Kurt Steinhaus: Atatürk devrimi sosyolojisi 1.Cilt

Page 1


Nurer UGURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.

Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Mart 1999


••

ATATURK DEVRİMİ SOSYOLOJİSİ 1

KURT STEINHAUS Çeviren: Dr. NECDET SANDER

Cumhuriyet

GAZETESININ OKURLARINA ARMAGANIDIR.



Bana siyaset bilimini öğreten değerli hocam WOLFGANG ABENDROTH'a K.S.

5



GİRİŞ Yoksul ve varlıklı ülkeler arasındaki uçurum, hiç değilse bugünkü biçimiyle, tarih açısından oldukça yeni bir olaydır. Bugün "geri kalmış" olarak adlandırılan ülkelerin çoğu, ortaçağın sonuna kadar ve hatta daha sonraları, Avrupa'ya oranla teknik've ekonomik bakımdan geri kalmış değillerdi. On sekizinci yüzyıla kadar, uluslararası ticarette üretilen mal­ ların değeri bakımından, Batı 'nın bazı alanlarda Doğu'dan ge­ ri olduğunu görmekteyiz. Nitekim Asya'nın elişi ürünleri Av­ rupa'ya değerli fakat işlenmemiş maden karşılığında girerdi. Avrupa 'da imal edilen mallar ise Asya ülkelerinde, hemen hiç alıcı bulamazdı. Ancak Doğu oldukça yüksek bir sosyoekonomik düzeye eriştikten sonra üretim bir basamakta duraklamıştı. Doğu, yüz­ yıllar boyu, doğaya egemen olma ve ihtiyaçlarını karşılama ba­ kımından, Avrupa ile bir düzeyde kalmasına rağmen, kapita­ lizmin ve dolayısıyla sanayileşmenin gelişmesini doğuracak toplumsal yapı değişikliğini gerçekleştirememiştir. Makine ile üretime geçiş Avrupalılara teknik, ekonomik açıdan ve giderek askerlik açısından büyük bir üstünlük sağ­ ladı. On dokuzuncu yüzyılda Doğu'daki duraklamaya karşı­ lık Batı 'nın yeni üretim güçlerini çoğaltma gereğini duyma­ sı, uluslararası alanda büyük güç farklılıkları doğurdu. Bu dö­ nemde, toplumun geri kalması, kurumların yeniden düzenlen­ mesiyle giderilemezdi. Bir tek Japonya örneği dışında, Doğu ülkelerinin Batı karşısında bu geri durumdan kurtulma yolun­ da giriştikleri denemeler sonuçsuz kalmıştır. 7


Böylece bir zamanlar yüksek kültür ve büyük güç sahibi olan Avrupa dışı ülkeler, Avrupa devletlerinin etkisi ve boyun­ duruğu altına girdiler. Siyasal bağımsızlığın kaybı, geleneksel ekonomik ve sosyal sistemlerin parçalanması ve servetlerin ka­ pitalist merkezlere akmasıyla atbaşı yürüyordu. Geri kalmış ül­ kelerde burjuva toplumun doğamamasından ötürü sosyoeko­ nomik ve sosyokültürel düzey ayrılığı gittikçe artıyordu. Birinci Dünya Savaşı'nın sonu ise yeni bir döneme yol açtı: Savaş kayıpları ve tahribatı, Almanya'nın bir süre büyük devlet niteliğini kaybetmesi ve Rus ihtilali, Avrupa emperya­ lizmini önemli ölçüde zayıflattı. Aynı zamanda bağımlı ülke­ lerde ulusal bilincin oluşması bu zayıflamanın en önemli et­ kenlerinden biriydi. Denizaşırı ülkelerde sömürgeleri bulunan devletler ilk kez bilinçsiz yabancı düşmanlığına ve burjuva ön­ cesi düzeninin yeniden kurulmasına dayanmayan politik bir direnişle karşılaşıyorlardı. Direnen ülkeler ise ulusal kurtulu­ şu, daha çok, toplumu zorunlu olarak modernleştirecek bir programa bağlıyor, böylece ortaya bir "sömürge devrimi" so­ runu çıkarıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu tarihi de bu evrensel sömürgeci­ lik ve sömürülmekten kurtulma çabalan içinde gelişmiştir. Avrupa ülkeleri gibi burjuva ve sanayi devrimlerini gerçekleş­ tirmemiş olan bu İslam devleti, l 9'uncu yüzyılda tipik bir yan sömürge idi. A ncak Birinci Dünya Savaşı'ndan sonradır ki, ül­ kede bağımsızlaşma hareketleri görülmeye başladı. Bu hare­ ketler ülkeye bağımsızlığını yeniden kazandırabilecek güçtey­ di. Ayrıca devlet yapısıyla ekonomik ve sosyal yapılan Batı örneklerine yaklaştırma yolunda büyük çabalar harcandı. 1919 yılından sonra gelişen olayların incelenmesinden önce iki ana soruna değinmek gerekir: Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nda burjuva toplumunun gelişememesi, neden Türk feoda­ lizminin Avrupa feodalizminden değişik olarak, kendi gücüy­ le, yeni bir sosyal düzen yaratamadığı sorununu ortaya çıka-

8


rır. Bu olayın incelenmesi Türk devriminin anlaşılması bakı· _,mından bir ön şarttır (Bölüm I. 1). B u alanda Türk devriminden önceki ıslahat hareketleri de önemlidir. Burada bu hareketler ancak kısa bir özet halinde verilebilecektir. (Bölüm I, 2, bölüm 1, 3). On dokuzuncu yüz­ yılın askerlik, politika, hukuk ve kültür alanlarına getirdiği ye­ nilikler her ne kadar yüzeyde kalan bir modernleşmeye yol aç­ tıysa da toplumun temelden değişebilmesi için gerekli olan özel ve nesnel (subjektif ve objektif) koşulları yaratmaktan da geri kalmadı. Bu ıslahatların devrim olaylarına etkisi, devrim için bir hazırlık safhası yaratmış olmalarıdır. Başlıca yaratıcısı Kemal Atatürk'ün adından dolayı "Ke­ malist Devrim" olarak anılan Türk devrimi iki döneme ayrıla­ bilir: Devrimin başlıca nedeni İtilaf devletlerinin Birinci Dün­ ya Savaşı'ndaki zaferlerini Türkiye'yi parçalamak uğrunda kullanmak istemeleri ve saltanattan yana olanların ulusal ba­ ğımsızlığın elden gitmesine razı olmalarıdır. Bu amaçlara kar­ şı, çoğunluğunu halk kitlelerinin oluşturduğu bir direnme ha­ reketi ortaya çıkmış ve bu hareket istilacıları silah gücüyle yurttan kovarak siyasal gücü ele geçirebilmiştir (Bölüm il). Çe­ şitli sosyal tabaka ve sınıt1arın devrim hareketine ne ölçüde ka­ tıldıkları ise, en başta çözümlenmesi gereken bir sorudur. Kemalist devrimin ana dönemi, 1 923 yılı ile A tatürk'ün ölüm yılı olan 1 93 8 yılı arasındaki süredir. Cumhuriyetin ilk on beş yılı Türk toplumunun çehresini sekiz yüz yıllık geçmi­ şinde uğramadığı kadar büyük değişikliklere uğratmıştır. Ya­ rı sömürge, şeriat-saltanat karışımı hükümet sistemi artıkları­ nın ortadan kaldırılmasını birtakım yapısal reformlar izlemiş­ tir. Bunların amacı kamu kuruluşlarına, hukuka, sosyokültü­ rel değer ve norm sistemleriyle ekonomiye burjuva toplumu biçim ve içeriğini vermekti (Bölüm il). Burada ise soru, özel. Jikle yeni Türk devletinin sosyal karakteri, yenileşmenin özel belirtileri, toplumu oluşturan gruplardan hangilerinin bu ye9


nilikler tarafından etkilendikleri ve tarihsel bir özne (süje) ya da nesne (obje) olarak ortaya çıkabildikleri üzerinedir. Sonuç olarak burjuva devriminin Osmanlı-Türk toplumu gerçeğiyle ne derece bağdaştığını araştırmak gerekecektir (Bö­ lüm iV). Bu konuyla ilgili olarak ele alacağımız sorunlar, öbür sömürge devrimlerinin incelenmesi bakımından da önemlidir. Batı Avrupa'da burjuva ideolojisi ve politikası ulusal bur­ juva toplumuna dayanır. Buna karşılık, Türkiye'de aynı yön­ deki politik ve ideolojik yapı değişikliği hiçbir zaman gerçek bir sosyoekonomik temel üzerine kurulamamıştır. Öyleyse Türk ıslahatçı ve devrimcilerine sanayi ve tica­ ret alanında böyle güçlü bir burjuvaziye dayanmadan bir bur­ juva-kapitalist sanayi toplumu yaratma cesaretini veren nedir? Bir yanda devrimci ideoloji ile program arasındaki çeliş­ ki, öte yanda toplum sınıfları arasındaki farklılık sömürge devrimlerinde seyrek rastlanan bir olay değildir. Bu tarihsel­ toplumsal "zaman tutarsızlığı", kapitalizm öncesi toplum çe­ lişkilerinin (Çin ve Vietnam'da olduğu gibi), özellikle sınıf ka­ rakterli bir proleter-sosyalist devrim hareketine yol açtığı hal­ lerde daha açık olarak görülür. Bugünkü Türkiye objektif olarak incelenirken, Kemalist devrimin amaçlarına tam olarak ulaşamadığı görmezlikten gelinemez. Avrupa'ya kıyasla geri kalmışlığı ortadan kaldır­ ma ve bir çeşit sömürge bağlılığını kırma yolundaki deney so­ nunda neden başarılı olamadı? Bugüİı bütün sömürge ve yarı sömürgelerdeki bağımsız­ lık hareketlerinin de incelenmesini gerektiren bu gerçek, ta­ rihsel koşullara dayanır. Bu ülkeler, Batı Avrupa 'da birkaç yüz yıl önce ve tüm değişik koşullar altında süregelen toplumsal değişimleri geçirmek zorundadırlar. Türk devrimi, burjuva-ka­ pitalist toplumunu geliştirme denemesini 20'nci yüzyılda ger­ çekleştirmek isteyen antifeodal ve antiemperyalist devrimle­ rin verdiği sonuçların tipik bir örneğidir. 10


BİRİNCİ BÖLÜM OSMANLI İMPARATORLUGU'NDA TOPLUMSAL GELİŞMENİN ANA ÇİZGİLERİ

I. 1. Osmanlı - Türk Toplumunun Sosyo-ekonomik Du­ raklaması Batı Türkistan 'da yaşayan Oğuzların bir kolu olan Os­ manlı Türkleri, Anadolu 'ya gelerek yerlihalkla kaynaşmış­ lardır ( 1 ). Göçebe Oğuzlar yüzeye yaygın ( ekstansif) besici­ lik ile uğraşirlar; koyun, at ve deve yetiştirmekten başka önemli bir ekonomik çaba göstermezlerdi. Diğer bir uğraş­ ları da avcılıktı. Aral ve Hazar gölleri kıyılarında yapılan ba­ lıkçılık önemsizdi. Toprak ve su durumu nedeniyle çiftçilik sınırlı bir ölçüda yapılırdı. Çiftçilikle uğraşanlar, genellikle ( 1) Bkz. Wi lhelm Barthold. Zwölf Vorlesungen über die Geschichte der Türken Mittelasiens (Darmstadt, 1 962 ), "Ghuzz"; El, c. 11, II, s. 1 78 ve s.: Four Studies on the history of Central Asia (Leiden, l 956 ), c. 1, s. 1 ve c. 2, s. 6 ve s., s. 14 ve s.; Hermann Vambery, Das Türkenvolk in seipcn ethnologischen und ethnographischen Beziehungen (Leipzig, 188 5 ), s. 19, s. 173 ve s., s. 595; Law­ rence Krader, Peoples ofCentral Asia (Lahey, 1963 ), s. 68; The Ecology of no­ madic pastoralism, l ntemational Social Science Joumal, c. IJ, 1 959, No. 4, s. 500 ve s.; Paul Wittek, "'Türkentum und lslam !): ASS. , c. LIX, 1928, s. 499 ve s.; E. Waldschmidt, Geschichte Asiens (München, 1 950), s. 333 ve s.; H . M. Gwatkin ve J. P. Whitney, The Cambridge Medieval History (Cambridge, 1 9 11 ), c. !, s. 3 40 ve s.

11


yoksul aileler, kadınlar ve verimli bölgelerden gelen savaş esirleriydi. Orta Asya Türklerinin hayatı step sınırlarına yerleşmiş halklarla ya da kendi aralarında yaptıkları savaşlarla geçerdi. Bir yandan su kaynaklarını, otlakları, hayvanları ve halkı saldırılar­ dan koruma girişimi, öte yandan kendi saldırılan, askerlik ba­ kımından gelişmiş bir örgütün kurulmasına yol açtı. Buna kar­ şılık mal üretimi önemsiz ve yalnızca göçebelerin askeri ihti­ yaçlarına ve yaşamalarına yetecek kadardı. Dokumalar ve ma­ deni eşya, hayvan ve yünle değiş-tokuş edilerek sağlanırdı. Bunların yanı sıra Oğuzlar, hayvanlarını kervan ulaşı­ mında da kullanırlardı. Ticaret alanında önemli rol oynayan, develerini ulaşımda taşıma aracı olarak kullanan Arapların tersine, Orta Asya Türkleri ne ulaşımla ilgilenirlerdi, ne de tüc­ cardılar. Türkler kendi yurtlarından geçen önemli kervan yol­ larındaki ticareti bile başka etnik gruplara bırakırlardı. Örne­ ğin, Orta Asya steplerinde yerleşen Sağdiler ülkede ticaret te­ keli kurmuşlardı. Bu tekeli daha sonra İranlılar ve Araplar ele geçirmişlerdir. Daha verimli topraklara yayılan vı;: kısmen gö­ çebeliği bırakıp çiftçiliğe başlayan Oğuzların ekonomileri komşularına kıyasla yüzeye yaygın nitelikte kalmıştır. Top­ lumda işbölümü de az gelişmişti. Sulamayı gerektiren yoğun tarım, üretim, transit ticaret ve toptancılık İran asıllı kişilerin elindeydi. Türkler, Arap İmparatorluğu 'nun bölünmesiyle ortaya çıkan küçük devletlerin askerlik hayatında önemi gittikçe ar­ tan bir rol oynamaya başladılar. Batı Asya ve Kuzey Afrika ordularına bol sayıda asker ve subay veren Türkler, bu yoldan politik güce el koyuyor, egemen bir sınıf ve sülale meydana getiriyorlardı. 12


Onuncu yüzyıldan başlayarak bugünkü İran toprakları­ na giren, ancak orada yerleşmeyen Türkler, zamanla çok ha­ reketli bir topluluk haline gelmişlerdir. Hem asker hem d� hayvan yetiştirici olan Türklerle daha önceden buralara ge­ len dağınık kavimler arasında büyük farklar vardı: "Artık ata­ ları gibi yalnız hayvancılıkla yetinmeyen Türkler birer fatih­ emir rolüne (2) giriyorlardı. Üretim biçimleri de, toplumca, temelden değişmiş olmasa bile, daha yüksek bir düzeye u­ laşmıştı. Oğuzlar ,Müslümanlığı kabul etmekle büyük bir dini be­ nimsemiş oldular. Artık gelişmiş bir sosyal sistem içinde ya­ şıyor, dikkate değer bir kültür düzeyi, iş verimliliği, asker ve sivil örgütlenmeler gösteriyorlardı. Böylece, ileri, iyi işle­ yen, uzun ömürlü devletler kurma konusunda atalarından çok üstün bir duruma gelmişlerdi. Öte yandan, merkeziyetçi top­ lumsal çabalarındaki sınırlılık, daha sonraları devlet kurar­ larken, benimsedikleri politik ve ekonomik tutumu da biçim­ lendirmiştir. Oğuz Türkleri 8' inci ve

1 4'üncü yüzyıllar arasında Ana­

dolu'yu ele geçirdiler ve orada yerleştiler. Ancak bu olay tam bir düzen içinde gelişmedi. Sekizinci yüzyıldan bu yana Türk­ ler "Doğu Roma İmparatorluğu'na karşı bekçilik göreviyle" lslamdevletleri tarafından "sınır bölgelerine" yerleştirildiler

(3). Bu sayede Anadolu'nun doğu ve güneydoğu sınırlarında sağlam bir Türk kitlesi oluştu. Anadolu'nun içlerine yapılan küçük saldırıların öncülük ettiği,

1 1 'inci yüzyıldaki büyük

(2) Barthold, Vorlesungen, s. 105. (3) Wittek, Türkentum, s. 5 iO.

13


Selçuklu saldırısı sırasında, Selçuklular, "bağımsızlıklarını koruyabilmiş Türklerle" karşılaştılar

(4).

Türklerin l 07 l yılında Bizans ordusunu Malazgirt 'te ye­ nilgiye uğratmalarıyla merkezi Konya olan Anadolu Selçuk­ lu devletini kurmaları, onların artık piyade askerlerden mey­ dana gelen ordularla değil, daha düzenli ve gelişmiş güçler­ le saldırılar yapmalarına yol açtı (5). ·

Selçuklular, askerlik konusuna verdikleri önemden ve bu

alanda kazandıkları başarılardan ötürü, siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlarla yeterince ilgilenemediler. Bu durum mer­ kezi bir güce bağlı olmayan göçebe Türklerin Anadolu'ya gir­ melerini kolaylaştırdı. Doğudan ve güneyden Anadolu'ya ge­ len Türklerin sayısı sürekli artıyordu. Kısmen Anadolu otlak­ larının çekiciliği, kısmen de Orta Asya ordularından kaçış ne­ deniyle Anadolu'ya giren Türkler, Batı Anadolu kıyılarına kadar sızıyorlardı. "Osmanlılar Bursa ve lzmit'i ele geçirdik­ leri zaman bu bölgelerde üç göbekten beri yerleşmiş Müslü­ manlarla karşılaştılar" (6). Selçuk İmparatorluğu

1 3 'üncü yüzyılda Moğol saldırıla­

rının kurbanı olduysa da, Anadolu yarımadasının büyük bir (4) Wittek. Türkentum, s. 5 1 1 . ( 5 ) Bkz. Gibbons, The Foundation ofthe Ottoman Empire, (Oxford, 1 9 1 6), s. 14 ve s.; Barthold, "Ghuzz", s. 1 78; Barthold, "Türken": El. c. IV. s. 994; Guy Le Strange, The Lands ofthe Eastem Caliphate, (Cambridge, 1 905), s. 1 2 7 ve s.; "Proceedings o the British Academy 1 9 1 5- 1 9 1 6) ", London, s. 382 ve s.; Vaın­ bery, Türkenvolk, s. 596 ve s.; Emst Wemer, Die Geburt einer Grossınacht-Die Osınanen (\300- 14 8 1 ) , (Berlin, 1 96 6 ), s. 28, s. 52 ve s. 95; Wittek, The Rise o the Ottoınan Eınpire, (London, 1 93 8 ), s. 1 6 ve s., 30 ve s.; Kari Dieterich, Das Griechentuın Kleinasiens, (Leipzig, 1 9 1 5 ), s. 8 ve s.; Albert Waechter, Der Ver­ fall des Griechentums in Kleinasien im XIV. Jahrhundert, (Leipzig, 1 903) ; Ta­ ınara Talbot Rice, The S eljuks in Asia minor (London, 1 9 6 1 ), s. 8 1 ve s. (6) Gibbons, Foundation, s. 1 5 .

14


kısmı küçük Türk beyliklerinin denetimi altında kaldı. Hıris­ tiyanların egemen oldukları bölgeler (Bizans ve Pontus İmpa­ ratorlukları, Küçük Erriıenistan Krallığı, Ceneviz ve Venedik kentleri) giderek küçüldü. Osmanlıların Batı Anadolu'da kur­ dukları beylik, 14'üncü yüzyılda Osmanlı devletini doğurdu. Yeni devlet, kısa bir sürede genişleyerek, öteki Türk beylikle­ rini egemenliği altına aldı. (Ancak Timur karşısında ağır bir yenilgiye uğradı.) 1453'te İstanbul Türklerin eline geçti. On beş yıl sonra da tüm Anadolu bir Osmanlı ülkesi oldu. Türklerin Batı' ya doğru ilerlemelerinin belirli bir siste­ me dayanmaması, göçebe ve yan-göçebe yaşama biçimleri, ele geçirdikleri yerlerde tam bir düzen içinde yerleşmelerini engelliyordu. Türkler Anadolu yaylasında belirli merkezler et­ rafında toplanıyorlardı. Nüfus yoğunluğu kıyılara yakın ve­ rimli topraklardaydı; Anadolu yaylasındaki Hıristiyanlar ise kıyılara ya da surlarla çevrilmiş kentlere yerleşiyor ya da göç ediyorlardı. Geri kalanlar, Türk toplumu içinde erimeye zor­ lanıyorlardı. Türkler "çoğunlukla yeni otlaklar ele geçirmeye" çalışır­ lardı (7). "Önceleri toplumun ileri gelenleri kentlere yerleş­ meye başladılar. Zamanla zanaatkar ve memurlar da onların yanında yer aldılar. Bir kısım aşiret beylerine verilmiş olan top­ raklarda köleler ve Hıristiyan esirler çalıştırılıyordu" (8). "Yu­ nanlılar zamanında ticaret ve yönetim merkezi olan kentler, Türkler zamanında da bu rollerini korudular" (9). Selçukluların ilk kent halkı, bir ön-burjuva sınıfı değil,

(7)_ Dieterich, Griechentum, s. 8. (8) Vambery, Das Türkenvolk, s. 599. (9) Dieterich, Griechentun'ı., s. 13.

15


daha çok, yönetim ve askerlik görevlerinde çalışan bürokrat­ lar olarak görülebilir. "Selçuklu devleti askerlik temeli üzeri­ ne kurulmuş bir devletti" ( 10). Anadolu'da gelişen "ileri kent kültürü", kısmen yerli Hıristiyanlara, kısmen Arap ve İranlı-· lara aitti; ülkenin asıl efendileriyse, ticaret ve zanaatla pek il­ gilenmezlerdi ( 1 1). "Selçuklulara atalarından kalma çadırla­ rını bıraktırıp ev edinmelerini sağlamak bile uzun yıllar sür­ müştü" (12). Müslüman olmayan son Anadolu köşelerinin de ele ge­ çirilmesi, Rum ve Ermeni nüfusun azalmasına yol açtı. Bun­ ların sayısı Anadolu'dan göç edenlerin yerlerine Türklerin yer­ leşmeleri, kendi din ve dillerini uygulamaları nedeniyle, gi­ derek daha da azaldı. Osmanlı yönetimi, daha sonra Hıristi­ yanların bir kısmını az nüfuslu kentler dışında yeni kurulan bölgelere, kendi başlarına yaşamak üzere yerleştirdi. Böylece İç Anadolu nispeten kısa bir sürede Türkleştiril­ miş oldu. Oysa kent ve kıyılarda daha çok Müslüman olma­ yanlar oturuyorlardı. Coğrafya açısından bu farklılık çeşitli milletlerin toplumsal işbölümüne de uyuyordu. Yerli halk yo­ ğun (entansif) çiftçilik yapıyor (yüksek değerde besin madde­ lerinin yetiştirilmesi, teknik kültürün gelişmesi), ticaret ve za­ naatla uğraşıyordu. Buna karşılık Türkler savaşlarla ilgileni­ yor, yüzeye yaygın çobanlık ve çiftçilik yapıyorlardı (at, ko­ yun ve temel besin maddelerinin yetiştirilmesi). Bunun dışın­ da, Türkler, küçük çapta ticaret ve el sanatları ile ilgileniyor-

(1O) Rice, Seljuks, s. 81. (11) Annemarie von Gabain, "Steppe und Stadt im Leben der aeltesten Tür­ ken": Dl, c. XXIX, (1960), s. 30. ( 12) Rice, Seljuks, s. 95.

16


lardı; kentlere yerleşenler ise sadece asker ve sivil yönetimin temsilcileriyle din adamlarıydı. Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan sonra da dış ticaret, toptancılık ve transit ticaretin büyük bir kısmı, önce­ leri İtalyan şehir cumhuriyetleri vatandaşlarının elindeydi. Türk devleti mal alışverişini arttırmak için çaba göstermezdi. Ticaret ne Türkleştirildi, ne de planlı bir şekilde tüccarlardan devralındı. Bu tüccarların ihtiyaçlarıysa, yeni doğan toplum yapısıyla çelişki içindeydi. Türklerin ticarete gösterdikleri il­ gi vergisel (fiskal) nitelikteydi; daha çok cizye almaya yönel­ mişti. Türkler, doğal olarak, ülke içinde imal edilmeyen ürün­ lere talep gösteriyorlardı. Ancak özel ticaret kazancı ve dev­ let tarafından ticaret üzerinden alınan yüksek vergiler, toplu­ mun yayılma ve genişleme eğilimine uymuyordu. Wilhelm Heyd'in belirttiği gibi, "Türkler ticaret anlayı­ şından yoksun olduktan başka, ticaretle uğraşma eğiliminde de değillerdi. Yeni yerler ele geçirme istekleri onları, Batı dün­ yasının büyük tüccarlarıyla çatışmalara sürüklüyordu. Türk­ ler, bu ulusların hareket ve kendi kendilerini idare etme öz­ gürlüklerini ellerinden alıyorlardı. Oysa, bu uluslar olmaksı­ zın ticaret gelişemez ve büyüyemezdi" ( 13). Dış ticaret hacmi, gelişigüzel devlet müdahaleleriyle, sü­ rekli daralıyordu. Türk devleti içinde ticaret ve zanaatla uğra­ şan Türkler, sayıca bir grup meydana getiremeyecek kadar az olduğundan, bu ekonomik dalların mensuplarının çıkarlarını savunacak temsilcileri de yoktu. Böylece, ticaret alanındaki yabancı girişimlerin engellenmesiyle doğan boşluk dolduru-

ipzig,

( 1 3) Wilhelm Heyd, Geschichte des Levantehandels im Mittelalter, (Le­ 1 879), s. il, s. 394.

17


lamıyordu. Denizcilikte de durum aynıydı. "Türkler deniz ti­ caretini yaşatan Venediklilerin denizlerdeki egemenliklerini tehdit ediyorlardı. Denizlerde kendi kurdukları egemenlik ise verimli değildi ve sonunda düpedüz korsanlığa dönüşüyordu" (14). Türk egemenliğinin doğuş ve yükseliş döneminde, hü­ kümdarların en değerli üretim güçlerini kullanmak istemedik­ lerini ve hatta bu güçlerin başkaları tarafından kullanılması­ na engel olduklarını söyleyebiliriz. Bu ekonomik tutum, Türk­ lerin toplumsal tarihlerinin bir sonucu olarak görülebilir. Çün­ kü İç Anadolu, askerlik açısından, Anadolu yarımadasının ko­ lay ve ele geçirilebilecek bir bölümüydü. Ayrıca, toprak, ik­ lim ve su gibi doğal koşullar bakımından Türklerin o zamana değin yurt edindikleri Türkistan ve İran'a benzediği gibi, alı­ şageldikleri ekonomi biçimine de uygundu. Türklerin bu böl­ geyi seçmeleri daha çok doğal nedenlerden ileri gelmiştir. Yerli halkın çeşitli bölgelere sürülmeleri ve işlerinden alıkonmaları, Türklerin süregelen yaşam ve ekonomik alışkan­ lıklarını değiştirmelerine yol açabilirdi. Özellikle, ele geçirilen otlak ve tarlaları savunacak, fetihlerde yararlanılabilecek, as­ kerliğe elverişli insan gücü yeni işkollarına kaymaktaydı. Böy­ lece sosyal statükonun, cpğrafya ve iş alanları açısından es�i durumunu koruması, yalnız ekonomik eylemlerin yürütülme� sini sağlamakla kalmayıp, geleneksel -ve ekonomik yönden geniş kapsamlı, politika açısından genişlemeye yönelmiş- ya­ şama biçimini de ayakta tutuyordu. Türkler kökenleri açısından, Anadolu'nun ekonomik ve ( 1 4) ReinhardJunge, ''D as Wirtschaftsproblem des naeheren Orients' ' : A­ WO, (1 916), yıl 1, s. 9 ve s.; "Proceedings", s. 387 ve s.

18


kültürel düzeyini koruyacak durumda değillerdi. Ancak bu dü­ zeyi, Orta Asya düzeyine de indirmediler. Bir yandan, yeni or­ tam onları göçebeliği bırakıp yerleşmeye itiyor (bu olay yerli halkla karışmaları sonucu kolaylaşmaktaydı); öte yandan Hı­ ristiyanların kalifiye işgücü ve ödemeye zorunlu oldukları vergiler, idari ve askeri örgütlerin var olabilmeleri ve sistem­ leşebilmeleri için maddi bir dayanak yaratıyordu. Bu durum, "ihtiyaçlarının önemli bir kısmını yağma seferleriyle karşıla­ yan ve ganimet dağıtımına dayanan göçebe toplum düzenini, sistemli bir ordu ekonomisi yaratmaya yöneltmekteydi" ( 15). Böylece, süregelen işbölümünü değiştirmek ve yeni üretim güçlerinden yararlanmak gerekmiyordu. Edindikleri deneyimler dolayısıyla, Anadolu 'nun coğra­ fi ve ırksal özelliklerine olduğu kadar, sosyal ve iklimsel ko­ şullarına da yabancı olmayan Türkler, bu yeni ortamda üre­ tim biçimlerini değiştirmeye zorlanmıyordu. Hazır buldukla­ rı doğal ve toplumsal koşullar Türkleri, daha çok küçük çap­ ta yeniliklere itiyor; savaşçı göçebe kabileleri, iyi örgütlenmiş, feodal bir asker-devlet biçimine getiriyorlardı. Bu devletin si­ yasal ve ekonomik çabalarıysa çoğunlukla dışa dönüktü. Osmanlı İmparatorluğu tarihi, genellikle bir savaş tarihi­ dir. Eldeki kaynaklardan sağlanan gelirler, savaş giderlerine harcanıyordu. Hıristiyan Batı ülkelerine karşı, Türklerin isti­ lacı dış politikaları, hukuk açısından cihada dayanıyordu. İs­ lam ülkeleri ve savaş bölgeleri (dar ül-İslam ve dar ül-harb) diye ikiye ayırdığı misyoner görüşü ancak sınırlı olarak ger­ çekleştirmiştir. "İslam savaşçıları için önemli olan, Hıristiyan( 1 5) Fritz Adolf Heyersberg, naschinenverwendung im Wirtschaftsleben der Türkei, (Berlin, 1934), s. 20.

19


lan Müslüman yapmaktan çok, onların kendilerine boyun eğ­ melerini sağlamaktı" ( l 6). Cihadın dinsel amaçlar gütmesi ve "iman propagandası" savaşların bahanesiydi (17). Ele geçirilen yerlerin İslamlaştırılma derecesini Kuran düzenliyordu ve "Kuran kafirlerle, ancak cizye ödemeye ra­ zı oluncaya kadar savaşılmasını" emretmekteydi ( 18). Kitap­ lı dinlere inananlardan alınmakta olan cizye, aynı zamanda Müslümanların dinsel hoşgörüleri olarak da yorumlanabilir. Müslümanların Hıristiyan ülkelerine yayılmalarında, bu ver­ gisel (fiskal) neden en önemli etkenlerden biriydi. Çünkü Müslüman olmayanlardan alınan bu vergi, devlet gelirlerinin büyük bir kısmını oluşturuyordu. Bu gelirler, Hıristiyan böl­ gelere yapılan İslam saldırılarına harcanıyordu. Böylece ar­ tan devlet gelirleri, dışarıya- dönük politikanın sürdürülmesi­ ni ve gelişmesini sağlamıştır. İslamiyeti yayma politikasının asıl toplumsal rolü, taşı­ nır ve taşınmaz savaş ganimetlerinin sosyal tabakalara göre da­ ğılıınında belirir. Arap İmparatorluğu, en parlak döneminde, yalnız savaşçı feodal bir devlet olmakla kalmayıp, "aynı za­ manda dünya çapında ticarete, sürekli gelişen bir üretime ve zengin bir mal alışverişine sahipti" (19). Arap savaşçılarının "fonksiyoner" (20) adı ile anılmaları biraz abartılmış bir dı;; ­ yim bile olsa, onların gerçek eğilimlerini belirler.

s. 27. 15. v e s.

( 1 6) Ignaz Goldziher, Vorlensungen über den Islam, (Heidelberg, 1 925), ( 1 7 ) J. Wellhausen, Das arabische Reich und sein Sturz, (Berlin, 1 960), s. { 1 8 ) Kuran Dokuzuncu Süre. Bkz. Wellhausen, Das arabische Reich, s. 1 6

( 19) Emst Bloch, Avicenna und die Aristotelische Linke, (Frankfurt, l 963), s. 1 3 . Arap toplumunun ekonomik ve sosyal yapısı için bkz.; AdolfMez. Die Re­ naissance des Islams, (Heidelberg, 1 922), s. 227 ve s. ve s. 442 ve s. (20) Bloch, Avicenna, s. 1 3 .

20


Eski Arap ticaret burjuvazisinin çöküş nedenlerini bura­ da incelemeyeceğiz. Bu çöküşte, Türklerden devşirilen ücret­ li askerlerin sosyal ve siyasal yükselişleri önemli rol oynamış­ tır. Aynı zamanda, tarım ve askerliği ön planda tutan bu fe­ odal üst tabakanın etkileriyle (ekonomik, kültürel ve ideolo­ jik yapıları ticaret ve sanayiye dayanan) Batı Asya ve Kuzey Afrika kentlerinin durumu çelişki içindeydi. Arap toplumu­ nun, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd'ün ilerici yapıtlarının yakılma­ sıyla yeniden tanına yönelmeye başlaması bir rastlantı değil­ dir (21 ). Benzer bir sosyal olay, Türklerin egemen oldukları Ana­ dolu'da burjuva tabakalarının ortaya çıkmasını önledi: "Yük­ sek İslam kültürünün kent karakteri kayboldu. Abbasi halife­ leri zamanındaki gibi, (Türk feodalizminin) dış görünüşünü tüccar ve bilim adamları değil, askerler ve devlet memurları belirliyordu" (22). Osmanlıların cihat açma nedenleri arasında ticaret hiçbir zaman önemli bir yer tutmamıştır. Öte yandan Balkanlar'ın an­ cak küçük bir ölçüde Müslümanlaşması, ele geçirilen bölge­ lerde misyoner eylemlerin de geri planda kaldığını gösterir. Osmanlı İmparatorluğu asker-bürokrat örgütlü feodal bir dev­ letti. İmparatorluğun sürekli saldırı ve savaşlarını Max Weber, (21) Block, Avicenna, s. 6 1 ve s. (22) Wemer, G eburt, s. 3 1 6 ve s. 306. S elçuklu ve Osmanlı feodalizmi için bkz: Wemer, G eburt, s. 40 ve s. 271 ve s., s. 305 ve s., s. 3 1 6 ve s. Wemer, tımar sistemini, "Toprağı. hizmet karşılığında. işleyenlere veren feodal organizasyon biçimi" diye adlandırıyor. (Gcburt, s. 43). 1 5 . yüzyıldan bu yana, "Avrupa bi­ çimi köleliği gereksiz kılan gerçek bir biçimde toprağa bağlılık" egemendi. Dış ekonomik baskılar, m erkezi güç tarafından yürütülüyordu. (Geburt, s. 272). ''Toprak devlet tekeli elindeydi.·· ''Bu durum vergi ve gelirleri etkiledi.'' (Ge­ burt, s. 305).

21


haklı olarak, "feodal gelirler sağlamaya yönelmiş ülke fetih­ leri" olarak nitelemişti (23). Bu politik tutum, Türklerin ekonomik ve sosyal yasala­ rının "tümüyle militan karakterini" gösterir (24). Türk nüfu­ sunun büyük bir kısmı "hem kutsal, hem de maddi varlıkla­ rının güveni olan askerlik işi" ile uğraşırdı (25). Askerlik ba­ kımından genişleme ve toplumsal üretim, tımar sistemiyle kaynaşmış bur durumdaydı (26). Osmanlı İmparatorluğu'nun parlak döneminde ordu her şeyden önce sipahilere dayanıyordu. Sipahilere askerlik gö­ revleri ölçüsünde, nazari olarak soydan soya geçmeyen, belir­ li bir toprak verilir; buna karşılık, savaş zamanında asker sağ­ lamaları şart koşulurdu. Savaşlara sipahilerden ve ücretli as­ kerlerden başka düzensiz birtakım gruplar (başıbozuklar) da katılır ve ganimetlerden pay alırlardı. Öte yandan yeniçeriler sürekli olarak savaşa hazır bir durumda bulunurlardı. Hıristi­ yan ailelerden devşirilmiş çocuklardan yetiştirilen yeniçerile­ re ücretli bir çekirdek ordu görevi yüklenmekteydi. Ulema da toprak sahibi olma ve toprak elde etme işleriyle yakından il­ gilenirdi. Birçok toprak sahipleri mülklerini, dinsel kurumlar (23) Max Weber, Wirtschaft und Gesellschaft, (Köln-Berlin, 1 964), c. J-ı, s. 373. (24) Wemer, Geburt, s. 306. (25) N . Jorga, Geschichte des Osmanischen Reiches, (Gotha, 1 909), c. Il, s. 2 1 1 . (26) Osmanlı lmparatorluğu'nun tanın ve askerlik alanlarındaki yasaları için b kz. Werner, Geburt, s. 1 53 ve s., s. 263 ve s. ; Paul Andreas von Tischen­ dorf, Das Lehnwesen in den moslemischen Staaten insbesondere im Osmanisc­ hen Reiche, (Leipzig, 1 827), s. 6 ve s.; Aron Gurland, Grundzüge der muham­ medanischen Agrerverfassung und Agrarpolitik mit besonderer Beruücksichti­ gung dertürkischen Verhaeltnisse, (Dorpat, 1 907), s. 43 ve s.; Car! Brockelmann, Geschichte der islamischen Völker und Staten, (München-Berlin, 1 939), s. 267 ve s.; Halil İnalcık, "Land Problems in Turkish history " : The M uslim World, c. XLV. s. 221 ve s.

22


olan vakıflar haline getirirlerdi. Çünkü vakıflar yöresel amir­ lerin, devlet organlarının ve hatta padişahların bile el uzata­ madığı tek kurumdu. Mülk sahipleri ve mirasçılar, tüm var­ lıklarını kaybetmek yerine, gelirlerinin bir kısmını kendi is­ tekleriyle dinsel kuruluşlara verirlerdi. "Bu paraların sadece yarısı ya da üçte ikisi dinsel kuruluşların masraflarına harca­ nır, artanı, görünüşte kalan sıkı denetime rağmen, ulemanın cebine girerdi" (27). Ulemanın gücü Kuran'ın yorumlanmasına ve buna daya­ narak sosyal yasaların konulmasına, böylece resmi ve özel ha­ yatı düzenleme yetkilerine dayanıyordu. Dinsel yasalar (şeri­ at) padişahın koyduğu yasaların üstündeydi. Ayrıca kanun koyma, kanun yorumlama ve yargılamanın yanı sıra, tüm eği­ tim işleri de ulemanın başı olan şeyhülislamın denetimi altın­ da bulunuyordu. Türk üst tabakaları (askerler, bürokrat örgütlerin başında­ kiler ve ulema) toprak gelirleriyle geçinir, aynca zor yoluyla ele geçirdikleri toprakları işletirlerdi. Geniş çapta savaşların açıl­ ması, büyük ölçüde maddi kaynaklara, dolayısıyla sanayi ve tek­ nolojiye bağlıydı. Osmanlı İmparatorluğu, askerlik alanındaki başarılarının da kanıtladığı gibi, önceleri, Avrupa devletlerin­ den geri değildi. Düzenlerini ayakta tutabilmeleri için Osman­ hlann üç kıtada savaşmaları gerekiyordu. Bu nedenle, zaten dar bir temele oturan bilim, ticaret ve zanaat yalnız askerlik alanın­ daki ihtiyaçları karşılamaya yöneliyordu. Maden ve sanayi işletmelerinin büyük bir kısmı devlet malıydı. Buralarda daha çok gemi, silah cephane, üniforma, eyer, semer gibi eşyalar yapılırdı. Genellikle askerlerin elin­ de bulunan ve angarya usulüyle işletilen bu kurumlar büyük önem taşırdı. Dördüncü Murat döneminde ( 1609- 1640), dev(27) Johann Wilhelm Zinkei5en. Ges chi chte des osmanischen Reiches i n Europa. (Gotha. 1859), c . V L s . 22.

23


letin elinde, silah ve çadır yapımıyla uğraşan kurumların ya­ nında, 5200 işçi çalıştıran tersaneler, bir kereste fabrikası, bir kağıt fabrikası, 70 cam imalathanesi, boyahaneler ve dokuma tezgahları bulunmaktaydı (28). Hammer'in bildirdiğine göre, 17'nci yüzyıl sonunda kurulan bir top dökümhanesinde, bir topçu albayının emri altında, "on köy halkı" çalışmaktaydı (29). Ondokuzuncu yüzyıl başında gemilere halat yapan bir imalathanede bin işçi bulunuyordu. Bir başka imalathanedey­ se, "ordu ve halk ihtiyacı için günde 600 fes yapılmaktaydı" (30). Genel olarak, yapım yöntemleri ve teknik donatım yük­ sek bir düzeydeydi. Venedikli Petro Businello 'nun bildirdiği­ ne göre, 18 ' nci yüzyılda "özellikle top dökümhaneleri ileri devletlerle aynı düzeydeydi" (31 ). Gemi yapımı da uzun sü­ re iyi bir üne sahipti. 1590 ve 1616 yılları arasında Venedik­ liler bile Türk tersanelerinde gemi yaptırmışlardı (32). Topçuluk ve savaş gemiciliği döküm ve gemi yapımı en­ düstrilerinin ayakta durabilmelerini sağlarken, Türk mimari­ si de istihkama yönelmişti. Osmanlı mimarları sanatlarını, ön­ ce siper ve lağım kazmakla öğrenirlerdi. Bu mimarların en ünlüsü olan Sinan ( 1489-1588) saray baş mimarlığına atan­ madan önce, Birinci Viyana kuşatmasında istihkam birliğine kumanda etmişti. Sinan'ın yönetimi altında 142 cami ve tür­ be, 56 okul, 5 1 imaret, 32 saray ve hazine dairesi, 32 su ben­ di, köprü ve kervansaray yapılmıştır. Bu sayılar, kamu hizmet(28) Heyersberg, Maschienenverwendung, s. 2 1 . (29) Joseph von Haınmer, Geschic hte des Osmanischen Reiches, (Peşte, 1 830), c. Vl, s. 630. (30) Julius von Hagemeister, Der europaeische Hande! in der Türkei und in Persien. (Riga-Leipzig, 1 838), s. 27 ve s. 29 (31) Christpoh Wilhelm Lüdeke, Beschreibung des Türkischen Reiches nach seiner R eligions-und Staatsverfassung in der letzten Haelfte des achzehn­ ten Jahrhunderts, (Leipzig, 1 1 78), c. II, s. 1 30. (32) Orhan Tuna, Durchbruch der Türkei zur nationalen Staatswirtschaft, (Philippsburg, 1 938), s. 24.

24


lerinin verimli yatırımlara önemli sayılabilecek bir katkıda bulunmadığını gösterir (33). El sanatlarının, toptancılığın ve dış ticaretin ırk ve din ba­ kımlarından ayn tutulan azınlıklar ve yabancılar elinde bulun­ ması, Osmanlı ekonomik hayatının en önemli özelliğidir. Ya­ bancılar arasında Cenevizlilerle Venediklilerin yerini zaman­ la Fransızlar almıştır. Çağdaş gözlemcilerin söz birliğiyle açıkladıkları gibi, Türk halkı sadece askerlik ve tarım alanında etkendi. On se­ kizinci yüzyıldan kalan bir belgede şöyle denilmektedir: "Ge­ nel olarak ticaret Müslümanların uğraşı değildir. Onlar tica­ reti Rumlara, Ermenilere ve özellikle, imparatorluğa en iyi alışveriş olanakları sağlayan Musevilere bırakmışlardır. Türk tüccarlar dış ticareti pek önemsemezler, çoğunlukla taşrayla ticaret yapmak ve doğal ürünleri bölgeden bölgeye ulaştırmak­ la yetinirler. Bu nedenle kazançları pek azdır. Mallarını ta şımakta kendi gemilerini seyrek kullanırlar, nakliye işi­ ni daha çok Fransız tüccarlarına bırakırlar." (34) Başka bir yazar ise şöyle der ( 1838): "Türkiye'de itha­ latçı, ihracatçı, toptancı ve bankerlerin pek azı Müslümandır. İç ticaret bile Rumların ve Ermenilerin elindedir; çünkü Türk­ ler bu işlerle pek az uğraşırlar." (35) Dellenbusch, Mercantil­ Memoiren adlı eserinde Galata borsasına kayıtlı tüccarların lis­ tesini veriyor (1841). Bu listedeki 148 tüccar arasında ancak altı Türk' ün adına rastlanmaktadır. (36) Açık deniz balıkçılığı, deniz nakliyatı ve gemi yapımı da azınlıkların, özellikle, adalarda ve kıyılarda yaşayan Rumla­ nn elindeydi. Gemi tayfaları ve savaş gemilerinin depo eratı ( 33) B rockelmann, Geschichte der islamischen Völker, s. 266. ( 34) J. H. Stöver, Historisch-statistische Beschreibung des Osmanischen Reiches, (Hamburg, 1 784 ), s. 257 ve s. (35) Hagemeister, Hande!, s. 7 1 . (36) Emst Dellenbusch, Mercantil-Memoiren aus der Türkei, (Düsseldorf, 1 84 1 ), s. 62 ve s.

25


da azınlıklar arasından seçilirdi (37). Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nda sanayi üretiminin askeri ihtiyaçlara dÖnük olduğunu gösteren en iyi örnek tersanelerdir. Buralarda ne sürekli çalı­ şan işçiler, ne de düzenli bir biçimde depo edilmiş kereste bu­ lunurdu. Tersaneler için gerekli personel ve malzeme ancak çok acil durumlarda (genellikle kaybedilen deniz savaşların­ dan sonra kayıpları karşılamak amacıyla) sağlanırdı (38). Osmanlı İmparatorluğu'ndaki çeşitli işkolları açısından üretim, 18'inci yüzyılın sonuna dek nitelik ve nicelik bakımın­ dan dikkate değer bir düzeydeydi. Türkiye 'deki işlenmiş ürün­ ler öteki ülkelerin mamulleriyle rekabet edecek nitelikteydi. Ancak Osmanlı-Türk toplumu, 18'inci yüzyılda Avrupa'da gelişen burjuva toplumlarının verimliliği arttırma çabalarına katılmamıştır. Avrupa'da makine çağı başlarken, İslam dün­ yası Rönesans'ın teknik ve ekonomik düzeyinde kalmış, ma­ kineye dayanan büyük endüstri alanında hiçbir girişimde bu­ lunulmamıştır. Endüstri ve burjuva devrimlerini hazırlayan ön koşulla­ rın Osmanlı lmparatorluğu'nda hiçbir zaman oluşamaması dış etkenlere bağlanamaz. Bu gelişimin asıl nedenlerini Türk devletinin sosyal-tarihsel oluşumunda ve toplum yapısında aramak gerekir. Anadolu'nun ele geçirilmesi sırasında birtakım özel du­ rumların etkisiyle ortaya çıkan milletlere özgü işbölümünün büyük değişikliklere uğramamış olması, Osmanlı-Türk top­ lumu için çok önemlidir. Türk toplumu uğraşlarını yüzyıllar boyu aynı biçimde sürdürmüştür. Askerlik ve tarım alanları dı­ şındaki çabalar sosyal yan-grupların işi olmuştur. Türk toplu(37) Zinkeisen, Geschichte des osmanischen Reiches, (Gotha, 1 8 55), c. 11 1 , s . 290 ve s.: Lüdeke. Bescreibung, ( Leipzig, 1 780), c. !, s. 323: Stöver, Historisch-statische Beschreibun g , .s . 236. . C38 ) Zinkeisen, Geschıchte des osmanıschen Reıches, c. III. .

s. 293 ve s. 26


mu, var olan toplumsal işbölümü sistemine önemli değişik­ likler getirmeye itilmemiştir. Böyle bir zorlanmanın bulunma­ ması, üretimde işbölümü alışkanlıklarının ve egemenlik bi­ çimlerinin sürdürülmesini sağlamıştır. Anadolu'daki koşullar da böyle bir duruma elverişliydi ve bu koşullar ırk ve din öl­ çüleri açısından da toplumsal işbölümünün sürdürülmesine yardımcı oldular. Bu sistem hızla ve kendine özgü bir sosyo­ ekonomik dinamizm yarattı. Müslümanların çabaları çoğun­ lukla askerlik alanına yöneldi. Buna karşılık Hıristiyanlar ve Museviler bu görevlerin tamamen dışında kaldılar. Böylece ekonomik durumları gittikçe güç kazandı; Türklerse ticaret ve zanaatta azınlıklarla rekabet olanaklarından yoksun kaldılar. Çeşitli milletl� rin sadece belirli toplumsal alanlarda etken ola­ bilecekleri hakkında daha önceleri konulan kısıtlamalar bun­ dan böyle devlet yasalarıyla da sağlamlaştırılıyordu. Müslü­ man olmayanların askerlik görevlerinden muaf tutulması, kül­ tür ve din alanlarında kendi yasalarının yürürlükte kalması, toplumun tümüyle kaynaşmalarını engelliyordu. Milletlere özgü kıyafet mecburiyeti de bu tutumun dış görünüşünü oluş­ turuyordu. Bu böylece çeşitli azınlıklar, ekonomi, kültür ve po­ litika alanlarında, aralarında hiçbir ilişki bulunmaksızın, bir­ birlerinden ayrılmış oluyorlardı. Zamanla katılaşan ve bağımsızlaşan bu sosyal-mesleki yapılar toplum bilincinde de yer etmeye başlayarak, farklı de­ ğer ve norm sistemlerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Azınlık­ ların kendilerine özgü yasalarının toplumsal değişimleri kısıt­ layıcı bir unsur haline gelmesine şaşmamak gerekir. Max Horkheimer'in genel olarak saptadığı gerçek, Türk toplumu için de geçerlidir: "Büyük kitleler birbirleriyle çelişen çıkar­ larına rağmen, üretim biçimlerindeki geriliği sürdürürlerse, bunda, tek tek bireylerin, ruhların derinliklerinde oluşan i­ nanç ve hayal dünyalarından kopma korkusu ve hatta yetenek27


sizliği rol oynamıştır. Yaşama biçimleri sürekli tekrarlanan basit işlere dönüşmüş ve yüzyıllar boyunca toplum yaşamı­ nın kaçınılmaz bir parçası olmuştur." (39) Bu konuda İslamlığın kısmen ahrete dönük bir din olma­ sının da büyük bir önemi vardır. Teslimiyet anlamına gelen İs­ lam "insanın büyük ve sınırsız bir kuvvet karşısında iradesi­ ni tam olarak teslim etmesi" (40) sözcüğüne dayanarak, İsla­ miyeti tümüyle geri bıraktırıcı ve duraklatıcı bir din olarak yo­ rumlamak doğru olmaz. Ancak, İslamiyet alıcı ve etkilere açık (seçmeci) olduğundan çok çeşitli normatif akımlar göster­ mektedir. (41) Örneğin, Kuran'da, "insanda özgür iradenin varlığını onaylar gibi görünen" ayetlerin yanı sıra, "insanın aciz, Allah'ın her şeye kadir olduğunu" belirten ayetlere de rastlanmaktadır. Ve bu son ayetler daha çok önem kazanmış­ lardır (42). Arap halifelerinin parlak devri, bu tür bir eğilimin bir önburjuva toplumunda etkisiz olduğunun kesin bir delili­ dir. Özet olarak diyebiliriz ki, "İslamiyet kültür ve ekono­ miyi doğurmadı, yalnızca var olanı düzenledi" (43) görüşü ka­ dar, onun bir savaş dini (44) olduğunu söylemek de aynı de­ recede göreli (relatif) bir iddiadır. İslam dininin militan un­ surları, bütün feodal toplumlarda - özellikle Osmanlı İmpara­ torluğu' nda - görüleceği gibi askeri genişleme eğiliminin et­ kisi altında geliştiler. Giderek ekonomik çıkarlar gözetme(39) "Studien über Autoritaet und Familie'', (Paris, 1 936), s. 15 ve s. 20. (40) Goldziher, Vorlesungen, s. 2. (41 ) Goldziher, Vorlesungen, s. 3, s. 6, s. 1 2, s. 39 ve s. ve s. 257 ve s. (42) Elie Kedourie, "lslam and the orientalists: some recent discussions" : BJS, 1 956, s. 2 1 7 . (43) Junge, Wirtschaftsprobleme, s. 9. Bu sorunlar için bkz. Wirtschaftsp­ robleme, s. 13; Josef Hellauer, Das Türkische Reich. Wirtschaftliche Dastellun­ gen, (Berlin, 1 9 1 8), s. 8 ve s.: C. H. Becker. "lslam und Wirtschaft": AWO, 1 9 1 6, s. 68 ve s. (44) Goldhizer, Vorlesungen, s. 27.

28


mekte ısrar eden "askeri yönetim" genel devlet ideolojisi du­ rumuna geldi. Kısacası, Türk feodalizminin iç dinamizmi, ulusal bur­ juvazinin kuvvetlenmesini önlemiştir. Eski sosyal yapının de­ ğiştirilmesini ancak, gerek ekonomik açıdan, gerekse sayıca güçlü bir burjuva sınıfı başarabilirdi. Osmanlı İmparatorlu­ ğu 'nda burjuvalaşmak isteyen tabakalar asıl Türk halkının dı­ şındaydı ve Türklerden siyaset, dil ve din bakımından ayrı tu­ tulmuşlardı. Müslüman olmayan ve silahsız azınlık, asıl top­ lum kitlesine (örneğin, Fransız burjuvazisinde olduğu gibi) ya­ yılabilecek güçte değildi. Siyasal etkenlik olanağından da yok­ sundu. Feodal iktidarla anlaşmazlığa düştüğü zaman, Türk alt ve orta sınıflarının desteğini bulamıyordu. Siyasal yönde bir hareket büsbütün yok olmasına yol açabilirdi. Bütün bu nedenlerden, Avrupa'da hükümdarların, dinsel sınıfların ve soylu kişilerin direnişlerine rağmen oluşan bur­ juva devrimi Osmanlı toplumunda gerçekleşemezdi. Din ve ırk ilkelerine dayanan toplum yapısı, böyle bir gelişmeyi sağ­ layacak toplumsal ortamın oluşmasını engelliyordu. Makineye dayanan endüstri ve kapitalist sanayi için ge­ rekli olan üretim güçleri potansiyel olarak var olmasına rağ­ men toplumsal işbölümü örgütü bu güçleri etken duruma ge­ tiremedi. Bir burjuva toplumu durumuna gelebilmek için Türklere "düz yolun" kapalı olduğu gerçeği Kari August Wittvogel ' in Çin için söyledikleriyle de anlatılabilir: "Var olan düzenle geliştirilmek istenen üretim sistemi arasındaki çelişkili bağlantı, doğanın yeni elemanlarının kullanılmasını önler." (45) Bu olay, sosyal-tarihsel süreklilik açısından geri­ ye doğru, yüzyıllar boyu izlenebilir. 1. 2. Osmanlı İmparatorluğu'nda yenileşme olaylarının gelişmesi (45) Kari August Wittvogel, "Die natürlichen Ursachen der Wirtschafts­ geschichte": ASS. 1 932. c. LXV!I, s. 483 ve s.

29


Osmanlı İmparatorluğu kuruluşundan bu yana Avrupa devletleriyle ilişki içindeydi. Ancak, bu ilişkiler yalnızca po­ litika ve askerlik alanlarını kapsadığından, sıkı bir bağlantı sağ­ lamamaktaydı. İmparatorluğun ilk zamanlarında Avrupa bilimi, edebi­ yatı ve felsefesi Osmanlılarca hemen hemen hiç bilinmezdi. Ortaçağın bitiminden sonra teknik buluşların Avrupa'dan alın­ masına rağmen, bu "maddi olmayan ithalat" yalnız askeri sektörün işine yarıyordu. Avrupalıların yardımıyla çoğunluk­ la Batı 'dakilere benzer silahlar yapılmıştı. Böylece Türk Si­ lahlı Kuvvetleri, "özellikle topçulukta, Almanya ve Macaris­ tan'daki yeni buluşları biliyor ve onlara ustalıkla uyabiliyor­ Iardı" (46). Bu yeniliklerin alınmasında hangi görüşlerle hareket edil­ diğini Bernard Lewis'in verdiği örnek aydınlatır: "Bir Os­ manlı padişahı, ele geçirilen Venedik gemisinin yapı ve silah­ larının aynen yapılmasını istediği zaman, bazı kişiler bu 'ga­ vur icadı' nın taklit edilmesine karşı çıkmışlardı. Ancak ule­ ma, kutsal cihat adına kafirlerin yeni savaş araçlarının benim­ senebileceğini açıkladı. İspanya'dan kaçan Museviler 11. Be­ yazıt'tan matbaanın kurulması için izin istedikleri zaman pa­ dişah, Arapça ve Türkçe kitapların değil de, yalnızca İbrani­ ce ve Frenkçe kitapların basılmasına izin vermişti." (47) Matematik ve coğrafya, yalnız askerliğe yardımcı bilim­ ler olarak ele alınıyor, denizcilik, haritacılık ve topçuluk alan� larını kapsıyor, doğadan yararlanmak için yeni yöntemlerin ge­ liştirilmesi yolunda kullanılmıyordu. Bu çalışmalar, daha çok, Türk askerlerine kara ve deniz savaşlarında "kafirlerle" yarı( 46) Zinkeiscn, Geschichte des osmanischen Reiches, c. 111. s. 262. (47) Bemard Lewis, The Emergence of modem Turkcy, ( London, New Y­ ork, Toronto, 1 965) , s. 4 1 .

30


şabilme olanağını sağlamak amacına yöneliyordu. Askerlik­ le ilgili bilgilerin (know how) Avrupa'dan alınması ve sadece araç ve gereçleri kapsamasından ötürü tecrübi (deneye daya­ nan, ampirik) nitelikte kalıyordu. Avrupa'da askerlik yapısı­ nın temelini oluşturan doğa bilimleri, Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nca benimsenmemiştir. "Türkler haritacılık kuramlarını pek az bilmelerine rağ­ men, Avrupa deniz haritalarını kopya edebiliyor, kullanabili­ yorlardı." (48) Ama gene de, Osmanlı devleti, 1770 yılında Venedik Cumhuriyeti'ne verdiği bir notada, bu cumhuriyetin Rus donanmasına Baltık Denizi'nden Adriyatik'e geçme iz­ ni vermesinden yakınıyordu (49). Bu olay Türklerin Avrupa coğrafyası hakkında fazla bilgi sahibi olmadıklarını gösterir. On sekizinci yüzyıldan kalan birçok belge, Osmanlılar­ da askerlik tekniğinin deneysel nitelikte olduğunu kanıtlar. Türk denizcileri, "pusulayı gerektiği gibi kullanmayı bilmez­ lerdi" (50). Topçuların ancak bir kısmı "topun pratik kullanı­ lış biçimini bilir; teori hakkında fikirleri yoktur. Belirli deney­ lere dayanarak çalışırlardı" ( 51). "Türkler paralel nişan çiz­ gisini bilmezler. Topçular rastgele atış yaparlardı." (52) Bu gerçeklerin sonuçları küçümsenmemelidir. Osmanlıların Avrupa'daki yeni buluşları benimsemekte çekingen davranmaları da düpedüz bir rastlantı değildir. Ba­ bıali, egemenliğin sürekliliğini sağlamak için Ptolemee teori­ sinin yürürlükte bırakılmasının ve matbaanın yurda sokulma­ masının, çağdaş düzeyde, top ve gemi yapmak kadar önemli olduğunu biliyordu. Sadrazam Ragıp Paşa (1757-1763) bu (48) Bemard Lewis, Emergence, s. 44. ( 49 ) H. J. Kramers, " Djughrafıya": El, ek cilt, s. 7 3 . (50) Lükede, Beschreibung, c . l, s. 323. ( 5 1 ) Lükede, Beschreibung, c. Ti, s. 1 29. (52) Lükede, Beschreibung, c. IJ, s. 1 29.

31


durumu pek açık olarak şöyle anlatıyor: "Var olan düzeni de­ ğiştirmeye kalkarsak, korkarım eski düzenden de oluruz." (53) Burada çıkarlarından söz edilen feodal sınıflar koalisyo­ nu, 19'uncu yüzyıla dek yenilik düşüncelerini taşıyan tek zümreydi. Aydınlatıcı kitapların, doğa bilimlerinin ve tekni­ ğin yayılmasını sağlayacak, Avrupa burjuvazisi gibi toplum­ sal görevler yüklenecek grupların var olmadığını önceden söy­ lemiştik. Osmanlı İmparatorluğu'nda bir burjuva toplumu do­ ğurabilecek nitelikteki küçük gruplar, gelenekçi üst tabakala­ ra karşı yenilikler getirebilecek güçte değillerdi. Aynı neden­ le, eskiden beri süregelen üst tabakaların çeşitli yenilikler ara­ sından seçtiklerini getirmelerine karşı koyamamışlardır. On yedinci yüzyılda birtakım teknik usullerin kopya edil­ mesi ve bazı devlet imalathanelerinin faaliyete geçmesi, sa­ dece Türk Silahlı Kuvvetleri 'ni modern araçlarla donatmaya yetiyordu. Teknolojinin duraklaması da böylece fark edilmi­ yodu. Buna karşılık 18'inci ve özellikle 19'uncu yüzyıllarda, işlenmiş ürünlerin sadece kopya edilmeleri, artık Avrupa'nın bilimsel ve ekonomik düzeyine erişmeye yetmez olmuştu. Çe­ şitli silahların ve buhar makinelerinin yapımı, ancak çok yön­ lü bir araştırma sistemiyle gerçekleşebilirdi. Sözü geçen koşulların geçerli olduğu bu toplum düze­ ninde, Türkiye'nin, Avrupa devletleriyle yaptığı savaşlarda yenilgiye uğraması kaçınılmaz olmaktaydı. Bu yenilgiler Os­ manlı-Türk toplumunun özel yapısına dayanan, geleneksel sosyo-ekonomik ve politik kurumların yıkılmalarına yol açtı. Osmanlı İmparatorluğu'nda tarım ve askerlik düzeni bir­ likte yürüyordu. Ordu ve yönetim mekanizması dışardan sağ­ lanan gelirlerle ayakta tutulmaktaydı. Çünkü tımar ve zeamet­ lerden gelen ve ele geçirilmiş olan yerlerden alınan vergiler( 53 ) Richard N. Frye, lslam and the West, (Gravenhage, 1 957), s. 52

32


le, asker aylıkları ve devlet harcamaları ancak karşılanmak­ taydı. "Savaş harcamalarının geri kalanı" ise ele geçirilen ül­ kelerden " ganimetler ya da cizyelerle sağlanıyordu" (54). Toplumsal üretim düzeyini, ordunun savaş gücü belirliyordu. "Savaş savaşı besler" sözü başka hiçbir devlet için, ha­ life-padişah yönetimindeki bu devlette olduğu kadar geçerli değildir. Savaşlar ayrıca tüm sosyo-politik sistemi de besle­ mekteydi. Toprak bütünlüğünü korumak için dış genişleme­ nin maddi kazançları gerekli olduğundan, toplumun üretim sis­ temine askeri üstünlük yön veriyor ve bulunduğu düzeyi ko­ ruyordu. Lewis'in dediği gibi "üretim, aslında var olan ve hat­ ta daraltılabilecek olan sınırların ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde değildi" (55). Daha 1 6' ncı yüzyılda Batı'dan Türkiye' ye ucuz gümüşün girmesi, Türk parasının değerini altüst etmişti. Orta ve Güney Amerika'da gümüş madenlerinin bulunması ve aynı zamanda gümüşün daha rasyonel yöntemlerle elde edilebilmesi için ya­ pılan olumlu çalışmalar, uluslararası gümüş fiyatının düşme­ sine sebep oldu. İç pazarın üretim hacminin hemen hiç artma­ dığı Osmanlı ülkesine ucuz gümüşün girmesi, 1 6' ncı yüzyıl­ dan bu yana gümüş paraların satın alma gücünün hızla düş­ mesine yol açtı (56). Bu dış faktör duruklama halinde bulu­ nan Türk feodalizmini olumsuz olarak etkileyecekti. Burada ayrıca "Yurda değerli madenler girmesinin iş düzenini etki­ lediği" sözü de geçerlidir (57). On sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda savaşların yol aç­ tığı sarsıntıların yanı sıra toprak kayıpları, devlet gelirlerini ve orduyu besleme olanaklarını kısıtlıyordu. Öte yandan para ih(54) Haınmer, Geschichte, (Peşte, 1 828), s. 47 ! . (55) Lewis, Emergence, s . 27. (56) Lewis, Emergence, s. 2 8 ve s. (57) Max Weber, Wirtschaftsgeschichte, (Berlin, 1 958), s. 3 0 1 .

33


tiyacı önemli ölçüde artıyor, sipahilerin yerine ücretli asker­ lerin getirilmesi, birliklerin yeniden donatımı ve orduyu mo­ dern silahlara kavuşturma zorunluluğu devlet maliyesini için­ den çıkılmaz ekonomik güçlüklere düşürüyordu. Bu nedenle devlet, vergi kaynaklarını ve topraklarını be­ lirli tutarlar karşılığında şahıslara dağıtma yoluna gidiyordu. (Ancak bu da feodal sistemin eskiden olduğu gibi işlemesine yetmiyordu). Bu toprak ve vergi kaynaklarını işletenler ken­ dilerine bağlı olanlardan istedikleri kadar para sızdırıyorlar­ dı. Toprakların kiraya verilmesi, ülkeyi çöküşe daha hızla yak­ laştırıyordu. Çünkü tek tek bireyler genel üretimi arttırma ça­ baları göstermez oluyor, öte yandan bu bölgelerde başına buy­ ruk otoritelerin doğması da kolaylaşıyordu. Merkezi hükümet bu otoritelere artık söz geçiremez olmuştu (58). Bu koşullar altında toplumun maddi varlığına el atmak zorunlu oluyordu. Bu konuda Engels şöyle der: "Doğu idare­ leri üç ana temele dayanır: Maliye (iç yağmalar), savaş (iç ve dış yağmalar), bayındırlık işleri; başka bir söyleyişle, üreti­ min arttırılması." (59) İlk iki temele indirgenebilen bu üç ana temel, Türk devletinin de yapısına uymaktadır. "Yabancı ül­ ke yağması" giderek güçleşince, "ülke içi yağma"yı çoğalt­ mak zorunlu olmuştu. Böylece ekonomik çöküş de daha hız­ landırılmaktaydı. Genel olarak Osmanlı-Türk toplumu, bu ko­ şullar altında, salt ülke içi verimliliğiyle kendini ayakta tuta­ bilecek yetenekte değildi. Kendilerinden ekonomik, teknik ve dolayısıyla askerlik yönünden üstün olan dış güçlerle her kar­ şılaşma Osmanlıların toplum sistemlerini sallantıya uğratı­ yordu. (58) Lewis, Emergence, s. 89 ve s. 440 ve s.; İ nalcık, "Land problems" , s. 224 v e s . (59) Friedrich Engels, Kari Marx'a 6.6. 1 85 3 tarihli mektup: Marx/Engels, Werke, ( Berlin, 1 963), c. XXVlll, s. 259.

34


Karlofça ( 1699), Pasarofça (1718) ve Küçük Kaynarca (1774) antlaşmalarını doğuran yenilgiler Türk devlet adamla­ rına kendi ülkelerinin her alanda dünya düzeyinin altında kal­ dığını ve o düzeye erişmenin ancak ıslahat hareketleriyle ger­ çekleşebileceğini gösteriyordu. Avrupa etkilerinin 1 8' inci yüz­ yılda daha çok duyulmaya başlamasının da nedeni budur. Ne var ki, Türkiye'deki üst tabakalar, kendi kişisel çıkarları ne­ deniyle derin bir toplumsal yapı değişikliğini benimsemiyor, ancak eski üretim ve egemenlik sisteminin korunması koşu­ luyla bazı kurumlarda ıslahat yapılmasını uygun görüyorlar­ dı. 1731 yılındaki bir belgede ıslahat stratejisi şöyle anlatılı­ yor: "Türkler askerlik alanında yeni bilimleri uygulayacak ve yeni silahları kullanacak duruma gelirlerse karşılarında hiç­ bir düşman dayanamaz." (60). Bu eğilime uygun olarak, ıslahat hareketlerinde askerlik ön planda tutuluyordu. Ayrıca yabancı uzmanların rolü de bü­ yüktü. Müslüman olan bir Fransız soylusu, l 735'te topçu ku­ mandanı olmuştu. Bir yıl önce de ordu bir mühendis okulu aç­ mıştı. Ancak, kendilerine tanınan ayrıcalıkları kaybetme kor­ kusuna düşen yeniçeriler bu yeniliklere son verdiler. Yeni açıl­ mış olan kara mühendislik okulunu da kapattırdılar. Türk or­ dusu 1769 yılına kadar teknik öğretim kurumlarından yoksun kaldı. 1770 yıllarında deniz mühendislik okulu açıldı. Bu oku­ lun yönetimi önce Macar asıllı bir Fransız kontuna, sonra da Müslüman olmuş bir İskoçyalı' ya verildi. Bu bir bakıma mo­ dern okul, zamana göre eğitilmiş bir subay sınıfı çekirdeği meydana getirdi ve daha sonra açılacak okullara örnek oldu. Osmanlıların Rusya karşısında direnmesinde fayda gö­ ren Fransız hükümeti, l 784'te Türkiye'ye asker eğitmenler (60) Niyazi Berkes, The Development of secularism in Turkey, (Montre­ al, 1 964), s. 45 ve s. 39 ve s; Lewis, Emergence, s. 46 ve s.; Robert E. Ward ve Dankwart A. Rustow, Political Modemization in lapan and Turkey, (Princeton, 1 964), s. 257 ve s.

35


gönderdi. III. Selim dönemi ( 1789-1807) 1792 ve 1793 yılla­ rı arasında Avrupa'daki reformların incelenmesine dayanan birtakım yenilikler getirdi. Bu ıslahatların tümü Nizam-ı Ce­ dit adını aldı. Aynı ad, Yeniçeri birlikleri yanında yer alan, Av­ rupa örneklerine göre kurulmuş yeni orduya da verildi. Çeşit­ li kurumların aynı biçimde adlandırılmaları ele alınan ıslahat hareketlerinin yönünü belirten bir simgedir. Burada da tutu­ lan yol feodal devlet gücünü dünya düzeyine ulaştırma çaba­ sıdır. Toplum yapısı bu " yeni düzenle" hiçbir değişikliğe uğ­ ramayacaktı. Daha çok askerlik alanını kapsayan bu yenilik­ ler, kapsam ve kişilik açısından Fransız etkisi altındaydı. Fran­ sız subayları Türk ordusuna modern topçuluk, istihkam yapı­ mı ve denizcilik gibi öbür ana ve yardımcı bilimleri öğretiyor­ lardı. Matbaanın gelişimi de, 19' ncu yüzyıla dek sürdürülen as­ keri ıslahatlarla birlikte yürümüştü. On sekizinci yüzyılın baş­ larına kadar matbaacılık yalnız azınlıkların işiydi. On beşin­ ci yüzyılda İstanbul ve öbür büyük kentlerde Musevi, Erme­ ni ve Rum matbaaları kurulmuştu. Türkçe ve Arapça kitaplar basma yasağı ancak 1727 yılında kaldırılabildi. Ama gene de din kitaplarının basılmasına izin verilmedi. Askerlik, coğraf­ ya, matematik kitapları ve bazı bilimsel yayınlar basan ilk matbaa 1742 yılında kapatıldı. 1784 yılında matbaanın yeni­ den açılmasıyla basım işleri hızla gelişti. Avrupa etkileri giyim ve mimari alanlarına sınırlı bir öl­ çüde girdi. Bazı Türk ileri gelenlerinin Avrupa biçimi giyime ve mobilyaya ilgi göstermeleri, Barok ve Rokoko biçiminde birtakım binaların yapılması fazla önem taşımaz. Osmanlı toplumunun geleneksel düşünüş biçimi ise çok küçük bir ölçüde değişmiştir. Ancak Fransız İhtilali'nden son­ ra Avrupa görüş ve düşünüş biçimleri geniş ölçüde etkili ol­ maya başladı; bu alandaki ilk temeller 18'inci yüzyıl sonun­ da atılabildi. Ne var ki, genel durum gene de Lewis'in anlat36


tığı gibiydi: "Genel olarak, Osmanlılar tıp alanında Galenos'a ve İbn-i Sina'ya dönük kaldı; bilim alanında ise, Aristo' yu Ptolemee' yi ve yorumcularını izliyordu. Paraselsus, Kopernik, Kepler ve Galile' nin buluşları, Osmanlılara Luther ve Cal­ vin' in fikirleri kadar yabancı kaldı." (61). Avrupa'da sosyal bilimlerin öncüleri ortaya çıkarken Os­ manlı İmparatorluğu ortaçağ skolastik düşüncesinin egemen olduğu feodal bir devleti. Türk filozof ve din adamları, "Tan­ rı'mn mutlak iradesiyle kulun bağıntılı iradesi arasındaki iliş­ kileri aramakla, bunların insan davranışlarına olan etkilerini incelemekle ve Kuran'ı yorumlamakla yetiniyorlardı" (62). Böyle bir ortamda Osmanlılarda sosyal felsefe, tarih fel­ sefesi ve ekonomi-politik ortaya çıkamazdı. Fransız İhtilali de bu yönde bir düşünüş değişimi uyandıracak anlamda yorum­ lanmıyordu. Geleneksel güçler ordunun modernleşmesini bi­ le uzun yıllar geciktirmeyi başardılar. Burjuva toplumu fikir­ lerine karşı gösterilen direniş daha da kuvvetliydi. Fransa'da­ ki olaylar ve bu olayların uluslararası yankılan, önceleri, Ba­ bıali tarafından olumlu karşılandı; çünkü Avrupa'nın dikkati­ ni Tilkiye üzerinden başka alanlara doğru çekmekteydi. An­ cak 1797 yılında Fransa'ya bağlanan çevre Akdeniz adaların­ da devrimci fikirler gelişmeye başlayınca Osmanlı İmparator­ luğu, Fransız İhtilali'ne karşı takındığı politik tutumu değiş­ tirdi. 1789 Fansız İhtilali üzerine yazılan bir muhtıra, Osman­ lı İmparatorluğu' nun resmi tutumunu yansıtır: "Voltaire, Ro­ usseau ve materyalistler gibi ünlü ateistler, yayımladıkları eserlerde, hiişa sümme hiişa, peygamber ve hükümdarlara if­ tira ediyor; cumhuriyet yönetiminin ve eşitliğin tadını yayma( 6 1 ) Lewis, Emergence, s. 53. ( 62) Yavuz Abadan, " Rechts-und Sozialphilosophie in der Türkei " : Arc­ hiv für Rechts-und Sozialphilosophie, 1 957, c. XXXIV, s. 52 1 .

37


ya çalışıyorlar. Halkın büyük bir kısmı bu eserlere ilgi göste­ riyor. İsyan ve Allahsızlık, frengi gibi beyinlere yerleşiyor, inançları zehirliyor. Bilindiği üzere, her devletin düzeninin ve devamının ana temeli dine bağlı kalmaya dayanmaktadır. Oy­ sa huzursuzluk çıkaran elebaşlar, asi fikirleriyle Tanrı korku­ sunu yok ediyorlar, her türlü iğrenç olaya göz yumuyorlar. Utanma ve arlanmayı umursamıyorlar. Fransız halkını hayvan düzeyine düşürecek görüşlere yol açıyorlar." (63). Geleneksel ideolojilere yönelen tutucu muhalefet, en önemli ıslahatları da ortadan kaldırmayı başardı. 1807'de ule­ ma ve yeniçeriler III. Selim' i düşürdüler ve Nizam-ı Cedit' e son verdiler. Ertesi yıl başka bir ad altında orduyu, daha bü­ yük çapta yeniliklerle geri getirme girişimi, başkaldıran yeni­ çerilerin sadrazamı öldürmeleriyle son buldu (64). Bu dönemde imparatorluğun iç durumu şöyleydi: İstan­ bul hükümeti, başkent dışında kalan bölgelerin yönetimini elinde tutamıyordu. Ülke içindeyse siyasal güç, askeri ve eko­ nomik bakımdan başına buyruk hale gelmiş ikinci derecede yetkililerin elindeydi. Bunlar, düzensiz bir devlet ve toplumun meydana getirdiği boşluğu dolduruyorlardı. "Bir kısmı, ba­ ğımsız amirler gibi, egemenliklerini sürdürüyor; diğerleriyse herhangi bir otorite sağlayamıyordu" (65). Bu anarşik durumun sorumlu kişileri artık eski görevle­ rini yitirmiş yeniçerilerdi. Onların dışa dönük eylemleri geç­ mişte kalmıştı. İçte de aşırı tutumdaki merkezi devlet karşı­ sında dengeleyici bir rol oynayacak durumda değildiler. Açık­ ça görülebileceği gibi, başına buyruk, asalak bir örgüt haline (63) Lewis, Emergence, s. 66. (64) Lewis, Emergence, s. 70 ve s. ve s. 378 ve s.; Berkes, Development. s. 7 1 ve s.: Jorga, Gcschichte des osmanischen Reiches, (Gotha, 1 9 1 3 ) c, V, s. l 05 ve s.: Zinkeisen, Geschichte des osmanischen Reiches, (Gotha, l 863), c. VII, s. 222 ve s. ve s. 3 1 8 ve s.; Car! Ritter von Sax, Geschichte des Machtverfalls der Türkei bis Ende des 19. Jahrhunderts, (Wicn, 1 9 1 3 ), s. 1 2 7 ve s. (65) Sax, Geschichte des Machtverfalls, s. 1 29.

38


gelmişlerdi. Ulema ile birlikte kendi ayrıcalıklarını tehdit e­ den bir etken olarak gördükleri yenilikler karşısında direniyor­ lardı" (66). Toplum sisteminin, dış tehditlere karşı güven altına alı­ nabilmesi için geleneksel kurumların ıslahı zorunluydu. Bu ne-· denle, yeniçeri ocağının kaldırılması, Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nun yaşayabilmesi için şart olmuştu. Oysa, 1808'deki or­ tam böyle bir girişime elverişli değildi. Ancak, büyük Türk ıslahatçısı olarak ün kazanmış ve Osmanlı İmparatorluğu' nun Büyük Petro'su diye anılan il. Mahmut'un devrinde ( 1 8081 839) ihtiyatlı girişimlerle modem bir ordu kurulabildi. Bu or­ duya da yeni bir ad konuldu. Geçmişteki tecrübelere dayanı­ larak Avrupa devletlerinden çok, Kanuni Sultan Süleyınan'ın "Altın Çağı "na dönük bir ordu kurmaya çalışıldı. Modem as­ kerlik yöntemlerinin uygulanması ile bu parlak devrin geri ge­ leceği umuluyordu. Yeniçerilerin 1 826 yılında giriştikleri bir ayaklanma, onların sonu oldu. Yeniçeri ocağı, ulemanın da açık onayıyla, yeni ordu birlikleri tarafından yenilgiye uğratıldı ve resmen kaldırıldı. Bu tarihten itibaren sıkı devlet denetimi altına alınan ve Avrupa örneklerine göre kurulmuş olan ordu yanında başka bir askeri örgüt bulunmamaktaydı. Bu girişimin sonuçları kı­ sa zamanda görüldü. "Rus ceketi, Belçika silahı, Türk küla­ hı, Macar eğeri, İngiliz kılıcı ile donatılan ve çeşitli uluslar­ dan gelen eğiticiler tarafından Fransız düzenine uygun olarak yetiştirilen yeni ordu" (67), önceleri yurdu koruyabilecek du­ rumda değildi. Ancak yurtiçindeki huzursuzlukları bastırabi­ len bir kuvvet durumuna gelmişti. Devlet otoritesinin sağlanması açısından, l 6'ncı yüzyıl­ dan beri önemini gittikçe kaybetmekte olan tımar sisteminin (66) Berkes, Development, s. 61 ve s. (67) Helmuth von Moltke, Briefe über Zustaende und Begebenheiten in der Türkei aus den Jahreıı 1 83 5 bis 1 839, (Berlin, 1 877), s. 4 1 8. l

39


kaldırılması ilk önemli adım olmuştur. Tımarlann bir kısmı babadan oğula kalan mülkiyetler haline geldi ve artık devlete asker vermekle de yükümlü olmaktan çıktı. Toprak kayıpları, modern savaş ihtiyaçları, devlet gelirlerini arttırma zorunlu­ luğu, ücretli birliklerin çoğaltılmasını gerektiriyor ve toprak kiracılığına yol açıyordu. Yalnız sipahiler Osmanlı ordusun­ daki yerlerini koruyorlardı ki, onlar da l 9 'ncu yüzyıl başla­ rından itibaren eski kudretlerini yitirmeye başladılar. Artık ekonomik ayrıcalıklarının yok olmasına karşı koyabilecek güçte değildiler. Böylece 1 83 1 yılında büyük bir zorlukla kar­ şılaşılmaksızın bütün tımarlara el kondu. Sipahilerin bir kıs­ mı emekliye ayrıldı, bir kısmı da süvari askeri olarak yeni or­ duya alındı. Böylece Osmanlı-Türk toplumunun yapısındaki önemli bir unsur daha geçmişte kalıyordu. Yalnız ulema, feodal devletin çöküşü sırasında itibarını ve ayrıcalıklarını kaybetmedi. Hükümet ağırlık noktasını ilk önce ekonomi alanına yöneltti. 1 826 yılında dinsel vakıfları yönetmek üzere, önce bir müdürlük, sonra da bir nezaret ku­ ruldu. Bu kuruluşlar başlangıçta, daha çok yüzeysel kaldılar. Ancak, ulema yeni ordu tarafından yeniçeriler döneminde ol­ duğu gibi, benimsenmediğinden, devlet organlarının vakıfla­ rı denetlemesine ve bunlara el koymasına karşı çıkamıyordu. Öbür ıslahatlar da ulemanın gücünü azaltıyordu. En yüksek dini makamlardakiler, özerklikleri kaldırılarak, merkezi yö­ netime bağlandılar. Aynca devlet, adalet işlerini ve okulları da kendi denetimi altına aldı. Böylece İslam din sınıfının ideolo­ j ik ve kültürel tekelinde ilk gedik açılmış oldu. 1 826 yılına dek kamu hayatını din kuralları düzenliyordu. Bu tarihten sonra " devlet ile kilisenin bir bütün olduğu ortaçağ görüşü" sarsıl­ maya başladı (68). Yeniçeri ocağının kaldırılışından yaklaşık olarak on yıl sonra, Osmanlı İmparatorluğu geçmişindeki te­ mel kuralları değiştirebildi. (68) C. H. Becker, "lslampolitik" : WI, c. III, 1 9 1 5 , s. 1 06.

40


Bu alandaki ilk tarihsel belge, 3 Kasım 1 839 tarihli Gül­ hane Hatt-ı Hümayunuöur. Bu belgede ilk olarak, Osmanlı İm­ paratorluğu' nun eski sarsılmaz durumunun ve gücünün zayıf­ lık ve sefalete dönüşmesi, şeriat kanunlarının son zamanlar­ da uygulanamamış olmasına bağlanıyordu (69). Geleneklerin ağzına böylece bir parmak bal çalındıktan sonra, devlet ku­ rumlarının yeniden düzenlenmesi tartışılmıyor, bunun yerine ilk kez eski düzenin temelden değiştirilmesi isteniyordu (70). Bu Hat ile temel hak ve özgürlükler alanında ilk güvenceler ortaya kondu. Kişinin can ve mal güvenliği gelişigüzel hare­ ketlerden korunmadıkça hiçbir yararlı ekonomik faaliyette bulunulamaz ve bu koşullar altında Avrupa devletleriyle boy ölçüşebilecek bir devlet yapısı kurulamazdı. Babıali ilk kez, burjuva toplumunun temel haklarını resmen programına aldı: "Kişiler ancak taşınır ve taşınmaz mallarının güvenlik altın­ da bulunmasıyla işlerine sarılabilir ve kazançlarını arttırabi­ lirler. Herkes özgürlük içinde malına sahip olur ve onu istedi­ ği gibi kullanabilir" ( 7 1 ). Hatt-ı Hümayun, ayrıca, mahkeme­ lerin açık olarak yapılacağını ve mahkeme kararı olmaksızın kimsenin öldürülemeyeceğini, malına el konulamayacağını saptadı. Bundan başka, askerlik yükümlülüğünün yaşam bo­ yu sürmesi ve bedel sistemi kaldırıldı. II. Mahmut'un kurmuş olduğu "Divan-ı Ahkam-ı Adliye" bir yasama organı duru­ muna getirildi. Gülhane Hatt-ı Hümayunu ilkeleri, on yedi yıl sonra ya­ yımlanan yeni bir hatla perçinlendi. On sekiz Şubat tarihli Hatt-ı Hümayun, özellikle azınlıkların kanun önünde eşitliği sorununa değiniyordu. Bu ferman, 1 856'da Kırım Savaşı so­ nucunda toplanan Paris Konferansı 'nın kararlarından yararla(69) Friedrich von Kraelitz-Greifenhorst. Die Verfassungsgesetze des Os­ ınanischen Reiches, (Leipzig, 1 909), s. 1 l . (70) Friedrich von Kraelitz-Greifenhorst, Verfassungsgesetze, s. 1 5 ve s. (7 1 ) Greifenhorst, Verfassungsgesetzc, s. 12 ve 1 4 .

41


nılarak hazırlanmıştı. İngiliz ve Fransız hükümetleri bu karar­ lara dayanarak azınlık sorununu çözme yoluyla Türkiye'deki durumlarını kuvvetlendirmek istiyorlardı (72). Bu ıslahat döneminin, öbür adıyla, Tanzimat devrinin başlangıç tarihi 1 839 yılı olarak kabul edilir. Oysa hukuk açı­ sından doruk dönemi, 1 876 yılında anayasayı yürürlüğe so­ kan Mithat Paşa'nın sadrazamlığına rastlar. Yeni anayasa ile padişah-halifeye öncelik tanınmakta ve mutlaki bir idare ku­ rulmaktaydı (73). Tanzimat devrinin en büyük özelliği devlet gücünün hız­ la merkeziyetçiliği yerleştirmesi olmuştur. Paşa ve ağaların es­ ki siyasal güçleri giderek kırılmaktaydı (74). Bu alandaki ilk adımı onların askeri özerkliklerine son veren il. Mahmut at­ mıştı. Ağaların mali ve idari görevlerini devlet memurlarına aktarmak ve Fransız modeline göre merkeze bağlı, eyalet yö­ netimi kurma girişimi ancak kısmen gerçekleşebildi. Bu, uzun yıllar süren girişimleri yerleştirme çabalarına sürekli karşı çı­ kıldı (75). Türk olmayan toprakların kaybı ve haberleşmenin düzenlenmesi, merkeze bağlı eyalet yönetimini kolaylaştırı­ yordu. Ne var ki, yeni Osmanlı eyalet bürokrasisi, iyi bir eği­ timden geçmemişti ve ayrıca memur maaşları da düzenli ola­ rak verilmiyordu. Bu nedenle rüşvet alıyorlar, yararlı olamı(72) Hatt-ı Hümayun metni, Verfassungsgesetze, s. 17 ve s.; Hatt-ı Hüma­ yun'dan önceki olaylar için bkz. Roderic H. Davison, Reform in the Ottoman Em­ pire 1 856- 1 876, (Princeton, 1 963), s. 52 ve s. 4 1 3 ve s. (73) Metin, Kraelitz-Greifenhorst, Verfassungsgesetzc, s. 3 1 ve s. ve Ernst E. Hirsch, Die Verfassung der Türkischen Republik, (Frankfurt-Berlin, 1 966), s. 1 95 ve s. Meydana geliş ve eleştiri için bkz. Robert Devereux, The First Otto­ man Constitutional Period, (Baltimore, s. 1 963), 34 ve s. ve s. 60 ve s.; Davison, Reform, s. 339 ve s. (74) Lewis, Emergence, s. 1 06. (75) idare, hukuk ve eğitim alanlarındaki ıslahatlar için bkz. Lewis Emer­ gence, s. 60 ve s., s. 82 ve s., s, 1 06 ve s., s. 1 1 1 ve s., s. 1 77 ve s. s. 224 ve s., s. 378 ve s.; Davison, Reform, s. 46 ve s., s. 97 ve s., s. 1 04 ve s., s. 1 35 ve s., s. 244 ve s.; Berkes, Development, s. 99 ve s., 1 60 ve s.; Ward and Rustow, Political Modemization, s. 2 1 1 ve s., 3 1 2 ve s.; Sabri Şakir Ansay, "Das Türkische Recht": HO, ek c, Ill, s. 443 ve s.; Becker, " Islampolitik" , s. 1 03 ve s.

42


yorlardı. Gene de kötü işleyen bu eyalet yönetimi, bölgeler­ deki ağaların gelişigüzel davranışlarına dayanan idareye kıyas­ la ileri bir adımdı. Dış ilişkiler de köklü değişikliklere uğradı. III. Selim' in düşürülmesinden bu yana Babıali, devamlı diplomatik temsil­ ciliklere sahip değildi; Avrupa ile Rum ve Ermeni tercüman­ lar (dragomanlar) aracılığıyla ilişki kurabiliyordu. 1 83 3 yılın­ da ilk tercüme bürosunun kurulması, bir yıl sonra da elçilik­ lerin yeniden açılmasıyla dış ilişkiler bir temele bağlandı. Devlet işlerinin dinden ayrılması, yönetiminin merkezi­ leşmesi ve modernleşmesi birlikte yürütülmüştür. 1 83 9 yılın­ da şeriat yasaları yanında yürürlüğe giren burjuva-demokra­ tik yasalara dayanılarak, 1 850 yıllarında hukuk sistemi ve ada­ let dağıtımı Avrupa örneklerine yaklaştırıldı. Yasaların büyük bir çoğunluğu, özellikle ekonomik alandakiler, bu örneklere göre değiştirildi. 1 840 ile 1 879 yıllan arasında ceza kanunu, ticaret kanunu, toprak kanunu, ticaret mahkemeleri usul ka­ nunu, deniz ticaret kanunu, medeni kanun, hukuk muhakeme­ leri usulü kanunu, ceza muhakemeleri usulü kanunu yayım­ landı . Hukuk alanını kapsayan bu yenilikler çoğunlukla Fran­ sız örneklerine dayanmakla birlikte, birtakım önemli İslam ka­ nun ve kurallarına da bağlı kalıyordu. Sivil mahkemeler din mahkemelerinin yerini almıyordu, ancak onlara yardımcı ola­ rak iş görüyorlardı. Öbür önlemler okulları din etkisinden kurtarma ve mo­ dernleştirme çabalarını kapsar. 1 826 yılında Osmanlı İmpa­ ratorluğu'nda çağdaş bilimsel eğitim programı uygulayan iki devlet okulu bulunmaktaydı. Bir tanesi orduya, öbürü donan­ maya aitti. 1 834 yılına dek bu okullara üç yeni askeri akade­ mi eklendi. Bu okulların en önemlisi Harbiye askeri okuluy­

1 827 yılından sonra Avrupa'ya, özellikle Paris'e, öğrenci 1 838 yılında devlet memurları yetiş­ tiren okullar kuruldu. 1 84 7'de tüm öğretim sistemi tek bir ne­ du.

gönderilmeye başlandı.

zaretin denetimine bırakıldı.

43


Halk eğitimi ise yavaş ilerliyordu; okuma yazma bilen­ lerin sayısı çok düşüktü. 1 860 yıllarında Müslümanlar arasın­ da okuryazar oranı yaklaşık olarak % 1 'di (76). Buna karşılık burjuva düşüncesinin oluşması bakımından önemi büyük olan orta dereceli okullar açılmıştı. İçlerinden en önemlisi 1 868 yı­ lında İstanbul'da kurulmuş olan ve Fransızca öğretim yapan Mektebi Sultani (Galatasaray Lisesi) olmuştur. Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi Tanzimatçıların asker­ lik yanında büyük ve kalıcı başarılara ulaştıkları başka bir alan da eğitimdi. Öteki alanlarda ve özellikle ekonomi alanın­ da daha az başarılı olmuşlardır. Islahatçılar endüstrileşmeye önem vermediler; yüksek dış borçların ve tedavüldeki para­ nın gittikçe artması, paranın değerini düşürüyor ve ülkeyi Av­ rupa devletlerinin mali bağımlılığı altına sokuyordu. Tanzimat yeniliklerinin en gösterişlisi ise çok kısa ömür­ lü olmuştur: 1 876 Anayasası 'na göre kurulan ilk Türk parla­ mentosu, ancak birkaç toplantı yapabildi. 1 878 yılında il. Ab­ dülhamit ( 1 876-1 909) parlamentoyu dağıttı. Bu kapanış, hu­ kuk açısından, Türkiye 'nin meşrutiyetten sonra karanlık bir mutlakiyete dönüşüdür. Sultan Hamit'in diktatörlük dönemi, Avrupa emperyaliz­ minin ve milliyetçiliğinin yükseliş dönemine rastlar. Büyük devletlerin artan siyasal ve ekonomik baskıları, azınlıkların şiddetlenen ayrılma istekleri, Osmanlı devletinin karşısına ye­ ni iç ve dış sorunlar çıkarıyordu. II. Abdülhamit' in istibdat yö­ netimi, bu yeni güçlüklere cevap vermekten çok uzaktı. Ab­ dülhamit' in amacı yalnızca yurt içinde sosyal ve siyasal sta­ tükoyu korumaya çalışmaktan ibaretti. Hedef, ilericilik değil, tutuculuktu. Türk devleti, dış ülkelere karşı savunmasızdı. Devlet ege­ menliği hızla çöküyor, ekonomik alanlar giderek daha büyük {76) Davison. Reform.

44

s.

69.


çapta dış ülkelerin denetimi altına giriyordu. Devlet baskısı, özellikle ıslahat taraftarlarına ve azınlıkların " uluslaşma" ça­ balarına yönelmişti. Bu durumu bir Türk yazar tam yerinde bir sözle şöyle anlatır: "Ülke içindeki biricik etkili örgüt, mu­ halefetin her eylemini ve her türlü eleştiriyi bastıran gelişmiş bir hafiye sistemi idi" (77). Bastırılmak istenen bu eğilimle­ re sık sık rastlanmaktaydı. 1 850 yıllarında başkentte Avru­ pa'daki öncülerle aynı düşünce biçimlerini benimseyen, poli­ tik açıdan taraf tutan gazeteci ve edebiyatçılar ortaya çıkmış­ tı. Batı eğitimi görmüş sayılı Türk aydınlan, Osmanlı devle­ tinin teknik ve ekonomik alanda geri kalmasından politik ku­ rumlan sorumlu tutuyor ve temsili bir devlet biçimi öneriyor­ lardı. Bu politik ve edebi akımın Yeni Osmanlılar diye adlan­ dırılan öncüleri, "politik nazariyatçılar değil, kalem sahiple­ ri ("Hommes de lettres") idi. Zayıf tarafları, Osmanlı devle­ tinin geriliğinin nedenlerini kesin olarak saptayış biçimlerin­ de görülür" (78). Yeni Osmanlılar'ın lideri Namık Kemal şöy­ le der: " Bir tek fabrikamız yok, bir anonim şirket bile kurabi­ lecek durumda değiliz" (79). Kurumlan ıslah ederek, parla­ menter demokrasi yoluyla bu geri duruma çare bulacaklarına inanıyorlardı. Ancak bu öncüler, Avrupa fabrika ve şirketle­ rinin hangi sosyal temele dayandığını, Avrupa basın özgürlü­ ğü, mal güvenliği, mesken dokunulmazlığı (80) ilkelerinin ne yoldan siyasal ana haklar arasına girdiğini tartışmıyorlardı. Ye­ ni Osmanlıların düşünce sınırlan, Batı 'dan yalnız askerlik ala­ nındaki yeniliklerin alınabileceği ve bu yolla da Osmanlı ge(77) Ahmet Emin (Yalman), Turkey in the World War, (New-Haven-Lon­ don, 1 930), s. 32. (78) Şerif Mardin, The Genesis of Young Ottoman thought, (Princeton, 1 962), s . 9; Lewis, Emergence, s. 1 32 ve s.; Davison, Reform, s. 1 72 ve s.; Ber­ kes, Development, s. 208 ve s. (79) Mardin, Genesis, s. 406. (80) Lewis, Emergence, s, 1 40.

45


riliğinin giderilebileceği sanısında olan 1 8 . yüzyıl ıslahatçıla­ rından pek ileri gitmiyordu. Yeni Osmanlıların Abdülhamit egemenliğini önlemeyi başaramamaları, nazari inançlarının yetersizliğinden çok, et­ kilerinin kentlerdeki bir avuç aydından öteye gidememesin­ den ileri geliyordu. Bütün bunlara rağmen, yeni Türkiye'nin doğuşuna olan katkılan küçümsenemez. Osmanlı ülkesine gi­ ren demokrasi, milliyetçilik ve burjuva toplumu düşünceleri Yeni Osmanlılar'ın eseridir. Bu düşünceler, aynca, 1 826 ile 1 876 yıllan arasındaki politik değişikliklerin meydana getir­ diği boşluğu da doldurmuştur. Bu konuyla ilgili olarak, her şeyden önce, sipahi ve ye­ niçerilerin kaldırılmasından sonra, geçmişteki şer'i ve feodal ideolojilerden kurtulan ve bundan böyle soyluların çocukla­ rından değil, orta ve alt tabakalardan gelen subay kitlesinden söz etmek gerekir. Bu ideolojik ve sosyal yapı değişikliği, ar­ tık "geleneklere ve eski çıkarlara yönelmiyordu" (8 1 ). Böy­ lece, "aydın düşüncenin askeri okullara girmesi" kolaylaş­ maktaydı (82). Yeni Osmanlıların ideolojik etkilerinin politik sonuçlan, ancak öncülerinden l:iç birinin artık hayatta olmadığı bir ta­ rihte ortaya çıkmaya başladı. 1 889 yılında İstanbul Askeri Tıbbiyesi' nde, sonralan "Jön Türkler" adını alacak olan "İt­ tihat ve Terakki Komitesi" kuruldu. Bu gizli örgüt, kısa za­ manda başkentin askeri devlet okullarında ve Avrupa'da sür­ günde bulunan aydınlar arasında çok sayıda taraftar topladı. Örgütün amacı, hanedanın "arıtılması" , anayasanın yeniden yürürlüğe girmesi ve ayrıntıları kesin olarak belirtilmeyen ye( 8 1 ) Mardin, Genesis, s. 1 30. (82) Mardin, "Libertarian Movements in the Ottoman Empire 1 878- 1 895": MEJ, c. XVI, 1 962, s. 1 78.; Imhoff, " Die Entstehung und der Zweck des Comi­ tes für Einheit und Fortschritt" : WI, c. 1, 1 9 1 3 , s. 1 67 v s.; Ernst Edmondson Ramsaur, Jön Türkler ve 1908 lhtiliili, (Sander, 1 972).

46


ni ıslahatların gerçekleşmesiydi. Örgütün yaratıcı gücü, onun, eski toplum düzeninin dağılması nedenleri üzerindeki görüş­ leri kadar sınırlıydı. 1 896 yılında bir kahvede yapılan boşbo­ ğazlık yüzünden polisin haber aldığı darbe planı, örgütün ile­ ri gelenlerinin ortadan kaldırılmasına yol açtı. Kısa bir süre sonra da sürgünde bulunanlar padişahla anlaştılar ve örgüt 1 897 yılında büsbütün dağıldı. Bütün bunlara rağmen muhalefetin eylemlerinin baskı yoluyla uzun süre önlenemeyeceği görüldü. Abdülhamit'in, devletin bağımsızlığını koruma ve çöküşü önleme yolunda gösterdiği yetersizlik ölçüsünde, muhalefet kuvvetlendi. Mu­ halefet, temeli gerçek bir kitleye dayanmamasına rağmen, su­ baylar arasında gittikçe daha çekici ve etkili olmakta, böyle­ ce Abdülhamit taraftarı subaylar arasında da güç kazanmak­ taydı. İstanbul 'daki harp okulları artık bu alanda önemli rol oynamıyorlardı. Gizli çalışmalar için başkentteki koşullar el­ verişsizdi. Burada polis ve hafiyeler öbür bölgelere kıyasla da­ ha iyi çalışmaktaydı. Bundan başka, baŞkentte çalışan me­ murlar, bir kısım subaylar ve hatta halk, kişisel çıkarları ne­ deniyle Abdülhamit yönetimine bağlıydılar (83). Bu yüzden muhalefet hareketleri, başkentin dışına, özellikle Trakya ve Makedonya'ya kayıyordu. Sosyo-ekonomik açıdan, bir bakı­ ma, gelişmiş olan bu eyaletlerde Abdülhamit'e karşı propa­ ganda için uygun, siyasal ve ideolojik ortam bulunduğu gibi, coğrafya açısından da durum elverişliydi. Bir yandan merke­ zi yönetimin kontrolünden uzaktılar, öte yandan da başkenti, bölgenin ulaşım kolaylığı nedeniyle, tehdit altında tutabilir­ lerdi. Selanik'te yerleşen birlikler, 1 908 yılında 1 876 Anaya­ sası 'nın yeniden yürürlüğe konulmasını başardılar. Padişah, 1 909 yılında çekilmeye zorlandı. ( 8 3 ) Yalman. Turkey . . . World War, s. 3 3

ve s .

46

47


Jön Türkler, Abdülhamit' in durdurduğu ıslahat hareket­ lerini hemen ele aldılar. Ancak, bu alanda derinliğine toplum­ sal değişiklikler söz konusu değildi. Islahatın ağırlık noktası gene kurumların düzenlenmesine dayanıyordu. Parlamenter sistemin yeniden kurulmasına fazla önem verilmiyor; politik kararlar, Abdülhamit döneminde olduğu gibi, temsili demok­ ratik yoldan alınmıyordu. Jön Türk yönetimi asker ve bürok­ ratları kapsayan bir oligarşi idi. Sonunda da, eski iki kurmay subay (Enver ve Cemal Paşalar) ile eski bir posta memuru olan Talat Paşa'dan kurulu bir üçlü, yönetimi ele geçirdi. Türkiye'nin iç ve dış durumu, merkezi diktatörlüğe uy­ gundu: Bir yandan, Jön Türkler' in bir kitle hareketine değil, süngü gücüne dayanan iktidarı, karşı ayaklanma girişimleri­ nin sürekli baskısı altındaydı. Öte yandan, dış tehditler gittik­ çe çoğalıyordu. Trablusgarp'ın İtalyanlar tarafından ele geçi­ rilmesini ( 1 9 1 1 - 1 9 1 2) iki B alkan Savaşı ( 1 9 1 2- 1 9 1 3) izledi. Böylece Türkiye Avrupa'daki topraklarından büyük bir kısmı­ nı kaybetti. Bu toprakların kaybıyla, hiç şüphesiz, bir yükten kurtulmuştu; ancak, yurdun ekonomik kaynaklarının sürekli olarak askerlik alanlarında kullanılması, modernleşme eylem­ lerini engelliyordu. Bütün bunlara rağmen, Jön Türkler döneminde birtakım önemli ıslahatlar gerçekleşmiştir. İlk kez, sistemli bir eyalet yönetimi ve haberleşme örgütü kuruldu. Yabancı eğitmenle­ rin yardımıyla merkeze bağlı jandarma kuvvetleri meydana geldi ve ordu modernleştirildi. İstanbul diğer kentlere örnek olacak kadar iyi idare edilmeye başlandı (84). Eğitim alanında da büyük ilerlemeler kaydedildi. Abdül­ hamit döneminde sadece devlet faaliyetlerine yardımcı ısla­ hatlar gerçekleştirilmişti. Teknik ve idari kadro yetiştirmek için birtakım okulların açılmasına rağmen, halkın eğitim düzeyi(84) Lewis, Emergence, s. 223 ve s.; Berkes, Development, S.

48

400 ve S.


ni yükseltme yolunda çaba gösterilmemişti. Jön Türkler yeni açtıkları, genel kültür eğitimi yapan birçok yüksek okulun ya­ nı sıra, ilk ve ortaokul sistemini yeniden düzenlediler. 1 909 ile 1 9 1 4 yıllan arasında devlet bütçesinden halk eğitimi için ayrılan para, 200.000 liradan 1 .237.000 liraya yükselmişti. 1 908 yılından önce devlet gelirlerinden, nezaretlerde çalışan memurlara ödenen para, bütçenin yansından fazlayken, bu o­ ran 1 9 1 O yılında %3 'e düşmüştür (85). Türkiye 'nin Birinci Dünya Savaşı'na girmesi, ıslahat ha­ reketlerini duraklattı. Savaşın kaybedilmesi ise, ıslahatların sürdürülmesini, politik bakımdan imkansızlaştırdı. Devletin egemenlik haklan yok olmuştu; Türkiye'nin geleceği hakkın­ da verilecek karar, bundan böyle yabancı başkentlerde hazır­ lanacaktı. 1. 3 . Osmanlı İmparatorluğu'nun Ekonomik ve Sosyal Yapısının Ana Çizgileri On altıncı yüzyıldan bu yana Osmanlı İmparatorluğu'nun dış ilişkilerini kapitülasyonlar adıyla bilinen antlaşmalar dü­ zenlemiştir. Bu antlaşmalarla yabancılara, önceleri özellikle Fransızlara, hukuk ve ekonomi alanında önemli ayrıcalıklar tanınmıştı. Bu ayrıcalıklar başlıca şu noktaları kapsamaktay­ dı: Yabancılar Türk mahkemeleri yerine kendi konsoloslukla­ rında yargılanacaklardı. Protege-Systeme diye adlandırılan bir Avrupa pasaportu elde etmiş olan Osmanlılar da bu hak­ tan yararlanabilirlerdi. Yabancılar, Türkiye'de kabotaj ve tica­ ret yapma haklarına sahiptiler. Kurdukları ekonomik işletme­ ler vergi ve gümrüğe tabi değildi ve yerli makamların deneti­ mi altında bulunmazdı. Bu işletmeleri kendi ülkelerinin yasa ve törelerine göre yönetirlerdi (86). (85) Yalman, Turkey ... World War, s. 82. (86) Kapitülasyonlar için bkz. Max Kunke, Die Kapitulationen der Türkei , (München-Berlin-Leipzig, 1 9 1 8); Z. Y . Herslag, lntroduction t o the modern eco­ nomic history ofthe Middle East, (Leiden 1 964), s. 42 ve s., s. 2 8 1 ve s.; Nasim Sousa, The capitulatory Regime of Turkey, (Baltimore, 1933), s. 68 ve s.; Bel­ geler bkz. J. C. Hurewitz, Diplomacy . in the Near and Middle East, (Princeton, 1 958), c. I.

49


Sürekli olarak genişleyen kapitülasyonlar, başlangıçta bir dış baskı olmaksızın (Babıali tarafından) kabul edilmişti. Do­ ğu ve Batı arasında askerlik ve ekonomi alanlarında büyük uçurumlar bulunmadığı sürece, kapitülayonların Türk devleti­ ne getirdiği olumsuz etkiler göze çarpmıyordu. Ancak, 18'ci ve l 9' ncu yüzyıllarda Avrupa' nın teknik alanda yaptığı ilerle­ meler ölçüsünde, Osmanlılara pahalıya mal olmaya başladılar. Türklerin, Avrupa orduları karşısında, askerlik açısından geri olmaları nedeniyle uğradıkları yenilgiler kısa zamanda es­ ki feodal sistemin parçalanmasına ve dolayısıyla devlet düze­ ninin bozulmasına yol açtı. Endüstrileşme çabaları yerine, Av­ rupa'dan ithal edilen ucuz fabrika malları, geleneksel imalat­ haneleri ve ev endüstrisini giderek düzeltilemeyecek bir duru­ ma sokuyordu. Örneğin, 18' ci yüzyılın ikinci yarısına oranla l 9'ncu yüzyılın ilk yarısında Anadolu'da ipek üretimi onda bi­ re düşmüştü (87). Hagemeister, 184 1 yılında şöyle diyor: "Es­ ki zamanlarda Avrupa ülkeleri, değerli kumaşları Türkiye'den alırlardı. Şimdi ise Türk fabrikaları yalnız yabancı müşterile­ rini kaybetmekle kalmamış, kendi ülkelerinde kendi malların­ dan daha ucuz ve daha iyi olan mallarla rekabete girişmek zo­ runda kalmışlardır. Bu durum fabrikaların büyük ölçüde azal­ malarına yol açtı" (88). Aynı yazar eserinin başka bir bölümün­ de sözlerini şöyle sürdürüyor: " İstanbul ve İzmir'de yabancı ülkelerin ihtiyaçlarını karşılayan pamuk ipliğinin bitkisel bo­ yalarla kırmızı ve maviye boyandiğı birçok fabrika �ardı. An­ cak Avrupa' nın kimya alanında elde ettiği büyük ilerlemeler sonunda bütün bu fabrikalar kapanmak zorunda kalmıştır" (89). (87) Hershlag. lntroduction. s. 7 1 . çeşitli örnekler için aynı eser. (88) Hagemeıster. Hande!. s. 26. (89) Hagemeister. Hande]. s. 30. başka örnekler için Hande!, s. 32 ve V. Totom­ janz und E. Toptschjan. Die sozial-ekonomische Türkei, ( Berlin. 1 90 1 ) , s. 73 ve s.; He­

ınrich Stich. Dıe weltwirıschaftliche Entwirklung der anatolischen Produktion seit An­ fang deb 1 9. Jahrhunderts, (Kiel. l 929), s. 77 ve s., 140 ve s.; Charles lssawi, The Econo­ mic History of the Middle East 1 800- 1 9 1 4. (Chicago-London. 1 966), s. 43 ve s.

50


Babıali açısından gümrük politikası, ekonomik değil, ver­ gisel yönden ilgi görürdü. Vergi ve gümrükler devlet gelirle­ rini meydana getirmekteydiler. Bu gelirler hiçbir zaman eko­ nomik birer araç olarak ele alınmamış, gereken ilgi gösteril­ memiştir. Anadolu'nun ele geçirilmesiyle başlayan bu tutum Tanzimat döneminde de bir değişikliğe uğramamıştır. Götü­ rü değer üzerinden bütün mallara eşit ölçüde uygulanmakta olan gümrük resmi sistemi sürdürülmüştür. Endüstri-öncesi üretim sistemini geliştirme yolunda bir çaba harcanmamıştır. Hatta ıslahatçılar böyle bir tutumun aksi bir politika gütmüş­ ler, yerli ekonomiye yeni vergiler koymuşlardır. Artan devlet giderlerini bu vergiler de karşılamaz olunca, dışarıya borçla­ nılmıştır. Gümrük sistemine yararlar sağlayacak tedbirler alın­ mamıştır. Bu nedenle, ürkerek girişilen sanayileşme çabaları başarılı olamamıştır. Boğaziçi'ndeki bir demir çelik fabrika­ sı, fiyatlarının dışarıdan ithal edilen çelik fiyatından %20 faz­ la olması nedeniyle kapanmıştır (90). Osmanlı İmparatorluğu'nun gümrük resmi oranı, Türk ekonomik politikasının yapısını yansıtır (91 ). TABLO 1 Değer Üzerinden Götürü Resim (% olarak) İhracat İthalat 1 740- 1 83 8 3 3 1 838- 1 86 1 5, 12 1 86 1 - 1 869 8 8 8 1 869- 1 907 l 11 1 907- 1 9 14 1 1 9 1 4- 1 9 1 5 15 1 1915 30 l (90) Hershlag, lntroduction, s.

71.

(9 l ) Car! Anton Schaefer, " Neutürkische Zollpolitik' " A WO, ve

l 9 1 6 , s . l 59

1 62 .

51


İthalat ve ihracatta gümrük gelirleri tutarı ve oranı, iç gümrüklerde yabancı malların değil, yerli malların gümrüğe bağlı olması, Osmanlı lmparatorluğu'nda vergisel yönlü bir serbest ticaret politikasının uygulandığı görüşünü uyandırır. List, bu tutumu 1 3 'üncü yüzyıldaki İngiliz dış ekonomik po­ litikasıyla karşılaştırmıştır. List, serbest ticaret taraftarlarına şöyle demişti: " Osmanlı İmparatorluğu, yalnız devlet gelirle­ rini göz önünde tutan bir gümrük sistemi uygulamaktadır. Bu sistemi savunan devlet adamları ve yazarlar Türkiye'ye git­ meli ve oradaki uygulamayı görmelidirler" (92). 1838 ve 186 1 yıllarına ait gümrük tarifeleri burjuva ısla­ hatlarının Türkler tarafından kavranılmadığını gösterir. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında hükümet, vergisel yönlü serbest ticaret politikasının yıkıcı sonuçlarını fark ettiği zaman, artık Avrupa emperyalizminin etki ve gücüne karşı koyama­ yacak derecede zayıflamış durumdaydı. Zorlanan ticaret ant­ laşmaları ile 1861 yılından sonra genel olarak ithalata değer üzerinden %8 oranında gümrük konulmuştu. 1882 yılında hız­ lanan gümrük reformu çabaları, emperyalist devletlerin, özel­ likle fabrika malları ihracatının güçleştirilmesini istemeyen ln­ giltere ' nin direnmesiyle durduruldu. Osmanlı İmparatorlu­ ğu 'na, ancak 1907 yılında, gümrükleri %3 oranında arttırma izni verildi (93). l 9'uncu yüzyıl sonlarına doğru Babıali artık kendi başı­ na buyruk değildi. 1854 ve 1875 yılları arasında yabancı ül­ kelerden 5.5 milyar frank borç alınmıştı. Önüne geçilemeyen bu iflas sonucunda Babıali mali gücünü kaybetmiş ve gelirle­ rinin büyük bir kısmı, büyük devletler tarafından, uluslarara­ sı bir örgütün (Dette Publique Ottomane-Düyunu Umumiye) (92) Friedrich List, Das nationale System der Politischen Oekonomie, (Je­ na, 1 922), s. 90. (93) Schaefer, "Zollpolitik"; Hershlag, Jntroduction, s. 61 ve s., s. 306 ve s. Issawi, The economic History, s. 94 ve s.; Donald C. Blaisdell, European fı­ nancial Control in the Ottoman Empire, (New York, 1 929).

52


denetimine bırakılmaya zorlanmıştı. Birinci Dünya Savaşı ba­ şında yabancıların Türkiye'den alacakları şöyle idi (94): TABL0 2 Devletlerin payları (%) olarak Borçlar Milyon frank Fransa Almanya İngiltere Devlet borçları 22 63 3 . 899 15 33 Direkt yatırımlar 53 14 1 .686 Toplam 5 .585 60 15 25

Devlet borçları, yalnız bağımsızlığın elden gitmesine y­ ol açmakla kalmıyor, ekonomik bakımdan da son derece olum­ suz etkiler yaratıyordu. Avrupa bankaları, daha ilk ağızda kre­ dilerin yarısını emisyon karı olarak kasalarına atıyorlar; geri kalan paranın ancak pek azı verimli yatırımlara harcanıyordu. Hammadde üretimi, demiryolları yapımı gibi konularda ya­ bancıların yaptıkları dolaysız yatırımlar Türkiye 'den çok o ül­ kelere kazanç sağlıyordu. Bu yatırımlar, sanayileşme yerine, toplumsal ürün fazlasının büyük bir kısmının yabancı el lere geçmesine yol açıyordu. Yabancı sermaye, genel olarak yal­ nız '' coğrafi yatırımlar"a yöneliyor ve "kapalı kapitalist böl­ geler" meydana getiriyordu (95). lç bölgeleri kıyılara bağlayan Anadolu-Bağdat demiryo­ lunun, ulaşım ve modernleşme açısından büyük etkileri oldu. Ancak bu yol, Batı Anadolu'da olduğu gibi iç bölgelerin kıyı­ lara bağlanması amacıyla değil, rakip emperyalist devletlerin politik ve ekonomik planları uğruna yapılıyordu. (94) Hershlag. lntroduction, s. 65. (95) Kavramlar için bkz. Gunnar Myrdal. Ökonomische Theorie und un­ terentwickeltc Regionen. ( Stuttgart. 1 958), s. 56; H . W. S inger, "Trade and in­ vestment in underdeveloped area": The American Economic Review, 1950, c . X L . s. 4 7 3 v e s . : A. N . Mc Leod. "Trade and investment i n underdeveloped are­ as: a commenı: The American Eco n omic Review. J 95 l . c. XLI. s . 4 l 1 ve s.

53


Genel olarak Osmanlı devleti l 9'uncu yüzyılın ikinci ya­ rısında Avrupa emperyalizminin bir yarı sömürgesiydi. Bu gelişim, yerli sanayi üretimini arttırabilecek tek kuvvet olan burjuvazinin var olmaması nedeniyle, önüne geçilemeyecek bir gerçekti. Türk devletinin antiburjuva karakteri, hem iç hem de dış ekonomik alanlarda açıkça görülebilmekteydi: Babı­ ali'nin başlıca uğraşı asker ve vergi toplamaktı ve bu da eşraf ve ağaların aracılığıyla gerçekleşiyordu. Eşraf ve ağaların ge­ lişigüzel davranışlarına ve para hırslarına, güvensizliğin tipik bir tepkisi olarak ortaya çıkan eşkıya gruplarından başka kim­ se karşı koymuyordu. Bütün bunlara rağmen bu güçlerin sa­ yısı gittikçe artmaktaydı. Sonraları Prusya genelkurmay başkanı olan Moltke, 1 838 yılında, Türkiye Mektupları'nda şöyle diyor: "Huzursuzluğun gerçek nedeni vergilerin yüksek oluşunda değil, gelişigüzel­ liğindedir. Çiftçi ilkbaharda iki kat daha fazla tarla ekmek is­ terse ne olur? Sonbaharda vergisi iki katına çıkartılır. Herkes fazla malı olandan fazla vergi alınacağını bilmektedir. Bun­ dan dolayı köylü ancak kendi ihtiyacına yetecek kadar ürün elde etme yoluna gitmektedir. Eşraf dilediği kadar para sız­ dırdığı sürece, ne tarım ne de zanaat ilerleyip kök salabilir" (96) . Moltke, Engels' in özetleyerek saptadıklarından ayrı bir şey söylememektedir: "Türk devlet yönetimi bütün Doğu yö­ netimlerinde olduğu gibi, kapitalist toplumla bağdaşamaz. Ar­ tık-değer, haris paşa ve ağalar karşısında güven altına alınmış değildir. Burada eksik olan şey, tüccarın kendisi ve varlığı için gerekli olan güvenlik önlemleridir" (97). Devlet yapısının özelliği nedeniyle burjuvazinin malı gü­ ven altına alınmadığından ekonomik çöküş durdurulamıyor­ du. Sanayi ürünlerinin gittikçe azalması, Türk olmayan büyük (96) Moltke, Briefe, s. 278 ve s. (97) Engels, " Di e auswaertige Politik des russischcn Zarentums": Marx / Engels, Werke, (Berlin, 1 963), c. XXII, s. 30 ve s.

54


burjuva sınıfının da yok olmasına yol açıyordu. " İstanbul'da­ ki Musevi ve Rum ticaret erbabı önemlerini yitiriyorlardı" (98). Dış etkilerin artmasıyla azınlıklar sadece aracı durumu­ na düşürülüyor v� giderek birer komprador niteliği kazanma­ ya başlıyorlardı. Öte yandan azınlıklar arasında ekonomik bakımdan et­ kili bir küçük burjuvazi gelişmeye başlıyordu. Çünkü Avrupa ticaret sermayesinin yurda girmesinin yanı sıra, Anadolu kı­ yılarında küçük kapitalist ekonomi biçimleri oluşuyor ve Türk halkı bu gelişime katılmıyordu. Bu duruma nüfus açısından İzmir kenti iyi bir örnektir. İzmir, 1 8 ' inci yüzyıl başında 30. 000 nüfuslu küçük bir Türk kenti idi. Kentin nüfusu 1 9 'un­ cu yüzyıldan bu yana aşağıdaki gelişmeyi göstermiştir (99): TABL0 3

Yıllar

lzmir kentinde n üfus dağılımı

Toplam nüfus

Rumlar

Türkler (% olarak) 60

30 1 00.000 1 2 5.000 45 50 1 60.000 225 .000 50 30 lzmir'in "Türk kenti" niteliğinden uzaklaşması 1 840 ile 1 880 yılları arasında %300 oranında artan ticaretle ilgilidir. Bu artışta Fransa'nın Doğu ticaretinin payı büyüktür ( 1 00). Bu demografik değişiklik yalnız kentleri kapsamıyor; Ege adala­ rından göç eden Rumlar, iç bölge lere de yerleşiyorlardı. Batı Anadolu'nun " Rumlaşması" aynı zamanda bir kapitalistleş­ me olayıydı. Bu yayılma, Birinci Dünya Savaşı başında, Es­ kişehir, Afyon, Isparta ve Antalya illerini de kapsayan bir çiz­ giyle sınırlanmaktaydı.

1 803 1 850 1 880 1910

(98) Lewis, Emergence, s. 32 (99) Dieterich, Griechentum, s. 1 6. ( 1 00) Dieteıich. Gıiechentum, s. 1 2, s. 15 ve s., s. 2 1 ve s,, s. 24 ve s., s. 28.

55


Batı kıyılarında yerleşmiş, sayılan 450.000 'i bulan Rum­ ların 200.000 'i kıyı köylerinde, 250.000' i ise 1 6 kentte yaşı­ yordu. Yalnız İzmir'de 1 20.000 Rum vardı. İstanbul ve Doğu Trakya'da da sayılan hayli kabarıktı. Rumların başka bir yer­ leşme bölgesi ise Güneydoğu Anadolu idi. Mersin'de nüfusun %50'den fazlasını Rumlar oluşturuyordu. Doğu Karadeniz kı­ yılarında da durum böyleydi: Trabzon ve Samsun'da nüfusa oranlan %50'ydi ve 250.000 kişiyle tüm Karadeniz nüfusu­ nun %25-%30 'unu meydana getiriyorlardı. Ayrıca güneyde, Akdeniz kıyılarına da yerleşmiş bulunuyorlardı (Antalya'da %30'dan fazla). Sayılan iki, iki buçuk milyonu bulan Ermenilerin üçte iki­ si doğu illerinde yaşıyor ve beş doğu ili nüfusunun %25 ' ini oluşturuyordu. Geri kalanlar çoğunlukla kıyı kentlerine yer­ leşmişlerdi. Büyük bir çoğunluğu İspanya'dan göç etmiş olan Musevilerin Anadolu ve Doğu Trakya'da nüfusları 1 60.000 i­ di. Musevilerin 3 5 . 000'i İzmir'e, 70.000 'i İstanbul 'a ve 30.000'i Edirne'ye yerleşmişlerdi ( i O I ). Rum, Ermeni ve Musevilerin en verimli ve en gelişmiş kıyı bölgelerinde toplanmaları, egemen ekonomik durumla­ rının bir sonucuydu. Türk köylüsü geleneksel, yüzeye yaygın tanmda ısrar ediyor; buna karşılık, özellikle Rumlar gerçek tanın işini ellerine alıyor, ayrıca kendi ürünlerini işlemek ve dağıtmak işiyle de uğraşıyorlardı. Şarap, ipek ve zeytin gibi ürünler yetiştiriyor ve böylece ufak çapta bir kapitalizm kur­ muş oluyorlardı. Bu arada şunu da söylemek gerekir: İzmir kentinin hinterlandında suni gübre ve tarım makineleri itha­ latı da Rumların işiydi. Bu yolla başlayan makineleşme ve kimya biliminden yararlanma, örneğin hidrolik zeytinyağı ( 1 0 1 ) Kari Roth, Annenien und Deutschland, ( Leipzig. 1 9 1 5 ), s. 6; Davis Trietsch. Die Juiden der Türkei, ( Leipzig, 1 9 1 5), s . 5 ve s. 7.

56


preslerinin kullanılmaya başlanması, tarım ürünlerinin işlen­ mesini de modernleştiriyordu. Bu alanda da ilk adımı atanlar Rumlar olmuştu ( l 02). Yirminci yüzyıl başlarında Anadolu'nun ekonomik ha­ yatında azınlıklara düşen pay üzerinde güvenilir bir istatistik yoktur. Ancak eldeki ipuçları genellikle aynı doğrultudadır. Nüfusun dörtte üçü Türk olan Amasya 'da 1 900 yılında 1 1 5 iş­ yerinden 95 'i Rumlar, 20'si Ermeniler tarafından işletilmek­ teydi. Küçük esnafın varlık yönünden durumu da aynı çizgi­ deydi ( 1 03). Ermenilerin ithalata %60, ihracata %40 ve iç ticarete %80 oranında katılmış oldukları ( 1 04) belki biraz abartılmış olsa da, Türklerin tarım dışındaki ekonomik alanlara katılma oranlarının pek düşük olduğu kesin olarak bilinmektedir. Ban­ ka, ticaret ve endüstri işlerinin beşte dördünün azınlıkların elinde bulunduğunu söylemek gerçeğe çok yakındır ( 1 05). Genel kültür düzeyi açısından da Türklere oranla azın­ lıklar ve özellikle Rumlar çok ileriydiler. İyi organize edilmiş Rum özel din okulları bir bakıma iyi bir eğitim düzeyi sağla­ yabiliyordu. 1 9 1 3 yılında 1 6 Batı Anadolu kentindeki 300 Türk okulunda 1 1 .000 öğrenci varken, 200 Rum okulunda 1 7.000 öğrenci bulunmaktaydı. Doktor, teknisyen ve demir­ yollannın idari ve teknik kadrolarının büyük bir kısmını Rum­ lar meydana getirmekteydi ( l 06). Böylece ulusal iş bölümü giderek daha belirginleşiyor­ du. Türk üst tabakalar gene asker ve devlet memuru olarak ka­ lıyor, ekonomileri ise basit üretim biçimine yöneliyordu. "Tür( 1 02) Ödön Makai, Gıündungswesen und Finanzierung in Ungarn, Bulga­ rien und der Türkei, (Berlin, 1 9 1 6), s. 320; " Die Handelsbestrebungen der Ve­ reinigten Staaıen von Amerika in der Türkei " ; BHI, c. 1 , 1 900, s. 552; Stich, Enk­ wicklung, s. 46 ve s. ( 1 03 ) Totomjanz und Topschjan, Die sozial-eokonomische Türkei, s. 66; başka örne k ler için bkz. aynı eser, s. 93 ve s. ( 104) Johannes Lepsius. Der Todesgang des armenischen Volkes, ( Potsdam, l 9 1 9), s. 250. ·

57


·

kiye'de kaynağı ekonomik olmayan kazançlar sağlanıyordu; politik ve mali yollardan zengin olmak yüksek makamlara atanmakla mümkündü; bu şekilde elde edilen varlıklar yatı­ rımlara harcanmıyor, tüketiliyor ya da biriktiriliyordu" ( 1 07). Toprak kiracılığının kaldırılması, ülke içinin feodalizm­ den kurtulmasına yetmiyordu. 1 9'uncu yüzyılın başında eki­ lebilecek toprakların büyük bir bölümü vakıflara ya da devle­ te aitti. 1 839 Tanzimat Fermanı ve özellikle 1 858 Toprak Ka­ nunu ile bu topraklar devletin ve vakıfların mülkiyetinden çı­ karılarak sivil ve özel kişilere verilmeye başlandı ve zamanla toprağın gerçek işleyicileri ücretli işçiler durumuna düştüler. Adı geçen Toprak Kanunu'yla "bir köyün ya da bir kentin tüm tarlalarının", devlet toprağı olduğu sürece, "tek bir kişiye ve­ rilmesi" yasaklanmış ve "tüm köylülerin kendi topraklarının sahipleri" olmaları öngörülmüş olsa da kanun gerektiği gibi uygulanamamıştır ( 1 0 8). ( 105) Eliot Grinnell Mears, Modem Turkey, A politico-economic interpretation, 1908-1923 (New York, 1 924). s. 328. 20. yüzyılda ırk yönünden iş bölümü konusunda bkz. aynı eser, s. 67, 80 ve 92 ve s.; Alphons J. Sussnitzki, "Zur Gliederung wirtschaftlicher Arbeit nach Nationalita­ eten in der Türkei": AWO, 1 9 17, yıl 2, 382 ve s.; Hermann Gross, Südosteuropa Bau and Ent­ wicklung der Wirtschaft, (Leipzig, 1937), s. 53 ve s.; Joseph Grunzel, Bericht über die wirtschaft­ lichen Verhaeltnisse des Osmanischen Reiches, (Wien, 1903), s. 1 8 ve s., s. 66 ve s.; Stich, Ent­ wicklung, s. 22, 32; Kurt Hassert, Das türkische Reich. Politisch, geographisch, und wirtschaft­ lich, (Tübingen, 1 9 1 8), s. 49 ve s., "Allgemeine, wirtschaftlich Verhaeltnisse in Smyma und im Vilajet Aidin": BHI, c. Ill, 1 90 1 , s. 389 ve s.; "Die allgemeinen wirtschaftlichen Verhaeltnisse der nordanatolischen Küste Kleinasiens und der Transithandel nach Persien": BHI, c. iV, 1 902, s. 409 ve s.; "Die Landwirtschaft in der europaeischen Türkei": BHI, 1 9 13, c. IXX, s. 7 1 9 ve s. ( l 06) Dieterich, Griechentum, s. 24 28. Eğitimde değişik uluslara özgü ayrımlar için bkz. Mears, Modern Turkey, s. 123 ve s. ( 1 07) Lewis,Emergence, s. 32. Bunlar Marx'ın söylediği gibi basit yeniden üretimin kla­ sik özelliklerindendir: Marx, Kapital, (Berlin, 1962), c. I; Marx/Engels, Werke, c. XXIII, s. 591 ve s. ( 1 08) 1858'de çıkan tanın yasalarının metni, sonraki değişiklikler ve ekler için bkz. F. Ong­ ley ve Horace E. Miller, The Ottoman Land Code, (London, 1892); Stanley Fischer, Ottoman Land Laws, (London, 1 9 1 9). Tannı sektörünün üretim durumu için bkz. Lewis, Emergence, s. 1 1 7, 442 ve s.; Davison, Reform, s. 99 ve s.: Issawi, The Economic History, s. 65 ve s., s. 107 ve s.; Erich Nord, Die Reform des türkischen Liegenschaftsrechts, (München-Leipzig, l 9 1 4) ; Wilhelm Julius Mussler, Die Türkei, Volkswirtschaftliche Studien, (Hamburg, 1 929), s. 43 ve s.; inalcık, "Land problems", s. 225 ve s.; Hellauer, Das türkische Reich, s. 1 1 ve s. ve s. 1 8 1 ve s.

58


Böylece köylü kurtarılmıyor, toprak gerçek üreticinin eli­ ne geçmiyor, tersine siyasal açıdan zaten etken olmayan köy­ lünün bütün hakları elinden alınıyordu. Büyük toprak işletme­ lerinin sayısı çok azdı. Bu işletmeler, özellikle demiryolları ke­ narında ve Güney Anadolu' nun pamuk bölgelerinde kurul­ maktaydı. Biçim bakımından kapitalist mülkiyetler oluşmu­ yor, buna karşılık feodal üretim biçimleri ve ağalık sürdürü­ lüyordu. Toprak kiralarının ve tefeci faizlerinin çok yüksek ol­ ması, köylüyü toprağa köle ediyordu. Politik yoldan oluşan bu toprak mülkiyeti, Abdülhamit' in ıslahat hareketleri sırasında önem kazandı. Padişah, özellikle azınlıkların bulundukları kıyı bölgelerindeki ve Doğu Anado­ lu 'daki Kürtlerin yaşadığı toprakları, gözde kişilere, kuman­ danlara ve yöneticilere bağışlıyor ya da kendi mülkiyetine ge­ çiriyordu (1 09). Jön Türkler' in, burjuva kapitalist tarım yasaları da ülke­ nin eski feodal biçimlere dönmesini engelleyemiyordu. Dev­ let topraklarının eskiden olduğu gibi feodal biçimde kullan­ ma haklarının kaldırılmasına rağmen bu toprakların özelleş­ tirilmesi, yeni ve güçlü bir "şehirli toprak sahibi" grubu ya­ ratmış oldu. Böylece eski geleneksel yapı, başka bir biçimde yeniden ortaya çıktı ( 1 1 O). Halk ekonomisinin modernleşmesine Tanzimat ıslahat­ çılarının pek önemli bir katkısı olmamıştır. 11. Abdülhamit döneminde durum ekonomik girişimler ve yatırımlar açısın­ dan daha da kötüleşti. Bir yabancı yazar şöyle der: " Ticaret ve sanayi zincire vurulmuş bir durumda; çünkü padişahın iz­ ni olmadan kimse bir fabrika kurmak şöyle dursun, bir koyun ağılı bile yapamaz" ( 1 1 1 ). ( 1 09) M . Philips Price, Die Türkei. Vergangenheit, und Gegenwart, (Nüm­ berg, 1 958), s. 62 ve s. ( 1 J 0) Fisher. Laws, s. 79; Lewis, Emergence, s. 452; Nord, Die Reform, s. 32 ve s. ( 1 1 l ) Kar! Küntzer, Abdul Hamid Il, und die Reformen in der Türkei, (Dresden-Lcipzig, 1 897), s. 20. ·

59


Dış yatırımlar alaninda da, devletin düşüncesiz ve geli­ şigüzel davranışları karşısında diplomatların baskıları çok bir şey değiştiremiyordu. İmtiyaz elde etmek çok güç bir işti. "Ödenecek tutarlar belirli kurallara bağlı olmadığından hesa­ ba dayanan bir ekonomi kurmak da olanaksızdı" ( 1 12). Ya­ bancı işadamlarını bekleyen zorluklar imtiyaz almakla da so­ na ermiyordu. Yönetimin hesapsız müdahaleleri, yatırılan ser­ mayeyi büyük rizikolara sokuyordu. İflasların arkası kesilmi­ yordu. " Başkent dolaylarındaki bir sürü fabrika yıkıntısı" ( 112), Türk toplumunun Avrupa kapitalizmine ne derece kar­ şı koyduğunu gösteren bir belgedir. On dokuzuncu yüzyıl baş­ larında bu durumu inceleyen bir gözlemci, yatırım yapacak­ lara tedbirli olmalarını salık vermiştir (1 13). II. Abdülhamit elektrikli araç ve gereçlerin ülkeye girme­ sini de yasaklamıştı. Bu konuda özel izin elde etmek çok güç­ tü ve çeşitli ulusların kapitalistleri sıkıntı çekiyorlardı. (114). Türkiye'de imal edilen malların iç ve dış pazarlarda rekabet edebilir bir duruma gelebilmeleri dış gümrük sistemiyle sağ­ lanmaktaydı. Ancak bu mallar, bir ilden diğer bir ile taşınır­ ken %8 oranında vergi ödenmesi gerekiyordu. D1şardan ge­ len mallar içinse, giriş gümrüğü ödenmiş olduğundan, içeri­ de aynca bir vergi alınmazdı ( 1 15). Jön Türkler döneminde Türkiye'nin içinde bulunduğu savaş durumunun karışıklığı, ciddi ekonomik atılımlara giriş­ meye uygun değildi. Gene de 1 908 ve 1 9 1 8 yıllan arasında yerli sanayi ürünlerini arttırma yolunda ciddi atılımlar yapıl­ mıştır. Yabancılara tanınan öncelikleri ve gümrük oktruva ver-

ve s.

( 1 1 2 ) Grunzel, Bericht, s. 87. ( 1 1 3) " Gewerbe und Industrie in der Türkie": BHI, c. Yii, 1 904, s. 267

( 1 1 4) Grunzel, Bericht, s. 89; " Das Minenwesen in der Türkei": BHl, c. VII, 1 904, s. 603 ve s. (1 1 5) Grunzel, Beridı.t, s. 89; Stich, Entwick\ung, s. 1 8; " lndustriel\e Un­ ternehmungen in der Türkei " : BHI. c. !, 1 900. s. 5 1 9.

60


gileriyle ilgili imtiyazları kaldırmak mümkün olmadığından, Jön Türkler ülke içindeki işlere yönelmişlerdir. 1 908 yılında elektrikli araç ve gereçlerin ithali serbest bırakılmış, iç güm­ rükler kaldırılmıştır ( 1 1 6) . 1 9 1 1 'de çıkarılan Sanayi Teşvik Kanunu ile Türk sanayi­ cilerine şu haklar tanınmıştır: Bedava fabrika arsası, makine­ ler, ham ve yarı işlenmiş mallar için gümrük muafiyeti ve ver­ gilerin taksite bağlanması ( 1 1 7). Bu önlemler önceleri yaban­ cı ve azınlıkların ekonomik egemenliklerini sarsmamıştı. 1 9 1 O ile 1 9 1 2 yıllan arasında Türklere ait tek bir işletme bulunmak­ taydı ( 1 1 8). 1 9 1 3 'te Alman Dahiliye Nezareti 'nin saptadığı­ na göre: "Sanayiciler arasında Türkler yer almamaktaydılar. Son yılların Türklerin bu tür işlere katılmalarına elverişli ol­ masına rağmen sadece ismen bu girişimlere katılmaktan ileri gidememişlerdir" ( 1 1 9) . Ancak bütün bu yenilikler Türkiye 'nin çok düşük olan sa­ nayi düzeyini değiştirebilmek için çok geç kalmıştır. Bu alan­ da elde kesin rakamlar bulunmamakla birlikte, 1 9 1 5 yılında yapılan bir istatistik yaklaşık olarak bir fikir verebilir. Türk tarihinde ilk kez yapılan bu sayım, Batı Anadolu ile Doğu Trakya'yı ele alıyor ve en az on işçi çalıştıran ve makine kul­ lanan ya da makine kullanmayıp yirmiden çok işçi çalıştıran kuruluşları kapsıyordu. Bu sayımda l 4.000 işçi çalıştıran 282 işletme (ortalama 50 işçi), 2 1 .000 beygir gücünde makine (or­ talama 75 beygir gücü) ve yıllık üretim değeri olarak 1 40.2 milyon mark saptanmıştır. Bu rakamların sektör ve bölgelere göre dağılışı aşağıdaki tabloda gösterilmiştir ( 1 20): (l 1 6) "Der Hande! Smyrnas in den letzten Jahren1 unter besonderer Berück­ sichtig_ung des Jahres 1 9 1 1 und der ersten Haelfte 1 9 1 2 ': BHI, 1 9 12, c. JII, s. 72; "Die Fabrikindustrie der europaeischen Türkei": BHL 1 9 13, c. XIX, s. 406. ( 1 1 7) Jön Türklerin sanayi geliştirme çabaları için bkz. Cari Anton Schaefer, Ziele und Wege für die jungtürkische Wirtschaftspolitık, (Karlsruhe, 1 9 1 3), s. 1 7 ve s. l 1 8 "Hande!", s. 69 ve s. l l 9 "Fabrikindustrie", s. 41 O ve s. 120 Friedrich Hoffinan, "Die Industrie in der Türkei" WWA, c. XI, 1 9 1 9, s.3 s.6, s. 14, s. 16 ve s. ve s. 24.

� �

61


TABL0 4 Oretimin bölge ve sektörlere göre dağılımı

(1915)

İşletme sayısı Üretim Üretim dalları Değeri İstanbul İzmir Diğer Toplam (%olarak) 23 10 78 Besin maddeleri 70.3 45 21 1 Seramik 20 0.3 11 13 2 8.3 Deri 24 15 9 Kereste 0.8 15 55 78 1 1 .9 8 Dokuma 55 11 44 6. 1 Kağıt 13 5 8 2.2 Kimya 1 55 62 65 282 Toplam 1 00

Bu tablonun kesinliğinden şüphe edilebilir. Ancak üre­ tim durumunu yanlış olarak yansıttığını kanıtlayacak başka bir belge de bulunmamaktadır. Birinci Dünya Savaşı başında Ana­ dolu ve Doğu Trakya'da maden işletmeleri ve endüstrinin 40 milyon dolar değerinde mal ürettiği belki biraz düşük hesap­ lanmıştır ( 1 2 1 ). Gene de bu hesapların gerçeğe çok yakın ol­ duğunu söylemek gerekir ( 1 22). Genel olarak Türkiye 'nin sa( 1 2 1 ) Mears, Modem Turkey, s. 3 1 3; Hershlag, Introduction, s. 72. Düşük olan endüstrileşme derecesi için bkz. Grunzel, Bericht, s. 84 ve s., s. 90 ve s.; S­ tich, Entwicklung, s.: 35 ve s., s. 1 40 ve s.; Hassert, Das türkische Reich, s. 1 82 ve s.; N. Honig. "Uber lndustrie und Handwerk in Konstantinopel " : AWO, 1 9 1 6, yıl ! , s. 421 ve s., 1 9 1 7 , s. 76 ve s.; A . Philippson, "Wirtschaftliches aus dem westlichen Kleinasien 1 1 1 " : AWO, 1 9 1 7, yıl 2, s. 20 ve s.; Hellauer, Das Türkische Reich, s. 220 ve s.; Hugo Grothe, Geld, lndustrialiesierung und Pet­ roliumschaetze der Türkei, (Bertin, 1 9 1 8), s. 52 ve s.; " Gewerbe" , "Fabrikin­ dustrie" , s. 407 ve s. ( l 22) 1 9 l 5 yılındaki sayımı, oldukça çok sayıdaki, belirli bir açıdan mo­ dem ordu ve deniz üslerini besleyen devlet, maden endüstrisini ve Güneydoğu pamuklu dokuma bölgesini göz önünde bulundurmamıştı. Buna karşılık endüst­ riden yoksun Orta ve Doğu Anadolu'nun sayıma katılmış olması, rakamlarda bü­ yük bir değişiklik meydana getirmeyecektir.

62


nayi düzeyi, küçük bir Avrupa devletinden ya da büyük bir sa­ nayi şirketinden daha düşüktü. Bu gerçek, yalnız üretim hac­ mi bakımından değil, üretim yapısı açısından da geçerlidir. İt­ halat için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Türkiye, un ve kereste­ yi bile dış ülkelerden satın alıyordu. 1 9 1 1 - 1 2 yıllarında Tür­ kiye 'nin dokuma ithalatı değer açısından makine ve ulaşım araçları ithalatının on bir katı idi. Sayılı modem fabrikalar, ban­ kalar ve ulaşım işlerinin tümü yabancıların elindeydi ( 1 23). Halk ekonomisini, yarı sömürge zincirlerinden kurtarma olanağı ancak 1 9 1 4 yılında ortaya çıktı. Türkiye'nin savaşa ka­ tılmasından önce kapitülasyonlar kaldırıldı ve gümrük resim­ leri %4 oranında arttırıldı. 1 9 1 5 'te gümrükler yeni bir zamla %30 oranında yükseltildi; bir yıl sonra da parlamentonun çı­ kardığı bir kanunla ağırlık üzerinden yeni bir gümrük tarifesi yürürlüğe girdi ( 1 24). Ancak bu önlemlerin gerçek değerleri azdi. Çünkü dış ilişkiler 1 9 1 4 'ten bu yana çok düşük bir dü­ zeye inmişti. Ulusal ekonomi politikasında atılan ilk adımlar­ dan sonra savaşın bitişi ile bir geriye dönüş zorunlu olacaktı.

( 1 23 ) Makai, Gründungswesen, s. 363, 338 ve s., s. 333 ve s., s. 347. ( 1 24) Gümrük tarifesi için bkz. Schaefer, "Zollpolitik". s. 1 64 ve s.; "Bcg­ ründung zum Entwurf des neuen türkischen Zollgesetzes": AWO, ( 1 9 1 6), yıl 1 , s . 308.

63



İKİNCİ BÖLÜM TÜRK ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI

il. 1.

Milli Hareket Yoluyla Politik Gücün Kazanılması

İttifak devletlerinin Birinci Dünya Savaşı 'ndan yenik çık­ maları, Osmanlı İmparatorluğu'nu İtilaf devletlerinin siyasal boyunduruğu altına girmek zorunda bıraktı. İtilaf devletleri­ nin ilan edilen isteklerine göre, imparatorluk için yan sömür­ ge devlet statükosu uygulanacaktı. Savaş süresince bu konu­ da yapılmış olan antlaşmaların bir kısmı, Rus ihtilalinin etki­ leriyle geçersiz kılınmıştı; ancak yerlerini yeni antlaşmalar al­ maktaydı. Bu antlaşmalara göre azınlıkların bulundukları il­ lerle Boğazlar ve Anadolu kıyıları; İngiltere, İtalya, Fransa ve Yunanistan arasında paylaşılacaktı. Doğu Anadolu'da ise bir Ermeni devleti kurulması düşünülüyordu ( 1 ) . ( l ) Bu antla�maların kapsam ve oluşumu ve 1 9 1 9'dan sonraki siyasal ta­ rih için bkz. Kurt Ziemke, Die neue TürkeL Politische Entwicklung l 914, l 929, ( Berlin-Leipzig, 1 930), s. 57 ve s. ve Jaeschke, " Der Freiheitskampf des türkisc­ hen Volkes": Wl, c. XIV, 1 932, s. 6 ve s.; " Beltraege zur Geschichte des Kamp­ fes der Türkei um ihre Unabhaengigkeit": VI, 1 957, c. V, s. l ve s.; Hurewitz, Diplomacy, c. II; Helen Miller Davis, Constitutions, electoral laws, teati es of sta­ tes in the Near Middle East, (Durham, l 953 ), s . 5 1 5 ve s.

65


30 Ekim 1 9 1 8 'de Mondros'ta imzalanan mütareke, İtilaf devletlerinin planlarını açıkça ortaya koymuyor; yalnız bu planların bir an önce gerçekleştirilmesini sağlayacak koşulla­ rı yaratıyordu. Mütarekeye göre, ordu ve donanma derhal ter­ his edilecek, ulaşım ve haberleşme müttefiklerin kontrolü al­ tına girecekti . Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu 'nun eski toprak­ larının büyük bir kısmı kendi denetiminden çıkıyordu. Yedin­ ci madde ile İtilaf devletleri, " kendi güvenliklerini tehlikede gördükleri anda diledikleri stratej ik noktaları işgal edebilme" yetkisini kazanıyorlardı; böylece diledikleri bir bölgeyi ken­ dilerine bağlayabileceklerdi. İtilaf devletleri, bu maddeye dayanarak, 1 9 1 9 Mart'ında, İstanbul'a ve strateji bakımından önemli kıyı bölgeleriyle ula­ şım yollarının düğüm noktalarına asker ç ıkardılar. Fransızlar­ la İngilizler, Irak ve S uriye üzerinden Güneydoğu Anadolu'yu ele geçirdiler. İtalyanlar Antalya 'ya asker çıkararak Konya'ya kadar ilerlediler. Onbeş Mayıs'ta Yunan işgal kuvvetleri İz­ mir' e çıktı ve Ege kıyılarını ele geçirdi. Gene birtakım değişikliklerle statükonun korunabilece­ ğine inanan halife-padişah ve hükümeti bu harekete karşı bir direnme göstermiyordu. İstanbul hükümetinin, Yunanlıların İzmir'i ele geçirdikleri gün, memurların yol masraflarını gös­ teren bir liste konusunu görüşmekte olması, bu hükümetin tu­ tumunun ne yönde olduğunu ortaya koyar (2). Güçlü bir davranış taraflısı olan az sayıdaki Babıiili tem­ silcileri arasında en belli başlısı Mustafa Kemal Paşa'ydı. Kü­ çük bir gümrük memurunun oğlu olarak 1 8 8 1 yılında dünya­ ya gelen Mustafa Kemal ( l 934'te Atatürk adını almıştır), eği­ timini harbiye ve kurmay okullarında tamamladı. Trablus, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları 'nda seçkin bir kumandan (2) Gotthard Jaeschke ve Erich Pritisch, " ' Die Türkei scit dem Weltkricgc. Geschichtskalendcr 1 9 1 8- 1 92 8 ' ' : Wl, c. X. 1 927- 1 929, s. 1 4 .

66


olarak ordu içinde adını duyurdu. Özellikle, İtilaf devletleri­ nin Çanakkale'ye yaptıkları çıkartma sırasında oynadığı rol, kendisine büyük ün sağladı. İlk politik tecrübelerini, yabancı ülkelerde ataşemiliter olarak aldığı görevler sırasında ve Ab­ dülhamit aleyhtarı muhalefetin öncülerinden biri olarak kazan­ dı . Gerek sosyal kökeni, gerekse siyasal geçmişi açısından es­ ki Türk gelenekçiliğine bağlı değildi. Türkiye' nin Birinci Dün­ ya Savaşı'na katılmasına kesinlikle karşı olduğundan bu ye­ nilgilerin sorumluluğunu da taşımıyordu. Mustafa Kemal' in İstanbul'da padişah ve çevresini İtilaf devletlerine karşı harekete geçirme planlan gerçekleşemedi. Hareket özgürlüğünü, ancak Kuzeydoğu Anadolu'daki altı tü­ menlik bir ordunun müfettişliğine atandığı zaman kazanabil­ di. Bu bölgedeki görevi, Mustafa Kemal'e başkentte yoksun olduğu olanakları sağladı. Mustafa Kemal 1 9 Mayıs 1 9 1 9'da Samsun'a çıkar çık­ maz, ulusal direnci örgütleyebilmek amacıyla derhal ordu ve devlet memurlarıyla ilişki kurdu. Resmi sıfatı ve ünü, bu ça­ baların olumlu sonuç vermesini kolaylaştırıyordu. Önceleri pa­ dişaha karşı bir tutum takınmıyor, padişahın atadığı bir ordu müfettişi olarak çalışıyordu. Kısa zamanda ilhaka ve bölün­ meye karşı bir programla, Anadolu'da bulunan subay ve me­ murlarla anlaştı ve onları ulusal bir örgüt halinde birleşmeye yöneltti (3). (3) Mustafa Kemal' in 1 9 1 9 yılı Mayıs ayından sonraki olaylan incelemek amacıyla yaptığı altı gün süren konuşma, Türk devriminin en önemli kaynakla­ rından biridir. (Die neue Türkei 1 9 1 9- 1927, Bede gehalten vor den Abgeordne­ ten und Delegierten der republikanischen Volkpartei, 3 cilt, (Leipzig, 1 928); Türkçe: Nutuk, 3 cilt, lstanbul), Türkiye'nin aynı dönemindeki iç gelişimi için bkz. Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan Geschichte der türkischen Re­ buplik (Türkiye Cumhuriyeti Tarihi), (!stanbul, 1 935), s. 35 ve s.; Elaine Diana Smith, Turkey: Origins ofthe Kemalist movement and ofthe government ofthe Grand National Assembly ( 19 l 9- 1 923), (Washington, 1959) ve Jaeschke, " Fre­ iheitskampf ', s. 1 2 ve s.; Jaeschke, ' ' Nationalismus und Religion im türkischen Befreiungskriege" : Wl, c. XVIII, J936, s. 54 ve s. ve Jaschke, "Beitraege" s. 30 ve s.

67


Babıali ve İtilaf devletleri temsilcileri, ülke içinde büyü­ yen huzursuzluğu görmemezlikten gelemezlerdi. Ancak hal­ kın sevdiği bir paşayı Anadolu'ya göndermekle yaptıkları yan­ lış hareket de artık düzeltilemezdi. Babıiili'nin onu geri çağır­ masına ve görevinden alındığını bildirmesine karşılık Musta­ fa Kemal askerlikten ayrıldı. Artık bir devlet görevlisi değil, belli bir politik eylemin öncüsüydü. Bu hareket, özellikle, bağımsızlığın tehlikeye düşmesi üzerine kendiliklerinden direnişe geçen gruplara dayanıyor­ du. Bu milli grupların en önemlisi 1 9 1 9 yılında Erzurum'da kurulan "Vilayiiti Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemi­ yeti" idi. Ülkedeki teşkilatlı tek kolorduya dayanan bu cemi­ yet, Mustafa Kemal' i lider olarak benimsedi ve ilk kongre 1 9 1 9 yılında, 23 Temmuz ile 7 Ağustos arasında Erzurum'da toplandı. Bu kongrede ülkenin bütünlüğü esas alınarak man­ daya ve azınlıklara tanınan imtiyazlara karşı çıkıldı. "Merke­ zi hükümetin gücü vatanın korunması ve istiklalin sağlanma­ sı için yeterli olmadığı takdirde, bu amaçları gerçekleştirebil­ mek için, geçici bir hükümet teşkiJ edilecekti " (4). 1 9 1 9 yılında 4- 1 1 Eylül tarihleri arasında Sıvas 'ta topla­ nan ikinci ulusal kongre, bu yönde daha önemli adımlar attı. Sıvas Kongresi'nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kuruldu ve bir temsili heyet seçildi. Böylece Mus­ tafa Kemal' in başkanlığındaki -ilk kez bütün Türkiye'yi kap­ sayan- bu örgüt bir yürütme organı olarak hükümet görevle­ rini üzerine alıyordu. Sıvas Kongresi'yle Erzurum'da alınan kararlar perçin­ lenmiş oluyordu. Sıvas Umumi Kongresi'nde "vatanımızın yekpare, milletimizin yekvücut olduğunu gereği gibi ifade ve ispat edecek esaslar" konuldu (5). Padişahın Türk milletini (4) Atatürk, Nutuk, c. 1, s. 65-66. (5) Smith, Turkey, s. 1 9 ve Atatürk, Nutuk, c. HI,

68

s.

949.


temsil etme hakkı kaldırıldı. Böylece padişah artık ülke için­ de güç sahibi değildi. Gene o ay içinde İstanbul ile Anado­ lu'nun haberleşme olanakları da kesildi. Milli hareketin başa­ rılı faaliyetleriyle, 1 9 1 9 yılı Ekim ayında İstanbul'da yeni bir kabine kuruldu. Bu kabine, parlamento seçimi isteklerini ka­ bul etti; temsilcileri, Amasya 'da Mustafa Kemal 'le bir toplan­ tı yaparak Sıvas ve Erzurum kongreleri kararıyla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti 'ni meşru olarak tanıdılar. Bu toplantıyı izleyen seçimler, Mustafa Kemal taraftarlarına büyük bir çoğunluk sağladı. Ocak l 920'de ilan edilen Misak­ ı Mim ile (6) parlamentonun cemiyetin ilkelerini kabul etme­ si üzerine, İtilaf devletleri başkenti işgal ettiler ve ele geçire­ bildikleri, Milli Hareket taraftarı mebusları sürgüne gönder­ diler. İtilaf devletlerinin bu hareketi Babıali'yi kesin bir itaat durumuna sürükledi. Kabine değişikliğini, parlamentonun ka­ patılması izledi. Şeyhülislam bir fetva ile milliyetçileri "asi" ilan etti ve liderleri, başta Mustafa Kemal olmak üzere gıya­ ben ölüme mahkum edildiler. Hilafet ordusunun kurulması ile İ stanbul hükümeti Avrupa emperyalizminin aleti durumuna geldi. Bu ortam ı::nilli harekete daha fazla bağımsızlık elde et­ me olanakları sağladı. Dağıtılan parlamentonun 92 üyesinden ve işgal edilmeyen bölgelerdeki halk tarafından iki dereceli seçim usulüyle seçilen mebuslardan kurulu (7) 441 üyeli Bü­ yük Millet Meclisi, 23 Nisan 1 920'de Ankara'da toplandı. Meclis daha ilk toplantısında kendisini en yüksek siyasal ma­ kam ilan etti. Artık Büyük Millet Meclisi'nin üstünde hiçbir güç yoktu. Meclis yasama ve yürütme görevlerini üzerine alı(6 ) Gcschichte ... Rebuplik, s. 58 ve s.; Simith, Turkey, s. 1 53 ve s.; Hurc­ witz, Diplomacy, c. iL s. 74 ve s.; Davis, Constitutions, s. 465 ve s. ( 7 ) Frederick W. Frey, The Turkish political Elite, (Cambri<lge, 1 965), s. 424 ve s.

69


yordu. Halife-padişah dış etkilerden kurtarıldığı zaman, BMM kanunlarının saptadığı yeri alacaktı (8). Meclis halk egemen­ liğinin temsilcileri olarak kendi üyelerinden altı kişilik bir yü­ rütme kurulu ve on bir kişilik bir bakanlar kurulu seçti. Mus­ tafa Kemal bu kurulların başkanı oldu. Yeni Meclis' in önemli sorunlarından biri de 1 920 yılı ba­ har aylarında Anadolu'da silahlı bir ayaklanma hareketine gi­ rişmiş olan hilafet kuvvetleriydi. Şeyhülislamın fetvası, milli hareketi destekleyen ulema tarafından bir karşı fetva ile ge­ çersiz kılınmasına rağmen, 1 920 yılı boyunca milli kuvvetle­ rin büyük bir kısmının asilerle çarpışması gerekiyordu (9). Ya­ bancı düşmanlara karşı savaş ise çeteler tarafından sürdürülü­ yordu. Gene de, düşman, direniş hattını kolayca yıkamazdı. Ayrıca İtilaf devletlerinin Türkiye'ye karşı yeniden savaşa gir­ meleri Fransa'da, lngiltere'de ve sömürge durumundaki Müs­ lüman ülkelerde politik güçlüklere yol açacaktı. Fransız hü­ kümeti bu gerçeği gördü ve geçici bir mütareke imzaladı. Bu olay, milli hareket yönünden yalnız güney cephesinin güven­ lik altına alınması değil, aynı zamanda önemli bir siyasal ba­ şarı idi. Çünkü bu görüşmeler Babıali aracılığı olmaksızın ya­ pılmaktaydı. Babıali gün geçtikçe daha çok İtilaf devletlerinin bağım­ lılığı altına giriyor ve Ağustos 1 920'de imzalanan Sevres ant­ laşması ile Türkiye yabancı devletlerin egemenliğine bırakı­ lıyordu ( 1 O). Güneydoğu Anadolu'daki Türk bölgeleri İtilaf devletlerine, Trakya ve Batı Anadolu'nun büyük bir kısmı Yu­ nanlılara veriliyor; Doğu Anadolu illerinde bir Ermeni ve bir Kürt devletinin kurulması kararlaştırılıyor, geride kalan yer­ ler ise nüfuz bölgeleri olarak ayrılıyordu. (8) Smitn, Turkcy, s. 39; Atatürk, Nutuk. (9) Jaschke, "Nationa!ismus", s. 63 ve s. ( 1 0) Hurewitz, Diplomacy, c. II, s. 8 1 ve s., aynca bkz. Diplomacy, s. 87 ve s.; Ziemkc, Die neue Türkei, s. ! O l ve s

70


Milli hareketin başarılı eylemleri sonunda bu planlar ka­ ğıtta kaldı. 1 920 yılı sonbaharında Türk birlikleri, Çarlığın çö­ küşünden sonra kurulan Ermenistan Cumhuriyeti 'ne saldırdı­ lar ve bu devleti birkaç hafta içinde teslim olmaya zorladılar. Aralık ayı başında imzalanan Gümrü Antlaşması yalnız Do­ ğu'yu tehditlerden kurtarmakla kalmayıp, 1 877 yılında Os­ manlıların Ruslara vermiş oldukları bölgeleri yeniden Türk topraklarına katıyordu. Aynı tarihlerde bölgesel ayaklanmaların bastırılmasın­ dan sonra bir iç cephe kuruldu. Düzensiz çetelerin bazıları, ye­ niden düzene sokulan ordunun ve genel kurmayın emri altına girmek istemiyorlardı. 1 92 1 yılı başında isyancılarla milli kuvvetler arasında çatışmalar başladı. Düzenli birlikler birkaç gün içinde isyanları bastırdı; bu arada birtakım asiler ve Çer­ kez Ethem Yunanlılara sığındı. Bu başarılar Büyük Millet Meclisi 'nin durumunu kuvvet­ lendirdi. Meclis 20 Ocak 1 92 1 'de geçici bir anayasa yürürlü­ ğe koydu. Bir yıl önce halkın politik bağımsızlığının temsil­ cisi olarak yasama ve yürütme yetkilerini üzerine alan BMM kanunları "Teşkilatı Esasiye Kanunu" ile geçerli kılındı ( 1 1 ) 1 92 1 yılı başı askerlik açısından bir dönüm noktası oldu. Bir yıl önce silahlı kuvvetler, Anadolu'da bir hayli toprak ele geçirmiş olan Yunanlılara karşı koyacak güçte değildiler. 1 92 1 yılı Ocak ve Mart aylarında, Mustafa Kemal'in yakın arkada­ şı İsmet Paşa kumandasındaki Türk birlikleri Birinci ve İkin­ ci İnönü savaşlarında düşmanı durdurmayı başardılar. Bu iç olaylar ve yeni başarılar milli hareketin uluslararası saygınlı­ ğını arttırdı. İtilaf devletleri artık Sevres Antlaşması'nı uygulamada ısrar etmeyeceklerini bildirdiler. Ancak bağımsız Türkiye'nin varlığını kabule hazır olmadıklarından, 2 1 Şubat ile 1 3 Mart .

( 1 1 ) Hirsch. "Verfassung". s. 208 ve s.

71


tarihleri arasında Londra'da toplanan konferansın hükümsüz kalması zorunluydu. Bu konferansın en önemli yanı, İstanbul ve Ankara hükümetlerinden birer delegenin çağrılması ile An­ kara hükümetinin ilk kez diplomatik açıdan tanınmış olma­ sıydı. Ankara kısa bir süre sonra yeni bir politik başarı daha el­ de etti. 16 Mart 1 9 2 1 'de imzalanan Moskova Antlaşması ile Ruslar, 1 877 yılında Çarlık idaresinin Türkiye 'den almış ol­ duğu Doğu Anadolu illeri üzerinde herhangi bir hak iddia et­ mediklerini açıkladılar. SSCB, milli hareketi para ve silah yardımıyla desteklemeye başlamıştı. Nihayet, 1 92 1 yılı orta­ larında, İtalya, Anadolu macerasından vazgeçip de askerini ge­ ri çeken ilk İtilaf devleti oldu. Bu sırada Yunan ordusu büyük bir saldırıya geçti ve ken­ disinden daha zayıf olan Türk birliklerini geri çekilmeye zor­ ladı. Bu kritik durum nedeniyle, Büyük Millet Meclisi Mus­ tafa Kemal' e olağanüstü yetki vererek, onu başkumandan ta­ yin etti. Sakarya'da üç hafta süren bir savaştan sonra, Eylül 1 92 1 'de, Yunan saldırısı kırıldı. Bu durumu gören Fransız hü­ kümeti de ekim ayında Güneydoğu Anadolu'yu boşalttı. Sa­ karya Savaşı'nı bir yıl süren bir siper savaşı izledi. 26 Ağus­ tos 1 922 'de Türk ordusu ilk kez saldırıya geçti ve düşmanı bir­ kaç gün içinde ezici bir yenilgiye uğrattı. Bu başarı 9 Eylül 1 922 'de İzmir'in geri alınmasıyla tamamlandı. Aynı yılın ekim ayında Mudanya'da imzalanan mütarekeden sonra Yunan or­ dusu Trakya 'dan çekildi. Doğu Trakya, Boğazlar ve İstan­ bul'da bazı bölgeler yapılacak antlaşma şartlarına kadar geçi­ ci olarak İtilaf devletlerine (dolayısıyla halife-padişaha) bıra­ kılıyordu. il. 2. Kurtuluş Savaşı 'nın Smyal Temeli ve Politik Yöntemi

Batı Anadolu kıyıları ve İ stanbul ili gibi sosyoekonomik yönden gelişmiş bölgeler, özel sosyopolitik yapıları nedeniy-

72


le ulusal direniş hareketinin dayanacağı temelin kurulmasına elverişli değillerdi. B ir yandan, bu bölgelerde yoğun olarak toplanmış azınlıklar, nesnel (objektif) ekonomik çıkarları ve öznel ( sübjektif) politik amaçları açısından, kozmopolit ola­ rak kalmak ve ülke işlerinin dışında tutulmak taraflısıydılar; öte yandan İstanbul, Türk gelenekçiliğinin tek koruyucusuy­ du. 1 8 83 ve 1 895 tarihleri arasında Türk ordusunu yeniden düzenleme görevini üzerine alan Alman generali Goltz'un be­ lirttiği gibi, " Türk üst tabakalarının en büyük özelliği dev­ let memurluklarına dönük olmalarıydı; bu kişiler devlet me­ murluğundan başka bir iş düşünmezlerdi " ( 1 2). Ancak, aynı durum, pek azı iç bölgelerde yerleşmiş olan büyük toprak sahipleri içinde geçerliydi. Ekonomik gücü, tarım fazlası ürün­ lerin ele geçirilmesine dayanan bu tabaka, tipik feodal belir­ tiler de gösteriyordu: " Kendi toprakları üzerinde yaşayan bü­ yük toprak sahipleri yok denebilecek kadar azdı. Çoğu İstan­ bul ya da öbür büyük kentlerde oturur; fakir halka bir sefer­ lik ürün elde edebilecek kadar kısa süreler için kiraya verilen topraklarıyla ilgilenmezlerdi " ( 1 2). Abdülhamit' in düşürülmesinden sonra da bu durum de­ ğişmedi. Kentlerde oturan, devlet mekanizmasıyla kaynaş­ mış, toprak rantlarıyla geçinen bu tabakanın (bu arada sayıl­ ması gereken bir kısım ulemanın da) çıkarları, geleneksel top­ lum yapısının olduğu gibi kalmasına bağlıydı. Bu sıralarda Jön Türkler hareketi kıyı bölgelerinin sos­ yal yapısında bazı izler bırakabilmişti. 1 9 1 1 tarihli Sanayii Teş­ vik Kanunu milletlere özgü işbölümüyle ilgili olarak, tutarlı bir değişiklik meydana getirememiştir. Ancak, Birinci Dünya Savaşı boyunca milletlerin kendilerine özgü zenginleşme sis­ temleri oluşmaya başlamıştır. ( 1 2 ) Colmar von der Goltz; Anatolische Ausflügc, (Berlin. 1 896).

s.

346.

73


Ulaşım olanaklarının yetersizliği, her çeşit mal eksikliği, Almanya'dan gelen yardım paralan, rüşvet ve spekülasyonun çoğalmasına yol açıyordu ( 1 3). "Türkler de bu yollardan ka­ zanç sağlıyorlardı. Türkler arasında da bir gece içinde zengin olanların sayısı çoktu. Bu nedenle memurların birçoğu kendi­ lerine sosyal güvenlik sağlayan görevlerini bırakıp ticarete atılıyorlardı" ( 1 4). Öte yandan, devlet önlemleri azınlıkları güç duruma sok­ maktaydı. Mala el koyma, sürgün, çeşitli ayn tutulmaların ya­ nı sıra, azınlıkların Türk üst tabakalarından alacakları, sık sık yapılan devalüasyonlar yüzünden, değerini kaybediyordu. "Ti­ caret alanındaki faaliyetlerin engellenmesiyle, Rum kapita­ list ve tüccarlar, bir zamanlar Helenizm' in de dayanağı olan ekonomik üstünlüklerini kaybediyorlardı" ( 1 5). Ermenilerin durumu ise daha da kötüydü. Doğu Anadolu 'daki Ermenilerin büyük bir kısmı savaş boyunca Suriye ve lrak'a sürülmüşlerdi ( 1 6). 1 909 ile 1 9 1 3 yıllan arasında Osmanlı topraklan üzerin­ de 5 1 anonim şirket kurulmuştu; bu sayı 1 91 4 ile 1 9 1 8 tarih­ leri arasında 8 8 ' e yükseldi ( 1 7). İstanbul Ticaret Nezareti 'nde görevli bir Macar memur, Türklerin savaştan önce ticaret ve sanayiye katılma oranını % 1 0'un altında tahmin etmiş; savaş sonrasında ise " savaş milyonerlerinin büyük bir yüzdesini Türklerin meydana getirdiğini, önceleri boş oturan birçok kim( 1 3 ) Yalman. Turkey ... World War, s. 1 3 5 ve s.; Liman von Sanders. FünfJahre 1919), s. 246 ve s.: George W. F. Hallgarten, lmperialismus vor 1 9 1 4, (München, 1963). c. il. s. 96 ve s .. s. 342 ye s.: "Wirtschaftslage in Kleinasien ' " : DLZ. 1 9 1 7, yıl 7, No. 2 1 s. 74 1 ve s. ( 14) " Der wirtschaftliche Aufschwung der Türkei waehrend des Krieges": DLZ. 1 9 1 8. yıl 8. No: 1 2 . s. 349. ( 1 5 ) "Das griechische Kapital in der Türkei " : DLZ, 1920, s. 206. ( 16) Lepsius. Der Todesgang, birkaç yerde. ( 1 7) Yalman, Turkey. . . World War, s. 1 43 Türkei, (Berfin,

.

74


senin hükümet himayesi altında ticarete atılıp zengin olduk­ larını" söylemiştir ( 1 8). Halk ekonomisini kısmen Türkleştirerek ulusal burj uva­ ziyi oluşturma yolunda atılan adımlar elverişsiz koşullar altın­ da gelişiyordu. Bir yandan savaş, rüşvet ve karaborsanın ço­ ğalmasına yol açıyor, öte yandan dış ticaretin duraklaması, ula­ şımın askerlik alanlarına yönelmesi, işgücü ve yakıt eksiklik­ leri nedeniyle mal arzı azalıyordu ( 1 9). Böylece hükümetin "Türk kapitalist sınıfını yaratma" çabaları ancak bir bakıma başarılı olabiliyordu (20). Endüstri yatırımlarının çoğu devlet tarafından yapılmakta ve silahlanma alanlarına yönelmektey­ di (2 1 ). Toprak sahibi, memur ve subay gibi savaş zenginleri en­ düstri alanına yönelmiyorlar, ticaret ve spekülasyon işleriyle uğraşıyor ve böylece azınlıkların meydana getirdikleri komp­ rador burjuvazinin yerini alıyorlardı. Bu kişiler gümrük du­ varları, sanayii Teşvik Kanunu gibi ulusal ekonominin ana ge­ reklerine bağlı değillerdi; daha çok serbest ticaretle ilgileni­ yorlar ve bu yan-sömürge durumundan yararlanarak para ka­ zanıyorlardı. Kentlerdeki gazeteci, yazar, sanat ve bilim adamları gibi aydınların, dış görünüşe göre " Batı fikirleri" nin temsilcileri ( 1 8 ) "Die modeme türkische lndustrie" ' : DLZ, \ 9 1 8, yıl 8, No. \4, s., s. 409 ve s. Birinci Dünya Savaşı sırasındaki sosyoekonomik değişimler için bkz. Susnitzki. " Wirtsc­ haftliche Arbeif ' , s. 405: Hellauer, Das türkische Reich, s. 16 ve s., s. 229, " Wirtsc­ haftslage' " : " Richtungslinien des neuen türkischen Lebens": WI, c. IV, 1 9 16, s. 44 ve s.; Gustav Herlt. "Kriegswirtschaft in der Türkei": WWA, c. V l l l , I 9 1 6, s. 467, 473 ve s.; c. XI. 1 9 1 7. s. 246 ve s., s. 250 ve s.; c. XIIL 1 9 1 8, 1 83, v s. ( 1 9) Yalman, Turkey ..... World War, s. 78 ve s. 1 9 1 3 yılında 826.000 ton olan kömür üretimi 1 9 1 7 yılında 1 46.000 tona düşmüştü. P. Brock, "Die Wirtsc­ haftslage der Türkei": Südöstliche Warte, 1 929, yıl 1 , s. 472. (20) " Das Zukünftige Geschaeft in der Türkei " : DLZ, 1 9 1 7, yıl 7, No. 1 9. s. 676. (2 1 ) " Die Entwicklung der türkischen Industric": DLZ, 1 9 1 1 , yıl 1 , No. 1 0, s. 1 7 ve s . " Industrielle Gründungen in der Türkei": DLZ, 1 9 1 2, yıl 2, No. 9, s. 20; "Die Wirkungen des Krieges auf den türkischen Markı": DLZ, 1 9 1 7, yıl 7, No. 1 1, s. 391 ve s. ·

75


olmalarına rağmen, kesin bir tutumları yoktu. Bunlardan bir­ çoğu, başlarda, yabancı ülke himayesini benimsemişti. Tüm Avrupa ülkelerine bağımlı olmaktansa bir tek devletin hima­ yesini istiyor ve hatta bu tutumu Türkiye'nin modernleşmesi için "tek çare" olarak görüyorlardı. (22) Bu kişiler Batı kültürü etkisiyle milliyetçilik ve burjuva toplumu fikirlerini benimsemişlerdi. Ancak, Türkiye'deki mo­ dern eğitimin büyük bir kısmı, yabancı kültür propagandası­ na dayanıyor ve eğitim, çağdaş emperyalizm yöntemlerinin perde arkasından yürütülmesini sağlıyordu. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın aydın ve liberal ideolojilerine doğru bu yüzeysel yöneliş, politik-ekonomik çıkarlar gözeten em­ peryalist devletlerin etki alanlarındaki bağımsızlaşma hareket­ lerine karşı olmaları ile çelişkiye düşüyordu. Batı uygarlığını Amerikan okulları, kitapları ve öğretmenleri aracılığıyla ta­ nımış olan aydınların tutumunda bu durum açık olarak görü­ lür (23 ) . Bu grubun öncüsü, özellikle kadın haklarını savunan yazar Halide Edip Adıvar'dır. Amerikan mandasını benimse­ mekteydi. İstanbul'daki Amerikan Koleji 'ni bitirmiş olan Ha­ lide Edip, önceleri Amerikan mandasını benimsemişti. Oysa, Washington hükümeti (özellikle Doğu Anadolu'da bir Erme­ ni devleti kurma çabalarıyla) Türkiye'nin parçalanmasına, kendi çıkarları nedeniyle, taraftardı (24). Halide Edip ise o dö­ nemde Amerikalıların manda kuvveti olarak özel bir çıkar gö­ zetmediklerini ve Türkiye'ye " gerçek ekonomi ve düşünce ba­ ğımsızlığını" getireceklerini ve yalnız "Avrupalılara Ameri­ ka'nın ne derece iyi bir idareci " olduğunu göstermeyi amaç (22) Örnek ve belgeler için bkz. Atatürk, Nutuk, c. !. s. 78 ve s.: Jaeschke, "Ein amerikanisches Mandat für die Türkei " : WI, 1 963, c. VIIJ. s. 2 1 9 ve s.: Ja­ eschke, "Beitraege" , s. 15 ve s. ( 2 3 ) Robert L. Daniel, "The United States and the Turkish Republic be­ fore World War II: The cultural dimension" : MEJ. 1 967, c. XXI, s. 54. (24) Laurence Evans, United States Policy and the partition of Turkey 1 9 1 4- 1 924. (Baltimore, 1 965).

76


edindiklerini ileri sürüyordu. (25) Bu görüşe, öğreniminin bir kısmını Amerika'da tamamlamış olan ünlü Türk gazetecisi Ahmet Emin Yalman da katılıyordu (26). Kıyı kentlerinde oluşmaya başlayan, yarı-proleter karak­ terli işçi sınıfı sayı bakımından kuvvetsizdi: Bir yandan en­ düstri, küçük el sanatlarından öte bir üretime geçemiyor; öte yandan, köylüler fabrika ve maden işçiliğini sürekli bir uğ­ raş değil, ek bir iş olarak yapıyorlardı (27). Öbür etkenler ara­ sında sendikacılığın gelişmemiş olmasını ve imparatorluğa mensup milletlerin farklı oluşlarını sayabiliriz. Coğrafya açı­ sından daha çok Trakya'yı ve ırk açısından Bulgar, Ermeni, Rum ve Musevileri kapsayan sendikacılık faaliyetlerinde, 1 908 yılından bu yana bir ilerleme görülmemiştir. Sol eğilim­ li örgüt ve dergilerin çoğunun Türk adı taşımamaları dikkate değer. Selanikli bir sendikacı olan Benaroya'ya göre Make­ donya ve Batı Trakya'da (bu bölgeler Balkan Savaşları sıra­ sında kaybedilmişti) sayıları 1 2 5 .000 ile 1 50.000 arasında olan Türk sendika üyelerini, tütün işçileri ve lonca mensupları mey­ dana getiriyordu. Bu sayıların çok yüksek tutulmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Genel olarak Türk proleteryası Birin­ ci Dünya Savaşı sonunda politik açıdan önemsiz bir kitleydi. (25) Atatürk, Nutuk, c. I, s. 90 ve s.; Halide Edip (Adıvar). The Turkish Ordeal, (Landon, 1 928), s. 1 5 ve s.; Adıvar, Turkey faces West, (New Haven­ London, 1 930), s. 1 73 ve s.; Biografya için bkz. Adıvar, Memoirs, (New York­ London, 1 926). (26) Yalman, Turkey in my Time, (Narman, 1 956), s. 73 ve s. (27) Son durum bugün de görülebilir. Gerhard Kessler, "Zonguldak und Karabük, Türkischer Steinkohlenbergbau und türkische Grosseisenindustrie": RFSE, 1 948, yıl 9, s. 238 ve s.; Lothar Peters, Die Entwicklung des Geldwertes in der Türkei 1 950-1 959, (Frankfurt, 1 963), s. 78; 1 9 1 O ve 1 920 yılları arasında­ ki işçi hareketlerinin gelişimi için bkz. Abraham Benaroya, "Die türkische Ge­ werkschaftsbewegung": SMH, 1 9 1 0, yıl 1 4, s. 1 079 ve s.; Ch. Eidus, "Die Ar­ beiterbewegung in der Türkei' ·; Die Rote Geweıkschaftsinternationale, 192 1 . No. 8, s. 385 ve s.; George S. Harris, The Origins of communism in Turkey, (Stan­ ford, 1 967), s. 1 6 ve s.

77


Anadolu'nun ücra köşelerinde ulusal bağımsızlık hare­ ketinin dayanabileceği ve politik açıdan etken olabilecek sos­ yal gruplar yoktu. Jön Türkler' in yenilgisinden sonra devlet egemenliğini yeniden ele geçiren eski Osmanlı düzeni taraf­ tarları, İtilaf devletleriyle beraber planlarını serbestçe uygu­ lamak yolunda meydanı boş bulmuşlardı. Babıali'nin tutumu, emperyalizm taraftarı örgütler tara­ fından destekleniyordu. Bunlar arasında İngiliz Muhipler Ce­ miyeti, Wilson Cemiyeti gibi açıkça yabancı manda propagan­ dası yapanlar ve ülkenin bölünmesine taraftar olanlar vardı. Bu alanda yabancı ajanların ve azınlık temsilcilerinin öncü­ lük etmeleri yanında, Türkler arasında da, bazı özel durum­ larda siyasal acemilik. olarak yorumlanabilecek, yabancı hi­ maye isteklileri göze çarpmaktaydı. Öte yandan, yabancı ta­ raftarlığının gerçek temeli üst tabakaların yapısal özellikleri­ ne ve çıkarlarına dayanmaktaydı (28). İtilaf devletleri özellikle sınır bölgelerini kontrol altına almış ve ancak kolay ulaşabildikleri yerleri işgal edip burada­ ki Türk askerini terhis edebilmiş olduğundan, direnme hare­ keti ülkenin iç bölgelerine kayıyordu. Böylece gerek sosyo­ politik açıdan, gerekse askerlik ve coğrafya açısından Anado­ lu, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın tek dayanak noktası olmaktay­ dı. Özellikle Doğu ve Kuzeydoğu sınır illeri gibi sosyo-eko­ nomik açıdan ve ulaşım alanında geri kalmış bölgeler bu du­ ruma elverişliydi. 1 9 1 7 yılından bu yana bu bölgelerde ağır savaşlar olmadığından, birliklerin teşkilatı aşağı yukarı tam­ dı. (29) Yolların elverişsizliği, mütareke koşullarına göre si­ lahları teslim almak üzere İtilaf devletlerinin bile bu bölgele­ re girmelerine engel oluyordu. Savaş sonunda Erzurum Kale(28) Bu örgütler için bkz. Atatürk, Nutuk, c. 1, s. 6, ve s. ve c. III, s. 899 ve s. (29) W.D.A. Ailen and Paul Muratoff, Caucasian Battlefields (Cambrid­ ge, 1 953), s. 457 ve s.; Firuz Kazemzadeh, The Struggle ofTranscaucasia ( 1 9 1 71 92 1 ), (New York-Oxford, 1 95 1 ), s. 79 ve s.

78


si'nde mütareke şartlan uyarınca 1 5 .000' e indirilmesi gere­ kirken 1 00.000 silah bulunuyordu. Erzurum-Trabzon dağ yo­ lunun güç aşılabilir olması ve savaş sırasında Ruslar tarafın­ dan yapılan Doğu demiryolunun işlemez bir durumda tutul­ ması, az sayıdaki İngiliz askerlerine fazla silahları ele geçir­ me olanağı vermiyordu. 1 9 1 9 yılı temmuz ayı sonlarında ilk kez Tiflis'e doğru yola çıkarılan toplanmış silahlar istenilen bölgeye ulaştırılamadı . Tren (herhalde ordunun yardımıyla) halk tarafından durduruldu ve silahlar dağa kaçırıldı (30). Ek bir askeri güç bu bölgelerde oturan Kürtlerden geli­ yordu. Farsça ile aynı kökten gelen bir dil konuşan, aşiretler halinde ve yan-göçebe bir hayat süren Kürtler, tepeden tırna­ ğa silah ve atla donatılmışlardı. Savaş sırasında, geleneğe gö­ re padişaha süvari askerleri vermekte olduklarından, ilkel de olsa, askeri eğitim görmüşlerdi. Müslüman halkı milli harekete karşı kışkırtmak isteyen halife-padişah taraftarları, din ve aile bağlarından yararlanı­ yorlardı. Artık kimsenin askere alınmayacağına, vergilerin kaldırılacağına söz veriyorlardı (3 1 ). Ancak, politik bakımdan geri kalmış bu sosyal grupları, böyle bir propagandayla etki­ lemeye çalışma, uzun süre başarılı olamazdı. Karşı tarafın ideoloj i yoksunluğu, ordusunun sosyal ya­ pısından belliydi. Genellikle İstanbul 'daki " alt proleterya" (lumpenproleterya) arasından toplanan 'Halife ordusu" , (3 1 ) Mustafa Kemal' in belirttiği gibi, daha ilk adımda yenilmeye mahkumdu. (32). İsyanlar da, savaş sonunda sayılan çoğalan işsizler tarafından çıkarılıyordu. Savaş süresince çeteler ku­ ran yüz binlerce asker kaçağı vardı (33). Bu çetelerin çoğu (30) A. Rawlinson, Adventurcs in thc Near East 1 9 1 8 - 1 922, (LondonNew York, 1 923). s. 1 57 ve s. (3 1 ) Smith, Turkey, s. 27: (32) Atatürk, Nutuk, c. il, s. 446 ve s. (33 ) Sanders. Jahrc, s. 235, 24 1 , 307 ve 335. 1 9 1 8 yılında asker kaçağı sa­ yısı ordudaki asker sayısından daba yüksekti.

79


Mondros Mütarekesi'nden sonra da dağılmamışlardı. Ayrıca, savaşa gönüllü olarak katılanlar da bulunmaktaydı. Bunlann büyük bir kısmı, Kafkasya'dan gelmiş olan ve on dokuzuncu yüzyıldan bu yana geleneksel olarak düzensiz askerler olan ve barış dönemlerinde de aynı türlerde çalışmalar gösteren Çerkezlerdi (34) .Bir yandan karşı-ihtilal ordusunun bir yan­ dan da milliyetçi çetelerin büyük bir kısmı Çerkezlerden olu­ şuyordu (35). Milli mücadeleye karşı, birtakım maddi vaatlerle topla­ nan ve politik görüşleri sınırlı eski çetecilerden kurulan bu or­ du, ne yapacağını bilmez bir durumdaydı. Halife-padişah ida­ resinin nefret edilen Rumlar ve Ermenilerle işbirliği yaptığı ve itilaf devletlerinin emri altında savaştığı açığa çıktıkça, bu ordu halktan kopmakta, kesin olarak yenilecekleri inancı as­ kerin arasında gittikçe güç kazanmaktaydı. Halife ordusunu ve çeteleri silahlandırmaya ve Türk top­ raklarında bir Ermeni devleti kurmaya çalışan itilaf devletle­ ri (36) (Fransız işgal kuvvetlerinin büyük bir kısmını Erme­ niler meydana getiriyorlardı) (37) büyük bir Yunan ordusunu da Anadolu'ya sokmakla, savaş yorgunu Türk halkını sindir­ mek yerine büsbütün kamçılamaktaydılar. ltilaf devletleri kı­ sa bir süre sonra Türkleri Türk olmayan Müslümanlardan ayır­ manın olanaksız olduğunu anladılar. Müslüman halkın, Müs­ lüman olmayanlarla silahlı çatışmaya girmesiyle, Müslüman­ ların politik açıdan eyleme katılmaları kaçınılmaz oluyor, di­ ğer alanlarda rekabet ikinci plana düşüyordu. (34) Ryan, Unter dem Roten Halbmond. Erlebnisse eines Arztes bei der türkischen Armee im Feldzuge 1 877-78, ( Stuttgart, 1 90 1 ); Goltz, Ausflüge (35) Adıvar, Ordeal, s. 1 5 1 ve s.; Richard Hartmann, Im neue Anatolien. (Leipzig, 1 928), s. 53; Dankwart A. Rustow, "The army and the founding ofthe Turkish Republic": WP, 1 959, c. XI, s. 525 ve s.; Lord Kinross. Atatürk, Bir mil­ letin yeniden doğuşu, ( Sander, İ stanbul, 1 972), s. 346-354. (36) Liman von Sanders. " Der Freinheitskampf der Türkei ": Preussische Jalırbücher, c. CXC, 1 922, s. 1 39; Harold Armstrong, Turkey in travail (London, 1 925), s. 1 1 5 . ( 3 7 ) Evans. United States Policy, s. 258.

80


1 9 1 8 yılı baharında Türk kıtaları Kafkasya' nın güneyini ele geçirince, savaştan önceki sınırlara çekilmeye zorlanan Kürtler direnmeye başladılar. İtilaf devletlerinin yardımıyla kurulan Erınenistan Cumhuriyeti 1 877'de Ruslara verilmiş olan bölgelerle, Kars ve Ardahan gibi çoğunlukla, Müslüman­ ların oturdukları bölgeleri kapsıyordu. Yeterli askerlik tecrü­ besine ve geleneğine sahip olmayan Ermeniler, İngiliz kıtala­ rının çekilmesinden sonra dağları iyi tanıyan Kürtleri silah­ sızlandırmayı başaramadılar. 1 920 yılı sonbaharında ise Türk ordusuna karşı koyamayacak hale gelmişlerdi (3 8). Yunan istilası, Anadolu'da (özellikle Türklerin yerleştik­ leri bölgelerde) birtakım değişikliklere yol açtı. Yunanlıların İzmir'e çıkmalarını izleyen iç siyasal kutuplaşmalar sırasın­ da, önceleri softaların propagandasına yatkın görünen Türk köylüleri, sonraları büyük kitleler halinde Milli Mücadele'ye katıldılar. Milli Mücadele'nin yöntemi başlangıçta kesin olarak be­ lirtilmemişti. Ortaya atılan değişik görüşler arasında, ulusal direnişe karar verilmesiyle, Milli Mücadele'nin yönetici kad­ rosunun kesinlikle saptanınası da zorunlu oldu. Bu konudaki belgelerden Sıvas ve Erzurum kongreleri davetiyeleri, geçmiş­ leri birbirine çok benzeyen beş kişinin imzasını taşıyordu: Mustafa Kemal Paşa, Hüseyin RaufBey, Kazım Karabekir, Ali Fuat ve Refet Paşalar. Doğum tarihleri l 88 1 ile 1 883 yılları arasına düşen bu komutanlar kara ya da deniz harp akademi­ lerinde eğitim görmüşlerdi (39). 1 920 yılı bahar aylarına dek yönetim genellikle paşala­ rın elindeydi. "Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" temsil heyeti ba­ şında iki eski subay -Mustafa Kemal ve Rauf-, bir eski vali(38) Rawlinson, Adventures, s. 200 ve s.; Ailen and Muratoff, Caucasian Battlefıeld, s. 497 ve s.; Kazemzadeh, The Struggle, s. 286 ve s. ' (39) Smith, Turkey, s. 14 ve s. , s. 1 62 ve s.

81


Bekir Sami-, bir şeyh, bir hoca, bir aşiret reisi ve üç eski me­ bus bulunmaktaydı. Bunlardan, Mustafa Kemal, Rauf ve Be­ kir Sami dışında kalanların yalnız adlan kullanılmış, hiçbir za­ man bir araya gelip birlikte çalışmamışlardı ( 40). Ankara ve İstanbul hükümetleri görevlilerinin yaş ve do­ ğum yerleri açısından karşılaştırılmaları, milliyetçilerin kişi­ likleri hakkında bir fikir verebilir ( 41 ): TABL0 5 Ankara ve lstanbul hükünıetlerindeki görevlilerin doğum yılları ve doğum yerlerine göre dağılışları:

Milli mücadeleye katılan paşalar ( 1 9 1 9- 1 922) İstanbul hükümetine bağlı paşalar ( 1 9 1 4- 1 9 1 8) Milli Mücadele ortalama Bakanları Siviller ( 1 920-1 923) Askerler İstanbul Hükümeti Ortalama Nazırları Siviller ( 1 9 l 8- 1 922)Askerler

Doğum yerleri Doğum Diğer Yılları Balkanlar (ortalama) ve Trakya Anadolu Bölgeler (%) (%) (%) 1 880

68

32

o

1 876

70

12

18

1 88 1 1 880 1 88 1

41 22 89

59 78 11

o o o

1 864 1 867 1 860

62 68 54

24 23 23

14 10 23

Milli Mücadele subaylarının yaş ortalaması, çok genç ol­ duklarını gösterir. Oysa halife-padişaha bağlı subaylar emek­ lilik yaşına varmışlardı. Bu nedenle İ stanbul hükümetinin da­ yandığı askeri güç ancak sembolik bir karakter taşıyordu. Bi(40) Atatürk, Nutuk, c. ! , s. 67, c. lll, s. 922 ve s.; Jaeschke ve Pritsch, "Die Türkei' ', s. 14, s. 20. (4 1 ) Rustow, "Army" , s. 527.

82


rinci Dünya Savaşı'na katılan paşaların beşte birinin, savaş sonrası İstanbul 'da kurulan kabine üyelerinin dörtte birinin, Türklerin azınlıkta olduğu illerden gelmeleri de dikkate de­ ğer. Oysa Milli Mücadele'ye katılan paşaların hiçbiri bu böl­ gelerde yetişmemişti. Bu durum İstanbul ve Ankara hükümetleri bakanları için de geçerlidir. Yaş ortalamaları kırkı geçmeyen BBM bakan­ ları Osmanlı İmparatorluğu'nun Asya'daki topraklarında doğ­ muş, yarısından çoğu ise Milli Mücadele'nin kaynağı ve da­ yanağı olan Anadolu'da yetişmişti. BMM'nin birinci döneminde ( 1 920-23) mebusların yaş ortalaması kırk üçtü. Yani Batı Avrupa ulusal meclislerinde­ ki mebuslarından yaklaşık olarak on yaş, Osmanlı mebusla­ rından ise on beş-yirmi yaş daha gençtiler. Mebusların öğre­ nim durumları da yüksekti: Yaklaşık olarak dörtte üçü Avru­ pa düzeyinde lise ya da üniversite öğrenimi görmüştü ve ya­ bancı dil biliyordu. Kabine üyelerinin %90' ı yükseköğrenim yapmıştı ki, o sıralarda böyle bir sosyokültürel imtiyaza sahip olan kişilerin tümünün genel nüfusa oranı, % 1 'di (42). Aşağıdaki tablo mebusların ve bakanların meslek grup­ larını göstermektedir. Erzurum Kongresi'ne ait rakamlar ke­ sin olmamakla beraber, aradaki farkı belirtmek açısından bir fikir verebilir (43):

(42) Frey, Political Elite, s . 1 69 v e s., s . 1 75 ve (43) Frey, Political Elite, s. 7.7, 1 8 1 , 283.

s., s .

279.

83


TABL0 6 Erzurum Kongresi 'ne ve Büyük Millet Meclisi 'nin birinci dönemine katılanların meslek gruplarına göre dağılışları

BMM'nin Birinci dönemi Meslek grupları

Erzurum Kongresi (katılma oranı % olarak) Mebuslar Bakanlar Delegeler

13 Hukuk (a) 23 İdare (b) 15 Askerlik ( c) 5 Eğitim (d) Sağlık ve teknik ( e) 5 Basın (t) 2 6 Tarım (g) Ticaret/Bankacılık (h) 1 3 17 Din (k)

17 20 29 6 9 3 6 3 9

7 15 11 7 2 7 19 9 13

Bu tablodan asker ve memurların çoğunlukta oldukları anlaşılır. (b), (c), (d) grupları devlet görevlerinde çalışanlar­ dır. Özellikle (a) ve bir bakıma diğer gruplar için de durum böyledir (44). (b)'den (d)'ye kadar olan gruplarla, (a) grubu­ nun katılma oranının yarısı toplanırsa, mebusların %50'sinin, bakanların %60'ının devlet görevlerinden geldikleri ortaya çıkar. Buna karşılık (g) ve (h) gruplarının katılma oranları, me­ buslarda % 1 9, kabine üyelerinde %9 kadardır. Öte yandan, Erzurum Kongresi delegelerinin %30'dan fazlası asker ve memurlardan oluşurken, Meclis üyelerinde bu oran %50 'ye çıkmıştır. Bu arada (g) ve (h) gruplarının Mec­ lis' e katılma oranı, Erzurum Kongresi 'ne katılma oranları olan %28 ' e kıyasla, yaklaşık olarak yarısından fazlaydı. (44) Frey, Political Elite,

84

s.

79.


Genel olarak askerlik, milli hareketin başlıca dayanağı­ nı oluşturan meslek grubudur. lstanbul 'da görev alan subay­ lar için de durum böyledir: Bu subayların çoğu Mustafa Ke­ mal' e sevgi duymaktaydı; 1stanbul 'daki askeri depolardan Anadolu'ya silah kaçırıyorlardı (45). Sivil memurlar arasın­ da ise halife-padişaha bağlı olanlar çoğunluktaydı ve genel ola­ rak yüksek memuriyetlerde bulunuyorlardı. İllerdeki memur­ ların büyük bir kısmı milli hareketten yanaydı. Diğer bölge­ lerdeki milli hareket taraftarları yüksek idari makamlarda bu­ lunanlardan çok, zanaatla uğraşanlar ve serbest mesleklerden olanlardı (46). Ancak milli hareketin orta ve alt kademelerde­ ki yöneticilik görevleri devlet memurlarına verilmekteydi. Mustafa Kemal' in Temsili Heyet adı altında telgraflarla ha­ berleşmekte olduğu kişiler, ordu ve j andarma birlikleri kuman­ danları ya da sivil yönetim görevlileriydi (47). Türk Devri­ mi 'nin üst kademedeki yönetici kadrosunu ise daha önce önemli devlet görevlerinde bulunmuş tabakalar oluşturuyor­ du. Yaşça genç olmaları ve öğrenim bakımından üstün bir du­ rumda bulunmaları, Batı dünyasının bilimsel ve siyasal görüş­ lerinin etkisinde kaldıklarının kesin bir delilidir. Dolayısıyla bu tabaka sosyokültürel açıdan, imparatorluğun toprak üstün­ lüğünün korunması konusunda, Osmanlı gelenekleri çizgisin­ de değildi. Bu özellikler, üst kademelerdeki yönetici kadroda daha da belirliydi. Böylece 1 920 yılından bu yana yasama ve yürütme gö­ revlerini Üzerlerine alanların Türk sosyal yapısını yansıtır ni­ telikte olmadıklarını görüyoruz. Ne var ki bu gerçek, diren­ menin ilk aylarında (Erzurum Kongresi'nin toplanmasından (45) Annstrong, Turkey, s. 142 ve s. (46) Eşraf, memur ve aydınların tutumu için bkz. Rustow, " Anny ", s. 524 ve s.; Joseph La Palombara and Myron Weiner, Political Parti es and political de­ velopment, (Princeton, 1 966 ), s. 1 1 9; İrfan Orga, Phoenix ascendant, (London, 1 958), s. 93; Lewis V. Thomas and Richard N. Frye, The United States and Tur­ key and Iran, (Cambridge, 1 952), �- 65. (47) Atatürk, Nutuk, birkaç yerde.

85


bu yana) açık olarak ortaya çıkmamıştı. Yeni kurulan devlet, giderek toplum karşısında daha serbestçe hareket etmek eği­ limini göstermekteydi. Geleneksel üst tabakalar için de durum böyleydi. Birçok subay ve memur kendi görevleri yanında tarım ve ticaretle uğ­ raşırken, yöresel beylerin ve toprak sahiplerinin parlamento­ ya katılmak istememelerine hak vermek gerekir (48). Devle­ tin alt tabakalardan kopukluğu giderek daha açık olarak orta­ ya çıktı: Köylü ve işçiler milli hareketin yönetimine katılma­ mışlardır. !!. 3. Milli Mücadele 'nin Özel Çalışma ve Örgütlenme Biçimleri

Milli Mücadele, Arap eyaletlerinin geri alınmasının ar­ tık olanaksız olduğu ve yalnızca Doğu Trakya ve Anadolu'nun geleceğinin sağlam görüldüğü bir sırada başladı. Bu ana böl­ gelerin durumuyla ilgili hiçbir uzlaşmaya yanaşılmayacaktı. Milli hareket karşısında yalnız İtilaf devletleri değil, Babıali de bulunuyordu. "Osmanlı hükümetine Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek gerekiyordu" (49). Ancak bu zorunluluk Anadolu köylüsünün bilincinden çok uzaktı: " (Köylü) halife ve padişahsız kurtuluşun manası­ nı anlamak eğiliminde değil: Bu inanca karşı fikir yürütecek­ lerin ve yorumda bulunacakların vay haline! Derhal dinsiz, ha­ in, vatansız olur" (50). Milli kuvvetler ilk olarak cumhuriye­ ti ilan etmeye kalkışsalardı, halk kitlelerinden tümüyle ayrı­ lacaklardı. "Bu önemli kararın bütün gerekliliğini ve zorun­ luluğunu ilk günden açıklamak ve dile getirmek, elbette doğ(48) Yalman, Turkey. . . World War, (49) Atatük, N utuk, c . ! , s . 1 4. (50) Atatürk, Nutuk, s. il.

86

s.

283.


ru olmazdı. Uygulamayı birtakım safhalara ayırmak ve olay­ lardan yararlanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırla­ mak ve adım adım yürüyerek amaca ulaşmaya çalışmak gere­ kiyordu" (5 1 ). "İlk görev ulusun silahlı direnişini savaşa yöneltmekti. Nereden gelirse gelsin, kim olursa olsun, Anadolu'nun bağım­ sızlığına saldıranlara karşı savaşılacaktı" ( 52). Taktik şuydu: Halk yabancı saldırganlara karşı silahlanacak ve şimdilik, ha­ nedana karşı ve laiklikle ilgili görüşler öne sürülmeyecekti. Böyle bir tutum milli birlik cephesini bozabilirdi (53). 1 920 yılında Mustafa Kemal taraftarlarının şeyhülislamın fetvası­ na karşı yayımladığı ve bütünüyle karşı bir tutum içinde ol­ masına rağmen, şeyhülislamınkiyle aynı biçimde olan fetva, milli hareketin bu tutumunun açık bir örneğidir. Her iki fetva da: "Allah Halife' ye uzun ömür versin" sözleriyle başlıyor ve şeriat hükümlerine dayanıyordu. Kemalist propagandanın ağırlık merkezi anti-emperya­ lizmdi. Başlangıçta, halife-padişahın ne kişiliğine, ne de fa­ aliyetlerine karşı çıkılıyordu. Milli Harekete derhal girişme­ nin zorunlu olduğunu gösteren 1 9 Haziran 1 9 1 9 tarihli karar­ da, ilk kez, "İstanbul hükümetinin yabancı devletlerin etkisi altında bulunduğuna" işaret ediliyordu (54). Sıvas Kongre­ si'nin " İstanbul hükümetinin görevlerini yapamayacak du­ rumda" olduğunu saptayan karan da aynı kapsam içine girer (55). Halkın egemenliği ilkesi ancak BMM'nin toplanmasıy­ la, o da, devlet biçimi belirtilmeksizin, ilan edilmiştir. Devrimin öncülerinin gerçek amaçlarını, Mustafa Kemal şöyle dile getirmekteydi: "Efendiler, bu durum karşısında bir ( 5 1 ) Atatürk, Nutuk, s. 1 4 . (52) Atatürk, Nutuk, s. 1 4 v e s. (53) Milli Hareketin taktikleri için bkz. Jaeschke, "Nationalismus" . (54) Metin: Smith, Turkey, s . ı 4 v e s. (55) Ayaklanmanın metni için, Smith, Turkey s. 16 ve Atatürk, Nutuk, c. 1. s. 25 ve s.

87


tek karar vardı. O da ulusal egemenliğe dayanan, kayıtsız şart­ sız, tek kelimeyle bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak" ( 56). Oysa geleneksel siyasal ve dinsel kurumlar değiştirilme­ den bu amaca ulaşılamazdı. Geçmişteki deneylerin gösterdi­ ği gibi emperyalizme karşı verilen bir savaş, Osmanlı İmpa­ ratorluğu ideolojisine (din devleti esası üzerine kurulu mutla­ ki bir egemenliğe) karşı verilen savaşla sıkı sıkıya bağlıydı. Mustafa Kemal'in anlayışına göre: "Saltanat devam et­ tiği takdirde bağımsızlık güven altına alınmış sayılamazdı" ( 57). Mustafa Kemal halifeliği hor görüyordu; ona göre bu ma­ kam "uygar dünya karşısında gerçekten gülünç bir kurumdu" (57). 1 92 1 'de hanedan mensuplarının milli kuvvetlerle ilişki kurma isteklerini Mustafa Kemal ' in, bazı çıkarlar bahasına bi­ le, kabul etmemesi onun bu i lkelerde taviz vermeye niyetli ol­ madığını gösterir (58). Kemalizmin devrimci karakterini dışa ve içe karşı kuru­ lan ikili cephe belirler. Bu hareket, yalnız programı bakımın­ dan değil, aynı zamanda eylem ve örgütlenme biçimleri açı­ sından da Jön Türk hareketinin çok ilerisindedir. Mustafa Ke­ mal 'in askerlikten ayn1mas1 bile, Kurtuluş Savaşı'nın bir as­ keri hareket olmayıp, daha çok bir politik hareket olduğunu gösterir. Böyle bir politik hareketin, bir "komutan sıfatıyla" yönetilmesinin istenmeyeceğini ve olanaksız olduğunu Mus­ tafa Kemal de biliyordu (59). Devrim hareketlerinin politik yön almaları, aynı zaman­ da demokratik bir nitelik kazanmaları demektir. Türkiye'nin kurtarılması için gerekli olan önlemler "haşan kazanabilme­ leri için kişisel olmaktan çıkmalı, milletin bütünlüğünü tem­ sil eden bir cemiyet tarafından gerçekleştirilmeliydi" (59). (56) Atatürk, Nutuk, c. 1 , s. 1 2. (57) Atatürk, Nutuk, s. 14. (58) Jaeschke, "Das osmanische Scheinkalifat von 1 922": WI, 1 95 1 , c. I, s. 200. (59) Atatürk, Nutuk, c. I , s. 30.

88


Jön Türkler'in seçkin zümrelere dayanan oligarşik ide­ oloj isinin taraftarları, yürütme organlarının, hiç olmazsa ge­ çici olarak, halk hareketine dayanmadan kurulmasını istiyor­ lardı. Hamit Bey adında bir mutasarrıf şöyle bir çözüm yolu bulmuştu: "Geleneksel olarak boyun kırmaya alışık olan mil­ let, biz yürüyelim, arkamızdan gelsin, efendim." (60). Mus­ tafa Kemal ise sömürgelikten kurtulma savaşının boyun eğme yolu ile başarılamayacağından emindi. Onun kanısına göre, " Milletin güvenini kazanmış bir kabine kurmak için önce o kabinenin dayanabileceği gücü ortaya çıkarmak gerekirdi." (6 1 ). Gelişmeye başlayan burjuva devletin örgütlenmiş biçimi Atatürk'ün bu kanıtları arkasında yatıyordu. Halkın genel is­ tekleri ve egemenliği bir merkezi kuvvet tarafından temsil edilmeliydi. Ancak BMM kadrosunun gösterdiği gibi halkın onda dokuzundan çoğu bu demokratlaşma olayının dışında kalmıştır. Halk egemenliği Batı Avrupa parlamentarizmi ile kıyaslandığında, Anadolu 'nun sosyo-kültürel ve politik azge­ lişmişliği nedeniyle hiç denilebilecek kadar az gerçekleşebil­ mekteydi. Kemalist yürütme organının yaratılmasında Anadolu'da modern sayılabilecek bir devlet mekanizması kurmuş olan Jön Türkler'den kalan mirastan yararlanıldı. İdari ve askeri kuvvetler Batı'dan alınan örneklere uygun olarak örgütlenmiş­ ti. Belli bir ölçüde gelişmiş olan haberleşme ağı sayesinde, po­ litik alt-yapıda bir birlik sağlanabilmişti. Bu yapı, imparator­ luğun askeri çöküntüsünden sonra da bozulmamış, ondoku­ zuncu yüzyıldaki adem-i merkeziyetçi feodal egemenlikler sırasında bile bu egemenlik türünün kaçınılmaz sonucu olan bölgesel parçalanmalar ortaya çıkmamıştır. (60) Atatürk, Nutuk, s. 56. ( 6 1 ) Atatürk, Nutuk, s. 56 c 57.

89


Türk devletinin Avrupa örneklerinde görülen idari (yö­ netim) becerikliliğe ulaşması elbette beklenemezdi. Ancak, ta­ raftarlarının bilinçleri ve yetenekleri açısından bu devlet, bir burjuva cumhuriyeti için gerekli temel unsurları bünyesinde taşıyordu. Bu nedenle de, milli hareketin öncüleri, var olan mo­ narşi kurumlarını değiştirmeden onları egemenlik ve denetim araçları olarak kullanabilme olanağına sahiptiler. Mustafa Kemal'in 1 9 1 9 yılı Mayıs ayında Anadolu'da önemli görevlerde bulunanlara gönderdiği telgraf, politik ha­ berleşmenin dayandığı temelleri gösteren iyi bir belgedir: "İz­ mir' in ve maalesef bunun arkasından Manisa ve Aydın'ın iş­ gali, ilerideki tehlikeyi daha açık olarak duyurmuştur... Milli tezahürlerin daha canlı olarak ortaya konması ve sürdürülme­ si gereklidir... Üzüntüler zaptolunamamıştır. Hazmı ve taham­ mülü kabil olmayan bu hallerin derhal giderilmesi için önü­ müzdeki hafta içinde büyük ve heyecanlı mitingler düzenle­ nerek milli tezahürlerde bulunulması ve bunun tekmil mülha­ kata yayılması ve büyük devletler temsilcileriyle Babıali'ye teessüf telgrafları verilmesi çok gereklidir. . . Sonucun bildiril­ mesini rica ederim." (62). Bu atılım sonuçsuz kalmadı ve çeşitli yerlerde toplantı­ lar düzenlemeye başlandı. Mustafa Kemal' in eseri Nutuk, dev­ letin egemenliği için yapılan savaşların daha sonraları da bu tür genelgelere dayandığını gösterir. Bu gerçek, Atatürk Dev­ rimi ' nin temellerini açıklayıcı niteliktedir. Öncelikle, şu üç noktaya dikkat etmek gerekir: İlk olarak, o sıralarda Anadolu yolları, büyük kentleri ulaşım ve özellikle haberleşme açısın­ dan birbirlerine kolayca bağlayacak kadar gelişmişti. 1 908 'de, elektrikli araç ve gereçlerin yurda girme yasağının kaldırılma­ sından sonra kurulmaya başlanan telgraf ağı, Birinci Dünya Savaşı başında 1 000 kilometre karede 9 1 kilometrelik bir yo(62) Atatürk, Nutuk,

90

s.

22.


ğunluğa erişmişti. Bu oran Hindistan telgraf ağının (28 km.) iki katından çok, Amerika'nın (236 km.) ise %40'ı kadardı (63 ) . Bundan başka, öbür bağımlı ülkelere kıyasla Türkiye, yalnız. kıyı yollarına değil, aynı zamanda yurdu bir uçtan bir uca bağlayan demiryollarına da sahipti. Ayrıca savaş sırasın­ da Alman mühendisleri birtakım karayolları yapmışlardı. Mil­ li hareket açısından, ulaşım ağı genellikle yeterli sayılabile­ cek bir durumdaydı. İkinci olarak, halife-padişah hükümetine karşı girişilen eylemler konusunda telgrafçı, yönetici ve subaylar gereken yerlere haber ulaştırıyor ve gelişimler sürekli olarak izleniyor­ du. Bu sıralarda daha da belirginleşen gelenekçi bilincin bas­ tırılabilmesi, yönetim ve teknik kadronun, Osmanlı devleti geleneklerinden ve üst tabakalarından, sosyal ve kültürel açı­ dan, epeyce uzaklaşmış olmalarıyla açıklanabilir. Yeni memur­ ların büyük bir çoğunluğu Batı örneklerine göre kurulan okul­ larda eğitim görmüşlerdi. Artık devlet görevlileri sadece pa­ dişahın çevresinde toplanan birtakım seçkin kişilerden oluş­ muyordu. Bu durum, özellikle, bağımsızlık savaşının dayan­ dığı subay grubu arasında göze çarpmaktaydı. Önemli görev­ lerde bulunan subaylar kentli, asker ve memur ailelerindendi­ ler ( 64 ). Bu özellikler, 1 9 1 9 ile 1 920 yılları arasında halife­ padişahın hemen hemen hiç taraftar bulamadığı telgrafçılar arasında daha da belirgindi (65). Üçüncü olarak, Mustafa Keınal' in yolladığı genelgeler Anadolu kentleri dışında da olumlu yankılar uyandırıyordu. Oysa halk, değil politik alandaki gösterilere ve partilere ben­ zeyen örgütlere, gazete ve bildirilere bile yabancıydı. Jön Türkler'in İttihat ve Terakki komitesinin egemen olduğu on (63 ) Bkz. " Fabrikindustries, s. 406; Mears, Modem Turkcy, s. 232 ve s. (64) Adıvar, Turkcy, s. 1 00. (65) Adıvar, Ordeal, s. 87,_s. 1 62 ; Yalman, Turkey ... Time, s. 1 1 5 ve s.

91


yıl içinde halka politik ve demokratik bilinç aşılanması yolun­ da bazı girişimler yapılmıştı ( 66 ). Jön Türkler zamanında bel­ li bir düzeye erişmiş olan burjuva ıslahatlarının yardımıyla, milli kuvvetlere kalan tek iş, var olan devlet mekanizmasını İstanbul 'dan koparıp Ankara'ya bağlamak ve iyi işlemeyen ta­ raflarını düzene sokmaktı (67). Monarşinin yönetim ve aske­ ri temellerinin, gerek kurum ve gerekse kişiler olarak, burju­ va-demokratik devrime yatkınlığı, devrimin ne yönde gelişe­ ceğini göstermekteydi. Eski yürütme organlarının yeni yöne­ time kolayca uyabilir nitelikte olmaları, milliyetçi, yeni bir si­ yasal altyapı kurmak üzere kitleleri bilinçlendirme ve onlar­ la birlikte çalışma zorunluluğundan kurtarıyordu. Aynı ne­ denle, halk kitlelerinin sürekli olarak harekete geçirilmeleri ve yeniden teşkilatlandırılmaları da gerekmiyordu. Türk Devrimi'nin bu özelliği, Çin Devrimi'nin çıkış nok­ tası ile karşılaştırılırsa daha açık olarak ortaya çıkar. Yirmin­ ci yüzyıl başında Çin 'deki burjuva reformları yalnız kıyılara yakın ticaret kentlerini kapsıyor ve sadece ekonomik alanda etkili olabiliyordu. Bütün toplumu kapsayan öğretim, ulaşım, yönetim ve savunma sistemleri yaratmak için girişilen çaba­ lar bir sonuç vermemişti. Ülkenin iç kısımları ulaşım ve ha­ berleşme araçlarıyla kıyılara bağlanmış değildi. Türkiye'de l 000 kilometre kareye 9 1 km. telgraf hattı düşerken, bu ra­ kam Çin'de, Tibet, Sinkiang ve Dış Moğolistan'la birlikte 5 km., bu bölgeler hesaba alınmazsa, 8.5 km. idi (68). Bundan başka, Çin eyaletlerinin çoğu özerk askeri dik­ tatörlerin egemenliği altındaydı. Çin'de ulusal burj uvazi ve proleteryanın Türkiye'den daha fazla gelişmiş olmasına rağ(66) Rustow, ' " Army". s. 54 1 . ( 6 7 ) Amold J . Toynbee, The Westem question i n Greece and Turkey. ( London-Bombay-Sydney. 1 923). s . 1 59. (68) Hesapların kaynağı: N . Hansen, ' 'Telegraph und Telephon in China von 1 9 1 4- 1 9 1 6 " : WWA. c. IX. 1 9 1 7. s. 1 7 .

92


men, 1 9 1 2 yılında Çin'de cumhuriyet ilan edildiği zaman ül­ kenin durumu, Osmanlı İmparatorluğu'nun, il. Mahmut ön­ cesi, adem-i merkeziyetçi dönemini andırıyordu. Çin'de ulu­ sal bir devlet kurma amacıyla verilen savaşların memur ve su­ baylara dayanma olanağı yoktu. Kuomingtang hareketi, halk­ la doğrudan doğruya ilişki kurmak ve cumhuriyet öncesi dö­ neminin egemenlik biçimlerini ve askeri diktatörlükleri yık­ mak, sürekli olarak kitleleri örgütlemek ve eyleme geçmek (sendikalar, grev, lokavt) yoluyla kendi altyapısını oluşturmak zorundaydı. Gerekli kadroyu yetiştirmek amacıyla, siyasi-as­ keri Whampao Akademisi gibi özel eğitim merkezleri kurul­ muştu. Bu merkezlerin yöneticisi komünist Çu-En-Lay'dı. Bu okulları bitirenler ordu içinde ve halk arasında eğitmen ve propagandacı olarak çalışıyorlardı. Kuomingtang hareketi an­ cak bu ve benzeri girişimlerle, alt tabakaları ve yetiştirilmek­ te olan savaşçı güçleri, devrimciler safına alarak askeri dikta­ törler egemenliğine son verebilmişti. Devlet birliğinin sağlan­ masından sonra bu tutumundan vazgeçen Kuomingtang hare­ keti sendikalara, komünist partisine ve l 924'ten 1 927 yılına dek işbirliği içinde olduğu köylü birliklerine baskı yapmaya başlayınca, burjuva devrimi içindeki yönetici rolünü yitirdi. 1 927 yılına dek Kuomingtang'ın başarılı olmasında önemli bir diğer etken de hareketin Sovyetler tarafından desteklenmesiy­ di. SSCB yalnız silah vermekle kalmayıp, siyasi ve askeri da­ nışmanlar da gönderiyordu (Borodin ve Galen gibi). Bu kişi­ lerin Çin devrimine katkıları büyük olmuştur. Kemalist hareket de Sovyetler tarafından desteklenmiş­ tir. Bu yardım (yaklaşık olarak 1 O milyon altın ruble ve iki tü­ menlik donatımı) (70) o sıralardaki cephane ve silah kıtlığın(69) Wolfgang Frankc. Das Jahrhundert der chinesischen Revolution 1 8 5 1 - 1949. ( Münchcn, 1 958). s. 37 ve s.: John King Fairbank, The United Statcs aııd China (Cambrid­ ge, 1 965), s. 149 ve s.: C. P. Fitzgcrald, Revolution in China ( Frankfıırt, 1 956), s. 41 ve s. (70) Jaeschke, " Beitraege", s . ·52.

93


da Türk ordusuna büyük kolaylıklar sağlamıştır. Bu yardım­ lar, çok kısa süreli ve mali olmalarından dolayı kalıcı politik etkenler bırakmamışlardır. Türk Kurtuluş Savaşı'nda ne " Bol­ şevik kıtaları" ne de uzun süre iddia edildiği gibi "Alman su­ bayları" rol oynamıştır (7 l ). Kuomingtang hareketinin aksi­ ne, Kemalist hareket geniş bir askeri kadroya sahipti; dolayı­ sıyla yabancı danışmanlara muhtaç değildi. Bu kadro özellik­ le milli hareketten önceki deneyimlerine ve kendi yetenekle­ rine dayanarak, yeni görevlerin üstesinden gelebilecek güçtey­ di. Osmanlı İmparatorluğu'nun, Prusya askeri ve idari okul­ larını örnek alarak kurmuş olduğu Harbiye ve Mülkiye gibi akademilerde yetişen kişilerin devlet gücünü savaşarak koru­ yabilecek bir durumda oldukları görülmüştür. Bu olanak sa­ vaşın yönetimini de etkilemiştir. " Silahlı savaş gerçek bir halk savaşı olarak ve gönüllü­ ler tarafından başlatılmıştır" (72). Kendiliğinden ortaya çıkan çete hareketi 1 920 yılı ortalarına dek savaşı bütünüyle yük­ lenmiştir. 1 9 1 9 yılında Anadolu'nun büyük bir kısmı çeteler sayesinde elde tutulabilmiş ve isyanlar yine onlar sayesinde bastırılabilmiştir. O tarihlerde Osmanlı ordusunun arta kalanı, " savaş de­ ğerinden yoksun birtakım kadrolar durumuna getirilmişti" (73). 1 00.000 kişilik İngiliz, Fransız ve İtalyan işgal kuvvet­ leri karşısında ancak 50.000 kişilik bir ordu bulunuyordu (74). Düzenli birlikler, Yunan işgal kuvvetleriyle, açık bir cephe sa­ vaşına girişebilecek güçte değillerdi; o kadar ki, ne devrime karşı olan asilere, ne de sürdürdükleri din propagandasına kar(7 1 ) Rawlinson, Adventures, s. 297 ve s. 295. (72) Jaesch.ke, " Freiheitskampf ' , s. 1 3. (73) Atatürk, Nutuk, c. I, s. 8. (74 Geschichte Republik, s. 43 ve s. 39.

94


şı koyabilecek durumları vardı. Bu durumda ancak düzensiz birliklerle başarı sağlanabilirdi (75). Çeteler, hem politik eğilimli, hem de politikayla ilgisi ol­ mayan karmaşık topluluklardan oluşmaktaydı. Bu kuvvetleri harekete geçiren en büyük etken emperyalist devletlerin ve azınlıkların bölücü çabaları olmuştu. Anadolu'da özellikle Rum ve Ermeni çetelerin ortaya çıkmasının Müslüman halk üzerinde uyarıcı bir etkisi olmuş ve köklü, ideoloj ik potansi­ yelin su yüzüne çıkmasına yol açmış; ana dilleri Türkçe olan Müslümanlarda uyanmakta olan Türk yurtseverliğini körük­ lemişti. Bu hareket, özellikle içerdiği emperyalizm ve gele­ nekçilik karşıtı tutumdan ötürü devrimci bir nitelik taşımak­ taydı. Çetelerin ortaya çıkışları üç ayrı biçimde olmuştur: İlk ön­ ce Müslüman olmayanların çeşitli bölgeleri ele geçirip, Müs­ lümanlara zulmetmeye başlamaları karşısında halkın kendili­ ğinden silaha sarılmasını görüyoruz. Bu grupta, sıkı bir aşiret teşkilatına sahip olan Kürtlerin özel bir yeri vardı. İkinci ola. rak, ordudaki subaylarla kentlerdeki aydınların oluşturdukla­ rı siya.sal kökenli milli direniş gruplarını görmekteyiz. So­ nuncu grup ise, zaten silahlanmış olan geleneksel Anadolu eş­ kıya topluluklarının yeni bir göreve yönelmesiyle ortaya çık­ mıştır. Bu son grup, Osmanlı-Türk toplum düzeninin tipik bir ürünüdür. Bu düzende köylüler, bilfiil, ömür boyu askerlik yapmakla yükümlüydüler; ayrıca, gelişigüzel vergiler ödeme­ ye ve feodal düzenin yükümlülüklerini yerine getirmeye zor­ lanırlardı. Jandarma birlikleri ise baskı yoluyla bu düzeni ko­ rurdu. Bu nedenle, fizik ve ekonomik varlıkları güvenlikten yoksun olan köylülerin dağa çıkmaktan başka çareleri kalmaz( 7 5 ) Çetelerin Ulusal Kurtuluş Savaşı 'nın ilk döneminde oynadıkları rol için bkz. Adı var. Ordeal. s. 1 56 ve s., s. 1 99; Adıvar, Turkey, s. 1 86.

95


dı. Böylece ortaya çıkan "yarı politik nitelikteki eşkıya çete­ leri" Osmanlı hükümeti ile sürekli çatışma halindeydi. Zen­ gin çocuklarını kaçırır, karşılığında fidye ister; zengin tüccar­ ları soyar, memur ve jandarmaları öldürürlerdi; ancak yoksul köylülere her zaman yardım ederlerdi (76). Osmanlı İmparatorluğu ordusu 1 9 1 1 'den bu yana, yaban­ cı devletlerle aralıksız savaş halindeydi. Ayrıca ordunun bü­ yük bir kısmı da Arap eyaletlerindeki asilerle çarpışmaktay­ dı (77). Uzun yıllar süren bu savaş sırasında Anadolu eşkıya­ sının sayısı da önemli bir ölçüde artmıştı. Eşkıyanın bir kıs­ mı devrimci harekete katıldı; eski subaylar ve silahlı köylü­ lerle birlikte düzensiz çeteler oluşturarak İtilaf devletleri bir­ liklerine ve Yunan ordusuna karşı koydular. Azınlıkların ve ha­ life-padişahın emrindeki kuvvetleri bastırdılar. Aynı zaman­ da Osmanlı ordusunun savaş gereçlerinin büyük bir kısmının yabancıların eline geçmesine engel oldular. Bir kısmı "pro­ fesyonel eşkıyadan" oluşan milli çeteler, Yunan ordusunun ilerlemesi karşısında büyük yararlıklar göstermişlerdir. Bu gerçekten, Toynbee'nin dediği gibi, özellikle kendi yurtlarını savundular, diye söz etmek pek doğru olmamaktadır (78). Çete hareketlerinin bir kısmı 1 920 yılında Yeşil Ordu adı altında birleştirildi. Bu ordunun büyüklüğü, yapısı ve çalış­ maları üzerindeki görüşler çeşitliydi. Kemalist hareketin için­ de ve dışında, ayrıca komünistler arasında da, düzensiz çete­ leri bir çeşit "halk ordusu" çekirdeği ve sosyal devrimi ger­ çekleştirebilecek tek güç olarak gören gruplar vardı. Bu grup­ lar, çetelerin tümünün Yeşil Ordu adı altında birleşmesine ça­ lışıyorlardı. (76) Adıvar, Ordeal, s. 6 1 , Turkey, s. 1 56 ve s. (77) David Frazcr, Persia and Turkey in revolt, ( Edinburgh-London, 1 9 10), s. 41 1 ve s. (78) Toynbee, Western question, s. 1 56.

96


Bu planların gerçekleşmesini ve Yeşil Ordu' nun politik açıdan örgütlenmiş bir gerçek durumuna gelmesini beklemek, çetelerin sosyal çeşitliklerini ve coğrafya açısından dağınık­ lıklarını göz önüne almayanların düştüğü bir yanlıştır. Yeşil Ordu' nun "küçük burjuva devrimciler tarafından yönetildiği", "tarım ve sosyal reformlar taraftarı olduğu", " sol kanadının komünistlere sempati beslediği" gibi söylentiler de kesin de­ ğildir (79). Bu ordunun "komünizme dönük olduğu" (80) ya da " Türk komünist ordularının Mustafa Kemal 'i desteklemek amacıyla savaştıkları " (8 1 ) iddialan da gerçekten çok uzaktır (82). Görüyoruz ki, zafer ya da yenilgiyi belirleyecek başlıca unsur düzenli ordu birlikleriydi. Bir yandan genç subayların büyük bir kısmının İstanbul hükümetine karşı olmaları, öte yandan eski ordunun büyük bir hızla yeniden dirilmesi, yal­ nız savaş potansiyelinin kuvvetlenmesine yol açmakla kalmı­ yor, aynca düzenli ve düzensiz birlikler arasındaki ilişkilerde de değişiklikler meydana getiriyordu. Hükümet ile genelkur­ may açısından çeteler, ordunun henüz zayıf olduğu bu sırada var olma hakkına sahiptiler. "Başıbozuklar"ın aldıkları yük­ sek maaşlar, düzenli ordu askerlerinin kaçmalarına yol açıyor­ du (83). Hareketin yöneticileri, çetelere yüz çevirip, onlara karşı bir tutum alırken, bu birlikler içinden askerlik açısından yete(79) Ernst Werner, "Wesen und Formen des türkischen Nationalismus" : ZFG, 1 968, yıl 1 6, s . 1 308. (80) Harris, Origins, s. 88; Lewis Emergence, s. 3 6 1 . ( 8 1 ) Manfred Halpem, The politics of social change i n the Middle East and North Africa, (Princeton, 1 965), s. 279. (82) Çete hareketi ve Yeşil Ordu için bkz. Atatürk, Nutuk, c. il; Smith, Tur­ key, s. 64 ve s.; Harris, Origins, s. 69 ve s.; Berkes, Development, s. 44 1 ve s.; Edward Hallett Carr, The Bolshevik Revolution 1 9 1 7- 1 923, (London, 1 96 1 ), c. III, s. 299 ve s.; Jaeschke, "Kommunismus und Islam im türkischen Befreiungsk­ riege" : WI, c. X:X, 1 938, s. 1 1 2. (83) Adıvar, Ordeal, s. 25 1 .

97


nekli ve politik bilince sahip kadroyu da kendi tarafına çek­ meyi ihmal etmediler. Bu gelişim, rasgele kişilerden kurul­ muş olan "gezici çeteler" in sosyal ve siyasal güçsüzlüklerini arttırdı. Halife-padişah hükümeti gibi milli hareket de savaş kargaşalıkları içinde doğmuş olan bu çetelerden politik bakım­ dan yararlanmayı denemişti (84 ). 1 9 1 9 yılı mayıs ayında çe­ teciler, Osmanlı hükümetine duydukları nefret nedeniyle Yu­ nanlıların tarafına geçmişlerdi. Ancak Yunan işgalinin, Müs­ lüman halk için ne demek olduğunu gördükten sonra, işgal kuvvetlerine karşı direnmeye başladılar (85). İstanbul ve An­ kara hükümetlerine bağlı, düzensiz yardımcı birliklerin sos­ yal kökenleri ve ideolojileri arasındaki ayrımın büyük olma­ dığı,savaşlarda kullandıkları adlarda da yansır: Milli hareket cephesinde çarpışanlar, Büyük Arslan, Ahmet Onbaşı, Pehli­ van Ağa; padişah cephesinde çarpışanlar ise, Küçük Arslan, Hasan Çavuş, Deli Hasan gibi adlar almışlardır (86). Milli harekete katılan gönüllülerin çoğunu eski asker ya da eşkıyalar meydana getirmekteydi. En ünlüleri olan Çerkez Ethem' in kişiliği ve birliklerinin yapısı bu gerçeği doğrular. "Hemen hiç denecek derecede okuma yazma bilen" (87) Çer­ kez Ethem, Birinci Dünya Savaşı'na gönüllü olarak katılmış, "fidye parası ile zengin olmuştu" (88). Başka bir ünlü yönetici de Türkmen göçebelerinden Yü­ rük Ali Efe idi. Savaş sırasında ordudan kaçarak kurduğu eş­ kıya çetesi 1 9 1 9 yılında kuvvetli bir birlik durumuna gelmiş­ ti (89). (84) Atatürk, Nutuk, c . ! , s. 92 ve s. (85) Adıvar, Ordeal, s. 6 1 . (86) Atatürk. Nutuk, c . !, ve c . il. (87) Adıvar, Ordeal'; s. 1 52. (88) Orga, Phoenix Ascendant, s. 1 02, s. 88; Adıvar, Ordeal, s. 1 52; Ata­ türk. Nutuk, c. il, Bölüm V.

98


Çeteler düzenli bir örgütlenmeden çok uzaktılar. Genel olarak, her çete kendi başına buyruktu. Milli hükümetin bu çe­ teleri politik bilinç sahibi, düzenli birlikler durumuna getirip faaliyete geçirebilmesi kolay değildi. Nitekim, bunun tersi olunca çarçabuk ve açıktan açığa eşkıyalığa yöneldiler. Umum Kuvayı Seyyare Kumandan Vekili Tevfik Bey bu gerici birliklerin özel yapısı üzerinde şunları söylemektedir: "Kuvayı Seyyare, ne bir fırka, ne de düzenli bir kuvvet hali­ ne sokulamaz. Bu serserilerin başına ne bir subay ne de hesap memuru koymak mümkün olmamakla beraber kabul ettiril­ mesi imkanı da yoktur. Çünkü subay gördüler mi Azrail gör­ müşçesine isyan ediyorlar. Bizim müfrezelerimiz, Pehlivan Ağa, Ahmet Onbaşı, Sarı Mehmet, Halil Efe ve Topal İsmail gibi adamlar tarafından idare edilmektedir. Ve bölük emirleri yazdığını okuyamaz ve okuduğunu yazamaz adamlardan mey­ dana gelmiştir." (90) Sadece yönetim açısından çete reisine bağlı olan çeteler, örgütleniş ve yöntem bakımından başlarına buyruktular. Ge­ lişigüzel hareketleri, artan disiplinsizlikleri ve yetki istekleri ile ordu yönetimini tehlikeye sokuyorlardı. Kurtuluş Sava­ şı 'nın sonlarına doğru devrimin karşısında yer alan bir güç du­ rumuna gelmişlerdi. Eric J. Hobsbawn'ın, arkaik toplumlar üzerine yaptığı araştırmadan çıkardığı genel sonuç, Türkiye için de geçerli­ dir: "Toplumsal amaçla yapılan eşkıyalığın hemen hiçbir be­ lirli örgütlenme biçimi ve ideoloj isi yoktur. Bu eşkıyalık çağ­ daş toplumsal bir eylemde yer alma yeteneğinden de yoksun(89) Lewis Turkey, (London, 1 960), s. 5 1 . (90) Atatürk, Nutuk, c . II, s . s·ı s .

99


dur. Ulusal çete savaşlarında, ulaşabildikleri en gelişmiş bi­ çimlerde bile, kendi başlarına etken olamazlar." (91 ) Çin'de okuma yazma bilmeyen köylülerin, hatta başıbo­ zuk gruplardan toplanmış partizanların, askerlik yönünden disiplinli ve siyasal bilince sahip devrimciler durumuna gel­ meleri on yıl sürmüştür. Bu olayın arkasındaki devrimci par­ ti ve ordunun yetenekleri sayesinde, eşkıyalık eğilimleri, yo­ ğun bir eğitimle, olumlu alternatif ideoloj ilere dönüştürülebil­ miştir. Kemalist hareket ise böyle bir gelişim için gerekli olan kadro, ideoloji, örgütlenme ve siyasal ön-koşullardan yoksun­ du. 1 920 Türkiyesi koşullan altında, Mustafa Kemal' in gö­ rüşüne göre, " sıkı disiplin ve kayıtsız şartsız, tereddütsüz ita­ at gerektiren ciddi askerlik görevlerinin ancak düzenli ordu ile yerine getirilebileceği gerçeğini unutmaya elbette mahal yok­ tur." (92) "Düzensiz teşkilat ve siyasetini yıkmak karan"nı gerçekleştirmek artık zorunlu idi (93). Böylece milli hareket, bir zamanlar yararlandığı ve kendiliğinden ortaya çıkmış olan bu kitle faaliyetini ve örgütünü kaybediyordu. Çünkü milli kuvvetler, İstanbul hükümeti askerlerinden yaşça daha genç ve geleneklere daha az bağlı idiler. Orduda disiplin gelişmiş­ ti; savaş gücü yüksekti. Ancak, temelde, yapı açısından iki or­ du arasında büyük bir fark yoktu. Jandarma ve memurlar için de aynı durum geçerliydi. İçinde Çerkez Ethem kuvvetlerin­ den Yunanlılara sığınmayanların da bulunduğu çeteler, 1 92 1 yılından bu yana gerek Osmanlı ordusunun, gerekse milli kuv­ vetlerin yardımcı birliklerini oluşturmuşlartlı (94). Osmanlı İmparatorluğu'nun (özellikle otoriteye bağlı) egemenlik biçimleri ve geniş çapta askeri-idari kurumlara da(9 1 ) Eric J. Hobsbawn, Sozialrebellen, (Neuwid-Berlin, 1 962), s. 1 8. (92) Atatürk, Nutuk, c. il, s. 468. (93) Atatürk, Nutuk, s. 504. (94) Adıvar, Ordeal, s. 237, s. 299, s. 366.

1 00


yanması, Kurtuluş Savaşı' nın iç cephede de tam anlamıyla bir savaş durumuna gelmesine yol açıyordu. Köylüleri, geçerli­ ğini yitirmiş düşünce ve davranışlardan kurtarma yolunda, politik açıdan büyük bir çaba gösterilmedi. Anadolu'ya yeni düşünüş biçimleri ikna yolu ile değil, tepeden inme önlemler­ le sokulmaktaydı. Halife-padişah taraflılannın çıkardıklan isyanlara karşı, önceleri düzensiz birliklerce sürdürülen savaş, giderek, polis aracılığıyla ve ağır cezalarla önü alınmaya çalışılan bir iç hu­ zursuzluk niteliği kazanmaktaydı. Bu yöntemler, yalnız gerek­ siz yere kan dökülmesine yol açmakla kalmıyor, aynı zaman­ da bozucu siyasal etkileri de oluyordu. İsyanlara karşı savaşı, propaganda aracılığıyla yürütebilecek siyasal bir kadronun bulunmaması, güvenilir kıtalann sayıca az olmalan, Kemalist hareketin bu alandaki çalışmalarını kısıtlıyordu. Karşı isyanları bastırmak için kullanılan yöntemlerden bir başkası da "lstiklfıl Mahkemeleri" idi. Yargıçları, mebuslar arasından seçilen ve geniş yetkilere sahip olan "İstiklal Mah­ kemeleri" , milli hareketin herhangi bir direnmeyle karşılaştı­ ğı yerlerde derhal görev alıyorlardı (95). Halkın bu mahkeme­ lerin kuruluşlarına katılma hakkı yoktu. Silahlı kuvvetlerin maddi ihtiyaçları, idari kuvvetlerin yardımı ve baskı önlem­ leriyle karşılanıyordu (96). Böylece, isyanların bastırılması ve devrim örgütü, Babıfıli görevlilerinden pek farklı olmayan bir kadronun, memur, j andarma ve eşrafın elindeydi (97). Halk kitlelerinin bu çalışmalara katılma oranı yok denecek kadar düşüktü. Kemalist hareketin aldığı önlemlerin amaçlarına ulaşma­ larına rağmen, başlangıçta halk kitleleri verilen kurtuluş sa(95) Kanunların metni için bkz. L a Legislation Turquie, ( İ stanbul, 1 923), c. ! , 5 ve s., s. 24 ve s., s. 34 ve s., s. 265 ve s. (96) Bkz. Atatürk, Nutuk, c. il. (97) Paul Stirling, "Religious i:hange in Republican Turkey": MEJ, c . Xll, 1 958, s. 404.

101


vaşı ile içlerinden gelerek ve istek duyarak kaynaşamamıştır. Ancak, 1 92 1 yılında 250 acemi askerin, tek bir subay tarafın­ dan yönetilebilmesi,(98) bu önlemlerin yavaş yavaş halk kit­ lelerinin desteğini kazanmaya başladığını gösterir. Bu durum, ancak önlemlerin baskı yoluyla kabul ettirilmeye çalışılmadı­ ğı ya da yeni otorite biçimlerine halkın kendiliğinden uyma eğilimi gösterdiği yerlerde göze çarpıyordu. Yine de, çoğun­ lukla yeni bir bilinç getiren ideolojilerin bu alanda etkili ola­ bilme olanağı çok azdı. "Türk köylülerinin çoğunluğu" için bağımsızlık savaşının anlamı "bir cumhuriyetin ulusal başa­ rısından çok İslamiyetin Müslüman olmayanlar üzerindeki başarısıydı" (99). Bir anlamda İslamlığın temsilcisi olan hanedandan ko­ pan halkın (siyasal-ulusal bir düzeye erişmesine rağmen) ye­ ni Türk milliyetçiliğine bağlılığı yabancılara karşı duyulan düşmanlığın değişik bir biçimde ortaya çıkmasından başka bir şey değildi. Harekete, Anadolu köylüsünün belirli bir oran­ da katılmış olması, ülkenin en verimli siyasal gücünün tarih açısmdan bir nesne (obje) olmaktan başka bir rol oynamadı­ ğını gösterir.

(98) Rawlinsoİ1. Adventures, s. 332. (99) Stirling. "Change", s. 400.

1 02



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.