John Brockman: Senin tehlikeli fikrin ne?

Page 1



Pegasus Yayınları: 183 Bilim/Sanat: 6 SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE? JOHN BROCKMAN Özgün Adı: WHAT IS YOUR DANGEROUS IDEA? Yayın Yönetmeni: İbrahim Şener Kitap Editörü: Özkan Özdem Bilgisayar Uygulama: Meral Gök Kapak Uygulama: Yunus Bora Ülke Film-Grafik: Mat Grafik Baskı-Cilt: Kilim Matbaası Maltepe Mah. Litros Yolu Fatih Sanayi Sit. No: 12/204-232 Topkapı/îstanbul Tel: 0212 612 95 59 1. Baskı: Mart 2009 ISBN: 978-605-5943-70-7 PEGASUS YAYINLARI © JOHN BROCKMAN INC., Yayınevinden yazılı izin alınmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. Yayıncı Sertifika No: 12177

PEGASUS YAYINLARI Gümüşsüyü Mah. Osmanlı Sk. Alara Han No: 27/9 Taksim / İSTANBUL -Tel: 0212 244 23 50 (pbx) Faks: 0212 244 23 46 www.pegasusyayinlari.com / info@pegasusyayinlari.


JOHN BROCKMAN

İngilizce'den Çeviren: NEVİN ŞEKER

PEGASUS YAYINLARI


İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ: EDGE SORUSU................................................................11 GİRİŞ................................................................................................ 13

JOHN HORGAN Ruhumuz Yok....................................................... 27 PAUL BLOOM Ruhun Yadsınması.................................................. 30 DAVI D BUSS Kötülüğün Evrimi...................................................... 33 İRENE PEPPERBERG İnsan ve İnsan Olmayan Canlılar Arasındaki Fark Nicel, Nitel Değil..................................................... 36 STEVEN PINKER Farklı İnsan Toplulukları Farklı Yeteneklere ve Kişiliklere Sahip Olabilir.................................................................... 39 J. CRAIG VENTER İnsan Davranışının Genetik Temeli..................42 JERRY COYNE İpleri Genetik Zincirler Olan Kuklalar.....................45 V. S. RAMACHANDRAN Francis Crick'in Tehlikeli Fikri..................48 RODNEY BROOKS Evrende Yalnız Olmak.................................... 53 SCOTT D. SAMPSON Enerji Dolaşımının Bir Aracı Olarak Yaşam................................................................................... 54 KEITH DEVLİN Tam Anlamıyla Yalnızız.......................................... 58 MARTIN REES Bilim Kontrolden Çıkıyor Olabilir.............................60 FRANK J. TİPLER Niçin Maddeden ÇokAntimadde Olmasının Nedenine İlişkin Standart Modelin Yanlış Olmasını Umuyorum.........................................................................63 EREMY BERNSTEIN Plütonyumun Yapısını Bildiğimiz Fikri.......... 65 W. DANIEL HILLIS En Tehlikeli Fikirlerimizi Paylaşmamız Gerektiği Fikri....................................................................................66

5


DANIEL GILBERT Fikirlerin Tehlikeli Olabileceği Fikri.................... 67 PAUL C. DAVIES Küresel Isınmaya Karşı Verdiğimiz Savaş Kaybedilmiş Bir Savaştır................................................................... 68 GREGORY BENFORD Kyoto Tek Çözüm Değil..............................70 OLIVER MORTON Gezegenimiz Tehlikede Değil........................... 75 APRIL GORNIK Sanatın Etkileri Kontrol ve Tahmin Edilemez........ 79 DENIS DUTTON 'BüyükAnlatı'......................................................... 80 MARC HAUSER Din, Evrensel Ahlak Kurallarımız Üzerinde Etkili Değil..........................................................................................84 NICHOLAS HUMPREY Bertrand Russell’ın Tehlikeli Fikri.............. 87 DAVI D PIZARRO Karmakarışık Ahlak............................................ 88 ROBERT SHAPIRO Yaşamın Kökenini Önümüzdeki Beş Yıl İçinde Anlayacağız............................................................................90 GEORGE DYSON Yaşamın Kökenini Anlamadan Moleküler Biyolojiyi Kavramak...........................................................................94 MARCO IACOBONI Süper Aynalar Sorunu.....................................95 DANIEL GOLEMAN Siberdisinhibisyon........................................... 98 ALUN ANDERSON Beyin Gövdeden Bağımsız Zihin Olamaz..... 101 DAVID GELERNTER Bilgi Çağında, İnsanların Hakkında En Çok Bilgiye Sahip Oldukları Şey Ne?............................................ 105 KEVIN KELLY Anonim Olmak Güzel.............................................107 PAUL W. EVVALD Tıbbın Yeni Altın Çağı.................................... 109 SAMUEL BARONDES Kişiliği Değiştirmek İçin İlaç Kullanımı......115 HELEN FISHER İlaçlar Aşkın Yapısını Değiştirebilir.................... 117 DAVID G. MYERS Herkese Evlilik Seçeneği................................ 120 DIANE F. HALPERN İnsanın Çocuğunun Cinsiyetini Seçmesi.... 122 SETH LLOYD Fikirler Fikri............................................................. 126 KARL SABBAGH insan Beyni Evreni Hiçbir Zaman Anlamayacak..................................................................................127

6


LAVVRENCE M. KRAUSS Dünya Aslında Anlaşılamaz Olabilir ...130 LEONARD SUSSKIND Kozmik Manzara..................................... 132 LEE SMOLIN Darvvin'i Einstein'in, Einstein'i Darvvin'in Işığında Görmek.......................................................................................... 135 BRIAN GREENE Çoklu Evren.......................................................139 CARLO ROVELLI27. Yüzyıl Fiziğinin Dünya Hakkında Söylediği Şey Doğru Olabilir.......................................................... 142 PAUL STEINHARDT Bu Bir Zaman Sorunu................................. 144 PIET HUT Zamanın Karakterinin Radikal Bir Yeniden Değerlendirilmesi........................................................................... 148 MARCELO GLEISER Her Şeyi Bilmemek İyi Bir Şey................... 150 STEVEN STROGATZ Önsezinin Sonu......................................... 152 TERRENCE SEJNOVVSKI İnternet Ne Zaman Kendi Kendinin Farkına Varacak?...........................................................................154 NEIL GERSHENFELD Buluş İçin Gerekli Araçların Demokratikleştirilmesi.................................................................... 159 RUDY RUCKER Ruh Tüm Evrene Dağılmış Bir Nitelik................160 THOMAS METZINGER Yasak Meyve Önsezisi............................164 PHILIP W. ANDERSON Herhangi Bir Tanrının Varlığına ilişkin Sonsal Olasılık Çok Küçük.............................................................167 SAM HARRIS Bilim Dini Ortadan Kaldırmalı................................. 169 JOHN ALLEN PAULOS Özbenlik Kavramsal Bir Kimera.............. 173 CAROLYN C. PORCO Şimdiye Dek Anlatılmış En Müthiş Öykü.............................................................................. 174 JORDAN POLLACK Bilimi Başka Bir Din Gibi Görmek.................177 ROBERT R. PROVINE Hepsi Bu...................................................181 STEPHEN M. KOSSLYN İlahi Bilim mi?........................................184 JESSE BERING Bilim Hiçbir Zaman Tanrıyı Susturamaz.............189 SCOTT ATRAN Din, Bilimde Olmayan Umut................................ 191

7


TODD E. FEINBERG Efsaneler ve Masallar Doğru Değil.............194 DAVI D LYKKEN Ana-babahk Ehliyeti.......................................... 196 JUDITH RICH HARRIS SıfırAna-baba Otoritesi............................ 197 JOHN GOTTMAN Duygusal Zeka Üzerine Odaklanma................201 ALISON GOPNIK 'Uzlaşmazlık' Üzerine Bir Kakafoni...................202 STEVVART BRAND Uygulamalı Tarih..........................................204 JARED DIAMOND Kabile Toplumlar Çevrelerine Zarar Veriyor ve Savaş Çıkarıyor.........................................................................206 CHARLES SEIFE Hiçbir Şey......................................................... 207 SUSAN BLACKMORE Her Şey Anlamsız.....................................208 DANIEL C.DENNETT Memlerdeki Nüfus Patlamasına Yetecek Kadar Zihin Yok..............................................................................209 RANDOLPH M. NESSE Dile Getirilemeyecek Fikirler.................. 213 KAI KRAUSE Anti Gravite: Pratik Bağlamda Kaos Teorisi........... 217 RUPERT SHELDRAKE Yeni Bilimsel Prensipler Eşliğinde Yol Almak....................................................................................... 222 SIMON BARON-COHEN Empati Üzerine Kurulu Bir Politik Sistem..................................................................................225 TOR N0RRETRANDERS Sosyal Görecelilik................................ 228 GREGORY COCHRAN Yeryüzünde Yeni bir Şey Var: Biz.......... 230 DONALD D. HOFFMAN Bir Kaşık Bir Başağrısı Gibidir............... 232 GERALD HOLTON Uzun Ömür Eğrisi Tahmini............................ 234 RAY KURZVVEIL Ortalama Yaşam Süresinin Yakın Zamanda Uzayacak Olmasının Kaçınılmazlığı............................................. 235 FREEMAN J. DYSON Biyoteknolojinin Evcilleştirilmesi............... 238 PHILIP CAMPBELL Bilim ve Teknolojide Sıradan İnsanların Etkisi............................................................................. 239 JOEL GARREAU Ya Faulkner Haklı Olsaydı?..............................240

8


ERIC FISCHL Bilinmeyenler Bilinir Olur ve Onların Yerine Yeni Bir Bilinmeyen Geçmezse?................................................... 244 MICHAEL SHERMER Ticari Malların Geçtiği Sınırlardan Ordular Geçmez............................................................................. 246 M ATT RIDLEY Devlet Çözüm Değil Problem...............................248 MIHALY CSIKSZENTMIHALY Serbest Piyasa............................. 251 ARNOLDTREHUB Modern Bilim Biyolojinin Ürünü.......................253 ROGER C. SCHANK/4rf//c Sert Bakışlı Öğretmenler Yok............254 CUFFORD PICKOVER Hepimiz Sanalız.......................................257 GEOFFREY MİLLER Çılgın Tüketim Fermi Paradoksunu Açıklıyor.......................................................................................... 259 SHERRYTURKLE Simulasyona Karşı Gerçeklik.......................... 264 DAN SPERBER Kültür Doğal Bir Şeydir....................................... 268 TIMOTHY TAYLOR İnsan Beyni Kültürel Bir Alet..........................271 ERIC R. KANDEL Özgür İrade Bilinçten Bağımsız....................... 275 CLAY SHIRKY Özgür irade Yok Oluyor........................................ 278 MAZHARIN R. BANAJI İntrospeksiyonun (-iç gözlem) Sınırları........................................................................................... 282 BARRY C. SMITH Öğrendiklerimiz Bizi Değiştiremeyebilir...........285 RICHARD E. NISBETT Bilebileceğimizden Fazlasını Söylemek...288 ANDY CLARK içimizdeki Aceleci Yaratıklar.................................. 292 PHILIP G. ZIMBARDO Kötülük de Kahramanlık da Sıradan Şeyler................................................................................ 294 DOUGLAS RUSHKOFF Açık Kaynak Birimi................................. 296 DAVID BODANIS Batı Geriliyor mu?.............................................298 JUAN ENRIQUEZ Teknoloji Birleşik Devletleri Parçalayabilir....... 301 HAIM HARRARI Demokrasi Tarihe mi Karışıyor?.........................305 JAMES O'DONNELL Marx Haklıydı: Devlet Ortadan Kalkacak....307

9


HOVVARD GARDNER Sisyphus'un İzinde...................................309 ERNST PÖPPEL Nasıl Güveneyim?........................... ................. 311 LEO M. CHALUPA Yirmi Dört Saatlik Kesin Yalnızlık...................313

SONSÖZ........................................................................................ 315

10


ÖNSÖZ EDGESORUSU

1991 yılında, ‘kim ve ne olduğumuzu yeniden tanımlayarak, ça­ lışmaları ve açıklayıcı yazıları ile yaşamımızın daha derin anlam­ larını görünür kılmakta, geleneksel aydınların yerini alan ampirik dünya bilim insanları ve diğer düşünürlerden oluşan’ üçüncü kül­ tür fikrini ortaya attım. 1997’ye gelindiğinde, internetin gelişme­ si, üçüncü kültürün Edge (www.edge.org) adlı bir sitede, kendine bir yuva bulmasını sağladı. Bugün Edge, üçüncü kültürün bir araya geldiği ve bu yeni aydınlar topluluğunun kendini ortaya koyduğu bir ortam. Onlar burada kendi çalışmalarını ve fikirlerini sergiliyor ve diğer üçün­ cü kültür düşünürlerinin fikir ve çalışmaları hakkında yorum ya­ pıyorlar. Bunu yaparken, kendi fikirlerine karşı çıkanlar olacağını biliyorlar. Sonuçta, ‘kıvrak düşüncenin bilgeliğin uyuşturuculuğuna üstün geldiği oldukça hararetli bir ortamda, dijital çağın can alıcı sorunları üzerine şiddetli tartışmalar ortaya çıkıyor. Edgede ortaya atılan fikirler spekülatif; bu fikirler evrim bi­ yolojisi, genetik, bilgisayar bilimi, nörofizyoloji, psikoloji ve fizik gibi alanlarda sınırları temsil ediyor. “Evrenin kökeni nedir?”, “Yaşamın kökeni nedir?”, “Aklın kökeni nedir?” gibi sorular orta­ ya atılan sorulardan bazıları. Üçüncü kültürün yarattığı şey, yeni bir doğal felsefe, fiziksel sistemleri anlamanın yeni yolları, kim olduğumuza, insan olmanın ne anlama geldiğine ilişkin temel varsayımlarımızı sorgulayan yeni düşünce yöntemleri oldu.

11


SENÎN TEHLİKELİ FiKRİN NE?

Edge’in yılda bir tekrarlanan bir etkinliği, şimdi hayatta ol­ mayan dostum ve çalışma arkadaşım, sanatçı James Lee Byars ta­ rafından kavramsal bir sanat projesi olarak 1971 yılında önerilen Dünya Soru Merkezidir. Byars’ın planı, dünyanın en zeki yüz in­ sanını bir odaya kapatmak ve ‘daha önce kendilerine sordukları soruları birbirlerine sordurtmaktı. Sonuç, tüm düşünülenlerin bir sentezi olacaktı. Ancak, fikir ve uygulama arasında, içine düşme tehlikesi barındıran pek çok tuzak var. Byars, en zeki yüz kişisini saptadı ve onlara, kendilerine sordukları soruların neler olduğu­ nu sordu. Sonuç: Yetmiş kişi telefonu yüzüne kapadı. Fakat 1997’ye gelinmeden, internet ve elektronik posta, Byars’ın bu muhteşem projesine uygulama alanı sağladı ve bu da Edge in kurulmasıyla sonuçlandı. Edge’in her yıldönümü sayısı için soru soran ben oldum ve katılımcılara, benim ya da yazış­ tığım birinin gece yarısı aklına geliveren bir soruya yanıt verme­ lerini istedim. 2006 yılının Edge sorusu, psikolog Steven Pinker tarafından önerildi: Bilim tarihi, yapıldıkları zaman diliminde sosyal, ahlaki ve duygusal açıdan tehlikeli görülen keşiflerle dolu; Kopernik ve Darwinin devrimleri bunların arasında en belirgin olanları. Sizin tehlikeli fikriniz nedir? Üzerinde düşündüğünüz (ilk kez sizin aklı­ na gelmiş olmak zorunda değil) ve yanlış olduğu varsayıldığı için değil fakat doğru olabileceği için tehlikeli olan bir fikir? 2005’in Edge sorusu olan ‘Kanıtlayamasanız bile doğru oldu­ ğuna inandığınız şey ne?’, gerçekten ilginçti. (BBC4 Radyosu bu soruyu ‘son derece ufuk açıcı, düşünce dünyasının ‘taş kokaini’ olarak niteledi. Umuyoruz, 2006 Edge Sorusuna verilen yanıtlar­ dan oluşan bu sayı da onun kadar tehlikeli olur. —John Brockman Edge’in Yayıncısı ve Editörü

12


GİRİŞ

Kadınlar -ortalama olarak- erkeklerden farklı bir yetenek pro­ filine mi sahip? İncildeki -sadece mucizeler değil, aynı zaman­ da kralları ve imparatorları da kapsayan- olaylar kurgu muy­ du? Çevrenin durumu son elli yılda düzeldi mi? Cinsel taciz mağdurları bundan ömür boyu zarar görmüyor mu? Ameri­ kan yerlileri katliam yapıp doğayı yağmaladı mı? Erkeklerin tecavüze doğuştan bir yatkınlığı mı var? 1990’larda suç oranı, yirmi yıl öncesinde, yoksul kadınlar şiddete eğilimli olabilecek çocuklarını aldırdığı için mi düştü? İntihar eylemcileri eğitim­ li, akıl sağlığı yerinde ve ahlaklı insanlar mı? Alman Yahudileri, genelde, ataları, doğal ayıklanma sonucunda faizle ödünç para vermek konusunda gerekli bir özellik olan kurnazlık açısından daha üstün oldukları için mi bu konuda Yahudi olmayanlardan daha becerikliler? Fahişelik serbest bırakılsa tecavüz oranı dü­ şer mi? Afrika kökenli Amerikalılar, genelde, beyaz erkekler­ den daha yüksek bir testosteron düzeyine mi sahip? Ahlaklılık, sadece beyinlerimizin evriminin bir sonucu olup, kalıtımla il­ gisi olmayan bir şey mi? Eroin ve kokain yasal olsa toplum daha iyi bir durumda olur muydu? Homoseksüellik bir enfeksiyon hastalığı belirtisi mi? Annelere, onları acı dolu, engelli bir ya­ şama mahkum edecek doğum kusurlarıyla doğan çocuklarına

13


SENÎN TEHLİKELİ FÎKRİN NE?

ötenazi yapma seçeneği sunmak ahlaki ilkelerimizle bağdaşır mıydı? Dinsel nedenlerle ölen insanların sayısı, Nazilerin öl­ dürdüğünden daha mı fazla? Eğer polis, kimi özel durumlarda sanıklara işkence yapabilseydi, terörizm daha mı az zarar ve­ rirdi? Afrika, kirli endüstrilere ev sahipliği yapsa ve Avrupa’nın nükleer atıklarını kabul etseydi, yoksulluktan kurtulma şansı artar mıydı? Batı toplumlarının zeka düzeyi, zeki olmayan in­ sanların zeki olanlardan daha çok sayıda çocuk sahibi olması nedeniyle mi düşüyor? Evlat edinmeyle ilgili yasalar değiştirilse ve çocukların en yüksek teklifi verene satıldığı bir piyasa oluş­ turulsa, istenmeyen çocukların durumu daha iyi olur muydu? Eğer organ serbest pazarı oluştursaydık, bazı hayatlar kurtarılabilir miydi? İnsanların, kendini klonlama ya da çocuklarının genetik özelliklerini iyileştirme hakları olmalı mı? Belki bu sorulan okurken tansiyonunuzun yükseldiğini hissediyorsunuzdur. Belki insanların böyle şeyleri düşünebiliyor olması sizi dehşete düşürüyor. Belki bunlardan söz ettiğim için beni kı­ nıyorsunuz. Bunlar tehlikeli fikirler—apaçık bir şekilde yanlış ol­ dukları için ya da zararlı bir davayı savundukları için değil fakat egemen ahlak düzenini yıprattıklarına inanıldığı için. ‘Tehlikeli fikirler’ ile kitle imha silahlarının arkasındaki zararlı teknolojiler ya da ırkçı, faşist veya diğer fanatik kült­ lerden söz etmiyorum. Söz ettiğim şey, ciddi bilim insanı ve düşünürlerce, kanıt gösterilerek savunulan, ancak bir çağın kolektif ahlakına aykırı olduğuna inanılan gerçeklerin ya da tutumların ifadeleri. Birinci paragraftaki fikirler ve onların her birinin yüzyılın son çeyreğinde doğurduğu ahlaki panik buna bir örnek. Bu fikirleri ortaya atan yazarlar karalandılar, sansü­ re uğradılar, işlerinden atıldılar, tehdit edildiler ve kimi zaman fiziksel saldırıya uğradılar. Her çağın kendine özgü tehlikeli fikirleri vardır. Bin yıldır, tektanrılı dinler, jeosantrizm, İncil arkeolojisi ve evrim teorisi 14


JOHN BROCKMAN

gibi bilimsel baş belaları ile birlikte sayısız karşıtını cezalan­ dırdı. Neyse ki cezalar işkence ve sakat bırakmaktan, bursların kesilmesi ve hakaret içeren eleştirilere dönüştü. Fakat entelek­ tüellerin sindirilmesi, ister kılıç ister kalemle olsun, belli bir dönemde ciddiye alman fikirleri kaçınılmazlıkla biçimlendiri­ yor ve tarihin dikiz aynasında uyarı sinyalleri görüyoruz. Çoğu kez, insanlar gerçeğe dayalı iddialarını, bugün bize saçma görü­ nen etik imalarla bezediler. Güneş sistemimizin yapısının ciddi ahlaki sonuçlar doğuracağı korkusu buna çok eski bir örnek oluşturur, Biyoloji öğrencilerini ‘Akıllı Tasarım’ı öğrenmeye zorlamak ise bunun çağdaş bir örneği. Bu kötü taklitlerin bize, çağdaş entelektüel ana akımın benzer ahlaki yanılgılarla oyala­ nıp oyalanmadığı sorusunu sordurtması gerek. Kendi içimiz­ deki biz ve tarihin bir gün doğruluğunu kanıtlayabileceği aykı­ rı düşünenler tarafından harekete geçirilmeye hazır mıyız? John Brockmana, yıllık Edge sorusunu tehlikeli fikirle­ re ayırmasını önerdim çünkü bence bunlar giderek daha sık karşımıza çıkabilir ve biz onlarla başa çıkmak konusunda do­ nanımlı değiliz. Doğru olarak ele alındığında bilim (tarih ve gazetecilik gibi, gerçeği arayan diğer alanlarla birlikte), kimile­ rinin duygularının incineceğine bakmaksızın, dünyayı olduğu gibi tanımlar. Özellikle bilim, her zaman aykırılık kaynağı ola­ gelmiştir ve günümüzde, genetik, evrim ve çevre bilimleri gibi hassas alanlarda dörtnala giden gelişmelerin üzerimize sarsıcı olasılıklar yağdırması kaçınılmaz. Dahası, küreselleşmenin ar­ tışı ve internetin gelişmesi aykırı düşünenlerin birbirini bulma­ sını ve geleneksel medya ve akademik dergilerin bariyerlerinin çevresinde çalışmasını olanaklı kılıyor. Ayrıca kuşak hassasi­ yetlerindeki bir değişikliğin süreci hızlandıracağını sanıyorum. ‘Politik doğruluk’ terimi, bizim kuşağın (İkinci Dünya Savaşı ile Soğuk Savaş arasındaki dönemde doğanlar kuşağı) akade­ mik çevreleri, basını ve devleti devraldığında beraberimizde

15


senin tehlikeli

FÎKRlN ne?

getirdiğimiz 1960’lara özgü ahlaki doğruluk anlayışını tutsak ediyor. Görüyorum ki bugünün öğrencileri -siyah ya da beyaz, kız ya da erkek- ana-babalarının arasında yaygın olan, bazı bi­ limsel görüşlerin ahlak dışı ve kimi soruların ele alınamayacak kadar rahatsız edici olduğu fikri karşısında hayrete düşüyor. Bir fikri ‘tehlikeli’ yapan nedir? Etkenlerden biri, bu fikrin kabulü durumunda, ancak yakın geçmişte zararlı olduğu ka­ bul edilmiş bir sonuca yol açabileceğinin düşünülmesi. Dindar toplumlarda, insanlar Incil’in doğrularına harfi harfine inan­ maktan vazgeçerlerse, onun ahlaki buyruklarının otoritesine inanmaktan da vazgeçerler korkusu var. Başka bir deyişle, eğer insanlar bugün, Incil’in, tanrının dünyayı altı günde yarattığı­ na ilişkin kısmını çıkarırlarsa, yarın ‘İnsan öldürmemelisiniz’ diyen bölümünü de çıkarabilirler. îlerici çevrelerin korkusu ise insanların ırklar, cinsiyetler ve bireyler arasında bir fark ol­ duğunu kabul etmeleri durumunda, diğerlerine ayrımcılık ve baskı uygulanmasını haklı görebilecek olmaları. Diğer tehlike­ li fikirler, insanların çocuklarını ihmal ya da istismar edeceği, çevreye karşı duyarsızlaşacağı, insan hayatına değer vermeye­ ceği, şiddeti kabullenebileceği, ve ancak yeterince kararlılık ve iyimserlikle üstesinden gelinebilecek sosyal sorunlar karşısın­ da erken pes edeceği korkusu doğuruyor. Bu tür sonuçların ortaya çıkması elbette üzücü olurdu. Ancak, aslında onların hiçbiri tehlikeli olduğu varsayılan bir fikrin sonucu değil. Örneğin, bir grup insanın ortalamasının diğerinden farklı olduğu ortaya çıksaydı bile, örtüştükleri alan o kadar büyük olurdu ki, bireylere bu nedenle ayrımcılık yap­ mak mantıksız ve adaletsiz olurdu. Yine, ana babaların, çocuk­ larının kişiliklerini belirleme gücünden yoksun olduğu anlaşılsaydı, birinin çocuklarını ihmal ve istismar etmesi yalnızca ahlaki nedenlerle yanlış olurdu. Ayrıca, çevrenin nasıl daha iyi olabileceğine ilişkin var olan fikirlerin başarısızlığı kanıtlanır­

16


JOHN BROCKMAN

sa, bu da ancak neyin başarılı olacağının araştırılması gerekli­ liğine dikkat çeker. Tehlikeli algısına katkıda bulunan bir başka etken, insan­ ların fraksiyonlara bölündüğünde takma eğiliminde olduğu entelektüel at gözlükleri. İnsanların, belli gruplarda biraraya gelip, kimi inançları bu gruba bağlılıklarının göstergesi olarak ifade etmek ve rakip gruplara entelektüel açıdan yetersiz ve ah­ laken çökmüş muamelesi yapmak gibi kötü bir alışkanlığı var. Bu grupların üyeleri arasındaki tartışmalar ise durumu sadece daha da kötüleştiriyor çünkü bir taraf diğerinin müthiş fikrini kabul etmeyi başaramazsa bu, sadece onun akılsız olduğunu kanıtlıyor. Bu bakımdan, gerçeği öğrenmekten yarar sağlayacak en önemli iki kurumu (akademik çevre ve hükümet) ahlaki tı­ nıya sahip ideolojiler tarafından gözleri bağlanmış görmek en­ dişe verici. Bir ideoloji de, insanların boş birer sayfa olduğu ve sosyal sorunların yalnızca, özellikle Avrupalı erkeklerin sada­ katsizliğini telafi eden hükümet programlarıyla çözülebileceği. Buna karşıt olan ideoloji ise ahlakın yurtseverlik ve Hıristiyan inancının özünde olduğu ve sosyal sorunların üstesinden, kötü bireylerin günahlarını cezalandıran hükümet politikalarıyla gelinebileceği. Yeni fikirler, incelikli fikirler, melez fikirler -ve bazen tehlikeli fikirler- bu grup bağlayıcılığı olan fikirler kar­ şısında söz hakkı bulmakta zorlanıyor. Dürüst fikirlerin tehlikeli olabileceği kanısı insanın doğa­ sından kaynaklanıyor olabilir. Philip Tetlock ve Alan Fiskenin iddiasına göre belli bazı insan ilişkileri sabit hükümler üzerine kurulu. Ana babalarımızı ve çocuklarımızı severiz, eşlerimize sadığızdır, arkadaşlarımıza destek oluruz, içinde yaşadığımız topluma katkıda bulunuruz ve ait olduğumuz gruplara bağlı­ yızdır—bu bağlılığın erdemlerini sürekli olarak sorguladığımız ve değerlendirdiğimiz için değil fakat onu iliklerimizde hisset­ tiğimiz için. Böylesi bir ilişkiye bağlılıkta mantık ve gerçekliğin 17


SENİN TEHLİKELİ FİKRÎN NE?

rolü olup olmadığına aşırı kafa yoran biri, onu anlayamıyor’ kabul edilir. Toplumun kabul ettiği normal insanlar, çocukla­ rını ya da arkadaşlarını ya da eşlerini ya da meslektaşlarını ya da ülkelerini satmanın avantaj ve dezavantajlarını dikkatli bir şekilde tartmazlar. Bu tür olasılıkları daha baştan reddeder ve bu tür şeylerin ‘yanından bile geçmezler.’ Böylelikle kutsal de­ ğerleri sorgulama tabusu kişisel ilişkilerde bir anlam ifade eder. Dünyanın nasıl işlediği ya da ülke yönetmek bağlamında ise çok daha zayıf bir anlam ifade eder. Bazı fikirlere tehlikeli muamelesi yapmalı mıyız? Hadi dü­ pedüz yalanlan, aldatıcı propagandayı, art niyetli aykırıların kışkırtıcı komplo teorilerini ve teknolojik yıkım teorilerini bir yana bırakalım. Yalnızca, ampirik iddiaları ya da doğru olduk­ ları ortaya çıkarsa ahlaki hassasiyetlerimizi yeniden gözden geçirmemizi gerektirecek politikaların ne kadar etkin olduğu­ nu düşünelim. Ve eğer, insanlar onların doğru olduğuna inan­ dıktan sonra yanlış oldukları anlaşılırsa zararlı olacak fikirleri düşünelim. Her iki durumda da, onların doğru mu yanlış mı olduğunu baştan bilemeyiz, bu yüzden ancak onları irdeleye­ rek ve tartışarak bir sonuca varabiliriz. Son olarak, insanları kazığa bağlayıp yakmadığımızı ya da dillerini kesmediğimizi varsayalım ama onların araştırma yapma hevesini kırdığımızı ve fikirlerinin yayılmasına elimizden geldiğince engel olduğu­ muzu düşünelim. Bugünkü sorunlarımızla ilgili tüm fikirleri araştırmak için -sonuç ne olursa olsun- iyi bir sebep var. Akılcı bir söyleme kalkışmak eylemi bile fikirleri sadece entelektüel temelde de­ ğerlendirme kararlılığı gerektirir. Yoksa biri çıkıp, fikirleri en­ gelleme eyleminin kendisinin tehlikeli olduğunu iddia eden birinin yüzüne tehlikeli fikirlerin engellenmesi gerektiğini nasıl açıklayabilir? Tehlikeli fikirlerin açıklanmaması gerek­ tiğini savunanların, karşıtları bu fikri tehlikeli buluyor diye

18


JOHN BROCKMAN

düşündüklerini açıklamalarına engel mi olunmalı? Yok, öyle değilse, o halde tehlikelilik ya da tehlikesizlik konusunda yar­ gıda bulunmak neden diğerlerine değil de onlara tanınan bir ayrıcalık olsun? Fikirlerin açıklanmaması gerektiği düşüncesi, daha baştan kendi kendini çürüten bir fikir. Aslında bu bir aşırı kendini beğenmişlik durumu çünkü bu durumda, insan kendi fikirlerinin iyiliği ve doğruluğundan öylesine emindir ki baş­ kalarının görüşlerinin incelenmesine bile engel olmak hakkına sahip olduğunu varsayar. Ayrıca, toplum yaşamının, bilgisizlik ve yanılgının -kötü bile olsa- gerçeği bilmekten daha iyi olduğu bir yönünü ta­ hayyül etmek oldukça zor. Yalnızca çocuklar ve deliler, ‘büyü­ lü düşünce’ denen, eğer inanırsak güzel şeylerin olacağı ya da görmezden gelir veya olmamalarını dilersek kötü şeylerin yok olacağı safsatasıyla uğraşır. Mantıklı yetişkinler gerçeği bilmek ister, çünkü yanlış temellere dayanan herhangi bir davranış is­ tedikleri sonucu vermez. Daha da kötüsü, mantıkçılar, bir çe­ lişki içeren düşünce sistemi -ne.kadar absürd olursa olsun- bir önerme ortaya atmak için kullanılabilir der. Fikirler başka fikir­ lerle bağlantılı olduğu için, bazen dolambaçlı ve öngörülmedik bir şekilde, doğru olmayabilecek bir şeye inanmayı seçmek, ya da hatta bir konunun çevresine bilgisizlik duvarları örmek tüm entelektüel yaşamı yozlaştırır ve büyük ölçüde yanlış üretir. Gündelik yaşamımızda, sorun sağlık, para hatta hava olduğun­ da bize yalan söylenmesini veya babacan ‘hamiler’ tarafından karanlıkta bırakılmayı ister miyiz? Toplum yaşamında, birinin size, küresel ısınma ya da enerji darlığı konuşunda araştırma yapılmaması gerektiğini çünkü bu araştırmanın sonucunda bu sorunların ciddi olduğu ortaya çıkarsa ekonominin son dere­ ce kötüye gideceğini söylediğini varsayın. Üstü kapalı olarak bunu söyleyen günümüz liderleri entelektüel sorumluluk sa­ hibi insanlarca kınanıyor. O halde niçin diğer nahoş fikirlere farklı muamele edilsin? 19


SENÎN TEHLİKELİ FlKRİN NE?

Fikirlere tehlikeli muamelesi yapılmasına karşı olan bir gö­ rüş daha var. Çoğu ahlaki ve siyasi prensibimiz, insan doğası­ nın en kötü özelliği olarak bildiğimiz şeyi baştan kabullenmek üzere oluşturulmuş. Örneğin, demokrasilerde güçler ayrılığı, liderlerin otoriteyi kendi üzerinde toplama eğiliminde olaca­ ğını açık bir şekilde kabullenmekten doğmuştur. Yine, ırkçılığa karşı hassasiyetimiz insan topluluklarının -kendi haline bıra­ kıldıklarında- diğer topluluklara ayrımcılık ve baskı -çoğun­ lukla çirkin bir şekilde- uygulamaya yatkın olduğunu bilme­ mizden kaynaklanır. Ayrıca tarih bize, dogmaları zorla kabul ettirmek ve karşıt görüşlüleri baskı altına almak tutkusunun, insanın süregelen bir zaafı olduğunu söyler; yinelenen baskı ve zorbalık dalgalarına yol açan bir zaaf. Herkesin içinde biraz Torquemada olduğunu bilmek bizi bir fikir birliğini zorla ka­ bul ettirmek ya da karşıt görüşlüleri korkutmak girişimi konu­ sunda temkinli olmaya yöneltmeli. Justice Louis Brandeis’in düşünce ve ifade özgürlüğü ko­ nusundaki ünlü görüşüne göre, ‘gün ışığı en iyi dezenfektandır’. Bir düşünce gerçekten yanlışsa, ancak onu açık bir şekilde irde­ leyerek yanlış olduğuna karar verebiliriz. Bunu yaptığımızda, başkalarını onun yanlış olduğuna inandırmak konusunda, gizli saklı kokuşmaya terk ettiğimizde olduğundan daha iyi bir du­ rumda oluruz çünkü kaçınmamız, üstü kapalı bir şekilde onun doğru olduğunu kabul ettiğimizi düşündürür. Eğer bu düşünce doğruysa, ahlaki hassasiyetlerimiz ile bu fikir arasında uyum sağlamaya çalışmalıyız çünkü bir yanılgıyı onaylamak bir ya­ rar sağlamaz. Bu, düşüncefobiklerin korktuğundan daha kolay olabilir. Dünyanın güneş sisteminin merkezi olmadığı kanıt­ landığında ahlak düzeni yıkılmadı, dünyanın nasıl işlediği ko­ nusundaki düşüncemizin değişmesine de dayanacaktır. Talmudların çok güzel bir geleneği var: Bir görüşü olabil­ diğince kuvvetle savunup sonra tarafları değiştirmek. Şimdi

• 20 -


JOHN BROCKMAN

bu yolla size, bazı entelektüel araştırma alanlarını engellemeye ilişkin bir örnek sunayım. Bu sayının iki katılımcısı (Gopnik ve Hillis), ‘tehlikeli fikirleri’ olarak Gilbert’ınkinin tam tersi bir fikri ileri sürüyor. Düşünürlerin tehlikeli fikirlerini açıkla­ malarının tehlikeli bir-fikir olduğunu söylüyorlar. Bu tartışma nasıl biter? İlk olarak, insanlara davranışlarımızın öngörülebilir so­ nuçlarından sorumlu olduğumuz hatırlatılabilir ve bu, baş­ kalarına açıkladığımız düşüncelerimizi de kapsar. Bu iddiaya göre, araştırma özgürlüğü önemli bir değer olabilir, ancak o, diğer tüm değerlerden daha üstün olan mutlak bir değer değil­ dir. Dünyanın, her bahaneyi bağnazlık ve yıkıcılıklarını haklı çıkarmak için kullanabilecek art niyetli ve duyarsız insanlarla dolu olduğunu biliyoruz. Böyle insanların, kendi gündemlerini haklı çıkarmak için, kendi düşüncelerine uygun görünen bir tartışma konusunu fırsat olarak değerlendireceklerini bilmeli­ yiz. Bilimsel tartışma izni zehirli fikirlere meşruiyet kazandır­ makla kalmaz, aynı zamanda bir fikri ortak bilgi haline getir­ mek onun sonuçlarını da değiştirir. Örneğin, tek tek bireyler cinsiyetler ve etnik gruplar arasında farklar olduğuna ilişkin şahsi bir fikre sahip olabilir, ama utandıkları için bunu kim­ seye söylemezler. Ancak, bu fikir bir kez açıklanınca, o zaman bu önyargılarıyla hareket etme cesareti kazanırlar—yalnızca onaylandıkları için değil, aynı zamanda başka herkesin bu bil­ giye göre hareket edeceğini tahmin ettikleri için. Örneğin bazı insanlar, onları küçük görmek gibi bir düşünceleri olmamasına rağmen, herhangi bir etnik gruba ait insanlara ayrımcılık yapar çünkü müşterilerinin ya da meslektaşlarının öyle düşündüğü­ nü ve onlara karşı gelmenin pahalıya mal olacağını düşünür. Ayrıca bu tartışmaların, aşağılanan grup üyelerinin kendileri­ ne güvenleri üzerinde de etkisi olur.

• 21 •


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Kuşkusuz akademisyenler bu istismarlara karşı uyarıda bulunabilirler, ancak onların nitelikleri ve her şeyi en ince ay­ rıntısına kadar düşünme özellikleri, daha çabuk hareket edenle­ rin basit formulasyonlarına yetişemeyebilir. Yetişse bile, kitleler üzerinde etkili olmayabilir. Sıradan insanların, tehlikeli bir fikri kabul ama bu fikrin kötü sonuçlarını ret edebilmek için gerekli olan berrak bir düşünceye -bazıları buna kılı kırk yarmak diye­ bilir- sahip olabileceklerine güvenmemeliyiz. Entelektüeller ola­ rak önde gelen ilkemiz, tıpta da olduğu gibi, ‘Her şeyden önce, zarar verme’ olmalıdır. Tehlikeli bir fikir, onu savunandan başka biri için tehli­ ke oluşturuyorsa o zaman özellikle kuşku duymalıyız. Bilim adamları, düşünürler ve yazarlar ayrıcalıklı bir azınlığın üye­ leri. Onların bu ayrıcalıklarını ifade eden, toplumun mağdur­ larını suçlayan ya da onları küçümseyen, ya da akıllı oldukla­ rı ve yerleşik kurallara karşı çıktıkları için onlara olan ilginin artmasını sağlayacak fikirlere ilgi duyabilirler. İnsan, fikirlerin yalnızca yönetici sınıfın çıkarlarına hizmet etmek için geliş­ tirildiğini söyleyen müstehzi Marksist iddiaya sempati besle­ mese bile katı fikirli (eleştiriye, açık tartışmaya ve olası çıkar çatışmalarının ifade edilmesine kapalı bir kafa yapısına sahip) bir entelektüelin kuşkuculuğu bizi, sahiplerinin umurunda ol­ mayan ‘tehlikeli’ hipotezlere temkinli yaklaşmaya yöneltmeli. Ama akılcılığın talepleri bizi her zaman eksiksiz doğruyu aramaya zorlamaz mı? Tam olarak değil. Akılcı insanlar genel­ de bilmezden gelmeyi tercih eder. Bir tehdit alacak ya da hassas bir sır ile yüz yüze gelebilecekleri bir durumda kalmak isteme­ yebilirler. Bir cevabın sakıncalı, diğerinin aldatıcı, cevapsız bı­ rakmanın soruyu sorana en kötüsünü düşündürteceği ve onları zor durumda bırakacak bir sorudan kaçınmayı tercih edebilir­ ler (Anayasanın Beşinci maddesindeki, bir insanın kendisine zarar verecek bir ifade vermeye zorlanamayacağına ilişkin de­

22


JOHN BROCKMAN

ğişiklik bu nedenle yapılmıştır). Bilim adamları da ilaçları aynı nedenle, kimin ilacı, kimin plasebo aldığını bilmedikleri ve ya­ zılanları kimin yazdığım bilmeden değerlendirdikleri çift-kör yöntemiyle test ederler. Pek çok insan rasyonel bir şekilde, he­ nüz doğmamış çocuklarının cinsiyetini, Huntington hastalığı geni taşıyıp taşımadıklarım ya da ismini taşıdıkları babalarının gerçek babalan olup olmadığını bilmemeyi tercih eder. Belki, sosyal olarak zararlı bilginin kamuoyundan saklanması için de benzer bir mantık gerekir. Araştırma özgürlüğünün sınırlanmasına gelince, her bilim adamı zaten bununla birlikte yaşıyor. Örneğin, insan denek­ lerin korunması için çalışan komitelerin kararlarını ve kişisel bilginin gizliliğine ilişkin politikaları kabul ediyorlar. 1975 yılında, biyologlar, tehlikeli mikroorganizmaların serbest bı­ rakılmasına karşı koruma geliştirilmesini askıya alan rekombinan DNA üzerine yapılan çalışmalar için moratoryum ilan etti. Entelektüellerin araştırmalarını yaparken kartlarını açık oynadıkları düşüncesi ise sadece bir masal. Önemli fikirlerin açıklanması gerekir iddiasını, bu fikirler kimi zaman bastırılmalı iddiasından daha sempatik bulmama karşın, bence bu, yapmamız gereken bir tartışma. Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, bilimin sinir bozucu fikirleri bulmak ve internetin de onların üzerindeki örtüyü kaldırmak gibi bir yönü var. Trajik bir şekilde, tartışmaların, onların yapılacağını en çok umduğumuz yerde yapılacağına ilişkin pek belirti yok. Söz konusu bu yer akademik çevre. Akademisyenlerin, sahip oldukları müstesna konumu, özgür araştırmayı özendirme idealine ve ilgi görmeyen fikirlerin değerlendirilmesine borçlu olmalarına karşın, onları bastırmaya ilk girişenler çoğunluk­ la akademisyenler. Bunun en son örneği, Harvard’ın rektörü Lawrence Summers’ın, seçkin üniversitelerin fen ve matematik bölümlerinde kadınların sayısının az oluşunun çeşitli neden­

■ 23 •


SENÎN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

leri üzerine ayrıntılı bir analiz yaptığı ve çekingen bir şekilde, ayrımcılık ve gizli bariyerlerin tek neden olmayabileceği ola­ sılığını ileri sürdüğünde ortaya çıkan öfke patlaması ve bilgi kirliliği.” Ama ilgi görmeyen fikirlere karşı akademisyenle­ rin hoşgörüsüzlüğü eski bir hikaye. Morton Hunt’ın The New Know-Nothings (Yeni Kuşak Cahiller) ve Alan Kors ve Harvey Silverglate’in The Shadow University (Gölge Üniversite) kitap­ ları gibi eserler maalesef karşıt görüşe sahip kişilerin hakları­ nı savunmak konusunda üniversitelere güvenilemeyeceğini ve onları hoşgörü politikalarına çekenin çoğu zaman mahkemeler ve basın olduğunu gösterdi. Devlet kademesinde hoşgörüsüz­ lük daha da dehşet verici çünkü orada ele alman fikirler yal­ nızca entelektüel uğraş konusu değil, aynı zamanda dolaysız ve geniş kapsamlı sonuçlara sahip. The Republican War of Science (Bilimin Kurtuluş Savaşı) kitabında Chris Money, kendi çı­ karlarına uygun olmayan araştırma sonuçlarını hasıraltı eden milletvekillerinin ne kadar yozlaşmış ve demagojik olduğunu göstermek konusunda Hunt ile aynı fikirde. Bu sayıdaki makaleler çok çeşitli ufuk açıcı düşünceler su­ nuyor. Bazıları samimi olarak spekülatif, bazıları kabul görme­ yen bir tehlike hakkında ve çoğu da sözcük anlamıyla ya da mecazi olarak Kopernik’in orijinal tehlikeli fikri (evrenin mer­ kezi değiliz)’nin versiyonları. Kabul edin ya da etmeyin, şaşırın ya da sıkılın, umarım bu makaleler sizi fikirleri tehlikeli yapan şeyin ne olduğuna ve bu fikirler konusunda ne yapmamız ge­ rektiği üzerine düşünmeye yöneltir. Steven Pinker

• 24 >


Bilim tarihi, yapıldıkları zaman diliminde sosyal, ahlaki ve duygusal açıdan tehlikeli görülen keşiflerle dolu; Kopernik ve Darwin'in devrimleri bunların arasında en belirgin olan­ ları. Sizin tehlikeli fikriniz ne? Üzerinde düşündüğünüz (ilk kez sizin aklınıza gelmiş olması zorunda değil) ve yanlış olduğu varsayıldığı için değil fakat doğru olabileceği için tehlikeli olan bir fikir?


Ruhumuz Yok JOHN HORGAN John Horgan Steven, Teknoloji Enstitüsünde Bilimsel Yazı­ lar Merkezi'nin yöneticisi ve son zamanlarda RationalMysticism: Spirituality Meets Science in the Search for Enlightement (Rasyonel Mistisizm:Tinsellik Aydınlanma Arayışında Bilim­ le Buluşuyor) kitabının yazarı.

Bu yılın Edge sorusu beni şunları düşünmeye yöneltiyor: Hangi fikirler daha büyük bir tehlike potansiyeli taşıyor? Doğru olan­ lar mı yoksa yanlış olanlar mı? Yanılsamalar mı yoksa yanılsa­ maların olmaması mı? Bilime inanan ve bilim aşığı biri olarak, elbette gerçeğin bizi özgürleştireceğini, bizi kurtaracağını umut ediyorum, ama bazen emin olamıyorum. Üzerinde durmak istediğim tehlikeli (ve belki de doğru) fikir biz insanların bir ruha sahip olmadığı fikri. Ruh, fiziksel varlığımızdan üstün olduğu, hatta onun ötesinde varolduğu ve bize temelde özerklik, özellik ve yücelik kazandırdığı varsayı­ lan özümüz. 1994de yazdığı The Astonishing Hypothesis: The Scientific Search for Soul (Sarsıcı Bir Hipotez: Ruhun Bilimsel Araştırması) kitabında, bugün sağ olmayan, büyük insan Francis Crick, ruhun Tinkerbell gibi, biz ona inandığımız için var­ lığını sürdüren bir yanılsama olduğunu ileri sürüyordu. Crick kitabının açılışını şu manifesto ile yapıyordu: "’Siz”, sevinçle­ riniz ve üzüntüleriniz, anılarınız ve emelleriniz, kimliğiniz ve özgür iradeniz, aslında sinir hücreleri ve onların moleküllerin­

- 27 ■


SENİN TEHLİKELİ FİKRlN NE?

den oluşan muazzam topluluğun deviniminden başka bir şey değilsiniz.’ ‘Siz’ sözcüğünün iki yanındaki tırnak işaretine dik­ kat edin. Crick’in kitabının alt başlığı nerdeyse komik derecede ironik, çünkü ruhu bulmaya değil, onun varlığına son vermeye çalışıyor. Bir keresinde Crick’e, Can Sıkıcı Bir Hipotez adının bu kita­ ba daha uygun olacağını söyledim. Çünkü ne de olsa o, kitabın­ da, modern nörobiyolojinin, daha geniş anlamda bilimin temel materyalist varsayımını vurguluyordu. Son zamanlara kadar bu varsayımı tartışmalı olması nedeniyle reddetmek mümkündü, çünkü beyin üzerine araştırma yapan bilim adamları, kavra­ ma yetisi ile belirli sinirsel (nöral) prosesler arasında bağlantı olduğu konusunda pek fazla ilerleme sağlayamamıştı. Yalnız­ ca etten oluşmuş makineler olduğumuz fikrini kabul eden ve kendini materyalist olarak ilan etmiş olanlar bile, ‘soul-of-thegaps’ (genetik olarak programlanmış bedenin bizi biz yapma­ ya yetmeyeceği, bir ruhun olması gerektiği varsayımı ç.n.) var olabileceğine ilişkin gizli bir inanç taşıyabiliyordu. Ama ar­ tık uçurumlar kapanıyor, çünkü yaşamının son yirmi yılında Crick tarafınan harekete geçirilen bilim insanları, beyindeki elektrokimyasal sinyalleri algı, anı, duygu ve bilincin diğer bi­ leşenlerine dönüştüren bir program olan ve nöral kod denilen şeyi çözmeye başladı. Başka yerlerde hiçbir zaman deşifre edilemeyecek kadar karmaşık bir şey olabileceğini söyledim. Fakat altmış yıl önce bilim insanları genetik kodun kırılamayacak kadar karmaşık ol­ duğundan endişe ediyordu. Sonra 1953 yılında, Crick ve James Watson DNA’nın yapısını çözdü ve araştırmacılar kısa sürede, çift sarmalın, tüm organizmalarda kalıtımı yöneten şaşırtıcı derecede basit bir genetik kod taşıdığını kanıtladı. Bilimin, ge­ netik kodun deşifre edilmesindeki, İnsan Genomu Projesinde doruğuna ulaşan başarısı haklı olarak geniş çevrelerde övgüyle

28


JOHN BROCKMAN

karşılandı çünkü genetik yapımızı bilmek doğuştan getirdiği­ miz özelliklerimizi yeniden biçimlendirmemizi sağlayabilirdi. Nöral kodun çözülmesi bize kendimiz üzerinde, yalnızca gene­ tik manipulasyondan daha büyük ve daha dolaysız bir kontrol olanağı sağlayabilir. Bu bilgi bizi özgürleştirir mi yoksa köleleştirir mi? Nöral kod araştırmalarına en büyük fon sağlayan Pentagon görevlile­ ri, açık bir şekilde, son zamanlarda yeniden çekilen The Manchurian Candidate (Mançurya Adayı) filmindeki suikastçı gibi, beyin implantlarıyla uzaktan kumanda edilebilen sayborg sa­ vaşçılar beklentisi yaratmış durumda. Öte yandan, tarikat ben­ zeri bir grup olan ve kendilerine ‘wirehead’ (devre kafa) diyen birileri, implantların, kendi gerçekliklerimizi yaratabilmemizi ve isteyince ecstasy alabilmemizi sağlayacağı günleri iple çeki­ yor. Öyle ya da böyle, beynimizin bir bilgisayar gibi program­ lanabildiği gün, belki biz ölümsüz ve dokunulmazlığı olan bir ruhumuz olduğu inancından vazgeçeceğiz—tabii kendimizi inanmaya programlamazsak.

■ 29 •


Ruhun Yadsınması

PAUL BLOOM Paul Bloom Yale Üniversitesi'nde psikolog ve Descartes' Baby: How the Science of Child Development Explains What Makes Us Human (Dekart'ın Bebeği: Çocuk Gelişimi Bilimi Bizi İnsan Yapanın Ne Olduğunu Nasıl Açıklıyor) kitabının yazarı.

Ben burada, kimlik, özgür irade ve bilincin olmadığına ilişkin o radikal iddia üzerinde durmuyorum. Yararlığı ne olursa ol­ sun, fikir öyle uzak ki, bir felsefeciden başka hiç kimse onu cid­ diye almaz, bu yüzden de gerçek dünyada tehlikeli olsun ya da olmasın, bir anlam ifade etmesi pek olası değil. Onun yerine, daha ılımlı bir görüş olan ruhsal yaşamın ta­ mamen maddi bir temeli olduğu görüşü üzerinde duruyorum. O halde, tehlikeli fikir Dekartçı ikiciliğin yanlış olduğu oluyor. Eğer ‘ruh’ ile demek istediğiniz tinsel ve ölümsüz bir şey, beyin­ den bağımsız bir şekilde varolan bir şeyse, o halde ruh yoktur. Bu, çoğu psikolog ve felsefeci için, giriş derslerinin malzemesi olan eski bir görüş. Ancak, tinsel ruhun yadsınması, anlaşıla­ maz, çirkin, hatta bazıları için iğrenç bir şey. First Things dergisinde Patrick Lee ve Robert P. George kimi endişeleri dindar bakış açısıyla şöyle özetliyor: Eğer bilim, kavramsal düşünce ve özgür irade de içinde ol­ mak üzere tüm insan davranışlarının sadece beyin prosesi

30


JOHN BROCKMAN

olduğunu kanıtladıysa ... bu, insanlarla diğer hayvanlar arasındaki farkın sadece yüzeysel olduğu anlamına gelir— türler arası bir fark olmaktan çok düzey farkı. Ayrıca insanla­ rın özel bir saygınlığı hak eden özel bir soyluluktan yoksun olduğu anlamına gelir. Böyle olunca da, tavukları öldürüp yediğimiz gibi insan öldürüp yemeyi ya da atlara ve öküzle­ re yaptığımız gibi insanları tutsak edip onlara yük hayvanı muamelesi yapmayı yasaklayan normları zedeler.

Bunun sonu yok. Ruh olmasa bile, insanlar, dil yeteneği, soyut düşünebilme ve duygusal acı çekme gibi başka açılardan hayvanlardan farklı olabilir. Hiçbir fark olmasa bile bu, bize insanlara kötü muamele yapma yetkisi vermez. Tersine, Peter Singer ve diğer felsefecilerin söylediği gibi, bunun bizi hayvan­ lara daha iyi davranmaya yöneltmesi gerek. Örneğin, bir şem­ panzenin, bir çocuğun zekasına ve duygularına sahip olduğu anlaşılırsa, çoğumuz onun yenmesini, öldürülmesini ve tutsak edilmesini yanlış buluruz. Bununla birlikte, Lee ve George, ruhun olduğu fikrinden vazgeçmenin, öncelikle insan ve hayvanlar arasında fark oldu­ ğu fikrinden vazgeçmek olacağından ve bunun da çok ciddi sorunlara yol açabileceğinden endişeliler. Bu, kök hücre araş­ tırmaları, kürtaj, ötenazi, klonlama, kozmetik farmakoloji hakkındaki düşüncelerimizi de etkiler. Yasal alanda da önemli etkileri olur. Soyut bir ruhumuz olduğu inancı, tersini düşü­ nen yorumcuların bizim yaptıklarımızla beynimizin yaptıkları arasında fark olduğunu savunmasına yol açıyor. Bilişsel nörobilimci Michael Gazzaniga’nın ifade ettiği “Beni beynim böyle davranmaya zorladı” gerekçesini ileri sürdüğümüz zaman, biz yalnızca kendi yaptıklarımızdan sorumluyuz. Örneğin, bir pedofili bir çocukla seks yapmayı düşündüğünde beyni belli bir davranış modeli sergiliyorsa, onun bu davranıştan tümüyle so­ 31


SENlN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

rumlu tutulmaması gerektiği öne sürülüyor. Ruhtan vazgeçer ve tüm davranışların beyin faaliyetlerinin sonucu olduğunu kabul ederseniz, bu tür bir düşüncenin hiçbir geçerliliği kal­ maz. Ruhun yadsınması, doğal ayıklanma yoluyla evrim düşün­ cesinden daha tehlikeli. Evrim ve yaratılışçılık arasındaki savaş pek çok nedenle önemli; bu savaş, bilimin batıl inanca karşı tavrını belirlediği nokta. Ancak evrenin kökeni gibi, türlerin kökeni de entelektüel alanda çok önemli ama uygulamayla pek ilgisi olmayan bir konu. Herkes sofistike bir Darwinci olsaydı bile yaşamımızda bir değişiklik olmazdı. Tersine, ruhun varlı­ ğının çok sayıda insan tarafından yadsınması, çok önemli ahla­ ki ve yasal sorunlara yol açardı. Ayrıca, insanların öldüklerinde ne olacağını yeniden düşünmesini ve onlar öldüğünde ruhla­ rının varlığını sürdüreceği ve cennete gideceği düşüncesinden (Amerikalıların yaklaşık % 90’ının sahip olduğu bir düşünce) vazgeçmesi gerekirdi. Herhangi bir düşüncenin bundan daha tehlikeli olması çok zor.

32


Kötülüğün Evrimi DAVI D BUSS David Buss Austin, Teksas Üniversitesi'inde psikolog ve The Murderer Next Door: Why the Brain is Designed to Kili (Yanı Başınızdaki Katil: Beynimiz Niçin Öldürmeye Programlı) adlı kitabın yazarı.

Çoğu insan işkenceciler, avcılar, soyguncular, mütecavizler ve katilleri düşündüğünde, akıllarına öfkeli, ağzından salyalar akan, manyak Charles Manson’unki gibi gözlere sahip cana­ varlar gelir. Oysa banyodaki aynaya baktığınızda gördüğünüz sakin, normal görünüşlü insan çok daha gerçek bir resim. Benim tehlikeli fikrim, büyük beyinlerimizin içinde hepi­ mizin, işlevi insan kardeşlerimize karşı en aşağılık vahşeti ser­ gilemek olan adaptasyonlara sahip olduğumuz—çoğumuzun kötü olarak nitelediği vahşeti. Talihsiz gerçek şu ki, öldürmek, hayatta kalmak için oyna­ nan acımasız evrim oyunlarında ve nesli sürdürme yarışında karşılaşılan pek çok soruna etkili bir çözüm olagelmiş: Kendini, yaralanmaya, tecavüze ve ölüme karşı savunmak; çocuklarım korumak, hasmını ortadan kaldırmak rakibinin kaynaklarım ele geçirmek, rakibinin eşi ile cinsel ilişkiye girebilmek, kendi eşini bir mütecavizden kurtarmak ve neslini sürdürmek için çok gerekli kaynakları korumaya ilişkin sorunlar. Kötülüğün evrim geçirdiği fikri pek çok açıdan tehlikeli. Eğer beyinlerimiz cinayet, soykırım ve diğer yasadışı davranış33


SENÎN TEHLİKELİ FÎKRÎN NE?

lan tetikleyen psikolojik devrelere sahipse, bu durumda belki katliam yapanları sorumlu tutamayız (Müvekkilim suçsuzdur, Sayın Yargıç. Onda gelişen ve onu cinayete yatkın hale getiren adaptasyonlar müvekkilimi buna zorladı). Ancak, neden sonuç ilişkisini

anlamak,

nehrin

kaynağına

gidildiğinde,

karşımıza

ister insan evriminin tarihi, ister modern alkolik anne, şiddet uygulayan baba, zorbalık, yoksulluk, uyuşturucu ve bilgisayar oyunları çıksın, katilleri temize çıkarmaz. Evrim geçirmiş katil beyin teorisi, katillerin serbest kalmasını sağlamak için kulla­ nılsa tehlikeli olurdu. Kötülüğün evrimi fikri daha şaşırtıcı bir nedenle tehlike­ li. Biz, eylemi gerçekleştirenin ya da mağdurun perspektifine bakmaksızın, kötülüğün nesnel olarak belli bir grup davranışta ya da diğer insanlarda dehşet yaratan davranışları gerçekleşti­ ren alt sınıftan insanlarda bulunduğuna inanmak isteriz. An­ cak durum böyle değil. Suçlunun ve mağdurun perspektifi bir­ birinden çok farklıdır. Pek çok insan, birinin kendi grubundan birini öldürmesini kötülük olarak görür ama grup dışından birinin ölmesine aynı şekilde yaklaşmaz. Bazı insanlar, Incil’in ‘İnsan Öldürmeyin emrini mutlak kabul eder. İncil daha iyi incelendiğinde, bu emrin yalnızca kendi gru­ bundan birini öldürmekle sınırlı olduğu anlaşılır. Teröristler ile yaşanan çatışma bunun modern bir örneği. Usame Bin Ladin, “Amerikalıları ve onların müttefiklerini -si­ vil ya da asker- öldürme hükmü, bunun mümkün olduğu her­ hangi bir ülkede her Müslümanın görevidir” dedi. Potansiyel mağdur olan bir Amerikalının perspektifinden bakıldığında, kötülük olan şey, teröristin tarafından bakıldığında sorumlu­ luk duygusuna sahip ve iyi ahlaklı biri olmanın gereği. Benzer şekilde, başkan Bush “Şeytan Ekseni” tanımını dile getirdiğin­ de bu eksenin altında kalanları öldürmenin Amerikalılar için • 34 •


JOHN BROCKMAN

doğru bir şey olduğunu ifade etti. Kuşkusuz, bu hükmü de ya­ şamları tehlikede olanlar kötülük olarak değerlendirdi. Kaba bir tahminle, bize, ailemize ve müttefiklerimize bü­ yük evrimsel uygunluk maliyeti çıkaran insanları kötü insan­ lar olarak görürüz. Hiç kimse bu uygunluk maliyetini korkunç fatih Cengiz Han (1167-1227)dan daha iyi özetleyemedi: “En büyük zevk, düşmanınızı yenmek, onları önünüze katıp kov­ mak, tüm varlığına el koymak, yakınlarını ve sevdiklerini göz­ yaşına boğmak, atlarına sahip olmak ve karılarının ve kızları­ nın göğsünde uyumaktır.” Cengiz Han’ın kurbanlarının ailelerinin onu kötü biri ola­ rak gördüğünden emin olabiliriz. Haremleri fethedilen grupla­ rın kadınları ile dolu olan çok sayıda oğlunun, onu, saygın bir hayırsever olarak gördüğünden de bir o kadar emin olabiliriz. Modern zamanlarda, uygunluk meyvelerini kendine toplarken, bedelini kurbanlarına yüklemekten aldığı derin psikolojik zev­ ki dile getirdiği için Bay Cengiz Han’a olan tepkimiz ‘korkmak’ olur. Fakat bugün dünya nüfusunun belki de yarısının onun torunları olduğunu bilmek düşündürücü. Düşünecek olursak, tehlikeli fikir, cinayetin, katillerin nes­ lini sürdürmesi için tarihsel olarak avantajlı olduğu, ya da he­ pimizin beyninde bizi cinayete yatkın kılan devreler olduğu, ya da hepimizin doğrudan katil ataların torunları olduğumuz ol­ mayabilir. Tehlike, insan doğasında, onları kültürün kötü yan­ larına, yoksulluğa, patolojiye ya da medyadaki şiddete maruz kalmaya bağlayarak kurtulamayacağımız karanlık yanlar oldu­ ğunu kabul etmeyen insanlarda. Tehlike, aynaya bakamamakta ve hepimizde var olan kötülük kapasitesini anlayamamakta.

35


İnsan ve İnsan Olmayan Canlılar Arasındaki Fark Nicel, Nitel Değil İRENE PEPPERBERG İrene Pepperberg, Harvard Üniversitesi'nde psikoloji araştır­ ma görevlisi The Alex Studies: Cognitive and Communicative Abilities of Grey Parrots (Alex Araştırmaları: Gri Papağanların Bilişsel ve İletişimsel Yetenekleri) adlı kitabın yazarı.

Ben insanlarla insan olmayan canlılar arasındaki farkın nicel değil, nitel olduğunu düşünüyorum. Meslek hayatını, küçük beyinli (olduğu varsayılan) hay­ vanların yeteneklerini araştırarak geçirmiş biri olarak böyle düşünüyor olmam belki pek şaşırtıcı değil. Bu fikir pek yeni olmamakla birlikte, tartışmaya açık. Pek çok meslektaşım za­ manının çoğunu, insanlarla insan olmayan canlılar arasındaki belirleyici farkı bulmaya çalışarak geçiriyor (ve bunu yapmakta haklı olabilirler); dahası, sosyal ve politik iklim, evrimi nerdeyse her geçen gün biraz daha tehlikeye sokuyor. Peki ama bu fikir niçin tehlikeli? Çünkü mantıklı düşünecek olursak, yaşamımızın hem bilimsel hem de bilimsel olmayan yönlerine meydan okuyor. Bilimsel olarak bu fikir, insan ve insan olmayan canlılar arasındaki ‘büyük fark’ üzerine varsayımlarda bulunmayı sür­ düren birçok araştırmacının görüşüne karşı. Ancak, ilginç olan bir şey var ki, ayrıntılı gözlemler ve titizlikle yapılan deneyler, hayvanların, bir zamanlar yalnızca insana özgü olduğu düşü­ 36


JOHN BROCKMAN

nülen yeteneklere sahip olduğunu defalarca ortaya çıkardı. Ör­ neğin, artık biliyoruz ki, insanlar ne alet yapan, ne alet kullanan ve ne de işbirliği yaparak çalışabilen tek canlı türü. Bu noktada merak etmemiz gereken şu olmalı: Acaba in­ san olmayan canlılar, hâlâ insana özgü sandığımız diğer yete­ nekleri ne dereceye kadar paylaşıyor? ‘Ne dereceye kadar’ sözü bu noktada anahtar niteliğinde. Belli bir davranışın eksikliğini belirleyici bir ölçüt olarak alabilir miyiz, ya da bu davranışın daha az karmaşık biçimlerinin varlığını kesintisizliğin kanıtı olarak kabul edebilir miyiz? ‘Nitel’ ve ‘nicel’ arasındaki farkı bulanıklaştırdığını söylenebilir; eğer öyleyse de bırakın olsun. Bu, fikrimin tehlikeliliğini etkilemez. Fikrim tehlikeli, çünkü bilim insanlarına daha temel bir dü­ zeyde -araştırmayı nasıl yaptığımız konusunda- meydan okuyor. Açık söyleyeyim, ben hayvanların bilimsel araştırmalarda kullanıl­ masına karşı değilim. Bu yapılmasa bugün hayatta olmazdım, ayrı­ ca her gün, evcil hayvan gibi beslenmelerine (ve oldukça rahat bir yaşam sürmelerine) karşın aslında özgürlükleri ellerinden alınmış yaban hayvanı olan tutsak hayvanlarla çalışıyorum. Oysa eğer kesintisizliğe inanıyorsak, o zaman türdeşleri­ miz üzerinde deney yapmaya hakkımız olup olmadığını sor­ gulamamız gerekir. Hayvanlar üzerinde yapılan araştırma ve testleri zorunlu olduğu kadarıyla nasıl sınırlayabileceğimiz! ve onlara nasıl insancıl (terime dikkat edin!) barınma ve bakım sağlayabileceğimizi düşünmeliyiz. Ayrıca, bunun için -başka toplumsal gereksinimlerden kısarak- büyük miktarlarda za­ man, çaba ve para harcayacağımızı kabul etmeliyiz. Benim fikrim, kendi mantığı çerçevesinde tehlikeli; çünkü giydiğimiz giysi ve yediğimiz yemeklerin kaynağına ilişkin seçim­ lerimizi de etkileyecek olsa gerek. Tekrar söyleyeyim, ben pirzola ve deri ayakkabıya karşı değilim; bana sorarsınız, tümüyle vejetaryen beslenme tarzı ile sağlıklı kalacağıma inanmıyorum ve koyun deri­ 37


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

si botların Massachusetts kışlarının şiddetini hafiflettiği kesin. Ancak, eğer kesintisizliğe inanıyorsak, hayatta kalabilmek için türdeşimiz canlıları kullanma hakkımızı sorgulamamız gerekir. Örneğin, yaşamları kesimhanede son bulacak hayvan­ ların yaşadığı şartların farkında olmak ve yine yaşamlarının nasıl sona erdirildiğini öğrenmek ve bu şartlan iyileştirmek zorundayız. Ve yineliyorum, böylesi kararların maliyetini de kabul etmek zorundayız. Eğer insan ve insan olmayanları ayıran belirgin bir fark ol­ madığına inanıyorsak, yaşamımızın diğer yönleri üzerine tek­ rar düşünmeliyiz. İçinde türdeşimiz canlıların yaşadığı orman­ ları kesmeye hakkımız var mı? Sadece kendi yararımıza olduğu için onlarla paylaştığımız havayı, suyu, toprağı kirletmeye? Sı­ nırı nereye çekeceğiz? Eğer kesin bir sınır çekersek yaşam çok daha kolay olur, ama kolaylık geçerli bir gerekçe mi? Sonuç olarak, eğer kişisel görüşümü merak ediyorsanız, ge­ nelleme yapmakta insanların üstüne yok. İnsanlar belki diğer türlerde çok belirgin bir şekilde var olan kimi yeteneklerden yoksun ama diğerlerinde olmayan beyin gücü, (örneğin) sahip oldukları bilgiyi mükemmel bir şekilde bütünleştirmelerini, elindekileri değerlendirmelerini, çok farklı ortam ve koşulla­ ra uyabilmelerini sağlıyor—ama tüm bu beyin gücü nicel bir farklılık (sağlıyor), nitel değil.

38


Farklı İnsan Toplulukları Farklı Yeteneklere ve Kişiliklere Sahip Olabilir STEVEN PINKER Steven Pinker, Harvard Üniversitesi'nde psikolog. Yazdığı kitapların arasında The Blank Slate (Boş Bir Yazı Tahtası) adlı kitap da bulunuyor.

2005 yılı, sonraki on yılın tehlikeli fikri olacağını öngördüğüm şeyin -insan topluluklarının ortalama yetenekleri ve kişilikle­ rinin birbirinden farklı olabileceği fikri- gerçekleştiğine tanık oldu. Ocak ayında Harvard Üniversitesi Rektörü Larry Summers, kadın ve erkeklerin bilişsel yetenekleri ve yaşam önce­ likleri açısından birbirlerinden farklı istatistiksel dağılımlara sahip olduğunu gösteren bir araştırmanın sonuçlarını dile ge­ tirdiğinde bir öfke patlamasına sebep oldu. Mart ayında, gelişim psikoloğu Armand Leroi, New York Times’ da op-ed bir makale yayınladı ve ırk yoktur biçimindeki yaygın görüşü çürüttü (Çoğu gen bütün insan topluluklarında bulunduğuna göre bu topluluklar arasında hiçbir fark yoktur diyen bu görüş, Lewontin’in yanılgısı olarak bilinmeye başladı. Oysa genler arasındaki karşılıklı ilişki gruptan gruba değişir ve birbirleriyle ilişkili belli gen dizileri, bilimsel araştırmaların so­ nucunda değil sağduyu ile belirlenmiş belli ırklarda bulunur). Haziranda Times dergisi, fizikçi Gregory Cochran, an­ tropolog Jason Hardy ve popülasyon genetikçisi Henry 39


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Harpending’in Alman Yahudilerinin doğal ayıklanma sonucu üstün zekalı olduklarını, ve onlara özgü olduğu kanıtlanan bazı genetik hastalıkların bu evrimin bir yan ürünü olduğunu ileri süren bir araştırma yapacaklarını duyurdu. Eylülde, siyaset bilimci C. Murray, Commentary dergisin­ de, daha önce The Bell Curve’de (Çan Eğrisi) dile getirdiği ırk­ lar arasındaki zeka farkının açıklanmasının zor olduğuna ve bunun kısmen genetik olduğuna ilişkin görüşünü yineledi. Bu varsayımlar kanıtlanabilse de kanıtlanamasa da (cin­ siyet farklılıklarına ilişkin kanıtlar oldukça iyi, ancak etnik ve ırksal farklılıklara ilişkin olanlar o kadar değil), yaygın olarak tehlikeli kabul ediliyorlar. Summers aylarca eleştirildi, geçmiş­ te etnik ve ırksal farklılıkların olduğunu ileri sürenler sansü­ rün ve şiddetin hedefi olup Nazilerle bir tutuldular. Entelektüel çevrelerin büyük bir bölümü bu hipotezleri, doğruluğunu test etmeye gerek duymadan (a priori) reddetmek biçiminde tavır aldı (ırk yoktur, zeka yoktur, akıl ana-babalar tarafından doldu­ rulan boş bir yazı tahtasıdır). Bunun altında yatan, topluluklar arasında

fark

olduğu

düşüncesinin

bağnazlığı

körükleyeceği

korkusunun, yersiz bir korku olmadığına kuşku yok. Tehlikeyi aza indirmek için gerekli entelektüel araçlar var. Bir şey böyledir demek, o şey böyle olmalıdır demek değildir. Gruplar arasındaki farklar -eğer varsa- birey olarak kadın ve erkek arasındaki farklara değil, ortalamaya, ya da istatistik­ sel dağılışın değişkenine özgüdür. Politik eşitlik, evrensel in­ san haklarına, ya da insanları toplulukların temsilcileri olarak değil, birey olarak gören politikalara olan bağlılıktır; gruplar arasında fark olmadığını ileri süren ve deneyle kanıtlanabile­ cek bir iddia değildir. Ancak, daha geniş bir dünya topluluğu üzerine söyleyecek hiçbir şeyi olmayan pek çok yorumcu bunu anlamaya isteksiz görünüyor.


JOHN BROCKMAN

Genetik ve genom bilimindeki ilerlemeler, gruplar arasın­ daki farkları yakında ayrıntılı bir şekilde test etmemizi sağla­ yacak. Genetikçiler bu testlerden kaçınabilir ama biz onlara bel bağlamamalıyız. Aynı testler biyotıp, gen bilimi, derin tarih araştırmaları gibi hiç kimsenin engellemek istemeyeceği araş­ tırmaların yan ürünü olabilir. İnsan genomu alanındaki devrim, klonlama ve insan gene­ tiğinin geliştirilmesinin olası tehlikeleri üzerine çok miktarda yorum yapılmasına neden oldu. Bence konu saptırılıyor. İn­ sanlar klonlamanın, anne ve babanın genlerinin bir karışımı olacak bir çocuktan, anne ya da babadan birinin kopyası için vazgeçmek anlamına geldiğini, ruhun yeniden dirilmesi ya da organ nakli kaynağı olmadığını anlayınca, hiç kimse böyle bir şeyi istemeyecek. Yine, çoğu genin iyi yanı olduğu kadar kötü yanı da olduğunu (örneğin, bazıları bir çocuğun zeka katsayısı­ nı yükseltebilir ama onu genetik hastalıklara yatkın hale getire­ bilir) anlaşılınca, ‘ısmarlama bebekler’ çekiciliklerini yitirecek. Ne var ki, insan toplulukları arasındaki psikolojik farklılıkları araştıran testler hem daha olası hem de daha kışkırtıcı, ve bu, günümüz aydın çevresinin başa çıkabilecek kadar donanımlı olmadığı bir sorun.

41


İnsan Davranışının GenetikTemeli J. CRAIG VENTER J. Craig Venter, J. Craig Venter Enstitüsü'nün ve J. Craig Venter Bilim Vakfı'nın kurucusu ve başkanı, Celera Genomics'in eski başkanı ve insan genomu şifresinin çözümü üzerine çalışmalar yapan bir bilim insanı.

İnsan genomu zincirini ilk analiz ettiğimizde, özellikle de bek­ lenenden çok daha az gen ile karşılaşıldığında, genetik deter­ ministler açık bir yenilgiye uğradı. Ne de olsa, her bir insan özelliği ve hastalığı için bir gen arayanlar, yüz binlerce gen bek­ lerken yirmi bin kadar gen ile karşılaşınca mutlu olamaz. İnsan davranışının genetik temelini deşifre etmek, genetik özellikle­ rin, özellikle de çoklu genleri içeren karmaşık özelliklerin ana­ lizi için gerekli araçların sınırlı olması nedeniyle karmaşık ve tatmin edici bir sonuca ulaşmayan bir çaba olageldi. Tüm bunlar yakında devrim niteliğinde bir dönüşüme uğrayacak. DNA zinciri teknolojisinin değişme hızı katlana­ rak artıyor. Birkaç genom zincirinden, yüz binlerce sonra da milyonlarca genom içeren karmaşık veritabanına gidebilece­ ğimiz zamanlar yaklaşıyor. On yıl içinde, insanların fenotopik repertuvarlarıyla birlikte tam genetik kodlarını hızla toplama­ ya başlayacağız. DNA zincirindeki değişimlerin çok faktörlü analizini yaparak ve insanı araştıran disiplinlerin her birinden edinilmiş kapsamlı fenotipik bilgiye dayanarak, insanlık tari­ hinde ilk kez, neyin genlerden neyin çevresel etmenlerden kay­

• 42 ■


JOHN BROCKMAN

naklandığı sorularına nicel yanıtlar bulabileceğiz. Ana-babamızdan aldığımız ve çevresel zararlardan kaynaklanan genetik mutasyonları ölçebildiğimiz kanser araştırmalarında bu daha şimdiden gerçekleşiyor. Bu güzel haber, hangi proteinleri hedef alacağımızı bilmemizi sağlayarak kanser tedavisini dönüşüme uğratacak. Bununla birlikte, bu güçlü yeni bilgisayarlar ve veritabanları, insan olarak kim olduğumuzu analiz etmemize yardımcı olmaları için kullanıldığı zaman, bilime karşı ilgisiz ve çoğun­ lukla bilimden korkan halk yığınları bulabileceğimiz yanıtlara hazır olabilecek mi? Örneğin, meyve sineklerinden biliyoruz ki, seksüel aktivite de içinde olmak üzere birçok davranışı kontrol eden genler var. Birkaç yıl önce köpek genomunun dizilişini saptadık ve şimdi genomu deşifre edilen bir tür daha var. Köpekler, davranışların genetik temeline çok özel bir bakış açışı sağlıyor. Çok sayıdaki farklı köpek türleri seçici çiftleşme yoluyla kurt genomundan geldi, buna karşın her tür, kurt davranış spektrumunun yalnız­ ca altkümelerini barındırıyor. Türlerin yalnızca görünüşünde (ağırlıkta otuz kat, boyda altı kat fark) değil, aynı zamanda davranışlarında da genetik bir temel var. Örneğin, border colly (bir tür çoban köpeği ç.n.) bir sürüyü gütmek için, koyunları oldukları yerde tutmak yerine çevreyi gözleriyle kontrol ede­ bilme gücünü kullanıyor. Diğer memelilerin davranışlarını genlere ve genetiğe bağ­ lıyoruz ama söz konusu olan insan olduğunda, hepimizin eşit yaratıldığım, her çocuğun boş bir yazı tahtası olduğunu düşün­ mek hoşumuza gidiyor. İnsanınki de içinde olmak üzere daha fazla memeli genomu dizini elde ettiğimizde ve bunu temel göz­ lemlerimiz ve sağduyu ile birleştirdiğimizde, bu politik olarak doğru yorumlardan vazgeçmek zorunda kalacağız çünkü yeni genomik araç setlerimiz ‘doğa mı - çevre mi’ sorununu çözme­ ■ 43 ■


SENİN TEHLİKELİ FlKRlN NE?

mizi sağlayacak. Artık gerçekçi insan biyolojisinin eşiğine gelmiş durumdayız. İnsan doğasının çoğu yanını -kişilik alttürleri, dil yeteneği, mekanik yetenek, zeka, cinsel aktivite ve tercih, sezgisel düşün­ me, bellek, irade, mizaç, atletizm yeteneği, ve benzerleri- etki­ leyen güçlü genetik bileşenlerin olduğu kaçınılmazlıkla ortaya çıkacak. İzole ve/veya soy-içi üreyen populasyonlarla ilişkili genetiğe bağlı insan aktivitesinin benzersiz örneklerini ortaya çıkaracağız. Tehlike, şu an zaten bildiğimiz şeyde -eşit olarak yaratılmış olmadığımızda- yatıyor. Tehlikenin büyüğü ise, insan doğası­ nın çevresel bileşenlerini daha tam olarak değerlendiremeden, denklemin genetik tarafını hesaplama yeteneğimizden kaynak­ lanıyor—ki bu çok daha zor bir iş. Genetik deterministler ka­ zanan taraf gibi görünmekle birlikte, onların, sınırlı genetik repertuvarımıza rağmen sahip olduğumuz çok büyük potansiyeli unutmalarına ya da görmezden gelmelerine izin veremeyiz.

■ 44 -


İpleri Genetik Zincirler Olan Kuklalar JERRY COYNE Jerry Coyne evrim biyoloğu ve Şikago Üniversitesi Ekoloji ve Evrim Bölümü'nde profesör. Speculation (Spekülasyon) kitabının (H. Ailen Orr ile birlikte) yazarı.

Bence, tehlikeli ve belki doğru bir fikir, evrimsel psikolojinin aşı­ rı bir ucu -modern insanların pek çok davranışı uzak atalarımı­ za doğal ayıklanmanın bir sonucu olarak- sıkı sıkıya bağlı. Bu fikrin doğru olabileceğini söylememin nedeni, çoğu in­ san davranışının genetik ve evrimsel kökeninden emin olama­ yışımız. Bu nedenle, ancak erkek ve kadınların cinsel tercihleri ve erkeklerin aşırı rekabetçiliğinin evrimsel psikoloji ile uyum­ lu olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu uygunluk iddialarının iki problemi var. Birincisi, bu iddialar kesin bilimsel kanıtlar değil. Erkek şairler soneleri kadınları baştan çıkarmak için yazmış olabilir diye onları er­ keklik organının ebedi uzantıları olarak nitelemekten memnun muyuz? Bu tür iddialar, bilimsel kanıtların normal standartla­ rına sahip değil. İkincisi, çok iyi bilindiği gibi, uygunluk iddiaları hemen hemen her insan davranışı için söz konusu olabilir. Akraba seçilimi (sahibine hiçbir yararı olmayan ama soyu için yararlı olan davranışların doğal seçilimi) olasılıkları ve karşılıklı özge­ cilik ve atalarımızın yaşadığı çevreleri bilmeyişimiz göz önünde bulundurulursa, bir evrim hikayesi ile açıklanamayacak hiçbir • 45 •


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

özellik yok. Gerçekten de, homoseksüellik, bir rahip gibi biriy­ le birlikte olmadan yaşama ve özgeciliğin kimi aşırı biçimleri (örneğin savaşta kendini feda etme gibi) gibi açık bir şekilde uyumsuz davranışların bile evrimini açıklamak için hikayeler uydurulmuş. Ancak, elbetteki homoseksüellik genlerinin insan popülasyonunda akraba seçilimi yoluyla bulunduğunu bilim­ sel olarak kanıtlanmış sayamayız. Homoseksüellik gibi davra­ nışların genetik temeli konusunda bilgisiz olmamızın yanı sıra doğal ayıklanmanın bu genler üzerinde ne etkisi olduğunu da bilmiyoruz. Bununla birlikte, insan davranışlarının çoğu, Darvvinci beklentilere uyuyor. Erkekler her önüne gelenle yatar, kadınlar çekingendir. Yakınlarımıza diğer insanlara olduğundan daha iyi davranırız. Sorun, hiç kimsenin evrimsel kökeninden kuş­ ku duymayacağı kadar uyumsal olan davranışlar (uyumak ve yemek gibi) ile ilki kadar kesin değilse de muhtemelen uyum­ sal olan (cinsel davranış ve yağlara ve tatlılara düşkünlüğümüz gibi) ve uyumsal temeli tamamen şüpheli olanlar (sanatın te­ meli ve dışarıda olma arzumuz gibi) arasındaki çizgiyi nereye çekeceğimizde. Evrimsel psikolojiye çok eleştirel yaklaşmama karşın, bu­ nun nedeni, politik ya da bu disiplinin saptırılmış olduğunu düşünmem değil. Tersine, eleştirmemin sebebi evrimsel psi­ kologların, kanıtlanmış olanla spekülatif olanı ayırt etmeye isteksiz olması—disiplini bilimden çok inanç haline getiren bir tutum. Bu özensizlik tüm evrimsel biyolojinin ününü teh­ dit ediyor ve onu, sanki biz tüm zamanımızı zekice hikayeler uydurarak geçiriyormuşuz gibi gösteriyor. Eğer amacımız in­ san doğasını gerçekten anlamak ve bu bilgiyi yapıcı bir şekilde kullanmaksa, çaba harcayıp doğru olması olası olanla olanaklı olanı birbirinden ayırmalıyız.

46


JOHN BROCKMAN

Bu durumda, evrimsel psikolojiyi niçin tehlikeli görüyo­ rum? Sanırım kendimi ve insan dostlarımı yalnızca genetik zincirlerin yönlendirmesiyle dans eden kuklalar olarak gör­ mekten korkuyorum. Bireyler olarak kendimizi geliştirmek ve adil ve eşitlikçi bir toplum yaratmak için çok büyük bir öz­ gürlüğe sahip olduğumuzu düşünmek istiyorum. Evet, genetik alınyazısı değil, ama genetik bagajımızdan da tamamen bağım­ sız değiliz. Genetik, değişme yeteneğimizi gerçekten kontrol edebilir mi? Eğer öyleyse, evrimsel psikolojinin bazı iddiaları bize, kabul edilemeyecek davranışlar için rahatça kullanılabi­ lecek ancak tehlikeli gerekçeler sağlıyor. Kadın peşinde koşan tüm erkekler için bu hareketlerini, evrimsel olarak doğrulandı gerekçesiyle mazur göstermek son derece kolay. Evrimsel psi­ kologlar, evrimsel mirasımızın üstesinden gelmemizin müm­ kün olduğunu ileri sürüyor. Fakat ya, bu Darwinci yoldan gitmek ve ‘bencil fotokopicilerin zorbalığına karşı koymak’ o kadar kolay değilse?

■ 47 •


Francis Crick'in Tehlikeli Fikri V. S. RAMACHANDRAN V. S. Ramachandran San Diago, California Üniversitesi Beyin ve İdrak Merkezi'nin yöneticisi ve La Jolla, Saik Enstitüsü'nde misafir profesör. Phantoms in the Brain: Probing the Mysteries of the Human Mind (Beyindeki Hayaletler: İnsan Aklının Derinlemesine incelemesi) kitabının yazarı.

Ben bir beyinim, sevgili Watson, geri kalanım yalnızca eklentiler. SHERLOCK HOLMES

‘Doğru olsa tehlikeli’ olacak bir fikir, Francis Crick’in ‘sarsıcı hipotez’ olarak nitelediği şey olurdu. Bilinçli deneyimimiz ve özbenlik duyumuz, tamamen bir jölenin -beynimizi oluşturan nöronlar- yüz milyar zerresinin faaliyetinden oluşur. Biz bunu, içinde bulunduğumuz bu aydınlanmacı zamanlarda doğal kar­ şılarız—ama yine de beni hâlâ hayrete düşürür. Bazı bilim in­ sanları, Crick’in bu alaycı sözünü (son kitabının adı), gönder­ me yaptığı hipotezin ne sarsıcı ne de hipotez olduğunu, çünkü hepimizin bunun doğru olduğunu bildiğimizi söyleyerek eleş­ tirdi. Ancak, yarattığı kapsamlı felsefî, ahlaki ve etik çelişkiler henüz yeterince iyi anlaşılmadı. Bu, pek çok açıdan son derece tehlikeli bir fikir. Gelin bunu tarihsel perspektife oturtalım. Bir zamanlar Freud’un belirttiği gibi, fikirler tarihi son birkaç yüzyıl içinde devrimlerle -kendimize ve evrendeki yeri­ mize ilişkin görüşlerimizi sonsuza dek değiştiren önemli fikir 48


JOHN BROCKMAN

çalkantıları- kesintiye uğratıldı. Önce, Kopernik sistemi dün­ yayı evrenin merkezi olmaktan çıkardı. İkinci olarak, Darwin devrimi, akıllı tasarım’ın doruk noktası olmak bir yana, ku­ zenlerimizden bir şekilde azıcık daha akıllı olmuş neotonus maymunlar olduğumuz fikrini ortaya attı. Üçüncü olarak, Freudçu görüş, siz yaşamınızdan sorumlu olduğunuzu iddia etseniz bile, aslında davranışlarınızın çoğunlukla bilincinde olmadığınız bir dürtü ve güdüler kazanı tarafından yönetildi­ ğini gösterdi. Ve dördüncü olarak, DNA ve genetik kodun keş­ fi, durumumuzun, James Watson’dan alıntılayarak söyleyecek olursak, “Yalnızca moleküller var. Gerisi sosyoloji” şeklinde açıklanabileceğini gösterdi. Bu listeye şimdi bir beşinci ekleyebiliriz: Crick’in öne sür­ düğü Nörobilim ve onun sonuçları: En yüce fikirlerimiz ve tut­ kularımızın bile yalnızca nöral aktivitenin yan ürünleridir. Bir nöronlar yığınından başka bir şey değiliz. Eğer bu size insanlıktan çıkarılmak gibi geliyorsa, henüz hiçbir şey görmediniz. Bu tehlikeli fikir, bundan dört beş yüzyıl sonra, beyni ta­ mamen anladığımız zaman ortaya çıkacak felsefi bir çelişkiye yol açacak. Ama gelin bir tahminde bulunalım: Bugün bir nörobilimcinin beyninizi bir kültür ortamı ile dolu bir fıçıya yer­ leştirebileceğini ve yapay olarak sizi, diyelim Francis Crick, Bili Gates, Hugh Hefner ve biraz da Mahatma Gandhi’nin yaşamla­ rını yaşıyor gibi hissettirecek davranış modelleri yaratabilece­ ğini düşünün. Siz -daha doğrusu beyniniz- paralel olarak bu insanların olumlu özelliklerinin ve deneyimlerinin tadını çı­ karacaksınız. Aynı zamanda, nörobilimci beyninizin asıl kim­ liğini korumasını -yaşamınızın, benlik duyunuz tarafından bir araya toplanmış tüm anıları- da sağlayacak. Unutmayın, beyninizde yaratılmış olan doğru aktiviteler modelinin sonucu olarak siz, diğer insanların yaşamının (ve kendi yaşamınızın) ■ 49 •


SENlN TEHLİKELİ FlKRÎN NE?

yalnızca anahtar niteliğindeki yönlerini yaşayacaksınız. Fakat tüm bunlar dış dünyada yok. Tümü bir tür hayal, ama başınızı derde sokmayacak bir hayal. Kuşkusuz tüm bunlar bilimkurgu malzemesi, ama bence fikir henüz mantıksal olarak sonuçlandırılmadı, felsefi olarak ne ima ettiği de henüz ayrıntılı olarak açıklanmadı. Nörobilimcinin, diğer insanların özellikleri ve deneyimlerinin eklen­ mesiyle ortaya çıkacak hafif değişiklikler göz önünde bulundu­ rulduğunda, ‘siz’in her detayınızı doğru olarak koruyamaması mümkün. Fakat size çok yakın birini yaratsa bile, benim asıl tezim hâlâ geçerli kalır (Ne de olsa bir andan diğerine gidip geliyorsunuzdur). Seçme şansınız olsaydı, fıçı senaryosunu mu tercih ederdi­ niz, yoksa şimdi içinde yaşadığınız gerçek’ dünyada olmaktan memnun mu olurdunuz (Varsayın, -sırf tartışmanın hatırınagerçek siz oldukça mutlu ve fıçıda da olsanız gerçek dünyada da olsanız sonunda ölmek -ya da sonsuza dek yaşamak- ihti­ malleri aynı). Şu işe bakın ki, tanıdığım pek çok insan -bilim insanları da dahil olmak üzere- gerçek’ olması nedeniyle ikin­ ci alternatifi seçiyor. Fakat bu tercihin akla uygun bir gerekçesi yok, çünkü bir anlamda, siz zaten fıçıdaki bir beyinsiniz—ka­ fatası boşluğu denen, beyin-omurilik sıvısı tarafından beslenen ve retina yoluyla iletilen fotonların bombardımanına tutulan bir fıçı. Size tüm sorduğum, “Hangi fıçıyı isterdiniz?” sorusuydu ve siz kötü olanını tercih ettiniz (En ilginç yanıt, “Nörobilimci Gates, Crick, Spitz ve Gandi’yi koymasa da olur; yalnızca Hugh Hefner yeter,” diyen meslektaşım Stuart Anstis’den geldi). Sorumun son derece felsefi bir ikilem oluşturduğu bir yanı var. Eğer mantıki tez doğruysa, dünyanın, çok hoş deneyimler­ le dolu olan ve sonsuza dek canlı tutulabilecek sıra sıra beyin fıçılarıyla dolu bir depo olacağı günler gelebilir.

50


JOHN BROCKMAN

Bilincinizin ve kişisel belleğinizin, şu an beyninizi oluştu­ ran atomlara bağlı olması inanılmaz görünüyor. Elbette onlar tamamen yazılıma bağlı—yani bilgi dağarcığına. Ne de olsa atomlar birkaç ayda bir tamamen yenileniyor, ama siz yine ‘siz’siniz. Bu durumda, son olarak hangi fıçıda hangi yazılımın olduğunu ya da bu yazılımın nasıl desteklendiğini sorabilirsi­ niz. Nörobilimci çok sayıda fıçı yaratıp içlerine sizinkinin aynı olan beyinler koysaydı ne olurdu? Hangisi siz olurdunuz? ‘Siz’ fıçıların tümünde siz olmayı sürdürür müydünüz? Sıradan bir­ lik ve çokluk kavramlarımız -ve onlara karşılık gelen termi­ nolojimiz- akıl ve beyin ile ilgili sorularla başa çıkmak konu­ sunda ne yazık ki yetersiz (Aynı gündelik neden-sonuç ilişkisi kavramımızın kuantum mekaniğinde iflas etmesi gibi). Bu durum daha da karmaşık bir paradoks yaratıyor. Nes­ nel, üçüncü şahıs bakış açısı ile -ister kafatasınızda ister o fı­ çının içinde olsun- beyninizdeki bilginin özel hiçbir yanı yok, ama sizin kendi perspektifinizden bu bilgi her şey. İronik olan şu ki, beynimiz objektif bir bilim yaratıyor ve başlangıçta bili­ mi yaratan sübjektif benlik deneyimlerini dışlamaya başlıyor. Bunda bir gariplik yok mu? Tüm bunlar akıllara durgunluk veren muammalar. Fıçı se­ naryosuna karşı düşünebileceğim tek bir tez var; ama o da ger­ çekten mantıklı bir tez değil: Her insan diğerinden farklı. Her birimiz, eşsiz aklı, gerçek dış dünyadan kaynaklanan yaşam deneyimlerimizin rastlantısal niteliği tarafından biçimlendiril­ miş kültürlü birer maymunuz. Evren, içinde bizim önemsiz bir nod—ama benzerini yapmanın güç olduğu bir nod -olduğu­ muz bir neden- sonuç ilişkisi ağı. Ve eğer benzeriniz yapılabil­ seydi, bunu ister miydiniz? ‘Gerçek’ gerçekliğin böylesi kutsal olması neden? Bu, bilimden çok felsefe alanına giren bir soru. Bilim fıçı sorununa veri sağlayabilir ama nihai bir yanıt bula­ maz.

51


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

İtiraf ediyorum, ben de gerçek’ beni tercih ederdim, belki mevcut gerçekliğime aptalca ve duygusal bir bağlılık nedeniyle ya da belki bilinçaltımda ‘başka bir şey’ olduğu için—öylesine tuhaf bir bilinçli ‘burada ve şimdi’ duygusu ki anlamamız ola­ naksız. Ona sorulsaydı, şairin diyeceği gibi: Ben olmak ya da ben olmamak; Bütün mesele bu.

52


Evrende Yalnız Olmak RODNEY BROOKS Rodney Brooks, MIT Bilgisayar Bilimleri ve Yapay Zeka Laboratuvarı'nın yöneticisi ve Flesh and Machines: How Robots Will Change Us (İnsan Eti ve Makineler: Robotlar Bizi Nasıl Değiştirecek) adlı kitabın yazarı.

Kafamı en çok kurcalayan şey -doğru olabilir ya da olmayabi­ lir- belki cansız maddeden canlıya kendiliğinden dönüşümün son derece olasılık dışı olduğu. Bir kez olduğunu biliyoruz, ama ya önümüzdeki birkaç on yıl içinde bunun çok seyrek gerçek­ leştiğine ilişkin çok sayıda kanıt bulursak? Benim sağlığımda, Mars’ın yüzeyini ve gaz devlerin uydu­ larını ayrıntılı -tam olarak değilse de- incelemeyi umabiliriz. Yine, yirmi otuz ışık yılı içinde, güneş sistemi dışındaki geze­ genlerin net görüntülerini elde edebilmeyi ve böylelikle büyük ölçekli biyolojik aktivite kanıtları bulabileceğimizi umabiliriz. Ya bu gözlemlerin hiçbirinde yaşam olduğuna ilişkin bir ipucu bulunmazsa? Bu durum, yaşamın kendi kendine oluştuğuna ilişkin bilimsel inancımızı nasıl etkiler? Bu inancı değiştirmese gerek, ama onu bilimsel olmayan saldırılara karşı savunmayı güçleştirir. Ayrı­ ca, herhangi bir galakside bir kerecik olsun yaşam oluşması ihtima­ linin yok denecek kadar az olduğunu öğrensek üzülmez miydik? Bu güneş sisteminde yalnız olmak o kadar büyük bir şok değil, ama galakside -hatta daha da kötüsü evrende yalnız ol­ mak- bizi ümitsizliğe ve oradan da kurtuluşu tekrar dinde ara­ maya sürükleyebilir.


Enerji Dolaşımının Bir Aracı Olarak Yaşam

SCOTT D. SAMPSON Scott D. Sampson paleontolog, Utah DoğalTarih Müzesi'nin Müdürü ve Utah Üniversitesi, Jeoloji ve Jeofizik Bölümü'nde Doçent.

Gerçekten tehlikeli sayılabilecek fikirler, insanlığın kolektif egosunu tehdit eden ve bizi doğadaki merkezi konumumuz­ dan uzaklaştıranlar. Kopernik Devrimi insanı evrenin merkezi olmaktan çıkardı. Darwin Devrimi, Homo Sapien’leri hayatın zirvesinden indirdi. Günümüzde bir başka tehditkar devrim bilgi ufkunda oturup sabırla aynı kendini beğenmiş türden açık bir şekilde anlaşılmayı bekliyor. Tehlikeli fikir şu: Yaşamın amacı enerji dolaşımını sağla­ maktır. Çoğumuz,

termodinamiğin

ikinci

yasasını

hiç

olmazsa

biraz biliriz. Bu yasaya göre, enerji mutlaka yayılmak eğili­ mindedir ve bunu yaparken yüksek kaliteli formlardan düşük kaliteli formlara dönüşür. Daha da genelleyecek olursak, çev­ rebilimci Eric Schneider’in belirttiği gibi, gradyanın yalnızca mesafe farkı olduğu durumda -örneğin ısı ve basınçta- ‘doğa gradyanları sevmez.’ Atmosferin, hidrosferin ve jeosferinki de dahil, enerjinin, özellikle de ısı dalgasının yayılmasıyla çalışan açık fiziksel sistemler, sürekli kararlı bir duruma geçmeye ça­ lıştıkları için bu kuralı doğruluyor. Litosfer katmanının hare­ ketlerinden, Gulf Stream akıntısının kuzeye doğru akması ve


JOHN BROCKMAN

korkunç kasırgalara kadar çeşitli fenomen, bu ikinci yasanın dışavurumları. Yaşamın, yani biyosferin de bundan farklı olmadığını gös­ teren ve sayıları sürekli artan kanıtlar var. Önyargılara dayanıp, tanrısal bir varlığın ya da bilinmeyen bir doğal sürecin ürünü olduğuna işaret edilerek, yaşamın karmaşıklığının ikinci yasa ile uyuşmadığı sıkça ifade edilir. Ancak yaşamın evrimi ve ekosistemlerin dinamikleri ikinci yasanın emrine uyar ve büyük ölçüde enerji yayma işlevi görür. Onlar bunu, ormanı yakan bir yangın gibi birden parlayıp sonra yok olarak değil, kimyasal enerji depolayan ve sürekli güneş gradyanını azaltan istikrar­ lı metabolik döngüler aracılığıyla yapar. Fotosentetik bitkiler, bakteriler ve su yosunları güneşten enerji alır ve tüm besin ağ­ larının nüvesini oluşturur. Diğer canlılar bu ‘üreticileri tüketir ve olabilecek en büyük enerji havuzunu oluşturur. Öyleyse gerçek anlamda, insanlar da içinde olmak üzere tüm organizmalar aslında güneş ışığının dönüşmüş biçimle­ ri ve enerji akışındaki geçici ara noktalardır. Termodinamik perspektiften bakıldığında ekolojik zincir -yani bir ekolojik topluluğun türlerinin yapısında zamanla meydana gelen deği­ şiklikler- enerjinin alınıp ayrıştırılmasım maksimize eden bir süreç. Aynı şekilde, son 3.5 milyar yıldır yaşamın karmaşıklaş­ ma eğilimi -anatomik formlarda, metabolik yolaklarda, trafik etkileşimlerde ve artan biyolojik kütle ve biyolojik çeşitlilikte görüldüğü gibi- pek çok evrim teorisi yanlısının hâlâ iddia et­ tiği gibi yalnızca doğal ayıklanmanın değil, güneş ışığının daha fazlasını toplamaya çalışan doğanın bu çabasının sonucu. Ya­ şamı karakterize eden bu yavaş yanış, ekolojik sistemlerin, iç ve dış karışıklıklara bir tepki olarak değişip jeolojik zamanlar boyunca varolmalarını sağlar. Ekoloji, şu kısa ve öz cümle ile özetlenir: ‘Enerji dolaşır, madde dönüşür.’ Ama bu söz, cansızlar alemindeki karmaşık


SENlN TEHLİKELİ FİKRÎN NE?

sistemler için de eşit derecede doğrudur; gerçekten de o, bi­ yosferi fiziksel dünya ile birleştirir. Karmaşık, dönüşen, dönen maddi sistemler, enerji gradyanları karşısında ortaya çıkma eğilimi gösterir. Bu tekrarlanan fenomen, belki de, yaşamın kökeninin arkasındaki itici güç olmuştur. Bu radikal fikir yeni değil ve elbette bana ait bir fikir de değil. Erwin Schrödinger, 1943 yılında Dublindeki ‘Yaşam Ne­ dir?’ konferanslarının bir bölümü olarak, enerjiye ilişkin bu modern fikri ilk ileri sürenlerden biri. Daha yakın zamanlarda, Jeffry Wicken, Herald Morowitz, Eric ve diğerleri, özelikle eko­ loji alanındaki çeşitli araştırmaların da desteğiyle, bu kavram­ ları oldukça geliştirdi. Schneider ve Dorion Sağan 2005 yılında çıkardıkları Into the Cool (Önyargısızlığa Doğru) adlı kitapta bu hipotezi mükemmel bir şekilde özetledi. Bir enerji akışı olarak yaşam kavramı temel bir kavramdır. Darwin, insanlar ile insan dışı varlıklar dünyasını nasıl birleştirdiyse, termodinamik perspektif de yaşamı cansızlar dünyası ile öyle ayrılmaz bir şekilde birleştiriyor. Yayılıp anlaşıldığı za­ man bu tehlikeli fikir, din ve bilim çevreleri de içinde pek çok kesimden tepki alabilir. Yaşamın tarih boyunca devam eden harikulade çeşitliliği ve karmaşıklığı, akıllı tasarımın bir ürünü olmak bir yana, fiziksel dünyadaki enerji akışı ile çok yakından ilişkili doğal bir olgu. Üstelik evrim, bin yıl boyunca kendi kendine çoğalan ben­ cil genlerin entrikalarıyla sürmüyor. Tersine, ekoloji ve evrim, en yakınımızdaki yıldız tarafından üretilen gradyanı azaltan çok başarılı ve son derece kalıcı bir araç olarak birlikte çalı­ şıyor. Bence, araştırmacılar, dünyanın, suyun, havanın ve ha­ yatın, enerji dolaşımını sürdürmek için, yalnızca birbirleriyle bağlantılı değil, aynı zamanda birbirlerine bağlı olarak dönü­ şen maddeler olduğunu tam olarak anladığı zaman, evrim te­


JOHN BROCKMAN

orisi (süreç olarak, yaşamın bilindik kökeni olarak değil!) ve biyoloji ciddi bir değişikliğe uğrayacak. Bu ifadenin, fenomenlerin muazzam çeşitliliğini tek bir fiziksel proses ile açıklıyor olması bakımından indirgeyici ve materyalist olmasına rağmen, dikkat edilmeli ki, bu fikir ma­ nevi açıdan tamamen etkisiz. Başka bir deyişle, ‘amaç’ sözcü­ ğü -buradaki anlamıyla- yalnızca doğal işlev anlamına -doğal sistemlerin işleyişi anlamına- geliyor. Bu nedenle hiçbir şekil­ de diğer ‘yüce amaçları dışlamıyor. Bununla beraber, enerji dolaşımının bir aracı olarak yaşamın, bilimin sınırları dışında da derin etkileri olması mümkün. Özellikle, enerji dolaşımın­ da yaşamın rolünü iyi anlamak, türümüzün tarihindeki bu çok önemli noktada, insanı doğaya yeniden bağlamak için yardım potansiyeli barındırıyor.


Tam Anlamıyla Yalnızız KEITH DEVLİN Keith Devlin, matematikçi ve Stanford Üniversitesi'nde Dil ve Bilişim Çalışmaları Merkezi'nin yöneticisi. En son kitabı olan, The Math Irıstirıct: Why You are a Mathematical Genius (Along with Lobsters, Birds, Cats and Dogs) [Matematik İçgü­ düsü: Neden Bir Matematik Dehasısın (Istakozlar, Kuşlar, Ke­ diler ve Köpekler ile Birlikte)]'nin yazarı.

Kendi varoluşları üzerine düşünebilen canlılar, evrenin tari­ hinde kısa bir an varolan garip bir rastlantı. Evrenin başka yer­ lerinde yaşam olabilir, ama o, özdüşünümsel bir bilince sahip değil. Ne tanrı, ne Akıllı Tasarımcı ne de yaşamımızın yüce bir amacı var. Kişisel olarak ben, bu olasılılığı hiçbir zaman sorun olarak görmedim, ama gördüğüm kadarıyla çoğu insan, kendini bu­ nun tersine inandırmak için, elinden geleni yapıyor. Pek çok insan bu fikri tehlikeli buluyor, çünkü onun an­ lamsız ve ahlaki değerlerden yoksun bir yaşama yol açacağını düşünüyor. Onu, ümitsizliğe sürükleyen bir fikir, yaşamımızı anlamsız kılacak bir fikir olarak görüyorlar. Ben durumun bu­ nun tam tersi olduğunu düşünüyorum. Şu biricik garip rast­ lantının ürünü olarak, kendimizi, bilinçli varlığımız, durumu­ muzun olasısızlığı ve benzersizliği üzerine düşünebiliyor ve bunun tadını çıkarıyor oluşumuz, bizi böyle olduğumuz için memnun etmeli.


JOHN BROCKMAN

Yaşam bizim için yalnızca önemli değil, o, kelimenin tam anlamıyla sahip olduğumuz her şey. Bu onu, bir insanın deyi­ şiyle, varolan en değerli şey yapıyor. Bu, yaşama anlam -saygı duyulacak ve kutsanacak bir şey- katmakla kalmıyor, aynı za­ manda güçlü bir ahlaki yasayı otomatik olarak peşinden geti­ riyor. Varlığımızın, bu varlığın dışarısında hiçbir amacı olmadığı gerçeğinin, bizim hayatımızı yaşama biçimimizle hiç ilgisi yok, çünkü biz bu varoluşun içerisindeyiz. Varlığımızın evren için -ne demekse- hiçbir amacı olma­ dığı gerçeği, kesinlikle bizim için bir amacı olmadığı anlamına gelmez. Kendimize ilişkin soruları, olduğumuz haliyle varlığı­ mız çerçevesinde sormalıyız.


Bilim Kontrolden Çıkıyor Olabilir MARTIN REES Martin Rees, Royal Society'nin başkanı, kozmoloji ve as­ trofizik profesörü, ve Cambridge, Trinity College'in müdü­ rü. Diğer pek çok kitabının yanı sıra Our Final Century: The 50/50 Threatyo Humanity's Survival (Son Yüzyılımız: İnsanlı­ ğın Devamına 50/50Tehdidi) adlı kitabın yazarı.

Kamuoyu araştırmaları (en azından Birleşik Krallıkta), bir yandan bilime karşı genellikle olumlu bir tutum olduğunu or­ taya koyarken, öte yandan bilimin ‘kontrolden çıkıyor’ olabi­ leceğine ilişkin bir endişe olduğunu akla getiriyor. Bu tehlikeli bir fikir, çünkü kendini gerçekleştirebilir. Yirmi birinci yüzyılda, teknoloji dünyayı -küresel ortamı, yaşam biçimimizi ve hatta insan doğasının kendisini- bugüne dek olduğundan daha hızlı değiştirebilir. Biz, teknoloji tarafın­ dan, bizden önceki tüm kuşaklardan çok daha güçlü bir ko­ numa getirilmiş durumdayız. Bilim, özellikle gelişmekte olan ülkeler için muazzam bir potansiyel sunuyor, ancak bunun feci sonuçları olabilir. Biz, en büyük tehlikenin doğadan değil, in­ san aktivitesinden kaynaklandığı ilk yüzyılda yaşıyoruz. Hemen hemen tüm bilimsel buluşlar, iyilik olduğu kadar kö­ tülük potansiyeli taşıyor; bir buluşun uygulamaları, kişisel ya da politik tercihlerimize bağlı olarak, iyiliğe ya da kötülüğe kanalize edilebilir. Riskleri bırakıp, yalnızca yararlarını kabul edemeyiz. Bi­ rey ya da toplum olarak verdiğimiz karar, yirmi birinci yüzyılda


JOHN BROCKMAN

bilimin sonuçlarının tehlikesiz mi yoksa yıkıcı mı olacağını be­ lirleyecek. Ancak, kadercilik -bilim öyle hızlı gelişiyor ve ticari ve siyasi baskılardan öyle çok etkileniyor ki, ne yaparsak yapa­ lım durum değişmez inancı- tarafından, en iyi politikalar için enerjik bir şekilde kampanya yapmak yerine eylemsizliğe ite­ biliriz. Kaynakların şu anki paylaşımı ve çeşitli bilimlerin ortaya koyduğu çaba, pek çok dış faktörün arasındaki gerilimden do­ ğuyor, bunların arasındaki denge olması gerekenden az. îster yalnızca entelektüel açıdan değerlendirelim, ister insanın refa­ hı için olası yararları göz önünde bulunduralım, durum böyle görünüyor. Bazı araştırmalar daha avantajlı olabildiler ve faz­ lasıyla kaynak kullandılar; ama çevre, yenilenebilir enerji kay­ nakları, biyolojik çeşitlilik ve benzeri araştırmalar daha fazla çabayı hak ediyor. Örneğin tıbbi araştırmalar, tropikal bölgele­ re özgü enfeksiyon hastalıklarından çok, oransız bir şekilde, en çok zengin ülkelerde görülen kanser ve kalp-damar hastalıkları üzerine yoğunlaşıyor. Bilimin nasıl uygulanacağına ilişkin tercihler, bilim çevre­ lerinin dışına taşan bir tartışma sürecinin sonuçlarına göre ya­ pılmalı. Aslında istediğimizden ve gücümüzün yettiğinden çok daha fazla araştırma yapılabilir ve gelişme sağlanabilir; ayrıca bilimin özellikle kaçınmamız gereken pek çok uygulama alanı var. Tüm dünyadaki bilim akademileri, belli bir araştırmanın özellikle endişe verici olumsuz yanları olduğu konusunda fikir birliğine varsa ve tüm ülkeler hep beraber bu araştırmayı yasaklasa bile, bunun uygulanabilmesi ihtimali ne kadar? Uyuş­ turucu kaçakçılığı ve adam öldürme konusundaki başarısızlık göz önüne alınacak olursa, cin şişeden çıkınca, bilimin yanlış

61


SENÎN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

kullanımına karşı tamamen güvende olacağımızı beklemek yalnızca bir hayal. Ayrıca, şimdiye kadar olduğundan daha faz­ la karşılıklı bağlı dünyamızda, ticari baskıları denetlemek git­ tikçe güçleşiyor. Bu yüzyılda bilimi ‘kontrol etmek’ çabasında karşılaşılan sorunlar ve zorluklar cesaret kırıcı olacak. Kötümserler daha ileri gidip, etik ve sağduyulu itirazlara rağmen ve düzenleyici kurallar ne olursa olsun, bilimsel ve teknolojik olarak mümkün olan her şey -herhangi bir yer ve zamanda- mutlaka yapılacaktır diyebilir. Bu fikir ister doğru, ister yanlış olsun, son derece tehlikeli çünkü umut kırıcı bir kötümserlik doğuruyor ve daha güvenli ve adil bir dünya için gösterilen çabaları baltalıyor. Gelecek, ancak kaderci olmayan insanların çabalarıyla -ve bilim bu noktada en uygun bir şekil­ de uygulanma şansına sahip- güvence altına alınabilir.

62


Niçin Maddeden Çok Antimadde Olmasının Nedenine İlişkin Standart Modelin Yanlış Olmasını Umuyorum FRANK J.TİPLER Frank J. Tipler, Tulane Üniversitesi'nde matematiksel fizik profesörü, The Physics oflmmortality (Ölümsüzlüğün Fiziği) kitabının ve ayrıca John Barrow ile birlikte The Anthropic Cosmological Principle (Antropik Kozmolojik Prensip) adlı kitabın yazarı.

Parçacık fiziğinin -yerçekimi dışında tüm kuvvet ve parça­ cıklara ilişkin ve son otuz yıldır tüm testlerden geçen bir teori- standart modeli, maddeyi tamamen enerjiye çevirmenin mümkün olduğunu söylüyor. Eski nükleer fizik, bazı maddele­ rin enerjiye dönüşmesine izin verir ama nükleer fizik, nükleer reaksiyonlarda, ağır parçacıkların (nötron ve proton gibi) ve hafif parçacıkların (elektron gibi) sayısının ayrı ayrı korunmasını gerek­ tirdiği için, bir atom bombasında, uranyum ya da plütonyum küt­ lesinin yalnızca çok küçük bir miktarı (% İden az) enerjiye dönüş­ türülebilir. Standart model, herhangi bir maddenin tüm kütlesinin enerjiye dönüştürülebileceğini söylüyor; örneğin, bir hidrojen ato­ munu oluşturan proton ve elektronu tamamen enerjiye dönüştür­ mek prensip olarak mümkün. Parçacık fizikçileri bunu uzun süre­ dir biliyor, ama bunun insanoğlunun sahip olduğu teknoloji ile hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini düşünüyor çünkü bu işlem ile maddeyi saf enerjiye dönüştürmek için gerekli enerji, bizim

63


SENÎN TEHLİKELİ FÎKRİN NE?

en güçlü akselatörlerimizin kapasitesini aşıyor (bir teraelektron volt ya da bir TeV). Standart-model saf-enerji dönüşümü işleminin insanoğlu­ nun sınırları ötesinde olduğu konusunda parçacık fizikçileri­ nin yanılıyor olmasından çok korkuyorum. Son zamanlarda, kuantum alan teorisinin tutarlı olabilmesinin, bu işlem ile 100 kilogram sıradan maddenin, küçük bir fabrikada üretilmiş ve bir arabanın bagajına sığabilecek bir aygıt kullanarak, saf enerjiye dönüştürülmesinin mümkün olmasını gerektirdiğini düşünmeye başladım. Böyle bir aygıt tüm enerji sorunumuzu çözerdi -fosil yakıtlara ihtiyaç duymazdık- ama 100 kilogram enerji, 1000 megaton nükleer bombanın açığa çıkardığı ener­ jidir. Böyle bir bomba küçük bir fabrikada üretilebilirse, terö­ ristler eninde sonunda bu silahı ele geçirir. Ve bu gerçekleşirse korkarım insan soyunun sonu gelir. Tüm umudum bu tür bir bombanın teknolojik fizibilitesi konusunda yanılıyor olmam.

64


Plütonyumun Yapısını Bildiğimiz Fikri JEREMY BERNSTEIN Jeremy Bernstein fizikçi ve bilim yazarı. Diğer kitaplarının yanı sıra, Hitler's Urarıium Club (Hitler'in Uranyum Kulübü) kitabının yazarı.

Son zamanlarda karşılaştığım en tehlikeli fikir, plütonyumun yapısını bildiğimiz fikri. Plütonyum, periyodik tablodaki en karmaşık elementtir. Oda ısısı ile erime noktası arasında altı farklı kristal faza sahip. Su buharının varlığı durumunda ken­ diliğinden alev alabilir ve çok küçük bir miktarını soluduğu­ nuzda akciğer kanserinden ölebilirsiniz. Nükleer silahların patlayıcı çekirdekleri olan pit’lerin ana maddesi plütonyum. Plütonyum, bu pitlerde galyum ile alaşım yapıyor. Hiç kimse bunun neden olduğunu ve bu alaşımın ne kadar kararlı oldu­ ğunu bilmiyor. Bu pitlerin binlercesi şu an onlarca yıllık. Teh­ likeli olan, onların bütünlüğünü koruduğu ve sonsuza dek gü­ venli bir şekilde depolanabilecekleri fikridir.

65


En Tehlikeli Fikirlerimizi Paylaşmamız Gerektiği Fikri W. DANIEL HILLIS W. Daniel Hillis, fizikçi, bilgisayar bilimci, Applied Minds Şirketi'nin yöneticisi ve The Pattern on the Stone: The Simple Ideas ThatMake Computers Work (Taş Üzerindeki Desen: Bil­ gisayarları Çalıştıran Basit Fikirler) adlı kitabın yazarı

Ben en tehlikeli fikirlerimi kimseyle paylaşmam. Fikirler dün­ yaya yayabileceğimiz en etkili güçler ve onları, sonuçlarını dik­ katli bir şekilde düşünmeden açıklamamalıyız. Bir insan ırkı­ nın diğerinden daha üstün ya da gerçeğin bir dinin tekelinde olduğu gibi fikirler tehlikeli, çünkü yanlışlar. Bu gibi yanlış fi­ kirler orman yangını gibi yayılıp çok büyük zararlara yol açtı ve açmaya devam ediyor. Böylesi yanlış fikirler elbette özendirilmemeli, ama bir de yayılmaması gereken doğru fikirler -‘nasıl dehşete, acıya ve kargaşaya yol açılabilir’, ‘insanlar doğru olma­ yan şeylere nasıl inandırılabilir’ gibi- var. Benim fikrimin tersine sahip ve bir fikre onu paylaşmadan duramayacak kadar saplanmış insanlar görmekteyim. Bence, hepimizin en tehlikeli fikirlerimizi paylaşmamız gerektiği fik­ rinin kendisi yanlış. Umarım bu fikir hiç tutulmaz.

66


Fikirlerin Tehlikeli Olabileceği Fikri DANIEL GILBERT Daniel Gilbert, Harvard Üniversitesi, Harvard Koleji'nde psi­ koloji profesörü ve Stumbling on Happiness (Mutluluğu Buluvermek) kitabının yazarı.

‘Tehlikeli’ sözcüğü heyecan verici ya da cesur anlamına değil, büyük zarar vermesi mümkün anlamına gelir. Bence en tehli­ keli ve tek tehlikeli fikir, fikirlerin tehlikeli olabileceği fikrinin kendisidir. İnsanların, ağızlarını açıp, dudaklarını birbirine değdirdi­ ği ve biraz havayı titreştirdiği için kafalarının kesildiği, hapse atıldığı, konumlarını yitirdiği ve sansüre uğratıldığı bir dünya­ da yaşıyoruz. Evet, bu titreşimler bize kendimizi üzgün, aptal ya da yabancı hissettirebilir. Ne kötü. Ama bu, fikir piyasasına kabul edilmenin bedelidir. Nefret dolu, saygısız, önyargılı, pes­ paye, kaba ve cahilce ifadeler özgür toplumun müziği ve böyle bir toplumda olduğumuzu aptalların acımasız dilinden anlarız. İnsanların birbiri ile yaptığı konuşmaların adil, güzel ve doğru olduğu gün, kurtuluşa doğru bir adım atabileceğimiz gün gel­ miş demektir.

■ 67 •


Küresel Isınmaya Karşı Verdiğimiz Savaş Kaybedilmiş Bir Savaştır PAUL C. DAVI ES Paul C. Davies, Avustralya, Sidney'de Macquarie Üniversitesi'nde fizikçi ve kozmolog ve son kitabı olan How to Build a Time Machine (Nasıl Bir Zaman Makinesi Yapılır) kitabının yazarı.

Amerika Birleşik Devletleri ve Avustralya da içinde olmak üzere bazı ülkeler küresel ısınmayı yadsıyor. Alarm zilleri çal­ dıran bilim dünyasına kuşkuyla yaklaşıyorlar. Birleşik Krallık gibi bazı ülkeler ise panik içinde ve sera gazları emisyonun­ da ciddi kısıtlamalara gidilmesini istiyor. Her iki bakış açısı da yersiz, çünkü bu savaş ümitsiz bir savaş. Petrol fiyatlarındaki son dalgalanmalara rağmen bu madde hâlâ yakılabilecek kadar ucuz. İnsanoğlunun karakteri değişmedikçe, insanlar, tükene­ ne kadar ve basit ekonomi frene basana kadar petrol yakmaya devam edecek. Bu arada, atmosferdeki karbondioksit düzey­ leri yükselmeye devam edecek. Gelişmiş ülkeler, fosil yakıtları savurganca kullanmayı dizginlese bile, yeni ortaya çıkan Asya devleri Çin ve Hindistan bu farkı kapatıp ötesine geçecek. Zen­ ginlikleri onlarca yıldır ucuz enerji kullanmaktan kaynaklanan zengin ülkeler, zenginlik basamaklarını tırmanmaya çalışan gelişmekte olan ülkelere pek fazla baskı yapamaz. Ne ki, ke­ sin çözüm -nükleer enerjiye büyük yatırım yapmak- çok geç bırakıldı. Çernobil’in asıl trajedisi felakette ölen elli kişi değil,

68


JOHN BROCKMAN

Batılı uluslarda yol açtığı yirmi yıllık felç. Bu nedenle süregelen ısınma durdurulamaz görünüyor. Sera gazları emisyonunu azaltma kampanyaları yapanlar bizi, daha sıcak bir dünyanın daha kötü bir dünya olmasıyla korkutuyor. Benim tehlikeli fikrim ise öyle olmayabileceği. Bazı kötü şeyler olabilir. Örneğin, deniz seviyesi yüksele­ bilir ve bazı yoğun nüfusa ve verimli topraklara sahip bölge­ ler sular altında kalabilir. Ama buna karşılık, Sibirya dünyanın tahıl ambarı olabilir. Bazı çöller genişlerken, diğerleri küçüle­ bilir. Bazı yerler kuraklaşırken, diğerleri daha çok yağış alma­ ya başlayabilir. Dünyanın tamamen kötüye gideceğine ilişkin kanıtlar dayanaksız. Kesin olan şu ki, farklı bir duruma uyum sağlamak zorunda kalacağız ve uyum süreci her zaman sancı­ lı olur. İnsanlar göç etmek zorunda kalacak. îki yüzyıl içinde, şu an yoğun bir nüfusa sahip bazı bölgeler çölleşebilir. Ama son iki yüzyıl içindeki nüfus hareketleri de çok büyük boyut­ lardaydı. Ben bundan daha büyük boyutlarda bir şey olacağını sanmıyorum. İnsanlar, ‘evet dünya gerçekten ısınıyor, ama ha­ yır, bu Armageddon anlamına gelmez’ biçiminde düşündüğü zaman, Kyoto Protokolü gibi uluslararası anlaşmalar ortadan kalkacak. Küresel ısınma ile mücadeleden vazgeçme fikri tehlikeli çünkü bu noktaya gelmemeliydi. İnsanlık sera gazı emisyonları­ nı azaltacak kaynaklara ve teknolojiye sahip. Eksikliğini duydu­ ğumuz şey politik irade. İnsanlar çevreye karşı sorumlu olduğu­ muzdan yarım ağızla söz ediyor, ama sözle destek verdikleri şeye para yatırmaya pek de gönüllü değiller. Her şeye karşın küresel ısınma o kadar kötü olmayabilir ama çevresel barbarlık olarak nitelenebilecek diğer davranışlar -ozon tabakasının delinmesi, yağmur ormanlarının yok edilmesi, okyanusların kirletilme­ si- son derece umursamazca. Küresel ısınma mücadelesinden vazgeçmek onlara kötü bir örnek oluşturabilir. 69


Kyoto Tek Çözüm Değil GREGORY BENFORD Gregory Benford Irvine'de, California Üniversitesi'nde fizikçi ve romancı. Yazdığı son romanın adı Beyond Irıfinity (Son­ suzluğun Ötesinde).

Nerdeyse hiçbir ekonomist Kyoto anlaşmasının hedefine ula­ şacağını düşünmüyor. Bu anlaşmaya uygun davranmak konu­ sunda yavaş olunması ve üç büyük ülkenin -Amerika Birleşik Devletleri, Çin ve Hindistan- bu anlaşmaya imza atmayı reddet­ mesi nedeniyle toplam karbondioksit artışında pek fazla farklılık olacak gibi görünmüyor. Ancak tüm politik baskı, hızla artan ta­ lep karşısında yakılan fosil yakıtların azaltılması üzerine. Bu du­ rum, endüstrileşmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelerin meşru ekonomik hedeflerine karşı çıkması sonucunu doğuruyor—bu da bir çatışma nedeni. Küresel iklim değişikliğine samimiyetle inananlar genelde sera etkisinden kurtulmanın bir tek yolu olduğu konusunda ıs­ rarlı: Daha az fosil yakıt kullanın, yoksa . . . ! Ekonomik sonuç­ larım boş verin. Ama gezegen çeşitli yollarla atmosferini yeni koşullara uyarlıyor ve biz bunların çoğunu görmezden geliyo­ ruz. Küresel sorun, açıklanması kolay bir sorun: Güneşten al­ dığımız ısının, yaydığımızdan daha fazlasını hapsediyoruz. Bu genelde iyi bir şey; aksi takdirde gezegenin ısısı donma noktası civarında dolaşacak. Ama atmosferdeki insan kaynaklı son de­ ğişiklikler, bunu iyi bir şey olmaktan çıkardı.


JOHN BROCKMAN

İki yöntem neredeyse hiç ilgi çekmiyor: Karbonu havadan tecrit etmek ve güneş ışığını yansıtmak.

Karbonu Saklamak Tüm küresel ekolojiyi yönetebilmenin önemli bir gerekliliği olarak, kesinlikle atmosferin yapısını anlamalı ve onu kontrol etmeliyiz. Karbondioksiti havadan ayırıp hapsetmek için çeşitli projeler var: Daha fazla ağaç yetiştirin, elektrik santrallerinden çıkan karbondioksiti atık gaz kubbelerinde hapsedin ya da kar­ bon açısından zengin organik atıkları okyanusun dibine gö­ mün. Ormanların çoğalması iyi fakat oldukça sınırlı bir adım. Elektrik santrallerindeki karbonu tutmak, santralin üretiminin % 30’una malolur, bu yüzden de ekonomik olarak hayal. Bu durum bize üçüncü bir yol bırakıyor. Bir yaz günü Kansas’ta bir mısır tarlasında olduğunuzu hayal edin, mısırlar olgunlaşmış ve siz durmuş mavi gökyü­ züne bakıyorsunuz. Çevrenizdeki arazi, uzaya kadar yükselen hava dolu saydam bir tünelin içinde yokuş yukarı uzanıyor. Bu uzun tünelin, içinde gözle görülmeyen bir formda -çoğunluk tarafından küresel iklim değişikliğinin suçlusu olarak görülen karbondioksit formunda- karbon var. Ama çevrenizdeki insan boyunu aşan mısırlar, tüm bu tüneli dolduran insan kaynaklı karbondioksitin -filmin kötü karakteri- dört yüz kat daha faz­ la karbon içeriyor. Her yıl tarım yoluyla, sera gazı açmazımıza neden olan karbondan çok daha fazlasını üretiyoruz. Bundan yararlanın. Artık koçan ve mısır sapları toplanıp Mississippiden yüzdürülerek okyanusa bırakılabilir ve içerdiği karbon tecrit edilebilir. Yaklaşık bir mil derinde ve termoklin adı verilen katmanın altında, bin yıl ya da daha uzun bir süre boyunca hiçbir şey tekrar havaya karışmaz. Bu kalıcı bir çözüm değil ama bize ve torunlarımıza kalıcı çözüm bulmak için za­


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

man kazandırır. Ayrıca, bu pahalı olmayan bir yöntem ve ma­ liyet önemli bir konu. Amerika Birleşik Devletleri büyük miktarlarda mısır artı­ ğına sahip. Ayrıca, söz konusu önlemlerin aşırı pahalı olaca­ ğını söyleyerek Kyoto anlaşmasını da görmezden geliyor. Eğer yalnızca geleneksel yöntemlere bel bağlar ve enerji kullanımını ve karbondioksit emisyonlarını polisiye yöntemlerle denetler­ sek pahalı olacaktır da. Bu maliyetler konusunda Clinton dö­ neminde yapılan tahminler, politik olarak kabul edilemez bir miktar olan yılda 1000 milyar dolar dolayındaydı ve Kongre­ nin bu fikri oybirliğiyle reddetmesine yol açtı. Ama Birleşik Devletler, çiftlik atıklarını, karbondioksiti havadan saklamak’ için kullansa, Kyoto standartlarına uymak, enerji kullanımında hiçbir değişiklik yapmaksızın yılda 10 mil­ yar dolara malolur. Ayrıca tüm gezegen aynı şeyi yapabilir. Mı­ sır artıklarını tecrit etmek havaya saldığımız karbonu üçte bir oranında azaltabilir. Havaya bıraktığımız karbondioksit, doğal emilim yoluyla okyanusu boylayacak ama bunun bize yararı olacak kadar kısa sürede olabilmesi olanaksız.

Güneş Işığını Yansıtmak Gezegenimiz tartışma götürür dengesini, güneş ışığını bulut örtüsüyle dengeleyerek bugüne dek milyarlarca yıldır sürdür­ dü. Okyanuslar ısındığı için su buharlaşır ve bulutları oluştu­ rur. Bulutlar güneş ışığını yansıtır, aşağıdaki ısıyı düşürür ama bunun ne kadarı bulutun kalınlığına, ne kadarı su damlaları­ nın boyutuna, ne kadarı katı parçacıkların yoğunluğuna bağlı­ dır—kocaman bir ayrıntılar yumağı. Eğer iklimimiz aşırı değişmeye başlarsa, seçilmiş bölgeler­ de istenmeyen ısınmayı dengelemek için bulutları kendimize göre düzenlemeyi düşünebiliriz. Volkanlar ve fosil yakıtların


JOHN BROCKMAN

yanması, havaya mikroskobik parçacıklar salarak bunu her za­ man yapıyor. Bulut örtüsü, değerlendirebileceğimiz doğal bir mekanizma ve çevre bilincinde önemli bir değişiklik olasılığı­ nın işaret ettiği bir başka alan. Amerikan Enerji Departmanının 1997 yılında Los An­ geles için yaptığı bir araştırma, ağaç dikmenin ve asfalt kaplı çatıların açık renge dönüştürülmesinin kenti yaz mevsiminde önemli ölçüde serinletebileceğini gösterdi. Beş yıl içinde ken­ dini amorti eden küçük maliyetlerle, yaz mevsimindeki öğlen sıcaklığını birkaç derece düşürmek mümkün. Böylelikle, kent sakinlerinin klima masrafları azalır, enerji tüketimi eşzamanlı olarak düşer ve kentlere özgü ısı adası etkisi zayıflar. Gelen yağ­ mur bulutları kentin ısı öbeğinin üzerine yükselmez ve böyle­ likle kente daha az yağmur yağar. Onun yerine bulutlar, Güney Kaliforniya’nın başka bölgelerinde yağış oluşturmak üzere iç bölgelere doğru gider ve bitkilerin gelişmesini sağlar. Bu yön­ temler ilk deney olarak Los Angeles’da uygulanıyor. Bu yöntemi bulut oluşturma stratejisi ile birleştirebiliriz. Koyu renk okyanusların güneş ısısının daha büyük bir kısmını emmesi nedeniyle tropikal okyanusların üzerinde bulut oluş­ turmak, gezegeni küresel ölçekte soğutmanın en etkili yolu. Ani iklim değişiklikleri bizi hemen hareket etmeye zorlayabilir, o yüzden bu konuyu araştırmaya bir an önce başlamalıyız. Bu fikirleri tehlikeli yapan ne? Bu fikirler, tüm bu tür girişimlere kuşkuyla yaklaşan çev­ reciler için tehlikeli, çünkü öz disiplinden çok mühendisliğe bel bağlıyor. Bununla birlikte, eğer Kyoto hız kazanamazsa, ki böyle bir olasılık yok değil, başka ne yapabiliriz? Sürekli parr mak sallayan ama otorite kullanamayan Mommy-cop devlete (=anne-polis devletine) dönüşürüz. Spor arabalı zenginlerle, ısınmak için kömür yakan Çinli köylüleri aynı kefeye koymaya çalışırız.


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Yaygın olarak kabul edilen görüş püriten (bağnaz) bir çö­ züm (Uzak durun, günahkarlar!) olarak nitelenebilir ve yalnız­ ca yavaş ve küçük bir ilerleme sağlıyor. Kyoto anlaşması endüs­ trileşmiş ülkelerin karbondioksit emisyonlarını 1990 yılının % 7 altına çekmesini gerektiriyor ve küresel olarak her geçen yıl bu hedefin uzağına düşüyoruz. Bu adımlar, 21. yüzyılda doğanın sadık uşağı olarak rolü­ müzü -doğa ile uyum içinde çalışmak- üstlenmemize yardım eden ilk önlemler. Geçenlerde Billy Graham, İncil bizi dünya­ nın uşağı yaptığı için, iklim değişikliğini önlemek kutsal gö­ revimizdir dedi. Sadık uşaklar Cennet’in kendi yöntemlerini kullanır.


Gezegenimiz Tehlikede Değil OLIVER MORTON Oliver Morton A/afıvra'nın haber ve makale editörü Mapping Mars (Mars'ın Haritasını Çıkarmak) ve Eating the Sun (Güneşi Yemek) kitaplarının yazarı.

Bu tehlikeli fikre ilişkin gerçek çok açık. Çevresel krizler dünya tarihinin önemli bir parçası. Ciddi iklim değişiklikleri ve şid­ detli buzullaşmalar meydana gelmiş ve pek çok kez asteroid ve kuyruklu yıldız çarpmış. Ama dünya hâlâ sapasağlam yerinde. Bu olayların sonucunda kimi türlerin soyu tükenmiş, ama biyosfer içinde gerçekleşen ve bunlar kadar şiddetli olmayan bazı değişiklikler de kitlesel ölümlere yol açmış olabilir. Ancak, bunların hiçbiri uzun vadeli bir zarar vermiş görünmüyor. Pek çok ilginç tür, 250 milyon yıl önce, Permiyen döneminin so­ nunda öldü ve ardından gelen Triasik dönem belki bu nedenle olması gerekenden biraz daha durgun geçti, ama çok önemli herhangi bir sürecin gezegeni geri dönülmez bir şekilde etkile­ diğine ilişkin hiçbir kanıt yok. Ben, yeryüzünün 4 milyar yıllık ömründe, tek bir temel biyojeokimyasal gelişmeninin -foto­ sentez ve karbon döngüsünün, nitrojen döngüsünün, sülfür döngüsü ve benzerlerinin temelini oluşturan şeyler- bile kay­ bedildiğini sanmıyorum. Bu geçmişin yanında, şimdi yaşadığımız karbon / iklim krizi devede kulak. Ortalama küresel sıcaklıklardaki değişik­ liklerin, glasiyel ve interglasiyel iklimler arasındaki normal


SENÎN TEHLİKELİ FÎKRÎN NE?

döngüsel değişikliklerden daha büyük olacağını sanmıyorum. Toprak kullanımındaki değişiklik çok büyük, ama bunun ne kadar süreceği belli değil, ve toprakta eski haline dönmesine yetecek kadar zengin tohum bankası var. Eğer fosil yakıt kul­ lanımı kontrolsüz sürerse, karbon dioksit seviyeleri 50 milyon yıl önceki Eosen dönemindeki kadar yükselir ve bunu öyle bir hızla yapar ki okyanus asitliği kısa süreliğine maksimum düze­ ye çıkar. Ama o zamanki kadar yüksek seviyede kalmaz; üstelik Eosen de o kadar kötü bir dönem sayılmaz. Dünyanın kutup çevresindeki buzullara, donmuş toprak küdelerine ve özel bir deniz seviyesine gereksinimi yok. Bu tür şey­ ler sürecin bir parçası olarak gelir gider, alçalır yükselir. Gezegenin canlı sistemleri bunlara uyum sağlar ve gelişir, bazen olumsuz so­ nuçlar oluşturarak, bazen de değişimi güçlendirecek şekilde olum­ lu sonuçlar oluşturarak. Geç Permian döneminin biyojeokimyasal güçlüklerini adatmış bir gezegen için, Endüstri Devrimi öncesi dü­ şük düzeyli karbondioksit miktarının ikiye katlanması (hatta dörde kaüanması), çok sayıda orman ve resifin kaybedilmesi, hayvan tür­ lerinin yarısının yok olması ya da yüksek enlemlerde ozon tabaka­ sının incelmesi gibi durumlar ciddi tehlike sayılmaz. Bunların hiçbiri, biz insanlar küresel değişim konusunda endişelenmemeliyiz anlamına gelmiyor; tersine, hem de çok büyük bir büyük endişe duymalıyız. İklim değişimi gezegene zarar vermiyor olabilir ama insanlara veriyor. Gelecekte, özel­ likle uyum sağlayamayacak kadar yoksul olanlara zarar vere­ cek. Ciddi boyutlardaki iklim değişikliği, yağış şekillerini ve belki diğer aşırı doğa olaylarının da niteliklerini değiştirecek ve böylelikle tarım ve hayvancılıkla geçinen yüz milyonlarca insanın yiyecek güvenliğini tehdit edecek. Bunun, denizlerdeki buzulların doğal çevrenin önemli bir parçası olduğu yerlerde yaşayan nispeten az sayıdaki insanın hayatına çok büyük bir et­ kisi olacaktır (ve görünen o ki yapacağımız hiçbir şey bu gidişi durduramayacak). Daha yoğun nüfusa sahip diğer bölgelerde,


JOHN BROCKMAN

yerel çevrenin ve üzerindeki canlı yaşamının değişmesinin de benzeri yok edici etkileri olabilir. Buna ek olarak, hem bilinen hem bilinmeyen türlerin yok oluşu, bazı insanlar tarafından, ekosistemde bir şeylerin kötüye gitmesinden daha büyük bir sorun olarak görülür. Çoğu insan, bu kayıplarına herhangi bir objektif değer atfedememelerine karşın, bu tür yok oluşlarla -bunlar hiçbir somut sonuç doğurmadığında bile- kendilerinden ve yaşadıkları dünyadan bir şeylerin eksildi­ ğini hisseder. Hiç kimse bu insanların samimiyetini anlamak için onların değerlerini paylaşmak zorunda değildir. Tüm bu sonuçlar harekete geçmek için mükemmel bir ne­ den. Ancak, çeşitli yeşil hareketlerdeki pek çok insan kendini gezegenin kendisinin bir kriz yaşadığı ya da kaçınılmaz bir yok oluşa gittiği ve yeryüzündeki yaşamın tehdit altında olduğu görüşünü de dile getirmek zorunda hissediyor. Bu retoriğin yaygın olduğu bir dünyada, çevreye karşı bu eskatolojik yakla­ şımın anlamsız olduğunu söylemek tehlikeli olabilir. 1970’lerden beri çevreci hareket, gezegeni kişileştirdi ve onu tek başına var olan bir varlık gibi kabul etti ve sonra da onu bizim ilgi alanımıza sokmaya çalıştı. Bu, çok etkili bir görüş ve büyük ölçüde, Dünyanın uzaydan çekilmiş ilk fotoğraflarının etkili ikonografik desteğinden yararlanıyor. Bu görüş, çevreci hareketin başardığı pek çok şeye esin kaynağı olmuş. Bu ne­ denle, gezegenin tehlikede olmadığı düşüncesi çevreci hare­ ketin gücünü baltalayabilir. İnsanların bu fikre şiddetle tepki vermesinin bir nedeni de bu. Gezegenin tehlikede olduğu fikri tamamen yanlış olsaydı, bu fikri gözardı etmek için bir gerekçe olabilirdi. Ama geze­ genin tehlikede olduğu fikri çeşitli nedenlerle, karbon / iklim kriziyle ilgili harekete karşı çıkan insanlar için kolay bir hedef. Bu noktada, kötü bilim gelecekte sorunlara yol açabilir. Daha da kö­ tüsü, bu fikir çevreci düşünceyi çarpıtıyor. İnsanlara zarar veren ■ 77 •


SENlN TEHLİKELİ FlKRlN NE?

gerçek sorunlardan çok gezegen sağlığı gibi önemsiz bir konuyu vurgulamak değişime uyum sağlamak yerine değişime müdaha­ le etme tercihini doğuruyor—oysa değişime uyum sağlayabilmek için gerekli olanakları sağlamak en akılcı tepki olur. Bazı çevreciler ve bazı çevreci gazeteciler, hareketin süre­ bilmesi için, gezegenin tehlikede olduğu -yanlış- fikri çevre­ sinde dolaşan abartılı retoriğin gerekli olduğunu ileri sürebilir. İnsanların, gezegeni (tehlikede olmayan) kurtarmak için, insan kardeşlerini (tehlikede olan) kurtarmak için olacağından daha kolay ikna edilebileceği fikri hoş olmayan ve kötümser bir fi­ kir—bir başka tehlikeli fikir, ve çok da önemli çünkü doğru olabilir. Ama gezegeni tartışmanın merkezine oturtmak, her­ kesi içine almanın, hepimizin bunun içinde olduğumuzu his­ settirmenin bir yolu ise, bu taktiğin işe yaramadığını düşün­ memek elde değil. Zengin ülkelerde, pek çok insan gezegenin tehlikede olduğuna inanıyor ama kendilerinin tehlikede oldu­ ğuna inanmıyor ve belki bu yüzden bir şeylerin değişmesi ça­ balarına yeterince katkıda bulunmuyor, bulunuyorsa da bunu doğru bir şekilde yapmıyor. Ayrıca öğrenilmiş çaresizlik problemi var. Bence insanlar, oldukça yanlış bir şekilde, yaşam biçimlerinin hiç tanışmadık­ ları milyonlarca insanın yaşamından çok gezegeni tehdit ettiği düşüncesiyle kandırılıyor. Ama bu kandırmaca aynı zamanda kendilerini güçsüz hissetmelerine yol açıyor. Bu, insanların, sorunların hiçbir şey yapamayacakları kadar büyük olduğunu düşünmelerine yol açabilir. Karbon / iklim sorunlarının çözümünü, önemli bir ahlaki zorunluluk olan yoksulların sorunlarının çözülmesi ile bir ara­ da düşünüp ona göre hareket etmek, gerçekleşmesi daha olası ve uzun vadeli bir strateji olabilir. Çevresel değişikliklerin en önemli yanı insana zarar vermesidir ve buna vereceğimiz tep­ kinin temelinde insani dayanışma olmalıdır. Gezegeni ise merak etmeyin, o kendi başının çaresine bakar. ■ 78 ■


Sanatın Etkileri Kontrol ve Tahmin Edilemez APRIL GORNIK April Gornik New York City (Danese Galerisinde ressam.

Sanat yoruma açık, bu da onu kuşaklar boyu etkileyici ve bü­ yüleyici yapan nedenlerden biri. Böyle olmasından kaynakla­ nan sorun da, Anthony Burgess’in (ve Stanley Kubrick’in) A Clockwork Orange (Otomatik Portakal) filminde ifade edilen kavrama uygun olarak ifade edildiği gibi sanatın kötücül dav­ ranışa yol açabilecek olması. Gençken ve kavramsal bir ressam olmayı düşlediğim günlerde eserlerimin yorumunu kontrol edemeyecek olmam beni çok rahatsız ediyordu. Resim yapma­ ya başladığımda daha da kötü oldu, sanatımın ne anlama geldi­ ğinden bile emin olamadım. Şahsen bu bana o zaman tehlikeli göründü. Yavaş yavaş yalnızca resmin ve sanatın karmaşıklığı­ na ve anlaşılmazlığına saygı duymakla kalmadım, aynı zaman­ da nesneye nasıl güç kattığını da anladım. Sanat eserlerine, yaratıcıları tarafından can verildiğine ve sonra sürekli olarak düşünce, duygu ve tepki üretebilir bir durumda kalabildikle­ rine inanıyorum. Bununla birlikte, gerçek olan şu ki, sanatın etkisi kontrol edilemez ve tam olarak tahmin edilemez.

■ 79 ■


'Büyük Anlatı' DENIS DUTTON Deniş Dutton, Yeni Zelanda'da Canterbury Üniversitesi'nde sanat felsefesi profesörü ve Philosophy and Literatüre and Arts & Letters (Felsefe ve Edebiyat ve Sanat ve Günlük Mektuplardın editörü.

İnsanlık, 1960’larda Teorinin yükselişini, 1970 ve 1980’lerde İngilizce ve Edebiyat bölümlerindeki baskınlığını ve son yıllar­ da da gerilimli çöküşünü ve ölümünü yaşadı. Kuşkusuz Teori, (sözcüğün büyük harfle başlaması İngi­ lizce bölümünden kalma bir alışkanlık) hiçbir zaman, bilimsel anlamda olması gerektiği gibi bir araştırma programı -doğru­ luğu ya da yanlışlığı deneyle ya da kanıtlarla onaylanan- olarak işlev görmedi. Teori, 1960’larda Fransadan ithal edilen ve sonra Yaleden yayılıp Teori üretilen diğer merkezlerde geliştirilen bir dizi moda cümle, zekice slogan ve tutumdu. Teoriye dayanarak yapılan akademik çalışmalar, gerçeği bulmak ya da bilgiyi art­ tırmaktan çok, gizli şifreler gibi işlev gören özel olarak seçilmiş jargonu ile dikkat çekiyordu. Ne yapılıyorsa kariyer ve saygın­ lık için yapılıyordu. Gerçeklik ve bilgi anlaşılmaz yanılsamalar olarak bir ke­ nara itilmişti. Bu durum, akademik eleştiride ‘ne olsa gider’ atmosferine yol açtı. Aslında durum farklıydı, çünkü dönemin politik talepleri, zorla yaratılan kahramanların (yerliler, işçi sı­ nıfı, ezilenler ve benzerleri) karşısına çıkarılacak uzun bir tek

80


JOHN BROCKMAN

tip kötü adam listesi (Batı, Aydınlanma, kötü beyaz adam ve hatta açık-seçik yazma tekniği) olmasını gerektiriyordu. Politikanın akademik çevrelerde eskiden olduğu kadar güçlü kalmasına karşın, Teori, çürütüldüğü için değil, ama in­ sanlar ondan sıkıldığı için eriyip gitti. Buna bir de dönemin akademik hümanistlerinin saçma sapan kötü yazılarını ve Sokal Hoax olayı gibi olayları ekleyin, çöküş kaçınılmaz olsun. Teori akademisyenleri, rasyonel karşıt savları büyük bir ciddiyetle gözardı edebildi, ama onlar için, kendileriyle alay edilmesinin ve komik duruma düşmenin hiç­ bir önemi yoktu. Böylece Teori zayıfladı ve öldü. Ama durun! En tehlikeli fikrimi söyleyeceğim yer burası. Ya insan bilimleri -sanat eleştirisi, müzik ve edebiyat tarihi, es­ tetik teori ve sanat felsefesi- kendilerine görüşlerini ve yorum­ larım organize edebilecekleri doğru ve bu yüzden de her zaman değerli bir teori bulsaydı? Ya, tüm dünyada sanatın ortaya çıkı­ şını ve bugüne nasıl geldiğini açıklayabilecek olan ve şimdiye kadar kabul görmemiş ‘büyük anlatı’ gerçekten var olsaydı? Sanatsal yaratım kavramının yanı sıra estetik deneyim, hem sosyal hem de psikolojik bir olgu. İçsel deneyim açısından bakarsak, evrimsel psikolojinin alanına girebilir: Düşünce ve değerlerimizin, Pleistosen dönemindeki 2 milyon yıl süren.do­ ğal ve seksüel ayıklanma sonucu biçimlenmiş olduğu görüşü. Bu Darwinci teorinin, insanların sanatta bulduğu kalıcı ve farklı kültürlerde var olan değerler konusunda söyleyecek çok sözü var. Örneğin, Praxiteles’den Hokusai ve Renee Fleming’e, sanatsal ustalığın dünyanın her yerindeki insanlar üzerindeki büyüleyici etkisi sosyal bir olgu değil, Pleistosen döneminde gerçekleşen bir adaptasyon (aynı şey kendini sanat alanı dı­ şında, dünyanın her yerinde spora duyulan ilgide gösteriyor). Dünyanın her yerinde rastlanan şu takvim manzaraları, koru­ lar ve açık alanlar, çoğunlukla tepeler, su, patikalar davetkar


SENÎN TEHLİKELİ FlKRÎN NE?

bir uzaklığa kıvrıla kıvrıla akan nehir kenarları Pleistosen dö­ nemine ait manzara tercihleri (ve bunlar hem sanat tarihinde hem de her yerdeki parkların tasarımında ortaya çıkıyor). Dizi filmlerden Yunan tragedyasına pek çok eserin ailenin dağılma­ sı temasını (‘Onu öldürdü çünkü onu seviyordu’) işlemesi de, hikaye anlatımında kökleri çok eskiye giden bir şey. Darwinci teori, estetikle ilgili sürüp giden sorulara doyu­ rucu yanıtlar veriyor. Bu teorinin sanatın kökeni ile ilgili söyle­ yecek çok şeyi var. Sanatın bir kerede ve bir tek amaçla ortaya çıkmış olması olası değil; sanat, Pleistosen döneminin seksen bin kuşağı boyunca kuşaktan kuşağa geçmiş hayatta kalma ve eş seçimi kaynaklı ilgilerden evrildi. Gözlerimizle çevremizi nasıl taradığımız, nasıl duyduğumuz, ritim duygumuz, sanat­ sal ifadelerden aldığımız zevk ve izleyici olarak başka insan­ larla bir araya gelişimiz ve en önemlisi sanatın evrensel insan duyguları repertuvarım kullanarak bizi nasıl heyecanlandırdı­ ğı, tüm bunlar ve daha fazlası, Darvvinci bir estetik tarafından aydınlatılıp açıklanacak. Darwinci teorinin, estetik ve yaratıcı yanlarımızı algılama­ mızı büyük ölçüde geliştirebileceği görüşüne akademik çev­ relerden güçlü bir direnç olduğunu gördüm. Endişelenmeye gerek yok. Sanat eserinin -klasik ya da modern- en eksiksiz, evrim temelli açıklaması, onun formuna, içeriğine, ideolojisi­ ne, göz ve beyin ile nasıl algılandığına ve aslında nasıl derin ve hatta insanın hayatını değiştiren bir zevk verdiğine odaklana­ cak. Ama tıpkı yağı ve şekeri sever hale nasıl geldiğimizi bilme­ mizin bir parça keki daha az lezzetli yapmaması gibi, tutarlı bir estetik psikoloji içinde yer alan hiçbir şey sanatın çekiciliğini yok edemeyecek. Darwinci bir estetik de sanatın karmaşıklığı­ nı basit formüllere indirgemez. O yalnızca, insanın en büyük başarılarını ve bu başarıların üzerimizdeki etkisini daha iyi an­ lamamızı sağlar.


JOHN BROCKMAN

Banal politika ve kötü eleştirilerle boşa harcanan son kırk yılda, insan bilimleri alanında sayısız kariyer yaratabilecek olması açısından Darwinci estetik gerçekten çok tehlikeli bir fikir. Sanatı gerçekten anlamak isteyen insanlar içinse, ciğere çekilen temiz hava ve bir fincan sert kahve.


Din, Evrensel Ahlak Kurallarımız Üzerinde Etkili Değil MARC HAUSER Marc Hauser Harvard Üniversitesi'nde psikolog ve Wild Minds: VVhatAnimals Really Think (Yabani Beyinler: Hayvan­ lar Aslında Ne Düşünür) adlı kitabın yazarı

Size, bazılarını öğrencilerimle birlikte yaptığım birkaç araştır­ manın sonuçlarına dayanan bir fikirden söz edeyim: Görünen o ki, çok çeşitli ahlaki değerlendirmeler, dini deneyimler de içinde olmak üzere kültürel ve demografik farklılıklardan et­ kilenmiyor. Belli bazı durumlarda bir başka insana zarar ver­ menin kabul edilebilmesi söz konusu olduğunda, yaşları aynı olmak şartıyla, yalnızca lise bitirmiş insanlar ile yüksek eğitim almış insanlar arasında hiçbir fark yok. Dindar insanlar bu açı­ dan ateistlerden ya da agnostiklerden farklı değil. Buna eklenebilecek iki kanıt bu sonuçları ilginç kılıyor ve ahlaki psikolojimizin kimi yönlerinin kültürel birikimimizden etkilenmediği görüşüne destek oluşturuyor. Her şeyden önce, bu tür ikilemler üzerinde düşünürken, ne faydacı ne de kuralcı / nonconsequentialist perspektif yararlı olabiliyor. Örneğin -şu klasik drezin probleminden söz edersek- bir insan, beş insanın ölmesine engel olmak için, bir düğmeyi çevirip drezini yalnız­ ca bir insana çarpacağı raya sokabilir. Ya da biri, yolun ilerisin­ deki beş kişiyi kurtarmak için bir adamı raylara atabilir. Bazı din ve kültürlerce desteklenen faydacı seçenekte, denekler ola­


JOHN BROCKMAN

bildiğince çok insan kurtarır. Diğer din ve kültürler tarafından desteklenen kuralcı (nonconsequentialist) seçenekte, denekler birçok başka insanın ölmesiyle sonuçlansa da bir insanı öldür­ mekten kaçınır. Fakat bu iki teorik pozisyon, insanların karşı­ laştığı çeşitli ahlaki açmazlara çözüm bulamaz ve deneklerin, doğru veya yanlış konusundaki yargılarına mantıken tutarlı bir açıklama yapmakta zorlanmasına neden olur. Başlangıçta, dini ya da yasal doktrinler ya da kültürel normlarla destekle­ nip rasyonel bir pozisyon gibi görünen şey, sonunda tutarsız, irrasyonel bir gafa dönüşür. İkincisi, bazı denekler dinsizken diğerleri tam anlamıyla dindar, ama pek çok durumda yargı ve değerlendirmeleri aynı. Eğer bir ateist ya da agnostik, belli bir yargısına tutarsız bir açıklama getiriyorsa, bir Yahudi, Katolik, Müslüman ya da Budist de aynısını yapıyor. Bence, bu, görünürde evrensel davranış biçimi, evrim ge­ çirmiş ahlaki duygularımızla açıklanabilir. Başkaları, bunun, bizi bir tanrının yarattığının göstergesi olduğunu ileri sürebilir. Ben bu fikrin kabul göreceğini sanmıyorum. Gelin, gözlemleri, çıkarımları ve yargıları mantıklı bir şekilde ele alalım. Başka insanlara zarar vermek ya da yardım etmek konusunda çelişki­ leri olan biri için -bugüne dek yapılan çalışmalara göre- yar­ gılama biçimleri arasında (deneğin dindar olup olmadığına bakılmaksızın) hiçbir istatistiksel fark yok. Dindar insanlar bu durumları değerlendirildiğinde, inandıkları dini doktrin, çe­ lişkilerinden kurtulmak için onlara kurşungeçirmez prensipler sağlamıyor. Bu sonucu iki şekilde yorumlayabiliriz: Evrensel ahlak duygumuzu ya ilahi bir güç yarattı ya da evrim. Bu noktada çıkmaza giriyoruz çünkü ilahi güçten yana ya da ona karşı hiçbir kanıt yok. Ama evrensel ahlak duygumuzu tanrının ya­ rattığını düşünenlerin bir problemi var: Başkalarına zarar ver­ mek ve yardım etmek konusundaki evrensel önsezi gözlemini 85


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

ve bazı dinlerin evrensel olmayan prensipleri olması gerçeğini nasıl açıklayacaklar? Eğer, inandığınız dinin -doktrinel pren­ sipler bütünü ile- ilahi gücün prensipleriyle düzenlendiğine inanıyorsanız, karşıtı olan önsezinin evrensel bir şekilde varo­ luşunun tanrıdan başka bir kaynaktan geldiğini kabul etmek zorundasınız. Biyoloji bunun için mantıklı bir aday olabilir. Ya da, ilahi bir gücün evrensel ahlak duygumuzun kaynağı oldu­ ğunu ama dinlerin başka prensiplerle yaşamayı tercih ettiğini ileri sürebilirsiniz. Ama eğer dinler bu şekilde seçim yapmak­ ta özgürse, yani ilham kaynağı olarak tanrıdan başka bir şeyi seçebiliyorsa, formel dinin altında yatan motivasyon ve duy­ gunun çoğu tehlikede demektir. Bu savunulamayacak kadar irrasyonel bir pozisyon. Tehlikeli fikir bize bir ahlak duygusunun -doğru ve yan­ lış konusunda, biyolojik olarak evrim geçirmiş, din ve diğer kültürel fenomenlerden etkilenmeyen evrensel bir yargılama melekesi- bağışlanmış olduğu fikri değil. Tehlikeli olan, ahlakı din ile bir tutmaktan başlayıp oradan din doktrinini bir tan­ rının körüklediği yorumuna varmak biçimindeki irrasyonel pozisyonu sürdürmek. Bu durum dindar insanları, din doktri­ ninin, insanların ahlaki yargıları hakkında tutarlılığı olmayan bir açıklama getirdiğini kabul etmeye zorluyor. Bu, insanları'kilisenin dışında bir ilham kaynağı aramaya yönelten bir sonuç. Bana sorarsanız, ben Darwinci rahipleri tercih ederim.

86


Bertrand Russell'm Tehlikeli Fikri NICHOLAS HUMPREY Nicholas Humprey, Londra Ekonomi Okulu'nda (London School of Economics), Doğal ve Sosyal Bilimler Felsefesi Merkezi'nde (Centre for Philosophy of Natural and Social Science) öğretim görevlisi. Yazdığı son kitap Seeing Red: A Study in Consciousness (Kırmızı Görmek: Bilinç Üzerine Bir Çalışma) adını taşıyor.

Bertrand Russell’m seksen yıl önce, Sceptical Essays (Sorgu­ layan Denemeler) adlı kitabında ileri sürdüğü fikri, tehlikeli fikrin ta kendisi. Bundan daha iyisini bulabileceğimi sanmı­ yorum: ‘Çok çelişkili ve yıkıcı görünebilecek fikri okurun gö­ rüşüne sunmak istiyorum. Söz konusu doktrin şu: İnsan, onun doğru olduğunu varsaymak için hiçbir neden olmadığında bir fikre inanmak istemez.’

87


Karmakarışık Ahlak DAVI D PIZARRO David Pizarrio, Cornell Üniversitesi'nde psikoloji dersleri ve­ ren öğretim görevlisidir.

Bazı insanların, ahlaki doğruları anlamakta çok kutsal bir yete­ nek olduğunu düşündüğü şey, aslında, bazıları başka amaçlarla evrim geçirmiş daha basit psikolojik mekanizmaların bir karı­ şımı olabilir. Giderek daha iyi anlaşılıyor ki, ahlak duygumuz, önsezi­ lerin, deneme yanılma yöntemiyle ile oluşturulan kuralların ve çeşitli fonksiyonları yerine getirmek üzere ortaya çıkan ve bazılarının etikle hiç ilgisi olmayan duygusal tepkilerimizin ol­ dukça gevşek bir şekilde bir araya gelmesinden oluşuyor. Genel akıl yürütme yeteneğimiz ile gelişigüzel bir araya getirildiğinde bu mekanizmalar, insanların iyi-kötü, doğru-yanlış sorularına yanıt bulduğu mekanizmalar gibi görünüyor. Örneğin, davra­ nış, niyetlilik ve kontrole ilişkin seziler, ahlaksız bir davranışı neyin oluşturduğunu algılamamızda çok önemli bir rol oynu­ yor. Benzer şekilde, duygusal empati ve iğrenme reaksiyonları­ mız, kimin ahlaki koruma hak ettiğine, kimin hak etmediğine ilişkin yargılarımızdan etkileniyor. Ama başkalarının niyetini anlama yeteneğimiz, muhtemelen kimin ahlaki suçlamayı hak ettiğine karar vermenin bir yolu olarak evrimleşmedi ve iğren­ me duygusu, kimin ahlaki korumayı hak ettiği hakkında bize bilgi sağlamak için değil, büyük olasılıkla bizi bozulmuş et ve dışkıdan korumak için evrim geçirdi.


JOHN BROCKMAN

Ahlak duygumuzun, bizi ahlaki gerçeğe götüren harika bir yol olduğu inancını bir kenara itmek rahatsız edici bir fikir. Ne de olsa, çoğu insan ahlaki gerçekçi. Onlar, davranışların -ma­ tematik problemlerinin çözümü gibi- objektif olarak doğru veya yanlış olduğuna inanıyor. Tehlikeli fikir ise, sezgilerimizin ahlaki doğrulara ulaşmakta kötü rehberler olabileceği ve bizi gündelik ahlaki kararlarımızda kolaylıkla yanlış yönlendirebi­ lir olmaları.

89


Yaşamın Kökenini Önümüzdeki Beş Yıl İçinde Anlayacağız ROBERT SHAPIRO Robert Shapiro, emekli profesör ve New York Üniversitesi, Kimya Fakültesi'nde araştırmaları yöneten bilim adamı ve Planetary Dreams: The Quest to Discover Life Beyond Earth (Gezegene İlişkin Düşler: Yeryüzünün Ötesindeki Yaşamı Keşfetme Çabası) adlı kitabın yazarı.

Birbirinden çok farklı iki grup, çok farklı nedenlerle bu geliş­ meyi tehlikeli bulacak, ama ortaya çıkan sonuç makalemin so­ nunda en iyi şekilde açıklanacak. Yarım yüzyıldan biraz fazla bir süre önce, 1953 yılının baharında, ünlü bir deney, yaşamın kökeni alanına coşku ge­ tirdi ve bu alana duyulan ilgiyi yeniden canlandırdı. Chicago Üniversitesinde, Harold Urey’in danışmanlığını yaptığı lisan­ süstü öğrencisi Stanley Miller, küçük organik moleküllerden (monomerler) oluşan bir karışımın, basit bir gaz karışımının bir elektrik kıvılcımına maruz bırakılması ile kolayca hazırla­ nabileceğini gösterdi. Benzeri karışımlar göktaşlarında bulun­ du ve bu da organik monomerlerin evrende yaygın olarak da­ ğılmış olduğunu düşündürdü. Eğer yaşamı oluşturan maddeler bu kadar kolay yapılabiliyorsa, neden bunlar kendilerini aynı kolaylıkla hücre oluşturacak şekilde düzenlemesin? Bununla birlikte, aynı yılın baharında, James Watson ve Francis Crick tarafından başka bir ünlü makale yayınlandı. ■ 90 •


JOHN BROCKMAN

Watson ve Crick, canlı organizmalarda kalıtımın, DNA adı ve­ rilen büyük bir molekülde depolandığını kanıtladı. DNA, uzun bir zincir oluşturmak için birleştirilen halkalar gibi pek çok kü­ çük birimin dizilmesiyle oluşan bir madde olan bir polimer. DNA’nın yapısı ve biyolojik işlevi arasındaki kesin bağlantı ve DNA’nın çift helezonunun geometrik güzelliği, birçok bilim insanının onu yaşamın özü olarak kabul etmesine yol açtı. An­ cak bir kusur bu tabloyu bozdu: DNA bilgi depolayabiliyordu ama başka bir polimer olan proteinin yardımı olmadan kendi kendine çoğalamıyordu. Ayrıca proteinler, yaşam için gerekli olduğu düşünülen pek çok başka kimyasal reaksiyonu katalize etme yeteneğine sahip. Yaşamın kökenine ilişkin araştırmalar, yumurta mı tavuktan-tavuk mu yumurtadan sorusunda çık­ maza girdi. Hangisi önce geliyordu? DNA mı, proteinler mi? Görünürde buna yanıt, RNA (DNA’nın kuzeni) adlı başka bir polimerin hem kalıtımı hem de katalizi gerçekleştirdiği ortaya çıkınca geldi. 1986da, Walter Gilbert, yaşamın bir RNA dün­ yasında -yani, kendini kopyalayabilen bir RNA molekülü, bir rastlantı sonucu, kendi yapı taşlarından oluşan bir havuzda oluştuğu zaman- başladığını ileri sürdü. Ne yazık ki, yarım yüzyıl süren kimyasal araştırmalar, do­ ğanın RNA, hatta onu oluşturmak için birbirine bağlanması için gerekli yapı taşlarını bile (nükloidler) hazırlamak gibi bir eğilimi olmadığını gösterdi. Nükloidler Miller tipi deşarjlar­ da oluşmaz, göktaşlarında da bulunmaz. Yetenekli kimyacılar nükloidleri iyi donanımlı laboratuvarlarda hazırladı ve onları RNA oluşturacak şekilde bağladı, ama dünya üzerinde yaşa­ mın ilk oluşmaya başladığı zamanlarda ne kimyacılar vardı ne de laboratuvarlar. Watson-Crick buluşu, moleküler biyolojide bir devrim başlattı ama yaşamın kökeni sorununu çözemedi. Neyse ki, yavaş yavaş bu sorunun çözümünde bir alternatif ortaya çıktı. Hayatın kökeni için ne DNA, ne RNA ne de pro­ ■ 91 •


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

tein gerekiyordu. Bugün yaşam prosesinde büyük moleküller baskın, ama yaşamı başlatmak için onlara gerek yoktu. Monomerlerin kendileri kalıtımı ve katalizi sağlayabiliyor. Mutlaka olması gereken şey, kendi kendilerini organize ederken onlara yardımcı olacak uygun enerji kaynağı. Hayatın kökeni ile ilgi­ li prensip yalnızca uygun bir monomer karışımının basit bir aygıt içinde uygun bir enerji kaynağına maruz bırakılmasını gerektirir. Ancak o zaman evrimin ilk aşamalarını gözlemle­ yebiliriz. Teknik sebeplerle bazı karışımlar sonuç verecek bazıları ise vermeyecektir. Bu noktayı kanıtlamak için laboratuvarda çaba harcamak gerekecek. Bu buluş için neden beş yıl biçtim? Sonuç alınamayan polimer-temelli paradigma henüz terk edil­ medi ve bu alanda çalışan insanların çoğu hâlâ onun üzerinde çalışmayı sürdürüyor. Onları diğer çözümü araştırmaya ikna etmek için birkaç yıl gerekecek. Uygun bir monomer-enerji kombinasyonu saptamak ve inandırıcı bir demonstrasyon yap­ mak için birkaç yıl (bir doktora tezi kadar) daha gerekeceğini tahmin ediyorum. Bu çabalar başarılı olsa, bundan kim rahatsız olurdu? Ya­ şamın kökeninde RNA olduğu teorisi, açık ve net olması nede­ niyle, pek çok bilim insanına cazip geldi. Onların bazıları ka­ riyerlerinin onlarca yılını bunu kanıtlamaya çalışarak geçirdi. Fizikçi Freeman Dyson’ın şu tasvirinin doğru olduğu kanıtlansa, bu insanlar memnun olmazdı: ‘Yaşam, hücrelerin öncülleri olan ve içi çeşitli çöpler ve kirli su dolu keseciklerde başladı.” Çok farklı bir grup, bu gelişmeyi evrim teorisi kadar teh­ likeli bulurdu. Yaratılışı ve akıllı tasarımı destekleyenler, inanç sistemlerinin bir dayanağının daha saldırı altında olduğunu hissederdi. Onlar, RNA teorisindeki eksiklikleri anlayıp bunu hayatın kaynağına ilişkin doğaüstü açıklamalarını desteklemek için kullandı. Bu alandaki başarılı bir teori, Tanrının başara­ 92


JOHN BROCKMAN

cağı pek fazla bir şey bırakmazdı. Yaşamın kökeni, evreni yö­ neten fizik yasalarının doğal (belki de sık sık tekrarlanan) bir sonucu olurdu. Bu ikinci fikir, Büyük Patlamadan beri gelişen olayların kaçınılmaz olarak yaşamı oluşturacak yönde gelişti­ ğini söyleyen kozmik evrim fikriyle birebir örtüşüyor. Yaşamın başlaması için ne bir mucize ne de çok büyük bir şans faktörü­ ne ihtiyaç vardı. Eğer durumun böyle olduğu ortaya çıkarsa bu gezegenin ötesinde yaşam arayışımızda başarılı olmayı umut edebiliriz. Bu evrende yaşayan tek canlı biz değiliz.

93


Yaşamın Kökenini Anlamadan Moleküler Biyolojiyi Kavramak GEORGE DYSON George Dyson bir bilim tarihçisi ve ProjectOrion (Orion Pro­ jesi) ve Darvvin Among the Machines (Makineler Arasında Darvvin) adlı kitapların yazarıdır.

Ben, Moleküler Biyoloji ve Moleküler Evrimi, yaşamın köke­ nini anlamaya gerek kalmadan tam olarak anlayabileceğimizi düşünüyorum. Bu, ya bilimin açıklayamadığı bir gizem ya da yaşamın canlı ve cansız varlıklar arasında kesin bir ayrım yapmayı mümkün kılan bir dizi adımın kolektif sonucu olduğunun kanıtlarını önümüze çıkarıyor. Samuel Butler, 1980 yılında, “Fikirlerimize daha uygun ve bu nedenle de daha kabul edilebilir olanın, önce cansız mo­ leküller ile başlayıp sonra onları canlandırmak değil, her mo­ lekülü önce canlı bir şey olarak ele alıp sonra ölümü birlik ve bütünlüğü bozan bir şey olarak görmektir” dedi. Her molekül bir canlı! Bu bana tehlikeli görünüyor! Ama çizgiyi başka nereye çekebilirsiniz?

• 94 ■


Süper Aynalar Sorunu MARCO IACOBONI Marco lacoboni nörobilimci ve UCLA'da, David Geffen Tıp

Okulu'ndaki

Transkraniyal

Manyetik

Stimülasyon

Laboratuvarı'nın yöneticisi.

Medyadaki şiddet, şiddetin taklit edilmesine neden oluyor. Eğer doğruysa, bu fikir en azından iki nedenle tehlikeli. Birin­ cisi, dolaylı olarak konuşma özgürlüğü ile ilgili olması; İkincisi ise, rasyonel özerkliğimizin istediğimizden daha az olduğunu göstermesi. Bu fikir şimdi özellikle tehlikeli, çünkü şiddeti izlemenin niçin taklit edilmeye yol açtığını açıklayabilen ve akla yatkın görünen bir nöral mekanizma keşfettik. Bunun yanı sıra, bu nöral mekanizmanın -insanlarda bulunan ayna nöral sistemiözellikleri, taklit edilen şiddetin her zaman bilinçli gerçekleşti­ rilen bir proses olmayabileceğini gösteriyor. Zararlı fikirlerin bile açıklanmasından (sinema ve video oyunlarını da kapsa­ yacak şekilde en genel anlamıyla konuşma özgürlüğü) yana olan görüş, konuşmanın etkilerinin dinleyenin veya izleyenin mental müdahalesine açık olduğu şeklinde. Eğer, bu tür ara basamakların devre dışı bırakılabileceğini gösteren makul bir nörobiyolojik bir sistem varsa, bu iddia geçerliliğini yitirir. Elli yıldan uzun bir süredir, davranışlara ilişkin veriler medyadaki şiddetin izleyenlerde şiddet içeren davranışlara yol açtığını gösteriyor. Meta-data, medyadaki şiddetin etkisinin,

■ 95 •


SENİN TEHLİKELİ FlKRlN NE?

kalsiyum almanın kemik kütlesi üzerine ya da asbeste maruz kalmanın kanser üzerine etkisinden çok daha büyük olduğunu gösterdi. Yine de, davranışsal veriler eleştirildi. Bu nasıl müm­ kün olabilir? İki temel veri tipi kullanıldı: Kontrollü laboratuvar deneyle­ ri ve izlenen medyanın ve ardından gelen şiddetin tipini değer­ lendiren korelasyon araştırmaları. Laboratuvar verileri yeterli ekolojik geçerliliğe sahip olmadığı için eleştirildi; korelasyon verileri ise açıklayıcı gücü olmadığı için eleştirildi. İnsandaki ayna nöron sistemini ve bunun taklit ile ilişkisini inceleyen bir nörobilimci olarak, insanın sahip olduğu güçlü taklit eğilim­ lerinin, medya şiddetine maruz kaldığında, niçin onu taklit etmeye yönlendirebileceğini açıklayabilecek son zamanlarda gerçekleşmiş bir buluş üzerinde durmak istiyorum. Ayna nöronlar, beynin planlama, seçim yapma ve davra­ nışları gerçekleştirme ile ilgili bölümü olan premotor kortekste bulunan hücrelerdir. Premotor korteksin ventral sektöründe, bir şeyi kavrama, tutma ve ağza götürme gibi belli bir amaçla yapılan motor aktivitelere bağlı olarak yanan hücreler bulunur. Şaşırtıcı bir şekilde, bu hücrelerin bir alt grubu -bizim ayna nöronlar dediğimiz- aynı davranışı gerçekleştiren başka birini gördüğümüzde de yanar. Bu hücrelerin davranışı, insanın, bir başkasının davranışlarını izlerken bir aynada yansıyan kendi davranışlarına bakıyor olduğunu gösterir gibi. Grubum, çeşitli çalışmalarda, insandaki ayna nöron bölgelerinin taklide karşı hassas olduğunu gösterdi. Bu nöral sistemin davranışının ol­ dukça otomatik olduğunu ve bu yüzden bilinçli müdahalenin devre dışı kalabileceğini düşündüren kanıtlar var. Ayrıca, ayna nöronlar, davranışlar ile niyetler arasında birebir eşleşme ol­ mamasına rağmen gözlemlenen davranışlarla ilgili niyeti kodluyor (Bir fincanı bir şey içmek ya da onu bulaşık makinesine koymak için tutabilirim). Sekanstaki bir tek davranışın ince­


JOHN BROCKMAN

lenmiş olmasına rağmen, bu da gösteriyor ki, bu sistem davra­ nışların sekansını gerçekten kodluyor. Birkaç yıl önce, biz henüz ayna nöronları inceleyen küçük bir grupken ve niyeti anlamakta ayna nöronların rolünü araş­ tırmaya yeni başlamışken, süper-ayna nöronlar üzerine tartı­ şırdık. Ne de olsa, eğer beyninizde böylesine güçlü bir nöral sisteme sahipseniz, bazı kontrol mekanizmaları ya da modülatör nöral mekanizmalar da istersiniz. Şimdi bazı prefrontal bölgelerin süper aynalara sahip olduğuna ilişkin ön kanıtları­ mız var. Bence süper aynalar en az iki cins. Biri, açık yansıtmanın engellenmesi ve diğeri -belki şiddet davranışını niçin taklit ettiğimizi açıklayabilecek olan ve oldukça karmaşık bir mo­ tor aktivite sekansı gerektiren- motor aktivitelerin sekansının yansıtılması. Süper-ayna mekanizmaları, medya şiddetine ma­ ruz kaldıktan sonra ortaya çıkan taklit şiddete oldukça detaylı bir açıklama getirebilir.

97


Siberdisinhibisyon DANIEL GOLEMAN Daniel Goleman psikolog ve EmotionalIrıtelligence (Duygu­ sal Zeka) kitabının yazarı.

İnternet, insan ilişkilerini zayıflatıyor ve özel şartlar altında yıkıcı duygusal dürtülerin daha serbest olmasını sağlıyor. Bu­ nun sebebi, beynimizdeki, bir kurtçuktur ve bu kurtçuk zapt edilmesi güç dürtülerimizi kontrol altında tutan beyin sistem­ lerimizin siberdisinhibisyonuna (sanal ilişkilerde dürtülerin baskılanmaması ç.n.) yol açması. Buradaki teknik sorun, be­ yinlerimizin bağlantı kurmak üzere yapılandırılma biçimi ve çevrim-içi etkileşimlerin sunduğu ara bağlantı arasındaki ko­ pukluktan kaynaklanıyor. İnternet yoluyla iletişim beynin sosyal sistemlerini yanlış yönlendirebilir. Anahtar görevi yapan mekanizmalar prefrontal kortekste bulunur. Bu devreler, canlı iletişim sırasında sizi ve karşınızdaki insanı anında gözlemler ve otomatik olarak ce­ vaplarınızı uygun ve düzgün olmasını sağlayacak şekilde yön­ lendirir ve kaba ya da uygunsuz, daha açık söylemek gerekirse tehlikeli olabilecek dürtüleri baskılar. Bu düzenleyici mekanizmanın iyi çalışması için, karşınız­ daki insandan, gerçek zamanda devam eden geribildirim al­ manız gerekir. İnternetin böylesi bir gerçek zamanda oluşan geribildirim sağlayacak olanakları yok (nadiren kullanılan karşılıklı audio/video seansları dışında). Bu durum, baskılayıcı

98


JOHN BROCKMAN

devrelerimizi işe yaramaz hale getirir; karşımızdaki insandan gözlemleyebileceğimiz bir sinyal gelmez. Bu disinhibisyon ile sonuçlanır: Dürtüler serbest kalır. Bu tür disinhibisyon duruma özgü görünüyor ve tipik bir şekilde insanlar olumlu ya da nötr duygusal durumdaysa çok seyrek olarak ortaya çıkıyor. Bu yüzden internet, iletişimin bü­ yük bir kısmı için gerçekten çok yararlı oluyor. Tersine, bu di­ sinhibisyon insan güçlü negatif duygulara sahip olduğu zaman daha mümkün hale geliyor. Baskılanamayanlar, duygulardan kaynaklanan bu dürtüler. Bu fenomen İnternetin -o zamanlar ARPAnet olarak bi­ liniyordu (DoD’ nin Acvanced Research Projects Agengy)- ilk günlerinden beri biliniyor ve çoğunlukla bilim insanları tarafın­ dan (‘keskin’: sinir bozucu, öfkeli ya da tam tersi ‘kötü’ duygu­ sal mesajlar gönderme eğilimi olarak) kullanılıyor. Bu eğilimin önemli özelliklerinden biri, eğer mesajı alanla yüz yüze olsa, bu mesajı yazan insanın kesinlikle bu sözcükleri kullanmayacak ol­ ması. Baskılama devrelerinin buna kesinlikle izin vermeyecek olması ve böylece karşılıklı iletişimin daha düzgün olacağı. Yüz yüze olunduğunda, mesajı yazan kişi iletmek istediği şeyin özü­ nü yine iletir ama bunu daha becerikli bir şekilde yapar. İnter­ nette değilken veya gerçek yaşamda, bu eğilime sahip insanlar arkadaşsız ya da işsiz (şirketin sahibi değilse) kalabilir. Siberdisinhibisyon en çok gençler için tehlikeli. Prefrontal inhibitör devreler beynin, gelişimini en son tamamlayan bö­ lümleri ve bunu yirmili yaşlarda yapıyor. Ergenlik döneminde, bir gelişme boşluğu oluyor ve gençler zayıf bir baskılama kapa­ sitesine ama tamamen olgunlaşmış duygusal dürtülere sahip oluyor. Bu baskılama devrelerini güçlendirmek, ergenlik yılla­ rındaki beyin gelişiminin tek görevi olarak görülebilir. Ergenlik dönemindeki bu nöral boşluk kendini internet­ te, on beş yaşından küçük kız çocuklarında ortaya çıkan ‘sanal • 99 ■


SENlN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

zorbalık’ olarak gösteriyor. Bir kızlar çetesi hedef olarak seçi­ len bir kıza acımasız, taciz edici mesajlar gönderiyor ve doğal olarak bu kız ağlamaya başlıyor ve sosyal olarak aşağılandığını hissediyor. Hedefin akranları tarafından öğrenilmelerine kar­ şın bu mesajlar anonim. Bu anonimlik ve internetteki sosyal mesafelilik, yüz yüze ilişkide görülemeyecek bir şekilde acı­ masızlık düzeyini yükseltiyor; birinin ağladığını gören kızlar genelde zorbalığa devam edemez ama bu baskılayıcı sinyal in­ ternet yoluyla gelemiyor. Siber disinhibisyon, daha kaygı verici bir şekilde, gençle­ rin, onları seyretmek ve davranışlarını yönlendirmek için para veren yetişkinlere webcam önünde seks yapmaya eğilimli ol­ malarında kendini gösteriyor. Görünen o ki, yüzlerce çocuk bu çocuk pornografisi tuzağına, çocuklarınkine eşit sayıda pedofıli izleyici tarafından çekilmiş. İnternet, yabancıların çocuk­ ların evine girebilmesini sağlıyor ve çocuklar normal olarak kesinlikle akıllarından geçirmeyecekleri şeyleri yapma eğili­ minde oluyor. Tüm yeni teknolojilerde olduğu gibi, internet de geliş­ me sürecindeki bir deney. Siberdisinhibisyonun başka ne tür olumsuz yanları olabileceğini düşünmenin ve eğer mümkünse teknolojik bir çözüm aramanın zamanı geldi de geçiyor bile. Tehlikeli fikir: İnternet, beynimizdeki baskılama devrele­ rinin, başa çıkmak üzere evrim geçirmediği sosyal tehlikeler barındırabilir.

100


Beyin Gövdeden Bağımsız Zihin Olamaz ALUN ANDERSON Alun Anderson NewSc/'enf/'st'in baş danışmanı.

Aklın popüler imajı kavanoz içindeki bir beyindir. Bununla ve­ rilen mesaj, bir bedene sahip olmayan nöral doku parçasının sizi siz yapan şey olduğudur. Bu insanı korkutan bir mesaj ama doğru değil. Daha tehli­ keli bir fikir, beynin bedeni olmayan zihin haline gelemeyece­ ği, düşünmek ve sağlıklı olmak için zihin ve beden arasında iki yönlü ilişkinin kesinlikle olması gerektiği ve beynin, vücuttaki kasların yerine getirmesi için kodladığı motor aktivitelerin işa­ ret ettiği gibi kısmen düşünebileceği. Biz akademisyenler, soyut düşünceye tapma eğilimimizden dolayı belki de bu bedensiz beyinler tarafından aldatılıyoruz. Eğer, beyne daha demokratik bakarsak, beynin düşünmekten çok hareketleri planlama ve kontrol etme amaçlı kullanıldı­ ğını görürüz. Spor yazarları, futbol ya da beysbol yıldızlarını anlatırken, onlardan ‘dahiler’ olarak söz etmekte haklı. Onla­ rın dehası, çok büyük bir beyin gücü ve süper bir vücut (belki Einstein’den de daha iyi) gerektiriyor. ‘Beyin-beden’ görüşü tehlikeli, çünkü birçok bilim insanı­ nın düşünme biçimini değiştirmesini gerektiriyor. Bu görüş, tıp bilimini rahatsız eden bir şey olan beyin ve beden arasın­ daki sağduyu ilişkisini geri getiriyor, aşık olmak gibi duygulara daha fazla anlam yüklüyor, ve insanınki gibi bir zekaya sahip


SENlN TEHLİKELİ FlKRÎN NE?

makineler yapmaya çalışan insanlara karşı farklı bir tutum alınmasını gerektiriyor. Ve tüm bunlar sadece bir iddia gibi görünüyorsa, söylemeliyim ki bunu destekleyecek çok sayıda araştırma var. Zihin ve beden arasındaki ilişkiler en güçlü bir şekilde sta­ tü ve sağlık arasındaki şaşırtıcı bağlantılarda ortaya çıkar. Epidemiolog Michael Marmot’nun ünlü araştırmasının gösterdiği gibi ast-üst ilişkisinde düzeyiniz ne kadar düşük ise sağlığınız da o kadar kötü olma eğilimindedir. Bu eğilimin ancak kü­ çük bir kısmını sağlık hizmetlerinden yeterince yararlanamama, kötü beslenme kötü yaşam koşulları ile açıklayabilirsiniz. Marmot’a göre, sorunun yanıtı, ‘yaşam koşullarınız üzerinde ne kadar kontrolünüz olduğunda yatıyor. Burada verilen önemli mesaj, ruhsal durumunuz -hissedilen statü- nasılsa bedensel durumunuzun da öyle olacağı. Plasebo ilaçların sağlık üzerine etkisi de aynı mesajı veri­ yor. Güven ve inanç, bilim dünyasında genellikle olumsuz bir şey olarak görülür ve plasebo etkisi bir kandırmaca olduğu için reddedilir çünkü plasebo hastanın inancına dayanır. Ama asıl şaşılacak şey, bu inancın işe yaraması. Plasebolar ağrı giderici endorfınlerin salgılanmasını sağlar ve Parkinson hastalarında nöronal ateşleme hızını etkiler. Beden ve zihin, aşk ve birine bağlanma gibi en derin duy­ gularda da karşılıklı ilişki içindedir. İki hormonun (oksitosin ve vasopresin) kritik olduğu farelerde bu ilişkiler en iyi şekilde incelenebilir. Bu hormonlar, araştırmacıların deyişiyle, ‘cinsel birleşmeden kaynaklanan uzun süreli temassal haz’ın bir sonu­ cu olarak salgılanır ve beyindeki haz merkezlerine ulaşır ve bu da aslında seks partnerlerini birbirine bağımlı kılan şeydir. İnsanların beyin fonksiyonları kuşkusuz daha gelişmiş. Fakat aşık insanların beyin taramaları, çok miktarda oksitisin ve vasopresin reseptörü olan bölgelerde hareketliliğin arttığını


JOHN BROCKMAN

gösteriyor. Oksitosin düzeyleri orgazm ve cinsel haz anında, dokunma ve mesaj sırasında olduğu gibi yükselir. Otistiklerin oksitosin reseptörlerinde sorun vardır. Ve bu hormon başkala­ rına güvenebileceğiniz duygusunu güçlendirir ve bu da yakın ilişkilerde kilit faktördür. Yakın geçmişte laboratuvarda ger­ çekleştirilen ‘yatırım oyununda, ortama biraz oksitosin spreyi sıkıldıktan sonra pek çok yatırımcı parasını bir yabancıya yatı­ rabileceğini söyledi. Bu birkaç hikaye, beynin ve bedenin hormonal sinyalle­ ri ve zihinler arasındaki karşılıklı etkileşimin önemini göste­ riyor. Bu fikir, ‘içgüdüsel duygular’ın karar verme eyleminde çok önemli olduğunu ortaya çıkaran nörobilimci Antonio Damasio’nun araştırmalarında oldukça yüksek bir düzeye çı­ karıldı. Damasio, “Bizler duygu ve bilişi birbirinden bir pasta­ nın katlarını ayırır gibi ayıramayız” der. “Duygular her zaman aklın çerçevesi içindedir.” Gerçekten, akıl yürütmenin bedensel aktiviteler ile ilişkili olma biçimi mantığa aykırı olabilir. Parma Üniversitesinden Giacomo Rizzolatti, maymun beyninin bir bölümündeki ayna nöronların planlama eyleminden sorumlu olduğunu ortaya çı­ kardı. Bu sinir hücreleri, hem maymun bir eylemi gerçekleş­ tirdiğinde (bir fıstığı yerden almak gibi), hem de bir başkasını aynı eylemi yaparken gördüğü zaman yanıyor. Kısa bir süre önce, insan beyninde de buna benzer sistemler bulundu. Bundan çıkan şaşırtıcı sonuç şu ki, birinin bir şey yaptığını gördüğümüz zaman, o eylemi kendimiz gerçekleştirdiğimizde harekete geçen aynı bölümler, sanki o işi biz yapıyormuşuz gibi hareketlenir. Kendi beyinlerimizin aynı motor bölgeleri içinde, onların yaptığı şeyi simule ederek, başka insanların niyetleri­ nin ne olduğunu ve ne hissettiklerini bilebiliriz. Rizzolatti’nin söylediği gibi, “Başkalarının düşündüklerini anlamamızı sağla­ yan temel mekanizma kavramsal akıl yürütme değil, gözlemle­


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

nen olayların ayna mekanizması ile dolaysız simulasyonudur.” Başkalarının düşündüklerini bilmek, benzersiz taklit güçleri­ mize yol açan özel bir yetenektir ve bu da kültürün gelişmesini sağlar. Eğer beden ve onun beyin ve planlama ile olan ilişkisi insanınki gibi bir zihin için bu kadar önemli ise, bu, bir bilgisayarın içinde bedeni olmayan zeki bir zihin yaratma ihtimali bırakıyor mu? Belki Turing testi sandığımızdan daha zor olacak. Bir dili anlayan ama biz ona uzun süreli temassal haz’ yüklemedikçe anlamlı bir şey söyleyemeyen bilgisayarlar yapabiliriz. Başka türlü söyleyecek olursak, seks yapamadıkları sürece bilgisayar­ ların bir anlamı olmayacak.


Bilgi Çağında, İnsanların Hakkında En Çok Bilgiye Sahip Oldukları Şey Ne? DAVI D GELERNTER David Gelernter, Yale Üniversitesi'nde bir bilgisayar bilimci ve The Muse in the Machine (Makinedeki İlham Perisi) adlı kitabın yazarı.

Gelin bilgi çağını, İnternetin başladığı ve PC’nin doğduğu yıl olan 1982de başlatalım. Ya o zamandan beri insanlar gitgide daha az bilgili oluyorsa? Ya insanlar sözde bilgi çağı denen şey başladığından beri gitgide cahilleşiyorsa? Varsayın sıradan bir Amerikalı seçmen, bir lise öğretmeni, bir beşinci sınıf öğretmeni, bir beşinci sınıf öğrencisi bugün 1995de olduğundan, 1985de olduğundan daha az bilgili olsun. Hatta bu insanların, 1985de, 1965de olduğundan daha az bil­ gili olduğunu varsayın. Eğer bu, gerçekten ‘bilgi çağı’ ise, insanlar tam olarak ne hakkında bilgili? Bilgisayar oyunları? Açık olan şu ki, tarih, edebiyat, felsefe ve bilim özel ilgi alanlarımız değil. Bu, bir tür teknoloji çağı: İnsanlar bilim konusunda daha bilgili mi? Öyle olduğunu söyleyemem. Daha önceki teknoloji çağlarında, dö­ nemin önde gelen teknolojik gelişmelerine insanların çoğunun ilgisi vardı. Örneğin 1960da, her tür insan uzay programı ve roket tek­ nolojisi ile ilgileniyordu. Pek çok insan, biraz bir şeyler (servis modülü ve translunar enjeksiyonun ne olduğunu, bir Reds-


SENÎN TEHLİKELİ FlKRlN NE?

tone-Mercury aracının Atlas-Mercury aracından niçin farklı olduğunu) biliyordu. Her türlü ilkokul öğrencisi, avukat, ev kadını, İngilizce öğretmeni bu konulardan haberdardı. Bugün bilgisayara ve İnternete olan ilgi -ve bilgi- bununla karşılaş­ tırılamaz bile. ‘TCP/IP’, ‘routers’, ‘Ethernet protokol’, onbellek vuruşları’—tüm bunlar teknik olmayan insanların hiç umu­ runda değil. Aradaki fark gerçekten çarpıcı.


Anonim Olmak Güzel KEVIN KELLY Kevin Kelly Wired'ın bağımsız editörü ve Cool Tools (Mü­ kemmel Araç!ar)'un yazarı.

Anonim olmak güzel; bu tehlikeli bir fikir. Karmaşık algoritmalar ve ileri teknoloji, şimdiye dek ol­ duğundan daha fazla mümkün olan sanal ortamlarda gerçek anlamda bir anonim olma olanağı yaratıyor. Aynı zamanda, bu gelişmiş teknoloji fiziksel yaşamdaki mahremiyeti güçleştiriyor. Bizi maskeleyen her adımda, tamamen maskemizin ortadan kalkmasına doğru iki adım atmış oluyoruz. Arayanın kimliğini gösteren telefonumuz oluyor, ayrıca numaramızı gizleyebiliyo­ ruz, ya da sadece numaramızı görmesini istemediğimiz insan­ lardan gizleyebiliyoruz. Yakında, biyometrik izleme başlayacak nerdeyse saklanabilecek bir köşe kalmayacak. Bir insan hakkın­ da her şeyin öğrenilebildiği ve arşivlenebildiği bir dünya, mah­ remiyetin olmadığı bir dünyadır ve bu yüzden pek çok teknolog, mahremiyete karşılık rehin olarak kolay anonim olma seçeneği­ nin devam etmesinden yana. Bununla birlikte, şimdiye kadar gördüğüm kadarıyla anonimliğin yaygın olduğu bütün sistemler çöküyor. Wikipedia’nın onuruna sürülen son leke anonim ifadelerin kolaylıkla herkesin bilgisine sunulabilmesinden kaynaklanıyor. Anonim olmaktan zarar gören toplumlar ya çöker, ya da artık anonim değil, uy­ durma bir takma isimle aranabileceğiniz bir sistem olan södoanonim (eBayde olduğu gibi) olur.


SENİN TEHLİKELİ FlKRlN NE?

Anonimlik nadir metaller gibi. Bu elementler bir hücrenin canlı kalması için gerekli, ama ihtiyaç duyulan miktar ölçüle­ bilmesi zor olacak kadar küçük. Büyük miktarlarda olunca, bu ağır metaller bilinen en zehirli maddeler. İnsanı öldürür. Ano­ nimlik de aynı. Eser miktarda olursa sistem için iyi çünkü üstü kapatılmaya çalışılan bazı gerçeklerin ortaya çıkmasına olanak sağlar. Ama bu anonimlik önemli bir miktarda varsa sistemi zehirler. Ortalarda dolaşan tehlikeli bir fikir var: Anonim olma se­ çeneği her zaman olmalı, çünkü o, kontrol teknolojilerine karşı soylu bir antidot. Böyle düşünmek, vücudunuzu güçlendirmek için içindeki ağır metal düzeyini yükseltmeye benziyor. Mahremiyet ancak güven ile kazanılır ve güven sürekli bir kimlik -sahte kimlik olmamak kaydıyla- gerektirir. Sonuçta güven ne kadar büyükse o kadar iyi. Tüm toksinler gibi ano­ nimlik de mümkünse sıfıra yakın bir düzeyde kalmalı.


Tıbbın Yeni Altın Çağı PAUL W. EVVALD Paul W. Ewald, evrimsel biyolog ve LouisvilleÜniversitesi'nde Evrimsel Tıp Programı'nın yöneticisi ve Plague Times (Veba Zamanları) adlı kitabın yazarı.

Benim tehlikeli fikrim, tıpta yeni bir altın çağın yaşanmasını sağlayacak çoğu bilgiye sahip olduğumuz. Ayrıca şu an sahip olmadığımız bilgilere de hedeflenmiş araştırma ve müdahaleye akıllıca yatırım yaparak kolaylıkla ulaşabiliriz. Bu altın çağda, pek çok ciddi hastalığı hem gelişmiş hem gelişmemiş ülkeler­ de, nispeten kısa süre içinde ve sanılandan daha az maliyet ile engelleyebilmemiz gerek. Bu güzel bir haber. Niye tehlikeli ol­ sun? Bir tehlikeler silsilesi ortaya çıkıyor çünkü mevcut duruma meydan okuyan fikirler pek çok insanın yaşamım tehdit ediyor. Bu pek çok insan önemli yerlere geldiğinde, tehdit -özellikle de çok miktarda para ve statü tehlikedeyse- çok büyük olabilir; bu nedenle tıbbi araştırma ve uygulama alanının sınırları içinde yer alıyor. Bir düşünün, eğer önemli hastalıklar -kanser, arterioskloris, felç, diyabet- büyük ölçüde engellense ne olurdu? Büyük ilaç şirketleri küçülürdü çünkü bu ilaçlara olan ta­ lep azalırdı. Doktorların prestiji azalırdı çünkü yaşamı uzatmak için artık onlara muhtaç kalınmazdı. Yeni gelişen biyomedikal araştırma endüstrisi küçülürdü çünkü devletten aldığı fonlar ve özel fonları çok azalırdı. Kendilerine biçtikleri değeri, ko­

109


SENİN TEHLİKELİ FİKRÎN NE?

caman yapbozlarm küçücük bir parçasını buldukları için ken­ dilerine bağışlanan dolarlarla ölçen bilim adamları kendilerini tehdit altında hissederdi. Son yıllarda ilerlemenin az olması, Ulusal Sağlık Enstitüsünün eski başkanı Harold Varmus gibi liderlerin, ihtiyaç duyulan şeyin daha fazla temel araştırma ol­ duğu açıklamasını yapmasına yol açtı ve bu durumdan yarar sağlayanlar da bilim insanları oldu. Ama temel araştırmalar, son yıllarda hastalıkların önlenmesi ve tedavisinde büyük iler­ lemeler kaydedilmesini sağlamadı. Burada en önemli istisna, küçük fonlar ile büyük ilerleme­ lerin sağlandığı enfeksiyon hastalıkları alanında gerçekleşti. Peptik ülserin enfeksiyondan kaynaklandığını ve antibiyotik ile tedavi edilebileceğinin bulunması buna bir örnek; karaciğer kanserinin hepatit B virüsüne karşı kullanılan aşı ya da hepatit B ve C virüsleri için yapılan kan taraması ile engellenebileceği­ nin bulunması ise bir başka örnek. Son birkaç on yıla ilişkin kayıtlar bu örneklerin rastlantı olmadığını gösteriyor. Bunlar, bir yüzyıl geriye, mikrop teorisi­ nin başlangıcına kadar gidiyor. Ve modern toplumda ortaya çı­ kan ciddi hastalıkların enfeksiyondan kaynaklandığına ilişkin giderek artan kanıtlar, son zamanlarda enfeksiyondan kaynak­ landığı kabul edilen hastalıklar için olanları tekrar ediyor. Kabul süreci normal olarak on ya da yirmi yıl alır ve Schoenhauer’in gerçeğin ortaya çıkması genellemesine uyar: Önce alay edilir, sonra şiddetle karşı çıkılır ve sonunda doğru­ luğu kabul edilir. Görünen o ki, yalnızca birkaç grup patojen önemli rol oynuyor: streptococci, Chlamdia, ağız boşluğun­ daki bazı bakteriler, hepatit virüsleri ve herpes virüsleri. Eğer bu patojenler arasındaki ilişkiler ve zengin ülkelerde görülen önemli hastalıklar gerçekten enfeksiyondan kaynaklanıyorsa bu patojenlere karşı geliştirilen etkili aşılar, tıp alanında, yir­ minci yüzyılın ilk yarısıyla rekabet edebilecek yeni bir altın ça­ ğın gelmesine büyük katkıda bulunur. 110


JOHN BROCKMAN

Ancak bu altın çağa geçiş iki şey gerektirir: Önemli hasta­ lıklara neden olan patojenlerin saptanmasına yönelik araştırma çabasında değişiklik yapılması ve onlara karşı etkin müdahale yöntemlerinin geliştirilmesi. Paranın ve dolayısıyla araştırma­ cıların gittiği yer olan Ulusal Sağlık Enstitülerinin önceliklerini yeniden belirleyerek birincisini gerçekleştirmek kolay. İkincisi, Adam Smith’in ulusal savunma için dile getirdiği nedenlerden dolayı gerçekleşmeleri için serbest piyasaya güvenilmeyecek olan programların yürürlüğe konmasını sağlayacak mekaniz­ malar gerektirir. Müdahalelerin amaçları, serbest piyasanın kâr arzusu ile pek örtüşmez. Örneğin aşılar pek kârlı değildir. İlaç şirketleri, bir hastalığı önlemek için her insana bir aşı satarak, Vioxx gibi hiçbir zaman tedavi edilmeyecek bir has­ talığın semptomlarını gidermek için günlerce, yıllarca kulla­ nılacak patentli bir ilacı satmaktan elde edecekleri kadar kâr edemez. Böylesi semptomatik tedavilerde yükümlülük konusu önemli olsa da, ilaç şirketleri zararlı yan etkileri olan ilaçların, bu yan etkilerden en olumsuz etkilenenlere bile yararlı olaca­ ğını, çünkü bu ilaçların bir hastalığı önlemek için değil, onu iyileştirmek için verildiğini şiddetle savunur. Bu tür bir savun­ ma, mağdur, onlarca yıl sonra yakalanabileceği bir hastalığa karşı onu koruması için yapılan bir aşının nadir görülen bir komplikasyonu nedeniyle kalıcı beyin hasarı geçiren bir çocuk olduğunda daha az inandırıcı oluyor. Bu yeni altın çağın diğer bir yönü, gerçek tehditleri sahte tehditlerden ayırma yeteneği olacak. Bu yetenek, insanları sah­ te tehditlere karşı korumak için verilen çabalara kaynak har­ cayıp yaşamları mahvetmeksizin, onları gerçek tehditlere karşı koruyacak politikalara ve altyapıya yatırım yapmamızı sağlar. Bu cephedeki durumumuz bu idealden oldukça uzak. Bugün enfeksiyon hastalıkları uzmanları ve insan sağlığı­ nı koruyacaklarına ve iyileştireceklerine güvenilen kuruluşlar, 111


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

her yeni tehdide karşı alarm zilleri çalıyor. Son zamanlardaki kuş gribi salgını korkusu bunun tipik bir örneği. En çok çıkan seslerden biri, basit bir fikir ileri sürüyor. Buna göre, en kötü senaryolara hazırlıklı olamamak, hem sorumsuzluk örneği hem de tehlikeli. Bu eleştiri, son zamanlarda beni ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Hastalık Kontrol Merkezleri gibi ku­ ruluşlardan gelen uzman iddialarını sorgulayan diğer insanları hedef alıyor. Bu iddialar, H5N1 kuş gribi virüsünün 1918 salgınına ben­ zer, hatta ondan da kötü bir grip salgınına yol açacağı tehdidi taşıdığını söylüyordu. Ben böyle bir tehdit olmadığını ileri sür­ düm ve bu çevrelere olan güvenimi o zaman yitirdim. Kısaca­ sı, bence 1918 salgınına neden olan grip virüsleri, o benzersiz hastalık oluşturma ve yüksek bulaşıcılık kombinasyonunu 1. Dünya Savaşının Batı Cephesi koşullarında geliştirdi. Orada­ ki sağlık personeli, grip bulaştırabilecek hastaları, bu hastalığa yakalanabilecek insanların arasına taşıyarak, hastalıkları tara­ fından tamamen immobilize olan insanlardan hastalık bulaş­ masını hızlandırdı. Bu koşullar grip virüsünün bu öldürücü tü­ rünü daha da güçlendirmiş olmalı; bu tür virüslerin rekabetçi bir yanı vardı çünkü çoğalabilmek için acımasızca bir insanı kullanabiliyorlardı ve hastalığa yatkın çok sayıda insana geçe­ biliyorlardı. Bu koşullar insan popülasyonunda bir daha ve bu nedenle, Batı Cephesinde ortaya çıkanlar grip virüsü salgınları bir kez daha olmadı. Bu tür kez daha oluşmasına izin vermezsek, böylesine virüsün tekrar gelişeceğinden korkmamıza gerek yok. 1918 tipi bir diye, herhangi bir kümetin (Katrina başarılı olamayan)

I

tekrarlanmadı kadar zararlı koşulların bir öldürücü bir

salgın korkusu, bir daha yüzü kara çıkmasın tehdide karşı hazırlıklı olmaya kararlı bir hü­ Kasırgasının verdiği zararla başa çıkmakta hazırlıklara başlamasına yol açtı. Eğer 1918 112


JOHN BROCKMAN

tipi bir salgın için hazırlıklar bedava olsa, sorumsuzluk suçla­ malarıyla ilgili bir sorunum olmazdı. Ama bedava değil. Bush yönetiminin bir salgına hazır olmak için ön yatırım olarak gör­ düğü 7 milyar dolar başka bir kaynaktan gelmek zorunda. Eğer para hayali bir salgına hazırlıklı olmak için harcanırsa, insan sağlığında gerçek gelişmelere yol açabilecek, hatta açmış olan diğer cephelerdeki ilerlememiz engellenebilir. Bu iddianın sorumluluğu ya da sorumsuzluğuna ilişkin çı­ karılacak sonuçlar, grip salgını tehdidinin, başka kaynaklardan para aktarmanın sonuçlarının zararlarıyla karşılaştırılmasını gerektirir. Normal şartlar altında grip salgınının verdiği zarara ilişkin tek güvenilir kanıt, 1918den bu yana yaşanan iki salgın (biri 1957, diğeri 1968de). Bu salgınlarda ölüm oranı, 1918deki ölüm oranının 1/10’i ile l/100de biri arasında değişiyordu. Normal bir grip salgınına elbette hazırlıklı olmalıyız, tıpkı Meksika Körfezindeki 5. Kategori kasırgalara hazırlıklı olma­ mız gerektiği gibi. Eğer mümkünse, hazırlıklarımız bir salgını daha başlamadan durdurabilmemizi sağlamalı. En çok sesi çı­ kan uzmanların tersine, ben, H5Nl’in çok bulaşıcı bir ardılının (en son korku dalgasını yaratan), bizim hastalığı denetim altına alma çabalarımıza kısa sürede üstün geleceğini düşünmüyo­ rum. H5N1 virüsünün bir pandemik virüsüne dönüşebilmesi onun evrim geçirmesini gerektirir. (Ancak,

bu konudaki diyalog, evrimin başlıca mekanizması olan doğal ayıklanmayı ihmal etmeyi sürdürüyor. Onun yeri­ ne, H5Nl’in, hem çok bulaşıcı hem de çok öldürücü tam bir insan virüsüne dönüşeceği ileri sürülüyor. Mutasyon, doğal ayıklanmanın etkilediği bir varyasyon sağlar. H5N1 virüsünün vereceği zararı anlamlı bir şekilde değerlendireceksek, doğal ayıklanmayı göz önünde bulundurmalıyız. 1918 virüsünün evrimi adım adım oldu; hem kanıtlar hem de teori, H5N1 virüsünün insandan insana geçebilecek şekilde


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

evrim geçirmesinin de (SARSda olduğu gibi) adım adım ola­ cağını düşündürüyor. Taramalar yoluyla, insanlardaki bu tür değişiklikleri saptayabilir ve daha fazla yayılmasına engel ol­ mak için müdahale edebiliriz (SARS virüsü için yapıldığı gibi). Bunu başarmak için her yıl Güney Doğu Asya’nın ekonomisini çökertmemize gerek yok. Altın çağın tehlikeli vizyonu yoksul ülkeleri de arkada bı­ rakmıyor. Makalelerimde ve kitaplarımda üzerinde durduğum gibi, yoksul ülkelerdeki başlıca öldürücü hastalıkların sebep olduğu zararı altyapıyı düzelterek kontrol altına alabilmeliyiz. Altyapının düzelmesi, yalnızca enfeksiyonun sıklığını azalt­ makla kalmaz, aynı zamanda enfeksiyon ajanlarının değişip iyi huylu olmasına neden olur. Bu bütüncül yaklaşım, AIDS, sıt­ ma, tüberküloz, dizanteri ve benzeri ölümcül hastalıklara karşı mevcut çabalarımızı yeniden şekillendirebilme olanağı sağlar. Geçtiğimiz yüzyılda zengin ülkelerde yaşayanların akut enfek­ siyon hastalıklarına yakalanmamasını sağlayan değişikliklere saplanıp kalmamalıyız. Gerçekten tehlikeli! Mükemmel çözümler çoğu zaman sta­ tüko için tehlikeli oluyor ama işe yarıyorlar. Uzman araştırma­ cıların, doktorların ve diğer sağlık elemanlarının yok denecek kadar az sayıda insan için tehlikeli olabilecek ama çok sayıda insan için iyi olabilecek çözümler üretmek üzere yeniden eği­ tilmeleri ve ayrıca hastane ve ilaç şirketlerinin küçülmeleri ge­ rekecek. Sağlık problemlerine mükemmel çözümler sunduğu­ muzda sonuç bu olur. Bu güçlükler için, yapay solunum cihazı endüstrisi kayba uğradığında ve Saik aşısı bulununca çocuk felcini tedavi edenleri ve bu konuda araştırma yapanları ye­ niden eğitmek zorunda kaldığımızda olduğundan daha fazla endişelenmemize de gerek olmayacak.

114


Kişiliği Değiştirmek İçin İlaç Kullanımı SAMUEL BARONDES Samuel Barondes, San Francisco, California Üniversitesi'nde Nörobiyoloji ve Psikiyatri Merkezi'nin yöneticisi ve Better Than Prozac: Creating the Next Generatiorı of Psychiatric Drugs (Prazac'dan Daha iyi: Psikiyatri İlaçlarının Gelecek Ku­ şağını Yaratmak) adlı kitabın yazarı.

Kişilik -her birimize özgü düşünceler, duygular ve davranışlar modeli- genellikle erken yetişkinlik döneminden önce oluşur. Ama pek çok insan, hâlâ kişiliğinin değişmesini ister. Örneğin, bazıları kendini aşırı karamsar ve gergin bulur ve daha neşeli ve esnek olmak ister. Amaçları ne olursa olsun, genellikle bir terapiste, kişisel gelişim kitaplarına ya da ibadete başvururlar. Son birkaç on yıl içinde, bazı psikiyatrik ilaçlar, yaşamları üzerinde kontrol sahibi olmak isteyenler için yardımcı bir araç haline geldi. Başlangıçta ağır depresyon gibi episodik psikolo­ jik rahatsızları iyileştirmek için birkaç ay kullanılmak üzere ta­ sarlanmış olan bu ilaçlar, şimdi belli kişilik özelliklerinde kalıcı değişiklikler oluşturmak için sürekli kullanılmak üzere yazılı­ yor. Bunların arasında en çok tanınanı Prozac, ama diğer pek çok ilaç piyasada ya da geliştirilme aşamasında. Bu ilaçlar, duy­ guları etkileyen beyin devrelerini dolaysız olarak etkileyerek, yalnızca irade gücü ile ya da davranış egzersizleriyle gerçekleş­ tirilmesi zor olan olumlu etkiler yaratıyor. Milyonlarca insan, kişiliğini değiştirmek için, bu ilaçlara yıllarca devam ediyor.


SENİN TEHLİKELİ FÎKRİN NE?

Bununla birlikte, kişiliği değiştirmek amacıyla bu tür ilaç­ ları kullanma fikri hâlâ tehlikeli ve bu tehlike beyin kimyasalla­ rını müdahale ederek değiştirmenin özünde korkakça, ahlaka aykırı ya da sosyal düzene tehdit oluşturuyor olmasından kay­ naklanmıyor. Tam tersine, pek çok insan, bu ilaçların kişisel sorumluluk duygusunu arttırdıkları için istenenin tersi bir etki yaptığını düşünüyor. Dikkatli olunması gerekliliğinin sebebi, insanların bu ilaçları aldığı bu yıllar boyunca, bu ilaçların et­ kisi üzerine hiçbir kontrollü araştırmanın yapılmamış olması. Bu yüzden bu, sürekli ilaç kullanımının gerçekten yararlı olup olmadığını ve bu uygulamanın sürdürülmesinin iyi olup olma­ yacağını ortaya çıkarmak için test edilebilecek olan ve test edil­ mesi gereken tehlikeli bir fikir.


İlaçlar Aşkın Yapısını Değiştirebilir HELEN FISHER Helen Fisher, Rutgers Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde profesör ve Why We Love (Neden Aşık Oluruz) kitabının ya­ zarı.

Prozac ve benzeri serotonin arttıran antidepresanlar romantik aşk duygusunu, bir eşe ya da sevgiliye bağlanma duygusunu, doğurganlığı ve bir insanın genetik geleceğini tehlikeye atıyor. Ben, psikiyatr Andy Thomson ile bu konu üzerinde çalı­ şıyorum. Hipotezimizi, hastaların açıklamalarına, fMRI araş­ tırmalarına ve beyin ile ilgili diğer verilere dayandırıyoruz. En önemlisi, SSRlTerin (‘selective serotonin reuptake inhibitors’: seçici serotonin geri alım baskılayıcıları) serotonini arttırması gibi, onlar da beyindeki dopaminerjik patikaları baskılar. Ro­ mantik aşk, dopaminerjik patikalardaki hareketliliğin artma­ sıyla ilintili olduğu için, bu da SSRlTerin yoğun romantik aşk duygusunu tehlikeye atabileceği anlamına geliyor. SSRI aynı zamanda, takıntıları (romantik aşkın önemli özelliği) da en­ gelliyor ve duyguları köreltiyor. Hastalardan biri bu reaksiyonu şöyle anlatıyor: On pistim tavsiye yaşama

yılda iki kez depresyon krizi yaşadıktan sonra, tera­ serotonin arttırıcı antidepresanları sürekli kullanmamı etti. Sağlığıma tekrar kavuştuğum için mutluydum ama isteğimin yerini duygusuzluk almıştı. Eşime hissetti­ 117


SENİN TEHLİKELİ FÎKRİN NE?

ğim romantik duygular büyük ölçüde azaldı. Terapistimin ona­ yı ile ilaçlarımı yavaş yavaş bıraktım. Yaşama arzum geri dön­ dü ve şimdi romantizmimiz eskiden olduğu kadar güçlü. Eğer gerekirse bir depresyon krizi ile başa çıkabilirim, ama benim durumumda antidepresanların yan etkileri onları işe yaramaz kılıyor. Ayrıca SSRI, kullananların % 73 unde cinsel isteği, cinsel uyarılmayı ve orgazmı baskılıyor. Bu cinsel tepkiler kur yap­ ma ve cinsel birleşmeyi daha hoşa gider kılmak üzere evrildi. Orgazm, birine bağlanma duygusu ve bir çift oluşturma dav­ ranışları ile ilgili kimyasallar olan oksitosin ve vasopresin sal­ gılanmasına neden oluyor. Orgazm, aynı zamanda, kadınların potansiyel eşlerini değerlendirmelerinin de bir aracı. Kadınlar her birleşmede orgazma ulaşmaz ve ‘gelip geçici’ kadın orgaz­ mı günümüzde, kadınların, onları tatmin etmek için zaman ve enerji harcamaya istekli erkekleri ayırt etmelerini sağlayan bir uyumsal (adaptiv) mekanizma olarak görülüyor. Kadınların orgazm olmamaya başlaması uzun süreli ilişkilerin istikrarını da tehlikeye atabilir. Serotonin arttırıcı ilaçlar alan erkekler de eş seçimi, çift oluşturma ve evliliğin sürekli olması için gelişmiş olan meka­ nizmaları baskılar. Penis, zevk vermek üzere uyarılır ve erkeğin psikolojik ve fiziksel olarak formda olduğunu gösterir; ayrıca, vajina kanalına, büyük olasılıkla, dişi partnerin davranışı üze­ rinde etkili olan dopamin, oksitosin, vasopresin, testosteron, östrojen, ve diğer kimyasalları bırakır. Bu ilaçlar, aynı zamanda, genetik geleceğinizi de etkiler. Serotonin, prolaktin salgılanmasını sağlayan faktörleri hareke­ te geçirerek, prolaktini arttırır. Prolaktin, hipotalamik GnRH (gonadotropin salgılayan hormon), hipofız FSH’sini (folikül uyarıcı hormon), LH (luteinleyici hormon)’nin salgılanmasına ve/veya ovaryan hormon üretimine engel olarak doğurganlığı 118


JOHN BROCKMAN

azaltır. Güçlü bir serotonin arttırıcı antidepresan olan Clomipramine, sperm hacmini ve hareketliliğini olumsuz etkiler. Bence Homo Sapien’ler, üremek için, birbirinden çok fark­ lı ama birbiriyle örtüşen üç (en az) nöral sistem geliştirmiş. Seks dürtüsü, sonraki kuşağın kendisinden türeyeceği kadın ve erkeğin bir dizi partner ile cinsel ilişki arayışında olması için gelişmiş; romantik aşk, kur yapmak için enerjilerini tercih ettikleri eşe harcamaları ve böylece zaman ve enerji tasarrufu sağlamaları için gelişmiş; bağlılık duygusu ise çocuklarını bir­ likte büyütmeleri için gelişmiş. Bu üç beyin sistemi arasındaki karmaşık ve dinamik ilişkiler, onların kimyasal dengesini de­ ğiştiren herhangi bir ilacın, bireyin kur yapma, cinsel birleşme ve ebeveyn taktiklerini değiştirir ve bunun sonucunda da do­ ğurganlığını ve böylece genetik geleceğini etkiler. Fikrimin tehlikeli olmasının nedeni, dev ilaç endüstrisi, bu ilaçları satmak üzere yatırım yapıyor. Dünyanın her yerin­ de milyonlarca insan bugün bu ilaçları kullanıyor ve bu ilaç­ lar yaygınlaştıkça bunları çok daha fazla insan kullanacak ve böylelikle aşık olmak ve aşık kalmak yeteneğini kaybedecek. Ve insanın aşık olma biçimi biraz değişse, her türlü sosyal ve politik barbarlık artabilir.


Herkese Evlilik Seçeneği DAVI D G. MYERS David G. Myers Hope Koleji'nde sosyal psikolog ve Letha Scanzoni ile birlikte What God HasJoined TogethenA Christian Case for Gay Marriage (Tanrı Neyi Birleştirdi: Hıristiyan­ lıkta Homoseksüllerin Evliliği) adlı kitabın yazarı.

Çoğu bilim insanının kendini, insanın evrimine ve gezegenin ısındığına inanmak zorunda hissetmesine karşın ben kendimi, elimdeki verilere dayanarak (1) cinsel yönelimin kalıcı bir do­ ğal özellik olduğuna ve (2) romantik aşk, seks ve evlilik bir pa­ ket halinde olsaydı, dünyanın tüm insanlar için daha mutlu ve sağlıklı bir yer olacağına inanmak zorunda hissediyorum. Benim Orta Batıya özgü sosyal ve dini kültürümde, ‘tüm insanlar için’ sözü, tutucu bir klişeyi tehlikeli bir fikre dönüş­ türüyor ve biz bu fikir üzerine bir kültür savaşı yapıyoruz. Bir tarafta, tutkulu bir şekilde geleneksel evliliğin desteklenmesi ve yenilenmesi gerektiğini düşünen gelenekçiler var. Diğer taraf­ ta, cinsel yönelimimizin bizim seçimimiz olmadığını ve değiş­ tiremeyeceğimizi, ayrıca anlaşmalı bir ilişkide yaşamayı tercih etme hakkımız olduğunu düşünen ilericiler var. Ben bu iki taraf arasında bir köprü öngörüyorum çünkü hem soldaki hem de sağdaki arkadaşlar, aidiyet özlemimize, evliliğin yararlarına ve cinsel yönelim biyolojisi ve kalıcılığına ilişkin yeni kanıtlar buluyor. Günümüzde, evliliğin yetişkinle­ rin daha sağlıklı olmasına, çocukların sağlıklı büyümesine ve

120


JOHN BROCKMAN

toplumun refah ve mutluluğuna yardımcı olduğunu gösteren verilere sahibiz. Ayrıca, beyin fizyolojisinden mental olarak dönen geometrik şekillerdeki becerimize kadar her şeyde ho­ moseksüeller ve heteroseksüellerin farklı olduğunu gösteren düzinelerce buluş var. Ve cinsel yönelimlerin değişmesine yö­ nelik terapilerin pek fazla işe yaramadığı konusunda da profes­ yonel bir fikir birliği ortaya çıkıyor. Giderek daha çok sayıda genç yetişkin -ki onlar muhteme­ len gelecekte çoğunluğu oluşturacak- bu durumu anlamaya ve gelecekte pek tehlikeli görünmeyecek olan şeyi desteklemeye başlıyor: Herkese evlilik seçeneği.


İnsanın Çocuğunun Cinsiyetini Seçmesi DIANE F. HALPERN Diana F. Halpern Claremont McKenna College'de psikoloji profesörü ve Sex Differences in Cognitive Abilities and Thought and Knovvledge: An Introduction to Critical Thinking (Bi­ lişsel Yeteneklerde ve Düşünce ve Bilgide Cinsiyet Farklılık­ ları: Eleştirel Düşünceye Giriş) adlı kitabın yazan.

Bir fikrin gerçekten tehlikeli olabilmesi için, o fikrin güçlü ve nerdeyse evrensel bir çekiciliği olması gerekir. Birinin çocuğun cinsiyetini seçebilmesi tam da bu tür bir fikir. Bir kız ya da erkek çocuk için çok derin ve güçlü bir terci­ hi olan insanlar, bu tercihin rasyonel olmayabileceğini ve söz konusu edilmemesinin daha iyi olacağını bilir. İnsanın bebeği­ nin cinsiyetine karar verme yetkisini yersiz bir şey olduğu için reddetmek kolay. Bir kadının ya da bir çiftin hamilelikten önce bir bebeğin cinsiyetini seçmesi tıbben mümkün. Preimplanted Genetic Diagnosis (PDG) -böyle adlandırılmış çünkü aslında kısırlık problemi olan çiftler için tasarlanmış, bebeğin cinsi­ yetini seçmek için değil- gibi güvenilir yöntemler var. PDG uygulamasında, embriyolar bir petri kutusunda yaratılıyor, cinsiyeti belirleniyor ve sonra rahme yerleştiriliyor. Bundan yana olan görüş basit: Eğer anne-baba adayları yetişkinse, ne­ den olmasın? İnsanlar hep çocuklarının cinsiyetini seçebilmek istemiştir. Bir (çoğunlukla) erkek çocuğa sahip olmak için ne yapılabileceğini öğrenmek için gidilen büyücü doktor ve yaşlı

122


JOHN BROCKMAN

kadınlara ilişkin çok eski kayıtlar vardır. O halde, sayısız ku­ şaklar boyunca kocakarı ilaçlarının vaat ettiği şeyi modern tıp gerçekleştirse ne olur? Çiftler, örneğin, aslında bir kız bir erkek isterken, birinci ile aynı cins olan ikinci bir çocuk gibi ‘boşuna’ bir çocuk sahibi olmak istemez. Toplumda bir süreliğine, aşırı sayıda erkek çocuk olsa kimin umurunda? Kız kıtlığı, dişileri daha değerli kılar ve piyasa ekonomisi bir şeyleri zaman içinde yoluna koyar. Bu arada, aileler, her birinde yetişkinlerin isteği­ ne uygun bir kompozisyon halinde ‘dengelenir’. Son yirmi yıldır, her yıl öğrencilerimden kaç çocuk iste­ diklerini ve kız ve erkek çocukları hangi sırayla istediklerini yazmalarını istedim. Çok çeşitli ülkelerde (Türkiye, Rusya, Meksika) ve çeşitli üniversitelerde ders verdim, ama büyük farklılıklara rağmen tipik yanıt iki çocuk oldu; önce bir erkek, sonra kız. Eğer yanıt tek çocuk ise, o zaman da çoğunlukla bir erkek; eğer üç çocuk ise, önce bir erkek, sonra kız, sonra yine erkek. Sınıflarımdaki öğrenciler, nüfusun rastgele birer örne­ ği değil: Onlar iyi bir eğitim almış ve toplumdaki insanların genelinden daha eşitlikçi bir tutum alabilecek kişiler. Ama bu niyetle hareket etseler, onlar bile aşırı sayıda ilk erkek çocuk ve genelde aşırı sayıda erkek nüfus olmasına neden olurdu. Kısa sürede, tek çocuk ya da ilk çocuk olmaktan kaynaklanan kişi­ lik özellikleri ve erkek olmaktan kaynaklanan kişilik özellikleri öylesine karışırdı ki onları birbirinden ayırmak zorlaşırdı. Her anneye ya da çifte ikinci çocuğunun cinsiyetini seçme şansı verilmesinin sonucunda ortaya çıkan erkek sayısındaki aşırılık, sosyal düzeyde kendi kendini doğrulamazdı, çünkü bi­ reysel düzeyde, erkekler için olan talep, piyasadaki arz-talepten daha güçlü. Bunun kanıtları, genç kadınların erkeklere oranı­ nın, ancak kızların kürtajı ya da kız çocukların öldürülmesiyle gerçekleşebilecek kadar düşük olduğu bölgeler de dahil olmak üzere, (UNICEF de aralarında olduğu) pek çok kaynaktan geli­ 123


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

yor. Çin’in bazı kırsal bölgelerinde, öylesine az sayıda kadın var ki, Filipinler’den gelin ithal ediliyor ya da erkekler evlenecek birini bulabilmek için uzak kentlere gidiyor. Buna tepki olarak, Çin hükümeti, çok sayıda kızı olan ailelere çeşitli eğitim ve na­ kit para teşvikleri veriyor. Yine de, kız çocuklara karşı önyargı­ nın devlet yardımlarından ve zorlamalarından güçlü olduğu bu kırsal bölgelerde doğan kız çocuk sayısı yok denecek kadar az. Hindistan’da, çocuğun cinsiyeti seçmek için yapılan kürtajların yasaklandığı yıl olan 1994’den beri kız fetüslerin kürtajında ar­ tış oldu. Erkek çocuk isteği, ceza tehdidinden daha güçlü. Amerika Birleşik Devletlerinde, erkek çocuk tercihini gösteren veriler, dünyanın diğer bölgelerindeki kız erkek oranı gibi karşılaştırılamaz boyutlarda değil ama erkek çocuk hâlâ daha fazla tercih ediliyor. Yerim çok fazla olmadığı için, Birle­ şik Devletlerde anne-babaların erkek tercih ettiğinin gösterge­ lerinden yalnızca birkaçını sıralayacağım: İki kızı olan ailelerin üçüncü bir çocuk sahibi olma olasılığı, iki oğlu olan ailelerin üçüncü çocuk sahibi olma olasılığından daha fazla; çocuğunun cinsiyetini belirlemek için ultrason çektiren bekar kadınların çocuk doğduğunda evli olma olasılığı eğer çocuk erkek ise daha yüksek; ve erkek çocuk sahibi boşanmış kadınların yeni­ den evlenme olasılığı, kızı olanlardan daha yüksek. Belki, çocuğunun cinsiyetini seçmekten daha tehlikeli ola­ cak fikirler, tıp biliminin, bu seçimin yapılmasını sağlayan iler­ lemelerine engel olmak ya da bir yurttaş olarak yapabileceğimiz seçimleri devletin kontrol etmesine izin vermek olurdu. Daha tehlikeli alternatiflerin olumsuz sonuçlarını aza indirgemek ya da bu sonuçlardan kaçınmak için yaratıcı yollar nasıl bulunabi­ lir sorusu da dahil olmak üzere, sorulacak birçok önemli soru var. Örneğin, kadınlardan çok daha fazla sayıda erkek olsaydı, dünyamız nasıl bir yer olurdu, bir düşünün. Ya, yalnızca zen­ ginler, ya da zengin ülkelerde yaşayanlar çocuklarının cinsiye­

124


JOHN BROCKMAN

tini tercih edebilseydi? Yaklaşık eşit sayıda kız ve erkek tercihi yapılabilmesi mümkün mü? Eğer değilse, bir toplum eşit kız ve erkek sayısını amaç haline getirebilir mi ya da getirmeli mi? Çocuk doğurabilecek yaştaki pek çok okurun henüz doğ­ mamış çocuklarının cinsiyetini tercih edebilmek istediklerini ve bu uygulamanın bir zararı olmadığını düşündüğünü tahmin ediyorum. Ve eğer çocuğunuzun zekasını, boyunu, saç rengini seçebilecek olsaydınız, bunları da ekler miydiniz? Ama bir de şu var, soruma verilen tipik yanıta göre, sizin gelişmiş bir ver­ siyonunuz gibi görünen ilki erkek İkincisi kız çocuk anlamına gelen mükemmel bir şekilde dengelenmiş bir aileden daha gü­ zel bir şey yok.

125


Fikirler Fikri SETH LLOYD Seth Lloyd MIT'de quantum bilgisayar bilimci ve Programming the Universe: A Quantum Computer Scientist Takes on the Cosmos (Evreni Programlamak: Bir Quantum Bilgisayar Bilimcinin Kozmosa Bakışı) kitabının yazarı.

En tehlikeli fikir, en başta insanları düşünebilir kılan genetik gelişme. Fikirler fikri prensipte yeterince güzel ve fikirler kuş­ kusuz iyi bir etkiye sahip. Ama bir gün, bu güzel fikirlerden birinin, bildiğimiz her şeyi yıkan beklenmedik bir sonucu ola­ bilir. Bu arada, yeni fikirleri yaratmak ve araştırmayı bıraka­ mayız: Deha cini şişeden çıkmış. Fikirlerin gücünü bastırmak felaketi hızlandırır, onu önlemez. Tersine, bu gücü hak ettiği saygı ile değerlendirmeliyiz. Tehlikeyi göze almayan ödüle ulaşamaz.

126


İnsan Beyni Evreni Hiçbir Zaman Anlamayacak KARL SABBAGH Kari Sabbagh, yazar ve televizyon programı yapımcısı ve Riemanrı Hypothesis: The Greatest Unsolved Problem in Mathematics

(Riemann

Hipotezi:

Matematikte

Çözülmeden

Kalmış En Büyük Problem) adlı kitabın yazarı.

Beynimiz hiçbir zaman evreni anlayabilecek kadar iyi dona­ nımlı olmayacak ve eğer bunu yapabileceğini düşünüyorsak kendimizi kandırıyoruz demektir. Evrenin nasıl oluştuğunu, geliştiğini ve işlediğini sonunda anlayabileceğimizi neden umabilelim? İnsan beyni karmaşık ama evrenin karmaşıklığının yanında beynimizin karmaşıklı­ ğının sözü bile edilemez. Tıpkı bir köpeğin kedi ve kemiklerle ilgili her şeyi bilip, havaya fırlatılan bir tahta parçasının izlediği yolun dinamiğini anlamaması gibi. Köpekler bu şekilde idare edebiliyor, biz de; ama bu konular üzerine ne kadar kafa yorsak gerçeğe o kadar yaklaşacağımızı ummaya hakkımız var mı? Ge­ çenlerde Floransadaki Bilim Tarihi Müzesinde, Batlamyus’un üç metre yüksekliğindeki evren maketinin önünde durdum ve bunun, Kopernik ve Kepler ortaya çıkana kadar gezegenlerin hareketini ne kadar iyi anlattığını hatırladım. Bugünlerde, yıldız ve gezegenlerin hareketlerini anlamak için, iç içe geçen dev dişliler teorisinden hiçbir şekilde yarar­ lanılmıyor (aslında Batlamyus’un kendisi de, evrenin dev diş­ liler tarafından çalıştırıldığını iddia etmiyordu). İki teoriyi 127


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

karşılaştırmak için Ockham’ın usturası kullanılıyor ve bu bize hangisinin ‘doğru’ olabileceğini seçme olanağı sağlıyor, ama bu durum, evrenin, içinden çıkılamayacak kadar karmaşık bir yanıyla her karşılaştığımızda sığındığımız bir liman haline gel­ medi mi (örneğin sicim teorisi)? Bu arada, sicim teorisi yalnız­ ca zamanımızın Batlamyus düzeneği mi? Biraz basitleştirilirse anlaşılamaz mı, yoksa gerçek, anlayabileceğimizden de daha karmaşık ve onu anlamak beynimizdeki sinir ağlarının kapa­ sitesini aşıyor olabilir mi? Bilim tarihi, iki tip bilimsel ilerleme örneği ile darmada­ ğın edildi. ‘Oldukça etkili olan kusurlu bir fikir ortaya atılıyor, sonra bu fikir üzerinde değişiklikler yapılıyor ve eskisinin ge­ çerliliğini yok etmeden daha etkili olabilen bir şey ile değiştiri­ liyor. Nevvton’un yerçekimi teorisi, Einstein tarafından değişti­ rildi. Sonra bir de, eskilere hiçbir şekilde borçlu olmayan yeni bir fikir tarafından değiştirilen kusurlu fikirler var. Phlogiston teorisi, eter ve benzerlerinin yerini, durumu kurtaran, tahmin­ lere yol açan ve bizi daha doğru olduğuna inandıran fikirler aldı. Bu kategorilerin hangisi bugünkü bilimi, gerçek anlam­ da bütünüyle kapsıyor? Modern phlogiston etrafında dolanıp kendimizi mi aldatıyoruz? Bazı alanlarda doğru yolda olsak bile, evrende anlaşılmayı bekleyen konuların ne kadarını anlayabiliyoruz? Yüzde elli? Yüzde beş? Tehlikeli fikir şu ki, belki' bunların % 0,5’ini anlıyoruz ve bir araya getirdiğimiz tüm beyin ve bilgisayar gücünün toplamı, insan ırkının sonu gelene kadar bunu ancak % 1 ya da % 2’ye çıkarabilir. Paradoksal olarak, bir de bakarız ki, bilimsel bilginin pe­ şinde olmamızın tek gerekçesi, bu bilginin sağlayacağı pratik uygulamalar (geleneksel, ‘bilim uğruna bilim’ görüşüne ters bir görüş). Bu neden paradoksal? Çünkü teknolojideki en önemli gelişmeler, bu gelişmeleri daha da ileri götürmek değil, evreni anlamak için gerçekleştiriliyor.

128


JOHN BROCKMAN

Sonuç olarak, eğer insan beyni ve onun ürünlerinin evre­ nin gerçeklerini anlayabilecek kapasiteye sahip olmadığı (teh­ likeli) görüşüm doğru ise, bu, evreni anlama çabalarımıza ket vurmaz (ve vurmamalı da). Bu da, benim fikrimin aslında hiç de tehlikeli olmadığı anlamına gelir.

129


Dünya Aslında Anlaşılamaz Olabilir LAVVRENCE M. KRAUSS Lawrence M. Krauss, Ambrose Swasey'de fizik ve astronomi profesörü ve Case VVestern Reserve Üniversitesi'ndeki Koz­ moloji ve Astrofizik Eğitimi ve Araştırmaları Merkezi'nden yöneticisi. Hiding in the Mirror: The Mysterious Allure ofExtra Dimensions, from Plato to String Theory and Beyond (Ayna­ da Saklanmak: Ekstra Boyutların Çekiciliği, Platon'dan Sicim Teorisi ve Ötesine) adlı kitap Krauss'un son kitabı.

Bilim, dört yüz yıldır, gözlemlenmiş fenomenleri kalıplaşmış temel teorilere dayanarak nihai olarak açıkladı ve bu şekilde gelişti. Bir teoride, öngörülen davranıştan küçük bir sapmaya bile izin verilmez ve eğer böyle bir sapma gözlemlenirse, bu durum, teoride değişiklik yapılması gerektiği anlamına gelir ve çoğunlukla daha geniş bir fenomen yelpazesini kapsayan daha ayrıntılı bir teori ile değiştirilir. Sıklıkla söylendiği gibi, fiziğin nihai hedefi ‘her şey için bir teoriye sahip olmaktır; bu şekilde, doğayı tanımlayan tüm temel yasalar bir tişörtün üzerine güzelce yazılabilir (tişört sa­ dece on boyutlu olarak varolabilse bile). Bununla birlikte, ev­ rendeki baskın enerjinin boşlukta bulunduğu -öyle garip bir şey ki, bugün sahip olduğumuz herhangi bir teori bağlamında anlaşılması çok zor görünüyor- anlaşılınca, daha fazla sayıda fizikçi, fiziğin belki de bir ‘çevre bilimi’ olduğu, gözlemlediği­ miz fizik yasalarının, yalnızca koşullarımızın rastlantılarından


JOHN BROCKMAN

ibaret olduğu ve farklı fizik yasalarına sahip sonsuz sayıda ev­ ren olabileceği fikrini araştırmaya başladı. Bu, temel bir matematik-fîzik teorisi adayı olsaydı bile doğru olurdu. Örneğin, sicim teorisine ilişkin, bugünlerde rağ­ bet gören bir görüşte ifade edildiği gibi, belki de temel teori, sonsuz sayıda ‘temel durum’ çözümüne olanak sağlıyor be bu çözümlerin her biri, sabit fizik yasalarına ve fiziksel boyutlara sahip farklı bir olası evreni tanımlıyor. Belki de, evrende gözlemlediğimiz doğa yasalarının niçin şimdi oldukları gibi olduğunu anlamanın tek yolu, eğer farklı olsalardı evrenimizde yaşam olmayacağını ve böylece de on­ ları gözlemlemek üzere burada olamayacağımızı anlamaktan geçiyor. Bu, pek revaçta olmayan antropik prensibin bir versiyonu. Ama aslında her şey daha da kötü olabilirdi: Farklı yasa kom­ binasyonlarının yaşamın ortaya çıkmasını sağlayabileceği de, doğa sabitlerinin evrende sahip olduğumuz kombinasyonlara sebep olmasının bir rastlantıdan ibaret olması da aynı derecede olası. Yoksa, matematiksel şekilcilik öylesine karmaşık olabilir­ di ki, teorinin taban durumları -evrenimizi tanımlayabilecek olası durumlar bütünü- saptanamayabilirdi. ‘Temel’ teorik fiziğin sonu, her şeye bir teori ile değil ama doğayı tanımlayan sözde temel teorilerin sadece fenomenolojik (gözlemlenebilir fenomenlerden kaynaklanan) olduğunun, ve evrenin, neden şu an olduğu gibi olduğunu basit olarak açıklayan bir matematiksel yapıyı yansıtmadığının anlaşılması ile gelebilir.


Kozmik Manzara LEONARD SUSSKIND Leonard Susskind, Stranford Üniversitesi'nde teorik fizikçi ve The Landscape: String Theory and the lllusion of IntelligentDesign (Kozmik Manzara: Sicim Teorisi ve Akıllı Tasarım Aldatmacası)'ın yazarı.

Son derece tehlikeli bir fikri desteklemekle suçlanıyorum. Bazı insanlara göre, kozmik manzara fikri, akıllı tasarımın (ve diğer bilimsel olmayan dini fikirlerin) güçlerinin gerçek bilimi yeneceğini garanti ediyor. Size en tanınmış meslektaşla­ rımdan bir alıntı sunayım: “Politik ve kültürel’ açıdan, önemli olan bu fikirlerin dini fikirler olması değil, bizi, dine karşı çı­ karken sahip olduğumuz tarihsel güçten yoksun bırakması.” Başka bazı insanlar, benim ve arkadaşlarımın fikirlerinin, bilimin sonunu getireceğinden korkuyor (bence beni fazla abartıyorlar). Bir fizikçi bunu ‘milenyumun çılgınlığı’ olarak adlandırdı. Bir başka taraftan, Viyana Kardinal Başpiskoposu Christoph Schönborn beni ‘sahip olduğu zekadan feragat et­ mek’ ile suçladı. Tahmin etmiş olabileceğiniz gibi, söz konusu fikir, fizik yasalarını ve doğa sabitlerini, “Eğer doğa yasaları farklı olsay­ dı, neden farklı olduklarını soracak akıllı yaşam olmayacaktı” diyerek açıklamaya çalışan antropik prensip. Görünüşe bakılırsa, antropik prensip tehlikeli olamayacak kadar aptalca. Gözün evrimini açıklamaya çalışırken, eğer göz 132


JOHN BROCKMAN

olmasaydı bu sayfayı okuyacak kimse olmazdı demekten daha akıllıca değil. Ancak, antropik prensip, nerdeyse tüm ciddi te­ orik fizikçi ve kozmologların düşüncesini etkilemeye ve hatta egemen olmaya başlayan düşünceler bütününün bir özeti. Gelin bu fikrin temeline inelim. Felsefi ambalajı olmaksı­ zın, dolaysız olarak ne söylediğine bakalım: Evren bizim göre­ bildiğimizden çok daha büyük ve çok geniş bir çeşitliliğe sahip. Başka bir deyişle, homojen, tek renkli bir battaniye değil, farklı çevrelerden oluşan kırkyama bir yorgan. Bu boşuna ortaya atıl­ mış dayanaksız bir fikir değil. Evrenin büyüklüğü ve varsayılan çeşitliliğini temel alan ve büyük patlamadan sonra evrenin hız­ la genişlediğini iddia eden teoriyi (şişme teorisi) doğrulayan çok sayıda gözleme dayalı kanıt var. Bu arada, sicim teorisyenleri -birçoğu üzülerek de olsadenklemleriyle anlattıkları olası ortamların milyonları hatta milyarları geçtiğini öğreniyor. Çarpanlarının sayısı 10500 u geçen bu ihtimaller aralığı ‘Landscape’ (kozmik manzara) ola­ rak adlandırılıyor. Eğer bunların doğruluğu kanıtlanırsa, fizik yasalarının bazı nitelikleri (belki çoğu), taşa-yazılmış-yasalar, yani tersi mümkün olmayan yasalar olmaktan çok, yerel çevre­ sel gerçeklere dönüşecek. Bazı sayısal rastlantıların açıklama­ sının, çoklu-evrenin çoğu bölgesinin yaşanamaz olduğu, ama çok küçük bir bölümündeki koşulların akıllı yaşam formlarına uygun olduğu şeklinde olması gerekecek. Tehlikeli bir fikir bu ve bir kanser gibi yayılıyor. Niçin bu kadar çok sayıda fizikçi bu fikirleri tehlikeli bulu­ yor? Bence bu fikirler, fizikçilerin en çok bel bağladığı umudu -son derece güzel bir matematik prensibi keşfedilecek ve bu prensip, parçacık fiziği (ve böylece nükleer, kimyasal ve atom fiziğinin) yasalarını tamamen ve benzersiz bir şekilde açıkla­ yacak umudu- tehdit ediyor. Bizim teorimizin özünde yer alan muazzam ihtimal aralığı bu umudu kırıyor. 133


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Pek çok fizikçiyi ayrıca endişelendiren bir şey de, söz ko­ nusu boşluğun içinde her şeyin -fizik sabitlerinin her türlü kombinasyonu, parçacık kütleleri ve benzerleri- bulunabile­ ceği kadar zengin olması. Bunun, fiziğin ileride sahip olacağı tahmin edilen gücünü yok edeceğinden korkuyorlar. Çevresel gerçekler çevresel gerçeklerden başka bir şey değil. Eğer her şey mümkünse, teorinin yanlış olduğunu kanıtlamak için -daha doğrusu doğrulamak için- bir yol bulamayacakları için endi­ şeleniyorlar. Tehlike, gerçek bir tehlike mi? Göreceğiz. Meslektaşlarımın tehlikeli gördüğü bir nokta da, eğer biz ‘kıdemli’ fizikçiler, antropik prensibin bizi baştan çıkarmasına izin verirsek, genç fizikçilerin olayların gerçek’ sebebini, yani o güzel matematik prensibini aramaktan vazgeçecekleri. Bense, eğer genç kuşak bilim insanları bu kadar omurgasızsa, o za­ man bilimin sonu gelmiştir diye düşünüyorum. Ama bildiği­ miz gibi, tüm genç bilim insanlarının istediği, kendilerinden öncekileri aptal durumuna düşürmektir. Ve Kardinal Başpiskopos Schönborn kozmik manzara ve çoklu evren fikrini niçin böylesine tehlikeli buluyor? Bıraka­ yım kendi açıklasın: Bugün, yirmi birinci yüzyılın başında, amaç ve tasarımla ilgili olarak, modem bilimde ortaya çıkan güçlü kanıtlara meydan vermemek için icat edilen neo-Darwincilik ve kozmolojide çoklu-evren hipotezi karşısında Katolik Kilisesi, insan doğasını, do­ ğada açıkça görülebilen içkin tasarımın gerçek olduğunu ifade ederek bir kez daha savunacak. Tasarım tezahürünü, 'rastlantı ve zorunluluk' sonucu diyerek örtbas etmeye çalışan bilimsel teoriler, kesinlikle bilimsel değildir ve John Paul'un söylediği gibi 'insanın sahip olduğu zekadan feragat etmesidir.'

Zekadan feragat etmek mi? Hayır, biz buna bilim diyoruz. 134


Darvvin'i Einstein'in, Einstein'i Darwin'in Işığında Görmek LEE SMOLIN Lee Smolin, Ontario, Waterloo'da bulunan Perimeter Institute of Theoretical Physics'de teorik fizikçi ve The Trouble with Physics: The Rise of String Theory, The Fail of a Science, and What Comes Next (Fiziğin Sorunu: Sicim Teorisinin Yükselişi, Bir Bilim Dalının Çöküşü ve Sonrası) adlı kitabın yazarı.

Einstein ve Darwin tarafından yapılan devrimler birbiriyle ya­ kından ilişkili ve bu devrimlerin kombinasyonu dünyamızı na­ sıl gördüğümüzü -fiziksel, biyolojik ve sosyal- giderek daha iyi tanımlar duruma gelecek. Einsteindan önce, basit parçacıkların nitelikleri, mutlak ve hiçbir zaman değişmeyecek bir geçmişe dayanarak tanımlanmış olarak anlaşılıyordu. Bu yöntemle bilim yapmayı Newton baş­ latmıştı. Newton’un yöntemi, nesnelerin özelliklerinin kendisine dayanarak tanımlandığı mutlak ve sonsuz bir geçmiş olduğunu varsaymaktı. Parçacıklar, birbirlerine göre değil, yalnızca mutlak bir yer ve zaman geçmişine göre tanımlanan niteliklere sahip. Einstein’in büyük başarısı, bunun karşıtı olan düşünceyi anla­ maktı. Relasyonalizm adı verilen bu görüşe göre dünya, zamanla evrim geçiren bir ilişkiler ağıdır. Mutlak bir geçmiş yoktur ve bir şeyin nitelikleri, bu ağa katılımına göre tanımlanır. Darwin’den önce, türler, sonsuza dek aynı kalan kategori­ ler olarak görülüyordu ve buna a priori deniyordu; Darwin’den 135


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

sonra, türler birbirleriyle bağıntılı kategoriler olarak anlaşıldı; yani, biyosferi oluşturan karşılıklı etkileşim ağı ile ilişkisine göre tanımlandı. Darwin’in büyük katkısı, bağıntısal nitelikleri etkileyen bir süreç -doğal ayıklanma- olduğunu anlamaktı. Darwin’i Einstein’in ışığında görünce, modern biyolojide, bir türün sahip olduğu tüm niteliklerin (başka şeylerle) bağın­ tılı olduğunu anlıyoruz. Biyolojide mutlak bir geçmiş yok. Einstein’i Darwin in ışığında görmek, doğal ayıklanmanın yalnızca canlıları değil, aynı zamanda basit parçacıkların çeşitli türlerini tanımlayan nitelikleri de etkileyebileceğini düşündü­ rüyor. Başlangıçta fizikçiler, basit bir parçacığın sahip olması ola­ sı olan bağıntısal niteliklerin, onların uzayda ve zamandaki po­ zisyonu ve hareketi olduğunu düşünüyordu. Kütle ve yük gibi diğer nitelikler, mutlak yasaların olduğu geçmişle tanımlanan eski çerçevede ele alınıyordu. Parçacık fiziğinin standart mo­ deli, bize, kütle gibi bazı niteliklerin yalnızca, bir parçacığın di­ ğer alanlarla karşılıklı etkileşiminin sonucu olduğunu gösterdi. Bir parçacığın kütlesi, çevresel faktörler tarafından yani kar­ şılıklı etkileşim içinde olduğu diğer alanların fazı tarafından belirleniyor. Kuantum çekiminin hangi modelinin doğru olduğunu bilmiyorum, ama tüm önemli adaylar -sicim teorisi, kuantum kütle çekimi ve diğerleri- bize basit parçacıkların tüm nitelik­ lerinin bağıntısal ve çevresel olduğunu gösteriyor. Olasılıkla varolan farklı evrenlerde, basit parçacıkların ve kuvvetlerin farklı kombinasyonları olabilir; gerçekten de, kuantum çekimi modellerinde, eskiden temel olduğu düşünülen her şeyin -ba­ sit parçacıklar ve uzayın kendisi- daha basit bir ilişkiler ağın­ dan ortaya çıktığı giderek daha çok görülüyor. Einstein sonrası temel bilimsel yöntem, mutlak geçmiş ro­ lünü oynayan teorinizdeki bir şeyi tanımlamak (bunu yapmak, 136


JOHN BROCKMAN

teorinizdeki objeleri yöneten yasaları tanımlamak için gerekli) ve onu, kendisi de yasaya göre değişen koşullu (contingent) bir nitelik olarak derinlemesine anlamak oldu. Örneğin, Einstein’den önce uzay geometri, doğa yasala­ rının bir parçası olarak kesin bir şekilde tanımlanmış kabul ediliyordu. Einsteinden sonra, anladık ki geometri koşullu ve dinamik, yani, o da yasaya bağlı olarak değişiyor. Einstein’in hamlesi, eskiden doğa yasası olduğu düşünülen durumlara bile uygulanabilir ve böylece bu durumların bile zamanla değiştiği ortaya çıkar. Darwin sonrası temel bilimsel yöntem, eskiden mutlak ve a priori tanımlanmış bir niteliği tanımlamak ve bir doğal ayık­ lanma veya ona yakın bir süreçten geçerek değişmiş olduğu için anlaşılabildiğini kabul etmek oldu. Bu, biyolojide devrim yarattı ve aynı şeyi sosyal bilimlerde de yapmanın yolunu açtı. Bu iki yöntem birbiri ile yakından ilişkili. Einstein, bilim tarafından tanımlanan tüm niteliklerin birbirleriyle ilişkili ol­ duğunu vurguluyor, Darvvin ise başka her şeyin (buna bir za­ manlar yasa olarak kabul edilenler de dahil) evrimini yöneten yasanın doğal ayıklanma olduğunu ileri sürüyor. Darvvin’in yöntemi fizik yasalarına bile uygulanmalı mı? Eğer amacımız evreni yöneten yasaları rasyonel bir şekilde an­ lamaksa, basit parçacık fiziği alanındaki son gelişmeler bize pek fazla alternatif sunmuyor. Burada, sicim teorisinin bize yalnızca eşsiz bir parçacıklar ve kuvvetler bütünü değil, aynı zamanda, içlerinden biri evrenimiz için seçilmiş sonsuz bir liste sunduğunun farkına varmaktan söz ediyorum. Şimdi biz fizikçiler Darwin’in verdiği dersi anlamak zorundayız: Çok sa­ yıda seçeneğin arasından, olasılık dışı bir yapıyı tercih eden bir tanesinin nasıl seçildiğini anlamak için en iyi yol, onun doğal ayıklanma ile evrimin bir sonucu olduğunu anlamaktır.

137


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Bu başarılı olabilir mi? Olabileceğini, 1992 yılında bir kozmo­ lojik doğal ayıklanma teorisinde gösterdim. Bu teori, şimdiye ka­ dar, kanunlarımızın nasıl seçildiğine ilişkin ortaya atılan ve yanlış­ lanabilir tahminler oluşturan ileri tek teori olarak kaldı. Doğa yasalarının doğal ayıklanma yoluyla evrim geçirdiği fikri yeni bir şey değil; 1891 yılında aşağıdakileri yazan felsefe­ ci Charles Sanders Peirce tarafından öngörülmüştü. Evrensel doğa yasalarının akıl ile kavranabileceğini ve sa­ hip oldukları özel formların hiçbir nedeni olmayabileceğini fakat açıklanamaz ve irrasyonel kalabileceklerini varsaymak pek savunulabilir bir pozisyon değil. Tekbiçimlilikler tam da açıklanması gereken türden olgular. Yasa, bir nedeni olması gereken şeyin ta kendisi. Şimdi, doğa yasalarını ve genel olarak tekbiçimliliği açıklamanın mümkün olan tek yolu, onların ev­ rim geçirdiklerini varsaymaktır. Bu fikir, yalnızca bu güne kadar başardığı değil, aynı za­ manda geleceğe ilişkin ifade ettiği şey nedeniyle hâlâ tehlikeli. Çünkü bu fikrin -onun bilimi ileriye taşımanın tek yolu oldu­ ğuna inanan insanlar tarafından bile- ne anlama geldiği henüz tam olarak anlaşılmış değil. Örneğin, bir yasayı değiştiren fi­ ziksel mekanizmaları yöneten daha güçlü bir yasa yani metayasa olmak zorunda mı? Ya fizik yasalarının, çoğunlukla kalıcı doğruları kodladığı düşünülen matematik içinde ifade bulduğu gerçeği? Matematiğin kendisi, her şeyden üstün ve sonsuz bir platonik doğru olmaktan çok zamana bağlı bir şey olabilir mi? Gözlemlediğimiz tüm düzenlilik -yasalar olarak adlandır­ maya alıştıklarımız da dahil- doğal ayıklanma yoluyla evrimin sonuçlarıdır fikrinin içinde saklı bu ve benzeri ürkütücü an­ lamlara açıklık getireceğimize inanıyorum. Ve yine inanıyo­ rum ki, bu başarıldığında, Einstein ve Darwin, bilim dünyasın­ da gerçekleşen ve bize, içinde bulunduğumuz dünyanın sürekli değişen bir ilişkiler ağından başka bir şey olmadığını öğreten en büyük devrimin birer neferi olarak anlaşılacak. 138


Çoklu Evren BRIAN GREENE

Brian Grene, Kolombiya Üniversitesi'nde fizikçi ve mate­ matikçi ve The Fabric of the Cosmos (Evrenin Dokusu) adlı kitabın yazarı.

Bizimkinden başka evrenler olduğu düşüncesi -bizim çoklu ev­ ren olarak adlandırılan bir evrenler topluluğunun bir üyesinden başka bir şey olmadığımız düşüncesi- oldukça spekülatif, fakat hem heyecan verici, hem de prestij kırıcı. Ayrıca bu, belli bazı bilimsel sorunlara yeni ve doğal olarak riskli bir yaklaşım. Bilim alanında çalışırken varsayılan en önemli şey, yeterli pratik zeka, teknik olanak ve sıkı çalışma ile gözlemlediğimiz şeyi açıklayabileceğimizdir. Son birkaç yüzyıldır gerçekleştiri­ len büyük ilerleme, bu varsayımın apaçık geçerliliğinin bir ifa­ desidir. Ama eğer çoklu evrenin bir parçası isek, o zaman bizim evrenimiz geleneksel bilimsel açıklamaların ötesine geçen nite­ liklere sahip olabilir. İşte bunun nedeni: Çoklu evren ile ilgili teorik çalışmalar (örneğin enflasyonist kozmoloji ve sicim teorisi), diğer evrenlerin detaylı nitelikleri, bizimkinden çok farklı olabilir. Bazı evrenlerde, maddeyi oluş­ turan parçacıklar farklı kütlelere ve elektrik yüklerine sahip ola­ bilir; bazılarında, temel kuvvetlerin etkinliği ve hatta sayısı bizim bildiğimizden farklı olabilir ve yine bazılarında, uzay ve zamanın yapısı bile bizim bildiğimiz hiçbir şeye benzemeyebilir.

139


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Bu bağlamda, evrenimizin özel niteliklerine -örneğin, nükleer ve elektromanyetik güçlerin gözlemlenmiş etkinlikle­ ri- temel açıklamalar arayışı çok farklı bir karakter kazanır. Bu kuvvetlerin değerleri evrenden evrene değişebilir ve bu yüzden, bizim evrenimizde bu değerlerin şimdi oldukları gibi olmala­ rı bir rastlantı sorunu haline gelebilir. Daha da şaşırtıcı olanı, bu kuvvetlerin değerlerinin farklı olduğu diğer evrenlerde, ko­ şulların bizim yaşam biçimimize uygun olmadığını bile düşü­ nebiliriz. Kuvvetlerin etkinliği farklı olduğu zaman, üzerinde yaşamın ortaya çıkıp evrimleşeceği uzun ömürlü yıldızların ve istikrarlı gezegen sistemlerinin oluşmasına yol açan süreçler kolaylıkla kesintiye uğratılabilir. Bu durumda, gözlemlenmiş kuvvetlerin değerlerini derinlemesine açıklamak olanaksızlaşırdı. Bunun yerine, kendimizi, kuvvetlerin bildiğimiz değerle­ re sahip olduğu bir evrende yaşıyor bulurduk, çünkü bu değer­ lerin farklı olduğu diğer evrenlerde yaşayamazdık. Eğer doğru olsaydı, çoklu evren fikri, kozmik ölçekte ger­ çekleşmiş bir Kopernik devrimi olurdu. Zengin ve müthiş, ama muhtemelen tehlikeli sonuçlar doğuracak bir değişim olurdu bu. Bu fikrin geçerliliğini değerlendirmenin doğal zorluğunun dışında, daha geleneksel bir bilimsel açıklama yerine çoklu ev­ ren çerçevesinin geçmesine ne zaman izin vermeliyiz? Bu fikir yüz yıl önce ortaya atılmış olsaydı, araştırmacılar çeşitli gizem­ leri, bir şeylerin nasıl olup da çoklu evrenin bize ait köşesinde olduğunu ortaya çıkarmak için bir çaba harcamayacaklardı. Neyse ki, bilim tarihi kendini bu şekilde tüketmedi—en azından bizim gezegenimizde. Ama ana fikir belli. Bazı gizem­ ler, çoklu evrende yer alan ve kendimizi içinde yaşıyor buldu­ ğumuz belli bir evrenden başka bir şeyi yansıtmıyor olabilir­ ken, diğerleri mücadele etmeye değer çünkü onlar anlaşılması kolay olmayan bazı temel yasaların sonuçlan. Tehlike -eğer çoklu evren fikri tutarsa- araştırmacıların, böylesi temel açık­

140


JOHN BROCKMAN

lamaları araştırmaktan çok çabuk vazgeçebilecek olmalarında. Araştırmacılar, açıklanamaz gibi görünen gözlemlerle yüz yüze geldiklerinde, henüz prematüre olan çoklu evren fikrine baş­ vurabilir, şu ya da bu olgunun yalnızca bizim kendi baloncuk evrenimizdeki koşulları yansıttığını söyleyebilir ve böylece, bizi bekleyen daha derin fikirleri keşfedemeyebilirler.


21. Yüzyıl Fiziğinin Dünya Hakkında Söylediği Şey Doğru Olabilir CARLO ROVELLI Carlo Rovelli, Marseille, Üniversite de la Mediterranee'de Centre de PhysiqueThec>rique de Luminy'de fizik profesörü ve Quantum Gravity (Kuantum Çekimi)'nin yazarı.

Çağdaş fizik alanında, potansiyel etkisi Kopernik ve Darvviri inki ile karşılaştırılabilecek çok tehlikeli bir bilimsel düşünce var. Bu düşünceye göre, 21. yüzyıl fiziğinin dünya hakkında söyle­ diği şey doğru olabilir. Kuantum mekaniği gerçek hakkındaki düşüncemizi büyük ölçüde değiştirmeli. Kuantum fiziğini ciddiye alırsak, örneğin, nesnelerin kesin bir pozisyona sahip olduğunu düşünemeyiz. Nesneler, yalnızca başka bir şey ile ilişki halindeyken bir pozis­ yona sahiptir ve ancak başka bir şeye göre bu pozisyona sahip olduklarında bile, dünyanın geri kalanına göre bir pozisyonları yoktur. Bu, dünya görüşümüzde Kopernik’inkinden çok daha ra­ dikal ve kendimizi ele alış biçimimizde Darwin inkinden çok daha önemli sonuçlar doğurabilecek bir değişiklik. Bununla birlikte, yok denecek kadar az sayıda insan kuan­ tum devrimini ciddiye alıyor. Çeşitli stratejilerle, örneğin, “Şey, kuantum mekaniği yalnızca atomlar ve çok küçük nesneler için” gibi şeyler söylenerek tehlike uzaklaştırılıyor. Hâlâ dün­ yanın kendisinin kuantum mekanik olduğunu anlayabilmiş, ya 142


JOHN BROCKMAN

da doğa hakkındaki bu temel ve gerçeğe dayalı buluşu anlam­ landırmak için büyük bir kavramsal devrim gerektiğini kabul etmiş değiliz. Diğer bir örnek Einstein’in görecelilik teorisi. Bu teori, “Şimdi Andromedada neler oluyor?” sorusunu sormanın tam bir şaçmalık olduğunu açıkça gösteriyor. Evrenin başka yerinde ‘şimdi’ diye bir şey yok, ama yine de, sanki evrende dakikaları gösteren kocaman bir saat varmış gibi düşünmeyi sürdürüyo­ ruz ve ‘evrenin şu anki durumu’ gibi bir ifadenin fiziksel bir saçmalık olduğu fikrine alışmakta zorlanıyoruz. Bu durumlarda yaptığımız şey, kendimize özgü ortamı­ mızda -düşük hız ve düşük enerji ile karakterize olan- geliş­ tirdiğimiz kavramları kullanmak oluyor ve dünyayı sanki aynı böyleymiş gibi görüyoruz. Çim ve çakıl taşı kaplı bir bahçede yaşayan ve bir ot parçası ya da çakıl tanesinden başka bir ger­ çeği kavrayamayan karıncalar gibiyiz. Günümüzün pek çok cesur spekülasyonu -ekstra boyutlar, çoklu evren ve benzerleri- sadece deneyle desteklenmemekle kalmıyor, aynı zamanda kuantum mekaniği ve görecelilik kav­ ramlarını bile tam olarak sindirememiş bir dünya görüşü ile formüle ediliyor.

143 •


Bu Bir Zaman Sorunu PAUL STEINHARDT Paul Steinhardt, Princeton Üniversitesi'nde Albert Einstein profesörü.

On yıllardır, bilim insanları arasında yaygın olarak benimse­ nen görüş, uzayın ve zamanın ilk olarak 14 milyar yıl önce Bü­ yük Patlama ile ortaya çıkmış olduğu görüşüdür. Bu tabloya göre, evren basit parçacıklardan oluşan ve neredeyse homojen bir gaz formundan, taneciklerden büyük galaksi süper kümele­ rine değişen şimdiki karmaşık yapı hiyerarşisine, basit, evren­ sel fizik kurallarıyla yönetilen bir evrim süreci ile ulaştı. Ama son birkaç yıldır, bu görüşe duyulan güven sarsılmış durumda, çünkü fizikçiler, doğal yorumun, evrenimizin bize çok uygun olan özelliklerini anlamlandırmaya yeterli olmadığını ortaya çıkardı. Baş suçlu, astronomların yaptığı ölçümlerle, naif tahmin­ lerin öngördüğünden kat kat küçük olduğu anlaşılan kozmolo­ jik sabit. Bir taraftan, kozmolojik sabit küçük olmak zorunda, yoksa uzayın öyle hızlı genişlemesine neden olurdu ki, galak­ siler ve yıldızlar hiçbir zaman oluşamazdı. Öbür taraftan, stan­ dart Büyük Patlama tablosunda, bu küçük değeri açıklayabile­ cek hiçbir teorik mekanizma bulunamadı. Çaresizlik tehlikeli bir düşünceye yol açtı: Belki de antropik olarak seçilmiş bir evrende yaşıyoruz. Bu görüşe göre, biz koz­ molojik sabitin bir evrenden diğerine rasgele değiştiği birçoklu

144


JOHN BROCKMAN

evrende (bir evrenler topluluğunda) yaşıyoruz. Bu evrenlerin çoğunda, kozmolojik sabitin değeri, galaksilerin, gezegenlerin ve yıldızların oluşmasına uygun değil. Bizim sabitimizin de­ ğerinin böyle olmasının nedeni, bu değerin, bir şekilde canlı yaşamına uygun dar bir yelpazede yer aldığı nadir örneklerden biri olması. Bu durum akılsız tasarım’ın en önemli örneği. Çoklu ev­ ren, her türlü olasılığı pervasız bir coşku ile dener ama nere­ deyse hiçbir zaman bir şeyleri yoluna koyamaz, yani gözlemle­ diğimiz her şeye uygun duruma getiremez. Bu bize, üzerinde yaşanabilir birkaç nadir alan elde etmek için, hayal edileme­ yecek kadar çok sayıda üzerinde yaşanamayan yer yaratmak gerektiğini düşündürüyor. İki nedenle, bu yaklaşımın son derece tehlikeli olduğunu düşünüyorum: Birincisi, gözlemlenebilmesi olanaksız fiziksel koşullara dayanıyor ve bu nedenle de bilimsel olarak doğrulanamaz oluşu. İkincisi, kaçınılmazlıkla bilimin acıklı sonunu getirecek oluşu. Çoklu evrenin geri kalanı bu kadar farklı ise, kendi küçük evrenimizde, rasgele seçilmiş fiziksel nitelikleri daha fazla araştırmanın ne anlamı olabilir? Ümitsizliğe kapıl­ mak için henüz çok erken. Bu sadece düşünmek bile istemedi­ ğim bir tehlike. Benim kendi tehlikeli fikrim daha iyimser ama biraz nazik, çünkü kozmolojik düşüncedeki yaygın eğilimlere karşı çıkıyor. Ben, bize çok uygun özelliklerin, evrenimizin sandığımızdan daha eski olduğunu varsayarak açıklanabileceğini düşünüyo­ rum. Zaman daha fazla olunca, yeni bir olasılık ortaya çıkabi­ lir. Kozmolojik ‘sabit’ hiç de sabit olmayabilir. Belki çok yavaş değiştiği için sabitmiş gibi görünüyor. Başlangıçta, bizim doğal olarak tahmin edemeyeceğimiz çok daha büyük bir değere sa­ hipti, fakat evren o kadar yaşlı ki, değeri bugün ölçülen küçük değere ulaşabilecek zamanı oldu. Dahası, kozmolojik sabitin


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

değeri sıfıra yaklaştıkça, evriminin yavaşladığını gösteren bir­ çok somut örnek var; bu nedenle evrenin tarihinin çoğu, sabi­ tin değeri küçük olduğu zaman -tıpkı şimdi olduğu gibi- olu­ şuyor. Geçmişte de kozmolojik sabitin küçüldüğü fikri üzerinde duruldu. Aslında, fiziksel olarak mümkün görünen yavaş ya­ vaş küçülme mekanizmaları saptandı. Ama bunun için gerekli zamanın geçmiş olmasının olanaksız olduğu düşünüldü. Eğer kozmolojik sabit çok yavaş küçülüyorsa, genişleme hızını çok erken arttırır ve bu durumda galaksiler oluşamaz. Eğer aşırı hızlı küçülürse, genişleme hızı hiçbir zaman artmaz, ama bu da son yapılan gözlemlere aykırı. Kozmolojik sabitin değişmek için yalnızca 14 milyar yılı varsa, makul bir çözüm görünmü­ yor. Ama son zamanlarda, bazı kozmologlar evrenin çok daha yaşlı olabileceği ihtimali üzerinde çalışıyor. Bu tabloda, evre­ nin evrimi döngüsel görünüyor. Büyük Patlama uzay ve zama­ nın başlangıcı değil, sıcak madde ve radyasyonun birdenbire oluşması ve bu da, bir genişleme ve soğuma döneminden, bir sonraki evrim devresine geçildiğine işaret ediyor. Diyelim, her devre bir trilyon yıl sürüyor. On dört milyar yıl, madde ve radyasyonun son infüzyonundan beri geçen zamanı belirtiyor, ama bu süre evrenin toplam yaşı ile karşılaştırıldığında kısa bir süre. Her devre yaklaşık bir trilyon yıl sürüyor ve geçmişteki evrelerin sayısı on ü,zeri milyar, hatta daha fazla olabilir. O hal­ de, yukarıda sözü geçen yavaş yavaş küçülme mekanizmasını kullanarak, kozmolojik sabitin bir devreden diğerine durma­ dan küçülmesi mümkün olabilir. Devrelerin sayısı çok fazla ol­ duğu için, herhangi bir devrede küçülmenin saptanamayacak kadar küçük olmasına rağmen, kozmolojik sabitin üstel faktör ile küçülmesi için yeterli zaman var. Kozmolojik sabit küçül­ dükçe evrim yavaşladığı için, bu, devrelerin çoğunun meydana


JOHN BROCKMAN

geldiği dönem. Çoklu evren falan yok, uzayda bize ait olan böl­ geyle ilgili özel bir şey de yok; sadece tipik bir bölgede ve tipik bir zamanda yaşıyoruz. Önemli olan, bu fikrin bilimsel olarak test edilebilir olma­ sı. Bu tablo, başlangıçta var olan çekim dalgalarının dağılımı­ na ve ısı ve yoğunluktaki değişikliklere ilişkin net tahminler ortaya koyuyor. Ayrıca, eğer kozmolojik sabit ileri sürüldüğü gibi yavaş yavaş değişiyorsa, zamanla meydana gelen değişik­ likleri saptamak için sürdürülen girişimlerde bir değişiklik bu­ lunamasa gerek. Bu durumda, bizler hangi tehlikeli fikri tercih ettiğimize ilişkin tahminlerde bulunmanın tadını çıkarabiliriz, ama sonunda bu fikirlerin herhangi birinin doğru olup olma­ dığına karar verecek olan doğa. Bu yalnızca bir zaman sorunu.


Zamanın Karakterinin Radikal Bir Yeniden Değerlendirilmesi PIETHUT Piet Hut, Princeton'da, İleri Araştırmalar Enstitüsü'nde, astro­ fizik ve disiplinler arası çalışmalar profesörü. Aynı zamanda, Douglas Heggie ile birlikte, The Gravitational Million-Body Problem: A Multidisiplinary Approach to Star Cluster Dynami­ cs (Çok Yönlü Çekim Problemi: Yıldız Kümesi Dinamiklerine Disiplinler Arası Yaklaşım) adlı kitabın Yazarı.

Kopernik ve Darvvin, dünya üzerindeki geleneksel yerimizi ve dünya üzerindeki kimliğimizi elimizden aldı. Bakalım bundan sonra hangi geleneksel özelliğimiz elimizden alınacak? Bence bu defa dünyanın kendisi elimizden gidecek. Bu yönde atılan -kuantum mekaniğinden Gödel, Turing ve diğerlerinin elde ettiği sonuçlara kadar- ilk adımları 21. yüzyılın fiziğinde, ma­ tematiğinde ve bilgisayar bilimlerinde görüyoruz. Dünyamızın varlık bilimleri -hem soyut hem somut- eriyip gitmeye başladı bile. Kopernik, cennet ile yeryüzü arasındaki kesin ayrımı orta­ dan kaldırarak ahlaki düzeni bozdu. Darwin, aynı şeyi, insanlar ve diğer hayvanlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırarak yaptı. Bir sonraki adım, gerçek ile kurgu arasındaki kesin çizginin kaybolması olabilir mi? Bunun çarpıcı olabilmesi için, bilimsel olarak saygın bir şekilde, doğru ve kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkması gerekir; kültürel görecelik düzeyinde bir fikirler


JOHN BROCKMAN

topluluğuna karşı kuantum mekaniği gibi, bir bilgi birikiminin teknik gücüne sahip olmalı. Belki, zamanın karakterinin radikal bir şekilde yeniden değerlendirilmesi bunu gerçekleştirir. Gündelik yaşamımızda zaman akar ve biz de onunla birlikte akarız. Klasik fizikte za­ man, donmuş bir uzay zamanı tablosunun bir parçası olarak donuktur. Ve kuantum mekaniğinde, üzerinde fikir birliğine varılan bir zaman yorumu yok. Ya gelecekte, zamana ilişkin bi­ limsel bir fikir, tüm eski düşüncelerin yanlış olduğunu ve geç­ mişin, geleceğin ve hatta şimdinin varolmadığını gösterirse ne olur? Her birimizin kişisel tarihi ve geleceği çevresinde örülen tüm öyküler yanlış mı? İşte bu tehlikeli bir fikir olabilir.

149


Her Şeyi Bilmemek İyi Bir Şey MARCIELO GLEISER Marcelo Gleiser, Dartmouth College'de fizik ve astronomi profesörü ve The Dancing Universe: From Creatiorı Myths to the Big Bang (Danseden Evren: Yaratılış Efsanelerinden Bü­ yük Patlanmaya) adlı kitabın yazarı.

Kendime defalarca, bilim insanı olarak, evrenin kökeni gibi önemli sorulara yanıt arayan bizlerin aslında yanlış iddialar­ da bulunmuyor muyuz sorusunu sordum. Her şeyin kökeni gibi sorulara yanıt bulmaya çalışarak, bunu yapabileceğimizi varsayıyoruz. Daha da ileri gidiyor ve genel görecelik ve evre­ nin yoktan varolduğunu, hiçbir enerji gerekmediğini ileri sü­ ren kuantum mekaniği ile buluşan varsayıma dayalı modeller öneriyoruz: Her şeyin nedeni rastlantısal tanecik dalgalanması. Buna, temel sabitlerin rastlantısallığını ekliyor ve bu sabitlerin değeri yalnızca bir rastlantı; diğer evrenlerde başka elektron yükü ve kütlesi ve böylece de tümüyle farklı nitelikler olabilir diyoruz. O halde, bizim evrenimiz, nesnelerin, galaksileri, yıl­ dızları, gezegenleri ve yaşamı oluşturmak için bir araya geldiği çok özel bir yere dönüşüyor. Ya tüm bunlar düzmece ise? Ya bilimi, yapısından kay­ naklanan sınırları olan bir dünyayı tasvir eden bir öykü olarak görseydik? Doğanın sabitleri alfabenin harfleri, doğa yasaları dilbilgisi kuralları ve biz, bu tasvirleri bilimsel yöntem denen bir kılavuz yardımı ile oluşturuyoruz. Nokta. “Bir şeyler şimdi

150


JOHN BROCKMAN

oldukları gibi, çünkü böyle olmasalardı, biz burada olup niye öyle olduklarını soramazdık” demek durumu hiç anlamamak demek. Bir şeyler böyle, çünkü bu, biz insanların dünyayı gör­ me ve onu açıklama biçimimize dayanarak anlattığı öykü. Eğer bu düşünceyi abartırsak, böyle olması, evrenin köke­ nine ilişkin soruyu hiçbir zaman yanıtlayamayacağımız anla­ mına gelir, çünkü satır arasında bilimin kendini açıklayabile­ ceğini varsayar. Kuantum mekaniği ve göreceliğin herhangi bir kombinasyonunu kullanarak istediğimiz mükemmel ve yaratı­ cı modeli oluşturabiliriz ama yine de yasaların neden diğerleri değil de bunlar olduğunu anlayamayız. Bir bakıma, bu, bilimin bizim bilimimiz olduğu, birçok insanın inandığı gibi evrensel olarak geçerli bir şey olmadığı anlamına gelir. Bununla ne ya­ pacağımız göz önünde bulundurulursa, bu hiç kötü bir şey de­ ğil, ama bilgiye yer sınırlaması getiriyor. Ki, bu da kötü bir şey olmayabilir. Her şeyi bilmemek iyi. Bu bilimin gücünü azaltan bir şey değil. Yalnızca daha insanca.

151


Önsezinin Sonu STEVEN STROGATZ Steven Strogatz, Cornel Üniversitesi'nde uygulamalı Mate­ matikçi ve Sync: How Order Emerges from Chaos in the Universe, Nature, and Daily Life (Senkronizasyon: Evrende, Do­ ğada ve Günlük Yaşamda Kaostan Düzen Nasıl Doğar) adlı kitabın yazarı.

Önsezinin -en azından matematik cephesinde- olanaksızlaştı­ ğından endişe ediyorum. Bir şeyin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu çıkarabildiğimizde bile, nedenini anlamakta giderek daha fazla zorlanıyoruz. Bu konuyla ilgili bir fikir, Brian Davies tarafından Notices of American Mathematical Society’de ileri sürüldü. Örneğin Davies, topolojide dört renkli harita teoreminin, 1976 yılında, çok fazla ama sınırlı sayıda olasılığı enine boyuna inceleyen bilgisayarlar yardımıyla kanıtlandığını söylüyor. Hiçbir insan matematikçi, bu insanlıktan uzak kanıttaki ara adımları doğrulayamaz ve birileri çıkıp doğrulayabileceğini iddia etse bile, sizce inanmalı mıyız? Bugüne kadar hiç kimse daha iyi, daha anlaşılabilir bir kanıt ileri sürmedi, Böylece bizler, dört-renk teoreminin doğru olduğu bildiğimiz ama bunun nedenini bil­ mediğimiz rahatsız edici bir pozisyonda kaldık. Buna benzer önemli ama tatmin edici olmayan kanıtlar, grup teorisinde (kimyasal elementler için olan periyodik tablo­ ya benzeyen sınırlı sayıdaki basit grupların sınıflandırılmasın­

152


JOHN BROCKMAN

da) ve geometride (kürelerin uzayı en iyi şekilde dolduracak bi­ çimde nasıl yerleştirileceği probleminde—16. yüzyıla, Keplere kadar uzanan ve bugün telekomünikasyon alanında kodlama teorisinde tekrar baş gösteren bir problem) ortaya çıktı. Kendi alanım olan kompleks sistemler teorisi alanında, Stephen Wolfram, selüler otomat olarak adlandırılan ve dina­ miği, nasıl davranacaklarını tahmin edemeyeceğimiz kadar an­ laşılmaz olan basit bilgisayar programları olduğunu vurguladı. Yapabileceğiniz en iyi şey onları bilgisayarda simule etmek ve arkanıza yaslanıp nasıl açıldıklarını izlemek. Gözlem önsezi­ nin yerini alıyor. Matematik bir seyirci sporuna dönüşüyor. Eğer bu matematik gibi, akıl yürütmenin zirvesi kabul edi­ len bir alanda oluyorsa, diğer bilimlerde de -önce fizik, sonra biyoloji ve sosyal bilimler (ki bu alanda, neden olduğu bir yana, henüz neyin doğru olduğunu bile bilmiyoruz)- sıkıntı yarata­ caktır. Önsezinin Sonu geldiğinde, bilimsel tanımlamanın da ni­ teliği sonsuza dek değişecek. Bir yetkecilik çağma sıkışıp kala­ cağız; bir farkla, bu yetke artık politika ya da dini dogmalardan değil, bilimin kendisinden gelecek.

153


İnternet Ne Zaman Kendi Kendinin Farkına Varacak? TERRENCE SEJNOVVSKI Terence Sejnovvski, Hovvard Hughes Tıp Enstitüsü'nde ölçümleme atanında çalışan bir nörobilimci (computational neuroscientist) ve Steven R. Quartz ile birlikte Liars, Lovers, and Heroes: What the New Brain Science Reveals About How VVeBecome Who WeAre (Yalancılar, Sevgililer ve Kahraman­ lar: Yeni Beyin Bilimi Biz Nasıl Biz Oluyoruz Konusunda Neyi Ortaya Çıkarıyor) kitabının yazarı.

Yaşadığım süre içinde her şeyi bilen biri olacağım hiç aklıma gelmemişti, ama Google gelişmeye devam ettikçe ve bilgisayar üzerinden anında ulaşılan bilgi arttıkça, tüm uygulamalı alan­ larda bir bilgeye dönüştüm. İnternet, fikirler ve ürünler için küresel bir pazar yarattı ve dünyanın ücra yerlerindeki insanla­ rın birbirleri ile otomatik olarak dolaysız bağlantı kurmalarına olanak sağladı. İnternet bunu, toplam haberleşme bant aralı­ ğında katlanarak büyüyerek başardı. İnternetin sahip olduğu bu iletişim gücü, serebral korteksin-beynimizin en fazla birbiri ile bağlantılı bölümü- iletişim gücü ile nasıl karşılaştırılabilir? Kortikal bağlantılar masraflı, çünkü bir hacim gerektiri­ yorlar ve spayk ve akson formunda bilgi göndermek enerjiye maloluyor. İnsanlarda, kortikal hacmin % 44’ü uzun erimli bağlantılar için ayrılıyor ve bu bölüme beyaz madde deniyor. İlginçtir, gri maddenin yalnızca birkaç milimetre olan kalın­

154


JOHN BROCKMAN

lığı, beyin hacmi açısından büyüklük sırası beşin üzerinde olan memelilerde nerdeyse sabit ve beyaz maddenin hacmi, gri maddenin hacminin yaklaşık 4/3 kuvveti kadar ölçülüyor. Beyin ne kadar büyük olursa, iletişime ayrılan kaynakların bö­ lümü -hesaplamaya ayrılanla karşılaştırıldığında- o kadar bü­ yük oluyor. Bununla birlikte, serebral korteks içindeki toplam bağlantı son derece az: İki kortikal nöronun dolaysız bağlantı kurması olasılığı, çapı 1 mm. olan dikey bir sütun içinde yer alan nö­ ronlar için- yaklaşık yüzde bir, ama daha uzak olanlar için bu olasılık yalnızca milyonda bir. Bu nedenle, lokal olarak gerçek­ leşen hesaplamaların yalnızca çok küçük bir bölümü, birbirin­ den uzak kortikal bölgeleri birbirine bağlayan az miktardaki hücreler aracılığıyla, başka bölgelere aktarılıyor. Kortikal bağlantının azlığına rağmen, insan korteksindeki tüm nöronların potansiyel bant aralığı yaklaşık olarak saniyede 1 terabit ve bu internetin tüm dünyadaki toplam omurga kapa­ sitesi ile karşılaştırılabilir. Ancak, pratikte beyin bu kapasiteye hiçbir zaman ulaşmadı, çünkü herhangi bir zamanda, kortikal nöronların yalnızca küçük bir bölümü yüksek yanma oranına sahip. Nörobiyolog Simon Laughlin’ın son zamanlarda yaptığı bir araştırmaya göre bir başka fiziksel baskı -enerji- beynin potansiyel bant aralığını kullanma yeteneğini kısıtlıyor. Serebral korteks aynı zamanda çok büyük bir belleğe sa­ hip. Her bir milimetrekare korteks altındaki nöronlar arasında yaklaşık 10 üzeri 9, veya toplamda yaklaşık 10 üzeri 11 sinaps var. Her sinapsta 1 byte civarında bir bellek kapasitesi (statik niteliklerin yanı sıra dinamik nitelikler de dahil) olduğunu varsayarsak, bu toplamda 10 üzeri 15 byte’lık bir bellek kapa­ sitesi eder. Bu, toplam tüm İnternet üzerindeki veri miktarı ile karşılaştırılabilir bir miktar. Google, bu miktarı terabyte disk dizilerinde depolayabiliyor ve eşzamanlı olarak bu veriyi süzen yüz binlerce bilgisayara sahip. 155


SENİN TEHLİKELİ FİKRÎN NE?

Bu durumda, internet ve bizim onu araştırma yeteneğimiz, insan beyninin ham bellek ve bağlantı sınırları dahilinde ve herhalde 2015den önce onu aşar. Biyofizikçi Leo van Hemmen ve ben, yirmi üç nörofizikçiden, (David Hilbert’in matematikte yirmi üç probleminden esinlenerek) beyin hakkında henüz bilmediğimiz şeyi düşün­ melerini ve yanıtlaması bir yüzyıl alabilecek çok temel ve zor bir soru sormalarını istedik. Christof Koch ve Francis Crick, bilinci

anlamanın

anahtarının

geniş

çaplı

bağlantı

olduğunu

düşünüyordu. Onun sorusu, “Beynin farklı bölgelerindeki nö­ ronlar, sınırlı bağlantıya rağmen, koordine olmayı nasıl başa­ rıyor?” oldu. Bazen bağlantı karışıyor. V. S. Ramachandran ve Edward Hubbard da, sinteziklerin -az rastlanan ve duyuları al­ gılamada çapraz geçişler yaşayan, örneğin renkleri duyan, ses­ leri gören ve dokunarak tadan bireyler- beynin nasıl bir evrim geçirdiğine ilişkin ipucu verip veremeyeceğini sordu. Korteksin bölümleri arasındaki bilgi akışının, algısal du­ rumları temsil eden hücre popülasyonu içindeki spaykların eş­ zamanlılığının düzeyi ile düzenlendiğine ilişkin giderek artan kanıtlar var. Robert Desimone ve arkadaşları, dikkatin kortikal nöronlar üzerindeki etkisini, uyanık ve hareket halindeki maymunlar üzerinde inceledi ve maymunların örtülü dikka­ ti, bir nöronun alıcı alanındaki bir uyarana çekildiği zaman, görme ile ilgili korteks içindeki münferit nöronların spaykları arasındaki uyum ve gama bandındaki (30-80 Hz) lokal alan potansiyellerinin arttığını ortaya çıkardı. Spayklar arası uyum, bir maymunun, çok sayıda çeldirici arasında, bir renk ya da şeklin ipucu olarak kullanıldığı bir hedefi ararken de artıyordu. Uyumdaki bu artış, bir ipucuna sahip uyaranları temsil eden nöronların, hedef nöronları daha belirgin hale getirerek, onlar üzerinde daha fazla etkili olacağı anlamına geliyor.

156


JOHN BROCKMAN

Dikkat ve spayk-alan uyumu arasındaki ilişki çok sayıda ilginç soruya yol açıyor. Prefrontal korteksten gelen yukarıdan aşağıya tüm girdi, korteksin diğer bölümlerindeki nöronların uyumunu geri besleme ilişkisi aracılığıyla nasıl düzenliyor? Uyum değişikliklerinin hızı nasıl sağlanıyor? Kortikal dilim­ lerdeki nöronlar üzerinde yapılan deneyler, baskılayıcı aracı nöronların ağlar içerisinde birbirlerine bağlı olarak bulundu­ ğunu ve gama salınımlarından sorumlu olduğunu ortaya koyu­ yor. Benim laboratuvarımdaki araştırmacılar, uyarıcı girdilerin diğer baskılayıcı ağlar ile rekabet halinde olan bir nöron altkümesini hızla senkronize ettiğini göstermek için kompütasyonal modeller kullandı. Uzun bir süredir yalnızca aktiviteyi bloke ettiği düşünülen baskılayıcı nöronlar, lokal bir sütun içinde bu­ lunan ve bir uyarana karşılık olarak yanmakta olan nöronları senkronize etmekte son derece etkililer. Korteksin farklı bölümlerindeki nöronları senkronize etti­ ği düşünülen salınım hareketi, genellikle yalnızca birkaç mili­ saniye süren patlamalarda oluşur. Bu nedenle, korteks içinde­ ki uzun mesafeli iletişim için, internette iletişim kurmak için kullanılan paketlere benzer bir paket yapı (ama oldukça farklı iletişim kurallarına sahip) olması mümkün. 1875 yılında, Richard Caton tarafından kaydedilen beyin kaynaklı ilk elektrik sinyalleri, tetiklik durumuna göre büyüklüğü ve frekansı deği­ şen salınım sinyalleriydi. Bu salınımların işlevi hâlâ bilinmiyor, ama bu sinyallerin, sırları beynin küresel iletişim ağı için sakla­ dığını keşfetmek çok önemli bir gelişme olurdu. 1969daki öngörülen

başlangıcından

sınırları

aşacak

beri ölçüde

internet,

proje

aşamasında

zorlandığında

darmadağın

olan çoğu tasarlanmış sistemin tersine, yaratıcılarının bile ha­ yal edemeyeceği bir boyuta ulaştı. İnternet bunu, bir dereceye kadar başarıyor, çünkü göndereceği paketler için trafik koşulla-


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

rina göre, en iyi güzergahı seçip kendi düzenini sağlayabiliyor. İnternet de beyin gibi, gezegenler güneşin altında dönerken onu izleyen 24 saatlik ritme sahip. İnternetin son otuz - kırk yıl içindeki büyümesi, mühendislikten çok biyolojik evrime ben­ ziyor. İnternet kendi kendinin farkına varsa biz bunu nasıl anlar­ dık? Sorun şu ki, bu gezegende yaşayan bazı hemcinslerimizin bile kendilerinin farkında olup olmadığını bilmiyoruz? Belki de İnternet kendi kendinin farkındadır, kim bilir?


Buluş İçin Gerekli Araçların Demokratikleştirilmesi NEIL GERSHENFELD Neil Gershenfetd, fizikçi ve MIT'de Parçacıklar ve Atomlar Merkezi'nin yöneticisi. Fab: The Corning Revolution on Your Desktop - From Personal Computers to Personal Fabrication (Fabrikasyon: Masaüstünüzde Yaklaşan Devrim -Kişisel Bil­ gisayarlardan Kişisel Fabrikasyona) adlı kitabın yazarı.

Elit araştırma mabetleri (içinde memnuniyetle iş hayatımı ge­ çirdiğim), üretimin sayısallaştırılması ve kişiselleştirilmesi ne­ deniyle, entelektüel dinozorlar haline geliyor olabilir. Günümüzde, 20.000 dolarlık ekipman ile mikron ve mikro saniyelerden başlayıp pek çok şeyi yapmak ve ölçmek mümkün ve bu sınır hızla geri çekiliyor. Ben MIT’ye geldiğimde, bunu yapmak zordu. MIT’ye artık sağladığı olanaklar için gitmek ge­ rekmiyorsa, o zaman bilim insanları onun gerçek kaynağı mı? Ama meslektaşlarım ve ben sürekli olarak ya seyahatteyiz ya da programımız aşırı dolu; birbirimizi görmenin en iyi yolu başka bir yere gitmek. Pek çok insan gibi, benim de en çok işbirliği yaptığım kişiler tüm dünyaya dağılmış durumda. İletişimin telefonla, sonra bilgisayarla ve şimdi fabrikasyon olmasının en önemli sonucu buluş yapmak için gerekli araç­ ların demokratikleştirilmesi. Üçüncü dünya birinci ve ikinci kültürleri atlayıp, doğruca üçüncü kültürü yaratmaya gidiyor. Günümüzün, araştırma için araştırma yapan araştırmacılarındansa, tüm bu buluşların sonucu, tüketiciler değil gezegen do­ lusu yaratıcıya olanak sağlamak oldu.


Ruh Tüm Evrene Dağılmış Bir Nitelik RUDY RUCKER Rudy

Rucker,

matematikçi,

bilgisayar bilimci,

siberpunk

öncüsü ve romancı. Yazdığı son kitabın adı The Lifebox, the Seashell, and the Soul: What Gnarly Computation Taught Me About Ultimate Reality, the Meaning of Life, and How to Be Happy (Yaşam Kutusu, Midye Kabuğu ve Ruh: Kompütasyon Bana Nihai Gerçeklik, Yaşamın Anlamı ve Nasıl Mutlu Olunacağı Konusunda Neler Öğretti?).

Topyekûn ruhçuluk. Her nesnenin bir ruhu var. Yıldızların, tepelerin, sandalyelerin, kayaların, kağıt parçalarının, deri ta­ bakalarının, moleküllerin her birinin içinde insanınki ile aynı ışık, her birinin kendine özgü yaşantıları ve duyguları var. Ben, her şeyin bir kompütasyon olduğunu düşünmekten memnunum. Ama iç yaşantımla ilgili akıl almaz bir şeyler ol­ duğu duygumu ne yapmalı? Topyekûn ruhçuluk antroposentrik (insan merkezli) olmayan bir çıkış yolu sunuyor: Ruh tüm evrene dağılmış bir nitelik. Evet, insan beyninin yaptığı işler, geniş kapsamlı herhangi bir bilgisayar tarafından taklit edilebilecek deterministik he­ saplamalar. Ve, evet, Bu arta kalan kısım, iç ışık, saf varlık duygusu. Ama hayır, bu iç ışık insana özgü, doğuştan kazanılmış bir hak değil; yal­ nızca biyolojik organizmalarla da sınırlı değil.


JOHN BROCKMAN

Unutmayın, topyekûn ruhçuluk, evrenin tek bir ruh oldu­ ğunu söylemek değil. Her nesnenin kendine ait bir ruhu var. Pek çok ruh ile bir tek ruh arasındaki farkı görebilmenin bir yolu, dünyayı renkli camdan yapılmış, her bir bölmesinden ışık sızan bir pencere gibi görmek. Dünyanın fiziksel yapıları, bir bütün halindeki kozmik ruhu, her nesneye bir tane olmak üze­ re çok sayıda küçük ruha bölüyor. Topyekûn ruhçulukta, ruhlar çeşitli düzeylerde varolabilir. Kendi benliğine sahip olmasının yanı sıra, örneğin, vücudun hücrelerinin ve basit partiküllerinin ruhlarından oluşmuş bir toplu ruh olabilir. Bu ruhların arasında herhangi bir fiziksel ilişki var mı? Bir yandan, ruh sıradan bir maddenin yakınında biriken bir mad­ de -bu maddeye karanlık madde ya da karanlık enerji isimleri verilebilir- olabilir. Öte yandan, ruh sadece özel bir şekilde ba­ kılan -içeriden bakılan- bir madde olabilir. Ruh için önerilen üç özel ilişkiden söz edeyim. Bazıları, ruh yaşantısının, üst üste bindirilmiş kuantum durumunun saf duruma gerilediği zaman oluştuğunu ileri sü­ rüyor. Bu, kulağa hoş gelen bir metafor ancak bir otomatist ola­ rak, kuantum mekaniğinin gelip geçici bir teori olduğu ve uzay zamanının dijital bir öncülüne dayalı olan ve tümüyle deterministik bir teoriye teslim olacağı kanısındayım. Batıda Topyekûn Ruhçuluk adlı kolay anlaşılan ve kapsamlı kitabın yazarı David Skrbina, fiziksel sistemi, çok boyutlu bir faz uzayındaki hareketli bir nokta olarak düşünebileceğimizi ileri sürer. Bu uzayda, sistemin ölçülebilir her bir özelliği için bir eksen bulunur. Bu dinamik noktanın, ruhun özelliği olan birlik olgusunu temsil ettiğini düşünür. Bu temaya farklı bir açıdan, otomatist bakış açısından yak­ laşıp, her fiziksel sistemin bir kompütasyon barındıran bir şey olarak düşünülebileceğini belirteyim. Ve basit olmayan sistem­ 161


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

lerin çoğu, herhangi bir başka sisteme benzeyebilen (=taklit edebilen) tümel kompütasyonlar barındırır. Bu durumda, bir ruha sahip olmak, bir anlamda geniş kapsamlı kompütatasyon yeteneğine sahip olmaktır. Önemsiz bir not: Tek bir elektrondan oluşan bu çok basit sistemler bile, sürekli bir yapılandırılmış veri akışı sağlanırsa, geniş kapsamlı kompüyasyonlar gerçekleştirebilir. Bir elektro­ nu salınımlı bir alan olarak düşünün ve analoji yoluyla, müzik dinleyen ve makale okuyan bir insanı düşünün. Topyekûn ruhçuluk, aslında farklı bir şey söylemiyor ola­ bilir mi? Varsayalım, bu gizemli ruhu, kuantum çöküşü, kaotik devinim ya da tümel kompütasyonlar ile bir tutuyoruz. Ger­ çekliğin bu yönlerinin ruhlar gibi olduğunu söylemek neyi de­ ğiştirir? Bence empati, topyekûn ruhçuluğun gerçekliğine deney­ sel bir kanıt oluşturuyor. Tıpkı benim bir ruhum olduğundan emin olduğum gibi, ilişki -yüz yüze ya da onun yaratıcı bir ese­ ri yoluyla- içinde olduğum başka bir insanın da ruhu olduğuna inanırım. Ve çok küçük bir çabayla, nesnelerle de kendimi bir tutabilirim; bir odanın içinde etrafımda gördüğüm nesnelerin içinde de pırıldayan bir iç ışık olabilir. Bu çok hoş bir duygu; bu durumda insan kendini daha az yalnız hisseder. Topyekûn ruhçuluğun gerçekten doğru olup olmadığını test edebilecek eleştirel bir deney olabilir mi? Varsayalım, bir insanın zihinsel durumları başka bir sistemin durumlarıyla ka­ rışabildi ve telepati mümkün hale geldi. Sonra da başka bir in­ sanla telepati yoluyla ilişki kurmak yerine, bir kaya parçasıyla ilişki kurduğumu varsayalım. Bu noktada, topyekûn ruhçuluk kanıtlanmış olurdu. Topyekûn ruhçuluğun niçin tehlikeli bir fikir olduğunu hâlâ söylemedim. Yüksek bilinçliliğin diğer formları gibi, topyekun ruhçuluk da iş dünyası için tehlikeli. Eğer eski arabam 162


JOHN BROCKMAN

da yeni arabam ile aynı ruha sahipse, yeni bir araç alarak eko­ nomiye katkıda bulunmaya daha az istekli olurum. Eğer bah­ çemdeki taşlar ve bitkilerin ruhu varsa, onların doğal haline daha saygılı olurum. Eğer evrende kendimi dostlarımın arasın­ da hissedersem, daha fazla para kazanmak için kendimi zorla­ mayabilirim. Eğer vücudum öldükten sonra bile bir ruha sahip olacaksa, o zaman ölümü daha az önemserim. Ve devletin bana boyun eğdirmesi daha zor olur.

163


Yasak Meyve Önsezisi THOMAS METZINGER Thomas

Metzinger,

Mainz,

Johannes

Gutenberg

Üniversitesi'nde felsefe profesörü ve Being No One: The SelfModel Theory of Subjectivity (Hiç Kimse Olmak: Sübjektifli­ ğin Özbenlik Modeli Teorisi) kitabının yazarı.

Entelektüel dürüstlüğün, sadece akıl sağlığının bir ifadesi ol­ mayıp aynı zamanda akıl sağlığına iyi geldiğine de inanmak isteriz. Benim tehlikeli sorum, bir insanın özgür irade konu­ sunda hem entelektüel olarak dürüst olup, hem de aynı zaman­ da akıl sağlığını koruyup koruyamayacağı. Bu sorunun altında benim Yasak Meyve Önsezisi olarak adlandırdığım şey yatıyor: İdeoloji veya politik doğruluk nedeniyle değil, ama onların en açık yanıtları, sonuçta, bilinçli özbenlik modelimizin (self-models) parçalanmasına neden olabileceği için tehlikeli olan bir soru öbeği var mı? İnsan, aklını yitirmeden determinizme ger­ çekten inanabilir mi? 37’C sıcak|ıkta ve orta büyüklükteki nesneler için -insan beyni ve insan vücudu gibi- determinizm kesinlikle doğru. Fi­ ziksel evrenin bir sonraki aşaması her zaman bir önceki aşama ile belirlenir. Ve belli bir kafa yapısı artı belli bir ortam söz ko­ nusu olduğunda, sizde başka türlü davranamazdınız; şaşırtıcı bir şekilde, bugün özgür irade tartışmasının içinde yer alan uz­ manların büyük bir çoğunluğu bu kesin gerçeği kabul ediyor. Geleceğinizin açık olmasına karşın, bu, geleceğe ilişkin her bir

164


JOHN BROCKMAN

düşünceniz ve alacağınız her bir kararın, daha önceki düşünce­ leriniz tarafından belirlenir olması anlamına geliyor. Bilimsel anlamda iyi donanımlı biri olarak, bu teoriye inanır ve onaylarsınız. Açık fikirli biri olarak, aynı zamanda modern ruh teorisine inanır ve şöyle bir hikaye duyabilirsi­ niz: Evet, siz fiziksel olarak belirlenmiş bir sistemsiniz. Ama bu büyük bir sorun değil, belli koşullar altında, hâlâ ‘özgür’ ol­ duğunuzu söyleyebiliriz. Önemli olan tek şey, davranışlarınıza doğru türden beyin proseslerinin neden olduğu ve bu proses­ lerin kaynağının siz olduğunuz. Fiziksel olarak belirlenmiş bir sistem de, pekala akıl yürütmelere, rasyonel argümanlara, ah­ laki kaygılara, değer ve etik sorunlarına -tüm bunlar beyinde uygun bir şekilde yer etmişse- karşı hassas olabilir. Beyniniz fiziksel olarak doğru bir şekilde belirlenmişse, aynı zamanda hem rasyonel hem ahlaklı olabilirsiniz. Şu temel fikir de hoşunuza gider: Fiziksel determinizm özgür bir özne olmakla bağdaşır. Aynı zamanda materyalist özgürlük felsefesini de onaylarsınız. Deneysel verilere açık herhangi bir dürüst entelektüel olarak, böyle bir şeyin doğru olması gerektiğini düşünürsünüz. Şimdi bunun doğru olduğunu düşünmeye çalışın. Bilinçli bir şekilde, yaşamınızın herhangi bir anında yaptığınız bir şeyi başka türlü yapamayacak olduğunuzu düşünmeye çalışın. Dü­ şüncelerinizin -ne kadar rasyonel ve ahlaklı olursa olsun- bile, bilinç dışı bir şey, sizin göremediğiniz bir şey tarafından be­ lirlendiğini düşünmeye çalışın. Ve bu şekilde, Tabiat Ananın büyük bir özenle ve kusursuz olarak milyonlarca yıldır sizin için evrim geçirdiği biçimindeki bilinçli özbenlik modeliyle (self-model) dalga geçmeye başlarsınız. Beyninizin kullanıcı yüzeyinde geziniyorsunuz, içinizden işletim sistemine ulaşa­ bilmek isteyerek fare imlecini dolaştırıyorsunuz, görünmez olanı görünür kılmaya çalışıyorsunuz. İnançlarınızı, insan ol­ 165


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

manın

nörobilimsel

imajını

kendiniz

olmakla

birleştirmeye

çalışıp kendiniz olan bütünlüğe meydan okuyorsunuz. Bu nasıl bir duygu? Bence özgür irade tartışmalarını çevreleyen rahatsızlık ve alınganlık duygusunun sahip olduğumuz seçeneklerle bir ilgisi yok. Bu aslında, sahip olduğumuz yanıtın duygusal olarak ra­ hatsız edici değil sonuç olarak bilinçli özbenlik modellerimiz (self-models) ile birleştirebilmemizin olanaksız olduğuna iliş­ kin tamamen akla uygun bir önseziyle ilgili. Ya da toplumumuz ile: Sağlam bir özgür irade aynı zaman­ da sosyal bir kurum çünkü güvenilirlik, sorumluluk ve benzer­ leri modern açık toplumun yapı taşları. Ve şu an net olan yanıt, pek çok insan tarafından antidemokratik olarak yorumlanabi­ lir: Karmaşık bir toplumu yönetmek milyonlarca insanın dav­ ranışlarını kontrol etmek anlamına gelir; eğer birey olarak in­ sanlar, kendi davranışlarını geçmişte düşündüğümüzden daha az kontrol edebiliyorsa, eğer tabandan-tavana işleyiş tıkanmış­ sa, o zaman devlet tarafından tavandan-tabana kontrol sistemi ortaya çıkar. Ve bu da aydınlanmanın kendi çocuklarını yediği ikinci yoldur. Evet, özgür irade tehlikeli bir konu ve bunun ne­ denleri pek çok insanın sandığından farklı.


Herhangi Bir Tanrının Varlığına İlişkin Sonsal Olasılık Çok Küçük PHILIP W. ANDERSON Philip W. Anderson Princeton Üniversitesi'nde fizikçi ve Concepts in Solids (Katı Maddelere İlişkin Kavramlar) adlı ki­ tabın yazarı

Tanrı olasılık dışı bir şey değil mi? Tanrının var olmadığını -bildiğim hiçbir mantık sisteminde- kamtlayamazsınız, oldu­ ğunu da. Ama benim kullandığım olasılık hesaplarında, tanrı son derece olasılık dışı. Ockham’ın usturasını (hipotezleri gerekmedikçe çoğalt­ mama prensibi) içeren formel bir olasılık teorisi yaratmanın birçok yolu var. Bunlardan ikisi Bayes olasılık teorisi ve mi­ nimum entropi. Eğer bir şey hakkında veri topluyorsamz, ve veriler mantıklı bir şekilde düz çizgiye yakınsa, bu yöntemler bize, düz çizginin -puanları olduğu kadar parametreleri de olan polinomialin ya da aradaki kompleks eğrinin değil- doğru ol­ duğu tahmininde bulunabileceğiniz tanımlanabilir bir yöntem sağlar. Ockham’ın usturası matematiksel olarak, olasılıkta, bir hipotezden türetilmiş ve hipotezinizi açıklayan parametrelerin n sayısını üslü olarak arttıran bir faktör vardır şeklinde ifade edilir. Bu, parametre uzayı hacminin tersidir. Örneğin, altıncı hissin varlığını kanıtlamaya çalışan insanlar, Bayesçilikten nef­ ret eder, çünkü Bayesçilik ‘sıfır hipotezinden yanadır ve her zaman onları alt eder.

167


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Şimdi, tanrı konusunda parametre uzayının ne kadar büyük olduğunu düşünün. Tanrının uzun, beyaz bir sakalı olabilir ya da olmayabilir, pek çok farklı konuda ve değerler yelpazesinde iyicil ya da kötücül olabilir, kürtaj ya da doğum kontrolü konu­ sunda çeşitli görüşlere sahip olabilir, insan imgelerini sevebilir ya da sevmeyebilir, müzikten hoşlanabilir ya da nefret edebilir, upuzun bir perhiz listesi olabilir. Bir de cennet - cehennem bo­ yutu var, bire- karşı- üç sorunu var—ki daha çok tanrılılıktan söz etmedim. Sanırım tarikat sayısı kadar hatta daha fazla pa­ rametre var. Eğer, sıfır hipotezi için önsel olasılık bile küçükse, tanrının varlığına ilişkin sonsal olasılık oldukça küçük.

168


Bilim Dini Ortadan Kaldırmalı SAM HARRIS Sam Harris, The End of Faith (İmanın Sonu) ve Letter to a Christian Nation (Hıristiyan Bir Ulusa Mektup) kitaplarının yazarı. Şu sıralarda inanç, inançsızlık ve kararsızlığın nöral temeli üzerine -fonksiyonel manyetik rezonans görüntüle­ rini (fMRI) kullanarak- doktora çalışması yapıyor.

Pek çok insan kitaplarından birini tanrının yazdığına (ya da yazdırdığına) inanıyor. Ne yazık ki, yazarının tanrı olduğunu iddia eden çok sayıda kitap var ve bu kitapların hepsi nasıl ya­ şamamız gerektiği konusunda birbirleriyle bağdaşmayan iddi­ alarda buluyor. Birçok iyi niyetli insanın tüm dinleri birleştir­ me çabalarına rağmen, bu uzlaşmaz dini yükümlülükler, hâlâ insanlar arasındaki çatışmaların çok büyük bir kısmını oluştu­ ruyor. Bu duruma karşılık, çoğu mantıklı insan, ‘dinsel tolerans’ denen şeyi savunuyor. Dinsel tolerans elbette din savaşından iyi, ama toleransın da yükümlülükleri yok değil. Dinsel nefre­ ti provoke etme korkumuz, bizi apaçık bir şekilde saçma, her geçen gün daha fazla kötüye kullanılan düşünceleri eleştirmek­ ten alıkoyuyor. Ayrıca bizi, din inancı ve bilimsel rasyonelliğin bağdaştığı konusunda, kendi kendimize yalan söylemeye -tekrar tekrar ve artan düzeyde- zorluyor. Din ve bilim arasındaki çatışma son derece doğal ve (nere­ deyse) birinin kazanması diğerinin kaybetmesi demek. Bilimin

169


SENÎN TEHLİKELÎ FÎKRlN NE?

başarısı, çoğu zaman din dogması pahasına, din dogmasının savunulması her zaman bilim pahasına gerçekleşiyor. İnsani bir söylemi kabullenmemizin zamanı geldi de geçiyor: İnsan­ lar inandıkları şeyler için iyi sebeplere ya sahiptir ya değildir. İyi sebeplere sahip olduklarında, onların inançları dünya hak­ kında giderek artan bilgimize katkıda bulunur. Burada, ‘sert’ ve ‘yumuşak’ bilimleri, yani fen bilimleri ve diğer kanıta dayalı -tarih gibi- disiplinleri birbirinden ayırt etmek zorunda deği­ liz. Japonların, 7 Aralık 1941’de Pearl Harbour’ı bombaladıkla­ rına inanmak için iyi sebepler var. Bu yüzden, bunu Mısırlıla­ rın yaptığı fikri güvenilirlikten yoksun. Aklı başında her insan, belli tarihi gerçekler konusunda yalnızca dinsel inancı referans almanın hem aptalca, hem de gülünç olacağını bilir—yani, konu İncil ve Kuranın kökenine, İsa’nın yeniden dirilişine, Muhammed’in Cebrail ile konuşmasına, ya da insanoğlunun cehaletinin mihrabını süsleyen herhangi bir başka saçmalığa gelene kadar. En geniş anlamda bilim, kendimiz ve dünyamız hakkındaki tüm akla uygun iddiaları kapsar. Eğer İsa’nın bir bakireden doğduğuna, ya da Muhammed’in kanatlı bir at ile cennete uç­ tuğuna inanmak için iyi nedenler olsaydı, bu inançlar elbette evrenin rasyonel tanımının bir parçasını oluştururdu. İman, dindar insanların mantığın çöktüğü noktada bu tür iddialara inanmaları için birbirlerine verdiği bir izin belgesinden başka bir şey değil. Bilim ve din arasındaki fark, yeni kanıtları ve yeni iddiaları tarafsız bir şekilde ele almaya isteklilik ile bunu yap­ maya şiddetli bir isteksizlik arasındaki fark. Fark bundan daha açık ya da daha mantıklı olamaz, ama her yerde görmezden geliniyor, fildişi kulede bile. Din hızla, küresel sivil toplumun ortaya çıkması ile uzlaşamaz duruma geliyor. Dini inanç -adı her ne olursa olsun bir tanrının olduğu, kitaplarımızdan birinin hatasız olduğu,

170


JOHN BROCKMAN

yaşayanları ve ölüleri yargılamak üzere İsa’nın yeniden dünya­ ya geleceği, Müslüman şehitlerin doğrudan cennete gideceği ve benzeri inancı- yoğunlaşan fikir savaşının yanlış tarafında. Bilim ve din arasındaki fark, yirmi birinci yüzyılda, insanın araştırmacı yanının meyvelerine samimiyetle açık olmak ya da ilkesel olarak böylesi bir araştırmaya prematüre bir kapanış arasındaki farktır. Uslamlama ve iman arasındaki karşıtlığın, önümüzdeki yıllarda daha yaygın ve kontrolü zor bir hal ala­ cağını düşünüyorum. Demir çağına özgü inançlar -Tanrı, ruh, günah, özgür irade, vb. konusundaki- tıbbı araştırmalara ket vurmaya ve kamu düzenini bozmaya devam ediyor. İncildeki kehanetleri ciddiye alan bir Amerikan başkam seçmemiz ola­ sılığı çok gerçek ve ürkütücü; aynı şekilde, İslamcıları nükleer ve biyolojik silahlarla karşımızda bulmamız da hem korkunç hem de her geçen gün güçlenen bir olasılık. Bu olasılıkların gerçekleşmesine engel olmak için, entelektüel söylem düzeyin­ de nerdeyse hiçbir şey yapmıyoruz. Dinsel tolerans konusunda, çoğu bilim adamı, ellerindeki tüm gerçeklerle eski çağın yersiz saplantılarına şiddetle karşı çıkmaları gerekirken sessiz kalmayı tercih ediyor. Bu fikirler savaşını kazanabilmek için, bilim insanları ve diğer akılcı insanların ahlak ve manevi hayat konusunda konuşabilmenin yeni yollarını bulmaları gerekecek. Bilim ve din arasındaki fark, etik sezgilerimizi ve olağandışı bilinç durum­ larını dünya üzerine yaptığımız konuşmalardan çıkarma soru­ nu değil; onları temel alarak ne sonuca varacağımız konusunda titiz olmak sorunu. Mantıksız bir şeyi benimseyip küçük düş­ memizi gerektirmeyecek duygusal ihtiyaçlarımızı karşılama­ nın yollarını bulmalıyız. Dini geleneklere başvurmayı ve her insanın yaşamındaki derinlik gerektiren dönüşümleri -do­ ğum, evlilik, ölüm gibi- değerlendirmeyi ve bunu yaparken

171


SENlN TEHLİKELİ FÎKRÎN NE?

gerçekliğin niteliği konusunda öğrenmek zorundayız.

kendimize

yalan

söylememeyi

Ben, kendimiz hakkındaki bilgimiz arttıkça, düşünceleri­ mizdeki gerekli dönüşümün gerçekleşeceğini umuyorum. İn­ sanları daha sevecen, daha az kaygılı ve evrendeki varlığından samimiyetle memnun kılabilmenin sağlıklı yollarını buldu­ ğumuz zaman, bölücü dinsel mitlere ihtiyacımız kalmayacak. Ancak o zaman, çocuklarımızı Hıristiyan, Yahudi, Müslüman, ya da Hindu olarak yetiştirmenin saçmalık olacağı anlaşılacak. Ve ancak o zaman dünyamızın en derin ve en tehlikeli yarala­ rından birini iyileştirebileceğiz.

172 *


Özbenlik Kavramsal Bir Kimera JOHN ALLEN PAULOS John Ailen Paulos,Temple Üniversitesi'nde matematik pro­ fesörü ve Innumeracy: Mathematical llliteracy and its Consequences (Matematikten Anlamamak ve Sonuçları) kitabı­ nın yazarı.

Doğaüstü bir varlığın olduğu kuşkusu sıradan bir kuşku, daha radikali, bizim, bir isimden, ‘Myrtle’ ve ‘Oscar’ gibi uygun etiketlere sahip marjinal varlıklardan fazlası olarak varoldu­ ğumuz kuşkusu, benim tehlikeli fikir adayım. Bu fikir, elbet­ te, felsefeci David Hume’a—ve bir de Budha’ya ait: Özbenlik, inançların, algıların ve tutumların sürekli değişen bir toplamı ve temel ve kalıcı bir varlık değil, kavramsal bir kimera. Eğer bu fikir, yaygın ve duygusal olarak tüm toplumda hissedilmeye başlarsa -ister nörobiyoloji, bilişsel bilim, felsefi iç görülerdeki gelişmeler nedeniyle, ister başka herhangi bir nedenle olsun- o toplum üzerindeki etkileri son derece büyük olur (Ya da bu, inançlar, algılar ve tutumların çok özel bir toplamı olan şeyin bazen aklına gelen şey budur).

173


Şimdiye Dek Anlatılmış En Müthiş Öykü CAROLYN C. PORCO Carolyn C. Porco, bir gezegen bilimci, Cassini Görüntüle­ me Ekibi'nin lideri, CICLOPS (Cassini Merkezi Operasyon­ lar

Görüntüleme

Laboratuvarının

Yöneticisi

ve

Arizona

Üniversitesi'nde konuk profesör.

Bilim ve din arasındaki çatışma, bilimin insanların hayatındaki rolü, bugün dinin oynadığı rol ile aynı olduğu zaman son bu­ lacak. Peki, bu rol tam olarak ne? Her bilimsel araştırmanın odağında derin bir bilme arzusu vardır—doğal dünyanın sırlarını kavramak, bilmek ve bu bil­ gi aracılığıyla kendini onunla bağlı, bir bütünün parçası oldu­ ğunu hissetmek. Kendinden daha üstün ve ölümsüz bir şeye bağlanma isteği, oz benliğin’ anlamını açıklayabilme gereksi­ nimi; işte dindarları kendinden daha akıllı bir varlığa yönel­ ten şey bu. Daha büyük bir öznenin -insanın dışında ama aynı zamanda onu kapsayan, koruyan ve insanın varoluş amacını yücelten- albenisi, insanlara en çekici gelen şey bu. Her kültür bir dine sahip. Din, çok açık bir şekilde, insani bir gereksinimi karşılıyor. Ancak, aynı manevi tatmin ve bağlanma duygusu bilimin dışavurumunda da görülebilir. Enerjiden maddeye, temel par­ çacıklardan DNA’ya, mikroplardan Homo sapienlere, Büyük Patlamanın benzersizliğinden evrenin büyüklüğüne ... bizim­ 174


JOHN BROCKMAN

ki şimdiye dek anlatılmış en müthiş öykü. Biz bilim insanları, tiyatro eserine, olay örgüsüne, simgelere, törenlere, ‘mucizelere, ihtişama ve hatta özel efektlere sahibiz. Saygı uyandırıyoruz. Şaşkınlık yaratıyoruz. Ve bizim bir tek değil, birçok tanrımız var. Biz, her atomun çekirdeğinde, uzay zamanının yapısında, elektromanyetiğin mantığa aykırı mekanizmalarında bir tanrı buluyoruz. Ne zenginlik! Ne mükemmel bir güzellik! Biz ‘benliği’ bile yüceltiyoruz. Bizim senaryomuz, özbenliğin alışılagelmiş tanımını genişletmeyi gerektiriyor ve biz de sonsuza dek varolma umudu sunuyoruz. Bedenlerimizi oluş­ turan, maddenin o özel ilişkiler ağı bir gün elbette yok olacak. Ama her birimizin içindeki, enerjiye dönüşmüş maddenin özü olan benlik hep vardı ve bundan sonra da olacak. Her temel parçacık, bir gün enerjiye ve sonra tekrar maddeye dönüşebilir. Ama ister madde durumunda olsun, ister enerji hiçbir zaman son bulmaz. Bu bağlamda, biz ve tüm çevremizdekiler, sonsuz, ölümsüz ve birbirimize derinden bağlıyız. Bir tek değil, trilyon kere trilyon ruhumuz var. Tüm bunlar coşkuyla, çılgınca kutlanacak şeyler; o halde eksik olan ne? Tören. Bizim törenlerimiz yok. Ritüellerimiz yok. Biz vaftiz ile başlangıç yapmıyoruz. Toplu yapılan ibadetlerdeki kardeşlik duygusundan yoksunuz. Cemaati ‘tanrılar’ın yoluna yönelten, onları eğiten sevgili papazlarımız yok. Coşkulu misyonerlerimiz, sadık önderleri­ miz yok. Herkesi kucaklayan ekümenik birlikten, kitlelere yö­ nelik o yoğun davetten yoksunuz. Yabancılaşma, yüreği ısıtan bir şey değil, bunu yapan birlik duygusu. Ama ya ... ? Ama ya vermek istediğimiz mesajı kitlelere iletebilmek için formel dinin araçlarını, becerisini ve yöntem­ lerini kullansaydık? Einstein’in Tanıklarının kapı kapı dolaş­


SENİN TEHLİKELİ'FİKRİN NE?

tığını ya da televizyon vaizlerinin tutkulu bir şekilde evrimin güzelliğini anlattığını bir düşünsenize. Müritlerinin toplantılar yaptığı bir Modern Bilim İnsanları Kilisesi düşünün örneğin. Seslerini, yerçekimine, bizi dünyaya, dünyayı güneşe, güneşi Samanyolu’na bağlayan o güce övgüler düzmek için yükselten topluluklar düşünün. Ya da yıldızımız­ dan gelen gün ışığını ve uzak yıldızların pırıltılarını mümkün kılan nükleer gücü çok sevdiğimizi dile getirmek için. Şimdi, evrenin sonsuzluğu, onun değişmez yasaları, bir gün hep be­ raber yerleşeceğimiz, yukarımızdaki o elmas gibi gökyüzüne serilmiş Cennet için söylenen ilahileri duymuyor musunuz hâlâ? Bir gün en kutsal saydığımız yerler astronomik gözlemev­ leri, parçacık hızlandırıcılar, üniversitelerin araştırma merkez­ leri ve başrahiplerin (yani biyologlar, fizikçiler, astronomlar veya kimyacıların) doğanın işleyişini keşfetmek olan soylu amaca hizmet ettiği diğer laboratuvarlar olabilir. Ve günümü­ zün müzeleri, sergi salonları ve planetaryumları yarının, içinde açıklığa kavuşmuş gerçeklerin ve evrenle birbirimize bağlan­ mış olmamız mucizesinin, dindar ve duygulu insanların ilahi­ leriyle övüldüğü ibadethaneleri olabilir. ‘Şükürler olsun’ der ilahiler. ‘Güç sizinle olsun.’


Bilimi Başka Bir Din Gibi Görmek JORDAN POLLACK Jordan Pollack, Brandeis Üniversitesi'nde, dinamik ve ev­ rimsel makine organizasyonu üzerine çalışan bir ekibin yö­ neticisidir.

Biz bilim adamları olarak, bilgiye ulaşma yöntemimizin farklı olduğunu düşünürüz. Her şeyin hakimi olan ve her şeyi bilen görünmez tanrılara ya da konuşma diliyle süregelen kültlerin parşömen kağıtlara aktarımlarına inanmak yerine, biz bilmek ve keşfetmek için bilimsel yöntemi kullanırız. Doğruya ulaşma yolunda, gerçek belki de mutlak ve ebedi bir kavram; fakat so­ rulan her yeni soruyla, kaydedilen her yeni veriyle, test edilen her yeni hipotez ile birlikte ve bütün bu mekanizmanın yeni­ lenmesi veya çürütülmesiyle, insanoğlunun gerçekleri kuşku­ suz zamanla bir değişim ve gelişim gösteriyor. Bu nedenle, bilimi sadece farklı bir din olarak görmek ol­ dukça tehlikeli bir fikir. Bu benim fikrim değil; fakat bu fikir­ lerden bazılarının toplum içinde, Lakovian kalıpları gibi ağız­ dan ağıza dolaştığını fark etmiş durumdayım. Örneğin, bilim adamlarını kıyamet senaristleri olarak görmek bu kalıplardan sadece bir tanesi. Yakın zamanda gerçekleştirilmiş popüler teknoloji konulu bir konferansta yığınla konuşmacının küre­ sel ısınmanın tehlikelerinden, suların yaklaşık 6 metre kadar yükseleceğinden ve şehirleri yutacaklarından veya kategori 5 kasırgalarının artacağından söz ettiğini söylersek bu kalıpların

177


SENİN TEHLİKELİ FlKRlN NE?

ne kadar kabul görür olduğunu anlatmış oluruz. Bu açıdan, 20. yydaki pozitivist düşünce temelinde, bilimin insanoğlunu tıp, bilgisayar ve silah teknolojilerindeki mucizevi gelişim sa­ yesinde tekno-ütopik bir topluma ulaştırma çabasında olduğu görüşünün yavaş yavaş tersine döndüğünü görüyoruz. Mesela bir arkadaşım, Powerpoint ortaya çıkmadan önce belki de bu bilim adamları üstlerine “Sonumuz yakında” yazan ilan levha­ ları giyiyorlardı demişti bir keresinde. Bilimi bir din olarak kalıplaştırmadaki bir başka destek noktası da, bilimin kanıtlar üzerine inşa edilmiş olmasının bazı konularda ihlal edilebildiği temelindedir. Örnek verecek olursak, kök hücre araştırmaları, idam cezası, nükleer silahlar, küresel ısınma ve buna benzer ahlaki tartışmaları beraberinde getirebilecek konularda, politik olarak bir taraf seçen bazı bilim insanları, diyelim televizyon vaizleriyle karşılaştırıldıklarında, kendi “dar” ahlaki değerleri dışındaki görüşlere kayıtsız kalan ateist, hümanist veya agnostikler olmakla suçlanıp, sindirilebiliyorlar. Bir üçüncü ve bu kalıplaşmış teoriler arasındaki en kötü olanı ve bu nedenle de adaletli ve hoşgörülü yaklaşılmaması gereken teoridir. Bu akıllı tasarım yaratıcıları tarafından kulla­ nılan bir bahanedir. Din ile devlet işlerinin ayrılması gerektiğine inanabiliriz; fakat bunun önemi artık pek kalmadı. Bilim ve mantık, cehalet ve hurafelerle verdiği politik savaşımını kaybetmeye başlamış görünüyor, çünkü politika kendinden olanı ödüllendirmeye, rakiplerini ise cezalandırmaya yönelik bir anlayış benimsemiş görünüyor. Herkesin oyunun gizliliği sağlanmış olsa bile, oy verme işleminden hemen sonra yapılan anketlerdeki sonuçlar gösteriyor ki, bilim mevcut yönetimdekilere oy vermiyor. Bu durumda yapılabilecek üç şeyden bahsedebiliriz: Karşı çıkmak, uzlaşmak veya kabullenmek. 178


JOHN BROCKMAN

Dine kamusal alanda saldırmak karşı çıkmanın yolların­ dan bir tanesi olarak seçilebilir. Sam Harris, İnancın Sonu (The End of Faith) adlı kitabında, tanrıya inanan insanlarla dalga geçmekle, arka bahçelerinde “buzdolabı büyüklüğünde bir el­ masın” olduğuna inanan insanlarla dalga geçmek arasında bir fark olmadığını vurguluyor. Bu açıdan, tanrıyı kamu kuruluş­ larından uzaklaştırmakla, geçmişteki dine karşı hoşgörüsüz davranan rejimlerden bir tanesi olma arasında ince bir çizginin olduğunu söyleyebiliriz. Bir ikinci yöntem ise, inanç temelli bilimi kabullenmek olabilir; çünkü hükümet açısından bakacak olursak, araştır­ maların temel amacı, toplumun menfaatlerini düşünmekmiş gibi görünüyor. Bu nedenle, belki de biz bilim adamları olarak, modellerimizi politik gerçekleri esas alarak yeniden şekillendirmeliyiz. Zaten bilimsel araştırmalar devletin çıkarları için belirli bir bedel karşılığında tahsis edilmiş durumda; bir otoyol projesi, parçacık hızlandırıcısı yapımı veya bir süperbilgisayar merkezi çoğu zaman bilimin devlet için çalışmasıyla yapılabili­ yor. Sonuç olarak, yapılanların doğruluğu üzerinde uzlaşmak, değişmesi gereken şey olabilir. Fakat inanç temelli bilim nasıl işler? Fizikçiler devridaim makinelerinin enerji krizini çözeceği üzerine bir ilahi tutturup, devletten enerji kullanmadan çalışan makineler için 500 mil­ yar dolarlık bir bütçe koparabilirler (Kuşkusuz, tanrı termodi­ namiğin ikinci kuralına itirazda bizim tarafımızı tutacaktır!). Ya da astronomi yeni uzay projeleri için astrolojiyi kabullenip, ortadirek ile ilişkileri sıkılaştırmak için günlük burç tahminleri yayınlayarak kitlesel bir destek elde edebilir. Aslında, bir antigravite teşebbüsü de, konulması muhtemel bir “ağırlık vergisi­ ne” karşı çıkarak günü kurtarabilir. Tabii ki, SETİ (Dünya Dışı Akıllı Yaşam Arama) projesi de, ismini “tanrıyı arama projesi” olarak değiştirebilir. 179


SENİN TEHLİKELİ FtKRlN NE?

Sonuncu ve üçüncü yöntem ise, bu tehlikeli fikri kabullen­ mek ve bu tehlikeli fikirden yola çıkarak kaynağı belli olmayan; fakat ruhani ve ahlaki temellere dayanan bir hareket yaratmak olabilir. Bence bu yeni, taze din, inancını Gaia hipotezine yas­ larsa ve “dünyayı korumak” gibi bir on birinci emir buyurursa, hatta mevcut inanç sistemlerini de hoş karşılarsa, iyi bir baş­ langıç yapmış olur. Böyle bir hareket, mevcut kanıtları temel alarak düşünen çoğunluğun, gezegenimizin geleceğiyle ilgili kritik konularda ahlaki ve hararetli bir şekilde seslerini duyurabilmelerini sağlayacak bir kürsü görevi görebilir.

180


Hepsi Bu ROBERT R. PROVINE Robert R. Provine, Maryland Baltimore County Üniversitesi'nde

psikoloji

profesörü

ve

Nörobilim

Programı'nın

başkan yardımcısı ve Laughter: A Scierıtific Investigation (Kahkaha: Bilimsel Bir Araştırma) adlı kitabın yazarı.

‘Şimdi ve buradanın sahip olduğumuz tek şey olduğu ve ya­ şamın doğum ile başlayıp ölüm ile bittiği düşüncesi öylesine tehlikeli ki şimdiye kadar milyonlarca insanın hayatına maloldu ve bugün de uygarlığın geleceğini tehdit ediyor. Tehlike bu fikrin kendisinden değil, onun karşıtlarından -deneysel olarak olasılık dışı olan ölümden sonra yaşam ve gökyüzündeki insan kozmolojik perspektifini kıyasıya destekleyen ve savunan dini liderler ve onların müritleri- kaynaklanıyor. Onların bu çabası anlaşılabilir bir şey Sonsuza dek süren, şatafatlı bir yaşam vaadinden daha iyi bir dinsel ayrıcalık ne olabilir? Dindarlar şimdi dişleri tırnaklarıyla, öldükten sonra­ ya kadar gelmeyecek büyük hesaplaşma günü için hazırlanmalılar. Ölüm sonrası için vaat edilen ödüllerin -sizin cennetteki meleklerinizi ben ayarlayacağım ve size yetmiş iki huri ayıraca­ ğım- teologlara hiçbir maliyeti yok. Bir ayrıcalık! Bu, doğumun, ölümün ve acının kontrolü­ nü eline geçirmiş bir meslek olan ve bu nedenle diğerlerinden daha üstün görülen doktorluktan bile daha iyi. Dinin marka­ sı ister Hıristiyanlık olsun ister İslam, çatışma sürüyor ve bu

181


SENİN TEHLİKELİ FlKRİN NE?

ayrıcalığı içerden tehdit eden aykırıları korkunç bir alınyazısı bekliyor. Gökyüzündeki insan önerisini ve onun tuzaklarını tümüyle reddedenler içinse daha kötü şeyler de mevcut. Tüm bunların nedeni, duyularımızın bize söylediği şeyi -var olan tek şey burada şu anda olandır- kabullenmekte sorun yaşamamızdır. Dinsel çelişkinin çözüme kavuşması olanaksız, çünkü ru­ hani şeylerin hiçbir deneysel testi yok ve pek çok teolog, kasten ya da değil, korkular, batıl inançlar, irrasyonellik ve türümü­ zün doğuştan gelen nöro-davranışsal özelliği olan sürü eğilim­ lerinden besleniyor. Dinsel köktencilik çelişkileri arttırıyor ve çözümü engelliyor; bir insanın konumu ne kadar aşırı uçta ve irrasyonel ise, inancı o kadar güçlü oluyor. Mutlak gerçeğe sa­ hip olduğunuzda, uzlaşma bir seçenek olmuyor. Dinler ve dinle ilişkili kültürler arasındaki çelişkilerin gi­ derilmesinin

uzlaşmadan

kaynaklanması,

yüksek

amaçların

-yaygın, kapsayıcı, ulusların ve kültürlerin sınırlarını aşan ve rekabetçi yanımızı sağlık, refah ve herkesin saygın olmasına yönlendiren

amaçlar-

peşinde

olmaktan

kaynaklanmasından

daha az olası. Kamu sağlığı ve bilim böylesine birleştirici amaç­ lar. Size iki örnek vereyim. Sağlık inisiyatifi. Tüm insanların, özellikle de gelişmekte olan ülkelerde yaşayanların sağlık sorunlarını çözmeye yönelik bir program, özellikle de küresel kültür farkındalığının artması ve giderek büyüyen salgın hastalıklar korkusu nedeniyle çok geniş bir destek bulabilir. Kamu sağlığı programları, dinsel, politik ve kültürel farklılıklar arasında köprü işlevi görür. Hiç kimse çocuklarının öldüğünü görmek istemez. İşbirliği, ilgili herkes için daha iyi bir yaşam sunduğu zaman çelişkiler yok olur. Silah endüstrisinin ve terörist ajitatörlerin pek hoşuna git­ mese de bu, aynı zamanda, en etkili anti-terörizm stratejisi.

182


JOHN BROCKMAN

Uzay inisiyatifi. Uzay araştırmaları evrenimizi genişletiyor ve Dünya üzerindeki yaşamımızın ve onun sınırlı kaynakları­ nın değerini daha iyi bilmemizi sağlıyor. Uzayın keşfi türümü­ zün en büyük başarılarından biri. Onun amacı, tüm ülkelerin insanlarını birleştirmeye yetecek kadar büyük bir hedef. Var olan tek şey şimdi ve burada olandır. Bu tehlikeli fikri ne kadar erken kabul edersek, bu gezegen üzerindeki yaşamımızdan en iyi şekilde yararlanmak görevimizi yerine getirmek için o ka­ dar erken harekete geçeriz.


İlahi Bilim mi? STEPHEN M. KOSSLYN Stephen M. Kosslyn, Harvard Üniversitesi'nde psikolog ve Massachusetts

General

Hastanesi,

Nöroloji

Bölümü'nde

psikolog. Wet Mind: The New Cogrıitive Neuroscience (Islak Zihin: Yeni Bilişsel Nörobilim) adlı kitabın (Olivier Koenig ile birlikte) yazarı.

İşte size pek çok akademisyenin rahatsız edici ve tehlikeli bula­ bileceği bir fikir: Tanrı vardır. Ve pek çok dindar insanın rahat­ sız edici ve tehlikeli bulabileceği bir tane daha: Tanrı doğaüstü bir varlık değil, doğal düzenin bir parçasıdır. Bu fikirleri aynı anda dile getirmek birbirlerine sürtünme­ lerine neden oluyor ve havada kıvılcımlar uçuşmaya başlıyor. Böyle bir çatışmadan kaçınmak için, bilindiği gibi Stephen }ay Gould, dini ve bilimi ayırmamız ve onları farklı magisterium’lar olarak ele almamız gerektiğini ileri sürdü. Ama bilim bizi, bu biricik muazzam, görkemli ve kapsayıcı çerçeve içinde var olan bir şey olarak karşılaştığımız her şeyi anlamak için çaba göster­ meye yöneltiyor. Bu anlamda, yüce bir varlık fikrinin, bilimsel dünya görüşü ile uyumlu hale getirilebileceği bir yöntem su­ nayım. Bunu, Tanrı kavramına bilimsel olarak yaklaşılabilecek bir yol (kesinlikle tek yol değil) ortaya koymak için -ama bunu destelemek için değil- yapacağım. İlk önce, işte size üzerinde durmak istediğim özgül Tanrı kavramı:

184


JOHN BROCKMAN

Tanrı zaman ve mekandan bağımsız üstün bir varlıktır, dünyamızın her yanındadır ama aynı zamanda dışındadır da ve bizim günlük yaşamımıza müdahale (kısmen dualarımıza karşılık olarak) eder. Tanrıyı bu şekilde algılamak üzerine düşünmeye başlamak için şu üç düşünce temel oluşturur: (1) Öngörülmeyen özellikler (Emergent properties): Bilim­ de, toplulukların, o toplulukları oluşturan bireylere bakarak tahmin edilemeyecek özelliklere sahip bir varlık oluşturduğu­ na ilişkin çok sayıda örnek vardır. Çok sayıda nöron zihinleri, çok sayıda zihin ise ekonomik, politik ve sosyal sistemleri oluş­ turur. (2) Aşağıya doğru nedensellik. Daha yüksek düzeylerdeki -öngörülmeyen niteliklerin ortaya çıktığı düzey- olaylar, so­ nunda daha düşük düzeylerdeki olayları geri besler ve etkiler. Örneğin, ruhsal bir durum olan kronik stres, beynin bir bö­ lümünün küçülmesine neden olabilir. Aynı şekilde, ekonomik kriz ya da seçim sonuçları toplum içinde yaşayan bireylerin yaşamını etkiler. (3) Büyük Üst Küme. Tüm canlıların Büyük Üstkümesi (sü­ per ordinat seti)’nin, bir ekonomi ya da kültür ile eşdeğer bir statüsü vardır. Canlıların birbirleriyle olan ilişkisinden doğan özelliklere sahiptir ve sırası gelince bu canlıları ve onlardan oluşan grupları geri besler ve etkiler. Tanrıyı, sonradan kendisini oluşturan bileşenlerini etkile­ yen bir öngörülmeyen nitelik olarak ele alabilir miyiz? îşte size, (bu yazının başında özetlendiği gibi) bu fikri, Tanrının varlığı fikri ile uyumlu kılacak birkaç yöntem: Bu öngörülmeyen (= yoktan var olan = emergent) varlık, belli bir yer ve zamanda var olmaması bakımından transan­ dantaldır. Tıpkı bir kültür ya da ekonomi gibi -onu oluşturan elementler belli bir yer kaplamalarına karşın- Tanrı hiçbir yer­ 185


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

de değil. Zamanın ötesine geçmek konusuna gelirsek, şimdi şu analojiyi düşünün: Diyelim beyninizdeki nöronların 1/100’inin saatte bir değişiyor ve her eski nöron, yenisini kendi işlevinin süreceği şekilde programlıyor. Yüz saat sonra, beyniniz tümüy­ le yeni bir organ olur, ama zihniniz daha önce olduğu gibi var olmayı sürdürür. Benzer şekilde, bir yetişkin ölüp yerine bir çocuk geçtiğinde, kültür varlığını sürdürür (ve kendine ait bir yaşama sahip bir şekilde büyüyüp gelişir). Tanrı için de durum böyle. Yakup’un merdiveni öyküsünde, Yakup, “Eminim tan­ rı burada ve biliyorum burada değil” der (Yaratılış 28:16). Bu öyküyü tanrının hem her yerde olduğunun, hem hiçbir yerde olmadığının bir göstergesi olarak yorumluyorum. Büyük bir Üstküme, dünyamızın her yanına nüfuz etmiş ve aynı zamanda onun dışında (daha belirgin söyleyecek olursak, üzerinde). Bu Büyük Üstküme bizim bireysel yaşamlarımızı etkile­ yebilir. İşte size bir başka analoji: Diyelim kış için güneye göç eden kazların beyinlerinde güvenilir olmayan manyetik alan detektörleri var. Ama yine bu beyinlerin içinde, uçarken hem­ cinslerinin yanında kalmaya çalışmalarını sağlayan bir kural var. Bir bütün olarak sürü, herhangi bir kuştan daha iyi yol bu­ lur, çünkü bir kuşun beynindeki yol bulma sistemindeki para­ zit ortadan kalkar. Yoktan var olan varlık -sürü- sonrasında, her bir kazı etkiler ve onların kendi kendilerine olduğundan daha iyi yol bulmalarına yardım eder. İnsanlar dua ettiğinde, kendileri ya da başkalarının iyiliği için bir müdahalede bulunulmasını ister. Özetlemeye çalıştığım görüş, bizi, duanın etkilerini, sürüdeki diğer kuşlara yakın olma ihtiyacına karşı daha hassas olmaya benzer bir şey olarak düşün­ meye davet ediyor. Böyle bir hassasiyet, insanın, bu yoktan var olan varlığa daha çok katkıda bulunabileceği anlamına gelebilir. Bir karşılaştırma yapacak olursak, durum sanki şu kazlar­ dan birinin, ‘sürüden ayrılma’ kuralını hatırlayıp diğerlerini 186


JOHN BROCKMAN

belli bir yöne yönlendirmeye karar vermesi gibi—ki böylelikle de sürünün kendisi üzerinde etkili olmasını sağlıyor. Duanın insanı tanrıya yaklaştırdığı ölçüde, birinin müdahale isteği, Büyük Üstküme’nin nedenselliği yukarıdan aşağıya uygulama biçimi üzerinde daha etkili olur. Ama unutmayın ki, bu görüşe göre tanrı oldukça yavaş çalışıyor. Bir göle taş parçaları atmayı düşünün. Halkalar halindeki dalgaların yayılması ve kıyıdan geri yansıtılması ve gölün ortasında dalga şekilleri oluşturması zaman alır. Bu görüş ile mücadelede bugünlerdeki bir yaklaşım yar­ dımcı olabilir. Şöyle ki: Önce, her bir bireyi düşünün. Çevre, kim ve ne olduğu­ muzun

oluşturulmasında

kilit

rol

oynar,

çünkü

beynimizin

her yönünü programlamaya yetmeyecek kadar az sayıda gen vardır.

Örneğin,

doğduğunuzda,

genleriniz,

görsel

bölgeleri­

nizde pek çok bağlantıyı programladı ama nesnelerin ne kadar uzakta olduğunu saptamak için gerekli devreleri doğru olarak belirlemedi. Küçük bir çocukken, bir nesneye uzanma eylemi, nesnenin sizden ne kadar uzak olduğunu tahmin etmeye yara­ yan beyin devrelerini ayarladı. Benzer şekilde, genleriniz, bir dil edinmenizi sağladı, ama bu belli bir dil değildi. Dil öğrenme eylemi beyninizi biçimlendirir ve bu da daha sonra, farklı ses­ lere ve dilbilgisine sahip başka bir dil öğrenmenizi zorlaştırır. Ayrıca, kültürel alışkanlıklar, bir kültüre ait bireylerin beyinle­ rini yapılandırır (Buna bir örnek: Japonların birçok selamlama biçimi var—bir batılı için sonradan öğrenilmesi oldukça zor olan biçimler. Biz selam vermeye çalıştığımızda bunu bir Japon gibi yapamayız). Ve çevre çocukken nasıl geliştiğimiz üzerinde önemli bir etkiye sahip olmakla kalmaz, yaşamımız boyunca da gelişimimizi etkilemeyi sürdürür. Öğrenme eylemi kim ve ne olduğumuzu kelimenin tam anlamıyla değiştirir. 187


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Bu perspektife göre, beyni biçimlendiren yalnızca fiziksel dünya ve sosyokültürel yaşam üzerinde fikir alışverişi yapmak değildir. Büyük Üstküme -tüm canlıların yoktan var olma özelliği- hem çocukluk dönemindeki gelişimimizde hem de yetişkinlik döneminde öğrenmeyi ve gelişmeyi sürdürürken, kim ve ne olduğumuz üzerinde etkilidir. Şimdi de türümüzü düşünün. Bu perspektif tarihsel bir bağlama oturtulmaya çalışılabilir ve doğal ayıklanma yoluyla evrimin canlılar arasındaki karşılıklı ilişkinin sonuçlarını yan­ sıttığı anlaşılabilir. Eğer durum böyleyse, bu karşılıklı ilişkilerin yoktan var olma özelliği sonrasında evrim sürecinin kendisini etkileyebilir. Özetle, dine bilimin gözlüğüyle bakmaya başlamak müm­ kün. Ama bu şekilde mantık yürütmek, var olan durumu de­ ğiştirmez. Gerçek anlamda tehlikeli olabilmesi için bu tür bir düşüncenin, deneysel test sonuçları ile desteklenmesi gerekir. Bu noktada amacım, sizi ikna etmek değil, yalnızca ilginizi çekmek. Stephen Jay Gaulda saygım ne kadar büyük olursa olsun (ki kendisine saygım gerçekten büyük), bu noktada bir şeyi atlamış olabileceğini düşünüyorum. Belki de, başlatılmayı bekleyen çok büyük bir proje var: Dünyadaki iki bilgi ve inanç kaynağını -bilim ve din- birleştirmek.


Bilim Hiçbir Zaman Tanrıyı Susturamaz JESSE BERING Jesse Bering, Belfast'taki Queen's University'de bulunan Bi­ lişsellik ve Kültür Merkezi'nin yöneticisi.

Bilimde titizlikle attığımız her adımla ve doğal dünya hakkındaki bilgimizi arttırdıkça Tanrının sesini biraz daha kısıyoruz. Botanikten biyoloji mühendisliğine, fizikten psikolojiye, bilim eşittir gerçeklerin ortaya çıkarılması, gerçeklerin ortaya çıka­ rılması eşittir tanrının yadsınması. Bilim, biz bilim insanları­ nın uğraştığı alçak gönüllü bir iştir. Pek çoğumuz, kalbi hâlâ güçlü ve yüksek sesli çarpan Amerikan teokrasisinin düşman­ ca tavrına göğüs germek zorunda. Biz cesurca, atalarımızın ürkek beyinlerinden miras aldığımız ve yıkıcı olmaktan baş­ ka bir özelliği olmayan Gerçek yerine, o müthiş, ahlak dışı ve anlamsızcasına karmaşık haliyle gerçekten yana tavır alıyoruz. Ama benim tehlikeli fikrim şu ki, düşüncelerimiz bilimsel iler­ lemenin sonsuz gökyüzünde ne kadar ileri giderse gitsin, bu ilerleme ne kadar baş döndürücü olursa olsun, Tanrının sesini tümüyle kısamayacağız ve o bizi, insancıl ideallerin yıldızlı ge­ cesinden sürgün edecek. Bilim, tanrının nefesini tekrar tekrar kesme eylemidir. Tanrının çoğunluk için konuşmadığı tek bir gün olmayacaktır. Hatta en tanrı tanımaz bilim insanlarının kulaklarına bir şeyler


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

fısıldamadığı bir gün olmayacaktır. Çünkü tanrı ne bir fikir, ne kültürel bir icat, ne ‘kitlelerin afyonu’, ne de bunlara benzer herhangi bir şeydir. Tanrı, doğal ayıklanma yoluyla kalıcı kılın­ mış bir düşünce biçimidir. Bilim insanları olarak, Tanrıyı susturmak için çalışmak, çok çalışmak ve yine çalışmak zorundayız ama sonuçta bu, daha iyi duyabilmek için kulaklarımızı kesmeye benziyor. (As­ lında) tanrı da biyolojik bir eklentidir. Biz bu gerçeği anlayana kadar, çocuklarımızı bu bilgi ile yetiştirene kadar, o, hoşnut­ suzluğunu haykırmayı sürdürecektir.

190


Din, Bilimde Olmayan Umut SCOTT ATRAN Scott Atran, Paris CNRS'de antropoloji alanında araştırma di­ rektörü, Michigan Üniversitesi'nde konuk Psikoloji ve Kamu Siyaseti profesörü, John Jay Kriminal Adalet Okulu'nda yö­ netici öğretim görevlisi ve İn Gods We Trust: TheEvolutionary Landscape of Religion (Tanrılara Güveniriz: Dinin Evrimsel Açıdan Görünümü) kitabının yazarı.

Matematik gibi din de, insan beyninin zihinsel gücünün ev­ rimsel bir yan ürünüdür ve bilinen tüm toplumlarda, insanla­ rın çoğunun dünya ile ilişkisinde, zaman zaman ve farklı yo­ ğunluk derecesiyle üzerinde birleştiği bir konudur. Matematik, nesneler ile (kasıtlı olmayan) ilişkileri tanımlar, din ise, varo­ luş, ölüm ve yaşam döngüsüne müdahale eden anahtar bölüm­ ler için ahlaki altyapı oluşturarak özneler ile (kasıtlı) ilişkileri düzenler. Matematik gibi, din de pek çok farklı biçimde kulla­ nılabilir ve üzerinde pek çok farklı biçimde çalışma yapılabilir. Ama din üzerinde nesnel çalışma yapılabilmesi hiçbir şekilde, insan hayatı üzerinde sahip olduğu öznel önemi azaltmaz. Zeki bilim insanları ve filozofların elinde, insan yaşamı ve toplumun irrasyonelliği hakkında, tüm kanıtlara karşı, her şeyin rasyonel ve kanıtlara dayalı olması gerektiğinde ısrar et­ mekten başka bir şeyin olmamasını ilginç buluyorum. Bu du­ rum, ateist olduğum için utanmama neden oluyor. Kişisel ve ahlaki problemlerin çözümünde, bilim insanla­ rının dindarlardan daha etkin yöntemler bulabildiğine ilişkin 191


SENlN TEHLİKELİ FlKRÎN NE?

hiçbir tarihsel kanıt bulamıyorum. Bazı bilim insanları, bazen, varoluşla ilgili problemlerde bazı güzel ve yararlı fikirler ileri sürebilmiş ama bazı iyi bilim insanları, başkalarına, çoğu insa­ nın uzaktan yapabileceğinden daha fazla zararlı olmuştur. Doğrudur, din adına hareket eden bazı insanlar, başkala­ rına karşı çoğu insandan daha acımasız olmuş, ama Lincoln, Gandhi, Martin Luther King gibileri var ki, onların dinleri, sadece pek çok insana umut kaynağı olmakla kalmamış aynı zamanda insanlığın acılarının azalmasını sağlamış. Edward Gibson Roma İmparatorluğunun Gerilemesi ve Çöküşü kitabını yazdığından beri, bilim insanları ve laik dü­ şünceli düşünürler, dinin nihai çöküşünü bekliyor. Ancak, eğer olan bir şey varsa o da yalnızca dinin etkinliğinin tüm dünya üzerinde, hatta dünyanın ekonomik olarak en güçlü ve bilim­ sel olarak en ileri ülkesinde bile, yayılıyor oluşudur. Bunun al­ tında yatan neden, bilimin insana ve onun niyetlerine evrende tesadüfen olan şeyler gibi davranırken, dinin insanı merkeze oturtmasıdır. Bilim, insanların, ölüm, aldatılma, ani felaketler, yalnızlık ya da sevgi ve adalet özlemi gibi, varoluşla ilgili kay­ gılarına çözüm bulmaya uygun değildir. Bilim ne yapmamız gerektiğini söyleyemiyor, yalnızca ne yapabileceğimizi söyle­ yebiliyor. Din güçleniyor, çünkü o, insanların duygusal özlem­ lerine, toplumun ahlaki ihtiyaçlarına cevap veriyor, hatta aile ilişkileri ve uzun süreli yakın ilişkilerin olmadığı daha karma­ şık ve hareketli toplumlarda, bu açıdan daha etkili oluyor. Fiziksel evrenin yapısı ve tasarımına bilimsel açıdan baka­ cak olursak: 1. İnsanlar, evrenin maddi gelişiminin rastlantısal ve ken­ diliğinden ortaya çıkan ve evrenin işleyişine ilişkin genel sap­ tamalarda, nerdeyse tümüyle ilintisiz ve kolayca gözardı edile­ bilir olan bir sonucudur.


JOHN BROCKMAN

Dünya dışında -bizimkinden farklı ya da ona benzeyenbizi izleyen ve bizim ihtiyaçlarımızla ilgilenen akıllı bir yaşam biçimi yok. Yalnızız. 2. Çevremizde gizli tuzaklar ve nedenler arayan insan ze­ kası ve aklı evrim geçirdi ve hayatta kalma mücadelesinde, sev­ gi arayışında ve toplum içinde bir yer edinme ve aidiyet özle­ minde hep hayvani tutkularımıza bağlı kalacak. Bu zekaya sa­ hip insan, yalnızlığa, ölüm (tek tek ya da topluca) beklentisine tahammül ettiğinden fazla tahammül etmiyor. Bilim, dinin sahip olduğu umuttan yoksundur. Ama din bilime ya da bilim dine engel oluşturmuyor mu? Aslında hayır. Din ve bilim arasındaki çatışmada (ki bu çatışma farklı biçimlerde ortaya çıkar ve sadece bilimden ya da sadece dinden kaynaklanmaz; Calvin, zorbalara boyun eğ­ meyi Tanrıya güvenmenin göstergesi olarak kabul ediyordu, Franklin Amerika Cumhuriyetinin düsturunun ‘Zorbalığa isyan Tanrıya itaattir’ olmasını istemişti) sosyopolitik çıkar­ ları bir yana bırakırsak, bilim ve din arasındaki önemli fark, gerçek bilginin dindarlığın başlıca amacı değil, sadece destek­ leyici bir rol oynuyor olmasıdır. Katolik kilisesi daha son on yıl içinde Kopernik, Galileo ve Darwin’in haklılığını istemeye istemeye kabul etti. Eskiden, onların teorilerine maddi dünya­ ları birleştiren evrensel düzen için tehlike oluşturdukları için karşı çıkılıyordu. Maddi dünyanın çekirdeğini çıkarıp almak, bir nilüferin içinde büyüdüğü havuzun suyunu boşaltmak gibi olurdu. Birleşik evrende inancın devam edebilmesi için maddi ve manevi bağları yenilemek ve yeniden oluşturmak için uzun bir zaman gerekiyordu.

193


Efsaneler ve Masallar Doğru Değil TODD E. FEINBERG Todd E. Feinberg, Albert EinsteinTıp Koleji'nde psikiyatr ve nörolog; aynı zamanda TheLostSelf:PathologiesoftheBrain and Idenîity (Kayıp Benlik: Beyin ve Kimlik Patolojileri) adlı kitabın yazarı.

‘Efsanaler ve masşllar doğru değil.’ Paskalya Tavşanı, Noel Baba falan yok ve belki de Musa hiçbir zaman yaşamadı. Daha da kötüsü, ben evreni yöneten yüce bir gücün varlığına inanmak­ ta giderek daha çok zorlanıyorum. İşte benim tehlikeli fikrim bu. Benim dünya görüşümü ve kişisel korkularımı paylaşma­ yan kişiler için bu fikir tehlikeli değil, diğerleri içinse de doğru olmasının pek fazla önemi yok. Ama benim için kelimenin tam anlamıyla korkunç. Bu fikir üzerinde düşünmeye, benlik kavramları ve ego fonksiyonları zarar görmüş olan beyin hasarlı hastalarımı mu­ ayene ederken başladım. Bu hastaların bazılarında, (hastalık ve iyileşme -ya da tersi- sürecinde)*, kendi vücutları, sevdikleriyle ilişkileri ve kişisel deneyimleriyle ilgili uzun süreli sanrılar ve metaforik konfabülasyonlara (masallama, ç.n.) neden olan benlik ve beden ilin­ tisi kuramama rahatsızlıkları gelişiyor. Sağ lobunda felç olan ve sol kolunu kullanamayan bir hastam kolunun çete üyeleri tarafından kardeşinden koparılıp, East Nehri’ne atıldığını ve sonra onun omzuna dikildiğini iddia ediyordu. Rüptüre beyin

194


JOflN BROCKMAN

anevrizması ve amnezisi olan ve hastalığını yadsıyan bir başka hastam, tıbbı yardıma muhtaç (hayali) bir çocuğu evlat edin­ mek istediğini söylüyordu. Değişime uğramış nörolojik durumlar ve bu nedenle tam olarak çalışan bilincin empoze ettiği baskılardan kurtulmuş hastaların yarattığı bu kişisel öyküler rüya benzeri bir özelliğe sahip ve bu durum hastaların kendileri hakkındaki inançlarını dışa vuran kişisel efsaneleri oluşturuyor. Hasta, kişisel yaşantı­ ların, içinde, gerçek ya da hayali dış kişiler, nesneler, yerler ve olaylar biçiminde kristalize olduğu bir metafor yaratıyor. Bu olunca, metafor sembolik bir rol oynuyor ya da hastalarının kendi içinde oluştuğunun farkına varmadığı duygularının dışa vurulmasını sağlıyor. Hastalarımın öyküleri ve sosyal kabul görmüş masallar ve efsaneler arasında yakın bir ilişki var. Bu ilişki, hikayeler özel­ likle benlik kaybı ya da ölümle ilgili olduğunda daha çok orta­ ya çıkıyor. Pek çok insan için ölümün kavranması ve onun ben­ lik imajı içinde yer alabilmesi çok zor. Çoğu insanın yaşamayı sürdürebilmesi için ölümü yadsıması gerekiyor. Bu nedenle, kültürel ve dinsel kurumlar, insanın ölümün kaçınılmazlığı ile başa çıkabilmesi için, ebedi yaşam metaforları yaratıyor. Bana öyle geliyor ki, tıpkı hastalarımın, zor durumlara katlanabil­ mek için onların yerine metaforik durumlar yaratması gibi, meleklere, ilahi güçlere, sonsuza dek yaşayacak ruhlara inan­ mak da, çoğumuzun tam olarak kavrayıp kabul etmesi zor olan gerçeklikler için yaratılmış metaforlar olarak görülebilir.


Ana-babalık Ehliyeti DAVI D LYKKEN David

Lykken,

bir

davranış

genetikçisi

ve

Minnesota

Üniversitesi'nde emekli olduktan sonra da çalışmalar yapan bir Psikoloji profesörü. Ayrıca Happiness (Mutluluk) kitabı­ nın yazarı.

Torunlarımın zamanında, Amerika Yüce Mahkemesinin babalık ehliyeti gerektiren yasaları kabul edeceğini sanıyorum.

ana-

Türümüzün evrimsel olarak benimsediği bir yöntem olan çocukların toplum içinde sosyalleştiği gelenekçi toplumlarda suç oranı çok düşüktür. Modern Amerika Birleşik Devletlerinde, bekar anneleriyle yaşayan babasız çocukların sayısı 1969dan bu yana yüzde 400 artarak günümüzde 10 milyona ulaştı. (Bu arada, şiddet suçu oranı 1994de hafifçe düşmeden önce, yüzde 500e çıkmıştı.) 1990da, elli eyaletin tamamında, şiddet suçu ve yasa dışı doğumların birbirine oranı 0.70 idi. Gözetim altındaki çocuk suçlular, ergenlik yaşlarında ha­ mile kalanlar ve evden kaçan gençlerin yaklaşık yüzde yetmişi babasız çocuklardır ve bence tüm bunların nedeni de babasız büyümeleridir. Bu korkunç eğri yükselmeye devam ettiği için, sanırım sonunda ana-babalık ehliyetine gereksinim duyacağız: “Yirmi bir yaşında, evli ve kendi ayaklarının üzerinde durabi­ len biri değilsen bu bebeğe sahip olamazsın!” Sadece toplumun güvenliği için değil, aynı zamanda bu bebeklerin yaşama şansı olsun, özgür olabilsinler ve mutluluk hedefleri olabilsin diye.

196


Sıfır Ana-baba Otoritesi JUDITH RICH HARRIS Judith Rich Harris, bağımsız bir araştırmacı ve teorisyen. The Nurture Assumption (Çocuk Yetiştirme) ve No TvvoAlike: Humarı Nature and Human Indiviuality (Hiçbir Şey Başka bir Şeye Benzemez: İnsanın Doğası ve Bireyselliği) kitaplarının yazarı.

Ana-babaların, çocuklarının kişiliği, zekası ya da ev dışında­ ki davranışları üzerinde (genetik etkiler hariç) hiçbir etkisinin olmadığını iddia etmek tehlike olur mu? Daha doğrusu, bu id­ dia yanlış mı? Ana-babaların bunu çevresel yollarla yapabilme gücü tamamen sıfır dediğim zaman yanılıyor muydum? Bir itiraf: On yıl önce bu fikri ilk kez ortaya attığımda, kendim de tam olarak inanmıyordum. Konuya bilimsel açıklık getirebilmek için aşırı bir uçta -sıfır ana-baba etkisi üzerine bir sıfır hipotezi- yer aldım. Kendimi kolay hedef haline geti­ rerek, egemen çevrelerin -akademik dünyanın araştırmacı psi­ kologları- oklarını üzerime çekip beni öldürmelerine davetiye çıkardım. Bunun onlar için bu kadar zor olacağını bilemezdim. Ana-baba etkisinin çok büyük olmadığı daha o zamandan bel­ liydi ama sonunda kabul etmem gerekecek ki küçük bir etki mutlaka olmalı diye düşünüyordum. Egemen çevrelerin beni vurup öldürememesi gerçekten çok şaşırtıcı. Hatta son zamanlarda, bir gelişim psikoloğu, henüz ana-babaların çocuğu şekillendirdiğine ilişkin bir ka­

197


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

nıt bulamadıklarını itiraf etti ama hâlâ yeterince araştırırlarsa sonunda bir kanıt bulacaklarına inanıyordu. Bu psikoloğun yol arkadaşları onun kadar açık sözlü olamadı. ‘Ana-babaların çocuklar üzerinde etkili olduğunu gösteren düzinelerce kanıt var!’ deyip durdular ama belki de bu araştırmalar benim ye­ terli kontrollerin ve uygun istatistiksel analizlerin yapılmadığı­ nı göstererek çürüttüğüm araştırmalar olduğu için olsa gerek, sonrasında bunların neler olduğunu söylemeye zahmet etme­ diler. Ya da ana-baba etkisinin olduğuna ilişkin sağlam kanıtlar sağlayacak yeni araştırmaları olduğunu söylediler ama bunda da sıkıştılar çünkü bu çalışma hiçbir mesleki dergide yayınlan­ mamıştı. Araştırdığımda böyle bir çalışmanın yapıldığına (ya­ pıldıysa da iddia edilen sonuçların alındığına) dair hiçbir kanıt bulamadım. Olsa olsa, anlamlı (ya da yayınlanabilir) olamaya­ cak kadar az veri içeren başlangıç aşamasında bir çalışmaydı. Ben buna vaporware (reklamı yapılan ama henüz piyasaya çıkmamış belki hiçbir zaman çıkmayacak bilgisayarlı ürünler ç.n) diyorum. Bunların bazıları efsane haline gelmiş. Stephen Suomi’nin sinirli yavru maymunlarla yaptığı ve ‘şefkatli’ üvey anneler tarafından büyütülen yavruların sakin, sosyal olarak kendilerine güvenli yetişkinler olduğunu kanıtladığı düşünülen deneyi duymuş olabilirsiniz. Belki de, Jerome Kağanın, sinir­ li bebeklerle yaptığı ve ‘aşırı koruyucu’ (yani şefkatli) anneler tarafından büyütülen bebeklerin büyüyünce korkak olduğunu ortaya koyduğu düşünülen deneyi duymuşsunuzdur. Bu gibi araştırmacılar benim fikirlerimi tehlikeli bulabilir. Fakat sıfır ana-baba etkisi fikri başka bir bağlamda tehlikeli midir? Öyle olduğu iddia ediliyor. İşte size Amerikan Psikoloji Derneği eski başkanı Frank Farley’nin 1998 yılında bir gazete­ ciye söyledikleri: Harris’in tezi görünüşte saçma ama ana-babaların bu saçmalığına inanmaları halinde olacakları düşünün! “Nasıl olsa bir şey fark etmiyor” diye bazılarının çocuklarına

198


JOHN BROCKMAN

kötü davranmasına neden olabilir mi? Uzun bir günün sonun­ da yorgun düşmüş ana-babalara, “nasıl olsa bir şey fark etmi­ yor” diye çocuklarına hiç ilgi göstermemeyi telkin eder mi? Farley, ana-babalarm, çocuklarına yalnızca iyi insanlar olsun­ lar diye iyi davrandığını ve eğer ana-babalar çocuklarının nasıl insanlar olacağı konusunda hiçbir etkiye sahip olmasalar, onla­ ra kötü davranabileceklerini veya onları ihmal edebileceklerini söylüyor. Ve bana saçma görünen de bu. Çoğu anne şempanze yav­ rularına karşı yumuşak ve onlara iyi bakıyor. Şempanzeler ileride yavrularının nasıl bireyler olacağı üzerinde etkilerinin olacağını düşünüyor mu? Frank Farley evrimsel biyoloji ve ev­ rimsel psikoloji hakkında hiçbir şey bilmiyor mu? Benim düşüncem başımızdakiler tarafından tehlikeli gö­ rülüyor ama bence hiç tehlikeli değil. Tam tersine; eğer insan­ lar bunu kabul ederse, bu yeni bir soluk getirir. Aile yaşamı hem ana-babalar, hem de çocuklar açısından düzelir. Ana-babaların, çocuklarının narin ruhlarını şekillendirebilecek gücü olduğu inancının (bizim kültürümüzde bu zorunlu) sonuçla­ rına bir bakın. Ana-babalar çocuklarının tüm taleplerini kar­ şılayabilmek için kendilerini paralıyor çünkü yavruları -hem insanın hem de diğer canlıların- ihtiyacı olduğundan fazlasını talep etmek üzere şekillendirenin evrim olduğunu bilmiyorlar. Aile yaşamı sahteleşti, çünkü ana-babalar, çocuklarının her zaman sevildiğini hissetmeye ihtiyaç duyduğuna inanıyor ve kendilerini belli bir zamanda ya da belli bir çocuğa karşı ye­ terince sevecen hissetmiyorsa numara yapıyor. Övgü çuvalla veriliyor ama bu da onun değerini azaltıyor. Çocuklar evlerin efendileri olmuş durumda. Peki, tüm bu özveri ve çabadan ana-babanın kazancı ne oluyor? Koca bir sıfır. Bugünkü çocukların, benim çocuk ol­ duğum altmış yıl öncesinin (evlerin yetişkinler tarafından ve


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

yetişkinler için yönetildiği, fiziksel cezanın rutinin bir parçası olduğu, babanın genellikle evde olmadığı, övgünün nadir bu­ lunan ve değerli bir meta olduğu ve ana-baba sevgisinin açıkça ifade edilmesi için ölüm döşeğinin beklendiği zamanlar) ço­ cuklarından daha mutlu, daha kendine güvenli, daha az kav­ gacı ve akıl sağlığının daha yerinde olduğunu gösteren hiçbir kanıt yok. Benim fikrim tehlikeli mi? Ben çocuklara kötü davranılmasım ya da ihmal edilmesini hiçbir zaman hoş görmedim; hiçbir zaman ana-babaların önemli olmadığına inanmadım. Ana-baba ve çocuk arasındaki ilişki önemlidir ama evli çift­ ler arasındaki ilişki de aynı şekilde önemlidir. îyi bir ilişki, bir tarafın diğerine özen gösterdiği ve onu mutlu etmekten mutlu olduğu bir ilişkidir. İyi bir ilişki, bir tarafın başlıca amacının diğer tarafın kişiliğini değiştirmeye çalıştığı bir ilişki değildir. Asıl tehlikeli -belki burada trajik sözcüğünü kullanmak daha doğru olur- olan, egemen çevrelerin, ana-babanın bütü­ nüyle etkili ve bu yüzden bütünüyle kusurlu olduğu düşünce­ sidir.


Duygusal Zeka Üzerine Odaklanma JOHN GOTTMAN John Gottman, bir psikolog ve VVashington Seattle'da bulu­ nan Gottman Enstitüsü'nün kurucusu. Son yazdığı kitabın adı The Relationship Cure: A 5-Step Guide for Building Better Connections with Family, Friends, andLovers (İlişki Kürü: Aile, Arkadaşlar ve Sevgililer İle Daha İyi Bağlar Kurmak İçin Beş Adımlık Rehber.)

Benim bildiğim en tehlikeli fikir duygusal zeka fikridir. Psi­ kolojideki bilişsel nörobilim devrimi bağlamında, duygular üzerine olağanüstü bir yoğunlaşma söz konusudur. Duygusal zeka diye bir şey olduğu, bunun bir nörobilime sahip olduğu, bireyler-arası (yani tek bir beyin içinde değil, iki beyin arasın­ da) olduğu fikri insan psikolojisine ilişkin oldukça devrimci kavramlardır. Bu aynı zamanda, çocukluk, çiftler, aile, yetişkin gelişimi, yaşlılık ve benzeri konuların ele alınmasında da bir devrimdir.

201


'Uzlaşmazlık' Üzerine Bir Kakafani ALISON GOPNIK Alison Gopnik, Berkeley'deki California Üniversitesi'nde psi­ kolog ve TheScientistin the Crib: WhatEarlyLearning Telis Us About the Mind (Beşikteki Bilim İnsanı: Eski Öğretiler Zihin Hakkında Ne Söylüyor?) adlı kitabın (Andrevv N. Meltzoff ve Patricia K. Kuhl ile birlikte) yazarı.

Bilim insanlarım tehlikeli fikirlerini pek de iyi bir fikir olmayabilir.

açıklamaya

özendirmek

îyi bilim insanları (tanım gereği), aykırı ve inatçı olma eği­ limindedir; alışılmadık bir fikri muhalefete rağmen savunmak kadar zevk aldıkları bir şey yoktur. Gerçekten de inatçılık ve aykırılık, bilimin para birimi gibi bir şeydir (hiç kimse başka herkesin düşündüğünü düşünmek istemez). Bilim insanları hep çöp adamdan oluşmuş klişe muhalefet yaratıp dururlar— ki korkusuzca üstesinden gelebilsinler. Eğer bunu, bilim insanı olmayanların gelenekçi fikirlerine karşı çıkmakla birleştirirse­ niz, bilimsel kendini beğenmişlik ve kendinden eminlik için özgün bir formül elde edersiniz. Biz bilim adamları, bu muha­ lif yanımızın, küresel ısınma karşıtlarının ya da akıllı-tasarım savunucularının, fikirlerinin rağbet görmemesini bu fikirlerin kabul edilmesi, hiç olmazsa tartışılması gerektiğinin bir kanıtı olarak gösterdiğinde pis pis yüzümüze sırıttığını görüyoruz. Sorun kamudaki aydınlar için de büyüktür. Çünkü med­ ya da, aykırı, rağbet görmeyen ya da ahlaki olduğu kuşkulu ve • 202


JOHN BROCKMAN

‘tartışmalı’ fikirleri öğrenmeyi, sıradan maneviyat ve düşünce­ leri öğrenmeye tercih eder. Hiç kimse, herhangi bir işte kızların erkekler kadar iyi olduğuna, ırklar arasında IQ farkı olmadığı­ na, ya da çocukların ana-babaları tarafından etkilendiğine dair bir gazete makalesi yazmak istemez. Elbette, bilimsel geçerliliği olan sonuçların ahlaki olarak da rahatlatıcı olması için hiçbir neden yoktur (ama olmaması için de bir neden yok). Bir fikrin rağbet görmemesi ya da şok etkisi yaratması, onun doğru olduğunun göstergesi değildir; bir fikir hem popüler hem de doğru olabilir. Daha açık söyleyeyim, bi­ lim insanları ahlaken tehlikeli olma potansiyeli taşıyan bir fikre sahip olduğunda, ona tereddüt ve tevazu ile yaklaşmalıdır. Ay­ rıca bunu, Isaiah Berlin’in söylediği gibi, insanın büyük traje­ disini -evrenin manevi düzenini doğrulayan çelişkili gerçekler vardır ve insanlar çoğu zaman basit ve kesin yanıtları olmayan çelişkili durumlar yaşar- kabullenirken de yapmalı. Doğru ve ahlak kimi zaman birbiriyle rekabet halinde ola­ bilir ama bu bir trajedidir, kendimizi kutlama nedeni değildir. Bilim insanları (onlara kuşkusuz ben de dahilim) için tevazu ve empati, gurur ve kendine güven kadar kolay hissedilen duy­ gular değildir ama belki tam da bu yüzden, bunlar ulaşmaya çalışmamız gereken erdemlerdir. Kuşkusuz, bunun kendisi tehlikeli bir fikirdir. İnatçılık ve aykırılık da gerçek bilimsel erdemlerdir. Ayrıca, günümüzün son derece bilim dışı politik ikliminde, bilim düşmanlarını rahatlatacak herhangi bir şey yapmak çok tehlikelidir. Bence bilimin yüz yüze olduğu tehlike çekingenlik ve oto-sansürden kaynaklanmıyor. Daha büyük bir olasılıkla bu tehlikenin kay­ nağında ‘uzlaşmazlık’ kakafonisi var.

■ 203


Uygulamalı Tarih STEVVART BRAND Stewart

Brand,

Whole

Earth

Catalog

(Tüm

Yeryüzü

Kataloğu)'nun kurucusu ve The ClockOfthe Long Now (Uzun Şimdiki Zaman Saati) kitabının yazarı.

Tüm tarihçiler, gelecek hakkında kesinlikle konuşmamaları ge­ rektiğini bilir. Onların disiplini gerçek olgular ile ilgilenmeyi gerektirir ama bu, geleceğin henüz sahip olmadığı bir şeydir. Sağlam bir tarih teorisi geleceği kucaklayabilir ama böylesi teo­ rilere şu ana kadar hep kuşkuyla bakıldı. Bu nedenle tarihçiler, devlet politikaları oluşturma sürecine katkıda bulunmayı teklif etmezler, onlardan bunu yapmaları da istenmez zaten. Bu işi ekonomistlere bırakırlar. Ancak politika oluşturanlar arasındaki tartışma, her za­ man tarihin -çoğunlukla en basit formu ile olsa da- yardımına gereksinim duyar. ‘Münih’ ve ‘Vietnam’ detaylar bir kenara bı­ rakıldığında, belli bir başarısızlığı, ‘Marshall Planı’ ve ‘İnsanın Aya Ayak Basması’ ise belli bir tür başarıyı temsil eder. Tarihin böylesine totemleştirilmesi, tarihten ders çıkarmak ile bağdaş­ maz, bu nedenle Santanya’nın uyarısı hâlâ geçerli: Tarihten ders almayı bilmeyenler, onu tekrarlamaya mahkûmdur. İşte size tehlikeli bir fikir: Ya politika yapanlar tarihçilere başvurmak zorunda ve tarihçiler de yardım etmeye çalışmak zorunda olsaydı?

• 204


JOHN BROCKMAN

Ayrıca, ya yalnızca tavsiyede bulunmak yerine üretken ol­ salardı? Tarihçiler uygulamalı tarih adlı bir alt disiplin oluştur­ maya girişebilirdi. Bu konuda, kayda değer bir tek kitap var. 1988 yılında ba­ sılan, Thinking in Time: The Uses of History for Decision Makers (Zamanda Düşünmek: Karar Alma Yetkisini Elinde Bulundu­ ranlar İçin Tarihin Yararlan) kitabı bugün artık sağ olmayan Richard Neustadt ve uzun süre Harvard Yönetim Bilimleri Okulunda bu konuda ders veren Ernest May tarafından yazıldı (Şimdi Tarihten Ders Çıkarma [Reasoning from History] adlı bir ders aynı okulda Alexander Keyssar tarafından veriliyor). Eğer yanlış uygulanırsa, uygulamalı tarih devlet politika­ sı oluşturma eylemini felce uğratır ve tarih pratiğini yolundan saptırır ve bu da bir tehlikedir. Doğru uygulanırsa, karar alma süreçlerini ve politikaları daha sofistike ve daha uygulanabilir kılar ve tarih eğitiminin hak ettiği düzeye gelmesine katkıda bulunur.

■ 205


Kabile Toplumlar Çevrelerine Zarar Veriyor ve Savaş Çıkarıyor JARED DIAMOND Jared Diamond UCLA'da biyolog ve coğrafyacı. Son kita­ bının adı, Collapse: How Societies Choose to Fail or Succeed (Çöküş:Toplumlar Başarı ve Başarısızlığı Nasıl Seçer?).

Bu fikir niçin tehlikeli? Çünkü günümüzde birçok insan, ka­ bile toplumlara kötü davramlmaması gerektiğini, çünkü onla­ rın, bizim gibi devlet yurttaşı olan kötü insanların yaptığı kötü şeyleri yapamayacak kadar iyi kalpli, olgun ve barışçıl olduğu­ nu düşünüyor. Bu fikir tehlikeli, çünkü kabile toplumlara kötü davranılmamasının sebebinin bu olduğunu düşünürseniz, bu fikrin doğru olduğunun kanıtı onlara kötü davranılmasının uygun olabileceğini düşündürür. Gerçekten de, bu tehlikeli fikrin doğru olması bana korkunç görünüyor. Oysa biz başka insanlara etik nedenlerle iyi davranmalıyız, çok büyük bir ola­ sılıkla yanlış olduğu ortaya çıkacak naif antropolojik teoriler nedeniyle değil.

• 206


Hiçbir Şey CHARLES SEIFE Charles Seife, New York Üniversitesi'nde gazetecilik profe­ sörü ve Zero: The Biography of a Dangerous Idea (Sıfır: Tehli­ keli Bir Fikrin Biyografisi) adlı kitabın yazarı.

Hiçbir şey hiçbir şeyden daha tehlikeli olamaz. İnsanlık sıfırdan ve boşluktan hep rahatsız olageldi. Eski Yunanlılar onları doğaya aykırı ve gerçek dışı olarak niteledi. Teologlar, Tanrının ilk eyleminin ex nihilo (hiçbir neden yok­ ken ç.n.) yaratarak boşluktan kurtulmak olduğunu öne sürdü ve ortaçağ düşünürleri sıfırı ve diğer Arap ‘sıfır’larını (burada yazar hem sıfır, hem solda sıfır hem de rakam anlamına gelen cipher’ sözcüğünü tercih etmiş ç.n.) yasaklamaya çalıştı. Ama boşluk her zaman bizi çevreliyor. Yüreklerimizin çevresinde toplanıp, kendimizi evrenin sıcacık, dopdolu ve davetkar oldu­ ğuna inandırmaya çalıştığımızda bile, hiçlik boş göz yuvaların­ dan bize bakıyor.

• 207 •


Her Şey Anlamsız SUSAN BLACKMORE Susan Blackmore bir psikolog, kuşkucu ve pek çok başka kitabının yanı sıra Consciousness: An Introducton (Bilinçlilik: Giriş)'in yazarı.

Biz insanlar amaçlarımızı süsleyebiliriz, süslüyoruz da ama ev­ renin hiçbir amacı yoktur. Çevremizde gördüğümüz son derece karmaşık ve çok güzel tasarlanmış şeyler hiçbir amacı olmayan bir süreç sonucunda oluştu: Doğal ayıklanma yoluyla evrim. Bu, mikroplardan fillere, gökdelenlere, bilgisayarlara ve hatta içimizdeki öze kadar her şeyi kapsıyor. İnsanlar canlıların doğal ayıklanma yoluyla oluştuğu fikri­ ne alıştı ama insanın yaratıcılığının da, genler değil de memler -kültürel bilgi birimleri (genlerin kültürel emsalleri, kültürel birikimin kuşaktan kuşağa geçmesini sağlayan bilgi birimleri ç.n.)- üzerinde devam eden benzer bir süreç olduğunu kabul­ lenmekte zorlanıyorlar. Onlar bunu, insanın eşsizliğini, tekliği­ ni ve yaratıcılığını elinden almak gibi görüyor. Kuşkusuz böyle bir şey söz konusu değil, benzersiz oluşu, yaratıcılığının kaynağı olan içsel bilinçli benlik olmaktan çok, her bireyin genlerinin, memlerin ve çevrenin özel bir kombi­ nasyonu ile açıklansa da her insan eşsizdir. Bu durumda, bence şöyle söylemek doğru (ama tehlikeli) olur: Siz bu yazıyı benim yazdığımı düşünebilirsiniz ama aslında o, anlamsız evrende birbiriyle yarışan memler tarafından yazıldı.

• 208


Memlerdeki Nüfus Patlamasına Yetecek Kadar Zihin Yok DANIEL C.DENNETT Daniel C. Dennett bir felsefeci, üniversite profesörü veTufts Üniversitesi'ndeki Bilişsel Araştırmalar Merkezi'nin başkan yardımcısı. Breakirıg the Spell: Religiorı As a Natural Phono-

menon (Büyüyü Bozmak: Doğal Bir Olgu Olarak Din) yazdığı son kitabın adı.

Fikirler tehlikeli olabilir. Örneğin Darwin’inki. Tüm buluş sa­ hibi insanları ve diğer yenilikçileri, yarattıkları şeylerin çevre üzerindeki etkisini önceden analiz etmekten sorumlu tutuyo­ ruz ve fikirlerin çok büyük çevresel etkileri olabileceği için, biz düşünürlerin, aklımıza gelen herhangi müthiş bir saklı tutma sorumluluğunun dışında bırakılmamız için hiçbir neden göre­ miyorum. Bu yüzden, eğer böyle tehlikeli bir düşüncem olsaydı, onu güvenle açıklayabilecek zemini hazırlamanın bir yolunu bula­ na kadar ağzıma kilit vururdum. Bu yılın Edge sorusunu ya­ nıtlayan diğer insanların da benim gibi düşündüğünü ve aynı şekilde davrandığını sanıyorum. Bu durumda, bazı insanlar düşündükleri her şeyi söylemiyor olabilir. En tehlikeli fikirleri­ ni kendilerine saklıyorlar. Ancak, kafamı kurcalayan ve şu ya da bu haliyle doğru ol­ ması kaçınılmaz olan bir fikir var ve görebildiğim kadarıyla bu fikri açıklamak sorun yaratmaz. Hatta yararı bile olabilir. 209


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

İnsan nüfusu hâlâ artıyor ama hiçbir yerde memlerdeki nüfus artışına yetişemiyor. İnsan beyninde memlere ayrılmış sınırlı bir bölüm için rekabet var ve (bu böyle devam edemeye­ ceği için) bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Aralıksız ve çoğu kez teknik olarak dahice çabalarımız ve doyumsuz yenilik arzumuz sayesinde, her alanda, her konuda ve her tarzda çağlayan gibi akan bir bilgi seli yarattık. Şimdi, ya (1) bu selde boğulacağız ya da (2) boğulmayacağız. Her iki alternatif de son derece rahatsız edicidir. Boğulmaktan neyi kastediyorum? Psikolojik olarak bu taşkınla başa çıkamayıp altında ezileceğiz ve bu tasavvur edi­ lemeyecek kadar fazla bilginin yarattığı bıkkınlıkla hayatımızı güzelleştirecek kararları veremez olacağız (Evelyn Waugh’nun kara mizah filmi Sevgili’ den bir sahne hatırlıyorum. Mumyacı Bay Joyboy’un boğazına düşkün annesi mutfak zemininde yat­ mış, çaresizce ağlayarak devrilmiş buzdolabından damlayacak bir lokma yemek için yalvarıyordu). Labirentte kaybolacağız, içinde bulunduğumuz durumdan para -ya da sadece daha faz­ la memetik (genetik sözcüğüne benzetilerek türetilmiş sözcük ç.n.) replikasyon- pompalamanın yolunu bulan herhangi bir güç tarafından yağmalanacağız. Dünyalar Savaşı’nda, H. G. Wells, uzaylı işgalcilerimizi dize getirecek olanın ileri teknoloji ürünü silahlarımız değil, mikroplarımız olabileceğini görmüş­ tü. Aynı şekilde, kendi zihnimiz, kötü niyetli propagandistler ya da beynimizi yıkamak isteyenlerin şeytani manipülasyonlarına direnip, dile takılıveren tüm o şarkı parçacıklarına yenik düşebilir mi? Eğer boğulmazsak, nasıl başa çıkacağız? Bir şekilde infosfer’in (bilgi atmosferi ç.n.) yükselen dalgalarında yüzmeyi öğrenirsek, bu bizim -yani torunlarımızın ve onların torun­ larının- artık yakında ölmüş büyüklerimizden çok çok farklı olmamızı gerektirecek. O durumdaki ‘biz’ nasıl bir şey olacak? (Birkaç yıl önce, Douglas Hofstadter, ‘2093’de Biz Kim Olaca­

■ 210


JOHN BROCKMAN

ğız’ başlıklı mükemmel bir oyun yazdı. Bu oyunda, Hofstadfer ‘insani’ değerlere sahip robotların (giderek aptallaşan ve bizim değer verdiğimiz şeylere değer vermeyen çocuklarımızın sos­ yal rollerini üstlenen robotlar) yapıldığını canlandırıyordu. Bu gruplardan (yani çocuklarımızın ya da robotların yalnızca biri­ nin iyiliğini sağlayabilecek olsaydık) hangisini seçerdik? Hangi grup ile özdeşleşirdik? Pek de uzak olmayan gelecekte, ‘biz’ ister memeli olalım ister robot, neler biliyor olacağız ve ayrıca, ortak amaçlarımız, bu denizde yüzen ve yeni yüklenmiş bilgi jetleriyle çalışıp gele­ ceğe doğru yol alan büyük geminin çalkantılı dümen suyunda kaybolmuş olacağı için neleri sonsuza dek unutmuş olacağız? Kültürel simgelerimiz ne olacak? Muhtemelen torunlarımız hâlâ birkaç referans noktasını (Mısır’daki piramitler, aritmetik, İncil, Paris, Shakespeare, Einstein, Bach...) hatırlıyor olacak ama yenilik dalgaları birbiri ardına üzerlerine geldiğinde, ne­ leri göremez olacaklar? Beatles gerçekten harika ama onların kültürel ölümsüzlüğü, Billie Holiday, Igor Stravinsky ve Georges Brassens gibi daha az tanınan 20. yüzyıl karakterlerinin kaybedilmesi pahasına olacaksa, ortak bilgi birikimimizden geriye ne kalacak? Çok çeşitli alanlarda yaşadığımız kuşaklar arası uyum­ suzluk (büyükbabanın anlattığı fıkrayı kimse anlamaz çünkü içinde geçen karakterleri kimse tanımıyordur) muhtemelen katlanarak artacak ve öyle bir noktaya gelecek ki, dijital depo­ larımıza yığdığımız ham bilgiyi -eğer bize yabancı gelen bu materyali (belki) anlayabileceğimiz bir ‘dile çevirebilecek’ bir tür ‘akıllı’ Reşit taşları falanjı yaratamazsak- anlayabilecek hiç kimse olmayacak. Sanırım bizler, insana özgü o dört boyutlu karşılıklı anlayış olgusundaki (ki bu karşılıklı anlayış olgusun­ da güven veren paylaşılmış -paylaşıldığı görülen ve paylaşıl­ dığının görüldüğü görülen- anlayış anları vardır) payımızın, • 211


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

bilişsel güvenlik duygumuz için ne kadar önemli olduğunu gözardı ediyoruz. Gelecekte ortak bilgimize ne olacak? Bence atalarımız işin kolayını bulmuş: Bir takım ağız sulandıran dedikodular ve kişiye özel ticari sırlar ve benzerleri dışında, insanlar hemen hemen aynı şeyleri biliyormuş ve aynı şeyleri bildiğini biliyor­ muş. Bilinecek çok fazla şey de yokmuş. Gelecekte insanlar, ortak bilgi ilüzyonları (insanların siber komşuları ile ilişkide olduklarını sandığı sanal dünyalar) yaratıp bunlardan yararla­ namazlar mı? Akıllıca uygulanırlarsa, belki bir dereceye kadar bizi ko­ ruyabilecek bazı küçük ölçekli projeler görüyorum. Diyelim 1990dan önce akademik dergilerde yayınlanmış ve iyi bir ara­ ma motoru ile internette bulunamadığı için sonraki araştırma­ cılar için ulaşılamaz olan yazıları düşünün. Her şeyi tarayıp bu yazıları ulaşılabilir’ hale getirmek çözüm değil. O kadar çok var ki. Ama henüz aklı başında olan ve belli literatürleri iyi bi­ len emekli araştırmacılardan oluşan (sanal) topluluklar oluştu­ rulabilir ve bu insanlar aralarında beyin fırtınası yapıp dene­ yimlerini paylaşarak unutulmuş cevherleri ortaya çıkarabilir ve onları yeni kuşak araştırmacılar için ulaşılabilir hale getirebilir. Böyle bir iş geçmişte ilginç görülmedi, klasikçi ve tarihçiler için uygun olabilirdi ama modern fen bilimciler ve benzerleri için uygun olmazdı. Bence bu görüntüyü değiştirmeliyiz ve bilgi ormanında yol bulmakta birbirine yardımcı olmanın önemini kavrayabilmeleri için insanlara yardım etmeliyiz. Bu, okyanus­ ta bir damla olabilir ama hepimiz o değerli zihin alanının ko­ runmasını önemsemeye başlarsak, kendimizi (ve bizden sonra gelenleri) enformasyon çöküşünden kurtarabiliriz.

• 212


Dile Getirilemeyecek Fikirler RANDOLPH M. NESSE Randolph M. Nesse Michigan Üniversitesi'nde psikiyatri profesörü. Son Kitabı Deborah Carr ve İrene VVortman ile birlikte yayına hazırladığı Spousal Bereavement (İleri Yaşlar­ da Eş Kaybı)'dır.

Tehlikeli fikirlerin dile getirilmesine önayak olmak bana teh­ likeli görünüyor. Fikirlerimin tehlikeli -kesinlikle yanlış olan fikirler ve kendim için tehlikeli olanları dışında- hale gelme­ sine engel olmak için büyük çaba harcıyorum. Örneğin, kötü duyguların genlerimize iyi geldiği şeklindeki fikrim depresyon ve anksiyete hakkındaki genel kanıya terstir. Bununla birlikte, depresyonun tedavi edilmemesi gerekir şeklindeki sansasyonel fakat yanlış kanıyı paylaşmaya hazır gazetecilere kesinlikle fır­ sat vermemeliyim. Aynı şekilde, pek çok kişi Darvvinci tıp ile ilgili çalışmamdan yanlış sonuçlar çıkarıyor. Örneğin, insanın ateşinin yükselmesinin faydalı olması onun tedavi edilmemesi gerektiği anlamına gelmez. Burada şunu vurgulamak istiyo­ rum: Evrim teorisi size klinikte ne yapacağınızı söylemez, o yalnızca hangi araştırmaların yapılması gerektiğini söyler. Ayrıca, fikirlerimin daha büyük ölçüde tehlikeli bir hal al­ masına engel olmak zorunda olduğumu sanıyorum. Örneğin, Darwinci tıbbı duyan birçok insan, yanlış bir şekilde bunun soy arıtımını savunmak anlamına geldiğini düşünüyor. Ben bu insanlara benim yazılarımın yanı sıra tarih okumalarını öneri­

• 213


SENİN TEHLİKELİ FİKRÎN NE?

yorum. Kayıtlar, doğal ayıklanmanın ne kadar hızlı çarpıtılıp sosyal Darwinciliğe -yoksul insanların açlığa terk edilmesini haklı çıkarır görünen bir ideoloji- dönüştürüldüğünü ortaya koyuyor. Benzer fikirler de ortaya çıkmaya devam ediyor. Biz bilim insanları, evrim teorisinden yanlış bir şekilde türetilmiş sosyal politikalara karşı çıkma sorumluluğunu taşıyoruz. Irk üstünlüğü, dürüst insanları inciten bir başka tehlikeli fikirdir. Başka örnekler de kolayca hatırlanabilir ve bunların bazıları çabucak içinden çıkılmaz bir hal alabilir. Örneğin, erkeklerin kalıtsal olarak kadınlardan farklı olduğu fikri ayrımcılığı haklı çıkarmak için kullanıldı, ama kadın ve erkeklerin aynı yete­ neklere ve tercihlere sahip olduğu düşüncesi de zararlı olabilir. Başkaları için tehlikeli olabilecek fikirlerin açıklanması­ nı istemezken, onları ifade eden kişiler için tehlikeli olabilecek fikirler beni büyülüyor. Bunlar ‘dile getirilemeyecek fikirler’. Dile getirilemeyecek fikirler ile söylemek istediğim şey, belli bir grup içinde ifade edilmeleri yasak olan fikirler değildir. Söyle­ mek istediğim, dile getirilmeleri her zaman ve her yerde, do­ ğası gereği tehlikeli olabilecek bir grup fikir olduğudur. Bu tür dile getirilemeyecek fikirlerdir (anti-memler). Memler -hem doğru hem de yanlış olanlar- hızlı yayılıyor çünkü ilginçler ve onları yayanlara itibar sağlıyorlar. Dile getirilemeyecek fikirler -doğru ve önemli olsalar bile- kesinlikle yayılmıyor çünkü on­ ları ifade etmek bunu yapanı tehlikeye atıyor. Bu noktada, aklı başında bir bilim insanının dile getirile­ meyecek fikirler fikrinden bile niçin söz ettiğini sorabilirsiniz. Dile getirilemeyecek fikirler fikri tehlikeli değil mi? Buna yanıt bulabileceğimi umuyorum. Umuyorum ki, dile getirilemeye­ cek fikirler üzerine yapılacak dikkatli bir araştırma genel olarak insanlara zarar vermez, belki bana da vermez ve uzun süredir ihmal edilen bazı gerçekleri gün ışığına çıkarır. Örnek vermek riskli bir iş olsa da genellemeler örneklerin yerini tutamıyor. Bu yüzden, lütfen kendi verilerinizi kendiniz 214


JOHN BROCKMAN

bir araya getirin. İşte size bir deney. Kentinizin futbol takımını tutan biriyle içki içerken “Şey, bence bizim takım pek iyi değil ve kazanmayı hak etmiyordu” ya da daha tehlikeli bir mecraya adım atıp, şirketiniz işini bilen bir rakip ile başa çıkmaya uğra­ şırken, “Bence onların ürünü bizimkinden üstün çünkü onlar bizden daha zeki.” deyin. Son olarak -aslında bunu yapmanızı tavsiye edemem ama çok çarpıcı bir veri sağlar- eşiniz işte ya­ şadığı güçlüklerden söz ettiğinde, “Eğer senin yeterince çalış­ madığından şikayet ediyorlarsa, demek ki sen üzerine düşeni yapmıyorsun,” deyin. Çoğu insan, bu ‘dile getirilemez fikirler’ bir şekilde açıklandığında neler olacağını görmek için bu de­ neyleri yapmak zorunda değildir. Daha kapsamlı birçok gerçek de eşit ölçüde ‘dile getirile­ mez’. Örneğin, liderlik hakkında yazılmış makaleleri düşünün. Çoğu, liderin büyüklüğüne hayranlık ve saygı ifadeleriyle do­ ludur. Bu makalelerin pek azı, etkisini kendi kişisel çıkarlarım arttırmak için kullanan gözünü iktidar hırsı bürümüş erkek­ lerin liderlik pozisyonunda olma eğilimi hakkındadır. Bir de seks ve evlilik hakkındaki yazılar var. Bunların pek çoğu, bir yandan güvenli ilişki sürdürürken, her iki partnerin de tam do­ yuma ulaşabilmesini sağlayan bir çözüm yolu olduğunu ileri sürer. Eğer tuhaf biri değilseniz, bu tür kavramları sorgulamak tehlikeli, yok eğer tuhaf biriyseniz, o zaman da kuşkucu olma­ nız çok çok tuhaf olabilir. Son olarak, bir başka dile getirilemez fikir olan ölçüsüz bencillik fikrini düşünün. “Ben yalnızca kendi çıkarıma olan şeyleri yaparım” diyen biri sosyal olarak intihar etmiş olur. Bu tür şeyler söyleme eğilimi ayıklanır ama iyiliği, dürüstlüğü, başkalarına hizmeti savunanlar takdir görür. Bu durum ahlaklı toplum ilüzyonu yaratır ve bu da sonrasında, birleşik doğal ve sosyal ayıklanma güçleri sayesinde, sosyal yaşamı daha kabul edilebilir kılan bir gerçeklik haline gelir. 215


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Bunlar gibi birçok örnek var ama burada durmam ge­ rek. Daha fazla konuşmak ya benim başımı derde sokar ya da ileri sürdüğüm fikri saptırır. Ne dersiniz, Dile Getirilemez Makalelerimi yayınlayayım mı? Bu tehlikeli olurdu herhalde, değil mi?


Anti Gravite: Pratik Bağlamda Kaos Teorisi KAI KRAUSE Kai Krause, filozof, sanatçı, yazılım geliştiricisi ve 3DScience: New Scanning Electron Microscope Imagery (Üç Boyutlu Bi­ lim: Yeni Elektron Tarama Mikroskopu [SEM] Görüntüleme Sistemi) adlı kitabın yazarı.

Tehlikeli fikirler? Tehlikeli fikirler mi istiyorsunuz? Hem de bizim gibi insanlardan? Şunu söyleyebilirim ki, bütün bu soru­ ların kendileri bile tehlikeli fikirlermişçesine ödüllendirilmelilerdir. Tehlike her an, her yerde karşınıza çıkabilir. Eğer son birkaç yılın bize öğrettiği bir şey varsa o da son derece basit, küçük olayların, toplumda karmaşa çıkarmaya neden olabil­ diğidir. Birkaç varoş genç polislerle kedi fare oyunu oynuyor ve Bam! Yanan binlerce araba, uygulanan sokağa çıkma yasağı bütün bir Paris’i felç edebiliyor ve şehirdeki herkesi dehşet için­ de bırakabiliyor. Benim ilk düşüncem şu olmuştu: Bütün “akıllı” insanlar oturup kafa kafaya verseler... Acaba ne dereceye kadar kelime­ nin tam anlamıyla ve korkutucu bir şekilde sıradan yaşantımı­ zın temellerini sarsıp, toplumu ölü bir noktaya getirebilirlerdi! Toplum düzeninin son elli yıldaki görece masum ve kararlı yapısı, kaçınılmaz bir kaos ortamına maruz kalmamıza neden olan bir yapıya dönüşebilecekmiş gibi görünüyor. Mesela, Los Angeles’da 1980’lerde yaşanan kargaşalıklar -ki insanlar ken­ ■ 217 •


SENÎN TEHLİKELİ FÎKRlN NE?

di mahallelerini terörize ediyorlardı- gelişigüzel, testosteron hormonundan kaynaklanan (maço) ayaklanmalar olmasaydı da bu karmaşaların gerçekleşebileceğini öngörebilmiş kişiler ve gruplar tarafından bu kuvvet kullanılsaydı acaba neler olur­ du? Eğer ‘slashdotter’lar “Vay be Los Angeles’ın su şebekesi çok basit bir yapıya sahipmiş” şeklinde düşünmeye başlasalardı ne olurdu? Peki ya Wiki gibi açık kaynaklı, Dünya Ticaret Organi­ zasyonu (WTO)’nu hedef alan bir suç ağı? Görünen o ki, bütün bir Los Angeles’i çökertmek, internet tarayıcısını çökertmek­ ten daha kolay İşin bu kısmı, barda bira eşliğinde yapılan bir muhabbete kaç­ maya başlıyor, o nedenle bu konunun birtakım süper zekalara ne gibi şeyler anımsattığıyla ilgili tahminlerde bulunmak için daha fazla mürekkep harcamayacağım. Ancak, dikkatimizi çekmesi ge­ reken şey, bu gibi üzücü memlerin doğurduğu tehlike olmalıdır. Hatta bu nedenle, bu noktada konuyu biraz daha derinleş­ tireceğim: Çünkü beni asıl endişeye sürükleyen küresel terör veya şiddet unsuru içeren suçlar değil; uygarlığımızın dağılıyor olduğunun altının çizilmesidir. Hele ki, kötü niyet, şeytani güç­ lerin korkunç planları, James Bond’un azılı düşmanları veya ra­ dikal dinciler hiç değildir. Bütün bir kuleyi ayakta tutan harcın parçalanmasıdır beni asıl endişelendiren. Bununla batağına düştüğümüz trilyonlara ulaşan borçlardan da söz etmiyorum. Bu bahsettiğim şey, ilk gençlik yıllarımda, “eğer dünyadaki herkes benim gibi olsaydı, bu dünya nasıl işlerdi” sorusunu ken­ dime sorduğumdan ve işlemeyeceğini anladığımdan beri yak­ laşık otuz yıldır gözlemlediğim yavaş bir süreçtir. Gençliğimde, benim için tam da yeteri kadar ayakkabıyı yapacak yeteri kadar insanın olması ve insanların çıplak ayakla dolaşmamalarının sağlanması bana hayret verici geliyordu. Ya da insanların ardı ardına her gün aynı işleri yapması; her gün savcı, dişçi veya satıcı olmaları anlaşılır şey değildi. Neredeyse bütün “iş” olarak • 218


JOHN BROCKMAN

tanımlanabilecek işleri yapan ve bu işlerin arkasını bırakmayan insanlara karşı bu nedenlerden dolayı gönülden hayranlık bes­ liyordum... Nasıl yapıyorlardı? Ben olsam bırakın yıllarca aynı işi yapmayı, saatlerce aynı işi yaptığımda bile deli olurdum. Kim yapıyor bu ayakkabıları? Kim çekiyor bu dişleri? Bu benim ergenlik çağımda, eksik parçalara yer ararken, yapmış olduğum fevkalade içgözlemlerimdi. Fakat yakın za­ manda bu soru bana yeniden musallat oldu: “Bu dünyanın dü­ zeni nasıl işliyor? Ya da gerçekten işliyor mu?” Örneğin televiz­ yon kanallarını zaplarken bir yabancılaşma hissediyorum; ken­ dimle MTVde boy gösteren insansı grupları arasında herhangi bir bağ bulamıyorum. Özellikle gündüz kuşağında yayınlanan mahkeme filmlerinde “gerçek yaşam” izlerine ya da sadece so­ kaktaki insanların yüzlerine baktığımda, ne kadar yakından gözlemlemeye başlarsam, ürpertici gerçek beni o kadar tutsak ediyor: Bireyler, aileler, gruplar, mahalleler, şehirler, eyaletler, ülkelerin neredeyse tamamı borçlanmak ile işlevsizlik arasında havada asılı kalmış gibi görünüyor. Bütün gezegen “Herhangi bir yer” olmaya başladı, her yerde manzara bozucu marketler türedi ve her yerde arka bahçelerinde paslanmış araba dökün­ tüleri olan fakir insanlar çoğaldı. Bütün bunlar üye olmak is­ temediğim bir Groucho (1890-1977 yılları arasında yaşamış Amerikalı komedyen ç.n.) kulübü gibi. Fakat bu kadarla kalmıyor: Son on yıl içinde insanların, benim tabirimle Süper-Bireyselciliği canhıraş bir şekilde ara­ maları bütün bunları daha da rahatsız edici yapıyor. Bir anda herkes çok özel olma gereksinimini hissediyor, hatta tamamen benzersiz olmak da diyebiliriz. Hatta o kadar benzersiz olmak istiyorlar ki, bazıları sıçanlar gibi daha fazla “kişisel” dövme yaptırmak için yarışıyorlar; ama sanki damga vurulmuş sürüler gibi her alışveriş merkezindeki marka zin­ cirleriyle bağlanmış bir şekilde kişiliksiz bir aynılığı yaşıyorlar. 219


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Altın kolyeli ve uzun limuzinli rapçiler “Kaybeden olmayın! Normal olmayın!” tekerlemesini yineleyip duruyor. Ama şimdi işler değişiyor: Karınca yuvalarının işlev gör­ meleri, karıncaların düzgün davranmalarına bağlıdır ve bu toplumsal davranışı, rolünü oynamayı, görev üstlenmeyi ve bu üstlenilen görevi yerine getirmeyi gerektirir. Fakat bir anda bütün karıncalar kraliçe olmak isterlerse? Asker olmak, yuva yapmak veya yuva temizlemek artık cazip değilse? Eğer karınca televizyonu, bütün gün karıncaları, ka­ rınca doğasına aykırı davranırken gösterirse...? Gençliğimizde, ben ve arkadaşlarım yapmamız gereken şeylerden dolayı hep sızlanırdık, fakat sonunda, bütün arka­ daşlarım “normal” insanlar oldular—ortopedik cerrahlar ve profesörler, sosyal hizmet görevlileri veya tasarımcılar... Es­ kiden normalliğin sınırlarında yaşayan az insan vardı ve bu insanlarda meşhur olarak yollarını buluyorlardı, fakat genele bakacak olursak hepsi mükemmel derecede kabul edilebilir ka­ rıncalardı: 1,8 çocuk, 2,7 araba, 3,3 TV... Ancak, artık bu durumun böyle gideceğinden emin deği­ lim. Eğer bütün balayıları, Visa kart kullanarak Balide geçiriliyorsa ve Borneodaki bütün çocuklar New York’ta top oynamak istiyorlarsa, toplumun bütün kademelerinin önemli bir deği­ şikliği kaldırabilecek esneklikte olduğunu söyleyebilir miyiz? Eğer Çin ve Hindistandaki iki milyar insan, günde 6 saatten daha uzun bir süre bütünüyle Amerikan kültürüyle yoğrulmuş, asla ulaşamayacakları Hollyvvood’un kahramanlaştıran, zavallılaştıran, şiddet körükleyici ve etik değerleri ayaklar altına alan sahnelerini izleyen bir kuşak yetiştirseydi neler olurdu? Kili Bili filmini daki çaresiz gençliği gidildiği” izlenimini olmayacaklarmış gibi

izlerken Güney Amerika’nın varoşların­ gösteren sahneler, bana “yangına körükle verir. Karıncalar bundan sonra uyumlu görünüyor. Karınca yuvası, sistemin kü­ • 220


JOHN BROCKMAN

çük bir bölümünün bile işlememeye başladığı an ayakta kala­ mayacaktır. Süper-bireyselciliğe karşı olan bu anlamsız dürtüyü (ve ba­ şarısızlığa mahkum kalabalıkların Farklı Olma Arzusunu) bir grup zavallı insanın bile bir arada olmasının ne kadar önemli olduğunu fark etmeleriyle birleştirin ve buna radikal dinciliğe eğilim göstermeye başlamalarını ekleyin, işte size uzun vadeli geleceğimizin berbat görüntüsü. Pek çok eğri limitlerine doğru yükseliyor, birçok istatistik bir daha asla tersinemeyecek kadar yükseliyor. Bu foruma katkıda bulunan birçoğu, ölümsüzlükle, ışık hızının değişmesiyle, bilinç kavramının aydınlatılması ile kurt delikleri ile diğer boyutlara geçmekle, fiziğin dört temel kuvve­ tini birleştiren Büyük Birleşim Teorisiyle (Grand Unified Theory) ilgili tahminlerde bulunabilir. Bunu ayakta alkışlıyorum! Herkesin farklı şeylerle uğraşması iyi bir şey. Bunlar insanoğ­ lunun tamamı için geçerli ve gerekli sorulardır. Ancak, bence önceliklerin belirlenmesi açısından bir ayık­ lama, yeniden bir değerlendirme ve tanımlama yapmamız ge­ rekiyor. Çünkü bu sayfalarda uzak ufuklara bakarken, belki de ufalanan, parçalanan yer ayağımızı bastığımız yerdir. Karınca yuvası, karınca cehennemine gidebilir! Seneye tehlikeli fikirler yerine, “güzel” fikirleri soralım. Mesela, “Bir yıl içinde gerçekleştirilebilecek en önemli, hızlı ve pozitif küresel etki ne olabilir?” gibi pratik, ciddi ve “güzel” fi­ kirleri soralım. Ya da “Internet 3.0 ve Web 3.0’ı altı milyardan fazla potansiyel kullanıcı için küresel konular ile ilgili beyin fır­ tınası yapılan bir platforma nasıl çevirebiliriz” gibi. Bu yazıyı kıyamet tellallığı yapmak için yazmadım. Ben kendimi, gerçekçi bir pessimizmin değişikliği tetiklemede ol­ dukça yararlı bir yöntem olduğunu düşünen içtenlikli bir opti­ mist olarak görüyorum. 221


Yeni Bilimsel Prensipler Eşliğinde Yol Almak RUPERT SHELDRAKE Rupert Sheldrake, Londra'da yaşayan bir biyolog. Son çıkar­ dığı kitabı, The Sense of Being Stared At: And Other Aspects of the Extended Mind (Başkalarının Gözünü Üzerinde Hissetmek: Ve Geniş Bilincimizin Diğer Yanlarındır.

Hayvanların nasıl yön bulduğunu bilmiyoruz. Kimse güvercinlerin hedeflerini nasıl bulduğunu, kırlan­ gıçların nasıl göç ettiğini veya yeşil kaplumbağaların yumurtla­ mak için binlerce mil uzaktan Ascension adalarını nasıl buldu­ ğunu bilmiyor. Bu yön bulma eylemi, bilindik işaretleri takip etmekten veya kendini belirli bir pusula yönünde yönlendir­ mekten daha fazlasını gerektiriyor; bu belirli bir hedefe doğru yol alabilme yeteneği gerektiriyor. Bu konuda bilgisiz olmamız neden tehlikeli? Bu durumu standart fizikle, genlerle, sinirlerin yolladığı sinyallerle veya beyindeki bazı kimsayal reaksiyonlarla açıklamamız için sade­ ce biraz daha fazla zaman gerekmiyor mu? Belki. Fakat hayvanların yollarını bulmalarının günümüz fizi­ ğiyle açıklanamama olasılığı da var. Bilindik duyulara ilave­ ten, bazı hayvan türlerinin, hedeflerine doğrudan veya alansal bağlantılarla ulaşmak için bir yön duygusu olabilir. Bu durumu sağlayan uzamsal etkileyiciler hayvanların bizzat kendilerinin veya atalarının alışık olduğu bölgeler olabilir. Elimizde ne gibi gerçekler var? Güvercinlerle ilgili bildikle­ ■ 222


JOHN BROCKMAN

rimiz, diğer türlere oranla daha fazla. Güvercinler alışık olduk­ ları bölgelerde, özellikle yuvalarının birkaç mil dolayında bazı işaretleri kullanabiliyorlar; örneğin yolları takip edebiliyorlar. Ancak evlerinin yakınındaki işaretleri takip ederek güvercinle­ rin yollarını bulmaları, özel bir tür olan posta güvercinlerinin bilmedikleri bölgelerden yola çıkıp, hedeflerine yaklaşık 600 mil öteden ulaşabilmelerini ve hatta İngiliz güvercinlerinin yaptığı gibi, İspanyadan yola çıkıp, denizin üstünden uçup gel­ melerini açıklayamıyoruz. Bir güvercin meraklısı olan Charles Darwin, güvercinlerin hedefe ulaşmaları ile ilgili bilimsel bir hipotez ortaya koyan ilk bilim adamlarındandır. Darwin, güvercinlerin yola çıkmadan önce bir “kör tahmin” yaptıklarını ve bu tahminlerine yapıla­ cak bütün dönüşleri ve taklaları bir anlamda işlediklerini ile­ ri sürdü. Bu hipotez yıllar sonra, yuvalarından alınıp, çevreyi göremeyecek bir şekilde tutulan güvercinlerin, dolambaçlı yol­ lardan giden bir araç yardımıyla uzaklara götürülmesiyle test edildi. Hedeflerini olağan bir şekilde buldular. Sonra, kuşlar aynı şekilde döner platformlarda taşındılar. Sonra, yine aynı kuşlar dışarıda yapacakları yolculuk esnasında uyuşturuldular. Yine hedeflerini buldular. Gökten yardım alarak yol almaya ne dersiniz? Güneş veya yıldızlardan yardım alarak yön bulmayı içeren varsayımların bir sorunu var, o da birçok hayvan türünün bulutlu havalarda da yolunu rahatlıkla bulabiliyor olması. Bir hipotezlerin bir baş­ ka sorunu ise, gökten yardım alarak yön bulmak, aynı zaman­ da hayvanların çok hassas bir zaman kavramı da geliştirdikleri anlamına geliyor. Güneşi kullanarak yön bulma teorisini test etmek için, zaman kavramı altı veya on iki saat değiştirilmiş, serbest bırakılmadan önce yuvalarından millerce öteye götü­ rülmüş güvercinler üzerinde deney yapıldı. Bu deneyler sonu­ cunda, güvercinlerin güneşli günlerde, zamana bağlı bir güneş • 223


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

pusulası değiştirilmişçesine ters yönde gitmeye başladığı, fakat bir süreden sonra rotalarını düzelttikleri ve yuvalarına doğru olağan bir şekilde uçmaya devam ettikleri gözlendi. İki ana hipotezimiz kalmış durumda: Koku ve manyetiz­ ma. Ancak güvercinlerin evlerinin yönünü yüzlerce mil öteden koklayarak buluyor olmaları pek makul bir teori olarak kabul edilmiyor. Hatta koku hipotezinin en ateşli savunucuları bile (Floriano Papi ve meslektaşlarının yer aldığı İtalyan okulu) koklayarak yol almanın otuz mil ve üstü uzaklıklarda işe yara­ masının pek mümkün olmadığı üzerinde karar kılmış dürüm­ dalar. Bu nedenle sadece manyetizmanın algılanması kalıyor. Termitlerin, arıların, göçmen kuşların ve bazı diğer hayvan türlerinin manyetik alanları saptayabildiğini biliyoruz. Fakat güvercinlerin pusulanınki gibi bir algılama sistemi olsa bile, bu tek başına hedeflerini bulmalarını açıklayamaz. Varsayalım bilmediğiniz bir yere götürüldünüz ve elinizde de sadece bir pusula var. Pusula sayesinde, sadece kuzeyin hangi tarafta ol­ duğunu bulabilirsiniz, evinizin nerede olduğunu değil. Bu sorun ile baş etmenin en kesin yöntemi, çoklu yedek­ leme sistemlerine sahip bilindik duyu modaliteleri arasında karmaşık etkileşimlerin olduğunu varsaymaktır. Karmaşık et­ kileşim teorisi aksi iddia edilemeyecek kadar güvenli, sofistike ve de anlaşılmaz görünüyor. Bu durumda, yeni bilimsel pren­ sipler gerektiren yön duygusu fikri tehlikelidir; ama bir o kadar da kaçınılmaz.

224


Empati Üzerine Kurulu Bir Politik Sistem SIMON BARON-COHEN Simon Baron-Cohen Cambridge Üniversitesi'ndeki Otizm Araştırma Merkezi'nde psikolog ve The Essential Difference: Male and Female Brains and the Truth About Autism (Temel Farklılık: Kadın ve Erkek Beyinleri ve Otizm Hakkındaki Ger­ çek) adlı kitabın yazarı.

Yasal kurallara (sistematikleştirme) değil de empatiye dayalı bir politik sistem hayal edin. Bu dünyayı daha güvenli bir yer yapar mıydı? İngiliz Parlamentosu, Amerikan Kongresi, İsrail Knesset’i, Fransız Millet Meclisi, İtalyan Cumhuriyet Senatosu, İspanyol Congreso de los Diputados’u—bu meclislerin ortak özelliği ne? Var olan politik sistemler iki prensibe dayalıdır: İktidarı müca­ dele yoluyla ele geçirmek ve sonra yasa ve kuralları mücadele yoluyla yeniden yapmak ya da revize etmek. Mücadele, kimi zaman fiziksel (rakibinizi askeri yollarla yenmek) olur, kimi zaman ekonomik (rakibinizi fınansal kay­ naklardan mahrum etmek için ticari ambargo uygulamak), ba­ zen propaganda yoluyla (rakibinizi kötülemek için bir medya kampanyası sürdürmek) ve bazen de oylama ile ilgili faaliyetler yoluyla (lobicilik, ittifaklar oluşturma, kilit noktalardaki san­ dalyeleri ele geçirmek için mücadele) yapılır ve amaç her za­ man rakibi yenmektir. İktidara gelir gelmez yaptığınız şey, yasa ve kuralları yeni­ den yapmak ya da revize etmek olur. Bunlar anayasa madde­ • 225


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

leri, öncelik sırasına ilişkin kurallar, yargı kararları, tüzükler ve uygulamaya ilişkin diğer kanun ve yönetmelikler olabilir. Politikacılar, kendi kurala dayalı yasa teklifinin (ki onlara göre bu en iyisidir) kazanması ve muhalefetin karşıt teklifinin kay­ betmesi için mücadele eder. Bu biçimde politika yapmak sistematikleştirmeye dayanır. Önce, kazanmak için en etkili olabilecek mücadele (bunun kendisi de bir sistemdir) biçimini analiz edersiniz. Eğer X ya­ parsak, Y sonucunu alırız. Sonra yasal yönetmeliği (başka bir sistem) ona uygun olarak değiştirirsiniz. A yasasını geçirirsek, B sonucunu alırız. Arkadaşlarım ve ben kadın ve erkeklerin düşünme biçim­ leri arasındaki farklılıkları araştırdık. Çalışmalarımız, genelde erkeklerin daha sistematik olma, kadınların ise empatik olma eğiliminde olduğunu gösterdi. Çoğu politik sistem erkekler tara­ fından düzenlendiği için, sistematikleştirme prensipleri üzerine kurulu politik yapıların ortaya çıkması bir tesadüf değildir. Tehlikeli fikir bu noktada geliyor. Politik yapılar empati prensipleri üzerine kurulsaydı, durum nasıl olurdu? Bu fikir tehlikeli çünkü politikacılarımızın seçimi, politik yapıların yö­ netilmesi ve politikacılarımızın düşünce ve davranış biçimle­ rinde bir devrim anlamına geliyor. Böylesi bir alternatif politi­ ka sürecine şimdiye dek hiç fırsat tanımadık. Acaba bu şimdi sahip olduğumuzdan daha iyi ve daha güvenli olur muydu? Empati, yalnızca kendininkileri değil, başka insanların dü­ şünce ve duygularını dikkate almak başkalarının düşünce ve duygularına aman vermemek değil, onlara karşı duyarlı olmak anlamına geldiği için, kuşkusuz, kazanmak ve iktidar olmak için ‘muhalefet ile mücadele etmek’ ve ‘muhalefeti yenmek’ kavramları ile bağdaşmıyor. Halihazırda parti (ve sonrasında da ulusun) liderlerini ‘li­ derlik’ özelliklerine göre seçiyoruz. Bu liderler kesin kararlar


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

de az önce sözünü ettiğim iki kategoriden birine ya da diğerine girebilir. Öncelikle, öjenik (soy arıtımı) konusuna üstünkörü değinildiğini ve o zaman da aşağılayıcı bir şekilde ele alındığını fark ettim. 1920 ve 1930’lu yıllarda, hem sağcı hem de solcu bi­ lim insanları, ısmarlama bebek fikrini tehlikeli -tabii o zaman bu sözcüğü kullanmazlardı- bulmazdı. Bence günümüzde bu fikir, böyle bir kitapta bile rahatça tartışılamayacak kadar teh­ likeli ve bana sorarsanız, bundan Adolph Hitler sorumlu. Hiç kimse bu canavarla, küçük bir ayrıntıda bile olsa aynı fikirde olduğunun düşünülmesini istemez. Hitler korkusu, bazı yazar­ ları “böyle olmalıdır” demek yerine “böyledir” demeye ve in­ sanların da belli özelliklere sahip olacak şekilde üretilmesinin olanaklı olduğunu yadsımaya itmiş. Oysa eğer süt versin diye inek, iyi koşabilsin diye at ve sürülere daha iyi bekçilik etsin diye köpek üretebiliyorsak, matematik ya da müzik yeteneğine sahip ya da iyi sporcu olabilecek insan üretmek neden olanak­ sız olsun? “Bunlar tek boyutlu yetenekler değil” gibisinden iti­ razlar, inekler, atlar ve köpekler için de geçerli, ama bu itirazlar şimdiye kadar bu işi yapan hiç kimseye engel olamadı. Hitler’in ölümünden altmış yıl sonra, acaba, bir çocuğun müzik yeteneğiyle doğmasını sağlamak ile onu müzik dersi almaya zorlamak arasındaki ahlaki farkın ne olduğunu, hiç olmazsa sormaya cesaretimiz olabilir mi? Koşucuları ya da yüksek atlamacıları eğitmek kabul ediliyor da, onları üretmek neden edilmiyor? Bu sorulara bazı yanıtlar bulabilirim ve bun­ lar beni ikna edebilecek kadar iyi yanıtlar olabilir. Ama soruyu sormaktan bile korkmaktan vazgeçmenin zamanı gelmedi mi? Tehlikeli fikirler listesinde beni şaşırtan bir başka eksik­ lik ise insanın manevi biricikliğinin sessizce kabullenilmesi. Homo sapierılerin farkında bile olmadan kabullendiğimiz biri­ cik ve ayrıcalıklı statüsünü haklı gösterebilmek pek çok insanın

318


JOHN BROCKMAN

çınılmaz kötü son -küresel ısınma, terör eylemleri ve benzeri felaketler- kehanetinde bulunuyor? Ben 11 tane saydım, yalnız bunların bazıları, tehlikeli fikir olarak tehlikelerin abartıldığını ileri süren Yehova karşıtları. Tehlikeli fikri toplum ile ilgili olan 24, psikolojiye dokunan 20 ve ekonomi-politika üzerine yazan 14 kişi saydım. On biri şu ya da bu şekilde, en geniş anlamıyla din hakkında yazmayı tercih etmiş. Altısı, evrene ilişkin -ör­ neğin, evrende yalnız olduğumuza, ya da kafatasımızın içinde adına ‘ruh’ diyebileceğimiz şeye karşılık gelecek hiçbir şey ol­ madığına

olan

inancımızdan

kaynaklanan-

endişelerden

söz

etmiş. Altı yazar, Edge Sorusunun kendisini ele alıp tehlikeli fikirlerin açıklanmasını istemenin tehlikeli olduğunu söylemiş. Bir yazar ise, fikirlerin tehlikeli olabileceği fikrinin tehlikeli ol­ duğunu ileri sürmüş. Bu sayılar birbirlerini tümüyle dışlayan sayılar değil. Bu­ nunla birlikte, çok özel bir çift kategori fark ettim ve tüm ma­ kaleleri birine ya da diğerine sokmaya uğraştım. Bana öyle gö­ ründü ki, gerçek dünya (geniş anlamıyla gerçeklik) hakkındaki yanlış ve doğru fikirler ile ne yapmamız gerektiğine ilişkin fikirler (bunlar, ‘doğru’ ve ‘yanlış’ sözcüklerinin hiçbir anlam ifade etmediği normatif ve ahlaki fikirler) arasında, herhangi bir şekilde örtüşmelerine izin vermeyen çok kesin bir fark var. Büyük bir çoğunluğu bilim insanlarından oluşan bir grubun yazarken, geniş zamanla ifade edilebilecek fikirleri (gerçeğe dayalı, doğru-veya- yanlış), gereklilik kipiyle ifade edilecek fikirlere (normatif, politik) tercih etmesi belki doğal ama bu kadar büyük bir farkla değil. Kitaptaki 108 makalede, 68 fikrin gerçekliğe ilişkin, 40’ının ise normatif olanlar kategorisine gir­ diğini gördüm. Bu kitapta yer bulamamış tehlikeli fikirler olabilir mi? Be­ nim bu soruya yanıt olarak iki önerim var. Bu fikirlerin her ikisi

317


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Bilim insanları söz konusu olduğunda, Amerika’daki en özenilecek adres defteri John Brockman’da. Editörlüğünü yap­ tığı ‘Edge Sorusu’ her yıl, içindekiler tablosu bile başlı başına okunmaya değer bir kitap yayınlıyor. Bu kitapta, söyleyecek bir sözü olan ve bu sözü söylemeye hakkı olan yazarların makale­ leri yer alıyor. Bu yazarların hepsi görünürde aynı basit soruya yanıt veriyor. Bu yıl yanıtlamaları istenen soru, “Tehlikeli Fik­ riniz Ne?” oldu. Bakalım Edge çevresi hangi yanıtlarla ortaya çıkacak? Sahi, bu soruya hangi şaşırtıcı anlamlan yüklemeyi başaracaklar? Kim için tehlikeli? Ne için tehlikeli? Bu kitabın 108 katılımcısı spektrumu genişletiyor. Dünya için, insanlığın ve yaşamın geleceği için tehlikeli. Özel çıkarları için kullandık­ ları sistemin değişmesiyle saygınlıklarını yitirecek olanlar için tehlikeli. İnsanın kendi iç huzuru ve evrene biçtiği değer için tehlikeli.

Entelektüel

anlamda

cesur

-moda

deyişle

çizmeyi

aşan- ve cesur olmaktan başka hiçbir tehlike içermeyen fikir­ ler için tehlikeli. Neyse ki, modern Amerika’da sahibinin haya­ tı için tehlikeli fikirlerden söz etmeye gerek yok çünkü onlar egemen toplum tarafından kabul edilemez sayılıyor. Galileo işkence tehdidiyle fikirlerini yayınlamaktan alıkonuldu. Dar­ vin yaşadığı dönem açısından şanslıydı, ama onun da, eşini ve eşinin çevresini kırmamak için fikirlerini yirmi yıl boyunca açıklamadığı söylenir. Daha yakın zamanlara gelecek olursak, Lysenko Rusya’sında genetikçiler için günümüzde sıradan -as­ lında sadece doğru- olan fikirler kamuoyu baskısı ve hapis ce­ zasını göze almadan dile getirilemezdi. Bu kitap bize Edge’in çevrimiçi odasından, iyi (bir ikisi dı­ şında) fikirleriyle ünlü ve her biri kendi alanında önde gelen 108 entelektüel sunuyor. Öyleyse, onların tehlikeli fikirleri ne ve bunlar iyi fikirler mi? Kitabı okuduğumda bir istatistik ya­ pabileceğimi gördüm. Kaç tanesi, Yehova Şahitliği yapıp, ka-

316


SONSÖZ

Tehlikeli fikirler insanlığı ileriye taşıyan şeydir ve çoğunlukla bilinenlerle idare eden ve değişimden korkanları rahatsız eder. Dünün tehlikeli fikirleri bugünün tutuculuğu ve yarının klişe­ sidir. Eminim bunu ilk söyleyen ben değilimdir. Eğer benden önce söyleyen olmadıysa, sözümü alelacele geri almak zorunda kalsam da söylemek zorundayım. Bu tür rahatlatıcı genelleme­ ler, tehlikeli bir asimetriyi gözden saklıyor. Bir zamanlar teh­ likeli olan fikirlerin sonradan doğru kabul edildiği bir gerçek; ancak geçmişin tehlikeli fikirlerinin çoğunun tam olarak kabul edilmeyi hak etmediği ve dolayısıyla kabul edilmediği de bir gerçek. Bir fikrin tehlikeli olması yetmez, aynı zamanda iyi bir fikir olması gerekir. Bilim insanları sırası geldikçe, bir fikrin kendisinin iyi ol­ ması, sahibinin otoritesine güvenmemesi gerektiğini söyler. Bilim çevrelerinde, “Bu fikir falancanın, o halde doğrudur” denilebilecek bir Fuhrer, papa, ya da peygamber yok. Ama bilimle uğraşanlar da birer insan ve biz de elimizde insanların geçmişini dikkate alıyoruz. Geçmişte ileri fikirlerin doğruluğu kanıtlanmış ünlü bir bilim insanı fikirle ortaya çıktığında hemen kulak kabartıyoruz. de bu, tehlikeli bir fikirse. 315

olmadan sürdüğü yeni bir Özellikle


SENlN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

duğumuz şeyin yirmi-dört saatlik kesin yalnızlık olduğu. Bu kesin yalnızlık sözüyle anlatmak istediğim, bir başka insanla hiçbir şekilde iletişim (yazılı veya sözlü, canlı ve kaydedilmiş) kurmamak. Eminim bu satırları okuyanların arasında yirmidört saatlik yalnızlığı denemiş olanların sayısı hava dalışını de­ nemiş olanlardan azdır. Böyle bir günün uykuda olmadığımız saatleri nasıl geçi­ rilebilir? Bu, herkesin kendine göre yanıtlaması gereken bir soru. Eğer manastırda bulunmamış ya da hücre cezası almamış biriyseniz, böyle bir sorunla karşı karşıya kalmamışsınızdır. Yapmanızın yasak olmadığı tek eylem düşünmek. Bu ülkede yaşayanların yılda bir gün, başka hiçbir şey yapmadan düşün­ me fırsatı bulabilse nasıl olurdu, bir düşünün. Yılın bir günü kesin yalnızlık günü olarak ilan edilse, bu Amerikalıların beyninin gelişmesine diğer tüm bir günlük programlardan daha yararlı olurdu (Bu önerinin nasıl uygu­ lamaya koyulabileceği sorununu çözmeyi yasa koyuculara bı­ rakıyorum). Bu fikrin barındırdığı tehlike, kesintisiz olarak bir gün düşünmenin, bu toplumun kutsal saydığı şeylerde kalıcı değişiklere neden olabileceği. Bunun bugünkü durumuzu dü­ zeltip düzeltmeyeceğini bilmek ise ne yazık ki olanaksız.


Yirmi Dört Saatlik Kesin Yalnızlık LEO M. CHALUPA Leo M. Chalupa, Davis, California Üniversitesi'nde Oftalmo­ loji ve nörobiyoloji profesörüdür.

Beynimiz sürekli olarak birden fazla görevi aynı anda yerine getirmesini gerektiren talepler ve bitmez tükenmez bir bilgi ka­ kofonisiyle (e-postalar, bilgisayarlar, televizyon—kitap, gazete ve dergi gibi modası geçmiş şeylerin sözünü bile etmiyorum) karşı karşıya. Bu durum nöral aktivite önünde zorlu bir engel oluşturuyor ve bu nedenle de sinir sisteminin tüm bölümleri uzun vadeli değişikliğe uğruyor. Yeni palazlanmaya başlayan bir sektör, ki­ şisel gelişiminiz için beyin eksersizinin yararlarının çığırtkan­ lığını yapıyor. Beyninizin herhangi bir bölümünü daha verimli çalışan bir işlemci haline getirmek için neler yapabileceğinizi öğreten programlar öneriliyor. Ana-babalara çocuklarını daha okul öncesi yaşlarda bu tür programlara başlatmaları, yetişkin­ lere de mesleki gelişimleri için beyinlerinin yeniden biçimlenebilme özelliğinden yararlanmaları öneriliyor. Bu tür iddiaların doğruluğuna ilişkin henüz kesin kanıtlar yok ama kesin olan bir şey var: Beyin egzersizi yararlı olsa bile, sırf modern yaşam tarzından kaynaklanan nöral aktivite dalgaları, onun güçlükle edinilmiş yararlarını yok ediyor. Benim tehlikeli fikrim ise, ister beyin egzersizi yapın ister yapmayın, beyin performansını arttırmak için gereksinim duy-

313


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

ömrünü uzatacak yollar bulabiliyoruz. Ancak bu bilimsel faa­ liyetler çelişkili sonuçlar doğuruyor çünkü aynı zamanda yok oluşumuzu da hazırlıyor olabilirler. Belki her şeye rağmen bi­ lim, soyumuzun tükenmesine engel olacak kadar etkili olama­ yacak. Şimdi sıra tehlikeli fikrimden söz etmeye geldi. Bence teh­ like, benim bilime güveniyor olmamda. Zamanı algılama ve görsel prosesler üzerine yaptığım tüm araştırmalarda, her zaman yalnızca bilime güvendim ve elde ettiğim sonuçların doğruluğuna inandım. Diğer bilim insan­ larının bulduğu sonuçların doğruluğuna da. Peki ama, neden? Deneylerde pek çok bilinmeyen ve hiçbir zaman bilinemeye­ cek olan değişkenler olduğunu ve bunların kontrol edilemeye­ ceğini biliyorum. Bu kadar çok bilinemez varken, nasıl güven duyabilirim? Üstelik kendi düşünceme gerçekten güvenebi­ lir miyim? Ya gözlerime ve kulaklarıma? Sonuçlarını gururla açıkladığım bilimsel çalışmalarıma? İnsan beyninin karmaşıklığına şöyle bir bakınca, bu ağ ör­ güsünden nasıl olup mantıklı bir şey çıkıyor şaşıyorum. Nasıl oluyor da gördüğüm bir yüz ya da aklımdan geçen bir düşün­ ce zaman içinde aynı kalabiliyor? Eğer beynimin içinde olup bitenleri bilemiyorsam, bilimsel başarılardan gurur duyabilir miyim?


Nasıl Güveneyim? ERNST PÖPPEL Ernst

Pöppel,

bir

nörobilimci,

Ludwig-Maximillians-

Universitât'da İnsan Bilimleri Merkezi'nin yönetim kurulu başkanı, Medikal Psikoloji Enstitüsü Müdürü ve Mindworks: Time and Conscious Experience (Zihinsel Çalışmalar: Zaman ve Bilinçli Deneyim) adlı kitabın yazarı.

Bu gezegende yaşayan herhangi bir türün ortalama ömrü yal­ nızca birkaç milyon yıl. Tarafsız bir gözle bakacak olursak, in­ san soyu da aniden tükenecek olsa, bunda şaşılacak bir şey ol­ maz. Ne de olsa oldukça uzun bir süredir buradayız. Ortalıkta insan kalmayınca da, evrim süreçleri insan eylemleri sonucu oluşmuş ekolojik konumlan doldurmak için daha fazla fırsat bulur. Dünyayı değiştirdiğimiz ve bizim yüzümüzden her yıl binlerce tür yok olduğu için, yeni ve daha üretken türlerin or­ taya çıkabileceği bir ortam yaratıyoruz. Bu nedenle insan türü, yeni evrim süreçlerine ortam sağlamak konusunda oldukça yaratıcı, hele bir de tümüyle ortadan kalkarsa daha da yaratıcı olur. Eğer ilerde bir gün biri (ne yazık ki bizim soyumuzdan olmayan) dünyaya gelecek olsa, varlıklarını insan soyunun var­ lığına ve sonrasında da yok oluşuna borçlu olan birçok türle karşılaşır. Ama böyle bir şey hiçbir zaman olmayacak, çünkü biz bi­ lim yapıyoruz. Bilim sayesinde doğanın temel yasalarını daha iyi anlayabiliyor, yaşam kalitesini yükseltebiliyor, türümüzün

311


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

kabul gören gerçekçi’ tablo doğru olabilir; bu yıkıcı eğilimler, iyi insan olma, doğayı koruma, insan ilişkilerini iyileştirme ve daha iyi ana-babalar olma eğilimlerimizi bastırabilir. ABD’nin sahip olduğu akıl almaz gücün, iyi amaçlar uğruna kullanıldı­ ğına ilişkin hiçbir belirtinin olmaması bunun canlı bir örneği. Doğrusunu söylemek gerekirse, gezegene ve üzerinde ya­ şayan canlı türlerine neler olacağı, üzerinde bilimsel çalışma yapılacak ya da öngörüde bulunulacak bir konu değil, bu, insan doğasının çok iyi bir şekilde tanımlanmasının yanı sıra tarih­ sel ve kültürel etmenlere dayanan bir olasılıklar sorunu. Ne ki bilim, ahlaki duygularımızın biyolojik kökenli olduğunu iddia ederek, son zamanlarda bu alanı da işgal etti. İnsanın ahlaki duygularına güvenenler, sonunda insanın doğru yolu bulaca­ ğına kesin gözüyle bakıyor. İnsanların ahlaki değerlendirmeler yapma yeteneğine sahip olduğuna kuşku yok; bu kesin. Bana tehlikeli gelen bu duygunun hiç kimsenin tekelinde olmama­ sı ve yıkıcı amaçlar için kullanılabileceği (örneğin, bir toplum için terörist sayılan biri bir başka toplum için özgürlük savaş­ çısı) ya da iktidar hırsı, anlık cinsel tatmin arzusu veya düş­ manını ortadan kaldırma gibi başka duygu ve dürtülere yenik düşebileceği. Ben iyiliği özendirmek için elimden geleni yapmayı sürdü­ receğim—yani Pandora’nın kutusunda kalan, kötülüğün dün­ yaya egemen olamayacağı umudu sürüyor. Ama dünya üze­ rinde yaşamın sürebilmesi için bilime, teknolojiye ve dine bel bağlamayacağım. Böyle yapmak yerine, Albert Camus’nun, bir kayayı dağın tepesine çıkarmaya çalışan ve tam tepeye geldi­ ğinde kaya aşağıya yuvarlandığı için tekrar aşağıya inip baştan başlayan bir başka efsanevi kişiliği betimlerken verdiği öğüde uyacağım: “Sisyphus’u mutlu olarak tasarlamak gerekir.”


Sisyphus'un İzinde HOVVARD GARDNER Howard Gardner, Harvard Graduate School of Education'da John H. ve Elisabeth A. Hobbs ödülüne sahip Bilişim ve Eğitim Profesörü. Ayrıca, Harvard Üniversitesi'nde misafir psikoloji profesörü olarak çalışıyor. Son yazdığı kitapların arasında Good Work: When Excellence and Ethics Meet (İyi­ lik: Mükemmelliyet ve Ahlak Buluşunca) (2001), Changing Minds (Değişen Kafalar) (2004), ve Multiple intelligences: New Horizons (Yeni Ufuklar) (2006) sayılabilir.

Efsaneye göre, Pandora kutuyu açtığında tüm kötülükler dün­ yaya yayıldı; kutuda yalnızca umut kaldı. İşte bu umut -insan soyunun devamı ve ilerleme umudu- iki varsayıma dayanıyor. Birincisi, insanın yapıcı eğilimlerinin yıkıcı eğilimlerinden güçlü olabileceği varsayımı; İkincisi ise insanın kısa vadeli ge­ reksinim ve isteklerine göre değil, uzun vadeli düşünerek ha­ reket ettiği. Bu varsayımlar olmasaydı, kişisel iyimserliğimi ve ‘iyilik’ üzerine yaptığım ve yıllarımı alan araştırmalarımı sür­ düremezdim. Bununla birlikte, kötümserlerin haklı olabileceğini düşü­ nünce uykularım kaçıyor. Biz insanlar, tarihte (bilebildiğimiz kadarıyla) ilk kez, tamamen yok edebileceğimiz bir dünyada ya­ şıyoruz. Geçmişte Thomas Hobbes ve Sigmund Freud tarafın­ dan tanımlanan yıkıcı eğilimlerimiz ve son zamanlarda birçok sosyobiyolog, evrimci psikolog ve oyun kuramcısı tarafından

309


SENÎN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

bu merkezi otoriteyi kısıtlamak ve yaymak için bazı mekaniz­ malar oluşturdu ancak bunu tam olarak başaramadı. Bugüne gelirsek, ulus devletin yararı ne? Ülkeler arasın­ daki sınırlar, eşitsizlikleri kutsal bir yere koyuyor ve alevlen­ diriyor, ayrıca halkların serbestçe hareket etmesini engelliyor. Büyük ve zengin devlet ve devlet kurumlan ve onların bulun­ dukları yerler diğerlerini kıskandırıyor, düşmanlığını çekiyor ve terörist saldırılara hedef oluşturuyor. İletişim ve ulaşım tek­ nolojileri coğrafi olarak belirlenen sınırları anlamsız kılıyor ve yeni azınlık ve girişimcilere onların dışında kalma olanakları sağlıyor. Ekonomiler kendilerini devlete rağmen yapılandırıyor ve para son derece kolay bir şekilde vergiden kurtulabiliyor. Eğer devlet yok olur ve onun yapay koruyuculuğu ve koy­ duğu engeller ortadan kalkarsa bundan en çok kim zarar gö­ rür? Bu ne kadar erken gerçekleşirse, bundan zarar görenin ABD olması o kadar büyük bir olasılık. Yok, eğer gecikirse ... şey, belki yeni Çin İmparatorluğu, düşlediği gibi geleceğin böl­ geye egemen bir Leviethan’ı (Tevrat ve İncilde kötülüğü temsil eden bir su canavarı ç.n.) değil. Belki sonunda haklı çıkan Mao olur ve orada yüz çiçek açar.

308


Marx Haklıydı: Devlet Ortadan Kalkacak JAMES O'DONNELL James O'Donnell bir klasikçi, kültürel tarihçi ve Georgetovvn Üniversitesi'nin rektörü. Avarars ofthe Word: From Papyrus to Cyberspace andAugustine (SözünTanrıları: Papirüsten Sa­ nal Gerçekliğe) ve Augustine: A New Biography (Augustine: Yeni bir Biyografi) adlı kitapların yazarı.

En eski Babil ve Çin uygarlıklarından bugüne, yaşamımızı, iş­ levsel olarak merkezi konumda bulunan birkaç kişinin (çoğun­ lukla otoritelerini destekleyen dinsel karizma sahibi) belirliyor olmasını kabul ettik. ‘Politika sözcüğü eski Yunancada ‘şehir devleti’ anlamına gelen ‘polis’ sözcüğünden geliyor, aynı kök­ ten gelen ‘politik bilimler’ toplum ve yönetim modeli olarak bunu kabul ediyor. Başkentlerde ve başkalarını kendilerine güldüren ve güçlünün marjinalleşmesinin gizli bir kabulü olan bir kültürel tarihe sahip bu azınlığın çevresinde insanın gelişmesine ilişkin ne ka­ dar az şey başarılmış olduğu dikkat çekici. Devinimin olduğu yerler başkentlerin uzağındaki sınır bölgeleri, hatta kenar ma­ halleler. Ulaşım ve silah teknolojileri, güçlerin coğrafi olarak mer­ kezde toplanmasını gerektirdiği zamanlarda, emri altındaki ordular ile başkentte yaşayan general, imparator ya da devlet başkanı en mutlak güç odağıydı. Aydınlanma Çağında devlet,

307


SENİN TEHLİKELİ FÎKRlN NE?

mi içinde tüm gezegene uygularsak, demokrasinin yok olma olasılığını görebiliriz. Ne yazık ki, bu görüşe bir de otoriter çokuluslu şirketle­ rin genelde demokratik ulus devletlerden daha iyi yönetildiği gerçeğini eklememiz gerekiyor. Dinsel vaazlar, televizyonda yapılan konuşmalar, yine televizyon aracılığıyla yapılan sınır ötesi kışkırtıcılık, söylenti ve yalanları internet yoluyla yayma özgürlüğü gibi şeylerin tümü beyin yıkamaya hizmet ediyor ve insanları akılcı düşünceden uzaklaştırıyor. Kadınların ayrım­ cılığa maruz kaldığı toplumlarda, eşitlikçi toplumlara oranla daha çok sayıda kadın yetişiyor ve bu da dünya genelinde ikin­ ci sınıf insan muamelesi gören kadınların yüzdesini arttırıyor. En ileri ülkelerin eğitim sistemleri ciddi bir bunalım içinde, ay­ rıca birçok gelişmekte olan ülkede modern eğitim nerdeyse hiç yapılmıyor. İyi eğitim almış ve teknoloji üretebilen küçük bir azınlık, en önemli ekonomik değer olan entelektüel birikimin başlıca sahibi haline geliyor; bu arada dünyanın geri kalanı şu ya da bu tür bir fanatizmin içine yuvarlanıyor. Kısacası, bun­ dan çıkarmak zorunda olduğumuz sonuç, demokrasinin -en az kötü yönetim sistemimiz- ortadan kalkmakta olduğu. Daha iyi bir sistem oluşturabilir miyiz? Belki. Ama eğer “Demokrasiden daha iyi bir sistem olabilir,” cümlesini kul­ lanmamıza izin verilmezse bu olanaksız. Günümüzün politik doğruluk kuralı bu tür şeyler söylememize izin vermiyor. Bu yasağın sonucu, kaçınılmaz olarak totaliter bir yönetim biçimi­ ne -geçmişteki imparatorların, sömürgecilerin, derebeylerinkinden farklı ama daha adil olmayan- dönmek olacak. Bunu istemiyorsak, ya bu konuyu açıkça ve dürüst bir şekilde düşü­ nüp dünyanın her yerindeki yoksul halk yığınlarının eğitimin­ de devrim yapacağız ve böylelikle demokrasiyi kurtaracağız, ya da adil (adil sıfatının altını çizelim) ve daha iyi bir sistem yaratmaya çalışacağız

306


Demokrasi Tarihe mi Karışıyor? HAIM HARRARI Haim Harrari bir teorik fizikçi ve VVeizmann Fen Bilimleri Enstitüsü'nün eski başkanı.

Demokrasi tarihe karışıyor olabilir. Belki de geleceğin tarihçi­ leri demokrasiden, bir yüzyıl süren bir olgu olarak söz edecek. Demokrasi ortadan kalkacak. Bu, üzücü, gerçekten tehlikeli ama çok gerçekçi bir fikir (daha doğrusu, öngörü). Ülkeler arasındaki sınırların kalkması, uluslararası tica­ ret, bütünleşen ekonomiler, bilginin dünyanın her yerine hızla ulaşabilmesi ve modern toplumun diğer pek çok özelliği çoku­ luslu yapıların oluşmasına yol açtı. Eğer bu eğilimi göz önün­ de bulundurup bir tahminde bulunursanız, dünyanın tek bir politik 'birim olacağını söyleyebilirsiniz. Ancak bu birimde antidemokratik güçler şu an çoğunluğu oluşturuyor. Demog­ rafik modeller nedeniyle bu çoğunluk giderek büyüyor. Tüm demokratik toplumların nüfusları ya çok yavaş artıyor, ya hiç artmıyor ya da azalıyor; oysa tüm antidemokratik ve eğitim­ siz topluluklar hızla çoğalıyor. Bu, hem bireysel hem de ulu­ sal düzeyde ne kadar çok insanı temsil ediyorsanız, o kadar az ekonomik güce sahipsiniz anlamına geliyor. El emeğinin daha az önemli olduğu bilgiye dayalı bir ekonomide, bu durum en­ düstri çağında olduğundan bile daha az demokratik. Bireylerin ve ulusların yukarıya doğru hareketi bu olguyu etkisiz bıraktığı sürece, demokrasi yaşayabilir. Ama bu analizi bugünkü gelişi­

305


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

yor. İnternet ve kablolu televizyon, bir insanın komşularının ve o bölge halkının inandığı haber ve görüşleri pekiştirecek yayın­ lar yapıyor. Koşullar zorlaşıyor. ‘Ötekilere’ karşı öfke büyüyor. Bu kimyasal formüle bir de, zaten büyük olan ve giderek daha da büyüyen borçları ve dinin politikleşmesini ekleyin, karışım bir patlayıcıya dönüşsün. Bir ailenin ortalama borcu 88.000 doların üzerinde ve bizim şu an ödememiz gereken borç 473.000 dolar. Washington bütçe açığından söz etmeye pek istekli değil, gelir dengesizliği mi, boş verin gitsin. Bir da­ haki seçimleri kaybetmek olasılığıyla yüz yüze oldukları için, nerdeyse hiçbiri birçok imparatorluğun son icraatının kendini iflasa sürüklemek olduğunu anımsamıyor. Er ya da geç kimin kazandığı ve kimin bedel ödediği üzerine tatsız tartışmalara tanık olabiliriz. Birçok gelişmiş ülkede, özerk­ lik ve arkasından ayrılma talep eden eyaletler çoğu zaman etnik ya da dinsel baskı altındaki değil, en zengin eyaletler oluyor. Bu bağlamda, ayrılmaya en fazla eğilimli bölgenin Güney değil, New England olduğunu anımsamakta yarar var. Ülke genişlediğinde, New Englandlılar anayasaya ayrılma hakkını sokmaya çalıştı; ileri sürdükleri neden, bu ülkenin güneye ve batıya doğru genişlediği ve bu nedenle politik ve ekonomik yazgıları üzerindeki kontrollerini kaybedecek olmalarıydı. Birlikten ayrılmak için dört ayrı girişim­ de bulunmalarına belki de bu yol açtı. İstikrar ve sürekliliği düşündüğümüzde, bu büyük farkla­ rın ne kadar önemli olduğunu anlarız. Bilim ve bilgiye dayalı ekonomi, bazı ülkelerin kısa sürede güç ve başarı kazanmasını sağlayabilir -Kore, Tayvan, Singapur ve İrlanda- ama bu bü­ yüklükteki değişiklikler, uyum sağlamayı reddeden ve bir de kötü yönetilen eski büyükleri yıkabilir ya da çözülmesine neden olabilir. Eğer bazı farklılıklardan hemen söz etmeye başlamaz­ sak, bir de bakarız Amerika Birleşik (United) Devletlerinde değil Amerika Dağılmış (United) Devletlerinde yaşıyoruz. 304


JOHN BROCKMAN

ama federal hükümet altmış beş yaş üstündekilere 22.000 dolar harcarken on altı yaş altındakilere 2000 dolardan biraz fazla harcamakla yetiniyor. Değişime uyum sağlamakta etnik gruplar, yaş dilimleri ve bölgeler arasındaki farklılıklar arttığı için, pek çok insan açık sınırlar, serbest ticaret ve başarılı göçmenlerden rahatsızlık du­ yuyor. Tarihsel olarak, başkaları ileriye doğru bir atılım yapmak için yeni yollar bulduğunda, bu tutucu bir tepkiye yol açıyor. Kaybedecek şeyi en fazla olan topluluklar ve gruplarda, onla­ rın içinde de en başarılı olanlarda bu tepki en fazla görülüyor. Sıkça rastlanan refleks tepki, “Durdurun treni, inmek istiyo­ rum” biçiminde. Ya da Boston Red Sox’un afişinde yazdığı gibi, “Geçen yıla kadar bekleyiver.” Artık evrim teorisi öğretilmesin, kök hücre araştırması yapılmasın, ne kadar akıllı ya da çalış­ kan olurlarsa olsunlar Hintli, Çinli veya Meksikalı göçmenler olmasın. Bu bireysel çatışmalar tırmanan yabancı düşmanlığı, soyutlanma ve şiddetin işaretleri. Birleşik Devletlerde, başarılı bir şekilde uyum sağlayan çok sayıda insan var. Bu insanlar, posta kodu 92121 olan yaşam bilimleri bölgeleri gibi (Saik, Scripps ile California Üniversi­ tesi San Diego arası) ve posta kodu 02139 olan gibi teknoloji imparatorlukları (MIT) gibi sadece birkaç bölgede toplanmış. Ülkenin zenginliği ve vergilerin çoğu birkaç eyalet tarafından ve bu eyaletler içinde de birkaç kilometrekare alanda üretiliyor. Bu bölgelerde yaşayan insanlar, araştırmaların kısıtlanmasın­ dan, bilim eğitimi alan gençlerin az oluşundan ve bilim yerine Tanrıya güvenilmesinden en çok rahatsız olanlar. Politikacılar bu ayrılıkları çok iyi anlıyor ve seçim bölge­ lerini ona göre ayarlıyorlar. Rekabete dayalı kongre seçimleri günümüzde Sovyet Politbüro seçimlerinden bile daha seyrek olduğu için ülkenin diğer bölümlerinin farklı düşünüp farklı davrandığı hakkında açık bir tartışma neredeyse hiç yapılmı■ 303


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Amerikalar bu küresel eğilime bugüne dek büyük ölçüde direndi, ama ancak Tanrıya güvenseniz’ bile hiçbir garantiniz yok. Önümüzdeki on yıl içinde, Amerika teknoloji dalgalarıyla yıkanacak. Şöyle bir baktığınız uygulamalı alanların nendey­ se tümü olağanüstü değişiklikler, fırsatlar ve tehlikelerden söz ediyor (Bu kitaptaki başlıklara bir bakın). Ülkelerin bu büyük ve hızlı değişime nasıl uyum sağlayacakları, bunun sonuçlarını belirlemekte çok yararlı olacak. Darwin’in dediğini başka türlü söyleyecek olursak, hayatta kalacak olan en güçlü ve en büyük olan değil, değişime en iyi uyum sağlayan olacak. Birleşik Devletlerin elli yıl içinde daha büyük, daha güçlü bir devlet olabileceğini söylemek kolay. Ama başka birçok bü­ yük devlet gibi dağılmaya başlayabileceğini söylemek de müm­ kün. Bu elli yıl sonra ne yapmaya karar vereceğimize bağlı bir şey değil. O büyük ölçüde bugün ne yapmayı, neyi gözardı et­ meyi seçtiğimize bağlı. Sorun birkaç endişe verici eğilimden ibaret değil. Gelecekte zenginlik yaratabilmek teknoloji okuryazarlığı­ na bağlı. Ama özellikle ilköğretim okulları ve liselerdeki eği­ tim kalitesi aynı değil ve dünyanın gerisinde. Belli başlı ticari ortaklarıyla karşılaştırıldığında, Amerikalılar çoğu kez başa­ rısız, özellikle de matematik ve fen bilimlerinde. Bize gelince, okullar arasında ve eyalet yeterlik sınavını geçen öğrencilerin sayısı ve ülke çapında yapılan sınavların aynı öğrenciler hak­ kında bize söylediği şey arasında büyük farklar var. Teknoloji okuryazarlığı açısından etnik gruplar arasında da büyük fark­ lar var. 2050’ye gelinmeden, ABD nüfusunun yaklaşık % 40’ı İspanyol ve Afrika kökenli Amerikalılardan oluşacak. Bu grup bugün, matematik ve fen bilimlerinde doktora diplomalarının % 3’ünü alıyor. Çocukları yaşam bilimlerinin, malzeme mü­ hendisliğinin, robot biliminin ve bilişim bilimlerinin yönlen­ dirdiği bir dünyaya nasıl hazırlayacağımız büyük önem taşıyor,

302


Teknoloji Birleşik Devletleri Parçalayabilir JUAN ENRIQUEZ Juan Enriquez, Harvard İşletme Bölümü'ndeki Yaşam Bilim­ leri Projesi'nin eski kuruçu başkanı ve Biotechonomy'nin yönetim kurulu başkanı. Ayrıca, The Urıtied States of Ameri­ ca (Amerika Dağılmış Devletleri) kitabının yazarı.

Herkes büyür ve ölür; devletler de. Tek sorun insanın kaçınıl­ maz sonu ne kadar erteleyebileceğidir. Bazı ülkelerin ömrü ol­ dukça uzun olabiliyor, bu nedenle Birleşik Devletlerin ergen­ lik döneminde mi, orta yaşlı mı yoksa yaşlı mı sorusu yerinde bir soru olur. Bilim ve teknoloji sonu hızlandırıyor mu, yoksa engelliyor mu? Ve son olarak, önümüzdeki elli yıl içinde ABD bayrağında kaç yıldız olacak? Şimdiye kadar altında doğduğu bayrağın altına gömülen bir tek ABD başkam olmadı, ama biz ülkenin sürekliliğine ke­ sin gözüyle bakıyoruz. Tıpkı yeni evlilerin boşanmayı akılları­ na getirmedikleri gibi, bir ülkenin yurttaşları da sevgili ülkele­ rinin, bayraklarının, ulusal marşlarının sonunun bir arkeoloji müzesinde sergilenmek olacağını düşünmez. Oysa zengin ya da yoksul, Asyalı, Afrikalı ya da Avrupalı, birçok ülke art arda çözülüyor. Birleşmiş Milletlerin üye sayısı son elli yıl içinde üç kat arttı. Bu sayı, 1960’larda bağımsızlığını kazanan sömürge devletlerin sayısının çok ötesinde ve bu durum yalnızca güçsüz devletlerle sınırlı değil; Birleşik Krallık, İtalya, Fransa, Belçika, Hollanda, Avusturya ve diğer birçok ülkenin gündeminde.

301


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

biçimlerini de beraberlerinde getirdi; şehirlerin işçi mahallerin­ den üst-orta sınıf mesleklere atlayan ilk kuşak göçmenler de ben­ zeri sorumluluk anlayışını bu noktalara taşıyor. Bu insanlar, oy verirken, kısa vadeli çıkarlarını ön planda tutmuyor, çünkü bu ‘doğru davranış’; kendilerininkinden çok farklı bir geçmişe sahip insanlara iyi davranıyorlar. Ama neden? Amerika ve Avrupa’nın pek çok yerinde, bu davranışları yaratan koşullar artık yok. Bu tutumlar tümüyle ortadan kalktığında, yerine geçecek olanlar ha­ yatta kalmamıza yetecek kadar güçlü olabilecek mi?

300


JOHN BROCKMAN

iyi olabilirdi, ama onlarda da ciddi bir fark görülmüyor. Telefon­ lar dışında, nerdeyse tüm nesneler ve günlük alışkanlıklar, Steven Spielberg’in yirmi yıllık filmi E.T’de gördüklerimizle aynı. Değişen tek şey, hızlı değişim olasılığı; bu artık eskiden oldu­ ğundan çok daha güç. Ne olduğu belirsiz genel fikirler için patent almak, eskiden olduğundan çok daha kolay, böyle olması da yeni teknolojinin ortaya çıkmasını yavaşlatıyor. Biyoteknoloji ve diğer alanlardaki akademisyenler, son çalışmalarını potansiyel rakiple­ riyle paylaşmaktan çekiniyor, bu da yeni teknoloji yaratılmasını yavaşlatan bir durum. Üstelik toplumun üst kesimlerinden kopma korkusu da gi­ derek artıyor, bu da toplumsal bariyerlerin yükseldiği anlamına geliyor. Ben Chicago’da, yeterince iyi ama sıradışı olmayan devlet okullarında okudum, oysa benim çocuklarım özel okula gidiyor. Çoğu meslektaşımın da (devlet okullarının oldukça iyi olduğu üniversite kentlerinde yaşayanlar dışında) aynı durumda olduğu­ nu sanıyorum. Bu durum bizim çocuklarımız için iyi ama onlarla aynı potansiyele sahip fakat özel okula gücü yeten ana-babadan yoksun çocuklar için değil. Bir süre hiçbir şey yapmamak belki bu sorunları bir süre­ liğine gözden uzak tutabilir. Ulusal Bilimler Akademisi, bir kez daha, ağır fiziksel bilimler alanında eğitim gören Amerika do­ ğumlu üniversite öğrencilerinin yüzdesinin düştüğünü açıkladı. Bu bir zamanlar sorun değildi, çünkü Amerika’da yaşamak ve Amerika’nın iyi üniversitelerinde okumak, Seul ve Bangalore’da yaşayan başarılı gençler için çok çekiciydi. Onlar Amerika’ya gelir ve açığı kapatırdı. Ama şimdi onların da sayısının azaldığına iliş­ kin belirtiler var ve bu enerjik yabancı öğrencilerin önümüzdeki on-yirmi yıl içinde hâlâ Amerika’ya geliyor olacağından hiçbiri­ miz emin olamayız. Bir başka eylemsizlik döneminin daha sonuna geliniyor. Köy­ den kente gelen göçmenlerin ilk kuşağı, köy yaşamının davranış 299


Batı Geriliyor mu? DAVID BODANIS David Bodanis bir yazar, danışman ve Passionate Minds: The Great Erılightenment LoveAffair (Tutkulu Zihinler: Büyük Ay­ dınlanma Aşkı) adlı kitabın yazarı.

Bazen, aşırı İslamcıların batıyı, yıkıma doğru ilerleyen çü­ rümüş bir güç olarak nitelemelerinin doğru olup olmadığını düşünüyorum. İlk bakışta bu olanaksız görünüyor. Birleşik Devletlerden daha zengin bir ülke yok, ordusu daha güçlü ola­ nı da. Batı Avrupa büyük bir zenginliğe ve bunun yanı sıra çok iyi yüksek öğrenim olanaklarına sahip. Ama beni düşündüren, Pearl Harbourdan yalnızca dört yıl sonra Amerika’nın dünyanın gördüğü en büyük iki askeri gücü yenmiş olması: Alman ordusu ve Japon İmparatorluk Donanması. Bu dönemde (İkinci Dünya Savaşı) herkes, sınırlı petrol ve kau­ çuk kaynaklarını korumak için petrol satışlarının kısıtlanması ge­ rektiğinin farkına vardı. Vurgunculardan nefret ediliyordu. Ama 9/11’den dört yıl sonra, aşırı benzin tüketen SUV’nin üretiminin yasaklanmaması için kongre üyelerine para yedirmek, Detroitli araba üreticilerinin kolayına geldi. Amerikan askeri güçleri de nerdeyse hiç değişmedi. Bunun arkasında güçlü eğilimler var. Teknolojinin hız ka­ zandığı söyleniyor, ama şöyle bir düşünürseniz, uçaklar otuz yıl öncesinin uçaklarıyla nerdeyse aynı; arabalar, petrol kuleleri ve New York Borsası’ndaki işlemler yirmi-otuz yıl öncesinden daha

298


JOHN BROCKMAN

sanlar sürekli olarak yenilerini icat ediyordu. Ortaçağda inşa edi­ len katedral sayısının bu kadar çok olmasının ve altyapı ile onarım işlerine daha önce görülmedik miktarlarda yatırım yapılmasının nedeni de takas sistemiydi. Oysa merkezi takas biriminin uzun mesafeler ve zaman süreleri boyunca değerini koruması gereki­ yordu, bu yüzden de değerli ve az bulunan kaynaklara -örneğin altın- dayalıydı. Sorun Rönesans’ta başladı: Krallar güçlerini merkezileştir­ mek istedikçe, çoğu yerel takas birimi yasaklandı. Takas biriminin bu yeni tekeli, işbirliği yerine rekabeti, paylaşım yerine korumacı­ lığı ve yenilenebilir kaynaklar yerine sabit metaları teşvik ederek ekonomilerin tümünü birer kıtlık motoruna dönüştürdü. Bugün para merkez bankaları tarafından basıp piyasaya verilir ve faizle geri ödenir. Takas birimi olarak para bir araçtır ve her araç gibi belli bazı kusurları vardır. Bugün kullandığımız para, para modellerinden sadece biridir. Takas birimini işbirliği olgusuna dönüştürmek açık kaynak hareketinin son cephesidir. Bu, yenilenebilir enerji endüstrisini destekleyebilecek bir ekonomik modele olanak tanır, böylece Wal-Mart gibi şirketlerin şu an güçsüzleştirdikleri toplu­ luklara değer katmalarını ve verili bir durum olarak içinde iflası barındırmayan bir parayla iş yapılmasını sağlayabilir.

297


Açık Kaynak Birimi DOUGLASRUSHKOFF Dauglas Rushkoff, medya analisti, belgesel yazarı ve GetBackirı the Box: Irınovatiorı from the İnside Out adlı bir kitabı var.

Hem tehlikeli hem de pek çok kişiye göre saçma, ama uygula­ nıyor. Açık kaynak ya da daha sık kullanılan deyişle “tamamla­ yıcı” takas birimleri, mal ve hizmet satın alabilmek için merke­ zi takas birimlerinin yerine geçebilen ve harcanan emeği temsil eden, ortak oluşturulmuş birimlerdir. Merkezi takas birimleri­ nin değeri az bulunur olma özelliğine dayanırken, tamamlayıcı ya da yerel takas birimlerinin avantajı değerlerinin bol bulunur olma özelliğine bağlı olmasıdır. Her alışverişte Merkez Bankasını işe karıştırmak ve faizle geri ödenmesi gereken bir birim olan parayı kullanmak yerine, kendi takas sistemimizi icat edip, emeğimizle değer yaratabiliriz. Japonlar bunu ekonomik durgunluğun en yoğun döneminde yap­ tı. Bunu yapan Japon devleti değildi elbette; uzak şehirlerde ya­ şayan yaşlı akrabalarının sağlık masraflarını karşılayamayan işsiz Japonlardı. Kendi akrabalarının bakımını, bir başkasının akraba­ sına bakarak gerçekleştirecek bir takas birimi oluşturdular. Tamamlayıcı takas birimleri, tarih boyunca, merkezi takas birimlerinin yanı sıra var olmuştur. Yerel takas birimleri emek ve yerel alışveriş için kullanılırken, merkezi birimler uzak mesafe­ li alışverişle >• ve dış ticarette kullanıldı. Yerel takas birimleri bol bulunma özelliğine dayalıydı—bunlardan o kadar çok vardı ki in-

296


JOHN BROCKMAN

mahkumlara kötü davranan gardiyanlar, insanın, sıradan birey konumundan geçici olarak suç işleyen bir Sineklerin Tanrısı’na. dönüşebildiğine örnek oluşturuyor. Burada İdi Amin, Stalin ya da Hitler gibi, kötü davranışları uzun süreli ve kapsamlı olan birey­ lerden söz etmiyorum. Ömür boyu bir kahraman olarak yaşayan­ lardan da. Roza Parks’ın güneyde bir otobüste, Joe Darby’nin Ebu Garip işkencecilerini deşifre ederken ve New York itfaiyecilerinin Dünya Ticaret Merkezi felaketindeki davranışları belli bir zaman­ da ve belli bir yerde gerçekleşmiş cesurca davranışlardı; oysa Ra­ hibe Teresa, Nelson Mandela ve Mahatma Gandi yaşam boyu tek­ rarlanan cesur davranışların özneleriydi. Bir ömre yayılan cesaret ile belli bir zaman ve mekanda ortaya çıkan cesaret arasındaki fark, kahramanlık ve cesaret arasındaki farka benzer. Bu görüş hepimizin, içinde bulunduğumuz durumun yön­ lendirmesine bağlı olarak kolayca bir kahraman ya da bir cani olabileceğimizi düşündürüyor. Bu durumda, bizi sosyal patolojiye götüren bu durumsal ve sistemik kuvvetleri sınırlamanın, baskı­ lamanın ve engellemenin yollarını bulmak istiyoruz. Ancak bunu başarmak kadar önemli olan bir şey daha var, o da ‘herkesin içinde, kahramanca bir karar vermenin zamanı ge­ lince doğru şeyi yapacağına inanılan bir kahraman vardır’ mesa­ jını yayarak insanlarımızın kahramanlık hayallerini beslemek.


Kötülük de Kahramanlık da Sıradan Şeyler PHILIP G.ZIMBARDO Philip G. Zimbardo, Stanford Üniversitesi'nde emeklilikten sonra çalışmalarını sürdüren bir psikoloji profesörü. Shyness:What İt Is, What to Do About İt (Utangaçlık: Nedir, Nasıl Başa Çıkılır) yazdığı kitaplardan biri.

Suç işleyen insanlar ve kahramanlık yaratanlar aslında birbir­ lerine benziyor, çünkü hem suçlular hem de kahramanlar as­ lında sıradan, normal insanlar. Kötülüğün sıradanlığı ve kah­ ramanlığın sıradanlığı birbiri ile atbaşı gidiyor. Ne suç ne de kahramanlık kalıtımsal yatkınlıkların ya da insan ruhu veya genomundaki patoloji veya erdemin sonuçları. Her ikisi de, belli durum ve belli zamanlarda, durumsal kuvvetlerin, bireyin eylemsizlik konumundan eylemliliğe geçmesinde zorlayıcı rol oynadığı zaman ortaya çıkıyor. Bireyin, ortamın özelliğinden kaynaklanan bir kuvvetler vek­ törüne yakalandığı belirleyici bir an vardır. Bu kuvvetler, başka­ larına zarar vermek ya da yararlı olmak olasılığını arttırmak için birleşir. Bu karar, bilinçli bir şekilde planlanarak ya da üzerinde düşünülerek değil, içinde bulunulan durumun zorlamasıyla ve­ rilebilir. Bu kuvvetler arasında, grup baskısı ve grup aidiyeti, so­ rumluluğu paylaşma ve gelecekte nasıl bir bedel ödeneceği ya da nasıl bir yarar sağlanacağı üzerine düşünülmeksizin yaşanan ana odaklanmak sayılabilir. Ebu Garipde tutuklulara kötü muamele eden asker ve polis güçleri ve benim çalışma alanım olan Stanford Hapishanesinde


JOHN BROCKMAN

sının engellenmesi (denek farkında olmadan) deneğin kendine olan güvenini yitirmesine ve bir sonraki görevinde daha başa­ rısız olmasına neden olur. Bana göre tehlikeli olan gerçek, bun­ ların laboratuvarla sınırlı olmayıp günlük yaşamımızda çok sık rastlanan olaylar olması. Bunun altında yatan mekanizmalar, tüm seçim ve eylemlerin otomatikleşmesine yol açan otomatik bir dürtüyü açığa vuruyor ve yine bu mekanizmalar bu seçim ve eylemlerin arasında önemli-önemsiz ayrımı yapmıyor. Şimdi bakıyorum da, yaşamıma ve işime ilişkin aldığım kararların çoğu hızlı bir şekilde alınmış ve çoğunlukla da eko­ lojik olarak sağlam fakat yüzeysel ipuçlarına dayalı. Beynim de sonrasında, yavaş yavaş, içimdeki aceleci yaratıkların önüne koyduğu şeyi haklı çıkarmaya çalışmış. Bunun güzel yanı şu: Eğer bu mekanizmalar olmasaydı günlük yaşamın hızlı akışı­ na ayak uyduramazdık, ayrıca bu yaratıkların verdiği kararlar da çoğunlukla doğru. Burada tehlikeli olan, bilinçli seçimi her fırsatta fotoğraftan kesip çıkarmaya yatkın oluşumuz. Bu, öz­ gür iradeyle ilgili bir sorun değil, sorun davranış motorunun kontak anahtarının ne dereceye kadar bilinçli düşünce olduğu. Bunu, başkaları bizden önce davranmadan anlamaya çalışsak iyi olur.


İçimizdeki Aceleci Yaratıklar ANDYCLARK Andy Clark, Edinborough Üniversitesi Mantık Ve Metafizik Bölümü Başkanı. Natural-Born Cyborgs:Minds, Technologies, and the Future ofHuman Intelligence (Doğal Sayborglar: ZihinlerTeknolojiler, ve İnsan Zekasının Geleceği) adlı kitabın yazarı.

Eylemlerimizin, duygu ve düşüncelerimizin çoğunun temelin­ de, ipuçları ve bilginin bilinçsiz ve otomatik olarak kavranması vardır. Kuşkusuz reklamcılar bunu başından beri bildiklerini söy­ leyeceklerdir. Ama ancak son yıllarda, Tanya Chartrand, John Bargh ve diğerlerinin yaptıkları ufuk açıcı çalışmalarla, günde­ lik otomatizmimizin gerçek boyutları ortaya çıkmaya başladı. Bu tür çalışmalar, ardından gelen davranışları etkileyecek ırk­ çı klişeler yaratmanın mümkün (ve oldukça kolay) olduğunu ortaya koyuyor—örneğin iş ya da oyun arkadaşınızın kavgacı olduğu yargısına varırsınız, oysa tarafsız biri için o insan kav­ gacı değildir. Denek bu tür klişeleri tümüyle reddeder ve bunu yaparken de dürüsttür, buna karşın bu etkileşimlerin olduğu bir gerçek. Benzer şekilde bir insanı daha yaşlı olduğuna da inandırabilirsiniz (bir bakarsınız bu insan daha yavaş yürüme­ ye başlamış). En sevdiğim çalışmamda, çalışmayı yürütenler, deneği bi­ linçsiz olarak bir amaç edinmeye yöneltir ve bu amaca ulaşma-

292


JOHN BROCKMAN

bir kadın cinsel aktivitesinin çok etkili olduğunu düşünüyor­ du, ama günlük kayıtları kontrol edildiğinde bunun etkili oldu­ ğunu gösteren bir şey bulunamayabiliyordu. Emin olmak için deneklere, tanımadıkları birinin ruhsal durumunu neyin etki­ lediği soruldu: Yanıtların doğruluk oranı, kadınların kendileri hakkında verdikleri doğru yanıtların oranı kadar yüksek oldu. Davranışlarımızın ve seçimlerimizin nedenlerine gerçek­ ten çok kafa yorsaydık, doğru sonuçlara ulaşabilir miydik? Doğrusunu isterseniz, durum bunun tam tersi. Bir sosyal psi­ kolog, deneklere, kendilerine gösterilen tabloların arasından en çok beğendiklerini seçmelerini söyledi. Ama bazılarından, tabloları neden beğendikleri ya da beğenmediklerini açıkla­ maları istenirken, diğerlerinden bu istenmedi. İki hafta sonra, psikolog denekleri arayıp seçtikleri tabloyu ne kadar beğendik­ lerini sordu. Nedenlerini açıklamayan deneklerin tablolarını açıklayanlardan daha çok beğendiği ortaya çıktı. Kafamızda olup bitenlerin bu kadar büyük bir bölümünü bilmiyor olduğumuzu düşünmek gerçekten ürkütücü, bunun­ la birlikte, dürtü ve nedenler hakkında bizim ve diğerlerinin söylediklerine inansak iyi ederiz. Kendi beynimizi okuma ye­ teneğimizden kuşkulanmak, okuyabileceğimizden emin olma­ mızdan daha güvenli. Yine de, beynimizin nasıl çalıştığını bilmiyor olduğumuz fikri tehlikeli bir fikir. Kopernik ve Darwin’in fikirleri tehlike­ liydi çünkü onlar, dinden kaynaklanan ve insanın, kutsal bir varlık ve evrenin merkezi olduğu anlayışını tehdit etti. Sosyal psikologlar, Aydınlanma Çağının temel taşı olan ‘insan aklını kullanarak mükemmele ulaşabilir’ fikrini tehdit ediyor. Eğer, inanç, davranış ve seçimlerimizin nedenlerini açıklamakta ak­ lımıza güvenemeyeceksek, insanın mükemmele ulaşabileceği düşüncesi de önemini yitirir.

■ 291


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

beğenmiş olabilecekleri söylenen denekler kendilerini hakare­ te uğramış hissetti. Bir şeye aşina olmak onu sevmemeye neden olur mu? Ter­ sine, aşinalık beğeniyi doğuruyor. 1980’lerde sosyal psikolog­ lar, insanlara Türkçe sözcükler ve Çince ideogramla gibi uya­ ranlar göstermeye ve onları ne kadar beğendiklerini sormaya başladı. Belli bir uyaranı deneğe en az bir en çok yirmi beş ol­ mak üzere defalarca gösterdiler. Denekler bir uyaranı ne kadar çok gördüyse o kadar çok beğendi. Kuşkusuz onlar, uyaranı kaç kez görmüş olduklarının beğeni düzeylerini etkilemiş olacağı­ nı pek akla yatkın bulmadı (Belki şimdi kobayların aşinalıktan etkilenip etkilenmediğini merak ediyorsunuzdur. Bununla il­ gili bir çalışma var. Mozart dinletilerek büyütülen fareler, ka­ fesin, Schoenberg değil de Mozart dinlemelerini sağlayan bir düğmenin olduğu bölümüne giderken, Schoenberg dinletile­ rek büyütülenler, onu dinleyebilecekleri düğmeyi açan bölümü tercih ediyor (Ne yazık ki bu çalışmada kobaylara tercihlerinin nedeni sorulamadı). Kafamızda neler olup bittiğini bilmememizin ama bildi­ ğimizi sanmamızın bir önemi var mı? Tamam, yeni başlayan­ lar için tekrar söyleyelim, bu, bizi neyin mutlu, neyin mutsuz ettiği hakkındaki can alıcı sorulara çoğu zaman doğru yanıt veremeyiz anlamına gelir. Bir sosyal psikolog, Harvard’lı ka­ dınlardan, iki ay süreyle her gün ruhsal durumlarım ve ayrıca bir gece önce ne kadar uyudukları, havanın durumu, genel sağ­ lık durumları, cinsel aktiviteleri, haftanın hangi günü olduğu (Pazartesi sıkıntısı? Cuma rahatlığı?) gibi, durumlarını etkile­ yen potansiyel faktörleri not etmelerini istedi. Süre bittiğinde, deneklerden, iki ay boyunca, bu faktörlerin her birinin ruhsal durumlarını ne kadar etkilediğini söylemeleri istendi. Sonuçlar mı? Kadınların ruhsal durumlarını neyin etkilediğine ilişkin söyledikleriyle, günlük notları birbirinden farklıydı. Örneğin,

290


JOHN BROCKMAN

ğımız bilişsel uyumsuzluktan kaçınmak için, düşüncemizi bu davranışa uygun olacak şekilde değiştiriyoruz. Ama bunu yap­ tığımızın farkına varmıyoruz ve bu bize söylendiğinde, tutum değişikliğimiz için hayali nedenler uyduruyoruz. 1960’lardan başlayarak sosyal psikologlar, insanların dav­ ranışları için ileri sürdükleri nedenler üzerine araştırmalar yap­ maya başladı. Eğer insanlara elektrik şoku verir de, onlara uya­ rılma semptomları -aslında elektrik şokunun yarattığı- oluş­ turacak bir hap verdiğinizi söylerseniz, bu insanlar ilacı içme­ yenlerden daha fazla şok alır. Bu uyarılmanın ilaçtan olduğunu düşünürler ve bu nedenle daha fazla şok almaya istekli olurlar. Ama onlara neden bu kadar şok aldıklarını sorarsanız, muh­ temelen “Ben eskiden elektrikli aletlerle çalışırdım, bu yüzden çok çarpıldım, sanırım buna alıştım,” gibi şeyler söylerler. 1970’lerde sosyal psikologlar, insanların basit değerlendir­ meleri niçin yaptıkları ve basit kararları -örneğin, bir giysiyi ya da belli bir insanı niçin sevdiklerine ilişkin- niçin verdikleri konusunda yanılmıyor olmalarının mümkün olup olmadığını sormaya başladı. Örneğin, deneylerden birinde, araştırmacılar, bir Belçikalıya öğretmenlik felsefesi hakkında bir soru sordular ve bu soruya iki ayrı biçimde -birinde bir canavar diğerinde bir aziz gibi- yanıt vermesini istediler ve verdiği yanıtları vide­ oya kaydettiler. Sonra bu kayıtlardan birini deneklere izlettiler ve bu öğretmeni sevip sevmediklerini sordular. Ayrıca, bazı deneklere, öğretmenin aksanımn, onu ne kadar sevdiklerini etkileyip etkilemediğini sordular, diğer deneklere ise öğret­ meni ne kadar sevdiklerinin aksanım ne kadar beğendiklerini etkileyip etkilemediğini sordular. Canavarı seyredenler doğal olarak onu sevmedi ve onlar bunun nedenlerinden birinin öğ­ retmenin kulak tırmalayan aksam olduğundan emindi. Azizi seyredenler için, onu sevmelerinin nedenlerinden biri kulağa çok hoş gelen aksanıydı. Öğretmeni sevdikleri için aksanım da

289


Bilebileceğimizden Fazlasını Söylemek RICHARD E. NISBETT Richard E. Nisbett bir psikoloji profesörü ve Michigan Üniversitesi'nde Kültür ve Bilişsellik Programı'nın başkan yardımcısı. The Geography ofThought: How Asians and Westerns Think Differently... and Why? (Düşüncenin Coğrafyası: Asyalılar ve Batılıların Düşünceleri Nasıl Farklı Olabiliyor... ve Neden?) adlı kitabın yazarı.

En son işe aldığınız elemanın, neden en iyi aday değil de ondan sonra gelen aday olduğunu biliyor musunuz? Ya son pijama­ larınızı niçin aldığınızı? Peki, sizi neyin mutlu neyin mutsuz olduğunu biliyor musunuz? O kadar da emin olmayın? Son elli yıl içinde sosyal psi­ kologların ortaya çıkardığı en önemli şey, insanın, niçin öyle davrandığı, öyle değerlendirdiği, bir şeyi niçin sevdiği ya da sevmediği konusunda en güvenilmez bilgi kaynağı olduğu. Kı­ sacası, kafamızın içinde neler olup bittiğini hiç de sandığımız kadar iyi bilmiyoruz. Aslında son derece şaşırtıcı sayıda çok şey için, “Neden yaptım?” sorusunun cevabını, bizi izleyen bir yabancıdan daha iyi bilmiyoruz. Sosyal psikologların, düşünme eylemimiz hakkında ne ka­ dar bilgisiz olduğumuza ilişkin elde ettiği ilk ipucu, 1950’lerin sonlarında başlayan ve bilişsel uyumsuzluk üzerine yapılan bir araştırmada ortaya çıktı. Davranışımızın haklılığını yeterince iyi açıklayamadığımız zaman, tersini yaptığımızda yaşayaca- 288


JOHN BROCKMAN

kurmacalarımızın yanlış olduğuna dair ne öğrenirsek öğrene­ lim, ne bilirsek bilelim, onlar gündelik yaşamımızı yönlendiren baskın güçler olarak kalmaya devam edecek gibi görünüyor. Bu bizi rahatlatmayabilir, ama akıllı ve akıllı olduğunu bilen yara­ tıklar -bu durumda doğadaki tek akıllı yaratıklar- olarak, hiç olmazsa durumumuzun vahametini anlayabiliyoruz.

• 287


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

konusunda uzun bir yol kat ettiler, ancak tatmin edici bir teori oluşturmaktan henüz uzağız. Ancak, insan düşüncesi ve aklı, algılama yetisi, bilinçli zi­ hinsel yaşama ilişkin diğer doğal ve biyolojik bilimlerle uyum­ lu bir teori geliştirmeyi başarsak bile, kendimizi değerlendir­ mekte kullandığımız o çok değerli kavramlarımızdan -insan, kendini en iyi tanıyan, ne yapacağını ve nasıl yaşayacağını özgürce belirleyebilen canlı- vazgeçer miyiz? Elimizde vazgeç­ meyeceğimize dair çok kanıt var. İnsanlar olarak kendimizi, yaşamın merkezinde olan, kendini tanıyan ve özgür irade sahi­ bi varlıklar olarak görüyoruz. Kendimizin ve diğer insanların, inançları, arzuları, umutları ve korkularıyla hareket ettiğini ve yaptıklarının çoğundan, söylediklerinin ise tümünden sorum­ lu olduğunu kabul ediyoruz. Nörobilim alanında yapılan araş­ tırmaların sonuçlan, çoğu davranışımızın ne kadar otomatik, rutinleşmiş ve bilinçdışı olduğunu ortaya koysa da, gündelik düşüncelerimizi ve diğer insanlarla ilişkilerimizi yöneten öz­ güvenden vazgeçemiyoruz. Belki de, insanlara yalnızca birer makineymiş -öyle ol­ duğumuzun ortaya çıkmasına karşın- gibi davranamıyoruz. Kendimize ilişkin fikirlerimiz kemikleşmiş, en kesin bulgulara rağmen değişmiyor ve belki de bu sonsuza dek bizim bir gerçe­ ğimiz olarak kalacak. Nörobilimcilerin bulgularıyla ilgileniyor ve neler olduklarını ve bizi nasıl etkileyeceklerini merak ediyo­ ruz, ama natüralist felsefeci David Hume’nin de söylediği gibi, içimizdeki doğa çok güçlü ve o çok sevdiğimiz eski düşünce biçimimizden vazgeçmemize uzun bir süre izin vermeyecek. Hume, araştırmalarımızda ya da laboratuvarımızda bizi oya­ layan bir fikir ne kadar ilginç olursa olsun, yemek yemek ya da arkadaşlarımızla vakit geçirmek üzere dünyaya döndüğü­ müzde, en doğal inanç ve alışkanlıklarımız geri dönüp, yeni düşünce ve kuşkularımızı uzaklaştıracak. Düşüncelerimizin ve

• 286


Öğrendiklerimiz Bizi Değiştiremeyebilir BARRY C. SMITH Barry C. Smith, Londra Üniversitesi, Birkbeck Koleji'nde fel­ sefeci ve The Oxford Handbook of Philosophy of Language (Oxford Dil Felsefesi Elkitabı) adlı kitabın (Ernest Lepore ile birlikte) yazarı.

Başka her şey gibi, insan da doğal dünyanın bir parçası. Doğal Dünya sahip olduğumuz her şey. Ama var olan her şeyin doğal dünyanın bir parçası olduğunu söylemek, var olan her şeyi ta­ nımlayan ve açıklayan bir tek teori var demekle aynı şey değil. Gerçeklik bir tek madde ve onun bileşenlerinden oluşmuş ola­ bilir, ama var olan her şeyi açıklayabilmek için farklı düzeyler­ de tanımlamalar getiren farklı teorilere ihtiyacımız var. Bu farklı düzeylerdeki teoriler birbirlerine indirgenemez. Önemli olan birbirleriyle bağdaşabilir olmaları. Nevvton’un bize hediyesi olan astronomi, doğaüstücülük akımına karşı bir zaferdi çünkü yeryüzüne ilişkin bildiklerimiz ile gök cisimleri hakkında bildiklerimizi birleştirdi. Benzer şekilde biyoloji, yaşa­ mı elan vital olarak gördüğümüz günlerden bugüne gelmemizi sağladı. Bugün üstesinden gelmekte en çok zorlandığımız şey, düşünce ve hayal gücümüzü, düşüncelerimizi açıklama ve aktar­ ma yeteneğimizi -bilimsel teorileri oluştururken kullandığımız biricik araç- açıklayabilmek. Doğal bilimlerin doğaüstücülüğe karşı son zaferi, bilinçli yaşantının açıklanması olacak. Bilişsel bilimler ve beyin bilimleri bu projeyi bir netliğe kavuşturmak

285


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

davranma yeteneği, hem hükmedenlere hem de hükmedilenle­ re ayrıcalık tanıma olasılığı... tüm bunlar ciddi tehlike altında olan zihinsel eylemler ve bu durum fark edilmiyor. Tek çıkış yolu, doğru yöntemler kullanarak ve kim oldu­ ğumuza ilişkin sarsıcı gerçeklerle korkmadan yüz yüze gele­ rek zihni araştırmak ve anlamak. Herkesin en sevdiği biyolog Richard Dawkins’in otuz yıl kadar önce söylediği gibi, “Gelin bencil genlerimizin ne işler çevirdiğini ortaya çıkaralım, çün­ kü belki o zaman en azından planlarını bozma -başka hiçbir türün yapmak istemediği bir şey- şansımız olur.” Bu yararlı bir tavsiye çünkü eğer bu tavsiyeye uyarsak, bizi doğru yoldan çıkarıp, kendimizi (bilinçli kendimizi) en temel duygu ve dü­ şüncelerimizin kökenine inmekten alıkoymamıza neden olan zihin virüslerini bulup çıkarabiliriz. Emily Dickinson, hocasına iyi bir şair olup olmadığını sor­ mak için yazdığı mektupta şunları söylüyordu: “Denizci kuzeyi göremez, ama pusula ibresinin görebildiğini bilir.” Tam olarak içimize yönelmedikçe, bu denizciler gibiyiz. Ama bu yüzyılda yaşamanın bir gerçeği olarak ibremiz var -aslında birçok ibre­ miz var ve bunların en doğru yönü gösterenleri biliminkiler. Bu ibreler bundan sonraki (yoksa sonuncu mu?) sınırı göste­ riyor: yalnızca diğer gezegenlerin arasındaki yerimizi, diğer türlerin arasındaki yerimizi değil, kendi özümüzü anlamamızı sağlayan sınır.


JOHN BROCKMAN

tik anlamlandırılmasına gönderme yapar. Bir davranış -basit bir davranış; örneğin, birinin elini cebine götürmesi- gözlem­ lendiğinde, bilinçsiz çıkarım gerçekleşir. Bağlamı içinde, bu davranışın bir cüzdan, bebek bezi, stetoskop ya da bir silah çıkarmak için yapıldığı varsayılır. Bu tür çıkarımlar, sıradan sosyal ilişkiler içinde oluştuğunda, insanların ait olduğu sosyal kategorilere dayanır. Bir bebeğe doğru eğilen bir büyükanne, çocuk bezi çıkarmak varken niye silah çıkarsın? Bu çıkarımlar öyle sıradandır ki hızla ve bilinçsizce yapılmaları akla yatkın gelir. Mental proseslerin objektif analizinden -daha yüz yıllık bile olmayan bir bilim dalı- neleri sezemediğimizi öğreniyo­ ruz. Örneğin, kendimizden farklı olandan korkmanın yaygın bir duygu olduğunu biliyoruz. Sosyal hiyerarşilerde, egemen olana ait olmayandan hoşlanmadığımızı biliyoruz. Tüm bunlar üst üste konduğunda, ortaya çıkan sonuç tüm kültürlerde, ço­ ğunluğu oluşturan grubun üyelerinin kendinden olandan yana kullandığı güçlü tercih oluyor. Kendimizin olanı ya da baskın olanı seçme eğilimimiz doğal çünkü bu evrimsel mirasımızın bir parçası ve bu, bir insanın ülkesi, dini, ırkı / etnisitesi için neyin ‘iyilik’ olduğunun öğretilmesiyle pekiştirilmiş. Günü­ müz dünyasında, bir insanın kendi grubunu oluşturan şeyin karmaşık olduğunu ve dominant tarafta olmanın ne anlama geldiğinin net olmadığını kabul etmek, bu tür eğilimlere introspektif bir şekilde yaklaşmaksızın çalışmanın büyük bir de­ zavantaj olduğunu ortaya koyar. Zihinle ilgili bilim dalları içimize, kafamızın içinde taşıdı­ ğımız bir buçuk kilogramlık evrene bakmayı olanaklı kıldı ve bunu yapabilince introspeksiyon gücümüzün sınırlarını ve bu sınırların ahlaki sonuçlarını öğrendik. Başkalarını objektif bir şekilde yargılarken adil olabilme yeteneği, niyetine uygun ola­ rak davranma yeteneği, gruptan olanlara ve olmayanlara eşit


İntrospeksiyonun (=iç gözlem) Sınırları MAZHARIN R. BANAJI Mazharin

R.

Banaji,

Harvard

Üniversitesi

Psikoloji

Bölümü'nde 'Richard Clarke Cabot Professor'unvanına sa­ hip Toplumsal Etik profesörü; ayrıca, Radcliffe İleri Araştır­ ma Enstitüsü'nde'Carol K. Pforzheimer Professor'unvanına sahip.

Bilinçli farkındalık, insan zihninin ürettiği şeylerin yalnızca kü­ çük bir parçası, ama zihnin öznel olarak hissettiğimiz tek yanı ve bu nedenle de var olduğuna inandığımız tek yanı. Gerçek şu ki, düşünceler, duygular ve davranışlar büyük ölçüde istemsiz ve bilincinde olunmadan gerçekleşiyor. Bu, bizi biz yapan duy­ gu ve düşüncelerin rutinleşmiş, otomatikleşmiş, klasik olarak şartlanmış ve önceden derlenmiş yanı. Yaptığımız şeyleri niçin yaptığımızı, tercihlerimizin nedenini veya neden o şekilde dav­ randığımızı bildiğimizden emin olmamıza rağmen bizi motive edenin ne olduğunu bilmeyiz. Algı ve yargılarımızın yanlış (objektif olarak değerlendirildiğinde) olduğunun farkına bile varmayız, çünkü bilinçli farkındalık alanımızın dışında kaldığı için böyle bir kanıtla hiçbir zaman karşılaşmayız. Davranışımı­ zın kendi amaç ve isteğimizle çeliştiğinin farkına varmayız. İntrospeksiyon üzerindeki sınırlamalar, yalnızca fiziksel dünyayı nasıl gördüğümüzü değil etik yargılarımızı da sınırlar. Fizyolog Helmholtz’un bilinçsiz çıkarım kavramı, algılanan şeyin -kimseden izin almadan algının ötesine geçmek- otoma-

282


JOHN BROCKMAN

belirleme durumunun çeşitli bileşenlerini tanımlama, ölçme ve yönlendirme yeteneğine sahip değiliz. Ama artık bu günler geride kalıyor ve reklamcısından politik danışmanına herkes, özgür irade kavramımızı zayıflatacak şekilde bilinci nasıl yön­ lendireceğini, biyolojik detaylarıyla biliyor. Önümüzdeki yıllarda, beynin aslında nasıl çalıştığına iliş­ kin bilgimiz arttıkça, sosyal ve politik özgür irade kavramımız -onu oluşturan mekanizmalar konusundaki bilgisizliğimize dayandığı için- ortadan kalkacak. Ya bunun olmasını bekleriz ve ne yapacağımıza o zaman karar veririz ya da şimdiden, eski özgür irade kavramımızın geçersiz olduğu bir dünyada ne tür yasal, politik ve ekonomik sistemlere gereksinim duyacağımızı düşünmeye başlarız.

281


SENlN TEHLİKELİ FÎKRlN NE?

formül (suçun çirkinliğinin bu suçun tekrarlanma olasılığını arttırması), yeni, akli dengesi yerinde olan ve cezası öz-denetim eksikliğine endekslenmiş bir suçlu sınıfı yaratıyor. Ama pedofili yüksek oranda tekrarlanan tek suç değil. Te­ cavüz suçluları da ortalamanın üzerinde bir oranla aynı suçu yine işliyor. Benzer şekilde, her türden hırsızlar da, eğer kısa vadeli zaman ufkuna sahipseler ve dürtülerini iyi kontrol ede­ miyorlarsa, tekrar suç işleyebiliyor. Gelecekte davranışlarını ne kadar kontrol edebileceklerini daha iyi saptayabileceğiz diye daha çok suçlu türünü mü cezasını çektikten sonra gözetim altında tutacağız? Kişisel sorumluluk fikrinden vazgeçmediği­ miz sürece bunu nasıl yapabiliriz? Eğer tehlikenin büyüklüğü­ nü saptayabiliyorsak, o zaman da nasıl başka türlü davranabi­ leceğiz? Ceza yasası, özgür irade kavramının erozyona uğradığı alanlardan yalnızca biri. Erkeklerin, kendilerine güzel kadın resimleri gösterildikten sonra daha agresif davrandığını bili­ yoruz. Kadınların hamile kalabilecekleri dönemlerde zinaya daha yatkın olduklarını da. İstem dışı davranışlarda bulunan hastaların -kontrolün kendilerinde olduğu (yanlış) inancını kaybetmemek için- o davranışa kendilerinin karar verdiğini söylediğini de biliyoruz. 50 dolarlık bir şeyi 40 dolara alabil­ mek için insanların şehir dışına gittiğini ama 25.000 dolarlık arabadan tasarruf etmediğini de. Oy pusulalarının tasarımının seçmen tercihini etkilediğini de biliyoruz. Bu etkileri anlamaya henüz yeni başladık; ama bu konudaki bilgimiz arttıkça, satış stratejilerinden ilaç bileşiklerine kadar her şeyi, bu alandaki bilgimizden yararlanarak tasarlamak kolaylaşacak. İnsanın kendi davranışım bilinçli olarak belirlemesi bir spektrum. Ama biz onu tek bir nitelik olarak -ya özgür ira­ denizi kullanabiliyorsunuzdur ya da istisnai insan kategorisine girersiniz- ele alıyoruz çünkü böylesi bir kendi davranışlarını ■ 280 •


JOHN BROCKMAN

food şirketleri, soruyu farklı şekilde sorarak, analitik aparatı­ mızdaki zayıflıktan -her gün davranışsal ekonomi ve evrimsel psikoloji alanında belgelerle kanıtlanan zayıflık- yararlanıyor. Bu yalnızca şişman gençlerin sorunu değil. Yasal, politik ve ekonomik sistemlerimiz -modern toplumu yöneten sistem­ ler- herkesin davranışları üzerindeki kontrolünün aynı düzey­ de olduğunu varsayar. Bunun sonucunda, insanların verdiği kararları, ya seçimlerde olduğu gibi geçerli sayarız ya da söz­ leşme hukuku ve ceza davalarında olduğu gibi onları davra­ nışlarından sorumlu tutarız. Sonra da, bazı insanların kendi davranışlarını belirleme yetisi olmadığı gerçeğinin üstesinden gelebilmek amacıyla, bazı özel muafiyetler yaratırız. Amerikan ceza yasasına göre, on beş yaşında bir suçlu on altı yaşındakinden farklı muamele görür. Planlanmadan işlenen suçlar farklı değerlendirilir. Bazı başka yasadışı davranışlar, eğer faillerinin akli dengesi yerinde değilse (ister gelişim bozukluğu nedeniyle olsun ister yasada tanımlanan diğer psikiyatrik rahatsızlıklar nedeniyle olsun) suç sayılmaz. Aynı miktarda özgür iradeye sahip çoğunluk ve istisnai bi­ reyler arasındaki bu teorik ayrım yüzyıllardır aynı, çünkü bu­ nun bir nedeni de bilgisizlik. Özgür iradenin biyolojik kayna­ ğını bulamadığımız sürece, insan yığınlarına sanki hepsi aynı derecede yaşamlarını kontrol edebiliyormuş gibi davranmak son derece mantıklı; daha makul yargılamalar yapmak müm­ kün değil. Bununla birlikte, bizler insan davranışının biyolojik öncüllerini anlamaya başladıkça, çift yönlü özgür irade kavra­ mı aşınıyor. Pedofıli hükümlüleriyle ilgili yasaları düşünün. Bu suçu tekrarlama oranlarından duyulan endişe, ileride suç işleyebi­ lirler olasılığına dayanarak, onların özgürlüğünü kısıtlayan ya­ saların yürürlüğe konmasına neden oldu, oysa bu durum yargı sistemindeki özgür irade kavramı ile bağdaşmıyor. Buradaki 279


Özgür İrade Yok Oluyor CLAY SHIRKY Clay Shirky, New York Üniversitesi, İnteraktifTeiekominikasyonlar Yüksek Lisans Programı'nda konuk profesör ve Voices from the Net (Netten Gelen Sesler) kitabının yazarı.

2002 yılında bir grup genç, Mc Donald’s şirketini, kendilerini şişmanlattığı gerekçesiyle mahkemeye verdi. Şirketi, başka şey­ lerin yanı sıra, onları, yemeleri gerekenden daha fazla yemeğe yönlendiren promosyon teknikleri kullanmakla suçluyorlardı. Bu dava, özgür irade ve bireysel sorumluluk duygusunun aşın­ ması olarak görülüp geniş çevrelerce şiddetle kınandı. Daha az üzerinde durulan bir nokta ise, bu gençlerin insan davranışına ilişkin doğru bir açıklama getirdiği idi. Kimi lokantalarda, müşterilerin küçük bir fark ödeyerek daha büyük bir porsiyon alabildiği uygulamayı düşünün. Bu uygulama, özgür irade kavramı açısından ciddi bir sorun oluş­ turuyor: Müşteriler, belli bir miktar yemek için ne kadar para ödeyebileceklerinin hesabını yapmış olarak lokantaya geliyor; ancak kendilerine “Bu kadar yemeğe 5.79 dolar öder misiniz?” yerine, “Daha fazla patates kızartması için 30 sent fazla öder misiniz?” sorusu sorulunca, ekonomik olarak aslında aynı olan soruya, daha bir iki saniye önce içlerinden ‘hayır’ demiş olma­ larına karşın, genellikle “Evet” yanıtı veriyor. Bu süper porsiyon uygulaması, aslında bilinçli yargıyı boz­ mak amacıyla tasarlanmış bir uygulama ve işe yarıyor da. Fast-

278


JOHN BROCKMAN

Bu deneyler, zihin üzerine çalışan felsefecilerin, “Eğer se­ çimlerimiz, biz daha bir eyleme karar vermeden önce beyni­ mizde gerçekleşen bilinçsiz bir işlem ile belirleniyorsa, özgür irade nerede?” sorusunu sormasına yol açtı. Bu seçimler önceden mi belirleniyor? Eylemlerimize öz­ gür bir şekilde karar verme deneyimimiz yalnızca bir illüzyon, eylem gerçekleştikten sonra ona gerekçe bulmak mı? Freud, Helmholtz ve Libet buna katılmıyor ve seçimimizde özgür ol­ duğumuzu ama bunun farkında olmadığımızı düşünüyor. Ör­ neğin Libet, istemli bir hareketin beynin bilinçsiz bölümünde başladığını ama eylem başlamadan hemen önce bilincin devre­ ye girip bu harekete onay verdiğini ya da reddettiğini ileri sü­ rüyor. Parmak kaldırılmadan 200 milisaniye önce, bilinç onun hareket edip etmeyeceğini belirliyor. Karar ve farkındalık arasındaki gecikmenin nedeni ne olursa olsun, Libet’in bulguları bir soruyu akla getiriyor: İnsan, bilinçli olarak farkında olmadığı kararlardan sorumlu tutul­ malı mı?


SENİN TEHLİKELİ FÎKRİN NE?

tarafından yapılan ve farkında olmadan düşünme ve akıl yü­ rütmeye dayalı ‘bilinçsiz çıkarım’ olduğunu ileri sürmesine yol açtı. Bu görüş, çıkarım yapmak için bilincin gerekli olduğunu düşünen beyin bilimcilerinden kabul görmedi. Bununla birlik­ te, 1970’lerde, beyinde gerçekleşen bilişsel işlemlerin çoğunun bilinç alanına girmediği görüşünü haklı çıkaran çok sayıda de­ ney yapıldı. Bu deneylerin belki en önemlisi, 1986 yılında Benjamin

Libet

tarafından

yapıldı.

Libet,

Alman

nörolog

Hans

Kornhuber’in bir buluşundan yola çıktı. Kornhuber, gönüllüle­ re sağ ellerinin işaret parmağını kaldırmalarını söylemiş, sonra bu istemli hareketi bir gerilimölçer ile ölçmüş ve aynı zamanda kafatasına yerleştirilmiş bir elektrot yardımıyla beyinde mey­ dana gelen elektrik aktiviteleri kaydetmişti. Yaptığı yüzlerce denemeden sonra Kornhuber, istisnasız her hareketten önce, elektrik aktivitelerin kaydında bir bip sesi -özgür irade kıvılcı­ mı- olduğunu fark etmişti. Beyindeki bu potansiyele ‘hazırlık potansiyeli’ adını vermiş ve bunun istemli hareketten bir saniye önce oluştuğunu saptamıştı. Libet, Kornhuber’in bu buluşunun izinden giderek, gönül­ lü deneklere, ne zaman gerek duyarlarsa o zaman bir parmak­ larını kaldırmalarını söyledi. Bir gönüllünün kafasına elektrot bağladı ve bu insan parmağını kaldırmadan bir saniye önce oluşan ‘hazırlık potansiyelini doğruladı. Sonra bu insanın bu eyleme karar vermesi için geçen zamanla hazırlık potansiye­ linin zamanını karşılaştırdı. Son derece şaşırtıcı bir şekilde, hazırlık potansiyelinin, bu insanın parmağını kaldırma gereği hissetmesinden sonra değil, 200 milisaniye önce ortaya çıktığı­ nı fark etti. Böylece Libet, yalnızca beyindeki elektrik aktivite­ leri gözlemleyerek, deneğin ne yapacağını, daha kendisi buna karar verdiğinin farkında olmadan önce tahmin edebildi.

• 276


Özgür İrade Bilinçten Bağımsız ERIC R. KANDEL EricR.Kandel, bir biyokimyacı ve Kolombiya Üniversitesi'nde profesör. Aşağıdaki makale, kendisinin İn Search of Memory: The Emergence of a New Science of Mind (Belleği Ararken: Yeni Beyin Biliminin Ortaya Çıkışı) adlı kitabından alındı.

Sigmund Freud, yirminci yüzyılın başında, algısal ve bilişsel proseslerimizin çoğunun bilinçsiz -dikkatimizi o an odakladıklarımız hariç- olduğuna ve bilinçsiz mental proseslerin in­ san davranışının çoğunu yönlendirdiğine dikkat çekti. Freud’un fikri, önce fizikçi sonra nöral bilimci olan, Alman bilim insanı Hermann Helmholtz’un 1860’larda ileri sürdüğü bilinçsiz çıkarım kavramının doğal bir uzantısıdır. Helmholtz, sinirlerde elektrik sinyallerinin iletilmesini ilk kez inceleyen kişidir. O, bu sinyallerin, ışık hızıyla -bakır kablolarla iletilen elektrik kadar hızlı- iletildiğini sanıyordu ama çok daha yavaş -saniyede yaklaşık 90 m- olduğunu gördü. Sonra, reaksiyon süresini -bir deneğin bilinçli olarak algıladığı bir uyarana tepki vermesi için gereken süre- inceledi ve gördü ki bu tepki duyu­ sal ve motor aktiviteler için gerekli toplam iletim süresinden çok daha yavaştı. Bu durum Hemholtz’un, bir nesnenin bilinçli olarak al­ gılanmasından önce beyinde bilinçsiz olarak çok miktarda iş­ lem gerçekleştiğini, beyinde olup bitenlerinin çoğunun bilince yansımadığını ve nesnelerin algılanmasının temelinde beyin

• 275


SENlN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

den etkilenebilmek için gerekli zihinsel özgürlüğe sahip olma­ mak bir diğer neden olabilir. Arkeoloji açısından bakıldığında, bunun kanıtı ilk tarım topluluklarında bile görülebilir: Neolitik dönemde gerçekleşen ve en küçük çocuklar dışında, bir toplulu­ ğun tamamının öldürüldüğü Talheim katliamı, yetim çocukla­ rın hâlâ kolay etkilenebilir olan genç zihinlerinin, yaşamlarını, katliamı yapanların toplumunda köle olarak geçirecek şekilde yeniden yapılandırılabileceğinin bir kanıtı (antropolojik analoji­ lerle de desteklenerek) olarak görülüyor. Geleceğe dair şu öngö­ rüde bulunabiliriz: Sanal gerçeklik makinelerinin karanlık yüzü (Clifford Pickover’ın bu sayfalarda anlattığı gibi), etkilenmeye hazır bireylerin fark edilmesi çok daha zor bir kültürel program­ lamayla sofistike konformistler haline getirilmeleri olabilir. Gen ve kültürün etkileşimi, inanılmaz çeşitlilikte bir beceri ve yetenek potansiyeline sahip olmamızı sağlıyor. Bu potansiyeli gele­ cekte, yargı, seçim yapma, bilim ve sanatı anlama alanlarında kul­ lanmak ve geliştirmek son derece önemlidir. Ancak beyni kültü­ rel bir alet olarak görme fikri tehlikelidir. Sosyal mühendisliğe ilgi duyanlar -diktatörler ve otoriter rejimler- kuşkusuz bu potansiyeli kendi çıkarları için geliştirmeye çalışacaktır. Özgür irade, bu irade­ nin nasıl oluştuğunu kavrayıp onu sinsi yöntemlerle çökertmeye çalışan iktidar sahipleri için bir tehdit oluşturuyor. İnsan beyninin karmaşıklık düzeyine sahip kültürel alet­ lerin işlevselliği, kendi türümüzü, geleceğin gelişmiş süper robotu için en açık aday yapıyor. Bu süper robotlar yalnızca akıllı fabrika işçileri ve uysal tüketiciler değil, gözü kara silah taşıma sistemleri (intihar bombacıları) ve konformizmin bek­ çileri olacak. Hepsinden kötüsü, genlerimiz ve kültürümüzün etkileşimiyle oluşan olağanüstü doğal tarihimiz sayesinde elde ettiğimiz o çok özel niteliklerden ancak küçük bir azınlık öz­ gürce yararlanabilecek.

• 274


JOHN BROCKMAN

de gösterdikleri davranış çeşitliliği, hayvanların tümünde görülen­ den daha fazladır. Ancak, dile, ideolojiye ve kültürel olarak miras alman ve geliştirilen bir teknolojiye sahip her insan topluluğunda, konformizm en önemli değerdir ve muhalefet etmenin cezası sık­ lıkla ölümdür. Neotenik beynin kolay şekillendirilebilir olma özel­ liği sayesinde, kültürel sistemlerin zihnin gelişmekte olan dokusu­ na fiziksel olarak kazındığı kanısındayım. Beyni, kültürel yazılımların yüklendiği genetik bir sabit disk olarak görüp, sonra da bunların cinsel eğilim ya da matematik be­ cerisi gibi alanlardaki etkisini belirlemeye çalışmak yerine (eski genetik-çevre tartışması), kültür (evrim biyoloğu Richard Dawkins’in uzun süre önce, doğum kontrolüyle ilgili olarak belirttiği gibi) genleri değiştirmekle kalmayıp onlar sayesinde var olabilmekte­ dir. Ontogenik gecikme, hem çevrenin kültürel rutinlerin gelişen ortamının genetik kopyalamayı ve bunun yanı sıra beynin sabit disk yapı şemasını etkilediği sonucunu çıkarabiliriz. Modern insan beyninin genler tarafından kodlanmış olması, tıpkı ucu tırtıklı bir ok ucunun çakmak taşından yapılmış olduğu için kültürel olmadı­ ğının ileri sürülemeyeceği gibi beynin o ünlü eleştirel bilincinin de (kendinin bilincinde olma durumu) kültürel olmadığı anlamına gelmez. İnsan beyni, yalnızca doğanın değil, kültürün de sınırlarını aşabilir ve bunu eski normları reddedip yenilerini oluşturarak yapar. Güzel sanatların ve bilimin ortaya çıkışı insan beyninin bu işleyiş biçiminin bir ürünüdür. Bunu, bedenin sınırlarım aletlerle ve bellek depolarıyla (kitaplar, laboratuvarlar, bilgi­ sayarlar) genişletip, kültüre maruz kalmış insan beyninin en önemli yeniliği olan özgür iradeyle sağlamlaştırarak yapar. Bununla birlikte, özgür irade her insanda -ya da insan topluluğunda- aynı düzeyde değildir. Hatta bazılarında hiç yok gibi görünüyor. Bunun nedenleri arasında genetik yetersiz­ lik olsa da, kültürel kimlik edinebilmek ve hatta bazen kültür273


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

sinin büyük olması) ile doğmaz hale gelmiştir. Buna karşın, artık henüz gelişimini tamamlamamış halde doğabilmektedir. Diğer bir deyişle, bu askı sayesinde, fetüs ontogenetik açıdan daha geri bir düzeyde doğmaktadır. İnsanların da gösterdiği bu eğilime neoteni adı verilir. Erken özelliklerin daha uzun bir sürede gelişmesi, gelişim sürecinin toplam süresinin, ana karnı içinde geçen dokuz aylık süreden daha uzun olması anlamı­ na gelir. Gelişimini tamamlamadan doğan insanımsı çocuklar, kafataslarının gelişimini rahmin dışında, bebek taşıyıcı askının rahim yerine geçen torbasında tamamlayabilirler. Bu noktadan itibaren, daha gelişmiş bilişsel kapasitelerin -primat beynin işlevi bir pastaysa eğer, pastanın üstündeki süslemeler olan filogenetik ve ontogenetik kapasiteler- rahmin dışında gelişmesinin, kendine özgü bir insan kültürünün oluş­ masını sağladığını görmek zor olmaz. Ana-babası tarafından sosyal ortamlara taşınan bebek, sesletime tanık olur. Ana-babaların erken konuşmaya başlama becerisi gibi zekaya özgü özellikler açısından seçilimi, başka yazarların da belirttiği gibi, beynin büyümesinin 2500 yıl öncesine kadar devam etmesi­ ne neden olmuş olabilir. Bu tarih, iki türün, Neanderthaller ve biz— büyük kafalı, dar pelvisli memelilerin biyomekanik sınır­ larının sonuna gelip dayandığı noktanın tarihidir. Bu, sürecin filogenetik yönüdür. Ontogenetik açıdan ke­ sinlik söz konusudur: Filogeni tekrarlanıyor. İnsansı bebekle­ rin az gelişmiş beyinleri kültür odaklıydı. Bu anlamda, Dan Sperber’in ‘kültür doğaldır’ yolundaki tehlikeli fikrine karşı çıkmıyorum. Ancak, insan kültürü—çeşitli memelilerde gözle­ nen, öğrenilmiş rutinlerden ve alet kullanmaktan oluşan temel kültürden farklı olarak bir göstergeler sistemidir; özellikle de nesneleri sözcüklerle ilişkilendirmeyi, bunlara değer biçmeyi ve biçilmiş değeri tanıyabilmeyi içerir. Felsefeci ve sosyal antropolog Ernest Gellner’in işaret ettiği gibi, insanlar, tür olarak karşılaştırmalı kültürlerde incelendiklerin272


İnsan Beyni Kültürel Bir Alet Tl MOTHY TAYLOR Timoty Taylor, Britanya, Bradford Üniversitesinde arkeolog ve The BuriedSoul:HowHumans InverıtedDeath (Gömülmüş Ruh: İnsanlar Ölümü Nasıl Keşfetti) adlı kitabın yazarı.

Filogenetik açıdan, insanlar evrensel bir bilmecedir. İki ayak üzerinde yürümelerinin iki sonucu olmuştur: Hem elleri alet yapmak için serbest kalmış (örneğin yontma taş aletler—insan yapısı aletlerin ilk örnekleri 2.7 yıl öncesine tarihlenir), hem de pelvis daralarak fetüsün kafatasının olası büyüklüğünü sınır­ lamıştır. Böylece, beynin, iki milyon yıl önce başlayan genişle­ mesi durmuştur. Ama şuna ne dersiniz: İnsanımsı türlerden biri, yontma taş aletler yapmanın yanı sıra, ölü bir hayvanın iç organlarını boşaltmayı, basit bir düğüm atmayı öğreniyor; içinde bir şeyler taşıyabileceği bir askı icat ediyor (Şempanzelerin yaprak için­ de su taşıdıkları, gorillerin bir dal parçasıyla suyun derinliğini ölçtükleri bilindiğine göre, bu aşamadaki insan atalarımızın bunları yapabilmek için gereken pratik ve soyut düşünceye sa­ hip olduklarını rahatlıkla varsayabiliriz). Bu taşıma askısıyla kalça hizasında taşman çocuk böylece, ana-babasının ellerini kullanmasını çok az engelleyecektir. Bunun beklenmedik ve kesinlikle planlanmamış sonucu, yavrunun şempanzelerde var olan tutunma zorunluluğundan kurtulmasıdır. İki ayaklılara özgü pelvisin biyomekanik kısıtlamaları yüzünden insanımsı bebek büyük bir kafa (dolayısıyla beynin başlangıç kapasite■ 271


SENÎN TEHLİKELİ FlKRlN NE?

lıklar olsa da, aynı mekanizmalardan oluşmuş bir zihne / beyne sahiptir. (Olasılık dışı olsa da, Neanderthallerin soyları tükenmeyip de bizler gibi kültürel evrim geçirselerdi ve böylece gerçek anlamda farklı insan ırkları olsaydı, nasıl olurdu bir düşünün.) Antropologların uzun bir süredir, ‘insan türünün psişik bütünlüğü’ olarak adlandırdığı şey hesaba katılırsa, natüralist yaklaşımın temel amacı, insanın bu ortak yapısının -insanlar arasındaki biyolojik farklılıkların değil- nasıl olup bu kadar çeşitli dil, kültür ve toplumsal örgütlenme yaratabildiğini açık­ lamak oluyor. Saptırma ve istismarların yarattığı somut tehlike göz önünde bulundurulursa, bu yaklaşımın daha çok insan ta­ rafından nasıl anlaşıldığının sorumluluğunu almak gündemi­ mizin bir parçası olmak zorunda. Biz natüralistler, Leda Cosmides ve John Tooby’nin ‘standart sosyal bilim modeli’ olarak adlandırdığı şeye radikal itirazlarla karşılaşıyoruz. Konuyla ilgili birçok içgörülü hipoteze ve hatta bazı verilere sahibiz. Bununla birlikte gerçek şu ki, kültüre natü­ ralist yaklaşım, tarihçiler, antropologlar, sosyologlar ve diğerleri tarafından oluşturulmuş son derece geniş kapsamlı ve detaylı bulguların bazı küçük bölümlerine ışık tutmaya yeni başlayan bir yaklaşım olarak bugüne dek spekülatif kaldı. Bizim görüşle­ rimizi tehlikeli bulanlar, onları yerlerinden edecek emperyalist bir girişim olarak gördükleri şeyden korkuyor. Doğrusu böyle bir girişim hayalci bir girişim olurdu, dolayı­ sıyla bundan duyulan korku da. Asıl tehlike başka. Sosyal bilimler, -birkaç önemli alan hariç- o alandaki bilgimize katkıda bulunan çeşitli yaklaşımlar barındırıyor. Bir şeylerin yeniden düzenlenmesi gerekse bile, natüralist yaklaşım iyi ve önemli bir katkı olarak gö­ rülmeli. Ama iddiaları ve vaatleri büyük, fakat başkaları tarafından oluşturulan rekabete karşı ilgileri küçük olan natüralistler -tam olarak tehlikeli değilse de- olmaları gerekenden daha az yararlı­ lar ve sosyal bilimcilerin zihinsel alışkanlıkları için oluşturdukları tehlikenin gerçekleşme olasılığı daha küçük. ■ 270


JOHN BROCKMAN

limsel başarıdır ama -ne yazık ki- savunucusu olduğum bu yak­ laşım (kültürün natüralist açıdan araştırılması), onu biyoloji ya da psikolojiye indirgeme değildir. Positivist olarak nitelendiğimde (bu postmodernistler arasında bir aşağılamadır), hiçbir suçluluk ya da eksiklik duymadan, aslında tüm olguların sosyal olarak yapılandı­ rıldığına inanmadığımı itiraf ettim. Sonuçta, bir insanın fikirleri­ nin tehlikeli olarak nitelenmesi gurur verici bir şeydir. Tehlikeli fikirler potansiyel olarak önemlidir. Bu fikirleri savunurken, aşağılamalara ve yanlış yorumlara cesaretle karşı koymak çok gurur verici bir şeydir. Kültüre doğalcı yaklaşımı savunan pek çok insan kendini, çevreleri dar kafalılarla kuşa­ tılmış özgür düşünceli ve derinlemesine araştırmalar yapan bir grup bilim insanı olarak görüyor. Ama bir dakika! Doğalcı yaklaşımlar tehlikeli olabilir; ne de olsa geçmişte oldu. İnsan ‘ırkları’ ve etnik grupları ya da ka­ dınlar ve erkekler arasındaki önemli doğal eşitsizlikleri açıkla­ yan biyolojik kanıt ve argümanların kullanımı, bizim disiplin­ lerimizin tarihinde zaten çok iyi bir şekilde görülüyor. Bizim için, (1) şu an uğraşılan bilimin kötü bilim olduğunu, (2) bazı doğal eşitsizlikler olduğu kanıtlansa bile, haklarda eşitsizli­ ği savunmanın söz konusu bile olamayacağını, ve (3) politik nedenlerle natüralizmi eleştiren postmodernistlerin işe, kendi tanrıları arasındaki ayrımcı politika savunucuları Heidegger ve diğer reaksiyonerleri reddederek başlamaları gerektiğini söyle­ mek yeterince iyi bir iş yapmak anlamına gelmiyor. Bunu yap­ mak yetmez çünkü natüralizmin ırkçı ve cinsiyetçi amaçlarla kullanımı talihsiz bir kaza sayılmaz. Türler, üyeleri arasındaki genetik farklılıklar nedeniyle evrim geçirir; bu yüzden, biyolojik yaklaşımda biyolojik farkı dışlayamazsınız. Neyse ki, insanlar arasındaki biyolojik farklar çok küçük ve alt gruplar ya da ‘ırklar’ oluşturmuyor ve seksüel dimorphism (eşey ayrılığı=cinsler arasındaki farkılık) oldukça sınırlıdır. Özellikle de tüm insanlar, yalnızca çok küçük farklı• 269


Kültür Doğal Bir Şeydir DAN SPERBER Dan Sperber, Paris, Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi'nde çalışan bir sosyal bilimler ve bilişsel bilim alanında çalışma­ lar yapan bir bilim adamı ve Explairıig Culture:A Naturalistic Approach (Kültürü Açıklamak: Naturalist bir Yaklaşım) kita­ bının yazarı.

Pek çoğumuz, -biyologlar, bilişsel bilimciler, antropologlar, felsefeciler- kültüre gerçek anlamda natüralist (doğalcı) bir yaklaşımın temelini oluşturmaya çalışıyoruz. Sosyal biyolog ve kültürel çevrebilimciler, kültürel davranışların, doğal ayıklan­ ma ile açıklanabilecek biyolojik adaptasyonlar olduğu fikrini geliştirdi. Biyolog Richard Dawkins’in başı çektiği memetisistler, kültürel evrimin, biyolojik evrim tarafından olanaklı kılı­ nan fakat onun tarafından yönetilmeyen otonom bir Darwinci ayıklanma süreci olduğunu ileri sürüyor. Evrimsel psikologlar olan Luca Cavalli-Sforza, Mark Feldman, Robert Boyd, Peter Richerson ve ben, farklı yollarla da olsa, biyoloji ve kültür arasında daha karmaşık etkileşimler olduğunu ileri sürenler arasındayız. Bu doğalcı yaklaşımlara, hem entelektüel olarak hem de ahlaksal ve politik olarak karşı çıkıldı: ‘Bu, yalnızca insani değerleri değil, köklü sosyal bilim­ leri de tehdit etmesi nedeniyle kesinlikle karşı çıkılması gere­ ken tehlikeli bir fikirdir.’ Bana indirgemeci dendiğinde bunu hak etmediğim övgü olarak kabul ettim. Gerçek bir indirgeme, büyük bir bi• 268

bir


JOHN BROCKMAN

İnsanlar bu robotları sevmeye başlar ama eğer onlarla aramızdaki ilişki, özünde aldatıcı bir alışverişe dayalıysa, bunun bize yararı olur mu? Böyle bir ilişki, kendimizi iyi hissetmemizi sağlayabilir belki ama ahlaki açıdan kötü olabilir mi? Robotlarla kurduğumuz ilişkiler, bizi Darwin’e ve onun ‘in­ sanın biricikliğinin tehlikede olduğu’ fikrine götürüyor: Çocuk ve yaşlıları robot hayvanlarla sevgi ilişkisi içinde gördüğümüzde, sormamız gereken en önemli soru, onların bu hayvanları gerçek hayvanlardan ve hatta ana-babalarından daha çok sevip sevmeye­ cekleri değil, ‘sevgi’ kavramının ne anlama geleceğidir.


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

halde, canlılar hangi amaçla canlı? Ne zaman bir şeyin canlı olup olmadığını bilmemiz gerekiyor? 2005den bir hikaye daha: Boston dışında bir huzurevinde ka­ lan yaşlı bir kadın üzgün. Oğlu onunla bütün ilişkisini kesmiş. Bu huzurevi benim, robotların yaşlılar için kullanılıp kullanılamaya­ cağı üzerine yaptığım araştırmanın bir parçası. Paro adlı robotla otururken verdiği tepkileri kaydediyorum. Paro, hastalar, yaşlılar ve duygusal sorunları olanlar üzerinde yaptığı görünürde olumlu etkileri nedeniyle ilk ‘terapötik robot’ olarak tanıtımı yapılan fok balığı benzeri bir robot. Bu robot, insan sesinin geldiği yönü hisse­ dip göz teması kurabiliyor, dokunmaya duyarlı ve kendisine nasıl davranılıyorsa -örneğin ona iyi mi davranılıyor yoksa saldırganca mı- ona uygun tepki verebiliyor. Bu seansta, oğlu tarafından terk edildiği için üzgün olan yaşlı kadın, Paro’nun da üzgün olduğuna inanıyor. Ona dönüp okşuyor ve “Sen de üzülüyorsun, değil mi? Bu çok zor bir şey. Çok zor.” diyor. Ve sonra, onu tekrar okşayıp rahatlatmaya çalışıyor. Böylelikle kendini de rahatlatmaya çalı­ şıyor. Kadının karşısındaki tarafından anlaşıldığı duygusu, Paro gibi, kullanıcısını aralarında bir ilişki olduğuna inandırma yete­ neğine sahip kompütasyonal nesnelere bağlı. Ben bu yaratıkları (bazıları sanal, bazıları (fiziksel olarak) robot, ilişki kurulabilen sanat eserleri olarak adlandırıyorum. Onların ilişki kurabilmele­ rini sağlayan şey, zeka ya da bilinç değil, onlar bunu, insanlardaki bir takım Darwinci düğmelere basıp onlara sanki bir ilişki için­ deymiş gibi hissettirerek yapıyor. Bence bu yaratıklar, bilgisayar kültürümüzün yeni acayiplikleri—bir keresinde Freud’un dediği gibi, “Uzun zamandır bildiğimiz bir şey, tuhaf bir şekilde yaban­ cılaşıyor.” Bu da bizi yeni sorularla baş başa bırakıyor. İnsan yaşamının başkalarına en bağımlı olduğu iki dönemin­ de bu ‘iyileştirici teknolojinin kullanılması bize ne anlatıyor? Bu bize ne getirir? Çocukların ve yaşlıların bakımında robot kulla­ nılması planları, bizi başka çözümler aramaktan uzaklaştırır mı?

■ 266


JOHN BROCKMAN

pek çok plastik nesnenin arasında bu kaplumbağalar, Darwin’in gördüğü gerçek yaşamın ta kendisidir. Sonra, sergiye gelen diğer insanlarla (ana-baba ve çocuklar) konuşmaya başlıyorum. Şükran Gününe denk gelen bir hafta sonu, kuyruk oldukça uzun ve hiç ilerlemiyor. “Kaplumbağanın canlı olması sizce önemli mi?” diye soruyorum. On yaşında bir kız, robot bir kaplumbağanın daha iyi olacağını, çünkü canlısının pek estetik olmadığını söylüyor: “Suyu çok pis görünüyor. İğrenç!” Robottan yana olanlar çoğun­ lukla, kızımın duyarlı olduğu noktayı vurguluyor ve böyle bir yerde kaplumbağanın canlı olmasının yapılanlara değmediğini söylüyor. On iki yaşındaki bir kız, “Kaplumbağaların yaptığı şeyi yapmak için ille de canlı olmak gerekmiyor,” diyor. Babası bunu anlamakta zorlanıyor ve “Ama bunlar gerçek kaplumbağa, önemli olan bu,” diyor. Darwin sergisi gerçeklik hakkındadır: Sergide, Darwin’in kullandığı büyüteç ve aralarında evrim teorisini ilk kez açıkladı­ ğı ünlü cümlelerinin olduğu defter de olmak üzere gözlemleri­ ni kaydettiği defterler var. Ama çocukların hareketsiz ama canlı Galâpagos kaplumbağasına verdikleri tepkiye bakılacak olursa, ‘orijinal’ kavramı tehlikededir. Uzun süre, “Viktorya döneminde yaşayanlar için seks ney­ se, simulasyon döneminde yaşayan bizler için otantisite kavramı o” diye düşündüm—tehdit ve takıntı, tabu ve cazibe. Bu fikirle yıllarca yaşadım ama yine de müzedeki çocukların durumunu ürkütücü, tuhaf bir şekilde rahatsız edici buldum. Tehlikeli olan şu ki, yeni kuşak için simulasyon ikinci en iyi değildir. Bu çocuk­ lara göre ve bu bağlamda, canlılığın hiçbir gerçek değeri yoktur. Aksine, canlılık, yalnızca özel bir amaca hizmet ediyorsa gerekli­ dir. “Bu canlı kaplumbağanın yerine robot koysaydınız, insanlara onun canlı olmadığını söylemek gerekir miydi?” diye soruyorum. Birçok çocuk “Aslında gerekmez” yanıtını veriyor. ‘Canlılık’, eğer bir amaca hizmet edecekse bilinmesi gereken bir şeydir. Ama o

265


Simulasyona Karşı Gerçeklik SHERRYTURKLE Sherry Turkle, MIT'de Science, Technology and Society (Bi­ lim,Teknoloji ve Toplum) Programı'nda Bilim veTeknolojide Sosyal Çalışmalar alanında çalışan (Abby Rockefeller Mauze ödüllü) profesör. Kendisi aynı zamanda, MIT Teknoloji ve Özbenlik İnisiyatifinin kurucusu. Ayrıca The Second Self: Computers and the Human Spirit (İkinci Benlik: Bilgisayarlar ve İnsan Ruhu) adlı kitabın yazarı.

2005 yılında geçen şu olaya bakın: On dört yaşındaki kızımı, Amerikan Doğal Tarih Müzesindeki Darvvin sergisine götürü­ yorum. Sergi, Darvvin’in yaşamı ve felsefesini belgeliyor ve (son zamanlarda akıllı tasarım yandaşlarının saldırılarına karşı) bir tür kendini savunan bir üslupla, evrim teorisini çağdaş biyo­ lojinin dayanağı olan başlıca gerçek olarak sunuyor. Darvvin sergisi, gelenleri ikna etmeyi ve onları memnun etmeyi amaçlı­ yor. Bu nedenle de, serginin girişinde, Galâpagos Adalarından getirilen ve evrim teorisinin gelişiminde ufuk açıcı bir nesne olan bir kaplumbağa duruyor. Kaplumbağa, hiç kıpırdamadan kafesinde dinleniyor. “Bir robot kullanabilirlerdi,” diyor kızım. Kızıma göre, bu kaplumbağayı bu kadar uzun bir yoldan geti­ rip onu bir kafese kapatmak, üstelik onun canlı’ olmasıyla pek ilgisi olmayan böyle bir sergi için, hiç hoş bir şey değil. Kızımın yorumu beni şaşkınlığa sürüklüyor; hem tutsak edil­ miş kaplumbağanın canlı olmasından endişe duyduğu, hem de onun gerçek oluşunu umursamadığı için. Müze, az bulunan muci­ zevi şeyler olarak bu kaplumbağalarla reklamını yapıyor, içerideki ■ 264


JOHN BROCKMAN

düşünceli damızlıklar, tıpkı kendileri gibi düşünen uzaylıların yaptığı gibi, dünyayı devralacak. Ve sonunda bir gün karşılaş­ tıklarında bu, roman okuyanlarla oyun oynayanlar arasındaki bir karşılaşma olmayacak. Birbirlerini Bombadan sonra değil Xbox’tan sonra sağ kalabildikleri için kutlayan son derece ciddi süper-ana-babalar arasındaki bir karşılaşma olacak. Bir Uzay gemisinin soft-porno simulasyonu yapılan bölümünde değil, kutsal bir çocuk yuvasında birbirlerinin sağlığına kadeh tokuş­ turacaklar.

• 263


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Toshiba, ve Sony olurken bunların arasında Boeing, Toyota ya da Wonderbra (bir sutyen markası ç.n.). Gerçek ekonomiden sanal ekonomiye, değer yaratıcı ve kaynak sağlayıcı olarak da fizikten psikolojiye geçmiş durumdayız. Daha şimdiden kendi beyin kökümüzde kayboluyoruz. Freud’un haz prensibi ger­ çeklik prensibine üstün geliyor. Tüm dünyaya evrensel barış ve başka yıldız sistemlerine gitme mesajları yayınlamak yerine birbirimize bireysel ilgi alanlarımız hakkında hikayeler anlatı­ yoruz. Belki zeki uzaylılar da aynı şeyi yaptı. Sanırım zeki yaşam bir şekilde geliştikten sonra, belli bir süre uygunluk taklitçisi narsisizm dönemi yaşanması kaçınılmazlaşıyor. Bu bütün teknolojik türler için (yasak meyveyi yemek gibi ç.n.) karşı koyulamaz bir dürtü: Hayali gerçekliğini, maddi içerik olmaksızın hayatta kalacak ve üreyecek şekilde düzenlemek. Zeki dünya dışı yaratıkların çoğu belki de haz duydukları şeylere çocuklarına harcadıklarından daha fazla zaman ve kaynak harcadıkları için yavaş yavaş yok oluyor. Kalıtsal kişilik farklılıkları, bazılarına bu dürtüye karşı koy­ ma gücü sağlayabilir ve onlar daha uzun süre hayatta kalabilir. Direnebilenler, daha fazla öz-denetim, vicdan ve pragmatizm geliştirir. Sanal eğlence, psiko-aktif ilaçlar ve doğum kontro­ lüne karşı bir korku geliştirir. Onlar için çalışkanlık, kazanıl­ mış mutluluk, çocuk yetiştirme ve çevrecilik önemli olur. Aile değerleri ve dinsel hakları, hâlâ kalabilmiş olan Greenpeace’in sürdürülebilirlik değerleriyle birleştirirler. Benim iç içe geçmiş tehlikeli fikrim, bu durumu zaten ya­ şıyor olduğumuzdur. Hıristiyan ve Müslüman köktenciler ve tüketim karşıtı aktivistler Büyük Dürtünün ne olduğunu ve ondan nasıl kaçınacaklarını çok iyi anlıyor. Kendilerini, bizlerin Yaratıcı-Sınıf tarzı hayal dünyalarından ve EverQuest tarzı ekonomisinden uzak tutuyorlar. Sabırla, bizim uygunluktaklitçisi narsisizmimizin yok olmasını bekliyorlar. Bu pratik ■ 262


JOHN BROCKMAN

ğumuzu arttırmak için dış koşulları kontrol etmekte oldukça iyi ama sahte uygunluk -gerçek dünyanın etkileri olmaksızın hayali hayatta kalma ve üreme için ipuçları- sağlamakta daha da iyidir. Taze meyve suyu besin değeri olmayan sodadan çok daha pahalıdır. Gerçek arkadaş sahibi olmak, televizyonda Ar­ kadaşlar dizisini izlemekten çok daha fazla çaba gerektiriyor. Aslında, galaksiyi kolonileştirmek de, Yıldız Savaşları filmini çekerek sanki kolonileştirmişiz gibi yapmaktan çok daha zor olurdu. Biyolojik uyumu taklit eden teknolojiler, psikolojik direnci­ mizden daha hızlı gelişiyor. Matbaa icat ediliyor, insanlar daha çok roman okuyup daha az çocuk yapıyor ve yalnızca birkaç huysuz insan buna hayıflanıyor. Xbox 360 icat ediliyor, insan­ lar, kararlı bir gerçek insan olmak yerine, Peter Jackson’ın King Korıg unda yüksek çözünürlüklü sanal maymunu oynamayı tercih ediyor. Bugünün gençleri, bağımlılık yaratan uyum tak­ litçisi eğlence ürünlerinden oluşan bir karnavalın -MP3, DVD, TiVo, XM radyo, Verizon cep telefonları, İnternette oynanan bir rol yapma oyunu olan EverQuest, anında mesajlaşma, Ecstasy, BC Bud (bir tür uyuşturucu ç.n.)- içinde kendilerine bir yol bulmak zorundalar. Fiziksel, zihinsel ve sosyal gelişmenin geleneksel olmazsa olmazları -atletizm, ev ödevi, flört etmeunutuluyor. Meritokratik yolu izleyecek kadar kendini kontrol edebilen yok denecek kadar az sayıda genç insan ise son daki­ kada yoldan çıkıyor: MIT mezunları, NASAda çalışmak üzere değil, Electronic Artsda bilgisayar oyunu programcısı olmak için başvuruyor. 1900’lü yıllarda, çoğu buluş fiziksel gerçeklik ile ilgiliydi: araba, uçak, zeplin, ampul, elektrik süpürgesi, klima, sutyen, fermuar . . . 2005 yılındakilerin çoğu ise sanal eğlence ile ilgili -patent alan ilk on şirket çoğunlukla IBM, Matsushita, Canon, Hewlett-Packart, Micron Technology, Samsung, Intel, Hitachi, ■ 261


SENİN TEHLİKELİ FlKRlN NE?

doğru bir eğilim sergiliyor. Evrimsel psikoloji, basit sosyal zi­ hinden insan düzeyindeki yaratıcı zekaya doğru ilerleyen inan­ dırıcı izler ortaya çıkarıyor. Buna karşın, kırk yıldan fazla bir süredir devam eden dünya dışı zeki yaşam araştırmaları hiçbir sonuç vermedi. Ne radyo dalgaları, ne güvenilir uzay aracı gö­ rüntüleri, ne herhangi bir karşılaşma... Bu durumda iki olasılık var gibi görünüyor. Belki bizim bi­ limimiz, dünya dışı yaratıkların evrim geçirme olasılığını abar­ tıyor. Belki de, evrim geçiren teknik zeka, kendi kendini sınır­ lamaya, hatta yok etmeye eğimli. Hiroşimadan sonra bazıları, kolonileştirici uzay gemileri yapacak kadar zeki uzaylıların ter­ monükleer bombalar yapacak kadar da zeki olması gerektiğini ve er ya da geç bunları birbirilerine karşı kullanacaklarını ileri sürdü. Belki bu yaratıklar devamlı olarak birbirilerini bomba­ lıyor. Fermi paradoksu, bir süreliğine, soğuk savaş jeopolitiği hakkında ders çıkarılacak bir hikaye haline geldi. Ben, Fermi paradoksuna farklı ve daha karanlık bir açıklama öneriyorum. Aslında, uzaylılar birbirini bombalamıyor; yalnızca bilgisayar oyunları bağımlısı olmuşlar. Radyo dalgası göndermeyi ya da uzayı kolonileştirmeyi unutuyorlar çünkü çılgın tüketim ve sanal-gerçekçilik narsisizminden başlarını kaldıramıyorlar. Onları bir Matris içine hapsetmek için Sentinel uydularına gerek yok, on­ lar bunu kendi kendilerine yapıyor, tıpkı bugün bizim yaptığımız gibi. Asıl sorun şu ki, gelişmiş bir beyin biyolojik uygunluğun kendisini aramak yerine dolaylı ipuçlarına dikkat etmeli. Üre­ mede başarıya dolaysız yoldan ulaşmaya çalışmıyoruz; tüm geçmişimiz boyunca her zaman lezzetli yiyecekler bulmava ça­ lıştık çünkü onlar hayatta kalma şansımızı arttırıyordu; ayrıca hep, zeki ve sağlıklı bebekler üretmemizi sağlayacak eşler seç­ meye çalıştık. Peki, şimdi geldiğimiz nokta neresi? Ayaküstü yemekler ve pornografi. Teknoloji, gerçek biyolojik uygunlu■ 260


Çılgın Tüketim IFermi Paradoksunu Açıklıyor GEOFFREY MİLLER Geoffry Miller, New Mexico Üniversitesi'nde evrimsel psiko­ log ve The Mating Mind: How Sexual Choice Shaped the Evolution of Humarı Nature (Çiftleşen Zihin: Cinsel Seçim İnsan Doğasının Evrimini Nasıl Şekillendirdi?) kitabının yazarı.

Hikaye şöyle: 1940’larda bir gün Fermi, birkaç başka fizikçi ile oturmuş, dünya dışında zeki varlıkların yaşaması olasılığı üze­ rine sohbet ediyordu. Galaksimizde 100 milyar yıldız olması, yaşamın hızlı ve sürekli çoğalan bir şekilde dünyada gelişmiş olması ve zeki, katlanarak çoğalan türlerin yalnızca birkaç mil­ yon yıl içinde galakside koloni kurabileceğinden çok etkilen­ miş durumdaydılar. Dünya dışı akıllı yaratıkların var olmaları gerektiği yönünde akıl yürütüyorlardı. Fermi onları dikkatle dinledikten sonra, öylesine “Öyleyse neredeler?” dedi. Demek istediğim, eğer dünya dışı akıllı yaratıklar varsa, biz niye şimdi­ ye kadar akıllı bir uzaylı ile karşılaşmadık? Bu muamma Fermi Paradoksu olarak tanındı. Paradoks şimdi daha da kafa karıştırıcı hale geldi. Son bir­ kaç yıl içinde, güneş sistemi dışında, çoğu yıldızın yörüngesin­ de yaşamaya elverişli gezegenlerin olduğunu akla getiren yüz elliden fazla gezegen bulundu. Paleontoloji, yerkabuğu soğuyup yaşam için elverişli hale geldikten sonra, üzerinde organik ya­ şamın hızla geliştiğini açıklıyor. Basit yaşam bir kez başlayınca, evrim daha büyük beden ve beyinlere ve sosyal karmaşıklığa

• 259


SENÎN TEHLİKELİ FİKRÎN NE?

Beynimiz, rüya gördüğümüzde de karmaşık dünyaları simule etme yeteneğine sahip. Örneğin, Rönesans döneminde bir sahil kasabasında yaşayan insanlar hakkında bir film izle­ dikten sonra, o gece rüyamda o kente gittim. Rönesans’ın zi­ hinsel simulasyonunun kuşkusuz mükemmel değildi, eminim yüzlerce hata vardı; buna rağmen ben rüyamda Rönesans’ta olduğuma inanıyordum. Eğer beynimizin, nasıl olup da rüyada gördüğümüz tuhaf, soyut şeylerin gerçekliğine inandığım an­ layabilirsek, simulasyon mükemmel olmasa da Ortaçağa yap­ tığınız yolculuğun gerçek gibi olmasını sağlamak için bu bilgi­ den yararlanabiliriz. Gerçek gibi görünen sanal gerçeklikler ya­ ratmak kolay olur çünkü onları gerçekmiş gibi göstermek için simulasyonlarımızın mükemmel (hatta iyi) olması gerekmiyor. Ne de olsa, gece gördüğümüz rüyalar, uyandıktan sonra fark ettiğimiz mantıksal ve yapısal tutarsızlıklara rağmen, oldukça gerçek görünüyor. Gelecekte, tek başınıza siz, on tane simule edilmiş yaşam yaratacaksınız. Gün boyunca işiniz IBM’de bilgisayar program­ cılığı olacak. Ama işten çıkınca, Ortaçağ’da pırıl pırıl parlayan bir zırh giymiş, zengin ziyafetlere katılan, gezgin ozanlara ve güzel prenseslere gülümseyen bir şövalye olacaksınız. Ertesi gece, Rönesans döneminde yaşayan ve İtalya’nın Amalfi sahi­ lindeki evinde yağmur kuşu, güvercin ve balıkçıldan oluşan ak­ şam yemeğinin tadını çıkaran biri olacaksınız. Eğer on simule yaşama bir gerçek yaşam oranı insan yaşamının tipik bir yanı haline gelirse bu, şu an gerçek yaşamınızı yaşıyor olma olasılı­ ğınızın onda bir olduğu anlamına gelir.


Hepimiz Sanalız CLIFFORD PICKOVER Clifford Pickover bir bilgisayarbilimci ve IBM T. J. VVatson Araştırma Merkezi'nin bir elemanı. Çok sayıda kitabın yaza­ rı ve son yazdığı kitap Sex, Drugs, Eirıstein, and Elves: Sushi, Psychedelics, Parallel Universes, and the Quest for Transcendence (Seks, Uyuşturucu, Einstein ve Cinler: Suşi, Saykodelikler, Paralel Evrenler ve Üstünlük Arayışı)

Eğlenceli sanal gerçekliği yaşama isteğimiz giderek artıyor. İn­ san beynini de her geçen gün daha çok çözdüğümüz için, hem hayali gerçeklikler hem de bu imgeleri destekleyecek bir anılar bütünü yaratabiliriz. Örneğin, bir gün Ortaçağa bir ziyaretinizi simule etmek mümkün olacak ve bu deneyimi gerçeğe uygun hale getirebilmek için, kendinizi gerçekten Ortaçağda his­ setmenizi sağlamayı dileyebiliriz. Sahte anılar, geçici bir süre gerçek anılarınızı bastıracak şekilde beyninize yerleştirilebilir. Bunu yapmak kolay olmalı çünkü daha şimdiden beyni, DMT (dimetiltriptamin) kullanarak, ihtişamlı saraylar ve tuhaf yara­ tıklarla dolu ayrıntılı sanal dünyalar yaratması için kandırabiliyoruz. DMT alan insanların beyni, çoğunlukla değerli taşlarla süslü kent ve tapmaklar, melek benzeri yaratıklar, kedi gibi şe­ killer, yılanlar ve parlak metallerin görüntüleri ve deneyimle­ riyle dolu bir hazine sandığına girmiş gibi olabilir görünüyor. Beyni daha iyi anladığımız zaman, daha kontrollü görüntüler yaratabileceğiz.

257


SENÎN TEHLİKELİ FlKRlN NE?

güvenli yerler almalıdır. Ne öğreneceklerini ilgi alanları belir­ lemelidir. Devletin rolü çocukların hoşuna gidecek ve oraya gitmek istemelerini sağlayacak mekanları oluşturmak olmalı­ dır. Doğru dersi seçmediğimiz için, çocuklarımızı, doğal yapıları gereği hiç uygun olmadıkları şeyler için eğitmek için güçlük çeker ve zaman harcarız. —Montaigne îki tür eğitim vardır.. . Biri nasıl para kazanacağımızı, di­ ğeri nasıl yaşayacağımızı öğretir. —John Adams Bir milyondan fazla öğrenci eğitim sisteminin dışında kal­ mayı seçti ve şimdi evde eğitiliyor. Ama sorun şu ki, ev-eğitimini de devlet belirliyor ve ev-eğitimi de hâlâ okuldaki eğitime çok benziyor. Kendi kendilerini memnun etmek yerine öğretmenlerini memnun etmeyi öğrenen gergin öğrenciler yetiştirmeyi bırak­ malıyız. Onlara okulda yaşadıkları sıkıntıları hatırlattığı için hiçbir şey öğrenmek istemeyen değil, öğrenmeyi seven insan­ lar yetiştirmeliyiz. Tüm çocukların aynı şeyi öğrenmek zorun­ da olduğunu düşünmekten vazgeçmeliyiz. Kendileri için düşü­ nen ve karmaşık durumları kısacık bir açıklama ile anlaşılacak basit terimlerle nasıl anlayacağı konusunda ikna olmamış ye­ tişkinler yaratmalıyız. Okulları kaldırın. Hepsini eğlence ve dinlenme merkezle­ rine dönüştürün.


JOHN BROCKMAN

On-on beş yıl boyunca okuldaki dersliklere kapatılıyoruz ve sonunda dışarı çıktığımızda karnımız sözcüklerle dolu ama hiç­ bir şey bilmiyor oluyoruz. —Ralph Waldo Emerson Okul çok güzel bir şey ama unutmamalı ki bilmeye değer hiçbir şey öğretilemez. —Oscar Wilde Okullar bildiğimiz halleriyle artık olmamalıdır. Devlet eği­ tim işini bırakmak ve çocukların ne öğrenmesi gerektiğini bil­ diğini düşünmekten ve ağızlarına kaşıkla yedirilenleri kusup kusamadıklarını görmek için devamlı olarak sınav yapmaktan vazgeçmek zorundadır. Eğitimin sorunu devletin kendisi ve bu her zaman böyle oldu: Eğer devlet her çocuğun iyi bir eğitim almasını şart koşmayı akıl etse, kendini eğitim sağlama külfetinden kurtarır. Ana-babaların çocuklarım nerede ve nasıl istiyorlarsa eğitmelerine izin verebilir ve sadece yoksul çocukların okul ücretlerini ödemeleri­ ne katkıda bulunmak ve hiç kimsesi olmayanların tüm eğitim masraflarını karşılamakla yetinebilir. S. Mili Tanrı önce aptalları yarattı. Bu yalnızca provaydı. Sonra, okul yönetim kurullarını yarattı. —Mark Twain Okulların yerini, çocukların nasıl yapılacağını öğrenmek istedikleri şeylerin nasıl yapılacağını öğrenmek için gittikleri ■ 255


Artık Sert Bakışlı Öğretmenler Yok ROGER C. SCHANK Roger

C.

Schank

Nortvvesrern'de

bilişsel

emekli

psikolog,

profesör,

bilgisayar

Trump

bilimci,

Üniversitesi'nde

'Chief Learning Officer' olarak çalışıyor ve son yazdığı kita­ bın adı Lessons in Learning, e- Learning and Training: Perspectives and Guidance for the Enlightened Trainer (Öğrenme Dersleri, Bilgisayarlı Öğrenme ve Eğitim: Aydın Bir Eğitimci İçin Perspektif ve Öğütler).

Bir doğal felaketin ardından, haber spikerleri heyecanla okulla­ rın nihayet açıldığını duyurur ve böylece yaşanan yerdeki diğer sorunların önemi kalmaz, çocuklar okuldadır artık. Bense bu zavallı çocuklara hep acırım. Benim tehlikeli fikrim pek çok insanın üzerinde biraz dü­ şünmeye gerek bile duymadan reddedeceği bir fikirdir: Okul çocuklara zararlı. Okul onları mutsuz ediyor ve testlerden an­ laşılacağı gibi, okulda pek fazla bir şey de öğrenmiyorlar. Çocukların okul hakkındaki konuşmalarını dinlediğinizde, onların okulda neler düşündüğünü kolayca anlarsınız: Kim onla­ rı seviyor, kim onlara kötü davranıyor, arkadaşları arasında nasıl daha iyi bir sosyal konuma sahip olabilirler, öğretmenin onlara iyi davranmasını ve yüksek not vermesini nasıl sağlayabilirler. Bugünkü okulların yapısı yüzyıllarca önce olduğundan çok farklı değil. Ve yüzyıllardır felsefeciler ve diğer insanlar okulun kötü bir fikir olduğuna dikkat çekiyor. ■ 254


Modern Bilim Biyolojinin Ürünü ARNOLDTREHUB ArnoldTrehub,Amherst'tekiMassachusetts

Üniversitesinde

konuk psikoloji profesörü ve TheCognitiveBrairı (Bilişsel Be­ yin) kitabının yazarı.

Modern bilimin tüm kavramsal yapısı biyolojinin bir ürünü­ dür. En temel ve en derinlikli bilimsel görüşler -görecelilik, kuantum teorisi, doğal ayıklanma yoluyla evrim teorisi- bile insan biyolojisinin belli kapasitesi tarafından oluşturulmuş ve yine onun tarafından sınırlanmış durumdadır. Bu da, bilimsel bilginin içeriğinin ve kapsamının sınırsız olmadığı anlamına geliyor.

• 253


SENlN TEHLİKELİ FİKRÎN NE?

Bu durumda, kültürümüzün üzerine kurulu olduğu tehli­ keli fikir, politikanın, diğer tüm değerlerden önde gelmesi ge­ reken ve böylece barış ve refaha yol açacak olan sihirli bir silahı -serbest piyasa- olduğudur. Bu tehlikeli bir fikir çünkü her si­ hirli silah gibi, o da, bazı yararları olmasına karşın, sonuçta ne­ den olduğu yıkımın bedelinin toplumun çoğunluğu tarafından ödenmesini gerektiren entelektüel ve politik bir tertiptir. Benim tehlikeli fikrim yalnızca piyasaların hegemonyasın­ dan yana olanlar için tehlikelidir. Bu fikir, serbest piyasa kra­ lının çıplak olduğuna dikkat çekmeyi de içinde barındırıyor: Öncelikle zaten ortada yoktur. İkincisi; var olmayan şeyin ye­ rine geçenin türümüzün selameti açısından tehlikeli olmasıdır. Bilim adamları dikkatlerini, insan yaşamı dediğimiz kompleks sistemin gelecekte neleri gerektireceği üzerine yoğunlaştırmalılar. Calvert-Henderson’un, sağlık, eğitim, altyapı, çevre, in­ san hakları ve toplum güvenliği gibi belli başlı gereksinimlere odaklanan ‘Yaşam Kalitesi Göstergeleri’ gibi ilkler toplumsal ve politik gündemimizin bir parçası olmalıdır. Böylece, eğer onların gerektirdikleri serbest piyasa kahinlerinin gündemi ile çelişirse, bu çelişki incelenmelidir. Yaşam kalitesinin erozyona uğramasından çıkarı olan kim olabilir?


Serbest Piyasa MIHALY CSIKSZENTMIHALY Mihaly Csikszenmihaly, bir psikolog ve Claremont Graduate Üniversitesi'ndeki Yaşam Kalitesi Araştırma Merkezi'nin yö­ neticisi. Son kitabının adı Good Business: Leadership, Flow, and the Making of Meaning (İyi İş: Liderlik, Dolaşım ve An­ lamlandırma)

Fikirler genellikle yerleşik otoriteyi tehdit ettiğinde tehlike­ li görülür. Galileo, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü (Galieo’yu suçlayan baş yargıç Kardinal Bellarmine’nin, kendi kendine olduğu zamanlarda çok ilgisini çeken hipotez) iddia ettiği için değil, başka bir bilgi kuramının -Galileo’nun duru­ munda bilimsel yöntem- yaratacağı değişimi kaldıramayacağı için yargılandı. Benzer çelişkiler, Darwin’in dünya üzerinde in­ sanın ilk kez ortaya çıkışına ilişkin görüşü dini rivayetlere ters düştüğü zaman ve Mendel genetiği, daha sert olan buğday tü­ rüne uyarlandığında, (Lysenko tarafından anlatıldığına göre) Leninist doktrine ters düştüğünde de yaşandı. ‘Serbest piyasanın, politik kararların nihai belirleyicisi ve serbest piyasanın kendini gerçekleştirmesine izin verilirse, bizi arzuladığımız geleceğe taşıyacak görünmez bir el’ olduğu, bu­ gün var olan en tehlikeli fikirlerden biridir. Bu mistik inanç ma­ kul ve ampirik temellere sahip ama insanın sorunlarına çözüm olarak buna sarılınırsa, türümüzün bugüne dek güçlükle ulaştığı maddi kaynakları ve kültürel edinimleri tehlikeye sokar.

■ 251


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

dilerini zenginleştirmiyor (en azından Güneş Tanrısının yap­ tığı kadar değil) ama müşterilerini zenginleştiriyor: Parkinson Yasasına göre gelişen, son derece büyük, açgözlü ve asalak bir bürokrasiyi yönetiyor ve zenginliğin gerçek yaratıcılarından -ticaret adamları ve yeni buluşlar yapanlar gibi- uzak duru­ yorlar. Küçük bir devlet ile yaşamak elbette mümkün. Yani, binyıldır dünyanın başına dert olan şey küçük devlet değildir. Mao, Hitler ve Stalinden sonra, biri çıkıp küçük devletin güçlü dev­ letten daha tehlikeli olduğunu söyleyebilir mi? Ya da bu günü­ müzde Afrika’nın sorunu denebilir mi? Hepimizin öğrenmesi gereken tehlikeli fikir, devletin büyümesini ne kadar sınırlar­ sak, o kadar mutlu olacağımızdır.

■ 250


JOHN BROCKMAN

Roma’yı ele alalım. Roma gelişti çünkü bir serbest ticaret bölgesiydi. Ama elde ettiği geliri sürekli olarak devlete yatırdı ve bu geliri lüks, savaş, gladyatörler ve resmi anıtlar için harca­ dı. Roma İmparatorluğu döneminde yapılan yeniliklerin listesi, arkasından gelen Karanlık Çağlarda yapılanlarla bile karşılaştı­ rıldığında gülünç kalıyor. Her çağda ve her zaman daha fazla yönetilmeye ve daha güçlü devlete ihtiyacımız olduğunu söyleyen insanlar oldu. Ba­ zen bu insanlar, daha güçlü devlete, mal değişiminde yolsuzluk yapılmaması, standartların oluşturulması ve kuralların denet­ lenmesi için gereksinim duyduğumuzu söylerler ki, bu nokta­ da -her ne kadar bunu abartsalar da- haklıdırlar. Kendi kendi­ ni denetleyen standartlar ve kurallar, ortaçağ Avrupa’sında, bu standart ve kurallar, krallar ve hükümetler tarafından devralı­ nıp kanunlaştırılmadan (ve çoğu zaman yozlaştırılmadan) çok önce serbest ticaret yapan tüccarlar tarafından geliştirildi. Güçlü devletten yana olanlar bazen de, devlete, zayıfları ya da teknolojik değişimden veya ticari dolaşımdan mağdur olanları korumak için ihtiyacımız olduğunu söyler. Ancak ta­ rih boyunca, iyi niyetli bile olsa, böyle bir müdahale yardım etmeyi amaçladığı insanları hayal kırıklığına uğrattı, çünkü bunu yapanlar David Ricardo’nun Karşılaştırmalı Üstünlükler Yasasına inanmayı (ya da bu yasayı öğrenmeyi) reddediyor. Bu yasaya göre, Çin her şeyi Fransa’dan daha iyi yapsa bile, kendisi üretmek yerine Fransa’dan aldığında kârlı çıkacağı milyonlarca şey var. Neden? Çünkü, örneğin lüks tüketim mallarını ya da sigorta hizmetlerini sıfırdan üretmeye başlamak yerine tişört üretip elde ettiği gelir ile lüks tüketim malı ya da sigorta hizme­ ti satın almak Çin için daha kârlı. Devlet tehlikeli bir oyuncak. Bu oyuncak, savaş yapmak, ideoloji dayatmak ve yöneticileri zenginleştirmek için kullanı­ lıyor. Doğrudur, günümüzde yöneticilerimiz, çoğu zaman ken■ 249


Devlet Çözüm Değil Problem M ATT RIDLEY Matt Riddley bir bilim yazarı ve Uluslararası Yaşam Merkezi'nin kurucu başkanı. Son yazdığı kitap, Francis Crick: Discoverer of the Genetic Code (Francis Crick: Genetik Şifrenin Kaşifi)

Her zaman ve her yerde hep çok fazla devlet otoritesi vardı. Şimdi zenginliğin ne olduğunu biliyoruz. Zenginlik, malların ve düşüncelerin özgür değişimi yoluyla emek dağılımının aşa­ ma aşama yaygınlaşması ve yeni teknolojilerin geliştirilmesiyle verimliliğin artmaya başlamasıdır. Bu süreç bize, atalarımızın hayal bile edemeyeceği düzeyde sağlık, refah ve bilgi sağlıyor; ayrıca yaşam standardımızı yalnızca maddi olarak yükselt­ mekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal bütünlüğü, adaleti ve iyiliği özendiriyor. Şimdiye kadar hiç başarısızlığa uğramadı. Hiçbir toplum ticaret, değişim ve buluşlar yüzünden daha yok­ sul ve daha az eşitlikçi olmadı. Ming öncesi Çin ile Ming döne­ mindeki Çin’i, 17. yüzyıl Hollandası ile imparatorluk İspanya­ sını, 17. yüzyıl İngilteresi ile XIV. Lui’nin Fransa’sını, 20.yüzyıl Amerikası ile Stalin Rusyasını ve savaş sonrası Japonya, Hong Kong ve Kore ile Gana, Küba ve Arjantin’i karşılaştırın. Finikeliler ile Mısırlıları, Atina ile İsparta’yı, Hanse Birliği ile Roma İmparatorluğunu karşılaştırın. Hepsinde, zayıf ya da merkezi olmayan devlet ama güçlü özgür ticaret zenginliğin artmasına, buna karşın güçlü merkezi hükümet asalak, vergi ile beslenen memur sınıfının yaratılmasına, yeniliklerin durmasına, ekono­ mik gerilemeye ve çoğunlukla da savaşa yol açtı. • 248


JOHN BROCKMAN

le anlayışını insan türünün tüm üyelerine yaymak olmalıdır. Tüm halklar arasında özgür ticaret yapılabilmesini sağlamak, bu amaca ulaşmak için seçilebilecek en güvenilir yoldur. însanlar serbest piyasa ekonomisini kabullenmekte, aynı evrimi kabullenmekte olduğu gibi zorlanıyor çünkü bu onla­ ra mantıksız geliyor. Yaşam zekice tasarlanmış görünüyor, bu nedenle doğal eğilimimiz zeki bir tasarımcı -bir Tanrı- olması gerekir yönünde. Benzer şekilde, ekonomi de tasarlanmış gibi görünüyor, öyleyse onun da bir tasarımcısı -devlet- olması ge­ rekir biçiminde düşünmeye eğilimliyiz. Aslında, karmaşıklık teorisi, bir yukarıdan aşağıya tasarımcı olmaksızın da kendini örgütleme ve belirme prensiplerinin basit sistemlerden karma­ şık sistemlerin oluşmasını nasıl sağladığını açıklıyor. Charles Darwin’in doğal ayıklanması Adam Smith’in gö­ rünmez eli. Darwin, karmaşık tasarım ve ekolojik dengenin, nasıl organizmalar arasındaki bireysel rekabetin kendiliğinden ortaya çıkan sonucu olabileceğini açıkladı. Smith ise, ulusal zenginliğin ve sosyal uyumun, nasıl insanlar arasındaki birey­ sel rekabetin kendiliğinden sonucu olduğunu açıkladı. Doğa­ nın ekonomisi toplumun ekonomisini yansıtıyor. Böylelikle, evrim ve ekonominin birleştirilmesinin (ben buna evonomi diyorum), modern biyolojinin eski bir ekonomik doktrine da­ yanak oluşturduğunu kanıtlıyor.

■ 247


Ticari Malların Geçtiği Sınırlardan Ordular Geçmez MICHAEL SHERMER Michael Shermer Sceptic dergisinin yayıncısı ve aynı za­ manda Scientific American dergisinde ayda bir kez yazdığı bir köşesi var. Son yazdığı kitabın adı ScienceFriction: VVhere the Known Meets the Unknown (Bilimsel Sürtünme: Biline­ nin Bilinmeyenle Buluştuğu Yer).

Ticari malların geçtiği sınırlardan ordular geçmez. Bir de şöyle söyleyelim: Eğer iki ülke arasındaki ekonomik sınırlar açıksa, politik sınırlar ordulara kapalıdır. Evrimsel ekonomi, davranışsal ekonomi, nöroekonomi gibi yeni gelişen bilimlerin sağladığı verilere göre, insanlar birbirleriyle işbirliği ve ticaret yaparsa (oyun teorisi protokolle­ rinde olduğu gibi), oksitosin gibi bağlılık oluşturan hormonlar salgılayan nöral yollarla pekiştirilen bir güven duygusu oluştu­ ruyor. Böylece, insanların işbirliği ve ticaret yaptığı insanlarla savaşması ve onları öldürmesi olasılığı biyolojik nedenlerle za­ yıflıyor. Benim tehlikeli fikrim asıl zor sorun olarak adlandırdığım ‘En iyi şekilde nasıl yaşarız?’ sorusuna bir yanıt veriyor. Ya­ nıtım şu: En çok insana en fazla özgürlük sağlayan ve serbest piyasa ekonomisi ve demokratik siyaset (mali muhafazakarlık ve sosyal liberalizm) olarak tanımlanan bir yapıya sahip özgür bir toplumda. İnsanlar doğası gereği kabile yaşamına eğilimli olduğu için, tüm amaç, küresel bir özgür toplum içinde, kabi-

■ 246


JOHN BROCKMAN

görüyorum, çünkü mektupta neler yazdığını okumam engel­ leniyor. Böylece ressam beni, hiçbir zaman öğrenemeyeceğim bir şeyi öğrenmek istediğim bir ruh halinde bırakıyor. Bu mek­ tubu gönderenin ne kadar süredir uzakta olduğunu ve bu süre içinde ne yaptığını merak ediyorum. Hâlâ sağ mı? Hâlâ onu seviyor mu? Eve mi dönüyor? Vermeer beni, o kadının yaşadığı belirsizlik durumunda bırakıyor. Tüm yapabileceğim merak etmek ve beklemek. Bu durum, benim, bilmemenin nasıl bu kadar önemli olabilece­ ği üzerine düşünmeme yol açıyor. Bilmemek, dünyamızı bü­ yük ve belirsiz ve hayatta kalışımızı temelsiz kılıyor. İnsanların niçin başka yerlere gittiği bir sır, kendimizi ayrıldığımız yere neden böylesine bağlı hissettiğimiz ise daha büyük bir sırdır. Bilmemek öyle büyük bir sıkıntıya yol açıyor ki, bu da yaratıcı­ lığı körüklüyor. Yaratıcılığın itici gücü güçlü olma isteğimizdir. Sahip olduğumuz tüm araç gereçler, ulaşım ve haberleşme ağ­ larımız hep bilinmeyeni keşfetmek, ondan yararlanmak ve ona egemen olmak amacıyla geliştirilmiş şeylerdir. Eğer bilinmeyeni bilir olursak ve onun yerini yeni bir bi­ linmeyen almazsa, bir şeye ne kadar uzanacağımız yalnızca onu ne kadar çabuk elde edeceğimiz ile ilgili olursa, eğer bil­ memekle bilmek arasında geçen zaman aşırı kısalırsa, yaratıcı­ lığımız zayıflayacaktır. Endişem o ki, eğer evreni daha tam ve daha kolay anlarsak, bulunduğumuz yerden ayrılmak için daha az nedenimiz olacaktır.


Bilinmeyenler Bilinir Olur ve Onların Yerine Yeni Bir Bilinmeyen Geçmezse? ERIC FISCHL Eric Fischl New York'da Mary Boone Galerisi'ne bağlı çalışan bir ressam.

Birkaç yıl önce Vermeer’in bir tablosunun önünde durdum. Mektup okuyan bir kadın tablosuydu. Işık gelsin diye pence­ re önünde duruyordu ve arkasında bildiğimiz dünya harita­ sı asılıydı. Bu eserin düşündürdüğü şey karşısında afalladım. Vermeer, çok temel bir insani gereksinimi yakalamıştı ve bu nerdeyse hiç anlaşılamadan kalmıştı: Uzaktaki birinden haber alma. Daha yetenekli, daha güçlü, daha iyi korunmuş ve daha zeki olabilmek için yaptığımız her şeyi fiziksel sınırlarımızı aşarak ve algısal yetilerimizi ve uyum yeteneğimizi geliştirerek başardık. Vermeer’ın mektup okuyan kadınını düşündüğümde, o mektubun ona ulaşmasının ne kadar sürdüğünü merak edi­ yorum. Sonra “Aman tanrım” diyorum, “bir zamanlar bir yere gidince arkada kalanlara haber gönderebileceğimiz bir sistem geliştirdik! Uzaktan duyulabilir olmanın bir yolunu bulduk ve sonra da uzaktayken görülebilir olmamızı sağlayan başka bir sistem geliştirdik”. Sonra tablonun simyasına ve maddeye nasıl olup da bir bilinç katıp Vermeer’in zamanın ötesinden benimle iletişim kurmasını sağlayabildiğimize şaşırmaya başlıyorum. Ayrıca Vermeer’in beni bilmeyen durumunda bıraktığını da

244


JOHN BROCKMAN

olmayacaktır. Bu üstünlük bireysel değil toplumsal olacaktır. Ölçüt ne kadar insanın birlikte değişim geçirdiği olacaktır. Geleceğe baktığımızda, Faulkner’ın savının bu kadar önemli yer tutması, en azından bugünümüzü daha iyi anlama­ mızı sağlıyor. Yazar Bruce Sterling bir keresinde, Faulkner’ın o nefes kesici “O son kızıl gün batımında kıyametin son çanının çalıp, tınısının bir köşede öylesine duran bir kaya parçasında yankılanıp yittiğinde, işte o zaman bile bir ses olacak -insa­ nın o incecik bitip tükenmeyen ve hâlâ söyleyecek bir şeyleri olan sesi-” ifadesinden söz ederek bana, “Biliyor musun, bu konuşmanın en ilginç bölümü burası.” demişti. Konuşmasının burasında, herkesten çok William Faulkner H. G. Wells’i ve onun Zaman Makinesinden gelen Yolcusunu hatırlatıyor. Tam anlamıyla samimi, belki biraz o eski moda ve örtülü dindarca hümanizm ve boş, çılgınca vahiy benzeri atomik Armageddon ve derin Darwinci jeolojik zaman kavramlarının esrik bir karı­ şımı. Vay canına, bu biten yirminci yüzyıldı.

• 243


SENlN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

Bunun ne anlama geldiğine ilişkin çeşitli yorumlar duya­ bilirsiniz. Bazıları sizi, buluşlarımız sayesinde insanlığın başına binyıllardır bela olan acı, keder, akılsızlık, cehalet ve hatta ölüm gibi sorunların ortadan kalktığı bir geleceğin Cennet gibi ola­ cağına inandırabilir. Bazıları, yakın gelecekte buluşlarımızın No: 1.0 insan versiyonunun sahip olduğu acınası sınırlamaları ortan kaldıracağı ve evreni fetheden ve bize cömert davranan bir ırkın mirasçıları olacağımız düşüncesine sıcak bakabilir. Kimileri, acıların olmadığı bir yaşamın insanı hiçbir değe­ ri olmayan karaktersiz robotlara indirgeyen anlamsız bir süreç olacağını düşünür ve güçlü ve kendi kendini kopyalayabilen teknolojilerin beceriksizlerin ve delilerin eline geçerse neler olabileceğine dikkat çeker. Onlar da kolaylıkla, içinde sadece kendi sonumuzu hazırladığımız değil yeryüzünde yaşama dair ne varsa yok ettiğimiz bir Cehennem tablosu çizebilir. Buna karşın, eğer Faulkner yanılmıyorsa geleceğe ilişkin üçüncü bir olasılık var. Bu, insanın, bir kez daha iyiliğe doğru yol alan ve farklı anlayışlar, kırılmış onur, kibir, güvensizlik ve mizahtan oluşan o eski kervanına dayanan bir olasılıktır. Bu olasılık, şaşırtıcı bir şekilde, Faulkner’ın, ‘sevmesini, özverili ol­ masını ve direnebilmesini sağlayan bir ruha sahip olduğu için insanın üstün geleceği umuduna bel bağlıyor. Değişim hızlansa ve bize karşı koyabilecek zaman bırakmasa bile, Winston Churchill’in, “Amerikalıların -diğer tüm olasılıkları denedik­ ten sonra- her zaman doğru olanı yapacağından emin olabilir­ siniz” şeklinde açıkladığı o dürtüye güvenebiliriz. Böyle bir Üstünlük senaryosunun belirleyici ölçütü, tran­ sistorların arasındaki bağların değil, insanlar arasındaki bağla­ rın yoğunluğunun artması olabilir. Eğer bir şekilde, insan doğa­ sına ilişkin bugün bildiklerimizin ötesine geçilebilen bir üstün­ lük sağlanırsa bu, kimi insanların üstün-insan olması yoluyla ■ 242


JOHN BROCKMAN

tır. Şairin sesi yalnızca insanın sesinin bir kopyası olmak zorunda değil, bu ses ona dayanması ve üstünlük sağla­ masında yardımcı olan bir destek, bir dayanak olabilir. Böylesi bir iyimserliği reddetmek kolaydır. Bununla birlik­ te, Faulkner’ın haklı olduğunu umut ediyor olmamın nedeni, tarihin dönüm noktalarından birini yaşıyor oluşumuzdur. Tek­ nolojilerimiz ilk kez, ateşi bulmak, giyinmeye başlamak, tarım yapmak, şehirler kurmak ve uzaya gitmek biçiminde içinde ya­ şadığımız çevreyi değiştirmeyi hedefleyen dışadönük hedeflere yönelmiyor. Onun yerine, zihinlerimizi, belleğimizi, metabo­ lizmamızı ve soyumuzu değiştirmeye yani içe dönük hedefle­ re yöneliyor. Eğer tüm bunları başarabilirsek, o zaman, insan olmanın anlamını kendimiz belirleyebileceğimiz bir döneme, tasarım ürünü evrim ya da radikal evrim olarak adlandırabile­ ceğimiz bir döneme giriyoruz demektir. Bu çok uzak bir bilimkurgu geleceği değildir. Bu şimdi, bizim

kuşağımızda,

gözümüzün

önünde

gerçekleşiyor.

GRİN

(genetik, robotik, enformasyon ve nano) teknolojiler yükselen bir değişim eğrisi çiziyor, bunun aritmetiği geçtiğimiz yirmi yı­ lın gelecek yirmi yılın göstergesi olmadığına işaret ediyor. Bu büyüklükte bir değişimi önümüzdeki sekiz yıl içinde görme­ miz olasılığı daha fazla. Faulkner’ın bu konuşmayı yaptığı za­ mana dönecek olursak, son elli yıl içinde gerçekleşen değişim önümüzdeki on dört yıla sığdırılabilir. Bu durum, içinde bulunduğumuz bu hızlı değişim sürecini yönlendirebilecek bilinci nerede kazanabileceğimiz sorusunu doğuruyor ve eğer Faulkner yanılıyorsa neler olabileceğine işa­ ret ediyor. Eğer biz insanlar icat ettiğimiz araçları kontrol ede­ mez de onların kontrolü altına girersek, o zaman teknolojinin belirlediği bir geleceğe doğru ilerliyoruz.

■ 241


Ya Faulkner Haklı Olsaydı? JOELGARREAU Joel Garreau Washington Post'un kültür devrimi muhabiri ve RadicalEvolution (Radikal Evrim) kitabının yazarı.

10 Aralık 1950’de Nobel Ödülünü alırken William Faulkner şöyle dedi: İnsanın sonunun geldiğini kabullenmeyi reddedi­ yorum. İnsanın sadece dayanıklı olduğu için ölümsüz olduğunu, o son kızıl gün batınımda kıyametin son ça­ nının çalıp tınısının bir köşede öylesine duran bir kaya parçasında yankılanıp yittiğinde, işte o zaman bile bir ses olacağını -insanın o incecik bitip tükenmeyen ve hâlâ söyleyecek bir şeyleri olan sesi- söylemek kolay. Ben bunu kabul etmiyorum. Ben insanın yalnızca da­ yanacağına değil, aynı zamanda üstün geleceğine inanı­ yorum. Evet, insan ölümsüz, ama diğer yaratıklardan farklı olarak bitip tükenmez bir sese sahip olduğu için değil, bir ruha, sevmesini, özveride bulunabilmesini ve direnç­ li olmasını sağlayan bir ruha sahip olduğu için ölümsüz. İşte bir şairin, bir yazarın yapması gereken bunları yaz­ maktır. İnsanı yüreklendirerek, geçmişinin övünç kay­ nağı olan cesaretini ve onurunu ve gururunu, sevgisini, şefkatini ve özverisini hatırlatarak dayanma gücünü art­ tırmak, bir şaire ya da bir yazara tanınmış bir ayrıcalık-

240


Bilim ve Teknolojide Sıradan İnsanların Etkisi PHILIP CAMPBELL Philip Campbell Nature dergisinin baş editörü.

Sıradan insanların ilgisini bilime çekmeye çalışan bilim insan­ ları ve hükümetler önemli bir noktayı anlamıyor. Bunun doğ­ ru olduğu, ciddi toplumsal sonuçlara yol açan görüş ayrılıkları yaşandığı zaman anlaşılıyor. Konu ister iklim değişikliği, ister genetiği değiştirilmiş ürün ya da Britanyada uygulanan üçlü kızamık-kızamıkçık-kabakulak aşısı olsun, cahil ya da irrasyo­ nel olmayan, ama bilim, bilimsel literatür ve onun, bilim dün­ yasında yaygın olandan farklı sonuçları hakkında bir anlayış­ ları olan insanlar arasında alternatif bilim çevreleri oluşmaya başlıyor. Belki bu anlayışlar ve tartışmalar acemice ama sırf bu ne­ denle daha az etkileyici değiller. Araştırmacılar ve devlet henüz bu Vatandaş bilimine nasıl karşılık vereceğini öğrenemedi. Bir şeyleri açıklamaktan vazgeçip onların bu işe karışmalarına engel mi olmalı? Hayır. Ama hiçbir geçerliliği olmayan yan­ lış bilgilere karşı koyabilmek için, daha tartışmanın başlangıç aşamasında bu çevrelerin nasıl bir etki (çoğunlukla haddinden fazla saygısızca ve basmakalıp olan) yaratabileceğini daha iyi anlamaları gerekiyor.

■ 239


Biyoteknolojinin Evcilleştirilmesi FREEMAN J. DYSON Freeman J. Dyson ileri Araştırmalar Enstitüsü'nde teorik fi­ zikçi ve son yazdığı kitabın adı The Sun, the Genome and the Internet (Güneş, Genom ve internet).

Önümüzdeki elli yıl içinde, tıpkı bilgisayar teknolojisinin son elli yıl içinde olduğu gibi biyoteknoloji de tamamen evcilleştirilecektir. Bu, bahçıvanların güllerini ve orkidelerini kendilerinin tasarlamasını, hayvan besleyenlerin kendi kertenkele ve yılan­ larını kendilerinin tasarlamasını sağlayacak ucuz ve kullanımı kolay aletler ve Kendin Yap (DIY) malzemeleri (sinema ve resim kadar yaratıcı yeni bir sanat) anlamına geliyor. Anaokulu yaşın­ daki çocuklar için, tıpkı bilgisayar oyunları gibi ama ekranda­ ki görüntüler yerine gerçek yumurtalar ve tohumlarla oynanan biyoteknolojik oyunlar anlamına geliyor. Çocuklar, yarattıkları organizmalara karşı duydukları samimi duygularla büyüyecek. Dünyanın her yerindeki milyonlarca farklı yer için uygun yeni ortamlar tasarlanacağı için bu, biyolojik çeşitlilikte bir patlama anlamına gelecek. Hem kentlerdeki ve kırsal alanlardaki arazi­ lerde ürün çeşitleri çoğalacak ve toprak daha verimli olacak. Bunun iki ciddi ve kesin sonucu var: Birincisi, zeki çocuk­ lar ve kötü niyetli yetişkinler bu biyoteknolojik araçları öldü­ rücü mikroplar üretmek için kullanacak; İkincisi ise hırslı anababalar bu araçlar ile bebeklerinin genetiğini değiştirebilecek. Bu noktada henüz cevaplanmamış olan önemli bir soru var: “Evcil biyoteknolojiyi hayvan ve bitkilere serbestçe uygulana­ bilecek ama mikrop ve insanlara uygulanamayacak şekilde dü­ zenleyebilecek miyiz, düzenleyemeyecek miyiz? • 238


JOHN BROCKMAN

olacağı ve bu nüfus artışının enerji kaynaklarını ve diğer kay­ nakları azaltırken, çevrenin yok oluşunu hızlandıracağı ortada olan bir tehlike gibi görünüyor; fakat bütün enerji gereksinimi­ mizi sağlamak için dünyaya gelen güneş ışığının 10000de l’ini dönüştürmek yeterli olacaktır (2025’te bu 10000de 3 olacaktır) ve nanomühendislik içeren güneş panelleri ve yakıt hücreleri bunu temiz ve yenilenebilir bir şekilde yapabilmektedir. Nano boyutta, molekülleri bir arada toplayan nanobirleşim aygıtları sayesinde neredeyse gereken her şeyi imal edebileceğiz, hatta ucuz masa üstü gereçlerini bile. Bu sistemlerin uygulanabilirli­ ğinin ve fiyat performans çizelgelerinin her yıl iki katına çıka­ cağını; fakat nüfusun her yıl iki katma ulaşmasının mümkün olmadığını düşünürsek, fakirlik ve kirliliğin artan nüfusa rağ­ men yavaş yavaş azalacağını ve sonunda tamamen kaybolaca­ ğını söyleyebiliriz. Ancak, bu sistemlerin gerçek zararları da var ve bu ütopik bir bakış açısı değildir. Örneğin potansiyel bir biyoteröristin yeni bir biyolojik virüs tasarlaması, varoluşsal bir tehdit ve teh­ likeye neden olabilir. Bu sorun ile baş edebilecek bilgiye sahibiz; (Örneğin yeni aşı teknolojilerinin ve RNA girişim yönteminin (RNAi) gelişigüzel bir şekilde bazı biyolojik virüsleri yok ede­ bildiği ortaya çıkarıldı) fakat bu bir yarışa dönüşecektir. Aynı şekilde, 2020’li yılların sonlarında ortaya çıkması muhtemel kendiliğinden kopyalanabilen nanoteknolojik aygıtlar için de benzer durumlar olacaktır. Bunun gibi umut verici şeylerin bir takım tehlikeleri de içermesi, yüz yüze geleceğimiz en büyük sorunu oluşturacaktır. Bazı insanlar, bu ihtimalleri insan olmanın anlamına veya insan olma kavramına bir tehdit olarak gördüğü için tehlikeli görmektedir. Bu noktada temel bir filozofik ayrım vardır. Bana göre, bizim insanlığımızı tanımlamaya yarayan şey sınırlarımız değil; aksine sınırlarımızın ötesine ulaşmayı amaçlayıp, bunda başarılı olmamızdır. ■ 237 •


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

sini engelleyerek, istenilen genlerin çalışmamasını sağlayabili­ yoruz. Gen terapisinin yeni şekilleri de, istenilen genetik bilgi­ nin istenilen kromozomun istenilen bölgesine yerleştirilmesi­ ni sağlıyor. Biyolojinin “ırgatları” olarak tanımlayabileceğimiz blok enzimlerini oluşturabiliyoruz. Yaşlanma ve hastalıklarla ilgili olan bilgimizi tersten işletebilme hızımız artıyor, her yıl iki katma çıkıyor ki bu yeniden programlamayı da öğrenme­ mizi sağlıyor. Bu nedenle, ancak düz bir mantık ile yaklaşır­ sak, bütün hastalıkları ve yaşlanmayı engellememiz çok uzak bir gelecekte diyebiliriz, aynı genom projesi için 1990 yılında dendiği gibi. Öte yandan, bu teknolojilerin kullanım gücünü her yıl iki katına çıkarmaya devam edersek, ortalama yaşam süresinin kayda değer bir artış göstermesi, birkaç on yıl uzak­ lıkta olacak. Yeniden programlama biyolojisine ilaveten, kan dolaşımı­ mızda faaliyet gösterecek nanorobotlar sayesinde, nanoteknolojinin yardımıyla büyük ölçüde biyoloji biliminin de ötesine bir geçiş yapacağız. Eğer kan hücreleri boyutlarındaki prog­ ramlanabilir aygıtların kan dolaşımında iyileştirici faaliyetlerde bulunmalarını bilimkurgu olarak nitelendiriyorsanız, size diye­ bilirim ki biz bu yöntemi hayvanlar üzerinde zaten uyguluyo­ ruz. Örneğin bir meslektaşımız, yedi nanometre çapında porları bulunan ve bu porlardan kontrollü bir şekilde insülin salgılayan kan hücresi boyutlarındaki aygıtları kullanarak, farelerde Tipi diyabeti, antikor üretimini keserek iyileştirdi. İletişim ve bilgisa­ yar kaynaklı işlem teknolojilerindeki üstel artışı hesaba katarsak (fiyat performans çizelgesi önümüzdeki 25 yıl içinde bir milyar kat artacak, bu sırada tasarım boyutları da binlerce kat küçüle­ cek) bu senaryolar oldukça gerçekçi görünüyor. Ortada olan tehlikeler gerçeği yansıtmazken, ortada olma­ yanlar gerçekten tehlikeli boyutlara varabilir. Örneğin, ölüm oranlarındaki dramatik düşüşün nüfus patlamasına neden

236


Ortalama Yaşam Süresinin Yakın Zamanda Uzayacak Olmasının Kaçınılmazlığı RAY KURZVVEIL Ray Kurzvveil, bir teknoloji uzmanı ve mucit. En son olarak The Singularity is Near: VVhen Humans Transcend Biology (Te­ killik Yakın: İnsanların Biyolojinin Üstüne Çıktığı An) kitabını yazdı.

Benim tehlikeli fikrim, insanların ortalama yaşam süresinin yakın zamanda uzamasının kaçınılmazlığıdır. Eğer bu duruma bilindik mantık klişeleri ile bakacak olursak, evet bu tehlikeli bir fikirdir. îlk olarak kaçınılmazlığını ele alalım: Bilgi teknolojisi­ nin gücü her yıl iki katma çıkıyor ve bu teknoloji artık sadece bilgisayar bilimi için kullanılmıyor, biyoloji ve aklımızla ilgili bildiklerimiz için de faydalı bir araç haline geliyor. HIV virü­ sünün dizilimini ortaya çıkarmak tam on beş yıl sürdü ve bu bakış açısıyla Genom Projesi 1990 yılında olanaksız görünü­ yordu. Fakat bilgi teknolojileri sayesinde, her yıl çözümledi­ ğimiz genetik data iki katma çıktı, çözümlemenin masrafı ise yarıya indi. Genom Projesini vaktinde bitirdik ve SARS virüsünün di­ zilimini sadece 31 günde ortaya çıkardık. Ayrıca, biyolojinin temellerini oluşturan eski bilgi-işlem süreçlerini de yeniden programlamayı öğreniyoruz. Örneğin RNA girişimiyle genleri tanımlamada kullanılan mesajcı RNA’ların (mRNA) işlenme235


Uzun Ömür Eğrisi Tahmini GERALD HOLTON Gerald Holton Mallickrodt'ta Fizik alanında Araştırma Pro­ fesörü ve Harvard Üniversitesi'nde Bilim Tarihi Araştırma Profesörü. Son yazdığı kitabın adı Victory and Vexation in Science: Einstein, Bohr, Heisenberg and Others (Bilimde Zafer ve Acı: Einstein, Bohr, Heisenberg ve Diğerleri)

Araştırmalarda ve tıbbi uygulamalarda bilimsel yöntemlerin kullanılmaya başlandığı 1860’lardan bu yana, ömür eğrisi -en azından endüstrileşmiş ülkelerdeki beyaz nüfus için- yüksel­ meye başladı ve oldukça istikrarlı bir şekilde yükselmeye devam ediyor. Bu durum genel anlamda iyi bir şey ve sağlıklı olmanın temel insan haklarından biri olarak düşünülmeye başlamasını sağlıyor. Ama şimdilerde iki yüz yıl hatta daha uzun ömürden söz edilmeye başlandı. Toplum içinde yaşlı insanların oranının artmasının sosyal, ekonomik ve insani olarak neye mal olacağı şimdiden dikkat çekmeye başladı. İnsan ömrünün uzamasının olası sonuçlarından birine akla yatkın bir senaryoda göz atalım: Ölüm döşeğindeki büyü­ kanne acılı aile üyeleri tarafından ziyaret ediliyor: Her biri 180 yaş civarında oğul ve kız, artı onların 150-160 yaşları arasında­ ki üç çocuğu, artı onların 120-130 yaşlarındaki çocukları falan. Dokunaklı bir tablo. Peki ama, bunun bedeli ne olur?

• 234


JOHN BROCKMAN

kaşık ile sizin hissettiğiniz kaşığın sayısal olarak aynı olduğu varsayımı yaygındır. Ama bu varsayım doğru değil. Benim ka­ şığımı benden başkası, sizinkini de sizden başkası hissedemez. Ama bu sorun oluşturmaz. Sizin hissettiğinizle benim hissetti­ ğimin benzer olması bana yeter. Etkin bir iletişim için ortak bir kaşık olmak zorunda değil, tıpkı ortak bir baş ağrısının gerekli olmaması gibi. Kaşık deneyimlerimize neden olan ve bu dene­ yimlerimize benzeyen zihinden bağımsız bir nesne olan gerçek bir kaşık var mı? Bu yalnızca gereksiz değil aynı zamanda ola­ sılık dışıdır. Homo sapienlerin belli bir ekolojik çevrede hayatta kalmalarını sağlamak üzere biçimlenmiş olan görsel deneyim­ lerinin mucizevi bir şekilde zihinden bağımsız bir alanın gerçek doğasına benzemesi olası değildir. Hayatta kalmak için olan seçimsel zorlamalar (tesadüfen olmuyorsa) gerçeğe götürmez. însan ortak nesnelere gerek duymaksızın bir tür nesnellik ya­ kalayabilir. Özel görecelilikte, kütle, uzunluk ve zaman ölçüleri ve dolayısıyla deneyimleri onların göreceli hızına bağlı olarak insan­ dan insana değişir. Ama bu farklılıklar Lorentz dönüşümü ile ilgili olabilir. Bir insanın sahip olabileceği tüm nesnellik budur ve bilim yapmak için de gerekli olan bundan fazlası değildir. Ortak fiziksel nesnelerden vazgeçince, bilimde şu an var olan çözümlenmemiş birçok problemi yeniden formüle etmemiz gere­ kir. Bunlardan biri zihin-beyin ilişkisi. Ortak beyinler yok, sadece benim beyin deneyimlerim ve sizin beyin deneyimleriniz var. Bu beyin deneyimleri aslında sadece Homo sapienlerin (belli bir yerde hayatta kalabilmesi için geliştirilmiş olan) sadeleştirilmiş görsel de­ neyimleridir. Beyin deneyimlerimizin bazı zihinden bağımsız ger­ çekler ile benzeşmesi en iyimser tahminle uzak bir olasılık ve tersini iddia edenlerin bu mucizenin açıklamasını yapması gerekiyor. Bu mucizeye bir açıklama getirilemeyince, zihin de dahil olmak üzere beynin herhangi bir şeye yol açtığına inanmak için hiçbir neden yoktur. İşte bu noktada, (başıktan keyne geçtiğimizde) kurt koyun postunu yırtıp dışarı fırlıyor. (Ah, pardon dilim sürçtü, kaşıktan beyne demek istemiştim.) • 233


Bir Kaşık Bir Başağrısı Gibidir DONALD D. HOFFMAN Donald D Hoffman Irvine'de California Üniversitesi'nde bi­ lişsel bilimci ve Visual Irıtelligence: How \Ne Create What We See (Görsel Zeka: Gördüğümüz Şeyi Nasıl Oluştururuz?) adlı kitabın yazarı.

Bir kaşık bir baş ağrısı gibidir. Bu koyun postuna bürünmüş kurt gibi tehlikeli bir fikirdir. Bu fikir artık çok eskimiş olan ontolojiyi tüketiyor, metodolojik naturalizmi koruyor ve her şey için bir teori bulma araştırmalarımızın bir sonraki aşaması için yeterince sağlam bir dayanak olacak yeni bir ontolojinin keşfine esin kaynağı oluşturuyor. Bir kaşık ve bir baş ağrısı tüm bunları nasıl başarabilir? Diye­ lim başım ağrıyor ve size bundan söz ediyorum. Ensemde başlayıp alnıma ve gözlerime yayılan bir baş ağrısı bu. Siz, daha önce hisset­ tiğiniz bu tür bir ağrıyı anımsayıp kendinizi benim yerime koyma­ ya çalışırsınız ve bir iki ilaç tavsiye edersiniz. Bir süre bu ağrılardan ve çarelerinden söz edip sonra başka konulara atlarız. Elbette benim ağrımı benden başka hiç kimse hissedemez, sizinkini de sizden başkası. Ama bu durum bizim anlamlı soh­ betimize bir engel oluşturmaz. Siz yalnızca benim ağrımın sizinkine benzediğini varsaydınız ben de sizinkinin benimkine benzediğine varsaydığım her ikimizin de hissettiği tek bir baş ağrısının olmaması, her ikimizin de aynı ağrıyı çekmememiz problem yaratmazdı. Bir kaşık da aynı bu baş ağrısı gibidir. Varsayalım size bir kaşık uzatıyorum. Bu alışveriş sırasında benim hissettiğim ■ 232


JOHN BROCKMAN

Böyle bir değişimin meydana geldiğine ilişkin kanıtlar vardır. Utah Üniversitesinden antropolog meslektaşım Henry Harpending ve ben, doğal ayıklanma ile Alman Yahudilerinin bin yıl kadar bir süre içinde bilişsel yeteneklerinin gelişmesine ve bunun yan etkisi olarak da bazı genetik hastalıklara neden olan bir evrim geçirdiğine ilişkin güçlü kanıtlar bulduk. Gene­ tikçi Bruse Lahn’ın ekibi, beyin gelişimi genlerinin yeni türle­ rini buldu. Bunlardan biri olan ASPM (abnormal spindle-like microcephaly ile bağlantılı olan)’nin Avrupa ve Orta Doğuda altı bin yıl içinde çok sık rastlanır hale geldiği görülüyor. Henüz bu türün ne yaptığını bilmiyoruz ama pekala insan aklını etki­ leyebilir ve eğer bunu yapabiliyorsa, bu Thucydides’in yanıldığı anlamına gelir. Sicilya Seferini yeniden yaşamaya mahkum ol­ mayabiliriz; öte yandan meydana gelen değişimleri henüz tam olarak bilemediğimiz için daha güçlü bir olasılıkla buna mah­ kum olabiliriz de. Ancak, hangi hızla olursa olsun değiştiğimiz kesin. Yeryüzünde yeni bir şey var: Biz. Bu kavram yeni kapılar açıyor. Eğer doğruysa, Sümerler ve Eski Mısırlılar bizden çok farklıydı: İnsan doğası değişti, bu değişimin bir bölümü de kayıtlara geçen tarihsel dönemlerde gerçekleşti. Bikameral Zihnin Analizinde Bilincin Kökeni kita­ bında Julian Jaynes, antik uygarlıklarda insan aklının nitel ola­ rak farklı olduğunu ileri sürüyordu. İlk bakışta, bu kitap şimdi­ ye dek yazılmış en çılgın kitap gibi görünüyordu ama belki de Janes yeni bir şey bulmuştu. Eğer insanoğlu birkaç bin yıl önce, biyolojik farklılıklar ne­ deniyle farklı düşünüyor ve farklı davranıyor idiyse, tarih hiç­ bir zaman aynı olmayacak demektir.

• 231


Yeryüzünde Yeni bir Şey Var: Biz GREGORYCOCHRAN Gregory Cochran, uyarlamalı optik alanında danışmanlık yapıyor ve aynı zamanda Utah Üniversitesi'nde konuk an­ tropoloji profesörü.

Thucydides, insan doğasının değişmez olduğunu ve bu neden­ le de tahmin edilebilir olduğunu söylüyordu ama muhteme­ len yanılıyordu. Hızlı değişen insan ortamlarında devam eden doğal ayıklanma sürecini düşünürseniz böyle bir durum (staz) kesinlikle mümkün değildir. İnsanlarda, içinde bulunulan du­ ruma uyum sağlayabilmek için çok hızlı gerçekleşen değişim süreçleri yaşandığını biliyoruz. Örneğin, orak hücre gibi sıtma­ ya karşı savunma mekanizmaları yalnızca birkaç bin yıl önce gelişti. Yetişkin Avrupalıların dondurmayı sindirmesini sağla­ yan laktaz mutasyonu da çok daha eski sayılmaz. însan evrimini hastalıklara karşı savunma ve beslenmeyle ilgili adaptasyonlarla sınırlayan sihirli bir prensip yoktur. Her şey mümkün. Kişiliği, üreme stratejilerini, kavramayı etkileyen genler, eğer çevresel koşullar buna uygunsa birkaç bin yıl içinde değişebilir ve buna kendimiz için hazırladığımız yeni çevreler -yaşamını kazanmanın yeni yolları, yeni sosyal yapılar gibi- de dahildir. Avcı-toplayıcı toplumlardaki ayrıcalıklı kişilik tipleri ile firavunlar tarafından yönetilen köylüler arasındaki ayrıca­ lıklı kişilik tipleri aynı olsa çok şaşardım. Aslında, birbirinden oldukça farklı olabilirler.


JOHN BROCKMAN

yor: İtici güç her zaman diğerlerinin önünde olmak. Hiç kimse hiçbir zaman durulup elindekini paylaşmayacak. Bu durumda görünen o ki, sonsuza dek yoksulluğa, hasta­ lıklara ve hiyerarşiye mahkumuz. Bu fikir, zengin ve zekilerin arkalarına yaslanıp, geriye kalanları unutmalarına neden ola­ bilir. Ama böyle olmamalı. Eşitsizlik zenginlere hoş görünebilir ama aslında bu onların çıkarına değildir. Ortaya çıkan çok sayıda epidemiyolojik kanıta göre, has­ talıkların başlıca nedeni eşitsizliktir. Yoksul ülkelerdeki zengin insanlar, zengin ülkelerdeki yoksul insanlardan daha sağlıklı oysa ikinci gruptakiler kesinlikle daha fazla kaynağa sahip. Ge­ lir eşitsizliğinin büyük olduğu ülkelerde, (gelir düzeyi en yük­ sek insanlar arasında da) ölüm oranı daha yüksek ve hastalıklar daha fazla. Bu çalışmaların öncüleri de İngiliz epidemiyologlar Michael Marmot ve Richard Wilkinsondır. Yoksulluk hastalıkların yayılması, ekosistemlerin çökmesi ve sosyal şiddet ve suç anlamına gelir ki, bu da zenginler için de kötüdür. Eşitsizlik herkes için gerginlik demektir. Sosyal görecelilik kısacası bir ilüzyon: Başkalarından daha iyi durumda olmak bana güzel görünüyor ama önemli konu­ larda -sağ kalmak, sağlıklı olmak- hiç de hoş değil. Sosyal göreceliliğe inanmak sağlığınıza zarar verebilir.


Sosyal Görecelilik TOR N0RRETRANDERS Tor N0rretranders( Kopenhag'da yaşayan bir bilim yazarı, konferansçı ve danışman. The User lllusion: Cutting Consciousness Down toSize (Kullanıcı İlüzyonu: Bilinci Normal Bo­ yutuna Çekmek) ve The Generous Man: How Helping Others is the Sexiest Thing You Can Do (Cömert İnsan: Başkalarına Yardım Etmek Nasıl Yapabileceğiniz En Seksi Şey Olur) adlı kitapların yazarı.

Benim tehlikeli fikrim görecelilik. Tamam, ne özel ne de genel anlamda görecelilik teorisi, benimki sosyal görecelilik olarak adlandırılabilecek bir fikir: Önemli olan tek şeyin bir insanın diğerlerine göre nasıl durduğu fikridir. Yani, insanın yalnızca göreceli zenginliği önemlidir. Bir insanın yaşamak için zorunlu gereksinimlerinin karşılandığı mutlak düzeyin önemi yok.

düzeyin

üstüne

çıktıktan

sonra

Artık, bacanağınızdan daha fazla olduğu sürece ne kadar para kazandığınızın önemsiz olduğuna ilişkin güçlü ve tutarlı kanıtlar (mikroekonomi, deneysel ekonomi, psikoloji, sosyolo­ ji ve primatoloji gibi alanlardan gelen) var. Bu tartışmanın ön­ cüleri artık aramızda olmayan İngiliz sosyal bilimci Fred Hirsh ve Amerikalı ekonomist Robert Frank’tır. Ama bu fikir neden tehlikeli olsun? Çünkü insan toplumlarında eşitliğin hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini ima edi-

■ 228


JOHN BROCKMAN

alabiliyor mu? Bu kararı uygulamak için başkalarını feda et­ mek gerekse bile, parti ya da ülke için en iyisini yapabiliyorlar mı? Kabinelerini acımasızca yeniden düzenleyip çıkarlarına hizmet etmeyenleri dışarıda bırakabiliyorlar mı? Tüm bunlar, güçlü bir sistematikleştirmenin özellikleridir. Dikkatinizi çekerim, bu politikacıların kadın mı erkek mi ol­ duğundan söz etmiyoruz. Bir politikacının (cinsiyetini düşünme­ den) nasıl düşündüğü ve davrandığı üzerine konuşuyoruz. Anlaşmazlıkları çözüme kavuşturamayan sistematik poli­ tikacılara ilişkin çok sayıda örnek vardır. Empatik politikacı­ lar belki Nelson Mandela ve E W. De Klerk’i örnek alırlar. Bu iki politikacı, karşısındakinin terörist olarak tanımlanmasına rağmen, birbirlerini anlamaya ve empati kurmaya çalıştı. Bunu yapmak kendini karşındakinin yerine koymayı ve onun duygu­ larını anlayabilmeyi gerektirir. Empati kurma üzerine kurulu bir politik sistemin detayları, üzerinde çok düşünmeyi gerektirir ama bu sistemde hiçbir zaman yeri olmayacak kimi özellikleri kafamızda canlandırabiliriz. Örneğin, çok iyi birer konuşmacı olmalarına karşın, dinle­ yicisini ikna etmek amacıyla, bir kürsüye çıkıp ne kadar kararlı olduklarını vurgulamak için havada parmak sallayarak -hatta parmağıyla dinleyicisinin göğsünü ya da yüzünü dürtüklemek şeklindeki tehdit içeren beden dilini kullanarak- monolog ya­ pan politikacılar olmazdı. Çok ilkeli oldukları için katı ve uz­ laşmaz politikacılar da olmazdı. Bunun yerine, politikacıları farklı özellikleri dikkate ala­ rak seçerdik: îyi birer dinleyici olabilen, doğru tavrı bildiğini varsaymak yerine başkalarının sorularını soran politikacılar. Farklı bakış açılarına karşı duyarlı olabilen, diyalogun nereye varacağı konusunda esnek olabilen politikacılarımız olurdu. Bizim politikacılarımız, insanları kontrol ve baskı altına alma­ ya çalışmak yerine, onlara destek olmaya, olanak sağlamaya ve hizmet etmeye çalışırdı. • 227


JOHN BROCKMAN

sandığından daha zor. Kürtaj karşıtlığı niçin insan ile sınırlı? Neden, bu kadar çok insan, yetişkin, acıyı hissedebilen ve belki de dehşete kapılmış bir ineğin hayatına malolan bifteği iştahla çiğneyebiliyorken, sekiz hücrelik bir insan konseptüsünün öl­ dürülmesi fikri karşısında öfke nöbeti geçiriyor? Atalarımızın kölelere karşı tutumu ile bizim hayvanlara karşı tutumumuz arasında tam olarak ne gibi ahlaki bir fark var? Belki bu soru­ lara verilebilecek güzel yanıtlar var? Ama öncelikle, en azından soruların sorulması gerekmez mi? Bu

tür

soruların

önemsiz

olmadığını

vurgulamanın

bir

yolu, evrim gerçeğine başvurmak olabilir. Ortak atalarımız yo­ luyla, az ya da çok ama kesintisiz bir şekilde diğer tüm türlerle ilişkiliyiz. Tarihte beklenmedik bir soy tükenmesi gerçekleşmeseydi, doğallıkla melezlenen ara türlerden oluşan kesintisiz bir zincir aracılığıyla şempanzelerle bağlı olacaktık. Eğer şimdi Afrikada soyu tükenmekte olan ara türler bulunsaydı, toplumumuzun buna tepkisi ne olurdu ya da ne olmalıydı? Gelecekte, her biri zincirdeki en yakın komşusuyla eşleşebilen ve böylece insanlarla şempanzeleri melezlenme yoluyla birbirine bağlayan canlı, soluk alıp veren, çiftleşen ara türlerden oluşan bir zinciri oluşturmak için tamamlanmış insan ve şempanze genomu kul­ lanacak bilim insanlarına karşı tepkimiz ne olmalı? Homo Sapienleri çevresinden ayıran duvarda gedik açan bu tür deneylere çok sert itirazlar üretebilirim. Ama aynı zaman­ da, bu deneylerin, ahlaki ve politik tutumlarımız açısından iyi olabilecek ve bu itirazları bastırabilecek yanlarını da düşüne­ bilirim. Böyle bir papatya zincirinin prensip olarak mümkün olduğunu biliyoruz; çünkü tüm ara türler, bizden şempanze­ lerle ortak atamıza kadar giden ve sonra ortak atalarımızdan şempanzelere kadar gelen bir zincir üzerinde yaşamış. Bu ne­ denle, bir gün bu zincirin yeniden oluşturulması fikri -yukarı-

319


SENİN TEHLİKELİ FİKRİN NE?

da sözünü ettiğim gerçeklik ifade eden fikirler kategorisine bir aday- tehlikeli olmakla beraber şaşırtıcı değil. Ayrıca -şimdi diğer kategoriye geçelim- bu zincir oluşturulmalı demek, ahla­ ki açıdan iyi bir tartışma konusu olmaz mıydı? Böyle bir proje, kuşku götürmez ahlaki sakıncalarına rağmen, hiç olmazsa in­ sanlığı, bunca zamandır başına bela olan özcü ve mutlakçı kafa yapısından kurtaracaktır.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.