Nadir Nadi: Olur şey değil

Page 1



NADİR NADİ

OLUR ŞEY DEÖİL

ÇAGDAŞ YAYINLARI GAZETE, DERGİ, KİTAP, BASIN ve YAYIN ANONİM ŞİRKETİ Türkocağı Caddesi No

:

39

-

41 Cağaloğlu - İstanbul


Tarih -Anı

-

Gezi - Olay

Dizisi: 28 Ocak 1981

Dizgi - Baskı : ONUR BASIMEVİ Selvili Mescit Sok. Güzeller İşhanı 6 Cağaloğlu

-

isTANBUL


BİRKAÇ SÖZ

Bu kitapta topladığım anılar, 1964 yılında <<Perde Aralığından» başlığı altında yayımlanan anılarımın devamıdır. Onun için şimdi ayrıca bir önsöz yazmayı gerekli bulmuyorum. 1964'te, Atatürk'ün ölümünden Demokrat Parti iktidarının ilk aylarına dek tanık oldu­ ğum olayları sıralamıştım. Bu kez, 1950 - 1972 yıllarını kapsayan anılarımı dile getiriyorum. Bir noktayı özür dileyerek okurlarıma anımsatayım: Hani TV'de dizi filmler gösteriliyor ya, nasıl her seferinde bir hafta öncekinin bir özeti veriliyorsa bu kitabın başında da <<Perde Aralığıııdan»ın son sayfalarını kapsayan, biraz değişik de olsa, kimi bölümlere rastlayacaksınız. İki ki­ tap arasındaki yapısal bağlantıyı koparmamak için başka türlü yapamazdım. Bununla birlikte «Olur Şey Değil»i okuyanların mutlaka «Perde Aralığından»a da başvurmaları gerekiyor demek istemiyorum. Adı geçen kişilerin bir bölümü her iki kitapta da boy gösteriyorsa da, anılarım yakın geçmişimizin belli evrelerini içer­ mektedir. İsteyenler sadece biriyle de yetinebilirler. 5


Bir nokta daha: Bu yazılar dizi halinde gazetede yayımlanırken ufak tefek yanılgılara düştüğümü dik­ katli okurlarımın gönderdikleri mektuplardan öğren­ dim. Her birini ayrı ayrı irdeledikten sonra ger.ekli düzeltmeleri yaptım. Yine de kitabın kusursuz olduğu­ nu söyleyemem. Ne yapalım, hep insanız. Ozanın dediği gibi kusurlarımı görenler iyi niyetime bağış­ lasınlar. 15 Aralık 1980

6

Nadir Nadi


1

Eğer, sanki içine doğmuş gibi Samet Ağaoğlu ön­ lemeseydi, Refik Koraltan'ın «Beyaz İhtilal» diye nit_e: !emekten pek hoşlandığı 14 Mayıs seçimleri, belki de ulusal bayramlarımız arasında yer alacak ve biz bu bayramı her halde 27 Mayıs 1960 yılına kadar resmen en az on kez kutlamak zorunda bırakılacaktık. TBMM dokuzuncu dönem açılış toplantısına katıl­ mak üzere eski Medis binasına giriyordum . Ankara Palas'ın önündeki mermer basamaklar , Meclisin dış giriş kapısından İstasyona ve Plus meydanına doğru sağlı sollu uzanan kaldırımlar tıklım tıklım halkla do­ luydu. Rahmetli Peker'in bir gün nasılsa boş bulunup «Kasketliler» sözcüğüyle azımsar göründüğü kalabalık, orada gerçekten bir bayram havası yaşıyordu o gün. Muhalefet yılları boyunca daha ziyade ciple dolaşan, her uğradığı yerde anti-demokratik kanunlardan dert yanan, partisi iktidara gelince halk hizmetinde bir dev7


let düzeni kurulacağını, partizan idareye mutlaka son verileceğini vaadeden yeni Cumhurbaşkanı adayı Ce­ lfil Bayar, o gün de Meclis'e ciple gelecek deniyordu ve halk kendi seçtiği vekillerini bağrına basmak üze­ re, birbirini çiğnercesine onların geçeceği yolu doldur­ muştu . Halide Edip Adıvar ortamızda , Samet Ağaoğlu ve ben görevli nöbetçilerin bulunduğu dış giriş kapısından geçmiş esas binaya doğru yürüyorduk. Ortalıktaki bay­ ram havasından fazlaca duygulanmış olacak, Halide Edip: - 14 Mayıs'ı milli bayram ilan etmeli! dedi. Sa­ met önüne bakıyordu ve düşünceli görünüyordu. Ünlü romancımızı kırmak istemeyen bir ses tonuyla «durun bakalım, aceleye gelmez. Bunu ilerde düşünürüz ! » gibilerden bir şeyler söyleyerek onun duygusal heye­ canını yatıştırmaya çalıştı.

Meclis toplantı salonunda esen hava, dışarıyı arat­ maya..:!ak derecede bir coşkunluk görüntüsü içindeydi. 1789 Fransasının «Jeu de paume andı» toplantısıyla il­ gili çağrışımlara sürükleniyordu insan ister istemez. Tanıdık tanımadık çoğu milletvekilleri birbirleriyle sar­ maş dolaş kucaklaşıyor, öpüşüyor, karşılıklı sevinçler ve kutlamalar uğultu halinde koca salonun tavanına doğru yükseliyordu. Ön sıralarda DP ileri gelenleri göze çarpıyordu. İşte heybetli gövdesiyle Refik Koraltan (en çok ku­ caklaşanlardan biri oydu) . İşte elinde tesbihi Fuat Köprülü. İşte Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu , işte Refik Şevket İnce, işte ateşli söylevleriyle DP kongrelerinde 8


devrin iktidarına Mirabeau'vari meydan okuyan Sıtkı Yırcalı, işte DP'nin tek tük kadın milletvekillerinden Nazlı Tılabar ve dereo;::e derece ünü azalanlarla hiç ta­ nınmamışların ezici bir çoğunluk teşkil ettiği başka­ ları. Utangaç yaradılışlı olduğumdan ön sıralarda yer­ leşmeğe cesaret edemedim. Zaten oralar ı kapışılmış, iki kişilik bir sıraya üç dört kişi yan yana sıkışmıştı . Arkalara doğru uzandım. Dinleyici localarının altına rastlayan bir yere sıkıştım oturdum. Yanımda gözlüklü, tombulca, benim gibi utangaç halli biri vardı. Tanış­ tık. Adı Mehmet Enginün. Hukukçuymuş, uzun yıllar yargıçlık yapmış . Şimdi DP Edirne milletvekili ola­ rak ilk kez politika hayatına atılıyormuş. Biz Mehmet Enginün'le kesik kesik bir nezaket ko­ nuşmasını sürdürürken, en yaşlı üye olarak başkanlık kürsüsüne çıkan Hüseyin Cahit Yalçın , bu bayram ha­ vasından hiç de hoşlanmadığını belli eden kısa bir kaç sözle oturumu açtı ve ilgisi yokmuşçasına eline aldığı bir kitabı dikkatle okumaya koyuldu. Katibin il sırasına göre çağırdığı milletvekilleri bi­ rer birer kürsüye gelerek and içiyor, ünlü kişiler ün­ lerine yakışır biçimde hafif, orta ya da şiddetli alkış­ larla selamlanıyordu. O arada tuhaf bir olayla karşılaştık. İdare amirleri­ mizden ikisi bizden yana seğirterek biraz ötemizde otu­ ran iki kişiyi yakaladıkları gibi ite kaka dışarı çıkar­ dılar. Ne oluyoruz? Ne var? derken iş anlaşıldı. Bu iki adam milletvekili değillermiş. Ya özenti sonucu, ya da 9


«nasıl olsa bizi ayırdedemezler» düşüncesiyle salona girip halkın seçtiği gerçek milletvekillerinin yanına yerleşmişler. Benim şaştığım, çoğunun birbirini tanı­ madığı büyük bir kalabalık arasında idare amirlerinin o iki sahte milletvekilini seçebilmiş olmalarıydı. Ama şimdi düşünüyorum: Sahte milletvekilleri dı­ şarı çıkarılırken kulağıma gaipten bir ses gelse de: «- Dur bakalım, bunda şaşacak birşey yok. Hele bir on yıl bekle. Böyle sahtelerinin değil , resmen se­ çilmiş milletvekillerinden yüzlercesinin paketlenip Harp Okuluna yerleştirildiğini göreceksin» deseydi daha çok şaşmaz mıydım? . O zaman evet, şaşardım, hem d e çok şaşar, belki hayretten küçük dilimi de yutabilirdim. Ama yıllar geçtikçe bu ses gaipten değil, vicdanla­ rın derininden duyulur oldu. Gümbür gümbür ötüyor­ du bu ses ve kimseyi şaşırtmıyordu. Sadece bir kısım yöneticiler takımının kulakları tı­ kalıydı. Duymuyorlar, ya da duymak istemiyorlardı sesi. Andiçme ve seçim işlemleri tamamlandıktan sonra yeni Cumhurbaşkanını kutlama törenine sıra geldi. Az bir gecikme ile yukarı kata çıktım. Milletvekilleri kuy­ ruğa girmişler , tören salonunda yer alan Bayar'ın önünden geçmeye hazırlanıyorlardı. Vakit öldürmek için koridorda dolaşırken nasılsa elim camekanlı bir kapıya değdi. Elimin değmesiyle de kapı ardına ka­ dar adeta kendiliğinden açılıverdi. Birden karşımda İsmet İnönü'yü gördüm. Eski Başbakan Şemsettin Gü­ naltay, bir teşrifat nazırı aceleciliği ile kapıyı daha 10


önce karşı taraftan açmış, ceketinin düğmelerini ilik­ leyerek Genel Başkanına yol gösteriyordu. Koyu renkli giysileri içinde İnönü'nün o gün telaşlı ve heyecanlı bir hali vardı. Yanakları pembe pembe kızarmıştı. Hangi yöne doğru yürüyeceğini öğrenmek için Günaltay'ı iz­ liyordu. Paşayı görür görmez hiç bir olumlu davranışta bulunmaksızın sanki hoşlanmadığım bir adam karşıma çıkmış gibi hemen yüz geri ettim , onları arkada bıra­ karak ellerim cebimde, koridorda dolaşmağa başladım. Gerçi İnönü beni tanımazdı. Onunla hiç bir zaman böy­ lesine burun buruna gelmemiştim. Vaktiyle babama yaptıklarından ötürü, kırgınlık mı, kızgınlık mı desem içimde karmaşık duygular vardı Paşa'ya karşı. Say­ gısız tutumum bu nedenden ileri geliyordu. Oysa İnönü kim olduğumdan bile habersizdi. Davranışımın yanlış­ lığını zamanla anlayacaktım. Herhangi bir vatandaş olarak İsmet İnönü'yü selamlamam , ona yol vermem kişiliğime daha yaraşır bir hareket olacaktı. Tören salonunda, ikişer adım aralıkla yeni Cum­ hurbaşkanının elini sıkarak önünden geçtik. Bayar, ağır­ başlı edasıyla ortada duruyordu. Sağ gerisinde Koral­ tan sol gerisinde Menderes, onun da biraz gerisinde Köprülü yer almışlardı. Protokoldan pek haberi olma­ yan kimi milletvekilleri Bayar'dan sonra Koraltan'ı da Menderes'i ve Köprülü'yü de kutlamaya davranı­ yor, salon trafiğini aksatıyorlardı. Bayar'ın ayaklarına kapanırcasına iki büklüm eğilenlere, elini öpmeye dav­ rananlara da rastlanıyordu. Fotoğraf flaşlarının şimşek gibi çaktığı salondan çıkarken biraz tedirgindim galiba. 11


Sıra tutanakların onaylanması işlemine gelince beklenmedik bir olay , Meclis'te saatlerce süren, gece yarılarına kadar uzayan tartışmalara yol açtı. Aslında bu daha ziyade basit bir usul meselesinden ibaret ol­ malıydı. Nitekim işe ilkin o açıdan başlanmıştı. Ko­ misyondan gelen raporlar okunuyor, başkanın «kabul edenler, etmeyenler» sorusu üzerine eller kalkıyor, sa­ yın üyelerin milletvekillikleri gerçekleşmiş oluyordu. Sebati Ataman'la ilgili tutanak okunduğu zaman ortalık karıştı. Zonguldak'ta CHP adayı olarak seçi­ me giren Sebati Ataman'ın durumu biraz başkaydı. Yeter sayıda oy kazanan DP'li bir aday sandıklar açılmadan az önce fazla heyecana kap_ılmış , oracıkta vefat etmişti. Oy sayısına göre onu hemen CHP'li Ata­ man izliyordu. Şimdi bu arkadaş vefat edenin yerine otomatik olarak milletvekilliğine hak kazanıyor muy­ du, yoksa Zonguldak'ta bir kişi için seçimleri yenile­ mek mi gcreke�ekti? . . Aklımda yanlış kalmadıyşa tu­ tanakları inceleme komisyonu Meclis Genel Kurulu'­ na bu ikinci çözümü öneriyordu. Bir tartışmadır başladı. Çoğu hukukçu olan mil­ letvekillerimiz arka arkaya kürsüye çıkıyor , bilimsel açıdan sorunu aydınlatmaya çalışıyorlardı. Söylemeye gerek yok ki, zaten sayıca pek azalmış bulunan CHP'liler Ataman'ı savunuyorlardı. DP'liler arasında da tek tük onu destekleyenler bulunmakla birlikte, salon­ da esen hava Ataman hesabına hiç de umut verici gö­ rünmüyordu. Nihayet son olarak Sebati Ataman kürsüye çıktı. O da hukuk okumuştu. Koltuğunun altına sıkıştırdığı bir sürü kara kaplı kitabı önüne serdi. Başladı konuşma­ ya. Arada bir kitapları karıştırarak işaretlediği say12


falardan bölümler okuyor, ölenin yerine kendisi­ nin rµilletvekili seçilmesi gerektiğini ispatlamaya çalı­ şıyordu. Telaşsız, düzgün bir dille konuşuyordu Ata­ man. Falanca, falanca profesörler ne demişler , bir ta· kını belgelere dayanarak, DP çoğunluğunu kazanma çabası içinde, pek belli etmeksizin, kimi zaman bilimi bir yana bırakıp politikaya kayıyor, tutanağı onayla­ nırsa yeni iktidara yarar sağlayacağını, hatta ileride DP saflarına katılabileceğini ustalıkla belli ediyordu. Ama DP çoğunluğu kös dinlemişti. Ne hukuka, ne mantığa. ne de politikaya metelik verdiği vardı. Ata­ man'm tutanağı reddedildi ve adamcağız gece yarısına doğru yorgun argın yenik bir halde evine döndü. Meclis'te alınan o red kararının haktan, hukuktan, adaletten çok bir öç alma hevesine dayandığı besbel­ liydi. 1946 seçimlerinden sonra CHP çoğunluğu da ben­ zer koşullar altında Zeki Rıza Sporel'in tutanağını red­ detmemiş miydi? O zaman CHP'lilerce ileri sürülen ge­ rekçe, subay olduğu halde Sporel'in Ulusal Kurtuluş Savaşına katılmamış bulunmasıydı. Bir veteriner su­ bayı olan Zeki Rıza , Anadolu'ya geçip orduya katıl­ maktansa İstanbul'da İngiliz işgal kuvvetleri futbol ta­ kımlarına gol atmayı daha uygun mu bulmuştu? Rah­ metli arkadaşımdan sonraları dinledim : Evet o Mütare­ ke yıllarında İstanbul'da kalmış . İngilizlere bir hayli gol atmış, ama ayni zamanda Anadolu'ya silah ve cephane kaçırılması konusunda canla başla çalışmıştı. Hem ara­ dan çeyrek yüzyıl gibi koskoca bir zaman parçası akıp geçmişti. Zeki Rıza Milli Takım kaptanlığına yük­ selmiş, devlet büyüklerinden sık sık iltifatlar görmüş bir adamdı. Sırf karşı tarafa geçti diye or.a kızmak 13


(bunu Celal Bayar'ın hatırı için yapmıştı) DP'yi bir milletvekilliğinden yoksun bırakmak hırsı içinde böy­ lesine küçük düşürücü davranışlara kalkışmak yakışık alır mıydı? 1950 seçimlerinde Zeki Rıza yine İstanbul'dan ve yine DP adayı olarak milletvekilliğini ka zandı ve bu kez hiç bir CHP'li onun tutanağına dil uzatmak cesare­ tini gösteremedi. Bir süre sonra Sebati Ataman , durumunu düzeltti. Samet Ağaoğlu'nun yakın arkadaşı imiş. İlkin onu Muğla Valiliğine atadılar . Bir uğradığımda ziyaretine gittim. Bağımsız olduğumu bildiğinden benimle tem­ kinli konuşuyor, ama halinden memnun görünüyordu. 1954 seçimlerinde muradına erdi. DP'ye geçerek bir yerlerden milletvekilliğini kazandı. Sonradan bakan ol­ du ve Yassıada'da yargılandı. Ataman'la ilgili o tutanak reddi olayı üstünden bir süre geçince , zaten pek zayıf durumda bulunan CHP saflarında bir iki kopma daha görüldü. Atatürk devri­ nin başlangıcında şiddetli muhaliflerinden biri olduğu halde sonraları ateşli bir Halk Partili kesilen Feridun Fikri Düşünsel. DP iktidara geçince yavaş yavaş o yana doğru yalpa vurmaya başladı. Bir gün kendi ar­ kadaşlarının ve bütün meclisin önünde yeni Başbakan Menderes 'i işaret ederek: - Gözlerinde Atatürk'ün şulelerini görüyorum ! di­ ye yüksek sesle kur yapmaktan çekinmedi. Bu bir in­ sana hiç de şeref vermeyecek bir davranıştı, ama bir nedeni vardı. Nihat Erim'den öğrendiğime göre, muhalefet yıllarında Düşünsel, oldukça sıkıntı çekmişti. 14


CHP'ye niçin girdiğini sorduğunda bir gün Erim'in ku­ lağına eğilerek : - Ben bundan böyle artık yamalı papuçla dolaşma­ ya niyetli değilmi ! demiş, kestirip atmıştı. İleride Düşünsel gibi düşünen, hatta ondan da öteye geçerek politikayı kişisel bir geçim aracı, bir nü­ fuz ticareti yerine koyan pek çok kimse görecektik. Zaman zaman aklım takılır, bu dertten nasıl kur­ tuluz, diye sorarım kendi kendime. Sanırım hastalığın kökü ancak halkın uyanıklığı sa­ yesinde kazınabilecektir. Seçmen kimi seçtiğini, niçin seçtiğini iyi bilirse halkı temsil etmek iddiasını taşıyan politikacı da davranışlarını ona göre ayarlamak gere­ ğini duyacaktır elbet. Halkın sürekli denetiminden yoksun bulunan ülke­ lerde siyasal ahlakı kurmak ve korumak olanaksız ka­ lacaktır gibime geliyor. Tek tek kişilerin özel çabala­ rıyla nasıl başarıya ulaşabiliriz? Basın yazacak, parti içi ve parti dışı örgütler uyanık bulunacak, vatandaş kendi temsilcisinin davranışlarını böylece yakından iz­ leyecektir. <<Beyaz İhtilal»in coşkunluk günlerinde Sıtkı Yırcalı bu denetim gereğini pek güzel dile getirmiş , «gerekti­ ğinde basın yatak odalarımıza da göz atabilir» diyerek devlet yönetiminde söz sahibi kimselerin özel yaşantı­ larına bile sınır çizilemiyeceğini ortaya koymuştu. Ama sonra ne oldu? Gün geldi, ispat hakkına mail Hakkı dendi, işin içinden çıkıldı.

İs­

15


Demokrat Parti yönetiminin ilk haftaları. Beyaz İh­ tilal dedikleri Ak Devrimle başlayan coşku havası olan.::a hızı ile yurt ölçüsünde hala sürüp gidiyor. Ül­ kenin her ilinden, her ilçesinden Ankara'ya akın eden kutlama heyetleri parti büyüklerine nefes alacak vakit bırakmıyorlar nerede ise. Bakanlıkların koridorları tıklım tıklım tebrikçilerle dolu. Bir hayhuydur sorma gitsin. Tebrikçilerden başını kaşıyacak zaman bula­ mayan Başbakan ve arkadaşları bu koşullar altında ülke sorunlarına nasıl el atacaklarını acaba düşünmü­ yorlar mı? Dahası, bu kutlama kurullarının kısa bir süre içinde her biri kendi açısından yerel bir takım isteklerle karşılarına dikileceklerini hesaplıyorlar mı? İşte o sıralarda , bir yaz akşamı , şimdiki yabancı konuklar köşkünde ne maksatla olduğunu unttuğum yemekli bir toplantı düzenlendi. Başta Menderes , DP ileri gelenleri, asker sivil üst bürokratlar takımı, yabancı kimi çağrılılar hep orada. Rakılı, vis­ yerli kili büfelerde ne aranırsa bulunuyor. Ak devrimle baş­ layan sarmaş dolaş kucaklaşma , öpüşme sahneleri o akşam da hızını pek yitirmeksizin sürüp gidiyor . _

Salonlar sıcak ve kalabalık. Köşkün taraçasına da masalar kurulmuş . Beyaz ceketli garsonlar dü21enli bi­ çimde servis yapıyor, güler yüzle konuklara yiyecek içecek taşıyorlar. Başbakana ayrılan yuvarlak, geniş bir masadayım. Menderes'in bir yanında Genelkurmay Başkanı Orge­ neral Nuri Yamut, öbür yanında yeni Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü yer almış . Masada benden başka birkaç kişi daha var. İçlerinden İzmir Milletvekili Osman Ka­ pani'yi gayet iyi anımsıyorum. Zaten masada insanı 16


sıkan fazla bir resmiyet yok. Kalkıp taraçada tur at­ maya gidenlerden boşalan yerlere oturan başkaları gö­ rülüyor. Ortalığa tam bir rahatlık havası egemen. Gelişi gü­ zel her konuya değiniyor, her telden çalıyoruz. Sohbeti yöneten daha çok Adnan Bey. İçtenlikle konuşuyor, hatta DP örgütüyle ilgili (beni ilgilendirmeyen) kimi sorunlara bile hafifçe parmak basmaktan çekinmiyor. Düşüncelerinin doğruluğunu kanıtlamak istercesine arada bir «Öyle değil mi Osman'cığım?» diyerek gözle­ riyle Kapani'nin onayını arıyordu . Nasıl oldu şimdi anımsayamıyorum , bir ara söz döndü dolaştı Abidin Daver'in Cumhuriyet'te yayınlan­ mış bir yazısına geldi. Daver Bey Babıali'nin saygı de­ ğer yazarlarından biriydi. Orduyu çok sever, her ba­ kımdan onun yücelmesi, güçlenmesi için kalem oyna­ tırdı. Eleştirilerinde de dikkatli davranır, nezaket kural­ larının dışına hiç bir zaman çıkmazdı. Nedense o ya­ zısı Genelkurmay Başkanının hoşuna gitmemişti. Ben Daver Beyin iyi niyetlerini savunuyordum. Menderes de sessizce dinliyordu. Birden Orgeneral Nuri Yamut sinirlendi, oldukça sert bir sesle «l3iz onun o yazıyı ni­ çin yazdığını biliyoruz. Damadını Akademi'ye almadık da ondan ! » dedi. Bu öyküyü az çok biliyordum . Ali Enver meşhur Enver Paşa'nın oğluydu. Annesi Sultan olduğundan uzun yıllar yurt dışında yaşamış, orta ve lise öğreni­ mini oralarda tamamlamıştı. Çok iyi Fransızca ve İn­ gilizce biliyordu. Yurda dönüp de Daver Beyin kızı Pe­ rizat'la evlendikten sonra Hava Harp okuluna girmiş, F.: 2

17


orayı bitirin;:: e subay olarak orduya katılmış, derece derece yüzbaşılığa, binbaşılığa kadar yükselmişti. Haklı bir dileği vardı Ali Enver'in : Harp Akade­ misine girmek, kurmay olmak istiyordu. Yetkili ko­ mutanlar ise Sultan oğlu olduğu düşüncesiyle olacak (gerekçe göstermeksizin) onu refüze ediyorlardı. İki kez sınava girmiş, ikisinde de başarısız sayılmıştı. İşte zavallı Daver Beyin ordu üst kademelerinden beklediği , damadının kırılan onurunu onarmalarıydı. Genelkurmay Başkanının sinirli çıkışı Menderes'in canını sıktı. Bu da iş mi gibilerden elini hafif sallaya­ rak «alın paşam, ne çıkar paşam ! » demekle yetindi. Ama o ne ! Bu küçük serzeniş üzerine koskoca Ge­ nelkurmay Başkanı birden toparlandı. Bir dakika önceki davranı:;ma 180 derece ters düşen bir tutumla «Başüstüne efendim, emredersiniz efendim» diyerek tartışmayı olduğu yerde kesti. O kesti ama benim de başımdan aşağı sanki bir kova kaynar su döküldü. Devlet kuruluşunun en üstün, en sorumlu basamaklarından birinde yer alan bir gö­ revlinin siyasal güç karşısında böylesine pes etmesi bir yurttaş olarak onuruma dokunmuştu. On yıllık iktidarı boyunca benzer olaylarla karşılaşmış olabileceğini dü­ şündükçe kendi gerçek gücünü abartan Menderes'in «Battal Gazi Ordusu» «odunu aday göstersen mebus se­ çilir>> gibi orduyu da ulusu da küçülten yakışıksız söz­ lerini bir derece bağışlamamız gereğine inanıyorum. Zaten 1957 seçimleri her odunun mebus seçilemiye­ ceğini, 27 Mayıs Devrimi de Türk Silahlı Kuvvetleri­ nin bir Bııttaı Gazi Ordusu olmadığını göstermedi mi? Menderes'in dramı biraz da bu gerçekleri anlamakta gecikmesi oldu herhalde. 18


II

Celal Bayar'ı Cumhuriyet'in ilk yıllarında tanıdım. Bizim gazete yeni çıkmaya başlamıştı. Ben orta oku­ lun son sınıfında öğrenciydim. O, İŞ Bankasının Umum Müdürüydü. Tanıdım dedimse merdiven başında şöyle bir rastlaştık. Ailecek matbaanın üst katında oturuyor­ duk. Babamı görmeye gelmişti. Gazetelerde çıkan fo­ toğraflarından biliyordum. Bana bakmadı bile. Geçip gitti. Ondan sonraki bulaşmalarımız da

hiç bir zaman

içtenlik düzeyine ulaşamadı. Hemen hepsi az çok ben­ zer koşullar altında gerçekleşti. Önce Tarabya Tokatlı­ yan Oteli'nin kapıcısına nasıl otomobil ısmarladığını, daha sonra da Vichy'de Türk bayrağını Halk Partisi'­ nin altı okuyla değiştirme önerisini «Perde Aralığından» başlıklı kitabımda ayrıntıları ile yazmıştım. Geçelim. 19


Başbakanlığı döneminde Celal Bayar çağrılı olarak Yunanistan'a, oradan da Yugoslavya'ya resmi bir gezi­ ye çıktı. Yanına aralarında benim de bulunduğum, ol­ dukça kalabalık bir gazeteci topluluğu almıştı. Zekeri­ ya Sertel Ethem İzzet Benke, Ercüment Ekrem Talu, Mümtaz Faik Fenik gibi üstadların başını çektiği bu ekipte nedense Ulus Gazetesinin ağır topu Falih Rıfkı Atay bulunmuyordu. 29 yaşında, çiçeği burnunda bir yazar olarak ekibin en genci de bendim. Daha çok bir dostluk gezisi niteliğini taşıyan bu yolculukta yabancı meslektaşlarımızla görüşmek, sağı solu dolaşmaktan başka bir şey yapmadık. Anadolu Ajansının beylik telgraflarını saymazsanız, gazetesine tek satır haber ulaştıranımız olmadı. '

Atina operasında Bayar onuruna verilen temsilde ünlü Yunan ozanı Seferis yanıma düşmüştü. Kadınlı erkekli büyük ve yetenekli bir koronun söylediği ulu­ sal marşlarımızı ayakta dinledik. Özellikle Türkçe söz­ cüklerle söylenen bizim İstiklal Marşımızı, gerek tem­ posu, gerek okunuş biçimi açısından pek beğenmiştim. Yerlerimize oturduğumuz zaman Seferis'i biraz tedir­ gin gördüm. O sıralar Yunanistan Dışişleri Bakanlığın­ da önemli bir görevin başında idi. Kulağıma eğilerek «sözcüklerin anlamı nedir?» diye sordu. Tedirginliğinin nedenini anlamıştım. Bir Yunan korosunun gerçekten çok güzel söylediği İstiklal Marşımızda Yunanlı guru­ runu incitecek bir şeyler bulunabileceğinden kuşku­ lanıyordu. Ne diyebilirdim? Koca şiiri oracıkta Fransızcaya çeviremezdim ya ! <<Merak etmeyin , sizin aleyhinize bir dize bile yok ! » demekle yetindim. 20


Bu Seferis, sonraları ülkesinin Londra Büyükelçi­ liğine atandı. Uluslararası ün kazanmış Yunan ozan­ larından biridir. Nobel ödülünü de aldı. İkinci Cihan Savaşı öncesi Türk Yunan dostluğu en parlak dönemini yaşıyordu. Hükümetin başında oto­ ritesiyle tanınmış, Türk dostluğuna büyük önem veren General Metaxas bulunuyordu. Herhalde onun buyru­ ğu üzerine biz gazetecilere görkemli bir iç gezi dü­ zenlendi. Motorlu özel bir trenle Atina'dan kalkıp Mo­ ra yarımadasının sonuna dek uzandık. Durmaksızın geç­ tiğimiz her istasyonda kalabalık halk yığınları, ellerin­ de Türk - Yunan bayrakları, bizi alkışlıyor, Zito diye can ve gönülden bağırıyorlardı Atatürk'le Venizelos'­ un dokuz - on yıl önce sağlam temeller üzerine kur­ dukları dostluk ilişkileri bütün sıcaklığı ile sürüp gi­ diyordu. _

Dönüşte bir günlüğüne Selfınik'e de uğradık. Bura­ da başımdan geçen ilginç bir olaya kısaca değinmek istiyorum. 1908 devriminden biraz sonra babam Sela­ nik'te Rumeli gazetesini çıkarmak ve yönetmekle gö­ revlendirildi. Demek ki sıfır yaşımdan üçbuçuk yaşı­ ma (Balkan savaşı öncesine) dek orada yaşamış olu­ yorum. İlk anılarım Selanik'te başlar. Kopuk kopuk, hayal meyal şeyler bunlar : Araba ile bir yerden bir yere giderken faytonumuzdan fırlayan bir tekerlek. Annemin karşısında korkmuş muyum? Babamla ara sı­ ra yakınındaki kahvelerden birine gitmiş olacağım ünlü Beyaz Kule. Bir evin bahçesi. Benden on yaş büyük yaramaı dayımın attığı taşla yarılan başım. Ağlaya­ rak annemin kucağına sığmışım . Hepsi bu kadar işte. 21


Üçbuçuk yaşımdan bu yana ilk kez uğradığım Se­ lanik bana pek öyle yabancı gelmedi. Sanki buraları biliyormuşum gibi belirsiz bir duyguya kapıldım. Taksi ile bir sokaktan rıhtım cadesine saparken yanımdaki­ lere, «Bakın şimdi sağ yanda Beyaz Kuleyi göreceğiz» dedim ve hayretler içinde sanki elimle koymuş gibi ku­ leyi orada buldum. Geçtiğimiz kimi yerleri de gözüm ızırıyordu. Vaktiyle oturduğumuz mahalleyi sanki ta­ nıdım. Selanik'i iyi bilen Zekeriya Sertel evimizin ora­ da olduğunu onayladı. Eskiden «Yalılar» denirmiş o mahalleye. Şu insan ne anlaşılmaz yara tık! Benden birbuçuk yaş küçük kız kardeşim Fürüzan orada ölmüş, ondan da küçük Leyla orada doğmuştu. Hiç birini değil de sadece Beyaz Kuleyi anımsamak! Olacak şey mi? Belgtad'da daha az kaldık. Bayar'ın yanında Yu­ nanistan'da görmek fırsatını bulamadığımız Tevfik Rüş­ tü Aras da vardı. Onları Başbakan Stoyadinoviç ve arkadaşları bizi de Yugoslav meslektaşlarımız ağırla­ dılar. Fabrikalar gezildi, Türkiye Cumhuriyeti Baş­ bakanı onuruna kokteyl partiler, ziyafetler verildi. Bir fabrikada işçilerin gösterdiği candan ilgi üze­ rine Bayar bir nutuk söylemek gereğini duydu. O Türkçe konuşuyor, Rüştü Aras da söylenenleri tümce tümce Fransızca'ya çeviriyordu. Kötü bir Fransızca'sı vardı Aras'ın. Onun bu yeteneksizliğini gerçi daha önceleri Necmettin Sadak'tan dinlemiştim. Şu öyküyü Necmettin Sadak anlatmıştı: Milletler Cemiyetinin bir komisyon toplantısında T. R. Aras söz almış, kimsenin anlamadığı bir kaç söz söyleyip susmuştu. Konuşmaları 22


tutanağa geçiren stenograf kızın Necmettin'e yavaş­ ça sokulup «acaba ne söylediler, tutanağa nasıl geçire­ yim?» demesi üzerine kendi de bir şey anlamayan Nec­ mettin durumu bakana açıklamış ve ondan «kardeşim sen münasip birşeyler yazdırıver, olur biter» yanıtını almıştı. Ama doğrusu bu kadarını ben yine kestiremi­ yordum «Je suis content dit-il mon President» gibi Fransızca'yla ilgisiz bozuk deyimlerden Yugoslav işçi­ ler ne anladılar bilemem ama nutku sonuna dek kuzu kuzu dinlediler ve Bayar'ı da Aras'ın çevirisini de yü­ rekten �oşku ile alkışladılar. Sevgi gösterisi fabrika­ nın şeref kapısına değin sürdü. Oraya gelince Bayar hala kendini çılgınca alkışlayan işçi kalabalığına döndü. Bir kaç söz söylemek, ilgiye teşekkür etmek istiyordu. Heyecan içinde! Alors mes amis, alors au revoir» diyebildi. Ve uğurlama töreni orda son buldu .

Atatürk'ün hastalığı döneminde Başbakan Celal Ba­ yar'ın başardığı olumlu hizmetleri daha önce «Perde Aralığından» adlı kitabımda belirtmiştim. Büyük kah­ raman adım adım ölüme yaklaşırken Avrupa ufukla­ rını da kara bulutlar yavaş yavaş kaplıyordu. İç du­ rumumuz pek gönül çıcı değildi. Ata'nın öleceği olasılı­ ğı güçlendikçe kamuoyundaki tedirginlik artıyordu. Hastalık üstüne yorum yapmak yasaklandığı halde Vatan Gazetesinde A. E. Yalman imzasiyle çıkan bir yazı bu gazetenin bir süre kapatılmasına neden oldu. Gene o sıralarda babamla Yalman arasında çıkan şid­ detli bir kalem kavgası yüzünden hükumet güç durum­ da kaldı. Polemiğin uzadığını gören Bayar, bir akşam Basın Yayın Umum Müdürü aracılığı ile İstanbul'a te23


lefon ettirerek kavgaya derhal son vermezlerse iki ga­ zeteyi de kapatacağını bildirdi. Kim ne derse desin, Atatürk'ün hastalığı, sonra ölümü ve İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığına seçilmesi olaylarında Celal Bayar sağduyudan ayrılmayan temkinli, yurt çıkarlarına uy­ gun bir rol oynamıştır. Bu yadsınamaz. Sonradan başı­ na gelen haksız işlemleri burada irdelemek istemiyo­ rum. Zaten yazının amacı da bu değil. Ben sadece gör­ düğüm, tanık olduğum kadarıyla olayları okurlarıma aktarmakla yetiniyorum. Asıl yargı kuşkusuz tari­ hindir. Bayar içine kapalı, sır vermeyen bir adam izlenimi bırakmıştır bende. Sinirlendiğini, heyecanlandığını, yüksek sesle bağırıp çağırdığını hemen hiç görmemi­ şimdir. Çok kez karşısındakilerden canı sıkılır gibi bir hali vardır. Eski rakamlarla seksen sekizi andıran kaş­ larını kaldırır (Ali Ulvi onun karikatürlerini hep böyle çizer) nereye yöneldiği belli olmayan dalgın bakışlariy­ le derin derin bir şeyler düşündüğünü sanırsınız. Sanki kafasını yoran çok güç bir soruna çözüm aramaktadır. Konuşurken hemen hiç gülmez, olsa olsa arada bir gü­ lümser. O zaman yüzünde sevimli, çocuksu çizgiler be­ lirir. Kişiliğinin damgası olan ağır, kasvetli hava bir süre için dağılmıştır. Muhalefetteki son yılında çıktığı bir propaganda gezisine ben de katılmıştım. Konya , Konya Ereğlisi üze­ rinden Akdeniz'e inerek Adana'ya oradan da Maraş"a ve Gazianetp'e dek uzandık. Her yerde demokrasinin erdemlerinden söz ediyor, hak eşitliğini ve yasalara uymak gereğini savunuyordu. Şimdi olduğu gibi o za­ man da güneş battıktan sonra açık hava toplantıları 24


yasaktı. Adana'ya vardığımızda akşam olmak üzereydi. Kendisini bekleyen görkemli kalabalık karşısında Ba­ yar onbeş yirmi dakika ancak konuştu ve yasalara saygı gereğini anımsatarak sözlerine kendi isteği ile son verdi. Ama Atatürk ilkelerini çiğneyen kimi de­ mokrat partililerin CHP'ye karşı saldırılarına ses· çı­ karmıyor onları uyarmaktan sakınıyordu. Örneğin Gaziantep 'teki toplantı bir sinema salonunda yapıldı. Söz alıp kürsüye çıkan bir konuşmacı Bayar'ın da uzun yıllar üyesi bulunduğu Halk Partisine atıp tuttu, ağzına geleni söyledi. Özellikle din konusunda çok ile­ ri gidiyor, CHP'nin camileri ahıra dönüştürdüğünü , halkın namazına niyazına engel olduğunu, müslüman­ lara cehennem azabı çektirdiğini yüreği kan ağlaya­ rak söylüyordu. Artık bu kadarı da fazla değil miydi? Bunun sonu nereye varırdı? Toplantı sona erip de dışarı çıktığımız zaman Bayar'a devrim aleyhine gi­ rişilen bu yakışıksız tutumlara neden bir önlem dü­ şünmediğini sordum. «Bırakın içlerini döksünler, bu aşırılıkları zamanla yatışır» dedi. Acaba gerçek inan..::ı bu muydu , yoksa seçimleri DP kazansın da üst yanı kolay mı diye içinden geçiriyordu? Ne yazık ki, o günden bu güne gelişen olaylar bu ikinci hesabın doğruluğunu kanıtladı. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Bayar'ın din sömürücülüğüne karşı göze aldığı bir kaç cılız girişimden hiç bir sonuç alı­ namadı. Giderek İsmet Paşa da, ondan sonra yönetimi ele geçirenler de başarısız oldular ve oy avcılığı uğru­ na karşı devrimi hoşgörmek zorunda kaldılar. '

Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Baylar'la fazla ilişkim olmadı. Bir iki yurt içi gezisine beni de çağır25


dı. Bir kaç kez de Çankaya'da görüştük. Bu görüşme­ lerden ilkinde Atatürk'ün kitaplığında kabul edildim. Benimle her zaman mesafeli konuştuğu , adımı söyler­ ken hep <<.ı.�adir Bey» dediği halde o gün nedense «çocuğum» sözcüğünü kullanması dikkaÜmi çekti. Yakınlarına Atatürk'ün Rumeli şivesiyle sık sık «ço­ cuğum» diye seslendiğini duymuştum. Bu, içgüdünün zorladığı bir tür Atatürkleşmc özentisi olabilirdi. Za­ ten Bayar giyim kuşammda da aynı dürtünün etkisini yenemiyor, biçimsel açıdan Atatürk' e öykündüğünü her haliyle belli ediyordu. Ama bir zamanlar benimser gö­ ründüğü Atatürk ilkeleri birer birer kuşa dönecek, ulu­ sal bağımsızlık, layiklik, devletçilik gibi kavramlar ka­ ğıt üzerinde kalır hale gelecekmiş , Bayar bunları dü­ şünemiyor, ya da umursamaz görünüyordu. İlhan Sel­ çuk'un sonraları doğru olarak tanımladığı «gardrop» Atatürkçülüğü işte buydu ve bu akımın başını ne yazık ki Celal Bayar çekiyordu. O Celal Bayar ki, ta ulusal kurtuluş savaşından başlayarak 20 yıla yakın Atatürk'­ ün buyruğunda yurda hizmet vermiş. Onun sağladığı olanaklarla bakanlık, başbakanlık koltuklarına dek yükselmişti. Bayar'daki bu biçimsel Atatürkçülüğün bir kanıtı­ na da Kore'ye asker gönderme kararı alınırken tanık oldum. Aslına bakarsanız bu savaşta ABD'yi tutmayı muhalif muvafık hemen tüm politikacılar istiyordu. İsmet Paşa'nın karşı çıkması sırf biçimsel bir soruna dayanıyordu. O daha önce Meclis'e danışılmadığı için ateş püskürüyordu. Eğer karar Büyük Millet Meclisi­ nin onayına sunulsa küçük CHP grubunun da olumlu oy kulana..::ağı kuşkusuzdu. Çünkü herkesin amacı NA_

26


TO'ya girmek, Batı blokunun kanatları altında güven­ ceye kavuşmaktı. 1950'den önce CHP hükumetlerinin göze aldığı bütün girişimler sonuçsuz kalmış . Batılılar bizi aralarına almaya yanaşmamışlardı. İşte Kore sa­ vaşı bir fırsattı. Oraya hatırı sayılır askersel bir güç gönderir de erkekliğimizi ispat edersek Batı kapıları ardına dek bize açılabilirdi. Doğrusunu isterseniz ül­ kemizde bu duygusal eğilimin yaratılmasında Stalin önemli bir rol oynamıştı. İkinci Dünya Savaşından son­ ra Boğazlar'dı, Kçırs'dı, Ardahan'dı gibi hiç bir Türk hükumetince kabul edilemeyecek bir takım akıl almaz isteklerle karşımıza çıkacak yerde bize dostluk elini uzatsaydı siyasal gelişmeler bizi belki böylesine körü körüne Batıya itmezdi. İçimizde Kore savaşına katıl­ mamızın sakıncalarına gerçekten inananlar, düşüncele­ rini de açık seçik söyleyenler, yazanlar var mıydı? Şimdi düşünüyorum da Mehmet Ali Aybar'la, Aziz Ne­ sin'den başka kimseyi anımsamıyorum. Menderes hü­ kumeti kraldan çok kral yanlısı davranmış, Kore'ye tam teşekküllü bir tümen göndermek istediğimizi söy­ leyerek Amerikalıları şaşırtmıştı. Batıdan yana çoğu devletlerin sembolik biçimde bir tabur , bir bölük, hat­ ta bir sağlık ekibi ile gittiği bir uzak doğu seferine böylesine görkemli bir güçle katılmamızı Amerikalı­ lar da olanaksız gördüler. Nihayet takviyeli bir tugay göndermemiz üzerinde anlaşmaya varıldı. Gene de Amerikalılardan sonra Kore'de en çok askeri bulunan devlet biz oluyorduk.

Tugayımız yola çıkmaya hazırlanırken bir akşam, Çankaya'ya yemeğe çağrıldım . Milli Savunma Baka27


nı Refik İnce bir kaç bakan, bir kaç milletvekili Ce­ lal Bayat'ın sofrasında yer aldık. Geçmiş gün, iyi ammsamıyorum, tatlı tatlı sohbet edilirken söz döndü dolaştı Kore'ye gönderilecek Tu­ gayın kuruluş biçimine geldi. Kara kuvvetiydi, tank birliğiydi, muhabere bölüğüydü, hepsi hakkında Sa­ vunma Bakanı Cumhurbaşkanına bilgi veriyordu. Na­ sıl oldu unuttum, bir ara Celal Bayar : «Sabiha Gökçen de pilot olarak savaşlara katıla­ cak» dedi. Sabiha Gökçen'i Atatürk devrimlerinjn parlak bir simgesi olarak biliyor, bu vesileyle bunu dünya ka­ muoyuna açıkça göstermek istiyordu. Refik İnce dobra dobra konuşan bir adamdı. Ba­ kalım, edelim diyerek Bayar'ı oyalayacak yerde kes­ tirip attı : -- Olamaz efendim! -- Neden olamaz? - Çünkü Amerikan mevzuatına göre muharip sınıflarda kadınlara görev verilmiyor!. Bu konuda bizim mevzuatımız nasıldı, bilmiyorum ama Türk kadınına en geniş özgürlükleri kazandıran Atatürk yurt savunması uğruna gerekirse Türk kadı­ nının her görevi başarabileceğini düşünmüş, bu düşün­ ceye Türk kamuoyunu alıştırmak için de Sabiha Gök­ çen'i ve onun gibi bir kaç kızımızı daha havacı olarak yetiştirmeye özen göstermişti. O sıralarda kadın hakları sonradan tanık olduğu­ muz biçimde henüz yozlaştırılmış değildi. Kara çar­ şaflar , sıkma başlar böylesine çoğalmamış , genç kız­ larımızı layik eğitimin dışına iten yasalar yürürlüğe konmamıştı. 28


Ama işte, gerçek ortadaydı: Kore birliğimiz bir Amerikan generalinin komutasında savaşacaktı ve Amerikan yasaları kadınların ileri hatlarda görev al­ malarına olanak tanımıyordu. Sabiha Gökçen gibileri Kore'ye ancak hemşirelik, hasta bakıcılık ya da lojis­ tik hizmetlerde görev yapmak üzere gidebilirdi. Bayar'ı hiç bir zaman o akşamki kadar öfkeli gör­ medim. Refik İn�e'nin, biraz da patavatsızca verdiği yanıta müthiş sinirlenmişti . Boğuk bir sesle «Ne demek efendim, inkılap, Atatürk , Türk kadını» gibi sözcük­ leri birbirine karıştırarak bir şeyler mırıldandı ve sustu. Ne yazık ki susuş o susuş oldu. O günden bugü­ ne Atatürkçü Bayar'ın ağzından devrim ilkelerini sa­ vunan bir sözcük duydunuz mu? DP. İktidarının ilk yıllarında Celal Bayar'la bir kaç kez daha karşılaştım. Çankaya' da seyrek olarak Bunlardan birine çaylı briç partileri düzenliyordu. beni de çağırdı. Gittim. Oyundan anlamadığım için canımın sıkılacağı kuşkusuzdu. Yukarı kat salonla­ rından birinde dörder kişilik masalara dağılmış, hepsi DP'li 15 20 kadar milletvekili sessiz sedasız briç oy­ nuyorlardı. Ayakta onları seyreden , benim gibi boş­ ta gezen 3 5 kişi vardı. İyi bir arkadaş olan Nazlı Tılabar'la bir kanapeye oturarak söyleşiye daldık. Be­ yaz ceketli bir garson ne içeceğimizi sordu. Ben yerli bir içki istedim. Nazlı «bir kadeh viski soda» dedi. Biraz sonra gümüş bir tepsi içinde içkilerimiz önümüz­ deki alçak masaya kondu. Nazlı'nın viskisi fazlaca koyu renkli görünüyordu. Kadehi ağzına götürmesiy­ le <<Aa bu vermut !» diyerek tepsiye bırakması bir oldu. Garsonu, çağırıp tersleyecekti. -

-

29


- Aman yapma ayıp olur! dedim. Çaresiz vaz geçti. Karşılıklı gevezeliğimizi sür­ dürdük. Vakit geçmek bilmiyordu. Nihayet akşamın yedisine doğru oyuncular da sözleşmiş gibi kartları bı­ raktılar , hemen hep birden ayağa kalktılar. Bayar'ın yorgun bir sesle : <<Daha erken değil mi? Vaktiyle burada sabahlara kadar eğlenilirdi ! » demesi,_ belki de ev sahipliğinin zorunlu kıldığı bir nezaket gereğiydi. Atatürk'ün, çev­ resine canlılık katan dinamizminden nasibi olmadığını o da farkediyor olmalıydı. Bu briç partilerinin pek arkası gelmediğini, kısa bir süre sonra kesildiğini sanıyorum. Bir akşam da A. E. Yalman'la birlikte Florya'daki deniz köşküne çağrıldık. Acar motoriyle Boğaz'da bir gezintiye çıkacaktık. Bizden başka, babamın ve Ba­ yar'ın taa İttihatcılık döneminden kalma yakın arka­ daşları Osmanzade Hamdi Bey de vardı. Ortalık kararıp da mehtap ufukta görününce mo­ tora bindik. Rakılar içildi, yemekler yendi. Hoş beş ederek Tarabya'ya vardığımızda vakit epey gecikmişti. Geri dönecektik. Bayar bizi Dolmabahçe rıhtımına bı­ rakacak , oradan yatmak üzere Florya'ya uzanacaktı. Aksiliğe bakın ki yazları Büyükada'da geçiren A. E. Yalman'ın son vapuru, çoktan kaçmıştı. Özel ilişkile­ rinde genellikle son dere�e nazik olan Bayar, Ahmet Emin'i Ada'ya kadar götürmeye karar verdi. Sanki ra­ kıları karada içmişiz gibi, bizim de bir az deniz havası alacağımızı söyledi. Atatürk'ten bu yana motoru bir hayli yaşlanmL) olan Acar'la gidiş-dönüş iki saatı aşkın bir ek gezinti 30


daha yaptık. Dolmabalıçe'de rıhtıma ayak bastığım zaman saat gece yarısını çoktan geçmişti, uykudan gözlerim kapanıyordu . Beni ayakta uğurlayan Bayar ise, doğrusu ne yalan söyleyeyim dipdiri idi. İki de küçük çapta savaş «tatbikatı» izledim Bayar' ­ la. Bid deniz , biri de hava savaşiyle ilgili olarak. İkisinde de yalnız beni almıştı yanına. Deniz tatbikatı Marmara'da yapıldı. Küçük bir sa­ vaş gemisinde (bir hücum botu olacak) Bayar komutan ve subaylar tarafından karşılandı. Kumanda köprüsü­ ne çıktık. Lacivert ceketi, beyaz pantalonu ve deniz­ ci kasketiyle Bayar yeniden görev yüklenmiş emekli bir amirali andırıyordu. Onu komuta yerine buyur ettiler. Asıl komutan ve yardımcısı arkada ayakta du­ ruyorlardı. Bense, günlük sivil giysimle kendimi çev­ reye yakıştıramıyor, ne yapacağımı, nasıl davrana­ cağımı bilemiyordum. Marmara'ya açıldık. Görevimiz sanırım, bir ·yerlerden su yüzüne çıkacak bir deniz­ altıyı batırmaktı. Gemi komutanı (rütbesini seçeme­ dim) gerektiğinde Bayar'a durumu yüksek sesle anla­ tıyordu. Derken 5-60-0 metre kadar ilerimizden aranan denizaltı göründü. Tarih öncesi yaratıkları andıran görkemli gövdesiyle 8 10 saniye kadar göründükten sonra yeniden sulara gömüldü. Bu süre içinde bizim gemiden iki atış yapıldı. Kuru sıkı olmasına karşın atışlar hem gemiyi şiddetle sarsıyor, hem de kulak paralayıcı bir gümbürtü çıkarıyordu. -

Aynı operasyon iki üç kez yinelendi ve tatbikat (daha doğrusu gösteri) sona erdi. Komutan sonucu Bayar'a kısaca arz etti. 31


Tatbikat başarılı olmuş, deniz altı batırılmıştı. Ba­ yar

ne anladı bilmem ama, bir yedek kara teğme!)i

olarak ben pek bir şey anlamadığımı itiraf etmek zo­ rundayım. Bir de Balıkesir'de jet av�ı uçaklarımızın gösteri­ lerini izledik. Pervanesiz tek kişilik iki uçak önümüzde havalandı. Nefes kesici, akıl almaz bir görünümdü bu.

15 - 20 dakika süreyle zaman zaman heyecandan yüre­ ğim duracak gibi oldu. Tepemizden geçen uçaklar bir anda ufukta kayboluyor, motorların kulak paralayıcı korkunç gürültüsü gök yüzüne

arkadan geliyordu.

dikine

Bakıyorsunuz

tırmanıyorlar, sonra birden baş

aşağı dönerek toprağa çakılırcasına yere yaklaşıyor, gene göğe tırmanıyorlardı, gösterinin sonunda uçak­ lar

50 - 60 metre uzağımızda durdular. Dışarı atlayan

tığ gibi iki genç pilot koşar adım gelerek esas duruşa geçtiler ve Bayar'ı selamladılar. Nefes nefese soluyorlardı. Devlet Başkanı ve ko­ mutanlarının olmanın

önünde

gururu

ile

başarılı

bir

gösteri

gözleri parlıyordu.

Ben

yapmış olsam

ikisini de bağrıma basar, yanaklarından öperdim. Ama böyle duygusal bir davranış askerlik disiplini ve dev­ letin onuru açısından hiç de yakışık almazdı. Bayar yakışık alanı yaptı.

Gençlerin başarısından memnun

olduğunu, onlardan ileride daha büyük başarılar bek­ lediğini söylemekle yetindi. Celal

Bayar'ı

son kez

1956 yılında gördüm. DP

iktidarının sertliği durmadan artıyor

,hükumetle mu­

halefetin arası onarılmaz biçimde açılıyordu. Bu ko­ şullar altında demokratik parlamenter sistemi yurdu­ muzda nasıl yürütebilecektik? Cumhuriyet'teki yazıla-

32


rıınla ilgilileri elimden geldiğince uyarmaya çalışıyor, bir sonuç alınabileceğine değgin en ufak bir belirti sezemediğim için de yürekten üzülüyordum. Cumhurbaşkanını görmeye karar verdim. Ona gide­ cek, devletimizin

en yüksek katında görev sürdüren

uzun deneylerden geçmiş «büyüğümüz» olarak ma

<<müdahale» etmesini isteyecektim.

Nereye

duru­ gidi­

yorduk? Devrimler kırpıla kırpıla kuşa döndürülüyor­ du. Demokratik düzen hiçbir uygar rastlanmadık

ülkede benzer.ine

biçimde rayından çıkarılmış, <<İsmi var

cismi yok» bir kılığa sokulmuştu. Basın, yasadışı yol. la rla baskı altına alınmıştı. Hoşa gitmeyen gazetelere akıl almaz yöntemlerle nefes aldırılmıyordu. Hükumet muhalefeti düşman bellemişti.

Meclisteki ezici sayı

üstünlüğüne dayanarak ona söz hakkı tanımıyordu. Bu gidişin sonu nereye varırdı? Biz bunun için mi kurul­ duğu günden beri Demokrat Parti'ye umut bağlamış, elimizden geldiğince onu desteklemiştik? Herşeyi apaçık Bayar'a anlatacak Devlet Başkanı sıfatiyle duruma bir an önce el koyması gereğini sert bir dille hatırlatacaktım. Ankara büromuzdaki arka­ daşlar aracılığı ile özel kaleme başvurarak bir husus­ ta «maruzat»ta bulunmak üzere Sayın Başkandan beni kabul etmesini rica ettim. Bayar başvurumu bekletmedi, hemen ertesi gün için beni öğle yemeğine

çağırdı. Emrettiği saatte kalk­

tım, köşke gittim. Alt kattaki büyük yemek salonunda beni ayakta karşıladı. Uzun yemek masasına ik i kişi­ lik yer hazırlanmıştı. Kendisi

F.: 3

baş köşeye otururken

33


ben de yanındaki iskemleye iliştim. yiye.::ektik. Ortada servis

Başbaşa yemek

yapan Yugoslavyalı müslü­

man göçmenlerden Ethem efendiden başka kimse yoktu (bir zamanlar babamın yanında

çalıştığı için tanıyor­

dum) O da ta uzakta salonun öbür ucunda duruyor servi­ sini yaptıktan sonra sessizce yine oraya çekiliyordu. A o da nesi? Birden nutkum tutuldu. Koskoca salonun orta

yerinde upuzun masanın bir köşesinde bu yal­

nızlık bu başbaşalık bende anlatılması güç bir tedir­ ginliğe yol açmıştı. Bir türlü kendimi toparlayıp ko­ nuya giremiyordum. Söze havadan sudan Celal Bayar başladı. Önünde

salata

tabağının

yanı

sıra

yalnız

onun için konmuş bir dilim beyaz peynir duruyordu. Beyaz peynir, karaciğere birebir gelirmiş. Protein zen­ ginliğinden ötürü her yemekte mutlaka beyaz peynir yermiş. Özellikle alkol kullananların bunu ihmal et­ memeleri gerekirmiş. (Oysa bize yemekte içki veril­ medi). Ah Atatürk! bunu bilseydi herhalde genç ya­ şında aramızdan ayrılmazdı. Konudan konuya atlarken Celal Bayar kimi zaman duraklıyor maruzatımı «arz» edeceğim anı bekler görünüyordu. Nihayet söze agaz eyledim. Ama tasarladıklarımın yarısını bile açığa dö­ kemedim. Gidişatımız hakkındaki eleştirilerimi dile getirirken Celal Bayar'ı sanki

onun hiç

kusuru

soyutluyor, olan bitenlerde yokmuş

gibi konuşuyordum.

Anayasa gereği yan tutmaması gereken Cumhurbaş­ kanının elinde DP markalı bastonla yurt içi gezilere çıkmasının doğru olmadığını söyleyecektim, medim. Daha kötüsü, bu gidişe

söyleye­

«dur» denilmesi

için

yardımını rica ederken <<Allah sizi başımızdan eksik etmesin» diyerek içimden hiç geçirmediğim dalkavukça bir dileğe bile başvurdum.

34


Muhalefete uygulanan baskıların kaldırılması için ağırlığını

koymasını rica ettiğim zaman

yanıtı

şu

oldu: - Onlar adam gibi muhalefet yapsınlar,

ben de

ağırlığımı koyayım! Anlaşılan, özgürlük kahramanı Celal Bayar'ın öz­ lediği muhalefet,

tıpkı bir zamanlar İsmet

Paşa'nın

Ali Rana Tarhan'a «Müstakil Grup» adıyle kurdurduğu uydu muhalefetten farksızdı. Celal Bayar'ın yanından bozuk bir moralle ayrıl­ dım.

Kendimden utanıyordum.

O günden sonra onu

bir daha görmedim. Yassıada yargılamalarında da hiç bulunmadım. Bir zamanlar yazılarımla u yarmaya ça­ lıştığım DP kadrosunun karşısına geçip ne yapacak­ tım? «Üh olsun» dercesine orada boy göstermeyi ken­ dime yakıştıramadım.

35


'

1


III

Sıcak bir ağustos gunu.

14 Mayıs zaferinin hızı

ile Türkiye Büyük Millet Me�lisi canla başla çalışıyor. Bir yıl önce Parlamento kısa bir yaz tatiline girmişti.

1951 yazında ise ağustosun ortalarına geldiğimiz hal­ de Meclis durup dinlenmeden

toplantı halinde.

Gündemde Denizbank'ın kuruluş kanunu var. Ka­ botaj hakkımızı Lausanne'da çatır çatır kopardıktan sonra,

1926' dan bu yana Deniz Ticaret Filomuzu bir

türlü bize yaraşır bir düzeye ulaştıramamıştık. Yüzyıl­ lar süren kapitülasyonlar belası, her alanda olduğu gi­ bi denizcilikte de iflahımızı kesmişti. Devlet bir yan­ dan yeni gemiler ısmarlayarak Ticaret Filomuzu can­ landırmaya., öte yandan özel

sektöre kısıtlı

çalışma

olanakları sağlamaya çalışıyordu. Ama hem özel sek­ törün kendi arasındaki rekabet, hem de özel sektörle devlet arasındaki rekabet yüzünden

denizciliğimizin

37

/


gelişmesi bir türlü yoluna konamıyordu. Benim yaşı­ tım olan yurttaşlar, çocukluğumuzda Galata rıhtımın­ dan Mudanya'ya yolcu

arayan armatörlerimizin, gi­ deceklere parasız bilet keserken üstelik bedavadan bi­ rer de simit ikram ettiklerini anımsarlar sanırım. Nihayet

1937 yılında Atatürk'ün buyruğu ile Deniz­

bank kuruldu. Kuruluşu örgütleme

görevi Cela l Ba­ yar'a verilmişti. Bankanın başına Yusuf Ziya Öniş ge­ tirildi. Ayrıntılarını bilemeyeceğim, Banka özel kesi­ me de çalışma olanağı tanımak üzere deniz ticaretimi­ zi başıbozukluktan kurtaracak. ona sağlıklı gelişme büyüme gücü kazandırmaya

ve

çalışacaktı. Atatürk'ün

ölümünden sonra tek parti yönetimini tek başına ele geçiren İ smet Paşa kısa süre içinde Denizbank'ı lağ­ vetti. Yerine yüzde yüz devlete, hükumete bağlı «Dev­ let Deniz Yolları ve Liman İşletmeleri»

adında tam

anlamıyle bürokratik, hantal bir kuruluş yaratıldı. İkinci Cihan Savaşı da hemen başladığından Devlet Deniz Yolları bürokratları bürokratik hünerlerini bile gösteremeden savaşın sonunu getirdiler.

1946 yılı ilk­

yazında bunlardan gemi aramak amacıyla yola çıkmış bir heyete Napoli limanında ra stlamıştım. Savaş sonra­ sının yıkılmış, dökülmüş perişan Avrupa'sında ne bulup ne alacaklardı? Avrupa'da şöyle bir dolaşıp yurda dö­ neceklerinden

kuşkum yoktu. Deniz�ilikten hiç anla­

mayan benim kuşkum olmadığına göre, bu alanda bi­ rer uzman olan saym bürokratların da gemi bulmak konusunda umutsuz olmaları gerekirdi. O halde ne de­ meye Avrupa gezisine çıkmışlardı? Herhalde birileri gidiniz demi'i, onlar da ödeneklerini aldıkları gibi yola düzülmüşleıdi. Belki savaş taşımacılığında kullanılmış

38


hurda Amerikan gem ileri

arayacaklardı. Bunları da

Avrupa'da değil, olsa olsa Amerika'da bulabilirlerdi. İşte, Demokrat Parti iktidara geldi kten sonra dev­ letçiliğin bürokratik

zararlarını önlemek, biraz

da

Celal Bayaı"ın öcünü almak üzere, <<Devlet Deniz Yol­ ları ve Limanları İşletmesi»ni kaldırmış, yerine özel kesimi de koruyacak olan Denizbank yasasını çıkar­ maya karar vermişti. O gün Meclis'te yasanın tümü onaylanacak, son­ ra maddelere geçilecekti.

Tümü onaylanacağı sırada

CHP sıralarından Cahit Zamangil'in söz aldığı görül­ dü. Herhalde devletçiliği ilke edinen bir partinin söz­ cüsü olarnk yasayı bu açıdan eleştirecek, özel kesime sağlanan ohmakları aşırı bulduğunu, devlete daha ge­ niş denetim gücü verilmesini önerecekti. Öyle yapma­

ch Zamangil. Tam tersine, beni hayretler içinde bı­ rakan

'

denizcilikle, ticaretle,

ekonomi ile ilgisiz bir

konu üzerinde durdu: Efendim bu bankanın adı Türkçe

gramer

kurallarına

aykırıymış.

Denizbank

değil,

Denizcilik Bankası demek gerekirmiş. O böyle söyle­ yince temiz Türkçe düşmanı Demokrat Partililer du­ rurlar mı, onlar da birer birer söz alarak CHP söz­ cüsünü yürekten desteklediler. En coşkun konuşanlar Milletvekili Sadri Maksudi Arsal'la Adana Milletvekili Cezmi Türk oldu. Sadri Maksudi Arsal neredeyse Ata­ türk'e dil uzata..:a : ktı. Kürsüde çırpınıyor, deyiminin Türkçe bilimsel bir tez

Denizbank

olmadığını sanki Dil Kurumu'nda

savunuyormuşcasına yüksek sesle is­

pata çalışıyordu.

Cezmi Türk de aynı düşünceyi dile getirmekle birlikte daha ziyade Yusuf Ziya Öniş'in ki­

şiliği üzerinde durdu, adamcağıza haksız

saldırılarda

39


bulundu. Başka konuşanlar da oldu ve banka «Deniz­ cilik BankasD> adını alarak yasanın tümü onaylandı. Şimdi bana : Sen ne demeye söz alıp da düşünceni savunmadın? diyebilirsiniz. Haklısınız. O sıralar henüz acemi (hep acemi kaldı ya) bir milletvekili idim. Dilim tutuldu, elim ayağım kesildi,

konuşamadım. Dahası

«Denizbank»m Atatürk tarafından adı konurken bu de­ yime karşı çıkan Sadri Maksudi Arsal'la arasında bir tartışma geçtiğini bilmiyordum. Yalnız, aradan iki gün geçtikten sonra 14 ağustos tarihli Cumhuriyet'te konu­ ya değgin bir yazım çıktı. Bir bölümünü aşağıya alıyo­

rum :

«Bir dil bilgini olmadığımız için <<Deniz Bank»

terimini bu bakımdan savıınacak değiliz. Biz Türk dilinin yalnızca basit birer işçisiyiz. Onu yürek­ ten severiz ve elimizden geldiği kadar işleriz. Ara sıra kusur ettiğimiz, bilmeyerek dilimizi hırpala ­ dığımız da olur. Her gün çalışmak, hem de ça­ buk çalışmak zorunda işçiler olduğumuzu düşüne­ rek okurlarımızın bizi hoş göreceklerini umarız. Fakat işte Türk dilinin allamesi değil de hizmet­ çisi olmak sıfatımıza dayanarak söyleyebiliriz ki dil devrimi, bazı fahri bilginlerimizin ileri sür-. düğü gibi Türkçeye karşı girişilmiş öyle «fuzuli» bir «müdahale», keyfi bir hareket , yahut da bal ­ talayıcı bir teşebbüs değildir. Hele işin içinde şuursıız bir fantezi hiç yoktur. Dumlupınar savaşı nasıl bir fantezi değil idiyse, d'il devrimi de tıp­ kı onun gibi, belki ondan da fazla, çünkü tarih ­ sel kadro içinde daha uzak görüşlü, bizi bize daha sıkı bağlauıcı, fantezi iıe ilişiksiz, ilhamım yüzde yüz milli sırdan alan ve bıınıın için de 40


yüzde yüz başarıya ulaşacak bir büyük hamle­ dir. Bir müddettir tavsar gibi göründüğüne ba-. kıp da bu hamlenin sahteliğine hükmedenler al­ daııır!ar. Dil devrimi bir zarurettir. Bağımsızlı­ ğımızı kurtarmak uğruna İnönüleri, Sakaryayı . Dumlupınarı kazanmak zorunda değil miydik? Aynı bağımsızlığımızı korumak uğruna da dil dev­ rimine hız vermek zarımda idik. (Bu devrimin bizde yiizelli yıllık bir tarihi vardır) . Bakmayı­ nız, bugün biraz yapaşlar, hatta yarın belki bi­ raz geriler, fakat o Atatürk'üıı keskin dehasın­ dan bir defa ilk hızını almıştı, ne kadar du­ ralelasa sonunda hep ileriye doğru yürüyecektir. Gelelim «Deniz Bank» terimine. Yukarda cliı bilginliği iddiası gütmediğimizi söyledik. Fakat. Gerçi söz bilmeziz amma biraz iz'anımız vardır. Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat sayın dilcilerimize söylemek isteriz ki bu terim bir akademinin sıfatı değil, ticari gayelerle kurul­ muş bir müessesenin sembolüdür. Onu kuranlar sadece Türk sınırları içinde, mesela Trabzon, İs­ tanbul, Antalya ile İzmir arasında çalışacak de-. ğillerdir. Öule olsaydı bu sembolün lüzumsuzlvğu ­ nu biz de kabul ederdik. Oysa ki «Deniz Bank» dünyayla iş görmek, hiç değilse Akdeniz bölge­ sinde şöhret yapmak, yani milletlerarası bir se­ viyeye ulaşmak iddiasındadır. Türkçe bilmeyen yüzlerce firma ile muhabere edecek. Türkçe bil­ mek zorunda olmayan milyonlarca insana kendi­ ni tanıtacak, uabaııcı memleketlerde reklamını 41


yapacaktır. Denizcilik Bankası, yahut Denizcilik İşleri Bankası kelimelerinden kısaltılarak yakış ­ tırılan bu terimi, Türk dili kaidelerine uysa da uymasa da böyle bir has isim, bir firma ismi olarak kabul etmek gerekir. Çünkü öğrenilmesi, akılda tutulması ve büyük kitlelere tanıtılması daha kolaydır. Reklam psikolojisinin ehemmiye­ tini takdir eden ueryüzündeki bütün müesseseler böyle düşünmektedirler. Frigidair ne demektir? Cineac'ın hangi dilde manası vardır? Air France Fransızca mıdır? Dillerine karşı yapılan en ufak bir la ubaliliğe tahammüı edemediğini bildiğimiz Fransızlar, İ ngilizler bundan ötürü hükılmetleri­ ne veya özel müessese sahiplerine kızıyor, ad­ ların değiştirilmesi için teşebbüse geçiyorlar mı? Deniz Bank da işte bunlar gibi zekice düşünül-. müş ve bulunmuş, üstelik dilimize aykırılığa da kolay kolay ispat edilemeyecek bir firma adı idi. Bunu bahane ederek bir devrim hareketinin aleyhinde bulunanlara, hele o devrimin koruyu­ cusu olması gereken CHP milletvekiline bilmem ne dersiniz? Biz şimdilik kırgınız demekle yeti­ neceğiz.» Denizbank,

Denizcilik

Bankası olalı yıllar geçti.

Deniz ticaret düzenimizde bir ilerlemeden bugün söz edebilir miyiz? Ele aldığımız, sorunların özüne inme­ yip de biçimleri ve dış görünüşleriyle oyalandığımız sürece yerimizde saymaktan gayri bir sonuç alamaya­ cağımızı ne zaman algılayacağız? Demokrasi, Cumhu­ riyet, özgürlük, bağımsızlık derken de aynı tutum için­ de değil

42

miyiz?


IV

Adnan lVIenderes 'i geç tanıdım. Ü nlü «dörtlü» tak­ rir den önce adını bile duymamıştım.

1950 seçimlerine

bir kaç ay kala birgün Ankara Palas'ın holünde kar­ şılaştık Demokrat Parti listesinden adaylığım söz ko­ nusu olduğu için benimle ilgilendi. Telaşlı haline kar­ şın ayak üstü «Nadir bey bizim oralara gidelim, du­ rumu yakından görürsünüz» gibilerden bir şeyler söy­ ledi.

Seçim Yasası değiştirilmiş, açık oy, gizli sayım Sonuçtan kuşkusuz görü­

yöntemi tersine çevrilmişti. nüyordu.

Seçimler kazasız belasız yapılıp da DP en iyimser tahminleri de aşarak ezid bir çoğunlukla iktidara ge­ lince Menderes'in

10 yıllık Başbakanlığı dönemine ka­

pı açıldı. Bu sürı:� içinde onunla bir çok kez bir arada bu­ lunmak frrsatı çıktı. İlişkilerimiz hiç bir zaman içli

43


beyi beklemek üzere hep bi rlikte paviyona indik. Ar­ kalara doğru Başbakan için beş kişilik güzel bir yer ayrılmıştı. Masa çeşitli iştah açıcı mezelerle donatıl­ mıştı. Oturup beklemeye başladık. Dokuzu çeyrek geçe elbette gelmeyecekti. Dokuz buçukta, ona çeyrek kala, hatta onu çeyrek geçe de gelmedi. İçimiz kazınarak, nefis mezelere el uzatmaksızın Beyfendiyi bekliyorduk . Nihayet on buçuğa doğru yanında sevgili arkadaşı Rı­ fat Kadızade,

paviyonun merdivenli girişinde görün­

dü. Rakılar geldi ve yenip içilmeye başlandı. Adnan bey neşeliydi. Kadızade'ye takılıyor ,

söz gelişi o «şu

noktayı tespit ettim» derse <<l:epsi böreği mi dediniz? » diye ispat hakkı-ismail hakkı alıştığımız esprilerini ard arda

tekerlemesinden

beri

sıralıyordu. O akşam

hep havaiyyattan konuşuldu. Benim ve Haldun Sima­ vi'nin öğleden önce Devlet Bakanı Mükerrem Sarol'a açtığımız

gazetelerimizle ilgili sorunlara hiç değinil­

medi. Ertesi gün ellerimiz boş, a yn ayrı İstanbul'a dön­ dük.

Adnan Beyin az dostu vardı. Burada «dost» söz­ cüğü pek yerinde değil galiba. O daha çok istediği an yanında bulunduracağı,

yürüyüşlerinde kendine eşlik

edecek sıkıldığı zaman derdini dinleyecek, gerektiğinde moralini güçlendirecek bir arkadaş arardı. Buldu mu da posasını çıkarıncaya dek kullanırdı. Bu bakımdan aynı · zamanda· birden fazla «dost»u olmamıştır sanırım. · On yıllık iktidarı döneminde Menderes'in arka arkaya üç

dostunu sayabilirim : Raif Meto, Mükerrem Sarol

ve Rıfat Kadızade.

46


Raif Meto hem Menderes'e hem Demokrat Parti'­ ye yürekten bağlı bir arkadaştı. Biz ona aramızda Me­ tom Bey derdik. Mübadele yoluyla Rumeli'den Adana' ­ y a yerleşmiş bir göçmen ailenin çocuğu idi. Hali vakti çok yerinde olduğu için dostlar alış verişte görsün ka­ bilinden gazetecilik yapıyor, Ankara'da tek başına üç dört gazetenin temsilcisi bulunuyordu. Gazetelerden al­ dığı paraların toplamı masraflarını mez ayrıca cebinden eklerdi.

DP'ye çok. yardımı dokunmuştu. ilişkilerini

yöneten adamdı.

karşılamaya yet­

Muhalefet

döneminde

Partinin, adeta

Gerekirse

dış

yabancı elçi­

lerle DP kurucularının buluşmalarını sağlar, yemekli toplantılarda

menü hazırlamaya kadar her

işi canla

başla yapmaya çalışırdı. Metom Bey Menderes'e hay­ randı. Onun zekasına,

yeteneklerine

politik güo�ünc

yürekten inanıyordu. Menderes de daha muhalefet yıl­ larından ba�layarak onu kendine dert ortağı seçmişti. Hemen hiç yanından ayırmazdı.

1950 seçimlerinde DP

listesinden aday göstermek istiyor, Metom Bey de mil­ letvekilliğine pek hevesli görünüyordu. Ne var ki Meto ailesi oldum olası CHP'liydi. Özellikle, yaşamda çok acı görmüş yaşlı annesi bu hevese ş iddetle karşı çık­ mış «adaylığını koyarsan vallahi hakkımı helal etmem» diyerek sevgili oğluna rest çekmişti. Milletvekili olamamasına karşın Raif Meto Adnan Bey'in eskisi gibi vazgeçilmez dostu olmakta tesellisi­ ni buluyordu. Çoğunluk Partisi Genel Başkanı ona Mec­ liste bir takım ayrıcalıklar tanımıştı. Milletvekili olma­ dığı halde ön kapıdan girmek, koridorda mak,

volta at­

merdiven altında bakanlarla dilediğince konuş­

mak , bu ayrıcalıkların başlıcalarından sayılır. Eskiden

47


nasıl idiyse Adnan Beyin yine dert ortağıydı. Uzun yü­ rüyüşlere birlikte çıkarlar, başı sıkıldı mı Adnan Be­ yin moralini yükseltmek hatta kimi siyasal konularda güç kazanmak üzere

Adnan Bey hep ona başvururdu.

Ankara Palas'ın barındaki akşam sohbetlerinde ya­ nında kimler bulunursa bulunsun Raif Meto hiçbir za­ man eksik değildi. Nasıl olduysa bir gün Metom Beyin yıldızı birden sönüverdi. Bir akşam Başbakan Ankara Palas'ın arka salonunda Ali Naci Karacan, Mükerrem Srol ve Celal Fuad Türkgeld i ile otururken yanlarına yaklaşmak isteyen dert ortağı Meto'yu adeta kovar gi­ bi çok ters karşılamış. Hiç ummadığı bu muamele Metom Beyi yüreğin­ den yaraladı. Haftalarca,

aylarca yemeden içmeden

kesildi. Bu. dünyada unutulmayan

acı yoktur derler

ya , sonra o da kendine Adnan Beysiz bir yaşam çiz­ gisi buldu, Hürriyet Partisine kaydı, Enver Güreli, Raif Aybar gibi <<ispatcı»larla birlik oldu. Menderes sevda­ sını yenmiş. kurtulmuştu. Meto'dan boşalan yeri ilk

zamanlar bir ekip ele

geçirdi. Ali Nac i Karacan Mükerrem Sarol, Firuzan Tekil, Celal Fuad Türkgeldi Menderes'e derece derece y akınlaşmayı başarmışlardı. Ama sonunda Mükerrem hepsini geride bırakmayı bildi. Tıpkı Meto gibi Mende­ res'in vazgeçemediği yakın dostu oldu. Ankara'nın Çan­ kaya'sında İ stanbul'un Yıldız Parkında adet haline ge­ tirdiği uzun yürüyüşleri onunla yapıyor kafasında dü­ ğümlenen sorunlara onun yardımıyle çözüm arıyordu. Partili bir milletvekili olduğu için Sarol,

Menderes'e

belki Meto'dan daha da yararlı oluyordu. Nitekim bir

48


süre sonra l\/Iükerrem Sarol'u Devlet Bakanlığına ge­

tirdi. Türlü kıskançlıklara, entrikalara karşın zeki Mü­ kerrem orada uzunca bir süre dayanmayı becerdi. Birkaç kez hükumete girip çıktığını anımsıyorum. Bu giriş çıkışlar aralarındaki dostluğu zedeledi mi, ze­ delediyse ne ölçüde zedeledi . Ama

hiç

Şimdi

bilemeyeceğim .

değilse bir keresinde Mükerrem' in adama­

kıllı gi.kendirildiğine tanık oldum. Böyle kenara itil­ miş bulunduğu bir sırada matbaada beni görmeğe geldi ve Ağasından şikayet etti. Onun uğruna çok özverilerde bulunmuştu : <�Gazete çıkaracaksın» dedi, meslekten anlamadığı­ mı söyledim. «Anlayan b irilerini yanına alırsın» dedi, param olmadığını ileri sürdüm, bana kredi buldu gaze­ teyi çıkardım. Şi� di yarım milyon lira borcum var. Ama bana yarım milyona mal olan tesisin değeri bu­ gün

1.5 milyon ediyorsa kusur ben de mi?» diye dert

yanarak kolay kolay yadsınamayacak bir mantıkla hak­ lılığını öne sürdü. Sevimli, hoş sohbet bir kişiliği olan Mükerrem doğrusu benim pek yakın bir arkadaşım de­ ğildi. Bunları kardeşim Doğan 'ın da yanında bana söy­ leyebilmesi için Ağasına

herhalde fazla

kırılmış

ol­

malıydı.

İktioarının son yıllarrnda Menderes «dost» olarak kıdemli arkadaşı, aynı zamanda hemşerisi Rıfat Kadı­ zade'ye dadandı. Uzun yürüyüşlere onunla çıkıyor, de­ nize onunla giriyor, yabancı ülkelere yaptığı dış gezi­ lerde bile onu yanından eksik etmiyordu. Aslına bakılırsa

yalnız bir adamdı Menderes. Bir

çiftli k ağasının küçük yaşta öksüz kalmış mirascısıydı.

F. : 4

49


«13u topraklar senin. Her dediğin olacak» zihniyeti ile eğitilmiş, yaşamın katı gerçekleriyle yuğrulmak fırsa­ tını pek bulamamıştı. Serbest Fırka denemesinden son­ ra CHP saflarına katılınca parti müfettişliğiydi, spor işleriyd i , hrp rahat bir parlamento yaşamı sürdürmüş­ tü. İsmet Paşa'mn buyruğu ile başlatılan

1946-1950 dö­

nemi, onun hesabına belki en çetin savaşım yılları ol­ muştu. Halkın yürekten desteği ile sürdürülen bu sa­ vaşımda en büyük başarı payına belki kendini layik gö­ rüyordu. O görmese de onu bu inanca iteleyen pek çok kimse vardı politika alanında. Demokrat Parti'nin za­ ferinden sonra Meclis

kürsüsüne çıkıp ona bakarak

«gözlerinde Atatürk'ün şulelerirıi

görüyorum» diyen,

hem de Halk Partili milletvekilleri çıkmamış mıydı? Böyle

davranan

Halk

Parti'liler çıkarsa, mevki

kapmak için pusuda bekleşen kendi partidaşları neler yapmazlardı? Çevrenin etkisine çabuk kapılan Mende­ res'e yaranmak isteyenler ona büyük adam olduğunu, hatta Atatürk'den de büyük olduğunu kuşkusuz bıkıp usanmadan telkin ediyorlar, o da bu telkinlerin etkisi altında kimi zaman ne

oldum delisine dönüyor ,

sık

sık yanılgılara düşüyordu. Ama yaradılıştan zayıf bir kişiliği olan bu adam karşısında güçlü bir direniş gö­ rünce ters yüz edip geri dönmekten de kaçınmıyordu. Arazi vergisini artırmayı öngören yasa tasarısını DP Meclis grubunun olmaz demesi üzerine kuzu kuzu geri almamış mıydı? Gene DP grubunun

şahlanışı üzerine

bütün bakanlar birer birer kürsüye gelip istifa ederken en sonunda o tek başına gruba karşı «Siz isterseniz bu memlekete hilafeti bile geri getirirsiniz» diyerek kendi koltuğunu kurtarmamış mıydı?

50


Menderes oturduğu koltuğu doldurmadığının bilin­ cinde belki değildi ama, koltuk giderse ortalıkta Men­ deres diye bir devlet adamı kalmayacağını herhalde sezinliyordu. Devlet adamlığına yakışmayan bir yanı da çapkın­ lıklarım

herkese

gösterircesine

hem de alenen yap­

masıydı. Sanırım bu ruhsal bir hastalıktır, Frenkçe adı da galiba

«Exhibitionisme»dir.

Ankara'da bir opera

sanatçısı ile geçe n serüvenini bütün Ankara'lılar bilir­ lerdi. Sonradan «Bebek dava�m adı ile Yassıada Mah­ kemesine getirilince ülkemizde öğrenmeyen kalmadı. İstanbul'da ozan ve öykücü, romancı geçinen bir ha­ nımla yaşadığı serüven de dillerde dolaştı durdu. Men­ deres'in kırmızı plakalı Başbakanlık arabası hanımın Nişantaşında oturduğu

apartmanın kapısında bekler,

işin tuhafı, hanımın bir devlet memuru olan eşi de kapıda nöbet tutardı. Bütün bu yakışıksız davranışlar yabancı elçiliklere kadar yurdun her köşesinde duyu­ lur olmuştu. O sıralarda İtalya'yı Ankara'da Pietro­ marki adında biraz safça bir Büyükelçi temsil ediyor­ du. Ekselans Pietromarki bir gün bana çok önemli bir girişiminden söz ediyormuşçasma hanımın yazdığı şiir­ lerden bir bölümünün İtalyancaya çevrilerek Roma'da bir yayıneviı�e yayımlanacağım söyledi. Arkası ne ol­ du, anımsamıyorum. Menderes'in kültür düzeyi nasıldı, kesin bir yargım yok. Felsefeyle, tarihle,

üstünkörü olsun ilgilendiğini

pek sanmıyorum. Resimden, müzikten, güzel sanatlar­ dan anlar mıydı, sanmıyorum. Yalnız, kendi gençliğin­ de güncel sayılan Türk edebiyatına yakın bir ilgi gös-

51


terdiği anlaşılıyordu. Oldukça güçlü bir belleği olma lıydı.

Bir gün bir dost toplantısında. Halide Edip'in

«Handan» romanından koca bir parçayı

ezbere oku­

du. Bir başka gün bizim evde Fecr-i Ati ozanlarından Celal Sahir'in bir şiirini, vurguları tam yerinde kulla­ narak baştan sona duraksamasız yineledi. Bu şiiri Ce­ lal Sahir'in kızı olan eşim bile o güne değin hiç duyma­ mıştı. Bir dönem romaocı ve ozanlarına

demek ilgi

gösteriyordu. Bize okuduğu p arçalar herhalde okul sı­ ralarından aklında kalan kırıntılar olmalıydı.

Menderes'le ilişkilerimiz on yıl boyunca hep kopuk kopuk sürr:lü. Eleştirilerime kızdığı zaman selamı ke­ ser, aylarca arayıp sormaz, hatta kağıttı, mürekkepti gibi bir gazete için vazgeçilmez normal gereksinmele­ rimizin karşılanması hususunda önümüze yasadışı en­ geller sürerdi. «Yeni Sabah» sahibi Safa Kılıçlıoğlu'­ ndan dinledim : Cağaloğlunda matbaalarımız karşı

kar­

şıya idi. Aramızda dar bir sokak vardı. Dostluklarının parlak olduğu dönemlerde sık sık ona gelir birlikte ye­ mek yerleşmiş. Cumhuriyet'e pek kızdığı günlerden bi­ rinde pencereden bizim makine dairesini göstererek «ŞU sokağı gP.nişletmek gerek. Cumhuriyet

binasından üç

metre istimlak etsek nasıl olur? » diye danışmış. Karar verip de uygulamaya koysaydı, Cumhuriyet'in koca ro­ tatifi sökülecek , gazete de kuşkusuz kimbilir ne güne kadar çıkamayacaktı. Ama Adnan bey duygusal yara­ dılışlı bir

adamdı. Ne de olsa bize kıyamazdı

sanı­

yorum. Menderes dış gezilerden hoşlanırdı. Gazete kollek­ siyonlarında yaptığım üstün körü bir tarama,

52

10 yıl-


lık iktidarı süresince yaklaşık

30 kez yabancı ülkelere

gittiğini gösteriyor. Çok kez onun çağrılısı olarak bu gezilerden bir kaçına ben de katıldım. Politika yanıy­ la değil. o günlerin havasını

yansıtması bakımından

tanık olduğum kimi olayları okurlarıma aktarmak belki ilginç olacaktır.

1952 yılının ekim ayında Paris'teydim. Bir gün ga­ zeteden bir telgraf aldım. İ ngiliz hükümetiyle önemli konular üzerinde görüşmek üzere Adnan bey Fuat Köp­ rülü ve bir danışmanlar heyetiyle birlikte Londra'ya gidiyordu Cumhuriyet adına bu görüşmeleri

izlemeliy­

dim. Kalktım gittim Menderes'in kalacağı Claridge Ote­ line indim. Vakit akşamdı. Onun uçağı gece yarısına doğru gelecekti. Karaosmanoğulları'ndan Halk Partili «Suat» da oradaydı. Bir taksi tutarak Başbakanımızı karşılamaya

havaalanını

boyladık.

Karaosmanoğlu

<<Ben Halk Partiliyim ama o Türkiye'nin

Başbakanı

elbette karşılarım» diyordu. Churchill savaştan sonra yitirdiği seçimleri yeniden kazanmış İngiliz hükumeti­ nin başına geçmişti. Yaşlı olmasına karşın önem ver­ diği yabancı Başbakanları kendi karşıladığı halde bi­ zimki için tatlı canını zahmete sokmamış, yerine Dış­ işleri Bakanı Eden'i göndermişti. Başında melon şap­ kası, sırtında siyah pardesüsü. Eden'le aynı salonda bi r süre beklendi. Menderes İngilizler için yürekten sa­ yılabilecek i lgi

ile karşılandı. Churchill, onuruna bir

akşam yemeği verdi. Bizim Büyükelçiliğürıizde d@ bir kabul resmi düzenlendi. Ortadoğu savunmasına değgin görüşmelerden basına pek bir şey yansımadı. Gazete­ ler , beylik sözlerle Türkiye 'nin Orta Doğu ve Nato'daki

53


önemini belirtmekle yetindiler, hepsi o kadar. Mende­ res 'i izlemek üzere Londra}'a Türk basınından kimler gelmişti. A.E. Yalman'dan başkasını anımsayamıyorum. Sanırım o sırada Paris'te öğrenim gören Metin Toker de uçağa atlamış, aynı sabah bize katılmıştı. İngiliz baş­ kentindeki davetlerden hiç birine çağrılmadık. Yalnız bir gün Dışişleri Bakanı Antony Eden Türk gazeteleri için Bakanlıkta bir basın toplantısı düzenledi. Çarpıcı bir kişiliği yoktu Eden 'in. Kibar halli bir İngiliz bü­ rokratını andırıyordu. İki ulus arasındaki dostluğun de­ ğerinden, Ortadoğu'da Türkiye'nin öneminden söz eden bir demeç verdi. Toplantının soru yanıt bölümü­ ne geçilince bir az tökezledi. İçimizden biri bir konu hakkında düşüncesini öğrenmek istediğinde <Nery inte­ resting question - çok ilginç bir soru» diye arkadaşa hafif tertip yağ çekiyor , böylece kendisini fazla sı­ kıştırmamasını sağlamaya çalışıyor, arkasından da her yana çekilebilir, belli belirsiz bir şeyler söylüyordu Eden'in basın otplantısından görüşmeler üzerine hiç ay­ dınlanmadan, hemen de bomboş ayrıldık. Son günün akşamı Milli Savunma Bakanı Lord Alexander Menderes ve Köprülü'yü bir tiyatro temsi­ line çağırmıştı. Daha önce sanırım hep birlikte bir en­ düstri kuruluşunu görmeye gitmişlerdi. Perdenin açıl­ masına az bir zaman kala sayın Lord'un ve Dışişleri ge­ nel sekreterimiz Büyükelçi Cevat Açıkalın'ın eşliğinde otele geldiler. Açıkalın oldukça tedirgindi. Zira Başba­ bakanın odasına çıkıp kıyafet değiştirmesi gı:rı:-kiyor­ du. Vaktinde oyuna nasıl yetişeceklerdi? Menderes «bi­ razdan gelirim» diyerek asansörle yukarı çıktı. Gitti gelmez, gitti gelmez. Dakikalar ilerledikçe Cevat Açık54


alın'm tedirginliği artıyor, pipisi gelmiş bir çocuk gibi hızlı adımlal'la otelin holünü adımlıyor, ikide bir yelek cebinden çıkardığı altın saate bakarak başını sallıyor­ du. Bir ara yanıma yaklaştı. «Bunca

senedir harici­

yeciyim, böyle bir şey başıma gelmedi»

dedi.

Alexander ise başında geleneksel melon şapka,

Lord boy­

nunda beyaz ipek atkı sırtında siyah pardesü yüzün­ de ne telaş, ne üzüntü ne kızgınlık belirtisi , hiç

h

mıldamadan giriş kapısının berisinde dimdik duruyor­ du. Nihayet Menderes hazırlanmış

etrafa gülücükler

dağıtarak aşağıya indi. Ve otomobillere binip gittiler. Üst yanını ertesi gün öğrendim . Perde yirmi daki­ ka kadar geç açılmıştı. Bu hale alışık olmayan Lond­ ralı seyirciler uzun süre tepinerek ıslık çalarak pro­ testo gösterisinde bulunmuşlardı. Nihayet Lord ve çağ­ rılılar locaya girip de temsilin başlayacağı

anlaşılınca

ortalığı birden bir alkış tufanı kaplamıştı . Günahı an­ latanın bnynuna, Menderes o

alkışları k endine karşı

sevgi gösterileri mi saymıştı? . . .

O tarihten 8-1 0 ay kadar sonra 1953 yılı Mart baş­ larında Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Köprü­ lü, Fransız hükumeti tarafından dört günlüğüne res­ men Paris'e davet edildiler. Resmi çağrı eşlerini de kapsıyordu. Bu geziye önem veren Menderes, muhalif muvafık ayırd etmeksizin başlıca gazetelerin

başya­

zarlarını da -kendi çağrılısı olarak- birlikte götür­ mek istedi. Hüseyin Cahit Yalçın, Falih

Rıfkı Atay,

Ali Naci Karacan, Selim Ragıp Emeç bir de ben. Baş­ bakan adına telefonla durumdan bilgi edindik . Hepimiz

55


de olumlu yanıt verdik. Yalnız Falih Rıfkı bana «Gi ­ delim ama biz ikimiz masraflarımızı kendimiz ödeye­ lim. Yeterince döviz versinler, üst yanına karışmasın­ lar» dedi. Bu çekingenliği biraz çocuksu bulmakla bir­ likte Falih'in ileri sürdüğü koşulu Ali Naci'ye ilettim . o da Menderes'e aktardı. Fransız hükumeti Başbakan emrine zaten gidiş geliş bir uçak ayıra•2aktı. Bilet a l · mamız s ö z konusu değildi. Resmi davetlere biz de gi ­ decektik. Bunun dışında ne kalıyordu? Dört günde Pa ­ ris' te harcayacağımız para uçak biletlerine ödeyeceği mizin yarışını aşamazdı. Bu kadarcık bir şey için «has­ sasiyet» göstermek, size ik i kadeh viski ikram eden arkadaşınıza parasını vermeye kalkışmanızdan farklı olur muydu? Ama basınla iyi geçinmeyi o sıralar kafa­ sına koyan Menderes, Ali Naci'nin söylediklerini dinle­ dikten sonra gülmüş , c'.Peki, nasıl isterlerse» demekle yetinmiş ! Bir öğle vakti Air-France'ın özel uçağına binerek havalandık. Güzel hosteslerin sunduğu buz gibi şampan­ yaları içerek bize çok kısa gelen neşeli bir yolculuk­ tan sonra, güneşin batışına doğru Paris'e yaklaştık . Neredeyse «Kemerleri takın, cıgaralarınızı söndürün» işaretini bekliyorduk. Fakat o ne? Duvardaki levhada ışıklar bir türlü yanmıyor, uçağımızda da yere doğru bir iniş hazırlığı görülmüyordu. Beş dakika, on daki ­ biz habire uçuyor, Paris'in hafif bulutlu pembe semalarında tur atıp duruyoruz. İ çimiz­ ka, on beş dakika,

de en çok uçağa binenimiz, uzak diyarlara gidip ge­ lenimiz olduğu halde tek paniğe kapılan A. E. Yalman oldu. Büyük bir telaşla hosteslere soruyor, olayın ne­ denini anlamak için pilot kabinini zorlamaya davra-

56


nıyordu.

Nihayet durum anlaşılır

gibi

oldu.

Ortada

bir zamanlama yanlışı, vardı. Uçağın Orly havaalam­ na daha geç ineceği sanılıyormuş, o yüzden karşıla yıcılar henüz gelmemişlerdi. Onlar

hazır olunca pis­

te konacakmışız. Yalman'ın sinirleri yatıştı ve biz ha­ valarda kırk dakikalık bir «cevelamdan sonra nihayet sağ

salim yere inebildik.

Ama işin içyüzünü ancak

ertesi gün öğrenmek kısmet oldu. Gerçekten Paris'e geç varacağı

uçağın

bekleniyormuş. Güneş battıktan

sonra ulusal bayraklar

çekilemeyeceği için askersel

karşılama töreninden vazgeçilmiş. Oysa bi z gün ışığın­ da Orly'e varınca tuhaf bir durum ortaya çıkmış. Hani ulusal bayraklar , ulusal marşlar, denetim birliği? Bir kaç dakika içinde bunları sağlama olanağı yok. İyisi mi ortalık iyice karardıktan sonra Orly'e ayak basalım ki karşılama töreni kurallara uygun olsun. Öyle de oldu. Başbakan Antoin Pinay, Dışişleri Ba kanı George Bidault, yüksek dereceli Fransız bürok­ ratları, bizim Büyükelçimiz Numan ona bağlı ateşelerimiz,

fotoğraflı,

Menemencioğlu , fotoğrafsız basın

mensupları , bir bölüm Türk yurttaşları, hep oradaydı­ lar. Karşılama töreni böylece olağan koşullar altında yapıldıktan sonra otomobillere dağılıp konvoy halinde şehre ulaştık. Menderes'e ve biz yanındakilere

Crillon otelinde

yerler ayrılmıştı. Ertesi gün gördüm, Adnan beyin Con­ corde alanına bakan dairesi

gerçekten

görkemliydi .

Büyük bir salon, kuyruklu bir piyano, yaldızlı koltuk­ lar, değerli halılar, duvarlarda ünlü ressamların im­ zasını taşıyan iç açıcı

tablolar, Paris'i sevdiğimi bil­

diğinden <<Nadir Bey mahallenize geldik.» dedi. Gerçi

57


benim asıl mahallem biraz daha ötedeydi. Burası ise daha da güzeldi ve Adnan bey o sözleriyle tüm Faris'ten hoşlandığım belirtmek istiyordu. Onuruna Başbakan Pinay tarafından bir öğle, erte­

si gün de George Bidault tarafından bir akşam yemeği verildi.

Yemekten sonra bir

suare düzenlenmişti ve

kalburüstü Faris sosyetesinin katıldığı bu suareye biz de çağrılı idik. Gittik, bulunduk ve döndük. Özellikle Menderes'in eşi Berin hanım sakin duruşu, kibar dav­ ranışlarıy le yerini iyi dolduruyordu. Ertesi g:ün Fuat Köprülü Sorbonne Üniversitesinde Sasaniler üstüne bir konferans verdi Fuat hoca alçak

sesle konvşuyor, mikrofon iyi a yarlanmadığı için söz­ leri pek anlaşılmıyordu. Adnan bey ise onun yanında önündeki kağıtlara eğilmiş, birazdan başka bir yerde yapacağı konuşmanın metni üzerinde çalışıyordu. Pek az kimsenin izlediği konferans genel bir ilgisizlik için­

de sona erdi.

Son

gün

bizim

elçilikte

Numan

Menemencioğlu

bir akşam yemeği, arkasından da görkemli bir suvare düzenlemişti. Sabahleyin otele gelen arkadaşım elçilik müsteşarı Cahit Hayta «suvareye sizleri de bekliyoruz. Durum sı­ kışık, yazılı davetiye gönderemedik. Herhalde kusura bakmazsın ız» dedi. Arkadaşımın hakkı vardı. Ne çıkar, elçilik bizim evimiz sayılırdı, istediğimiz zaman kapı­ sını çalabilirdik. Ne var ki Paris'te geçireceğimiz son geceyi ben kendi başıma kutlamaya karar vermiştim. Oturmalı yemekte nasıi olsa biz yoktuk. Suvareye ise

58


en az

300 kişi çağrılmıştı. O kalabalıkta varmışım yok­

muşum kim farkederdi. Hüseyin Cahit de aynı düşün­ ceyle Evian'a gitmek üzere

hazırlanmış , gece yarısı

kalkacak trende yerini bile ayırtmıştı. İ şte r:ıe olduysa o gün benim bir patavatsızlığını yüzünderı herşey bozuldu, az kalsın büyükelçinin pos­ tu belki de elden gideyazdı. Oğleden sonra dinlenmek

üzere otele giriyordum.

Asansörün başında Menderes'e rastladım. Selamlaştık. Koluma girerek beni dairesine buyur etti. Birazdan Köprülü de geldi. Öteden beriden yarım saat kadar hoş

beş ettik. Sanırım ilk kez gördüğü Paris'e Men­

deres hayran kalmıştı. O ne zenginlik, o ne ihtişam ! <<Her mahallesinde iddihar edilmiş havsala almaz ser­ ' vetler var» diyordu. Londra da «İddihar» edilmiş ser­ vetlerin daha da göz kamaştırıcı

olduğunu herhalde

<<fart-ı heyecandan» unutuyordu. Yarım saat sonunda iznini isteyerek ayağa kalktım . - «Bu akşam sefarette buluşuyoruz, değil mi Nadir Bey>) dedi. «Peki efendim buluşuruz»

gibilerden

üstü kapalı

bir yanıt verip gitsem, sonra da bildiğimi okusam kuş­ kusuz hiçbir sorun çıkmayacaktı. Boş bulundum «efen­ dim izninizle bu akşam ben gelemeyeceğim» deyiver­ dim. Vay efendim , sen misin diyen!

Sanki büyük bir

görevden kaçıyormuşum ! «Nasıl olur Nadir Bey? Rene Meir gelecek, Bidault gele�ek, o kadar

ı;:ağnh

diplomatlar var ! Onlarla tanı­

'?acaksmız, mutlaka gelmelisiniz ! »

59


Üçzyüz kişilik tıklım tıklım bir

kalabalık arasında

sekiz on kişinin elini sıkmakla kime ne yararım doku­ nabilirdi? Gitmeyecektim. «Zaten biz davetiye falan almadık. Hayta bey sa­ bahleyin laf arasında suvareye katılabileceğimizi 5öylc bir söyledi» dedim. Ne? Beynine kan sıçramış gibi Menderes yerinden fırladı. <<Sahi siz büyükelçilikte akşam yemeğine d ave­ ti.ye almadınız mı? » «Hayır almadık.» Müthiş kızdı, Köprülü'ye dönerek ateş püskürme­ ye başladı. Bu ne biçim h ariciye idi? Yola sokamıyordu bu adamları. İstanbul'dan kendi ç ağrılısı olarak gelen gazete başyazarlarına karşı Büyükelçi ne hakla böyle­ s ine ilgisiz davranabilirdi? Oysa Mendcrez haksızdı. El­ çilik bizimle gerektiği kadar ilgHenmiş, işte pekala suva­ reye de çağırmıştı. Bu gibi davetler dünyanın her yerin­ de aşağı yukarı böyle olurdu. Başbakanların, Dışişle­ ri Bakanlarının, yüksek devlet görevlilerinin eşleriyle bulundukları bir akşam yemeğinde başyazar da olsalar

4 5 gazetecinin (üstelik bekar olarak) katılmaları hiç -

de şart değildi. Ama bir kez Menderes hırslanmıştı. Köprülüye, Büyükelçiliği arayarak Numan beyi bulma­ sını söyledi. Kimbilir ona nasıl çıkışacaktı. Hay Allah olur şey miydi bu? Söyleyip muştum. Hiddetini yatıştırmak

söylediğime pişman ol­ amacıyle

(<Üzülmeyin

beyefendi. Madem ki istiyorsunuz, ben mutlaka gelece­ ğim. Or ası bizim evimiz

hiç kimseye kırılmış deği­ , lim, merak etmeyin» diyerek yanından ayrıldım . Ben kapıdan çıkarken Ali Nacj içeri giriyordu. Ar­ kasını yarım snat sori ra

60

ondan dinledim .

Telefonda


Menderes Büyükelçiye vermiş veriştirmiş. Bizleri ye­ meğe çağırmamasının doğrudan kendine dönük bir say­ gısızlık olduğunu söylemiş. Büyükelçinin yemek masa­ sında yeteri kadar yer bulunmadığı gerekçesine karşı da «gerekirse zat-ı aliniz sofraya oturmaz yerininizi, onlara verirdiniz»

gibilerden hakaret sınırına dayanan

akıl dışı karşılıklara başvurmuş.

Ali Naci aşağı salona indiği zaman bunları orda bulunan bizlere anlattı. Birazdan Menderes de aramı­ za katıldı. Hala sinirleri yatışmamıştı. Derken bir otel görevlisL gelip karşısında durdu. Türkiye B üyükelçili­ ğinden

Sayın Başbakanı arıyorlardı. Yanımda oturan

Ali Naci kulağıma eğildi «galiba Numan Bey istifa edi­ yor» diye mırıldandı. Birazdan Menderes güler yüzle yerine döndü. Davetliler listesinde o zamanlar OECD temsilcimiz Fatin Rüştü Zorlu ile eşini, kendi yeğen­ leri Nevin ve Berin hanımları silmiş, masaya bir san­ dalye daha sıkıştırmak suretiyle biz Sayın Başyazar­ lara yer açmıştı. Sorun çözülmüş, Adnan beyin neşesi geri gelmişti.

Akşam hepimiz

smokinlerimizi giyerek

vaktinde

Büyükelçiliğe gittik. Çağrılı Fransızlar da birer ikişer gelmeye başladılar. Adnan Bey yine gecikiyordu. Fran­ sız Başbakanı geldiği halde o hala ortalarda yoktu. Bü­ yükelçi Numan Menemencioğlu ise hayran olduğum bir serinkanlılıkla konukları ağırlıyor , herbiriyle ayrı ayrı görüşme olanağı buluyordu. Adnan Bey gelince hemen yemek salonuna

geçild i .

Sofranın

konumu doğrusu

61


protokol kurallarına pek uygun sayılmazdı. Yanında eş­ leri bulunmayan biz beş erkek görünümü tatsız biçim­ de bozmuştuk. Yoğun bir erkek çoğunluğuna karşı, ak­ şam tuvaletleriyle salona neşe saçması gereken kadın­ lar azınlıkta kalmıştı. Yemekten sonra suvareye gelen çağrılılar karşılan­ dı. Paris'in kibar sosyetesi oradaydı. Mendere s yanın­ da George: Bidault olduğu halde büyük salonda bir tur attı. Selim Ragıp Emeç'le ayakta durduğumuz köşeye yaklaşınca adımızı

bile

söylemeye

gerek

duymadan

bizi Bidault'ya göstererek «ils sont tres importants» (bunlar çok önemli kişilerdir) demekle yetindi. Zaten epeyce çakırkeyf olan Bidault anlamsız bakışlarla bizi bir

an süzdükten sonra geçip gitti. Sonra Mendere s

de ondan ayrıldı. Ali Naci i l e kuytu bir köşeye çekil­ diler. Baktım,

H. Cahit Bey Evian'a kalkacak gece

trenine yetişmek üzere sessizce gitmiş, bir kolayını bu­ lup ben de kimseye çaktırmadan

elçilikten ayrıldım.

Saat on bire geliyordu ve Paris'in gece yaşamı yeni başlamıştı. Ertesi gün alışılmış

törenle Orly'den

İ stanbul'a

uğurlandık. Hiçbir zorunlu masrafımız olmamıştı. Otel masraflarımızı bizim hükumet ödemiş, Falih Rıfkı da o denli istemediği halde bedava bir Faris gezisi yap­ mak zorunda kalmıştı.

1954 yılı ekim ayı başında Avrupa Konseyi Genel Kurul toplantıları nedeniyle Strassbourg'da bulunuyor­ dum. Bir gün telgraf aldım : Başbakan Menderes, Al­ man Şansölyesi Konrad Adenauer'i n Türkiye'ye yaptı-

62


ğı ziyareh iade etmek ve iki ülke arasındaki siyasal, te­ cimsel ve ekonomik konuları görüşmek üzere Alman­ ya'ya gidiyordu. Yanında Dışişleri Bakanı Fuat Köprü­ lü' den başka uzmanlardan kurulu bir heyet ve gazete­ ciler vardı. Başbakan benim de onlara katılmamı is­ temişti . Konsey toplantıları bittiği için hemen Münih'e ha­ reket ettim. Pek sevdiğim bu kentte her gidişimde kal­ dığım Park Otel'e indim. Heyet ertesi gün geliyordu. Karşılamalı ve bizimkilere katılmalıydım. <<Gazetecilere Hotel Bayrischer Hof'da yer ayrılmış» dediler. Uğrayıp adımı söyleyerek oda numaramı sordum. Önündeki lis­ teyi karıştıran resepsiyon görevlisi <<Siz Herr Burhan Felek'le aynı odayı paylaşacaksınız» dedi. Şaştım, Al­ manların bu denli nekes olduklarını sanmıyordum. Sa­ yın Felek'le her ne kadar iyi dost idiysek de onun da bir odayı başka biriyle paylaşmaktan hoşlanmayacağını biliyordum. Ben yine alıştığım Park Oteli'ndeki odam­ da tek başıma kalacaktım. Teşekkür ettim çıktım. Uça­ ğın varışına az bir zaman kala Münih Havaalanında Bonn Büyükelçimiz Suat Hayri Ürgüplü ile buluştuk. Sakin ama oldukça tedirgindi Ürgüplü. Almanlar, Men­ deres başkanlığında 15 20 kişilik bir heyet bekliyor­ larmış. Oysa gelenlerin sayısı daha çok olacakmış. Aca­ ba kaç kişi? -

Uçak alana ınınce Suat Hayri Ürgüplü, elçilik görevlileri ve Alman karşılayıcılar uçağa doğru seyirt­ tiler. Önde Menderes, arkada Köprülü, daha arkada danışmanlar, gazeteciler ise müsteşarlar, uzmanlar, kalabalığı sökün etti. İniyorlar, iniyorlar uçak bir türlü

63


boşalmıyordu. Menderes 70 kişilik bir kalabalıkla Al­ manya'ya gelmişti. Tanıdık tanımadık bir çok gazeteci vardı. Şimdi anımsayabildiğim kadarıyle Burhan Fe­ lek, Ahmet Emin Yalman, K.Ş. Dersan, Etem İzzet Benice., Haldun Simavi, Faruk Gürtunca, eski CHP ve yeni DP ideologlarından Burhan Asaf (Belge) bunlar arasındaydı. Kalabalığın

azametini görünce bizi Bay­

rischer Hof'da niçin ikişer ikişer yatırmak geregmı duyduklarını anladım. Bu gerçekten bir zorunluluktu . Münih'te bir gün kaldık. Öğle yemeğinde biz ga­ zetecilerle ikinci sınıf teknisyenleri Park Otelin lokan­ tasında ayrı ağırladılar. Beşer altışar kişilik masalara ayrılmıştık. Yabancı dil bilmediği için peşimi bırakma­ yan Benice rahatsızlığını ileri sürerek perhiz yemeği yiyecekti. Bir hafif çorba, bir ızgara et, bir de kompos­ to istedi. Şer garsona anlattım. Bir kağıda not edip he­ men mutfağa gönderdi. Etem çorbasını bitirirken bize çeşitli çerezler getirdiler. Etem dayanamadı, onlardan da aldı. Aı·kasından ona ızgara fileto servisi yapılırken biz mantarlı, soslu nefis bir av etiyle karşılaştık. Etem ızgarasının yanına soslu av etinden de saygı değer bir porsiyon koydurdu. Kompostonun yanı sıra tabağına önemli bir parça alarak bizim tatlıdan da tattı. Velhasıl o öğle yemeğinde mide rahatsızlığından yakınan E.İ. Benice hem perhiz hem normal, tam iki kişilik yemek yemiş oldu. İçtiği kadeh kadeh şaraplar da cabası. Bu rejim herhalde yaramış olacak ki gezi boyunca bir da­ ha rahatsızlığından söz etmedi. Öğleden sonra Menderes'e Münih'i ve çevresini gezdirdiler , bir sarayın çok güzel parkında bir kokteyl verdiler. Güzel Alman kızları yerel giysileri içinde

64


Bavyera şarkıları söylediler, toplu halde Bavyera dans­ larından örnekler gösterdiler. O gece geç vakit Bonn'a gitmek üzere Alman hü­ kümetinin Menderes ve a rkadaşları emrine hazırlattığı özel bir trenle Münih'ten ayrıldık ve sabahın köründe Bonn'a vardık. Menderes 'e g0rkemli bir karşılama tö­ reni düzen.lenmişti . Yaşlı Başbakan Konrad Adenauer başta olmak üzere bir çok bakanlar, yüksek rütbeli gö­ revliler, kalabalık bir halk topluluğu ordaydı. Menderes bir hayli alkışlandı ve Adenauer'in eşliğinde, kalacağı devlet konukları köşküne gitti. İki hülçfımet arasındaki görüşmelerin olumlu geçtiği bildiriliyordu. Şimdi olduğu gibi o zaman da Almanya'­ ya borçluyduk. Bu borcun ertelenmesini, ayrıca 150 milyon mark tutarında yeni bir borç hesabı açılmasını istiyorduk. Tecimsel ilişkilerimizin geliştirilmesi , para­ sal güçlüklerimizin giderilmesi sorunlarına iki ülke uz­ manları çözüm arayacaklardı. Gezi sonunda çok iyim­ ser ortak bir bildiri yayımlandı. O günden bugüne ise köprülerin altında çok sular aktı. Dünya döndükçe bu sular hep akıp duracaktır. Menderes'le birlikte Ruhr bölgesinde ünlü Krupp tesis­ lerini ziyarete gittik. Bir konferans salonunda kurulu­ şun yöneticilerinden biri Menderes' e karnı bir hoşgel­ diniz konuşması yaptı ve Krupp hakkında bilgiler verdi. Menderes de bu konuşmayı yanıtlamak üzere kürsüye çıktı. Bence buna hiç gerek yoktu. Bir kuruluşu ge­ zen bir hükumet başkanı, orada kendisine hoşgeldiniz konuşması yaptığı için bir yetkiliye, o yetkili Krupp gibi dünya çapında bir kuruluşun başında bulunan biri

F : 5

65


de olsa yanıt vermek gereğini duymamalı, yanıt ver­ memeliydi. Menderes gününde değildi, tutuk konuşu­ yor, sözlerini toparlayamıyordu. Ne desindi? Türkiye CumhuriyE:ti ile Krupp firması arasındaki ilişkilerinden mi söz etsindi? Türkiye ile Almanya ilişkilerini dile getirmenın yeri de kuşkusuz orası değildi. Hoşgeldinizi dinledikten sonra sadece bir teşekkürle yetinmesi ye­ te<:ekti. Böyle yapmayıp da yanıt vermeye kalkması iyi olmadı. Sözlerini tümce tümce Almancaya çeviren An­ kara'daki Almanya Büyükelçiliği baş tercümanı Sela­ hattin Camsızoğlu (şimdi emeklidir) kan ter içinde çok sıkıntılı anlar geçirdi . Akşam, Krupp ailesinin görkemli şatosunda Mende­ res şerefıne bir kokteyl verildi. Çalışma giysileri için­ de elleri.nde maden fenerleri, giriş kapısı merdivenleri­ ne işçileri clizmişlerdi. Sanki «işte bunlar bizim impara­ torluğumuzun askerleri ! » demek istiyorlardı. Bu görü­ nümü çağımız sosyal anlayışına yakıştıramadım. Şato­ nun içi de bir saray yavrusunu andırıyordu. Yavru sözcüğü belki hafif kalır. Bu şato Bavyera Kralı Lud­ wik II'nin sarayından kuşkusuz çok daha büyüktü. Ne var ki ortalığa «bir sonradan görmüşlük» havası ege­ mendi. Duvarlarda Haldun Simavi'yi hayran bırakan Krupp ailesinden gelmiş geçmiş önemli kişilerin yağlı boya tam boy tabloları asılıydı. Acaba bizi ağırlayan­ lar arasında Krupp soyadım taşıyan birileri var mıy­ dı? Yoksa sadece derece derece yöneticiler tarafın­ dan mı karşılanmıştık? Kokteylde kutular içinde puro ikram ettiler. E. İ. Benice'nin elini daldmp bir avuç aldığını gördüm. Ay-

66


rılırken de merdiven lıaşında madeni kalem mi, anah­ tarlık mı, gezi anısı olarak birşeyler verdiler. Etem onlardan da ikişer tane aldı. Bonn'da geçirdiğimiz günlerden birinde Adnan Bey biz gazetecilerle bir öğle yemeğinde resmiyet dışı bir araya gelmek istedi. Ka­ labalık olduğumuz için kaldığımız otelin özel bir salo­ nunda dörder kişilik masalara rastgele dağıldık. A. E . Yalman'la ben Menderes'in masasına düşmüştük Or­ talıkta neşeli bir hava esiyor, ne politikadan, ne de Türk - Alman görüşmelerinden söz açılıyordu. Sanki yaklaşık 20 kişiyi bulan gazeteciler oraya Almanlarla yapıla,�ak görüşmeleri izlemek için değil de Adnan Be­ yin düzenlediği turistik bir geziye katılmak üzere gel­ miştik. Neşe içinde yeniyor, içiliyor, masadan masa­ ya yüksek sesle konuşuluyordu. Bir ara Kazım Sinan Dersan uzaktan Menderes'e seslenerek : - Beyfendi, Faruk Gürtunca sizin için bir kaside yazmış. Çok güzel. İzin verirseniz okusun ! dedi. Belli ki yağ çekmişti. Ama <<hayır , istemem ! » de­ nir mi? Menderes çaresiz boyun eğdi. Ve kalktı ayağa Gürtunca, cebinden çıkardığı kasideyi okumaya koyul­ du. Dizeler dizeleri izliyor kaside bitmek bilmiyordu. Övgü, övgü, övgü. Ne büyük adamdı Menderes ! Ya­ vuz'lar Fatih'ler , Kanuni'lerden de üstündü. Yanım­ da oturan Adnan Beyin utancından kızardığını gözle­ Kasidenin rimle görüyordum. Nihayet dayanamadı. sonunu da beklemeden : - Rica ederim, mah.-:up ediyorsunu z ! Neredeyse masanın altına saklanacağım ! diyerek, o yakışıksız ve zamansız şiirsel yağ çekmeye son verdi. Bonn'dan ay­ rılmazdan bir gün önce Alman radyosu benden üç da­ kikalık Almanca bir konuşma istemişti. Mikrofondan

67


çok çekindiğim, korktuğum halde bir Türk sesi duyul­ sun düşüncesiyle kabul ettim. O zamanlar Almancam şimdiki denli bozulmamıştı. Spikerle birlikte müdürün odasında bir kaç satır birşeyler hazırladım. Bonn'da doğduğu için söze Beethoven'den başlayarak sanatın insanları birbirlerine yaklaştırıcı, birleştirici etkisini kısaca belirtecektim. Sözlerimin bir yerinde <<Beetho­ ven'in guzel düşünceleri» deyimini kullanmıştım. Mü­ dür bunu «Beethoven'in güzel melodileri» biçimine soktu. Oysa, anlatmak istediğim bu değildi. Rossini'nin de, Donizetti'nin de, Müzik dünyasında iz bırakmış her bestecinin «güzel melodileri» vardı. Beethoven'in ya­ pıtlarında ise melodiyi aşan, melodiyi zorlayan, me­ lodiyi neredeyse düşünceye kaydıran bir güç yok mu­ dur? İşte bunu belirtmek istiyordum. Ama müdüre nasıl anlatacaktım ? <<Adam sende ! » dedim ve konuşmamı

mikrofona

müdürün düzelttiği biçimde okudum.

1954 seçimlerinden sonra Menderes'le Cumhuriyet' in arası gittikçe açılmaya başladı. Bir zamanlar DP iktidarına en şiddetli saldırılarda bulunan, Başbakanın basın toplantısına bile katılmayı red eden CHP'nin ağır topu Nihat Erim, hayrete değer bir manevra ile Men­ deres' e y&klaşmış DP'ye bir tür üstün danışman ol­ yapılan o seçimleri , oy muştu. Çoğunluk sistemiyle oranlarında fazla bir değişiklik olmamasına karşın DP ezici bir farkla kazanmış CHP'nin Meclisteki sandalye sayısı 70'den 30'lara düşmüştü. Bu parlak sonuç kar-

68


şısında Celal Bayar'ın «artık ince demokrasiye pay­ dos ! » deme5i o günlere rastlar. CHP beyin takımı pa­ niğe uğramıştı. Hüseyin Cahit Yalçın <Kbu millet demok­ rasiye layık değilmiş ! » gibilerden kaleme aldığı yazı­ larıyla halka küskünlüğünü açıkça belirtiyor , Nihat Erim ise muhalefette sertlik politikasından vazgeçip Gandi yörı.temlerine dönme önerilerinde bulunuyordu . Biz ise Cumhuriyet'te başlangıçtan beri tuttuğu­ muz yolu sürdürüyorduk. Şu ya da bu partiyle özel bir alışverişimiz yoktu. Biz Atatürk'ün açtığı bağım­ sızlık ve özgürlük bayrağı altında Türk demokrasisinin rayına oturması ve halkımızı layık olduğu çağdaş uy­ garlık düzeyine ulaştırması için çalışıyorduk. Yazdığım yazılarda, daha önce yaptığım gibi ılımlı bir dil kul­ lanıyordum. Bunlardan bir bölümünü daha sonra (Ata­ türk ilkeleri ışığında uyarmalar, bir iflasın kronoloji­ si) başlığıyla kitap halinde yayınladım. İşte Menderes bu ılımlı yazılara bile tahammül edemiyor, bir yerde rastla ştık mı elimi sıkarken yüzünü başka yana çevi­ rerek hoşnutsuzluğunu belirtmek istiyordu. İlk defasın­ da bunun bir dalgınlık olabileceğini düşündüm. Hürri­ yet Partisi Kuru..:!ularından Fethi Çelikbaıj'a açtığım zaman «Ne münasebet, hepsi etudie, her jesti önceden hazırlanmıştır» dedi. Hakkı vardı Menderes kırgın ya da kızgın olduğu insanlara karşı tutumunu kimi zaman böyle çocuksu davranışlarla belli etmeye çalışır, el­ hak başarılı da olurdu. Bununla birlikte o bütün bütün kopmalardan yana değildi. En amansız saldırıları sürekli uğraş haline ge­ tiren düşmanları da olsa , bir gün onları kazanmak umu­ dunu hiç bir zaman yitirmezdi . Server Somuncuoğlu

69


ve Nihat Erim örnekleri bu umudunun boş bir şey ol­ madığım göstermeye yeter sanırım. Çok partili yaşamın başlangıcında zamanın Başba­ kanı Recep Peker bir gün boş bulunduğu «kasketliler» deyimini kullanarak sokaktaki kalabalığı hor gördüğü izlenimine yol açmış, bu da DP'lilerin şiddetli tepkisi­ ne neden olmuştu. Menderes ise tam tersine, sokak­ taki kalabalığı, kasketlileri, köylüyü, işçiyi, basit halkı kazanmayı kafasına koymuştu. Aydınlara bilim adam­ larına boş veriyor, «kara cüppeliler» diyerek onları aşağılıyordu. Ama, «kasketliler»e verdiği önem fakir fıkaranın, işçinin köylünün sosyal ve ekonomik duru­ munu gerçekten yükseltmek amacına değil sadece oy toplamak hırsına dayanıyordu. Ülkenin kalkınması, ya­ şam düzeyinin yükselmesi pek umurunda değildi. Ge­ cekonduculara göz yummakla tarım taban fiyatlarını gelişi güzel saptamakla yurdumuz hesabına başarı sağ­ layabileceğine inanıyor muydu? Belki belli belirsiz bir umudu vardı. Bana kalırsa o daha çok «şu seçimleri de kazanalım da üst yanını sonra düşünürüz» zihniye­ tiyle hareket ediyordu. Bütün hükumet programını sa­ nırım dışa borçlanma ilkesine dayamıştı. NATO top­ luluğu içinde Amerika'mn bizi güç durumda yalnız bı­ rakmayacağına inanıyor, demokrasi kurallarını çiğnese bile hiçbir güçlükle karşılaşmayacağını sanıyordu. Ana­ yasa dışı baskılar göze batar hale geldiği sıralarda henüz Dışişleri Bakanlığı'nda oturan Köprülü ile yap­ tığım bir konuşma sırasında bu durum özgürlükçü müt­ tefiklerimizi rahatsız etmez mi diye sorduğum zaman geniş yürekli bakanımız «Hiç rahatsız olmazlar. Ame­ rikalılarla konuştuk. Onlar için önemli olan hükumetin

70


güçlü olmasıdır. Demokratik Özgürlüklere aldırış etmi­ :vorlar» demişti . Ama içerde ekonomik durum gıttikc,:e kötüiüyor pa­ ramızın satın alma gücü -şimdiki gibi haftadan haf­ t aya degilse de- yıldan yıla düşüyordu. Büyük kent­ lere akın hızlanmaya dağ tepe gecekondularla dolma­ ya başlamıştı. Hayat pahalılığına karşı sızlanmalar arttıkça «efendim parası yetmiyen İstanbul'da oturma­ sın» deniyordu. Peki ama İstanbul'da oturmak zorun­ d a bulunanlar yargıçlar , öğretmenler. i şçiler. memur­ lar, dar gelirliler ne yapacaklardı? 1957 seçimleri borca bağlı hesapsız kitapsız poli­ tikanın geçersizliğini iyice kanıtladı. Menderes'in on­ ca bel bağladığı «kasketli» yurttaşlar da DP'ye büyük ölçüde yüz çevirmişler, 34 kişilik CHP grubunu bir hamlede 170 kişiye çıkarmışlardı. Hem de DP'nin kendi yandaşlarını kamyonlara doldurup yargıç kararı ile bir kaç sandıkta oy kullanmalarını sağladığı ve CHP'ye oy vereceği sanılan kimi yurttaşları seçmen liste­ leri ne yazdırmadığı halde. Vaktiyle verdiği firelere karşın CHP muhalefet do­ zunu gittikçe arttırıyor , Menderes de her halde Ceıaı Bayar'ın etkisiyle günden güne şiddet yoluna sapıyor­ du. Böylece bir kaç yıl boyunca Menderes'le hiç karşı karşıya gelmedik. Vatan Cephesi diye düşsel bir ku­ ruluş yaratılmıştı. Her akşam radyoda bu kuruluşa ka­ tılan, çoğu uydurma yurttaşların adı okunuyor, muha­ lefete o arada benim ılımlı eleştirilerime de DP ide­ oloğu Burhan Asaf (Belge) tarafından şiddetle çatılı­ yordu.

71


1959 yılının ekim ayı başında bir sabah telefon çaldı. Park Otel'den beni arıyorlardı. «Sayın Başba­ kan sizinle görüşecek» dediler. Baktım karşımda Men deres. Son derece nazik, adeta utangaç bir sesle Was­ hington'da toplanacak CENTO toplantısına gideceğini söylüyor, benim de bu geziye katılmamı rica ediyordu. Müthiş canım sıkıldı, ne yapacaktım? Hiçbir suretle bu gezide bulunmak istemiyordum. Ama karşımda ni­ hayet devletin Başbakanı vardı. Bahaneler ileri sür­ düm, İngilizce bilmediğimi. yararlı olamayacağımı, di­ lim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Hepsine bir çare buluyor «yanınıza en değerli arkadaşlarımızı katarız . Sıkılmazsınız» diyordu. Nihayet, yüzüne karşı red ede­ bileceğim olasılığından kuşkulandığı , bunu da onuru­ na yakıştıramadığı için ertesi güne kadar düşünmemi, cevabımı da beni arayacak olan Belediye Başkanı Ke­ mal Aygün'e bildirmemi söyledi. Bu gezide bulunmayı gerçekten istemiyordum. Bir takım uydu gazetecilerin arasında refakat subayı gibi Başbakanın peşinde dolaşmak hem canımı sıkacak, hem de okurlarıma karşı beni küçük düşürecekti. Gitme be, ne çıkar? diyebilirsiniz. Ama işin evveliyatı vardı : Cumhuriyet'e sinirlenen Menderes o tarihten bir kaç ay öoce Kopenhag Büyükelçimiz eniştem Bülent Uşak­ lıgil'i durup dururken görüşmek üzere Merkez'e çağır­ mış, ama kabul etmemişti. Eniştemin yakın arkadaşı Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu durumu kendisine anlatırken «Nadir'e sinirlendi , bir kaç gün Ankara'da kal, sonra görevine dönersin. Nasıl olsa yatışır ! » diye­ rek en uygun çözümü bulmuş oluyordu. O sırada Men­ deres'in galiba Emin Kalafat'a «Ne ala beyefendi is-

72


tediği gibi bize çatsın, eniştesi de Kopenhag'da beni temsil etsin» dediğini duymuştum. Oysa eniştem orada Menderes 'i değil devleti temsil ediyordu. Üstelik be­ nim ve Cumhuriyet'in tutumu ile eniştem arasında nasıl bir neden - sonuç bağı kurulabilirdi? Neyse o olay kapandı. Ama i .1 dRha bitmedi . Eniş teşin Kopenhag'a dönüşünden bir süre geçince , yine basına yaklaşmak gereğini

duymuş olacak, l\/[ende­ res'ten bir çağrı aldım . Falan akşam falan saatte belli

başlı gazete başyazarlarını Florya'da yemeğe çağırı­ yordu. Aksiliğe bakın ki o akşam o saatte ben de, aralarında yabancı Büyükelçiler de bulunan 15 20 ki­ ')ilik bir grubu evime davet etmiştim. Bu daveti iptal edemezdim. Çok ayıp olurdu. Adnan Beyin çağrısına gitmesem yeniden sinirlenip başıma kimbilir ne işler açardı. Ne ise oturdum, çok dikkatli bir mektup ya­ zarak yemeğe gelemeyeceğim için özür diledim. Park Otele uğradım, mektubu kendi elimle kapıcıya teslim ettim. Bu kez durum gene sarpa sarmıştı. Onunla birlikte Washington'a gitsem bir türlü , gitmesem bir türlü. Ne yapmalıydım? Öğleden sonra Moda'ya geçerek Falih Rıfkı'nın fikrini almak istedim. Olan biteni dinle.dikten sonra «git, git , bunlarla ipin ucunu koparmak tehlike­ -

lidir» dedi. Kararımı vermiştim. Kalabalık bir gaze­ teciler grubuyla geziye çıkılacaksa özür dileyecektim . Şöyle az çok yan tutmayan bir kaç kişi olursa pekala diye�ektim. Ertesi gün öğleye doğru Kemal Aygün telefon et­ ti. Yanıtımı bekliyordu. Gazeteci olarak kimlerin ge­ ziye katılacağını sordum. «Siz kimleri isterseniz Na-

73


dir Bey?» dedi. Benimle alay mı ediyor diye düşünür­ ken isimleri sıraladı : Cumhuriyet'ten siz. Hürriyet'­ ten Haldun Simavi, Milliyet'ten Ercüment Karacan ! - Hepsi bu kadar mı ? - Evet bu kadar ! - Oyleyse teşekkür ederim, ben de geliyorum . Sonra Ercüment'le buluştuk. Yeşilköy Havaalanında bize bir sürpriz yapılır da aramıza başkaları sokuştu­ rulursa uçağa binmeyecek, evlerimize dönecektik.

Anı uçağı ile Paris üzerin­ den Newyork'a, oradan da Amerikan hükumetinin Menderes emrine tahsis ettiği özel bir uçakla Was­ hington' a gittik. Menderes'in yanında Dışişleri Baka­ nı Fatin Rüştü Zorlu, Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun, bir de ayrılmaz arkadaşı Rıfat Kadızade vardı. Elbette görevli olarak başkaları da vardı ama. şimdi Allemur Kılıç'tan gayrısını anımsamıyorum . Bir ekim akşamı Pan

-

Washington'daki karşılama töreni pek sönük, geç­ ti . CENTO toplantısı gerçi Bakanlar düzeyinde ola­ Başbakanının katılması caktı. Türkiye Cumhuriyeti belki gereksizdi . Ama Menderes'in bu vesileyle onla bulunacağı önceden Amerikan hükumetine bildirildiği­ ne göre, devletimizin şanına uygun bir tören düzenle­ nemez miydi? Diyelim, aynı zamanda devlet başkanı bulunan Eisenhover karşılamaya gelemiyordu, ya Christian Herter neden Amerikan Dışişleri Bakanı gelmese bile o , ortalarda yoktu? Adnan Menderes meslektaşı bulunan Fatin Rüştü Zorlu'yu havaalanın­ da karşılamakla yükümlü değil miydi? Oysa Mende­ res 'le Zorlu'yu havaalanında ABD adına sadece yük­ sek dereceli bir görevli ile figuran kabilinden birkaç

74


memur karşıladı . Menderes haklı olarak alındı. Her­ şeyi yüzüstü bırakıp gerisin geriye Ankarn'ya dönmek istedi. Bu tutumunun daha kötü sonuçlara yolaçaca­ ğını otelde kendine anlatan Fatin Rüştü'nün ısrarı üze­ rine vazgeçtiğini ertesi gün öğrendik . Başbakan bu geziyi kuşkusuz sırf CENTO toplantısı için göze alma­ mıştı. Ekonomimiz günden güne kötüye gidiyordu. Bu duruma çare aramak, yeni kredi olanakları yaratmak istediği besbelliydi. Nitekim Washington'da Maliye Ba­ kanı Hasan Polatkan da Menderes'e katıldı. İki günde sona eren CENTO toplantısı ile birlikte toplam 14 gün Amerika'da kalmamız bunu kanıtlar sa nırım. Vardığı­ mızın hemen ertesinde Altemur Kılıç bizlere, harçlık mı, ödenek mi seyyanen dörder yüz dolar dağıttı. İçimiz­ den bir arkadaşa ayrıca bin dolarlık döviz verildiğini duyunca tepem attı. Belki kınayacaksınız ama arsız çocuklar gibi «ben de isterim» diye tutturdum ve Cum­ huriyet hesabından ödenmek üzere bin dolar da ben aldım. Atalarımız üzüm üzüme baka baka kararır de­ mişler ya, maalesef işte öyle oldu. Ben, aldığım bin doları Amerika'da harcamadım . Dönüşte uğradığımız Paris'te bir dahaki gelişimde kul­ lanmak üzere S.O.S. diye andığım Fatin'in de arka­ daşı ünlü iş adamlarından Selim Osman Seynur'a ema­ net bıraktım. Böylece Türk parasını koruma yasasına aykırı davranmakla ayn�a bir de suç işlemiş bulunu­ yordum.

Amerika Birleşik Devletleri'nde geçirdiğimiz iki hafta boyunca Washington'u, Dallas'ı, New York'u, Pittsburg'u gördük.

75


Dallas'a ABD'nin

eski Ankara

Büyükelçisi Mac

Gee'nin çağrılısı olarak cumbur cemaat gitmiştik. Me­ ğer

bizi değil, y alnız Menderes'lc

Zorlu'yu davet et­

mişmi ş . Bunu ertesi gün Sheraton Otelinde hesapları öderken öğrendik. Bununla birlikte Menderes

onuru­

na görkemli villasmda verdiği suvareye bizleri de ça ğırmak IUtfunda bulundu. Menderes 'e Dallas'ın görülmeye değer yerlerini gös ­ terdiler. Bir tarım panayJrını gezdik, Nyman Marcus adında bir mültimilyonerin marketi,

egemen olduğu bir süper

bir de o bölgenin en büyüğü dedikleri

bir

bankayı gördük. Banka, doğrusu bankadan çok bir al­ tın tapınağına benziyordu. Ortalarda gişe falan yoktu. Bir konser salonu kadar büyük olan giriş holünde za­ rif bir kaç masa, maroken bir kaç koltuk, hepsi bu. Holün yüksek kubbesi baştan başa altın yaldızla kap­ lanmıştı ve bu oraya gerçekten bir mehabet veriyor­ du. Karşılayıcılar Menderes'i yukarı

kata çıkardılar.

içlerinden biri bir kapıyı tıkladı, içeri girdi. Biraz son­ r a kapıdan a k saçlı, uzun boylu, zinde bir adam çıktı. Bankanın yönetim kurulu başkanı imiş. Elini sıktıktan sonra Menderes 'e hoşgeldiniz

anlamına bir kaç söz

söyledi ve hemen geri dönüp odasına kapandı. Bir Türk Başbakanına reva görülen bu karşılama­ nın yüreğimi

sızlattığını neden saklamalı?

New York'da ufak tefek

bir şeyler alacaktı m . İn­

gilizce bilmediğimden yanıma Ercüment'i aldım. Beni ünlü Beşinci Caddede bir büyük mağazaya

götürdü.

Danışma bürosuna uğrayarak Fransızca bilen bir gö­ revli istedik. Camlı bir bölmenin arkasında oturan ha­ nım danışman d erh a l telefonla haber verdi.

76

İki dak;.ka


içinde çok iyi Fransızca konuşan bir başka görevli hanım çıka geldi. Elimdeki listeyi göstererek alacak­ larımı söyledim. Türk olduğumu öğrenmişti, asansörle yukarı çıkıyorduk. Durup dururken «sizin paranız çok düşüyormuş» demesin mi? Ne yapayım, mağazayı satın alacak değildim ya ! Bunu alaylı bir dille anlatarak e§i­ min istediği bir kaç parça kadın eşyasını onun yar­ dımı ile aldım . Paketi otele gönderebilirler miydi ? «Me­ rak etmeyin, burası New York'tur, bir şey kaybolmaz. Saat beşte eşyalar odanızdadır» dedi. New York'taki dirlik düzenliğe böylesine güvenen bu bayan acaba güneş battıktan sonra Central Park'­ da huzur içinde dolaşabiliyor muydu? Pittsburg'a da Amerikan

hükumetinin Menderes

emrine ayırdığı özel uçakla gittik. Oralı büyük sa­ nayiciler Başbakanımızı bir günlüğüne ağırlamak isti­ yorlardı. Pittsburg'un bir kulübünde buluştuk. Kulüp dedim­ se yer yüzünde bir benzeri bulunacağını sanmadığım görkemli bir saraydı burası. Yapay ışıklarla, her za­ man güneş altındaymış gibi geniş yapraklı Afrika bit­ kilerinin boy gösterdiği aydınlık salonlar , zengin kitap­ lıklar, sıra sıra oyun ve spor salonları, lokantalar, bar­ lar vb . . Kısacası bir insanı eğlendirmek, dinlendirmek için akla ne gelirse her şey vardı burada. Yemekten önce biz gazetecileri yukarı katta bir bara aldılar. Menderes'i ve yanındaki kodaman sana­ ykileri bekliyecektik. Barmen ne içeceğimi sordu. Al­ manca biliyormuş, Avusturyalıymış. Yakında emekli olup ülkesine, köyüne çekileceğini, 600 dolar emekli maaşı alacağı için rahatça geçineceğini düşünüyordu.

77


Madem ki Avusturyalıydı, acaba bana bir kadeh beyaz Avusturya şarabı bulabilir miydi? Barın rafı çe­ şitli ülkelerin çeşitli içkileriyle doluydu. Ama Avustur­ ya şarabı? Özür dileyerek, istersem Fransız şarabı, ik­ ram etmeye kalkacağını sanıyordum. Zaten o şarabı da sırf kulübün olanakları hakkında bir fikir edinmek ni­ yetiyle ısmarlamıştım. Barmen bir dakika dedi ve telefonla birine bir şeyler söyledi. Tanrı sizi inandırsın, iki dakika geçme ­ mişti ki bir şişe buz gibi beyaz Avusturya şarabı barın tezgahında «afiyet olsun» gibilerden bana gülümsüyor­ du. Yemekten sonra çağrının amacı anlaşıldı. Pitts­ burg sanayicileri, Türk hükumetinin Boğaziçinde Av­ rupa'yı Asya'ya bağlayacak bir köprü yaptırmak iste­ diğini öğrenmişler, buna adaylıklarını koyuyorlardı. Yemek salonuna Mr portatif perde, bir de sinema ma­ kinesi getirildi. Ifüçok ülkelerde yaptıkları görkemli asma köprülerden örnekler gösterildi, Menderes'e ay­ dınlatıcı bilgiler verildi. Hiç gereği yokken Başbaka­ nımız burada da İngilizce bir nutuk çekti. Böylece Pittsburg gezisi de sona erdi. New York'ta Menderes onuruna verilen bir yemek­ ten önce o sıralar Amerika'da bulunan Prof. Aydın Yalçın beni görmeye geldi. Menderes 'in şiddetli muha­ liflerinden biri olarak DP aleyhine atıp tuttu. Neler anlattığı aklımda kalmadı ama Menderes'le o gezide gö­ rüşmediğini biliyorum. Sayın Profesörün 1965 seçim­ lerinde AP'den milletvekili seçildiğini ve DP iktidarı­ nı on yıllık «altın dönem» olarak değerlendirdiğini her­ halde anımsayacaksınız. Menderes bilim adamlarımızın

78


tümünü «kara cüppelilcı»> diye küçük görmüştü ama bu sözü sadece bir bölümü 'için kullansaydı hiç de haksız bir yargıda bulunmuş olmazdı sanının . Gezinin sonunda Newyork'tan yine Pan - Anı uçağı ile Paris'e dönecektik. Ön sırada Adnan Menderes'e, onun yanında Kadızade'ye, aradaki boşluktan sonra da Fatin Rüştü ile bana birer yer ayrılmıştı. Hareketimiz­ den biraz önce Feridun Demokan adında Başpiskopos Atenogoras'a danışmanlık eden az tamÇ!ığım biri uça­ ğa girerek Menderes ve Kadızade dışında kim varsa hepsine başvurarak, İstanbul'da yeğeni Erdoğan Arı­ pınar'a verilmek üzere kocaman bir torbayı sokuştur­ mak istedi. Herkes özür dileyerek kabul etmedi. Niha­ yet bana uğradı, rica bile etmeden «Erdoğan'a verirsi­ niz» demesiyle torbayı önüme bırakıp birden toz oldu. Sinirlendim. Bu ne laubalilik , bu ne saygısızlıktı ! İçin ­ de neler olduğunu da bilmediğim torbayla ilgilenme­ yecektim. Hostesi çağırıp ön tarafta

paltoların asıl­

dığı bölmeye gönderdim. Menderes'le Kadızade yerle­ rini almışlar, Fatin Rüştü henüz ortalarda yoktu. Er­ cüment Karacan, Fatin Bey gelene kadar kalmak üze­ re yanıma oturdu . Hoş arkadaştır altı saat sürecek yolculuk boyunca birlikte olsak daha iyi vakit geçerdi. Fatin Rüştü ile ilişkilerimiz ne de olsa resmiyet sınır · larını aşmıyordu. Nihayet o da geldi. Yanında herkesin bildiği sev­ güisi Vesamet Hanım vardı. Adnan Bey başını pence­ reden yana çevirerek Vesamet Hanımı görmemiş olma­ yı yeğledi. Fatin Bey de sevgilisini arkalarda bir yere yerleştırdikten sonra ayağa kalkan Ercüment'in yanına

79


gelerek, «Siz rahatsız o1mayrn , ben arkada otururum" deyip Menderes 'i de bizi de rahat ettirdi. Pan - Anı şirketi uçaklarda verdiği yemekleri Pa­ ris'in ünlü lVlaxim's lokantasından sağlıyordu. O akşam da havyarlı, istakozlu çok güzel bir mönü hazırlanmış­ tı. Ercüment'le ben elimizde birer kadeh viski, yemek

servisini beklerken Kadızade 'nin arkalara gidip bir çantadan bir şişe rakı ile döndüğünü gördüm. Mende·­ res bana da rakı ikram edince teşekkür ederek iste­ medim. Bununla da yetinmedim, mönüdeki yemeklere rakının pek yakışmayacağını, ertesi akşam İstanbul'da nasıl olsa bol bol rakı içebileceğimizi söyledim. Neden­ se bu sözüme alınmış olacak ki, <<Pederiniz de viski mi içerdi?» diye sordu. «Hayır efendim, babam rakıyı tercih ederdi» demekle yetindim. Doğrusu bu yersiz soruyu kibarlığına yakıştıramamıştım. Babam gerçi rakıyı çok sever , hemen her akşam içerdi. Ama yabancı ülkelere bavuluna rakı şişesi ko­ yarak çıktığını hiç görmedim. Paris'e sabah karanlığında, ortalık henüz ışıma­ \.ian vardık. İki Büyükelçimizden yalnız OECD'deki temsilcimiz Selim Sarper gelmişti. Feridun Cemal Er­ kin herhalde gecikmişti. Elçilikten gelen genç bir ka­ tip derhal Vesamet Hanımın valizleri ile uğraşma gö­ revini yüklendi. Benimkileri ise, ancak yerel sekreter Bodo'nun yardımı ile gümrükten çıkarabildim. De­ mokan'ın torbasını ise kasten uçakta bıraktım. Ancak İstanbul'a döndükten 10 gün sonra Yeşilköy gümrüğünden telefon ederek bana ait bir paketin ora­ da bulunduğunu söylediler. Demokan'ın gönderdiği torba dünyayı bir kez dönmüş, Arıpınar da içinde ne varsa onlara kavuşmuştu.

80


v

Çok partili yaşamın ilk günleriydi. Meclisin <<mer­ diven altı» dedikleri alt katın birbirine karşıt iki kö­ şesi arasındaki geniş koridorda tek başıma volta atı­ yordum. Birinin koluma girdiğini farkettim. Baktım, Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü. Bana ayak uydura­ rak yürümeyi sürdürürken hemen konuyu açtı: - Nadir dedi, Avrupa Konseyi'ne temsilciler seçe­ ceğiz sen de gitmek ister misin? Derhal kabul ettim. Gazeteci niteliğimle çeşitli Batı Başkentlerinde çok bulunmuş, ünlü Bakanlarla, parti ileri gelenleriyle, parlamento üyeleriyle röportajlar yapmıştım . Bu kez meslektaş olacaktım onlarla. İlginç buluyordum bu ek görevi . Avrupa Konseyi o tarihten bir yıl önce kurulmuş, ilk toplantısı da 1949 yılı kasım ayında Strasbourg'da yapılmıştı. Yunanistan'la birlik­ te Konsey üyeliğine davet edildiğimiz zaman iktidarda bulunan CHP , Strasbourg'a tam kadro halinde hep F. : 6

81


kendi milletvekillerini göndermiş ,

aralarında bir tek

muhalife bile yer vermemişti. Çoğulcu Demokratik sis­ temin simgesi bilinen Konsey topluluğu içinde biz is­ tisna teşkil ediyorduk. Bu kez de DP Strasbourg'a gi­ decekler arasında hiç bir CHP'li olmayan, 8 kişilik. kon­ tenjandan 7'sini kendi üyeleri arasından seçerken, be­ ni de nazar boncuğu örneği, bağımsız olarak gönderi­ yordu. Demokrasi yolunda bu bir ilerleme sayılabiliı miydi? Öyle diyelim. Avrupa Konseyi üyeleri, kuruluş belgesine göre ne ülkelerini, ne de partilerini değil, yalnız kendi kişilikle­ rini temsil ediyorlardı. Konuşmalar konuşmacıdan başka kimseyi bağlamıyordu. Söz alan sayın üye otur­ duğu yerden ayağa kalkarak önündeki mikrofon ara­ cılığı ile düşüncelerini özgürce açıklardı. Ona soru sor­ mak (bir çok parlamentolarda olduğu gibi) yasaktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi iç tüzüğü gereğince Mec­ lis tarafından uluslararası toplantılara gönderile­ cek üyelerin en az bir yabancı dili iyi bilmeleri ko­ şuldu. Bizim heyet şu kişilerden oluşmuştu : Suat Hayri Ürgüplü, Osman Kapani, Ziyat Ebuzziya, Zeyyat Man­ dalinci, Arif Hikmet Pamukoğlu, Ekrem Hayri Üstün­ dağ , Cihat Baban ve ben. Muhalefetten kimsenin alınmaması bir yana bıra­ kılırsa heyetin kuruluş biçimi iyi idi. Her birimiz hiç değilse bir yabancı dili oldukça düzgün konuşabiliyor, yazabiliyorduk. Geçen yıl Konsey Başkanlığına seçilen eski Belçika Başbakanlarından Paul Hanri Spaak yine başkandı.

82


Toplantıların havası hoşuma gitti. Her tarafa bir kibarlığın,

ağırbaşlılığın egemen olduğu ilk bakışta

görülüyordu. En yaşlımız Ekrem Hayri Üstündağ'ı ken­ d:i,mize başkan seçtik. Bu, belki de oylamaya baş vur­ madan kendiliğinden oluverdi. DP yöneticileri Ekrem Hayri Üstündağ'ı daha çok çevre değiştirir, biraz oyalanır diye Avrupa Konseyi'­ ne göndermişlerdi. Saygıdeğer, mübarek denecek bir adamdı Ustündağ. Muhalefet yıllarında demokrasi uğ­ runa çok cefa çekmiş, bu yüzden sevgili oğlunu da yi­ tirmişti. Ama, Ekrem Hayri Üstündağ Strasbourg'da avunamadı, tam tersine orayı şiddetle yadırgadı. Ruh­ sal durumu daha da kötüleşti ve bir kaç gün içinde kon­ sey toplantılarını yarıda bırakarak yurda döndü. Dö­ nüşünden bir iki gün önce Türk heyeti olarak Stras­ bourg'un tanınmış lokantalarından Kammerzell'de İn­ gilizler onuruna bir öğle yemeği verdik. O sıralar dost­ luk ilişkilerini pekiştirmek amacıyla heyetler arasında böyle yemekli toplantılar yapılıyordu. Bizim toplantı da iyi geçti. Başkanımız Üstündağ dışında hepimizin neşesi yerinde idi. Yemeğin sonuna doğru Ekrem Hayri Üstündağ zemin ve zamana uygun bir kaç söz söylemek üzere ayağa kalktı. Türkçe konuşuyordu. Türk - İngi­ liz dostluğunu övdü. Ortak tarihimizin her iki ulusa da yarar sağlayan olaylarına kısaca değindi. Bu dost­ luğun tüm uluslar arasında yaygınlaşmsını dileyerek yerine oturdu. O oturur oturmaz, bizim arkadaşlardan ikisinin birden yerlerinden fırladıklarını gördüm. Başkanımız konuşurken Ziyat Ebuzziya He Arif Hikmet Pamukoğlu not alıyorlarmış, söylevini Fransızca'ya çevirecekler-

83


miş. İkisinin de İngilizceyi yeterince bilmediği anlaşı­ lıyordu. Ama hangisi konuşsun. Aynı anda söze «agaz» eyleyen iki çevirmenin arasında bir kaç saniyelik bir savaşım sonunda, sanırım eskiden Dışişlerinde bir süre çalışmış olan Arif Hikmet Pamukoğlu üstün geldi ve söylevi büyük bir başarı ile Fransızca'ya çevirerek bu dili bilen İngiliz dostlarımızın anlamasını sağladı. Ekrem Hayri Üstündağ Strasbourg'tan ayrılınca onun yerini Suat Hayri Ürgüplü aldı. Politikada de­ neyler geçirmiş , ağırbaşlı, temkinli bir arkadaştı Ür­ güp'lü. Az konuşuyor, dikkatli konuşuyor, etrafında saygınlık uyandırmasını lJiliyordu. Bir süre Avrupa Konseyi'nde Başkan Vekilliğinde de bulundu. Bizler, genel kurulda hazırlanarak söz alıyorduk. Genel kurul gündemi önceden bilindiği için konuşmak isteyen üyeler kaç dakika konuşacaklarını bildirmek koşuluyla, adlarını sekreterliğe yazdırıyorlar, sıraları geldiği zaman başkanın çağırısı üzerine konuşuyor­ lardı. Ben Avrupa Konseyi'nde altı yıl sürekli görev al­ dım. İlk bir yıl bir yana , bu beş yıl içinde komis­ yonlardaki çalışmalarımı saymazsak her genel kurul toplantısında yazılı bir konuşma yaptım. O zamanlar Konseyin resmi dilleri İngilizce ve Fransızca'dan iba­ retti. Anadili başka olan üyelerin çoğu hatta kimi İn­ giliz ve Fransızlar da konuşmalarını önceden hazırlar­ lardı. Bir oturum başlangıcında Konsey görevlilerinden biri elime daktilo edilmiş bir kaç sayfalık bir yazı tu­ tuşturdu. Bu da nesi? Baktım İngiliz delegesi Natting'­ in konuşması. Adama Natting'e götür demişler o Nadi anlamış . Heyecan içinde kağıtları bekleyen meslektaşı­ ma zor yetiştirdim konuşmasını.

84


Konuşmalarımda ben genellikle, insan haklarından , uluslararası hak eşitliğinden, kaba kuvvetin hiç bir so­ runa çözüm getiremeyeceğinden söz eder, Dünya ba­ rışı uğruna iyi niyetle çaba harcanması gereğini vur­ gulardım. Bir keresinde Hitler rejiminin Avrupa'nın başına açtığı felaketlerden tüm Alman milletini so­ rumlu tutmanın yersizliğine değindim. O felaketlerde vaktiyle Almanya'yı Versailles boyunduruğu altında ezenlerin de sorumluluk payı yok muydu? Konuşmam üzerine Federal Almanya delegelerinden biri yerinden kalkarak yanıma gelmiş, arkadaşları adına bana teşekkür etmişti. Genel kurul toplantıla­ rında konuştuktan , sonra alkışlanmak bir nezaket ge­ leneği halindeydi. Kim ne söylerse söylesin, az ya da çok alkış toplardı. Ama benim bulunduğum dönemde misli görülmemiş derecede çılgınca alkışlarla karşı­ lanan iki kişi anımsıyorum. Biri bizim Osman Kapani, biri de bir Alman'ın anadilinde yaptığı konuşmayı son­ radan Fransızca'ya aktaran uluslararası çevirmenler­ den Kamenker. Osman Kapani, çok heyecanlı bir konuşmacı, da­ ha doğrusu söylevciydi. Söze başladı mı, büyük bir heyecan içinde , sanki İzmir'in Konak meydanında se­ çim nutku atar gibi yüksek sesle bağırır, çağırır, gi­ derek kan-ter içinde kalırdı. Soğuk savaşın bütün şid­ deti ile sürüp gittiği o tl)plantı yıllarından bir gün «Türkiye'nin özgür dünyayı savunmak üzere her fe­ dakarlığa hazır olduğunu, bu uğurda gerekirse kanını akıtacağını» haykırırcasına söylemesi üzerine toplantı salonunu dolduran delegeler kendilerini tutamayarak aşka geldiler. Kapani'nin sözü kesildi, o güne değin

85


duyulmamış derecede şiddetli bir alkış seliyle ortalık inledi. Kamenker'e gelince, bu harika adam ünlü sinema sanatçısı Simone Signoret'nin babasıydı. Ondan da önemlisi Birleşmiş Milletler'de çevirmendi. Çevirmen deyip geçmeyin. Aslen Macar Yahudisi olan bu harika adam, bir çok yabancı dili ana dili gibi biliyor, birin­ den öbürüne anında çeviriler yapıyordu. Simültane de­ dikleri bu anında çeviri işini becerenler sayıca o yıl­ larda çok değildiler. En iyileri Birleşmiş Milletler ör­ gütüne bağlıydılar. Uluslararası öteki kuruluşlar gerek­ tiğinde bunlardan yararlanırlardı. İşte, Konsey'de Almanca'nın henüz resmi dil sa­ yılmadığı bir sırada bir gün bir Alman söz aldı. Alman­ ça konuşacaktı. (Masrafları Konsey' den ödenmemek koşuluyla isteyenler çevirmen tutabilir ve anadilleriyle konuşabilir.) Alman, önündeki mikrofondan konuşacak, kürsüde onu dinleyen Kamenker de bir kaç tümcede bir söylediklerini Fransızca'ya çevirecekti. Ama Al­ man böyle yapmadı, bütün söyleyeceklerini arka arka­ ya sıralamaya başladı. Beş dakika , on dakika , on beş dakika, adam nefes almadan konuşuyor, konuşuyor­ du. Bütün Genel Kurul üyeleri ne olacak diye bekler­ ken, sanırım yaklaşık yirmi dakikayı bulan bir söz yağ­ murundan sonra Kamenker eliyle hafifçe bir yeter işa­ reti verdi. Alman da zaten söylevini bitirmişti . O za­ man kürsüde hiç bir not tutmaksızın Almanı dinleyen Kamenker söze başladı. Sanki söylevi kendisi veriyor­ muş gibi Alman ne dediyse bir an duraksamadan, bir tümceyi atlamadan sonuna kadar mükemmel bir Fran­ sızca ile bizlere aktardı. Benim de katıldığım muazzam

86


bir alkış seline de o gün tanık oldum. Alkışlar Alman'a değil doğrudan doğruya Kamenker' e idi. Simone Signoret anılarında babasından pek az söz eder. Babası da ünlü kızının adını hemen hiç ağzına almazdı. Ona şurada burada bir kaç kez rastladım. Hep bel ağrılarından, kalbinden yakınır , fırsat bulup da bir kür yerine gitmeye can atardı. Kısaca boylu, tıknaz, yüzü kırmızıya çalan pembe, sevimli bir ihtiyardı . Öleli çok oluyor.

Avrupa Konseyıne gidecek temsilciler için Türkiye Büyük Millet Meclisinde her yıl seçim yapılır. Benim dönemimde çoğunluk partisi DP grubu kimleri is­ terse onlar kazanırdı seçimleri. Ama gruptan nasıl oy almalı? Bu uğurda türlü liste oyunlarına başvurulur, koridorlarda akıl almaz entrikalar çevrilir, genel baş­ kan ya da Dışişleri Bakanının araya girmesi ile kimi milletvekillerimiz ödüllendirilirdi. Böylece başlangıçta gerçekten temsil yeteneği iyi olan heyetimiz yıllar geçtikçe yozlaşmaya başladı. Sırf Avrupa'yı görmüş olmak, alış - veriş yapmak, bir ay gönül eylendirmek amacıyla seçim kazananlar görülür oldu. Çoğu yabancı dil bilmeyen bu kişiler Strasbourg'­ ta bir görünürler, sonra çekip bir yerlere dağılırlardı. Zamanla bizim kontenjanımız arttırıldı, üye sayımız se­ kizden on'a çıkartıldı. CHP grubuna da bir ölçüde ka­ tılma payı ayrılmıştı. Ne yazık ki adam ödüllendirme politikası bu grupta da baş gösterdi. Adını unuttum, bir Halk Partili üye bir gün DP'li bir arkadaşına baş­ vurarak Genel Kurulda bir konuşma yapmak istediği-

87


nı söylemiş , kendisine Fransızca bir metin hazırlama­ sııu rica etmiş. İyi güzel de, nasıl bir metin hazırlasın DP'li arkadaşı? Önemi yok ! Doğru düzgün bir metin olsun da nasıl olursa olsun. Ona da peki. DP'li ar­ kadaş oturmuş, kendi seçtiği bir konu üzerine okunma­ sı üç beş dakika sürecek bir yazı karalamış . Halk par­ tili üye metni alın.,ca ne dese beğenirsin? Ben bunu eski harflerle Türkçe olarak yeniden yazayım, daha rahat okurum ! Öyle de yapmış . Eski harflerle Türkçe yazılı Fransızca metni ertesi glın Genel Kurulda oku­ duğu zaman herkes hayretle «ne demek istiyor» gibi­ lerinden birbirinin yüzüne bakıyordu. Üstelik bu Halk Partili arkadaş Fransa'da öğrenim görmüş bir yüksek tarım uzmanı idi. Yüzü eski İran Başbakanı Musad­ dık'ı çok andırdığı için o günden sonra üyeler arasında adı Musaddık'a çıktı. Avrupa Konseyinde Fransa, Federal Almanya, İn­ giltere ve İtalya'dan sonra en çok üye ile temsil edilen ve bu nedenle Konseyin masraflarına katılma payı da onlardan sonra en yüksek olan ulus bizdik. Her ülke­ nin masraflara katıldığı oranda Konseye kendi yurt­ taşlarından personel yerleştirmek hakkı vardı. Ama bizim Devlet kadromuzdan bu işe pek hevesli çıkmı­ yordu. Çünkü bütün Avrupa ülkeleri Konseyde görev alan kendi yurttaşlarının geçmişteki tüm haklarını saklı tuttukları halde bizim hükumetlerimiz bu gibi yurttaşları istifa etmiş sayıyor, devletle ilişkilerini he­ men kesiveriyordu. Bu yüzden örneğin masraflara ka­ tılma payları bizimkinin yarısını bile bulmayan Hol­ landa, Belçika, Yunanistan gibi devletler , Konsey per­ soneli arasına bizden kat kat fazla kendi yurttaşlarını

88


yerleştiriyorlardı. Böylelikle bir yandan yurttaşlarına bol maaşlı çalışma alanı sağlayarak Konseye ödedikle­ ri paranın bir bölümünü geri almış oluyor, bir yan­ dan da yurttaşlarını uluslararası politikada yetiştire­ rek ileride onlardan yararlanma olanağını sağlıyor­ lardı. Bu satırları yazdığım sırada aradan çeyrek yüz yıl geçmiş bulunuyor. Durum değişti mi, hiç sanmı­ yorum. Avrupa Konseyinin kuruluşu 1948 yılında İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg devletleri arasında Brüksel'de imzalanan bir antlaşmaya daya­ nır. Adına Brüksel Paktı denilen bu antlaşma, bir yıl sonra on Avrupa devletinin Londra'da imzaladığı yeni bir antlaşma ile Avrupa Konseyinin doğuşunu hazırladı. Konsey statüsünün birinci maddesi kuruluşun amacını şöyle açıklar. Üye devletlerin ortak mirası olan ülkü ve ilkeleri korumak ve yaymak, aynı zamanda on­ ların ekonomik ve sosyal gelişmelerini sağlamak için aralarında daha sıkı bir birlik vücuda getirmek. İlk toplantı için on kurucu devlet Türkiye, Yunan­ istan ve İzlanda'yı üyeliğe çağırmışlardı. Türkiye ve Yunanistan derhal, İzlanda ise bir yıl sonra üyeler ara­ sına katıldılar. 1951 yılında Federal Almanya'nın, 1955 yılında da galiplerin işgalinden kurtularak bağımsızlı­ ğına kavuşan Avusturya'nın kabulü ile Konsey üye sa­ yısı 15'i buldu. Dikkat edi1irse kuruluş statüsünde Avrupa Konse­ yinin asıl amacı olarak Batı uygarlığının ortak mi­ rasından söz edilmekte, bu mirasın korunması ve ya­ yılması gereği ileri sürülmektedir. 89


ni söylemiş , kendisine Fransızca bir metin hazırlama­ sını rica etmiş . İyi güzel de, nasıl bir metin hazırlasın DP'Ii arkadaşı? Önemi yok ! Doğru düzgün bir metin olsun da nasıl olursa olsun. Ona da peki. DP'li ar­ kadaş oturmuş , kendi seçtiği bir konu üzerine okunma­ sı üç beş dakika sürecek bir yazı karalamış. Halk par­ tili üye metni alın�a ne dese beğenirsin? Ben bunu eski harflerle Türkçe olarak yeniden yazayım, daha rahat okurum ! Öyle de yapmış. Eski harflerle Türkçe yazılı Fransızca metni ertesi gim Genel Kurulda oku­ duğu zaman herkes hayretle <<ne demek istiyor» gibi­ lerinden birbirinin yüzüne bakıyordu. Üstelik bu Halk Partili arkadaş Fransa'da öğrenim görmüş bir yüksek tarım uzmanı idi. Yüzü eski İran Başbakanı Musad­ dık'ı çok andırdığı için o günden sonra üyeler arasında adı Musaddık' a çıktı. Avrupa Konseyinde Fransa, Federal Almanya , İn­ giltere ve İtalya'dan sonra en çok üye ile temsil edilen ve bu nedenle Konseyin masraflarına katılma payı da onlardan sonra en yüksek olan ulus bizdik. Her ülke­ nin masraflara katıldığı oranda Konseye kendi yurt­ taşlarından personel yerleştirmek hakkı vardı. Ama bizim Devlet kadromuzdan bu işe pek hevesli çıkmı­ yordu. Çünkü bütün Avrupa ülkeleri Konseyde görev alan kendi yurttaşlarının geçmişteki tüm haklarını saklı tuttukları halde bizim hükümetlerimiz bu gibi yurttaşları istifa etmiş sayıyor, devletle ilişkilerini he­ men kesiveriyordu. Bu yüzden örneğin masraflara ka­ tılma payları bizimkinin yarısını bile bulmayan Hol­ landa, Belçika, Yunanistan gibi devletler , Konsey per­ soneli arasına bizden kat kat fazla kendi yurttaşlarını 88


yerleştiriyorlardı. Böylelikle bir yandan yurttaşlarına bol maaşlı çalışma alanı sağlayarak Konseye ödedikle­ ri paranın bir bölümünü geri almış oluyor, bir yan­ dan da yurttaşlarını uluslararası politikada yetiştire­ rek ileride onlardan yararlanma olanağını sağlıyor­ lardı. Bu satırları yazdığım sırada aradan çeyrek yüz yıl geçmiş bulunuyor. Durum değişti mi, hiç sanmı­ yorum. Avrupa Konseyinin kuruluşu 1948 yılında İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg devletleri arasında Brüksel'de imzalanan bir antlaşmaya daya­ nır. Adına Brüksel Paktı denilen bu antlaşma, bir yıl sonra on Avrupa devletinin Londra'da imzaladığı yeni bir antlaşma ile Avrupa Konseyinin doğuşunu hazırladı. Konsey statüsünün birinci maddesi kuruluşun amacını şöyle açıklar. Üye devletlerin ortak mirası olan ülkü ve ilkeleri korumak ve yaymak, aynı zamanda on­ ların ekonomik ve sosyal gelişmelerini sağlamak için aralarında daha sıkı bir birlik vücuda getirmek. İlk toplantı için on kurucu devlet Türkiye, Yunan­ istan ve İzlanda·yı üyeliğe çağırmışlardı. Türkiye ve Yunanistan derhal, İzlanda ise bir yıl sonra üyeler ara­ sına katıldılar. 1951 yılında Federal Almanya'nın, 1955 yılında da galiplerin işgalinden kurtularak bağımsızlı­ ğına kavuşan Avusturya'nın kabulü ile Konsey üye sa­ yısı 15'i buldu. Dikkat edilirse kuruluş statüsünde Avrupa Konse­ yinin asıl amacı olarak Batı uygarlığının ortak mi­ rasından söz edilmekte, bu mirasın korunması ve ya­ yılması gereği ileri sürülmektedir. 89


Biz Türk'ler Avrupa'lı devletler gibi Batı uygarlı­ ğını Atalarımızdan devralmış değildik. Atatürk'ün de­ yimi ile biz çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak, o uy­ garlığın ön safına geçmek göreviyle karşı karşıya bu­ lunuyorduk. Bu mirasın ülkü ve ilkelerini paylaşmak­ tan çok o ülkü ve ilkeleri benimsemek durumunday­ dık. Ben kendi payıma Batı uygarlığını çağdaş uy­ garlıkla eş anlamlı görüyor, vicdan özgürlüğü , düşün­ ce özgürlüğü, insan hakları, hoşgörü, ulusal bağım­ sızlık gibi ilkelerin savunulması ve yayılması bakımın­ dan Konseyin yararlı olabileceğini düşünüyordum. Ne var ki Avrupa Konseyi'nin yetki sınırları çok dar tu­ tulmuştu. Sadece bir danışma organıydı bu kuruluş. Bakanlar Komitesine tavsiyelerde bulunur, komite tav­ siyeleri onaylasa bile her bakan durumu kendi hükü­ metine götürür , sonuçta *.eker teker parlamentolar ne derse o olurdu. Konseyin asıl gücü Avrupa Kamuoyuna dayanıyordu. Kamuoyunca benimsenip tutulan bir tav­ siyeyi hiçe saymak, demokratik hükumetlerin kolay gö­ ze alacağı birşey değildi. Genel kurulun yapısında sekiz on kadar komis­ yon vardı. Tavsiye projeleri bu komisyonlarda hazır­ lanır, sonra genel kurulda görüşülür, oradan Bakan­ lar Komitesine gider, oradan da ulusal hükumetlere ve parlamentolara dağılırdı. En önemli komisyon siyasal komisyondu. Yazıla­ rımda Uluslararası konularla yakından ilgilendiğim için ben bu komisyona seçilirsem her bakımdan ya­ rarlı olabileceğimi düşünüyordum. İlk Genel Kurul top­ lantısının ardından Dışişleri Bakanı Köprülü'nün baş­ kanlığında arkadaşlarla biraraya geldiğimiz zaman 90


adaylığımı açıkladım. İyi karşılanmadığını da hemen anladım. İşin içinde iş vardı : Komisyonlar dönem ara­ sında gerekirse özel olarak başkentlerden birinde top­ lanabiliyorlardı. Bu gereği en çok duyan komisyon da kuşkusuz siyasal komisyon oluyordu. Arkadaşlardan Avrupa gezilerine pek hevesli olan biri «Sciences Po­ litiques» öğrenimi gördüğünü ilen sürerek, kendi adını ileri sürdü. Oysa ben de aynı öğrenimi gördükten baş­ ka yıllardan beri sık sık dış siyasal konular üzerinde fikir yürütüyordum. O arkadaşa gelince hiç bir deneyi yoktu , okuldan yeni diploma almış bir hali vardı. Köp­ rülü araya girmek istemiyor, ne haliniz varsa görün gi­ bilerden sessiz duruyordu. İşi uzatmak istemedim, oya baş vurulmasını bile önermedim. Adaylıktan çekilerek siyasal komisyon üyeliğini o arkadaşa bıraktım. Beni ilkin Sosyal İşler Komisyonuna, iki yıl sonra da <<Avrupa Konseyinde temsil edilmeyen ulusların çı­ karlarını kollama» diye anılan bir başka Komisyona verdiler. Öteki komisyonlar dönem dışında en az iki kez toplandığı halde benim katıldığım Komisyonlardan birincisi hiç toplanmadı, ikincisi ise dört yıl içinde sadece bir kez toplandı, o da İstanbul'da ! Sırası gelmişken Komisyonumuzun ülkemizde yap­ tığı toplantı ile ilgili anılarımı şurada kısaca anlata­ yım. Adı üstünde bu komisyon Avrupa Konseyinde tem­ sil edilmeyen Avrupalı ulusların menfaatlerini kolla­ mak amacıyla kurulmuştu. Görevini başarmak için kalkıp Macaristan'a , Polonya'ya, Çekoslovakya'ya gi­ demezdi kuşkusuz. Oralarda çağdaş uygarlığı başka yoldan yüceltmek isteyen başka bir sosyal ve ekono­ mik dünya görüşü hüküm sürüyordu. Pekiyi, nasıl 91


korunacaktı bu ulusların hakkı? Olsa olsa bireysel ya da topluca şikayetler üzerine eğilmek, gerekirse rapor­ lar hazırlamaktan gayri elinden ne gelirdi komisyo­ nun? Topluca şikayetler en çok Franko rejimine karşı savaşım veren İspanyol solcularından geliyor, bunlar Bakanlar komitesine sunulmak üzere tüm konsey üyele­ rine bildiriler dağıtıyor, biz de bunları imzalamaktan başka birşey yapamıyorduk. Komisyon Başkanımız İsveç'li Senatör Wistrand iyi yürekli, sevimli bir ihtiyardı. Bir kusuru vardı, bildiği halde nedense İngilizce konuşmaz, meramını illa Fran­ sızca anlatmaya çalışırdı. Fransızcası da Allahlıktı. Bir gün «oturum kapanmıştır» yerine «dönem sona ermiş­ tir» diyerek stenoğraf kızları epeyce güldürmüştü. İşte bu saygıdeğer başkan Wistrand bir komisyon toplantısından sonra tüm üyelerin huzurunda bana sor­ du : Gelecek toplantıyı İstanbul'da yapabilir miydik? İtiraz etmek, işi yokuşa sürmek ayıp olacaktı. Durak­ samasız «hayhay» dedim. Dedim ama sonra da derin derin düşünmeye başla­ dım. İstanbul'un neresinde, hangi yapıda toplanacak­ tık? Hilton, Sheraton, İntercontinental gibi büyük otel­ lerden daha hiç birinden eser yoktu. Gazeteciler Ce­ miyeti de , bizim matbaa da elverişli değildi. Koskoca İstanbul'da bize gerekli büyücek bir sa­ lonla ona bitişik bir sekreterlik odası bulamaya,wk mıydık? Bereket versin mevsim yazdı ve Üniversiteler dinlenceye gitmişti. Teknik Üniversite Rektörü Prof. M. Hulki Eren'e başvurarak bu konuda yardım edip ede­ meyeceğini öğrenmek istedim. Sayın rektör anlayış gösterdi. Taşkışla'daki merkez yapısının üst katında bi92


ze biri büyük, biri küçük yanyana iki oda ayırabilece­ ğini söyledi. Sorun çözülmüştü. Wistand']a mektuplaşa­ rak toplantılar için uygun bir tarih saptadık. Komis­ yon üyeleri ve sekreterlik personelinden oluşan onbeş, yirmi kişilik bir kadro tam zamanında çalışmalarına başladı. Gündemin başlıca maddesini sosyalist ülkeler­ den kaçıp İstanbul'a yerle şen sığıntılarla görüşmek teşkil ediyordu. Araştırıp, soruşturmuş, bunlardan bir bölümünün aralarında yardımlaşma dernekleri kurduk­ larını öğrenmiştim. İlişki kurdum. Her biri komisyona birer temsilci gönderdi. Ne vakitten beri buradasınız? Nasıl geçiniyorsunuz? Ülkenizde yakınlarınız var mı? Onlarla haberleşebiliyor musunuz? Onlara yiyecek, gi­ yecek birşeyler gönderme olanağınız var mı? Bulgar, Rumen, Macar, Arnavut çeşitli uluslardan oluşan sığın­ tı temsilcilerinin verdikleri olumlu olumsuz yanıtlar, bir rapor hazırlamak üzere dikkatle not edildi. Üç, dört günlük çalışmalardan sonra da Komisyon görevini ta­ mamlamış oldu.

Taşkışla'daki çalışma odalarımız tüm üyelerce çok beğenildi. Geniş pencerelerden ta Adalara kadar uza­ nan masmavi bir görüntü. Etrafında 20 kişinin rahat­ ça yerleşebileceği temiz, uzun bir masa ve koltuklar. Ilk yedeksubaylığımı burada yaptığım için biliyordum, o zamanlar burası kışlanın cezaeviydi ve manzarasının güzelliğinden ötürü Yalova diye ad takmışlardı. Disip­ lin suçu işleyen erler buraya kapatılır, çoğu talim yok, koşmak terlemek yok, gel keyfim gel dinlenirlerdi. Komis yon çalışmaları sona erince üyeler onuruna evimde bir kokteyl verdim. Bizlerden Vali F. Kerim 93


Gökay'ı, Belediye Başkanı Kemal Aygün'ü dış politi­ ka yazarı gazeteci arkadaşları çağırdım. (Hükümet adı­ na söz verildiği halde masrafların tutarı ödenmedi.) Ayrıca İstanbul'un görülmeye değer bir kaç yerini de gezdirdim. İyi izlenimlerle sağ salim herkes ülkesine döndü.

Toplantı s ona erdikten beş on gün sonra Milli Em­ niyetten telefon ettiler. Yüzbaşı olarak kendini tanıtan biri benimle görüşmek istiyordu. Buyurun dedim, geldi. Sivil giyimli , esmer, ortadan biraz kısa boylu biri. - Siz diye söze başladı. Geçenlerde Teknik Üni­ versitenin rektörlük dairesinde bir kaç gün süren top­ lantılar yapmış, Bulgar, Arnavut, Rumen bir takım mültecileri çağırarak onlarla uzun boylu konuşmuşsu­ nuz. Neler konuştuğunuza dair bilgi verir misiniz? Allah Allah, nasıl bir Milli Emniyet bu böyle? Toplantıları ben yapmamıştım. Avrupa Konseyinin normal bir komisyon toplantısıydı yaptığımız. - Avrupa Konseyi nedir? Böyle bir soruyu hiç beklemiyordum doğrusu. Av­ rupa Konseyinin kötü maksatlı bir kuruluş olmadığını, üye devletler arasında politik, ekonomik, sosyal, kül­ türel ilişkileri geliştirmek, pekiştirmek ama..::ı güttü­ ğünü, Türkiye Cumhuriyeti devletinin de ilk günden bu yana bu kuruluşa üye olduğunu, Milli Emniyet Teş­ kilatımız adına benimle konuşan karşımdaki görevli bil­ miyor muydu? Şaşmış. kalmış, . biraz da sinirlenmiştim. Adama kuşku ile bakıyordum. O da bana başka gözle bakmıyordu herhalde. Baştan savma bir kaç sözle ar­ tık gitmesi gerektiğini belli ettim. Gitti. 94


Konsey çalışmaları genellikle olgun bir hava için­ de geçiyordu. Ulusal Parlamentolardaki gürültü patır­ tıdan burada eser yoktu. Komisyonlarda olsun, genel kurulda olsun herkes birbirine sayın diye sesleniyor, hiçbir ağızdan kırıcı, ya da kışkırtıcı bir söz duyulmu­ yordu. Bir Hollanda Senatörü bu durumu şöyle dile ge­ tirmişti: «Ulusal Meclislerimizdeki kargaşadan çok uzak burası. Görüşmelerimiz sanki Olemp Dağı'ndaki tanrıların rahatlığı içinde geçiyor.» Az çok sertliğe yaklaşan tartışmalar ayrı ayrı ulus­ ların temsilcileri arasında değil, aynı ulusun karşıt partileri arasında geçiyordu. İşte belleğimde kalan bir örnek : İngiliz İşçi Partisi'nden bir milletvekili Avrupa savunması konusunda Muhafazakar arkadaşını eleşti­ rirken, «Ama biz iktidar partisiyiz» diyor. Muhafaza­ karın (Galiba Mac Millan) yanıtı : Doğru, şimdilik ik­ tidar sizin. Yalnız unutmayın ki iktidarınız mikrosko­ pik bir çoğunluğa dayanmaktadır. Ulusal partileri kendi yapısı içinde bölen bu doğal görünüm doğal olarak konseye de yansıdı. İlk günler­ den başlayarak benzeri siyasal görüşü paylaşan par­ tiler, aralarında gruplar oluşturma yoluna gittiler. Ge­ nel kurulda birbirinden farklı başlıca üç siyasal gö­ rüş vardı : Muhafazakarlar, Sosyalistler ve Sosyal De­ mokratlar, bir de Liberaller. Fransızların De Gaulle'cü­ leri ile İtalyanların Hıristiyan Demokratları Muhafa­ zakar gruptan sayılıyordu. Alman Sosyal Demokratlar­ la Fransız, İtalyan, Belçika Sosyalistleri, sosyalist gru­ bu oluşturuyordu. En etkisiz grup sanırım Liberaller­ di. Peki bizim yerimiz neredeydi? Beni bir yana bı­ rakın. DP'li 7 arkadaş hangi grupta yer alacaklardı? 95


Başl angıçta belki liberallerle anlaşabilirlerdi, ama yıl­ dan yıla DP özgürlüklere baskı uygulamaya başladık­ ç a arkadaşlar kuşkusuz oraya da ters düşeceklerdi.

Ben bir ara sosyalistlere katılmayı düşünmedim di­ yemiyeceğim. Sonradan doğru bulmadım. Bizde ılımlı da olsa sosyalist düşünceye örgütlenme olanağı tanınma dığına göre tek başıma aralarına karışmam bir özenti, bir gösteriş olmaktan öteye geçemeyecekti. Fransız temsilcilerinden Yvon Delbos beni Liberaller safına çek ­ mek için bir iki sondaj yaptıysa da, pek heveslenme­ diğimi sezince üstüme varmadı. Kültürlü, olgun, al­ çak gönüllü bir adamdı Delbos. Gençliğinden başlıya­ rak politikaya atılmış, ç eşitli h ükümetlerde, Dışişleri, Milli Eğitim gibi Bakanlıklarda üst üste görevler al­ mıştı. Tevfik Rüştü Aras'ı, Şükrü Kaya'yı Cenevre'­ den tanıyordu. Fransa'nın Aquitaine bölgesinden oldu­ ğu için soyadının aslında Dubois anlamına geldiğini kendisinden duymuştum. Konseyde fazla bir varlık gös­ teremedi. Belki de göstermek istemedi. İkinci yıldan sonra da bir daha hiç gelmedi. Ülkesindeki Cumhurbaş ­ kanlığı s eçimlerinde yenilgiye uğradıktan sonra vesti­ yerden paltosunu alırken çekilmiş bir fotoğrafını gaze­ telerde görmüştüm. Ne yapalım, hayırlısı olsun der gi­ bi bir hali vardı. Gerçekten tam anlamıyla dört dört­ lük bir liberaldi Yvon Delbos.

Onun dışında birkaç Fransızla daha tanışmak ola­ n ağını buldum. Bunlardan Jacques Chaban Delmas'ı bana Zeyyad Ebuzziya tanıştırdı. Bordeaux Belediye 96


Başkanıymış. Konseyde kurulacak belediyeler komis­ yonuna seçilmek istediği için oyumu kendisine verme­ mi (Zeyyad aracılığıyla) rica etti. Peki dedim . Ama se­ çildikten sonra fazla ilgilenmedi benimle. Bununla birlikte karakter sahibiydi. Chaban Del­ mas. Politikada yükselmeye ..::an atmasına karşın dü­ şüncelerine ters gelen zikzaklara hiç sapmaz, gerekirse düşüncelerinden ödün vermektense, mevkiinden maka­ mından olmayı yeğ tutardı. Bunu da konseyin ilk yıl­ larındaki tutumuyla ispatladı. Bir De Gaulle'cü olarak Avrupa Savunma Birliğine karşıydı Delmas. Genel Ku­ rulda yaptığı bir konuşmada düşüncesini açıkça be­ lirtti. Bir kaç ay sonra da Mendes Fra�ce hükümetine bakan olarak girdi. Ne var ki olayların akışı sonucu Mendes France hükümeti Avrupa Ortak Savunma ça­ lışmalarına katılma kararı alınca o yükselmeye tutkun Chaban Delmas daha Bakanlık koltuğuna ısınamadan duraksamasız istifayı basıverdi. Kamuoyunda küçülme­ miş, belki daha bir güç kazanmıştı. Nitekim sonraları politikada yine ilerledi. Hatta Başbakanlığa, Meclis Başkanlığına değin yükseldi. Fransız Sosyalist Partisi'nin (S.F.0.) Genel Sekre­ teri olan Guy Mollet oldukça etkili konuşan, ama gru­ bu içinde pek de söz geçiremeyen bir liderdi. Birinci Cihan Savaşında yetim kaldığı için devletçe yetiştirilmiş olmakla övünür, bunu bir tür soyluluk göstergesi gibi ortaya atmaktan kıvanç duyardı. Ünlü devrimci Ro­ bespierre'in hemşehrisi olan Guy Mollet Arras Millet­ vekiliydi. Başarılı olamadı. Örgütü yönetemiyor, ne ül­ kesinde ne de Avrupa Konseyi'nde sözünü dinletemi­ yordu. Nihayet çekildi. S.F.I.O. dağıldı. Yerine GasF.

:

7

97


ton Deferre'lerin Mitterand'ların başını çektiği Fran­ sız Sosyalist Partisi kuruldu.

Avrupa Konseyini oluşturan delegelerin temsil et­ tikleri ülkelere göre benzer özellikleri vardı. Örneğin kuzeyliler (İngilizler , Almanlar, İsveçliler vb . . ) konu­ şurken el kol hareketlerinden kaçınırlar, tek düze bir sesle sanki basit bir bildiri okuyormuş gibi davranırlar, ama herşeyden önce mantığı ön plana alırlardı. Buna karşılık güneyliler (Fransızlar, bir kısım Belçikalılar, İtalyanlar, bunlara Latinler de diyebiliriz) kol hareketli yüksek sesli, daha çok duygulara önem veren konuş­ malar yaparlardı. Yaradılışları gereği bu sonunculara yakın olmakla birlikte hemen her zaman yazılı metine dayandıkları için Türklerle Yunanlıların genel tutumla­ rı ikisi arası bir yerde görünürdü. Doğrusunu isterse­ niz 1950-55 yılları arasında bizim arkadaşların kültür düzeyi Yunanlılara kıyasla daha üstündü. Evet Av­ rupa görsün diye yıldan yıla bizim heyete hiçbir yaban­ cı dil bilmeyen bir takım arkadaşlar katılıyordu, ama ne de olsa geri kalan iki - üç yetenekli üye ötekiler adı n a görevlerini başarıyla sürdürüyorlardı.

Yunanlıların başarılı k onuşmacısı Bay Maccas, 1920'lerden kalma ihtiyar bir politikacıydı. Fransızcası her ne kadar temiz ve kusursuz idiyse de söylediği söz­ ler incir çekirdeğini doldurmaz şeylerdi. Bizimkiler ara­ sında ona en çok benzeyeni aldanmıyorsam Kasım Gü­ lek'ti. Benim katıldığım ilk . yıl . sayın Gülek konseyde yoktu. Herhalde 1954'te falan gelmiş olacak. Kasım Gü98


lek dil bakımından Maccas'a kıyasla çok daha zen­ gindi. Kendisi İngilizce, Fransızca, Almanca dışında Koreceye dek bir çok yabancı dil daha bildiğini söy­ ler ve bunu kanıtlamak için örneğin, İngilizce başla­ dığı bir konuşmayı Fransızca tamamladığı olurdu. Öte­ ki dilleri nasıl konuşuyordu bilmem ama İngilizcesine, Fransızcasına doğrusu diyecek yoktu. Konuşmasına ko­ nuşurdu hem de elinde yazılı bir metin olmaksızın (ir­ ticalen) konuşurdu ama söyledikleri pek sudan konu­ larla sınırlı kalırdı. Örneğin, bağımsızlığına kavuşan Avusturya Cumhuriyeti Avrupa Konseyi'ne alınacak. Bu bir formalite sorunu. Bakarsınız her şey bittikten sonra Kasım Gülek el kaldırır söz alır ve Avusturya ile Türkiye arasında tarihsel dostluk ilişkilerine kısaca de­ ğinerek bu devletin Avrupa Topluluğu'na katılmasıyla ne denli mutluluk duyduğunu belirtir, yerine oturur.

Yunan Heyeti'ni oluşturan üyelerden biri de ünlü sinema yıldızı Melina Mercouri'nin babasıydı. Yaşlı ol­ masına karşın yakışıklı, uzun boylu, iyi giyimli bir adamdı Bay Mercouri. Günahı boynuna 1960'larda Dış­ işleri Bakanı olan Evangelos Averof'tan dinlediğime göre, bu Mercouri gençliğinde zengin ve yaşlı kadınlara jigololuk yaparmış. Politikaya atıldığında ortasağ par­ tiye girmiş. Ne var ki bu partinin listesinden seçimle­ ri yitirince bu kez tutmuş tam soldaki EDA'ya geçmiş ve üstelik seçilmiş. Avrupa Konseyi'nde bulunduğu sı­ r a henüz bu değişim gerçekleşmemişti. Hazırladığı bir konuşmayı bir gece oturumunda okumak istedi. Ba­ şarısını görsünler diye eşini ve ünlü kızını da dinleyen­ ler balkonuna yerleştirmişti. 99


Konuyu unuttum ama söyledikleri ipe sapa gelmez şeylerdi. Okudu okudu, Rum ağzıyla söylediği Fran­ sızca da anlaşılır gibilerden değildi. Nihayet oturumu yöneten Başkan Spaak dayanamadı, birkaç kez, <<Bun­ ların konumuzla ne ilgisi var Bay Mercouri?» diyerek uyarıda bulunduktan sonra yaşlı jigoloyu, konuşması­ nı bağlamaya zorladı. Mercouri'ye karşılık konseyde ancak birkaç kez söz alan eski Başbakanlardan Çal­ daris ağırbaşlı, gerçekçi davranışıyla dikkatleri çekti . Dinleyenleri olumlu etkiledi. Fransızların büyük jestler­ le yüksek sesle daha çok duygularını ön planda tutup öyle konuştuklarını belirtmiştim. Pese adında bir Fran­ sız Senatörü'nün bir konuşmasına, parlak bir örnek ol­ duğu için burada dokunmak isterim. Avrupa'nın genel sorunları üzerinde duran Churchill (o zaman muhafelefetteydi) bir Avrupa savunma sis­ temi kurulmasını öneren önemli bir konuşma yapmış, arkasından Lady Twistmuir adında bir başka İngiliz Bayan söz alarak Churchill' i yürekten desteklemişti. (O da Muhafazakar Parti'dendi) Lady Twistmuir ay­ rıca genç ve güzel bir kadındı. Bir çok İngilizde oldu­ ğu gibi biraz dişlek olmaktan başka bir kusuru yoktu. Bilindiği üzere o sıra iktidarda bulunan İngiliz İşçi Par­ tisi Avrupa savunma birliğini yokuşa sürme politikası güdüyordu.

Bu iki konuşmayı dinleyip coşan Sayın Senatör Pe­ se evinde bir konuşma hazırlamış ertesi gün Genel Ku­ rul'da okudu. Aman efendim ne okuyuş ! Bir elinde tuttuğu kağıt­ lara bakarken öteki eliyle türlü jestler yapıyor, roman100


tik bir uslupla hem Churchill'i, hem de Lady'yi göklere çıkarıyordu. Dış görünüşü ile Karamanlı bir celebi an­ dıran bu göbekli , şişman ve esmer adamın akı-.::ı Fran­ sızacsıyla yaptığı heyecanlı konuşma yalnız benim de­ ğil, salonu dolduran hemen tüm delegelerin tuhafına gitti. Birbirine kaşgöz işareti yaparak gülümseyenler, hatta kahkahalarını güç tutanlar oldu. Senatör Pese'ye bakarsanız, Churchill İngiltere'nin sebatını, metaneti­ ni, yenilmez gücünü temsil ediyor , Lady Twistmuir de aynı İngiltere' nin zerafetini, kibarlığını gözler önüne seriyordu . Evet Avrupa ortak savunma sistemini bir an önce kurmalı, konsey çalışmaları lafta kalmamalıy­ dı. Senatör Pese, bir amatör oyuncu heyecanıyla yap­ tığı bu konuşmadan bir yıl sonra Churchill'in Başba­ kanlığı bir daha ele geçireceğini belki düşünüyor ama her halde Başbakan olur olmaz Avrupa Ordusu tasarı­ sını İşçi Partisi hükumeti gibi yokuşa süreceğini her halde aklına getirmiyordu.

Öteki Fransızlar da pek ahım şahım şeyler değil­ diler. Eduard Daladier, Paul Reynaud gibi savaş ön­ cesi Fransasında ad yapmış devlet adamlarında göz dolduracak bir yön göremedim doğrusu. Senatör Pese gibi gülünç değilse de onlar da anadillerinin olanakları­ nı Comedie Française sahnesinde alkışladığımız «ti­ rade»lar yönünde zorluyor, böylece duygusal açıdan dinleyicileri boşuna etkilemeye çalışıyorlardı. Sıra kom­ şum, İtalyan senatörlerinden Azara adında, gözleri ha­ fif çekik, sevimli bir adamdı. Hukukçuydu ve derin bir hukuk kültürü vardı. Onunla iki yıl yanyana oturduk , arkadaşlık ettik. Sonra Konseye gelmez oldu. 101


Bir gün İstanbul'da postadan kocaman bir zarf al­ dım. İçinden İtalyanca bir gazete çıktı. Birinci sahife­ de Azara'nın bir resmi, altında haber. Arkadaşım ülke­ sinde Cumhuriyet Başsa\'\:!ılığı'na atanmıştı. Kutlamak gerekiyordu. Bir telgraf çekerek gereğini yaptım. Hem de yürekten. Alman Sosyal Demokratlarından Carlo Schmidt uzun boylu, adamakıllı şişman, saygın göbekli bir tem­ silciydi. Anası Fransız olduğu için çok güzel Fransız­ ca konuşuyor, Avrupa Birliği'ni de yürekten destekli­ yordu. Bu konuda o denli ileri gidiyordu ki, bir komis­ yon toplantısında şöyle bir öneride bulundu : «Konsey üyesi devletlerden her birinin yurttaşla­ rı öbür devletlerin de yurttaşı sayılsınlar. Üye devletler onlara hiç bir ayrılık tanımasınlar.» Öneri komisyonda şiddetle yadırgandı. Nasıl yani? Üye devletlerden her birinin uyruğu olan bizler aynı zamanda 15 devletin uy­ ruğu mu sayılacaktık? Belçikalı Senatör ünlü Hukukçu Prof Rolin önerinin yersizliğini ve gereksizliğini kısa bir konuşma ile belirtti. Konu da orada kapandı. Oysa Prof. Rolin de en az Carlo Schmidt kadar Avrupa Bir­ liği'nden yana idi. Yalnız birli'ğe böyle balıklama atla­ mak doğru olmazdı. Adım adım yürümeli idik. Nitekim insan hakları söz konusu olduğu zaman bir ölçüde ba­ şarı elde edildi. Prof. Rolin İran petrollerinin devletleş­ tirilmesi üzerine açılan davaya Musaddık'ın avukatı olarak katılmış , davayı da kazanmıştı. İnsan Hakları Sözleşmesi ve İnsan Hakları Komisyonu'nun kurulması konuları gündeme geldiğinde Prof. Rolin başlıca roller­ den birini oynamış, onu dinleyen Genel Kurul da her iki konuyu içtenlikle benimsemişti. İnsan Hakları ve 102


temel özgürlüklerin her zaman ateşli bir savunucusu kesilen Prof. özel yaşamında yumuşak, alçak gönüllü bir adamdı. Kimseye kızmaz, hatır gönül kırmamaya son derece dikkat ederdi. On dokuzuncu yy sonu, 20. yüzyıl başı İtalyan operalarını çok sevdiğini, örneğin Puccini'yi her dinleyişinde göz yaşlarını tutamadığını kendisi, bir az da utanarak, bana ve eşime söylemişti . lnsan Hakları Komisyonu'nun yetkileri başlıca iki alanı kapsıyordu : Üye devletlerden birinin bir başka devlet hakkında ileri süreceği şikayet. Sözleşmenin bu bölümünün tüm üyeler benimsemişlerdi. Bir de bireysel şikayet hakkı vardı. Bir yurttaş kendi ülkesinde ken.di ulusal mahkemeleri ya da düpedüz hükümet tarafından haksızlığa uğraWdığı kanısına vardığı zaman ileri sü­ receği şikayet, İnsan Hakları Komisyonu'nun bu yetki­ yi kullanabilmesi devletlerin ayrı ayrı onayına bağlı idi. İnsan Hakları Komisyonu kurulalı kaç yıl geçti, sözleşmenin bu bölümü, aralarında Türkiye Cumhuriye­ ti de bulunmak üzere birkaç <levlet tarafından daha hala onaylanmamıştır. Carlo Schmidt'inki kadar radikal olmamakla birlik­ te, ben de sonuçsuz kalan bir girişimde bulundum. Da­ ha çok, parl amentomuzun çağdaş demokratik gelenek­ leri özümsemesini, değişen dünya koşullarına ayak uy­ durmasını sağlamak amacıyla göze aldığım girişim Kons ey üyesi parlamenterlerin üye par�amentolarda serbest dolaşımı ilkesinden kaynaklanıyordu. Biraz açayım : Avrupa Konseyi'nin yetki ve amaçları sınır­ lan içinde kalmak koşulu ile her delege, gerekli gör103


düğü zaman

öteki üye devletlerin parlamentolarında

sö z alarak d üşüncelerini açıklamak olanağına kavuş­ malıydı. Örneğin bir Fransız, bir Alman, bir İtalyan yalnız Avrupa Konseyi'nde değil, karşılıklı ulusal par­ lamentolarında da, varsa

önerilerini

savunabilmeliy­

diler. Parlamentoları uyarmak , kamuoyu

yaratmak,

ulusları Avrupa Birliği çerçevesinde birbirlerine yak­ laştırmak bakımından bunun yararlı geli şmelere yol açabile;::eğini düşünüyordum. Anımsarsanız

Hollandalı

bir Dankert vardı. Bizde iktidarların antidemokratik tutumları üzerinde titizlikle durur, Avrupa Konseyi Ge · n el Kurul toplantılarında Turhan Feyzioğlu ile ikide bir kapışırdı. Birkaç kez Türkiye'ye geldi. milletvekilleriyle,

gazetecilerle

uzun uzun

Burada konuştu.

Memleketine döndüğü zaman da Hollanda, Danimarka, 1sve ç basınında 12 Mart rejimine karşı şiddetli kam­ panyalara yol hazırladı_. Benim daha önce oratya at­ maya çalıştığım tasarı gerçekleşseydi ve Dankert bi­ zim Parlamentomuzda 12 Mart rejiminin de Avrupa İn­ san Hakları sözleşmesine aykırılığını serbestçe anlata­ bilseydi acaba hiç mi yararı dokunmazdı? Oturdum, düşüncemi açıklayan bir mektup yaza­ rak çoğalttım. Tanıdığım ve umut bağladığım 40 - 50 kadar Konsey üyesi vardı. Her birine birer tane pos­ taladım. Ancak sekiz on kadarından olumlu yanıt gel­ di. Bunlar arasında eski Yunan Başbakanlarından Çal­ daris'in de bulunduğunu şimdi anımsıyorum.

Ötekiler

susmuşlardı. Çıkar yol olmadığını anlayınca ben de ar­ kasını bıraktım. Avrupa Konseyi'nde Türkiye'yi temsil eden delege­ lerden her yıl 2-3 kişi değişiyordu. Kimi kendi isteğiy-

104


le , kimi de grupta seçilemediği için bir daha Strasbo­ urg'a gelmiyordu. CHP adına bir süre Hüseyin Cahit Yalçın toplantılara katıldı. Onun yaptığı ateşli bir ko­ nuşmayı bugün de unutamam. Avrupa Savunma siste­ mi üzerinde tartışılırken söz aldı. Hazırlıksız (irtica­ len) yaptığı bu konuşmada üstat, tıpkı alıştığımız

polemikçi

üslübuyla

yazılarında

Batılılara çattı.

On­

ları korkaklıkla, yüreksizlikle suçladı. Neden Sovyetle­ re karşı kesin bir tutum almıyorlar diye kınadı. - Vous avez peur d 'etre bombardes makt an korkuyorsunuz)

(bombalan­

diye iki elinin parmaklarıyla

önündeki sırayı tıkırdatarak protesto gösterilerinde bu­

lundu. Yalçın'ın belki hakkı vardı. O günkü koşullar al­ tında Batılıların Sovyetlere karşı daha tutarlı bir dav­ ranış içinde bulunmaları gerekirdi. Ama kendi arala­ rında tam bir uyum sağlayamayan bu uluslar bir yan­ dan Amerika mundaydılar.

Birleşik Devletleri'ni Yalçın

kollamak duru­

«bombalanmaktan

nuz» derken Batılılara

korkuyorsu­

çok haksız bir saldırıda bu­

lunmuş olmuyor muydu? O konuşurken düşündüm, 1940 yılının 1-0 Mayıs'ında Alman ordularının Batıya yıldı­ rım hızıyla başlattığı saldırı sürerken H.C.

Yalçınla

birlikteydik. Paniğe kapılan üstadın «hazırlıklı değil­ mişler de ne demeye bizi peşlerine takmışlar ! » diyerek panik içinde çırpındığını anımsadım.

Şu sıraları dol­

duran temsilcilerden her birinin ülkesi yıllar yılı bom­ balanmış, kadın, çoluk, çocuk milyonlarca insan canın­ dan olmuş, yaralanmış , sakat kalmıştı. Bombalanma­ yan bir ülke varsa o da Yalçın'ın ülkesiydi. Bu koşullar altında o fazla sert sözleri haksız ve yersiz

buldum.

105


Allahtan burası Avrupa Konsey'iydi. Burada polemik yapılmazdı. Yalçın'ı nezaketen alkılşamakıa yetindiler. Bir başka oturumda DP Milletvekili Prof. Sadri Maksudi Arsal konuşacaktı. Orta Asya 'l'ürkleri'nden Arsal'ın katıksız bir Rus düşmanı olduğunu biliyorduk. Onun için arkadaşlar hep birlikte kendisini uyarmak gereğini duyduk. Konuşmasını yazılı olarak hazırl ama­ sını, açıkça Sovyetler'i hedef almamasını, örneğin <<Rus tehlikesi» diyecek yerde <<Le danger qui vient de l'Est» (Doğudan gelen tehlike) deyimini kullanmasını önerdik. Böylelikle salonda bulunan bir bölüm sosyalistlerin sert tepkilerini önlemiş olurdu. Prof. Arsal konuşmasını ya­ zılı olarak hazırlamayı reddetti. <<Ben Sorbonne'da pro­

fesörlük etmi şim, irticalen

konuşurum» dedi.

karşılık Rusya sözcüğünü ağzına

Buna

almayacağını , onun

yerine (le danger qui vient de l'Est) deyimiyle yetine­ ceğini vaadetti. Söz sırasına bir iki saat kala Arsal'a koridorda rastladım. Elleri arkasında bir boydan bir boya koridorda volta atıyordu. Her halde konuşmasını kafasında hazırlıyordu. Derken Başkan Spaak oturumu açtı ve birer birer adını yazdırmış olan üyelere söz vermeye başladı. Sı­ ra bizimkine gelince üstat elleri arkasında ayağa kalktı büyük bir rahatlıkla konuşmasına başladı. Avrupa dev­ letlerini bekleyen görevleri sıralıyordu. «Doğu'dan ge­ len tehlike»ye karşı dikkatli olmak gereğini ileri sü­ recek, daha kim bilir neler diyecekti. Ama nutkunun burasında üstadın nutku tutuldu. Orta Asya lehçesiy­ le <<li danger qui vient di l'Est» diyor arkasından bir iki sözcük ekliyor, sonra yeniden «li danger qui vient

106


di l'Est» formülüne dönüyor, bir türlü diyeceklerini to­ parlayamıyordu . İğnesi takılmış bir gramofon plağı gi­ bi bu <<le danger qui vient de l'Est» nakaratını boyna yineliyordu. Salondakiler

hayrete

düşmüşlerdi. Biz

Türkler ise buz kesilmiş, donmuş kalmıştık. Komedi ne kadar sürdü anımsayamayacağım. Üç dakika bile sürmüş olsa , bize üç saat gibi geldi. Niha­ yet Başkan Spaak Osman Kapani'ye gözleriyle bir işa­ ret çakarak arkadaşımızı uyarması gereğini bildirdi. O da yerinden kalkarak Prof. Sadri Maksudi Arsal'ın bulunduğu sıraya yanaşıp eteğini çekmeye başladı. Sor­ bonne Profesörlerinden Arsal (daha önce Duma'da mil­ letvekilliği yapmıştı galiba) sözlerini nasıl bağladı bi . lemeyeceğim ama, yerine oturana dek bir kaç <<li dan. ger» daha patlamaktan kendini alamadığını gayet iyi anımsıyorum. İnsan ne denli kendine güvense yine de ihtiyatı el­ den bırakmamalı,

her olasılığa karşı gerekli önlem­

leri almaktan çekinmemelidir. Bunun başka bir örne­ ğini de Nihat Reşat Belger'de gördük. Konsey Genel Kurulu'nda söz almaya karar verdiği zaman konuş­ masını yazılı olarak hazırlamasını ve öyle okumasını rka ettik. <<Ben yapacağımı bilirim» demekle yetindi. Konsey'deki steno kızlardan birini yanına alarak bir odaya kapandı. Yazdır babam yazdır. Bir gün iki gün, üç gün, evet tam üç gün Nihat Reşat Belger nutkunu hazırlıyor , beğenmı;diği bölümleri silip yeniden yazdı­ rıyordu. Günü gelip de oturum açıldığı zaman elinde çanta­ sıyla salona girdi. sakin yerine oturdu. Herhalde artık

107


ezberlemiştir, diyorduk. Sırası gelince ayağa kalktı, gerçekten akıcı bir Fransızca ile <<İrticalen» konuşma­ ya başladı. Nihat Reşat Belger 30 yıl Fransa'da ya­ şamış, orada hayatını kazanmış, Fransızlarla haşır ne­ şir olmuş bir yurttaşımızdı. Ulusal Kurtuluş Savaşı yıl­ larında Londra'ya barış olanakları aramak için gi­ den , içinde babamın da bulunduğu Türk Heyeti'ne çe­ virmen olar ak katılmış, güzel Fransızcasıyla puan top­ lamıştı. Ama iş te aradan bir çok yıllar geçmişti ve insan­ lar her yaratık gibi yaşlandıkça çaptan düşüyorlardı. İnsan Hakları özgürlükler, barış temaları üzerinde gü­ zel güzel konuşurken, Nihat Reşat Belger'in belleği karıştı. Sözlerinin arkasını getiremiyordu. Bir süre dü­ şündükten sonra, caka satmaktan vazgeçmek zorunda kaldı. Çantasını açtı, içinden çıkardığı bir tomar dak­ tilo edilmiş kağıdı karıştırarak takıldığı yerden konuş­ masını okumayı sürdürdü. Oysa daha söz alır-almaz doğrudan doğruya okuyarak konuşsaydı ne denli daha iyi olacaktı. Çünkü gerçekten güzel bir konuşmaydı yaptığı.

·

Avrupa Konseyi'nde Türk delegelerini üzen olay­ lardan biri de Adnan Menderes'in Prof. Feridun Er­ gin'e karşı yürütmek istediği cezalandırma girişimi üzerine patlak vermişti. Gerçi o sırada benim Konsey üyeli ğim artık sona ermişti. Ancak DP son dönemini� parlamenter dokunulmaz haklar konusunda tuttuğu an­ ti-demokratik davranışları belirtmesi bakımından bu­ rada o olaya kısaca değinmeyi yararlı buluyorum. 108


Prof. Ergin bilirsiniz liberal eğilimli bir arkadaştır. DP'li olmakla birlikte kendi hükümetinin tutumuyla her zaman aynı çizgide bulunmuyor, düşüncelerini de öz­ gürce

açıklamaktan çekinmiyordu. Bir iki yıldır da

Avrupa Konseyi'ne DP'den seçilmişti. Yine bilirsiniz, üyelerin masrafları ulusal parlamentolar bütçelerinden karşılanır. İşte bir kızgınlık anında Adnan Menderes Ergin'e ödeneğini vermemeleri için Meclis Muhasebe­ si'ne emir vermiş. Ne hakla ve ne sıfatla? Orası belli değil. DP Genel

Başkanı olarak

Adnan

Menderes

Prof. Ergin'i Konsey'e seçtirmemek için grup üzeri ­ ne baskı yapabilirdi. Ama bir kez seçildikten sonra hiç değilse bir yıl onun toplantılara katılmasına engel ola­ mazdı. Feridun Ergin gitmeyince haber Strasbourg'da bomba gibi

patlamış. Tüm Konsey üyeleri bunu par­

lamenter haklara bir tecavüz saymışlar ve aralarında para toplamaya kalkarak arkadaşın Konsey' e katılma sını sağlamak istemişler. Doğal olarak bizim Strasbo­ urg'daki üyeleri bir telaştır almış. Önlenemezse görül­ memiş bir skandal patlak verecek. Telefona sarılıp An­ kara'ya durumu anlatmışlar. Sonunda Adnan Bey tu­ tumunu değiştirmek zorunda kaldı ve Feridun Ergin de Strasbourg'daki Konsey toplantısına yetişti.

1 09



VI

«-- Bak Nadir'im, Başbakan seni düşünüyor. Ya­

kında Yakup Kadri emekliye ayrılacak. Onun yerine, istersen seni Büyükelçi olarak Bern 'e fj-3nderebilir .» Bu öneriyi Mükerrem Sarol damdan düşer gibi yap­ mamıştı. Ankara Palasın salonunda yarım saatten be­ ri konuşuyorduk. 1954 milletvekili seçimlerine az bir zaman kalmıştı ve DP örgütünde görevli bulunan Sa­ rol partisinin üstün başarısı uğruna canla başla ça !ışıyordu.

Benimle görüşmesi de herhalde

yet'i yanlarına çekmek isteğinden

Cumhuri­

kaynaklanıyordu.

Cumhuriyet muhalif değil , Atatürk ilkeleri ışığında tam anlamiyle bağımsız bir gazete idi. CHP'nin O sıralar

o zamanki hırçın tutumunu beğenmemekle birlikte de­ mokratik bir hukuk devleti düzeninde bunu olağan kar­ şılıyor. DP'nin hırçınlığa karşı hırçınlıkla karşı çık­ masını doğru bulmuyorduk. Böyle bir tutum rejimi ve giderek ülkeyi çıkmaza sürüklerdi. Yaptığımız, iktidar

111


partisi yöneticilerini uyarmaktan öteye geçmiyordu. Tutumumuzu belirtmeye yarar düşül'.K!esiyle buraya o sıralar Cumhuriyet'te çıkmış yazılarımdan birini (11 mart 1954 perş embe günlü yazımı) aktarıyorum :

Hakaret davalarında Bakanlar ve bazı yüksek memurlar için «ispat hakkına cevaz olamayaca­ ğı» tezini Meclis kürsüsünden savunurken, sayın Halil Özyörük, gazetecilere de bir takım itablar­ da bulunmu,ş, o arada yazıişleri müdürlerini <<Bal­ dırı çıplaklar» terimi ile vasıflandırmış. Bir ka­ nun tasarısı üzerinde tartışılırken, hiç bir sun-u taksirleri bulunmadığı halde böyle birdenbire hücuma uğrayan arkadaşlarımızın ne kadar üzül­ düklerini dünkü gazetelerde yayınlanan protesto yazısıyla öğrendik. Sayın yazıişleri müdürlerini teselli için söyleye­ yim ki o gün Mecliste Adalet Komisyon Başkanı yalnız onlara değil başkalarına da taarruz et­ miş, mesela kendinden önce söz alarak ispat hak­ kını savunan milletvekillerini cehaletle damgala­ mak istemiştir. 1949 tarihli (tevhidi içtihad) ka­ rarının alınmasında büyük gayret gösteren ve zannedersem gerekçesi ile birlikte kararı da biz­ zat kaleme alan sayın eski Yargıtay Başkanı, o zamanlar bir çok arkadaşlarının kendisi gibi dü­ şünmediğini unutmuşcasına çektiği uzun nutuk­ ta, uzun boylu kendi hayatından söz etmiş, hu­ kuk ilminin güçlüklerini öne sürmüş, 42 yıl ha­ kimlik yaptığını ve Temyiz Mahkemesi reisliğine «kademe kademe irtika eylediğini» söyleyerek bi112


limsel otoritesinin azameti önünde çökmeğe davet etmiştir.

bizleri diz

Hukuk ilminin güçlüklerini kabul etmeyecek bir tek aklı başında vatandaş bulunabileceğini düşü­ nemeyiz. Bunun en taze misallerinden birini hu­ kuk prensiplerine aykırı sözleriyle evvelki gün sayın eski Yargıtay Başkanı gene kendisi vermiş oluyor. İspat hakkını savunan milletvekillerinin fikirlerini karşılamak isterken bir iki eser oku­ makla bu gibi derin konularda söz sahibi oluna­ mayacağını, halbuki kendisinin hak ve hukuk uğ­ runa ömür tüketip dirsek çürüttüğünü söylüyor. Oysa ki, bizim bildiğimiz, bir fikrin doğruluğıı veya iğriliği, o fikir üzerinde tartışanların eği­ tim ve öğrenim derecesiyle, onların diploma nu­ marasiyle, yahut da rütbe üstünlüğü ile değil, olsa olsa fikrin dayandığı temellerin sağlamlığı veya çürüklüğü ile meydana çıkar. Eğer sayın eski Yargıtay Başkanının nutkunda kullandığı mandık yoliyle hareket etmemiz gerekseydi, Bü­ yük Millet Meclisinde en eski, en okumuş, mes­ leğinde en yüksek rütbelere ulaşmış hakim kim ise bütün kanunları ancak onun rızasiyle yayın­ lamak zorunda kalmaz mıydık? . . . Dahası var. Bu takdirde zahmete girip seçimler yapmaya, kavga döğüş yüzlerce milletvekili çıkarmaya · ne lü­ zum? . . . Her bilim alanında en üstün mertebeye ulaşmış kaç vatandaş varsa bir araya toplayıp memleketi bunlara idare ettirmek daha doğru ol­ maz mıydı? . . . Bizim Anayasamıza göre milletvekili seçilebilmek için, gerekli ahlak vasıfları bir yana, ilkokul öğF. : 8

113


renimi görmüş olmak yeter bir şarttır. Bu şartı taşıyan bir vatandaş Meclise girdi mi, onunla sa­ yın Özyörük arasında bir üstünlük - aşağılık far­ kı aranmaz. Düşüncelerini serbestçe ve korkusuz­ ca savunmak, çok bilenin de, az bilenin de hak­ kıdır. Memleket realitelerini hangi fikrin daha iyi karşılayabileceği ancak devamlı tartışmalar sonunda belli olur. Çok bilen de, az bilen de, hat­ ta Meclis çoğunluğıı da aldanabilir. Hakkııı ve gerçeğin bir müddet azınlıkta kalması ihtimali, her politik sistemin değişmez kaderidir. Bu iti­ barla kendinden önce konuşarak ispat hakkını sa­ vunanlara karşı sayın eski Yargıtay Başkanının «cahiller» sıfatını kullanması, kendi tabirile söy­ leyelim bir «gilzet-i beyan» örneği olduğu kadar ilim ve hukuk metodlarına da aykırıdır . . . Am1ne hizmeti gören bir kısım vatandaşıarı, bir amme müessesesi bildiğimiz basının kontrolu dı­ şına çıkardığı için 1949 tarihli tevhidi içtihad ka­ rarı bizce hatalıdır. Bakanlardan ve beş on yük­ sek memurdan kurulma bir imtiyazlılar zümresi, demokratik hukuk düzenine yakışmaz. Bunlara karşı vatandaşı mukaddes savunma hakkından yoksun bırakmak, adalet duygusunun kolay ka­ bul edebileceği bir prensip olamaz. Adam öldür­ menin cezası idam olduğu halde, bir katili, ni­ çin öldürdüğünü iyice sorup araştırmadan 1nah­ kum etmezler. Bir bakan hakkında gördüğü va­ zifeden ötürü isnadda bulunan bir gazeteciyi, ıs­ pata cevaz vermeksizin ceffelkalem hapse tıkan bir zihniyet, nefsini korumak için adam öldüren bir zavallıyı muhakemesiz sehpaya· götüren zih· 114


niyetten farksızdır. Mahkemelerimize hakim ye­ tiştiren hukuk profesörlerimizin ezici çoğunluğu bu fikirdedir. Batı Avrupa hukuk nizamı da bunu böylece çoktan kabul etmiştir. Gönül isterdi ki sayın Özyörük davasını bu yönden savunsun, fik­ rinin doğruluğunu ispata yarayacak bir kaç mi­ sal versin. O bize cahtl demekle işin içinden çıktı. Kendisi hakkındaki en adil hükmü şüphesiz Türk hukuk tarihi verecektir. NADİR NADİ

Durumu herhalde Mükerrem de biliyordu ki bana gazete ile ilgili en ufak bir imada bulunmadı. Zeki, konuşkan, girgin bir arkadaştı Mükerrem. Şeytan tü­ yü var derler ya, işte öyle biriydi. Çoktandır karşılaş­ madığım için bugün de huyunu değiştirmediğini sanı­ rım. Bana DP'nin yaptıklarından, yapmakta oldukla­ rından ve yapacaklarından söz etti.

Gazete

Cumhuriyet'ten hiç bir yardım da istemedi.

olarak Yalnız,

söyleşimizin sonunda o elçilik konusunu şöyle bir or­ taya attı. İlgilerine teşekkür

ettim.

Elçilikte falan

gozum

olmadığını, biz görevimizi ülke çıkarlarını her şeyin üstünde tutarak yürütmeye çalıştığımızı, DP'nin başa rılarının bizi ancak sevindireceğini söyledim. Ayrıldık. Şimdi bu büyükelçilik

de nerden çıktı, diyeceksiniz .

Yazımın başında da belirttiğim gibi Mükerrem Sarol, yaptığı öneriyi damdan düşer gibi ortaya atmamıştı. Bunda benim tutumum da az çok etken olmuştu.

115


Öyküyü kısaca anlatayım : Bilirsiniz gazeteciler her yere girer çıkarlar . Hele politika yazarları a yrıc a diplomatlarla da ilişki içinde­ dirler. Bu nedenle Ankara'da olsun, İstanbul 'da olsun, tanıdığım elçilerle arada bir buluşmak olanağı doğar­

dı. Sanının 1950 öncesiydi İspanya'nın Ankara Büyük­ elçisi Ekselans Fiscoviç'le tanıştım. Kelebek kravatı, Adolph Menju bıyıkları, temiz klasik giysileriyle tam bir «belle epoque» diplomatıydı ,

Ekselans Fiscoviç.

Ya zları Büyükdere'deki Elçilik konutunda onar, onbe­ şer kişilik akşam yemekleri düzenler,

birbirlerinden

hoşlanan insanları bir araya getirmeye özen gösterir , başta ünlü xeres şarabı, çağrılılarına güzel içkiler su­ nar, her zam an kibar yemeklerden seçilmiş bir menü hazırlardı. Bir elçinin görevleri olarak başlıca üç öğe üzerinde tion

durulur :

Representation (temsil) , informa­

(haber alma) ve negociation (müzakere) . Bence

bunlara bir dördüncüsünü eklemek gerekirse o da re­ ception (kabul etme, ağırlama) olmalıdır ki yukarki üç ögenin başarısına yardım edebilsin. Bir elçi ne den­ li temsil ve müzakere gücüne sahip olsa da ağırlama yönünden cimri davranırsa başarı şansı o denli zayıf­ lar. Ekselans Fiscoviç bu son ögeye yürekten bağlıydı ve elhak onu iyi uyguluyordu. Konuşmalarımızda bana İspanya'ya

ne zaman gele..:: eğimi sormak

onun için

adeta bir tür söyleşi nedeni olmuştu. Ülkesini över, görmem gereği üzerinde dururdu. Bir keresinde «Ge­ lirsem General Franco ile bir mülakat yapabilir mi­ yim?» diye sormam üzerine verdiği yanıta doğrusu bi­ raz bozuldum. Ekselans

büyük bir ciddiyetle <<İl va

vous recevoir en audience - sizi huzuruna kabul eder»

116


demek suretiyle bir devlet başkanından randevu

is­

tenemeyeceğini, ondan ancak :<huzura kabul» ricasında bulunulabileceğini anlatmıştı. Bu

diplomasi dersine

içerledimse de kusur bende olduğundan sineye tim. Ama içimde bir küçük kompleks

çek­

kalmış olacak

ki, bir başka görüşmemizde Ekselans'ın artık «konu­ ya başlangıç» haline gelmiş olan «İspanya'ya ne za­ man geleceksiniz?» sorusu üzerine hiç istifimi bozma­ dan «Ben İspanya'ya ancak devletimin temsilcisi ola­ rak gelmek isterim» deyiverdim. İnanınız ki bu yanıtı verirken hiç bir ard niyetim,

gizli bir özlemim yok­

tu. Belki bir kaç ay önce bana verdiği diplomasi der­ sinin içimde uyandırdığı ruhsal tepki ile öyle söyledim işte ! Ama ne dersiniz, sayın Büyükelçi bu yanıtımı cid­ diye almaz mı? Harika, güzel, çok seviniriz ! İspanya' ­ ya Büyükelçi olarak

gidersem

ülkelerimiz

hesabı­

na yararlı hizmetler başarırdım. Bundan kendi hükü­ meti ancak kıvanç duyardı, vb. . Büyük bir heyecanla söylediği bu sözleri ben ilkin nezaket gereği sandım ve üzerinde hiç durmadım. Aradan bir kaç hafta geçince durum değişti. Şu­ rada burada rastladığım arkadaşlar <<Elçi oluyormuş­ sun öyle mi? Nereye?» diye beni iskandil ediyorlar, «Yok canım, ne münasebet ! » gibi yanıtlarımı da henüz gerçekleşmeyen atanmamı beklediğim anlamına yoru­ yorlardı. Ekselan Fiscoviç yapa�ağını göle bir taş atmıştı ve o taşın

yapmış, sakin

çıkardığı dalgalar şim­

di halka halka tüm çevreye dağılıyordu. Bense elçiliği kendime bayağı yakıştırır gibi oluyordum.

Oldukça

düzgün iki yabancı dil biliyordum. Sanattan, edebiyat-

117


tan, dünya politikasından yana (echel-i cuhela)dan sa­ yılmazdım. Eşim de Atatürk Türkiyesini temsil ede­ bilecek niteliklere sahipti. Atanacağım merkezde ül­ kemi neden layikiyle temsil edemiyeyim? Basınla kura­ cağım ilişkiler sayesinde mesleğin enformasyon öge­ sini de yerine getirir, Ankara'ya ilginç raporlar suna­ bilirdim (Eğer bizim Dışişlerinde elçi raporları oku­ nuyorsa) . Kalıyordu negociation (müzakere) ögesi. İ ş ­ te orada h i ç bir i ş başaramayacağımdan kuşkum yok­ tu. Birinin elini sıksam mutlaka kolumu da kaptırır­ dım. Adam sen de, bu da sorun muydu? İki devlet ara­ sında bir konunun müzakeresi gerektiğinde her zaman Dışişleri Bakanlarımız kendileri yolculuğu göze almı­ yorlar mıydı? . . B u gibi düşlerin arada bir içimi gıdıkladığını bu­ rada açıklarken bir dürüstlük

görevini yerine getir­

mekten başka bir amaç gütmediğime her halde ina nırsınız sanırım. Hepimiz insanız. Zayıf anlarımız da oluyor kimi zaman. Düş

kurmak elbette bir zayıflık

belirtisi sayılamaz. Zayıflık , esas görevini unutup düş uğruna kendini tutamayıp akıntıya

kapılıvermektir.

Mükerrem'in önerisini geri çevirmekle kişiliğimi ödün­ süz koruyabildiğime inanıyorum. Ama yine de bir iç hesaplaşması yapmaktan kendimi alamayacağım. Bana Bern Elçiliğini önermişti. İsviçre ise benim hiç hoşlanmadığım ülkelerden biriydi. Evet, Lausan­ ne üniversitesinde okudum, dipl omamı oradan aldım, ama ülkeye bir türlü ısınamadım. Ne kusuru vardı bu güzel, her yanı pırıl pırıl uygar ülkenin? İnsanları mı bana fazla maddeci görünüyordu? Yakup Kadri onlar

1 18


için «terre i'ı. lerre - bayağı» deyimini kullandığı halde ülkeyi onlardan soyutlar <<ama İsviçre'yi severim» der­ di. Ben ise insanları ülkelerine, ırklarına, milliyetleri­ ne göre sıralamayı hep akıl dışı bulmuşumdur. Çoğu İsviçreliler için maddeci derler. Olabilir. Ama bu tüm İsviçreliler maddecidir anlamına

gelemiyeceği gibi,

gelse bile bu benim ülkeye karşı soğukluk duymam için bir neden olamaz. Her neys e ! Bern Büyükelçiliğine ra­ hatça hayır dedim. Ama Viyana, Paris, Roma gibi hoş­ landığım yerlerden birini önerseydi, ya da «nereyi is­ tersen Başbakan seni oraya atayacak» deseydi, acaba kolaylıkla hayır yanıtını verebilir miydim? Kendimi bir yargıç dürüstlüğü ile ölçüyorum ve ne yalan söyleyeyim , bir türlü kesin bir karara varamıyo­ rum. Belki peki derdim, belki hayır derdim. Hayır de­ seydim içim sızlayacaktı, evet deseydim sonradan çok çok pişman olacaktım. Ne diyelim? Kentlerimiz ara­ sında yoku taşıyan kimi otobüslerin arkasında yazılı olduğu gibi

«Tanrının dediği olur» mu diyelim?

Mükerrem Sarol'la Ankara Palas'ta yaptığımız gö­ rüşmenin üzerinden ne kadar geçti şimdi anımsamıyo­ rum. Herhalde çok değil. Bir gün matbaadaki büro­ ma eski İstanbul Valisi Lütfü Kırdar geldi : Yaklaşan seçimlerde DP listesinden aday

gösterilmesine evet

demesini istiyorlarmış. Ne yapmalıymış, bana

danı­

şıyordu. Belli idi ki öneri hoşuna gitmişti. Benden mo­ ralini güçlendirecek bir destek bekliyordu. Yanıtı güç bir durum. Lütfü Kırdar yıllar yılı CHP'nin Valisi ola­ rak devlet hizmetinde bulunmuş bir görevliydi. Özel­ likle İsmet İnönü'den aldığı hızla kente epey hizmeti dokunmuştu.

Çalışkan olumlu bir yönetici

idi.

Bir

119


kusuru varsa, başardığı her göze çarpar yapıtı İnönü damgasıyla çerçevelemeye özen gösterirdi. Taksim alanındaki Atatürk anıtının arkasına at üstünde tek başına daha görkemli bir İnönü heykeli dikmek pro­ jesi onun girişimiyle olmuştu. Oysa aynı alandaki za­ fer anıtında Atatürk'ün yanında Mareşal Çakmak'la İnönü zaten yer almıştı. Kırdar'ın bu girişimini baş­ langıçta halk yadırgamış , Zafer anıtının berisinde at üstünde yükselecek ikinci bir İnönü heykelini Ataya karşı saygısızlık saymıştı. O gün bu gündür heykelin hala yerine konamaması da başlangıçtaki halk tep­ kisinin yersiz olmadığını gösterir. Evet İnönü heyke­ li, İnönü gezisi, İnönü stadyomu, İnönü okulu gibi te­ sisler hep Kırdar'm valilik döneminde, Kırdar tara­ fından göze alınmış girişimler olarak pek sevimli gel­ miyordu İstanbullulara. Kimbilir belki Kırdar bu girişimleri Devlet Başkanının İstanbul'a yardım ve desteğini sağlamak amacına bağlıyordu. Ne de olsa Pa­ şaya olan bağlılığının gözle görünür simgesiydi bu gi­ rişimler. Sonraları ne olmuşsa olmuş Kırdar, İnönü' nün teveccühünü yitirmiş, bir köşeye çekilmişti. Ama DP'nin adaylık önerisini benimsemesi için yeter bir neden miydi bu ? Kendisine hiç değilse bağımsız ola rak listede yer alması gereğini tavsiye ettim. Nasıl yaptı şimdi anımsamıyorum. Her halde başka vaatler­ '

le de karşılaşmış olacaktı. Milletvekili seçildikten az sonra Menderes hükümetinde Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına getirildi. Yassıada'ya gidene dek DP'de kaldı. Ve ne hazindir, orada savunmasını

yaparken

hem de birazdan öleceğini açıkça söyleyerek yargıç­ ların gözü önünde yere yıkıldı, yaşamını yitirdi (terk-i 120


hayat eyledi) . Kırdar'ın sonu böyle olmamalıydı. kan, iyiniyetli bir yöneticiydi. Ama ne denir? Tanrı'nın dediği olur-.

Dürüst, çalış­

121



VII

Ünlü Soruşturma (Tahkikat) Komisyonu'nun kurul­ ması, bardağı taşıran son damla oldu. Bu öyle bir ko­ misyondu ki, neredeyse TBMM'nin tüm yetkilerini faz­ lasıyla nefsinde topluyordu. İnsanları sorguya çeki­ yor, gerekirse tutukluyor, dernek toplantılarını, hatta Meclis görüşmelerinin yayınlanmasını yasaklıyordu. Böyle bir komisyonun kurulması Anayasaya aykı­ rı değil miydi? Kuruluşun hazırlık çalışmaları sıra­ sında konu Çankaya'da enine boyuna tartışılmış, Hu­ kuk Profesörü Ali Fuat Başgil'in verdiği olumlu fet­ va üzerine, hükümet görüşü doğrultusunda karar alı­ narak, DP oylarıyle Meç::listen geçirilmiştL Prof. Baş­ gil, 1924 Anayasası için «Erkeği kadın, kadını da er­ kek yapmanın dışında her şeye kadirdir» düşüncesin ­ deydi ve biçimsel açıdan belki haklıydı. Nitekim vak­ tiyle (Takrir-i Sükun Kanunu) da bu Anayasaya uy­ gun görülmüş, (İstiklal Mahkemeleri) de, daha baş­ ka kanunlar da aynı Anayasanın çerçevesi içinde yü­ rürlüğe konmuştu. Ama 1924'ten 1960'a kadar aradan 123


kırk yıla yakın bir zaman geçmişti. Bu zaman parça­ sı içinde toplumun siyasal, sosyal, ekonomik durumu büyük değişikliklere· uğramış, yasama organı birden fazla partinin yer aldığı bir iç yapıya kı:ı,vuşmuştu. Atatürk'ün ektiği tohumlar artık meyvelerini verme· ye başlamıştı. Nicelik ve nitelik bakımından ilerle­ yen gençlik , temel hak ve özgürlüklere daha çok sa­ hip çıkıyordu. Gelişen iletişim araçları ülkede fikir dalgalanmalarını kolaylaştırıyordu. Yayın yasaklarıylc bu dalgalanmaları önlemek çok güçtü. 1924 Anayasası biçimsei açıdan elverse de o günkü koşullar altmda böyle bir komisyonun kurulması elbette Anayasanın özüne aykırıydı. Komisyon kurulur kurulmaz ilkin İstanbul, ertesi gün de Ankara Üniversitelerinde öğre1ciler protesto gösterilerine başladılar. Artık baskı protesto, baskı protesto birbirini izleyerek sürüp gidiyor. Avni Doğan ve arkadaşlarının verdiği, komisyon işlemleri üstüne Meclis soruşturması hakkındaki önergenin basında yayınını, aynı komisyon yasaklıyor. DP Meclis grubu olağanüstü toplantıya çağrılıyor. Başbakan Menderes Yunanistan'a yapacağı geziyi erteliyor. Neyse, ben burada tarih değil anılarımı yazıyo­ rum. 30 nisanda Cumhuriyet, Ali Ulvi'nin bir karikatü­ rünü yayınladı. Altında «uçtu uçtu» yazısı bulunan bu karikatür, başta Neron olmak üzere Hitler, Mussoli­ ni, Batista ve benzerleri gibi gelmiş geçmiş beş altı diktatörün arkasından Adnan Menderes'i de sıraya ko­ yuyor, sonucun iyi olmayacağını belirtiyordu. O sa­ bah telefonla Sıkıyönetimden beni istediler. Kalktım 124


gittim. Bir hakim Aibay sorguya çekti . Neydi bu ka­ rikatürün anlamı? Yazı işleri müdürlerinin her zaman başvurdukları yöntemi denedim. Maksat kötü değildi. Bu bir uyarı karikatüründen ibaretti. Albay belki için­ den bana hak veriyordu. Ama ne yapsın? Buyruk yu­ karıdan gelmişti. Çaresizlik içinde ellerini iki yana açarak «Olur mu ya?» demeye getirdi. Zaten karar verilmiş, Cumhuriyet'iıı o sayısı sabah erkenden top­ latılmıştı. Öğleden sonra gazetenin 10 gün süre ile ka­ patıldığını bildiren Sıkıyönetim Komutanlığı tezkere­ sini aldık. Arkadaşımız Ali Ulvi de gözaltına alınıp Topkapı Maltepe'sindeki kışlaya götürüldü. Ondan bir­ kaç gün önce 1. Ordu Komutanı Orgeneral Fahri Özdi­ lek gazete başyazarlarını ve genel yayın müdürlerini Harbiye'de Ordu karargahına çağırmış , tutmapuz ge­ reken yol hakkında bize direktifler vermişti. 15-20 ki­ şi kadar vardık. Odada oturacak yer azdı. Hepimiz ayakta duruyorduk. Paşa geldi. O da oturmadı. Masa sının başında ayakta, şunu yapın, bunu yapmayın gi­ bilerden bir şeyler söyledi. Sinirliydim. Sözünü kese­ rek, oldukça öfkeli bir ses tonuyla komutana bir soru yönelttim: Ortada hükümet vardı. Soruşturma Komis­ yonu vardı, Sıkıyönetim Komutanı vardı. Biz bunlar­ dan hangisinin emrindeydik? Paşa bir an duraksama­ dan diepimiz hükümetin emrindeyiz» dedi. Hazırcevap olsaydım, «Hepimiz yasaların emrindeyiz komutanım» diyebilirdim. Hoş ortada artık yasa masa da yoktu ya ! Ses çıkarmadım. Fahri Paşa sert görünmeye çalışan yumuşak yaradılışlı bir adama benziyordu. Bizden ay­ rılırken, «Ricalarıma dikkat etmelisiniz» diyecekti, he­ men toparlanarak ricalarım sözcüğünü, «Emirlerim» sözcüğü ile değiştirerek düzeltti . 125


1 Mayıs günü Cumhuriyet ka palıydı. O gün İstan­ bul'da Belediye Sarayında NATO Bakanlar Kurulu toplantısı yapılacaktı. Haftalar önce açıklanmıştı bu toplantının yeri ve saati. Üniversite gençliği Beledi­ ye Sarayı önünde , Batı dünyası temsilcilerine karşı bizdeki özgürlüklerin ne menem şey olduğunu göster­ mek amacıyle bir gösteri yürüyüşü düzenlemişti. Sıkı­ yönetim Komutanlığı gösteriyi önlemek için o gün so­ kağa çıkma yasağı ilan etti. Bu devekuşunun başını kuma sokmasından farksız bir şey olacaktı. Sanki dün­ yanın dört bir köşesinden İstanbul'a akın eden dele­ geler, sekreterler ve gazeteciler üklemizdeki çalkantı­ yı bilmiyorlar mıydı? Gene de nereye saklanıp nere­ den çıktığı bilinmeyen birkaç bin genç, Belediye Sara­ yına yaklaşarak yiiksek sesle protesto gösterisi yap­ mayı başardı. O gün için Genelkurmay Başkam Rüş­ tü Erdelhun Paşa da İstanbul'a gelmiş, Harbiye'de Or­ du Karargahında harekatı yönetiyordu. Oturduğumuz apartman dairesi yakın olduğundan sık sık Hilton'un bahçesine konan helikopterlerden subayların indiğini, koşar adım Harbiye kışlasına, Paşa'ya rapor iletmeye gittiklerini izliyorduk. Sokakta görevli genç subaylar davramyorlar, öğrencilere karşı genellikle sevecen şiddet hareketlerine meydan vermemek için elden ge­ len çabayı esirgemiyorlardı. Ama o gün benim başım ayn�a dertte idi : NATO toplantısına Genel Sekreter sıfatıyle Paul-Henry Spaak da katılacaktı. Strasbourg'dan bu yana ahbaplığımız kesilmemişti. Birkaç hafta önce mektuplaşmış . 1 Ma­ yıs akşamı gidip kendisini otelinden almayı, bir yer­ de birlikte yemek yemeyi kararlaştırmıştık. Sokağa 126


çıkma yasağı bu nedenle benim için uygulanmasa ol­ maz mıydı? Sıkıyönetim Komutanlığına telefon ede­ rek durumu bir ilgiliye anlattım. Kişisel bir ayrıcalık değildi istediğim. Batı dünyasında ağırlığı olan biriy­ di söz konusu adam. Kendisiyle önceden anlaşmıştık, çağrılımdı. Nihayet ben de ülkemde az çok tanınmış bir yazardım. Gidip onu otelinden alarak elli metre ilerideki evime getirmekle ne kıyamet kopar, ne de kentin dirlik düzenliği bozulurdu. Telefondaki ilgili bi­ raz beklememi söyledi. Kime danıştı bilemeyeceğim, tekrar telefon başına döndüğü zaman yanıtı olumsuz çıktı. Emir kesindi, hangi nedenle olursa olsun evden ayrılmak yasaktı. Ne yapabilirdim? Ülkemde uygulanan rejim hesa­ bına utanarak Hilton'da Spaak'ı buldum, durumu ay ­ rıntılarıyla açıklayarak özür diledim. Babacan adam edercesine anlayış gösterdi, neredeyse beni teselli «Üzülmeyin, siz gelemezseniz ben gelirim, oturur, si­ zin evde sohbet ederiz» dedi. Ve dediği saatte yanın­ da hükümetçe atanan koruyucusu, çıkageldi. Spaak'la üç dört saat kadar yedik içtik, söyleştik. Gazetenin kapanmasına neden olan karikatürü gördü. «Uçtu uç­ tU» deyiminin anlamını sordu. Zaten deyimin anlamı karikatürün çizgilerinde belirlenmişti. Gazete kapalı kaldığı sürece işçilerin parasal durumu ne olacaktı? Ceza onları da kapsamıyor muydu ? Menderes ne za­ mandan beri iktidarda idi? Bir hükümetin yıpranma sı için on yıllık iktidarın yeter sayılabileceğini söy­ ledi. Bir ara söz Fatin Rüştü Zorlu'dan açıldı. Müza­ kere gücünü ve zekasını takdirle karşılıyordu Zorlu '­ nun. «İl est intelligent, vous. savez?» (Biliyor musu127


nuz zeki adam) dedi. Üzerinde durmadım tedirgin­ dim. Ülkeme gelen bir yabancı devlet ada�ını kendi evimde gözaltındaymışım gibi karşılamak ağrıma do­ kunmuştu. Sokak kaı:ıısına kadar indirip Spaak'ı koruyucusuna teslim ettikten sonra bozuk bir moralle ağır ağır mer­ divenden yukarı çıktım. Durum gittikçe kötüleşiyordu. Aylardan beri sür­ dürülen (Vatan Cephesi) propagandası iktidara hiç bir yarar sağlamamış , tam tersine halk arasında alay ko­ nusu haline dönüşmüştü. Kimler katılmamıştı Vatan Cephesine? Aynı soyadını taşıyan ismi var cismi yok takım takım aileler, öldükleri yakınlarınca bilinen sü­ rü sürü insanlar ve bunlar arasında iktidardan nimet bekleyen kimi az çok tanınmış kişiler, Sokaktaki adam Vatan Cephesi ciddiye almıyor, V.C. deyip geçiyor­ du. Radyoda ideolog Burhan Asaf (Belge)nin her ak­ şam, beni de sık sık hedef tutan sövüp saymalarına kimse aldırış etmez olmuştu. Durumu Başbakan far­ ketmesin, olamazdı. Bir süre önce hükümetten çekil­ meye karar verdiği, ancak Celal Bayar'ın (Dere ge­ çilirken at değiştirilmez) gerekçesine dayanarak ileri sürdüğü ısrarlar karşısında vazgeçtiği söyleniyordu . ·

Menderes çaresizdi, şaşkındı. DP grubunda da bir panik havası esmeye başlamıştı. 25 mayıs günü durup dururken Meclis 20 hazirana kadar dinlence kararı al­ dı. Aynı gün yaptığı bir konuşma ile Başbakan (Tah­ kikat Komisyonu)nun işini bitirdiğini ilan etti. Oysa bu komisyon 4 nisanda üç ay süreyle çalışmak üzere 128


kurulmuştu. Bir buçuk ay içinde ne yapmıştı da böyle çabucak işini bitirivermiş oluyordu? Genel bir panik havası iktidar çevrelerini baştan başa etkisi altına almıştı. 26 mayıs günlü gazetelerde bir bölüm DP'lilerin şöyle bir önerge hazırladıklarını okuduk : Gösteri yürüyüşleri kanunu ilga edilmeli. Ba­ sın özgürlüğü tam anlamıyle yürürlüğe konmalı ve derhal seçimlere gidilmeli.

Godot'yu bekler gibi herkes bir şeyler bekliyordu. Neydi bu beklenen ? Herhalde iyi bir şey, ülkemiz he­ sabına hayırlı bir şey olmalıydı. Nihayet beklenen ya da beklendiği sanılan şey geldi. 26 Mayısı 27 Mayısa bağlayan gece yarısı bir arkadaşın telefonuyla uyan­ dım. Radyoyu açmamı söylüyordu. Ordu yönetime el koymuştu. Bildiriler, marşlar dinleyerek sabahı zor bulduk. Erkenden matbaayı arayarak gazetenin arabasını ge­ tirttim. Sokağa çıkma yasağı konduğu halde kimliği­ mizi gösterdiğimiz subaylar nezaket, hatta sevgi be­ lirtileriyle yolumuzu açıyorlardı. Eminönü'nde bir yüz­ başı nereye gittiğimizi sordu. Söyleyince kendisini de Cağaloğlu'na bırakmamızı rica etti. Tüm evler, apart­ manlar, dükkanlar al bayrağımızla donatılıyordu. Başta Genel Yayın Müdürümüz Cevat Fehmi, başdi­ zici Hüsnü Usta, makinist Dimo, hemen herkes koş­ muş gelmişti. Birinci sahifeyi baştan başa değiştir­ mişler, Atatürk'ün elle yapılmış bir resminin klişe­ sini sağ köşeye oturtmuşlardı. Bu resmi beğenmedim. kullanılmıştı, kara Ölüm yıl dönümlerinden birinde F. : 9

129


rengiyle sahifeyi bir matem havasına boğuyordu. Ar­ şiv sorumlusunu bulamadıkları için rastgele ele ge­ çirdikleri bu klişeyi kullanacaklardı. Canım sıkıldı, ne yapmalı? Vakit de yok. Bir an önce makine dönmezse müjdeyi halka nasıl yetiştireceğiz? Ben, böyle olmaz diye tepinirken makinist Dimo akıl etmiş, mürekkep kazanlarından birini değiştirerek yeşil renkli bir baş­ ka mürekkep kazanı takmış . Provayı aldı geldi. Ger­ çi Atatürk üzgün bakışlarıyla yine oradaydı ama hiç değilse yeşil renk birinci sahifenin kasvetli matem havasını silmiş, dağıtmıştı. Derhal baskıya geçtik. Bu gazetecilik yaşamımda sahife düzenine son karışmam oldu . O gün akşama dek matbaada kaldım. Gerçek bir bayram günüydü. Sokağa çıkma yasağı öğle üzeri ken­ diliğinden kalkmıştı. Tanıdık tanımadık önüne gelen kapıdan içeri dalıyordu. Herkesle şapır şupur öpüşü­ yorduk. Özellikle askerler. Teğmenden Albaya o gün belki 20-30 üniformalıyla kucaklaştım. Gazetenin o günkü sayısından bir tanesi baştan aşağı asker imza!arıyla doldu. (Arkadaşım Oktay Kurtböke'nin arşivin ­ de saklıdır bu sayı) . Hepimiz sevinçliydik. Devrimden yana ne kadar gazeteci varsa hepimiz Ankara'ya üşüştük. Aramıza o güne değin Vatan Cep­ hesi propagandasını destekleyen kimi karşı devrimci­ ler de katılmıştı. Devlet Başkanlığı görevini üstlenen Orgeneral Cemal Gürsel Başbakanlıkta bir basın top­ lantısı düzenledi. Devrimin amacı hakkında düşünce­ lerini açıkladı. Devrik iktidar, Anayasayı hiçe saymış, başına buyruk, zorba bir rejime kayarak ülkeyi fe ­ lakete sürüklüyordu. Ordu işe el koymasaydı kısa sü130

·


rede felaket gerçekleşecekti. Devrimin amacı her şey­ den önce hukuk devleti koşullarını yeniden geri getir­ mek, yurttaşlarımızı layık oldukları güven ve özgür­ lük ortamına kavuşturmak. Salona bir göz attım. Da­ ha üç gün öncesine gelene dek iktidarı can-Ü gönül­ den pohpohlayan kimi gazeteciler önlerinde kağıt, ça­ la kalem Gürsel'in sözlerini (Kemal-i ciddiyetle) not ediyorlardı. Paşa, kuşkusuz bunların kimliğinden ha­ bersizdi. O, bir kaç sivrilmiş yazardan başkasını ta­ nımıyordu. Falih Rıfkı, Bedii Faik, Aziz Nesin, Na­ dir Nadi, vb. Bir ara Aziz Nesin birşey soracak oldu. Hakkında herhalde iyi şeyler düşünmüyor olmalı ki, Devlet Başkanı ters bir yanıtla Aziz'i susturdu. Ho­ şuma gitmedi Paşanın bu davranışı. Solcu olmuş, ol­ mamış, Aziz Nesin herşeyden önce kendi düşüncele­ riyle uyum halinde, dürüst bir yazardı. Tutumlarını iş başındaki hükümetlere göre ayarlayan, iktidar değiş­ tikçe o yandan bu yana yalpa vuran gazeteciler or­ tada durup dururken solcudur, sosyalisttir diye Aziz'e çatmasını Gürsel'in olgunluğuna yakıştıramadım doğ­ rusu. Akşam uzeri Çankaya'da bir kokteyl parti verildi. Çoğunluğunu üniformalıların doldurduğu salonlarda ve tarasada neşeli bir düğün bayram havası esiyordu. Gürsel Paşa hepimizle ayrı ayrı ilgilendi. Özellikle pek sevdiği anlaşılan kardeşim Doğan'ı uzun süre yanın­ dan ayırmadı. Karşılıklı espriler yaptılar, gülüştüler . İstanbul'a dönün�e hoşa gitmeyen bir haberle kar­ şılaştım : Bir takım gençler , daha çok Beyoğlu ve Taksim dolaylarında «Vatandaş Türkçe konuş» kampanyası131


na çıkmışlar. Türkçe konuşmayan azınlıklara ve turist­ lere baskı yapıyorlarmış. Turistin ne münasebetle «va ­ tandaş» sayılabileceğini bir yana bırakalım, azınlık ya da çoğunluk, Türkiye Cumhuriyeti uyruklu yurttaşla­ rı hangi hakla illa Türkçe konuşmaya zorlayabilirdik? Koyu şovinizm ve ırkçılık kokan bu gidiş gelişir de yayılırsa sonu nerelere varırdı? Komşularımız Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan'da toplam sayısı milyonu aşan soydaş­ larımız yaşıyordu. Bunlar «Vatandaş Bulgarca, R-0mence, Sırpça, Rumca konuş» diye baskıya alınsalar hoşumuza gider miydi? Anayasamıza ve insan hakla­ rına olduğu kadar mantık kurallarına da ters düşen bu yakışıksız tutumu bir başyazımla sıcağı sıcağına eleştirdim. İstanbul valiliğine yeni atanan General Re­ fik Tulga Atatürk ilkelerine bağlı, uygar komutanla­ rımızdan biriydi. Derhal konunun üstüne eğilerek ge­ rekli önlemleri aldı. Böylece ülkemizi görmeye gelen yabancılar sokaklarımızda dolaşmak için Türkçe öğ­ renmek zorunluğundan kurtuldukları gibi öz yurttaş­ larımız da diledikleri dille konuşabilmek özgürlüğünü korudular. Zira ırkçıların başlattığı baskı güçlenerek sürdürülseydi, arkasından «hangi Türkçe ile konu­ şalım?» sorunu ortaya çıkacaktı. Öz Türkçe mi, Os­ manlıca mı derken dil devrimi (hem de sokakta) yeni bir saldırıya daha uğrayacaktı. _

İlk haftalar Ankara'ya sık sık gidip geliyordum. Bir seferinde Ankara Palas'ta Falih Rıfkı ile otururken yanımıza ünlü bir İstanbul gazetesinin genç patronla­ rından biri yanaştı. Çok derdi vardı genç patronun. Kardeşiyle birlikte yönettiği gazetesi devrim öncesi 132


ters bir yol izlemiş, devrik iktidar doğrultusundaki ha- . ber, resim ve yazılariyle üniversite gençliğine karşı cephe almış, gençliği kızdırmıştı. 27 Mayıs darbesi ol­ mayıp da hükümet dizginleri elinden kaçırmasaydı kuş­ kusuz keyf içinde yaşamını sürdürecekti. Bir kaç haf­ ta önce sokakta rastladığım kardeşi Cumhuriyet'in tu­ tumunu aşırı bulmuş olacak ki «azizim böyle karışık günlerde ne yap yap gazetenin kapatılmasına yol aça­ cak yayınlardan sakın ! » diye bana öğüt vermiş, aksi gibi, öğüdünü dinleyemediğimden ola..:!ak, Cumhuriyet on gün süreyle kapatılmıştı. Şimdi durum tersine dön­ müştü, öfkeli gençliğin tepkisinden korkuyordu kar­ deşler. Hemen 28 Mayıs'ta Atatürk'ün renkli dev bir portresini matbaalarının ön cephesine boydan boya asmışlardı, bir kaç gün sonra da «Milli Birlik Komi­ tesi»nin açtığı yardım kampanyasına büyük bir para ile ilk katılanlardan olmuşlardı. Ama hala korkusunu üstünden atamamıştı genç patron. - Biz Falih Rıfkı Beyin oğlu değiliz, Yunus Na­ di Beyin de oğlu değiliz. Biz esnaf bir adamın çocukla rıyız diyor, bunu söylerken, babasını da istemeyerek küçümsemiş oluyordu. Oysa babası hakkındaki yargısını ben hiç de pay­ laşmıyordum. Rahmetli, elbette bir düşün savaşçısı de­ ğildi. Ama esnaf da değildi, hele üç kağıtçı hiç değil­ di. Ömrü boyunca çok satışlı iyi bir halk gazetesi çı­ karmaya özenmiş , bir kaç kez yayınladığı dergi ve gazetelerin batmasına tanık olmuş, sonunda başarıya ulaşmıştı. Bunu kimseden yardım görmeden , hiç bir hükümete yaltaklanmadan yaptığına inanırım. 1950 ön­ cesi döneminde DP'yi tutan yazılar yazdığı sırada bir gün Celal Bayar'a «İktidara geldiğiniz zaman sizden 133


bir yardım, bir iltimas rica edersem bana da adam demesinler» dediğini kendisinden duymuştum. 27 Mayıs devriminin ilk döneminde İstanbul hal­ kı o güne dek pek az rastladığı üç hizmet adamıyla karşılaştı : Vali General Refik Tulga, Belediye Baş­ kanı General Şefik Erensü, Haller Müdürü Binbaşı Turgut Budak. Üçü de asker olan bu hizmet adamla rının ortak öğesi üçünün de partizanlıktan uzak ol­ maları, doğrudan doğruya halkın rahatı ve halkın çı­ karlarını, kentte dirlik düzenliğin korunmasını amaç bilmeleriydi. General Tulga, kendisine «Paşa» denil­ mesinden hoşlanmaz, her konuyu ancak uzmanlarına ya da o konudan az çok anlayanlara danışarak çöz­ meğe önem gösterirdi. Bir gün, nasıl oldu unuttum, beni vilayete çağırdı. Sorun Ayasofya müzesinde sen­ fonik konserler verilip verilemeyeceğine değgin bir ka­ rar almaktı. Valinin çalışma odasında beş altı arkada& vardı . İçlerinden Cemal Reşit Rey'le Vedat Nedim Tör'ü iyi anımsıyorum. Vedat Nedim verilir düşün­ cesindeydi. Cemal Reşit ise duygusal bir yaklaşımla buranın Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmiş bir yer olduğundan, hangi maksatla olursa olsun için­ de müzik yapılamayacağı tezini savunuyordu. Bana gelince, eğer akustik koşullar elveriyors a pek ala cid­ di müzik yapılabileceğini söyledim. Bu olaydan bu­ rada bu kadarcık söz ediyorsam bunu Tulga'nın gö­ revinde keyfi davranışlardan ne denli sakındığını be­ lirtmek için yapıyorum.

General Erensü de parti ayırımı gözetmeksizin gö­ revini sırf İstanbul halkına hizmet tutkusuyla yüklen134


öyle de yürüttü. Karşılaştığı güçlükler önünde yıl­ madı. Türlü engellemelere göğüs gerdi, gece gündüz çalıştı, yasa dışı madrabazlıkları yıkmak uğruna di­ dindi durdu. Yazık ki aşırı yorgu nluk sonucu geçirdiği bir kalp krizinden sonra genç yaşında emekli oldu. Haller Müdürlüğüne atanan Binbaşı Turgut Bu­ dak. işe başlar başlamaz halleri halJaç pa muğu gibi attı . Ne kadar üç kağıtçı kabzımal varsa hepsine bir­ den amansız bir savaş açarak hallere çağdaş uygar­ lığa yakışır bir düzen vermeyi görev bildi . Tüketicinin soyulmasını engelleyecek bir dizi önlemleri cesaretle yürürlüğe koydu. Budak'ı düşman belleyen çıkarcılar elbette boş durmadılar. Akla gelebilecek bütün oyun­ ları deneyerek halkın sevip benimsediği genç füı Her Müdürünü, hem de İnönü'nün Başbakanlığı sırasında görevinden uzaklaştırmayı başardılar. di,

Temmuz sonlarına doğru bir akşam Ankara tem­ silcimiz Ecvet Güresin telefonla beni aradı. Flaş ha­ ber : Milli Birlik Komitesi büyük bir hazırlık içindey­ miş . Orduda benzeri görülmedik bir tasfiye hareketi gerçekleştirilecek, 5-6 bin kadar subay bir kalemde emekli edilecekmiş. Ecvet heyecanlı konuşuyor, habe­ rin son derece güvenilir bjr kaynaktan alındığını söy­ lüyordu. Yarın y ayınlarsak tüm gazeteler atlatılmış olacak, haberimiz ortalıkta bomba gibi patlayacaktı. Hiç duraksamadan «acele etmeyelim, bekleyelim» de­ dim. 27 Mayısın üstünden iki ay ancak geçmişti. Ruh­ sal çalkantı henüz durulmamıştı. Olağan dışı bir or­ tamda yaşıyorduk. Böylesine önemli bir haber, doğru bile olsa, nereye varacağı bilinmez tepkilere yolaça135


bilirdi. Flaş haber verecegız diye kamuoyunda telaş uyandırıcı, belki karşı devrimcileri harekete geçire­ cek davranışlardan sakınmalıydık. <<Haberi bekletelim, sırasında yayımlarız» dedim. Bir kaç gün sonra Harp Akademisinde diploma tö­ reni vardı . Ben de çağrılıydım, gittim. Yıldız'daki tören gerçekten parlak oldu. Başta Or ­ general Cemal Gürsel, Genelkurmay Başkanı Ragıp Gümüşpala, 1 . Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Muzaf­ fer Alankuş, İstanbul Valisi Refik Tulga, Belediye Başkanı Şefik Erensü, Üniversite Rektörü Sıddık Sa­ mi Onar, profesörler, yüksek rütbeli subaylar, kalaba­ lık bir çağrılı kitlesi Yıldız'ın yaldızlı salonlarını tık­ lım tıklım doldurmuştu. Kurtuluş Savaşı kahramanla­ rından Fahrettin Altay'a Cemal Aga özel bir saygı gösteriyor , yaşlı Paşa'mn oturduğu koltuktan kalkma­ ması için ısrar ediyordu. İstiklal marşından sonra kür­ süye gelen Akademiler Komutanı Korgeneral Hüseyin Ataman kısa bir konuşma yaparak genç subaylara or­ duda alacakları yeni görevlerinde başarılar diledi. Bir kaç heyecanlı konuşma daha oldu. Arkasından diplo­ malar dağıtıldı. Kurmaylığa yükselen genç subaylar arasında 27 Mayısın hazırlanışına katılmış üç kişi var­ dı : Binbaşı Münir Köseoğlu, Yüzbaşı Muzaffer Öz­ dağ ve Yüzbaşı Numan Esin. Diplomaların dağıtımı sona erin�e sözü Devlet \·e Hükümet Başkanı Orgeneral Gürsel aldı. Genç kurmay ­ ları kutladıktan ve <<Sakın siz de ihtilal yapmaya kal­ kışmayın, olan biteni unutun» anlamına gelen öğüt­ lerden sonra şu flaş haberi patlattı : 136


«Türk Ordusu senelerden beri maalesef politikaya alet edilmiş, ordu bünyesi hastalanmıştır. Bu hasta bünyeyi ameliyat etmeden sağlam bir hale getirmeye imkan yoktur. Bu ameliyat yapılacaktır. Fakat bu ameliyat fevkalade adilane, fevkalade dürüst, fevka­ lade hakka hukuka riayet edilerek yapılacaktır.» Cum­ lmriyet : 3.8.1980 Artık durum aydınlanmıştı. Ankara büromuzun bir kaç gün önce verdiği haber doğruydu. Orduda büyük çapta bir tensikat (ameliyat) gerçekleştirilmek üze­ reydi. Matbaadan Ankara'yı aradım, Ecvet Güresin'i bularak bekletilen haberi derhal yayınlamamız gere­ ğini söyledim. Ertesi gün Cumhuriyet'te sekiz sütun manşet ola­ rak şu başlıklarla haber kamuoyuna duyuruldu : 235 general ve amiral emekliye sevkedildi. Kara Kuvvetlerinden 5 orgeneral, 13 korgeneral. 54 tümgeneral, 1-08 tuğgeneral, Deniz Kuvvetlerinden 1 oramiral, 1 koramiral, 3 tümamiral, 9 tuğamiral, Ha­ va Kuvvetlerinden 4 korgeneral, 7 tümgeneral, 14 tuğ­ general, Jandarmadan 5 tuğgeneral. Bu haberin altında, yine büyük puntolarla Milli Bir ­ lik Komitesinde bulunan general ve subayların «teka­ üde ayrılmayı talep ettikleri» bildiriliyordu. Devlet Başkanı Orgeneral Gürsel'in bir gün önce açıkladığı «ameliyat» ne dereceye kadar adilane, dü­ rüst, hakka ve hukuka uygundu , bu konuda herhangi bir yargıya varacak durumda değilim. Meslekten bir asker arkadaşımın sonradan açıkladığı üzere bir or­ duda 235 general ve amiralin hep işe yaramaz kişiler­ den oluştuğunu kabul etmek, o ordunun toptan güçsüz137


lüğünü ilan etrnekten farksız bir yargı olurdu. Giden­ lerin arasında değerli komutanlar kuşkusuz vardı. Ne yaparsınız ki işin içine politika karıştırılmış, ordu kad­ roları gereğinden fazla şişirilmiş, piramit neredeyse baş aşağı edilmişti. Milli Birlik Komitesinin göze al­ dığı cesaretli operasyon (ameliyat) sonunda Türk Or­ dusu Albay, Yarbay, Binbaşı dahil yaklaşık beş bin evladından ayrılmakla daha dinamik, daha atılgan bir iç yapıya kavuşturulmak isteniyordu. Biz arkadaşlarla durumu genel çizgileriyle olum­ lu a çıdan saptamaya çalışırken Ankara'dan acele bir telefon: - Nadir Bey? - Efendim. - Ben Muzaffer Özdağ, Milli Birlik Komitesinden. Sizinle görüşmek istiyorduk. - Buyrun. - Telefonda olmaz, Ankara'ya teşrifinizi rica edeceğiz. - Benim burada işlerim var, siz İstanbul'a gel­ seniz? - Artık bu şerefi bizden esirgemezsiniz ! . . - Peki, yarın akşam oradayım, saat beşte sizi Mecliste bulurum. - Bekleriz. Bu Muzaffer Özdağ dedikleri benim oğlum yerin­ de bir adam. Bir devrim komitesinde yer almış olsa da buyruk verircesine bu denli yüksekten konuşması ca­ nımı sıktı. Ordudaki tensikat haberini günlerce beklet­ miş, ancak Devlet Başkanının «ameliyat»ı resmen ilan etmesinden sonra bütün gazetelerle birlikte yayın138


lamıştık. Beni Ankara'ya ça ğırmalarının nedeni bu ol­ mamalıydı. Acaba ne? Ertesi akşam saat beşte e ski Me�lisin kapısından girdim. Yukarı katta arabesk eşyalarla döşenmiş ge­ niş bir odaya aldılar . Burada vaktiyle Adnan Mende­ res, Fuat Köprülü, Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu ve Sa ­ met Ağaoğlu'yla bir kez buluştuğumuzu anımsadım. Sedef kakmalı koltukları rahatsız, insanda yabancılık duygusu uyandıran kasvetli bir yerdi burası. Odada beş altı kadar Milli Birlik Komitesi üyesi vardı : Mu­ zaffer Özdağ, Orhan Kabibay, Münir Köseoğlu, Fazıl Akkoyunlu, belki bir iki kişi daha. Kahveler geldi , ha­ vadan sudan bir kaç laf. Sonra konu : Cumhuriyet'te çıkan flaş haberi nereden almıştık ? Bu çok tehlikeli bir şeydi . Binlerce subayı ilgilendiriyordu, orduda tepki uyandırabilirdi. Dün gece üniformaları ve silah­ larıyla yatmışlar, her an tetikte beklemişlerdi. En çok Muzaffer Özdağ konuşuyor, en heyecanlı o görü­ nüyordu. Haberi önceden duyduğumuzu, önemini göz­ önünde tutarak günlerce beklettiğimizi, ama Devlet Başkanı resmen açıkladıktan sonra yayınlanmasında bir sakınca görmediğimizi söyledim. Bir türlü tatmin olmuyorlardı. Sanırım onları en çok ürküten Gürsel'in «ameliyat» sözünden çok bizim şu kadar general, şu kadar amiral diye verdiğimiz kesin rakamlardı. Doğ­ ruluğunu kendilerinin de bildiği sayıları yazmamalıy­ mışız. İçlerinden biri : - Bu gazeteyi yöneten kafa kimdir? d i ye sorunca nezaketle : 139


- Ben olduğumu sanıyorum . dedim. Baktım sorgu sualin biteceği yok, ben de sinirlen­ meye başladım. Tartışmayı kısa kesmek gerekiyordu . - Bir dakika izin verin dedim, siz devrim yapmış yönetime el koymuş kimselersiniz. İster gazeteyi ka­ patır, ister beni tutuklarsınız. Karşınızda hesap vere­ ceğiniz yasal bir kuruluş yok ! Ama rica ederim, bana karşı burada «Tahkikat Komisyonu» yöntemlerini uy­ gulamayınız ! Bu sözlerim üzerine tutumları birden değişti. «Es­ tağfurullah, ne münasebet, i şte arkadaşça dertleşiyo­ ruz» özürleri arasında iş tatlıya bağlandı. Birden ayrılmamak için söyleşiyi bir süre daha uzattık. Devrimciler olarak neler yapmak istedikleri­ ni anlattılar. Baştan beri olduğu üzere en çok Muzaf­ fer Özdağ konuşuyor. Orhan Kabibay ise sivri uçları törpülemeye çalışır bir tutum içinde görünüyordu. Aman efendim, neler yapacaklarmış genç devrimci ­ lerimiz. Üniversite reformu, Basın reformu, Sanayi re­ formu. Toprak reformu . vb . . Olsun demekle reformların olamayacağını, bun­ la rın ciddi ön çalışmalara bağlı girişimler olduğunu. örneğin toprak reformu konusunda çok dikkatli dav­ ranmak gerektiğini söylediğim zaman nedense benim­ le yıldızının barışmadığını sezdiğim l\/Imı:affer Özdağ hemen atıldı : - Araziniz var mı Nadir Bey? Aklı sıra düşüncelerimi kendi çıkarım doğrultu ­ sunda savunduğumu üstü kapalı ispatlayacağım sanı­ yordu. 140


- Arsam bile yok ! . . deyince bir yanıt bulamadı, şaşırdı kaldı. Bunun­ la birlikte Meclisten ayrılırken alt kattaki büyük ka­ pıya kadar inerek beni uğurlamak kibarlığını da gös­ terdi. Gösterdi ama Muzaffer Özdağ bana karşı besle­ diği antipatiyi bir türlü yüreğinden silemedi. Nitekim Basın rejimiyle ilgili çalışmalar sırasında yazdığım bir eleştiri yazısı üzerine verdiği demeçte beni açıkça hedef alarak «Babıali ağalarının da hakkından gele­ ceğiz Nadir Bey» anlamına gelecek bir saldırıda bu­ lundu. Saldırıyı yanıtladığımı şimdi anımsamıyorum. Bir aile kuruluşunun ortağı bulunuyordum. Gazete üzerinde yasal bir egemenliğim yoktu. Demek ki <<Ağa» sayılamazdım. Kimseden direktif almaksızın yazı ya­ zıyor, ayrıca Atatürk ilkeleri doğrultusunda Cumhu­ riyet'in genel politikasını yönetiyordum. Nitekim, tut­ tuğum yolu beğenmeyen kimi ortaklarım yüzünden iki kez gazeteden nasıl ayrılmak zorunda kaldığımı ileride okuyacaksınız. Babıali'de gerçek basın ağaları yok muydu? Kuş­ kusuz vardı. Bugün de var. Ama biçim ve nitelik de­ ğiştirmiş olarak var. Yüksek tirajlı Türk basını bugün bir tek istisnası ile büyük holdinglerle iç-içeleşmiş, sermayenin denetimi altına girmiş durumdadır. Yete­ rince çaba harcanırsa o tek istisna da silinip yok edi lebilir. Bu koşullar altında kalksın da Babıali ağala­ rının hakkından gelsin bakalım sayın Özdağ ! . . Milli Birlik Komitesi başlangıçta 38 kişiden olu­ şuyordu. Bunlardan kimi istifa etmek (Osman Köksal) , 141


kimi CHP'ye geçmek (Sıtkı Ulay ) , kimi şu ya da bu biçimde yaşamını yitirmek, kimi de 13 kasım 1980 operasyonu üzerine dış ülkelere sürgün edilmek sure­ tiyle komite üye sayısının eksilmesine neden oldular . Son Senatoda 17 kişi idiler. Bunlardan bir tanesini önceden tanıyordum. Sıtkı Ulay Paşa, ikinci askerliğimi yaptığım 1940 yılında 4 . Dinamik, Kolordu Karargahında benim yüzbaşımdı. görevine düşkün, çakı gibi bir subaydı. Gençliğinde pehlivanmış . Yamur , kar, güneş demez, Beşiktaş'taki evinden Topkapı Maltepesine dakika sektirmeden tam zamanında yetişirdi. CHP'ye geçtiği için tabii senatörlüğü ilk genel se­ çimlerde sona erdi. Yukarıda da anlattığım gibi Gürsel Paşa'yı ancak 27 Mayıs ertesinde tanıdım. İyi niyetli, baba-.::an bir adamdı. 1961 seçimlerinde beni kontenjan senatörü yapmak istedi. Gazetenin başınçla ülkeme ve devrime daha yararlı olabileceğimi ileri sürerek bağışlama sını rica ettim. Paşanın ülke bütünlüğü için çarpan bir yürek taşıdığını her buluşmamızda yakından se­ ziyordum. Bölücülükten, her türlü bağnazlıktan nefret ediyordu. Kürt sorununda başlıca kusurun bizim yöne­ ticilerde aranması gerektiğini a çıkça dile getirmekten çekinmiyordu . . «Adamları bağrımıza basacağımız yerde biz, tüm alevi yurttaşları da bizden saymıyoruz. Özellikle doğu illerimizde askere yeni alınan erleri eğitmekle görev­ li subayların bunlara gelişi güzel «ulan kürt gel bu142


raya» diye seslenmeleri sonucu yapay bir Kürt soru­ nunu kendimiz yarattığımızın farkın değiliz ! » de­ mişti bir gün. Taşıdığı görevin onurunu korumaya ti­ tiz bir özen gösterir, bu hususta en ufak bir dedikodu­ ya yer vermekten kaçınır, hatta kimi zaman gerek­ siz abartmalardan kendini kurtaramazdı. Yabancı Devlet Başkanlarından gelen maddesel değeri ne olur­ sa olsun, bütün hediyeleri hazineye aktarırdı. Kendin­ den dinledim : Bir gün bir doğu ülkesi Devlet Başka­ nından iki üç metrelik güzel bir hediye kumaş gelmiş. Eşinin pek hoşuna giden bu kumaşı bile el sürmeden ilgili makama teslim etmiş. Üstün erdemlerine karşı­ lık, Paşanın, deneyimsizlikten olacak, bir takım ku surları vardı. Nerede rastlasa gazetecilerle konuş­ maktan, onların olur olmaz sorularına ayak üstü ya­ nıt vermekten zevk alıyor, iyi niyetli sandığı kimi öne­ rileri düşünmeden benimsiyor, kimi atamalarda kişi­ sel ilişkilerinin etkisi altında yanlış kararlara varıyor­ du. İzmir'de briç arkadaşları olduğu söylenen Nasır Zeytinoğlu'nu Devlet Başkanlığı Genel Sekreterliğine, Abdullah Polat Gözübüyük'ü de Adalet Bakanlığına ge­ tirmesi iyi sonuçlar vermedi. Bunlardan birincisi kimi sağcı çevrelere yakınlığı nedeniyle Paşanın yansız tu­ tumuna bir ölçüde gölge düşürmeyi, hiç değilse onu şaşırtmayı başardı. Örneğin bir gün gazetelerde oku­ duk. Merkezi İzmir'de bulunan Komünizmle Mücade­ le Dernekleri Başkanının başvurusu üzerine Paşa bu kuruluşların onursal başkanlığını kabul ediyordu . . Ertesi gün Parlamentoda ve ilerici basında kıya­ met koptu. Herkes biliyordu ki bu dernekler komü­ nizmle mücadele sloganı altında ülkemizi Atatürk dev­ rimlerinden uzaklaştırmayı, gerisin geriye sürükleme143


yi amaçlamaktadır. Kültür açısından yobazlığın, eko­ nomi açısından çıkarcılığın yuvalarıdır bu dernekler. İlerici gazeteler yazdı. Senatoda konuşan Suphi Ka raman işin içyüzünü açıkladı. Paşa da yaradılıştan iyi niyetli bir adam olduğu için yanılg!sını anladı , fahri başkanlığı derhal bıraktı. Abdullah Polat Gözübüyük de çağdaş hukuk düze­ ninden habersiz, gericinin teki bir adam olarak ken­ dini gösterdi. Belki çok iyi briç oynuyordu ama Adalet mekanizmamızı yönetecek yeteneklerden yoksundu. Bastırdığı bir kitabı hakimlere, sav{!ılara para karşı­ lığı sattırmaya kalkışması her yerde tepkiyle karşı­ landı, makamında uzun süre dayanamayarak çekilmek zorunda kaldı. Ama bu kişinin ilerici basına yaptığı asıl kötülük, esas mesleğine döndüğü, Yargıtay üyeli­ ğine seçildiği döneme rastlar. Basın davalarına bakan dairede çalışıyordu. Ne zaman önüne bir mahkeme kararı gelse, ne yapar eder ilerici bildiği gazete ya da derginin mahkumiyetini sağlamağa çalışırdı. Sonunda emekli oldu da basınımız bir ölçüde rahat nefes alma olanağına kavuştu. Milli Birlik Komitesinin bütün üyeleriyle teker te­ ker tanışamadım. Bir kaçı ile o zamanlar, bir bölümü ile daha sonraları arkadaşlığımız oldu. Bunların hemen hepsi iyi niyetli, pırıl pırıl gençlerdi. Askerlik mesle­ ğinin dışında genel kültür olarak kendilerine pek bir şeyler verildiği söylenemez. Sorarsanız beğendikleri kitap diye «Beyaz Zambaklar Ülkesi»ni gösteriyorlar­ dı. Doğrusu bu, üzerinde durulması gereken nazik bir konu. Yurt savunmasında görev almaya hazırlanan, adım adım Genelkurmay Başkanlığına dek önlerinde 144


büyük olanaklar bulunan bu gençler, yüksek öğrenim yıllarında çağdaş dünyaya değgin esaslı bilgiler edin­ meli değiller midir? . . . Ordunun p olitikaya karışması kuşkusuz kötü bir şey. Yakın geçmişimizde bu yüzden başımıza felaketler de gelmiştir. Evet, ordu herşeyden önce disiplin ister, ama disiplinle kültür, disiplinle dünya görüşü birbiriy­ le bağdaşmaz şeyler midir? . . . Yüksek Harp Akademi­ sinde, hatta Harp Okulunda öğrenim gören gençlere falan gazeteyi, falan kitabı okumayı yasak etmek, o gençleri tek yönlü, eksik, dünyayı algılamaktan yok­ sun yetiştirmek olmaz mı? . . . Bu koşullar altında uy­ gulanan disiplin aslında bir rüzgarla altüst olabilecek yapay bir disiplin sayılmaz mı? . . . «Ben komutanlarım gibi düşünmüyorum , ama mesleğim gereği verilen buy­ rukları yerine getirmek zorundayım. Namus görevim budur benim ! » Disiplini böyle anlayan ve böyle uygu­ layan bir ordu, körü körüne baştakine uyarak nereye gittiğinden habersiz ordulardan her halde daha canlı, daha başarılı olur diye düşünüyorum. Atatürk Birinci Cihan Savaşına katılmamızı istemiyordu. Böyle bir se­ rüvenin yurdumuza iyilik getirmeyeceğini , başımızı belalara sürükleyeceğini, gözleriyle görürcesine bili­ yordu. Düşüncesini de arkadaşlarına söylemiş ve yaz­ mıştı. Savaşa girdiğimizde ne yaptı Mustafa Kemal? . . . Sofya'da ataşeydi o sıralar. İstese pasif bir görevde kalır, inanmadığı bir dava uğruna canını tehlikeye at­ mazdı. Oysa hep biliyoruz ki bir an duraksamadan bü­ yüklerine başvurdu, en tehlikeli bölgelerde, arada ina­ nılmaz bir zafer de kazanarak, savaş bitene kadar canF'.

:

10

145


la balşa çalıştı. Bilinçli disiplin, yaratıcı disiplin budur işte. Fikir suçları, fikir yasaklarıyle kafaları ütüle­ meyi amaçlayan tek yönlü eğitim yönteminden toplu­ ma yarar sağlanamayacağı da bilimsel bir gerçektir. Böyle bir yöntem dünya koşullarına ayak uydurmayı bir süre geciktirse de koşulların zoru ile sonradan baş­ gösterecek patlamalar da o ölçüde şiddetli olur. Na­ mık Kemal'i dinlesenize :

Ne mümkün zulm ile bidad ile imha-yi hürriyet Çalış idraki kaldır muktedirsen ademiyetten Yüzyılımızın başlangıcında asker-sivil Türk gençliği «Padişahım çok yaşa» sloganıyle yetiştiriliyordu : Sonunda padişahlığı yine o gençlik yıkmadı mı? . . . Tanıdığım Milli Birlikçiler arasında öğrenmek tut­ kusu ile yanan, ileriye açık olanları çoğunluktaydı. Bir Suphi Karaman, bir Sami Küçük, bir Selahattin Öz­ gür, bir Haydar Tunçkanat ve şimdi adlarını anımsa­ yamadığım daha başkaları bunlardandı. . Cumhuriyet Senatosu onlar için bir tür üniversite yerine geçti. Ça­ lıştılar, çabaladılar kendilerini yetiştirdiler. Senato gö­ rüşmelerinde en tutarlı yolu onlar izliyor, ülke çıka­ rına uygun önerileri (çok kez CHP ile birlikte) on­ lar savunuyorlardı. Başlangıçta Atatürk ilkelerine ay­ kırı olarak Ankara'da bir İslam Sitesi kurulması için öncülüğe kalkışan, soku partilerin parlamentoya gir­ mesine karşı çıkan Ahmet Yıldız bile kısa sürede ay­ dınlanıp dünyayı öğrenme çabasına girişti. Milli Birlik Komitesi kurulalı ancak beş ay olmuş­ tu. Henüz kimler hangi politikanın izleyicisidir , kim 146


kimin nesidir , iyice bilinmiyordu. Biz dışarıdan Albay Türkeş'le arkadaşlarının ırkçı _ turancı bir gidişin ön­ derliğini benimsediklerini sezinliyor, bunların ilerici Atatürkçü subaylarla er geç bir çatışmaya girişecek­ lerini düşünüyorduk. Söylendiğine göre, Albay Türkeş devrimin ilk günü kendi kendini Devlet ve Hükümet Başkanlığı Müsteşarlığına atamıştı. Ülkü Ocakları adı altında ortaya çıkan totaliter eğilimli yuvalar onun gi­ rişimi il e kurulmuştu. (Komünizmle Mücadele) der­ nekleriyle de her halde yakın ilişkisi olmalıydı. Kim bilir, bu derneklerin fahri başkanlığını da Gürsel Pa­ şa belki onun etkisiyle üstlenmiş, vaktinde uyarıldığı için yanılgısını anlayıp sonradan çekilmişti. Komitedeki bu iç çekişme ne kadar sürecek, sonu nereye bağlanacak? İşte o sırada, 27 ekim günü gaze­ teler hiç beklenmedik bir haber yayınladılar : Üniver­ site Teşkilat Kanunu değiştiriliyor ve 147 profesör, do­ çent ve asistan görevlerinden uzaklaştırılıyordu. Ha­ ber bütün yurtta bomba gibi patladı. İstanbul Üniver­ sitesi Rektörü Sıddık Sami Onar ve Teknik Üniversite rektörü Fikret Narter istifalarını açıkladılar, öğrenci­ ler derslere girmeyerek komitenin kararını protesto ettiler. İsmet İnönü demeçler vererek uygulanan işle­ min büyük bir yanılgı olduğunu açıkladı. Nasıl olmuştu da Milli Birlik Komitesi böyle bir yanılgıya düşmüştü? Onu kendi i çinden kandıran bi­ rileri mi vardı? Duyduğumuza göre İrfan Solmazer adında Milli Birlikçi bir yüzbaşıya görev verilmiş, o da bir takım profesörlere danışarak birlikte hazırladıkları raporu komiteye sunmuştu. Yüzbaşının danıştığı öğretim üye147


lerinin başında Doçent Cihat Abaoğlu'nun adı geçiyor­ du. Olacak şey değildi bu ! Üniversiteden kovulanlar arasında (çünkü bu düpedüz kovulmaydı) tanıdığım, arkadaşlık ettiğim, tanımasam da ilmine, irfanına uzaktan hayranlık duyduğum bir çok profesör ve do­ çent vardı. Ekrem Şerif Eğeli, Mazhar Şevket İpşir­ oğlu, Emin Onat (Atatürk'ün Anıt Kabrini yapan) , Ra­ tip Berker, Tevfik Berkman, Müfide Küley, Tarık Za­ fer Tunaya , Mina Urgan, Sabahattin Eyüboğlu, Bü­ lent Nuri Esen, Halet Çambel, Zafer Paykoç, Nusret Hızır ve daha niceleri gibi her biri kendi branşında yeteneklerini kabul ettirmiş, bir kısmını yurt dışı bilim çevrelerinin de tanıyıp takdir ettiği bu saygı değer in­ sanların suçu neydi? Anlaşılamadı gitti. Komitenin kararını haklı gös­ termeye çalışanlar bilimsel yetersizlikten söz edemi­ yorlar, daha çok, anası Rus, karısı Alman, ya da tem­ bel, komünist, çıkarcı, hatta homoseksüel gibi çirkin dedikodu sınırlarını aşmayan suçlamalarla yetiniyor­ lardı. Bu karar, beş aylık Milli Birlik Komitesi'nin en bü­ yük yanılgısı oldu. Komite kamuoyu önünde yara almış­ tı. Sonradan hata düzeltildi ama, yaranın izi silinmedi. 147'Ierin tasfiyesi ile Yassıada mahkemelerinin basl:ıması hemen hemen aynı tarihe rastlar. Araların­ da iki haftalık bir fark vardır. Yargılamalara 14 ekim­ de başlandı. Tasfiyeler ise 27 ekimde gerçekleştiril­ di. Yassıada mahkemesinin kuruluşu o sıralar, basın­ da değilse de hukukçular arasında tartışma konusu ol148


muştu. Daha önce ceza hukuku profesörlerinden olu­ şan bir kurul ceza yasamızda bir değişiklik yaparak 65 yaşını aşmış sanıkların da ölüm cezasına çarptırılabi­ lecekleri hükmünü getirmişti. Geçmişe dönük (makab­ le şamil) bir nitelik taşıyan bu hükmün genel hukuk ilkelerine aykırılığı apaçık ortadaydı. Genel ceza hu­ kuku kurallarına göre geriye dönük yasa değişiklikle­ ri ancak sanığın lehine ise uygulanırdı. Kamuoyunda «demek komite üyeleri, Celal Bayar'ı mutlaka asmak istiyorlar» gibi bir kanı belirdi. Peşin yargıların ise adalet müessesesini yaralayacağı, mahkemenin yansız­ lığına gölge düşüreceği besbelliydi. Ceza yasamızda de­ ğişiklik yapan bu maddeye profesör Tahir Taner karşı çıktı, kuruldan da derhal istifa etti. Mussolini İtalya' sında öğrenim gören öteki iki profesörün, Sulhi Dönme­ zer ile Sahir Erman'ın olumlu görüşleri sayesinde madde kabul edildi. İyi de olmadı. Olağanüstü haller­ de normal hukuk kurallarının dışına çıkılmasına şaş­ mamak gerekir. Ama bu takdirde Anayasal adalet ci­ hazına ilişmeksizin olağanüstü özel mahkemeler yo­ luyla amaca ulaşmak daha uygun olur. Oysa bizim Yassıada' daki spor yerinden bozma yargı salonunda sanıklara karşı en göze çarpacak bir yerde iri harfler­ le «Adalet Mülkün Temelidir» tümcesi okunuyordu . Yargıçların hepsi de meslekten yetişme kişilerdi. Mil­ li Birlikçiler yakın geçmişimizi iyice incelemiş olsa­ lardı İstiklal Mahkemelerine benzer bir yöntemle ha reket eder, devrim mantığına daha uygun bir yol tut­ muş olurlardı. Nitekim Yüksek Adalet Divanı'nda görev almaları istenen kimi y;:ırgıçlar özür dilemişler . görevi kabul et149


mcmişlerdi. Bunlardan ikisi Galatasaray'dan sınıf ar­ kadaşlarımdı : Nedim Ergüven ve Suat Bertan. İkisi de DP iktidarının güttüğü politikayı ülke çıkarlarına aykırı buluyor, hukuk dışı davranışlarından ötürü . hü­ kümeti kınıyorlardı. Yargıtay'da Daire Başkanı olan Suat Bertan «görülen lüzum üzerine» yargıçları emek­ liye ayırmak konusunda bir gün Mendı.:res'in çağrısı üzerine Başbakanlığa girmiş, orada bu gibi yöntem­ lerin Adaletimizi uçuruma sürükleyeceğini söyleyerek Başbakanla şiddetli bir tartışmaya girişmişti. Nedim Ergüven ise 27 Mayıs öncesi günlerinden birinde bir dost evinde tanıştığı General Madanoğlu'na iktidarın hukuk dışı tutumundan uzun uzadıya dert yanmış, ya­ pılması gerekenler hakkında düşüncelerini açıklamış, generaı üzerinde çok olumlu izlenimler bırakmıştı. Ge­ ce Madanoğlu kendi arabasıyla Nedim'i evine gönde­ rirken, pek beğendiği arkadaşım için şoförüne «O boz saçlı adamın adresini iyi öğren ! » direktifini vermişti. İleride hukuki bilgisinden yararlanılacağını düşünmüş olmalıydı. Böylesine devrimden yana bir tutum içinde bulu­ nan yüksek yargıçlarımızdan bir bölümü yargılama düzeni iyi hazırlanmadığı kanısıyla Yassıada'da gö­ revden kaçınmışlardı işte. Bununla birlikte Yüksek Adalet Divanı üyeleri genellikle saygıdeğer kişilerden kurulu idi. Kabul etmeli ki mahkeme bir hukuk mah­ kemesinden öte bir devrim mahkemesi, hiç değilse iki si arası bir nitelik taşıyordu. DP Meclis grubu Ana­ yasanın özünü açıkça çiğnemişti. Çok partili «hür» de­ mokratik rejimi hukuk dışı yöntemlerle zedeleyerek ülkemizde muhalefeti yok etmeye kalkışmıştı. Mahke150


menin devrime dönük niteliğini iyi kavrayan Başkan Salim Başol sanıklara karşı zaman zaman yansızlığı­ nı gölgeleyecek davranışlardan kaçınmıyorsa herhal­ de bunun için yapıyordu Başkanın bu tutumu devrim­ ci kesimce çok olumlu karşılanmıştı. Başkana kut­ lama mektupları yağıyor, ona ilan-ı aşk eden kadın­ lardan bile söz ediliyordu . Ne yazık ki mahkemenin esas amacı zamanla göz­ lerden silinir gibi oldu. Çok ayrıntılara girildi, yargı­ lamalar uzadıkça uzadı. Köpek davası, bebek davası, börek davası derken asıl amaç unutuluyor, dava sonu gelmez bir dedikodu havasına dönüşüyordu. Celal Bayar ,Afgan Kralının hediye ettiği yüksek değerli bir köpeği, satış parasıyla çeşme yapılsın diye bir ilçeye bağışlamıştı. Ne varmış bunda? Efendim . DP, hesabına propaganda olurmuş, partiler arasında yan tutmamakla yükümlü bir Cumhurbaşkanı bunu ya­ pamazmış. Yapmış işte. Elinde DP markalı bastonla yıllar yılı her gittiği yerde propaganda yapan Bayar hesabına göreviyle bağdaşmayan daha yakışıksız, da­ ha ağır davranışlar yanında Afgan tazısının yeri mi olmlıydı? Bebek davası da öyle. Adam sevmiş , bir kadınla evlilik dışı ilişki kurmuş. Doğacak bebeği vaktinde al­ dırmışlar. Bir şikayetçi olsa Ceza Mahkemesine baş­ vurması gerekirdi. Alan razı, veren razı, sana ne? Gerçi Sıtkı Yırcalı DP'nin ilk iktidar aylarında «Basın yatak odalarımıza kadar bizi denetleyebilir» gibilerden gazetecilere açık bono vermişti ama bu konu da Yük­ sek Adalet Divanı önüne getirHecek bir Anayasa suçu değildi. 151


Bir başka davada, eğer suç işlediyse Maliye Baka­ nı Hasan Polatkan elbette cezaya çarptırılmalıydı. Ama bu, hiç bir zaman ölüm cezası olmamalıydı. Zaten ben öteden beri politik eylemler yüzünden ölüm cezalarına karşı idim. Bugün de öyleyimdir. Yassıada 'da karar günü yaklaşınca idamlardan sa­ kınılmasını sağlamak uğruna elimden gelen çabayı harcadım. Olağanüstü nitelik taşıy?-n Yüksek Adalet Divanı idam kararları verebilirdi. Ama onaylama yeri olan Milli Mirlik Komitesi bunları hapis cezasına çe­ virmeliydi. Gazeteye yazsam idamdan yana olan komi­ te üyelerinin boş vereceklerinden kuşkum yoktu. Beni dinlemeyecekler, belki inadına kararları onaylayacak­ lardı. O sıralar İstanbul radyosunun başında Albay Turan Çağlar bulunuyordu. Sık sık bana gelir görüşür­ dük. Milli Birlikçilerle yakın ilişkileri olduğundan ona rica ettim. Uygar dünyada siyasal ölüm �ezaları artık tarihe karışmıştır. Bundan sakınsınlar, memleket he­ sabına hayırlı olur, dedim. Bir kez değil, üç kez değil, belki on kez haber gönderdim. Her seferinde olumsuz yanıtlar getirdi. Hiç değilse bir kaç kişinin asılması­ nı bir kısım ordu mensupları devrimin meşruluğunu pekiştirmek uğruna şart sayıyorlarmış. Kimse asıl­ mazsa «o halde ne demeye adamları devirdiniz de yerlerine geçtiniz?» diye hesap soranlar çıkacağını dü­ şüünüyorlarmış. Bilindiği gibi İsmet İnönü de, hatta devrimin 1 numaralı adamı Gürsel Paşa da bu konu­ da ellerinden gelen gayreti gösterdiler. Dinletemedi ler. Zamanın koşulları altında Milli Birlik Komitesini aşan baskılar oldu. Eğer bütün ölüm cezaları hapse çevrilirse. Yassıada'nın basılarak tutuklu kim varsa 152


hepsinin toptan kurşuna dizileceği söylentileri ortalığa yayıldı. Bu söylentilerin gerçeğe aykırı olmadığını bu­ gün de kabul etmek zorundayız. Devrimden yana olan­ lar kurban istiyorlarclı. Üç kurban verilmekle devrim kurtarıldı sanıldı. Ne de olsa ben o zaman yanlış davrandığımı şimdi a çıklamayı görev biliyorum. El altından çalışacak yer­ de, dinlenmeyeceğimi bile bile siyasal tutumları yü­ zünden insanları ölüm cezasına çarpmanın doğru ol­ madığını yazmalıydım. Yapamadım, hata işledim .

153



vın

1961 seçimlerinden önce, Milli Mirlik Komitesi'nin son günlerinde Abdi İpekçi bir gün telefon etti. Eski­ sinin yerine yeni bir baskı makinesi ısmarlayabilmek için hükümete başvurmuşlar. Döviz durumumuz ma­ lum. Akreditif, transfer olanakları çok sınırlı. Komi­ te, bir gazeteyi kayırmış olmak suçlamasından çeki­ niyor. Abdi'nin aldığı yanıt şu : - Cumhuriyet de aynı isteği ileri sürerse bir ça­ resine bakarız. Bizim makinenin de eski olduğunu bilen Abdi İpek­ çi komiteye birlikte başvurmamızı öneriyordu. Gerçek­ ten Cumhuriyet'in baskı makinesi 1928 doğumluydu . Babam, sanırım bir sanayi fuarında gördüğü makine­ yi pek beğenmiş, bir eşini hemen satın almıştı. O za­ mana göre Türkiye'de benzeri bulunmayan, modern , üç renkli ve hızlı basan bir rotatifti bu. Ama aradan 30 yılı aşkın bir zaman geçmiş, emektar rotatifin mo­ dası geçmiş, çapı düşmüştü. Abdi'nin önerisi yerinde 155


idi. Cumhuriyet'e de yeni bir makine gerekiyordu. Jyi, güzel, ama, ya parası? Dışalım müsaadesini alalım da sonrası Allah kerim diyerek Milliyct'le birlikte hü­ kümete başvurduk. İzin çıktı. Eski makinemizin ya pımcısı olan Frankenthal firmasıyla aramızda yazış­ malar başladı. Tüm Alman endüstrisinin işi başından aşkındı. Frankenthal rotatifi ancak üç yıl sonra tes­ lim edebileceğini bildirdi. Sanki transatlantik ısmarlı­ yorduk. Bununla birlikte bu öneri bir bakıma bize ödeme kolaylığı sağlıyordu. Ederinin (bedelinin) bir bölümünü başlangıçta , üst yanını daha sonra belirli taksitlerle ödeyecektik. Ama parasal durumumuz bu kadarına bile elvermiyordu. Bereket sevgili annem imdadımıza yetişti. İki üç parça taşınmaz malım sa­ tarak, taksitleri ;r,a manında ödememizi sağladı. Annem olduğu için söylemiyorum, Nazime Nadi yalnız Cumhuriyet'in değil, Türk Kurtuluş Savaşı'nın da adsız kahramanlarından biridir. Karanlık mütare­ ke yıllarında Damat Ferit hükümetinin ağır baskıla­ rına yılmadan çekinmeden, cesaretle karşı koymuş, babamın Anadolu'ya kaçmasına olanak sağlamıştı. Fazla okumuş, kültürlü bir kadın değildi. Ama cesa­ retliydi ve şaşılacak bir sağduyusu vardı. Her iyi an­ ne gibi çocuklarının üstüne titrerdi. Babamdan sonra Cumhuriyet'i de evlat edindi. Gazeteyi rejimin vaz­ geçilmez bir savunucusu biliyor, tuttuğumuz ile­ rici yolu, belki içgüdüsüyle doğru buluyordu. DP'nin basına karşı sindirme politikasını pek azıttığı sıralar­ da bir akşam ziyaretine gelen Refik Koraltan, babam­ la olan dostluğunu ileri sürerek beni ve kardeşim Do­ ğan'ı uyarmasını istemiş, yoksa başımıza işler açıla1 56


bile.:!eğini tehdit yollu ima etmiş. Eski zindeliğini bir hayli yitirmiş bulunan anneciğim bu tehdit karşısında korkar, hatta paniğe kapılabilirdi. Öyle olmadığını, tıpkı 50 yıl önce Damat Ferit'in Polis Müdürüne yap­ tığı gibi olumsuz yanıtlarla Refik Koraltan'ı uğurla ­ dığmı ertes i gün kendisinden dinlemiştim. Mayıs devrimiyle birlikte Türk basınına daha bir canlılık geldi. O güne dek pek ağıza alınamayan «Sosyalizm» sözcüğü gazete sahifelerinde, köşe yazı­ larında sere serpe dile getirilir oldu. Komünizm ya­ sa dışı olduğu için ondan açıkça söz edilmiyor, bütün solcular sosyalizm etiketi altına sığındığı için hemen her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu. 27

Sağcılar da elbette boş durmayacaklardı. Zaten durduklaq da yoktu. Karşılarında değişik düşüncele­ rin gittikçe güçlenerek ses verdiğini görünce onlar da işi azıtmaya başladılar. Ayasofya'nın ibadete açıl­ masından tutun da Osmanlıcanın geri getirilmesine kadar türlü isteklerle ortaya çıkıyor, ulusumuzun sil­ kinmesi, kendini toparlayıp çağdaş uygarlığa bir an önce yetişmesi uğruna Atatürk ne yaptı ise hepsini yıkmaya, toplum düzenini ters yüz etmeye çalışıyor­ lardı. İşçi sınıfının hak savaşımını bir yana bırakın, kadın - erkek eşitliğini savunmak bile bunların gözün­ de komünistlik sayılıyordu. Sol sözcüğüne düşman ke ­ silmişlerdi. Kur'an'dan düzmece ayetler alarak tüm solu mekruh , günah, yasa dışı ilan ediyorlardı. Çı­ karlarmın bozulacağından korkan anamalcıların des­ teği ile gerid basında hoşgörüden eser kalmamıştı. Kimi. ilerici yazarların herkesi sağduyuya çağıran 157


gayretleri havaya uçuyor, ortalıkta bir kördövüşüdür gidiyordu. Basma bir çeki düzen vermek amaciyle olacak, Milli Birlikçiler 1960 yılının aralık ayında Basın Ya­ s asının bir maddesini değiştirdiler. Bu değişikliğe gö­ re gazetelerde Yazı İşleri Müdürlüğü yapacak kişile­ rin en az lise çıkışlı olmaları gerekiyordu. Madde de­ ğişikliği ile ortamda hiçbir şeyin değişmeyeceği bes­ belli idi. Bir kez gazetecilik, hekimlik, avukatlık, mi­ marlık, mühendislik gibi mutlaka özel öğrenim ge­ rektiren bir meslek değildi. Her şeyden önce özel ye­ tenek gerekirdi gazeteci olmak için. Yetenek olmadık­ tan sonra öğrenimin ne gereği vardı? Yetenek de çı­ raklıktan başlayarak meslekte adım adım ilerleyerek kendini gösterirdi. Ayrıca değiştirilen madde Anayasaya ve insan hak­ larına da pek uygun sayılmazdı. Anayasamıza göre ilkokul çıkışlı yurttaşlar milletvekili, bakan başba­ kan, Cumhurbaşkanı olabiliyorlar, devletin en yüksek, en sorumlu katlarında görev alabiliyorlardı da neden bir gazetede Yazı İşleri Müdürlüğü yapamasınlardı? Olayların kökenine inmeden, paliatif önlemlerle top­ lum düzeninin korunamayacağı ortadaydı. Nitekim o günden bugüne bir çok yasa maddeleri değiştirildi, ye­ nileri çıkarıldı. Kaçta kaçının topluma yararı dokun­ du dersiniz? Aralık 1960'da yapılan değişiklikten sonra Cumhu ­ riyet de kendi yapısı içinde biçimsel bir değişiklik yap­ mak zorunda kaldı. Yazı İşleri Müdürümüz Cevat Feh­ mi Başkut, Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşamını çalı158


şarak kazanmak zorunda kaldığı için lise öğrenimini tamamlayamamıştı. Sonradan (hasbel kader) girdiği Babıali'de muhabirlikten başlayarak yetenekleri saye­ sinde Yazı İşleri Müdürlüğüne dek yükselmişti. Ağır­ başlı, dürüst, görevine bağlı, mesleğin inceliklerini iyi bilen çalışkan bir arkadaştı Cevat Fehmi. Ondan ay­ rılamaz, onu feda edemezdik. Şöyle bir formül bul­ duk : Cevat Fehmi yerinde kalacak, aynı görevi yü­ rütecek, ama gazetede bir başka arkadaşın adı Yazı İşleri Müdürü olarak görünecekti. Yasa basın suçla­ rında Yazı İşleri Müdürünü de sorumlu tuttuğundan, yayınlanacak haber ve yazılar hakkında o arkadaşın onayını almak kuşkusuz meslek görevimizdi. Bütün arkadaşlar Cevat Fehmi'ye güvendiklerinden bu ko­ nuda bir güçlük çıkmadı. Lise çıkışlı arkadaşımız Ömer Sami Coşar Yazı İşleri Müdürlüğü görevini üst · lendi. Bu arada ilkin Cevat Fehmi'ye sonra da bütün gazetelerde üst düzeydeki yönetkilere bir san (ünvan) bulundu . Şöyle : Gazeteyi ziyarete gelen bir meraklı, Yazı İşleri Müdürümüz Ömer Sami Coşar'la görüşür­ ken sormuş : «Peki, anladık, siz Yazı İşleri Müdürü­ sünüz, o halde Cevat Fehmi bey nedir?» Ömer Sa­ mi'nin yanıtı : «Cevat Fehmi bey Umumi Neşriyat Mü­ dürümüzdür.» Böylece o güne değin bilinmeyen bir san yara tılmış oluyor, daha doğrusu asıl Yazı İşleri Müdürü görevini taşıyan arkadaşlar basın suçlarıyle ilgili ko­ nularda ceza görmek tehlikesinden de kurtularak bir kademe yükselmiş oluyorlardı. Yasal Yazı İşleri Mü­ dürleri ele Umumi Neşriyat Müdürlerinin denetimi al­ tında çalışmak durumunda kalıyorlardı. 159


Yeni gelişmeyi pratik bulduğu için beğenen Abdi İpekçi, kısa bir süre sonra ünvanı öztürkçeye çevir­ di. Genel Yayın Müdürü olarak Milliyet'te kullanma­ ya başladı. Gerçek sorumlu gazete yöneticileri de da­ ha bir ferahlığa kavuştular. Ancak bu değişim Cumhuriyet'te geçici bir buna lım yaratmaktan geri kalmadı. Cevat Fehmi Başkut yeni sanıyla eski görevini sürdürürken bir gün Ömer Sami Coşar'ın tepkisiyle karşılaştı. İstihbarat servisi­ ni ilgilendiren bir sorunu Cevat Fehmi kendi ölçüle­ rine göre çözümlemek isterken Ömer Sami buna baş­ ka yol düşünmüştü. Tartışma biraz uzadı. Ömer Sami «eğer Yazı İşleri Müdürü isem yetkilerimi kullana bilmeliyim» diyor. Cevat Fehmi ise «adım değişmekle görevimden ayrılmadım» diye diretiyordu. İki arka­ daş arasındaki anlaşmazlık tüm istihbarat servisine yayıldı ve yedi arkadaşın birden Cumhuriyet'i bırak­ masiyle sonuçlandı. Bunlar arasında Ömer Sami'den başka Noyan Yiğit, Kazım Kip ve özellikle Cevat Feh­ mi'nin çok beğendiği, güvendiği Vasfiye Özkoçak da vardı. Bir ünvan yüzünden patlak veren bunalımı çok şü­ kür kısa zamanda atlattık.

27 Mayıs sonrası Babıalide esmeye başlayan gö­ rece özgürlük havası karşısında Cumhuriyet sessiz se­ dasız kalamazdı, bir şeyler yapmak Atatürk ilkeleri ışığında kendini yenilemek zorundaydı. O güne dek tabu bilinen sosyalizm, marksizm gibi sözcükler çoğu yazarlarımızın kaleminde ülkeyi yok edecek bir veba , 160


ya da bize dünya cennetinin kapılarını açacak tılsımlı bir anahtar sayılıyordu. Gericiler sosyalizmle mark­ sizmi ve Rus uşaklığını eşanlamda kullanıyorlardı. Ne yapmalıydık"? . . . Daha doğrusu ne yapmamız gereğinden önce ben ne olduğunu iyi düşünmeliydim. Komünizm propagandası bizde öteden beri yasaklan­ dığı için ömrümde kimseye bu konuda bir soru y ö­ neltmiş değildim. Hem ayıp, hem de saçma geliyor­ du bana bu gibi sorular. Hristiyanlığın suç sayıldığı bir ülkede «ben hristiyan değilim» diye böbürlenme­ yi anlamsız bulduğum kadar komünizm propagandası yapanların cezaya çarptırıldığı ülkelerde de bağıra çağıra komünist olmadığını ilan edenleri gülünç bu­ luyordum. Bununla birlikte yaşamım boyunca hiçbir doktrine, hiçbir ideolojiye yüzde yüz bağlanmadığımı söyleyebilirim. Tuhaftır, çocukluğumda kardeşlerimi baskı altına almaktan hoşlandığım halde bireysel hak­ sızlıklara karşıydım. Büyüyüp de hanyayı konyayı an­ lamaya başladıkça toplumsal adaletsizlikler de yüreği­ mi sızlatır oldu. Lise öğrenciliğim yıllarında ailecek matbaanın üst katında otururduk. Her sabah okula gitmek üzere evden çıkarken posta odasının önünden geçmek zorundaydım. Orada abonelere gönderilecek gazeteleri paketleyip pullayan Bağdasar adında yor­ gun yüzlü emektar işçiyi görür «bu adamın da gazete­ de benim kadar hakkı var» diye düşünürdüm. Aradan yıllar geçti, bizim Bağdasar'ın yaşam dü­ zeyi hep aynı kaldı. Bir gün pul paralarını zimmetine geçirdiği için onu kovdular. Doğrusu Bağdasar'ı suç­ lamaya gönlüm varmadı. F. : 11

161


Daha s onraları kitaplar okudum. Çok beğendikle­ rim, beğenmediklerim oldu. Hiç birine körü körüne kapılmadım. Toplum dediğimiz nesnel varlığın değiş­ mez öğesi zaman içinde sürekli değişmeklikti. Üretim araçları, üretim tekniği değiştikçe üretim ilişkileri de değişiyor, toplumun yapısı bir yaşam biçiminden bir başkasına geçiyordu. Alışılmış düzeni korumak iste­ yen tutucuların direnci bu olguyu sürgit önleyemiyor­ du. Binlerce yıldan beri gözlenen nesnel gerçek buy­ du. Uygulamada sosyalist ülkeler ve partiler arasın­ da değişik yöntemler kullananlar vardı. Bunlardan hiç birine öykünmek yanlısı değildim. Sadece sosyalist eğilimli (halktan yana) bir yazardım. Ülke koşulları­ na göre hangi sistemin bize uygun geleceği (devlet­ çilik, liberalizm, karma ekonomi , vb.) tartışma ko­ nusu edilmeliydi. Bu ve benzer konular üzerinde ka­ muoyunu düşünmeye çağırmak yararlı olacaktı. 19621963 yılı «Yunus Nadi Armağanı» yarışmasını «Libera­ lizm mi, sosyalizm mi? . » tartışmasına ayırdık. Her yıl olduğu gibi küçük seçiciler kurulu yayınlanmaya değer yazıları ayıracak, sonra bunlar büyük yargıcı­ lar kuruluna sunulacak, sonuç gazetede açıklanacak­ tı. Nazik bir konu olduğu için küçük seçiciler kuru­ lunda ben de görev aldım. Yazılar ilkin bana getirili­ yor, benim denetimimden geçtikten sonra ilgili arka­ daşlara veriliyordu. Düşün özgürlüğüne sonsuz saygı beslediğim halde 141 ve 142. maddeler karşısında bu önlemi almak zorundaydım. .

.

Gelmeye başlayan yazılar düzenli biçimde yayın­ lanıyor, yarışma kamuoyunda ilgiyle izleniyordu. Der­ ken günlerden bir gün Hikmet Alkılıç imzası ile <<Tür162


kiye'nin tek kurtuluş yolu : Sosyalizm» başlıklı bir ya­ zının gazetede yayınlandığını gördüm. Nedense bu ya­ zı benim kontrolumdan geçmemişti. Acemice kaleme alınmış, hiçbir yeni fikir getirmeyen, ilkel bir yazıy­ dı bu. Pek önem vermedim. Ama ertesi gün kıyamet koptu. Milliyet gazetesinin birinci sayfasında (Hoppa­ la) başlığı ile bizi ihbar niteliğinde bir eleştiri çıktı. Yazının asıl yazarı olduğunu söyleyen Şadi Alkılıç adındaki yurttaşla, Cumhuriyet'in o sayısında yazı iş­ leri müdürü görülen arkadaşımız Kayhan Sağlamer tutuklandılar. Başbakan İsmet İnönü'ydü. Haber ken­ disine ulaştırıldığında «Yazık oldu Kayhan'a» diyerek üzüntüleriyle birlikte yazının suç sayılabileceğini de belirlemiş oluyordu. Savcılıkta verdiği ifadede Kayhan Sağlamer ko­ lej çıkışlı olduğunu, öğrenim düzeyinin bir yazıda ko­ münist propagandası bulunup bulunmayacağını ayır­ detmesine elvermeyeceğini söyledi. O zamanlar Ba­ bıali'de alay konusu olan bu savunmanın pek de ya­ bana atılır bir gerekçe sayılamayacağı yargılama sü­ resi boyunca ortaya çıktı. İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesinde açılan dava uzun sürdü. Eski Adalet Bakanlarından Sahir Kurut­ luoğlu savunmamızı üstlenmişti. Başlıca batı demok­ rasileri Sosyalist Partileri ileri gelenlerine Alkılıç'ın yazısını gönderip düşüncelerini rica ettik. Hepsi, söz­ leşmiş gibi yazıyı ilkel, çocuksu, eskimiş fikirlerle yüklü bulduklarını, bunun kendi ülkelerinde an·�ak 8-090 yıl önce suç sayılabileceğini bildirdiler. 29.1.1963 günü başlayan davada Ağır Ceza Mah­ kemesi Kayhan Sağlamer'i oy birliği ile hemen ilk 163


celsede serbest bıraktı. Şadi'nin tutukluluğu suruyor­ du. Aradan dört ay geçtikten sonra 1. Ağır Ceza Mah­ kemesi bir oy sezdirme (ihsas-i rey) olayı yüzünden davaya bakmaktan vazgeçti. Gittik 2. Ağır Cezaya. Bu mahkeme gerekçesini bilmediğim nedenlerle davaya el koyamayacağı kararına vardı. Oradan hadi 3. Ağır Cezaya. Mahkeme Başkanı Uluer Yüceöz, üyeler İs­ met Peksoy, Nejat Yavuz. Saygıdeğer mahkemenin karşısına bir kez ben de tanık olarak çıkarıldım. Şa­ di Alkılıç yazı hakkında benim de fikrimin sorulması­ nı istedi. Orada bilirkişi sıfatıyla bulunmuyordum. Başkan, Alkılıç'ın isteğini geri çevirdi. Aradan aylar ve aylar geçmiş , 1964 yılına gir­ miştik. O yılın 29 şubat günü 3. Ağır Ceza Mahkeme­ si, Şadi Alkılıç, dolaylı olarak da Cumhuriyet hak­ kında aklama kararı verdi. Kararın düşünce özgürlü­ ğünü de akladığını düşünerek hep sevindik. Ne var ki Yargıtay 1. Ceza Dairesi kararı bozdu. İstanbul 3. kararın Ağır Ceza Mahkemesinin cesur yargıçları kendi yetkilerine tecavüz niteliğinde olduğunu ileri sü­ rerek davadan çekildiler. Bu kez 5. Ağır Cezaya sanık olarak atandı Alkılıç. Oradan da aklama kararı aldı. Yargıtay Ceza Daireleri Genel Kurulu aklama kararı­ nı yeniden bozarak Alkılıç'ın mahkumiyetine karar verdi. 5. Ağır Ceza Mahkemesi de karara uymak zo­ runda kaldı. Nihayet, 11 Mayıs 1967 de Yargıtay 4. Ceza Dairesi yazıda komünizm propagandası bulun­ madığına, mahkumiyet kararının bozulmasına ve Al­ kılıç'm tahliyesine karar verdi. . Demek, kolej çıkışlı yazı işleri müdürü Kayhan Sağlamer'in hakkı varmış. Yüksek öğrenim görmüş, 164


hukuk okumuş, yaşlı başlı koskoca yargıçlar bir ya­ zıda komünizm propagandası var mı yok mu diye ara­ larında böylesine çelişkiye düşerler ve bu uğurda yıl­ larca tartışırlarsa, ertesi günün gazetesini çabucak baskıya yetiştirmek zorunda bulunan kolej çıkışlı genç gazeteci ne yapsın? . . . Ben bu işten anlamam derse onu ayıplayabilir misiniz? . . . Davanın başlangıcı ile sonuçlanması arasında 5 yı­ lı aşkın bir zaman geçmiş, bir yurttaşımız bu süre bo­ yunca bir hükümlü gibi boşuna cezaevinde çile dol­ durmuştu. Ama en az bunun kadar önemli olan, aynı süre içinde gerici, tutucu basın tarafından Cumhuri­ yet'e dönük saldırıların yoğunlaşarak sürüp gittiğidir.

Evet. Bir zamanlar bizi Nazi hayranlığı ile suç­ layanlar bu kez komünist, Moskova yanlısı diye üstü­ müze geliyorlardı. Oysa biz 1924'de ne idiysek, 1944'de de, 1964'de de o idik. Atatürk devrimi doğrultusunda çağdaş uygarlığa dönük, bağımsız, ileri bir Türkiye' nin kurulmasına katkıda bulunmak için didiniyorduk. Bizi çekemeyenler, yazılı saldırılarla emellerine ula şamayacaklarını anlayın..:: a gazeteyi içeriden çökert­ meyi denediler, kardeşim Doğan'a kadar sokularak yönetici ve yazarlar kadrosunu değiştirmeye kalkıştı­ lar. Bir ölçüde başarılı da oldular. Arkadaşım Cevat Fehmi'den yukarıda söz etmiş­ tim. Haber değerlendirmesini iyi bilen, ağır başlı, ce­ sur , sağa sola yalpa vurmayan, onurlu bir gazeteciy­ di Cevat Fehmi. Doğru bildiği yoldan şaşmaz, inanç­ larından ödün vermezdi. 165


Alkılıç davası surup gittiği ve Cumhuriyet'in ko­ münistlikle suçlandığı sıralarda kardeşim Doğan'la Cevat Fehmi'nin arası açılmış. Sanırım onu da komü­ nisttir diye Doğan'a gammazlamışlar. Ortaklarım her şeyi ondan biliyor, giderse rahata kavuşulacağını sa­ nıyorlardı. Cevat Fehmi'ye güvenimi bildiklerinden açıkça bana «çıkar şu adamı» diyemiyorlar, el altın­ dan onu tedirgin etmekle yetiniyorlardı. Cevat Fehmi huzursuzdu ama işin iç yüzüne inememişti. Hazırlanan taktiği sezmekle birlikte kararlıydım. Cevat Fehmi'yi bırakmayacaktım. Sabrı tükenmiş olacak, bir gün elinde bir kağıt odama geldi. - Nedir o ? - İstifa mektubum. - Aman ne yapıyorsun, sakın yönetim kuruluna gönderme ! . . - Gönderdim bile . . Eyvah, olan olmuş, Cumhuriyet'i içerden çökert­ mek isteyenler ilk meydan savaşını kazanmışlardı. Çok canım sıkıldı, Cevat'a söylemediğimi bırakma­ dım. Ortaklarımın beklediği zaten buydu. Ne sanıyor­ du, istifa edince «hayır kabul etmiyoruz, ne olur ge­ ri al» diye yalvaracaklar mıydı? Dediğim çıktı. Genel Yayın Müdürümüzün «ya etmezse» diye heyecanla beklenen istifası yönetim kurulunda derhal onaylandı. Nasıl bir yol tutmalıydım? Başlangıçtan be­ ri yönetim kurulunda görev almamıştım. Gazetenin genel politikasını babamdan miras kalan tinsel (ma­ nevi) gücümle yürütüyordum. Oysa ortaklarım beni günlük yazılarımla baş başa bırakıp kendi politikala166


rını uygulamak istiyorlardı. Bu politikanın hafif geri­ ye dönük, ılımlı bir yol olacağını tahmin ediyordum. Cumhuriyet'in canlılığı (dinamizmi) ne ölçüde gevşe­ yecekti? İmzasız kısa bir yazı yazdım, rahatsızlığımı ileri sürerek (bir şeyim yoktu, turp gibiydim) bir süre dinleneceğimi ve bu süre içinde gazetenin yönetimiyle hiçbir şekilde ilgilenmeyeceğimi okurlara duyurdum. Cevat Fehmi'den boşalan Genel Yayın Müdürlüğü­ ne Ankara temsilcimiz Ecvet Güresin getirildi. İşe ba şlamadan önce, belki nezaketen fikrimi soran Ec­ vet'e «pek ala edersin, ben şimdilik karışmıyorum» gibilerden bir yanıt verdiğimi sanıyorum. Ecvet aldı­ ğı direktif üzerine, adı solcuya çıkmış kimi arkadaş­ ların gazeteyle ilişkilerini hemen kesti. Bunlardan Ya­ şar Kemal'le Hasan Ali Ediz kadrodaydılar. Çıkarıldı­ lar. Yazıları arada bir yayınlanan Melih Cevdet An­ day, Profesör Cahit Tanyol ve babamın çok sevdiği arkadaşı Cemal Hüsnü Taray'la daha bir kaç arka­ daşa ise artık gazeteye yazı getirmemeleri rica edildi . Orhan Birirgit ve kafadaşı Ali İhsan Göğüş'ün or­ taklaşa yayınladıkları haftalık Kim dergisinde benim de, Cevat Fehmi'nin de gazeteden uzaklaşmamız olum­ lu karşılanıyor, bizden söz edilirken Nadir Nadi - Ce­ vat Fehmi ikilisi deyimi kullanılıyordu . Sağcı bası­ nı bu olay genellikle çok sevindirmişti . Yapacak ışını Olan bitenleri umursamıyordum. yoktu, vaktim boldu. Benzer durumlarda yaptığım gi­ bi kendimi kemana verdim. Bir süre böyle gitti. Son­ ra düşündüm, bari oturup anılarımı yazayım, dedim. 167


Yaşamım boyunca günlük politika beni hiçbir za­ man yakından sarmamıştı. Gazeteciliği de mesleği çok sevdiğimden değil, yazgun beni o yola sürüklediğinden benimsemek zorunda kalmıştım. Mesleğim gereği tanık olduğum olayları içime sindirerek izlemez, bir an il­ gilenir, bakar geçerdim. Önemli sayılabilecek konular hakkında günlük notlar tutmayı gerekli bulmamıştım . Bununla birlikte öğrenilmesi genç kuşaklara yararlı olabilecek gözlemlerim, izlenimlerim, anılarım vardı . Bunları yazabilirdim, hatta yazmalıydım. Kolları sıva­ dım, masanın başına geçtim, çalışmaya başladım. Belleğimi tazelemek için sık sık matbaaya gidiyor, es­ ki Cumhuriyet koleksiyonlarını inceleyerek elimden geldiğince yanlışlardan sakınmaya dikkat ediyordum. 1964 kısmi senato seçimlerinden önce bir gün, Ec­ vet Güresin yerine Ankara temsilciliğimizi üstlenen Kemal Aydar telefonda bana şu haberi iletti : - Cumhurbaşkanı Gürsel Paşa sizi Kontenjan Se­ natörlüğüne seçmeyi düşünüyor. «196l'de kabul etmemişti. Bu sefer ricamı tekrar­ lıyorum. Yine istemezse aramızda kalması şartıyla ce­ vabını beklerim» diyor. Haber beni sevindirdi. Sevindmin nedeni senatör olarak parlamentoya girmekten çok Ankara'da benim­ le ilgilenen, beni düşünen kimselerin bulunduğunu görmemdi. Herhalde Milli Birlikçilerin bir bölümü Cumhuriyet'ten niçin uzaklaştığımı az çok öğrenmiş­ lerdi. Gürsel Paşa'nın da hakkımda iyi duygular bes­ lediğini tahmin ediyordum. Kabul ettiğimi teşekkürle­ rimle birlikte sayın Cumhurbaşkanına bildirmesini ar­ kadaşıma söyledim.

168


Peki, neden 196l'de istememiştim de şimdi sevine­ rek kabul ediyordum? Aslına bakarsanız 196l'deki davranışım daha tu­ tarlı, daha içtenlikliydi. 1950'den 1957'ye kadar parla­ mentoda yedi yıl geçirmiş, politika oyunlarına bir tür­ lü alışamamıştım. Havanda su dövercesine sürüp gi­ den incir çekirdeğini doldurmaz tartışmalardan zevk alamıyordum. Gerçek ülke çıkarları su yüzüne çıka­ rılamıyordu bir türlü. Bu durumu tek başıma düzel­ tecek adam değildim ben. Başkalarına yardımım da dokunamazdı pek. Bir türlü politikadan hoşlanmıyor­ dum. Dünyanın bütün parlamentolarında politikaya az çok demagoji karışır. Demagojisiz politika hemen hemen düşünülemez. Bense demagojinin ustacasını bi­ le kimi zaman zevkle dinlesem de içime sindiremiyor­ dum. Üstelik kalabalık önünde konuşmak yeteneğinden de yoksundum. İnandırma gücüm sıfırdı diyebilirim. Yazılarımla elde ettiğim etkinin binde birini konuşa­ rak başaramazdım. Bunu geçmiş deneyimlerime daya­ narak biliyordum. 196l'deki çekinmemin nedeni buy­ du. Ama 1964'de işin içine bencil duygular karışıyor­ du. Bana komünist, Moskova yanlısı der misiniz, alın işte koskoca Devlet Başkanı tarafından Senatoya se­ çiliyorum. Size ders olsun ! . . demeye getiriyordum. Senatoda hiçbir parti disiplinine bağlı olmaksızın, yalnızca vicdanımın sesine uyarak oyumu kullanacak­ tım. Bu da az şey değildi sanırım. 169


Cumhurbaşkanı benimle birlikte dört kontenjan senatörü daha seçmişti : Osman Köksal, Sadi Koçaş, Adil Ünlü, Zerrin Tüzüm. Birinci dönemden kalanlar­ la 15 kişiydik. Yasaya göre bu kadronun üçte biri her iki yılda bir değişmek gerekiyordu. İlk kez, atanan 15 kişinin beşi ad çekme yöntemiyle ayrılmış, onların yerine biz gelmiştik. İki yıl sonra yine ad çekilerek bir beş kişi daha değişecek, son beş kişi altı yıllık sü­ reyi dolduracakları için kontenjan senatörleri artık adçekmeye gerek kalmaksızın iki yılda bir otomatik olarak değişecekler ve böylece her senatör altı yılını tamamlamış olacaktı. Yeni parlamento binası gerçekten görkemliydi . Clemenz Projeyi ünlü Avusturyalı mimar Profesör Holzmeister hazırlamıştı. D.P. iktidarı döneminde bu­ nun bir maketini eski Meclis Başkanı Refik Koraltan bize gösterdiği zaman hepimiz beğenmiştik. Yalnız, o dönemde Anayasa değiştirilerek çift meclis sistemine geçileceği düşünülmediğinden Senato toplantı salonu ile Millet Meclisi Genel Kurul salonu arasında düzenli bir ayrım yapılamamıştı. Her iki salondan çıkan sena­ tör ve milletvekilleri aynı koridoru paylaşmak zorun­ daydılar. Millet Meclisi Genel Kurulunu ya da sena toyu toplantıya çağıran ziller değişik saatlerde çaldı­ ğı zaman karışıklıklar olabiliyordu. Koridor dedimse bu geniş yer aslında sayın parlamenterlerin lobisiydi . Toplantı salonlarındaki uzun konuşmaları izlemek is­ temiyenler, ya da bir engellemeye başvuranlar bura­ y a çıkar burada lafatarak vakit geçirirlerdi. Oylama sıralarında çoğunluğu sağlamak üzere ziller çalınırken kulak paralayıcı bir ses ortalığı kaplar, birbirini duya170


maz hale gelen parlamenterler rahatsız olurlardı. Ça­ lışma salonları ve bürolar dışında Parlamentonun akustik düzeni insanı hasta edecek derecede bozuktu. Kimbilir belki senatör, milletvekilleri lobide çan çan edecek yerde içeri girsinler, diye bu istene­ rek göze alınmıştı. Görkemli şeref holünün mermer merdivenle çıkılan üst katındaki pirinç korkuluklar (ödenek yokluğundan olacak) eksik kalmıştı. Senato­ da geçirdiğim altı yıl boyunca o korkulukların tamam­ landığını görmedim. Eğer hala öyle ise bundan sonra tamamlanmasının daha da güç olacağını düşünüyo­ rum. Türkiye Cumhuriyeti'nin şanına yakışır bir ya­ pının gereğini kim yadsıyabilir? . . Ama eski deyimiyle zarf ile mazruf arasında bir yeğleme yapıldığında mazrufun önceliği de görmezlikten gelinemez. Ben, çocukluğumda ilk Büyük Millet Mecisinin çalışmalarını (yarı anlar, yarı anlamaz) izlemek mut­ luluğuna erişmiş bir yurttaşınızım. İttihat ve Terakki kulübünden bozma o son derece basit, ilkel çatının altında kurtuluş savaşını zafere ulaştırmak uğruna ki­ mi sarıklı, poturlu, kalpaklı ya da fesli millet temsil­ gözlerimle cilerinin nasıl canla başla didindiklerini gördüm. Top seslerinin Ankara'dan duyulduğu Sakar­ ya Meydan Savaşı sırasında, Meclisin Kayseri'ye çe­ kilmesi tartışılırken Erzurum milletvekili Durak Be­ yin «Efendiler nereye gidiyorsunuz? . » diye bağırarak bir panik havasını nasıl önlediğini, ağzından değilse de büyüklerimden duymuştum. O mecliste Mustafa Kemal Paşa'ya kuşkuyla bakanlar, korkaklar, ara sıra zaferden umut kesenler yok muydu? . . . Her halde var­ dı. Ama o mediste , korkakları, kuşkucuları, umutsuz. .

171


lan bir anda yüreklendiren, onları inançlılarla bir­ leştirip kenetleyen yenilmez bir güç de vardı. Evet zarf ilkeldi, yetersizdi, dış görünüşüyle orta halli bir kasabanın Belediye Meclisi yapısına benziyordu. Ama mazruf, o zarfı pırıl pırıl ışıklarla aydınlığa boğacak kadar güçlüydü, inançlıydı. Bu gücün ve inancın �ay­ nağını ise Mustafa Kemal Paşa'nın yaratıcı iradesi besliyordu. Bilindiği gibi Millet Meclisinde de Cumhuriyet Se­ natosunda da gruplar vardı . 10 kişilik üyesi bulunan partiler grup kurabiliyorlardı. İç tüzükler değişmediği­ ne göre şimdi de kurabiliyorlar. 27 Mayıs·ı gerçekleşti­ ren eski Milli Birlikten tabii senatör olarak Senatoda yer alanlar aralarında bir grup oluşturmuşlardı. Ya­ nılmıyorsam bu grupta yalnız Ekrem Acuner'le Meh­ met Özgüneş yer almak istememişlerdi. El ele ve­ rerek bir iktidarı devirmiş , bir devrime yol açmış in­ sanların birleşmeleri, Senatoda grup kurmaları do­ ğal karşılanır. Nitekim Milli Birlik adını taşıyan, hepsi emekli ama çoğu genç askerlerin oluşturduğu grup kı­ sa zamanda Senatonun en çalışkan, en verimli kanat­ larından birini ortaya çıkardı. Sayıca CHP'den ve AP'den de çok zayıf bulunmalarına karşın etkinlikleri güçlüydü. Ülke sorunları üzerine kafa yoruyorlar, ta­ kım çalışması yaparak sözcüleri aracılığı ile her ko­ n uda Senatoya somut öneriler getirmeyi biliyorlardı. Oya sunulduğu zaman çoğu kez başarıya ulaşamasa­ lar da düşüncelerinin, yurt gerçeklerini büyük ölçüde yansıttığı gözlemleniyordu. Biz 15 kontenjan senatörüne gelince, aramızda ön­ ceden beraberce kararlaştırılmış ne bir program, ne 172


de bir politikadan söz edilebilirdi. Cumhurbaşkanı ta­ rafından birlikte seçildiğim Osman Köksal, Sadi Ko­ çaş, Adil Ünlü, Zerrin Tüzüm'le ancak and içtiğimiz gün tanışmıştım. Bizden önce seçilenlerin pek aziyle ahbaplığım vardı. Ama Kontenjan Senatörlerine de bir toplantı odası ayrılmıştı. Bizden önceki arkadaşların oluşturduğu bir grup var mıydı, şimdi anımsayamıyorum. Sadi Koçaş' m gruba katılmam için yaptığı öneriyi ilkin yadırga­ dım. Ne yapacaktık biz Senatoda şuradan buradan toplanmış , birbirlerinden habersiz kişiler? Sonra dü­ şündüm, gruba girecek , Atatürk doğrultusunda ilerki Grup fikirlerin savunulmasına yardımcı olacaktım. ters yönde bir davranışa saparsa çekilirdim, olur bi­ terdi. Ve öyle yaptım. Birkaç hafta içinde 15 kişilik grubun iç yapısı belirlendi. İçimizden pek azı tutucuy­ du. Geri kalanlar ılımlı, ya da ateşli ilericilerdi. Ne yazık ki tutucular arasında işçi kesimini temsil etsin diye Gürsel tarafından atanmış bir sendikacı da bu­ lunuyordu. Suat Hayri Ürgüplü'yü başkan seçtik, ça­ lışmaya başladık. Bütçe konuşmalarında grup sözcü­ lüğümüzü daha çok Sadi Koçaş'la Osman Köksal üst­ leniyor, öteki arkadaşlar da uzman oldukları konuiar­ da grup adına söz alıyor, konuşuyorlardı. Sadi Koçaş o zamanlar heyecanlı, çalışkan, dev­ rimci bir gençti. Çocukluğunda ilkokul öğrencisi iken bir 19 Mayıs bayramında Cumhuriyet'e gönderilmiş , babamın yardımı ile gazetede bir günlüğüne baş yazar­ lık yapmıştı. Duygusal, kendine güveni az bir arka­ daştı Koçaş. Bir girişimi göze almadan önce sorar so­ ruşturur, en çok da Osman Köksal'a danışırdı. -

173


Osman Köksal'ı ise dürüst, prensiplerine bağlı, onuruna düşkün, biraz alıngan bir arkadaş olarak ta­ nıdım. Tabii senatörlük müessesesini ayrıcalık saydığı için istifa etmiş, bu yüzden grupta kalanlarla arası açılmıştı. Gürsel de onu onurlandırmak üzere bizimle birlikte ikinci kez kontenjandan senatörlüğe seçmişti. Futbol maçlarına meraklıydı Köksal. Ama gene ayrı­ calıklara karşı olduğundan ötürü, parlamenterlere pa­ rasız şeref tribünü açık olduğu haldd o gişeden parası karşılığı aldığı biletle gider, maçları halk arasında izlerdi. Grubumuz adına Senato için hazırladığı me­ tinleri kürsüden sakin bir sesle okur, kışkırtmalara aldırmaz, kimseye hakaret etmezdi. Köksal'ın yalnız bir davranışı beni oldukça hayrete düşürdü. Sovyet Rusya Devlet Başkanı Podgorni resmi bir ziyaret için Ankara'ya gelmiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni zi­ yapması için Başkan yareti sırasında bir konuşma kendisini kürsüye çağırmıştı. Bu kuşkusuz önceden hazırlanmış bir törendi. Pod­ gorni, yanında çevirmeni Azerbeycanlı Mustafayef ol­ duğu halde kürsüye çıktı. Her partiden milletvekille­ ri ve senatörlerin alkışlarıyla karşılandı. Tam konuş­ maya başlayacaktı ki oturduğu sıradan ayağa fırlayan Osman Köksal, hiddetli bir sesle : - Burası Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Bu kürsüden yabancılara konuşma hakkı tanınamaz ! diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Osman Köksal'ın amacı neydi anlayamadım. Salo­ nu birbirine katmak, uluslararası bir skandal mı çı­ karmak istiyordu. Yoksa sadece kişisel bir gösteri yapmak mıydı niyeti? Allahtan bir şey olmadı. Etraf174


lan bir kaç kişi yavaş sesle «SUS» dediler, hemen sus­ tu. Prodgorni de söylevini, nezaket alkışları arasında tamamladı. Köksal'a beklenmedik çıkışının nedenini sormadım. Uluslararası ilişkilerde devlet adamlarının resmen ziyaret ettikleri Başkentlerde benzer bir tö­ ren ilk kez yapılmıyordu. Amerikan Kongresi'nde İn­ giltere ve Kanada parlamentolarında daha önce Gene­ ral de Gaulle de konuşmuş, bu yakın zamanlarda ise Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat İsrail Parlamen­ tosunda uzun bir söylev vermişti. Köksal'ın davranışı­ nı anlayamadığım gibi, kişiliğine de yakıştıramadım bir türlü.

Cumhurbaşkanı kontenjanından senatoya girenler arasında bayan Zerrin Tüzüm'ün ayrıca saygıdeğer bir yeri vardı. Zerrin hanım Atatürk devriminin ışı­ ğında yetişmiş ilk kuşak temsilcilerinden biriydi ve biz kontenjanlılar arasında tek kadındı. Milli Eğitim Bakanlığı'nda Kız Sanat Okulları Genel Müdürlüğü' nden senatodaki görevine hiç yadırgamadan geçti. Ka­ dın sayısının parmakla sayılacak kadar az olduğu bir mecliste bu kolay bir iş sanılmamalıdır. Senato için gerçi okumuşlar meclisi de denir. Ne denli böyle de­ nirse de bu meclisin toplantılarında okumuşlukla pek bağdaşmayan tartışmalara rastlanmaz değildir. Bayan Tüzüm kendisinden önce orada yer almış bir kaç cins­ daşı ile zaman zaman tartışma sınırını aşan sert çe'­ kişmeleri duymazlıktan gelir, uygar kişiliğin şemsiyesi altında olan bitenleri hoş görmeye çalışırdı. Konuş­ mak üzere kürsüye pek çıkmaz, ama çıktığı zaman mutlaka iyi hazırlanmış olarak çıkar, özellikle Milli 175


Eğitim konusunda di.

uyarıcı, aydınlatıcı sözler söyler­

Bizleri Gürsel Paşa seçmişti, bizden iki yıl sonra katılan kontenjan senatörlerini Sunay Paşa seçti. On­ lardan iki yıl sonrakileri de yine Sunay Paşa seçti. Kontenjan senatörlerinden hangileri kimin zamanında senatoya girdi, iyice anımsayamıyorum. Ama Cemal Madanoğlu'nun başkanlığmda sürdürdüğümüz yakla­ şık dört yıllık grup çalışmalarının başarılı olduğunu söyleyebilirim. Madanoğlu, yaşına karşın ince belli, çakı gibi bir delikanlıyı andırıyordu. Grubu otorite ile yönetir, herkese söz hakkı tanır, devrim anlayışına ters düşen bir öneri oldu mu, hemen oya koyarak so­ runu çözerdi. Çoğunluk ilerici görüşlere yatkın oldu­ ğundan hemen her zaman bunlar üstün gelirdi. Paşa da kürsüde hep AP'nin yadırgadığı düşünceleri cesa­ retle savunur, kendisine lafla sataşan AP'lilere aldırış etmezdi. Öztürkçeye çok bağlıydı. Bir kusuru varsa bu Türkçeyi gereğince iyi kullanamıyor, söyledikleri­ nin bir bölümü anlaşılmadığı için beklenen etkiyi yapamıyordu. Sunay Paşa'nın son seçtiği beş sena­ törle bizim 15 kişilik grupta denge bozuldu. Tutucu kanat zamanla çoğunluğu kazanacaktı. Gazeteden uzaklaşmam annemi çok üzmüştü. İle­ ri sürdüğüm sağlık nedeninin bir bahane olduğunu biliyor , işime dönmem için ısrar ediyordu. Senatoya girmem de belki ortaklarımın gözünde hakkımdaki dedikoduların yersizliğini belirginleştirmişti. Bense onca yıl emek verdiğim, saygınlığına katkıda bulun­ duğum Cumhuriyet'in özlemini çekiyor gibiydim. Da­ yanamadım, 1964 yılının haziranında gazeteye dön176


düm. İlkin, sonradan kitap halinde bastırdığım anıla­ rımı yayımladım. Onlar bitince normal, günlük yazı­ larıma yeniden başladım. Bir yandan da Senatoya de­ vam ediyordum. Yukarıda da değindiğim gibi parlamento çalışma­ larını bir türlü içime sindirememiştim. Cevdet Sunay tarafından seçilen bir sayın senatörün kürsüye ilk çı­ kışında, Çankaya'daki kargaların sayın Cumhurbaşka­ nını rahatsız ettiğini ciddi ciddi söyleyerek, Tarım Bakanını bunlarla savaşıma çağırması, bir başka hu­ kukçu sayın senatörün «herkes suç işler, içimizde suç işlemeyen kimse yoktur» anlamına konuşmalar yap­ ması, belki bir kaç dakika insanı güldürürdü ama saa­ ti (o zamanki parayla) hazineye yüzbinlerce liraya mal olan Parlamento çalışmalarının verimliliği bakı­ mından aslında hepimizi derin derin düşündürmesi gerekirdi. Beni «Senato Hesaplarını İnceleme» komisyonuna vermişlerdi. Hesaptan kitaptan hiç anlamadığım hal­ de, yılda ancak iki üç kez toplanan bu komisyonda bir kez yararlı bir girişimim oldu. Dikkatimi çeken, bir bölüm sayın senatörlerin sağlık bakımından pek kötü durumda bulundukları idi. Bir yılda parlamento ecza­ nesinden toplam 15-20 bin lirayı aşan ilaç alanlara rastlanıyordu. Hele eğlenmek amaciyle çıktığı bir Av­ rupa gezisinde rahatsızlanan ve Güney Fransa kıyıla­ rında haftalarca dinlenen AP'li bir sayın senatörün 35 bin liralık tedavi masraflarını senato bütçesinden is­ temeye kalkması olacak şey değildi. AP'li üyeler ve­ rilsin diyorlardı. İtiraz ettim. CHP'li ve tabii sena­ tör arkadaşlarım da bana katıldılar. Muhasebe müF. : 12

177


dürünü çağırdık . Yürürlükteki mevzuat uyarın;:!a ve­ rilemeyeceğini söyledi. AP'liler hala direniyorlardı. Oya baş vurduk ve kazandık. Özel masraflarını dev­ letten koparamayan sayın senatör de o gün bugün be­ nimle selamı sabahı kesti. İki meclisli parlamenter sistemin ulusumuza bir yarar sağlayamayacağını gün geçtikçe daha yakından görüyordum. Tarihsel kökeni krallık rejimine dayanan bu sistem zaten İngiltere'de bile devrini yaşamış, bir gün ortadan kalkmak üzere, sembolik bir düzen ni­ teliğine bürünmüştü. Kuramsal açıdan biz bu sistemi, daha genç elemanlardan kurulu Millet Meclisinin çıkarn.'.!ağı yasalar, bir kez de yaşlı başlı okumuş kişi ler oldukları varsayılan, adı üstünde senatörlerce in­ celensin düşüncesiyle kabul etmiştik. Oysa uygulama­ da iki Meclisli sistem boşu boşuna masraflara yol aç­ mak, daha kötüsü yasaların bir an önce çıkmasını ge­ ciktirmek, ulusa vakit yitirmekten başka pek bir so­ nuç vermiyordu. Millet Meclisinde bir yasaya oy veren bir parti üyelerinin senatodaki üyeleri o yasa için ters yönde oy kullanmaları düşünülebilir mi? O halde iki meclis­ te de çoğunluğu elinde tutan bir parti, genç yaşlı, a z okumuş, çok okumuş ayrımı gözetilmeksizin istediği yasayı parlamentodan her zaman geçirebilecektir. Parlamento aritmetiğine göre Senatoda durum farklı olsa bile bu nihayet zaman kaybından başka bir so­ nuca yol açamayacaktır. Hoş , bitip tükenmez engellemeler, parlamenter ku­ rallara, Anayasaya aykırı türlü oyunlar sayesinde biz­ de hem iki Meclisli sistem, hem de demokrasinin ken­ disi, daha doğrusu biçimsel demokrasi yıllardır yoz179


laşa yozlaşa ülkeyi ne hale getirdi, hep birlikte gör­ mekteyiz. Türkün aklı sonradan gelir derler . Kıbrıs soru­ Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna gelmeden ön­ ce hükümet dünyanın dört bir tarafına iyi niyet he­ yetleri gönderip lehimize bir hava yaratmak için pa­ çaları sıvadı. Karma hükümeti İsmet İnönü yöneti­ yordu. O sıralar Başbakan Yardımcılığı görevini yü­ rüten Doktor Kemal Satır, beni makamına çağırarak heyetlerden birinde yer almamı rica etti. Nereyi is­ tersem oraya gönderilecektim, arkadaşlarla birlikte ülkeden ülkeye dolaşarak Kıbrıs konusunda haklılığı­ mızı savunacaktık. Hükümet böylece Birleşmiş Millet­ ler Genel Kurulunda oy toplayabileceğimizi umuyor­ du. mı

Doğrusu kişisel açıdan öneri çekk:iydi. Özellikle Güney Amerika'yı görmek, tanımak istiyordum. Kendi olanaklarımla böyle bir geziye çıkmayı düşünemezdim. Ne var ki iyi niyet heyetlerinin başarılı sonuçlar el­ de edebileceklerine hiç mi hiç inanmıyordum. Bu dev­ let kesesinden dinlendirici, belki eğlenceli bir gezi ol­ maktan öteye bir sonuç veremezdi. Yararım dokuna­ mayacağı gerekçesiyle Kemal Satır' a beni bağışlama­ larını söyledim. Önce nazlanıyorum sanarak ısrar et­ ti. Gitmeliydim, mutlaka yararlı olurdum. Olamaya­ cağımı bir çok kez yinelemem üzerine, biraz üzülerek, daha çok da şaşarak ısrardan vazgeçti. Bana iyi niyet heyetlerinden birine katılmam öne­ risi Parlanmentoda duyulmuştu. Kabul etmediğimi ne­ denleriyle birlikte tanıdık senatörlere anlattığım zaman 179


içlerinden kimilerinin nasıl hayret ettiklerini, hayretle gördüm. Hele birinin : - Sahi mi, red mi ettiniz? diye ağzı bir karış açık bana baktığını hala anımsarım ve kafasının içinden «enayi mi bu adam?» diye geçir­ diğini okur gibi olurum. Ama katılmadığım heyetler, ben gitmediğim için kurulmayacak değildi. Kuruldular ve bol ödeneklerle dünyanın dört bir yanına dağılarak bir ay süreyle Kıbrıs konusunda üye hükümetleri lehimize kazan­ maya çalıştılar. Yanılmıyorsam, Kasım Gülek Güney Amerika'ya, Cihat Baban Afrika'ya, Sadi Koçaş Ya­ kın Doğu'ya gidenler arasındaydılar. Birleşmiş Mil­ letler Genel Kurulunda Kıbrıs sorunu ele alındığı za­ man 100 şu kadar devletten Türk tezine oy v eren dÖl:t beş tane ancak çıktı. Oylardan biri de bizimkiydi. Hiçbir yere iyi niyet heyeti göndermeseydik, alacağı­ mız oy sayısı herhalde daha az olmazdı. -

Cumhurbaşkanınca seçilen senatörlerden Fahri Korutürk'le de Senatoda tanıştım. Deniz Kuvvetleri Komutanlığına kadar yükselen sayın Amiral, 27 Ma­ yıs döneminde Moskova Büyükelçiliğine atanmış, sa­ nırım oranın siyasal hav asıyle bağdaşamadığı için bir rahatsızlık geçirmişti. Kendisiyle yaklaşık iki yıl ka­ salonunda dar bir arada bulunduk. Senato toplantı yerlerimiz yanyanaydı. Fahri Korutürk içine kapalı bir adam. Kimseye yakınlık gösterdiğini görmedim. Her­ izin verkesle arasına bir mesafe kor , onun asılmasına � mezdi. Eşinin erkek kardeşi Bülent Cimcoz'la ahbap180


lığımız vardı. Laf lafı aÇar düşüncesiyle bir gün Cim­ coz'u tanıdığımı söyledim. - Evet, bilirim iyidir ! diye kesip attı. Deniz Harp Okulunda öğretmenliği vardı. Amiral Sezai Orkunt'u öğrencisi olarak oradan tanıyor, zekası­ nı çok takdir ettiğini her fırsatta yineliyordu. Devlet hiyerarşisine, genellikle protokol kurallarına titiz bir dikkatle bağlıydı. Herhangi bir konuda grup adına bir konuşma hazırlamamız gerektiği zaman, Cumhurbaşka­ nınca seçildiğimizi anımsatarak öteki gruplar gibi ser­ bestçe konuşamayacağımızı söyler, çok dikkatli dav­ ranmamız gereğini sık sık yinelerdi. Bu yüzden kısa zamanda bizden, özellikle Cemal Madanoğlu'ndan koptu. Öteki tutucularla birleşerek devrimci grubu neredeyse AP yanlısı bir niteliğe ka­ vuşturdu. O sırada ben zaten Senatodan ayrılmıştım . Fahri Korutürk Cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra, iki yıllık hukukumuz gereği kendisine bir kut­ lama ziyareti yapmayı düşündüm. Ankara büromuz aracılığı ile gönderdiği yanıt şu oldu: - Gazeteci sıfatiyle mülakat istememek şartiyle gelsinler görüşelim. Oysa ben haber, röportaj gazeteciliğini çoktan bı­ rakmıştım. Söylediği saatten beş dakika önce Çankaya konu­ tunda hazırdım. Tam vaktinde genç bir emir subayı gelerek beni kabul salonuna doğru yöneltti. Koridor-­ da yürürken de protokol kuralını bir bir öğretti : - Siz ön salonda bekleyeceksiniz. Ben içeri girer­ ken kapıyı aralık bırakacağım ve yüksek sesle ismini181


zi anons edeceğim. Sayın Cumhurbaşkanının «buyur­ sunlar» komutunu duyacaksınız. O zaman yine ben ka­ pıyı ardına kadar açacağım ve siz içeri gireceksiniz. Bu protokol kuralını biraz yadırgadığımı ve gülüm­ seyerek dinlediğimi söylemeliyim. O güne dek Celal Bayar, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay olmak üzere üç Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmiş, hiçbirinde bu ya da benzeri bir protokolla karşılaşmamıştım. Emir subayları ziyaretçiyi kapıdan alır, doğ-ruca başkanın yanına götürür, kapıyı vurarak içeri sokarlardı. Ye­ ni protokol kuralına harfi harfine uyarak başkanın huzuruna çıktım. Beni ayakta karşıladı. O çalışma masasının başına geçti, bana da karşısında yer göster­ di. Oturduk. Masanın üstünde karton kağıda basılmış bir yazı duruyordu. Anayasanın Cumhurbaşkanı ile il­ gili and içme maddesiymiş. Her sabah çalışmaya baş­ lamadan önce o maddeyi mutlaka bir kez okurmuş . Benim yazıları da her gün izlediğini söyleyerek hatırı­ mı aldı. 15 dakika süren hoş beşten sonra ayağa kal­ karak «kabul töreninin» bittiğini anlatmış oldu. Salon kapısına kadar uğurladı mı ,şimdi anımsamı­ yorum. Öylece ayrıldık.

182


IX Aradan yaklaşık 11 yıl geçmiş, 27 Mayıs hareketi rayına bir türlü oturtulamamıştı. Başlangıçta Atatürk­ çülüğe dönüş diye dört elle sarıldığımız o temiz niyet­ li atılım kısa sürede yozlaşmış, bilgisizliğin, çıkarcı­ lığın, kirli hesapların dürtüsüyle ülkemiz neredeyse 27 Mayıs öncesini andırır duruma dönmüştü. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Hükümete göre suçlu Anayasaydı. Muhalefete göre de hükümet. Bu anayasa uyarınca hü­ kümet olduğu ve altı yıldır tek başına iktidarda bulun­ duğu halde AP Genel Başkanı Süleyman Demirel du­ rumundan yine memnun değildi. Anayasa Mahkeme­ sinin gereğine inanmıyor «Bu Anayasa ile ülke yöne­ tilemez» diyordu. Öyle olduğu halde Danıştay'ın bozdu­ ğu kararlardan çoğunu uygulamayarak anayasaya ay­ kırı davranmakta da bir sakınca görmüyordu. Her yer­ de partizanlık almış yürümüştü. Kişisel hesaplarla adam kayırmalar, seçim kaygılariyle har vurup harman sa­ vurmalar ülke ekonomisini altından kalkılamaz dar 183


boğazlara sürüklüyordu. Yasal engeller yüzünden se­ sini duyuramayan ilerici gençlik sokağa dökülmüştü. Kimi zaman yasa dışı eylemlere başvuran karşıt gö­ rüşlü gruplar yurt düzeyinde dirlik düzenliği hissedi­ lir ölçüde bozuyorlardı. Günden güne saygınlığını yi­ tiren parlamento çalışamaz hale gelmişti. Bu koşullar altında boş durmak olmazdı, bir şey­ ler yapmak, duruma çare aramak gerekiyordu. Herhalde yüksek ordu kademelerinin telkini ile olacak, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ülke huzurunu sağlamak üzere harekete geçti. 3 ocak 1971 günlü Cumhuriyet'te bu konuya ilişkin şu yazım çıktı :

TEŞHİS ve TEDAVİ İster cıcı demokrasi diyelim, ister göstermelik demokrasi, içinde yaşadığımız rejimin aslında bir hasta demokrasi olduğu artık şüpheye yer bırakmayacak biçimde anlaşılmıştır. Epeyce geç kalmış da olsa nihayet bu gerçeği kavrayan Sa­ yın Sunay işte başhekimlik görevini üzerine al­ mış ve ilgili uzmanları hastanın başı ucuna ça­ ğırarak gerekli tedavi yöntemi hususunda onlar­ la bir konsültasyon yapmaya karar vermiştir. İl­ kin parti liderlerinin düşüncelerini öğrenecek, sonra üniversite yetkililerini dinleyecek, daha sonra da konuyu Güvenlik Kuruluna getirerek bir bildiri ile varılan sonucu kamuoyuna açıklaya­ caktır. Demokrasimize musallat olan hastalığın nasıl gi­ derilebileceği hakkında sayın uzmanların fikir birliğine varıp varamıyacaklarını bugünden kes184


tirme olanağını kendimizde göremiyoruz. Soıı demeçleriyle «aşırı uçlar» konusunda hükümet paraleline bir hayli yaklaşan ve gerekli tedbir­ ler alındığı takdirde üç ayda herşeyin düzelece­ ğine inandığını söyleyen CHP Sayın Gene l Baş­ kanı, gerekli bulduğu tedbirlerin neler olduğunu herhalde Sayın Cumhurbaşkanına bir bir açıkla­ yacaktır. Öğrenci ve işçi hareketlerinin kökenin­ de dış kışkırtmaların ağır bastığına inanır görü­ nen Sayın İnönü, öyle sanıyoruz ki, önerdiği ted­ birler hükümetçe benimsense de Sayın Demirel işbaşında bulunduğu sürece, Meclise getirilecek kanım tasarılarına el kaldırmaktan sakınacak­ tır. Zaten yürürlükteki Anayasamızın sınırlarını zorlamaksızın <<.takrir-i sükun» devrini hatırlatan bir düzeni yurdumuzda uygulamaya kalkışmak iyileştirelim derken hasta demokrasiyi öldürmekten başka ne sonuç verebilecektir? Hastalığı «.tedavi» edebilmenin birinci şartı <<.teş­ his»i doğru koymaktır. Bize kalırsa Sayın Sunay'­ ııı giriştiği konsültasyon asıl bu bakımdan başa­ rısızlığa uğrayacak gibi görünmektedir. Curn­ hurbaşkanı hangi uzmanlara dayanacaktır, bir düşünelim. Bunlar arasında 27 Mayıs düşmanla­ rı, eski DP mirascıları, ırkçılar, turancılar, din tüccarları ve benzerleri vardır. Her kafadan bir ses çıkacak ve danışman hekimler hastalığa açık­ ça bir <<.teşhis» konmasını bile bile önlemeye ça­ lışırken her biri kendi görüşüne uygun bir te­ davi yöntemi üzerinde direnecektir. Çoğunlukla teşhisten niçin kaçınır bizim politikacılar? Çün­ kü hastalığın mikrobu kendi damarlarında dolaş185


maktadır da ondan. Bu, devrim düşmanlığıdır, bilim düşmanlığıdır, özgürlük düşmanlığıdır, 27 Mayıs düşmanlığıdır. Bugün devlet gemisini yü­ rütmek iddiasını taşıyanlar, meşruluğunu kay­ bettiği için düşürüldüğü Anayasamızda kayıtlı bulunan bir siyasal iktidarın mirasçısı durumun­ dadırlar . Bunu övünerek, her fırsattan yararla­ narak ilan etmekte, gericiliğe ve çıkarcılığa prim vermekte düşük iktidarı fersah fersah aş­ maktadırlar. Sık sık kullandıkları «aşırı uçlar» deyimi yürüttükleri politikayı örtmeye yarayan bir paravanadan başka bir şey değildir. Hangi aşırı uç? Devrim ilkeleri söz konusu oldu mu, bunlar en aşırı Atatürk düşmanlarına kanat germekte, fi· kirden söz edildi mi, ilerici gençlerin «faili meç· hul» cinayetlere kurban gitmesine göz yummak­ ta, üstelik ölenleri saldırgan diye tanıtmaktan çekinmemektedirler. Evet, teşhise yanaşılmayacağına göre biz hasta demokrasimize bir tedavi yöntemi buluna­ bileceğini hiç sanmıyoruz. Alınacak tedbirler hastalığı daha da ağırlaştır­ maktan başka bir işe yaramayacaktır.

Konsültasyonlar haftalarca sürdü. Toplantılar top­ lantıları izliyor, yüksek rütbeli subaylar bir araya ge­ lip aralarında tartışıyorlardı. Ne oluyordu? Kamuoyu­ na iletilmeyen bu gizli kapaklı tartışmalar hakkında herkes kendi eğilimlerine göre bir takım varsayımlar­ la kafa yormaktan öteye bir şey yapamıyordu. Komu186


tanlardan hiçbirini tanımıyordum. İçlerinde gerçekten Atatürkçü, ilerici kişiler bulunduğunu duyuyor, 27 Mayıs'ı anımsayarak duyduklarıma inanmak istiyor­ dum. Nihayet beklenen gün geldi ve ünlü 12 Mart Muh­ tırası bomba gibi patladı. Hepimiz çocuklar gibi sevindik. Muhtıra, bozuk düzen gidişe dur diyor, parlamentoyu Atatürkçü, dev­ rimci, güçlü ve inanılır bir hükümet kurmaya çağırı­ yor, yoksa silahlı kuvvetlerin yönetime doğrudan e1koyacağmı açık aç.ık ilan ediyordu. Hareketi yürekten destekleyen bir yazı yazdım. Sevinmeyen sadece CHP Genel Sekreteri Bülent Ece­ vit oldu. Bu harketi demokrasiye indirilmiş bir dar­ be saydığını açıklayan bir demeç verdi. Gerçi Başba­ kan Demirel de aynı anlama gelebilir bir kaç söz söy­ ledi ise de şapkasını alıp gitmekten başka bir şey yap­ madı. Ama Muhalefet Partisi Genel Başkanı İsmet İnönü , ilkin Genel Sekreterini destekler bir tutum için­ de göründü, ama ertesi gün, <<Durumu öğrendikten sonra ne büyük bir tehlike atlattığımızı kabul ettim» gibilerden politik bir manevra ile muhtıraya boyun eğdi. O böyle yapınca Genel Sekreter de sonradan gö­ revini bırakmak üzere ister istemez bir süre Genel Başkanı izlemek gereğini duydu. A�aba ben ve benimle birlikte muhtırayı alkışla­ yan arkadaşlar aldanmış mıydık? 27 Mayıs gerilerde kalmış, yozlaşmıştı. Muhtıra, rayından çıkan rejimi · Atatürkçü, devrimci düzlüğe çıkarmak amacını mı gü­ düyordu, yoksa örtülü bir faşizmin habercisi miydi? 19 mart 1971 günlü yazımda kaygılarımı şöyle sı­ ralıyordum : 187


KUŞKULU GÜNLER Türk Siıahlı Kuvvetleri adına yayımlanan ultimatom niteliğindeki «muhtıra» pek .s ert bir dille kaleme alınmıştı. Yalnız hükümet değil, onunla berater parlamento da suçlanıyordu . En kısa zamanda Atatürkçü, devrimci güçlü ve ina­ nılır bir hükümet kurulması isteniyor, bu yapıla­ madığı takdirde Silahlı Kuvvetlerin yönetime doğrudan doğruya el koyacağı bildiriliyordu . Bıı durum karşısında ne beklenirdi? Ya hükümetin çekilmesinden sonra, o hüküme­ tin tek dayanağı olan parlamento da kendi kendi­ ni feshederek muhtırada belirtilen suçlamaları sineye çeker, ya da 1789 Fransız Devriminde Mirabeau'nun yaptığı gibi «Biz buraya halkın iradesiyle geldik, ancak süngü gücü ile gideriZ>> diye kürsüden erkekçe bir ses yükselirdi. Bunlardan hiç biri olmadı. Demirel'i düşürmek için 226 oyu toplayamayan parlamento, baskı al­ tında çekilmek zorunda kaldığını gördüğü Demi­ rel' in arkasından bakakaldı. Muhalefet liderle­ ri, Anayasaya uygundu, aykırı idi gibilerden, çok kez kendi sözleriyle çelişkiden çelişkiye düşerek «muhtıra» üzerinde kemküm ettikten sonra onu içtenlikle benimser bir havaya kapıldılar. Top­ luca Cumhurbaşkanına gidildi, «muhtıra» orada bir daha okundu, Sunay' ııı önerileri dinlendi ve Çarşamba akşamına kadar yetiştirilmek üzere Atatürkçü güçlü ve inanılır bir hükümet nasıl ku­ rulabilir sorununa cevap olarak harıl harıl «mü ­ talaalar» yazılmaya başlandı. 188


Onlar yazadursun, beri yandan Cumhurbaşkanı da güvenilir bir Başbakan adayı ararken yüksek komutanlardan ne beklenirdi? Elbette muhtıranın 2. maddesinde ileri sürülen istekler gerçekleşinceye, yani Atatürkçü ve güç­ lü bir hükümetin kurulup kurulamayacağı anla­ şılıncaya kadar tüm silahlı kuvvetlerimizin birli­ ği ve beraberliği içinde dimdik tetikte durmak ve beklemek, değil mi? Oysa, birkaç gündür olayların düşündürücü, kuş­ ku verici bir biçimde gelişmekte olduğunu üzün­ tü ile izlemekteyiz. Daha siyasal partilerce ha­ zırlanan cevaplar Çankaya'ya ulaşmadan önce yüksek komutanlar tarafından Silahlı Kuvvetler çerçevesinde bir takım emekliye ayrılma, nakil ve atama eylemlerine girişilmiş ve bu kararlar, zorla istifa ettirilen hükümet aracılığı ile yürür­ lüğe konmuştur. Şimdiye değin yüzlerce subayı ilgilendiren bu iş­ lemin daha da arkası geleceği ileri sürülmekte­ dir. Bu eylemlerin anlamını kavramakta güçlük çek­ tiğimizi söylemeliyiz. Ne demektir bu? Yüksek komutanlar muhtırada öngörülen husus­ ların gerçekleş2cr ğine peşin peşin inanmışlardır da b-ıı düşünceyi paylaşmayan aceleci subaylar grııbımu «nötralize» etme çabasına mı girişmiş­ lerdir? Yoksa ültimatom niteliğindeki «muhtıra» ordu kadrolarını geniş ölçüde saran sinirlilik ha­ vasını yatıştırmak kaygısı ile başvurulmuş, kimi189


lerine vakit kazandırıcı politik bir yazıdan m ı. ibarettir? Bıı koşullar altında Atatürkçü, inanılır ve güçlü hükümet kurulması olanakları büsbütün azalma­ yacak, tutucular koalisyonu bu durumdan yarar­ lanarak yüksek komutanların sırtında bildikleri­ ni okumaya devam fırsatını bulmayacaklar mı­ dır? Bulanık ve sisli bir ortamdan kurtuluyoruz diye sevinirken daha bulanık, daha sisli bir ortama doğru yuvarlanmakta olduğumuz kuşkusu için­ deyiz. Göstermelik demokrasi derken güdümlü demok­ rasiye mi çevireceğiz? Atatürk'ün izini bu kez de elden kaçırırsak son­ ra dizlerimizi boşu boşuna çok döveriz. Kuşkulu günlerin ardından yeni bir umut kapısı açıldı. Ordudaki tasfiye hareketinden sonra dizginleri ele geçiren yüksek komutanlar Nihat Erim'in başkan­ lığında (Atatürkçü, devrimci, güçlü ve inanılır) bir hükümet kurulabileceği kararına vardılar. Başbaka ­ nın bağımsız olması isteniyordu. O güne değin CHP'li olan Erim, İsmet İnönü'nün onayını alarak partisin­ den ayrıldı. Cumhurbaşkanı Sunay da Erim'i Başba­ kanlığa atadı. 26 kişiden oluşan hükümet listesi 26 mart günlü gazetelerde açıklandı. Bu hükümetin başlıca özelliği 26 üyeden on dördünün, yani yarıdan çoğunun, Tür­ kiye Büyük Millet Medisi dışından seçilmiş olmasıy­ dı. Partili bakanlar (AP'den 5, CHP'den 3, GP'den 1) olmak üzere sadece 9 kişiydi . Bakanlardan pek azını 190


tanıyordum. (Nihat Erim, Sadi Koçaş, Mehmet Özgü­ neş, Ferit Melen, Şinasi Orel, İhsan Topaloğlu) . Öbür­ leri hakkında pek bir fikrim yoktu. Sonradan l l'ler diye anacağımız grup içinde özellikle Atilla Karaos­ manoğlu, Osman Olcay, Özer Derbil Türkan Akyol gibi o güne değin politikaya bulaşmamış, ilerici, güvenilir kişiler oldukları çok söyleniyordu. '

Sandıksal demokrasiden ağzımız çok yanmıştı. Ni­ çin yanmıştı? Çünkü demokrasi dediğimiz siyasal sis­ tem, 1950'den bu yana kendi kurallarına uygun biçim­ de işletilmiyordu. Biz bu sistemi Çetin Altan'ın deyi­ miyle sağ partiler arasında bir sek-sek yarışı haline gefümiş , solu oyun dışı bırakmıştık. Reform hüküme­ ti diye ortaya çıkan Erim ekibi acaba ileriye dönük, hiç değilse ülkemizi normal demokrasiye ulaştıracak bir ara rejim niteliği ile iş göremez miydi? Sanki dün yurttaşlar tüm demokratik özgürlüklerden yararlanı­ yorlarmış da 12 Mart gelmiş hepsini rafa kaldırmış gibi bir hava esiyordu ortada. Erim hükümetine bir şans tanımalıydık. Topluma bir nefes alma olanağı sağlayabilirdi bu hükümet. 12 Mart girişimi ve o girişimden çok Atatürk devrimci­ liğini savunmak üzere 31 Mart günü Cumhuriyet'te şu yazım çıktı :

BOŞUNA ÇABA Dilleri varmaz bir türlü ulusal egemenlik deme­ ye. Osmanlıcaya daha yatkın buldukları için es­ kisini ters yüz ederek milli hakimiyet ülküsünü savunur görünürler. Ne imiş bu milli hakimiyet 191


dedikleri? Sayı üstünlüğüne, sandıksal demokra­ siye dayanmalı imiş bizim ulusal egemenliği­ miz. Bu anlayışa göre 62 yıl önce 31 Mart ayaklanma­ sını bastıran Hareket Ordusu, padişahın kişili­ ğinde ulusun iradesine indirilmiş bir yumruktur. Hala bugün ulu Hakan Abdülhamid Han diye sal­ tanat rejimine özlem çeker dururlar. Atatürk' e açıkça pek dil uzatamadıklarından Ulusal Kurtuluş Savaşını da milli hakimiyete karşı işlenmiş bir suç olarak nitelemek şimdilik işlerine gelmez. Hem <<Milli Hakimiyet» deyimini ilk kullanıp Türkiye Büyük Millet Meclisini Ana­ dolu'nun göbeğine toplayan o değil miydi? Akıl­ larınca bu kozu işlerine geldiği gibi oynayabile­ ceklerini sanırlar. Ulusal egemenlik kavramının anlam ve özünü ellerinin tersi ile bir yana iter­ ler. İlla sayı, illa sandık diye tepinir dururlar. Onların mantığına göre Terakki Perver Fırka ile Serbest Fırka arka arkaya kapatılmasa idi, biz 1926'larda 1930'larda sandıksal demokrasiye ka­ vuşmuş olacaktık. O zaman Atatürk devrimle­ sandıktan rinden hiçbirine başvurulamayacak, çıkan halk temsilcileri Atatürk'ü de devrimleri de silip süpürecekler, yurdumuzu yeniden Ortaçağın karanlık zindanına yuvarlamayı başaracaklardı. Onlara sorarsanız 27 Mayıs devrimi de ulusal egemenlik ilkesine indirilmiş bir darbedir, suç­ tur. Sormaya gerek yok ya, on yıl boyunca git­ gide artan bir cüretle bunu haykırıp durmadılar mı? Atatürk ordusundan korkmasalardı, tüm 192


ilerici aydınları bir kaşık suda boğmaya kalkışa­ caklardı. Zaten bir yandan başlamışlardı da. Şu bir iki yıl içinde az mı Atatürkçü aydının başı yendi, az mı ilerici gencin canına kıyıldı? 27 Mayıs hareketini olduğu gibi şimdi 12 Mart muhtırasını da hazmedemiyorlar. Karın buruntu­ sunu andıran acayip homurtularla bunu da ulu­ sal egemenliğe karşı işlenmiş bir suç diye eve­ leyip geveliyorlar. Onların gözünde ulusal egemenlik halk çoğunlu­ ğunu bir avuç çıkarcılar koalisyonu elinde eko­ nomik ve sosyal yönden kıskıvrak bağlı görmek­ tir. Topraksız köylünün toprağa kavuşmasını is­ temezler, fakir üreticinin, küçük esnafın tefeci­ lerden kurtulup oh çekmesini istemezler, işçinin emeği karşılığı hakettiği yaşam düzeyini kazan­ masını istemezler. Ulusal gelir dağılımının daha adaletli ölçülere ulaştırılmasını, dış ve iç sömü­ rüye son verilerek toplumsal kalkınmanın hızlan­ dırılmasını istemezler. Ulusal egemenliğin bütün bunlar demek olduğunu bilmezlikten gelirler. <<Atatürk devrimleri ulusal egemenliğin sonucu değil başlangıcıdır. O yoldan yürümek, devrim­ lere devrim katarak halkımızı mutlu kılmak zo­ rundayız.» dediniz mi tepeleri atar. Hele eğitim birliği ve Köy Enstitüleri konularından söz etme­ ye göresiniz, karanlık dağılacak, vatandaş uya­ nacak, kendi çıkarlarına yürüttükleri bozuk dü­ zen son bulacak diye ödleri kopar. Kur'an Kursları, hafız okulları yurdu bir baştan bir başa kaplamalı, çocuklarımız çağdaş eğitim­ den yoksun kalmalı ki sandıksal demokrasi hep F. : 13

193


onlar hesabına işlesin ve sayı üstünlüğü hep on­ ların elinde kalsın. Hayır baylar hayır , gönlünüzce yürütemeyecek­ siniz bu bozuk düzeni. Atatürk'ün kapısını açtığı ve sonradan sizin za­ man zaman kapatır gibi olduğunuz ulusal ege­ menlik çağı yurdumuz ufuklarını er geç mutlaka aydınlatacaktır. Hiç kuşkunuz olmasın.

Ertesi gün Nihal Erim Ankara'dan telefon ederek teşekkürlerini iletti. Kendisine ağabeylik etmiştim. Ağabeyliğimi sürdürmemi bekliyordu. Çok yetenekli arkadaşlarla çalıştığını kısa sürede esaslı reformlara girişileceğini söyledi. Ankara'ya geldiğimde onları ta­ nıyacaktım. Sanırım bir hafta sonra Başkente gittim. Başbakan Yardımcılığına atanan Atilla Karaosmanoğ­ lu Dünya Bankası'ndaki görevinden ayrılmış Erim'in reform hükümetinde çalışmaya başlamıştı. Başbakan onunla mutlaka tanışmamı istiyordu. Çankaya'daki konutta bir öğle yemeğinde buluştuk. Sofrada Erim eşiyle birlikte, ben ve eşim, Atilla Karaosmanoğlu ve çocukluk arkadaşım eski Bakanlardan Vefik Pirinçci­ oğlu'dan başka kimse yoktu. Altı kişi üçer üçer karşı­ lıklı oturduk. Atilla Karaosmanoğlu'nu ilk kez görüyor­ dum. Çocuk yüzlü, yaşından çok daha küçük görünüm­ lü bir gençti. Lise öğrencisiyim dese inanılırdı. Ünlü romancımız Y akup Kadri ile akrabalık derecesini sordum. Karaosmanoğullarının yoksul kolundan geldi­ ğini, aralarındaki kan bağının da soyadma bakarak sa nılacağı denli yakın olmadığını söyledi. Geveze bir 194


adam izlenimi vermiyordu Atilla Karaosmanoğlu. Ya ben konuşturmasını beceremiyordum, ya da o konuş­ maktan çekiniyordu. Görevinde neler yapmayı tasar­ lıyordu? Ülkemiz ekonomisini düzlüğe çıkarma konu­ sunda düşünceleri neydi? Söylediklerinden anladığım sıkma kadarıyle, vakit yitirmeksizin bir kemerleri politikasına geçmeliydik. Tüketim ekonomisine paydos demedikçe kurtulma olanağımız yoktu. Üretimi arttır­ manın, sosyal adaleti sağlamanın ilk koşullarından bi­ ri de toprak reformuydu. Nasıl gerçekleştirebilirdi bu reformu? «Söylersem bana komünist derler» oldu Karaosmanoğlu'nun yanıtı. O günkü yemekte Nihat Erim'i şaşılacak kadar mutlu ve iyimser gördüm. 12 Mart muhtırasının em­ rettiği <<Atatürkçü, devrimci güçlü ve inanılır» bir hü­ kümetin başında bulunduğundan sanki hiç kuşkusu yoktu. Muhtırada öngörülen (ne oldukları belirsiz) re­ formları başaracağına sonsuz bir güveni var gibiydi. Oysa o günlerde kendi onayı alınmadan orduda bir takım tasfiye hareketlerine girişilmiş, kimi yüksek rütbeli subaylar bir kalemde emekliye ayrılmışlardı. Bunun irdelenmeye değer bir anlamı olmalıydı. Erim kendini öyk umursamaz bir havaya kaptırmıştı ki gitmek üzere kalktığımız zaman eşim dayanamadı. «Nihat Bey, önünüzde büyük güçlükler var. Allah yar­ dımcınız olsun» derr:ek gereğini duydu. Erim ise, bizi karşılarken olduğu gibi uğurlarken de hep mutluydu, hep iyimserdi. Ama halk mutlu değildi. Erim'in mutluluğu da uzun sürmedi. Anarşik hareketler muhtıraya karşın dinme195


mişti. Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde yuvalanan Dev Genç dediğimiz yasa dışı örgüt bir dört Ameri­ kalı çavuşu kaçırıverdi. Olay ülke çapında bomba gi­ bi patladı. Arkasından İsrail'in İstanbul Başkonsolosu Elrom güpe gündüz Taksim'de, kentin en işlek yeri olan Cumhuriyet Caddesindeki apartmanından alınıp bir çuvala sokularak kaçırıldı. Bu ikinci olay birinci­ sini de bastırmış, reform hükümetinin sinirlerini boz­ muştu. Anarşistlerin istediği ödünleri vermek hükü­ metin saygınlığını temelinden yıkacak bir davranış olurdu. Ola..:!ak şey değildi bu. Ödün verilmezse anar­ şistler yabancı konsolosu öldüreceklerini açık açık ilan ediyorlardı. Başbakan Nihat Erim Yardımcısı Sa­ di Koçaş ve Adalet Bakanı İsmail Arar başbaşa vere­ rek anarşistleri korkutma yöntemiyle Elrom'u kurtar­ mayı denediler. Sadi Koçaş radyodan gırtlağını yutar­ casına bağırarak Elrom'un serbest bırakılmasını, yok­ sa geçmişe dönük (Makable Şamil) yasalar çıkarmak yöntemine başvurulacağını, suçluların asılacağını ilan etti. _

Çabalar bir işe yaramadı. Anarşistler ya karar­ lıydılar, ya da yakalandıklarında nasıl olsa asılacak­ larını hesaplıyorlardı. Ne olduysa günahsız yabancı diplomata oldu. Nişantaşı'nda bir apartman katında ölü olarak bulundu . Tuhaf rastlantı kaçırılmasından bir iki gün önce Elrom'u ünlü iş adamı Jak Kamhi'nin evinde verdiği bir aksam yemeğinde tanımıştım. İlk ve son görüşüm de o oldu . . . 196


Nihat Erim'in büyük bir mutluluk ve iyimserlikle başına geçtiği hükümet kısa zamanda aşılması güç engellerle karşılaştı. En başta, 26 kişilik Bakanlar Ku­ rulu üyeleri arasında uyumlu bir çalışma havası sağ­ lanamıyordu. Hükümetin beyin takımı bilinen ilerici 11 Bakan öteki arkadaşlariyle kolay anlaşamıyorlar­ dı. Oysa ll'lerden çoğunu Nihat Erim kendi isteğiyle seçmiş, kimini Amerika'dan çağırırken kimini de işin­ den gücünden ederek hükümete almıştı. Aslında bunu doğal saymalıydı. Kişisel yetenekleri ne denli üstün olsa da günü gününe hazırlanmış bir programı uygula­ mak durumunda bulunan bir ekibin elemanları ne yapabilirler, hangi amaca yönelik bir çalışma düzeni ku­ rabilirlerdi?

Anarşi ortalıkta kol gezerken Anayasa değişikliği sorunu yine gündeme girdi. Bilindiği gibi 1961 Anayasası çoğunluk istibdadına karşı bir tepki olarak düşünülmüş, hazırlanmış güzel bir yapıttı. Mecliste çoğunluğu ele geçiren bir parti <<Millet bizi seçti, istediğimizi yaparız» diye yürütme organına sınırsız hareket özgürlüğü verememeliydi. Muhalefete hükümeti denetim ve iktidar partisiyle ya­ sal savaşım hakkı tanınmalıydı. Aklı başında yazarla­ rın yıllardan beri anlatmaya çalıştıkları gerçek buy­ du. Ama gerçeği anlamak yöneticilerimizin işine gel­ miyordu. Sağa alabildiğine açıldıkları halde sola, ve işçiye, emekçiye, çağdaş demokratik haklarını tanımı­ yor , tanımak istemiyorlardı. Bir terane tutturmuşlar­ dı. «Hürriyetleri yok edici hürriyete izin verilmez» di­ yorlardı. Ne demekti hürriyetleri yok edici hürriyet? 197


Adam döğmek, adam öldürmek, insanların malını mülkünü gasbetmek elbette özgürlük sınırları içinde düşünülemezdi. Ama (hadi en aşırısını ele alalım) üre­ tim araçları bir azınlığın değil de kamunun malı ol­ sun demek ve bu doğrultuda yasal yoldan örgütlen­ mek, yasal yoldan bunun propagandasını yapmak ne­ den hürriyetleri yoketmek sayılacaktı? Bakalım, oy­ larıyla halk bunu ne ölçüde desteklerdi? Gerçek demokrasilerde yüz yılı aşkın bir süredir bu ve benzeri konular tartışılıp durmuyor mu? Halkı­ mız ne diyor, ona baksak ya ! Yazık ki bizim göster­ melik demokrasimizde bir azınlığın çıkarı uğruna sula katı duvarlar örülmüştür ve bu yüzden solun her türü, kolayca özgürlükleri yokedici, komünizmle eşanlama çekilebilmektedir. Bir yandan anarşi süre dursun, Erim hükümetinin ilk aylarında bir anayasa değişikliği sorunu yeniden sahneye kondu. Demokratik Parti'nin yerini alan Adalet Partisi 1931 Anayasasını zaten istemiyor, onu yürütme organının hareketlerini kısıtlayan bir ayak bağı biliyordu. Nedenini bir türlü anlıyamadım. Atatürkçü, dev­ rimci, özgürlükçü, hatta bir zamanların sosyalizan Nihat Erim'i de onlara katıldı. - Bu anayasa lükstür ! diyerek talihsiz bir çıkış yapmaktan kendini alama­ dı. Anayasayı değiştirmek isteyenler kuşkusuz güçlü kuruluşlara dayanıyorlardı. CHP kaygılar içinde sus­ kundu. Ne kurtarırsam kardır zihniyetiyle o da ker­ vana katılmaktan başka çıkar yol bulamadı. Kurulan 198


komisyonun nasıl çalıştığını bilemeyeceğim . Her hal­ de Anayasa Mahkemesinin ve Yargıtayın görev yet­ kileri adamakıllı daraltıldı. Yüksek mahkeme, anaya­ sada yapılacak değişikliklerin anayasaya uygun olup olmadığını ancak biçim yönünden inceleyecek, özü ilgi­ lendiren maddelere dokunamayacaktı. Yargıtay, yar­ gı yetkisini yürütme görevini sınırlayıcı biçimde kul­ lanamayacaktı. Siyasal nitelikli suçlara _ bakmak üze­ re Devlet Güvenlik Mahkemeleri adıyla özel mahke­ meler kurulacaktı. Hakim kararı olmaksızın «Yetkili merci» eliyle yurttaşların üstleri aranacak, eşyaları, kağıtları karıştırılacak, bunlara el konabilecekti. Der. nek kurma özgürlüğü devletin ülkesi ve milletiyle bü­ tünlüğü, milli güvenlik , kamu düzeni gibi gerekçeler­ le adamakıllı kısılacaktı. Bu (cekti caktı) diye sıra­ ladığım Anayasa değişikliklerinin hepsi bir bir gerçek­ leşti. Ama Anayasa değişikliğine bel bağlayanların öz­ lediği huzur ortamı yurdumuzda kurulabildi mi? AP Genel Başkanı Süleyman Demirel bugün hala «Bu Anayasa ile memleket idare edilemez» diye bağı· rıp durmuyor mu? Anarşi sürüp gidiyor, ülke huzuru bir türlü sağ­ lanamıyordu. Nihayet olan oldu. 26 nisan günü hükü­ met, İstanbul'u da kapsayan 11 ilde sıkıyönetim ilan etti ve hemen ertesi gün kabak Cumhuriyet'in başına patladı. Komutanlığın karariyle gazetemiz 10 gün için kapatılmıştı. Gerekçe olarak arkadaşımız hhan Sel­ çuk'un aynı gün yayınlanan yazısında suç unsuru bu­ lunduğu ileri sürülüyordu. Sonradan sivil mahkemeye verilip aklanan 27 nisan günlü yazıyı aşağıya alıyo­ rum : 199


HOŞ GELDİN TANZİMAT KAFASI

Doğrusunu isterseniz, bizim gazetenin verdi­ ği habere inanmak zordu. Fransa'dan hukukçu çağırıp Türk Anayasasını düzenlemek fikri han­ gi lcafadan çıkardı? 1971 Türkiye'sinde yaşıyor­ duk. Dünya aleme rezil olmak için mi Profesör Duverger'yi, ya da bir başkasını çağırıp : - Bize kanun yap! . . . diyecektik. Gerçi eskiye oranla bir adım ileri atmıştık. 1954' te Petrol Kanununu Amerikalı petrolcülerin ada­ mı Mr. Max Ball ve Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanununu Amerikan Sermayesinin avukatı Mr. Pandali hazırlamıştı. Her iki kanundan memle­ ketin yediği kazığın ne kadar haşmetli olduğunu Erim Kabinesinin Enerji ve Tabii Kaynaklar Ba­ kanı İhsan Topaloğlu açıkladı . Şimdi Anayasa­ mızı düzenlemek için Amerika' dan adam isteme­ diğimize göre bir adım atmış sayılabilirdik. Ama koskoca Türkiye, bir Fransıza: - Gel Anayasamızı düzenle! diyebilir miydi? Yıl 1971 idi . . . Meğer Cumhuriyet'in haberi doğruymuş. Keş­ -

ke yalancı çıksaydık da bozum olsaydık. Şim­ di dünyanın her yanında ajanslar Türk hükü­ metinin Fransız hükümetinden hukukçu istediği­ ni yazacaklar. . . N e biçim ülke olduk biz? Memleketimizin yetiştirdiği değerler var. . . Diye­ lim bir Nejçıt Erder veya bir Atilla Sönmez veya bir Sezai Orkunt Bunlara görev verileceği za­ man, MİT, Cumhurbaşkanının masasına bir ka­ ğıt bırakıp işaretliyor: 200


«- Mahzurludur. . . » Sonra? Çıkabilirsen çık işin içinden . . . Bu memleket için Amerikan generali mahzurlu değil; her bir devlet sırrının ve vatan savunma� sının anahtarını elinde tutabilir. Bu memleket için Morrison Kumpanyasının temsilcisi mahzur­ lu değil: Hükümetin başına geçebilir . . . Bu mem­ leket için Fransız hukukçusu mahzurlu değil; Anayasa'yı bile düzenleyebilir. . . Bu memleket için Amerikan petrolcüsü mahzurlu değil; kanun tasarısı hazırlayabilir. . . Bu memleket için kim mahzurlu? Ônu MİT' e sorun! Demirel'in yolsuzluğunu ortaya çıkaran devlet memurunun peşine düşüp «siyasal eğilimi nedir?» diye canına ot tıkamak için gizli kovuşturma ya­ pan bu MİT değil midir? Yazıyı önceden okumuş, yayımlanmasında bir sa­ kınca görmemiştim. Belki Başbakanın bilgisi yoktu, ama bunun daha sıkıyönetim ilan edilmeden alınmış bir karar olduğu besbelliydi. Nitekim aynı gün yaza­ rımız İlhan Selçuk'la Yazı İşleri Müdürümüz Oktay Kurtböke derhal tutuklanıp ilkin Selimiye Kışlasına oradan da Maltepe'ye gönderdiler. Eğer İlhan o gün bulup yazı yazmasaydı, ilgililer başka bir bahane Cumhuriyet'i kuşkusuz yine kapatacaklardı. Çok canımız sıkıldı. Nereden kalkıp nereye gel­ miştik? Biz devrim düzenini yozlaştıran gerici akım­ lara «dur» deneceğini , rejimin rayına oturtulacağını beklerken 12 Martçılar düpe düz faşist bir diktaya 201


doğru dolu dizgin at koşturuyorlardı. Ama ne yapa­ bilirdik? Çaresiz bekley ecek, çilemizi dolduracaktık. 10 günlük cezamız 8 mayısta bitecekti. Oysa 7 mayıs Cumhuriyet Gazetesinin yıl dönümüydü. 1924'den bu yana her yıl bu günü aramızda kutlar, okurlarımızdan da kutlama mesajıarı alırdık. Atatürk devrimlerini yıl­ larca tek başımıza savunmuş, gericiliğin karşısında kale gibi dikilmiş durmuştuk. Acaba cezamızın bitimi bir gün öne alınıp 7 mayısta çıkmamıza izin verilemez miydi? Ankara'ya haber gönderdik, Başbakan'dan is­ tediğimizi dikkate almasını rica ettik. Olumlu karşı­ lamış : - Komutanlarla görüşeceğim ! demiş. Gerçekten de sıkıyönetimle ilgili bir toplantıda bizi tutar bir dille konuyu açmış. Aldığı yanıt olumsuz : -- Yapamayız, demiş komutanlar. Cezayı kısaltır­ sak ordudaki saygınlığımıza dokunur. Tam gününde çıksın Cumhuriyet. Sahneyi izleyen bir arkadaşım an­ lattı : Topl antıdan sonra koridorda Nihat Erim'in ko­ luna giren Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç : - Sen bilemezsin bu gazetenin genç subaylar üze­ rinde ne yıkıcı tesirler yaptığını ! diyerek bizi ayrıca kötülemiş.

Ya, işte, Türk Ordusunun bir Genelkurmay Baş ­ kanı Cumhuriyet Gazetesini böyle değerlendiriyordu. Ama ayni ordunun Kara Kuvvetleri Komutanı Orge­ neral Faruk Gürler de tutuklu bulunan İlhan Selçuk'a haber göndererek merak etmemesini, kurtulabilmesi için çalışacağını bildiriyordu. 202


General Memduh Tağmaç'la sırtından üniforması­ nı çıkarıp emekli olduktan bir süre sonra karşılaştım. Yararlı bulduğum için burada kısaca anlatayım : Saçımı kestirmek üzere Divan Otelinin berberine gidiyordum. Kapıdan girince lobinin bir köşesinde ar­ kadaşım Vefik Pirinççioğlu ile eski senatör Cemal Yıl­ dırım'ı gördüm. Yanlarında resimlerinden tanıdığım emekli general Memduh Tağmaç da vardı. Sohbet edi­ yorlardı. Cemal Yıldırım el kol işaretleriyle beni de çağırdı. Tağmaç'ı yadırgadığım için gitmek isteme­ dim, ben de işaretle saçımı kestireceğimi anlatarak berber salonuna yöneldim. Fakat işim bittikten son­ ra dışarı çıkabilmek için onların tam önünden geçmek zorundaydım. Başka bir çıkış yolu var mıydı? Berber Kemal olmadığını söyledi. Bilirim, konuşka n Cemal Yıldırım inatçıdır. Sohbetleri sona erip oradan ayrıl­ mad1larsa beni mııtlaka yine çağıra cak. Çaresiz yürü ­ düm. Baktım daha oturuyorlardı . Tahmin ettiğim gibi Cemal Yıldırım bu kez yüksek sesle «gel yahu» diye çağrısını yineledi. Önlerinden geçiyordum. Cemal Yıl­ dırım'la ve Pirinççioğlu ile el sıkıştık. Sivil gi yimli Tağ­ maç ayağa kalkmıştı. Kendimi tanıtarak onun da eli­ ni sıktım . Cemal Yıldırım halfı direniyor. «Otur yahu ne var ne yok anlat bakalım» diyordu . Yanıtım kısa­ crı :

- Özür dilerim, bir yerde sözüm var. Zaten Paşa da bizden hoşlanmaz ! demek oldu. Çektim gittim . Sonradan duyduğuma göre son sözüm paşaya dokunmuş : - Nasıl olur Nadir Beyden niçin hoşlanmayacak mışım? Ben gen çliğimden beri Cumhuriyet okurum. 203


diyerek gazete hakkındaki eski değer yargısına bam­ b aşka bir yorum getirmiş.

Tuhaf bir ortamda yaşıyoruz. Kimi insanların dış kalıpları değiştikçe düşünceleri yargıları da değişi­ yor demek ! Yoksa biz mi zemin ve zamana göre dü­ şüncelerimizi, yargılarımızı değiştiriyoruz? Sonraları Memduh Paşaya bir kaç kez daha rastladım. Arka­ sında koruyucusu Yeniköy'le Kalender arasında do­ laşır, beni görünce abartmalı biçimde başını eğerek selamlardı.

Cumhuriyet'in cezalandırılması gericiler takımını daha bir azdırmıştı. Trenlerde, vapurlarda, otobüsler­ de Cumhuriyet okumak bir cesaret sorunu oluyordu. Sağcı basın bizi bir numaralı düşman bellemişti. Tan­ rının günü saldırıya uğruyor, komünistlikle suçlanıyor­ duk. Babıalinin Pravdası diyorlardı bize. Sıkıyönetim yetkilileri ise olan biteni seyretmekle yetiniyor, elin­ deki gazetesi gözler önünde. yırtılan yurttaşların şika yetlerini umursamazlıkla karşılıyordu. 16 Mayıs günkü yazımın altına bir not çekerek halkı ve hükümeti bize karşı kışkırtanlara bu notum­ da şu yanıtı verdim :

«Sıkıyönetim altında yaşıyoruz. Anayasal bir ku­ ruluş olan bu yönetim , özgürlükleri geçici olarak kısıtlamakta, vatandaşları söz, yazı ve davranış­ larında bir takım kayıtlara bağlamaktadır. Biz, 204


elimizden geldiğince bu kayıtlara dikkatli olma­ ya çalışıyoruz. Ama, bir takım yazar geçinen po­ litikacılar, olağan hallerde bile suç sayılan yol­ lara sapmakta, adeta yargıçlara savcılara direk­ tif verircesine tutuklu arkadaşlarımız hakkında yakışıksız yazılar karalamaktadırlar. Bunlardan biri, 1949' da burada yayımladığım bir yazımı ele alarak benimle bir polemik kapısı açmak ister görünüyor. Oyununa gelecek değilim. Şu kadarını söyleye­ yim ki, ne ben, ne de bu gazetede yazı yazan arkadaşlarımdan hiç biri, dün yazdığını bugün inkar edecek kimselerden değiliz. Ayrıca biz düşmanımız da olsa tutuklu ve adalet önünde hesap vermek durumunda bulunan bir yazarı gammazlamayı, suçtan da öteye, pek ayıp bir şey sayarız.

N.N.»

Aynı gün ve iki gün sonra çıkan başyazılarım Ana­ yasa üstüneydi. Özetle şu görüşleri sıralıyordum o yazılarda :

ANAYASA ÜSTÜNE 16.5.1971 Anayasamızın değiştirilmesinin söz konusu edil­ diği şu sıralarda yakın geçmişimize kısaca bir göz atmayı yararlı bulmaktayız. 1924 yılında yürürlüğe giren ilk Cumhuriyet Ana205


yasası, bilindiği gibi, Fransız Devrimi ikinci dö­ nem anayasalarından, özellikle 1792 konvansiyon meclisi anayasasından esinlenerek hazırlanmış­ tı. Egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu­ nu saptayan 1924 Anayasası, milleti temsil eden Meclise hemen hemen kayıtsız şartsız de­ necek geniş yetkiler tanıyordu. Yasama ve yü­ rütme erki bu Mecliste toplanmıştı. Olağanüstü hallerde «İstiklal Mahkemeleri» kurmak suretiy­ le Meclis yargı erkini de kullanabiliyordu. Ün­ lü bir hukukçumuzun deyimiyle 1924 Anayasası, iktidarı elinde tutanlara dişiyi erkek, erkeği di­ şi yapmaktan gayrı toplum yapısını tüm değiş­ tirebilmek olanağını sağlamıştı. 1924'lerde iktidar, Atatürk'ün başkanı bulunduğu Cumhuriyet Halk Partisi'ndeydi. Kurtuluş Sa­ vaşını zaferle sonuçlandıran ulusumuz silkinip toparlanma, kendi öz varlığına kavuşma çabası­ na girişmek zorundaydı. Bunun için de köklü devrimlere yönelmek gerekiyordu. İşte Atatürk bu anayasanın meclise tanıdığı geniş yetkilere dayanarak tasarladığı devrimleri adım adım gerçekleştirmeye koyuldu. Halifeliğin kaldırıl­ ması, layikliğin ilanı, eğitim birliğinin onaylan­ ması bu Anayasa ile başarılmıştır. Bu Anayasa ile medreseler, türbeler, tekkeler kapatılmış, bu Anayasa gölgesinde milletin yazısı, giyim kuşa­ mı, kullandığı takvim� uzunluk ve ağırlık ölçü­ leri, alıştığı dinlenme günleri değiştirilmiştir. Ve kuşkusuz iyi olmuştur. 1924 - 1938 yılları arasın­ da yurdumuz ileriye doğru büyük atılımlar yap­ mış, toplumsal düzenimiz çağdaş uygarlığın eşi206


ğine hemen de varır olmuştu. Ne yazık ki, İkinci Cihan Savaşı sonunda çok partili yaşantıya geçileceği sıralarda 1924 Ana­ yasasının bugün tersine işletilebileceği hesaba katılmamıştı. Gerçi 1948'ıerde biz bu sütunlarda ve, aralarında Sayın Erim'in de bulunduğu bir kısım hukukçularımız, parti gazetelerinde, başa­ rılmış devrimlerin güvenliği sağlanmaksızın, ya­ ni bir Anayasa değişikliğine başvurulmaksızın çok partili bir düzene geçmenin sakıncaları üze­ rinde beraberce durduk. Ama yukarı katlara se­ simizi duyuramadık. Zaten olan olmuş, oy avcı,­ lığı uğruna tehlikeli bir taviz yarışı yurt ölçü­ sünde almış yürümüştü. Güdümlü 1946 seçimle­ rinin ezikliğini yüreğinde duyan CHP bir Anaya· sa değişikliğine cesaret edemedi ve 1950 yılının ağır yenilgisine uğradı. O zamanlar tek umudumuz, iktidarı kazanan DP kurucularının da Atatürkçü tanınmış kişiler olma­ larıydı. 1924 Anayasasını Atatürk ilkeleri doğ­ rultusunda uygulaya.bilseler ve halk yararına devrimlere devrim katmak amacı üzerinde parti örgütlerini birleştirebilselerdi durumu kurtar­ mak olanağı belki bulunurdu. Ama bunu yapma­ dılar. Taviz yarışı eskisi gibi sürdü gitti. Ger­ çi kağıt üzerinde 1924 Anayasası olduğu gibi du­ ruyordu ; ne var ki, uygulamada bütün devrim il­ keleri günden güne derinleşen yaralar alıyordu. O kadar ki, bir gün devrin başbakanı, bir grup toplantısında arkadaşlarına <<Siz isterseniz Hila­ feti bile geri getirebilirsiniz» demek gereğini duymuş, böylece Atatürk ilkelerinin çıkarcılar 207


takımı elinde ne hale getirildiğini itiraf etmek zorunda kalmıştı.

KUSUR NEREDE? 18.5.1971 İlk Cumhuriyet Anayasası, Atatürk'ün dev­ rimci önderliği altında yurdumuza ne büyük ya­ rarlar sağladı, hep biliyoruz. Ayni Anayasa ters yönde uygulandığı zaman halimiz ne denli kötü­ leşti, devrim düzeni ne denli bozuldu, bunu da 1950 - 1960 yıUarı arasında gözlerimizle gördük. 27 Mayıs'ın yurdumuzda estirdiği temiz hava her şeyden önce Atatürk'e dönüş özlemi taşıyor, Tür­ kiye'mizi onun bıraktığı noktadan alarak çağdaş uygarlık yolunda rayına oturtma amacını güdü­ yordu. 1961 Anayasası bu görüşle hazırlanmış ve halk oyuna sunularak yürürlüğe konmuştur. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer, der­ ler. 1924 Anayasasının tutucu eııerde Meclis, ulu­ sun birgün aynı felaketle karşı karşıya gelmek tehlikesini önlemek için titiz bir çaba harcamış­ tır. Yeni Anayasamız nasıl hedefinden saptırıl­ dığını bilen Kurucu yürütme organını kontrol edecek daha sıkı bir mekanizmaya olanak yarat­ mış, Parlamentonun hukuk dışı yasalar çıkar­ masını engelleyecek bir yüksek mahkeme kur­ muş, ama bununla da yetiıımiyerek Devlete top­ lumu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştıracak bir takım sosyal ve ekonomik görevler yüklemiştir. 208


Başlangıç kısmında: «Yurtta sulh, cihanda sulh ilkesinin, Milli Mücadele ruhunun, milli egemen­ liğin, Atatürk devrimlerine bağlılığın tam şuuru­ na sahip olarak; insan hak ve hürriyetlerini mil­ li dayanışmayı, sosyal adaleti, ferdin ve toplu­ mun huzur ve rejahını gerçekleştirmeyi ve te­ minat altına almayı mümkün kılacak, demokra­ tik hukuk devletini bütün hukuki ve sosyal te­ melleriyle kurmak» cümlesiyle dile getirilen amaçlar, yürürlükteki Anayasamızın hiçbir yan­ lış anlamaya yer vermiyecek derecede açık, se­ çik bir özetidir, diyebiliriz.

157 maddeyi kapsayan 1961 Anayasası birinci maddesinden sonuncusuna kadar hep bu amaç­ ların gerçekleştirilmesin'i sağlayıcı hükümlerle doludur. Ama geride bıraktığımız 10 yıl boyunca ne ol­ muştur? 10 yıldan beri gitgide artan bir şiddet­ le acısını çektiğimiz bunalımın nedeni bu Anaya­ ,sa mıdır? Anarşik diye nitelenen yurt havasını yürürlükteki Anayasaya bağlamak, kimi madde­ leri değiştirilmekle «demokratik hukuk devleti» nin bunalımı atlatacağına inanmak doğru mu­ dur? Biz, Anayasaları Tanrısal birer buyruk sayanlar­ dan değiliz. Zamanla toplum koşulları değiştiği gibi elbet yasalar da değiştirilebilir, değiştiril­ melidir. Ama insaf edilsin, yukarıda özetini ver­ diğimiz yürürlükteki Anayasa ilkelerinden han­ gisi bugüne değin içtenlikle uygulanmıştır ? Daha koalisyon dönemlerinden başlıyarak öç al­ ma heveslisi bir muhale!et her ileri adıma çelF. : 14

209


me takmaya başlamış, 1965 seçimleriyle iktidara geçer geçmez «egemenlik kayıtsız şartsız ulu­ sundur» sloganı arkasına .sığınarak A nayasanın temel ilkelerine karşı cephe almış, yeter çoğun­ luğu bulduğu zaman onu kendi felsefesine uy­ gun biçimde değiştireceğini her fırsatta belirt­ mekten çekinmemiştir. Bizce bugün yaşadığımız bunalımın kökeninde uygulanan bir Anayasanın yetersizliği değil, uy­ gulanmıyan Anayasamızın toplum katlarında ya­ rattığı çelişkiler yatmaktadır. Çözümü güç bir denklem var önümüzde. Bir kaç Anayasa maddesini değiştirmekle işin üstesinden gelinemiyeceği besbellidir. Hele aceleye hiç yer yoktur.

27 Mayıs devriminin üstünden tam 11 yıl geçmişti. Bir yandan sıkıyönetim sürüp giderken bir yandan biz milletçe evlerimizi , pencerelerimizi, duvarlarımızı al bayraklarla süsleyecek, sokaklarda , alanlarda topla­ nıp bayram edecektik. Olur muydu? Niçin olmuyordu? O günkü üzüntümü, nedenlerini de açıklayarak 27 Mayıs 1971 günlü yazımda şöyle dile getirdim :

BİR BAYRAM ÜSTÜNE Yaşadığımız koşullar altında 27 Mayıs ve Ana­ yasa Bayramını sevinçle, güvenle kutlama ola­ nağı var mıdır? Soruya bugün olumlu bir cevap bulamamanın ifa.üntüsü içindeyiz. 210


Oysa ne büyük umutlarla karşılamıştık 11 yıl ön­ ceki 27 Mayıs sabahını, Atatürk ilkelerini çiğne­ me devri son bulacak, tavizcilik yarışı iflas ede­ cek, yurdumuz çağdaş uygarlığa varmanın düm­ düz yoluna artık kavuşacak diyorduk. Yeni Anayasa bu amaçla hazırlanmıştı. 1950 1960 yılları arasında budana budana gücünü yiti­ ren devrim Türkiyesi dinamik rayına oturtula­ caktı. Hiç bir iktidar geri dönüş politikasına bir daha başvuramıyacaktı. Bu bakımdan Anayasa yürütme organını hatta yasama organını frenle­ yici hükümler getiriyor, yargı kuruluşlarının yet­ kilerini arttırıyordu. Yeni Anayasa, ayrıca «sos­ yal devlet» kavramının ışığında devlete ulusal kalkınmanızı sağlayacak ve hızlandıracak bir takım görevler yüklüyordu. Hiç bir sınıfa, züm­ reye ve kişiye ayrıcalık hakları tanınmayacaktı. Toprak reformu başarılacak, orman davası çö­ zümlenecek, çalışma hayatı sosyal adalet ilke­ si sınırları içinde düzenlenecekti. Mülkiyet hak­ kı, toplum çıkarları aleyhine kullanılamayacak­ tı. Ne yazık ki, genel çizgileriyle çok ileri görüşlü olan bu Anayasa 10 yıl boyunca tam uygulanma olanağını bir türlü bulamadı. Daha açık bir de­ yimle bir kısım tutucu güçler Anayasanın gereği gibi uygulanmasını engellemek üzere ellerinden geleni esirgemediler. Henüz halk oyuna sunula­ cağı sıralarda <<Anayasaya hayır demekte hayır vardır» sloganı altında yoğun bir propagandaya girişildi. Buna rağmen Anayasa halkça onayla­ nıp da yürürlüğe girdikten sonra da onu baltala211


mak uğruna çaba harcayanlar eksik olmadı. Anayasa kusursuz bir eser miydi? İnsan elinden çıkan her yapıt gibi şüphesiz onun da yetersiz ve eksik yanları bulunabilirdi. Ama bunları görüp düzeltmek için elbette her şeyden önce bir süre Anayasanın içtenlikle, doğru dürüst uygulanması gerekmez miydi? İşte bizde bu yapılamamıştır. İlk günden başla­ yan engelleme hareketleri zamanla gittikçe yo­ ğunlaşmış, tutucu güçler iktidara yeter çoğun­ lukla geldikten sonra da Anayasa düşmanlığı Meclis kürsüsünden bile açıkça ve sık sık dile ge­ tirilir olmuştur. Anayasanın her türlü dernek ve kuruluşlara tanıdığı haklar kötüye kullanılmış, iktidarın kendinden bildiği kalabalıklara göz yumması üzerine yasa dışı davranışlar günden güne çoğalmış, kısa süre içinde bunlar anarşik hareketlere dönüşmüş, yurdumuzda silah kaçak­ çılığı almış yürümüş, nihayet gücünü dışardan aldığı anlaşılan bir takım örgütler banka soy­ mak, adam kaçırmak, diplomat öldürmek gibi yurt güvenliğini tehlikeye düşüren, vatandaş hu­ zurunu kökünden sarsan suçları işleyecek cesa­ reti kendilerinde görmüşlerdir. Bugün içinde bulunduğumuz durumdan Anayasa­ yı sorumlu tutmak çok yanlış bir düşünce olur. Durumun baş sorumlusu Anayasa hükümlerin­ den çoğuna karşı olan, böyle olduğu için de onu uygulatmamak, gerekirse ters yüz ettirmek uğ­ runa her şeyi göze almışa benzeyen Atatürk düşmanı tutucu ve gerici çevrelerdir. Onlar hi212


zaya getirilmedikçe ne yapılırsa yapılsın, yurdu huzura kavuşturmak olanağı bulunamıyacaktır.

Atatürk devrimlerini dondurulmuş kalıplar halin­ de görmeyen, tam tersine devrimleri çağdaş uygarlı­ ğa bir an önce varmamız için vazgeçilmez sağlam te­ mel taşları bilen Cumhuriyet, gerici çıkar çevreleri­ nin çok gözüne batıyordu. Bunlar bizi Moskovacılıkla suçlayarak, gazeteyi okutmamak için okurlarımıza ya­ sa dışı saldırılar düzenleyerek amaçlarını gerçekleş­ tiremeyeceklerini anlayınca nihayet daha etkin bir yol buldular. Cumhuriyet'in yönetimini yandaşları aracılı­ ğıyla ele geçirmeyi denediler ve bir süre için elhak muratlarına erdiler. 1971 temmuzunda Cumhuriyet Matbaacılık ve Ga zetecilik T.A.Ş. Genel . Kurulu olağanüstü toplantıya çağırıldı, benim siyasal tutumum yüzünden gazetenin çöküntüye sürüklendiği gerekçesiyle yönetim kurulu değiştirildi. Babamın ölümünden bu yana kurul baş­ kanlığında bulunan ve ömrü boyunca tüm varlığıyla Cumhuriyet'i destekleyen annemi de, yaşlılığını ileri sürerek, kurul dışı bıraktılar. Kardeşim Doğan ölmüş­ tü. Amerikalı eşi de «Milliyetçi»lere katılınca biz azın­ lıkta kalıyorduk. Gazete yönetmek şöyle dursun, öm­ ründe doğru dürüst gazete bile okumayan bir kişiye Cumhuriyet'i yönetme görevini vereceklerdi. Hakkım­ da uygulanan işlem çok ağırdı. Toplantı salonunda kı­ saca kendimi savunduktan sonra ayrıldım. Gazetenin parasal durumu gerçi hiç de parlak değildi. Okun­ ması yasa dışı yöntemlerle engellenmek isteniyor, bu213


na karşın tiraj bakımından Türkiye'nin dördüncü bü­ yük gazetesi olmak durumunu koruyordu. Ama gerek kamu sektörü, gerek çıkar çevreleri, Cumhuriyet'in onda biri kadar ancak satan gerici basını bol ilanlar­ la donattıkları halde bizi kasten bir köşeye itiyorlar­ dı. Babamın döneminde de para sıkıntısına uğradığı­ mız zamanlar olmuştu. Bir takım önlemlerle bu sıkın­ tıları atlamak olasıydı. En yapılmaması gereken , sı­ kıntıdan kurtulmak amacıyle gazetenin düşünsel tutu­ munu yüz geri edip, tutucuların, gardropcu, şerbetçi Atatürkçülerin dümen suyuna girmekti. Bir düşün ga­ zetesi savunduğu düşünceler uğruna gerekirse batma­ yı, yok olmayı göze alabilirdi. Ama yaşamak uğruna savunduğu düşüncelerden dönmek, o gazete için ölüm­ den de beter bir son, bir yok oluş demekti. Bunu göze alacaklarından kuşkum yoktu. Benim için çok a�ı ol­ makla birlikte onca yıl emek verdiğim Cumhuriyet'ten bütün bütün çekilmeyi düşündüm. Nihayet annem ve arkadaşlarımın sürekli ısrarları üzerine bir kaç ay beklemeye razı oldum. Gazetede yıllık iznimi kullana cağımı bildiren küçük bir ilan yayınladım. Köşeme çe­ kildim. Bir dileğim vardı : Ben yokken Cumhuriyet'te kimsenin işine son verilmemeliydi. Bu isteğim dinlen­ mek bir yana 4 ağustos günlü gazetenin birinci say­ fasında iri puntolu harflerle «Okurlarımıza» başlıklı şu yazı çıktı :

214


OKURLARIMIZA

Tarihin akışı içinde her millet zaman zaman sar­ sıntılar geçirir. Güçlü milletler bu buhranlı dö­ nemleri kısa bir .sürede atlatırlar. Bu arada, ba­ zı kurumlar da bir takım talihsizliklere uğraya­ bilirler. Olayların böylesine geliştiği bir dönemde, gaze­ temiz hakkında da, bazı tereddütler hasıl olmuş­ tur. Bu sebeple, gazetemiz umumi heyetinin 5 tem­ muz 1971 tarihinde yaptığı olağanüstü toplantıda; siyasi tutumumuz, yönümüz konusunda açılan görüşmede tesbit edilen ilkeleri okurlarımıza da açıklamayı vazife bildik. 5 temmuz olağanüstü toplantısında yönümüz şöyle tesbit edilmiştir: «Gazetemizin kurucusu merhum Yunus Nadi'niıı 7.5.1924 günlü ilk nüshasında yayınladığı temel ilkelere uygun ve Anayasanın ışığı altında Ata­ türkçü, milliyetçi ve aşırı uçlara eğilimsiz bir yol izlenmesi. Kurucumuz ve üstadımız rahmetıi Yunus Nadi de 7.5.1924 günlü Cumhuriyet'in ilk nüshasında «Cumhuriyet memlekete mal olmuş bir fikirdir. Biz, onun temsilcisi ve savunucusuyuz. Gazete­ miz ne hükümet gazetesi, ne de bir parti gaze­ tesidir� Cumhuriyet, demokrasi fikir ve esaslarını bo­ zan, yıkan ve yıkmaya çalışan her kuvvetle sa­ vaşacaktır» demişti. Biz de bu yolda yürümeğe devam edeceğiz. CUMHURİYET 215


Artık bu bardağı taşıran son damla oluyordu. O yazıya yanıt niteliğindeki istifa mektubumu Yazı İş­ leri Müdürlerimizden Sami Karaören' e verdim. Mek­ tubum ancak iki gün sonra, o da ikinci sayfanın bir köşesinde küçük puntolu harflerle yayınlandı. Yeni yönetim kurulu sanki bir yazının önemi harflerin bo­ yu ile doğru orantılıymış gibi bana ayrıca iri harfler­ le yazılmış bir de cevap yetiştirmeye kalkışmıştı. İSTİl<'A MEKTUBUM

İşte istifa mektubum ve yönetim kurulunun açık­ laması : 6 Ağustos 1971 CUMHURİYET GAZETECİLİK VE MATBAACI­ LİK T.A.Ş. YÖNETİM KURULU BAŞKANLIGI­ NA, Son olağanüstü genel kurul toplantısında 26 yıldır siyt:ısal yönetiminden sorumlu ve başyazarı bu­ lunduğum gazetemizin kuruluş amaçlarından sap­ tırıldığı hakkındaki iddiaları reddetmiş, sayın or­ taklardan oy çoğunluğunu elde bulunduranların aksi düşüncede bulunmaları üzerine, belki yakın­ da bir anlaşma tabanı bulunur umudu ve başta annemiz olmak üzere çalışma arkadaşlarımın ıs­ rarları ile birikmiş yıllık izinlerimi kullanma ka­ rarı almıştım. Ayrıca bu süre içinde Yazı İşleri başvurul­ kadrosunda herhangi bir değişikliğe mamasını, sayın Nuri Türen aracılığıyla Yönetim Kurulundan rica etmiştim. Bu ricam kabul edilmemiş ve birkaç gün içinde bir kaç arkadaşımızın işine son verilmiştir. 216


Bugünkü 4 Ağustos tarihli Cumhuriyet'te çıkan «Okurlarımıza» başlıklı yazı, üzülerek söylüyo­ rum, bana daha da ağır gelmiştir. <<Aşırı uçlar» deyimi, yıllardan beri tutucu çevrelerin bize karşı kullandığı bir propaganda sloganıydı. Ata­ türk ve devrim ilkelerini titiz bir dikkatle sa­ vunmaya ömrü boyunca önem vermiş bir adam olarak «Okurlarımıza» başlıklı yazı beni hayal kırıklığına uğrattı. Sanki «Cumhuriyet» Atatürk yolundan saptırılmış da tekrar o yola oturtulu­ yormuş gibi bir hava seziliyor bu yazıda. Aslında bir kısım çevrelerin propagandasını pay­ laşan ve onlara boyun eğer görünen bu yazıyı okuduktan sonra izin süremin bitmesini bekle­ meyi gerekli bulmuyor ve tam 41 yıl hizmet et­ tiğim «Cumhuriyet»ten üzülerek ayrılıyorum. Saygılarımla. NADİR NADİ YÖNETİM KURULUNUN AÇIKLANMASI

Sayın Nadir Nadi'nin istifasını yukarıda okurla­ rımıza sunmaktayız. Mektubunda «Bizleri tutucu çevrelerin propagandasını paylaşmak ve onlara boyun eğer görünmekle» suçlamaktadır. Suçlamaya sebep olan genel kurul kararını, ku­ rucumuz Yunus Nadi'nin ilkelerini aşağıda tek­ rar yayımlar, hükmü kamuoyunun takdirine bı­ rakırız. Umumi heyet kararı : «Gazetemizin kurucusu merhum Yunus Nadi'nin 7.5.1924 günlü ilk nüshasında yayımlandığı temel 217


ilkelere uygun ve Anayasanın ışığı altında Ata­ türkçü, milliyetçi ve aşırı uçlara eğilimsiz bir yol izlenmesi.» Kurucumuz ve üstadımız rahmetli Yunus Nadi' nin çizdiği yön.: «Cumhuriyet, memlekete mal olmuş bir fikir­ dir. Biz, onun temsilcisi ve savunucusuyuz. Ga­ zetemiz ne hükümet gazetesi, ne de bir parti ga­ zetesidir. Cumhuriyet, demokrasi fikir ve esaslarını bozan, yıkan ve yıkmaya çalışan her kuvvetle savaşacaktır.» CUMHURİYET YÖNETİM KURULU Şimdi aradan bunca yıl geçtikten sonra bu yazış­ maları irdelemeye artık ne gerek var? Kim Ata­ türkçü imiş. Milliyetçilik nasıl olurmuş, aşırı uçlar ne demekmiş, hükmü kamuoyuna bırakan yönetim kuru­ lu, beklediği yanıtı ertesi gün kamuoyundan almağa başladı. Okurlar Cumhuriyet'i boykot ediyor, gazete­ nin tiraj grafiği görülmemiş bir hızla aşağı doğru ka­ yıyordu. Yeni yöneticiler aşırı sol uçtan bildikleri arkadaş­ larımı gazeteden uzaklaştırmaya kararlıydılar. İlhan Selçuk'la, Oktay Kurtböke tutuklu bulundukları için yasa gereğince bir süre beklemek zorundaydılar. İşi­ ne ilk son verilen dış politika yazarımız Mehmet Bar­ las oldu. Sonra sırasıyla Şükran Ketenci'yi. Çetin Öz­ bayrak'ı, Müfit Alaçalı'yı gazeteden uzaklaştırdılar. Oktay Akbal beni Cumhuriyet'ten atmanın akıl almaz bir şey olacağını yazdığı için aforoz edildi. Sadun 218


Tanju kendiliğinden çekildi. Değişiklikleri üzüntüy­ le izlenen 30 yıllık Cumhuriyet yazarı profesör Hıfzı Veldet Velidedeoğlu da yazılarını kesti. Neyse, anımsadıkça beni küyü bırakalım artık.

hala üzen bu acıklı öy­

Aradan bir yıl geçince Cumhuriyet Matbaacılık ve Gazetecilik T.A.Ş. Genel Kurulunda oy dengesi değiş­ ti, bana gel dediler. Nasıl gelebilirdim? Çok sarsılmış, arka arkaya ruhsal bunalımlar ge­ çirmiştim . Bu süre içinde beni arayan gazeteden ay­ rılmış arkadaşlarla dertleşme olanağı bulmasam bel­ ki patlardım. Ayrı..::a Refik Erduran ve o zamanki eşi Leyla Umar da eksik olmasınlar, bana büyük ilgi gös­ teriyor, acımı unutturmak için insancıl bir çaba har­ cıyorlardı. Bir de kemanım vardı. Her gün bir kaç saat onunla kucaklaşıyor, arasıra da müzisyen arkadaşım Orhan Borar'ın eşliğinde Viotti idi, Corelli idi, Tarti­ ni idi oyalanıyordum. Cumhuriyet'e dönmek, tanınmaz derecede değiş­ miş o sevgiliyi eski tazeliğine kavuşturmak benim bu yaştan sonra başarabileceğim iş miydi ? Her zaman üzüntülerimi benimle paylaşan eşim Berrin yeni ve çözümü güç sorunlarla karşılaşacağımı düşünerek gazeteye dönmemi hiç istemiyor : - Yorulacaksın , hastalanacaksın, gitme, yazık değil mi sana? diyordu. Bense , Nurullah Ataç'tan öğrendiğim belleğimde yalan yanlış kalmış şu beytin etkisi altındaydım : Gönül muhabbeti adet edinmiş yoksa. Ne sende cemal ne bende hal kalmıştır. 219


Cumhuriyet'in cemali (güzelliği gençliği) ona bel­ ki yeniden kazandırılabilirdi. Ama ben de bunu başa­ rabilecek hal kalmış mıydı? Sonunda kararımı verdim: Ancak arkadaşlarımla gelirim ! dedim. Kendimden çok gençlere güveniyordum. Öyle yapıldı ve bu anılar dizisi de böylece burada noktalandı.

220


İÇİNDEKİLER

BİRKAÇ SÖZ I

5

Gaipten bir ses ken S. Ataman'ın - Amansız hastalık Köşkü'nde tatsız bir dönüş --

Tutanaklar onaylanır­ durumu ve benzerleri - Yabancı Konuklar olay - 18-0 derecelik

. . . . . . ................ . . . . . . . . . . . . . . . . . ..... .

II

IH

7

C. Bayar üstüne - Dil bilmeyen bakan Bayar'ın Atatürk'e biçimsel öykünüşü Garip bir öfke - DP iktidarının ilk yılların­ da bir kaç karşılaşma daha - Bir uyarı ziyareti

19

Denizbank mı, Denizcilik Bankası mı? Dil Devrimi Üstüne .. . ... .. . .. .. .. ...... .. . ... ... ..... ..

37

. .

221


IV

Menderes'le - Mendere�'in dostları - Çap­ kınlıkları ve Yalnızlığı - Menderes 'in dış gezileri - Paris göklerinde turlar - Men­ deres'in öfkesi - Almanları şaşkına çevi­ ren gezi - DP ile bozulan ilişkiler - Şid­ det yolunun seçilişi - Türk Başbakanına Amerika'da reva gülen karşılama

43

Avrupa Konseyi -- Görev aldığım altı yıl Kaçırdığımız önemli fırsat - M. Emniyetten bir konuk - Üyelerin bölgesel özellikleri Melina Meıx:ouri'nin babası - Konseye gelen ilginç öneriler - F. Ergin olayı . . . .

81

. . . . . . . . . . . .

V

..

VI

Büyükelçiliğim ! - Tatsız bir diplomasi dersi - Bir dürüstlük görevi . . . Kırdar'ın sonu böyle mi olmalıydı? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 111

VII

27 Mayıs 'a doğru - Uçtu uçtu karikatürü ve kapatılmamız - İktidar panik içinde Beklenen Godo geliyor 27 Mayıs - İs­ tanbul'da üç hizmet adamı - Ordu'da ya­ pılacak ameliyat - <<Araziniz var mı Nadir Bey?» - İyi niyetli babacan bir adam - İlerici basın dlüşmanı biri - 147'1er olayı - İdamları önlemek için harcadığım çaba - Devrim için kurban isteyenler . . . . 123 ..

VIII Karmaşık olgular - Geçici bir bunalım Uzun süren bir dava - Dönen oyunlar, te­ mizlik - Yeniden T. Büyük Millet Mecli­ si'nde - Senatörlük anıları - Protokol, protokol . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ..........

222

155


IX

12 l\!Iart - Kuşkulu günler - Erim ağabeylik etmemi istiyordu - Cumhuriyet

yine

kapatılıyor - Perhiz ve lahana turşusu Gericilerin azıtması - Anayasa üstüne uya rılarım - Ayrılış ve dönüş

.

.. . . . . .. .. .. .... ... .. . .

183

223


Cumhurıyet Gazetesinin başyazarı olarak dir Nadı,

a

1950 - 1972 yılları arasında öyle durum

larda, öyle olaylara tanık olmuş ki «Olur şey de ğil ! »

demekten

kendisini alamamış . . .

min anılarını yazarkeıı

Bu döne­

de kitabına bu

adı koy

du Ustaca yazılmış olan bu anıları okurken siz­ ler de sık sık «Olur şey deği l ! » diyeceks inız. Eleş­ tirel

bir bakışla yazılan anılarda yazar sık sık

kendisini de eleştiriyor. Öylesine eleştiriler ki bu dürüstlüğe hayran olmamak elde

değil.

O şaşılası gülünçlükleri kısa, vurucu

bır dil­

le anlatan «Olur Şey Değil»i beğeniyle okuyacak. elimizden

bırakamayacaksınız .


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.