Mustafa Kemal’e kahpelik! “Komünizm geliyor” yaygarasıyla Türkiye’yi ürkütüp yarattığı Yeşil Kuşak İslamı ile bizi Demir Perde’ye karşı bedava şövalye olarak kullanan Haçlı Batı, şimdi aynı şeyi ‘Ilımlı İslam’ slogan ve projesiyle yapıyor. Tek fark, Türkiye’nin bu kez, gayri Müslimlere karşı değil, doğrudan doğruya İslam âlemine karşı kullanılmasıdır. Yeşil Kuşak oyunundan çok daha zor bir iştir bu. Çünkü artık “Allahsız komünizme karşı dine inananlar birleşmeli” edebiyatı yeterli olmuyor. O edebiyatın ne kadar namussuz bir emperyalist edebiyat olduğu, asıl Allahsızların o edebiyatı üretenler olduğu anlaşılmış bulunuyor. Ucuz şövalyeyi cepheye sürmek için belli ki yine ‘İslam’ kullanılacak, ama bu sefer İslam’ı İslam’a karşı kullanmak söz konusu olduğundan Haçlı iblisler çare bulmakta zorlanıyor. Nasıl yapacaklar bunu? Önce, bir numaralı direnç noktası olabilecek değerleri yıkmak, Türkiye’nin omurgasını kırmak lazım. Omurga, Türkiye’yi farklı kılan Kemalist mirastır. Onu işe yaramaz hale sokmak gerekiyor. Onun petrolden daha güçlü olduğu anlaşılmıştır. Petrolün işini bitirdiler ama Kemalist mirasın işini bitiremiyorlar. Bu onları çıldırtıyor. Çare şöyle bulundu: “Sizi model yapacağız” diyerek Türkiye’yi model olmaktan çıkarmak. İlk iş, Kemalizm’in teorik koruyucu güçlerini, yani akılcı aydınları etkisizleştirmek, ikincisi, Cumhuriyet ordusunu saf dışı etmektir. İki binli yılların başından itibaren subaşlarına oturttukları imanı ve kanı bozukları kullanarak bu projelerinde büyük mesafe aldılar. Bir yandan bunu yapıyorlar, bir yandan da bize “Size İslam dünyasına model yapacağız” diyorlar. Ve bu halk sormuyor: “Bizi İslam dünyasına model yapacaksanız bu modelin kaynağı olan mirasın yaratıcısına neden savaş açmış durumdasınız? Neden Atatürk’ten ve laiklikten vazgeçin diye avazınız çıktığı kadar bağırıyorsunuz?” İngiliz yazar Andrew Mango oyunun belini kıran şu sözleri söylüyor: “İslam coğrafyasındaki ülkeler tabii ki laik ve demokratik Türkiye’den ders alabilirler. Ama bugünkü Türkiye yerine 1930’ların Türkiye’sine bakarlarsa ve o Türkiye’nin bu hale nasıl geldiğini incelerlerse. Bunu yaparlarsa kendilerini düzeltecek daha birçok şey öğrenebilirler.” Atatürk’ü niçin sevmediklerini anlamanıza yardımcı olsun diye bir olayı anımsayalım: ‘DAVET EDERLERSE KATILIRIZ’ Yıl 1932. Birleşmiş Milletler’in nüvesi veya ilk şekli olan Milletler Cemiyeti (veya Cemiyeti Akvam) kurulmaktadır. Dünyanın bu en büyük uluslar topluluğuna katılmamız için Atatürk’e çevresi telkinde bulunuyor. Cevabı şu oluyor Atatürk’ün: “Başvurmayı düşünmüyoruz, ama davet ederlerse katılırız.”
Ve topluluk, 43 üyenin oybirliğiyle Türkiye’yi katılıma davet kararı aldı. Ve Türkiye, işte bu davet üzerine o topluluğa katıldı. Atatürk Türkiye’sinde o idik; bugün ABD ve AB önünde ne olduğumuz belli. Oradan buraya nasıl gelindiğini anlamak için Atatürk’ün şu sözü bize yardımcı oluyor: “Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela biz, kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün iş ve hareketlerimizle göstermeliyiz!” Atatürk mirasının bütün nimetlerini nankörce, melunca, patlayasıya-çatlayasıya yiyen kanı bozuk, beyni uyuşuk dinci hainler bu gerçekleri bilmiyorlar mı? Bilmiyorlarsa yazıklar olsun onlara. Bilip de gereğini yapmıyorlarsa lanet olsun onlara! Haçlı Batı, Türk halkının Atatürk mirasından yararlanmasına seyirci kalır mı? Sen gel de bunu anlat emperyalizmle işbirliğini ‘en büyük keramet’ sayan bilcümle dinci alçaklara. Analarının bacılarının yatak odalarına giren Yunan işgalcileri çoktan unuttular; Atatürk’ün içtiği rakıların kadeh çetelesini tutmaya devam ediyorlar. İman ve namus kıratları işte bu! Haçlılar; Atatürk’ün yıkılması için Kâbe’nin yıkılmasını şart koşsalar, İslam dünyasında, bu imansız ve namussuz şartı zevkle kabul edecek çok sayıda alçak bulabilirler. Atatürk joker mi, tez mi? Atatürk, bugüne kadar, bir tez olmaktan çok, istismarcıları tarafından bir joker olarak kullanıldı. Onu sevip saydığını söyleyenlerce kendilerini yüceltmek için, ona karşı olanlarca eksiklerini kapatmada bahane bulmak için jokerleştirildi Atatürk. Tarih yaratan bir adam joker olabilir mi? Jokerlik tarih yaratmaya yetmez. Tarih yaratan adam baştan başa tez olan adamdır. Tez olmak, mevcuda karşı yeni bir cihanın temellerini, dayanaklarını, ilkelerini ortaya koymak demektir. Tez olmak, egemen bütün güçlere karşı özgür yaratıcı bir ben olarak ortaya çıkmak ve bu çıkışın gereğini yapmaktır. Atatürk, özgür yaratıcı bir benlik olarak altı hayatî noktada tezdir: 1. Zulüm ve sömürüye karşı çıkış, 2. Emevîci saltanat dinciliğine karşı çıkış, 3. Emperyalizme karşı çıkış, 4. İslam’la laikliğin birbirini tamamladığının ispatlanması, 5. İslam’la modern hayatın bağdaştığını ispat, 6. Müslümanların asırlardır Allah ile aldatıldıklarının gösterilmesi. Atatürk, bu mesajların tümünde İslam’ın teze dönüşmesini ifade ediyor. Ve Batılı strateji Neronları bunu çok iyi biliyor. Bilmeyenler Müslüman kitleler. Batı, Atatürk’e karşı olan dinci unsurları yanına alarak, Müslümanlar adına öne çıkarılması gereken önderi etkisiz kılıyor. Dincilik, işte bu ‘etkisizleştirme’de haçlılarla işbirliği yapmanın tarihî vebalinin tam ortasında oturmaktadır. Bilmiyorum; tarih, dincilerin en azından bir kısmının vicdan derinliklerinde bu gerçeği bir gün anlayıp tövbe ederek sadede gelmelerini sağlayacak bir nüve saklıyor mu? Allah’tan ümit kesilmez, belki de o nüve henüz çürümemiştir ve bir gün filizlenecektir.
BUGÜNKÜ İSLAM DÜNYASINDA YARATICI İSYAN Bugünkü İslam dünyasında, Atatürk’ün öncülük ettiği yaratıcı isyan haykırışları tamamen yok olmamışsa da çok azalmıştır. Haçlı Batı, haykırışların işe yarar olabileceklerinin yankılanmasına asla izin vermemektedir. Bilmektedir ki, bu haykırışların başarılı olması halinde Müslüman dünya üzerinde kurduğu gütme ve sömürme siyasetlerinin beli kırılacaktır. Batı’nın Mustafa Kemal düşmanlığının sebebi budur. Bu yüzyılın zulme, emperyalizme karşı çıkan, hatta onları dize getiren özgürlük haykırışlarının en etkilisi Atatürk haykırışı olduğu için haçlı Batı ile onun güdümündeki ‘Müslüman’ yaftalı dinci ekiplerin en amansız savaşları Atatürk mirasına yönelik olarak yürümektedir. EN BÜYÜK SAVAŞ ALANI TÜRKİYE İşte bunun içindir ki, İslam dünyasının günümüzdeki ‘en büyük savaş alanı’ öyle sanıldığı gibi Afganistan, Irak, Libya, Suriye falan değildir; Türkiye’dir. Geleceğe yönelik en büyük etkiler Türkiye’de verilen savaşın sonuçlarıyla belirlenecektir. Türkiye’de son yıllarda verilen Atatürk’le saltanat dinciliği, Cumhuriyet mirasıyla geleneksel Emevî şirk mirası arasında Batı’nın destek ve kontrolünde sürüp giden büyük savaş, Arap Baharı denen lanetli güdümün yarattığı savaşlardan da Suriye ve Irak’taki savaştan da çok daha büyüktür, çok daha anlamlıdır. Özgür yaratıcı benlik haykırışlarının yaşadığımız günlerdeki en güçlülerinin yankılandığı coğrafya da Türkiye’dir. İslam düşüncesi açısından baktığımızda bu yankılanmaların en güçlüsünün, bu satırların yazarı olduğunda hemen hemen ittifak vardır. Batı üniversitelerinin bizimle ilgili on küsur doktora tezine imkân vermesinin ve Time Dergisi anketinde Batı kamuoyunca ‘Yüzyılımıza etki etmiş en büyük 100 adam’ listesinde 9. sıraya konmamızın anlamı üzerinde bu açıdan da durmak gerekiyor. Türkiye, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da bir ‘fark ediş tembelliği’ içinde olabilir ama Batı, durumun farkındadır. Batı çapulculuğu Atatürk ve Doğu maneviyatı ABD dış politikalarının filozofu, rota çizicisi ve CIA’nın beyin adamlarından biri olan Samuel Huntington, medeniyetleri çatıştırmaya ve Doğu’nun Batı uygarlığından yararlanmasını engellemeye me- mur edilmiş bir istihbaratçı -bilgindir. Huntington’a göre, Batı’nın bugün temsil ettiği değerler sadece Batı’nındır; dünyanın ortak malı değildir. Batı bu değerleri üretmede tek olduğu gibi, bunlardan yaralanmada da tek hak sahibidir. Bu değerlerden yararlanan ötekiler, bunun faturasını ödemek zorundadırlar. Bu değerlerden Batı’ya fatura ödemeksizin yararlanmak kimsenin hakkı ve haddi değildir. İslam dünyası, Haçlı Batı’ya tüm servet kaynaklarını verse de (ki büyük ölçüde vermiştir) bu olgu değişmez. Batı’nın tüm diplomasi kodamanlarının ortak kanaati olan bu sav, bu egoizm, teoride Muhammed İkbal, uygulamada ise Atatürk tarafından kırılmıştır. Büyük Atatürk şunu göstermiştir: Evrensel bilim ve fikir değerlerinin esas sahipleri Doğululardır. Atatürk bu değerlere ‘maneviyat’ diyor ve ‘Doğu maneviyatı’ tâbirini gündeme getiriyor.
Atatürk’e göre, biz esasında Doğu maneviyatına bağlıyız. Atatürk’ün Pakistan’daki fikirdaşı, Müslüman düşünür Muhammed İkbal (Atatürk’le aynı yılda öldü), bu noktanın altını çizerken şu yolda konuşuyor: Batı’nın bugün sahip bulunduğu ilim ve akıl değerlerini biz ondan almaya kalktığımızda yaptığımız iş, o değerlerin esas sahipleri olan Müslüman ecdadımızın malını, mirasını geri almaktır. Bu yüzden biz, Batı’daki evrensel değerleri alırken aşağılık kompleksine düşmeyelim. Ne yazık ki, Müslüman atalarımızın yarattığı ve asıl sahibi oldukları bu değerler bugün Batı’nın kontrolüne girmiş ve Batı bunlar üzerinde hegemonya kurmuştur. Bu hegemonya, emperyalist Batı zulmünün besleyicisi olarak insanlığın aleyhine kullanılıyor. ATATÜRK DEHASININ FARK EDİŞİ Bu değerler Batı’dan geri alınmalı ve ardından da Batı’nın zulüm ve hegemonyasını yıkmak için kullanılmalıdır. Atatürk bunun teorisini yapmakla kalmamış, uygulamasını da göstermiş ve tam başarıyla uygulamıştır. Bugün bu işi, bir ölçüde Çin yapmaktadır. Atatürk’ün Çin’de yıllardan beri ders gibi okutulması boşuna değildir. Çin dehası, reçeteyi tam göbekten yakalamıştır. Yakalamış ve getirisini elde etmiştir. Çin, esas değerler sahibinin Doğu olduğunu ispatlama noktasına gelerek, Atlantik İmparatorluğu’nu bunalıma sokmuştur. Atatürk, işte bu oluşumların ilk ve unutulmaz öncüsüdür. Attila İlhan, bu noktaya parmak basarken şöyle diyor: “Türklerde, kurtuluşu Doğu’da gören ilk ihtilalci Mustafa Kemal idi.” Atatürk’ün Batı’yı çıldırtan yanı işte budur. Batı, Atatürk’ü işte bunun için asla hazmedemiyor, asla hoş göremiyor. Batı, şu hedefi öne çıkarmıştır: Atatürk’ün hayallerimize indirdiği darbe, Batı emperyalizminin canına okumadan, onu ölümsüzleştiren Türk Kurtuluş Savaşı karartılmalı, kirletilmelidir. Hedef, Ortadoğu coğrafyasında, İsrail’den daha büyük devlet bırakmamaktır. BOP, işte budur. ‘Yeni Osmanlı düzeni, halifeli bir İslam’ gibi mel’un fısıltılarla siyasal İslamcı güdüklerin ağzına bal çalmaları sebepsiz değildir. Kısacası, Batı biliyor ki, Mustafa Kemal, Müslüman kitleler tarafından bir öncü ve kurtarıcı olarak algılandığı sürece, İslam dünyasına yönelik işgalci-sömürgeci politikaların başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu politikaların rahat yürümesi, Türk Kurtuluş Savaşı’nın kirletilmesiyle sağlanabilir. Atatürk’ü niçin seviyorum, O’nunla neden meşgulüm? Son otuz yıllık çalışmalarımın önemli bir kısmını Türk Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı ile o savaşın başbuğu Mustafa Kemal’e ayırdım. Neden? Gazi ile ilgili araştırmaların hayatımı vakfettiğim Kur’an araştırmalarının bir parçası olduğunu açıkça gördüğümden. Benim Atatürk’le meşguliyetimin sebebi, bazı eblehlerin (ve bazı namussuzların) iddia ettikleri gibi ‘ulusalcılık takıntısı’ falan değildir. Ben hayatımın hiçbir döneminde kendimi ulusalcı olarak tanımlamadım, tanımlamam. Toplamı otuz bin sayfayı aşan eserlerimin hiçbir yerinde kendimi ulusalcı olarak tanımladığımı gösteren tek cümle yoktur. Çünkü benim, ulusalcılık diye bir meselem yoktur. Benim şahsiyet, iman, ideal
dayanaklarım son derece açık ve şu iki kelimeyle özetlenmiştir: Akılcılık, Kur’ancılık. Bir fikir, eylem, anlayış, siyaset ve şahıs bu iki ana değerden birini veya her ikisini taşıyorsa o benim otomatik olarak meşgale alanıma girer. Mustafa Kemal Atatürk, bu iki değerin ikisini de taşıyor ve bu yüzden, benim meşgale alanıma girmektedir. Gazi Mustafa Kemal, birçok boyutu olan bir liderdir. Egemen boyutu hangisidir, tartışılır. Tartışmasız olan gerçek şu: Atatürk, aynı zamanda teolojik bir fenomendir ve bu yanıyla bir ilahiyatçı olan Yaşar Nuri’nin doğrudan doğruya çalışma alanı içindedir. Aynen bunun gibi, Atatürk’ün zafere ulaştırdığı Türk Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı da aynı zamanda bir teolojik fenomendir. Ve bunun böyle olduğu, benim bir yorumum veya iddiam değildir, çağın en büyük tefsir bilginleri (ki büyük çoğunluğu Araptır) tarafından da tescil ve ifade edilmiştir. O halde, Türk Kurtuluş Savaşı ve onun muzaffer kumandanı, akılcı ve Kur’ancı ilahiyat bilginlerinin meşgale alanı içindedir. Mesela ben, ‘Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış’ı yazarken, bir ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’yu, bir ‘Allah İle Aldatma’yı, bir ‘İmamı Âzam’ kitabımı yazmak gibi bir iş yaptım. Çünkü bu konuların tümü, Kur’an penceresinden baktığımda Kur’an’ın bana “Gör ve değerlendir” emrini verdiği konulardır. Biri neyse öteki de odur. VAROLUŞSAL GAYEMİZ AYNI Atatürk’ün, kendi varoluşsal amacını ifadeye koyan cümleleri, benim ve akılcı-Kur’ancı birçok selefimin varoluşsal amacının da aynen ifadesidir. Burada sadece üç sözünü verebileceğim: “Bu milletin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen bir adamım.” “Kur’an’la uyarmak istiyorum!” Dini yozlaştırıp yalan ve hurafeyi din diye pazarlayarak halkı perişan edenlerle mücadelenin gereğinden söz ederken de şöyle diyor: “Tek başıma kalsam yine de gider onları tepelerim.” Elli yılını Kur’an’ı anlayıp anlatmaya adamış bu satırların yazarının varoluşsal amacı bu sözlerde ifade bulan idealden başka nedir ki?! Atatürk, imanı ve eylemleri bakımından benim, aynen İmamı Âzam gibi, Kadı Abdülcebbar gibi, Necmuddin Tûfî, İzzüddin bin Abdüsselam gibi akılcı seleflerimden biridir. Dahası, Atatürk, akılcı din bilginlerinin hasret ve ideallerini hayata geçirmede başarılı olmuş tek selefimdir. Benim selefim, öncekilerin halefi. Öyleyse, ben, benim tarih yaratmış böyle bir selefimi nasıl göz ardı ederim?! Atatürk’ü anlayıp anlatmak benim hem imanıma hem de akılcı ve Kur’ancı teolog seleflerime saygımın bir gereğidir. Benim Kur’an’a iman ve hizmetimin varlığını kabul eden herkes, benim Atatürk’ü anlamak ve anlatmak gibi bir görevimin olduğunu da kabul etmek zorundadır. Bu görevi bana Kur’an yüklüyor. Yalnız ve sadece Kur’an… Atatürk, bir teolojik fenomen olarak benim selefimdir. Böyle olunca, tarih yaratmış bir lider sıfatıyla benim önderimdir. Ulusalcı olduğu için değil, teolojik bir fenomen olduğu için. Atatürk, elbette ki, birçok insanın meşgale alanına ulusalcılık, askerlik, siyaset yanlarıyla girmektedir. O meşgaleler de önemlidir ve saygındır ama ben onlarla meşgul değilim. Ben, teolojik fenomen olan Atatürk’le meşgulüm. Yani ben kendi işimi yapıyorum. Son bir söz: Bu yazımı, “Tutturmuşsun bir Atatürk, bırak şu işi” diyen iyi niyetli zavallılarla kötü niyetli namussuzlara ithaf ediyorum. Umarım beni artık anlarlar. HALA ANLAŞILMADI MI? Batı'nın en büyük tarih felsefecisi olarak kabul edilen İngiliz düşünürü Arnold Toynbee (ölm.1975), 1940'lı yıllarda dünyaya şunu söylüyordu: Yakında insanlık, mutlu bir
geleceği dinlerin mirası içinden çıkarma gayreti içine girecektir. İdeolojiler devri bitmiştir... Toynbee'nin kırklı yıllarda gördüğünü, aydınlarımız, Berlin Duvarı yıkıldığında yani elli yıl kadar sonra görebildi. Ve doğal olarak, Batı’yı ve çağı yanlış okumamız, sırtımıza elli yıllık bir gecikmenin ağır faturasını yükleyiverdi. Toynbee, özellikle, Batı'nın yarınlarını kotaracak olanların dikkatine sunduğu uyarısında bir şeyin daha altını çizmiştir: ‘Yeniden Dinler Devri’nde, en büyük şans İslam'ın olacaktır. Hıristiyanlık, tarih önündeki sınavında başarısız olmuş ve insanlığı komünizme teslim etmiştir. Toynbee'nin bu öngörüsünün takipçisi idik. Böyle olduğumuz içindir ki Berlin Duvarı yıkıldığı günden beri bağıra bağıra şunu söyledik: İdeolojiler sahneyi boşalttı. Dinler yeniden başköşeye oturdu. Şimdi iki temel soru var: 1. İnsanlık, engizisyon deneyimlerinden ders almış olarak dinin, Allah ile aldatanlar tarafından sömürü aracı yapılmasına giden yolları tıkama ve dinden bir barış ve mutluluk reçetesi çıkarma başarısını gösterebilecek mi? Yoksa kitleler; açık veya maskeli engizisyonların yeniden sahneyi doldurması üzerine, eskisinden güçlü bir dinsizlik ideolojisine davetiye mi çıkaracaklar? 2. İslam, eski engizisyonun torunları tarafından, insanlıkla kucaklaşsın diye rahat bırakılacak mıdır, yoksa yirmi birinci yüzyılı peşine takmasını önlemek üzere birtakım siyasal oyunlarla sahneden uzaklaştırılması mı denenecektir? Zaman, ne yazık ki, bu soruların ikisine de mutsuzluk ve umutsuzluk sergileyen cevaplar vermektedir. Başta ABD olmak üzere, çağın egemen kuvvetleri, sahne antiemperyalist İslam'a kalmasın diye büyük bir seferberlik içine girmiş bulunuyor. Temel hedef, engizisyon ve emperyalizmin bir numaralı düşmanı olan Kur'an dinini, emperyalizm yamağı bir ideolojiye dönüştürmek ve Müslüman kitleleri gardiyansız hapishaneler haline getirilen camilerde uyuşturup etkisizleştirmek. Atatürk devrimciliği işte buna engel olduğu içindir ki, ilk yüklendikleri kale Atatürk aydınlığı olmaktadır. ANA HEDEF CUMHURİYET TÜRKİYESİ Sağa sola hiç çekmeden ve büyük bir üzüntü duyarak söyleyelim ki, Müslüman dünya, kendisine kurulan emperyalist tuzağa düşmüştür. Cumhuriyet sayesinde bir istisna gibi duran Türkiye de ayaklarını ve kanatlarını tuzağa kaptırmak üzeredir. 1950’lerden sonra oynanan, Yeşil Kuşak İslamı, Afganistan'daki Taliban oyunu, şimdilerde yine bizim üzerimizden oynanan Ilımlı İslam oyunu büyük haçlı senaryonun muhtelif perdeleridir. İslam bir ‘ilkellik ve dehşet sistemi’ olarak lanse edilebilmiştir. Kinini din, kan dökmeyi ibadet, oyuna gelmeyi zafer sanan akıl ve aydınlık düşmanı birtakım dinci çeteler aracılığı ile... Son ve kesin zafer, Türkiye'nin düşürülmesiyle elde edilecektir. Ana hedeflerden birincisi Türkiye’dir. Ön hazırlıklar, Cumhuriyet düşmanı hurafe ve sömürü dinciliğine zaten yaptırılmış bulunuyor. Yaşadığımız günler, hazırlık döneminde ekilen fidanların meyvelerinin devşirilmekte olduğu günlerdir. Ancak karanlığın kesin zafer göstergesi, Anıtkabir’in dümdüz edilmesidir. Emperyalizm ve yamakları, olanca gayretleriyle bunu sağlamanın peşindeler. Televizyon ekranlarını taradıkça içimden hep şu ses yükseliyor:
“Acaba Türk televizyonları, özel olarak Atatürk’e ve Millî Mücadele’ye sövmek için mi kuruldu?! Ve, Halâskâr Gazi’nin milleti bu kadar nasıl düşebildi?!” Şimdi, şu anda bu topraklarda ‘olmak ya da olmamak’ kaygısıyla ilgili soru şudur: Tarihin diyalektiği, emperyalizm ve işbirlikçilerine Anıtkabir’i dümdüz etme şansını verecek mi? Üstü örtülen bir Atatürk gerçeği daha : ‘ Doğu Maneviyatı’ kavramı Atatürk’ün, üzerinde hemen hemen hiç durulmayan ama Atatürk’ün ideallerini tanımada birinci derecede önemli olan bir tabir var : ‘Doğu Maneviyatı’ tabiri. Gazi’nin 6 Mart 1922 tarihli TBMM gizli oturumunda, muhteşem öngörülerle dolu uzun bir konuşması var. Kısa bir bölümünü okuyalım: “Türkiye, fikir yanlışıyla, zihniyet yanlışıyla mâlul olan birtakım adamlar yüzünden her saat, her gün, her asır biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür. Efendiler, bu düşüş, bu gerileme yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türkiye halkı ahlaken düşüyor ve bu halet incelenirse görülür ki, Türkiye, Doğu maneviyatı ile başlayan ve Batı maneviyatı ile sona erdirilen bu yol üzerinde bulunuyordu. Batı ve Doğu’nun birleştiği yer üzerinde bulunduğumuzu ve ona yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde Batı’nın aslî mayası olan Doğu maneviyatından tamamen kopuyoruz, yalnızlaşıyoruz.” ‘Doğu maneviyatı’ tabiri, Atatürk’ü tanımada anahtar kavram olmanın yanında, Atatürk’ten ürküntünün de temel sebeplerinden biridir. Bu kavram, iki zihniyette Atatürk’e yönelik ürküntü yaratmaktadır : 1. Saltanat dincisi Arapçı zihniyet, 2. Emperyalist-haçlı Batı zihniyeti. Bilindiği gibi, emperyalist-haçlı kuramcı Huntington, daha doğrusu ABD, medeniyetleri çatıştırmak ve Doğu’nun Batı uygarlığından yararlanmasını engellemek peşindedir. Hunting-ton’a göre, Batı’nın bugün temsil ettiği değerler sadece Batı’nındır; dünyanın ortak malı değildir. Batı bu değerleri üretmede tek ve biricik olduğu gibi, bunlardan yaralanmada da tek hak sahibidir. Bu değerlerden yararlanan ötekiler, bunun faturasını ödemek zorundadırlar. Bu değerleri Batı’ya fatura ödemeden yararlanma alanına sokmak hiç kimsenin hakkı ve haddi değildir. Atatürk bu savı, bu inadı, bu egoizmi çok erken bir tarihte kırmıştır. Şunu göstermiştir: Evrensel bilim ve fikir değerlerinin esas sahipleri Doğululardı. Atatürk bu değerlere ‘maneviyat’ diyor ve ‘Doğu maneviyatı’ tabirini gündeme getiriyor. Atatürk’e göre, biz esasında Doğu maneviyatına bağlıyız. MUHAMMED İKBAL’İN ATATÜRK’LE ÖRTÜŞEN TEZİ Atatürk’ün Pakistan’daki fikirdaşı, Müslüman düşünür Muhammed İkbal (Atatürk’le aynı yılda öldü), bu noktanın altını çizerken şu yolda konuşuyor: Batı’nın bugün sahip bulunduğu ve kendisini öne çıkaran değerleri biz ondan almaya kalktığımızda yaptığımız iş, o değerlerin esas sahipleri olan Müslüman ecdadımızın mirasını geri almaktır. Bu yüzden biz, Batı’daki evrensel değerleri alırken aşağılık kompleksine düşmemeliyiz. O değerler, temelde bizim atalarımızın ürettiği ve Batı’ya kaptırdığı değerlerdir. Bu değerler Batı’dan geri alınmalı ve ardından da Batı’nın zulüm ve hegemonyasını yıkmak için kullanılmalıdır. Atatürkçü geçinen bazı gafiller, Atatürk’ü, Müslümanları Batı’ya teslim eden adam gibi göstermeye çalışan dinci müfterilerle işbirliği yaparcasına Gazi’yi, hayatında hiç telaffuz etmediği ‘Batıcılık’ın öncüsü gibi gösterme gayreti içinde oldular. Bunlar Türk Kurtuluş Savaşı’nı ve Türk inkılaplarını Batılılaşmak, hatta Batı’ya uşaklık olarak telakki etmeyi, Atatürkçülük diye yutturmak için ellerinden geleni yaptılar. Atatürk’ün ‘Doğu maneviyatı’ ve ‘Avrasya’ tezini bugün bir ölçüde Çin hayata
geçirmektedir. Atatürk’ün Çin’de yıllardan beri ders gibi okutulması boşuna değildir. Batı bunu biliyor ve Atatürk’ün altını oyarak gereğini yapıyor. Müslüman Doğu bunu bilmiyor ve Atatürk’ü kendinden saymama ahmaklığını sürdürüyor. Attila İlhan, bu noktaya parmak basarken şöyle demiştir: “Türklerde, kurtuluşu Doğu’da gören ilk ihtilalci, Mustafa Kemal idi.” Atatürk’ün Batı’yı çıldırtan yanı işte budur. Batı, Atatürk’ü işte bunun için asla hazmedemiyor, asla hoş göremiyor. Pakistanlı filozof-şair Muhammed İkbal’in; Türkiye Cumhuriyeti ve Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki, tespit, yorum, görüş ve fikirleri: Genel kabule göre, yirminci yüzyılın, bu satırların yazarına göre, son yedi yüzyılın en büyük İslam düşünürü olan Pakistanlı filozof-şair Muhammed İkbal-ölm. 1938 Kur’an ile ona iman etmiş insanın ‘olması gereken münasebet’ini, şu cümleyle ifade etmiştir: Bu devrim cümlenin Türkçesi şudur: “Kur’an-ı Kerim’i, tıpkı Hz. Peygamber’e vahyedildiği gibi mümine de vahyedilmedikçe anlamak, mümkün değildir.” İkbal, benliğinin en derin noktalarına nüfus etmiş bu cümleyi değişik zamanlarda değişik biçimlerde ifade etmiştir. Şiirlerini toplayan kitaplarından biri olan ve Cebrail’in Kanadı anlamına gelen ‘Bali Cibril’de şu kıta vardır: “Tanrısal kitabın her suresi ve ayeti bizzat senin kalbine de vahyedilmedikçe, müfessirler istedikleri kadar derin tefsirler yapsınlar, Kur’an’ın ince manaları vuzuh kazanamaz.” İkbal’in felsefesine aşina olanlar, onun, başlı başına bir devrim olan bu söyleminin amaçladığı mesajın şu iki cümlede özetlenebileceğini anlamakta zorluk çekmezler: 1: Kur’an’ı birey ve toplum olarak onunla sizin aranıza giren tüm vasıtaları dışlayarak bizzat kendiniz anlayacaksınız. O, sizi yaratan kudretin size, sizi anlatmak üzere gönderdiği prospektüstür. Sizin benliğinizin kullanımını gösteren bu prospektüsü en iyi anlayanın siz olmasından doğal bir şey düşünülemez. 2: Kur’an’ın insana yüklediği kozmik sorumluluğu, tıpkı Peygamber’in hissettiği gibi hissetmedikçe Kur’an size, gerekeni vermez. Muhammed İkbal, hayata, tarihe, İslam dünyasına bu söylemin ışığıyla baktığı gibi, Türk Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’na, onun getirdiği Cumhuriyete, onun mimarlarına ve nihayet Türk Devrimi’nin baş mimarına da bu ışıkla bakmıştır. Ve bu ışıkla bakarak, Türk Devrimi’nin Kur’an’ın taleplerine uygun, hatta o taleplerin beklediği bir atılım olduğunu değişik vesilelerle defalarca ifade etmiştir. Elbette ki, tarihin tüm alışkanlıklarına ters düşecek kadar kısa bir zamanda gerçekleştirilen bu büyük devrimin, İkbal gibi bir iman ve düşünce önderinin bazı eleştiri oklarına hedef olmaması düşünülemezdi. Ve İkbal, bir ilahi lütuf ve mucize gibi gördüğü bu devrimi, özellikle kadrolarının bazı zaafları yüzünden zaman zaman eleştirmiştir. Bize düşen, o eleştirilerin ruhunu yakalamak ve İkbal’in Türk devrimini tamamlayıcı nitelikte gördüğümüz o eleştirilerinden yararlanmaktır. Ne yazık ki bunun bugüne değin yapıldığını görebilmiş değiliz. İkbal’in Türk Devrimi ile İslam Mirası, özellikle Hanefi fıkhı arasında tespit ettiği ortak noktaların çok kısa bir sıralanışı şöyle verilebilir: 1: Akılcılık, 2: Anti-Arabizm, 3: Ana dilde ibadet, 4: Kadına özgürlük, 5: Hadislere eleştirel bakış, 6: Despotizme karşı çıkış, 7: İçtihadın sürekli işlemesi gereken bir Kur’ani ilke olduğunun kabul ve ilanı, 8: Halifenin/Devlet Başkanının seçimle belirlenmesi.
İkbal, bu yaklaşımını, düz yazıda ana eseri olan ‘The Reconstruction of Religious Thought in Islam: İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Yapılandırılması’ adlı kitabının ‘The Principle of Movement in Structure of Islam: İslam Bünyesinde Hareket İlkesi’ adlı bölümünde ortaya koymuştur. “İslam Bünyesinde Hareket İlkesi” “İslam bünyesindeki hareket ilkesi nedir? Bu ilke, ‘içtihat’ olarak anılır...” “Bu çalışmamda ben, içtihadın sadece birinci mertebesine, başka bir deyişle, kanun koymada tam otorite konusuna odaklanacağım. İçtihadın bu derecesinin mümkün olduğu, teorik açıdan tüm Sünni ekollerce kabul edilmiştir, fakat pratikte bu ekollerin kurulduğu günden beri işlemez hale sokulmuştur. Çünkü ‘tam içtihat’ fikri, bir tek şahısta vücut bulması neredeyse imkânsız olan şartlarla kuşatılmıştır. Böyle bir tavrın, hayatı esaslı biçimde hareketli bir yapıya oturtan Kur’an’a dayandırması gereken bir hukuk sistemine son derece yabancı olduğu ifade edilmelidir.” “Bazı Batılı yazarlar, İslam fıkhının donuk bir karakter taşımasını Türklerin etkisine bağlamaktadır. Bu tamamıyla tutarsız bir görüştür; çünkü kabul görmüş İslam fıkıh ekolleri, İslam tarihinde Türk etkisinin başlamasından çok önce kuruluşlarını tamamlamıştı. Kanaatimce, gerçek sebepler başkadır…” “Türkiye’ye gelince, modern felsefi düşüncelerle takviye edilmiş ve genişletilmiş içtihat fikrinin Türk milletinin dini ve siyasi düşünce hayatında uzun süreden beri devrede olduğunu görmekteyiz. Bu, Halim Sabit Şibay-ölm. 1946 tarafından modern sosyolojik kavramlara dayandırılan ‘yeni İslam fıkhı’ teorisinde açıkça dikkat çekmektedir.” “Eğer İslam Rönesansı, yaşayan bir realite ise ki ben onun yaşayan bir realite olduğuna inanmaktayım, bir gün bizler dahi, tıpkı Türkler gibi, entelektüel mirasımızı yeni bir değerlendirmeye tabi tutmalıyız.” “Şimdi, Türkiye’de dini-siyasi düşüncenin durumunu anlatmaya geçebilirim. Bu anlatımım sizlere, bu ülkenin son zamanlardaki fikir ve faaliyet alanında içtihat kuvvetinin nasıl belirginleştiğini gösterecektir.” “İslam’ın ruhu olan tevhidin esası, başka bir deyişle, korunması gereken esas ide, eşitlik, dayanışma ve özgürlüktür. İslam açısından devlet, saydığımız bu ideal ilkeleri zamanmekân kuvvetlerine dönüştürecek gayret ile bunları elle tutulur beşeri bir organizasyon sayesinde hayata geçirme arzu ve iştiyakının kurumlaşmasıdır. İslam’da devlet, sadece ve sadece bu anlamda teokratiktir. İslam, kişisel despotluğunu sanal bir yanılmazlık perdesi altında gizlemeyi her zaman başarabilecek bir ‘Tanrı vekili’nin egemen olduğu devlet şeklini kabul etmez. İslam’a yöneltilen tenkitler, dikkate alınması gereken bu önemli gerçeği gözden kaçırmaktadır…” “Kutsal olan-kutsal olmayan diye bir ayrım yoktur; kutsal olmayan âlem diye bir şey yoktur. Şu sınırsız madde âlemi, ruhun kendisini ortaya koyması için bir alan teşkil etmektedir. O halde her yer kutsaldır. Yüce Peygamber’in ifade buyurduğu gibi, ‘Bütün yeryüzü, bütün varlıklar âlemi bir secdegahtır, bir mabettir.’ İslam’a göre, devlet, ruhsal olanı beşeri teşkilatlar aracılığıyla hayata geçirmenin gayretini ifade etmektedir. İşte bu anlamda olmak üzere, sırf istilacılık peşinde koşmayan ve anılan ideallerin hayata geçirilmesi teşebbüsüne öncülük eden her devlet Tanrısal iradeye uygundur.” “Öte yandan, liderliğini 1921’de ölen Sadrazam Said Halim Paşa’nın yaptığı ‘Dini Islahat Fırkası,’ İslam’ın, idealizmle pozitivizmin ahenkli bir kucaklaşması olduğu yolunda esaslı bir tezde ısrar ediyordu.” “Said Halim Paşa’ya göre, önümüzde açık
bulunan tek çare, esası itibarıyla dinamik olan bir hayat tecrübesini hareketsiz hale getiren sert kabuğu İslam’ın üzerinden çekip atarak, ahlaksal, sosyal ve siyasal ideallerimizi onlara has orijinallik ve evrenselliğe uygun şekilde inşa etmek üzere özgürlük, eşitlik ve dayanışmanın özgün hakikatlerini yeniden keşfetmektir.” “Görüyorsunuz ki, bu zat, İslam fıkhının modern düşünce ve deneyimler ışığında yeni bir bakış açısıyla yeniden yapılandırılmasına imkân verecek bir içtihat hürriyetini savunuyor.” “Şimdi, izin verin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, anılan içtihat gücünü, halifelik kurumu açısından nasıl kullandığına bakalım. Sünni fıkha göre, bir halife-imam-devlet başkanı atamak mutlak bir kaçınılmazlıktır. Bu bağlamda akla gelen ilk soru şu olmaktadır: ‘Halifelik hak ve yetkisi bir kişiye verilebilir mi?’ Türkiye’nin bu noktadaki içtihadı şu olmuştur: İslam’ın ruhuna göre, devlet başkanlığı demek olan halifelik hak ve yetkisi tek bir kişiye tevdi edilebileceği gibi, seçilmiş bir meclise de tevdi edilebilir. Bildiğim kadarıyla, Mısır ve Hindistan fukahası bu konuda henüz bir görüş beyan etmiş değildir. Şahsen ben, Türk içtihadının, mükemmeli yakalamış ideal bir görüş olduğu kanısındayım. Bu nokta üzerinde tartışma açmak tamamen yersizdir. Hükümetin cumhuriyet ilkelerine uygun şekli, İslam ruhuyla tam uyuşum sergilemekle kalmaz, İslam dünyasında başıboş kalmış yeni kuvvetlere bir bakış açısı kazandırmak bakımından da bir zaruret olarak karşımıza çıkar.” “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin içtihadını anlamak için izin verin sizi, İslam’ın ilk tarih felsefecisi İbn Haldun’un öncü fikirleriyle tanıştırayım. İbn Haldun-ölm. 808/1405 ünlü eseri Mukaddime’de, küresel İslam hilafetiyle ilgili üç farklı görüşe vurgu yapmaktadır. 1: Küresel hilafet, tanrısal bir kurumdur ve bunun için de kaçınılmazdır, 2: Hilafet meselesi normal bir kamu yararı meselesidir, 3: Hilafet diye bir kuruma ihtiyaç yoktur. Son görüş, haricilerindir. Anlaşılan o ki, Türkiye, birinci görüşten vazgeçip küresel hilafeti sıradan bir kamu yararı meselesi olarak değerlendiren Mütezile görüşünü benimsemiştir. Türkler şu görüşü savunuyorlar: ‘Siyasal düşünce sistemimizde,’ geçmiş politik deneyimlerimizi dikkate almak zorundayız. O deneyimler bize gösteriyor ki, küresel hilafet fikri, ameli bakımdan iflas etmiştir. Küresel hilafet sistemi, İslam imparatorluğu eksiksiz işlediği zamanda uygulanacak bir sistemdir. Bu imparatorluk dağıldığında bağımsız politik birlikler vücut bulmuştur. Küresel hilafet fikri artık uygulanabilir olmaktan çıkmıştır; çağdaş İslam’ın organize edilmesinde, yaşayan bir faktör olarak anlam ifade edemez.” “Küresel hilafet fikri, yararlı bir amaca hizmet etmek şöyle dursun, bağımsız Müslüman devletlerin bir birlik oluşturmalarına giden yolda ciddi bir engel oluşturmaktadır. İran, hilafete ilişkin doktrin farkları yüzünden Türklerden tamamen ayrı bir tavır takınmıştır. Fas, onların tümüne her zaman güvensizlikle bakmıştır. Arabistan’a gelince, o bu konuda özel emeller taşımıştır. İslam’daki bütün bu kırılmalar, uzun zaman önce yok olmuş bir gücün anlamsız bir sembolü uğruna vuku bulmuştur. Bu durumda biraz daha ileri giderek şöyle söylenebilir: ‘Siyasal düşüncemizde yaşanan deneyimden neden ders almayalım?’ Kadı Ebu Bekr el-Bakıllani-ölm.403/1012, yaşanan tecrübelere bakarak ‘hilafette Kureyşilik’ şartından yani Kureyş’in gücünü yitirmesine bağlı olarak, onun İslam dünyasını yönetmesine ilişkin kabulden vazgeçmedi mi? Hilafette Kureyşilik şartına şahsen inanmakta olan İbn Haldun bile, asırlar önce, aynı tezi daha da ileri bir düzeyde savundu. İbn Haldun şöyle söylüyor: ‘Mademki Kureyş’in gücü işe yaramaz hale gelmiştir, tek çare, en güçlü kişiyi, gücünü gösterebileceği ülkede halife olarak kabul etmektir.’ İbn Haldun, böylece, vakıaların zorlayıcı mantığını fark eden bir insan
sıfatıyla bir görüş teklif etmektedir. Bu görüş, zayıf belirtileri henüz fark edilmeye başlanan ‘enternasyonal İslam’a ilişkin ilk ve bulanık vizyon olarak mütalaa edilebilir.” “Hayatın bambaşka şartları altında yaşamış olan fakihlerin skolastik akıl yürütmelerinde değil de yaşanan deneyimlerin ortaya koyduğu gerçeklerden ilham alan modern Türklerin tavırları bu olmuştur.” “Benim düşünceme göre, Türklerin öne çıkardığı bu kanıtlar, doğru değerlendirilecek olursa, uluslararası bir idealin doğduğunu ilan eder mahiyettedir. Öyle bir ideal ki bu, İslam’ın özünü oluşturmasına rağmen bu dinin ilk asırlarında Arap emperyalizmi onu gölgelemiş veya onun yerine geçmiştir.” “Bu yeni ideal, şiirleri Auguste Comte’un felsefesinden mülhem olan ve Türkiye’nin bugünkü tefekküründe çok önemli bir paya sahip bulunan büyük milliyetçi şair Ziya Gökalp’in eserinde yankılanmıştır. Ziya Gökalp’in şiirlerinden bir tanesinin özetini, Profesör Fischer’in Almanca tercümesinden aktarıyorum: “İslam adına gerçekten etkili bir siyasal birlik vücuda getirmek için her şeyden önce, bütün Müslüman ülkeler bağımsız hale gelmeli, daha sonra da bir bütün halinde bir tek halifeye bağlanmalıdırlar. Böyle bir şey, şu an itibarıyla mümkün müdür? Eğer mümkün olmayacaksa herkes beklemeli. Bu arada, halife de, layıkıyla işleyebilecek modern bir devletin temellerini atabilmek için kendi evini yeniden düzenlemelidir. Milletlerarası âlemde zayıfa ilgi söz konusu değildir, hürmete layık görülen, sadece kuvvettir.” “Ziya Gökalp’in bu satırları, günümüz Müslümanlarının eğilimlerini açıkça dile getirmektedir. Yaşadığımız günlerde her Müslüman millet, benliğinin derinliklerine çekilip güçlenmeli ve kudretli bir cumhuriyetler ailesi oluşturana kadar bakışını bir süre için sadece kendi varlığına çevirmelidir.” “Ziya Gökalp-ölm. 1924 gibi milliyetçi düşünürlere göre, gerçek ve yaşayan bir birlik oluşturmak, sadece sembolik bir liderlikle elde edilebilecek kadar kolay değildir. Böyle bir birlik, gerçek ifadesini, ırki rekabetleri, birleştirici ortak bir bağın ruhsal iştiyakıyla ahenkli bir biçimde dengelenmiş bağımsız ve özgür birliklerin çokluğu ile vücut bulur.” Ziya Gökalp’in ‘Din ve İlim’ adlı şiirinden alacağım aşağıdaki parça, günümüz İslam dünyasında yavaş yavaş şekillenmekte olan genel din anlayışını anlamamıza biraz daha ışık tutacaktır: “İnsanların ilk mürşidi kimlerdir? Hiç şüphesiz, peygamberler, veliler; Bu devirde din hikmete rehberdir, Ahlak, sanat hep o nurdan alır fer. Fakat sonra din yerini ham zühde Verir, artık coşkun vecdi azalır; Velilerin yeller eser yerinde, Mürşit adı fakihlere irs kalır. Fakirlerin kılavuzu nakliyat, Dini zorla sürüklerler bu yola, Hikmet der ki ‘Bana rehber akliyat;
O halde siz sağa gidin, ben sola.’ Din mürebbi olur, hikmet muallim; Her birisi çeker ruhu bir yana. Savaşırken bunlar, çıkar meydana Tecrübeden doğma müspet bir ilim. O şey nedir? Bir vecidli gönül mü? Kutsi olan her şey ona dil midir? Öyleyse al benim de son sözümü: ‘Din,’ kalpteki vecdin müspet ilmidir.” “Bu satırlar, Türk düşünürünün, Comte’un, insan zihninin gelişmesinde esas saydığı dini, metafizik ve bilimsel üç devre teorisini İslam’ın din perspektifine ne kadar güzel uyarladığını açık bir şekilde göstermektedir. Şunu da ifade etmeliyiz: Bu satırlarda kristalleşen din anlayışı, Ziya Gökalp’in, Türkiye’nin eğitim sisteminde Arapça’ya verilen payeye karşı tutumunu da göstermektedir.”Gökalp, bu noktada şöyle yazıyor: “Bir ülke ki, camiinde Türkçe Kur’an okunur, Köylü anlar manasını namazdaki duanın… Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur, Büyük küçük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın… Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın!” “Eğer dinin gayesi, kalbi ruhanileştirmek ise insan ruhuna nüfuz etmek kaçınılmazdır. Ve Ziya Gökalp’e göre, insanın iç âleminde bu nüfuzun en iyi şekilde gerçekleşmesi için, ruhanileşmeyi sağlayacak fikirlerin, kişinin ana diliyle giysilendirilmesi gerekir.” “Hindistan’da çoğu insan bu şekilde Arapça’nın yerine Türkçe’nin geçirilmesini itham konusu yapacaktır. Zaman içinde görülecek bazı sebepler yüzünden, Gökalp’in içtihadı, ciddi sataşmalara açıktır ama kabul edilmesi gerekir ki, Gökalp tarafından önerilen reform İslam tarihinin geçmişinde örneği olmayan bir öneri değildir. Müslüman Endülüs’ün liderlerinden biri ve milliyeti bakımından bir Berberi olan Muhammed bin Tumart-ölm. 525/1130 iktidara gelip Muvahhitler devletinin ruhani kadro ve sistemini oluşturduğunda, eğitimsiz Berberilerin durumunu düşünerek şu emri vermiştir: Kur’an Berberi diline tercüme edilip bu dilde okunacak. Ezan da Berberi dilinde okunacak. Bütün din uleması ve din adamları Berberi dilini öğrenmeye mecbur tutulacak.” “Ziya Gökalp, bir başka yerde kadınlıkla ilgili düşüncesini ifadeye koyuyor. Kadınerkek eşitliğini sağlamaya yönelik iştiyakını ortaya koyarken, İslam aile hukukunda bugünün anlayış ve uygulamasını bile tadil edecek radikal değişiklikler talep ediyor: “Bir kadın var ki, ya annem ya kardeşim ya kızım, Odur bende o mukaddes duyguları yaşatan, Bir diğeri sevdiğim ki, günüm, ayım, yıldızım, Odur bana hayattaki şiirleri anlatan. Bu mahlûklar nasıl hakir olur şer’in gözünde? Bir yanlışlık var mutlaka müfessirin sözünde. Ailedir temeli milletin ve devletin! Eksik kalır milli hayat, kıymeti anlaşılmazsa kadının,
Hak ve adalet üzere yetiştirilmelidir aile; Bunun için üç şeyde müsavat lazımdır: Talak, ayrılık ve miras. Kadın veraset işlerinde erkeğin yarısı, Evlilikte dörtte biri addolundukça, Ne aile ne de memleket yükselebilir. Başka haklar için milli mahkeme açtık, Diğer yandan aileyi fıkhın elinde bıraktık, Kadını neden yüz üstü bıraktık bilmiyorum.” “Gerçek şudur ki, bugünün Müslüman milletleri arasında dogmatik uykusundan uyanıp bağımsız ve öz benliğinin bilincine ulaşmış tek millet Türkiye’dir. Zihni özgürlük hakkını isteyen yalnız odur. Hayali olandan gerçek olana geçen, yalnız odur. Böyle bir geçiş, zorlu bir entelektüel ve ahlaksal mücadele gerektirir. Hareketli ve habire genişleyen bir hayatın habire büyüyen griftliklerinin, Türkiye için yeni bakış açıları sunacak yeni konumlar vücuda getireceği kesindir. Bu bakış açıları, temel esasların yepyeni yorumlarını kaçınılmaz kılacaktır. O yorumlar ki, gerekli ruhsal genişliğin zevkine varamamış bir toplum için sadece akademik ilgiden ibarettir. Şu sarsıcı tespit sanıyorum, İngiliz düşünürü Hobbes’undur: Birbirinin halef-selefi olan aynı duygu ve düşüncelere sahip olmak, hiçbir düşünce ve duyguya sahip olmamak demektir. Bugünkü Müslüman ülkelerin büyük kısmının durumu budur. Bu ülkeler, eski değerleri mekanik bir alışkanlıkla tekrarlayıp durmaktalar. Ama Türkler, yeni yeni değerler yaratmanın yoluna girmiş bulunuyorlar.” “Türk, öz benliğinin derinliklerinden ilham edilen muhteşem deneyimlerden geçmiştir. Onun benliğinde hayat yeniden hareketlenmeye, değişmeye, genişlemeye başlamıştır. Bu olgu onda bir yandan yeni iştiyakların doğuşunu sağlarken bir yandan da yeni zorluklara, yeni yorumlara vücut vermektedir. Bugün onun karşısına dikilen soru ki, yakın bir gelecekte diğer Müslüman ülkelerin de karşısına dikileceğe benziyor, şudur: ‘İslam fıkhı tekâmüle müsait midir? Çok zorlu zihinsel gayretlerle cevaplandırılabilecek bir sorudur bu ama cevap olumludur. Elverir ki, Müslüman dünya bu soruya, İslam tarihinde tenkitçi aklın ve bağımsız zihnin ilk mümessili olan Hz. Ömer’in ruhuyla yaklaşabilsin. O zihin sayesindedir ki Ömer, İslam Peygamberi’nin son nefeslerini vermekte olduğu bir sırada ‘Allah’ın kitabı bize yeter!’ diyebilecek ahlaksal cesareti gösterebilmiştir…” “İslam fıkıh mezhepleri, bütün idrak ve şümullerine rağmen, nihayet kişisel söylem ve yorumlardan ibarettir. Bu itibarla da hiçbirisi son sözü söylemiş olmak gibi bir iddiada bulunamaz. Şunu bilmiyor değilim: Müslüman fakihler, tam bir içtihadın teorik imkânsızlığını inkâr etmeye cesaret edememelerine rağmen, oluşturdukları popüler fıkıh mezheplerinin varılabilecek son gayeyi temsil ettiğini iddia etmişlerdir. Peki, mezhep imamlarımızın bizzat kendileri, kişisel istidlal ve yorumlarının varılacak son nokta olduğunu iddia etmişler midir? Hayır, asla etmemişlerdir…” “Bugünün liberal Müslüman kuşakların, kendi deneyimleri ışığında ve çağdaş hayatın değişmiş bulunan koşulları muvacehesinde, temel fıkıh ilkelerinin yeniden yorumlanması gerektiği yolundaki iddiaları, kanaatime göre, tamamen haklı bir iddiadır. Kur’an’ın, ‘hayat sürekli gelişen bir yaratılış sürecidir’ mealindeki öğretisi, her
neslin, kendinden öncekilerin çalışmalarını önlerinde engel değil de kılavuz tutarak kendi problemlerini kendisinin çözmesine izin verilmesini kaçınılmaz kılmaktadır…” “Türkiye’de kadınların uyanışı, temel ilkeleri yeni bir yoruma tabi tutmadıkça karşılanmayacak talepler öne çıkardı mı bilmiyorum. Pencap’ta, Müslüman kadınların istenmeyen kocalardan kurtulmak için din değiştirmek zorunda kaldıkları durumlarla karşılaşıldığı herkesin malumudur. Kendisini insanlığa tanıtmak isteyen bir dinin amaçlarına bundan daha ters bir şey tasavvur etmek mümkün değildir. Büyük Endülüslü fakih Şatıbi-ölm. 790/1388, el-Muvafakaat adlı ünlü eserinde, İslam’ın şu beş şeyi korumayı amaç bildiğini söylemektedir: Din, nefs, akıl, mal ve nesil. Dinin beş temel amacına-makaasıdı hamse vurgu yapan bu ölçüye dayanarak şunu sormak cesaretini kendimde buluyorum: Eski fıkıh kitabı Hidaye’deki irtidada ilişkin hükümleri bu ülkede, bu şartlar altında uygulamanın İslam imanının beklentilerine cevap vermeye müsait olduğu söylenebilir mi? Hintli yargıçlar, bu ülkenin Müslüman halkının ağır tutuculuğu karşısında, ölçü alınmış fıkıh kitaplarına sarılmaktan başka hiçbir şey yapamazlar. Sonuç şudur: Halk hareket halinde olmasına rağmen kanunlar yerinde sayıyor.” “Çağdaş toplum, ağır sınıf kavgalarına sahne olan yapısıyla bizi ciddi biçimde düşünmeye sevk edecek mahiyettedir. Kanunlarımızı, çağdaş ekonomik hayatı tehdit sinyalleri veren devrimi dikkate alarak değerlendirirsek şu gerçeği keşfedeceğiz gibi görünüyor: Temel İslami ilkelerde bugüne kadar fark edilmemiş veçheler vardır ve o veçheleri o ilkelerin hikmeti ışığında yenilenmiş bir imanla çalıştırabiliriz…” “Bir peygamberin yöntemi, belirli bir halkı eğitmek ve onları evrensel bir hukuk oluşturmakta çekirdek olarak kullanmaktır. Peygamber bu suretle, bütün insanlığın sosyal hayatında anlamı olan ilkelere vurgu yapar ve onları, içinde bulunduğu toplumun özel adetleri ışığında karmaşık özel durumlara tatbik eder. Bu uygulamadan vücut bulan şeriat değerleri-özellikle suçlarla ilgili ceza kuralları bir anlamda o topluma mahsustur. Bu kuralların icrası, gaye anlamında son uygulama olmadığına göre, onlar, gelecek kuşakların karşılaşacakları durumları çözmek üzere dayatılamaz.” “Belki de bu bakış açısının ışığı sayesindedir ki, İslam’ın evrensel karakterini keskin bir nüfuzla yakalamış olan İmamı Azam Ebu Hanife, söylendikleri dönemin uygulamalarını gösteren hadisleri, yaşadığı zamanın normları için esas almamıştır. Görülen o ki, İmamı Azam, hukuki tercih anlamına gelen ‘istihsan’ prensibini öne çıkardı. İstihsan, mevcut şartların hukuki bir tefekkür içinde dikkatlice incelenmesini gerektiren bir prensiptir. İmamı Azam’ın, istihsanı bu şekilde öne çıkarması, onun, İslam fıkhının bu yeni kaynağına ilişkin tutumuna yol açan saiklerin anlaşılmasına ziyadesiyle ışık tutmaktadır. Şunu söyleyenler de vardır: İmamı Azam, hadisleri kullanmadı, çünkü onun gününde muntazam bir ‘hadis koleksiyonu’ yoktu.” “Bir kere, ‘Ebu Hanife’nin yaşadığı zamanda muntazam bir hadis koleksiyonu yoktu’ iddiası doğru değildir. Çünkü Abdülmelik ve İbn Şihab ez-Zühri’nin hadis koleksiyonları İmamı Azam’ın ölümünden en az otuz yıl önce oluşmuş bulunuyordu. İkincisi, bu koleksiyonların Ebu Hanife’ye ulaşmadığını veya fıkhi değeri haiz hadisler ihtiva etmediklerini varsaysak bile, Ebu Hanife, eğer gerekli görseydi, tıpkı kendisinden sonra gelen İmam Malik, Ahmed bin Hanbel gibi, kendi özel hadis koleksiyonunu kolaylıkla oluşturabilirdi. Benim bu konudaki görüşüm, sonuç olarak şudur: Ebu
Hanife’nin fıkhi önem taşıyan hadislerle ilgili tutumu mükemmel ve çok anlamlı bir tutumdur.” İkbal, başka bir eserinde, İslam’ın temel özelliklerinden birinin de demokrasi olduğunu vurguladığı satırlarında şu tespiti yapıyor: “Siyasal bir mefkûre olarak, İslam’ın en önemli veçhesi, demokrasidir. Bu böyle olmakla birlikte şunu itiraf etmeliyiz ki, Müslümanlar, Asya’nın siyasal gelişimine, özgür birey ideallerine yakışır şekilde herhangi bir katkı veremediler. Müslümanların demokrasileri-ilk dört halife dönemiyle kayıtlı olarak, sadece otuz yıl sürdü ve politik gelişmelerle birlikte ortadan çekildi. Asya milletleri için son derece yabancı olan ‘seçim’ bu milletlerce, İslam’ın ilk zamanında da benimsenmemiştir.”-İkbal, Islam As An Ethical and Political Ideal, 103-104 İkbal’in esas bahsimiz olan eserine tekrar dönelim: “Cumhuriyetçi ruhun gelişmesi ve Müslüman coğrafyalarda teşrii meclislerin yavaş yavaş oluşması, ilerlemede çok önemli bir aşama teşkil etmektedir. İçtihat gücünün mezheplerin ferdi temsilcilerinden alınıp Müslüman bir teşrii meclise verilmesi, birbirine muhalif hiziplerin geliştiği modern zamanlarda icmaın alabileceği biricik uygulama şeklidir. Bu şekil, gelişmelere ve olaylara nüfuzu olup da din ulemasından veya hukuk mesleğinden olmayan kişilerin teşrii müzakerelere katılmasını da garantiler. Yalnız bu sayededir ki, fıkıh sistemlerimizdeki uyuşuk ruhu eyleme geçirip ona devrimci bir veçhe kazandırabiliriz.” “Burada, icma konusuyla ilgili olarak sorulması ve cevaplandırılması gereken bir iki soru vardır. İcma, Kur’an hükümlerini fesih ve ilga edebilir mi? Öyle sanıyorum ki, burada mesele, ‘somut olaya ilişkin soru’ ile ‘kanun ve hukukla ilişkin soru’yu birbirinden ayırmaya bağlı bulunuyor. Olaya ilişkin sorunun cevabını ancak sahabe bilebilir. Ve biz onların icmaı ile bağlı oluruz. Kanun ve hukuka ilişkin soruya gelince bu bir yorum ve ifadelendirme işidir. Ben burada, Hanefi fakihi Ebul Hasan el-Kerhi-ölm. 340/952 tarafından gösterilen cesarete dayanarak şunu söylemek cüretinde bulunacağım: Sonraki nesiller, sahabenin icmaına bağımlı değildir. Kerhi şöyle diyor: “Sahabenin icmaı, kıyasla halledilemeyecek olaylarla sınırlıdır; kıyasla çözüme ulaştırılabilecek meselelerde sahabeye uymak gerekmez.”-bk. Serahsi, Usul, 2/106 “Çağdaş Müslüman bir meclisin teşrii faaliyetine ilişkin de bir soru sorulabilir. Böyle bir meclis, en azından şimdilik, Muhammedi fıkhın inceliklerine vukufu olmayan kişilerden oluşacaktır. Böyle bir meclis, hukuksal yorumlarında ciddi hatalar yapabilir. Bu tür hatalı yorumları nasıl önleyebiliriz, en azından nasıl azaltabiliriz?” “Müslümanlar tarafından fethedilmiş ülkelerde işlerlikte olan farklı sosyal ve tarımsal şartlar muvacehesinde, İmamı Azam’ın fıkhi mezhebi, hadis literatüründe kayda geçmiş önceki vakalardan, değil tamamen, kısmen bile yararlanmamış görünüyor. Hanefilere açık tek şık, yorumlarında, işletilen akla müracaat etmekti…” “İmamı Azam’ın kullandığı kıyas, başlangıçta, müçtehidin kişisel kanaatini tanınmaz hale getiren sahte bir elbise gibi göründü ise de zaman içinde, İslam fıkhında bir hayat ve hareket kaynağına dönüştü…” “Anılan çekişmelerin sonuçlarını tümüyle içselleştirmiş olan İmamı Azam fıkhı, kendi özgün ilkelerinde tamamen özgürdür ve bu niteliğiyle, yaratıcı intibak kudretine diğer fıkıh ekollerinin hepsinden çok daha yüksek derecede sahiptir. Ne var ki, günümüzün Hanefi fakihi, kendi mezhebinin ruhuna aykırı olarak, kurucu imamının veya onun
yakın öğrencilerinin yorumlarını ebedileştirmektedir. Bu durum, İmamı Azam’ı eleştiren ilk muarızlarının somut vakalar üzerine verilen fetvaları ebedileştirmelerine benziyor.” “Hanefi ekolün asli ilkesi olan kıyas, gerektiği gibi anlaşılıp hakkıyla uygulandığında, İmamı Şafii’nin de haklı olarak söylediği gibi, içtihadın diğer bir adından başka bir şey değildir. O içtihat ki, vahyedilen kitabın sınırları içinde, her zaman ve tamamen serbesttir…” “İçtihat kapısının kapandığı yolundaki söylem, kısmen, İslam fıkıh tefekkürünün kristalize olmasından, kısmen de, özellikle ruhsal düşüş sürecinde vücuda gelen zihni tembellik yüzünden, büyük fakihleri putlara dönüştüren bir hayal, bir yalandır. Sonraki dönem fakihleri bu yalanı sahiplenmiş olsalar da çağdaş Müslümanlar zihni bağımsızlığın istekli bir teslimi olan bu sahiplenmeyle bağlı değildirler. Sekizinci asrın Şafii fakihi Türk müfessir Bedruddin ez-Zerkeşi-ölm. 794/1392 haklı olarak şu tespiti yapıyor: “İçtihat kapısının kapandığı iddiasına geçerlilik tanıyanlar eğer eski ulemanın, içtihat için daha çok kolaylığa sahip olduğunu, sonraki ulemanın ise daha çok zorluğa maruz kaldığını söylemek istiyorlarsa bu anlamsız bir iddiadır. Çünkü içtihat meselesinde, sonraki ulemanın eski ulemaya nispetle daha büyük imkânlara sahip bulunduğunu anlamak için çok fazla bir kavrayışa sahip olmak gerekmiyor. Gerçek şu ki, Kur’an tefsiri ve hadis şerhlerine ilişkin eserler öylesine artmıştır ki, bugünün müçtehidinin elinde, bir müçtehidin muhtaç olduğundan çok daha fazla malzeme vardır.” İkbal şöyle devam ediyor: İslam dünyası, nüfuz gücüne sahip tefekkür ve taze deneyimlerle donanmış olarak, kendisini bekleyen yeniden yapılanma işini yerine getirmek üzere cesaretle ilerlemelidir. Bu yeniden yapılanma işinin, hayatın modern şartlarına düzen vermekten daha ciddi bir yanı vardır ve şudur: “Büyük cihan harbinin getirdiği uyanış, bir Fransız yazarın, ‘İslam dünyasının sağlamlık ve denge unsuru’ olarak tanıttığı Türklerin uyanışını da sağladı. Müslüman Asya bölgesinde yaşanan yeni ekonomik tecrübe, gözlerimizi, İslam’ın derin anlamını ve kaderini kavramak üzere açmalıdır…” “Son olarak şu tespiti yapmama izin verin: Bugünün Müslüman’ı kendi konumunu önemsemeli, temel esaslar ışığında sosyal hayatını yeniden inşa etmeli, İslam’ın şu ana kadar sadece kısmen ortaya konmuş gayretleri arasından bu dinin nihai hedefi olan ruhani cumhuriyeti meydana çıkarıp geliştirmelidir.” Bağımsız Yaşama Coşkusu Ve Mustafa Kemal: İkbal’e göre, işgal ve köleliği kabul eden Hintli Müslümanların karakteri ‘insana yakışmayan’-unmanly bir karakterdir. Bu karakter onların, bireysel ve ulusal morallerini mahvetmiştir. Ve bu karaktere yenik düşen Müslümanlar, işleri ve kazançları, mevki ve siyasal kariyerleri ne olursa olsun, çöküşe, mahvolmaya mahkûmdurlar. Çünkü onlardaki ‘hayat coşkusu, varoluş aşkı ve bağımsızlık sevdası’ mecalsiz kalmış, sönmüştür. Büyük İkbal, içini yakan bu acısını, Armağanı Hicaz adlı eserindeki şu Farsça beyitle dile getirmiştir: “Şebi Hindi ğulamanra seher nist, Be in hak, afitabira gozer nist.” Yani, “Köleler Hindistan’ının gecesine şafak yok; bu toprak üzerinden bir güneşin geçmesi söz konusu değil.” Ölümsüz düşünüre göre, bu karanlık kaderin müsebbipleri Hintli Müslümanların bizzat kendileridir. Çünkü onlar, Türklerin aksine, özgür ve bağımsız yaşamayı sağlayacak bir
karaktere sahip olamamışlardır. İkbal, burada, Hintli Müslümanlar için gerçekten çok ağır bir sıfat kullanmıştır: ‘Characterless Host.’ Yani ‘Karaktersiz kalabalık veya karaktersiz ev sahibi veya karaktersiz ordu.’ Kullandığı ‘host’ sözcüğü bu anlamların üçünü de taşımaktadır ve İkbal’in öfkesini ifadeye belki de en uygun sözcüktür. Bu tabiri kullandığı konferansında üç soru soruyor ve üçünün cevabının da olumsuz olduğunu bildiriyor. Sorular şunlardır: 1: Hintli Müslüman güçlü bir bedende güçlü bir iradeye sahip midir? 2: Hintli Müslüman, var olmak iradesine sahip midir? 3: Hintli Müslüman, kendine ait olan sosyal vücudu darmadağın etmeyi amaçlayan güçlere karşı koymayı başaracak yeterlilikte bir karaktere sahip midir? “Üzgünüm ama diyor İkbal, bu soruların tümüne olumsuz cevap vermek zorundayım.” Ve ekliyor: “Efendiler! Bilmelisiniz ki, büyük var oluş savaşlarında, sosyal bünyenin hayatta kalmasını sağlayacak olan temel değer sayı çokluğu değil, niteliktir. İnsanoğlunun en mükemmel ve kader belirleyici sermayesi nitelik, namı diğer karakterdir.” İkbal’in, İslam dünyasının kaderini mutluluğa doğru kanatlandıracak ruhu, İmamı Azam’ın mücadelesiyle, onun zihniyetini izleyen Türklerin fikir ve siyaset anlayışında bulmasının sebebi, işte buradadır. Yani İkbal, İslam ümmetinin selametini Hintli Müslüman’la Türk Müslüman’ın mukayesesinde dikkat çeken, ‘Türk Devrimi’nin yarattığı fark’ta bulmaktadır. Hintliyi zavallı köleye dönüştüren o fark olduğu gibi, Türk’ü vazgeçilmez ve öncü kılan da o farktır. Mustafa Kemal’e duyduğu hayranlık da anılan farkı yaratan önderin Mustafa Kemal olması yüzündendir. İkbal, kader belirleyen Gazi’ye bu derin hayranlığını, Peyamı Maşrık-Şarktan Haber adlı şiir kitabına koyduğu şu manzumesiyle ölümsüzleştirmiştir: MUSTAFA KEMAL PAŞA’YA HİTAP-Allah Ona Yardım Etsin! “Bir millet vardı ki, biz onun hikmet, akıl ve idraki sayesinde takdirin gizli âlemindeki sırlara vakıf olduk.” “Bizim aslımız, rengi uçmuş bir kıvılcım iken onun bir bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan güneş haline geldik.” “Din büyüğü Harem piri, gönlünden aşk mefhumunu çıkardı. O zaman, âlemde kusurumuz derecesinde zelil olduk.” “Bize yarayan, ovaların sert rüzgârlarıdır. Bahar rüzgârının nefesleri altında dargın ve mustarip bir goncaya döndük.” “Allah dışındaki şeylerin tuzağına düştüğümüzden beri, o, feleklerin kubbesini aşan feryatlarımız, birer iniltiye dönüştü.” “Tuzak kurmadan nice avlar avlayıp terkimize asmıştık. Şimdi ise okumuz ve yayımız koltuğumuzda, avlarımız bizi öldürüyor.” “Atın nereye kadar giderse oraya yürü, düşünme! Biz bu meydanda nice kereler tedbirli olalım diye diye mat olduk.”-İkbal, Peyamı Maşrık, Ali Nihat Tarlan tercümesi, 79 Avrasya idealini tehdit eden temel olumsuzluk: Din istismarı Avrasya kavram ve idealinin tek kutuplu şeytanî dünyayı ciddi biçimde rahatsız ettiğini asla unutmayın. Bunu unutmadığınızda, Avrasya idealinin hangi tehlikelerle yüz yüze kalabileceği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu tehlikelerin başında tek kutupluluğun süper güçlerince oynanabilecek oyunlar gelmektedir. Ve o oyunlar yıllardan beri oynanmaktadır. Bu oyunlarda kurban edilen değerli insanların sayısı epeycedir. İkinci sırayı din istismarı veya dinin siyasallaşması alacaktır. Ben inanıyorum ki, Avrasya idealine yara açacak bir numaralı olumsuzluk, dinin istismar ve yozlaştırılmasıdır. Tarihin her döneminde her büyük idealin en büyük problemi, yozlaştırılan dinin, din aktörlerince istismar edilmesidir.
Dinin bir yıkım ve bölücülük aracı olmasını önlemenin ilk şartı, tarihten ders almaktır. Tarih, bir anlamda, din kavgalarının döktüğü kanların ve akıttığı göz yaşlarının serüvenidir. Bu kanlardan ve göz yaşlarından ders almak zorundayız. Bu dersi alabilirsek, bugün artık şu veya bu teolojinin öne çıkmasını değil, “tarihin teolojisi”nin öne çıkmasını hareket noktası yaparız. Ben buna “teolojilerin teolojisi”ni öne almak diyorum. Bunun daha açık anlamı şudur: Dinlerin ortak değerleri olan sevgi, paylaşım, hoşgörü, şefkat, yardımlaşma gibi evrensel değerleri ve kategorik ahlak ilkelerini birlikte almak, bunun dışında kalan alt meselelerde birbirimize hoşgörülü davranmak...Herkes öteki din mensubunun mabedine ve ibadet şekline hoşgörülü davranacak ama herkes şunu da bilecek: Gerçekte tüm yeryüzü mabet, tüm meşru fiiller ibadettir. Taş-toprak duvarlar arasına sığdırılan bir Tanrı’nın insanoğluna hiçbir şey vermediği artık anlaşılmış olmalıdır. Artık öğrenmiş olmalıyız ki Tanrı, sadece bu yerküreyi değil, tüm evreni bir büyük mabet yapmıştır. Bu büyük mabedin bir küçük modeli de insanın yüreğidir. Hz. İsa’nın ölümsüz deyişiyle, kullanacağımız çanağın içi, insanın yüreğidir. Ne yazık ki insanoğlu bugüne kadar çanağın hep dışını yıkamakla uğraştı, kendisine esas hizmeti verecek içi ihmal etti. Bugün artık, büyük evren mabediyle, onun yeryüzüne inmiş şekli olan insan yüreğinde birleşip ikincil mabetler konusunda birbirimizi hoşgörü ve anlayışla karşılamalıyız. Din sınıfının hegemonyasını sembolize eden taş duvarları, geçmişte yapıldığı gibi, insanın üstüne çıkardığımız taktirde din, insan haklarını ihlalin kutsal bir aracı ve maskesi haline gelir ve eski ıstırapları yeniden yaşamak zorunda kalırız. Mabed duvarları, din sınıfı denen şerir gürûhun kutsalıdır, Tanrı’nın değil. Tanrı’nın kutsalı, insanın hakları ve yüreğidir. İnsanlık şunu da unutmamalıdır: Komünizm çökmüştür ama sosyal demokrasi, hatta sosyalizm çökmemiştir, çökmeyecektir. Çünkü sosyal demokrasi bir ideolojik değer değil, bir ortak-evrensel insanlık değeridir. Kapitalizm de komünizm de insan gerçeğiyle bağdaşmıyor. İnsanın mutluluğuna zemin oluşturacak hayat ve insan değeri, sosyal demokrasidir. Küreselleşme, Batı sömürgeciliği tarafından komünizmin karşıtı gibi gösterilse de aslında sosyal demokrasinin karşıtıdır. AVRASYA İDEALİ, LAİKLİK VE DEİZM Avrasya ideali, bir sosyal demokrasi modelinin büyük bir dünya gücüne dönüşmesi olmalıdır. Bu modelin maruz kalabileceği en büyük tehlike olan din istismarı ve hegemonyasının hukuksal panzehiri laiklik, felsefî-metafizik panzehiri deizmdir. Laiklik, Batı destekli Ortadoğu despotizmlerinin tanıttıkları gibi, din karşıtlığı değildir. Deizm de, dincilik zihniyetinin tanıttığı gibi ateizm değildir. Laiklik de deizm de Allah‘a imanını korumak isteyen ama dinci tasallutun kahrı altına girmek istemeyen kitlelerin , kurtuluş reçeteleridir. Bu reçetelerin, Kur’an tarafından da onaylanmış olduğunu insanlığa duyurmaksa tüm aydınların vicdan borcudur. Geleneksel aldatma odakları salya püskürtür diye bu gerçekler saklanırsa aydınlık adı altında ihanet sergilenmiş olur.
Laiklik, kitlelerin kendi kaderlerine kendilerinin egemen olması için, Tanrı’nın vekilleri gibi faaliyet gösteren din baron ve cellatlarını devre dışına çıkarmanın yolu-yöntemi ve normativ güvencesidir. Laiklik korunmadan demokrasiyi ve akılcılığı korumanın mümkün olacağına inanmak akıldan uzaklaşmakla eşanlamlıdır. Avrasya ideali açısından Türkiye Avrasya kavramının Türkiye için taşıdığı anlam çok önemlidir. Herkes itiraf eder ki, Türkiye, Avrasya coğrafyası açısından hayatî öneme sahiptir. Tek kutuplu dünyada, diğer bir deyişle, küreselleşmenin sömürüsüne maruz bırakılan dünyada en ağır ve kahırlı faturalardan birini de Türkiye ödüyor. Ne ilginçtir ki, küreselleşmenin bir modern sömürü aracı halinde kullanıldığını Güney Amerika ülkeleri bile fark edebiliyor ve bakıyorsunuz 180 milyon nüfuslu Brezilya, yanına aldığı bazı Latin Amerika ülkeleriyle bu yeni sömürü aracına karşı çakmanın yolların arıyor. Türkiye ise, her yanından budanmakta, her gün yeni bir oyunla aldatılmakta olmasına rağmen daha işin farkında bile olamamış bir‚ zavallı görüntüsü taşımayı sürdürüyor. Sebep belli: Atatürk Türkiye’sinde Atatürk’ün çap ve mesajına kısmen olsun varis olacak devlet adamı yok. Fatih Altaylı, Başbakan’ın Atatürk’e sataşan bir demeci üzerine ne güzel yazmıştı geçen gün: “Atatürk’ten sonrakilerin tümünü toplayıp beşle çarpsanız yarım Atatürk elde edemezsiniz." İşte Türkiye’nin temel meselesi budur. ABD ve AB Türkiye’yi içlerine alacakmış gibi görünerek Türkiye’den istediklerini alıyorlar, Türkiye’yi istedikleri yere getirip istedikleri kıvamda şekillendiriyorlar. Türkiye Batı’nın (ABD ve AB) bu ikiyüzlü çökertme politikaları karşısında nasıl ayakta duracaktır? Bunun yolunun Batı’ya biraz daha teslim olmaktan geçtiğini öne süren Batıcı tipler az değildir. Bunlar, Batı ile beraberlik adına Türkiye’yi 'kendisi' yapan her şeyi vermeye hazır görünüyorlar. Saltanat dincisi, akılcılık karşıtı ekipler de, Batı’nın ağızlarına çaldığı bir parmak balla uyuş-muş olarak Batıcılarla birliktelik içine girmiş bulunmaktadır. Saltanat dincileri, Batı’nın, özellikle AB’nin kucağına uzandığımızda kendileri için bir numaralı sıkıntı kaynağı olan Atatürk aydınlığının karartılacağını ve meydanın kendilerine kalacağını düşündükleri için Batı’ya teslimiyeti bir tür cennet ideali gibi görmekteler. Atatürk’e ve onun akılcılı-ğına duydukları derin ve dinmez kin, dünya ölçeğinde olup bitenleri de Türkiye gerçeğini görmelerine engel oluyor. Bu takıntılardan arınarak baktığımızda görürüz ki, Türkiye’nin Batı tahribi karşısında tek başına direnmesi şu an itibariyle mümkün değildir. Türkiye’nin dayanacağı tek çare yeni dengeler yaratmak ve yeni birliktelikler kurmaktır. Bunların en rasyoneli ve en kolay oluşturulabilecek olanı Avrasya birlikteliğidir. Türkiye, Avrasya imkânını değerlendirerek bölge ülkeleriyle yeni birliktelik oluşturup yeni bir denge yaratamaz ise ABD ve AB Türkiye’yi birkaç parçaya bölerek mahvedebilir. Avrasya birlikteliği için koşullar son derece elverişlidir. Rusya ve Çin başta olmak üzere İran ve Arap ülkelerinin önemli bir kısmı Batı’nın tek kutuplu dayatmasıyla dünyanın felakete sürüklenmekte olduğunu görebilmektedir. Hindistan da durumun farkındadır. Fransa ve Almanya gibi büyük AB ülkeleri de Amerikan hegemonyasının yaratacağı dehşetten ürktükleri için, karşı birlikteliğe en azından şimdilik engel çıkarmayacak bir görünüm arz etmekteler. Putin’in verdiği büyük destek, yani Rusya’nın öncülüğü, Avrasya hareketini önemli bir aşamaya getirmiş bulunuyor. Çin, Hindistan ve İran
Rusya’nın yanında yer almış görünüyorlar. Şimdilerde Türkiye’nin tavrı ne olacaktır sorusu soruluyor. BATI’YA TESLİMİYETTEN KURTULMADIKÇA… Ne yazık ki Türkiye, bu noktada Batı’ya teslimiyetin uyuşukluk çemberinden sıyrılarak kendisine ufuk ve gelecek açacak bu oluşuma katılma iradesi sergileyemiyor. Batı, Türkiye’nin burnuna âdeta halka geçirmiş, nefes almasına izin vermiyor; Türk hükümetlerinin ensesine sıkıca basmış, “Benim iznim olmadıkça kımıldayamazsın” diyen bir tavırla Türkiye’yi kontrol ediyor. Su başlarını tutmuş ve Mâûn ihlalleriyle akıl almaz servetlere sahip olmuş saltanat dincileri ise “Mustafa Kemal’i yok etme projemize destek ABD ve AB’den gelir” beklentisi içinde her şeyi unutmuş, yarı mefluç halde Batı’nın dikte ettiklerini sayıklamaya devam ediyorlar. Kendi tabirlerince,“Ankara’nın şerrinden Brüksel‘in şefaatine sığınıyorlar.” Bunu söylerken, bugün ‘Ankara’ demenin kendileri demek olduğunu unutuyorlar. Kin, işte böyle şaşılaştırıyor. Durumu bir cümle ile özetlemek istediğimizde şunu söyleyeceğiz: Türkiye üzerindeki Batı dayatmaları ya Avrasya kavram ve idealiyle etkisizleştirilecek veya Türkiye, AB ve ABD tarafından yavaş yavaş çökertilecek. Bir 26 Ağustos daha: Malazgirt’ten Kocatepe’ye Müslüman Türklerin Anadolu’ya girişleri bir 26 Ağustos’ta olmuştu. 1071 Malazgirt zaferiyle. Malazgirt’in intikamını alarak Türkleri Anadolu’dan kovmak isteyen haçlı ordularının Kütahya topraklarında imha edilmesiyle Anadolu’nun ikinci kez Türkler adına tarihe tescili de bir 26 Ağustos günü oldu. Bu kez, savaşın adı Büyük Taarruz, kumandanı, Alparslan’ın torunu Mustafa Kemal’di. Velhasıl, mübarek bir gündür bizim için 26 Ağustos… 19 Mayıs 1919’da başlayan destanî ‘Kurtuluş’ yürüyüşü, 30 Ağustos 1922 sabahı şu manzara ile sonlanır. Destanın ölümsüz başbuğunun anlatımından izleyelim: “Muharebe meydanını dolaştığım zaman ordumuzun kazandığı zaferin azameti ve buna karşılık hasım ordusunun uğradığı felaketin dehşeti beni çok duygulandırdı. Sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, mahfuz, örtülü yerler; bırakılmış toplar, otomobillerle, namütenahi teçhizat ve malzeme ile ve bütün bu metrûkat aralarında, yığınlar teşkil eden ölülerle, toplanıp karargâhımıza sevk edilen esir kafileleri ile hakikaten bir mahşeri andırıyordu.” (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 2/486) Böyle bir sonu hiç kimse hayal bile edemiyordu. Bir kişi hariç: Destanî yürüyüşü yöneten kumandan Mustafa Kemal. O, en iyimserlerin bile ‘acaba!’ dediği günlerde sonucun zafer olacağından öylesine emindir ki, ‘Tekâlif-i Milliye’ (Ulusal yükümlülük) ile halkından ellerinde olan her şeyin yüzde kırkını borç/yardım isterken onlara makbuz vermekte ve makbuza şu taahhüdü yazmaktadır: “Zaferden sonra ödenmek üzere...” Mustafa Kemal sözüydü bu. Mustafa Kemal böyle emin konuşuyordu ama ülkenin her yanında, özellikle İstanbul’da ‘zafer’ kelimesine gülenler, “Kazanacağız” tabirinden tiksinenler vardı. O günleri yaşayarak yazmış Falih Rıfkı Atay’ı dinleyelim: “Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal! Sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim. Dilim, kalemim tutuldu. Yakup Kadri’yi aradım; ilk vapurla İzmir’e gitmeyi teklif ettim. Tuhaf şey: İzmir’in alındığı haberi geldiği vakit, içimizde sevinme gücü bile kalmamıştı. Gönlümüz uzun ve derin bir uykuya dalmış gibiydi.” “Nemiz varsa, bağımsız bir devlet olmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar
olarak dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdan ve kafamızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz. Akşam gazetesinin ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık: ‘Elhamdülillah, İzmir’e kavuştuk.’ Gazeteyi pencereden atıyorduk. Alan, yüzüne gözüne sürüyordu. DİNCİ ALÇAKLIĞIN 26 AĞUSTOS’TAN RAHATSIZLIĞI Tarihin kulağına şu ibret verici gerçeği de üflemek zorundayız. Mustafa Kemal’e muhalefeti din-iman yapmış bağımsızlık düşmanı, Dürrîzade ve Damat Ferit torunu, emperyalizm uşağı dinci alçakları nasıl kahrettiğini, Falih Rıfkı’nın yaşanmış şu satırlarından daha iyi hiçbir şey anlatamaz: “Muhittin Baha bana bir Ankara hikâyesi anlattı. Onlar da sevinçten ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Meclis’te bir aralık ellerini yıkamaya gitmiş. Asık suratlı bir milletvekili görmüş; Mustafa Kemal’in muhaliflerinden biri, şöyle konuşmuş: ‘Ne var sanki? Nasıl olsa İzmir’i bize vereceklerdi. Nesini büyütüp duruyorsunuz.’ Ve namussuzlukların en iğrenciyle eklemiş: ‘Yunanlılardan kurtulduk; bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız? Evet, Mustafa Kemal’in muhalifleri ve rakipleri sapsarı idiler. Ah! Bir kurşun, son Yunan kurşunu Mustafa Kemal’in göğsüne saplanamaz mıydı?” (Atay, Çankaya, 338-340) Ben, Mustafa Kemal’e düşmanlığı kuduz bir sadizme dönüştürmüş dinci alçaklığı bu anekdot kadar isabetle tanıtan ikinci bir anlatıma rastlamadım. 9 EYLÜL VE İZMİR RUHU Kurtuluş Savaşı’nın mukaddes erleri ve onların mukaddes başbuğu, 30 Ağustos 1922 zaferiyle Afyon ovasına serdikleri ırz ve namus düşmanı işgalci Yunan paryalarının leşleri üzerinden geçerek İzmir’e doğru yürüdüler.‘Halâskâr Gazi’, 10 Eylül günü İzmir’e girdi. Tarihin bu muhteşem ve mübarek gününden bazı ölümsüz tabloları hatırlatalım. Halâskâr Gazi’ye ihanetin âdeta dinleştirildiği şu ‘devr-i hıyanet’ de hiç değilse İzmir ruhu taşıyan benliklerde yeni bir coşku yaratır. 8 Temmuz 1920’de Bursa işgal edildiği zaman TBMM kürsüsünün üstüne siyah bir örtü örtülmüş ve “Bu örtü, memleket kurtarıldığında kaldırılacaktır” denmişti. 10 Eylül 1922’de Bursa düşmandan temizlendi. Ve TBMM’deki siyah örtü o gün kürsünün üstünden kaldırıldı. Kaldırılan o örtü, âdeta, Türk milletinin kara bahtının kaldırılıp atılmasıydı. (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 2/500) Düşmanı ülkenin harimi ismetinden temizleyen mustarip-mukaddes adam Mustafa Kemal İzmir’e girdiğinde onun geleceği binanın önünde toplanan değişik kasabalardan kadınlar bekliyorlardı. Şimdi o tabloyu seyreden Halide Edip’i, gözyaşlarımıza hâkim olmaya çalışarak dinleyelim: “Gölgeler gibi çekingendiler. Onu, o dar girişte görünce yerlere doğru eğildiler. Sarılıp dizlerinden öptüler. Başörtülerinin uçlarıyla ayakkabılarının uçlarını sildiler. Bazıları o tozları gözlerine sürdüler. Ve onların gözlerinden onun ayakkabılarına gözyaşları damladı. Sonra geçip önünde el bağladılar. Yaşlı gözlerle ona uzun uzun baktılar.” İzmirliler ona bir otomobil hazırlamışlardı. Bu otomobili, tek parçası görünmeyecek kadar güller, çiçekler, laleler, sümbüllerle süslemişlerdi. Göklerde uçan bir mitoloji tanrısının kanatları gibi. Yalvarırlar: “Gazi bu araba içinde Karşıyaka’ya geçsin.” Ve Atatürk’ü ölümsüzlük semasına taşıyan bir büyüklük belgesi: Muzaffer kumandan gireceği binanın taş döşeli kapısı önüne geldiğinde tam içeri gireceği noktada yere serili bir şey görür. “Bu nedir?” diye sorar. Bir bayan cevap verir:
“Yunan bayrağı, paşam. Bu eve giren işgalci Yunan Kralı Konstantin, içeri girerken, taşlığa serilen Türk bayrağını çiğneyerek geçmişti.” Mustarip ve mukaddes adam, sonsuza kaydedilecek cevabını verir: “Hata etmiş. Ben bu hatayı tekrar edemem. Bayrak milletin şerefidir; ne olursa olsun, yerlere serilmez ve çiğnenmez. Kaldırınız!” DESTANÎ ZAFERİN GETİRDİĞİ DESTANÎ TEVAZU İzmir’den Ankara’ya döndü. 4 Ekim 1922 günü TBMM karşısında konuşurken, sanki fazla bir şey yapmamış gibi mütevazıdır. O büyük zaferi göklere çıkarırken bunu millete mal eder. Öte yandan, yapılan işi bir sevinç ve uçuş sebebi saymak yerine bir başlangıç sayar. Muhteşem başbuğa göre, kazanılan zafer her şey demek değildir. TBMM’den şöyle seslenir: “Kazanılan zafer, bize bir imkân bağışlıyor. Biz bu imkânı, memleketimizin, milletimizin refahı, geleceği için kullanacağız.” Anlaşılan o ki, ölümsüz adamın ruhunda saklı bulunan sevda, kazandığı bu zaferden çok daha büyük zaferlere imza atacak dirayettedir. 1928 yılının 30 Ağustos Zafer bayramı kutlamaları sırasında duygularını yazması istendiğinde ölümsüz adam şunları yazmıştır:“Bir insan kendini milletiyle beraber hissettiği zaman ne kadar kuvvetli bulur, bilir misiniz? Bunu anlatmak çok zordur. Bunu izahta âciz kalıyorsam beni mazur görünüz.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 22/203) Tam bu noktada, Atatürk’ün, İzmir dönüşü TBMM’ye girdiğinde millet için ne anlam ifade eder hale geldiğini onun hayatını en iyi yazanlardan biri olan Şevket Süreyya Aydemir’den dinleyelim: “Halkın gözünde o artık, milletin sinesinde bir ferdi mücahit olmaktan çıkmış, milletin rızasıyla milletin üstünde bir varlık haline getirilmişti.” Dinci nankörlüğün bu mukaddes varlığa, bu mukaddes zaferden kısa bir süre sonra çok alçak ve imansız bir hıyanet tezgâhı kurduğunu da unutmayalım. Gelecek yazıda anlatacağız. Halâskâr Gazi’ye dinci ihanetin ilk oyunu Anlatacağım olayı her okuduğumda, "Halâskâr Gazi’nin milleti bu mu?" diye sorarım kendi kendime. Evet, bir millet, bir halk, iki ay önce analarını, avratlarını, kızlarını, kızanlarını işgalci paryaların tasallutundan kurtarmış bir çilekeş adama, böyle bir ihaneti, böyle bir nankörlüğü nasıl reva görür. Evet, yaratıcı ruh, iltifatlar, takdirler ve madalyalar için yaşamaz. İltifat ve madalyalar onun gayret ve şevkini arttırabilir ama son tahlilde amaç, yaratıcı ruhun tarihe bırakacağı eser olduğundan yaratıcı ruh, tüm nankörlüklere rağmen yürümeye ve üretmeye devam eder. Belki kaşları çatık, tebessümü eksik olur ama yola devam eder. Yaratıcı ruh için ilke şudur: “Gönül kalsın, yol kalmasın!” (Kuşadalı İbrahim Halvetî) Halâskâr Gazi de bütün ihanetlere ve nankörlüklere rağmen yoluna devam etmiş, tarihin ve Tanrı’nın ona yüklediği görevi yerine getirmiştir. Ve ona nankörlük eden halk da belasını bulmaya başlamıştır. Belasının tamamını bulacak ve başını duvarlara çarparak perişan olacaktır. Çünkü tarihin diyalektiği sabırlıdır ama ilkelerini çiğneyenleri affedici değildir. Mustafa Kemal’in hayatı hep nankörlüklere maruz kalmakla doludur. Bir milletin kurtuluşunun namı diğeri olan Büyük Taarruz’un arkasından toplanan TBMM’de onun tekrar milletvekili seçilmemesi için önerge veren onursuzları düşünelim. İş bittikten
sonra işi bitireni kenara itip öne çıkmak, insanoğlunun tarihe bıraktığı alçaklıkların en namertlerinden biridir. İzmir’e girişinde, Yunan paryalarının tasallutuna uğramış kadınların, kendilerini kurtaran ‘mukaddes adam’a nasıl bir sevgi ve bağlılık gösterdiklerini geçen yazıda anlatmıştım. O tabloların üstünden daha üç ay gibi bir zaman geçmeden, 2 Aralık 1922 günü, aynı ‘mukaddes adam’ı vatandaşlıktan düşürüp kurtardığı ülkenin sınırları dışına atmak için bir komplo kurulduğunu görüyoruz. Meclis’e verilen bir kanun teklifiyle, Anadolu toprakları içinde doğup büyümeyen, şu anda da ülkede malı mülkü olmayanların milletvekili seçilmeleri önlenmek isteniyordu. Hedef belliydi : Atatürk’ü vatandaşlıktan düşürüp yeni seçimde TBMM’ye girmesini önlemek. Tarihin en ibret verici, en namussuz tertiplerinden biri olan ve başını Dürrîzade torunu hainlerin çektiği oyunun serüveni şöyle: ALÇAKLIĞIN BÖYLESİ… “Mustafa Kemal’in büyük hamlelerine karşı daima muhalefet eden ikinci grup, yine coşmuştu.Mustafa Kemal’in şahsiyetini çürütmek maksadıyla kürsüye gelen Erzurum Mebusu Hüseyin Avni, Atatürk’ü hedef tutarak: ‘Bu memlekette dikili bir ağacı olmayanların aramızda işi yoktur’ diye bağırmıştı. Atatürk, Hüseyin Avni’ye Meclis kürsüsünden şu cevabı verdi: “İmparatorluğun dört bucağını yangınlar sardığı zaman, devlet beni bu ateşleri söndürmek için durmadan her tarafa gönderdi. Ne yapayım ki, bu müddet içinde ne evlenebildim, ne çocuğum oldu, ne evim ve ne de önünde dikili bir ağacım!” Muhalifler, Atatürk’ü mebusluktan çıkarmak hevesine düşmüşlerdi. Bir yerde beş yıl oturmayan ve memleketi düşman işgalinde olan Türkleri mebus yaptırmamak için kanun teklifi verdiler. Atatürk’ün bu teklife cevabı şuydu:
“Doğum yerim, maalesef bugünkü sınırların haricinde kalmış bulunuyor. Her hangi bir seçim bölgesinde beş yıl devamlı oturmuş değilim. Onun sebebi, bu vatana yaptığım hizmetlerdir. Eğer bir yerde beş yıl oturma şartına uymuş olsaydım, düşmana karşı verdiğim mücadeleleri vermemem gerekirdi. Hiçbir yerde beş yıl oturamayacak kadar mesai sarfetmiş bulunuyorum. Ben zannediyordum ki, bu hizmetlerimden dolayı milletimin muhabbet ve tevecühüne mazhar olmuşum. Belki bütün İslam âleminin teveccühüne mazharım. Bütün bu hizmetlerime karşılık, vatandaşlık hukukundan düşürülmeye maruz kalacağımı asla hatırıma getirmezdim. Sanıyorum, yabancı düşmanlar bana suikast etmek sûretiyle beni memleketimin hizmetinden uzaklaştırmaya çalışacaklardır. Fakat asla hatırımdan geçmezdi ki, bu yüce Meclis’te velevki iki üç kişi olsun, aynı zihniyeti taşısın. Benim vatandaşlıktan düşürülmem için takrir veren bu efendilere bu hakkı kim vermiştir? Bunu bütün millete soruyorum ve cevap istiyorum.” (Enver Behnan Şapolyo, Mustafa Kemal Paşa ve Millî Mücadele’nin İç Âlemi, 154156; Atatürk’ün Bütün Eserleri, 14/160-163) Gazi’nin bu konuşması üzerine, ülke ayağa kalktı; namussuz takrir geri çekildi. Ve hıyanetin bu ilk perdesi böylece kapandı. Ama hıyanet vazgeçmedi, uyumadı. Daha sonra neleri nasıl yaptı? Bu köşeyi takip edenler, bu sorunun cevabı olacak yazılarımı elbette okumuşlardır. Ve okuyacaklardır. Kurtuluş Savaşı kadrolarında namus kavramı Türk Kurtuluş Savaşı, namıdiğer Müdafaai Hukuk lügatinde ‘Namuslu adam’ tabiri şu üç anlamı kapsamaktadır: 1.Vatanperver, 2. Dürüst, 3. Dindar yani dini, riya ve çıkar aracı yapmadan benimseyen. ‘Namussuz adam’ da bu ayrıma uygun olarak şu üç anlamı kapsayacaktır: 1. Vatan haini veya vatan diye bir kaygısı olmayan, 2. Çıkarcı, egoist, şahsiyetsiz, dönek ve kahpe, 3. Dinci yani dini emperyalizmin emrine vermekte ve çıkarı için işgalci haçlılarla işbirliği yapmakta sakınca görmeyen onursuz tip. Namuslu adam öncelikle vatanperver adamdır. Bir adamın namuslu olup da vatanperver olmaması söz konusu edilemeyeceği gibi, vatanperver olup da namuslu
olmaması da söz konusu edilemez. Vatanperver adamın dürüst olmaması da söz konusu edilemez. Müdafaai Hukuk öncülerinin namus kavramından neyi anladıklarını tam kavramak için onların başbuğu olan Mustafa Kemal’in bu kavramdan ne anladığına bakmak gerekir. Atatürk, tarih önünde yaptığı işin ‘namuslu olmanın bir gereği’ olduğunu düşünmektedir. 20 Mart 1923 Konya konuşmasında şöyle diyor: “Milletimin emniyet ve itimadına, ancak bundan sonra da tarihe, millete, vatanıma karşı uhdeme düşen namus vazifesini en son hadde kadar yaparak layık olmaya gayret edeceğim.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 15/233) Anahtar kelime ‘namuslu’ kelimesidir. Bir Kuvayi Milliyeci “Bu adam namusludur” dediğinde o adama her Kuvayi Milliyeci her şeyini teslim ve emanet eder, her sırrını açar. NAMUSSUZLARIN YARDIM VE DESTEĞİ BİLE KABUL EDİLMEZ Bir adamın veya bir devletin vaat ettiği destek ve yardım, eğer ‘namuslu destek’ ise kabul edilir; aksi halde neye yararsa yarasın reddedilir. İstiklal Harbimizin büyük kumandanlarından biri olan Ali Fuat Cebesoy, bu ilkeye sadakatten bahsederken şöyle diyor: “Namuslu destekten başka bir yardım düşünmeyiz.” (age. 21/201) Burada, şu Kur’ansal buyruğun bir uygulamasına tanık olmaktayız: “Hayırda erginlik/dürüstlük ve takva üzere yardımlaşın! Kötülük/çirkinlik, düşmanlık/ saldırganlık üzere yardımlaşmayın!” (Mâide suresi, 2) Müdafaai Hukuk zihniyetinde ‘namus’, olumlu, hayırlı, işe yarar tüm kavramların bir bileşkesi olarak kullanılıyor. Atatürk’ün defalarca kullandığı anahtar ifadeye bir örnek daha: “Firar eden Vali (Harput Valisi hain Ali Galip) ve mutasarrıf (Malatya Mutasarrıfı hain Halil Bey) yerine, namus sahibi iki zatın süratle tayini lazımdır.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 21/76) Dikkat edilirse, aranan tek şey, namuslu olmaktır. Mustafa Kemal, sadece Türk milletinin değil, bütün toplumların çektikleri acıların sebebini tek kelimeye indirgemektedir: Namussuzluk. O halde, Mustafa Kemal’e göre, kurtuluşun, başarının ve mutluluğun sırrı da namuslu olmaktadır. Bir ülkenin namuslu adam sıkıntısı yoksa o ülkenin hiçbir sıkıntısı yoktur, olamaz. Türk milletine gelince, onun da biricik sıkıntısı namuslu adam kıtlığıdır. Özellikle namuslu aydın, namuslu işadamı ve namuslu siyasetçi kıtlığı. 19 Ocak 1923 günü İzmit’te yaptığı uzun konuşmada şunları da söylüyor: “Çok namuskâr olmalıdır. Şimdiye kadar işlenen hataların en büyüğü, bilhassa müteşebbislerimizin, aydınlarımızın ve bilhassa âlimlerimizin en büyük günahı, namuskâr olmamaktır. Milletin karşısında namuskâr olmak, namuskâr hareket etmek lazımdır. Milleti aldatmayacağız! Millete daima ve daima hakikati söyleyeceğiz. Belki hata ederiz; hakikat zannederiz. Fakat millet onu düzeltsin!” (age. 14/349) KURTULUŞ SAVAŞI GÜNLERİNDE NAMUSSUZLARIN TEMEL DAYANAKLARI Bütün zamanlarda ama özellikle Kurtuluş Savaşı günlerinde namussuzlar namussuzluktan yararlanmada başlıca iki unsuru kullandılar: Din, para. Dinin kullanımını bu sütunda sık sık dile getirmekteyiz. Paranın kullanımına gelince, Atatürk bu hıyanet aracına daha Erzurum Kongresi’nin açılışında dikkat çekmiştir. Şöyle diyor: “Memleketimizde çok miktarda yabancı parası ile birçok propaganda cereyan ediyor. Bundaki amaç pek açıktır: Millî hareketi sonuçsuz bırakmak, millî istekleri felce uğratmak, Yunan, Ermeni emellerini, vatanın bazı önemli kısımlarını işgal amaçlarını kolaylaştırmaktır. Bununla beraber her devirde, her memlekette ve her zaman ortaya çıktığı gibi bizde de kalp ve sinirleri zayıf, anlayışsız insanlarla beraber vatansız ve aynı zamanda refah ve kişisel çıkarını vatan ve milletin zararında arayan sefiller de vardır. Doğu işlerini idare ederken, zayıf noktaları arayıp bulmakta elinden çok iş gelen
düşmanlarımız, memleketimizde bunu âdeta bir teşkîlât hâline getirmişlerdir.” (Atatürk, Söylev ve Demeçler, 4-5) Namuslu adamların muhalefetleri ne kadar can yakıcı olursa olsun onlara dokunulmamıştır. Dokunulmayanlar içinde Kurtuluş Savaşı’nın başbuğuna aşağıdaki davranışları reva görenler de var. Tarihçi Enver Behnan Şapolyo, yaşayarak gördüklerini kayda geçiriyor: “Mecliste Atatürk’ün şahsıyla uğraşanlar vardı. Bir gün yine mecliste idim. Trabzon Mebusu Ali Şükrü kürsüde konuşuyor, her şeyi şiddetle tenkit ediyordu. Mebuslar onu susturmak için ayak teptiler. Bunlar arasında Atatürk de vardı. Ali Şükrü herkesi bırakıp Atatürk’e dönerek, ‘Paşa, Paşa insanlar ayak tepmezler!’ diye bağırdı. Fakat onun bu sözüne kimse aldırmadı. Yine bir gün, operatör Emin Bey, gençler evlenirken erkekler de, kızlar da muayeneye tabi tutulsun deyince muhalif grup: ‘Kızlarımızı doktorlara muayene ettirmeyiz’ diye bağırdılar.” “Atatürk kürsüye gelerek, bu layihayı müdafaaya başladı. Bunun üzerine Erzurum Mebusu Hüseyin Avni, sac sobanın önünde bulunan bir odunu Atatürk’e fırlattı. Fakat bu odun zabıt kâtiplerden birine rastgeldi; kâtip baygın yere yuvarlandı. Yine Atatürk buna sabırla cevap verdi.” (Şapolyo, Mustafa Kemal ve Millî Mücedele’nin İç Âlemi, 101102) NAMUSLU ADAMA, MUHALİF DE OLSA DOKUNULMAZ Ali Şükrü, bizim yakın tarihimizin en garip tiplerinden biridir. Namuslu, bir adamdı. Bunu, Ali Şükrü’nün en ağır saldırılarına muhatap olan Atatürk bile dile getirmektedir. Ali Şükrü, mesela, bir Rıza Nur değildir. Rıza Nur da Atatürk’e sövmekle tarih olmuştur ancak Ali Şükrü’den farkı; ahlaksız, dinsiz, müptezel, hatta bazı kayıtlara göre homoseksüel, rezil bir tip oluşudur. Atatürk’e sövmeyi din haline getiren dinciler, son zamanlarda birinci derecede işte bu rezil adamın Atatürk hakkındaki küfür ve hezeyanlarını delil olarak kullanmaktalar. Bu da ayrı ve çok vahim bir namus zaafıdır. Biz burada, şunu görmezlikten gelemeyiz: Ali Şükrü, hastalık çapında bir Atatürk düşmanıydı. Bütün siyasal hayatı Atatürk’e saldırmak, onu küçük düşürmek, ona sataşarak tatmin bulmakla geçmiştir. Kişilik yapısı bakımından Ali Şükrü’ye benzeyen bir mebus da Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Ulaş’tır. O da Atatürk’e hastalık çapında düşman olanlardan ve en ağır hakaretleri edenlerden biridir. Bu muhalifler, haset ve kin krizleriyle sataştıkları Atatürk söz konusu olduğunda birer ‘acaip mahlûk’a dönüşüyorlardı. “Ali Şükrü, Mustafa Kemali hiç çekemezdi. Bütün tenkidlerine onu hedef tutardı. Mecliste mütemadiyen her vesileden faydalanarak Gazi’ye hücum ederdi. Bu menfi hareketleri ile, kendine bir şöhret yapmıştı.”(Şapolyo, age. 154-156) Atatürk, işte bu Ali Şükrü’den ağır şikâyetlerle huzuruna gelenlere şu tarihî sözü söylüyor: “Onun muhalefetine katlanalım, çünkü namuslu bir adamdır. Diyelim ki onu bertaraf ettiniz; onun yerine hem muhalif hem de namussuz biri gelirse ne yapacaksınız. Atatürk, Ali Şükrü’yü öldüren Topal Osman’ın, emniyet güçlerince yakalanması emrini vermiş, ölü olarak ele geçirildiğinde ise cesedini TBMM’nin kapısı önünde asarak sallandırmıştır. Müdafaai Hukuk öncülerinin namuslu adama saygıları böyleydi. Vatan haini namus yoksunlarına ise asla acımamışlardır. Mesela, İskilipli Âtıf’la Babaeski
müftüsü Abdurrahman’ı, vatana hıyanetleri yüzünden (Şapka Risalesi yüzünden değil), hocalıklarına hiç bakmadan İstiklal Mahkemeleri’nde yargılayıp asmışlardır. Vatan haini bir adam hoca olsa ne, hacı olsa ne!!! Bir 10 Kasım yazısı: Herkesle ve hiç kimsesiz önder! Gazi Mustafa Kemal Atatürk’süz bir 10 Kasım daha yaşadık. Onsuz kalışın acısını en derinden hissettiğimiz bir 10 Kasım oldu bu… Halâskâr Gazi’yi bu fani âlemden ölümsüzlüğe uğurlayışımızın üstünden 74 yıl geçti. Bu yıllar boyunca ona hasretimiz de büyüdü, onsuzluktan kaynaklanan dertlerimiz de… Bu hasret ve bu dertler büyümeye devam ediyor, devam edecek. Dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeler gösteriyor ki, onun yeri ne bu ülkede ne de dünyada, daha uzun yıllar doldurulabilecek. Yüz yıl, belki iki yüz yıl o boşluk ve o boşluğun yarattığı derin ıstıraplar sürüp gidecek. Bu ıstırapların bitmesi için insanlığın onu anlaması lazım. Ne yazık ki, insanlık onu anlamış değil, yakın zamanda anlayacağa da benzemiyor. “Büyük bir askerdi” deyip geçiveriyorlar. Atatürk bu kadar mıydı? Hayır, asla! Onu anlamayan insanlık, onunla ilgili konuştukça bir gerçek daha belirginleşiyor: Atatürk, yaşarken yapayalnızdı, şimdi de yapayalnız. Bu yalnızlık tarihin bir benzerini tanımadığı bir yalnızlıktır. İnsanlığın en muhteşem mistik mirası olan tasavvufta, yaratıcı ve tarih yapıcı ruhun kaderini ifade eden ölümsüz bir söylem vardır. Farsça orijinaliyle şöyle: “Bâ heme vo bî heme.” Türkçesiyle şu demek: “Hem herkesle hem de hiç kimsesiz.” YARATICI RUHUN ARKADAŞI OLMAZ Büyük ruh, işte böyle bir benliktir. Hem hep kitlelerle birlikte olur hem de yapayalnız, bir başına yaşar. Bu ölümsüz söz, Atatürk kadar çok az insanda yerine oturur. Atatürk’ü iyi tanıyanlar itiraf eder ki, bu söz âdeta Atatürk için söylenmiş bir sözdür. Bendeniz, Atatürk’ü anlatmak için yazdığım ‘Atatürk Gerçeği’ adlı eserimin alt adı olarak bu sözü seçtim: ‘Herkesle ve Hiç Kimsesiz’ Kurtuluş Savaşı boyunca o herkesle ve herkes onunla. Aydınlanma savaşı boyunca hiç kimse onunla değil ve o, hiç kimsesiz. ‘Atatürk’ün arkadaşları’ tabiri kısmen ve çok az yanıyla doğrudur. Gerçeği tam ifade etmez.Çünkü yaratıcı-tarih yapıcı Atatürk’ün arkadaşı falan yoktur, olamaz. Hiçbir yaratıcı ruhun arkadaşı yoktur ve olamaz. Olursa o ruh yaratıcı ruh olamaz. Yaratıcı ruh için ‘arkadaşları’ sözü laf ola beri gele türünden bir sözdür. Bizzat Atatürk’ü dinleyelim: “Millî Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde kendi fikir ve ruhlarının kavrama sınırları bittikçe bana direnmişler ve muhalefete geçmişlerdir. Ben, milletin vicdanında sezdiğim büyük ilerleme kabiliyetini bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak, peyderpey bütün içtimaî heyetimize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim.” Atatürk’ün, edebiyat tarihimiz açısından da bir şaheser olan Nutuk’u, birçok seçkin niteliği yanında ‘Herkesle ve hiç kimsesiz önder’in bu paradoksal kaderinin de anlatımıdır. İhanetler, aldatmalar, hıyanetler, suikastlar, riyakârlıklarla çevrilmiş ama biraz da sevdalar, aşklarla dolu bir yalnızlığın bizzat yaşayanın diliyle anlatılmış bir tarihidir Nutuk. Atatürk sadece asker mi?
Şu söz, çoğu insanın sadece asker olarak gösterdiği Atatürk’ündür: “Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan bir gayeyi elde etmek için vasıtadır. Gaye fikirdir. Bir fikrin istihsaline dayanmayan zafer yaşamaz.” (Şevket Süreyya, Tek Adam, 3/505) Bu sözler, bir askerin değil, bir filozofun hem de idealist bir filozofun sözleri olabilir. Dahası, bu sözler, bir mistik-hümanist filozofun sözleri olabilir. Ama biz biliyoruz ki bu sözler Atatürk’ün sözleridir. Atatürk denince hepimizin aklına askerlik gelir. Bunu devlet adamlığı ve siyasetçilik izler. Çoğumuz Atatürk’ün çağrıştırdığı değerler konusunu burada kapatırız. Zaten bu ilk üç alanda öylesine kuvvetlidir ki Atatürk, onu bir başka alana daha çekmek insanın zihnine zor gelir. Oysaki Atatürk, daha birkaç alanda büyüktür, örnektir, yaratıcıdır. Bu ‘öteki’ alanların başında kültür ve düşünce alanı gelir. Başka bir deyişle, düşünce derinliği, filozofik kişilik. Bir kere, şu gerçeği görelim: Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaptığı araştırmaya göre, Atatürk, 10 bin civarında kitap okumuş. Atatürk tarafından kenarlarına notlar, eleştiriler, açıklamalar konarak okunan kitapların dökümü şöyle: 1233 tarih, coğrafya ve biyografi, 121 felsefe, 161 din, 387 dilbilim, 261 askerlik, 204 siyasal bilimler, 150 hukuk. Bitmedi. Yurt içinde yaptığı tüm gezilerde, okuyacağı kitaplardan birkaç sandık yanına alıp götürürdü. (Cumhuriyet, 9 Aralık 2004) Devam edelim: NUTUK’U YAZAN BENLİK, SADECE ASKER OLAMAZ Gazi’nin kimlik kodlarının tümünün tecelli alanı bulduğu tarihî eser Nutuk’tur. Nutuk, bazı Atatürk düşmanı mecnunların iddia ettikleri gibi, ‘Atatürk’ün hatıratı’ değildir. Aynı anda tarihî, edebî, felsefî, siyasî bir eserdir. Hemen ekleyelim, edebî yönden baktığımızda, Nutuk, Osmanlıcanın en selis ve seçkin kullanıldığı ender eserler arsındadır. Kısa cümleleri birer edebî söylem gibi yerine oturmaktadır. Ama iş bu kadar değildir. En girift meselelerin ele alındığı en koyu Osmanlıca cümlelerin bazıları son derece uzundur. Bu uzun cümlelere, dikkatle ve eleştirel gözle baktım; hiçbirinde en küçük bir anlam kayması, en küçük bir içinden çıkılmazlık yoktur. Murat ve maksat, en kısa cümlelerdeki vecizlik ve selislikle ifade edilmiştir. İsmail Arar’ın şu tespiti derin bir hakikatin ifadesidir: “Türk hitabet sanatının erişilmesi en güç ve en güzel örneklerinden biri de Nutuk’tur.” (Sinan Meydan, Nutuk’un Şifreleri, 73) Gazi, Fransızcayı iyi bilirdi. Atatürk’le, 1928 yılında İstanbul’da 7 saat süren uzun bir görüşme yapan Fransız gazeteci Henri Beraud, Le Petit Parisien’in 7 Ekim 1928 tarihli nüshasında yazdığı uzun makalede Atatürk’ün değişik yönlerini anlatırken şunu da söylemiştir: “Tuhaf bir hoşluk ve alaycı bir tavırla, dilimizi çok rahat ve aksansız kullanıyordu.” (ABE, 22/215) Fransızcayı böylesine güzel konuşmasına rağmen, Fransızca konuşan gazetecilerin çoğuyla, tercüman aracılığıyla konuşmayı tercih etmiştir. Bu da Atatürk’ün örnekleştirdiği bir devlet adamı ciddiyeti, bir Türklük gururu idi. Atatürk Arapça biliyor muydu? Birçok din hocasından daha iyi biliyordu ve bunu kendisi de ilan ve itiraf etmiştir. Dinci ve dinsiz yobazlar bu gerçeği saklarlar. Onlara göre, Atatürk’ü ‘Arapça biliyor’ göstermek onu örtülü biçimde ‘dindarlaştırmak’ olur. O halde, Atatürk’ü Arapçanın A’sını bile bilmeyen bir adam olarak tescil etmek lazımdır. Atatürk, İzmir İktisat Kongresi gibi önemli bir toplantıda şöyle diyor: “Ben Arapça bilmem, fakat Arabistan’da bulunduğum için anladım ki, Müftü Efendi’den daha çok biliyorum Arapçayı… Nasara yensuru. Bilirsiniz ki, bunu hepimiz okuduk ve ben de senelerce okudum, hâlâ öğrenemedim. Ve ben mi öğrenemedim?
Medreselerde okuyanlar da çok iyi bildiklerini iddia edemezler.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 15/96-97) Konuşmalarında birçok ayet ve hadisi özgün metinlerinden okuyup büyük bir vukufla tercüme ederek yorumladığını görüyoruz. Bu, Arapça bilmeden yapılamaz. Kozmik birliğe doğru Fransız düşünürü Andre Malraux (ölm. 1976), Tokyo Mektupları’nda şöyle der: “Çağımızın kültür ve zihniyet alanında en büyük keşfi, bir değil, birçok medeniyetin var olduğuna ilişkin keşiftir. Bu keşfi gerçekleştirdiğimiz zamandır ki, evrensel ilk medeniyetin doğumunu yakalamış, en azından sezmiş olduk. Sözünü ettiğimiz keşfin gerçekleşmesine kadar bizim dışımızdaki medeniyetler düşman, önceki medeniyetlerse ilkel kabul edilmiştir. Batılı birçok yazarda Malraux’nun yaklaşımını görmek mümkün. Toynbee, Fromm, Garaudy bu düşünürlerden bazıları. Batı, bu düşünürler aracılığıyla günah çıkarıyor. Zamanı, Milattan Önce-Milattan Sonra diye keyfince parselleyen o dur. Kültürler arası bağı inkâr eden Spengler, “Evrimleşme sonunda en iyinin kalması doğanın düzenidir. Ayakta kalan tek uygarlık Batı’nınki olduğuna göre, en iyi, Batı’dır” diyen Spencer onun çocuklarıdır. Bütün güzellikleri kendine, tüm çirkinlikleri diğer medeniyetlere ve kitlelere mal etmek, Batı egoizminin karakteristiklerinden biri oldu. Ölçü kendisi idi: İyinin, güzelin, kurtuluşun, refahın ölçüsü… Fakat hayat gerçeği, Batı’ya tükürdüğünü yalatmıştır. Öz çocukları onun bu talihsizliğini çok acımasız bir dille ifadeye koydular. 50 yıllık yoğun bir kültür hayatını Batı’ya hizmetle geçirmiş olan Roger Garaudy, eseri ‘l’Islam Habite Notre Avenir’e şu cümleyle başlıyor: “Batı, insanlık tarihinde bir faciadır.” İKİ GÖSTERGE: MEVLANA VE DANTE İnsanlığın birliğini, buna bağlı olarak medeniyetlerin birliğini, başka bir deyimle evrensel bir medeniyetin varlığını kabul ve ilanda geç kalmıştır Batı… Çünkü kendinden başkasını insan saymak zor gelmiştir ona. Uygarlığının temelini oluşturduğu varsayılan Roma Hukuku insanları doğuştan hür ve doğuştan köle diye ayırıyordu. Günümüzden 700 yıl önce yaşamış olan Mevlana ile Dante’yi karşılaştıran İngiliz bilgini Nicholson şu tespiti yaparken derin bir acı duymuş olmalıdır: Mevlana, sokak köşelerindeki Hıristiyanların küçük görülmesini Tanrı’yı gücendirecek bir davranış olarak nitelerken, onun ölümünden birkaç yıl sonra ünlü İlahî Komedya’sını kaleme alan Dante, eserinde, Müslümanların Peygamberi’ni cehennemin alt tabakalarında yanan bir zındık olarak gösteriyordu. Batı’nın, kendisi dışındakilere bakışı, işte budur… Kur’an göstermiştir ki, insanlık bir bütündür. Uygarlıklar mozaiğinin her parçası aynı öneme sahiptir. Hiçbir medeniyet, oluştaki yeri bakımından, ötekinden üstün değildir. Hayat, sürekli yeni sentezler yapar. Bu sentezlerde bileşime giren unsurlardan hiçbirini ikincil ilan edemezsiniz. İnsan uygarlığı, Hz. Âdem’le başlar. Âdem ilk insan, fakat aynı zamanda ilk peygamberdir. Yani, insanlık bir peygamber neslidir ve bu yüzden yücedir, saygındır. Renk, dil, bölge vs. ayrıcalıkları yapaydır; insanın saygınlığına etki etmez. Kur’an’ın aziz tebliğcisi ilan etmiştir ki, “İnsanların tümü bir aile oluşturur. İnsanlık Allah’ın ev halkıdır.” (Müslim, ıtk, 16) Bu aile içinde “En değerli fert Allah’ın ıyaline en yararlı olandır.”
Evrensel ve kozmik şuur, işte bu insan anlayışının sonucudur. Evet, çağımız, evrensellik ufkundan kozmik idrak ufkuna yükselmenin sancıları içindedir. İnsan, dünya denen yuvarlağa sığacak kadar zavallı değildir. Bütün mesele, bunun farkında olanların, yapay ayırımları bir kenara bırakarak kozmik beraberliğe doğru kanatlanma sürecine girmeleridir. Acaba, Batı ve onu izleyen dünyalılar, Kur’an’ın çağırdığı şuur boyutuna yükselmek için söz makamını kozmik benliklere verme basiretini gösterebilecekler mi? Yoksa Mevlana ile Dante arasındaki fark hep yaşanacak mıdır? Işığı uyandırmak… Karanlığın ve kötünün, doğrudan varlığı yoktur. Işık ve iyi ortadan çekilince boy gösterir, karanlık ve kötü. Işık olmak; vermektir, çile çekmektir, ıstırabı göğüslemektir. Verenlerden olmak; Ali, Hasan, Hüseyin olmaktır. Çöl susuzluğuna dayanmak, Kerbela eri olmaktır. Ucuzun, hep aşağı doğru yürümenin, hep hazır yemenin, hep uyumanın rahatını sevmez güneş adam… Yezit nasipsizliği, tiksindirir onu. Bilir ki; var olmak, ışıkla dost olmaktır. Bilir ki; karanlığı kovmak, aydınlığı kucaklamaktır. Bu da, dikenli yollardan geçmeyi gerektirir… Işık ekin insanın içine. Işık, tüm antitezleri eriten, yok eden tezdir. Bu yüzden, düşüncenin cüceleri, acezeleri hep antitez olur, hep hırlar, hep horlarlar. Çünkü verecekleri bir şey yoktur. Bütün sermayeleri, veren elleri karalamak, ışığı çarpıtmaktır. Işık verenler ise sadece ışık vermekle meşguldürler. Işık veren, sevgi tohumu eken hizmet ve sonsuzluk erleri yeterince olmazsa, kötülük boy atar ve kavga, ümit haline gelir. Işık vermeyi, ışık adam olmayı, akıl-sevgi-Kur’an üçlüsüne oturan bir İslamla eşitliyorum. Hesaplara, ideolojilere, politikaya, kin ve öfkeye âlet edilmeyen bir İslam…
Anadolu’nun dört bir yanından şu feryat yükseliyor: “Bize, İslam adına öfke ve kin öğretildi. Biz, din adamı adı altında cehennem müfettişi dinlemek istemiyoruz. İnsanlığın rahmet kucağı olarak nitelediğiniz Hz. Peygamber’i, bize, bir kinci bedevî gibi tanıttılar. Nikâhlarımıza geçersiz, çocuklarımıza piç diyenler var. Bayramda, cumada, camiden bizi kovanlar var. İslam, bize, çekilmez bir kahır gibi gösterildi. Biz, hiziplerin, politikanın kirli sularında lekelenmiş bir İslam istemiyoruz; biz Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’i istiyoruz. Klikçilik yapanların, insanlar arasında şu veya bu gerekçeyle ayrımı körükleyenlerin hayır getireceklerine inanmıyoruz.” Güzel ülkemin ve aldatılmış halkımın istekleri, en güvenilir, en samimi ve kendiliğinden bir anketin sonuçları halinde, işte böyle özetlenebilir:
Üniversitelerimizin değerli üyelerinden bir dekan, bir konferansımın ardından yanıma sokulup şöyle inledi: “Bize İslam’ı, Müslüman olmayı, bir onur halinde sundun. İçimizdeki mirastan gurur ve haz duymamızı sağladın; sana ebediyen minnettarız.”
BİR ŞEYLER YAPMALIYIZ! İnsanımıza din, büyük kısmıyla, bilgisiz temsilciler tarafından anlatılmış ve bu durum, onlarda güvensizlik yaratmıştır. Bu güvensizlik, inkâr yobazlığı tarafından sömürülerek kitleler ya manevî boşluğa düşmek yahut da din sömürüsü yapan yobazlığa “Eyvallah” demek durumuna getirilmişlerdir. Bu çıkmazı aşmak, dini, ana kaynağı Kur’an’a ve akla dayandıracak, yetenekli, yetişmiş, hizmet aşkı ve insan sevgisiyle dolu iman ve fikir adamlarına sahip olmakla mümkündür. Bu yapılmadıkça din, izbelerde karanlık üretimlerini sürdüren hiziplerin tekelinde kalacaktır. Bunun sonucu ise bu hiziplerin standartlarına uymayanların ‘zındık, fasık, kâfir’ ilan edilmeleri ve halkın birbirine kin tutması olacaktır. Bu ülkenin insanını, “Filan veya falan zümre gibi düşünmez, filan veya falan efendinin elini öpmezsen Müslüman olamazsın” şeklindeki hain ve müşrik tasallutun tahribinden kurtarmak lazımdır. Bugün, her hizip, kendi standartlarına uymayanları, en amansız biçimde itham etmekte ve İslam dışı gösterebilmektedir. Din adına aşılması gereken temel problem, budur. Kısacası, insanımız; bilgili, gönlü zengin, insan sevgisiyle dolu, Allah’ın kulları arasında ayrım yapmayan hizmet erlerine muhtaç ve hasrettir. Bu hasreti, Allah ile aldatan bezirgân zümreye boğdurmamak, bizim, insanlık borcumuzdur. Gelin, ey yüreği donmayanlar! Yakalım sevgi kandilini, uyandıralım ışığı! Bir ses bırakalım kubbede! Hadi gelin!... Varolmak ve ıstırap Varlık alanına gelmekle, varolmak aynı şey değil. Varlık alanına gelenlerin birçoğu, varoluş sırrının gerçekleşmesine malzeme olan ‘şeyler’dir. Varolmaksa, şey olmaktan çıkıp şeylere yön verme, şekil verme çizgisine ulaşmaktır. Varoluşçu felsefenin terimlerini kullanırsak; varolmak, iğreti varlıktan gerçek varlık (authentic existence) mertebesine geçebilmekle mümkün olur. İğreti varlık, bestenin malzemesi; varolansa besteyi yapandır. İrade, kudret, faaliyet, yapıp-ediş, kısaca yürüyüştür varolmak… Malzeme varlıksa, yürüyenlerin kullandıkları hammaddelerdir. İnsan dışındakiler, sadece malzeme varlıklardır. Varolan, yalnız insandır. Malzeme varlığın bütün şerefi, varolana hizmet etmesindedir. Kur’an buna teshîr (varlıkların insana boyun eğdirilmesi) diyor. Boyun eğdirilen varlıklar, varolanın hâkimiyeti için araçlardır. Varolan varlık, o malzemeyi kullanır ve küllî egonun istediği yönde hedefine
götürür. Kur’an, varolanın, malzeme varlıklar üstündeki hâkimiyetine giden yolun ışıklarını yakar, köşe taşlarını koyar ki, yaratıcı mimarlar emin ve rahat yürüsünler. Varolmak, ‘özgür ben’ olmaktır. Ben veya benlik olmak, çok ince bir yolu yürümek sanatıdır. Kur’an buna, sıratı müstakîmi yürümek diyor. Bir yoldur ki sıratı müstakîm, hem küllî ego tarafından izlenir hem parça egolar tarafından. (Hûd, 56; Fâtiha, 6) İnce yolu yürümeye koyulmak bizi bir kozmik titizliğe mecbur bırakır. Bu yüzden, varolmak, bir kozmik ürperiş getirir benliğe… Bu bir risktir, en büyük risktir. Malzeme varlıkların, yakınına bile sokulamadığı bir risktir bu… Varolmanın en çileli, fakat en şerefli yolunu gösteren Kur’an, bu riske, bu kozmik sancıya dikkat çekerken şöyle konuşuyor: “Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ürpererek uzaklaştılar. İnsansa, çok zalim ve bilgisiz olduğu halde, emaneti yüklendi.” (Ahzâb, 72) Varolma riskinin en güçlü omuzlayıcıları, peygamberler oldu. En büyük peygamberin muazzez torunu, aşk ve ıstırap şehidi Hz. Hüseyin’de bu gerçek, ifadesini şöyle buluyor: “Hayat, inanmak ve mücadele etmektir.” ISTIRAPSIZ İMAN İMAN DEĞİLDİR Malzeme varlıkla varolan varlık arası farkı, ıstırabı kucaklayan iman belirler. Ara varlıklarda iman, bir söz ve iddia olayı olduğundan, onların imanı, ıstıraba ulaşamaz. Bu yüzdendir ki, Kur’an, ıstırapsız imandan bir şey beklemez: “İnsanlar zannederler mi ki, ‘iman ettik’ demeleriyle, hiçbir imtihana çekilmeden bırakılacaklardır. İşin doğrusu şu ki, biz onlardan evvelkileri de ıstıraplarla denedik.” (Ankebût, 2-3) Kur’an’ı anlamak, imanla ıstırabı kucaklaştırmaktır. Varoluş sırrının Muhammedî zirvelerinden biri olan Muhammed İkbal şöyle demiştir: “İman adamı, Kur’an’ı okurken Kur’an olabilen adamdır.” Bugünkü İslam-Doğu, Kur’anî varoluşun hürriyet ve yaratıcılık boyutlarını yakalamak zorundadır. Bu dünyada insan, henüz kahır ve ezilmişliğin acısından kurtulup hür yaratıcılığın ufuklarına yükselebilmiş değildir. Servet ve refah, ıstırabı azaltırken, hürriyet ve yaratıcılık riskini göğüslemeyi sağlayan aşk ve imanı kokuşturur, pörsütür. Bu yüzden, Yaratıcı şuurla paralelliği kurulmayan servet ve refah, insanın varolma coşkusunu öldürür. İnsanlık, zamanüstü kitabın, ‘zeval bulmaz saltanat: mülk lâ yebla’ (Tâha, 120) dediği oluş ve erişe layık hale gelmek için, “Yalnız lütuf isteriz” demenin hayvansal
rahatlığından sıyrılıp, “Kahır içindeki lütfu isteriz” demenin büyüklüğüne ulaşmak zorundadır. Var olmak ve özgürlük Var olmak, oluşa, faal bir biçimde katılmaktır. Oluşun malzemesi (malzeme varlık), bu faaliyeti tanımaz. Var olanla ‘şey’in farkı, işte bu faaliyetidir. Faaliyet, yaratıcılıktır. Zâtı Hakk’ın yaratıcılığı, hem oluşu hem de malzeme varlıkları kuşatır. İnsan ise yalnız oluş sergiler; onun, malzeme varlık yaratma kudreti yoktur. Fakat unutmamak gerekir ki, insan, bir parça-yaratıcıdır. Kur’an, “Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder.” (Muhammed, 7) derken parça-yaratıcı olan insanın oluşa katılımını bir yaratıcı faaliyet olarak belirlemektedir. Küllî Yaratıcı, fragmanter yaratıcıya, halifesine bu yetkiyi, hür iradesiyle vermişse insanın yaratıcılığı O’nun yaratıcılığının bir devamı olur. Elbette ki, Allah’ın Allahlığı daima kendisinindir. Fakat bu, O’nun, dilediği kadarını dilediğine vermesine engel olmaz. Var olmak bir yaratıcı faaliyetse, özgürlük bunun temel şartı ve alt yapısıdır. Hürriyetsiz bir yürüyüşten yaratıcı faaliyet beklemek, varlık sırrına terstir. Platon “İnsan ruhunu harekete getiren en önemli şey, insanı özgür tutan şuur halidir” derken bu gerçeği çok güzel yakalamıştı. Özgürlük, bir risktir; hatta hürriyet, bir riskten de öte, her şeyi riske atmaktır. Ne var ki, bu risk göze alınmadan ne hayat sırrına yaklaşmak mümkün olur ne de insanlık kervanını ileri götürmek. Kierkegaard “Ebedî hayat -buna kahramanca yaşamak da diyebilirsiniz- bir ödüldür ki, onu ancak her şeyi, hem de mutlak olarak riske atanlar elde eder” derken bir oluş gerçeğine açıklık getiriyordu. Bu risk, aşkın ta kendisidir. İKİ RİSK VE TANRI’NIN TERCİHİ Şunu da biliyoruz: Özgürlük insanın hep “Ben” deme noktasına gelmesini yani firavunluk riskini taşıyor. Ve insanlık bu yüzden çok zehirli kahırlara maruz kalmıştır. Ama unutmamak gerekir ki; bu riski göğüslemekten kaçan bir yürüyüş hep birilerine “Sen” demenin pençesine düşer; yani zillet riskine mahkûm olur. Kur’an’ın yolu, firavunluk riskiyle zillet riski arasında bir denge yoludur. Kur’an bize gösteriyor ki; küllî Yaratıcı, Tanrı, insan adına hürriyet riskini tercih etmiştir. İnsanın kan dökücülüğünden, bozgunculuğundan yakınan ve kendilerinin sadece emirleri yerine getirdiklerini söyleyerek insana güvenin tehlikeli olacağını ileri süren meleklere, Küllî Ego’nun verdiği cevap şudur: “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” (Bakara, 30, 33) Böylece, Yaratıcı, insan adına, hürriyet riskini kucaklıyor. İnsana düşen, Allah’ı bu güveninde haklı çıkarmaktır. İnsanlık tarihinde hiçbir dinsel-felsefî metin kendini, Kur’an’da olduğu kadar, hür fikir
faaliyetine açmamıştır. Kur’an, bu faaliyete sadece müsaade etmez; onu emreder ve en seçkin ibadet olarak kutsar. ÖZGÜRLÜK RİSKİ VE İÇTİHAT Bu hür ve yaratıcı faaliyetin adı, İslam düşüncesinde, içtihattır. Muhammed İkbal’in deyimiyle, “İçtihat, İslam düşüncesinin dinamik ruhudur.” İçtihat, hürriyet riskini kullanmanın ve kabullenmenin çarpıcı ifadesi ve kurumudur. İçtihat iledir ki; İslam, hürriyet riskini benimsemeyi kamulaştırmış ve kurumlaştırmıştır. Bu kurumu reddetmek veya işlemez hale getirmekse Müslümanlarda yaratıcı ruhların ölümü veya prangalanması oldu. İslam dünyası bu ölümden yeni bir dirilişe, bu prangalardan özgürlüğün engin fezasına geçmenin sancılarını çekiyor. Henüz mücadelesini tam veremiyorsa da sancılarını çekiyor… Müslüman kitleler, “Eğer günah işlemeseydiniz Allah sizi yok eder, yerinize günah işleyen bir topluluk getirirdi” diyen peygamberlerinin, var olma ve ayakta kalmanın temeline, özgürlük riskini göğüslemeyi yerleştirdiğini çok iyi görmelidirler. Dil mi kutsal, mesaj mı? Din meselesinin en ciddi sorularından biri de budur. Dil mi kutsal, mesaj mı? Allah ile aldatanlar, hesapları öyle elverdiği için, sürekli olarak dili kutsal göstermiş, mesaja özgü kutsallık ve yüceliği sürekli dile vermişlerdir. Eğer dil kutsal sayılırsa bu kutsallığa bağlı olarak o dilin toplumu, ırkı, coğrafyası, kültürü art arda kutsallaştırılır. Ve bunca kutsallığın altında dilin taşıdığı mesaj ezilir, unutulur veya ikincil duruma düşer. En azından, dilin coğrafyası, milleti, kültürü dinin verileriyle karışır, dinleşir. Dilin kutsallaştırılması halinde mesaj kaçınılmaz bir biçimde kenara itilir. Engizisyon papazlığına göre, dil kutsaldı. O halde İncil başka bir dile çevrilemezdi. O şekliyle anlayanlar anlardı, anlamayanlar kelimeleri telaffuz edebildikleri kadar eder, sevap kazanırlardı. İncil’in ne dediğini anlamaya gelince, onun için kiliseye, ruhban sınıfına başvurmak gerekiyordu. Ve işin püf noktası da buydu. İncil’in ne dediğini merak edenler onu anlama yetenek ve şansına sahip bulunan ‘kutsal Tanrı adamları’na başvuracak, İncil adına onları dinleyeceklerdi. Böyle diyerek kitleleri yüzyıllarca dinlerinin kitabından habersiz koyup papaz hegemon-yasının tasarruf ve tasallutuna mahkûm ettiler. Allah ile aldatan zihniyet, dilin değil, mesajın kutsal olduğunu asla söylemez. Çünkü bu onun işinin bitmesi anlamına gelmektedir. Dil kutsal ve dokunulmaz olacaktır ki kitleler, mesajı anlamak için o ‘kutsala aşina olan’ kutsal ve dokunulmazlar önünde eğilmek ve onlara haraç ödemek zorunda kalsın. Sistem son derece dâhice kurulmuştur: Ya haracı ödesinler yahut da din bilmez cahiller olmaya devam etsinler. DİNCİLİĞİN HARAÇ VE HURÛÇ TEZGÂHI
Haracı ödemeyen, hurûçla (karşı çıkış, baş kaldırışla) suçlanır. Hurûç yine sistemli bir biçim-de ‘Allah’a ve dine karşı çıkış’ olarak tanıtılır. Faturanın ağırlığını düşünün! Kim kalkar da birkaç kuruşluk haracı vermesin diye başını böylesine büyük bir derde sokar!? Dilin kutsallaştırılması Allah ile aldatanlar egemenliğine iki başlı bir yarar sağlamaktadır: 1. Mesajı öğrenmek için egemenliğin temsilcilerine muhtaç hale gelen halkın ödediği haraçlar, 2. Sadece sözcüklerini telaffuzla sevap kazanacakları dilin kelime telaffuzundan ibaret öğretimi için toplanacak paralar. Böylesi kutsal bir hizmeti (!) verdikleri için ‘kutsal ve dokunulmaz kişiler’e gösterilecek derin saygı da cabası. Allah ile aldatanlar, dilin değil mesajın kutsal olduğunu söyledikleri anda bu iki kapının ikisi de yüzlerine kapanır. Buna izin vermeleri beklenemez. Müslüman coğrafyalardaki sarıklı engizisyonun bu noktada şansı haçlı engizisyondan çok daha yüksektir. Çünkü İslam’da namaz diye bir ibadet vardır ve namazda belli bir miktar Kur’an okumak şart tutulmuştur. Bu şartın yerine getirilmesi ise okunan Kur’an parçalarının Arapça olması şeklinde ikinci bir şarta bağlı kılınmıştır. İmamı Âzam’a göre, Kur’an her dile çevrilir ve o çevrililerle namaz kılınır. Çünkü Kur’an, esasında bir mânâdır. O mânâ tarih boyunca tüm peygamberlere değişik dillerde gelmiştir. Bunun aksini söylemek Allah’ın anlamsız söz vahyettiğini söylemekle eşanlamlıdır. Ölümsüz Atatürk’ün de söylediği gibi, “Çevirisi yapılamayan bir kitabın anlamı yok demektir.” Atatürk’ün bu tezi, İmamı Âzam’ın bu konudaki teziyle tıpa tıp aynıdır. (Bu konuda ayrıntılar ve kaynaklar için bizim ‘Anadilde İbadet’ adlı eserimiz okunmalıdır). Tanrısal kitap özgün şekliyle korunur, uzmanlaşmış kişilerce özgün şekliyle okunur ama kitleler için her dile çevrilir ve halkın yararlanmasına açılır. Bunun aksini iddia etmek dine hizmet değil dinsizliğe hizmettir. Soru sormanın varoluşsal anlamı Kur’an soru kavramına büyük önem vermekte ve soru sormayı insan hayatının temel eylemlerinden biri olarak görmektedir. Soru anlamındaki sual kökünden isim ve fiiller yüz yirmi küsur yerde geçer. Soru sormak, sadece varlığın değil, varoluşun da sorgulanmasıdır. Daha doğrusu, soru sormak hayat nimeti denen muhteşem kredilerin hesap aşamasının da bir işleyişidir. Şu sarsıcı beyyineye bakın:
“Yemin olsun, kendilerine elçi gönderilenleri muhakkak sorgu suale çekeceğiz; gönderilen elçileri de mutlaka sorgu suale çekeceğiz. Onlara bir ilmin tanıklığında/bir ilmin aracılığıyla bütün serüveni mutlaka anlatacağız. Biz, olup bitenlerden habersiz değiliz.” (A’raf, 6-7) Bu beyyine, sorgulama serüveninde ilmin aracılığına atıf yapmakta, böylece soru ve sorgulama ile ilim arası münasebet ilginç bir biçimde kurulmaktadır. Soru sormak, bilimin hem göstergesi hem de besleyici unsurudur. Elçilerin tebliğde bulundukları kitleler kadar elçilerin de sorgulamaya maruz tutulacağı bildirmektedir. İnsanoğlu, tüm yapıp ettiklerinden, kendisine verilen tüm nimetlerden sorgulanacaktır: “Yapıp ettiklerinizden mutlaka sorgu suale çekileceksiniz.” (Nahl, 93) MEDRESE VE TEKKE SORU SORDURMUYORDU Varolmak, bir anlamda sorular sormak ve bu sorulara cevaplar almaktır. Başka türlü varolmaya çalışanlar varolamazlar, mahvolurlar. Medrese, ilim kurumu olarak geçiniyordu ama şu ilkeyi esas almıştı: “Bir öğrenci ‘Niçin?’ diye soruyorsa ondan hayır gelmez.” Tekke ise zaten soru sormamanın dinleştirildiği kurumdu. Tekkenin ideal insan saydığı ‘mürit’, iradesi-ni tarikat şefinin iradesinde yok eden kişi demektir. Kur’an böylesi kişiye ‘abd-i memlûk’ (köleleştirilmiş kişi) diyor ve ondan asla hayır gelmeyeceğini bildiriyor. Kur’an bildirdi ama tekke o bildirilenin tam aksini din yaptı. Şimdi sormak gerekmez mi: Kur’an mümini bir adam tekkeyi mi kutsayacak ona isyanı mı?” Soru sormanın varoluşsal ilk anlamı insan olmaktır. İnsan, ‘konuşan varlık, düşünen varlık’ olarak tanımlanabileceği gibi ‘soru soran varlık’ olarak da tanımlanabilir. Dahası var: Soru sorabilen tek varlık insandır. Tarihe, kalıntılara, eski uygarlıklara, kadim topluluklara, eski dinlere de sorular sorulması istenmiş, “Her şeyi ben bilirim, ben ne dersem odur; sakın başkalarına sormayın” zihniyet ve yaklaşımı yıkılmıştır. Çünkü bu yaklaşım, tekelci, egoist ve nihayet müşrik bir yaklaşımdır: Soru sormak insanın sadece değerlerinden biri olarak kalmaz, insanın bütün değerlerinin motoru olarak seçkinleşir. İnsanı varlıklar dünyasında öne çıkaran değerlerin hemen tümünün arkasında soru sormak vardır. Mensuplarını raiyye (davar sürüsü) olmamaya, aklı işletmeye, ‘sözü dinleyip de onun en güzeline uymaya’ çağıran kitap başka ne diyebilirdi?! Anlaşılan o ki, ilim, hikmet, tekâmül, kısacası insanın boyut yükseltmesine yarayan her atılım soru sormakla amacına varmaktadır. Bugünkü dünyaya bakın, özgürlükler düzeni, demokrasi, hukuk devleti, hukuk hayatı, basın bir anlamda sorularla yaşamaktadır. Günümüz dinciliğinin soru sorulmasından korkunç derecede rahatsız
olduğunu tam bu noktada anımsayalım. Ve unutmayalım: Bugünkü Türkiye’de soru soranlar kara listelere alınmakta, birçoğu işinden, aşından yoksun bırakılmaktadır. İslam dünyasına da bakalım! Soru sorma ve özellikle sorgulama İslam dünyasının hayatında yok. Bunun yerine engizisyon ithamı, aforoz, dışlama, tekfir, tefrika, Allah ile aldatma ve Mehmet Akif’in ölümsüz tespitiyle, ‘Allah ile iskât (susturma) var. Böyle olunca da insan hakları, özgürlük, mutluluk ve ilerleme yok. Allah âdildir. Gönderdiği dinin değerler sistemini tahrip edenlerin yüzünü elbette ki güldürmeyecektir. Batı’nın gasp ettiği Kur’ansal değerler Bu gasp edilen değerlerin bir listesini vermek bile ürperticidir. Bunların bazıları bizim eserlerimizin sayfalarına aktarılıp ayrıntılanmıştır. (Bu konuyla ilgili olarak özellikle ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz?’ adlı eserimizin okunması gerekir.) Bu liste, muhafazakârlığı din yaparak yenilikçi ve yaratıcı Müslüman beyinlere düşman, şirk ve şeytana uşak olan siyaset ve saltanat dincilerinin asırlardır nasıl bir insanlık suçu işlemekte olduklarını çok iyi göstermektedir. ‘Batı tarafından gasp edilmiş Kur’ansal değerler’in şu ana kadar tespit edebildiğimiz listesi şudur: 1. Artık değer, 2. İhtiyaç fazlası malın paylaşımı (sosyal adalet), 3. Sınıfsız toplum ideali, 4. Servet azgınlığı ile mücadele, 5. Dinler tarihinin eleştirisi, 6. Din sınıfının eleştirisi ve ilgası, 7. Dinin kitleleri uyuşturan bir morfine dönüştürülebileceğinin ilanı, 8. Telaffuz Edilmeyen Tanrı (dincilerin içlerinde tuttukları menfaat tanrısı), 9. VARLIĞIN ASLININ ENERJİ OLDUĞU, 10. Laikliğin metafizik-ilahî dayanakları, 11. Köleliğe karşı kitlesel savaş, 12. Kuvvetler ayrılığı ilkesi, 13. Evrim teorisi, 14. İzafiyet teorisi. Bu kavram ve teorilerin temel dayanaklarının kaynağı Kur’an’dır. Bunların ilk 10 tanesi, Kur’an tarafından doğrudan doğruya telaffuz edilmekte, hatta bazıları sistemleştirilmektedir. Bu ve benzeri söylemler her gündeme geldiğinde şu karşı çıkış da (biraz da haklı olarak) gündeme gelmektedir: “Bunlar Kur’an’da vardı da Müslümanlar neden bunları bulmakta başarılı olamadılar?” BUGÜNKÜ BİLİMLERİN KURUCULARI MÜSLÜMANLARDIR Batı, Müslümanlarca keşfedilip temelleri atılan bilim ve felsefelerin geliştirme ve hayata geçirme devresinde başarılı oldu. Bunda da şaşılacak bir yan yoktur. İlim insanlığın ortak malıdır ve Kur’an’ın muhatabı bütün insanlıktır, sadece kendisine ‘Müslüman’ adı verip kimliğine bu damgayı vuranlar değil. O halde, tanrısal kitaptaki bir kavram veya gerçeği şu veya bu kimliği taşıyan bir insanlık evladı keşfedebilir. Bu olguyu, ‘Müslüman’ kimliği taşıyanlara sataşmak için vesile yapmak çok ucuz bir ukalalıktır.
Önemli olan, gerçeklerin fark edilip insanlığın yararına devreye sokulmasıdır. Kim fark ederse etsin; onur ortaktır ve bütün insanlığındır. Onurdan en büyük payı elbette ki, Yaratıcı’nın kitabında insanlığa verilen kod ve koordinatları en iyi okuyanlar alacaktır. Bu da aklı işletmekle olur, daha çok namaz kılmakla değil. Esasen, bir Müslümandan söz edeceksek, o, gerçeği fark ederek gereğini yapandır. Yapan kimse, Müslüman odur; nüfus kâğıdı hegemonyası kuranlar değil. O halde, “Bunlar Kur’an’da vardı da Müslümanlar neden keşfedemedi?” lafı, mesnetsizdir. Tam tersine, bahis konusu edilen birçok meselede, ‘ilk keşfeden’in Müslümanlar olduğunu görürüz. Batı’nın geliştiricilik, hedefine vardırıcılık yeti ve becerisini inkâr etmiyoruz ama hakka saygının bir icabı olarak söyleyelim ki, bugünkü insanlığın övündüğü keşif ve teorilerin hemen tümünün ‘ilk fark edicisi’ Müslümanlardır. Yukarıda verdiğimiz liste bu ikinci kısma örnek oluşturan değerlerin listesidir. Var olmak veya ‘İnsanın Allah’a yardımcı olması’ Başlık Kur’an’dan alınmıştır. Emevî yamağı geleneksel dinciliği kudurtabilir ama Kur’an’dan alınmıştır. Bakın nasıl? Yirminci yüzyılın, ilahiyat kökenli en büyük filozofu olarak gördüğüm Alman asıllı Amerikalı Protestan bilge Paul Tillich (ölm. 1965) insana yarar biçimde var olmanın anlamını irdelerken şunu söylüyor: “Olmak, mevcut olmak demektir; fakat eğer ‘mevcut olan’ hayalî-aldatıcı ise varlık, yokluk tarafından fethedilir.” (Tillich, Systematich Theology, 1/193) Bu tespit, tamamen Kur’ansaldır. Paul Tillich’in diğer birçok önemli tespiti gibi… Ne yazık ki, Tillich, bu Kur’ansal tespitleri bir Protestan bilge olarak yaparken, Kur’an dini adına konuştuğunu söyleyenlerin söz mevkiinde olanları Arap fistanı, takke ve kıl sayesinde cennet elde etmenin hayaliyle şeytanın peşine takılarak Müslüman dünyanın yıllarını heba ettiler. Ne demek niyetli eylem? Geleneksel Emevî dinciliğinin sadece ibadet ve ardından da namaz olarak kayıtladığı ve yüzlerce kez kullandığı ‘amel’, niyetli eylemin ta kendisidir. Amel, sözlük anlamıyla, niyetli davranış, hareket, iş, eylem demektir. Kur'an'da, amele yakın bir anlamda kullanılan fiil sözcüğü de çok geçer. Ancak Isfahanlı Râgıb’ın da belirttiği gibi, her amel fiil olduğu halde, her fiil amel değildir. Kur'an'dan anlıyoruz ki, geleneksel dinin tekrarladığının aksine, yalnız ibadetler değil, insanın niyeti ve şuurlu bütün faaliyetleri ameldir. Kur'an hemen her yerde, iman kelimesinin ardından amel kelimesini vermekte ve böylece insanı başarı ve mutluluğa götürecek imanın, amelle kucaklaşması gerektiğine dikkat çekmektedir. Hayat bir anlamda ameller yekûnudur. Kur’an’a göre, İnsanın
sonsuz kurtuluşunu sağlayan üç temel unsur var: Allah’a iman, sonsuzluğa iman ve amel. Müslüman olmanın Kur’ansal anlamı da budur. Nüfus kâğıdına ‘Müslüman’ damgası vurdurmak değil. Varlık ve oluş düzeninde işleyen temel ilke şudur: "Kim bir zerre miktarı hayır işlese onun karşılığını ve kim de bir zerre miktarı kötülük işlese onun karşılığını bulur." (Zilzal, 7-8) “ALLAH’A YARDIMCI OLUN” Kİ BAŞARILI OLASINIZ! Varlık ve oluş düzeninde ortaya konmuş bir amel asla sonuçsuz bırakılamaz. Amel, insanoğlu tarafından inkâr edilebilir, örtülebilir, unutturulabilir ama Yaratıcı onu ve ona bağlanacak sonuçları mutlaka ortaya çıkarır: "Siz amel sergileyin; Allah, onun resulü ve müminler onu göreceklerdir." (Tevbe, 105) "Şu bir gerçek ki, yapılan iyi veya kötü amel bir hardal tanesi kadar olsa da, bir kayanın bağrında yahut göklerin derinliğinde veya yerkürenin derinliklerinde saklansa Allah onu yine de ortaya çıkarır." (Lukman, 15-16) İnsan, amel sayesinde yaratıcı faaliyete katılır ve bizzat Yaratıcı’nın yanında yer alır. Kur’an buna ‘insanın Allah’a yardımcı olması’ diyor. Ve ekliyor: “Ey iman sahipleri! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed Suresi, 7) “Ey iman sahipleri! Allah’ın yardımcıları olun!” (Saff Suresi, 14) İnsan, amel ile Yaratıcı Ben’in, küllî oluşun bir parçası haline gelir. Bu demektir ki, insan, amelini, Yaratıcı Ben’in iradesi yönünde şekillendirerek mutlu ve güzel bir dünyanın kurulmasında ‘Tanrı’nın yardımcısı’ olarak rol almaktadır. Kur’an’a göre, ibadetin esas anlamı da budur. Birkaç rekât yatıp kalkmak değil. Hele, birilerini kandırmak için yatıp kalkmak yani Mâûn namazı kılmak hiç değil… Sonsuzluğu kazandıran eylemin niteliği üstüne İnsanı ‘Allah’ın yardımcısı’ mevkiine yükselten amel (bilinçli eylem) hangi niteliklere sahip olmalıdır? Amel, şirkten yani yedek ilahlı bir dine bağımlı olmaktan arınmış insanın eylemi olmalıdır. Kur'an, şirkin, ameli işe yaramaz hale getireceğine ısrarla vurgu yapmıştır. Amel, özgür benin özgür iradesinin ürünü olmalıdır. Abdi memlûkun (iradesi başkalarına ipotek edilmiş benliğin) eylemleri sonsuzu yakalama imkânı veren amel
olamaz. Bu Kur’ansal omurga, geleneksel Emevî dinciliği tarafından kırıldığı içindir ki, İslam dünyası bin yılı aşkın bir zamandır yaratıcı olamıyor, sonsuzlaştırıcı eylem sergileyemiyor. Çünkü Emevî İslam’ı, özgürlüğün değil, köleliğin kutsandığı bir dindir. Bu dinde cennet kazanmak köleleşmeye bağlanmış bulunuyor. Kırılması gereken ilk pranga budur. Ne yazık ki bu prangayı kırmaya kalkmak, sürüleştirilmiş kitlelere ‘dini bozmak’ olarak belletilmiştir. İslam dünyası, Emevî ürünü manifestodaki kaderciliğin yerine Paul Tillich’in şu sözlerini geçirmelidir: “Din için, özgürlük kavramı akıl kavramı kadar önemlidir. Vahiy, özgürlük kavramı olmadan anlaşılamaz. İnsan, özgürlüğü olduğu için insandır; ancak onun özgürlüğü kaderle bağlantılı bir özgürlüktür.” (Tillich, Systematich Theology, 1/182) “Sonlu özgürlüğün (insan özgürlüğünün) yaratılması, tanrısal yaratıcılığın göze aldığı bir risktir. Bu riskin göze alınmış olması, iyinin vücut bulması için kötünün varlığını gerekli bulan anlayışa ulaşmada ilk aşamadır.” (Anılan eser, 1/269) Tillch, özgürlük ve kader ilişkisine değinirken de o büyük dehasına yakışır tespitler yapmaktadır. Perspektifi yine Kur’ansaldır, yine Emevî dinciliğine inen bir darbedir: “Kader, benim başıma gelecekleri şartlayıp belirleyen acaip bir güç değildir; o, benim tabiat, tarih ve bizzat kendimce oluşturulan bizatihi ‘kendim’dir. Yalnız özgürlüğü olanların kaderi olur. Eşyanın kaderi olmaz, çünkü eşyanın özgürlüğü yoktur. Tanrı’nın da kaderi yoktur, çünkü Tanrı, bizatihi özgürlüktür. Her insanın kendi kaderini kabullenmek veya ona isyan etmek gibi bir imkânı vardır. Sadece bu imkânı olanların kaderinden söz edebiliriz. Özgür olmak böyle bir seçim imkânına sahip olmak demektir.” (Anılan eser, 1/185) Ölümsüzlüğü getirecek eylem, ihmal ve boşluklarla kesilmeyen eylemdir. İnşirah suresi’nin 7. ayeti şu yaradılış ilkesini getiriyor: "Bir işi bitirip boşaldığında hemen yeni bir işe koyulup yeni bir yorgunluğu üstlen." SALİH AMEL MESELESİ Geleneksel Emevî dinciliği, ‘salih amel’i de ibadet, özellikle namaz anlamında dondurarak da bir saptırma yapmıştır. İş, onun iddia ettiği gibi değildir. Amel, bütün hayatımızı dolduran eylemlerin bütünüdür. Kur'an, imanın hemen ardından devreye soktuğu amelin, salih olmasını istemektedir. Salih kelimesinin kökü olan sulh ve salah, barış, iyilik ve uyum demektir Sulh ve salahın karşıtı, fesattır. Kur’an, salih amel işlemeyenlerin, yeryüzünü fesada boğmak isteyeceklerini bildirerek bu karşıtlığa vurgu yapmıştır. Bu verileri dikkate alarak salih ameli, hizmet ve barışa yönelik tüm düşünce ve faaliyetler diye ifade edebiliriz. Salih amel, oluşa (şe’niyete) doğrudan doğruya Yaratıcı Kudret yanında bir katılım, kaderin yaşanması ve yazılmasında Allah ile birlikte rol almaktır.
İslam dünyası, Kur’an’ın amele bağladığı yücelik ve mutluluğu ne yazık ki, Kur’an’da yeri olmayan bir kader anlayışıyla elde etmeye çalıştı ve perişan oldu. Alman düşünürü Goethe (ölm. 1832) bu kader-amel ilişkisine, Kur’ansal perspektife tam uygun ifadelerle değinmiştir: “Kader, amellerin sonuçlarıyla vücut buluyor. Bütün kuvvetlerden yüksek olana yani her şeye kadir olana, kaderlere gebe olana, amele hürmet edelim!” Prangaları kırmak veya kendisi olmak ‘Prangaları kırmak’ tabiri Kur’an’ındır. Hz. Muhammed’in peygamberlik misyonunu anlatırken kullanıyor: “O Peygamber, kendisini izleyenlerin... sırtlarındaki ağırlıklarını indirir, üzerlerindeki prangaları-zincirleri, bağları söküp atar.” (Âraf suresi 157) ‘Kendisi olmak’ tabiri ise Protestan ilahiyatçı-filozof Paul Tillich’in. Yüzyılımızın en büyük ilahiyatçı filozofu olarak gördüğümüz Paul Tillich (ölm. 1965), özgür benliği tanıtırken onu ‘kendisi olan insan’ diye niteliyor. Kendisi olan insan, riyakârlık denen çürümüşlükten de uzak kalan insandır, yani gerçek insandır. Şöyle diyor Tillich: “Kendi veya kendinden deyimi, ego (ben, benlik) deyiminden daha kuşatıcı bir şeydir. İnsan, tam gelişmiş ve kendinde merkezleşen bir ‘kendisi’dir. Kendisi olmak, onun dışındaki diğer tüm ‘kendisi olanlar’dan bir biçimde ayrı olan bir varlık ifade eder. İnsan, mümkün olan tüm varlık çevrelerini aşan bir ‘kendisi olan benlik’ taşımaktadır. İnsan, herhangi bir varlık çevresiyle tamamen kuşatılmanın ötesindedir. O, her hal ve şartta çevreyi, kozmik kural ve ideler yönünde kavrayıp şekillendirmek sûretiyle aşar. İnsan, en sınırlı çevrelerde bile, evreni kuşatıp kucaklar. Onun bağımsız bir dünyası vardır. Bağımsız bir dünyaya sahip olmak, çevreyi aşmak meselesinde, temel ifade unsuru olarak dilin kozmik bir gücü vardır. Kendisi olan benlik o benliktir ki, konuşabilir ve konuşarak önceden belirlenmiş tüm sınırları aşar. Bağımsız bir dünyadan yoksun olan benlik boş, bağımsız benlikten yoksun olan dünya ölüdür… Egzistansiyel felsefenin, insana musallat olan tehditleri aşacak gücü yoktur. Bu tehdidi aşmanın yolu, işi, ‘kendisi olan benlik’ e havale etmektir; yani cesarete.” (Tillich, Systematich Theology, 1/169-171, 189) Tillich, bu sözleriyle (daha birçok sözüyle yaptığı gibi), Kur’an’ın özgür benlik anlayışının açılımını vermektedir. Gönül isterdi ki bu sözler, İslam ve sünnet avukatlığını kimselere bırakmayan dinci yazar-çizer takımından zuhur etsin. Ne yazık ki onlardan zuhur eden sözler, Paul Tillich gibilere sövmekle Arapçılık meddahlığı yapmanın ötesinde bir şey olmuyor. Yıllar ve yıllardır böyle. Yaptıkları iki şey var: Aklı öne çıkaranlara sövmek, yedek ilah haline getirdikleri Mâûn suresi mücrimi efendilerini övmek. MEZARLIK KİTABI DEĞİL, PRANGA KIRAN KİTAP Kur'an, aynı zamanda pranga kıran, başkalarının prangacılık yapmasına savaş açan
kitaptır. Pranga kırmak, bazen, pranga vurmayı meslek edinenlerin ellerini kırmak şeklinde bir zorunluluk haline gelebilmektedir. Bu yüzden Kur'an, insan onurunun gerekli kılması koşuluyla, savaşı bir insanlık borcu saymaktadır. İnsan haklarını koruyan ve kurtaran savaş nasıl onursa, bunun aksi için savaş da o kadar onursuzluktur. Meşruiyet koşulları tam oluşmamış bir savaş cinayettir. Siz, bu cinayetin ‘îla-i kelimetillah’ (!) için yapıldığını söyleseniz de o, cinayettir. Kur’an, prangaları nasıl kırıyor? Her şeyden önce, insanın, kendisi dışındaki varlıklar karşısında prangasızlığı sağlanmıştır. Bu, kula kulluğun dışlanması demektir. Bunun içindir ki, insanın kaderini bağımlılık altına alan şirke yani yedek ilahlar sistemine savaş açılmıştır. Tüm putlar; ister dini, ister dinsizliği sembolize etsinler, insan kaderini prangalamanın araçları olduklarından, kırılmalıdır. Allah'ın yerini almaya kalkan Firavun'la, Allah'ın yanına konan Lât ve Menât kadar, Peygamber'in yerine konan ‘mürşit’ maskeli sahtekârlar ve bunların türbeperest sömürü ideolojileri de puttur. Çünkü bunların tümü, insanın, yarınlarını kendi eliyle oluşturma imkânını ortadan kaldırmakta, kitleleri pranga mahkûmuna çevirmektedir. Sürüleşmeye karşı çıkılmış, insan, sürüleşmeye isyan etmeye çağrılmıştır. Bakara suresi 104. ayette verilen ve üstü asırlarca örtülen bu mesaj, Türk insanına ilk kez, bizim yaptığımız Kur’an çevirisiyle tanıtılmıştır. Toplumu raiyye (padişahın, kralın, halifenin kulu) yapan yönetimler, sloganları ne kadar ‘dinci’ olursa olsun, Kur'an'ın gözünde dinsizliktir. Kutsal vekil tutkusunun yıkımı Allah dışındaki güçleri veya kişileri dokunulmaz-kutsal vekil ilan etmek, şirkin belirgin niteliklerinden biridir. Başka bir deyişle, şirk, bir tevkil (birilerini vekil etme) kurumudur, tevkilin dinleşmesidir. Kur’an, “Yalnız Allah’ı Vekil edin!” buyruğuyla, insan hayatından, özellikle din hayatından yedek ilahların kovulmasını amaçlamaktadır. Allah dışındaki varlıkları vekil etmeme buyruğu, Fâtiha suresinde formüle edilmiştir: ‘Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz!’ Kur’an, şuna da ısrarla vurgu yapmaktadır: “Vekil olarak Allah yeter!” (4/81, 132; 33/ 3, 48) Eğer ‘dokunulmaz, azledilemez vekil’ edinecekseniz, bu sadece ve sadece Allah olmalıdır. (12/67; 39/38) İnsanlara dokunulmaz vekil olma hak ve yetkisi, bırakın geleneksel dinciliğin öne çıkardığı şeyhleri, efendileri, Hz. Peygamber’e bile verilmemiştir. Şu beyyinelere bakın: “De ki, ‘Ey insanlar! Şu bir gerçek ki, hak size Rabbinizden gelmiştir! Artık doğruya yönelen kendi benliği için yönelir; sapan da kendi benliği aleyhine sapar. Ben sizin üzerinize vekil değilim.” (Yunus, 108 Ayrıca bk. 25/43; 39/41; 42/6)
Şunu da unutmayalım: Allah, ölümsüz ilkelerin ölümsüz kaynağıdır ve O, insana ilkeleri göndermekle kendisinden bekleneni vermiştir. O’ndan bunun dışında bir şey beklemek O’nun iradesine ters düşmek olur. Ne yazık ki İslam dünyası, ters yola saparak kendisini mahvetmekle kalmamış, insanlığın Kur’an’la tanışmasını engellemek gibi bir cürüm de işlemiştir. ALLAH’TAN BAŞKASINI VEKİL ETMEMENİN HUKUKSAL ANLAMI Allah’tan başkasını vekil etmemenin Kur’ansal anlamı sadece metafizik, mistik bir anlam değildir. Bu yaklaşımın belki de birinci dereceden anlamı, yönetme yetkisinin ‘Allah’ın vekili’ sıfatıyla kişilere veya ekiplere verilmemesidir. Vekâlet başkadır, dokunulmaz-kutsal vekil başkadır. Allah adına vekâlet, dokunulmaz-kutsal vekâlettir. Kur’an, hiçbir insanın böyle bir vekâlet kullanmasına izin vermez. İslam dünyası ise asırlardır bu vekâleti kullananlarca yönetiliyor. Allah ile aldatma, din sömürüsü ve nihayet laiklik düşmanlığının arkaplanında bu vardır. Kur’an, sekülarite (dünyevîleşme) anlamında laikliği istediği gibi, laisite anlamında laikliği de istemektedir. Laisite anlamında laiklik, toplumun Allah’a vekâleten yönetilmesine izin verilmemesini ifade eder. Toplumu yönetenler Allah’ın değil, onlara oy verenlerin vekili olacaklardır. Onlara vekâlet verenler, onları görevden uzaklaştırmak istediklerinde vekâleti geri alabileceklerdir. Oysaki Allah’a vekâleten yönetenlerin görevlerine son verilemez. Siyaset ve saltanat dincileri bunu bildikleri için, yöntemin ‘Allah’a vekâleten’ olmamasını esas alan laikliği bir numaralı düşman ilan etmekteler. Buradan bakıldığında görülecek olan şudur: Krallık ve sultanlık sistemleri birer zulüm sistemidir. Bu sistemlerin ‘Allah ile aldatma’ ile desteklenmiş şekli olan hilafet sistemi de bir zulüm siste-midir ki, Hz. Peygamber’den otuz yıl sonra ümmete musallat olmuş ve Cumhuriyet’i kuran Müdafaai Hukuk devriminin işe el koyduğu güne kadar şirk ve zulmünü sürdürmüştür. Son iki yüzyılda bu zulümden en çok yararlananlar haçlı emperyalistler oldu. Haçlı Batı emperyalizmi bugün, Cumhuriyet Türkiyesi’ni o zulüm ve şirk döneminin gayyasına yeniden sokmaya çalışmakta, bunun için de Yeni Osmanlı Dönemi diye bir şirk kulvarı açmak istemektedir. Zaten gırtlağına kadar şirke bulaşmış olan sözde Müslüman kitleler de bu oyuna gelmeyi bir meziyet olarak alkışlamaktalar. Saltanat dincisi engizisyon ekipleriyle onları kullanan haçlı Batı emperyalizminin, Müdafaai Hukuk devrimleriyle bu devrimlerin mimarı Atatürk’ten rahatsızlığının arkasında bu amacın yattığını görmemek için idrak ve basiretten yoksun olmak gerekir. Tabiî ki, Kur’anî imandan da yoksun olmak gerekir. Dünyevileşmeyi isteyen kitap Üç dört gün içinde vitrinlere ulaşacak olan yeni kitabım ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz?’, 48 bağımsız fasıl içeriyor. Bir ilim ve fikir adamının vakar ve ciddiyetiyle söylüyorum,
İslam fikir tarihi açısından her biri birer devrim olan bu fasıllardan biri de yazımızın başlığıdır. Dünyevîleşmek tabiri çok iyi anlatılması ve çok iyi anlaşılması gereken bir tabirdir. Çünkü bir yandan paraya tapan, öte yandan ‘Dünyevîleşme getiriyor’ gerekçesiyle laikliği dinsizlik ilan eden Emevî dinciliği, akıl düşmanlığının zehrini daha çok bu yolla kusmuştur. Ve bu zehirden şikâyetçi olan sözde laik-Atatürkçü birçok zavallı, şu bizim yaptığımızı yapmak yerine, Kemalizm methiyeleri döktürerek kendini aldatmakla yarım asrı aşkın bir zamanı heder etmiştir. Kur’an, ruh için maddeyi, sonsuzluk (ahiret) için dünyayı feda etmeyi önermez. Tevhit yani hayatın birliği esas olduğu için dünya ile ahiret arasında denge ve uyum esastır. Dünya ve ona bağlı güzellikler görmezlikten gelinerek Tanrı’ya ulaşılamaz. Kur’an’ın bu tezi, bu yüzyılda en güzel ifadelerinden birine, Protestan ilahiyatçı filozof Paul Tillich’in şu sözünde ulaşmış-tır: “Beden-şehvet amaçlı sevgi ile tanrıya yönelik sevgi birleşmedikçe Tanrı sevgisi mümkün olamaz.” Hayat bir bütündür ve bunun ilk ve esas kısmı dünya kısmıdır. Ahiret, dünyanın bir uzantısı ve dünyada ekilenlerin hasat dönemidir. Dünya berbat edilip cehenneme döndürülmüşse ahirette cennet beklenemez. Bu konunun temel ilkeleri şu beyyinelerde verilmiştir: “İnsanlardan bazısı şöyle der: ‘Ey Rabbimiz, bize dünyada ver!’ Böylesi için âhirette bir nasip yoktur. Onlardan kimi de şöyle yakarır: ‘Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver! Ve bizi ateş azabından koru!’ İşte böyle diyenlere kazandıklarından bir nasip vardır.” (Bakara, 200-202) Sadece dünyada güzellik isteyenlere sonsuzluk nasibi yok. Kur’an, sonsuzluk nasibini tehlikeye atmayı istemediği gibi, dünyayı yok saymayı da istemiyor. Dünyevîleşme veya sekülarite denen kavramın âdeta tanımını veren şu beyyineye bakın: “Allah'ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana güzel davrandığı gibi sen de güzel davran/Allah'ın sana lütufta bulunduğu gibi sen de lütufta bulun. Yeryüzünde fesat isteyip durma, çünkü Allah fesat peşinde koşanları sevmez." (Kasas, 77) Bundan daha güzel ve muhteşem bir sekülarite tanımı bulunamaz. Eskilerin deyimiyle, “Efradını câmi, ağyarını mâni bir tanım” Dünyevileşme, günlük hayatın sosyal meydanında istenmenin ötesine geçirilmiş, bir tanrısal irade olarak, din ve ibadet hayatının tamamen uhrevî kalması düşünülen kulvarına da taşınmıştır. Şu beyyinelere bakın: “Ey âdemoğulları! Tüm mescitlerde süslü, güzel giysilerinizi kuşanın. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez. De ki, ‘Allah'ın, kulları için çıkardığı süsü, güzel/taze/leziz/temiz rızıkları kim haram etmiş?!’ De ki, ‘Dünya hayatında onlar, inananlar için de var. Kıyamet gününde ise yalnız inananlar içindir onlar.” Bilgiden nasipli bir topluluk için biz, ayetleri böyle ayrıntılı kılıyoruz/fasıl fasıl anlatıyoruz.” (A’raf, 31-32)
Seküla Sekülarite, Anglosakson literatürde laikliğin adıdır. Anlaşılan o ki, sekülarite anlamında bir laiklik Kur’an’ın sadece hoş gördüğü bir kavram ve kurum değil, doğrudan doğruya istediği bir kavram ve kurumdur. Bu konunun ayrıntılarını ‘Kur’an Açısından Laiklik’ adlı eserimizde vermiş bulunuyoruz. Dürüstlüğü cezalandıran toplumlar Kur’an bu toplumları ‘kötülük toplumu’ olarak niteliyor. Bakın nasıl: Zalimlerle onlara uşaklık edenlerin ilişkisi daima bir çıkar ilişkisidir; hiçbir iman ve gerçek kaygısına dayanmamıştır. Zalimleri yaratan sürüleşmiş halk yığınları da, büyük zalim zağarların yedikleri haramlardan birer kırıntı kapabiliriz diye onlara destek veren fino köpeklere benzerler. Bu finoluğu bir başarı, bir beceri, bir kurnazlık sayarlar. Zavallı finolar, önlerine atılan ufak kırıntılar karşılığında kendilerinin ve çocuklarının yarınlarını mahvettiklerini bir türlü anlamazlar, anlamak istemezler. Anlatmak isteyenlere de düşman kesilirler. Lût kavminin Hz. Lût’a söylediği şu namussuzluk belgesi sözü söylerler: “Çıkarın şunları kentinizden/yurdunuzdan. Bunlar temizlik ve dürüstlükte aşırı derecede titizlik gösteren insanlar.” (A’raf, 82; Neml, 56) Zalimlerle onlara köpeklik eden sürünün rahatsızlık sebebi, her zaman işte bu ‘temizlik ve dürüstlük’ olmuştur. Başlarına geçecek adamların temiz ve dürüst olması onları verem ediyor. Sürüyü verem eden olguyu da göstermiştir zaman üstü kitap. Enbiya yani peygamberler adlı surede Hz. Lût’un belirgin niteliği anlatılırken şöyle deniyor: “Lut’a da hükmetme gücü/yargılama yetisi ve ilim verdik. Onu, pislikler üretip duran bir kentten/bir ülkeden kurtardık. O kentte/ülkede yaşayanlar yoldan çıkmışlardan oluşan bir kötülük toplumuydu.” (Enbiya, 74) Bu muhteşem beyyine bize şu ölümsüz gerçeklerin altını çizme imkânı veriyor: 1. İnsanoğlu, bazı zamanlarda ve zeminlerde, temizlik ve dürüstlüğüyle seçkinleşen kadrolardan rahatsız olabiliyor, onlara düşman kesilebiliyor, onları sırf bu nitelikleri yüzünden yerlerinden yurtlarından sürüp çıkarabiliyor. 2. Sürüleşmiş kitleye rahatsızlık veren dürüst ve temiz kişilerin temel nitelikleri, adaletle hükmetme yetisi ve ilimdir. ‘KÖTÜLÜK TOPLUMU’NU TANIYALIM! BASİT çıkarlar karşılığında sürüleştirilmiş bir toplum, öncelikle ilim ve hikmet düşmanı kesilmektedir. Kur’an diyor ki, böyle bir toplumun oluşturduğu ülkeye bir tek ad uygun düşer: ‘Kötülük toplumu.’ Kötülük toplumunun tipik örneği olarak gösterilen Lût kavmi’nin belirgin niteliği, ‘tatahhurdan tiksinme’ olarak kayda geçirilmiştir. ‘Tatahhur’, iç ve dış pisliklerden,
kötülüklerden uzak olmakta titizlik anlamındadır. Sözcüğün Arap dilinde kullanıldığı kalıptaki ‘tekellüf’ (titizlik, düşkünlük, ısrar) özelliği dikkate alındığında tercüme şöyle yapılmak gerekir: Temizlik ve dürüstlükte ısrar. Günümüz toplumlarında, ‘Hz. Lût zihniyeti’ taşıyan omurgalı, ilkeli, imanlı insanlara ‘satın alınamaz tipler’ denmektedir. Satın alınamaz tip, yalan ve talan siyasetleriyle onlardan bir biçimde yemlenen fino köpek takımı için en çekilmez tiptir. Satın alınamaz tip, alışılmış düzenin çarkına ha bire çomak sokup problem yarattığı için, alışılmış gidişten çıkarı olanlarca ‘uyumsuz, paranoyak, marjinal’ tip olarak damgalanmaktadır. Satın alınamaz tipin söyledikleri, öngörüleri bir süre sonra gerçekleştiğinde yalan ve talan siyasetlerinin kemik yalayıcıları kendilerini şu yolda savunur, daha önce dışladıkları ‘dürüstlük düşkünleri’ni bu kez şöyle suçlarlar: “Kendinizi yeterince anlatamadınız; bu dediklerinizi, vallahi biz aha şimdi duyuyoruz. Eğer bu söylediklerinizi bize ulaştırıp iyice anlatsaydınız sizi izlemez miydik; biz aptal mıyız?” Kur’an’ın, insanoğlunun ayağını kaydıran temel belalardan biri olarak gösterdiği ‘temizlik ve dürüstlükten şikâyet’, bugünkü Müslüman patentli toplumların temel niteliklerinden biridir. Müslüman patentli toplumların cehennemle tehdit ettikleri ‘gâvur’ milletlerin, dürüstlük ve temizliği bir numaralı meziyet saymalarına karşın, cennet tapusunu cebinde taşıdığını iddia eden sözde ‘Müslüman’ (!) toplumların dürüstlük ve temizliği bir numaralı aptallık göstergesi saydığını asla unutmayalım. Allah, Müslüman patentli dünyayı, onca servet ve imkâna rağmen, boşuna mı süründürüyor?! Zorbalara karşı çıkmayanlar mümin olamaz! Zorbalığa ve zorbalara tepki vermeyerek onlara itaati meşrulaştıran, hele bir de bunu dinleştirenlerin Allah’ın düşmanı olduklarını bize öğreten tek kitap Kur’an’dır. İslam ümmetine ve Anadolu halklarına ilk kez bu satırların yazarı tarafından gösterilen bu gerçeğin ayrıntılarını, yeni çıkan ‘Kur’an’ı Tanıyor musunuz?’ adlı eserimden lütfen okuyun. Tam bu noktada, insanlığın önünde dev bir meşale yakan Zühruf suresi 54-56. ayetleri görmekteyiz: “Firavun, toplumunu küçümseyip horladı, onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan sapmış bir toplum idiler. Onlar bizi bu şekilde öfkelendirince, biz de onlardan öç aldık; hepsini suya gömüverdik. Onları, sonra gelecekler için bir selef ve bir örnek yaptık.” Bu ayetleri, tefsir kurallarını (semantik ve hermenötik incelikleri) dikkate alarak değerlendirdiğimizde şu gerçeklerin altını çizmemiz gerekiyor: 1. Firavunların yani diktatörlerin horlayıp ezmesi ile toplumun ona itaati arasında bağlantı vardır. O itaat olmasaydı bu horlayıp ezme de olmayacaktı. 2. Firavunların horlayıp ezmesine isyan yerine itaatle karşılık verilmesi Tanrı’yı öfkelendirir; Tanrı bunun üzerine o itaatçi kitleden intikam alır.
Bu Kur’ansal gerçekler, zulme ve şirke karşı çıkışın ölümsüz önderlerinden biri olan Mustafa Kemal Atatürk tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Dünyada her millet, icraatına ortak olduğu hükûmetin mesuliyetine ortak sayılır.” Kur’an, bir kitlenin içinden birileri zalimlerle işbirliği yapmadıkça o kitlenin zulüm ve istilaya yenik düşmeyeceğini bildirmektedir. Kur’an, Zühruf 54. ayette kullandığı sözcüğü kullanarak kendisini tebliğ eden Peygamber’e şu emri vermektedir: “Gerçeği hakkıyla göremiyor olanlar seni asla küçümsemesin/ezip horlamasın!” (Rum, 60) HZ. MUHAMMED NEYİN SEMBOLÜ? Mesele gelip gelip şurada düğümleniyor: Hz. Muhammed, özgürlüklerin ve esaret tanımamamın sembolü müdür yoksa daha çok namaz kılmanın, daha görkemli sarık sarmanın sembolü mü? Kur’an, birinci şıkkı onaylıyor. Hz. Muhammed bu şıkka göre yaşadı ve onu miras bıraktı. Emevî, bu mirası yozlaştırıp ‘özgürlüklerin Peygamberi’ni ‘daha çok namaz kılmanın, daha görkemli Arap sarığı sarmanın sembolü’ haline getirdi. Bu saptırma ve yozlaştırmaya ilk büyük isyan İmamı Âzam Ebu Hanîfe’den geldi. Arap fistanı ile Arap saltanatlarını dinleştirenler, İmamı Âzam’ı ‘namazsız ve isyancı bir din’ kurmakla, ‘ümmeti kana ve kılıca bulaştırmak’la suçladılar. İmamı Âzam, Hz. Peygamber’i özgürlüklerin ve esaret tanımamanın sembolü olarak öne çıkarmanın faturasını başıyla ödedi. Ve İslam tarihi asırlarca Emevî zihniyetiyle yürüdü hâlâ da o zihniyetle yürümektedir. Ahzâb 57. ayete göre, “Allah’a ve Peygamber’e eziyet edenler lanetlenmişlerdir.” Peygamber’e eziyeti anlamakta zorluk çekilmez ama “Allah’a eziyet nasıl olur?” diye sorulmak-tadır. Zühruf 55. ayet bu sorunun cevabını getiriyor: Zulüm karşısında pasif kalarak zalim-lere dolaylı destek vermek, Allah’a eziyet etmektir. Allah bundan öylesine rahatsız ol-maktadır ki bunu bir intikam sebebi sayıyor. Despotlara itaat, Allah’ı öfkelendiren tek kötülüktür. Hûd suresi 59. ayet bunu, ‘inatçı zorbaların emrine uymak’ şeklinde tanımlıyor. Doymazlığın sefaleti üstüne Dincilik, Allah ile para yan yana geldiğinde tarih boyunca hep parayı tercih etmiştir. Bunun için, bendeniz, insanlığa ve özellikle bu millete yıllardır şunu söylüyorum: Dinciliğin Allah’ı, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in tanıttığı Allah değildir. Onun Allah dediği, Prof. Salih Akdemir’in muhteşem tespitiyle, ‘adına Allah dedikleri bir puttur.’ Nitekim Kur’an’ın en kuduz düşmanları olan Mekke müşrikleri de ‘Allah’ı baş ilah saymaktaydılar. Dincilik, çıkar putunun adını neden Allah koymuştur? Aldatmaların en kahpesi olan ‘Allah ile aldatma’ tezgâhını rahat işletebilsin diye.
Kur’an’ın, “Sakın aldatan sizi Allah ile aldatmasın!” buyruğunun erdirici ihtişamı üzerinde şimdi bir kez daha düşünün. Aldatma aracı yapılan Allah, Kur’an’ın Allah’ı olamaz. Bütün mesele, bu Kur’ansal tespitin sırrına varmak, gereğini yapabilmektir. Ya gereğini yapar kurtulursunuz ya da savsaklamaya gider belanızı bulursunuz. İslam dünyasının bulduğu gibi… Evet, dincilik parayı hortumlama fırsatını yakaladığında onun ne dini kalır ne imanı, ne namazı kalır ne niyazı. O mucizeler mucizesi Mâûn suresi neden parayı öne çıkaranların kıldıkları namazların lanetten başka bir şey getirmeyeceğini hükme bağlıyor, hiç düşündünüz mü? Ve neden o mucize sure, kamu mal ve imkânlarını hortumlayanları dini inkâr etmekle suçluyor? Bu sorunun cevabı bilinmeden hiçbir coğrafyada huzur bulmak mümkün değildir. Ben, ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ adlı o kıyametler koparan eserimi bunun mümkün olmadığını göstermek için yazdım. Ben, Mâûn suresinden ruh ve ilham almış bir insan olarak bunları biliyordum ve dincilik ekiplerinde din, iman, haya, merhamet, hakka saygı gibi insanı insan yapan değerlerin aranamayacağında hiçbir kuşkum yoktu. Nitekim zaman bu düşüncemi doğruladı. Ama Atatürkçülük, laiklik, çağdaşlık, özgürlük adına yıllarca nara atmış, bu naralarla servet kodamanı olmuş medya patronlarıyla bazı Atatürk meddahlarının ömür boyu sığındıkları kaleleri hiç tınmadan ve kendi elleriyle birer birer teslim edeceklerini aklımın ucundan geçirmezdim. Bunların en önde gidenleri, ihaleler ve krediler için hatta haram servetlerinde takip ve tacize maruz kalmamak için dinciliğin hizmetkârı olmakla kalmadılar, eski kredi kaynakları Atatürkçülüğe karşı tavırlar sergilemeye başladılar. Yani usta bir kıvırmayla Atatürk ile aldatma modundan çıkıp Allah ile aldatma moduna girdiler. Mehmet Akif, bu tipi kendine yakışan bir şiir dehasıyla şöyle tanıtıyor: “Şimdi Allah’a söver, sonra biraz bol para ver, Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder.” Bir zamanlar mal ve para uğruna bilcümle İslam dışı kişi, akım ve ideolojilere hizmetkârlık eden Karunlar, bir gün geldi, o burun kıvırarak baktıkları İslam’ın en yozlaştırılmış şeklinin ticaretini yapan Mâûn mücrimi riyakârların önünde kulluk arz etmek için sıraya girdiler. Ve sonra, nimetlerini tepe tepe kullandıkları bu ülkenin yarınları için bir şeyler yapmak yerine yeni imkân odaklarının şehvetini okşamak için seferber oldular. Düşünün, ABD’den yayın yapan CNN International, Taksim Direniş Hareketi’ni canlı yayınla verirken, İstanbul’dan yayın yapan ‘merkez medya’ unvanlı sistemin kanalları penguenlerle ilgili belgeseller, yemek tarifleri ve yaşı geçmişler arasında çöpçatanlık programları yayınlıyorlardı. ‘İnsanlık değerleri’ lügatinde bu tavrın adı nedir? Cumhuriyet Bayramınız Kutlu Olsun “Cumhuriyet uçurumun kenarında. Neyi kutlayacağız? Şimdi kutlamak değil, ağlamak zamanıdır” diyenler var ama ben yine de Cumhuriyet bayramınızı kutlayacağım. Bunu, benim ‘umutlarımı’ kutlamam olarak alabilirsiniz.
Kutlanmasını fiilen durdurdular ama yine de kutlu olsun! Ruhum emin ki; bugünler geçecek ve o büyük bayramı yine tüm coşkumuzla kutlayacağız. Tarih ve Tanrı, her şeye rağmen bizden henüz vazgeçmemiştir. Bu teker bu tümsekte kalmayacaktır. Yeter ki biz, yine her şeye rağmen aklımızı başımıza alalım, yani adam olalım. Herkesi kör, âlemi sersem yerine koymayı bırakıp, gayret kuşağını kuşanalım. Cumhuriyetin, büyük ıstıraplar pahasına sahip olunacak bir değer olduğunu, bizimse bu değere bedavadan sahip bulunduğumuzu itiraf edelim. Başımıza ne geldiyse ıstırabı, çileyi göğüsleme irade ve onurunu gösterememek yüzünden geldi. Yani bedavacılık yüzünden. Şimdi tarih bizi, bedavadan sahip olmak ile çile çekerek elde etmenin farkını gösteren bir sürece soktu. Bu farkı anlayıp bedavacılık kapısını kapattığımız anda, her şey bir büyük tecelli ile değişir ve ufuk aydınlanır. Bedavacılık ve aymazlıktan uzaklaşacağımıza tarih ve Tanrı huzurunda yürekten söz vermemiz, yani sergilediğimiz korkunç gafletler, yan yatmalar yüzünden bulaştığımız büyük günahlardan tövbe etmemiz lazım. Tanrı, Cumhuriyeti sevenlerin gafletlerini onu sevmeyenlerin ihanetleriyle cezalandırdı. Evrenin ruhunun yöntemi budur. Şöyle veya böyle, tövbe etmemiz şart. Tanrı’ya inananlarımız Tanrı huzurunda, Tanrı’ya inanmayanlarımız tarih huzurunda tövbe etmelidir. Ama mutlaka ve muhakkak bir tövbeye muhtacız. Tövbe; hatanın, eksiğin farkına varmaktır. Benim bahsettiğim tövbe olmadan; Cumhuriyet, ihanetler eliyle itildiği uçurumun kenarından, mümkün değil, geri dönemez. Cumhuriyet Bayramı’nı kutlarken, neyi kutluyorduk? Bu sorunun cevabını layıkıyla vermiş olsaydık, bugün Cumhuriyet uçurumun kenarında olmazdı. Biz, Cumhuriyet’in kıymetini bilmedik ve öyle olunca da, tarihin diyalektiği onu gözlerimizin önünde uçurumun kenarına getirip bizi dehşete düşürdü. Her şeye rağmen aklımızı başımıza alırsak, Cumhuriyet uçurumun kenarından geri döner ve biz yeniden mutlu oluruz. Aklımızı başımıza almaz isek, değişik türden kanı virüslü adûdlar, uçurumun kenarındaki o aziz varlığa tekmeyi vururlar ve hepimiz karanlık bir coğrafyanın kahrolmuş çocukları oluveririz. HAYATÎ İKİ SORU Aklımızı başımıza almak ne demek? Şu iki sorunun idrakinde olmak demek: 1. Cumhuriyet nasıl geldi? 2. Cumhuriyet bizi nelerden kurtardı? Önce birinci soruyu cevaplayalım: Cumhuriyet, Kurtuluş Savaşı verilerek elde edildi. Yani; kanla, gözyaşıyla, çileyle, ıstırapla. Ama o çileleri biz çekmediğimiz için, biz Cumhuriyeti bedavadan gelmiş sanıyoruz. Tarihin diyalektiği veya Tanrı (bence ikisi aynı gerçeğin değişik adlarıdır), bu aziz varlığın bedavadan elde edilecek bir varlık olmadığını göstermek üzere, onu elimizden çıkacak bir noktaya oturttu. Tarih ve Tanrı’nın beklediği ‘akıllanma’yı, fark edişi gösterirsek, aziz emanet geri döner; göstermez isek geçip gider, göçüp gider.
Cumhuriyet bizi nelerden kurtardı? Bu sorunun kısa cevabı şudur: Cumhuriyet bizi raiyye olmaktan kurtardı. Her şey bunun içinde saklı. Saltanat dincileri bunu bildikleri içindir ki; bir yandan cumhuriyet düşmanlığı yaparken, bir yandan da halkı raiyyeleştirmek için yirmi tırnaklarıyla didiniyorlar. O halde raiyyelikten kurtuluşun idraki içinde olmak, Cumhuriyet’le ilgili bütün soruların cevabını bulmak demektir. Raiyyelikten kurtulmak, hayvanlıktan kurtulmak demektir. “Ben insanım” diyen bir varlık için, bu kurtuluşun yerine konacak herhangi bir değerden veya nimetten söz etmek mümkün değil. Osmanlı İmparatorluğu’nda halkın hukukî sıfatı raiyye (çoğulu: reâya) veya ‘kul’dur. Cumhuriyet düşmanlarının Osmanlı’yı ihya için didinmelerinin sebebi; Osmanlı mahabbeti değil, raiyyeliğin geri gelmesi ihtimalinin yarattığı heyecandır. Şimdi, Ortadoğu halklarına ilk kez bu satırların yazarı tarafından duyurulan bu hayatî mesajı irdeleyelim: Raiyye kavramının kullanıldığı Bakara 104. ayet, Kur’an’ın üstü örtülen beyyinelerinin birincisidir. Çünkü o örtü açıldığında, Kur’an’ın cumhuriyet, laiklik ve demokrasi talebi ses verecektir. İslam adı altında despotizm yaşatan Ortadoğu zorbalıkları böyle bir şeye izin vermezler. Bu zorbalıkları ustaca sömüren Batı Emperyalizmi; böyle bir şey olmasın diye, bütün saltanat dinciliklerini destekliyor, besliyor. Batı Emperyalizminin Mustafa Kemal’e düşmanlığının esas sebebi de; bu ayetteki gerçeğin ortaya çıkmasında Atatürk’ün getirdiği aydınlanma ve tarihe bıraktığı mirastır. Emperyalizmin bu mirastan korkusu Azrail korkusundan daha büyüktür. ALLAH İLE ALDATANLARIN ARADIĞI KİTLE: RAİYYE Raiyye (çoğulu: reâya) Kur’ansal bir tabirdir ve ‘davar sürüsü’ anlamındadır. Raiyyeyi güdene ‘râî’ denir ki, ‘çoban’ anlamındadır. Bütün krallık-sultanlık sistemleri birer raiyye sistemidir. Mondros Mütarekesi’nin ardından işgal edilen İstanbul’un o günkü manzarası içinde, padişah Vahdettin’i ziyaret edip, ona Türk Milleti’nin ayaklandığını ve işgalcileri er-geç topraklarımız dışına atacağını, bundan emin olması gerektiğini bildiren ilim adamlarıyla subaylara Vahdettin’in söylediği sözler, tarih ve Kur’an mesajı açısından ibret ve dehşet vericidir. Müdafaa-i Hukuk’un aziz öncülerinden ve bir müfessir İslam âlimi olan Vehbi Efendi ile General Rauf Orbay’a dönerek, paylayıcı bir eda ile şöyle der Vahdettin: “Bu millet koyun sürüsü, ona bir çoban lazım; o da benim.” Saraydan çıkacakları sırada, Vehbi Hoca arkadaşlarına dönerek şu tarihî sözü söyler: “Bu adam nefsini ıslah etmezse akıbeti fenadır. Allah büyüktür. Bu millet halaskârını (kurtarıcısını) bulacaktır. Milleti koyun sürüsü addetmek Allah’ın rızasına aykırıdır.” (Cemal Kutay, Kurtuluşun Kuvvacı Din Adamları, 89, 156-157, 165)
Vahdettin; nefsini asla ıslah etmedi, memleketini işgal edenlerle işbirliği yaptı, sonra da onlara sığınarak ülkesini terk etti. Kur’an, Vahdettin gibilerin temsil ettiği sultanlık sistemlerini ‘bozgun ve zillet sistemi’ olarak nitelemekte (Neml suresi, 34) ve mensuplarını raiyyeleşmekten kaçınmaya çağırmaktadır: “Ey iman edenler! ‘Râina!’ demeyin/‘Bizi davar gibi güt!’ demeyin, ‘Bize bak!’ diye konuşun ve dinleyin.” (Bakara, 104) Bu çağrı; demokrasinin, özgür ve yetkin bireyin temel söylemidir. Cumhuriyet, işte bize bu söylemin gereği olan zihniyeti ve devleti kazandırdı. Raiyyeciler, şimdi o zihniyeti ve o devleti yok etmek için uğraşıyorlar. Raiyye, millet ve ümmet Kur’an’da bu üç kavram da yer alır. Birincisi fiil halinde, ötekiler isim halinde. Raiyyeleşmek Kur’an’ın nefret edip yasakladığı bir insanlık suçudur. Kur’an bize şunu öğretiyor: Raiyyeliği dayatanlar da zalimdir, kabul edenler de. Birinciler aktif zalim, ikinciler pasif zalimdir. Bunu geçen gün anlattık. Bu yazıda millet kavramını, gelecek yazımızda da ümmet kavramını anlatacağız. Kur’an, millet ve ümmet kavramlarına hiçbir olumsuz anlam yüklemez. Millet, Müslümanların yerel birlikteliklerini, ümmet ise evrensel birlikteliklerini ifade eder. Millet sözcüğü, 15 yerde geçmektedir. Bunların 7 tanesi, ‘İbrahim’in milleti’ şeklinde kullanımdır. Millet, Kur’an açısından baktığımızda, dayanağı-tabanı kavmiyet (etnisite) ve ırk değil, zihniyet ve ideal birliği olan topluluktur. Kur’an, bu noktada, tevhidin büyük peygamberi Hz. İbrahim’e yollama yaparak şöyle der: “İbrahim’in milletine uyun!” (Bakara, 135; Âli İmran, 95; Nisa 125; En’am, 161; Nahl, 123) Kur’an burada, madde üstü bir dayanak getirmiştir: Zihniyet ve ideal. İbrahim’in seçilmesi de çok ilginçtir. Hz. İbrahim, Arap ırkından değildir. Mezopotamyalıdır. Arap tarihçiler, sonradan Araplaştığı için Hz. İbrahim’den ‘Arabı müsta’rebe’ (Araplaşmış veya Araplaştırılmış Arap) derler. Sonraki Arap tarihçilerin Arapları Hz. İbrahim’in soyu olarak göstermeleri, ırksal anlamda değil, az önce değindiğimiz ideal anlamındadır. Nitekim o anlamdan baktığınızda Yahudiler de Hz. İbrahim’in soyundandır. Araplar İbrahim’in oğullarından İsmail’in, Yahudilerse İshak’ın çocuklarıdır. Görünüşte ikisi de peygamber soyu ama gerçekte ne oldukları bugünkü manzaralarından çıkarılmalıdır. ATATÜRK’ÜN YAPTIĞI NEYDİ? Osmanlı, halkları ırkçılıktan uzak tutup raiyye yapmıştı; Atatürk ise halkları ırkçılıktan uzaklaştırıp millet yaptı. Fark bu. Raiyye olmak mı iyi, millet olmak mı? Osmanlı, tabir caizse halklara ölümü gösterip onları sıtmaya razı etti. Bu, kurtuluş değildi, bir tür kölelikti. Kur’an’dan baktığımızda esas kurtuluş Atatürk’ün yaptığıdır. Nedir Atatürk’ün ‘millet’i? 1920 Mayıs’ında söylediği ve o günlerden çok, bugünlere çözüm getiren bir reçeteyi andıran şu sözlerini ibretle okuyalım:
“Muhafaza ve müdafaasıyla meşgul olduğumuz millet, tek bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif İslamî unsurlardan meydana gelmektedir. Bu topluluğu teşkil eden her bir İslam unsuru, bizim kardeşimiz ve menfaatleri tamamıyla ortak olan vatandaşımızdır ve yine kabul ettiğimiz esasların ilk satırlarında bu muhtelif İslamî unsurlar ki, vatandaştırlar, yekdiğerine karşılıklı hürmet ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırkî, toplumsal, coğrafî hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar ve teyit ettik ve hepimiz bugün samimiyetle kabul ettik. Dolayısıyla, menfaatlerimiz ortaktır. Kurtarılmasına azmettiğimiz birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkes değil, hepsinin karışımı bir İslam unsurudur. Bunun böyle kabul edilmesini ve yanlış anlamaya meydan verilmemesini rica ediyorum.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 8/157) Atatürk’ün bu ‘millet’ anlayışı, Kur’an’daki millet anlayışına tıpa tıp uygundur. Atatürk’ün ‘millet’i de tıpkı Kur’an’ın ‘millet’i gibi, ırk, bölge, dil, renk ve sınıf üstü ve ötesi bir ‘birliktelik’ ifade ediyor. Kavmiyeti, bölgeyi, rengi, sınıfı, dili, eti, kanı kemiği dışlıyor. Esas aldığı değerler, İbrahim’in şahsında ve mesajında belirginleşen değerlerdir. Yani ideal, iman ve kader birliği esas alınmıştır. 'Ümmet' kavramını yanlış biliyorsunuz? Cehaletleri yüzünden, halkın kafasını sürekli karıştıran bazı ‘laik aydınlar’ dillerine şunu da pelesenk etmişlerdir: “Atatürk bizi ümmet olmaktan çıkarıp millet yaptı”. Dinci propagandistlerse, aynı cehalet madalyonunun öteki yüzünü okuyup durmaktalar: “Atatürk bizi ümmetten koparıp millet yaparak İslam’dan uzaklaştırdı”. Bu iddiaların ikisi de bilgisizlik, tutarsızlık ve zavallılık ifade ediyor. Anlaşılan o ki, ‘ümmet’ sözünü dillerine dolayanlar, ne ümmet kavramını biliyor ne de Atatürk’ün yaptığını. Bir defa; Atatürk’ün yaptığı iş, İslam açısından bir ümmetçiliktir. ‘Atatürk Milliyetçiliği’nin bizatihi kendisi bir ümmetçiliktir. Çünkü; Atatürk’ün milleti, değişik kavmiyetten Müslümanların vücut verdiği bir millettir, yani filolojik açıdan bir ümmettir. Ümmetçilik; İslam’ın evrensel yüzünün, ırklar, kavimler üstü mesajının ifadesidir. Atatürkçülüğün de bir ümmetçilik yanı vardır. Çünkü onun da bir evrenselhümanist yanı vardır. Atatürk, vücut verdiği millet ve milliyetle, İslam’ın Arap-Emevî ideolojisi olmaktan çıkarılıp, evrensel bir insanlık dini olmasına da katkı vermiştir. Sırf cehalet yüzünden, Atatürk’ün yaptığı işi yanlış tanıtıp, meselenin esasını bilenlerin tepesini attırmanın ve Müslüman halkı Atatürk’e tepki duymaya âdeta teşvik etmenin anlamı nedir? Ümmetçiliği, yani İslam’ın evrenselliğini Emevî ve Abbasî Arabizmi yıktı, Atatürk değil. Bunları öğrenin, ezberletilmiş palavraları tekrarlamakla aydınlık olmaz. İslam’ın asırlardan beri ümmetçi yanı kalmamıştır; onun yerini Arapçılık, Arap milliyetçiliği almıştır. Atatürk, Türk Milleti’ni Arapçılık ve Arap ideolojisi tasallutundan kurtarmıştır. Tamam, ama bu, ‘ümmetçilikten kurtarma’ değildir, öyle ifade edilmemelidir. Mesela; Emevî dinciliğinden kurtarmak veya Arapçılıktan kurtarmak tabirleri kullanılabilir. ‘Padişah ve saray kulluğundan kurtarmak’, ümmetçilikten
kurtarmak değildir. Bunun adı, müşriklikten, putçuluktan, despotizmden, adûdluktan kurtarmaktır. (Ayrıntıları için bizim ‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı eserimizin Ümmet maddesine bakılmalıdır). ATÜRK’ÜN BİR ÖZLEMİ Atatürk, Müslümanların birliğini, beraberliğini de bir hasret olarak içinde taşımış ve bunu hayata geçirmek için şartları ve zamanı beklemiştir. Hayat ona, maalesef bu hasretini hedefine vardırma imkânı vermedi. Ama bu hasretini tarihin kulağına da, vicdanlara da iletmiştir. Ümmetçiliğe habire sövenler bütün bunları yok sayıyorlar. Atatürk, 21 Aralık 1937’de, yani ölümünden bir yıl önce, Suriye Başbakanı Cemil Mardam’la yaptığı görüşmede, her ne hikmetse asla gündeme getirilmeyen şu sözleri söylemiştir: “Ben bütün kuvvetimi ve kudretimi, yalnız bu imparatorluk içindeki Türk unsura hasretmek mecburiyetinde kaldım. Ancak, ben bu işi yaparken çok emindim ki; asırlardan beri beraber yaşamış, dindaşlık yapmış insanlar, ayrılamazlar. Yalnız, imparatorluğun yarattığı birtakım yanlış anlamaların unutulabilmesi ve nihayet beraber yaşamış bu insanların birbirlerini anlayabilmesi için belli bir zamanın geçmesi lazımdı.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 30/120-122) Anlamını bilmedikleri ümmetçiliği bir şehvet sakızı gibi habire çiğneyen dincilere sormak lazım: Yukarıdaki sözlerin sahibi Atatürk mü ‘ümmetçi’ yoksa Suriye’yi İsrail hesabına mahvetmek üzere Haçlılar ile işbirliği yapan, sonra da dünyanın önünde rezil kepaze olan mevcut ‘diktatorya’ mı? 'Muhammed' ile 'Mustafa'nın getirdiği ortak aydınlık ‘Muhammed’le Pakistanlı düşünür-şair Muhammed İkbal’i, ‘Mustafa’yla da Gazi Mustafa Kemal’i kastediyorum. Yirminci yüzyılda, Müslüman kitleleri raiyyelikten kurtarmaya yönelik Kur’ansal mesajın hayata geçmesinde devrim yaratan iki Müslüman deha oldu: Muhammed İkbal, Mustafa Kemal. Birincisi teoride, ikincisi ise hem teoride, hem pratikte çözüm getirdi. Birincisi ilim ve düşünce adamı, ikincisi ise strateji, devlet ve siyaset adamı. İkisi de antiemperyalist, Batı karşıtı, ikisi de dinde akılcı ve Kur’ancı. Ve ikisi de aynı yılda öldü: 1938. İkbal’in Atatürk’le ilgili söylemleri, bağımsızlık, cumhuriyet ve özgür benlik aşkında kristalleşen söylemlerdir. İkbal, İslam dünyasında Mustafa Kemal’i bu değerlerin en ideal, en başarılı öncüsü olarak görüyordu. İkbal’in Mustafa Kemal’le ilgili eleştirileri de var. Ayrıntılarla ilgili bu eleştirilerin özeti: Atatürk’ün Batı’ya gereğinden fazla önem verdiği, onun değerlerinden gereğinden fazla aktarma yaptığı noktasında belirginleşir. Ne yazık ki İkbal, Mustafa Kemal’le tanışamadı, Türkiye’ye gelemedi; Cumhuriyet’in getirdiklerini, Atatürk’ün icraatını göremedi; bu icraatın gerekçelerini bizzat ondan dinleyemedi. Bunun olması mümkündü, bu olmalıydı ama olamadı. Bir gün, bunun olmamasının sebepleri de açıklık kazanacaktır. Bizim kanaatimiz şudur: İkbal-Atatürk buluşması usta oyunlarla önlendi. Müslüman dünyanın kaderini derinden etkileyecek
bu görüşme ne yazık ki gerçekleşemedi. İkbal’in Atatürk’e bakışı temel meselelerde, olmazsa olmaz konularda hayranlık ve saygı içeren bir bakıştır. Ayrıntılardaki birkaç eleştiri ise, altı çizilecek kadar önemli değildir. Atatürk ve İkbal düşmanı emperyalistlerle, onların yamaklığını yapan saltanat dincileri, o ayrıntıları büyüterek İkbal’i bir tür ‘Mustafa Kemal karşıtı’ gibi göstermeye çalışırlar. Aynı şeyi, Mehmet Akif için de yaptılar. Yaptılar ama Akif’in, hararetli bir Atatürk hayranı olduğunu gösteren ve yeni keşfedilen belgeler onları dünya âleme rezil etti. MEHMET AKİF’E DE SALDIRDILAR Mehmet Akif’i, Millî Mücadele’de omuz omuza, yürek yüreğe birlikte olduğu Atatürk’e karşı gösterme alçaklığı, Allah ile aldatanların şeytanî oyunlarından biridir. Hem bu oyunu Akif üzerinden oynarlar, hem de hiç utanıp arlanmadan, Akif’i, Çanakkale Şehitleri şiirinde Mehmetçiği ‘Peygamberimizin Bedir Harbi gazilerine’ benzettiği için, ‘İslam’a muhalefet ve ırkçılıkla’ suçlarlar. Dincilerin ünlü azgınlarından biri olan ‘Dal Fesli Manyak’, Akif’e bu anlayışı yüzünden ‘pezevenk’ diye hitap etme küstahlığını gösterebilmiştir. Akif, on yılı aşkın bir süre yaşadığı Mısır’dan dönüşünde, Muhittin Nalbantoğlu’na yazdığı mektupta, ‘Cumhuriyet Türkiyesi’nin özellik ve güzelliklerini sayıp döktükten sonra şunu söylemiştir: “Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin!” Akif millîdir, milliyetçidir ama ırkçı asla değildir. Irken Arnavuttur ama milliyet ve millet kavramlarının hakkını Kur’an mümini sıfatıyla veren bir milliyetçidir. Öyle olduğu içindir ki, cibilliyeti bozuk dinci ve dinsizlerin tümü Akif’e gizli veya açık saldırmaktadır. (Ayrıntılar için bizim ‘Allah İle Aldatmak’ adlı eserimize bakılmalıdır). Tanrı’ya şükürler olsun; Akif ve İkbal üzerinde oynanan haçlı oyunlar, emperyalizm şeytanının beklediği sonucu doğuramamıştır. Elbette ki bir miktar zarar vermiştir ama belirleyici olamamıştır. Muhammed İkbal'in Atatürk'e bakışı 2007 yılında, Muhammed İkbal’in oğlu Cavit İkbal ile yapılmış çok anlamlı bir röportaj yayınlandı. İkbal’in, ana eseri Cavidnâme’ye adını verdiği küçük oğlu Cavit, anılan röportajda İkbal - Atatürk düşüncesindeki paralellikler konusunda hayatî bilgiler vermektedir. İşte bazı paragraflar: “Babama göre, Peygamber ve ilk dört halife döneminde İslam devleti bir cumhuriyetti. Babam, Mustafa Kemal’in yaptığı devrimi, içtihat gücünün halifeden alınıp Millet Meclisi’ne devredilmesi olarak görüyordu. Bu sistemde Meclis artık halife hükmündedir. Ulema sözlerinin üstündeki içtihat gücünün, hilafet makamından alınarak Meclis’e verilmesi, İkbal’e göre çok yeni bir olgudur. Babamın Mustafa Kemal’i çok sevmesinin sebebi de budur. Fakat büyük insanların birbirlerinin fikirlerinden etkilenmeleri ne kadar doğalsa, bazı konularda ayrı düşünmeleri de o kadar normaldir. Babam, Mustafa Kemal’in geleneklerle bağlarını gereksiz yere kopardığı kanaatinde idi.”
“Güney Afrika Müslümanları 1933’te babama gelip, uzun ömürlü olması için dua ettiklerinde, babam onlara şöyle demişti: ‘Ben yapacaklarımı yaptım. Artık benim için değil, Mustafa Kemal ve Muhammed Ali Cinnah için dua edin.” Dikkat edilirse, İkbal, aynen Mehmet Akif gibi; Allah’tan ve insanlardan, Atatürk’ün ömrünün uzun olmasına yardımcı olmalarını istiyor. Çünkü yapılması gerekeni artık sadece Atatürk yapıyor. Cavit İkbal, ölümsüz babasını anlatmaya şöyle devam ediyor: “İkbal’in zihnindeki devlette demokrasi olmalıydı. İnsan hakları garanti altına alınmalıydı. İkbal, bunların İslam’da esasen var olduğu kanaatinde idi. Bu konudan söz edildiğinde ‘Reform yapmıyorum, İslamiyet’i özüne çeviriyorum’ derdi. İkbal’e göre, laiklik de İslam’ın özünde vardı. Bana kalırsa, İslam’da hukukun üstünlüğünün kanıtı Kur’an’dır ve Peygamber bile hukukun üstünlüğüne tâbidir. Babam, bütün örfî hukukun içtihatla değişime tâbi olması gerektiğini düşünüyordu. Özellikle kadının durumuna vurgu yapıyordu.” (Aksiyon Dergisi, sayı: 651; tarih: 28 Mayıs 2007) ATATÜRKSÜZ OLMAZ! Son yedi yüz yılın en büyük İslam düşünürü olarak kabul edilen Muhammed İkbal, bütün bu düşünceleri hayata geçirme güç ve dehasına sahip bir tek Müslüman önder tanıyordu: Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Bunu gördüğü, buna inandığı için Atatürk’ü hep tebcil ve tâzimle anmış, ona hep dualar etmiş, onu hep Müslümanların umudu ve ufku olarak göstermiştir. Müslüman dünya, ne Muhammed’in kıymetini bildi ne de Mustafa’nın. İkisine de nankörlük etti. Tarihin diyalektiği bu nankörlüğün faturasını çok ağır ödetecektir. Ödetmeye başlamıştır da… Bakın, Muhammed İkbal’in Pakistanına. İkbal’in bıraktığı yerden yüz yıl geridedir. Ve bakın Mustafa Kemal’in Türkiyesine. Mustafa Kemal aydınlığı ve cumhuriyeti, Mustafa Kemal mirasının bütün nimetlerinden en ileri derecede yararlanan gözü dönmüş hainler ile aldatılmış gafiller tarafından yerle bir ediliyor. Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyeti kutlamanın suç ilan edildiği bir Türkiye var artık. Tarih, bir eşini görmediği bu nankörlük ve hıyaneti, bizim bir eşini görmediğimiz bir ceza ile cezalandıracaktır elbette. Bu âlemde ‘hakikat ve adalet’ diye bir şey varsa; Atatürk mirasına yapılan hıyanet, Tarih ve Tanrı tarafından mutlaka ve muhakkak cezalandırılacaktır. Gayret ve himmetimizi seferber edelim ve sabırlı olalım! Ölümsüz Akif’in ölümsüz marşımızda söylediğini unutmayalım: “Doğacaktır sana vaadettiği günler Hakk’ın; Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın!”
Hayatım boyunca babamın gölgesinden çıkamadım Muhammed İkbal'in hukukçu, yazar, fikir adamı oğlu Cavit İkbal, Aksiyon'a babasının görüşleri, İslam dünyasının geçmişten günümüze durumu ve modernleşme ile alakalı
önemli açıklamalar yaptı. Cavit İkbal (Javid Iqbal), İslam dünyasında modernist ekolün önde gelen temsilcilerinden biri. Fikirlerinin büyük bir kısmı ona babasından miras. "Babam büyük bir ağaçtı, ben ise ancak onun gölgesinde bir filiz olabildim." diyen Dr. Cavit İkbal, ömrü boyunca o büyük ağacın gölgesinden çıkabilmek için çabalamış. Fakat bu çok da kolay olmamış. Zira İslam dünyasının yetiştirdiği en önemli şair, düşünür ve filozoflardan biri Muhammed İkbal. Cavit İkbal, siyaset felsefesi ve babası gibi hukuk alanında farklı ülkelerde eğitim görmüş. Pakistan'ın yüksek mahkemelerinde yıllarca görev yapmış, fikirlerini kaleme aldığı çok sayıda eseri var. 83 yaşındaki Cavit İkbal, emekliliğinin ardından vaktini daha çok uluslararası konferanslara ve yazdığı kitaplara ayırmış. Geçtiğimiz haftalarda İstanbul ve Konya'da gerçekleşen 'Mevlânâ Sempozyumu'nun konuklarından biriydi. Kendisiyle bize ayırdığı geniş zaman içerisinde babasından, fikirlerinin bugüne intikalinden ve İslam dünyasının bugünkü hal-i pür melalinden konuştuk. -İlk olarak bize Muhammed İkbal'den bahsedebilir misiniz? Nasıl bir baba oğul ilişkiniz vardı? Ben 14 yaşındayken vefat etti babam. Onunla çok vakit geçiremedim. Babamla ilişkim, benim çocuklarımla olandan çok farklıydı. O, çok sert bir babaydı. Mesela erken yatmamızı isterdi, çok para harcamamıza, her istediğimizi satın almamıza izin vermezdi. Hava karardıktan sonra dışarı çıkmamız yasaktı. Yer yatağında yatmayı mecbur kılmıştı. Muhammed İkbal, çok büyük bir ağaçtı. Ben o ağacın gölgesindeki bir filiz olarak kaldım hep. Onun büyük gölgesinden çıkmak ve güneşten doğrudan istifade etmek için çok çalıştım ama bu zordu. Gayretlerimin sonucunda Pakistan'da hukukta varabileceğim en yüksek noktaya, anayasa mahkemesi başına kadar geldim. Yazarlıkta da aynı şekilde çok çaba sarf ettim ve Pakistan'da önemli ödüller aldım. Özellikle iki kitabımla anılıyorum. Bunlardan biri babamın bir kitabı üzerine. Onun yeni nesilden beklentilerini bir nevi revize ettim. -Babanızın Cavitname kitabını size atfettiğini biliyoruz. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz? Aslına bakarsanız kitabı doğrudan bana atfetmedi. Cavit'in manası 'sonsuzluk' demek. Onun amacı benim adım ve şahsiyetim üzerinden gençliğe, sonsuzluğa bir mesaj bırakabilmekti. Kitapta, ebediyete gidecek Müslüman nesillere bir gönderme yapıyor. Cavitname, Miraçname'nin modern bir versiyonudur aslında. Miraçname ise Hz. Muhammed'in (s.a.v.) miraca çıkmasını anlatan bir edebiyat türü. Pakistan'da İkbal'in bu kitabında Dante'yi taklit ettiğine dair tartışmalar çıkmıştı. Hâlbuki Dante, Miraçname'lerden esinlenerek İlahi Komedya'yı yazmıştır. Cavitname'de de Mevlânâ ile birlikte bir şairin ulvi yolculuğu, yedi cenneti geçişi ve bu süreçteki tanıklıkları anlatılıyor. -Muhammed İkbal'in eserlerinde temel olarak yeni bir Müslüman toplumu idealini görüyoruz. Onu bu konuda düşünmeye sevk eden neydi? Hilafetin kaldırılması en fazla Güneydoğu Asya Müslümanlarını vurdu. Oradakiler
diğer Müslüman topluluklardan izole yaşıyordu ve kimliklerini halifeye bağlılıkları veriyordu. Ne zaman ki hilafet kaldırıldı, oradaki Müslümanlar çatışmaya girdi ve dinî kimliklerinden uzak düştü. Bu noktada İkbal, artık Müslüman ulus devletimizi kurmalıyız ve bunun üzerinden kendi kimliğimizi inşa etmeliyiz diyordu. Bu fikir Muhammed Ali Cinnah'ın işine geliyordu çünkü o da Hindistan'dan bağımsız bir Müslüman devlet kurmak istiyordu. İkbal, Mustafa Kemal'den de çok etkileniyordu. Çünkü ona göre bu ulus devlet, Müslüman ülke aynı zamanda bir cumhuriyet olmalıydı. Zira Asr-ı Saadet dönemi, Hulefa-i Raşidin devrinde zaten İslam devleti bir cumhuriyetti. Babam, Mustafa Kemal'in yaptığı devrimi, içtihat gücünün halifeden alınıp meclise devredilmesi şeklinde görüyordu. Bu sistemde meclis artık imam hükmündedir. Ulemanın fikrinin üstündeki içtihat gücünün, imamlık makamından alınarak meclise verilmesi İkbal'e göre çok yeni bir icattır. Mustafa Kemal'i çok sevmesinin nedeni de budur. Fakat büyük insanların birbirlerinin fikirlerinden etkilenmesi ne kadar doğalsa, bazı konularda ayrı düşünmeleri de o kadar normaldir. -Hangi konularda ayrı düşünüyorlardı? Mustafa Kemal'in gelenekle bağlarını gereksiz yere kopardığı kanaatindeydi. Bütün bu yenilikler geçmişle irtibat kesilmeden de yapılabilirdi. İkbal, Latînî (Latin alfabesi ile yazmak) ve lâdinîliğin kötü olduğunu düşünüyordu. Cemal Gürsel döneminde Türkiye'ye geldiğimde, konferans arasında öğrenciler bana İkbal'in bu sözünü hatırlattılar; "O, böyle ifade ettiği halde siz nasıl olur da Mustafa Kemal'i sevdiğini söylersiniz?" Onlara şu cevabı verdim: Güney Afrika Müslümanları 1933'te babama gelip uzun ömrü için dua ettiklerinde İkbal şöyle dedi: "Ben yapacaklarımı yaptım. Artık benim için değil, Mustafa Kemal ve Cinnah için dua edin." Babamın Mustafa Kemal'i sevdiğine bu nedenle eminim. -İkbal'in en büyük amacı İslam ideallerini pratiğe aktaracak bir devlet kurmaktı. Vefatından 9 yıl sonra Pakistan vücut buldu. Peki, İkbal'in hayali ne kadar gerçekleşti? İkbal'in düşüncesindeki Pakistan, modern bir İslam cumhuriyetiydi ve diğer Müslüman ülkelere de misal teşkil etmeliydi. Fakat bu başarılamadı. Kendimize, Pakistan İslam Cumhuriyeti diyoruz. Bir kere cumhuriyet değiliz, İslamî tarafımız yok ve Pakistan başlangıçta şimdiki gibi değildi; Bangladeş ile bölündü. Cinnah ve babamın getirdiği esas yenilik; hilafetin kaldırılmasından sonra kimliklerini kaybeden, birbirlerine sadece İslamiyet'le bağlı Hint Müslümanlarını, yeni bir ulus devleti çatısı altında birleştirmekti. Türkiye ise bu süreci farklı yaşadı. Türkiye'de aşağı yukarı tek bir dil, tek millet vardı. Cumhuriyet kurulduğunda sınırları belliydi. Etnik kültür hemen hemen birdi. Fakat Hindistan'da, yani bugünkü Pakistan'da durum farklıydı. Bir sürü etnik kimlik, dil, farklı mezhepler vardı. Zaten bunları bir araya getirmek zor olduğu için İkbal, bütün Müslümanları bir araya toplayacak bir devlet kurmak istedi. O dönemde buna karşı çıkanlar; diğer Müslüman ülkelerle de buluşalım dediklerinde Cinnah, "Devleti kurduktan sonra asıl amacımız genişlemektir." der. -Muhammed İkbal'in devletinin özellikleri ne olacaktı peki?
Onun zihnindeki devlette demokrasi olmalıydı. İnsan hakları garanti altına alınmalıydı ki bunların İslamiyet'in özünde var olduğu görüşündeydi. Reform yapmıyorum, İslamiyet'i orijinaline çeviriyorum derdi. Hatta laiklik bile İslam'ın özünde vardı ona göre; çünkü İslamiyet herkese eşit muameleyi şart koşuyordu. Muhammed İkbal'in temel sorusu 'Modernite ve İslam'ı nasıl bir araya getirebiliriz?' idi. Bu soruya cevap aradı hep. Muhammed Ali Cinnah çok dindar bir insan değildi ve derin fikirleri yoktu. Onun temel meseleleri şunlardı: Demokrasi, insan hakları, eşitlik. Ya da 'Hukukun üstünlüğü İslamiyet'le bağdaşır mı?' Bir hukukçu olarak diyebilirim ki: Medine Misakı örneği önemli. Bu yazılı bir anayasa ve içinde bütün insan hakları korunmuş. Bir kitap çalışmamda Kur'an'daki bütün insan hakları maddelerini çıkarttım. Bana kalırsa bu, İslam'da hukukun üstünlüğünün kanıtıdır ve Peygamber bile buna tabiidir. ASIL MUHAFAZAKÂRLAR, DARBECİLER -Örnek verebilir misiniz? Mesela Hz. Ömer Bir deveyi nereden buldun dediklerinde, açıklama yapmak zorunda. Ben de babamın belirttiği gibi Asr-ı Saadet ve Hulefâ-i Raşidîn zamanında aslında İslamiyet'in bir cumhuriyet olduğuna ve Emevilerden sonra sultanlığa geçildiğine inanıyorum. İkbal'in devletinin modern Batı devletinden en büyük farkı, içtihadın gücü idi. Bütün örfî hukukun içtihatla değişime tâbi olduğunu düşünüyordu. Bunu daha ileri götürüp; kadının yerine vurgu yapıyordu. Cahiliye döneminde kadınlar toprağa gömüldüğü halde Hz. Muhammed (s.a.v.) kadınlara o güne kadar görülmemiş bir konum vermiştir. İkbal'e göre baki olan Hz. Muhammed'in (s.a.v.) kadınları diğer kültürlere nazaran daha ön saflarda konumlandırmasıdır. Bu durumda eğer Batı medeniyeti kadını toplumsal hayatta ön plana çıkardıysa biz daha da öne çıkarmalıyız. -En çok da bu konuda eleştirildi Doğru, çünkü ulema bunların dogma olduğunu iddia ediyor ve değişimine karşı çıkıyordu. Muhammed İkbal, Müslümanları üçe ayırıyordu: Modernist, gelenekçi; bunların kafasında zaman statiktir, değişikliklere karşıdırlar. Bir de popüler Müslümanlar var. Müslümanların büyük kısmı popüler, avam ve eğitimsizdir. Çoğu zaman başlarına gelecek adamı bile seçemezler. Esasında popüler Müslümanların tavırları belirleyicidir. Bunlar bazen muhafazakârlardan bazen de reformistlerden yana tavır koyarlar. Bu çoğunluğun yalpalamaları istikamette de belirleyicidir. İkbal'in devletinde sürekli reform yapılır. Ona göre İslam da ikiye ayrılır: İbadet kısmı ki bu kalıcıdır, mesela namazı kimse değiştiremez. Fakat muamelat; örfî kısım her zaman değişime açıktır. Pakistan'ı da reformcu bir model devlet olarak tasarlamıştı. Diğer İslam devletlerinin de örnek alacağı bir devletti bu fakat hiçbir zaman gerçekleşmedi. -Neden bir türlü bu ideal gerçekleşemedi? Bu Türkiye ve Pakistan'ın ortak trajedisidir. Amaçladığımız yere gelemedik. Arzu ettiğimiz reformlardan çok geriye düştük. İki ülke de on yılda bir darbelere, müdahalelere maruz kalıyor. Pakistan'da Cinnah'ın düşüncelerini korudukları
gerekçesiyle yapılıyor bu müdahaleler. Türkiye'de ise Mustafa Kemal'in görüşlerini sözde koruduklarını iddia ederek darbeleri yapıyorlar. Oysa alakası yok. Asıl muhafazakârlar darbeleri yapanlar. Reformcuların izinden gittiğimiz için ikide bir müdahale ediyorlar. -İkbal fikirlerinde, modernitenin olumlu yanlarının alınmasına fakat İslam'ın özünün her daim korunmasına vurgu yaptı. Artık Müslüman toplumlar moderniteyle iç içe yaşıyor. Bu olumlu bir yöne evrilebilir mi? İkbal'in ana düşüncesinde zaten amel, hareket var. Allah'ın insan üzerindeki emeli de kâinata hâkim olmasıdır. İkbal'e göre Allah insanı eşref-i mahlûkat olarak yarattı ve bu nedenle kâinat üzerinde hükmetmesine taraf. Batı icadı tekniklerin aslında Müslümanlar tarafından yapılması İkbal'in daha çok hoşuna giderdi. Cemaleddin Afgani, El Ezher Üniversitesi'ni ziyaretinde, suni ışıkta Kur'an öğretildiğini görür. "Siz ampul ışığında Kur'an öğretiyorsunuz ama ampul yapmayı öğretebiliyor musunuz?" der. İslam dünyasında bu durum artık çok tabii görülüyor; Batı bir şeyler yapar biz de bunları satın alırız. İkbal yaşasaydı 'biz bunu yapmalıyız' derdi. Modern bilimin kurucusunun İslamiyet olduğuna inanıyordu. Modernite aslında İslamiyet'in dâhliyle ortaya çıkmıştır. Yunanca eserlerden değil Arapça metinlerin Latinceye çevrilmesi neticesinde Rönesans gerçekleşmiştir. Rönesans İslam kaynaklıdır. Matematik, felsefe, tıp gibi farklı alanlarda İslam dünyası pek çok âlim çıkarmıştır, bunlara nazire yazanlar Batı dünyasının büyük âlimleri olmuştur. Dolayısıyla modernitenin kurulmasında İslamiyet'in etkisi büyüktür. ÇİNLİLER KORELİLER YAPIYOR, BİZ YAPAMIYORUZ -Peki, kırılma ne zaman yaşandı? Ne zaman ki bizim ilmiye sınıfı karanlığa gömüldü, saçmalamaya, kitap yakmaya başladı o zaman rotamız değişti. Vahiyle rasyonaliteyi uzlaştırma çabasını küfür olarak gördüler. 1258'de Moğollar Bağdat'a girdiğinde 50 bin kitap yaktılar ama bizim Müslümanların yaktığı kitaplar yanında hiçtir bu. Modernite; kitapları, kaynakları, fikirleri ve her türlü inkişafıyla İslamiyet'ten ödünç alındığı için artık bizim bu emaneti onlardan geri almamız lazım. Bunu, Batılıları da moderniteden mahrum etmeden yapmalıyız. Çinliler, Koreliler bunu başarıyor ama bizler yapamıyoruz. -Batıda İslam'a ciddi bir ilgi artışı var. Muhammed İkbal'in idealindeki Müslüman topluluğun Batı'dan çıkma ihtimali nedir? Bilmiyorum fakat İslam'a merakın nedeni materyalizmin manevi boşluğu dolduramaması. İnsanlar İslam'ı merak ediyor, aslında bu merak beraberinde korkuyu getiriyor. Fakat İslam fobisi geçici bir şey. İslamiyet'in gerçeklerini öğrendikçe insanlar bu korkularını aşacaktır. -İslam coğrafyasının bugünkü manzarası karşısında İslam ülkeleri ve de aydınları nasıl bir tavır geliştirmeli? Kesinlikle birleştirici olmalı. Eğer bu sağlanamazsa İslam kültürü de aynı Bağdat'taki
gibi yıkılacaktır. Moğolların istilasında Şii devleti Harzemşahlar saldırıya uğradıklarında Abbasilerden yardım ister. Abbasi uleması toplanır ve yardım etmeme kararı alır, sırf Harzemşahlar Şii olduğu için. Sonuçta Cengiz Han yönetimindeki Moğollar Harzemşah İmparatorluğu'nu ezip geçer, oğlu ise Abbasileri talan eder. Özetle birliğin olmadığı yerde kültürün yaşaması imkânsızdır. Sünniler ve Şiiler nasıl bir araya getirilebilir konusunun tartışıldığı bir konferans yapıldı geçtiğimiz yıllarda. Toplantıya tepkisel bir tavır gösterip gitmedim. Çünkü aslında bütün Arap dünyası kendi krallıklarının düşmesinden korkuyor. Suriye'nin adı cumhuriyet ama krallık gibi bir şey. Ürdün, Suudi Arabistan kraliyet. Bütün bunlar Şii-Sünni çatışmasıyla devletlerinin bölüneceği ve kendi kraliyetlerinin yıkılacağından korkuyorlar. Pakistan, nükleer bomba yapıyor adını 'İslami bomba' veriyor. İran bir bomba yapıyor, adını 'Şii bomba' koyacak. Aslında bu Batılı bir isimlendirme, onlar da İran'ın bombasına 'Şii bomba' diyor. Hâlbuki bomba bombadır, dini olmaz. Birinin üzerine atıyor musun, atmıyor musun? Mevzu budur. Bununla beraber eğer Muhammed İkbal hayatta olsaydı nükleer bombaya hiçbir tepki göstermez, aksine onu desteklerdi. Çünkü hem bir müdafaadır hem de insan çıkarına kullanıldığı için beis görmezdi. MEVLÂNÂ SUFİ DEĞİLDİ -Türkiye'ye Mevlânâ Sempozyumu'nun konuğu olarak geldiniz. Muhammed İkbal Mevlânâ'nın mürşidi olduğunu söylüyordu. Mevlânâ yıldönümünü Türk devletinin kutlamasını çok manidar buluyorum. Sufizm aslında statükoyu, var olan durumu kabul eden gelenekçi bir şey. Aynı zamanda sufilik çok şahsidir, bir ideoloji ya da düşünce değildir. Kişisel bir tecrübedir. Okyanusta katre olmak, fena fillahtır. Hâlbuki İkbal, hôdî olduğunu iddia ediyordu. Bu, sufiliğin tam tersi bir düşünce. Kendi içine okyanusu, Allah'ı davet etmek. İkbal sürekli harekete vurgu yapardı, Sufizm ise bunun tam tersi; zamanı dahi statik algılayan bir düşünce. Esasında Mevlânâ Celaleddin Rumi de sufi değildi, o nedenle Muhammed İkbal kendisinin mürşidi olduğunu iddia ederdi. "Sen İslam'ı kendi zamanında yanlışa düşmekten korudun, ben de İslam'ı benim zamanımda yanlışa düşmekten korudum." diye Rumi'ye atfettiği bir beyti de var. Millete hesap vermek Millete hesap vermek, benim düşünce lügatimde ‘Üç T’ye Verilecek Hesap’ın ilk aşamasıdır. ‘Üç T’ nedir? Üç T, yine benim düşünce lügatimde Tanrı, Tarih ve Toplum’dur. Her insan, bir gün mutlaka ve muhakkak, Tanrı’ya hesap verecektir. Ama bu, her insan için böyledir. Bazı insanlar o hesaptan önce tarihe ve topluma da hesap vermek zorundadırlar. Özellikle yaratıcı ruhlarla, onlara musallat olan karanlık ruhlar yani artı ile eksinin baş aktörleri Tanrı’ya verecekleri hesaba ilaveten, tarihe ve topluma da hesap vermek durumundadır. Varoluş bünyesinde yaratıcılık, aydınlık ve mutluluk unsuru olarak yaşamış büyük ruhlar, ‘Üç T’nin dünya planındaki ikisi olan tarih ve topluma hesaplarını hiç istenmeden veren ölümsüzlerdir. Bunların başında peygamberleri görmekteyim. Arkasından derece derece bütün yaratıcı ruhlar sıralanıyor.
Tarih yaratan ruhların en büyüklerinden biri olan Müdafaayi Hukuk Başbuğu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, tarihe ve topluma hesabını kendisinden hiç istenmeden bizzat kendi eliyle ve diliyle veren ölümsüzlerden biridir. Müdafaayi Hukuk Başbuğu’na göre; millet, aynı zamanda kendisine hesap verilmesi gereken bir yüce makamdır. Gazi, bu makama verdiği hesabı, aynı zamanda tarihe de verdiği hesap olan Nutuk’la yerine getirmiştir. Afet İnan’ın Nutuk’la ilgili şu sözleri derin bir hakikatin ifadesidir: “Nutuk, bir devlet kurucusunun milletine hesap verme örneğidir ve tarihte eşine az rastlanır.” (Sinan Meydan, Nutkun Deşifresi, 40) Nutuk, ‘Üç T’ye hesap vermede ciddiyetin, hakka saygının, müstahak olana müstahak olduğunu; layık olana da, layık olduğunu mertçe vermenin eşsiz örneklerinden biridir. Nutuk’ta hakka saygısızlık olmadığı gibi, halka tabasbus ve yalakalık da yoktur. Nutuk’ta, Yaratıcı’dan başkasına tenezzülü olmayan büyük ruhun şahsiyet yüceliği, açık yürekliliği, cesareti egemendir. Benim kullanmaktan çok zevk aldığım tabirle “Nutuk’ta ölümsüzlüğün vakarı” vardır. Nutuk’ta 820 kişinin adı geçmektedir. Bu kişiler, tarihin diyalektiğine samimiyetle sunulan nitelemelerle, layık ve müstahak oldukları sıfatlarla, hiç tevile gidilmeden deşifre edilmişlerdir. Tarihin en büyük melâmet erlerinden biri olan Müdafaayı Hukuk Başbuğu’nun bir özelliği de; layık olana layık olduğunu, müstahak olana da müstahak olduğunu hiç esirgemeden ve acımadan vermektir. Bu şaşmaz ilkesine bağlı kalarak, Nutuk’ta bazı kişilere ‘kahraman’ nitelemesi reva görürken, bazılarına ‘korkak, hain, mürteci’ sıfatlarını vermiştir. Bizzat Atatürk, Nutuk’u, ‘millete hesap vermek için’ yazdığını dile getirmiştir. CHP İkinci Kurultayı’nda yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Senelerden beri devam eden çalışmalar ve icraatımızın millete hesabını vermenin görevim olduğu kanaatindeyim.” (Hâkimiyeti Milliye gazetesi, 16 Ekim 1927) Aynı gerçeği, Nutuk’u okuduğu kongrenin açılışında yaptığı konuşmada, bir soru üzerine şöyle dile getiriyor: “Geleceğe yönelen tedbirler hakkında fikirlerimizi söylemeden önce, geçmişe ait olan olaylar hakkında bilgi vermek ve yıllardan beri süregelen davranış ve yönetimimizin milletimize hesabını vermek ödevim olmuştur. Olaylarla dolu dokuz yıllık bir sürenin tarihine değinecek demecim uzun sürecektir. Ama bu güç iş, yerine getirilmesi gereken bir ödev olduğuna göre, sözü uzatırsam beni hoş karşılayacağınızı ve bağışlayacağınızı umarım.” İslam'dan nefret tutkusunun götürdüğü yer İslam’dan nefret tutkusunun (bazı zeminlerde illetinin) götürdüğü yer, en çarpıcı şekliyle bugünkü Türkiye’dir. Emevî dinci despotizminin kol gezdiği; dahası, haçlı emperyalizmin dibine kadar desteklediği kahır tablolarının egemen olduğu bir coğrafyadır artık Türkiye. Önce dini yozlaştırıp nefret edilir hale getiren despotizm, arkasından hukuku güdüme alıp, hukuk devletini işlemez hale soktu. Yargı güdümdedir. Aydınlar ya zindanlardadır
veya zindanla tehdit edilerek susturulmaktadır. Sadece basın ve ekranlar değil; evlerin içi, geceler, gündüzler, mabetler, secdegâhlar, ilim adamlarının dosyaları, hatta aklından geçenleri not ettikleri kâğıt parçaları, despotizmin bir biçimde kontrolü altındadır. En küçük bir ima ile “Bu kadar da olmaz” demeye getirenler, bir süre sonra ekranına, programına, sayfasına, köşesine veda etmek zorunda kalmaktadır. Ben, tarihin benzeri despotik devir ve toplumlarını araştırıyorum; böylesi bir despotizme rastlayabilmiş değilim. Emevî dinciliğine karşıysanız; yürümeniz de suçtur, yerinizde durmanız da… Zulüm kol geziyor. 21. Yüzyıl’ın dünyasında tam bir Emevî hegemonyası sürdürülmektedir. Engizisyon bu kadar kapsamlı, teşkilatlı, destekli ve planlı değildi. Anlayacağınız; bahsettiğimiz despotizm, tarihin eşini, benzerini tanımadığı çok özel bir tür. Tarihte ilk kez, sarıklı dincilikle istavrozlu ve kipalı dincilik, işbirliği halinde hakların ve aydınlanmanın gırtlağına çökmüş bulunuyor. Eski zamanlarda bunun da bir örneği hemen hemen yok. İşte, İslam’dan nefret tutkusunun Türkiye’yi getirdiği yer burasıdır. Beğendiniz mi? Şimdi esas soruyu soralım: Bu gelişin ve getirişin müsebbibi kim? İslam’dan nefreti büyük bir meziyet (hatta en büyük meziyet) sanan ve yıllarını bu ‘meziyeti’ pazarlayarak geçiren solcularla sözde Atatürkçüler. Hani şu, “Biz laik adamlarız, dinle minle uğraşmak bizim işimiz değil, öyle şeyler bize yakışmaz” diyerek kahkahalar atıp kadeh tokuşturan salaklar. Tabii salakları var bunların, solakları var. Ortak noktaları, koyu ahmaklıktır. Şöyle de derlerdi bunlar: “Falanca mı aydın, Atatürkçü? Yok be! O kadar saftoroş olmayın; neresi aydın onun? O da son tahlilde ‘Kur’an’ demiyor mu? Eee! Onunla falancanın farkı ne? Bunların ikisi de molla, ikisi de gerici, ikisi de imam-hatipli.” EY AHALİ, KENDİNE GEL! Ey ahali! Bugünkü Türkiye’nin maruz ve mahkûm bırakıldığı despotizmin dincilik eliyle yürütüldüğüne bakarak, sadet noktasını gözden kaçırmayalım. İçine itildiğimiz badirenin esas müsebbibi solcularla sözde Atatürkçülerdir. Dincilik kendi işini yapıyor. Dincilikten bunun aksini beklemek de ayrı bir mankafalılık olur. Dincilere zalim, vicdansız, sadist, hatta bir kısmına hain diyebilirsiniz ama asla mankafa diyemezsiniz. Mankafalılık, İslam’dan nefret uyuzuna tutulmuşlar dururken, dincilerin semtine bile ulaşamaz. Yollar birinciler tarafından kesilmiş. Türkiye’nin bu hallere düşmesine sebep olanlar, köprüde deliği görüp kendine geldi mi dersiniz? Hayır, asla! Bunların İslam’dan nefret uyuzu öyle bir illet ki, tıbbın keşfettiği aşıların hiçbiriyle tedavi edilemez. Aynen canlarını yakan dincilik uyuzu gibi… Bu iki illetin tedavisini yarayacak aşı sadece Kur’an laboratuarında üretilir. Ve bugünkü Türkiye’de o aşıyı üretebilecek dirayet ve bilgiye sahip tek kişi var: Şu satırların yazarı. Ayrıntıları vereceğim, merak etmeyin!
İslam'dan nefret illetinin ilacı üstüne İslam’dan nefret tutkusunun Türkiye’yi bundan sonra sürükleyeceği yerin ne olacağını anlamak için bugüne dikkatle bakmak lazım. Bugünkü ana yarınki dananın endamını tahminde yardımcı olur. Ancak bugüne dikkatle bakabilmek için dünü hatırlamalıyız. Dünün hatalarından ders çıkaramazsak, bugünden ibret alamayız; o zaman da, yarınlara ilişkin değerlendirmelerimiz güvenilir olmaktan çıkar. Felsefeci Prof. Cahit Tanyol, otuz yıl önce şunu söylüyordu: “Önümüzde dinin ve cumhuriyetin dokunulmaz, tartışılmaz tabuları durdukça ve biz bunları her dönemde kuvvet kullanarak cevaplandırdıkça, giderek şiddetlenen bir tepki ortamı yaratmaktan kurtulamayız. Bir yanlışın baskı altında tutulması, bir doğrunun baskı altında tutulmasından daha tehlikelidir. Yanlışın baskı altında tutulması iftira, tezvir, hınç gibi kışkırtıcı güçleri harekete geçirir.” “Hiç gerek yokken, bir tür cumhuriyet ve Atatürk idolü yaratıldı. Bu idol tabulaştıkça, irtica daha koyu ve daha katı bir görünümde önümüze çıkmaktadır. Bunu çözmeye mecburuz. Eğer çözemezsek, eğer onun üzerine hep ‘inkılâp, irtica, Atatürk’ gibi sloganlarla yürümeye kalkarsak, günün birinde irticanın kara bulutları arasında boğulmamız kaçınılmazdır.” (Cahit Tanyol, Laiklik ve İrtica, 16-17) İşte boğulduk. Çünkü küresel haçlı emperyalizmin koruyup beslediği karanlığın bertaraf edilmesi ‘idoller edebiyatı’ ile mümkün olamazdı. Çare, Kur’an laboratuarından çıkarılacak reçete idi. Büyük aldanış, işte bu gerçeğin fark edilememesidir. Tarihin diyalektiğine göre, “Ceza amel cinsindendir.” İslam’dan nefret illetinin cezası, İslam adına sahne alan sadizmin kahrıyla veriliyor. Kur’an mümininden nefrete yenik düşenlerin enselerine, dincilerin vicdan ve adalet nedir bilmeyen ayakları bindirilmiş. Çöküşe doğru gidiş durdurulamaz mı? Durdurulur ama 10 Kasım’da ‘Atatürk’e mevlit’ okutarak veya ‘Çarşaf Açılımı’ yaparak değil. Aşının süratle devreye sokulması lazım. Gel gör ki; Kur’an mümini olarak, Allah ve Muhammed diyenlere asla ve asla iyi gözle bakmıyorlar. Dincilerin temel musibetleri bu. Onlar da görünüşte ‘Muhammed’ deseler bile dayattıkları ‘din’ Muhammed’in değil, Muaviye’nin dini. Velhasıl, dincilerle onları aptal zanneden aptalların ikisinin de ezel nasipleri, Kur’an laboratuarından yararlanmaya müsait değil. Vücut kimyaları buna izin vermiyor. Sürünmelerine rağmen o reçeteye itibar etmiyorlar. BİR UYARI DA DİNCİLİĞE Dinci sadizm, basireti tutulmuş mankafalara baktıkça keyiften dört köşe. Göbeğini okşayarak kahkahalar atıyor. Dün mankafalara söylediğimizi bugün de dinci despotlara söylüyoruz:
“Kin ve nefretle paslı çivilere dönmüş dişlerinizi göstererek sırıtmayın, bu işin bir de öteki yüzü var. Dini hiç iyi okuyamadınız ama hiç değilse tarihi iyi okuyun. Dün birilerinde tuğyan (azmışlık) alametleri görüp uyarmıştık; sizde ise tuğyanın alameti değil, bizzat kendisi var. Dikkat edin, kendinize gelmeniz için fazla vaktiniz yok. Yığdığınız haram paraları rahatça yiyeceğinizi sanmayın! Tanrı ve tarih buna izin vermez!” "Kurtuluş Savaşına ihanet içindeyiz" Kerim Tokgöz Ankara’dan yazıyor: “Yazdıklarınızı anlatan bir Müslüman daha yok. Gerçekleri sizin gibi bir âlimden okumak benim gibilere güç veriyor. Her cuma camide, güdümlü ve ayarlı hutbeleri dinlerken, büyük iç çekişmeleri yaşıyor ve ‘Acaba bu münafık yuvasında bulunmamdan Allah razı mı?’ diye sorup duruyorum. Zulme ve işgale karşı gelmiş bir millete Allah'ın bahşettiği Kurtuluş Savaşı zaferine ihanet içindeyiz. Şimdi zalimlerin yanında koşuyoruz. Allah bizi affetsin!” “Suriye ve Mısır gibi konularda lütfen daha çok yazın ve konuşun. Bu topluma vicdanı, aklı ve hakkı hatırlatmak her zamankinden daha fazla gerekli.” Nursen Demir yazıyor: Sizin sayenizde Kur’an bana da indi. Yüce Rab'bim her şeyi gönlünüze göre versin. Çok merak ettiğim ve sadece sizin bilginize inanacağım bir sorum olacak. Yanıtlarsanız sevinirim. Firavunun yönetimi günümüz yönetiminden daha âdil değil miydi?” Nusret Sevenoğlu İzmir’den yazıyor: “Siz, bu yıldan sonraki yaşamınızda, takdir edilen ve ihtiyaç duyulan bir yükselişi göreceksiniz. İnsanlık da bundan nasiplenecektir. Halk TV’de Işığa Çağrı programının 90 dakikalık akışı, cumhuriyetin, ülke insanını raiyyeleşmekten kurtarılmasının ayrıntılı anlatılması, Alak suresine girişiniz muhteşem. Kelimelerin anlamlarını açan ifadeleriniz, bu konuda çalışanlara da bir ışık tutacaktır. Ekrandaki görünüşünüz, kıyafetinizdeki uyum, sevecen ama ciddi tavrınız son derece mükemmel, vurgularınız muhteşem.” Seher Kandemir yazıyor: “Sizi yıllardır takip ediyorum. Yüce Allah'ım sizin vesilenizle Kur'an’la dost olmamızı sağladı. Herkesin aklı ve yüreği, söylediklerinizi anlamak için elverişli değil, bazılarının kalpleri mühürlüdür. Ancak, ben ve benim gibi insanların sevgi ve duaları negatif enerjileri yok eder.” “Mühürlenmemiş kalpleri iki tehlikeden uzak tuttunuz; Birincisi: şirk ve hurafelerle boşa harcanmış bir hayattan; ikincisi: dini, hurafeler yığını zannederek, peşinen reddetmekten. Bunlar az şey değildir. Ben size hem bir hayat hem de bir ahiret borçluyum. Bu borcumu ödeyemem; ama size en azından şükranlarımı sunabilirim.” Muammer Mete yazıyor: Dinimizle ilgili soruların akıl ve mantığa en uygun yanıtlarını eserlerinizde görüyorum. İslam dünyasında ve onun bir parçası olan güzel yurdumuzda din adına yapıldığı ifade edilen din dışı uygulamaların İslam dünyasının geri kalmışlığının açıklaması olduğunu düşünüyorum. Sizin yorumlarınızın egemen olacağı din anlayışının karanlık çağlardan aydınlığa, Hak yoluna çıkışın başlangıcı olacağına inanıyorum. Çocuklarıma sizin eserlerinizi okuyarak bilgilenmeden diğer kaynaklara
yönelmemelerini öğütlüyorum. İstiyorum ki, zehre karşı panzehirleri olsun. Şahsınıza duyduğum şükran hislerini uzun boylu ifade edemeyeceğim. Söyleyebileceğim tek şey şudur: Allah sizden razı olsun.” Düşündüren ve ağlatan bir yazı Eski milletvekillerinden hukukçu dostum Vecdi Aksakal Ağabey, çok anlamlı bir yazı göndermiş. O mu hazırladı, ona da birisi mi gönderdi, bilmiyorum. Muhteşem tespitler içeren ‘Lider Atatürk’ adlı bu yazıyı, Vecdi Bey’e ve eğer varsa ona gönderene teşekkürle, ben de size aktarıyorum: “Bu ülkenin her türlü nimetinden yararlanıp da ona ve ilkelerine karşı olmak hainliktir, şerefsizliktir, utanmazlıktır. Şunları biliyor musunuz: - Atatürk'ün dünyada 'başöğretmen' sıfatlı tek lider olduğunu, - Atatürk’ün bir geometri kitabı yazdığını ve üçgen, açı, dikdörtgen gibi 48 tane geometri teriminin Türkçe isim babası olduğunu, - Norveç`te ‘Atatürk gibi olmak’ diye bir deyim olduğunu, - Atatürk Çiçeği'nin adını, çiçeği bulan Wanderbit Üniversitesi profesörlerinden Doktor Kirk Landin`in koyduğunu ve bu çiçeğin tüm dünyada bu isimle üretilip satıldığını, - Yunan Başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan, her Cumhuriyet Bayramı’nda Atina'daki Türk Büyükelçiliği’ne giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçip saygı duruşunda bulunduğunu, - Kurtuluş Savaşı'nda rütbe alan birçok kadın askerlerimizin olduğunu, Üsteğmen Kara Fatma'nın 700 erkek, 43 kadından oluşan bir müfrezenin komutanlığına bizzat Atatürk tarafından getirildiğini, - Bir röportajda Atatürk’e ‘Birleşmiş Milletler’e üye olmayı düşünüyor musunuz’ diye sorulduğunda, ‘Şartlarımızı koyarız, kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz. Üye olmamız için davet gelirse düşünürüz’ dediğini; bunun üzerine ‘BM Yasası’nın değiştirildiğini ve üyeliğe davet edilen ilk ülkenin Türkiye Cumhuriyeti olduğunu, - 1938'de, General MacArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde; danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye, ‘Şu anda hiçbirinizi değil, büyük kabiliyeti ile Mustafa Kemal'i görmek için neler vermezdim’ dediğini, - 1938'de Ata`nın ölümünden sonra bir Tahran gazetesinde yayınlanan şiirde; ‘Allah bir ülkeye yardım etmek, onun elinden tutmak isterse, başına Mustafa Kemal gibi bir lider getirir’ denildiğini, - 1996'da Haiti Cumhurbaşkanı’nın vasiyetinde, mezar taşına yazılmasını istediği metinde, ‘Bütün ömrüm boyunca, Türkiye'nin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm’ yazdığını, - 2005'te Amerika'nın en ünlü ekonomistlerinden biri olan Mr. Johns`un önerisinin ‘Türkiye, ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk'ü örnek alsın yeter’ olduğunu”… “Peki, şunu biliyor musunuz: 2006'da ise, AB Uyum Yasaları gereğince, devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldırılmasının istendiğini!..” Barabbasları yeğleyen toplum
Kur’an’ın deyimiyle; ‘Kötülük Toplumu’. Barabbas, İncil’de yer alan figürlerden biridir. Katil ve zalim bir haydut olduğu için, Romalıların Yahudiye Valisi Pontius Pilatus (ölm. 36) tarafından zindana atılmış, sonra da halkın isteğiyle affedilmiştir. Barabbas’ın zindan arkadaşı Hz. İsa idi. Romalıların yerleşik geleneklerine göre; Fısıh bayramlarında, valiler zindandaki mahkûmlardan halkın istediği birini affederlerdi. Geleneksel dinlerine zarar verdiği için, İsa’yı düşman bilen dinci propagandistler, oylarını İsa değil, Barabbas lehine kullanmaları için halkı kandırdılar. Ve halk, Pliatus’tan İsa’yı değil, Barabbas’ı affetmesini istedi. Pilatus da isteğe uygun olarak Barabbas’ı serbest bıraktı. Yani halk; ışığın, aydınlığın, hak ve adaletin öncüsü İsa Peygamber’i değil, cinayet ve ırza tecavüzün temsilcisi Barabbas’ı tercih etti. İncil’in ilgili satırlarını okuyalım: “Pilatus onlara dedi: ‘Ben, İsa’da hiçbir suç bulmuyorum. Fısıh’ta bir kişiyi salıvermekliğim âdetinizdir. İmdi ister misiniz ki, sizin için İsa’yı salıvereyim?’ Bunun üzerine bağırıp dediler: ‘Onu değil, Barabbabası salıver.’ Barabbas bir haydut idi.” (Yuhanna, 18/35-40; Markos, 15/6-15; Matta, 27/15-26; Luka, 23/13-25). Sonuçta, halkın isteğiyle haydut Barabbas serbest bırakıldı, Hz. İsa çarmıha gerildi. Zalimleri yaratan sürüleşmiş halk yığınları, büyük zalim zağarların yedikleri haramlardan birer kırıntı kapabiliriz diye, onlara destek veren fino köpeklere benzerler. Ve bu finoluğu bir başarı sayarlar. Zavallı finolar, önlerine atılan kırıntılar karşılığında, kendilerinin ve çocuklarının yarınlarını mahvettiklerini bir türlü anlamak istemezler. Anlatmak isteyenlere de düşman kesilirler. Lût kavminin Hz. Lût’a söylediği, şu ‘namussuzluk belgesi’ sözü söylerler: “Çıkarın şunları kentinizden, yurdunuzdan. Bunlar temizlik ve dürüstlükte aşırı derecede titizlik gösteren insanlar.” (A’raf, 82; Neml, 56). Zalimlerle onlara köpeklik eden sürünün rahatsızlık sebebi, her zaman işte bu ‘temizlik ve dürüstlük’ olmuştur. Başlarına geçecek adamın temiz ve dürüst olması onları verem ediyor. Sürüyü verem eden olguyu da göstermiştir Kur’an: “Lût’a da hükmetme gücü, yargılama yetisi ve ilim verdik. Onu, pislikler üretip duran bir kentten/bir ülkeden kurtardık. O kentte/ülkede yaşayanlar yoldan çıkmışlardan oluşan bir kötülük toplumuydu.” (Enbiya, 74). Bu Kur’ansal beyyine bize şu ölümsüz hakikatlerin altını çizme imkânı veriyor: 1. İnsanoğlu, temizlik ve dürüstlüğüyle seçkinleşen kadrolardan rahatsız olabiliyor, onlara düşman kesilebiliyor, onları sırf bu nitelikleri yüzünden yerlerinden yurtlarından edebiliyor. 2. Sürüleşmiş kitleye rahatsızlık veren dürüst ve temiz kişilerin temel nitelikleri; adaletle hükmetme yetisi ve ilimdir. Demek ki, basit çıkarlar (örneğin, bir file yiyecek, birkaç torba kömür, birkaç paket makarna veya iane çadırlarında verilen bir-iki kap yemek vs.) karşılığında
sürüleştirilmiş bir toplum, öncelikle ilim ve hikmet düşmanı kesilmektedir. Kur’an diyor ki, böyle bir topluma bir tek ad uygun düşer: ‘Kötülük toplumu’. Kötülük toplumu, çöküşü hak eden toplumdur. ‘Müslüman halkın’ (!) ‘dini bütün’ (!) diyerek iş başına getirdiği iktidarın bakanlarına ve oğullarına yönelik yolsuzluk operasyonlarına bakınca sormadan edemiyorum: Acaba, bugünkü Türk toplumu, çağdaş Barabbasları su başlarına getirdiği için ‘kötülük toplumu’ damgasını yemiş midir? Dinci talan zihniyetini tanıyor musunuz? Şu kitapları, bugünkü iktidarın ‘saltanat’ dönemindeki yalan ve talanı deşifre etmek için yazdım: ‘Allah ile Aldatmak’: Kur’an, “Allah ile aldatılmayın” emrini ısrarla verdiği halde, bu iktidar halkı Allah ile aldatıyordu. İslam düşünce tarihinde bir devrim kabul edilen ve 71. baskısını yapmış bulunan o kitabı yazarak, halkı ‘din’ maskeli dinsizliğe teslim olmaması için uyardım. ‘Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Âzam’: İlimi ve dehasıyla Müslüman tarihin en önde gelenlerinden biri olduğu halde, sırf Arap ve Arapçı olmadığı için işkenceler, zulümler altında yıllarca inletildikten sonra Arabizmin cellatlarınca katledilen ve daha sonra da fikirlerinin ve mesajının üstü örtülen, eşsiz hukuk dehası İmamı Âzam (ölm. 767), Müdafaayı Hukuk Cumhuriyeti devrimlerinin Kur’ansal fikir dayanaklarının en başındadır. Çağımızın en büyük Müslüman düşünürü kabul edilen Muhammed İkbal bu gerçeği daha 1920’li yıllarda insanlığın bilgisine iletmiştir. ‘Cumhuriyet Devrimleri’ni bir tür dinsizlik gibi lanse etmeye çalışan dinci kahpeliğin bu şeytanî oyununun, İmamı Âzam’ın kişiliği ve mesajı ortaya konularak bozulması lazımdı. Anılan eserle, bu onurlu hizmeti de yerine getirdim. ‘İnsanlığı Kemiren İhanet: Dincilik’: Bu iktidar; dinci, dinsiz, liberal, allahsız, vurguncu, soyguncu, kanı bozuk, şirret, riyakâr gibi türlerden hempalarının elbirliğiyle, tarihin en vicdansız dincilik zulümlerini işliyordu. İftiradan cana kasta, anayasa ihlalinden talana kadar birçok suçun doğrudan veya dolaylı failidir. Dincilik kitabını yazarak, bu zulümlerin din kılıfıyla nasıl meşrulaştırıldığını gösterdim. ‘Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış’: Bu iktidarın açtığı imkân kapılarından elini kolunu sallayarak giren emperyalizm yamağı bir sürü Dürrîzade ve Damat Ferit torunu hain, Kurtuluş Savaşı’na çamur atıyor, onun nezih ve aziz komutanına saldırıyordu. ‘Paralel Devlet’ yapılanmalarıyla, beraberlerine aldıkları Atatürk düşmanlarının Okyanus ötesi desteklerini de kullanarak, Cumhuriyet ve Atatürk mirasını çökertme gayreti içinde olduklarını, Anıtkabir’i ortadan kaldırma noktasına doğru yürüdüklerini gördüm. Din kullanılarak sergilenen bu kahpe saldırıyı da deşifre etmek gerekiyordu. Anılan kitabı yazarak, ‘Türk Kurtuluş Savaşı’nın, Kur’an iradesi doğrultusunda yaratılan zaferlerin en büyüklerinden biri olduğunu tarihin ve Kur’an’ın tanıklığıyla ortaya koydum. ‘Kur’an’da Lanetlenen Soy’: Kur’an; İslam’ı Arap-Emevî saltanat ideolojisine dönüştüren, tarihin en şiddetli engizisyon ve faşizmini uygulayan Emevî soyunu
lanetliyor. Onların bu lanetli icraatından çıkarılması gereken dersleri insanlığın vicdan ve idrakine ulaştırmak, benzeri zulüm ve faşizmler sergileyen siyasetleri deşifre ederek günümüz Müslümanlarının ders almalarını sağlamak gerekiyordu. İsra Suresi 60. Ayet’in bir tefsiri olan ‘Lanetlenen Soy’ kitabını yazarak bu onurlu görevi de yerine getirdim. VE ‘MÂÛN SURESİ BÖYLE BUYURDU’: 2011 yılında yayınlanan ve bugün 17. baskısı yapılmış bulunan Mâûn Suresi kitabım, İslam düşünce tarihinde bir devrim sayılacak önemdedir. Mevcut dinci iktidarın kamu imkânlarını talan; dinin, cami ve namazın istismarı; sosyal devleti tahrip; sadaka kültürüyle kitleleri yalcı kölelere dönüştürme; riyakârlık, yalan ve iftira gibi korkunç insanlık suçlarını bir tür ibadet şevkiyle işleyen icraatının Kur’an verileri ışığında deşifre edilmesi, dine hizmet perdesi altında dehşetli bir dinsizliğin sergilendiğinin kitlelere ve dünyaya gösterilmesi gerekiyordu. Eseri yayınlayarak bu iman görevimi de yerine getirdim. Mâûn Suresi’nin muhteşem ve muazzam mesajını açıklamak için yazdığım kitabın neleri deşifre ettiğini gelecek yazımda ele alacağım. ‘Engerek yılanının dölleri' Başlık, Hz. İsa’nın bir sözünden alınmıştır. Allah ile aldatan şeytan çocuklarının, bu aldatmayı tezgâhlama mekânı olarak kullandıkları mabede yollama yaparak, şöyle diyor Hz. İsa: “Allah’ın evini ticarethaneye çevirdiniz, ey engerek yılanının dölleri!” Bu sözün önümüze koyduğu kahırlı ıstıraptan insanlığı kurtarmak için, vahyin son kitabı Kur’an gerekli adımları atmış, gerekli uyarıları yapmış, gerekli donanımı getirmiştir. Bir kere; dinden resmî mabet çıkarılmış, bütün yeryüzü mabet ilan edilerek, Tanrı’ya ibadet için birilerinin kotardığı bir mekâna ihtiyaç bırakılmamıştır. Kur’an’ın ifadesiyle; “Ne yana dönerseniz, Allah’ın yüzü oradadır”. Ve Hz. Peygamber’in ifadesiyle; “Bütün yeryüzü mescittir. İnsan, Allah ile istediği yerde beraber olabilir”. Bu buyrukların özeti olan ilke de şudur: Bütün yeryüzü mabet, bütün meşru fiiller ibadettir. Cami bir toplantı yeridir; orada namaz da kılınır. Cami; namaz için, olmazsa olmaz bir mekân değildir. Allah’ın evi falan hiç değildir. Kur’an, engerek soyunun döllerine istismar imkânı yaratacak öteki yapılanmaları da yerle bir etmiştir: Din sınıfını yıkmış, din kisvesini yırtmıştır. Allah ile insan arasına girmesi muhtemel aracıları, şefaatçıları, yaklaştırıcıları, evliyayı birer şeytan uşağı ve şirk unsuru olarak gösterip kenara itmiştir.
KUR’AN BUNLARIN DİN DEDİĞİNİ LANETLİYOR Bütün bu uyarılara rağmen; Kur’an dinlenmediği, Kur’an’dan gerekli donanım alınmadığı için; engerek yılanının dölleri ellerini kollarını sallayarak, yirminci ve yirmi birinci yüzyılda bile zulümlerini sürdürmüş; kitleleri zehirleyip felç ederek, onları camilerde soyup soğana çevirmişlerdir. Hem de, milyar dolarlık rakamlarla! Mercümek talanından Deniz Feneri soygununa ve bugün pis kokuları sokakları dolduran AKP (adaletsizlik ve karanlık partisi) yolsuzluklarına kadar, tümü doğrudan veya dolaylı yoldan mabedin kullanılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Engerek yılanının dölleri, tarihin her döneminde mabedi ve dini istismara gitmeden ve bir de emperyalizmden destek almadan asla başarılı olamamışlardır. Bugün de öyledir. Bugün, engerek yılanının döllerinden yakasını kurtarmak isteyenler, öncelikle cami sömürüsünü durdurmak zorundadırlar. Ve bilmek zorundadırlar ki; bugün ‘cami, Allah’ diye diye, Allah ile aldatarak, Allah ile susturarak; Allah’ın iradesinin tam aksini yapmanın dokunulmaz mekânı, eleştirilmez alanı olarak kullanılmaktadır. Bunun anlamı: caminin, ‘Allah ve din’ tabelası altında, insan hakları ihlali için kullanıldığıdır. Türkiye’de bugün mabet istismarının anayasal kurumu Diyanet İşleri’dir. Diyanet’in kotardığı cami, beş buçuk katrilyonluk bir bütçeyle, yani bizzat devletin destek ve himayesinde soygunların ve haksız kazancın aracı yapılmaktadır. Şunu sormalıyız: Kur’an dini, birileri namaz kılsın diye; yüz bin civarında insana beş buçuk katrilyon maaş dağıtılmasını meşru görür mü? Dahası: Bu maaşların, namaz kılmayan, camiye gelmeyen insanlardan alınmış vergilerden verilmesini meşru görür mü? Hayır, asla meşru görmez. Aksini söyleyenler din adına yalan söylüyorlar. Doğru söylediklerinden emin iseler; gelsinler, milletin önünde konuşalım. Gerçek şu ki: zulüm içinde zulüm söz konusudur. Dine hizmet adı altında, dindışılığın en yıkıcısı sergilenmektedir. Kur'an üçünüzü de çarptı Kur’an, iki dinci taife olan Cemaatçılar ve AKP ile onlara karşı olduğunu söyleyen sözde Atatürkçü-laikleri çarptı. Nasıl çarptı? Sonuncudan başlayarak cevaplayalım: Sözde Atatürkçüler; Kur’an’ı ‘çöl kitabı, bedevî masalı, ölüler kitabı, imam hatiplilerin kitabı’ görüp hayatın dışına ittikleri ve Atatürk’le laikliği o kitaba aykırı bir anlayışın temsilcisi sayarak, Kur’an’dan yararlanma idrakini felç ettikleri için çarpıldılar. İki binli yıllardan beri düştükleri yürekler acısı durum ortada. Batı emperyalizminin kodamanları gütmese, donlarını bağlamasını bile bilmeyen birtakım adamlar, Mâûn Namazı kılmak üzere ‘takunyalanmış’ ayaklarını sözde laiklerin ensesine basıp onları ciyak ciyak bağırttılar. Dinci zebaniler, haçlı emperyalizmle kurdukları işbirliği sayesinde geldikleri yerden Ehlisalîp kodamanlarına tarihin en büyük hizmetlerini verdiler. Ehlisalîp’in Hilal’den, Türk’ten ve Türklükten bin yıllık intikamını almasını sağladılar. Nihayet, haçlı
kodamanların bu dinci namert taifelerden alacakları fazla bir şey kalmayınca desteklerini çekip onları kendi ‘zekâları’ (!) ile baş başa bıraktılar. Dinci zulüm taifeleri, kendi zekâlarıyla (!) ancak birkaç hafta yol alabildiler. Malum kavga ile birbirlerine girdiler. Bütün pisliklerini, nifaklarını, fesatlarını, hırsızlıklarını, hukuksuzluklarını, yolsuzluklarını, iftiralarını, hıyanetlerini, ahlaksızlıklarını, yalanlarını ve talanlarını… Kısacası bilcümle zulümlerini karşılıklı salvolarla deşifre etmeye başladılar. Onların ciğerlerindeki pisliğin ağırlığını en iyi bilen yine onlardı. Böyle bir ‘deşifre’ işlemini hiç kimse bu kadar ustaca yapamazdı. Allah istedi ve onlar da yaptı. Bunların her yanını lanetleyen Kur’an adına şu gerçeğin altını öncelikle çizelim: Kur’an, iftira suçu işlemiş olanların tanıklık hakkını yani doğruyu söyleme ehliyet ve liyakatlarını ‘ebediyen’ kaydıyla (tabir Kur’an’ın) ellerinden almaktadır. Yani; iftira şampiyonu bu dinci taifelerin ağızlarından çıkan hiçbir söze güvenilemez, bunların bir gün doğruyu söyleme imkânlarının bulunabileceğine asla ihtimal verilemez. Ayrıca bunlar, işledikleri ağır zulümlerle hakka ve hakikate hıyanet ettikleri için bunların hiçbir biçimde savunulması söz konusu olamaz. Birbirleri aleyhinde söylediklerinin doğruluğu bu tespite aykırı değildir. Çünkü o doğrular, onların doğruları değil, tarihin doğrularıdır. Tarih ve Tanrı o doğruları onlara itiraf ettiriyor. Bu itirafları onların doğruluğuna tanık olarak değil, Tanrı’nın lütfuna delil olarak düşünmek zorundayız. “ZALİMLERE YARDAKÇI OLMAYIN!” Ara başlıktaki emir Kur’an’ındır. (Nisa suresi, 105) “Zalimlere eğilim gösterirseniz, ateş sizi sarmalar” diyen de Kur’an’dır. (Hûd suresi, 113) “Zalimlerden başkasına düşmanlık yapılmayacaktır!” (Bakara, 193) diyen kitap da Kur’an’dır. Kur’an’ın bu emrini çiğneyenler zalimlere uşaklık etmek gibi korkunç bir zulmün faili olurlar. Zalim olmaktan daha büyük bir suç vardır: Zalime yardakçılık etmek. Yani pasif zalimlik. Pasif zalimlik, zalimliğin en kahpesi, en zararlısıdır. Allah, pasif zalimlerden intikam alacağını hükme bağlamıştır. (Zühruf suresi, 54-56) Türkiye bugün aktif zalimlerle pasif zalimlerin karşılıklı desteklerle birbirini ihya ettiği bir zulümler coğrafyası olmuştur. Aktif zalimler onlarla yüzlerle ifade edilebilirken, pasif zalimler, yani zağar zalimlerin kırıntılarından yemlenmek için onlara finoluk eden zalimler binlerle, on binlerle, belki de milyonlarla ifade edilmektedir. PEYGAMBER’İN BEDDUASI Allah’ın bedduasını görmüştük; şimdi de Peygamber’in bedduasını görelim. O beddua ki, dinci yalan ve talan ekiplerini tam içlerinden vurarak pisliklerini kendi elleriyle sokaklara yaymalarını sağlamıştır. ‘İslam Peygamberi’nin bütün hayatı boyunca yaptığı üç bedduasını tespit edebildim: 1. Başkalarına her fırsatta zorluk çıkaranlara bedduası: “Allahım! Ümmetimin işlerini
zora sokanların sen de işlerini zora sok!” 2. Yeryüzünün korunması gereken doğal değerlerini tahrip edenlere yaptığı beddua: “Yerkürenin belirgin alâmeti olan değerleri/yeryüzünün olmazsa olmazlarını yozlaştırıp bozanlara Allah lanet etsin!” (Zehebî, Kitabu’l-Kebâir ve Tebyînu’l-Mahârim, 148) 3. Parayı ilahlaştıranlara yaptığı beddua: Bu Peygamber bedduasına sebep oluşturan suçların üçü de, son günlerde karşılıklı beddua atışmalarına tanık olduğumuz dincilik zalimlerinin tümünde mevcuttur. Özellikle şu son bedduanın sebebi olan aşağılık suç: ‘Paranın kulu - kölesi olmak’. Cenabı Peygamber, parayı baş amaç yapanlara, yani Mâûn suçu işleyen mel’unlara hayatında yaptığı en ağır bedduayı yapmıştır. Şöyle diyor: “Gümüş ve altın paranın, kadifenin, süslü giysilerin kulu - kölesi olan, yüzükoyun yere çakılıp gebersin! Yüzükoyun yere çakılsın da, yerlerde sürünsün! Vücudunun her yanına dikenler batsın da, o dikenleri çıkaramasın! O öyle biridir ki; bir şeyler verildiğinde hoşnut olur, bir şey verilmediği zaman ise asla vefa göstermez.” (Buharî, cihad 70, rikaak 10; İbn Mâce, zühd 8) BÜYÜK VE KÜÇÜK HIRSIZLAR En büyük hırsızları tamamen, büyük hırsızları kısmen serbest bırakıp karnını doyurmak için çalan küçük hırsızları cezalandırmak, zulüm, ahlaksızlık ve riyakârlık düzeninin temel niteliğidir. ‘Din’ adı altında ‘örtülü dinsizlik’ sergileyen iktidarların temel niteliklerinden biri de budur. En büyük hırsızlar; birinci derecede kamu malı talancısı Firavun takımıdır. Son olaylarda da görüldüğü gibi, kurdukları kara para ve haram lokma tezgâhlarıyla haram servetleri onlar tedvir ve tevzi eder. Dincisi vardır, dinsizi vardır, sosyalisti vardır, liberali vardır. Büyük hırsızlar; en büyük hırsızların talanlarından büyük pay alanlardır. Küçük hırsızlar; büyük vurgun ihtirasları olduğu için değil, yaşamlarını sürdürmek için çalanlardır. Bunlar, talanın zağarları olan Firavun takımından kalan artık ve atıklardan sebeplenen finolardır. Bu sebeplenme tehlikeye düşmesin diye, subaşlarına Firavun takımının oturmasını isterler. Yalakalıkları, hizmetleri, propagandaları ve nihayet oylarıyla, büyük hırsızların yönetim mevkiine gelmesini bir ‘memleket hizmeti’ olarak ilan ederler. En önemli meşruiyet ve mazeret söylemleri; “Oylar bölünmesin diye onları seçtik” hezeyanıdır. Küçük hırsızlar, ‘oylar bölünmesin’ diyerek Firavunlar yaratan, dürüstlüğü cezalandırarak zulümlere işlerlik kazandıran günahkârlar sürüsüdür ki, Zühruf Suresi 54. - 56. Ayetler bu sürünün tarih önündeki suçunu deşifre etmiştir. O suç; ‘Firavunlar üretme’ suçudur. Modern dünyada demokrasi adına egemen olan firavunların yaratıcısı işte bu günahkârlar sürüsüdür.
Cahiliye şirki bu kadar rezil değildi Giriş olarak şirk konusunun temel ayetlerinden ikisini vereceğim: “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah’ın berisinden yedek ilahlar edinirler de onları Allah'ı sevmiş gibi severler.” (Bakara, 165) “Ey iman edenler! Müşrikler bir pisliktir!” (Tevbe, 28) Sadece bizim tarihimizin değil, İslam tarihinin en rezil şirke batma olaylarından birini şu günlerde yaşadık. Talan, yalan ve yolsuzluk dosyalarıyla günlerdir ülkeyi taciz eden iktidar partisi AKP’nin, hem de imam hatipli bir milletvekili (Fevai Aslan), belediye seçimleri için propaganda yaptığı sırada ‘liderleri’ni överken, ona iki sıfat verdi: Birincisi, ‘dünya liderliği’, ikincisi ‘Allahlık’. (18 Ocak 2014 tarihli gazeteler) Birinci sıfatı dünyanın takdirine bırakalım ama ikinci sıfatla ilgili olarak söylememiz gerekenler var. O gerekenleri söylemez isek Tanrı bizi hesaba çeker. Vekil efendi şöyle dedi: “Başımızdaki lider Recep Tayyip Erdoğan, Allah’ın bütün sıfatlarını kendisinde toplayan bir liderdir”. Aman Tanrım! Kur’an böyle bir yüceliği, vahyin muhatabı olan Hz. Muhammed’e bile vermiyor. Bu söz, bir adamın ‘Allah’lığını ilan etmenin en pervasız, en cüretkâr ve en rezil perdesidir; tevilsiz, tartışmasız bir şirk deklarasyonudur. ‘İmam hatipli’ bu adam, söylediğinin, katmerli bir şirk olduğunu nasıl olur da bilmez. Belli ki bu adam ‘arka bahçe imam hatiplisi’. O arka bahçeye bir kez girdin mi, Allah belanı verdi demektir. Ne ilim kalır, iman kalır; ne din, ne Kur’an kalır, ne İslam. Yağcılık, uşaklık, kutsallaştırma denen imansızlık ve ahlaksızlıkların bini bir paraya düşer. Şirk deklarasyonunun yarattığı infiali görünce, bilinen şeytanlıklarına başvurarak şöyle demeye başladılar: “Onu demek istememiştim”… Öyle mi? Bir de “Evet, öyle demek istemiştim” mi diyecektin! Elbette ki kıvıracaksın. Hep böyle yapıyorsunuz. Yahu, siz bu milleti ahmak veya eşek mi sanıyorsunuz? Yoksa bu milletin vücut aynasında kendinizi seyrediyorsunuz da farkında mı değilsiniz? DİNLE, EY MİLLET! Ey millet! Kur’an bize bildiriyor ki, müşrikler Allah’ın düşmanıdır. Onların diğer bütün yapıp ettikleri isabetli ve makbul de olsa, hüsrandan kurtulamazlar. Peşlerine takılanlar da hüsrandan kurtulamaz. Temel buyruk şudur: “Yemin olsun, sana da senden öncekilere de şu vahyedilmiştir: Eğer şirke düşersen amelin kesinlikle boşa çıkar ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursun.” (Zümer suresi, 65) Ey millet! ‘Zümer Suresi - 65. Ayet’in sana söylediği şudur: Sen bu maskeli şirk zihniyetine prim ve paye verdikçe, Allah da senin belanı verecektir. Bu zihniyetteki kadrolara itibar edip sonra da haram paralarla kurduğun binalarda ‘namaz’ adı altında boşuna yatıp kalkma; o yatıp kalkmalarının sana lanetten başka bir şey getirmeyeceğini
Kur’an bildiriyor. Aç da, bir kere olsun Mâûn Suresi’ni oku. Bak bakalım, insan haklarına tecavüz edenlerin namazları nasıl lanetleniyor. ‘Mâûn Suresi Böyle Buyurdu’ kitabını yazdım diye bana kızacağına, aç da oku! Kur’an’ın temel ibadeti okumaktır. Oku, ey millet; oku! ‘Konuşan eşek’ olmaktan kurtulmanın tek yolu; okumaktır. 'Anadilde ibadet meselesi' “Anadilde İbadet Meselesi adlı kitabınızı okuyup bitirdim. Çok mutluyum. Bu kitap önümdeki engelleri yerle bir etti. Bizim için çok uzakta gösterilen Allah’ın ulaşılabilirliği bu kitapla mümkün hale geldi. Okurken, kelimeler boğazımda düğüm düğüm oldu.” “Sizi övebileceğim kelimeler Türk edebiyatında yok. Bu kitabın bana öğrettiğinin, verdiği sevinç ve mutluluğun karşılığı ödenemez. Yıllarca aradığım şey, yokluğunu hissettiğim şey bu kitapmış. İş işten geçtiği bir gün halk olarak biz de akıllanırız. Millet şunu iyi bilsin, düşünsün: Bizim, Yaşar Nuri Öztürk’ten başka kaybedecek bir şeyimiz kalmadı.” ANADİLDE İBADET KİTABI NİÇİN YAZILDI? O kitap, Kur’an ve Peygamber tarafından tanınmış ve daha sonra kitlelerin elinden alınmış bir hakkın savunulması amacıyla yazılmıştır. Bu hak, anadilde ibadet hakkıdır. İnsan kadar gerçek, insan yaradılışı kadar doğal, ana sütü kadar ak ve berrak bir haktır bu. Anadilde ibadet meselesi, son yıllara damga vuran konulardan biridir. İslam’ı kendi kliğinin defterine kayıtlı olanların özel dini sanan dinciler istedikleri kadar, “Müslümanların böyle bir meselesi yoktur” diye bağırsınlar, konu son derece önemli ve günceldir. OKUDUĞUNU ANLAYAN KİTLEDEN NEDEN RAHATSIZDIRLAR? Cevap açıktır: Okuduğunu anlayan bir kitle bunların başına dert olur. Okuduğunu anlayan kitle bunların döndürdüğü şeytanî dolapları fark eder, bunları eleştirir. Kur’an’ın verileriyle konuşalım: Okuduğunu anlayan kitle Allah ile aldatılamaz. Bunlar ise bütün saltanatlarını Allah ile aldatmak üstüne oturtmuşlardır. O halde, kitle ya hiç okumamalı yahut da okuduğunu anlamamalıdır. Özellikle Kur’an’ı anlamamalıdır. Osmanlı’nın son meliki adûdu Vahdettin, kitlenin okuduğunu birazcık anlamasından bile korkunç rahatsızlık duymuştur. Öyle ki, o günkü gazetelerde birkaç ayet ve birkaç hadis meali yayınlandığında âdeta kudurmuşlar ve bu tür yayınları fermanla yasaklamışlardır. Araştırmacı Atilla Oral, İşgal İstanbul’u adlı eserinde şunları yazıyor: “Mehmetçik, 13 Eylül 1921’de Sakarya Meydan Savaşı’nda Yunan Ordusu’nu mağlup etti. Padişah Vahdettin bu tarihte saray bahçıvanının kızıyla yeni evlenmişti. Sakarya Savaşı sırasında kendinden 40 yaş küçük beşinci karısıyla balayı yaşıyordu. Zaferin coşkusu halkın moralini ve manevî duygularını yükseltti. Büyük bir inanç ve gerçek bir imanın
zaferiydi bu. Anadolu’da basılan gazeteler Kur’an ayetlerini ve hadisleri halkın kolay anlaması için, çoğu zaman Türkçe de yayınlıyordu. Millî hareketi destekleyen gazetelerde Sakarya Zaferi’nden sonra Kur’an ve hadis mealleri daha sık görülmeye başlandı. Millî hareketin liderlerini inançsızlıkla, iftiralarla karalayanların yalanları ortaya çıktı. Anadolu mücahitleri saray hainleri gibi imansız değildi. Ölümü mertçe göze alan, inançlı ve iman sahibi insanlardı.” ‘Ölümü mertçe göze alan’ o imanlı erlerin torunlarına şunu söylemek isterim: Allah ile aldatmayı saltanat aracı yapmış maskeli şirk çocuklarının, dini araç yaparak yaşattıkları yalan ve talan hegemonyasını tanımak için mutlaka ve muhakkak okunması gereken kitaplardan biri de ‘Ana Dilde İbadet Meselesi’ kitabımdır. Aydınlığın çocuklarına duyurulur. Dinciler için namaz neyin göstergesi? Dinciler için namaz; Maun suçlusu olmaya müsait, bu yolda kurulabilecek işbirliklerine katılıma hazır oluşun göstergesidir. Daha açık söyleyelim: Dinciler namazı bir ahlaksızlık karinesi olarak değerlendirmekteler. Bakın, yaşayan bir vatandaşın kitaplaştırdığı bilgilerden öğreniyoruz ki, TRT gibi egemen oldukları bir anayasal kuruma alacakları elemanların iki niteliği taşımasını şart koşmuşlardır: 1. Alevi olmamak, 2. Namaz kılmak (11 Mart 2014 tarihli gazeteler). Liyakat ve ehliyet aramıyor, namaz arıyor. Aslında onlar, tüm kurumlarda, bütün zeminlerde bu bölücü ve ahlaksız şartı esas aldılar. Neden? Dinciler namazı hep bir parola gibi kullanırlar. Namaz kılmak onlar için bazı şeylerin varlığına karinedir. Elbette ki bu karine bazen umulduğu gibi çıkmaz. Beklediklerinin aksine; namazlı adam gerçek mümin, vakur ve dürüst çıkabilir. O zaman dinciler o adamı başka bahanelerle dışlarlar. Bu, dünyanın her yerinde, her devirde korunan bir dinci yaklaşımdır. Mesela Sudan’da Mahmut Muhammed Tâha (1985’te dinciler tarafından idam edildi) gibi bir seçkin mümini, kazaya namazı kalmamış bir insan olduğu halde, irtidatla suçlayıp idam etmişlerdir. Ve mesela; Mısır’da Nasr Hâmid Ebu Zeyd gibi bir büyük mümin düşünürü, alnı secdeden kalkmadığı halde, mürted ilan etmişlerdir. Neden? Çünkü bu insanlar dinciliğin ahlaksızlıklarına karşı olan insanlardır. Akılcı ve cumhuriyetçidirler. Türkiye’de dinci vicdansızlığın birinci dereceden saldırı hedefi yapılmış nice namazlı mümin vardır. Mesela Prof. Dr. Hüseyin Atay Hoca. İslam dünyasının yaşayan en büyük beyinlerinden biri olan bu imam çocuğu ilahiyatçı düşünür, kazaya namaz bırakmamış bir insandır. Ama dincilerin birinci dereceden saldırdıkları; zındık, hatta mürted ilan ettikleri isimlerden biridir. Neden? Çünkü Atay, Kur’an müminidir, Maun ihlallerine karşıdır. Emevî uydurmalarının din yapılmaması için elli yıldır mücadele etmektedir. İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık ve arkadaşlarını düşünün. Tümü namazlı müminlerdir ama aynı zamanda namuslu, vakur, dürüst, helal lokmacı, Maun ihlaline asla yanaşmayan ve o ihlallerle mücadele eden adamlardır. Dahası var: Bu insanlar Gezi Direnişi gibi bir özgürlük eylemine açıkça destek veren insanlardır. Yeryüzü sofralarını o eylemler sırasında kuran ve dünya literatürüne kazandıran onlardır. Böyle olunca,
onların namazları niyazları dinci firavunluk tarafından saldırı hedefinde tutulmalarına engel olamamıştır. Sözü uzatmaya ne hacet, bugünkü dincilerin fikir ve iman (daha doğrusu imansızlık) babası Muaviye, Hz. Ali aleyhine yürüttüğü propagandanın başına şunu koydurmuştu: Ali namaz kılmıyor. Dinciler maskeli müşrik olduklarından şirklerini saklamak için Allah’ı, ahlaksızlıklarını saklamak için namazı hep dillerine dolarlar. Onlar çok iyi bilmekteler ki, müşrikliklerini Allah olmadan, ahlaksızlık ve hırsızlıklarını da namaz olmadan dokunulmaz kılamazlar. Dincilerin olmazsa olmazları arasında ahlaksızlık ve hırsızlık nasıl esas ise, Allah ve namaz da öyle esastır. Çünkü namaz olmadan Allah ile aldatmayı, hırsızlığı, ahlaksızlığı, yalanı, iftirayı böylesine dokunulmaz bir biçimde yapamazlar. Onları yapamadan da var olamazlar. Dinciler için parola daima şu olmuştur: “Yaşasın ahlaksızlık ve soygun, yaşasın bunlara paravan olan namaz ve cami!” Şirke bulaşmamış müminler (ibadeti olan teist müminler ile ibadeti olmayan deist müminler), namuslu ateistler ve dinsizler bu gerçeği bilecek; namussuzluğa ve hırsızlığa karşı vermeleri gereken ortak mücadeleyi bu bilgiye uygun olarak stratejiye bağlayacaklardır. Aksi halde, beş buçuk katrilyon parayla beslenen yüz küsur bin camiyi güdümüne almış dincilik tümünü yerle bir eder. Nitekim etmek üzeredir. 'Veyl Vadisi'ne sürülüyoruz' Geleneksel din kitaplarında cehennemin en korkunç azaplarına mekânlık eden yere ‘Veyl Vadisî’ denmektedir. Hurafe gibi duruyor ama ‘veyl’ tabirinin Kur’ansal kullanımını dikkate aldığımızda söylemin yersiz olmadığı görülür. Veyl, Kur’an’da en ağır kötülükleri işleyenleri lanetlemek için kullanılan bir sözcük. 27 ayette geçmektedir. Veyl ile lanetlenen suçların tamamına yakını insan hakkı ihlalleriyle ilgili suçlardır. Lütfen, ‘Kur’an-ı Kerim’de Lanetlenen Soy’ adlı eserimi dikkatle okuyun. İnsan hakkı ihlallerinin insanı müşrik ve mel’un yapanlarını deşifre eden Maun suresi de bu suçları lanetlerken veyl sözcüğünü kullanmıştır. Son seçimlerin ortaya koyduğu tabloyu da dikkate alan her vicdan ve akıl sahibi insan şunu soracaktır: Türkiye nereye gidiyor? Bendeniz de bu hayatî soruyu soranlardan biriyim. Bir yurttaş olarak cevabım ve önerim var: Türkiye, akıl düşmanlığının dinleştirildiği, Allah ile aldatmanın saltanatını ilan ettiği ve dinin baştan başa şirk gayyasına yuvarlandığı bir ülke olarak hızlı bir biçimde ‘veyl vadisi’ne doğru gidiyor. Türkiye’nin bu vadiye doğru yol aldığını ben, 2006 yılında katıldığım bir ‘Ceviz Kabuğu’ programında 5 saat boyunca ülkenin vicdan ve bilincine ulaştırmaya çalışmış, ayrıca o programı kitaplaştırarak da halka iletmiştim. Türkiye bundan zerre kadar ders almadı, bu mesajı değerlendirmedi. Bela berzahı şimdi iyice derinleşmiştir. ‘Allah ile aldatma’ kırbacını acımasızca kullananlar, 76 milyonluk kitleyi veyl vadisine doğru sürüyorlar. Yardımcı kırbaçları da var: Beş buçuk katrilyonla kotarılan Diyanet ve onun kotardığı
yüz bini aşkın ‘cami’ (Kur’an’ın deyimiyle zarar mescitleri) bu alt kırbaçlardan bazılarıdır. Aynur Gür, Köln’den yazıyor: “Bu milletin başına pislik yağacak demiştiniz. Bunu derken bugünleri mi kast ediyordunuz? Bundan da beteri olabilir mi? Benim burada yüreğim ağlıyor. Alman vatandaşıyım ama Türküm ve olan bitenden çok üzgünüm. Psikolojik boğulma yaşıyoruz.” İKİ MİRAS KUCAKLAŞTIRILMADIKÇA… Türkiye’de Allah ile aldatmanın temelinde İslam mirasıyla Mustafa Kemal mirasının birbirine düşman gösterilmesi yatıyor. İlk elden tedavi edilmesi gereken yara, dinciliğin emperyalizmle birlikte açtığı bu yaradır. Muhalefet, bu yarayı, işbirliği yaparak sarmalıdır. Çünkü hepsinin geleceği bu yaranın sarılmasına bağlıdır. İlk adım olarak, Ağustos ayında Çankaya’ya; vukufu, tefekkürü, dünya önünde saygınlık ve dirayetiyle bu yarayı tedavi edebilecek güç ve yürekte bir isim çıkarılmalıdır. Gün o gündür, siyasal duygusallık günü değil. ‘Süreç’ dedikleri aldatmacanın gerçekten varolması da buna bağlıdır. ‘Süreç, süreç’ denerek halka sürekli yalan söylenmiş, halk, özellikle Kürt halkı aldatılmıştır. Kürt yurttaşlara bütün vicdanımla şunu söylemek isterim: Sizin acılarınıza cevap olacak reçete de Mustafa Kemal’dir; onun vücut verdiği ilk anayasalardır. Bunun böyle olduğunu bir gün göreceksiniz. Dikkatli olun da erkenden görün. ‘Veyl vadisi süvarilerinin yalanlarına artık teslim olmayın. Ahlaksızlık ve şeytan sitesine doğru ‘Şeytan sitesi’ tabirini, ‘ahlaktan Tanrı’ya gidiş’ felsefesinin öncü filozofu İmmanuel Kant’ın ‘Tanrı sitesi’ tabirine mukabil kullanıyorum. Alman filozofu Kant (ölm. 1804), ‘tabiatın süsü’ diye andığı ahlakı hayatın, felsefenin ve Tanrı’ya imanın olmazsa olmazı bilmesiyle ünlüdür. Kant, felsefeye şunu egemen kılmıştır: Tanrı’dan ahlaka değil, ahlaktan Tanrı’ya gidilir. Aksi mümkün değildir. Kant’a göre, Tanrı’nın varlığı ahlakın varlığına ve gerekliliğine kanıt değildir, ahlakın varlığı Tanrı’nın varlığına ve gerekliliğine kanıttır. O halde, din meselesinde esas olan şu formüldür: “Ahlaklı ol ki, Tanrı’ya iman etmiş olasın.” Bunun aksi olan şu söylem geçerli değildir: “Tanrı’ya inan ki ahlaklı olasın.” Hemen söyleyelim: Kant’ın tezi, Kur’an’ın tezinin aynısıdır. Kant, erdem bağıyla birbirine bağlı bireylerden oluşan ahlak toplumunun vücut verdiği ülke ve yönetime Tanrı sitesi demektedir. Buna göre, Kant’ın tespitinin aksini esas almış bir ülke ve yönetim için şunu söylemek gerekecektir: Birbirine çıkar bağlarıyla bağlı ahlaksız fertlerden oluşan bir ülke - yönetim bir tanrısızlık veya şeytan sitesidir. Ölümsüz Kant, sanki bugünkü dincilerin ciğer röntgenini önümüze koyar gibidir. Kant’a göre, Tanrı-insan ilişkisi, klasik teolojik delillerin hiçbiriyle sağlam bir temele oturtulamaz. “İnsan-Tanrı ilişkisi ancak ahlak yoluyla kurulabilir. Kendimizi ahlak dışındaki yollarla Tanrı’ya kabul ettirmeye kalkmanın sonu putçuluğa çıkar.”
Bugünkü İslam dünyasında, özellikle bugünkü Türkiye’de çıktığı yer de putçuluktur. Sayıları binlerle ifade edilen ve Kur’an tarafından ‘zarar veren mescitler’ olarak adlandırılan Allah ile aldatma ve riyakârlık arenaları camiler bu putçuluğu, gören gözlerden saklayamaz. Siyaset ve saltanat dincileri, Tanrı’ya ahlaktan değil de ahlaksızlıktan gitmeye kalkarak, Tanrı’yı yüceltmek yerine kendi putlarını tanrılaştırmak gibi pis bir çukura yuvarlandılar. Bu veyl çukurunun süvarileri, ne yazık ki, şimdi Türkiye’yi o şeytanîputçu çukura doğru ısrar ve inatla sürüyorlar. Bugünkü Türkiye’nin felaketi işte bu sürülmedir. KURTULUŞ SAVAŞI’NDAN DAHA KÖTÜ GÜNLERDEYİZ Türk siyaseti, yarım asra yakın bir zamandan beri şeytan sitesi siyaseti olmaya itiliyor. Son on yılda ise Türkiye’nin bir şeytan sitesi haline getirilmesi resmîleşti, devlet iradesine dönüştü. AKP ile zulüm ve ahlaksızlıkta ortağı olan örgütün oluşturduğu dinci yapı, yolsuzluk ve ahlaksızlık operasyonuyla da görüldü ki, tam bir erdemsizlik ve ahlaksızlık yapısıdır. Bu yapı, Türkiye’yi şeytanın sitesi olmanın eşiğine yaslamış bulunuyor. 30 Mart seçimleri gösteriyor ki, ülke bu eşikten içeri sokulmak üzeredir. Şu an için tek engel, muhalefetin basiretini işleterek ortaklaşa çıkaracağı bir cumhurbaşkanı olabilir. Cumhurbaşkanı, İslam mirasıyla Atatürk mirasını aynı vukufla hazmetmiş, İslam’la Atatürk’ü aynı samimiyetle seven, iki mirası dirayet ve cesaretle kucaklaştırabilecek ve dünyanın önünde bu birleştirmenin savunusunu liyakatla yapabilecek bilge ve cesur bir şahsiyet olmalıdır. Umarız, muhalefet bu noktada ‘duygusal’ değil de ‘akıllı ve vatanperver’ davranır. Özetleyelim: Türkiye, Tanrı’ya ahlaksızlıktan gidilebileceğini iddia eden bir ‘veyl ekibi’nin kotardığı ‘Tanrısızlık sitesi’ne doğru yol almaktadır. Bu durum bizi, Türk Kurtuluş Savaşı’na öngelen günlerden daha kötü günlerle yüz yüze getirmiş bulunuyor. 'Atatürk'ün anlatmak istediği buydu!' Başlığımız, Gaziantep’ten yazan bir okuyucumuzun Allah ile Aldatmak kitabımızla ilgili cümlelerinden biridir. Soner Özer adlı bu yüksek ferasetli ve berrak vicdanlı yurttaşımızın tarihsel önemdeki mektubunu halkımızın idrakine ulaştırmayı görev saymaktayım. Şöyle yazıyor: “Değerli hocam! Hangi samimi ve temiz Müslüman, hatta merak saiki ile de olsa, Müslüman olmayan insan vardır ki, şu soruyu, kendine sormamış, üzerinde düşünmemiş olsun: ‘Kur’an gibi bir kitabı, Hz. Muhammed gibi bir peygamberi varken, İslam âleminin ve Müslümanların perişanlığının, bitip tükenmek bilmeyen çilelerinin sebebi nedir? Müslümanlar ile aklın, bilimin, aydınlanmanın ve uygarlığın arasındaki aşılmaz, yıkılmaz duvarlar nedendir? Bunları kim ördü?’ “Yüzyıllar boyunca, ilim ve vicdan sahibi birçok insan, bu soruyu muhtelif yönlerden cevaplamıştır. Ancak, okuyunca görülüyor ki, o trajik, ıstıraplı sorunun, hiçbir kuşkuya
yer bırakmayan, açık, net cevabı, derli toplu bir biçimde, ‘Allah İle Aldatmak’ adlı eserinizde verilerek, İslam kamuoyuna ve Müslümanların vicdanlarına iletilmiştir.” “Allah İle Aldatmak kitabı, İslam’ın ve insanlığın, yüzyıllardır felaketi olmuş ve olmaya devam eden aldatışın, şeytanî şifrelerini çözmüştür.” ‘MÜKEMMEL BİR DAVA DOSYASI’ “Allah ile Aldatmak kitabı, hükme bağlanmış, mükemmel bir dava dosyası. Kılı kırk yaran bir soruşturma yapılıp müthiş bir iddianameye bağlanmış bir dosya. Allah İle Aldatma suçunun failleri olan ‘İdris sûretinde iblisler’ ve ‘Mürşit lakaplı müşrikler’ ile ilgili verilen hükmün isabeti hakkında, vicdanlarda, en küçük bir şüpheye yer bırakılmamıştır. Allah ile Aldatmak kitabı, Kur’an İslamı ile ‘tahakküm teolojisi’ne dayalı (günümüzün ünlü ve popüler tabiriyle) paralel, yapay İslamı birbirinden ayırıp Allah İle aldatmanın zalimlerini, tarih huzurunda mahkûm ediyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün de, Milletine anlatmak için çırpındığı bu değil miydi?” “Karar gerekçesindeki şu satırların, okuyucunun hafızasından ve vicdanından, kolay kolay silineceğini sanmıyoruz: “Din temsilcilerinin, tarihsel kötülüklerinin eleştirilmesinin bir insanlık görevi olduğu, bugün artık herkesçe, hatta din temsilcilerince kabul edilmektedir.” ALLAH İLE ALDATMA VARSA KURTULUŞ YOKTUR Müslüman halklar, Ortadoğu despotizmlerinin hesabına uygun olarak kutsallaştırılmış buyrukları din sanıyor, onları yaşıyor. Bu durumu çok iyi bilen aldatma sektörleri, halklara sürekli dini kullanarak yaklaşıyor, onları daha ilk anda elsiz, dilsiz hale getirerek istediği şekilde ve istediği oranda aldatıp sömürüyor. Müslüman halkın en büyük zaafı, dinini, uyanma ve sorgulama aracı olarak değil de uyuma ve susma aracı olarak kullanmasıdır. Bütün Müslümanların en büyük zaaflarından biri, belki de birincisi işte budur. En büyük zaaflarından biri bu olmasaydı, Kur’an “Allah ile aldatılmayın!” ihtarına gerek görür müydü! Bugün insanlık ve o arada Türk insanı, Allah ile aldatılmamanın en zorlu devresini yaşıyor. Küresel ve organize aldatma sektörlerinin faaliyette olduğu bir süreçtir bu. İşte bunun içindir ki ‘Allah ile Aldatmak’ adlı kitabımızın küresel bir insanlık hizmeti verdiğine inanmaktayız. Kur’an’ ın kader anlayışı (1) Kader; Kur’an’da tabiat kanunları, varlığın değişmez yasaları anlamında kullanılır. Sünnetullah tabiri de bu anlamdadır. Ahzâb 38, kader ile sünnetullah tabirlerinin eşitliğini bildiriyor. Elimizdeki geleneksel akait kitaplarındaki kader anlayışının Kur’an’daki kader kavramıyla bir ilgisi yoktur. O kitaplar yoluyla asırlardır taşınan ve bizlere öğretilen kader, sürüleştirilmiş bir toplum yaratmak isteyen saltanat odaklarının kitleyi uyuşturmak için oluşturdukları Kur’an dışı bir anlayıştır. Bu anlayışla Müslüman kitlelerin getirilmek istendiği yerin ne olduğunu, İslam’ın temel kabulleri gibi benimsettirilen ‘ilkeler’den seçtiğimiz şu birkaç örnek çok iyi göstermektedir: 1. Devlet başkanı, ahlaksızlık da zulüm de işlese azledilemez. 2. Sapık ve zalim bir imamın peşine de olsa namazı cemaatle kılın. 3. Dünya, müminin cehennemi, kâfirin cennetidir. 4. Her insanın cennetlik veya cehennemlik olacağı, önceden belirlenmiştir.
İnanç manifestosunun içine sokulan bu Kur’an dışı hezeyanların tümü Emevî yalanıdır. Bu kader anlayışına teslim edilmiş kitlelerin yarınlara ümitle bakabilmelerinin biricik koşulu, ‘gelecek bir kurtarıcı-mehdî’ beklemektir. Çünkü bu kitlelerin ‘gerekeni yapma’ azim ve iradeleri felce uğratılmıştır; onlar ancak göklerden gelecek olanı bekleyebilirler. Kur’an’da, bugün dayatıldığı şekliyle bir kader kavramı olmadığı gibi, ‘kadere iman’ diye bir tâbir de yoktur. Türkiye’de bu gerçek, İslam ilahiyatının dahi bilgini Prof. Dr. Hüseyin Atay tarafından 1960 yılında yayınlanan ‘Kur’an’da İman Esasları’ adlı doktora teziyle ortaya konmuştu. Bu, çağdaş ilahiyat literatüründe ilk kez telaffuz ediliyordu. Prof. Atay bu tezi yüzünden, Ehlisünnet inancını bozmakla suçlandı. Oysaki bu gerçek, Hüseyin Atay’dan çok önce yaşamış bilginlerce de dile getirilmiş ama üstü örtülmüştür. Ehlisünnet adı altında Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye ve işbirlikçilerinin ideolojileştirdikleri Cahiliye kabullerini pazarlayan Arapçı dincilik çevreleri, acaba bu gerçeği bilmiyorlar mı? Bilmiyorlarsa cehaletlerinden, biliyorlarsa, iftiracılıklarından utanmalıdırlar. Şimdi, meselenin gerçek Ehlisünnet inancındaki durumuna bakalım: Ahkâm ayetleriyle ilgili ilk tefsir kitabının sahibi sayılan ve gerçek Ehlisünnet’in baş imamı olan İmamı Âzam’la aynı yıl ölen Mukaatil bin Süleyman (ölm. 150/676), iman konusunu anlatırken Allah, ahiret, melekler, kitap ve nebilere imanı sayar ama kadere iman diye bir şarttan söz etmez. (Mukaatil b. Süleyman, Tefsîru’l-Hams Mie, 12-13) Ehlisünnet inancının temel kitaplarından bazılarını yazmış bulunan ünlü Matürîdî kelamcısı ve Hüseyin Atay’ın kaynağı olan Ebul Muînî (ölm. 508/1115), Tabsıratü’lEdille adlı eserinde, kader konusunda Hüseyin Atay’ın söylediğinin aynısını söylüyor. Atay’dan 850 yıl önce. Nesefî, anılan eserinde imanın şartları konusunda şöyle diyor: “İman esaslarına gelince bunlar 5 tanedir: 1. Allah’a, 2. Meleklere, 3. Kitaplara, 4. Peygamberlere, 5. Âhirete iman. Aynen bunun gibi ibadetler de 5’e ayrılır.” (Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, 2/92) Nesefî burada iki Kur’an dışılığı aynı anda düzeltmiştir: 1. Kur’an’ın gösterdiği iman esasları içinde kadere iman diye bir şey yoktur, 2. Geleneksel kabullerin ‘İslam’ın Şartları’ diye öne çıkardığı beş kavram, İslam’ın şartı değil, İslam’daki temel ibadetlerdir. İslam’ın şartları Kur’an’ın bütün hükümleridir. Kur’an’ın kader anlayışı (2) ‘Kadere iman’ tabiri, İslam inançlarının içine, hadis diye ortalıkta dolaştırılan bir söze dayanılarak sokulmuştur. Oysaki o söz, bugünkü kader anlayışını savunanların deyimiyle bir ‘haberi vâhit’tir, yani Peygamberimizden bir tek kişinin rivayetidir. Ve hadisçilerin de kabul ettikleri bir kurala göre, haberi vâhit imanla ilgili konularda delil olmaz. Kader sözcüğü, Kur’an’da 11 yerde geçmekte ve tümünde de ‘ölçü’ anlamında kullanılmaktadır. Türkçe’deki ‘miktar’ (Arapça özgün şekliyle mikdar) sözcüğü de ölçü anlamındadır ve kader kökündendir. Allah her şeyi bir ölçüye göre yapıp yönetmektedir. Platon’un güzel deyimiyle “Tanrı hep geometri kullanmaktadır.” Gökten su ölçüyle iner (Müminûn, 18; Zühruf, 11); inen suyun yeryüzünde vadilerde dolaşması bile ölçüyledir. (Ra’d, 17) Topraktan pınarlar fışkırması, fışkıran suların birleşmeleri yine belli bir ölçüye göredir. (Kamer, 12) Tüm bu ölçüye bağlılıklar, kader kelimesi veya türevleri kullanılarak ifade edilmiştir. Ve
bu ifadelerle önümüze konan kader kavramının temel amacı, insanın fiillerinin belirlenmiş olduğunu değil, varlık ve oluşta rastlantının bulunmadığını göstermektir. Kur’an, kader kavramıyla ‘sünnetullah’ da denen tabiat kanunlarını kastetmektedir. ‘Kader asla değişmez’ söyleminin Kur’ansal anlamı budur. Bu kullanım, şu ayetlerde herkesin anlayabileceği açıklıktadır: Ra’d, 8, 17; Hicr, 21; İsra, 77; Fâtır, 43;Müminûn, 18; Ahzâb, 38, 62; Şûra, 27; Zühruf, 11; Fetih, 23; Kamer, 49; Talak, 3; Mürselât, 22. Kader kökünden gelen ve ölçüye bağlamak anlamında olan ‘takdir’ sözcüğü de tabiat kanunları, değişmez ölçüler, yani sünnetullah anlamında kullanılmıştır. Bu kullanıma göre, Ay ve Güneş’in belirlenmiş ölçülere göre seyretmeleri, kısacası, irade sahibi tek yaratık olan insan dışındaki tüm varlıkların, her türlü iş ve oluşun, her türlü yaratılış ve yaratışın seyri değişmez kurallara, bağlanmış, determine edilmiştir. İnsana gelince, onun için, kader kavramının, tabiat kanunlarının değişmezliği dışında herhangi bir değişmezlik getirmesi söz konusu değildir. Çünkü insan özgür iradeye sahip tek varlıktır. Kur’an’daki kaderin anlamı budur. Ve bu anlamda bir kaderin değişmezliği, Allah’ın tabiata, varlığa koyduğu yasaların değişmezliğidir ki, Kur’an bunu açıkça ve defalarca ifade etmiştir. Bu değişmezlerin insanın fiilleriyle, iradesi ve özgürlüğü ile bir ilgisi yoktur. Oradaki değişmezlik, kanunların Yaratıcı tarafından koyulmasıdır; insan fiillerinin Yaratıcı tarafından önceden belirlenmesi değildir. Biz, varlığın ve evrenin yönetimine, ontolojik yapıya ilişkin kanunlar koyamayız; bizim böyle bir yetkimiz yoktur. Ama biz, kendi fiillerimiz ve yönetimimizle ilgili kanunlar koyarız ve koymalıyız. Kur’an’daki kader, İbn Teymiye’nin deyimiyle, yaratılışla ilgili ontolojik bir kavramdır; davranışlarla ilgili bir kavram değil. (İbn Teymiye; el-Furkan, 98-99) Yine İbn Teymiye’nin ifadesiyle kader, Allah’ın yaratış ve dileyişiyle ilgili bir kavramdır, buyrukları ve hoşnutluğu ile ilgili bir kavram değil. Kemal Sağır yazıyor: “Bildiklerinizi sonuna kadar paylaşın, yayınlamadıklarınızı ne olur çabuk yayınlayın. Sadece Türkiye değil İslam âlemi de doğrular ile yanlışları tartsın ve dünya, İslamiyet’in bize anlattıkları gibi olmadığını görsün de gerçek Müslümanın Allah diye diye boğaz kesenler olmadığını bilsin.” 'Atatürk'le Aldatmak' kitabı yayınlanacak! Onur Aytacoğlu yazıyor: “Yaklaşık 15 senedir USA’de yaşayan, Türkiye’de ki gelişmeleri internet aracılığı ile takip eden birisiyim. Yaklaşık bir senedir haftalık yaptığınız programları youtube üzerinden izliyorum. İtiraf etmeliyim ki verdiğiniz bilgiler sayesinde dinimizin çocukluğumuzda öğrendiğimiz dinden çok farklı ve çok mantıklı olduğunu öğrendim. Kur’an çevirinizi hemen hemen her gün okuyorum.” “Katıldığınız Ruhat Mengi’nin programını youtube üzerinden izlerken laiklik ve rakı
konusunda diğer kişiler ile tartışmanızı dinledim. Siz bunu sadece bir örnek olarak verirken, oradaki katılımcıların nasıl böyle bir tepki verdiğini anlayabilmiş değilim. Sizin hep soylediğiniz angutizm gerçekten had safhada. Atatürkçülerin Atatürk’ü, dincilerin dini bilmediği Türkiye’de, bu cahilliğin yarattığı kutuplaşma gerçekten ağlanacak bir olgu. Umarım bahsettiğiniz ‘Atatürk’le Aldatma’ adlı kitabınız bu sorunun çözülmesinde bir çare olur.” Aziz Âşık yazıyor: “Bu iletiyi size 17 yaşındaki bir lise öğrencisi olarak yazıyorum. Yaklaşık 2 senedir sizin kitaplarınızı ve videolarınızı takip ediyorum. Bu videolar ve kitaplardan edindiğim bilgilerden dolayı size teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Kur’an-ı Kerim’i kendi dilimde okuduysam, şu an yaşamımın bir gayesi olduğunun farkına vardıysam, insanları içlerinde oldukları yanlış dinsel inanışlara karşı uyarabilecek bir güvene sahipsem bu sizin sayenizdedir.” “Son olarak söylemek isterim ki, sizin bu millete ve ümmete kattıklarınızı birçok insan anladığında iş işten çoktan geçmiş olacak. Sizin gibi birisiyle aynı dönemde yaşamış olmamın ve sizin gibi bir insanın benim dilimde bu denli muazzam eserler vermesinin Allah’ın bir lütfu olduğunu düşünüyorum ve yine Allah’ın huzurunda size tekrar ve tekrar teşekkür ediyorum.” Müyesser Karaibrahim yazıyor: “Siz ülkemize, toplumumuza armağansınız. Varsın anlayamayanlar kendi egoları içinde kıvransınlar. Mustafa Kemal'i anlamadıkları gibi. Siz bir devrim yaptınız ve ülkemin tarihine iz bıraktınız. Ve eyleminiz sürüyor. Ne mutlu bize, çocuklarımıza, torunlarımıza.” “Siz bir evrensiniz. Sığ olanların küstahlığı sizi incitmesin.” “67 yaşında bir ilkokul öğretmeniyim. Ülkeme ve şehitlerimize olan borcumu ödemeye çalışıyorum. Sizin hizmetleriniz karşısında kum tanesi olmaya çalışıyorum.” Özgür Gedik yazıyor: “Sizi tarih kitaplarından değil de yaşarken tanıma fırsatı bulduğum için Allah'a çok müteşekkirim. Beni ben yapan fikrî ve ilmî yapıtaşlarımın %90'ının mimarı siz oldunuz. Ben, sizin rehberliğinizde, Kur’an ışığında Allah ve insanlık yolunda yaşamaya gayret ediyorum. Fakat ben şimdi çevremdeki sözde Müslüman ama gerçekte zalim insanlar tarafından ateist ilan edildim. Kuran'ın ışığında yaşamak demek ki ateistlikmiş. Ben Kur’an'ı' okuduğum için ne dediğimi biliyorum, ölsem Kur’an'dan vazgeçmem. Ben Kur’an'a inanıyorum. Bana sataşanların tarlalara gübre bile olamayacaklarını biliyorum. Sonsuz hürmetler.” Sadece Aldatanlar Sorumlu Değil! Zulüm ve hıyanetlere sessiz kalarak, basit çıkarlar için zalimlere destek vererek, yani ‘zulme isyan’ gerçeğini işletmeyerek aldatanların namussuz hegemonyalarını dokunulmaz kılan ‘aldatılmış kitle’ de sorumludur. Allah, zulme isyan yerine itaat edenlerden intikam alacağını söylediğine göre (bk. Zühruf suresi, 54-56), bu aldatılanlar da zalimdir ve gerçek bir hak adamı bunlarla da mücadele etmelidir. Meseleyi tam omurgasından yakalamış bir okuyucum, Ufuk Erkıvanç şöyle yazıyor: “Neden sadece Müslüman kesimi hedef aldığımı soruyorlar. Tek cevabım var: Balık
baştan kokar! İslam'a en büyük hıyaneti, Müslüman kesimin içindeki aldatan ve aldatılanlar yapıyor. Farkında olsunlar veya olmasınlar nihayetinde işbirliği içindeler!” “Kuyruğunu yutmaya çalışan bir karayılan gibi fasit bir daire, bir kısır döngü içindeler. Kuyruğu kopmuş bir karayılanla kafası kopmuş bir karayılan arasındaki farkı bir düşünün. Yüzeyde olan çürüme ile merkezden gelen çözülme arasında en azından yayılma hızı farklıdır. Bir öğretmenin talim ve terbiye vermeye çalıştığı öğrencileri arasında; en titiz davrandığı, en müsamahasız yaklaştığı, öğrencilerinin en sevgilileri, en yetenekli, en zeki ve en çalışkan olanlarıdır.” ATATÜRK’ÜN MELAMÎLİĞİ Mustafa Yıldırım yazıyor: “Kur'an Verileri Işığında Tasavvuf ve Tarikatlar’ adlı kitabınızın birinci cildinin 294'üncü sayfasındayım. ‘Aydınlanma Sanatı Olarak Melâmet’ bahsini okuyunca Atatürk'ü hatırladım. Yurt gazetesinde ‘Aydınlanma Sanatı Olarak Melâmet ve Atatürk’ konulu bir yazı yazmanızın çok anlamlı olacağını düşünüyorum.” Büyük sûfî düşünür Muhyiddin ibn Arabî’nin dediği gibi, “Melâmet, Kur’an ahlakının esası, ruhudur.” Ve Atatürk, tarihin en büyük, en muhteşem melâmîlerinden biridir. Atatürk’ün bu yanını, ‘Atatürk Gerçeği’ adlı eserimde inceledim. Yakında yayınlanacaktır. MENDERES’İ DE İNÖNÜ YETİŞTİRDİ Doç. Dr. Aylin Kantarcı yazıyor: “Kitaptan Aydınlığa programında dile getirdiğiniz İnönü'nün dinî konulara kayıtsızlığı ile ilgi-li düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim: Atatürk Cumhurbaşkanlığı sırasında Kur’an'ın Türkçe'ye çevrilmesi ve tefsiri konularını ele almış ve başarılı olmuştu. Din Eğitimi de okullarda gerçek dinin öğretilmesini sağlayacak şekilde düzenlenmişti. Diyanet İşleri Başkanlığı da halkı gerçek din konusunda aydınlatmak amacıyla kurulmuştu. Dolayısı ile bu konu rayına oturmuştu.” “Gerçek dinden sapma Adanan Menderes zamanında başladı. Dolayısı ile İnönü'nün bu konuda bir sorumluluğu olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca o devirde sizin gibi bir filozof yoktu. Olsaydı muhakkak hem Atatürk hem de İnönü sizin bilgi ve düşüncelerinizin halka ulaşması için size çok büyük destek olurdu diye düşünüyorum.” Ne dediğini anlamadan namaz kılanlar lanetlenmiştir Ne dediğini anlamadan namaz kılanları lanetleyen ben değilim, filan veya falan müfessir veya fıkıhçı da değildir. Ne dediğini anlamadan namaz kılanları lanetleyen, Kur’an’dır. Kur’an, namaz kılanların iki tipini lanetliyor: 1. Bir yandan namaz kılıp bir yandan da insanların haklarına tecavüz edenler, özellikle kamunun haklarına tecavüz edenler. Maun suresinin temel mesajı işte bu lanetlemedir. Bu mesajın ayrıntılarını ben, ‘Maun Suresi Böyle Buyurdu’ adlı devrim yaratmış kitabımda verdim. 2. Anlamını bilmediği, ne dediğini anlamadığı şeyleri okuyarak namaz kılanlar. Ayrıntılarını ‘Ana Dilde İbadet Meselesi’ adlı kitabımda verdiğim bu çok önemli konuyu
burada kısaca açıklayacağım. Önce, meseleye zemin oluşturan bir mektubu okuyalım. Armağan Karamanlı yazıyor: “Hacı olmuş, 5 vakit namazını kılan kişilere, ‘Namazda okuduğun şu duanın anlamını biliyor musun?’ diye sorduğumda bilmedikleri yanıtını aldığım anda çok üzülüyorum. Diyorum ki, ‘Namazı Türkçe kılın, ne farkı var, anlam olarak aynı şeyi söylemiyor musunuz?’ Bunu dediğimde, ‘Olmaz öyle şey, sen de Yaşar Nurileşme’ diyorlar.” “Kuran'ı Kerim’in Türkçesini okudum, hâlâ baştan sona okuyorum. İnen ilk ayet ‘Oku!’ Okumak ne demektir? Arapça’yı zaten öğrenemem; bütün hayatımı ona adamam gerekir ki, öyle bir vaktim yok. İlk emir “Oku!” ne demek? Bana otur Arapça’yı öğren ve anla mı diyor yoksa bu kitabı anla mı diyor? Kutsal kitabımızı anlamam yönünde telkin veriyor. Ben insanların Türkçe namaz kılınmaz derken nasıl bir vebal altına girdiklerinin farkına varamadıkları için çok üzülüyorum. Allah’a yöneliş nasıl kısıtlanır, aklım almıyor.” ALLAH, SADECE ARAPÇA MI BİLİYOR? Dinci güruh, hemen hemen tüm konularda bugün bana yaptıkları zulmün aynısını, İmamı Âzam’a yapmışlardır. ‘İmamı Âzam’ adlı iki eserimi okuyanlar bu gerçeği çok yalın olarak görürler. Kur’an’ın tercümesiyle namaz meselesi, İmamı Âzam’a zulümlerine âlet ettikleri konuların başında gelir. İmamı Âzam 767 yılında dinci namussuzlar tarafından öldürüldü. Aradan 1250 yıl geçti. Allah, o günden beri İslam dünyası denen âlemin başını beladan kurtarmadı. Dinci imansızların bugün yaptıklarına bakılırsa, Allah’ın cezalandırmasının daha uzun süre devam edeceğine rahatlıkla hükmedilebilir. Dinci imansızlar, sadece kendilerini mahvetmekle kalmadılar, bütün Müslüman kitleleri perişanlığa ittiler. Dahası: İnsanlığın başına da bela oldular. Ve olmaya devam ediyorlar. İslam dünyası, bu imansız güruhun iftira, itham, akıl düşmanlığı ve Kur’an’dan rahatsızlık gibi temel cürümlerini deşifre edip yeni nesilleri bu güruhun aldatmalarından kurtarmadıkça mutlu olamaz. İmanını Kur’an’ın istediği şekle getirip aklını işletmeli, eskilere tapmayı din zannetmekten kurtulmalıdır. Aksi halde, cami sayısını arttırıp mabet sandığı o nifak ve şirk mekânlarında yatıp kalktıkça Allah da onun perişanlığını arttıracaktır. Bunun böyle olacağı Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in açık ihbarlarıyla belirlenmiştir. Biz; akla dost, Kur’an’a imanı tam insanlar olarak, Arabizme, Arapçılığın soysuz uşaklarına teslim olmadan Allah’ın dinini Allah’ın muradına uygun şekilde anlamak için elimizden geleni yapalım; gerisini Cenabı Hak kotarır. Yanmak ve uyanmak "Hamdım; yandım, piştim" diyor Mevlana Celaleddin Rumî. Varlıktaki oluş ve eriş sırrını ifade eden ölümsüz sözlerden biridir bu. Hamlıktan pişmişliğe, tohumdan filize, filizden çiçek ve meyveye geçiş, yolcuları kadar yolları da yürüyen hayatın her an yeni bir menzile ulaşma aşk ve iradesinin sergilenişidir. Bu halden hale geçiş, diğer varlıkların aksine, insanda, ‘kendini fark eden değişme’ olarak yürür. İnsandaki şuurlu yol alışın göstergesi ıstıraptır. Bu yüzden, Mevlana, insandaki oluş ve erişi ‘yanmak’ diye niteliyor. Taş-toprak da yanar ama onların yanışı ıstırap değildir; çünkü onlar şuurlu değillerdir. Yani onların ‘ben’i yoktur.
Yanışsız ulaşılan zevkler aşk olmuyor. Yanışsız elde edilen kadın, sevgili olamıyor, sadece ‘dişi’ oluyor. Aşk, vuslatı hep dağın arkasında tutar ki âşık biraz daha yanabilsin. Arzuladığınızı kolayca kollarınıza teslim eden bir sevda aşk değil, et ve kan hoşnutluğudur. Yanışsız işlenen günahların bile zevki yoktur. Yanışı olmayan yüzlerde nur, gözlerde fer göremezsiniz. Yanışsız elde edilmiş servetlerle beslenenler insan olamıyor; insan görünümünde hayvan oluyor. Yanışı olmayan ibadetler Hakk'a vardırmıyor, sadece nefsi oyalıyor. Yaratıcı ruhların, yanışın eşlik ettiği günahları yanışsız ibadetlere tercih etmeleri bundandır. Yaratan karşısında boyun büktürüp gözyaşı döktüren günahları, ukalalık ve tamlık duygusuna götüren ibadetlere tercih edin. Çünkü birincisinde yanmak, ikincisinde aldanmak vardır. Allah'a, iddia ve gurur kapısından gitmeye kalkan, yolda kalır; Allah'a, boyun büküş ve gözyaşı kapısından gitmeye bakın. Çünkü o kapıda yanışa bağlı eriş vardır. Yanmak, gerçek uyanışın anasıdır. Yanışsız uyananlar, gerçek ayıklığa ulaşamazlar, uyur-gezer olurlar. İsrailoğulları, yanarak uyanmış bir kitle olduklarından dünyayı avuçlarında tutuyorlar. İsrailoğulları’na hep ıstırap veren çöl, Arap'a bol petrol verdi de ne oldu! Yahudi hâlâ güçlü, Arap hâlâ hor ve zelil. EN BÜYÜK NİMET, CUMHURİYET Tanrı bize petrol vermedi diye yakınmayın. Bize, uyuşukluğa yenik düşürmeyen bir nimet gerekirdi; Tanrı bize onu verdi. O nimet, Atatürk Cumhuriyeti’dir. Bedava bulanlar kıymetini bilmeseler de bu cumhuriyet, bu yüzyılda İslam dünyasına verilmiş nimetlerin en büyüğüdür. Büyük yanışların karşılığı olarak elde edilmiş bir eriştir Atatürk Cumhuriyeti: Yüz bini aşkın şehit Çanakkale'de, 20 bin şehit Kurtuluş Savaşı'nda. Türkiye'ye, 21. yüzyılda tevhidin en büyük kalesi olma kaderini layık gören Yüce Tanrı, her türden mirasyedi hainin yaygarasını, cumhuriyetin yeni oluş ve erişler elde etmesinde ‘deneyim’e dönüştürecektir. Sabredin göreceksiniz. Allah'ın vaadi haktır. Elverir ki, daha iyi pişebilmek için yanabilme gücünüzü koruyun! İmamı Âzam bilinmeden olmaz! Asırlarca aldatıldık. Kur’an okumak adına Arap harflerinin telaffuzunu bize kutsal bir uğraş olarak dayattılar. Hem beynimizi hem gönlümüzü hem de imanımızı perişan ettiler. Kur’an ‘tedebbür’ (yani ne dediğini anlayarak okuyup okuduğu üzerinde düşünmemizi) istiyor, Arapçı dayatmacılarsa ‘tedebbür’den hiç söz etmiyor, sadece ‘telaffuz’ dayatıyorlardı. Çünkü saltanatları, Kur’an’ın ne dediğinin anlaşılmamasına uyarlanmıştı. Onu tehlikeye atamazlardı. Bu imansız ve namert oyunu tarih içinde ilk darbeleyen ilim ve irfan öncüsü, İmamı Âzam oldu. Arapçılık onun yaptığından çok rahatsızdı. Onu ilmen ve fikren aşamadılar, teslim alamadılar. Sonunda zehirleyip öldürdüler. Ama onun yaktığı ışık, Batı’da kilise kodamanlarının saltanatını yıktı. Luther’in devrim yaratan fikirlerinin öncüsü İmamı Âzam’dır.
İmamı Âzam’ın fikirlerini bir devletin omurgası, bir devrimin ruhu yapan önderse Mustafa Kemal Atatürk oldu. Bu gerçeği insanlığa ilk kez ama çok özet olarak Pakistanlı düşünür Muhammed İkbal (ölm. 1938) açıkladı. İmamı Âzam’ın muhteşem mesajıyla Atatürk icraatı arasındaki irtibatı, ayrıntılı biçimde ortaya koyma onuru bize nasip oldu. ‘Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Âzam’ adlı eserimiz, yaptığımız o işin belgesi ve göstergesidir. Şimdi Arabizmi din diye yutturanların dayatmalarından ıstırap çekmiş milyonlardan birinin ibret dolu mektubunu okuyalım: Necdet Kaplan yazıyor: “İyi eğitim görmüş, ana kucağında İslam dini ile tanışmış biriyim. Sülale boyu dindar bir aileden geliyorum. Helal lokma yiyerek büyüdüm. İnşaat mühendisliği mesleğimi helal lokma yiyerek sürdürüyorum. Rahmetli babam beni ilkokul sonrası, Kur’an’ı okuma eğitimine gönderdi. Tecvitli telaffuzla Kur’an’ı Arapça olarak okumayı öğrendim. Ancak Besmele’nin dahi anlamını öğrenemedim.” “Sizi televizyon programlarınızdan tanıdım. Yaklaşımlarınız, beni Kur’an’ı kendi dilimden okuyup, anlamaya sevk etti. Babamın bana verdiği Kur’an’ı Arapça okuma eğitimi, manevî haz dışında bir katkı sağlamadı. Eserleriniz ve sıkı uyarılarınız sayesinde Kur’an mealini okumaya ve Kur’an’ı anlamaya yöneldim. Aman Allahım!!! Her bir ayet bir ışık.” “Hayatım boyunca; İmamı Âzam Ebu Hanîfe adlı kitabınız kadar beni etkileyen, Müslüman âlemde bu gün yaşanan sefilliklerin ve rezilliklerin nedenlerini bu kadar güzel anlatan bir eser okumadım, görmedim, duymadım. Birçok konuya cevap bulmakta zorlanıyordum. Dünyamı aydınlattınız. Cenabı Allah her iki dünyanızı aydınlık kılsın. Karşılaştığım herkese, İmamı Âzam adlı eserinizi büyük bir heyecanla anlatıyor, okumalarını tavsiye ediyorum. ‘Okumadan ölmeyin!’ diyorum. Eserinizin hepsini okuyorum. Ancak İmamı Âzam adlı eseriniz her şeyi bir arada anlatıyor. Neden Müslümanlar bu kadar sefil duruma düştüler? Bu sorunun cevabı mükemmel bir anlatımla bu eserinizde veriliyor.” “Siz; İslam âlemi ve insanlık için, çok değerlisiniz. Allahın izniyle siz ve sizin gibiler sayesinde İslam aslına dönecektir. Sayenizde, İslam âleminde yaşanan olayları, bunların nedenlerini artık çok rahat anlayabiliyorum. Uyardınız, uyandırdınız. Allah, bu ışığı etrafınıza yaymaya devam etmekten sizi mahrum bırakmasın!” Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk: Anahtar, Mustafa Kemal'dir İslam dünyası, itiraf etsin veya etmesin, Atatürk’ün bıraktığı yere gelebilmek için çabalıyor. Çabalıyor ama gelemiyor; gelemediği için de başı beladan kurtulmuyor. İslam dünyası bahtını aydınlığa çıkaracak kapıyı bir türlü açamıyor. Neden? Cevap, Mevlana Celaleddin Rumî’nin şu sözünde saklı:
“Kilitli kapı sana bir türlü açılmıyor, çünkü anahtara düşman kesilmişsin.” İslam dünyası, bahtını aydınlığa açacak kapının anahtarı hükmündeki adamların tümüne düşman, tümünü dışlıyor. İslam dünyası, asırlardan beri, anahtar adamlara acı çektiriyor. Onları kendisinden saymamayı hüner sandığı için onlara acı çektirmeyi de zafer bellemiş. Sürünmesinin esas sebebi bu… Bu yüzyılın en büyük Müslüman düşünürlerinden biri olan Sudanlı aksiyoner Mahmud Muhammed Tâha, ana eseri ‘İslam’ın İkinci Mesajı’nın 4. baskısına yazdığı önsözde şunu demiştir: “Bu kitap, cumhuriyetçi davanın temel metnidir.” Muhammed Tâha, ne demek istediğini şu satırlarla daha açık hale getirmektedir: “İslam iki mesajdan oluşur: Birincisi Kur’an’ın ikincil metinlerine dayalı ilk mesaj, ikincisi, Kur’an’ın birincil metinlerine dayalı ikinci mesajdır. İlk mesaj şimdiye kadar yorumlanmıştır, ikinci mesaj ise yorumlanmak için beklemektedir. Bu ise uygun kişi ve millet geldiğinde gerçekleşecektir.” (Tâha, İslam’ın İkinci Mesajı, 4. baskıya önsöz) Bize göre, uygun kişi ve millet, tarihin diyalektiği tarafından Mustafa Kemal ile Türk milleti olarak tarih sahnesine gönderildi ama beklenen yorum tam yapılamadı. Onu bugün biz yapmaya çalışıyoruz. İslam dünyası Atatürk’e ve mesajına düşman kesilerek ondan yararlanmanın yollarını kendi eliyle kapattı. İslam’ın ikinci mesajının tamamlanması için yine aynı millet mi devreye sokulacaktır, başka bir millet mi, ileriki zamanda göreceğiz. DİNCİLİK İŞTE BÖYLE VİCDANSIZDIR! Mahmud Muhammed Tâha’nın sözü, Mustafa Kemal’in cumhuriyeti kurup devrimlerini hayata geçirişinden yaklaşık 90 yıl sonra söylenmiştir. Yani, İslam dünyasının en ileri devrimcileri bile, Mustafa Kemal’in hayata geçirdiği bir mesajın rüyalarını yeni yeni görmeye başlamışlardır. Ve dahası: Adına ‘İslam dünyası’ (!) dedikleri dünya, bu rüyayı görenlere bile tahammül edememektedir. Bu rüyayı görenlerden biri olan Tâha’yı ‘mürted oldu’ diyerek astılar. Beş vakit namaz kılan sûfî bir mümindi Tâha. Ne var ki mevcut iktidara muhalifti. Böyle olunca da dinciliğin ‘irtidat’ ithamından kurtulamadı. Dincilik işte böyle imansız, böyle namussuzdur! Sözün özü: Mustafa Kemal’in kudret ve azametini anlamak için şu ‘İslam dünyası’ dedikleri âlemin tutarsızlıklarına, pisliklerine, sefalet ve rezaletine bakmak yeterlidir. Sudan’da Bir Müslüman Devrimci; Mahmud Muhammed Taha İSLAM’IN İKİNCİ MESAJI Aşağıda ilk yayın tarihi Mayıs 1976 olan Taha’nın İslam’ın İkinci Mesajı kitabının bir özetini bulacaksınız. “İnsanlığın ilerlemesinin çağlar boyu hedefi sonunda uzaya insan göndermek değildi. Hedef insan teklerini kendilerini gerçekleştirecekleri yörüngelere oturtmaktır. Bunun böyle anlaşılma zamanı geldi. Her akıl sahibi kadın ve erkek bu hedefe yürümek için insani çabayı düzeltmelidir.”
Önsöz Bu kitapçığın amacı okuyucuya ‘Cumhuriyetçi Kardeşler’i tanıtmaktır. Kurulduğundan beri ve hareketin değişik aşamalarında Yeni İslami Hareket, Üstat M. M. Taha’nın önderliği altında, İslam’a dayanan, ya da daha doğrusu, İslam’ın evrensel unsurlarına dayanan bir fikriyatı benimsedi. Bu unsurlar inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşar. Yeni İslami Hareket’in benimsediği İslami fikriyat ‘İslam’ın İkinci Mesajı’ olarak anılır. Bu kitapçıkta ana hatlarının açıklandığı şekliyle yenilenen İslami ideal, ideal bir toplumun inşasının temellerini oluşturacaktır. Burada demokrasi ve sosyalizm de el ele vermiş ve sosyal eşitlik hâkim olmuştur. Böyle bir topluma olan ihtiyaç gerçekte küreseldir. Dahası, İslam’ın ihyası, bu kitapçıkta açıklandığı gibi, her insan tekinin kendi ‘kişilik’ ve ‘aslilik’ boyutunu gerçekleştirme; ya da başka tabirle kendi mutlak insani özgürlüğünü kazanma imkânını verecektir. Kişilik Yeni İslami Hareket’in sunduğu yeni İslami anlayışın etrafında döndüğü ana eksendir. Bu gerçek, İslam’ın yeni anlayışının çağdaş insanlığı asıl ilgilendiren yanıdır. Dr. John Voll adlı bir Amerikalı ile yazışmasında Taha şöyle demiştir: “Şimdiki kitlevi uygarlığımız ve şahsiyetsizleştirici büyüklükler artık yerini küçük-şahsi, sokaktaki adama ait-şeylere bırakacaktır. Her insan kendi içinde bir amaçtır. Başka bir amacın aracı değildir. İsterse geri zekâlı olsun, oluş halinde bir ‘Tanrı’dır o. Ve ona kendini böyle geliştirmesi için tüm fırsatlar verilmelidir.” Giriş Artık ‘Din’ sorununu, modern insanın krizi ile ilgili bütün tartışma girişimlerinin başına koymanın zamanı gelmiştir. ‘Din’ tabiri, şüphesiz, burada genel anlamında bir hayat tarzı ya da bir ahlaki davranışlar sistemini tanımlamak için kullanılmakta olup; buna doğru bir dünya görüşü ve izlenim ile tasarımlarını toplumsal ve ferdi planda gerçekleştirme imkânları da dâhildir. Böylece her fert iman ve inanç ile kesinlik ve hakikate ulaştırılacak, bu sayede korkularından kurtulacak, huzura, gerçek özgürlüğe ve hep artan, ebedi saadete erecektir. Bu anlamda ‘Din’ sorunu çağımızla çok ilgilidir. Bu çağda karşılaştığımız zihin karışıklığı tek bir ana nedene indirgenebilir: Bilim ve teknolojideki büyük atılımlara karşın insan davranış ve ahlakındaki açık gerilik. Bu nedenle, çağdaş insanın probleminin bir ‘ahlak krizi’ olduğunu söylemek gerçekten anlamlıdır. Modern insan, maruz kaldığı baskılar altında nasıl doğru ve bilgece davranacağını bilmedikçe, delirmek ve kendi ile birlikte tüm insanlığı yok oluşa götürmek kaderi olur. İslam İslam en genel anlamıyla, akıl sahibi olan olmayan her ‘yaratılmışın’ yol gösterici ve ilksel İlahi İrade’ye teslimiyeti demektir ki bu İrade belli bir amaca doğru evrimi yürüterek İnsan’ı tarih sahnesine çıkardı. Ama daha sınırlı ifadesiyle İslam, insanı, nihai mükemmelliği oluşturan tüm İlahi sıfatlara halife (varis) kılındığı o Kayıp Cennet’e geri götürecek yolu gösteren vahyedilmiş tüm monoteist dinleri kucaklayan bir üstün fikriyatın adıdır. Bu şekliyle İslam, bu asil amaçlara yürüyen her dini kapsar; onların yol ve yöntemleri geldikleri zaman ve mekâna göre değişse de. Yine sınırlı anlamıyla İslam, Kuran’da Allah’ın Peygamber Hz. Muhammed’e vahyettiği mesajı tarif eder; bu gelen son kitaptır. Biz bundan sonrasında bu bağlamdakilerle ilgilenecek ve Kuran’ın evrensel içeriklerine hitap ederek, Yeni İslami Hareket’in, ‘Din’in ‘ilmi’ aşamasını ortaya koyuşunu göstereceğiz. Buna İslam’ın İkinci Mesajı da diyoruz; o, insanları
birbirine bağlayan şeylerden, yani akıl ve kalbin ortak yetilerinden kalkarak, tüm inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşmakta’ ve bizi İnsanlık Çağı’na taşımaktadır. KURAN: MEKKELİ VE MEDİNELİ AYETLER On üç yıl boyunca Kuran, Mekke’de Peygamber Hz. Muhammed’e indi. Ona, Rabbinin yoluna güzel öğüt ve hikmetle çağırmak ve insanlarla akıl yoluyla tartışmak görevi verdi, çünkü dinde zorlama yoktu. Aynı zamanda ona, erkek-kadın tüm insanların hayatın her alanında eşit olduğunu ilan görevi de verdi. Kısa sürede yeni din toplumun her alanından katılımcıları kendine çekti; gelenler özellikle Mekke’nin köle ve ezilmiş sınıflarındandı. Bu Mekke’nin yönetici ve hâkim sınıflarını huzursuz etti; onlar kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarının elden gittiğinden korkuyorlardı. Bu korku, ‘Muhammed kendi çocuklarımızı bize karşı kışkırtıyor’ gibi sözlerde açığa çıkar. Ama bu kesimler korkularını dindarlık kisvesi altında gizleyerek, atalarının dini adına İslam’ın takipçilerine karşı lanetli bir terör kampanyası başlattılar. Müslümanların Mekkeli hâkimler ve din adamları sınıfı elinde maruz kaldıkları muamele ve onların Hz. Muhammed’i öldürme girişimleri, birçok insanın o dönemde daha gelişmiş ve aydın bir hayat tarzına barışçı bir çağrıya karşı akıllıca cevap vermekte yetersiz kaldıklarını gösterir. Sonuçta, Peygamber Medine’ye yerleştiğinde, temel insan haklarını, her alanda kadın erkek eşitliğini vazeden ve her kula mutlak kişisel özgürlük yolunu açan Ulu Mekkeli ayetler dönemi sona erdi ve Medeni ayetler inmeye başladı. Medineli metinler Peygamber’i, kendi umurlarını başarılı şekilde idare edemeyen insanların üzerinde gözetici atadı. Dahası Peygamber ve Müslümanlar, ilk defa Medineli metinlerde kendilerini korumak için savaşmaya çağrıldılar; oysa Mekke döneminde bundan bahis yoktu. Bu daha sonra İslam’ı kılıçla hâkim kılmaya dönüştü. Bunun nedeni birçok insanın tebliğ ve irşat ile arzulanan seviyeye gelmesindeki yetersizlikti. İslam’ı kılıçla yayma, artık Medeni metinlerde insanların eşitler olarak muamele görmemeleri de demekti. Bu dönemde sosyal plana da bakarsak, artık kadınlarla erkeklerin de eşit muamele görmediklerini görüyoruz. Medeni ayetler erkekleri kadınlardan sorumlu kılmış, bunun sebepleri bu metinlerde açıklanmıştır. Siyasi ve ekonomik alanlara da bakarsak Mekki ayetlerdeki eşitliğin de Medeni ayetlerde eşitsizliğe yerini bıraktığını görüyoruz. Dolayısıyla çok açıktır ki, Medeni ayetler, her ne kadar kendi indikleri dönemin seviyesine nazaran büyük bir sıçramayı da temsil etseler de, temel hak ve hürriyetleri sağlayan ve kadın erkek tüm insanları hayatın her alanında eşit kabul eden Mekki ayetlerle kıyaslandığında ikinciler daha üstündür. Öyleyse buradan dosdoğru şu sonuç çıkar: Kuran’ın Mekki ve Medeni ayetlere bölünmesi temel bir ayırımdır, çünkü Mekki ayetler temel ve asli hükümler, Medeni ayetler ise dönüştürücü hükümlerdir; amaçları dönüşüm halinde bir toplumu organize ederek Mekki ayetlere dönüş için yolu açmaktır. İslam’ın İlk Mesajı Medeni ayetlere dayalı İslam’ın ilk mesajında Peygamber Medine’deki İslami düzeni kurdu. Bu ilk rejim büyük bir devrim idi ve önce Arap yarımadasında sonra dünyanın
diğer bölgelerinde yaşayış biçimini kökten değiştirdi. Gerçekten de bu düzen, erkek, kadın ve çocukların yaşadığı korkunç şartları iyileştirmekte büyük hizmet görmüştür. Örneğin o çocukları öldürmeyi kesin olarak yasaklamıştır; hâlbuki bu kız çocuklarını öldüren Araplar arasında yaygın bir uygulamaydı. Zekât verme müessesesini zorunlu bir dini emir haline getirerek muhtaç ve fakirlerin ekonomik koşullarını düzeltmeye çalıştı; Peygamber’i ashabıyla şuraya davet etse de, onu şuranın fikrini kabul ya da redde serbest bıraktı ve kadınların durumunu İslam’ın gelişinden önce yaşadıkları koşullara nazaran hayli düzeltti. İslam’ın İlk Mesajı’nın modern insanın ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalışı İslam’ın sonu anlamına gelmez. Bu basitçe şu anlama gelir: Artık İslam’ın İkinci Mesajı’nı araştırmanın ve buna uygun İslami hükümler geliştirerek modern insanın ihtiyaçlarına cevap vermenin zamanı gelmiştir ki böylece o kendi iç sorunları ve çelişkileriyle baş edebilecek ferdi bir yöntemle donatılabilsin ve böylece mutlak özgürlüğe ya da ebedi saadet hayatına ulaşabilsin. İSLAM’IN İKİNCİ MESAJI Hz. Peygamber’in ‘özel’ hayatında Mekki ayetlere uyması, öte yandan Medeni ayetlerin tüm sosyal, politik ve ekonomik hükümlerin kaynağı olarak kullanılması, İslam’ın iki farklı düzeyine işaret eder: Peygamber’in takip ettiği bir düzey ve toplumun genelinin takip ettiği diğer bir düzey birlikte var olurlar. Birincisi, hiç şüphesiz, ikincisinden çok daha insancıl ve yüksektir. Mekki ayetlere dayalı ve Peygamber hayatında örneklik edilen seviyeye biz İslam’ın İkinci Mesajı diyoruz. Daha önce söylendiği gibi, Mekki ayetler terk edildiği için, bugüne dek İslam toplumlarını yöneten kanunların bunlara değil, Medeni ayetlere dayalı olduğu açıktır. Dolayısıyla İslam’ın İkinci Mesajı’nı uygulamak için, İslami hükümleri bilinçli olarak Medine seviyesinden Mekke seviyesine geliştirmek gerekiyor. İslami hükümlerin bu bilinçli gelişiminde bize İslam’ın özgün ruhu önderlik edecektir; mutlak insani özgürlüğü arayışta o bulunmakta, Peygamber’in hayatında gösterilmiş bulunmaktadır. Biz ayrıca tam sosyal adaleti arayan çağdaş toplumun ihtiyaçlarında da yol göstericilik bulacağız. İslami hükümlerin Medeni seviyeden Mekki seviyeye gelişimi sosyal, siyasi ve toplumsal her alanda ciddi yankılar yapacaktır. Belki bu çerçevede şu kadarını söylemek yeter ki, bu hükümlerin gelişimindeki ana itici faktör, hayatın her alanında eşitlik sağlayarak bir ideal toplum inşa etmek, burada demokrasi ve sosyalizmin geçerliliğini sağlamak ve böylece sosyal eşitliği hâkim kılmaktır. Ekonomik ve siyasi eşitliğin doğrudan sonucu olarak sosyal eşitlik, ifadesini birçok alanda bulur. Belki en önemli tezahürü kadınların özgürleşmesi ve erkeklerle hukuk ve hayatın her alanında eşitlikleri konusunda olur. Kadın sorunu, İslam’a karşı yapılan itirazların birçoğunun sebebi olmakla, bu sorunu biraz daha uzunca ele almaya ve İslam’ın İkinci Mesajı’nda kadınların hukuki ve sosyal durumlarının, Mekki ayetlerin ‘temel ayetlerin uygulanmasıyla nasıl geliştiğini ve çağımız kadınlarının istek ve ihtiyaçlarını İslami ruha uygun olarak nasıl karşıladığını açmaya gerek var. İKİNCİ MESAJDA KADINLARIN DURUMU İslam’ın İkinci Mesajı kadınları her alanla erkeklerle eşit statüye çıkarır. Ama kadınlar
açısından bu gelişimin en çarpıcı olduğu alan evlilik yasalarıdır. İslam’ın İkinci Mesajı evliliği hukuki açıdan iki eşit ortak arasında bir sözleşme olarak yeniden tanımlar. Sözleşme serbest iradeyle kabul edilir; her iki ortağa da eşit hak ve sorumluluklar yükler ve gerekirse, yine iki tarafın anlaşmasıyla feshedilir. Çok kadınlılık, yani İlk Mesaj’da, bir kocanın hepsine eşit davranmak şartıyla dört kadın alabilmesi, İkinci Mesaj’da nadir istisnalar dışında kesinlikle yasaklanır; bu istisnalar kısır bir kadın ya da evlilik gereklerini yerine getiremeyen hasta bir kadın durumunda olabilir. Bunlar Medine düzeyinden Mekke düzeyine geçişin birkaç örneğidir. Ama İslam’ın İkinci Mesajı’ndan evlilik kurumunun en çok etkilendiği bir başka nokta da, bugün her yerde saldırı altındaki bu kurumun fonksiyonları ve bireyleri mutluluğa, özgürlüğe ve ruhi olgunluğa ulaştırmaktaki büyük rolü açısındandır. İslam’ın İkinci Mesajı’na göre evlilik artık, çift arasındaki sadece üreme ve böylece insan neslini sürdürme amaçlı ve bu arada cinsel doyumu sadece bu fonksiyonun yerine getirilmesi için bir araç kabul eder şekilde düşünülemez. Bu modası geçmiş evlilik anlayışı, insanın bizatihi bir amaç değil, başka amaçlar için araç olarak düşünüldüğü bir dönemin kalıntısıdır. İNSAN VE KORKU Önceki bölümlerde, İslami hükümleri Medine seviyesinden Mekke seviyesine çıkarmakla, İslam’ın İkinci Mesajı’nın modern ve gelişen bir topluma, demokrasi ve sosyalizmin barıştığı ve sosyal adaletin geçerli olduğu bir topluma giden yolu açışını konuştuk. İnsanların fakirliğe, baskıya ve ayırımcılığa karşı korunduğu böyle bir toplum ise modern insanın krizine karşı sadece kısmi bir cevaptır. İnsanı asıl sersemleştiren şey korkudur; insani hayatında edindiği ve hayvan ve insan atalarından devraldığı korku. Yukarıda anlatıldığı temellerde ideal bir toplumun inşası insanın bu kazanılmış korkusunu hafifletir. Ama ister kazanılmış, ister tevarüs edilmiş olsun, korkunun nihai fethi, kişiyi özel bir metotla donatmakla olur ki, bu şekilde özgün ve hakiki bilgiye ulaşır. Burada anlar ki, kötülük arızi ve geçicidir, ama iyilik asli ve kalıcıdır. Bu türden bilgi mutlak insani özgürlüğe ulaşmakta bir önkoşuldur. Peki, ama mutlak insani özgürlükten kastettiğimiz nedir? Mutlak İnsani Özgürlük Mutlak insani özgürlük konusuna geldiğimizde, İslam artık dar manada bir din olmaktan çıkar ve öyle bir hayat tarzı olur ki, her bireyi kendi mutlak özüne götürür. Gerçekten de özünü aramak tüm dünyada yaygın bir fenomendir. Özgünlük ifadesini mutlak insani özgürlükte bulur. Peki, nedir bu? Mutlak insani özgürlük, insanın dilediğini düşünmesi, düşündüğünü söylemesi ve söylediğini yapmasıdır, o şartla ki, söylediği ya da yaptıklarının sonuçları insan ya da diğeri tüm yaratıklar için iyi olacaktır. Ama bu mutlak insani özgürlükten önce bir toplumda sunulan sınırlı özgürlük vardır. Toplumdaki özgürlük, insanın dilediğini düşünmesi, düşündüğünü söylemesi ve söylediğini yapmasıdır; o şartla ki, bu başkalarının özgürlüğünü ihlal etmesin. Eğer ihlal ederse sonuçlarına katlanır. Aksi hal ise özgülüğün anarşiye yozlaşmasıyla sonuçlanır. Başkalarının özgürlüğüne müdahale yasaların konusudur. Yasanın meşruiyeti ise, İslam’ın İkinci Mesajı’na göre yasanın insanın mutlak insani özgürlüğe muhtaç olduğu gerçeğini toplumun tam sosyal adalet ihtiyacıyla uzlaştırmasındadır.
Bu meşruiyet çerçevesi, üç sacayağı olan ekonomik, siyasi ve sosyal eşitlik üzerinde duran ideal toplumun inşasında yardımcı olur. Bu tür bir toplum ve özgün bir ibadet metodu ile insanların kendi özünü gerçekleştirmesi yolu açılır. Bundan sonra herkesin insani özgürlüğünü elde etmesi konusuna gelebiliriz. PEYGAMBER’İN ÖRNEĞİ Yukarıda söz edilen özgün yöntem, Peygamber Hz. Muhammed’i örnek alma, özellikle de ibadetlerinde örnek almaktan geçer. Peygamberi örnek almanın arkasındaki neden, herkesin kendi kişiliğini dönüştürerek kendi mutlak özüne varmasıdır. Bu gelişme, kişinin tüm kazanılmış ve tevarüs edilmiş psikolojik komplekslerinden arınması ile olur ki bunlar özgürlüğün ana düşmanlarıdır. Bu komplekslerden kurtulmanın yolu Kuran ve Hz. Peygamber’in bize ilettiği ibadet pratikleridir. Özel ilgiyi hak eden bir ibadet pratiği Peygamber’in kendine hep mutluluk veren namazıdır. Hz. Peygamber’in günlük beş vakit namazı ve gece kıldığı teheccüd namazı onun ibadet pratikleri içinde özel yer tutar. Bu, namazda zihin, vücut ve kalbin tüm boyutlarının işe müdahil olarak insan tekini ilerleyici biçimde bütünleştirmesi nedeniyledir. Artık iç ve dış ben arasında, ya da bilinç ve bilinçsizlik arasında fark yoktur. İnsan namaz ve abdestin tüm psikolojik takıntılardan kurtulmakta ne roller oynadığını, ya da bilgili bir insanın namazı nasıl bir ‘psikoanalitik tedavi seansı’ olarak kullanabileceğini uzun uzun anlatabilir. O bunu her gün ve her gece tekrarlayarak dengeli, olgun ve üretken bir kişi olabilir; sonuçta mutlak insani özgürlüğü yakalayabilir. Ama bu kitapçığın boyutları bizi konuyu burada toparlamak zorunda bırakıyor. Hayatını derinleştirmek ve açmak, hislerin zenginleşmesi ve düşüncelerin keskinleşmesidir. Hislerin zenginleşmesi huzur içinde bir kalp, düşüncelerin keskinleşmesi berrak bir zihin gerektirir. Yani bizim varacağımız huzur-u kalp ve berrak zihindir. Daha önce de söylediğimiz gibi, Yeni İslami Hareket Kuran’ın evrensel içeriğine müracaatta başarılı olmuş, ‘Din”in ‘İlmi’ aşamasını ortaya çıkarmış, ya da İslam’ın İkinci Mesajı’nı ortaya koymuştur. Bu mesaj insanları birbirine bağlayan şey, yani onların ortak kalbi ve akli yetileridir. Dolayısıyla İslam’ın İkinci Mesajı’nın İslam’ın ilmi aşaması olduğu konusunu biraz ele almak gerekir ki bunun değişik açılardan birçok açılımları vardır. DİNİN İLMİ AŞAMASI Dikkatli bir incelemeyle anlarız ki, dünyada çıkan dış çatışmaların çoğu aslında insanın kendi içindeki iç çatışmaların uzantısıdır. Öyleyse dış sürtüşme ve çatışmaları sonlandırmak için önce içeridekileri bitirmek gerekiyor. Bunu derken, bazen iç çatışmaların bitmesinin de dışarıdaki çatışmaların bitmesine bağlı olduğunu fark etmiyor değiliz. Gerçekte dış ve iç çatışmalar ilişkisi diyalektik bir ilişkidir. Ama insani gelişimin bu aşamasında iç çatışmaların giderilmesi daha önemlidir. Ve Din’in barışçı bir rol oynaması için onun bir ‘öz bilimi’ olması ya da bir çeşit ‘Psikoloji’ olması, problemleri analiz etmesi, teşhis ve tedavi etmesi, kişiliğin iç ve dış boyutlarda tam gelişimini sağlaması gerekiyor. Böylece iç çatışmalar sonunda yatıştırılır ve tamamen fethedilir. Bu da dış çatışmaların engellenmesi ve tamamen kalkmasını
sağlar. Yukarıdaki özelliklerle Din’in geri gelmesi ve bir özgürleştirme ve barış aracı olarak hizmet etmesi, onun o derece ‘ilmi’ olmasını gerektirir ki, bildiğimiz manada bilimi aşabilsin ve bir ‘öz ilmi’ olabilsin. İşte bu özellikler İslam’ın İkinci Mesajı’nda vardır; oysa diğer gelişkin Din formları, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın İlk Mesajı da dâhil, yetersiz kalmaktadır. Bundan kastın, bu dinleri çöpe atmak olduğu çıkarılmamalıdır. Yüksek ahlaki, ruhi ve aydın ideallerin gerçekleşmesi az ya da çok yukarıdaki dinlerce de tam olmasa da uygulanmaya çalışılıyor ancak yetersiz kalıyor. Bu anlamda İslam’ın İkinci Mesajı, geçmiş ve şimdiki tüm kuşakların, tüm dünyanın, tüm sanatsal, edebi, bilimsel ve dini kazanımların da varisidir. SONUÇ “Bugün tüm engeller yıkıldı ve insanlığın Rabbi kabilenin yıkık mabedinin kapısına geldi” Hintli şair Rabindranath Tagore’un bu sözleri, belki de tüm dünyada paylaşılan bir duyguyu yansıtıyor. Bu duygu, belki de insanı insandan uzak tutan tüm fizik engellerin büyük çapta kalkmasına dayanıyor. Şu çok açıktır ki, zaman ve mekân engelleri büyük çapta teknolojik ve bilimsel ilerlemelerin ulaşım ve iletişime verdiği çok yüksek hızlar sayesinde yıkıldı. Bu zaman mekân engellerinin yıkılışı gezegenimiz Dünya’da daha yüksek derecede coğrafi birleşme sağladı. Bu coğrafi birleşme düşünce ve duyguda da daha geniş çapta birleşmeyi davet ediyor. Düşünce ve duygu alanlarındaki bu birleşme aynı zamanda barış talebince de zorlanıyor; daha önce dediğimiz gibi barış artık bir ‘ölüm kalım meselesi’dir. Elinizdeki kitapçık eski din formları olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın ilk mesajı arasında herhangi bir laik felsefe ya da ideolojinin düşünce ve duygu birliği sağlayamayacağını bir nebze göstermiştir. Bu kitapçığın asıl amacı ancak İslam’ın İkinci Mesajı’nın bu istenen birleşmeyi sağlayabileceğidir; çünkü o tam da insanları birbirine bağlayan şeylere, akıl ve kalbin ortak değerlerine hitap ediyor. Ayrıca bu kitapçık kaba hatlarıyla, İslami hükümleri Kuran’ın Medine seviyesinden Mekke seviyesine çıkarmakla, İslam’ın İkinci Mesajı’nın, demokrasi ve sosyalizmin el ele verdiği ve sosyal eşitliğin hüküm sürdüğü ideal bir toplumu kurmaya giden yolu açtığını da gösterdi. Böyle bir toplum, ideal ‘Peygamber örneği’ndeki ibadet yöntemleriyle birleştiğinde, İslam’ın İkinci Mesajı’nın insanın kendini gerçekleştirmek, ya da mutlak insani özgürlüğe varmak için sunduğu imkânı gösterir. Son olarak, İkinci Mesaj’ın bir yandan demokrasi ve sosyalizmi birleştirmesi, diğer yandan bir ‘psikoanalitik teknik’ olarak sunduğu ibadetle her insana kendi olma imkânını getirmesi modern insanın sorunlarına tek cevap ve onun hastalıklarına kesin tedavidir. İslam’ın İkinci Mesajı, tüm inanç, cins, ırk ve diğer sınırları aşarak dünyada cenneti
kurmayı ve insanı Kâinatın Efendisi makamına meşru yoldan geri döndürmeyi amaçlamıştır. İnşallah diyerek bu kitapçığı kapıyoruz. Atatürk ve Cumhuriyet bir teolojik fenomen olarak incelenmeli! Bu mutlaka ve muhakkak yapılmalıdır. Kıvırıp kaçmanın zarardan başka getirisi olmamıştır, olamaz. ‘Araştırma’ adı altında pazarlanan cumhuriyet, akıl, özgürlük ve aydınlık düşmanı dinci saldırıları bir kenara koyarsak bu mesele bugüne kadar ilim ve fikir planında layıkıyla ele alınmamıştır. Dincilerin tasallutundan kurtulmak veya halkı kandırmak için birkaç ‘dinî’ tekerleme savrularak gün gün edilmiş, esas sorunlar ise sürekli hasırın altına sürülmüştür. İnsan idrak ve haysiyetine, ilim ve düşüncenin vakarına yakışan, ülkenin geleceğine katkı sağlayan tetkikleri tarihin ve insanlığın önüne koyan ilk yaklaşım, bizim mesaimiz olmuştur. Bizimle ilgili akademik çalışmalar yapan Batılıların ortak kanaati de budur. Bunu söylemek benim hem hakkım hem de görevimdir. İsteyen istediği kadar ‘bozulsun’, umurumda değil. Ne demek istediğimizi daha iyi anlamak için onlarca mektuptan bir tanesini size iletiyorum. Güçlü Emre Özgür yazıyor: “Ankara Hukuk Fakültesi mezunuyum, Avukatlık yapmaktayım ve 38 yaşındayım. Ortaokul yıllarından itibaren din olgusuna karşı hep büyük bir ilgi ve merak besledim. Atatürkçü bir ailenin çocuğu olarak Atatürk, Cumhuriyet, laiklik konuları da hep içimizde var oldu.” “Ben sizi lise yıllarımda televizyon programlarından tanıdım. Sonraları ise ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı’ adlı kitabınızla tanıştım. Bu tanışmadan sonra ve diğer kitaplarınızı okudukça yıllar yılı aklımla duygularım arasına sıkışan inancım berraklaştı. Benliğimdeki Allah ve Peygamber imajı ile yaşamdaki Allah ve Peygamber çelişkileri, aklım ve mantığımla günümüzde camilerde yaşatılan İslam arasındaki derin çelişkiler birer birer çözülüp yerine oturdu. Özellikle İmamı Âzam adlı kitabınız beynimde ve kalbimde fırtınalar yarattı.” “Şirki, tevhidi, imanı, İslam’ı ve daha çarpıtılmış birçok itikadî ve amelî meselenin esasını, derinliğini ve önemini bilmeden öylece inandığımızı ve yaşayıp gittiğimizi fark ettim. Özellikle şirk ve riya mevzuunda Maun suresinin mucize beyanıyla iliklerime kadar titredim.” “Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve laiklik ile ilgili yazdıklarınız da Cumhuriyet Devrimleri’nin sosyolojik olduğu kadar dinî açıdan da önemli olduğunu ve hatta birçok devrimin İslam açısından olmazsa olmaz bir olgu teşkil ettiğini, Atatürk ve Cumhuriyet’e neden bu kadar düşmanlık beslendiğini anlamamızı siz sağladınız.” “Bir dinsel inanış ve yaşayışta Allah, Peygamber ve kutsal kitap ancak bizde olduğu kadar yanlış anlaşılır ve yaşanır herhalde!!! Ancak siz ve sizin gibi aklı, irfanı, vicdanı, ilmi yüksek benlikler oldukça gerçek İslam bir şekilde yaşama imkânı bulacaktır. Şu anda ‘Tasavvuf ve Tarikatlar’ adlı kitabınızı okuyorum. Sizi okudukça taşlar yerine oturuyor ve pazılın eksik parçaları bir bir yerini buluyor.”
“Bana ve daha birçok kişiye kattığınız değerler ve yazdığınız kitaplar için müteşekkiriz. Ellerinizden saygı ve muhabbetle öpüyorum.” Kur'an ve Nutuk okunmadıkça... Önce bir genç adamın ibret dolu mektubunu okuyalım. Alican Sevim yazıyor: “Bir üniversite öğrencisiyim. Son günlerde yaşanılan olaylarla sizin söylediklerinizi, yazdıklarınızı karşılaştırdığımda ne kadar haklı olduğunuzu açıkça görüyorum. Bu ülke aklın, bilimin, kitabın, sürekli üreten bilim adamlarının değerini ne zaman anlayacak? Sizden öğrendiklerime dayanarak söylüyorum: "Bu ülke, kurtuluş savaşından önceki akıldan, özgürlükten yoksun dönemi yaşamadıkça kendine gelemeyecektir, gelse de iş işten geçmiş olacaktır!" “Sizi televizyonda izlediğim günden itibaren bana yeni bir dünyanın kapıları açıldı. Sizin sayenizde bu dünyanın merkezine 2 kitabı yerleştirdim; bunlardan biri Kur’an, diğeri Atatürk'ün Nutuk'u. Artık hayatım boyunca bu 2 kitabın ışığında yaşayacağım. Ama ne yazık ki şu son günlerde yaşanan olaylar tüm çıplaklığıyla gösteriyor ki ülkemiz bu 2 kitaptan nasiplenememiş. Millet millet olma vasfını yitirmiş, ülkedeki dincilik yangınına benzin taşıyan bir yığın haline gelmiş. ‘Allah ile aldatılmayın’ diyen Kur’an'ın yolundan çıkıp tam tersi istikamete yönelmiş.” “Bu ülke başta Atatürk'e, daha sonra gerçek aydınlara yaptıklarının bedelini ödemedikçe kazanacağımız tek şey Allah'ın öfkesi olacaktır!” YILMAZ ÖZDİL NE DEMEK İSTEMİŞTİ? Aydından ve aydınlıktan söz etmişken, ülkemizin aydınlık onuruna layık kalemlerinin baş tarafına yazılması gerekenlerden biri olan Yılmaz Özdil’i saygıyla analım. Bu aydınlık adam, ekranlardan tarihî bir sesleniş yapmıştı birkaç ay önce. Demişti ki “Türk halkı şu üç kitabı okumadan düzlüğe çıkamaz: Kur’an, Atatürk’ün Nutuk'u ve Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘Allah ile Aldatmak’ adlı kitabı.” Yılmaz Özdil, mutlaka okunacak kitapları üçe çıkarmıştı. Yılmaz Özdil ne dediğini biliyor. Derdi beni övmek falan değil. Beni övmesini gerektirecek herhangi bir hukukumuz yok. Kaldı ki Özdil, birini övmeyle vakit harcayacak adamlardan değildir; öyle olsaydı Yılmaz Özdil olmazdı. Şunu demek istiyor: ‘Allah ile Aldatmak’ kitabı okunup nasıl aldatıldığımız anlaşılmadıkça Kur’an’ı ve Nutuk'u okumanın gereği anlaşılamaz. Kur’an, başımıza çöken kara beladan kurtuluş reçetesinde temel koordinatları, metafizik donanımı vermektedir. O donanım oradan alınmadıkça hiçbir şeyi yerli yerine oturtamazsınız. Nutuk, başımıza çöken musibetin aşılmasında tarihsel, siyasal, askerî, stratejik kördüğümleri çözmenin yollarını göstermeye ilaveten asırlık hıyanet ve kanı bozuklukların deşifre edilmesinde anahtardır, rehberdir, ışıktır. Allah ile Aldatmak (daha geniş bir pencereden benim eserlerim) ise ilk iki kitabı okumanın lüzumunu gösterip nasıl okunması gerektiğini kitlelere belleten kılavuzdur. Bu millet, şurada söylediğimizin tek çıkış yolu olduğunu anlamadan girdabında
debelendiği beladan kurtulamaz. Belanın taşıyıcı hainleri, aktörleri değişebilir ama esası değişmez. İmamı Âzam'a tasallut kırılmadıkça... İmamı Âzam’a musallat olmuş dinci istismar deşifre edilip bu büyük önderle kitleler arasındaki duvar kaldırılmadan geçmişten ibret almak ve hem Müslüman kalıp hem de aklı çalıştırmak mümkün değildir. Bu noktalarda İmamı Âzam göstergedir, rehberdir, kılavuzdur. Bir ilim ve fikir dehasının anlaşılmaması kitleler için bir beladır ama ondan daha büyük bir bela vardır: Bir önderi, taşıdığı değerlerin tam aksine âlet ve araç yaparak sömürmek. İmamı Âzam bahsinde ‘Müslüman’ (!) yaftalı kitlelerin yaptıkları işte bu ikincisidir. Biz, hayatımızın yaklaşık on yılını vererek vücuda getirdiğimiz iki eserle İmamı Âzam’ı gerçekte olduğu gibi insanlığın önüne koyduk. Bunu yapmakla büyük bir görevi yerine getirdiğimize inanıyoruz. O eserleri okuyan iyi niyetli insanların ortak kanaati de budur. Bir de İmamı Âzam’ı, fikirleri yüzünden katledip sonra da onu istismar için putlaştırmış, saltanat dinciliği denen riyakâr zihniyet var. Bu zihniyetin İmamı Âzam’a tasallutu devam ediyor. Bizim kitaplarımızdan ciddi biçimde rahatsız olan bu ‘maskeli müşrik zihniyet’, kendisine has şeytaniyeti sonuna kadar işleterek İmamı Âzam’ı, bizim eserlerimizin tanıttığı tarihsel gerçekçilik kulvarının dışına çekip orada geleneksel Emevîci-saltanatçı imansızlığa paravan yapma sevdasını hâlâ sürdürüyor. Şeytan ile şirkin zinasından doğmuş bu zihniyetin çocuklarından biri, benim İmamı Âzam anlatışımdan duydukları rahatsızlığı bana ağır hakaretlerle söverek ifadeye koymuş. Benim yazdıklarımı okuyup anlaması için dünyaya en az iki kez daha gelmesi gereken bu maskeli müşrik echelin hezeyanlarından anlaşılıyor ki, Emevîci müşrik çeteler, İmamı Âzam’ın gerçek çehresinin ve kimliğinin tanınmasından tedirginler. Korkunun ecele faydası yok, ey maskeli şirk çocukları! Yalan ve aldatmayı sürekli egemen kılamazsınız. Vakti geldiğinde ‘hak tecelli eder’ ve her şey yerine oturur. Hukukçu, siyasetçi, kültür adamı kimliğiyle seçkin bir yeri olan İbrahim Vecdi Aksakal hemşerimin mektubu, söylediklerimin tanıklarından biridir. 16. Dönem Trabzon Milletvekili olan bu değerli aydınımız, hem genel kültürü hem de medrese usulü tahsili sayesinde din meselesine aşinadır. ‘İmamı Âzam Savunması’ adlı kitabımız için yazdıklarını şükranla aktarıyorum: “Aziz hocam! Son olarak okuduğum, ‘İmamı Âzam Savunması’ isimli kitabınız beni çok yönlü etkilemiştir. Kısaca, şu iki hususa değinmekle yetineceğim: 1. Bu kitabın yazılmasında incelediğiniz kaynaklar bakımından beynim döndü. Nasıl bir çalışma, nasıl bir gayret ve ne güzel bir ifade! Bu kadar değişik kaynağa inip özgün metinlere atıf yapmak insanüstü bir gayret ve dikkat gerektirir. 2. Bu kitabı okuyunca Muhammed İkbal’in de işaret ettiği, İslam dünyasının düştüğü çok yönlü sarmaldan kurtulmanın güç olduğu yolundaki umutsuzluğum maalesef belirginleşti. Bununla birlikte, sizin yorulmak bilmeyen gayretleriniz günün birinde, gereken ışığı saçacaktır. Gücü olan her ilgiliye bu mecrada görev düşüyor. Siz fazlasını yapıyorsunuz. İnanıyorum ki, yaptığınız,
ibadettir. Bu duygularla tebriklerimi ve saygılarımı teyiden ve tekraren arz etmek isterim.” Kur’an ile uyanmadan mümin olamazsınız! Kur’an, gaflet içinde kılınan namazların bile rahmet ve mutluluk değil, lanet ve hüsran getireceğini bildirmektedir. Kur’an’daki Maun gerçeği budur. Bizim insanlığın önüne koyduğumuz ‘Maun Suresi Böyle Buyurdu’ adlı eserin devrim niteliğindeki mesajı da budur. Uyanıp benliğinize kavuşarak özgürleşmeden Kur’an mümini olamazsınız, sadece raiyye yani hayvan sürüsü olursunuz ki kitleleri asırlardır, ‘Allah’ diye diye aldatıp uyutan Emevî dinciliğinin istediği de budur. Ayşegül Çavdar yazıyor: “47 yaşında ilkokul mezunu bir kadınım. Babam okula göndermedi; bize doğruyu, yanlışı kendince öğretti. Rahmetli annem ve babamdan öğrendiklerimin çoğu yanlışmış. Allah senden razı olsun. Ayşe Özgün’den beri dinliyor ve izliyorum. Ben, şirk deyince Peygamberimiz zamanındaki gibi heykeller falan zannediyordum ama öyle değilmiş. ‘Maun Suresi, Şirk, Allah ile Aldatmak ve Kur’an’ın Yarattığı Devrimler’ adlı kitaplarınızı okumaya çalışıyorum. Kızlarım bana Anneler Günü hediyesi olarak senin İniş Sırasına Göre Kur’an Meali’ni aldılar; okumaya doyamıyorum. Bilerek, bilmeyerek yaptığım şirkleri bıraktım, tövbe ettim.” “Bizi uyuttular. Senelerdir bir uyanışa ihtiyacımız vardı. Ben uyandım, eşim ve kızlarım sayenizde uyandık. Size dua ediyor, sizi anlamamı sağladığı için Rabbime şükrediyorum! Bu sana senelerdir hayalini kurduğum teşekkür mektubu. Açık yürekliliğini tebrik eder, cesaretini kutlarım. Bilgine, zekâna, aklına, fikrine hayranım. Seni doğurup büyüten anaya babaya duacıyım. Bu dünyada Allahıma bir nebze yaklaştıysam bunun sebebi sensin.” İbrahim Özinan yazıyor: “İnsanların gerçek anlamda sizi anlayamamasından dolayı kendinizi üzdüğünüzü görüyorum. Kendinizi yalnız hissediyor da olabilirsiniz. Üzülmeyiniz. Tüm toplumlarda 'uyarıcı' olarak adlandırdığımız kişilerin başına gelen bir şeydir bu. Sizi mükemmelen anlayanlar da vardır. “İnanıyorum ki, Allah Cebrail'i size yardım etmesi için serbest bırakmıştır. Kur’an mesajını temiz ve saf olarak tebliğ etmeye çalışan bir insana Allah yardım edecektir.” “Kur’an mesajı toplumumuza kendi dilinde sizin tarafınızdan ulaştırılıyor. Bu durumda, kendisine vahiy ulaşmış bir toplum gibi sorumlu oluyoruz. Allah bizi eski kavimlerin durumuna düşmekten korusun! Toplumun tamamı sizi el üstünde taşısaydı buna şaşırırdık. Sizi anlayan insanların desteği sizin için yeterlidir. Bu kişiler ortalarda gözükmemektedir.” Ahmet Yeşil yazıyor: “19 yaşındayım ve sizi çok yeni keşif ettim. Videolarınızı izlemeye çalışıyorum. Özellikle İslam’ın nasıl yozlaştığını merak ediyorum. Kafamda o kadar yanlış bilgi var ki doğruları ayırt ettirmiyor. Kitaplarınızı almak istiyorum ama param yok. Sadece Kur'an mealinizi alabildim. Ve İnşallah ileride çalıştığım zamanlar bütün kitaplarınızı almak istiyorum.”
Prometheus hepimiz için konuştu Hepimizle kastım tüm namuslu aydınlardır. Yunan mitolojisindeki ‘aydınlık öncüsü’ Prometheus’un aşağıdaki sözü bütün zamanların bütün aydınlarının söylemidir. Aklı ve ışığı kullanmayı halka öğrettiği için şirk panteonunun ilahları tarafından cezalandırılan Prometheus, zincirde bağlı iken halka şunu söyler: “Ben bunca acıya rağmen ışığı size getirdim; artık ona sahip çıkmak ve onu bir daha panteona (yedek ilahlar ekibine) teslim etmemek size kalmıştır.” Bendeniz de, genelde İslam dünyasına, özel olarak da Türkiye halkına Prometheus’un o sözünü aynen söylüyorum. Bu yüzyılda ve yaşadığımız şu günlerde o sözü söyleme hak ve liyakatine sahip benliklerden biri olduğuma inanıyorum ve bu inancımı açıkça ifade ediyorum. Şükürler olsun, söylemim yankı bulmaya başlamıştır. Bazı örnek iletiler sunacağım. Kendimi övdürmek için değil (çünkü buna asla ihtiyacım yok), tarihe notlar bırakmak için. Ali Can Ağcaoğlu yazıyor: “23 yaşında bir üniversite öğrencisiyim; Alevi bir vatandaşım. Ailemde ibadetler yapılmadığı ve konuşulmadığı halde sizin sayenizde artık Kur’an okuyorum ve Kur’an’da gösterilen 3 vakit namazı kılıyorum. Şu dünyada yapmak istediğim bir şey varsa o da bir gün sizinle tanışıp elinizi öpüp size teşekkür etmektir. Şu zamana kadar sadece ‘Allah ile Aldatmak’ ve ‘Şirk’ kitaplarınızı okuyabildim. Umarım ilerde tüm diğer kitaplarınızı okuma şansım olur.” Av. Engin Yeşilyurt yazıyor: “İsrafil’in sura üflemesiyle senin eserlerinle vicdanlara üflemen aynı şeydir. Bana göre, 21. yüzyılın İsrafil’i Yaşar Nuri Öztürk’tür. Her bir eseri bir kıyamet, her bir yazısı bir mahşer, verdiği her bilgi bir haşirdir.” Seda Sunar yazıyor: “Size sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Bizleri derin bir uykudan uyandırdınız. Bugüne kadar elimize almadığımız Kur'an'ı sayenizde anlayarak okumaya başladık. Bizden yüzyıllardır sakladıkları İslam’ın gerçeklerini anlamaya başlıyoruz.” Canan Şimşek yazıyor: “Siz bana ve benim gibilere yolunu bulmayı öğrettiniz, nereden başlamamız gerektiğini gösterdiniz. Başkasının istediği gibi olmayı değil, kendimiz olmayı öğrettiniz ve en önemlisi hakka nasıl ve hangi yoldan gideceğimizi gösterdiniz.” “Bu millet, aklı başına geldikten sonra yatıp kalkıp size dua edecek ama ne faydası olacak namus, şeref, akıl bittikten sonra. Siz hiç çizginizi bozmadan bize her gün yeni ufuklar açıyorsunuz. Allah size hakla, Hakk’ı anlatmayı nasip etmiş, en muhteşem göreve tayin etmiş.” Cumhuriyet’ten Cahiliye’ye Emevî dinciliği, özgürlük ve aydınlığımızın simgesi olan cumhuriyetin her gün bir dalını kopararak hayatımızı Afganlaştırıyor. Nimetlerini tepe tepe kullandığı bir değeri, akıl almaz bir nankörlükle yok etmeyi amaç bilen bu katranlı saplantının vücut verdiği
yıkımın tarihimizde bir eşi görülmemiştir. Bakalım, bu millet bu yıkımın altından da kalkabilecek mi? Ülke, Cumhuriyet’ten Cahiliye’ye götürülüyor. Emevî’nin çapsız bir versiyonu olan bu zihniyet, Cumhuriyet’in Kur’ansal gerçeklere tamamen uygun olan devrimlerini, dinleştirdiği Arap gelenekleriyle örselemektedir. Yani bu katranlı dehşet, ‘dindarlaştırmak’ perdesi altında bizi Cahiliye şirkine teslim etmektedir. Umudumuzu yitirmiyoruz. Yitirmememiz gerektiğini gösteren dayanaklar, gelişmeler var. En önemlisi; bilgi, bilinç ve iman filizleri çok güçlü bir gençlik var. Şimdi onlardan birinin, 14 yaşındaki Cankat Coşkun’un idrak ve iman belgesi gibi duran mektubunu veriyorum. “14 yaşındayım, Anadolu Lisesi’ne gidiyorum. Cumhuriyet genci olmaktan gurur duyuyorum. “Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ü anlayabilen, doğru yorumlayabilen çok az kişilerdensiniz. Sizi televizyonda gördüğüm ilk anda size hayran kaldım. Sadece Cumhuriyet hakkındaki değil çok farklı konulardaki görüşleriniz ufkumu genişletti. Yıllardır cebini doldurmak isteyen kimseler her konuda yalan söylediler ve en vahimi, dini buna âlet ettiler. İnsanlar, dine eklenmiş uydurmalar yüzünden ya dinden soğudu ya da onların himayesi altına girdi. Cumhuriyete ve Atatürk’e nefret kusan kesimler hep dini kullandılar ve uyuyan kitleleri rahatça kandırdılar. Söyledikleri her yalanla bir puan daha elde ettiler.” “Hiç kimse Atatürk ve din hakkında doğru düzgün bir açıklamada bulunmadı. Sizden ricam, bilgilerinizi paylaşmanız. Cumhuriyeti ve gerçek dini savunmada şu anda bize yardım edebilecek tek kişi olduğunuzu düşünüyorum.” Canan Şimşek yazıyor: “Dün Cumhuriyet Bayramı idi. Her ne kadar çoğu kişinin bilincinde olmasa bile, bugün bu Cumhuriyetin sayesinde özgür ve güçlüyüz. Ben sizin bayramınızı kutlamak istiyorum; çünkü sizin yarattığınız devrimler Atatürk devrimlerinin devamıdır.” Aliye König Almanya’dan yazıyor: “Türkiye şu anda işgal altında. Bence siz, Türkiye’ye Allah tarafından gönderilmiş birisiniz. Atatürk de Allah tarafından gönderilmiş biri idi. Atatürk savaş meydanlarında açık savaşlar verdi; siz ise gizli saldırılara karşı savaşıyorsunuz. Ben kendi adıma da Türk milleti adına da sizi gönderdiği için Allah’a şükürler ediyorum. Ne olur, hakkınızı bu millete helal edin!” Halil Dortkas Norveç’ten yazıyor: “Sevgili pirim! Allah bütün Türkiye’nin ömründen alıp sizin ömrünüze katsın! Siz olmasaydınız biz bu yobaz dincilerle ilmen, fikren nasıl mücadele ederdik! Bu fani dünyadan çok erenler, pirler geldi geçti. Bu bin yılın en büyük pîri tartışmasız sizsiniz. Sizden daha ulu bir pîr görmedim. Daha söylenecek çok şey var ama kısa keseyim. Âlemlerin Rabbi sizi korusun!” Atatürk’e düşmanlık tutkusu üstüne Mahmut Emin yazıyor: “Kitaplarınız, yazılarınız, TV sohbetlerinizle çok büyük işler yaptığınızı daima teslim etmekteyiz. Cumhuriyet ile ilgili yazınızı ve okuyucularınızın mektuplarını okudum. Hem duygulandım hem de üzüldüm. Duygulandım, çünkü,
özellikle gençlerin bakış açıları heyecanlandırdı. Üzüldüm, zira hemen sizin yazınızdan sonra, yine bir akademik unvanlı kişinin yazısını okudum. ‘Öldüm öldüm dirildim’ derler ya, inanın o hali yaşadım. O kişi de bu ülkede unvanların tamamını almış siz de. Olabilir, insanların görüşlerinde farklılıklar olmalı ki, ilim ilerlesin. Lakin bunu söyleyecek kadar da rahat değilim, emin olunuz.” “Bahsi geçen hocanın yazısından kendisine ait fikirleri not edeyim de ne demeye çalıştığım iyice anlaşılsın: “Müslümanların karşı çıkmaları gereken ilke laiklikmiş. Türkiye’de devlet dine cephe almış, halkı dinsizleştirmeye yönelmişmiş. Devlet, din hayatına müdahale ve dindarlıkla mücadele etmişmiş. Devlet, dinin yerine bilimciliği ikame etmeye çalışmışmış. Bazı Batı ülkelerinde olduğu gibi yumuşak bir laiklik uygulansa bile Müslüman buna razı olamazmış. Yasama, yürütme, yargı, denetim gibi alanlarda, daha doğrusu hayatın her noktasında, meşruiyet kaynağının din olması gerekirmiş.” “Bence, savaş cephesi açmış bu hoca kılıklı kişi. Yazınızın giriş bölümü bu gibilere ne güzel de cevap olmuş. “Hocam, varlığınız bizi sevindiriyor. Ne olursunuz şu utanmazla kavgaya tutuşmayınız. Onları umursamamak galibiyetin ilk şartıdır.” BUNLARDAN ANLAYIŞ BEKLEMEYİN! Sevgili Mahmut Emin! Umursamamak olmaz; umursarım ama kavgaya falan tutuşmam, çünkü bunun vakit kaybetmekten öte bir işe yaramadığını bilirim. Bu adamlar, bu söylediklerini inandıkları için değil, virüslü kanlarında yer etmiş Türk düşmanlığını tatmin için yapıyorlar. Bu düşmanlıklarını tatmin için yıllardan beri dünyanın bütün haçlı-emperyalist güçlerine en rezil perdeden uşaklığa bile tenezzül ettiler, ediyorlar. Ve etmeyi sürdürecekler. Hep söyledim yine söyleyeyim: Haçlı kodamanlar bunlara, faraza, deseler ki, “Sizin kin ve nefretle dolu olduğunuz Mustafa Kemal’in anıt kabrini yerle bir ederiz ama Kâbe’yi de yerle bir ederiz. Atatürk’ün yok edilmesini bu şartla kabul ediyor musunuz?” Evet, haçlı kodamanlar bunu sorsalar, bilesiniz ki, bu kahpeler, bu şartı kabul ederler. Maun suresi dincilikleriyle o surenin lanetlediği namazları bu kabule engel olmaz. Bunların akılcılık, Türklük ve Atatürk düşmanlığı böylesine kuduz bir düşmanlıktır. Durum budur; herkes aklını başına alsın! Atatürk’e nankörlüğün cezasını ödeyeceğiz! Bu ceza faturasını hem biz hem İslam dünyası hem de Batı ödeyecek. Bizim ve Müslüman dünyanın nasıl ödeyeceği, şu andaki ödemelerden belli oluyor. Batı
ise bu faturayı, Atatürk aleyhine besleyip palazlandırdığı ‘Müslüman’ yaftalı beyinsizlerin yaratacağı kahırlar ve çektireceği acılarla ödeyecek. Batı, Atatürk bahsinde kaşıkla aldığını kepçeyle geri vermenin hüsranını mutlaka ve muhakkak yaşayacaktır. Atatürk bahsinde bütün konuşup yazdıklarım, tarihin ve Kur’an’ın verileriyle vücut bulmuştur. Zaman bunu da gösterecektir. Anılan tanıklığın yardımıyla yarattığım üç eser, son derece önemlidir: 1. Türk Kurtuluş Savaşının Kur’anî Boyutları: Büyük ihtimalle üç cilt olacak bu eser henüz yayınlanmadı. 2. Atatürk Gerçeği: Bu eser de henüz yayınlanmadı. 3. Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı: 2012 yılında yayınlanan bu eser, tüm ezberleri bozan bir tarih tezidir. Kurtuluş Savaşı’ının verildiği ana coğrafya olan bugünkü Türkiye’nin, Mustafa Kemal aydınlık ve nimetine muhatap olmuş kitlelerinin bu eserin kıymetini layıkıyla idrak ettikleri kanaatinde değilim. Tıpkı Mustafa Kemal’in kıymetini layıkıyla idrak edemedikleri gibi… Tarihin diyalektiği bu ‘görmezden gelinen kıymet’i bir gün elbette gösterecek ve kitlelerin diliyle de ifade edecektir ama gecikmenin faturası ağır olacaktır. Bugün için sevindirici olan şudur: Halkımız, özellikle dinciliğin çektirdiği büyük ıstırapların itişiyle hem Mustafa Kemal’in hem de bizim eserlerimizin anlam ve önemini fark etmeye başlamış bulunuyor. Şimdi, o fark edişe örnek olan mektuplardan örnekler görelim. Mustafa Yıldırım yazıyor: “Kur'an Verileri Işığında Tasavvuf’ kitabınızın II. cildinin, ‘Kalabalık Dedikleri’ bölümündeyim. Bu bölümü okumaya başlayınca ‘Kur’an Pencersinden Kurtuluş Savaşı’ kitabınızı hatırladım. Düşünüyorum da, acaba diyorum, Mustafa Kemal de kalabalığa hiç beklemediği bir ihsan ve iyilikte mi bulundu? Ona ihanet edildi. Ya Kur’an’a yapılan ihanete ne demeli?!” “Aydınlanmamıza vesile oldunuz; gayretinizin dünyada örnek bir aksiyon oldu.” Atatürk olmasaydı aydınlanmamız başlamazdı. Burak Otkum yazıyor: “Ben 28 yaşında müzisyen bir gencim. Küçük yaşlardan itibaren Rabbimin kim olduğunu, dinimin nasıl olduğunu araştırmaya başladım. Çok okudum, çok dinledim. Ne yazık ki hurafeleri okumuş, dinlemişim. Düşünün ki müziğin dinen caiz olmadığına inandırılmaya çalışılmış bir müzisyenim. Neyse ki yirmili yaşlarımın başında sizi tanıdım. İçine düştüğüm bataklıktan Rabbime şükürler olsun, siz beni çıkardınız. Aklın ve bilimin Allah’ı aramada ilk kural olduğunu bize siz öğrettiniz. Rabbim sizi insanlığın başından eksik etmesin!” İslam dünyası bir gün Atatürk’e dönecek! Fuat Tıska yazıyor: “Hocam, gün geçmiyor ki sinir bozucu bir olay olmasın. Boko Haram isimli örgüt Nijerya'da 200 kız öğrenciyi kaçırdı. Boko Haram, batı eğitimi haram demekmiş. Tabii ki İslam dünyasına bakınca harama ne kadar dikkat ettiğimiz ortadadır. 200 kızı pazarda satacaklarmış. Bu beyinlerin ülkemizde olmamasının en büyük sağlayıcısı başta Atatürk, sonra sizsiniz. Atatürk'e havlayanların niyetlerinin bir
Boko Haram düzeni olduğunu biliyoruz. ‘Osmanlı'nın huzuru gerekli’ diyen, sonra da bu herifleri sevenlerin Müslüman olmadıkları kesindir.” “İslam dünyası ateş altında kavrulurken, Osmanlı kurulacak diye bekleyenler mümin midir? Âlemin çiti-çubuğu yanarken yumurtasını pişiren bu adamları dinleyenler az değil. Pek çok kişi bugünlerde ‘Canım, tamam, Atatürk büyük adamdı ama Çin'e bak, Amerika'ya bak’ diyor. Atatürk'ün o ülkelerdeki etkisinin farkında değiller.” “Atatürk fikri bugün, büyük bir İslam Konfederasyonu oluşturabilir. Gel gör ki, sizin deyiminizle, kitaplı ve kitapsız angutlar nedeniyle Atatürk sıkışıp kaldı. Ama ben Ortadoğu'da Atatürk'ün tekrar dirileceğine inanıyorum. Tarih bunu istiyor. Ortadoğu, yaşadıklarının esaret olduğunu fark ettiğinde bir kurtarıcı arayacak. İşte o Atatürk'tür. Ama beyinleri 'raiyye' olanlar bunu anlamaz.” Hakan Elüman yazıyor: “Eskiden körü körüne Arap örflerini, mezhep yorumlarını Kur’an’ın emri sanırdım. Tv. programlarınızdan sonra kitaplarınızı okumaya başladım, dinimi öğrendim. Sayenizde Atatürk'ü çok sevdim. Şimdi, sizin kitaplarınızdan aldığım bilgilerle dincilere karşı gerçek dini anlatmaya çalışıyorum. Bu adamlar bizi dinden çıkarmışlardı.” Özgür Gedik yazıyor: “Sizinle tanışmam 20’li yaşlarımda televizyon ekranlarında oldu. O güne kadar acayip, vahşi, tüm canlıların hakkına saygısız bir dine insanmışım. Sizi izlediğim ilk gece, ellerimle göğsümden beyaz bir güvercin çıkarıp göklere uçurdum. Siz benim ve geleneği dinleştiren ailemin dünya ve ahiretini kurtardınız. Ruhumun kurtarıcısı oldunuz.” Erkan Duru yazıyor: “Ey Yaşar Nuri! Sen bizden vazgeçsen de biz senden vazgeçmeyiz. Söylediklerini ‘fırçalamak’ olarak algılayanlara bakma! Bu onların nasipsizliğini gösterir. Seni dinleyince aç ruhumuz doyuyor, insan olduğumuzu hatırlıyoruz ve Allah'a imanımız bir kat daha artıyor. Sen, asil kanının son damlasına kadar yaz, biz seni dinlemezsek Büyük Huzur’da gel hakkını al!” Orhan Kızılkoşan Hollanda’dan yazıyor: “Allah’a giden yolumdaki pislikleri temizlediğin için sana minnettarım. Allah senden razı olsun. Çocuklarıma vasiyet edebileceğim tek servetsin.” Has Bahçe gerçeği ve Halil İnalcık'a şükran Yeni çıkan ‘Ebu Zer’ adlı eserimizin beşinci ve son bölümünde, İran Sasanî İmparatorluğu zamanında başlayıp Selçuklularla devam eden ve Osmanlı İmparatorluğu’nda israf, şer ve şirkin doruklarına tırmanan ‘has bahçeler’ ayrıntılanmıştır. Bu bölümün ana kaynağı, ‘Şeyhül Müverrihîn’ (Tarihçilerin Üstadı) diye anılan dev tarih bilgini Prof. Dr. Halil İnalcık’ın şaheseri ‘Has Bağçede Ayşu Tarab’ adlı kitaptır. (İş Bankası Yayını, 2011) İnalcık’ın, bilim ve kültür tarihimizde bir devrim olarak gördüğümüz bu kitabındaki verileri Kur’an açısından tahlile tâbi tutarak 6 asrı aşkın
bir zamanın Allah ile aldatma serüvenini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyoruz. Bugüne kadar üstü örtülen gerçekler, bu tahlillerle gün ışığına çıkmakta ve asırlardır aldatılan kitlelerin vicdan kulaklarına üflenmektedir. Bu tahlillerin deşifre ettiği gerçekler kavranmadan ne tarihimizi anlamamız mümkündür ne de Allah ile aldatılmaya son vermemiz. Türkiye’nin anasını, dinini ağlatan saltanat dinciliği (veya Emevî faşizmi), Türkiye insanına en büyük kötülüğü, bu tahlillerle önümüze konan gerçekleri saklayarak yapmıştır. Halil İnalcık üstadımıza, tahlillerimize imkân veren malzemeyi hazır hale getiren şaheserini yazıp yayınladığı için minnet ve şükran arz ediyor, mesaisini tâzimle anıyoruz. İlim malzeme verir, müçtehit ve müceddit düşünürler de Allah’ın lütfettiği terkip ve felsefe yeteneğiyle bu malzemeyi değerlendirerek insanlığa yön veren reçeteler çıkarırlar. Böylece, Allah veya Allahsızlık ile aldatılıp susturulan kitlelerin ufku, yolları açılır. İtiraf iletileri gösteriyor ki, ufku ve yolu açanlardan biri de biziz. Tanrı’ya sonsuz şükürler olsun! Kayseri’den yazan ve adını saklı tutmamı isteyen bir bayan okuyucum şöyle diyor: “Sizden Allah bin kere razı olsun. Sizi ne kadar çok sevdiğimi, size nasıl saygı duyduğumu bir anlatabilsem! 30 yaşındayım ama arkama şöyle bir baktığım zaman, doğumumdan 25 yaşıma gelinceye kadar, yani sizi gerçekten dinleyip anlayana kadar, ömrümün koca bir bölümü hurafelerle saptırılmış din düşmanlarıyla geçmiş. İyi ki varsınız.” “Tüm kitaplarınızı alamıyorum. Ya çocuğumun süt parasını kesip kitaplarınızı alacağım ya da kitapları almayıp o derin bilgilerinizden mahrum kalarak çocuğumun karnını doyuracağım. İmkânım olsa sadece kendime almakla kalmayıp etrafımdaki dini saptıran din düşmanlarıyla Müslüman görünümlü şeytanların gözüne sokup ‘Alın okuyun da adam olun!’ diyeceğim.” Nur Yaşar yazıyor: “1940 doğumlu, Jeoloji yüksek mühendisiyim. Uzun yıllardır sizin ve kitaplarınızın takipçisiyim. Ebu Zer kitabınızı okudum, özellikle 5. bölümdeki görüş ve uyarılarınız için teşekkür ederim. Kitabınızdan 5 adet aldım, bugün 5 adet daha sipariş verdim. İstedim ki, arkadaşlarım, dostlarım da bu bilgilerden faydalansın.” ‘Her şeye rağmen temiz kalmak’ Başlığı, bir okuyucumun mektubundan aldım. Kültür, zekâ, feraset ve karakter üstünlüğü her satırında belirginleşen bu mektup, yeni çıkan ‘Ebu Zer’ adlı kitabımın yarattığı duygularla yazılmış. Başlık, Ebu Zer kişiliğinin, Ebu Zer mesaj ve mücadelesinin bir ifadesi sayılabilir. Ebu Zer, ‘her şeye rağmen temiz’, tertemiz kalmanın sembolüdür. Ne mutlu bana ki, bu duyguların vücut bulmasına ve onların benimle paylaşılmasına tanık oluyorum. Şimdi gözyaşı kadar samimi, yürek acısı kadar yakıcı mektuplardan bazılarını okuyalım:
‘Ümit’ rumuzlu okuyucum yazıyor: “Ebu Zer kitabınızı aldım. Daha önsözünde gönüller fethediyorsunuz. Ne mutlu size ki, Cansız Hoca gibi bir hocanız olmuş ve ne mutlu Cansız Hoca'ya ki, sizin gibi bir öğrencisi olmuş. Önsöz’ünüzün bir başka güzel yanı, sizin kişiliğinizin daha iyi anlaşılmasını sağlaması. Sizi anlayamayan insanların, kişiliğinize ve yetişme ortamlarınıza ilişkin detaylarla, sizi kendilerine daha yakın hissedeceklerini ve anlattıklarınızı daha kolay kavrayacaklarını düşünüyorum.” “Zulümler ve zalimler dünyayı ‘siccîn’e çevirdi. Zulüm, çocuk veya ihtiyar ayırmıyor, zayıf-biçare ayırmıyor, kardeşkanı demiyor, hiçbir sınır, hiçbir destur tanımıyor. Zalimlerin başarılı olması için iyi insanların sessiz kalarak zalimleşmesi yeterli. Olan bitene engel olmaya gücü yetmeyen, ama tüm kalbiyle tiksinen insanların, ‘temiz kalmak’ için azmi bileniyor. Her şeye rağmen temiz kalmak, işte bütün mesele bu!” “Bunca ıstırap bizleri alazlayıp dururken, bazılarımızın olsun gönül gözleri açılıyor, görünenin arkasındaki o asıl gerçek daha belirginleşiyor. Toplumun zerrelerine yayılmış zulmü yaşlı gözlerle izleyen insanlara sizin varlığınız bir rahat nefes oluyor. Bize de, satır aralarında Allah'a şöyle sığınmak kalıyor: “Rabbim! Ne olur, aç kapıyı, ben geldim! Sana layık olmadığımı biliyorum ama eğer sen kapıyı açmazsan, gidecek başka yerim yok!” Can Yetkin yazıyor: “Üç kelime sadece: Sizi çok seviyoruz. Bir de küçük bir tespit: Bir insan sizdeki bu enerjiyi, bu özgüveni, bu cesareti, bu özgürlüğü, hakkı böylesine haykırabilmeyi ve zulme böylesine karşı çıkabilmeyi ancak Allah’ın kelamından aldığı güçle elde edebilir. Sevgiler.” Mustafa Özuzun yazıyor: “25 yaşında bir mühendisim. Ömrümde sizin kadar donanımlı bir insan daha görmedim. Sizi okurken, izlerken resmen bilgi fışkırıyor kaleminizden, dilinizden, gözlerinizden. Allah sizin gibi insanları bu toplumun başından eksik etmesin. Okumayan ve araştırmayan bir toplum olarak sizin gibi değerlere görsel medyada büyük ihtiyacımız var. Gerçekten çok değerlisiniz. Ne olur, yılmayın, yorulmayın!” Tanrım! Öğretmenler Günün kutlu olsun! ‘Tanrı’nın meslektaşları’ tüm öğretmenlerin öğretmenler gününü kutluyorum. Başlık sizi şaşırtmasın. Tanrı’nın mesleği olur mu demeyin. Tanrı’nın temel iki mesleği olduğunu Kur’an’dan öğrendim: Yaratıcılık, öğretmenlik. Unutmayalım: Tarihin bütün yaratıcı benlikleri aynı zamanda birer öğretmendir. Onların en büyüklerinden biri olan Gazi Mustafa Kemal’e bakın. O aynı zamanda kara tahtada dersler veren bir öğretmendir. Dinci dinsizlerin, galiba, padişahların has bahçe-işret arenalarıyla karıştırarak eleştirdikleri Gazi sofralarında kara tahta ve kucak dolusu kitap vardır. O sofralar, padişahların has bahçelerinde kurulan şarap, esrar ve oğlancılık ‘sofay-ı hümayunlar’ı değil, dershane sofralarıdır. Tanrı’nın aynı zamanda bir öğretmen olduğunu ifade eden 22 ayet var Kur’an’da.
Kullanılan kelime ‘öğretmen’ anlamında kullanılan muallim kelimesinin fiil şeklidir. Tanrı’nın öğretmenliğini ifade için, 22 yerin 11 tanesinde geçmiş zaman (âlemle: öğretti), 11 yerde de geniş zaman (yuallimu: öğretir) kullanılmıştır. Çarpıcı noktalardan biri de şudur: Cenabı Hak, Kur’an’ı öğretmesinden söz ederken kendisini Rahman sıfatıyla öğretmenlik yapan bir kudret olarak tanıtıyor: “O Rahman! O öğretti Kur'an'ı, O yarattı insanı, O öğretti ona beyanı.” (Rahman, 1-4) İnsana kalemle yazmayı, kalemi kullanmayı öğreten de Tanrı’dır ve bu gerçek, Kur’an’ın ilk vahyedilen ve “Oku!” emriyle başlayan beş ayeti içinde verilmiştir: “O'dur kalemle öğreten/kalemi kullanmayı öğreten O’dur! Bilmediği şeyi insana O öğretti.” Kur’an’a göre, öğretmenlik aynı zamanda vahyi getiren melek Cebrail’in de mesleğidir. (bk. Necm suresi, 5) Ve onlarca ayete göre, öğretmenlik tüm peygamberlerin ortak mesleğidir. Yani öğretmenlik bir Tanrı, Cebrail ve peygamber mesleğidir. Bundan anlaşılır ki, bir toplumun mutluluğu hak edip etmediği bu mesleği temsil edenlere verdiği değerle ölçülecektir. En büyük mutluluklarımdan biri de bu Tanrı mesleğine mensup olmamdır. İki yıl liselerde beden eğitimi ve Fransızca hocalığı, 27 yıl da, yurtiçi ve yurtdışında üniversite hocalığı yaptım. Milletimin çocukları beni unvanlarımın en yücesiyle anmaya başlamıştır. Hem de ‘Türk Milletinin Hocası’ nitelemesiyle! Gelen iletilerin çoğu bu yüce unvana atıf yapıyor. Mutluluğumu tarif etmeye gücüm yetmez. Güzide Filiz iki ileti göndermiş. Şimdilik, öğretmenler günüyle ilgili satırlarını alıyorum: “Büyük Türk Milletinin Sevgili Yaşar Nuri Hocası! Öğretmenler gününüzü en içten, en güzel dileklerimizle kutlar, size daha nice sağlıklı ve güzel yıllar temenni ederiz. Ulusumun değerli öğretmeni, rehberi, ışığı Yaşar Nuri Öztürk Hocam! Milletinizi aydınlatmaya çalışıyorsunuz, yoğun çalışmalar içindesiniz; Allah size kolaylıklar versin! İyi ki varsınız!” ‘Cihanın sırtında yük olan kitle’ Çağımızın en büyük İslam düşünürü kabul edilen Pakistanlı Muhammed İkbal 1920’lerde şunu söylüyordu: “Bugünkü Müslüman âlemi, cihanın sırtında bir yük durumuna gelmiştir.” Yaşadığımız günlerde ise bu kitle dünyanın sırtında sadece yük değil, dünyanın başına bela olmaktadır. Her gün bu ‘Yük’ün bir sıkıntısı dünyayı rahatsız etmekte, ülkelerin ve milletlerin uykularını kaçırmaktadır. Şunu itiraf edelim artık: Yaşadığımız günlerin dünyası artık, yarınlarını Müslüman yaftalı dehşet ve nefret çetelerinin tehdidinden nasıl emin kılacaklarının hesabını yapmakla meşgul olmaya başlamıştır. Siz istediğiniz kadar bağırın: “İslam, insanlığın dünya ve ahiretini mutlu kılan nizamdır.” Öyle mi? Hangi İslam o? Şu sizin Irak’ta, Suriye’de, Pakistan’da, Afganistan’da ve son birkaç yıldır Türkiye’de temsil ettiğiniz İslam mı o? Yoksa Kur’an’daki İslam mı?
‘Kur’an’daki İslam’ sizin yaşadığınız din değil. O bizim anlattığımız ama sizin ‘reform’ veya ‘zındıklık’ diyerek reddettiğiniz dindir. Sıkışınca neden ona sığınıyorsunuz? Namertlik ve tutarsızlığınızın bir belgesi de bu tavrınız. Pirim toplamak istediğinizde ‘Kur’an’daki İslam’ diyorsunuz, saltanat hesaplarınızı kotarmada ise ‘Kur’an dışındaki İslam’ı işletiyorsunuz. Gündem ne olursa olsun, Müslüman dünya bir veya birkaç kanlı haberle listede ön sıralarda. Hatta çoğu gün birinci sırada. Son kanlı habere bakın: Pakistan’da Taliban militanları bir okulu basıyor ve 9-14 yaş arası 148 çocuğu katlediyorlar. ‘İnsanlığın dünya ve ahiretini mutlu kılacak’ dinin adına yapılıyor bu. Onun, ‘mücahitleri’ tarafından yapılıyor. Muhammed İkbal’i tekrar hatırlayalım: “Kalk, diyordu, bu ümmet cihanın sırtında bir yük oldu; onu uyandıralım. Şehrin mescidinde öyle bir haykıralım ki, mollanın sinesindeki yürek erisin!” O yürek yumuşamıyor ey İkbal! O yürek kara yürek, katranlı yürek. O yürekte vicdan yok, insaf yok, akıl yok, izan yok. O yüreğin söz sahibi olduğu her yer cehenneme dönüşmüş. Son örneği Türkiye. Katranlı yüreğin vücut verdiği karanlığı yırtmada Atatürk ışığı bile zora düştü. Mukaddes İkbal, yine senin bir dizenle söyleyeyim: “Uyan da gör, ne haldedir cihan!” Uyan da gör, o çok sevdiğin Pakistan, senin bıraktığın yerin yüz elli yıl gerisine nasıl götürüldü! Sen o Pakistan’a, “Bundan sonrası için artık Mustafa Kemal’i izleyin; bundan sonrası ancak onun reçetesiyle yürüyebilir” diyordun. Uyan da gör, ışık ve aydınlık düşmanı kahpeler, senin Mustafa Kemal’ini kendi vatanında nasıl vurdular! Taliban kafasının kravatlı bir versiyonu olan ve ömür defterini ‘nitelikli dolandırıcılıktan mahkûm’ olarak kapatan bir ‘mücahit’in (!) geriye bıraktığı ‘gömlek değiştirmiş talancılar ekibi’ cumhuriyeti mahvederek Türkiye’yi iki yüz yıl geriye götürdü. Ve daha geriye götürmek için de olanca gayretleriyle uğraşıyorlar. Şimdi artık, işleri süper kuleden kotarmak üzere bir de Maun Sarayları var. Eh, böylesine zalim bir Emevî faşizmi ancak böyle bir Maun Sarayı’ndan kotarılabilir. Para mı, Tanrı mı? Bir insanın Allah’a imanının varlığında şaşmaz ve tek gösterge şudur: Para ile Allah yan yana geldiğinde bunların hangisi seçiliyor. Hangisi seçiliyorsa seçimi yapanın gerçek Tanrısı odur. Hz. Peygamber, “Her ümmetin bir bozgun sebebi vardır; benim ümmetimin bozgun sebebi ise mal fitnesidir” buyuruyor. Bu mucize ihbar, tarih tarafından harfiyen doğrulanmıştır. Bırakın Peygamberimizden sonrayı, daha o yaşarken, hatta doğrudan ona karşı sergilenen ‘mal putu’ tutkularına tanık olmaktayız. Biz, daha Resulü Ekrem döneminde zehirli dişlerini gösteren bu puta ‘dincilik putu’ diyoruz.
Para putuna kul olanlar (tabir Peygamberimizindir), dini ne tamamen bırakırlar ne de onu hakem yaparlar. Yani onlar, dini istismar etmek için ona yakın dururlar ama Allah ile para yan yana geldiğinde daima parayı tercih ederler. Tarih boyunca hep böyle yaptılar, bugün de böyle yapıyorlar. Vicdan kulaklarınıza küpe olsun diye, suyun ta başından bir örnek vereceğim. Dikkat ve ibretle izleyin. Ve ‘Maun Suresi Gerçeği’ni bu ışıkla bir kez daha düşünün: Hz. Peygamber’e at satan bir sahabi, parasını almak üzere Peygamber’in evine gidiyordu. Peygamber, hızlı yürüdü; adam biraz geri kalmıştı. Adamın yanına sokulan bazı sahabîler (!) ata daha fazla para vereceklerini söyleyerek adamın kafasını çeldiler. Fazla parayı gören adam atı bunlara satmak istediğini Hz. Peygamber’e bildirdi. Hz. Peygamber: “Biz seninle anlaştık, atı bana sattın, artık o at benim” deyince adam anlaşmayı inkâr etti. Allah adına yemin de ederek “Ben atı sana satmadım” dedi. Çevredeki sahabîlerse (!) kenarda saklanarak tartışmayı duymazlıktan geliyorlardı. Çekişme epeyce sürdü. Hz. Peygamber “Sen atı bana sattın” diye ısrar edince adam, akıl almaz bir utanmazlıkla Cenabı Peygamber’e şunu söyleyebildi: “Sözünün doğruluğunu tanık getirerek ispatla.” Bunun üzerine Peygamber, Huzeyme adlı birini tanık göstererek atı satın aldığını ispatladı. (Ebu Davud, akzıye 20: 3/308; Nesaî, büyû’ 81: 7/265-266) Geleneksel Emevî dinciliğine göre, Hak Elçisi’ne karşı şu hayâsızlığı yapan adamlar ‘sahabî’ unvanı taşıdıkları için sonraki zamanlarda gelecek tüm Müslümanlardan hayırlıdırlar. İstedikleri kadar parayı Allah’a ve Peygamber’e tercih etsinler! Hak Elçisi’ne böyle bir davranışı layık görenle bu davranışı kenara çekilip seyredenler nasıl olur da Peygamber’i görmemiş Müslümanların tümünden daha üstün olur?! Böyle bir iddia akla, dine ve Peygamber’e hakaret değil midir? Dinciliğin mal putu karşısındaki tavrı hep bu olmuştur. Görüldüğü gibi, onun imansızlık ve hayâsızlığının ‘sahabe’ patentli dayanakları da vardır. Onlar dayanak mı, iflas belgesi mi diye sorulmamıştır. Nejat Oke yazıyor: “İyi ki varsınız. Eserleriniz, yazılarınız, programlarınız evlatlarıma bırakacağım servetimdir. Size çok şey borçluyuz. Öğrettikleriniz, yolumuza tuttuğunuz ışık, gök kubbeye bıraktıklarınız, hazinelerin en büyüğü. Hakkınızı helal edin!” Küreselleşme ama hangisi? Küreselleşmeden neyin amaçlandığı bilinmelidir. İnsanlığın bütünleşmesi, uygarlıkların kaynaşması, halkların kucaklaşması mı yoksa süper güçlerin sömürü aracı markalarının, hayat tarzlarının, dillerinin dayatılması mı? Küreselleşme, dünya halklarının ve kültürlerinin kucaklaşması mı, yoksa bir ‘postmodern sömürgecilik’ mi?
Bu ikinci anlamda bir küreselleşmeye akıllı ve onurlu hiçbir insan destek veremez. Böyle bir destek eşyanın tabiatına, insan gerçeğine aykırıdır. ABD, küreselleşmeyi hukuk tanımaz bir sömürü aracı olarak kullanmakta kararlı görünüyor. Bunun içindir ki, Irak işgali münasebetiyle Birleşmiş Milletler’i de etkisiz kılmıştır. Bu saldırganlık savaşının ‘küreselleşme afyonu’ ile takviyesi için yeni bir ‘Kapitalist Enternasyonal'in sinyalleri verilmektedir: Ama unutmayalım ki, bütün Batı birçok bakımdan ciddi biçimde hastadır. Hastalık, Kapitalizm Firavunu’nun canını yakın zamanda alabilir mi, alamaz mı? Bunu bilmiyoruz. Ama o Firavun canın bir gün mutlaka çıkacağını biliyoruz. Hem de çok uzaklarda olmayan bir gün. İnsanlığın ve doğanın dengelerinin canına okuyan o Firavun’un, elbette ki, tarih bir gün canına okuyacaktır. ABD yönetiminin oluşturduğu ve İngiltere'nin desteklediği yeni bir kapitalist sömürü oluşumu daha telaffuz ediliyor: ‘Yeni Muhafazakârlar Koalisyonu’ veya ‘Yeni Muhafazakârlar İttifakı.’ KÜRESELLEŞME KİME YARIYOR? Batı, küreselleşmeyi kullanarak, öncelikle zayıf ülkelerin tarımını, yani tek sığınak alanlarını tahrip ediyor. Kıt-kanaat geçinen ülkelerin tek imkânları olan tarım da vurulunca onlar, kapitalist hegemonyanın tutsağı haline geliyorlar. Bırakın ihracatı, bu ülkelerin geçimlik tarımsal üretimleri de yok edilmektedir. Çünkü egemenlerin teknolojik üstünlükleriyle elde ettikleri genleri bozulmuş ürünler çok ucuz fiyatlarla bu ülkelerin önüne çıkarılmakta ve onlar bu ucuzculuğa aldanarak ekip biçmek yerine ithalat yoluna gitmekteler. Türkiye de tarım ve hayvancılıkta, küreselleşmenin dayattığı yol ve yöntemi seçti. Tohumlarımız yok edildi. İthal tohumların patentleri büyük egemen şirketlerin elindedir. Tüm tohumlar bu şirketlerce kontrol ediliyor. Dünya Ticaret Örgütü, tarımı, süper ülkeler lehine denetim altında tutuyor. IMF ve Dünya Bankası gibi öncü kuruluşlar, süperlerin yolunu açarken, zayıf ülkelere “Tarımda sübvansiyon ve destekleme yoluna gitmeyeceksiniz!” diye emir veriyorlar, öbür yandan, bağlı oldukları ülkelerin tarım ürünlerine verilen destek günden güne artırılıyor. ABD, AB ve Japonya üçlüsünün tarım ürünleri için sağladığı desteğin bir günlük miktarı bir milyar dolardır. (Herald Tribune, 1 Ocak 2004) Bu bir milyar dolar, üç ülkede toplam 45 milyon çiftçiye dağıtılmaktadır. ULUS DEVLETLERDEN NEDEN RAHATSIZLAR?
IMF ve Dünya Bankası'nın küreselleşmeyi süperler hesabına işletmek için ulus devletleri yozlaştırıp piyon pazarlara çevirdiğini de unutmamak lazım. Küreselleşmeyi sömürü aracı yapanların en çok rahatsız oldukları şey, güçlü devlet ve merkezî otoritedir. İslam ülkelerinde, o arada Türkiye'de saltanat dinicisi siyasetleri iş başına getirmek için çırpınmalarının sebebi, bunların merkezî otoriteden, devletten rahatsız olduğunu bilmeleri ve onu, ortak hasımlarını etkisiz kılmada kullanma şanslarının bulunmasıdır. Ulus devleti sürekli şovenist, ırkçı, baskıcı, faşist devlet imajıyla resimleyerek insanı ve çağı ürkütüyorlar. Oysaki bugün ulus devlet, ülke nimetlerinin, dışarıdan gelen ve halkı güdenler için değil, ülkenin içindeki sahipler ve sakinler için kullanımını öne çıkaran devlet demektir. Bu sahip ve sakinlerin ırkı, rengi, dili, dini, deseni hiç önemli değildir. Batı, ulusdevletin bu yeni anlamını kendisi için sonuna kadar işletmekte ama sömürmek istediği ülkeler söz konusu olduğunda ulusdevleti derhal faşizm ve şovenizmle suçlamaktadır. Doğal kaynakların yağmalanmasını planlayan ve 1985 ‘Washington Konsensüsü’ denen manifesto ile yasallaştırılan ‘neoliberal küreselleşme’nin temsilcileri, kendi reklamlarını yapmak için her yıl yaklaşık 1 trilyon dolar harcamaktadır. Küreselleşme adı altında faaliyet yürüten global kapitalizmin, keyifli yaşamak için kurduğu düzen ve işlettiği sistem, işte budur. Bu sistemin tüm giderleri zayıf ülkelerin sırtından alınmakta, tüm nimet ve bereketleri emperyalist süperlere akıtılmaktadır. Biz, işte böyle bir küreselleşmeye insan onuru adına karşı çıkmaktayız. 'Güçlü Devlet' özleminin yeniden canlanması: Fukuyama gerçeği ve Türk aydınları Devleti küçültme (bunun Batı stratejilerindeki anlamı devleti tahrip etmektir) istek ve tezi, 11 Eylül öncesi dünyanın hemen hemen bir numaralı talebi ve söylemi idi. Bu tezin babası ise ünlü Amerikalı yazar Francis Fukuyama idi. Fukuyama adı ve onun ‘devleti küçültme’yi öne çıkaran tezi, 11 Eylül öncesi dünyada bir kıyamet fırtınası gibi esmiş, Fukuyama ismi, kısa sürede ilahlaştırılmıştı. Çağdaş sömürüyü küreselleşme adı altında meşrulaştıran Batılı birçok ülke ve aydın, Fukuyama’nın bu tezini yirmi dört saat kitlelerin beynine pompalamaktaydı. Türkiye’deki ‘küreselci ve devletten rahatsız aydınlar’ ise Fukuyama’yı ilah, onun tezini de ‘vahyin son verileri’ gibi algılamış ve tezi âdeta dinleştirmişlerdi. Sonra ne oldu? Sonra, 11 Eylül dehşeti yaşandı. ABD, 11 Eylül’den sonra, dünyanın beynine şırınga etmeye çalıştığı Fukuyama tezinin tam aksi yönde uygulamalara girdi. Birleşmiş Milletler’i, bu yeni uygulamalar yönünde
yeniden şekillendirdi. Yaptığı şuydu: Terörle başa çıkmak için devleti, geleneksel kabullerin de ötesinde bir güce ulaştırmak ve ona her türlü müdahale hakkını peşinen vermek. ABD, bu yeni ihtiyacını karşılamak için Birleşmiş Milletler’i bile devre dışı tutmaya başladı. Daha açık konuşalım: ABD, hukuku kuvvetin emrine verme sürecini yeniden açtı. Irak işgali, bu yeni devrenin ölçülerine göre gerçekleştirilmiştir. “Devleti küçültün” şarkıları söyleyen Fukuyama, elbette ki bu olup bitenleri yakından izliyordu. Ve ABD’nin açtığı yeni sürece uygun yeni bir tez geliştirmenin vaktiydi. Ve Fukuyama, eski tezinin tam tersini söyleyen yeni bir tezle ortaya çıktı: “Devleti küçültme süreci derhal durdurulmalı, devlet güçlendirilmelidir.” YENİ FUKUYAMA VE BİZDEKİ SÖZDE AYDINLAR Yeni dönemde durum şu: Sadece Türkiye gibi netameli bir coğrafyada, onlarca sıkıntıyla boğuşmak durumunda olan devletler değil, bu sıkıntılardan azade devletler bile, güçlü devletin çöküşe götürülmesinden şikâyete başlamışlardır. Tahrip edilen merkezî otoritenin yarattığı sayısız boşluk, bu otoriteden kurtulmayı özgürlük ve mutluluk sanan kitleleri büyük bunalımlara itmiş, insanlık bünyesinde ciddî acılar yaratmıştır. İbret ve hayret anıtı gibi önümüzde duran Francis Fukuyama bu yeni dönemde şöyle düşünüyor: “Terörizmden AIDS belasına, uyuşturucudan mülteci problemine, ahlaksal çöküntüden cezaların caydırıcılığını yitirmiş olmasına kadar birçok çağdaş sıkıntının temelinde devletin güçsüzleşmesi yatmaktadır. Bu problemlerin çözümü için atılacak ilk adım, devleti güçlendirmektir.” İbret ve hayret tablosunu özetleyelim: Daha önceleri, ‘devletin ‘küçültülmesi’ni savunan ve bu teziyle ünlü olan Fukuyama, 11 Eylül’ü yaşadıktan sonra kaleme aldığı eseri ‘State-Building’te, ilk tezinin çok yanlış olduğunu, o fikrinden döndüğünü itiraf etmiş ve ‘güçlü devleti geri istediğini’ dünyaya yana yakıla duyurmuştur. (Fukuyama, StateBuilding, Governance and World Order in the 21st Century, Cornell University Press, New York, 2004) Çok ilginçtir, Fukuyama’nın ‘devleti küçültme tezi’ni Türkiye’de destanlaştıracak şekilde övüp duyuranlar, onun bu fikrinden döndüğünü ilan eden eserinin adını bile anmamışlardır. Anlı şanlı birçok yazar-çizer, Fukuyama’yı, hâlâ, o çöpe attığı ilk teziyle tanımaya ve tanıtmaya devam etmekte. Gözlerini kapatarak, vicdanlarını bastırarak. İnsan, sormadan edemiyor: Türkiye, güzel yarınları bu ‘aydınlar’la nasıl kuracaktır? Kısacası, devletin güçsüzleşmesi gerektiği yolundaki tezin tahribatı, bizzat tezin sahibi Fukuyama’nın itirafıyla, insanlığa ağır faturalar ödetecek bir noktaya ulaşmış bulunuyor.
Fukuyama, “Güçlü devleti geri getirmeliyiz; aksi takdirde bunun yıkım faturasının altından hiç kimse kalkamaz. Bu tezi sürdürmekten vazgeçmez isek ne ahlak kalır ne ekonomi ne huzur ne de barış” diye feryat etmektedir. Bu feryat, dünyada elbette ki yankılanıyor. Tek istisna, Türkiye, Türk aydınları. Türkiye’de bu sese kulak veren kimse yok. 11 Eylül'ün birçok konuda evrensel uyarılar getirdiği inkâr edilmiyor. Biz, bu uyarıların başında, ‘güçlü devlete dönmenin önemi’ konusundaki uyarının geldiğine inanmaktayız. Güdümlü kültür ‘Güdümlü kültür’ veya ‘gemlenmiş kültür.’ Deyim, personalist Fransız filozofu Emmanuel Mounier’nin, ‘culture dirigée’ deyiminin karşılığı… Mounier (ölm. 1950), bu deyimi, bireyin yaratıcılığına hayat hakkı tanımayan rejimlerin, özellikle komünist ve faşist sistemlerin kültür, sanat, hukuk, düşünce ve eğitim anlayışlarını ifade için kullanmıştır. Böyle bir anlayış, Mounier'e göre, toplumun en kemirici musibetlerinden biridir. Ne ilginçtir ki, Mounier, hür toplum idealini bizzat kendisi zedeler. Ona göre, ideal toplumda tek ve resmî din, Katoliklik’tir. Bundan daha ilginç bir nokta da, şudur: Ateşli bir Katolik olan Mounier, felsefesine ters düşme pahasına tek din saymakta ısrar ettiği Katoliklik'in kilisesi tarafından ‘Katoliklik'e ters düşmek’le itham edilmiş ve aforoza uğramıştır. Neden? Şundan: Mounier, Katolisizmin, hayatın yeni ihtiyaç ve şartlarına göre gözden geçirilmesini öneriyordu. Görüyorsunuz; dincilik, kendisine tam teslimiyet olmadan hiç kimseyi hoş görmez. Hele bir de engizisyon dinciliği olursa. Arapçı Emevî ve Abbasî dinciliği İmamı Âzam gibi eşsiz bir dehayı bile affetmedi; katletti. Fikir ve kültür hayatının güdüme alınmasından doğan rahatsızlığın tahribi; yaratıcı faaliyetin merkezi olan bireyin robotlaştırılmasından, iğdişleştirilmesinden, uşaklaştırılmasından kaynaklanıyor. Böyle fertlerden oluşan bir toplumda riya, sahtekârlık, güvensizlik, tutarsızlık, cücelik egemen olur. Bunların egemenliği ise karmaşa, bunalım ve nihayet kavga ve yıkımı kaçınılmaz kılar. HUKUKUN GÜDÜME ALINMASI Güdümlü kültürlerde her şeyden önce hukuk güdümdedir. İnsanlık, çok uzun didinmelerden sonra, bu güdümü kırmak için, kuvvetler ayrılığı ilkesine ulaşmıştır. Ne var ki, bu ilkeyi sözde, kâğıt üzerinde tekrarlamak hukukun güdümden kurtulduğu anlamına gelmiyor. Musolini'ye, devlet anlayışı ve yönetim programı sorulduğunda, şu cevabı veriyordu: “İtalya'yı yönetmek istiyoruz, hepsi bu.”
Nasıl yönettiğini bütün dünya gördü. Aynı zihniyeti taşıyan Adolf Hitler’in de Almanya’yı nasıl yönettiğini gördü. Modern toplumlarda bu anlayış belki bu kadar net ve sert ifade edilmiyor ama aynı zihniyeti egemen kılmak için bin türlü oyunla hukuku güdüme alan liderler ve yönetimler, az değildir. Emeğe ihanet, bilimsel özerkliğin örselenmesi, yargıçların siyasal iktidarın kontrolüne verilmesi, din istismarı, gelir dağılımının adaletsizliği, inançlara baskı… hukukun güdüme alınışının kılık değiştirmiş görünümlerinden başka şeyler değildir. ‘Güdümlü hukuk’, eğer laik bir yönetimde sergileniyorsa, laiklik ve dinin, dinci bir yönetimde sergileniyorsa laiklik ve aklın güdüme alınması kaçınılmazdır. Bunun sonuçlarının en kötüsü, ‘devlete bağlı din’ veya ‘dine bağlı devlet’ tercihlerinden birine teslim olmak mecburiyetidir. Bunların ikisi de insan gerçeğiyle çelişip çatışır, ikisi de hayatı cehenneme çevirir. Bugünkü Türkiye, dine bağlı devlet anlayışının egemenliğine doğru hızla yol alıyor. Bir yandan ‘tarikatlar konfederasyonu’na dönüşmüş TBMM, öte yandan dünyada, bir eşi görülmemiş şekilde, iki katrilyonluk bir bütçe ile finanse edilen Diyanet İşleri bunun şaşmaz kanıtları olarak ortadadır. Her güdüm, karşıt uçlardan yeni güdümlere imkân ve gerekçe hazırlar: Laikliği güdüme alırsanız, dini güdüme alanlar başınıza bela olur; dini güdüme alırsanız, laikliği güdüme alanlar gırtlağınıza yapışır. Çünkü insan gerçeğini tahrip etmişsiniz. Dengeyi, güveni yıkmışsınız. Kimsenin kimseye saygısı, sevgisi kalmamıştır. Böyle bir sürece giren toplum, huzuru ancak rüyalarda görür. Türkiye bu kahırlı süreci yaşayan ülkeler arasındadır. Bir fikir ve ilim adamı olarak bize gelince, biz ne dini sömüren saltanat dincilerine ne de laikliği dinsizlik halinde sunmak isteyen inkâr yobazlarına dostuz. Bir kez daha söyleyelim: Laikliğin din düşmanlığına, din özgürlüğünün de Arapçılık, Arapçacılık ve haçlı emperyalizm hizmetkârlığına paravan yapılmasına engel olucu aydınlığı ortaya koymak, bizim ilim ve vicdan borcumuzdur. Sıkıntı riski ne denli yüksek olursa olsun, kliklerin ve yivi-seti yalama yapmış politika simsarlarının onaylarını değil, ilmin ve hukukun evrensel ilkeleriyle, ülkemizin ihtiyaçlarını esas almaktayız. Biz, işte böyle yapıyoruz. Böyle yapmaya devam edeceğiz.
Okuyorum, o halde varım! Her gün okuyorum, çünkü okumadığım günler, ‘hüsrana uğramışlık’ duygusuna kapılıyorum. Şöyle inanıyorum: Düşünmeyi sürdürmenin yani insan olarak kalmanın ‘hücre yenileyici’ gıdası, okumaktır. Fransız filozofu Descartes (Ölm.1650), “Düşünüyorum, o halde varım!” (Je pense donc je suis) demiş ve bu söylem felsefe tarihinde bir devrim sayılmıştı. Descartes’ın söylediğinin kısa anlamı şuydu: İnsanım diyorsan düşüneceksin, düşünmüyorsan insanım demeyeceksin! Ben, Descartes’ın söylediğine altyapı oluşturan bir söyleme dikkat çekmek istiyorum: Kur’an’ın ilk sözü ve ilk buyruğu olan “Oku!” emri. “Oku!” emri hem düşünmeyi hem de okumayı gerektirir. Yani okumak düşünmekten daha geniştir. Her okumak düşünmeyi mutlaka içerir ama her düşünmek okumayı içermeyebilir. Şöyle de diyebiliriz: Her okumak aynı zamanda düşünmektir ama her düşünmek aynı zamanda okumak değildir. Kur’an, teoriyle pratiği birleştirmek, üst düzeylerle alt düzeyleri aynı anda düşünmeye itmek için esrarlı bir yöntem getirmiştir: Okumak... Ve Kur’an, okumayı en büyük ve temel ibadet saymıştır. Öteki ibadetlerin tümü daha sonradır. Temel ibadet olarak namazı birinci sıraya oturtmak, Kur’an’a açıkça iftiradır. Temel ibadet, okumaktır. Neyin okunacağı söylenmemiştir. Kur’ansal hermenötik açısından bunun anlamı şudur: Her şeyi okuyacaksın! Kur’an, kendi parçalarını birer okunacak ayet saydığı gibi, fosilleri, yıldızları, yosunları, dilleri, gözyaşını, geceyi, renkleri ve desenleri de okunacak ayetler olarak görür. Evren de bir kitap, o da okunmalı! KUR’AN’A göre, Firavun’un mumyası bile okunması gereken bir ayettir. Esasen, Kur’an, insan ve evreni de kendisi gibi kitap kabul ettiği için onun “Oku!” emri, tüm varlığın okunmasını isteyen bir buyruk olarak alınmalıdır. Kısacası, Kur’an’ın yöntemi geneli, herkesi bir biçimde düşünmeye sevk ettiği için daha kucaklayıcı, daha insancıl, rahmeti daha geniş bir yöntemdir... Ben, üç yaşımdan beri okuyorum. İmkân alanıma giriş sırasıyla Türkçe, Osmanlıca, Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce okuyorum. Bu dillerin hepsini iyi konuşamıyorum ama bunun için vahlanmıyorum... Yine de şunu sık sık söylüyorum: “Keşke, Almanca bilsem de Nietzsche'yi, Rusça bilsem de Dostoyevski'yi orijinalinden okuyabilsem!..” Ne yazık ki böyle bir şansım yok!.. Bendeniz, otuz küsur yıllık öğreticiyim. Akıl işi saymayabilirsiniz ama ben her zaman öğrencilerimden birkaç kat fazla okudum. Ve aynı şekilde okumaya devam ediyorum.
Okumasam düşünemem, sadece ezberlediklerimi tekrar ederim. Daha kötüsü, bu tekrarı, düşünmek sayabilirim. Allah korusun, bir de başkalarının tekrarlarını tekrarlamayı düşünce saymaya başlamak gibi bir felaketle de yüz yüze gelebilirim. Evet, tüm yoğunluğumla okuyorum ve tabii yazıyorum. Okuduklarımın omuzlarıma bindirdiği düşünme yükü zihnimi zorladıkça da gerçek aydının, kalabalık tarafından fark edilmeyen bir ‘emanet taşıyıcı’ olduğunu daha iyi anlıyorum. İşte bu noktada, ‘ahvâl-i âlem’ ile o çileli taşıyıcılığı birlikte düşününce şunu sormak ihtiyacını duyuyorum: “Acaba ben, körler çarşısında ayna mı satıyorum?" Bu soruyu sorunca ürperiyorum. Çünkü ‘ince yolun sırları’nı öğrendiğim babam bana şunu da söylemişti: “En dikenli kader, körler çarşısında ayna satmaktır. Senin, bu kaderden nasibin olacak, oğlum.” Şöyle veya böyle, ben okumaya devam ediyorum. Yani, var olmak, insanca yaşamak istiyorum... Ve Yaratan’a, elimden geldiğince şükürler ediyorum!.. Dinin güdüme alınması Dinin güdüme alınması, eğer dine önem veren bir toplumdan söz ediyorsak hayatın cehenneme döndürülmesiyle eşanlamlıdır. Dinin güdüme alınmasıyla kastettiğimiz, dinin devlet veya yönetimce kontrol edilmesi değildir. Böyle bir kontrol varsa orada ‘dinin güdüme alınması’ değil, ‘dinle devletin kavgası’ söz konusu olur. Güdüme almak tabiri, dinin savunuculuğunu ve avukatlığını yapanlar için geçerli ve uygundur. Bir güdümden söz etmek için güdülenlerin bundan şikâyetçi olmamaları gerekir. Şikâyet varsa güdümden değil, kavgadan söz etmeliyiz. Güdümün yürümesi için baskı yetmez, Allah ile aldatma mekanizmalarının işletilmesi gerekir. Bunu da ancak din simsarları yapar. Türkiye’de din güdümdedir ve dini güdüme alanlar dinin avukatlığını yapan dincilerdir. (Lütfen, bir zahmet edin de bu hayatî konunun ayrıntılarını ‘Dincilik’ adlı kitabımızdan okuyun). Son yıllardaki gelişmeler, özellikle son zamanlardaki Deniz Feneri ve benzeri dinci soygun olayları göstermiştir ki, Türkiye’de dini güdüme alanlar, din üzerinden dünyalık ve saltanat devşirenlerdir. Dine, Tanrı’nın rızasını kazanmak için sarılanlar yani dindarlar, dini güdüme almayı akıllarından bile geçirmezler. Çünkü dini güdüme almak, her şeyden önce dine ihanettir. Dindar, dinine ihanet etmez ama dinci bu ihaneti her zaman yapar. DİNCİLİĞİN DİNDARLARA İHANETİ
Dinin güdüme alınmasından en büyük zararı dindarlar görür. Çünkü güdüm, bir ikrah kurumudur ve dinde ikrah (baskı, zorlama), Allah’ın iradesine aykırıdır, yasaklanmıştır. (Bakara, 256) Bu yasak çiğnendiğinde zararı elbette ki dine bağlı olan dindar görecektir, dini sömüren dinci değil. Dinin güdüme alınışı, karakteristik iki görünüm arz eder: 1. Dinin, kaynağından uzaklaştırılıp geleneksel yorumlara bağlanması, 2. Dinin politik-ticarî istismarlara âlet edilmesi. Dini sömürü aracı olarak tutmanın, tarihin çok iyi tanıdığı iki yolu vardır: 1. Kitlenin gerçek dini öğrenmesini engellemek (mesela, dinin kaynağı olan kitabın tercümesinin okunamayacağını, o tercüme ile namaz kılınamayacağını iddia etmek), 2. Gerçek dini öğretenleri slogan veya tabularla karalayarak etkilerini yok etmek veya azaltmak. Aforoz dinciliğinin kullandığı tehdit hep şu olmuştur: “Dini, bizim güdümümüzde öğreneceksiniz. Bizim gösterdiğimiz şekilde inanmazsanız aforoz edilirsiniz; dindarların hoşlanmadığı ne kadar yafta varsa, açtığımız iftira kampanyalarıyla hepsini üstünüze atarız.” Böyle bir gidiş, laiklik ve hür düşünceyi koruyan kavram ve kurumların şemsiyesi de delinirse, hiç tereddüt etmeyelim, engizisyonla noktalanır. Kur'an'ın baş düşmanlarından biri olan engizisyon ve aforoz, örtülü-gizli bir biçimde, birçok Muhammedî düşünüre, asırlardır ve ne yazık ki, İslam'ı savunduğunu söyleyenlerce uygulanmaktadır. Bu uygulama; bazen cehaletin, bazen siyasal çıkarların, bazen kıskançlık kompleksinin, bazen de bunların tümünün eseri olmaktadır. İMAMI ÂZAM’I DİNCİLİK KATLETTİ Müslüman tarihin en büyük hukuk dehası olan İmamı Âzam Ebu Hanîfe (ölm. 150/767), ‘Din tahripçisi kâfir’ ilan edilip 25 yıl Emevî ve Abbasî zindanlarında süründürüldükten sonra zehirlenip öldürülmedi mi? Osmanlı İmparatorluğu’nda yetişmiş en büyük düşünce adamlarından biri olan Molla Lütfi (ölm. 1494) gibi bir değerin idamına fetva veren Hatipzâde isimli şerefsiz yobaz, infazdan sonra, sadist bir zevkle şunu söylüyordu: “Şükürler olsun; yakında çıkacak olan kitabım, Lütfi'nin tenkidine uğramaktan kurtuldu.” Yavuz Sultan Selim, sonraki yıllarda, Şeyhülislam İbn Kemal ile sarayda yemek yediği bir sırada, Molla Lütfi’nin haksız yere idam edildiğini iğneli bir ifadeyle ima ettiğinde İbn Kemal (ölm. 1533) şu anlamlı cevabı vermiştir: “Molla Lütfi, hased-i akrana (meslekdaşlarının hasedine) kurban gitmiştir, Sultanım!”
Çağın en büyük İslam düşünürü ve İslam’ın en büyük vicdanlarından biri olan Muhammed İkbal hakkında, hurafeci yobazlar, ‘kâfir’ fetvası çıkarmışlardı. İbret almak için bu kadarı yetmez mi? Mustafa Kemal Atatürk’ün; ölümsüz tespitleri: 5 Şubat 1924 günü, İstanbul’da gazetecilere yaptığı bir konuşmada şöyle diyor: “Bu milletin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen bir adamım.”-ABE. 16/208 *ABE.: Atatürk’ün Bütün Eserleri 29 Ekim 1923 günü, sorularını cevapladığı Fransız gazeteci Maurice Pernot’ya din meselesinde şöyle diyor: “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum. Şuura muhalif, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor.” Pernot’ya cevabının devamı şöyle: “Bu Asya milletinin içinde daha karışık, yapay, batıl inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler, sırası gelince aydınlanacaklardır. Onlar eğer aydınlığa yaklaşamazlarsa, kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”-ABE. 16/150 İmzasız Baş Makaleler: Bilindiği gibi, Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları, Milli Mücadele’yi destekleyen basın organlarında, özellikle Milli Mücadele’ye desteğin sembolü konumundaki Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde en hayati yazıları yazan insanlardı. Bu yazıların önemli bir kısmı, Hâkimiyet-i Milliye’nin ‘Baş Makale’ adlı köşesinde, Mustafa Kemal tarafından yazılmıştır. Mustafa Kemal, ayrıca ‘İleri’ gazetesinde de müstear isimlerle yazılar yazmıştır. Hâkimiyet-i Milliye’nin 10 Ocak 1921 tarihli nüshasındaki ‘Hayatta Cidal’ adlı başmakalede şu satırlar var: “Ocağının ırzını muhafazaya Muhammedi bir imanla kalkışmış olanlarla başa çıkılmaz. Bu dava, tarihte yüzlerce misaliyle kayıtlıdır. Bu tarih harikalarının en parlakları, Müslüman ve Türk âleminde görülür. Müslüman ve Türk! Evet, bu iki kelimenin üzerinde durduğumuzun büyük bir hikmeti vardır. Evvela Müslüman deyince bunda hürriyet ve adalet duygularının yükseldiği kat’i bir iman parlar. Müslüman’ın yurdu bütün dünyaya uzanır! Öyle ki Türkiye’deki Müslüman Hindistan’dakini düşünür. Mısır’daki ta Mağrib’dekini, Mağrib’deki ta Cidde’dekini anar. Birine dokunan diken ötekini de incitir. Ehlisalib diyar-ı İslam’a tecavüz ettiği vakit karşısında hem Kılıçarslanı, hem Selahaddini Eyyubi’yi gördü. Daha ileri gitse idi, Hintli’yi, Çinli’yi, Acem’i, Afgan’ı, Arab’ı, Tatar’ı görecekti. Bu pek açık bir meseledir…” “Tam Müslümanlıktaki kuvvet ve heybet başkadır. O doğruluk, adalet bir adamı on defa büyütür. On misli vakar ve azamet sahibi yapar, ondaki büyüklükten hem dost iftihar eder hem de düşman korkar. Zira her şeyden evvel asıl mertlik, doğruluktur, menfaat hissiyle başkasının malına el uzatmamaktır. Onda muhtaç da olsa yine kendini menetmekte büyük bir necabet ve kalpte irade kuvveti var demektir. Hülasa, hayatta cidal vardır. Fakat doğruluk esas vazifedir. Her ikisinin yerleri ayrılmıştır. Tabirleri suiistimal etmemelidir. Biz bu kelimeleri ve delalet ettikleri olayları daima Müslüman’ca ve Türkçe düşünmeliyiz ki hakikate vasıl olabilelim. Bize Frenkçe düşünmek yaramaz.” Tam Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıç tarihi 19 Mayıs 1919 ise Türk Aydınlanma Savaşı’nın başlangıç tarihi de İzmir İktisat Kongresi münasebetiyle yapılan o uzun
konuşmanın tarihi olan 2 Şubat 1923’tür. Atatürk’ün dehası, bu aydınlanma savaşını o bağımsızlık savaşının içine sokmuş, ikisini birleştirmiş, böylece tarihin önüne bir benzerini görmediği büyük bir diriliş örneği koymuştur. İşte birkaç satır. Ve işte, aydınlanma öncüsü Gazi Mustafa Kemal: “Eğer Müslümanlardan, Kur’an’ı yüceltmek dini bir vazife olarak talep olunuyorsa hiç şüphe yok ki, Müslümanlar ne kadar kuvvetli, kudretli ve bütün bu kuvvet ve kudret akılca ne kadar yüksek olur, ilmen, fennen gelişmiş bulunursa, Kur’an’ı yüceltmeyi iyi yapmasını bilir ve Allah ancak bu mesai tarzından daha çok memnun olabilir. Bütün Müslümanlara da ne yapmak lazım geleceğine dair kuvvetli ve maddi bir misal gösterilmiş olur…” Müdafaai Hukuk Başbuğu Atatürk, aydınlanmanın önünü açmaya şöyle devam ediyor: “Daima ileri sürülen bir şey vardır ki, o da din engellemesidir… Bunda büyük bir hata vardır. Bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey talep etmez. İlim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsun oraya gitmek, onu bulmak, almak, onunla donanmak mecburiyetindeyiz. Allah’ın emri, kadın ve erkek bütün Müslümanların aynı derecede ilmen, fazileten her bakımdan olgunlaşmasıdır… Kur’an ile hatırlatmak istiyorum ki, bu nerede ise oraya kadar gidecektir. Kim? Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir. Dinin bir engellemesi yoktur…” “Tesettür şekli, kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan tecrit edecek, gayri meşru, aşırı mertebeye gelmiş olmasın!” “Biz, elhamdülillah Müslüman’ız. Dinin hakiki esaslarını incelediğimiz zaman onun bize ifade edebileceği hükümet şekli, yalnız ve yalnız bizim takip ettiğimiz hükümet şeklidir. İlahi emirlerde hükümet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir. Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade edilmiştir. Bu esaslardan biri şuradır.-Yani yönetenlerle yönetilenlerin birbirini denetlemesi sistemi. Bizzat Cenabı Peygamber şurasız muamele yapmazdı.” “İkinci esas adalettir, Üçüncüsü ululemre-devlete, devleti yönetenlere, itaat etmektir. Ne yazık ki bu güzel hakikati, çok fena insanlar, yine din kisvesi altında çok fena yorumlamışlardır. Ve herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek padişah demektir. Bu şekilde başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lazımdır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.” “Millet ancak seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir yönetime sahip olursa ve bu yönetim adalet üzere hareket ederse işte Allah’ın ve Kur’an’ın istediği hükümet bu olur. Çok iftihara değerdir ki, milletimiz ancak 1300 küsur sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil halinde göstermiş oldu.” “Şahıslar gibi, meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı şahısların istibdadından daha tehlikelidir… Onun için, bilhassa bizim gibi canı yanmış olan bir milletin meclisi dahi her ihtimale karşı müddeti çok olmamalıdır… Meclisin yapacağı kanunun tasdikini bir adama vermek demek, milli hâkimiyeti kökünden yıkmak demektir… Milleti daima aldatanlar, büyük tanıdığımız fakat çok küçük olan heriflerdir…”
“Devletler yapan, büyük imparatorluklar yaratmak kudret ve kuvvetinde bulunan Türk milletini mahvetmek hususunda mevcut kanaat pek derindir. Bugünkü Avrupa diplomatlarının kafalarında hâsıl olmuş bir görüş değildir. Bundan evvel, çok çok evvelkileri zamanında yerleşmiştir. Bu, adeta babadan evlada intikal eden bir zihniyet, bir adet, bir anane olmuştur…” “Türk milleti intikamını, zalimlerin zulmünü yıkıncaya kadar kalp ve vicdanından çıkarmayacaktır. Bu cihan bizim kalp ve vicdanımızda düşmanlık hissi bırakmak istemiyorsa bizim hakkımızda kalp ve vicdanındaki zulmü çıkarsın. Zulüm hissi baki kaldıkça intikam hissi devam edecektir.” “İngilizler, en hasis maksatlarını temin edebilmek için dünyanın en alçak hislerini ortaya koymaktan bir an ayrılmıyorlar…” “Devlet serbest olmazsa, hariçten gelecek mal üzerinde tesirli olmazsa, el koyacağı gümrük vergisinde serbest olmazsa bu mesele kapitülasyon ruhundan hariç sayılabilir mi?... Barış istiyoruz, fakat tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın anlamı budur.” “Arkadaşlar! On sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmektense, sefil ve aşağılık dereceye indirildikten sonra ölmektense, kalp ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın… Milletimiz namusludur ve namuslu muhataplar ister… Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi sürdürmekle mümkün olacaktır.” “Türkiye halkı denildiği zaman, mukadderatını birleştirmiş olan ve hissen, dinen birbirine kalplerini bağlamış olan insanlardan meydana gelen halk demektir. Bunlar içinde ırken muhtelif olanlar vardır.” “Bizim dinimiz İslam, en makul, en doğal dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmelidir. Doğal olabilmek için akla uygun olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığa, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur… Bizim dinimizde ruhbanlık yoktur.”-Bu seçilmiş sözler için bk. ABE. 15/50-103 Şimdi, bu noktayı irdeleyelim: Atatürk için Hz. Muhammed, esaret tanımamanın sembolüydü. Arap fistanı, sakal, şalvar veya takkenin değil. Atatürk, 5 Ağustos 1920’de Pozantı Kongresi’nde yaptığı konuşmada ‘Peygamber’in esaret tanımayan dindar ümmetinin cihat ordularının öncüsü olmanın şerefiyle iftihar ettiğini’ dile getiriyordu.ABE. 9/133 Evet, Hz. Muhammed’in bağlısı dindar, esaret tanımaz, esaretle bir arada yaşamaz. O bilir ki, Hz. Muhammed, her şeyden önce, Müslümanların bukağılarını parçalayan, onları özgürlük ve efendiliğe doğru kanatlandıran bir öncüydü. Kur’an Hz. Muhammed’i böyle tanıtıyor: Prangaları kıran rehber…-bk. A’raf suresi, 157 Batılı emperyalistler Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’e şu adı koymuşlardır: ‘Müslüman dünyanın Militan Lideri.’-ABE. 8/115 Tarihte ilk kez bir istila zulmüne karşı çıkan bir kurtuluş savaşının temeline ‘Müdafaai Hukuk’ ilke ve düşüncesi konmuştur. Müdafaai Hukuk’un tek basın organı olan Hâkimiyeti Milliye gazetesi o hengâmede, Fransız İnsan Hakları Beyannamesi’ni gazetenin ilavesi olarak vermiştir. Aynı Hâkimiyeti Milliye’de, büyük çoğunluğunu Atatürk’ün yazdığı imzasız başmakalelerden birinde ‘sevgi’ konusu işlenmektedir. O günün işgal, kan, barut, dehşet ortamında, Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’nın baş mimarı, Türk milli vicdanının temel karakterlerinden birinin de sevmek olduğunu
makale konusu yapıyor ve şu başlığı atıyordu: ‘Milli Düşüncelerden: Sevmek Kanunu’. Baş mimarın, istila-hıyanet-yoksulluk üçgeninde verilen savaşın acıları içinde sevgiyi anlatan bu makalesinden birkaç satır verelim: “Her şeyin yaradılışındaki muvazene ve ahenk kanununu muhafazaya memur olan duygu, sevmek duygusu imiş. Bu histen dışta kalan her şey, her iş mutlaka bozuk ve terk olunmuş demektir; ziyanı olmasa bile fayda vermeyecek halde ruhsuz ve tesirsiz bir şey menzilesindedir. O halde, maddelerin, manaların, işlerin ve hislerin temasında ve ihtilatında bu muvazene kanunu cari olmazsa her şeyin iyiliği ve güzelliği de belli olmadan kalır.” “Sevmenin büyük ıstıraplarını ancak büyük kalpler taşıdığı için sevmek her vakit güzel ve her vakit yüksektir. Zaten böyle olmasaydı insanlar birçok acılara dayanamazlar ve yüreklerinde kuvvet bulunmasaydı pek çok duyguları muhafaza edemeyerek böcekler gibi ezilirler, çok hakir derecelere inerlerdi.”-Devrin Yazarlarının Kalemiyle Gazi Mustafa Kemal, 413-416 Demokrasinin insana hayır getiren bir sistem olarak işlemesi, onun kazandırdığı yetkinin mutlak kudrete dönüşmemesiyle mümkün olmaktadır. Mutlak kudret, evrensel değer olan hakkındır. Demokrasi bu hakkın çiğnenmesine araç haline gelmemelidir. Çünkü istibdat yani hakka tasallut, çoğunluğun, daha fazla parmağın verdiği imkânla doğduğunda istibdat olmaktan çıkmaz. Atatürk bu kaygıyı daha ilk günden duymuş ve çoğunluk istibdadına atıf yaparak dava arkadaşlarının, milletinin ve tarihin dikkatini bu önemli noktaya çekmiştir. Şöyle diyor: “Milletler, egemenliklerini geçici olarak da olsa tevdi edecekleri meclislere dahi güvenmemelidir. Çünkü meclisler dahi istibdat yapabilir. Ve bu istibdat, şahsi istibdattan daha öldürücü olabilir. Bunun için, meclisler belli ve sınırlı bir süreden sonra yenilenir. Bu sayede milli egemenlik daha emin esaslara ve şartlara bağlanmış olur.” Müdafaai Hukuk’un başı olan ve Anadolu hümanizmini 20. yüzyılda devletleştiren büyük Gazi, haçlı işgalcilerin üstümüze cehennemi güçleriyle kan ve şiddet yağdırdıkları işgal günlerinde, onlara perde arkasından haince ve namertçe destek veren gayri-müslim azınlıklarla ilgili olarak halka ve kolordulara şu genelgeyi yayınlıyordu: “Bugünler zarfında, vatanımızda yaşayan Hıristiyan ahali hakkında göstereceğimiz insaniyetkarane muamelenin kıymeti pek büyük olduğu gibi hiçbir yabancı hükümetin fiili veya görünüşte himayesini görmeyen Hıristiyan ahalinin tam bir huzur ve sükûnetle hayat sürmeleri, ırkımızın yaratılıştan donanmış olduğu medeni kabiliyete en kati bir delil teşkil eyleyecektir. Vatan menfaatlerine aykırı faaliyetleri görülenler ve memleketin huzur ve asayişini ihlal eyleyenler hakkında din ve milliyet mensubiyetine bakılmayarak, kanuni hükümlerin eşit olarak ve şiddetle tatbikini ve mahalli hükümete itaat etmekte ve tabiiyet vazifelerini yerine getirmekte kusur etmeyenler hakkında da tekmil alakadarlara süratle tebliğini ve bütün millet fertlerine münasip vasıtalar ile tamimini rica ederiz.”-ABE. 7/126-127 “Müslüman olmayanların muhafazasına bilhassa itina edilmelidir.”-Age. 7/130 “Gerek düşmanlar ve gerekse düşmanlarla birlikte aleyhimize ayaklanan diğer unsurlar ile vuku bulacak çarpışmalarda elimize geçecek esirlerin muhafazasına son derecede itina edilmesi, milletimizin donanmış bulunduğu merdane ve alicenabane hissiyat icabından olup bunun ihlaline hiçbir surette meydan verilmemesi ve girdiğimiz hayat ve memat mücadelesinde, Hakk’ın yardımıyla elde edilmesinden kuvvetle ümitvar
bulunduğumuz milli haklarımızın hakiki medeniyet âlemine karşı müdafaasında bizi müşkülata düşürebilecek harekâttan kati surette sakınılması, vatanın selameti namına tamimen rica olunur.” “Gerek askeri kıtalar ve gerekse Kuvayi Milliye tarafından esir edilen düşman efradının hayatlarının muhafazasına fevkalade itina edilmesi talep olunur. Daha evvel milletimizin fertlerine en ağır tecavüzler yapan katiller bile esir edildiği vakit, intikam hissine kapılmayarak hayatlarının muhafazasını mutlaka temin etmelerini bütün amirlerden rica ederiz. Esirlerin hastalık sebebiyle elimizde vefat etmeleri, dini ve milli şiarımıza uygun düşmedikten başka, vatanımızın menfaatlerini esaslı surette yaralar. Bütün kıtalara ve bütün Kuvayi Milliye teşkilatına bu tavsiyelerimizin hakkıyla anlatılmasını rica ederiz.”-ABE. 7/290 27 Mart 1930 günü sabahı, doğmakta olan güneşe bakmaktadır. Yanındakilere, edebiyat ve felsefe tarihine de altın harflerle yazılabilecek şu muhteşem sözleri söyler: “Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelik olarak vuku bulacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere rağmen engelleri yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir. Size bu sözleri söyleyen Cumhurreisi değil, sadece Türk milletinin bir ferdi olarak Mustafa Kemal’dir. Bu hususa bilhassa nazarı dikkatinizi çekerim.”-ABE. 26/144 Müdafaai Hukuk tarafından yaratılan büyük devrim her bakış açısı tarafından elbette ki farklı yorumlandı ama temel felsefe, baş mimar tarafından çok açık ve net olarak ortaya konmuştu: “Hiç kimsenin, hiçbir milletin adetlerine, ahlakına, milliyet esaslarına karşı değiliz. Yalnız istibdada, emperyalistlere karşı düşmanız.”-ABE. 8/82 Müdafaai Hukuk’un yarattığı kurtuluş ve aydınlanma mücadelesinin hedef aldığı emperyalizm-kapitalizm ikili zulmünün kanlı çehresi Atatürk tarafından 3 Mart 1922’de şöyle tanıtılmıştır: “İstilacı, saldırgan olan devletler yerküreyi kendilerinin malikânesi kabul etmekte ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkûm esirler saymaktadırlar. Onlar, ilan ettikleri insani ve adaletkarane esasları, kabule değer gördükleri için değil, senelerden beri tahakküm zinciri altında tuttukları insanlık kütlesini büsbütün silahlardan tecrit etmek ve daha kolay esaret altında tutmaya devam etmek için bir aldatma vasıtası kabul etmektedirler. Buna diğer bir saik daha vardır: Birbirlerini aldatarak biri diğerinden fazla menfaat koparmak. Hilekârlıkta yekdiğeriyle müsabaka etmektedirler. Bunlar sırf kendi hırslarını tatmin için çalışmaktadır. Bunların gayesi, insaniyetin iyiliğine yönelik olmadığı gibi, bilhakis, zulüm, baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz. Bunlar kudret ve kuvvet mevkiinde bulundukça mazlumlara merhamet ve şefkat göstermelerine imkân yoktur. Böyle bir şeye inanmak büyük bir gaflettir. Bu kuvvetleri maddi, manevi silahlarından tecrit edeceğimiz zaman ancak böyle bir hareket beklenebilir. Batı ancak bu kuvvet karşısında silahını teslime mecbur kalacak ve bu
gayri insani muamelelerine, zulüm ve zorbalığına nihayet verecektir. Bunun husule gelmesi çok zamana bağlı değildir.”-Age. 12/299-300 Kur’an’a göre, israf bizatihi bir zulümdür. İsrafın kelime anlamı da zulümdür. Zulmü düşman bilenler, israfı da düşman bileceklerdir. Bu böyle olduğu içindir ki, ortak düşmanları zulüm olan Kur’an ve Müdafaai Hukuk zihniyeti israfı da ortak düşmanları arasına koymuşlardır. İsrafın, Kur’an tarafından tanıtılan büyük belalardan biri olduğunu ifade edelim ve bu konuda ayrıntılar için bizim ‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı eserimizin Savurganlık maddesine bakılmasını önerelim. Meseleye, Müdafaai Hukuk açısından baktığımızda, formül, Müdafaai Hukuk’un başbuğu tarafından, bugün de ve bütün coğrafyalarda geçerli olmak üzere şöyle ifadeye konmuştur: “Tasarruf, milli şiarımız olmalıdır. Dolayısıyla mali usulümüz, halka baskı yapmaktan ve zarar vermekten kaçınmakla beraber, mümkün olduğu kadar harice ihtiyaç duymadan ve el açmadan, kâfi gelir temin etmek esasına dayalıdır.”-ABE. 15/172 Atatürk şahsi hayatında da devlet hayatında da son derece kanaatkâr bir insandı. Hatta onun bu tavrı, adının ‘cimri-pinti Mustafa’ya çıkmasına yol açmıştır. Onun ‘pintiliği’ ile ilgili anekdotlar dillere destandır. Ama ölümüne kadar bu destanî kanaatkârlığını sürdürmüştür. Gazi’nin, o ‘kanaatkâr’ anlayışının yemek ve sofra açısından kısa bir izahı şudur: “Biz Türkler, misafirlerimizi ağırlamak için verdiğimiz ziyafetlerde çok adette yemek yapıyoruz. Bu, iktisada aykırı olduğu gibi, takdir buyurursunuz ki, sıhhate de zararlıdır. Milletimizin misafirperverlikteki bu yüksek hasletini makul bir hadde çevirmeyi hepimiz vazife saymalıyız.”-ABE. 18/33 4 Mart 1923 günü, Daily Mail gazetesi muhabiri Ward Price’a verdiği mülakatta şunları da söylemiştir: “Eski Osmanlı İmparatorluğu hükümeti sürekli, kaynaklarından fazla borçlanarak mahvedici hatasını ve böylece yabancıların, Türkiye üzerinde, memleketi bu kadar mahveden, o mali tahakkümlerini kurmalarına fırsat verdi. Türkiye’nin mali bağımsızlığını bu kadar derinden ihlal eden bir müessesenin, ‘Düyunu Umumiye-i Osmaniye’nin ortaya çıkmasına yol açtı.” “Gelecekte bu gibi mali prangalardan kaçınmakta kararlıyız. Yabancı sermayenin yardımına ihtiyacımız olacaksa ve buyur edeceksek, ancak kendi idaremiz dâhilinde, hâkimiyetimizi tamamıyla muhafaza edecek şartlarda olmalıdır.” “Giderlerimizi gelirlerimizle denk yapmak için elimizden gelenin en iyisini yapacağız. Harbin son senelerini dış borçsuz idare ettik, barış zamanında da borçsuz yaşamaya muktedir olmalıyız.”-ABE. 15/190-191 Kamu haklarına tasallut bizim bütün tarihimizin en kahırlı illetidir. Ama Atatürk ve İnönü dönemi bu bakımdan hala bir istisna olmayı sürdürmektedir. Falih Rıfkı, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: “Bu bir tek parti devri iken, yolsuzluk yüzünden bakanlar yalnız o devirde Yüce Divan’a verilmiştir. Nüfuz zenginleri olmamış değildir; fakat 27 yılın bütün zenginleri, 1950 sonrası çok partili devrin nüfuz tüccarlarının sayısı yanında hemen hemen sıfır sayılabilir. Eski hidivden yardım istekleri kendine anlatılınca, Atatürk başyaverini de genel sekreterini de hemen yanından atmıştı. Bakanların yolsuzluğu için ispat hakkı kullanılması, çok partili devirde yasak edilmiştir. Seçmenler, çoğunluğu çaldıkları açıkça bilinen nüfuz tüccarlarını hacı-hoca etkisi altında, tekrar tekrar seçmiştir. Bir Fransız hukukçusu şunu niçin demiştir: ‘Geri bir toplumu ilerletecek en uygun demokrasi sistemini Atatürk bulmuştur.’ Bir Fransız hukukçusu dalkavukluk etmez.”-Atay, Atatürkçülük Nedir, 31-32 Aynı Falih Rıfkı, Atatürk’le
ondan sonrakileri mukayese ederken şu muhteşem tabiri kullanmıştır: “Boyları onun ayak bileklerine ancak yetişen politika cüceleri ülkenin bütünlüğünü tehlikeye sokmuşlardır… Ona hiçbirimiz Frenk övgüsü yapamazdık. O kadar Türk gururlusu idi.”-Age. 40, 42 Cümle âlem bilir ve itiraf eder ki, Atatürk hayatı boyunca devletten bir kuruş harcırah almamıştır. İkinci örnek de Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Yolluk teklifi önüne getirilince şöyle derdi: “Ne harcırahı?! Ordu evinde yedik içtik, yattık kalktık. Görev yapıp döndük.”-Yurdakul Yurdakul, Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, 48 Harcırah şöyle dursun, Gazi, Ankara’da hem çalışması hem de oturması için, Ankara Müftüsü Rifat Börekçi’nin aracılığı ve eşrafın yardımıyla bir ev satın alınıp kendisine verilmek istendiğinde, evin tapusunun kendisi üzerine yapılmasını kabul etmemiş, ısrarlara rağmen eve taşınmamıştır. Nihayet, bir çözüm olarak, evin tapusu ordu adına Milli Savunma Bakanlığı’na verilmiş, Atatürk bunun üzerine eve taşınmıştır. Atatürk gulul-kamu malı hırsızlığı zulmünün devreye sokulmak istendiğini fark ediyor, bundan büyük acı duyuyordu. Bunun bir namertlik ve ihanet olduğunu da biliyor ve telaffuz ediyordu. Atatürk devrinin emniyet genel müdürlerinden ve sonraki sağcı iktidarların dışişleri bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil-ölm. 1993 anlatıyor: “Atatürk, Ziraat Bankası’nın genel müdürlük binasının holündeki geniş salonlarda halka eğlenceler düzenlenmesini emretmişti. Ben de emniyet görevlisiydim. Eğlencelere gittik. Saat gece 12’ye doğru tam dağılıyorduk ki, ‘Atatürk Ziraat Bankası’na geliyor’ dediler. Ben, bunun güvenlik açısından doğru olmadığını belirtirken Atatürk çıkageldi. Kendisini genel müdürün odasına buyur ettiler. Atatürk, genel müdür odasına baktı baktı, sonra hiç unutamadığım şu sözleri söyledi: “Amma da lüksmüş!”Atatürk, odanın ihtişamını tekrar gözleriyle izledi ve odada bulunanlara dönerek sözlerini şöyle tamamladı: “Ben, bu banka yüzünden gadre uğrayanlar çok gördüm de, adam olanı hiç görmedim.” Odada o sırada Ziraat Bankası’nın yöneticileri yoktu. Atatürk biraz daha oturdu. Sıkıldı.”-İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, 37 Bu kısa sözler, öyle bir ortamda, Atatürk gibi birinin ağzından çıktığında kitaplık çapta bir ‘kamu haklarına saygı dersi’ olmaz da ne olur? Atatürk’ün ve genelde Müdafaai Hukuk öncülerinin kamu haklarına, devlet yönetimine bakışları bu zihniyetteydi. Kurtuluş Savaşı’nın en büyük kumandanlarından ve devleti yöneten kadronun ilk birkaç adamından sayılan ve Atatürk’ün de en yakın arkadaşlarından olan Ali Fuat Cebesoy ve Refet Paşaların, barışın imzası üzerine, terfi ile taltifleri teklif edildiğinde Başkumandan’ın, 26 Temmuz 1923 tarihinde, Meclis ve İcranın Reisi sıfatıyla verdiği cevap şudur: “Ali Fuat ve Refet Paşa arkadaşlarımızın taltifleri hakkındaki yüksek teklifinize Fevzi Paşa Hazretleri ile birlikte hissen iştirak ederiz. Hatta bu, benim eski bir arzumdur. Ancak adı geçenler için bugün tasavvur edilebilecek bir terfiin resmi mahiyeti fevkaladeden bir terfi olacaktır. Fevkalade terfilerin icrası içinse barışın imzası bir vesile teşkil edemez. Bunun tespit edilmiş bir askeri vazifeye dayanması icap eder. Bu üzücü zaruretin tarafı âlilerinden de teslim buyrulacağına eminim.”-ABE. 16/53
Meseleye bu mantık ve vicdanla bakan ilim ve fikir adamlarımız vardır. Onlardan biri olarak gördüğümüz Prof. Dr. İlber Ortaylı, üzerinde olduğumuz konuda yani haniflik zihniyetinin evrensel kodlarını tespit sadedinde bakın neler yazıyor: “19. yüzyılın Türk toplumu yeryüzü tarihinin en büyük devrimini yaşayan yerkürenin devlerine karşı varlık mücadelesi vermiştir. Burada toplum tarihini tasvir edecek değilim; 19. yüzyılın sadece iki portresine işaret etmeliyim. Mısır Çarşısı’nın fakir kapıcısının oğlu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun unutulmaz sadrazamı Mehmet Emin Ali Paşa; devlet adamlığı, kültürü ve Babıâli’de öğrendiği Fransızcasıyla herkesi hayran eden büyük adam. Gene aynı çarşıda fakir bir çırakken 19. yüzyıl Türk toplumuna muallimlik eden Ahmet Mithat Efendi. Ahmet Cevdet Paşa, Şemsettin Sami, Ahmet Vefik Paşa. Birisi Paris Saint Louis lisesinde, diğeri Fatih medreselerinde, öbürü Balkanlar’daki mekteplerde yetişen ve toplumlarının muasır kültürünü inşa eden adamlar. Misyoner okullarına karşı fetva ve kışkırtmayla değil, Galatasaray Lisesi gibi, Darül Muallimat gibi okulları ve Bursa’da tiyatroyu kurarak direnen savaşçılar…” “1930’ların fakir, endüstrisiz, az nüfuslu ve tahılla beslenip incir, üzüm, tütün satarak geçinen Türkiye’sinin, gözlenen ve yorumlanan ikinci sınıf toplumlardan değil, birinciler arasında yer alma iddiasında olduğu görülür. Daha doğrusu bu iddia ve heyecan, Atatürk’e ve bir grup arkadaşına aittir. ‘Türk tarihini araştırmak’ diye adlandırılan faaliyet, aslında yeryüzündeki insan toplumları arasında geniş bir coğrafyaya yayılan bir kavmin tarihteki macerasını inceleme ve giderek dünya tarihinin bir yorumunu yapma isteğine dayanıyordu. Bu saygın bir çabadır.” “Çağdaş Batı’nın ulaştığı en yüksek noktada bayağılaşması ve canavarlaşmasıyla kendi münevver evlatlarını boğazladığı bir dönemde; Sinolog, Hindolog, Mezopotamya tetkikleri uzmanları, Hititologlar, Rohde gibi eski Yunan-Roma öğretmenleri ve benzeri seçkinleri Türkiye’ye celbeden ruh, böyle bir iddiaya oturur. Dönemin Başvekâlet ve Hariciye vekâleti binasından daha görkemli bir fakülte yapıldı. Dil Tarih’in mimarı ünlü Bruno Taut idi. Tahılla geçinen fakir cumhuriyet, mesela Bizans araştırmaları için dışarıya öğrenci yollamıştı. Bugün bu dal Türkiye’de yok bile…” “1947 yılının meşum üniversite olayları da gösterdi ki, Türkiye’de iktidar çevreleri Atatürk’ün bu büyük iddia ve heyecanını anlayamamıştır. Hala da Türk akademi dünyası bu yolda topal adımlarla ilerlemektedir. Geçtiğimiz zaman içerisinde Türkiye mühendislikte, tıpta, sanayide büyük hamleler yapmış; cumhuriyet kurulduğu döneme göre çok ileride bir maddi kudrete sahip olmuştur. Ama kültürel alanda eski atılım ve heyecanın bulunmadığı ve bir zamanlar çölde bir nehir gibi patlayan Kemalist dönem kurumlarının hızının kesildiği açıktır. Bu nehrin buharlaşıp yok olmasını istemiyorsak bütün akademik politikalarımızı değiştirmek ve yeryüzünün kültür ulusları arasında yer almak zorundayız. Bir üniversitede mühendislik bölümü kadar klasik dillerin Hindistan, Ortadoğu ve Afrika araştırmalarının da önemli olduğunu anlamak gerekir. Ulusal tarih bilinci yerküreyi bilmekle oluşur.”-İlber Ortaylı, Türkiye’nin Yakın Tarihi, 233-236 Milli Mücadele’de şer ve zulmün adamı olanların kod adları şu üç kelime-kavramdır: 1: Namussuzluk, 2: Hainlik-vatan ve bağımsızlığa ihanet, 3: İrtica. Bu üç kavramın zıddı olan kavramlar ise hayır ve adaletin adamı olanların kod adlarıdır: 1: Namusluluk, 2: Vatanperverlik, 3: Dindarlık. Şimdi bu hayati kavramı biraz irdeleyelim.
Milli Mücadele literatüründe namus kavramı müstakil bir çalışma konusu olmalıdır; yapılmamıştır. Üniversiteli arkadaşlara buradan duyurmak isterim. Ben öyle bir çalışma görmedim, bunu birinin yaptırması lazım: Kurtuluş Savaşı literatüründe namus kavramı. Bir tek kavram üzerinde yoğunlaşmıştır dedelerimiz bu savaşı verirken: Namuslu adam. “Bu şahsı size gönderiyorum; ne istiyorsa yapın” der Müdafaai Hukuk mensupları. İki kelimelik tek gerekçe gösterirler: Namuslu adamdır. Veya şöyle derler: “Bu adam bizimle olamaz; çünkü namuslu değildir.” Cenabı Peygamber, dürüstlüğüne tanıklık ettiği kişileri tanıtırken bu sıdk kavramını kullanırdı. Mesela, tarihin en büyük ve en cesur toplumcusu olarak gördüğümüz ve üstü örtülen mesajını bağımsız bir eserle kitlenin önüne çıkardığımız ölümsüz sahabiMüslüman olan 4. veya 5. kişidir Ebu Zer el-Gıfari’yi “Güneş, bu Ebu Zer’den daha dürüst bir insan üzerine doğmadı” diye tanıtırken bu sıdk kavramını kullanmıştır. Filolojik verilerden hareketle, ‘Müdafaai Hukuk’un namuslu Adamı’nın şu niteliklere sahip insan tipi olduğunu söyleyebiliriz: Gerçekçi, dürüst, doğru sözlü, kişilikli, münafıklıktan uzak, ona buna yalakalık yapmayan, kendisine sır tevdi edilebilecek güvenirlikte, feraset, nezaket ve uyum sahibi olan vakarlı kişi. Kur’an dilinin büyük ustası Isfahanlı Ragıp-ölm. 502/1108, sıdkı, ‘sözün, içte saklananı ile dudaktan telaffuz edileninin aynı olması’-el-Müfredat diye tanımlamıştır ki, bu, dolaylı yoldan namuslu adamın da tanımıdır. Zaman zaman geliyorlar Atatürk’e, yakınıyorlar: “Efendim, filanca çok yıkıcı muhalefet yapıyor; memlekete zarar verecek, durdurulması lazım.” Atatürk’ün cevabı: “Ona dokunmayınız.” Israr ediyorlar: “Efendim, çok sıkıntı yaratıyor, bize büyük engeller çıkarıyor.” Cevabı şudur ölümsüz Atatürk’ün: “Namuslu adamdır, dokunamayız.” Bir gün diyorlar ki, “Bize çok zarar veriyor, bıçak kemiğe dayandı. Bertaraf etmeliyiz.” Kükrüyor büyük Atatürk: “Bertaraf edemeyiz, muhalefetine katlanacağız; çünkü namuslu adam. Bertaraf ettiğimizde, yerine hem muhalif hem namussuz biri gelirse ne yapacaksınız!?” İşte Mustafa Kemal bu! Atatürk, irticayı iki temel açıdan değerlendirmiştir: 1: Felsefi açıdan, 2: Türk tarihi ve Türk Kurtuluş Savaşı açısından. Birinci anlamda irtica, hayatı geriye götüren ve güzel olan her şeyi tahribe yönelen bir şer unsur olarak görülmektedir. Şöyle diyor Atatürk: “Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her faydalı şey karşısında onu imha edecek bir kuvvet belirir. Bizim lisanımızda buna irtica derler.” -ABE. 14/339 İrtica hıyanetinin Kurtuluş Savaşı’na problem çıkardığı günlerde Atatürk şöyle diyor: “İrticai harekâtın teşvikçisi İngilizler olup merkez beyni de İstanbul’dadır.” İrticanın, yine o günlerde, Ermeni hainleriyle işbirliği yaptığını da Kurtuluş Savaşı ile ilgili zabıtlardan öğreniyoruz.-bk. ABE. 6/325; Karabekir Paşa, İstiklal Harbimiz, 3/1079 Atatürk; irtica gibi, hurafeye de karşıdır ama hurafeyle irticayı aynı kefeye koymamıştır. Neden? Şundan: İrticanın ağır biçimde mahkûm edilişi, dinsel karakteri yüzünden asla değildir; hıyanet karakteri yüzündendir. Mürteci-hain kadrolar, işin bu püf noktasına asla değinmezler; tam aksine onu sürekli gözden kaçırarak Atatürk’ü irticaya değil de dine karşı gösterirler. Oysaki Atatürk, hıyaneti söz konusu olmayan dinsel karşı çıkışların hiçbir eksiklerine, hiçbir hurafeciliklerine bakmadan onları bağrına basmış, övmüş, yüceltmiştir. Şu sözlere bakın: “Müslüman ahaliden, vatan haini olanlardan gayrısının manevi kuvvetleri pek yüksektir. Anadolu’ya kalpten bağlanarak geleceği beklemektedirler.”-ABE. 7/155
Atatürk, bir yerde şu ‘tanımı’ da yapmaktadır: “Vicdan yerine düşman parası tanıyan alçaklık.”-ABE. 5/329 Bir tanım daha veriyor Atatürk: “Millete düşman, düşmanlara dost olarak takip edilen haince siyaset…”-ABE. 5/356 İspanyol şarkiyatçı Asin Palacios-ölm. 1944, İtalyan şairi Dante’nin İlahi Komedyası’nın kaynaklarını İslam düşüncesine çıkaran çalışmasında şu tespiti yapar: “Ortaçağ İslam medeniyeti, insanlığın tam dönüm devrinde, eski kültür silinip de yenisi gelirken yaratılmış ilk rönesanstan başka nedir?”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 90 Bütün zamanların en büyük kelam bilgini ve en büyük fakihlerinden biri kabul edilen Mütezile-Şafii imamı Kadı Abdülcebbar-ölm. 415/1025 ünlü eseri el-Muğni’de, önce, akıl ile vahiy ilişkisinin dayandığı ve kendisinden sonraki tüm Müslüman düşünürlerce de tekrarlanan şu ilkeyi belirliyor: “Akıl ile vahyin kaynağı birdir, Allah’tır; dolayısıyla bu ikisi çelişip çatışmaz. Eğer çatışır gibi bir görünüm ortaya çıkarsa akıl esas alınır, vahyin verileri akla uygun hale getirilmek üzere tevil edilir.”-Kadı Abdülcebbar; el-Muğni, 8/280 Abdülcebbar bu temel ilkeden çıkacak pratik sonuçlara da dikkat çekmiştir. Şöyle diyor: “Akıl ile zaten bilinebilecek hükümleri dine izafe etmek gerekmez. Vahiy olmasaydı bilinemeyecek hükümler olan ibadetler ise akla havale edilmez. Akıl bunların hikmet ve maslahatlarını bilemez.”-Aynı eser, 15/26, 17/102 Bu anlayışın zorunlu sonucu olarak Abdülcebbar, insanlık tarihinde ilkin onun telaffuz ettiği şu muhteşem tespiti yapmaktadır: “Dinsel deliller sıralamasında ilk sıra aklındır.” Dahi kadımız bu delile ‘hüccetü’l-akl’ demektedir. Kur’an ikinci sırada, sünnetPeygamber’in uygulamaları ise üçüncü sırada yer alıyor. Dördüncü sıra, bilginler ittifakının yani icmaındır. Geleneksel anlayış ve manifesto, bu sıralamada aklın yerini değiştirmekle kalmamış, aklı tümden devreden çıkarmıştır. Geleneksel Emevici kabule göre, dinde, deliller sıralaması şöyledir: 1: Kur’an, 2: Sünnet, 3: Kıyas, 4: İcma. Geleneksel dinciliğin bu sıralamasındaki sünnetin içinin, uydurma hadislerle doldurulduğunu da dikkate alırsak, böyle bir ‘dinsel deliller-edillei şer’iye sıralamasından insanlığa ve Müslümanlara bir hayır gelmeyeceğini anlamakta gecikmeyiz. Nitekim tarihin, önümüze koyduğu gerçek de budur. Ölümsüz eserinden bahsettiğimiz Kadı Abdülcebbar’ın, altına ‘Cumhuriyet devrimleri manifestosu’ veya ‘Atatürk’ün din-akıl anlayışı’ diye rahatlıkla yazabileceğiniz şu muhteşem tespitine de kulak verelim: Ona göre, din de dâhil, bütün alanlarda akıl ve onun verileri-akliyat önde gelir. Din verileri-şer’iyyat ise esas hüküm sahibi olan akla yardımcı olur. Akıl, ayrıca, vahyi kavramanın ön şartı olarak da vahiyden önce gelir. Abdülcebbar’a göre, “Akıl, delillerin delilidir.” Aklın ve özellikle maslahat ilkesinin önemini ve fıkhın bu ilke esas alınarak yeni ihtiyaçlara göre yeniden oluşturulması gerektiğini, ‘Maslahat Risalesi’ adlı anıt eseriyle bir ekol tezi olarak öne çıkaran düşünür, Hanbeli fakihi Necmuddin et-Tüfi-ölm.
716/1316 olmuştur. Tüfi, temsil ettiği muhteşem ekolün temel anlayışını şu cümle ile ilkeleştirilmiştir: “Muamelatta hükümler maslahata-kamu yararı göre belirlenir; bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir; tüm zamanları bağlamaz.” Kur’an-ı Kerim; “Allah, aklını işletmeyenler üstüne pislik atar” diyor. Bu, Yunus suresi 100. ayet. Bunu bilmeyen birine, dindar veya dinci birine; “Mustafa Kemal böyle demiştir” desem, bana isyan eder. Şükürler olsun ki, Kur’an söylüyor. Pislik, aklı olmayanlar üzerine iner denmiyor, aklını işletmeyenler üzerine iner deniyor. Aklın varlığı yetmez, işlevsel akıl lazım. Buradan hareketle, İslam mirası şunu tespit etmiştir: Akıl, komutan olacaktır. Dinin de komutanı akıl olacaktır. “Atatürk bize akıldan başka yol gösterici bırakmamıştır.” diyor Falih Rıfkı. Ve derin bir hakikati tam isabetle ifade ediyor.-Atay, Atatürkçülük Nedir, 46 İzmir İktisat Kongresi’nde 2 Şubat 1923 günü yaptığı tarihi konuşmada şu satırlar da var: “Bizim dinimiz İslam dini, en akılcı, en tabii dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmeldir. Tabii olabilmek için akılcı olması lazımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığı, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lazımdır ki, uygundur. O halde bu kadar açık bir hakikati bir defa anladıktan sonra, tekrar anlatabilmek için, İslam toplumsal hayatında özel bir sınıfa hiç kimsenin hakkı yoktur.”-ABA. 15/95 Bir Anadolu hümanisti olarak Atatürk bütün doğu milletlerini de dikkate alarak, bu politikasının esasını şöyle belirliyor: “Asya, Batı âleminin ölümünü istemiyor. Bu memleketler müthiş ve feci bir esaretten yeni çıkıyor. Asyalılar başka milletleri kendilerinin asırlarca çektikleri ıstıraplara uğratmak istemiyorlar. Onlar kendi hesaplarına memleket fethetmek fikrinde değillerdir. Onlar yalnız bağımsızlık istiyorlar ve bunu alacaklar.” “Bağımsızlık, yabancı düşmanlığı demek değildir. Bilakis, eğer yabancılar, Türklere esir muamelesi etmek arzusunda değillerse, gelsinler, hangi millete mensup olurlarsa olsunlar, bunlar çalışmak istedikleri takdirde Türkiye’de iyi karşılanacaklardır. Fakat Türkleri Avrupalılardan aşağı tutan teorinin artık tatbik zamanı geçmiştir. Bundan sonra Doğulular ve Batılılar yekdiğerine aynı suretle muamele etmelidir. Birbirleri için eşit insanlık hakları tanımalıdır. Artık Doğuluları Batılıların altına düşüren imtiyazlar kalkmalıdır.”-ABE. 12/295 Doğu’yu ve Batı’yı çok iyi bilen Türk düşünürlerinden biri olan Peyami Safa-ölm. 1961, aynen bizim gibi, İslam dünyası için en hayati soru olarak şunu görüyor: “Niçin Ortaçağ Türk ve İslam düşüncesi, Yunan düşüncesinden sonra ve onun ilhamıyla, bugünkü Avrupa kafasının temellerini attığı halde, birden bire sapıtarak sabit bir iman içinde yan gelmeyi tercih etmiştir? Şimdiye kadar ileri sürülen bütün sebepler sabit kalmış olduğu halde bu değişikliğin sırrı nedir? Üstüne şimdiye kadar hiçbir garp, şark ve Türk mütefekkirinin ihtiraslı bir dikkatle eğilmediği bu muammayı halletmeden kendimizi anlamış olmak imkânı yoktur.”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 97
Peyami Safa’ya göre, akılcı İslam düşüncesinin “İleri bir Avrupa kafasından çıktığı halde bir Asya kafasında karar kılmasının sebebi, tekâmül etmiş Greko-Latin kültüründen uzaklaşarak ilkel kalmış Brahma-Buda kültürüyle temasını arttırmasındandır.”-Safa, age. 105 Daha başka bir ifadeyle, “Niçin, İslam dini, kitabında akılcı bir düşünceye sahip bulunduğu halde sonradan mistik bir düşünce doğurmuş, Hıristiyanlık da kitabında mistik bir ruh sahibi olduğu halde, sonradan akılcı ve tabiatçı bir medeniyet yaratmıştır? Hâsılı, niçin Hıristiyan garp, düşüncesinde Müslüman’dır ve İslam şark, düşüncesinde Hıristiyan’dır? Bu çaprazlama tekâmülün, bu kafa değiş tokuşunun sırrı nedir?”-Peyami Safa, age. 106 Atatürk’ün gözünde bilimin öncülüğü, hayatın ve mutluluğun garantisidir. Atatürk’ü hatırlayalım, bütün yapıp ettikleri ilim ve aklın öncülüğündedir. Bu öncülüğü söyleme dönüştürdüğü söz şu: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Atatürk’ün bu sözü, Kur’an’ın iki yüze yakın ayetinin Türkçe ifadesidir. Biraz daha Kur’anileştirerek söyleyelim: “Hayatta tek mürşit ilimdir.” Atatürk, tam bir Kur’ani yaklaşımla, insan fıtratının dinsizliği reddettiğini, hiçbir insanın yaradılış bakımından dinsiz olamayacağını ifade etmiştir. Bütün mesele, imanı ilimle aydınlatmak ve olumlu üretime sokmaktır. Bu konuda, İzmir İktisat Kongresi’nde, bir büyük İslam düşünüründen beklenecek güzellik ve ihtişamdaki şu sözleri söylüyor: “Bugün biliyoruz ki, Batı’da dinsizliği kendine meslek yapanlar vardır. Fakat bence, dinsizim diyen, mutlaka dindardır. İnsan için dinsiz olmanın imkânı yoktur. Bu bahiste sizi daha çok yormak istemem. Yalnız bu sözü ne için söyledim, arz edeyim.” “Dinsiz kimse olamaz. Bu umumiyet içinde şu dinin veya bu dinin tercih edilmesi söz konusu olabilir. Bittabi biz, mensup olduğumuz dinin en çok isabetli ve en mükemmel olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu iman, aydınlanmak lazım, güzel ve iyi olmak lazımdır ki, hakikaten kuvvetli olabilsin. Yoksa imanı çok zayıf insanlardan sayılırız. O zaman bu milleti, bu memleketi yıkmak için çalışan Şükrü Hoca gibi olabiliriz.”-ABE. 15/97 Atatürk, 1 Mart 1923 günü, TBMM’nin 4. toplantı yılını açarken yaptığı konuşmada dinin ilimle buluşturulması yönünde, daha önce bir benzerini göremediğimiz muhteşem bir kararlılığa şöyle temas ediyor: “Tetkikat ve Te’lifatı İslamiye Heyeti’nin vazifeleri arasında hikmeti İslamiyeyi Batı’nın ilmi ve felsefi teorileriyle mukayese ve İslami kavimlerin itikadi, ilmi, içtimai, istatistikî, iktisadi hayatlarına ait işleri incelemek ve neticelerini yayımlamak, anmaya değer ehemiyete sahiptir. İnceleme için bir kütüphane tesis edildi. İstanbul’dan, Avrupa’dan ve Mısır’dan bir kısım mühim kitaplar getirtildi. Ehemmiyetli birçok kitap da Avrupa ve Mısır’a sipariş edildi. Şer’iye Vekâleti, medreselerin birleştirilmesini ve asri müessese haline getirilmesini hedeflemektedir. Vekâlet, asri müçtehit ve müfessirlere kaynak olmak üzere bir Külliyei İslamiyye vücuda getirmeye büyük ehemmiyet atfetmektedir.”ABE. 15/175
16 Mart 1920 günü Heyeti Temsiliye reisi Mustafa Kemal imzasıyla yayınlanan protestoda bile yer almaktadır: “Bu işgalin mahiyetinin takdirini, resmi Avrupa ve Amerika’nın değil; ilim, irfan ve medeniyet Avrupa ve Amerikasının vicdanına bırakmakla yetinir ve bu hadiseden doğacak büyük tarihi mesuliyete son defa bir kere daha herkesin nazarı dikkatini çekeriz.”-ABE. 7/121 27 Ekim 1922 günü Bursa’da yaptığı konuşmada ise çok daha açık seslenmiştir: “Medeni bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. Bu ilim ve fen nerede ise oradan bulup alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur. Dinimiz bu yüce emri ihtiva ettiği içindir ki, ekmel dindir. Dinimiz, ilim ve fenni putperest memleketlerde aratır, ta Çin’de bile aratır. Bu hakikatleri bütün milletin bilmesi lazımdır.”-ABE. 14/44-45 21 Aralık 1937’de, yani ölümünden bir yıl önce, Suriye Başbakanı Cemil Mardam’la yaptığı görüşmede, rozet Atatürkçülerinin asla gündeme getirmedikleri şu sözleri de söylemiştir: “İmparatorluğun idare tarzındaki kabalığın doğurduğu birçok hoşnutsuzlukları da nazarı dikkate almak icap eder. Ben şahsen bütün camia için gayret sarf etsem bile bazı kitlelerde hâsıl olmuş bulunan zihniyetler, bizi birbirimize yaklaştıramayacak kadar mühim idi. Bu sebeple, ben bütün kuvvetimi ve kudretimi, yalnız bu imparatorluk içindeki Türk olan unsura hasretmek mecburiyetinde kaldım. Ancak, ben bu işi yaparken çok emindim ki, asırlardan beri beraber yaşamış, dindaşlık yapmış insanlar, ayrılamazlar. Yalnız, imparatorluğun yarattığı birtakım yanlış anlamaların unutulabilmesi ve nihayet beraber yaşamış bu insanların birbirlerini anlayabilmesi için belli bir zamanın geçmesi lazımdı.” “Türkiye Cumhuriyeti’nin arzu ettiği şey, Suriye’nin bağımsız bir İslam devleti olmasıdır. İsterlerse Suriyeliler bizimle dost olurlar veyahut olmazlar. Bu onların bileceği bir şeydir. Fakat herhalde bağımsız bir Suriye İslam devleti kurulmalıdır. Fakat Fransızlar bunu istemiyorlar. Fransızlar Suriyelileri adam yapmak istiyorlarmış. Fakat evvela kendileri adam olsunlar. Suriyeliler zeki, modern ve nazik insanlardır. Fransızların terbiyesine ihtiyaçları yoktur. Suriyeliler böyle düşünmelidirler. Ben Suriye’yi bilirim. Gençliğimde Şam’da bulundum. Sürgün olarak, Abdülhamit zamanında. Suriye’nin daha birçok şehirlerinde de yaşadım. Daha sonra kumandan olarak da bulundum. Bütün kabahat Osmanlı İmparatorluğu’ndadır. Balkan Harbi sonunda Gelibolu’da idim. Ben Talat Paşa’ya teklif ettim. Suriye’ye, Irak’a bağımsızlık veriniz dedim. Talat Paşa ‘Bunu başkasına söyleme, seni asarlar’ dedi. Fakat yapılacak şey bu idi. Eğer yapılsa idi bugün Türkiye, Suriye ve Irak ki zaten kardeştirler, daha samimi kardeş olacaklardı, bağımsız Suriye, Irak ve Türkiye.” “Suriyeliler henüz olgun değillermiş. Fransızlar acaba ne zaman olgun olmuşlardır? Suriyeliler mükemmelen medeni iken acaba Fransızlar ne vaziyette idi? Daha birçok meselelerimiz vardır. Fakat ve maalesef bunların ortaya konulması için kuvvet lazımdır. Suriyelilerin ellerini kollarını bağlamışlar. Çözünüz onları, koparınız o bağları! Bu namus meselesidir. Bunun için en büyük tehlikeyi bile göze aldım. Mesele, Suriye ile aramızda kalınca bin bir dostluk yolları ile uyuşuruz. Hatta Suriye Başvekili ile benim aramda kalsa daha çabuk olur. Bunu yapacağım. Fransızlara veremem. Açık söylüyorum. Eğer Ekselans yarın Suriye’ye ve Şam’a dönerlerse lütfen benim bütün Suriyelilere ve bütün dostlarımıza selamımı söylesinler ve açık olarak desinler ki, ben ve
hükümetim sizin tam bağımsızlığınızı istiyoruz. Eğer Fransızlar engel olursa Fransızlara da söyleyeceğimiz sözler vardır. Ona da kefilim. Suriyelilerin ordusu yoktur. Fakat bizim ordumuz kâfi. Söz veriyorum: İcap ederse girerim ve sonra yine çıkarım. Temenni ederim ki, buna mecbur olmayalım. Katiyen bırakamam. Suriye’yi terk etmek istemiyorlar. Fakat terk edeceklerdir. Bir kere tutununuz, ordu yapınız. Korkmayınız. Bir şey yapamazlar. Kuvvet kullanmaz iseniz her şey yaparlar.”-ABE. 30/120-122 Müdafaai Hukuk Başbuğu’nun, 1 Mart 1923 günü Meclis’te yaptığı konuşmanın sonu, onun, milleti nelerin kaynağı ve sahibi olarak gördüğünün tarihi belgesi niteliğindedir. Şöyle sesleniyor: “Muhterem ve muazzez arkadaşlarım! Hep beraber ihtiram bakışlarımızı, vicdanımızın kıblesi olan millet muhitine dikelim. Orada faziletin, vefa ve sadakatin, yenilik arzusunun, hâkimiyet ve bağımsızlık aşkının söndürülemez ateşi yanmaktadır. Bu mukaddes ateş kendi içindeki cehaleti ve karanlığı yakacak ve bağımsızlığımız önüne dikilecek bütün engelleri yıkacaktır. Bu muazzam iradenin huzurunda büyük bir hürmet ve bağlılıkla eğilelim.”-ABE. 15/184 Mustafa Kemal milletten şu sözlerle de bahsetmektedir: “İlham ve kuvvet kaynağı, milletin kendisidir.”-Age. 17/47 “Hayatımdaki en büyük dayanak ve kuvvetim, vatandaşlarımdan gördüğüm itimat ve destektir.”-Age. 18/364 Ve Kastamonu’daki 30 Ağustos 1925 tarihli konuşmasında bir varlık kanununu ifadeye koyuyor: “Milletimizde gelişme kabiliyeti mevcut olmasaydı, bunu yaratmaya hiçbir kuvvet kudret kâfi gelmezdi. Herhangi bir gelişme vaziyetinde bulunan bir insan kitlesini, bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan gelişme mertebesine ulaştırmanın imkânsızlığı izaha muhtaç değildir.”-Age. 17/293-294 Millet ve millet için çalışmak dendiğinde, akla ilk gelen sorulardan biri, belki de birincisi para meselesi olarak belirginleşir. Millet için çalışmak, ama bunun maddi desteğini, parasını kim karşılayacak? Milletten para almak, gerekçeniz ne olursa olsun kolay iş değildir. Atatürk, milletini bütün iyilik ve güzelliklerin kaynağı bilen bir lider sıfatıyla bu konuyu da Türk milleti adına cevaplamıştır. Şöyle diyor: “Efendiler! Senelerce evvel bu memleket, bu millet büyük bir felaketin içinde bırakılmıştı. Ben, memleket ve milleti, düştüğü felaketten çıkarabileceğim kanaatiyle Anadolu’ya geçtiğim ve maksadın icap ettirdiği teşebbüslere giriştiğim zaman cebimde, emrimde beş para olmadığını beyan etmeliyim. Fakat parasızlık, milletle beraber atmaya yöneldiğim koca adımları durdurmaya değil, zerre kadar azaltmaya dahi sebep teşkil edememiştir. Yürüdükçe, muvaffak oldukça maddi müşkülat ve engeller kendiliğinden halloldu.” “Ankara’da, mukaddes topraklarımızı her taraftan sarmış ve fiilen işgal etmiş düşman ordularını bu topraklardan atmaktan bahsettiğim zaman bana en şuurlu, en uzak görüşlü oldukları iddia olunan zevat, bütün bu teşebbüslerin paraya bağlı olduğundan bahsettiler. Ne kadar paran vardır veya nereden, nasıl para bulabilirsin gibi sorular yöneltiyorlardı. Benim verdiğim cevap şu idi: Türk milleti, teşebbüsün ciddiyetine kanaati halinde, onun gerektirdiği kadar servet kaynağını müteşebbislerin emrine amade kılar.”
“Hükümet teşekkül ettiğinde onu teşkil eden kişilerin dahi bana, ‘Hükümet teşekkül etti fakat devlet ve hükümetin idaresi için nereden para alacağız?’ dediklerini hatırlarım. Verdiğim cevap çok sade olmuştu: ‘Mesainiz devleti, milleti kurtarmaya yönelik olunca ve bu hedefiniz büyük Türk milletince malum olunca sorunuz tekerrür etmeyecektir.’ Türk milleti, kendi için, kendi geleceği ve selameti için çalışan müteşebbisleri ve heyetleri müşkülat karşısında bırakmayacak kadar yüksek vatanperverlik ve yüksek şeref hissiyatıyla donanmıştır.”-ABE. 18/283 19 Eylül 1921 günü TBMM’de yaptığı uzun konuşmanın bir yerinde o günkü Türk hükümetini değerlendirmekte ve şu tarihi tespiti yapmaktadır: “Hükümetimizin şekli, gerçek kanuna ve İslam şeriatına tamamen uygundur. ‘Bunun şekli yoktur, vaziyeti yoktur, şüphelidir belirsizdir’ demek, elbette isabetli olamaz. Fakat belki saygıdeğer arkadaşlarımızdan bazılarıyla öneri yazarı beyefendinin söylemek istediği başka bir şeydir. Yani, ‘Bu hükümet demokrat bir hükümet midir, sosyalist bir hükümet midir, yani şimdiye kadar okuduğumuz kitaplarda ismi söylenen hükümetlerden hangisidir?’ buyurdular!” “Bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir. Sosyalist bir hükümet değildir. Ve gerçekten kitaplarda var olan hükümetlerin, bilimsel mahiyeti bakımından, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat milli hâkimiyeti, milli iradeyi oluşturan tek bir hükümettir, bu öze sahip bir hükümettir! İlmi ve sosyal noktadan bizim hükümetimizi ifade etmek gerekirse ‘halk hükümeti’ deriz. Teşkilatı Esasiye Kanunumuzun birinciden dördüncüye kadar olan maddeleri hükümetin ne olduğunu, kimin tarafından yönetildiğini, yöneten heyetin kuvvet ve yetkisini açıklamıştır. Şekli belirlenmiştir. Fakat sosyolojik açıdan bile düşündüğümüz zaman, biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan gayret ve emek sahipleriyiz, zavallı bir halkız! Konumumuzu bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız! Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmaktan arınmış geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur.” “Halkçılık, sosyal düzenini çalışmasına, hukukuna dayandırmak isteyen bir sosyal meslektir. Biz bu hakkımızı saklı bulundurmak, bağımsızlığımızı güven altına almak için toplumumuzca, milletimizce bizi yok etmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe mücadeleyi uygun gören bir mesleği takip eden insanlarız. Bundan dolayı bu ve bu gibi yönlendirmelerle ve açıklamalarla hükümetimizin dayandığı temelin, ilmi çalışmaya dayanan bir temel olduğunu açık bir şekilde görürüz; fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş!” “Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle övünmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz efendiler.”-Atatürk, Söylev ve Demeçler, 211-212 Atatürk, milletiyle münasebeti açısından nedir? Vahdettin gibi ‘millete çoban’ mı, yoksa diğer bütün sultanlar gibi ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ mi? Hayır, hiçbiri değil. Ne olduğunu, bizzat kendisi, bir büyük melaminin azizlik ve temizliği içinde bakın nasıl anlatıyor: “Sizden olan bir şahsa sizden fazla ehemmiyet atfetmek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde toplamak, geçmişe, bugüne, geleceğe bütün bu devirlere ait bir toplum
meselesinin açıklanmasını ve ortaya konulmasını, bu yüksek topluluğun mütevazı bir şahsiyetinden beklemek, elbette ki layık değildir; elbette ki lazım değildir.” “Memleket ve milletin hayat ve geleceğine olan muhabbet ve hürmetimden dolayı huzurunuzda bir hakikat noktasını izaha mecburum. Vatandaşınız olan herhangi bir şahsı istediğiniz gibi sevebilirsiniz; kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, milli mevcudiyetinizi, bütün muhabbetlerinize rağmen, herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermeye sevk etmemelidir. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olamaz. Bir millet için, bir millet varlığı, bir millet şerefi ve haysiyeti, bir millet büyüklüğü için bu kadar hata olamaz. Ben, mensup olduğum büyük milletimin böyle bir hatayı artık işlemeyeceği hakkında tam bir itimada sahip olmakla müsterihim ve iftihar ediyorum.”-ABE. 17/45 2 Aralık 1925 günü gazeteciler ve kumandanlarla konuşmasında, kendisinin ‘Sürekli Cumhurbaşkanlığı’ ile ilgili şöyle diyor: “Birçok yerlerden müracaatlar görüyorum. Yaşadığım müddetçe reisicumhurluğumu istiyorlar. Bu, bizim prensiplerimize aykırıdır.”-ABE. 18/127 12 Haziran 1925 günü, yani Türkiye’de ve dünyada güç, şöhret ve itibarının zirvesinde olduğu sırada, milletiyle bütünlüğünün, milletinde eriyip yok olduğunun ifadesi olan şu konuşmayı yapıyor: “İki Mustafa Kemal vardır; biri karşınızda oturan ben; et ve kemik, fani Mustafa Kemal. İkinci bir Mustafa Kemal var onu ‘ben’ kelimesiyle ifade edemem. O, ben değil, bizdir. O, burada oturan sizler, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve yeni mefküre için uğraşan aydın ve mücahit bir zümredir. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüs ettiklerim, onların hasret duyduklarını tatmin içindir. O Mustafa Kemal bütün bir aydın ve mücahit zümrenin temsilcisidir. Fani olmayan, yaşaması ve muvaffak olması mukadder olan Mustafa Kemal odur.”-ABE. 17/255 5 Ocak 1925 günü Konya’da yaptığı şu konuşma, Müdafaai Hukuk devrimi ve Atatürk meselesinin tarihe ışık tutan bir vicdan belgesi gibidir: “Biz, keyfi hareket etmeyiz. Müstebit asla değiliz. Hayatımız, bütün faaliyetimiz memleket işlerinde keyfi ve müstebitçe hareket edenlere karşı mücadele ile geçmiştir.” “Bizim; akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek şiarımızdır. Bütün hayatımızı dolduran vakalar, bu hakikatin delilidirler.” “Memleket ve millet işlerinde, şahıslarıyla, fiilleriyle, fikirleriyle zararlı olmak vaziyetine düşenlere karşı zaman zaman sertleştiğimiz vakidir. Milleti hakiki kurtuluş yolunda yürümekten mene çalışmak isteyenlere şiddetli ve amansız olmak eğilimindeyiz! Toplumsal nizamımızı bilerek veya bilmeyerek ihlal edici kimselere müsaadekar olamayız! Bunlar doğrudur. Bizden bu hususlarda sükûnet ve tarafsızlık talep edenleri tatmin edemiyorsak, bunun sebebi, memleket ve millet menfaatini her şeyin üstünde gördüğümüzdendir.”-ABE. 17/149 İzmir suikastında cezaların verilmesini ve infazını, kendisine yönelik bir hareketin mahkûmiyeti olarak düşünmüyor, Türk devlet ve milletine yönelen bir ‘irtica’ yani dinci
hıyanet olayı olarak düşünüyor. 1 Kasım 1926 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada şunları söylüyor: “Türk milletinin gelişmesine asırlardan beri set çeken engelleri kaldırmak ve genel hayata muasır medeniyetin kanunlarını ve vasıtalarını vermek için sarf ettiğiniz mesainin bütün milletin tasvibine kavuştuğu muhakkaktır. İhtiraslarını ve içlerinde gizlediklerini milletin selameti yolunda tatmin edilmemiş görenlerin boğazlanmışçasına teşebbüsleri milli irade karşısında daima kahrolmuştur ve daima kahrolacaktır. Suikast hadisesi naçiz şahsımızla alakası itibarıyla değil, fakat Türk milletinin merdane vasıflarına yaraşmayan ve millet vekâleti gibi yüksek bir itibar mertebesini tecavüz vasıtası kılmayı düşünecek kadar soysuzlaşan irticai bir zihniyet göstermek itibarıyla üzücü olmuştur.”-ABE. 18/297 Atatürk, Türk halkını raiyyelikten kurtarıp millet yaptı. Nedir Atatürk’ün bu ‘millet’i? Önce kendisini dinleyelim. O günlerden çok bugünlere çözüm getiren bir reçeteyi andıran şu sözleri ibretle okuyalım: “Muhafaza ve müdafaasıyla meşgul olduğumuz millet, bittabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif İslami unsurlardan meydana gelmektedir. Bu topluluğu teşkil eden her bir İslam unsuru, bizim kardeşimiz ve menfaatleri tamamıyla ortak olan vatandaşımızdır ve yine kabul ettiğimiz esasların ilk satırlarında bu muhtelif İslami unsurlar ki, vatandaştırlar, yekdiğerinin karşılıklı hürmet ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırki, toplumsal, coğrafi hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrar ve teyit ettik ve hepimiz bugün samimiyetle kabul ettik. Dolayısıyla, menfaatlerimiz ortaktır. Kurtarılmasına azmettiğimiz birlik, yalnız Türk, yalnız Çerkez değil, hepsinin karışımı bir İslam unsurudur. Bunun böyle kabul edilmesini ve yanlış anlamaya meydan verilmemesini rica ediyorum.”-ABE. 8/157 Müdafaai Hukuk Başbuğu’na göre, millet, aynı zamanda kendisine hesap verilmesi gereken bir yüce makamdır. Bu makama verdiği hesabı aynı zamanda tarihe de verdiği hesap olan Nutuk’la yerine getirmiştir. Afet İnan’ın Nutuk’la ilgili şu sözleri derin bir hakikatin ifadesidir: “Nutuk, bir devlet kurucusunun milletine hesap verme örneğidir ve tarihte eşine az rastlanır.”-Sinan Meydan, Nutuk’un Deşifresi, 40 Bizzat Atatürk, Nutuk’u, ‘millete hesap vermek için’ yazdığını dile getirmiştir. CHP İkinci Kurultayı’nda yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Senelerden beri devam eden çalışmalar ve icraatımızın millete hesabını vermenin görevim olduğu kanaatindeyim.”Hâkimiyeti Milliye gazetesi, 16 Ekim 1927 Aynı gerçeği, Nutuk’u okuduğu kongrenin açılışında yaptığı konuşmada bir soru üzerine şöyle dile getiriyor: “Geleceğe yönelen tedbirler hakkında fikirlerinizi söylemeden önce geçmişe ait olaylar hakkında bilgi vermek ve yıllardan beri süregelen davranış ve yönetimimizin milletimize hesabını vermek, ödevim olmuştur. Olaylarla dolu dokuz yıllık bir sürenin tarihine değinecek demecim uzun sürecektir. Ama bu güç iş, yerine getirilmesi gereken bir ödev olduğuna göre sözü uzatırsam beni hoş karşılayacağınızı ve bağışlayacağınızı umarım.”Sinan Meydan, Nutuk’un Deşifresi, 43 Atatürk, çok ilginçtir, Kur’an’da yapılanın aynını yaparak millet ile kavmi birbirinden ayırıyor. Türk milleti denince bir kavim değil, bir halk anlaşılmalıdır. Bu ne demektir? 1926 tarihini taşıyan Nutuk’a hazırlık dosyasındaki notlarında şu satırlar var: “Millet
kelimesiyle kavim kelimesi karışır. Şu farkla ki millet kelimesiyle siyasi teşekkül kast olunur; kavim-people kelimesi ise her şeyden evvel kökeni ve ırkı hatırlatır.” “Irk, lisan, din, hükümet, ayrı insanların millet halinde teşekkülüne yardım etmişlerdir. Fakat muhtelif lisan konuşan ve muhtelif dine sahip olan muhtelif ırklardan meydana gelen milletler vardır. Bunun gibi, siyasi müesseselerle ayrılmış veyahut Yahudiler gibi bütün dünya üzerine dağılmış oldukları halde yekdiğerine sıkı milli bir bağ ile bağlı kalmış kavimler vardır. Aynı lisanı konuştukları halde aynı millete mensup olmayanlar da vardır. Bazı milletler, birbirinden esaslı bir surette farklı ırklardan meydana gelir. Bir milletin sinesinde birbirine en zıt dinlerin yan yana mevcudiyeti de görülmektedir.” “Aynı arazide yaşayan ve millet haline gelen kavimlerin müşterek siyasi müesseseler tarafından idare edilmesi icap eder. Bir millet, tarihin derin inkılâplarının mahsulü olan manevi bir unsur, manevi bir ailedir. Arazinin şekliyle tayin olunmuş bir grup değildir. Bu fikir üzerinde ısrar ederek, millet hakkında ancak eksik bir fikir veren geçici ve ikinci derecedeki unsurları hariç bıraktıktan sonra Renan, çoğunlukla pek ayrı kavimlerin insanlarını iki şeyin birleştirdiğini ilave eder: Birisi zengince bir hatırat mirasına sahip olmak, diğeri beraber yaşamak hususundaki arzu ve rıza. Bu rıza, sahip olunan mirasın muhafazasına devam hususundaki iradedir.” “Milli birlik meselesinde ırk ve dil ihtilafına rağmen anlaşılması lazım gelen budur. Fakat müşterek fikrin belirmesine, hayati benzeyişler ile köken birliğinin ahlak yakınlığı inşa etmesine müessir olduğu ilk esas ki köken ve ırktır, bunların tesirini inkâr etmemelidir. Her şeyin mukaddes hazinesini muhafaza eden lisanın da tesirini unutmamalıdır. Bir millet diğer milletlere nispetle tabii veya kazanılmış haklara, hususi karaktere sahip olması, kendisini kuşatan milletlerden farklı bir uzviyet teşkil etmesi, çoğunlukla onlardan ayrı olarak asra paralel gelişmeye çalışması keyfiyetine milliyetler prensibi denir.” “Her kavim, hükümetinin şeklini tanzim etmek ve değiştirmek hakkına sahiptir. Bir kavim diğerlerinin hükümetine karışmak hakkına sahip değildir. Bir kavmin hürriyetine tecavüz, bütün kavimlere tecavüz demektir. Millet, ahlak, lisan ve kanunları muhtelif kavimleri ihtiva edebilir. Devlet, milletin ancak bir teşkilat unsurudur, şekillenmesidir.”-ABE. 18/317-322 Atatürk, milletin birliğinden yürüyerek insanlığın birliği idealine yol arar, o yüceliğe tırmanır. Bunun için atıf yaptığı temel kavram ne dindir ne de ırk. Atıf yapılan temel kavram, medeniyet olmuştur. Belli ki Atatürk, bu noktada bir devlet adamı, bir asker olmaktan çıkmakta, bir filozof haline gelmektedir. Bu noktada, izninizle şu tabiri kullanmaya cesaret ediyorum: Atatürk, insanlığın birliğini sağlamada, bir ortakevrensel medeniyet fikrini ileri sürüyor. Ve insanlığın birliğinin bu ortak-evrensel medeniyet etrafında vücut bulmasını öneriyor. Türk milletini de bu ortak-evrensel medeniyetle eklemlendirerek, Fransız Maurice Pernot’ya fikrini şöyle açıklıyor: “Biz, yabancılara karşı herhangi düşmanca bir fikir beslemediğimiz gibi, onlarla samimi münasebetlerde bulunmak arzusundayız. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmek lazımdır. Siyasetimizin, ananelerimizin, menfaatlerimizin bizi fikir ve eğilim itibarıyla bir Avrupa Türkiye’si, daha doğrusu Batı’ya yönelmiş bir Türkiye arzu etmeye meylettirmesi olacaktır. Biz daima Doğu’dan Batı’ya doğru yürüdük. Eğer bu son senelerde yolumuzu
değiştirdikse, itiraf etmelisiniz ki, bu bizim hatamız değildir. Bizi siz mecbur ettiniz. Vücutlarımız Doğu’da ise fikirlerimiz Batı’ya doğru yönelik kalmıştır. Medeniyete girmek arzu edip de, Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir? Eğer yabancı düşmanlığından, o kadar pahalı elde edilen bir bağımsızlığa halel verecek her şeyden nefret manası çıkarılıyorsa, evet, bizim yabancı düşmanı olduğumuz söylenebilir.”-ABE. 16/148-149 Millet olmak nedir sorusu da önem arz etmektedir. Osmanlı hiçbir zaman millet olamamıştır. Bu millet olamamış topluluğun kader meselelerini kotaran, var oluşunu sağlamak için sürekli hayatını ortaya koyan unsur-Türk unsur ise en fazla ihmal edilen, hatta horlanan unsur durumundadır. Denebilir ki, raiyyelik, sadece o unsurun canını yakmıştır. Ve Osmanlı batıp dağıldığında da onun bütün günahlarını ve borçlarının faturasını ödeme işi bu horlanan unsurun boynunda kalmıştır. Atatürk bu noktaya büyük bir vukuf ve hakşinaslıkla parmak basıyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nun kuvvetli devirlerinden itibaren, milletin bağımsızlığı zararına, hayati menfaatleri zararına o kadar çok şey feda edilmiş idi ki, netice yalnız kendisinin mahvolmasından ve çökmesinden ibaret kalmadı, belki kendinden sonra da memleketin hakiki sahibi olan milleti hak ve mevcudiyetini ispat için büyük müşkülata maruz bıraktı.” “Vatan dediğimiz kutsi mevcudiyete genel bir bakışla bakalım. Onun hayat namına, ümran namına her mazhariyetten mahrum bir siyah toprak sahasından ibaret bırakılmış olduğunu görürüz. O siyah toprak sahasının altında defineler ve üstünde asil ve kahraman bir millet yaşıyor.”-ABE. 16/77, 79 Millete verilen hâkimiyetin hangi temel değerlere dayanacağını Gazi Mustafa Kemal şöyle ifade etmektedir: “Hâkimiyeti milliye üç büyük dayanak noktası tanır: Zekâ, irfan, hamiyyet. Bunlar haricinde hiçbir şeye dayanamaz.”-ABE. 6/125 Atatürk, bu konuya, İzmir İktisat Kongresi’nde 2 Şubat 1923 günü yaptığı konuşmada, bir büyük Müslüman fakihten beklenebilecek bir vukufla şöyle açıklık getirmektedir: “Biz elhamdülillah Müslüman’ız, dinin hakiki esaslarını incelediğimiz zaman onun bize ifade edebileceği şekil, yalnız ve yalnız bu hükümet şeklidir. İsterseniz bu noktada ufak bir izah yapayım.” “Biliyorsunuz ki, şer’i esaslarda, ilahi emirlerde hükümet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir, yoktur. Yalnız hükümetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade olunmuştur. Bu esasların biri de şuradır, meclistir. Hükümet mutlaka meclis halinde olmak lazımdır. O kadar ki, bizzat Cenabı Peygamber şurasız muamele yapamazdı, Allah tarafından men edilmişti. İkinci esas, adalettir. Şura, adaletle hükmünü icra eder. Adaletten yoksun bir hükümet şekli kınanmıştır.” “Herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek, sultan demektir, padişah demektir; böyle başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lazımdır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.” “Millet her bakımdan kendi menfaatlerini muhafaza edecek olan ve bu menfaatleri muhafaza etmek için lazım gelen vasıflara ve meziyetlere sahip bulunduğunu kabul
ederek seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir şuraya sahip olursa ve bu şura adalet üzere hareket ederse, işte Allah’ın ve Kur’an’ın talep ettiği hükümet odur. Çok iftihara değerdir ki, milletimiz ancak 1300 sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil halinde göstermiş oldu.” “Bizim çok korktuğumuz ve daima korkmakla hayatımızı kurtaracağımız bir şey vardır ki, herhangi bir şahsın, herhangi bir heyetin dahi istibdadı altında kalmaktır. Çünkü efendiler, şahıslar gibi meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı, şahısların istibdadından daha tehlikelidir. Dolayısı ile uzun müddet iktidara sahip olmak üzere toplantı halinde kalacak olan mebuslar, yavaş yavaş kendilerini seçen milletin arzusundan, emellerinden, hislerinden ve fikirlerinden uzak kalır, arada bir ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki, millet başka türlü çalışıyor, milli emeller başkadır.”-ABE. 15/7683 Atatürk devriminin en hayati ilkesi, belki de tek ilkesi şudur: Sürekli devrim içinde olmak, sürekli yaratıcılık sergilemek. Atatürk, bir aksiyon felsefesi mimarı gibi konuşmaktadır. Hem kurgulayan hem de yaratan adamın şu sözünün altına, aksiyon felsefesinin mimarı filozof Maurice Blondel-ölm. 1949 imzasını atsanız kimse yadırgamaz. Şöyle diyor ölümsüz Atatürk: “Yerinde duran bir şey geriye gidiyor demektir. Bu münasebetle, maarif hakkındaki görüşlerimi tespit ediyorum. Bir taraftan genel olan cehaleti gidermeye çalışmakla beraber, diğer taraftan toplumsal hayatta bizzat etkili iş gören verimli uzuvlar yetiştirmek lazımdır. Bu da ilk ve orta öğrenimin pratik bir tarzda olmasıyla mümkündür. Ancak bu sayede toplumlar iş adamlarına, sanatkârlarına sahip olur. Bittabi milli dehamızı geliştirecek, kültürlerimizi layık olduğu dereceye ulaştırmak için yüksek meslek erbabını da yetiştireceğiz. Kız çocuklarımızı da aynı tahsil derecelerinden geçirerek yetiştireceğiz.”-ABE. 14/45 Ve şu sözünün altına ego-yaratıcı özgür benlik felsefesinin mimarı ve Kur’an’ın vicdan düşünürlerinden biri olan Muhammed İkbal’in adını yazsanız kim garipser? Şöyle diyor Gazi: “Büyük ve kutsi hedefler, ulaşılamayacak hedeflerdir. Dolayısıyla herhangi bir hedefe ulaşmakla kanaat etmeyeceğiz. Daima daha ilerisine varmak için mesai sarf edeceğiz.”ABE. 18/46 Ankara Halkevi’nde Bursalı gençlere hitabesinde şu sözler de var: “Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey, yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan için, her mahlûk için tabii bir halettir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar.”-ABE. 29/175 Türk devrimi, kitabi bir devrim değildir, hayatın içinden gelen bir devrimdir. Savaş meydanlarında kazanılmış, yaratılmış bir devrimdir. Teoriden yola çıkan bir devrim değil, hayatın çileli patikalarında kendi kendini inşa eden bir devrimdir. Teorisini
pratiğine yazdırmış ve yaptırmış bir devrimdir. Peyami Safa’nın usta ifadesiyle, “Türk devrimi evde yaptığı hesapla çarşıya çıkmamıştır; hesabı bizzat çarşının içinde yapmıştır.” “Atatürk devrimi savaş meydanlarında kan ve gözyaşıyla yapıldıktan sonra kalem ve mürekkeple yazılmıştır. Yani önce yapılan sonra yazılan bir devrimdir. Gerçekleşmeden önce; bir sistem halinde, Türk inkılâbının hiçbir kitapta yeri yoktu. Türk inkılâbının izahına başlamak ancak vukuundan yıllarca sonra mümkün olabiliyor. Bu inkılâp, kendinden evvelki bazı dağınık fikir cereyanlarının tekâmülü ve taazzuvu olsa bile, bir ideoloji haysiyetiyle hiçbir peşin düşünceye mal edilemez. Türk inkılâbının bir kitabı varsa o, canlı bir tarihtir ve hayatın ta kendisidir.”-Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, 117 Türk devrimiyle ilgili önemli eserlerden birinin yazarı olan Avusturyalı diplomat Norbert von Bischoff, Ankara adlı eserinde şu satırlara da yer veriyor: “Sevk ve idarenin tamamen hayata göre yapılması, inkılâbı ve devletle cemiyetin inşası işini, önceden kabul edilmiş bir idealle karşılaştırılmak külfetinden kurtarmıştır. Hakikatler dünyasının idealler dünyasına tamamen uyması imkânsızdır. Türk inkılâbında ise ideal, devlet yaratılır yaratılmaz ortaya çıkmıştır ve bu, yeni Türk dünyasının inşasıdır. Bu suretle, hakikatle ideal birbirini bulmuştur. Böyle olmakla beraber üstünlük hakikatindir ve ideale bir yer verilmesi hakikate yer verilmekte olmasından dolayıdır. İdeal, tek başına bir hayata malik olamaz ki, eskiyi devirip gelen yeni, hakikatin önüne bir engel gibi dikilsin.”-Peyami Safa, age, 118 Sürekli atılım, bir anlamıyla da sürekli taarruz halinde olmak demektir. Sürekli savunma halinde olmak, çöküşe gitmenin başka bir ifadesidir. Atatürk’ün hayat felsefesi ve siyaset anlayışının temelinde bu ‘sürekli taarruz’ ruhu yatar. Bu ruh, onun için sadece askeri harekât açısından anlam ifade eden bir taktik değildir; tam aksine, hayatın bütün alanlarında geçerli bir varoluş idrakidir. Şöyle diyor: “Kati netice daima taarruzla alınır; fakat müdafaa ile yerine getirilecek birçok vazifeler de vardır.”-ABE. 16/220 Sürekli atılımın bir gerçeği de sürekli savaş halinde olmaktır. Hiçbir başarı, hiçbir barış savaşa hazır olmayanlar için bir anlam ifade edemez; çünkü her an yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Özellikle Türkiye gibi ülkelerin konumlarından doğan gerçeklerin başında bu ‘sürekli savaş halinde olmak’ vardır. Büyük Gazi, bu gerçeğe, hayatının en büyük zaferini kazandığı tarihte, 13 Ağustos 1923’te, TBMM’de yaptığı bir konuşmada parmak basmıştır: “Bugün ulaştığımız barışın, ebedi barış olacağına inanmak, elbette safdillik olur. Bu, o kadar mühim bir hakikattir ki, ondan bir an gaflet, milletin bütün hayatını tehlikeye sokar. Şüphesiz ki haklarımıza, şeref ve haysiyetimize hürmet edildikçe mütekabil hürmette katiyen kusur etmeyeceğiz. Fakat ne çare ki, zayıf olanların haklarına hürmetin noksan olduğunu veya hiç hürmet edilmediğini çok acı tecrübelerle öğrendik. Onun için, bütün ihtimallerin talep edeceği hazırlıkları yapmakta asla gecikemeyiz.”ABE. 16/79
Sürekli atılım ruhunun bir gereği de ‘sürekli savaş’ içinde olduğumuzun bilincine varmaktır. Hayat, inanmak ve savaşmaktan ibarettir. Bu bilinç korunduğu sürece ve gereği yapıldığı oranda bir miktar barış ve sükûn beklenebilir. Sadece barış ve sükûna uyarlanan, öyle kurgulanan bir hayat zillet ve sefalete götürür. Müdafaai Hukuk Başbuğu’nun 2 Şubat 1923 günü İzmir’de halka yaptığı konuşmadan aldığımız aşağıdaki satırlar, büyük bir aksiyon filozofunun en hayati öğretilerinden birini ifade eden sözler gibidir: “Hayat demek, mücadele demektir, çarpışma demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, kuvvete, kudrete dayanan bir keyfiyettir. İnsanların bütün meşgul olduğu meseleler, bütün maruz kaldığı tehlikeler ve bütün elde ettiği muvaffakiyetler, genel bir mücadelenin dalgaları tarafından doğurulagelmiştir. Herkesçe bilinir ki, insanlığın bizce malum olan çarpışması, Doğu kavimlerinin Batı kavimleri üzerine hücumuyla taarruzuyla başlar.” “Fakat her taarruza karşı, daima mukabil taarruz düşünmek lazımdır. Bunu, asker olanlar çok iyi bilir. Vukuu bulan taarruza karşı, mukabil taarruz düşünmeden hareket edenlerin akıbeti, mutlaka mağlup olmaktır, hezimete uğramaktır, yok olmaktır.”-ABE. 15/57 Sürekli atılım ruhunu tehlikeli kılan bir numaralı hata, hayalciliktir. Çünkü hayalcilik, varlık kanunlarını zorlamaktır. Varlık kanunlarını zorlamak Allah’ın iradesini zorlamak ve yaradılış sırrını tersine çevirmeye kalkmaktır. Kur’an’ın, ‘sünnetullahta yani varlık kanunlarında değişme, değiştirme olmaz’ söylemini birkaç kez ifadeye koyması boşuna değildir. Yaratıcı Kudret, sünnetullahın değişmesine izin vermez. Hesabınızı kitabınızı bu ‘değişmezliği’ unutmadan yapmak zorundasınız. Büyük cengâverlerin, muhteşem sultanların büyük hataları işte burada ortaya çıkar. Buradaki dengeyi bulamamak, nerede duracağını tayin edememek onların muhteşem zaferlerini de çoğu zaman işe yaramaz hale getirir. Atatürk, yine büyük bir filozof tavrı ve fark edişiyle bu noktayı tam omurgasından yakalamış ve hem dünya tarihini hem de Müslüman tarihi bu açıdan bir tahlile tabi tutmuştur. Gazi’nin bizce, en filozofik konuşmalarından biri olan 2 Şubat 1923 İzmir konuşmasında bu konuya ilişkin sarsıcı sözler vardır: “Osmanlı devletinin, devlet siyaseti olarak, millet siyaseti olarak, halk siyaseti olarak, belli, açık bir siyaseti mevcut değildi. Devletin başına geçen hükümdarlar, kendi arzularına, heveslerine göre bir nevi siyaset icat ederlerdi ve o siyasetin peşinden bütün milleti sürükler, götürürlerdi.” “Bütün Müslümanların bir noktada birleşmesi ve hep beraber çalışarak kuvvetli olması, mesut olması, muhakkak arzu edilir. Fakat dünyada elde edilemez olan hedeflere yürümek, insanları çok aldatmıştır, çok aldatır. İnsanlar parlak olan siyasetlere doğru mutlaka yürümek ve oraya ulaşmak ister. Çünkü parlak olan şeyler caziptir. Bu dediğim nokta da parlaktır, caziptir. Fakat hayat hayallere dayanamaz; hayat maddiyata dayanır. Herhangi bir millet hayatını muhafaza için, hayat vasıtalarını elde etmek ve düzenlemek için adım attığı zaman seçtiği hedef hayali olursa elbette muvaffak olamaz. Bu, asırların ve asırlarca yaşamakta olan insanların, belki çok acı, çok kanlı hadiseler ile ve belki çok büyük felaketlerle bulmuş olduğu bir neticedir.”
“Büyük bir cesaretle söylüyorum ki, dünyanın bugünkü genel şartlarına ve asrın, insanların kafasında yapmış olduğu bugünkü değişikliklere göre, bütün İslam âleminin şimdiye kadar vehmedildiği gibi bir noktadan sevk ve idaresine maddi imkân yoktur ve olamaz. Bunu bu kadar kuvvetli söyleyebilmek için çok şey bilmeye, çok şey düşünmeye, çok şey hatırlamaya hacet yoktur. Çünkü ‘bu olmamıştır ve olamayacaktır’ dediğim zaman bu benim ifadem değildir, tarihin ifadesidir, vakaların ve hadiselerin ifadesidir; en nihayet ilmin, aklın, mantığın ifadesidir. Arkadaşlar, bin üç yüz şu kadar seneden beri bu teori, nerede ve ne vakit tatbik kabiliyeti bulabilmiştir?” “Bir Osmanlı devleti vardı. O da en nihayet yok olmaya mahkûm oldu. Ne için? Çünkü millet kendi hayatıyla ve kendi eviyle hiçbir vakit meşgul olmadı; daima hayali birtakım hedeflere karşı sürüklendi ve kendi kendini sürükledi, en nihayet bu hal ve vaziyete düştü.” “Hepsinin iradesine sahip olanın iradesi, umumun iradesi yerine geçer. Dolayısıyla bütün görüşleri bir noktada özetlemek lazım gelirse, mahv ve yok olduğunu, sefil olduğunu gördüğümüz bu toplumların, mahv ve yok olma sebepleri, kendi iradelerine sahip olmamış bulunmalarıdır. İradenin başkaları tarafından gasp edilmiş olması veya başkalarına terk edilmiş ve bırakılmış olmasıdır. Bir toplum, bir devlet müessesesi, bu hatadan yakasını kurtarmaksızın, ne şekilde tesis olunursa olunsun, her halde netice itibarıyla felakete mahkûmdur. Biliyorsunuz ki, Osmanlı devleti saltanat devresini, haşmetini, debdebesini yaşadıktan sonra düşmeye başladı.”-ABE. 15/57-60 Mustafa Kemal şöyle diyor: “Her millet, icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak sayılır.” Hz. Muhammed’de şöyle diyor: “Esas cihat, zalim sultan karşısında hakkı seslendirmektir.” Her toplum, müstahak olduğuna maruz kalır, layık olduğunu da mutlaka elde eder. O halde, çöküşün de yükselişin de esası ve motoru, toplumun yapısı ve hak edişidir. Koordinat alışın tipik örneklerinden biri de Nutuk’taki 97. vesikada görülmektedir. Orada, toplumun layık olduğunu görmesi gerektiğine dikkat çektikten sonra sözü şöyle bağlar: “Çünkü Peygamberimiz, ‘Kema tekunu yüvella aleyküm’ yani ‘Siz ne mahiyette olursanız evliyayı umurunuz da o mahiyette olur’ buyurmuşlardır.”-Nutuk, eski harf basım, 2/86 Burada Muhammed-Mustafa birlikteliğinin muhteşem güzelliklerinden birkaçı esrarlı bir şekilde kucaklaşmıştır: 1: Bir toplumun, layık olmadan bir mevkie sahip olamayacağı gerçeğinin ifadesi, 2: Layık olunan hakların elde edilmesi için toplumun bizzat ayağa kalkmasının kaçınılmazlığı, havalecilik ve ihaleciliğin, hakların elde edilmesinde hiçbir işe yaramayacağı, 3: Atatürk’ün, Muhammedi-Kur’ani metinleri özgün Arapça metinlerinden bizzat okuması ve sonra da tercümelerini en isabetli biçimde anında vermesi. Güç böylesine anlamlı ve böylesine yaratıcı ise milletin kuvvetinin sembolü olan ordu daima hücum hedefi olacaktır. Ve Türk tarihini esas alırsak bin yıldır da böyle olmuştur. Atatürk, aynen Kur’an’da ifade edildiği gibi, bu anlamda ‘kuvvet, ordu’dur gerçeğine inanmaktadır. Sadece o günleri değil, bizim Anadolu’daki kaderimizi ve o kaderi, haçlı
efendilerinin desteğiyle karartan hainleri, bir tür kehanet gibi deşifre eden şu cümlelere bakın: “Kuvvet, ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdani imanıdır. İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii, evvela onu ordudan mahrum etmek çaresine giriştiler… Sonra, kumandanlarımıza ve subaylarımıza taarruz ve tecavüze başladılar. Askerlik izzeti nefsini yok etmeye gayret ettiler.” “Her halde, ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu. Orduyu mutlaka imha etmek, subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz. Düşmanlarımız herkesten evvel subayları öldürdüler; onları aşağılar ve hor görürler… Subayın yaşamak için bir çaresi vardır: Şerefini korumak. Düşmanlarımızın kast ettiği ise o şerefi ayaklar altına almaktır.”-ABE. 9/112-113 Müdafaai Hukuk öncüleri, bir mücadele veya idealin gerekli kuvvete sahip olmadıkça hedefine asla varamayacağı, sadece zalimden merhamet dilenmekle yetineceği, bunun ise zalimin sadizmini arttırmaktan başka bir işe yaramayacağı bilinç ve inancındadırlar. Atatürk 3 Mart 1922 günü, Rus diplomat Aralof’un konuşmasına cevaben yaptığı konuşmada tarihi ve tarihi yaratacak olanları şöyle uyarıyor: “İstilacı, mütecaviz saldırgan olan devletler yerküreyi kendilerinin malikânesi kabul etmekte ve insanlığı kendi hırslarını tatmin için çalışmaya mahkûm esirler saymaktadırlar. Onlar, ilan ettikleri insani ve adaletkarane esasları, kabule değer gördükleri için değil, senelerden beri tahakküm zinciri altında tuttukları insanlık kütlesini büsbütün silahlardan tecrit etmek ve daha kolay esaret altında tutmaya devam etmek için bir aldatma vasıtası kabul etmektedirler. Buna diğer bir saik daha vardır: Birbirlerini aldatarak biri diğerinden fazla menfaat koparmak. Hilekârlıkta yekdiğeriyle müsabaka etmektedirler… Bunlar sırf kendi hırslarına çalışmaktadır. Bunların gayesi insaniyetin, iyiliğine yönelik olmadığı gibi, bilakis, zulüm, baskı olduğu için, onları lanetle anmakta kendimizi haklı görüyoruz. Bunlar kudret ve kuvvet mevkiinde bulundukça bunların mazlumlara merhamet ve şefkat göstermelerine imkân yoktur. Böyle bir şeye inanmak büyük bir gaflettir. Bu kuvvetleri maddi, manevi silahlardan tecrit edeceğimiz zaman ancak böyle bir hareket beklenebilir.”-ABE. 12/299, 300 Müdafaai Hukuk Başbuğu, kuvvet olmadan hak sahibi olmanın hiçbir anlam taşımayacağı bir dünyada yaşamak zorunda olduğumuzu biliyor ve bunun için hazırlıklı olmamız gerektiğine değişik vesilelerle vurgu yapıyordu. Arkasında caydırıcı bir kuvvetin bulunmadığı bir barış teklif ve temennisinin emperyalist kurtlar sofrasında çiğ çiğ yenmeyi kabul anlamında olduğunu da biliyordu. Bir yandan ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ diyerek yüreğinin, vicdanının arzusunu ifade ederken, bir yandan da aklının ve hayat kanunlarının gereğini yaparak 19 Nisan 1926 günü İtalyan ve Rus sefirlerine şöyle konuşuyordu: “Savaşları arzu etmiyorum; her türlüsünden kaçıyorum; ama bizi buna zorlarlarsa bendeki güç sadece savunmayla sınırlı değildir.”-ABE. 18/176 Bakanlar kurulunca alınan bazı kararlardan tedirginlik duyduğunu ifade eden ve 9 Eylül 1937 günü Başbakan İsmet İnönü’ye hitaben yazılan şu cümle de dikkat
çekmektedir: “Bütün insani anlaşmazlıkları barışla neticelendirecek teşebbüslere iştirak ederiz. Bunun haricinde Türkiye Cumhuriyeti’ne empozisyon-dayatma olamayacağı tabiidir.”-ABE. 29/306 Atatürk, bir insan olarak başarısının temel felsefesini ‘kuvvetli olmak’ esasına oturtmuştur. Bu, onun sadece siyasetinin değil, hayat anlayışının da esasıdır. Bu temel felsefeyi şöyle tanıtıyor: “Arkadaşlıkta ve kardeşlikte dahi kuvvet dengesini nazarı dikkate almak lazımdır. Zayıf olan, kuvvetli olanın mutlaka mahkûmudur. İnsanlık, adalet, bütün prensipler, kaideler ikinci derecede kalır. Her şeyden evvel kuvvettir. Dolayısıyla, bizim kurtuluşumuz için vuku bulacak yardımlar karşısında ki bağımsızlığın korunması içindir, kendi kuvvetimize dayandığımızı ispat etmeliyiz. Bize yardım etmek için gelecek kuvvetler bizi yutacak kadar olursa yutar.”-ABE. 9/391 İnsanlığın oluşturduğu hiçbir hukuk kurumu, kuvveti hukukun emrine verememiştir, veremez. Atatürk bunu daha o günlerde görmüş ve mesela bugünkü Birleşmiş Milletlerin o günkü şekli olan Milletler Cemiyeti için, 1923 Temmuz’unda şöyle demiştir: “Milletler Cemiyeti’nin hatası, belli bazı milletleri yönetmek, diğer milletleri de yönetilmek üzere ayırmış olmasıdır. Wilson’un ‘kendi kaderini tayin’ fikri garip şekilde ortadan kaybolmuş görünüyor.”-ABE. 16/39 Barış ve silahsızlanma ideali, daha doğrusu hayali, teorik olarak güzeldir ama tarih boyunca bu hayal, mazlumların daha çok ezilmesiyle zalimlerin daha çok ezmesinden başka bir şey üretmemiştir. Silahsızlanma ve barış ideali dahi, tüm toplumların gelişme ve güç seviyelerinin denk olmasıyla elde edilebilir. Bu bir hayat kanunudur. Gazi, bu hayat kanununa dikkat çekerken şöyle diyor: “Silahsızlanma ve daimi barış, ancak ve ancak büyük devletlerin devlet adamlarının büyük ve küçük bütün milletlerin bağımsızlık ve gelişme haklarına eşit surette sahip olduklarını kabul etmeyi öğrendikleri zaman mümkün olacaktır.”-ABE. 15/24 Mustafa Kemal bu kader sırrını isabetle teşhis etmiş ve onun gereklerini samimi ve net ifadelerle tarihin ve milletin önüne koymuştur. Yalnız kendi emeğine güvenmek, Türkiye’nin yarınlara taşınması bağlamında değerlendirildiğinde iki şeye güvenmek, başka bir şeye de güvenmemek anlamına gelmektedir. Gazi, bunu, 24 Şubat 1924’te yaptığı bir konuşmada şöyle ifade etmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir: Biri millet kararı, diğeri en acı ve en müşkül şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkıyla layık olan ordumuzun kahramanlığı. Bu iki şeye güvenir.”-ABE. 16/221 Türk ordusu, Türk milletinin sahip bulunduğu en büyük değerdir. Bu konuda dünyada hiç kimsenin bir tereddüdü olmamıştır. Bu gerçeği en iyi bilen insan ise Kurtuluş ve Cumhuriyet Ordusu’nun mimarı ve başkumandanı olan Atatürk’tür. Atatürk, Türk Ordusu’nun, tarih boyunca alet edildiği hanedan ve kişi ihtirasları koruyuculuğu ile ileride emperyalizm tarafından vuku bulacak ‘karakol görevi’ taleplerine asla alet edilmemesi gerektiğini düşünmekte ve bunu çok erken bir tarihte Türk milletine ve
Türkiye’yi yöneteceklere duyurmakta, onları uyarmaktadır. 18 Nisan 1922 günkü TBMM konuşmasında bu anlamlı uyarısını şöyle dile getiriyor: “Yüce Meclisimizin malum olan elim müşkülat içinde vücuda getirmeye muvaffak olduğu ordular, gerçi Viyana surlarına dayanan eski Osmanlı ordularından biri değildir. Ancak sahip olduğu yüce ve insani mefkûre itibarıyla onlardan daha yukarı meziyette, kıymette bir çelik parçasıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin ordusu istilalar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun veya bunun elinde ihtiras aleti olmaktan uzaktır. İnsanca ve bağımsız yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı mefkûreyle mütehassıs ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlatlarından meydana gelen muhterem ve kuvvetli bir heyettir.”-ABE. 12/383 Gazi, “Ordumuz, her zaman, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi olmuştur.” diyerek Türk-İslam tarihiyle ilgili en hayati gerçeklerden birini ifadeye koyuyor ve devam ediyor: “Diğer milletlerde ordu ile millet yekdiğeriyle daima karşı karşıyadır. Hâlbuki bizde iş tamamıyla tersinedir. Meşrutiyeti kahraman subaylarımız ilan ettirdiği gibi, bu inkılâbı da yine onların fedakârlığına borçluyuz.”-ABE. 17/290 Batının Türk Ordusu düşmanlığının temel sebebi, işte budur. Türk Ordusu sarsıntıya uğratılıp etkisizleştirilmeden Türkiye’de istenen haçlı hedeflere varılamayacağı hem haçlı kurmayların hem de onların içimizdeki dinci ve dinsiz işbirlikçilerinin çok iyi bildiği bir gerçektir. Türk Ordusu’nun hücum hedefi olmasını terviç eden önemli bir sebep de bu ordunun, diğerlerinde, özellikle Osmanlı’da görülenin aksine, ilericiliğin, aydınlanmanın yanında hatta önünde yürümesidir. TSK, mesela, Yeniçeri’nin aksine, din yobazlığıyla veya ilmiyenin yobaz takımıyla bir işbirliği içine asla girmemiştir. Avrupa’nın Türk Ordusu’na öfkesi, tarihin tanıdığı en amansız öfkelerden biridir. Bu öfke sadece Avrupa’daki silahlı güçlerde, siyasetçilerde değildir. Avrupa’nın en hümanist aydınları, filozofları, şairleri, edipleri, ressam ve heykeltıraşları da, Türk ordusuna duyulan bu müthiş öfkenin taşıyıcıları arasındadır. Luther’den Kant’a, Dante’den Engels’e, Hugo’dan Marx’a, Voltaire’den Byron’a kadar… Melherbe, Ronsard, Boileau, Hegel… gibi isimler de bu öfke listesinde yer alanlardan bazıları. Birkaç örnek verelim: Fransız yazarı Hugo, Osmanlı’dan ‘katil imparatorluk’ diye söz eder ve “Bundan yakamızı kurtarmalıyız, bağnazlık ve zorbalığı susturmalıyız!” diye ekler. Engels’e göre, Osmanlı Türk İmparatorluğu ‘ayak takımının egemenliği’dir. Engels’in beklentisi şudur: “Bu egemenlik er geç sona erecek, Avrupa’nın en güzel toprakları ayak takımının egemenliğinden kurtarılacaktır. Zaten Türkler devlet asker gücünü ellerinde tutmasalardı çoktan yok olup giderlerdi. Ama artık güçsüzlüğe doğru gidecekler. İşin doğrusu şu ki, Türkler’in ortadan kaldırılması gerekir.” Marx’a göre, İstanbul, Doğu ile Batı arasındaki altın köprüdür. Batı uygarlığı, bir güneş gibi bu köprüye uğramadan dünyanın çevresinde dönemez. Osmanlı Sultanı’nın İstanbul’u elinde tutması, gerekli devrimin yapılmasına kadar olacaktır.
Bu asırlık Avrupa düşünün gerçeğe dönüşmesinin tarihsel talep belgesi olan Sevr, Mustafa Kemal’in komuta ettiği ordu ve millet tarafından engellendi. Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik Batı düşmanlığını değerlendirirken bu arkaplanı unutmamak gerekir. Batı’nın bizimle ilgili neler düşündüğünün en şaşmaz göstergesi onun Türk Ordusu hakkındaki fikridir. Falih Rıfkı Atay, bize bir belge vermek üzere şöyle diyor: “İşgal sırasında ordu kumandanlarını şu veya bu vasıta ile küçük düşürmek bir parola idi. Bu hücumlar, nihayet Mustafa Kemal’e kadar ulaştı.”-ABE. 3/86 Bu parola bugün de kullanılıyor. Haçlı kodamanlarla işbirliği yapmış dincilerin haçlılarla ortak uğraşlarının birincisi Türk ordusu ve ordu kumandanlarına bir vesile bulup sataşmaktır. İki binli yıllardan itibaren, Türkiye yeniden ‘Hasta Adam’ haline getirildi. Düyunu Umumiye yeniden yaratıldı. Sevr’in şartlarını, çeşitli gerekçelerle ‘sineye çekilir’ bulan yeni Damat Ferit ekipleri ihdas edilip gereken yerlere oturtuldu. Batının Türk ordusuna düşmanlığı çok derin ve tatmin edilmez bir düşmanlıktır. Öyle bir düşmanlık ki, Türk ordusunu hatırlatan her şeyden rahatsız olur ve adeta tabii bir itişle o hatırlatan şeye saldırtır. Müdafaai Hukuk devrimlerinin bir anlamı da Türk milletinin ‘kendisi olma’ arzu ve ihtiyacına cevap getirmekti. Bağımsızlık Savaşı bu cevabı getirmiştir. Ve Atatürk bunu gerçekleştirmiş olarak bu dünyadan ayrıldı. Sonrası onun ne işidir ne de suçu. Kendisi olmak, ‘şahsiyet sahibi olmak’ demektir. Şöyle diyor Atatürk: “İnsan, cüret edebilmeli ve tehlikeyi göze alabilmelidir.”ABE. 23/69 Atatürk bir insan olarak da, bu milletin bir mümessili olarak da şahsiyet sahibi olmayı insan olmakla eşanlamlı bilmiş ve hem kendi hayatını hem de önüne geçtiği milletin hayatını bu anlayışa göre düzenlemiştir. Daha 1919’da ilkeyi şöyle koyuyor: “Dünyada insan diye yaşamak isteyenler, insan olmak vasıflarını ve kudretini kendilerinde görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakârlığa razı olmalıdırlar. Yoksa hiçbir medeni millet, onları kendi sırasında ve safında görmek istemez.”-ABE. 3/83 Yalnız kendine, kendi emeğine güvenmenin iki belirişi vardır: 1: Kim ne derse desin, aldırmadan ve sarsılmadan hedefe yürümek, 2: Kim ne kadar överse övsün, yaratmadığı değerlerin sahibi havasına girmemek. Yani ne yermeye teslim olmak ne de övmeye. Bu, Atatürk’te gördüğümüz melâmet ahlakının belirişidir. Gerçekten de, melâmet ahlakının veya ‘sadece kendi ürettiği değerlere güvenme’nin Türk-İslam tarihinde en muhteşem anlatımlarından birini Mustafa Kemal’de buluyoruz. Böyle bir anlatımı, İslam düşünce tarihi uzmanı bir insan sıfatıyla söylüyorum, mesela tasavvuf literatüründe görebilmiş değilim. Gazi Paşa, Selanik’te, bir gazeteye yazdığı yazı hakkında fikirlerini soran Cemal Paşa’ya görüşlerini anlatırken adeta asırlara ders verircesine şunları söylemiştir: “Birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz. Bunun hiçbir kıymeti ve önemi yoktur. Siz, içinde bulunduğumuz vaziyeti değerlendiriniz. Ve evvela kabul ediniz ki biraz feragat sahibi olmak lazımdır. Eğer şunun bunun teveccühünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz, bugününüzü bilmem, fakat geleceğiniz çürük olur. Çünkü bizim henüz hakikatle hiç temasa gelmemiş geniş muhitlerimiz vardır. Bu muhitlerde henüz acemkari hayaller ile dolu olanlar çoktur.
Büyüklük odur ki hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakiki ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemeti yok eden kişi olacaksın. Önüne sonsuz engeller yığacaklardır, kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç kabul ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra sana bu yüksek adam derlerse, bunu diyenlere de güleceksin!”-ABE. 3/29 Adana Türk Ocağı’nda, 15 Mart 1923 günü yaptığı konuşmada şöyle diyor: “İtiraf etmeliyiz ki, memleketimiz baştan nihayete kadar sonsuz hazinelerle dolu olduğu halde, biz o hazinelerin üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Bütün bu hazineleri açmak ve bunları işletmek, bütün servet ve saadet kaynaklarını bulmak, bizlere, milletimize düşen vazifelerdir. Bu vazifelerin kolaylıkla yapılacağını kabul etmek doğru değildir.”-ABE. 15/204 16 Mart 1923 günü Adana’da şunu söylüyor Gazi: “Hakiki fetihler yalnız kılıçla değil, sabanla yapılandır. Milletleri vatanlarında sağlam bir şekilde yerleştirmenin, millete istikrar vermenin vasıtası, sabandır. Saban, kılıç gibi değildir. O, kullandıkça kuvvetlenir. Kılıcı kullanan kol çok geçmeden yorulduğu halde sabanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve saban; bu iki fatihten birincisi ikincisine daima mağlup olur. Tarihin bütün vakaları ve hadiseleri hayatın bütün gözlemleri bunu teyit ediyor. Milletimiz çok büyük elemler, mağlubiyetler, facialar görmüştür. Bütün onlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa, bunun asıl hikmeti şundadır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.”-ABE. 15/210 Saban burada, üretmenin, çalışmanın, yaratmanın sembolüdür. Atatürk’ün çalışmakla ilgili şu tespitleri, bir Kur’ancı filozofun, örneğin bir Muhammed İkbal’in-özellikle onun sözleri olarak rahatlıkla kabul edilebilir: “Tabiat bir şey vermez, her şeyi kazanmak lazımdır. Kazanmanın tabii kanunlarını arayacak olursak, yalnız tek bir esas görünür: Çalışmak… Bundan başka çare yoktur. İnsan, tabii olarak, şahsına sahiptir; bu hassa, insanı bütün dünyaya sahip kılabilir. Yani insan, zekâsı, sanatı, iradesi sayesinde bütün unsurlara boyun eğdirebilir. Bu, bize çalışmanın yüksek kıymetini, ahlaki vasfını ve her şeyden mukaddes olan bir hakkı, çalışmak hakkını gösterir. Tembellik, bütün fenalıkların anasıdır. İnsan, çalıştığı için, eli altında veyahut kafasının içinde eserini büyümekte ve yükselmekte gördüğü zaman ne büyük zevk duyar! Çünkü neticesiz uğraşmak, çalışma sayılmaz. Hiçbir şey yapmamak veyahut neticesiz, manasız şeyler yapmak, çalışma kanununa karşı büyük kabahattir. Bu eser, ister çiftçinin hasadı, ister mimarın evi veyahut heykeltıraşın heykeli, ister bir âlimin veya bir sanatkârın keşfi, kitabı olsun; zevk birdir. Bu zevk, bütün zahmetleri, saban arkasında dökülen terleri, sanatkârın, fikir adamının bazen pek elemli olan yorgunluklarını derhal unutturur.”-ABE. 23/66-67 Çalışmak, beklenen sonuca götürmese de bu uğurda katlanılan maddi kayıp, insanın tarih önündeki ruhsal ve fikirsel doygunluğunu, onurunu zedelemez. Önemli olan, gayretin gösterilmesidir. Atatürk, bu anlamda çalışmayı, ‘gayret’ ile eşitler. Ve şu muhteşem tespiti yapar:
“Bu hayat müsabakasında diğerleri, kabiliyetleri itibarıyla sizi geçebilirler. Bir muvaffakiyet elinizden kaçabilir. Bundan dolayı onlara kızmayınız ve elinizden geleni yapmışsanız, kendi kendinize de kızmayınız. Asıl mühim olan muvaffakiyet değil, gayrettir. İnsanın elinde olan ve onu memnun eden ancak gayrettir.”-ABE. 23/68 İşe girişirken şöyle düşünüyordu-8 Temmuz 1920 Meclis konuşmasından: “Efendiler, memleketimizin ellide biri değil, tamamı yakılıp yıkılsa, tamamı ateşler içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepeye çıkacağız ve oradan savunma ile meşgul olacağızgayet şiddetli alkışlar. Bundan dolayı iki karış yer işgal edilmiş, üç beş köy yakılıp yıkılmış diye burada feryada gerek yoktur. Ben size açık söyleyeyim efendiler, bazı yerler işgal edilmiştir ve bunun üç misli daha işgal edilebilir. Fakat bu işgal, hiçbir zaman imanımızı sarsmayacaktır.” Ümitsizliği bir ihtimal veya söz gelimi olarak bile telaffuz etmedi. 21 Eylül 1919’da Amerikalı General Harbord, Sivas’ta şu soruyu sordu Gazi’ye: “Millet, tasavvur edilen her türlü teşebbüste ve fedakârlıkta bulunduktan sonra dahi muvaffak olunamazsa ne yapacaksın?” Cevap şu olmuştur: “Bir millet, mevcudiyetini ve bağımsızlığını temin için tasavvur edilebilen teşebbüsleri ve fedakârlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Dolayısıyla, millet yaşadıkça ve fedakârca teşebbüslerine devam eyledikçe muvaffakiyetsizlik söz konusu olamaz.”-ABE. 4/84 Ümitsizliğin en haklı sanılacak şekilde akla geleceği konu, ekonomi ve para konusudur. Onu bile bir ümitsizlik sebebi saymıyor. Yaratmanın zevkine varmış olan benlik, 19 Ocak 1923 günü İzmit’te yaptığı 7,5 saat süren konuşmasında bakın o konuda da ayaklarını nasıl ufukların üstüne koyuyor: “Efendiler! Yollarımızı, şimendiferlerimizi yapmak için, limanlar vücuda getirebilmek için ve gemiler inşa edebilmek için ne kadar para ve ne kadar ihtisas lazımdır! Bir an düşünürsek ve bütün bunların bizde olmadığını hatırlarsak ne kadar hüzün duyarız değil mi? Hakikaten üzüntü ve acı vericidir. Bununla beraber asla ümitsiz olmak gerekmez. Biz bu kadar geniş, kıymetli ve sayısız türlü türlü hazinelere sahip olan bu memleketin sahibi oldukça ve milletimiz gayet kıskanç bir surette milli hâkimiyetini elinde tutarak, mukadderatını bizzat idareye devam ettikçe, sermaye de, müesseseler de, ihtisas da bulur! Her şey bulur…”-ABE. 14/342 Mustafa Kemal, ekonomik gerekçelerle göçe bile razı değildir; o kapıyı hiçbir zaman açmamıştır. Çünkü göç, beleşçiliği, ümitsizliği, kaçıp kurtulmayı ümit haline getirir. Bu da bir davanın daha başından cascavlak kalması demektir. “Yaşamaya azmetmiş olan milletimiz, isterse geçici olsun, hiçbir yabancı işgal ve denetimi kabul etmez. Göç doğru değildir; bilakis, aziz topraklarınızda kalarak milli teşkilatınızı genişletiniz.”-ABE. 5/49 Batı’nın bu şeytani oyunu, Atatürk tarafından daha 1922’de ayrıntılarıyla ifade edilmiştir. 6 Mart günkü TBMM oturumunda yaptığı tarihi konuşmada şu sözler de var: “Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye bilakis gerilemiş ve düşme vadisinde yuvarlanadurmuştur. Türkiye’yi imhaya müteşebbis olanlar, Türkiye’nin imhasında menfaatler ve hayat görenler münferit
kalmaktan çıkmışlar, aralarındaki menfaatleri denkleştirerek birleşmişler ve ittifak etmişlerdir. Bunun neticesi olarak birçok zekâlar, hisler, fikirler Türkiye’nin imhası noktasında yoğunlaştırılmıştır. Bu yoğunlaşan şey, asırlar geçtikçe gelecek nesilleri adeta tahripkâr bir anane şeklini almıştır ve bu ananenin Türkiye’nin hayat ve mevcudiyeti üzerinde devamlı tatbikatı neticesi olarak en nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi medenileştirmek gibi birtakım görünüşteki vesilelerle, bahanelerle Türkiye’nin dâhili hayatına, dâhili idaresine girmişler ve nüfuz etmişlerdir. Böyle müsait bir zemin hazırlamak kudretini, kuvvetini kazanmışlardır. Hâlbuki efendiler, bu kudret ve bu nüfuz Türkiye halkında mevcut olan ilerleme cevherine zehirleyici ve yakıcı bir sıvı ilave etmiştir. Bunun tesiri altında olmak üzere milletin ve bilhassa ricalin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık hayat bulmak için, hali iyileştirmek için, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler açılım buldu. Hâlbuki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadise kaydetmemiştir. Tarihte böyle bir hadise kaydetmek teşebbüsünde bulunanlar acı neticelerle karşılaşmışlardır. İşte Türkiye’de, bu fikir yanlışıyla, bu zihniyet yanlışıyla malul olan birtakım ricalin yüzünden her saat, her gün, her asır biraz daha çok gerilemiş ve daha çok düşmüştür. Efendiler, bu düşüş, bu gerileme yalnız maddiyatta olsaydı hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türkiye halkı ahlaken düşüyor ve bu halet incelenirse görülür ki, Türkiye Doğu maneviyatı ile başlayan ve Batı maneviyatı ile sona erdirilen bu yol üzerinde bulunuyordu. Batı ve Doğu’nun birleştiği yer üzerinde bulunduğumuzu ve ona yaklaştığımızı zannettiğimiz takdirde Batı asli mayası olan Doğu maneviyatından tamamen kopuyoruz, yalnızlaşıyoruz.” “Efendiler, bu düşüşün ortaya çıkışı korku ile acz ile başlamıştır. Türkiye halkı ve nasılsa bunların başına geçmiş olan birtakım insanlar galip düşmanlar karşısında sessizliğe mahkûm imiş gibi Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı. Kendi kendilerine memleketin ve milletin menfaatleri icaplarını yapmakta soysuzlaşmış ve alçak idiler. Türkiye müttefikleri adeta kendi kendilerine hareket ediyorlardı. Diyorlardı ki, biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur. Bizi kayıtsız şartsız canımızı, tarihimizi, mevcudiyetimizi düşman olan ve düşman olduğuna hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara vermek istiyorlardı. Onlar bizi idare etsin diyorlardı. Bunu da en yakın bir misal olmak üzere İzzet Paşa’yı hatırlatmak isterim. Malumu âlinizdir ki, Balkan Muharebesi’ni müteakip, vicdanı, kafası zayıf olanlar bu milletin artık hayat ve kurtuluş bulamayacağına kani olmak batıl zannında bulunmuş oldular. Bunların başında İzzet Paşa vardı. İzzet Paşa o zaman dedi ki, biz kendi kendimizi adam ve insan edemeyiz. Biz kendi kendimizi ıslaha muktedir değiliz. Dolayısıyla kayıtsız şartsız bir ıslah heyeti getirtelim ve onlara mevki verelim.” “Efendiler, Türkiye’yi bu tuttuğu hastalıklı yollardan, tükenişe ve yok olmaya sevk eden bu vadiden kurtarabilmek için bütün âlimlerin keşfedebildikleri bir hakikat vardır. O da Türkiye’nin düşünen kafalarını yeni bir imanla istila etmek lazımdı. Yani Türkiye çıkmazında hükümet teorisini değiştirmek lazım idi. Milleti düştüğü felaket çıkmazından kurtarabilmek için millete benliğini tanıtarak, haysiyetini tanıtarak hayat
bağımsızlığını kurtarmak için uğraşmaya kabiliyetli olduğunu anlatmakta yeni bir maneviyatın gelişmesi lazım geliyordu. Bu maneviyat ise hükümet teorisinin aslen değiştirilmesi ile mümkün olabilir. İşte bugün, efendiler, milletimiz ve milletimizin hakiki temsilcileri bulunan yüksek heyetiniz, ilmen tarihi vakalarla benzerliği kurulmak ve sarılmak lazım gelen hakikati keşfetmiş ve fiilen meydana gelmiş ve ortaya çıkmış bir hale koymuş bulunuyorsunuz ve emin olalım ki, memleketi ve milleti kurtarmakta bundan başka çare yoktur. Dolayısıyla bugünkü vaziyetimiz gayet mühim bir yeniliktir. Millet ve devlete hayat verecek bir yeniliktir. Bu itibarla bütün memleketin canıyla, başıyla buna sarılması lazımdır. Bütün milletin bu uğurda en son nefesini ve en son kanını akıtarak azim ve sebat göstermesi feraizi ayındadır.” “En alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri mesai sarf etmektedir. Malumu âliniz, bizim eski Osmanlı tabirimizce ‘Kale içinden yıkılır’; işte düşmanlarımız bizi içimizden yıkmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki, düşmanlarımız bu uğurda her türlü fedakârlığı ihtiyardan kaçınmamaktadırlar. Çünkü Türkiye’nin mahvı kendi hayatlarıyla karşılıklı bir vaziyet teşkil ediyor. Dolayısıyla en çok ehemmiyetle atfı nazar ettikleri, milli teşebbüsleri içinden yıkmak ve dâhili cepheyi yıkmaktır. Bu arada nazarı dikkat çeken vakalardan bulunduğu için arz edebilirim ki, güneydoğu cephemizde bir Kürdistan meselesi ortaya çıkarmak ve oradaki masum ahalinin fikirlerini karıştırmak ve ihlal etmek ve genel birliği bozmak için her türlü teşebbüse kıyam etmişlerdir. Şüphe yok, hükümetimizce, bunların vaktinden evvel önüne geçmek için lazım gelen tedbir dahi alınmıştır ve bu aslolan cephe korunmuş oldukça bittabi görünüşteki cephede ufak tefek yaralar vukua geldiğini farz etsek bile bunları derhal tamir etmek imkân dairesindedir.”-ABE. 12/312-315 Atatürk, Hıristiyan Batı’nın Müslümanlara düşmanlığı söz konusu edildiğinde özellikle İngilizlere yollama yapmaktadır. İşte birkaç tespit: “Dinimizin ve bağımsızlığımızın haini olan İngilizler-ABE. 10/108, Müslümanların en alçak düşmanlarıdır.”-Age. 12/314 İngilizlerin İslam’ın baş düşmanı olduklarını mükerreren ifade eden Atatürk, bu düşmanlığın özellikle Türkiye’ye yönelik olduğuna, çünkü Türkiye’nin güçlü ve kuvvetli olması halinde İslam dünyasının çökmeyeceğinin bilindiğine vurgu yapmaktadır. “Mahvımızı emel edinmiş olan İngiltere’nin, bütün İslam âlemini kapsayan genel bir esaret tesisi hususundaki hainane teşebbüsüne mukavemet ve muhalefet edebilecek yegâne İslam hükümeti Türkiye devleti olduğu içindir ki, bütün Batı emperyalizm ve kapitalizminin en müthiş taarruzları Anadolu üzerine yöneltilmiş bulunuyor.”-ABE. 10/22 TBMM’nin 6 Mart 1922 tarihli gizli oturumunda yaptığı konuşmada, İngilizlerin diğer ülkeleri ve o arada Türkiye’yi içeriden parçalayıp yıkmak için nasıl şer ve hıyanet cephesi açtığına şöyle dikkat çekiyor: “Görünüşteki cephe, ordu cephesinin sarılması, değişmesi, mağlup olması, çözülmesi hiçbir vakitte bir milleti ve bir memleketi mahvedemez. Bunun hiçbir ehemmiyeti yoktur. Asıl ehemmiyete sahip olan ve asıl memleketi temelinden yıkan ve halkını esir eden, dâhili cephenin düşmesidir. İşte bu hakikate bizden daha ziyade vakıf olan düşmanlarımız, başta en alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri mesai sarf etmektedir.”-ABE. 12/314-315
İngilizler ‘amansız düşmanlarımızdır.’ İngilizler, bütün Doğu milletlerini çiftlik hayvanları mesabesinde görmekteler.-ABE. 10/31 “Hile ve desiseler imal ve bazen cebir ve şiddet kullanmak suretiyle bütün Asya âlemini kendi bencil emellerine ve maksatlarına boyun eğdirmeye ve sonsuz zulümleriyle, bilhassa İslam milletlerini rahatsız etmeye çalışmış olan İngilizler, sonraki yıllarda da İslamlar arasındaki uyanış eserleri ve dayanışma eğilimlerinden pek ziyade endişelenerek darbelerini şiddetlendirmeye ve asırlardan beri iman ehlinin hizmetindeki kılıç mesabesinde olan Osmanlı Türklerinin milli ve siyasi mevcudiyetini imhaya kalkıştılar.”-ABE. 9/207 İngilizler, Türklere ayrı bir kin ve düşmanlık beslemektedirler: “Müslüman ve bilhassa Türk olunca, insan hayatına zerre kadar kıymet vermeyen ve bu itibarla dahi Türkiye hakkındaki suikastın bin türlü eserlerini göstermekten zevk duyan İngilizlerin, bilinen özelliklerinden olduğu üzere, yalnız birkaç İngiliz’in hayatının muhafazası endişesiyle vaki olan mübadele teklifinin ortaya konuluş tarzında bile mevcudiyetin ve bağımsızlığın muhafazasına kesin olarak karar vermiş ve tarihi ve tabii muhitinde zannolunduğundan çok kuvvetli ve sağlam bir milli hükümet tesis eylemiş olan bir milleti, hala hafife almak ve hakir görmek kibri, tesir icra etmekten geri kalmamıştır.”-ABE. 9/167 Yine İngilizler: “Alçak İngilizlerin Mezopotamya’da yapmakta oldukları canavarlıkları ve haksızlıkları öğrenmiş bulunuyoruz. Kendi kuvvetlerimiz ve teşebbüsümüzle sizinle birleşmeyi ve en nihayet bölgenizi bu insanlık mikroplarından temizlemeyi düşünüyoruz; ancak, içinde bulunduğumuz çok ağır şartlar bunu yapmamıza elvermiyor. Neticede bu mühim İslami vazifenin tamamlanmasını bizzat üstlenmemiz lazımdır.”-ABE. 7/167 Elcezire kumandanına İngilizleri anlatıyor: “Müşterek düşmanımız ve dinimizin, bağımsızlığımızın haini olan İngilizlere karşı Irak mücahitlerinin cesurca ve aslanca mücadelelerini hükümetimiz büyük bir iftihar ve takdir ile takip etmektedir. Muhterem mücahitlere maddeten ve fiilen yardım etmek başlıca emelimizdir.”-ABE. 10/108 Kur’an, imandan imkân yaratanların kutsal kitabıdır. Ne yazık ki bu kitap, müteselsil hainlikler ve hainler yüzünden, imkânları imansızlık bahanesi yapanların kitabı gibi algılanır oldu. Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı’nın baş mimarı, zevki çilede arayan bir benlikti. Şöyle diyor: “Her güç şey zevklidir.”-ABE. 18/351 Hayatın zevk ve coşkusunu çile ve ıstırapta arayan ruhların yarattığı bir destandır Anadolu Bağımsızlık Savaşı. O ıstıraplı destanın çilekeş başbuğu, Türk milletinin uyuyan cevherini açığa çıkarmada ıstırabın çok yaratıcı bir rol oynayacağına imanını sık sık tekrarlamıştır. Çekilen ıstıraplardan adeta mutluluk duymuş gibidir. 16 Mart 1923’te Adana’da yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Felaketler, elemler, mağlubiyetler, milletler üzerinde birtakım etkenler vücut bulmasına sebebiyet verir. Bu etkenlerin başlıcası, öyle kara günlerinden sonra milletlerin uyanış ve ağırbaşlılığını bulması, kendi benliğini duymasıdır. Uzun asırların elemli neticeleri, nihayet bizim milletimizde de bu hassaları doğurdu. Tam bir emniyetle söylerim ki, milletimiz baştanbaşa böyle bir uyanışa nail olmuş, tamam ve kâmil bir millet halindedir. Açıklıkla ve büyük bir iftiharla ilan ederim ki, bu millet milli benliğini
idrak ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiştir. Milletimiz son zaferleri hep bu hassaları, bu idraki sayesinde kazandı.”-ABE. 15/210 Parasızlık, bir ıstırap alevi gibi bütün Milli Mücadelelerin içinde yanmakta ve onlara acı vermekteydi. Bizzat Atatürk’ün defalarca tekrarladığı yakınma ve şikâyetler var. Rahmetli Talat Paşa’ya yazdığı mektupta şöyle diyor: “Parasızlıktan bahsediyorsunuz. Ne yazık ki ben de ondan bahsedeceğim. Bugün içinde bulunduğumuz vaziyete girerken beş param olmadığını kolayca tahmin edeceğinizden eminim. Girdikten sonra da İstanbul’da bol bol vaatlerde bulunan zengin zevatın bizi hatırlayacaklarını farz etmek gafletinde bulundum. Milletten para istemek, onları en mukaddes gayeler hakkında bile şüphe ve tereddütte bırakıyor.”-ABE. 411-412 Çekilecek çile, ölümle de bitebilir. Eğer tarihe şerefli ve saygın bir ad bırakılacaksa bu bitiş dahi gururla kabul edilmelidir. Şöyle diyor büyük Gazi: “Barış istiyoruz, fakat dediğim gibi tam bağımsızlık istiyoruz. Barışın manası budur. Bunu istemeye hakkımız vardır ve kudretimiz vardır. On sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmektense ve yine şimdiye kadar olduğu gibi sefil ve aşağılık bir derekeye indirildikten sonra ölmektense, hiç korkmayınız, kalp ve vicdanımız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın.” “Asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi devam ettirmekle mümkün olacaktır.”-ABE. 15/86-88 Tüm oluş ve erişlerin, tüm zaferlerin iki temel dayanağı vardır: İman ve imkân. İman yoksa imkân hiçbir işe yaramaz; ama iman varsa imkânın azlığı zaferi engelleyemez. İman, imkân yaratır ama imkân iman yaratmaz. Tam tersine, imkânın bolluğu, imanı zaafa uğratabilir. Çünkü imkân bolluğu gevşeme, pelteleşme, gurur ve yozlaşma getirebilir. Tarih yaratanların en büyüklerinden biri olan Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a, dümeni bozuk, çürük bir tekne yerine, güvertesinde hizmetlilerin dolaştığı görkemli bir vapurla gitseydi, mayalandıracağı savaş Kurtuluş Savaşı değil, İngilizlere manda olma savaşı olurdu. İman varsa imkânın azlığı tasavvur edilemeyen kuvvetler oluşturur. Yani iman varsa imkânın azlığı veya yokluğu güce dönüşebilir. Güçsüzlerin gücünün korkutması bundandır. İmkân yiyenlerin sonu bitiş ve çürüyüştür. Türkiye, Atatürk’ün ölümünden itibaren imkân yiyenlerin yönettiği ülke oldu. Büyük bir imkândı yedikleri. Öyle bir imkân ki, bugün hala, kendisine sövenleri bile lütuflandırmaya devam ediyor. Atatürk, çok büyük bir imkân yaratmıştı. Ona en küçük bir ekleme yapılsaydı Türkiye bugün Japon mucizesini geride bırakmış olacaktı. Ama hiçbir ilave yapılmadı. Çünkü Atatürk sonrasındakilerin hiçbirinde yaratıcı diyalektikten nasip yoktu. Hepsi imkân yiyici, hazıra duacı idi. Keşke sadece böyle olsalar; epey bir kısmı aynı zamanda haindi. Türkiye’de imkân yiyenlerin, dincisi ve Atatürkçüsü ile geldikleri ve ülkeyi getirdikleri yer ortadadır. Bunlarda yaratıcı iman olmadığı için sürekli imkân yediler.
Hiçbir imkân, büyüklüğü ne olursa olsun, sonsuz güç sağlamaz. Çünkü imkân, yaratılma süreci bitip tükeniş süreci başlayan varlık alanlarını ifade eder. Ama iman, sürekli yaratan, yenileyen, engel aşan kudrettir. İman, yaratıcı diyalektiğin işlemekte olduğunun göstergesidir. İmkânın ise böyle bir özelliği yoktur. Kurtuluş Savaşı’nın aziz kumandanlarından Ali Fuat Paşa, o günleri anlatırken vicdan kulağımıza şunu üflüyor: “Yurdun müdafaasında, zengin kaynakları ellerinde tutanlar, maneviyatsızlık ve ahlaksızlık yüzünden çözülüp bozulmuşlardı.”-Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, 71 Bizim bu millete, Tanrı’nın ve tarihin huzurunda söyleyeceğimiz şudur: Eğer Türkiye toparlanamaz, yeni Kurtuluş Savaşı’nı kazanamaz, haçlı kurtların hırs ve kinlerine yenilirse, tarih ve bu millet bilmelidir ki bunun sebebi imkânsızlık değil, imansızlık olacaktır. Çare, Muhammed ile Mustafa’nın birlikteliğini, tıpkı Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, kurmaktır. Nihayet, şunu söylemek borcundayız: Atatürk’ü gerçekten anlayanlar ve sevenler, ‘Türk milletinin şimdiye kadar Arapların, Acemlerin din maskeli iğfalleriyle aldatılmış olduğunu ispat etmek isteyen’ adamları devrede tutmak zorundadır. Bu zorunluluğu, çarpıtılmış bir ‘laiklik’ gerekçesiyle veya kanlarına bulaşmış İslam nefreti virüsünün itişiyle ‘yok’ göstermeye çalışanlar, Atatürk’e ihanet etmiş olurlar. Nitekim bu, ‘fark edilmeden yürütülen ihanet’ yüzündendir ki Türkiye bugün bulunduğu trajikdramatik noktaya gelmiştir. Allah herkese basiret ve feraset nasip etsin! Dünya Basınında; Yaşar Nuri Öztürk: “Yaşar Nuri Öztürk, günümüz Türkiyesinin en ünlü ilahiyatçısı ve laik-reformist bir İslam’ın öncü teorisyenidir.-Die Zeit, 20 Şubat 2003 “İkna edici bir dil ve hünerli bir kaleme sahip bulunan Öztürk, yüz binlerden oluşan kitlelerle iletişim kuruyor… Öztürk, İslam konusunda çok yüksek düzeyli bir eğitim aldı. Onun düşüncesine göre, ‘Müslümanların laikler-inanmışlar şeklinde bir ayrıma tabi tutulmaları siyasal İslam’ın bir icadıdır. İnsan aynı zamanda Müslüman ve laik olabilir.’ Öztürk, halkın şu gerçeği anlamasında onlara yardımcı oldu: Laik ve Müslüman olmak ayrı ayrı iki madalyon değil, bir tek madalyonun iki yüzüdür…” “Öztürk, siyasal İslam’ın özel ajandasında belirlenen paradigmaların dışına çıktı; aynı zamanda dindar ve modern olma imkânı ile geleneksel İslam arasında sıkı bir bağ kurmak suretiyle Müslümanlara yeni bir ufuk açtı.”-Margot Bardan; al-Ahram Weekly, 1-7 Şubat 2001 “Öztürk’e göre, İslam gelenekleri, Kur’an’ın ışığında yeniden gözden geçirilmelidir. Sadece geleneklerle yürütülen bir dini, İslam olarak algılamamak gerekir. Bu tarz bir yaklaşım tüm Müslümanlara zarar verir.”-Alexandra Kemmerer; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 23 Haziran 2000 “Öztürk, kendini, İslam’ın her yüzyılda yaşayan yenilikçilerinden biri olarak görmektedir… Öztürk’ün sergilediği açık görüşlülük, onun beşiğine, doğduğu gün konmadı… Babası onu Arapça ve Farsça’da eğitti. Evde, mistik şiirler ve teolojinin standart eserlerini okudu… Hiçbir Türk teologu Türk televizyonlarına Öztürk kadar çıkamadı…”-Rainer Hermann; Frankfurter Allgemeine Zeitung, 21 Ekim 2002
“Öztürk’e göre, bombalarla demokrasi sağlanamaz. Böylesi bir yol insana layık bir yol değildir. Demokrasi içeriden, yani toplumun bağrından yükselmelidir… O, şöyle düşünüyor: ‘İslam dünyasına kansız ve İslam’la uyuşum içinde bir demokrasi götürmenin tek yolu, Mustafa Kemal Atatürk’ün laik Türkiye modelini almaktır.’ Öztürk’ün görüşüne göre, Batı, Atatürk’ü İslam karşıtı göstermekle bir hata yapmıştır. Bu hatanın sonucu olarak, İslam toplumları Atatürk modelinden ürkmektedir. Öztürk, İslam’ın modern bir yorumunu savunmaktadır.”-Godehart Uhlemann; Rheinische Post, 19 Mart 2003 “Öztürk, İslam’ın iki yüzünü ortaya koydu. Bunlardan biri olan ‘Kur’an’daki İslam’, Öztürk tarafından ‘Otantik İslam’ olarak tanımlanıyor. Öztürk’ün, ‘Uydurulmuş İslam’ olarak adlandırdığı İslam’ın diğer yüzüne ise tüm dünya 11 Eylül’de tanık oldu…”-Silke Koppers; Westdeutsche Allgemeine Zeitung, 25 Mayıs 2003 “Öztürk, dinsel içerik ile kültürel verileri birbirinden ayıran yeni bir hareketin başında bulunuyor ve bu nedenle birçok övgü ve tenkit alıyor.”-Meinhard Schmidt-Degenhard; ARD Televizyonu programcısı “Profesör Öztürk, şu anda Türkiye’nin en popüler, aynı zamanda da en çok tartışılan İslam düşünürüdür.. Öztürk’ün ‘Kur’an’daki İslam’ adlı eseri ‘Kur’an’a Dönüş Hareketi’nin temel taşı olarak kabul ediliyor.”-Prof. Dr. Werner Arnold; Heidelberg Üniversitesi “Öztürk; inançları hurafeden arındıran biri ve zamanımızın en tanınmış Türk teologu olarak biliniyor… 20 yıldan beri devrede olan siyasetçiler, Türkiye’nin bu en itibarlı ve deneyimli teologuna politik görevler sundular ama o kendini bunların hiçbirine teslim etmedi.” “Star eğitimci, milyonlarca basılan 42 kitabının müellifi, köşe yazarı ve televizyon programcısı olarak kendini en doğru yere konuşlandırdı. Ona göre, akılcı bir cumhuriyetin yoluna girmiş insanların akılcı bir din anlatımına ihtiyaçları vardır.” “Öztürk; Siyasal İslam’ı, reform dışında bir şeyle adlandırılamayacak olan dinsel eserine bir tehdit olarak gördü. Birçok kişi onu ‘Türk Lutheri’ olarak adlandırıyor. Gerçekten de o, Luthervari bir girişimle, temel kitaba, ‘Kur’an’a Dönüş’ü başlattı. Bu faaliyetiyle, geleneksel İslam yapısını paramparça eden Öztürk, gelenekçi İslami öğretileri gereksiz bir yük, son 800 yıllık teolojinin ise akıldışı oluğunu ortaya koydu.” -Welt am Sonntag, 20 Şubat 2005 “Yaşar Nuri Öztürk bir bestseller yazardır. Öztürk’ün kitaplarına hemen her kitapçıda rastlanmaktadır. Onun kitapları hemen her köşede bulunan kırtasiye dükkânlarında bile bulunabilmektedir.” “Yaşar Nuri Öztürk külliyatında kadının örtünmesiyle ilgili bir talep bulunmamaktadır. Arapça kaligrafik dekor elemanlarından birdenbire dinde reforma sıçrama yapan odur. Reform sözcüğünü büyük harflerle hafızamıza o kazımıştır.”
“Onun belirgin niteliklerinden biri, modernleştirilmiş ama aynı zamanda halkın anlayacağı şekle getirilmiş bir dil zenginliği ile kaynaşmış hicivli üslubudur. Dinde reformu son derece tedrici bir biçimde aktarmıştır.” “Onu düşünce yapısı, modern ve gelişmeye açık olarak tanımlanmalıdır. Bu yapıda belirleyici bakış açısı, insan haklarıdır.” “Öztürk, öncelikle halk kitlelerine yönelmiştir. Öztürk, kutsallaştırılmış geleneksel söylemlere karşılık, günümüzde işe yarayan alternatif çözümler sunuyor.” “Öztürk, emperyalizmin boyunduruğundan şikâyetçidir. Ona göre, emperyalizm yüzyıllardan beri İslam’ın gelişmesine engel olmaktadır.” “Şimdi ne yapmak zorundayız? sorusuna Öztürk’ün verdiği nihai yanıt şudur: Gayret gösteriyoruz, umuyoruz, dua ediyoruz ve bekliyoruz.”-Körner, Felix; Koranhermeneutik in der Türkei heute; Herder Verlag, Freiburg-Basel-Wien, 2006, sayfa: 237-243 “Öztürk, Kur’an’ın zamana uygun ve modern bir şekilde yorumlanması gerektiğini savunuyor. Ona göre, Kur’an’ın ibadetle ilgili zaman üstü bölümleri, her zaman geçerlidir. Ama Kur’an’ın diğer bölümleri, zamana, bölgeye ve hatta iklim koşullarına göre yeniden yorumlanmalıdır.”-Kemal Güler; Fraenkische Nacht, Ekim 2000 Mustafa Kemal Atatürk'ün Anıları İZMİR SUİKASTI İzmir'de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize şu olayı anlatmıştı: - "Ziya Hurşit'in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum: - Sen Mustafa Kemal'i öldürecekmişsin, öyle mi? - Evet, dedi. Ben yine sordum: - Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin? - Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi. - Sen Mustafa Kemal'i tanıyor musun? - Hayır. - O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin? - Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik. O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım: - Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim. Herif benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Yahya Galip KARGI ASKERLE GÜREŞ Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu: - Sen güreş bilir misin? Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı.
Ceketini çıkarıp Mehmet'e ense tuttu: - Haydi, bir de benimle güreş! Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata'sının yüzüne hayranlıkla baktı: - "Atam," dedi. "Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?" Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı. Tahsin UZER ALÇAKGÖNÜLLÜ Atatürk'ü, 1938 Gençlik ve Spor Bayramı günü, son defa, 19 Mayıs Stadyumu'nda gördüm. Şeref tribünü kapısında-o zaman küçük bir çocuk olan kızıma-o günün anısı olan rozetini taktırmayarak bir şeyler söylüyordu. Zayıf ve yorgundu. Kızımdan Atatürk'ün kendisine neler söylediğini sordum: -Rozette resmim varmış, nasıl takarım? dedi. Zeki ve alçakgönüllü Atatürk rozetteki resmi görmüştü. Bu, O'nun stadyuma ilk ve son gelişi, sanki gençliğe vedası oldu. BENİM ADIM ATA DEĞİL Atatürk'ün sinirlendiği önemli bir nokta vardı. Gazetelerde, kendisine "Ata" denildiğini okudukça şöyle dedi: -Benim adım Ata değil, Atatürk'tür! Bazı gazeteler neden böyle yazarlar? Şükrü KAYA GÖMÜLECEĞİ YER Atatürk'ün gömüleceği yer ve toprak: O'nun kabri Ankara'da olacaktır. Fakat bu şehrin neresinde? Çünkü O' nun en son kuvvetli isteği bir an önce Ankara'ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet Meclisi'nden İstasyon'a inen cadde üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya'daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu nedenle konuşulmuştur: Bir akşam Atatürk'ün etrafında toplananlar arasında, O'nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş ve özellikle kendisi 1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar etmişti. "Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." dedikten sonra "Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın," demişti. Meclisin altındaki yuvarlak yeri ortaya atan kişiye ise, "iyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime vasiyet edemem". Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin kendisini çok duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum. Memleketin bütün sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin sembolik savunmasını yapmıştı. Atatürk, böyle bir fikrin uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını anlatırken bana bakarak: "Bunu unutma!" demişti. Prof. Dr. Afet İNAN SOKAK ÇOCUĞU Atatürk'e, düşmanlarından bir bayan, bir yabancı gazetede (sokak çocuğu ve zalim) diye yazılar yazmak küçüklüğünü göstermişti. Bir gün Yat Kulüp'te Atatürk, arkadaşlarına bu yazıdan söz ederek demiştir ki: - Bana sokak çocuğu diye yazmış... Ben pek küçük yaşta yatılı bir öğrenci olarak okullara girmedim. İdadi'den Harp Okulu'na, oradan da orduya hizmete gittim. Sorarım sizlere, benim sokakta oynamaya vaktim mi vardı? Bana (zalim) diyormuş... Ben eğer bu vatana ihanet eden birkaç adamı mahkemeye vererek, kanun çerçevesinde bu adamlar cezalarını buldularsa, benim onlara karşı sevgimden ziyade, Türk milletine sevgim daha büyüktür... Bu nedenle Türk milletine onların zararlı vücutlarını feda ettim..." demişlerdir. Enver Behnan ŞAPOLYO MUTSUZ LİDER
Bir akşam sofrasının hararetli bir döneminde Mustafa Kemal, kişisel özgürlüğünün birçok bölümlerinden yoksun bırakılması acısını hüzün dolu sözlerle şöyle anlattı: - "Şimdi siz buradan ayrılır, istediğiniz yerde gezer dolaşırsınız. Benim gözümde bunun ne büyük mutluluk olduğunu bilemezsiniz. Halime bakın, sahip olduğunuz bu özgürlükten yoksunum, cumhurbaşkanıyım ama köşeye atılmış ve özgürlüğü sınırlı bir insanım. Bütün eğlencem, akşamları soframa topladığım arkadaşlara ayrılmıştır. Haydi, şimdi buradan ayrılıp bol bol dolaşın, istediğiniz yerlere girip çıkın, arzu ettiğiniz gibi eğlenin. Ben de bunun hayaliyle avunurum." dedi. O akşam hepimiz masadan erken ayrıldık. Damar ARIKOĞLU ABDÜLHAMİD 1937 yılında idi. Yaz aylarından biri. Doğrudan doğruya kendi kontrolündeki bir gazetede "Makedonya" adlı bir eserim tefrika ediliyordu. Bir akşamüstü Başyaver Celâl (Üner) Bey beni telefonla aradı. Dolmabahçe Sarayı'na davet edildim. Ve Saraya gidince de, hemen hiç bekletilmeden, üst kata çıkarıldım. Bir kapı açıldı, kendimi Büyük Adamın karşısında buldum. Saygılarımı bildirince, belli bir iki nezaket cümlesi ile beni okşadı. Sonra: - Yazını okuyorum, dedi. Hürriyetin ilân edildiği zaman küçük bir çocuk olman lâzım. Fakat kutlarım, o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamid'i hiç sevmediğin belli. Biraz durdu. Elindeki bir renkli kalemi, önünde açık duran kalın ciltli bir Fransızca kitaba dikine vurarak düşünür gibi oldu. Ben susuyordum. Bu hal bir iki dakika devam etti. Sonra birdenbire şu sözler çıktı ağzından: - Sevme Abdülhamid'i! Yine de sevme! Fakat sakın anısına hakaret edeyim deme. Senin kuşağın biraz daha ölçülü kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk! Kişisel kanımı kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun durumu kuşkulu ve sınırları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette, Abdülhamid'in yönetimi büyük hoşgörüdür. Hele bu yönetim on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında uygulanmış olursa... Bunun üzerine ayrılmama müsaade buyurmuşlardı. Saygılarımı tekrarlayarak huzurundan uzaklaştım. Nizamettin Nazif TEPEDELENLİOĞLU YANINA ALDIĞI İLK ER Samsun'a çıktığı zaman, üstü başı yırtık, postalları patlamış, silahsız bir er gördü. Yüzünün rengi bakıra dönmüş, yağlan eriyip kemik ve sinir kalmış bu Türk askeri ağlıyordu. O'na sordu: - Asker ağlamaz arkadaş, sen ne ağlıyorsun? Er irkildi, başını kaldırdı. Bu sesi tanıyordu ve bu yüz ona yabancı değildi. Hemen doğruldu ve Anafartalar'daki Komutanını çelik yay gibi selamladı. - Söyle niçin ağlıyorsun? İç Anadolu'nun yanık yürekli çocuğu içini çekti: - Düşman memleketi bastı, hükümet beni terhis etti. Silahımızı elimizden aldı. Toprağıma giren düşmanı ne ile öldüreceğim? Kemal Atatürk, er'in omzuna elini koydu: - Üzülme çocuğum, dedi. Gel benimle! Ve Samsun deposunda giydirilip silahlandırarak yanına aldığı ilk er bu Mehmetçik oldu. Burhan Cahit MORKAYA KAHRAMAN TÜRK KADINI 17 Mart 1923 Tarsus: Mustafa Kemal İstasyon'dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O'nu görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla karşılaştı. Milli Mücadele'deki çete giysili bir kadın, Atatürk'ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle
haykırıyordu: - "Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!" Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan (Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar. Gözlerinden iki damla yaş düşen Mustafa Kemal, bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi: - "Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın." Taha TOROS TÜRK ORDULARI BAŞKUMANDANIYIM Afyonkarahisar'ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal'in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi, Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu Selanik'ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya başlamıştı. - Binbaşı mısınız? - Hayır. - Albay mı? - Hayır. - Korgeneral mi? - Hayır. - Peki nesiniz? - Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi: - Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil de!.. General SHERRIL SURİYE HEMŞİRENİZİ DE KURTARINIZ 1923 Mart'ının 17. Cumartesi günü Mersin'e giriyoruz. İstasyonda yaya olarak topluluk halinde ilerlerken, yolun ortasında, aynen Adana'ya girerken olduğu gibi, büyük bir levha taşıyan birkaç kız, Şef'in karşısına çıktı. Levhada şu cümle yazılı idi: "Suriye hemşirenizi de kurtarınız." İki gün evvel Adana'da Antakya ve İskenderun için yapılan o levhalı gösteri, Antakyalı kızın o herkesi ağlatıp sızlatan hıçkırıklı söylevi ve Şef'in ona verdiği tarihi cevapla, yüce bir nitelik almıştı. Şef şimdi bu Suriye levhasına ne diyecekti? - "Her millet layık olduğu mutluluğa erişir!" dedi ve yürüdü. İsmail Habip SEVÜK GENELGEYLE DEVRİM OLMAZ 1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler'de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler'e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı: - Depremden çok zarar gördün mü, baba? diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu: - Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin? İhtiyar, Kürt şivesiyle: - Valle Padişah bilir! dedi Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle: - Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne? İhtiyar tekrar etti: - Padişah bilir!... Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam'a döndü: - Siz daha devrimi yaymamışsınız! dedi Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi: - Köylere genelge yolladık Paşam, dedi. Atatürk'ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı: - Oğlum, dedi, genelgeyle devrim olamaz!..." Ahmet Hidayet Reel
BEN CEPHEYE GİDİYORUM Bir akşam Recep Bey (Peker) beni ve İhsan Bey'i evine akşam yemeğine çağırdı. Ayağım burkulmuş, alçıda idi. Koltuk değnekleriyle gittim. Gazi Paşa da Refet (Bele) Paşa'nın evinde imiş. Bizim Recep (Peker) Bey'in evinde bulunduğumuzu haber almışlar. Yaver Muzaffer (Kılıç) telefonla beni çağırdı. Kendilerini beklememizi söyledi. Gazi, gece yarısından sonra geldi. Fazlaca alkollü idi. - "Vakit geç oldu. Oturamayacağım gideceğim." dedi ve giderken beni, İhsan ve Recep (Peker) Bey'i baş başa getirdi. Ellerini omuzlarıma atarak: - "Ben doğruca cepheye gidiyorum, düşmana taarruz edeceğim," dedi. Hepimiz şaşırdık ve telaşlandık. İhsan Bey: - "Paşam, ya muvaffak olamazsan?" deyince: - "Ne?... Bir haftalık süre içinde onları yok edip denize dökeceğim." karşılığını verdi. Ali KILIÇ YENİLSEYDİK SORUMLU BEN OLACAKTIM Bir aralık konu İstiklâl Savaşı'na geldi. Dikkat ettim, Binbaşılar dâhil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu,-bir gün önce olmuş gibihatırlıyordu. O savaş ki araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar, Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat bu kadro canını dişine takmış bir ekipti. Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata'yı coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı, öylesine plastikti ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle bağladı: - İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır. Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti: - Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı. Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine mal eden, yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım. Ord. Prof. Sadi IRMAK SAVAŞ EMİRLERİ Şükrü Kaya'nın, bir 30 Ağustos Zafer Bayramı gecesi sofrada: - "Paşam, İstiklal Savaşı'nda Başkomutan sıfatıyla muharebelerde verdiğiniz emirler bir yerde toplanmış mıdır?" sorusuna verdiği yanıt: - Bir gün Kurtuluş Savaşı'nın, Millî Mücadele'nin askeri tarihini yazacaklar, belki de benim Başkomutan sıfatıyla verdiğim bir yazılı ve imzalı emrime rastlamayacaklardır. Savaş arkadaşlarım buradadır, hep bilirler, ben muharebede daima o cepheden bu cepheye gider, yapılması gereken hareketleri Komutanlara dikte eder, onlara not ettirir ve kendilerini de inandırdıktan sonra, 'Şimdi ordu birliklerimize derhal bu hareketlerin yapılmasını kendi imzanızla bildiriniz...' derdim." Nejat SANER SELANİK Millî Mücadele henüz bitmiş, ordularımız Meriç sınırına dayanmıştı. Çankaya'da oturuyorduk. Atatürk'ün Selanik'ten çocukluk arkadaşı Nuri Conker dedi ki: - "Paşam, ne duruyorsunuz? Her şey elinizde. Selanik'teki eviniz boş duruyor. Bir sözünüzle orada oturabilirsiniz. Size kim engel olabilir?" Atatürk, hepimizin yüzüne baktı ve şunları söyledi. - "Böyle bir hareket bütün Avrupa'yı aleyhimize birleşmeye sevk eder. Büyük bir mücadele iyi bir biçimde sona erdi. Tehlikeli bir maceraya atılamam."
Hamdullah Suphi TANRIÖVER 17 MART 1923 TARSUS Mustafa Kemal İstasyon'dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O'nu görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla karşılaştı. Millî Mücadele'deki çete giysili bir kadın, Atatürk'ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle haykırıyordu: - "Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!" Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan (Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar. Gözlerinden iki damla yaş düşen Mustafa Kemal, bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi: - "Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın." Taha TOROS İNANMAYANLAR DA HAKLIYDILAR Mustafa Kemal realist bir liderdi. Lekelemelerin politika kadrosunu nasıl daraltacağını ve kendisini bir avuç partizan takımı elinde bırakacağını düşünerek, açıkça bir suç işlemiş olanlar dışında yalnız kişisel değerlere saygı gösterdi. Sicil yoklamalarına rağbet etmedi. Bir gün bana: - Kuva-yı Milliye'ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler, demişti. Falih Rıfkı ATAY İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI Hastalığının ilerlemiş zamanında: "Hatta bir gün, bizim önümüzde bazı siyasi sorunlara değinip Romanya' da yapılan hükümet değişmesinden söz ederken, bir patriğin işbaşına gelmiş olmasından hayret duyduğumu söyledim. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı'nın da yaklaşmakta olduğunu anıştırarak dedi ki: - "Bir savaş çıktığı takdirde, kanımca yansız kalmalıyız. O zaman birçok fırtınalar kopacak. Devlet gemisini gayet ustaca yöneterek işin içinden sıyrılmaya çalışılmalıdır." dedi. Prof. Dr. Nihat Reşat BELGER ELİF, LAM, MİM NE OLACAK? Atatürk, Kur'an'ın Türkçe'ye çevrilmesine karar verdikten sonra Kâzım Karabekir Paşa kaygıya düşmüştü. Büyük bir heyecan ve şaşkınlık içinde bir gün dayanamayarak Atatürk'e sordu: - "Kur'an'ın Türkçe'ye çevirisini emretmişsiniz." - "Evet." - "Peki, o zaman elif, lam, mim ne olacak?" Atatürk hayretle Karabekir'in yüzüne baktı ve en kolay bir şeyin cevabını verir gibi: - "Ne olacak, elif, lam, mim yine elif, lam, mim olarak kalacak" dedi. Hamdullah Suphi TANRIÖVER MEDRESELER Rize gezilerinde medreselerin açılması için kendisine başvuran hocalara; öfke ve sertlikle ve herkesin önünde: - "Para istiyorsanız size millet yetecek kadar verecektir. Açsanız karnınızı doyuracaktır. Medreseler bir daha açılmayacaktır, anladınız mı?" diye bağırdı. Prof. Mahmut Esat BOZKURT DİL ALANINDAKİ ÇALIŞMALARI Dil alanında bir kaynak sorununu ileri sürünce, ortaya, kâğıt kalem ve Atatürk'ün kendi eliyle açıklamalar yapılmış diksiyonerler getiriliyor. Yunanca'dan getirilen
kelimelerin, onları bir başka dile bağlayan daha eski bir etimolojisi aranıyor. - Ana kökü arayacağız, diyor. Ve dil hakkındaki kuramını anlatmaya başlıyor ve bir gülüşle: - Uzun bir çalışmadan sonra, bunu bulduğum zaman, Sakarya savaşını kazandığım dakikadaki mutluluğu duydum, diyor. Prof. PITTARD KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR Bir gece beraber oturuyorduk. Yanımızda Siirt milletvekili Mahmut Soydan, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen Eşref Onaydın, bir de Soysallı vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet Meclisi'nde okuyacağı söylevi hazırlıyordu. Mahmut'la Ruşen Eşref not tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da, "Ne dersin?" diye soruyordu. Ben ne diyebilirim? Hiç... Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki: - Bu memleketin efendisi kimdir? Düşündüm. Karşılığı o verdi: - Türk köylüsüdür, dedi. Ve devam etti: - Türk köylüsü "Efendi" yerine getirilmedikçe memleket ve millet yükselmez!... Prof. Mahmut Esat BOZKURT YENİ KELİMELER Atatürk, yeni kelimeler için şöyle derdi: "Onları ortaya atmak gerekir. Millî duygumuz hangisinden hoşlanır ve onu kullanırsa, o zaman sözlüğümüze koyalım." Prof Dr. Afet İNAN ÖĞRENCİ GÖZÜNDE ÖĞRETMEN Çankaya'da bir ilkokul açılmıştı. Köşkün çevresinde bulunan bu okulu bir gün Atatürk ziyaret etmiş. Öğretmen tahta başında öğrencilere ders veriyormuş. Cumhurbaşkanı girer girmez saygı işaretini vermiş, çocuklar ayağa kalkmış ve oturunuz işaretini verdikten sonra yüzünü tahtaya çevirerek derse devam etmiş. Atatürk, beş on dakika ayakta ders dinlemiş ve çıkarken öğretmen yine aynı ses, aynı eda ile çocukları ayağa kaldırmış ve oturunuz işareti verir vermez derse devam etmiş. Gazi kapıdan çıkarken yanındakilere: - "Gördünüz mü öğretmeni? Cumhurbaşkanına önem vermedi" demiş ve ilave etmiş: - "İlköğretmen vatanın en hayırlı elemanı. Onlar vatan çocuklarıyla o kadar kaynaşmışlardır ki, adeta çocuklaşmışlardır. Onların gözünde en sevgili öğrencilerdir. Bu öğretmen eğer dersini bırakıp saygısını göstermek için yanıma gelseydi ve çıkarken beni merdivenlere kadar geçirse idi, öğrencileri gözünde küçülür, belki prestijini kaybederdi. Öğrenci gözünde en saygılı, en büyük adam öğretmendir." demişlerdir. Asaf İLBAY ANADOLU'NUN MÜZİĞİ Atatürk söylüyor: - Montesquieu'nun, "Bir milletin musikicilikteki akışına önem verilmezse, o milleti ilerletmek mümkün olamaz" sözünü okudum, doğrularım. Bunun için, musikiciliğe pek çok özen göstermekte olduğumu görüyorsunuz. - Biz Batılılara göre, doğu musikiciliğinin kulaklarımıza gelen tuhaflık yönünden söz ettim ve dedim ki; Doğunun tek anlayamadığımız bir tarafı varsa, o da onun musikiciliğidir. Gazi, itiraz ederek şöyle demiştir: - Bunlar hep Bizans'tan kalma şeylerdir. Bizim gerçek musikimiz Anadolu halkında işitilebilir. - Bu ezgilerin geliştirilmesi mümkün değil midir? - Batı musikiciliği bugünkü durumuna gelinceye kadar, ne kadar zamanlar geçti?
- Dört yüz yıl kadar geçti. - Bizim bu kadar süre beklemeye zamanımız yoktur. Bunun için, batı musikiciliğini almakta olduğumuzu görüyorsunuz. Emil LUDWIG SEN NE OLACAKSIN Kİ? Mustafa Kemal, Selanik'te yine bir akşam o zaman Sağlık Müfettişi olan eski Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Araş, Nuri Conker, Salih Bozok beylerle birlikte Olimpiyos birahanesinde oturmuşlar içerlerken, devletin dış siyaseti söz konusu oluyormuş. Bu arada Mustafa Kemal Bey birtakım acı eleştiriler yaptıktan sonra işi şakaya dökmüş ve Tevfik Rüştü Bey'i göstererek: - "Bu yanlış siyaseti bir gün doktor aracılığı ile düzelttireceğim." Deyince, yakın ve teklifsiz arkadaşı olan Nuri Conker: - "Ne? Ne... Sen mi düzelttireceksin?" Diye küçümseme ile sormuş. Bunun üzerine Nuri (Conker) Bey'le aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: - "Evet, ben doktoru Dışişleri Bakanı yapacağım. Bütün yanlışlıkları ona düzelttireceğim." Nuri Bey şaka ile sormuş: - "Demek sen doktoru Dışişleri Bakanı yapacaksın. O halde ya beni?" - "Seni de vali ve komutan yaparım!" Bu konuşmaya, hazır bulunan Salih Bozok da karışıyor: - "Herhalde bu arada beni de bir şey yaparsınız?" Mustafa Kemal Bey Salih'in bu sorusuna, biraz düşündükten sonra: - "Salih, seni yaver yapacağım ve yanımdan ayırmayacağım." Cevabını verince Nuri Bey yine dayanamamış, tekrar atılarak: - "Allah’ını seversen, sen ne olacaksın ki, hepimize şimdiden böyle birtakım onurlar veriyorsun?" demiş. Mustafa Kemal Bey, Nuri Bey'in bu sorduğu soruya gülerek: - "Bu memuriyetleri, bu onurları veren ne olursa işte ben o olacağım." Diye karşılık vermiş. Ali KILIÇ MİLLETİMİN ŞEREFİNE İÇİYORUM Bir akşam, birdenbire Saray'dan kalkarak Gülhane Parkı'nda Halk Partisi'nin verdiği bir açık hava toplantısına gittiğimiz zaman, orada toplanan on binlerce insana harf devrimini müjdelemiş ve bu sırada ayağa kalkarak millete hitaben: "Arkadaşlarım, bu elimdeki rakıyı evvelce padişahlar da, halifeler de içerlerdi. Fakat onlar saraylarında, dört duvar arasında içiyorlardı. Ben ise sevgili milletimin önünde ve onun şerefine içiyorum." diye kadehini kaldırdığı zaman halkın alkış tufanı arasında Sarayburnu dakikalarca çınlamıştı. Ali KILIÇ HARF DEVRİMİ Yeni Türk alfabesinin ilk biçimlerini kendisine götürdüğüm zaman, Komisyonun en aşağı beş yıllık bir geçiş dönemi düşündüğünü söylemiştim. Gazeteler önce birer sütunlarını yeni harflere ayıracaklar, yavaş yavaş bu sütun sayısı artacak, sonunda bütün gazeteler yeni harflerle çıkacaktı. Okullar için de buna benzer basamaklı yöntemler düşünmüştük. Dikkatle dinledikten sonra bir daha sordu: - Demek beş yıl düşündünüz? - Evet! - Üç ay! dedi.
Donakaldım, üç ay! Üç ay içinde bütün memleket yayını Lâtin harfleriyle değişecekti. İlâve etti: - Ya üç ayda uygulayabiliriz yahut hiç uygulayamayız. Sizin Arap harflerine bırakacağınız sütunlar yok mu, onların adedi bire de inse, herkes yalnız o sütunu okur ve beş yıl sonra, tıpkı yarın başlar gibi başlamaya zorunlu kılarız. Hele arada bir buhran, bir savaş çıkarsa attığımız adımları da geri alırız. Falih Rıfkı ATAY PROGRAMSIZLIK Sen değil mi ki, bir kitapta okuduğum şu: Napolyon'a sormuşlar: Programınız nedir? O da cevap vermiş ki: - "Ben yürürüm, program benim hareketimden çıkar" sözüne: - "Evet ama o türlü giden, sonunda başını Sent Helen kayalarına çarpar" düşüncesini ekledin. Ruşen Eşref ÜNAYDIN ŞAPKA KONUSUNDA Atatürk, bir gün, lütfen bu konuda fikrimi sormuşlardı. O sırada Musul işi, aleyhimize sonuçlandığı için, rahmetli hayli sıkıntılı idi. Şu karşılığı vermek cesaretinde bulundum: - "Şapka giymek, bu millet hesabına bir Musul fethinden üstündür!" Atatürk, hafifçe gülümsediler. Ve kaşlarını birkaç defa eğerek gönlümü okşadılar. Prof. Mahmut Esat BOZKURT NEDEN KASTAMONU? Şapka giymek için neden Anadolu'nun en çok bağnaz görünen bir bölgesini seçtiğini sormuştum. Dedi ki: - O tarafa ilk defa gidiyordum. Halk o kadar beni görmek merakında idi ki, başımda ne ile görse öyle kabul edecekti. İzmir tarafına gitseydim, yalnız şapkamı görürlerdi. Falih Rıfkı ATAY İŞTE SONUÇ Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kütlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. Zayıf bir kadındı. Ata'nın yolunu keserek titrek bir sesle: - Beni tanıdın mı oğul? dedi... Ben sizin Selanik'te komşunuzdum. Bir oğlum var. Devlet Demir Yolları'na girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat Müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış... Ne olur bir kere de siz söyleyiniz. Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle: - Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben salık verdiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak... Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçercesine dolu bir sesle: - İşte Cumhuriyetten beklediğimiz sonuç... diyordu. Hulusi KÖYMEN PORTRE İstanbul'un kurtuluşundan yirmi üç gün sonra Cumhuriyet ilan olunur ve Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanı seçilir. 1924'ün 2 Ocak tarihinden 22 Şubat'ına kadar İzmir'de bulunur. İzmir'e giden bir Kurul arasında Çallı İbrahim de vardır. Çallı, Atatürk'le karşılaşır ve kendisine: - Türk milletinin gönlündeki Mustafa Kemal'in portresini yapmama izin verir misiniz Paşam? der. Atatürk de: - Mademki gönüllerde yaşayan Mustafa Kemal'i çizmek istiyorsun, benim modelliğime gerek yok, yanıtını verir. Daha sonra Çallı, bazı araştırmalarına dayanarak Atatürk'ün koltukta oturur, sivil giysili/fraklı tablosunu oluşturur.
Oğuz ÖZDEŞ YAKUP CEMİL Savaşın ortalarında Binbaşı Yakup Cemil (Babıâli baskınında Nazım Paşa'yı öldüren) savaşın kötü yöneltilmesinden ve memleketin felakete gitmesinden dolayı bir hükümet darbesi yapmaya girişti. O gece Enver Paşa'yı öldürecekti ve kuracağı hükümette Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) ve Başkomutan Yardımcısı olacaktı. Bir arkadaşı hükümete sır vermiş, Yakup Cemil idam edilmişti. Atatürk bana demişti ki: - Yakup Cemil, girişimini başarsaydı, ben yeni görevi kabul ederdim. Fakat Harbiye Nazırı olunca ilk işim Yakup Cemil'i kurşuna dizdirmek olurdu. Ali Fuat ERDEM TARAFSIZLIK Serbest Fırka zamanında: Gazi: - Fethi (Okyar) Bey, Süreyya (İlmen) Paşa'yı partinize aldığınıza çok memnun oldum; kendisi hem şehirci hem teşkilatçıdır, buyurdular. Ondan sonra bana dönerek: - Bak, ben Cumhurbaşkanı olarak tarafsızım. Bir partinin başında pek sayın arkadaşım İsmet Paşa hazretleri bulunuyorlar. Diğer partinin başında da pek sayın arkadaşım Fethi Beyefendi bulunuyorlar. Bu iki parti birbirleriyle mücadele eyleyeceklerdir. Lakin dünyaya karşı da: "Türkiye'de de bir siyasal eğitim mevcut olduğunu" kanıtlayacaksınız, buyurdular. Ondan sonra, sofrada bulunanlara hitaben: - Bakınız! Ben, Cumhurbaşkanı sıfatıyla bu iki partiye karşı tarafsız kalacağım, dediler. Şükrü Naili ve Abdurrahman Nazif Paşalara da: - Ordu. Siz de benim gibi daima tarafsız kalacaksınız; bu iki partinin mücadelelerine karışmayacaksınız, buyurdular. Süreyya İLMEN SİYASET ENTRİKASI Anadolu hareketinin ilk günlerinde siyasi hırslarıyla tanınmış olan bir bayanla konuştuğu sıralarda, ona şu sözleri söylemiş: - Hanımefendi, sizin çok güzel gözleriniz var; ben de güzel gözleri çok severim. Buna rağmen, söyleyeyim: Eğer siz, gözlerinizin kuvvetine güvenerek siyasal bir rol oynamak isterseniz haber vereyim ki başarılı olamazsınız. Çünkü ben siyaseti güzel gözlü hanımefendilerden çok fazla severim!" Bu sözleri, o zamana ait bir siyaset entrikasının öyküsü esnasında O'nun ağzından bizzat dinledim ve hemen hemen kelime kelime saklayıp şimdi aktarıyorum. Muhiddin BİRGEN SORUMLU Gazi, memlekette yapılan iyi işlerden söz eden bir zatın: - "Paşam, halk bütün bu iyi şeyler sizin eserinizdir, diyor" sözüne karşı: - "Evet; halk bütün iyiliği benden bildiği gibi, bütün fenalıkları da bana yüklüyor" buyurmuştu. Ahmet Hamdi BAŞAR SONUCU BAŞLANGIÇTAN BERİ BİLİYORDUM Başarınızdan hiç kuşkulandınız mı?" diye sordum. - "Hayır! Asla" diye yanıtladı. "Ben bütün planı en başlangıçtan beri olduğu gibi gördüm (hiç cephanemiz olmadığı zamanlar bile) sonucu bildim. Biz kan akmasına ve yıkıntıya engel olmak için uzun zaman geciktik. Fethi (Okyar) Bey, son bir başvurulacak yol olarak Londra'ya gitti, çünkü biz kanla değil, yazıyla yapılmış bir antlaşma istiyorduk." Grace ELLISON GERÇEK TARİHİN YAZILMASINI İSTİYORUM Bir toplantı sırasında Türk Tarih Kurumu üyelerine: - Ben fani bir insanım, bir gün öleceğim. Büyüklüğüne ve üstün kabiliyetlerine inandığım Türk ulusunun gerçek tarihinin yazılmasını sağlığımda görmek istiyorum. Onun için bu toplantılarda
kendimden geçiyor, her şeyi unutuyor, sizi yoruyorum. Beni affedin." Uluğ İĞDEMİR BEN YAPAYIM, SİZ YAZARSINIZ Gazi Mustafa Kemal, bu işler için muhakkak ki, hukuk kitapları okumuştur. Fakat onların hiçbirisini, aynen uygulama alanına koymamıştır. Hatta bir gün kendi anlattığından işittiğime göre, meşhur bir Türk hukukçusu, kendisine: "Bu uyguladığınız esaslar hiçbir hukuk kitabında yoktur" diyor. Mustafa Kemal'in cevabı şudur: - Uygulanıp denenişler, kural ve prensip haline gelirler. Ben yapayım, siz kitaba yazarsınız. Prof. Dr. Afet İNAN CUMHURİYETTE ANGARYA YOKTUR Cumhuriyetin ilanından sonra idi. Karadeniz'de bir geziye çıkmıştı. Kendisine eşlik edenler arasında bulunuyordum. Rize'ye geldik. Yolların düzgünlüğü ilgisini çekmişti. Vali'ye: - Yollarınızı nasıl bu hale getirebildiniz? diye sordu. Vali de anlattı. Bütün yakın köylüleri jandarmalarla toplattırmış ve yol onarımında çalıştırmış. Atatürk'ün kaşları çatıldı. Oldukça sert bir dille: - Vali Bey, dedi "Corvee" nedir bilir misiniz? Öyle ise ben söyleyeyim: Angarya demektir. Ve şunu da bilmeniz lazım ki, kanunsuz hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyette angarya diye bir şey yoktur. Muzaffer KILIÇ EN GÜÇ DEVRİM MÜZİK DEVRİMİDİR Bir gece toplantısında: "Biraz sonra Atatürk'ün yepyeni bir konu ortaya attığını gördüm. - En güç devrim nedir? Sıra ile hepimizin yanıtını bekliyordu. Bazı arkadaşlar, bütün devrimler birbirinden güçtür, dediler. Sıra bana gelince en güç devrim laikliktir, dedim. Nitekim bugün de hâlâ o kanıdayım. Ama Atatürk yanıtlarımızın hiçbirisini beğenmedi. Bizi bir süre duraksamada bıraktıktan sonra: - En güç devrim, dedi, müzik devrimidir. Şaşkınlığımızı yüzümüzde okumuşçasına devam etti: - Çünkü müzik devrimi kişiye kendi iç dünyasını unutturmayı, sonra da yeni bir âleme yönelmeyi gerektirir. Onun için çok zordur. Kısa bir susma oldu. Işıklar saçan gözünü üzerlerimizde gezdirerek ekledi: - Çok zordur ama yapılacaktır, dedi. Ord. Prof. Sadi IRMAK ORDUYU AYIKLAMA Yıl 1918, Selanik'te bir konferanstan sonra arkadaşlarıyla konuşması: - Devrimi tamamlamak lazımdır. Biz bunu yapabiliriz. Ben, bunu yapacağım. O zaman için düşündüklerimi size kısaca anlatayım: Bugünkü Osmanlı İmparatorluğu'nun yüksek sayılan komutanları, benim için yoktur. Ordu kumanda sicilleri için ben, son limit olarak, binbaşıyı kabul ediyorum. Geleceğin büyük komutanları bunlar olması gerekir. Sicil defterlerinin binbaşıya kadar olanlarını saklayacağım, üst tarafını yaktıracağım. Arkadaşlardan biri, bu söz üzerine buna karşı duruyor ve bu büyük ayıklama işinin nasıl yapılabileceğini anlamak istiyor. Mustafa Kemal'in cevabı şudur: - Evet, binbaşından yüksek olanlar aybaşında, benim kuracağım bürolara gelip maaşlarını istedikleri zaman, büro şefleri defterleri dikkatle inceledikten sonra: "Efendim, defterde sizin adınız yoktur, sizi tanımıyorum" diyeceklerdir. Prof. Dr. Afet İNAN EMİN OLUN BUNLARIN HEPSİ OLACAK Bulgar Türkoloğu İvan Manolof, Meşrutiyetten (1908) bir iki yıl önce Selanik'te Atatürk'ten O'nun Türk devrimine ait düşüncelerini dinlemişti. Yarınki Türkiye'yi heyecanla anlatan Atatürk, Manolof a demişti ki: - "Bir gün gelecek, ben hayal zannettiğiniz bütün bu devrimleri başaracağım. Bağlı olduğum millet, bana inanacaktır. Düşündüklerim hiçbir demagoji ürünü değildir. Bu millet, gerçeği görünce, arkasından
duraksamaksızın yürür. Dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat yıkılmalıdır. Din ve devlet işleri birbirinden ayrılmalı, doğu uygarlığından benliğimizi sıyırarak batı uygarlığına aktarılmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki ayrımlar silinerek yeni bir sosyal düzen kurmalıyız. Batı uygarlığına girebilmemize engel olan yazıyı atarak Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimize kadar, her şeyimizde batılılara uymalıyız. Emin olunuz ki, bunların hepsi bir gün olacaktır." Arif Necip KASKATI HİTLER HAKKINDAKİ DÜŞÜNCESİ Ben, O'nu tek bir kez görmüştüm. Güzel ve kültürlü bir Fransızca ile konuşuyordu ve görünüşe göre bundan hoşlanıyordu. Bir ara konuşmayı Almanya'daki duruma yöneltti. Kısa ve kesin bir biçimde formüllendirdiği sorularından, bu konunun kendisini ne kadar meşgul ettiği ve Hitler'den hiç de hoşlanmadığı anlaşılıyordu. Konuşmamız sırasında, bu yönde doğrudan doğruya bir sözünü hatırlamıyorsam da, sorularından ve jestlerinden, diktatörler dünyasının bu yeni yıldızının hayranı olmadığı kolaylıkla görülüyordu. Yalnız bir kez, o da konuşmamız sona ererken ve ben Nazi'lerin savaş niyetlerine değinerek sözlerimi bitirirken, karşılık olarak, hemen hemen felsefipsikolojik bir görüş açıklaması biçiminde şunları söyledi: - "Daha hiçbir askerlik ve devlet adamlığı başarısı göstermemiş bir adama, iktidarı topyekûn teslim etmek, temel bir hatadır. Bir onbaşı, büyük bir askerî deha, büyük bir stratej olduğunu kanıtlamak için de, her şeyi göze almaktan çekinmeyecektir." Rudolf NISSEN YERİNİZ MAKAMINIZDIR Atatürk, Cumhurbaşkanı iken bir ilçede Kaymakamın odasına girmişti. Kaymakam kalktı, köşede bir iskemleye büzüldü. Atatürk: - Siz burada devleti temsil ediyorsunuz. Yeriniz makamınızdır, benim ziyaretçi olarak yerim de sizin karşınızdır, demişti. Falih Rıfkı ATAY EMİRLERİ ÜNİFORMA VERMİYOR 1923'te Konya'da verdikleri demeci, ayrılacakları gece, basına verilmek üzere tekrar okutturuyorlar. Muhtar Bey (Şakacı bir adam olan İngiliz Muhtar) kadehini kaldırıyor: - Yaşasın Başkomutan! - Niye Mustafa Kemal demiyorsun da Başkomutan diyorsun? Muhtar Bey üstü kapalı bir davranışla: - Hele, diyor ne olur ne olmaz, daha uzun süre şu Başkomutanlık üzerinizde kalsın! Şakalaşıp duran Gazi kartallaşıveriyor: - Vay, sen beni Başkomutanlıktan mı kuvvet alır zannediyorsun? (Sesini tabileştirerek) Dinle bak öyle ise, sana bir hatıra anlatayım: Hani ben Erzurum'da ordu müfettişliği nişanlarını yakamdan atarak, "ferdî millet" kalmıştım ya? O zamana kadar emirlerimi dinleyen komutan (ismini söyleyecekti, söylemedi) ondan sonra verdiğim emirleri dinlememeye başlamasın mı? Makamına gittim: - Paşa, paşa dedim, size o emirleri bu yakadaki yıldızlar vermiyor, Mustafa Kemal veriyordu, o yine karşınızdadır, yazınız! Yazdı, emir gideceği yere gitti. Fakat çıktıktan sonra aklıma gelmişti. Ya komutan düğmeye basıp da, "Posta, bunu dışarı çıkarınız!" deseydi. Sesi yine heybetleşerek: - Fakat diyemezdi, Muhtar, karşısında Mustafa Kemal var, diyemezdi! Muhtar Bey kadehini kaldırarak yürekten bağırıyor: - Yaşasın Mustafa Kemal! İsmail Habip SEVÜK SOYADI'NIN BELİRLENMESİ Demin bir sözü yanlış söyledim, Gazi'yi Büyük Millet Meclisi, kanunla "Atatürk" yaptı, dedim. Bu söz eksiktir. O, kendini "Atatürk" yaptı. Kanun, olayı kabul etti. O günlerde soyadı kanunu çıkacaktı. Bir akşam yemeğinde, Gazi "Atatürk" adını alacağım, dedi. Karşı geldiler: - Memleket, dünya, tarih "Gazi Mustafa Kemal"i tanıyor. Ona nasıl dokunulur. Atatürk karşılık verdi: - En tanınmış Türkler, yabancı isimler taşıyorlar. İbn-i Sina gibi, El-Birûni gibi... Bu yabancı isimlerin karşısında, bunların Türk
olduklarını kanıtlamamız gerekiyor ve kanıtlamak için de uğraşıp duruyoruz. Buna son vereceğim ve kendi adımla başlıyorum! Ve Gazi Mustafa Kemal o gece Atatürk'tü. Ertesi gün kanun bu olayı onayladı. O'nun kanuna bu kadar nazı geçerdi. Mithat Cemal KUNTAY TÜRK TOPRAĞI Sınırlarını, en son Türk kuşaklarının kanlarıyla yoğurup çizdiği bir Türk vatanında, o vatan kavramını anlamlandırdı. O, bir ölüm haberi karşısında, yurt toprağına şu hitapları bana yazdırmıştı (1930): "Yurt toprağı! Sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için canımızı veririz. Fakat sen Türk milletini sonsuz hayatta yaşatmak için, feyizli kalacaksın. Türk toprağı! Sen, seni seven Türk milletinin mezarı değilsin. Türk milleti için yaratıcılığını göster." Prof. Dr. Afet İNAN KIN AŞINSIN, KILICA BİR ŞEY OLMASIN Hastalığa ilk teşhis konulduğu sıralarda Profesör Pittard eşi ve Bayan Afet İnan'la birlikte Atatürk'ün huzurundaydık. Atatürk'ün yüzündeki renksizliği sezen Pittard: - Efendim, bu kadar işleriniz arasında dil ve tarih üzerindeki çalışmalarınıza biraz ara verseniz olmaz mı? dedikten sonra ilave etti. - Sonra kın aşınır, örselenir Paşam! Atatürk kılıcın millet kının da devlet başkanı olduğunu demeye getirerek: - Kın aşınsın, örselensin ziyanı yok. Yeter ki kılıca bir şey olmasın! Bunun üzerine Profesör: - Ekselans, ben sizin fikrinizde değilim. Kın da bulmak güçtür, dedi. Fethi İSFENDİYAROĞLU HATAY SORUNU Ömrünün sonlarında Hatay sorununda bir başka sözünü duymuştum. Atatürk, bu sorun yüzünden uykusuz, sinirli idi. Rastladığı elçilerle tartışma yapar, söylemediğini bırakmaz, kendi hazır bulunduğu yerlerde yabancı elçilerin kulağına gidecek nümayişler yaptırırdı. Bir akşam sofrada vaktiyle Dışişlerinde bulunan bir arkadaşı: - Paşam, niçin kendinizi de milletinizi de üzüp duruyorsunuz? Bir tümen yollarsanız Hatay'ı alırsınız. Ve Renani'de Alman olupbittilerini kabul eden Fransızlar Suriye'nin bir sancağı için sizinle savaş mı yapacaklar? dedi. Öfke ve siniri dalga gibi dinerek, sesi yavaşladı: - Evet bunu ben de bilirim. Bir tümen yollasam, Hatay'ı alabiliriz. Renani'de Almanlarla savaşmayan Fransızlar da Hatay için bize savaş açmazlar. Fakat ya bu kez saygınlıklarına dokunup karşı koyacakları tutarsa? Soru sorana dönerek: - Ben bir sancak için altmış bu kadar Türk ilini tehlikeye sokmam, dedi. Falih Rıfkı ATAY AH SELANİK! Kolağası Mustafa Kemal, bu akşam mahzundu. Selanik'te Beyazkule bahçesinde baş başa oturuyorduk. Saatlerce konuştuk, nerede ise gün ağaracaktı. O gece ay Olimpos dağlarının arkasında kaybolurken, Mustafa Kemal içini çekerek: - Ah Selanik, dedi. Seni bir daha Türk olarak görecek miyim? Baktım, ağlıyordu. O altın sarı saçlarını okşadım. Teselli etmeye çalıştım. Ben, Mustafa Kemal'in müşterek hayatımız boyunca bu derece duygulandığını görmedim. Ali Fuat CEBESOY TÜRKÇÜ MÜSÜNÜZ? Gökalp, Atatürk'ten önce ve Atatürk'ten sonra bazılarınca Türk milliyetçiliğinin adı olarak kullanılan Türkçülük deyimini, en doğru tanımıyla belirtir ve der ki: "Türkçülük. Türk milletini yükseltmek demektir." Yanlış yorumlara uğradığını ve uğrayabileceğini sezmiş olacak ki Atatürk. Türkçülük sözünü hiç kullanmamıştır. Daima "Türk milleti, milliyet, milliyetçilik" sözlerini kullanmıştır. Kendisine: Türkçü müsünüz? diye sorulduğu zaman, bizi herkesten iyi bilen bu büyük Türk: Ben Türküm, demekle kesin ve keskin yanıtını vermiştir
Hasan Ali YÜCEL TÜRKLÜK MÜSLÜMANLIĞIN ÖNCÜSÜDÜR Atatürk sağ iken, büyük İslâm kongrelerinden birine biz de çağrılmıştık. Kongre Mekke'de toplanacaktı. Atatürk'ün bir delege göndermeye razı olup olmayacağını merak ediyorduk. Hiç tereddütsüz karar verdi. Türklüğünden kibir denecek kadar gurur duyan büyük adam, milleti ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl bunda Türklerin manevî hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mıydı? Biliyordu ki Mekke'ye şapka ile gidilemez. Ama daha iyi biliyordu ki başlık ve kıyafet değiştirmekle din değiştirileceğini sanan bir toplumda ne gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör'ü çağırdı: - Mekke'ye gidip beni temsil edeceksin, dedi. Türksün ve Müslümansın. Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Mekke'ye şapka ile gideceksin. Kara taassup sana karşı bile gelse eğilmeyeceksin! Edip Servet Tor, Mekke'ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerinin en itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye'yi o temsil etti. Falih Rıfkı ATAY TAMBUR TAKSİMİ Bir akşam, emirleriyle yaptığım bir tambur taksiminden sonra yaşlı gözlerle bana şöyle bir sual sordular: - Aferin oğlum, çok güzel bir taksim yaptın, duygulandım, eksik olma. Bana musiki nedir tanımlar mısın? - Hakiki aşktır! Duygularımızın ezgilerle anlatımıdır. Her insanı çeşitli etkiler altında bırakan güzel bir yüzün, güzel bir kokunun, güzel bir sesin, güzel manzaraların tanımı olanaksızdır. Musiki de tanımlanamaz. İnsanı bazen ağlatır, bazen güldürür, bazen de maddi hayatla ilgisini keser, mana âlemine gönderir. Bu yanıta çok memnun oldular: - Aferin çocuğum, gel seni bir öpeyim. Bana şimdiye kadar böyle bir yanıt veren olmadı. Kimi seslerin dizisinden, kimi gamlardan, bilemediğim makamlardan zırvaladılar, durdular. Sanki müzik kitaplarından ben bu şeyleri okuyamazmışım gibi, bana müzik dersi vermeye kalkıştılar. Gerçeği sen söyledin, hepsini mat ettin. Gel, bir daha öpeyim evladım seni. Sen sanatında eli öpülecek adamsın! Refik FERSAN HAYDİ BAKALIM ZEYBEK OYNAYACAĞIZ Bir başka akşam, fasıldan sonra bir semai çalarak konsere son verdik. Atatürk şöyle dedi: - Her fasıl peşrevle başlıyor, saz semaisiyle bitiyor. Dörder "hane" olarak yapılan bu eserlerin, özellikle saz semailerinin tavrı aşağı yukarı birbirlerinin aynı. Bizlere heyecan verecek, ruhumuzu okşayacak zeybek havaları gibi kıvrak ezgilerle düzenlenseydiler olmaz mıydı? Acaba bestekârlarımız neden bunu göz önünde tutmamışlar? Gazi'nin bu buluşları harikaydı. O ara salon orkestrası konserine başladı. Yerimden kalktım. Beni de ilgilendiren bu buluş üzerine hemen bir eser yazmak ve hemen orada arzularını yerine getirmek için tenha bir yere çekildim. Bir kâğıt parçasına o anda doğan ezgileri Hamparsum notasıyla tespit ettim, dördüncü haneye de zeybek temposunda bir oyun havası ekledim. 15 dakika gibi kısa bir sürede oluşturduğum bu eseri bir daha gözden geçirdim, kendim de beğendim. Mükemmel bir "Nikriz Saz Semaisi" bestelenmişti. Yirminci dakikada salona girdiğim zaman orkestra dans havaları çalmaya devam ediyor, Atatürk sofra başında yanındakilerle konuşuyordu. Beni görünce: - Neredeydin? - Paşam, emirlerinizi yerine getirmek üzere dışarıya çıkmış idim. Müsaade buyurursanız, şimdi bestelediğim "Nikriz Saz Semaisi"ni dinleteceğim. Paşa hayret etmişti. Derhal tamburla eseri çalmaya başladım. İlgiyle, dikkatle izliyordu.
Son hanenin zeybek usullerine başlar başlamaz: - Bravo! Aferin evladım... diyerek arkalarında İnönü'nün de bulunduğu konuklarına: - Haydi bakalım, hepimiz zeybek oynayacağız! Tekrar tekrar bu eseri çaldırdılar ve zeybek oynadılar. Refik FERSAN KADINLAR LOKANTADA Zaman o zamandı: başta Atatürk vardı. Büyük uyanma dönemi yaşanıyordu milletçe. O zamanlar Ulus'ta bir İstanbul Lokantası varmış. Müşteriler kalpaklı, pos bıyıklı, kavi adamlar. Yemeğe iki hanım geliyor her gün: Biri Süreyya Ağaoğlu, biri de Hukuk'u onunla bitiren iki hanımdan biri... Lokantaya her girişlerinde bütün başlar kalkıyor. Bir gün zamanın Başbakanı Rauf Orbay'dan bir haber geliyor: "İki genç kızın İstanbul Lokantasında yemek yemeleri uygun değil." Hatta galiba haberi kızına ileten, Ağaoğlu Ahmet. Genç kız küplere biniyor. Tam o akşam, gene avcı kıyafetiyle, gene traktör sürmekten yorgun, Paşa evlerine geliyor. Gene coşkular içinde. Gene Türk kadını, şu olabiliyor, bu olabiliyor diye iftiharlar içinde... Süreyya dudak büküyor. Atatürk, kendisine "İşini sevmiyor musun?" diye sorduğunda: "Evet ama Başbakan, öğleleri lokantaya gitmeme kızıyormuş." diye yanıtlıyor. - Hakkı var. Orada ne işin var? Ertesi gün dairede bir koşuşma, "Paşa sizi istiyor" diye geliyorlar. - Hangi Paşa? - Kemal Paşa Hazretleri. Paşa, açık gri bir otomobilde beni bekliyordu. İstanbul Lokantasının önünden geçerken şoföre "Dur" emrini verdi. Lokantadakiler dışarı fırlamışlardı. Atatürk, herkesin duyabileceği bir sesle: - Bugün Süreyya Hanım Çankaya'da benim davetlim, yarın her zamanki gibi lokantaya gelecek, dedi. Çankaya'da Latife (Gazi Mustafa Kemal) beni gülerek karşıladı. Aslında. Atatürk çok kızmış Başbakan'a... ... Ve sonra ne oldu biliyor musunuz? Herkes ertesi gün, İstanbul Lokantasına eşleriyle geldi. Zaman işte o zamandı. Nimet ARZIK TÜRKÇE EZAN Hindistan'da iken Türkiye'de Türkçe ezan okunmasından yakınan bir Hint Müslümanları grubuna: - Siz, Allahın yalnız Arapça anladığını sanmak gibi bir günaha giriyorsunuz. Atatürk, dine değil, yobazlığa ve körü körüne inanışa karşıdır. Bundan otuz yıl sonra İslâm dinini boş inançlardan kurtaran, asıl yüksek ruhunu yaşatmaya çalışan bir öncü olarak bütün Müslümanlardan saygı ve anlayış görecektir. Rauf ORBAY TARİH ZORLAMAYI SEVMEZ Atatürk ne gösterişlerde, ne mevkilerde, ne rütbelerde içini doyurucu bir zevk bulamamıştır. O, fikir peşinde idi. Gerçek büyüklüğü daima fikirleri uğruna savaşmakta, her an, o andan önceki bütün şanlarını ve şereflerini fikirleri uğruna feda etmeyi göze almakta aramıştır. Bir gün Ankara ve İstanbul şehirlerinden birine "Atatürk" adı verilmesi için bir kanun teklifi hazırlanmıştı. Atatürk tasarıyı okudu, arkadaşlarına: - Bir adın tarihte kalması ve ağızlarda söylenmesi için, şehirlerin temellerine sığınmak şart değildir. Tarih zorlamayı sevmeyen nazlı bir peridir. Fikirleri tercih eder, demişti. Falih Rıfkı ATAY NAPOLYON BENZETMESİ General Tawsand 12 Haziran 1922 tarihinde Adana'ya geldi. Kendisine o vakit haber almada çalışan deniz yüzbaşılarından Cemil refakat subayı olarak atanmıştı. General bir gece Adana'da Bursa Oteli'nde kaldı. Ve ertesi günü özel trenle Konya'ya geçti. O günün akşamı saat 9'da Mustafa Kemal, Tawsand'la görüşmelere başladı. Tawsand görüşmeler esnasında kendince yaptığı bir benzerliği Mustafa Kemal'e bildirerek: - "Siz Napolyon'a benziyorsunuz." dedi. Mustafa Kemal bu benzerliği geri çevirerek: - "Napolyon arkasına bir sürü çeşitli milliyetteki insanı toplayarak macera aramaya
çıktı. Ve bunun içindir ki, yarı yolda kaldı. Ben bir anadan bir babadan gelen kardeşlerimle kendi vatanını kurtarmak davası yolundayım. Ve başaracağım." karşılığını verdi. Hasan Ali YÜCEL BENİ YETİŞTİRDİĞİNİZE PİŞMAN MISINIZ? İsmet İnönü Başbakanlıktan ayrıldıktan sonra bir akşam Atatürk'ün sofrasında bulundu. Atatürk, sofrada kendi yanına oturttu. İsmet İnönü bir kâğıt parçası üzerine şöyle bir soru yazdı: - Hâlâ bana dargın mısınız? Atatürk bu sorunun altına şöyle yazdı: - Bugün de arkadaşımsın, kardeşimsin. İsmet İnönü, Atatürk'e bu yazının altına imza koymasını rica etti. Atatürk imzaladı. İsmet İnönü bu imzalı kâğıdı cebine koydu. Sonra İsmet İnönü ikinci bir soru yazdı: - Beni yetiştirdiğinizden dolayı pişman mısınız? Atatürk bu soruyu okuyunca İsmet İnönü'ye bu yazısının altını imzalamasını istedi. İsmet İnönü imzaladı ve Atatürk de bu yazıyı aldı. Atatürk ile ismet İnönü arasında o zaman geçen bu küçük olay, Cumhuriyet tarihinin karanlık kalmış olan bir köşesini aydınlatmaya yeter kanısındayım. Asım US ACI DUYUYORUM Bize savaşlardan birini anlatıyordu: - "Görüyorsunuz ya, dedi, birçok zaferler kazandım. Fakat bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek derin bir acı duyuyorum." George BENNEB BAYRAĞI KALDIRINIZ! Mustafa Kemal o sabah savaş meydanını geziyordu. Yerde parçalanmış bir bayrak, bir düşman bayrağı gördü. Bir an durdu, yanındakilere seslendi: - "Bu bayrağı kaldırınız, yenilmiş bir düşman bayrağı, fakat o bir milleti, bir orduyu simgeliyor, yerde kalmaya layık değildir." Ferit Celâl GÜVEN ER'İN MENDİLİ Bir akşam uzun süre didişen, uğraşan iki erden birinin yüzünü sildiği mendil gözüne ilişmişti. Bu işlemeli ve göz alıcı yağlığı isteyerek ere sordu: - "Bunu nereden aldın?" Bu ansızın sorulan soru karşısında şaşıran kahraman Türk çocuğu, sıkılarak karşılık verdi: - "Yavuklum gönderdi, Atatürk!" Büyük kayıplar karşısında bile ağladığı görülmeyen, acı duyguları içinde gizleyen Büyük Şef, bilmem neden, o anda sarsılmıştı; dolan mavi gözlerinden iri damlalı yaşlar dökülüyordu. Er'in demin yüzünden akan terleri sildiği bu mendille o da gözyaşlarını silmişti. Prof. Naim Hazım ONAT ADNAN MENDERES Serbest Fırka'nın son günleriydi. Halk Fırkası mutemetlik saltanatına ilk darbe, Aydın'da vurulmuştu ve bu darbeyi vuranların başında, o zaman çok genç olan Adnan Bey (Adnan Menderes) bulunuyordu. O sırada Recep Bey, Vasıf Bey, Halid Bey ve daha birçok zevat sık sık Aydın'a geliyor, vaziyeti tetkik ediyor, temaslar yapıyor, rapor yazıyor, Ankara'ya gidip geliyorlardı. Velhasıl, bir telaştır gidiyordu. Bu gidiş gelişler arasında Gazi'ye; Adnan Bey'den bahsetmişler. Kendisini görmeyi arzu etmiş, görmüş. Cevdet Kerim Bey'den naklen duyduk. Gazi, Adnan Bey'i gördükten sonra, - Bu gençte çok iş var, demiş ve derhal milletvekili namzetleri listesine alınmasını emretmiş. Niyazi Ahmet BANOĞLU BÖYLE BİR AĞAÇ YETİŞTİRDİN Mİ? Bahçe mimarı Mevlut Baysal anlatıyor: "Çankaya Köşkü'nde, bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağacın Atatürk'ün geçeceği yolu kapadığını gördük. Ağacın bir yanı dik bir sırt, diğer yanı suyu
çekilmiş bir havuzdu. Ata, havuz tarafındaki kısma yaslanarak karşı tarafa geçti. Derhal atıldım: - Emrederseniz derhal keselim Paşam. Bir an yüzüme baktı, sonra: - Yahu, dedi, sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin." Niyazi Ahmet BANOĞLU HASTALIĞI Doktor Asım: - Atatürk'ü istasyonda gördüm, dedi. Doktor olarak durumunu beğenmedim. Arkadaşları da burnunun kanadığını söylediler. Ben kanamanın burnundan olduğunu sanmıyorum; görünen duruma göre, bir karaciğer kanaması olması akla daha yakın. Eğer böyle ise, durum vahimdir, dedi. Dünya başıma yıkıldı sandım. Geceyi güç geçirdim. Sabahleyin erkenden Çankaya'ya gittim. Odaya girince bana gülümseyerek baktı ve: - Hayrolsun, ne var? diye sordu. - Hastalığınızı merak ediyorum, dedim. Yorulmanızda endişe ediyorum… Bana iki yabancı uzman tavsiye ettiler. Çok yetkili kimselermiş. Eğer izin verirseniz, kendilerini Türkiye'ye davet etmek ve sizi görmelerini sağlamak istiyorum. Bunu ricaya gelmiştim. Kaşlarını hafifçe çattı. Biraz düşündü. Böyle bir davetin politik tesirlerini hesapladığı belli idi: - Ortalıkta, Hatay meselesi var. Hastalığım dışarıda duyulursa iyi olmaz... Bu noktayı değerlendirmek lazımdır. Sen Neşet Ömer'le konuş. Burada zaten Tıp Kongresi yapılıyor. Gelip bir muayene etsinler. Bakalım onlar ne diyecek? Sonra düşünürüz, dedi. İsmet BOZDAĞ Atatürk: Türkiye’ye Kin Yakışmaz İstanbul’un işgali yıllarında bir Türk okulunu gezen Fransız Generallerinden M. Bramon, bir kızımızın yaptığı elişini beğenmişti. General bunu almak arzusu göstermesi üzerine elişinin sahibine öğretmen armağan edilmesi için teklifte bulunmuş ve öğrenci buna son derece sinirli: -“Hayır, bir çöp bile vermem” demek suretiyle şiddetle reddetmişti. Aradan yıllar geçtikten sonra aynı okula Atatürk gelmiş, aynı öğrenci bu kez düşman generaline vermediği aynı elişini Atatürk’e armağan etmek üzere uzatmış ve heyecanla şöyle demişti: -“Büyük Atam, bu değersiz hediyenin kabulünü rica ediyorum. Bu işimi bir zamanlar hocam, memleketimin işgali zamanında Fransız General Mösyö Bramon’a armağan olarak vermemi rica etmişti. Hâlbuki ben bu arzuyu reddetmekle düşman ellerinde bir çöpümü bile görmek istemediğimi söylemiştim. Şu dakikada içimden gelen bir istek ve sevgiyle armağanımı kabul etmenizi rica ediyorum.” Gazi’nin bu sözler üzerine kaşları çatılmış ve sert bir sesle şu cevabı verdiği duyulmuştur: -“Kızım, Türkiye’ ye kin yakışmaz. Biz herkesle dostuz. Çektiklerimiz, başımızda bulunan saltanat devrinin büyük hatalarının neticesidir. Avrupalı’ların, Türk kızlarının eserlerini hayranlıkla seyretmeleriyle fikirlerini değiştirebilir miyiz? Sen onu o zaman verseydin, şimdi şanlı Türk kızlarını temsil eden bir eser Avrupa duvarlarını süslerdi.” Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009 Atatürk: Dengen Tamam Oldu Özel bir trenle Adana’ya gidildiğini anlatan Paşa Kazım, anılarında şunları anlatıyor:
“Gazi, istasyonda hazırlanmış olan büfede çay içiyordu. Eşi Latife Hanımefendi de bu seyahate katılmıştı. Ve Gazi, büfede çay içerken, o vagonda kalmış, pencereden istasyondaki kalabalığı seyrediyordu. Ben, tam pencerenin altında, peronda emirlerini bekler bir halde duruyordum. O sırada, aklıma komiklik yapmak geldi. Başladım kulaklarımı oynatmaya. Latife Hanımefendi halimi görmüş, gülmemek için kendisini büyük bir baskı altına almıştı. Gazi’nin eşi olarak, halkın karşısında gülmesinin yakışık almayacağını haklı olarak düşünmüşlerdi. Ben, kulaklarımı oynatırken, yan gözle de ona bakıyor, dişlerini sıkışını seyrediyordum. Latife Hanımefendi, bu hareketime son vermemi kaş göz işaretiyle bana anlatıyordu, ama hiç oralı olmadım. Nihayet beni sert bir işaretle vagonuna çağırdı ve gittim. -‘Bu ne maskaralık, neden öyle kulağını oynatıp duruyorsun?’ Diye sordu. Gayet ciddi, cevap verdim: -‘Hanımefendi Hazretleri’ dedim. ‘Adana’yı onurlandırmanızda, Adana’ya kadar sizlerle beraber gelmem emredildi. Geliyorum. Sizler otomobillerinize binip, hazırlanmış olan son derece güzel köşklere gideceksiniz. Beraber gelmesini emrettiğiniz bu fakirin parası olup olmadığını, orada ne yiyip ne içeceğini hiç düşündünüz mü?’ Latife Hanım, gülerek: -‘Senin derdin anlaşıldı’ dedi. -‘Söyleyeyim de bir on beş lira versinler sana...’ Hemen cevabı yapıştırdım: -‘Aman hanımefendi, olabilir mi hiç? Bu kulaklar 15 liraya durur mu? Bir elli lira verirseniz, ben de onları durdurmak için harekete geçer ve inşallah da başarılı olurum.’ Nihayet elli lirayı kopardım, biraz sonra, tren de hareket etti. Ama ben, rahatsızdım. Amacıma tam ulaşmamıştım. Vakit geçirmeden, sıcağı sıcağına bir elli lira da Gazi’den koparmalıydım. Latife Hanımefendi’den aldığım elli Lirayı ceketimin sağ cebine koydum. Ve güya, bu paranın ağırlığı ile eğilmişim gibi, sağa doğru eğilerek Gazi’nin huzuruna girdim. Gazi, beni o komik durumda görünce, istemeden güldü. Ve: -‘Ne o’ dedi. ‘Yan yatmışsın gene? Bir şey mi oldu?’ Ben, planımı hazırlamıştım. Beklediğim de bu soruydu. Hemen cevabını verdim: -‘Paşa Hazretleri, Hanımefendi bana elli lira vermişti. Cebime koydum. Müthiş ağır geldi. Bir türlü doğrulamıyorum. Hani, şöyle öbür cebime de onun kadar bir para koyabilirsem, düzeleceğim. Mümkün mü acaba?’ Dedim. Gazi manevramı anlamıştı. Bir kahkaha attı.
-‘Bakayım şu elli liraya... Ver bana’ dedi. Şaşırmıştım. İkinci bir elli liraya konalım derken elimizdeki elli lira da uçacaktı galiba? İster istemez, parayı verdim. Gözlerimi de, ne olacak, diye Gazi’ye dikmiştim. O, gayet rahat parayı aldı. Cebinden cüzdanını çıkarıp dört tane on lira, iki tane beş lira aldı. Benim elli lirayı kendi cüzdanına, aldığı paraların yerine yerleştirdikten sonra: -‘Yaklaş bana’ dedi. İki dakika sonra, yirmi beş lira bir cebime, öteki yirmi beş lira da diğer cebime girmişti. Gazi iki eliyle omuzlarıma vurarak: -‘Haydi, bakalım, geriye dön, marş. Dengen tamam oldu,’ dedi.” Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009 Mustafa Kemal Atatürk Hakkında Söylenenler DÜNYA LİDERLERİNİN SÖYLEDİKLERİ Emanullah HAN[Afgan Kralı] Büyük Atatürk'ün ufulünden dolayı teessürümüz o derece derin ve sonsuzdur ki, bunu ifade etmek için kelime bulamıyorum. Çünkü Atatürk, yalnız Türkiye'nin değil, bütün şarkın Ata'sı idi. Prof. Herbert MELZIG[Tarihçi] Istırap çeken dünyada barış ve esenliği yeniden kurmak ve insanlığın yalnız maddi değil, manevi gelişmesini sağlamak isteyenler Atatürk' ün iman verici ve yön göstericiliğinden örnek ve kuvvet alsınlar. O, kendi milleti ve beşeriyet âlemi için beslediği muhabbetle, bir dâhinin neler yarattığına dair, cihana fevkalade heyecanlı bir sahne seyrettirmektedir. Atatürk tarihten hakiki dersler almış nadir büyüklerden biridir. Bütün çaba ve uğraşmaları yalnız kendi ulusu içindir. General Liman Von Sanders Sert, dayanıklı ve mücadeleci. Bence harika bir subay. Kelimenin tam manasıyla mükemmel bir yönetici. Prof. Walter L. WRIHT Jr. O kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör değil, gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmaya uğraşan bir kahramandı. General Mc ARTHUR Asker, devlet adamı, çağımızın en büyük liderlerinden biri idi. Kendisi, Türkiye'nin, dünyanın en ileri memleketleri arasında hak ettiği yeri almasını sağlamıştır. Keza O, Türklere, bir milletin büyüklüğünün temel taşını teşkil eden, kendine güvenme ve dayanma duygusunu vermiştir. Gladys Baker[Gazeteci] İnsanı teslim alıcı gözlerinde fevkalade bir önderlik gücü var. Kalın kaşları sakin durmaz. Yüksek, entelektüel zirveler kalkar ve şaşılacak derecede geniş alnında derin
çizgiler oyacak biçimde çatılır. Derisi açık renklidir, güneşten yanmıştır. Esmer değildir. Saçı sarımtırak kahverengidir. Ağzının temiz kesilmiş çizgileri ve çenesi kararlarının kesinliğini gösterir. Tetiktir, hazırcevaptır, dikkati çekecek derecede zekidir. John F. KENNEDY[A.B.D Başkanı] Atatürk bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihi başarılarını, Türk halkına ilham veren liderliğini, modern dünyanın ileri görüşlü anlayışını ve bir askeri lider olarak kudret ve yüksek cesaretini hatırlatmaktadır. Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan özgür Türkiye'nin doğması, yeni Türkiye'nin özgürlük ve bağımsızlığını şerefli bir şekilde ilan etmesi ve o zamandan beri koruması, Atatürk' ün Türk halkının işidir. Şüphesiz ki, Türkiye' de giriştiği derin ve geniş inkılâplar kadar bir kitlenin kendisine olan güvenini daha başarı ile gösteren bir örnek yoktur. Franklin D. ROOSEVELT[A.B.D Başkanı] Benim üzüntüm, bu adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık imkân kalmamış olmasıdır. Sovyet Rusya Hariciye Nazırı Litvinof ile görüşürken kendisine onun fikrince bütün Avrupa'nın en kıymetli ve en ziyade dikkate değer devlet adamının kim olduğunu sordum. Bana Avrupa'nın en kıymetli devlet adamının Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal olduğunu söyledi. Awra M. WARRENGl[Büyükelçi] Atatürk'ün dış münasebetler konusu üzerindeki görüşlerini inceleyen bir kimse, fikirlerinin değeri ve ifade edildikleri zamanı aşan manaları karşısında daima hayrete düşer. KRIPPEL[Heykeltıraş] Atatürk öyle bir insandır ki, hayali değildir. İstediğini bilir, bildiğini yapar, yapamayacağı bir şeyi de istemez. Ma Shao-Cheng[Yazar] Mustafa Kemal yeni Türkiye'nin kalbidir. Eski, yıpranmış bir toplumdan yepyeni, güçlü bir millet yaratmış, eşsiz kişiliğiyle kendini herkese saydırmış, enerjisiyle herkesi kendine inandırmıştır. Albert LEBRUN[Fransız Cumhurbaşkanı] Akıllı ve barışçı yöntemlerle gerçekleştirdiği eseri halkların tarihinde izlerini bırakacaktır. BRIAND[Fransa Başbakanı] Yeni Türk Devleti ile Ankara Antlaşması'nın imzalanması nedeniyle; "Bizi arkadan vurdu, dağ başındaki haydutlarla, Mustafa Kemallerle anlaştı" diyenlere Fransız Başbakanının Mecliste verdiği cevap: Dağ başındaki haydutlar diye isimlendirdiğiniz kahraman Mustafa Kemal ve O' nun tüm askerleri burada olsalardı teker teker hepsinin heykellerini dikerdik. Böylesine kahramanla bir antlaşma imzalamaktan gurur duyuyorum. Berthe Georges-Gaulis[Gazeteci] Denilebilir ki onsuz, İslam âlemi yolunu bulabilmek için elli yıl daha bekleyecekti. Claude Farrer[Yazar]
Karşımdaki bu büyük adamda, keşfettiğim bu büyük meçhulde maharet ve karakter o kadar iyi işlenmişti ki, sözlerinde hiçbir şüphe aranamazdı. O, yüce bir dağa benzer. Eteğinde yaşayanlar bu yüceliği fark edemezler. Bu dağın azametini kavrayabilmek için, Ona çok uzaklardan bakmak gerekir. Eduard DALADIER[Fransa Başbakanı] Fransa, kendisine pek çok dostluk belirtileri göstermiş olan bu büyük adamın anısını daima canlı tutacaktır. Charles De GAULLE Türkiye tarihi, bugün her zamandan çok Batı ve Avrupa tarihinden ayrılmaz bir haldedir. Ve Atatürk' ün bu yöndeki gayretleri sonuçsuz kalmamıştır. Memleketlerimiz arasındaki yüzyılları aşan dostluk, bu gelişmenin temel öğelerinden biridir. Gerrad Tongas[Yazar] Bu, insanlığa denenmiş bir felsefe örneği olarak sunulabilir. Atatürk yüz yıllara sığabilecek işleri on yılda tamamladı. Eduard HERRIOT[Fransa Milli Meclis Başkanı] Atatürk'ün askerlik tarafına hayret etmiyorum. Her meslekte deha sahibi insanlar vardır, buna şaşılmaz. Fakat İsviçre Medeni Kanununu kabul etmek ve Türkiye'de yürürlüğe koymak! Bu adeta dehanın da üstünde bir şey. Hukuktan anlayan ve insan haklarına inanan biri sıfatıyla söylüyorum. İşte buna hayranım! Prof. Maurice BAUMANT Eski Osmanlı İmparatorluğu bir hayal gibi ortadan silinirken, milli bir Türk Devleti'nin kuruluşu, bu çağın en şaşırtıcı başarılarından birisidir. Mustafa Kemal, yüce bir eser ortaya koymuştur. Atatürk' ün parlak başarısı bütün sömürgeler için bir örnek olmuştur Mercel Sauvage[Gazeteci] Mevcut rütbelerin hepsini kaldırdığı bir memlekette, bu adam, bütün rütbeleri, kazanmıştır. O memlekette, bulunabilecek en şerefli isim Ona verilmiştir. Pierre Dominique Bu günün Türkleri, yüzyıllar önce Avrupa' yı titreten canlı millet durumuna erişmiştir. Ve bu aksam O büyük ulunun başında bekleyen Türkiye, güçlü ve dipdiri Türkiye'dir. Sucheta KRIPALANI[Hint Parlamento Heyeti Başkanı] Atatürk, yalnız Türk Milleti'nin değil, özgürlüğü uğruna savaşan bütün milletlerin önderiydi. O' nun direktifleri altında siz bağımsızlığınıza kavuştunuz. Biz de o yoldan yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk. Winston CHURCHILL[İngiltere Başbakanı] Savaşta Türkiye'yi kurtaran, Savaştan sonra da Türk Milletini yeniden dirilten Atatürk' ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de büyük kayıptır. Her sınıf halkın O' nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahraman ve modern Türkiye'nin Ata' sına değer bir görünümden başka bir şey değildir. Alan Moorehead[Yazar]
O genç ve dahi Türk Şefi'nin o esnada Çanakkale de bulunması, müttefikler bakımından tarihin en acı darbelerinden biridir. Grace Ellison[Gazeteci] Herhangi bir olayı derinliğiyle kavramak, çıkar yolu görüp birdenbire harekete geçmek iktidarı, O'nun eşsiz otoritesinin başlıca kaynaklarından biridir. Herbert Sideabotham[Yazar] Atatürk, eskimiş bilimlerle boş yere kafasını yormamış olduğundan daha taze ve cesur düşünen bir önderdir. Kendisi için, bugünkü Avrupa'nın en güçlü Devlet Adamıdır diyebileceğimiz Atatürk, hiç şüphesiz devlet adamlarının en cesur ve orijinalidir. A. RAWLINSON[Yarbay] Kuvvetli karakterli ve dünya ulusları arasında kendi ulusunun haklı durumu üzerinde kesin ve pratik görüşlü bir adam olarak O, hiçbir zaman kişisel şöhret ve yükselme peşinde koşmadı. Yurdunun çıkarları her şeyin üstünde tutan ve ulusu için en faydalı sonuca varmaya çalışan bu zat, gücünü damarlarına işlemiş görev duygusundan alıyordu. Sir Charles TOWNSHEND[General] Ben şimdiye kadar on beş hükümdar ve cumhurbaşkanı ile özel ve resmi konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum. Mustafa Kemal'de büyük bir ruh kudretinin esrarı var. Ben Gurion[İsrail Başbakanı] Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz 20. yüzyılda dünya savaşından önce yetişen en büyük devlet adamlarından biri, hiçbir millete nasip olmayan cesur ve büyük bir inkılapçı olmuştur. Prof. MORRF Türkiye'yi yaratan, tarihimizin bu en Büyük Adam'ını başımı en derin hürmetle eğerek selamlarım. Prof. SEKRETAN Yalnız bir asker değil, aynı zamanda yüzyılımızın bir daha göremeyeceği bir dahi idi. KERAMA[Lübnan Başbakanı] Büyük adamlar, kuşaklarının başındadır. Türk Milleti'nin başındaki büyük ve dahi Atatürk, politika ve savaş alanlarında yılmayan büyük ve yurtsever bir insandı. Gyula KORNİS[Macar Meclis Başkanı] Türkler O'na çok haklı olarak Atatürk dediler ve kendilerini baba tanıdılar. Gerçekten de O, ulusunu seven ve ulusu için didinen bir baba olmuş ve yurdunu çok az bir zamanda verimli, yaratıcı bir gelişmeye yöneltmiştir. Prof. M. Zaajti Franes Türkiye'yi bir arı kovanına ve bütün Türkleri de bal aramaya çıkmış çalışkan arılara benzetiyorum. Nasıl arılar beylerinin etrafında toplanıp çalışırlarsa bütün Türk Milleti bu gün büyük dahi Mustafa Kemal etrafında toplanmışlardır.
Eyüp Han[Pakistan Cumhurbaşkanı] Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri değildir. Biz Pakistan'da, Onu geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz. Askeri bir deha, doğuştan bir lider ve büyük bir yurtsever. İkbal[Şair] Bizim aslımız rengi uçmuş bir kıvılcım iken, O' nun bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan bir güneş haline geldik. Kalinin[Sovyet Başbakanı] Şöhreti bütün cihana yayılmış olan tecrübeli başkanın yönetimi herkesin sevgi ve saygısını çeken büyük Türk Milleti'nin milli bağımsızlığını devamlı bir başarı ile kuvvetlendirmiş ve yeni milli yapısını yaratmıştır. Branko Aczemovic[Elçi] Atatürk'ün dehası, tarihte Türk Milleti'nin taşıdığı ruhun faziletine en yüksek örneklerinden birini teşkil edecektir. General METAKSAS[Yunanistan Başbakanı] Atatürk yalnız Türk tarihinin büyük bir siması değil, aynı zamanda bir büyük barış adamıdır. O'nun yeni Türkiye'yi yaratan eseri, yüzyıllara intikal eden bir anıt olarak kalacaktır. Soner Yalçın: İngiliz gizli belgelerinde Atatürk’ün para ilişkileri Para işlerine girmeden önce İngilizler, 1920’li yılların başında Mustafa Kemal’i nasıl tanıyorlardı, buna bakalım… Bundan önce de bir ismi tanıyalım: Adı, Horace George Montagu Rumbold (1869-1941)… İngilizlerin önemli diplomatlarından biriydi. Arapça, Japonca ve Almanca biliyordu. Biz bu ismi daha çok; İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri olarak görev yapmasından ve İngiltere adına Lozan Barış Antlaşması’na katılmasından biliyoruz. I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla İtilaf Devletleri’nin İstanbul’daki diplomatları ülkelerine döndü. Savaşı kazanınca diplomatik kurumlardan farklı olarak işgal devrine mahsus “Yüksek Komiserlik” kurdular. İstanbul’daki Yüksek Komiserlik, İngiliz Dışişleri’ne bağlıydı. Hazırladıkları yıllık raporları “gizli” damgasıyla bakanlığa gönderirlerdi. Gizlilik içeren bu raporlar 1966 yılından itibaren peyderpey açıldı. 1981 yılından itibaren bu belgeler Türkçe’ye çevrilip yayınlandı. Örneğin, Doç. Ali Satan, 1920-1925 arasını kapsayan “yıllık raporları” kitaplar haline getirdi. Bakın İngilizler, 1920 başında Mustafa Kemal’i doğru-yanlış nasıl tanıyordu?.. “DÜRÜST BİRİ” Tarih: 27 Nisan 1921. İstanbul Yüksek Komiseri Rumbold, İngiliz Dışişleri Bakanı George Curzon’a gönderdiği “Türkiye Yıllık Raporu”nda, Mustafa Kemal hakkında doğru-yanlış şu tespitleri yapıyor:
“Orta halli bir ailenin çocuğu olarak 1881’de Selanik’te dünyaya gelen Mustafa Kemal, ilk askeri eğitimini Selanik ve Manastır idadilerinde almıştır. Çalışkanlığı ile akranları arasından sıyrılmayı başarmış ve listenin ilk sırasında olmak üzere İstanbul Askeri İdadisi’ne geçmiştir. Arkadaşları arasında pek popüler olmayan Mustafa Kemal’in kibirli biri olduğu söylenebilir. Kurmay subaylığa hak kazanmasından sonra 1907’de Selanik’e atanmış ve aynı yıl içerisinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmek suretiyle farmasonlar (?) arasına katılmış ve İttihatçı fikirlerin en ateşli savunucularından biri olmuştur. Bir asker olarak iyi teşkilatçılığıyla ön plana çıkmaktadır. 1913’te askeri ataşe olarak Sofya’ya atanmıştır. Bugün dahi devam eden eğlenceye ve içkiye olan ilgisinin bugünlere dayandığı dile getirilmektedir. Savaş sırasında üst düzeyde cesaret göstermiş ve bir gözünü yitirmiş olduğu söylenmektedir. Enver Paşa ve Almanlar ile olan ilişkileri oldukça kötüdür. Viyana’da İmparator Charles’ın taç giyme töreninde mevcut padişaha eşlik ettiği bilinmekte ve o dönemlerde veliahttın-Vahdettin kendisinden Enver Paşa’ya karşı bir denge unsuru olarak faydalanmak arzusunda olduğu ifade edilmektedir. 1919’un ilk dönemlerinde ortaya çıkan Milli Mücadele hareketinin bir anlamda tohumlarının atıldığı İstanbul’daki askeri çevrelerin örgütlenmesinde oldukça tesirli olmuştur. Bu hareket ile olan ilişkisi 1919 Mayıs’ında Anadolu’nun kuzeyinde özel olarak kurulmuş ordu müfettişliğine Ferit Paşa tarafından gönderilmesinin hemen ardından başlamıştır. O zamandan bu yana, adı geçen hareketin en önde gelen lideri konumundadır. Ayrıca bu hareket içerisindeki şahsi ağırlığı da oldukça fazladır. İdari ve siyasi yeteneklerinin ve kararlılığının hiç de azımsanmayacak ölçüde olması nedeniyle mevcut konumunu muhafaza etmesini bilmiştir. Muhtemelen kendisinin hazırladığı konuşmaları, kitleleri ve her türlü durumu başarıya yönlendirme yeteneğine sahip olduğunu açıkça yansıtmaktadır. Fevkalade gösterişli ve otoriter bir görünüme sahip olmakla birlikte, kendisini aşırı vatanseverlik ve dürüstlükten yoksun biri olmakla suçlamak için ortada bir sebep görünmemektedir.” “ZİMMETİNE PARA GEÇİRMEYEN TEK LİDER” Konu dürüstlüğe geldi. Yine bir gizli İngiliz belgesine göz atmak gerekiyor. 10 yıl önce kaybettiğimiz Prof. Salahi R. Sonyel, İngiliz belgeleri üzerinde çok çalışmış tarihçilerimizden biriydi. “Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı” adlı kitabında; İngilizlerin gizli yazışmalarında Mustafa Kemal’in parayla olan ilişkisi konusuna nasıl değindiklerini gözler önüne serdi. Tarih: 29 Ocak 1921. İstanbul’da İngiliz Askeri Karargâhı, Mustafa Kemal’le ilgili olarak İngiltere Savaş Bakanlığı’na şu gizli bilgiyi gönderdi:
“-Atatürk Gelibolu’da Liman von Sanders’in buyruklarına kasten itaat etmemişti. Bunun sonucu olarak Enver Paşa’yla arası açılmış ve görevinden istifa etmişti… Onun, Enver ve Alman komutanla çekişmeleri, şimdiki Padişahı (o sırada Prens Vahdettin), Avusturya-Macaristan İmparatoru Karl’ın taç giyme törenine katılmak üzere Viyana’ya seyahat ederken Mustafa Kemal’i de yaveri olarak yanına almaya inandırmıştı. Vahdettin’in amacı, Kemal’i, Enver’le İttihat ve Terakki Cemiyeti arasında denge kurmada kullanmaktı… Mustafa Kemal bugün belki de varlıklı-zengin olmakla birlikte; onun dürüst olmayan davranışlarda bulunmuş olduğunu sanmaya neden yoktur. İttihatçı önderler arasında hiçbir zaman kendi adına para geçirmemiş tek kişidir. Akıcı bir konuşma üslubuna sahip, becerikli bir politikacıdır… Dolayısıyla, bir yandan Kızıllar-Ruslar tarafından ona kur yapılırken; öteki yandan Avrupa’ya meydan okuyan kendi ülkesinin ümitsiz yazgısının önderliğini yapabilecek yetenektedir.” İngilizler, içinde kimi yanlışlıklar da bulunan bu tespitleri 1921 yılında yazdı. Peki… Atatürk öldükten sonra, yani 1938 yılında hakkında gizli raporlarında ne yazdılar? Şöyle… “DALKAVUKLARA TAHAMMÜLÜ YOK” Adı, Percy Loraine Lyham (1880-1961)… Mısır’da İngiliz Yüksek Komiseri olarak görev yaparken 1933 yılında Türkiye’ye atandı. 1939 yılına kadar İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi olarak görev yaptı. İngiliz dışişleri personeli tarafından “kendini beğenmiş Percy” lakabı verilen bu diplomatın dünyada beğendiği ender liderlerden biri Atatürk idi. Atatürk vefat ettiğinde 608 telgraf numarasıyla İngiltere Dışişleri Bakanı Edward Frederick Lindley Wood’ye şu bilgiyi geçti… Tarih: 25 Kasım 1938 idi… “Aziz Lordum, Size Mösyö Kemal Atatürk’ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum. Bu belgeye ek olarak bu yazımda; Atatürk’ün yaptığı işleri övmekten çok, onun kişiliği ve bu ülke insanına ne ifade ettiği konusuna değinmeye çalışacağım. Hiç şüphesiz toplum bilimciler ve tarihçiler onun çalışma hayatı ve yaptıklarıyla ilgilenip ayrıntılı bir çalışma yapacaklardır. Ancak bunların çok azı, Atatürk’ün gerçek kimliğini öğrenmeden hazırlanacaktır ki, onu tanımadan yapılacak değerlendirmeler kuşkusuz yanlış olacak ve yanlış yönlendirmelere neden olacaktır. Bu bilginin toplanmasında ben, belki de ayrıcalıklı bir konuma sahiptim. Görevimin ilk günlerinden itibaren Atatürk beni bir dost gibi görmüş, benimle görüşmekten memnun olmuş, görüşme fırsatı doğduğunda bundan hoşnut kalmış, karşılıklı konuşmalarımız esnasında ilgi ve dikkati asla azalmamıştır… Dolayısıyla, kendi özel kimliğini bana, diğer yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğine inanıyorum. Doğrudan edinilen tecrübelerimi sağlayan kişisel
görüşmelerimiz dışında, onu çok yakın dostlarından ve hatta aramızdaki dostluğu gördükten sonra benimle onun hakkında konuşmaya hiç çekinmeyen kabinedeki bazı bakanlardan da birçok kez dinleme fırsatım oldu. Atatürk’ün müstesna ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu söylemek pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak gerçekten müstesna ve takdire şayan bir kişiydi, neden bu niteliklere sahip bir şahsiyet olduğunu açıklamaya çalışmalıyım… Sadece şu veya bu savaşı kazanarak, şu veya bu kanunu çıkararak, harf devrimi yaparak ya da fes giyilmesini yasaklamak veya ülkeyi laik kılarak değil; yüz yıllarca acı çekmiş, ruh karartıcı yönetimler yaşamış bir ırkın dehasına güvenerek,-bir insanın büyüklüğünün ve sıra dışı görüşünün kanıtı sadece iyiliği ile ölçülebilir-on beş yıl gibi kısa bir sürede bu insan birçok iyi şey yapmıştır. Gerisi ayrıntıdan ibarettir… Atatürk’ün dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek yok. Bu enerjinin dayanılmaz gücü, Türklerin tarihinde şimdiden önemli bir sayfa olarak yer almıştır. Ancak ben, pek bilinmeyen bir başka özelliğine değinmek istiyorum: Bu da Atatürk’ün doğuştan gelen, belki de farkında olmadan-tıpkı sütün kaymağını hemen ayıran aletler gibi-faydasızı faydalıdan ayırma yeteneğiydi. İddia edilen acımasızlığı; onu tanıyanların çok iyi bildiği gibi vatandaşlarına duyduğu sevgiyle uyuşmamaktadır. İddia edilen tensel günahlar ve geçici ilişkilere duyduğu varsayılan zevkler; toplumda kadının rolü kavramıyla bağdaşmamaktadır. Zira bir iki sene içinde çok eşliliği yasal olarak ortadan kaldırmış ve istedikleri takdirde harem kadınlarına bile devletin liberal mevkilerinin açık olduğunu ortaya koymuştur. Atatürk, Batı’da ‘yes men’ ve uzun süredir Türkiye’de ‘evet efendimci’ olarak bilinen tarzdan hoşlanmıyor; bu tür insanları aşağılıyordu. Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu. Aslında belki de en çok sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü. Bir insanın onun için çalışıyor olması fikrine hoş bakmazdı. Kendisi zaten ülkesi, halkı için yaşıyor, onlar için düşünüp onlar için çalışıyordu. Diğerleri bu şekilde davranmıyorsa görevlerini yerine getiremedikleri kanısına varıyordu. Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak. Bunun yanlış olacağı kanısındayım. Hem savaşta, hem barışta evet o büyük bir liderdi ancak gerçek bir diktatör değildi. Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum. Hitler ve Mussolini’nin tersine, devlette idari veya yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu; mahkemelere emir yetkisi yoktu; diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına sahip değildi. Bütün bu hususlara teknik gözle bakıp bir kenara iter ve bütün devlet meselelerinde onun isteklerinin hâkim olduğu konusunda ısrar edebilirsiniz. Doğru, ancak olayların
gidişi, Atatürk’ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir. Dolayısıyla sıkça fikirlerine başvurulması ve memnuniyetle bu fikirlerin uygulanmasını görmek pek de şaşırtıcı değil… Atatürk’ün idrak gücünde esrarengiz bir yön vardı; küçük şeylere önem vermeyiş veya sinsi olamayışında üstün bir yön bulunuyordu; konsantrasyon gücü olağanüstüydü; şefkat ve ilgi bekleyen bilinç altının etkileyici yanı belki de şuurlu amacının buz gibi dik duruşunun bir başka parçasıydı. Müslüman olarak doğmuş, ancak yobazlık karşıtı bir kişi olmuştu; doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti. İşini iyi bilen, yetenek sahibi bir askerdi, savaştan nefret ederdi. Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı. Türkiye’nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyet’in dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı İmparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu dahi yoktur. Uzatılan dostluk eli çoğunlukla tutulmuş ve sarf edilen çabalar sonunda ülkeler arası sürtüşme azaltılarak, doğunun bu bölgesinde daha geniş kapsamlı barış, dikkat çekici bir biçimde sağlanmıştır. Kemal Atatürk yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti. Hastalığının şiddetlendiği anlarda ölüme çok yakınlaşmış olsa bile, korku asla ne yüreğine ne beynine yerleşmeyi başaramamıştı. O, Türk Milleti’ne hizmet ederken öldü. Ölüm bile büyük zaferini ondan çalmayı başaramamıştır. İnsanlara; hayatlarını, onur ve şereflerini ve insanca yaşama yolunu vermiş, belki de bütün bunlardan daha önemlisi, bu haklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bağımsızlığı tattırmıştır…” Serdar Turgut: Tüm liderlerin en büyüğü Atatürk! TÜRKİYE'nin dinselleşmesi sürecine nedense onun itibarsızlaştırılmasını da dahil ettiler. Oysa buna hiç gerek yoktu; Atatürk'ün düşünce yapısı ile dinselleşen beyinler arasında uzlaşmaz çelişki olması gerekmiyordu. Düşünmeyi bilenler, iyi niyetli olabilenler, Atatürk'ün düşünce yapısı ile dinselleşen beyinler arasında uzlaşma ve kesişme noktalarını gayet tabii ki bulabilirlerdi. Dinselleşmenin popülist yandaşları ile liberal yol arkadaşları bunu yapmadılar, Atatürk ve düşüncesine acımasız, sürekli bir itibarsızlaştırma kampanyası yürüttüler. Sonunda Atatürk'ten bahsetmenin zoraki hoş görülmeyle karşılandığı ve neredeyse otomatik suçlu gibi davranılmasına yol açan duruma geldik. Çoğumuz artık onun kıymetini, ona neler borçlu olduğumuzu bilmeyebiliriz, ama neyse ki onun değerini bulup çıkaran bağımsız ve özgür düşünebilen bilim adamları hâlâ var. Şimdi size bir büyük araştırmadan bahsedeceğim. ABD'li psikiyatr profesörü Arnold Ludwig "King of the Mountain" adlı bir kitap yayınladı. 2 bin lider hakkında 18 yıl boyu süren araştırma yapmış. Bunlar arasında 377 devlet adamı/lider tespit etmiş ve bunları ayırmış. Aslında bu çok kapsamlı ve zor bir istatistik
çalışması. 200 kriter tespit etmiş ve bu 377 devlet adamına/lidere bu kriterleri tek tek uygulamış. Sonra onlara 1'den 31'e kadar puan vermiş. PGS (Political Greatness Scale-Siyasi Büyüklük Ölçütü) olarak tanımladığı bu sıralamaya göre Nehru 25, Roosevelt 30, Fidel Castro 23, Lenin 28, Churchill 22, Golda Meir 12, Kennedy 15 puan almışlar. Bilin bakalım 31 puanı alan tek ve en büyük lider kim? Umarım bu satırları ilkesiz yandaşlar ve onların sözde liberal yol arkadaşları iyi okurlar. Okusunlar da biraz kendilerine çekidüzen versinler. Evet, 31 puanla ve "Visionary" sıfatıyla 20'nci yüzyılın gelmiş geçmiş en büyük devlet adamı/lideri sıfatına Atatürk layık görülmüş. Bunu biz biliyorduk ama bir tarafsız bilim adamının, tamamen bilimsel çalışmasında bizim bildiğimiz bu gerçeğin teyit edilmesi de güzel bir gelişme.
Burhan Ayeri: Mustafa Kemal Atatürk; çok yönlü dahiydi! Atatürk ismi sadece bizim için değil, tüm dünya için ölümsüz tarihtir. Mustafa Kemal'i yazmak güçtür. Zira onunla ilgili gerçekler, ünlü kalemlerin kudretinin çok üstündedir. Ata'yı olduğu gibi gösterebilmek, güneşin doğa için yararlarını anlatmaktan daha zordur. İnsanlık evriminin akışı içinde onunla kıyaslanacak tek isim yoktur. Çünkü zamanın ortaya çıkardığı liderler bir bilemediniz iki yönlü dâhidir. Askerlikte, siyasette, yönetimde ve tüm ruhları peşinden sürüklemekte eşsizdir. Akıl almaz ileri görüşlülükle zorlukları ortadan kaldırmakta üstüne kimseyi tanıyamazsınız. Onun değeri özellikle son yılların Türkiye'sinde daha iyi anlaşılmakta. Onun gerçek değerini tartabilmek için dâhi ve bu sıfata yakıştırılanlar iyi incelenmeli. Örneğin Hanibal ordusunu devasa fillerle Alp Dağlarından geçirmiş çizdiği stratejiyle zaferler kazanmıştır. Akılda kalan "Ya bir yol bulacağım, ya da yapacağım" sözünden öteye gitmez. Sonuçta ülkesine bıraktığı birkaç savaştır. Sezar eşsiz bir kumandan ve aynı zamanda yönetici, fikir adamıydı. Yarattığı Roma'nın sınırlarını genişletti. Kanunları değiştirip kendi kudretini yüceltti. Ancak Roma İmparatorluğu'nun temellerini sağlam zemine oturtamadı. Sonuçta hayatını hançer darbeleriyle kaybetti. Hem de seçip yanına aldığı Brütüs'ün vuruşlarıyla. İskender, Hanibal ve Sezar'ın da üstünde bir isimdi. Zekâsı ve kahramanlıklarıyla, bu ikiliyi aşan şöhreti yakaladı. Tarih ona "Büyük" sıfatını verirken Makedonya ile Hindistan arasındaki uzun mesafeyi düşünmüş olmalı. Tabii çiğnediği hükümdar başlarını da.
Gerçekte mezarlığa dönüşmüş ülkeleri ezdi. Sadece zafer peşinde koştuğundan, yarattığı devlet, ölümünden hemen sonra yıkıldı. Büyük Türk Hakanı Atilla, kıtaları avucunda tutacak ve Asya'yı Avrupa'nın sırtına bindirecek güce sahip oldu. Yaratıcılığını ucunda taşıdığı kılıcı, kınına koyduğu gün yok oldu. Timur, kudretini kendi yarattı. Bu sayede dünyanın tek hâkimi oldu. Günümüzde sadece savaşlarını hatırlıyoruz. Maddi ve manevi anlamda büyük bir eserini göremiyoruz. Çünkü tek yönlü yaratıcıydı. Milletinin varlığına aktaramadığı ışığı ile sadece kendi adını aydınlattı. Napolyon Bonapart, ihtilal sonrası Fransa'sının çok başlılığından yararlandı. Öncelikle ülkesini ele geçirdi. Daha sonra Avrupa'yı hegemonyasına aldı. Bonapartlar Hanedanı kurdu. Sonuçta aldığı ağır yenilgi, geride birkaç savaş ismi, bıraktı. Aşk romanları ve film-dizi senaryolarını da unutmayalım. Yeni neslin hatırladığı tek şey İsveçli Abba Grubu'nun Eurovision'u kazandığı şarkıdır; Waterloo. Dünyanın gidişine yön vermiş bütün dâhilerin Atatürk'le kıyaslanması gerçek verileri ortaya koyar. İlk fark onların hemen hepsi eğitilmiş ve tecrübeli ordularla yola çıktılar. Mustafa Kemal Paşa ise tarih sahnesine tek başına atıldı. Kronolojisini kendi yazdı. Öteki isimler başarılarını, millet kavramı kazanmamış, düzensiz silahlı güçler karşısında sağladılar. Atatürk'ün kapı dışarı ettiği milletler ise 20. Yüzyılın en büyük medeniyetlerini kuranlardır. Bunların silah teknolojileri tüm zamanların en gelişmişi idi. Ölümsüz Ata bulunduğu yere sadece kudretli düşmanlarını yendiği, saltanat ve hilafeti yıktığı için gelmedi. Şüphesiz bu başarıların her biri herhangi bir canlıya ölümsüzlük kazandırırdı. O bu işlerin daha önemlilerini yaptı. Kılığı yeni, düşünüşü yeni, zevki yeni, dili yepyeni bir millet yarattı. Kara peçeyi söktü attı. Bu milleti hür ve medeni olarak dünyaya yeniden sundu. Sonuçta kıyamete kadar birbirine kenetlenmiş kalacak Türk ve Atatürk adları insanlık yazıtlarına kazındı.
Falih Rıfkı Atay'ın şu sözleri de kulaklara küpe olmalı: "Gençler, bizim çektiklerimizi çekmemek ve bu halka çektirmemek için, siz de Atatürk'ü unutmayınız. Mustafa Kemal bizimdi, Atatürk Sizindir..." Zeki Sarıhan: Cumhuriyet’i anlamak için 5 dakikanızı ayırın Klasik bir bilgidir ama bu yazının girişi bölümü için yinelemekte yarar var: Bir ülkeyi kral, imparator, şah, çar, şeyh gibi tek bir adam yönetiyorsa böyle rejimlere mutlakıyet, onun yetkilerinin bir meclis tarafından kısıtlanmasına meşrutiyet, ülkenin yalnız bir meclis tarafından yönetilmesine ise cumhuriyet denir. Bu tarihsel sıralamada cumhuriyet en demokratik rejim gibi görünüyorsa da bu her zaman geçerli değildir. Ortada bir padişah olmadığı halde ülkeyi demir pençesiyle yöneten ve halka nefes aldırmayan tek parti veya bir askeri cunta tarafından yönetilen cumhuriyetler de vardır. Bunların bir kısmında seçim bile yapılmaz, yapılsa da halkın iktidara gelmemesi için bütün önlemler alınmıştır. Buna karşılık, kralların sembolik hale getirildiği, serbest seçimlerin geçerli olduğu meşrutiyetler, daha çoğulcu ve demokratiktir. Ülkeyi yöneten tek parti, halkın en geniş kesimlerini temsil ediyorsa, böyle bir yönetim de anti-demokratik değildir. İlk çağdaki köleci cumhuriyetleri saymazsak, modern dünyada parlamentoculuk, demokrasi ve cumhuriyet, kapitalizmin anavatanı olan Avrupa’da ortaya çıktı. Amerika’ya ve dünyanın diğer bölgelerine buradan yayıldı. Burjuvalar, feodalizmin kurumlarını yıkarak kendi kurumlarını yarattılar ve toplumsal zenginlikten aslan payını bu yolla almaya başladılar. Osmanlı aydınları, Türk ve İslam olmayan unsurların imparatorluktan ayrılmasını önlemek, bunların, Türk ve İslam unsurunun kısıtlı da olsa yönetimde söz sahibi olmasını sağlamak için bir anayasa hazırladılar ve bunu 1876’da İkinci Abdülhamit’e kabul ettirdiler. Toplanan parlamento, 1877/1878 Osmanlı-Rus savaşında hükümetin tutumunu eleştirince, ülkeyi tek başına yönetmek isteyen Abdülhamit, meclisi dağıttı ve anayasayı askıya aldı. Batıdaki gibi güçlü bir burjuva sınıfı oluşmadığı için onun bu tutumuna direnişler yeterli olmadı ve Türkiye, 1908’e kadar 30 yıl bu padişahın keyfi yönetimi altında kaldı. Aydınların özgürlük mücadelesi, gitgide halk tabakalarına yayıldı ve 1908’de patladı. İkinci Abdülhamit, anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı. 23 Temmuz, Türkiye’nin ilk millî bayramı olarak ilan edildi. Basından sansür kalktı, dernekler, partiler kuruldu. Bütün unsurlar, özgürlüğün tadını çıkarmaya başladılar.
Ne var ki, bu rüya uzun sürmedi. Meşrutiyet’in ilanına giden yolda en başta rol oynayan İttihat ve Terakki Partisi, birkaç yıl içinde kendini yönetimin tek sahibi ilan etti. Diğer örgütleri yasakladı. Kendisi ve Türkiye için büyük bir kumar oynayarak Almanların isteği ile Türkiye’yi Birinci Dünya Savaşı’na soktu. Padişahlar, İngiltere’deki gibi artık hükümetin önlerine getirdiği kararları imzalamaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Ülkenin iyi veya kötü yönetilmesinden artık padişah değil, seçimle veya darbeyle iktidara gelen sivil ekipler sorumluydu.
1918’de savaştan yenik çıkan ülkede, çok sesli bir demokratik hayatın yeniden kurulacağı umuldu. Yeniden siyasi partiler kuruldu. Çok geçmeden istilacıların gölgesi altında bir demokrasi olamayacağı anlaşıldı. Basına yeniden sansür konuldu. Padişah Meclis’i kapattı. Anayasaya aykırı olarak seçim yapılmadı. Anadolu’da gelişen millî bağımsızlık ve demokrasi hareketi, Damat Ferit Hükümeti’ni yıkmayı ve seçim yaptırmayı başardıysa da Son Osmanlı Mebuslar Meclisi, Misakı Milli’yi ilan edince, Müttefikler, Kuvayı Milliye’yi sindirmek için başkent İstanbul’u işgal ettiler, parlamentoyu dağıttılar ve kuklaları olan Damat Ferit Paşa’yı yeniden başa geçirdiler. CUMHURİYET’İN KURULUŞU: 23 NİSAN 1920 Birinci Dünya Savaşı içinde 1917 Rus Devrimi’nden başlayarak monarşilerden birçoğu yıkıldı, yeni devletler doğdu ve bunlar cumhuriyetle yönetilmeye başladılar. Türkiye’de birçok aydının kafasında artık cumhuriyete geçme düşüncesi vardı. Mustafa Kemal Paşa, 1919’da Sivas’tan Ankara’ya gelirken uğradığı Hacıbektaş’ta Alevi dedesi, ondan cumhuriyet idaresinin kurulmasını istiyordu. Ancak savaş içinde cumhuriyetin ilanı, bağımsızlıkçı muhafazakârlarla yenilikçi önderlerin arasını açabilir, zafer tehlikeye düşebilirdi. Türkiye’de cumhuriyet, adı konulmadan 23 Nisan 1920’de, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla kuruldu. Meclis üzerinde artık Padişah’ın gölgesi yoktu. Türkiye’nin ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve köylüler Meclis’e vekillerini gönderememiş olsalar da, mebusların çoğunluğu bunun yokluğunu hissediyor, bu açığı kapatmak için bu yönetimin Sovyetlerde olduğu gibi bir “Şura” yönetimi olduğunu söylüyordu. Halkçılık ilkesi bu dönemin ürünüdür. Kemalizm’in altı ilkesinden biri olarak sonradan anayasaya alınmışsa da o artık milliyetçilikle eş anlama kullanılmıştır. Çeşitli eğilimlerden aydınların ve eşrafın temsil edildiği Büyük Millet Meclisi idaresi, Türkiye’nin o güne kadar gördüğü en geniş katılımlı ve demokratik idaresiydi. Devletin adı Türkiye Devleti, hükümetin adı ise TBMM
Hükümeti oldu. 1960 yılına kadar da ondan daha çok sesli, daha demokratik bir yönetim kurulamayacaktı. Büyük Zafer’den sonra toplanan Lozan Konferansı’na Müttefikler İstanbul Hükümeti’ni de davet etmeye kalkışınca Meclis’te Padişahlığın ve Halifeliğin kaldırılması gündeme geldi. Muhafazakâr mebusların direnmesi üzerine padişahlıkla halifeliğin ayrılması kararlaştırıldı ve padişahlık kaldırıldı. 1 Kasım 1922 günü Hâkimiyeti Milliye Bayramı olarak ilan edildi. Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindi artık. CUMHURİYET NEDEN VE NASIL İLAN EDİLDİ 1920 Meclisi, bakanları tek tek seçerek hükümet kuruyordu. Büyük Zaferle, Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın prestiji en yüksek noktasına çıkmış olsa da Meclis’te hâlâ zaman zaman onun göstereceği adayları seçmeyen bir çoğunluk vardı. 1923 yılı Ekiminde bu nedenle bir hükümet buhranı patlak verdi. Mustafa Kemal Paşa’nın gösterdiği adaylar seçilemiyordu. Onun isteğini; başbakanı ataması, başbakanın da bakanlar listesini hazırlayıp onun onayına sunması, sonra Meclis’ten güvenoyu isteme yöntemi karşılayabilirdi. Yakın arkadaşlarını buna razı etti ve salt çoğunluk sağlanarak kısa bir anayasa değişikliği ile yeni sisteme geçildi. Yeni rejimin adı cumhuriyet konuldu. Mebusların yarıya yakınının katılmadığı oturumda Mustafa Kemal Paşa cumhurbaşkanı seçildi. Saltanatın kaldırıldığı 1 Kasım tarihinde kutlanacak Hâkimiyeti Milliye bayramının yerini 29 Ekim, Cumhuriyet Bayramı aldı. 23 Temmuz Hürriyet Bayramı da terk edildi. Cumhuriyetin Meclis’te yeterince tartışılmadan ve kamuoyundan habersiz aniden ilanı, bazı çevrelerde Mustafa Kemal Paşa’nın yetkilerini artıracağı gerekçesiyle tedirginlik yarattı. Hatta hürriyetin suya düştüğünü resmeden “Cum-hürriyet” yazılı karikatür bile yayımlandı. Bir hükümet kurma biçimi olarak basit görünse de cumhuriyetin ilanı ile Türkiye, yeni bir rejime kuvvetli bir adım atmış sayıldı. Yeni dönemin hedefi, Türkiye’yi Batılılaştırmak ve eski rejim ve kültürle bağlarını koparmaktı. Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden kadro ve kişilerden Mustafa Kemal Paşa’nın otoritesini kabul etmeyenler tasfiye edildi. 1924’te Halifelik kaldırıldı. Şer’i ye ve Evkaf Vekâleti lağvedilerek medreseler kapatıldı. 1925 Doğu isyanı gerekçe gösterilerek bütün ülkede bir çeşit sıkıyönetim olan Takriri Sükûn Kanunu uygulanmaya başlandı. Basın denetim altına alındı. Ülkede yeniden tek partili bir rejim kuruldu. 1926’da İzmir suikastı gerekçesiyle son kalan muhalifler de saf dışı edildi.
Başlangıçta orta sınıfları, ticaret burjuvazisi ve aydınları temsil eden Cumhuriyet Halk Fırkası, Türkiye’yi Batılı bir ülke yapmak için heyecanla işe başladı. 1926’da Medeni kanun, 1928’de yeni Türk alfabesi kabul edildi. Bu olumlu gelişmelere karşın yönetimin sınıfsal tabanı giderek daraldı. Hiçbir muhalefete izin verilmedi. Baştan beri reformları desteklemiş öğretmenlerin, kadınların, gençlerin örgütleri bile kapatıldı. Kamuoyuna izin verilmediği için yönetimde keyfilik arttı. Parti ve hükümet çevresinde kümelenmiş bir takım insanlar zengin olurken halk kitlelerinin sosyal refahında umulan gelişme olmadı. Bu durum, kitleleri patlama noktasına getirdi. 1930’da denenmek istenen iki partili sistemde yönetim seçimleri kaybedebileceğini anlayınca yeniden tek partili yaşama ve şeflik sistemine dönüldü. Mebuslar gerçekte atama sistemiyle belirlendi. Hemen bütün yasa tasarıları Meclis’te oybirliği ile geçiyordu. Her seçimde mebusların yaş ortalamaları yükseldi. Genç cumhuriyet, fiziki olarak da ideal olarak da yaşlandı. Devletle parti birleştirildiği için Cumhuriyet Halk Partisi de işlevini yitirdi. TEK PARTİLİ YERİNE İKİ PARTİLİ CUMHURİYET Bu rejim, İnönü’nün Millî Şefliği zamanında da sürdürüldü. Yönetimin en büyük iyiliği, Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkarılan dersle ülkeyi İkinci Dünya Savaşı’na sokmamaktır. Savaş sonunda hükümet, kapitalist dünya ile Sovyet Bloğu arasındaki denge rolünü terk ederek kapitalist dünyanın müttefiki olmayı tercih etti. Bu bloğun yönetim biçimi, çok partili parlamenter demokrasi olduğu için Türkiye de bu sisteme geçmek zorunda kaldı. Ancak sol partilerin kurulmasına izin verilmedi ve kurulanlar da kapatıldı. Amerika Birleşik Devletleri ve NATO, bu yeni rejimin denetçileriydiler. 1946’da yapılan seçimlerde iktidar partisi sonuçlara müdahale etti ve dört yıl daha ülkeyi yönetti. 1950’de yapılan serbest seçimlerde, yoksulluk ve hürriyetsizlikten bunalan kitleler, emekçi partiler de yasak olduğundan Demokrat Parti’ye aktılar. İktidarın yeni sahipleri, eski rejimden de sorumlu oldukları için “Devri sabık” yaratmayacaklarını söylediler ancak tek parti döneminin bazı uygulamalarını törpülediler. Demokrat Parti döneminde ülkeye yabancı sermaye girdi, tarımda makineleşme hızlandı, Köylü kitleleri kentlere akmaya başladı. Tek dereli seçim, kitleleri politikleştirdi. Ancak Demokrat Parti, Meclis’te kazandığı çoğunluğa dayanarak, muhalefet üzerinde diktatörlük uygulamaya başladı. 27 Mayıs Devrimi, Cumhuriyet’in yeni koşullarda bir restorasyonuydu. Hem tek partili rejimin, hem de çoğunluk partisinin yaratabileceği sıkıntılar göz önüne alınarak 1961 Anayasası, egemenliği çeşitli kurumlar arasında paylaştırdı. Yasama, yürütme, yargıyı birbirinden ayırdı, özerk kurumlar oluşturdu ve parlamento çoğunluğunu senato ile dengelemek istedi. Böyle bir ortamda emekçi kitlelerin
örgütlenme ve mücadele yolu da açılmış oldu. İşçi, memur, gençlik, kadın kesimleri hızla örgütlendiler ve mücadeleye atıldılar. Ülke birkaç yıl koalisyonlarla yönetildikten sonra iktidar, sağcı ve Amerikancı güçlerin eline geçti. Yükselen halk muhalefeti başarıya ulaşabilseydi, Türkiye emperyalist sistemden kopabilirdi. Türkiye gibi Ortadoğu’da çok önemli bir konumda bulunan ülkeyi kaybetmek istemeyen ABD, bağımsızlık ve halkçılık akımlarının karşısına din ve milliyetçilikle çıkan güçleri örgütledi. NATO içinde örgütlenmiş Gladyo’yu devreye soktu. Yaratılan kargaşaya bir son vermek ve orta sınıfların kaybedilen iktidarını yeniden kurmak için ordu içinde bazı subaylar darbe yapmak için harekete geçtilerse de (9 Mart 1971), ordunun Amerikancı üst yönetimi bunu önleyerek darbeyi kendisi yaptı (12 Mart 1971). Atatürkçülüğü egemen kılmak söylemiyle sol Kemalistleri ve emekçi hareketini tasfiye etti. Amerika ile bağlar güçlendirildi. Türkiye serbest seçimsiz yapamazdı. 1973’te yapılan seçimlerde artık ortanın solunda bir konum alan Ecevit’in başında bulunduğu CHP birinci parti olarak çıktı. CHP kendini yenilemeye çalıştı. Buna ayak uyduramayanlar partiden ayrılarak yeni bir parti kurdular (Güven Partisi), ancak bir varlık gösteremediler. 1961-1965 arasında uygulanan koalisyonlar dönemi 1973’te yeniden başladı. Halk muhalefeti de yeniden yükseldi. Gladyo’nun emrindeki milliyetçilerin saldırılarıyla ülke gene karıştırıldı. Bunu bahane eden ordunun üst yönetimi, emir ve komutayla 1980’de yeni Amerikancı bir darbe yaptı ve ülkenin anayasal, siyasi ve toplumsal yapısında köklü bir değişikliğe gitti. HALK İKTİDARININ YOLLARINI AÇMAK Tarihsel özetlemeyi burada keserek bundan sonuç çıkaralım: Dünyada tabanı çok dar ve oldukça geniş çeşitli cumhuriyetler vardır. Bu nedenle “cumhuriyet” kutsal bir kavram değildir. Türkiye için cumhuriyet, başlangıçta Batılılaşmanın adı olmuştur; günümüzde de geniş bir kesim tarafından modern hayat tarzı, laik bir düzenle eş anlamda kullanılmaktadır. Tam da bu nedenle, iktidar çevreleri, bu cumhuriyete soğuktur. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Osmanlıdan kalan feodal kurumların tasfiyesini sorun yapmakta ve muhafazakâr bir toplumu yeniden inşa etmeye çalışmaktadır. Günümüzde cumhuriyet kavramı, modernizmle muhafazakârlık tartışmaları arasına sıkıştırılmış bulunmaktadır. Sosyalizmin 1990’dan sonra büyük bir değer kaybına uğramasından ötürü, cumhuriyeti halk iktidarı olarak anlama düşüncesi de oldukça zayıflamıştır. Cumhuriyetin yıkıldığını ileri sürmek yerine ona hükmedenlerin değiştiğini, yeni iktidar sahiplerinin ona kendi renklerini vermeye çalıştığını söylemek
daha doğrudur. İktidar, Tanzimat’tan beri toplumun yöneldiği Batılı yaşam tarzından geleneksel-muhafazakâr bir yaşam tarzına dönülmesini özendirmektedir. AKP iktidarı altında cumhuriyetin bir zenginler cumhuriyeti, ABD’ye bağımlı bir cumhuriyet vasfı değişmemiştir. 12 Eylül rejimi, devletin ideolojisini “Türk-İslam Sentezi” olarak belirlemişti. AKP iktidarı, bu ideolojiyi Sünni İslam muhafazakârlığı olarak değiştirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin buraya kadarki serüvenine bakarak yapılması gereken, bütün halk sınıflarının ortak çıkarlarını gözeten, bu nedenle de “Demokrasi” nitelemesini hak eden yeni bir yönetim kurmaktır. Muhafazakârlıkla mücadele ederken 1930’lu yılların simgelerine sarılmak, onları kutsamak, istenilen sonuçları vermez. Bir ırmakta iki kez yıkanmak mümkün değildir. Halkı örgütleyerek ve onu kendi çıkarları doğrultusunda bilinçlendirerek halk iktidarının yollarını açmaktan başka çözüm yolu yoktur. Ülkenin bilimde, teknikte ilerlemesini, aydınlanmayı ve sosyal refahı da böyle bir iktidar gerçekleştirebilir. Türkiye halkının bunu başaracak tarihsel birikimini canlandırmak gerekir.
Zeki Sarıhan: 15 soruda Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940’ta TBMM’nde Köy Enstitüleri Yasası kabul edildi. Kuruluşlarının 74. yılında Enstitüleri anma toplantıları düzenleniyor. Bu vesile ile Köy Enstitüleri hakkında bildiğim gerçekleri 15 soruda özetlemek isterim. 1) NEDEN AÇILDILAR? Köy Enstitüleri, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un 1939’da yayımlanan “Canlandırılacak Köy” adlı kitabında belirttiği gerekçelerle, kapalı bir ekonomi ve toplum hayatı yaşayan Türk köyüne kapitalist ilişkileri ve buna bağlı olarak da Kemalist ideolojiyi, köyden yetişmiş aydınlar yoluyla sokmak amacıyla açıldılar. 1940 istatistiklerine göre nüfusun yüzde 75’i köylerde yaşıyordu ve köyde öğrenim çağındaki çocukların ancak yüzde 25’i öğrenim imkânına sahipti. Mevcut öğretmen yetiştirme sistemiyle köye ulaşmak ve köyün çehresini değiştirmek mümkün değildi. 2) ENSTİTÜLERİN DİĞER EĞİTİM KURUMLARINDAN FARKI NEYDİ? Türkiye’de Fransız eğitim sisteminden aktarılma bir eğitim anlayışı vardı. Bu sistem kentli burjuva toplumun ihtiyaçlarını göz önünde bulunduruyordu. Mevcut sistem,
bilgi sahibi insan yetiştirmeye hizmet ediyordu. Bununla feodalizm yıkılamaz ve köy nüfusu kapitalizme açılamazdı. Enstitü öğrencisi hem bilgili hem de üretici olacaktı. 3) KÖY ENSTİTÜLERİ DEVRİMCİ KURUMLAR MIYDI? 1940’ta Türkiye’de devrimci olan bir cumhurbaşkanı, hükümet veya parlamento yoktu. Kemalist devrim kabuklaşmış ve halkın sırtına bir yük haline gelmişti. Enstitülerin sistemin aleyhine çalışarak işçi ve köylülerin bürokratik-kapitalist bir iktidarı yıkması, yerine bir halk iktidarı kurulması amacıyla var edildiğini söylemek zaten mümkün değildir. Enstitülerle, 1940’a kadar ülkede yerleştirilmeye çalışılan siyasi ve sosyal düzeni köye de taşımak isteniyordu. 17 Nisan 1940’ta Meclis görüşmelerinde yasaya tek bir muhalif oy bile çıkmaması, sistemin ondan beklentilerine kanıttır. O dönemde ülkede özgür tartışma, gerçek bir parlamenter hayat yoktu. Bütün yasalar hükümetten geldiği gibi oy birliğe ile geçerdi. 4) ENSTİTÜLER, GEREK EĞİTİMDE, GEREK SİYASİ HAYATIMIZDA NEDEN UNUTULMAZ BİR İZ BIRAKTI? Enstitüler, köyün eğitilmesi konusunda özgün bir buluştu. Türkiye’nin koşullarını hesaba katmıştı. Yalnızca bu durum eğitimcilerin ona ilgi duymasını haklı kılar. Fakat daha önemlisi, enstitü çevresi halkçı bir iklim sundu ve burada sosyalist görüşler filizlenmeye başladı. Şöyle de söylemek yanlış olmaz: “Enstitüler, sistemden kaçırılmış kurumlardır!” Fakat hiçbir sistem, kendi aleyhine işleyecek bir uzvuna izin vermez. Dönemin iktidarı bu kaçağı çok geçmeden fark etti ve onu yola getirdi. İz bırakan, unutulmayan sistem değil, bu “kaçak”tır. 5) ENSTİTÜLERDE HALKÇILIK NASIL FİLİZLENDİ? 1940’ta Türkiye’de halkçılığı baskı altına almış siyasi bir tek parti yönetimi vardı. Fakat Türkiye büyük bir ülkedir. 1920’li yılların solculuğu bastırılalı henüz 15-20 yıl geçmişti. Her an sola açılacak aydınlar mevcuttu ve bunlar CHP ve devlet içinde de bulunuyorlardı. İsmail Hakkı Tonguç, onun yardımcısı Ferit Oğuz Bayır, onların seçtiği okul müdürleri, hümanist Hasan Ali Yücel’in koruyucu kanatları altında kendilerine özgü bir alan yarattılar ve burada halka hizmet ruhuyla donanmış öğretmenler yetiştirmeye başladılar. 1940’ların iktidar ideolojisi olan Kemalizminin gerek halk için, gerek aydınlar ve gençlik için bir çekiciliği kalmamıştı. O tarihlerde ülkede iki akım alttan alta aydınları etkiliyordu: Turancılık ve sosyalizm. Bazı yüksek öğrenim kurumlarında Turancılık, enstitülerde ise sosyalizm uç verdi. Fakir Baykurt’un anılarında (Köy Enstitülü Delikanlı) bu durum açıkça anlatılmaktadır.
6) KÖY ENSTİTÜLERİ NİÇİN KAPATILDI? Yönetim, kısa zamanda Enstitülerin onlar için çizilmiş sınırlar dışına taşmakta, yani “elden çıkmakta” olduğunu görerek, Tonguç başta olmak üzere yöneticilerini değiştirdi. Köy kalkınması için düşünülen programlar da artık serbest piyasaya teslim edildiğinden enstitüler gereksiz hale getirildi, 1954’te adları da değiştirilerek klasik birer öğretmen okulu yapıldılar. 7) ENSTİTÜLER AMACINA ULAŞTI MI? Enstitüler, köyleri tanıyan, eli kalem tutan, görevlerine bağlı bir öğretmen kuşağı yetiştirdi ancak onların köyün siyasi, ekonomik ve sosyal hayatını değiştirmeleri mümkün değildi. Eğitim seferberliği; toprak reformu ve sanayileşme ile bütünleşemedi. Bütün enstitü kadroları bir araya gelseydi bir liman ve 100km. asfalt karayolu yapamazlardı. Bu işi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkeye girecek olan yabancı sermaye ve teknoloji başaracaktı. Bu kalkınma hareketi, ne yazık ki ülkeyi dışarıya bağımlı hale de getirdi. 8) KÖYLÜLER KÖY ENSTİTÜLERİNE SAHİP ÇIKTI MI? Köy kalkınmasını, köyün canlanmasını sağlamak için kurulan enstitüler kapatılırken köylüler bu kurumlara sahip çıkamadılar. Zaten köylüler devlet tarafından pasif durumda tutuluyordu. Hiçbir örgütleri yoktu. Gençlere ise ancak Tan gazetesini tahrip edecekler ise izin veriliyordu! Köylüler tek parti döneminde yaşanan yoksulluk ve baskıdan kurtulma isteğindeydiler. Kendilerini 1950’den sonra daha iyi hissettiler. Hem çarıktan kara lastiğe geçebildiler, hem de istedikleri partiye oy vermeye başladılar. Bu arada köy enstitüleri de kim vurduya gitti. . 9) ENSTİTÜLERİ AĞALAR VEYA AMERİKA MI KAPATTIRDI? Her ikisi de doğru değildir. Bunlar, kabahati İnönü’nün üzerinden savuşturmak için üretilmiş komplo teorisidir. Açılmaları da kapatılmaları da Türkiye’nin kendi iç siyasi gelişmeler nedeniyledir. Ağaların enstitülerin açılmalarına bir itirazları olmamıştı. Siyasi nüfuzları da enstitüleri kapattıracak ölçekte değildi. Amerikalı John Dewey, enstitü tipi eğitimi öğütlemişti. Enstitülerin sonu Amerika Türkiye’ye girmeden daha 1946’da görünmüştü. UNESCO, bir kalkınma modeli olarak enstitü tipi kurumları az gelişmiş ülkelere önermiştir. Fakat artık bunlar halkçı kurumlar değil, kırsalı kapitalizme açan bir çeşit tarım okulu olacaktı. 10) ENSTİTÜLERİN YETİŞTİRDİĞİ ÖĞRETMEN TİPOLOJİSİ NASILDIR?
Enstitüler, ortalama olarak Atatürkçü ve Halk Partili öğretmen yetiştirdi. İçlerinde sosyalist olanlar pek azdı ve bunların bir kısmı da 1960’dan sonraki ortamda sosyalist oldular. Bir enstitü mezununun en son yayımlanan anı kitabındaki şu satırlar, ortalama enstitü çıkışlının görüşlerine örnek sayılabilir: “İleriki yıllarda da epey gözlemledim. Halk böyle istiyor, halkın dediği olur türü siyasetler yapıldı. Halka çok ödünler verildi. Genç cumhuriyetin ilkeleri çiğnendi. Hiçbir devrim halka danışılarak yapılmaz. Halkın gelişmesine yönelik devrimi başlangıçta halka anlatamazsınız. Gelenekselleşmiş yapıyı kıramazsınız.” Fakat İsmail Hakkı Tonguç, Ferit Oğuz Bayır ve Fakir Baykurt gibi Enstitücüler olaya böyle bakmıyorlardı. 11) KÖY ENSTİTÜLERİ YAŞASAYDI KÜRT HAREKETİ DE OLMAZ MIYDI? Bu görüş tamamıyla yanlıştır. Bunu savunanlar, enstitüler yaşasaydı Kürt nüfusun asimile edilmiş olacağını, ya da Kürt köyleri de kalkınmış olacağından Kürtlerin düzenden şikâyeti olmayacağını varsayıyorlar. Kürt hareketine, Kürtlerin ister enstitüde, ister lise veya üniversitede okumuş kesimi tarafından önderlik yapılmaktadır ve bu hareket feodal bir hareket de değildir. İster Köy Enstitüsü ister Öğretmen Okulu mezunu olsun, öğretmenler onlarca yıl görev yapsalar bile Kürt köylülerini asimile edemedi. 12) KEMAL TAHİR VE ATİLLA İLHAN GİBİ SOLCULARIN ENSTİTÜ KARŞITLIĞINI NASIL YORUMLAMAK GEREKİR? Türk edebiyatının bu iki değerli adından Kemal Tahir İttihatçıdır ve Kemalizme karşı olduğu için enstitülere de karşı olmuştur. Atilla İlhan ise İnönü döneminde hapsedilip zulüm gördüğü için, o dönemin bir ürünü olan enstitülere karşı olmuştur. Her ikisinin tutumu da duygusaldır ve yanlıştır. Bu olay herkese doğru bir yöntem de sunmaktadır. Tek Parti dönemi siyasi bakımdan kötü ise o dönemde yapılan her işin kötü olmadığı, ya da Köy Enstitülerinin iyi birer kurum olmasının Tek Parti döneminin siyasi yapısının da iyi olduğu yolundaki genellemelerden sakınmak gerekir. 13) ENSTİTÜLER YENİDEN AÇILABİLİR Mİ? Enstitüler, köylük bir ülkenin eğitim ve kalkınma projesi idi. Günümüzde köy nüfusu yüzde 20’lere kadar inmiştir ve köyler şehirlerle bütünleşmiştir. Köye gidecek hizmetleri artık tek bir kişiye yüklemek, onu mecburi hizmetle 20 yıl köyde tutmak, maaşının bir kısmı yerine kendisine toprak ve iş makineleri vermek mümkün değildir. Enstitüler, yaşasalardı bile 1960’lardan sonra işlevlerini yitirirlerdi. Zaten taşımalı
eğitimle köy okullarının büyük bir kısmı kapanmıştır. 15-20 öğrencilik köy okullarını açıp bunları tek bir öğretmene teslim etmek de doğru değildir. 14) ENSTİTÜLERİN MİRASINDAN NASIL YARARLANABİLİRİZ? Enstitüler, insanın yaparak yaşayarak öğrenmesi, eğitim programlarının ülke koşullarına uygun olması, okuma çabası, öğretmenlerin birer ülkü sahibi olması, eğitimde fırsat eşitliği, eğitim kurumlarda demokrasi gibi konularda ulusal eğitimde yararlanılacak önemli bir birikim bırakmıştır. 15) KÖY ENSTİTÜLERİNİ EN İYİ ANLATAN KİTAP HANGİSİDİR? Enstitüler hakkında ülkemizde 300’den fazla kitap yayımlandı. Bunların önemli bir bölümü anılardır. Enstitülerle ilgili en derli toplu olanı Kanadalı bir sosyolog olan Fy Kirby’nin 1960 sonrasında yayımlanmış “Türkiye’de Köy Enstitüleri” kitabıdır. Konuya dışarıdan bakabilmesi, enstitüleri Türk eğitim tarihi içinde yerli yerine oturtması, verilerinin sağlam ve analizlerinin güvenilir olması, alan araştırmalarına dayanması, kitabın değerini artırmaktadır.
Zeki Sarıhan: Dini hoşgörü yaygınlaşıyor Taksim Direnişi, bize iftarlarda “Yeryüzü Sofraları” kurmayı da öğretti. Ramazanın ilk günü akşamı İstiklal Caddesi’nde boydan boya kurulan bu sofra, kentlerin başka caddelerine ve parklarına yayıldı. Diğer bütün derslerini bir yana bıraksak bile Haziran Direnişi’nin ilham ettiği bu yeni anlayış paha biçilmez değerdedir. Bunun için 90 yıl geç kalınmış da olsa zararın neresinden dönülse kârdır… Yeryüzü sofraları, laik aydınlarla düzene karşı dindarların buluşma yeridir. Bu nedenle iktidar çevreleri için büyük bir tehlike çanıdır. Bundan ötürü olacak, İstanbul halkı yeryüzü sofralarında buluşmasın diye daha sonraki gün İstiklal Caddesi’nde yer sofrası kurulacak caddeye tomalar yerleştirilmiştir. Ancak bu hareket bütün yurda yayılma istidadındadır. Ben de Ankara Güven Park girişinde düzenlenen böyle bir sofraya iki kez katıldım. Herkes gibi gazete serilmiş betonun üzerine bağdaş kurdum. Evlerden getirilen veya marketten satın aldığımız yiyecekleri kardeşçe bölüşerek ezanı bekleyip akşam yemeğimizi yedik. 70 yıllık ömrümde ben böyle bir durumu rüyamda bile göremezdim. Çünkü rüyalar sonuçta gerçek hayatın birer gölgesidirler. Bir araştırma yapma imkânım olmadı ama benim katıldığım sofradakilerin büyük çoğunluğunun oruçlu olmadığını sanırım. Yeryüzü sofralarında henüz, orta sınıf ve küçük burjuva aydınların ekmeklerini bölüşmek istedikleri gecekondu halkıyla
köylüler buluşabilmiş değildir. Buna daha zaman olduğu anlaşılıyor. Fakat bu hareket en azından aydınlar arasında yeni bir zihniyet devrimi yaratmaya adaydır. Bu devrim, din olgusuna bakışta kendini gösterecektir. Devrimci ve demokrat aydınlar, bu iftar sofralarını kurarak emekçi dindarlara şu mesajı vermektedirler: “Şimdiye kadar ihmal ettiğim bir şey yapıyorum. Seni anlamaya ve seninle birlik olmaya çalışıyorum. Sen de beni anla. ” DİNİ HOŞGÖRÜ YAYGINLAŞIYOR Tanzimat’tan beri aydınların önemli bir kısmı Batı yaşam tarzını kendine rehber edindi. 150 yıldır aydınlar, ülkenin geri kalmasında sorumlu olarak İslamiyet’i gördü. Onunla bağları koparmayı tercih etti. “İslamiyet’in bastığı yerde ot bitmez” diye yazan araştırmacılarımız, çan sesinden değil ezan sesinden rahatsızlık duyan eğitimcilerimiz, Müslüman mezarlığına gömülmemesini vasiyet eden yazarlarımız, Hıristiyan dinine girmeyi marifet sayan sanatçılarımız oldu. İlericiliği ve gericiliği bunun üzerinden ifade ettiler. Kaç köşe yazarından Ramazan ayı boyunca ülkenin üzerine kara bir örtü örtüldüğünü okumadık? Böylece laik aydınlarla geniş emekçi yığınları arasında bir duygu uçurumu doğdu. Sosyalist aydınlar da bu bölünmede emekçilerin değil, burjuvaların yanına düştüler. İktidarların serbest seçimlerle belirlenmediği, daha doğrusu halk kesimlerinin iktidardan uzak tutulduğu dönemlerde bir sorun yoktu. Ne zaman ki, herkesin iradesi sandıkta eşit sayıldı, o tarihten beri dindarın iradesi de iktidarın belirlenmesinde rol oynamaya başladı. Bir kısım politikacılar, iktidara gelebilmek için geniş halk kesimlerinin gelenekçi ve dindarlık duygularına hitap etmeye başladılar ve bundan kazançlı çıktılar. Laiklik, politikanın kenarlarına sürüldü. Yeryüzü sofraları, gerçekte din üzerinden değil, geleneğin olumlu yanları üzerinden kapitalizmi hedef alan bir eylemdir. AKP iktidarının İslamiyet’i sömürü ve dışarıya bağımlılık siyasetinin aleti haline getirmesine bir isyandır. Aynı zamanda İslamcı yeni zenginlerin ekonomik kaynakları ele geçirip şatafatlı hayat sürmelerine karşı sade yaşamayı kutsayan ve milleti buna davet eden bir çağrıdır. Şimdi bunca sandık yenilgisinden ve emekçileri örgütleme ve harekete geçirme projelerinin başarısızlığından sonra, devrimciler, yoksulların ruh halini anlamaya çalışıyor. Geçen yıl uç vermişti, bu yıl Haziran Direnişi ile iyice açığa çıktı ki, ülkede kendilerine Antikapitalist Müslümanlar diyen bir akımın sözcüleri de vardır. Şimdi iftar sofralarında laikliklerle Müslüman sosyalistler, ülkenin bağımsızlığı, demokrasi ve emeğin hakkının alınması için bir araya geliyor. Yeryüzü sofralarına katılan
devrimcilerin dini siyasete alet ettikleri söylenemez. Çünkü bu yer sofralarında bir araya gelenler, birbirlerini aldatmıyorlar. Birbirlerini olduğu gibi kabul ediyorlar. Farkında mısınız bilmem: AKP iktidarının toplumu muhafazakârlaştırma projelerine rağmen halk arasında dinî hoşgörü yaygınlaşıyor. Örneğin bundan 10-15 yıl öncekinden farklı olarak her şehirde ve hemen her kasabada oruç tutmayanların yemek yiyecekleri mekânlar artıyor. Aslında oruç tutmayanların oranında da bir artış var. İslamlık artık, oruç tutmak, namaz kılmak, başını örtmek, sakal bırakmaktan ibaret bir din olmaktan çok, “insan olmak” yani adaletli davranmak, başkalarını da düşünmek, doğru söylemek, memleketi ve milleti için çalışmak biçiminde anlaşılmaya başlanmıştır. Yeryüzü sofralarında insanları bir araya getiren anlayış da budur. Millî Eğitim Bakanı Avcı’nın da başlangıçta ifade ettiği böyle bir birleşmeyi sağladığı için Başbakan’a ne kadar teşekkür etsek azdır… “Yeryüzü Sofraları”nın, belediyelerin ve bazı devlet kurumlarının düzenlediği toplu iftar yemeklerinden, hısım, akraba ve komşuların birbirlerini davet ettikleri iftar yemeklerinden bambaşka anlamı vardır. Bu hareket, şimdiye kadar mezhep ve inançların dikine böldüğü toplumun, sınıf esasına göre enine bir mevzilenmesini anlatıyor. Daha açık bir anlatımla dindar olsun olmasın, halk sınıfları, sistemin sahiplerine karşı birlikte mücadele edebileceklerini gösteriyor. Yaşam tarzına göre değil, sınıf esasına göre… İşin bam teli burasıdır. Yani ancak bu yolla “kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak”tır.
Zeki Sarıhan: Demokrasinin zaferidir Lozan 90 yıl önce 24 Temmuz 1923’te Türkiye Devleti ile İtilaf Devletleri ve ilgili diğer bazı devletlerarasında İsviçre’nin Lozan kentinde “Lozan Barış Anlaşması” imzalandı. Bu anlaşmayla Türkiye, karşı taraftaki devletlere uğrunda dört yıl savaştığı Misakı Millisini esas olarak kabul ettirdi. Yeni devlet, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışıyla doğmuş, Büyük Zafer’den bir süre sonra 1 Kasım 1922’de Padişahlık da kaldırılınca “Genç, dinç ve yeni bir Türkiye”, milletler topluluğu içinde haklı yerini almıştı. Lozan, hangi politikaların eseridir? 90. yıldönümünde bunu hatırlamakta yarar vardır. İSMET PAŞANIN ARKASINDAKİ KUVVET
Başlarında İsmet Paşa’nın bulunduğu Türk delegeler, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını tescil ettirmek için İngilizlerle zorlu bir pazarlık yaparken, hiç şüphe yok ki, kulaklarında İzmir’e doğru düşmanı yıldırım hızıyla kovalayan atlıların nal seslerini duyuyorlardı. Oraya İnönülerde, Sakarya boylarında vatanlarını savunmak için gözlerini kırpmadan canlarını veren binlerce köylü askerin, vatansever subayın hatıralarıyla gittiler. Karadeniz kıyılarında Yunan korsanlarından gizlemeye çalışarak Rusya’dan silah taşıyan gemicilerin, üniversitede Türklüğü aşağılayan hocalara karşı aylarca isyan eden gençlerin gözleri üzerindeydi. Lozan’ı kim kazandı? Elbette cephe gerisini bekleyerek ocakları tüttüren, don, gömlek, çarık, çorap dikerek askerciğe yetiştiren, Hilali Ahmer hastanelerinde yaraları saran, sandıklarının dibindeki çeyizliklerini ve gelinliklerini bağışlayan kadınlarımız. Kadınlar ki, İzmir’in işgali üzerine, ilk kez yüzlerindeki peçeyi çıkararak İstanbul meydanlarında kürsülere çıkmışlar, vatanın parçalanmasına ve milletin esir yapılmasına izin vermeyeceklerini bütün dünyaya duyurmuşlardı. Lozan’ın arkasında, milis güçlerini örgütleyen, gönüllü olarak düşmanla savaşa tutuşan öğretmenler, Zafere kadar Balıkesir-Manisa dağlarında gerillacılık yapan Demirci Akıncıları, moralini yüksek tutmak için cami kürsülerinden halka coşkun konuşmalar yapan din adamları, işgal bölgelerine gizlice sokacakları gazeteleri tren vagonunda ambalaj kâğıtlarına basan gazeteciler, İmalatı Harbiye işçileri vardı. Yalnız bunlar da değil, Lozan’ın arkasında, millî kurtuluş savaşının zaferi için para, savaş malzemesi gönderen Ekim Devrimcileri, aralarından para toplayıp Ankara’ya ulaştıran Hindistan Müslümanları, Anadolu gazileri için yardım kampanyaları açan Mısır Hilali Ahmeri de vardı. TÜRKİYE SAVAŞI DEMOKRASİYLE KAZANDI Türkiye’nin bu savaşı zaferle sonuçlandırmasının nedeni nedir biliyor musunuz? Demokrasi. Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’nı demokrasinin yokluğu nedeniyle kaybetti. İttihat ve Terakki yönetici kliği, değil meclise, hükümete bile haber vermeden ülkeyi emperyalist bir ülkenin zaferine güvenerek ve onun zaferine bel bağlayarak ülkeyi sonu belirsiz bir maceranın içine attılar. Yüz binlerce genç Anadolu köylüsü, Turancılık ve İslamcılık hayalleri nedeniyle Kafkaslarda, Çanakkale’de, Çöl’de, hatta çok uzaklardaki Galiçya’da ateşin içine atıldı ve canını verdi veya sakatlandı. Kadınlar dul, çocuklar yetim kaldı. Servetler harap oldu. Günümüze hâlâ baş ağrıtan tehcir gibi bazı sorunlar bıraktı. Millete sorulsaydı, ülkede demokrasi olsaydı, kim böyle dibi görünmez bir göle atlamak isterdi?
Bir de Kurtuluş Savaşı’na bakalım: Daha Mondros Ateşkes Anlaması imzalanır imzalanmaz, yurdun üstünde kara bulutlar dolaşmaya başlayınca kurulan Müdafaai Hukuk dernekleri, Balıkesir’de, Nazilli’de, Alaşehir’de, Erzurum ve Sivas’ta aşağıdan yukarıya doğru toplanan kongreler. Bunların yurdun her yerinde açılan şubeleri. Anadolu’nun her kentinde ve kasabasında işgallere karşı ve ordunun zaferi için miting yapıp dua eden kalabalıklar. Ve milletin hemen her eğiliminin temsil edildiği Büyük Millet Meclisi. Kendi kaderini eline aldığını bilen bir millet. Gerektiğinde başkumandana bile kök söktüren bir muhalefet. Kurtuluş Savaşı’nın ülkedeki bütün unsurları birleştiren millî birlikle başarıya ulaştığını da unutmamak gerekir. Kurtuluş Savaşı, onu yöneten komutan ve siyasetçilerin kumar oynamaktan şiddetle kaçınan, maddi ve moral kuvvet toplamaya dayalı, ezilen Doğu dünyasını arkasına alan, düşmanın zayıf ve güçlü yanlarını hesaba katan ve haklılığı elden bırakmayan politikalarıyla zafere ulaşmıştır. GÜNÜMÜZ İÇİN ÇIKARILACAK DERSLER 90 yıl sonra Lozan’dan günümüz Türkiye’si için çıkarılacak o kadar ders var ki… Enver Paşa’nın sırtını Almanlara dayayarak Turan’ı ele geçirmek politikasına benzeyen, sırtını Amerika’ya dayayarak Ortadoğu’nun patronu olmaya özenen, komşularına silahlı müdahalede bulunmaya niyetlenen Yeni Osmanlıcılık ülkeyi yönetiyor. Partisi ve ülkede tek adam olmaya karar verip “Ben ne dersem o!” diyen bir başbakanımız var. Millete düşen görev ise yurdunun ve halkın sorunlarıyla yakından ilgilenmek, kendi geleceğini kendi ellerine alma iradesini göstermektir. Unutmamak gerekir ki, Türkiye’nin başına gelenlerin temel nedeni, savaştan sonra “Evli evine, köylü köyüne denerek” milletin karar alma mekanizmalarından uzaklaştırılması ve yönetimin küçük bir grubun işi haline getirilmesidir. Gezi Parkı’ndan başlayan Haziran Direnişi, bu duruma bir başkaldırıdır ve Kurtuluş Savaşı’ndaki millî seferberliği andırmaktadır. İşbirlikçi ve gerici hükümetin tomalarına karşı yiğitçe duran kırmızılı ve siyahlı kadınların 1921-1922 kışında kağnısı başında donarak ölen Şerife Bacı’dan farkları, yalnızca zaman ve mekândadır.
Zeki Sarıhan: Gezi Direnişi'nin öğrettikleri
Yakın veya uzak hedefleri olan her devrimci hareketin ilk amacı, karşı tarafı geriletmektir. Bunu yaparken toplumun en geniş kesimlerini yanına çekmek, davasına kazanmak ister. Hiçbir direniş hareket, toplumun kendisi hakkında vereceği yargıları hesaba katmamazlık edemez. Taksim Direnişi, çok akıllıca hareket ederek bu ilkeyi gözetmiş ve özgürlük hareketine toplumun bütün kesimlerini katmak için uygun dili ve davranışı aramıştır. Bu barışçı bir gösteri olduğuna göre, şiddete başvurmaktan olabildiğine kaçınarak hem kendine iktidar tarafından yönetilecek suçlamaları sonuçsuz bırakmaya, hem de eylem alanlarındaki işyerleri sahipleri ve halkı ürkütmemeye çalışmıştır. Taksim Direnişi, demokrasi ve özgürlük isteyen modern Türkiye’nin işbirlikçi-gericisömürücü kesimi geriletme hareketidir. Fakat iktidarın çeşitli yollarla etkilediği geniş bir kesimin bulunduğunu da hesaba katmak gerekir. İktidar, bu hareket karşısında her zamankinden daha çok dinî değerleri ve simgeleri kullanmaya başlamıştır. Gezi direnişini başlatanlar elbet de daha baştan bu ihtimali hesaba katmış görünüyorlar. Gezi Parkı’nda Müslüman sosyalistlerle kurdukları ittifak bunu kanıtlamaktadır. Öte yandan eyleme katılan çeşitli grupların birbirlerinin flama ve sloganlarını anlayışla karşılamışlardır. Böylece şimdiye kadar ihmal edilen ancak yakın zamanda uç veren bir yurtseverler birliğinin temellerini de atmışlardır. Şimdi sıra bu temelin sağlamlaştırılmasına gelmiştir. SÖZ AYIRIR EYLEM BİRLEŞTİRİR Hemen her kitle hareketini hiçbir şiddet olayı olmadan başarmak pek kolay değildir. Herhangi bir örgütün denetiminde gerçekleşmeyen, yurdun hemen her yanına yayılan ve yüz binlerce insanın katıldığı bu direniş hareketinin asıl karakteri, hükümeti ve başbakanı protesto ederken polise çiçek atmak, onunla diyalog kurmaya çalışmak olmuştur. Fakat bunca tazyikli su, gaz mermisi, cop karşısında bazı göstericilerin polise taşla karşılık vermesini abartmamak gerekir. Bütün bir büyük direnişi bunlar olmaksızın yapmak herhalde mucize olurdu. İktidar ufak tefek şiddet hareketlerini alabildiğini istismar ediyor, fakat kendisinin kullandığı şiddet, göstericilerinkinden kat kat fazladır. Ölümler, sakatlanmalar, on binlerce insanın yediği gaz ve tazyikli su, bunun kanıtıdır. Yasalar, herhangi bir gösteride şiddet kullanılmasını yasaklamaktadır, fakat gene kanunlar, barışçı gösteri yapan insanlara karşı da şiddet kullanılmasını yasaklamaktadır. Fakat ne demişler: “Hanım kırar bardağı kaza olur, hizmetçi kırar suç olur.”
Haziran Ayaklanması boyunca, direnişçilerin hareketin meşruluğunu korumak için genellikle özen gösterdikleri açıktır. Fakat parkta veya meydanda, eylem sırasında bira içmeyi karşı tarafın istismar edeceği de hesaba katılmalıydı. Valide Sultan Camiinde içki içildiği kanıtlanmadığı halde, yalnızca son cemaat yerinde ezilmiş bir bira kutusunun bulunması karşısında başbakanın bu yalanda ne kadar ısrar ettiğinden anlıyoruz ki eğer camide içki içilseydi iktidar zil çalıp oynayacaktı. Gene de yaptığı şey zil çalıp oynamaktan farksızdır… Taksim Direnişi sırasında anne veya genç kadınlarımızın gösterdiği direnç her türlü takdirin üstündedir. Yalnız bazı kadınlarımızın giyimleri, henüz toplumun bütünü tarafından kabul edilemeyecek bir tarzda idi. Hele bir kadının Almanya’dan koşup gelerek bir marifet gösteriyormuş gibi Taksim’de mayo ile dans etmeye kalkışması, bu hareket içinde adeta bir provokasyon görevi görmüştür ve son derece sorumsuz bir harekettir. Kadın giyimi, toplumun geniş kesimlerinde dikkate alınan bir kültür öğesidir. Türk toplumunun ezici çoğunluğu kadın giyimi konusunda geleneğe bağlıdır. Bu konuda bir tarihsel olguyu hatırlatmak isterim. Büyük zaferden sonra İstanbul ilkokul öğretmenleri kadın-erkek kalabalık bir grup halinde Bursa’da Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ettikten sonra ulusal direnişin Kâbesi olarak gördükleri Ankara’yı ve savaş alanlarını da ziyaret etmek isterler. Anadolu gezisine kadın öğretmenler de katılacaktır. 1922 yılında İstanbul’da kadınların giyinişi ile Anadolu kadınlarının giyinişi arasında büyük bir fark vardır. Günün ölçüleri içinde İstanbul kadını, hele öğretmenler daha moderndir. İstanbul Maarif Müdürlüğü bu gezi için Ankara’ya başvurmuş, geziye katılma koşullarını da öğretmenlere bildirmiştir. Genelgeye göre bayan öğretmenlerin dış kıyafetleri için “Anadolu muhitince uygun görülecek şekilde” olması istenmiştir. “Muallim hanımların kapalı giyinmeleri iyi olur” denilmiştir. (Yeni Şark, No. 297, 8 Teşrinisani (Kasım) 1922). Günümüzde “açık” ve “kapalı” giyimlerin ölçüsü elbette değişmiştir. Fakat geniş halk kesimlerinin anlayışında bir normal giyim anlayışı da vardır. Kadınlarının yüzde 70’i başörtülü olan Türk toplumu artık tomalardan sıkılan biber gazı basınçlı su karşısında duran kırmızılı ve siyahlı kadının giyimlerini yadırgamaz. Bunlar nihayet şehirli okumuş kadınların ortalama giyimidir, fakat askılı elbiseler, şortlar hâlâ çoğunluk tarafından yadırganan giyimlerdir. Bir örnek de daha yakın tarihimizden: 1968 yılı Gazi Eğitim Enstitüsü. 1 Mayıs henüz İşçi Bayramı değil. Fakat Öğrenci Derneği olarak diğer yüksek okullarla işbirliği yaparak 1 Mayıs’ı “Köy Günü” ilan ettik ve gruplar halinde Ankara’nın köylerine ziyaretler düzenledik. Bu hareketimizin köylülere ne faydası oldu bilemem fakat bize
yararı oldu. Hiç değilse Ankara’nın yakın birkaç köyündeki yaşayışı gördük. Onlarla bütünleşme düşüncemiz genişledi. Öğrenci Derneği’nin bu eylemlerimizden sonraki ilk genel kurulunda karşı görüşteki bir öğrenci kürsüye çıkarak bizi eleştirdi. Mini etekli bir kız arkadaşımızın eteğini diline dolayarak “Siz köylüleri böyle mi uyandıracaksınız?” diye laf attı. Sözü edilen kız arkadaşımız, kentli bir memur kızıydı. Mini etek giymeyi, makyaj yapmayı seviyordu. Bu bizim de dikkatimizi çekiyordu ama bir şey söyleyemiyorduk. Kız arkadaşımız fena halde sinirlendi. Cevap vermek için kürsüye yöneldiğinde: “Dur bir dakika” dedim. Sakın bu arkadaşı kınama. Kürsüden de ki: “Benim giyimimi eleştiren arkadaşa çok teşekkür ederim. Bana bir gerçeği hatırlattı. Devrimciliğimi güçlendirdi. Bu gece, bütün eteklerimi uzatacağım.” Çıktı ve bunları söyledi. Salonun verdiği tepkiyi tahmin edebiliyor musunuz? Alkıştan yıkılıyordu! Karşı tarafa söyleyecek söz kalmamıştı, biz de onun bu eleştirisinden yararlanmıştık. Kız arkadaşımız, o gece kızlar yatakhanesinde sabaha kadar uyumadı. Bütün kısa eteklerini uzattı. Ertesi gün bundan hepimiz memnun olduk. Artık köylere onunla daha rahat gidebilirdik. Yüzde 10 seçim barajının düşürülmesi için İstanbul’dan Ankara’ya yürüyen Aylin Kotil, kendisiyle yapılan bir röportajda yürüyüş boyunca şort ve kolsuz elbise giymediğini söylemiş, gerekçe olarak da toplumun henüz buna hazır olmadığını anlatmıştır. Devrimci sorumluluk işte budur.
Zeki Sarıhan: Artık bu komplo teorilerine inanmıyoruz Taksim Direnişinden hükümet çevreleri hiç hoşlanmadı. Böyle bir halk ayaklanmasını beklemiyorlardı. Milyonlarca insanın kendilerine karşı bir direnişe geçmeleri için de bir sebep yoktu! Çünkü kendilerini halka hizmet etmeye vakfetmişlerdi. Son seçimde oyların yarısını almışlardı. Büyük bayındırlık projeleri vardı. 30 yıllık Kürt ayaklanmasını da şimdilik durdurmuşlardı. Aylardır şehit cenazeleri de gelmiyordu. Memleket böyle güllük gülistanlık iken Taksim Direnişi de nereden çıkmıştı? Bunu “samimi” insanlar yapamazdı. AKP iktidarı, sorunları iyi okuyamayan, okusa da sınıfsal ve siyasal nedenlerle anlamazlıktan gelip dediğim dedik inadında direten bütün siyasi kadrolar gibi, Taksim Direnişini kendi iktidarına karşı kurulmuş bir komplo olduğunu ilan etti.
Direniş bütün illere, kentlerin meydanlarına yayıldığı zaman da bu iddiasından vazgeçmedi. HALKIN ISRARI KOMPLO TEORİLERİNİ ÇÜRÜTTÜ Komployu onun iktisadi başarılarını kıskanan faiz lobisi, Ergenekoncular, Açılım sürecinin önünü kesmek isteyenler, Almanlar, Yahudi diasporası, içki üreten şirketler, Erasmus projesi ile Türkiye’de okumaya gelen yabancı öğrenciler, hatta nerdeyse Amerikan hükümeti kurmuştu! Çünkü hükümetin başarılarını kıskanıyorlar ve onun tekerleğinin önüne taş koymak istiyorlardı... Halkın taleplerinde ısrar etmesi ve bu taleplerin tamamen haklı olması, bütün bu komplo teorilerini çürüttü. Taksim Direnişi, bu işin altında görünmez, gizli kuvvetlerin olduğu teorilerini yerle bir etti. Herkes bu teorileri dillendirenlerle dalga geçti. Birçok aklı başında insan, hükümetten bu saçma görüşlerden vazgeçerek isyanın temelinde yatan sorunu görmesini tavsiye etti. Peki, acaba Taksim Direnişi, direnişe katılanlarda veya bu direnişi alkışlayanlarda da komplocu mantıkları düzeltti mi? Bu devrimci hareketin en büyük kazancı, devrimcilerin de komplocu görüşleri terk etmesi olabilirdi. Evet, Haziran Ayaklanması bir kısmımızın mantığında böyle bir düzeltme yaptı. Geri kalan büyük bir kitle, henüz komplocu mantıkları terk etmiş görünmüyor ve bunun zaman alacağı anlaşılıyor. İki yıl önce, Arap ülkelerinde orta sınıf halk, ulusal gelirden payını almak ve siyasi katılım istekleriyle meydanlara döküldüğünde-iktidarların dincilerin eline geçeceği endişesiyle-bunun bir Amerikan komplosu olduğunu ileri sürenler oldu. Şimdi Hüseyin Çelik, Batı’nın Mısır’da bir Müslüman iktidarına tahammül edemediğini söylese de ikinci Mısır ayaklanmasına kararlı bir biçimde katılan milyonlarca Mısırlının talepleri karşısında bu teorinin yıkılmış olması gerekir. Günümüzde hâlâ inanılan komplo teorilerinden biri AKP’nin bir Amerikan komplosu ile iktidara getirildiğidir. Bu anlayışa göre onu iktidara getiren seçmenler değildir! O kadar ki, seçimde büyük bir hile yapılmış, sandıktan çıkan oylar onun hesabına yazılan yüzde onluk bir pay üzerine sayılmıştır. Bu mantık, gerçeklerle yüzleşmeye korkan ve olguları gerçekçi olarak okuyup ona göre siyaset üretmeye çalışamayan bir anlayışın ürünüdür. Birkaç gün önce dinleyici olarak katıldığım bir park forumunda sayısı onu geçmeyen konuşmacılar arasında ikisinin hâlâ bu iddiada bulunması ve
diğerlerinden de bir itiraz gelmemesi, Taksim Direnişi derslerinin yeteri kadar anlaşılmamış olduğunu gösteriyor. Uzak ve yakın tarihimizde siyaset alanında pek çok komplo teorisi üretilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı bile komplo teorilerine bağlayanlar olmuştur. Bunun milletin emperyalizme karşı ayaklanması değil, İttihatçıların yeni bir iktidar oyunu olduğunu ileri sürerek işin içinden sıyrılmak isteyenler vardı. Şeyh Sait isyanını, Koçgiri ayaklanmasını, hatta Dersim olaylarını yabancıların kışkırttığını yazmak bazı tarihçilerin kolayına gelmiştir. Atatürk’ün ölüm nedeni hakkında bile komplo teorileri üretilmiştir. Demokrat Parti’yi ABD işbaşına getirmiş, Menderes’i de ABD devirtmişti! Rahmetli Uğur Mumcu, 1980 öncesi sağ-sol vuruşmasını, silah tüccarlarının çıkardığını ileri sürüyordu. ABD’de İkiz Kuleleri ABD kendisi vurdurmuştu! Hırant Dink’i bile Amerika öldürtmüştü! 1993 Sivas Madımak katliamını bile dış servislerin üzerine atan görüşler vardır! KOMPLO TEORİLERİNİN NEDENİ SORUMLULUKTAN KAÇMAKTIR Günümüzdeki komplo teorileri içinde en yaygın olanlardan biri, Kürt kalkışmasını yabancıların yarattığıdır. Onlara göre, Türkiye’nin Güneydoğu’sunda “Kürt” denen bir topluluk yoktur. Bu nüfus aslında dilleri biraz farklılaşmış bir Türkmen topluluğudur. Bunlara “Siz Kürtsünüz” diyenler, Türkiye’yi bölmek ve bu bölgeye hâkim olmak isteyen yabancılardır. Evet, Kürt adı verilen tarihî bir topluluk varsa da onların bir takım taleplerde bulunması için bir sebep yoktur. Onları mutlaka yabancılar kışkırtıyorlardır! Bu komploya Türkiye hükümetlerinin müttefiki ABD, NATO, Avrupa Birliği, Suriye, İran gibi ülkeler dâhildir… Komplo teorisine başvurmanın nedeni, sorunların derinine inmek, onu araştırıp ortaya çıkarmak ve buna göre siyaset üretmek yerine gerçekler karşısında gözlerini kapatmak, işin kolayına kaçmak ve böylece sorunu başından atmaktır. Taksim Direnişi, Kürt sorunu konusunda yaygın komplo teorilerini bir ucundan çökertmeye başlamıştır. Taksim eylemleri sırasında bunun bir resmi de ortaya çıkmıştı. Elinde BDP bayrağı olan bir direnişçi, tomanın sıktığı sudan korunmaya çalışan eli Türk bayraklı birini kurtarmaya çalışıyordu. Ardından “Dayan Lice Taksim seninle” sloganı ortaya çıktı. Taksim Direnişinin bize öğrettiği ve bundan sonra da öğreteceği daha birçok ders var.
Zeki Sarıhan: On yılda bir Türkiye'ye ne oluyor
Gezi Parkı’ndan bir anda bütün ülkeye yayılan halk ayaklanması, herkesi şaşırttı. Aslında bütün tarih böyle beklenmedik zamanlarda patlak veren olaylarla doludur. 2000 yılı başlarında gazetelerde yer alan bir bilgiye göre, her yüzyılın başında, o yüzyılın sonunda nasıl bir dünyada yaşanacağını tahmin edenler, olabilecek gelişmelerin ancak yüzde üçünü görebilmişler. Gerçekten gelecek bilinmezlerle doludur. Buna bir örnek olmak üzere, yaklaşık son yüzyılın Türkiye’sine kısaca göz atalım. Yüz yıl önceki atalarımızın içinde en geniş ütopyalara sahip olanlar bile bugün ulaştığımız teknolojik, siyasi, kültürel durumu tahmin edebilir miydi? Değil yüz yıl, on yıl içinde bile nasıl öngörülemeyecek gelişmeler olduğunu Türkiye’nin son yüz yılını onar yıllık dilimlere bölerek yalnızca siyasi gelişmelere değineceğiz. 1900 yılından alıyoruz. Anayasa’yı yürürlükten kaldıran İkinci Abdülhamit, diktatörlüğünün 22. yılındadır. Hiçbir partinin faaliyet göstermesine izin verilmez. Ülkenin bir parlamentosu bile yoktur. Basın sansür altındadır. Bazı aydınlar hürriyet mücadelesi içindeyse de hürriyetin ne zaman gerçekleştirileceği meçhuldür. Halk kitleleri ise henüz bu mücadelenin çok uzağındadır. Birinci on yıl, 1910 yılına geldiğimizde ise Türkiye siyasi olarak bambaşka bir ülkedir. Diktatörlüğe karşı ülkenin her tarafında aydınların hareketi meyvelerini vermiş, hürriyetçi genç subaylar ayaklanmış, 1908’de Abdülhamit rejimi devrilerek Türkiye meşruti bir idareye geçmiştir. Dernekleriyle, siyasi partileriyle, özgür basınıyla bu yepyeni bir Türkiye’dir. İkinci on yıl, 1910-1920 arasıdır. Ülke Trablusgarp, Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarından sonra Birinci Dünya Savaşı fırtınasına tutulmuş, ülkenin altı üstüne gelmiş, yaşanan büyük yenilgi nedeniyle ülke küçülmüş, kalan yerler de parçalanma tehlikesi altına düşmüştür. Daha birkaç yıl önce her şeye hâkim görünen İttihat ve Terakki kendi feshetmek zorunda kalmış, vatanı kurtarmak için Anadolu’da bir cephe açılmıştır. Ülkenin geçireceği bu büyük değişimi herhalde 10 yıl önce kimse tahmin edemezdi. Üçüncü on yıl, 1920-1930 yıllarını kapsar. 1930 Türkiye’si, 1920 yılı Türkiye’sinden fersah fersah uzaktır. Büyük çoğunluk bu muazzam değişimi rüyasında görse inanmazdı! Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşıp tam bağımsız bir ülke gerçekleşmiş
olmaktan başka, padişah ve halifelik yıkılmış, Avrupai kanunlar getirilmiş, bin yıllık yazı bile değiştirilmiştir. Ülke tek partili bir rejimle yönetilmektedir. Dördüncü on yıl, bundan önceki on yıllarda olduğu kadar büyük değişikliklere sahne olmadıysa da, Atatürk’ün ölümüyle yerine İsmet İnönü’nün geçmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı iktisadi ve siyasi sıkıntılar azımsanamaz. Bu on yılın nispeten istikrarlı geçmesinin nedeni ülkenin İkinci Dünya Savaşı’na girmemesidir. O yıllarda dünya ateş içindedir. Bunun sonuçlarını Türkiye beşinci on yıl içinde yaşayacaktır. Beşinci on yıl, 1940-1950 arasıdır. 1940 yılında kim öngörebilirdi ki savaşı Almanya kaybedecek, Türkiye tarafsızlık politikasını bırakarak Atlantik sistemine yaklaşacak, 27 yıllık CHP seçimleri kaybederek yerine Demokrat Parti geçecektir. 17 yıl Türkiye semalarında Tanrı Uludur diye başlayan Türkçe Ezan’dan dönülecek, Köy Enstitüleri kapatılacak, Tek Parti rejiminin tasfiye ettiği kadrolar ve anlayışlar yeniden siyasete döneceklerdir? Altıncı on yıl, sonu olan 1960’ta gelinen nokta, bundan önceki on yıllık dönemlerde gerçekleşenlerden hiç de daha az önemli değildir. Türkiye kapitalizme açılmış, köylü kitleleri şehirlerin çevresine doluşmuş, DP üç kez üst üste seçim kazanmış fakat siyasi özgürlükleri boğmaya çalıştığı gerekçesiyle 1960’ta gençlik ve ordu hareketiyle iktidardan uzaklaştırılarak partinin ileri gelenlerinden üçü idam edilmiştir. Böyle bir gelişmenin olabileceğini 1950’de kaç kişi öngörebilirdi? Yedinci on yıl, 1960-1970 dönemidir. Bu dönemin özellikleri, 27 Mayıs Devrimi’nin artık hiç bitmeyecekmiş gibi görünen siyasi sistemine karşı olan bir partinin iktidara gelmesidir. Türkiye tarihinde ancak kurtuluş Savaşı yıllarında görülmüş ve kısa sürede denetim altına alınmış olan ve toplumun bütün alt ve orta sınıflarının sahneye çıktığı antiemperyalist halkçı bir sol dalga nerdeyse iktidara gelecektir. Sekizinci on yıl, 1970-1980 dönemidir ve bu dönemin siyasi gelişmeleri, bundan önceki dönemler gibi öngörülemezdir ve önemlidir. Yükselen halk hareketi ve ordudaki sol örgütlenmeleri bastırmak için 1971 faşist darbesi, iki yıl sonra Ecevit’i başbakanlığa getiren yeni bir sol dalganın yükselmesi, Kıbrıs çıkarması, koalisyonlar ve tam da on yılın sonunda ülkedeki kargaşayı bahane eden faşist bir ordu darbesi ile faşist bir rejimin kurumlaşması bu dönemin öngörülemeyen olaylarıdır. Bu durum birçok insanı umutsuzluğa sevk etmiş, kitleleri siyasetten uzaklaştırılmış, kültür çölleşmesine yol açmıştır.
Dokuzuncu on yıl da “Gün doğmadan neler doğar” atasözünü doğrulayan bir dizi gelişmeye sahne olmuştur, 1980-1990 yıllarını kapsayan bu dönemde 12 Eylül rejimi kısa sürede tavsamış, siyasi hayat yeniden canlanmış, rejimin şimdiye kadar görülmemiş çaptaki zulmüne karşı insan hakları kavramı yükselmiştir. Devlet işletmelerinin özelleştirilmesi ve yabancılara aktarılması, küresel kapitalizme eklemlenme bu dönemde hızlanmıştır. Onuncu on yıllık dönem, 1990-2000 yıllarını kapsamaktadır. Bu dönemde, bir yandan Batı sermayesi Türk pazarını istila ederken, halk tüketim toplumu haline gelmiş, Muhafazakârlık dalgası toplumu yeniden biçimlendirmeye başlamıştır. Bu dönemi diğerlerinden ayıran özelliklerinden biri de Doğu’da, 1983’te başlayan ve daha sonra da sürecek olan Kürt isyanının sürece damgasını vurmasıdır. NE OLDUM DEĞİL NE OLACAĞIM DE On birinci on yıllık dönem, 2000-2010 dönemini kapsamaktadır. Bu dönemin en temel özelliği, 2002’de “Millî Görüş” kimliğini çıkardığını söyleyerek iktidara gelen AKP kadrolarının uyguladığı politikalardır. Taşradan yükselen yeni muhafazakâr burjuvazi, merkez burjuvaziyi yerinden etmiş, ekonomiye bütünüyle hâkim olarak enflasyonu kontrol altına almış, refah düzeyini yükseltmiş, buna dayanarak Türkiye’yi ABD’nin “Stratejik ortağı” ve Ortadoğu’daki üssü ve Batı’nın açık pazarı yapma, toplumu muhafazakârlaştırma programını yürürlüğe koymuştur. İktidar, daha önce kimsenin öngöremeyeceği ordunun ve yargının iktidar ortaklığına son vermekle kalmamış, birçok komutan ve siyasetçiyi yargılama altına almış ve ağır cezaları çarptırmıştır, çarptırmaktadır. On ikinci ve son dönem, 2010’da başlamıştır ve devam etmektedir. Bu dönemin en kayda değer hareketi olarak tarihe geçecek olan iki gelişmeden biri Kürt Açılımı, diğeri ise çağdaş Türkiye’nin Gezi Parkı vesilesiyle Ortaçağ’a yaslanan bu iktidarı püskürtme hareketidir. Bu ayaklanma toplumun özgürlük isteğinin baskı altına alınamayacağını ve ülkenin tek bir kişinin diktatörlüğü altında yönetilemeyeceğini zihinlere yerleştirmiştir. Sürecin nasıl tamamlanacağı ve bundan sonraki on yıllar içinde toplumu hangi sürprizlerin beklediğini hiç kimse tahmin edemez. “Gün doğmadan neler doğar!” demiş atalarımız. On yıl sonrasını bile tahmin edemeyen insanlar, yüz yıl sonrasını nasıl tahmin etsin? Hele dünyanın daha hızlı döndüğü bir devirde… Böyle durumlar için halkın iktidar sahiplerine de bir öğüdü vardır: “Ne oldum deme, ne olacağım de!”
Zeki Sarıhan: Türk siyasi tarihinde 7 büyük patlama Yaklaşık 100 yıllık modern Türkiye tarihinde Türk siyasi hayatında ve kitle psikolojisinde büyük değişiklikler olmuştur. Bu süre içinde mevzi olanları saymazsak yedi büyük halk hareketi gerçekleşmiştir. Aşağıda bu hareketlerin adı, aktif destekçileri, temel örgütleri, hedefleri, sloganı, temel hukuk belgesi, kaç yıl sürdüğü, ödediği bedel, başarıya ulaşıp ulaşmadığı, icraatı ve sonu ile ilgili tespitler, okuyucunun denetimine sunulmaktadır. Birinci patlama Adı: 1908 HÜRRİYET HAREKETİ. Aktif destekçileri: Osmanlı Devletinde yaşayan Türk, Ermeni, Arap, Yahudi, Kürt, Çerkez, Arnavut gibi bütün milliyetler. Temel örgütü: İttihat ve Terakki Fırkası, Hedefi: İkinci Abdülhamit’in diktatörlüğü. Sloganı: Hürriyet, müsavat, adalet. Temel hukuki belgesi: 1876 Anayasası. Mücadelenin Kaç yıl sürdüğü: 1876-1908 (32 yıl) Ödediği bedel: Sürgünler, hapislikler, sansür. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Başarıya ulaşmıştır. Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1908-1912 (4 yıl) İcraatı: Modern Türkiye’nin temellerini atmış, özgürlük düşüncesini pekiştirmiştir… Sonu: İttihat ve Terakki İktidara tam olarak yerleştikten sonra Hürriyet yerine diktatörlük kurmuş, ülkeyi tarihinin en kanlı savaşına sokmuş, memleketin mahvına, imparatorluğun dağılmasına sebep olmuştur. Savaş sonunda kendi kendini feshetmek zorunda kalmıştır. İkinci patlama
Adı: İSTİKLAL HARBİ Aktif destekçileri: Türkiye’de yaşayan Türk, Kürt, Çerkez ve diğer unsurlar. Temel Örgütü: Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti ve Kuvayı Milliye örgütleri Hedefi: Türkiye’yi işgal eden ve parçalamak isteyen istilacılar ve işbirlikçiler. Sloganı: İstiklal-i tam. Temel hukuki belgesi: Misak-ı Millî, 1921 Anayasası. Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1918-1922 (4 yıl) İcraatı: Milli orduyu kurarak Misakı Milli sınırları içinde siyasi bağımsızlığı sağlamış, Padişahlığı ve halifeliği yıkmıştır. Ödediği bedel: Binlerce şehit, yaralı, Yunanlıların işgal ettiği yerlerin yanıp yıkılması. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Lozan anlaşmasıyla başarıya ulaşmıştır. Sonu: Siyasi bakımdan tam bağımsız bir cumhuriyetle sonuçlanmıştır. Üçüncü patlama Adı: “DEMOKRASİYE” GEÇİŞ Aktif destekçileri: Büyük burjuvazi ve köylü yığınları. Temel örgütü: Demokrat Parti. Hedefi: Millî Şef yönetimi. Sloganı: Yeter Söz Milletindir. Temel Hukuk belgesi: 1924 Anayasası, Dörtlü Takrir. Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1946-1960 (14 yıl) Ödediği bedel: 1946 seçimlerinin hileli yapılması, 1960’te Askeri bir darbeyle iktidardan düşürülmesi, üç liderinin idam edilmesi.
Başarıya Ulaşıp ulaşmadığı: Başarıya ulaşmıştır. İcraatı: Türkiye’yi siyasi, askeri ve ekonomik olarak Batı’ya bağlamıştır. Kore’ye asker göndermiştir. Teknoloji ithal ederek üretimi artırmış, şehirleşme ve kapitalizmi geliştirmiştir. Sonu: 27 Mayıs 1960 Devrimiyle iktidardan uzaklaştırılmış, DP parti kapatılmıştır. Dördüncü patlama Adı: HALK HAREKETİ Aktif Destekçileri: İşçiler, köylüler, gençler, memurlar ve devrimci aydınlar. Temel örgütleri: Türkiye İşçi Partisi, Dev-Genç, DİSK, TÖS ve diğer halk örgütleri. Hedefi: Emperyalizm ve işbirlikçileri. Sloganı: Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye. Temel hukuk belgesi: 1961 Anayasası. Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1960-1971 (11 yıl) Ödediği bedel: Binlerce devrimcinin tutuklanması, işkenceler, üç devrimci gencin idamı. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: emperyalizm ve faşizm tarafından bastırılmıştır, ancak önemli bir direniş kültürü bırakmıştır. İcraatı: Halk örgütlenmeleri, geniş çaplı gösteriler, öğrenci hareketleri, antiemperyalist hareketler, sosyalizm bilincinin yaygınlaşması. Sonu: Hareket 12 Mart 1970’te faşist bir askeri darbe ile bastırılmış, 1973’te Ecevit hareketiyle yeniden canlanmış ve 12 Eylül 1980’de gene faşist bir askeri darbe ile yeniden ve daha büyük bir şiddetle bastırılmıştır. Beşinci patlama Adı: İSLAMCI HAREKET
Aktif destekçileri: İslamcı ve muhafazakâr kesimler. Temel örgütleri: Refah Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi. Hedefi: Modern yaşam tarzı, laiklik, devletçilik, bürokrasinin devlette ortaklığı Sloganı: Milli Görüş, Muhafazakâr demokrasi. Temel hukuk belgeleri: Kur’an, hadis, Hanefi fıkhı. Mücadelenin kaç yıl sürdüğü: 1923-2012 (yaklaşık 90 yıl) Ödediği bedel: Kemalist Devrimlerle Şer’iye Vekâleti’nin, medreselerin, tekke ve zaviyelerin İmam Hatip okullarının kapatılması, Anayasa’dan devletin dini ibaresinin çıkarılması, medeni kanunun getirilmesi, kılık kıyafet devrimi, yazı devrimi, İslamcı partilerin kapatılması, bazı tarikat şeyhlerinin hapisliği vb. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Başarıya ulaşmıştır. Siyaseti ve toplumu dönüştürme projesi devam etmektedir. İcraatı: Ordu ve bürokrasi vesayetini alt etmiştir. Yargı’yı iktidarına bağlamıştır. ABD’nin Ortadoğu’da çıkarlarını temsil etmektedir. Eğitime dinî bir içerik kazandırmıştır. Kapitalizmi geliştirmektedir. Sonu: Henüz iktidardadır. Sonunun ne olacağı bilinmemektedir. Altıncı patlama Adı: KÜRT HAREKETİ Aktif destekçileri: Kürt kitleleri. Temel örgütü: Kürdistan İşçi Partisi. Hedefi: Türk milliyetçiliği esasına göre biçimlenmiş anayasal rejim. Sloganı: Demokratik cumhuriyet. Temel hukuk belgesi: ?
Mücadelenin kaç yıl sürdüğü: (Meşrutiyetten beri süregelen Kürt isyanları mirası üzerinde) 1983-2013 (30 yıl) Ödediği bedel: 35 binden fazla ölü, binlerce yargılama ve hapislik, yakılan, boşaltılan köyler. İcraatı: Kürt kimliğinin tanınmasına yönelik kitle gösterileri, silahlı isyan, seçim kazandığı yerel yönetimlerde Kürt kimliğine yönelik çalışmalar. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Kürt kimliğinin fiilen tanınması anlamında başarıya ulaşmıştır, süreç devam etmektedir. Sonu: Henüz bilinmemektedir. Yedinci Patlama Adı: GEZİ PARKI ODAKLI ÖZGÜRLÜK HAREKETİ Aktif destekçileri: Şehirli orta sınıf eğitimli kitleler Temel örgütü: Sosyal medya yoluyla kendiliğinden gelişen bir hareket Hedefi: AKP iktidarı ve Başbakan R. Tayyip Erdoğan Sloganı: Yaşam tarzıma karışma Temel hukuk belgesi: - - Mücadele’nin kaç yıl sürdüğü: 31 Mayıs 2013’ten başlayarak sürüyor. Ödediği bedel: 4 ölü, yüzlerce yaralı, gözaltılar, tutuklamalar İcraatı: Pasif direnişler, yeni eylem biçimleri. Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Yarattığı yeni direniş kültürü ve zihinlerde yerleştirdiği özgürlük anlayışı açısından başarıya ulaşmıştır. Sonu: Çeşitli eylem biçimleriyle sürmektedir. (22.6.2013)
Zeki Sarıhan: Görevi direnişçilere devrediyorum
Taksim Gezi Parkı odaklı, fakat artık adına “Türkiye Halkının Haziran 2013 Özgürlük Direnişi” adını verebileceğimiz ayağa kalkış, yalnız yakın yılların değil, Türkiye halkının, hatta dünya halklarının devrim ve demokrasi mücadelesinin mirası üzerine yükselmiştir. Bu mirasta milyonlarca insanın emeği, alın teri ve zekâsı var. Aşağıda Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencilerinin 1968 yılında yaptıkları 17 günlük boykotu özetleyeceğim. Bu 1960’lı yılların sayısız halk hareketinden biridir. Aradan 45 yıl geçmiştir. Boykot yapan öğrenciler bugün 60’lı yaşlardadır ve büyük çoğunluğu hayattadır. 1926 yılında, ortaöğretime öğretmen yetiştirmek üzere açılmış olan Gazi Eğitim Enstitüsü’nün 1968’de 11 bölümünde 1500 öğrenci okumaktadır. Bin kadarı yatılı olan bu öğrencilerin yaklaşık üçte biri kızdır. Öğrenciler orta-alt sınıflardan gelmektedir. 1968 ilkbaharında Fransa’da başlayan öğrenci hareketleri Türkiye yüksek öğrenimini de harekete geçirmiştir. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Öğrencileri, liselere yapılacak atamalarda önceliğin kendi hakları olduğunu söyleyince Gazi Eğitim Enstitüsü öğrencileri buna karşı harekete geçmişler ve okulun akademi olmasını istemeye başlamışlardır. Hatta 14 Haziran 1968 günü dersleri boykot ederek okulu işgal etmişlerdir. Fakat bir grup öğrencinin Millî Eğitim bakanı İlhami Ertem’le yaptığı görüşme sonunda bazı vaatler alınınca ertesi günü boykota son verilmiştir. BİZ YÖNETELİM O tarihte Türkiye’de sekiz Eğitim Enstitüsü vardır. Bunların çoğunun dernek temsilcileri 3 Temmuz günü Türkiye Öğretmenler Sendikası’nda toplanarak ortak isteklerini görüşmüşlerdir. 4 Temmuz günü de bakanla bir görüşme yapmışlardır. Bu tarihlerde okullar tatile girmiştir. 1968-1969 Öğretim Yılı açıldıktan bir süre sonra öğrenciler, taleplerini yeniden gündeme getirmeye başlayınca okul yönetimi birkaç öğretmeni öğrencilerin sorunlarını dinlemekle görevlendirmiş, bu öğretmenler, bölümlerde öğrencilerle toplantılar yaparak onların şikâyet ve isteklerini saptamaya başlamıştır. Ben o tarihte Türkçe Bölümü ikinci sınıf öğrencisi idim. Bizi dinleyen kurula “Okulun yönetimini biz öğrencilere bıraksınlar. Daha iyi yönetiriz” dedim. Bu sözüm öğretmenlerimizin garibine gitmiş olsa da sözlerimin doğruluğuna inanıyordum. Çünkü kitlelerin yaratıcı gücüne, örgütlenme yeteneğine güveniyordum.
Şikâyetlerimizin başında okul idaresinin öğrencilere yaptığı baskılar vardı. İdare, okulun bünyesi içinde yer alan Öğrenci Derneği’ne tahammül edemiyordu. Devrimci öğrencileri ispiyonlamak üzere bir sürü öğrenci görevlendirmişti. Okul, üniversiteler gibi özerk değildi. Müdürü klasik bir yöneticiydi fakat baş muavinin Millî İstihbarat Teşkilatı’na bağlı olduğuna ilişkin çok sayıda veri vardı. Okulun Eğitim, Türkçe, Sosyal Bilgiler, Fen, Matematik, İngilizce, Fransızca, Almanca, Resim, Müzik, Beden Eğitimi bölümleri vardı. Bu bölümlerden Beden Eğitimi bölümü dışında kalan 10 bölüm, toplantılar yaparak 2 Kasım günü boykota katılma kararı aldılar ve kurulacak Boykot komitesine birer temsilci seçtiler. Beden Eğitimi Bölümünün çoğunlukla boykota katılmayışının nedeni, okul yöneticilerinin bu bölüme mensup olması ve idarenin bu nedenle bölüm üzerinde sözünün geçmesiydi. Ben de Türkçe bölümü temsilcisiydim. Komitede de basın ve halkla ilişkiler sorumlu olarak görevlendirildim. En az üç yıl öğretmenlik yaparak Enstitüye geldikleri için “Amcalar” dediğimiz Eğitim Bölümü’nden ağırbaşlı bir arkadaşımızı komite başkanı seçtik. 17 gün süren boykotun bütün bildirileri, yetkililere açık mektupları benim elimden geçti. VE BOYKOT BAŞLIYOR 4 Kasım 1968 günü boykota başladık. O gün Bakan İlhami Ertem’in emriyle, boykota başlayan Bursa, Samsun, Erzurum, Trabzon, Konya, Balıkesir Eğitim Enstitüleri kapatıldı. (Edirne, Diyarbakır, İzmir’de de Eğitim Enstitüleri vardı.) 6 Kasım’da yayımladığımız bildiride niçin boykot yaptığımızı anlattık. Akademi isteğini geri plana iterek okulun özerk olması isteğini öne çıkardık. Akademi olursak balık yiyecektik ama özerk olursak balık tutmayı öğrenecektik. Okul müdürü bakanlık tarafından atanmamalı, öğretmenler kurulunda seçilmeliydi. Her bölümden birer öğrenci temsilcisi, oy hakkıyla birlikte bu kurulda yer almalıydı. Öğrenci Derneğine yapılan baskılara son verilmeliydi. 7 Kasım günü Bakan İlhami Ertem’in emriyle okulun kapatıldığı ilan edildi. Fakat okulu ve yurtları terk etmedik. Boykot şarkıları söyleyerek halaylar çekildi. Müdür, bakanlıktan aldığı emri yerine getirerek okulun suyunu, kaloriferini ve elektriğini kesti. Yemekhane kapatıldı. Yayımladığımız bildiride, “Biz yoksul halk çocuklarıyız. Açlığa alışığız” dedik. Başlarında Ayhan Sarıhan bulunan İaşe Komisyonu, Beşevler bölgesinde bakkalları dolaşarak ekmek, turşu, reçel gibi yiyecekler topladı. Müdür o gün Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan demecinde öğrencilerin sebepsiz yere kazan
kaldırdıklarını ileri sürdü fakat öğrenciler okulu terk etmezse polisten yardım istemeyi düşünmediğini de belirtti. 8 Kasım günü bakana hitaben bir açık mektup yayımladık. Boykotun suç olmadığını belirterek istifa etmesini istedik. Biz eğitimi düzeltmek ve halka dönük kılmak istiyorduk. Bir grup öğrenci o gün Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’la da görüştü. Sunay’ın “Gazi Eğitim ne yetiştirir?” dediği öğrenildi. 9 Kasım günü okuldan Kurtuluş Meydanı’na kadar bir yürüyüş yaptık. Yol boyunca dağıttığımız“Boykotçu Öğrencilerden Dostlara Mektup” başlıklı bildiride Ertem’in öğrenci isteklerini gerçekleştirecek yerde okulu kapatarak bizleri aç bıraktığı, Ankara halkının peynir etmek göndererek bizi desteklediği anlatılıyordu. Bildiride şu cümle de yer alıyordu: “Bizim bu eğitim sisteminden, bu okul idaresinden canımız yandı. İyi öğretmen, halka yararlı bir eğitimci olmamızı istemiyorlar.” Çiftlik Karakolu’ndan bir sivil polis her gün düzenli olarak gelir, yayımladığımız bildiriden bir adet alır giderdi. Onu bildiri teksir makinesinden çıkıncaya kadar dernek odasında misafir etmeye başladık. 10 Kasım’da okul müdürüne hitaben bir bildiri yayımlayarak onun öğrencilere ve öğrenci derneğine yaptığı baskılar tek tek anlattık. Dokuz eğitim enstitüsüyle birlikte bu baskılar kalkıncaya kadar boykota devam edileceğini anlattık. O gün konferans salonunda düzenlediğimiz Atatürk’ü anma toplantısına okul müdürü gelmedi. 11 Kasım günü, öğrencilerden bir grup Millet Meclisi Başkanı Ferruh Bozbeyli ve Meclis Eğitim Komisyonu üyelerini ziyaret ederek destek ve bakanla görüştürülmelerini istediler. Konferans salonunda yapılan toplantıda istekleri kabul edilinceye kadar boykota devam etme kararı alındı. Eğitim Enstitülerinden ortak bir komite oluşturacaklarını ve boykotun bundan sonra o komite tarafından yürütüleceğini açıkladık. Sonradan öğrendiğimize göre okul müdürü o gün boykotta önder oldukları gerekçesiyle başta benim adım olmak üzere 10 öğrenciyi disiplin kuruluna verdi. 12 Kasım günü, bir grup öğrenci okulun ana giriş kapısında açlık grevine başladı. “Boykotta 9. Gün” başlıklı bildirimizde dokuz gündür kuru ekmek yiyip yardımla geçindiğimizi anlattık. Bazı öğrenci kuruluşları boykotçulara yiyecek ve para yardımı yaptı. Sendikacı Cemal Akın “Gazi Eğitim Öğrencilerini Koruma Derneği” kurdu. ÖĞRENCİLERİ SAVUNUN
13 Kasım günü “Enstitü Öğretmenlerine Açık Mektup” ballıklı bir bildiri yayımlayarak onlardan öğrencileri anlamasını ve savunmasını istedik. Öğretmenler kurulu toplanarak öğrenci isteklerini görüşmeye başladı. Kurul, Boykot komitesinden bir öğrencinin dinlenmesine karar verince komite beni gönderdi. Yaptığım konuşmada isteklerimizi anlatarak öğretmenleri bizi desteklemeye davet ettim. Bu ikna edici konuşma öğrencileri destekleyen öğretmenleri okul idaresi yanında güçlendirdi.(Bu konuşmayı hâlâ gözleri yaşararak hatırlayan öğretmenler var.) Öğrencilerden bir grup Bakan Ertem’le görüştü. Bakan, parayı gerektiren isteklerin kabulünün güç olduğunu, öteki isteklerin inceleneceğini söyledi. Açlık grevi dönüşümlü olarak devam etti. 17 Kasım günü yayımlanan İaşe Komitesi bildirisi Ankara halkından yardım istedi. “Davamız çabuk sınıf geçmek, ucuz öğretmen olmak için savaş değildir. Davamız, idarenin korkunç baskılarından kurtulmak, eskimiş eğitim usullerinin günümüz ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesini istemektir. Bunun için boykot yaptık. Millî Eğitim bakanı sesimize kulak verecek yerde okullarımızı kapattı. Yemeklerimizi kesti. 800 kişiyi aç ve susuz bıraktı. Yatılı bir okulda okumaktan başka imkânı olmayan yoksul çocuklarını açlıkla korkutup bu güzel amacımızdan vazgeçirmek istedi. Buna rağmen direniyoruz. Ankara halkının aç kalan evlatlarını bağrına basacağına inanıyoruz. Sonuna kadar yan yanayız. Başarı hepimizindir” deniliyordu. 18 Kasım günü (sonradan ortaya çıkan belgelere göre) Ertem, okul müdürlüğüne gönderilen gizli bir yazıda boykotçu öğrencilerin cezalandırılmasını istedi. 21 Kasım günü Gazi Eğitim öğretmenlerinden beş, boykotçu öğrencilerden beş kişi, müsteşarla görüştük. Müsteşar, 14 maddelik isteğin tümünün kabul edildiğini söyledi. Bunların yeni hazırlanacak enstitü yönetmeliğinde yer alacağını vaat etti. Bunun üzerine okul konferans salonunda yapılan forumda öğrenciler istekleri kabul edildiği için boykotu bitirmeye oybirliğiyle karar verdiler. Komite adına yayımladığımız bildiride boykotun sona erdiğini belirttik. ANARŞİK ÖĞRENCİ Sonradan ortaya çıkan belgelere göre Bakan Ertem’in isteği üzerine okul müdürü ona boykot hakkında gözle bir rapor gönderdi. Raporda, bu satırların yazarı için “Daima karanlık ve karışık emeller besleyen yönü ile teşhis edilen, bütün anarşik hareketlerde elebaşı rolü oynayan bir öğrenci” ifadesini kullandı! Anlaşılan yöneticiler ve öğrenciler iki ayrı dünyanın insanıydılar. Yöneticilerin anarşist elebaşı ilan ettiği kişi ve onun
oluşturduğu “Toplumcular Grubu” iki ay sonra yapılan Öğrenci Derneği seçimlerinde büyük çoğunlukla dernek yönetimine seçildiler. Bu eylemden şu sonuçlar çıkar: 1) Meşru isteklerden hareket et. 2) Eyleme geçmeden önce geniş bir fikrî hazırlık yap. 3) Eylemin en geniş kesimler tarafından benimsenmesine yönelik bir dil kullan. 4) Zorluklarını halkla birlikte aşmaya çalış. 5) Asla çoğunluğun gözünde seni haksız çıkaracak yöntemlere başvurma. 5) Eylemin bir sınırı olsun. Nerede duracağını bil. Boykotun sonuçları: Olumlu sonucu: Bakanlık, yeni enstitü yönetmeliğini hazırlamak üzere öğretmenlerden oluşan bir komisyon kurulmasına razı oldu. Bu yöneltmelik kesinleşmeden okul müdürleri öğretmenler tarafından seçilmeye başlandı. Bu kurulda biz bölüm temsilcileri de oy kullandık. Öğrenci Derneği ile idare arasındaki ilişkiler normale döndü. Öğrenciler büyük bir özgüven kazandı. (12 Mart 1971 faşist darbesiyle bütün bu kazanımlar kaldırıldı) Olumsuz sonucu: Bakanlık boykotta elebaşı olduğunu ileri sürdüğü öğrencilerin cezalandırılmasını istedi. Okul disiplin kurulu buna karşı direndi. Bakanlık cezalandırılmasını istediği kişi sayısını ondan ikiye indirdi. Bakanlığın diretmesi karşısında kurul bu iki öğrenciye (Zeki Sarıhan ve Aynan Sarıhan) birer ihtar cezası vermeyi uygun gördü. İşlemler uzun sürdü ve öğretim yılı biterken (1969) Bakanlık, bu cezayı, disiplin yönetmeliğini de çiğneyerek okuldan temelli atılma cezasına çevirdi. İkimiz okuldan temelli atıldık! Danıştay’ın verdiği kararla 40 gün sonra okulumuza döndük. Öğrencilerin sevincine payan yoktu… Bir saptama: Yurtdışında doktora yapan küçük oğlum, Babalar Günü vesilesiyle telefon edince Türkiye’deki Gezi Direnişi’nin oradan nasıl göründüğünü sordum. “Sizin kuşak bizim pabucumuzu dama attırdı!” dedim. Bana hiç beklemediğim şu olgun yanıtı verdi: “Bize olumlu bir mücadele mirası bırakan ve siyasi geçmişimizi yazılarıyla doğru yorumlayan senin gibi bir babayla övünüyorum!” Bizim için bundan daha onur verici ne olabilir? Görevimizi gönül rahatlığı ile devredebiliriz.
Zeki Sarıhan: AKP'nin yıkılışı başladı
Yıllardır, aklımın erdiği, dilimin döndüğü, imkân bulduğum kadar yazıp söylüyorum. Geldiğimiz nokta nasıl da bu tespitlerimi doğruluyor. Bunu, hiçbir olaya önyargıyla yaklaşmamaya, gerçeklerden hareket etmeye, beynimi bütünüyle özgürleştirmeye borçluyum. İşte daha önce yazıp söylediklerimden doğrulananların bir özeti: AKP OYLARIN NEDEN YARISINI ALMIŞTI Birçok insan bunu AKP’nin İslamcılığına bağlıyor iken, gerçeğin başka olduğunu yazıp söyledim. AKP’nin aldığı oyların büyük bölümü onun iktidarından önce ülkenin iyi yönetilmeyişiyle, iktidara gelişinden sonra da halkın refah düzeyinin yükselmesiyle ilgiliydi. Ne kadar çok insan bu gerçeği şiddetle reddetti! AKP döneminde halkın daha da yoksullaştığını ısrarla anlatmaya çalışanlar oldu. Bütün yurda yayılan Taksim protestolarında insanlar tencere tava çalıyor ama bunu başka bazı ülkelerde görüldüğü gibi ekonomik nedenlerle yapmıyor. Kitleler “yoksullaştık” demiyor. Özgürlük istiyor. AKP TÜRKİYE’Yİ İRANLILAŞTIRABİLİR MİYDİ? Muhafazakâr AKP iktidarının Türkiye’yi İranlılaştıracağı ileri sürülüyordu. Oysa bunu yapamazdı. Nedeni ise İran ve diğer Arap ülkeleriyle Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal koşullarının farklı oluşuydu. Toplumsal dokusu laikti. Öte yandan Türkiye bütün İslam ülkelerinden daha önce, Tanzimat döneminde Batı’ya yönelmiş, geniş bir kitle modern hayatı benimsemişti. Türkiye halkı şeriat yasalarıyla yönetilmeyi kabul etmezdi. Taksim direnişi bunu kanıtlamıştır. AKP TOPLUMU DÖNÜŞTÜREBİLİR MİYDİ? Yazı ve konuşmalarımda anlattım ki AKP iktidarının en başta mücadele edilecek uygulaması, bu toplumu muhafazakârlığa doğru dönüştürmek istemesiydi. O, dinci ve kinci bir gençlik yetiştirmek istiyor, feodal değerleri topluma kabul ettirmek istiyordu. Fakat o bunu başaramayacaktı. Millet bir deniz, AKP ise bu denizin yüzeyinde bir dalga idi. Milletin üstünden böyle çok dalgalar gelip geçmiş, ancak onu istedikleri gibi dönüştürememişlerdi. Bazıları bu dalgaya bakıp denizin de dibine kadar öyle olduğunu sanıyorlardı. Oysa millet, yüzeyinde böyle bir dalga nedeniyle biçim değiştiremezdi. Onun bir yaşam tarzı, dünya görüşü, değerleri vardı. Asıl olan buydu. Bu iyimserliğin ne kadar yerinde olduğu anlaşılmış olmalı. SOSYAL HAYAT NEDEN GERİ GÖTÜRÜLEMEZDİ?
Birçokları, AKP iktidarının Türkiye’deki sosyal yaşamı geriye götüreceğini, kadınları çarşafa sokacağını, toplumu gericileştireceğini söylüyordu. Bu bakımdan Türkiye’nin yaşanamayacak bir ülke haline geleceğine inananlar da vardı. Hükümete ve yöneticilerin gözüne çarpmak için muhafazakâr görüntüler veren memurlar, iş adamları olabilirdi. Ancak Türkiye’de toplumsal yaşamın muhafazakârlaşamayacağının en önemli kanıtı, ülkemizde hem de AKP döneminde kapitalizmin gelişmekte oluşuydu. Kapitalizm, aynı zamanda daha çok kadın ve erkeğin iş hayatına atılması, daha çok sokağa çıkması, hak ve özgürlüklerinin farkına daha çok varmasıdır. Şu örneği kaç yerde verdim: İki yıl önce Beypazarı’nda işletilen dükkânların çoğunun kadınlar tarafından işletildiğini görünce bunun nedenini bir dükkân sahibi ve çalışanına sorduk. Kadın dedi ki: “On yıl önce biz kadınlar bu sokaktan bile geçemiyoruz. Şimdi her birimiz bir dükkân işletiyoruz.” TÜRKİYE’NİN İKTİDARLARINI AMERİKA MI BELİRLİYOR? Özellikle AKP iktidarı döneminde, Türkiye’deki hükümetlerin ABD tarafından belirlendiği, AKP’yi de Amerika’nın iktidara getirdiği ileri sürüldü. Bu kesin kanı, Türkiye’nin toplumsal yapısını hesaba katmıyor ve tarihsel, sosyal gerçeklere gözünü kapatarak kötülüğün kaynağını yalnız dışarıda arıyor, böylece kendisini de rahatlatıyordu. Bu doğru değildi. AKP de içinde olmak üzere Türkiye’deki siyasi partilerin toplumsal tabanları ve kökenleri vardı. AKP, toplumun derinliklerinde kökleri olan bir akımın ve toplumsal sınıfların temsilcisiydi. Amerika’nın onu desteklemesi, iktidarı için temel etken değildi. Onun temsil ettiği sınıf büyümüş, palazlanmış, merkez burjuvazinin elinden siyasi ve ekonomik iktidarı almıştı. Onu iktidardan düşürecek olan halk kitlelerinin ayağa kalkmasıydı. BATI TÜRKİYE’DE NASIL BİR İKTİDAR İSTİYORDU? Bazıları ileri sürdüler ki, Amerika ve Avrupa, Türkiye’de laik bir iktidarı istemiyor, muhafazakârlığı destekliyor. Oysa Batı’nın esas tercihi Türkiye’de laik bir toplum ve iktidardır. Onların AKP’ye destek vermeleri muhafazakârlığından ötürü değil, ABD’nin, NATO’nun sadık bir müttefiki olmasıydı. Batı, müttefiki olmaları nedeniyle daha önce de birçok hükümetin dostu ve destekçisiydi. AKP’nin dinsel söylemleri arttıkça Erbakan’a yaptığı gibi, Batı’nın şimdi gördüğümüz gibi onun kulağını çekeceği ortadaydı. Onların bu tavrı, bazı çevrelerde gene yanlış kanılar uyandırıyor. Taksim direnişinin Batılılar tarafından yönlendirildiğini ileri sürenler var. Halk hareketi karşısında telaşa kapılan AKP’li bazı çevreler de bu teoriye sarılmışlardır. SOL HALKIN DEĞERLERİYLE BARIŞMALIYDI
İktidar olamayan ve halkın karnını doyurma imkânından da yoksun olan Türkiye solu, halkın dinî ve geleneksel değerleriyle arasına büyük mesafe koyma gafletinde bulundu. Dinin, millî kültürün önemli bir parçası olduğunu unuttu. Bu değerlere karşı kılıç sallayanları kahramanlaştırdı. Böyle yaptıkça yoksul dindarların çoğunu AKP’ye kaptırdı. Şimdi Taksim direnişçileri, bu bölünmeyi tamir etmeye, inanç ve kültürler üzerinden politika yapmamaya çalışıyor. Taksim’de kandil simitleri dağıtılıyor. Zalimlere karşı direnişçiler birlikte dua da ediyor. SOL KÜRT SORUNUNU ÇÖZMEKTE ÖNCÜ OLMALIYDI Hiç de demokrasiyi içleştirmemiş ve Türkiye’ye demokrasiyi getirmeye niyetli olmayan AKP hükümeti, 30 yıl süren ve yaklaşık 40 bin kişinin hayatına, trilyonlarca liralık servetin heba edilmesine neden olan Kürt kalkışmasına bir son vermek için bazı adımlar attı. Bu onun iktidarını sorunsuz olarak devam ettirmesi için çözmesi gereken büyük bir sorundu. Başbakan “Türk ve Kürt milliyetçiliğini ayaklar altına alıp” İslam milliyetçiliğini önerince sol, halkların kardeşliğine, Türkiye yurtseverliğine sarılacak yerde, Türk milliyetçisi oldu. Kürt sorununun çözümünde politika üretecek yerde ret ve inkâr politikasını seçti. Solun önemli bölümü eski projelerini de unutarak beyaz Türk anlayışına savruldu. Bugün hükümet çevrelerinin Taksim direnişçileri için söylediği gibi Kürt sorununun dış kaynaklı olduğunu ileri sürdü. Hiç de mantıklı bir yönü bulunmadığı halde ABD’nin ve Avrupa’nın Türkiye’yi bölmek istediğine milleti inandırmaya çalıştı. Bugünkü direnişe katılan kitlelerin bir bölümü hâlâ bu anlayıştadır. Bir mitingde Kürtçe şarkı söylendiği için orayı terk eden gruplar vardır! Bu durum direniş cephesinin Kürtleri de içine alacak biçimde genişlemesine engel olmaktadır. MİLLİYETÇİLİK DEĞİL YURTSEVERLİK Türkiye halkını birleşik bir cephede toplamak ve AKP’nin elinden iktidarı alabilmek için savunulması gerekenler özgürlük, demokrasi ve yurtseverlikti. Bazı muhalif gruplar, etnik grupları kurumlaştıracağı gerekçesiyle demokrasi kavramına karşı tutum aldılar. Milliyetçilik yalnız Türklerle Kürtleri birbirinden ayırmakla kalmayıp Türk unsurunu bile ayrıştırdı. Oysa yurtseverlik, hemen bütün unsurları birleştirmeye adaydır. Milliyetçilik, on yıllardır görüldüğü gibi topluma demokrasi vaat edemezdi. Türkiye tarihinde de toplumu birleştiren milliyetçilik değil, yurtseverlik olmuştu. Bugünkü kitlesel direnişte milliyetçiliğin asıl sahibi olan MHP’nin hareketin dışında kalması anlamlıdır. Diğer milliyetçi unsurların bir kısmı hareketin içindedir fakat kitleleri birleştiren milliyetçilik değil, demokrasidir. Kişisel alanların genişletilmesidir.
TEK PARTİ DÖNEMİNİN SİMGELERİNİ KULLANMAK AKP gericiliği ve işbirlikçiliğine, özellikle de baskıcı politikalarına karşı tek parti döneminin politikalarına sığınmak, bu dönemin simgelerini öne çıkarmak baştan beri doğru değildi. Halk kitleleri, tek parti döneminin simgeleri ve politikaları çevresinde toplanamazdı. Taksim direnişçileri, tek parti dönemini değil, özgürlüğü savunmaktadırlar. Tek parti döneminde en fazla olmayan şey ise özgürlük ve demokrasi idi. Bugünkü başbakanın tek adam olmasına karşı duranları, tarihteki tek adamlılıklara, şefliklere ikna etmek mümkün değildir. Bugün öne çıkarılan, alabildiğine siyasi katılım, bireysel özgürlükler, ortak akıldır. UMUTSUZ OLMAMAK GEREKİRDİ AKP’nin üstü üste üç seçim kazanması, onun kurduğu bu düzenin artık yıkılmayacağı gibi bir kanı oluşturdu. Bu kanı birçok insanı mücadeleden uzaklaştırdı ya da saf değiştirmeye itti. Basının ve sermaye çevrelerinin önemli bir bölümü bile bu havaya girdi. Oysa az çok tarih bilgisi olanların fark edeceği gibi Türkiye, sosyal bir deprem kuşağındaydı. İleride ne olacağı hiç belli olmazdı. Hiç gitmeyecekmiş gibi görünen nice iktidarlar gelmiş, ama hiç biri önceden öngörülemeyen gelişmelere dayanamamıştı. Örnek olsun diye 1900 yılından başlayarak her on yılda Türkiye’de ne büyük değişiklikler olduğunu yazıp söyledim. 1900’den başlayarak her on yılda bir Türkiye’nin geçirdiği önemli evreleri gözden geçirmek bu gerçeği anlamaya yeter. Türkiye nerdeyse her on yılda bir politik olarak kendisini yenilemiştir. AKP dönemi, bu kanunun dışında kalamazdı. “Hiç merak etmeyelim, yanlış giden yıkılır” diyordum. Nitekim AKP’nin bugün düştüğü durum, bir yıkılışın başlangıcıdır. O bir süre daha iktidarda kalsa da bundan sonraki Türkiye, zihniyet olarak artık on bir yıldır yaşanan Türkiye olmayacaktır.
Zeki Sarıhan: 10 maddede Taksim direnişi nedir 1. Islak bir ormanda ısınacak kadar bir ateş yakmak bile çok zordur, oysa bir bozkırı bir kıvılcım bile tutuşturabilir. Taksim Gezi Parkı’nda birkaç ağaç, oldukça kurumuş olan Türkiye ormanını tutuşturmuştur. 2. Her zulme, her diktatörlüğe, her küstahlığa karşı toplumların bir tahammül etme sınırı vardır. Direniş, bu sınırın aşıldığını gösteriyor. Özlenen bahar yağmurları, bahar ayları biterken gökten boşanırcasına yağmıştır. 3. Bugün yaşamakta olduğumuz olayın Türkiye tarihinde benzerine rastlamak çok zordur. Bu direniş ve inatla karşı koyuş, Cumhuriyet Mitinglerinden de, meydanlarda
bayram kutlamalarından da, Anıtkabir yürüyüşlerinden de, herhangi bir grevden de farklıdır. Hareketin tabanı ve katılımcıların zihinleri genişlemiştir. 4. Bu bir “Türk Baharı” mıdır? Evet. Fakat Arap Baharı’ndan farklı yönleri vardır. Arap Baharı’na Batılılar tasallut ettiler ve onu büyük ölçüde ele geçirdiler. Fakat Türk Baharı’nı Batılıların ele geçirmesi mümkün değildir. Çünkü onlar işbirlikçi iktidara destek vermek zorunda. Türk muhalefeti antiemperyalisttir. 5. 1 Mayıslarda bile bir araya gelemeyen siyasi grupların Taksim direnişinde güçlerini birleştirmeleri büyük bir gelişmedir. Fakat MHP’nin ve Kürt muhalefetinin henüz uzakta duruşu bir eksikliktir. Ana gövdesiyle işçi sınıfının ve nerdeyse bütünüyle köylülüğün henüz bu olay için meydanlara inmeyişi de büyük bir eksikliktir. 6. Kırsal kesim ve sandıklar hâlâ onun tarafında görünüyor ama emekçilerin, orta sınıfların, okullu gençliğin, aydınların yaşadığı kentlerin meydanları muhalefetin elindedir. Sandık bir güçtür ama meydanlar da yabana atılacak bir güç değildir. Direniş bunu kanıtlamıştır. 7. Bu bir iç savaş değil, hükümete karşı bir direniş hareketidir. İç savaş, hükümetin kendi yandaşlarını direnişçilere karşı meydanlara döktüğü zaman yaşanır ki hükümet kolay kolay buna cesaret edemez. Şimdilik polisiyle idare ediyor. 8. Gene de başbakan, taraftarlarını meydanlara dökebileceğini ima etmekten geri kalmamıştır. Böyle bir şey yaparsa bu klasik bir AKP mitingi olmayacaktır. Halk direnişini bastırmak için sokağa çağıracağı insanlar konusunda onun da miras edindiği örnekler vardır. 31 Martçılar, Anzavur Ahmet, Halife Ordusu, Çapanoğulları, Derviş Mehmet, Dolmabahçe’de Altı Filo’ya karşı namaz kılan eli satırlı gericiler, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas katliamlarının “kahramanları”… Bu onun için son çare olacaktır. 9. Bundan sonraki Türkiye, bundan önceki gibi olmayacaktır. Direnişin ilk ve yakın etkileri, bir sivil diktatörün prestijini kırması, niyetlerini sonuçsuz bırakması, partisi içindeki dalgalanma, ona oy veren halk kitleleri üzerinde onun gücü hakkında yaratacağı kuşku ve direnen çevrelerde özgüven yaratması olacaktır. 10. Direnişin en büyük zaafı, buna katılanların büyük çoğunluğunun inanıp güvendiği güçlü bir önderliği olmayışıdır. Kitleler direnişleri içinde deneye deneye bu önderliği yaratacaklardır.