Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yenigün Haber Ajansı
Basın \le Yayıncılık A.Ş. Kasım 1997
BATICILIK, ULUSÇULUK VE TOPLUMSAL DEVRİMLER 2
-
-
NİYAZİ BERKES
Cumhuriyet
GAZETESİNİN
OKURLARINA ARMAGANIDIR.
VI
HALKÇILIK TEPKİSİ iLK TOPLUMCULUK SEZ1ŞLER1 Meşrutiyet gelince, çoğunluk hala ilk üç gruptadır; fakat ilk defa olarak toplumcu diyebileceğimiz 4. grup tan ufak bir aydın kütlesinin ortaya çıkması imkanı doğ du. Bunlar ilk defa olarak halktan, toplumdan söz etmeye başladılar. Toplumculuk görüşü ilk defa olarak-aydınlar arasında kendini belirtmeye başladı. Meşrutiyetin bu genç aydınlan, halk kütleleri ile aydın arasındaki müna sebet meselesinde, Yeni Osmanlıcılık kadar saf ve iyim ser değillerdi. İstedikleri değişikliklerin, uğrunda, halkın da savaşacağı değişiklikler olduğuna safdilcesine inanmı yorlardı. Devrimlerin gerçek dayanağının halk olması ge rektiğini düşünmekle beraber, bu devrimlerin yalnız hü kümet değil aynı zamanda halkın kendi müessese ve inançları olduğunu görüyorlardı. Demek ki aydının bir yandan hükümet, bir yandan da halk ile olan ilişkilerin deki anomalilerin farkına varmış oluyorlardı.
117
tık defa olarak aydın toplumun önemini, onun ya rattığı problemlerin büyüklüğünü sezmeye başlıyordu. Artık, ister modernleşme davası, ister kimlik davası olsun birincinin bir birey kafası aydınlanması, ilim ve irfan ve hatta halk bireylerinin "sa' y-ü amel"i davası olmadığı, ikincinin toplumsal örgüt kimliğinden yoksun müslüman yığını olmak davası olmadığı görülmeye başlıyordu.
HALKA DOGRU HAREKET! Gene bu dönemde ilk defa olarak yeni bir şey daha görüyoruz: aydınlar üzerine Avrupa fikir tesirinin yanı sı ra şimdiye kadar hiç tesiri olmamış olan başka bir kay naktan gelen fikirlerin, dolaylı olarak da olsa, serpintileri gelmiş. Bu kaynak, Rusya'daki halkçılık hareketinin fi kirleridir. Dolaylı da olsa bu hareketin serpintilerinin gel mesi tesadüfi değildi. Çünkü gerek Rusya, gerek onun tesir ettiği diğer memleketler Türkiye gibi Batı uygarlı ğında olmayan, fakat ona girmek çabasında olan geri kal mış toplumlardı. Rusya'da 1870 yıllarında gelişmiş olan ve "narod nichestvo" yani halkçılık denen hareket, 1890 yıllarına kadar süren tarihinde ayn safhalar geçirmiş bir hareket ol makla beraber Rusya'daki aydın ve halk münasebeti me selelerin çeşitli yanlarını yansıtır. Aydının halka gitmesi
118
fikri ile başladı; önceleri bu, aydının halka gidip onu ay dınlatması şeklinde düşünülüyordu. Daha sonra aydının halkı aydınlatması değil aydının kendisinin halkı tanıma sı, halktan toplumun meselelerini öğrenmesi düşüncesine gelindi. Nihayet, Rus toplumunun gerçekte alması istenen şeklinin temelinin halkın geleneksel müesseseleri, özel likle köy komünü olacağı davası şekline girdi. Toplumsal devrim davasında aydının halk kitleleri gibi birleşmesi da vası halinden çıkıp bazen bir muhafazacılık, bazen de Rus ulusunun tarihsel evriminin Batı uygarlığındaki toplumla rın evriminden tamamiyle ayn nitelikte olduğu şeklinde bir sonuca varması yüzünden 1890'lardan itibaren Mark sist toplumcular tarafından reddedildi. İşte, Rusya'daki bu halkçılık akımının üç dolaylı yol dan Türk aydınlan arasında da serpintileri hissedildi. Bun ların birincisi, Balkan ve özellikle Bulgar aydınlarıdır. Na rodnik fikirleri bunlar arasında, özellikle yazar ve öğret menler arasında, Meşrutiyetten önceki yıllarda çok kuv vetlenmişti. İkincisi, Rusya'dan gelen Türkler oldu. Mese la, Petersburg Üniversitesi'nde okuyan Hüseyinzade Ali, oradaki İhtilalci talebe komünlerini görmüş, hatta Namık Kemal'in adını bile ilk defa bunlardan duymuştu. İstan bul'a gelip Tıp Fakültesi'ne girince birkaç arkadaşı ile bit likte bu narodnik modeli üzerine ilk üniversiteli gizli tale be cemiyeti olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni kurmuştu. 119
Türk aydınlan ihtimal ki ilk defa olarak, daha Abdülhamit zamanında, Hüseyinzade Ali gibi kimselerden Rusya'daki üniversite ve jimnazyum öğrencileri arasında çok salgın olan narodnik hareketi hakkında dolaylı olarak bilgi edin mişlerdi. Bu cemiyeti kuranlardan biri olan Abdullah Cev det'in daha sonra İsviçre'de yayımladığı İçtihat dergisinde de bunun yankılarını görürüz. Mesela, 1905 Rus İhtila li'nden sonra Kınm'da yeni bir dergi çıkarmaya başlayan Sabri Ayvazof, İçtihat dergisine yolladığı mektupta "Rus İnkılab-ı Kebiri" dediği bu ihtilal ile Jön Türklerin güttü
ğü amacı kıyaslayıp Osmanlı aydınlarını şiddetle kınaya rak şöyle der: "Rus aydınlan, istibdada rağmen, yıllarca çalıştılar, halkı aydınlattılar. Osmanlı aydınlan ise sadece şıklık taslamasını bilirler; korkaktırlar. Çoğu kibar ailele rinde yetiştirilmiş beyzadelerdir. Siz Jön Türkler, beş on bin kurban vermedikçe elli yıl daha ehramların tepesinden bağırsanız, Eyfel Kulesi'nin tepesine çıksanız gene birşey yapamıyacaksınız. Şimdiye kadar Abdülhamit'le uğraşa caklarına biraz da memleketlerinin baldın çıplakları için çalışsalardı amaçlarına çoktan varırlardı." Üçüncü dolaylı yol, Ermeni aydınlarının başlattığı ve nasyonalist Taşnak hareketinden ayrı olan sosyalist Hınçak hareketidir, çünkü bu ikincisi narodnik fikirleri nin şiddetli etkisi altında doğmuştu. Meşrutiyetin ilanın dan sonra meşru bir sosyalist parti olarak kurulmuş, Bul-
120
gar halkçıları gibi bunların da Meclis-i Meb'usanda tem silcileri vardı. Bu üç dolaylı yoldan gelen etki serpintilerini özellik le Ömer Seyfettin'in yazılarında buluruz. Ömer Seyfettin, bir subay olarak Bulgar aydınlarının halkçılık hareketini yakından tanımıştı. "Ashab-ı Kehfimiz" adlı
uzun
bir hi
kayesi de bir sosyalist Ermeni aydınının ağzından yazıl mış. Osmanlı aydınlarına çevrilmiş bir hicivdir.
HALKÇILARIN DEVRiM VE BATI GÖRÜŞÜ Meşrutiyetin gelmesiyle, hükümetlerin eski hükü metlerden farklı olmadığı görülünce, bir devrim dönemi açılması beklenirken bir hürriyet anarşisi başlayınca ay dınlar arasında halka dönme fikri daha çok ilgi kazanma ya başladı. Sivil ve subay okumuşlar bu durum karşısın da Batıcılık, Osmanlıcılık, İslamcılık fikirlerini bir yana bırakıp aydının ne yapması, ne düşünmesi, nasıl bir yol bulması gerektiği meselelerine döndüler. Selanik'te çıkan Genç Kalemler veya Felsefe Mec muası gibi dergilerde çıkan yazılarından görüldüğüne gö re, bunların Batı uygarlığını anlayışları Namık Kemal ve Edebiyat-ı Cedide anlayışından çok ileridedir. Batılılaş ma artık "say'ü irfan" meselesi olarak veya Batı peykçi liği şeklinde gözükmüyor. Tersine, Batı uygarlığının ken dine özgü toplumsal temelleri olduğunu anladıkları gibi,
121
Batıya karşı objektif ve eleştirici davranışları var. İlk defa olarak Tanzimatçı, Yeni Osmanlıcı ve islamcı çeşitten ol mayan bir Batı anlayışı, Meşrutiyetle ortaya çıkan halkçı aydınlar arasında belirmiştir. Bugün bizde hangi edebiyat kitabını açsanız orada Meşrutiyetle birlikte bir milliyetçilik ve milli edebiyat akı mı başladığı iddiasını görürsünüz. Halkçılık ve toplumcu luk hareketlerinden hiç söz etmezler. Halbuki gerçek olan şudur: milli edebiyat akımı ve milliyetçilik, halkçılık hare ketinden sonra ve onun şimdi özetleyeceğim hücumlar karşısında aldığı şekil olarak doğmuştur. Genç Kalemler çevresi, hatta Ziya Gökalp henüz daha Türkçü ve milliyet çi değillerdir. Milliyet kavramı üzerindeki yazılan karışık ve belirsizdir. Osmanlı İmparatorluğu şartlan içinde bunlar henüz daha Osmanlıcıdırlar. Gerçekte, Ziya Gökalp bile, Ulusal Kurtuluş'a kadar, gerçek anlamıyla milliyetçi değil, Osmanlıcıdır. Milliyetçiliği, o dönemde, sadece bir "mef kfue" (ideal) olarak anlar ve bunu Türk aydınının halkçılık yani Türk toplumunu kalkındırma davasında girişeceği si yasi ve kültürel çabalarda bir ölçü, bir yön-verici olarak ileri sürer. Sade dil davasının kendisi de halkçılık hareketi nin sadece bir parçasıdır. Türkçülüğün, Birinci Dünya Sa vaşı sıralarında Turancılık haline geldiği sıralarda yazdığı yazılarda Gökalp bunu sık sık okuyucularına hatırlatır. Halkçılık hareketi en çok yazarlar arasında ilgi uyandırdığı için, aydının halka gitmesi, halkı öğrenmesi,
122
onun meselelerini tanıtması ödevi ile karşılaşınca yazar lar karşılarına çıkan ilk duvarın dil meselesi olduğunu gördüler. Bu yüzden, halkçılar ilk iş olarak dil meselesi üzerinde durdular.
HALKÇILARA ÇEVRiLEN HÜCUMLAR Fakat daha ilk adımda halkçılar kendilerini Osman lılığın yaratığı olan üç fikir geleneğinden gelen yaylım ateşi ortasında buldular. İlk hücum, İstanbul'un alafranga Batıcılarından gel di. Bunların içinde, halkçılığın sonradan Türkçülük şekli ne sokulan akımının başına geçmek gibi bir marifet gös teren Hamdullah Suphi gibi alafrangalar vardı. Fecr-i Aticiler denen ve Edebiyat-i Cedide estetlerinin yeni dö lü olan sanatçıların toplumsal içten yoksun yapma dil ve edebiyat anlayışı halk dilciliğini sanata aykırı bir barbar lık sayıyordu. Dikkate değen nokta, bu alafranga estetle rin dil halkçılarını derhal devrimci olmak suçu ile dam galamaları oldu. Evvelce gördüğümüz gibi, Abdülhamit rejimi Os manlıcılığı, İslamcılığı ve Batıcılığı iyice dejenere ettiği halde ve şimdi bunların mensuplarının hepsi bir ağızdan Abdülhamid'e söğdükleri halde bu rejim onları dünyadan ve Türk toplumun halinden o kadar cahil bir hale getir mişti ki Abdülhamit devrildiği halde onunla birlikte ken-
123
di fikirlerinin de iflasını göremiyorlar, meselelere hiila bu üç açıdan birine göre bakabiliyorlardı. Alafranga Batıcı.lann çevirdiği projektör altında iyi bir hedef haline gelen bu devrimcilik suçlusu halkçılara, arkadan Osmanlıcıların saldırılan başladı. Bunlar da şöyle diyorlardı: " Halktan bahsediyorsunuz; sözünü ettiğiniz halk Türk dediğimiz cahil köylüdür. Bunları uyandırarak kendilerine bir milliyet şuuru vermekle, asıl millet olan di ğer anasın huylandıracaksınız. Böylece siz Osmanlı devle tine ihanet ediyorsunuz. Biz bu milletlerin milliyetçiliğinin önüne geçmeye çalışıyoruz; siz ise onlara yardım ediyor, üstüne başımıza bir de Türk milliyetçiliği çıkarıyorsunuz." Demek ki bunlar, halkçıların davranışının "milliyetçilik" demek olduğunu ileriye sürmeye başlamışlardı. O zamanlar, bizim şimdiki "ulus" deyimimizin kar şılığı olarak kullanılan "millet" kelimesi bugün anladığı mız anlama gelmiyordu. Müslüman ve Türkten gayrı olan, ve "millet" kelimesini kullanmamak için Osmanlı cıların "Anasır" demeye başladığı din cemaatlanna denir di. "Millet" ve onunla ilgili olan "ümmet", "kavmiyet" gibi, kaynaklan ta Kur' ana kadar giden ve yirminci yüz yıla kadar çeşitli anlam değişmeleri geçiren kelimeler, İs lamcıların, üzerinde pek hassas oldukları kavramlardı. Onlar, Türk ve müslüman olmayan cemaatlar için inadına "millet" terimini kullanırlardı; Arapçada da kelimenin asıl anlamı bu idi. İslamcıların nazarında, Müslümanlık birliği, hiişa, bir "millet" değildi. Ancak gavur cemaatlan "millet"ti. İşte, halkçılara çevirilen hücumlara onlar da bu
124
açıdan katıldılar. "Ne? Millet olmamızı mı istiyorlar bu zındıklar? Ne demek? Hiç Müslümandan millet olur mu? Hem bu Türk lakırdısı da ne oluyor? Bu, islam ümmetini yıkacak bir şey. İslamda miliyet davası yoktur, bu kavmi yet demektir" diye tutturdular. Demek ki bunlar da, halk çıların fikirlerini kavimcilik veya ırkçılık şeklinde yorum luyorlardı. Halbuki, halkçıların henüz daha ne milliyetçi likten ne de ırkçılıktan söz ettikleri yoktu.
HALKÇILIK, TÜRKÇÜLÜK ŞEKLiNE GIRiYOR Peykçi Batıcılar, Osmanlıcılar, İslamcılar, yani bü tün alafranga aydınlar halkçılara hakaret veya alay kas
diy le "Türkçü" adını taktılar. Halkçılık yavaş yavaş Türkçülük -milliyetçilik- kavmiyetçilik olarak tanınmaya başladı. Halkçılar, bu kavramlarda pişmiş adamlar değil lerdi; çoğu ordudan ayrılmış pratik genç subaylardı. Da ha kendilerine gelemeden, içlerine karışan başka bir un sur hem bunların halkçılığını bozmaya, hem halkçıların düşmanlarına hak verdirecek fikirleri sokuşturmaya baş ladı. Bu unsur, halkçıların Osmanlı Türkiyesi ve Türk halkı ile ilgilenişleri zıddına, Rusya'daki müslümanların milliyet davaları ile ilgili olan Rusya muhaciri aydınlardı. Bunların milliyet meselesindeki durumu, Türki ye'deki halkçıların durumunun tersi idi. Bunların durumu Rum, Ermeni, Arnavut, Arap milliyetçilerinin durumu nun aynı olan bir durumdu. Çünkü onlar da bir impara torluktan kurtulma savaşı içinde bulunan, kimselerdi.
125
Rusya'daki Narodnik hareketi, oradaki müslümanlar ara sında sosyalizme değil, nasyonalizme dönmüştü. Rus ay dınlan arasında da narodnik hareketi artık ölmüştü, çün kü bir taraftan arka arkaya gelen toprak reformları, bir ta
raftan kapitalist ekonominin köye kadar nüfuz edecek de recede ilerlemiş olması yüzünden halktan bahsetmek ve ya ideal toplumun köy komününe dayanacağını iddia et mek Rus sosyalist düşününde artık gericilik olarak görü lüyordu. Rusya'daki kapitalist gelişme Müslüman nüfus arasında da canlı bir b urjuva sınıfı yaratmıştı. Gerçi, Rusya'daki müslümanlar arasındaki milliyetçilik fikirleri hala İslamcılık, Tatarcılık ve Türkçülük ihtilaflarından kurtulamamış idiyse de Türkiye' ye sığınan muhacir ay dınlar arasında milliyetçilik Tatarcılık ile Türkçülük ara sında gidip gelen bir ırkçılık şeklinde kendini gösterdiği gibi, Türkiye'deki halkçılardan farklı olarak bunlarda kuvvetli bir burjuvazi anlayışı vardı. Bunların belirli bir sınıf destekleri olması açısından Türkiye halkçılanna kı yasla bir üstünlükleri olmakla beraber, siyasi kuvvet ve destekten yoksun olma gibi bir eksiklikleri vardı. Türkiye 'deki halkçıların nasyonalizme dönmesi, Rusya'daki müslüman aydınlarının isteğine uyuyorsa da bunların anladığı Türkçülük, halkçıların kendi davalarına, uymadığı gibi Osmanlı devletinin işine gelmeyen, islam cılann da asla kabul edemiyeceği bir şeydi. Demek ki du rum
şu: Halkçılar halktan uzak olmalarına, toplumsal sı
nıfları temsil etmemelerine, Abdülhamit devrinden kalma, üç akımın üçünün de hücumuna maruz kalmalarına ilave
126
olarak şimdi bir de kendi aralarına sokulan ve yabancı bir devlet altındaki bir halkın burjuva milliyetçiliğini güden lerin, fikirlerini benimseme durumuna düşüyorlardı. Bu, halkçılık hareketini gelişme imkfuıından mahrum ettikten başka, onu halkçılık davasından ayrılan bambaşka bir şek le, hatta ırkçılık veya bir pan-hareketi haline sokma im kanlarını taşıyordu. Türkiye'deki halkçılık hareketi, böy lece kendini bir alay mayın tarlaları içinde buldu.
ZlYA GÖKALP Halkçılık hareketini bu mayın tarlaları arasında do laştıra dolaştıra yeden kuv vetli bir düşün ve terim ustası çıktı: Ziya Gökalp. Bir alay yeni terimlerle veya eski te rimlere verdiği yeni anlamlarla bu mayınların birer birer füzelerini çıkara çıkara Gökalp, devrimci aydını bunların hiç birine tamamiyle uymayan bir istikamete doğru çek meye muvaffak oldu. Bunu yaparken her birinden bazı şeyler aldı, bazı şeyleri bıraktı; bir yandan Osmanlıcılığı, Batıcılığı, islamcılığı aşağıda inceleyeceğimiz iki kavram etraf!nda yeni baştan tertipledi; bir yandan da halkçılığı marksist sosyalizmden ayırarak Durkheim'ın sosyolojis mine bulayıp ondan tam Osmanlı İmparatorluğu'nun ba tacağı sıralarda "tesanütçülük" dediği solidarizm ve mesleki temsilcilik ideolojisine ulaştırdı. (Gökalp, daha sonra yani Kurtuluş Savaşı'ndan sonra bu noktadan baş l�yıp devletçiliğe geçmek üzere iken öldü). Ziya Gökalp, Kurtuluş Savaşı ve Kemalizm ile öm-
1 27
rünü tamamlamış, fakat meşrutiyet sonrası düşün haya tında önemli bir rol oynamış bir düşünürdür. Türk toplu munun içinden çıkılmaz bir hale gelen meseleleri üzerin de onun kadar kafa yoran, onun kadar ciddi ve namuslu bir düşünür bulunmamıştır. O da Namık Kemal gibi, son radan gelenlerin onların zamanındaki şartların ve mesele lerin niteliği hakkındaki cehaletlerinden ötürü keyiflerine göre tahrif ettikleri, putlaştırdıkları bir düşünürdür. Değil bizim zamanımızda, daha Atatürk zamanında bile ödevi bitmiş olan bu düşünürü bizim ne putlaştırmamız, ne de put yıkma iddiası ile ona saldırmamız gerekir. Bize dü şen ödev, ödevini elinden geldiğinden fazla yapan bu adamı anlamaya çalışmak, uğraştığı meselelerin ne oldu ğunu kavramak, içinde bulunduğu tarihsel şartlar yüzün den gücünün nerelerde bittiğini, nerelerde bugünümüze yaramadığını, uymadığını anlamaktır. Bugün Türk toplumu onun zamanında olduğundan çok ötelere geçmiştir. Bizim artık ondan medet umma mız, onu papağan gibi tekrarlamamız, üstelik bir de tah rif etmemiz ancak utanılacak bir şey olur. Ziya Gökalp'i göz göre göre tahrif edip hala istismar eden şarlatanlara bu imkanı vermemek için onu doğru ve yerinde tanımak ödevimizdir. Biz, bunun, ancak konumuz açısından ola nını yapmaya çalışacağız.
128
VII TÜRKÇÜLÜK TEPKİSİ Konumuz düşün tarihini bütünü ile yazmak değil, sadece üç nokta etrafında yani "Batı", "Biz" ve "Değiş me" meseleleri üzerindeki fikirleri tartışmaktır. Onun için burada Ziya Gökalp hakkında yazacaklarımız sadece bu konularla ilgili olanlardır. Yoksa onun gibi çok yanlan olan bir düşünürü bu kadarcıkla bitirmiş olmak iddiasın da değiliz. Gökalp, Batı uygarlığı ile Osmanlı veya İslam bizci liği arasına sıkışıp kalmış peykçi Batıcı, Osmanlıcı ve İs lamcı alafrangalarda, Türkiye'nin baş davasının tecelli et miş halini görüyordu. Gökalp'in yazılan, dolaylı veya do laysız, bu aydın gruplarının ve ideolojilerinin tenkitleri ile doludur. Onun nazarında, İslamcılar da dahil, bunların hepsi (benim deyimimle) alafrangalığın yani Batı karşısın da olumhi veya olumsuz kör-tepkiciliğin çeşitlerini temsil eder. Onun için Gökalp bütün gayretini, halkçı veya top lumcu aydına, yeni bir "mefküre'', bir ideal verme işine
1 29
çevirdi. Bu, aydına o zaman için yeni olan "milli" bir yön verme işidir. Gökalp'in en önemli olumlu yanı budur.. Buna karşılık Gökalp'in Osmanlı devleti şartlan al tında Batıcılık, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Turancılık akımları arasında yaptığı uzlaştırmalar yüzünden toplum cu görüşe aykırı hayalcilik ve akılcı bireycilik yanlan var dır. Bu da onun olumsuz yani başarısız ve zamanla değeri kalmamış yanıdır. İleride Kemalizme geldiğimiz zaman onun bu ikinci yanının değerden düştüğünü göreceğiz.
GÖKALP1NA!1LLETANLAYIŞI Onun olumlu olan yanında en önemli "biz" kavra mı ulus kavramıdır. Onun ulus kavramı ne Tanzimatçıla rın Müslüman ve Türk'ten gayrı halkların "millet"i, ne Namık Kemal'in Osmanlı milleti, ne İslamcıların İslam ümmeti ve ne de Rusyalı .Türkçülerin Tatar veya Turan kavmi veya ırkıdır. Gökalp'in bunların hepsinden ayrılan "millet" kavramı hala bugün de bizim kabul ettiğimiz, bilimsel anlama en uygun ve bugün için gerçek haline gelmiş olan bir kavramdır. Bugün bir ulus olarak varoluş artık onun zamanında olduğu gibi bir özlem, hatta bir imkansızlık değil, bir olay, bir gerçektir. Onun için bugü nün milliyetçiliği bir ulus olma özlemi olamaz.Bundan ötürü bu anlamdaki milliyetçilik, Gökalp'in anladığı an lamdaki ulusolmaktan memnun olmayan, ondan gayrı bir
1 30
şeyin davasını güden ümmetçilerin veya ırkçıların ve em peryalizm uşaklarının eline geçmiştir. Gökalp'in anladığı anlamdaki ulus ise, ulusal kurtuluş savaşının yarattığı, Atatürk'ün gerçekleştirdiği ulustur; onun milliyetçiliği ise bu ulusu satmaya kalkanlara, onu geriye göndermeye çalışanlara ve bunların dışarıdaki yabancı çıkarlarına kar şı toplumcuların güttüğü bir milliyetçiliktir. Gökalp'ın bu kadar başarılı bir ulus kavramına var masına karşılık, bugün için olumsuz olan yanı Ulus toplu mu ile Batı uygarlığı arasındaki ilişkiyi devrimsel değişme yolu ile ulusun kalkınması amacına uygun şekilde bulama mış olmasıdır. Fikirlerinin ırkçılar elinde talan edilmesin de, gericiliğe alet edilmesinde bunun büyük payı olmuştur. Çünkü bir yandan İslamcıların, bir yandan Batıcıların etki si altında Gökalp'ın hem uluslaşma anlayışı, hem Batılılaş ma anlayışı yanlış temellere dayandırılmıştır. Onun zama nında bir ulus olarak Türk toplumu uluslaşmanın fırının dan geçmemiştir. Gökalpte ulus olma sadece aydının fikir de özleyeceği bir yöndür; bunun için o buna "mefk:Ure" adını takmıştır. Bağımsız, kendi bütünlüğüne ve iradesine hakim bir ulus olmanın siyasi, kültürel, ekonomik, p.atta di ni problemleri Gökalp'ın bu mefk:Ureye göre zihninde ta savvur edebildiği şekillerden farklı şekillerde ortaya çıkmış ve çözüm bulmuştur. Bunu bize gösteren Atatürk devrim leridir. Bu devrimler, Gökalp'ın beklediği şekillerden baş ka türlü, hatta onlara zıt şekillerde ve yönlerde olmuştur.
131
Aynı şeyi Batılılaşma meselesinde de görürüz. Gö kalp'te de Batılılaşma hala Namık Kemal'den beri gelen anlamdadır. Gökalp, gerek uluslaşma ve gerek Batılılaş ma konularında İslamcılardan ve Osmanlıcılardan farklı terimler kullanmasına rağmen, bunlar hakkındaki görüşü onların görüşlerinin etkisinden kurtulamamıştır. O da "biz" meselesi ile "Batı" meselesindeki görüşü birbirine zıt iki görüş olmaktan çıkaramamış; hatta ikisini yanyaµa koymakla ikisi arasındaki tepişmeyi daha şiddetli bir hale sokmuştur. Atatürk dönemi müstesna, bu zıtlık siyasi ve kültürel hayatımızda bir buhran oldu mu derhal patlak verir. Öyle ki bugün sağcılık-solculuk gibi anlamsız, amiyane ayırımlar içinde savcılardan parti başkanlarına kadar yaygın bir kargaşa içinde bulunuyoruz.
HARS, MEDENiYET VE BATI Bu iki meseleyi, Gökalp'in düşünüşünde önemli rol oynayan iki kavramı yani hars (kültür) ve medeniyet (uy garlık) kavramlarını eleştirmekle görebiliriz. Gökalp, şimdiye kadar Batılılaşma taraflısı olanlar arasında bulunmayan, daha çok İslamcılar arasında bulu nan "manevi medeniyet", "maddi medeniyet" ayrımını alıp onu "hars" ve "medeniyet" ayrımı şekline soktu-: Hars, milli olan şeydir; medeniyet milletlerarası olan şey dir. Şimdi bu iki kavramın, bir Türk toplumunu, bir de Batı medeniyetini ilgilendiren yanlarına bakalım.
132
Bu ayırıma göre Batıda iki şey var: Biri medeniyet, biri hars. Batı medeniyeti, Batı milletlerinde müşterek olan bir medeniyettir. Fakat bu milletlerin ayrı ayrı harsları var dır. Tanzimattan beri gelen Batıyı soyut bir bütün olarak görme görüşünden böylece bir adım ileriye gidilmiş olu yor. Ulusal varlıklar seçiliyor.Bundan, ulusal ekonomilere ve bunlar arasındaki bağlantı ve çalışmalara, bunlarla Türk toplumunun arasındaki ilişkilere geçilebilirdi. Fakat eko nomik olan her şeye karşı korku ve bilgisizlik Gökalp'a da hakimdir. Bu yüzden ulusal harslara saplanıp, Batı ulusla rının toplumsal hayatının ekonomik yanlarına geçemiyor. ' Halbuki Türk toplumu üzerine asıl etkiyi yapan budur. Onun Batı harsının istilası sandığı şey, bu etkinin peşinden sürüklediği, Türk toplumundaki okumuşlar kütlesinin top lumdan kopuşunun arazlarıdır. Peykçiliğin, İslamcılığın ve Osmanlıcılığın temsil ettiği "hars buhranı" bunun ifadesi dir. Bunun altındaki sömürgeleşme sürecinin niteliğine bakmadığı için, Gökalp Batıya karşı ancak Batı harslarına karşı olma anlamında olumsuz davranış alıyor. Tanzimat çıları kınadığı zaman, onları Batı uluslarının ekonomik et kilerinin Türk toplumuna çullanmasına yol açmalarından ötürü kınamıyor; Batı uluslarının harslarını içeri soktular diye kınıyor. Gökalp, ulusal harsların ulusal ruhların ifade si, hatta ulusal ekonomilerin bile ulusal harsların ifadesi olduğu sanısı ile Tanzimatta başlayan Batı ekonomik etki sinin önemini tamamıyla gözden kaçırıyor.
133
Fakat gözden kaçırdığı veya yanlış tanıttığı yalnız bu değil. Buna ilave olarak Batı uygarlığı anlayışı da bil gisizliğe dayanır. Madem ki Avrupa uluslarının harsları ulusların ifadesidir, o halde Batı uygarlığı denen ve bu Batı uluslarında müşterek olan medeniyet, milletlerin ve ya harsların rolü olmadan, nereden gelmiştir? Namık Ke mal gibi o da Batı uygarlığını soyut bir veri olarak, sanki gökten zenbille inmiş bir nimet gibi görüyor. O da mede niyetlerin ve bu arada Batı medeniyetinin toplumsal kök lerini araştırmıyor. O da Batı medeniyetini aletler, eşya lar, usuller yığını, bir silahlar, araçlar, fabrikalar deposu olarak görüyor. Gökalp'in medeniyet dediği şey, ne hik metse bazen Uzakdoğu medeniyeti şeklinde, bazen Ya kındoğu medeniyeti şeklinde, bazen de Avrupa medeni yeti şeklinde tarih sahnesinde, coğrafyadaki hava cere yanları gibi, kıtadan kıtaya hiç sebepsiz dolaşır durur. Türkler de bu hava cereyanları gibi tarih boyunca esen bu medeniyetlerin peşinde ha babam koşarlar!
BATILILAŞMA NEDiR? Gökalp'in düşünüşünde asıl önemli olan böylece medeniyet meselesi değil, hars meselesidir. O da tıpkı kendinden öncekiler gibi toplumun geriliğini basit bir medeniyet geriliği olarak görür. Bunu tedavi etmek de
1 34
güç değil; medeniyetler nasılsa hazır bekliyor: Türk top lumunun Yakındoğu veya islam medeniyeti kostümü es'
kimiştir; yenisini medeniyetin şimdi son sözü olan Avrupa'dan almak yeter. Şu halde Batılılaşma Avrupa'da bulunan medeniyet deposundan şeyler ve yöntemler almaktır. Asıl mesele Av rupa'dan hars almamaktır. Halbuki biliyoruz ki kendisinden önce de, kendi zamanında da, bugünde de Türk toplumu nun asıl karşılaştığı güçlük hars almakta değil, medeniyet almaktadır. Asıl güçlük onun bu kolay sandığı yandadır. Bunu, Japon uygarlıklaşması ile bir kıyaslama yapa rak anlatabiliriz. Çünkü orada durum Gökalp'in sanısının tersi olmuştur. Japon toplumu için en kolay olan yan, Batı medeniyeti almak, en zor yan Batı harslarını almak ol muştur. Japon toplumu Avrupa medeniyetini, bilim, tek nik ve endüstrisini ekmek yer, su içer gibi kolayca alıyor. Japon düşünürleri, bugün bile, nasıl oluyor da biz Batı medeniyetini bu kadar kolay alabiliyoruz diye düşünüp duruyorlar. En adi bir Japon zenaatkarı bile en incelmiş Alman fotoğraf makinesinin aynını yapar, endüstrisi onu istihsal eder, ticareti onu ta Avrupa pazarlarına kadar sü rer, oralardaki fotoğraf sanayii ile rekabet eder. Türk top lumu ise, Batı medeniyetini almayı basit sanır da bir iğne bile yapamaz; sadece ekonomik ve endüstriyel ihtiyaçları ile takma bir Batı tekniği ve endüstrisi getirerek Batı ser mayesine esir olur. Japon kişisinin aklı, Türk kişisinin ak-
1 35
tından üstün de ondan mı? Hayır, ben Japon kişisini Türk kişisinden zekaca üstün bulmadım; hatta Japon dostlarım gücenmesin, azıcık daha aşağı buldum. Bu medeniyet ka pıcılığına karşılık, Japon aydını, bizdeki İslamcıların ve Gökalp'ın "aman dikkat, almayalım" dediği Batı ulusları harslannın peşinde. "Aman, alalım" diye uğraşırlar. Nafi le. Aldılar mı o hemen Japon rengine boyanır; Japon harsı olur. Bu bile aynca Japon uygarlaşmasına bir üstünlük de katar. Batı endüstrisine göre istihsal edilmiş ve Batı kültür zevkini yakalayan Japon malları bütün dünyada Japon ekonomisine harıl harıl milyarlar kazandırır. Demek ki bu Japon toplumunun, kolayca medeniyet almaya yol açan yanlan varmış. Bu yanlan, Japon toplu munda Batı medeniyeti ile tanıştan önce ve tanış zamanın da gerçekleştirilmiş devrimsel değişmeler sağlamıştır. Me iji dönemi Japon toplumu ile, Tokugawa dönemi Japon toplumu arasındaki fark, Fransız inkılabı öncesi Avrupa arasındaki fark kadar büyüktür. Bu devrimsel değişmeler sayesinde Batı medeniyeti Japon toplumunun karşısında yabancı yabancı duramıyor; o toplumun üstüne çullanamı yor. O toplum onu aldığı zaman da içinde bir yama, bir di ken gibi duramıyor. O toplumu için için bir kurt gibi kemi remiyor. O, Japon toplumunun kendi medeniyeti olmuştur. Gökalp'in düşünüşünde medeniyeti milletçe alma, kurma, yapma, toplumun içine kaynaştırma ve bu kay naştırmayı toplumun uluslaşması süreci şekline çevirme
1 36
fikri yoktur. Hars bir yanda durur; medeniyet de öbür yanda. toplumu bir ulus yapan medeniyet değildir; hars tır. Medeniyet zaten elden ele mihaniki olarak geçen bir şey. Onunla meşgul olmak bireylerin işi. Gökalp'in top lumculuğu yalnız hars içindir; onun için toplumculuğu maddeci değil, ruhçudur. Medeniyet meselesinde o da Namık Kemal Kadar bireyci, akılcı, takmacıdır.
HARS !LE MEDENiYET ARASINDAK11L1ŞK1LER Bununla beraber, Gökalp ister istemez Batılılaşma ve uluslaşma içinde, kendi zamanının şartlarının müsa adesi ölçüsünde, hars ve medeniyet arasında bir etki ili şikliği olması gerektiği düşüncesinden kaçınamamıştır. Ve işte Gökalp'in düşünüş sisteminin en sathi, en doyur maz ve çözümleme vermez yanı burada meydana çıkar. Gökalp, harsı toplum açısından gördüğü haide, medeni yeti toplumdan sıyınk bir şey olarak görmesi yüzünden hars ile medeniyet arasındaki veya uluslaşma ile Batılı laşma arasındaki ilişkiyi ancak "yakıştırma" yolu ile "yanyanalama" yolu ile gösterebilmiştir. Mesela, hars ve medeniyet ilişkisi meselesini çö zümlemek için, Batı uygarlığının etkisi altında, farkına varmadan Türk harsı dediği şeyi, o medeniyetin hemen her noktasına uygun gelecek şekilde düzenler. Başka bir deyimle, birini kapak, birini tencere yapacak şekilde öyle bir biçimler ki Batılılaşma ile uluslaşma kapağının tence-
137
reye uyması gibi tıpatıp uygun gelir. Bunu, aydının Türk halkının yaşayan hayatından çıkaramayacağını görünce tarihe, daha doğrusu efsanevi tarihe uzanır. Türk harsının tarihinde neler bulmaz ki? Demokrasi, hürriyet, eşitlik, kadının özgürlüğü, ulusçuluk, hakanlık hepsi var. O za man cumhuriyet yoktu; olsaydı herhalde bir de cumhuri yet veya milli şeflik bulurdu. Gerçekte, Gökalp farkına varmadan Türk harsı dediği şeyde Batıcı aydının Batılılık özleyişlerinin hulyalarını okumaktadır. Böylece, hars dediği şeyin Türk ve Batı gerçekleri ne uygun olup olmadığını belirleyecek ölçekler hem key fi hem kaypaktır. Batıcılığa göre şekillendirilmiş bir şey dir; reellikten yoksun zihni bir yapmadır.
MEDENIYEITEN SOYUT HARS VAR MIDIR? O zaman, ortaya gerçekten ciddi bir soru çıkıyor: Hars nedir? O, gerçekte medeniyetten ayn bir şey mi? Hars sadece milli, medeniyet sadece milletlerarası bir şey mi? Dikkat etmişsinizdir, onun bu iki terimini alıp bu günkü dile çevirirken birine uygarlık, diğerine kültür de dik. Belki aklınıza şu soru gelmiştir: nasıl oluyor da ulu sal olmayan medeniyet kavramı yerine bugün Türkçede uygarlık diye bir terim bulunduğu halde o kadar öz ulusal olması gereken bir şey için Arapça "hars" kelimesinden başka kelime bulamamış, yahut da neden bugün buluna mamış da onun yerine şimdi Arapça değil, Fransızca olan
138
bir kelime kullanılıyor? Bu sadece Dil Kurumu'nun bir hatası mı, yoksa Gökalp'ten sonraki dönemin uluslaşma çabalarının bir yankısı mıdır? Biliyoruz ki Kemalist dönemde belli başlı devrim meselelerinde neyin hars meselesi, neyin medeniyet me selesi olduğu bir türlü belirlenememiştir. Bu yüzden Gö kalp'in tilmizleri olan, Türkçüler bu meselede daima Ata türk'e karşı gelmişlerdir. Mesela yazı harsa mı girer, me deniyete mi? Türkçüler bu bir hars meselesidir, değişmez, çünkü milli varlığı yıkar, dediler ve yazı devrimine karşı geldiler, mesela Fuat Köprülü gibi. Yoksa Köprülü haklı idi de Atatürk mü yanılıyordu? Diğer bazı Türkçüler de, yazı devrimi olsun, ama Latin alfabesi değil, Türk harsı nın yazısı olan Orhon yazısı alınsın dediler. Fakat Orhon yazısının bir hars yazısı değil, bir medeniyet yazısı oldu ğunu onun şampiyonlan Atatürk'e karşı ispat edemediler.
UYGARLIK DEVRiMLERi VE "HARS" lDEOLOJ!Sl Aynı çapraşıklıklar, Atatürk'ün hemen hemen bütün devrimleri boyunca kendini gösterdi. Yalnız bir misal: İs viçre medeni kanununun model olarak alınması kararının kesinleşmesinden önce Atatürk'ün işareti ile medeni ka nun devrimi yapılması kararlaştırılınca, bir komisyon ku rulmuştu. Bu komisyon, Gökalp'in hars ideolojisine uya rak öyle bir tasan hazırladı ki yalnız Atatürk değil, onu
1 39
hiç anlamamakla şöhret kazanan Meclis bile ayaklandı. Adalet Bakanı Seyyit beyin "hukuk hars işidir" prensi binden hareket eden bu komisyon Türk hukuk harsına uygun diye Hanefi, Şafii ve bir kısmı Maliki fıkıh okul larının bir karmasını yaratmıştır. Bazı hükümleri Cevdet Paşanın mecellesinden de geride idi. Çokkanlı evlenmeyi kaldırmadığı gibi, dolaylı yoldan pekinleştiriyordu da. O zaman Atatürk, bu hars kavramının arkasında hatta uluslaşmaya aykırı şeyler olduğunu anladı ve bu işi şiddetle önledi. O zaman İsviçre medeni kanunu modeli ne dönüldü. Bu kanunun model olarak alınması ile hu kukta uluslaşma işi başladı (buna, ne Avrupalılaşma, ne de medenileşme diyorum). Bu hukukta - uluslaşma süre ci hala devam etmektedir. Türk toplumu bu kanunu adım adım, içine sindirerek hukuksal bir dönüşüm geçirmekte dir. Devrimsel bir hareketi, evrimsel bir oluşum takip et miştir. Bunu, Atatürk'e borçluyuz.
(7)
(7) UNESCO tarafından tertiplenen ve kanunlaştırma hareketleriyle il gili uluslararası bir konferansa giden Türk hukukçu ve sosyologlan arasında, adını ve soyadım ters yazmakta inat etmek gibi tuhaflıkları ile tanınmış bir üniversite profesörü (galiba ordinaryüs) bu konferansta Türk Medeni Kanun devriminden müstehzi bir üslupla söz ederek bu kanunun yapılmasında Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un sırf İsviçre'de okumuş olmasından başka bir hikmet olmadığını iddia etti. Uluslararası bir konferansta Atatürk devrimleri üzerine böyle laubalice ve cahilane lakırdılar eden bir üye üniversite için yüz kızartıcı bir şeydir. Şunu da ilave edeyim: Bu beyin Türk devrimlerini yerici sözleri kimseyi kandıramadı; konferansta önemli bir sima olan bir İngiliz hu kukçusu, Türk hukuk devriminin eski kafa hukuk düşünürlerinin saplandığı muhafazacı düşünüşü yalanlayan çok önemli ve dünya hukukçulannın dikkatle incelemesi gereken bir olay olduğıınu çok bilimsel ve başanlı bir şekilde kon feransa anlatmıştır.
140
MUHAFAZACILIK - DEVRiMC!LlK Hukuk devrimi misali bize, Osmanlı dönemindeki fikirlerine göre Gökalp'in hars-medeniyet ikiliğinin nere lerde durmaya mahkfun olduğunu gösterir. Fakat Gökalp de, kendi eliyle böldüğü bu iki şey arasında kıyamet ka dar karşılıklı iç içe geçişler olduğunu görmezlikten gele memiştir. Bu yüzden, Türk harsını bir medeniyet çevresi içine sokmadan bulamıyor. Eğer o da, Atatürk'ün yaptığı gibi Türk var oluşunu harsta değil, medeniyette aramış olsaydı ne tarihi, ne bugünü, ne de yarının uluslaşmasını zorlamalara uğratma zorunda kalirdı. Ama o zaman Atatürk'ün devrimciliğini kabul etmek gerekecekti. Bu ise Gökalp'in zamanı için imkansız bir şeydir. Gökalp, ulusal bağımsızlığını bir savaşla kazanmış bir ulus içinde değil, yan esir bir imparatorluğun can çe kişme günleri içinde yaşıyor ve bunun içinde Türk aydını na çıkar bir yol arıyordu. Onu eleştirirken bu gerçeği hatır lamamız gerektir. Bu yüzden, kendi isteği zıddına, onun hars kavramı boyuna muhafazacılığa yaramıştır. Hars, ay dının uygarlık almasında pasif bir rol oynayan statik bir destektir. Halbuki, Batı uygarlığının kendisinin toplumsal bir mahsul oluşuna ilave olarak, bunun Türk toplumunun içinde eritilmesinde başlıca engelin bu statik hars olduğu, Tanzimattan beri görülen şeydir. Demek ki hars statik ola maz, asıl devrim onda olmaktadır. Hars ve medeniyet, ka-
141
famızda ayrılsa bile değişme halinde olan ·bir toplumun meselelerinde birbirinden ayn, birbirine karşıt olamaz; bu o toplumun değişmesini durdurur. Demek ki dava, evvelce söylediğimiz gibi sadece bir medeniyet davası değil, aynı zamanda bir hars davasıdır. Atatürk'e kadar hiçbir Türk bunu söylemeye cesaret edememiştir.
!KlL!KÇl DÜŞÜNÜŞÜN SO NUÇLAR! Gökalp'in hars ve medeniyeti böyle birbirinden ay n, birbirine karşıt olarak alması, Batılılaşma veya onun
daha iyi bir deyimi ile modernleşme (asrileşme) işi ile ulusal bir toplum olma işinin hala ayn işler olarak görül mekte olduğunu, toplumsal devrim değişmesi olmadıkça modernleşme denen şeyin olamayacağının hala anlaşıl mamış olduğunu gösterir. Gökalp'in bu iki şey arasında gördüğü biricik ilişki gerçekte asıl derdinin ne olduğunu bize açıklar. Çünkü ikisi arasında onun gördüğü ilişki ancak aydın halkası ile ve kafada kurulabilecek bir ilişkidir. Hars, gerçekte mede niyetin halka inmiş parçalarıdır; medeniyet aydında kal mış, halka inememiş bilgilerdir. Görülüyor ki dönüp dola şıp yukarıda sözünü ettiğimiz aydın-halk arası ayrılık da vasına geliyoruz; Gökalp asıl toplumsal devrim konusuna gelememiştir bile. Gökalp, halka doğru hareketinin kendi ni sürüklediği güçlüğü "Güzideler" (seçkinler) ile "halk"
142
ayrımında aydının halka medeniyet vermesi, halkın da ay dına hars vermesi formülü ile çözdüğünü sanıyordu. Bugün bile bu formüle göre hareket edenlerin tecrü beleri bize gösteriyor ki hars ile medeniyet arasında bıçak kesimi bir aynın varsa, orada modernleşme yoktur; ikisinin karşılaşmasında belki aradaki uçurum daha da derinleşir. ikisi arasında yalnız aydın ile kurulacak bir münasebetten de ne harslaşma meydana gelir, ne de medenileşme. Ve ne de böyle bir birleşmenin sonucu olarak toplumsal değişme.
GÖKALP 'f iSTiSMAR EDENLER Gökalp, hars ve medeniyet ayrımını muhafazacılığa ve gericiliğe yarasın diye yapmamıştı; İslamcılarla Batı cıların arasını uzlaştırmak için yapmıştı. Fakat onun hars kavramı, Osmanlılık döneminde İslamcılara çok radikal bir ilericilik olarak gözüktüğü halde, cumhuriyet ve mil liyetçilik döneminde milliyetçiliği muhafazacılık, hatta gericilik yönünde yorumlayanların eline geçmiştir. Talih siz adam! Çoğu Türk aydını gibi! Kemalist dönemde, Gökalp'i muhafazacılık yönünde kullanan ırkçılar, dinci ler, mukaddesatçılar ve nihayet "Anadolucu" denen ve yukarıda atıf yaptığımız ters adlı ordinariyus gibi gerici profesörler onun fikirlerini, onun sorumlu olmadığı, onun kontrolünde olmayan tarihsel şartlardan soyutlayıp istedikleri şekli vererek kullanıyorlar.
143
Bu Gökalp sömürücülerinin harsçılığının ne anlam taşıdığını, hiç aklımdan çıkmayan bir sima ile ilgili bir anımla anlatmak isterim: Bundan
2·8 yıl önce Ameri
ka'da, Chicago Üniversitesi'nde Von Der üsten adlı bir Alman arkeoloğu tanımıştım. Zaman zaman bana Türk harsına karşı sevgisinden söz ederdi. Bu sevginin niteliği hakkında fikir vermem için bu zatın başka bir yanını da ha anlatmam gerekiyor. ü zaman bu zatın arkadaşı olan ve bana Almanca ders veren Hans Eisenhlohr, bu Von Der üsten'in Birinci Dünya Harbi'nde sayılı Alman ca suslarından biri olduğunu, Fransa'da casusluk yaparken Fransızların eline düşmek üzere iken, harbin bitmesi ile Amerika'ya kaçtığını ayrıntıları ile anlatırdı. Doğrusu ben bunları masal gibi dinler, pek inanmazdim. Von Der üsten bir gün, Türkiye'de dostu olan ve kendi kafasında olduklarını sık sık söylediği Reşat Şemseddin Sirer ve ar keolog Remzi üğuz'un gayretleri ile Türkiye'ye tayin edilip gitti. Ben bu adamın, Amerika'daki mevkiine ve rahatına bakarak Türkiye'ye gitmeye bu kadar istekli olu şunu onun Türk harsına olan sevgisine yorardım. Profes yonel casus meğer Nazi casusluk teşkilatının kendisine Türkiye'de ayırdığı ödevin başına gidiyormuş: İkinci Ci han Savaşı esnasında Türkiye aleyhine casusluk yaparken yakalandı; harp divanı tarafından yanılmıyorsam önce idama, sonra müebbet hapse mahkfun edildi. İşte bu de jenere Avrupalı ile Amerika'da zaman zaman hars (onun
144
deyimi ile kültür) ve medeniyet üzerine tartışırdık. Bana şöyle derdi: "Türk harsı üç şeyde toplanır: deve, çadır, bulgur pilavı. Sizin harsınız bunlar. Siz Mustafa Kemal ciler neden Avrupa medeniyeti diye bir şey tutturdunuz? O, Batı harsının mahsulüdür; siz onu anlayamazsınız; za ten size lazım da değil. Bunu Türkiye'de biz yapabiliriz." Bu fikirleri, bilimsel bir tartışma olarak yaptığını sanarak ben ciddi ciddi "bunu Türk de yapabilir; Avrupa kültürü veya ruhu diye bir şey yok" dediğim zaman kızar, bunun materyalistlik ve marksistlik olduğunu iddia ederdi. Bu kültürlü Nazi casusu, iddialarının altında yatan gerçek anlamı, kafa arkadaşı Reşat Şemseddin ve Remzi Oğuz gibi sinsice değil, açıkça söylemekle bana birçok şeyler öğretmiş oluyordu. O zamandan beri anladım ki hars ve medeniyet ayrımları, en hafifinden, Batılılaşma işini toplumda hiçbir değiştirme yapmadan çarşıya gidip eve öte beri alır gibi Avrupa'dan medeniyet malı almak, en komiğinden Hamdullah Suphi gibi Suriye hacıağaları tarzında nargile ve ibriklerle çevrili sedirlerde Türk harsı oyunu oynamak, en ağırından da, Türk toplumunu Alman veya Amerikan medeniyetinin petrol kumpanyalarına ve sermaye konsorsiyumlarına ihale etmek demektir. Bu tarz düşüncede modem ulusların toplumsal reform veya devrimlerle meydana gelmiş şeyler olduğu, bunun da büyük bir ekonomik ve teknolojik devrim mahsulü olduğu, Türk ulusunun da kendi yapısının gerektirdiği değişmeleri
145
geçirmedikçe modem bir ulus olamayacağı görülmüyor. Ulusların temeli hars; medeniyet onun üstüne borç harç Av rupa medeniyet pazarından alınacak bir kutu cila vurmak tır. Çarık Türk kültürüdür; köylü onu otomobil lastiğinden yapınca medeniyet olur. Bu düşüşün mantık sonucu budur. Hangi gerçek Türk milliyetçisi böyle bir görüşü kabullene bilir, bir Batı ajanı veya bir gericilik dellalı olmadıkça?
GÖKALP VE ATATÜRK DEVRlMCiL!Gl Düşünüşünün geleceğe ait bu sonuçlarını kestireme yen Gökalp, Türk harsının uyandırılması ve kalkınması vesilesi ile olsun halk kütlelerinin çağdaş .uygarlığın zo runluklarına uyacak şekilde hukuki, iktisadi, teknik kur tuluşu konusunu da ele alamamıştır. Hars kavramı, ister istemez muhafazacı bir kavram niteliğinde kalmıştır. Halk ulusal harsın hazinesidir; halk onun deposudur. Batı da medeniyetin deposudur; alındıkça boşalmaz. Fakat halk medenileşirse bu depo boşalabilir. Halkçılık, bu hars deposundan kana kana hars içmektir. Aydın medeniyet taşıyıcısıdır. Onunla hars deposu olan halk arasında bir alma verme olmalıdır. Ulusal kalkınma bununla mümkün olacak. Aydın halka gidip OJ].a uygarlık verecek; halk me denileşecek: karşılığında halk aydına harsını verecek; ay dın harslaşacak; Avrupa tekniği ile bu harsı hamur ede cek. Uluslaşma ve Batılılaşma bu. Bu, kişiler fikirce
146
Batılı, toplum da ruhça Müslüman ahlaklı olması tezin den farklı mı? Bu yüzden Gökalp'in yön verdiği Türkçülük Türk ulusunun İslam, Osmanlı ve Batı uygarlıklarının ve hars lannın onu kıskıvrak bağladığı zincirlerden kurtuluşunu sağlamada rolü olmadı. Mesela Gökalp'in tarihi romantiz minin yetersizliği en çok ekonomik kalkınma meselesinde kendini gösterir. Halk kütlelerinin ekonomik harsına gel diği zaman Gökalp bilmeden hep Ortaçağcılığa döner. Na mık Kemal nasıl sipahi Osmanlılığına dönerse, o da esnaf ve lonca teşkilatına döner. Yalnız; bunu Durkheim'ın sen dikalizminden aldığı fikirlerle cilalayarak modemleştirir. Hiç şüphe yok ki Gökalp ekonomik siyasette özel te şebbüsçü ve peykçi değildir. Fakat, o zaman bile görüşü Kemalist devletçiliğinden farklıdır. Onun solidarizmden gelen devletçiliği, lonca sosyalizmine dayanan bir ortaçağ devletçiliğini andırır. Kurtuluş savaşında ilk anayasanın yapılması sırasında Gökalp'in bu fikri, "mesleki temsil" doktrini şeklinde kendine epeyce taraftar da bulmuş, fakat Atatürk'ün buna karşı kesin cephe almasıyla önlenmişti.
ÜÇ MlLLlYETÇ!LlK ANLAYIŞI Büyük bir vatansever, kuvvetli bir düşünür olan Na mık Kemal gibi onu da anmamız ve saygı göstermemiz gereken, ancak fikir geçmişimizi eleştirirken zamanının
1 47
şartlarından ileri gelen yetersizliklerini de kavrayarak onun dediklerini papağan gibi bellemekten ya da tahrif edip kendi çıkarımıza uydurmaktan kurtulmamız gereken Ziya Gökalp'in düşünüşünün öğrettiği dersler bunlardır. Asıl Türk milliyetçiliğini o getirmiştir; fakat Osmanlıcı lıktan kurtulamamış olması onun milliyetçiliğini her top lumsal buhran zama!lının gelişinde dinciliğin, ya da ırk çılığın eline düşmekten kurtaramamıştır. Milliyetçilik açısından Gökalp'in düşünüşü, milli kurtuluş savaşından sonra bunun Kemalist milliyetçiliğe uymayan yanlan ve anti-Kemalist dinci, ırkçı, Anadolucu milliyetçilik iddialarının Kemalizme karşı Gökalp'i istis mar etmiş olması üzerindeki gözlemlerimizden üç çeşit milliyetçilik anlayışının birbirinden ayrıldığını görurüz:
1. Var olmayan bir ulus olma özlemi. il. Var olan ulusu yok ettirmeme azmine dayanan devrimcilik. III. Ulusal var oluş yerine kan ya da din birliği gibi ulusdışı bir birlik olma özlemi. Birincisi, Gökalp milliyetçiliği, ikincisi Atatürk mil liyetçiliği, üçüncüsü ırkçı ve mukaddesatçı milliyetçiliği dir. Bugünün Türkçülüğü bu üç anlayışın çatışmaları içindedir. Bunların hangisinin yarının milliyetçiliği olma ya namzet olduğunu, şimdi incelemeye döneceğimiz ulu sal kurtuluş savaşından doğan Atatürkçü Batı ve ulus an layışlarının tartışması gösterecektir.
148
VIII DEVRİMCİLİK TEPKİSİ Meşrutiyetten beri halkçı aydınların ulaşamadığı, fakat politikacıların Osmanlılık, İslamlık ve Turan uğru ·na bol bol harcadığı Türk toplumunu harbin sonu, Batının ateş çemberi ile çevrili olarak tarihin sahnesine çıkardı. Onun varoluşunun gerçek temeli, işte o zaman anti-emperyalist bir ulusçuluk halinde kurulmuş oldu. Bugün bir hayal, bir "mefkfire" değil, bir gerçek olan milliyetçiliğin temeli budur. Osmanlı İmparatorluğu'nun Türkleri, milli bağım sızlığa kavuşunca Osmanlı toplumu padişahsız, halife siz, Balkansız, Arapsız kendi başına kalınca gerçek bir Türk toplumu ve ulusu oldu. O zaman Batılılaşma ile uluslaşma arasında şimdiye kadar görülemeyen, kurula mayan bağ da hemen kendini gösterdi; milli kurtuluş savaşı biter bitmez hemen bir toplumal devrim savaşı haline döndü.
149
ULUSAL KURTULUŞ'TAN TOPLUMSAL DEVRiMLERE Bağımsız bir ulus olamadan yok olmak üzere olan bir halkın kendini zor kurtardığı bir zamanda gelenekler den kopmaya, birçok müesseselerinde ameliyat yapmaya cesaret edişinin ilk örneğini bu işe önderlik eden Mustafa Kemal vermiştir. Onu bütün dünyada asıl tanıtan da bu olmuştur. Osmanlı ve İslam gelenekçileri de gene bu yüzden onu asla affedememişlerdir. Bugün bağımsızlığa kavuşan uluslar, böyle bir yok olma haliyle karşılaşmamış oldukları halde, hem bir dış savaş hem bir iç savaş durumuna düşmedikleri halde bile, bunu yapamamışlardır. Mesela, Hindistan ve Pakistan bağımsızlığa kavuşunca önderleri hemen, "gelenekleri mize, inançlarımıza sarılalım" yolunu benimsediler. Nehru gibi bir çeşit bir sosyalist bile, Mustafa Kemal'in kurtuluş savaşını hapishanesinde heyecanla alkışladığı halde devrimci Mustafa Kemal'in yolunda gidememiştir. Bir toplum Batı uygarlığının ayaklan altında param parça olmuş geleneksel müesseselerini yeniden kutsallaş tırdıktan sonra kapılarını ardına kadar açsa ve Batı uy garlığını içeri buyur etse bile o uygarlık o toplumun malı olmaz. Eğer olsaydı, geleneklerine sımsıkı sanlan sömür geleşmiş memleketlerin Türk toplumundan fazla mo dernleşmiş olması gerekirdi.
150
Her ayırım yapma, keyfi olma tehlikesini taşır. Batı emperyalizmi ile Batı uygarlığı arasında sadece kafamız da bir ayının yapmak yetmez. Çünkü Batı emperyalizmi, Batı uygarlığının tesadüfi, arızi bir yam değildir. Kendi kafamızla ikisini birbirinden ayırmak, iki yanını ayırdığı mız şeye karşı durumumuzda ve onunla olan münasebeti mizde de bir değişiklik yapmayı gerektirir. Bu, Türk top lumunu Batı emperyalizmi ile başka çeşit bir münasebet haline gelecek bir duruma getirme ile mümkündür. Bunun içirıdir ki Atatürk'ün Batı anlayışı sadece "tek dişi kalmış canavar" anlayışı olmamıştır. Onunla savaşırken ona dön mek, aynı zamanda ona değişik gözlerle bakmak gerektir. Gerekli olan, ne Batı peykçiliği, ne de Batı düşmanlığıdır. Kemalist devrimciliğe özgü olan bu "Batı"ya karşı savaşırken, Batıya sırt çevirmeme" çözümünün anlamı, Türk toplumunun yapısında modern çağ gereklerine uya cak değişmelerin zorunlu olmasıdır. Bu olmadıkça, Batı uygarlığı ile Batı emperyalizmi aynı şeylerdir; birbirinden bizim kafamızda ve kendi keyfimize göre ayrılamazlar. Zaten, Batı devletleri de Sevres Antlaşması ile kur mayı düşündükleri Türk devletini böyle modern bir top lum yapmak düşüncesinde olmadıklanndandı ki o kendi istedikleri şekli vermeye çalışmışlardı. Sevres'in kuraca ğı Türkiye modern bir uluslaşma toplumu olamazdı. O takdirde, toplumsal devrimlere gidilmedikçe Sevres pro jesini reddetmenin ne anlamı vardı? Demek ki gerçekleş-
151
tirilmiş olan milli bağımsızlık anlamındaki milliyetçilik yanında, yeni devrin baş prensibi toplumsal devrimcilik prensibi olacaktı.
ULUSÇULUK VE DEVRlMC!LiK İşte o zamandan itibarendir ki ulusçuluk ile devrimci lik Türk siyaset ve düşünüş sahnesinde ilk defa olarak yanyana, kolkola girmiştir. "Türk toplumu, Batı uygarlığı nın kendi kalkınmasına gerekli yanlarını, kendi toplumsal yapısını modem bir ulusa yakışacak şekilde onarma amacı ile bunu Batı zoru ile değil, kendi bağımsızlığının gerekle rine göre uygulamadıkça modem çağ dünyasında bir ulus olarak varolamaz" görüşünde bir yanda yeni bir milliyetçi lik anlayışı, diğer yanda yeni bir Batıcılık anlayışı birleşi yor. İkisi arasında önemli bir denge kavramının, ikisini asıl davanın temeli yapacak bir kavramın gelmesi lazımdı. Bu denge rolünü oynayacak olan kavramın gelişme sine önemli iki fikir vardır: (a) Ulusal bağımsızlık tek amaç değildir; (b) Batılılaşma da toplumsal değişmeden ayn, onunla ilgisi olmayan bir amaç olamaz. Milli ba ğımsızlıkla Batılılaşma birbirine karşıt iki ayn şey değil, ikisi arasında sıkı bir ilişiklik vardır. Ulusal bağımsızlık olmadan Batılılaşma olamaz; toplum ölçüsünde değişme olmadan uluslaşma gerçekleşemez. Şu halde, bu ilişikliğin düğümü, toplumsal devrim
152
kavramındadır. Kurtuluş savaşının öğrettiği en önemli ta rihi ders budur. Bu, siyaset ve düşün tarihimizde hiç alı şılmamış bir düşünüş olduğu gibi bugün de unutulmuş olan bir düşünüştür.
O ZAMANKi MILLIYETÇILlK ANLAYIŞLARINDAN FARKI Kurtuluş Savaşı milliyetçiliği, Batı için de yeni bir milliyetçilik anlayışı idi. Birinci Cihan Savaşı sonunun Wilson prensipleri Batı önderlerine bir çeşit ulusçuluk kavramını kabul ettirmişti. Fakat bundaki ulusçulukta Batının ekonomik ve siyasi hükmünden bağımsız olma anlamı yoktu. Batıda böyle bir şeyin imkanı o zaman kimsenin aklına gelmezdi. Wilson prensipleri, Batıdan bağımsız değil, Hıristiyan hayırseverliği altında Batıya bağlı bir ulusçuluk gerektirir. Bunun en iyi örneği, Os manlı İmparatorluğu'ndan bağımsız olmak isteyen Arap ulusçuluğunun aldığı manda ulusçuluğu şeklidir. O za manki Arap milliyetçilerinin kabullendiği bu manda Batıcılığına karşı, bu önderler bizde olduğu gibi bir milli kurtuluş savaşı yapamadıklarından Arap ulusçuluğu an cak İkinci Cihan Savaşı'ndan sonra buna dönebilmiştir. Kurtuluş Savaşı nıi.Jliyetçiliği, Wilson milliyetçili ğinden ayrıldığı gibi, Kemalist devrimciliği de hem Batı cılık anlayışından hem de Bolşevik devrimciliğinden
153
farklı olmuştur. Hem Batı boyunduruğundan kurtulma, hem gerilikten kurtulma savaşı içinde bulunan geri kal mış toplumların devrimsel uluslaşma ve modernleşme davasının hem Fransız İhtilali modelinden, hem Rus İhti lali modelinden ayrı niteliği bulunuşunun ilk örneğini de Kemalizm devrimciliği vermiştir.
MiLLi KURTULUŞ DEVR IMCIL IGININ KARŞILAŞTIGI ENGELLER Fakat, iki yüzyıllık çabaların bir türlü yolunu bula madığı Batılılaşma, ulusçuluk ve toplumsal değişme ara sındaki ilişiklikleri bulan, bizim için doğru başlangıç noktası olan bu çözüm şekline geliş, bizim sanımız zıddı na, çok zor olmuştur ve bu yüzden tam anlamıyla gerçek leşmemiştir. Gene bu yüzden karşılaştığı engelleri yene mediğinden daha sonraları hemen hemen inkar edilmiş veya unutulmuştur. Kemalist devrimciliğinin, karşısına ta baştan itibaren çıkan engellerle savaşmasının hikayesi bugün bizim için çok öğretici bir hikayedir. Bu kitapta şimdiye kadar gözden geçirdiğimiz görüşlerin hepsi, Os manlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Turancılık görüşleri, hemen hemen aralıksız Kemalizme karşı gelmiş, Kema lizm bunları olaylar karşısında yalanladığı halde hiçbiri tam anlamıyla yok edilememiştir. İkinci Cihan Sava şı'ndan sonra daha da kuvvetli olarak ortaya çıkmışlardır.
154
Kemalizm karşısında bunların panoramasını kısaca gözü müzün önünden geçireceğiz. Bu panoramanın en önemli vesikası, Atatürk'ün Nutku'dur. Bu, yalnız Y unan ordusu ile Batı devletleri ile padişah ve şeyhülislamla mücadelenin hikayesi değil, ay nı zamanda içerideki İslamcılarla, Osmanlıcılarla, man dacı Batıcılarla ve Turancılarla mücadelenin tarihidir. Bu ikincilerin belli başlıları da kurtuluş savaşı meclisinin içindeydi.
H_ALIFECILER, ISLAMCILAR, MUKADDESATÇILAR Biz, Sevres vesikasını imzaladığı için Damat Ferid'i Sevrescilikle bir tutarız. Gerçekte ise, imzaladığı bu vesi ka onun kendi eseri değildi. Onun projesi, Arabistan da dahil, Osmanlı İmparatorluğu'nun Müslüman kavimlerini içine alan ve İngiliz İmparatorluğu'nun himayesi ve idare si altına girecek bir halife devleti hayalini güdüyordu. Bu projenin kaynağı "İngilizleri Sevenler Cemiyeti" denen ve başında Sait Molla, Mustafa Sabri gibi Müslüman ho caları ile bir İngiliz rahibinin bulunduğu bir cemiyetti. Bunlar, bir Türk devleti değil, İngiltere'ye bağlı bir halife devleti istiyorlardı. Bazı Hint Müslüman liderlerinden de destek görüyorlardı. Harp esnasında kıyamet kadar mil letle "mavi boncuğum sende" diye çapraşık ve çatışık ta-
155
ahhütlere giren İngiltere ile diğer devletler bu hayali pro jeyi okumaya bile lüzum görmeden kendi projeleri olan Sevres vesikasını bu mecnun sadrazamının önüne koyup imzalamasını emrettiler. Fakat, hala Sevres'in Türkiyesin den ayn ve "Constantinopolitan State" adında bir nevi Vatikan devleti gibi bir halife devleti umutlan yaşıyordu. Amerikalıların da bu "Constantinopolitan State" hakkın da kendilerine özgü ayn fikirleri vardı. Kurtuluş Savaşı bu projelerin hepsini kağıt sepetine attırdı. Bu halifecilerin, dışarıda değil, içeride de taraftarları nın hayli kabarık olduğunu hatırlarsak, Mustafa Kemal'in neden sonuna kadar hilafete karşıt olduğunun sebebini da ha iyi anlarız. Birçok mebuslar, savaşın hilafeti kurtarma savaşı olduğuna inanıyorlardı. Mustafa Kemal'in yapmak istediği şeyin bu amaç için kurulmuş geçici bir hükümet müsveddesi olmamak istidadında olduğunu sezince onun yeni bir rejim kurmak istediğini ve bunun bolşeviklik ola- . cağını iddiaya başladılar; bununla savaşmak üzere "Muha faza-i Mukaddesat" adında bir teşekkül kurdular. Bugün kü mukaddesatçılann babalan bunlardır. Kurtuluş Savaşı'nda İslamcılar da başlangıçta önem li bir yer tutuyorlardı. Bunlara göre bu savaş İslamiyet'in Avrupa medeniyeti denen tek dişi kalmış canavara karşı kurtuluşu ve Asr-ı Saadet'in gelmesi olacaktı. İslam ale minde de bu sanıda olanlar vardı. Hindistan'da İslam şairi Muhammed İkbal, Mustafa Kemal'i sonuna kadar Hazret-i
156
Ömer gibi bir İslam kahramanı olarak anlamış, Nehru ile giriştiği yazılı bir münakaşada bunu inatla savunmuştur. Birinci Meclis de bir İslam reijmi kurmak yolunda bugün Pakistan'da "İslami Devlet" ideolojisinin taraftarlarının ağzının suyunu akıtacak başarılar kaydetmişti. Mesela, Abdülhamit zamanında bile olmayan işler yapılmış, bir Şeriat Bakanlığı kurulmuş, çok kanlı evlenmeyi zorunlu yapmak, içki ve oyunu yasak etmek gibi k�nun tasarıları bile Meclis üyeleri tarafından getirilmişti. Kurtuluş Savaşı dönemine bir İslamcılık milliyetçi liği rengini vermede şair Mehmet Akif ' in de önemli rolü olmuştur. Onun, ancak Müslüman olduğu için bağlı kal dığı Türk bağımsızlığı savaşına katılışı, bir şiirinin milli marş olarak kabul edilmesi, Mustafa Kemal' in temsil et tiği yönü kavramamış olanları, özellikle bugün ulusal Kurtuluş Savaşı dönemini inceleyen bazı Amerikalı göz lemcileri yanıltmıştır. Akif ' in trajedisi, samimi olarak inandığı islamcılığın asıl gövdesinin "İngilizleri Sevenler Cemiyeti"nin kararga hında kalmış olmasıdır. Meşrutiyet döneminde önderliğini yaptığı İslamcı dergilerin sıkı dostu olan islam€ı Arap dü şünürü Reşid Rıza şiddetli bir İngiliz muhibbi ve daha şid detli bir Türk düşmanı idi. Halife devleti fikrini öteden beri savunan İngiliz şairi Blunt' un tilmizi olan bu Suriyeli Arap, İngiliz himayesi altında gerçekleşecek bir Arap milliyetçili ği güdüyordu. Eski bir Hürriyet ve İtilafçı olan R. Rıza
157
Arap isyanını Mısır'da İngilizlerle birlikte tasarlayan, harp ten sonra sulh konferansına tesir etmek üzere gönderilen bir adamdı. Hürriyet ve İtilafçı olmayan Akif 'in trajedisi, samimi olarak inandığına şüphe olmayan islamseverliğinin onu, Türk ve Arap ulusçulukları arasında bırakmasıdır. İs lamcı Arap milliyetçiliği kendini İngiliz mandacılığına tes lim ettiği, bir bağımsızlık savaşına girmediği halde, Akif'in islamcı milliyetçiliği kendini İngiliz emperyalizmine karşı bir savaşın içinde buldu. Akif ya fikirlerini değiştirecek, milliyetçiliğin islamcılık olmadığını anlayacak, Batı uygar lığını bir canavar gibi görmek yerine Batı emperyalizmi ca navarına meydan okuyan şiirler yazacak; ya da anti-emper yalist Türk ulusçuluğunda kendi ideolojisinin yeri olmadı ğını görecekti. İkincisi oldu; Mustafa Kemal'in milliyetçi devrimciliğine sırtını çevirerek Mısır' a çekildi. Orada, az önce Mustafa Kemal'i ve Türk milliyetçiliğini tel'in eden Reşid Rıza'ların safına sığındı. Reşid Rıza' nın, görülmedik bir terbiyesizlikle yazılı bir kitabı Türk milliyetçiliğini tel' in ediyor, Mustafa Ke mal' i Türkiye'den Türkçeyi kaldırıp Arapçayı resmi dil olarak zorlamaYa davet ediyor, bunu yapmadığı takdirde onun ve milletinin kafir olduğunu ilan ediyordu. İslamcı şairimizin bu küstahça esere karşı sesini yükselttiğini, hiç değilse bu İngiliz uşağı yobaza, İslamlığın bu olmadığını kendi ideolojisi açısından anlatmaya çalışmış olduğunu hiç duymadık.
1 58
Akif, bizde Kur'an tercümesine kendini vermiş bir kimse olarak tanınır. Atatürk milliyetçiliğine karşı Akif milliyetçiliğinin hazin akibetini yıllarca gençlikten gizle mek için hayranlarından mürekkep bir grup durmadan bir Akif kültü yaratmış ve beslemi ştir. Bu yüzden Akif'in Kuran tercümesi hikayesinin içyüzü bir türlü ay dınlığa çıkarılamamıştır. Daha önceden yaptığı gibi, Kur'anı parça parça çeviren Akif, Atatürk'ün devrimcili ğinin eline geçmesin diye Kuran'ın tercüme edilmesinin aleyhine dönmüş, yaptıklarını ya saklamış ya da imha et tirmiştir. Akif, Kur'an tercümesine kendini vermiş bir kimse değil, maalesef, onu önlemek için tuhaf tedbirlere başvurmuş bir zattır. Zaten, Akif'in Kur'anı tercüme edecek kudrette olduğu da şüphelidir. Çünkü Kur'anı ter cüme edebilmek için sadece iyi Türkçe bilmek, hatta onun gibi şöyle böyle Arapça bilmek yetmez. Filolojiye semitik dillere, semantiğe ve daha başka bilim disiplinle rine iyice vakıf olmak lazımdır. İslamcılık ideolojisinin, milli kurtuluş savaşının dı şında ve düşmanların safında kalanların elinde bulunması, Mehmet Akif gibi fikirlerinin yanlışlığını göremeyecek kadar saplanmış vatanseverlerin kendi kendilerini tasfiye etmelerini kaçınılmaz yaptğı gibi, Mustafa Kemal'in kar şısına dikilen Mukaddesatçıların da onun karşısında felah bulamayacağını gösteriyordu. Hiç değilse, bu memlekette Atatürk ve Atatürkçülük sağ kaldığı sürece.
159
"KUVAY-1 MlLLlYE "ClLER Mustafa Kemal'in devrimci milliyetçiliğinin karşısı na çıkan ikinci engel, sonralan yani Demokrat Parti'nin çıkışı sıralarında " Kuvay'ı Milliye"cilik adı altında per delenen ve Demokrat particilerinin babalan olan bozgun cu bir gruptur. Halk Partisi'nin 1 940'lardaki malum dev resinde, milli kurtuluş savaşının Atatürk'ün anlattığı şe kilde olmadığını iğri büğrü yollardan iddia edenler çık mıştı. Bu iddiaların en önemlisi ve en üstü-kapaklısı ve yanıltıcı olanı, Demokrat Parti meclis diktatörlüğünün fi kir hazırlığı olarak ortaya çıkmıştı. Bu " Kuvay-ı Milli ye" nazariyecilerine göre, birinci meclis çok demokrat bir meclismiş, yani Mustafa Kemal 'in diktatörlüğüne karşıt bir meclismiş. Zaferi de bu meclisin ruhu kazan mış. Gerçekte bu kuvay-ı milliye dedikleri şeyin askeri kudreti, Mustafa Kemal'in milli savaş stratejisine uyma yan ve nihayet İsmet Paşa'nın tasfiyeye muvaffak olduğu çeteciliktir. Bu çetecilerin mecliste çok taraftarları vardı. taraftarlıkları da Mustafa Kemal'e iki meselede karşıt ol malarından ileri geliyordu: (a) Bağımsız yeni bir milli re jim kurmak, ona göre bir anayasa yapmak meselesi; (b) Eşraf ve burjuvazi ağalarının siyasi üstünlüğüne son ver mek meselesi. Bir takım cahil ve serüvenci yan aydınlar da bu kuvay-ı milliyecilik ruhunda bir komünistlik eğili mi olduğu hülyasında idiler. 1 60
PEYKÇl BATICILAR VE OSMANLICILAR: MANDACILAR Milli Kurtuluş Savaşı Halifeciler, Mukaddesatçılar, Mehdiler ve Çetecilerle uğraşa uğraşa yönünü bulurken, yeni rejime verilecek şekil meselesi belirlenmeye başlayın ca ortaya bir engel daha çıktı. Peykçi Batıcılar ve Osmanlı cıların temsil ettiği bir grup, daha başlangıçta yani Müta reke yıllarında mandacılığa umut yaslamışlardı. Amerika lıların gönderdiği King-Crane komisyonu ile temasa geçe rek Amerikan mandasını kabul etmenin çok avantalı bir yol olacağına Mustafa Kemal'i kandırmaya çalışıyorlardı. Ege'yi Yunanlılara kaptırmamak isteğinden ve Ermenis tan'ı yalnız doğu illerine hasrettirme taraflısı olmaktan başka, Türkler lehine hiç bir fikri olmayan bu komisyon İstanbul'da bir "Constantinopolitan State", Anadolu'da bir Türk devleti, doğuda bir Ermeni devleti kurulmasını teklif ediyor ve hepsinin Amerikan mandası altına verilmesini uygun buluyordu. İşte peykçi Türk Batıcılarının çok avan talı bulduğu proje buydu. Hayırsever Amerikalıların man dası altında Türkler daha çok medenileşecek, deniyordu. Bu komisyona yardakçılık ve tercümanlık yapan ve Mus tafa Kemal'in bolşevikliğe kayacağından korkan bu Batıcı Türk aydınlarının yarattığı hava içinde bu komisyon,. ver diği raporda Mustafa Kemal'in Amerikan mandası taraflısı olduğunu iddia edecek kadar yalancılıkta ileri gitti. Savaş bitince, bu mandacı Batıcılar, Mustafa Ke mal ' in "asıl savaş şimdi başlıyor" sözü karşısında dehşe161
te düştüler ve o zaman saltanatçılık davasına sarıldılar ve biraz sonra da Halifecilikte de İslamcılardan da aşın ol duklarını gösterdiler.
Bu İslamcılar, Osmanlıcılar, peykçiler hep bir ağızdan
Mustafa Kemal'in devrimciliğinin komünizme kayma ol duğu iddiasını yayıyorlardı. Mustafa Kemal, bolşevik siya setine bağlı olmadığını, Türkiye'de öyle bir komünizm söz konusu olamayacağını açıkladığı fıalde, bunların iddiaları nın asıl sebebi gerçekten komünizm olacağından korkmala rı değil, geleneklere dokunmadan, topluma yeni bir şekil verecek yeni bir siyasi rejim kurmadan, gene eski peykçi Batıcılığını, gene eski Osmanlı hilafet ve saltanat anayasa sına dayalı sistemi devam ettirmek istemeleri idi. Kurtuluş Savaşı bunlara hiç bir şey öğretmemişti. İşte, Atatürk'ün Nutuk'ta bize anlattığı bunlardır ve doğru olanı da budur.
·
FIKiR ALIŞKANLIKLARJNIN DiRENMESi Devrimsel bir döneme girildikten sonra şartlarda ve
meselelerde bir çok değişiklikler olduğu halde, aydınlar çok defa kafa alışkanlıklarını değiştirmede direnme göste rirler. Onun için, büyük çapta yeni olayların verdiği tecrü belerden ders alarak fikirleri değiştirme geleneği bizim ay dınlarımızda yoktur. Saplandıkları fikirlerin o kadar istib dadı altındadırlar ki gerçekler karşısında bir şey öğren mezler ve bu yüzden eğilimleri genellikle taassup şekline girer. Gene bu yüzden bunun zıddı da olur, yani olayların verdiği dersler karşısında fikir geliştirme şeklinden ziyade
1 62
dôneklik ve oportünistlik şekilleri görülür. Eskiden kalmış Türk aydınlarının Milli Kurtuluş Savaşı'ndan bir şey öğ renmemiş olması insanı hayretler içinde bırakacak ölçüde olmuştur. O ölçüdeki devrimcilik dönemi ve rejimi, yalnız bu yukarıda anlattıklarımızla uğraşmak zoruyla kalmadı, daha sonra geriye kalan iki fikir geleneği ile de karşılaşma zorunda kaldı. Bunların, milli kurtuluş savaşı devrimciliği üzerine yaptığı yıpratıcı ve daha sonra bozucu ve yıkıcı et kileri ötekilerin yaptığı etkilerden daha tehlikeli olmuştur. Çünkü bu etkilerin niteliğini ötekilerinki kadar kolaylıkla görmek, bizim için bugün bile, daha zordur. Bunların biri Türkçülüğün milliyetçilik anlayışı, diğeri ilerici Batıcılığın Batılılaşma anlayışıdır. Bunların birincisi Irkçılık ve Tu rancılığa, diğeri özel teşebbüsçülüğün Batı medeniyetçili ğine varmıştır. Atatürkçülükten yukarıda anlattıklarımızın intikamını almak bu ikisine nasip olmuştur.
KEMALiZME ÖZGÜ ULUSÇULUK VE BATICILIK Türkçülüğün ve Batıcılığın Kemalizm üzerine yaptığı sessiz, yıpratıcı ve bozucu etkilerini kavrayabilmemiz için, Kemalizme özgü ulusçuluk ve Batıcılık görüşlerinin, Batı cı olmayan milliyetçilik ve milliyetçi olmayan Batıcılıktan hangi anlamlarda ayrıldığını kavramamız gerekir. Bir keli me ile, bu aynını yapan devrimcilik prensibidir. Ondaki devrimcilik yanının, bu eski anlayışın direnmesi karşısında yok edilmesi, hem ulusçuluk hem Batıcılık akımlarının
1 63
devrimciliğe aykırı, toplum kalkınması ve milli bağımsız lık davasından kopuk ideolojiler haline gelmesi ile sonuç lanmıştır. Milliyetçilik, Mukaddesat'çılığa; Batıcılık da Menderesçiliğe varmıştır. Kurtuluş Savaşı 'nın Kemalist milliyetçiliği ve Batıcılığı ise her ikisine de esasta aykırı dır. Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın getirdiği toplum ve dev rim anlayışının niteliğini kavramak için bir yandan "biz" kavramı ile ilgili olaylara, bir yandan da onun, "biz"e vermek istediği şekli gerçekleştirmek için başvurduğu değişme metodlarına bakmak gerekecektir. Birinci mesele, bugünün Batıcı aydınının unutmak istediği, içinde bir acı olarak kalan ve ırkçı ulusçunun diş bilediği bir konuya, yani Türk tarih tezi meselesine gir meyi gerektirecektir. Bu konuya iyice girmek, bizi asıl konumuzdan uzaklaştırabilir. Onun için burada yalnız kendi konumuz açısından gerektiği kadarı ile yetinmeye mecburuz ki bu bile sözü burada uzatmayı kaçınılmaz bir hale getirecektir. Bunu bitirdikten sonra, ikinci meseleye, yani toplumcu devletçilik meselesine geleceğiz. Bunlara bakmak ve Üzerlerinde tartışmak bugün için sadece akademik bir mesele, yakın geçmişin tarihini yapmak, artık anlamı kalmamış şeyleri tekrarlamak işi değildir. Çünkü bunların ikisi de Kurtuluş Savaşı'nın zor ladığı ve başlattığı şekilde çözümlenmemiştir. Bugünün aydını, bu iki meseleden istediği kadar kaçınmaya çalış sın; ikisi de daha büyümüş olarak karşımızda durmakta dır.
1 64
IX DEVRİMCİLİK VE TARİH Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih zoruyla ortadan kalkmasından artakalan müesseseleri üzerinde bir-iki dü zeltme yapmaktan ibaret bir ıslahatçılıkla, baştanbaşa ye ni bir ulusal yapı ve ulusal yön bulma anlamındaki dev rimcilik arasında büyük fark vardır. Bunun, kurtuluş sa vaşı devrimine özgü olan ve pek farkında olmadığımız •
bir yanını belirtmek için, benzer değişmeler geçiren bir iki toplumla olan farklara dokunmak isterim. Batı uygarlığı etkisi altında devrimsel değişmeler sürecine girmiş olan başka toplumların milliyet mesele sindeki durumu bizdekinden farklı olmuştur. Mesela, Ja pon toplumunu alalım. Japon değişmesi milliyet kavramı güçlükleri ile hiç karşılaşmamıştır; çünkü bir millet olma işi, Japon toplumu daha Batı uygarlığı etkisi başlamadan hayli önce tamamlanmış bulunuyordu. Daha sonra yapı lan değişiklikler, tarihin hazırlayıp verdiği bu temel üze rinde şu veya bu noktalarda reformlar yapma işi olarak
165
kaldı. Rus toplumunu alalım. Bu toplum deminkinin ak sine şiddetli bir devrim geçirdi; fakat orada hiç bir zaman Rus milli varlığı, dili, edebiyatı, ilmi, musikisi ve hatta adetleri ve atasözleri modern bir milli varlık temeli ola rak ortadan kalkmadı. Bugün Çin toplumu da böyle bir devrim içinde; fakat milli temel açısından orada da Çin milli varlığı bir temel olarak gene ortadadır. Araplığı ala lım. Yüzyıllardan beri Araplık, ulusal ve siyasi varlığını kaybetmiş bulunuyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun yı kılmasıyla bunu elde edeceğini sanırken bu defa Batı hükmü altına girdi. Öyle olduğu halde, dili ile, tarihi ile ve hatta dili ve dini sayesinde Arap olmayan insanları bi. le kendine malederek benimsediği bir tarihi Araplıkla bü tün dünyaya kendini tanıtıyor.
TÜRK ULUSU TARiHTEN SiLiNME TEHLiKESi KARŞISINDA Türk ulusal varlığı bunların hepsind�n farklı davaları yenmekle kurulabilmiştir. İmparatorluğun Batı etkisi al tında kalışı, Japon ve Rus toplumlarından farklı olarak onu ulusal bütünlenmeye değil, ulusal parçalanmalara gö türdü. İmparatorluktaki Türk'ten gayrı halkları birer mil let halinde ayırırken geriye kendine ad verecek her şeyi Türk olmayan bir idare altında bir halk yığını bıraktı. Batı, bu imparatorluğun temellerini çökertirken içindeki bütün milletleri Osmanlılığa düşman etti. İçindeki Türk unsuru bu çökertilmeden en çok zarar gören, adeta ekono-
1 66
mik anlamda yok olma sınırına gelmiş olan unsur olduğu halde, Osmanlılığın savunuculuğu ona kaldı. Bunun, Türk milliyetçiliği ve kurtuluş savaşı üzerine iki olumsuz etkisi olmuştur: (a) Dünyada yalnız kalış; (b) Ulusal varlığının tarihsel temelini daha gerilere itme zorunluğu.
TEK BAŞINA KALMIŞ BiR MiLLETiN SAVAŞI Birincisinin sonuçlan şu oldu: Kurtuluş Savaşı'nın Türk toplumu, bugün ardısıra sömürgelerden doğan millet toplumlarından farklı olarak, iki yandan (Batı devletlerinden ve içerideki milletlerden) gelen hücumlar karşısında yıkılan bir imparatorluğun biricik sorumlusu, hesap vericisi duru munda kaldı. Onun çöküşünden birer millet olarak doğan toplumlar onun sorumluluğundan sayılıyor; onların yerine bu sorumluluk Türk toplumunun sırtında kalıyordu. Bu yüzden, Türk Kurtuluş Savaşı, hem İmparatorluktan ayrılan· eski uluslarının, hem de Batı devletlerinin ve halklarının desteğinden yoksun kaldı. Bugün,yeni doğan uluslar, ayn açılardan da olsa, genel bir sempati ve "hoşgeldin" havası ile karşılanıyorlar. Türk milli doğuşu böyle bir karşılamadan esirgenmiştir. Üstelik, hemen hemen genel bir düşmanlık havası ile karşılanmıştır. Yunan ordusu, bütün Türk milletini kıtır kıtır kesse, bundan dünyada pek az vicdan isyan duya caktı. bizim Tanzimatçıların Avrupa'dan borç sağlayacak di ye şımarttığı elçi Canning'in "Türkleri pılı-pırtıları ile Av rupa'dan kovmak" sözü ile, Gladstone'un "Türkleri dünya yüzünden kaldırmak" sözleri, Birinci Cihan Savaşı sonunda bütün medeniyet dünyasının "amentü"sü haline gelmişti.
1 67
İmparatorluktan ayrılan müslüman milletlerle, diğer müslüman milletlerden de bir hayır beklenemezdi. Trablus ve Balkan harplerinde sadece müslümanlık için vicdanı kabaran müslüman dünyası, Türklük için aynı isyanı duy madı. Mandacılığı kabul eden Arap milliyetçileri Türk kurtuluş savaşı ile ilgilenmediler. Libya'nın Senusi şeyhi gibi ilgilenenler olduysa da bu, savaşı bir müslümanlık sa vaşı sanmasındandı. Hint müslümanları da aynı yanılma ile ilk önce ilgi gösterdilerse de bunun bir milli Türk sava şı olduğunu anlayınca sempatileri antipatiye döndü. Bu müslüman milletlerin kendileri milliyetçilik ve bağımsızlık şuurundan o kadar yoksundular ki kendileri manda ve sö mürge idareleri altında otururken Türkün hala kendilerinin dinleri için savaşmasını istiyorlar, böyle ohnadığını görün ce de ilgilerini kesiyorlardı. Türk mandacılarının, kurtuluş . savaşına Amerika'nın sempati gösterdiğine inanmaları da temelli bir cahilliğe ve Amerikan okullarında aldıkları misyonerlik hayranlığına dayanıyordu; çünkü Amerikan devleti onların sandığı sempatiyi beslemediği gibi, duyu lan sempatinin temelindeki nesne Türk değil, petroldu. Bütün bunların anlamı, Wilson prensiplerine göre bi le meşruluğu tanınmayan bir kitlenin ulus olma davası, dünyada, tarihte, dinlerde ideolojilerde kendini yapyalnız, tek başına bulması demektir. Üç çeyrek yüzyıl, içeride ve dışarıda Osmanlılık davası gütmenin zararlarını şimdi bu tek başına kalmış Türk "unsur"u çekiyordu. Bütün dün yada, hatta Osmanlı aydınları arasında Türk, bu impara torlukta sadece önemsiz bir azınlık olarak tanınıyordu.
1 68
Abdülhamit zamanında Anadolu 'da vızır vızır dolaşan Avrupalı seyyahlar, boyuna Türklerin Anadolu'da iğreti bir azınlık olduğunu, nüfuslarının azaldığını, ekonomice, yok sayılabileceğini yazarlar. Hatta bu yazılarda, Anado lu'ya yeni Yunan nüfusu yerleştirilmiş olduğunu hayretle okudum. Bizim devlet adamlarımızın ve yazarlarımızın bundan haberleri olduğuna dair şimdiye kadar bir şeye rastlayamadım. Gafil, cahil ve milli haysiyet denen şey den nasipsiz insanların idaresi altına düşen insanlar, bun ların cezasını evlatlarına ve torunlarına ödetirler bir gün.
MUClZE Demek ki Türk milliyetçiliği, birçok benzerlerinden farklı olarak, tarihsel bir temelden mahrumdu. Bu, bindiği dalı kesmeye benzeyen bir milliyetçilik Abdülhamit zama nında Anadolu'da vızır vızır dolaşan olma tehlikesini taşı yordu. Kemalizm, yalnız milliyetçilik değil, yalnız milli
kurtuluş ve bağımsızlık değil, aynı zamanda bir millet ya ratma, onu tarihe ve dünyaya kabul ettirme, onu kendi kendine kabul ettirme ve nihayet onu gelecekte de yaşaya bilecek bir varlık olma temelleri üstüne oturtma işidir. Bunsuz bir Türk milliyetçiliği yalnız gülünç olmakla dura maz; aynı zamanda varlığına kimseyi de inandıramaz. Bu dava o kadar büyük bir davadır ki, Mustafa Ke mal 'in bu kadar kısa bir zaman içinde bu kadar talihsiz, bu kadar ters şartlar altında bağımsızlık savaşına girişmiş bir milleti bütün dünyada şöhret ve itibarlı bir millet hali1 69
ne getirmesi, tek kelime ile, bir mucizedir. Bugün, milli yetçiliğin mutlak ve vazgeçilmez temelinin, üstünden at lanamaz, ilk basamağının Atatürk geleneği olmasının se bebi budur. Bunsuz, ne bir Türk varlığı ne de milliyetçi lik olabilir. Türk miliyetçiliğinin, daha doğrusu Türk mil liyetinin temeli ne Karakurum'da, ne de Amerikan yardı mındadır. Milli kurtuluş ve bağımsızlık savaşının Ata türkçülüğünü öldürenlerin, milliyetçilikten söz etmesi yalancılığın, namussuzluğun en büyüğüdür.
TA RiH MESELESJ İkinci olumsuz sonuç, Osmanlı tarihine ve hatta Os manlı-Türk tarihine karşı tepki, ve bambaşka bir tarih şu uru
geliştirme zorunluğudur. Tarihin dışına itilmiş, başın
dakiler tarafından mandacılık veya halifecilik uğruna ta rihin o zamanki sahifesine gömülmek üzere olan bir mil letin, tarihte kendi yerini kendi anlayışı ve kendi eliyle bulması gerekir. Bunu, ona hiç bir islam tarihi, hiç bir Osmanlı tarihi, hiç bir Batı tarihi veremez; çünkü bu ta rihlerin hiç birinde Türk yoktur ancak. Şimdi aşağıda an latacağımız anlamlarda vardır. Milli kurtuluş savaşı yıllan içinde bile, Türk aydın lan arasında tarih, bakılmaya utanılacak bir kitaptı. Türk aydınının Türkçülüğü benimseyenleri bile, Gökalp 'ın harsçılık açısının yanlışları yüzünden aydının tarih hu zursuzluğunu giderememişti. Aydın eskiden, müslüman iken kendini müslümanlık1 70
la bir tutar; tarihin Türkü acayip şekilde göstermesine alın maz; hatta ona katılarak Türke "idraksiz Türk", "kızılbaş Türk" der, geçerdi; hatta, on dokuzuncu yüzyılda Avrupa lılardan öğrenerek Arapların moda ettiği bir teze, Namık Kemal gibi kapılarak, onları Tatarlar ve Moğollarla birlikte müslümanlığın yıkıcısı barbar bir kavim sayardı. Aydın, Osmanlı olarak, ona "reaya" der; hıristiyan reaya ile birlikte onu Osmanlı düzeninin en aşağı tabaka sına koyarak kendinden ayırırdı. Aydın, Batıcı olunca, onun hakkında kullandığı eti na zik kelime "Alaturka" kelimesi oldu: kendini "Alafranga" olarak ayırdı. Alaturka, yani Türk gibi olmak iptidailik, alaf ranga yani Frenk gibi olmak ta medenilik. Hiç bir milletin aydını, aşağılık duygusunun bu kadar derinine inememiştir! Buna tepki olarak gelen Türkçülük de aydını tarih karşısındaki huzursuzluktan kurtaramadı. Gökalp' in me deniyet ve _hars kavramlarının tersineliği yüzünden, o ka dar tellenip pullanan Türk harsı, aydının Batı historiyog rafisi karşısındaki utancını yok edemedi. Bu harsın ger çekliğine kendilerini bile inandıramadılar. Kımız içmeye kalktılar; mideleri bozuldu, gene rakıya döndüler. Özellikle Türkçülerin alafranga olanları Türk harsı diye Arap, Acem, Hıristiyan ve Avrupa harslarının veya medeniyet lerinin antika eşyası arasından çıkamadılar. Harsa saplan mışlar; Türkün medeniyette yeri olabileceği hatırlarına bi le gelmiyor. Türkçülük nihayet, aslında bir sömürgecilik bilimi olan Türkoloji ta�ihçiliğinde tesellisini buldu. Bu da onları bizim bildiğimiz, içinde yaşadığımız Türk toplu mundan ve ulusundan ayn kavimlerin dünyasına daldırdı.
171
·
MiLLi KURTULUŞ SAVAŞI TARiH ŞUURU Kurtuluş Savaşı 'ndan sonra bile, aydınlar arasında saplandıkları İslamcı, Osmanlıcı, Batıcı ve Türkçü tarih görüşlerinde hiç bir değişiklik olmadı. Bu savaş sanki hiç olmamıştı veya oluşunun tarihsel bir anlamı yoktu. Türk aydınının, milli kurtuluş savaşının tarihsel anlamlarından bu kadar nasipsiz kalması inanılacak bir şey değil. Atatürk'ün başlattığı devrimcilik yolu, Türkçülerin harsçılık tarihçiliğini adım adım yalanlamaya başlıyor; fa kat devrim Ankara 'sının, bir Amerikan milyonerinin parası ile yapılan Türk Ocağı'nda hala Meşrutiyet İstanbul'unun Türk Ocağı'nın havası estirilmek isteniyor. Atatürk'ün me deniyet devrimciliğini, bunlar Türk Yurdu dergisinde " Hars Buhranı Var! " feryatları ile karşılıyorlar. İstan bul 'un İslamcı, Osmanlıcı ve Batıcı tarihçiliği ise sinmiş bir halde. Sadece okullarda eski masallar devam ediyor. Yabancı okullar hala açıkça Gladstone tarihçiliğinde. Mustafa Kemal'in tarihe dönüşü, bunlara büyük bir sürpriz hazırlıyordu. Bambaşka, yepyeni, devrimci bir ta rih görüşü bir zaruretti. Bu, devrimlerin rehberi olacak bir tarih görüşü olmalıydı.
"BÜYÜK ZAFER "iN TARiHSEL ANLAMI Osmanlı İmparatorluğu'nun yadigarı olan İslamcı, Osmanlıcı, Batıcı ve Türkçü tarihçilerin bu büyük anlayış sızlığına karşılık, Türk tarih anlayışında devrim yapacak bir
1 72
görüşü aramanın ilk hamlesinin, kurtuluş savaşının önderi olan bir kumandandan gelmesi, üzerinde durulacak bir şey. Onun Kurtuluş Savaşı'nda yaptığı şey, bir tarih görü şü için şart olan basamağı hazırlayan bir işti: bu savaşın en büyük muharebeleri, bütün tarih boyunca Anadolu'nun tarihini tayin eden; en son ve en büyük Türk devletinin doğduğu; uygarlık tarihinde Türkün İbrani, Yunan, Bizans ve Arap haslan ile karşılanıp onlara uygarhkça cevap ver diği; ve nihayet tarihte en son Türk varlığının kurtarıldığı bölgede geçmiştir. Bu sahnede geçen bu hars-uygarlık sa vaşının askeri ve stratejik olduğu kadar tarihi önemini, bu derin sezgili kumandanın anlamamış, ondan ilham alma mış olmasına ihtimal veremiyorum. Bu ilhamın arayışlarından doğan tarih tezi, bellen miş kavramlara o kadar aykırı idi ki bütün aydınlan ye rinden sarstı. Aydınların çoğu bunu bir çılgınlık saydı; bir kısmı bilfiil ayaklandı. Nasırlarının bir yerine fena halde basılmıştı. Zeki Velidi'ler, Fuat Köprülü'ler, Ahmet Refik'ler, hemen hemen bütün " Darülfünun" hocaları, ayn açılardan, "olamaz" feryadını bastılar. Kimisi filan Batı tarihçisinin kitabına, kimisi falan İslam müverrihi nin ne buyurduğuna, kimisi filan veya falan Türkoloğun dediklerine dayanarak: "biz kim oluyoruz? Türk, bu oto ritelerin dediği gibidir" diye direnmeye başladılar. Vak tiyle, Arap milliyetçiliğini, Muhammed'in ırkından oldu ğu için haklı gören, fakat "Türk te kim oluyor? İslam ta rihinde ne yeri var?" diyen İslamcı Darülfünun hocası Ahmet Naim'ler köpüre köpüre homurdanıyorlardı. Kur-
1 73
tuluş Savaşının milliyetçiliğine inanamayan aydınlar bü..: yük bir imtihanla karşılaşacaklardı. Atatürk'ün tarih anlayışı, bugün unutulmuş gibidir. Çoğu kişinin nazarında o, gelip geçmiş hafif bir çılgınlıktı. Batıcı aydın, onu hatırlamaktan utanıyor: Atatürk'ün bu ya nını unutmaya çalışıp, var kuvvetiyle "O Batıcılıktır'' iddiasında tesellisini buluyor. Son zamanlarda Atatürk hak kında, eski vatandaşı Armstrong'a kıyasla çok terbiyelice bir eser yazmış olan Lord Kinross, bu tarih tezi faslını hafif bir gülümseme ve biraz da acıma hissi ile, çabuk geçiştiri yor. Daha önceki bir seyahat kitabında Anadolu'da Ermeni medeniyetinin eserlerini durmadan aramak merakını gizle meyen lordu, mazur görmemiz �erekir; o hiç olmazsa yuka rıda saydığımız kişiler kadar şiddetli davranmamış.
·
Bütün bunlar gösteriyor ki, Atatürk'ün tarih anlayışı na karşı gelenler muvaffak olmuşlardır. Onların düşmanlığı karşısında bu görüş önce cıvıtıldı; sonra tüm yokedildi (Bu gün sadece Tarih Kurumu'nun ciddi araştırmalarında ve yayınlarında meyvelerini vermeye devam etmektedir). Bu satırları okuyan okuyucu, benim bu kaypak zemin üstünde gezinmeye kalmama belki de şaşmaktadır. Düşüp şuramızı buramızı kırabiliriz; fakat buna mecburuz; bugünkü milli yetçilik ve Batıcılık anlayışlarının gelip dayandığı kargaşa, bu buz üstündeki meydan savaşının aldığı sonuçla başla mıştır. Atatürk'ün sezinlediği tarih görüşünü, karşıtı olan tarih kopyacılarının kaynakları olan görüşlerle karşılaştırır sak yalnız ona karşı gelen genel ayaklanmanın değil, o gö rüşü çürüten, cılk eden kişilerin bu işteki rolünü de kavra-
1 74
mış olacağız. Çünkü, tarih tezinin karşılaştığı asıl tehlike, onun bugün utanılacak bir macera olduğu kanısının yaratıl masına sebep olan fırsatçılardan gelmiştir. Türke bir yarın kazandıran Mustafa Kemal, onun geçmişini bu menfaatçı lann çapulculuğundan kurtaramamıştır.
TÜRK TAR1H1NE BAKIŞLAR: BATI TAR1HÇ1L1G1 Atatürk'ün ipuçlarını yakaladığı yeni tarih görüşü Hıristiyan, İslam, modem Batı, Türkçü ve Irkçı tarih gö rüşlerine tüm karşı gelen bir tarih görüşüdür. Nerelerde ve neden karşı olduğunu anlamamız için bu saydığımız tarih görüşlerinin Türkle ilgili yanlarını, ayrı ve birlik yanlarını kısaca gözden geçirmemiz gerekir. Türk tarihi hakkında uygarlık dünyasında en derin iz bırakan tarih açısı Batı tarihçiİiği olmuştur. Bu Batı ta rihçiliğinin çekirdeğini anlamamız için, Gökalp' ın yanlış anladığı ve ters yere koyduğu "hars" kavramını hatırla mamız gerekir. Hars, milletlerin değer saplantılarının bir karmasıdır. Batı tarihçiliği, bilimsel tarihin bütün ilerle melerine rağmen, Batı harslarının değer açılarından kur tulamamıştır. Batı tarihçiliğinin bilimciliği ve objektifli ği, Batı harsı çevresinin içinde büyük ilerlemeler kaydet miştir; buna karşılık uygarlık ve medeniyet tarihi açısın dan Batı tarihçiliği iki bencilliğin hala şiddetle etkisi al tındadır: Biri Hıristiyan Bencilliği (Chrstocentrism), di ğeri Irk Bencilliği (Etho-centrism). Gökalp, Batıyı tanı mamış olması yüzünden Batı harsının veya harslarının
1 75
milletlerin laikleşmesinin eseri olduğunu sanmıştır; ger çekte ise bunun çekirdeği Hıristiyanlıktır. (Tersine, milli yetler uygarlığın yaratığı olmuştur). Kaynağı dinlerden gelen harslar, uygarlıkların etkisi altında az çok laikleşe bilir; fakat dini temellerini kaybetmezler. Bugün, Bat'nın muazzam uygarlık değişmelerine rağmen, kiliselerin çe şitli kılıklar altında üzerinde durmadan çalıştıkları şey Hıristiyanlık harsının değerlerini yaşatmaktadır. Hıristiyanlık harsı, özellikle dinin içinden çıktığı et nik bağlan kopardıkça şiddetlenir; ve ancak bir ruhanilik geleneği içinde bunu yaşatabilir. Hıristiyanlığın üniversel bir din olduğu kanısı, Batı uluslarının Hıristiyan olmayan uluslar üzerine egemenliğini kunna aracı olan bir inançtır. hıristiyan olmayan milletlerin, Batı uygarlığına karşı uy sallık gösterdikleri halde dinine karşı inatçı bir tepki gös termeleri de bundandır. Batı historiyografisinde Hıristi yan bencilliğinin yanında Avrupa'nın beyaz ırk bencilliği de kaybolmamıştır. Dünya tarihinin merkezi hala Avrupa ırkları ve Hıristiyanlık dinidir. Batı historiyografisi bu iki sine aykırı herhangi bir tarih açısını (mesela, bu arada Marksçı tarih açısını) asla benimseyememiştir. Bütün di ğer harslar veya uygarlıklar, tarihte hep bu merkezin etra fında Qna ya bir şey katan bir hizmetçi veya ona karşı ge len bir düşman olarak görülür. Mesela, Çin uygarlığına kıyasla Batı, Roma imparatorluğu zamanında bile bir "gelişmemiş memleket" durumunda olduğu halde, Batı historiyografisinde o zamanın merkezi hala Roma'dır. Modern Batı tarihçiliğinde bugün bile İsa, incil, 1 76
Arz-ı Mukaddes, Kilise tarihi, Luther vesaire, İngiliz, Al man, Fransa, Amerikan harslan üzerine harcanan emek ler, paralar yanında uygarlık, teknoloji, ekonomi tarihleri . üzerine yapılanlar devede kulak kabilindendir. Batı historiyografisinin bütün bencilliğinin en iyi turnsol kağıdı Türktür. Bütün obj ektiflik boyalan, Türke gelince dökülür: Hıristiyan harsçılığı ve Avrupa ırkçılığı her yandan sırıtmaya başlar. Mesela, şu meşhur tarihçi Pirenne' i okuyunuz. Okudukça: "Aman ne bilimsel, ne objektif" diye bayılacağınız gelir. Fakat, Türkten söz et meye gelince bu alimin ağzı çarpılır, bir şeyler olur, hiç bir sayfasında göstermediği önyargılan, nefretleri bülbül gibi ötmeye başlar. Ben, şimdiye kadar Türkten ağzı bur nu çarpılmadan söz edenine raslamadım. Hiç bir Batılı okuyucu, bunlarda objektifliğe, bilimsel liğe aykırı bir şey görmez; çünkü bunları onlar da öyle bilir ler; bunlar üniversel gerçeklerdir; Batı harsçılığının ve tarih şuurunun ayrılmaz parçasıdır. Türk, objektif Batı tarihçiliği nin bilim efendiliği ölçülerinin dışında kalan bir şeydir. Batılı tarihçi o konuda istediği gibi konuşabilir. Siyasette bi le bunun etkileri görülür. Vaktiyle bizim siyasilerimiz NA TO'ya girmek için çırpınırlarken, İngiliz parlamentosunda buna itiraz edenlerin en kuvvetli dayanağı Türklerin Hıristi yan olmadıkları ve Avrupalı olmadıkları tezi idi.
RUHAN! DlNLER AÇISINDAN TÜRK Tarihte din üstüne toplum kuruculuğunun ve genel
1 77
olarak ruhani düzenlerin temsilcileri, Türkleri daima ya bancı bulmuşlardır. Çünkü din karşısında Türklerin yakın doğu ve Avrupa geleneklerinden ayrı bir gelenekleri var dır (Bu açıdan, Hint, Çin ve Japon geleneklerine daha ya kındırlar). Türkler semitik dinlerin dışında kalmışlardır. Müslüman oldukları zaman da iki din arasındaki düş manlık yüzünden gene Hıristiyanlığın insanlık görüşü nün dışında kalmışlardır. Hıristiyanlığın ortodoksluk, ka toliklik ve protestanlık kollarının üçünün de ruhanileri Türke, karşı gözle bakmışlardır. Batı historiyografisinin Türk kavramı hata bu üç din geleneğinin etkisi altındadır. Bunun başlıca sebebi, Türklerin din anlayışının ruha nilik anlayışından tüm farklı oluşudur. Bizde, Türklerin din anlayışını en iyi kavrayan adam Atatürk olmuştur ve onun getirdiği laiklik kavramı Türk din geleneğinin bu anlaşılışı na dayanır. Onun dediği gibi, Türk bütün dinlere ilgi ve saygı gösterir; fakat hiçbirine kendini hapsetmez. Özellikle tabiata ve akla uymayan dinlere güvenle bakmaz: Ruhani� lere kendini vermez. Dünyanın en medeni, en insani din görüşü olan bu deist görüş bütün Türk tarihinde de görülür. Türklerin yayıldıkları yerlerde değinmedikleri din kalmamış gibidir: Şamanizm, Budizm, Judaizm, Manihe izm, Hıristiyanlık, Müslümanlık. Fakat bunların hiçbirine kendilerini hapsetmemişlerdir. Bu dinlerde, Türkler ya ruhani olanlarla uyuşamamışlardır (Hıristiyanlık gibi); ya ruhani olanların heretik sayılan şekillerini almışlardır (Maniheizm gibi); ya etnik yanı kuvvetli olan bir dine girmişlerse onun içinde kaybolmuşlardır (Judaizm gibi.
1 78
Fakat bu dini kabul eden Hazar hükümdarlarının din si yaseti gene de çok-dinciliği gütmüştür); ya etnik yanını kaybeden dine girip onu ya hukuk şekline ya da tasavvuf hümanizmi şekline sokmuşlardır. Büyük Türk şa,hsiyetle ri içinde dinle ilgilenenler çıktığı zaman bunlar ya ruhani dinlerin kabul edemeyeceği bir din anlayışına varmışlar dır ya da onların yerine akılcı senkretist dinler kurmaya çalışmışlardır. Yalnız üçünü zikredeyim: Timur, Fatih ve Ekber. Üçü de dinlere karşı liberal; üçü de dinler üstü bir senkretist din özlemi gütmüştür. Üçü de din kurucusu ve ya güdücüsü olamamıştır. Üçü de ayn ırkların, sınıfların, mesleklerin, içinde birlik ve kardeşlik bulacağı bir inanç ve bağlanma sistemi kurmaya çalışmıştır. Bunların belki en büyüğü Ekber'dir. Onun zamanında bütün Hindistan birleşmiş, kardeşleşmiş; fakat onun torunu Evrengzib şe riat softalarının tahriklerine kapılıp bütün Hindistan' a zorla Müslümanlığı sokmaya kalkışınca Moğul İmpara torluğu çatır çatır yıkılmıştır. Ve nihayet bunlara en so nuncusunu ilave edelim: Atatürk. O da peygamber, ruha ni ve yobaz dinciliği ile uyuşamamıştır. O, "Atatürk" adını bu açıdan bihakkın kazandı.
lSLAMCI TARlH ANLAYIŞI İslamcı tarih anlayışı da Türkü sevemediği gibi, Türk de İslamcı din anlayışı ile uzlaşamamıştır. İslamda ruhanilik, bu din etnik kaynaklarından tamamıyle kop madığı için, Hıristiyanlıkta olduğu kadar gelişememiştir. Bu yüzden, Türkler İslamlıkta kendilerine uygun bir şe1 79
kil bulabildiler. Fakat, Türkün İslam anlayışı ya hukukta ya da tasavvufta çiçeklenmiştir. En çok Araplar arasında bulunan diğer iki şekil, ya ni bedevi Arap harsçılığının Müslümanlığı ile Suriye ve Irak teokrasisinin özellikle İbn-i Teymiye'de ifadesini bu lan şekli Hıristiyanlığa benzer yanlar gösterir ve Türk ge leneğine tüm aykırıdır. Bunların biri Türk devletçiliğine ve uygarlıkçılığına, diğeri Türk laikliğine aykırıdır. Ger çekte, bilfiil ikisi de Türklüğe karşı gelmiştir. Vahhabilik, Selefilik ve Arap ulusçuluğunun İslamcı şekli tarihte Türk rej imine karşı ayaklanmalarla kendini göstermiş; Türk düşmanlığı fikir yanlarının temel unsurlarından biri olmuştur. (Bizdeki İslamcıların Türk düşmanlığı bunların etkisi altında kalan İslamcı dergilerle yayılmıştır. Batı ta rihçiliğinde Türk, nasıl izahı güç veya izahı istenmeyen şeyleri izahta kullanmak için bir kenarda hazır durursa, İslamcı historiyografide de Türk aynı rolü oynar. Abbasi hilafetinin yıkılması mı izah edilecek, kolay bu işi Türk görür. Bugünkü Müslümanlığın çöküşünün sebebi mi aranıyor; hayır: Türk bunu izaha yarar. Hilafetin dejenere olması mı? Sebep, Türklerin Müslümanlığı anlamaması.
TÜRKOLOJl'NlN TARlH GÖRÜŞÜ Buraya kadar saydığımız tarih açılarına neden Ata türk 'ün tarih anlayışının uymadığını görüyoruz. Fakat onun anlayışına karşı asıl kızılca kıyamet İslamcı ve Batı cı tarih kopyacılarından ziyade Türkologlardan gelmiştir. Türk tarihine karşı modem zamanlarda ilginin, İslam1 80
lıktan önceki Türk tarihine karşı ilgi şeklinde başlaması hem iyi hem de yanıltıcı etkiler bırakmıştır. İyi etkisi, Türk tarihini İslam ve Osmanlı görüş çevresinden çıkarması ol du. Buna karşılık, Türk tarihine Batı ve İslam historiyogra fisini pekinleştirici yeni bir efsane getirerek Türkleri Orta Asya'ya bir nomad ırk olarak hapsetmesi, onun dışındaki dünyada her gittiği yerde yabancı bir unsur haline getirmesi oldu. Osmanlı ve İslam çevresinden kurtarılan Türk tarihi bu defa, Türkistan'la Tataristan arası bir bölgeye hapsedil di. Avrupalı veya Arap olamayış kompleksine ilave olarak, bu defa da Tatar olamayış aşağılık kompleksi geldi. Tatarla rın vizesini alamayan kimse artık Türk olamayacak. Ayrıntılara girmeye yerimiz elverişli değil. Sadece bu Türkoloji'nin en ünlü babasının kavram yapısını ince lersek bunu görürüz. Bu zat, Türk tarihine en obj ektif gözle baktığına inandığımız Barthold'dur. Bu zatın Türkolojisi, yerleşik uygar kavimlerle uy garlıksız göçebe kavimler arasında sürekli bir mücadele teorisine dayanır. Bütün medeniyet tarihi, ona göre Çin duvarından Batı Avrupa'ya kadar Türkün önüne duvar çekme tarihidir. Barthold, Türkü asla bu duvarın ötesinde veya medeniyetin içinde göremez. Bütün görüş ufku, kendisinin Rus idaresi alt!nda görmeye alıştığı kabile ve kavimler çerçevesinin dışına çıkamaz. Kazara bu duvarın ötesine geçen bir kavim çıkarsa, sayın Barthold derhal Türkologlaşır; "Ben Türkoloğum" diyerek bunlarla ilgi sini keser. Çünkü bunlar artık Arabiyatçıyı, İraniyatçıyı, Avrupa tarihçisini, siyaset ve medeniyet tarihçisini ilgi-
181
lendirirmiş. Yani, Türk, Barthold'un anladığı medeniyete girdi mi Türklükten çıkıyor. İleride değineceğimiz ve Atatürk'ün göstermek istediği gibi, bilakis Türk medeni yete girmedeı;ı ya Kırgız'dır ya da Çuvaş; o, asıl medeni yete girdikten sonra Türk oluyor; çünkü Türk kavramı bir kavim ve ırk kavramı değil, medeni düzen (töre) ve dev let egemenliği kavramıdır. Fakat, Barthold'da durum bu nun tersidir. Türkoloj i, mutlaka iptidai ve kavim olan ka bile ve grupların bilimidir. Barthold, Türkiye Enstitüsü denen ve bu sömürgeci lik kavramına dayanan adla hala yaşayan merkezde ver diği konferanslarda Türkün kim olduğu sorusuna doku nur ve bermutat cevap bulmadan geçer. Bu Türkoloj i bi limi daha konusu olan nesneyi tarif etmiş değil. Nedense hepsi o tariften kaçınır. Barthold da buna azıcık değine rek arkadan hemen Türkü bir alay kabilelere, kavimlere kırpar; bunlar arasında duvarı aşanları İran ve Arap Batı uygarlıklarının alimlerine havale ederek gene kendi Kır gızlanna, Tunguzlarına döner.
JRKÇl-TURANCJ TARlH GÖRÜŞÜ Başkırt ve Tatar aydınlarının oynadığı bu Türkoloj i tarihçiliği, Türkiye'de İslam dini, Osmanlı camiası ve Batı uygarlığı karşısında bir ağlama duvarı haline gelir. Türk halkı bir savaştan çıkar; fakat bu Başkırt ve Tatar Türkologları ile onların yerli mukallitlerinin aklı fikri Çuvaşlarda. Türk milliyetçiliği, bu Tatar ve Başkırt ka-
1 82
vimlerinin Marko Paşası sanki. Vaktiyle Çarlıkla olan dertleri bizim milliyetçiliğimiz haline gelmişti; şimdi Bolşeviklikle dertteler; o yüzden bizim milliyetçiliğimi zin mihveri de bu olmalı. Eski Cermen barbarlığının kutsallaştırılmış şekli olan Nazi ırkçılığı çıkınca, Türkoloj i'nin yarım yamalak bilimselliği de gümbür gümbür yıkılır; Türkçülük alabil diğine bir kan, ırk, toz-duman, pala, kılıç historiyografi sine dökülür. Bizdeki Batı uşaklığı çeşitlerinin en adisi ve aşağısı olan ırkçılığın tarih görüşü, yukarıda anlattığı mız Hıristiyan, İslam ve Avrupa tarihçiliğinin Türk hak kında söylediklerini göğsünü döve döve iftiharla kabulle nir. Onlardan farkı, bu tarihçilerin gösterdiği şeyleri kö tüye değil, iyiye almak ve övünmek hamakatini göster mesidir. Bilgisizliğin, görgüsüzlüğün, milliyetçilik duy gusundan yoksunluğun, tarihsel serseriliğin bu derecesi ancak bu ırkçılarda görülmüştür. Bunlar, Türklüğün tarihini yalnız bir barbarlık tarihi olarak göstermekle kalmazlar, Türk Kurtuluş Savaşı'nı da bolşevikliğin bir branşı olarak gösterirler. İslam tarihi ne bakışları da İslamcı Arap milliyetçilerine hak verdire cek şekildedir. Osmanlı tarihine bakışları da bir tuhaftır. Ya Tatarcılık açısından ona istihfaf veya kinle bakarlar ya da Osmanlı medeniyetçiliğini başka ırkları doğramakla meşgul bir çapulculuk şeklinde gösterirler. İçlerinde sayı lı bir Mustafa Kemal düşmanı olan biri koca Osmanlı medeniyetini Arnavut, Rum ve İslav ırklarının bir eseri olarak gösterir.
1 83
YEN! TARiH TEZiNiN TEMEL KAVRAMLAR ! İşte, devrimler arasında, Atatürk'ü yeni bir tarih gö rüşü aramaya iten sebepler bunlar! Bundan sonra, onun temel kavramlarını alarak bu saydığımız tarih görüşleri nin temel kavramları ile karşılaştıracağız ve neden onun tarih tezinin aslında sandığımız gibi, bize sandınldığı gi bi, saçma bir şey olmadığını göstermeye çalışacağız. Evvelce gördüğümüz gibi, Atatürk'ün tarihle ilgisi Osmanlıcı, İslamcı ve Batıcı tarih görüşlerine karşı çevril miş bir arayış olarak başlar. Fakat, Atatürk o zaman biricik milliyetçi tarih görüşünün temsilsici olarak ortada bulunan Türkçü tarih anlayışı ile karşılaşınca onu da benimseyeme di. Zaten Türkçülerin de onun devrimcilik ve uygarlık an layışını benimseyemediklerini görmüştük. Gökalp'ın anla dığı anlamdaki bir ulus biriminin artık bir "mefkfıre", bir hayal olmaktan çıkıp bir gerçek haline gelmiş olduğu bir zamanda "Türkçülük" diye bir davanın devamını anlamsız bularak, Kemalist devrimciliğe uyamamış bir ideolojinin yuvası olan Türk Ocaklan'nı kaldırdı. Halkevleri'nin ku ruluşu, Meşrutiyet dönemi dolayısıyla anlattığımız ve o zaman gene kısaca değindiğimiz şartlar altında kopuntuya uğrayan halkçılık hareketinin özleyişlerine dönüldüğünü gösterir. Yani, evvelce halkçılık hareketini bozup onun ye rine geçen Türkçülüğün yerine şimdi tekrar halkçılık hare keti getirilecekti. Bu şekilde başlayan bu hareketin akıbeti, tarih tezi akıbetine benzediği için burada aynca onun eleş tirmesine girmeyeceğiz. 1 84
Tarih, tezi şu halde bu saydığımız tarih görüşlerindeki "�rk", "hars'', "medeniyet", "din", "devlet" kavramlarını eleştirmeye çeken çabaların yaratığı olarak şekillenmeye başladı. Şimdi bu kavramları alarak bu görüşün, eski görüş lerden farklı olan yanlarını kısaca belirtmeye çalışalım.
IRK. KA VRAMI Birçok aydın, özellikle Batıcı aydınlar, tarih tezinin ırkçılık olduğunu sanırlar. Halbuki bundaki ırk kavramı, "kafatasçı "ların anlayışından o kadar farklıdır ki yalnız bu farklılık, ırkçıların o teze ve Atatürk'e düşman olma larına yeter. Aydınlar, ırkçılığa olan antipatilerinin etkisi ile kafataslarının bilimde ne işe yaradığını görmezlikten gelmek zorunda kaldıkları gibi, okullarda da bilgisiz öğ retmenler elinde tarih ırkçılığa yarayacak şekilde öğretil miştir. Aydınlar, bu antipatinin etkisiyle ırkçılarla alay et mek için onlara "kafatasçı " adını taktılar. Bunu yapmak la, insan kafalarını inceleyen antropoloji ile ırkçılığı ka rıştırmakta olduklarını gösteriyorlar. Gerçekte ırkçılar antropometri ve arkeoloji bilmeyecek kadar cahil kişiler dir. Bilimsel açıdan "race" kavramı, yazılı tarihten önce ki uygarlıkları bilmek için kullanılan kavramlardan biri dir ve bunun Türkçe karşılığının, aşağıda göreceğimiz gi bi "ırk" değil, "cins" olması gerekir. En eski uygarlık lardan bize topraklar alt•n1a birtakım kalıntılar kalmıştır. Bunların bir kısmı, kullanılan eşya, bir kısmı bitki ve hayvan kalıntıları, bir kısmı da insan kemik ve kafaları-
1 85
dır. Bunlar kalmamış olsaydı, yazıdan önceki tarih belki hiç bilinmeyecekti. Bu kalıntılar, teknoloji botanik ve zo oloji bilimleri tarafından yapılan sınıflandınlmalara göre cins veya türlere ayrılırlar. İşte, tarih tezindeki anlayış bundan ibarettir. Bunda, kültürleri veya uygarlıkları ırk lar yaratır; şu kafatasında şu keramet vardır; şu ırk bu ır ka üstündür gibi inançlar yoktur. Belirli kemik ve kafa ölçüleri gösteren insan kalıntıla rı
sayesinde tarihten önceki zamanların medeniyetlerinin
zamanı, yerleri, yayılma veya gelişme alanlan hakkında bilgiler edinilmektedir. Bu "race" kelimesi için kullanılan "ırk" kavramının yanlışlığı birçok kafa karışmalarına sebep olmuştur. Sıradan olmayan kavramlar için kendi dilimiz ol mayan yabancı bir dilden kelime alıp kullanmanın bir ceza sıdır bu. Bu kelimenin, eğer Arapçadan alınacaksa, doğru karşılığı "ırk" değil, "cins"tir ve o dilde yeni Arapçada bu gün bile karşılığı budur. "Irk" kelimesi Arapçada "damar" dernektir ve bunun bilimsel insan ve kemik cinsleri kavra mı ile hiçbir ilgisi yoktur; Avrupa dillerindeki "race" keli mesinin de karşılığı değildir, sadece basbayağı bildiğimiz damar demektir. Irkçılık bir soydan, bir aileden, bir kabile den, bir kast veya sınıftan, bir dinden olmanın keramet, asalet, kudret, imtiyaz, hak, üstünlük temeli olduğuna, bu nun kanla geçtiğine inanırlar. Onun için bunlara kafatasçı değil, "kancı" veya "kan güdücü" demek gerekirdi. Arkeolojide kafa ve kemik işe yarayacak ölçü işini gördüğü halde, kan bu işi göremez. Kafa ve kemik, kül tür ve medeniyet sebebi değil, bir kültür ve medeniyete 1 86
mensup insanların geride kalan bir izidir. Bugün kanın işe yaradığı alan tıptır. Alfabenin ilk harflerine göre ad landırılan kan grupları, kan kaybı vakalarında bilinmesi gerekli bir şeydir. Bir lordun hayatını, başka bir lordun kanı değil, mensup olduğu kan grubunda bulunan bir fa kirin veya işçinin kanı kurtarabilir. Milletler bu kan grup larına göre ayrılmazlar; hepsinde bu gruplar vardır. Osmanlı imparatorluğunun ekonomik ve politik kar gaşalığından biri de, hala zararını çektiğimiz, dil ve semantik anarşisidir. Irkçılık bu kan, ırk gibi kelimeleri nin semantik anarşisini, Nazi ideolojisi lehine kullanan bir yabancı ajanlığından başka bir şey değildir. Irkçılık, tarih kavramlarına yeni milliyetçilik anlayışına göre an lamlar vermeye çalışan tarih tezine düşman olduğu gibi Türkçenin dilce, Türk düşününün semantikçe arınması çabalarına da, bu yüzden düşmandır. Irkçıların bütün milliyetçiliği, anlamını bilmedikleri yabancı bir kelimeye dayanır. İnsan uzumlarında kerametler düşünmek insanların anatomiden cahil oldukları zamanlarda görülmüş bir şey se de Türkler arasında kan mitoloj isi hiç yaşamamıştır. Tersine, Türkler hiç çekinmeden kan karışmasını siyasi ve milli politikalarının prensiplerinden biri yapmışlardır. Belki de tarihte hayatiyet göstermelerinin sebeplerinden biri bu olmuştur. Aslında din tabularından gelen ırkçılık yani kancılık duygusu Türklere özgü bir duygu olmadı ğından, ırkçı fikirler taşımak bir adamın Türk olmadığı nın en kuvvetli delilidir.
1 8'.7
DlN VE DEVLET KA VRAMLAR! Türkler, ırk ve kan üzerine kurulu toplum olmadık ları gibi, din üzerine kurulu toplum da olmamışlardır. Türk'ün tarihsel varlığı devlet, ordu ve ekonomiye, özel likle endüstriye dayanır. Bunlarda özgürlüğünü ve ba ğımsızlığını yitirdi mi yandığının resmidir; onu ne kendi vatanında, ne de başka vatanlarda ne ırk kurtarır ne de din; sadece Türklükten çıkar. Türk kelimesi üzerine bir sonuca vardınlamayan tar tışmaların incelenmesi bize gösterir ki bu adla ne bir ırk, hatta ne bir kavim vardır. Türklük daima uygar bir ulus ol ma adıdır. Dili Türkçe olan çok sayıda kavimler vardır: fa kat kavimlikten çıkmış daha da çok sayıda Türk vardır ve tarihte en çok bunlara "Türk" denmiştir. Türkler, eski ve ortaçağ tarihlerinde hiçbir ırkın, -hiçbir kavmin yapmadığı bir işi yapmakla ayrılmışlardır. Kavimleri, kabileleri, hatta ulusları kan akrabalığı veya din grupları halinde çıkarıp on ları endüstri grupları halinde örgütlü birimler olarak küme leştirmişler, onları, devlet vatandaşlığı içinde apayrı bir dü zen kurarak töre, yani toplum kanunu altında toplumlardan yapılmış devletler kurmuşlardır. Türk, peygamber veya ru hani yaratmamış; kilise veya papaz çıkarmamış; fakat ordu, devlet, devlet adamı, lonca ve zenaatçiyi tarih boyunca bol bol yaratmıştır. Kurduğu devletlerin hiçbiri de ırk devleti, kavim devleti, din devleti olmamıştır. Türk'ün bu işte kul landığı teknik, töre, yani kanunsal düzenlenme tekniği ve zenaat gruplarıdır. Çin'de bunu yaptı; Uygur medeniyetinde bunu yaptı; İran'da, Hindistan'da, Anadolu'da, Balkanlar'da bunu yaptı; ta Osmanlı devletine kadar nerede bir devlet
1 88
kurduysa bunu yaptı. Hindistan'a " Ordu" adı altında bir dil verdi; oradaki halkın önemli bir parçasını bu dil sayesinde birleştirdi. Oradaki Türk hükümra,nlığı kalkınca bu dil, tıp kı Osmanlıca gibi uygarlık önemini kaybetti; yarın için ar tık yaşama imkanı da yok gibidir. Balkanlar'da Sırp diline giren Türkçe kelimeler üzerine bir inceleme yapan bir Sırp dilcisi, bu dile Türkçeden hemen hiç tarım terimi girmediği halde hemen hemen bütün endüstri kelimelerinin Türk çe'den gelme olduğunu hayretle gördü. Çünkü Roma dev rinden sonra Balkanlar'da medeniyet ve şehir hayatı ölmüş, orası bir geri tarım memleketi haline gelmişti. Balkanlar'a lonca sistemini ve yeni endüstrileri ve şehir hayatını Türk ler getirdi. Türkler, kolonizasyon metodlan ile çiftçiliği bile iptidai kabile köylülüğünden çıkarıp bir. endüstri haline ge tirmişlerdir. Avrupalılar arasında yaşayan ve Türklerin köy lülükten başka bir şey bilmedikleri yolundaki kam, Os manlı devletinin devlet ve ekonomi özgürlüğünü yitirme sinden doğan yıkıntının mahsulüdür. Gene bundan ötürü dür ki bugünkü Türk milliyetçiliğinin öz davası devlet ve ekonomi bağımsızlığı ve özgürlüğü davası olmaya mah kı1mdur. Bugünkü Türkü ırk ve mukaddesat millivetçiliği kurtaramaz, sadece onu yok etmeye yarar. .
.
Irkçılık, dincilik, şeriatçılık, mukaddesatçılık gibi şeylere dayandırılmak istenen bir milliyetçilik Türk gele neklerinden yalnız farklı değil, onlara taban tabana zıt şeylerdir ve kökü dışarıda ideolojilerin modasına kapıla rak yayılmış Türk düşmanlığı fikirleridir. Türkologların "Türk" kelimesi ve kavramı üzerine ya bilgisizliklerinden ya da görüşsüzlüklerinden ötürü yarattıkları kargaşa da Atatürk'ün düzeltmeye çalıştığı bir anarşi yaratmıştır.
1 89
"Türk" kelimesine gelince nedense Türkologların dili tu tulur; yan dilsiz cahil insan rolleri alırlar; ya da başka ko nularda serbest serbest attıkları halde bu noktada birden bire çok titiz, şüpheci bilgin rolüne girerler. Louis Bazin müstesna, ben bu konu üstüne aklın alacağı şekilde aydın bir laf eden Türkoloğa rastlamadım. Benim anladığım şu dur: Türk düzenine girmeyen, dili Türkçe olan kavimler Türk olarak değil, sadece kendi kavim adlan ile anılırlar. Buna karşılık bu düzene girenlerin bir kısmı dilce Türk, bir kısmı dilce Türkçeleşmiş olabilir, fakat bütün dünya bunlara daima " Türk" demiştir. Bizim Osmanlı dediği miz (bu da sanıma göre 1 9'uncu yüzyılın icadıdır) kimse lere yüzyıllar boyu hem Araplar, hem Avrupalılar "Türk" demişlerdir. (Namık Kemal ' in bir Osmanlılık yazısını onun zamanında İngilizceye çeviren bir İngiliz, farkına varmadan, Kemal ' in bütün " Osman l ı " kelimelerini "Türk" kelimesiyle İngilizceye çevirmiştir). Buna karşı lık, dili Türkçe olup da Türk uygarlığına ve siyasi tarihine girmeyen kavimler hep Türklükten dışarı kalmışlar ve on lara ne kendileri ne de başkaları "Türk" dememiştir. Bu yüzden, son zamanlara kadar Avrupalı, bizim Türk say madığımız kavimleri bile Türk saydığı halde, Türkçülerin Türk demeye başladığı Ortaasyalı kavimlerin kavimlikte kalanlarına kendileri bile Türk dememişlerdir.
UYGARLIK TA RiH! VE TÜRKLÜK İşte Türk' ün harslar tarihinde bulunamayışının; Türk'ün peygamber ve ruhani dinlerinin temsilcileri tara fından tarihe sokulmayışımn; işte Gökalp'in samsı zıddı1 90
na, Türk'ün harsçılık değil uygarlıkçılık oluşunun neden leri ! Türkler tarihde din ve hars kurucuları olarak değil, devlet ve uygarlık kurucuları, yapıcıları, taşıyıcıları olarak gözükmüşlerdir. Kültürler tarihinde Türk bulunamadığı halde, uygarlık tarihinde Türk'ün yeri o kadar çok, o ka dar geniştir ki bu, ister istemez Atatürk'ün tarih görüşüne, herkese mübalağacılık gibi gözüken bir genişlik vermiştir ve ne yazık ki İslamlığa veya Avrupalılığa karşı aşağılık duygusu içinde yaşayan bazı aydınlar tarafından bir pa lavracılık haline getirilmiş, aklı başında kimselere de ken dini inandırmaz hale sokulmuştur. Fakat tarihteki yerini ve anlamını bulmak, muhayyeleye ya da palavraya değil bugünün gerçeklerine ve yarının isteklerine göre onu de ğerlendirmek gerçek Türk milliyetçiliğinin işi olmalıdır. Türk ne bir ırktır, ne de bir din toplumu. Ne harsçı dır, ne de kavimci veya kabileci. Nasıl ırk geleneğinde yeri yoksa, hars taassuplarının çeşidine de girmemiştir; girdiği zaman mağlup ve perişan edilmiştir. Ethno-cent rik olmamış: Christo-centrik hiç olmamıştır. Böyle oldu ğu halde, tarih boyunca örgütlü bir devlet olarak daima, hiç ummadığımız yerde sivil ve askeri düzenleyici olarak vardır. Bu düzende, ayrı ırklardan, kavimlerden, hatta dinlerden insanları birleştirmekte, hatta bazen kaynaştır makta Türk devletçiliği ve toplumculuğu kadar, tarihte başka hiçbir kuvvet muvaffak olamamıştır. Türk tarihi bir hars tarihi değil, bir medeniyetler tari hidir. Türkü din kültürlerinde aramak da beyhudedir. Tür
kün dili bile ırk diline nasıl yabancı ise, peygamber ve ru hani dinlerine hiç elverişli olmayan bir dildir. Türk'ün din dili diyebileceğimiz dil (ki din senkretistliği ve pantheizm
191
düşünüşüdür) mesela Yunus Emre'de gördüğümüz dildir. İncilin ve Kuran'ın Türkçe tercümelerine bakınız: Takır ederler ve Türkte dini bir duygu yaratmazlar; Türk'ün ak lına da seslenmezler. Bu yüzden Kuran'ı Türkçe'ye çevir me çabalan da haşan göstermemiştir ve belki de göster meyecektir. Türk'ün Türkçe'ye çevirdiği Kuran'ı da zaten o dilin sahibi olan Arap Kuran 'dan saymamaktadır; çünkü Arabın din ve tarih anlayışı, çekirdeğinde, medeniyetçi de ğil, harsçıdır (Ancak son zamanımızdadır ki Arap ulusçu luğu bu ırkçı veya dinci hars ulusçuluğundan kurtulma ça bası içine girmiştir). Atatürk Kuran tercümesi çabasını de nedikten sonra, onun hem lüzumsuzluğuna, hem faydasız lığına vararak işi bırakmıştır. Öyle olduğu halde, akılcı, aydınlanmacı Batıcı aydın hala bu Kuran tercüme etme işinde bir keramet var sanmakta, bilmeden gericiliğe hiz met etmektedir. Bu noktaya tekrar döneceğiz.
UYGARLIK TA RiHI VE HUMANIZM Eski olsun, yeni olsun tarih-yazanlar peygamberin ve rahiplerin yaptığı veya dediği şeylerin en akıl almaz saçma ayrıntılarına kadar kitap üstüne kitap yazıyorlar. Yalnız İsa hakkında yazılanlar koca bir kütüphaneyi dol duracak kadar çoktur. Öyle olduğu halde, Batı tarihçiliği hala bugün bile onu keşfetmekte meşgul. Mitolojiler üs tüne yazmak tarihçilerin çok sevdiği bir şey; okuyucular da ondan hoşlanıyor. Buna karşılık, insanlığın teknik, ekonomik ve uygarlık tarihi hemen hemen hiç bilinmi yor. Türk'ün tarihi de teknoloji, ekonomi ve uygarlık ta rihinin içine konmadıkça anlaşılamaz. Tarih yazanlar, in-
1 92
san hayatının gerçek şart v� biçimlerini tanımaktan ziya de, ırk, sınıf, din veya çıkar hizmetine efsaneler yarata cak kutsal değerler tarihçiliğinden baş kaldıramadıkları için uygarlık tarihi hala bilinmez bir kitaptır. İnsanlığı ancak böyle kendine kapanmışlık değercili ğinin tarihçiliğinden arınmış bir tarih görüşü birbirine yak laştırabilir. Atatürk'ün tarih görüşü yalnız Türk milliyetçi liğine yeni bir anlam katma değil, aynı zamanda bütün in sanlık ve uygarlık tarihine tutulmuş yeni bir yön ışığıdır. İşte, Hıristiyan harsçılığı, İslam Araplığı ve sömür ge Türkoloj isinin taklitçiliğinden başka bir şey olamayan kökü dışarıda milliyetçilikle uydurma Batıcılığın ona is yan etmesinin hikmetleri bunlardır.
ATATÜRK ULUSÇUL UGU ZEKi VEL!Dl ULUSÇULUGU Öyleyse, Kemalist devrimciliği nasıl oldu da bir yandan eski usül Batıcılık şekline sokulurken, bir yandan da bir megalomani ulusçuluğu, dünya uygarlığına düş man bir şovenlik haline sokuldu? Atatürk'ün tarih tezi, gerçekten bu muydu? Türk aydınlarının ve tarihçilerinin geçmiş dönem lerdeki anlattığımız görüşlere göre kafalarının şekillen miş olmasının cezasını, bu önemli dava çekti. Bunların elinde dej enere edilmek, tezin düşmanı Türkologlar önünde duraklamak, onların rengine girmek akibetine uğradı. Cumhuriyet döneminin aydınlan, tarihçileri, ikti satçıları, edebiyatçıları, din, sanat, kültür ve eğitim işle riyle uğraşanları bu tarih görüşünün belirttiği ulusçuluğu
193
anlayamamışlar; bağımsız Türk kalkınmasının, halk kit lelerinin kurtuluş ve yaratıcılığının emrinde onu ayrıntı ları ile işlemek ödevini yapmamışlardır. o zamanın dergi lerine bakınız: Bunlarda bu memlekette Atatürk ve Ata türkçülük diye biı şey olduğunun tek izlemi olarak, aslın da meb'usluk arizası olan dalkavukluk yazılarından baş ka bir şey bulamazsınız. Atatürk'ün, Türk okumuşlarını hiç sevememiş olmasına, onlara istihfaf hatta hazan istih karla bakmış olmasına hiç şaşmamak lazımdır. Türk oku muşu da, ya bir diktatör ya da tapınılacak bir put çerçe vesi içine sokmadıkça onu anlayacak başka bir yol bula mamıştır. Bir milletin düşününün temsilcisi olan okumuş kitiesinin bir defa kafası çığırından çıkıp bozulmasın, onu Atatürk gibi bir kuvvet adamı bile düzeltemez. Os manlı tarihinin Koma devrinden sonra başlayan tarih şu uru
ve hafıza kaybından sonra, bu eserde gözden geçirdi
ğimiz çarpıklıklar onun önünde bir dağ gibi yükselmişti. Tarih tezine karşı çıkan isyan, evvelce anlattığımız tarih görüşlerinin temel kavramları üzerine yerleşik inançlara dokunduğundan çıkmıştı. Asıl kavga ayrıntılar üzerine değil, asıl görüş üzerine idi, fakat ayrıntılar üze rine süren tartışmalar asıl kavga konusunun niteliğini gözden kaybettirmiştir. Asıl ayrıntılar üzerindedir ki Atatrük'ün tarih tezinin ulusçuluğu öldürülmüştür. Tarih konusunu spekülasyon vesilesi yapan çıkarcılar, asıl da vayı anlamadan, onu kendi politik çıkarları için alabildik lerine sömürmeye başladılar. Uydurma etimoloji makele leriyle, akın piyesleriyle gündelik gazetelere kadar taşan iddialarla, uydurma benzetişlerle meseleyi tanınmaz bir hale getirdiler; hatta görüşe aykırı kavramları da sokarak 1 94
Atatürk milliyetçiliğinin yerine Zeki Velidi milliyetçiliği nin zeminini hazırladılar.
DAGDAN GELiP BAGDAKiN! KOVAN ADAM Atatürk'ün tarih görüşünün sömürücüler elinde kal masında, Atatürk' e meydan okuma kudretini gösteren Başkırt nasyonalisti Zeki Velidi'nin önemli bir rolü ol muştur. Ulusal tarih şuurundan ·yoksun aydınların sabota j ı sayesinde onun, Rus ve Alman historiyografisinin pre jüjelerinden kurtulamayan tarihçiliği, Atatürk'ün tarihçi liğine hükmetmektedir. Onun bu kudretine şaşmamak el den gelmiyor: Başkırt cumhurbaşkanlığını elinden kaçır mak talihsizliğine uğrayan Zeki Velidi, Türkiye'nin cum hurbaşkanını, Türk düşününden sürgün edip onun yerine oturmak dehasını göstermiştir. Atatürk'ün uygarlık davasının Rusya muhacirleri, Batıcı yazarlar, Osmanlıcı müverrihler ve ırkçı lise hoca ları elinde aldığı şekil, onun aslı ile bir ilişiği olmayan bir şeydir. Eğitim bakanlığının liselerdeki tarih öğretimi, gençlerin bir kısmını okul dışında bir av gibi bekleyen ırkçılığın, bir kısmını da ulusal kişilik duygusundan yok sun Batıcılığın kucağına atmıştır. Görüşsüz, yönsüz, amaçsız, tarih ve toplum şuurundan yoksun, her an dağıl maya hazır, her an bu memleketin ve halkının maddi ve manevi varlıklarını yabancı çıkarlarına satmaya hazır in sanlar yaratmada bu fikir ve tarih faciasının önemli rolü olmuştur. Kemalizmin ırkçılık veya Batıcılık değil, yeni bir toplumda yeni bir ulusçuluk anlayışı ile yapılacak bir devrimcilik olduğu unutulmuş bir hikaye haline gelmiştir.
1 95
Tarih tezi, bu devrimcilik anlayışını dünya uygarlık tarihi açısı içine oturtma çabasıdır. Eski Batı kavramını çok aşan bir dünya uygarlığı anlayışıdır. Atatürk'ün tarih görüşü, ulusal varoluşun, uygarlık tarihi açısı içine otur ma çabasıdır. Eski Batı ve diplomasisinin hayati mesele leri ile ilgili bir görüştür. Atatürk devrimleri dediğimiz şeylerin, Kemalist dönemin diplomasisinin altında bu gö rüşün prensipleri yatar. Bu ulusçuluk anlayışının çığırın dan çıkarılarak bir Turancı-Irkçı karması haline getiril mesi ile devrimcilik hareketi zınk diye durduğu gibi, Türk diplomasisi de "dragoman diplomasisi" haline gel miştir. Kılavuzu böyle kargalardan olan bir toplumun akibeti, Batı ekonomik ve politik çıkarlarının oyuncağı olmaktır.
ANTl-KEMALIST MUHAFAZACILIKLAR Atatürk'ün tarih anlayışı, şiddetli bir aydın muhale feti sayesinde bir yandan halka güvensizlik yaratacak bir sinsi propaganda ile çürütülürken, bir yandan da yeni ye tişecek kuşaklara ırkçılık aşılanması şekline sokulması ile Menderes döneminin gelişine kadar Kemalizm ırkçı lık, faşistlik, dincilik, şeriatçılık, oportünüstlik ve drago manlık saldırılan altında çiğnendi, ezildi. Palavra histori yografisi ırkçılığın, ruhanilik historiyografisi olan Hıris tiyan ve Müslüman tarihçiliğin, emperyalist egemenlik historiyografisi olan Avrupa tarihçiliğinin, bizdeki tem silcileri eliyle, Mustafa Kemal 'den intikam alınmış oldu.
1 96
x
DEVRİMCİLİK VE BATICILIK Tarih tezinin çürütülmesinin bir sonucu da, devrim ciliği seven aydınların Atatürk'ün ulusçuluk yanını gör mezlikten gelerek, ondan utanarak onu sadece bir Batıcı lık şeklinde anlamalarına yol açmak oldu. Bugün devrimciliğin duruşundan memnun olmayan, fakat bu duran şeyin devrimcilik değil Batılaşma olduğunu sanan aydın yazarlar arasında bu sanı kuvvetlidir. Atatürk dendiği zaman, akla gelen şey Batı uygarlığını takınma, aydınlanma, okuma-yazma ve din aydınlanması geliyor.
KEMALiZM BATICILIK MIDIR? Bu yorumlama, Kemalist devrimciliğe ve ulusçulu ğuna aykırı bir anlamdır ve eski Tanzimat Batıcılığının bir eşidir. Kemalizmin harsçılık muhafazacılığı değil, medeni yet ilericiliği olduğunu gördük: fakat ikisi arasında önemli bir unsur daha vardır ki o da devrimciliktir. Onun için, Atatürkçü Batıcılık eski Batıcılıklardan veya bugün Sayın Demirel'in moda ettiği " Batı medeniyetçiliği" anlayışın-
1 97
dan farklıdır. Onda üç dava zincir olmuş üç halka gibidir: (a) ulusal bağımsızlık, (b) egemenliğin halkın kalkınması na yarayacak yönde olması, (c) bunun için devrimci usul lere başvurulması. Şimdiye kadar gözden geçirdiğimiz Tanzimat, Abdülhamit, Menderes ve son "Batı medeniyet çiliği" anlayışının Batıcılığı, sırf Batıcılığa karşıt değil, bu üç halkalı Batıcılık anlayışına karşıttır, çünkü onları böyle zincirlemiş olarak almak devrimcilikten başka birşey de ğildir. Bir çoklarımızın sanısı zıddına, tek hücreli Batıcılık tarihimizde, hatta günümüzde en çok gericilik zamanlarına raslar. Devrimciliğe en aşın şekilde düşman olan Abdülha mit devri, Batıcılığın en aşırılaştığı zamandır. Batılılar Atatürk dönemini Batıcılık düşmanlığı, Menderes dönemi ni ise Batıcılık sevgisi dönemi olarak anlarlar. Onun için gericilik düşünüşünün mutlaka Batıcılık karşıtı ve Batılaş ma düşmanı olduğunu sanmak nasıl yanlışsa, Atatürkçülü ğü de sırf Batıcılık ve Batılılaşma sanmak yanlıştır.
KEMALiZM BATICILIK DEG!L, BATIDAN BAGIMSIZLIKTIR İç içe üç halkalı görüş bize Batılılık ve Batılılaşma tu tumunun uluorta değil, belirli şartlara bağlı olduğunu açık lar, Batılılaşma, Batı uygarlığının ekonomik prensiplerine göre değil, geri kalmışlığın zorunladığı toplumsal kalkınma prensiplerine göre olacaktır.ancak bu şartın sınırlan içinde devrimsel değişme yönüne göre bir Batılılaşmadan söz edilebilir, ama buna da Batılılaşma denmesinin bir hikmeti olmadığını ileride tartışmak isterim. Böyle olmayan Bir
1 98
Batılılaşma ancak Abdülhamit ve Menderes Batılılaşması; Düyun-u Umumiye ve Konsorsiyum Batılılaşmasıdır. Eğer, aydınlar ve politikacılar Ulusal Kurtuluş Sava şı 'nın getirdiği ulusçuluğu ve Batıcılığı toplumsal devrim cilikle olan ilişkilerine göre anlamış olsalardı bugünkü kal kınma ve milliyetçilik buhranına yol açan bir alay yıkımlı iç ve dış siyaset olaylarına pisi pisine gidilmiş olmazdı. Atatürkçülüğün Batıcılık davası olduğu sanısının ile rici aydınlar arasında kökleşmiş olmasının bir sebebi, bu günün aydınının da Tanzimat, Meşrutiyet dönemi aydınla n gibi toplumsal içten ve bağdan yoksun, bireyci, akılcı, takmacı olmasıdır. Aydının, toplumsal varoluşla ilgisi sa dece Atatürkçülüğün Batıcılık olduğu sanısına dayanıyor. Bu sanı onu, toplumsal olan bağ bakımından Meşrutiyet döneminde görüldüğünü söylediğimiz anomalilerin aynı olan güçlüklerle karşılaştırır. Uygarlık tarihi görüşünün çürütülmesi de aydının toplumcu görüş ve toplumla bağ yoksunluğundan ileri gelir. Aydın, aynı zamanda, Batı hakkında kitap ve dergilerden, arasıra yapılan Batı seya hatlerinde görülen mağaza camekanlarından gelme gerçe ğe aykırı mihaniki ve safdilane bir görüş taşımaktadır. İkinci sebep, aydını ilericiliğe değil gericiliğe yarar hale sokan akıl ve din aydınlanmacılığına mutlak imanı dır. Devletçiliğin gerektirdiği ekonomik kalkınma yoluna karşılık olarak, akıl ve din aydınlanması sevdalan Batıcı lığın şartı olarak ilerici aydınlar tarafından tutulmuştur. Bunlar, Batıdan ne yanda, nerede geri kaldığımız sorusu na geçmişte gerici veya muhafazacılann verdiği yanlış 1 99
cevapların ayıklanmadan ilerici aydınların eline geçerek ilerleme yolu olduklarının sanılmasının bir görüntüsüdür.
ÇA GDAŞ UYGARLIKLA ARAMIZDAKi KESiNTi NEREDE BAŞLADI? Evvelce gördüğümüz gibi, Tanzimatta "geri kaldık" teşhisine varıldığında "Batı neden ilerledi? Biz neden geri kaldık" sorusuna o zaman verilmeyen cevap Abdülhamit döneminde "din" nedeni gösterilerek verilmişti. Bu ceva bın sakatlıklarının etkileri, zamanımıza kadar, düşünümü zü bir türlü doğrultulamayan bir eğrilik içine sokmuştur. Bu başlangıç, Batı uygarlığı ile aramızdaki farkı din pla nına sokmakla, meseleyi olumsuz bir açı içine soktu. Bu hatanın hızlandığı Abdülhamit döneminde, Batı uygarlığı Batılıların kendi dinsizliklerinin eseri olarak kendilerine kaldıkça ona düşmanı değildi. Batı uygarlığı, Batılılara özgü bir şeydi. Müslümanlar da kendi dinleri nin yüksek gerçeklerini ortaya çıkaracaklar, Batı uygarlı ğına o zaman hiç lüzum kalmayacaktı. Abdülhamit döne minin başlattığı korkunç obskürantizm burada. Meşrutiyet döneminde ona karşı gelen tepki, Tanzi mat Batıcılığının etkisi altında, bu eğriliği düzeltmek yeri ne onu tersine çevirmekle sadece olumsuz bir tepki oldu. Esas tez, yani Batıyı dince anlayış gene olduğu gibi kaldı. Tersine çevrilince tez şu şekle girdi: Batı, dinsizleştiği için değil, Hıristiyanlıkta reform yaptığı için aydınlanarak uygarlığı yaratmıştır. O halde bizde de İslamlık bir refoım geçirmeli, dini uygarlığa karşıt bir şey olmaktan çıkarmalı. Bu sanı, cumhuriyet döneminde daha da kuvvetlendi. 200
Biraz kurcalanırsa görülür ki bunun Abdülhamit dö nemindeki sanıya üstün bir yanı yoktur. Batı uygarlığının din reformu ve aydınlanmasının sonucu olduğu iddiası, bu uygarlığın Müslüman veya Arap uygarlığının etkisi altında Hıristiyanlığın zayıflaması eseri olarak doğduğu nu iddia etmek kadar zordur. Ziya Gökalp, Abdülhamit döneminin görüşünün bir yanı ile meşrutiyet döneminin Abdullah Cevdet tarafın dan güdülen bir yanını kaynaştırarak bu yanlış sanıyı da ha da kuvvetlendirdi. Batı uygarlığını Rönesans ile Re formasyona bağladı.
BATI RÖNESANS VE REFORMASYON !LE Mi KALKINDI? Gerçek şudur ki ne rönesans, ne de Reformasyon başlangıç değil, başlayan bir şeyin iki görüntüsüdür. Ne biri, ne öteki Avrupa'daki modem uygarlığı anlatmaya yetmez ve Batı dışı toplumların onu bu yolda anlamaya kalkmaları onlara çok zarar verecek bir aldanmadır. Rönesas ve Reformasyon, modem uygarlığın genel çizgisi içinde sadece birer epizot olmakla kalmaz, bunla rın bazı bakımlardan o çizgiye aykırı çok yanlan bile var dır. Avrupa uygarlığının, Rönesansın Yunan-Roma uygar lığı modelinden kendini sıyırması için daha çok çaba har caması gerekti. Reformasyona gelince, onun modem uy garlığı yarattığı sadece bir efsanedir. Onun iki önemli li deri olan Luther ve Kalvin, kafaca Rönesans papalanndan 201
daha gerilerde, Eski And'in iptidai kategorilerine göre dü şünmektedirler. Reformasyonda bizim hiç bilmediğimiz ve Reformasyon tarihçilerinin dikkatle gizlediği asıl ileri ci ve devrimci rolü oynayan adamlar, Reformasyon lider lerinin eserlerini yasak ettiği, kendilerini diri diri yaktırdı ğı heretikler olmuştur. Protestanlık taassubu, yer yer eski Engizisyon taassubuna taş çıkartacak öyle bir fikir terörü yaratmıştır ki ilerici ve devrimci kişiler nereye sığınacak larını bilememişlerdir. Bu taassup toplumun teknolojik ve bilimsel keşiflerden faydalanmasını kösteklemiş; daha sonralan modern uygarlığın başka milletlere ve kıtalara geçmesini önleyerek onun yerine dünya ölçüsünde bir misyonerlik Hıristiyanlığı ağı kurmuştur.
DiN AYDINLANMASI iLE KALKINMA OLUR MU? Hiçbir toplum din aydınlanması ile kalkınmış değil dir. Din aydınlanması denecek bir şey olduğu zaman da bu toplumda kalkınmayı başlatmış değil, başlamış bir kalkınmanın sonucu olmuştur. Bazı kereler de bu kalkın mayı geciktirmiş, hatta kösteklemiştir. Mutlak anlamda din aydınlanması diye bir şey de yoktur. Çeşitli dinlere göre din aydınlanmalarının da şe killeri farklı olur ve buna göre toplumsal kalkınmadaki rolleri değişir. Bazen aynı din içinde bile bir yerde din aydınlanması sayılan bir şey, başka bir yerde gericilik sa yılır. Mesela, bizde gericiliği temsil eden İslamcılığın Se202
bil-ür Reşatçılık şekli, ilhamını aldığı Mısır selefiliğinde ve Endonezya'daki Muhammediye cereyanında din ay dınlanması sayılmıştır. Hıristiyanlıkta da Ortodoks, Kato lik ve Protestan kollarında din reformu şekilleri birbirle rinden çok farklı olmuştur. Hatta Protestanlığın içinde bi le, öyle oldu. Bazı protestan mezhepleri en gerici Hıristi yanlık kadar mütenassıp olduğu halde, bazıları adeta din sizliğin sınırına gelecek kadar liberaldir. Reform ve ay dınlanma işinde, Hıristiyanlıkla İslamlık arasında da, kendi yapılarındaki farklar yüzünden, önemli farklar var dır. Budizm ve şintoizm gibi Japonya'da yaygın dinlerde ise hikaye büsbütün başka. Ayrıntılara giremeyeceğiz. Toplumla dinlerin münasebeti, dinlerin öğreti yapısı ve örgütlenme şekilleri ve din aydınlanmasının mutlak anlamda bir şeymiş gibi anlaşılması yüzünden din refor mu ile toplum kalkınır gibi esassız bir teze, bir de İslam lıkta reform ve aydınlanma hakkında, İslam tarihini ve İslam düşünüşünü bilmemekten ileri gelen abuk sabuk fikirler ve eylemlere yol açılmıştır. Atatürk, bu işin en iyi çözümünün onu toplumun gidişine bırakmakta olduğu gibi en doğru sonuca vardığı halde onun ölümünden son ra sonsuz hatalar işlenmiştir. Futbol oynamak milliyetçi liktir; Türkçe ezan okumak Türkçülüktür; Kuran'ı Türk çeye çevirmek bizi aydınlatacaktır gibi iddialarla yapılan şeyler kimseyi aydınlatmadığı gibi, toplumu da kalkın dırmamıştır; bunlar, üstflik toplumu kalkındıracak çaba lara karşı halk arasında direnme yaratmıştır. Bu konuda söylenecek çok şey var; fakat bu din aydın203
!anması ideolojisinin Atatürkçülüğe ne kadar aykırı birşey olduğunu belirtmek için iki şaheserini zikretmekten kendimi alamıyorum; biri, aslında ters soyadı ordinaryüs gibi gerici lerden gelen, hak için aydın din adamı yetiştirmek davasının yaratığı olan Tevfik İleri'nin İslam Enstitüleridir. Diğeri, es ki çalışma bakanının Avrupa'daki Türk işçilerine gönder mek üzere bula bula aydın din adamı gönderme fikridir. İn san, bu dahiyane fikirleri gördükçe, "acaba bu memlekette Atatürk adında bir adam olduğunu rüya da mı görmüştük?" diyor. Eğer yabancı memleketteki Türkün Türklüğünü din adamı sağlayacaksa, bu Atatürkler bu Türk tarihleri, bu hal kevleri, bu Köy Enstitüleri baştan başa uydurma yalanlardır. Bu halleri gören Müslüman milletlerle Batılı Hıristi yanların bıyık altı gülerek verdiği hüküm şudur: Türkler, Müslümanlıktan başka kişilikleri, benlikleri olmadığını an lıyorlar. Kemal Atatürk onların kafalarında da ölmüştür.
KEMALiZM GELENEGININ YIKILMASI SONUÇLARI Buraya kadar ki tartışmalarımız göstermiştir ki Kurtu luş Savaşı'ndan önceki dönemler boyunca Türk düşünü bir yandan Batı meselesi ile bir yandan da milli varlığın niteli ği meselesiyle altında yatan gerçek davanın bir devrimsel toplum değişmesi meselesi olduğu anlaşılmamıştır. Onun için, Batıcılık Batı uygarlığını alma, milliyetçilik de bunun karşısında bazen dini, bazen siyasi, bazen ırki kavramlara dayanan geleneklere sarılma anlamında anlaşılmıştır. Bu iki 204
meseleyi anlayış, biri Batıcılık, diğeri milliyetçilik şeklinde daima birbirine zıt iki eğilim olarak kalmıştır. İkisi arasında bağlılık ancak Kurtuluş Savaşı'nın eseri olan Kemalizmin toplumsal devrimcilik prensibi ile kurula bilmiştir. Bundan ötürü, bu düşünüşte milliyetçilik ve Batı cılığın yeni anlamlarını, bunların Türk toplumunun modern leşme ve kalkınma amaçlan bakımından yerini tartıştık. Sebeplerini bu yazılarda tartışmamış olduğumuz olayların tesiri ile (*) Atatürk'ün açtığı yol baltalanıp bo zulmuş, tamamlanması önlenmiş; bir yandan milliyetçili ğin tekrar eski İslamcı, Osmanlıcı ve Türkçü şekillerine dönülmüş; diğer yandan da Batıcılığın Tanzimat dönemi peykçiliği ve Meşrutiyet dönemi özel teşebbüscülüğü an lamlarına gidilmiş; Kemalizmin kurduğu köprü yıkılmış; hem milliyetçilik, hem Batıcılık Türk toplumunun kal kınmasına değil, bulunduğu halde bile kalmasına elveriş li olamayan sonuçlara vardırılmıştır. Milliyetçilik anlayışının anti-Kemalist şekillere girmesi, devletçiliğin başarısızlıklarının başlaması ile birlikte ortaya çıkmıştır. Çünkü bunların kökleri, devlet çiliğin kaldırılamadığı gerilik kaynaklarının toplumda bala yaşamasındadır. Toplumsal devrimler durdurulunca, milliyetçilik ile Batıcılık gene birbirine aykırı iki anlayış olmaya başlamıştır. Tarih tezi ve din-devlet ayırımı mese leleri, Kurtuluş Savaşı ruhundan ayrılarak bu ruhun ge rektirdiği anlayıştan yoksun aydınlar ve politikacılar elin-
(*) Bu konu İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz? da tartışılmıştır.
205
de biri Irkçılık veya Mukaddesatçılık, diğeri Fransız "la icism"i şekline girmiş, bu iki yanın altındaki ters Batı anlayışı, toplumcu ekonomik kalkınma siyasetinde de ay nı ters sonuçlara varmıştır. Nasıl dünya uygarlığında Türk görüşü yerine uydurma Turan harsında Türk anlayı şı gelmişse, nasıl ruhani dinlere aykırı Türk geleneği ye rine Türk toplumunun din-devlet geleneği ile ilişiği ol mayan uydurma bir "layıklık", ve aydın din adamı görü şü getirilmişse, onun gibi devletçilik siyasetinin yerine de Batı sermaye çıkarları hizmetinde bir yerli sermayedar dinciliğine dönülmüştür. Bunlardan ötürü, geçmişte olduğu gibi, son yirmi beş yıllık dönem de Batılılaşma yolları ve Batıcılık görü şü hep olumsuz sonuçlar vermiştir; toplumun gelişmesi ne, yenilenmesine, kalkınmasına yeterli olmamıştır. Batı cılık, İslamcı, Osmanlıcı ve Türkçü görüşlerin hiçbirine karşı başarılı bir görüş olmamıştır. Son olarak, burada, işte bu hale gelmiş bir Batıcılı ğın önümüzdeki yıllarda da neden Türk toplumunun za rarına yürümekte olacağını tartışacağız.
206
XI TÜRK BURJUVAZİSİ NEDEN DEVRİMCİ OLAMIYOR? Kemalizme aykırı milliyetçilik görüşü ile gene ona ay kırı Batıcılık görüşü birbirine zıt, hatta düşman iki ayn yönü temsil eder gibi gözükür. Gerçekte ise, Kemalizm devrimci liğinden yoksunlaştırılmış bu iki şey birbirinin tamamlayıcı sıdır. Hatta birbirlerinin ayrılmaz gereğidirler. Bunu özellik le, Batıcılığı ilericilik ve Atatürkçülük sanan genç kuşakla rın şimdi moda olmaya başlayan "Batı medeniyetçiliği" tu zağına düşmemek için iyice kavraması gerekir. Geçmişte bu iki zıddın yanyana oluşunun, hatta birbi rinin ayrılmaz parçası olmalarının en güzel örneğini Ab dülhamit döneminde gördük. İkinci tipik örneğini Mende res döneminde ve onu devam ettirmek isteyenlerin fikirle rinde görürüz. Irkçılığın prensipi "her ırkın üstünde Türk ırkı' , peykçi Batıcılığın prensibi "her toplumun aşağısında Türk toplumu" sloganıdır. İkisinin de altında yatan şey birdir: Megalomani ile aşağılık duygusu. Biri palavralarla halkı aldatmak, diğeri aldatılmış halkı kişi ve yabancı çı-
207
karlarına satmak sloganıdır. Bunda, milliyetçilikten yok sunlaştırılmış Batıcılık milli ihanet şeklini; Batılılaşmak tan yoksunlaştırılmış bir milliyetçilik yobazlık şeklini; top lumcu görüşten yoksun milliyetçilik ve Batıcılık da kat merli bir ihanet, memleket satıcılığı şeklini alır. Toplumda gericiliği, Batılılaşmada peykçiliği bir arada güden bir re jimde Batının baskıları altında meydana gelecek olan deği şiklikler Türk toplumunun kalkınmasına değil, çökmesine yol açacak cinsten değişiklikler olacaktır.
ÇELlŞlKLlKLER NEDEN ZORUNLUDUR? Bir peykçilik rejiminde bu görünüşte zıt kardeşlerin neden gerçekten birbirine gerekli olduğunu, bu çeşit Batıcılığın topluma yaptığı etkilerin bazılarına işaret et me�le göstermek isterim. Bunu: (a) meydana getirdiği kişi ve sınıf etkileri (b) toplum ekonomisinin, bu etkileri gidererek kalkınmasına fırsat vermeyişi, (c) toplumu ça tışmalı, ısraflı, yapıcı olmayan bir kargaşa içine sokması, (d) bunu önlemek için toplumu kalkınamaz halde tutma zorunluğunu yaratması olmaları açısından inceleyeceğiz.
BATI AJANI SINIFLARIN YARATILMASI Böyle bir Batılaşmanın en zararlı yanı, Batı kapita list ekonomisinin içeride kendine araç olacak yerli bir sı nıf yaratmasıdır. Bunu da bu Batıcı devletin okulları, bursları, dışarıdaki itibarı yaratır ve besler. Bunları, Batı 208
değil, bu devletin masraflarını yüklenen halk finanse eder. Devlet himayeciliği, özel kişi teşebbüsçülüğünü besler. Batıda kapitalist, hazırlamak zorunda olduğu veya yüksek vergiler ödeyerek amme müesseselerine yaptırdığı şeyleri bu Batıcı devlette devletin kendisi halk kesesinden yapar; bundan bu Batılaşmış sınıf faydalanır. Devlet, Batı çıkar ları için araç ve malzeme yetiştiren bir mekanizma haline gelir. Özel teşebbüsçü, kapitalist ekonominin işleyebilme si için, toplumun özellikle fakir sınıflarının bunlara mil yarlar yatırdığını düşünmeksizin bunları kendi özel teşeb büs çıkarlarına yarayacak şekilde kullanmak ister; kendini toplumsal ekonomiyi taşıyacak kudrette sanır; halbuki bu kudreti gerçekte devletçilik üzerine kurulu bir parazitlik tir. İddiasını gerçekleştirmekten o kadar acizdir ki ilk an da, dışarıda bekler durumdaki yabancı sermayeyi çağırıp bu işi onunla birlikte becermek ister, bunu da Batı mede niyetçiliği adı altında alafrangalaştırır. Gerçekte olan şu dur; yabancı ekonomi, bu özel teşebbüsçü yerli sınıfa tak tığı kanca vasıtasıyla milli ekonominin verimlerini dışarı ya çekmenin mekanizmasını kurmuş olur.
MODERN KAST VE MODERN REAYA Bu çekirdek etrafında, toplumun ufak bir parçasını teşkil eden Batılaşmış bir kast, onun karşısında halkın kendisinden mürekkep bir çeşit modern "reaya" meyda na gelir. Bu kastın insanları, Batının en müreffeh toplum larındaki kişiler gibi yaşarlar ve bunu tabii haklan sayar209
lar. ingilizce konuşan Batılıların, saklı bir istihkarla, " Vesternized Türk" dediği bu Türkün çelişik iki yanı vardır: geri bir toplumda yaşamadan ayrılmanın yolu olan Batı tüketim maddeleri yaşamı ile reayadan ayrılır; faka bu yaşamın mümkün olabilmesi için reayanın zo runlu geriliği bu kastın milliyetçiliği şeklini alır. Batılılar, çok defa bu Batılılaşmış Türklerin aşın milliyetçi olduk larına dikkat etmişlerdir. Bu milliyetçilik, halk kitleleri nin mukaddes geriliklerinde kalması isteğidir. Çünkü, Batılılaşmışların yaşamı için toplumun çoğunluğunun geri kalması şarttır. Batılılaşmış bu çelişikliği anlamak istemez; çünkü bunu anlamak toplumda eşitlik prensibini kabul etmeyi gerektirir. Onun için, bunu isteyene karşı, yerine göre, komünistlik, anarşistlik milliyet düşmanlığı gibi iddialarla saldırır. O zaman geriliği kutsallaştırmaya, onu üstün milliyet değeri yapmaya mecbur olur. Fakat bu kutsallaştırdığı geriliğin bir parçasını bile kendi hayatına sokmaz. Bu sınıf, yalnız büyük bir sınıf ayrılığının değil, aynı zamanda büyük ölçüde bir iki yüzlülük ahlaksızlığı nın besleyicisi ve yayıcısı olur.
AYLAK TÜKETlMClL!Gl Geri kalmış bir toplumun içinde yaşamadan ayrılma nın biricik yolu olan tüketim maddeleri iştahı, bu Batılı laşmış sınıf gençlerinin, kadınlarının kafalarında bir dev rim yapar, onları toplumdan sıyırıp koparır. Bu, onlarda bir iç çatışması, bir milli isyan yaratacağına Batı uygarlı210
ğının tüketim maddelerine karşı tapınırcasına bir sevgi yaratır. Medenileşmek ile toplumun kaldıramayacağı ya bancı ithal malı tüketim maddelerine düşkünlük aynı şey demek olur. Geri kalmış toplumlar arasında, en çok, Türk okumuşları ve Batılılaşmışları bu tüketim maddelerine düşkünlükleri ile temayüz ederler. Batı memleketlerine gelenlerin çoğunun ilk yaptığı şeylerden birinin mükellef bir otomobil · almak olduğu sık sık görülen şeylerdendir. Memleket içinde de bu önüne geçilmez bir salgın haline gelir. Toplumun geriliği, halkın cahilliğint'. bağlanır. Bu teori, bütün Batılılaşmış okumuşların ilk bellediği ilerici lik tezidir. Bu, Batılılaşmış kastın reayadan nefretini şid detlendirmeye yarar. Toplumlarının geriliğinin, onların tü ketim uygarlığı iştahlarının yükünü kaldıramayışına çok içerlerler. Kişisel ekonomilerini, toplumun kudretiyle oranlı olmayacak ölçüde arttırmak için sert, amansız bir rekabet; meşru olmayan gelir sağlama yollarına başvurma normal bir hale gelir. Halk, onlara güvenmez: yaşamaları na bakarak onlara ahlaksız damgasını vurur.
BATI HASRET!; BATIYA GÖÇ AKIMI Batıcı yaşayış yalnız toplumun ekonomisine yük ol makla kalmaz, Batılılaşma müesseselerinin yarattığı gençler ve meslek adamları bilfiil Batıya kapağı atmayı büyük bir amaç olarak özlerler. Batılılaşma ölçü ve kav ramları ile toplumlarında bir iş yapamazlar. Çelişik sis tem içinde haklı görünürler; haklı olduklarına inanırlar; 211
kimse onları kınayamaz hale gelir. Bugün Türk ekonomi sinin yatırımlan ile yetişmiş doktorun, mühendisin, mü zikçinin hatta hukukçunun ve Türkoloğun amacı Batıya gitmektir. Sahte Batıcılığın ikiz kardeşi sahte milliyetçi lik sayesinde, bu "exodus"ün önüne geçecek yollar, dev rimsel değişikliklere sebep olabilecek bu unsurlara karşı sımsıkı kapanmıştır. Madem ki toplumda değişiklik is tenmiyordu, halkı bu kadar masraflara sokan yetiştirme müesseseleri neden açılmıştı? denecek. Bunun, bilinme yen cevabı şudur: Almanya'ya Amerika'ya ucuz doktor ve mühendis yetiştirmek için. Geri kalmış toplumların Türkiye-vari Batılılaşması, Batının görünmez şekilde onları emmesinin yeni bir çeşi didir. Bugün Amerika'da, Avrupa'da geri kalmış toplum ların Batılılaşma mahsülü olan yüzbinlerce insan çalıştı rılmaktadır. Bu ileri memleketler hiçbir yatırım yapma dan bu mahsüllerden faydalanabiliyor, geri memleketle rin reayasına ödetilen yatırımlarla adi hizmetleri görecek ucuz-emekli yetişmiş insanları çalıştırabiliyor. (Bu mem leketlere yapılan yardımlar buna hesap edilemez; çünkü bu yardımlar, halka verilen sanı zıddına, bedava yapılmış yardımlar değildir).
BATILILAŞMIŞ AYDINLAR Bunun bir çeşidi de okumuşları, Batı fikirlerinin kör taklitçisi, kahve dövücünün hık deyicisi yapmasıdır. Bir çok yazarlar, profesörler Batı çıkarlarının savunuculuğu-
212
nu yaparlar; bunun için yüksek uliifeler alırlar. Fakat iç lerinde "fi sebilullah" Batı savunuculuğu yapanlar az de ğildir. Alman, Amerikan, Fransız hayranı olmayan pek az Türk okumuşu vardır. Amerikacılık yoluna girenler, kör taklitçilikte hepsini fersah fersah geçmişlerdir. Bunların çoğu, Amerika'yı da Avrupa'yı da bilmeyen kişilerdir. Bunlar tarafından, memlekete faydalı olabilecek hiçbir ciddi fikir ve eser meydana getirilmemiştir. Batı hakkın da en zararlı fikirler bu çeşit okumuşlardan gelmiştir. Es kiden kalma yabancı okullar, devlet yardımı ile yeniden kurulanlar Batıya hizmet etmeye namzet okumuşların sa yısını daha da arttıracaktır.
KALKINMANIN iMKANSIZLAŞMASI Bu Batılılaşmanın toplumsal kalkınma ve değişme üzerine daha da olumsuz bir çeşit etkisi şudur: Batılılaş ma illetine yakalanmış toplumların değişmesi, bu Batılı laşma ne kadar şiddetlenirse, o oranda imkansızlaşır. Çünkü bu Batılılaşmanın yürümesi, ancak toplumun de ğişmemesi ile mümkündür. Batılılaşmış kast, toplumu nun üretim kuvvetlerinde bir değişiklik olmasını, tuttuk ları yerler ve edindikleri çıkarlarla uyuşmaz buldukların dan, hiçbir zaman devrimci olamazlar. Bundan ötürü biz de, Batıda olduğu gibi ilerici burjuvazi olamaz. Sömürül gen burjuvazisinin bütün kuvveti dışarıdan edinmedir. Kendi toplumları içinde, değişmeyi değil, gericiliği tut maya mecburdurlar.
213
Batının gerekleri, bu toplumların ekonomilerini ken dine tutuk bulundurmayı emreder. Kapitalist ekonominin gelişmesini sağlayacak yollardan biri, kitlelerin tüketim iştahını kabartmak, tüketim maddelerini boyuna üretmek, boyuna tükettirmektir. Bu, en yüksek seviyesine Ameri ka'da vardığından bu memleket bu maddeleri kendi tekno loji ve ekonomisi ile yetiştiremeyen toplumların Batılılaş malarının iştahlarım üstüne en çok çeken memleket Ôl muştur. Kuvvetli kalkınma halinde olan toplumlar tüketim ölçülerinin düşük tutarak bu tüketim emperyalizminin et kisinden kendilerini koruyorlar. Bu yüzden, Batılılar ve onların bizdeki mukallitleri bu koruma çabası içinde bu lunan toplumların kılığına kıyafetine bakarak onların Batılılaşmadıklarına inanırlar. Çağdaş uygarlığa en başa rılı olarak girebilen toplumlar, imrenme Batıcılığından kendilerini koruyabilen toplumlar olmuştur. Bunlar ara sında özellikle Japonlar ve Ruslar muvaffak olmuşlardır. Geri kalmış toplumların Batılılaşmışları ve onların tesiri altında iki yakasını bir araya getiremeyen tüketimci nüfusun kişileri, bu tüketim ekonomisinin en kolay avla dığı kitleler olmuştur. Amerikan ekonomisi, geri kalmış toplumların tüketim açlığını bütün hırsı ile üstüne çeken yanlarla doludur. Bugün Amerika olmasa, bir çok top lumların orduları silahsız, sokakları otomobilsiz, evleri frijidersiz, düşünürleri kavramsız, dergileri resimsiz ve baldırsız kalacaktır. Geri toplumların gelişme için muhtaç oldukları üretim ve sermaye eşyası alma imkanları ile bu Batılılaşma
214
tüke-
_timciliğinin istediği maddelerin baskısı arasında sürekli bir mücadele vardır. Her hükümet tüketim maddelerinin girme sini kısmaya, her Batılılaşmış vatandaş da bunları sokmaya ve tüketmeye çalışır. İki taraf da akla gelmedik hileler bulur lar. Devlet ekonomisinin iki yakası bir araya gelmez. Batılı laşma gerekleri, bazen ilerici düşüncelerle, ulusal ekonomi nin üstüne öyle ağır bir yük olmuştur ki, bu devletler kronik bir borçlu halinden asla kurtulamazlar. Bundan kurtulma is teği ile Batılılaşmaya hız verirler; hız verdikçe borçlulukları artar. İçinden çıkılmaz bir fasit daire içinde yuvarlanırlar.
KiŞISEL VE MiLLi GÖSTERlŞ YARIŞI Batılılaşmış zümrenin yaşamının cazibesi, fakir sı nıflara da bulaşır. Kalkınmak asıl bundan sonra gerçekle şemez hale gelir, toplumun bir kısmının Batılı, çoğunlu ğunun geri ve fakir kalması asıl bundan sonra bir zaruret haline gelir. O zaman, küçük bir Batılılaşmış sınıfın varo labilmesi için büyük bir köylü kitlesinin iptidai bir du rumda, bir çeşit basamak vazifesini görecek bit "ihtiyat ordusu" olarak kalması normal bir hale gelir. O zaman memleketin tabiat kaynaklan harıl harıl yabancılara dev redilir: beri yandan da hani harıl camiler yapılır. Bunun ıztırabını, yegane Batılılaşmamış iki Türk okumuşu tipi olan, biri milliyet ödevini, öteki medeniyet ödevini fakir ve geri kitlelere karşı üstüne alan subayla öğretmen çeker. Ekonomice gelişme halinde olan toplumlarda bile, tek nolojik yenilenmelerle toplumsal değişme siası arasında bir 215
uygunsuzluk meydana gelme eğilimi vardır. Mesela, böyle toplumlarda halkın günlük yaşama şartlan bakımından önemli bir madde olan otomobili alalım. Geri kalmış mem leketlerde otomobil, yalnız bir imrenme ve imrendirme maddesi olmakla kalmaz, milli bir şeref ve haysiyet mesele si bile olur. Frijider gibi adi bir tüketim aracı olduğu halde, Batılılığımıza kendimizi inandırmak için bu maddeyi yapa bileceğimizi ispata kalkarız. Milli bir değer meselesi haline gelen otomobil yapılır. Bu, Batılılaşmadan ne anlaşıldığını gösteren güzel bir misaldir. Otomobil hakikaten yapılır; fa kat bunun ne teknolojisi vardır, ne de ekonomisi. Toplumsal etkisi de olmaz. Sadece olumsuz anlamda bir etkisi olur: toplumun ekonomisi üzerinde bir zedelenme yapar, ama toplumu eskisine kıyasla modernleştirmiş olamaz.
KALKINMA DEG/L, BOZULMA YOLU Demek ki bu Batılılaşma toplumu, kalkınma değiş mesine götürmüyor; bozulma değişmesine götürüyor; bo zulma değişmesine ve yıkıma yol açıyor. Toplumun eko nomik yaşama kabiliyetini bir çıkmaza soktuğundan ürettiği sınıflar arasında kavga çıkması tehlikesi karşısın da Batıcılık, toplumu ister istemez gericilik yoluna çevir meye mecburdur. Böyle Batılılaşma ile, bir ulusun kal kındığı görülmemiştir. Buna karşılık, tersine, birçok ulusların sırf bu yüzden gerilik batağından, yarattığı fasit daireden çıkamadığı, ilerleme imkanlarını kaptırdığı ve sömürttüğü çok görülmüştür. En eski misali biziz. 216
Toplumların ekonomik açıdan geri kalmışlığı, ancak ekonomik açıdan onun üzerine etki yapmakla önlenebilir. Eğer böyle bir toplum, Batı uygarlığının ekonomik tutkusu altına girmişse, orada Batılılaşma yolu ile bu etkiyi yapma nın imkanları kaldırılmış olur. Onun bazı kişileri veya sınıf ları Avrupalı veya Amerika gibi gözükebilir; fakat arkaların daki toplum, o sırada ve çok defa bilinmeden Avrupa'nın veya Amerika'nın sömürülgeni olmuştur. Kendi içindeki kalkınma ve uygarlaşma kudretleri yokedilmiştir. Memleke tin dağı, taşı bile kendi elinden çıkma tehlikesi altındadır. Uygarlık, toplumsal devrimlerin mahsulüdür ve top lumsal akış içinde beslenir. Bunsuz, bir toplum yaratıcı kudretlerini seferber edemez. Batıda da bu böyle olmuş tur. Bundan ötürüdür ki Batıdan hazır uygarlık alınamaz; alınmaya kalkışıldığı zaman sonuçlar kalkınma ilerleme si değil gerileme bozulması olur.
TAR1H1N BiZE ÖGRETT1KLER1 Ulusal Kurtuluş Savaşı 'nın getirdiği milliyetçilik, Batılılaşma ve devrimcilik anlayışlarının bozulması işte bu sonuçlan yaratan bir Batılılaşma eseridir. Bugünkü şartlar altında, o düşün yapısını tekrar canlandırıp top lumcu açıdan daha yeni bir anlayışa varmak zorundayız. Çıkar yol, Batıcılığı Batıdan bağımsızlık şekline, milli yetçiliği devrimcilik yolma çevirmededir. Bu yolu bul mada, iki yüz yıllık uğraşı tarihimiz bize sayısız gözlem lerle dolu bir laboratuvar hazırlamaktadır. Meselelerimi217
zin niteliğini anlamada dönüp dünkü tarihe bakmamız, tarihin bir tekerrür olduğuna inanmamızdan değil, bu te kerrürü kırmanın yolunu aramamızdandır. O tarihi ne ka dar iyi ve doğru şekli ile anlarsak, o kadar kendimizi al datmalara saplanmaktan kurtarabiliriz. Aydına düşen bu nu yapmak, halka tanıtmak ve anlatmak olmalıdır. Bu eserin başından beri gördüğümüz gibi, Batıcılık ve milliyetçilik fikirlerinin tarihinde önde gelen, ilk gelen mesele Batı meselesi olmuştur. Milliyetçiliğin çeşitli şekil leri bu meseleyi anlayış şekillerinin hem bir sonucu, hem de ona karşı tepkiler olarak çıkmıştır. Şu halde, aydınların önce bu Batı anlayışında temelli bir değişiklik yapma zo runluğunda oldukları bir döneme gelmiş bulunuyoruz.
BATI KAVRAMININ ELEŞT!RlSl Tanzimattan bugüne kadar ki evrimini gözden geçir diğimiz Batıcılığın ve Batılılaşmanın karşısında olduğu muzu artık söylemek sırasına gelmiş bulunuyoruz. Türki ye'nin baş davasının Batılılaşmak değil, Batılılaşmamak olduğunu iddia ediyorum. Batıcılık, biz aydınların çok sevdiğimiz bir kavram dır. Onsuz, kendimizi gerici sayarız. Onun için bazı aydın lar, bu iddiayı ciddiye almayacak, "Hiç öyle şey olur mu? Bu yazarın söylemek istediği şey yanlış Batılılaşma yerine gerçek Batılılaşmanın gerekli olduğudur" diyecektir. Fakat Batılılaşmanın bir doğrusu, bir de eğrisi var 218
mıdır? Yanlışım, doğrusunu nasıl belirleyebiliriz? Mesela, Batılılaşma kapitalist ekonomiyi almak mıdır? Kapitalist ekonomiyi almanın Batılılaşma yolu ile mümkün olmadı ğım, 1 83 8 'den bugüne kadar ki olaylarla gördük. Peki, toplumcu ekonomiyi almak mıdır? Eğer bu ise, bunun adı neden Batılılaşmak olsun? Batı toplumcu mudur? Belki, "Kim demiş Batı kapitalizm veya sosyalizmdir diye?" denecek. Peki nedir? Hıristiyanlık mı? Biliyorum, "ha yır" denecek. Belki "Batılılaşma bilim veya teknik alma dır" denecek. Bilim ve teknik, kapitalizm veya sosya lizmden soyut, Peygamber'in "Çin'de de olsa alın" dediği cinsten bir şey mi? Geriye ne kalıyor? Batı yaşayış ve adetleri gibi şeylermi? Mesela, Noel yapacağız diye, za ten çöle dönmüş memleketin ağaçlarım kesmek Batılılık mı oluyor? Yoksa, Batı idealleri Batı değerleri, Batı kafası denen şey mi? Maalesef, böyle şeylerden mürekkep bir Batı yoktur. Batıda kıyamet kadar fikir var; çoğu da bizim Batı kafası dediğimiz şeylere aykırı fikirlerdir. Bunların hangisi Batıyı temsil edecek? İsterseniz Batı düşünürleri ne sorunuz; hiçbiri "Batı şudur" diyemeyecektir. Batının kendisi de Batı hakkında ihtilaf halindedir. Demek ki ister istemez, mutlaka bir seçim yapılacak tır. Seçim yapmada da mutlaka seçimi yapanın bir ölçüsü olmak gerektir. Bu yapıldıktan sonra, buna Batı veya Batı lılaşma demenin ne değeri olacağım ben anlamıyorum.
219
BATI DENEN FiL O "tek dişi kalmış canavar" da sanılabilir: muhteşem sanat ve fikir yapılan dünyasıda olabilir. Soyut ve mutlak olarak Batı denen şey bir uydurmadan başka bir şey değil dir. Varolan toplumlar, değişmeler, uygarlıklar, harslar, dinler, devletler, sınıflar, kişiler, teknolojiler, bilimler, çı karlar ve savaşlardır. Bunların yeni görünüşleri, Avru pa'nın Batı güneyinde başlamıştı. Bu Batı sözü bir bakıma bundan gelmektedir. Bir bakıma Hıristiyanlık tarihinden gelmiştir. Roma İmparatorluğu ve Hıristiyan kilisesi bö1 ündüğü zaman doğuda kalan Doğu'yu, Batıda kalan
Batıyı temsil etmiştir. Kelime bir bakıma, Roma'dan kal ma. İmparatorluğun Batıda kalan vilayetlerini Doğu'daki lerden ayırmak için. Batı terimi kadar değişen, aslı ne ol duğu bilinmeyen, üzerinde yozlaşma olmayan yanıltıcı, sahte bir kelime yoktur. Son zamanlarda Batının kapitalist memleketler, daha doğrusu Amerika, Doğu'nun da sosya list memleketler, daha doğrusu Sovyetler Birliği anlamına kullanıldığını hatırlatırsam, bu terimin ne kadar maskara edilmiş bir terim olduğunu daha iyi belirtıniş olurum. Batı terimi, tarih düşünürleri arasında da temelsiz bir kavramdır. Toynbee, tarih tezine birim olarak medeniyet leri alır. Bunlardan biri Batı medeniyetidir. Gerçekte bü tün tezi, Batı medeniyeti ile başka medeniyetler arasında
ki ilişkilerin çeşitli yanlarını incelemeyi güder. Peki, 220
Toynbee'de Batı medeniyeti nedir? Tezinin on cildini ka rıştırın, bulamazsınız; belirlemeyi unutmuş! Yerine göre, bazen Grek-Roma medeniyetidir. Bazen ortaçağlann Hı ristiyan medeniyetidir. Bazen yeni zamanların Atlantik kı yılarındaki memleketlerinin medeniyetidir. Bazen Orto doks Hıristiyanlığına karşı Katolik Hıristiyanlığı, bazen Katolik Hıristiyanlığına karşı Protestan Hıristiyanlığıdır. Fakat bana sorarsanız Toynbee'nin söylemeden kastettiği Batı medeniyeti İngiliz medeniyeti, hatta belirli bir İngiliz aydınının anladığı İngiliz medeniyetidir. O da kendi açı sından, Atatürk'ü uğraştıran soru ile uğraşmaktadır. Ne lüzumu var böyle kaypak, temelsiz, yanıltıcı bi lim-dışı bir kavramın? Kelimeyi bir kere adet olmuş diye Avrupa ve Amerika'nın ilerlemiş toplumlarının kısaltıl mış adı olarak kullanırız belki; fakat ona kendimizi bağ layacak değişmez bir model vasıflan atfetmek bizi sade ce aldatır ve başkalarının elinde aldatılmamıza yarar. Türk toplumunun kuruluşunda, yapısında ekono mik, toplumsal, kültürel, kalkınma ve ilerleme sağlaya cak devrimler gerçekleştirilmedikçe iyi niyetli Batıcıların kastettiği Batılılaşma denen şeyin gerçeğinin olacağına inanmıyorum. Bu olduğu takdirde, isterseniz onun adını Batılılaşma koyun, bize hiçbir şey öğretmez. Bu olmadan olacak olan her BatılılRşma, o "gerçeği değil " denen Batılılaşmaktan başka bir Batılılaşma olamaz. Batılılığın ve Batılılaşmanın bugün bir anlamı kal22 1
mıştır. O da şu: Batıcılık geri kalmış toplumların aydınla rının, kendi toplumlarının kalkınamaması gerçeğinin kar şısında, ilerlemiş toplumları görmekten gelen aşağılık duygusunu hafifletmek için yapıştıkları bir hayal, bir toplumsal sakatlığın aydınlar arasında nükseden bir gö rüntüsüdür. Toplumculuk açısından Batıcılık İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük kadar usulü, yönü, akıbeti bilin meyen anlamsız bir sözcüktür. Batıcılık hiçbir yerde gerçekleşmemiş, sadece geri ciliğe yarayan bir bireyci aydın ütopyasıdır.
222
İÇİNDEKİLER VI. Halkçılık Tepkisi VII. Türkçülük Tepkisi
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
. 1 29
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
1 49
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
1 65
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
1 97
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
207
VIII. Devrimcilik Tepkisi IX. Devrimcilik ve Tarih
X. Devrimcilik ve Batıcılık
1 17
XI. Türk Burjuvazisi Neden
Devrimci Olamıyor?
.
.
.
223