen Musta­ fa Kemal, çarpışmaların ilk gününden başlayarak kendisin­ de gerçekte neler saklı olduğunu gösterdi. Liman von San­ ders 'in verdiği öğüdün tersine, çarpışma durumunu en ön çizginin olab ildiği kadar yakınına sürdü ve keşiflerde bu­ lunduğu, askerlerle konuştuğu mevzilerden hiçbir zaman ayrılmadı. Böylece savaş alanında durumu yakından bili­ yor, sonra da çabuk kararlar veriyor ve bunları da atikçe uy­ guluyordu. Sorumluluktan kaçmıyor, tersine, onu arıyor ve bağımsız davranıyordu. Ağustos 1 9 1 5 'te bu durumu bir daha tanıtladı. Mütte­ fik Başkomutanlığı sonucu elde etmek istiyordu. 6 Ağus­ tos 'u 7 Ağustos'a bağlayan gece Arıburnu'nun kuzeyine 70 bin asker daha getirdi ve Suvla Koyu'nda karaya çıkardı. Türk birliklerinin sağ kanadı bu yüzden kuşatılmış ve çök­ me tehlikesine girmişti. Bu sırada Yeni Zelandalılarla Avustralyalılar da Conkbayırı, Kocaçimen hattına doğru saldırdılar. Daha önceden bu tepeler tam anlamı ile yerle bir edilmişti. Burada da Türk birlikleri yalpalamaya başla­ dı. Mustafa Kemal, son yedekleri de savaşa sokmak zorun­ da kaldı. Gene de Kocaçimen elden gitti. İstanbul 'da padi­ şahın kaçması için hazırlıklar yapılıyordu. Ermeni tüccar­ lar, en iyi pencere önlerini çok yüksek fiyatlarla kiralamış­ lardı bile. Buralardan İngiliz ve Fransızların girişi ·güzelce seyredilebilecekti. Bu nazik durumda, Liman von Sanders, 7. ve 1 2. Tü72


menleri, Saros Körfezi'nden pekiştirme olarak yolladığın­ da, komuta birliği yoktu. Bu tümenlerin komutanı uzak bir yerde bulunuyordu. Mustafa Kemal, ordu kurmaybaşkanı­ na telefon etti: " Bir fırsatımız daha var. Bunu kaçırırsak, be.iki de çok kısa zamanda genel bir çöküş ile karşı karşıya kalacağız . .. . Harekatın yönetiminin tek elde bulunması için bütün birlikleri tek bir komuta altına sokmaktan başka bir çare yok."(28) 8 Ağustos'u 9'a bağlayan gece, Liman von Sanders, kendisinin zorla saygısını kazanan Albay Musta­ fa Kemal 'i, üç tümenden meydana gelen "Anafartalar Gru­ bu"nun komutanlığına atadı. Durumu yeniden düzeltmek için 1 O Ağustos günü sa­ at 4.30'da karşı-saldırı başladı. Gün ağarmak üzereydi. Ama askerler mevzilerden çıkmakta kararsızlık gösteriyor­ lardı. Daha önceki günlerde kendilerinden çok şey isten­ mişti. Daha fazla beklemek ise, İngiliz kara ve deniz batar� . yalarının ateşini çekmek demekti. O anda Mustafa Kemal ilk asker olarak mevziden fırladı ve askerlere bağırdı: "As­ kerler! Ben önden gideceğim. Kamçımı yukarı kaldırıp da işaret verdiğimde, hep birlikte {iüşmanın üstüne atılaca­ ğız! "(29) Düşman mevzilerine doğru dimdik yürüyerek 15 adım attı, sonra işareti verdi. Onu örnek alan askerler fır­ ladılar. İngiliz siperlerine saldırdılar ve kanlı bir yakın çar­ pışma ile düşmanı çıkış mevzilerine püskürttüler. Bu ara-

(28) Atatürk, s. 26. (29) " Interview Mustafa Kemals'', 28 Mart 1 9 1 8. alıntı: H. Melzig, Ke­ mal Atatürk. Frankfurt a. M. 1 937, s. 54.

73


da Kemal' in sağ göğsüne bir kurşun rastlamıştı. Ama sa­ ati, bu şarapnel parçasını zararsız bıraktı. Mustafa Kemal, "Anafartalar Grubu"nun başında da­ ha sonraki çarpışmalarda da üstün bir komutan olarak de­ ğer kazandı. Onun çabası ve kötü giyimli ve iyi beslene­ meyen Türk askerlerinin şaşırtıcı dayanıklılığı ile, anafar­ talar çarpışmalarında İngiliz sefer ordusu zafere ulaşama­ mıştı. Özellikle 8 ve 9 Ağustos günlerinde çok kararsız davranan İngiliz komutanlığının sayısız yanlışlıkları da bu­ na eklendi. İngilizler, ağustos sonunda her türlü saldırıdan vazgeçtiler. Aralıkta da geeden ve sisten yararlanarak Ge­ libolu Yarımadası 'ndaki köprübaşlarını boşalttılar. İtilaf Devletleri 'nin çok büyük umutlarla başlayan Çanakkale gi­ rişimi, başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ama Türk ordusu da ölü ve yaralı olarak 250.000 insanını yitirmişti. Mustafa Kemal, vatanını etki alanına ve işgal bölgele­ rine dönüştürerek parçalamak üzere gelen dış düşmana kar­ şı savaşmakla kalmıyordu. Kendi ülkesindeki düşman ona gittikçe daha tehlikeli görünüyordu: Alman militaristleri ve halk düşmanı Jön Türkler rej imi. Aralık 1 9 1 S 'te İ stanbul 'a döndükten sonra orada ailesinin yanında geçirdiği birkaç aylık zaman içinde, halkının hak edilmemiş durumu onda iyice bilinçleşti. Kibirli Prusya subayı tiplerine her yerde rastlıyordu. Bunların Türk subaylarına ve askerlerine kar­ şı ikinci sınıf insanlarmış gibi davrandıklarını görünce ulu­ sal gururu kabarıyordu. Ona göre, imparatorluk Almanya­ sı ile yapılan ittifak Türkiye için bir yük olmuştu. Askeri becerileri dolayısıyla saygısını esirgemediği Alman subay74


!arına raslaması bile onu bu görüşten uzaklaştırmıyordu. Mesleğinde hızla yükselmesi de onu şımartmadı. İ stanbul gazeteleri onu "Anafartalar kahramanı" ve "başkentin kur­ tarıcısı" diye övdüğü, 1 Nisan 1 9 1 6 'da generalliğe yüksel­ tildiği halde kendisi, Türkiye'de düzene karşı gelen bir in­ sandı hep. "En yüksek savaş efendilerine" körükörüne bo­ yun eğerek dünyayı onların at oynatacağı meydan yapmak isteyen Prusya-Alman subaylarından, " silah arkadaşla­ rı "ndan onu ayıran da buydu. Mustafa Kemal, çoğu zaman olduğu gibi şimdi de dü­ şüncelerini saklamıyordu. Alman vasil iğini kabul etmedi­ ğini Liman von Sanders 'e birkaç kez sezdirmişti. Durum yargılamasında Enver Paşa ile anlaşamadığı için iki kez görevden çekilmek istediğini bildirdi . İstanbul 'da savaşı is­ temeyen başka kimselerin de bulunduğunu fark etti. Hal­ kın büyük çoğunluğu için savaş, ağır bir yüktü. Enver se­ vilmez olmuştu. Motorlu araçlara binmiş polis kordonu ile kıpkırmızı otomobil içinde sokaklardan hızla geçerken, İs­ tanbul halkı onu hoşnutsuzlukla seyrediyordu. Kendisini düşürmek amacı i le dü;?:enlenen darbeler durmadan ortaya · çıkarıl ıyordu. Vaktiyle Abdülhamid ' in başına geldiği gibi, sürekli olarak öldürülme korkusu içindeydi. Bu durum, Mustafa Kemal 'i, önde gelen politikacıların dikkatini, kar­ şılaşılan kötü duruma çekmeye yöneltti. Ama gizli düşün­ celerden uzak kaldı. Hariciye Nazırı 'na gitti ve ona başko­ mutanlığın iyimser raporlarının düpedüz yalan olduğunu anlattı. Türkiye'nin bir fiyaskoya doğru gittiğini, en kısa zamanda ayrı bir barış antlaşması yapılması gerektiğini 75


söyledi. Hariciye Nazırı ise, Enver Paşa'ya tam güveni ol­ duğunu bildirdi. Mustafa Kemal'e, asker olarak eleştirile­ rini Genelkurmaya yöneltmesini söyledi. Kemal, alaylı bir gülümseme ile nazıra şöyle dedi: " Genelkurmay, ilk iş ola­ rak beni ordudan uzaklaştırmaya çalışan Alman askeri ku­ rulundan başka bir şey değildir." (30). Birkaç gün sonra, nazırın, kabinede, kendisinin cezalandırılmasını istediğini işitti. Ancak bu, hükümet için çok tehlikeli bir şeydi. "Ana­ fartalar kahramanının" başkaldırışı, geniş bir kamuoyu ta­ rafından öğrenilirse ne olurdu? Bu can sıkıcı uyarıcıdan kurtulmak için Harbiye neza­ reti onu gene cepheye yolladı. 1 9 1 6 yılı başında Mustafa Kemal, Kafkas cephesinde 1 6. Kolordu 'nun komutasını ele aldı . Burada - 1 8 Mart 1 9 1 7 'de 2. Ordu Komutanlığı 'na atandı- Temmuz 1 9 1 7 ' ye kadar kaldı. Bu süre içinde, Ara­ lık 1 9 1 5 'te yaptığı kötümser uyarılarında çok haklı oldu­ ğunu yaşayarak anladı. Uzun savaş, Osmanlı İmparatorlu­ ğu 'nun gücünün üstündeydi. Tarımda çalışacak erkek kal­ mamıştı. 1 9 1 3 'te işlenen toprakların ancak yüzde 4 7 'si, 1 9 1 7'de işlenir durumdaydı. Yük hayvanlarının sayısında yüzde 85 azalma olmuştu. Böylece hububat üretimi düş­ müştü. Savaş sırasında ekmek fiyatı 50 kat pahalılanmıştı. 1 9 1 8 'de bir işçinin günlük ücreti ancak 250 gram ekmek almaya yetecek kadardı. Hububatın az yetiştiği Suriye ve Lübnan 'da açlık çıkmıştı. Yalnız 1 9 1 5- 1 6 kışında, burada 1 50.000 insan açlıktan öldü. Sağda solda yalnız kalmış bin(30) "Lcs Souvenirsdu Gazi Moustafa Kemal Pacha", R E I,

76

1 / 1 927,

s. 1 32.


lerce çocuğun alınyazısı korkunçtu. Bunlar bitkin bir haya­ let halinde pazarlara kadar geliyor, orada çoğu açlıktan ve dermansızlıktan can veriyordu. Ölmeden önce büyük acı­ lar çekiyor ve bağrışıyorlardı. Onlarla ilgilenen tek kimse yoktu. Her sabah ölüleri toplanarak, hep birlikte bir yere gö­ mülüyordu. Halk açlık çekerken, varlıklı tabakalar gerçek bir zenginleşme sarhoşluğu içindeydi. Orduya verilen mal­ lar ve yiyecek maddesi istifçiliği ile, geniş bir küçük tüc­ car ve büyük işadamı tabakası, sağlıklı beslenme halindey­ di. Böylece Anadolu'da ulusal Türk burj uvazisi palazlan­ maya başladı. Halk gibi sade Türk askeri de acı çekiyordu. Padişa­ hın ordusunda bir milyon insan vardı. Türk askeri, paçav­ ralar içinde, yetersiz beslenme halinde, her şeyden haber­ siz, Allahın ve "kumandanın" ·buyruğuna uyarak, Alman emperyalistlerin ve onların Türk yardakçılarının ele geçir­ me planları için yem olarak tam anlamı ile kurbanlıktı. Ör­ neğin, Türkiye'deki Avusturya askeri temsilcisi Feldmare­ şal Pomiankowski'nin, Türk askerini ve "alaylı subayı" , " iyi bir yük hayvanı" i l e karşılaştırması ilgi çekicidir. Ko­ leradan, tifodan, açlıktan ve soğuktan ölenlerin sayısı, sa­ vaşta ölenlerden çok daha yüksekti. Askerler buyruk yeri­ ne getirmekten gittikçe geniş ölçüde kaçınıyor ya da bir­ liklerden kaçıyorlardı. Liman von Sanders, 1 9 1 7 yılı sonun­ da kaçakların sayısını 300.000 olarak kestiriyordu. Bunla­ rın bir kısmı dağa çıktı, yerel makamlara karşı savaşan ve barış isteyen çete birlikleri meydana getirdi. 1 9 1 5 yılı sonunda askeri ve ekonomik bitkinliğin be77


lirtileri çoğalmaya başladı. Süveyş Kanalı 'na doğru girişi­ len iki saldırı başarısızlığa uğradı. 1 9 1 7 yılı başında İngi­ liz birlikleri Filistin'de bulunuyordu. İran'daki 6. Türk Or­ dusu'nun çabaları da boşuna olmuştu. Bu arada Irak'ta İn­ giliz ordusu, Bağdat'a bir saldırı hazırlamak için zaman­ dan yararlandı ve 1 9 1 7 Mart 'ında burayı ele geçirdi. Mustafa Kemal 'in Nisan l 9 1 6 'da gittiği Kafkas savaş alanında Türk ordusunun durumu içler acısıydı. 1 9 1 5 yı­ lında Doğu Anadolu 'da Alman hükümetinin bilgisi ve ona­ yı çerçevesinde nefretle karşılanan toplu Ermeni öldürme­ leri yapılmıştı. Türk hatlarının ardında Ermeni halkının ulusal kıpırdanışını ezmek için Jön Türklerin önderleri za­ limce kan döktüler. Bir milyon Ermeni erkeği, kadını ve ço­ cuğu Kuzey Arabistan'a sürülürken yolda öldü. Ermenile­ rin meydana getirdiği sefalet kervanları, Müslüman halk arasında da tifo hastalığını yaydı ve ordu insansız kalan top­ raklar üzerinde kendisi için hiçbir şey bulamaz oldu. Der­ ken, 1 9 1 6 ilkyazında Rus saldırısı geldi. Erzurum ve Trab­ zon 'la birlikte bütün Anadolu Rus ordularının eline geçti. Mustafa Kemal, bilinen eylem gücü ile açlık, soğuk ve ti­ fodan kırılan asker yığınlarından orduya benzer bir şey meydana getirmeye girişti. İlaç, taze birlikler ve cephane istedi . Askerleri daha sağlıklı konak yerlerine götürdü ve orduya mal satanlardan sahtekarları astırdı. Ama bütün ça­ bası boşunaydı. Ordunun savaş gücü gözle gerülürcesine azalmıştı. 1 9 1 7 güzüne kadar ordu, yalnızca açlık, hastalık ve soğuk yüzünden 60.000 insan yitirdi. Bu savaş alanın­ da bir ordu komutanı için, ne denli yetenekli olursa olsun, 78


başarı sağlama olanağı yoktu. Ancak Rus askerleri de sa­ vaş yorgunu idiler ve devrimci kaynayış çarın Kafkas or­ dusunu da sardı. Böylece 2 . Ordu tam bir çöküşten kurtul­ du. Ama Kemal Atatürk'ün yaşamı üzerine kitap yazan ba­ zı burjuva yazarların görüşüne göre, kahramanlar, her za­ man zafer kazanmak zorunda oldukları için, bu yazarlar, Ağustos l 9 l 6 'da, 2. Ordu'nun giriştiği, Bitlis ve Muş kent­ lerinin geri alındığı karşı saldırıyı M ustafa Kemal' in büyük bir zaferine çevirdiler. Gerçekte saldırı, çok kısa zamanda Rus karşı saldırısı ile önlendi ve Muş elden çıktı. 1 Mayıs 'ta burası -çarpışma olmadan- yeniden ele geçirildi. Çünkü Rus birlikleri bazı yerleri isteyerek boşaltmışlardı. Bu tür­ lü efsaneler yayma yerine, Mustafa Kemal'in Kafkas cep­ hesinde Rus Şubat devrimini yaşadığını saptamak daha önemlidir. Çok sayıda Rus tutsağını ve kaçağını sorguya çe­ kerken büyük komşu halkın yığınları arasında devrimci or­ tamı gözleyebilmişti. Mustafa Kemal 1 9 1 7 ilkyazında Şam'a gitti. Türk Baş­ komutanlığı onu Hicaz'daki birliklerin başına getirmek is­ tiyordu. 5 Haziran 1 9 1 6'da bu bölgenin Arap boyları, Ha­ şimiler soyundan Mekke Şerifi (3 1 ) Emir Hüseyin 'in ön­ cülüğünde padişaha karşı ayaklanmışlardı. İngiliz hükü­ meti, 24 Ekim 1 9 1 5 'te Adana-Musul çizgisine kadar uza­ nacak büyük bir Arap imparatorluğunun bağımsızlığı için Hüseyin ' e söz vermişti. Bununla birlikte 1 9 1 6 ilkyazında İngiltere ile Fransa, Hüseyin'in haberi olmadan Sykes-Pi(3 1 ) M uhammed'in soyundan gelenlere şerif denirdi ' Bunların arasında en saygın olanı Mekkc Şerifi idi.

79


cot Antlaşması'nı imzaladı. Buna göre, Irak ve Suriye, ya bu iki büyük devlete bağlanacak, ya da onların korunumu altına sokulacaktı. Daha sonra, 2 Kasım l 9 1 7'de İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Balfour, Arap Filistini'ni Yahudile­ rin "ulusal yurdu" olarak dünya siyonist kongresine "ver­ di" . Dünya tarihinin en utanç verici ve en ağır sonuçlar ve­ ren kandırma manevralarından biri. İngiliz subayları, bu arada ünlü Albay Lawrance, be­ devi savaşçılarını örgütlediler. Bunlar da Türk garnizonla­ rını basıyor. Hicaz demiryolundaki nöbetçilere saldırıyor­ lardı. Ayaklanma, Kuzeye doğru yayıldıkça Sina cephesin­ de savaşan Türk ordusunun yan tarafı gittikçe tehlikeli du­ ruma düşüyordu. Medine'de hala, Hicaz demiryolu ile ge­ reksinmeleri sağlanan 1 5 topçu taburu vardı. Başkomutan­ lık bu bağlantıyı ayakta tutmak için, Sina cephesinde İngi­ l izlere karşı sağlanamayan çok sayıda insanı ve gereci fe­ da etti. Mustafa Kemal, Arap bölgesindeki durumu dikkatle inceledi. Sonra da komutanlığı geri çevirdi. Bunun yerine, bütün Türk birliklerinin Hicaz'dan alabildiğine çabuk geri çekilmesini ve bunlarla Sina cephesinin pekiştirilmesini ı , '!: < :: =:ı :· i Yıd:ı 1Jii:o ük İ ngiliz saldırısı başlayabi­ ıırdi. Mustafa Kemal, Arap bölgelerinin bir daha geri gel­ memek üzere elden gideceğini çok iyi görüyordu. Bunu, 4. Ordu Komutanı ve Suriye Genel Valisi Cemal Paşa da de­ ği �tireniedi. Mustafa Kemal, Halep üzerinden Şam'a gider­ ken Jön Türklerden olan bu eski savaşım arkadaşının Arap · düşmanı terör adaletinin izlerini yolda gördü: Arap gizli ·

80


derneklerinin önderlerini astırdığı büyük kent meydanların­ da darağaçlan; Türk ordusundan kaçan Arap fellahları top­ lu halde öldüren polis birliklerinin silah sesleri. Ermenis­ tan Dağlarında olduğu gibi, Arap çölünün kenarında da, halkların Osmanlı boyunduruğunu daha fazla taşımaya is­ tekli olmadıklarını gördü. Kendisi bu durumdan askeri çı­ kış yolunu, cepheleri kısaltmada ve ulusal Türk toprakları­ nı İtilaf emperyalistlerinin ele geçirme tutkusundan koru­ mak için güçleri bir yere toplamada görüyordu. Ama En­ ver Paşa, eski muhalifinin önerilerini kabul etmiyordu. Türkler açısından savaşı ulusal bir savunma savaşına dö­ nüştürmeyi ve aynı zamanda böylece Jön Türklerin rej imi­ ni ortadan kaldırmayı tasarladığını, Mustafa Kemal' in bu önemli 1 9 1 7 yılındaki başka eylemlerinde de göreceğiz. Mustafa Kemal henüz Şam 'da iken, bir gün yaveri ona, bir bedevinin kendisiyle görüşmek istediğini bildirdi. Ada­ mın üzerinde silah araması yapıldı ve sonra da kendisini içe­ ri aldılar. Elinde, Hüseyin'in oğlu ve Şerif ordusunun ko­ mutanı Faysal'ın bir mektubu vardı. Faysal için, İngiliz dostlarına pek güvenmeme konusunda birçok nedenler var­ dı. Aynca, Avrupa'da savaşın sonucunu etkileyecek çekiş­ melerin nasıl biteceği de henüz belli değildi. Bu yüzden, Faysal, Arap illerinin özerkliği ya da bağımsızlığı konusun­ da söz alabilmek için Türkiye'deki muhalefet grupları ile bağlar kuruyordu. Faysal 'ın danışmanı albay Lawrence bu konuda sonradan şöyle yazıyordu: "Asıl hedefimiz, genel­ kurmayda M ustafa Kemal öncülüğündeki Alman aleyhta­ rı gruptu. Bunlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun Arap illeri81


ne kendi geleceğini saptama hakkını asla vermemek için ulusal Türkçülük konusunda çok inatçıydılar." (32). Kemal, fazla duraksamadan haberciye, ertesi gün gelip yanıtı al­ masını söyledi. Genç generalin giriştiği iş, tehlikeli bir oyun, başkomutanına, padişaha karşı ihanet demekti. An­ cak Osmanlı sarayına karşı bütün bağlardan sıyrılmış, ken­ disini yalnız Türklerin ulusal çıkarlarına vermiş sayıyordu. Haşimilerin amaçları da onu pek ilgilendirmiyordu. Türk­ lerin ulusal davasının yararına olacaksa, Araplar da büyük feodal-İslam imparatorluğunu isterlerse kursunlardı. Ke­ mal' in Faysal 'a verdiği yanıt bu anlamda kaleme alınmış­ tı. Lawrence bunu bize şöyle aktarıyordu: " Mustafa Kemal, Araplar kendi başkentlerine (Şam) yerleşir yerleşmez, Tür­ kiye'nin bütün hoşnutsuz kişilerinin onlara katılacaklarını ve Enver ile onun Anadolu'daki Alman müttefiklerine sal­ d ırmak için çıkış noktası olarak Arap bölgesinden yararla­ nacaklarını yazıyordu. Mustafa, Torosların doğusundaki bütün Türk silahlı kuvvetlerinin kendisine katılacağını, böy­ lece dğrudan doğruya İstanbul üzerine yürüme olanağını elde edeceğini umut ediyordu." (33). Bu haberleşme bir­ kaç zaman sürdü, ama pratik bir sonuç vermedi. Mustafa Kemal 1 9 1 7 yazında ve güzünde böyle yüksek planları ger­ çekleştirebilecek durumda değildi. Etkisi henüz çok azdı. Enver' in, Almanya'da Ordu Yüksek Yönetimi Genel Ka­ rargahı ' nın başı olarak diktatör yetkilerine sahip bulunan

(32) T.E. Lawrence, Die sieben Saulen der Weisheit, Leipzig 1 936, s. 693. (33) Aynı yerde, s. 695 vd.

82


Alman generali Ludendorff'un kararları, onun hareket öz­ gürlüğünü hala kısıtlıyordu. 7 Temmuz 1 9 1 7'de Halep bölgesinde toplanan 7. Or­ du 'nun komutasını ele aldı. Alman generali ve eski Genel­ kurmay Başkanı von Falkenhayn' ın emrindeydi. Luden­ dorff, E ı:ıver'le anlaşarak Falkenhayn' ı Türkiye'ye "Yıldı­ rım" Orduları grubunun başında Bağdat ' ı tekrar ele geçir­ mek için yollamıştı. Enver' in Irak cephesi konusundaki iyimser raporları, Türk hükümeti ve "İttihat ve Terakki" ko­ mitesini rahatça uyutmuştu. Bağdat'ın düşmesi, böylece gökten düşer gibi gelmişti. M erkez devletlerinin saygınlı­ ğı düştü; çünkü çok övülen "Bedin-Bağdat" ekseni nere­ ye gitmişti? İran körfezinde önemli bir çıkış noktası elden gidince, İran' ı, Afganistan' ı ve Hindistan' ı ele geçirme planları nasıl gerçekleştirilecekti? Komite yönetimi ve hü­ kümet, başkomutan vekilini, askeri bakımdan acemiliğin­ den dolayı düşürmeyi ciddi olarak tartıştılar. Kendisini tu­ tanlar, onun yerine elverişli bir aday olmadığını öne sürdü­ ler. Bu görüşmelerde ilk kez olarak Mustafa Kemal ' in de adı geçti. Ama onun da Enver gibi genç olduğu, "hakkın­ daki yargıların çok değişik olduğu, pek kişiliğe sahip bu­ lunmadığı ve kamuoyunda da hemen hiç tanınmadığı " (34) ileri sürüldü. Ama bunun ardında, komitenin bu bilinen muhalifinin ordunun başına geçer geçmez, siyasal bakım­ dan ülkeyi köklü bir değişime zorlayabileceği korkusu ya­ tıyordu. Enver' in çekilmesi istekleri kesildi, komite sert (34) PomiankowsÜ. s.

277 . 83


tartışmalı bir görüşmeden sonra Bağdat'ın tekrar ele geçi­ rilmesini istedi. Türk subay topluluğunun geniş çevreleri daha başlan­ gıçta yıldırım planını kuşkuyla karşıladılar ve "kılık değiş­ tirmiş bir Alman finans girişimi " diye adlandırdılar. Alman emperyalistlerinin, Osmanlı İmparatorluğu'nu eskisinden daha çok etki altına alabilmek için onun askeri zayıflığın­ dan nasıl yararlandıklarını görüyorlardı. Daha önceki uy­ gulamanın tersine, Yıldırım Ordulan grubunun yalnız baş­ komutanı, bir Alman generali olmakla kalmıyordu. Grubun kurmaylar kurulu da, 64 Alman subayından meydana geli­ yordu. Bunlar, o güne kadar Türkiye'de çalışanların dışın­ da Almanya'dan yeni gelmişti. Kurmaylar kurulunun 1 1 Türk subayı, yalnız küçük rütbeli kimselerdi. Aynca "Pa­ şa il" adını taşıyan 4.500 kişilik bir Alman yardım birliği getirilmişti. Bunlar, makineli tüfek, mayın döşeyici, dağ topçusu, haberalma, öncü ve pilot bölükleri gibi özel bir­ likleri meydana getiriyordu. Halep'in güneyinde ve kuze­ yinde bulunan askeri yollar Falkenhayn'ın emrine veril­ mişti. Türk toprağı üzerinde çok sayıda yabancı birlik kul­ lanılmasına karşı duyulan güvensizlik, kısmen sivil ma­ kamlara kadar yayılan edilgin bir direnmenin yer yer geliş­ mesi sonucunu doğurdu. Mustafa Kemal, Falkenhayn 'ın komutasına sokuluşu­ nun ilk gününden başlayarak kendisiyle ayrılığa düştü. Ken­ dini beğenmiş Prusya militaristlerinin örnek tipi olan, üs­ telik de Verdun yenilgisinin lekesini taşıyan birinden buy­ ruk almak ona zor geliyordu. Falkenhayn, haşarı ve sözdin84


lemez Türk paşasını, eski bir sömürgeci adetine göre ka­ zanmayı denedi. Kendisine bir kutu değerli altın para yol­ ladı. Mustafa Kemal, önce bir yanlışlık olup olmadığını ve paranın ödeme katibine verilip verilmeyeceğini sordu. Fal­ kenhayn' ın yaveri bunun kişisel bir armağan olduğunu söy­ leyince, Mustafa Kemal paraları saydı ve biçimine uygun bir alındı kağıdı düzenledi. Bir süre sonra altınları geri yol­ ladı ve karşılığında bir makbuz istedi. Mustafa Kemal' in, Halep'te, Enver, Cemal, Falken­ hayn ve ötekileri ile birlikte katıldığı bir durum görüşme­ sinde, sert tartışmalar çıktı. Filistin cephesine komuta eden Cemal, bu cephenin pekiştirilmesini ve Falkenhayn tarafın­ dan Fırat ırmağı boyunca Bağdat yönünde önerilen saldı­ rıya girişilmemesini istedi. Mustafa Kemal, tüm girişimi gerçek dışı olarak nite­ ledi; çünkü Fırat kenarındaki İngiliz birlikleri dört kat üs­ tündü ve ezici bir ateş gücüne sahipti. Sözü verilen Alman havan topları ise daha halii ortada yoktu. Eğer Bağdat üze­ rine yürünürse, İngilizler Sina yarımadasından Filistin'e doğru i lerleyeceklerdi. Bizce daha önceden bilinen strate­ j i anlayışını burada da yineledi: Savunmak, saldırmamak; toplamak, dağıtmamak. Falkenhayn'ın, bir saldırının gerçekten olanaksız bu­ lunduğunu anlaması için dörtbuçuk ay geçmesi gerekliydi. Bu arada, Mustafa Kemal'in, bir yanda Enver'le, öte yan­ da Falkenhayn'la anlaşmazlığı gittikçe büyüdü. Ayrıca Mustafa Kemal ile Cemal'in de görüşleri gittikçe birbirin­ den ayrılıyordu. Cemal' i ilgilendiren tek şey, Suriye'deki 85


durumuna Falkenhayn ı karıştırmamaktı. Oysa Mustafa Kemal, vatanını bir Alman sömürgesi durumuna düşüren zararlı ittifaka karşı kişisel davranışı ile protestoda bulun­ mak istiyordu. Bu konuda hiçbir kişisel özveriden kaçın­ mıyordu. Mustafa Kemal. Enver Paşa 'ya, belki kendi görüşünü kabul ettirebilir diye, durumun ağırlığını bir kez daha an­ lattı. Başkomutan Vekili 'ne verdiği 20 Eylül 1 9 1 7 tarihli rapor, Osmanlı İmparatorluğu için bir uyarmadır ve bazı kı­ sımlarını burada aktarmaya değer. Mustafa Kemal önce ül­ ke içindeki ekonomik ve siyasal durumu tanımlıyor: " Halk savaştan bıkmıştır. Evlerde yalnız kadınlar, çocuklar, has­ talar ve asker kaçakları kalmıştır. Herkes, yaşayabilmek için gerekli birazcık ürünü sağlamak üzere çok çalışmak­ tadır. ama hükümet memurları, büyük açlık makinesini Türk ordusunu- doyurmak için bu pek az şeyi de onların el­ lerinden almaktadır. Halk açlıktan ölme tehlikesi ile burun burunadır. Hükümet memurlarının ve ordu tümenlerinin meydana çıktığı yerde güvenlik olmadığını yaşamın ken­ disi öğrettiği için, halk kendi içine kapanıyor ve yardımda bulunmak istemiyor. Bu yüzden diyebiliriz ki, halk ile hü­ kümet arasında hiçbir bağ yoktur." Daha sonra ekonomi­ nin ve maliyenin bir kargaşaya benzediğini, bu koşullar al­ tında en namuslu devlet memurunun bile rüşvete kendini kaptırdığını anlatıyor. Askeri konulara değinirken, İtilaf Devletleri' nin merkez devletlerine göre savaşa daha çok da­ yanabileceklerini belirtiyor: "Ordumuz son derece zayıf­ tır. Bugün için birliklerin sayısı, savaşın başındaki birlik sa·

86


yısının beşte-biri kadardır. Ülkenin ikmal kaynakları, artık açığı kapatacak durumda değildir. Ülkenin yiyecek mad­ desi ve donatım olarak sağlayabileceği her şeye sahip bu­ lunan komutamdaki 7. Ordu bile, yeterince güçlü değildir. Örneğin, bana gönderilen yeni birlikler, 1 7-20 yaşlarında­ ki çocuklardan, 55 yaşında savaşma isteğinden yoksun ve alınyazısının boyun eğdirdiği insanlardan meydana geli­ yor. Hepsi hasta, iyi beslenememiş ve perişan görünüşte savaş alanından çok hastaneye yollanması gereken insan­ lar. . . " Kemal ' in raporu daha sonra şöyle: " Gelecekte he­ defimiz, saldırmak değil, savunmak olmalıdır. Türkiye'yi savunmak zorundayız. Artık Osmanlı İmparatorluğu için tek asker bile feda edilmemeli, Türkiye için saklanmalıdır." Hicaz komutanlığını geri çevirmesine temel olan da bu dü­ şünceydi. Bundan da, Türklere ancak Türkler tarafından ko­ muta edilebileceği sonucuna vardı. "Bütün kaynaklarımı­ zı onların (Almanların-J.G.) eline verirsek, bizi bir Alman sömürgesi haline getirebilirler", diye sert biçimde karşı çı­ kıyordu. Ülkenin bağımsızlığı için Alman emperyalistleri­ nin en büyük tehlike olması bakımından, bağımsızlık üze­ rinde titizlikle durmasını Enver'den yürekten istiyordu. Son­ ra Alman "silah arkadaşlarına" karşı saldırılarının en ser­ ti geliyordu: "Onlarla daha fazla işbirliği yapmamız hiçbir bakımdan onları daha insaflı yapmayacaktır. Tersine, gele­ cekteki sömürgeleştirme planlarını gerçekleştirmek için, bu onları daha da yüreklendirecektir. Daha şimdiden Fal­ kenhayn, Arapları Almanya 'dan yana kazanmak için pro­ paganda yapmak üiere Alman subaylarını onlara yolluyor. 87

··


Bizzat kendisi bana, Arapların Osmanların düşmanı oldu­ ğunu, bu yüzden Almanya için, gelecekteki Almanya için kolayca kazanılabileceklerini söyledi. Falkenhayn, bütün Arap ülkelerini Alman egemenliği altına sokmanın düşü­ nü görüyor. . . " Böylece, Falkenhayn 'ın askeri planları üze­ rinde bir daha duruyor. Falkenhayn, Bağdat' a saldırmanın olanaksızlığı kesinleştikten sonra, 7 Eylül 1 9 l 7 'den bu ya­ na, Yıldırım Orduları grubunun birliklerini Filistin cephe­ sine yollamayı ve orada bir saldırıya geçmeyi tasarlıyordu. Bununla Alman egemenliğini Osmanlı İmparatorluğu üze­ rinde daha çok sağlamlaştırmak istiyordu. "Falkenhayn, kendi amacı için son Türk askerini bile feda etmek ve son Osmanlı altınını bile harcamak istiyor." (35). Enver' in 2 Ekim 1 9 1 7 tarihli yanıtı, anlaşılacağı gibi, umut kırıcıydı. Kendisi Falkenhayn'ın savaşçılık becerisi­ ne güveniyor ve Mustafa Kemal'den, onun da buna inan­ masını istiyordu. Mustafa Kemal ise İngilizlerin üstünlüğü karşısında Falkenhayn 'ın yeni planını salt bir ham hayal ola­ rak görüyordu. Onun için, ekim ayında 7. Ordu' nun komu­ tasını bırakmaktan başka yol kalmamıştı. Aynı zamanda, bir günlük buyruk yayımlayarak, yerine gelecek olanı da ken­ di yetkisiyle atadı. Falkenhayn, Mustafa Kemal' i cezalan­ dırmak için başkaldırma niteliği taşıyan bu dosyayı istedi. Enver de kendisini gene Kafkas cephesindeki 2. Ordu'ya yollamak niyetindeydi. Ama inatçı general bunu da kabul etmedi. Enver güç durumda kalmıştı. Yalnızca Alman ko(35) Alıntı: Orga, s. 60 vd.: ayrıca bkz: Ahmed Emin Yalman, Turkey in my time, University of Oklahoma Press l 956, s. 52.

88


mutasında çalışmak istemediği için saygın bir generali ce­ zalandırırsa, ülkenin bugünkü ortamında kamuoyunun sert tepkisi ile karşılaşabilir ve Kemal ' i de bir ulusal kahraman yapabilirdi. Bu yüzden ona süresiz hastalık izni verdi. Böy­ lece Mustafa Kemal, ekim ortasında İstanbul'a geldi. Da­ ha önce Cemal 'le konuşmuş, o da kendisine aynı davranış­ ta bulunacağını söylemişti. Ama iktidar düşkünü Suriye padişah vekili, görevinde kalması için Enver tarafından ko­ layca kandırıldı. Mustafa Kemal, Cemal' in kendi deyişine göre, bu davranışı uygun görmedi. Başkentte çoktandır düşündüğü bir planı uyguladı. An­ nesinin yanından ayrıldı ve Pera Palas Oteli 'ne yerleşti. Da­ ha çocukluğundan bu yana ailesiyle ya da dostlarıyla bir­ likte aynı evde oturmaktan hoşlanmadığını sonradan açığa vurmuştu. Yalnız kalmayı yeğ görüyordu. Onu, annesinin görüşlerinden ayıran koca bir dünya vardı. Onun yakınma­ larından da usanmıştı. Bir yandan da annesinin doğru say­ dığı biçimden başka türlü düşündüğü ve davrandığı için o­ nun duygularını incitmek istemiyordu. Bu yüzden yerel ay­ rılık ona en iyisi göründü. Cephelerden gelen haberleri me­ rakla izliyordu. Korktuğu şey olmuştu. 3 1 Ekim 1 9 1 7'de Fi­ listin' e ve orada bulunan Yıldırım Grubu'na karşı İngiliz saldırısı başladı ve aralık ayında Kudüs'ün ele geçirilme­ siyle geçici olarak sona erdi. Falkenhayn yenildiğini kabul etme zorunda kaldı. Şubat 1 9 1 8 'de Almanya'ya döndü. Ye­ rini Liman von Sanders aldı. Yıldırım Orduları grubu ile ilgili olaylar, İtilafDevlet­ leri'nin casusluk örgütlerince de biliniyordu. Türkiye ile Al89


manya arasındaki "kardeşçe ilişkilerin" aynen sürüp gitti­ ğini dünya kamuoyuna göstermek için Babıiili, Osmanlı tahtının veliahtı Vahdettin' i imparator Wilhelm l l'yi ve Al­ man Genel Karargahı 'nı ziyaret için Avrupa'ya yollamaya karar verdi. Mustafa Kema l ' in de veliahta eşlik etmesi is­ tendi. Bu isteği kabul etti. Çünkü böylece imparatorluk Al­ manyası 'nda durumun ne olduğunu Hindenburg, Luden­ dorffve Wilhelm Il'nin ağzından bizzat öğrenmek için ken­ disine eşsiz bir fırsat çıkmıştı. 1 5 Aralık 1 9 l 7'de yüksek ko­ nuk, Spaa'da büyük genel karargaha vardığı ve bilinen as­ keri törenlerle karşılandığı sırada, Yüksek Genel Komutan­ lığın kurmay subayları, Fransız ve İngiliz birliklerine kar­ şı Batı cephesinde bir dizi saldırı planlarının üzerinde ça­ lışıyorlardı. Bununla "zafer barışını" zorla sağlamak isti­ yorlardı. Enver Paşa, bu saldırıların başarılı olacağına ve böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünün de önlene­ bileceğine kesinlikle inanıyordu. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi'nin ve Lenin 'in bütün halklara ve hükümetlere yönelttiği, toprak katmalardan ve koşullardan arınmış bir barış yapılması çağrısının sonucu olarak, Alman-Sovyet Rusya barış görüşmeleri başlamıştı. Doğu cephesinde silahlar susmuştu. Ayrıca ABD'de, savaş­ ta henüz acemi olan yalnızca altı tümenini Fransa'ya yol­ ladı. Durumu kendi çıkarlarına değiştirmek için, zaman, merkez devletlerine elverişli göründü. Enver şöyle düşünü­ yordu: Şu mızmız adam Alman askeri mekanizmasının et­ kileyici gücünü ve komutasını bizzat görüp inanmalı. Ama Mustafa Kemal, mızmız insan değildi. Geçmiş sa90


vaş yılları, ona, Alman müttefikin insan ve gereç yedekle­ rinin gittikçe artan bir hızla azaldığını öğretmişti. ABD'nin savaşa girmesi ve sömürgelerin kullanılması, İtilaf Devlet­ leri 'ne silah üretimini çok güçlendirme ve yedekler yığma olanağı sağlamıştı. Alman ve Avusturya işçileri güçlü grev­ leriyle emperyalist savaşa son verilmesini istiyorlardı. İşçi ve köylü iktidarını kurmuş olan Rusya da, kardeş sınıfla­ rın örnek etkisini gösterdi. Doğu cephesinde askerlerin kar­ deşlikler kurduğu haberleri, Alman ordusunda da devrim­ ci düşüncenin nasıl yayıldığını gösteriyordu. Türkiye, imparatorluk Almanyası 'na zincirlenmişti. Onunla birlikte askeri yenilgisinin yıkımı içine sürüklen­ mek zorunda mıydı? Mustafa Kemal, bu durumu son anda değiştirebilecek zayıfbir umut ışığını, veliaht Vahdettin' in kişiliğinde gördü (36 ). Abdülhamit'in ve tahttaki padişa­ hın bu en genç kardeşi 55 yaşındaydı, ama sarayın bozuk yaşamının sonucu, 70 yaşında biri gibi görünüyordu. Mut­ lakiyetçiliğin en gerici yanlısı ve Jön Türklerin düşmanı ola­ ra_\( ün yapmıştı. Kardeşi Mehmet V Reşad'ın hastalığı do­ layısıyla, yakın zamanda tahta geçmesi bekleniyordu. B u güçsüz ve iradesi zayıfinsan, kendisinden yararlanmak için etki altına alınabilirse, Türk politikasında temelli bir deği­ şim sağlanır mıydı? Mustafa Kemal, hiç değilse bir dene­ mede bulunmaya karar verdi ve gezi sırasında ülkenin ger­ çek durumu konusunda veliahtı aydınlattı. Veliaht, Enver ile Talat'a karşı nefretini birkaç kez dile getirdi. (36) "Lcs Souvenirs·du Giizi Moustafa Pacha", RE!, 21 1 927, s. 1 4 6 vd.

91


İlk görüşmelerde H indenburg ile Ludendorff, veliahtı etkilemek amacıyla genel durumun iyimser bir görünümü­ nü çizdiler. Batı cephesinde başlayacak büyük saldırıyı be­ lirttiler. Mustafa Kemal daha kesin açıklamalar gelsin di­ ye sabırsızlıkla bekledi. Alman askerlerinin, müttefikin ruhsal durumunu düzeltmek istedikleri izlenimine vardı. Bu yüzden Ludendorff'a ansızın yönelttiği soru ile konuşma­ ya karıştı: "Saldırının hangi hatta kadar götürülebileceği he­ saplanıyor?" Alman Genelkurmay Başkanının tasarlanan askeri harekatı ayrıntıları ile ona açıklamasını elbette bek­ leyemezdi. Öne attığı soru, askeri eğitim görmemiş prens Vahdettin'in dikkatini, Almanların durumunun zayıflıkla­ rına çekmeyi hedef alıyordu. Kısa bir düşünme anından sonra Ludendorff yanıtladı: "Saldırımızı yürütürüz ve olay­ ların nasıl gelişeceğine bakarız." Kemal, Ludendorff'un yanıtını prense sonradan şöyle yorumladı: "Anlaşılan silah­ ların kaderini Tanrı' nın buyruğuna bırakıyor. Bizim başko­ mutanlığın, Alman ordusunun yardımı ile verdiğimiz kur­ banların başarı ile sonuçlanacağına inanmakla, boş bir şe­ yin peşinden koştuğu konusundaki inancımı bu, daha da pe­ kiştiriyor." Alman Yüksek Genel Komutanlığı'nın planla­ rının hiç bir bakımdan gerçeklere dayanmadığı konusun­ daki izlenimi daha da yerleşti. Wilhelm il, otelinde, pren­ se karşı ziyarette bulunmak üzere geldiğinde veliaht, Mus­ tafa Kemal ' in salık vermesi üzerine, şunları söyledi: "Tür­ kiye' nin yediği yumruklar azalmıyor, gittikçe büyüyor. Kı­ sa bir süre daha bu böyle giderse, Türkiye çökecektir. Ma­ jestelerinin açıklamalarında, bu yumrukların azalmasında 92


yardımcı olunacağı umudunu veren kesin belirtiler buluma­ dım. Bu konuda beni birazcık yatıştırabilecek açıklamalar­ da bulunmak ister misiniz? " Wilhelm II, Mustafa Kemal'in anlattığına göre, şu karşılığı verdi: " Sayın veliaht, sizde kuş­ kular uyandırmaya çalışan insanlar bulunduğunu bildiğimi sanıyorum. Ben, Alman imparatoru olarak size yakın za­ ferden söz ettiğim halde, halii daha kuşku duyabilir misi­ niz?" Elbette Wilhelm il, bu sözlerle, Mustafa Kemal 'i he­ def almıştı. Onun Falkenhayn ile olan kavgaları genel ka­ rargahta biliniyordu. Bunun dışında imparator üzerinde de daha ilk tanıtmada olumsuz bir izlenim bırakmıştı. İmpa­ ratorun, "Ah, 1 6. Kolordu! Anafarta! " diye telgraf üslu­ bunda söylediği sözlere Mustafa Kemal karşılık vermemiş­ ti. Bu yüzden Wilhelm il, Almanca olarak gene sordu: " Siz, 1 6. Kolordu'ya komuta eden ve Anafartalar Savaşı'nı ka­ zanan Mustafa Kemal misiniz?" Şimdi daha nazik bir dil­ le karşılaşan Mustafa Kemal, kaba bir terslik daha göster­ di ve " Evet, ekselans ! " diye karşılık verdi. Oysa saray ku­ ralları " Majeste" ya da " Sire " demeyi gerektiriyordu. İmparatorun, Vahdettin onuruna verdiği bir yemekten sonra Mustafa Kemal, Hindenburg'a yaklaştı. Planlanan batı saldırısının hedefi konusunda yönelttiği soruya Hin­ denburg karşılık vermedi; bunun yerine nazik bir davranış­ la kendisine bir sigara uzattı. Aynı akşam Kemal, impara­ tora kuşkularını durmadan bildirmesi ve Türkiye'de gerçek­ leri tanıyan insanların daha hala bulunduğunu anlatması ko­ nusunda Vahdetti�'i bir daha razı etti. 93


Spaa'da kalındıktan sonra cepheye bir gezi yapıldı. Türk konukların Alman askeri gücün� olan güveninin pe­ kiştirilmesi isteniyordu. Ama Mustafa Kemal, Vahdettin gibi kurmay karargahlarında harita incelemekle yetinme­ di. Protokole aykırı olarak siperlere kadar gitti ve topçu gözetleme yerlerine tırmandı. Kendisine eşlik eden subay­ lar, onun sorularını yalnızca geçiştirdiler. Alman birlikle­ rinin gerçekten dayanıp dayanamayacakları konusunda sağlam bir inanca varmak istiyordu. Alman cephe subay­ ları, kendileri gibi savaşı en ön hatta tanımış bir kimse ile karşılaştıklarını anlayınca, dilleri çözüldü. Ona, piyade ek­ siği o lduğunu, boşlukları doldurmak için atları alınan sü­ vari askerlerinin en ön siperlere gönderildiğini anlattılar. Bunun için gerekli yedek birlikler de eksikti. 1 9 1 8 ilk ya­ zında ve yazında Alman saldırılarının stratejik hedefine ulaşamamasının başlıca nedenlerinden biri, gerçekten de fazla yedek birliklerin o lmayışıydı. M ustafa Kemal, Spaa gezisi konusunda özetle şöyle diyordu: "O sırada elde et­ tiğim genel izlenim, savaşa girdiğimiz anda söylediğimi doğruladı. Bu görüşe göre, Alman ordusu ve onunla bağ­ lantı kuran klik, yenileceklerdi (37). Almanya'nın yanın­ da Türkiye için yalnızca yıkıma götüren bir yol bulundu­ ğuna artık kesinlikle inanmıştı. Yurda dönüşünden kısa bir süre sonra eski böbrek ağ­ rıları gene başladı. Birkaç aylık bir tedavi için Viyana ve Karlsbad'a gitmek zorunda kaldı. Orada iken padişahın öldüğü ve 3 Temmuz 1 9 1 8 'de Vahdettin ' in Mehmet VI (37) Atatürk. s.33

94


olarak tahta çıktığı haberini aldı. Henüz tamamen iyileş­ mediği halde yeni padişah, Türkiye' ye dönmesi buyruğu­ nu verdi. Döner dönmez, Mehmet VI, kendisini kabul et­ ti. Padişah, Enver Paşa'nın Başkomutan vekili rütbesini geri aldı. Şimdi Enver, yalnızca, Genelkurmay Başkanı olarak görev yapıyordu. Bu durum karşısında Mustafa Kemal, tasarıları için sağlam umutlar gördü ve kendine öz­ gü biçimde, doğrudan doğruya hedefe doğru atıldı: " Or­ dunun başkomutanlığını bizzat üzerinize alınız ve beni de yaverliğe değil, Genelkurmay Başkanlığı 'na atayınız. Her şeyden önce gerekli olan, orduyu ele almaktır. Gerekli önlemleri almak için bu, önkoşuldur (38). Padişah ordu­ nun öteki subaylarının da böyle düşünüp düşünmediğini sordu ve sonra onu savdı. Mustafa Kemal padişahın yanı­ tını günlerce boşuna bekledi. Padişahın karar veremediği anlaşılıyordu. Mustafa Kemal' e görev verilmesi, Enver' in düşmesi, "İttihat ve Terakki "ye karşı açık savaş ve hep­ sinden önce İtilaf Devletleri 'yle hemen barış görüşmele­ ri demekti. En sonunda Mustafa Kemal, bizzat bir görüş­ me isteğinde bulundu. Görüşmede çok sıkıştırıcı bir tu­ tum aldı ve hatta padişaha, eğer silahlı gücü eline almaz­ sa, sözde padişah olmakla kalacağını söyledi. Silahlı güç, başka birinin, Enver'in elindeydi. Vahdettin ' in yanıtı baş­ ka söyleyecek bir şey bırakmadı: " Ben, ekselans Talat ve Enver Paşa ile ne yapılması gerekli olduğu konusunda gö­ rüştüm " (39). Sonra gözlerini kapadı; yaptığı el işareti ko(38) Les Souvenirs du Gazi Moustafa Kemi\! Pacha" , REI. s. 1 62 . (39) Aynı yerde, s: 1 63 .

95


nuğun gitmesi anlamına geliyordu. Mustafa Kemal, 23 Eyüll l 9 l 8 'de padişahın yaverliğine atanmasını, Vahdet­ tin' in boş bir inceliği olarak değerlendirdi. Vatanının bun­ dan sonraki durumundan duyduğu kuşk�, düşüncelerini veliahta ve daha sonraki padişaha açmasına götürmüştü. Ama bu kişinin, kendinden öncekilerin çoğu gibi, düşün­ mekte yetersiz, yalnızca kendi canını kurtarmaya çalışan üstü kapalı bir entrikacı olduğu anlaşılıyordu. Bu sırada ulusal bilinci olan birçok Türk' e yeniden umut veren olaylar geçmişti. 7 Kasım 1 9 1 7'de Rus işçi ve köylüleri Sovyet iktidarını kurdular. Daha önce belirtildi­ ği gibi, Sovyet Devleti, ilk kararında, "barışa ilişkin ka­ rarnamede" , bütün savaşan halklardan ve hükümetlerden, toprak katımından ve koşullardan arıtılmış bir barış ko­ nusunda derhal görüşmelere girişilmesini i stedi. Hemen ardından halk komiserleri konseyi, " Rusya' nın ve Do­ ğu'nun bütün Müslüman emekçilerine bir çağrıda bulun­ du. Genç Sovyet Devleti, bu çağrıda, Rus çarlığının ele geçirme politikasını kesinlikle yeriyordu: " İstanbul ' un alınması konusunda devrik çarın yaptı­ ğı, yıkılan Kerenski 'nin de onayladığı gizli antlaşmaların yırtıldığını ve yok edildiğini ilan ediyoruz. Rusya Cum­ huriyeti ve hükümeti, Halk Komiserleri Konseyi, yaban­ cı ülkelerin ele geçirilmesine karşıdular. İstanbul, Müs­ lümanların elinde kalmalıdır. Türkiye 'nin bölüşülmesine ilişkin antlaşmanın yırtıldığını ve yok edildiğini ilan edi­ yoruz." Çağrı, Doğu halklarının ayaklanmasını istedi ve onlara, dostlarının ve düşmanlarının kimler olduğunu açıkça gösterdi : " Sizi boyunduruk altına alacak olanlar 96


Rusya ve onun devrimci hükümeti değil, Avrupa emper­ yalizminin haydutları, yurdunuzu kendi 'sömürgesi ' du­ rumuna sokanlar, yağma edenler ve soyanlardır." (40). Emperyalist sömürgeci efendilerin devrilmesini iste­ yen çağrı, Çin 'den, Hindistan' a ve Yakındoğuya kadar her yerde hemen yankı buldu. Türk halkının çıkarlarına yara­ yan bir politika için şimdiye kadar önceden sezilmemiş olanaklar, ortaya çıkmıştı : Yüzyıllardır bir tehlike olan çarlık yıkılmıştı; şimdi bütün güçleri, İngiliz, Fransız ve Alman emperyal istlerine karşı savaş için kullanma olana­ ğı vardı. Bunun dışında genç Sovyet Devleti ile bir ittifak da kurulabilirdi. Ancak böyle bir politikanın yürütülme­ si için, egemen olan büyük devlet şovenisti Jön Türkleri ve feodal-dinci padişahlık rej imini silip süpürecek devrim­ ci bir değişim gerekliydi önce. Asıl bu güçler, Alman yan­ daşları gibi, Rusya' nın savaş-dışı kalmasını kendi elege­ çirme planlarını gerçekleştirmek için büyük bir fırsat sa­ yıyorlardı. Kars, Ardahan ve Baturu bölgelerini Osmanlı İmparatorluğu'nun geri almasını sağlayan 3 Mart 1 9 1 8 ta­ rihli Brest-Litovsk Barışı, İstanbul 'daki iktidar sahipleri için yalnız bir başlangıç demekti. N isan 1 9 1 8 'den bu ya­ na Brest-Litovsk'ta saptanmış hattın ilerisine çıkan, Ey­ lül 1 9 1 8 ortasında da Baku 'yü ele geçiren altı tümeni, Türkiye 'nin doğu sınırına topladılar. B unun üzerine Sov­ yet hükümeti, Brest Barışı'nın Türkiye'yi ilgilendiren maddelerini yürürlükten kaldırdı. 1 9 1 8 yazında burjuva Türk milliyetçileri arasında, emperyalist bir ele geçirme (40) W. l. Lenin/J. W. Stalin, Das Jahr 1 9 1 7. Berlin 1 949, s. 742 vd ..

97


politikasına karşı çıkan, Enver' in hedeflerini " deli saçma­ sı", "serüven" ve " serap" olarak niteleyen çok sayıda ses­ ler duyuluyordu. 2 1 Haziran 1 9 1 8 'de başlayan "Türk Oca­ ğı" kongresinde demokratik bir muhalefet, bir tüzük de­ ğişikliği sağlamayı başardı. Buna göre, kuruluşun tek ça­ lışma alanı olarak Türkiye saptandı. Yazar Halide Edip' in 30 Haziran 1 9 1 8 tarihli bir makalesi dikkatleri topladı. Makale, program adına benzeyen şu başlığı taşıyordu: "Kendi Başımızın Çaresine Bakalım ! " Gittikçe anti-em­ peryalist bir nitelik kazanan "Türkiye mi 11iyetçi1 iği '' M us­ tafa Kemal 'in görüşlerine de uygun düşüyordu. Alman Yüksek Komutan lığı ve onun arkasında bulu­ nan tekeller, tutkulu bakışlarını Gürcistan' ın mangan ve bakır madenlerine, Bakü'nün petrolüne dikmişlerdi. Lu­ dendorff, bu zenginliklerin yalnız Türk dostlara bırakıl­ ması için Alman birliklerini Kafkasya 'ya da çıkardı . Bütün bunlar, merkez devletlerinin çöküntü arifesin­ de bulunduğu bir zamanda oluyordu. 1 8 Temmuz 1 9 1 8 'den bu yana, Fransız, İ ngiliz ve Amerikan birlikle­ ri, Fransa'da savaşın ana cephesinde üstün güçlerle saldı­ rıyorlardı. Cephe hattını yardılar ve Alman ordularını ge­ rilemeye zorladılar, 1 5 Eylül 'de İtilaf birlikleri Makedon­ ya cephesini yıktı ve Bulgaristan teslim oldu. Filistin'de her an yeni bir İngiliz büyük saldırısı başlayabilirdi. Oy­ sa oradaki Türk birlikleri yeni takviye almıyorlardı, ge­ reçleri yoktu, hiçbir şey sağlayamıyorlardı. Halep-Şam demiryolu, kömürsüzlükten haftalarca işlemiyordu. Her şey Kafkasya'ya gönderiliyordu. İktidar sahibi Jön Türk­ ler, bir ayakları mezarda olduğu halde, deli gibi önlerini 98


görmez durumda Turancılık planlarının peşinde koşuyor­ lardı. l 9 Eylül günü, İngilizler'in Filistin cephesini yerle bir ettiği gün, Enver Paşa, Doğu orduları grubuna şu telg­ rafı yolladı: "Bakıl'nün ele geçirilmesiyle sağlanan elve­ rişli durumdan, İran'daki harekatımız için tam anlamı ile yararlanılmalıdır." ( 4 1 ). Ama Enver'in çılgınlığı İran 'da durmak bilmedi. Kafkasya'daki Alman-Türk anlaşmazlık­ larını sona erdirmek için yapılan 23 Eylül 1 9 1 8 tarihli bir gizli protokolde şöyle deniyordu: ' Osmanlı İmparatorluk hükümeti, Kafkasya ' nın kuzeyinde ve Türkistan 'da ba­ ğımsız devletlerin kurulmasına çalışacağını ve bu devlet­ lerle bir ittifakı gerçekleştirmek üzere elinden geleni ya­ pacağını kabul eder. . . " (42) Oysa bu tümceler, üzerine yazıldıkları kağıttan bile değersizdiler. Aralarında Enver Paşa'nın da bulunduğu Türk resmi görüşmecileri, daha Berlin'de iken, Yıldırım Orduları grubunun yenilgisi gerçekleşti . 8. Ordu artık yoktu, 4. Ordu ile 7. Ordu'nun kalıntıları ( 1 000 kişi ! ) 30 Eylül 'de Şam 'ı boşalttı ve kuzeye doğru çekildi. Ordular grubunun 1 00 .000 askerinden ancak 1 7 bini Halep'e u­ laştı. İngilizlerin uçak saldırıları ile Bedevi süvarilerinin baskınlarından cesareti kırılan, savaştan bıkan ve kaçan Türk askerlerinin bu onulmaz kargaşası içinde Mustafa Kemal de sürekli olarak hastalığının acılarını çekiyordu. 7 Ağustos 1 9 1 8 'de gene 7 . Ordu 'nun komutanı olmuştu. (4 1 ) Mühlmann, s . 2 1 1 vd. (42) Mühlmann, s . 2 n.

99


Yıldız Camisi 'ndeki bir selamlık sırasında padişah onu bu göreve atamıştı. Mustafa Kemal, bu şüphe götürür komu­ tanlığı kime borçlu olduğunu çok iyi biliyordu. Padişahın yanından ayrılarak gene caminin büyük iç bölmesine gel­ diği zaman, orada Enver' e rasladı. "Aferin" , dedi ona, "kutlarım seni, oyunu kazandın." Sonra ciddi bir sesle şunları ekledi: " Benim bildiğim kadarı ile, Suriye'de or­ dular, birlikler ve durumlar yalnız sözde vardır. Beni ora­ ya yollamakla, güzel öç aldın." ( 43) Mustafa Kemal'in bir yıl önce bıraktığı aynı ordu ko­ mutanlığını ciddi bir karşı koymaya başvurmadan kabul etmesi şaşılacak bir şey gibi görünür. Ama anlaşılan, Os­ manlı İmparatorluğu'nun çöküş anında bir silahlı gücün başında bulunmak istiyordu. Bununla ilgili olarak 20. Ko­ lordu komutanına, imparatorluğunun yenilişi ve çöküşü acısının, Türklerin yerleştiği bölgelerde yeni bir devletin kurulması ile giderilebileceğini söyledi. Gençliğinden bu yana, deneyimler, Mustafa Kemal' e, ancak bir Türk ulu­ sal devletinin halkın yeniden doğuşunu sağlayabileceği­ ni öğretmşiti. 1 9 1 8 yılının güz günlerinde Arap köylüle­ rinin, kentlerde zanaatçıların ve tüccarların Osmanlı ege­ menliğine karşı düşmanlığını bir kez daha yaşadı. Asker­ leri, ayaklanmış olan Halep'e giden yolu binbir güçlükle açabildiler. Mustafa Kemal ancak kentin kuzeybatısında birliklerini yeniden düzene koyabildi ve Toroslarıngüney yamaçlarında rastgele kaçışı, normal çekilme çarpışma(43) " Les Souvenirs du Gazi Moustafa Kemal Pacha", 2/1 927. s.

1 00

1 66.


lan biçimine soktu. 7. Ordu'nun birlikleri şimdi ulusa l Türk topraklarının güney sınırına erişmişti. İfla s etmiş Ta lat Paşa Kabinesi 7 Ekim 'de, Enver Pa­ şa ' nın çevresindeki tüm Jön Türkler kliği ile birllkte çe­ kilmek zorunda ka ldı. Musta fa Kema l, Halep 'ten derha l padişah sarayına bir telgraf çekerek, mutlaka barış yap­ maya hazır yeni bir hükümetin İzzet Paşa tara fından ku­ rulma sını önerdi. Böyle bir kabinede Harbiye Nazırlığı 'nı üzerine a lmak istiyordu. İzzet Pa şa sadra zamlığa atandı ve ona, barış yapıldıktan sonra kabinede kendisiyle bir­ likte ça lışmayı umut ettiğini bildirdi. Yeni hükümetin ba­ şı, M ustafa Kemal gibi, 1 914 sava şına Türkiye' nin girme­ mesini istemişti. Artık İtila f Devletleri '_yle görüşmelere ba şladı. Türkiye, 30 Ekim 1 9 1 8'de düşmanları ile Mond­ ros ateşkes a ntla şma sını imza ladı. Antla şma, Alman bir­ l iklerinin hemen boşaltılmasını da öngörüyordu. Bu yüz­ den Genera l Liman von Sanders ertesi gün Yıldırım Or­ duları grubunun başkomutanlığını Ada na 'da Musta fa Ke­ ma l ' e devretti. Ama Alman milita ristlerinin çekilmesine sevinmekiçin zaman yoktu. Şimdi Musta fa Kema l ' in gö­ revi, Mondros Antla şması 'nı uygulamak ve ordu grubu­ nu silahsızlandırmaktı. Ateşkes, Türk hükümetini, mütte­ fiklere Boğazlan açmak, orduyu silahsızlandırmak, do­ nanmayı düşmana terketmek, henüz işga l a ltında olan Arap bölgelerini boşaltmak ve bundan sonraki a skeri ha­ rekat için -özellikle Sovyet Rusya 'ya karşı- kendi toprak­ larını serbest tutmak yükümlülüklerini getiriyordu. Mondros Antlaşma sı, müttefiklere, güvenlikleri tehlike101


de olursa, Türkiye' nin bütün stratejik noktalarını işgal et­ mek, demiryollarında ve limanlarda denetim subayları bu­ lundurmak hakkını veriyordu. Mustafa Kemal, şimdi asıl Türkiye' nin ulusal bağım­ sızlığının en büyük tehlike karşısında olduğunu açıkça görüyordu. İtilaf Devletleri ' nin Sovyet hükümeti tarafın­ dan açıklanan gizli antlaşmaları Anadolu 'yu da içine alı­ yordu. Anadolu'nun güneydoğusundaki Kilikya'yı Fran­ sa istiyordu. Trabzon, Erzurum ve Erzincan kentleriyle birlikte tüm Doğu Anadolu, İtilaf Devletleri 'nin koruyu­ culuğa altındaki bir Ermenistan'a bağlanıyordu. İngilte­ re ve Fransa, Sykes-Picot Antlaşması ' na kızan İtalyan emperyalistlerine, N isan l 9 1 7 'de, İzmir, Antalya ve Kon­ ya ile birlikte güney-batı Anadolu 'nun geniş bölgelerini de katma ve etki alanı haline getirme konusunda söz ver­ m işlerdi. Haziran 1 9 1 7 'de, İtilaf Devletleri yanında sava­ şa giren Yunanistan da,Türk ganimetinin paylaşılmasına katılmak istiyordu. Enver, Talat ve Cemal, ülkeyi bir yıkıma sürükledik­ ten sonra, bir Alman torpidobotu ile kaçarken, Mustafa Kemal yeni bir savaşıma, halkının ulusal kurtuluşu yolun­ daki savaşıma başladı. Henüz her şey kökten umutsuz du­ rumdaydı. Halk, savaşın acıları yüzünden duygusuz hale gelmişti. Gene de Mustafa Kemal güney Anadolu'nun ba­ zı kentlerinde, Antep, Mersin ve Maraş'ta, halka silah da­ ğıttı. Silah ve cephane depoları kurmak için dağlara nö­ betçiler yolladı. Ateşkes antlaşmasının açık olmayan mad­ delerinin açıklığa kavuşturulması için hükümete sürekli 1 02


baskı yaptı. Çünkü bunlar, İtilafDevletleri' ne Anadolu'yu da parça parça işgal etmek bahanesini sağlıyordu. Ancak 7 Kasım 1 9 1 8 'de, Yıldırım Grubu dağıtıldı ve onun son komutanı da başkente döndü. 1 3 Kasım 1 9 1 8'de, bulutlu, yağmurlu bir sonbahar gü­ nünde Mustafa Kemal, yaveri ile birlikte, Haydarpaşa'da treni terk eder. Boğaz üzerinden İstanbu\ ' a ve Haliç'e ba­ kınca, sisin ardında müttefik yük gemilerinin ve zırhlıları­ nın silüetlerini görürler. Bunlar da ateşkes koşulları gere­ ğince henüz Boğaz'a girmektedir. Kemal, bir Türk için u­ tanç verici olan bu oyunu sessizce seyreder. Yüzbinlerce Türk ve Arap köylüsü, asker kılığı içinde Çanakkale Bo­ ğazı 'nda, Kafkas dağlarında ve Arap çöllerinde niçin can­ larını vermişti? Ülkeyi yıkıma sürükleyen bir yabancı dev­ let ile halk düşmanı küçük bir klik için. Acı ile doludur, bu­ lanık düşünceleri dağıtmak için birden silkinmek zorunda kalır. Türk köylüsünü asker olarak tanımıştır. Soyguna uğ­ rayan bu halkta ne kadar çok gizli güçler bulunduğunu bi­ lir. Bunu bildiği içindir ki, kendisine eşlik edeni de emper­ yalist büyümenin görüntüsünden uzaklaştıran şu sözleri söyler: " Geldikleri gibi gideceklerdir." (44)

(44) Atatürk,

s.

43.

1 03



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.