S.Y. Baydur: Dil ve Kültür

Page 1


Nurer U�URLU başkanlıQında bir kurul tarafından hazırlanmıştır.

Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Ekim 1999


Doç. Dr. SUAT YAKUP BAYDUR

DiL VE KÜLTÜR

Cumhurlye( GAZETESİNİN OKURLARINA ARMAGANIDIR.



İÇİNDEKİLER Dilimizin tuttuğu yol

. , . . . . . . . . . . . . . . . . . . .9 Osmanlıca-Türkçe . 16 Eski dil anıtları . .. . 20 Osmanlı kafası . 25 Büyü ile gerçek . 29 Türkçenin sindiremediği sözler . . 35 Türkçenin yolu . . . 39 Bir karşılaştırma . 44 Hellence, Latince sözler ve adlar .47 Eski Yunanca ve Avrupa dilleri 52 Ianus başı 57 Türkçede yaşayan Yunanca sözler . 62 Darülfünun'dan Üniversite'ye . . 76 Latince karşısında Avrupa dilleri . 80 Türkçede yaşayan Latince kelimeler . 85 Düzeltelim 90 Dil nedir, ne değildir? 93 Üçlü dil üzerine . . 95 Bir dilin zenginliği . , . . . . . . . . . . . . .98 Divan musikisi 1 02 Savaş sakatlığından mallll gaziliği 1 05 .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

5


Vatandaş, Türkçe konuş! . . . . . . ... . ... . .......1 07 Nesillerin anlaşamaması . . . . . . ..... ....... . 1 09 .

.

Osmanlıcanın çöküşü, Türkçenin kurtuluşu ....

.

.

1 12

Terimler e dair .... . ... ..... . ..... .. . . . . . .. .1 16 .

Avrupa kültürü ve biz, 1 ......................l 2 1 Avrupa kültürü ve biz, il . . ...... . .... . . . 1 32 Batı kiiltiiriinün ortak kelimeleri karşısında biz ve başkalar ı . ... . .. . .... . ... ........ . 1 35 Dilde zevk . . ... .. . ... . ... .. . ... . .. . . 1 40 Meletos ve dil davası . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 42 Dil konuşmaları ............................ l 46 Doç. Dr. Suat Yakup Baydur . . .. . .... . .. . . . 1 5 3 Doç. Dr. Suat Yakup Baydur Bibliyografyası ... . 1 5 5 .

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

6

.

.


DİL VE KÜLTÜR

7



Bir Filolog Gözüyle

DİLİMİZİN TUTTUGU YOL Demokrasimizin ge lişmesiy le doğduğu an laşı lan bir ser­ best lik le son zaman larda mes lek ve görüş bakımından çeşit li kimse lerin gazete lerde Türle di li yahut lisanı üzerine yazdık­ ları maka le ler le karşı laşıyoruz. Di l üzerine yazı larını okuduk­ larım arasında bir fi lo loğun yahut bir di l bi lgininin bu lunma­ yışı bana bu eksiği tamam lamaya ça lışarak mese leyi bir filo­

log olarakgeniş okuyucu yığınının gözü önüne sermek kara­ rını verdirdi. Şimdi bu karara uyarak, hep bir likte di l mese le­ mizi gözden geçire lim. Di l inkı labını başarmak vazifesini omuz larına yük len­ miş o lan Türk Di l Kurumu'nun ça lışma larına geçmeden ön­

Dil inkılabı di­ ye bir bir inkılaba lüzum var mı? 2. Dil inkılabı yapmakiddi­ asıy la dilin tabii gelişmesine müdahale caiz mi? Önce birinci suali e le a la lım: Osman lıca adını verdiği­

ce çözmek liğimiz gereken iki esas soru var: J.

miz di lde di l inkı labından çok daha önce leri bir Türkçe leşme cereyanının başgöstermiş o lduğunu görüyoruz. Bu cereyan mi lliyet şuurunun uyanmasıy la kuvvet leniyor. Türkçede aynı işi gören ke lime ler ve ek ler konuşma di limizde ve Anado lu ağız larında yaşamakta o lduk ları ha lde yazı di limizde neden her mefhum için biri Arapça, öteki Farsça, bir başkası Türk-

9


çe olmak üzere üç kelimemiz olsun, Türkçe cemi şekli yanın­ da neden Arapça cemi şekli, Türkçe terkipler yanında Farisi­ ler bulunsun ve bunların yabancıları yazı dilinde tercih edil­ sin, deniyor.Aynı gelişmeye Avrupa dillerinde de rastlıyoruz. Avrupa dilleri ilim dili olan Latincenin boyunduruğundan ken­ dilerini kurtardıktan sonradır ki bir Fransız, bir Alman ilim di­

li doğuyor, artık Alman, Fransız bilginleri Latince yazmaktan vazgeçerek eserlerini kendi dilleriyle yazıyorlar. Bugün Av­ rupa'nın ve dünyanın en zengin dillerinden biri olan Alman dili daha Leibnitz zamanında o kadar geri idi ki bu Alman fi­ lozofu eserlerinin hemen hepsini Fransız ve Latin dilleriyle yazmıştır. Osmanlıcanın Türkçeleşmesi yanında bir de batı te­ siri altında, Avrupa dillerindeki, en başta Fransız dilindeki mefhumları karşılamak ihtiyacı karşısında yeni yeni kelime­ ler doğuyor, bugün birçoklarının kullandığı tabirle, yeni yeni kelimeler "uyduruluyor ". Ne tuhaftır ki, malzemesini Arap­ ça ve Farsçadan alan bu kelimelerin ve ıstılahların "uydurma" hatta "yanlış uydurma" kelimeler olduğunu unutan yahut bil­ meyen birçok kimseler "uydurma dil olmaz" feryadıyla dil inkilabına karşı cephe almaktadırlar. Bunlara göre Türkçede, Arapça, Farsça kelimelerle "uydurma dil" yapılabilir, fakat Türkçe kelimelerle "uydurma lisan olmaz." İşte Avrupa medeniyeti ve kültürüne yaklaşma ve milli­ yet şuurunun uyanmasıyla dilde kendini gösteren bu gelişme Cumhuriyet devrinde "dil inkılabı" şeklini alarak Türk Dil Ku­ rumu 'nu doğuruyor. Böyle bir inkılabı zaruri kılan sebepler şunlardır: 1 . Türkler lslam medeniyeti çevresi içinde iken do­ ğan Osmanlıca, Türkler bu medeniyetten ayrılıp Avrupa me­

deniyeti çevresine girdikleri zaman karşılarına çıkan yeni mef­ humları karşılamaya yetmemiştir; her sahada, tıpta, tabii ilim-

10


lerde, hukukta, fe lsefede di limize yığın la giren Fransızca ke­ lime ler bu ihtiyacın en açık bir de li lidir. Bundan on beş yı l ön­ ce yazı lmış birçok fe lsefe kitap ları içindeki Fransızca ıstı lah­ ların bo lluğu şaşı lacak derecededir. 2. Latin harflerinin kabu­

lü i le

Arapça ve Farsça'dan a lınma ke lime lerin yazı lışında ve

okunuşunda karşı laşı lan büyük zor luk lar (bi lhassa ayın, hem­

ha­ kim (yargıç) i le hakim (bi lge) ke lime lerinin ayn ayn şey ler o l­ duğunu an latmak güç bir iştir. 3. Mektep lerden Farsça ve Arapça ders lerinin kaldırılması i le Osman lıcanın yeni nesi l ze ve uzun ses li ler le yazı lan lar). Bugün bir üniversite liye

için an laşı lmaz bir ha le ge lişi, genç lerin aynı kökten ge len Arapça ke lime ve ıstı lah lar arasındaki bağ lı lığı görememe le­ ri. 4. ·Mevcut ıstı lah ların eksik, sistemsiz o luşu, Avrupa kü l­ türünün tesiri a ltında gittikçe daha kuvvet li o larak kendini gösteren mefhum ve ke lime ihtiyacı. Di limize yığın la girmiş ve girmekte o lan Fransızca ke lime ler i le son zaman larda so­ ku lmaya baş layan İngi lizce ke lime ler

(spiker, lider vs.) bunu

açıkça gösteriyor. 5. Ha lka yak laşarak Anado lu ağız larında ya­ şayan, konuşma di linde ku llanı lan ke lime leri yazı di line a la­ rak sokmak, ıstılahları sistemleştirmekarzusu. Bu şeki lde da­ ha önceki ge lişme ve son inkı lap lar göz önünde tutu lunca öte­ ki inkı lap lara muvazi o larak bir di l inkı labı yapı lmasının ne kadar lüzum lu ve yerinde o lduğu açıkça kendini gösterir.

ikinci suale gelince, birtakım lan di limizin

zaten sade leş­

mekte o lduğunu, zor lamaya, dev letin işe karışmasına lüzum o lmadığını söy leyerek

müdahaleyi reddediyorlar.

Böy le ko­

nuşan lar birbirinden ayn tutu lması gereken iki şeyi birbirine karıştırıyor lar: Mektep lere soku lan

edebiyat dilimiz.

terimler i le konuşma ve

Dev let müdaha lesinden ya lnız birinci kısım

için bahsedi lebi lir; dev let hiçbir vakit gazete lerin, edebi eser-

11


lerin, mektup ların di line müdaha le etmemiştir. ( İsteyen iltica edendiye yazar,isteyen sığınan.) Müdaha leyi kabu letmeyen­ lere göre, terim ler ortaya konma lı, öğretmen ler ve öğrenci ler

mü­ selles-i mütesaviyüladla desin, isteyen eşkenar üçgen, isteyen esabi, isteyen parmaklar. Bunu istemek öteki inkı lap lar yapı­

bun ları ku llanıp ku llanmamakta serbest o lma lı: isteyen

lırken şöy le demeye benzerdi: isteyen şapka giysin, isteyen fes, isteyen Latin yazısıy la yazsın, isteyen Arap harfleriy le, iste­ yen medeni nikah yaptırsın, isteyen imam nikahı; zaten kıya­ fetimiz de Avrupa lı laşıyor, eskisi gibi şa lvar giymiyoruz,adet­ lerimiz desen, on lar da Avrupa lı laşıyor, tabii ge lişmeye mü­ daha leye ne lüzum var?

Şimdi Dil Kurumu 'nun çalışmalarına geçelim.

Önce

"Güneş-Di l teorisi "nin ortaya atı lışı, Avrupa di llerindeki bir­ çok ke lime lerin ası llarının Türkçe o lduğunun ispatı, öte yan­ dan

arası-ulusal tarzında

("internationa l" karşı lığı o larak)

"ifrat ve propaganda gü­ rültüsü " devresi diyebi leceğimiz bir devreden sonra i lmi sis­ tem li ve metodlu çalışmaya geçi ldiğini görüyoruz. Birçok der­

acayip ke lime lerin kuru luşu gibi bir

leme ler ve söz lük ler, tarama lar bu fayda lı ça lışmanin meyve­ leridir. Bun larda hiç şüphesiz yan lış lar, eksik ler var.Bununse­ bebini tutu lan yo lun yan lış lığında deği l, başarı lacak işin güç­ lüğünde, di lci o larak yetişmiş kimse lerin az lığında arama lı­ dır. Terimleriçin de aynı şeyi söy lemek mümkün. Bun lar ara­ sında pek isabet li o lmayan lar, yan lış kuru lmuş o lan lar, ku la­ ğa hoş ge lmeyen ler bu lunabi lir, bun lar üzerine münakaşa edi­ lebi lir. Terim lerin ace leye ge ldiği, bun ların daha geniş ve da­ ha esas lı bir hazır lıktan sonra yapı lma ları gerektiği söy lene­ bi lir. Okul,

savunmak, genel, kutsalke lime lerine

itiraz edi le­

bi lir. Fakat nesi llerin birbirini an lamadığı, Türkçenin fakir leş­ tiği feryat larının doğru o lduğunu kimse iddia edemez.

12


Şimdi terimler işinde tutulan yolun doğru olup olmadı­ ğını anlamak için başka imkanlar var mıydı, vardıysa neler­ dir, onları bir araştıralım. Hatıra şunlar geliyor:

1 . Yol: Osmanlı dilini olduğu gibi alıkoymak,

yeni mef­

humları Osmanlıcanın kelimelerini üreterek karşılamak, es­ kiden olduğu gibi Arap ve Fars dillerine başvurarak terimle­ ri sistemleştirmek, zenginleştirmek, yani

Osmanlıca ile benimsemek.

Avrupa kültürünü

Bu halde, Arapça ve Farsça ders­

lerini diriltmekten başka çare yoktur; tam olması için ya ye­ niden Arap harflerini almalı yahut Latin alfabesini genişlet­ melidir. 2. Yol:

Gene Osmanlıcayı alıkoyup terimlerde, Avru­ Latinceden ve eski Yunancadan fayda­

palıların yaptığı gibi,

lanmak; böylece Türkçe, Arapça, Farsça, Latince ve eski Yu­

3. Yol: Osmanlıcayı atıp terimler için Latince ile eskiYunancanın yar­

nancadan mürekkep bir yazı ile ilim dili elde etmek.

dımını istemek: bu halde eskiden nasıl Arapça ve Farsça oku­ tuluyor idiyse şimdi de mekteplere Latince ve eski Yunanca koymak; bu güç ve uzun hazırlık isteyen bir iş. 4. Yol: Türk di­ linin imkanlarından faydalanmak. Görülüyor ki Türk Dil Kurumu gidilmesi mümkün olan doğru yolu seçmiştir. Bu.işte yanlışlar, eksiklikler, aksaklıklar olmuşsa bunun sebebi bu işin daha uzun zaman beklemeye ta­ hammülü olmayışında, bu güç ve büyük işi başaracak bilgili, yani Avrupalıların geliştirdikleri dil bilgisinin usullerini bilen dilcilerimizin sayısının pek az olmasında aranmalıdır. Dil Ku­ rumu'nun kusurlarından biri ve belki de en büyüğü çalışmala­ rında tuttugu yolu geniş okuyucu yıgınına anlatamaması, orta­ ya attığı kelimelerin

hesabını Türk aydınlarına vermemesidir.

Bu yapılmış olsaydı yeni kelimelerden birçoğunun "uydur­ ma" olmadığını, yeni kurulan sözlerin Türkçenin yapısına uy-

13


gun olarak kurulduğunu anlayan birçokları bu kelimeleri daha kolayca benimseyecekler, yadırgamayacaklardır. Misal olarak şu nitelik kelimesini alalım. Nitekim sözü hepimizin bildiği bir sözdiif, nite "nasıl" demektir, buna göre nitelik "nasıl-lık" de­

Qualitat, İn­ gilizce quality kelimelerinin aslı olan Latince qualitas (qualis =nasıl) kelimesinin tam tercümesidir. Buna göre nitelik bir şe­ yin nasıllığı, nasıl oluşu 'dur; keyfiyet (1) daha mı güzel, daha

mek oluyor ki bu da, Fransızca qualite, Almanca

mı manalıdır? Bu şekilde kelime üretme yalnız bizde görülen bir şey değildir. Aynı şeyi Romalılar eski Yunan felsefe ve dil­

accu­ satifin Latince aslı olan accusativus eski Yunanca aitiatike'nin, Fransızca cas kelimesinin aslı olan Latince casus eski Yunan­ ca ptosis' in tercümesidir); Alman bilginleri Alman ıstılahları­ nı yaratırlarken aynı çareye başvurmuşlardır: İngilizce trans­ lation "tercüme " sözÜnün aslı olan Latince translatio'nun Türkçesi karşıya-taşıma. demektir, Almanlar bunu "karşıya­ koyma", "karşıya-geçirme" manasına gelen Über-setzung ke­ bilgisi ıstılahlarını karşılarken yapmışlardır (Fransızca

=

limesini kurarak karşılamışlardır. ihtiyaçlardan doğan ve Osmanlıcadan ayrılma, Türkçe­ leşme denilen akıntı bugün o kadar kuv vetlidir ki, muarızları bile kendilerini bu akıntının tesirinden kurtaramamaktadırlar.

Temiz, sade, açık, her türlü boş kelime gürültüsünden kurtul­ muş bir Türk ilim ve yazı dili davasını benimsemiş olanların sayısı bu davayı, devlet müdahalesi olmadan da, yürütecek ka­ dar kuv vetlidir. Dil inkılabı öteki inkılaplara sıkı sıkıya bağ­ lıdır, onlarsız düşünülemez. Osmanlıca, fesle, eski yazıyla, (l) Arapça keyfnasıl demek olduğuna göre keyfiyet kelimesinin kurulu­ şu nitelik sözününkünün aynıdır; biz Türkler "Keyfiniz nasıl?" diye sorarken "Nasılınız nasıl?" dediğimizi düşünmüyoruz.

14


mecelleyle birlikte arkamızda kalmıştır ve bir daha dirilemez. Türkçenin gelişmesine yardım etmek her Türk aydını için bir vazifedir. Bu vazife de "nesiller birbirini anlayamaz oldu", "uydurma dil olmaz" gibi istemezükçü feryatlarla değil, ya­ pılan aksaklıkları, yanlışları göstermek, daha iyiyi, daha gü­ zeli bulup ortaya koymakla yerine getirilebilir.

15


OSMANLICA-TÜRKÇE Bir yazı dolayısıyla* Muhterem Fındıkoğlu! Dil meselesi üzerine yazdığınız makalelerin sonuncusu­ nu, yani Ziya Gökalp' ın ölümünün yıldönümü münasebetiyle yazılanı, baştan aşağı okudum. Düşüncelerinizi doğru bulma­ dığımdan -bu hadsizliğimi bağışlayın- bu satırları yazıyorum. Önce sizin ve benim dil meselesi karşısındaki durumumuzu ay­ dınlatalım. Ben sizin gibi dört değil de başlıca üç "zümre" ka­ bulleniyorum: ranları),

2.

1 . Osmanlıcacılar (Arap ve Fars kelimeleri hay­ 3. Batıcılar

Türkçeciler (Türk diline inananlar),

(başlıca Fransız dili hayranları). Bunlardan birincilere siz "mu­ hafazakarlar'' , ikincilere "devrimciler'', "kurumcular", "öz­ türkçeciler" diyorsunuz. Sizin üçüncü zümreniz olan "kalen­ derler" yahut "yangeldistler" ile dördüncü zümreniz olan "mü­ şahedeciler" sadece seyircidirler. Benim bölümlendirişime gö­ re siz Osmanlıcacısınız, ben de Türkçeciyim. Bunun ne demek olduğunu sizin makalenizin dilinde göstermeye çalışacağım:

"lisan meselesi " vardır, bana göre "dil meselesi ", "lisan toplantılan " yaptırırsınız, ben öyle şey yaptırsam ona "dil toplantı/an " derim. Siz "devam eden " dersiniz, ben "sü-

Size göre siz

(*) Bu yazı, 22 Ekim 1948 günlü Cumhuriyet gazetesinde Bugünkü li­ san meselesi ve Ziya Gökalp başlığı altında çıkan yazı dolayısıyla kaleme alın­ mıştır.

16


ren "i kullanırım; sizin "etrafımızı istila ediyor " dediğinize ben "yanlarımızı kaplıyor " diyorum. Siz "hepsinin fevkinde " di­ ye yazıyorsunuz, ben "hepsinden üstünde "yi seviyorum. Siz "tereddi "yi kullanıyorsunuz, ben "soysuzlaşma "yı; siz "ka­ ni "siniz, ben "inanır "ım. Size göre birşey "kasdi " yahut "te­ sadüfi " olur, bence de "kasıtla " yahut "tesadüfle ". Sizin "yir­ mi dört sene evvel " ile anlatinak istediğinizi ben "yirmi dört yıl önce " ile anlatıyorum. Size göre ZiyaGökalp bir "alim "dir, bana göre "bilgin ". Sizin "mazi " dediğiniz şeyin adı bende "geçmiş "tir. Sizin gene bu makalenizde "edebi ve lisanı tarih şuuru " dediğinize ben "edebiyat ve dil tarih şuuru, yahut an­ layışı " derdim. Sizin "cehaletinizi " ben "cahillik" kılığına so­ kar, yahut düpedüz "bilgisizlik" derdim. Sizde "asır " ne ma­ naya geliyorsa bende "yüzyıl " o anlama gelir. Sizler Fransız­ canın personne, personnel, personnalite sözlerini Arapçadan uydurma şahıs, şahsi ve şahsiyet ile Osmanlılaştınrsınız, Türk­ çeden üreterek kişi, kişice, kişicelik derim. Sizler "aks-i se­ da "dan hoşlanırsınız, bizler de "yankı "dan. Sizin "garp mü­ tefekkiri " dediğiniz kişiye biz "batı düşünürü " yahut "batılı düşünür " demekteyiz. Sizler "teessüsüne " çalıştırırsınız, biz­ ler "kuruluşuna ", sizin şu "lisanın bünyesi " dediğiniz şeyin bizim "dilin yapısı " sözümüzden, sizin o "lisaniyat ilmi "ni­ zin bizim "dil bilimi "mizden daha çok şey anlattığını, daha gü­ zel olduğunu sanmıyorum. Sizlerin "şark kültürleriyle meşgul <ilimler " dediklerinize bizler "doğu kültürleriyle uğraşan bil­ ginler " diyoruz. Sizin "külliyat "ınız bizim "derleme "mizden başka şey olmasa gerek. Sizin "müteessir olduğunuza " biz "üzülüyoruz ", sizlere göre "1928'i takibeden seneler " ne de­ mekse bizlere göre "1928'i kovalayan yıllar" odur. Sizler Zi­ yaGökalp'ın ölümünü "yiidedersiniz ", bizler "anarız ". Buna 17


benzer daha çok şey var. Bunlar da mı "kelime denmesi asla doğru olmayan birtakım garip heceler haritası"dır? Osmanlı­ cacılıkla Türkçeciliğin ne demek olduğunu göstermeye bu ka­ darı yeter sanırım. Ey "Türk dilini ve kültürünü kurtarmaya ça­ lışan" muhterem profesör, sorarım şimdi size: uydurma söz­ lere başvurmadan makalenizi bu bizlerin kullandığımız keli­ melerle yazamaz mıydıl).ız, yazmış olsanız değeri mi azalırdı? Bugünün "talebesi, muallimi" anlayamaz mıydı? Fakat size Osmanlıcacı derken yanılmış olmayayım? Ma­ kalenizde kriz ile buhran birbirinden iki kısa satırcıkla ayrılı­ yor. Yoksa siz de lisan buhranı içinde misiniz? Bu iki kelime arasına mazi nostaljisi diye bir şey sıkıştırıvermişsiniz. doğulu,

Mazi nostaljisi batılı. Büyük yazar bu ikisini birleştirmiş.

Siz nerelisiniz üstat, doğulu mu, batılı mı? Acaba yanılıyor muyuz? Bu sizin mazi nostaljisi dediğiniz şey bizim şu geç­ mişi özleme dediğimizin "fevkinde" bir şey midir? Bu nostalji'yi siz Osmanlıcacılar daüssıla ile tercüme ·

ederdiniz. Bu garp hayranlığı nereden çıktı? Nerede sizin o "Avrupa'nın şark kültürleriyle meşgul alimlerini hayranlık için­ de bırakan" lisanınız? "Y irminci asrın ilk çeyreğinde tahak­ kuk eden yüksek edebiyat ve felsefe lisanımız" dediğiniz şey bunları karşılayamıyor mu? Makalenizde aksiyon, sosyoloji, normal Türkçe, otorite, resmi organ gibi sözler kullanmışsınız. O "nefis fikir ve felsefe Türkçesi" bunları karşılamaya yetme­ di mi? Bu makalenizde bu Fransızca sözler yerine Türkçenin "tabii' inkişafına" gir.en hars, içtimaiyet, içtimai, kaide-i külli­ ye, mebadi, neşir vasıtası,fiil, amel iniz, tabii'niz, nüfuz'unuz '

neden hüsn-ü kabule mazhar olamadılar? "Garibin hiçbir fel­ sefi eseri yoktur ki Türkçemize çevrilmesin" derken anlatmak istediğiniz Türkçe bu Arapça, Farsça, Fransızca halitası mıdır?

18


Görüyorsunuz muhterem profesör, batı hayranlığı, doğu hayranlığı, yahut her ikisi birden. Böyle bir Türkçe, şalvarı çı­ karmadan melon şapka giymiş birine benzemiyor mu? Şunu unutmayın ki bir de Türkçe hayranları var. Batıdan ne gibi ke­ limelerin alınması gerek, alınacaksa ne şekilde alınacak, bu­ nu da bu işten anlayanlara bırakalım. Şimdi makalenizin düşüncelerine geçelim. "Maarif Ve­ kaletinin klasikler külliyatı içinde neşredilen felsefi eserler" için, "bu eserler politikacı selahiyetsizlerin sözde Türkçe di­ ye icadetttikleri 'terimler' içinde boğulduğu için kağıtlarının, kapaklarının, takrizlerinin (1932'de liseyi bitirmiş olduğum halde bu kelimenizi anlayamadım), basımlarının ihtişamına rağmen daima bir kağıt tomarı olarak kalacaktır" kehanetin­ de bulunuyorsunuz. Kehanetiniz hakkında söz söylemeyi bu eserleri okuyanlara bırakıyorum. Yalnız "kağıtlarının, kapak­ larının, basımlarının ihtişami" derken düpedüz "demagogie" yoluna saptığınızı söylemeden geçemeyeceğim. Ucuz bir ka­ ğıda basılıp ak bir kapak içine dikilmeden sokuluvermiş olan, üstünde çevirenin adı bile görünmeyen bu eserlerin "ihti­ şam"ından dem vurmak "demagogie"nin ta kendisidir. Muhterem üstat, dil meselesini anlamamışsınız, kavrama­

"hasta yerine sayru, hayal yerine imge, akıl yerine us demek" değildir. Bu, mışsınız. Dil meselesi, yazdığınız gibi sadece

o büyük davanın bir bölümcüğüdür. Dil meselesinde sizlerin düşüncelerine katılmayanların hepsi sizin düşündüğünüz gibi "gafil", "politikacı", "sapık" değildir. Bu memlekette "hakikati gören", siyaseti ele geçire­ cek bir "zeka" göstermeyen, "zeka:' sahiplerine yakayı her na­ sılsa kaptırmayan "son derece ıstırab" duyan, "hakiki Türk" yalnız siz değilsiniz. Türkiye'de birçok şeylerin tekeli var ama, bunlar daha tekele verilmedi ve 'size de verilmeyecek. 19


Dilimizin gelişmesi bakımından ESKİ DİL ANITLARI Masamın üzerinde kitaplığımın raflarından indirdiğim

birkaç kitap duruyor; üşenmezseniz bunları birlikte gözden ge­ çirelim: Şu en büyüğünü açalım: l 870'te Innsbruck'ta basıl­ mış, Peşte Üniversitesi profesörlerinden Hermann Vam­ bery'nin, sol sayfada Uygur yazısı ile metin, sağ sayfada La­ tin harfleriyle okunuşu, yani metnin transcription'u, sayfa alt­ larında da Almancaya çevrilmişi olmak üzere yayımladığı Ku­

tadgu Bilig; Almanların ve Almanca bilenlerin 79 yıldır oku­ yabildikleri bu Uygur dil anıtını bizler dilimize çevrilmiş ola­ rak bakalım ne zaman okuyabileceğiz? Sayın Profesör Rah­ meti Arat'ın emek vererek ve özenerek hazırladığı transcrip­ tion' u Dil Kurumu 1948'de yayımlayarak bu eksikliğin acısı­ nı hafifletmiştir. Şimdilik gelin de Vambery'nin üçlü metnini karıştıralım. Bir mısra okuyoruz:

Sözün söz/etim ben bititim bitik. Bugüıikü dilimize çevirelim:

Sözü söyledim ben... "Bitilim bitik" sözlerini pek anlayamadık, Almancasına bakalım: "Yazıyı yazdım " !emekmiş. Uygurcabitik (yazı), Ça­ ğatayca betik (kitap, mektup) sözünün karşılığı olacak. Arap­ çanın ketebe - kdtib - mektub•- kitab sırası için elimizde şun20


Yazmak, bitimek-yazıcı, bitküci, bitikçi - bitik, betik, yazı. Beğendiğinizi alıp kullanın! Ayhca yazma k'tan

lar bulunuyor:

yeni kelimeler de üretebilirsiniz. İşlenerek son şeklini almış, donmuş Fransızcada bile bugün üretmelere başvuranlar var: Geçenlerde Envoute adlı bir romanda iç sayfada bunun Envo­

uter fiilinden kurulduğunu yazarın açıkladığını gördüm. Biz­ de, dilimiz üretmelere pek elverişli olduğu halde, üretmeye düşman olanlar var. Şimdi başka bir sayfaya geçiyoruz: Bakın, seyyarelerden ve burçlardan söz açıyor. Burç sözünün Uygurcası öcek. Sey­ yarelerin adları ne Zühal, Müşteri, Merih, Zühre,

Utarit, ne de

Latince adlarının Fransızcada bozulmuşları ile şimdi söyledi­ ğimiz gibi Satürn, Jüpiter,

Mars, J!enüs, Merkür'dür. Mısrala­ rı okuyarak Uygurcalarını bulalım: Sekendiz, Ongay, Yürüt, Sebid; Ti/ek. Şimdi de burçlara, yani öceklere geçelim: Kozi, Üt(Öt), Ekendiz(İkiz), Uçik(Avcı), Arslan, Koo§ti (Yengeç), Ö/ k(Terazi), Çita(Akrep), Oğlak, Yünek(Sucu), Sevci(Genç­ kız), Balık. Bu adlardan birkaçı ne kadar canlı! Sucu (Saka) anlamına gelen Yünek sözünü eski Türkçede "yıkanmak" de­ mek olan yunmak ve Anadolu'da bugün de "yıkamak" yeri­ ne kullanılan yumak kelimelerine bağlayabiliriz: Eski adı Delv (Arapça Kova demek). Öteki burçların bizdeki adları: Hut, Hami, Sevr, Cevza, Seretan, Esed, Sünbüle, Mizan, Akrep, Kavs, Cedi. Gezegenleri anlatan mısralarda karşımıza çıkan şu evri­ lir fiili ne kadar güzel! Biz bugün evirip çevirmek diyoruz, yal­ nız tek başına eviriyor, yahut evriliyor şeklini kullanmıyoruz. Yer (arz) döner dediğimiz gibi neden yer evrilir demeyelim? Birincisi kendi çevresindeki dönüşünü, ikincisi güneş çevre­ sindeki dönüşünü anlatır: Dilimiz fakirleştiriliyor diye bağı-

21


ran ulu bilginlerin kulakları çınlasın! Hele gene bu sayfadaki

evren sözü ne sevimli! Felek sözünü karşılayacak bir kelime­ miz var da beğenmezlik ediyoruz. Acun ile birlikte Kutadgu Bilig mısralarında karşımıza çıkan bu kelime çarh-ı felek gi­ bi dönen, evrilen bir şey: Onun için Felek gibi onun da Türk­ çede ikinci bir anlamı var: Kader. Şimdi Kutadgu Bilig'i bırakıp şu ince yazıyı alalım: F. W. K. Müller'in Uigurica III adlı yazısı. Bakın Uygurca parçala­ rın başında hep şu ülüş sözü görülüyor: Altın ülüş, altıncı fa­ sıl demek. Bab karşılığı olarak bölüm'ü,fasıl karşılığı olarak ülüş'ü kullanmak ne delilik ne de zevksizliktir. Ülüş sözünü pek beğendim, bilginlerimiz arasında bu sözü estetik bulma­ yıp

şapitr'i (chapitre) tercih edenler belki çıkar. Bugün bile

bütün Anadolu "kendi aralarında taksim etmek" yerine üleş­

mek, "taksim etmek" yerine de üleştirmek deyip duruyor. Uy­ gur Türkleri yazının kısımlarına ülüş demişler. Aralarında bu­ gün bizim aramızda yaşayan büyük estetikçiler yokmuş anla­ şılan. Hele şu küçük kitap yok mu, onu her Türk aydını evin­ de bulundurmalı, yalnız bulundurmamalı, okumalı: A. Von

"Eski-Türkçe grame­ ri". Gramer bölümü Almanca yazılmış, sonundaki sözlükte Gabain adlı bilgin bir Alman kadınının

eski Türkçe sözlerin hem Almanca, hem de bizim Türkçe, ya­ ni Osmanlıca karşılığı var. Bakın bu sözlük bize neler öğreti­ yor: Avrupa dillerinde bugünkü kitaplar gibi ofmayıp tomar şeklinde olan, yani sanlan yazılara Rolle, yatrodaki

Rôle, Rouleau (ti­

rol sözü buradan çıkma) vs. deniyor, işte bu şekil­

deki yazılı kağıdın Türkçesi tegzinç imiş. Geçende günlük ga­ zetelerden birinde bir zat nüktesi için Dil Kurumu' nun çalış­ masını konu olarak seçmiş: Mutfak kelimesine Kurum üyele­ ri karşılık arıyorlar. Bu muhterem muharririn bizim gibi böy-

22


le kitap karıştıracak vakti olmaması ne kadar iyi! Kitap kanş­ tırabilse mutfak kelimesinin Türkçe karşılığının aşlık olduğu­ nu görür, nükteli makalesinden olurdu. Bakın şu

tökük (dö­

kük) bizi Latince libation 'a karşılık aramaktan kurtarıyor: Es­ ki Yunancadan çevirmeler yapan bizler Tanrılar şerefine yere içki serpme demek-olan bu sözü saçmak'tan ürettiğimiz saçı ile karşılamaya çalışıyorduk. Şu dörtgen fen-sözü' nü (terim, ıstılah) Türkçeye sokanlar şu törtkil kelimesini ya görmemiş­ ler yahut beğenmemişler; belki

üçgen yerine üçkil denebilir­

di. //ii,hf demek olan tanrıdem ilefazilet demek olan erdem bi­ ze Türkçenin ötekilerden başka bir de -dem gibi bir nisbet eki­ nin olduğunu gösteriyor:

er-dem buna göre "erkeğe ait, has

tavır, meziyet"tir. Tı pkıfazilet'in Latincesi olan virtus'un "er­

vir sözünden gelişi gibi. Sözlükten birkaç kelime daha alalım: Ötek = borç, ötekci = borçlu (bizde öde­ mek), küzet(bizde gözet) = nöbet, kip = misal demekmiş. Kö­ rüg (görmekten) = casus, ayınç veya ayanç =heybet ve hür­ met, ermez-iş (olmaz-iş) = cinayet, közüngü = ayna, közünük =pencere, ermegü =ihmalci, etöz =vücut, ölüt =cinayet, ölüt­ cü = kaatil, istem = arzu, ölüklük = mezbaha, evirmek = ter­ cüme etmek, evriş yahut eriş = hal ve hareket, belgü = işaret ve alamet, otacı = tabip, otacılık = tababet, çası iftira, ça­ surmak iftira etmek, buranç = güzel koku, esengü = sağlam ve tam, evrilmek = din değiştirmek yani dönme, töz = kök ve unsur, tür = nevi (biz türlü sözünde kullanıyoruz), tüzü =mü­ tenasip, ulak = irtibat ve münasebet (bizde ulaştırmak), ulul­ mak= ağızdan ağıza nakledilmek(tradition), kondurmak= is­ kan etmek, kongu = mesken, konduk = iskan yeri, sav = söz ve haber, savcı = haberci ve tercüman, sezik = şüphe, sizmek = şüphe etmek, utmak = yenmek (bugün biz yalnız oyunlarda kek" demek olan

=

=

23


ütmek, ütülmek diyoruz), uruncak =vedia, urungu =muharip karşılığı imiş. Görüyorsunuz, ufak bir karıştırma ile eski dil anıtlarından neler öğrenebiliyoruz. Dilimizin sadelik, açıklık, Türkçeleşme yollarında ilerleyişinin, olgun bir bilim ve kül­ tür dili haline gelmesi işinin daha başarılı, daha güzel ve yan­ lışsız, daha hızlı olması, daha inandırıcı kılınması için üniver­ site içindeki ve dışındaki bilginlerimizin işbirliği ederek ay­ dınlarımızın, gençlerimizin ellerine bir an önce verilmesi ge­ reken eski Türkçe anıtları yayımlamaları gerekiyor. Bu anıt­ ların sayısı pek büyük değil, fakat güçleri en koyu Osmanlı­ cacıları bile Türk dilinin zenginliğine, büyük ifade kuvveti­ ne, işlenirse neler verebileceğine inandırmaya yeter. Biz Türk­ ler Avrupalılara yalnız teknikte, çeşitli bilim alanlarında de­ ğil, Türk kültürü ve dili ile uğraşmakta da yetişmek zorunda­ yız. Bugün Almanların yaptıkları çevirmeden 80 yıl sonra Ku­ tadgu Bilig'i gençlerimize Türkçeye çevrilmiş olarak veremi­ yoruz. Bunun için bir yirmi yıl daha beklemek bizim için pek utandırıcı bir şeydir.

Ulus, 14.III.1949

24


OSMANLI KAFASI Bu kafayı değiştirmek için neler yapılmadı; fes çıkartı­ lıp şapka giydirildi, kanunlar değiştirildi, Uygurcanın başına bela kesilen, ona uymadığı için o dilin anıtlarını bugüi:ı oku­ mamızı güçleştiren Uygur yazısı gibi, Türkçenin ayağını cen­ dereye sokan Arap yazısı atıldı, aynı kökten gelen, fakat eski Hellenlerin, sonra da Latinlerin elinde değişerek sesli harfle­ re önem veren dillere elverişli kılınan bir alfabe, Latin alfa­ besi alındı, tarikatlar kapatıldı, medreselerin yeri mekteplere verildi. Bütün bunlar bu Osmanlı kafasının içini değiştirebil­ di mi? Asla! Osmanlı münevveri için Türk tarihi Osmanlı ta­ rihinden başka bir şey değildi: Ne Türk'ün tarihi ile uğraştı, ne de Anadolu'nun eski tarihiyle. Bu kafa medresede sallana sallana Arapça ezberlerken dilinin gramerini J. Deny adlı bir Fransız yazdı, bu kafa Arapça, Farsça kelimelerle ıstılahları yaratmaya çalışırken Avrupalı dil bilginleri ta Orta Asya'ya kadar giderek Türk dil anıtlarını ortaya koymak, Türk dilleri­ nin gramerini yazmak için uğraşıyorlardı. Bu Osmanlı kafası Türk dilini işlemeyi düşünmemiştir: Teşrih, tıp ıstılahları mı yapılacak, Arapçaya el uzatmıştır. Fel­ sefe ıstılahları mı isteniyor, Arapça varken Türkçeye başvu­ rulur mu hiç? Halkın Türkçesine, eski Türklerin diline yaban­ cı kalan, İstanbul'dan dışarı çıkmadığı için Anadolu ağızların-

25


da yaşayan sözleri bilmeyen Osmanlı münevveri suni yazı ve edebiyat dilinin dört duvarı arasında kapalı kalmıştır. Başta Zi­ ya Gökalp olduğu halde birçoklarının bile bile, isteye isteye Türkçe için, Türk"Çenin kurtuluşu için savaşmalarına rağmen bugün yazı dilimizde, gazetelerde Osmanlı kafasının malı pek çok kelimelerle karşılaşmamız bize dilde kafa değiştirmenin öyle kendiliğinden olan kolay bir şey sayılmaması gerektiği­

te­ ahhürla gelir yahut rötar yapar, asla gecikmez, yahut gecik­ me ile gelmez; mensucat ile tekstil' e sık sık rastlayabilirsiniz, dokuma ile pek seyrek karşılaşırsınız; Osmanlı kafası müra­ caat yahut demarş'ta bulunur, başvurmak "kaba"dır. O kafa buna karşılık diyemez, alışmıştır, buna mukabil diyecektir; Os­ manlı için ya Arapça buhar ya İngilizce istim vardır, aynı söz­ lerin Türkçesi.olan buğu'yu o sadece camda kullanır. İngiliz "buharlı gemi" yerine kısaca buharlı (steamer) der, Alman ay­ nı şeye Dampfer yani buharlı yahut Dampfschiff yani buhar gemisi adını verir, Osmanlı kendi dilinde yelkenli gibi güzel bir kelime varken ona benzetip buğulu diyemez, halk önce ona buğu gemisi dediği halde Latince "buhar" demek olan va­ por' un bozulmuş şeklini bu gemiye ad olarak verir. Osmanlı kafası için cereyan'da, yahut kuran 'da oturmak tehlikelidir, akıntı diyemez. Bir sergi açılırsa o ya beynelmilel'dir yahut en­ ternasyonal'dir, milletlerarası olursa değeri düşer; Osmanlı münevveri şirket'i, sosyete'yi ortaklık'tan üstün tutar, Arap­ ça şerik ve Latince secius; ortak demekmiş, onu düşünmez bi­ le; cemiyet varken dernek sözünü kullanmaz; bir şeyle ilgile­ niyorum derseniz bu Osmanlı kafası hortlağının tüyleri diken diken olur: yatışması için altıkadar ediyor yahut enterese edi­ yor demelisiniz; bir adam ya müdür'dür ya direktör, ona Türkni açıkça gösteriyor: Toros Ekspresi gazetelerde dört saat

26


çe bir karşılık bulmaya kalkışmayın, Osmanlı münevveri size hemen ya solculuk yahut ırkçılık damgasını vurur. Onun es­ kiden hıfzıssıhha, şimdi

ijyen dediği şeye Türkçe bir karşılık

bulmak, mesela sağlıkbilim demek deliliktir. Eski Hellence ge­

nos 'tan gelme cins kelimesini Arapça cemilendirir, ecnas der; türlü sözündeki tür'ü bunun yerine koymaya, ya­

siz Türkçe

hut onun yanı sıra kullanmaya yetkili değilsinizdir. Osmanlı kafası davayı sukut ettirir, dava sukut eder ama düşmez. Fars­ ça "göğüs göğüse" demek olan beraber'in Türkçe birlikte'ye manaca üstün olmadığını Osmanlı kafasına anlatamazsınız.

Malum olduğu üzere, tekrar, kafi gelmek, tecrübe etmek, isti­ mal etmek, takip etmek Osmanlı kafasının bugün de sık sık kar­ şımıza çıkan yadigarlarıdır. Düşünmekten korkanlarafeyezan yerine kabarmak, taşmak, su basmak, muavin yerine yardım­ . cı, tecziye etmek yerine cezalandırmak, kanun harici yerine kanun dışı, terk etmek yerine bırakmak, vaz-ı yed etmek yeri­ ne el koymak, mevad-ı infilakiye yerinepatlayıcı maddeler, ef­ rad yerine erler, muahede yahut pakt yerine andlaşma, muva­ redat yerine getirme diyecek kadar dillerini düzeltmek için bir ömür değil yüzyıllar yetmez. Yukardaki sözler yerine bilindi­ ği üzere, yeniden, yetmek, denemek, kullanmak, kovalamak gi­ bi herkesin bildiği kelimelerin gelmesi için "tabii gelişmeci­ ler" de diyebileceğimiz Osmanlı müstehaselerinin acelesi yok­ tur. Bunlar hafıza sözüne bayılırlar, Kayseri'de kullanılan bel­

lek herkesin bildiği belleme'den geldiği halde onlarca beğe­ kıvanc'ı çirkin bulur, lstanbul'da kul­ lanılmayıp da Anadolu'da kullanıldığı için olacak. Ama caz kelimesine bir şey demez, hav du yu du derken oradaki hav hoşuna gider, bayılır, esen sözüyle seiamlanınca kaşları çatı­ nilmez. Osmanlı kafası

lır, tüyleri diken diken olur. Arapçadan, Farsçadan, Fransız-

27


cadan, İngilizceden, kısacası istediğiniz her dilden kelime ala­ bilirsiniz, bu, dilin tabii gelişmesidir; Türk dillerinin birinden bir kelime alırsanız bu kafa "dilimizin ahengini bozamayız", "dilimizi Çağataycaya çeviremeyiz" diye yaygara koparır. Anadolu'nun gaibe tme k yerine kullandığı yitirmek'i, medhet­

mek yerine kullandığı övmek'i, zemmetmek yerine kullandığı yermek'i kullanırsanız, Arapça akıl ile Arapça nevi sözlerinin boğduğu us ile tür'ü uslu ve türlü'deki zindanlarından kurta­ rıp gençliğe öğretmeye kalkarsanız "demokrasi düşmanı, fa­ şist, komünist" kelimeleri Osmanlı kafasının sizi� için hazır tuttuğu sıfatlardır. Tarih ve dil devrimleri bugünün Türk aydınını Osmanlı kafasının kendi tarihine, kendi diline karşı gösterdiği büyük ilgisizliği ve ihmali ortadan kaldırmak için yapılmıştır. Bu devrimlere karşı koyabilmek için her çareye başvuran, Türk­ çeyi iyi bilmeyen müsteşriklerden yardım uman - böyle bir müsteşrik' in yazısından ilham alan bir makale İngilizce stran­ ger ileforeigner 'i bizim yabancının karşılayamadığını misal gösteriyor, ecnebi 'nin atılamayacağını anlatmaya yelteniyor­ du: Zavallıcık stranger sözünün Latince extraneus 'tan geldi­ ğini extra sözünün Latince dış demek olduğunu öğrense,fo­ reigner 'in aslınınforeign olduğunu, bunun da dış demek ol­ duğunu hatırlasa ve Türkçedeyabancı 'dan başka dışarlıklı di­ ye bir sözün bulunduğunu düşünebilseydi yabancı müsteşri­ ki övmekten vazgeçerdi herhalde - omuzları üstünde hala Os­ manlı kafası taşıyanlar demagogca yaygaralarla ve ilim adına yazdıkları bilgisizce ve boş yazılarla Türk dilini bir bilim ve bakım dili yüksekliğine ulaştırmak için girişilen çalışmaların önüne geçemeyeceklerini anlamalıdırlar.

Ulus, 25.IV.1949 28


BÜYÜ İLE GERÇEK Camide Arapça dinleyen bir Türk düşünün: kendisini an­ lamadığı sözlerin büyüsüne kaptırmış koyuvermiştir; Arapça­ sını dinlediği o şeylerin Türkçeye çevrilmişini okumaya baş­ larsanız derin bir uykudan uyanır gibi kendine geliverir. Bir­ çoklarımızın yabancı dillere ve kelimelere karşı duyduğu hay­ ranlıkta bu türlü büyünün büyük bir payı vardır. Ana dilimi­ zin kelimeleri az çok saydamdır (şeffaf), onların içini görebi­ lir, yapısını sezebiliriz. Oysa kimi yabancı kelimelerde bunu yapacak durumda olmak için uzun bir çalışma ile ulaşılacak bir bilgi edinmek gerekir. Esaslı bir yabancı dil bilgisi insanı o dilin büyüsünden kurtarır, ona o dilin kelimelerini maske­ siz, düzgünsüz, oldukları gibi gösterir. Gelin de yabancı keli­ meleri sahnenin arkasında soyunma odalarında görelim. Şu enterval ne güzel bir kelime değil mi? Fransızca ama pek hoş, pek manalı olduğu için biz de kullanmaktan kendi­ mizi alamıyoruz. Fasıla da pek fena değil, yalnız modası geç­ ti,

aralık diye Türkçe bir söz var, fakat bu kelime enterval 'i

tam karşılamıyor, hem onu aylardan birine ad olarak verdik. Bakın soyunmaya başladı, önce onun enterval değil interval­ le olduğunu görüyoruz. Belindeki bağlantı yerini seçebildiniz mi? Inter-valle diye ayrılıyor; inter 'in Latince arası demek ol­ duğunu biliyorsunuz, va/le Latince kazık demek olan vallum

29


olduğunu kulağınıza fısıldarsam intervalle kelimesinin "ka­ zık-arası "nı bildirdiğini anlamış olursunuz. Nasıl beğendiniz mi? İçimizden biri/asıla karşılığı olarak kazık-arası sözünü ortaya atsa kazığa oturtulmaktan kurtulabilir miydi dersiniz? Darülfunun, üniversite olduktan sonra dilimize bir sürü yabancı kelime girdi. Bunların kimlik cüzdanlarına bakıp ana­ larını, soylarını öğrenelim. Üniversite sözünün anası İtalyan­ ca universitd 'dır: oradan Fransızlara, Fransızlardan da bize gelmiş. İnce adamlar olduğumuz için ü 'yü u 'dan çok severiz. Kelimenin kökü, İtalyanların atalan olan Romalıların univer­ sus sözüne dayanıyor ki bu da "biryere dönmüş, bir araya gel­ miş, toplanmış " demektir. Öğretiyorum 'un Latince karşılığı doceo 'dur; doctor, öğretici 'nin, docens yahut docent de öğre­ ten sözünün Latincesidir. Bunlardan ilki eskiden yerleşmişti, doçent ise üniversite ile bize geldi; gelirken Fransa'ya uğra­ madığından asistan gibi kılığı bozulmadı. Asistan da doçent gibi doğrudan doğruya gelse asistent derdik ona, zira Latin­ ce assistens yahut assistent, doçent gibi "ism-ifail " olup ya­ nında duran, yardım eden demektir. Biliyorsunuz, biz bize benzeriz: Fransızlar Latinceyi doğru yazar, konuşurken bozar, biz Fransızın bozduğunu alır kendimize göre yazarız. Dekan sözünün ne demek olduğunu bilmem merak ettiniz mi? Latin­ ce on 'dan (decem) geliyor, onluk yahut onbaşı demek oluyor. Batı kültürüne ve medeniyetine bağlanalı katibi sekreter yaptık, katib 'in Arapça yazan demek olduğunu biliyoruz, sek­ reter 'i de öğrenelim: Latince secretum "ayn, gizli olan şey"dir, sır 'dır, sekreter "sırları bilen kişi" oluyor. Kültür ve medeni­ yet dedik, onların da soyunu sopunu araştıralım: kültür Latin­ ce "işleme, bakım" demek olan cultura'nın (kultura) Fransız­ ca söylenişidir; eski Romalılar agri cultura ile tarla-bakımı 'nı,

30


cultura animi ile ruh bakımını, eğitimini anlatıyorlardı. Bu ke­ lime Fransızcada birçok mürekkep kelimede yaşamaktadır (agriculture: ziraat). Medeniyet 'in Arapça "şehir" demek olan medine 'den geldiğini görmek zor değil. Medeni "şehirli", me­ deniyet de "şehirlilik"tir. Medeniyet 'in Fransızca karşılığı olan civilisation 'da da anlatılan bu: civis Latince "yurttaş, şe­ hirli" demektir; Türkçedeki sivil sözü "yurttaşa ait" anlamı­ na gelen bir sıfat olduğu gibi, Fransızca cife de "yurttaşlık" demek olan Latince civitas sözünün bozulmuş şeklidir. Me­ deni olmayan' a Arap bedevi yani çöllü der, İstanbullu ise böy­ le birine hoyrat adını verir ki Rumca hariatis 'ten bozulmuş olup kırlı, köylü anlamına gelir. Dilimizde son yıllarda sık sık kariyer akademik diye bir söz dolaşıyor. Türkçeye çevirirsek "Akademos'un koşuyeri" dememiz gerekir. Anlatayım neden: Fransızca meslek demek olan carriere 'in aslı İtalyanca carriera yani "koşu-yeri"dir; bu­ nun için Almanlar kariyer demezler Laubant yani "koşu yo­ lu" derler. Akademi sözünün filozof Eflatun'un kurduğu oku­ lun adı olduğu bilinen bir şeydir. Akademos adlı aziz bir kişi­ nin adıyla anılan bir koru içinde olan okul Akademeia adını almıştır. Okullara gelmişken biraz daha duralım. Fransızca ecole, Latince schola 'dan, o da Hellence "serbest zaman, boş vakit" demek olan schole'den (bizim yazıyla skhole) gelme­ dir. Fransızca da "imtihan" demek olan examen ile "tetkik ve imtihan etmek" demek olan examiner 'nin aslı Latince examen olup bu da terazinin dili demektir. Fransızlar tetkik ve imtihan ederken "tartıyorlar ", Osmanlı için imtihan, "mihnet", yani eziyet Vt". zahmet 'tir. Türkçede kaç türlü baş var diye biri sorsa ne dersiniz? Ben size sayıvereyim: 1. yüzbaşı binbaşı sözlerindeki baş, 2. baş31


kan'daki baş, 3. reis 'teki Arapça re s yani baş, 4. kaptan daki (Fransızca capitaine) Latince caput (kaput) yani baş, 5. şef'te­ ki (Fransızca chej) yine Latince caput (baş). Kafa, kelle, kıh/ bu sıraya girmez. Şimdi gazetelerde sık sık karşımıza çıkan birkaç kelime­ yi yakından görelim. Şu mesaj sözünün aslı missaticum imiş: Latince misi "yolladım" demektir; "yollamak, göndermek, sa­ lıvermek" demek olan miss-kökü ile Fransızca de-msision (is­ tifa) ve Türkçeye girmiş olan com-mission sözlerinde karşıla­ şıyoruz. Fuar sözüne gelince, onun aslı Latincedir: "bayram günü, dinlenme günü" demek olanferia, Fransızcadafoire kı­ lığına girmiş, Almancada Ferien biçimine girerek "tatil" sö­ zünü karşılamıştır. Hanımların hatırı kalmasın diye biraz da onları ilgilendi­ ren kelimeleri açıverelim: permanant, pedikür, manikür ha­ nımların en çok kullandıkları kelimelerdendir. Latince'de ma­ nere (kalmak) ve permanere (sürmek, devam etmek) diye iki mastar vardır,permanent bunlardan ikincisinden yapılma ism­ i fail'dir (tıpkı doçent gibi) ve "kalan, süren" demektir: saç­ lara yapılan dalgalara "sürekli", "devamlı" dalgalar deniyor. Almanlarpermanant demezler, Türkçeye sürekli-dalgalar di­ ye çevirebileceğimiz Dauerwellen kelimesini kullanırlar. Ma­ nikür, "el"in Latincesi olan manus ile "bakım, ihtimam" de­ mek olan cura kelimesinin, pedikür de "ayak"ın Latincesi olan pes, yahut ped ile yine bu cura 'dan kurulmuştur, uydu­ rulmuştur. Zayıflamak için hanımların yaptıkları kür işte bu Latince cura 'nın (kura) Fransızca şeklidir. Günümüze uyup teknik alanından da birkaç kelime ince­ leyelim. Y ükleri kaldırmaya yarayan maçunaya Almanlar Kran, İngilizler crane, İtalyanlar gru, Fransızlar gure, Yunan'

32


lar gerani (girani) derler. Bizde buna karşılık aramışlar, kran dense Almanca, kreyn dense İngilizce olacak, iyisi mi ikisi or­ tası olsun, kren diyelim demişler. İçlerinden biri meraklanıp bu kelimelerin bir manası var mı diye araştırmamış. Gelin biz üşenmeyip yabancı sözlükleri karıştıralım: Bakın, Almanca Kranich sözünün, İngilizce crane 'in, İtalyanca gru 'nun, Fran­ sızca grue 'nün, Yunanca geranos'un (giranos) turna kuşu de­ mek olduğunu öğreniyoruz. Irkçılıkla yahut komünistlikle damgalamaktan korkmasam "Kren yerine biz de öteki ulus­ lar gibi şuna turna diyelim", "yahut onlar turnaya benzetmiş, biz de leyleğe benzetip leylek adını verelim" diyeceğim. Üs­ tatlardan biri makalelerinden birinde ganbot 'u İtalyanca söz­ ler arasında gösteriyordu. Ben pek İtalyancaya benzeteme­ dim. Meğer İngilizceymiş: gun (gan) "silah, top", boat da "ka­ yık" olduğuna göre "toplu-kayık" demek oluyormuş. Son günlerde destroyer kelimesine gazetelerde sık rastladım. Es­ kiden bunun adı muhrip 'ti İngilizce destoyer, Osmanlıca muh­ rip "tahrip-edici, yıkıcı" demektir; bu çeşit gemilere İtalyan­ lar destruttore, Almanlar Zerstörer adını veriyor ki her ikisi­ nin de anlattığı "yıkıcı"dır. Bizde haddi varsa biri çıkıp yıkı­ cı yahut yakıcı gibi bir kelime ortaya atsın. Fransızcadan al­ dığımız kruvazör 'ün (croiseur) kökünde croix yani haç var: haç çizer gibi ters yönlerde bir oraya bir buraya süratle gidip gelen gemilere Fransızlar croiseur, yani "dolaşıcı", "kol-ge­ zici" adını vermişler. Sahne arkasındaki şu kısa dolaşmamız bize yabancı dil­ lerdeki birtakım kelimelerin içyüzünü göstermiştir. Yabancı dillerin kelimeleri gökten inmemişlerdir, her ulus dilini işle­ yerek kendine gerekli kavramları, adları yaratmıştır. Biz de ar­ tık mal bulmuş Mağribi gibi yabancı kelimelere saldırmaya33


hm, "buna Türkçe ne denebilir, Türkçesi nedir?" diye düşün. mekten korkmayalım, anlamadığımız kelimelerin büyüsüne kendimizi kaptırıp alaca karanlık içinde dolaşacağımıza on­ ların ne demek olduğunu araştıralım, Türkçesi yoksa, yapıla­ mıyorsa, yabancı kelimeleri o zaman kullanalım ve ne oldu­ ğunu bilerek kullanalım. Ulus, 7.VI.1949

34


TÜRKÇENİN SİNDİREMEDİGİ SÖZLER Sindirmekmastarının yeni fen-sözlerimizden (ıstılah, te­ rim) biri olduğunu, onunla Osmanlıcanın hazm-etmekkelime­ sini karşıladığımızı biliyorsunuz. Hazm-etmek gibi güzel, Türkçeleşmiş bir kelime varken bu sindirmekde ne oluyor di­ yenler, bunu beğenmeyenler olmuştur sanırım. Ben böyle dü­ şünmüyorum doğrusu: hazm-etmekve benzerleri gibi çift mas­ tarlara Türkçeleşmiş diyemeyiz; bu ikilik de onların Türkçe­ leşmediğini, Türkçenin bunları sindiremediğini göstermiyor mu? Bu türlü ikili mastarlarla karşılaşınca sinirlenirim (bu si­ nirlenişimin Arapça "sinir" demek olan asab 'dan üretilme ta­ assub ve mutaassıb ile bir ilgisi yoktur), sevmediği kişilerle bir arada oturmak zorunda kalmış biri gibi canım sıkılır. Türk­ çemizde bu şekilde yabancı dilden gelme bir "mastar" yahut "ism-i fail" yahut "ism-i meful" gibi kelimelerle Türkçe et­ mek, olmakmastarlarının bir araya getirilmesiyle yapılmış bir sürii mastar vardır; bunlar Türk dili içinde kendilerine verdi­ ğimiz koltuk değneklerine dayanarak aksaya aksaya yürürler. Başka dillerde görülmeyen bu garipliğin bula bula Türk­ çeyi bulmasının sebebi ne ola? Şüphesiz Samlı (Sami) bir dil olan Arapça ile Latin halk dilinin Keltler ağzında değişmesiy­ le ortaya çıkmış bir Hint-Avrupa dili olan Fransızcanın yapı­ larının Türkçeninden bambaşka oluşu. Bu aksak mastarların birkaçına bir geçit töreni yaptıralım: 35


Teblig-etmek, iş 'ar-etmek, iskan etmek, teskin-, teşhis-, meth-, tenkid-etmek, teksir-, tercüme-, tefsir-, tağyir-, tekdir-, takip-, teşvik-, terfi-, te'hir-, ihbar-, icra-, teşrif-, taciz-, teb­ dil-, tedip-, temdid-, tel 'in-, tamir-, tatil-, tasnif-etmek; tezki­ ye-, ihale-, ifade-, tebşir-, tenbih-, istikbal-, istihrac-, istifsar-, istidliil-, istinbat-, zerk-, tekaüt-, tegafii/-, ikaz-, tekid-, tenkil-, taciz-, tecdid etmek. Telefone etmek, formüle-, organize-, resto­ re-, dirije-, kumanda-, kopya-, enjekte-, enterese-, dikte etmek; dejenere olmak, mağlup olmak, galip gelmek. Dilimizdeki bu kuru kalabalıktan kurtulmak için birkaç yol var: 1- Bu aksak mastarlar yerine sağlam Türkçe karşılıkları kullanmak (bilgin görünmek kaygısından, alışıklığın köleli­ ğinden kurtulmak şart!): bu karşılıkları halk ağzında canlı ola­ rak buluyoruz: Tayip etmek= kınamak, istikbal etmek= karşılamak, teş­ yi etmek =uğurlamak, ictinab etmek= sakınmak yahut kaçın­ mak, iftihar etmek= övünmek, ithal etmek= sokmak, ihrac et­ mek= çıkarmak, işkal etmek= güç/eştirmek, zorlaştırmak, tard etmek = kovmak, dahil olmak = girmek, ikna etmek = inan­ dırmak, taksim etmek = üleştirmek yahut bölüştürmek yahut pay/aştırmak, mağlup etmek= yenmek, ütmek, tefrik etmek= döşemek, tamir etmek = onarmak, ihya etmek = ondurmak, teskin etmek = yatıştırmak, tahmil etmek = yüklemek, teselli etmek = avutmak, tahliye etmek = boşaltmak, tebdil etmek = değiştirmek, tercüme etmek = çevirmek (eski Türkçe evir­ mek), medh etmek= övmek, teşhir etmek= sermek (meşher= sergi) teşcir etmek = ağaç/andırmak, teksir etmek = çoğalt­ mak, tenvir etmek = aydınlatmak, temdid etmek = uzatmak, terk etmek= bırakmak, mahcub olmak= utanmak, meşgul ol36


mak = uğraşmak, meşgul etmek= uğraştırmak, af etmek= ba­ ğışlamak, dejenere olmak = soysuzlaşmak, (Fransızca dege­ nerer'deki "gen, soy, cins" demek) , techiz etmek== donatmak, tarh etmek = çıkarmak, cem etmek = toplamak gibi. 2- Türkçenin sindiremedikleri yerine sindirebildiklerini kullanmak (bu sindirilmiş şekiller yabancı dildeki mastarın ya­ hut benzerinin kökü olan kelimeden gelmedir): Teşrif etmek = şereflendirmek, teşvik etmek = şevklen­ dirmek, tayib etmek== ayıplamak, tecziye etmek= cezalandır­ mak gibi. 3- Yeni karşılıklar bulmak (gerekirse sözler üreterek): Neşr etmek = yayımlamak, katiyet kesb etmek = kesin­ leşmek, müdafaa etmek= savunmak (1), tefsir etmek= açık­ lamak, tekzib etmek= yalanlamak (Arapça tekzib, "yalancı" demek olan kazib ile bir; Fransızca dementir de Latince "ya­ lan söylemek" demek olan mentiri ile de-'den kuruludur), ic­ bar etmek= zorlamak, tebrik etmek= kutlamak, sabote etmek = baltalamak gibi. 4- Unutulanları canlandırmak: Feth etmek= açmak (şehrin kapılarını Arapça miftah sö­ zünün, yeni Rumcadan gelme anahtar 'm Türkçesi olan açar sözü göz önünde tutula), iskan etmek= kondurmak gibi. (1) Savmak "defve tard etmek" demek, dövünmek "kendi kendini döv­ mek", yıkanmak "kendi kendini yıkamak" demek olduğuna göre, savunmak "kendi kendini savmak yani defetmek" anlamına geliyor ki bu da istenilenin, yani "düşmanı savma"nın tersidir. Müdafaa 'nın tam karşılığı - müşareket atlat­ tığına göre: savışmak gibi bir şey olmalı (dövmek'ten dövüşmek gibi); savun­

mak "bu işi savunuyorum" şeklinde i-li meful alabilir mi, bunu önce örnekler­ le göstermek gerekiyor (aynı soru müdafaa için de sorulabilir). Savunmak eski Yunancada olduğu gibi ''kendisi için savmak, kendi lehine tard etmek'._' şeklin­ de medial olarak kavranabilir mi, bunu araştırmak gerek.

37


5- Türkçesini bulamadığımız mastarlan yukarda (2) da olduğu gibi sinmiş şekle sokmak: Muhabere etmek= haberleşmek, istifade etmek=fayda­ lanmak, takbih etmek= kabahat/andırmak, tahrik etmek= ha­ reketlendirmek, teşkil etmek = şekillendirmek, tasnif etmek = sınıflandırmak, organize etmek = organlamak, telefone etmek = telefonlamak (Fransızca masquer karşılığı maskelemek gi­ bi). Türkçe bu şekilde sindirilmesi pek güç görülen yabancı sözleri bile Türkçeleştirmiştir: ezberlemek mastarında olduğu gibi (ezber Farsça göğüsten, yürekten demek, Fransızca par­ coeur gibi). Birbirine yakın yapılı dillerde bu sindirme işi ko­ lay oluyor: Fransızca exercer, Almanca exerzieren; Fransızca tetephoner, Almanca telephonieren (bunun yanı sıra Alman­ ca anrufen). Osmanlıcadaki bu aksak mastarların gülünçlüğü­ nü anlamak için Fransızların diviser yerine "faire taksim " ya­ hut 'Jaire bölmek " demek zorunda kaldıklarını bir an düşün­ mek yeter. Dilimizin ilerleyişini hızlandırmak için onu bu kol­ tuk değnekli aksaklardan kurtaralım. Ulus, 13.VI. 1 949

38


TÜRKÇENİN YOLU Ortaçağ basamağında durakalan Doğu-İslam medeniye­ ti ve kültürü çevresinden ayrılıp Avrupa medeniyeti ve kültü­ rü çevresine katıldık, birçok devrim yaptık, batıya iktisatça ve kültürce bağlanışımızdan ötürü yapımızda birçok değişiklik oldu. Bu devrimler ve değişikliklerle gelen yeni, eskiyi büs­ bütün söküp atamadığından birtakım alanlarda ikili varlıklar olduk: Resmi işlerde Latin yazısını, hususi işlerde Arap yazı­ sını kullananlarımız var, medeni nikah imam nikahını ortadan kaldıramadı, radyomuz bize birbiri arkasından "klasik Türk musikisi" ile "Avrupa musikisi" dinlettiriyor, bir yanda divan edebiyatını taklit edenlerimiz, öte yanda modem Fransız şa­ irlerini örnek tutanlarımız var; zeytin yağlı dolma 'dan zevk al­ dığımız gibi mayonez 'i de hakir görmüyoruz, rakı alemine ol­ duğu kadar kokteylparti 'ye de itibar ediyoruz; evlerimizde ala- . turka hela yanında alafranga yüz-numara var. Bir medeniyet çevresinden ötekine geçişi gösteren bu ikilik dilimizde ne gi­ bi izler bırakıyor, bunu görelim. Gazetelere bir göz atmak bugün dilimizin doğudan batı­ ya döndüğünü görmeye yeter: kültür kelimesi "hars" sözünü, teori "nazariyat"ı,pratik "ameliyat"ı, teknik "fen"i, fizik "ta­ biiye"yi, enjeksiyon "zerk"i, pis sözüyle bir ilgisi olmadığı halde pis-koloji şeklinde söylenen psikoloji "ruhiyat"ı, koz39


moğrafYa "felekiyat" ı, botanik "nebatat" ı,jeoloji "arziyat" ı, sosyoloji "içtimaiyat"ı, matematik "riyaziye"yi, aritmetik "hesab"ı, geometri "hendese"yi, fizyoloji "ilm-i vezaifüla­ za"yı, anatomi "teşrih"i, estetik "bediiyat"ı ortadan kaldırdı yahut kaldırmak üzere. "Darülfünun"umuzu üniversite yap­ tık, "müderris "!er profesör oldu, profesör yalnız kalmadı, ya­ nına asistan \ doçent 'i aldı (biri Fransız, öteki Alman söyle­ yişiyle Türkçeye. gelen iki Latince kelime); üniversite, darül­ fünunun "şehadetname"sine diploma dedi, "mezuniyet imti­ hanı"nı beğenmedi lisans yaptı, ondaki "devri dersler" bun­ da siklik (cyclique) dersler oldu. Rektör, dekan, derken sena­ to ile senatörler ortaya çıktılar, gençlik artık seminer 'lerde ye­ tiştirilmeye başlandı, "altı ay" a sömestr denildi, mektepler ço­ cuklara artık "cüzdan" yerine karne vermeye başladılar. Sos­ yete ile şirket boğaz boğazalar; karşılarına biri daha çıktı: or­ taklık. Direktör ile şefserbest piyasada müdür ile rekabet ha­ lindeler. "Katip"ler sekreter, "kaldırım "lar tretuvar, "hiz­ met"ler servis oldu ama eskisinden pek farklı değiller. Eski­ den "siyaset"te "muahede"ler büyük bir rol oynardı, şimdi "politika"da bu rol 'pakt "lara düştü, andlaşma yerli malı ol­ duğundan pek rağbet görmüyor. Ortalığı bir mesaj hastalığı kapladı: nerdeyse hizmetçi hanımdan beye mesaj götürecek. Faktör "amil" e, endüstri "sanayi" e, tekstil "mensucat" a pu­ su kurmuş bekliyor. Konsey "şura"yı, delege "mürahhas"ı öl­ dürdü. Artık "panayır, sergi, şampiyonluk" demeyi kaba bu­ Iuyoruz,fuar, şampiyona diyoruz. Enternasyonal sözü bufu­ ar kelimesine vurgun, ondan ayrılamıyor; her ikisi İzmir'in ha­ vasını, suyunu pek beğenmişler, her yıl yazı orada geçiriyor­ lar. Modası geçtiğinden mi bilmem, hanımlarımız "gerdan­ lık"ı, "başörtüsü" nü attılar, onun yerine kolye takıp eşarp ör40


tünüyorlar. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte ofis 'lerle, ku­ pon '!arla, ana karne '!erle sıkı fıkı arkadaş olduk. Türkiye'de kombina 'lar, sendika 'lar bollaştı. iktisat fakültemiz, ekonomi bakanlığımız var. "Hıfzıssıhha"nın yeni adı ijyen gibi acayip bir şeydir. Eskiden batı dillerinden almış olduğumuz kelime­ ler bile değişikliğe uğruyor: mobilya (doğru bir şekil) ile möb­ le (mobilyalı demek olan meuble 'nin yanlış anlaşılması ve da­ ha kibar sanılmasından) birbirine saldırıyorlar, musiki (Yunan­ cadan gelme asıl doğru şekil) ile de müzik (aynı kelimenin Fransızcada bozulmuş şekli): iç savaşın başka bir türlüsü. Acente, kılık değiştirip ajans adı altında ortaya çıktı: haber­ ler acentesi 'nden başka bir şeymiş sanki. · "Nevi şahsına mün­ hasır" uzun geldiğinden orijinal deyip çıkı verdik işin içinden; "enfüsi" ile "afakl"yi kimse anlamaz oldu: herkes sübjektif, objektifdeyip duruyor: realite 'yi bilmeyen kalmadı, "şeniyet"i anlayan var mı dersiniz? Kız enstitü 'leri (müesseseleri) açtık, her yıl defile 'terini seyrediyoruz: kelimenin yurdu olan Fran­ sa'da hem askerler hem kızlar defile yapar, fakat biliyorsunuz, biz, kelime "fethetmeyi" seven insanlarız. "Bent"lere artık neden bu ad verilmeyip baraj deniliyor bilmiyorum: belki Cumhuriyet devrinin eserlerini eskilerden ayırt edebilmek için. Eskiden "teahhur" eden trenler şimdi rötar yapmaya başladılar. Eskiden banliyö 'ye ne denirdi bilmem. Şimdi bü­ yük istasyonların adı gar 'dır (ne güzel kelime! ); bu gar lar­ da büvet de vardır, peron da. Artık herkes kasiyer arıyor, "vez­ hedar" a, "kasadar"a güven yok anlaşılan. Yukardaki misaller bize bir yandan dilimize yerleşmiş Arapça, Farsça sözlerin yerlerini Fransızca sözlere bıraktıkla­ rını, öte yandan bizler için Avrupa kültürünün başlıca temsil­ cisi olan Fransızların dilinden gelme sözlerin sürekli bir akın-

41


tı şeklinde Türkçeye girdiğini, bir yandan zenginleştirirken öte yandan Türkçenin kendi gelişmesine engel olduğunu gösteri­ yor. Diller birbirine bağlı kablara benzerler: kültür ve mede­ niyet seviyesi yüksek olandan ötekine doğru kendiliğinden bir akıntı başlar ve bu her iki seviye bir oluncaya kadar sürer. Av­ rupa medeniyeti ve kültürü karşısındaki geriliğimiz yabancı kelimelerin Türkçeye girişini kolaylaştırmaktadır. Bu gidişle Arapça-Farsça-Türkçe karışımı Osmanlıca yerine, Fransızca kelimelerle dolu bir Türkçenin doğması beklenebilir. Kültür­ ce üstün ulusların kendilerini yabancı dillerin etkilerine kap­ tırmadıklarını, kültür alanında zayıf oldukları bir sırada yaban­ cı kelimelerin istilasına uğramış bir dilin sonradan kendisini bundan kurtarabildiğini bize tarih gösteriyor. Ankara'daki Au­ gustus ve Roma tapınağının duvarlarına bakanlar bugün ora­ da bu Roma imparatorunun yaptıklarını hem Latince hem de Heilence. olarak yazdırmış olduğunu görürler. Helienler Ro­ ma boyunduruğu altına girmişlerse de kültürlerinin yüksekli­ ği onları, batıda bugünkü Fransa'daki Keltlerin başına geldi­ ği gibi, Liitinleşmekten kurtarmıştır. Helienler kendilerine bu­ yuranları Hellence yazmak zorunda bırakmışlardır (1). Kül­ tür ve politika alanında daha aşağı bir basamakta bulunduk­ ları sırada dillerine girmiş olan yabancı kelimeleri atan Alman­ lar onu bugün kültür dilleri arasında başta gelen bir felsefe ve bilim dili yüksekliğine ulaştırmışlardır. Doğu-İslam kültürü çevresi içinde yaşayan Osmanlı Türklerinin Arapçadan, Fars­ çadan aldıkları, kendilerinin yabancı kurallara göre yabancı köklerden ürettikleri yeni kelimelerle "Osmanlıca" denen bir dil ortaya çıkıyor. Bugün iflas eden Doğu-İslam kültürüyle bir(1) Bugün Yunanlılar üniversite gibi pek yayılmış bir söz yerine panepis­ timion gibi kendilerinin ürettikleri bir kelimeyi kullanmaktadırlar.

42


likte bu "Osmanlıca" denen dilin de yıkıldığını görüyoruz. Yu­ kardaki birkaç misal bunu göstermeye yeter. Bugün kendi di­ limizi, Türkçeyi geliştirmek için elimize bir fırsat ve imkan geçmiştir. Bu fırsattan faydalanmasını bilelim, lüzumsuz ya­ bancı kelimeler kullanmaktan kaçınalım, üşenmeyip her şe­ yin Türkçesini arayalım, sorup öğrenelim. Sadece taklitçi ola­ rak kalmamak, Avrupa kültür çevresi içinde kendimize göre bir yerimiz ve varlığımız olmasını istiyorsak her şeyden önce kendi dilimize güvenmemiz gerekir. Bize gereken , yabancı ke­ lime düşmanlığı değil, Türkçeye karşı sevgidir. Ulus, 27.Vl. 1949

43


-Türkçe ile uğraşan yabancılara H. C. Hony hayranlarına-

ve

BİR KARŞILAŞTIRMA* 2250 yılı çevrelerindeyiz: Avrupa kültürü ve medeniyeti çökmüş. Doğu-İslam kültürü ve medeniyeti yükselmiştir, git­ tikçe genişleyerek bütün dünyaya yayılmaktadır. Amerikan radyolarında bile gazel sesleri duyulmaya başlamıştır. Bu par­ lak medeniyet çevresine girmekliğin kaçınılmazlığını gören İngilizlerin başına geçen Cromwel adlı bir leader muhafaza­ kar unsurların direnmelerini yenerek gerekli devrimlere giri­ şiyor. Giyim değişiyor, İngiliz hanımları arasında çarşaf ve pe­ çe moda oluyor, kanunlar değişiyor, İngiliz erkekleri dört ka­ dınla evlenebiliyorlar. Pazar günü yerine cuma günü tatil ola­ rak alınıyor, week-end artık perşembeden başlıyor. İngilizler Latin harflerini atıp Arap harflerini kullanmayı kararlaştırıyor­ lar, zaten yazıldığı gibi okunmadığı, söylendiği gibi yazılma­ dığı için İngiliz dili bu alfabe değişikliği ile daha kolay yazı­ lır bir dil oluyor. Doğu kültürünün etkisi altında İngilizceye (*) Cumhuriyet gazetesinde Ahmet Halil ve Burhan Felek'in kendi görüş­ lerini desteklemek için faydalandıkları H.C. Hony adlı bir İngilizi göklere çıka­ ran yazılarındaki anlayışsızlığı belirtmek için yazılmıştır.

44


Arapça, Türkçe sözler giriyor: İngilizler party yerine hizb 'i kullanıyorlar; Türkçeden İngilizceye geçen yeni kelimelerin başında kaptı-kaçtı ile gece-kondu geliyor, Türkçe kavuşma, meeting kelimesini İngiliz gazetelerinden kovuyor, büyük Türk filosofu Turanlı' nın felsefesinde önemli bir yeri olan tin (din­ lenmek te yaşayan, fakat sonradan din kılığına girmiş olan kelime, Türk dil bilginlerine göre tin =can, ruh, tinlen­ mek=canlanmak) kelimesi spirit ile karşılanmadığından İn­ giliz felsefe diline sokuluyor. İngilizler Arap yazısını kullan­ maya başladıktan sonra dillerinde de bir gelişme başlıyor. La­ tin ve Hellen asıllı İngilizce kelimeler yeni Arap yazısına pek uymadıklarından atılıyorlar, culture kelimesinin yerini Arap­ ça hars alıyor, öte yandan Arapça kavramları eskiden Almanların Fransızca kelimeler için yaptıkları gibi, İngilizceden ye­ ni sözler üreterek karşılamaya çalışıyorlar. Cromwell'in ölümünden sonra İngiliz dil devrimine kar­ şı seslerini yükseltenler oluyor: Lumen-religionis Hazelnut ( 1) adlı koyu bir İngilizle Samuel Dearling (2) adlı bir İskoçyalı bunların başında geliyor. Türk müstağribi (Garp dilleri ve kül­ türüyle uğraşan) Hanyalı' nın İngilizcedeki yeni dil hareketi­ nin yanlış olduğunu, İngilizlerin dillerine yerleşmiş olan Hel­ len Latin asıllı kelimeleri atmamaları gerektiğini, böyle yapar­ larsa dillerinin fakirleşeceğini ileri süren yazılarından durma­ dan bahsettiklerinden İngiliz halkı kendilerine alay olarak "müstağrip İngilizler" adını vermiştir. Bu yan ağırbaşlı, yarı alaycı masal burada bitiyor. Masal­ da anlatılanları karşı yakadan bu yakaya görür, İngiliz yerine '

-

(1) Lumen Latince ışık (Osm. ziya), religio yine Latince din demektir; ha­ zelnut İngilizce olupfındık anlamınadır. (2) Samuel bizdeki lsmail kelimesinin aynıdır. Dearling, İngilizcede sev­ gili demektir.

45

·


Türk derseniz günümüzde olup bitenlerin bir anlatısını bulur­ sunuz bu masalda. Dilimizin Türkçeleşmesi, gelişmesi için ya­ pılan çalışmaları baltalamak isteyenlerin batılı müsteşriklerden yardım beklediklerini gazetelerde görüyoruz. Anlaşılıyor ki Avrupalı müsteşrikler arasında Türklerin Osmanlıcayı Türkçe­ leştirmek amacıyla yaptıklarını yabancı sözlere karşı bir düş­ manlık şeklinde anlayanlar var. Türk dil devriminin amacı, Türkiye'nin toprak-altı zenginlikleri gibi faydalanılmadan ya­ tan Türkçe kelimeleri işlemek, milyonlarca Türk'ün ağızların­ da dolaşan, yaşayan Türkçe kelimeleri yazı diline sokarak onu zenginleştirmektir ( 1). Bu devrimde Tür'ün zevkindeki deği­ şikliğin, Doğu medeniyetlerinden Batı medeniyetine geçişinin, Latin alfabesinin alınışının büyük payı olduğunu, Türkçe kar­ şılıkları olduğu için Türkçeden atılan, yahut yeni üretmelerle karşılanan kelimelerin Arapça ile Farsça gibi biri Sami, öteki Hint-Avrupa dili olan, yapılan Türkçeye büsbütün yabancı iki dilden olduklarını, kendisi bir Hint-Avrupa dili olan İngilizce­ deki gene Hint-Avrupa asıllı yabancı kelimelerle bunların kı­ yaslanamayacağını sayın İngiliz müsteşriki Hony'ye ve onun hayranlarına hatırlatırız. Türk dilindeki değişmeler üzerine dü­ şüncelerini yazmadan önce İngilizlere göre hazırlanmış yu­ kardaki masalı kendi yurtları için kullanmalarını, sonra kale­ me sarılmalarını yabancı müsteşriklere salık veririz. Ulus, 4. VII. 1949

(1) Yabancı kelimeleri atarak (hem de akraba dillerden gelme) kendi dil­ lerini işleyip geliştiren Almanların Almancayı fakirleştirdiklerini Sayın Honey söyleyebilir mi? Bugünkü Alman dilinin bu yüzden İngilizceden daha fakir bir dil olduğunu ileri sürebilir mi?

46


HELLENCE LATİNCE SÖZLER VE ADLAR Ankara radyosunda her gün işitilen "182 kilosiklpe a kü " sözlerini söyleyen kişinin yerinde olmak ister miydiniz bil­ mem. Bir Türk için söylenilmesi ne güç bir sözdür bu Fran­ sız�a Cycle! 182 sayısını duymasanız bir Fransız radyosu ko­ nuşuyor sanırsınız. Öyle ya, üstelik Türkçede kü diye bir harf de olmayınca. Radyomuz böyle Fransızca paralıya dursun, geçenlerde İstanbul Fen Fakültesi' ne uğradığımda bir öğren­ ci ağzında radyomuzun siki sözünün saykl olduğunu duydum. Aynı kelimenin bu İngilizce söylenişi birkaç gün önce bir ga­ zete makalesinde karşıma çıktı: "Son atom araştırmaları ve dev sayklotronlar ". Tanrım dilimizi Rusça, Çince, Japonca bi­ lenlerin bilgiçliğinden korusun! Öyle ya, tutar onlar da Türk­ çeye bu kelimenin o dillerdeki şeklini sokmaya kalkarlarsa! Gazetedeki makaleyi İngilizce bilen değil de Fransızca bilen bir Türk yazsaydı sayklotron denen nesne karşımıza siklq_tron kılığında çıkacaktı. Bu sayklotron makalesinin çıktığı günler­ de aynı gazetede İstanbul radyosu için "yayınlar orta dalga 246, 1 metre ve 704 kilosikl üzerinden yapılacak" deniyordu. Buna "Türkçede karnaval" mı demeli bilmem ki. Bu karna­ valın sona ermesi için böyle konuşan ve yazanlara Fransızca Cycle (siki) ile İngilizce Cycle'ın (saykl) aslının Hellence kyk­ los (küklos yahut kiklos) olduğunu, Hellen yazısındaki k har47


finin Latin alfabesindeki karşılığı c olduğu için Fransızca ile İngilizcede o şekilde yazıldığını öğretmek gerek. Geçen yıl İstanbul Şehir Tiyatrosu Kral ldipus' u oynaya­ cağını bildirdi durdu; bu bahtsız adamın adı Milli Eğitim Ba­ kanlığı' nın klasiklerinde Oidipus' tur: birincisi, bugün Yunan­ cada söylenilişinin Türkçe olarak yazılışı -Rumca bilen biri­ nin bilgiçliği olacak -, ikincisi bugünkü Yunanca ile eski Yu­ nancadaki yazılışı ve eski Yunan söyleyişini göz önünde tu­ tuyor. Bir de bu adı Fransızlar gibi söyleyip Türkçe Ödip di­ ye yazanlar var. Geçen yaz Açık Hava Tiyatrosu' nda bir koro dinlemiş­ tim: sahnede ö sesi "dört elif miktarı" uzatılarak "Öridise di­ rilecek" diye başladığı için öğretmen sözünden tiksinip mual­ lim diyen -muallim 'deki mu'dan korkmadıkları için cesur ki­ şiler olmalı bunlar- zayıf midelileri güç duruma düşürecek olan bu ismi Hellence aslına uygun olarak Evridike şeklinde oku­ salar olmaz mıydı? Olurdu ama o koroyu Türkçeye çeviren ki­ şi Fransızların Eurydice diye yazdıkları adın Hellencede Eury­ dike diye yazıldığını ne bilsin. Aynı Hellence kelime bize kaç şekilde geçebilir derseniz işte size bir örnek: "toprak" demek olan gea bizde coğrafya'da co (ce0), jeoloji'deje, geometri'de ge olmuştur. Hellen asıllı bir kelime vardır ki, Fransızlar hygiene, Almanlar Hygiene, lngi­ lizler hygiene diye yazar, dillerinin döndüğü gibi okurlar; biz hıftıssıhha' yı atıp yerine bir kelime arayınca bu kelimenin Av­ rupa dillerinden birindeki okunuşunu kendi yazışımızla almak­ tan başka bir şey yapamadık; ijiyen dedik çıktık. Fransız, g har­ fini i önünde söyleyemediği,} diye okuduğu halde aslına bağ­ lanıp g yazıyor, biz g sesini her yerde çıkarabildiğimiz halde Türkçede olmayan bir harfle yani} ile yazıyor ve söylüyoruz. 48


Son zamanlarda ortalığı bir ansiklopedi salgını kapladı; nelerin ansiklopedisi var nelerin. Bu ansiklopedi sözünü Türk­ çeye nasıl alacağız diye soran olmadı (Muallimler Birliği' nin akademisinden belki böyle sorular çıkar). Zira bizde iki esas var: 1- Söyledigimiz gibi yazmak; 2- Başkaları nasıl söylerse öyle söylemek Hellence yazılışı enkyklopaideia, basit olarak Türkçe enkiklopedia şeklinde gösterilebilecek olan bu kelime­ yi Fransızlar encyclopedie, Almanlar Enzyklopödie, İngilizler encyclopaedia kılığında yazıyorlar: biz Türkçede e harfi n önünde a gibi okunurmuş, kik/o diyemez imişiz gibi ansiklo­ pedi deyip çıkıyoruz: bugün böyle diyoruz, yarın başka moda­ ya uyarız. Hellence psykhologia (psikhologia, yahut psükho­ logia) Fransızcada psychologie, Almancada Psychologie, İn­ gilizcede psychology olarak yazılıyor: Bugün Fransızcaya di­ li yatanlarımız bu kelimeyi psikoloji, yatmayanlar piskoloji şeklinde kullanıyor : Amerikan kolejlerinde okuyanlarımıza sorarsanız İngilizcede olduğu gibi okuyarak saykoloci deme­ liyiz. Bu çarpık kelimeler arasında Türkçeye doğru olarak ge­ çen Hellence Latince sözler, pek az da olsa, var: geometri, ge­ neral, doçent gibi. Fakat çarpıkların içinde etkisiz kalıyorlar, örnek olamıyorlar. Doçent kelimesi gibi doğru olarak Türk­ çeye yerleşseler, asistan dediğimize asistent, ajan' a agent der­ dik, zira doc-ent Latince "öğreten" , asist-ent "yardım eden" , agent "eyleyen, yapan" , demektir v e okunuşları Türkçenin ay­ nıdır. Milli Eğitim Bakanlığı'nın yayımladığı klasikler Hel­ len, Latin adlarında bilim yolunu tutarak yazılışta ve söyle­ nişte asla uymuşlardır. Klasikler için Hellence ve Latince bi­ len kimselerin hazırladığı bu esasların birtakım aydınlarımız­ ca göz önünde tutulmadığını esefle görüyoruz. Bu savsaklığı 49


İbrahim Alaeddin Gövsa'nın Resimli Yeni Lugat ve Ansiklo­ pedi si gibi pek faydalı olabilecek, büyük bir ihtiyacı karşıla­ '

yacak bir sözlükte de görmek ne kadar üzücü. Önsözünün dördüncü maddesinde "aslı Arapça ve Fars­ ça olan kelimeler madde başı oldukları zaman yalnız bir de­ faya münhasır kalmak üzere onların yanlarına asıl imla/arı­ nı ilave ettim. Avrupa ansiklopedilerinin bir kısmı Yunanca ve Latinceden alınmış kelimelerin başlarına o dillerdeki imla/a­ rını koydukları gibi bizim Arapça ve Farsça için bu usulü ka­ bul etmemiz hem dil hem pratik bakımlardan faydalıdır " di­ yen ve "çalışma kabiliyetinin sonsuzluğuna güvenen " Sayın Gövsa örnek olarak gösterdiği bu ilmiliği Yunan, Latin adla­ rında gösterememiş. Belki asıllarını arayacak zamanı olma­ mıştır. Madde başı olarak bazen adın Fransızcadaki şeklinin Türkçe yazılışını, çok kere de, Fransızca-Türkçe bir h1gat ya­ zıyormuş gibi, aslı yerine Fransızcadaki şeklini almış: Anak­

simenes diye yazması gerekirken madde başı olarak Anaksi­ men ve onun yanı başında Anaximene görülüyor. Aslına uy­ gun olarak Anaksimandros demek varken nedense Anaksi­ mandr gibi yabancı dildeki söylenişi madde başı yapıyor, ya­ nına da Fransız imlasını koyuyor: Anaximandre, Andromede, Persee, Neptune gibi Fransızca şekiller Türkçe sözlükte mad­ de başı yapılmış, Türkçesi yok: Türkler bu isimleri Fransızlar gibi yazıp Fransızlar gibi mi okuyacak? Sayın muharrir me­ tin içinde de

'�uguste'ün ", "Octave 'ın " gibi Fransız diline

ve imlasına has şekiller kullanıyor. Herkes böyle mi yapacak? Türkçede Arkhilokhos, Arkhimedes, Aristarkhos şeklinde ya­ zılacak olan Hellen adlarını Archiloque, Archieede, Aristar­ que de Samos diye, yani Fransızların değiştirip kendi dilleri­ ne uydukları şekilde yazmak Avrupalılarda görülen bir "ilmi­ lik" olmasa gerek.

50


Böyle bir tavır bir Arap adım Arapların yazdığı gibi de­ ğil de mesela İngilizlerin söylediği gibi yazmaya benzer. Eski Yunanca bilenlerin Türkçede adını Homeros diye yazdıkları şa­ iri Sayın Gövsa bir Fransız şairi mi sanıyor ki lfıgatına onu Ho­ mere diye geçirmiş, Aristo bir Fransız filosofu mudur ki İsken­ der maddesinde "Aristote tarafından yetiştirilmiştir" deniyor ve "Aristote 'un" diye yazılıyor? Bu kadarı bu "ansiklopedik sözlük"teki Yunan Latin adlan çorbasını göstermeye yeter. Avrupa'da olduğu gibi, okullarımızda Hellence (yani es­ ki Yunanca) ve Latince öğretilmediği için aydınlarımızın bu dillerden gelme kelimeleri, bildikleri Avrupa dilinin -başta Fransızcanın- malı sanmalarından ve Türkçemizdeki "söyle­ nildiği gibi yazılma" esasına uymalarından doğan bu karışık­ lığın önüne geçmek için okullarımızda Hellence değilse bile hiç olmazsa Latince öğretmekten başka yol yoktur. İçine gir­ diğiniz Avrupa kültürünün etkisi altında dilimize durmadan batı dillerinden kelimeler girdiği, bu dillerde ise Avrupa kül­ türünün temeli olan eski Hellen ve Latin kültürünün mirası olan kelimelerin sayısının pek büyük olduğu, Avrupa dilleri­ nin "ölmüş diller" denen Hellence ile Latinceyi yeni kelime­ ler kurarken, üretirken kullandıkları -ölen kelimeler diriltile­ mez diyen alimlerimizin kulakları çınlasın- göz önünde tutu­ lursa bu işin önemi anlaşılır. Doğu-İslam kültürü içindeyken okullarımızda Arapça, Farsça okutuyorduk. Batı kültürü içi­ ne yerleşmemiz için bütün Avrupalılar gibi okullarımızda Hel­ lence ve Latince öğretmek zorundayız. Gençlerimizin ana dil­ lerini iyice öğrenmemiş olarak üniversiteye geldiklerini yana yakıla anlatırken bu bilgisizlikte ve düşüncelerini açık olarak yazabilme eksikliğinde Arapça ile Farsçanın yerlerini boş bı­ rakmış olmamızın büyük bir payı olduğunu unutmamalıyız. Ulus, 24.VIII. 1 949 51


ESKİ YUNANCA VE AVRUPA DİLLERİ Avrupalılar önce eski çağda Romalıların aracılığıyla, son­ ra da Renaissance'da eski Yunan kültürünün etkisi altında ka­ lıyorlar. Bugünkü Avrupa kültürünün Hellenlere neler borçlu olduğunu görmek için Avrupa uluslarının dillerini gözden ge­ çirmek yeter. Bunun böyle olduğunu örneklerle göstermeye çalışacağız: Hellence "boş zaman", "serbest zaman" demek olan skhole, gümnasion' lardaki gençler idman yapmadıkları, boş oldukları zamanı öğretmenin çevresinde yarı çemberim­ si bir sıra üzerinde oturarak bilim ve musiki eğitimi ile geçir­ diklerinden, önce bu sıranın adı oluyor, sonra mektep anlamı­ nı kazanarak Latinceye schola diye geçiyor; Romalılardan to­ runları İtalyanlara scuola olarak kalıyor, öte yandan Fransız­ lar bu kelimeyi ecole, İngilizler school, Almanlar Schule, İs­ panyollar escuola. kılığında kendi dillerine mal ediyorlar. De­ mek oluyor ki Avrupa mekteplerinin örneği Hellas' ta, yani es­ ki Yunanili' ndedir. Bizse Avrupa kültürüne girdikten sonra mekteb'i attık, bütün Avrupa' ya yayılmış olan bu kelimeye yapmacıktan bir bağlanma özentisi gösteren Türkçe bir keli­ me yarattık: okul. Sanat ve bilim alanında eski Yunanlıların nelerde Avru­ palılara öğretmenlik ettiklerini yine Avrupa dilleri bize gös­ teriyor: Hellence plastike Fransızcada plastique, İngilizcede 52


plastic, Almancada Plastik, İtalyancada plastica; Hellence musike, Fransızcadı musique, İngilizcede music, Almancada Musik, İtalyancada musica olmuştur; Helence philosophie (= hüner-sevme, bilgelik-sevme) Fransızcaya plıilosophie, İngi­ lizceye philosophy, Almancaya Philosophie, İtalyancaya . . filosofia; Hellence mathematike (mathema = öğrenim, bilim) Fransızcaya mathematiques, İngilizceye mathematics, Alman­ caya Mathematik, İtalyancaya matematica kılığında geçmiş­ tir; Hellence grammatike (gramma = harf) Fransızca gramma­ ire'in, İngilizce grammar'ın, Almanca Grammatik'in, İtal­ yanca grammatica'nın; yine Hellence poiesis (poiein =yap­ mak) de Fransızca poesie' nin, İngilizce poesy'nin, Almanca Poesie'nin (öz Al. Dichtkunst), ltalyancapaesia'nın anasıdır. Hellence epos (aslında "söz", sonra "destan") Fransızca epo­ pee'de (epos ile poiein yapmak'tan kurulma), İngilizce epic (poem) de, Almanca Epos'ta, İtalyanca (poema) epico'da ya­ şayıp durmaktadır; Helience Iyrike (Iyra denen çalgıdan) Fran­ sızca (lyrique'i, İngilizce lyric' i, Almanca lyrik'i ve İtalyan­ ca lirica'yı doğurmuştur; ·�raks yeri" demek olan orkhestra Fransa'da orchestre, İngiltere'de orchestra, Almanya'da Orc­ hester, İtalya'da orchestra oluyor. Hellence drama (dram = ey­ lemekte, eyleyi, eyleme), theatron (bakma yeri, seyir yeri), tra­ godia (teke şarkısı, teke kılığına girenlerin şarkısı) ile koma­ dia 'yı (eğlence alayı şarkısı) bütün Avrupa dillerinde bulabi­ lirsiniz (Fr. drame, theiitre, tragedie, comMie; İng. drama, theatre, tragedy, comedy; Almanca Drama, Theater, Tragödia, Kemödie; İt. dramma, teatro, tragedia, commedia.) Birkaç kelime de siyaset, devlet alanından seçelim: Hel­ lencepolitike (polis = şehir, devlet;polites == yurttaş), demok­ ratia (demos = halk, kratos = kudret), demogogia (demos = ==

53


halk,

agage = gütme)

bütün Avrupa dillerine sokulmuş olan

eski Yunanca kelimelerdendir. Fen alanında Avrupa'ya Hellenili 'den nelerin geldiğini şu kelimeler gösteriyor: Hellence tekhnike (tekhne =fen; tekhni­ ke =fenlik, y�i fenlik bilim, fen fenni) hangi Avrupa dilinde yoktur? Fransızca mecanique ile machine, İngilizce mechanic ile machine, Almanca Mechanik ile Maschine, İtalyanca mec­ canica ile macchina, Hellence mekhanike (=makinelik, yani makinefenni, makinelikfen) ile mekhane (=çare, araç, maki­ ne) kelimelerini yaşatmaktadırlar. Hellence (he) hypotenusa (= altta uzanan, alta gerili) dik açının altına gerili kenarın (Hellence de gramma yani çizgi' nin) adı olarak Avrupa dille­ rine, son olarak da " veter-i kaime" yerine Türkçeye girmiş­ tir. Hellence (e)

kathelos

(gramme) dik-inen (çizgi) demek

olup dik-açılı üçgende " dikkenar"ın adı olarak batının ortak­ laşa fen sözlerinden biridir. Geometrinin asıl şekli olan Hel­ lence geômetria (toprak-ölçme, yer-ölçme), coğrafyanın Hel­ lence aslı olan geôraphia (=toprak-yazım, yer tas viri), physi­ -

ke (physis =yaradılış, doğuş; physike =yaradılışlık, doğuşluk şeklinde "doğuşluk - bilim" in kısaltılmışı), stereo - metria (= katı-ölçme), parallelo-grammon (= birbiri - boyunca - çizgi­ li; şimdi Türkçede "mütevaziyüladla" karşılığı olarak kulla­ nılan "paralel-kenar" bundan dönme),

arkhitekton

(aslında

"baş-yapıcı", tekton =dülger, yapıcı demek) bütün Avrupa dil­ lerinde Hellen kültür etkisinin tanığı olarak yaşayan kelime­ lerdendir. Avrupa dillerinde dış görünüşünde değil de içinde Hellen etkisi taşıyan kelimeler de vardır; bunlar Hellence ke­ limenin o dillere çevrilmişleridir. Hellenler bir türlü kaldırma makinesine geranos yani "turna" (kuşu) adını vermişler; Fran­ sızcada grue, İtalyancada gru, İngilizcede

54

crane bugün

hem


"turna" kuşunun hem de ona benzeyen makinenin adıdır; Al­ mancada ufacık bir ayrılık var; makinenin adı Kran, kuşunki

Kran-ich. Fransızların essai, İngilizlerin essay, Almanların Versuch, İtalyanların saggio kelimesini ad olarak verdikleri bir­ takım yazılar vardır: "deneme" anlamına gelen bu sözler Hel­ lence

epikheirein

(denemek) kelimesinin o dillere çevrilme­

leridir. Aristoteles,

Topika (bu kelime de Avrupa dillerine gir­

miştir) adlı eserinde tartışma-sanatını, yani dialektik'i ele alır: dialektikçinin yeni tartışma-ustasının düşünme işine Aristo­ teles

epikheirein (= denemek) der. Dialektikçi, bilim-eri gibi

hakikati bulmaya kalkışmıyor, yalnızca (sadece) hakikate yak­ laşmayı "deniyor". Şimdi biz Türkler de bu geleneğe uyup bir­ takım yazılara "deneme" adını vermeye başladık. Bütün Av­ rupa dillerine girmiş olan, şimdi de Türkçe yayınlar arasında salgın hastalık olarak başgösteren bir kelime var:

ansiklope­

di. Hellencede en-kyklios paideia her hür Hellen gencinin uğ­ raştığı bilimler ve sanatlar çemberini (en = içinde, kyklos = çember, paideia = eğitim) anlatır. Bu Hellence sözler dizisi­ ne peri (= çepeçevre) ile odos (= yol) kelimelerinden kurul­ muş olan ve "çevre-yol, tam-çevrilme, dünyayı-dolaşma, yıl­ dızların evrilişi, başı sona bağlayan sanatlı cümle" yapısı an­ lamlarına gelen periodos

ode, it. periodo) ile

(Fr. periode,

lng. period, Al,

Peri­

son verelim.

lskender'le acuna yayılan eski Yunan kültürünün Avru­ pa'ya verdiklerinin küçük bir bölümünü eski Yunanca kelime­ lerin izleri üzerinde yürüyerek görmüş olduk. Renaissance'da Hellenliğin yeniden dirilmesiyle Hellenceyle yeniden tanışan Avrupalı bilginler için Hellen dili zamanla yeni kavramları kar­ şılmakta tükenmek bilmeyen bir taş-ocağı oluyor. Kendi yü­ rüyen arabayı bulan Avrupalı, Hellence autos (=o, kendi) ile

55


Latince mobile (kımıldar, gider) sözünü birleştirip automobi­

le adını veriyor. Fransız devrimi yeni ölçüler yaratırken Hel­ lence "bin" demek olan khilioi kelimesini bırakıp kilo (gram­

me) demiştir. Sociologie de böyle uydurma kelimelerden bi­ ridir: Latince socius (= ortak, müttefik) ile Hellence logos (= söz, öğreti) kelimesinden kurulmuştur. "Ölü" dillerden sayı­ lan eski Yunanca bir kelime bugün bütün insanların ağzında dolaşıyor: bu kelime eski Yunan filosoflarının "kesilip bölün­ meyen şekil" demek olan a-tomos'u ile " bölünmeyen nesne" demek olan

atomon unun 2300 yıldır ölmediğini gösteren '

atom kelimesidir. Ulus, 4.IX.1949

56


IANUS BAŞI yahut Doğuyla Batı Ortasında Ianus, eski Romalıların taptıkları tanrılardan birinin adı­ dır: giriş ile çıkışın, başlangıç ile sonun tanrısı olan bu Ianus 'un biri geriye, öteki ileriye bakan iki yüzlü bir başı varmış. Do­ ğu kültüründen batı kültürüne geçiş döneminde -bu geçiş dö­ neminin içinde bulunuyoruz- aydınlarımız Ianus başlı kişiler oldular: çoğunun biri doğuya, öteki batıya bakan iki yüzü var. Her birini doğuyu görüş ve anlayışının keskinliği Arapça ile Farsça bilgisinin basamağına (derecesine), batıyı kavrayışı gözüne taktığı gözlüğün -bu gözlük Avrupa dillerinden biri­ dir- niteliğine bağlıdır. Eskiden Osmanlı aydınlan doğuyu da­ ha iyi görebilmek için Arapça ile Farsça öğrenirlerdi. Lisele­ rimizde Arapça ve Farsça öğretimi kaldırılmadan az öne� oku­ muş olanlar bile

katip, hamil, dafi, alim, darıb, hakim

sözle­

rinin bir işi yapanı gösterdiğini, bunların "ism-i füil" olduk­

madrı1b, maktul, ma '/um, mahkUm, mektub, meşkUk, mevsuk kelimelerine "ism-i meful" denildiğini öğrenmişler­ di. Onlara hüküm - hakim - mahkUm - hükUmet- hakimiyet ya­ hut kitab - mektUb - katip , mekteb - kitabet yahut da ilm - ilam - talim - malum - muallim - alim - allame - alamet gibi söz di­ zilerinin bir kökten ürediğini seçebilecek bilgi verilmişti. Med-

larını,

57


rese'nin ders yeri, mekteb'inyazı yeri, meşher'in teşhir yeri, mezbaha'nın kesmeyeri, meks-efe'nin sıklaşmayeri, medfen 'in defn yeri, mesken'in iskan yeri o lduğunu, bun lara "is m-i me­ kan" den ild iğ in i eski aydınımız öğren mişt i. Arapça öğren imi gör müş es ki lise li amil' in amel'den ge ld iğ in i, amel' in "iş" de­ me k o lduğunu b iliyordu,

bugün/aktör d iyen b ir aydın bunun

Lat ince facere ile b ir kö kten o lduğunu, "yapıcı", "ed ic i" an­ la mına ge ld iğ in i b ilmiyor. Bu b ize ne an latır? Ne mi an latır? İç ine g ird iğ imiz i söy ley ip durduğu muz batı kü ltüründe, es ki­ den doğu kü lt ürü iç inde ki basa mağı mıza var ma mış o lduğu­ muzu ! Es kiden aydın ları mız doğu kü ltüründen imt ihana çe­ kilmiş o lsa lar örneğ in (mese la) do kuz, on a lab ilir lerd iyse, ş imd iki aydın ları mız batı kü ltürü imt ihanında iki a lsa lar sev i­ nebilir ler. Es ki lises i meles-efesözünü duyunca bunu usunda

ke­ sif, kesafet, teks-if, tekasüfsöz ler ine bağ layab iliyordu, bun lar­

dan b ir in i ku llanır ken öte kiler in "b izden b ir in i a ldı, ba ka lı m n e ile görev lend irece k?" der g ib i kend ine ba ktı klarını sezer

kondansatör der ken, rezistans derken bunu nereye bağ lıyor? Es ki lise li müderris' in ders ile, memur ile amir' in emr ile bağ lantısın ı çı karabiliyordu, onun kavra m haz ines inde tahmfl - hami - hamU/e - hammal - hami­ le - hamil aynı ra fta yan yana göz lere yer leşt ir ilmişt i. Bugü­ nün Arapçasız yet işen lise lis ine hakim ile hakfm'i ayırt ett ir­ g ib i o luyordu. Bugün kü aydın

me k devey i hende kten at lat ma kt an daha zordur: Böy le ler in i ün ivers iteden çı karıp öğretmen o lara k genç liğ in başına geç i­ r iyoruz. Sonra da ün ivers ite, "lise lerden öğrenc iler zayı f o la­ rak ge liyor" d iye bağırıyor. L ise öğret men ler inden h içb ir i çı­ kıp, "b iz i yet işt iren ün ivers ite değ il mid ir?" de miyor. Karşısına

iisiir-i atfka tert ib i çı kınca

eski aydın

asiir'ın

"eser ler", atfk' in "es ki" de me k o lduğunu b iliyordu, çün kü

58


Arapça öğrenmişti. Günümüzün aydını için arkeoloji boşluk­ ta asılı bir kelimedir: Onun ne demek olduğunu bilmez, onu bir yere bağlayamaz, çünkü eski Yunanca öğrenmemiştir. Arapça öğrenen genç nutuk -

natık - mantık - intak kelimele­

rini içten tanıyordu, Yunanca öğrenimi görmeyerek yetişmiş

lojik - logos - filolog bağlantısını nereden sezsin? münazara, müzakere, müdafaa, mücadele, mütareke, musahabe sözlerinin içinde sırayla harb, nazar, zikr, defi, cidal, terk, sohbet kelimelerini görecek kadar Arapça bi­ öğretmen

Eskiler muharebe,

liyorlardı, "müfaale babın"da olduklarından "müşareket" bil­ dirdiklerini de öğrenmişlerdi. Şimdikiler rektör, doktor, kon­ düktör, projektör, enjektör, aktör sözlerini kullanıyorlar, fakat bu sözlerin sırayla "yönetici, öğretici, çekici (sürükleyici), güdücü, ileri-atıcı, geri-bükücü, içeatıcı, eyleyici" demek ol­ duklarını bilmedikleri gibi Latince

-ter ekinin Türçedeki -ci

ekinin gördüğü işi bildirdiğini de öğrenmiyorlar. Eski aydın, beğenmediğimiz Osmanlı aydını, fail'i fiil'den

,

mahmul'ü,

haml'den, mevzu'u vaz'dan çıkarabiliyordu. Günümüzün Türk obje' yi, pasifile aktifi tek tek görüyor. Latin­ ce bilmediğinden aktifi aktör'e, ajan'a (agent), aksiyon'a (action), akt'a bağlayarak sağlam bir kavramlar zinciri kura­

aydını süje ile

mıyor; bu gibi yabancı kelimeleri düzensiz, dizisiz, ambarına attığından içerde nelerin bulunduğunu kolayca seçemiyor. Es­ kiden darülfünuna gelen öğrenci mudhike'nin,facia'nın, me­ zuniyet'in, şura'nın, hıftıssıhha' nın, bediiyyat'ın, arziyat'ın ne demek olduklarını, hangi kelimelerin kardeşi olduklarını biliyordu. Bu kelimeler bugün kalp akça gibi geçmez oldu: on­

komedi, trajedi, lisans, profesör, delege, konsey, ijyen, estetik, jeoloji aldı, fakat üniversiteye gelen öğrenci şöy­

ların yerini

le dursun, ona öğretmenlik edecek olan bile bunların koyuk

59


(= temel) anlamını bilmiyor. Farsça okuyan eski liseli endah­ ten kelimesinin bir mastar olduğunu, endaz'ın bundan geldi­ ğini öğrenerek diploma alıyor, lengerendaz, silahendaz söz­ lerinin kuruluşunu seçebiliyordu. Bugünün liselisi tez, tem kelimelerinin eski Yunanca "koymak" anlamına gelen the kö­ kü ile üretildiklerini anlayacak, senfoni kelimesinin kuruluşu­ nu seçebilecek bilgiyi almadan üniversiteye giriyor ve -işin üzücü yanı- orada da almadan çıkıyor. Bilgisinde böyle bir sü­ rü karanlık köşeler bulunan aydın için papağan gibi öğrendi­ ği yabancı kelimeler düzensiz bir yığın, karmakarışık bir çok­ luk olmaktan kurtulamıyorlar; bu düzensizlik onların söyle­ diklerinde, yazdıklarında kendini belli ediyor, çalışmalarının verimli olmasını engelliyor, köstekliyor. Ancak batı kültür dil­ lerinden birini yahut birkaçını iyi bilenlerde bu karışıklık ve bulanıklık pek o kadar göze çarpmıyor. Gençlerin üniversite­ ye geldiklerinde düşündüklerini açık olarak anlatamadıkların­ dan, düzgün bir cümle yazamadıklarından sızlananlar, yanıp yakılanlar, yükselmek isteyen bir balondan safra atılır gibi atı­ lan Arapça, Farsça öğretimi yerine Avrupa'nın kliisik dilleri olan Latince ile Yunancayı koymamış olmamızın büyük bir pa­ yı -hem de arslan payı- bulunduğunu unutmamalıdırlar. Son Eğitim Şurası'nda bu eksiğin görülüp boşluğun doldurulma­ sı için gerekli kararların alınacağını sanmıştık: liselere bir yıl daha verilmesi bunun yapılabilirliğini pek kolaylaştırmıştı. Umudumuz boşa çıktı, üzüldük. Lise üniversiteye hazırlık de­ mek olduğuna göre üniversitenin belli birtakım fakültelerine gidecek öğrencilerin Latinceyle Yunancayı orada öğrenerek gelmesini, bunu sağlayamadığımız liselerden gelenlerin bu eksikliklerini üniversitede gidermelerini sağlamak gerek. Ay­ dın diye toplum içine salı verdiğimiz kimseler batıyı sisler, bu60


lutlar arkasında görmekten, yan-batılı olmaktan kurtulmuş gençler olmalıdır. Latin harfleriyle yazmak, şapka giymek Av­ rupa kültürünü anlamaya, aydınlarımızı hem doğuya hem ba­ tıya bakan gözleri iyi seçemeyen bir Ianus olmaktan kurtar­ maya yetmez. Doğuluysak doğululuğumuzu bilelim, batılıy­ sak batılılığın gerektirdiğini yapalım. Ulus, 28.IX . 1 949

61


TÜRKÇEDE YAŞAYAN YUNANCA SÖZLER 1

Avrupa kültür-çevresinin ilk ozanı Bomeros, ilk tarihçi­ si Berodotos, ilk filosofu Thales, Bellenlerin, yani eski Yu­ nanların Anadolu kıyısında yaşayanları arasında yetişmiştir. Atina kentinin bir kültür ocağı oluşu Anadolu kıyısı büyük dü­ şünürler yetiştirdikten sonradır. Doğudaki yüksek kültürlü ulusların birçok alanda öğrencileri olan Bellenler sonradan kendi damgalarını taşıyan bir medeniyet kurarak önce eski ça­ ğın, sonra da bugünkü Avrupa' nın kültür kaynağı oluyorlar. Büyük İskender' le bütün doğuya yayılan, lran ' a, Orta As­ ya' ya kadar uzanan Bellen kültürü sonraki yüzyıllarda Roma boyunduruğu altında, Bıristiyanlık içinde yaşıyor. Batıda Ka­ vimler Göçü' nde Roma yıkıldıktan sonra orada sönen kültür ateşi doğunun Roma'sında, Bizans İmparatorluğu' nda yanıp duruyor. Bizans' a doğru uzanan İslamlık bu ateşten pay alı­ yor, yeniden uyanan Avrupa' ya sönen kültür ateşini tutuşturacak kıvılcımı İslamlık veriyor: Bellen eserlerinin Arapçaya çevrilmişleri ile tanışma Avrupa'da Renaissance' ı hazırlıyor. Eskiden beri Bellen kültürü ile bağlantısı olan Anado­ lu ' ya yerleşen Türkler Bizans kültür çevresine sokulmuş olu­ yorlar. İstanbul' un, daha sonra da Yunan anayurdunun, Türk­ ler eline geçmesiyle Bellenler ile Türkler yüzyıllar boyunca 62

·


bir arada yaşıyo r lar . Tür kler Ar apçadan, Far sçadan Yunanca sözler aldıklar ı gibi Yunanlar ile bi r ar ada yaşamalar ı bir ta­ kım Yunanca kelimeler in doğr udan doğruya Türkçeye girme­ sine yol açıyo r , öte yandan Tür kçe kelimele r , yahut Tür kçe­ leşmiş A r apça, Far sça spzler Yunan diline geçiyor. Bu ikinci olayı Her deki bir yazıya bır akar ak kültür tar ihimiz bakımın­ dan bizim için önemli olan bu Tür kçeleşmiş Hellence sözle­ r e bir göz atalım.

"Anadolu 'nun limanları, körfezleri, suıırları, iklimi, ayaz­ maları, kiliseleri, panayırları, mandıraları, fındıkları, fesle­ ğen/eri, lahanaları ünlüdür " cümlesinde "ünlüdür "den baş­ ka bütün kelimeler Yunancadır. Sakın yeni bir divan edebiya­ tı dili yar atıyorum sanmayın! Kendimi zor laya zor laya, oyun olsun diye bir cümle kur dum. Şimdi bunlar ın Hellence oldu­ ğunu göster mek ger ek. Önce yur dumuzun adı olan Anadolu kelimesini ele ala­ lım. Okuyucular ımdan bir inin neden "babadolu" değil de "anadolu" der gibi baktığını görüyorum. Hellenler "güneşin doğuşu, yükselişi" demek olan anatole (okunuşu: anatoli) sö­ züyle doğular ındaki ülkeleri, bunlar ar asında Küçük Asya'yı anlatıyorlar. Bu tıpkı Fr ansızların "doğu" için Latin asıllı olup "yükselen", 'doğan" , "çıkan" demek olan

Orient ve Levant

kelimele r ini kullanmalar ına benzer : hepsinde "güneş" sözü atılar ak kısaltma yapılmış. Biz Tür kler bile " şar k hizmeti var " , "şarka gitti" deyip duruyoruz.Biz kendi yurdumuza şar k der sek, batımızda oturanlar , içlerinden bir i bize gelir se "şar ­ ka gitti" demezler mi?

"Anadolu 'nun şarkı " iki yabancı keli­

me kullanar ak "doğunun doğusu" demektir . Onun için hiç ol­ mazsa bir ini Tür kçeleşti r e r ek "Anadolu'nun doğusu" deme­ yi sağlık veririm.Yukardaki dizinin ikinci kelimesi olan liman,

63


yabancılığını başındaki l harfi ile gösteriyor: Türkçede l ile başlayan kelime yok derler: İnanmazsanız Türkçe bir sözlü­ ğü açıp bakın. Daha Homeros'un llias adlı destanında li­ men, Türkçenin liman sözü anlamında kullanılıyor. Sonra es­ ki Hellencede limne "durgun su" demek. Bugünkü Yunanlar (Yunanlılar demek yanlıştır: Türk-Türkistan, Yunan-Yunanis­ tan, Türk-çe, Yunan-ca diyoruz, Yunanlıca değil) "liman"a /i­ min (yazılışı: limen), "göl"e de limni (yazılışı: limne) diyor­ lar. Yukardaki cümledeki körfez'e gelince: bu kelimemiz as­ lında "kucak" demek olan Yunanca kolpos (başka bir şekli korphos) sözünün bozulmuşudur. Almanlar bu anlamda Me­ er-busen kelimesni kullanırlar ki "deniz-kucağı, deniz-göğ­ sü" demektir. Nasıl biz denize uzanan karaya "burun" demiş­ sek, Yunanlar ile Almanlar karayla kucaklaşmış denize "ku­ cak", "göğüs" adını vermişler. Belki körfez'in Türkçesi var ama biz aydınlar bilmiyoruz. Ele alacağımız dördüncü keli­ me sınır'dır Sınır'ın Türkçe olmadığını söylemek biraz yürek ister doğrusu. Sinır' a RadloffIV'te rasladığımız gibi aynı yer­ de sengir şekli de var (her iki şekle de Kırım'da rastlanıyor). Bu kelime, üzerinde fazla durulması gereken bir kelime. Es­ ki Hellencede yani bugün konuşulmayan, yalnız kitaplarda saklanıp kalmış olan Yunan dilinde sünoros diye bir sıfat var; bu sıfat tam bizim hem-hudud karşılığı olup "birlikte, hem" demek olan sün ile "hudut-taşı, hudut" demek olan oros'tan kurulmuştur. Bugünkü Yunancada da sünoron (okun, sino­ ron) hudut demektir. Bunları yeter görmeyenlere bugünkü Yu­ nancada "ufuk" karşılığı (h)orizen kelimesinin kullanıldığı­ nı, "hudutlandırıcı" demek olan bu sözü Fransızların l 'hori­ zon ('== ufuk) diye aldıklarını andırınm. Osmanlıcanın "eka­ lim-i hdrre " terkibine bayılanlar da iklim'in Yunanca oluşuna .

64


pek inanmayacaklar ama filoloğa zeval olmaz deyip bildiği­ mizi, bulduğumuzu ortaya koyalım. Klima "eğilim, meyil, ya­ maç" demek. Bununla Yunanlar yerin (= arzın) ekvatordan (hatt-ı üstüva'dan) kutuplara doğru eğilimini, sonra da yeryü­ zündeki beş iklim bölgesini anlatmışlar. -Ayazma ile kilise'nin Hellence oluşuna pek şaşılmaz sanının. Ayazma'nın aya 'sı Ayasofoa 'nın aya 'sının tam kendisidir ve içinde Yunanca "mu­ kaddes, kutlu" anlamına gelen agia (ayiya d. ok.) sıfatı gizli­ dir. Eski Yunancada agiasma "mukaddes yer", yeni Yunan­ cada agiasmos "evlerin papaz tarafından takdisi ve kutlu su serpilmesi" demektir. Kilisenin aslı olan ek-klesia eski dilde "çağrılarak toplanma", "toplantı" anlamına geldiği gibi ek­ kleô "dışarı çağırmak" demektir. Arapça "cami" gibi kilise de "tecemmu yeri", "toplantı yeri" demek oluyor. Bütün (halkın) toplanışı demek olan pan-egüris yahut pan-egüri (söylen. pan-iyiri) agora kelimesi (= toplantı, toplantı yeri, pa­ zar) ile kardeş olup "bayram, şenlik, büyük pazar" anlamla­ rına eski Yunancada olduğu gibi bugün de kullanılıyor. Pazar, sergi, meşher, (Arapça, "teşhir-yeri"), panayır yetmiyorlar­ mış gibi şimdi bir de Fransızcanınfoire'ı (Latince "bayram günü, tatil günü" demek olanferia'dan bozma) ile expo!Jiti­ on'u (Latincede "dışa koyma, ortaya koyma, serme" demek) fuar ve ekispozisyon kılığında karşımıza çıktılar. - Eski Yu­ nanca yazılarda "ahır" , "çitle çevrili yer" için kullanılmış olan mandra, bugünkü Yunancada da bizim bildiğimiz an­ lamda kullanılıyor. Mandıra'ya girmişken gübre sözünün hem eski; hem de yeni Yunancada "hayvan ve insan pisliği, güb­ re" demek olan kopros'tan geldiğini sanıyoruz. Türkçede ay­ rıca "fışkı'' da deniyor. - Şimdi yukardaki cümlemizdeki bit­ ki isimlerine ulaştık. Baştafındık var. Fındık'a Hellenler ka,

-

65


rüa pontika yan i

"Kara den iz li cev iz " a dını verm iş ler ; "Ka­

ra den iz li " sı fatı, yan i pontika dönü p do laşıp T ürkçe de jindık

Pfirsich 'in başına ge­ Lat ince persicum yan i "pers li" (= far i­

o luyor . A lmanca da "şe fta li" demek o lan len buna çok benzer:

si) sı fatı "e lma " sözün den ayrı lı p bozu lmuş, "Fars-e lma­ sı "n dan ka la ka la "Fars lı " (= Pfirs ich) ka lmıştı r. Her cev iz g i­ b i her f �n dık da do lu değ ildir, iç ler in de

kofo lan lar çıkar, b ize

de kofsözünü esk i Yunanca da da, yen is in de de "ha fif ", "boş "

basili­ kon (ok. vasi/ikon) Türkçeye "kra l otu " diye çevr ileb ilir : Fr an ­ sız lar basilic diye a lmış lar, A lman lar Basilien-kraut diyor lar, b iz de fesleğen o lmuş; A ra pçası reyhan im iş. Lahana'yı Yu­ nan ca dan geç me ler arasına katab ileceğ iz : lakhana ve lakha­ nikon bugünkü Yunanca da bu sebzen in a dı o lduğu g ib i esk i Yunanca da lakhanon "sebze '', lakhana "sebze pazarı " de­ mekt ir. Batı Ana do lu'nun lahana de diğ ine doğu Ana do lu ke­ lem diyor; b ir başka a dı da kapuska. an lam larına ge len kufos'tan çıkarmak düşer. Yunanca

Yukar dak i uy durma cüm le den kurtu lduk . Ş im di insan la ­ ra geçe lim . İnsan la ilg ili Yunanca ke lime ler den b ir i iskelet'tir:

Skeletos

skeleton "kurumuş vücut ", "mumya " skeletos sözünün Türkçeye "kurumuş in­

"k urumuş ",

demek; bun dan da

san " yahut "insa n kurusu " diye çevr ilmes i gerekt iğ i an laşı lı­ yor. Omuz ke limes i de Yunanca dan geçm iş o lsa gerek:

ômos

Yunanca da bu an lam da kullanı lıyor; b iz de Ana do lu'da omuz yer ine

çiğin

denmes i bu düşüncey i destek liyor . İnsan sırtın­

kampura diyor lar, sırtı t ümsek liye de kampurisa dını ver iyor lar, aynı an lam da b ir de kampurotos var : bütün bun lara bakı lırsa kambursözünü Yunanca dan a lmış o la­ cağız. İns anların sevda' lı ları şu hulya sözüne bayı lır lar, oysa­ k i h iç de bayı lac ak şe y değ ilm iş doğrusu . Kholia, esk iler in dak i tümseğe Yunan lar

66


"ahlat" ("hıltlar" demek, yemiş olan ahlat değil) dedikleri ve etözde (vücutta) bulunduğunu söyledikleri dört öğeden (un­ surdan) biri olansafra'nın Yunancasıdır (ötekiler "kan", "bal­ gam" ve "sevda" yani "kara safra"); bunun başına "kara"nın Yunancasını korsanız olur melan-kholia, yani "kara-safra". Bu melankholia'yı Araplar malhulya yapmışlar, ikinci yarısını da hulya. Kız çocukları olanlar Yunanca kholia'dan bozulma hulya yerine "safra" adını koyabilirler. Yukarda "sevda" de­ dik, "sevdalılar" dedik: sevda Arapça "kara" demek olan es­ ved'in dişi şekliymiş (hacer-i esved'in ne olduğunu bilirsiniz sanırım). Melankholia'ya yani "kara safra" ya Araplar sevda yani "kara" demişler, biz de bu "kara"yı yeter bulmayıp da­ ha karartarak kara-sevda yapmışız, "kara-safra" diyecekmi­ şiz ama olmamış işte, Osmanlıca bu, uydur uydur söyle. Saf­ ra Arapça olup asfar, yani sarı olduğu için bu adı almış: sarı­ lık olanlar safranın san olduğunu bilirler (bize eskiden "san ırk" yerine daha bilgin olalım diye "ırk-ı asfar" dedirtirler­ di). Bugün kalkıp biz buna Türkçe olarak karaöd desek Os­ manlıcacılann dili dönmez de kızarlar. Yukarda balgam de­ dik de kabalık ettik, bu kabalığı onaralım: Ona eskiden bizim bilginlerimiz lenfa derlerdi, Yunanca lemfos "balgam" de­ mek ama insan bilmeyince gönül katlanıyor, ince buluyor. Os­ manlıcanın bir "lenfaviyülmizac" deyimi vardır. Bunun ne ol­ duğunu ben bu yazıyı yazarken öğrendim: mizac, meze etmek­ ten yani "karıştırmak"tan geldiğine göre, vücudundaki sulu öğelerin karışımında lenfa yani "balgam" ağır basarsa o kişi "lenfaviyülmi'zac " oluyor, Türkçesini kaba da olsa söyleye­ lim: "balgam-karışımlı, sümüklü, sümdük" . "Demeviyülmi­ zac" olan yani "kan-karışımlı" kişi balgamlıdan ayrılıyor. "Lenfaviyülmizac" karşılığı Fransızlarda phlegmatique, Al67


manlarda phlegmatisch var. Osmanlıcacılar şimdi bunu kibar bulupjlegmatik diyorlar. Meğer Yunancajlegma da lenfa gi­ bi balgam değil miymiş! Biraz düşündüm görgüm ki bizim balgam bu Yunancajlegma'nın Türkçeleşmişi. İnanmazsanız sessizleri karşılaştırın, yahut gidip bir köylümüze jlegma de­ dirtin. Yabancı olduğunu bilsem yukarda kabalık ettim de­ mezdim. Flegmatiksözü tam yabancı olduğundan, anlaşılma­ dığından ince oluyor. İnsanın sümüklüsü olur da hayvanın ol­ maz mı? Sümüklü böcek'e Yunanlar "salyalı" demişler: Yu­ nanca saliankos ve saliankari, Rumcası salyangos. Yunanlar "ağzımın suyu" yerine "salia", Romalılar saliva diyorlar. Şimdi kadınları ilgilendiren bir kelimeye geldik: loğusalık. Araplar loğusalığa "nifas" diyorlar (Osmanlıcanın bir "hum­ ma-yı nifasiyye"si vardı), Yunancada ise, liikhe, lekhôna ve lehusa gibi üç şekli var; üstelik eski Yunancada lekhos "ya­ tak" demek. Ulus, 1 9.X. 1949 il

"Bir insanın namuslu olması gerekir, matiz olması gerek­ mez" dersek iki Yunanca kelime kullanmış oluruz. "Ayyaş"ın es�i Yunancası methüstes, yeni Yunancası methüsos (metisos da oku.); "serhoş"un eski Yunancası methüsos, yeni Yunan­ cası methüsmenos'tur. Namus sözüne gelince: Arapların "ne­ vamis" diye cemilendirdikleri bu kelime "pay olarak alınıp kullanılan şey", "kullanma" (Fransızca usage kelimesi düşü­ nüle), "adet'' , "düstur", "kanun" anlamlarına geliyor. Kadı­ na da erkeğe de yüklendiğimiz bir Yunanca kelime de efen­ di'dir: aüthentes (aftendis diye okunacak) "başlı başına iş gö68


ren" kişi demek olup bugünkü Yunancadaki anlamı "beyefen­

di, ağa, sahip"tir. Yunanların "otorite, hiikimlik" anlamına kul­

aüthentia sözünden gelen a,üthentikos sıfatı Fran­ sızcaya authentique biçiminde geçmiştir. Herkes, efendi olmaz ya, kimi de hoyrat yahut horyat'tır: Yunancada khôra "kır, tar­ la", khôriatis "kırlı, köylü, kaba, yontulmamış kişi" anlamı­ na geliyor. Çiftçilikle ilgili birkaç kelime daha: Jrgat'm aslı olan ergates "rençber, işçi, yapı işçisi ve bu işçilerin başı" de­ mektir. İş karşılığı olarak Yunancada ergon kelimesi vardır. Fransızcaya centauree diye geçmiş olan kentaürion (kentaüris de deniyor) Türkçede kantaron, kantaryon kılıklarına girmiş­ tir. Bizde, macar-üzümü adıyla da anılan ökse-otu'nun Yunan­ cası iksos olduğuna göre ökse bunun Türkçeleşmişidir. Çiçek­ landıkları

lerin adı geçmişken Türkçenin hiç yadırganılmayan bir keli­ mesi olan demet'i unutmayalım: Yunancada demati ve dema­

tion "demet'', eski Yunancada deô "bağlanmak" , desmos, desma "bağ" anlamında kullanılır. Biz nasıl Yunancanın "bağ" demek olan demati'sini almışsak Fransızlar da Latin­ cenin/ascis (= demet) sözünüjaisceau,fasciculus (demetçik) sözünü defascicule kılığına sokınuşlar (şimdi bizde bu boz­ manın bozması olanfasikül'ü kullananlar var). " Milliyetçiler demeti, kümesi" demek olanfaşistlik Latince " demet" sözü­ nün İtalyanca kılığı

olanfascio (faşo) kelimesinden geliyor.

Liman'la körfez'den başka, denizle ilgili iki kelime daha gö­ receğiz:

navlun ile ahtapot. Naülon (okun. najlon) ve naülos

"gemi kirası, eşya ücreti, yolcu ücreti" , naüs "gemi demek­ "

tir. Sekiz kollu deniz tinlisine (hayvanına) Yunancada okta-po­ di yani "sekiz-ayak", eski Yunancada polü-pus yani "çok­ ayak" (Fransızcadapolype oluyor) adı verildiği gibi Aristote­ les'te "polipcik" anlamınapopüpodion ile karşılaşıyoruz.

69


Yukarda Anadolu kelimesini gözden geçirmiştik, şimdi kısaca şehirlerine göz atalım: Birtakım şehirlerin adında kar­ şımıza çıkan bolu sözü Yunanca şehir demek olan polis sözü­ nün bozmasıdır: Gelibolu, Safranbolu, Hayrabolu, lnebo/u; bir şehrimizde bu polis kelimesi "bul" kılığına girmiştir: lstan­ bul a.dı istan-polin (= şehre) sözünden gelmedir. "Nereye?" sorusuna en çok " şehre" cevabı verildiği göz önünde tutular­ sa buna şaşılmaz. Bugün bile Yunancada Polis yani "şehir",

lstanbul şehrinin adıdır: bu tıpkı Arapların en büyük kentle­ rinden birine Medine yani "şehir" demesine benzer; eski Ro­ malılar da Roma diyecek yerde Latince " şehir" demek olan Urbs kelimesini kullanırlardı. Biraz da gözümüzü eve çevirelim. Türkçede açar diye bir kelime vardır: kapı, sandık gibi şeyleri açmaya yaradığından Arap da Türk gibi düşünerek.feth'ten yani "açmak"tan yazmış. Türk'ün

açar, Arap'ın miftah

miftah

dediğine de Yunanlar

anaktora demişler, Rumcada adı anoikterion. Eski Yunancada anogô "açıyorum", anoiktes "açan" demek. Bize "açar" yet­ memiş. Yunancasını bozup anahtar, inahtar diye kullanmaya başlamışız. "Kilidi anahtarla açıyorum " dediğinizde iki Yunan­ ca kelimeyi bir araya getiriyoruz: Yunancada kleiô "kapamak" demektir; sürgü gibi kapamaya yarayan her şeye kleis, bizim ki­ lit dediğimize kleidi ve kleidion adını veriyorlar. Avlu sözü de Yunanca olmalı: aule (okun, avli) Yunancada "avlu" demektir. Temel ile bodrum da Türkçeleşmiş Yunanca kelimelerdendir. Themelion, thema, thesis, biblio-theke gibi Yunanca sözler de the (tha kılığına da girer) "koymak" bildiren bir köktür. Türk­ ler temele koyuk adını verirken tıpkı Yunanlar gibi düşünmüş­ ler, fakat Osmanlılar koyuk kelimesini kaba bulmuş, temel'i kullanmışlar. Takoz da temel gibi "koymak" kökünden geldi70


ğinden onu da buraya alıverelim: Eski Yunancada takos ve thô­

kos "iskemle, kürsü, oturak", yeni Yunanca takos bizdeki gibi "üzerine bir şey koyulan kütük, tahta" demektir. Eski Yunan­ cada

(h)üpodromos " sığınak, liman, (h)üpodrome "sığınacak

yer" demek olduğu gibi yeni Yunancada (h)üpodromos "alttan geçecek yer" anlamına geliyor ("atmeydanı" demek olan hip­ po-dromos'un hippo 'su "at", hipodromos'un, daha doğrusu hü­ podromos 'un hüpo'su "alt" demektir, karıştırılmaya). ' Kiremit de bu takımdan: Yunancada keramos, keramis (keramidos = kiremidin) "tuğla" ve "kiremit", keramidia "ki­ remit dam", eski Yunancada keramis "kiremit", keramitis "kil­ li" , keramos ise "kil, çömlek, tuğla ve kiremit" demek. Yu­ nanca keramos Fransızcada cerame kılığına girmiş, Yunanca "toprak kahlar" demek olan keramika Fransızcada ceramique, Almancada Keramik olmuştur. Şimdi sıra fen ve fenle ilgili şeylerde. Adı geçmişken şu

sıra sözünü açıklayıverelim: seira (okunuşu: sira) " dizi, saf" demek; " sıra dağfar"a Yunancada (e)seira oreôn diyorlar, es­ ki Yunancada ise bu söz "bağ, ip, zincir" anlamlarına geliyor. Bütün kelimeleri Yunanca yaptı diye kızmayın, Yunanca ol­ duklarını sandığım kelimeleri bir araya topladım. - Bu bölü­ me kağıtçılıkla başlayalım: Türkçe harita Yunancadan Arap­ çaya da geçmiş olan kharta 'dan (Latince

charta) gelmektedir.

Yunancada "harita"ya kharta, "kağıt"a kharti deniyor, khar­

tes "kağıt, harita, vesika" demek. Bu khartes eski Yunancada "papirüs yaprağı, yazılı eser, metal yaprağı " anlamlarında kullanılıyor: aslında Mısır'dan gelme olacak. Yazılı eser de­ mişken lncil'in ne demek olduğunu anlatıvereyim: Yunanca

eüangelion " iyi-haber", angellô "tebşir etmek, haber ver­ mek", angelos "melek" (aslında "haberci" , Fransızcanın an-

71


ge'ı, Almancanın Engel'i bundan gelme) demektir. Eü-ange­

lion bizim ağzımızda inci!, Romalıların ağzında evangeliun ol­ muş, Romalılardan da Fransızlar Evangile, Almanlar Evan­

gelium diye almışlar. Hıristiyan sözünün hikayesi de aşağı-yu­ karı şu: khristos "yağlanmış, merhemlenmiş" (Hıristiyan ade­ ti üzere) demek; İsa'nın bir sıfatı olarak "İsa" yerine kullanı­ lıyor. Buna göre khristi anos ( 1 ) "khristos-cu, khristos-lu" ya­ ni "İsa-cı, İsa-lı" demektir ("Osmanlı, İsevi, Musevi" gibi).

Makina kelimesi bizi fen alanının içine sokuyor: Eski Yunan­ cada " kurnazca buluş, çare, araç, makine" (mesela tiyatrolar­ daki tertipler) anlamlarına gelen, orada Latinceye

machina

diye geçen mekhane kelimesi "mihaniki ve mekanik" (= ma­ kinelik, yani makinelik fen, makine fenni) sözlerinin temeli­ dir. Metafora yahut matafora dediğimiz şey (Yunanca metafo­ ra) Türkçeye "taşıma, kaldırıp götürme" diye çevrilebilir; ke­ limenin ikinci bölümü olanfora bizim anafor (Yunanca ana­ fora = yukarı taşıma) sözümüzde de karşımıza çıkıyor. Eski Yunancada "ocak, kurban sunağı, mangal " anlamlarına gelen, bugünkü Yunancada "üzerinde öteberi kızartılan şey" ve "ya­ ra kabuğu" demek olan

eskhara, Türkçemizin ızgara'sıdır.

Bizde kerata diye bir kelime var: hem "ayakkabı çekeceği"ni bildirir hem de bir "küfür"dür. Yunancada keras, keraton "boy­ nuz", kerata "boynuzlar" demektir. Boynuzdan yapıldığı için "ayakkabı çekeceği"ne "boynuz" anlamına

kerata diyoruz.

Küfür olan kerata ise "boynuzlu" demektir: Eski Yunancada

kerates "boynuzlu", yenisinde keratas "pezevenk" , eski Yu­ nancada kerata poiein tini, yenisinde keratanô tina "birine boynuz taktırmak" demektir. Yazı aracına kalem demek, ayak=

(l) Yunanlar Liitinceden -ianus ekini alıp kullanıyorlar (Liit. Caesarianus Caesarcı, Caesar taraftarı).

72


kabı çekeceğine boynuz demeye benzer: kalamos Yunancada "kamış, saz", eski Yunancada kalamis "yazacak saz" yahut "tüy", kalamos "olta sırığı", Yunancada kalami "saz, ka­ mış", kalamidi "olta sırığı" anlamınadır. Biz de böyle davra­ nıp çalgıya ve musikiye "saz" demişiz: Aslında "saz" kaval gibi üflenen, "çalgı" da davul gibi vurulan, çalınan alettir. Ka­ lem deyince usa gönye de gelir: bizim "köşe" kelimesini kul­ landığımız yerde Yunanlar gonia'yı kullanıyorlar. Yunancada "diz" demek olan gonü bunun kardeşi. Yunancada "üçgen" in adı tri-gonon yani "üç köşeli" : bize "müselles" yerine "üç­ gen" dedirtenler tri-gonon'daki tri'yi atıp Türkçesi olan üç'ü koymuş olmalılar. Eskiden silah olan, şimdi de oyuncak ola­ rak kullanılan sapan yahut sapanta'yı Yunancada da buluyo­ ruz: onlar buna sfendone diyorlar. Eski Yunanlarda bu silılhı taşıyan erin adı sfendonetes'tir. "Üçgen" dedik de koni'yi unuttuk: filosof Aristoteles'te "mahrut" karşılığı kônos sözü var; bir anlamı da "çam kozalağı" olan bu kelime Fransızca­ da cône, bu kelimeden üretme konikos sıfatı da yine Fransız­ cada conique kılığına giriyor. Eksen kelimesi de böyle ufak bir değişikliğe uğrayarak Türkçeleşmiştir: Yunancada aksôn hem "mihver"i (örneğin gökyüzünün) hem de "araba dingi­ li"ni anlatmakta kullanılır. Batı Türkçesinde kullanılan boru ile Yunancada poros arasındaki benzerlik dikkate değer: po­ ros "yol, geçit, etöz'deki (vücut) hava ve kan boruları" demek­ tir; Fransızların "mesame" karşılığı kullandıkları pore Yunan­ cadan alınmalıdır. Fener' in Yunancasıfanarion,fanari vefa­ nos olduğu gibi eski Yunancada/ane "meşale" ,fanos "aydın, parlak" demektir. Parlak şeylere gelmişken elmas'ı unutma­ yalım. "Kırılmaz, gücü yenilmez" demek olan a-damas (ada­ mantos == kırılmazın) adını Hellenler sert demire, yani çeliği, 73


sonra da elmas'a ad olarak vermişler. İngilizce de dreadno­ ught (= korkusuz) kelimesinin savaş gemisi ismi olması ve bi­ ze dritnot diye geçmesine benziyor. Mıknatıs sözünde şehir­ lerimizden birin adının yaşadığını biliyor musunuz? Eski Yu­ nancada magnetes lithos yahut magnetis lithos "Manisalı taş", "Manisa taşı" demektir: Fındık kelimesinde olduğu gibi isim atılmış, sıfat kalmış, magnetes bizde mıknatıs, Almanlarda Magnet olmuş. Fransızlar ise a-damas'ı bir kere diamant kı­ lığında "elmas" yerine, sonra aimant kılığında "mıknatıs" karşılığı yapmışlar. Elmasın en beğenilen cinsi pırlanta imiş. Pırlanta 'nın Yunancadan geldiğini anlatacağım sanmayın (o­ nun aslı İtalyanca "parlak" demek olan brillante'dir), ben cins'i gözüme kestirdim: Arapça cemilendirerek eskiden "cinsler" yerine ecnas denirdi; Arapça nevi, Türkçe tür (tür­ lü = mütenevvi) ne ise Yunanca genos odur (ayrıca "doğuş, menşe, bir menşeden olanlar, soy, cins, millet" anlamlarında kullanılıyor). Bütün bu açıklamaları beğenmeyip safsata di­ yecek olan için bu safsata kelimesini de açıklayarak kelime­ ler ülkesinde yaptığımız gezintiyi bitirelim. Eski Yunanili 'nde her neni bildiklerini ve öğretebileceklerini ileri süren, karşı­ sındakini kandıracak gibi konuşmasını öğretip para kazanan sofistlerin kötü bir adı vardı; bundan ötürü özentili buluşlara, bir sofist becerikliliğiyle işin içinden sıyrılmaya "sofistlik" anlamınqa sofisteia denilmiş bu da Arapça yoluyla bize saf­ sata diye gelmiş. Bununla aynı kökten gelen sophisma(ta) da "özentili, aldatıcı buluş" ve "muhakeme"yi anlatıyor. Geriye doğru bir göz atarsak ilk bakışta Türkçe, Arapça yahut Farsça sanabileceğimiz birtakım kelimelerin Yunanca­ ya dayandıklarını görüyoruz. Yalnız benzerliğe dayanarak Türkçedeki bir kelimenin yabancı dilden geldiğini ileri süre-

74


meyiz. Uzun etimologia çalışmalarıyla o kelimenin kökünün anlamı, yakınları aranmalı, aynı soydan olan dillerdeki şekil­ leri ataştınlmalıdır. Türkçeye Yunancadan girdiğini sandığı­ mız bir kelime Farsçadan yahut başka bir Hint-Avrupa dilin­ den geçmiş olabilir. Bundan dolayı Türkçeyle çeşitli dillerin bağlantılarını inceledikten sonradır ki Türkçenin bir etimolo­ gia sözlüğü kurulabilir. Bu gibi çalışmalarda yanılma tehlike­ si büyüktür, etimologia dil çalışmalarının en güç bir alanıdır. Biz burada bu gibi çalışmalara yol açmak için bir derleme yap­ tık. Kültürce batıya bağlanışımız bugün Fransızcadan dilimi­ ze büyük bir akıntı doğurmuştur; dilimize yerleşmiş ve yer­

leşmekte olan Fransızca sözlerin çoğu Yunancadan alınmadır.

Polis (Yun. politeia =

=

şehir, devlet idaresi),

lamba (lamapas

meşale, mum, lampa lamba) gibi eskiden batı kanalıyla

Türkçeye geçmiş Yunanca sözlere bugün Fransızca yoluyla durmadan yenileri katılıyor:

müzik

(Yun. musike), filoloji

(Yun. filologia), arkeoloji (Yun. arkhaiologia), estetik (aisthe­

hipodrom (hippodromos), stadyum (stadion), botanik siki (küklos), jinekoloji (günaikologia), matema­ tik(mathematike),jeoloji (geologia), anatomi (anatomia), di­ namik (dünamikos), senfoni (süm-fonia), antiseptik (anti-sep­ tikos), trişin (trikhine) , anarşi (an-arkhia), demokrasi (demok­ ratia), demagog (dem-agôgos) hep böyle yabancı devlet pasa­ tike),

(botanike),

portlarıyla Türkçeye giren Hellenlerdir ve eski Yunancanın bi­ zim için gittikçe önem kazandığını gösterir.

75


DARÜLFÜNUN'DAN ÜNİVERSİTE'YE 1 933 yılı Ağustosunda eski Darülfünun'un yerine kurulan İstanbul Üniversitesi Kasım ayında başlayan yeni öğretim yı­ lıyla kapılarını l 7'nci defa olarak öğrencilere açmış bulunuyor. Bundan 1 7 yıl önce yeni üniversitenin açılışıyla Türk biliıni Av­ rupa kültür çevresi geleneğine kesinlikle girmiş oluyordu. Bu gelenek antik çağa, eski Atina'daki Akademeia 'yı (İÖ 3 87 yılı çevresinde Eflatun'un kurduğu ve 347 yılında ölümüne kadar başında bulunduğu okul),

Peripalos 'a (Aistoteles 'in Lykeion

adlı yerde 335 yılında kurduğu mektep), Ati11a'nın öteki fılosof okullarına kadar dayanmaktadır. Bu okullar üniversite başlan­ gıcıdırlar. Antik çağın son döneminde Rodos, Berut, Lyon, Bor­ deaux, Bologna üniversiteleri gelişip serpilmişlerdir. Ortaçağ

başlangıcında Avrupa üniversitelerinin gerileyip göçtükleri gö­ rülüyor. Bu gerileyişin önünü ilk olarak alanlar İtalyanlardır:

1 1 00 yılı çevresinde Irnerius, Bologna'da hukuk öğrenimi için

Corpus iuris 'i koyuk (= temel) yapıyor. Bundan sonra 1talyan­ lar antik geleneği canlandırmaya çalışarak yeni üniversiteleri ku­ ruyorlar. Oradan İtalyanca üniversita adıyla birlikte bu kurum bütün Avrupa'ya yayılıyor. Bugünkü üniversitelerin en eskisi Bologna Üniversitesi'dir. XII. yüzyılda Oxford, 1 203'te Paris, 1 348 'de Prag Alman Üniversitesi, 1 837'de Atina Üniversitesi kuruluyor. Avrupa'dCJkileri örnek tutarak üniversitelerini kuran 76


Amerikalılar 1 932 yılında Bağdat Üniversitesi 'ni kuruyorlar. Üniversite kelimesinin ve üniversite ile ilgili sözlerin hemen hepsinin Latince oluşu ve bunların hemen hemen bütün ülke­ lerde kullanılması günümüzün üniversitelerinin, Latinceyi bilim ve uluslararası dil olarak kullanan Ortaçağın geleneklerini sürdürdüklerini açık olarak göstermektedir. Darülfünun'dan üni­ versite 'ye geçişin dilimize bu kelimelerden hangilerini getirdi­ ğini görmek ve bunların ne demek olduklarını araştırmak fay­ dasız bir iş olmasa gerek. Darülfiinun sözünü dilimizden atıp onun yerine yerleşen üniversite Latince asıllı bir kelimedir: Latince "bir" demek olan unus ile "dönmüş", "çevrilmiş" demek olan versus 'tan kurulma universus "bir yere dönmüş", "bir bütünde toplan­ mış"; bundan gelme universitas da "topluluk", "bütünlük", "kül" anlamlarına geliyor: öğrencilerle öğreticilerin kurduğu birliği, derneği mi, yoksa bilimlerin topluluğunu mu gösteri­ yor, orası pek belli değil; bizim eski külliye sözü üniversite' nin Osmanlıcaya çevrilmesi olsa gerek. Buna göre artık gençleri­ mizfenlerevine değil de topluluğa, derneğe gidiyorlar demek­ tir. Eskiden darülfünuna kaydolunurdu; şimdi bu işi üniver­ site iki bölüme ayırmış: birine immatrikülasyon, ötekine insk­ ripsiyon deniyor: büyük otellerin sırmalı kapıcılarını andıran bu iki ızbanduttan korkmayın, zararsızdırlar: Latince matri­ cula "ana", sonra "ağaç gövdesi", "kütük" demek; başına " içeri" demek olan Latince im- 'gelince "kütüğe-girme"yi, "kütüğe yazılma"yı bildiren Latince immatriculation doğar. Ötekinin aslı da in (= içeri) ile scribere 'dir. (= yazmak). Ka­ yıt sildirmenin adı eksmatrikülasyon: o da ex (= dışa) ile mat­ ricula 'dan kurulduğuna göre "kütük-dışı olma" demek. Gö­ rüyorsunuz ya, Latince bilmeden üniversiteden içeri adım atar­ sanız kendinizi yabancılar arasında bulursunuz. Üniversiteye 77

·


giden, birfakülte 'ye yazılır: alın size bir Latince söz daha: La­ tince facio "yapıyorum" ,facilis "yapılır" yani "kolay" ,fa­ kultas "yaparlık" yani "kabiliyet, kuvvet, yahut yapılırlık ya­ ni imkan, fırsat" demektir. Fakülte 'de derslere giren öğrencilerprofesör, asistan, do­ çent diye Latince adlar taşıyan kişilerle tanışır: Latin ce pro­ fessor herkesin önünde, "açıkça" (pro) "söyleyici" (fessor) demektir. (Ut. pro-fiteor= itiraf ediyorum); Osmanlıcanın ders-i am sözü buna yakındır. Profesör'lerden bir takımına or­ dinaryüs derler: sizi ürkütmesin bu söz: ordo Latince "sıra di­ zi" demektir, ordinarius da " sıradan, düzenli olarak bir işe ba­ kan" anlamına geliyor .(Fransızcada ordinaire olmuş). Asis­ tan 'ın Latince şekli olan as-sis-tent yahut ad-sistent " yanda­ duran", "yanında bulunan", "yardım-eden" anlamiarına ge­ lir. Doçent ise Latince doceo 'dan (öğretiyorum) yapılma do­ cent ten (= öğreten) gelme olup "öğretici" demek olan dok­ tor (Latince doctor) ile bir köktendir. Fakülte'nin başında bu­ lunan profesör' e şimdi dekan deniyor: Latince decem "on", decanus ise "on-luk" yahut "on-başı" demek: on erin, on ra­ hibin, tabut taşıyıcıların başında bulunan kişinin adı. Eskiden darülfunun 'un başında darüljUnun emini bulu­ nurdu: Şimdi üniversitenin başında rektör bulunuyor: aslı olan rector "doğrultucu", "yönetici", "hükmedici" demek. Üniver­ sitede öğretim yılı ikiye bölünmüştür, her bir bölüme sömestir deniyor: "altı" demek olan sex ile "ay" demek olan mensis 'ten kurulduğuna göre Latince semetre Türkçeye "altı-aylık" yahut "yan-yıl" diye çevrilebilir. Üniversitede öğrenciler derslerden başka seminer 1ere girerler; semen 'den (= tohum) üretme bu La­ tince kelime (seminarium) "fidanlık" anlamına gelir: gençle­ rin birer fidan gibi bilim alanında yetiştirildikleri yere daha gü­ zel bir ad bulunamaz. Seminerlerde öğrenciler referat hazırlar: '

78


bu kelimelerin Latince aslı olan referatum "geri-taşımak", "ge­ ri-getirmek," sözle yazıyla "bildirmek", "nakletmek" demek olan referre 'den geliyor.Başı sıkıya gelen öğrenciler senato 'ya başvururlar: Latince

senatus sözü "ihtiyar" demek olan senex

kelimesinden üretmedir; Türkçeye çevirildikte "ihtiyarlar ku­ rulu" kılığına girer, ihtiyarlamak demek olan "kocamak" mas­ tarından isterseniz "kocatay" diye kısa bir kelime kurabilirsi­ niz, danışmak'tan "danıştay" gibi. Fakültede öğrenciler birkaç ders seçerler: bunların adı sertifika 'dır; Latincede certumfacia "emin" , "sağlam kılmak'', "bildirmek" demek; - Osmanlıca karşılığı

tasdik-name 'dir. Böylece

tasdiknameler topladıktan

sonra tez yapar (bu, Yunanca bir kelime, Latince değil: "koy­

lisans imtihanına girersiniz. Li­ sans sözünün Osmanlıcası icazet, "izin, müsaade" demek. "Ne ma", "koyuş'' demek), sonra

müsaadesi?" derseniz, "hocalık etme, öğretme müsaadesi" de­ rim.Böylece fakülteyi bitiren epey zaman bekledikten sonra bir

diploma alır(bu, Yunanca "ikiye" [di-} "katlama" [ploma] de­ mek; aldıktan sonra ikiye değil dörte bile katlanır: eskiden adı

şahadetname yani "şahitlik-mektubu"

idi).

Şimdi bu kelimelerin içini dışını gördükten sonra okuyu­ cularımdan biri bana "yabancı, çoğu dilimize uymayan bu söz­ leri almadan darülfünun'dan üniversite'ye geçemez miydik" di­ ye sorarsa ona "geçenler var" diyerek Yunanları gösteririm. Es­ ki bir kültür ulusu olan bu komşularımız üniversite kelimesini almamışlardır: Yunan üniversitelerinin adı pan-epistemion yani

didaktor (= crğretici), de­ idrima, rektör'e pryta­ nis (prütanis, pritanis = düşünen, kaygılanan), sertifika'yapis­ topoietikon (pistopiitikon = güven-yapan) diyorlar. "Biz de böy­ "tüm-bilimlik"tir. Yunanlar doktor'a

kan'a kosmitor (düzenleyici), enstitü'ye

le yapamaz mıydık?" diye sormayın sakın sayın okuyucularım.

Ulus, 7.Xl. 1 949 79


LATİNCE KARŞISINDA AVRUPA DİLLERİ Devlet kurucu olarak eşi az görülür bir başarı gösteren eski Romalılar kültür alanında Hellenlerin öğrencileri olarak yetişmişlerdir. Öğrendiklerine kendilerinin de kattıkları yok değilse de asıl önemleri kendilerinin içinde yoğruldukları bu Hellen kültürünü Hellen-Roma kültürli olarak, boyunduruk al­ tına aldıkları ülkelere, hepsinden önce Avrupa'nın geri kalmış uluslarına götürmelerindedir. Hellenler gibi yalnız doğuyu değil, hem doğuyu, hem batıyı boyundurukları altına alarak büyük bir imparatorluk içinde birleştiren Romalılar batıdaki uluslara Latinceyi bir kültür dili olarak sokmuşlar, böylece Fransızca, İspanyolca gibi Latin dillerinin doğmasına yol aç­ mışlardır. Yüksek kültürlü doğu illerini Romalılar Latinleşti­ rememişler, Hellen dili doğuda egemenliğini sürdürdükten başka Latinceyi etkilemiş, Hellence sözler Latin diline sokul­ muştur. Latinler Hellen kültürünü benimsemeye başlayınca (İÖ 200 yılı çevrelerinde) Yunanca kelimelerin Latinceye gir­ mesi için kapı açılmış oluyor (schola, philosophia, theatrum gibi). Öte yandan Romalılar birçok Hellence kelimeyi Latin­ ceye çevirdiklerinden Avrupalılar birçok kavramı Hellence olarak değil de Latinceye bürünmüş olarak kendilerine mal ediyorlar. Kilisenin dili olarak Hıristiyanlık ile birlikte nüfu­ zunu arttıran Latince aynı zamanda Avrupa 'nın uluslararası bi80


lim dili olmuş, Ortaçağ'da Avrupalı bilginler, hangi ulustan olurlarsa olsunlar, eserlerini Latince yazmışlar, Yeniçağ içle­ rine kadar uzanan bu gelenek ulusçuluk (milliyet) duygusu­ nun güçlenmesiyle sarsılmıştır. Hellenlere ve Hellenceye, ya­ ni asıl kaynağa dönüş ise Avrupa'da Renaissance'tan başlar. He Hence kavramların Latince kelimelerle anlatılara,k bü­

tün Avrupa dillerine yayılmalarını açık ve canlı olarak göster­ mek için gramer fen sözleri (terimleri) güzel bir örnektir. La­ tince grammatiGa (= gramer) Hellence bir kelimedir. Birçok bilimin olduğu gibi gramerin de kurucuları eski Yunanlardır. tsa'dan önce 170-90 yılları arasında yaşayan Dionysios Thrax kendinden önceki çalışmaları

tekhne grammatike adlı bir ya­

zıda topluyor. Romalılar Hellenlerin koydukları fen sözlerini Latinceye çevirerek kendi fen sözlerini kuruyorlar. Hellence

arthron (bağlantı, mafsal, sonra da "harf-i tarif") Latinceye articulus ile çevrilerek (bu da mafsalcık, uzuv; "harf-i tarif" ve -"zamir") bu kılıkta Avrupa dillerine giriyor (Fr. article, İng. article, Alnı. Artikel, İt. articolo). İlk olarak Helienler kelime­ leri cinslerine (gene = cinsler) göre " erkek" (= arren), "di­ şi" (= thelü) ve "cinssiz" (= udeteron = hiçbiri, ne o ne o) di­ ye üçe ayırıyorlar. Yunanca gene 'yi Latince genera (= cinsler; Fr. genre, İng. genus, Alnı. Genus ve öz Alnı. Geschlecht) ile karşılayan Romalılar cinsleri gösteren üç kelimeyi masculi­ num (erkekçe, erkeklik, "eril"),femininum (kadınca, kadın­ lık, " dişil") ve neutrum (ne = değil, utrum = ikisinden biri: ne o ne o, yani " cinssiz") ile Latinceye aktararak üç gramer bilim sözü elde ediyorlar, sonra bu çevirmeler bütün batıda bi­ lim sözü (terim) oluyorlar (Fr. masculin,feminin, neutre; İng. masculine, /eminine, nauter; Alnı. Maskulinum, Femininum, Neutrum yanında öz Alın. mönnlich, we.iblich, sachlich). Dil81


deki kelimeleri "tekil, çoğul" diye sayı bakımından ilk ola­ rak ayıranlar da eski Yunanlardır: Hellence " sayılar" demek

arithmoi, gramer fen sözü olarak Latinceye numeri ile çevriliyor, bu numerus (= sayı) kelimesi sonra Fransızcanın nombre 'ı, İngilizcenin number 'ı oluyor. Hellenlerin henikos ('= tekil, müfred; hen = bir'den), düikos (= ikil; düo = iki'den) ve plethüntikos (= çoğul; plethüs = yığın, çokluk) Latinceye sırayla singularis, dua/is, pluralis diye çevriliyor (Fr. singuli­ er, pluriel, lng. singular, plural, Alın. Singular, Plural yanın­ da öz Alın. Einzahl, Mehrzahl). olan

İsmin "hallerine" Helen gramercilerinin verdikleri ad

ptôseis 'tir (düşüşler = haller). Romalılar bunu Latince casus (= düşüşler) ile çevirerek kendilerine mal ediyorlar; sonra bu

casus Fransız dilinde cas oluyor (İngilizler ile Almanlar ken­ di dillerindeki " düşüş" kelimesi olan/ali ve Fail ile karşılı­ yorlar). İsmin hallerinden birincisinin Hellence adı olan ono­

mastike (onama = isim) Latinceye nominativus (namen isim), ikincisinin Hellence adı olan aitiatike (aitiaomai == suç­ landırmak, aitia sebep) Latinceye accusativus (accusare suçlandırmak, causa == sebep), dördüncüsü olan genike (gen­ : doğuş bildiren kök) Latinceye genetivus (gignere == doğur­ mak, meydana getirmek), beşincisi olan dotike (dô-: vermek mastarının kökü) Latinceye dativus (dare == vermek) olarak ==

==

==

çevriliyor, çevrilerek elde edilmiş bu bilim sözleri ötekiler gi­ bi Latin kültürüyle Avrupa uluslarına ulaşıyor. Felsefe bilim sözleri arasında da Hellence kelimelerin Latinceye çevrilmesiyle kazanılarak sonra Avrupa dillerine yayılanları çoktur: Romanhlar Hellence usia 'yı essentia (Fr. essence, lng. essence, Alnı. Essenz, öz Alnı. Wesen) ile, Hel­ lence poiotes 'i qualitas (Hel. poios, Latince qualis "nasıl, ni82


te, ne cins" demek; Fr. qualite, 1ng. quality, A�m.

Qualitiit) ile

çevirmişlerdir. idea/is kelimesi ise Latinceye geçmiş olan Hel­ lence

idea 'dan yapılmış bir sıfattır.

Latincenin öz malı olarak Avrupa dillerine giren kelime­ lerin başında devlet ile ilgili olanlar gelir: bunların en güzel­ lerinden, en anlamlılarından biri olan

res publica sözü (=

"halklık, halkça iş" demek) devlet işini hususi işten (= respri­

vata) ayırıyor (Fr. republique, lng. republic). Latince imperi­ um (= buyruk, buyurma kudreti) anlamının genişlemesiyle bugün Avrupa dillerinde taşıdığı anlamı kazanıyor (Fr. empi­ re, İng. empire); aynı kökten üretilme imperator (= buyruk­ çu) Fransızca empereur 'ün aslıdır. "İhtiyarlar meclisi " de­ mek olan senatus (senex = ihtiyar; Fr. senat, İng. senate, Alm. Senat); "yurttaşlık" "yurttaşlar" anlamına gelen civitas (Fr. cife, lng. city}; civitas gibi, "yurttaş" demek olan civis keli­ mesinden üretme civilis (Fr. civil, İng. civil, Alın. Zivil, öz Alın. bürgerlich) bu dizidendirler. Avrupa dillerindeki hayvan, yıldız, ay adlarında Latin­

asinus (Fr. ane, lng. ass, Alın. Esel); Martius mensis (= Mars-tanrı ayı), Aprilis men­ sis (= açıcı ay); mensis September (= yedinci ay); Ianuarius Mensis (Ianus-tanrı ayı); Jüppiter (= Müşteri, Jüpiter), 1-enus (= Zühre), Mercurius (= Utarid), Saturnus (= Zuhal) bu ka­ cenin kalıtını (mirasını) görüyoruz:

lıttan birkaç bölüntüdür. Latincenin batı dillerine verdiği ke­ limelerin hepsini sayıp dökemeyeceğimiz için türlü alanlar­ dan alınma kelimelerle örneklerimize son vereceğiz: subiec­

tun (= alta-atılan: Fr. sujet, İng. subject, Alın. Subjekt), obi­ ectum (= karşı-atılan: Fr. objet, 1ng. object, Alın. Objekt), obstractio (= çekip-alma), aucteritas (Fr. autorite, lng. aut­ hority, Alın. Autoritöt), intuitio (= içe-bakma: Fr. intuition 83


definitio (jinis = hudut: Fr. definition vö.), activus (age­ Fr. actif vö.}, con-scientia (== birlikte­ biliş: Fr. conscience, İng. conscience), natura (= doğuş, yara­ dılış: Fr. nature vö.), murus (= duvar: Fr. mur, Alın. Mauer), tegula (= tuğla: Fr. tuile, Alın. Ziegel, İng. tile), solidatus (so­ lidus = " sağlam akça, karışık değil " sözünden gelme; Fr. sou ile soldat, İng. soldier, Alın. Söldner ve Soldat) ve son olarak da cultura (= bakım: Fr. culture, lng. culture, Alın. Ku.ltur). vö.},

re

= etmek, eylemek:

Avrupa dillerinde yukardakilere benzer yüzlere kelime­ nin yaşamakta olduğu, Avrupalı bilginlerin, hangi ulustan olurlarsa olsunlar, teknik, botanik, zoologya gibi alanlarda ye­ ni buluşlarına ad vermekte bugün de bu "ölü" dilden fayda­ landıkları düşünülürse, Avrupa uluslarının okullarında klasik dil olarak eski Yunanca yanında Latinceye de neden yer ver­ dikleri kolayca anlaşılır.

Ulus, 27.XIl. 1 949

84


TÜRKÇEDE YAŞAYAN LATİNCE KELİMELER tsa'dan önce 1 90 yılında Manisa'nın kuzeydoğusunda yapılan büyük savaşta bütün Anadolu'yu eline geçirmeye ça­ lışan Suriye Kralı III. Antiokhos'un Bergama Kralı Attalos 'tan yardım gören Romahlara yenilmesiyle Anadolu Romalıların egemenlik alanına giriyor ve 1 33 yılında Bergama Kralı

III.

Attalos'un, devletini kalıt (= miras) olarak Romalılara bırak­ masıyla 1 26 yılında bu devletin ülkesi

Asia

gibi gerçeğe uy­

mayan parlak bir adla Roma eyaleti oluyor. Başlangıç olarak

1 26 yılını, bitim olarak da Roma İmparatorluğu'nun doğu ve batı diye ikiye bölünüşünü alırsak Anadolu'nun batısı aşağı­ yukarı 400 yıl Roma boyunduruğu altında kalmış demektir. Bu uzun zaman içinde Latin dili birtakım izler bırakmış ola­ caktır. Türklerin Anadolu'yu ele geçirmesiyle yerlilerin dilin­ deki bu Latince sözlerin hepsi unutulmasa gerektir. Biz bura­ da Romalılardan kaldıklarını sandığımız bu eski kelimelerle daha sonraları çeşitli yollarda gelme Latin asıllı kelimelerin izi üzerinde yürümek istiyoruz. Anlattığımız zamanlardan kalma olmasa da, yazısı cebi­ mizden, kendisi ağzımızdan düşmediği için, araştırmamıza

kuruş ile başlayalım. Kuruş, Arap harfleriyle Guruş diye ya­ zılırdı. Latince "iri" demek olangrossus orta Latincede ( 1 300 yılı çevresi) " iri metelik" , " iri akçe" yahut "iri dinar" (gros85


sus denarius) anlamında kutlanılıyor. Guruş şekli bize Bohem­ ye - Avusturya yoluyla gelmiş olmalı ( 1 ) (Almanca Groschen). Paradan sonra en çok kullandığımız Latince kelimeler ay ad­ larıdır sanırım. Romalıların Martius mensis 'i (= Mars-lık ay, Mart ayı, Savaş-tanrı ayı) bizde Mart, Mensis Maius 'u ("bü­ yüme tanrısı" olan deus Maius 'un ayı, Latincede maius "da­ ha büyük" demek) bizde mayıs, A,ugustus mensis 'i (Roma İm­ paratoru Oktavianus'a senatonun tö. 2 7 yılında verdiği Au­ gustus adı "kutlu" anlamına geliyor; bu aya o zamana kadar 6. ay deniyordu) bizde ağustos olmuştur. Anadolu'nun birta­ kım yerlerinden "nisan" ayı için bugün de kullanılan Aprıl 'da Latince Aprilis mensis (= açıcı-ay) yaşamaktadır. Latince testai pişmiş topraktan yapılma her türlü kabı bil­ dirir; bize testi diye geçmiş. Romalılar evin çatısını örttükleri nesneye tegere (= örtmek) mastanyla aynı kökten olarak tegu­ la demişler: Latince tegula 'yı tuğla diye almışız, o işi Yunan­ ca kiremid'e gördürmüşüz. Creat kelimesiyle Romalılar "te­ beşir"i ve çeşitli "killi toprak"ları anlatıyorlar; bizim kireç bundan gelme olacak. Aslında terra creta, yani "elenmiş, kal­ burlanmış toprak" demekmiş, kelime benzerliğinden (Kreta = Girit) ve Girit denizindeki Kimolos adasından gelmesi yüzün­ den "Girit toprağı" diye yanlış anlaşılmış. Fransızlar ile Al­ manlar "tebeşir" anlamında almışlar (Fr. craie, Alın.

Kreide).

Ortaçağ'da canapeum, eski çağdaş conopeum diye Latin­ ce bir kelime var: "üstü cibinlikle örtülü yatak"ın adıymış. Bu

konops Yunancada " sivri­ koni yani "mahrut" demek olan konos ile demek olan ops 'tan kurulduğuna göre eski Yunanlar

kelime eski Yunancaya dayanıyor: sinek" demek, "yüz"

( 1 ) Macarcada da Latince kelimelerdeki s, kelime bitiminde ş oluyor.

86


sivrisineğin yüzünün koni biçiminde yani " sivri" olduğunu gö­ recek kadar keskin bakışlı imişler. Konopeion ise " sivrisinek­ lik" yani "cibinlik" demek. Bizde kılığını ve anlamını biraz değiştirerek

kanape olan bu

"cibinlikli yatak" ne zaman ne

Kandil sözü de on­ dı:ı.n daha az ilgilendirici değil. Latince candela (candere = par­ yoldan bize geçmiş, orasını bilmiyorum.

lamak, ışık saçmak) balmumundan yahut içyağından "ışık" demek; mumdan yapıldığından biz Türkler Araplar da öyle yapıp

şem

mum

demişiz,

(= balmumu) demişler. Karagöz

oyununda kandil değil şem 'a yakıldığında dikkat edile. Eski­ den Arapça cemilendirilerek güzel güzel kandiller yerine ka­

nadil de diyorlardı. Latince candelabrum, Osmanlıcanın şam­ dan 'ı anlamına (şem Arapça, dan Farsça) kullanılıyor. Kandil için en uygun yer masa 'dır. Öyle ya, ikisi de Latince: mensa, Latincede masa demek. Biz Romalıların masası 'sını almışız, Fransızlar, İngilizler ve Almanlar ile Romalıların torunu olan İtalyanlar Latince "tahta" demek olan tabula 'yı (Fr. İng.

le,

Alnı.

Tafel,

İt.

tavola).

tab­

Aynı tahta üzerinde oyun oynandı­

tavla diye geçmiş. Ro­ tabula 'nın küçüğüne tabella diyorlar: o da İtalyanca yoluyla olacak, Qize tabela diye gelmiş. Latin dili manus (= el) ile tergere 'yi (= silmek) birleşti­ ğı için bize sonra bu İtalyanca tavola,

malılar

rerek elini sildiği ve peçete gibi göğsüne iliştirdiği keten be­

mantele yahut mantle demiş. Türk dili de el ile bez'i bir­ leştirip el-bezi yapmış, fakat Türkler bu "elbezi"ni yeter bul­ mayıp Latinceden aynı bezi mendil diye almışlar. Anadolu'da mendil karşılığı olarak çevre ile yaglık 'tan başka elbezi, elçi­ li gibi kelimelerin bulunduğunu analım. Eski Romalılardan "arabanın oku"nun adı temon 'dur (is). Aynı kelime bugünkü İtalyancada timone kılığında hem "ara-

. ze

87


ba oku", hem de kelime

dümen

dümen anlamına kullanılıyor;

Türkçede bu

olmuş. Latincede de buna benzer bir şey geç­

miş: Eski Yunanca kübernan "gemiyi, arabayı yönetmek" de­ mek; Latinceye gubernare diye girmiş, "dümen"in adı guber­

naculum, "dümenci "nin adı gubernator olmuş. Latincenin gu­ bernare 'si sonradan gouverner diye Fransızlara geçmiş, Fran­ sızlar devlet gemisini düzenleyenlere guvernement demişler. Masa Türkçeye geçerken yanına iskemleyi de almış: La­ tince scamnulum "ayak dayayacak, oturacak tahta" demek olan Latince scamnum 'un küçüğüdür; bize gelmiş iskemle, İtalyanlara gitmiş sgabelle, Fransızlara varmış escabelle, Al­ manlara göçmüş Schemel adını almış. Latincede "ticaret ve tüccar eşyası" anlamına gelen com­ mercium 'un Anadolu'ya (Bizans 'a) geçişi oldukça eski o lma­ lı: İtalyanca commercio da ci ç okunduğu halde Latincede c k oluşu gümrük şeklinin k 'sına commerce 'de ce s daha =

=

=

uygun geliyor. Türkçe

iskele de iskemle gibi

başına bir

i gelerek Türk­

çeleşenlerden biri: scalae Latincede " merdiven" demek; er­ lerin savaşta şehir duvarlarına tırmanmak için dayandıkları merdivenin adı da bu. Dilimizdeki

kiler

kelimesinin Latince "yemek odası",

" erzak odası" demek olan cellarium 'dan geldiği anlaşılıyor. İlk Roma imparatorunun adı olan, bu yüzden "impara­ tor" (Almanca Kaiser, Rusça çar) anlamı kazanan Caesar ke­ limesi (Iulius Caesar) Kayseri şehrinin adında yaşıyor (Latin­ ce yazılışı

Caesarea,

Yunanca yazılışı Kaisareia).

Latince " evlenmemiş erkek" demek olan

caelebs

Bi­

zanslıların diline giriyor, oradan da çelebi kılığında Türkçeye geçiyor. İşimizin uğurlu gitmesi için yazımızı uğur kelimesiy-

88


augur Romalılarda kuşların uçuşlarını ve başka alametleri, belgileri yoran kahindir, augurium "yorma, ka­ hinlik" demektir. İtalyancada birincisine augure, ikincisine au­ gurio deniyor, Fransızlarda augure, bizde uğur (1) olmuş. le bitirelim:

Türkçedeki Latince asıllı kelimelerin birkaçını gözden geçirdik. İtalyanca, Fransızca yoluyla dilimize yerleşmiş olan Latin doğumlu kelimelerin sayısı pek büyüktür ve bugün ba­ tı kültürüne sıkı sıkıya bağlandığımız için Fransızca yoluyla

natura.falso, kadastro, sedye, lisans, profesör, doçent, ajans, tela, kukulata, asistan, moda, kooperatif, konsültasyon, prensip, süje, obje,_prevantoryum, sanatoryum gibi kelimeler asıl manalarını ancak Latince bi­

durmadan sayılan artmaktadır:

lenin anlayabileceği ve aralarında bağlantı kurulabileceği La­ tin asıllı kelimelerdir. Bu gibi kelimelerin ne zaman hangi yol­ la Türkçeye girdiğini araştırıp bulmak güç ve yorucu olmak­ la birlikte Türkçenin etimologya sözlüğü için gerekli hazırlık­ lardan biridir.

Ulus, 30.XII. 1 949

( 1 ) Bu anlama yakın olarak Dede Korkut masallarında yom kelimesi geçi­ yor. Naim Hazım Onat uğtır kelimesinin en eski yazılarda (7. yüzyıl?) ve oğur olarak Divanii LıJgat-it- Tiirk te (1071) bulunduğunu söylüyor (Ulus gazetesi 22. 12. I 949, "Dil görüşümüz değişmeyecek mi? " başlıklı yazıya bakıla). Latin­ ce kaynaklarda augııre ve ııguriıım lsa'dan önceki yüzyıla kadar geri gidiyor. Ben­ zerlik bir tesadüf olabilir. Yunanca kairos kelimesine anlamca yakın olan ogur sözü "imkan ve fırsat, devlet, hayır ve bereket" gibi, "vakit ve zaman" gibi an­ lamlar taşımaktadır. Latince kelimelerin doğuda yayılışlarını göz önünde tutarak bu kelimeleri bir araştırma konusu yapmak faydasız olınaz sanırız. Türk dilinin etimologya sözlüğünü hazırlamak için bu gibi zahmetlere katlanmak gerek. '

89


DÜZELTELİM İstanbul Üniversitesi 'nin giriş kapısının yanı başındaki bir kapıda şunlar yazılı: Askerf Tıbbiye Okulu. Gelin üşenmeyin de bu sözler üzerine biraz düşünelim. Burası bir okul mudur? Hayır! "Askeri tıbbiye" diye bir şey var mı? Hayır! Bu ad Os­ manlıca mekteb-i tıbbiye 'nin sözümona Türkçeleşmişi. Tıb­ biye, Mülkiye, Harbiye kelimeleri Mekteb-i Tıbbiye, Mekteb­ i Mülkiye ve Mekteb-i Harbiye sözlerinin kısaltılmışlarıdır. Tıbbiye kısaltması dilimizde Tıp Okulu yerine kullanılırken Tıbbiye Okulu demek Osmanlıca Mekteb-i Tıbbiye 'yi yanlış olarak Türkçeye çevirmek demektir. Bu yanlışa Harb Okulu düşmemiş, düşseydi kendine Harbiye Okulu adını verirdi. Bu yanlış adı "askerf tıp öğrencileri yurdu " kılığına sokarsak hem anlam, hem de dil yanlışından kurtulmuş olmaz mıyız dersiniz? Hekim tabelalarına bilmem dikkat ediyor musunuz: "Dok­ tor X iç hastalıkları mütehassısı ", "Dış tabibi Y.", "Diş dokto­ ru Z." ve daha neler. Bizde doktorlar Etibba odasında yani "ta­ bibler" odasında toplanır, hekimlik işleriyle uğraşırlar, bizde , ekim, tabib, doktor aynı işi görenlere verilen addır (Türkçeleri­ ni bir yana bırakıyorum). Sebebi, tıp öğrencilerinin daha üçün­ cü öğrenim yılında, belki de tıp fakültesine yazılır yazılmaz Dr. kısaltınasıyla birlikte imza atına denemeleri yapmalarıdır. Biz-

90


de tıp fakültesini bitirenlerin hepsi Dr. yani doktor 'dur. Tıp fa­ kültesini bitirenlere hekim desek, Dr.

med. yani "tıp doktoru"

unvanını kullanmak hakkını yalnız tıp'ta doktora yapmış olan­ lara tanısak bu karışıklığın önüne geçilir mi dersiniz? Teknik üniversitede üniversitenin edebiyat, hukuk ve öteki fakültele­ rinde yalnız doktora yapanlar doktor (Dr.) unvanını kullanırken tıp fakültesinden mezun olan herkes neden Dr.dur? *

İstanbul ile Ankara başduraklarında (garlarında) karşılaş­ tığımız bir kelime var:

peron.

Fransızca perron 'dan bozma

olan bu söze dilimizde karşılık bulmak hiç de güç bir iş değil, yalnız birazcık düşünmek yeter: Anadolu 'da hayvanlara sokak köşelerindeki

binek desek

binek taşları 'ndan binilir, trene binilen yere de "taş " kelimesinden üret­

olmaz mı? Pierre yani

me olan perron Fransızcada "sabalık" (taşıtlarda), birkaç ba­ samaklık "geniş merdiven" anlamlarına geliyormuş; üstelik uluslararası bir kelime de değil: İngilizlerde adı platform, Al­ manlarda Bahnsteig. Yabancılar için kolaylığı var da diyemi­ yoruz; yanında peron yahut binek kelimesi olmasada da asılı levhalarda 1, il, III sayılarını görenler bunun birinci, ikinci ve üçüncüperon olduğunu anlarlar. "Hekimlerimizin reçeteleri ya­ nında istasyonlarımız Fransız dili için kapitülasyonları ne za­ mana dek yaşataduracak?" diye soruyoruz kendi kendimize. *

Sık sık kullanılan bir söz var: " Sağlam dimağ sağlam vü­ cutta." Bu söz Latince

mens sana in corpore sano 'nun Türk­

çeye çevrilmişidir. Türkçede olduğu gibi Avrupa'da da bunu birçok kimseler " sağlam dimağ sağlam vücutta bulunur" di­ ye anlıyorlar. Bunun yanlış olduğunu çevremize bir göz atmak­ la anlayabiliriz: nice pehlivan yapılı kişiler sıska düşünüşlü-

91


dür, nice hastalıklılann çürük vücutlarında keskin bir us par­ lamaktadır. Bu yanlış, Latince sözün kısaltılmış olarak kulla­ nılmasından doğmadır: Iuvenalis adlı Latin ozanının söyledi­ ği bu sözün bütünü olan

pore sano "nun

"orandum est ut sit mens sana in cor­

Türkçesi "Tanndan sağlam vücutta sağlam

dimağ bulunmasını dilemek gerek"tir; biz de tanrıdan sağlık ve sağduyu dileyelim topumuz için.

Ulus, 1 1 .1. 1 950

92


DİL NEDİR, NE DEGİLDİR? Herhangi bir nesneyi, herhangi bir olayı anlatmak için çok kere benzetişlere, mecazlara başvururuz . Bu gibi benzetişler ve mecazlar soyut nesneleri gözümüzün önünde canlandırmak ba­ kımından faydalıdırlar, anlatışımıza güzellik, parlaklık, canlılık katarlar, fakat hakikati bulandırdıkları, bizi büyüleyerek, uyuş­

turarak doğruya varmaktan alıkoydukları da az değildir. "Her benzetiş aksar" diyen Alman atasözü bunu göstermektedir. Bi­ zim "teşbihte hata olmaz" sözümüz bu aksaklığı görüp onu ba­ ğışlattırmak istemiştir. Bu aksaklığı Sayın Peyami Safa'nın Ke­ limelerin Hayatı başlığı altında 3 Şubat 1 950 günlü Ulus 'ta çı­ kan yazısında görüyoruz. A. Darmesteter adlı bir dil bilgininin

Mana/an Bakımından Kelimelerin Hayatı adını taşıyan Fran­ sızca bir kitap yayımladığını söyleyen yazar, dil ile organizma arasında yapı bakımından birtıpkılık olmadığını söylemekle bir� likte, kelimeleri canlı varlıklara benzetmekte, "yaşayan dil", "ölü dil" deyimlerinin manasız olmadığını söylemektedir. Bu gibi sözler güzel, fakat hakikati anlatmaktan uzak söz­ ler. Çok kere kuru, yalın süssüz bir anlatış bize hakikati örtü­ süz gösterir. Biz de böyle kuru bir yoldan dilin ne olduğunu en olmadığını göstermeye çalışalım. Dil organik bir varlık değil­ dir, dil bir yönüyle organik bir varlık olan insanların düşünce­ lerini, duygularını bildirmek için koyduğu bir işaretler sistemi­ dir; buna biz insan sesiyle kurulan bir işaretler sistemi diyebi-

93


liriz. Bu işaretler kulağa seslenen işaretlerin ayn b\r bölümü­ dür. İnsanlar bunun yanında başka işaretler de kullanıyorlar. Ma­ tematikte kullanılan işaretler, mesela daha büyük >, daha kü­ çük <, eşitlik

=

ve daha birçokları gibi. Yalnız bu kadar da de­

ğil. "Evet" kelimesiyle anlattığımızı başımızı sallamakla da anlatmaz mıyız? Kaş göz işaretiyle konuşamaz mıyız? Sahne­ deki mimik bir dil değil midir? İnsan, dil yardımıyla karanlık­ ta anlaşmak çaresini bulmuştur. Bu işaretler sistemi olmasa he­ pimiz dilsizler gibi karanlıkta derdimizi anlatamazdık. Dahası da var: birinin sırtını okşamakla, ensesine dokunuvermekle bir sürü kelime kullanmaksızın takdirimizi anlatmıyor muyuz? Kelimeler doğmaz, onları insanlar ortaya koyar, insanlar onları kullandıkça yaşarlar, daha doğrusu insanlar yaşadıkça kullanılırlar. Bu işaretler nesilden nesile geçer, birtakımı atılır, yerine başkaları alınır, başkaları kurulur. "Ölü dil" diye bir şey yoktur, kendini kullanan, ortaya koyan insan topluluğundan ay­ rılmış, yazılı olarak kalınış işaretler sistemi vardır. Sonradan baş­ ka bir insan topluluğu yahut toplulukları bu kullanılmayan işa­ retler sistemini toptan yahut bölüm bölüm yeniden ele alabilir, kullanabilir. Yani yabancı bir insan topluluğunun böyle bırakıl­ mış, bir kıyıda kalmış işaretlerini, kendi dilindeki eksikleri dol­ durmak, yeni buluşları, yeni kavramları karşılamak için aldığı oluyor. "Ölü dil" dersek böyle bir dilin "hortladığını" da söy­ lememiz gerekecek, onu hiçbir organizmada olmayan bir kılık­ ta "öldükten sonra dirilmiş" olarak görmeyecek miyiz? Yazı da bu gibi işaret sistemlerinden biri değil midir? Yalnız kulağa seslenen dil, yazı ile göze de seslenir oluyor, ha­ vada dağılıp yok olmaktan kurtuluyor. Görülüyor ki edebi yazılarda pek yerinde olan mecazla­ rı bilim konularında pek ihtiyatlı olarak kullanmak gerek.

Ulus, 1 3 .11. 1 950 94


ÜÇLÜ DİL ÜZERİNE Hiçbir ülke yoktur ki okuma yazma bilmeyeni yahut an­ cak okuyup yazabileni ile aydını yahut bilgini benzer şekilde konuşsunlar. Bu ayrılık aydınların kullandıkları yabancı keli­ melere, yahut yalnız aydınların kullandığı yerli kelimelere ya­ hut da birtakım yerli kelimelere yükletilmiş olup ancak bil­ ginlerce bilinen kavramlara_ dayanır. Öte yandan her dilin bil­ ginle bilgisizi birleştiren, her ikisince ortaklaşa kullanılan bir söz dağarcığı vardır. Öyle sanıyorum ki halkla aydınların or­ tak oldukları bu söz dağarcığını Osmanlıca kadar kıt ve dar tutan, alaca bulaca karıştıran ikinci bir dil kolay kolay bulu­ namaz, hiç olmazsa komşularımızda ve Avrupa'da. . Aynı kav­ .

ram için iki, çok kere üç kelimeyi yan yana kullanan Osman­ lıca eşsiz bir aşuredir. Bilim ve fen diliyle halk dili arasında böyle bir ikilik olabilir. Fakat geniş yığının kullandığı gün­ lük kavramlarda Osmanlıcanın ikiliğini, hatta üçlülüğünü ta­ nıdığımız yabancı dillerin hiçbirinde bulamıyoruz. İster aydın, ister kara bilgisiz olsun bir Fransız, sevgilisinin gözü için yal­ nız kara diyebilir. Fransız için

siyah diye bir şey yoktur. Hiç­ bir Fransız yahut İngiliz radyosu çeşm-i siyah diye bir inilti çıkaramaz; bu uluslarda güzelin dudağı, yanağı vardır, leh 'i, ruh 'u, ruhsar 'ı yahut izar 'ı yoktur. O dillerde halktan biri sev­ gilisini nasıl överse en büyük şairi de, bilgini de o kelimeler-

95


agarır, beyaz/anmaz, ya ak ek­ beyaz, ne de siyah ekmek yoktur. Sizi Almanya'da, Fransa'da, lngiltere'de kimse ha­ ne 'sine davet etmez, evi 'ne çagırır. Şu kelimeleri bildiğiniz yabancı dile aktarabilir misiniz: Nesim - rüzgar -yel; nevba­ har - ilkbahar; jale - çig - şebnem; göz - dide - ayn; gece leyi- şeb. Fransız şiirlerinde gönül yanında dil, yürek yanında kalb bulunabilir mi? Bir Alman, gözünün ışıgı 'na nur-u ay­ nım, ayışıgı'na mehtap demiş midir? Bir İngilizin gögüs'ün­ den başka sadr'ı, ayrıcasine'si var mıdır? Sine-i sad-pare'nin, sadra şifa'nın İngilizce bir benzerini söyleyebilir misiniz? İn­ giliz di/-i biçare mi der acaba, yoksa çaresiz gönül mü? Bir İtalyan bir poliçenin hamil'i midir, yoksa taşır'ı mıdır, taşıyı­ cısı mıdır? Bizde neden halk yitirir'ken, över'ken, yerer'ken aydın kişi gaip, meth, zem eder? Neden askerimiz baskın ya­ par, sivilimiz surprise? Neden bizlerin baba ' mızdan başka bir de peder' imiz, ana'mızdan başka bir de valide'miz vardır? Alın varken neden nasiye'ye, cephe'ye, kanat varken neden cenah' a, perrübal' e başvururuz? Fransızın, lngilizin, yahut Almanın bugu - buhar - istim, gecikmek - rötar yapmak - te­ ahhür etmek diye üç ayn sözü var mıdır? Askıda bıraktığımız meseleler birtakımımız için neden muallakta'dır? Neden Os­ manlı aydını halkın yükledigi yükü tahmil, halkın boşalttı­ gı 'nı tahliye eder? Neden halk için ıssız, boş olan toprak, oku­ muş kişi için MU arazi 'dir? Açık memurluk neden münhal'dir, neden açılmaz da inhilal eder? le över. Bir Almanın saçları

mek yer ya

kara:

Almancada ne

Böyle saymakla bitmeyecek kadar ikili üçlü sözümüz var. Ünlü bir yazarımız için bunların cevabı kolay: "Biz fatih mil­ letiz, ülkeler fethettiğimiz gibi diller de, kelimeler de fethe­ deriz, dilimizi zenginleştiririz." Bu cevap beni kandıramıyor.

96


Böyle bir "fatihlik" dilimizi karışık bir gecekondular ülkesi yapar. Gecekondular ülkesinde de kültürden, medeniyetten bahsedilemez. Bana sorarsanız, bu, bizim daha ne olduğumu­ zu, kim olduğumuzu bilmememizden geliyor. Türklük, mil­ let, milliyetçi kelimelerinin bol bol kullanılışına bakmayın siz. Milliyetin, milliliğin ne demek olduğunu bizden başka öğ­ renmeyen kalmadı. Biz hala Türk olmaktan, Türkçe okuyup, Türkçe yazmaktan korkuyoruz. Bugün bile Kırgızcanın, Uy­ gurcanın ne olduğunu bilmeden "Uygurca, Kırgızca kelime­ ler kullanmaktansa Çince konuşurum" diye övünen aydınlar var. Aydınlarımızın çoğu "millet" derken "ümmet"i düşünü­ yor. Milliyetçilerimiz " Ziya Gökalp'tan ileri gidemeyiz" di­ yerek ondan gerilere doğru yola çıkanların tekelinde. Birinci Dünya Savaşı 'nda sırtımıza saplanan dindaş hançeri bizi uy­ kumuzdan uyandıramadı. Uyanacağız, elbette uyanacağız. Yalnız gözümüzü patlatıp dişlerimizi dökecek bir yumruğu, belimizi kıracak bir tekmeyi beklemeden uyanabilsek!

Ulus, 30.1. 1951

97


BİR DİLİN ZENGİNLİGİ Pek Sayın Bay Abdurrahman Atatür! Zafer gazetesinin 5 Şubat 1 95 1 günkü sayısında bana ya­ zılmış bir açık mektubunuzu gördüm. Osmanlıcanın üçlülü­ ğü üzerine yazdığım yazıyı beğenmemişsiniz. "Bir dil için iki­ lik üçlük kusur mudur?" diye soruyorsunuz. Bu sorunuz si­ zin, bir dilin zenginliğini o dildeki kelimelerin çokluğu ile ölç­ tüğünüzü gösteriyor. Size göre, birtakım şeylere siyah kelime­ si kara'dan daha uygundur. Sizce bilgisiz yanında dilde bir de cahil, kara'nın yanında bir de

siyah

bulunursa, bu o dil için

bir zenginliktir. Bence bu çokluk bir zenginlik değil, bir karı­ şıklıktır. Neden, anlatayım: Bir dilde her bir kavramı anlatmak için on bin ayrı keli­ me de olsa, çeşitli kavramları karşılayacak kelimeleri yoksa, o dil yoksul bir dildir. Mesela dilimizde kara yanında aynı an­ lamda siyah var: Bunların yanına Fransızcadan ve İngilizce­ den kara'nın karşılığı olan noire ile black' ı alsak ve sizin uy­ gun göreceğiniz şeyler için kullansak, dilimizi zenginleştirmiş olmayız. Şimdi kara

ekmek mi diyelim, siyah ekmek mi, rliye düşünürken, bir de nuvar ekmek mi güzel, bldk ekmek mi di­ ye uygunluk derdine düşeceğiz. Belki siz o zaman kalkıp si­ yah göz için daha uygun ama, kaşa da nuvar uyuyor diyecek­ siniz, belki de b/ak'ı cahile yakıştıracaksınız, giyim için Türk-

98


çe ak'ı, yiyecek için Arapça beyaz'ı, akıcı şeyler için İngiliz­ ce white'ı, bulut için Fransızca blanche'ı ayıracaksınız. Yazı­ nızda şu kelime şu kelimeye daha uygun geliyor diye anlattı­ ğınız duyguyu Sayın Profesör Şekip Tunç da bir iki yıl kadar önce yazdığı bir sıra makalelerde savunuyordu. Sayın Şekip Tunç, pek ulu bir bilgindir, ama, dil işlerinden anlamadığını o yazılarında açıkça göstermişti. Profesör Tunç'a uyarak siz de neden kara cahil diyoruz da siyah cahil demiyoruz diye sora­ bilirdiniz. O kadar ileri gitmediğinize iyi etmişsiniz. Kelime­ lerin çokluğu zenginliktir, ama bir şartla: Bu kelimeler arasın­ da Fransızların nuance dedikleri "ince aynlık"lar olursa. . . Si­ yah ekmek bize kara ekmek'ten başka bir şey anlatıyorsa, o za­ man siyah ekmek ile kara'nın yan yana bulunması dilimiz için bir zenginliktir. Yoksa karışıklıktır. Bu çeşit çokluğu Fransız­ lar da karışıklık olarak anladıkları için, dillerini düzeltirken ilk işleri, böyle eş kelimeleri temizlemek olmuştur. Bir dilde yabancı kelimelerin yaşama hakkı, yeni kavram­ lar getirmelerine dayanır. Sizin İngilizceden verdiğiniz misal­ lerde de yukarıda belirttiğim gibi, ince ayrılıklar vardır. Ho­ me ile Residence aynı şey değildir: Bizde ev mesken - ika­ metgah gibi kelimelerin bulunuşuna benzer bu. Dear ile Pre­ cious, kara ile siyah'a benzemez. Ben yazımda aydınlar ile halk dili arasında ayrılık olduğunu, aydınların kendi milletle­ rinin içinde bulunduğu kültür çevresinin ortak dilinden keli­ meler alıp kullandıklarını belirtmiştim. Yabancıları örnek alır­ ken biraz ihtiyatlı olmak gerek. Avrupa dillerinin bizim dil iş­ lerimizde örnek olacak yanlan da var, hiç benzemeyen yanla­ n da. Avrupa dilleri birbirine yakın dillerdir, bir soydandırlar. Osmanlıca ise, Arapça, Farsça ve Türkçe gibi birbirine yapı­ ca zıt üç ayn dilden kurulmuştur. Bizim durumumuz bu yüz-

99


den İngilizlerinkine benzemez. Bir Türk çocuğu, tenvir keli­ mesi içinde nur kelimesinin bulunduğunu nereden bilsin? Türkçe aydın - aydınlık - aydınlatma - aydınlanma diye keli­ me üretirken Arap, nur - tenvir - tenevvür diye bambaşka bir yoldan bu işi yapar. Uzunca bir zaman Arapça öğrenmeden bir Türk çocuğu emin - tenvir - emanet - teminat - müemmen sözleri arasındaki bağlantıyı bulabilir mi? Sizin sandığınız gi­ bi, aydınlatma yanında tenvirat, aydın yanında münevver, ay­ dınlanma yanında tenevvür sözlerini kullanmak, Türkçeyi zenginleştirmez. Çocuklarımızı bunları öğrenmeye zorlamak, onlara kötülük etmek, onları boşuna yormak demektir. Bugün düzgün Türkçe yazanların sayısının kıt olması da bu ikilik, üç­ lülük, hatta -Fransızcayı da katarsak- dörtlülük yüzündendir. Osmanlıcaya bağlı kalırsak, gençlerimizden düzgün bir yazı beklememiz için onlara şu dilleri öğretmek zorundayız: 1 . Arapça, 2 . Farsça, 3 . Latince, 4 . Yunanca. İlk ikisi öğrenilme­ den dünün Osmanlıcası, son ikisi öğrenilmeden de günümüz­ de batının etkisi altında doğmakta olan yeni Osmanlıca, yani Fransızca ile karışan Türkçe, doğru düzgün kullanılamaz. Kul­ landığı yabancı kelimelerin geldiği dili bilmeyen aydın çok ke­ re yanlış yapar. Size bir örnek vereyim: İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü Yazı İşleri Müdürlü­ ğü'nün daha geçenlerde fakültelere yolladığı bir yazıda şöyle deniyor: "Üniversite Yönetim Kurulu 'nun .......... tarihinde

yaptıgı toplantıda, yurtlarından koparılıp tehcire mecbur bı­ rakılan göçmenlerin yardımına... Görüyorsunuz: Yazıyı yazan kimse, Arapça tehcir sözü­ nün hicret ettirmek, göçtürmek demek olduğunu unutmuş, hic­ rete mecbur bırakılan diyecek yerde tehcire mecbur bırakılan diyor. Türkçe yazmaya çalışsa, göçmek ile göçtürmek fiilleri"

100


ni birbirine karıştırır mıydı? İşte, yabancı kelimeler insana böy­ le oyun oynarlar. Size bu yalancı zenginliği bırakıp dilimizin açık kelimelerini kullanmayı ve kullandırmayı salık vererim. Bugünkü musikimiz üzerine neler düşündüğümü ise Nokta 'nın ikinci sayısında bulabilirsiniz. Derin saygılarımı sunarım.

Nokta, 1 95 1 , sayı: 5

101


DİVAN MUSİKİSİ Yeni bir musiki çeşidi çıktı sanmayın. Bu musikiyi siz de tanıyorsunuz: Yalnız evlerin değil, taksilerin de pencerelerin­ den haykıran, inleyen, oflayan musikiye benim verdiğim ad bu. Radyo ona " klasik Türk musikisi" yahut "tarihi Türk mu­ sikisi" diyor. Klasikliğine peki diyelim ama, ona bu adı veren kimse neden bir de "Türk"lük katmış, anlayamıyorum. "Osmanlı" dese daha doğru olurdu gibi geliyor bana. Neden diyeceksi­ niz. . . Önce o musiki şarki''lere, yani şarkça şeylere, şark ha­ valarına önem verir, türkf'leri, yani Türkçe sesleri ve havala­ rı ayırır; bu bir... Sonra gelin radyoda her gün ahenk başlama­ dan önce adı geçen fasılları, makamları hatırlayalım: Mahur

faslı, BeyatiAraban, Suzinak, Suzidil, Acem aşiran, Kürdili hi­ cazkar, Rast peşrev, Rast şarkı, Seba zemzeme, Nihavend, Ni­ şaburek, Isfahan. Bu musikinin Türklüğünü (!) göstermeye bu kadarı yeter sanırım. Şimdi "divan musikisi " adını neden daha uygun buluyo­ rum, onu anlatayım: Bu musiki ile "divan edebiyatı" aynı toplumun yaratma­ sıdır. Divan edebiyatı nasıl Osmanlı sarayına ve Osmanlı ay­ dınlarının dar çevresine seslenen bir edebiyat ise, bu musiki de yine o çevrelerde, o çevreler için yaratılmış bir musikidir. 1 02


Divan musikisi divan edebiyatının şiirlerini besteler, o görü­ şe uygun şiirler yazıp besteler. ikisinin de halka yabancı bir dille konuştuğunu görüyoruz. Halk edebiyatı karşısında divan şiiri neyse, halk havalan, halk musikisi karşısında divan mu­ sikisi de odur. İşte size bir örnek:

Esti nesim-i mevbahiir, açıldı güller subh-dem, Açsın bizim de gönlümüz saki medet sun cdm-ı Cem; Erdi yine ürd-i behişt, oldu hava anber-sirişt, Alem behişt ender behişt, her gı1şe bir bağ-ı lrem. Bir başkası:

Ldleler saçsın nesfm, gülzdra dönsün cuybar, Feyz-i nisan ile pür olsun çemen, gelsin bahar, Gülşeni renc-i hazan etti yeter çün tarümdr, Feyz-i nfsan ile pür olsun çemen gelsin, bahar, Gonce açsın güller artık şddkam olsun hezdr. Divan edebiyatı gibi divan musikisi de sadpdre, leb-i han­ dan, dil-i nalan, girye, mest, çeşm-i siyah, sdki, meyhane, mey ile doludur. Her ikisi de liriktir;.başka bir nevi tanımazlar di­ yebiliriz. Ondan dolayı batı musikisinde olduğu gibi nevi'ler değil, fasılalar esastır. Nasıl divan edebiyatında "tragedya, komedya, roman" yoksa, tabiat dağlan ve dereleriyle hemen hemen hiç görünmezse, divan musikisinde de "opera, komik opera, operet" gibi şeyler doğmamıştır, bu musiki "arya, sin­ fonya, bale musikisi, serenad, sonat, concerto, marş, inter­ mezzo, nocturne" gibi neviler tanımaz. Divan edebiyatı nasıl dar bir konu çerçevesi içinde dönüp dolaşırsa, divan musikisi de aynı darlık içinde döner durur. Divan edebiyatı nasıl belli bir toplum içinde gelişmiş, o devrin kapanmasıyla tarihe mal olmuşsa, doğu kültür çevresine bağlı Osmanlı lmparatorlu­ ğu 'nun malı olan divan musikisi de yapacağını yapmış, vere1 03


ceğini vermiştir; Türkiye Cumhuriyeti 'nin batıya yönelen top­ h:ıınunun arkada bıraktığı dünya içinde kalmıştır. İster ileri Türk musikisi denilsin, ister başka bir ad verilsin, divan ede­ biyatı diriltilemeyeceği gibi, o da canlandırılamaz. Divan ede­ biyatının ve divan musikisinin kendi dünyalarındaki ölçülere, değerlere göre başarıları olmuştur, fakat günümüz başka öl­ çülere, başka değerlere, başka bir dünya görüşüne dayanıyor. Böyle bir dünyayı diriltmeye çalışmak, eskiye bağlı birkaç yaş­ lının, yahut yaşlı gencin kendilerini avutur, o kadar. Bundan sonra Türk musikisi örneklerini ancak batıdan alabilir, ilham kaynağı olarak ancak halk havalarına, halk musikisine, tür­ ki'Iere inebilir, şarki'lere değil. Nokta,

1 04

1 95 1 , sayı: 2


SAVAŞ SAKATLIGINDAN MALffL GAZİLİGE Otobüste gazete, der gi gibi şeyler okumasını sevmem: Taş kalıplar ı ile ör tülü bozuk yollar da zangır zangır titr eyen oto­ büste titr eyen kitabı, gazeteyi okumaya çalışır ken gözler imin bozulmasından kor kar ım. Son r a, Tanr ı'ya şükür ; ayakta du­ ran yaşlılar ı gör mezlikten gelebilmek için gazete okumayı pe­ çeleme yer ine kullananlar dan da değilim. Gazete okumayın­ ca, yolda yapılacak iki şey kalıyo r : ya içer iyi, yahut da dışa­ r ıyı gözden geçir mek. Ben ikinciyi daha çok sever im. Otobü­ sün yolu üzer indeki dükkan ve mağazalar ın tabelalar ına göz atmayı küçümsemem. Tabela deyip geçmeyiniz: insan onlar ­ dan çok şey öğr enebilir . Tabelalar da halkın düşünüşünü, du­ yuşunu da okumak mümkündür. Ben dilci olduğum için on­

Lokanta yer ine aş evi, ter­ zihane yer ine dikim evi, imalathane yerine yapım evi, şirket yahut sosyete yer ine ortaklık sözler i bana şu dil devr iminin bir ­ lar ı daha çok bu yönden incele r im.

takım kişile r in iler i sür dükler i gibi yapmacık bir şey olmayıp, halkın duyduğu ve benimsediği bir kımıldanış olduğunu an­ latı r . Biliyo r um: dil devr imine kar şı olan bir i, onlar ın adi yer ­ ler in isimler i olduğunu, kibar yer ler in lokanta,

terzihane gibi

sözler i bır akmayacaklar ını söyleyecek. Söyleyecek ama, ben de ona bu der ece ayr ılığının neden otelle r de belir tilmediğini, kümes gibi yer ler in de neden palas olduğunu sor acağım . . .

1 05


Bir gün yine otobüsün penceresinden, geçtiğim yerleri sü­ zerken, Tophane'deki bir dükkancıkta savaş sakatı sözlerini okuyarak sevinmiştim. Demek ki orada satış yapan yurttaş, halka doğru, Türkçeye doğru gidişi duymuş ve benimsemiş­ ti. Onu bu anlayışından dolayı kutlamayı bile düşünmüştüm; nedense olmadı. Aradan aylar geçmişti. Yine otobüs pencere­ sinden dışarıya bakınıyordum. Tophane'de gözümün önüne koca koca harflerle şu kelimeler dikiliverdi: Malul gazi. Aca­ ba yanılıyor muyum diye gözlerimi açıp sağa sola bakındım. Savaş sakatı kelimelerini taşıyan bir levha yoktu. Eski levha yok olduğuna göre bizim savaş sakatı şimdi malul gazi olmuş­ tu. Kendi kendime bu değişikliğin sebebini sordum. Tek par­ ti devrinde kendisi savaş sakatı yazmı;ıya mı zorlanmıştı? - Ha­ yır, böyle bir şey olamazdı. Seçimden sonra iş başına geçen demokrat hükümetin ilk yaptığı işlerden biri de değildi bu herhalde. Dil işlerini politika işlerine karıştıran ve bu işten an­ lamadıklarını konuşmaları ile ortaya koyan birkaç politikacı­ nın söylediklerinin baskısı altında mı kalmıştı? Yoksa savaş sakatı sözlerinin demokrasiye aykırı olabileceğini mi düşün­ müştü? Belki de Birinci Dünya Savaşı'nda ordularımızı arka­ dan vuran Araplar elinde sakatlandığını hatırlayarak Arapça malUl yani illetli sıfatını kendine daha uygun bulmuştu. Bel­ ki de Arapça ezan ile radyodaki Kur'an ona bu Arapça keli­ menin zamana daha uygun olduğunu anlatmıştır. Böyle düşü­ nür dururken yine Tophane 'de yeni onarılmış ve boyanmış bir yapı üzerinde gördüğüm bir levhada okuduğum şu sözleri ha­ tırladım: Malul Gaziler Yurdu. Ferahlar gibi olmuştum. Sayın yurttaşı savaş sakatlığı 'ndan çıkarıp malUl gazi kılan bu yeni açılan yurdun "resmi ağzı" olmalıydı. Nokta, 1 95 1 , sayı: 6 1 06


VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ Azınlıkların Türkçeye itibar etmedikleri günlerde milli­ yetçi gençlerin ağızlarında söz, taşıtlardaki ilanlarda yazı şek­ linde yurttaşlara seslenen bir ihtar vardı: "Wıtandaş Türkçe ko­ nuş." Bu ihtar uzun yıllardan beri işitilmez, görülmez oldu. Bu arada azınlıklardan saydığımız yurttaşlarımız yalnız sokakta değil, evlerinde bile Türkçe konuşur oldular. Aralarında Türk­ çeyi Türk asıllı yurttaşlardan daha iyi konuşup yazanlar var. Artık unutulan bu ihtarı belki son zamanlarda siz de benim gi­ bi sık sık hatırlamaya başlamışsınızdır. Türklerin "ibadet" e, ya­ ni Tanrı'ya "kulluk" etmeye, aradan yıllar geçtikten sonra ye­ niden anlamadıkları bir dille yani "kavm-i necib-i Arab" lisa­ nıyla çağrılmaya başlanması, radyonun ve ajans haberlerinin acayip dili bana bu ihtarı söz ve yazı ile yurttaşların gözüne ve kulağına sık sık ulaştırılmasının lüzumunu her gün duyuruyor. Taşıtlardan başka radyo evlerinin mikrofonlarının önüne, ajans­ ta memurların çalıştıkları odalara ve özellikle minarelerin kar­ şılarına müezzinlerin görebilecekleri şekilde "Vatandaş Türk­ çe konuş" levhası asılmasının pek yerinde olacağını sanıyorum. "Klasik Türk musikisi" saatlerinde Ankara ve İstanbul radyo­ larında okunan şarkıların Arapça, Farsça kelime ve terkiplerle dolu Osmanhcasını, "Batı müziği" saatlerinde mart kedileri­ nin feryadını andıran yabancı dilli kabare ve film şarkıları gi107


bi bir sanat değerleri olmayan güfteleri, günde beş defa Arap­ ça ezanı dinleye dinleye Türkçeyi unutup Arapça, Farsça ile ye­ ni ve eski dünyanın çeşitli dillerinden yapılma bir "kokteyl dil" ile konuşmaya başlayacağız diye korkuyorum. Hani, bu işi kö­ künden çözmek için başka bir yol da yok değil ama bilmem demokrasiye uygun gelir mi: Klakson yasağı gibi sokaklar ve umumi yerlerde bir yabancı dil yasağı ...

Nokta, 195 1 , sayı: 6

108


NESİLLERİN ANLAŞAMAMASI Dil devrimini anlamayanların, bu devrimin hızından ba­ şı dönenlerin her fırsatta kopardıkları yaygarayl biliyorsunuz: "Efendim, nedir bu lisan inkılabı? Nesiller birbirini anlamaz oldu. Evlat pederin, peder ile valide evladın dediğini anlamı­ yor! " Yurdumuza dışardan yeni gelmiş bir yabancı bu sözle­ ri işitse, bizde çocukların daha küçük yaştan ana baba yuva­ sından alınıp ayrı bir dille yetiştirildiğini sanır. Çocuklarımız yedi yaşına kadar ana babalarının yanında kaldıklarına, oku­ la gidebilenlerin de yine okul dışında kışlalarda değil de aile­ leri içinde yaşadıklarına göre, bu yaygaracılar neye dayana­ rak böyle bir iddiada bulunabiliyorlar? Bu yaygaranın şişire­ rek bu kılığa bürüdüğü gerçek durum şudur: Dil devrimi es­ kiden Arapçadan uydurulan bilim sözleri yerine çocuklarımı­ zın ana dillerini işleyerek uydurduğu bilim sözlerini koymuş, okula giden çocuklarımıza her türlü bilgiyi, yapısı bambaşka bir dille değil de ana dilleriyle vermeye başlamıştır. Böylece aralarında Arapça kelimelerle anlaşan eski nesiller karşısına Türkçe kelimelerle anlaşan yeni nesiller çıkmıştır. Yaşlılarla gençlerin anlaşamadıkları alan, dilin bu dar bilim alanıdır. Es­ kilerin zaviye-i kaime, gışayülcenah, hal, muadele, sual, mev­ zu, temrin, ifrazat, asap, mayi, arzdn� nesç, hararet, makta di­ ye öğrendiklerini yeniler dikaçı, zarkanatlı, çözüm, denklem,

soru, konu, alıştırma, salgı, sinir, sıvı, en/iliğine, doku, ısı, ke1 09


sil diyorlar. İş böyle olunca çocuklarına yardım etmek isteyen

ana baba ile, kardeşlerinin öğrenirken karşılaştıkları zorluk­ ları çözmek isteyen ağabey yahut abla için bu yeni kelimele­ rin neleri anlattıklarını öğrenmek gerekiyor. Bu hiç de güç bir iş değil: Öğrenecekleri kelimeleri denk, alışmak, koymak, kes­ mek, dokunmak vs. gibi her gün kullandıkları kelimelere bağ­ layabileceklerinden, bunları öğrenmek için bir defa sözlüğe bakmak, yahut kitaplarda bulunduğu yeri okuyuvermek, hat­ ta çocuğa şeklini çizdirmek, yeter de artar bile. Dikaçı sözü­ nü bir kere duymak yeter, kaim zaviye 'yi bir değil, beş değil, on defa tekrarlamak zorundasınız; ondan sonra da çocuk ka­ im ne demek, zaviye ne demek, bunları bilmeden ezberlemiş olacaktır. Bu kadarcık bir zahmete katlanl!n eskiler, çocukla­ rına, kardeşlerine yardım edebiliyorlar. Genç nesillerle anla­ şamayanlar, yardım etmeye gönüllü olmayan, herhangi bir ba­ haneyle başından savmak isteyen, bezik ve poker, kokteyl par­ tilerinde dolaşmaktan, sinema sinema, komşu komşu sürt­ mekten, dedikodu yapmaktan vakit bulamayan ana babalar, ağabeyler ve ablalardır. İşte yaygaracıların iddialarında doğ­ ru olan nokta budur. Fakat bunu böylece anlatsalar, gülünç ola­ caklarını bildiklerinden, öte yandan politikacılık, devrim düş­ manlığı, kin ve yaranma gibi türlü sebeplerden, halkın düşü­ nüşünü bulandırıp faydalanmaktan, günümüzün deyimiyle " demogogie" yapmaktan kendilerini alamadıklarından haki­ kati ezip büzüp bu kılığa sokuyorlar. Bu yaygaracılara göre, analarla babalar Türkçe öğrenecek­ . lerine, çocuklarımız, anlaşılması şöyle dursun, söylenmesi bi­ le güç olan birtakım Arapça sözleri hafız gibi sallana sallana ezberlemelidirler. Yaşlılar, bundan sonra gelecek Türk nesille­ ri için ufacık bir zahmete katlanmamalı, tam tersine, bundan sonraki nesiller bugün yaşamakta olan birkaç yaşlının rahatı

1 10


kaçmasın diye binlerce yıl fafızlık etmeli, yüz binlerce körpe beyin hırpalanmalı, iyice anlayabilmek için o kelimelerin gel­ diği yabancı dili öğrenmek için boşuna yıpranmalıdır. Nesillerin birbirini anlamamasından daha tabii ne olabilir? Hangi ülkede, hangi çağda gençlerle yaşlılar birbirini anlamış­ lardır? Birçok devrim yapan Türkiye'de nesiller arasındaki ay­ rılığın, anlaşmazlığın büyüklüğünden değil, küçüklüğünden, azalmasından korkulabilir. Yaşlılar gençleri ne kadar anlamıyor­ sa, devrimler de o kadar tutunmuş demektir. Ömürleri kafes ar­ kasında geçmiş kadınlar ile onlara bu hayatı yaşatmış olan er­ kekler bugün delikanlılarla kızların arkadaşça bir arada yaşa­ malarını, çalışmalarını, denize girmelerini, okulda yan yana oturmalarını anlayabilirler mi? Yaşlılar gençlerin evde rahat ra­ hat oturmak varken dağlara tırmanmalarına, dere tepe dolaşma­ larına, yorulup terlemelerine şaşmazlar da ne yaparlar? Yaşlı­ lara baba ile oğulun, öğretmen ile öğrencinin iki arkadaş gibi konuşup dertleşebileceklerini anlatabilir misiniz? Yaşlılar eski­ den, kızların yedi yaşında çarşafa sokulduklarını görmüşken, genç kızların kollarını, göğüslerini açmalarını nasıl anlarlar? Çarşaf içinde yetişmiş ana, kumsalda mayo ile dolaşarak ser­ pilmiş genç kızıyla anlaşabilir mi? Eski nesil rakıdan hoşlanır­ ken yenisi liköre, şaraba, biraya iltifat edecektir. Eskiler radyo­

yu Batı musikisi çalarken, yeniler "dil-i biçare" diye inlerken, ahlar oflar çekerken kapatacaktır. Eskiler yeniyi benimsemeye­ ceğine göre, gençlerle yaşlıların anlaşması bütün devrimlerin ortadan kalkmasıyla olur. Milli eğitim işlerinde sözü geçenler arasında devrimlerimizin bir bütün olduğunu anlamayanların bulunuşuna şaşıyoruz. Dildeki ikiliği kaldıracağız diyenlere so­ ruyoruz: Musikideki ikiliği, yaşayıştaki ikiliği, giyinişteki iki­ liği de kaldırabilecek, bize de inadiye giydirebilecek misiniz? . .

Nokta, 195 1, sayı: 3 111


OSMANLICANIN ÇÖKÜŞÜ TÜRKÇENİN KURTULUŞU Bugünkü yazı ve konuşma dilimizi gözden geçirdiğimiz­ de Doğu-İslam medeniyeti içinde Türkçenin yabancılaşma­ sıyla ortaya çıkan Osmanlıcanın iflas etmiş olduğunu, kulla­ nılmayan, bugün işe yaramadığı için bırakılan bir yapı gibi yer yer çöktüğünü görüyoruz. Arapça ve Farsça öğretiminin okullardan kaldırılması, Arap yazısının atılması Osmanlıca­ nın temellerini sarsmış; çeşitli devrimlerle batıya yönelmemiz, iktisat, kültür, politika alanlarında batıya sıkıca bağlanmamız sürekli bir fırtına gibi bu eski ve derme-çatma yapıya saldır­ mış, hiç ara vermeden onu çürütmeye, devirmeye çalışmıştır. Teknik ve kültür alanlarında batıdan gelme kelimeler durma­ dan Türkçeye sokulmaktadır. Bu batılı kelimeler iki takıma ay­

1 . Yeni, Osmanlıcada şimdiye kadar karşılanmamış (doçent, dekan, asistan, mesaj, asamble,filo/oji, arkeoloji, seminer, semester, referat, prevan­ toryum, sanatoryum, lider, spiker, teknisyen, siki, banliyö, pe­ ron, sirküler, emisyon, kolej, ofis, koordinasyon vö. gibi); 2. rılıyorlar:

kavramlar getiren kelimeler

Osmanlıcanın Arapça yahut Farsça kelimelerle karşıladığı kavramlar için yeni kalıplar olarak gelenler. Konumuz için önemli olan bu ikincilerdir. Eskiden Osmanlıca batı kültürün­ deki kavramları Arapçadan, Farsçadan alma yahut uydurma

1 12


(mefkure, müessese, hars, ictimaiyat, şahsiyet vö. gibi) söz­ lerle karşılamaya çalışıyordu. Şimdi bunu yapamadığı gibi es­ kiden yerleşmiş olan karşılıklar da ya büsbütün kullanılmaz olmuş yahut olmak üzeredir. NasıJ "üniversite" darülfanun 'un yerini aldı ise "profesör" müderris 'i, "diploma" şahadetna­ me 'yi, "enstitü" darüttedris 'i yahut müessese 'yi, "enskripsi­ yon" kaydı, "lisans" icazet'i yahut mezuniyet 'i, "rektör" da­ rülfünun emini 'ni yerinden atmıştır. Öğrencilere artık cüzdan değil "karne" veriliyor. Osmanlıcanın ictimaiyat 'ı "sosyolo­ ji", bediiyat 'ı "estetik", ilm-i tabakatülarz 'ı yahut arziyyat 'ı "jeoloji '', hikmet-i-tabiiye 'si "fizik", ruhiyat 'ı "psikoloji" ,fe­ lekiyat 'ı "kosmografya", ilm-i vezaifiilaza 'sı "fizyoloji", hif­ zıssıhha 'sı " ijiyen" , lisaniyat 'ı " lengüistik" , darülelhan 'ı "konservatuar", darülistihzarat'ı " laboratuar", sarfve nahv 'i "gramer", buhran 'ı "kriz", mütereddf'si "dejenere ", fen 'i "teknik", devri'si "siklik" (cyclique), ameli'si "pratik", na­ zari 'si "teorik" siyaset 'i "politika" , hars 'ı "kültür", maden 'i "metal", katib 'i "sekreter", teşkilat 'ı "organizasyon" olmuş­ tur. Artık kız enstitülerinde "resm-i geçit " değil defile yapı­ lıyor, �lbiselik kumaşlarda "kusur" değil, "defo " olmaması­ na bakılıyor. "Kredi" itibar-ı mali yi "kapital" sermaye yi "servis " hizmet 'i, "tekstil " mensucat 'ı, "sosyete" şirket 'i, ,, "dünya turu" devr-i alem 'i, "şan teganni 'yi ya unutturdu ya unutturmak üzere. Enfüsi, afaki, vetire, şeniyet bugün pek az kişinin anladığı sözlerdir: anlaşılmak istiyorsanız " subjektif, objektif, prosessüs, realite" diyeceksiniz. Bugün "fuar"a meş­ her, "aktif" efaal, "pasif" e rnünfeil, " santral" a merkez, "sük­ se "ye rnuvajfakiyet, "teori "ye nazariye, "kuran"a ceryan, "enteresan"a alakabahş, "kalite"ye keyfiyet, "rötar"a teah­ hur, "faktör"e amil, "aksiyon"a amel, "baraj "a bent, "vete'

,

'

,

1 13


riner" e baytar, "egoist" e hodkam yahut hodbin, "enternasyo­

beynelmilel, " şans "a talih, " lise"ye idadi, "miting"e mecma yahut tecemmu, "ideal"e mejkUre diyen bir Osmanlı nal" e

ile kolay kolay karşılaşamazsınız. Oldukça kısa bir zaman içinde Osmanlıcanın/ı rka 'sı "parti" , ictimai'si "sosyal" , ce­

miyet 'i "sosyete" , şura 'sı "konsey", muahede 'si "pakt", en­ cümen 'i "komisyon", murahhas 'ı "delege" olmuştur. Nasıl paşa gidip "general" gelmişse, devletli, hazretleri gibi Osman­ lı tabirleri "ekselans" ve "majeste" gibi frenkçeleri karşısın­ da, şapka giyeli fesin görünmeyişi gibi, ortadan çekildiler. Bugün Osmanlıcanın yaşayabileceğini sananlar bile sabah şe­

rifleriniz hayrolsun, akşam şerifleriniz hayrolsun, af edersi­ niz, teşekkür ederim yerine "bonjur! ", "bonsuar! ", "pardon! " , "mersi! " demektedirler. Osmanlının hekim dediği "doktor"lar bugün zerk değil "enjeksiyon" yapıyorlar, içlerinden cerrah değil "operatör" çıkıyor, ameliyat değil "operasyon" yapıyor­ lar. Osmanlıcanın batılı yabancı kelimeleri bile bugün başka şekilde ortaya çıkıyorlar: musiki ile "müzik" , sigorta ile "asü­ rans"

acente ile

"ajans " gibi.

Osmanlıca böylece yıkılırken Türkçe kendini bu yıkıntı­ dan kurtarmaya çalışıyor. Bu şuurlu hareket ilk meyvelerini vermiş, Türkçe çetrefillikten, şişirmekten, kökleri bugünün gençleri için anlaşılmayan kelime sürülerinden arınmaya baş­

yalanlamak (tezkib etmek), baltalamak (sabote et­ ortaklık (şirket), ortak (şerik), uçak (tayyare), uçaksa­ var (tayyare-dafi), ögrenci (talebe), sözlük (lı1gat kitabı), d�r­ gi (mecmua), basın (matbuat), yayın (neşriyat), düzen (ni­ zam), öncü (pişdar), artçı (dümdar), er (nefer), ışın (şua), di­ lekçe (istida), eğitim (terbiye), ısı (hararet), ge/enek (an ane), onarım (tamir), boşaltma (tahliye),yükleme (tahmil), açık artlamıştır:

mek),

'

1 14


tırma (müzayede), yapı (bina), yüzyıl (asır), bilim (ilim), bil­ gin (alim), düşünür (mütefekkir), geçmiş (mazi), tekel (inhi­ sar), yermek (zemmetmek), övmek (medh etmek), yetki (sela­ hiyet), toplama (cemi), çıkarma (tarh), çarpma (zarp), savsak­ lamak (ihmal etmek) gibi sözler bugün hiç yadırganmadan kul­ lanılmakta, yazı dilimizi zenginleştirip güzelleştirmektedirler. Uzun yüzyıllardan sonra bugün dil devrimimiz Türk aydınla­ rını basmakalıp, kökü bilinmez yabancı kelimelerle değil, ara­ larındaki bağlantıları, kökleri, kuruluşları kolayca seçilebile­ cek, sezilebilecek Türkçe sözlerle düşünmek ve düşündüğü­ nü yazmak bahtlılığına kavuşturmuştur. Türk Dili, 1 950, seri III, sayı: 1 4- 1 5

1 15


TERİMLERE DAİR Osmanlıca fen sözleri şu sebeplerden artık işe yaramaz olmuşlardı: 1 . Batı dilleri.ndeki fen sözlerini tam olarak karşılayama­ mak, eksik, karanlık ve kaypak olmak (Arap harfleriyle yazı­ lan son eserlerde Osmanlıca fen sözlerinin yanında sık sık Fransızca karşılıklarının konulması bunu açıkça gösteriyor); 2. Arapça gibi yapısı Türkçeden bambaşka olan, Latin ya­ zısına uymayan yabancı bir dilin kelime ve kurallarına dayan­ mak, bu yüzden Arapça bilmeyenler için güç bellenir, güç söylenir olmak; 3. Batı kültürüne sıkıca bağlarıışımız dolayısıyla bu kül­ türün ortaklaşa malı olan Yunanca-Latince fen sözlerinin di­ limize girmesiyle Osmanlıca fen sözlerinin kökleri kesilen ağaçlar gibi kurumaya yüz tutmaları ("nebatat" ilminin sis­ temsiz ıstılahlarının "botanik"in sistemli terimleri karşısında ayakta duramaması gibi). Artık işe yaramayan fen sözleri yerine yenilerini aramak zorunda kaldığımıza göre ne yapabiliriz? Bu durumda yapı­ lacak şudur: 1 . Batı kültürüne bağlı milletlerde ortaklaşa kullanılan ve bu yüzden Türkçeye de alınması gereken eski Yunan-Latin do­ ğuşlu fen sözlerini, bunların Türkçeye ne kılıkta girecekleri-

1 16


ni ortaya koymak (bu işin başarılması için fen sözlerini koya­ cak olan bilginlerin eski Yunanca ve Latince bilmeleri yahut bu dilleri bilenlerle işbirliği yapmaları gerekir). 2. Bunları açıklayacak Türkçe karşılıklar ile birlikte ge­ ri kalan fen sözlerini kendi dilimizden almak, yani Türkçe fen sözleri yapmak. "Türkçe fen sözleri" ile temel davaya girmiş bulunuyo­ ruz. Bu güç ve önemli davanın çözülmesi uzun hazırlıklar is­ ter. Güç ve uzun çalışmalara katlanılmazsa ortaya konan eser eksik, yanlış olur, dayanamaz, tutunamaz. Bu hazırlıkların ne­ ler olduğunu bulmak için kendimizi fen sözlerini koymakla görevlendirilmiş bir bilgin tutalım. Önce karşılıkları istenen fen sözlerinin Fransızca, Almanca ve İtalyancalarının takım takım kategorilerine göre toplanmış listelerinin elimizde bu­ lunması gerek. Bu işi batılı bilginler yapmış olduğundan bi­ zim bu gibi sözlüklere başvurmamız kolay bir iştir. Böyle ya­ pınca düşünce ile ilgili fen sözleri üzerine çalışırken karşımı­ za pensee, ide, reflexion, meditation, conception, jugment,

consideration, Speculation yahut Aperçu, Association, Ein­ fall, Eingebung, Erleuchtung, Gedanke, Inspiration, Jntuioti­ on gibi diziler çıkacak. İkinci iŞ, yabancı dildeki bu takımlar karşısına Türkçe- mizdekileri dizmek olacaktır; bu iş güçtür ve şimdiye kadar yapılmamıştır. Türkçe sözleri böyle kategori takımları düşün­ ce kümeleri içinde toplayan sözcükler Türk dili hazinesini or­ taya çıkaracak, fen sözlerini koyan kişiye malzeme verecek­ tir. Böyle bir sözlüğün veya sözlüklerin eksiksiz olması için şunları toplamak gerekir: a) Türk aydınının dilindeki kelimeler, b) Bugün Anadolu'da çeşitli ağızlarda yaşayan kelimeler, 1 17


c) Eski Anadolu Türkçesiyle yazılmış eski Osmanlıca eserlerde ve çeşitli vesikalardaki kelimeler, d) Öteki Türk lehçel_erindeki eski yeni kelimeler. Bu çalışmalar için Avrupa Türkologlarının yayınlarından faydalanabiliriz, faydalanmak zorundayız. Kategorilere ve si­ nonimlere göre yapılmış büyük sözlükler Türkçenin ne bakım­ dan zengin, ne bakımdan yoksul olduğunu bize gösterecektir. Bunlarsız yapılan çalışmalar eksik malzemeye dayanır, güç­ leşir. Fen sözlerimizle uğraşacak bilginler bu sözlüklerdeki ke­ lime takımlarını Avrupa dillerindeki takımlarla karşılaştıracak­ lar, birbirine uyanları alacaklar, uymayanlara, eksiklere kar­ şılık bulmak için ondan sonra kelime üretme, kelime uydur­ ma yoluna gireceklerdir. Elinde Türk dilindeki geometrik şe­ kil adlarını bir arada gösteren bir sözlük bulunmayan bir ma­ tematik bilgininin fen sözlerindeki durumu, kötü malzeme, ek­ sik aletlerle çalışan bir ustanınkinden ayrılmaz. Böyle bir sözlük, Divanü Lugat-it-Türk'te "murabba" karşılığı törtgül (törtgil), Uygurcada tirtkil bulunduğunu, "mü­ selles"e üçgül, üçgil, üçkil denildiğini gösterecektir. Fen söz­ lerini koyacak bilgin bunları yeter görmezse ancak o zaman başka bir yol arayacaktır. Yalnız, karşımıza çıkan bir kelime­ nin anlamını bildiren alfabetik sözlükler bu gibi çalışmalarda kullanılamaz: Kullanmaya kalkarsak aradığımız her kavram için bütün sözlüğü başından sonuna kadar okumamız gerekir. Çeşitli Türk lehçelerindefikir ve köşe karşılığı kaç kelime var­ dır diye soran birine cevap verebilmek için bugün Tanıklarıy­ la Tarama Sözlügü, Söz Derleme Dergisi yahut Sözlügü gibi Dil Kurumu'nun yayımladığı sözlüklerden başka daha birçok sözlükleri baştan sona taramak zorundayız, çünkü elde alfa­ betik olarak hazırlanmış çeşitli sözlükleri kategorilere göre ta-

1 18


kımlandırarak birleştirmiş bir sözlük yoktur. Gönül ister ki ma­ tematik terimleri yapacak bilginlerimizin elinde Türkçede ma­ tematik terimi olarak kullanılmış olan ve kullanılan bütün ke­ limeleri toplayan bir sözlük, coğrafya terimleri yapacak bil­ ginimizin elinde Türk dilinde bugüne kadar coğrafya ile ilgi­ li kaç kelime yaratılmışsa hepsini takım takım toplayan bir söz­ lük bulunsun. Türk dilinde çeşitli arazi şekillerine verilen ad­ ları bir arada bulamayan bir bilginimiz Avrupa dillerindeki coğrafya fen sözlerini nasıl karşılayacaktır? Elinde bu gibi söz­ lükler bulunmayan bilgin Türkçe karşılığı öğrenemeyecek, karşılığı olanlara da karşılık aramaya çalışacaktır. Türkçede karşılığı olmadığı anlaşılan bir fen sözü için başvurulacak iki yol vardır: a) Mürekkep kelime yapmak (dilde yaşayan kelimeler kullanılınca hiç yadırganmaz). b) Analogio'ya başvurarak yeni kelimeler üretmek (uy­ durmak). İkinci yol üzerinde durmak gerek. Bilginlerimizin üret­ me işinde başarılı olabilmeleri, Türkçenin her türlü imkanla­ rından faydalanabilmeleri için anlattığımız sözlükler yanında bu bilginlere yol gösterecek kısa, açık, aranılan çabuk bulu­ nan gramerlere ihtiyaç vardır. Fen sözleri üreten bir matema­ tikçi, bir coğrafyacı bu gibi kısa gramerlerde şu gibi sorulara hemen cevap bulabilmelidir: Türkçede isim nelerden ve nasıl yapılır, fiil nelerden ve nasıl kurulur? Çünkü her matematik bilgini aynı zamanda bir Türk dili bilgini değildir. Görülüyor ki fen sözleri yapacak bilginler işe başlama­ dan önce bizden yardımcı sözlükler, eserler isteyeceklerdir. Bunların hazırlanması Türk dili ile uğraşan bilginlerimize dü­ şer. Bu hazırlayıcı çalışmaları yanlışsız, eksiksiz olarak ancak

1 19


Avrupalıların kurup geliştirdikleri dilbilim 'in metodlanna gö­ re çalışmasını bilenler başarabilir. Üniversite içinde ve dışın­ da bulunan bu gibi kimselerin sayılan, başarılması gereken işin büyüklüğü ve güçlüğü karşısında pek kabarık olmadığından, kendilerinden, işbirliği yaparak bütün güçleriyle çalışmaları­ nı istemek zorundayız. Üniversitelerimizin Türk dili kolların­ da yapılacak lisans, doktora gibi çalışmalar için fen sözleri­ mize hazırlık olabilecek konular seçilirse dil davamızın çözü­ lüşüne gençlerimizin de yardımı dokunmuş olur. Ulus, 5.1. 1950

120


AVRUPA KÜLTÜRÜ VE BİZ* 1 Avrupa kültürü ve Türkler çeşitli alanları içine alan çok ge­ niş bir konudur; biz burada bu konuyu aydınlatmaya ötekiler­ den daha elverişli olduğunu sandığımız bir alanı ele alacağız. Son yıllarda Türkiye'de görülen en önemli kültür olayı şüphesiz Milli Eğitim Bakanlığı'nın kurduğu tercüme kitap­ lığıdır: " Dünya edebiyatından tercümeler" adını taşıyan ve Fransız, İngiliz, Alman, Rus, İtalyan klasiklerinin ve daha başkalarının çevrilmelerini ayrı ayrı serilerde yayımlayan bu kitaplık

1 941 'den bugüne kadar 1 1

yıllık bir zaman içinde bü­

yük birçoğunluğu batı kültürünün ortak malı olan yüzlerce de­ ğerli eseri Türk diline kazandırmış, Türklere bu kültür hazi­ nelerinden faydalanmak imkanını vermiştir.

1940 yılında An­

kara Devlet Konservatuvarı'nın Avrupa dillerinden çevirerek yayımladığı

1 O tiyatro

eseriyle başlayan bu çalışmanın

1 948

yılına kadarki mahsulü 624 ciltlik 54 1 eserdir. Dünya edebiyatlarından Türk diline yapılan çevirmeler yalnız Milli Eğitim Bakanlığı 'nın yayımladığı bu eserlere in­ hisar etmiyor. Türkiye 'de kitapçıların yayımladığı ve kitap pi­ yasasına çıkardığı eserler arasında batı dillerinden yapılan ter(*). Bu yazı, yazarın Atina Üniversitesi'nde verdiği bir konferansın küçük değişiklıklere uğramış bir şeklidir.

121


cümeler büyük bir yer almakta, sayıca Bakanlık yayınlarını belki kat kat aşmaktadır. Fakat bu eserlerin çoğu modern eser­ ler ve güzel yazılardır (belles lettres), Thukydides'in bir sö­ züyle bunların çoğu

ien "dirler

"agônisma es to parakhrema atoüe­

(o an için dinlenecek bir gösteri parçası), Bakanlı­

ğınkiler gibi

"ktema es aiei " (hep kalan bir mal) değil.

Batı kültür dünyasının ortak malı olmuş edebi, tarihi ve felsefi eserleri bir araya getiren bu çevirme kitaplığı yazarla­ rın hayatı ve eserleri üzerine bilgi veren biyografik ve monog­ rafik araştırmaları da ayrı ayrı yardımcı diziler içinde topla­ mayı unutmamıştır. Bu neviden ilk kitap Yunan mitologyası üzerine yazılmış bir eserdir. Böylece, değer bakımından olduğu gibi sistemli bir ça­ lışma olarak da bu yazılar kitapçıların piyasaya sürdükleri ter­ cümelerden ayrılmaktadır. Bu ayrılıklara bir de çevirmelerin dili ve doğruluğu bakımından gösterilen özenme ve dikkati de katmak gerek. Tercümelerin kontrolden geçirilmesinin bir il­ ke olarak kabullenilmesi bu dikkati gösterir. Bu tercümeler­ den okullar için özellikle elverişli olanlar açıklamalar ve gi­ riş ile donatılarak "okul klasikleri" adı altında ayrı bir seride toplanarak öğretmenlerle öğrencilerin faydalanmasına sunul­ muştur. Milli Eğitim Bakanlığı

1 927-28 yıllarında, yani Latin al­

fabesinin kabulünün öngününde (arifesinde) "Cihan edebi­ yatından nümuneler" adı altında batı dillerinden tercümeler yayımlamıştır. Çoğu kısaltılarak yapılmış olan ve alfabe de­ ğişikliğiyle duran bu tercümeler son tercüme faaliyeti ile kar­ şılaştırıldıkta

1 928 ile 1 940 arasındaki 12

yıllık bir Latin al­

fabesi devrinde Türkiye'nin batı kültürü alanında yaptığı atı­ lış ve ilerleyişin önemini görmemek mümkün değildir. Bu atı-

122


lışta yabancı ülkelere tahsile gönderilen gençlerin büyük ro­ lü olmuştur. Batı dillerinden edebi, tarihi ve felsefi eserlerin Türkçe­ ye çevrilmesi yeni bir şey değildir: Cumhuriyet döneminden çok önce XIX. yüzyılda "Tan­ zimat" denen reformlar yüzyılında Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nun Avrupa medeniyetine bağlanma denemeleri ile birlik­ te Türk aydınları Avrupa dillerini öğrenerek Avrupa edebiya­ tını tanımaya başlıyor, yabancı dildeki eserlerden edindikleri bilgileri, bu eserlerde karşılaştıkları düşünceleri yazdıkları ya­ zılarda yaymaya, tanıtmaya çalıştıkları gibi -burada ilk Türk gazetesinin 1 83 1 'de kurulduğunu hatırlamak faydalı olacak­ tır- doğrudan doğruya çevirmeler de yapıyorlar. Fakat düşü­ nüş alanındaki Avrupalılaşma, askerlik, tıp ve teknik alanın­ daki Avrupalılaşma kadar hızlı olmuyor. Basım sanatı Türki­ ye 'ye l 729'de girdiği, Mühendishane-i Bahri-i Hümayun 1 795 'te kurulduğu, Batı tıbbı 1 839'da kurulan Mekteb-i Tıb­ biye-i Adliye-i Şahane ile yerleştiği, 1 943 'te Harbiye açıldı­ ğı halde, 1 869'da kurulan üniversite irticabaskısıyla iki yıl son­ ra kapatılmak zorunda kalıyor. Doğu-İslam kültürüne olan sıkı bağlılık, reform hareket­ lerindeki sallantılık, doğulu ve batılı müesseselerin yan yana yaşaması şeklindeki dualisma, yabancı dil bilenlerin azlığı, Türklerin batı fikir hazinelerine daha fazla sokulmalarına en­ gel oluyor. Batı edebiyatıyla tanışma XIX. yüzyılın ikinci ya­ rısında kuvvetleniyor. Batı dillerindeki edebi, felsefi, tarihi eserlerin Türkçeye çevrilmesi bu zamanda başlıyor ve çevir­ melerin sayısı gittikçe artıyor. Yalnız bu tercümeler sistemli olmaktan çok tesadüfidirler. Fakat Avrupa edebiyatıyla tanış­ ma, drama, roman ve hikaye gibi edebi nevileri Türkçeye ka1 23


zandıracak kadar kuvvetlenmiştir. 1 859 ile 1 900 arasında, ya­ ni aşağı-yukarı 40 yılda batı dillerinden yapılan tercümeler ki bunların ezici bir çoğunluğu Fransızcadır- değerleri ve se­ çilişlerindeki isabet bir yana, - sayı bakımından Cumhuriye­ tin son on yılında, o da yalnız Milli Eğitim Bakanlığı'nca ya­ yımlanan tercümelerden çok geridirler. Tanzimat edebiyatın­ da Fransız tesirini inceleyen bir kitaptaki tercüme listesinde ( 1 ) 1 859 yılı için Fenelon, Fontenelle ve Voltaire'den parçalar veren bir kitap ile bir de Fransızca birkaç şiir tercümesi gös­ teriliyor. 1 862 yılı Fenelon'un Les aventures de Tetema­ que 'mm iki ayrı tercümesini, 1 869 Moliere'inLe mariagefor­ ce 'si ile George Dandin 'inin çevirmesini, 1 870 Bernardin de Saint-Pierre' in Paul et Virginie 'si ile Chateaubriand'ın Ata­ la 'sını getiriyor. Başlangıçta bir iki tercüme eser getiren yıl­ lara karşılık -hiç getirmeyen yıllar da var- sonraları tercüme eserlerin sayıları artıyor. Türk kültür hayatındaki son on-on iki yıllık gelişme Cum­ huriyetin kuruluşundan sonra yapılan reformlardan hız almış­ tır. XIX. yüzyılın reformlarıyla başlayan dönem Türkiye'de Doğu-İslam müesseseleriyle Avrupa'dan alınan müessesele­ rin yan yana yaşadıkları bir geçiş dönemidir ve bu devir Bi­ rinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışı­ na kadar süregelmiştir. Cumhuriyetin kuruluşuyla girişilen re­ formlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun mirası olan ikiliğe (du­ alismaya) son vermiş, Türkleri kesin olarak batı kültürü ve me­ deniyeti çevresine sokmuştur. Medreselerin kapatılması, okul­ ların ve mahkeme teşkilatının dünyalaştırılarak dinin etkisin- . (1) Tanzimat Edebiyatında Fransız Tesiri, Cevdet Perin, Edebiyat Fakül­ tesi yayınlan, İstanbul; Fransızcadan yapılan çevinnelerin yıllara göre yapılmış bir listesini vennektedir. Mustafa Nihat Ôzön Son Asır Türk Edebiyatı Tari­ hi'nde, s. 224-23 1 'de hangi yazarlardan neler çevrildiğini gösteriyor.

1 24


den kurtarılması ve böylece öğretimde birlik sağlanması, şe­ ri 'ye mahkemelerinin kaldırılmasıyla mahkemeler teşkilatının dünyalaştırılması, daha xıx. yüzyılda kısmen dünyalaştırıl­ mış olan Türk hukukunun Avrupa medeni ve ceza kanununun alınmasıyla tamamıyla İslam dininin etkisinden kurtarılması, Avrupa takviminin kabulü bu reformların başlıcalarıdır. Bu reformlarla Türkiye Cumhuriyeti Türk milletini sa­ dece dıştan Avrupalılaştırmakla kalmamış, ona Avrupa'nın ruhunu ve düşünüşünü de vermeye çalışmıştır. 1 928 yılı Ka­ sımının 3 ' ünde Latin yazısının kabulünün Türkiye'de kültür hayatının gelişmesinde büyük rolü olmuştur. Konsonantlara önem veren bir Sami dili olan Arapçaya uyan Arap yazısı çok sayıda vokal isteyen ve bambaşka yapıda bir dil olan Türkçe­ nin ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzaktı. Bu durum eski Yu­ nanların Sami, Finike yazısını alırken karşılaştıkları güçlüğe benzer. Yunanlar işlerine yaramayan sessiz harflerin işaretle­ rini kendi ihtiyaçları olan sesli harflerin işaretleri olarak kul­ lanmakla kendi dillerine uygun bir alfabeye kavuşmak husu­ sunda önce Romalılara, onlar vasıtasıyla bütün Avrupa'ya ve bugün de Türklere faydalı olmu�lardır. Kendi dillerine uyma­ yan Arap yazısının yüzyıllar boyunca sıkıntısını çekmiş olan Türkler, eski Yunanların Finike alfabesinde değişiklik yap­ makla başardıkları işin büyüklüğünü bütün öteki uluslardan daha iyi takdir edecek durumdadırlar. Türk üniversitelerinin gelişmesi de Cumhuriyetin batılılaş­ ma yolundaki kesin kararını açıkça gösteriyor. 1 933 yılında Türkiye'nin biricik üniversitesi dağıtılarak yeniden esaslı bir şe­ kilde düzenlenmiş, bilim seviyesi yabancı profesörlerle yüksel­ tilmiştir. Bu kurumun batılı bir kurum olmak azmi o zamana kaqar taşıdığı Arapça dar-ül-fiinun adını bırakıp batı ulusları1 25


nın çoğunda ortak olan üniversite adını almasında olduğu ka­ dar, o günden bugüne dek gösterdiği gelişmede de belli oluyor. Mesela edebiyat fakültesinin öğretim kürsülerine bir göz ata­ cak olursak, 1933 reformu sırasında mevcut olan "Garp edebi­ yatı" kürsüsünün bugüne kadar şu dört kürsüyü doğurmuş ol­ duğunu görüyoruz: 1 . Fransız ve Roman filolojisi, 2. İngiliz fi­ lolojisi, 3. Alman filolojisi, 4. Yunan ve Latin filolojisi. Ayrıca yine bu zaman içinde arkeoloji, estetik ve sanat tarihi, Arap ve İran filolojileri ile eski Ön-Asya dilleri ve kültürleri kürsüsü­ nün kurulduğunu görüyoruz. 1 935 yılında batı filolojilerine pek büyük yer ayıran ve daha sonra Ankara üniversitesinin bir fa­ kültesi olan Dil ve Tarih-CoğrafYa Fakü.ltesi kuruluyor. Milli Eğitim Bakanlığı'nın adı geçen çevirmeler kitaplı­ ğını bütün bu gelişmelerin çerçevesi içinde ve Türkiye'nin ba­ tı kültürünü daha geniş çevrelerce kavranılır kılmak için attı­ ğı büyük bir adım olarak görmek gerekir. 1 941-42 yıllarında böyle bir adımın atılabilmesini sağlayacak unsurlar hazırdı: · tahsilini Avrupa'da yaparak üniversitelerde öğretim üyesi olan gençlerin sayısı ile bunların yetiştirdikleri öğrencilerin sayısı böyle bir çevirme çalışmasını başarıyla yürütecek kadar kuv­ vetlenmişti. Milli Eğitim Bakanlığı 'nm dünya edebiyatından tercüme­ lerine ayn bir önem verdiren nokta, eski Yunan ve Latin eser­ lerinin ayn iki seri halinde tercümesinin unutulmamış olma­ sıdır. Çevrilen eski Yunan eserleri yayımlanış yıllarına göre şunlardır: 194 1 : Sophokles (1- Kral Oidipus, 2- Philoktetes, 3- Trakhis kadın­ lan, 4- Elektra, 5- Antigone, 6-Aias, 7- Oidipus Kolonos'ta), 1942: Platon (1- Kriton, 2- Lakhes, 3- Lysis, 4- Kritias, 5- Menon, 6- Alkibiades, 7- Apologia, 8- lon, 9- Euthyplıron),

126


1 943: a. Platon (1- Phaidon, 2- Theages, 3- Rakipler, 4- Sofistes, 5- Protagoras, 6- Küçük Hippias, 7- Philebos, 8- lkinci Al­ kibiados, 9- Hippias ile Kleitophon, 1 O- Minos, 1 1- Epino­ mis, 12- Timaios, 13- Phaidros, 14- Mektuplar), b. Euripides (1- Herakles, 2- Hekabe, 3- Alkestis, 4- Mede­ ia, 5- Elektra), c. Aristoteles (1- Atinahlann devleti), 1 944: a. Platon (1- Kratylos, 2- Meneksenoz, 3- Devlet adamı, 4- Devlet /II),

b. Euripides (Bakkhalar), c. Ksenophon (Anabasis), d. Lukianos (Seçme 1 ve il), e. Aristoteles (Politika 1-3), 1 945: a. Platon ( 1 - Theaitetos, 2- Euthydemos), b. Euripides (1- Helene, 2- lphigeneia Aulis'te), c. Arrianos (lskender'in Anabasis'i 1), d. Solon (Şiirler), e. Plutarkhos (1- Hayatlar :XXI: Lysandros - Sulla; Hayatlar VI: Perikles - Fabius), f. Aiskyhlos (Agamemnon), g. Aisopos (Masallar), 1 946: a. Platon (Devlet iV. Kitap), b. Aristophanes (Kurbağalar), 1 947: a. Aristophanes (Barış), b. Aristoteles (Organon 1 ve il), 1948: Hesiodos (İşler), 1 949: a. Euripides (Hippolytos), b. Lukianos (Seçme ili), c. Arrianos (lskender'in Anabasis'i il. kisım), d. Theokritos (Çoban şiirleri 1), 1 950: Aristoteles (Organon III), 1 95 1 : Aristote/es (Organon iV),

Bu serinin dışında da Yunan eserlerinin çevirmeleriyle karşılaşıyoruz:

127


1941 'de Herodotos 1 .-4. kitap, ile Odysseia 1 .-12. kitap; 1942 Odysseia 13-24; 1943 Herodotos 5. - 9. kitap; 1 948 Antik Fels�fe; Sokrat'tan önceki Yunan filosoflarından kalan kırıntıların çevrilme­ leri; 1950 Thukydides, 1 . kitap. Bu çevirmeler, İ slam dünyasındaki eski Yunan eserleri­ nin ilk çevrilişi değildir. Arap imparatorluğunda, özellikle Ab­ baslılar döneminde Bağdat'ta Harun ve Ma'mun zamanında Yunan eserleri Arapçaya çevriliyor. Aristoteles, Platon, Euk­ leides, Hippokrates, Porphyrios, Galenos, Ptolemaios, The­ ophrastos Arapların tanıdığı Yunan düşünür ve bilginlerinin başında geliyor. VIII. ve IX. yüzyıl Araplarını ilgilendiren, Yu­ nan felsefesi, tıbbı, astronomisi ve matematiğidir. Buna kar­ şılık lyrik, drama, tarih ve mitologya için aynı ilgiyi duymu­ yorlar. Türkçeye çevrilen Yunan eserlerinin başında Sophok­ les'in yedi tragedyasının bulunuşu, Odysseia'nın, Euripides tragedyaları,nın, Aristophanes komedyalarının, Theokritos 'un şiirlerinin Türkçeye çevrilmesi o zamanki Arap-l slam dünya­ sıyla bugünkü Türk-l slam devletinin eski Yunan eserleri kar­ şısındaki tavırları arasındaki ayrılığı gösteffJlek bakımından çok manalıdır. Bugün Türklerin eski Yunan eserleriyle ilgilen­ mesi bir humanisma hareketi şeklindedir. Yunan biliminin ve felsefesinin mahsullerinden çok Yunan edebiyatına ve sana­ tına karşı ilgi duyuluyor. Eski Yunan mitologyasının ve sana­ tının ilgi toplaması da bundandır. Türkçeye çevrilen Yunan eserleri arasında ikinci defa basilmasına lüzum görülen ilk eserlerin Platon'un Phaidon 'u ve Devlet 'i ile Sophokles 'inAn­ tigone 'si ve Elektra 'sı olması, Yunan tragedyalarının sahne­ de temsil edilmeleri bunu açıkça gösterir sanıyoruz. Batı-Hı­ ristiyan dünyası karşısında Doğu-İ slam dünyasını temsil et­ tiklerinden Avrupa'nın Renaissance hareketine katılmayan

128


Türkler, batının, kazandığı üstünlük karşısında doğunun yıkı­ lışından sonra eski Yunan kültürüyle ilk olarak bugün doğru­ dan doğruya temas imkanı buluyorlar. İslam kültür çevresi içindeki Türklerin klasik dilleri olan Arapça ve Farsçanın 1 928 yılının bir Eylülünde okul program­ larından kaldırılması Cumhuriyetin kültür alanında gözlerini batıya çevirmek niyetinin kesinliğini açıkça gösteriyor. Bun­ dan yedi yıl sonra 1935'te kurulan Ankara Dil ve Tarih-Coğ­ rafya Fakültesi Avrupa kültür çevresinin klasik dilleri olan Yunanca ile Latinceyi öğretmeye başlıyor. İ stanbul Üniversi­ tesi Edebiyat Fakültesi de 1 942-43 ders yılında çatısı altında bu filolojilere yer veriyor. Ankara'da Yunanca ve Latince öğ­ retiminin başlamasından birkaç yıl sonra İstanbul ve Anka­ ra'da bazı liselerde Latince öğretiminin başladığını görüyoruz. Böylece, kaldırılan doğu kültürü klasik dilleri yerine batının klasik dillerinin konulmasında ilk adım atılmıştır. Bugün La­ tincenin yanında okullarda Yunancanın da yer almasını bek­ lemekteyiz. Başlangıçta üniversitelerde yabancı profesörler ta­ rafından yapılan Yunanca, Latince öğretimi bugün yerli un­ surlar elindedir. Eski Yunan kültürüyle tanışma Türkiye'de bir nevi Rena­ issance doğurabilecek mi sorusunun cevabım önümüzdeki yıl­ lar verecektir. Zayıfda olsa, daha şimdiden dergi ve gazete ma­ kalelerinde, karikatürlerde, şiirlerde bu tanışmanın izlerine raslarnaya başlanmıştır. Kültür çevresindeki değişikliğin kesinliği dilde de ken­ dini gösteriyor. Arapça öğretiminin kaldırılması ve Latin ya­ zısının kabulü ile Türk yazı dili iki yönde gelişmeye başlamış­ tır: Türk dilindeki Arapça kelimeler yerlerini ya batı kültür çevresinin ortak kelimelerine yahut da Türkçe kelimelere bı129


rakmaktadır ve bu sonuncular halk arasında yaşayan kelime­ ler ve "neologisme"ler olmak üzere ikiye ayrılmaktadırlar. tık ve orta öğretimde kullanılan "terminologie" tamamıyla Türk­ çeleşmiştir. Bundan 25 yıl öncesine kadar batı kültüründen alı­ nan mefhumları karşılamak için Türk aydınları Arapça "ne­ ologisme"lere başvururken bugün bunları ya Türkçe kelime­ lerle karşılamakta yahut çoğu Greko-Latin asıllı olan bu or­

tak kelimeleri kullanmaktadır: yakın zamana kadar kadın has­ talıklarına bakan hekime Türkler Arapçadan alınma bir keli­

"nisai 'yeci" derlerken bugün ginekolog yahutjineko­ log adını vermektedirler; kültür sözü karşılığı olarak kullanı­ lan Arapça hars, ideal karşılığı olmak üzere Arapça fikrden uydurulan mefkure "neologisme"i yerlerini "kültür" ile " ide­ me ile

al"e bırakmak zorunda kalmışlardır. Bu misaller çoğaltılabi­ lir. Bugün Türk gazetelerinde

delege, konsey, pakt gibi Fran­ 26 yıl önce

sızca kelimelere sık sık raslayabilirsiniz. Daha bunların Arapçaları kullanılırdı.

Bütün bu saydığımız değişmeler Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nun XIX. yüzyılda başladığı reformların Türkiye Cumhu­ riyeti'nin kuruluşundan sonraki reformlarla tamamlandığını, Türklerin

1 50 yıllık bir gelişme ile kesin olarak doğu kültür

çevresinden batı kültür çevresine geçtiklerini göstermektedir. Son yıllarda Türklerin içine girdikleri bu kültür çevresini je­ netik ve historik olarak kavramaya çalıştıkları görülüyor. Böy­ lece Atlantik Paktı son olarak yalnız komşu ve dost iki mille­ ti, Yunanistan ile Türkiye'yi bir kader birliğine bağlamış de­ ğildir. Aynı zamanda Avrupa kültürünün ilk halkası ile son hal­ kasını birleştirmiştirı Kültür çevresi değişikliği, Arapça öğretiminin kaldırıl­ ması, Türkçenin ihtiyaçları göz önünde tutularak hazırlanan

130


yeni Türk alfabesinin Arapça kelimeleri yazmaya yeter olma­ ması Türkiye'de bir dil sorusu doğurmuştur. Bu soru büyük kısmıyla çözülmüştür; okullar Türkçe bilim sözleri (= terim­ ler) ile çalışmaktadırlar; kendi zamanlarında bunların Arap­ çadan üretilmişleri kullandığından eski nesil bu yeni sözlerin yabancısıdır. Avrupa kültüründen Türklere geçen milliyetçi­ lik, bugün Türk hudutları içinde halk ağzında yaşayan keli­ melerin ihtiyacı karşılamaya yetmediği yerlerde eski Türk dil anıtlarında bulunan bugün kullanılmaz olmuş kelimelerden de faydalanmak istediğinden, Türk dil problemi bir bölümüyle Yunanlı dostlarımızın dil problemi olan kathareuousa demo­ tike çarpışmasına benzemektedir. Avrupa dilleri nasıl Latin­ ceye karşı ayaklanarak birer milli bilim dili olmuşlarsa, Türk­ çe de bugün Arapçadan tamamıyla ayrılarak Batı kültür çev­ resi içinde milli bir bilim dili olmak yolunu tutmuştur.

Türk Dili, 1 952, sayı: 1 1

131


AVRUPA K ÜLTÜRÜ VE BİZ * il Sayın dinleyicilerim! Avrupa'nın medeniyet ve kültür alanındaki ezici üstün­ lüğünü gören, Avrupa kültür çevresine girmenin kaçınılmaz­ lığını anlayan Atatürk, birçok devrimle bizleri Asyalılıktan kurtarıp Avrupalılaştırmaya çalışmıştır. Fakat o bizim sadece Avrupa medeniyetinin bir taklitçisi olmamızı istememiştir. Avrupalılaşırken kendi benliğimizi yitirmememiz, yeni girdi­ ğimiz kültür çevresi içinde bir şahsiyetimiz ol�ası için dil ve tarih devrimlerini yapmıştır. Bu devrimlerle bize dilimizin Osmanlıcadan öteye uzandığını, tarihimizin Osmanlı tarihini aşıp çok daha gerilere dayandığını göstermiş, bize dilimize, tarihimize güvenmeyi öğretmiştir. Fakat içimizde bugün de bu­ nu öğrenmemiş olanların bulunduğunu görüyoruz. Bu gibile­ re göre Türkçeden başka her dilde kelime uydurulabilir:

icti­

maiyat diye bir kelime yapılabilir, bunun modası geçince La­ ortak, yoldaş demek olan socius ile Yunanca logos keli­ melerinin bir araya getirilmeleriyle kurulmuş olan sosyolo­ gia 'yı, hem de aslıyla değil de Fransız ağzında bozulmuş olan okunuşuyla yani sosyoloji şeklinde alıp kullanabiliriz. Fakat tince

• Y3Zal'J.ll bıraktığı kağıtlar arasında bulunan bu yazı yayımlanmamıştır.

1 32


bunu yapamayıp Türkçe karşılığını aramak ve toplum-bilim gibi bir şey ortaya atmak cinayettir. Böyleleri her yabancı di­ le inanır, yalnız Türkçeye inanamazlar. Bunlar Toros Ekspre­ si 'ni İstanbul'a ya 4 saat teahhur 'la yahut da 4 saat rötar ile getirirler, bu ekspresin 4 saat gecikme 'sine yahut 4 saatlik bir gecikme ile gelmesine imkan yoktur: ya rötar yapar yahut te­ ahhur 'la gelir. Bir enterval kelimesi vardır: sakın yerine ara­ lık gibi bir söz koymaya kalkmayın, büyük bir suç işlemiş olursunuz. Zavallılar, bu Fransızca enterval sözünün Latince inter-vallum kelimesinin bozulmuş şekli olduğunu ve kazık­ arası demek olduğunu nereden bilsinler. Almanlar radyo ye­ rine rundjimkyani "teker-kıvılcım", telefon yerine Fernsprec­ her yani "uzak-konuşucu " kelimelerini yaratıp kullanabilir­ ler. Türkler için bu yasaktır. Fransızcada haut-parleur yani "yüksek-konuşucu" diye bir kelime yapılabilir, Almanlar da aynı şeye laut-sprecher adını verebilirler, Türkçede bunlara gür-söyleç diye bir karşılık bulmak günahtır. Türkçeye İ stan­ bul münevverlerinin dilinde bulunmayan bir kelimeyi sok­ mak barbarlıktır. Der.nek, ortaklık, birlik kibar değildir: ya ce­ miyet diyeceksiniz yahut sosyete. Gaip etmek varken bütün Anadolu'nun kullandığı yitirmek sözünü kullanmak bir zevk­ sizliktir. Öğretmek mastarının Almancası lehren, İngilizcesi to teach 'dir, öğreten kimseye Alman lehrer, İngiliz teacher ya­ ni öğretici der. Türkler muallim demelidir, öğretmen yahut öğ­ retici diyemezler. Radyoda konuşana İngiliz speaker der, ya­ ni to speak (konuşmak) mastarından "konuşucu" diye bir ke­ lime kurar, aynı şeyi Alman ansagen mastarından çıkarak dn­ sager der; speaker gibi hazır bir kelime varken biz Türklerin yorulmamıza, karşılık aramamıza ne lüzum var. Devlet De­ miryollan.Ankara gar 'ına levhalar astırır: /. peron, //. peron

1 33


vs. Bunun yerine konabilecek bir kelimemiz var mı bunu kim arar kim sorar? Eşeğe, ata binmeye yarayan yerlere binek ta­ dediğimizi hatırlayıp /. binek, il. binek demek olur, ama in­ ce gar sözüne yakışmayan bir kelime. Görüyoruz ki dil devrimi bir zihniyet, bir düşünüş devri­ midir. Türkçeye inanmak, Osmanlı tarihinin, Osmanlıca tari­

şı

hinin dar hudutlarından kurtulup Türk tarihinin, Türk dilinin genişliğine girebilmek, dar görüşlülükten kurtulmak demek­ tir. Başlayan bu devrimi başarabilmek için çok çalışmamız, yo­ rulmamız gerekiyor. tık hedefimiz, Türk dillerinin tarihini, anıtlarını hiç olmazsa Avrupalı bilginlerin bildiği kadar öğren­ mek olmalıdır. Biz yalnız teknikte, çeşitli bilim konularında değil, Türk dili tarihi alanında da Avrupalıların ardı sıra yü­ rümekteyiz. Geriliğimizi bir tek misal ile göstereyim: .......... ( 1) Değerli dinleyenlerim! Avrupa kültürü içinde kendimize göre bir yerimiz olmasını istiyorsak bir yandan Avrupa kültü­ rünün, öte yandan Türk dilinin ve tarihinin şimdiye kadar ih­ mal edilen derinliklerine, temellerine kadar inmek zorundayız.

(1) Müsveddede boş bırakılmıştır.

1 34


BATI KÜLTÜRÜNÜN ORTAK KELİMELERİ KARŞISINDA BİZ VE BAŞKALARI Batı kültür çevresine girmiş birçok ulusun ortaklaşa kul­ landığı birtakım kelimeler vardır. Bu kelimelerin çoğu Avru­ pa kültürünün kurucusu olan Hellenlerin ve Hellen kültürünü alıp benimseyerek Avrupa 'ya yayan Romalıların dilinden, ya­ ni Yunancadan ve Latinceden gelmedir. Ortaçağ'da bilim dili olarak bütün Avrupa'da kullanılan Latincenin burada yaşayan ulusların dili üzerindeki etkisi pek büyük olmuştur. Bu keli­ melerin yanında bir de Avrupalı bilginlerin Yunancadan ya­ hut Latinceden üreterek ortaya attıkları, yahut da her ikisin­ den birden faydalanarak uydurdukları kelimeler görülür. Bizim gibi bu kültür çevresine sonradan katılan bir u­ lus için genel olarak bu ortak kelimeler karşısında tutulacak iki yol vardır:

1 . Ortak kelimeleri olduğu gibi almak, 2.

Or­

tak kelimeleri kendi dilinin yapılırlıklanndan fıı,ydalanarak karşılamak. Cumhuriyet dönemindeki devrimlerle batıya kesin ola­ rak bağlanışımızdan önce biz bu ikinci yolu tutarak ortak ke­ limeleri "Osmanlıca" ile karşılıyorduk. Mesela Fr. Personne = şahıs, personnel = şahsi, personnalite = şahsiyet; Fr. sujet

1 . zat, 2. mevzu; subjectif = enfüsi; objet = 1 . şey, 2. mev­ zu; objectif = 1 . şey'i, 2. afaki; Fr. culture = hars; ideal = mef=

135


kı1re; individu ferd; sociologie içtimaiyyat; subordonne tabii; coordonne müntesık; convention mukavele gibi. Daha sonraki dönemde dil devrimi bu yolu Türkçeye, Türkçe kelimelere açtı: ferd için birey; zat ( 1 ) ve mevzu (2) için özne (1) ve konu (2); enfiisi için öznel; şey ( 1 ) ve mevzu (2) için nesne ( 1) ve konu (2); afaki için nesnel; içtimaiyyat için top­ lumbilim, tabi için altasıralı, müntesık için düzenleşik, muka­ vele için uylaşım (sözleşme) kelimelerini getirdi. Bugün bu i­ ki dilin çarpıştığını görüyoruz. Osmanlıca ile Türkçe çarpışa dursun, öte yandan Türkçeye bu ortak kelimeler Fransızca söylenişleri ve Türkçe yazılışları ile girmeye başlıyorlar, ya­ ni birinci yol açılıyor: süje, obje, sübjektif, objektif, sosyolo­ ji, kültür, personel (özel anlamda), konvansiyon vb. gibi keli­ meler kullanılmaya başlıyor. Osmanlıcanın yaşama gücünü yi­ tirmiş olması şimdiki durumuyla Batı kültür kelimelerini ek­ siksiz ve doğru olarak karşılayamadığının anlaşılması, ortaya Türkçe gibi önürdeş (rakip) çıkması Osmanlıcacıları sıkıştık­ ları zaman bu ortak kelimelerin Fransızca şekillerini almaya sürüklediği gibi bütün bu ortak kelimelere birer Türkçe kar­ şılık bulmak güçlüğü Türkçecilerden birtakımında ortak ke­ limelerden birtakımına bugünkü Türkçemizde yer verme eği­ limi doğurmuştur. Bu ana yönler arasındaki çarpışmayı ve bunların yanında beliren çeşitli akımları bir yana bırakarak şimdi bir de bu kültür çevresindeki uluslardan birkaçının du­ rumunu gözden geçirelim. Fransızca gibi Latin dilinden doğ­ ma Avrupa dillerinde bu ortak kelimelerin sayısının kabarık olması beklenen bir şeydir. Latince persona (per-sonare ya­ hutper-zonare'den geliyor ve giyimi kuşamı anlatıyormuş; iyi­ giyinmiş demek olan ef-zon ile karlaştınla) oyuncuların "mas­ ke"sini, oyununun tasvir ettiği "rol"ü karakteri ve şahsı, in=

=

=

1 36

=

=


·

sanın dünyadaki rolünü ve son olarak da şahsiyeti, ferdiyeti anlatıyor. Latince personalis ve personale bir kelimenin sıfa­ tıdır. Bu iki kelime Fransızcayapersonne ve personnel(le) di­ ye geçiyor, bunlara bir de personnalite 'yi katalım. Fransızca subordination, coordination, con-vention, sujet (Lat. sub-iec­

tus

alta atılan, konulan), objet (Lat. obiectum öne karşı atılan şey), individu (Liit. individuus bölünmemiş) bu türlü Latince kaynaklı kelimelerdendir. Fransız dili böylece tam bir Latince etkisi gösterirken Almanca gibi kendisini bu etkiden uzak tutmuş bir dil bu ortak kelimelerin bir kısmını alıyor, bir yandan bu aldıklarına, öte yandan da almadıklarına, kendi kaynaklarından faydalanarak, karşılıklar koymaktadır. Ayrıca ana kelimenin alınıp Alman dilinin kurallarına göre üretildi­ =

=

=

ğini de görüyoruz: Fr. personne, AI. person, Fr. personnel, AI. persön-lich, Fr. personn-al-ite, AI. persön-lich-keit gibi. Al­ manca, batının "ortak" dilinden uzaklaşan diller için bir ör­ nek olursa; Yunanca, Liitin köklü batıya sırtını çevirmiş bir dil diye adlandırılabilir. Eski bir kültür dili olan Yunanca, bir di­ lin pek az yabancı kelime alarak pek çok şeylerin karşılığını bulabileceğini gösteriyor. Bireşimli bir dil olan Latinceden do­ ğan fakat çözümlü bir dil olan Fransızca (Liit. matri, Fr. a la

mere, Lat. matris, Fr. del la mere) bileşik kelime kuramadı­ ğından -Fransızcanın bu eksikliğini bilmeyen birtakım kim­ seler Fransızcayı yanlış olarak örnek ediniyorlar- fen sözleri yaratırken Latinceye başvurmak zorunda olduğu halde bile­ şik kelime yapma gücü pek büyük olan Yunanca gereken ke­ limeleri kendinden çıkarmaktadır. (Lat. agri-cultura, Fr. cul­ ture du sol, T. tarla-bakımı, AI. Acker-bau, Yun. ge-orgia). Yu­ nancanın batı Avrupa ortak dilinin ne kadar dışında kaldığını birkaç örnekle aydınlatalım:

1 37


Fr. personne Fr. personnel

Yun. prosopon (rol ve şahıs) (to) prosoptikon (ta) doulika Fr. personification (he) prosopopoiesis Fr. personnel prosoptikos Fr. personalite prosoptikotes Fr. socio-logue (Ut. socius, Yu. logos 'tan) koinoino-logos Fr. socio-logie koinonio-logia Fr. subordination (he) üpotage Fr. coordiner paratasso Fr. con-vention (he) sün-theke Fr. con-ventionn-el sün-themat-ikos üpokeimenon Fr. sujet -Fr. sub-ject-if üpo-keimen-ikos Fr. sub-ject-iv-ite (he) anti- keimenon (to) anti-keimeğon objet ob-jec-tif anti-keimen-ikos [objectif (fotgr. ve dürbün) antikeimenikos phakos (phakos = mercimek ve adese)] Fr. ideal: (isim) (to) idanikon, (sıfat) idanikos Fr. idealiser eks-idanikevo Fr. idealisme (to) idanismos idealismos Fr. individu (to) atomon (hem "ferd" hem "atom") Fr. individuel atomikos Fr. individualite atomikotes Fr. individualisme atomismos Fr. individualiser diakrino atornikos. Yunancanın bu özelliği günlük dile geçen en yaygın ke­ limeleri de içine alıyor: Otomobi/ 'in Yunancası autokineton, 1 38


sigorta

şirketinin

asphalistike hetairia, ajan 'ın praktor 'dur.

Radyoda konuşana bizim gibi spiker değil, omilitis diyen Yu­ nanlar

kruvazör 'e dromoni, kredi 'ye pistosis diyorlar. Ban­ ka 'nın Yunancası trapeza 'dır (dörtayak masa). Kendi dilimiz­

den faydalanmakta komşularımızdan örnek alabiliriz.

Türk Dili, 1 952, sayı: 1 2

1 39


DİLDE ZEVK Dilde zevkten, kelimelerin estetiğinden, ahenginden söz açanların sayısı o kadar çoğaldı ki insan bizde zevke değer ve­ ren bu kadar çok kimse varken nasıl olup da her gün çeşitli zevk­ sizliklerle karşılaştığına şaşıp kalıyor doğrusu. Sakın zevke değer verenlerin sayısının çokluğundan şikayetçi olduğumu sanmayın! Keşke sayılan on kat, yirmi kat çoğalsa, her şeyde zevk arasak! Benim beğenmediğim, bu zevk işinin tek yanlı oluşu, kötüye kullanılışı, birtakım kimselerin, hem de zevk meselesi üzerine hiç düşünmemiş, bu işle hiç ilgilenmemiş kimselerin elinde ve dilinde Türkçeye, Türkçe sözlere karşı bir silah gibi kullanılması, dilimizin gelişmesine karşı "zevk"in bir engel, bir barikat gibi kullanılmasıdır. Bu "zevk sahipleri" , bu "estetler" kendilerinin kullanmadığı, dillerinin alışmadığı , her Türkçe kelimeye "çirkin" , "gak-guklu . , "zevksiz" dam­ galarını vurmaya her an hazırdırlar. Şu durmadan kullandıkla­ rı zevk kelimesi güzel mi, çirkin mi, ahenkli mi, ahenksiz mi, bunu hiç düşünmemişlerdir. Bu Arapça kelimeyi hiç kullan­ mamış olsalardı da siz onlara "Bu kelime Türkçedir, biz de kul­ lanalım! " deseydiniz şu cevabı alırdınız: "Böyle zevksiz keli­ me mi olur? Şuna bak, zevzek der gibi zevk! zevk! diye kekele­ yip duruyor! " Bu zevkçiler Bire

berber gel beraber.

..

tekerle­

mesindeki beraber'e bayılırlar, birlikte diyemezler; diğer taraf­ tan sözünü pek zevkli bulurlar da öte yandan 'a pek yüzvermez-

1 40


ler. Onlarca kaide,

kural 'dan, şu kir 1i mütefekkir, düşünür 'den

daha ahenklidir. Kıvanç sözünü halk kullanıyormuş, onlara ne: böyle iğrenç bir söz ağza alınır mı? Kelime dediğin revanş, maç,

vinç, gar, caz, lalettayin, muamele, alelacele, maamafi, bina­ enaleyh veya dağdağa, mağdur, narh, tarh gibi güzel, ahenk­ li, kulağa hoş gelir şeyler olmalı. Bu "zevkiyyun" için Türk­ çede

ruh karşılığı tin

diye bir kelime bulunması kadar saçma

bir şey olamaz. Size böyle tek heceli zayıfbir kelimeyle Türk­ çenin çirkinleşeceğini anlatırlar, anlatırlar ama ruh 'un yanı ba­ şında yine

ruh

gibi tek heceli Almanca

Geist'ı aynı anlamda ten, tez, tem sözle­

kullanmakta olduklarını hiç düşünmezler;

rinin kaç heceli olduğunu ilk duydukları zaman sormamışlar­ dır. Modaya uyup İngilizce öğrenmeye başlamışlarsa "ince" de­ mek olan thin 'i, "ruh" demek olan soul'u, "hayalet" demek olan ghost'u övünerek kullanırlar. inşa-at, ihrac:at, idhal-at, ten­ sik-at, talim-at gibi yabancı sözlerin sonundaki at'lar Arap at'ı olduğundan seslerini çıkarmayan bu "ehl-i zevk" danıştay, sa­ yıştay, kurultay gibi Türkçe sözlerin tay'lanna içerlerler. Ne­ den hatır gönül sözündeki Arapça hatır, sonra İngilizce "çift" anlamına gelen: ve kibar hanımlarca tenis yarışlarında kullanı­ lan dablı

(double), "yürek" demek olan hart (heart), ''kaça" kar­ hav maç (how mach) güzeldir, nedenjaketatay, tay­ yör, tay (taille) güzeldir de danıştay çirkindir? Size hiç bir İn­ şılığı olan

gilizin çıkıp da "Ben hart hurtlu, cast custlu İngilizce iste­ mem!" diyeceğini düşünebiliyor musunuz? Teberru,

bağış'tan, medh, övme'den; selamlamak esenlemek'ten; Fransızca le bon sens'ın Osmanlıcaya çevrilmesi olan aklı-selim, sağ-duyudan; merasim, tören 'den daha mı ahenklidir? Neden bu zevk sahip­ leri macun derler de acun diyemezler? Ulu Tarın Türk dilini bu çeşit kimselerin elinden ve dilinden koruya!

Pazar Postası, 1 95 1 , sayı: 3 14 1


MELETOS VE DİL DAVASI Her şeyi bildiklerini, her şeyden anladıklarını sananla­ rın sözde bilgilerini inceleyip onların gerçekte bir şey bilme­ diklerini ortaya koyan, bu yüzden pek çok kimseyi kendine düşman eden Atinalı

Sokrates

bütün ömrünü yurttaşlarına

doğru yolu buldurmakla geçirdiği halde, başlarında Meletos . adlı bir politikacının bulunduğu davacılar, onu, gençliği doğ­ ru yoldan ayırmakla suçlamışlardı. Sokrates, Eflatun'un ka­ lemiyle günümüze kadar gelmiş olan müdafaasında yurttaş­ larının daha iyi olmalarını hiç düşünmemiş olan bir kimse­ nin bu şekilde kendisine karşı davacı olarak ortaya çıkması­ na şaştığını gizlemez, hatta

Meletos

kelimesinin Yunanca

"düşünmek, kaygılanmak, kendine iş edinmek" demek olan

melei (eme/esen)

fiiliyle olan yakınlığı dolayısıyla kelime

oyunu yaparak "sayın bay Kaygılı bu işle hiç kaygılanmamış­ tır" gibi bir söz söyler. Ourup dururken bu Meletos nereden çıktı diyeceksiniz. Dil Bayramı gününde (26 eylül) Cumhuriyet gazetesinde Bur­

han Felek

imzasıyla çıkan

"Dil davası

"

başlıklı yazı bana

Sokrates-Meletos davasını hatırlattı. Ne bir dil bilgini, ne bir dil-bilgisi heveslisi, ne de F. Rıfkı Atay yahut N. Ataç gibi düz­ gün, bakımlı bir üslubu olan bir yazar, bir "kalem sahibi" ol-

142


mayan Burhan Felek' in dil davası üzerine, hem de Dil Bayra­ mı günü, yazı yazmasına şaştım. Felek, gecekondu üsluplu bü­ yük yazarlarımızdan biridir. Çay sandığı, gaz tenekesi, otomo­ bil ambalajı gibi şeylerden yapılan bir gecekondu gibi, bu ta­ nınmış yazarımızın eskiyip kullanılmaz olmuş kelimelerden, gümrükten yeni girmiş tabirlerden uyduruluverilmiş bir yapı üzerine şuraya buraya artık yağlı boyalar sürülmüş alaca bu­ laca bir üslubu vardır. Bu üslup dil davası adlı "ilmi", "icti­ mai" ve "siyasi" makalede de kendini gösteriyor, hem de bay­ ramlık kıyafetiyle. Bakın muhdes, ilmi unvan, selahiyet-i il­ miyye'den yapılma bir sarığı, jeni, realite, laborant'tan yapıl­ ma silindir şapkaya dolayıvermiş. Önce vakıalar'dan bahset­ tikten sonra yan yolda "şimdi bir de realiteler bakımından tet­ kik edelim cümlesi gösteren bu yazıda Türkçe yanlışları ile süslenmiş çarpık cümleler var: konuştuğumuz dili göriişürler­ di (!) - bizde osmanlıca diye bir dilden arasıra bahsedilir (!) - ifrat hareketler (!) - ortada ilmi hakikat vardır ki; dil yaşa­ yan bir varlıktır - ekseri halk - anlar bir dil ("anlaşılır" ola­ cak) - bugün Türkçe, bundan 25 yıl evetine bakarak ("göre" olacak) çok sadeleşmiştir - böylece Türkçe gramer ilmi istik­ lalini elde etmiştir - halkın okuyup yazma nisbeti (derecesi?) ne olursa olsun, hatta ana dili Türkçe olmayanlar dahi bugün gazetelerimizi rahatça okuyup (?!) - her şeyde olduğu gibi, Türkçede de ifrat ve tefrit arasında bocalayan dil gelişmesi da­ vası (?!), bugün artık normal yatağına girmiştir - Lakin bu­ gün ahengi ve ifadesi bakımından yaşayan bir dil olmağa baş• lamış olan Türkçe vs." Cümlelerin ne demek istedikleri anla­ şılmadığı gibi aralarında bir düşünce bağlantısı da yok: kendi dilini anlamak istemek, anlar (anlaşılır) bir dilleyazılmış ma"

1 43


kale, kitaplar istemek herkesin hakkıdır. Bu (?!) muharrirle­ rin, müelliflerin işidir. Yeni tabirler bulmak, hayatın yeni ih­ tiyaçlarına göre kelimeler yapmak... bunların selahiyeti da­ hilinde bir iştir vs. İşte size havada kalan bir cümle daha: Dil davasının bizde nasıl başlamış olduğunu araştırmaktan ziya­ de ona siyasi hüviyet verilerek nasıl ifrata kaçıldığını hatırla­ mak kafidir (ne için kafidir? !). Yazısının ortasında Felek "Bun­ ları tekrarlamakta imdi ne mana var? " diye soruyor; işin tu­ hafı, yazısına devam ettiği halde biz de yazının sonuna kadar aynı şeyi soruyoruz. Böyle partal ve ihmalci bir konuşma diliyle dil davası gi­ bi ilmi bir konu üzerine yazılmış olan bu makale düşünceler bakımından da derme çatmadır, daha doğrusu düşünce diye bir şey bulamıyoruz. Düşünce kırıntılarıyla kurulmuş olan bu yığının karmakarışıklığı içinde bir şey seçmeye boşuna çalı­ şıyoruz. Ne istediği anlaşılmıyor. Yazarın birbirine zıt şeyler söylemesi dil işine ne kadar ya­ bancı olduğunu gösteriyor:

"Osmanlıca denilen dil... Garp Türklerinin konuştuğu dildir ve bu dil hala sağdır " diyen ya­ zar az sonra "Osmanlı dili dediğimiz bu eski dil zaten yalnız yazı dilinde vardı " demektedir. "Selahiyet-i ilmiye " diye bir terkip kullandıktan sonra "Türkçede bütün yabancı kaide ve onlara göreyapılmış terkipler kalkmışhr " diyebilmektedir. Di­ le "uydurma laflar, uydurma kelimeler " sokanlara, kelimeler "ihdas edenlere " atıp tuttuktan sonra "yeni tabirler bulmak, hayatın ihtiyaçlarına göre kelimeler yapmak, gene bunların (yani muharrirlerin, müelliflerin) selahiyeti dahilinde bir iştir " diye zıt bir iddiada bulunması, hele bu zıtlığı daha da arttırmak için ardından

144

"Dil mütehassısları tıpkı, laborantlar gibi dil


üzerindeki çalışmalarda yeni kelimeler bulup ortaya atarlar " diyerek kelime uydurmayı kabul etmesi pek hoş. Dil Bayramı günü Burhan Felek'e böyle bir makale yaz­ dırdığı için

Cumhuriyet gazetesine

ne kadar teşekkür edilse

azdır. Bize Clil devrimi neden yapıldı diye soracaklara verece­ ğimiz cevabı hazırlamış oldu: dil devrimi, gençleri Burhan Fe­ lek gibi yazmaktan korumak için yapılmıştır. Tanrı Tiirk mil­ letini Meletos'lardan korusun!

Türk Dili, 1 95 1 , sayı: 2

145


DİL KONUŞMALARI* - Merhaba dostum, nedir o okuduğun? - Ne olacak, yine dil üzerine bir yazı, İsmail Habib'in yazısı. - Sen onları daha yeni mi okuyorsun? - Ben böyle birkaç sayıda çıkan yazıların hepsini toplar da okurum. Şimdi sonuna geldim. - Güzel yazmış değil mi? - Pek güzel, parturient montes,

nascetur ridiculus mus.

- Yine alaya başladın. Ne demek bu? - Eski Romalı ozan Hoaratius söylemiş, "dağlar doğuracak oldular, bir farecik dünyaya geldi" demekmiş. - Sen son zamanda Latinceyle Yunancaya sardırdın. An­ laşılan o yazıları beğenmemişsin. - Daha makalenin başlığı beni sinirlendirdi. "Dil dava­ sında kat 'i karara dogru " ne demek? Kesin yerine kat 'i den­ mesine değil, sözün bütününe sinirlendim. Şimdiye kadar ka­ rara bağlanmamış, askıda kalmış da, bu makalelerden sonra sanki dil davası

kat 'i karar' a bağlanacakmış.

- Sen de pek çabuk sinirleniverirsin. - Hele o

"Bu seri yazılar Tahsin Banguoglu 'nun dil il-

(•) Yazarın bıraktığı kağıtlar arasında bulunan bu yazı yayunlanınamıştJr.

146


mindeki selahiyetine ithafolunur " şeklindeki ithaf yok mu? Anlaşılan Banguoğ]u bu yazıları okuyacak, doğru yolu göre­ cek, şimdiye kadar farkında olmadığı bir şeyin farkına vara­ cak, yani Atatürk'ün Güneş-Dil teorisiyle bir ricat, hem de "şanlı bir ricat" yapmış olduğunu anlayacak, ondan sonra ne bileyim ben, Dil Kurumu dağıtılacak, yeni terimler kalkacak, uydurma kelime kullanılmayacak, halk ağzında yaşayan keli­ meler yazı diline girmeyecek. İşte

kat'i karar! Ne kolay şey­

miş bu dil davası? Gordium düğümü yeni İskender'in bir vu­ ruşuyla çözülecek demek. Makaleleri okuyan arkadaşlar ara­ sında İsmail Habib'in döndüğünü, doğru yolu bulduğunu, ay­ dınlığa ulaştığını sananlar olmuştu, "Türkçenin istiklal bay­ rağı", "Bi11fır Türkçe" sözleri onlara bu umudu vermişti. Ben "hele bir durun, sonunu bekleyin" demiştim. İstanbul Mual­ limler Birliği 'nin "dil kongresi"nde başkanlık ederken devrim lehinde konuşanlara karşı takındığı tavrı görenin, işin sonun­ da buraya çıkacağını bilmesine şaşılmaz. Aydınlık yollardan geçip karanlık bir dehlizde yolunu şaşırdı zavallı. - Demek sen "dil kongresi"nde bulundun. - Dinleyici olarak.

O toplantıda bulunup da dilden başka

her şeyden anlayan ulu bilginlerin dil üzerine derin manalı ko­ nuşmalarını dinledikten sonra onlar gibi bilgince kon9şmamak için Türkçe ve öteki diller üzerine olan bilgimi genişletmeye karar verdim. Şimdi senin de tanıdığın bir arkadaşı bekliyo­ rum. Latince, eski Yunanca bildiği için onunla Avrupa dille­ rindeki yabancı kelimelerin asılları üzerine konuşuyoruz. İş­ te geliyor. Sen de konuşmalarda bulunursan, Arapça, Farsça bildiğine göre bu dillerdeki kelimeleri bize açıklarsın. - Bulunmak isterim ama benim Arapçamla Farsçam pek kuvvetli değildir.

147


- Kuvvetli olsa Osmanlıcacılık etmezdin zaten. Arapça, Acemce kelimeler sence büyülü, esrarlı, gökten inme şeyler; o dilleri Türkçe kadar bilsen, asıl manalarını anlasan o zaman büyülerinden kurtulurdun. İşte bize Avrupa dillerindeki keli­ melerin doğuşunu gösterecek olan dostumuz. - Ben gelmeden dil konuşması başlamış bakıyorum. Gü­ naydın! - Günaydın! Şöyle otur da bana şu makalede rastladığım bir kelimenin aslını anlat! - Hangi kelimenin? - Bak İsmail Habib Bey ne demiş': "Bu seri yazılar Tahsin Banguoğlu 'nun dil ilmindeki selfilıiyetine ithaf olunur." Bu

seri sözünü önce ben Arapça sandım, seri yazılar sözünü hız­ lı, süratli, çabuk yazılar diye anladım. Sonradan baktım ki Fransızca serie kelimesidir. Seri yazılar bana biraz tuhaf gel­ di, ne dersin? - Bu

serie

kelimesinin aslı Latince

seris 'tir;

" dizi, sıra,

birbirine giren, bağlanan şeyler zinciri" anlamınadır. Latince

serere

"dizmek, sıralamak" demektir. Yazar "yazılar dizisi"

demek istemiş.

Yazılar serisi, yahut yazı serisi dese daha doğ­

ru olurdu; öteki, seri imalat 'ı hatırlatıyor, bu manada "seri ha­ linde yazılmış yazılar" demek istememiştir herhalde. - Dil duygumla burada bir tuhaflık olduğunu se�iştim, yanılmamışım. Hele büyük edibin bir sözüne bayıldım:

mito­

lojik gerdune sözüne; nasıl, güzel değil mi? - Dahice bir buluş! Bu, Fındıkoğlu'nun mazi nostaljisi ter­ kibinin pabucunu dama attı. Şimdi o elindeki gazeteleri bir ya­ na at da asıl konumuza geçelim. - Haklısın, bugün hangi kelimeleri deşeceksin?

- Panik kelimesinin aslını biliyor musun? 148


- lk eki ile bittiğine göre Yunanca olacak,pan da "bütün" demek. Ama bundan "büyük korku" , "yığınca korku" mana­ sını çıkaramıyorum. - Kolay da değil. Mitologya bilmek gerek. Pan, Hellen­ lere göre bir çoban tannsıdır, ormanlarda, dağlarda dolaşırmış, sıcak öğle saatlerinin sessizliğini bozup onu rahatsız etmek­ ten çobanlar çekinirlermiş. Çünkü garip sesler çıkarıp gürül­

tü kopararak sürüleri ürkütürmüş; panik korkuya, yani Pan . korkusuna tutulan sürüler dağılır, hayvanlar önlerine çıkan uçurumlara atılırlarmış. - Buna göre panik kelimesi "Pan'a mahsus" , "Pan-ca" demek olan bir sıfat; "korku" kelimesi atılıyor, isim olarak kullanılıyor. - Evet, tıpkı müzik kelimesinde olduğu gibi.

- O da mı sıfat? - Tabiatıyla. Bizim musiki ve muzika sözümüzle Fransızca musique kelimesinin aslı eski Yunanca musike 'dir, yeni Yu­ nancada musiki şeklinde söylenir. Bize buradan doğruca mu­

siki diye geçiyor, Fransızlar da müzik derken s ile yazarlar, tıp­ kı Muse yazıp müz okumaları gibi. - Buna göre musiki, "Muse'lere" yani "edebiyat ve mu­ siki tanrı-kadınlarına, dokuz ilham perisine ait" demek oluyor. - Elbet.

Mızıka yahut muzika bu Yunanca kelimenin La­

tince şekli olan musica 'nın İtalyancadan Türkç�ye geçen şek­ lidir. Aynı kelime bir kere doğrudan doğruya Yunancadan, sonra bir de İtalyanca üzerinden, şimdi de Fransızca yoluyla dilimize geçiyor. Hem de şimdi daha doğrusu, daha güzeli, ya­ ni

musiki kelimesi yerine birçok kimse bozuk büzük bir keli­ meyi, musiki 'nin Fransız ağzında bozulmuş şekli olan müzik'i kullanıyor.

1 49


- Dilimizdeki acayipliklerden biri desene. - Bu "tabii inkişaf" denen şeydir işte. Biz Avrupa kültürünün temeli olan kültüre kadar inmek zahmetine katlanama­ yız, ikinci elden alır, hatta kazayla birinci elden geçmişleri bil­ gisizliğimizden atar, ikinci elden alırız. Dilimizdeki bu garip­ likleri başka zaman konuşuruz. Ne diyorduk?

- "Musiki kelimesi sıfat"tır demiştik. - Ha evet, sıfat olunca, yanında bir isim olması gerek: bu da tekhne yahut yeni söylenişle tekhni;

teknik sözündeki tek­

ni; buradaki k sesi Yunancanın hı sesidir, bizim eski yazının hı 'sına benzer ses çıkarır, k ile h arası bir ses, onun için Avru­ palılar bu harfi eh ile yazarlar, mesela Fransızlar technique şek­ linde. Tekhne "ilim, fen, hüner" demektir. Musike tekne bu­ na göre "Muse'lere mahsus fen ve sanat" oluyor ki eski Yu- . nanlarda bu eski geniş anlamıyla kullandıyor, sonradan dara­ lıp şimdiki "musiki" anlamına alçalıyor. Sana şimdi doğuşu­ nu anlayabilmek için geçmiş zamanların kültürünü bilmek ge­ rektiğini gösteren iki kelime açıklayayım. - Nedir bunlar? - Fransızca

trivial ile

Almanca erörtern.

- Hani şu "bayağı, müptezel, adi" anlamına gelen söz. - Evet. - Sakın

trivium 'dan gelmesin,

hani şu Ortaçağ mektep-

lerindeki üç dersten? - Senin eski çağ bilgin sandığımdan genişmiş! İ yi Fran� sızca bildiğini unutmuşum. Romalı Kassiudorus mektepler­ deki bilimleri yediye ayırıyor: gramer'i, dialektik'i ve retorik'i

trivium,

yani "üçyol" yahut "üçlüyol'' adı altında topluyor;

üst basamağa da quadrivium, yani "dörtyol" adı altında arit­ metik' i, geometri 'yi, musiki'yi ve astronomia'yı alıyor.

1 50


- Buna göre trivia/, "üçyolluk, herkeslik, adi, bayağı" demek oluyor desene! - Almanca erörtern ne demek bilir misin? - "Tartışmak, münakaşa etmek" demek. - Peki Ort ne demek? - O kadar Almancam var canım, "yer" demek. - Peki "yer"in Yunancası nedir?

- Topos değil mi? - Evet, topos. Aristoteles'in tartışma, münazara sanatı üzerine olan eserinin adı topika 'dır. Türkçe "yerler bilgisi" denebilir. Şimdi dialektikçi için bu yerler, yani "esas görüş noktaları" göz göz bir rafgibi hazır durmaktadır. İngilizler bu­ gün de Yunancasını kullanarak bu düşünüş yollan kalıplarına topics diyorlar. İşte Almana göre erörtern, yani "münakaşa etmek" , Aristoteles'in münazara sanatının kurallarına uygun olarak bu "yerleri sırayla ele almak" demektir. - Epeyce karışık bir yapısı varmış. - Türkçemizde kullanılmaya başlayan bir kelimenin bu eski münazara sanatıyla, yani dialektik ile bağlılığı vardır. - Hangi kelime bu? - Deneme kelimesi, birtakım kitapların adında karşımıza çıkan deneme, Fransızcanın essasi 'si, Almancanın J!ersuch 'u karşılığı olarak görülmeye başlanan Türkçe söz. - Peki bu deneme 'nin bu işle ilgisi ne? - Dialektikçinin düşünme işine Aristoteles'in s�natında verilen ad epikheirein 'dir. Eski Yunanca olan bu söz "dene­ mek" demektir: dialektikçi hakikati bulmaya kalkışmıyor, bununla uğraşan bilimdir, o sadece hakikate yaklaşmayı "de­ niyor". - Bizim essai 'cimiz Ataç'ın kulağı çınlasın, bunu duyar151


sa yakasını bırakmaz bu

deneme 'nin; belki

de bir yazısında

kendisinin denemeci olduğunu söylemiştir. - Böylece biz de, Fransızca ve Almanca yoluyla ikinci el­ den, farkında olmadan eski Yunan kültürüne bağlanıyoruz.

Humanism 'i komunism 'e karıştıranlar telaşlanacaklar bu sö­ zümü duyunca. Avrupa kültürüne bağlanmak eski Yunan ve Roma kültürüne bağlanmak demektir. Senin bunu anlayarak eski Yunanca öğrenmeye kalkışmaklığın övünülecek bir şey doğrusu. Bunu duyan pek az. Gelecek buluşmamızda Fran­ sızca kelimelerin asıllarını ortaya koyarak bu kültür bağlılığı üzerine daha uzun konuşuruz.

1 52


Doç. Dr. SUAT YAKUP BAYDUR

Doç. Dr. Suat Yakup Baydur, Tosya 'da doğmuştur (1912). Babası, Muğlalı Yakup Celalettin Beydir; annesi Kqfkasya 'dan gelip Bandırma 'da yerleşmiş bir ailenin kızı Mamile Füruzan Hanımdır. Beş kardeşin en büyüğü olan Baydur, ilk ve orta oku­ lu Manisa 'da, liseyi lzmir 'de okumuştur. Lisede kendi çaba­ sıyla Fransızca öğrenmiş, okulu bitirince, MillfEğitim Bakan­ lığı 'nca açılan sınavı kazanarak "Germanistik" öğrenimi için Almanya ya gönderilmiş (1932), Berlin Üniversitesi 'nde üç yıl "Germanistik " okuduktan sonra, Bakanlığın isteğine uyarak, Heidelberg Üniversitesi 'nde klasikfiloloji öğrenimine başla­ mıştır (1935). lkinci Dünya Savaşı sıralarında yurda dönmek zorunda kalan Baydur, bir süre sonra öğrenimini tamamlamak üzereyeniden Almanya ya gitmiş, doktorasını da yaparakyur­ da dönmüştür (1942). Bir yıl kadar Ankara 'da Atatürk Lise­ si 'nde Latince öğretmenliği yaptıktan sonra (1942-1943) as­ kere gitmiş, askerlik dönüşü kısa bir süre Ankara Üniversite­ si Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi 'nde asistan olarak çalış­ mış (1946), aynı yıl lstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antik Felsefe kürsüsü asistanlığına geçmiştir. Bu yıllarda öğ­ retmen Sacide Baydur ile evlenmiş; bu evlilikten iki oğlu ol­ muştur. Birkaç yıl sonra Klasik Filoloji dalında doçentlik sı153


navını vererek doçent olmuş (1950), ertesi yıl aynı kürsüye ey­ lemli doçent olarak atanmış (1951), ölümüne dek bu görevde çalışmış, yaz tatilini geçirmek üzere gittigi Şile 'de bir deniz kazasında ölmüştür (5.8. 1953).

1 54


Doç. Dr. SUAT YAKUP BAYDUR BİBLİYOGRAFYASI Derleyen: S. N. ÖZERDİM 1. Kitap haline gelmiş eserleri

1 943 ARİSTO: Atinalılarm devleti. (Athenaion politeia). Ankara 1 943 Maarifmatbaası. X- 126 S., Milli Eğitim Bakanlığı yayını. "Dünya Edebiyatından Tercümeler" "Yunan Klasikleri: 62" (Önsöz: S.Y. BAYDUR imzalı S.: IX-X) EFLATUN: ikinci Alkibyades. (Alkibiades Deuteros). İstanbul 1 943 Maarif matbaası. 34 S., Milli Eğitim Bakanlığı yayını. "Dünya Edebiyatından Tercümeler" "Yunan Klasikleri: 26" 1 944 EFLATUN: Kratylos. lstanbul 1 944 Maarifmatbaası. 1 1 2 S., Mil­ li Eğitim Bakanlığı yayını. "Dünya Edebiyatından Tercümeler" "Yunan Klasikleri: 20" 1 945 SOLON: Şiirler. (Poesies). lstanbul 1 945 Maarif matbaası. IIl-30 S., Milli Eğitim Bakanlığı yayını. "Dünya Edebiyatından Tercümeler" "Yunan Klasikleri: 66" (Önsöz: Dr. S. Y. BAYDUR imzalı. S.: 1-III) 155


1 946 PETERICH, Eckhart: Küçük Yunan Mitologyası. (Kleine· Mytho­ logie; die Götter und Helden der Greichen). İstanbul 1 946 Mil­ li Eğitim Basımevi. VIII- 156 S., plfuış, Milli Eğitim Bakan­ lığı yayını. "Dünya Edebiyatından Tercümeler" "Yardımcı Eserler Serisi: 1 " (Önsöz: S. Y. BAYDUR imzalı. S.: III) 1 948 KRANZ, WALTER: Antik felsefe. 1 -2. Kısımlar. Metinler ve açık­ lamalar. İstanbul 1 948 Pulhan Basımevi. V-184 S., "İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Sayı: 3 1 7'' (Çevirenin önsözü: S. Y. BAYDUR imzalı. S.: IIl-V) BRENTANO, Clemens: Yiğit Kasperl ile güzel Annerl 'in hikaye­ si. (Die Geschichte vom braven Kasperl und schönen An­ nerl). Orhan Şaik GÖKYAY ile. İstanbul 1 948 Milli Eğitim Basımevi. 48 S., Milli Eğitim Ba­ kanlığı yayını. ' 'Dünya Edebiyatından Tercümeler' ' "Alman Klasikleri: 63 " HENSE-LEONARD: He/len-Latin eski-çağ bilgisi. 1. Demet. Hel­ len edebiyatı ve kültürü. Latin edebiyatı. İstanbul 1 948 İbra­ him Horoz Basımevi. XIV-283 S., resimli. "İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. No. 371 " (Çevirenin önsözü: S . Y. BAYDUR imzalı. S.: 1-VII) HENSE-LEONARD: He/len-Latin eski-çağ bilgisi. 2. Demet. Hel­ len edebiyatı ve kültürü, Latin edebiyatı. İstanbul 1 953 Pul­ han Matbaası. 285-492 S., resimli. "İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlarından No. 565" HESİODOS: işler. (Ergakai). İstanbul 1 948 Milli Eğitim Basıme­ vi. III-43 S., Milli Eğitim Bakanlığı yayını.

1 56


"Dünya Edebiyatından Tercümeler" "Yunan Klasikleri: 75" (Önsöz: Dr. SUAT Y. BAYDUR imzalı S.: 1-III) 1 952 Dil ve Kültür. Türkçenin ve başka dillerin gelişmeleri, Türkçenin durumu ve sorulan üzerine 23 yazı. Ankara 1 952 Türkiye Matbaacılık ve Gazetecilik A.0. Yeni Matbaa, 8-75 S., "Türk Dil Kurumu G. 2" (İÇİNDEKİLER: Bir filolog gözüyle dilimizin tuttuğu yol; Os­ manlıca-Türkçe; Dilimizin gelişmesi bakımından - Eski dil anıtları; Osmanlı kafası; Büyü ile gerçek; Türkçenin sindire­ mediği sözler; Türkçenin yolu; Türkçe ile uğraşan yabancıla­ ra ve H.C.Hony hayranlarına - Bir karşılaştırma; Hellence Latince sözler ve adlar; Eski Yunanca ve Avrupa dilleri; lanus başı yahut Doğuyla Batı ortasında; Türkçede yaşayan Yunan­ ca sözler; Darülfünun'dan Üniversite'ye; Latince karşısında Avrupa dilleri; Türkçede yaşayan Latince kelimeler: Düzel­ telim! ; Dil nedir ne değildir; Üçlü dil üzerine; Bir dilin zen­ ginliği; Divan musikisi; Savaş sakatlığından malfıl gaziliğe; Vatandaş Türkçe konuş; Nesillerin anlaşamaması). il. Gazete ve Dergilerdeki Yazıları,

Çevirileri*

1 943 TERCÜME'de: THUKYDİDES: Perikles'in Paloponesos Savaşı ölüleri için söy­ levi. 111/17, 1 9 Ocak, 301 -307. 1 944 TERCÜME'de: TITUS LIVIUS: Hannibal'ın Alp'leri geçişi. V/126, 1 9 Temmuz, 8 1 -85 SOLON: Şiirler. V/27, 1 9 Eylül, 1 6 1 - 1 64. (*) Romen sayılan cildi, bunlara bağlı sayılar dergilerin numarasını, tarih­ lerden sonra gelen sayılar sayfayı gösterir.

157


1 945 TERCÜME'de: EFLATUN: Devlet ve devlet şekilleri (Kanunlar III 689-690 C, 691 D-692 C, 695 D-E), V/29-30, 19 Mart, 478-480 EFLATUN: Eşitlik (Kanunlar VI 757 A-D), V/29-30, 1 9 Mart, 48 1 HERODOTOS: Paktyes (I 1 53-160), V/29-30, 1 9 Mart, 463-465 HOMEROS: Akhileus' a elçilerin gitmesi (llias IX 1 82-7 1 0), V/2930, 1 9 Mart, 346-359 C. H. BECKER: Doğu ve Batıda eski çağdan kalan miras, VI/3 1 32, 1 9 Tempıuz, 1 38- 142. 1 946 TERCÜME'de: CATULLUS: Şiirler. 1 . İthaf, 2. Sevgilinin serçesi, 3. Serçenin ölümü, 4. Yelkenli, 5. Öpücükler, 6. Güç karar, 7. lznik'e ve­ da, VII/38, 1 9 Temmuz, 97- 1O1 (Bu yazının başında bir açık­ lama vardır.) 1 948 ULUS'ta: Bir yazı dolayısıyla, 2 1 Kasım, 2 1 949 ULUS'ta: Dilimizin gelişmesi bakımından - Eski dil anıtları, 14 Mart, 2 Osmanlı kafası, 25 Nisan, 2 Büyü ile gerçek, 7 Haziran, 2 Türkçenin sindiremediği sözler, 1 3 Haziran, 2 Türkçenin yolu, 27 Haziran, 2 Bir karşılaştırma, 4 Temmuz, 2 Hellence ve Latince sözler ve adlar, 24 Ağustos, 2 Ianus başı, 28 Eylül 2 Eski Yunanca ve Avrupa dilleri, 4 Ekim, 2 Türkçede yaşayan Yunanca sözler, 1 9 Ekim, 2 Türkçede yaşayan Yunanca sözler il., l Kasım, 2 ve 4 1 58


Darülfünun' dan Üniversite'ye, 7 Kasım, 2 Latince karşısında Avrupa dilleri, 27 Aralık, 2

1 950 TÜRK DİLİ-BELLETEN' de: Osmanlıcanın çöküşü-Tfukçenin kurtuluşu, III. Seri 14-15 Ocak, 1 -5 ULUS'ta: Terimlere dair, 5 Ocak, 2 ve 7 Düzeltelim, l 1 Ocak, 2 Dil nedir, ne değildir?, 13 Şubat, 2

1951 NOKTA' da: Divan musikisi, 2. Sayı, 1 5 Şubat Nesillerin anlaşamaması, 3. Sayı, 1 5 Mart Bir dilin zenginliği, 5. Sayı, 1 5 Mayıs Savaş sakatlığından malUl gaziliğe, 6. Sayı, 1 5 Haziran Vatandaş Türkçe konuş, 6. Sayı, 1 5 Haziran PAZAR POSTASl'nda: Dilde zevk, 3 . Sayı, 18 Şubat, 7 TÜRK DİLİ'nde: Euripides'in Alkestis'i, Dede Korkut'un Deli Dumrul'u, 1/1 . 1 Ekim, 27-28 Meletos ve dil davası, 1/2. l Kasım. 33-34 (89-90) ULUS'ta: Üçlü dile dair, 30 Ocak, 2

1952 TÜRK DİLİ'nde: Uygur ozanı Yusuf ile Yunan ozanı Hesiodos ve günümüz, 1/5 l Şubat, 13-17 (26 1-265) Avrupa kültürü ve biz, 111 1 , l Ağustos, 1 3-20 (62 1 -628) Batı kültürünün ortak kelimeleri karşısında biz ve başkaları, 1/12,

l Eylül 3-6 (659-662)

1 59


1 953 TÜRK DİLİ ARAŞTIRMALARI YILLIGl'nda: Dilimiz ve Yunan-Latin asıllı kelimeler, 1 953, 93- 1 2 1 111.

Ölümü üzerine yazılan yazılar

AYŞE NUR: Kaybetmekte olduğumuz önemli bir kültür davası, Yeni lstanbul, 13 Ağustos 1 953, 2 İLKİN, ALTAN: Kaybettiğimiz bir değer: Suat Yakup Baydur, Vatan, 1 3 Ağustos 1 953, 5 ve 6 (fotoğrafı ile) ÖZERDİM, S. N.: Değerli bir devrimci daha kaybettik: Doç. Dr. Suat Yakup Baydur ( 1 9 12-1 953), Devrim Gençliği 14- 1 5. Sayı, 1 Ağustos 1 953, 7 ÖZGÜ, MELAHAT: Beklenmedik kaybı dolayısıyla: Suat Bay­ dur'un arkasından, Ulus, 1 7 Ağustos 1 953, 2 (Bu yazı, Türk Dili dergisinin l l/24'üncü sayısına alınmıştır. 1 Eylül 1 953, Sayfa: 843-844). T.D.K.: Suat Y. Baydur ( 1 9 12- 1 953), Türk Dili, Il/24, l Eylül 1 953, 842 (fotoğrafı ile) TANER, HALDUN: Değerli bir dostun ardından: Dr. Suat Yakup Baydur, Dünya, 1 1 Ağustos 1 953, 6 (fotoğrafı ile) ÜLKEN, HlLMl ZlYA: Suad Baydur, Yeni Sabah, 1 7 Ağustos 1 953, 2 YÜCEL, HASAN-ALl: Dr. Suat Baydur, Cumhuriyet, 27 Ağustos 1 953, 2

1 60



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.