Sevgili Fransa'mızın Doğu'daki ölümü

Page 1

Pierre LOTİ

Baykent Bilgisayar & Danışmanlık

Sevgili Fransa’mızın Doğudaki Ölümü. (Kitap)

Yayıncı: T.C. KÜLTÜR BAKANLIĞI, 2002 ANKARA ISBN 975- 17-2477-5,

Çeviren: Dr.Tuğrul BAYKENT w.ekitapozeti.com


Yayıncı: T.C. KÜLTÜR BAKANLIĞI, 2002 - ANKARA ISBN 975- 17-2477-5, SEVGİLİ FRANSA’MIZIN DOĞUDAKİ ÖLÜMÜ. YAZARIN ÖNSÖZÜ Kitap olarak adlandırmaya cesaret edebildiğim bu yapıt, neyazıkki bunca kör inatçılık Ve indirgenmez kararlar karşısında artan bir uyuşukluk ve infial içinde yazılmış ve davaların en doğrusunu savunmak için kaleme aldığım dördüncü eser olacak. Yazılanlar “kitap” olarak isimlendirilmeyi bile hak etmiyor. Sadece tanıklık ve belgelerden oluşan tutarsız bir yığındır Hepsinin reddedilmeyeceği gerçektir ama, bununla birlikte biraz daha düzenli, az tekrarlama ve az yanlış bilgilendirme ile bayağı ilgi kazanmış olur Zavallı kitap, ortaya çıkışını ne güçlükler engelledi. İlk önce, tarafsızlığı aşırı olan bir “sansür” tehdidi ve sonra, özellikle elleri altınla dolu her tarafı kontrol etmeye çalışan bazı lövanten (ortadoğulu) bankacılar vardı. Bunlar koku alma duyusuyla, şurada ve burada sıralarımızı lekeleyen ender bir kaç satılık ruhu keşfetmekte mahir ve inatçı kişilerdi. Ve maaşa bağlı bu fliracılar (satılmış kalemler) kendi patronları denetiminde zaman zaman en dürüst gazetelerimizin içine sürpriz bir şekilde sokuluyorlardı. Zavallı Türklere karşı sonsuz derecede üzücü hakaretler hiç güçlükle karşılaşmadan süzülüyordu. Oysa ki Ermeni ve Yunanlılara hiç dokunulmuyor ve dokunulmayacaktı. Zavallı kitap, onu oluşturmaya dahi zamanım olmadı. Gün ve gün kendi başına oluştu. Kendini kontrol etme ve durdurma cesareti olmayan; kendini ölümcül bir inişte hisseden kararsız politikamızın hatalarından tesadüfen oluştu. Can sıkıntısıyla, eski zamanlardaki birçok Fransız gibi, düşe kalka ırkımızı uçuxv ruma getiren, tarihinde silinmez ilk izleri bırakan bu yarışı kendi kendime şunu diyerek takip ettim; “Hayır bu mümkün olamaz. Fransa’nın bilinci ve sağduyusu sonuçta uçurumun kenarında kendisini tekrar gösterecektir Bizim amansız rakibimiz (İngiltere) ve onun, hor görülmeye layık, küçük müttefiği (Yunanistan) yararına, Avrupa ‘nın en sadık ırkın: ve tek gerçek dostumuzu (Türkleri) yok etmeye yardım etme aptallığını ve cinayetini işleyemeyiz.” Eh işte, ne yazık ki şimdiden dörtte üçü işlenmiş, tamiri ve özrü mümkün olmayan bu suçta bizi o noktaya sürükleyen İngilizlerdir Bütün Ingilizler değil. Onların hepsini suçlayarak hakaret etmiyorum. Ama özellikle bir tanesi ki, cahil bir kimsenin aJfedilmez bütün açık gözlülüklerini gösteren Lloyd George’dur Saçma bir zafer oburluluğunun sonucu olarak, daha önce Türkiye kıyılarının tapılacak ve sakin köylerini, sevimli camilerini ve incelikli minarelerini acımasızca yıkmaya başlayan ve ölüm kusmak için denizden getirilmiş kocaman gemilere rağmen, gelecekte kötü felaketlerin olacağını bile bile, (Türkiye) ülkesini Yunanlıları 2


imdada çağırmaya mecbur olma zilletine sürükledi. Sonsuz derecede şüphe duyulacak büyük İngiltere’nin ve onun iğrenç uşağı küçücük Yunanistan’ın suç ortaklığının ilk sonuçlarını en kalın kafaların fark etmeye zorlanmasından beri, gerçeğin kendiliğinden ortaya çıkacağına emin olsaydım, cesaretimi kaybedecek ve sessizliğe razı olacaktım. Bilmem ne zaman verilmiş sözlerle kendilerini bağlamış olan idarecilerimiz, insan haklarına ve ortak anlayışa karşı korkunç saldırıda bulunmakta inat ederlerse, kamuoyunda halihazırda olan uyuşukluk ve infial gürüldemeye devam edecektir. Ne yazık ki, hiçbir zaman bir halkın can çekişmesi, daha zalimce bir vavaşlıkla, kurbanı için işkence cezasını uzatan ümit ve çökiiş al1ernatUlerivle vüriitülınemiştir Bir gün valaııcı vaatlerle rahatlain iş ve kendilerini kıırtıı/nıuş sanan, ftıkat ertesi gün boğucu sıkışını hiçbir zamaıı gevşetnıeven İngiltere’nin kalleş eli altında daha aşağıya atılan zavallı Türkler ve tarihinıizde ilk defa veıninimizi tııtnıavan ve göründüğü kadarıyla iı’i k<ılplilikle bütün Islam’ın her zamankinden daha açık gözleri önünde Ingilizlerin nefret edilecek saflarına alçalarak beş asırlık çabaların neticelerini bir kalemde silmeve razı olan, yanı başımızda bu iğrenç dolaplar: kabul eden biz Fransızlar hakkında ne düşiinmeli? PIERRE LOTİ

3


1. BİZE GEREKLİ OLACAK MÜTTEFİKLER Ocak 1919 “Akdeniz bir Fransız gölüdür.” Elli yıl önce böyle söyleni - yordu ama ne yazık ki o devir bizden o kadar uzak ki! Süveyş Kanalı’nın açılmasının ertesinde Mısır’ın Fransa’ya gördüğü ve hayran olduğu devir bizden o kadar uzak ki! Aynı konu üzerine yazılmış “Bize gerekli olacak Müttefikler ve Ermeni Katliamı” adlı iki küçük broşürü, “Sevgili Fransa’mızın Doğudaki Ölümü” adlı eserle birleştirme müsadesini yazardan istedik. Bu birleşme, “Bize gerekli olacak müttefikler”adlı broşür, her şeyden önce sansür sebebiyle gizlice basılmış ve dağıtılmış bir makale olduğu için gerekiyordu. 0 devir ki, Kudüs’te Saint Sepulcre kilisesinde törenlerle kutlanan paskalya ayini sırasında, şarap ve ekmek bütün diğer Avrupa milletlerinin toplanmış temsilcilerinden önce ve daima, ilk olarak Fransa’nın başkonsolosuna şatafatla getirilirdi. Lübnan ve Suriye’de kendimizi evimizde hissettiğimiz devir! 0 devir ki, İstanbul Fransız etkisinde, sempatisinde ve lisanında olduğu bir şehirdi! Ne yazık! Ne yazık! Asırlardan beri bizim rakibimiz olan ve sarsılmaz fikirlerine sadece dehşetle hayran olabildiğimiz bir millet dünyanın en büyük ve tek İslam gücü olmak şeklindeki görkemli ve inatçı planını aleyhimize izliyor ve her yerde ayağımızı kaydırıyor. Etkisini biraz dengelemek gerekir. Şu an için etkisinin dostane olduğu doğrudur ve özellikle Almanların uyanış tehlikesine çare bulmak için doğuda bize kuvvetli ve güvenilir müttefikler gerekecekti. Bu, gün gibi ortadadır. Oysa bu müttefikleri nereden bulacaktık? Eskiden güvendiğimiz Ruslar mı? Ama kendilerini kanıtladılar. Ya küçük Yunanlılar? Atina’nın tuzak ve cinayetleriyle taçlanmış bütün ihanetleri! 0 zaman ki Avrupa’nın en büyük iki hükümdarı l’nci François ve Muhteşem Süleyman tarafından ittifakımızın imzalandığı uzak devirden beri, eylem veya düşüncede bize sadık kalan sadece ve evet, sadece Türkler! Yarın artık mevcut olma-yacakiar ve işte biz, onları her şekilde hayal kırıklığına uğrattıktan ve en kötü sıkıntıların ortasında terk ettikten sonra bir de ölüm fermanlarını imzalamaya hazırız. İngiltere Mısır’a yerleştiği zaman, İngiltere’ye orada kalmayacağına dair bütün Avrupa’ya vermiş olduğu sözü hatırlatmak için bize güvenmişlerdi. Ve biz kaytardık. Geçen yüzyılın sonunda Yunanistan Türklere harp ilan ettiği ve sekiz günde ezildiği zaman, Türklerin zaferlerin meyvelerinden feragat etmelerini istemek için diğer batı milletleriyle ağız birliği ettik. Balkan savaşı sırasında acımasız Bulgarları ve onların iğrenç Ferdinand’ını yücelterek, sadece Türklere karşı cephe almadık, aynı zamanda düşmanlarının işlediği bütün suçları onlara yükleyerek bütün gazetelerimizde durmadan onlara hakaret ettik. “Türkler katliam yapıyorlar” diye yarışırcasına tekrar tekrar yayınlar yapıyorduk. Sevgili şövalye Paladin kuşe olarak “Türkler en kötü zulmü işlemeye devam ediyorlar” diye 4


yazıyordu. İşkenceci ve katliamcıların kendilerine Hıristiyan diyenlerin yanında yer aldıkları yüzlerce şahit, yüzlerce uluslararası komisyon tarafından kanıtlanmışken, biz Nuh deyip Peygamber demedik. Nihayet son olarak onlara yönelik giderek azan bir hakaretle İtalya’yı Trablusgarp’ta onların üstüne biz saldık. Ve bütün bunlardan sonra Onlar, tarafımızdan tanımazlıktan gelinmiştir. Rus deyi tarafından yüzyıldan beri ezilme tehdidinden kaçmak için eşsiz bir fırsat yakalayan bu zavallı Türklerin, Almanya’nın kollarına atılmasından tiksinecek kadar saftık. Lütfen söyleyin, bize ne borçlular? Onların ümitsizliklerini hafifletici bir durum olarak, Dünya savaşının patlak vermesi sırasında. Alman diplomasisi en mahir sinsilik ve küstah bir sertiik ile hareket ederken, Türkler nezdindeki diplomasimizin sayısız öngörüsüzlük ve beceriksizliklerini de sıralamak, burada adalete uygun düşer. Her şeyin sorumlusu olan bu Jön Türk komitesi men -suplarının, Türkiye’de Almanların pençesinde kalan pek ufak bir azınlığı temsil ettiğini de hatırlatmak gereklidir. Ne var ki, 25 üyeden müteşekkil bu komitede sadece beş gerçek Osmanlı bulunuyordu, diğerleri her eyaletten gelen yabancılar, Yunanlılar, Giritliler, Yahudiler ve Ermenilerdi. Bay Wilson, bütün anlaşma güçleri tarafından kabul edilen ve imzalanan programının 12. maddesinde, “Mevcut Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenlik ve güvenliği tam olarak sağlanacaktır.” demişti. Fakat işte hiç kimsenin bir mazaret veya bir açıklama bulma fikri aklına gelmeksizin, bu 12’nci madde, çiğnenen tek madde oldu. Hayır, şimdi batıda, Türklerin kanun dışı aşağılık kimseler olduğu ve sadece düşmanlarının barış konferansında seslerini duyurmak hakkına sahip oldukları, kabul edilmektedir. Talihsiz ülkelerde, sayıca ezici bir çoğunlukla egemen olan bir dine, gelenek, lisan ve dürüstlüğe sahip olmasınlar mı! Ve niçin vahşice tarafgir sansür. Niçin Türkler için en kötü hakaretlere izin verirken, Ermeni ve Yunanlıların hoşuna gitmeyecek her şeyi makaslıyorlar? Son olarak ben, bir Paris gazetesinde şu iğrenç olduğu kadar aptal cümleleri okumadım mı?. “ Bütün düşmanlarıınız arasında Türkler sadece en fazla nefret etmemiz gereken değil, ama en fazla hakir görmemiz gereken millettir.” Bununla birlikte onları ümitsiz eylemlere itmekten ve böylece alçak manevralar çevirmeye devam eden bu paralı provakatör (ortamı karıştıran) ajanların oyununa yardımcı olmaktan çekinmeliyiz. Savaş sırasında bize karşı ayrıcalıklı ilgileri olsa bile, bu ilgiyi tartışmak için sadece kötü niyetli insanlar vardı. Ve işte bizim teşekkürümüz; Ben halihazırda Türklerin açlıktan öldüklerini söyledim. Oysa böyle bir zamanda açlık numarası yapan canavar Almanya’ya iaşe yardımı yapmaya hazırlanırken, sadece Türkleri düşünmüyoruz. (Jstelik de izin verilmiş malzemelerin tesliminde izlenen yavaşlığa ilaveten, tarafsızların merhametiyle 5


Istanbul’a giysi ve erzak ile en zararsız makarnaları, en masum mercirnekleri ve en zararsız çorapları götürmek üzere tutulmuş bir yardım gemisinin Barseİona’dan hareketine de mani olduk. Zavallı Türkler! Şaşkınlık ve ümitsizlik içinde her taraftan bana yazıyorlar. Ama ne yazık ki sesimi ve onları gerçekten tanıyan bütün Fransızların çok sayıda ses beraberliğini duyurmak için ne yapabilirim? Paris basınının bütün büroları onların azgın düşman sürüleriyle dolup taşıyor. Onların kaybettiğine hükmeden Ermeniler, Yunanlılar ve her renkte lövantenler (ortadoğulular) yağmaya koşuyorlar. Hiç fazla bir şey ummaksızın, en önemli savunma komitelerinin birinden bana gelen, en son mesajı buna rağmen aktarmak istiyorum; “Anlaşmanın ilan ettiği, yüksek adalet (Wilson) prensiplerine aykırı olarak, konferansın Türk vatanına tahsis ettiği kaderin, bizde sebep olduğu üzüntü içinde yalvaran bakışlarımızı size çeviriyoruz. Yine de büyük Fransız milletinin o kadar apaçık haksızlığa razı olmak istemeyeceğini ümit ederek, 1 .François’nın torunlarının Süleyman’ın oğullarına layık görülen kadri gerçekten acırnadan onaylayıp, onaylamadığını öğrenmek için Fransız milletinin cömertliğine çağrıda bulunmanızı istirham ediyoruz.” Cömertlik! diyorlar. Fakat politikada cömertlik, cesaretle söylersem, bütün milletlerin en cömerti olan sevgili Fransamız da bile, artık yürümüyor ne yazık! Yazık ki benim mütevazi sesim, Istanbul’da kuvvetli ve dost bir Türkiye bulundurmanın, bizim için temel çıkar olduğunu duyurmaktan başka hiçbir şey yapamaz. Hayır, can çekişen bu Türkiye’ye karşı her yerden yükselen hakaret çığlıklarına hiçbir şey yapamam. Hatta bunu kısamam. Bu tür bağırış, çağırış, havlamalar karşısında yenilmek söz konusu olduğunda, bir şeyler yapmak o kadar az şövalyece, o kadar az Fransızlara hastır ki onu iyi biliyorum. Onlara küfredenler, iyi niyetlerinden şüphe etmediğim ancak, doğuya hiçbir zaman ayak basmamış, eski önyargıların gözlerini köreittiği ve kudurmuş bir propagandanın ajanlarınca kışkırtılmış kişilerdir. En sık olarak ta, bu hakaret edenlerin ismi, iki sesli harf ile biti yor. Genizden gelen “ian” ekleri. Bu ekler, sızlanıp duran Ermenistan’ı tek başına ele veriyor. Bunlar safkan Ermeni’dir. 0 halde çıkara dayalı bu hakaret dolu sözleri neyi kanıtlıyor? Ama bu yine de daha fazla belge bulmak için ne zamanı, ne de sağlam bir iradesi olmayan kitlelerle ilgilidir. Elimde dünya savaşı başında, katliamların provakatör ajanları ve Ermenilerin Asya’daki faaliyetleri ile ilgili kontrol edilmiş, imzalanmış ve parafe edilmiş can sıkıcı dosyalar var2 (2) lstanbul’da generalimiz Franchet D’Esperey’in. Alman general Liman von Sanders’i son Ermeni katliamlarını emredcıı kişi olduğu ıçin harp divanına verdiği biliniyor. Birçok Türk’ün

6


bu suça engel olmak ıçin durumlarını ve hayatlarını riske attıkları da biliniyor ve Ermeniler bunu kendileri söylü - yorlar. Ermeniler o sırada Osmanlı tebaası idi. 0 devirde rahatları mükemmel şekilde yerindeydi ve bununla birlikte muhbir ve izci olarak Rus işgal orduları önünde koşmakta tereddüt etmediler. Şehirlerde ve kasabalarda sadece Türk evlerini tespit etmiyorlardı, aynı zamanda var güçleriyle yangın çıkaran, işkence yapan, katliam yapan ve ceset yığınları oluşturan ilk kişilerdi. Kendi ülkesinde ve tam savaşın ortasında işlenmiş böyle suçları şiddetle cezalandırmayacak dünyadaki halk hangisidir? Bitirirken, sevgili vatandaşlarıma tek bir şey söylemek istiyorum. Takdir edemediğim yüksek mülahazalar, karşı konulmaz yabancı baskılar, bizim için çok değerli müttefık olacak bu Türklerin ölümüne rıza göstermeye bizi zorlarsa, en azından doğudan dönmüş bütün subaylarımızın veya askerlerimizin sayısız sesini biraz daha güvenerek dinleyelim. Askerlerimizin, ortadoğulular için son derece korkunç ve Türkler, sadece Türkler için son derece sevgi dolu olarak yazılmış yüzlerce içten mektupları bende duruyor. Endişelerimin ortasında, şekliyle beni eğlendiren bu mektuplardan birinden, bir cümlesini aktaracağım: ‘Vay canına! Türklerin sertlikleri, Ermeni katliamları gibi, bu gemide beynimizi yıkamışlardı” ve herkes Türklerin esirlerirnize ve yaralılarımıza gösterdikleri ilgiyi anlatıyor: “Hiçbir savaşçının hiçbir zaman yapmayacağı şekilde hatlar arasında yatan adamlarımızı kaldırmamıza izin veriyorlardı. Çanakkale’de ambulansımızın bulunduğu bir tabyayı bombalamaları gerektiği zaman, her şeyi boşaltacak zamanı bize bırakmak için bir gün önceden bizi uyarıyorlardı.” ve hepsi adreslerini vererek ve şahitlik yapmak üzere kendilerini çağırmakta tereddüt etmernemi benden rica ederek imzaladılar. Kahraman deniz yüzbaşılarımızdan birinin uzun mektubunu ne kadar heyecanla okudum bir bilseniz!.. Kumanda ettiği ve delik deşik olmuş görkemli gemisi, büyük Fransız bandıralını yukarıda tutarak batarken, kendisi ciddi şekilde yaralı olarak kan revan içinde, çoğu ölmüş gemi personelinden geriye kalanlarla, bazı enkazdan destek alarak karaya yöneldi. 0 zaman Türkler, Almanların yaptığı gibi makinalı tüfekle taramak yerine onlara çıkacakları plajı gösterdiler. Gönderecekleri hiç kayıkları olmadığından, onlara yardım etmek ve destek olmak için suya girdiler. Müftezeye kumanda eden Türk subay, onları selamladıktan ve dost bir şekilde el sıkışlıktan sonra gemicilerin en küçük rütbelisine kadar herkese askeri saygı gösterdi. Ve üç renkli Fransız bayrağına ateş etmek zorunda kaldığından ötürü, derin üzüntülerini Fransızca olarak ifade etti. Soğuktan ve acıdan bitkin düşmüş adamlarımız ısındı, rahatladı, giyindi, kardeşçe bir tedaviyle pansumanları yapıldı. Daha sonra, bu anlatılanlar doğrudur, tahliye için ambulansın olduğu yakın bir şehre götürülürken, buna itiraz edip, 7


bağıran, çağıran gruplar karşılarına çıktılar. Onları bir kırbaçla ayıran Fransız deniz yüzbaşı, yeni Türk subayı arkadaşına serzenişte bulundu: “Vay canına!Şunlara bakın nerdeyse bunların hepsi Yunanlı!” diye cevap verdi. Ve şimdi vicdanımın beni söylemeye mecbur ettiği her şeyi hemen hemen söyledim. Ancak, ümitsizce söyledim. Öyleyse, Ermeni hakaretleri karşısında omuzlarımı silkerek kendimi bir süre için gölgeye çekiyorum. Mücadele ne yazık ki eşit değil. Ve dava kaybedilrniştir! Sadece bir süre sonra, bana izin verildiğinde, çürütülemez şahitliklere dayanan bir kitap yayınlayacağım. 2. TÜRKLER Ocak1919 Ben düşünüyorum ki, sevgili ve daha da öte hayran Olduğumuz Fransamız, komşusunda olup bitenden habersiz, çok sakin bir dünya ülkesidir. Örneğin asırlar boyu müttefıkimiz olan Türkiye, bir orta Afrika ülkesi veya Ay’da herhangi bir yer kadar bizim tarafımızdan tanınmıyor. İşte bu yüzden kışın aralık ayında , havanın biziı-n Paris’te olduğu kadar sert olduğu İstanbul’da, bizden turistlerin incecik kumaşlı elbiselerle dolaştığını gÖrmüşümdjjr. Orada, gemim haftalardan beri, kar fırtınalarının ortasında mücadele ederken, büyük Paris gazetelerinde şunu okumuşumdur: “Bay Pierre Loti sonsuz bahar ülkesi boğazda olmaktan kim bilir ne kadar mutludur.” Yani bu ülkenin doğuda olduğunu anlıyorsunuz, değil mi? Halbuki Fransızların çoğu için, doğu demek, mavi gök, güneş, palmiye ağaçları ve develer demek... Ve hoş bir saflıkla, Türkleri Kürtlerle, Osmanlıları, ortadoğulularla karıştırıyorlar. Onlar için kırmızı takke taşıyan herkes Türk’tür. Şu halde geliniz, Hıristiyanlaştırma demeye cüret ettiğim, babadan, oğula beyin yıkama şeklinde aktarılan, zavallı Türk dostlarımın sahip Olduğu sanılan vahşilikler hakkında, bizdeki bazı burjuvalarımızın gözlerini açmayı deneyelim! Balkan savaşının başında da onların savunmasını yaptığımda, Bulgarların, söylenenjn aksine, gaddar hayvanlar Olduğunu ve onların meşhur Ferdinand de Cobourg’larının da (ki ona bütün hanımlarımız hayrandı ve onun renklerini kullanıyorlardı.) iğrenç bir canavar olduğunu söylediğiı-nde yeteri kadar hakarete uğramış, sövülmüş ve hatta tehdit edilmiştim. Bunlardan, Cobourg’tan intikamımı aldım. Çünkü ileri sürdüklerimi tamamen kanıtladı. On senede beş kere müttefiklerine ihanet etti. Bundan daha iyi kanıt göremiyorum! Askerlerine gelince, Hunların soyundan gelen vahşiliklerini boşuna anlattım. Oraya giden uluslararası komisyonların ezici raporlarını boşuna saydım. Kimse dinlemek istemedi. Hayır, aşağılamakta, yuhalanmakta ısrar edilen Türklerdi ve şövalye Ferdinand’ın periyodik olarak yaptığı küçük bildirilerde kullandığı şu nakarat, bizde sanki İncil’in sözleriymiş gibi kabul ediliyordu:”Türkler katliam yaparlar, Türkler öldürmeye ve daha kötü zulümler işlemeye 8


devam ederler, vs.vs.” Değişik nedenlerden dolayı, Hıristiyan müttefiklerin bazılarının bu iyi Bulgarlara karşı o zamanki tutumları hakkında konuşmayacağım. Benim bugün için amacım, bu yazdıklarımı okuyup bilgilenme zahmetine katlananlar için apaçık olan bir gerçeği,Türklerin hiçbir zaman bizim düşmanımız olmadığı gerçeğini bir kez daha doğrulamaktır. Rusların düşmanı, evet kesinlikle evet, öyleler, nasıl olmasınlar ki. Onların sürekli ve dinmeyen tehditleri altındayken ve Türkleri parçalama isteğini saklamaya bile gerek duymazlarken, savaşı bize değil, Ruslara açtılar, ki biz yapmazmıydık onların yerinde olsak? Daha ilerde tarih, bu savaşın, Osmanlı bandıralı gemilerdeki vahşi Almanların, hiçbir açıklama yapmadan, durumu geri çevrilemez hale getirmek için ve hatta Enver Paşa’nın haberi olmadan Rus kıyılarını bombardımana tutmalarından çıktığını yazacaktır. Zaten Türkler bize ne borçlular? Kırım seferinden beri, onları düşmanlarıyla beraber hareket etmeyi bırakmadık ve en son olarak Balkan Savaşı esnasında, bize kendi ülkelerinde her zamanki gibi gösterdikleri hoş konukseverliğe karşı biz hemen hemen tüm gazetelerimizde onlara kabaca hakaret ettik ki, onlara en acı şaşkınlığı bu verdi. Rusların baskılarına karşı sevmedikleri Almanların kollarına umutsuzca atıldı lar. Sevmedikleri diyorum, zira küçük bir azınlık dışında, Almanlardan nefret ettiklerine ben kefıl olurum. Bu kadar hafifletici durum varken ve hepsi de suçunu kabule hazırken böyle bir büyük ceza, tamamen onlara nasıl kesilebilir? Of! İçinde Fransız ruhunu taşıyan ve kendimizi evimizdeymişiz gibi hissettiğimiz Istanbul’u, daha henüz gelmişken bizi buradan aşamalı olarak dışlamaya çalışan Ruslara bırakmak zorunda kalsaydık ne kadar Fransa’nın aleyhine olurdu!. Ve o şimdi bütün toplumların öne sürdüğü meşhur milliyetçilik ilkesi için ne büyük eksikliktir ki ve ayrıca eğer Istanbul’dan başka, asırlar önce ordular tarafından alınmış olmasına rağmen saf Türk merkezleri haline gelmiş Trabzon gibi, Kars gibi Türk vatanının beşiği olan yerleri Türk vatanından ayırmak için gizli anlaşmalar yapmak gerekseydi ne kadar kötü olurdu! Fakat bu, yakın zaman önce Bolşevikler tarafından açığa vurulmuş karanlık Sazonow anlaşması Rusların cayması ile bozulunca, Türk milliyeti konusu, barış konferanslarında gündeme gelmiş olacak. Türkleri davalarında elverişsiz bir konumda bırakmak için yapılan aldatmacalara karşı, benim yine de bütün umudum onlarda. Yine de onlara güveniyorum. Çünkü onlar, oldukları gibi kusursuz, muhteşem ve adil insanlardır. Ben, oldukça sık iftiraya uğramış Türklerin, bizim düşmanımız olmadıklarını ve bizimle sadece istemeyerek savaştıklarını söylüyordum. Ayrıca söylüyordum ve bütün hayatım boyunca söyledim ki, onlar bütün doğunun en sağlam, en dürüst insanları ve ayrıca 9


lioşgörüsüzlüğün kendisi olan ortodokslardan yüz kere daha fazla hoşgörülüdürler. Bu konuda, savaşın başından beri, en inatçıları bile ikna edecek cinsten bin tane tanıklık sayabilirim. Zavallı dostlarıma karşı Fransa’dan yola çıkmış birçok rütbeden generaller, subaylar, basit askerler önceden beni tehlikeli bir hayalpereSt olarak nitelemelerine karşı, önceden sahip oldukları önyargıları bırakarak bana ani olarak şöyle yazmışlardı:” Sizin de bildiğiniz gibi, bu yiğit insanlar, mahkumlarına o kadar yumuşak, yaralılara o kadar iyi ve kardeş gibi davranıyorlar ki! Dönüşürnüzde, sizin tanıklıklarıniza katılacağımiZa güvenebilirsiniz.” Bu samimi ve dokunaklı çok sayıda imzalı mektubun tümünü yayınlamak isterdim. Ama bunun için ayrı bir cilt gerekir. Bitirirken, aşağı yukarı bine yakın anıdan tipik olduğu için seçtiğim küçük bir anıyı anlatacağım. 1916 yılında bir Fransız deniz uçağı Filistin’de, manevra yapamaz halde bir Türk askeri karakolunun yakınında düşmüş; Oradaki subaylar kibarca onları mahkum ettikten sonra, Kudüs’teki Paşa’ya ne yapılması konusunda emirlerini sorarlar. Cevap şöyledir: “Onlara ailenizin veya dostlarınızın en iyileri gibi davranın” Bu emir daha önceden belliydi zira, gökten düşen bu arkadaşları zaten kardeşleri gibi karşılamışlardi. Ve birkaç gün sonra, onları Kudüs’e götürmeleri emri gelince, onların pa - ralarının olmadığını bildiklerinden, aralarında para toplayıp rahat yolculuk yapmasını sağlamışlardı. Ve sonuçta, oradaki savaşçılarımızin inkar etmesinden korkmayarak, şunu iddia ediyorum ki Çanakkale’den, çılgın serüvenden dönen sevgili askerlerimizin çoğu, eğer Türkler iyi niyetleriyle onların gemiye binmesini sağlamasalardi beş parasız kalmışlardı. Genellikle, arkalarında onları teşvik eden bazı kaba Almanlar olmadığmda, Fransız fılikalarını bombalamayı kesiyorlardi. Ayrıca savaş boyunca birkaç bin kadar vatandaşımizın Istanbul’da yerleştiği- ni ve orada kimsenin onları endişelendirmediğifli hatırlatmama gerek var mı? Ayrıca, daha sonra tanışma fırsatını elde ettiğim bir Fransız hanımını da sayacağım. Bu hanım, Asya yakasında, boğaz kıyısında bir kasabada yaşıyordu ve etrafından çok yakın ilgi görüyordu. Ayrıca, Istanbul’da Fransız hocalarla Fransızca eğitim veren Galatasaray lisesini de hatırlatayım. Ve işte zavallı küçük bir Parisli gazetecinin yazmaya cüret ettiği: “Düşmanlarımızın arasında Türkler, yalnızca en çok nefret etmemiz gereken değil, ayrıca en fazla küçümsememiz gereken düşmanlarımızdır.” 3. SADAKATSIZ İZMIR 15 Haziran 1919 Doğuyu çok iyi tanıyan biz hepimiz, önce çok çabuk telaşa kapılıyoruz. Sonra çok çabuk büyük hakemlerirnizden açık görüşlülüğünden şüpheleniyoruz. Halifeler imparatorluğunu bir 10


kalemde silmeye ait kötü ve gerçekleşemez proje, onların daha kötü meselelere boğuldukları saatlerde, sadece beyinlerinden geçiyordu. Fakat şimdi olayı daha yakından inceleyince, bu yıkımın insanlık tarihinin en büyük cinayetlerinden biri olacağını ve Fransa’ya hesaplanamayacak kadar büyük bir zarar getireceğini hemen anladılar. Bu milliyetçilik ilkesine karşı işlenmiş bir “Cinayet”ti. Çünkü, geniş Osmanlı topraklarında millet diye adlandırmaya layık tek topluluk, niteliği, niceliği olan, bağlılığı, kurulu düzeni, cesareti olan tek topluluk Türk Milleti’dir. Aramızda doğuda yaşamış olan herkes bunu çok iyi bilir. Bu sadece, eski önyargılardan dolayı ve ortadoğuluların iftiralarından oluşmuş kötü eserin yardımıyla, oradan dönmüş savaşçıların ateşli tanıklıklarının oybirliğiyle, topa tutulduğu için, başkentte de şüphe yaratmaktadır. Bu sırada şiddetle protestolar yapan Yunanlılar, Türkiye’de sadece dağınık azınlıklar oluşturuyorlardı. Onlar, Ermenilerle birlikte, Türkleri Avrupa’ya gelmelerinden itibaren bitmek bilmeyen spekülas yonlar yaparak, yıkıma kadar götürdüler. “Ülkemiz için hesaplanamayacak kadar büyük bir zarar” demiştim, çünkü eğer, İslam ülkelerinde güçlü olan ülkelerden biri olan Fransa; halifeliği inananlardan ayırmak gibi bir hata işlemiş olsaydı, kendine sadık binlerce Müslümanı sonsuza dek karşısına almış olacaktı. Ayrıca bu bütün geçmişi, verilen sözleri inkar etmek, atalarımızın Türkiye’yi Fransa ile iyi ilişkiler içine sokmak için yüzyıllardır süregelen çabalarını tanımamazlıktan gelmek, doğudaki prestij imizi silmek ve hep beraber tohumlannı ektiğimiz bütün başarılan feda etmek olurdu. Evet, büyük hakemlerimiz, ilk dikkatli bir inceleme için seçilir, seçilmez , hemen anladılar ki halifelik mirası Istanbul’da kalacak. Bu da Fransa’nın başlıca çıkarları için tek çözümdür. Yine de Istanbul’un Türklere bırakılmasında resmi kararı almak için acele etmek gerekecek. Çünkü bu kararın dayandığı başka gerekçelerden biri de, onların sayıca ezici üstünlüğüdür. Ancak, bu çokluk hızla azalmaktadır. Yunanlılar için şüphesiz çok güzel bir rastlantı olarak, şehirde tarihin şimdiye kadar kaydetmediği sıklıkta ve sanki kastenmiş gibi hep Türk mahallelerinde, büyük yangınlar olmaktadır. Bir kaç haftadan beri aşağı yukarı 60.000 ev yok oldu ve evsiz kalan sayısız Müslüman başka yere gidip sığınmak zorunda kaldılar buna karşın Rusya’dan gelen on binlerce Yunan göçmen bu zavallıların yerlerine yerleştiler! Bundan sonra, hl şüphe duyulan Istanbul’un durumunun, yapılacak olan konferansta bir hükme bağlanacağını ve şehrin Yunan azınhığının ümitlerine bir fren koyacağını ummak istiyorum. Bundan daha iyi zaman olamazdı. Çünkü, bu “Müttefikler” bizimle alay etmeyi bırakmıyorlar ve daha da ileriye giderek bize “Şu aptal Fransızlar” diyorlar. Fransa’da biliniyor mu ki, bir aydan beri 11


Yunanlılar İstanbul’da her yerde, evlerinde, okullarında, kiliselerinde, şehir onlara aitmiş gibi bayraklarını dikmeye cüret ediyorlar. Halbuki çok toleranslı ve iyi yürekli Türkler bu hakarete hiç aldırmıyorlar? Biliniyormu ki, bizim sayernizde Türkiye’ye gelmiş Yunan subayları, Pera Caddesi’nin ortasında bizim subaylarımızı itip kakıyorlar ve saygısızca sigaralarının dumanını suratlarına üflüyorlar! Şüphesiz konferans, sorunu derinine incelerken, sadece Müslümanların acılarını dindirmek ve onların dini hayallerini tatmin etmek için Halifelik İmparatorluğu’nun hayalet halinde varlığını sürdürmesinin yeterli olamayacağını göz ardı etmeyecektir. Hayır, onun yaşaması ve gelişmesi gerekmektedir. Ve böylece Avrupa’nın, oraya en fazla yatırım yapan ülkesi Fransa’nın da çıkarları gelişecektir. Rusya’nın çökmesinden sonra, Türkiye’nin de çökmesi, ülkemiz için ikinci büyük bir zarar oluştururdu. Halbuki, herkes bilir ki, bir toplumun yaşaması ve gelişmesi için, ticareti için, pazarları, başka bir deyişle deniz limanları olması gerekir. Türklerin oluşturduğu yoğun bir bütün olan Anadolu’nun İzmir’den başka limanı yoktur: Dolayısıyla Izmir olmazsa boğuİur. İstatistikler gösteriyor ve biliyorum ki , olduğu”Vefasız İzmir” lakabı kullanılan bu şehirde, Yunanlılar hakimdir. Fakat aynı kesinlikle bu istatistikler gösteriyor ki, ufak bir tüccar ve bankacı tabakası hariç, üç dört kilometre civarda, Türk çoğunluğuna rastlanıyor. 0 halde Anadolu’nun soluk alıp yaşaması için tek çıkış olan bu limanı Yunanlı tüccarlara vermek doğru mudur? Bu aşağı yukarı, eskiden orada çokça oldukian ve orası için iyi işler yaptıkları nedeniyle, Fransa’nın Marsilya limanını Yunanlılara, vermek gibi bir şey olurdu! Ayrıca bu güya “müttefik” Yunanlıların İzmir’e yerleşir yerleşmez ilk yaptıkları “Aptal Fransızları3” oradan atamaya çalıştıklarını hatırlatmaya gerek var mı? Ayrıca bu şehre saldırganca girişlerine eşlik eden kıyım sahneleri onların buradaki hakimiyetlerinin oluk, oluk kan akıttıktan sonra sağlandığını defalarca ispat ediyor. Büyük umutsuzluğa itilmiş zavallı Türkler, şüphesiz ki, korkunç can çekişmelerden sıçrayarak ayağa kalkacaklardır. Dipnot: Tesadüfen (!) çıkan bir yangının, Istanbul’da Sultan’ın oturduğu sarayın bir kısmını harap ettiği biliniyor. 4. DOĞUDAKİ ÇIKARLARIMIZ Ağustos 1919 Bunu yazdığım saatlerde, çılgın tutkularına ulaşmanın tam zamanı Olduğunu düşünen Yunanlılar her çareye başvuruyorlar. Daha önceden Avrupa’nın da desteğini kazanmış olduklarından, aşın bir propaganda yürütüyorlar; gazeteler onların iftiralarıyla kaynıyor ve bir şeyden haberi olmayan iyi insalarımız şöyle başlıklar okuyabiliyorlar.”Yunanlılar’ın Küçük 12


Asya’daki Türk (3)1 Vicdanım beni şunu itiraf etmeye zorluyor: Bize bu insanlardan, Yunanlılardan kalan sıfat daha çok sevimsiz ve kaba oluyordu. Onların çok sevimli kraliçeleri Sophie’nin bize şöyle deme alışkanlığı vardı;”Bu rezil Fransız domuzları !“. Ben şimdiye kadar Doğulu ne bir subayın, ne bir gemicinin, ne bir askerin, Yunanlılar sözkonusu olduğunda, buna yakın bir sıfat kullandığını görmedim. ayrıca dikkat ettim ki bu çok sıkça kullandıkları bir deyim ve bunu öyle bir inançla ifade ediyorlar ki! 14 15 toplumu yüzünden birçok sıkıntısı, güçlüğü var. Düzeni tekrar sağlamak için ordulannı artırmak zorundalar, vs...” Düzen, fakat aslında, vahşice düzeni bozanlar onlar. Oraya gelip her şeyi yakıp yıkanlar! Ve “Türk toplumu”, aynen bizim Alman işgaline karşı direndiğimiz gibi, vatanını korumaya çalışan cesur insanlardır. Eski efsanelerle körleşmiş Fransız topluluğu, bugünkü Yunanlılara, hala tarihtekiler gibi yaklaşıyorlar. Zavallı Türklere de, ortadoğuluların iftiralarından kaynaklanan “haydut” anlayışıyla bakmakta ısrar ediyorlar. Türkiye’den dönen binlerce subay ve askerimizin hararetli ve ortak tanıklıklannın hala bizi aydınlatmaması şaşırtıcıdır. Ve buna rağmen oradan dönmüş ve Türklere sempati ve saygı duymamış bir kişi bile yoktur. Lütfen, onları sorgulayın! Onların tanıklıklarını, resmi raporlarını, eğer istenirse doğrulamak çok kolay. Bunun için, sözde Hıristiyan olan Yunanlılar ve Ermeniler ile Müslümanlar arasındaki kesin farkı iyi bilen din adamlarımızın4 söylediklerine bakmak lazım. Ama hayır, efsane hl güçlü bir şekilde yerinde duruyor ve gerçeklerin ışığı bittiği zaman şüphesiz ki çok geç olacak. Çünkü Türkiye’ nin yaşamı bitmiş olacak. İnsanın, Yunanlıların İzmir’e karşı giriştikleri bu kanlı saldırıyı doğrulamak için nasıl bir bahane bulacağını kendine sorası geliyor. Bu ülke üzerinde, ne kavimsel, çünkü ezici bir azınlıktalar; ne de tarihsel olarak, çünkü oraya hiçbir zaman (4) Bu bölümü yorumlayan bir Yunan gazeteci bana, Doğu’daki din adamlarımıza danışılırsa, gerçekten de Ortodokslar’a karşı, Türklerin leyhinde konuşacaklannı iletmişti; Ama şu gülünç açıklamayı yaptı: Bu onların samimi davranışı değil, bu sadece Papa’nın emirlerine uymak için! Bu itiraf, göz ardı edilecek kadar önemsiz değil. sahip olamadılar, hiçbir hakları yoktur. Ayrıca oradaki varlıklan ancak sürekli bir öldürme ve savaş sebebiyle olabilecektir. Anadolu’da yaptıklarına gelince ise; sevgili gemicilerimizi Atina pususunda öldürürken yaptıklarindan daha acımasızca şeyler yapıyorlar. Katliamı daha 13


dikkatlice hazırladılar. Türklerin kanının son damlasına kadar büyük bir güçle direneceklerini tahmin ettiklerinden, Makedonya’dan, onların komitacılannın en acımasızlarının arasından seçtikleri kışkırtmacı casusları getirdiler. Bunlar Yunan ayak takımı sınıfina silah sağlamışlardı. Hatta kadınlara bile... Türkler’den, barbarlığıl her türü ile öldürülmüş 300, yaralanmış 600 kadar Türk vardı. Müslüman-ların dinine ve peygamberine küftir edilerek, kadınların peçeleri, erkeklerin fesleri sökülüyor ve yerlerinde tepinmeye zorlanıyorlardı, eğer red ederlerse süngü darbeleriyle öldürülüyor ve denize atılıyorlardı. İki İtalyan ve bir İngiliz öldürülmüştü. Daha sonra sıra Türk evlerinin yağmalanmasına geldi. Ve Fransızlar’ın evlerini korumak için, evlere deniz birlikleri gönderilmesi zorunlu hale geldi. Bütün subaylarımızın raporlan aynı kelimelerle bitiyordu: “Yunanlıların gidişatı iğrenç5” (5) Yunanlılann İzmir’de yaptıklarını yumuşatmaya çalışan bazı saf ruhlu kişiler şunu öne sürüyorlar: Yunanlılar da yıllar boyunca katledildiler. Gerçekten!.. Tersi doğru olmasına rağmen, eğer Türkler tarafından katledilen Ermenilerin sayısının, Ermeniler tarafından katledilen Türklerin sayısıdan fazla olduğunu söylesem bile, Türkler tarafından katledilen Yunanlılar hikayelerine şiddetle karşı çıkarım. Yunanlıların Balkan savaşı sırasında yaptığı iğrençlikler hakkında tanıklıklara başvurulsa, örneğin, komutan Bruix’in Selanik olayları hakkındaki resmi raporian iyice okunsa...Her geçen gün bana Yunanlılann vahşeti üzerine etkili ve beni tasdik eden kanıtlar sağlıyor. Örneğin, dünya savaşı esnasında, Aravutluk’ta yaşayan halkı da katlederek, 15 kadar Türk kasabasını yaktılar. 16 17 Fransız veya Alman tanıkların ifadesine göre, gazeteleri - mizin çoğunda bulunan aşağıdaki görkemli giriş işte böyle oluşmuş: “Yunan birlikleri, evrensel coşkunun ortasında, Izmir’e çıktılar.” Ayrıca, bizim gelişimizden sonra gelmiş olan Yunan su - bayları, Istanbul sokaklarında, bizimkileri bilerek iteliyorlar ve bizimkiler genellikle kabalıklarından şikayetçiler. Ayrıca bi - zimkilere “Şu dangalak Fransızlar” diyorlar.. Bundan az önce, komutan Bruix’in yeteri kadar gürültü koparan olayları esnasında, bu konuda Yunanlılar beni kesinlikle yalanladılar ve ben de onları yalanladım. Komutan “Yunanlı askerlerin iğrenç taşkınlıklan” hakkında resmi olarak telgraf göndermişti ve “Türklerin korkunç şartlarda katledildiklerinden” bahsetmişti. Bütün bunları “Can Çekişen Türkiye” adlı kitabımda, 195 numaralı sayfada, yedi sene önce yayınlamıştım. Eğer bunları tekrar bahis konusu ediyorsam, bu, komutan Bruix’in resmi yazılarından alınmış şu aşağıdaki pasajını tekrar belirtmek içindir: 14


“Yunanlılar tarafindan soyulmuş ve kötü muameleye tabi tutulmuş Fransızlar tarafindan, yağmura tutuldum.” Ve işte körleşmiş bir cömertlikle, doğudaki hayati çıkarlarımız uğruna feda ettiğimiz sadık ve dürüst dostlarımız! Tersine zavallı Türkleri acımasızca suçluyoruz ve Wilson’un, milletlerin zaman aşımına uğramayan hakları prensiplerini çiğnemiş oluyoruz. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, onlara en kızdırıcı şekilde hakaret ederken, sevgili müttefiklerimiz Yunanlıları göklere çıkarıyoruz. Durumdan hiçbir bilgisi olmayan küçük gazeteciler - Allah’a şükür onları da tanıdık- hala şu korkunç cümleleri yazmaktan çekinmiyorlar: “Türklere gelince, onlara ancak vahşi hayvanlar gibi davranılır.” Subaylarımızın ve askerlerimizin, mütareke sonrasında olduğu kadar, savaş sırasında da Türkiye’de gördüğü özel ve çok iyi olan ilgi ve alakayı anlatırken, bizim teşekkürümüze bakın. Bu vahşi ve on kez daha hain küçük Bulgaristan’ın varlığını sürdürebilmesi için izin veriyoruz ve ona itina gösteri - yoruz. Barbar gelişimini sağlamak için ona denize çıkma noktası tahsis ediyoruz. Buna karşılık, Türkiye’nin soluması ve yaşaması için tek kapı olan Asya’daki tek limanını, Izmir’i onlardan almak istiyoruz! Her şeye rağmen, eğer, asırlık müttefıkimiz olan zavallı Türkiye’ye, daha az zalim davranabilseydik, bize eskiden sahip olduğumuz imtiyazları geri verirdi. Türkiye’yi yıkmakta ısrar ederek anlamıyoruz ki biz aynı zamanda doğudaki yüzyıllardır süregelen üstünlüğümüzü de yıkıyoruz. Farkedemiyoruz ki orada bizim yerimize geçmek için çabalayan büyük rakipleri - mizin ekmeğine yağ sürüyoruz ve düşünmüyoruz ki böyle yaparak ortadoğuda yıllık yaklaşık iki milyarlık bir gelirden kendimizi yoksun bırakmış oluyoruz...Burada, bu ekonomik konulardaki bilgişizliğimi itiraf ettiğimden, okuyucuların bu konuda 11 ağustos tarihli “Figaro” gazetesinin ikinci sayfasındaki ve “Doğuda bir Fransız valisi” şeklinde imza atılmış, çok parlak ve kabul edilmemesi imkansız olan yazıya başvurmalannı rica ediyorum. Yazık! Yazık! Bizi mükemmel zaferlere götüren o canlı ve parlak zeklar, doğudaki başarılarımıza karşı denge oluşturacak bu gerçek ve büyük yıkımı durdurmayı çözüme ulaştırabilecekler mi? Dipnot: Genellikle Türklerin aleyhinde oldukları bilinen 18 19 Ermenilerden birinin Yunanlılar hakkında görüşü merak Ddilirse, onların marifetlerini işte şöyle tanımlar. “Yunanlıların bize yaptıklarını, hiçbir zaman Türkler bize yapmadılar ve hiçbir zaman inançlarımıza hakaret etmediler” 15


5. ERMENİ KATLİAMLARI Böyle bir başlık atmak benim için küçük bir savaş bayrağı açmakla aynı anlamda olacak. En çok kök salmış yanlış fikir- lere, yıkılması imkğnsız önyargılara karşı bir savaş. Böyle yapmakla biliyorum ki bir kez daha hakaretlere maruz kalacağım. Ama bana hiçbir şey dokunmaz. Şu saatten sonra, hayattan hiçbir şey beklemem ve hayatta hiçbir şeyden korkmam. Vicdanımın beni tekrar ve tekrar söylemeye zorladığı şeyler hakkında, susmaya beni hiç kimse zorlayamaz. Her şeye rağmen, cezalarının belkide geçmişteki hatalarını aştığı zavallı Ermenistan’a merhamet duymam dolayısıyla, bu sıkıcı konuya değinmekte yıllardır tereddüt ediyorum... Bazı kötü niyetliler bu katliamları küstahça görmezlikten geldiğimi düşünüyorlar, bazıları ise daha da ileri giderek bunları onayladığımı söylüyorlardı. Ah! Almanlar tarafindan öldürülmüş ve bir Fransız dostu olan, benim de daha önce konuşma firsatı bulduğum, Türkiye’nin eski varisi olan Prens Yusuf İzzettin’e 1913 yılında göndermiş olduğum mektuplar bir bulunsaydı, bu cinayetler hakkında ne düşündüğüm görülürdü! Başlarken, önce Türklerden bahsedeceğim tekrar. Ama bu isimden, gerçek Türkleri kastediyorum. Eskiden beri, Allah’a şükür ki orada çoğunluğu oluşturan, atalarının geçmişini inkar ederek, daha çok bizim dengesizliklerimizi ve modernliğimizi aşmak isteyen yeni kuşaklardan bahsetmiyorum. Bizim cahiiliğimiz nedeniyle saf Osmalılarla karıştırdığımız kanı karışık ortadoğululardan -Levantenlerden- bahsetmiyorum. Gerçek Türk olanları yargılamak için, onların bizden birkaç asır geri olan bir toplum olarak kabul etmek gerekir. Ama onlara hiç sitem etmeyeceğim. Tam tersine, içten hareketsizleştirilmiş küçük şehirleri, köyleri onlar için, bizim modem dünyamızdan silinmiş olan basit, sade erdemlerin ve sakinliğin son sığınaklarıdır: Doğruluk, lekesiz dürüstlük, bizim artık bilmediğimiz bir derecede çocukların ailelerine büyük bir saygısı; misafirlere karşı büyük bir saygı ve bitmek bilmeyen bir konukseverlik; ahlaki güzellik ve saf incelik; hayvanlar dahil herkese karşı yumuşaklık. Şüpheler ve hayasızlık içinde yaşadığımız hurdaya dönmüş gürültülü, patırtılı batımızı, oralara gitmek için terkettiğimizden beri, kendimizi barış ve güven içinde hissediyoruz. Zamanın içinde yolculuk yaparak bilinmeyen bir döneme, hatta altın çağına yakın bir zamana gittiğimizi düşünüyoruz. Burada öne sürdüğüm şeyler sadece aptal inatçılar tarafindan tartışılabilir niteliktedir. Binlerce tanık bunu doğrulamaya hazırdır ve bu son savaştaki askerlerimiz, insanlığın büyük mahkemesi önünde Türklerin yumuşaklığını ifade etmeye hazırdırlar. Çanakkale’de onları yakından tanıma imkanı bulan ve aynen benim tanımladığım şekilde olmalarından büyük şaşkınlık duyan subaylardan, askerlerden hatta katolik rahiplerden hl mektuplar almaktayım. Bunların arasında en dokunaklısı yaralı bir askerden aldığım mektupftı. Uzun süre onların 16


esiri olmuş ve onlar tarafından tedavi edildikten sonra yine onların özel yardımıyla geri dönebilmişti. Allah’a şükür, düşünemeyen bazı dik kafalılara rağmen, gerçekler bizde de açığa çıkıyor. 20 21 Zavallı Türkler! Ne yazık ki eğer böyle diyebiliyorsam bazı hatalar var da ondan! Eski erdemlerinin yanı başında, İslamiyetin direkt olarak tehdit edilmesinden sonra halifenin savaş bayrağını çekmesi ile, aniden kapıldıkları kör milliyetçilik var. 0 zaman, azmış aslanlar gibi, asırlardır ülkenin bütün felaketlerinin sorumluları olarak gösterilenlere karşı zincirlerinden boşalmışçasına saldırdılar. Ne kadar az bilgilendirilmiş olsalar da, Avrupa’da ne yapacaklarını bildikleri düşünüldüğünden, her zaman hatalı bulunan onlar, her zaman Iıakaret edilen ve soyulan onlar ve her zaman ödeyecek olanlar da onlardı. Hıristiyan denilen toplumların saklanan koalisyonunun hiçbir zaman silahsızlanmayacağını ve aynı zamanda bu zavalilı Ermenilerin, sakin durduklan anlarda bile, onlara karşı kötü ve iki yüzlü düşmanfiklannı bırakmayacaklarını biliyorlardı. Bu sıcak anlarda, en üst uygarlıkçı olduğuyla övünen Avrupa, bu kriz anlannı seyrederek ve şımarık çocukları sakinleştirmeyerek çok kötü hareket etti. Halbuki bunun yerine Hıristiyan toplumlar, hükümdarlar, bulanık suda avlanmayı tercih edip, oralara kışkırtıcılar göndermekten çekinmediler. Bunların başında da iğrenç “Kaiser” gelmektedir. Onun, bütün bu kanlı girişimlerde parmağı vardır. Başkalannı da kesinlikle sayabilirim ama sansür isimlerini engeller ne yazık! Evet Türkler katliam yaptı! Buna rağmen iddia ediyorum ki, olan bu katliam hiküyesi, her zaman fazlaca abartıldı ve çirkin detaylar katıldı. Aynı zamanda iddia ediyorum ki ve kimse bunda bana karşı birşey diyemez, bu abartılann büyük bir kısmı şimdiye kadar hiç savunmalarını6 yapmadığım Kürtlere atfedildi. (6) İstanbul’daki son toplantılardan birinde, Müslüman mebusların katliamları şiddetle kınadıktan sonra, sultandan gelen ölüm emirlerine rağmen Ermenileri koruyan taşralı yöneticilerin övgüsünü yaptıkları biliniyor mu? Özellikle iddia ediyorum ki katliam ve zulüm bütün ırkların, bütün insan topluluklannın, özellikle de eğer dini veya din karşıtı, milli veya yalnızca politik bir fanatizm ile desteklenmiş ise, ruhunda demirlenmiş bir halde durmaktadır.Ama işte Türkler hiç affedilmeyen tek millet! Biz Fransızların, boşuna bir özür aranan ve bundan başka da kim bilir neler olan SaintBarthlemy katliamımız var. Ispanya’nın, Engizisyon ayıbı var. Vahşice yahudileri katlettiler ve ülkelerinden attılar. Onlarda Türkiye’ye sığındılar ve orada büyük bir hoşgörüyle karşılanıp birer sadık Osmanlı vatandaşı oldular. Balkanlar’da, Hıristiyanlar da, katliam ve zulüm kronik bir halde asırlardır varlığını 17


sürdürüyor: Katoliklere karşı Ortodokslar, Müslümanlara ve Rum Katoliklerine karşı Bizanslılar; hepsinden kötüsü yağma yapmak için katliam yapan komitacılar. 191 2’de Türkiye’ye karşı açılan savaş sırasında, katliamcılar iğrenç bir şekilde bazı Hıristiyan müttefiklerin yanında oldular. Daha önceki bir kitabımda, binlerce yetkili imzalı tanıklıklar ve uluslararası komisyonlar tarafindan onaylanmış raporları, bunun reddedilemez bir kanıtı olarak sunmuştum. Ayrıca, Makedonya’da binlerce Müslüman’ın en iğrenç biçimde katledildiklerini de kanıtlamamış mıydım? Ama bu hiç önemli değil. Bizim batı toplumu için cinayet kelimesi, ancak onlar Türkler tarafından öldürüldükleri zaman anlam ifade ediyor. Hayır, hep Türkler, hep Türkler! başkalarına her şeyi hoş görüyoruz. Bolşeviklerin kanlı iğrençliklerinden ve büyük ihanetlerinden dolayı, Rusya’yı aynı şekilde kınamıyoruz. Yunanlıları Atina’daki sevgili dilencilerimizin cinayetinden dolayı çok kolay affettik; Bu zavallı Türkler bize hiç bunun benzeri bir hainlik yaptı mı, bizim bütün hakaretlerimize rağmen 22 23 bizi hl sevmediler mi? Hayır, ne gezer!.. Hep Türkler, her zaman Türkler!... Şimdi, Ermeni ırkından bahsetmek bana zannedildiğinden daha zor geliyor. Çünkü acılarının fazlalığı onları benim gözümde kutsallaştırıyor. Böylece, fazlaca iftiraya uğramış arkadaşlanmı koruyacak ölçüde konuşacağım. Eğer, Türkiye’de oturmuş bütün Fransızların hatta din adamlarırnızın, Türklere karşı iyi hisler ve saygı besleyebildiklerini söyleyebiliyorsam, tam tersine zannediyorum ki bu zavallı Ermenilere karşı iyi bir hatırası olan, aramızdan yüz kişiden bir kişi zor bulunur. Onlarla ticari ya da başka türlü ilişkiler, özellikle ticari iliş -kiler kuran herkes antipati kazanarak bundan vazgeçtiler. Bu konuda benim deneyimlerime gelince, belki kötüsüne düştüm ama istisnalar dışında onaylayabilirim ki onlarda sadece, ahlaki gevşeklik, bozukluk, tembellik, kötü işler ve dalavera gördüm ve böylece anladım ki, aslında doğruluğun kendisi olan Türkleri, onların bu iki yüzlülüğü ve düzenbazlığı tiksindiriyor! Tanımalan gereken birinci en kötü düşmanları olarak görüyorlar. Türkiye’deki Ermenileri neredeyse bir meyvenin içindeki ve onu kemiren kurtlara benzetmeye cesaret edeceğim. Tıpkı, Yahudilerin Rusya’da yaptığı gibi bütün servetlerini7 değişik usullerle, özellikle de tefecilikle yaptılar. En ücra köşedeki köylerde, onlara kısa vadeyle yüksek faizli borç para verirken rastlanmıştır. Tabii ki bunu geri ödemek için köylü ineklerini, sabanını, daha sonra da toprağını ve evini satmak zoruda kalmıştır. (7) Bir Ermeni yaratmak için, 5 Yunanlı gerekir. (Doğu Atasözü) 18


Bütün bunlara ilaveten, bir de onlara özellikle yüklenen rolü, yani Islama karşı Hıristiyanları, Katolikleri ve Ortodoksları, Türkiye’ye karşı da bütün Batı’yı kışkırtma rolünü yerine getirdiklerinden, Türklerin onlara olan kızgınhığını daha da arttınyor. Daha önceki bölümde, Türklerle ilgili bir hikaye anlattım. Burada, bir tane de Ermenilerle ilgili anlatacağım. Asya’da bir şehirde, 1896 katliamları esnasında, konsolosluğa Fransız kimliği altında birçok Ermeni sığınmış. Bunlara kucak açmış olan Fransız konsolosu etrafta neler olup bittiğini görmek için terasa çıkmış. Bu esnada arkasından gelen iki kurşun, kulağının yanından geçmiş. Arkasına dönünce, onu komşu evlerin birinden gözetleyen bir Ermeni’yi fark etmiş. Ermeni yakalanıp sorguya çekilince, sinsi saldırgan şöyle cevap vermiş; “Ben ateş ettim. Çünkü bundan dolayı Türklerin suçlanacağını ve konsolosu öldürdüklerinden dolayı Fransızların Türklere karşı ayaklanacağını düşündüm.” demiş. Bütün bu sitemler ve daha başka sebepler, onları katletmek için yeterli nedenler mi? Aman Allah göstermesin. Böyle bir fikir aklımın ucundan geçti! Tam tersine, eğer benim sesimin bir kere olsun dinlenme şansı olsaydı, şimdiye kadar çok gecikmiş Avrupa’ya araya girip Ermenileri korumak için, onları ayırmasını söylerdim; Türklerle aralarında asırlardır süregelen, karşılıklı ve hiç tükenmeyen bir nefret söz konusu olduğuna göre, onlara Asya’da özgür olabilecekleri, kendi kusurlarını düzeltebilecekleri ve iyi taraflarını geliştirebilecekleri bir toprak parçası tahsis edilsin Gerçekten de bazı kaliteli özellikleri var. Çalışkan, sebatkr olduklarını, ataerkil aile yapılarının bazı taraflarının saygı uyandırdığını kabul ediyorum. Ve nihayet, daha az önemli de olsa fiziksel güzellikleri var ki bu, Batıda 24 25 eğitimin, beyinsel faaliyetlerin aşırılığından, öldürücü çalışmadan ve alkolden dolayı gitgide azalıyor. 0, şüphesiz, çoğunlukla harika kadife gözlü kadınlarının katledildiğini düşündükçe özel bir melankoli duyuyorum... Bir kez daha, Paris’te, Ermenilerin çektiği acılardaki kendilerine düşen pay hakkında konuştuğum zaman, doğu meseleleri hakkında körün renklerden bahsetmesine benzer şekilde bahseden bazı küçük beyler, espri yaptıklarını zannederek bana şöyle cevap verdiler.”O halde bunları yapan tavşanmıydı?” Pekl ! Ama... en azından, en çok yankı uyandıran 1896 katliamlannı yapan kuşkusuz tavşandı..! Burada kendimi övmemden dolayı özür diliyorum; buna rağmen l913’de yayınladığım “Can Çekişen Türkiye” adlı kitabımdan alınan bu bölümü tekrar yayınlamak istiyorum: “1896 katliamlannın tüm çirkinhiğini Türklerin üzerine yüklemeden önce, Ermeni Devrimci Partisi’nin nasıl bir vahşilikle saldırılar yaptığını unutmamak gerekir. Üzerlerinde küstahça 19


(Şehir kesinlikle kiMden bir çöle dönüşecek) yazan afişler asarak şehri yakma niyetlerini açıkça duyurduktan sonra, bir grup genç suikastçı Osmanlı Bankasını ele geçirip patlatmaya hazırlanırken , diğerleri Psammatia mahallesinde kan döküyorlardı. Olaylar kızıştıktan sonra tam on sekiz tüyler ürpertici saat geçti. Her yerde, camlardan atılan birçok bomba, Ermenilerin bombaları, askerlere isabet etti. Sarayda Sultan cuma namazındayken, dua özellikle kesildi. Pekl! Dünyada böyle bir saldırıyı böyle bir cezalandırma ile cevaplandırmayacak devlet var mı? Evet bir katliam kesinlikle affedilemez ve ben Türk dostlarımı aklamaya gayret etmiyorum. Sadece hatalarını yumuşatmak istiyorum. Normal zamanda iyiliksever, hoşgörülü, çocuklar kadar hoşgörülü olan bu insanların, bazı anlarda fazlasıyla vahşi olduğunu ve bazen gözlerinin önünden kırmızı bulutlar geçtiğini ama bunun sadece eskilerden kalma bir kinin kalplerinde tekrar harekete geçtiği ya da Halife’nin onlan Islam’ın yardımına çağırdığı anlarda gerçekleştiğini biliyorum...” Zavallı Türkler! Evet, doğru, eskiden orduları tarafindan fethedilmiş ama, asırlar geçtikçe onların gerçek vatanı olmuş bu toprağı onlardan koparmaya çalışmak, özellikle şu günlerde pek moda olan meşhur milliyetçilik prensibine karşı işlenmiş bir haksızlık, bir cinayet, bizim hepimiz için çok zararlı olan bir hata olurdu. Bize, özellikle biz Fransızlara Avrupa’ya gelişlerinden itibaren bizi alıştırdıkları sevgi dolu hoşgörüyü göstermeye devam edeceklerdir. Onların dini hoşgörülerini anlamalan için, onları suçlayan bizdeki Katoliklerin, orada yaşayan ve onlarla sıkı bir sorguya çekilebilmelerini isterdim; Böylece, onlarda bütün din ve mezhep gösterilerinin serbest olduğu gibi, Fransa’da yasak olan törenlerin, gösterilerin, derneklerin İstanbul’da serbest olduğunu ve Türklerin bu törenlerde ilk alkışlayan olduklarını öğreneceklerdir. Ortodoks ülkelerin bazılarında bir Katolik gösteri yapmaya kalksın! ... Ve Filistin’de Saınt-Sepulcre kapı1anndı gardiyan olarak iyi Türkler olmasaydı, birbirinden nefret eden değişik Hıristiyan mezheplerinin mensupları köpekler gibi vuruşup kiliseleri kana boyamaya başlasalardı ne olurdu’ Ah! Evet İstanbul Türklere bırakılsın. Bazı dar görüşlü psikologiarın yerdiği, ama bence üstün tarafları, bir bilgehik olarak nitelendirdiğim hareketsizliğe yatkınlıklarıyla, orada bir barış merkezi, bir bozulmayan doğruluk merkezi kuracaklardır. Özellikle Istanbul’da gerçekten güvenlikte oldukları zaman, ortadoğudan yakalarını kurtardıklan zaman, Avrupa’nın her zaman haksız bulduğu ve sürekli kendinden aşırı istekler 26 27 beklenen, aşağılanan bir kimse olarak hissetmedikleri zaman, ve özellikle onlara gözünü dikmiş ve “ Türklerin işini bitirmek lazım” demekten kaçınmayan Rusların bitmeyen tehdidi 20


olmadığı zaman!... Bütün ihanetlerine karşın, aramızdan hiç kimse Ruslardan nefret edemiyor. Ama sonunda buna rağmen İstanbul’u istemelerinin dayandığı sebep ise bize söylendi. Bu konu ne mirasla ilgili, ne tarihsel ve ne de herhangi bir sebebi yok ve onların, bu dünyanın en önemli dar geçidinin girişindeki varlıkları, Avrupa için yaşadıkça çok büyük bir tehlike oluşturacaktır. Fakat burada söylediğim şey, vicdanımın beni zorladığı, Türklerin savunınasından ayrı bir şey, dikkatlice düşündüğümde, aklımın bana söylediği, arkamda bağırtılar, küfürler, alaylar da duysam, benim için tek önemli olanın orada, Türkiye’de yaşamış olanlann ve orayı diğer doğu ülkeleriyle kıyaslama imkünı bulanlann tanıklıklarını dinlemek olacaktır. Şüphesiz ki savunmamı, daha az önemi olan bir noktayla tamamlamamam bir hata olacak. Buna rağmen şunu söylemek istiyorum. İnsan cinsinde sadece vurguncular ve ortalığı elektriklendiriciler yok. Allah’a şükür ki, daha da fazla sanatçılar, şairler, hayalperestler var. Sayılan, fethedilecek çirkinlikleri gördükçe, soluk kesen bir biçimde artıyor. Bu, moderniiğin dünya üzerinde en az bozduğu, cennete benzer köşeyi onlara bırakalım ve onlara saygı duyalım. Türklerin estetik anlayışından kalan eserlerin gözlenmizi kamaştırdığını bilelim. İstanbul’u ve Edirne’yi mükemmel şehirler yaptıklarını biliyoruz. Daha önceden herhangi bir geçit olan Boğaza, iki kıyıya yaydıkları güzelliklerle, eşine rastlanmayan bir görünüm verdiler. Saraylar, camiler, minareler, yarı yarıya suya batmış, gizem dolu evler; ve hatta bu hızlı ve hışırtılı akan suların üzerinde bile çeşitli güzellikler yarattılar. Kayıkçıların panidayan kostümlerı, yaldızla kaplanmış binlerce kayığın şıklığı ve pupaları şatolar gibi gözüken büyük yelkenlilerin güzelliği. Bütün bunlar, oraya yerleşmek için gelen ve şaşırtıcı bir savurganlıkla, kendilerinin pek farkına varamadığı bu güzelliği yavaş yavaş bozan bir çok yabancı Yunan, Ermeni ve Yahudi tarafindan ağır şekilde zarara uğratıldı. Kimse bana, eğer Türkler orada olmasa, İstanbul’un çok çekici İslam merkezlerinden biri olacağını söylemesin. Hayır çekiciliği onlar oraya taşıdı ve sürgün edilecekleri gün o çekicilikte sönecek. Barış, gizem ve büyük hülya onlardan sonra bitecek. 0 labirente benzeyen küçük Müslüman sokaklannda aynı kişileri, aynı örtülü kadınlan, aynı düşünceli ve ağırbaşlı Osmanlılan, aynı türban ve uzun elbise giyen kadınlan göremezsek, o ülkenin hayran eden büyüsü yok olmuş olacak. Ölüm düşüncesini yumuşatmak için yaşayanlar, içine dağılmış güler yüzlü mezarcılar olmazsa ve özellikle saat beş dualan zamanı gelip her türlü gürültünün kesilip, her türlü sessizliğin üzerinde müezzinler tarafindan okunan ezanlar dinletilmezse bu ülke için hayran kalınacak güzelliklerin sonu olacak. Dipnot: Ermenilere karşı ilk suçlamalarım daha az sertti ve onlara karşı olan acıma duygum 21


daha derindi. Çünkü onlan daha az tanıyordum. Savaşın sayesinde Avrupalı bir çok tanığın onların ülkesine girip, onları iş üstünde tanımaları aynen Yunanlılarda olduğu gibi onlar için de acınacak bir durum. Şimdi biliniyor ki, eğer katledilmişlerse, bu, hiçbir zaman onlara katliamcı olma hatasını yaptırmamalı. Bir çok resmi raporlar bunu onaylıyor. En son olarak, erkeklerin savaşa gidip terk ettiği köylerde düzenlenen en son kadın ve çocuk cinayetlerinin görüldüğü ve kendi Hıristiyan elleri tarafindan hazırlanan Türk toplu mezarlarına ait fotoğrafları yayınlamalan için gönderdim. Sadece, Türkler onlar gibi, şikayetleri, yakınmalanyla bütün 28 29 dünyanın kulaklarını yormuyorlar. Ama zavallı Türklerin, Hıristiyan olmamaları Avrupa’nın gözünde temel bir eksiklik. Ermeniler ve Ortodokslar, bu Hıristiyan kimliğinden yeteri kadar faydalandılar ve herkesi bununla aldattılar. Ermeniler tarafindan beyan edilen ölü sayısına gelince, aşağı yukan toplam nüfuslannın iki katını geçer. Halbuki onlardan her yerde yüzlerce, binlerce var. Her yer onlarla dolu. Hatta batı Avrupa’da bile çokça bulunuyorlar.... Beni artık bıktıran Ortadoğuluların söz konusu ettiğim hareketlerine ve tehditlerine gelince ise; çünkü bunlar, değişik zihniyetlen kritik etme imkanı sağlıyor ve bir ölçüde, bunlann yayıldığı toplumları yargılama imkünı sağlıyor. Yunanlılann hareketleri ve tehditleri, genellikle daha ölçülü ve hatta bir kibarlık kılıfıyla kamufle edilmiş bir biçimde, Bulgarların ki kaba ve vahşice; ama iğrençlik rekoru Ermeniler’e ve özellikle kadınlarına ait. Hiç şüphesiz uzun zamandan beri bu ırkın insanlannın dalaverelerini biliyordum ve sonuçta ürkünçlüklenni de tanımaya başladım. Şimdi ise, Türkler tarafindan bir çok defa işittiğim kabalıklarını, ikinci taraflarını ve tabiatlarının sertliği- ni izleme firsatım oldu. Ermenilerin dolu olduğu İsviçre’de bir ahlaksızlıklar ofisi faaliyet gösteriyordu ve komik olaylar gelişiyordu. Bana, gazetelerden kesilmiş benim resimlerimden gönderiyorlardı ve etraflannda ağır sözler, hakaretler yazılmıştı. Bu tartışmanın dışında kalan sekreterime bile, en basit görgü kurallarının bana söylemeyi engellettiği sıfatlar yakıştınldı. Ama şimdi pişmanım, çünkü gerçekten komiktiler. Şimdiye kadar bir tek Bulgar, ya da kendini öyle kabul eden, bana gönderdiği mektuplarda bu seviyede bir iğrençlik göstermişti. Ama daha sonra bana onun Ermeni kökenli olduğunu söylediler. 6. UYARI ÇIĞLIĞI Ağustos 1919 Manş ötesi asırlık rakibimizin, uzun zamandır planlanan ve büyük bir sabırla önceleri Hindistan’da ve daha sonra Mısır’da uyguladığı ve bizim Türkiye’deki diplomatlarımızın 22


becerik - sizliği ile, rakibimizin beklemediği bir biçimde kolaylaştırdıkları programa çok büyük hayranlık duyuyorum. Savaştan sonra ve savaşa rağmen, mütareke zamanında Türkler sadece Fransa’yı tanıyorlardı ve yüksek sesle Fransız mandasını kabul edebileceklerini söylüyorlardı. Fransız konimasını istiyorlardı. Oradaki resmi temsilcilerimiz bunu yeteri kadar ifade ettiler. Kendi arzularını Paris’e bildirdiler ama kimse onları dinlemek istemedi. Bunun sebebi, maalesef ki hükümette büyük patronun yanındaki, Türkiye’ye kişisel hınç besleyen nüfuzlu bir politikacıdır. Türklerin bizde kötü algılanmasında başrolü oynayan kişilerden biridir ve böylece ülkemiz için çok büyük bir zarara neden olmuştur. Bizi her zaman seven ve bize hiç itirazsız diğer Avrupa ülkeleri arasında ilk sırayı veren bu Türkleri biz çok hayal kırıklığına uğrattık ve onlara o kadar hakaret ettik ki yüzyıllardır büyük çaba sarf ederek elde ettiğimiz büyük üstünlüğümiizü kaybetmekle kalmadık, ayrıca kendimizden nefret ettirdik. İzmir’e Yunan saldırısı, itibarımıza vurulan en son darbeydi. Ne yazık! Yunanlıların kötü emellerine hizmet etmek için kendi çıkarlarımızı feda ettirecek ne büyük bir yanılgıya girdik. İzmir’den sonra, şimdi de onlara Trakya’yı vermek söz konusu oldu! Bizimkiler bilmiyor mu ki bu aşırı tutkulu Yunanlılar, inekle kurbağa hiküyesini tekrar gündeme getirerek, bu büyük 30 31 toprak parçalarıyla yetinemeyecek ve belki de bizim onları yerinde tutmak için onlarla savaşmamız gerekecek! İşte politikamızın ilk sonuçları. Şu günlerde Türkiye’de konaklamakta olan Amerikan Soruşturma Komisyonu önünde Türkler açıkça bir İngiliz veya Amerikan mandasını istediklerini belirttiler. Fakat Fransız mandasını kesinlikle reddettiler! Türkiye’de her geçen gün kendine üyeler ekleyen bir İngiliz dostu toplum oluşuyor. Bundan başka Suriye’de de Müslümanlar, bir Amerikan komisyonuna Fransız mandasını istemediklerini, çünkü Fransa’nın sadece Hıristiyanlarla ilgilendiğini, Müslümanları ezdiğini söylüyorlarmış. Ingilizlerin (İtalyanlardan bahsetmeden) orada bizimle kıyasıya bir mücadele yaptığı doğru. Bol servet dağıtıyorlar ve Fransa’yı yıkılmış bir devlet olarak göstererek bizi yerme manevraları yapıyorlar. Klikya’da bile Fransız karşıtı bir akım yaratmayı başardılar. Kısacası, H indistan’dan Süveyş kanalına kadar, Asya üzerinde Ingilizlerin el koyması yaygınlaşıyor. Bütün zengin toprak parçaları İngilizlere kalıyor. Bize ise değersiz köşeler kalıyor. Bize, kendi paramız ve askerlerimizin kanları ile Yunanlıların işlerini yapmak düşüyor. Bulgaristan’da, Macaristan’da ve başka yerlerde, Ermenilerin yurdunda nöbet tutmak 23


düşüyor. Makedonya’daki zaferimizden sonra, “Özgürlüğe ulaştıran ülke olma hayalimizi takip ederek, ordularımızı Rusya’ya, Polonya’ya, Macaristan’a taşırken, Ingilizler küçük işlerini takip etmeye devam ediyorlardı. Örneğin, Hazar petrollerine ve Bağdat’a8 el koyma peşinde koşuyorlardı. (8) Birçok olay arasında, emir Said ve Mujdirabey adlı Fransız dostu olan iki önemli subayın İngiliz mercileri tarafından skandal yaratan tutuklanması olayı biliniyordu. Bu uyarı çığlığını atarken, Ortadoğu’ya hala gönderilmekte olan askerlerimizle konuştuğumda ne kadar korktuğumu söyleme ihtiyacı hissediyorum. Almanya’ya karşı savaşa ne müthiş bir şevkle gittiklerini görmüştüm ama oradan çok azı dönüyordu. Hepsi ocaklarına geri dönmeyi umuyorlardı ama hayır. Ortadoğululara yardım için geri döndürülüyorlardı! 0 zaman aldıkları emirlere karşı geliyorlar ve daha önce itaatkğr ve cesur olan bu kişiler şimdi öfkeden kudurarak, isyan etmekten, yakmaktan, öldürmekten başka hiçbir şey konuşmuyorlardı... Tabii ki bunu yapmazlardı; Oh! Hayır, politikacılarımızın onları göndereceği yerlere gideceklerdi ve Fransız üslubuyla savaşacaklardı orada. Ama, bu ilk öfke tepkileri çok iyi anlaşılabiliyordu. 7. TÜRKLERİN İLGİSİNE KARŞILIK BİZİM ONLARA GÖSTERDİĞİMİZ ÖZEL İLGİ Ocak 1919 Ateşkesin ertesi günü, iki kıtaya ait gazeteler, iki tarafın bütün halklarının, Yugoslavların, Polonyalıların, Suriyelilerin, Atina’daki denizcilerimizin katili Yunanlıların, hatta akla Sığmayan suçlar işleyen Prusyalıların, büyük bir açlık ve beslenme sorunu tehlikesi ile karşılaşacaklarına dair uyarı yaptılar. Ama hiç kimse zavallı Türklerden oahsetmedi. Halbuki savaş sırasında bizim vatandaşlarımıza, tutsaklarımıza, yaralılarımıza kardeşçe davranan bir tek onlar vardı. Bir Fransız amiralinin hükümete gönderdiği mesaja göre Beyrut’ta olduğu gibi, bir tek orada “Fransız kolonisinin rahatsız edilmemişliğinden, dokunulmamışlığından” bahsedebiliriz. Ortadoğuluların iftiralarına rağ32 33 8. RAKAMLARIN DÜZELTİLMESİ men, bu olaylar her dürüst adamın kolayca doğrulayabileceği gerçek olaylardır. Halbuki, Türkler gerçekten açlıktan ölürken Almanların durumu abartılıyordu. Paris gazetelerinden Türklere karşı en az yumuşak olanları bile, onların sefaleti üzerine edebiyat yapıyor, ama, sözde yüzyıllık koruyucularının emrine girdikleri üç aydan beri, kimse onlara bir parça ekmek ve de bir çift bot vermeyi düşünmüyordu. 0 yüzden mahvolmuş bu zavallılara en azından düşmanlarımızın en kötüsüne davrandığımız kadar acımasızca davranılmaması için bütün 24


yöneticilerimize ve bütün müttefik ülke yöneticilerine onlara acımaları için yalvarma cüretini gösteriyorum! Şimdi Türklerin lehine bir yabancı tanıklığı anlatacağım. Bunu, arkadaşım olan M.L.Barthov, bir büyük Romen devlet adamından öğrenmiş ve beni yayınlamam için yetkili kıldı. İşte olay: “Romanya birçok değişik halkın istilasına uğradı. İstilacıların vahşiliklerine göre sıralanmaları şöyleydi. En acıma - sızları Almanlardı. Onlardan sonra Bulgarlar, daha sonra Avusturyalılar, ve en son olarak Macarlardı. En insancıl olanları ise hiç şüphesiz Türklerdi.” Ayrıca tarih bize öğretiyor ki, eskiden, zavallı Yahudiler, Ispanya’da korkunç zulümler görüp oradan atıldıktan sonra, en büyük hoşgörü ve konukseverlikle karşıladıkları Türkiye’ye sığındılar. Ve asırlardır barış içinde yaşıyorlar. Halbuki kutsal Ortodoks Rusya’da onlara karşı süren zulüm devam etmekte. “Müdür Bey, Bugün sadece birkaç gün önce yayınlamış olduğunuz Bay Denys Cochin’in “Yunanlılar için” adlı makalesini okuyorum. Bu konuda, sizin adaletinize sığınarak, ufak bir düzeltmenin yer almasını rica edeceğim. Yazar, Türk delegeler ülkemize gelir gelmez, onlara şiddetle hakaret etme gerekliliğini duymuş. Bu onun işi ama, zannediyorum ki aynı saldırıda, asırlık dostumuz olan “Eski Türkler” ile, küçük bir azınlık olan Almanlara bağlı “Jön Türkler”i karıştırdığını varsaydığıma göre, kimse onu izlemeyecektir. Ne yazık ki Fransa’da, Türkiye hakkında çok az şey biliniyor ve bu iki sınıf arasındaki kesin farklar bilinmiyor. Yazar ayrıca savaşın başından beri 300.000 Yunanlının Türkler tarafından katledildiğini öne sürüyor: Bu fantastik rakama karşı gelebilmek çok kolay ve karşıhk olarakta Yunanlılar tarafından katledilen Türklerin sayısının günlük olarak bini bulduğunu söylemek mümkün ama, bu beni asıl amacımdan uzaklaştıracak. O yüzden yanlışlığı, kesin olan başka rakamlarla değiştirmekle yetineceğim. Istanbul’un küçük Yunanistan’a ait olmasını isteyen yazar, orada 370.000 Yunan’a karşılık sadece 450.000 Türk olduğu tezini savunuyor. Hayır, bu konuda en ciddi ve uygun istatistikler Lord Robert Cecil ve ünlü Fransız M.V.Cuinet ve daha birçoklarının tartışmaya yer bırakmadan ortaya koydukları rakamlardır. Bunlara göre, bu topluluk şöyle bölünmüştür: 700.000 Türk ve 180.000 Yunan. Lütfen kabul edin.” (9) Figaro Gazetesi Müdürüne gönderilen mektup. 34 35 9. BAŞKAN WİLSON’UN PRENSİPLERİNİN ONİKİNCİ MADDESI’° Eylül 1919 25


Gazetelerimizin Çoğu, başkan Wilson’un Türkiye’ye gönderdiği, Ön Asya’daki Hıristiyan katliamlarını acilen durdurmasını aksi halde on ikinci maddenin kaldırılacağını bildiren notayı yazıyor. Burada şuna dikkati çekeceğim ki bu on ikinci madde, bütün müttefiklerin kabul ettikleri Anadolu’daki kanlı Yunan istilası nedeniyle zaten bozulmuştu Türkler, mütarekeyi imzaladıkları ve bu anlaşma bütün ülkeler tarafından garanti edildiği için aslında haklıydılar. On ikinci madde şöyle düzenlenmişti:” Şimdiki Osmanlı İmparatorluğu’ nun organlarının güvenliği ve bağımsızlığı güven altına alınacaktır!” Başkan Wilson, bu arada, Yunanlıları da İzmir ve Aydın civarındaki barbarlıklarını hemen durdurmaları ve İstanbul’da sadece Türk mahallelerinde meydana gelen yangınlar konularında da ihtar edebilirdi. Biliniyor ki bu felaketler serisine en son damgayı, Beşiktaş’taki zengin muhitlerde meydana gelen ve yaklaşık bin kadar evin yağmasıyla sonuçlanan olaylar vurdu. Bu olaylarda hiçbir Yunan evine dokunulmazken yakında halifeler şehrinde sağlam bir tek Müslüman evi kalmayacak. Bugünlerde zavallı Türklerin suçlandığı katliamlar konusunda ne doğru ya da daha büyük ihtimalle ne yanlış bilmiyorum, ama ben, olayları yerinde incelemek ve bilgi edinmek amacıyla oraya gönderilmiş Fransız subaylarının resmi raporlarını gördükten sonra, daha çok bunun bir Ermeni şantajı olduğuna inanmak eğilimine girdim. “Her yerde ramazanda yapılması gereken katliamlardan bahsedildiği(10 Sansür tarafindan iki ay civarında gecikmiş. ni duydum (ramazan geçeli uzun süre oldu). Eskişehir’de Ermeniler bana hangi Türk evlerinde silahlar olduğunu söyle - meye geldiler. Ama Fransız misyoneri “Ludovic Marseille baba” tarafından, Ermeni muhbirlerin bu silahları terhis olmuş askerlerden aldıklarını ve o Türklere bizzat kendilerinin sattıklarını öğrendim.”Ve biraz daha devam edelim. “Bu sözde katliamlar konusunda hafiflikle davranan Ermeni muhbirlerle konuşunca, bana birçoğu bu olayları, güçlü devletleri etkilemek ve böylece müttefiklerin yardımını elde etmek amacıyla fazlasıyla abarttıklarını itiraf ettiler.” Her halde, Avrupa’nın Türklere karşı takındığı tutum onları çok büyük umutsuzluğa itiyor ve onların açısından hafifletilemeyecek şartlar hazırlıyor diye düşünüyorum. Bazı gazetelerde çıkan onlar hakkındaki suçlamalar arasında şu ağır ifadeyi saptadım.”Türkler bize her zaman ihanet etti ve her zaman da edecek.” Gerçekten mi? Rica ediyorum bana bu ihanetleri gösterin! Bu kelimeyi kullananlar herhalde, bu kelimenin anlamını bilmiyorlar. İhanet olması için önce bir anlaşma, bir yükümlülük, bir söz, vaat olması gerekir. Halbuki Türkler bize hiçbir zaman ne bir söz verdiler, ne de bize bir şey borçlular. Daha önceki yazılarımda, Kırım savaşından itibaren, onların düşmanlarıyla olduğumuzu, onlara her türlü zararı verdiğimizi, onları defalarca hayal kırıklığına uğrattığımızı ve her şeyden önemlisi ve onlara dokunanı onlara hakaret ettiğimizi, kanıtlarıyla 26


beraber hatırlatmıştım. Yüz kere haklılar bize savaş açmakta. Buna rağmen bunu zorlamayla yaptıklarını biliyoruz ve ayrıca aslında bize savaş açmadılar. Ruslara, hiçbir zaman onları yok etme isteğini saklamayan eski düşmanlarına savaş açtılar. Onlar da bir fırsatını bulunca Ruslardan kurtulmak için Almanların kollarına atıldılar. Onların yaptığını kim yapmazdı! Ama biz her şeyi bize borçlu 36 37 olduğuna inanma eğili-mimizle, ortada bir ihanetin olduğunu bağırarak, çağırarak söyledik. Çünkü bizim tarafımızdan terk edilince, yok olma tehdidi hissettiklerinden kendilerini müdafaa etmeye çalıştılar. Bununla birlikte, bize karşı savaşma zorunda kalmış olmalarından duydukları pişmanlığı yeterince ifade ettiler ve özellikle, yaralılarımıza ve tutsaklarımıza karşı davranış biçimleriyle bizim dostumuz kaldıklarını ispat ettiler! İhanet konusunda, ilk önce savaş sırasında, insanlık tarihinin en görkemli ihanetlerinden biri olan Rusya’nın ihanetini gördüm, daha sonra, Bulgarlann sessizce müttefiklerini sırtından vurarak yaptığı ard, arda gelen beş veya altı ufak ihaneti söyleyebilirim. En son olarak, Yunanlılann, Atina’da silahsız denizcilerimizi katlettikleri. Hepsinin en iğrenci olan ihanet, daha sonra Selanik’teki ve bunlan da kesintisiz olarak takip eden, utanmasızca, maizemelerimizin, mühimmatlarımızın, erzaklarımızın çalınması gibi ihanetlerini gördüm. Oh! bu davranışların yanında, güzel ve güvenilir Türk dürüstlüğü ne kadar rahatlatıcı! Yunanlaşmış Selanik’ te. Bu çok iyi müttefıkimize ait her türlü sosyal sınıftan, subaylardan, tüccarlardan, papazlardan, fahişe lerden yakalanmış casusları, hainleri toplama kampına göndermek için her ay bir gemi yükleniyordu. ..Şehrin yakınında, makine fabrikası şeklinde kamufle edilmiş ve Alman deniz altılarına yiyecek, silah sağlayan bir üs vardı ve Yunan bandıralı gemiler tamir edilmek numarasıyla oraya geliyor ve düşmanlarımız için yakıt sağlıyorlardı. Bir gece, bir zeplin bombalamak amacıyla gelince, yolunu rahatça bulması için, evlerin damlarında ateş yaktılar ve böylece askerlerimiz için hiçbir bomba harcaması gerekmedi. Bütün bunlar, ihanet hem de kaliteli ihanetlerdir. Ama Türklerde anı düzeyde bir ihanetin var olduğunu kim söyleyebilir ki! 10. TÜRKLERİN “VAHŞETİNİ”(!) TEK BAŞINA GÖSTERMEYE YETECEK BiR MEKTUP” İstanbul, 25 OCAK 1915 “15 Ocak saat 12.45 civarında Çanakkale Boğazı’na gelip batan “Safi?’ adlı deniz altıdan haberiniz vardır zannediyorum. Kıyıdan bin beş yüz metre uzaktaydık. Bu husus çok kayıp 27


vermemize sebep oldu. İyi yüzmeyi bilmediğimizden kıyıya vardığımızda yirmi yedi kişiden, on üçümüz kurtulmuştu. Yaklaşık yarım saat yüzmemiz gerekti ve size şunu söyleyeyim ki su sıcak değildi ve rüzgar sert esiyordu. Neyse ki, iyi Türk subaylarıyla karşılaştık ve üşümememiz için bize elbiselerini verdiler. Bir gemi beni denizden aldı ve bir Türk Teğmenin kıyafetlerini giydim. Isınmamız için buharlı geminin ocağının yanına götürüldük ve bize bir şişe viski getirdiler. Hepimiz ölü yapraklar gibi titriyorduk. Neyse ki iki, üç saat sonra hepimiz iyileşmiştik. Aramızdan hiç kimse nezle bile olmadı. Orada yirmi dört saat kaldık. Ertesi gün bizi jstanbul’ a gönderdiler ve beş gündür oradayız. Hepimiz çok iyiyiz ve sizi temin ederim ki uykumuz düzenli, artık yemek hazırlamak zorunda değiliz. Bize krallar gibi hizmet ediyorlar. İMZA: LEGALL ADRES. FRANSIZ MAHKUM, KOMUTANLIK YERİ İSTANBUL- TÜRKİYE (Il) Bu mektup .bizirn askerlerirnizden birisi tarafından ailesine yazılmıştır. 38 39 11. KLIKYA Başlarken, bana faydalı ve önemli gelen, açık Olduğu kadar da kesin bir ifade içeren şu Türk bildirgesini tanıtmak istiyorum. “Osmanlı Devletler Birliği, kendi topraklarını ilgilendiren ve büyük devletlerin arasında karar verdiği uygulamalara karşı, modern dünyaya ve özellikle bu uygulamalara karar veren ülke hükümetlerine, kendi görüşlerini bildirmeyi zorunlu bir görev olarak algılamaktadır.” “Osmanlı Devletler Birliği, bu konudaki görüşünü yayarak, sadece bu topraklardaki toplumların büyük çoğunluğuyla değil, ayrıca bütün dünya Müslümanlarıyla mükemmel bir fikir birliği içinde olma güvencesine sahip oldu.” “Devletler Birliği, İngiliz, Fransız halkının dikkatini ilk önce, son olarak yapılan anlaşmada, Adana yöresinin ismini, tarihi ismi olan Klikya olarak değiştiren madde üzerine çekiyor.” “Klikya’nın halkı, Fransız gazetecilerinin de itiraf ettiği gibi, büyük bir çoğunlukla Türk ve en temiz Türkçeyi konuşu - yorlar. Bu Türklerin ataları, Kozan Türk Hanedanı yönetimi altında, Osmanlıların fethinden birkaç asır önce oraya gelmişlerdi. Daha sonra Osmanlılara tekrar katıldılar ve kendi rızalarıyla Osmanlının Hükümdarlığını kabul ettiler.” “Bu bölgedeki Türkler, daha önceden de kesin olarak, Amerikan heyetine açıkladıkları gibi, Osmanlılardan ayrılmak istemiyorlar. Hiçbir yabancı hakimiyetini, ne isimle olursa olsun

28


kabul etmemekle kararlılar.” “Majesteleri İmparator Sultan Halifenin ilan ettiği gibi, Türk Devleti, gücünün sonuna kadar, tamamen yok olacak kadar vatan topraklarının en ufak parçasının bile işgaline karşı koymaya kararlıdır.” “Osmanlı Devletler Birliği, eğer barış konferansı, Müslüman halkın yaşadığı ve hiçbir zaman başka bir egemenliğe maruz kalmamış olan yakın doğudaki toprakları bölüştür - meye karar verirse, oradaki halka bunu kan ve ateşle kabul etti - rilmesi gerekeceği konusunda onları uyarmayı bir görev olarak biliyor.” “Osmanlı Devleti, yapısı içine, Müslüman olmayan azınlığın haklarını garanti edecek bütün değişimleri ve teminatları katmaya hazırdır. Ama toprağının ufak bir parçasını dahi ne bir yabancı devlete, ne de kendi içinde bulunan etnik azınlıklardan birine bırakmaya razı olmayacaktır.” “Eğer müttefik güçlerin hükümetleri, zaten dört buçuk senedir vahşi bir savaşın etkilerini hissetmiş vatandaşlarına, doğudaki savaşın, dolayısıyla bozgunun devam edeceğini be nimsetmek zorunda kalmamak istiyorlarsa, anlaşmaya katılan bütün ülkelerin hükümetleri tarafından törenle ve eksiksiz olarak kabul edilen, Başkan Wilson’ un programındaki on ikinci maddeyle de çelişen bir karar almaktan vazgeçeceklerdir.” Osmanlı Devleti, hakkı ve adaleti zafere ulaştırmak için en ağır ve kötü şartlara katlanmış Fransız ve İngiliz Devletlerinin, halkların kendi hakları ve özgürlükleri hakkında kendi karar vermeleri prensibine, saygı gösterecekleri konusunda ikna olmuştur.” “Hiçbir ülke, yöneticilerine, yirminci yüzyılda Polonya’ nın bölüştürülmesi cinayetini tekrarlamak için halkına yeni 40 41 eziyetler, büyük yokluklar çektirme iznini vermek gibi bir çılgınlık yapmayacaktır.” Yukarıdaki bildirgede görüldüğü gibi, Klikya, Türk vatanının en verilmeyecek parçası, hatta vatanın kalbidir ve insan, Avrupalı diplomatların orayı denetim altına alma gibi haksız bir projeyi nasıl tasarlayabildiklerini merak ediyor. Aslında bu ülke, sarsıntılı ve dengesiz dünyamızda, sakinlik ve rüya alemi köşesi olarak kalabilmesi için, yüksek duvarlarla bütün ilişkilerden korunmayı hak ediyor. Ortadoğuluların çıkarcılığı ve düzenbazlığının bulaşmasına izin verilmeyen, bir cenneti andıran, gerçek bir dürüstlük ülkesi. Öyle bir ülke ki, bütün işler hiçbir yazılı belgeye ihtiyaç duymadan, sadece verilen bir söze bakılarak yapılıyor. Adetleri, gelenekleri sade, saf ve temiz olarak kalmış. En fakirler bile, büyük bir konukseverliği, bir fazilet örneği gibi benimseyerek sunuyorlar. 29


Gençlerin yaşlılara, çocukların ailelerine gösterdikleri saygı, bizim batıdaki kabul sınırlarımızı çok aşıyor. Ölüm karşısındaki tevekkülleri, herkesinkinden daha serinkanlı. Gerçi canlıların sakin gidiş gelişlerinin ortasında, ağaçların gölgesinde, zarif bir mezar taşıyla belirli, derin uykuları için yerini almış görüntülere ürkmeden bakmak lazım... Ve köylerin, kırların üzerine, müezzinlerin saf ve aydınlık bir uyumla müziğe çevirdiği bir melodik inanç olan ezan süzülmekte. Klikya’yı, çok genç olduğum dönemlerde, atın üzerinde, silahsız ve bir Türk hizmetkürın eşliğinde seyahat ettiğim zamanlardan hatırlıyorum. Dağların pembe çiçeklerle kaplı olduğu bir mevsimdi. Her yerde, en ufak köyde bile, dostça karşılanıyorduk. Daha sonraları, hiçbir Avrupa lisanı bilmeyen, eski kö - kenden ve eski geleneklere sahip Türk dağ adamlarını yanımda hizmetkr olarak çalıştırmıştım. Açık sözlülerdi ve titiz bir incelikleri vardı. Bunun yanında tabi ki alkol zehirini ağızlarına bile sürmemişlerdi. Oh! Yiğit adamlar! Sizinleyken insan kendini ne kadar güvende hissediyordu! Saf ve basittiler. Ama hiçbir zaman kaba değillerdi. Bana, köyün yazı memuru vasıtasıyla ailelerinin yazdıkları ve gönderdikleri mektupları iletiyorlardı ve ben, bu mektupların içindeki saygınlığı ve doğuştan gelen zarifliği ilgiyle inceliyordum. En kötü düşmanları Ermenilerin bile zorunlu olarak tanıdığı, Klikya Türkleri’nin bu konukseverlik detlerine, Teğmen Gautherin’in eşliğinde 1919 yılının mayıs ayında görevli olarak bu ülkeye gelmiş Yüzbaşı Robertin resmi raporunda da bir kaç cümleyle değinildiğini fark ettim: “Hiçbir demiryolu olmadan, sadece arabayla, atla ve yürüyerek olmak üzere yaklaşık 600 kilometre kat ettik ve bütün ifadelerin aksine, en ufak köylerde bile tam anlamıyla bir güvenlik, candan ev sahipliği, insanı etkileyen ve hiç karşılık beklenmeden gösterilen bir konukseverlik ve çok güvenilir rehberler bulduk. En fakir köylerde bile insanların bizi iyi karşılayıp, bizim için yaptıkları harcamaları tazmin edebilmek için ancak çocuklarına para verebildik. Her yerde, insanlar ve yerel yetkililer bize iyilik olsun diye, görevlerinin gereğinden fazlasını yaparak bize hizmet ettiler. Genel izlenimim, Fransızların en ufak köyde dahi prestijlerinin büyük olduğu ve Fransızların sevildiği ve istendiği üze - rinedir. En önemli hata, önemi az olan merkezlerde Fransızca 42 43 dili yaygın ve İngilizlerin bütün imknlarını seferber ederek bizim etkimizi azaltmaya çalışmalarıdır. Bu şaşkınca bir davranıştır.” Bugün, bu ülkeye giden bütün elçilerimizin ifadesine göre, bu yumuşak, tatlı dağlılar savaştan 30


o kadar yorgunlar ki, Avrupalı herhangi bir devletin korumasını kabul edeceklerdir. Sadece herkesin nefretini kazanan ve herkesin cephe aldığı Yunanistan’ın dışında. İstila ettikleri bölgelerde, şimdiden terör ve şiddet içinde yaşıyorlar. Her yerde yağma ve cinayet var. Az zaman önce, Klikyalıların koruyucu olarak arzu ettikleri bizdik ve mükemmel vücut ve beyin olarak sağlıklı askerler haznesi olan bu ülkede, doğuda yüzyıllardır süregelen durumumuzu korumamız için bize gereken sadık müttefikleri bulabilirdik. Ama biz onları o kadar hor görüp, kırdık ki, bugün bize sırt çeviriyorlar. Eğer az önce söylediğim rapor, mayıs ayı için geçerliyse, maalesef artık ekim ayında geçerliliğini yitirdi. Klikya Türkleri bizi eskiden Avrupa devletlerine tercih ediyorlardı. Ama artık eskisi gibi bizi istemiyorlar. Bizim de sorumluluğuna ortak edildiğimiz vahşi Yunan istilası, onları çok kızdırdı. Ve anlaşmadaki müttefıklerimiz, bu istilacıların sebep olduğu hoşnutsuzluğu bize karşı kullandılar. Diğer bütün konularda fikir ayrılığı gösteren bu iyi müttefikler, sadece tek bir konuda fikir birliğindeydiler. Doğu’da bize karşı kurdukları gizli birlik, oradan bizim ayağımızı kaydırmak için yaptıkları ortak ve azılı manevralar. Bitirirken, bu konuda, bir başka resmi rapordan alınmış bir pasajı aktarmak istiyorum: “İngilizler, bizim Yunansever politikamızdan istifade ederek, propagandacılar ve gizli ajanlar vasıtasıyla, sık sık Türk devlet adamlarına ziyarete gidip görüşüyorlar ve Türklerin sıkıntılarıyla yakından ilgileniyor ve bunların Fransızların yüzünden olduğunu söylüyorlardı. Bay Venizelos’ un yakın dostu ve Yunanlılarla akraba olduğu söylenen Bay Clemenceau adına Yunanlılar tarafından atılmış her adım, İngilizler tarafından kötüye kullanıldı. Onlara göre, Meclis Başkanımız, konfe - ranstaki görüşlerini zorla kabul ettirdi. Bununla birlikte Türksever İngiliz başbakanı, bu hareketin peşinden gitmek zorunda kaldı. .v.s, v.s.” 12. TÜRK TOPLULUKLARININ MEKTUPLARI Türk topluluklarından, yüzlerce, binlerce kişi tarafından imzalı çok güzel mektuplar aldım. Hepsi, ülkemize karşı süregelen sevgilerini ve adaletimize olan güvenlerini, bir gün gözle rirnizin gerçeği göreceğine dair sarsılmaz umutlarını ifade edi - yorlar. Maalesef hepsini burada sayamayacağım, ama işte rast gele alınmış bir tanesi: Sevgili Ustam, Istanbul, Haziran 1919 Avrupalı aydınların çoğu bizim mükemmel özelliklerimizi bi Irnezken, yıkım içindeki toplumumuzu savunduğunuz, onu anladığınız ve ona değer verdiğiniz için bütün aydınlarımız adına ve bu arada kendi adımıza size, derin minnettarlığımızı bildiriyoruz. 31


44 45 ‘Bey ler, 15 Ağustos 1919 Hayır, toplumlar, hükümetleriflin cinayetlerinden sorumlu değillerdir. Siz bu yadsınamaz gerçeği gören ender büyük zekalardan birisiniz ve bunu dar görüşlü politikacıların teorik kanıtlarına karşı savundunuz. Düşmanını zayıflığa, güçsüzlüğe düşürmek haklı bulu nabilir, ama orada durmak lazım. Düşmanı ezmek, kazanmak değildir. Aziz ustam, sizin sözünüz dinlenir. Bu anlaşmaya katılan devlet adamlarını, yenilen ülkelere konulan şartların çok sert olduğu ve bunun modem dünyaya duyulan sempatinin zayıflaması gibi çok tehlikeli sonuçlar doğurabileceği konusunda uyarırsanız iyi olur. Ölü ya da yaşayan yöneticilerinin kurbanı olan insanlık çok acı çekti. Bundan sonra, dünyada barışın hüküm sürmesi gerekiyor. Ama mezarlıklarda ve hapishanelerdeki gibi değil. Ağabeylerimizden biri şöyle buyurmuştu: “Istırap içinde ağlanan her yer, duygusal olarak benim vatanımdır.” Ve Türkiye’de, diğer bütün galip ve mağlup ülkelerdekinden fazla ağlanıyor. Batılı velinimetlerine minnettarlık duyan Doğu, beklemeyi ve acı çekmeyi bildiği kadar, umut etmek de istiyor. Türkiye’ye karşı sarsılmaz ve mükemmel dostluğunuza bizim de cesaretli bir umutla kattığımız iyi dileklerimizi lütfen kabul edin.” (Yüz seçkin Osmanlı şahsiyetin imzalarıyla) Bunlara şöyle cevap verdim: Bana yazmış Olduğunuz ve birçok seçkin imzayı birleştiren bu güzel mektup beni derinden heyecanlandırdı. Maalesef ki bana varması iki aydan fazla sürdü. Nerede kaldığı belli değil ve bu nedenle cevaplandırmakta geciktim, bu yüzden mahcubum. Böyle dokunaklı bir mektup alıp, bunu sadece, yayınlamaya imknım dahi olmayan zavallı sevgi kelimeleriyle cevaplamak güçsüzlüğü karşısında kendimi suçlu hissetmek ne kadar acı. Savaş sırasında, özellikle mütarekeden sonra, sevgili Türkiyeniz için mücadeleyi hiç bırakmadım. Ama her zaman ve her yerde, sesim aşırı taraflı bir sansürle boğuldu. Sizden ricam, bunu o dokunaklı mektuba imza koyan herkese söyleyiniz. Lütfen, Fransa’nın sizin ülkenizin baş düşmanı ve sıkıntılarınızın sorumlusu olduğunu sanmayın. Özellikle de ülkenizden dönen subaylarımızın ve askerlerimizin kalbinde, hiçbir sempatik ve minnettar hatıralar saklı olmadığını sanmayın. Tam tersine hepsi sizin lehinizde 32


ve onlar Ortadoğulu düşmanlarınız ve iftiracılara karşı tiksinti ile geri döndüler. Ama, eski önyargılar seslerini boğduğundan sadece ufak bir azınlık olarak kaldılar. Süregelen efsaneler, Ermeni ve Yunanlıların bitmeyen propagandaları yine her yerde başarılı oldu. Sizinle acı çekiyorum, sizinle beraber üzüntü, sıkıntı çekiyorum ve sizin yüzünüzden hakaretlere ve tehditlere uğramaktan onur duyuyorum, gururlanıyorum. Konuşmaya hakkım olacağı zaman konuşacağım. Ama sözüm çok az olacak ve çok geç gelecek!... Pierre LOTİ 46 47 13. BiR GÖRÜŞME HAKKINDA “LE CLAIR” adlı gazete tarafından basılmış, Bay POLİTIS ile kısa zaman önce yapılmış bir görüşmede, Yunanlıların en inatçı dostları tarafından dile getirilmiş olan şu ifadeyi görmek beni mutlu etti: “Avrupa’da Türk imparatorluğunun devamı lehindeki bir hareketin Fransa’da oluşması şüphe götürmez bir gerçektir.” Evet, Allah’a şükür Fransızların gözleri sonunda açılıyor. Istanbul’daki tüm resmi temsilcilerimizin, tüm subaylarımızın, doğudan dönmüş tüm askerlerimizin sesleri, en köklü önyargılan, en aşırı suçlayıcı propagandaları yenmeye başlıyor. Ayrıca Bay POLİTİS bu seslerin nitelikli olduğunu da itiraf ediyor. Bu konuda ona ben de katılıyorum. Beni bu görüşmede şaşırtan şey, Bay POLİTİS gibi bir politikacının ileri sürdüğü sebeplerin iyi seçilmemesindeki belirgin beceriksizliği. Çürütülmesi kolay olanları seçmiş alabildiğince. Gerçekten de (Sevr) antlaşması, çıkarları için Yunanistan’a Türkleri Asya’ya geri püskürtmeleri sözü vermiş miydi? Biri bana herhangi bir yer.de bu sözün izlerini, kanıtlarını göstersin! Bu söz konusunda, tam tersine ben Türkiye hakkında görkemli bir yükümlülük buluyorum. Şöyle ki, Bay WİLSON’ ın on ikinci maddesi şöyle der. “Osmanlı İmparatorluğu’nun şimdiki organlarının güvenliği ve egemenliği tam olarak güvence altına alınmıştır.” Bu husus antlaşmaya katılan bütün devletler tarafından garanti edildiğine göre, Türkiye’nin mütarekeyi imzalarken bu yükümlülüğe güvenmeye hakkı vardı. Halbuki, müttefiklerin de onayladığı şekilde, Yunanlıların Anadolu’yu kanlı istilasıyla bu antlaşma vahşice bozuldu ve Padişahın elçisi protesto için Paris’e geldiğinde, bir uşak gibi koyuldu. Bay POLİTİS Yunanlıların hoşnutsuzluğundan, tedirginliğinden yakınıyor. Buna rağmen ben bunu, Türklerin tedirginliğiyle karşılaştırılabilir bulmuyorum. Çünkü Yunanlıların başkentinde her şeyi yok eden yangınlar olmuyor ve özellikle zavallı Türklerin sahip olduğu 33


gibi yakıp yıkan, öldüren, kıyım yapan, ırza geçen bir barbar düşman ordusuyla karşı karşıya değiller. Halbuki, Yunan ordusu İzmir ve Aydın’da böyle bir rol oynadı ve bu olayların birçok İngiliz ve Fransız tanığı var. Ayrıca çok özenli ve taraflı bir sansüre rağmen, Bay POLİTİS’ in bile bunu inkür edemeyeceği şekilde, bu vahşet her yerde çok görüldü ve duyuldu. Ayrıca Bay POLITİS, antlaşmanın Yunanistan’ı Izmir konusunda çok ağır bir manda kararıyla yükümlü hale soktuğuna da yakınıyor. Evet, maalesef ki bir mandanın verildiğini kabul ediyorum. Ama bu hakkı onlara veren devletlerin, Hıristiyan olmasıyla böbürlenen bir devletten beklemediği ölçüde canice ve vahşice bu görevi yerine getirdiklerini de iddia ediyorum. Aşağıdaki çelişkilere düşmekten çekinmediği için, Bay POLİTİS’ in beceriksizliği ve ihtiyatsızlığı şaşırtıcı oluyor: 1. Ona göre, Yunanistan’da, Bulgaristan’da, Fransız ahlaki değerlerinin etkisi rahatça ve geniş bir kitleye yayıldı ve gelişti. Ama Türkiye’de böyle olmadı! Buna karşılık olarak, hiçbir cevap vermemek çok müthiş olurdu. Türkiye, asırlardan beridir Fransız etkisine en çok açık olan ve en yaygın Avrupa dilinin 48 49 bizim Fransızcamız olduğu bir ülkedir. Istanbul’da çok sevili - yorduk ve eğer onlara daha az zalimce davransaydık, bizi hl seviyor olacaklardı. Mütarekeden itibaren, bizi bağıra, bağıra çağırdılar. En şiddetli savaşlarda ambulanslarımıza saygılı davranmak için ateş kesiyorlardı. Yaralılarımıza, tutsaklarımıza en özel itinayı gösteriyorlardı ve bunun tanığı olarak bütün savaşçılarımızı hiç tereddütsüz çağırabilirim! 2. Bay POLİTIS diyor ki ; “ Eğer doğu sorunu tamamıyla, antlaşmaya katılan devletlerin ve Fransa’nın (!) gerçek dostları olan Yunanlıların lehinde düzenlenmezse, dünya barışı hiçbir zaman sağlanamaz.” Tamamıyla tersini söyleyeceğim için beni affetsin. Eğer insan haklarına ve antlaşmanın ruhuna karşı, Izmir’de yerleşmiş olan bu yabancı istilacılar hemen geri çekilmezse, birçok Fransız’ın da kanının akacağını ve bitmek bilmeyen bir savaşın başlayacağını göreceğiz. Bay POLİTIS bizi de kendi tarafina çekmek için, Yunanistan’ın avantajlı dostluğunu öneriyor. Ülkesinin zaten Fransız akımına hizmet ettiğini iddia ediyor ve bunu kanıtlamak için, Atina’da tasarladıkları ve kurdukları en ufak kurumları bile gözümüze çok parlak gösteriyor. Fakat Yunanistan’ın Türkiye’de ve bütün İslam leminde bize kaybettirmiş olduğu yüzyıllardır süregelen büyük ve evrensel prestij imizin yanında bunlar ihmal edilebilecek kadar küçük şeyler! Ve ufacık Yunanistan’ın yanında, bütün toprak kayıplarına karşı hlğ geniş 34


olan Türkiye var. Eğer isteseydik, yarın bizim için ne kadar güçlü bir müttefik olurdu! Bay POLITIS, Ön Asya’daki Yunan azınlığının oradaki etkinliğimizin gelişimi için neler yapabileceğinden bahsedi - yor ki, bu hususta içine düştüğü çelişkilerdeki saflık burada iyice ortaya çıkıyor.” Bugün Fransa’nın doğudaki prestiji çok büyük ve zengin bir ekonomik gelecek önümüzde açık, halbuki Yunanlılara desteğimizi kesersek, etkinliğimizi kaybederiz.” diyor. Bundan daha yanlış bir yorum yapmak imkünsız, olma - yacak bir şey. Yunan istilasını benimsediğimizden beri, orada yüzyıllardan beri süren etkimizi dörtte üç oranında kaybettik. Hatta kendimizden nefret bile ettiriyoruz. İspatı şurada ki, Fransa’nın korumacılığını bağıra, çağıra isteyen Türkler , bir önceki kongrede, Amerikalılar tarafindan korumacı devlet hakkında seçimleri sorulunca, hakkımızda tek bir kelime dahi konuşmadılar. Işte, Yeni Doğu politikamızın inkar edilemez ilk sonucu! Ayrıca bankacılar ve tüccarlar için şunu ekleyeceğim. Biz orada pazarların tek hakimiydik ve Türkiye ile yaşadığımız bu karışıklık, uzmanların söylediğine göre bize yılda yaklaşık iki buçuk milyar Frank kadar kaybettirecek. Bay POLITIS’ in bize dokunaklı bir ifadeyle söz verdiği, ülkesinin yumuşak dostluğundan ise ben şüphe ediyorum. Şüphesiz ki, Bay POLİTİS bu açıklamalarıyla, doğudaki (Türkiye’deki) şehirlerde bulunan subaylarımızı, görevlileri - mizi, din adamlanmızı oldukça şaşırtmış olacaktır. Zira hepsi, Yunanlıların öfkesinden, böbürlenmelerinden ve dalaverelerinden şikayetçiler. Biz yan yana bu dostlarla Selanik’te beraber yaşarken, bu yumuşaklığın pek de gösterildiğini zannetmiyorum. Yunanlıların bine yakın ihanetlerinin yanında, Türklerin dürüstlüğü ne kadar rahattı! Atina’daki büyük ihanetlerini ne kadar çabuk unuttuk. Silahsız denizcilerimizin katledilmesi, insanlık tarihinin en acımasız olan olayıydı! 50 51 14. BAZI İNGİLİZ UYGULAMALARI Doğudaki etkimiz, asırlardır süregeldiği için kuvvetliydi. Ama şimdi İngiltere’nin lehine bu etkimiz parçalanıyor. Çok kuvvetliydik ve bize karşı bütün şartlar iyiydi ama bütün kalleşlikler de kullanılıyordu. Başlangıçta yumuşaklıkla hareket ediliyor, daha sonra Ingilizlerin alışık tavrı olan kabalık başlıyor. Her yerde yalanlar, iftiralar zemini hazırlanıyor, daha sonra da sertliğe, sürgünlere, toplama kamplarına başvuruluyor ki bugünlerde İstanbul’da da geçer akçe bu oldu. Ingilizlerin, kendilerini Türk baskısından kurtarmak bahanesiyle, biz Fransızlara karşı kullandıkları doğudaki iki toplum Ermeniler ve Rumlardı. Yunanlılara gelince, onları eleştirip durmaktan başka yapacak bir şey yok. Allah’a şükür, 35


hesapları görüldü. Savaş sırasında onları tanımamız, onlar için gökyüzünden gelen bir ceza. Binlerce askerimiz, onların dalaverelerinin ve Fransa’ya olan kinlerinin şahidi olması, Anadolu’daki iğrenç istilaları hakkındaki büyüklerimizin raporu, onlar için ezici, bunaltıcı ve kesin bir son oldu. İşte müttefiklerin araştırma komisyonunun resmi raporundaki, Yunanlıların Bergama ve Menemen’de yaptıkları hakkındaki ifadeler: “Yunanlıların öfke, yorgunluk ve korkuları, hiçbir kışkırtma olmadan, savunmasız sivil halkı katletmelerine sebep oldu. Şimdiki Yunan subayları görevlerini tamamıyla suistimal ettiler.” İşte burada, hl iyi niyetli Fransızların nasıl olup ta eski Yunan kültüründen etkilenip onlara destek olabildiğine insanın kendine sorası geliyor. Ermenilere gelince, Yunanlılara göre daha az iğrenç olduk larından ve bize daha az düşmanlık gösterip, daha az böbür 52 lendiklerinden, onların katliamları ve daha doğrusu idamları hakkında doğru bildiğim her şeyi tekrar, tekrar söyledim. Tanrı biliyor ki bunları hiç onaylamadım. Sadece kanıtlara dayanarak bunların abartıldığını ve zaten Ermenilerin, profesyonel üçkğıtçılar ve iftiracılar olarak Türkleri kemiren kurtlar olduğunu ve zenginliklerinj onlardan elde ettiklerini, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Hrıstiyanjıklarını ve bunun dışında sadece birer vahşi katliamcı olmaları gibi bu idamların hafifletici sebepleri Olduğunu iddia ettim. Zannetmiyorum ki hiçbir ülkede, hiçbir zaman, iftira sanatı Ortadoğuluların Türklere karşı kullandığı kadar, ustaca kullanılmadı. Hıristiyan kimliklerini kullanarak binlerce dar görüşlü Katoliğin desteğini sağlayabildiler. İnsan doğuda (Türkiye’de) kalınca, Katoliklerin en kötü düşmanları olan Ermeniler ile Ortodoksların lehine davranan, ülkemizdeki bazı kişilerin ne kadar saf ve cahil olduğunu anlayıp gülüyor. Ne dediğini bilen ve hl Türklerin bize ihanet ettiğini söylemekte direnen, ciddi olarak tanıdtğım insanları görmekten duyduğum şaşkınlığı devamlı olarak söyledim. Ama ihanetin birinci şartı, önce bir söz vermek değil midir? Halbuki Türkler bize ne sö verdiler de bize onu borçlular? Bence, hiçbir şey. Biz onları Mısır’da İngilizlere karşı, Trablusgappıa İtalyanlara karşı ve Balkanlarda Bulgar ve Yunanlılara karşı, en kötü biçimde hakaret ederek, yüzüstü bırakmadık mı? Gerçekten, onlara güvenmek için hak iddia edebilir miyiz? Dev Rusya’nın büyük tehdidi karşısında kendilerini tek hissettjklerjnden ve İstanbul’u kaybetmelerine ramak kalmışken, ülkelerini kurtarmak için en Son Çare olarak Almanya’nın yardımını kabul ettiler. Kim, Onların Yerinde olsaydı bunu yapmazdı? l9l3’ten itibaren, o Zamankı Fransa Cumhurbaşkanının İstanbul’u ve Boğazları 53 36


Ruslara bırakmaya söz verdiğini unuttunuz mu? Bu, bizim doğudaki felaketimizi hazırlayan ve Türklerin, Almanların kollarına düşmesine sebep olan, açıklama getirmeyen çok büyük bir hataydı. Bu konuda itham edilen ve buna karşı suçu bize atmayan bir Türk prensinin, gözü yaşlarla dolu olarak bize şöyle bir doğu atasözüyle cevap verdiğini hatırlıyorum: “Denize düşen yılana sarılır.” Türkiye’nin haklarına saldıran Avrupalı toplulukların, aç - gözlü politikalarına hizmet etmek için hep tam o sırada meydana gelen Ermenilerin katliamı olayına hiçbir zaman inanmadım. İlk bakışta, bu, güya Maraş katliamları, bence gerçek olmak için çok abartılmış gözüküyor. Başka bir art niyetleri olmayan Türkler, Avrupalıların onlara çok kötü baktığı bir anda bu katliamlan yaptılar. Bu konuda bilgilenmeye çalıştım ve çok ciddi Fransız kaynakrardan elde ettiğim bilgiler: İlk önce, ülkemizde cahil kesim tarafından hakarete uğrayan ve en kötü şeylerle suçlanan zavallı Türklerin yerine koyalım kendimizi. Kayıtsız, şartsız Klikya’yı onlara bağlayan ateşkes antlaşmasının hemen ardından, huzur içindeki Klikya’ya, İngiliz ve Fransız işgal birlikleri girince, hissettikleri kızgınlığı ve şaşkınlığı kendimiz hissetmeye çalışalım. Ve bu tam katliamcı ve kundakçı Yunanlıların, hiç habersiz, her şeyi yakıp yıkmak için İzmir’i istila etmeleri olayıyla zaman olarak çakışıyordu. Dünyada hangi ülke, kendini bütün gücüyle böyle bir saldırıdan korumaya çalışmaz? Ve bu yetmiyormuş gibi, bizim ordularımızdan önce, Fransız kılığına girip ortalığı kasıp kavuran Ermeni çeteleri vardı. Neden peki Fransız kılığına bürünmüşler? Bu gülünç sahte kıyafet olayının arkasında, her zaman görülen, Türklerin bize karşı hoşgörülülüğünü nefrete dönüştürmek ve sevgili Fransamızın elinden, doğuda asırlardır sahip olduğu üstünlüğü almak için, müttefiklerimizden bazılarının entrikaları olduğunu düşünmekte haksız mıyız? Bu Ermeni lejyonerleri olarak adlandırılan çetelerin, bir defa olsa bile, silahlarla şehirlere salıverilip Türk halkına karşı hınçlarını vahşice giderirken neler yaptığını tahmin etmek zor değil. Başından itibaren, Adana ve Hatay gibi şehirlerde, kendilerini düzeni korumakla görevliymiş gibi gösterip, Fransız üniformasının kendilerine sağladığı dokunulmazlığı kullanıp, bütün kötü emellerini serbestçe uyguladılar. Yağmalar, hırsızlıklar, cinayetler, yıkım, Türk köylerinin yakılması kesintisiz olarak birbirleri izledi. Hatay’da, bir sürü Müslüman, inanılmaz işkenceler sonunda sakat bırakıldı. Uzun sürgünlerden sonra evlerine dönen zavallı mahkumlar, katledildikten sonra utanç verici bir şekilde parçalandılar ve cesetleri günlerce gömülmeden öylece kaldı. Dünyanın en eski şehirlerinden olan tarihi Maraş şehri, vahşice bir topçu ateşiyle bombalanıp kırıntı haline dönüştü. Antep ve Urfa gibi şehirlerde, bu Fransız üniformalı Ermeni lejyonerleri korkunç cinayetler işlediler. Olaylar 37


öyle bir trajik hal aldı ki, Istanbul’daki Fransız askeri dernekleri Paris’e konu hakkında detaylı raporlar gönderdiler ama yazık ki hiçbiri halka duyurulmadı. Sonunda Türk halkı, toplu olarak ayaklandı ve silahlanarak arka arkaya savaşlara girdiler ve birçok yaralı ve ölü oldu. Eğer Ermeniler öldüyse, çok daha fazla Müslüman ve Yunan öldü ve yaklaşık iki yüz de Fransız öldü. Ama hiçbir Ermeni katledilmedi. Hem Katolik hem de Gregoryan kilise tarafından hazırlanan raporlar da bunun göstergesi. İddia ediyorum ki, Ermenilerin Maraş’ ta katledilmesi hikayesi ikiyüzlülüklerin en büyüğüdür. Zaten, imkansız da olsa, aksine bilgilerin yayılabileceği ihtimaline karşı, buralara bir “Müttefikler 54 55 Arası Araştırma Komisyonu” gönderilmesini rica ediyorum ve bunu ısrarla talep eden ama bu talebine kavuşamayan Türklere katılıyorum. Burada, çok özel bir öneme sahip olan bir olayı anlatma gereği duyuyorum: Bu savaşlarda yer almış Fransızlar, savaşta ölen askerlerimizin İngiliz topları, mermileri ile vurulduklarıni, bunun da Türk ve Kürt çetelerin bize karşı İngiliz silahlarıyla donatılmış olduğunu ispat ediyor. Bunu Ingilizlerin kendisine duyuruyorum. Çünkü biliyorum ki oralarda da, kendi önCü birliklerinin durdurulamayan emperyalizmlerine kızacak olan, iyi ve adil insanlar yarı2. 15. “İTTİFAK” ADLİ TÜRK GAZETESİNİN BANA GÖNDERDİĞİ MEKTUP Istanbul’daki adresime gelmiş olan mektuplar, hep İngiliz sansürüne takıldı. İşte korkunç engeli aşmayı başarmış bir tanesi. Mektup, Fransa’da tutulan, İngiltere’de ise kötülenen ‘tl FİFAK” (Anlaşma) gazetesinin başyazarına ait: “Ostad, Birkaç haftadır size bu birkaç kelimeyi ulaştırmaya çalış’ (12) Daha önce söylediğim gibi Ermeniler, Bulgarlar, vb. söz verdikleri şe - kilde davranmadılar. Sadece Yunanlılar nazik bir dil kullanarak, bana hakaret ediyorlardı. Ama artık böyle davranmıyorlar. Yarı nazik tavırlarını sergileyen maskelerini çıkardılar. Artık postacı her gün sekreterime son derece edepsizce yazılmış mektuplar getiriyor. Bu detayı. anlattığım olayların doğruluğunu ispatladığı için değil. onların ruhunda kalmış Atinalılık zerafetine hitap etmek ıçin belirttım. yoruz ama şimdiye kadar bize konmuş sert kontrolü aşmayı başaramadık. Evet, halkımızın sesi bugün için bastırıldı. Şükran ve mmnettarlığımızı, Türk halkının büyük savunucusu olan size, ender olarak ulaştırabiliyoruz. Dün bile, bir hoşnutsuzluk, kızgınlık çığlığı hızlı bir şekilde bütün dünyaya yayıldı. Türklerin 38


düşmanları sevindiler ve son kez Türkleri Avrupalılann gözünde kötü göstermek için büyük manevrayı başlattılar. Maalesef, yine Türkler, doğulu Hıristiyanların boynuna “Yatağan” denen kılıçlarını dayadılar. Ve bize düşman olan gazeteler Osmanlı devletine iftira etmek için iki misli çalışmaya başladılar... Bu yeni bir hakaretler, olayların saptırılması, iğrenç yalanlar akımıdır. Bu düzenlenmiş kargaşada, memleketimizin sinesinde yaşayan ve onun zararına hareket edip zenginleşen bir kişinin yönettiği basit bir manevrayla, gerçeğin sesi bastırıldı. Bu onarılamaz adaletsizliğin bir kanıtını size ilişikte gönderiyorum. Belki size biraz geç ulaşır ama hiç ulaşmamasından iyidir.. .Gerçek yağ gibidir, hep su yüzüne çıkar. Bu kanıt, basından çıkmış itirafları yalanlayan Türk hükümetinin bir resmi bildirisinden ibarettir ve sansüre takılmıştır.(Hangi sansür olduğunu tahmin edebilirsiniz.) Bu doküman size, biz gerçek Türkler için her zaman kalbimizin vatanı olmuş sevgili Fransa’nın çıkarlarını yakacak bir ateşi körükleyen bir devletin ikiyüzlülüğünü gösterecek! İşte size, bizim lehimize yürüttüğünüz mücadelede kullanacağınız geri çevirilemez bir kanıt. 56 57 Bütün saygılarımla sizin hizmetkrınız, Alaeddine HAİDAZ “İTTİFAK” gazetesi yazı işleri genel sekreteri Burada, müttefikler arası sansürün yasakladığı resmi bildiriyi, “İTTİFAK” gazetesinin bana gönderdiği orijinal şekliyle veremediğim için pişmanlık duyuyorum. Çünkü korkutucu sansür bürosundan kızgın bir kişinin yazılı yasaklama emri vardı. Ama işte en azından size bu iki dokümanın özetini sunuyorum. Önce gazetenin yasaklanmış kısmı, üstü birçok çizgiyle çizilip karalanmıştı: Resmi Bildiri Resmi Basın Genel Yönetiminden bildirilmiştir; Son günlerde Ermeni gazeteleri arasında Maraş yöresinde meydana gelen çatışmalar ve kargaşalar haricinde, Ermenilere karşı, Anadolu’nun hiçbir köşesinde bir saldırı olmadığı resmen ilan olunmuştur. Halbuki Ermeniler, hiçbir tahrik olmadan Müslüman topluma karşı katliam ve ırza geçme olayları gerçekleştirmişlerdi. Ermenilerin yaydıkları bu söylentiler kötü niyetliydi ve Türkler hakkında Avrupa halklarının aklında kötü bir fikir oluşturuyorlardı. Bu olayı da, tam barış konferansı dernekleri Türklerin geleceğini tartışırken, onların aleyhine bir akım oluşturmak üzere ayarladılar.”

39


Bundan sonra, sansür kurulunun kırmızı mürekkeple damgalanmış kısmı var. Ve en sonda da, sansürcünün gözdağı veren notu geliyor: Bu bildirinin, yazılmaması öğleden sonra size söylenmişti ama akşam bunu görmekten dolayı şaşırdım. Buna benzer bir şey daha olursa, gazeteniz yasaklanacaktır. İmza: Görünmez yazı 16. ONLARIN KÜÇÜK DÜRÜST PROPAGANDALARI İçinde yaşamakta olduğumuz bu yüzsüz propaganda devrinde, öfkelenmeden bir gazete okumak mümkün değil. Bugün 29 MAYIS 1920’de, Paris’teki büyük gazetelerden biri şöyle bir resmi bildiri yayınlıyor (bildiri kuşkusuz Atina’dan geliyor): Trakya’nın işgali normal şekilde devam ediyor. Yunan ordusu her yerde coşku ve güvenle karşılanıyor.” Vay, vay! Yunanlıların o iğrenç kanlı şekilde İzmir’e girişleri hatırlandıkça, hatta en son olarak Trakya’daki kah Bulgar, kah Yahudi ve kah Türk halklar, Antlaşma Devletleri’ne, en çok nefret ettikleri Yunanlılar haricinde, herhangi bir yabancı devletin boyunduruğunu kabul edeceklerini söyledikleri bilindiğinden, bunu okumak komik geliyor! En son olarak, başka bir gazete (Ah! bu sefer ki büyük bir gazete değil, ortadoğuluların eline düşmüş küçük bir gazete ama buna rağmen bir Paris gazetesi) şunu yazmaya cüret etmiş: Fransa’nın doğudaki prestij mm sonu ve hatta Fransız etkinliğinin Türk toplumunu hiç kapsayamadığı, ama sadece Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yunan, Ermeni. İsrail, İspanyol, Suriye veya Arap toplumları gibi uygar (!..) toplumlarda kendini hissettirdiği.. .Ve bizde bu saçmalığı yutacak enayiler olduğunu 59 58 17. BAZI FRANSIZ GAZETELERİN İN düşündükçe’ Halbuki biz Türkiye’de yaşayanlar iyi biliyoruz ki, Türk unsuru tamamen Fransız kültürü ile yıkanmıştır ve Ingilizlerin el koymalarından evvel bizim dilimiz Istanbul’da konuşulan tek Avrupa lisanıydı. Ve sokak isimleri, dükkğnların tabelaları hep Fransızcaydı. Askerlere verilen komutlar Fransızca veriliyordu ve bunun karşısında Yunanlılar Selanik’i alır almaz duvarlardaki Fransızca yazıları kaldırmak için iki gün sabredemediler. Fransız basınında, Türkler’e karşı olan tutuma ait örnekleri toplarsak büyük bir ciltlik kitap oluşturur. Bu örneklerden rastgele seçtiğim birkaç tanesini yazacağım. Az zaman önce büyük harflerle şunu basmışlardı: “Urfa’daki Fransız garnizonu pusuya düşürüldü.” Ve işte bu pusunun hikayesi; “Garnizonumuz Urfa’da asiler tarafından kuşatıldı ( bu hususu, ateşkesin şartlarına aykırı olan, bizim mevcudiyetimize kızan gerçek Türk vatanseverlerinden okuyun. 40


Ingilizler eskiden olduğu gibi, ölüme kadar cesaretle ülkesini savunan cesur Türklere asi demekten çekinmiyorlardı) Garnizonumuz buna rağmen çok büyük bir baskı altında değildi ve uzun müddet saldırılara karşı dayanabilirdi. Zaten korumalarını üstlendikleri Ermeni halkı tarafından da gereksinimleri karşılanıyordu. Halbuki asilerle yapılan bir anlaşma sonunda (yani Türk vatanseverleriyle), bu Ermeniler gönderdikleri malzemeleri kestiler ve hatta garnizona gelen su yollarını da kestiler. Böylece Fransız garnizonu şehri terk etmek zorunda kaldı. Ve yolda da pusuya düştüler,vs.vs.” Evet, işte Ermeniler hesabına güzel bir ihanet! Ne önemi var, hiç kimse bunun alçaklığını belirtmedi. Kulak arkası edildi. Aman Allahım zavallı Türkler aynı şeyi yapmış olsalardı!... KIZDIRICI TARAFGİRLJĞİ Bu kış, Türk dostlarımız tarafından Istanbul’da kurulan “Pierre LOTİ Topluluğu” ‘nun, Osmanlı varisi prensimiz başkanlığında çok dokunaklı ve çok gözyaşının döküldüğü bir eğlence düzenlediği şüphesiz ki hatırlanır. İşte orada bulunan birçok Fransız dostun bana anlattıkları. “Komutanım, Dün, sizin şerefinize düzenlenen güzel organizasyona katıldım. Salon tıklım tıklımdı. Güzel konuşmalar yapıldı. Isminiz sevinç çığlıklarıyla anıldı ve “Yaşasın Fransa” tezahüratı defalarca tekrar edildi. Toplantının sonunda, toplantıya başkanlık eden prens, ge - neral Franchet D’ESPEREY ile Osmanlı Savaş Bakanlığı arasında irtibatı sağlayan Albay MONGİN’e hitap ederek şu kelimeleri dile getirdi. “Albayım, umarım ülkenize gidince, Türk gençliğinin Fransa için ne kadar çırpındığını söyleyeceksiniz.” Düşünce ve biçim olarak, yapılan konuşmaların en güzellerinden biri, Fransa’ya bağlılığın cezası olarak bugün İngiltere kodeslerinde olan Türkiye’nin büyük şairi Süleyman Nazifinkiydi. Ama toplantının tutanakları Ermeni ve Rumlar tarafından çarpıtılmış biçimiyle “Matın” gazetesine yollandı ve bunlar da iftiranın her çeşidiyle dolu olan bu tutanakları yayınlamakta gecikmediler. “Istanbul’da olağanüstü mitingler düzenleniyor. Bunlardan sonuncusu, Üniversitede Pierre LOTİ’nin şerefine olandı” diye yazmış “Matın” gazetesi. Hıristiyanlara karşı sert suçlamalardan sonra, Süleyman Nazif Bey diye biri 60 61 söz aldı ve Türk devletinin savaşa, küçük bir grup yüzünden değil, bütün milletin kendi iradesi ve arzusu ile ve şevkle girdiğini söyledi ve bütün bunlar Osmanlı hanedanı varisi prensin huzurunda cereyan etti. Bu zihniyete ve Ittihat ve Terakki Partisi’nin seçimlerdeki 41


başarısına rağmen, Istanbul’da, Boğazda kalacaklarını Türklere söz veren, hatta onların müdahaleleriyle savaşın birkaç sene uzaması ile bunun Fransa’ya yüzlerce, binlerce ölüye mal olacağı gerçeğini de göz ardı eden Fransızlara rastlanıyor. l914’te bize ihanet etmiş olan ve yarın da bize ihanet edecek olan Osmanlı Politikacılarına güveniliyor, vs...” (Hep tekrar edilip durulan bu ihanet nakaratı) “Matın” gazetesinin bu makalesi gazetelerimizin çoğunda yayınlandı ve bu zavallı Türklere karşı kullanıldı. Bu meşhur miting hakkında gerekenleri bildiğimden, hemen “Matın” gazetesi müdürüne aşağıdaki mektubu gönderdim. Çünkü bir Fransız gazetesinin böyle bir kalleşliği bi - lerek yapabileceğine inanmak istemiyordum: “Matin Gazetesi Müdürüne, Müdür Bey, Şubat 1920 Tarafsızlığınıza tamamen güveniyorum. Dürüstlüğünüze de. Ve size rica ediyorum. “Matın” gazetesinin evvelki sayılarında gördüğüm yanlış bir bilgiyi düzeltme amacını güden bu notumu, bir yere sıkıştırın. “İmzasını atmadan muhabirlerinizden biri, İstanbul Üniversitesi’nde benim şerefime düzenlenen toplantıda, konuşmacılardan birinin Türkiye’nin savaşa kendi arzusu ve ortak coşkusuyla girdiğini söylediğini iddia ediyor. Bu 62 önce, Fransa’yı yücelten böyle bir topluma savurulmuş böyle bir büyük çirkinliktir. Hem de Türklerin bize yaklaşmak için tüm imkanları ararken yapılmış budalalıkların en benzersizi olacaktır. Daha sonra, olay sadece Türkler tarafından değil, toplantıya katılan birçok Fransız subayı tarafından da en açık biçimde yalanlandı. Tam tersine hepsi coşkuyla “Yaşa Fransa” diye çığlıklar atıldığına şahitlik ettiler. “Size şunu da belirtmeme müsaade edin ki “Matın” gazetesi önceki makalelerjnden birinde, direkt olarak kendisiyle çelişkiye düşmüştür. Zavallı Türkleri, Klikya’daki birliklerimizi tehdit etmekle ve onlara saldırmakla suçluyor ve birkaç satır daha ilerde Türklerin aklanması anlamına gelen ve inkar edemeyecekleri şu kelimeleri dile getiriyor: “Klikya’da, fetih politikası güdüyoruz. Eh Pekfıl. Öyleyse eğer, orada fetih politikası yürütüyorsak, tehdit edilmekten ve birkaç yumruk yemekten dolayı şaşırmaya hakkımız var mı?... Kuşkusuz ve Allah’a şükür, Yunanlıların İzmir’de davrandığı gibi davranmıyoruz Çünkü onlarınki gibi içgüdülerimiz yok ama, Türkler mi silahlarla ülkemize geldiler, yoksa biz mi onların ülkesine gittik? Ve ayrıca Türkiye ile anlaşma devletleri arasındaki ateşkes, Bay WİLSON’un meşhur 12. maddesini onaylayıp, halifenin imparatorluğunun, en azından tam olarak Türk bölgelerde dokunulmazlığını garanti altına almıyor muydu? Bu konuda bu söylediklerime karşı gelmek 42


zor. Çünkü bunlar yazılı olarak bulunuyor. Bu gerçek bir olay.. .0 halde, ihanet hakkında şikayet etme hakkını ben size ait olarak görmüyorum. Tersine imzalanan antlaşmadan sonra biz komşumuzuıı ülkesine silahlarla girdik ve Fetih politikası denilen politikayı yürüttük. Bunları kabul edin, sizden rica ediyorum müdür bey.” Buna rağmen, “Matın” gazetesinin müdürü, mektubumu 63 küçümsedi ve cevap olarak bir özür kelimesi dahi yazmadı. Böylece Türkler çok haksız olan bu suçlamaların etkisinde kaldılar. Birkaç gün sonra, Süleyman Nazif Bey, Ingilizler onu sürgüne göndermeden konuşmasının tam metnini bana ulaştırma fırsatını bulmuş. 0 kadar güzel ki vatandaşlarımızın gözü önüne birkaç kısmını koymaktan kendimi alıkoyamayacağım. 18. SÜLEYMAN NAZİF BEY’İN KONUŞMASINDAN ALINTILAR3 “Efendiler, Bayanlar, Baylar, Bu seçkin yerden, sevgili dostumuz Pierre Loti’ye şükranlarımızın ifadesi olarak bir kaç kelime ithaf etmek iyi olur. Türklerin elinden alınan hakların savunmasını yapmak için, sevgili dostumuz hiçbir yorgunluk, endişe ve yılgınlığa düşmeden azimle senelerdir çalışıyor. Bu büyük adam defalarca saldırıya uğramadı mı? Ona karşı yapılan saldırılar, emekli - liğinde dahi ona dinlenme imkanı bırakmadı. Bu saldırılar, düelloya davet, ölümle tehdit gibi biçimlerde olmak üzere en aşağılık ve en canice biçimlerde meydana geldi. Buna rağmen hiçbir maddi ve manevi saldırı Pierre Loti’nin sesini bastırmaya yetmedi. Neden Pierre Loti, Türkleri savunmak için bu kadar inat ve sebat gösteriyor? (13) İstanbul Üniversitesinde ,23 OCAK 1920’de, Pıerre Lou şerefine düzenlenen konferansta Süleyman Nazif Bey tarafından dile getirilmiş ve burada, Doğulu (Türkçe)cümle kuruluşu yapısına ve benzetmelerine sadık kalınarak çevirisi yapılmıştır. Burada bu soruyu inceleyip, derinine ineceğim. Savunmasını üstlendiği davanın kutsallığını kanıtlayarak, gi - riştiği mücadelenin büyüklüğü daha iyi gözler önüne serilecek. Uygar toplum, daha doğrusu Hıristiyan toplum, yirminci yüzyılda bile, kendini karmaşık bir girdaptan, içinde km ve kötülük sellerinin aktığı ve bize orta çağın karanlık köşelerinden gelen bir cehennemden korumaya muvaffak olamadı. Bize karşı uydurulmuş masallar, ağızdan ağıza, kalemden kaleme geçerek, Amerika ve Avrupa’nın en ücra köşelerinde bile kısa zamanda itibar ve yakınlıkla karşılanıyor. Bizi çok iyi tanıyan Pierre Loti, bizimle ilgili olarak işittiği suçlamalara göre değil, ama bizzat kendi gözlemleri ve kendinde oluşan inanç ile, adalet ve hakkın savunucusu olarak tek başına bu evrensel yanılgıyı düzeltmek istedi. Bugün Pierre Loti, Hıristiyan çağı 20.yüzyılın dürüstlük bilincinin simgesidir. 43


20.yüzyıl vicdanını bu pişmanlıklar ve utançtan kurtaracak yeteri kadar adil ve dürüst insan bulunamamasından dolayı üzüntü duyuyoruz. Muhakkak ki başkaları da vardır. Bu dürüst insanlardan olan, yeteri kadar Fransız subayı ve aydını vardır. Ama bunların sayısının azlığı onların değerini azaltmaz. Tam tersine daha çok değerlenirler. Çok sevgili dostumuz ve büyük savunucumuz bu berrak düşüncelilerin başıdır. Neden Pierre LOTİ bizim davamızı böyle bir kesinlikle destekliyor? Bizim yüzümüzden edindiği düşmanlar, onun, Eyüp’te serviler altında ve Bursa’da Yeşil Cami’nin avlusunda geçirdiği derin düşünce ve hayranlık saatlerinin onda mantığın ve doğru karar verebilme yeteneğine ağır basan bir coşku ve estetik heyecan duygusu yarattığını iddia ediyorlar. Böylece 64 65 “Aziyade” nin yazarının, bu duyguların etkisiyle Türkleri savunduğu söyleniyor. Ama bu ne kadar yanlış, ne büyük bir yalan, ne büyük bir iftiradır! Piene LOTI, Istanbul’u ve Bursa’yı ziyaret ettiği gibi, Yunanistan’daki birçok yeri de ziyaret etti. Antik Yunanistan’a ait ve ülkenin zengin müzelerinde bulunan tarihi eserlerin karşısında da mutlaka büyük heyecanlar, keyifler duymuştur. Peki öyleyse bütün bunlara rağmen neden iltifatlarını Yunanlılara da sunmadı. Neden onların övgüsünü yapmadı? Sadece onları övmemekle yetinmiyor, eski zamanlardan kalma sanat eserleri, onun bu halkın çökme görüntüsü karşısında duyduğu tiksinti hakkında susmasını önleyemiyor. Bir zamanlar antik Yunanistan sanatının beşiği olan bu ülkede şimdi yaşamakta olan halk kesiminde ve saygın kesimde gördüğü kusurları ve eksiklikleri açık, açık eleştirdi ve suçladı. Kalemi, Türklerin yüreğine su serperken, haklı olarak, Türklerin bu adaletsiz düşmanına uğursuzluk zehiri yaydı. Bizim Pierre LOTİ’yi sevmemize neden olan ve onu bize sıkı sıkıya bağlayan sebepler çok farklı. Pierre LOTİ bizim milli eserlerimizde bulduğu ve kendi eserlerinde büyük bir ustalık ve benzersiz bir zarafetle kullandığı ve sonsuza kadar kullanabileceği Türk ruhuna aşık olmuştu. Şöyle ki, Eyüp mezarlığında dolaşırken, insan, öbür dünyanın sınırına geldiğini sanır. Bir adım sonra sanki sonsuzluğa geçilir ve gelecek yaşamın varlıklarına karışılır. Bu yerlerin gizemli şiiri, canlı doğa vasıtası ile Pierre LOTI’nin ölümsüz sayfalarında geçmesine rağmen, aslında şairin gözü bu taşlardan, servilerden, çınarlardan, bu mozolelerden, çeşmelerden, bu, geceleri acıklı şarkılar söyleten dolunaydan çok daha üstün bir şeyin üzerindeydi. Bu, bazen

44


yaralanıp ateşe de düşse büyüklüğünden, iyi yürekliliğinden, yüceliğinden (alkışlar ve bravo sesleri) hiçbir şey kaybetmeyen soylu, saygıdeğer, sabırlı, dirençli, inançlı ve mütevekkil (alkışlar ve bravo sesleri) Türk ruhuydu. Kırk seneden fazladır, Pierre LOTİ’nin bakışı bu ruhtan hiç ayrılmadı. Gerçeğin ışıkları altında kendinden geçmiş bir halde uzun yıllar geçiren bir “BUDA” gibi, Pierre LOTİ bu ruha vurgun olarak kırk yıldan fazla geçirdi. (Burada, prensin ve topluluğun gözleri, gözyaşlarıyla doldu.) “Yeşil Cami” adlı eseri okunursa, rahatlıkla görülebilir ki Pierre LOTİ bir gün bu Müslümanlık anılarını, hemen yanı başındaki mozoleyi ve Bursa’nın diğer doğal ve anıtsal güzelliklerini unutabilir. Ama bu caminin avlusunda, yaşlı imamın cemaatinde geçirmiş olduğu anların hatırası Pierre LOTİ’nin kalbine öyle kazınmış ki eserlerinde bunu büyük sanatıyla göstermiştir. İmamın davranışlarında, tutumunda da Olduğu gibi, Yeşil Cami’nin ve yeşil mozolenin duvarları ve kubbelerinin görüntüsündeki Türk dehasını da sezmişti (Doğru! Alkışlar). Eserini okuyun, onun hoşuna giden bu sıkı Müslüman Türk karışımını göreceksiniz. Ve o, bundan hayran bakışlarının önündeki çekici güzelliklerini sunan doğal ve artistik görüntülerden olduğundan daha büyük zevk duyuyordu. (Prens kibarca onayladı, topluluk alkışladı). 0, güzel eserlere aşık olduğu kadar, ahlaki değerlere de düşkün bir şairdir. Şimdi hislerden uzaklaşalım ve gerçek olaylara bir bakalım. Pierre LOTI Istanbul’a ilk defa, 1876 Türk-Rus savaşının hemen bitiminde geldi. Savaştan önce, Türklerin ne kadar ezildiğini, haksız yere suçlandığını kendi gözleriyle gördü. Birlikte ortak yaşadığımız bazı halkların ne kalitede olduklarının ve tutumlarının farkına vardı. Beş asırdır beraber yaşa67 66 maya katlandığımız süre içinde ve sevgili dostumuzun merhametli gözleri önünde, Türklerin masumiyetini ve ezilmesini göstermeyen tek bir olay meydana gelmedi. İhtilalden sonra, küçük büyük kaç tane engel bizim gi - rişimlerimize köstek vurdu! Çok yakın bir geçmişe ait olayları size aktararak değerli zamanınızı kaybettirmek istemiyorum. Savaş patlak verdiği zaman, Pierre LOTİ; o zamanın söz sahibi olan beceriksiz, akılsız şeflere, tarafsız kalmamız için çok rica etti. Mektupları heyecan dolu lütuf dilekçeleriydi. Fransa’ya ve müttefiklerine sebep olacağımız dezavantajlı durumdan çok, bizim bu macera sonundaki yıkımımızdan ve bozgunumuzdan çekiniyordu. Aman Allahım, dostumuzun vicdanından ve kaleminden çıkan bu uyarı haykınşlan ne kadar samimi ve iyilik- severdi! Pierre LOTİ’nin bu aydınlatıcı fikirlerini önemsemeyenlere eseflerimizi bildirelim ve buna sebep olanları la - netleyelim! Almanya’ya ve Avusturya’ya kaderimizi bağladığımızda, GUILLAUME’un ordusu birinci 45


“Mame” savaşını kaybetmişti. Kendimizi bu kargaşaya hem çok elverişsiz, hem çok tehlikeli bir anda attık. Bu dünya savaşının ateşli, kızgın ocağına bizi iteleyen bu iki, üç kişinin davranışını aklarnak ve affettirmek için hiçbir kabul edilebilir gerekçe yaratılamaz. Buna rağmen, Pierre LOTİ’nin sevdiği Türkleri bu hatadan kurtaracak, onu aklayacak, hatta bu davranışı doğru kılacak ve kaçınılmaz olduğunu gösterebilecek bir şart, bir durum yok muydu? Tabii ki var, çok miktarda var, hatta sayısız var!...Pierre LOTİ, bunlardan birkaç tanesini, kendine özgü ezici dil becerisi ile bir yıldan beri saymaya devam ediyor. Beyler! vatandaşlarım arasında, iki üç maceracının peşine takılmış, onlara inanan, onları izleyen şaşkın ve az akıllı insanları görmekten dolayı üzgünlük duyuyorum. Eğer İmparator Kaiser WILHELM, bizde aldatacağı, enayi yerine koyacağı adamlar bulduysa ve bu adamlar da bir devleti sürüklemeyi başarmışlarsa, bunun sebeplerini olaylarda ve tarihte aramak lazım. İki buçuk asırdır bize soluk alma fırsatı tanımayan Rusya, bu savaşa Alsace- Lorraine’i Prusyalılardan geri alıp, Fransa’ya geri vermek için girmemiştir. Moskova’dakiler, büyük Pierre’den itibaren bütün Çarların yaptığı gibi, Anadolu ve Boğazları alma rüyalarını gerçekleştirme zamanının geldiğine karar vermişlerdi. Avrupa’nın önünde değil, kendi devletimizin önünde, düşünmeden böyle bir savaşa girip, orada çok kötü davranıp, birçok cahillik yaptığımızdan ötürü sorumlu tutulmalıyız! Sadece Osmanlı devletinin bizden hesap sormaya hakkı var! Büyük güçler bizi çok ihmal ettiler. Ah! sadece ihmal etmekle kalsalar, bize birçok bela hazırladılar. Ve düzenbaz Kaiser sonunda, Türklerin asırlık ve haklı nefretlerinden de faydalanarak bize bütün ihtiyatımızı ve düşünme yeteneğimizi unutturarak, Almanya ile bir kaynaşma yaratma fırsatı buldu! Bulgaristan eski konsey başkanı Guchoffun, Balkan savaşı ertesinde yayınlamış olduğu kitabı okuyun. Çar Nikola’nın, bizi Avrupa’dan atmak amacıyla, iki ebedi düşmanımız olan Sırplar ve Bulgarlar arasında bir ittifakı, zorla da olsa, çözümlemeye çalıştığını göreceksiniz. Montenegro, doğal olarak bunun akabinde oldu. Fransa, bu ittifakı onaylıyor, cesaretlendiriyor ve kolaylaştırrnaya çalışıyor ve daha sonra, “Times” gazetesinden etkili biri Yunanistan’ı da bu koalisyona 68 69 katmaya uğraşıyor. Devamı biliniyor. Bunları itiraf eden Bulgar politikacı “Türk fobisikorkusu” ile tanınıyor. Şunu unutmayalım Bizim Balkanlarda zafer kazanma ihtimalimiz belirdiği zaman, statüko prensibinin geçerli olduğu duyuruldu. İlk bozgunumuzda bu prensibin yürürlükten kaldırıldığını ilan eden güç, bizim iki buçuk asırdır düşmanımız olan devletin müttefikiydi. 46


Ama aynı zamanda bizi aldatmaya çalışan kurnaz politikaııın da en büyük rakibiydi. Bu gerçekler neden Pierre LOTI’den başka, dürüst insanlar tarafından da göz önünde bulundurulmadı, duyurulmadı? İtalya’ya güzel bir günde, Afrika’daki son topraklarımızı, tamamen bizim dindaşlarımızın bulunduğu toprakları istila etme hakkını kimler verdi? Türklerin bu dünya savaşına girmesini etkileyen nedenleri, sadece onların tasasız bir gaflete düşmesinde veya onların savaşçı içgüdülerinde aramak kötü niyetlilik olur. Hayır beyler, bu yüzlerce, binlerce aziz savaş kurbanı, hayatlarını vatanın sunağında feda eden insanlar, bu fedakürlığı, dudaklarında tebessüm, görevlerinin ve haklarının bilincinde yaptılar... Bunu bilmemek, bu soylu kurbanların kanlarına yapılmış bir nankörlük, hainlik olur. Ne zaman Avrupa bize, bizim şükranımızla karşılanmayan bir iyilik yapmıştır’? Ben ülkernin tarihini çok iyi biliyorum. Meydana gelen olaylar yıllığında, birçok hataya rastlanabilir ama bir nankörlüğe değil! Izmir’deki Müslümanların Yunanlı askerler tarafından katledilmesine müsaade edilip, ses çıkarılmamasının ardından, öyle görünüyor ki, bizi Istanbul’dan atıp Müslüman Halifesini Anadolu’da herhangi bir şehre göndermek veya Topkapı sarayının bir köşesine atmak istiyorlar. Türkler. Avrupa’dan atıldıktan sonra, dünyanın her bölgesinin bundan sallanacağı bir bunalım meydana gelecek. Bu konuda hiçbir şüphe olmasın. Eğer biz Istanbul’dan çıkarsak, seneler ve asırlar süren bir yangın çıkacak, kimse bunu önceden tahmin edemeyecek ve yer küreyi bir uçtan öbür uca kor gibi yakacak. Burada tarihin iki birbirine zıt, fakat gerçek olan iki görünümünden bahsetmeden geçemeyeceğim. Sultan Mehmet’in, Muhammet’in halkına övdüğü ve vaat ettiği İstanbul şehrine girdiği dönemde, Müslüman Endülüs İmparatorluğu çökmekteyd i. Yani Avrupa’nın güneydoğusunda, Müslüman bir devlet (Osmanlı İmparatorluğu), Hıristiyan bir devleti (Bizansı) ortadan kaldırırken, Avrupa’nın güneybatısında, bir Hıristiyan devlet (İspanya), bir Müslüman devlete (Endülüs) son veriyordu. Istanbul’un fatihi orada bulduğu Hıristiyan toplumuna, Yunan imparatorluğunun onlara verdiği dini imtiyazlardan fazlasını verdi. Fener patriği olayı, Sultan Mehmet’in serbestliğinin bir ürünüdür. İspanya. güneybatı Müslüman imparatorluğunu ortadan kaldırarak ne yaptı? Rakip dinleri (Yahudileri)oradan attı. Müslümanları ve Hıristiyanlığı kabul etmeyen Yahudileri yığınlarla fırınlarda yaktı. Bu tarihi olayı burada İspanyolları tenkit etmek ve suçlamak için değil. sadece bir örnek olarak söylüyorum. İspanyollar fetih haklarını işte bu şekilde kullandılar. Ve ben Hıristiyanların vahşiliğiyle, Türklerin Istanbul’a girişlerindeki yumuşaklığı ve yüceliği karşılaştırıyorum da!... 47


Mevcut kaygılarıma dayanarak ve affınıza sığınarak, şu acımasız soruyu kendime soruyorum. Ne yapmak lazım’? Istanbul’u terk mi edelim’? Belleğimde, Victor HIJGO’nun sürgün 70 71 yeri olan Jersey’e yaptığı daha sonraki bir ziyaretindeki konuşmalarına ait cümleler canlandı. “Dün, diyordu Fransa’nın büyük şairi, bazı sevgili dostlarla bu adayı ziyarete gitmiştim. Sevdiğim yerleri görmek, dolaştığım yerlerde dolaşmak için. Dönerken, ziyaretimizi herşeyin sonu olan şeyle, mezarlıkla bitirmek istedik. Bizi götüren arabayı, bizim de birçok dostumuzun yattığı Saint-Jean mezarlığı önünde durdurduk. Vardığımızda, ne gördüğümüzü biliyor musunuz? Bir kadın, ya da daha doğru söylemek gerekirse siyah bir kefen içinde bir insan şekli. Yerde diz çökmekten, eğilmekten çok yayılmış, bir bakıma mezara yığılmış duruyordu. Bu görkemli acı, üzüntü önünde parmağımız ağzımızda, sessiz ve hareketsiz öylece kaldık. Bu kadın, duasını ettikten sonra, yerinden doğruldu, mezarlığın çimenleri arasından bir çiçek kopardı ve onu göğsünde sakladı. 0 zaman onu tanıdık, bu solgun yüzü, bu teselli edilemez gözleri ve beyaz saçları tanıdık. Bu bir anneydi! Bu bir sürgünün, genç ve mert Philippe FAURE’un, dört sene önce sürgünde ölen bu adamın annesiydi. Dört seneden beri her gün, hava nasıl olursa olsun, bu anne oraya geliyor; dört seneden beri, bu anne bu taşın üstünde diz çöküyor ve onu öpüyordu. Onu oradan sökmeyi deneyin, ona Fransa’yı gezdirin, evet Fransa’nın tümünü gezdirin! Bu anne için ne önemi var ki! Ve ona şunu şunu söyleyin: “Burası sizin ülkeniz değil’. Size inanmayacaktır. Ona şöyle deyin: ‘Siz burada doğmadınız “. 0 size “Ama burası oğlumun öldüğü yer.” diye cevap verecek. Ve siz bu cevap karşısında susacaksınız, çünkü bir annenin vatanı oğlunun mezarının olduğu yerdir.” Victor HUGO böylece, tek oğlunun biricik mezarı sebebiyle, kimsesiz ve ölüme çok yakın, yaşlı bir kadının, toprak mülkiyeti üzerine çok seçkin bir eser ortaya koyuyor. Bu kadını, bu mezarda yatan ölüyü, bu şairin de ait olduğu ülkeye ithaf ediyoruz. Bunları ayrıca bugünlerde bu ülkeyle işbirliği yapan devletlere, bizim varlığımız, geleceğimiz, şimdiki durumumuz hakkında karar vermeye çalışan bütün devletlere ithaf ediyoruz ve onlara şunu söylüyoruz: İstanbul, yüzyıllarca efsanevi bir görkemle insanlık tarihinde isimleri anılacak yenilmez sultan- ları, bilginleri, sanatçıları, yerkürenin üç kıtası üzerine Osmanlı bayrağını taşımış olan kahramanları, beş yüz yıldan beri hiç durmaksızın onları bağrına basan bu topraklarda yatan sayısız vatan evlatlarının anavatanının anasıdır. Bunlar her tarafta gördüğünüz cennetsel yeşilliğe hayat suyu veren dağınık unsurları oluşturuyorlar. Istanbul’un toprağına gömdüğümüz ve bu şehrin ağaçlarına çiçeklerine, parlaklığını, açıldıklarındaki canlılığı ve gelişmeleri yaratan gücü 48


veren melek yüzlü, melek karakterli bu Türk kadınlarıdır. Süleymaniye Camii, Yeni Cami minaresi, Bağdat köşkü, her adımda karşılaşılan sayısız sanat eserleri hepsi bize ait. Bütün bunlar, Jersey adasının bir köşesinde unutulmuş bir rnezardan daha fazla bir mülkiyet senedi yaratıyor bir anne için, “VATAN” olarak adlandırılan sevgili anne için. Siz, Çatalca ve Çanakkale’de ölen kahraman şehitler. Tarihi haklarınız zaman aşımına uğratılamaz! (Burada, baylar ve bayanlar coşkulu alkışlarla, bir çok tekrarla, büyük ustamızı alkışladılar) Bize şöyle söyleniyor: “Siz Istanbul’a layık değilsiniz, çünkü siz bu güzel şehrin kalkınmasını sağlayamadınız.” Görülenden şunu saptayabiliriz ki, bu ifade yalan ve iftiradan öteye gidemiyor. Istanbul’da görülen ve diğer en uygar ülkelerin en güzel başkentlerinde kıskançlık ve imrenme yaratan anıtlar, 72 73 bizim dehamızın, bizim çalışmamızın, bizim ellerimizin hüneri. Halbuki oradaki yıkıntılar diğerlerinin eseridir. Büyük güçler olarak adlandırdığımız kontrol topluluğunun gözleri önünde, yüzsüz bir atılganlıkla çeşitli gruplar oluşturan komşu devletler, Balkanlarda şehirlerimizi, köylerimizi yakıp yıkarken, İstanbul, sarsıntılardan ve yıkımlardan korunamazdı. (Burada Yunanlıların kasıtlı olarak çıkardıkları yangınları kastetmiyorum) Özellikle son yarım yüzyıl boyunca, bize başkentimizi kalkındırmak için hiçbir fırsat ve imkan bırakılmadı. Balkan savaşı sırasında, Hindistan’daki dindaşlarımız buraya bir Kızılhaç heyeti göndermişlerdi. Üyelerinden ikisi ile görüştüm. Konuşma esnasında, bu iki din kardeşime şunu söyledim: “İki sene önce, ülkenizden geçiyordum ve sizin Bombay’ın mükemmeliyeti karşısında büyülendim. Şimdi siz bana şunu söyleyeceksiniz: Nasıl oluyor da, bu kadar sıcak ve uzak olan bir bölge böylesine güzelleştirilmiş ve kalkındırılmış da, İstanbul gibi bir dünya cenneti, böyle yıkım içinde kalmış. Bunu söyleyeceksiniz değil mi?” Hintliler, çok iyi yetişmiş zeki insanlardı. Devletlerimiz arasındaki dostluğu zedeleyecek hiçbir kelime söylemediler, hiçbir davranışta bulunmadılar. Devam ettim ve onlara dedim ki: “Buna rağmen, size bu çöküntünün sebeplerini göstereceğim. Altı yüz yıldan beri, biz Osmanlılar, İslamın sınırlarını, haçlı ordularına karşı savunuyoruz. Sultanlarımızın en büyüklerinden biri olan l.Selim, aynı zamanda sizin de halifeniz oluyordu, bu durumu şu satırlarla ifade ediyor: “Bu seferlere boşuna girmiyoruz. Atlarımızı boşu boşuna koşturmuyoruz. Bu karmaşaya kendimizi atıyorsak, bu. kalplerin (inanç) birliği içindir.” Sözlerimi onaylayan dindaş Hintliler, Osmanlı Müslümanlarına, diğer tüm Müslümanlar adına 49


şükranlarını ifade ettiler. 74 Az önce saymış olduğum satırlarda, Sultan Selim, “inanç birliği için kendimizi feda ediyoruz” demekle, dünyada her yerdeki Müslümanların birleşmesini kastediyor. Eğer İslamın en büyük Sultanlarından biri olan Yavuz’un İmparatorluğu ve onun çocukları İstanbul’dan sürülürse, ve eğer bu vahşet, bu katliam Müslüman dünyasını tepkisiz bırakıyorsa, Peygamberimiz Muhammet’in ruhu rahatsız olmaz mı? (Alkışlar.) Dostluğunuzu kötüye kullanmak amacıyla konuşmamı uzatmış olmaktan korkuyorum. Ne yapayım? Kalemim, kalbim gibi bir heyecan tufanının ortasında sallanıyor. Az kalsın birkaç dakikadır sevgili dostumuz Pierrre LOTİ’yi unutuyordum, ama o bizi bir an bile unutmuyor. Beni buraya, “Aziyade” şairine, milletimizin şükranlarını sunmak için çağırdılar. Ama bu kalem kahramanına, giriştiği kutsal savaş için ırkımın minnettarlık duygularını uygun bir biçimde ifade edebilecek ne söyleyebilirim? Oğlu, Çanakkale savaşlarında Seddül-Bahir cephesinde öldürülmüş, eskiden subay olan bir arkadaşım var. 0, yetişkin yaşa gelmiş tek oğluydu. Burada birkaç kelime söyleyeceğimi gazetelerde okuyunca, dün beni bulmaya geldi. Ölüsüne saygı olarak ismini açıklanmamasını rica etti ve ben onun sadece şu sözlerini iletmekle yetineceğim: “Biliyorsun ki oğlumun öldürüldüğü cephede, baskın yapmak isteyen, Fransız askerleriydi. Oğlum Fransız silahlarıyla öldürüldü. Oğlum öz vatanının topraklarını savunuyordu. 0, Marn vadisinde değil, Marmara Denizi’nin sınırlarında öldürüldü. Fransız topraklarını işgal ederken değil. Kendi vatanını savunurken öldürüldü. 0 yüzden Fransa’ya karşı derin 75 bir nefret duyuyorum. Pierre LOTI’nin başlattığı kutsal savaştan haberdar olduğum güne kadar, nefretimin yatışmaz ve sonsuz olduğunu düşünüyordum. Oğlumun bu dünyadaki tek mezarı babasının kalbidir. Pekl, sizi yetkili kılıyorum, size rica ediyorum, bunu yazın, bunu herkese söyleyin, oğlumun mezarı sonsuza dek Pierre LOTI’nin Fransa’sına minnetkr kalacak”. Fransa’nın, bu savaş kurbanının babasının sesini duyacağını ve Pierre LOTİ’nin Türklere olduğu kadar kendi ülkesine de hizmet ettiğini anlayacağını ümit edebilir miyiz! 19. İSTANBUL’DAN BİR FRANSIZ’IN BANA GÖNDERDİĞİ MEKTUP İstanbul, 9MARTİ92O Bir arkadaşın yolculuğundan faydalanarak size bir mektup yolluyorum ve umarım ki yolda bekletilmez. 50


Size İngiliz politikası konusundaki görüşümü söyledim ve Türkler vasıtasıyla Türkiye’ye el koyamayınca ve Türklerin, Fransa’nın hizmetinde bir güç olabileceğini fark eder etmez nasıl bundan vazgeçtiklerini belirttim. Kuşkusuz, bu gücün en iyi göstergesi, Fransız öğretmenlerin elindeki bir Türk ordusu olurdu. İyi biliyorsunuz ki Ingiltere, doğuda bunu istemez ve Mareşal Foch, bu orduyu yenilebilecek ölçülerde (!..) hazırlaması için davet edildi. Mesele şu ki, daha ne kadar Ingilizlerin bizi oynatmalarına müsaade edeceğiz. Onlar, Amerikalılarla birlikte, Ren nehrini askeri sınır olarak kabul edip bizim kontrol edebileceğimiz bir “Ren Devleti” kurulmasına karşı çıktılar. Diğer taraftan, bize kömür, yün, pamuk gibi temel maddeleri olağanüstü fiyatlarla satıp, Fransa’nın kalkınmasını engellediler. Borçiarımızın da hisseler halinde ödenmesine karşı çıktılar. Kısacası bize karşı gösterdikleri çalımları, kasılmaları, sanki bir mağlubun karşısındaymışcasına yapıyorlardı. Bizi sürükledikleri gülünç ve şüpheli olayları değersiz sayıp geçiyorum. Tıpkı, Gaillaume ve etrafındakilerin salıverilmeleri sonucu bizim aleyhimize karışıklık çıkarmaları gibi. Burada, bütün meselelerde onların ekmeğine yağ sürüyoruz. Mustafa Kemal onları Anadolu’dan koymuştu. Bu iyi bir başarısızlıktı. Bize benzer bir durum hazırlamakta gecikmediler. Bunları Suriye Kİikya’da ortaya çıkardık. Müslümanları bize karşı kışkırttılar ve sonucunu biliyorsunuz. Onlar gibi biz de geri çekildik. Ve Lloyd George “Türkiye silahsız kaldı” diye bildiri yayınladı. İşte aptallar için tarih böyle yazılıyor. Bu ordu kısa zaman önce İngilizleri Anadolu’nun kuzeyinde avladı, Fransızların Klikya’dan geri çekilmesini sağladı, şimdi de Yunanlıları İzmirden atmasının zamanı geldi. Bunun dışında herhangi bir şey olamaz. Türkiye’nin kağıt üzerinde ne zaman paylaştırılacağını ve Mustafa Kemal’in ne zaman yola getirilmeye çalışılacağını merak ediyorum. Bu sonuca, Sultan’a baskı yapılıp, onu İstanbui’dan atmakla tehdit edilerek ulaşılmaya gayret ediliyor. Ama Sultan’ın sözünün geçmediğini bilmemek cahillik olur. Ya da Mustafa Kemal’in ona itaat etmediği ve Sultan’ın, halkın görüşünü yansıtan parlamentoyu da dinleyerek karar alabildiğini unutmamak lazım. Bu noktada Türkiye’yi tanımamak mümkün değil. Sultan, Klikya’da emirlerini uygulatmanın yollarına sahip miydi?... 76 77 20. AYNI KİŞİDEN BİR BAŞKA MEKTUP 8 Nisan 1920 “Sonunda oldu. İngilizler sertlikle İstanbul’a el koydular. Bir İngiliz generali orada emirleri veriyor. Türkiye’nin ayrıca bir Başbakanı var. Adı; Damat Ferit Paşa. Bu da açıkça gösteriyor 51


ki Türkiye’yi şimdi İngiltere yönetiyor. Bunun kanıtı olarak size 12 EYLÜL tarihli sözleşmeyi göndermeye karar verdim. Böylece göreceksiniz ki yalanın en büyüğü İngilizlere aittir. Ve onlar amaçlarına ulaşmak için prensiplerini rahatça değiştirirler. İngiltere, Türkiye’ye el koymak için, eylül 1919’da toprak bütünlüğünü sağlamaya söz verdi. Mustafa Kemal’in milli hareketi onları başarısız kılınca ve Damat Ferit hükümeti düşünce, Türkler tarafından “ezilen halklar” (azınlıklar) adına Türkleri Istanbul’dan kovmanın ve Osmanlı tmparatorluğu’nu paylaşmanın gerektiğini açıkça ifade ettiler. 1920’nin başında Fransa buna karşı çıkınca, kaba kuvvet kullanıp, Istanbul’a ve Sultan’a el koydular. Bunlar benim düşüncelerim değil, bunlar gerçek olaylar. İngilizlerin bu el koymalarına karşı koymak için, üzerimize Klikya’da Arapları saldılar. Mustafa Kemal’de prensiplerine bağlı bir kişi olduğundan bunların üzerine yürümeden yapamadı ve sonunda 16 martta müttefik elçiliklerince yayımlanan bildiride, Milli Kuvvetlerin asi oldukları ve öyle mı.ıamele görecekleri ilan edildi. Kısacası, zafer kazanmaları için yardım ettiğimiz Ingilizler, Suriye’yi bizden koparmak için, Mekke’de “Emir ve Kral” yaptıkları Faysal diye birini karşımıza çıkardılar. Yani şu anki İngiliz politikası şöyle: Eskiden Mısır’a yaptıkları gibi Istanbul’a el koymak, başta Mezopotamya olmak üzere, ön Asya’da ekonomik açıdan en zengin olan bölgeleri işgal etmek, Türkiye’nin geri kalanını derebeyleri (AğalarBeyler) arasında paylaştırmaktı. Ayrıca, Yunanlılarla, Türkiye’nin Avrupa’da kalan kısmı ve İzmir’de “Büyük İdealleri” olan Yunanistan’ı, Ermenilerle, “Büyük Ermenistan’ı, Kürtlerle, güya “Özgür Kürdistan’ı, Gürcü ve Azerilerle, güya kendi “Cumhuriyetlerini”, Araplarla, Suriye Krallığını kurmayı planlıyorlardı. Kısacası, Fransa’nın etkinliği sadece büyük bir Türkiye ile sağlanabileceğinden, bunu önlemek için Türkiye’nin bütünlüğü yerine İngiliz sömürgeleri halinde bölünüp İngiliz derebeylik devletleri kuruldu. Türkiye’nin geri kalanında, yeni gelen halklar da aynı haklara sahip olacaklardı. Fransa’nın beş asırlık gayretleri, bir çizgiyle siliniyordu. Bay Bellet’in meclis kürsüsünde kolay politika olarak adlandırdığı buydu. Bu kolay politika ile Ingilizler, kendilerini güçlendirirken, Trakya’da Yunan ve ayrıca bir Ermeni devleti kurulması, bizim bölgeden yenilerek çekilmemize bağlıydı. Böylece İngiltere, bundan böyle İstanbul’a ve Boğazlara sahip ve Sultan’ın yetkilerini tanıyan bir Türkiye’yi idare eder duruma geliyordu. Eğer Türkiye’yi bölecek olan anlaşma uygulanmak istenirse, on on beş bölüm gerekecek. Bunu kim yapacak? Fransa değil. İngiliz ve Yunan politikalarının zaferi için kimin kendi 52


askerlerini öldüreceğini düşünüyorum. İngiltere bunu yapamaz, çünkü Wilson sadece iyi öğütler gönderiyor. 0 zaman? 78 79 Ah! Zavallı Türkler. Ermeniler ve Yunanlılar gibi beyin yıkamaktan anlamazlar ve kendi yolculuklarını. “Uİis”in seferleri gibi onurlu gösteren “Venizelos” gibi bir gezgin devlet başkanları yok. 0 halde yeni “Odise” destanını kim yazacak? 21.DAHA SONRA İMZASINI İNKJR EDEN İNGİLTERE İLE TÜRKİYE ARASINDA YAPILAN GİZLİ ANTLAŞMANIN KOPYASI İstanbul, 12 EYLÜL 1919 “İngiltere’yi temsil eden MM.Fraster, Nolan ve Churchill ile Osmanlı İmparatorluğu hükümetini temsil eden Damat Ferit Paşa arasında, şu hususlar üzerinde anlaşmaya varılmıştır: 1. İngiltere, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü garanti altına alır. 2. İstanbul, halifenin oturduğu yer olarak kalacak ama Boğazlar İngiltere’nin kontrolünde olacak. 3. Türkiye, bağımsız bir Kürdistan’ın oluşumuna itiraz etmeyecek. 4. Sultan, Ingiltere’ye, Suriye, Mezopotamya ve İngiltere etkisi altındaki diğer topraklarda otoriteyi sağlayabilmesi için halifenin manevi gücünü sağlayacak. 5. İngiltere, Sultan’ın otoritesine karşı yapılan ayaklanma hareketlerini bastırmak ve Milli Güçleri durdurmak için bir silahlı kuvvet tahsis edecek. 6. Türkiye, Kıbrıs ve Mısır üzerindeki haklarından vazgeçecek. 7. İngiltere, yapılacak olan konferansta Türkiye’nin isteklerine destek vereceğine ve şimdiki sözleşmeyi kabul ettireceğine söz verir. NOT: Şimdiki sözleşme yarı resmi ve özel olduğundan, 4. Maddenin özel koşulları (Halife yetkilerinin kullanılması hususu) tamamen gizli bir anlaşmanın konusunu oLuşturacak.” “İstanbul’ gazetesinin 8 NİSAN 1920’de yayımlanmış bir makalesinde Ingilizler bu anlaşmanın varlığını yüzsüzce inkür ettiler: “Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın üç uzun vezirliği esnasında, İngiliz hükümeti ile yaptığı gizli anlaşma hakkında çıkarılan kötü niyetli söylentiler, az zaman önce yalanlanmıştı. Anadolu’da hl bu hayali anlaşmanın varlığını iddia eden bazı gazetelerin Olduğu hayretle görüldüğünden, Damat Ferit Paşa ve İngiltere hükümeti arasında hiçbir gizli anlaşmanın 53


yapılmadığı resmi olarak ilan edilmiştir.” 22. MÜTHİŞ BİR FİLM Durmak bilmeyen propagandalarını birçok kez izlediğim Ermeniler, bu durum karşısında, gerçekten ustaca bir hamle yaptılar. Çektikleri sıkıntıyı sinemaya taşıdılar! Amerika turunu bitirmiş olan bu müthiş filmi, pek yakında Fransa’da görebileceğiz. Görkemli başlıklarla, büyük bir beceri ve güç iş olarak duyurdukları bu film hakkında, gazeteler bize bütün bölümlerin düzmece olduğunu ve Amerika’da Ermenilerin anlattığı hikayelerle çevirildiğini ve rasgele bazı figüranların gerekli değişiklikler yapılarak bu filmde oynatıldığını bize itiraf etmekten çekinmediler. Buna rağmen filmin çok ikna edici, çok dokunaklı 80 81 olduğunu ve Ermenilerin çektiği bütün acıları çok etkileyici bir gerçekcilikle yansıttığını, çelişki ve büyük bir saflık örneği olarak eklemeyi de ihmal etmiyorlardı! Muhakkak ki bu girişim çok ustaca ve gözü pekti ve ayrıca özellikle Ermeniler için hiç küçümsenmeyecek bir şey olarak çok kazançlı bir girişim olacaktı. Şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, Amerika’da olduğu gibi bizde de birçok basit düşünceli insan bu uydurma sahneleri canlı olarak filme alınmış sanacaklar ve bunların gerçekten olduğuna inanacaklar. Ama halen Fransa’da, sinemada sansür kaldırılmadı. Bakalım bu yalan ve sahtekarlık dolu filmin gösterimine izin verilecek mi?... Daha dürüst ve kibar yeteneklere sahip olan Türkler, Ermenilerin yaptığı katliamlara ait cesetlerin doldurulduğu çukurların fotoğraflarını çekmekle yetindiler. Ama en azından bu doğal bir davranıştı ve rakiplerinin sanatsal fantazilerinden alabildiğine fazla anlam taşıyordu. Bununla birlikte ben de “İllustrasyon” gazetesine, bu ceset çukurlarına ait birkaç iç karartıcı resim gönderdim. Bunlar Ermenilerin, özellikle son Rus istilası sırasında Türk köylerinde, tüm erkekler savaş için gidince, kalan kadınlar, çocuklar ve yaşlıları katletmesi sonucu oluşan ceset çukurlarıydı. 23. ISTANBUL’DAN BİR FRANSIZIN BAŞKA BİR MEKTUBU İstanbul,12 Mart 1920 “Buradaki bütün iyi Fransızların kalbi sizinle birlikte ve cesaretli kampanyanızı ilgiyle takip ediyorlar.Ama ne yazık ki, ne oyunlar dönüyor! Açık olan gerçek şu: 10 subay ve 200 asker (Fransız ve Cezayirli) Klikya’da Ingiliz kurşunları ve toplarıyla öldürüldü. Maraş ve Antep ayaklanmalarının, İngiliz entrikalarından başka bir sebebi yoktu ve silahlar aşiretlere İngiliz birlikleri tarafindan sağlandı. (Tüfek, top, makinalı 54


tüfek v.b.) Bize şöyle söyleniyor: Bütün İngiltere’nin politikasını burada gördüğünüz taşkın emperyalistlerinki gibi olduğunu sanmayın. Bunlar orada hiçbir vekaletlikleri olmadan hareket edi - yorlar ve ana yurtiarını da kötü tanıtıyorlar. Halbuki bunların, yani bu tecrit edilmiş, bu himayesi olmadığı söylenen insanların yürüttüğü politikada öyle bir devamlılık var ki, insan, bunun ancak yüksek bir makamdan idare edildiğini anlayabiliyor ve ben, bir generalin, başkanından bağımsız olarak, hem de böyle ayarlanmış bir zamanda, birliklerindeki silahları satabileceğine inanamıyorum. Amaç ne? Bizim doğudaki etkinhiğimizi yıkmak; Türkiye’yi kesin olarak parçalamak. İzlenen yol bu. Ingiltere, Hindistan’daki bütün imparatorluğunun karşısında, derebeylik devletleri kalıntıları ve evcilleştirilmiş bir halife bulmak istiyor. Buna ulaşmak için bütün yollar mübahtır. Ama önce Türk topluluklarının, hatta Arapların bize duydukları sempatiyi yıkmak gerekiyordu. Özellikle ateşkesten sonra, durum onları endişelendiriyordu. Mısır’da, Suriye’de, Türkiye’de İngiltere’ye karşı antipati hüküm sürerken, Fransa’ya duyulan sempati her geçen gün artıyordu. Her yol denendi. Kaba kuvvet, yaltaklanma, milyonlarca İngiliz sterlini para harcandı . Bizim lehimize “Arap Birliği” akımını yarattılar. Daha sonra bunu yıkmaya çalıştılar. İstanbul’da milliyetçilik karşıtları para ile satın alındı ve milliyetçiler Diyarbakır ve Halep’te bize karşı kışkırtıldı. Onlara silah verildi, Ermeniler intikam almaya teşvik edildi. 82 Hükümdarlık kurmak için toplum bölündü. Sık, sık kesin olarak şu iki amaç ortaya çıktı: Önce Fransız etkinhiğini ortadan kaldırmak, daha sonra modern dünyayı, Türkiye’nin parçalanmasının hayırlı ve çok gerekli bir iş olduğuna inandırrnak. Bunun için hiç sıkılmadan iki yüz Fransızı, Ermenileri, Türkleri, Yunanlıları öldürmekten kaçınmadılar. Ne önemi var! yeter ki Ingiltere hükmetsin. Vahşiler nerede? Uygarlar nerede? Cesaretle şunu söyleyebilirim ki, Ingilizlerin propagandaları için gerekli olan bu katliam olaylarının, en uygun zamanda, Ermenistan’da, umulmadık bir anda oluştuğuna, olayların farkında olan Fransızlardan kimler inanacak? Ve haberin hemen anında Fransa’ya, İngiltere’ye, Avrupa’da her yere, sadece İngiliz basını ve telefonlarıyla duyurulması ilginç bir olay! Halbuki, bu konuda ne biliyoruz? 1. Hiçbir Ermeninin zarar görmemesi için Türk Milliyetçilerinin en ağır emirleri verdiklerini biliyoruz. 2. Türklerin böyle katliamları arzulamasına rağmen, şimdiki zamanda böyle bir şeyin kendileri için çok tehlikeli olacağını bildiklerini de biliyoruz. 3. Bu olayların, Ingilizlerin sebep olduğu savaşlar yüzünden meydana gelen katliamdan başka 55


bir şey olmadığı gerçeğini biliyoruz. Fransızlar, Türkler, Ermeniler Klikya’da Ingilizlerin iradesiyle savaştılar ve onların hatası yüzünden orada öldüler. Klikya’da şu korkunç gerçekte var. Fransızların Ingi - lizler tarafından katledilmesi. Eğer savunmaya geçmeseydik ve çok sayıdaki adil ve dürüst Ingilizlere gerçeği, bağıra, çağıra duyurmasaydık, cinayetlerden sonra, soygun olacaktı. Uzun zamandır doğuda hazırlanan soygunla, bizim eski barışçı kalıtımsal dürüstlüğümüz çalınacaktı. Bir an için yeni bakanımızın, Ingilizlerin doğudaki politikalarının tehlikesini anlayacağını ve birçok fedakrlıktan sonra enayiliği bırakacağımızı umud etmiştik. Hiçbir şeyin olmadığına mı inanmalıyım? Bu ülkelerde Ingilizlerin, Yunanlıların, Ermenilerin jandarmaları mı olacağız? Biz, kendimizi onlar için feda etmeye devam mı edeceğiz ve neden? İngiliz sterlininin 50 frank etmesi, 1 frankın NewYork’ta 0,25 frank etmesi ve 1 Drahminin 1,70 frank etmesi için mi? Aslında hareket etmenin tam zamanı. Bütün bunları düşünen birçok Fransız çok fazla sinirleniyor ve orduda İngilizlere karşı öfke doruğuna varmış durumda. Bu çok can sıkıcı bir durum. Bu benim fikrim, ama hata kimde? Burada tahmin ettiğim kadar üzücü sonuçlara varmak için mi bu kadar mücadele ettik: Boğazlar İngilizlere, İstanbul İngilizlere, İzmir Yunanlılara, Trakya Yunanlılara; Van, Bitlis, Erzurum Ermenilere verilecek, Bolşevizm Türkiye’ye sokulup, Türkiye bütünüyle ayaklandırılacak ve darbeleri almak ta bize düşecek. Ingilizler sahibi oldukları sularda ve darbelerin kendilerine ulaşamayacakları yerlerde korkusuz ve gözüpektirler. 24. ISTANBUL’DAN DÖNEN BİR FRANSIZ ASKERİNİN MAKALESİ Burada küçük ve mütevazi tanıklığımı size ileteceğim ve Pierre LOTİ’nin sözünü doğrulayacağım. Türkiye’den geliyorum. Orada, güçlü ilişkiler ve dostluklar vasıtasıyla, bizim kötü olarak tanıdığımız Türk ruhunun değerini öğrendim. Türkler sadece bizi istiyorlar. Bu ülkede Fransa’yı sevmeyen, dilimizi 84 85 bilmeyen, Boğaz kıyılarında ünifomıamıza iyi gözle bakmayan bir kişi yoktur. Neden? Çünkü yüzyıllardır, kapitülasyonlardan itibaren doğudaki politikamız hep İslam’la birleşmek üzerine, doğuda öncelikli bir etkinlik elde etmek, orada bazı çıkarlara sahip olma ve onları korumak üstüne olmuştur. Asırlardır bizim oradaki rolümüz, Türkiye’nin desteği, elçilerimiz, gezginlerimiz, misyonerlerimiz vasıtasıyla Hıristiyan uygarlığı yaymak olmuştur. Bu miras ve gelenekle ilgili beş yıldır ne yapıldı? Hiçbir şey. Savaş öncesinden dahi 56


başlayarak, etkinliğimiz, Almanlar tarafindan Osmanlı yöneticilerinin nazarında yıkılmıştı ama toplumun nazarında değil. Çünkü onlar hep Fransız dostu kaldılar ve kalacaklar. Şu anda, biz, İngiliz ve Amerikalıların oyuncağı haline geldik. Onların telkinlerini dinliyoruz, Ermeni ve Rumların kendilerini acındırmalarına kulak asıyoruz. Halbuki, orada servilerin ve gülleriıı ülkesinde en kötü düşmanlarımız Yunanlılardır, alçak ve değersiz Yunanlılar! 1916’daki Atina katliamlarını hatırlatmaya gerek var mı? Ve Ermeniler Türkiye’ye zarar veren utanmaz soygunculardan başka bir şey değillerdir; zaman zaman, başkaldırıyor, kendini savunuyor ve onları katlediyor; bağırıyor; çağırıyorlar ve Avrupa’yı acındırıyorlar, çünkü Hıristiyanlar! İşte durum böyle. Ben bir Fransız askeri olarak orada bunu gördüm. Bana bütün karşılaştığım Türkler yardım elini uzatıyorlardı, bana hediyeler veriyorlardı, iyilikle bana yardımcı ve destek oluyorlar ve o her zamanki zarif kibarlıklarıyla, onların karakteristik özelliği olan iyi kalplilikle davranıyorlardı. Halbuki Yunanlılar bunun tersine bana hakaret ediyorlar, benimle alay ediyorlardı. Küçük Asya’nın büyük köprüsü olan Izmir, verilmek zorunda olduğu Yunanlılara veriliyor. Konya’da okulları savaş esnasında harap olmuş Fransız papazlarına 20.000 frank gibi küçük bir yardım yapmamak için, yüksek komiserlik bu karanlık yıkıntıya Amerikan papazlarmın yerleşı-nesine izin veriyor ve buraya Fransız kültüründen başka bir kültür görmeye, eski öğrencilerimiz geliyor! Ve bir Türk şaşkınlık içinde ve güveninde aldanmış bir vaziyette, neden Fransa’nın Türkiye’ye yardım etmediğini sorduğu zaman, yüzüm kızarıyor ve başımı öne eğiyorum! Leon ROİLLON 25. PİERRE LOTİ’NiN “FİGARO” GAZETESİ MÜDÜRÜNE BİR MEKTUBU “Müdür Bey; Gazetenizde Bay HANOTAUX tarafından, Türkler konusunda şiddetle eleştirildiğimi şahsen okumak bana zor geldi ve acı verdi. Şu halde, eskiden “Figaro” ile olan iyi ilişkilerimin hatırına, adaletinize çok güven duyarak size, şu kısa ce - vabımı bir köşede yayınlamanızı rica ediyorum. “Bazı romantik kişiler, “İyi Türk” kavramını dile getirip yaydılar ve destek çıktılar” demiş Bay HANOTAUX. (Buradaki romantik kelimesinin ne anlama geldiğini anlamıyorum; şüphesiz yazar benim için hayaiperest, düşçü demek istedi. Zaten hiç önemi de yok.) Ama açık olan, orada benimle olan yüzlerce, binlerce savaşçırnızın, zavallı Türklerin rakibiyken, onların cömertliğine, yiğitliğine, yumuşaki ığına, yaralı lara ve tutuklulara karşı ilgilerine tanık olup, bunu ifade etmekten başka bir şey istemedikleridir. Bu 57


86 87 “İyi Türk” efsanesini de yayan aslında bu savaşçılarımızdır. Onlara sorulsun, onlara ve doğuda uzun zaman yaşamış aramızdan kişilerle bir oylama yapılsın. Ben sonuçtan, gün ışığının belirgin olduğu kadar eminim. Buna karşılık, Yunanlılar konusunda, ortaklaşa hayal kırıklığı, tiksinti duyduklannı ifade edeceklerdir. Bu yargıları hayal ürünü olarak yargılamak yanlıştır. İyi niyetle bakılırsa, bunlar sadece orada bulunmuş ve gerçeği bilen Fransızların olumlu savları, iddialandır. Romantiklik, daha doğrusu hayalperestlik, geçmişte antik kahramanlıkların devam ettiği günlerimiz içinde, bütün bu küçük Yunanlıları görmek gibi bir seçkin düşüncenin bilhassa yanında olmak gibi görünmüyor mu? Bay HANOTAUX kendi savunduğu sebepleri tehlikeye düşüren şu cümleyi de ekliyor: “Yunanistan’ın Yunanlıları ne yapabileceklerini kanıtladılar!”... ve böylesine uyanık bir politikacının Türklere saldırırken seçmiş olduğu noktanın maalesef ki onların zayıf noktaları olan ve esasında el uzatılmaz noktası olan iyi kalpliliklerine saldırmak olmasına şaşırıyorum. Evet, iyi kalplilikleri onların kalplerinin zarif inceliğidir. Bütün bunlar, en kötü iftiralara rağmen, özellikle savaştan itibaren aramızdan binlerce kişi tarafından fark edildi. Değerlendirmeniz dileğiyle, Müdür bey.vb.’ Pierre LOTİ 26. BAY ABEL HERMANT’IN PİERRE LOT’YE AÇIK MEKTUBU “Türkler, Aziyade’nin arkadaşını seviyorlar. Sadece, o da onları sevdiği için değil, aynı zamanda onları anlayıp onlara değer verdiği için. Sizin cesaretiniz var ve onları savunmayı hiç bırakmadınız. Hatta bize karşı silah çektikleri zaman bile bunu vicdanınız rahat olarak, şuurlu bir biçimde ve vatanseverliğiniz den de ödün vermeden yaptınız. Mademki bu bir gerçek ve düşmanlarımız arasında tek adaletli, cömert, iyi olan ve savaş kanunlarını çiğnemeyen onlar (Türkler) olduğuna göre bunu yayınlamanız sizin hakkınız... Sizin söylediklerinjz doğudaki (Türkiye’deki) askerlerimiz tarafindan da doğrulandı. Bugün hl onları savunuyorsunuz ve onlara acıyorsunuz: Sizin politik duygularınızın en iyisi olmadığını kim bilir? Birçok politikacı buna inanıyor. Bu toplum en azından bilmeli ki, LOTI onları terketmedi. Ve öyle nankör biri de değil. Benim, Türk toplumunun sizin isminizi sildiği ve hatıranızı uzak tutmaya çalıştığı konusunda şüphelerim var. Kim olursa olsun, affedin, gülümseyin ve kendinizi teselli edin. Dünyada hiç kimse sizin Doğu ile kurduğunuz olağanüstü güzel dostluk bağlarını koparamaz. Sizin ölümlü isminizi 58


simgeleyen harfleri duvarlardan boşu boşuna sildiler. Üsküdar’ daki mezarlığın, Eyüp’iin, Altın Boynuzu simgeleyen Haliç kıyılarının, eski sarayın (Topkapı) bahçelerinin kaybolmuş bir varlığı olmayacaksınız. Hl surların etrafında geziyorsunuz. 2.Mehmet’in toplarıyla dövülmüş surların üzerinde ayakta duruyorsunuz. Mutluluk kapısının önündeki çeşmeden su içiyorsunuz. Istanbul’un şu daracık sokaklarında insan, her zaman, başka bir hayalin ardından gelen, LOTİ’nin haylaz ve karasevdalı hayaletiyle karşılaşılacak.” ABEL HERMANT Pierre Loti’nin bu mektuba cevabı; 88 89 “Sevgili dostum, Sevgili İstanbul’umun duvarlarından ismimin kaldırıldığını bana söylüyorsunuz. Eğer bu haber doğruysa, bana inanın ki Türkleri bundan dolayı suçlamak aklımın ucundan bile geçmez. Hayır bu alçaklığın sorumluları tamamen Yunanlılardır. Hiç şüpheniz olmasın; daha henüz Selanik’ i ele geçirmişken, bizim hatıramızı yaşatacak olan her şeyi, sokak isimlerini, dükkan isimlerini kaldırmak için acele eden onlardı. Hiç şüpheniz olmasın, diğer iyi müttefiklerimiz olan( !..) İngilizlerle suç ortaklığı yaparak, İstanbul sokaklarında da aynı ayıklamayı yapan yine onlardır. Pierre LOTI 27. KOMUTAN LİBERSARTIN TANIKLIİ (1897-1899) Girit işgaline katılıp, Türk ırkının soyluluğunu ve sempatikliğini yerinde görme imkanı bulduğumdan, dünkü “l’OEuvre- Eser” adlı gazetede çıkan doğru ve çok şık övgülü konuşmasından dolayı, üstat Pierre LOTI’ye samimi onaylarımı ve tamamiyle fikir birliğinde olduğumuzu ifade etmekten kendimi alıkoyamıyorum. La Tronche (Isere), 24 Ocak 1920 28. TÜRKLERİN GÜYA NANKÖRLÜKLERI Ezilen ve nankörlükle suçlanan Türk dostlarımı savunmak için, bütün sansür engellerini aşmayı başararak bana ulaşmış ve bana hitap eden sayısız mesajlardan birini burada yayınlayacağım Bu seferki İstanbul Belediye meciisinden geliyor. Bu onların en etkileyici, dokunaklı minnetkrlıklarını ispat ediyor. “İstanbul Belediye Meclisi, eksiksiz olarak oturum yaptı ve size, bizi tarihin en acılı krizini geçirirken en iyi dostları tarafından terk edildiği ve değerinin bilinmediği bir anda dahi Türk devletinin ve başkentinin en kutsal haklarını, yazıları ve hareketleri ile savunmaktan 59


kaçınmayan bu seçkin insana, İstanbul şehrinin onursal hemşerisi unvanını sunmaya karar vererek minnetlerimizi bildiririz. Belediye meclisi derin şükranlarımızın bu ifadesini kabul etmenizi canı gönülden rica eder.” Şehir Valisi ve Belediye Meclis Başkanı, İmza: Doktor Cemil Paşa 29. TÜRKLERİN VAHŞETİNİN(!) DİĞER KANITLARI Ve şimdi, Türklerin hoşgörülülüğü, iyiliği, bize karşı Ml besledikleri sevgiyi anlatan bu bölümü kapatmak için, şu küçük öyküyü, evet küçük ama bunu anlatan denizcinin anlatımındaki sadeliği ile dokunaklı olan bir öyküyü dile getireceğim. Bu olay Tovlon’da, “Paris- İİ” adlı savaş gemisinin batması olayının askeri mahkemede görüşülmesi esnasında geçiyordu. (Dava sonucunda, bilindiği gibi, geminin komutanı olan Teğmen Rollin suçsuz bulunmuş ve gemiden kurtulanlara yardım eden Türkler onurlandırılmıştı.) Sıra basit bir denizci erinin tanıklığı- na geldiğinde, o, yaralı bir halde ve buz gibi bir suyun içinde soğuktan ve yorgunluktan yarı ölmüş bir biçimde düşman kıyısına nasıl ulaşabildiğini anlatmıştı. Kıyıda ilk önce kimse yokmuş gibi gelmişti, ama birden ona doğru hızla koşan bir Türk askeri 91 90 gördü:”Size kötülük yapmak için mi? “diye sordu mahkeme başkanı, - Hayır, bana elbiselerini vermek için dedi asker. o zaman bütün salonda bir heyecan dalgalanniası oldu, çünkü söylediğine göre bu olay çok soğuk bir kış günü oluyordu ve Fransız askerini örtmek için kendi elbiselerini veren Türk askerinin giyecek hiçbir şeyi yoktu... Bundan sonra, cephede bir Türk ambulansında uzunca bir süre geçiren başka bir yaralı Fransız askerinin tanıklığı başladı. Bu ambulans yokluklar içindeydi ama, onun çiçekleri sevdığini öğrenen Türk muhafızlar onun yatağına her sabah taze çiçekler getirmeye özen gösteriyorlardı. 30. BİRKAÇ KÜÇÜK GENEL DÜŞÜNCE Daha önceden, Yunanlıların müttefikler tarafından bu kadar yakından görülmelerinin onlar için ne kadar felaket getirici bir durum olduğunu söylüyordum. Tam tersine, zavallı dostum Türkler ise daha az kötü tanınmış olmaktan dolayı kazançlı çıktılar! Bizden onlara yaklaşanların ve hatta onlara düşmanlık besleyenlerin önyargıları birer birer yıkıldı: bütün Doğu’daki ordularımızda onların bize olan özel sevgileri ve övgüleri büyük bir sempati ile 60


dile getiriliyor. Daha önceden de subayların, denizcilerin, askerlerin benim yürüttüğüm kampanyada sana destek olması için gönderdikleri birçok mektubu yayınladım ve en soylu hatta en yetkili olarak idrak ettiğim bir kaynaktan bana gelen bunca içten ve ortak teşvikler, cesaret vermeler karşısında duyduğum onuru yeterince ifade edemiyorum. Tahmin edilebilir ki bu mükemmel tanıklıkların yanında, karşı tarafa ait birkaç küçük gözü kararmış insanda aldığım yüzsüzce iftiralar karşısında sadece acıma duygusuna kapılıyorum!... Bu son övgüye karşılık, tanıdığım ve tanımadığım bütün dostlarıma görkemli bir cevap vermek istiyorum, zira, eğer ben şimdi çok hakarete de uğramış olsam, iftiralara da maruz kalmışsam, nefrette edilmişsem biliyorum ki buna karşılık binlerce dostlarım var. Ve hayatta onlarla beraber yürüyorum. Dünyanın her köşesinde, onların coşkulu ve içten sempatilerini hissediyorum. Bütün haberciler bana bunun hoş ve dokunaklı kanıtlarını taşıyorlar. Genelde bunların hepsine yeterli cevap vermek için yeterli zaman bulamıyorum ama uzaktaki bu kardeşler iyi bilsinler ki onlar hep kalbimdeler. Pekl! Onlara bana inanmaları için yalvarmak istiyorum, hepsine bağırarak şunu söylemek istiyorum. Evet, bana inanın, dürüstlüğüme güvenin, hatta, ileri görüşlülüğüme inanın. Eğer yıllardır, sonuna kadar Türk halkını savunma görevini yaptıysam, hatta yoluma bilinçli veya bilinç- siz birçok hakaret ve tehdit çıktıysa da bu ne dediğimi iyi bildiğimdendir. Evet, ne dediğimi iyi biliyorum. Doğuda uzun süre yaşadım. Bütün sosyal sınıflara karıştım. Ancak bu uzlaşmaz karışımın içinde sadece Türklerin namusluluğu, inceliği, hoşgörülülüğü, yürekliliği ve yumuşaklığı olduğuna ve bizim bütün hatalarımıza ve aramızdan bazılarının hakaretlerine rağmen bizi sevdiklerine olan samimi inancım yerini koruyor. Bunu dostlarıma doğrulamadan önce, kendi kendimi derinden derine sorguladım. Gençliğimin mutluluk saçan hatıralarıyla, rengiyle, cazibesiyle, seraplarla kendi kendimi mi oyalıyordum? Pekalğ, hayır. Türklere olan bağlılığım ve saygım çok daha az kişisel sebeplere bağlı. Bu adil, kendi iç dünyasında kalan, dindar ve aynı zamanda bizim dengesizliklerimizi, iki yüzlülüklerimizi, karışıksızlıklarımızı dengeleyen bu toplumu 92 93 yok etmenin sadece çok haksızca değil aynı zamanda çok zararlı bir şey olacağı inancını da taşıyoruın. Ve bundan başka orada, ülkelerinde, beş yüz yıldan beri yaşıyorlar ve bu da onlara bir mülkiyet hakkı oluşturuyor. Ayrıca yüksek kulelere benzeyen, selvilerinin altındaki hayran olunacak mezarlıklarının toprağına bütün ölülerinin parçaları işlemiş. Zaten uzun zamandır, doğuda yerleşmiş bütün vatandaşlarımız benim gibi düşünüyorlardı ‘ve bugün savaş, 61


Türklere, benim gibi ikna olmuş bütün savaşçılarımızı , binlerce yeni savunucuyu taşıdı. Tabi ki, başka bir açıdan, sakin ve görkemli İstanbul şehrinin Yunanlıların çıkardıkları yangınlardan arta kalan kısımlarını her ne pahasına olursa olsun korumak gerekirdi. Kesinlikle şunu söyleyebilirim ki, Türkleri doğuya özgü dehalarıyla iyice içine işledikleri İstanbul şehrinden sürmek, dünya güzelliğine karşı yapılmış telafi edilemez bir cinayet gi rişimi olurdu. Zira onlar giderken, beraberlerinde bu çekiciliği de götüreceklerdir. Ama, biz Fransızlar için, onların koyu!masını onaylamamız için daha önemli gerekçeler vardı. Oluk gibi kan akıtılıp Marmara Denizi kıpkırmızı yapılsa da bu ihtimalin olabilirliğini kabul ettiğimizden bunlarda en başta, eskiden çok kuvvetli olduğu halde yok olmaya başlayan oradaki etkinliğimizin son parçalarıdır. Ve aynca, bütün Avrupa için, çok korkunç sebepler birdenbire belirmeye başladı. Ve diplomatlarımızda ürkmeye başladılar. En son olarak, hiçbir mazaret olmaksızın Anadolu’ya katliamcı ve kundakçı grupları gönderdiklerinde, bu girişimin tehlikesini önceden göremedi ler. Bugün, Doğu’da bolşevizm bir kangren gibi yayılırken aynı zamanda toplu bir İslam ayaklanması tehdidi önünde ne yapılabilir ?... Bundan kendini korumanın bir tek yolu vardır diye düşünüyorum. 0 da yapılan ağır hataları kabul etmek. çılınca fetih oburluğundan vazgeçmek, pazarlık etmeden bize binlerce cesur savaşçı sunan İslama yardım eli Lızatınak. onlara hakaret etmeyi, onları köleleştirme isteğini kesmek ve boğaz kıyısında halifenin tahtına saygı göstermek. 31. 3 ŞUBAT 1920 TARİHLİ “LE MATIN” GAZETESİNDE YAYINLANMIŞ “TİMES” GAZETESİNİN KİNCİ VE YALAN DOLU MAKALESİ “İstanbul, 30 ocak, Pierre LOTİ’nin onuruna yakın zamanda yapılan gösterilere ve bir kısım Türk yanlısı Paris basını ıa rağmen, Türk milliyetçiler, Antep ve Maraş yöresinde Fransa ile yarı resmi olarak savaştılar. “Milliyetçi çeteler, haince Fransız subay ve askerlerimize saldırdılar ve katlettiler. Fransız birliklerini, Maraş ve Antep’ ten attılar ve Fransız topluluklar silahlanıp, Antep’ e hakim yüksek tepelere sığındılar. “Hafta başında, takviye alan Fransız kuvvetleri, milliyetçilere saldırdılar. Kışlalarını saldırılardan. dolayı taşıdılar ve Maraş a yürüdüler. Topçu ateşleri ile Türklerin dört köyünü terk etmeye zorladılar. “Antep’ in biri kısmı yakıldı.” Halbuki, daha önceki bir bölümde, “Tımes” gazetesi tarafından saptırılmış. Maraş ve Antep olayları hakkındaki gerçeği söylemiştim. 62


94 95 Ayrıca Fransız ve özellikle İngiliz gazetelerine de dikkat ediyorum ki milliyetçi kahraman Türk birlikleri küçümsenerek çete olarak adlandırılıyorlar ve her zaman haince hareket ettikleri söyleniyor. 32. DOĞU ORDUSUNDAN BİR SUBAYIN MEKTUBU “Bayım, Paris, 24 Ocak 1920 “l’OEuvre-Eser” adlı gazetede, diplomatlarımız ve yöneticilerimiz tarafından değeri anlaşılnıamış Türk halkının lehine yapmış olduğunuz soylu ve yüksek nitelikli protestoyu, samimi bir heyecan duyarak okudum. Doğuda subay olarak geçici bir süre yaşadım ve derin arkadaşlık, Fransa’ ya duyulan doğal bir sevgi niyetine her şeyi Türk halkının ruhunda hissettim. Lütfen beni de, sizi anlayan, sizi seven ve size sonuna kadar doğruları dile getirdiğiniz için teşekkür eden, yakında ve uzaktaki binlerce kişiden biri olarak saymanızı rica ederim. İmza: AndrĞ DESBORDES- REXES, Eski Kaymakam, Bakanlıkta “Özgür Bırakılmış Bölgeler Bürosu” Şef Yardımcısı” 33. TÜRKİYE’ DE İKAMET ETMİŞ BİR FRANSIZ BAYANIN MEKTUBU “Bayım, Peronne, 26 Ocak 1920 Eğer mektubumun, Türklerin davasına yardımcı olabileceğini düşünürseniz, onu yayınlamanızı rica ederim. “İskeleye lanet okuyan şaşkın topluluk, bilgisizce, tesadüfen balık aylar” diye bir söz vardır ve bu yüzden bu topluluğu bağışlamak ve aydınlatmak gerekir. Bu Türkiye’yi ziyaret eden ve onların çok geniş ve çok yumuşak konuk severliklerinden faydalanan bütün Fransızların bir görevidir. İmza : Madam Louis PELLOQUİN 34. OĞLU ÇANAKKALE’DE ÖLMÜŞ “Bayım, BİR ANNENİN MEKTUBU Türklerin lehine yapmış olduğunuz duygulandırıcı çağrı bana, içinde özetle eğer Türkler Avrupa’dan kovulsaydı, medeniyetin de onlarla beraber kaybolacağını söyleyen, M.Herriot’nun savaştan önce çıkmış bir makalesini hatırlattı. Geçirmiş olduğumuz iğrenç savaş, 19l5’te Çanakkale’ye gitmiş olan tek çocuğurnu benden aldı. Bugüne kadar, Türkler 63


tarafından hapsedilmiş olacağına ve onu tekrar görebileceğime dair inancımı korudum. Bu benim dayanağım. Courbevoie (Seine), 26 Ocak 1920 96 97 Ama mektubumun amacı, savaş tutukluları hakkında bilgilendirme bürosunda benimle ilgilenen subayın düşüncelerini size aktarmak. Ben, Türklerin elinde kalmış tutsaklar konusundaki sessizlik hakkında şaşkınlığımı ifade edince şöyle cevap verdi: “Tutsaklara kötü davranmadıklarını çok iyi biliyoruz, özellikle Fransızlara. Çünkü Fransa hiçbir zaman Türkiye ile ilişkilerini koparmadı. Ona, gerçeği söyleseler orada yakınları bulunanların acısının yatışacağını söylediğimde bana şöyle karşılık verdi: “Oh! Bayan, tutsakların iyi muamele gördüğünü itiraf edebileceğimizi sanacak kadar safmısınız?” Varın bundan sonrasını siz düşünün, ama ben, toplumlar arası kinin ve yalanın böyle sürdürülmesi karşısında tiksinti duymaktan kendimi alıkoyamıyorum ve bence Fransa’nın Çanakkale seferi Fransa için bir utanç kaynağı idi. İnsanların önceden feda edilmesi oyunuydu. Bu utançtan kurtulmuş çok sayıda insan gördüm. Bana, ellerine düşen yaralıları tedavi edip kendi yerlerine geri gönderen Türkler gördüklerini doğruladılar. Benim oturduğum yerde, çocukları Fransız cephesinde ölmüş bir Türk ailesi var. Ve bunlar aptal toplumumuzdan her türlü sıkıntıyı çekiyorlar. Ben de bu bilinçsizlerin önünde, onların 15-16 yaşındaki çocuklarından birini öptüm ve şöyle dedim: “İşte benim intikamım, sizin çocuğunuzu benim çocuğummuş gibi öpüyorum.” İmza : Charlotte POITEVIN “Komutanım, Mükemmel iyetle savunmasını yaptığınız davanıza yardımcı olabilecek Doğu ordusundaki eski bir savaşçıya, ufak bir tanıklık yapması içi müsaade edin. İki seneden fazla bir süre boyunca, Makedonya ve Balkanlarda dolaştım. Gerçeği söylemem gerekirse bu ülkelerde sempatik ve bize çok yakın tek bir ulus var. Onlarda Türkler. Bu bölgedeki soysuzlaşmış, yağmacı, hain, haydut ırklar arasında Türkler, fiziksel güzellikleri ve kalplerinin iyiliği ile aykırı düşüyorlar: Sadece onlar konukseverliğin kurallarını uyguluyorlar, sadece onlar bir yabancıyı, bir kardeş gibi görü - yor ve ona düşman muamelesi yapmıyorlar. 64


Ve eğer bu yabancı bir Fransız ise, o bir tanrı gibi kabul ediliyor. Zira Fransa için derin bir aşk besliyorlar. “Fransa” kelimesi onların zihinlerinde, adalet, iyilik, akıllılık sembolü olarak canlanıyor. Selanik’te, Vardar’da, Üsküp’te nerede olursa olsun, ne zaman bir Türk ailesinin konuğu olduysam, silahsız ve yalnız olmama rağmen, hep bir kibarlık ve cana yakınlık gördüm. Müftü, müezzin beni hiçbir zaman ziyaret etmeyi ihmal etmediler ve beni mütevazi yemeklerini paylaşmak için davet ettiler. Yunanlılar, Bulgarlar ve Balkanlardaki diğer topluluklar, Fransızların yolunu kesip onları soydular ve hep alay ettiler. Ancak, gerçekte değişik Fransız gazeteleri bu nedenlerle Türkleri suçluyorlardı. Mesela “Anales” adlı gazetede, Türkleri 35. DOĞU ORDUSUNDAM BİR SAVAŞÇININ MEKTUBU Saint- Hippolyte (Doubs) 10 Aralık 1919 98 99 hiç tanımayan “Chrysale” adlı bön bir adam onların hakkında Size bu kadar uzun bir mektup yazarak zamanınızı suistikorkun yalan iddialarda bulunmuştu. mal ettiğim için beni bağışlayın koınutanım. Ama Fransada Eğer bu yazar Türk konukseverliğini paylaşsaydı ve Yu- savunmasını yaptığınız Türk devletine ıninnetlerimi bildirmek nanlıların, bu “Leonidas”ın soylu torunlarının, 17 Eylül 1918’de için bu benim bir görevimdi. bir saldırı sırasında korkarak hendeklerinden çıkmayı reddettik- İmza : J.DAMIEN, Yedek Teğmen lerini görseydi her halde bu konuda başka fikirleri olurdu. Kayıt Görevlisi Clsküplü bir Romen eczacının bizim saldırımızın ertesinde söylediği sözleri hep hatırlayacağım:”Bulgarlardan kurtulduğu- 36. BiR FRANSİZ GAZETECİNİN MEKTUBU muza deliler gibi seviniyoruz, ama.. .yarın Sırp egemenliği olacak...N yazık! Türk egemenliği sonsuza kadar bitti.” Chagnv (SaoneetLoire),24 Şııbat 1920 Bir camiye girildiğinde Türklerin karşılama biçimi ile “Sayın Ustam, Ortodoksların kiliselerinde takındıkları alçakça tavırlar Türklerin lehine yürüttüğünüz cesur ve faydalı kam karşılaştırıldığında, bu iki toplum arasında dev bir uçurum panyanıza mütevazi katılımımı kabul etmeniz iyiliğini göster olduğu hemen hissedilir. Şunu kolaylıkla duyurabilirim. menizi rica edebilir miyim? “l’Echo 65


de Paris-Paris Yankısı” ve Balkanlarda tek bir dostumuz var. Türkler. “l’Oeuvre- Eser” gazetelerinde çıkmış duygulu makalelerinizi Yunanlılar bizden nefret ediyorlar, Bulgarlar da onları tak- okudum ve aklıma, Türkleri çok seven, onları anlayan ve onları lit ediyorlar. Sırplara gelince onlar bizi sevrniyor ve biz de doğudaki en iyi dostlarımız olarak kabul eden değerli vatanonları. Bunun farkına varmak için Belgrat’ta yeterince kaldım. daşım Doktor Mauchamp’nın söyledikleri geldi. Balkanlara hükmedebilecek ve bu bölgede düzeni sağlaya- Fransa’da bizim köylerimizde çingeneler ne ise, bilecek tek bir toplum var. Türkler. Ayrıca, Makedonya’daki Ermenilerin de Türkiye’de o olduğunu ondan öğrendim. Ayrıca köylerin çoğunda Türk nüfusu hakim olmasına rağmen, oralar- Türklerin iyiliğini. sadakatini, sabrını ve saygısını da övüyordu. da askeri koloniler kurma girişiminde bulunmadılar. Yunanlılar İstanbul’da kalmış ressam arkadaşlar bana aynı şeyi bunu yapamadı. Hainlikleriyle, kabalıklarıyla, hırsızlıklarıyla, söylediler ve Paris’te beraber olduğum az sayıdaki Türkler yağmacılıklarıyla, Sırplar, Bulgarlar ve Türkler tarafından nefret bende en mükemmel hatıraları bıraktılar. edildiler. Tek arzusu olan hegamonya altına alma isteği, bütün İmza : Gustave GASSER Balkan topluluklarını isyan ettiriyor. Bulgarlar propaganda komitelerine, sarhoş ve gevşek pa - “l’Ev6nernent-Olay” Gazetesi Eski Yazarı pazlarına rağmen, yeteri kadar güçlü değiller ve onlar da çok nefret uyandırıyorlar. 100 101 37. DOĞU ORDUSUNDAN 38. BAY KORN BLUM’UN MEKTUBU “Bayım, BİR SUBAYIN MEKTUBU Saint-Mour <Seine,), 24 Ocak 1920 66


Eğer benim mütevazi görüşümün sizin için bir değeri olduğunu kabul ederseniz, 23 ocak tarihli “l’Oeuvre-Eser” adlı gazetede. Türklerin lehine yaptığınız savunmadan ötürü, sizi kutlamak istiyorum. On beş ay boyunca Makedonya’da Yunanlılarla savaştım ve sekiz ay boyunca Istanbul’un işgalinde bulundum. Böylece Türkler ile Yunanlılar arasında kıyaslama yapma iııkinı buldum ve gözlemlerim kesindir. Bu konuda aynen sizin gibi düşünüyorum ve subay ve asker olmak üzere çok sayıda Fransız bunu görerek aynı görüşü paylaşıyorlar. Türklerin hesabına cehaletle söylenen her şeyi esasında Yunanlılara adamak lazım. • cJçkağıtçılık. sertlik, vahşilik onlara ait (bunlara ait olayları da sayabilirim.) Doğruluk. dürüstlük. hoşgörü Türklere ait. Bu hasletlerin. tarafsız bir adamın fikirleri olduğuna dair şüpheniz olmasın. Doğu’ya giderken bu konuda yazılı olan şeylerden öğrenebildiğim kadar bir fikrim vardı. Ama daha sonra gerçeği gördüm, kıyaslarna yaptım ve bir yargıya yardım. İmza: Raymond Andre. Top Teğmen “Bayım, 23 ocak tarihli “l’Oeuvre-Eser’ gazetesinde yayınladığınız açık mektubunuzun akabinde. şu naçiz kulunuza, size coşkusunu ve minnetlerini ifade etme izni veriniz ve dostlarınız olarak adlandırdığınız büyük kitleye ufak bir parça olarak beni de ekleyiniz lütfen. Varşova’da 1 82 yılında doğdum. Ailem öldüğünde on iki yaşındaydım. Dövüldüm ve ailemden kalmış, harap olmuş evimden kovuldum. İstanbul’a geldim ve orada Galata mahallesinde maddi zorluklar içinde üç sene yaşadım. Eski giysiler ticareti yapan bir Türk’ün yanına işçi olarak girdim ve Türk toplumunun adilliğini ve hoşgörülülüğünü, komşularına benzemediklerini orada fark etme imkanı buldum. Ermenileri, Yunanlıları, Bulgarları, Yahudileri tanıdım. Bu yüzden sizin hayranlarınızdan biriyim ve bu haklı dava ve bu haklı toplum için her defa kalemi elinize aldığınızda, sizin için dua ediyorum. Farkındaysanız kısa kesiyorum, anlatabileceğim daha birçok konu ve detay var ama bunlar mektuba sığmaz ve sizin vaktinizi de almak istemiyorum. Hoşgörünüz... İmza : Korn BLUM Pari.s, 25 Ocak 1920 102 103 67


39. EMEKLİ ÇAVUŞ BAY GABRİEL CHARRAZAC’IN MEKTUBU “Bayım, Agen. 21 Şubat 1920 Ülkem Fransa’nın çıkarlarına hizmet ettiğime inandığımdan, Türk askerleri ile olan kısa ilişkimi müteakip, onlarla ilgili olan kişisel duygularımı size aktarmak istiyorum. Geçen sene, Suriye’de Beyrut’ta bir savaş esirleri nezarethanesinin yönetiminde bulunuyordum. Bizlere yanlış tanıtılan Türklerin vahşi olmadığının farkına vardı rn. Ermenilerin ve Hıristiyanların katledilmesine ilişkin İngiliz kaynaklı yeni haberlerin okunması karşısında ,yalan olduğunu bili -yor ve omuz silkiyorum. 14 Temmuz l9l9’da, “la Place des Canons-Toplar Meydanı”nında Fransız birliklerin teftişinin sonunda, programda belirtildiği üzere yüzbaşı nezarethaneye geldi. İki yüz kadar esir temizlenmiş ve tam hazırdılar. Ayakkabılarını özenle cilalamışlar ve bahçede dörderli sıraya girmişlerdi. Yüzbaşı gelince, Türkçe sert ve kesin bir kornut verdi ve hepsi bir anda hareketsizleşti. Bürornun balkonunda bir Fransız bayrağı dalgalanıyordu. Etrafına şöyle bir bakıp hepsinin duruşundan tatmin olduktan sonra onlara şöyle hitap etti:”Bugün Fransa’nın milli bayramıdır. Bugünün sizin için üzüntülü bir gün olmasını istemedim. Eğer Fransa’nın düşmanı olarak bu savaşta yer aldıysanız bu sizin hatanız değil, hükümetinizin hatası. Eskiden Türklerin Fransa’nın iyi dostları olduğunu bilmiyor değilim. Ayrıca bili - yorum ki ülkenizde bulunan Fransız esirler kötü muamele görmediler. Umarım ki yakında yurdunuza kavuşacaksınız ve ülkenize başı dik döneceksiniz.” Bu sözler Türkçeye tercüme edildi. Konuşmanın sonunda iki yüz ses tek bir ağızdan Fransız yüzbaşıya titrek ve dokunaklı bir “İnşallah” cevabı verdi. 0 gün için, tüm esirlere Cezayirli askerlerin eşliğinde şehir içinde dolaşma izini verildi. Askerleri böyle görevlerinin bi - lincinde oldukları zaman, Fransa ne kadar güzel oluyor. İmza Gabriel CHARRAZAC Emekli Çavuş 40. BİR TÜRK HANIMI TARAFINDAN BANA GÖNDERİLEN MEKTUP “Değerli Komutanım, Burada umutsuzluk var! Size, şaşkınlık içinde yazıyorum, bir şey yapmınız için değil. Çünkü zannediyorum ki her şey bitti. Ama durumu bilmeniz ve acılarımızı, çektiklerimizi paylaşmanız için yazıyorum. Güven tekrar sağlanmıştı. Fransa, açıkça Türkiye’nin desteklenmesinin yanında yer almıştı. Buna karar verilmiş gibi gözüküyordu. Daha sonra bu olaylar, hakkında kesin bir şey bilinmeyen ne, kim tarafından yapıldığı bilinmeyen yeni katliam olayları.. .Gördüklerimden sonra artık her şeye, bütün şehrinde duyduğum her şeye 68


inanıyorum. Ingilizler şimdiye kadar işitilmemiş bir kabalık ve sertlikle Istanbul’a el koydular. Bu, artık her zamanki sertlik ve aşağılamadan öteye, sürekli ve apaçık yapılan bir kışkırtma. Hiçbir sebep olmadan 104 105 41. KORVET “CHACK” İN YÜZBAŞISIYLA yapılan tutuklamalar, bu kötü günlerde ancak bolşeviklerin yapabileceği derecede barbarlık ve kötülükle yapılan tutuklamalar! Kırılan kapı ve camlar, yaralanan kadınlar, uykuda ve silahsızken öldürülen insanlar, kırbaçlanan subaylar!!.. Bütün bu provakasyonlara (kışkırtmalara) karşı hiç cevap verilmedi. Bu soğukkanlılığın, bu tuzağa düşmeme konusundaki umutsuzca azmin ne kadar sürmesi bekleniyor. Bana gelince ben saklanı yorum. Utanıyorum. İnsanı kem, küm ettirecek, başını yere eğdirecek bir utanç duyuyorum. Bundan daha zor bir şey bilmiyorum. Bunları yapanlar sizin nıüttefıkleriniz ve siz buna müsaade ediyorsunuz! Zavallı Türkiye, zavallı Fransa! Bana öyle geliyor ki gelecek zor olacak. Kendisini bağıra, bağıra çağıran Rusya’yı istila eden Almanya ile hem coğrafi, hem de diplomatik olarak ayrılamaz bir hale gelecek olan İngiltere’nin şimdi anlaşmaya başladığını görüyorum. Ve bu büyük ve çok zengin Rusya, süt veren bir inek, çocuğunu besleyen bir anne• haline düşecek ve bu sayede Almanya kendini tekrar toparlayacak, onaracak. Ya!.. Zavallı Fransa! Ingilizlerin, getirdiği bütün yükümlülükler ve askeri işgalin zorlukları sayesinde edindikleri yere, siz çok daha kolayca ve hiçbir zahmete girmeden sahip olabilirdiniz. Siz bunu zaten “Bize gerekli müttefikler” kitabınızda yeteri kadar ifade ettiniz.” “Komutanım, Ruhlarımızın temiz ve istek dolu duygularını size ulaştırmakla görevlendirilmem, hayatımın en büyük şereflerinden biri. Istanbul’da biz, lejyon, denizci, asker olarak “Büyük hak - sızlığın” gerçekleşmemesi için bütün gücümüzle mücadele ettiğimizi size söylemek istiyorum. Çünkü bu ülkeyi anlamıştık ve gözlerimizle gördüğümüz ve sizin eserleriniz sayesinde anladığımız güzelliği, ruhu ve her şeyi anlamıştık. Bu mücadeleyi bunun için yapıyorduk. Komutanım, düşüncelerinin bize ulaşıp ulaşmadığını öğrenmeleri için sabırsızlanan bu bayanlara hemen haber vere- bilmem amacıyla, bu mektubu aldığınızı bana bildirmenizi sizden rica edebilir miyim? Sizden başka bir zamanda Istanbul’da iki sene yaşamış ve sizin anlattığınız gibi böyle bir ülke

69


görmenin her zaman taze olan heyecanı ile burada dört ay geçirmiş bir subayın minnetlerini kabul etmenizi rica edeceğim. (14) Türk hanımları derneğınin isteğiylc yollanan teşekkür mektubu. GÖNDERİLEN MEKTUPı4 ihulon, 3 Şubat 1920 106 107 42. İSTANBUL’DA OTURAN BİR FRANSIZ HANIMIN MEKTUBU “Komutanım, İşte Istanbul’a döndüm. Gözler önüne sergilemek istediğim o kadar çok şey var ki! 0 kadar üzücü şeyler ki, elim bunları yazmaya gitmiyor. Bütün bir öğleden sonrayı, Pierre LOTİ Derneği’nin başkanı Ahmed İhsan Bey’in evinde geçirdim. Bana, konuşması çok yanlış yorumlanan büyük yazar Süleyman Nazif Bey’i tanıttı. Sizin vasıtanızla yapmış olduğum ziyaret, onları çok derinden etkiledi. Ben onların geçirdiği bu kötü anlarda, onlara mutluluk getiren bir kutsal elçi oldum. Ahmed Ihsan Bey’in annesinin benim varlığımdan dolayı göstermiş olduğu heyecan dolu duygulara başka hiçbir yerde hiçbir zaman şahit olmadım. Seksen yaşında, saygıdeğer bu insan, bana oğlu tarafından tanıştırılınca, şu sözleri sarf etti: “Sizi karşımda görünce, büyük dostumuz Pierre LOTİ’nin koruyucu elini gördüğümü sandım. Bu çok büyük mutluluk için beyefendiyi şükranla anıyorum.” ve mendilini tutarak, gözlerinden akan yaşları sildi. Ve işkenceci - ler nedeniyle endişeli, Pierre Loti gibi bir yaratıcının yürekli olan hareketi ile minnettar olan tüm Türkiye, bu sahnede yer alarak kendini gösteriyordu. Ve şimdi size biraz da politik durumdan bahsedeceğim. Buraya geldiğimden beri size bahsetmiş olduğum İngiliz oyunlarına şahit olma imkanı buldum. İngiliz ajanları, Maraş olaylarını, dünyanın bakış açısını Türklere karşı çevirmek için kullandılar. Olayları abarttılar. Başka olaylar uydurdular. Entrikalarını Yunanlılarınki ve Ermenilerinki ile birleştirdiler. Her türlü nefret, intikam duyguları içinde dostlarını ezmek, Fransızların çabasını kesmek, hem Türkiye’yi, hem de doğudaki Fransa’yı yıkmak için menfaat duygularını uyandırdılar. Fransız ve İtalyan müttefiklerine rağmen, korkunç bir baskı altında, sıkıyönetim işgali diye adlandırdıkları olayı yaptılar. Almanlarınkini hatırlatan iğrenç uygulamalarla tutuklamalar yaptılar. Neyse ki, Latin ülkelerin gururu olduğu için, ne Fransızlar, ne İtalyanlar bu korkunç çalışmada rol almadılar! İngiliz subaylar namlularına süngü takılı Hintli askerler eşliğinde, ülkelerini ve ikinci vatanları olan Fransa’yı sevmekten başka suçu olmayan namuslu 70


insanların evlerini gece yarısı bastılar! Ellerinde tabanca, kapıları ve pencereleri kırdılar. Harernlerinin yatak odalarını bastılar. Süngülerinin sivri uçlarını çocukların ve kadınların çıplak göğüslerine dayadılar. Onlara vurdular ve sert davrandılar. Kocalarını ve babalarını yarı çıplak ve elleri kelepçeli bir halde, adi katillermiş gibi zorla yataklarından alıp götürdüler. Ne Prens İbrahim Tevfik Paşa’ya, ne karısına, ne generallere, ne edebiyatçılara, ne bakanlara, senatörlere hatta karılarına dahi iyi davranmadılar. Yanılmıyorum. Bunlar gerçekten İngilizlerdi .Almanlar değil! Prens İbrahim Tevfik Paşa, ortak ifadelere göre, politikayla hiç ilgilenmedi. Kendini bilim ve müziğe adamıştı. Yalnız İngilizlere göre tek bir hatası oldu. Fransızları sevmek. Otuz saatlik bir tutuklamadan sonra, Sultanın araya girmesiyle serbest bırakıldı. İngiliz yetkililer serbest bırakılmasını, tutuklanmasının bir hata sonucu olduğunu söyleyerek, açıkladılar! Bu sözde hatayı anlamak için otuz saat mi gerekti! Aşağı yukarı bütün tutuklananlar beıızeri şekilde ateşli Fransız yandaşlarıydı. Onların bizim ülkemize bağlılıklarının 108 109 kanıtlarını saymak ve gözler önüne sermek çok uzun sürer. Size sadece, sizin onurunuza yapılan görkemli gösteride konuşması iğrenç bir şekilde yorumlanan, ünlü Türk şairi Süleyman Nazif Bey olayını söylemek istiyorum. Böyle bir ateşli Fransız dostunu hapse tıkmanın tam fırsatıydı. Ingilizler bu fırsatı kaçırmadı. Aşağılanmamız son haddine varırııştı. Dostlarımız Türkler, müttefiklerimizin intikamından kurtulmak için, bizden kaçmak zorunda kaldılar! Dostlarırnız Türkler, bizim hoş görümüze, adalet anlayışırnıza güvenmeyi bırakmak için, bizim onları artık sevmeyi ve korumayı bırakıp, bırakmadığımızı bilmek için bize yalvarıyorlar. Sesiniz bu sefer de, Türkleri savunmak, onlara acımak için değil de, Fransa’yı aşağılamalarına, İngiliz ve Yunan müttefiklerinin maddi ve manevi tacizlerine karşı savunmak için yükselmeyecek mi? Zira şimdiki durumda, İngiliz demek, Yunan dernek, Yunan demek, İngiliz demek. İki ırk, büyük müttefikleri Fransa’nın, doğudaki yolunu kesmek için el ele verdiler. Pera yolları, İngiliz üniforması giymiş sivil ve gizli polislik yapan, İngiliz ve Rumlarla dolup taşıyor. Zira. ingiliz ajanlar, Sultan Abdülhamit’in meşhur “l-lafiye” teşkilatını tekrar oluşturdular. Yunanlılar, Ermeniler ve vatansız Türkler, liberal görüşüyle dünya lideri olduğunu savunan bir ülkenin kullandığı araçlar işte bunlar! Tarih bu bütün müttefiklerin yüzünü kızartacak utancı hep yazacak. Önceleri burada olan her şeyden haberdar olan ve bütün şerefiyle hüküm süren Fransızların 71


isyan ifadesini her yerde görürsünüz. Ağır bir şekilde küçümseniyor ve tiksiniliyoruz. Selamlarımla, Komutanım. 43. AYNI FRANSIZ HANIMIN “Komutanım, BİR BAŞKA MEKTUBU Uzun mektubuma birkaç kelime daha eklemek ve şunu söylemek istiyorum ki, İstanbul’daki Fransızlar, oradaki yüksek komiserliğimizin, Fransa’nın çıkarlarını korumak için gerekli tüm yetkilerinden yoksun bırakıldığını görmekten son derece üzgün. Dört ay önce, bakanımızın danışmanı olan Baron Clauzel vardı. Ama Paris’e daha önemli görevlerle ilgilenmesi için gen çağırıldı. Durumun gereklerini anlayan bir tek o vardı. Bugün, Bay Defrance çok namuslu bir adam. Ama karakter bakımından zayıf ve Yunan Ortodoksu olan karısı ve İngiliz su -bayıyla evli kızı arasında hapis olmuş durumda. Bundan başka yanında sadece yetkisiz kişiler, ya da esas savunmaları gereken Fransız çıkarlarını tamamen unutup Yunan sevgisi ve milliyetçilik duygularıyla körelmiş kişiler var. Yüksek komiserliğin bütün belgelerinden sorumlu olan baş mütercim Bay Ledoulx otuz senelik hizmeti bulunan bir ortadoğuludur. Ve kendisi Yunanlıların ve Ermenilerin sözlerini tekrarlayan bir papağan gibidir. Türk milliyetçileriyle hiçbir ilişki kurmamıştır. Süleyman Nazif in tutuklanmasını onaylamaktadır ve genelde İngilizlerle aynı görüştedir. Az süre önce göreve başlayan Bay Devaux, durumdan tamamen bihaberdir. Başdanışmanlık görevine gelmiştir. su anda ikinci sekreter olan Bay Cosme, eskiden Atina İstanbul, 30 MART ]92( 110 111 elçiliğinde ataşe idi ve çok koyu bir Yunan taraftarıydı Geçen gün bana, Yunanlıları İzmir’den geri çekmenin, müttefikleri aşağılamak olacağını söyledi. Geri kalanlar da bunlar gibi... Halbuki durum İngiliz yüksek komiserliğinde aynı değil. Ateşkesin hemen ardından, Ingilizler buraya çok dikkat çekici bir kişi gönderdiler: General Deeds. Bu kişi oradaki İngiliz propagandasını organize etti ve Sultan, Damat Ferit Paşa ve diğer bazı kişilerle İngiliz ajanları arasında işbirliğinin temelini kurdu. Görev gereği Mısır’a gidip Istanbul’u terk edince, yerine başka bir saygın kişi bıraktı: İngiliz büyükelçiliği baş mütercimi Bay Rayan. Istanbul’daki göstermelik müdahaleleri yapan da 72


buydu. Anzavur isyanına sebep olan ve besleyen ajanları yöneten de oydu. Yunanlılar ve Ermenilerle birlik olup eşkiya çeteleri kurdular. Anarşi yarattılar, yani daha önce Suriye’de yaptıklarına benzer şeyler yaptılar. Bizim de organizasyonumuzun başına, birinci sınıf, akıllı, enerjik ve etrafında yetkili, uzman kişiler bulunan bir adamı acilen getirmemiz şart. Arz ederim... 44. BAY PIERRE HOFFMAN’IN MEKTUBU “Sevgili Bay Loti, Montreuil-sous-Bois, 23 OCAK 1920 Hayranlarınızdan birinin size birkaç kutlama kelimesi yaz- masina izin veriniz.”Eser” gazetesinin okuyucusu olarak, bugünkü sayıda büyük bir zevkle Türk İmparatorluğu lehine yapmış olduğunuz yazıyı okudum. Türkiyeyi ve Türkleri şahsen tanımamama rağmen, onları yine de seviyorum ve işte nedeni: Benim savaşta ölen bir erkek kardeşim vardı ve gençliğinde Hıristiyan okullarındaki papazların arasındaydı. Bu sıfatıyla, beş sene boyunca Bursa ve Trabzon’da kaldı. Geri geldiğinde bize oradaki hatıralarını zevkle anlatıyordu ve hiçbir zaman bu uzak yörelerin güzelliğini, çalışkan insanlarının yumuşaklığmı ve sevgili Fransamıza olan bağlılıklarını anlatmaktan bıkmıyordu. Türkiye’nin, Almanya’nın yörüngesindeki bir deli katiller grubu tarafından sürüklenmesini görmek onun için gerçek bir yürek acısı oldu. Ve her sefer onun önünde Türkiye’ye saldırıldığında, onu ne büyük bir hararetle savunuyordu! Ah! Onu dinlemek lazımdı ve ne kadar da ikna ediciydi! Hayatının en güzel yıllarını geçirmiş olduğu bu güzel ülkeyi bir defa daha görmek onun tek arzusuydu zavallı kardeşim! Buna ulaşamadan öldü. Eğer şimdi bu dünyada olsaydı, size kendi ifadelerini ulaştırmaktan çok memnun olurdu ve size bu mektubu onun hatırasını şereflendirmek, bizim acırnamızı hak eden bu devletin lehine yaptığınız çalışmalar için teşekkür etmek ve sadece açık bir adaletsizliği ortadan kaldırmak için değil, ayrıca birçoğumuzun uğruna kan döktüğü güzel Fransamızın doğudaki asırlık prestijini kurtarmak için bu yolda devam etmenizi dilemek maksadıyla yazdım. Arz ederim. İmza: Pierre HOFFMANN, Savaş Gazisi Askeri Madalya Ve Savaş Nişanı Sahibi 112 113 73


45. KOMUTAN DEFORGE’UN MEKTUBU Le Bouscat- Bordeaux, 22 ŞUBAT 1920 “Sevgili ve meşhur üstadım, Sizin doğudaki olaylar üzerindeki derin bilginiz, hükümetimiz tarafindan ciddiye aimmalıydı. Çıkarlarımız, sizin de “l’Oeuvre-Eser” gazetesindeki makalelerinizde söylediğiniz gibi, daha doğrusu adalet ve doğruluk bizi, Türklere daha yumuşak ve cana yakın davranmaırıızı gerektiriyor. Bunun birçok gerekçeleri vardır. Doğulular arasında, en namuslu, en adil, Fransa’ya en sadık olan onlardır. Doğudaki bütün askerlerimiz bunu onaylamaktadır ve ben “Angouleme”de Fransız piyade personeli depo birliğini yönetirken bizzat kendim bir çok askerimizle konuştum. Hepsi ortadoğululardan nefret ediyordu. Yunan, Yahudi, Ermeni vs... Sadece Türkler onlar için bir anlam ifade ediyordu. Bir Türk için şöyle diyorlardı:”O, bir insandır, satıcı değil.” Savaştan önce Osmanlıda yaşamış bütün Fransızlar, sizinle aynı görüşü paylaşıyorlar. En son olarak, Doğu ordusunda subay olan oğlum, Nisan 1919’da Selanik ve İstanbul’u gördü. Benim bütün araştırmalardan öğrendiklerimi bana doğruladı. Türklerin bize duyduğu sempatinin kanıtlarını bir çok kez kendi gördü ve yaşadığı diğer olayların arasından bana şunu anlattı: Bir gün fotoğraf makinesinin önünde durmakta direnen çocuklara sinirlenip onlara çekilin emri verince, küçük bir çocuk ona Fransızca şöyle demiş:” Bizim fotoğrafımızı çekin bayım böylece, Fransa’yı seven birçok küçük Osmanlının resmine sahip olacaksınız.’, ‘İngilizleri rahatsız eden asırlık etkimiz, eğer hükümet tedbir almazsa yok olacak ve Müslümanlar tutumumuzu anlayamayacaklar. Adalet kavramları bunda da kendini hissettirecek. İngiltere’yi tamamen serbest bırakarak, ortadoğudaki ticaretimizin yıkımını hazırlamış olacağız ve Afrika sömürgeleri - mizdeki vatandaşlarımıza da sevgisizlik tohumları ekmiş olacağız. Devam edin, sevgili üstadım, propagandanıza devam edin. Vatan için çalışıyorsunuz. Daha büyük Fransa için “Maurice” adasından (Bizim Hint okyanusundaki Alsace-Lorraine’imiz) bir hayranınız bana sık sık sizden ve sizin dürüst ve adil Türkiye’ye olan sevginizden bahsediyor. Hatta liberal Türkiye bile diyebilirim. Gerçekten de, imparatorluğun ortasında, bütün Hıristiyan milletlere, hem de her birine, özel bir statü sağlayarak yaşama imkanı vermekten daha büyük bir li - beralizm olur mu? Ne Fransa’da, ne İngiltere’de hiçbir zaman böyle bir şey olmadı. Dragonadların Fransa’da, Katoliklerin İngiltere’de katledilmeleri bunun bir kanıtı. Eğer bir Ermeni katliamından söz açılırsa, buna karşılık Ingilizler de, Kanada’nın Fransız kısmında yaptıkları eziyeti, kurşunlarla değil, açlık ve sefaletle öldürdükleri milyonlarca İrlandalıyı unutmasın. Ve ayrıca 74


balısedildiği kadar Ermeni öldürüldüğüne eminler mi ?. Sorunun duygusal kısmı, politik ve emperyalist amaçları sağlayamayacak!.. Saygılarımla, sevgili efendim. İmza: Komutan De Forge 114 115 46. İSTANBUL’DAN 47. ISTANBUL’DAN BİR FRANSIZ’IN MEKTUBU BİR FRANSIZ’IN MEKTUBU İstanbul, 1 Nisan 1920 İstanbul, 1 Nisan 1920 “Komutanım, “Komutanım, Bir arkadaşıma size gönderilmek üzere emanet ettiğim, İngiliz ve Yunanlıların, Pierre LOTİ topluluğuna üye olan Majestelerine ait bir mektubum olduğunu söylemek için, aceTürkler karşı açtığı amansız savaşta, bir adım daha atıldı. leyle bu mektubu gönderiyorum. Şüphesiz bu iki mektup size Malta’da hapis Süleyman Nazif Bey bunun sadece ilk kurbanı. aynı zamanda ulaşacaktır. Bunu diğerleri izledi, size yakında bu konudaki detayları gönDiğe taraftan, S.E.Razi Bey’in mektubunu da adresine tesdereceğim lim ettirdim. Fransa’nın dostlarını savunmaktan uzak, bütün belgeleri Majesteleri, size güncel olaylardan bahsetmek zorundayım. Yunan, Ermeni ve İngiliz partizanlarından alınmış ve Bay Durum, 25 mayıs tarihli “Le Temps” gazetesindeki bir makalede Ledoulx tarafından yanlış bilgilendirilmiş olan Fransa yüksek kusursuzca özetlenmiş. komiseri, onların (Türklerin) İngilizler tarafından tutuklan- Ingilizlerin şiddet politikası tam bir fiyasko oldu. Ah! Eğer masını onaylıyor. Bu Fransızları ve yabancıları isyan ettiren, milliyetçilerle anlaşmak isteseydik! Eğer Fransızlar sonunda, çileden çıkaran bir tutum. milliyetçiler ile Enver Paşa ve Almanlar arasındaki davayı düzenbaz ortadoğuluların belirlediğini ve bazı yerlerde bizim General Foulon, birçok entrikaya maruz kaldı. rakibimiz olmalarına rağmen, ülkelerini seven ve savunan Yunanlıların ve Ingilizlerin en iğrenç saldırılarına uğradı. Çünkü Türkler olarak bizim saygımıza hak kazananların yine mil bir Türk dostuydu ve Fransa’nın çıkarlarını savunuyordu. liyetçiler olduğunu anlasalardı! 75


Türk Savaş Bakanlığı’nda, General Franchet d’Espery’in Eğer Fransızlar, Yunan ve Ermenilerin ilerlediği her yerde irtibat ajanı olan Yarbay Mongın için de durum aynıydı. Fransa’nın çıkarlarının gerilediğini ve bu çıkarların sadece Türk gücünün desteğiyle ayakta durup gelişebileceğini anlamak isteSelamlar Komutanım... selerdi. Yüzlerce ömekten işte biri: Trabzon’da milliyetçi vali Hamdi Bey, Fransız Meryem Ana Rahipleri okulunun tekrar açılmasına izin verirken ve oraya oğullarını gönderirken, Yunanistan’da, M itylene’de, küçük rahiplerimiz, Yunanlıların yarattığı sıkıntılar yüzünden oradan kaçıp yeniden milliyetçi Anadolu’ya yerleşmeye gittiler. 116 117 48. AYNI CİNS BİR MEKTUP “Komutanım, İstanbul, 13 Nisan 1920 Şu anda bulunduğumuz zamanın ciddiyeti nedeniyle yeniden size başvuruyorum. Burada cereyan eden gerçekler üzerine, Fransa’dan, deliller elimizde, diye bir ses yükselmemesi imkansız. Sadece İngilizlerin yararına gelişen son olaylar, bütün Paris gazetelerinde bütün müttefiklerin özellikle Fransa’nın çıkarlarına uygunmuş gibi tanıtıldı. Halbuki, güncel politika, yani İngilizlerin politikası burada bizi eziyor. Müttefıkimizin, bu ülkenin İngiliz işgali altında bütünlüğünü garanti eden ve İngiltere’ye Suriye’deki etkisini artırmak için Sultanın desteğini kendine sağlayan gizli bir anlaşmayı eylül ayında, iyi bir zamanlamayla, Türkiye’yle yapmaya cesaret etmesi çok şaşırtıcı! Paris bu anlaşmadan tam zamanında haberdar oldu, ne yaptı? Bu haksız hakareti sineye çekti. Bugün, tamamen haklı olarak, “Versailles” anlaşmasının bize tanıdığı haklarımızı korumak için Frankfurt’u işgal ettiğimiz zaman, İngiltere protesto ediyor. Huysuz aiçaklar! Ne olursa olsun, İngiltere, bütün Türkiye’yi yönetiyor. Eylülde yapılan anlaşma tamamen uygulanıyor. İlişikte gönderdiğim gazete kupürü bunun kanıtı. İki gün önce, Majesteleri Sultanın üvey kardeşi ve tahtın varisi olan Prens Halid’in evindeydim. Bu adam bana Türkiye’nin Ingilizlere satılmış olduğunu, Sultan’ın tutsak Olduğunu ve baş vezir ile şeyhülislarnın satılmış olduğunu görmekten dolayı duyduğu derin üzüntüyü anlatıyordu. Hele bu sonuncuya inanamadım Prensin bana ifade ettiği üzere, Mısır meselesi tekrar başlıyor. Ah! Sultanı Istanbul’da tutmak 76


istemiştik! İngiltere’nin bu zorluğu kendi lehine çevirmesi uzun sürmedi. Eski suç ortağını zorla baş vezir yapmak yeterliydi. Bu hemen yapıldı ve anlaşma hemen uygulamaya koyuldu. Demek ki şimdiki Sultan ve Damat Ferit Paşa bu yerde kaldıkça, İngiltere Türkiye’ye hükmedecek ve kendini rahatsız edecek herkesi sürgüne gönderecek. Ingilizler şimdiden, bütün Türk yurtseverleri sürgüne gönderme emirlerini zorla Sultandan kopardılar. Prens Halid bana bunun örneklerini saydı. Bu rejime tek karşı çıkabilecek, Türkiye’nin Türk ve özgür kalmasını isteyen Anadolu’lu Milliyetçi Kuvvetlerdi. Halbuki, mart ayındaki darbe günü, bütün yüksek komiserlikler, Milliyetçi Kuvvetleri kanun dışı ilan ettiler. Fransa’nın böyle bir körlük içinde kalmaya devam etmesi mümkün müdür? İngiltere’nin bize düşmanıymış gibi ve bizi mağlup etmiş gibi davrandığını söyleyecek bir ses yükselmeyecek mi? Komutanım, kalbim acıyla dolu! General D’esperey’in buraya o görkemli girişi nerede, 14 temmuzun Istanbul’da resmi bayram olduğu o dönem nerede ve halkın “Yaşasın” sözlerinin gözlerimizi yaşarttığı zamanlar nerede! Bugün Fransız komutası artık ortalıkta görünmüyor, Müttefiklerin başkomutanı ktğıt üzerinde General D’esperey olarak gözükse de, aslında General Wilson direkt olarak komutan. Ingiliz usulünü bilirsiniz, General Wilson da buna uyarak tek başınaymış gibi davranıyor. Bütün polisiye tedbirlerin, 118 119 topluma yapılan çağrıların altında bir tek kendisinin imzası var. Ve her adımda, toplum içinde, sokakta sizi durduruyorlar ve şöyle soruyorlar: ‘Nasıl yani, artık komutan, General D’esperey değil mi?” Yani, artık burada İngiliz tek başına komutan ve bütün toplum bundan üzüntü duyuyor. Kaba İngilizlere boyun eğiliyor ama kamuoyu onlardan yana değil onlar seNilmiyorlar. İşte, komutanım Fransa’nın çıkarlarını hiç düşünmeden yapılan, hiçbir sağlam görüşe dayanmayan on dört aylık politika. Yunanlılar ve Ermeniler tarafindan aldatıldığımız, alaya alındığımız on dört ay. İngiliz-Fransız mücadelesi yaşadığımız on dört ay. Halbuki biz onlarla işbirliğine inanıyorduk ve biz uyguluyorduk. On dört ay boyunca Türk olmayan her şeye karşı oluşturduğumuz sempati hatamız, hl düzeltilemedi! Yani burada Ingilizler tarafindan ezildik. Bizim yıkıma uğradığımızı ve bundan böyle ciddi bir harekette bulunamayacağımızı söylüyorlar. Eğer bu böyle devam ederse, yarın bütün koruduklarımız bizi bırakacaklar. 77


Fransız basınının bunu hl görmezlikten gelmede ısrar etmesi ve “Le Temps- Zaman” gazetesinin rnakalelerinin sürekli olarak hem İngiliz muhabirler hem de buradaki resmi muhabiri olan, Yunanlı Bay Psalty kaynaklı olması mümkün müdür? Komutanım, bir şeyler yapamaz mısınız. 0 yüce sesinizi yeniden duyuramaz mısınız? Not: Majestelerinin gönderdiğini aldığınızı duymaktan memnunum, ben de sizin mektubunuzu aldım ve hemen ona vereceğim. 49. “LES DEBATS- TARTIŞMA” GAZETESİNİN İSTANBUL’DA KUTLANAN 14 TEMMUZ 1919 ZAFER BAYRAMI’NI ANLATMASI General Franchet D’esperey’in Fransız birliklerini teftiş ettiği 14 Temmuz Bayramı olağanüstü coşku gösterilerine sahne oldu. Teftiş müthişti. Istanbul’daki Fransız okullarının geçit töreni özellikle çok etkileyiciydi. Bu geçitten sonra İngiliz General Milne, General Franchet D’esperey’e bu kadar çok Fransız okulu ve öğrencisi olduğunu hiç düşünmediğini söylemiş. General Franchet D’esperey bunun Franız okullarının sadece bir kısmı olduğunu ve savaş esnasında dağılmış olan bunların hala tam olarak yeniden yapılanamadığını söylemiş. Fransızların bu milli bayram gününde, bütün toplumun göstermiş olduğu bu doğa üstü coşku, bir kez daha doğuda, Fransız etkinliğinin Üstünlüğüflü kanıtladı. Günümüz Türkiyesi ‘nde Fransızsever duyguların patlamasına meydan verdi. Bu duygular, bütün toplum sınıflarında, inkar edilemeyecek bir şekilde Fransızlara sempati duyulduğunu gösteriyor. 50. DOĞU ORDUSUNDAN BİR ASKERİ DOKTORUN MEKTUBU Komutanım, Paris, 29 Mart 1920 Şüphesiz ki size yeni bir düşünce getirmiyorum ama, gerçek Türklerden bahsettiğinizde sizi alkışlayanlar arasına beni de katmanızı arzu ediyorum. 120 121 Size iki olay anlatmama müsaade edin. Bunların doğruluğunu onaylayacak sadece ben değilim. Eğer hl aralarında olsaydım, taburumdaki bütün subay ve astsubaylar bunun altını imzalardı. Ama kısa süre önce terhis oldum. Yardımcı doktor olarak doğuda yirmi ay geçirdim ve Mostaganem’in cesur askerlerimiz ile ülkeyi Adana’dan, Mısır’a, Klikya’da baştan aşağı kat ettim. Bu arada Arap birlikleri ile Hicaz’da, Yamboh ve Akabe’de sayısız uzun günler kaldığımı da unutmadan söyleyeyim. Doğu üzerine izlenimim şöyle. Suriyeli olsun, Yunan olsun, Ernıeni olsun kendilerini 78


Hıristiyan olarak kabul eden bütün bu insanların son derece tiksindirici olduğu. Aralık l918’de, Cezayirli 2’nci Avcı Alayının, 9’ncu Taburunun komutanı yüzbaşı M , Alexandrette’in (İskenderiye) genel valisiydi. Maalesef ki kazalanndan birine doğu ordusundaki Ermeni birliklerinin gönderilmesini engelleyemedi. Bu Ermenilerden bir bölük, “Beilan” kasabasında yerleşmişlerdi. Bunlar hiç ara vermeden yakaladıkları Türkleri öldürmeye başladılar, bu kaçınılmazdı. Halbuki, bir sabah, yaşlı bir Türk köylünün ölüsünün yolda bulunduğu öğrenildi. 0 zaman yüzbaşı M..., “Beilan” belediye doktoruna, cesede otopsi yapma ve soruşturmaya gerekli olan yasal tıbbi sertifikayı yazma emrini verdi. Halbuki, bu doktor sivil bir Ermeni’ydi ve Fransız merciler tarafından özellikle “Beilan” belediyesi ile ilgili işlerle ilgilenmesi için tutulmuş ve bunun için maaş alan biriydi. Cesedi kontrol ettikten sonra hazırladığı raporunda ölümün bir mavzer silahından çıkan kurşun sonucu olduğunu söyledi. (Halbuki “Beilan” yöresinde sadece bazı Türk ve Kürtlerde bu Alman silahından vardı.) Yüzbaşı M bu belgeyi garip buldu ve bana gösterdi. Ben de ona bir yaranın görünümünden, çıkarılmamış bir kurşunun hangi millete ait Olduğunun nasıl anlaşılabileceğini bilmediğimi söyledim. Ve yüzbaşı M.. hemen arabayla Beilan’a gitti. Türk’ün cesedini bul- durdu ve birkaç Fransız astsubayının önünde cesette birçok Fransız süngü darbesi izini farketti. (Fransız süngüsünün dünyada, vücutta üçgen biçimli karakteristik yaralar bırakan tek alet olduğu bilinir.) Ayrıca vücutta ateş yarası izi de yoktu. Halbuki, Beilan yöresinde o tarihlerde Fransız süngüleri sadece Ermeni askerlerin elinde vardı. Hiküyenin bundan sonrasının pek önemi yok. İşte iyi yetişmiş, Fransızcayı mükemmel konuşan bır tıp doktoru Ermeni, meslek şerefimi hiçe sayarak, resmi bir rapor üzerinde gerçeğe tamamen aykırı şeyler yazabiliyordu. Bundan başka, 1919 ocak ayında, Klikya’daki “Dörtyol” adlı Ermeni köyünde bazı karışıklıklar olmuştu. “Dörtyol” köyü, doğu ordusuna ait bir bölük tarafindan işgal edilmişti. Savaş sonrası sürgüne gönderilmiş birçok Ermeni bu köye geri dönmüştü. (Tabi ki bu sürgün konusunda Alman General “Liman von Sanders”in sorumluluğu hakkında söylenecek çok şey var.) Yine bu 1919 ocak ayının başında “Dörtyol” bölgesinde Türklerin öldürüldüğü, “Alexandrette” (İskenderiye) şehrinde duyuluyordu. 11 ocak akşamı, “Dörtyol” ile bu şehir arasında kalan ve dağların eteklerinden daha yüksek bir seviyede bulunan bir kısım, Kürtler tarafından yaylım ateşine tutularak işgal edilmişti.Halbuki doğu ordusundan bir Fransız subayın idaresi altındaki kasabanın, Ermeni kısmında bir Türk jandarma teğmen, jandarma erleriyle beraber resmi olarak bulunuyordu. Bu teğmen, ertesi gün, yani ayın on ikisinde öğleden sonra, Türk 122 79


123 subay üniforması üstünde ve yalnız olarak, Kürtlerin bulunduğu istikamete doğru onlara Ermenilere açtıkları ateşi kesmeleri için ihtar etmek amacıyla ilerledi ve bir Kürt kurşunuyla kollarından yaralandı. Bundan sonra, karışıklık, 12 ocak pazar günü o zaman ki sancak komutanı Fransız kumandan C. . .‘nin ani gelişiyle durduruldu. Ben de şahsen bizzat askerlerime eşlik etmiştim. Dörtyol’a gelir gelmez, yani yaralanışından iki saat sonra Türk teğmeni gördüm ve tedavi ettim. Doğu ordusundan küçük rütbeli Ermeniler, bana bütün detayları anlattılar. Ermeniler bile onları korumak için hayatını ortaya koyan bu Türk’e minnetlerini sunuyorlardı. Ben Fransa’da, hl Türklerin doğudaki her milletten daha soylu olduğu fikrinde ısrar ediyorum. 1. François’nın, Fransızların en parlak özelliklerine sahip olduğunu ve Osmanlılara avuç açma konusunda ön sezgilere sahip olduğunu, hatırlamak gerekir. Tanıdığımız Türklerin, sadece bize Hıristiyanlıkları sayesinde yaklaşan kötü ve düzenbaz ortadoğulular Olduğunu hatırlamamız ve rahatlıkla bir Fransız gibi anlaşabileceğimiz insanlara haksızlık yapmamak istiyorsak, davranışlarımızı değiştirmenin zamanının geldiğini fark etme - miz gerekir. Komutanım, bundan sonra bana, doğu ordumuzun tam anlamıyla düşündüklerini yüksek sesle ifade ettiğiniz için size teşekkür etmek kalıyor.” İmza : Philippe Guiberteau, Cezayirli 2.Alayın9.Taburu- nun Doktoru Filistin Fransız Müfrezes ALINMIŞ Osmanlıların başına kakılan büyük cinayetler, onların Hıristiyanlarla ilgili olarak geçmişteki kanlı tedbirlerinden kaynaklanıyor. Ama kim, düzeni bozmak ve hatta imparatorluğu yıkmak maksadıyla, Avrupalı hükümetlerin onları kendi tutkularının bir aleti yapmalarından evvel, bağımsızlaşmak konusunda hiçbir arzusu ve fikri olmayan bu toplulukları, onlara karşı kim ayaklandırdı? Rusya, önce Yunanlıları, sonra Sırpları (Eskiden papadan kaçmak için kendi isteğiyle sultanın egemenliğini kabul eden Sırpları), daha sonra Bulgarları (1 828’de hğl kendi uyruğunu bilmeyen) ve en sonunda da Ermenileri, kendi casusları ve kışkırtıcı ajanları haline sokmadı mı? İngiltere, 19.yüzyılın ortasında kendi diplomatik hesapları için Lübnan’da, Marunilerin yok olmasına sebep olan bir savaş başlatmadı mı? Fransa ve İngiltere, Rusya’ya dostluk olsun diye, Türklere, Ermeni katliamları için hafifletici nedenlerden yararlanmaları durumunu sağlamadılar mı? 1897 tarihli bir İngiliz kitabı resmen Osmanlı hükümetini, yabancı kaynaklı bir komite tarafından yönetilen ve kontrol edilen bir avuç ihtilalcinin çılgın ve canice entrikalarıyla ilgili olarak aklamış. . .Ve barış zamanında sadece üzülecek bir iç politika olayı olarak bakılan bu durum savaş zamanında onarılamaz bir insan hakları ihlali 80


durumuna getirilmek isteniyor. Türkler, bizim ahlakımızın yapmacık olduğunu söylemekte haklılar! Bizi haksızlık yapmakla suçlamalarının daha başka ve daha önemli sebepleri var. Bizim, dört asır önce papalık elçisinin şu 51.”L’OEUVRE” GAZETESİNDE, 5 ŞUBAT 1920’DE ÇIKMIŞ DİKKAT ÇEKİCİ BİR MAKALEDEN BİR PARÇA 124 125 korkunç özdeyişiyle, Macarların Osmanlılara karşı giriştikleri savaşı alevlendirmesini aynen devam ettiren bir tutumu Fransa’nın izlediğini söylemelerinde bir gerçek payı var. “İnanmayanlarla, imansızlarla görüşmek bir günahtır; bunu tartışmak, incelemek ise daha büyük bir günahtır.” 31 Ekim 1918 Ateşkes anlaşmasına hem Türkleri, hem de kendimizi mecbur ettik. Bu anlaşmanın yirmi beşinci maddesini temkinli ve hatta biraz sertlikle kaleme almak elimizdeydi. Ama bir kere imzalandıktan sonra bu maddeler, mağlupların yükümlülüklerini olduğu kadar, galiplerin haklarını da sınırladı. Halbuki, biz haklarımızı, sadece Türkiye’de anlaşmanın anarşik etkilerini on dört aydan daha fazla uzatarak değil, aynı zamanda Izmir’i, Osmanlıların en adi düşmanları olan Yunanlıların hiçbir sebep ve tahrik olmaksızın işgal etmelerine müsaade ederek, kötüye kullandık. Bu kötüye kullanmalar, Türk milliyetçiliğinin uyanmasına sebep oldu veya daha kesin konuşursak Türk Milliyetçiliğini oluşturdu. Bugün durumun daha kötüye gitme ihtimali söz konusu. Bay Lloyd George, en bilgili çalışma arkadaşlarının, ona tehlikelerini göstermelerine rağmen şöyle bir projeyi gerçekleştirmek istiyor. Istanbul’dan, Osmanlı hükümetini atmak ve NapolĞon’ un “Dünyanın anahtarı” dediği bu başkenti zaptetmek. Böyle bir soygun, büyük bir politik ihtiyatsızlık, bir felaket, büyük bir haksızlık olurdu. Osmanlılar, Başkan Wilson’un Prensiplerinin 14’ncü maddesi olan şunu ileri sürü - yorlar.”Şu andaki Osmanlı İmparatorluğu’nun, Türk bölgelerinin bağımsızlığı hiç tartışmaksızın garanti altına alınmıştır.” Bu kesindir. İstanbul’un Türk olmadığını, bütün Türklerin bağımsızlığı için hayati bir organ olmadığını kim iddia edebilir? Osmanlı imparatorluğunu “ihtiyatlı bir ekonomik ve ar himaye altına almak” İşte müttefiklerin görevi budur. ıu başkentinden yoksun bırakmak ve bu dolambaçlı yolla onu vallı bir harbarlığın içine atmak ve bunu sadece. düşmanrımızın arasında silahı eline bir saldırı amacıyla almayan tek işmanımızın, mağlup devletlerin en zayıfı olması sebebiyle ıpmak. insan haklarını ihlal etmek demek olurdu.” 81


Charles SAGLIO 52. BİRKAÇ BAŞKA TANIKLIK Bunu takip eden mektupları yayınlamakta tereddüt ettim. 3erçekten de. düşman (Ermeni veya Yunan olsun) şunu söylenekten geri kalmayacak: “Eh! Bu konuda tüm sahip olduğu au!” Buna rağmen. bütün bu mektupları yaymlamak. bu kitabı çok uzun ve can sıkıcı hale getirmek olurdu. Ama belki de hiçbirini yayınlamamak daha mı iyi olurdu? Ve ayrıca, şunu ya da bunu seçmek neden? Hepsi de güzel olduğuna ve birbirlerine benzediklerine göre. aralarında seçim yapmak ne kadar zor! İşte size şu an için adını veremeyeceğim, çünkü hl İstanbul’da görevde olan bir subayın mektubu: “Komutan 1m. İstanbul. 10 Mayıs 1919 Bütün kalbimle. kendimi. sizin ü cömert sayfalarınızda bahsettiğifliZ doğu ordusundaki subaylar lıstesine ekliyorum. Siz. bizim tümümüzün düşündüklerini söylüyorsunuz ve sözleriniz bazı Paris gazetelerinin çok kolayca kabul edip yayınladığı makalelerin etkisini yıkabilir. 126 127 Fransa’ya dönmüş ararnızdan bir-kaç bin kişinin sonunda sesini duyuracağına kesin bir umut besliyoruz. Ama acaba, bütün Yunan ve ortadoğulu olan şeyleri aşırı beğenmemiz hatasını düzeltebilecek miyiz? Bu Yurianlılara beslediğimiz körlemecesine sempati, bu o eski antik Yunanlılara yakınlaşma isteğirniz ne kadar üzücü, kötü bir hata. Zira onlar artık tamamen başka bir toplum, bir satıcı topluluğu ve yöneticileri de yabancı düşmanı. Türklerin, barış anlaşmasının imzalanmasından önce, Yunan ve Ermenilerin (ki hl Osmanlı halkı sayılıyorlardı) serbestçe bayraklarını dalgalandırmasına karşı, sabırlı ve hoşgörülü olmaları mı lazımdı! Bütün pencerelerde ve birçok kilisede Yunan bayrağı görülüyordu. Ayasofya’ yı minaresiz ve Yunan bayraklarıyla donatı Imı ş halde gösteren gravürler görülüyordu. Yunanlılar İstanbulu fetlıettiklerini mi hayal edi - yorlardı? Eğer burada serbestçe üniformalarıyla dolaşabiliyorlarsa, bunun Fransa’ya çektirilen beş senelik işkence sayesinde olduğunu hiçbir zaman anlayarnayacaklar. Burada bizim zafe - rimiz sayesinde kasılarak dolaşan Yunan subaylarının, sokaklarda bizi selamlamadıkları, yüzsüzce gösteriler yaptıkları, ayrıca bize teşekkür olarakda”Şu aptal Fransızlar” diye hitap ettikleri Fransa’da biliniyor mu ? Burada insan daha inanılmaz şeyler dc görüyor. Daha var olmayan devletlerin bayraklarını. 82


Ermeni bayrağı ve Yahudi bayrağı!... Evet, Türkler hoşgörülü ve sabırlılar! Ve biz Yunanlılarla uzlaşmaya varıyoruz Onlar burada patron olsalar, yabancı düşmanlıkları bizi kapı önüne koymalarını gerektirecek. Bunu da bizim dilimizin ve etkinliğimizin azaltılması ile yapacaklar. Bunu biliniyor muyuz’? Fransa’da bir ortadoğulunun ne demek olduğunu ne zaman anlayacaklar? Burada bir laf var. “ Bir Ermeni’yi kandırmak için beş Yahudi gerekir” derler. Gerçekten de Fransızlar tarafından hiç sevilmeyen Yahudiler, aç gözlülükte üçüncü sırada gelirler. Ticaretteki kurnazlıkta ve utanmazlıkta Ermeniler birincilik, Yunanlılar ikincilik ödülünü alırlar. Yahudiler ise bunların yanında sadece mansiyon ödülü alabilirler. Kısacası, her ortadoğulu, bizim zaferimizden, bizi canlı, canlı yolmak için, istifade ediyor. Burada bizim dürüstlüğümüzü ve iyiliğimizi nasıl sömürüyorlar görmek lazım. Zavallı Türkiye, bu sülüklerle sürekli ilişki içindeyken, zaman, zaman nasıl bir öfkeye kapılıp onları yerle bir etmedi? Komutanım, dilerim ki sesiniz duyulur! Türkler de bizim müttefikimiz olur !..Size büyük bir zevkle söyleyebilirim ki, yürütmüş olduğunuz bu cesur kampanyada, yanınızda bütün Doğu Ordusu subaylarını bulacaksınız. Imza: Komutan X Genelkurmay Başkanlığından Müttefik Ordular Başkomutanı Askeri doktorlarımızdan birinin mektubu, “Bayım, Paris, 14 ekim 1919 Doğuda, Selanik’te, Makedonya’da, Yunanistan’da, Romanya’da ve Bulgaristan’da üç sene geçirdim. Sekiz ay da Istanbul’da. Burada, ülkemizde hiç tanınmayan Türklere destek 128 129 vermek benim göreyim! Bütün kalbinde ve bütün ruhumla söyleyebilirim ki, ben bir tek onlarda doğruluğu, iyiliği ve şerefı buldum. Onlar gerçekten Balkarıların tek beyefendileridir ve bunu burada ifade etmekten çok memnunum.” İmza Doktor Edard Tabur komutanı Richet’nin mektubu, “Doğuda üç yıl ve Istanbul’da altı ay geçirip geri dönerken size, eski dostlarımız Türklerin lehine sürdürdüğünüz ve sürdürmeye devam ettiğiniz kampanyanıza olan hayranlığımın ifadesini sunmaktan çok mutluyuııı. Bana gelince, bir dizi özel ve hoş durum bana Yunan, Ermeni ve Türk ailelerini çok yakından görme ve tanıma fırsatı tanıdı! Hepsini değerlendirme 83


imkanına sahip oldum ve hemen seçirnimi yaptım. Kasım 19l8’de, Kadıköy - Üsküdar’a. bu yerleşim yerinin askeri komutanı olarak geldim. Tam bu dönemlerde, bütün hizmetlerde bir düzensizlik yaşanıyordu. Ayrıca ben, Türk mantalitesini (düşünce yapısını) hiç bilmiyordum. Bu sebeplerle komutanlığımın gereklerini tam yerine getiremiyordum ve gerekli direktifleri tam veremiyordum. Bu yüzden düşüncemi. olabildiğince adaletli olma üzerine yönelttim. Bu yüzden, her yerde, Yunanlılar, Ermeniler ve Türkler arasında birçok kavgalı sorunu çözdüm. Her çeşit toplantılara katıldım, Türklerin, Yunanlıların Ermenilerin yemeklerine katıldım, Türk kadın kornitelerini teşkil eden, çarşafsız, yarı ört(ilü veya baştan aşağı çarşaflı kişilerle sık, sık görüştüm ve sonuç olarak üzülerek gördüm ki, Ermeniler, ahlak olarak katledilecek insanlar. Yapmaya devam ettiğimiz hataları görmekten üzülüyorum. Bunların en büyüğü Istanbul’u Yunanlılara vermek oldu. Onlar da zaten git gide bunu üstleniyorlar. Istanbul’un Türk bölümü. her zaman için en iyi yaşanılan, insanın kendini bir dostluk ve iyilik atmosferinde hissettiği, gürültüden patırtıdan ve sefillikten uzak ve para cüzdanınızın bilmediğiniz kişilerin elinde kaybolması riski olmayan bir yerdir. İstanbulda lisanırnızı bilnıeyen birkaç dostum vardı. Ama tokalaşmaları çok anlamlı ve Perada karşılaşılamayan bir içtenlikteydi. Pera’da sokaklarda her zamanki gibi sadece hırsızlık, hovardalık ve pislik sergileniyordu. Yunanlılar, 1915,16 ve 17’de bizi sırtımızdan vurduklarını, hiçbir zaman savaş haline geçmediklerini ve 1918 eylülündeki hareketlerinin hemen, hemen bir hiç olduğunu unutarak, hayali zaferleriyle böbürleniyorlardı. Halka açık salonlar haline getirdikleri kiliselerinde, düzenbaz fıkirleriyle ürettikleri fetihler ileri sürüyorlardı. Bu barış tapınakları olması gereken yerlerde, nefret ve intikam bağırışlarını duymak insanı şaşırtıyor ve insan, Süleymaniye veya Selimiye camilerinin gölgesindeki tatlı, yumuşak dinlenme yerlerini terk ettiğine pişman oluyordu. Yetenek eksik! iğimden ve konumumun yetersizliğinden bugünkü kadar hiç pişmanlık duymarnıştım. Zira oradayken başladığım ve daha bilinmeyen eserime devam edip bitirmek beni mutlu ederdi. Ermeniler beni sevmeseler dc. Türklerin arasında hl sevildiğimi zannediyorum ve Katolik olmama rağmen Yunan olsun Ermeni olsun Istanbul’un Hıristiyanlarına, onların 131 130 Müslümanlara duyduğu küçümsemenin aynısını duyuyorum. Teğmen Dupuy’un mektubu,

84


Şu an için sadece size, doğudaki arkadaşlarımı izleyerek yarattığınız eser için beslediğim derin hayranhığın ifadesini su - nabiliyorum, vs..vs..” İmza : Richet Tabur Komutanı, No: il, La Tour Sokağı, Paris Yüzbaşı de Courson’un mektubu, “Komutanım, Türkiye’de birçok kez kaldım ve beş ay boyunca Volo üssü’nün komutanlığını yaptım. Sizin Türklere duyduğunuz sempatiyi paylaşıyorum. Sizin gibi ben de onlara karşı politikamızı saçma buluyorum. Şimdiki halde Türklere, İzmir konusunda Yunanlılara yüklenmelerine ve onların pusularına ve taşkınlıklarına misilleme yapmalarına hak veriyorum. Yunanlıların Izmir çıkarmaları sırasında ben Konya ve Afyonkarahisar civarında görevdeydim. Türkiye’nin şimdiki düşünce yapısını iyi biliyorum ve size benim de, sizin gibi savunduğum, cesur Türklerin davasında faydalı olacak birkaç faydalı bilgiyi sunabilmekten memnunluk duyacağım.” İmza : Yüzbaşı De Courson, Le Petit BelAir, Saint-Servan (İlle Et Vilaine) “Komutanım, İstanbul, 2 Mayıs 1919 Hayır, Türkiye’nin davası kaybedilmemiştir. Çünkü buradaki bütün arkadaşlar, bu ülkede sadece Türklerin ilginç kişiler olduğu konusunda hem fikirler. Barış hazırlıklarının imzalanması bize muhakkak ki şu andaki hislerirnizi gösterebilme imkanı verecektir. Biz hepimiz burada aralarında bulunduğumuz Türkler’e çok bağlıyız ve onlara çok büyük sempati besliyoruz..” İmza: Dupuy Deniz teğmen Rollin’in mektubu, Komutanım, Size ödenmesi gereken bir minnet borcum var, zira yaralanıp Türklerin eline düştükten sonra altı ay hastanede geçirdim ve oradaki subaylarla olan ilişkilerimde sizin etkiniz büyük oldu. Bana sürekli sizin haberlerinizi soruyorlardı. Her sınıftan Türk’ün size beslediği minnettarlığı gözlemlerne imkınına sahip oldum. Ne kadar büyük bir ilgi görerek tedavi edildim. Ve Fransa savaşa rağmen ne büyük bir prestije sahip! Türkiye’de, iki kalışım arasında. Fransa’ya döndüğüm birkaç gün boyunca, bir şey beni derinden etkıledi. Fransız gazetelerinde Yunan ve Ermenilerin isteklerınin haklı bulunduğunu gördüm. Halbuki, Türkiye’de Fransız etkisi hakim ve bununla bir tek siz ilgileniyorsunuz.

85


Buna rağmen zannediyorum ki, “Ermeni katliamları” konusunda sizin yazdıklarınız hakkında sizinle hemfikir olması gereken ve Türkiye’yi tanıyan bir Fransız yoktur. 132 133 Bizden öncekilerin, birçok çaba sarkderek yarattığı ve sağlamlığı en kritik zamanlarda görülebilen Doğu’daki eserin böylesine ihmal edildiğini görmek üzücü. Benim Türkiye’deki hoş anılarımı ilginç ve faydalı hulacağınızı düşünürseniz, size bunları göndermekte hiçbir sakınca gönııeyeceğim. İmza: Deniz Teğmen ROLLİN. İstanbul Deniz Üssü Teğmen Louis Antier’nin mektubu, “Kornutanım, Kendi adıma ve birkaç arkadaşın adına size “Ermeni katliamları” üzerine yayınladığınız gözü pek broşür için teşekkür etmeme müsaade ediniz. Şüphesiz ki küstahlığımız büyük ama bu. sizin kitabınız konusunda etrafımızda gördüğümüz tartışmalara mazeret olabilmesi içindir. Muhakkak ki, bu tartışmalar her yerde buradaki kadar sert ve ateşli olmalı. Kimi bu olaya tamamen önyargılarını katıyor, kimileri ise sizi savunmak için vicdanlarının ateşi ve gerçekicrin aşkıyla mücadele ediyorlar. Muhakkak ki bunun yankıları size kadar geliyordur. Ama siz, sizi anlamayan bu aptallardan, sizin yüreğinizi parçalayan bit kötü insanlardan, sizin yürüttüğünüz muhteşem kampanyayı yahancılık olarak yorumlavan zavallılardan, hiç endişelenırıiyorsunuz! Ama belki dc biz size duyduğu- muz saygıyı ve minnettarlığı ifade ederek sizi memnun edeceğiz. Şahsen ben savaş boyunca Doğu’da çok kaldını Türklere karşı birçok önyargıva sahip olarak oraYa gitmenıe rağmen. orada Türklerin sadece iyi ve uygar insaıılar olduğuna ikna oldum. Üstelik Fransa’yı hiçbir art niyet olmadan gerçekten seven bir tek onlar var. Vahşi Bulgar’ın, dalavereci ve gevşek Yunanın yanında, Türkler bütün aileyi ve sosyal faaliyetleri sergiliyorlar. Ermenilere gelince, Balkanların en kötü ırkı onlar. Düzenbaz. gevşek, yalancı yani kısacası iğrenç insanlar. “Ermeni Katliamlarıfldafl” söz ediliyor. Biraz abartarak “Ermenistan’ın kurşuna dizilmesi” tabiri gerçeğe daha yakın olurdu. Mademki katliam denen bir olgu var, şu halde gerçekten bütün katliamları bu kötü ırk olan Ermeniler kışkırtmıştır. Kendilerinin güçlü olduklarını bildikleri yerlerde, haraç kesi - yorlar. halkı sömürüyorlar. Kuvvetsiz buldukları Türkleri öldürüyorlardı. İşte bunlar, yapılan küçük, küçük katliamlar oldukları için, Avrupa’nın dikkatini çekmiyorlardi ama gelin de bunu Fransa’ya anlatın!.. 86


Mektubumu istediğiniz şekilde. ismim ve soyadımla yayınlayabilirsiniz. Sadece daha fazlasını yapamadığıfli için pişmanlık duyuyorum. Türklerle yakınlaşmamdan itibaren, onları seviyorum. Onlar “Kurbanlarında (!) “ eksik olan bütün iyi özelliklere sahipler. Size birbirinin tersi olan iki kişisel olayı anlatmamı ister misiniz? 191 7 temmuzunda Selanik’te kıtamızın kaııtinini idare ediyordum. Bir gün mutfağa sebze satan bır Türk geldı e ben Yunanlı satıcılarımızdan bir kez kurtulduğuma çok sevınerek. ondan satın aldım. Bizim sürekli satıcımız olmayı kabul etti \ e kantinirnizin tanrısı gibi oldu. Bizimle ne büyük bir itmna ile ilgilendiğini tahmin edemezsifliZ. Ayrıca bırakın bizim için yaptığı alışverişlerde fiyat yükse1tmeyi bizim fazla harcama yap134 135 rnaıııamız için becerikliliği ile uzak yerlere gidip daha ucuza alışveriş yaparak, bize daha ucuza mal temin ediyordu. Bu da bütün komşularımızı kıskandırıyordu. Bunun zıttı olan olay ise şu: “Sedcs”te uçuş okulunda bir Yunan subay tanıyordum. Dış görünüşü hoş, tavırları sevimli biriydi ve bize vatandaşlarıymış gibi davranıyordu: Kısacası bir dost! Bana para borcu vardı. Bir gün benim Fransa’ya döneceğim belli oldu. Bir hafta bekledim ve bizimkine rastlamadım. Halbuki önceleri her gün karşılaşırdık. Kafamda hiçbir kuşku kalmaması için ona gideceğimi haber verdim. Defalarca beni aradığını söyledi. Tabii ki, onu hiçbir zaman tekrar görme - dim. İçim rahat etsin diye ona üç kez yazdım. Cevap yok. İşte seçkin Yunanlı ile, halktan Türk’ü kıyaslayın! Kitabınızın çıkması için ne kadar sabırsızlanıyorum! Bu, sizin yüreğinizi parçalayan kişiler için iyi bir manevi infaz olacak: Bütün Türk dostları bunu alkışlayacaklar. İmza : Teğmen Louis Antier, Hava Kuvvetleri, Riviere Sokağı, Bordeaux Suriye’ye dönen, rahibe A nın mektubu, “Paşalar, biz rahibeler ve çocuklara karşı çok iyiydiler. Biri onlara şöyle dedi: “Hiçbir şey görmüyor ve işitmiyor gibi davranıyorum. Ama çok iyi biliyorum ki, Fransızlar, Lübnan’a araç ve gereç sağlıyor, onlara yardım ediyorlar. Bu bir iyiliktir, hiçbir şey demiyorum ve can sıkmak istemiyorum.” Bizim rahibelerden birçoğu, Türk hastanelerinde arnbulanslarda çalıştırıldı ve çok iyi karşılandılar ve çok iyi muamele gördüler. Bütün savaş boyunca Suriye’de oturmuş iyilik sever bir ahibenin topladığı bilgiler, Türkler rahibelerimizi hastanelerinde kullandılar ve onlara ızel bir ilgiyle davrandılar. Bazı yüksek dereceli görevliler, übnan’ın genel valisi Ali Münif Paşa gibi, uzun aylar boyunca ıardım evlerine ve barınaklara ikmal sağladılar. Örneğin “Youk” )ksüzler evi, bütün savaş 87


boyunca hiç açlık soriınu çekmedi. 3uralarda, onları kendi inançlarında ve ibadetlerinde tamamen zgür bıraktılar. Teğmen Xavier François’nın mektubu Saint Louis de Montferrand (Girande), Il Mart 1919 “Cistadım, Bay Georges Cain’den öğrendiğime göre doğudan ona yolladığırn mektuplar sizin ilginizi çekmiş. Özellikle Yunan ve Ermeni terden acımasızca bahsettiğim ve sizin dostunuz Türklerin övgüsünü yaptığım mektuplar. Ben her zaman Türkler’e büyük bir sempati duydum. Ama onları ancak dört senedir, Çanakkale ve Makedonya’daki savaşlardan sonra gerçek olarak tanıdım. Şu andan itibaren bana, onlara “Dostlarım” hatta daha iyi bir ifadeyle “Dostlarırnız” demem için müsaade ediniz, üstadım. Biliyorum ki bir kitap hazırlıyorsunuz. Doğu’dan birçok subay ve askerimiz size izlenimlerini sundu ve ben de buna kendiminkileri katmak isterim... Zaten bunlar dört senedir izlenimden öteye gittiler. Zira sırasıyla bütün Makedonya, Yunanistan ve adalarda. Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Istanbul’da bulundum. 136 137 Teğmen Martin’jn mektubu, Ko m utan 1m, “Figaro” gazetesinde Türkler lehine yaptığınız çağrıyı okudum. Savunduğunuz tezi desteklemek için size şu olayı anlatmak istiyorum. Çanakkale seferiniıı başında, Avrupa yakasındaki şatonun surları içine bir hastane inşa edilmişti. Bir gün Türkler, şatoyu bombalamak niyetlerini bildiren bir mesaj gönderdiler ve hastanenin bunun yakınında Giduğunu bildiklerini ve bombardımandan önce boşaltılması için önceden uyardıklarını belirttiler. Diğer düşmanlarırnızın hiçbirinde bu tü!! bir.mükemmel inceliğe rastlanabileceğini zannetmiyorum İmza : Teğmen Martin Arcochon’da nekahat döneminde Fransız bayanların iki mektubu, Bazı Avrupalı güçler tarafından, Türkiye’de görevlendirilen kışkırtmacı casuslar konusunda, Sultan Abdülhamit zamanında İstanbul’un en büyük Fransız doktorunun kı2ı olan ve hayatının büyük kısmını Türkiye’de ve sarayda prenseslerle beraber geçirmiş olan bir Fransız bayanın gönderdiği rnel<tuba bakın: “Sultan Abdülhamit’in saltanatı zaıııanıydı ve Yıldız Sarayı’nda her olan, bitenden ve her konuşul]ndan haberdardık. 88


Kiralık bir kışkırtıcı casus olarak ııanı salmış bir Ermeni piskopos, Van ve İstanbul arasında gidip ge!iyordu. Bu sevgili “Despot” un (Ermeniler öyle adlandırıyorlardı), bu gezilere 138 başladığından itibaren, Ermenistan’da bir kaynaşmanın başladığı gözlenmişti. Ama o zamanki Türkleri bilirsiniz. İyi ve bağışlayıcıdırlar. Hiçbir alçaklık, soysuzluk, hiçbir karakter zayıflığına rastlayamazsınız. Tam tersine çokça ihmalkürlık ve yavaşlık bulabilirsiniz. Uzun sözün kısası, o her zaman ki tabirleri “Bakalım, görürüz”ü kullanırlar! Buna rağmen bir gün işin aslı ortaya çıktı. Bizim “Despot” Avrupa’da ses getirecek gerçek bir isyan çıkartmak için, İngilizlerden para alıyormuş. Böylece Ermeniler, birden bire Müslüman çocuklarını boğazlamaya başlamışlar ve tamamen doğru bir ayrıntı olarak, onları masaların üstüne serip, sanki bir kasap dükknındayrnış gibi, Türk ve Kürt çocukların etlerini satmayı önermişler ve bunu yaparlarken de şöyle bağırıyorlarmış: “Türk eti var, domuz eti var!” Bundan sonrasını söylememe gerek yok. Siz Türkleri iyi tanırsınız. Bundan sonra kendilerine hakim olamadılar. İşte bu dönemde büyük bir Kürt liderin oğlu ve kızı saraya getirildi. Sultan’a sundular ve biri selamlığa diğeri ise harenıe kondu. İşte bu entrikaların tehlikeli sonucu.’ Hayatının hemen hemen tamamını Türkiye’de geçirmiş ve özellikle savaş sırasında ilişkisini kesmemiş bir başka Fransız hanımın bana ilettiği hikaye: “Bu olayları bana, o zamanlar orada kurulu olan Ermeni öksüzleri yurtlarıyla uğraşan ciddi ve zeki bir Ermeni hanımı anlattı: Her yerde, Türk ailelerde bulunan ve bulunabilecek Ermeni çocukları geri alınmak üzere arandı. 139 Abdülhamit’in Oğlu olan prenslerden birinin hareminde genç bir kız ortaya çıkarıldı. Geri istemeye gidildi ve o hemen gitmesi için serbest bırakıldı. On beş yaşındaydı ve prense on yaşındayken getirilmişti. Ona her zaman mükemmel davranı Idı. Hıristiyan ismi olan, “Isabelle” ismini hep muhafaza etti. Ona din değiştirmesi için hiç baskı uygulanmadı. Ona saygı gösterildi ve kusursuzca yetiştirildi. 0 giderken herkes üzüldü ve onu götürmek için araba tutuldu ve parası ödeııdi.( 0 zaman araba kiralamak çok pahalıydı.) Ertesi gün öksüzler yurduna, içinde elbiseler, kumaşlar, çamaşırlar ve ayrıca güzel mücevherler bulunan bir çeyiz sandığını beraberinde getiren zenci bir hamal geldi. Bunlar onun içindi, onu donatmadan, çocukluğunun evini terk etmesi istenmemişti. İşte Türkler! Bu hoş ayrıntıya dikkat ediniz. Bu işlem ertesi gün olmuştu. Herhangi bir baskının etkisiyle değil, ama tamamen saf iyilikle ve cömertlikle yapılmıştı. 89


Bu hikaye bana bizzat, kızını öksüzler yurdundan almış olan Ermeni bayan tarafından anlatıldı. Muhakkak ki Türklerin dostu olmayan bu Ermeni hanım, haklı olarak, kardeşlerinin katledilmelerini unutamadığını ama buna rağmen her gün karşılaştığı incelik ve soyluluk dolu olaylara da hayranlık duyduğunu ekliyordu.” Doktor Leremboure’un mektubu, “Komutanım, Doğu ordusunda üç sene cerrah olarak bulundum ve Makedonya’nın hemen hemen her yerinde sivil halka hizmet verdim. Sonuç olarak şu kanıya yardım: Türkler doğudaki “bize en yakın” toplum. Onların arasında her yere gittim. Biz Fransızlara her yerde aynı saygıyı, dürüstlülüğü, nazikliği gösteriyorlar. Ender bulunan bir şey. Her zaman sunulan ufacık bir hizmet için aynı minnetkrlığı sergiliyorlar ve bunu sevimli incelik jestleriyle gösteriyorlar. Onların dışında doğuda benzer duygulara sahip insanlar ararsanız boşuna uğraşırsınız! Makedonya’da en ufak köyde bile Türk egemenliği isteniyor ve rastlantı eseri dürüst Yunanlılarla karşılaşılınca, onlar da aynı şeyi söylüyorlar. Siz Türklerin büyük dostusunuz çünkü onları tanıyorsunuz. Şimdilerde birçok Fransız da onları tanıdı. Ama Yunanlıları da tanıyorlar ve Doğu ordumuzda, bunların yanında yer alacak bir Fransız askeri yoktur. Tek başına sesini yükseltmeye cesaret etmiş olan sizin arkanızdan biz de hep beraber geliyonız. Ancak endişeyle kendi kendirnize sormadan edemiyoruz. Acaba, Yunanlıların, Ermenilerin, ortadoğuluların ve bu tip diğer yabancıların lehine, doğuda Fransızların tek dostu olan bu toplumun, can çekişip yıkılmasına göz mü yumacağız? İmza : Doktor Leremboure, 39, Colle de Prim, Saint-Sebastien Tunus’ta sağlık servisi müdürü doktor Guegan’ın mektubu, “KomutanııTı, Çanakkale’deki yaralılarımızın Tunus’a gelmeleri esnasında ben yeniden servise gelrniştim ve “Belvedere” askeri hastanesi- ni idare ediyordum. Başkomutanlıktan, yaralılarırnızın Türk 140 141 ambulanslarında nasıl muamele gördüğüne dair bir anket yapmamız emrini aldık. Cevap ortaktı. Hepsi Osmanlı hastabakıcı lar taratndan mükemmel bir bakım görmüşlerdi. Subaylar. gördükleri ilgiyi öve öve bitirerniyorlardı. Yaralılardan çoğu sözlü ifadelerle yetinirken aralarından bazıları bana yazılı ifadeler vermek istediler. Size gönderiyor olduğum bir tanesini aralarından, basitliği ile aynı zamanda çok anlamlı: 90


sonu itibariyle hiçbir kuşkuya ve anlaşılmazlığa yer vermediği için seçtim. Artık Türklerin katliamcılığı ve Ermenilerin masum kurbanlar olması üzerine oturtulmuş efsanelerin sona ermesi zamanı geldi. Ama, maalesef! Her zaman efsaneler yıkılır mı? Size sunuyorum komutanım.” İmza: GueganTunus Sağlık Müdürü Bay Doktor Guegan’ın kaleme aldığı dokunaklı mektubu, imla hatalarıyla beraber aynen iletiyorurn: ‘Akşam sekiz sularında dördüncü kez yaralanmıştım. Hemen yere düştüm. Tekrar hareket etmek için yaylım ateşinin yavaşlaniasını bekledim. Daha sonra yaklaşık 80 metre dirseklerimin üzerinde süründüm ve orada içine saklanacağım bir çukur buldum. Orada ortalığı kasıp kavuran mermi ateşi altında 2 mayısı 3 mayısa bağlayan geceyi geçirdim. Sonunda öğleye doğru ortalık az da olsa sakinleşmişti ve beıı yorgunluktan bitniiş bir halde çukurdan çıktım. Yaklaşık 100 metre ilerledikten sonra bayılmışım. Kendime geldiğimde yanında başka bir Fransız yaralı götüren bir Türk’ün geldiğini gördüm. Onları çağırdım ve benim yanıma gelip oturdıılar. Türk’ten su istedim. Fakat onda da su yoktu, ancak gidip bulacağını söyledi ve yaptı. Bir süre sonra yanında iki bidon su taşıyan bir başka Türk’le geri geldi. Bir tanesini diğer arkadaşa, ötekini de bana verdiler. Bunun yanında şeker ve iki adet sigara da verdiler. Biraz dinlenmiştik, bunun üzerine Türkler tehlikede olduğumuzu ve gitmek gerektiğini söylediler. Ama ben onlara yaralı olduğumuzu ve yürüyemediğimizi hatırlattım. Hemen bizi sırtladılar ve Fransız sınınna doğru yol aldık. 0 sırada Senegalli askerler tarafından görüldük ve bir çavuş eşliğinde dört sedyeci geldi. Türklerin elini sıkarak ayrıldık. Bizi sedyeye yatıran Senegalliler bizi 135 .Taburun ilk yardım bölümüne götürdüler. İşte böylece Türkler hayatımı kurtarmış oldular. İmza : Michenaud Marcel 135.Piyade Alayı, 3.Tabur, 9.Bölük Bu metinlere burada son vermek istiyorum, aslında bunları çok daha fazla uzatabilirim. Zaten bunları seçmedim sadece aralanndan rastgele aldım. Bana öyle geliyor ki hepsinde samimi ve ikna edici bir vurgulama, bir anlatış biçimi var. Daha fazla bilgilenmek isteyenler Türkiye’den dönmüş savaşçılanmızdan herhangi bir tanesine danışabilir. Ben önceden, onlara gelecek cevaplardan eminim. Bu tip tanıklıkların, ifadelerin yanında, kandırılmış ya da parayla satın alınmış, Doğu’ya hiç ayak atmamış ve sevgili Fransa’mızın direkt olarak aleyhine çalıştığına inandığım birkaç küçük gazetecinin hakaretlerinin ne değeri olabilir! 143 91


142 53. DOĞU POLİTİKAMIZDAKİ UZUN APTALLIKLAR SERİSİNİN ÜSTÜNE TUZ BİBER DÖKEN BİR BARIŞ ANTLAŞMASI Doğu’daki olaylar hakkında iki senedir basının bize sunmaya cesaret edebildiği şaşırtıcı yalanlar konserinin ortasında bazen rastlantıyla da olsa gerçekler de yazılabiliyor. İşte geçen gün nasıl bir mucize oldu da pek de Türkiye taraftan olmayan “Le Temps- Zaman” gazetesinde bu makale - lerden biri yayınlandı: “ERMENİSTAN’DAKİ MÜSLÜMANLAR, Batum, 24 Temmuz Ermenistan’daki Müslümanların durumu kritikleşti. Müslümanlara karşı, Erivan hükümetinin ve “Daşnak” partisinin girişmiş olduğu toplu kıyımlar, son iki ayda yenilenen katliamlar ve vahşilikler, oradaki son Müslümanlann da, ocaklannı ve her şeylerini terk ederek İran’a kaçmalarına yol açtı. Ermeni hükümeti, Kars kazasında Müslümanlar ve Yunanlılar tarafindan terk edilen ürünlerin kaydını yapmak üzere özel bir komisyon oluşturdu. “Zangibazar” kazasında, haziranın sonlanna doğru, yirmi kadar Müslüman köy, top ateşiyle yıkıldı ve bu köylerin halkı katledildi. İçinde bullınduğumuz günlerde, Kafkaslardan öte bölgelerdeki Müslüman halk, Ermeniler ve Bolşevikler arasında zapt edilmiş haldeler. Mültecilerin dışında kurbanlann sayısı, birkaç on bini aşıyordu.” Türkler hakkında anlatılan hiküyeler insanları öylesine körleştirmiş ki, bu önemli ve beklenmedik açıklamalar her şeye rağmen hiç kimseyi düşünmeye sevk etmemişti. Boğazına bıçak dayanmış olan Türkiye, İngiltere ve Yunanistan tarafından hazırlanmış ve Fransa için çok zararlı olan bu tuhaf anlaşmayı imzaladı. Diğer saçmalıklann yanında bu anlaşma ayrıca, iki suç ortağı İngiltere ve Yunanistan’ın İstanbul ve boğazları ele geçirmelerini önceden onaylayan komik bir paragraf da içermekteydi: “Osmanlı hükümetinin antlaşmayı imzalamayı red etmesi durumunda, hatta daha da ileri giderek, Anadolu’daki otoritesini sağlayamaması ve antlaşmanın gereklerini yerine getirememesi ihtimalinin ortaya çıkması halinde, müttefikler Türkleri Avrupa’dan, hem de bu sefer tamamen atabilecekler.” Saldırgan iki ülkenin, İngiltere ve Yunanistan’ın diplomatlan, kendilerinin sebep olduğu ve yaptıklan zulüm yüzünden devam eden Anadolu’daki isyanın dindirilemeyeceği ve bu konuda Sultanın otoritesinin de yetersiz kalacağı konusunda ne kadar da bilgisizlerdi! 92


Ve Türkiye’nin zavallı delegeleri antlaşmayı imzaladılar! Zaten başlarında uzun zamandır İngiltere tarafindan satın alınmış kalleş bir prens vardı! İmzalamakla kalmadılar, ayrıca konferansa katılanlar tarafindan ki aralannda maalesef ki çok sayıda Fransız da vardı, suratlarına en ağır yalanlar da haykırıldı, onlar da yutmak zorunda kaldılar! “Türkiye, yarım asırlık güvenilir dostları olan kuvvetlere açık bir ihanetten dolayı suçludur.”denildi onlara. Ah! Gerçekten! Mısır’ın alınması, Tunus’un alınması, 144 145 Trablusgarp’ın alınması ve Balkan savaşı sırasındaki aptalca hakaretler ne kadar dostluğun kanıtı, değil mi? Türkiye savaşa hiçbir sebep olmadan girdi” dediler konferansa katılanlar. Ah! Gerçekten mi? Peki 1913’te, Fransızların Ruslara İstanbul’u ve boğazları bırakmaya söz vermesinin af edilecek bir yanı var mıydı, yoksa sadece küçük masum bir şaka mıydı?... Bundan başka konferansa katılanların zavallı Türk delegelere verdikleri cevaplar bir yığın utanmazca yalan ve saçmalıktan ibaretti. Doğu’daki işlerin nasıl bir şaşırtıcı cahillikle ele alındığının kanıtı olan ve ne milletleri ne de kazanılmış hakları tanımayan bu yürekler acısı kargaşadan sadece savaş doğabilirdi ve sevgili Fransa’mız sadece Ortadoğu’daki mükemmel durumunu sonsuza kadar kaybetmekle kalmadı aynı zamanda daha da üzücü olarak günümüze kadar aşağı yukarı kusursuz kalmış ulusal tarihimize, Polonya’nın paylaşılmasının Rusya’nın şerefinin lekelenmesinde olduğu gibi, temizlenemez bir leke düştü. Maalesef! Bu ölümcül antlaşmanuı, İngiltere’nin satın aldığı sadakatsiz vezir tarafindan imzalandığı haberinin Istanbul’a gelmesi ile Türkiye yasa boğuldu ve gazeteler karaya boyandı! Ne yazık! Ne yazık!.. .Oh! Sevgili Fransa’mız ona da peçeyle örtünmek ne kadar iyi giderdi!... 2OO2O6YOO01 -2468 146

93


Dr. Tuğrul BAYKENT: 1946 yılında Akşehir’de doğmuştur. İlk, orta ve lise öğrenimini ülkemizin çeşitli kasaba ve şehirlerinde tamamlamıştır. 1967 yılında Harp Okulunu, 1997 yılında Kara Harp Akademisi’ni bitirmiştir. 1982 yılında Silahlı Kuvvetler ve Milli Güvenlik Akademilerini bitiren Tuğrul BAYKENT, 1991 yılında Ankara Üniversitesi Türk inkılap Tarihi Enstitüsü Doktora Programını bitirerek, “Yakın Çağ Türk Tarihi Doktoru” unvanını almaya hak kazanmıştır. 1993 - 1994 yıllarında Gülhane Askeri Tıp Fakültesi’nde ve 1998-1999 yıllarında Bilkent Üniversitesi’nde Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Öğretim elemanı olarak çalışmıştır. 1998 yılında, Genelkurmay başkanlığı, Askeri Tarih ve Stratejik Etütler (ATASE) Başkanlığı bünyesindeki “Türk Silahlı Kuvvetler ATATÜRK Araştırma ve Eğitim Merkezi” Genel Sekreterliği’ni yapmış ve kendi isteği ile emekli olmuştur. Çok sayıda makalesi çeşitli kitap, dergi ve süreli yayınlarda yayınlanmış olan Tuğrul BAYKENT, Fransızca bilmektedir. Evli ve bir çocuk babasıdır. ISBN 975-17-2477-5 TzTzJ 1.300.000 TL

94


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.